tc erciyes üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü tek

Transkript

tc erciyes üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü tek
T.C.
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEK- PARTİ DÖNEMİ SİYASET KÜLTÜRÜNÜN
SONRASI DÖNEME ETKİLERİ
Tezi Hazırlayan
İrfan PAKSOY
Tezi Yöneten
Prof. Dr. Mustafa KESKİN
Tarih Ana Bilim Dalı
Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı
Doktora Tezi
Haziran 2008
KAYSERİ
T.C.
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEK- PARTİ DÖNEMİ SİYASET KÜLTÜRÜNÜN
SONRASI DÖNEME ETKİLERİ
Tezi Hazırlayan
İrfan PAKSOY
Tezi Yöneten
Prof. Dr. Mustafa KESKİN
Tarih Ana Bilim Dalı
Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı
Doktora Tezi
Haziran 2008
KAYSERİ
II
ÖNSÖZ
Türkiye Cumhuriyeti’ndeki mevcut siyasi yapıyı ve siyasi kültürü sağlıklı bir şekilde
algılayabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşanan hangi süreçler sonucu kurulduğunu,
bu devleti kuran aktörlere ilham veren fikirlerin neler olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nde
1950 yılına kadar iktidarda bulunan siyasi parti ve felsefesi ile bunların çok partili
demokratik hayat dönemindeki etkilerinin gerçekçi bir şekilde algılanması fevkalade önem
arz etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin çağdaşlaşmak üzere Batılılaşmayı devlet politikası olarak benimsediği
ve uyguladığı 19’uncu yüzyıl, devlet çapında yoğun bir modernleşme çabasına sahne
olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu esnada, mevcut olan kurumlar, bahse konu
dönemde başlatılan ve kesintisiz bir şekilde sürdürülen modernleşme çabaları esnasında
kurulmuş olan müesseselerdir. Bugün nasıl dün ile ilişkiliyse, 29 Ekim 1923 tarihinde
kurulan Türkiye Cumhuriyeti kurumları da 19’uncu yüzyıl başında başlatılan ve artarak
sürdürülen modernleşme çabalarıyla yakından ilişkiliydi. Özelde 1923-1950 arası döneme,
genelde ise Türk siyasi hayatına ciddi anlamda etki etmiş bir siyasal kurum olan ve
iktidarda bulunduğu 1923-1950 arası dönemde adeta devletle örtüşen Cumhuriyet Halk
Partisinin siyaset kültürü, Türkiye’deki çok partili dönemdeki demokratik siyaset kültürünü
önemli ölçüde etkilemiş, hala da etkilemeye devam etmektedir. Çok partili demokratik
hayata geçilmesinden bu yana yaklaşık 60 yıl geçmesine rağmen Cumhuriyet, hala pratikte
demokrasiyle taçlandırılabilmiş, demokratik siyaset kültürü de henüz normalleşmiş
değildir. Bu durum Türkiye’nin 200 yıldan beri süregelen ve henüz arzu edilen seviyenin de
yakalanamadığı çağdaşlaşma çabasını da olumsuz yönde etkilemekte ve bu konuda önemli
ölçüde gayret israfına sebep olmaktadır.
Zorlu bir coğrafyada bulunan Türkiye’nin çağdaşlaşma çabalarının kesintiye uğramadan ve
etkin bir şekilde devam edebilmesi, milletin refahı ve devletin bekası bakımından çok
önemlidir. Türkiye, milli hedefi olan çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine yükselmeyi dünü
sağlıklı bir şekilde irdeleyerek,
bugününü de doğru şekilde algılayarak, yarınlar için
sağlıklı öngörülerde bulunarak, insan gücü başta olmak üzere milli güç unsurlarını rasyonel
III
bir şekilde kullanabilme becerisi ile yakalayabilir. Bu, Atatürk’ün veciz sözlerinde de
ifadesini bulduğu üzere Cumhuriyet’in ilelebet payidar kalması için önemlidir ve gereklidir.
Bu çalışma bağlamında Türk modernleşme tarihi genelinde Tek Parti Dönemi siyaset
kültürü ve bunun sonrası dönemdeki siyaset kültürüne etkileri incelenmiştir. Tek Parti
Dönemi siyaset kültürü, esas itibariyle modernleşme tarihimizin aktörlerinin paradigmaları
ve modernleşme tasavvurlarıyla yakından ilişkili olup, bu sürecin sağlıklı bir şekilde tetkiki,
başarıları ve başarısızlıklarının ortaya konulması, sağlıklı bir şekilde algılanacak dünün
bugüne dair yansımalarının geleceğin inşaasında sağlam bir veri olarak kullanılmasına da
imkan sağlayacaktır. Hiç süphesizdir ki, tarihin sağlıklı olarak bilinmesi geleceğin isabetle
öngörülebilmesi ve sağlıklı bir şekilde kurgulanabilmesi için fevkalade önemlidir. Öte
yandan, tarih ne denli objektif bilinirse, insanların ondan da isabetle faydalanabilceği
hususu gözden ırak tutulmamalıdır. Bahse konu nedenlerle Türkiye’de Tek Parti Dönemi
siyaset kültürü ile bunun sonrasına etkilerinin salt bugün için değil, kıstlı kaynaklarımızla
yürütmek ve başarmak zorunda olduğumuz iki asırlık modernleşme projemiz için de önemli
olduğu değerlendirilmektedir.
Tez çalışmalarım esnasında değerli
bilgi ve tecrübeleriyle beni yönlendiren danışman
hocam Sn. Prof.Dr. Mustafa KESKİN’e, inceleme konusu olan döneme ilişkin belge, hatıra,
telif eser, ansiklopedi v.b eserlerin (kaynakların) temini konusunda bana yardımcı olan
Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesine, Milli Kütüphane görevlilerine, Genelkurmay
Başkanlığı Kütüphanesi görevlilerine, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler
Başkanlığı Arşivi personline, TBMM Kütüphanesi çalışanlarına, kaynaklardan elde edilen
bilgilerin bilgisiyara aktarılması konusunda katkıları bulunan kimi değerli meslekdaşlarıma,
evimde bana huzurlu bir çalışma ortamı bahşeden, çocuklarımla ilgili sorumluluklarımı
yerine getirmem konusunda özverili çabaları ile manevi desteğini esirgemeyen eşime, moral
kaynaklarım arasında yer alan kızıma ve (kimi metinleri bilgisayara yazmam esnasında
okumak suretiyle bana zaman tasassrufu sağlayan ve 2006 yılında ilkokula başlamış olduğu
halde bu işi de fevkalade önemseyerek yapan) oğluma teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
İrfan PAKSOY
IV
TEK PARTİ DÖNEMİ SİYASET KÜLTÜRÜNÜN SONRASI DÖNEME ETKİLERİ
İrfan PAKSOY
ÖZET
Bu çalışma, Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün ne olduğu ve bahse konu siyaset
kültürünün Tek Parti Dönemi sonrası döneme olan etkilerinin ortaya konulması üzerine
temellendirilmiştir.
Tek parti dönemi siyaset kültürünün Tek Parti Dönemi sonrasına olan etkilerinin ortaya
konulabilmesi için Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün ve bunu oluşturan şartların sağlıklı
bir şekilde ortaya konulması gerekir. Ancak Türk modernleşme tarihi dikkatli bir şekilde
incelendiği takdirde 19. yüzyılın başından itibaren devlet politikasına dönüşen modernleşme
projesini yürüten aktörlerin modernleşme paradigmaları ve siyasal tasavvurları ile Tek Parti
Dönemi seçkinlerinin modernleşme paradigmaları ve siyasal tasavvurları arasında esasta bir
farklılık olmadığı anlaşılacaktır. Kimi siyaset bilimciler tarafından da ifade edildiği üzere,
kamu yönetimi bağlamında, Cumhuriyet, Osmanlı kamu yönetimi anlayışından bir kopuşa ve
kırılmaya değil, aksine bir devamlılığa tekabül etmektedir.
Tek Parti Dönemini sağlıklı bir zemine oturtabilmek için yapılacak çalışmalar, ilgilileri Türk
modernleşme tarihinin başlangıcına, bu dönemin aktörlerinin
paradigmalarına ve bu
paradigmaların oluşumunda etkili olmuş unsurlara kadar dikkatle iz sürmeye sorlayacaktır.
Devlet nasıl kurtulur? sorusunun cevabı olan ve bir devlet politikası şeklinde uygulanan
modernleşme projesi bağlamında 19. yüzyılın önde gelen aktörlerinin siyasal tasavvurlarını
çizen unsurların Osmanlı patrimonyalizmi (ülkeyi, devleti ve tebayı atadan miras olarak
alınmış bir mülk gibi gören yönetim anlayışı), kameralizm (aydın despotizmi), Gustave Le
Bon’cu seçkinci düşünce, Comte pozitivizmi,
solidarist korporatizm ve Rouseau’nun
fikirleri olduğu ve bunların da kamu yönetimi anlayışı bağlamında Cumhuriyet dönemine de
yansıdığı ve Cumhuriyet dönemi seçkinlerinde de otoriterizm olarak devam ettiği
görülecektir.
Sonuç olarak, bugün dahi yaşanan kimi sıkıntıların sebeplerinin sadece Tek Parti Döneminde
değil, aynı zamanda daha gerilerde ve derinlerde olduğu değerlendirilmektedir.
Anahtar kelimeler: Tek parti, pozitivizm, seçkincilik, otoriterizm, solidarist korporatizm,
Rouseau.
V
THE EFFECTS OF ONLY POLITICAL-PARTY POLITICAL CULTURE ON THE
FOLLOWING TERMS
İrfan PAKSOY
ABSTRACT
This study is based upon what one-party period political culture is and effects of this period
on the following terms.
It is essential to examine one-party period political culture and the conditions leading to this
movement properly in order that the effects of one-party period political culture upon the
following terms are revealed. From this perspective, when Turkish modernization history is
examined, it will be understood that there is basically no difference between the
modernization paradigms and political intentions of the actors directing modernization
project which turned out to be a government policy from the beginning of the 19th century
and those (modernization paradigms and political intentions) of élites. As is expressed by
some political scientists, the Republic refers to a continuum of Ottoman public
management system rather than a break-off from it in terms of public management. The
studies to be done in order to put one-party period political culture onto a healthy ground
will take people concerned to the beginning of Turkish Modernization History and force
them to keep the close track of the paradigms of the actors in that period and elements
which have an influence upon the coming about of those paradigms. In the context of the
modernization project implemented as a government policy and the answer to the question,
How will the state be saved?, the elements affecting the political intentions of outstanding
actors in 19th century are Ottoman patrimonialism, Cameralism, Le Bon’s élite thinking,
Comte positivism, solidarist corporatism and the ideas of Rousseau and it will be seen that
those elements are reflected upon the Republic period in terms of public management and
Republic period élites carried on to have those elements.
As a result, the reasons of some current hardships lie not only in only political-party period
but in earlier times and deeper contexts.
Keywords: One-party, pozitivism, elitizm, authotitarianism, solidarist corporatism,
Rousseau.
VI
İÇİNDEKİLER
Sayfa No
KABUL ONAY ………………………….…………………..……….. ……………..… I
ÖNSÖZ ……………………………………………………………….………………… II
ÖZET .………………………………… …………………………….…..……….…….. III
ABSTRACT .………………………………………………………….………………… IV
İÇİNDEKİLER .………………………………………………….…………………….. V
KISALTMALAR …………………………………………………..…...……………… X
GİRİŞ ..…………………………………………………………………………….…..… 1
1. PROBLEM ………………………………………………………………………….. 1
2. AMAÇ ……………………………………………………………………………….. 22
3. ÖNEM ………………………………………………………………………………. 23
4. YÖNTEM ………….………………………………………………………………… 24
4.1. Verilerin Toplanması ...…………………………………………………………. 24
4.1. Verilerin İşlenmesi, Çözümü, Yorumlanması .……….……….………………… 25
5. SINIRLILIKLAR …..………………………….…………………………………… 26
5.1. Araştırmanın Konu Bakımından Sınırlandırılması .………………….…………. 26
5.2. Araştırmanın Mekan Bakımından Sınırlandırılması …………….……………… 26
5.3. Araştırmanın Zaman Bakımından Sınırlandırılması ..………………….……….. 26
6. KONU İLE İLGİLİ ARAŞTIRMALAR: ..…….…………………………………... 27
BİRİNCİ BÖLÜM
MUTLAKİYETTEN II. MEŞRUTİYET’E (İNKILAB-I AZÎME’YE) GİDEN SÜREÇ
1.1. Mutlakiyetten I. Meşrutiyet’e Uzanan Yol ..…….……………………………….… 28
1.1.1. Yeniden Yapılanmaya Yönelik Gayretler ..…….………………………….. 28
1.1.2. Değişimin İstikametinin Belli Olması: Batılılaşma ………………………… 32
1.1.3. Sened-i İttifak’tan Tanzimat’a Uzanan Yol ..…….…………………….…… 35
1.1.4. Tanzimat Dönemi (1839-1876) ..…….…………………………………….. 40
VII
1.1.4.1. Tanzimat Fermanı ..……………..…….………………………….… 40
1.1.4.2. Islahat Fermanı ..……………..…….……………………………….. 45
1.1.4.3. Tanzimat ile Kameralizm İlişkisi .…….…………………………..… 47
1.1.4.4. Kuleli Vakası ..……………..…….……………………………….… 53
1.1.4.5. I. Jön Türk Muhalefeti ya da Yeni Osmanlılar Hareketi ..………..… 55
1.2. I. Meşrutiyet’in İlanı, Tekrar Mutlakiyet ve Sonu ..….…………………………..… 64
1.2.1. I. Meşrutiyet’in İlanı ..……………….…..…….……………………………. 64
1.2.2. Tekrar Mutlakiyete Dönüş ..……………..…….…………………………… 69
1.2.3. II. Jön Türk Muhalefeti ya da İttihat ve Terakkî Cemiyeti …….…………… 75
1.2.3.1. İttihad-ı Osmanî Cemiyeti …....…….…………………………..… 76
1.2.3.2. Cemiyetin Paris Merkezi: İttihat ve Terakkî Cemiyeti ……………. 81
1.2.3.3. Yurt Dışındaki Jön Türklerin Bölünmesi ….………..…………..… 95
1.2.3.4. Büyük Devletler ve Ayrılıkçı Unsurların Jön Türkler ile İşbirliği … 100
1.2.3.5. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti …..…….…………………….……..… 104
1.2.3.6. Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti ile Osmanlı Hürriyet
Cemiyetinin Birleşmesi …….…………………….……………… 106
1.2.4. II. Meşrutiyet’in İlanı ..……………..…….……………………………...…. 109
1.2.5. Ahmet Rıza Bey, Seçkinler Teorisi ve Millet-i Müsellaha ..……………….. 115
1.3. II. Meşrutiyet Dönemi ..…………….……....….….…………………………........... 118
1.3.1. Yönetimde Saray, İttihat ve Terakkî Cemiyeti ile Bâb-ı Âlî Dengesi .…..….. 118
1.3.2. İttihat ve Terakkînin Denetleme İktidarı (1908-1913) ….…..………………. 119
1.3.2.1. 31 Mart Olayı ..……………..…….……………………………..….. 122
1.3.2.2. Padişah ve Anayasa Değişikliği ....…….…………………………… 131
1.3.2.3. Çok Partili Dönemde Osmanlı Hükümetleri .…….…………………. 132
1.3.2.4. Bâb-ı Âlî Baskını ..……………..…….…………………………..…. 138
1.3.3. İttihat ve Terakkînin Mutlak İktidar Dönemi (1913-1918) ……….………….. 142
1.3.4. İttihat ve Terakkî İktidarının, İttihat ve Terakkî Fırkasının ve İttihatçıların
Sonu ..……………..…….………………………………………………….….. 146
1.3.5. İttihat ve Terakkînin Aşkın Siyaset Anlayışı ...…….………………………….. 149
VIII
İKİNCİ BÖLÜM
MİLLİ MÜCADELE’DE BİRİNCİ MECLİS DÖNEMİ
2.1. Mondros Mütarekesi’nden Heyet-i Temsiliye’ye Giden Yol ……………..……..…. 161
2.2. Milli Mücadele’de Heyet-i Temsiliye Dönemi ……………………………….…….. 172
2.3. Son Osmanlı Mebusan Meclisi ve Misak-ı Milli’nin Kabulü ………………..……… 180
2.4. Büyük Millet Meclisinin Açılması …………………..……………………………... 184
2.5. Büyük Millet Meclisinin Yapısı ve Özellikleri …………………..……..………….... 193
2.6. Büyük Millet Meclisinde Kurulan Partiler ve Gruplar ………………………….….. 196
2.7. Mustafa Kemal’in Başkomutan Olması (5 Ağustos 1921) …………………………. 206
2.8. Saltanatın Kaldırılması ………………..…………………………………………...... 209
2.9. I. Meclisin Çalışma Döneminin Sona Ermesi ve Halk Fırkası’nın Kurulması …..….. 213
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TEK PARTİ DÖNEMİ VE FELSEFESİ
3.1. Tek Parti Dönemi veya Tek Partili Cumhuriyet ………………..……………..…….. 217
3.1.1. İkinci Meclis Döneminin Başlaması ………………..………………..……….. 217
3.1.2. Cumhuriyetin İlanı ………………………………….………….……..……….. 224
3.1.3. Cumhuriyetin İlanını Takiben Artan Gerilim …..…..………….……..…….…. 235
3.1.4. Tek Parti Döneminde Sonuçsuz Kalan Çok Partili Hayata Geçiş Denemeleri
ve Siyasi Gelişmeler ……………..………………..…………………………… 240
3.1.4.1. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası .............……………………..……. 240
3.1.4.2. İzmir Suikastı ve Örgütsüz Muhalefetin Tasfiyesi …………..……….. 283
3.1.4.3. Bir Dönemin Sonu: Nutuk ………………..………………..…………. 298
3.1.4.4. Serbest Cumhuriyet Fırkası ................................................................... 302
3.1.5. Serbest Cumhuriyet Fırkası Sonrası Dönem ……..……………..……………... 342
3.1.6. Tek Parti Döneminin Panoraması ………………..………………..……….….. 357
3.1.7. Tek Parti Döneminin Siyaset Kültürü ………………..………………..…….... 367
3.2. Tek Parti Felsefesi ………………..………………..……..………………..………... 444
3.2.1. Tek Parti Devleti (Rejimi) ...………………..……..………………..…….….. 444
IX
3.2.2. Tek Parti ve Otoriterlik ...………………..………...………………..……….. 446
3.2.3. Tek Parti Sitemleri ...………………..……..………………..……………….. 450
3.2.3.1. Kapani’nin Tek Parti Sistemleri Tipleri …..……..………………..………. 450
3.2.3.1.1. Gerçek Tek Parti Sistemi ...………………..……..… …………..…….… 450
3.2.3.1.1.1. Totaliter Tek Parti Sistemi ...………………..……..………………...... 451
3.2.3.1.1.2. Otoriter-Pragmatik Tek Parti Sistemi ………..………………..……… 451
3.2.3.2. Karmaşık Tek Parti Sitemleri ...………………..……..……………….….. 451
3.2.3.2.1. Üstün (Hâkim) Parti Sitemi ...………………..……..………………..….. 452
3.2.3.2.2. Hegamonyacı Parti ...………………..……..………………..……..……. 452
3.2.3.3. Huntington’un Tek Partili Sistem Algılaması ...……..………………..….. 452
3.2.3.4. Sartori’nin Tek Partili Sistem Algılaması ….…..……..………………..….. 455
3.2.3.5. La Palombara ve Weiner’in Tek Partili Sistem Algılaması …..………..….. 457
3.2.3.6. Vesayet Partisi - Hâkim Parti ...………………..……..………………..….. 457
3.2.4. Tek Parti ve Özellikleri ...………………..……..………………..………….. 458
3.2.4.1. Tek Partinin Temeli ...………………..……..……………...…..…… 458
3.2.4.2. Tek Partinin Fonksiyonu ...………………..……..……………..….. 459
3.2.4.3. Tek Partinin Ayırt Edici Özellikleri ...………………..……..……… 459
3.2.4.4. Tek Parti, Halk ve Devlet İlişkileri ……..……..………………..….. 461
3.2.4.4.1. Parti = Devlet Formülü ……..……..….……………..….. 461
3.2.4.4.2. Tek Parti ve Halk İlişkileri …..……..………….……..…. 461
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ÇOK PARTİLİ DÖNEM, TÜRK SİYASÎ HAYATININ SENTEZİ
VE AŞKIN SİYASET
4.1. Çok Partili Siyasî Hayat ..……………………………………….………….…..….. 463
4.1.1. Çok Partili Siyasî Hayata Geçişi Zorunlu Kılan Şartlar ..………………..….. 463
4.1.2. Demokrat Partinin Kuruluşu ve İktidar Değişimine Uzanan Yol …..........….. 474
4.1.3. Demokrat Partinin İktidar Dönemi ve Sonu ……...……..…………………... 485
4.1.4. 27 Mayıs Darbesi’nden 12 Mart Muhtırası’na. ..…..……..………………..… 504
4.1.4.1. Darbe ve Analizi ...………………..……..………………..………… 504
4.1.4.2. Darbeden Devrime: Profesörlerin Rolü …..……..………………..… 511
X
4.1.4.3. Demokrat Parti Yönetiminin Yargılanması ……..………………….. 523
4.1.4.4. Yeniden Demokrasiye Dönüş ..…………………………………….. 527
4.1.5. 12 Mart Rejimi (1971-1973) ...………………..……..………………………... 553
4.1.6. Siyasî Çöküş ve Tekrar Askeri Müdahaleye Uzanan Yol (1973-1980) …….. 574
4.1.7. Askeri Darbe ve Normalleşme Dönemi (1980–1991) ....................................... 579
4.1.8. Yönetemeyen Demokrasi ya da Kayıp Yıllar (1991-2002) ............................... 587
4.1.9. Siyasî Deprem ve Sonrası ...………………..……..…………………..…..…. 592
4.2. Türk Siyasî Hayatının Sentezinde Anahtar Kavramlar ve Genel
Değerlendirme ............................................................................................................ 615
4.2.1. Türk Siyasî Hayatının Sentezinde Anahtar Kavramlar ....………………..….. 615
4.2.1.1. Merkez-Çevre Yaklaşımı ...………………..……..…………….….. 615
4.2.1.2. Devletçi - Seçkinci ve Gelenekçi - Liberal Çizgi Yaklaşımı …...…. 626
4.2.1.3. Doğucu İslamcı Halk Çizgisi ve Batıcı Laik Bürokratik Çizgi
Yaklaşımı ...………………..……..………………..………………... 632
4.2.1.3.1. İdris Küçükömer’in Bakış Açısından İlginç Bir Tablo ….. 632
4.2.1.3.1. İdris Küçükömer’in Tezine İlişkin Güncel
Değerlendirmeler ……………………………………….. 635
4.2.2. Türk Siyasî Hayatının Sentezine İlişkin Genel Değerlendirme ……..……….. 639
4.3. Aşkın Siyaset ...………………..……..…………………………………………….. 645
SONUÇ ...………………..……..………………..………………..……..………………. 658
BİBLİYOGRAFYA …...……..………………..………………..……..………………… 680
DİZİN ….……………..……..………………..………………..……..………………….. 731
ÖZGEÇMİŞ ……..……..……..………………..………………..……..………………... 736
XI
KISALTMALAR
AKP
: Adalet ve Kalkınma Partisi
ANAP
: Anavatan Partisi
AP
: Adalet Partisi
A-RMHC
: Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
A-RMHG
: Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu
BM
: Birleşmiş Milletler
BMM
: Büyük Millet Meclisi
Bsmv.
: Basımevi
BTP
: Büyük Türkiye Partisi
CGP
: Cumhuriyetçi Güven Partisi
CHF
: Cumhuriyet Halk Fırkası
CHP
: Cumhuriyet Halk Partisi
CKMP
: Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi
CP
: Cumhuriyetçi Parti
C.
: Cilt
DP
: Demokrat Parti
DSP
: Demokratik Sol Parti
DYP
: Doğru Yol Partisi
DTP
: Demokratik Türkiye Partisi
Gnkur.
: Genelkurmay
Gnkur.Bşk.
: Genekurmay Başkanı
Gnkur.ATASE: Gnkur. Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı.
GP
: Güven Partisi
HF
: Halk Fırkası
HP
: Halkçı Parti
Hvİ
. Hürriyet ve İtilaf
HvİF
. Hürriyet ve İtilaf Fırkası
Hv.K.K.
: Hava Kuvvetleri Komutanı
İvT
: İttihat ve Terakki
XII
İvTC
: İttihat ve Terakki Cemiyeti
İvTF
: İttihat ve Terakki Fırkası
K.K.K.
: Kara Kuvvetleri Komutanı
MBK
: Millî Birlik Komitesi
MDD
: Millî Demokratik Devrim
MDP
: Milliyetçi Demokrasi Partisi
MGK
: Millî Güvenlik Kurulu
MHC
: Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri
MHP
: Milliyetçi Hareket Partisi
MNP
: Millî Nizam Partisis
MSB
: Millî Savunma Bakanı
MSP
: Millî Selamet Patisi
Org.
: Orgeneral
RP
: Refah Partisi
SCF
: Serbest Cmhuriyet Fırkası
SF
: Serbest Fırka
SODEP
: Sosyal Demokrat Parti
SP
: Saaadet Partisi
S.
: Sayı
s.
: Sayfa
TBMM
: Türkiye Büyük Millet Meclisi
TTK
: Türk Tarih Kurumu
TpCF
: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
Tümg.
: Tümgeneral
TİP
: Türkiye İşçi Partisi
YTP
: Yeni Türkiye Partisi
1
GİRİŞ
1. PROBLEM
Siyasî kültür, bir toplumun siyasî düşünce ve davranışlarını, siyasal kurumlarını ve
siyasetini biçimlendiren faktörlerin başında gelmektedir. Bir siyasî sistem ile o siyasî
sistemi besleyen fikrî yapı arasında yakın bir ilişki vardır. Herhangi bir ülkede mevcut olan
siyasî sistem yakından incelendiği takdirde, mevcut siyasî sistemi ayakta tutan bir fikrî
yapı ve egemen bir siyasî kültür olduğu görülecektir. Bir siyasî sistemin nasıl bir siyasal
kültür üzerine şekillendiği ya da temellendiğini de, o sistemde iktidar ilişkilerine hâkim
olan ya da bu ilişkileri kontrol eden aktörlerin siyasal tutum ve davranışlarından ortaya
çıkarılması mümkündür.
Genelde Türk siyasî hayatının gelişimine, özelde de Tek Parti Dönemi siyasî hayatına
ilişkin yapılan çalışmalarda, Tek Parti Döneminde siyasî hayata otoriter-vesayetçi, hatta
yer yer totaliter eğilimler gösteren bir siyasî yapının hakim olduğu siyaset bilimciler ve
araştırmacılar tarafından yaygın bir görüş olarak ileri sürülmektedir. Ancak yerli ve yabancı
pek çok yazar, bahse konu siyasî yapının ve biçimin, 19’uncu yüzyılın başından itibaren
Devlet nasıl kurtulur? sorusunun cevabı mahiyetinde bir devlet projesi olarak kabul edilen,
ilerleyen zamanla birlikte kapsamı ve yoğunluğu artırılarak sürdürülen ve Cumhuriyetin
ilanıyla birlikte de devlet ve toplum hayatında radikal bir değişime dönüşen modernleşme
projesi bağlamında; aydın kesimde Tanzimat’tan itibaren değişim ve dönüşüm geçirmeye
başlayan fikrî yapıdan, yeni Türk devletinin seçkinlerine Osmanlı’dan tevarüs eden fikrî
yapıdan,
yeni
Türk
devletinin
sosyo-ekonomik
ve
sosyo-kültürel
yapısınıın
yetersizliğinden kaynaklanan nedenlerle inkılâpların yerleşmesi ve çağdaş uygarlık
seviyesinin üzerine çıkılmasına yönelik bir ihtiyaç nedeniyle zorunlu bir tercih olarak
ortaya çıktığı, asıl amacın ise gerekli altyapının kurulmasını takiben yarışmacı ve rekabete
dayalı çok partili bir sistem kurmak olduğunu vurgulamaktadırlar.
2
Bu çalışmanın ana ekseni Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrası döneme (çok partili
döneme) etkilerinin neler olduğu sorusudur. Tarihî olgularda olduğu gibi, siyasî olgularda
da zaman ve mekan düzlemindeki sebep ve sonuç ilişkileri, incelenen konuyu daha bir
anlaşılır, gerçekçi ve objektif kılmaktadır. Bu itibarla, tez kapsamında ele alınan siyasî
olguların da sebep ve sonuç ilişkileri içinde genişliğine ve derinliğine incelenmesi önem arz
etmektedir. 1945 yılında başlayan ve günümüze kadar ilerleyen zaman içerisinde zaman
zaman kesintiye uğrasa da gelişerek yoluna devam eden çok partili siyasî hayat Tek Parti
Dönemi siyaset kültüründen önemli ölçüde etkilendiği gibi, Tek Parti Dönemi siyaset
kültürü de Osmanlı kamu yönetimi anlayışından, Cumhuriyet öncesi yaşanan Türk
modernleşme sürecinden ve aydınlarının modernleşmeye ilişkin düşüncelerinden önemli
ölçüde
ekilenmiştir.
Bu
itibarla
çalışmanın
ana
eksenini
teşkil
eden
sualin
cevaplanabilmesi, çalışmayı, zamanen sadece Cumhuriyet Dönemi bağlamında
değil,
bunun da ötesinde Türk modernleşme tarihini bağlamında ele almayı zorunlu kılmaktadır.
Çalışmanın ana eksenini oluşturan (yukarıdaki paragrafın baş tarafındaki cümlede ifade
edilen) soru kapsamında ele alınması gereken talî soruları Türk modernleşme tarihi
bağlamında ardışık bir sırada ifade edecek olursak; birincisi, Türk modernleşme tarihinin
başlangıcından ya da mutlakiyetten (ikinci) meşrutiyete geçen süreçte siyasî ve fikrî
unsurların ve gelişimin neler olduğu, ikincisi Millî Mücadele döneminde Birinci Meclis
eksenli olarak yaşanan siyasî gelişmelerin ve egemenliğin kaynağı ile kullanımında
yaşanan büyük değişimin neler olduğu, üçüncüsü Tek Parti Dönemi siyaset kültürü ve Tek
Parti felsefesinin ne şekilde olduğu, dördüncüsü de çok partili dönemde yaşanan
gelişmelerin, Türk siyasî hayatının sentezindeki anahtar kavramların ve Türk siyasî
hayatına ilişkin önemli bir gerçeklik olan aşkın siyasetin neleri içerdiğidir.
Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra büyük devlet olma vasfını kaybeden ve devlet
olarak ciddi bir beka (varoluş) sorunu ile karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti III. Selim’le
birlikte bahse konu beka sorununu bir devlet projesi olan Batılılaşma ya da modernleşme
ile aşmayı denemiştir. Japon ve Rus modernleşmelerinden farklı olarak, bahse konu
ülkelerin aksine Osmanlı’da bir sermaye birikimi ve güçlü bir orta sınıf olmadığı için
modernleşme Devlet eliyle başlatılmış ve sürdürülmüştür. Bu durum ise Türk
3
modernleşmesinin idarî, hukukî ve bürokratik yönünün ağırlıklı olmasına, ekonomi
boyutunun ise kısa kalmasına neden olmuştur.
Çalışmanın temel önermesi; Tek Parti Dönemi seçkinlerinin devlet ve siyaset anlayışında
belirleyici etkide bulunan unsurların Comte pozitivizmi, Le Bon’cu seçkincilik ve solidarist
korporatizm düşüncesine dayanan halkçılık ile Rousseau’nun devlet yönetimine ilişkin
düşüncelerinin olduğu, bahse konu unsurların da Türk modernleşmesinin siyasal boyutunu
ifade eden demokratikleşme hedefinin yakalanmasında ve demokratik kültürün gelişiminde
güçleştirici rol oynadıkları hususudur.
Çalışmanın ana eksenini, (Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrası (çok partili)
döneme etkilerinin neler olduğunu) destekleyen talî sorular ise;
- Türk modernleşme tarihinin başlangıcından ya da mutlakiyetten (ikinci) meşrutiyete
geçen süreçte siyasî ve fikrî unsurların ve gelişiminin neler olduğu,
-
Millî Mücadele döneminde I. Meclis eksenli olarak olayların, yaşanan siyasî
gelişmelerin ve egemenliğin kayanağı ile kullanımında yaşanan büyük değişimin neler
olduğu,
- Tek Parti Dönemi siyaset kültürü ve Tek Parti felsefesinin ne şekilde olduğu, çok partili
dönemde yaşanan gelişmelerin,
- Türk siyasî hayatının sentezindeki anahtar kavramların ve Türk siyasî hayatına ilişkin
önemli bir gerçeklik olan aşkın siyasetin neleri içerdiği şeklindedir.
Çalışmanın ana eksenini destekleyen talî soruların ilki olan Türk modernleşme tarihinin
başlangıcından ya da mutlakiyetten (ikinci) meşrutiyete geçen süreçte siyasî ve fikrî
unsurların ve gelişimi birinci bölümde ele alınmıştır. Bu çerçevede; yeniden yapılanmaya
yönelik gayretler, değişimin iskametinin Batılılaşma olarak belirlenmesi, Sened-i İttifak’tan
Tanzimat’a uzanan süreç, Tanzimat Dönemi (1839-1876), bu dönemde ön plana çıkan
hususlardan Tanzimat ile Kameralizm ilişkisi, Kuleli Vakası, Yeni Osmanlılar Hareketi,
kısa süreli I. Meşrutiyet Dönemi ve ardından tekrar başlayan mutlakiyet dönemi, Jön Türk
Muhalefeti ya da İttihat ve Terakki Cemiyeti (ivTC), II. Meşrutiyet Dönemi, Jön Türkler ile
4
bunların 1908’de iktidara gelen kanadı olan İttihatçıların fikir yapısı, modernleşme
tasavvuru ve siyaset anlayışı, İttihat ve Terakki (İvT)’nin mutlak iktidarı ve sonu üzerinde
durulmuştur.
Çalışmanın ana eksenini destekleyen talî soruların ikincisi olan Millî Mücadele
dönemindeI. Meclis eksenli olarak olayların yaşanan siyasî gelişmelerin ve egemenliğin
kayanağı ile kullanımında yaşanan büyük değişimin neler olduğu ikinci bölümde ele
alınmıştır. Bu çerçevede; Mondros Mütarekesi’nden TBMM’ne giden süreç, TBMM’nin
yapısı ve özellikleri, TBMM’nde kurulan partiler ve gruplar, Mustafa Kemal’in
karizmasının yükselmesi ve ön plana çıkması, saltanatın kaldırılması, I. Meclisin çalışma
döneminin sona ermesi ve Halk Fırkasının kurulması üzerinde durulmuştur.
Çalışmanın ana eksenini destekleyen talî soruların üçüncüsü olan Tek Parti Dönemi siyaset
kültürü ve Tek Parti felsefesinin ne şekilde olduğu üçüncü bölümde ele alınacaktır. Bu
kapsamda; II. Meclis döneminin başlaması, Cumhuriyetin ilanı, Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası (TpCF), İzmir Suikastı ve ardından örgütsüz muhalefetin tasfiyesi, Nutuk, Serbest
Cumhuriyet Fırkası ve SCF sonrası dönem, Tek Parti Döneminin panoraması, Tek Parti
Döneminin siyaset kültürü, Tek Parti felsefesi, Tek Parti Devleti (Rejimi), Tek Parti ve
otoriterlik, Tek Parti sistemleri, Tek Parti ve özellikleri üzerinde durulmuştur.
Çalışmanın ana eksenini destekleyen talî soruların dördüncüsü olan çok partili dönemde
yaşanan gelişmelerin, Türk siyasî hayatının sentezindeki anahtar kavramların ve Türk siyasî
hayatına ilişkin önemli bir gerçeklik olan aşkın siyasetin neleri içerdiği dördüncü bölümde
ele alınmıştır. Bu çerçevede; çok partili siyasî hayata geçişi zorunlu kılan şartlar, Demokrat
Parti (DP)’nin kuruluşu ve iktidar değişimine uzanan yol, DP’nin iktidar dönemi ve sonu,
27 Mayıs Darbesi’nden 12 Mart Muhtırası’na uzanan süreç, 12 Mart Rejimi (1971-1973),
siyasî
çöküş ve tekrar askeri müdahaleye uzanan yol (1973-1980), askeri darbe ve
normalleşme dönemi (1980-1991), yönetemeyen demokrasi ya da kayıp yıllar (1991-2002),
siyasî
deprem ve sonrası, Türk siyasî hayatının sentezinde anahtar kavramlar (Şerif
Mardine’e ait merkez ve çevre yaklaşımı, Emre Kongar’a ait Devletçi - Seçkinci ve
Gelenekçi - Liberal Çizgi Yaklaşımı, İdris Küçükömer’e ait Doğucu İslamcı Halk Çizgisi ve
5
Batıcı Laik Bürokratik Çizgi Yaklaşımı), Türk siyasî hayatının sentezine ilişkin genel
değerlendirme ve aşkın siyaset üzerinde durulmuştur.
Çalışmanın ana bölümlerini ortaya koyduktan sonra sonra Tek Parti Dönemi siyaset
anlayışını kavramlaştırabilmek, zihinlerde sağlıklı bir zemine oturtabilmek, çok partili
demokratik siyasî yapıyla olan farkını görebilmek için gerek Cumhuriyet öncesi dönemde,
gerekse Cumhuriyet Döneminde dünyada etkili olan siyasî akımlardan ve düşüncelerden
patrimonyalizm, paternalizm, kameralizm, Gustave Le Bon’cu seçkinci düşünce,
pozitivizm, liberalizm, sosyalizm, faşizm ve Rousseau’cu düşünceyi kısaca ele almak
gerekecektir. Bu inceleme sonucu, yukarıdaki faydalara ilaveten, Tek Parti Dönemi siyaset
anlayışı ile bahse konu fikrî ve siyasî akımları karşılaştırma ve bu fikirlerin Tek Parti
Döneminin fikrî yapısı üzerinde ne denli etkileri olduğunu anlama imkânı doğacaktır.
Bazı toplumlarda ebeveynler çocukları üzerine aşırı boyutta titremekte, çocuklarına tercih
hakkı vermeyerek, onlar adınna tüm kararları almaya çalışmaktadırlar. Bunun altında yatan
mülahaza, ebeveynlerin çocuklarının kısa görüşlü olduğu, uzun vadede en iyi çıkarlarının
ne olduğunu bilmedikleri ve dolayısıyla kötü tercihler yapacakları yönündeki inançlarıdır.
Bu tür toplumlarda devlet-vatandaş ilişkilerinde de benzer bir yapının hâkimiyetinden söz
edilebilir. Bu anlayışa göre vatandaşlar kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğunu
bilemezler ve kendi çıkarlarına uygun davranamazlar. Dolayısıyla, devlet müdahalesi için
hiçbir gerekçe olmaması durumunda bile devlet bu gerekçeye sığınarak bireylerin kendi
çıkarına uygun davranması için çaba harcamalıdır. Devletin kişilerin en iyi çıkarının ne
olduğunu onlardan çok daha iyi bildiği için bireyi yönlendirmesi ve bireye ait alana
müdahale etmesi gerektiği görüşü paternalizm (vesayetçilik) olarak adlandırılır. Bazı
ülkelerde devlet bu rolüne o denli sarılır ve bireylerin kendi çıkarlarını onlardan daha iyi
bildiğine o denli inanır ki örnek bir vatandaşın nasıl hareket etmesi gerektiğine, neyi
tüketmesi, nasıl yaşaması gerektiğine onlar adına karar verir ve onları bu davranışlara
zorlar. Aslında buna karar veren devlet değil, devlete ve siyasî otoriteye hâkim bir seçkinler
grubudur. Bu anlayış, bir baba olarak devletin, birey olarak yurttaşların çıkarını
yurttaşlardan daha iyi bildiği ve yurttaş adına karar vererek yurttaşı bu şekilde davranmaya
6
zorlama hakkına sahip olduğu inancına temel oluşturmuştur. Üstlendiği bu rol sayesinde
devlet, ideal vatandaş örneğini de kendine göre tanımlar.
Patrimonyal yönetim şekli, ülkenin hâkimi olan kral ya da hükümdarın, yönetim
organlarını, malikanesinin ya da mülkünün bir uzantısı olarak görülmesi şeklinde
açıklanabilir. Teorik olarak hükümdar herşeyin sahibi ve tüm halk da onun bağımlıları (ev
halkı) konumundadır. Kurumlar büyüdükçe daha düzenli ve profesyonel yönetim ihtiyaçları
artıp yerel yönetim ihtiyaçlarının artması halinde dahi ilişkiler yine ebeveyn-evlat ilişkisi
şeklinde sürdürülür. Kişilere verilen ünvanlar her ne olursa olsun, bunun istikrarlı bir yetki,
güç, hiyerarşi ve sorumluluk konumunu ifade etmesi söz konusu değildir. İlişkiler ebeveyn
- evlat ilişkileri bağlamında, yöneticinin kişisel sorumluluğu olarak sürdürülür. Tüm
yetkiler doğrudan hükümdar tarafından onun mülahazalarına göre dağıtılır.
Halil İnalcık da Osmanlı Devleti’nde siyasî iktidar ile kanun ve her çeşit meşrulaştırma
hakkının, mutlak şekilde patrimonyal bir hükümdarın elinde toplanmış bulunduğunu
belirtmektedir. Max Weber’in tanımladığı biçimde patrimonyal Osmanlı Sultanı, ülkeyi,
devleti ve tebayı atadan miras olarak alınmış bir mülk gibi algılamış ve tüm siyasî ve
sosyal imtiyazlar ile tasarruf ve mertebeler de ancak onun onayıyla meşruluk kazanmıştır.
Bu yüzden, devlet içinde ve toplumda bir imtiyaz elde etmek isteyen önce hükümdara
mutlak bağlılığını kanıtlamak, onun kulu (sadık bir görevlisi) olmak ve bunu göstermek
zorundaydı. Bütün sosyal kademelerde, patron-kul sistemi hakimdi. Rejimin vazgeçilmez
prensibi; tabiyet, sadakat ve itaattir.1
Feodal kalıntıların temizlenmesi ve merkezî ulus devletin kuruluş sürecinde mutlakiyetçi
kralların ve devletin, toplum üzerindeki denetimini kolaylaştırmak için üretilmiş bir ideoloji
olan ve ilk kez 1760’larda Diderot tarafından aydın despostizmi anlamında kullanılan
kameralizm kavramıyla Prusya, Fransa, İspanya, Avusturya gibi ülkelerde monarkların
kapitalist üretim biçimine uygun bir toplumsal-siyasal düzen kurmaya yönelik çabaları
anlatılmaktadır. Kameralistler, kamu yönetimini, esasları bilimsel olarak belirlenen bir
uzmanlık alanı ve bir tür teknisyenlik olarak görmekteydiler. Bu dönemde ortaya çıkan
1
Halil İnalcık; “Patron-kul sistemi sürüyor”, Milliyet, 19.06.1998.
7
ekonomik, politik ve maliye bilimleri marifetiyle merkeziyetçi devletin merkantilist
hedeflerinin gerçekleşebilmesi için gerekli olan rasyonel norm ve ilkelerin bulunması
hedeflenmişti. Şerif Mardin de, Aydın Despotizminin amacının, merkezden yönetilen,
bütün birimleri birbiriyle bütünleşmiş ve birbirini tamamlayan bir merkezi devlet kurmak
olduğunu belirtmektedir.2
Köker, Batı siyasal düşüncesinin Osmanlı Devleti’ne girişinin Batıda fizyokratlar olarak
bilinen bir kamu idaresi kuramcılarının uzantısı sayılan kameralizm yoluyla olduğunu,
kameralizmin ise Aydın Despotizmi adı verilen siyasal görüşün teorisini oluşturduğu,
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu yürürlüğe koyan kadronun esas amacının modern anlamıyla
bürokratik bir yapı oluşturmak olduğunu, hürriyetlerin güvence altına alınmasındaki
hedefin yeni bir bürokratik merkezi örgütlenme oluşturmaya çalışan kadronun bu amaç için
gerekli reformları yaparken güvence içinde olmalarını sağlamak olduğu, hürriyetlerin
ortalama Osmanlı vatandaşı için değil de bu yeni bürokrasiyi tesise çalışan ıslahatçı devlet
adamları kadrosu için getirilmeye çalışıldığını ifade etmektedir.3
Söğütlü, Kameralizmin, devletin toplum üzerindeki denetiminin arttırılması yönündeki
yaklaşımının, Osmanlı devlet adamlarını fazlasıyla etkilediğini, Mardin de, bozulan devlet
nizamının yeniden tesis edilebilmesi için bu kuramın Osmanlı devlet adamları ve devlet
seçkinleri için aradıklarının tam cevabını verdiğini belirtmektedir. Âlî ve Fuat Paşalar,
Tanzimat hareketinin yürütücüleri olarak, ıslahatı, Mustafa Reşit Paşa’nın başlattığı şekilde,
Kameralizmin bir uzantısı olarak uygulamışlardı. Osmanlı devlet adamlarının, Avrupa
devlet sistemlerini incelemeleri sonucu Osmanlı’ya daha yakın olan Fransız modelinin ve
Fransız Jakoben sistemini tercih edilmesinde şüphesiz Osmanlı’nın merkeziyetçi bir devlet
yapısına sahip olmasının etkisi büyüktü. Söğütlü bu tercihin, Türk modernleşmeci
seçkininin modernleşme perspektifinin oluşumunda belirleyici olacak olan pozitivizmin
sağladığı epistemolojik ve ideolojik destekle daha da pekişeceğini, ayrıca ideal siyasal
düzenin gereklerinin belirlenmesi ile bu düzenin kurulması ve korunması işlevini seçkinlere
2
İlyas Söğütlü, Tek Parti Dönemi Devlet ve Siyaset Anlayışı, Doktora Tezi, Sakarya Üniversitesi, Sakarya
2003, s. 25.
3
Levent Köker; Demokrasi Üzerine Yazılar, İmge Kitabevi, İstanbul 1992, s. 173.
8
bırakan Platonyen ilke ile Kameralizmin seçkin zümreye biçtiği misyon arasında da fazlaca
bir fark olmadığını ifade etmektedir.4
Elitizm, bir elitin veya bir azınlığın yönetmesi gerektiğine inanma veya yönetim işinin bir
elit veya azınlık tarafından yapılmasıdır. Siyaset teorisinde normatif, klasik ve modern
elitizm olmak üç tür elitizmden söz edilebilir: Normatif elitizm'e göre, elit yönetimi arzuya
şayandır; zira, yönetim en akıllıların veya en iyilerin elinde olmalıdır. Bu görüşün en tipik
temsilcisi filozof kralların iktidarda olmasını isteyen Platon'dur (M.Ö 427-347). Klasik
elitizm, bir reçete sunmaktan ziyade bir olguyu tespit iddiasıyla elit yönetiminin toplumsal
hayatın kaçınılmaz ve değiştirilemez bir gerçeği olduğunu ileri sürer. Wilfredo Pareto
(1848-1923), Gaetano Masco (1857-1941) ve Robert Michels (1876-1936) klasik elitizmin
belli başlı teorisyenleridir. Modern elitizm, klasik elitizm gibi ampirik temelli olmakla
birlikte, elit oluşumunu / yönetimini toplumun kaçınılmaz yapısından ziyade belirli
ekonomik ve siyasal yapılara bağlamaktadır. Plüralist, rekabetçi veya demokratik
sıfatlarıyla da anılan modern elitizm, modern elitlerin insicamlı ve birleşik bir bütün
olmaktan ziyade çeşitli hatlar boyunca parçalanmış olduğunu ve parçalar arasındaki
rekabetin elitlere dâhil olmayan kişi ve grupların da demokratik politikada etkili olmalarına
fırsat sağlayabileceğini savunur.
Seçkinci düşüncenin önde gelen bir başka şahsiyeti ise Fransız kökenli bir sosyolog olan
Gustave Le Bon (1841-1931)’dur. Kitle psikolojisi konusunda öne sürdüğü görüşlerle
tanınmış olan Le Bon, sosyal psikoloji üzerinde yaptığı çalışmalarla ün kazanmıştır. Le
Bon, 1894 yılında yazdığı Halkların Evriminin Psikolojik Yasaları adlı kitabında uygarlık
alanındaki tüm ilerlemelerin akıl yürütme gücüden yoksun kitleler tarafından değil,
entelektüel bir seçkinler grubu tarafından gerçekleştirildiğini savunmuştur. Aynı kitapta,
akıl yürütme yeteneği, dikkat gücü ve güdülere egemen olabilme gibi psikolojik ölçütlere
dayanan ve beyaz ırkların en üstte, siyahların ise en altta yer aldığı bir ırk hiyerarşisi
geliştirmiştir. Anglo-Saksonlar ve Germen ırkından gelenlerle, Latinler arasında yaptığı
karşılaştırmaların sonucunda, birincilerin her açıdan ikincilerden üstün olduğunu ileri
sürmüşse de I. Dünya Savaşı’ndan sonra bu görüşünü değiştirmiştir. 1895 yılında yazdığı
4
A.g.tez, s. 26.
9
ve en önemli kitabı olan Kitleler Psikolojisi adlı kitabında, milletlerin geleceklerinin artık
bir grup seçkin insan tarafından değil, siyasal yaşama katılma hakkını elde etmiş örgütlü
kalabalıklar tarafından belirlendiği görüşünde olan Le Bon, kalabalıkların yönetimi ele
geçirdiği ve denetlediği her dönemde, uygarlığın, barbarlığa dönüştüğünü öne sürmüştür.
İşçi hareketlerine ve devrimlere karşı çıkmış, sosyalistleri, hayvanları, çocukları, delileri,
yozlaşmış kişileri ve ilkel insanları bayağı yaratıklar olarak nitelemiştir. II. Meşrutiyet
Döneminin önde gelen düşünürlerinden Abdullah Cevdet de Le Bon’un görüşlerini
benimsemiş ve birçok kitabını Türkçeye çevirmiştir.5
Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı
güçlükler çerçevesinde Batıya yönelimi, aslında
başlangıçta düşünülenin çok ötesinde derin değişikliklerin ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Osmanlı yöneticileri, Batıya yönelimi basit bir teknoloji ithali olarak
görmüşlerdi. Onlara göre, sorun sadece Batının nasıl başardığı anlaşılmayan bir teknolojik
üstünlüğe erişmiş olmasından kaynaklanmaktaydı. O halde yapılması gereken de bu
teknolojinin ülkeye ithalinden ibaretti. Osmanlı yöneticileri, bu nedenle yurt dışına
gönderdikleri öğrencilerin tamamen teknolojik yenilikleri öğrenerek ülkeye dönmesini
arzulamışlardır. Fakat durum hiç de bu denli basit bir şekilde çözümlenemedi. Batıyla
karşılaşan aydınlar, ilk planda çok değişik, fakat üstün bir yapıyla karşı karşıya
bulundukları kanaatine vardılar. Bu şekilde bir üstün-aşağı kültür ayrımının yapılması ve
geleneksel kültürün bu bağlamda ikinci role getirilmesi ise yakın tarihimizdeki toplumsal
değişikliklerin dönüm noktasını oluşturacak bir zihniyet farklılaşmasını karşımıza
çıkarmaktadır. Batının üstünlüğünün yegâne nedeni ilim ve fünundur. Bunun, siyasal
düşünce eserlerine getirdiği değişiklik de oldukça çarpıcı olmuştur. Artık, her konuda
karşılaşılan sorunu çözebilmek için ilim ve fünun referans alınmaya başlanmıştır. Burada
ise ilgi çekici nokta bilimin fazlasıyla aşkıncı bir konuma oturtulmasıdır. Yeniliğin yanısıra
önemli olan bir başka gelişme de Osmanlı yöneticileri tarafından bu fikrin her alana nüfuz
ettirilmesidir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta, bu fikrin oluştuğu
dönemde karşılaşılan Avrupa biliminin oldukça maddeci-pozitivist bir özellik taşımasıdır.
Osmanlı aydınlarının halk ile aralarındaki ilişkiyi aydınlatan / aydınlanan ilişkisi olarak
5
Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, “Gustave Le Bon”, C. 7, Anadolu Yayıncılık, İstanbul 1983, s. 34673468.
10
görmeleri de, çoğu ansiklopedist nitelikli dergilerde, bu alanda çeşitli anlatımların ortaya
çıkmasına yol açmıştır. Kısa bir süre sonra, Batı biliminin, her alanda yegâne rehber olarak
ele alınması, daha önemli bir alanda da kendini göstermiştir. Bu da, yönetim biçiminin de
bilimsel esaslar çerçevesinde gerçekleştirilmesi hakkındaki düşüncedir. Böylece bilimin
almaya başladığı anlamlar, düşünce ve siyasî tarihimizde önemli sonuçları da beraberinde
getirmiştir. Bunlardan birincisi, toplumsal olayların ve siyasal yönetimin maddî teorilerle
açıklanmaya çalışılmasıdır. Biyolojik materyalizm Osmanlı Devleti’ne böylesi bir
bağlamda girmiştir. Siyasal yönetimler ise en baskıcı olanları bile bu konudaki düşünceleri
genel olarak bilimsel faaliyetler olarak kabul ettiklerinden, buna dokunmamışlardır.
Kuşkusuz, hızla girişi izlenen bu tür teorilerden ikisi gelişmelere büsbütün damgasını
vurmuştur. Bunlardan birincisi Darwinizmdir. Osmanlı Devleti’nde tartışılan bu düşünce,
yukarıda belirtilen çerçevede toplumsal hayatı açıklamakta kullanılmıştır. Bu açıdan Sosyal
Darwinizm, Osmanlı aydınlarının çoğunda etkili olmuştur. Bu düşüncenin toplumsal
yaşama uygulanması da, aynen doğada olduğu gibi toplumsal yaşamda da bir seleksiyonun
(elemenin) olacağı sonucuna varılmasını sağlamaktaydı. Bunun, Osmanlı yapısının
örgütlenmesi düşünüldüğünde, zaten var olan seçkinci düşünceleri ne denli etkileyebileceği
açıktır. Daha sonra, Türk düşünce hayatına damgasını vuracak olan seçkinci düşüncenin de
bir kökü de burada bulunmaktadır. İkinci olarak bir bilim dini olarak ortaya çıkan
pozitivizm bu alanda kendisine gerekli yeri bulmuştur. Bir sonraki aşamada tartışmanın
boyutu, bilimi bilen seçkinlerin niteliklerinin ne olması lazım geldiği alanına kaymıştır.
1890’dan itibaren, başta Gustave Le Bon olmak üzere, Guyo-Daubes, Letourneau ve
Haeckel gibi düşünürlerin gördüğü ilgiyi de buna bağlamak mümkündür. Bilimin aldığı
yeni anlamın bir diğer sonucu da, toplumsal tabakalaşmanın olmadığı bir sosyal yapıda,
siyasal mücadelenin ilericilik / gericilik şeklindeki bir eksen etrafında şekillenmeye
başlaması olmuştur. Bu ise bahse konu değişikliğin en önemli etkisidir ki yakın dönem
Türk siyasî tarihi incelendiğinde bunun ne denli tesirli olduğu rahatlıkla görülebilir.6
6
M.Şükrü Hanioğlu; “Bilim ve Osmanlı Düşüncesi”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi,
C. 2, İletişim Yayınları, İstanbul 1985, s. 346-347. Seçkincilik düşüncesi konusunda ilave bilgi için bkz.
Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, 3. Baskı, Yağmur Yayınları, İstanbul 2005.
11
Pozitivizm, 17’nci yüzyıl rasyonalizmi ve 18’inci yüzyıl ampirizminin sentezine dayanır.
Rasyonalizme göre akıl, deneye başvurmaksızın kendisinde bulunan sabit anlama
kategorileri vasıtasıyla dış dünyanın bilgisine ulaşabilmek için tek başına yeterli bir araçtır.
Modern zamanların başlangıcı kabul edilen Rönesans ve Reform dönemlerinden
Aydınlanma Çağına kadar geçen sürede, entelektüel çevrelerce en çok kabul gören bilgi
teorisi rasyonalizmdir. Pozitivizm; Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde ortaya çıkan ve
insan aklına aşırı güvenin bir tezahürü olan doğaya egemen olmak için doğa yasalarını
keşfetme tutkusunun insani-toplumsal alana da taşınmak istenmesi olarak özetlenebilir. Bu
düşüncenin ortaya çıkışında Kepler, Galileo ve Newton’un ortaya koydukları bilimsel ilke
ve yöntemlerin doğa bilimleri alanında başarılı sonuçlar vermesinin yarattığı coşku ve
iyimserlik etkili olmuştur. Nur Vergin, pozitivist epistemolojinin formülasyonunda siyasal
ve toplumsal amaçların ön planda olduğu söylenebileceğini, pozitivist yaklaşımın öncüleri
olan Saint Simon, Comte ve Durkheim’in çıkış noktalarının, doğa bilimi yöntemleri ile
toplumsal hayata yön veren yasaları bulup ortaya çıkarmak ve bu yasalardan hareketle
toplumsal çatışmaların olmadığı bir sosyal-siyasal düzen kurmak olduğunu belirtmektedir.
Bahse konu düşünürlerin, böylesi tür bir arayışa yönelten saiklerin başında ise içinde
yaşadıkları dönem Fransa’sındaki sınıf çatışmalarını sona erdirmek isteyişleri gelmektedir.
Köker, pozitivist epistemolojinin temelini; tek ve mutlak hakikatin kaynağı olarak bilimin
görülmesi ve bilim dışındaki bilgi kaynaklarının (din, gelenek, tecrübe...) reddedilmesinin
oluşturduğunu, pozitivizme göre bilimsel bilginin, nesnel gerçekliğin insan zihni tarafından
deney ve gözlem vasıtasıyla kavranması olduğunu, buna göre insan-öznenin dışında bir
nesnel gerçeklik alanının olduğunu, bu nesnel gerçekliğin kavranmasının da ancak ampirik
(deneye dayalı) çalışmalarla mümkün olduğunu, ampirizme göre dış dünya hakkındaki
kanılar ve inançların da ancak deney yoluyla sınanarak doğrulanabileceği ya da
yanlışlanabileceği belirtmektedir. Buna göre ancak deney ve gözleme konu olanın, yani
olgusal olarak sınama imkânı olanın bilimi yapılabilir. Olgusal olarak test edilemeyen mit,
din, teoloji ve metafizik ise bilim dışıdır. Ampirik epistemoloji ekolünden Isiah Berlin’in
bu konuya ilişkin görüşleri, pozitivist epistemolojinin yaklaşımlarına adeta itirazi
mahiyettedir. Şöyle ki; liberalizm bu bağlamda rasyonalist, ampirist ve pozitivist
epistemolojilerdeki aklî muhakeme yoluyla bulunacak çözümlerle her sorunun nihaî olarak
çözüme kavuşturulabileceği yönündeki naif inanca karşı çıkar. Çünkü bu tür bir
12
epistemolojik varsayımın kaçınılmaz sonucu otoriter ve totaliter bir düzendir. Zira nihaî
çözüme olan inanç, boş ve tehlikeli bir kuruntudur. Çünkü böyle bir çözümün olabileceğine
inanan birisi buna ulaşmanın bedeli ne olursa olsun yine de bu amaç karşısında değersiz
olacaktır. İnsanlığa sonsuza dek mutlu ve adil bir hayata kavuşturacak bir düzen için hangi
bedel yüksek sayılabilir ki? Tarihe bakıldığında Hitler, Lenin, Troçki, Stalin, Mao ve Pol
Pot’un milyonlarca insanın hayatına mal olan eylemlerini bu bağlamda meşrulaştırdıkları
görülecektir. Böylesi bir inanç içinde olanları sınırlayacak hiçbir insanî ve ahlakî ilke ve
değer olamaz. Milyonları mutlu kılmak için yüzbinlerin heder edilmesi bu yaklaşıma göre
kolaylıkla benimsenebilecek bir tutumdur.7
Osmanlı toplumunun 19’uncu yüzyıl boyunca geçirdiği sarsıntılar tıpkı Fransız toplumunun
1789 İhtilalinden sonra girdiği karmaşa dönemini andırmaktadır. Bu çeçevede pozitivist
toplum teorisinin devlet yönetimi konusundaki önerilerinin bu karmaşaya bir son
verebileceğine olan sarsılmaz inanç da Ahmet Rıza gibi kimi Osmanlı aydınlarını yakından
etkilemiştir. Comte, 1789 (Fransız) Devriminin sonuçlarını yaşamış ve düzen bozukluğu
karşısındaki çift yönlü önerilerin bir çözüm olamayacağına inanmıştı. Bu önerilerden ilkine
göre düzen ancak (eski) krallık geleneğine dönülerek kurulabilir. Diğer kaşıt öneri ise her
ne olursa olsun toplumsal ilerleme (progres) ilkesi etrafında biçimlenmekteydi. Comte ise
bu iki görüşü kendi pozitivist felsefesi içinde uzlaştırmaya çalışıyordu. Comte’nin amacı
geleneksel otorite çerçevesinde ilerleme ülküsünü gerçeğe dönüştürebilecek yeni bir toplum
düzeni yaratmaktı. Böyle bir düzen (ordre) anlayışına varabilmek için düşünsel anarşiye
son verebilecek gücün pozitif bilimler olduğuna inanmıştı. Dolayısıyla bunalım içindeki bir
toplumda düzen sağlandıktan sonra ilerleme kesintisiz bir biçimde gerçekleşebilecekti.8
Liberalizm, sınırlı ve tarafsız bir devleti öngören bir ideolojidir. Devlet, insanlar tarafından,
insanın doğuştan sahip olduğu temel hakları korumak, güvenlik ve adaleti sağlamak üzere
bir toplumsal sözleşmeyle var ettikleri ve insan eseri olan bir kurumdur. Liberalizmin
7
A.g.tez, s. 27-28. Konuya ilişkin ilave bilgi için Ahmet İnsel, “Özgürlük ve eşitliğin yeni ittifakı”, Yeni
Yüzyıl, 20.07.1997.
8
Ekrem Işın; “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi,
C. 2, s. 356-357
13
öngördüğü devlet, özel ilişkiler alanının koruyucusu, bu işlevle sınırlı ve araçsal bir
mekanizmadır. A.Yayla, liberalizminin esasının, insanın birinci değer olduğuna yönelik
varsayım olduğunu, liberalizmin bireyciliğinin ontolojik ve metodolojik bir bireycilik
olduğunu, bireyin varlığının, halk, sınıf, toplum ve devlet gibi bütünlerden daha gerçek
olduğunu, çünkü bireyin, bu tür kollektivitelerden önce de var olduğunu, dolayısıyla
bireyin hakları ve özgürlüğünün de bu tür kolektif
bütünlerden önce geldiğini ifade
etmektedir. Zühtü Arslan da, liberalizmde bireyin bir amaç olduğunu ve hiçbir meşruiyet
gerekçesinin insanın başka bir amaç için araçsallaştırılmasına yeterli olmayacağını ifade
ederken, bunun gerekçesi olarak da Yayla, bireyin bir araç durumuna indirgenmesini
meşrulaştırmak için öne sürülen toplum çıkarı, kamu yararı ve ortak iyi gibi kavramların
belirsiz muğlak kavram olduğunu, liberalizmin, bireylerin bireysel çıkarlarının dışında ve
onlara üstün olan ortak çıkarlar ve herkes için geçerli ve bağlayıcı iyiler olabileceği
düşüncesini kabul etmeyeceğini, iyiliğin öznel bir kavram olduğu için her bireye göre
farklılık arz edeceğini, liberalizme göre hiç kimsenin en iyiyi bilmesinin mümkün
olmadığını, bu durumda her bireyin kendisi için iyi olanı bulmasının, istediğini
denemesinin ve yapabileceklerini görmesinin yolunun açık olması gerektiğini, yani bireye
özgürce davranmasına izin verildiği zaman kendisi için iyi olanı seçebileceğini ifade
etmektedir. Crespigny ise, liberal filozoflardan Hayek’in, insanlığın maddî ve kültürel
ilerlemesinin temelinde özgür bireyi gördüğünü, burada söz konusu olan ilerlemenin,
bilinçli ve planlanmış bir hedefe yönelik bir süreç olarak anlaşılmaması gerektiğini, bireyin
bilinçli aklın ürünü olan bir plan dâhilinde ilerleyebileceği düşüncesinin tam bir ütopya
olduğunu ifade etmektedir. Hayek’e göre bu sahte bir bireyciliktir. Gerçek bireycilik
olgusu, insan ilişkilerinde ortaya çıkan düzeni, bireysel eylemlerin öngörülmemiş ve
önceden hesaplanmamış bir sonucu olarak görür. Zira insan aklı, ontolojik olarak sınırlıdır
ve bu nedenle insan bütün davranışlarını önceden tam olarak planlayamaz9 Hayek, özgür
bir toplumda genel iyinin, çok sayıda bilinmeyen farklı amaçların izlenmesini
kolaylaştırmaktan ibaret olduğunu belirtmektedir.10 İnsel de bu çerçevde; siyasal
liberalizmin 18’inci yüzyıldan itibaren toplumsal mücadelenin toplumu ileriye götüren ana
9
10
A.g.tez, s . 4-5.
Friedrich Hayek; Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, (Çeviren: Mustafa Erdoğan), C. 2, Türkiye İş
Bankası Yayınları, Ankara 1995, s. 21.
14
güç olduğunu savunarak, organik toplum felsefesine karşı çıktığını, bu düşüncelerin
Immanuel Kant, Adam Smith, John Stuart Mill gibi kimi liberal aydınlar tarafından dile
getirildiğini, Mill’in savunduğu liberal etik, mücadele (rekabet) ve çatışmanın engellenip
boğulduğu yerde toplumun yerinde saymaya başlayacağına inandığını, ardından da devletin
ve o toplumun ait olduğu medeniyetin çöküşünün geleceğini, farklılıkların çatışmasının
toplumu ileriye götürmesi ile rekabet ortamının yaratıcılığı teşvik etmesi gibi ilkelerden
hareket eden siyasal liberalizmin, organik toplum anlayışına karşı mücadelede demokrasi
ile yan yana geldiğini belirtmektedir.11
Bireyin özgürlüğünün engellenmediği bir toplumsal ve siyasal düzeni öngören liberalizme
göre bireyin özgürlüğüne yönelik en ciddi tehditlerden biri de devletten gelir. Zira devletin
geleneksel işlevleri dışında üstlendiği her fonksiyon özgürlüğü kısıcı, bireysel faaliyet
alanını daraltıcı ve çoğul yapıyı tekilleştirici bir nitelik arz edecektir. Çünkü, devletin
faaliyetleri arttıkça sivil toplumun alanı daralacaktır. M.Erdoğan’a göre liberal çizgide yer
alan devlet, toplumdaki farklı görüşler karşısında tarafsız ve nötr olmalıdır. Çünkü
liberalizme göre devlet, belirli bir iyi anlayışını ve belirli bir yaşam biçimini topluma
dayatamaz, toplumdaki farklı iyi anlayışları ve yaşam biçimlerinden bazıları yönünde
ağırlığını koyamaz. Liberal devletin meşruiyeti, bireysel ve toplumsal tercihler karşısında
tarafsız olmasına bağlıdır. Bu çerçevede R.Yumer de liberal devletin haklılığının, onun
belirli bir yaşam biçimini geliştirmesine değil, aksine bundan kesin olarak kaçınabilmesine
dayandığını ifade etmektedir. Erdoğan, bireylerin kendileri için iyi olan yaşam biçimlerini
seçebilmeleri, onların özgür olmalarına bağlı olduğunu, özgürlük için de, toplumdaki
herkes için geçerli bir iyi anlayışının devlet otoritesi tarafından resmî ideoloji olarak
benimsenmemiş olması gerektiğini, devletin belirli bir ideolojisinin olması halinde, en
yüksek değer olan özgürlüğün ihlalinin kaçınılmaz olacağını, bu görüşün temelini Kant’ta
bulduğunu, Kant’ın ahlak ve siyaset felsefesine göre devletin, ahlakî bir misyonu ve belirli
bir mutluluk anlayışını gerçekleştirmeye yönelemeyeceğini, zira bu paternalist tutumun
sonucunun kaçılmaz olarak despotik bir devlet olacağını ifade etmektedir. Arslan,
birbirinden farklı olan bütün iyi anlayışlarının ve bütün insanların eşit saygıya layık
11
İnsel; a.g.m.
15
olduklarını, liberalizmin öngördüğü düzenin mutlak bir iyi anlayışının bulunmadığına göre,
farklı iyi anlayışlarının bir arada bulunabileceği ve bunların ancak o iyi anlayışını
savunanlar tarafından değiştirilebilmesinin mümkün olduğu çoğulcu bir düzen olduğunu,
böyle bir düzenin var olabilmesi için devletin sınırlı ve tarafsız bir devlet olarak
kurgulanması gerektiğini belirtmektedir. Giovanni Sartori de, liberalizmin, ortak sorunların
çözümünün de, mümkün olduğunca en geniş halk katılımına dayalı, çoğulcu ve yarışmacı
bir düzen içinde gerçekleşmesi fikrinde olduğunu, liberal siyasal düzeni daha açık şekilde
ortaya koyabilmek için liberalizm demokrasi ilişkisine kısaca değinmek gerektiğini,
demokrasinin, egemenliğin kimde olduğuna ve yöneticilerin nasıl seçileceğine dair bir
öğreti olduğunu, liberalizmin ise, kendiliğinden, düzenin korunması için egemenliği
kullananların sınırlanmasıyla ilgilendiğini belirtmektedir. Bu bağlamda Karl Popper da,
liberalizmin, siyasal alanda da yarışmacı ve rekabetçi bir düzenin insanlar için maksimum
faydayı sağlayacağını öne sürdüğünü, demokrasinin de, bu yarışmanın şiddete dönüşmeden
cereyan etmesi için gerekli bir çerçeve olduğunu belirtmektedir. Ancak Hayek’in de
belirttiği gibi, bir demokrasinin her zaman bir çoğunluk diktatörlüğüne dönüşmesi ihtimali
vardır. Bunun engellenmesi için liberalizm, siyasal iktidarın anayasal hükümet, hukuk
devleti ve güçler ayrılığı ilkeleriyle siyasî iktidarın sınırlandırılmasını öngörür. Liberal
demokratik siyasî iktidar, siyasetini toplumsal taleplere dayandırmak zorundadır. Ancak
bir toplumda birbiriyle çatışan çok sayıda çıkar, düşünce ve program olduğu da bir
gerçektir. Demokrasi bunlardan hangilerinin doğru, hangilerinin yanlış olduğunu
belirlemenin bir aracı değildir. Zira, demokrasi, bir hayat tarzı değil, farklı hayat tarzlarının
barış içinde bir arada bulunmasını mümkün kılan bir yöntemdir. Demokrasi hangi
programların uygulanması gerektiği konusunda halkın çoğunluğu tarafında onaylanmış
olanı tercih eder. Tabii ki bu seçmenlerce onaylanmamış görüş ve programların yanlış
olduğu anlamına gelmez. Zira demokrasi, kaynağı ister bilim, ister din veya bir ideoloji
olsun bir doğruluk kriterine göre işlemez, demokraside önemli olan halkın ne istediğidir.
Bir dönemde çoğunluk tarafından tasvip edilmemiş bir program, bir sonraki seçimlerde
çoğunluğun desteğini alabilme şansına her zaman sahiptir. Bunun için düşüncelerin
serbestçe ifadesi, örgütlenmesi ve iktidara talip olabilmesi gerekir.12
12
A.g.tez, s . 6-8.
16
Marksist ideolojideki özgürlük anlayışı liberal anlayıştan farklıdır. Liberalizmde özgürlük,
insanın ayrılmaz bir parçası ve doğal bir özelliği olarak kabul edilmiştir. Marksistlere göre
liberalizmin özgürlük anlayışı soyuttur. Marksizmde ise özgürlük, tarihsel gelişim içinde,
sosyo-ekonomik koşullar bağlamında ele alınmıştır. Buna göre burjuva toplumunda eşitlik,
sadece yasalar karşısındadır. Özgürlük ise, bu özgürlüklerin gerçekleşmesini sağlayacak
maddî koşullara sahip küçük bir azınlık için söz konusudur. Oysa sosyalist toplumda özel
mülkiyet kalktığı için insanın insanı sömürmesi son bulacak ve bütün insanlar eşit derecede
maddî imkânlardan ve bunlar vasıtasıyla elde edilecek özgürlüklerden yararlanacaktır.
J.Juan Linz, Lenin ve Stalin’in öngördükleri, sosyalist ideolojide, söylem olarak devletin
halk için olduğunu, ancak uygulamada, halkın devlet üzerinde denetim kurmasını
sağlayacak mekanizmalara pek fazla yer verilmediğini, kitlelerin siyasete katılmasında
yegâne kanalın da Komünist Partisi olduğunu, devletin yegâne meşruluk temelinin Marksist
- Leninist ideoloji olduğunu, devletin bu resmî ideolojisinin, mutlak, tartışılmaz ve herkes
için bağlayıcı olduğunu, sosyalist sistemde halkın katılımını biçimsel düzeye indirgeyen en
önemli unsurun resmîideolojinin sorunların tek çözüm yolu olarak görülmesi olduğunu,
mutlak hakikat iddiasının, bunu gerçekleştirmek üzere muhaliflere karşı şiddet ve teröre
başvurulmasını da ahlakî olarak haklı hale getirdiğini, zira mutlak hakikatçiliğin, oybirliği
tutkusunu ortaya çıkardığını, muhalif unsurların da bu türdeşliğe ulaşmanın önündeki
engeller olarak görüldüğünü ve tasfiye edildiğini belirtmektedir.13
Linz, sosyalist sistemde, devletin topluma üstün olduğu totaliter bir yapının söz konusu
olduğunu, devlet ile toplum arasındaki sınırların yıkılmış ve toplumun da Komünist Partisi
ve onun yan örgütleri tarafından topyekün siyasallaştırılmış olduğunu belirtmektedir.
C.Manfred Vernon da, halkın siyasete yegâne katılma kanalının Komünist Partisi olduğunu,
partinin, halkın tümünü temsil ettiğinin kabul edildiğini, sosyalist ideologlara göre, birden
fazla partinin ancak birbirine düşman ve uzlaşmaz çıkarları olan sınıfların bulunduğu bir
toplumda mevcut olabileceğini, oysa Komünist Partisinin çıkarları özdeş olan işçi ve
köylülerin partisi olduğunu belirtmektedir. Ancak, Linz ise uygulamada bu partinin, bir
seçkinler partisi olduğunu ve ülke nüfusunun ancak % 4 veya 5’ini temsil ettiğini ifade
13
A.g.tez, s . 9.
17
etmektedir. George Sabine de, bu sistemde parti içi demokrasinin işlediğinin
söylenemeyeceğini, parti üyelerinin, parti üst yönetiminin kararlarını fazla tartışmaya gerek
duymaksızın kabul ettiklerini, uygulamada sosyalist devletlerin ortaya koyduğu tablo ile
Marksist teoride öngörülen arasında kesişen pek az nokta olduğınu belirtmektedir.
Uygulamada sosyalist devlete hiç de işçi sınıfı egemen olmamış, alınan kararlar oluşturulan
politikaların her ne kadar halkın çıkarı için alındığı söylenmişse de, gerçekte bu kararlar
seçkin bir azınlığın iradesinden başka bir şey olmamıştır. Her şeyden önce tek partililik
dolayısıyla, işçilerin alınan kararları kabul etmeme gibi bir hakkı yoktur. Dolayısıyla
sosyalist demokrasi biçimsel olmaktan öte gidememiştir. Sosyalist devlette bütün iletişim
kanalları devlet kontrolünde olduğu için kamuoyunu istediği gibi yönlendirmiş ve farklı
düşüncelerin ifadesine izin verilmemiştir. Tek Parti, siyasal, ekonomik ve kültürel hayatın
bütün kumanda merkezlerini elinde tutar. Tek Parti, tek liste, muhalefetsiz kazanılan
seçimler ve parti yöneticilerinin söz ve işlemlerinin tartışılmaz kabul edildiği bu
sistemde demokrasiden söz etmek elbette imkânsızdır. 14
Ayferi Göze, faşizmin devlet ve siyaset anlayışının ele alınabilmesi için bu ideolojinin
birey ve toplum hakkındaki varsayımlarına kısaca değinmek gerektiğini, zira faşist devletin,
faşist ideolojinin birey ve toplum tasavvurunun bir uzantısı şeklinde yapılandığını, bireytoplum-devlet ilişkileri konusunda faşizmin temel kavramlarının organik toplum teorisi ve
bu teoriye dayanan toplumsal siyasal örgütlenme modeli olan korporatizm olduğunu,
organik toplum teorisinde ve bu teoriye dayanan korporatizmde toplumun, meslek ve
teşekküllerinden oluşan bir birlik ve bir organizma olarak tanımlandığını, buna göre, nasıl
ki insan vücudundaki farklı organlar arasında uyum ve işbirliği, organizmanın
bütünlüğünün ve devamının temeli ise toplumun devamının da meslek teşekkülleri
arasındaki dayanışmaya bağlı olduğunun vurgulandığını, bu teoriye göre toplumun, toplum
içindeki insanların ve sosyal birliklerin hayattan bağımsız ve kendine özgü bir hayatı
olduğunu, yani toplumun, bireylerin sayısal toplamından daha büyük bir bütün olduğunun
kabul edildiğini, temelini organik toplum anlayışının oluşturduğu korporatizmde temel
çözümleme biriminin birey değil, toplum olduğunu, korporatizmin, liberal toplum
14
Söğütlü, a.g.tez, s .9-11.
18
modelindeki birey anlayışını reddettiğini, yani, korporatizmde, liberal teoride öne sürülenin
aksine bireyin, toplumun kuruluşundan önce ve toplumun dışında bir değer ve varlığa sahip
olduğunun kabul edilmediğini ifade etmektedir. Bireye varlık ve değer kazandıran, onun
vicdan ve düşüncelerine yön veren ve yaşamını sürdürmesini sağlayan toplumdur.
Bireyin çıkarları ancak toplumun genel çıkarlarının bir versiyonudur. 15
N.Haşim Sinanoğlu, faşizmde bireysel ve sınıfsal çıkarların farklılığını ve buna bağlı olarak
rekabeti esas alan liberal toplum teorisinin reddedildiğini, faşizmde esas olanın ulusun
çıkarları olduğunu, faşizmde ulusun, onu oluşturan topluluklardan bağımsız ve sonsuz bir
gerçeklik olarak görüldüğünü, ulusun, mevcut topuluklardan daha yüksek amaçları ve
hayatı olduğunu belirtmektdir. Roger Bourderon, ulusun ırkın maddî
ve manevî
değerlerinin en üstün bireşimi, bireysel ve toplumsal çıkarların kendisine sıkı sıkıya
bağımlı olduğu aşkın bir varlık olduğunu, onun bireyler, gruplar ve sınıflar gibi bütün
birleştirenlerden üstün olduğunu ve onların hiçbiriyle özdeşleştirilemeyeceğini, ulusun,
ortak bir yazgıya sahip olduğunu, bireylerin, grupların ve sınıfların ancak onun bir
fonksiyonu olduklarını belirtmektedir. Ayferi Göze de, faşizme göre ulusun, devlette
somutlaştığını, devletin de ulusun hukukî kişiliğe bürünmüş hali olduğunu, ulusun
yaşamının güvence altına alması ve zenginleşmesi için, devletin güçlü ve otoriter olması
gerektiğini, devletin, bireylerin, meslek gruplarının ya da toplumsal sınıfların ötesinde
kolektif yararı üstün tuttuğunu, faşizme göre toplumun ancak devlet sayesinde varlık
kazandığını, diğer bir ifadeyle ulusun, devletin içeriği, devletin ise ulusun dış görünüşü,
hukuki-siyasî kalıbı olduğunu, toplumu devletten, devleti de toplumdan ayırma imkânı
olmadığını, devletin kendiliğinden oluşan sosyolojik ve tarihsel bir gerçek, organik ve
biyolojik bir bütün olduğunu, yani devletin de kendine özgü bir hayatı, bireylerin
amaçlarına nazaran daha üstün ve farklı amaçları olduğunu, liberalizmde olduğu gibi
devletin, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini koruyan bir araç olmadığını, onun toplumun
kendine özgü üstün amacının hizmetinde olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla toplum
15
A.g.tez, s . 11. Faşist devlette birey ve toplum anlayışı ile birey ve devlet anlayışı konusunda detaylı bilgi
için bkz. Ayferi Göze; Liberal, Marksist, Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul
1980, s. 101-112.
19
tarafından denetime tabi tutulamaz ve hiçbir hukuk kaidesiyle sınırlanamaz. Aksine, devlet
insanların görevlerini tayin eder, onları eğitir, yönlendirir ve cezalandırır. 16
Taha Parla, korporatizmin, bireysel ve sınıfsal çıkarları değil, meslekî çıkarların temsilini
esas alan bir siyasî düzen öngördüğünü, Ayferi Göze de, korporatizmin, geniş anlamda
kapitalist iktisadî sistem içinde bu sistemin aksayan yanlarını düzeltmek ve kapitalizmin
yol açtığı olumsuz sonuçları ortadan kaldırmak için çalışanlar ve çalıştıranlar arasında
işbirliğini organize eden bir ekonomik sistem olarak tanımlandığın belirtmektedir.
Faşizmde, liberalizmde olduğu gibi birey, soyut bir varlık ve değer olarak kabul edilmez.
Birey, devlet ve toplum için yerine getirdiği fonksiyonlar açısından ele alınır. Faşizmde
bireyin devletin bir aracı olmasının bir olumsuzluk olmadığı söylenir. Birey devletin
aracıdır ve ancak devlet de üstün bir amacın hizmetindedir, Bu üstün amaç, bireylerin de
arzu ettikleri, vicdanlarında benimsedikleri amaçla özdeştir. Bu durumda bireyin devletin
amaçlarına hizmet etmesi, aslında kendine hizmet etmesidir. Faşizmde bireycilik ve
özgürlük toplumsal çatışmaya ve düzensizliğe neden olduğu için reddedilmektedir. Faşizm
demokrasiyi de reddeder. Zira demokrasi özel çıkarların siyasallaşmasına imkân tanımakla
ulusal çıkarın heba edilmesine neden olmuştur. Bu nedenle demokrasi ve parlemantarizm
yozlaştırıcıdır. Faşizme gore kitleler, zaten kendi başlarına karar verecek yetkinliğe sahip
olmadıkları için onlar adına ancak seçkin ve dâhi kimseler karar verebilir.17
Faşist korporatizmde devlet ve siyaset sadece topluma değil, ekonomiye göre de
önceliklidir ve devletin işlevi, salt teşvik ve yol göstermeyle sınırlı değildir. Devlet,
ekonomik ve kültürel yaşamın tamamını yönetir. Zira faşist devlet ve devletin
güdümündeki parti, bütün kararların alındığı tek merkezdir. Korporasyonlar, devlet
organizmasının organlarıdır. Faşizmde ulusun birliği ve bütünlüğü için iktisadî açıdan
dayanışmanın gerçekleşmesi yetmez, fertler arasında düşünce birliğinin de sağlanması
gerekir. Bu nedenle basın-yayın, film, müzik, spor tüm faaliyetler devletin kontrolüne
alınmıştır. Tek ulus, tek devlet ve tek fikir faşizmin temel sloganıdır. Faşist parti
göstermelik bir aygıt ve seçimler de sadece biçimsel düzeydedir. Her şeyden önce parti
16
A.g.tez, s . 11-12.
17
A.g.tez, s. 13-14 ve Göze; a.g.e, s. 108-116.
20
siyasal tartışmaların yapıldığı ve politikaların saptandığı bir zemin değildir. Kararlar dar bir
kadro tarafından alınır, üyeler partinin politikalarının saptanmasına hiçbir şekilde
katılmazlar. Parti, hiyerarşik ve otoriter ilişkilerin egemen olduğu bürokratik bir aygıttır.
Seçimler ise bu kadronun belirlediği listenin onaylanmasından başka bir anlam ifade
etmez.18
Ayşe
Buğra, korporatizmin
uygulamada farklı kombinezonlar içinde
karşımıza
çıkabildiğini, bunların faşist korporatist devlet ve solidarist koporatist devlet olarak ikiye
ayrıldığını, korporatizmin solidarist ve faşist biçimleri arasındaki ayrımın, esas olarak
birey-toplum ve devlet arasındaki ilişkilere yaklaşımlarındaki farklılıktan kaynaklandığını,
korporatizmin her iki türünde de, bireyin birincil kategori olmasına karşı çıkıldığını, zira
korporatizmde toplum ve toplumun çıkarının birincil kategori olduğunu, toplumun varlığını
sürdürmesinin toplumdaki fertler arasındaki dayanışma ve işbirliğinin sağlanmasına bağlı
olduğunu, liberalizmde ise çıkış noktasının, bireyin ve sınıfların çıkar ve düşüncelerinin
farklılığı olduğunu, bu yüzden liberalizmin, toplumsal sorunların bu farklı çıkar ve
grupların arasındaki sözleşmeye dayalı ilişkilerle çözülebileceği tezini içerdiğini,
liberalizmin sınırlı bir devlet ve güçlü bir sivil toplum idealine dayalı olduğunu, oysa
korporatizmin toplumu çoğulcu bir yapı olarak görmediğini, ulusal çıkarın son tahlilde
devletin yerine getirebileceği bir işlev olduğunu, bu durumun korporatist yapılanmalarda
güçlü ve otoriter bir devleti ortaya çıkardığını ifade etmektedir. Korporatizm salt olarak
faşizme indirgenemez. Bir toplum felsefesi olan korporatizm yere, zamana ve nesnel
koşutlara göre farklı biçimlerde kendini gösterebilir. Faşist korporatizm, korporatizmin en
radikal biçimidir. Faşist korporatizmde birey, metafizikleştirilmiş bir ulus ve devlet içinde
eritilir. Korporatizmin bu türünde devlet meslekî örgütleri, korporasyonları ve sivil toplumu
kendi içine eritir. Bu organlar devletin sivil toplumu kontrol altına almasında birer araçtır.
Parla, korporatizmin daha yumuşak biçimi olan solidarist korporatizmde meslekî grupların,
birey ve devlet arasında bir tampon işlevi gördüğünü, korporatizmin iki türü arasındaki
temel farkın, faşist korporatizmin liberalizmi tümüyle yadsımasına karşın, solidarist
18
A.g.tez, s. 14.
21
türün, bazı siyasal ve kültürel ideallerini koruduğu liberalizmi değiştirmek istemesi
olduğunu belirtmektedir.19
Otoriter düşüncenin ve totaliter yönetimlerin teorik lideri olarak görülen Jean-Jacques
Rousseau (1712-1778), Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin seçkinlerini fikrî
yönden etkileyerek Türk modernleşmesinin simgesi haline gelmiştir. Rousseau, insan
doğasına ilişkin çözümlemesiyle, insanın uygarlık tarafından değiştirilmemiş doğal halinin
birçok açıdan daha üstün olduğu fikri ve modern demokrasi anlayışına temel oluşturan
Toplumsal Sözleşme öğretisiyle şöhret kazanmıştır. Devletçi anlayışının önde gelen
savunucularından olan ve Genel İrade kuramıyla bilinen Rousseau’nun devlet-toplum-birey
hakkındaki fikirleri, yönlerini Paris’e çeviren ve Cumhuriyetin temellerini bu düşünceler
üzerine inşa edecek olan Jön Türkleri derinden etkilemiştir. Rousseau Devlet nasıl ortaya
çıktı? sorusuna cevap verirken liberal düşüncenin kurucularında sayılan Locke gibi Toplum
Sözleşmesi ile cevabını verirken, toplum sözleşmesinin nedeni hakkındaki ve Devlet nasıl
olmalıdır?sorularına verdiği cevaplarla Locke ve Montesquieu gibi özgürlükçü ve birey
haklarını savunan düşünürlerden net bir şekilde ayrılarak Hobbes’in de savunduğu devletçi
bir yaklaşıı ele almaktadır. Devletçi anlayışa göre, devletin gücü sınırsızdır. Devlet ölümlü
tanrıdır, ona karşı gelinmez. Devlet araç değil, amaçtır. Birey ise amaç için kullanılan ve
harcanabilen araçtır. Hegel’in de belirttiği gibi devlete bağımlı olmayan bağımsız değildir.
Devlet kutsanmıştır. Karl Schmitt’e göre devlet hukukun önündedir, hukuku oluşturan ise
devlettir. Devlet istisnalara karar verir, hukuku askıya alabilir. Rousseau’ya göre birey
hayatını devlete borçludur, prens (devlet) birine öl derse o birey ölmelidir. Çünkü yaşama
hakkı, devletin bireye verdiği bir lütuftur. Devletçi yaklaşım, birey hak ve özgürlüklerini
devlet karşısında görmezden gelir. Hukukun üstünlüğünü reddeder ve kanun çıkartanların
hukuka bağlayıcı olamayacağını savunur. Devlet hukukta istisnalara karar verebilir ve
bekası için hukuku askıya alabilir. Hikmet-i hükümet kavramını içselleştirir ve böylece
çıkarlara dayalı icraatları meşrulaştırabilir.20
19
A.g.tez, s. 15.
20
Talha Can; “Rousseau’nun Türk Siyasî Yapısına Etkileri”, http://www.pakvizyon.com/?p=59. 22.01.2007.
22
Rousseau’nun egemenlik hakkındaki görüşleri devletçi olduğu kadar otoriterdir de. Güçler
birliğini mutlak bir şekilde destekleyen Rousseau, siyasî
farklılıklara, toplumdaki
çeşitliliklere ve özellikle de siyasî partilere karşıdır. Solidarizm (Dayanışmacılık anlayışı)
ile kuvvetler birliğine dolaylı yoldan katkı sağlamakta ve bu anlayışla mevcut otoritenin
şekillenmesi desteklenmektedir. Savunduğu güçler birliği ve tek partili yönetim ile dolaylı
yoldan paternalizmi (vesayetçilik) de öngörmektedir. Hikmet-i hükümet ile paternalizmi
birleştirerek devletin istisna kullanıp hukuku askıya alabileceğini, bunu da beka adı altında
meşrulaştırabileceğini, çünkü genel iradenin yanılmaz bir güç olduğunu savunmaktadır.
Devletçiliğin İncil’i sayılan Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi adlı kitabında Kutsal
Devletin kurtarılması için demokratik düzene müdahale edilmesinin meşru olduğunu
savunmuştur.21
2. AMAÇ
Bu araştırmada, Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrası döneme etkilerinin ortaya
konulması amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda aşağıdaki sorulara cevap bulunmaya
çalışılmıştır:
- Türk modernleşme tarihinin başlangıcından ya da mutlakiyetten (ikinci) meşrutiyete
geçen süreçte siyasî ve fikrî unsurlar ve gelişimi nelerdir?
-
Millî Mücadele döneminde I. Meclis eksenli olarak yaşanan siyasî
gelişmeler,
egemenliğin kayanağı ile kullanımında yaşanan büyük değişim neleri içermektedir?
- Tek Parti Dönemi siyaset kültürü ve Tek Parti felsefesi ne şekildedir?
- Çok partili dönemde yaşanan gelişmeler nelerdir?
- Türk siyasî hayatının sentezindeki anahtar kavramlar nelerdir?
- Türk siyasî hayatına ilişkin önemli bir gerçeklik olan aşkın siyaset neleri içermektedir?
21
Can; a.g.m.
23
3. ÖNEM
Türkiye Cumhuriyeti’ndeki mevcut siyasî yapıyı ve siyasî kültürü sağlıklı bir şekilde
algılayabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşanan hangi süreçler sonucu kurulduğunu,
bu devleti kuran aktörlere ilham veren fikirlerin neler olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nde
1950 yılına kadar iktidarda kalan siyasî parti ve felsefe ile bunların çok partili demokratik
hayat dönemindeki etkilerinin gerçekçi bir şekilde algılanması fevkalade önem arz
etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin çağdaşlaşmak üzere Batılılaşmayı devlet politikası olarak benimsediği
ve uyguladığı 19’uncu yüzyıl, devlet çapında yoğun bir modernleşme çabasına sahip
olduğu için bu yüzyılı İlber Ortaylı’nın ifadesiyle İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı olarak
değerlendirmek mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu esnada mevcut olan kurumlar
da bahse konu dönemde başlatılan ve kesintisiz sürdürülen modernleşme çabaları esnasında
kurulmuş olan müesseselerdir. Bugün nasıl ki dün ile ilişkili ise, 29 Ekim 1923 tarihinde
kurulan Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı Devleti’nin en uzun yüzyılı ile yakından ilişkili
idi. 19’uncu yüzyıl başında istikametini belirleyen çağdaşlaşma çabaları, 20’inci yüzyılın
başında hızlanan siyasî
şartlar sonucu 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan yeni Türk
devletinde daha hızlı ve yoğun bir şekilde sürdürülmüştür. 23 Nisan 1920 tarihinde kurulan
Türkiye Büyük Millet Meclisinde (birinci dönemdeki) Birinci ve İkinci Grup şeklindeki
ayrışma, 1 Nisan 1923 tarihinde alınan milletvekili genel seçim kararı üzerine HaziranAğustos 1923 döneminde yapılan iki dereceli milletvekili genel seçimlerinin ardından Gazi
Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu
(A-RMHG)’nun zaferiyle son bulmuştur. A-RMHG, 9 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkası
(HF), Cumhuriyetin ilanı sonrasında da Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) adını almıştır.
Devlet kuran bir parti olarak, özelde 1923-1950 arası döneme, genelde ise Türk siyasî
hayatına ciddi anlamda etki etmiş bir siyasal kurum olan ve iktidarda bulunduğu 1923-1950
arası dönemde adeta devletle örtüşen CHF/CHP’nin icraatları sonucu ortaya çıkan siyaset
kültürü, Türkiye’deki çok partili dönemdeki demokratik siyaset kültürünü önemli ölçüde
etkilemiş, hala da etkilemeye devam etmektedir. Çok partili demokratik hayata
geçilmesinden bu yana 60 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Cumhuriyet henüz
24
işlevsel olarak demokrasiyle taçlandırılabilmiş ve demokratik siyaset kültürü konusunda
henüz normalleşme sağlanabilmiş değildir. Bu durum Türkiye’nin 200 yıldan beri
süregelen ve henüz arzu edilen seviyenin de yakalanamadığı çağdaşlaşma çabasını olumsuz
yönde etkilemekte ve bu konuda da önemli ölçüde gayret israfına sebep olmaktadır.
Zor bir coğrafyada konuşlu bulunan Türkiye’nin çağdaşlaşma çabalarının kesintiye
uğramadan normal seyrinde devam edebilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin millî hedefi olan
milletin refahı ve devletin bekası bakımından çok önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti bu millî
hedefini elde gerçekleştirme konusunda Atatürk’ün Türk milletine işaret ettiği çağdaş
uygarlık seviyesinin üzerine yükselme ideali kapsamında dünü sağlıklı bir şekilde
irdeleyerek, bugününü de doğru şekilde algılayarak, yarınlar için sağlıklı öngörülerde
bulunabilme ve insan gücü başta olmak üzere millî güç unsurlarını rasyonel bir şekilde
kullanabilme becerisini süratle elde edebilmelidir. Bu, Atatürk’ün veciz sözlerinde de
ifadesini bulduğu üzere Cumhuriyetin ilelebet payidar kalması için önemlidir ve gereklidir.
4. YÖNTEM
Türkiye’de Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrası dönem üzerinde etkisi hala da
alabildiğine hissedilen önemli ve uzun vadeli etkilerini Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü, Gnkur. ATASE Başkanlığı Arşivi ve Millî Kütüphanede çalışmalarda
bulunmak, TBMM Zabıt Cerîdelerini, yeni Türk devletinin kurulması ve takip eden
aşamasında önemli roller üstlenmiş siyasî ve/veya askerî aktörlerin hatıratını, yerli ve
yabancı telif ve tetkik eserleri, konuyla ilgili gazete ve dergi haber ve makaleleri ile internet
dosyalarını esas alarak değerlendirmek çalışmanın ana konusunu teşkil etmektedir.
4.1. Verilerin Toplanması:
Araştırmayla
ilgili
verileri
4’üncü
maddede
belirtilen
kaynakları
esas
alarak
değerlendirmek çalışmanın ana konusunu teşkil etmektedir. Önce mevcut kaynaklar
belirlenmiş, ulaşılan kaynaklar okunmuş, bahse konu kaynakların konuyla ilgili
kısımlarından not ya da fotokopi alınmış, takiben değerlendirilerek tahlil edilmiştir.
Çalışmanın içeriğine uygun olarak, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ile Gnkur. ATASE
Bşk.lığı Arşivinde incelemelerde bulunulmuş ve konuyla ilgili kimi bilgiler edinilmiştir.
25
TBMM Kütüphanesi’nde bulunan Zabıt Cerîdelerinde 1’inci ve 2’nci devreye ait kimi
bilgiler ile mikrofilm kısmında eski tarihli kimi günlük gazetelerin mikrofilmleri
incelenmiştir. Millî Kütüphane’de yapılan inceleme sonucu çalışma kapsamına giren kimi
anı, telif ve tetkik eserler ile eski yıllara ait bazı gazete ve dergilere ulaşılmış ve bunlardan
gerekli notlar ve fotokopiler alınmıştır. Ayrıca Gnkur.Bşk.lığı, Harp Akademileri
Komutanlığı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Millî Güvenlik Kurulu, Hava Lojistik
Komutanlığı ve Millî Güvenlik Akademisi Komutanlığı Kütüphanelerinde de gerekli
incelemeler yapılmış ve konu kapsamına giren yerli ve yabancı eserler ve dokümanlar
incelenerek gerekli bilgi ve notlar alınmıştır. Bilahare, toplanan bilgiler sanal ortamda
(bilgisayar ortamında) fişler halinde kaydedilmiştir.
4.2. Verilerin İşlenmesi, Çözümü ve Yorumlanması:
Belge ve diğer dokümanlardan elde edilen bilgiler, kaynakça belirterek ve konu tasnifi
yapılarak sanal ortamda fişlenmiş ve ardından da sınıflandırma işlemine tabi tutumuştur.
Fişlerin tasnifi ve mantıkî bir silsile içinde sıralanmasıyla çalışmanın ana başlıkları ve ana
başlıklar altında yer alacak olan alt başlıklar belirlenmiştir. Başlıklarda ondalık sistem
kullanılmıştır. Bu sistemde, bölüm ve alt bölümlerde rakamlar kullanılmış ve rakamlara
göre sıralama yapılmıştır. Takiben bilgiler, konu başlıklarına göre sırayla ve araştırmanın
amacına uygun olarak anlamlı hale getirilmeye çalışaılmıştır. Sanal fişlerdeki bilgiler
yorumlanmış ve çalışmanın problemine çözüm önerisi getirebilmek için bütünleştirilmiştir.
Araştırmanın sağlam kaynaklara istinat ettiğini göstermek ve bilginin doğruluğunu
araştırmak isteyenler için dipnotlar kullanılmıştır. Dipnotlarda, Giriş bölümünden itibaren,
sayfaların üst ortalarında 1’den başlayarak ardışık numaralar kullanılmıştır. (Örnek: 1, 2, 3,
4, … gibi)
Çalışmada istifade edilen kaynağın kitap olması durumunda, dipnot olarak ifade edilirken;
önce yazarın adı ve soyadı, eserin adı, kaçıncı baskı olduğu, (varsa) cilt no, (varsa)
çevirenin adı, basım yeri ve tarihi, takiben de hangi sayfadan alındığı belirtilmiştir. (Örnek;
Ayferi Göze; Liberal, Marksist, Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri, 1. Baskı, Fakülteler
Matbaası, İstanbul 1980, s. 101-112) Çalışmada istifade edilen kaynağın makale olması
26
halinde, dipnot olarak ifade edilirken, makale adı tırnak içinde yazılmıştır. (Örnek:
Abdullah Alperen; “Osmanlı Devleti’nde Modernleşme ve Din”, Osmanlı Ansiklopedisi,
C. 7, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 212-213)
Çalışmada istifade edilen kaynağın bir arşiv belgesi olması halinde, bahse konu arşiv
belgesi dipnotlarda ifade edilirken satır sonundaki parantez içi ifadede de örneği görüleceği
üzere koyu renkle kutu numarası ve gömlek numarası belirtilerek yazılmıştır.
(Gnkur.ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 4, Gömlek No: 92)
Yazım işlemi tamamlandıktan sonra araştırma metni okunarak düzeltilmiş, ardından da
araştırma sonucunda varılan sonuç ve değerlendirme kısmı kaleme alınmıştır.
5. SINIRLILIKLAR
Araştırma süresince elde edilen veriler; konu, zaman ve mekan açısından şu sınırlılıklar
(kısıtlar) içerisinde değerlendirilmiştir.
5.1. Araştırmanın Konu Bakımından Sınırlandırılması:
Bu araştırmada Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrasına etkilerinin ortaya
konulması için, konu, (yukarıda) italik olarak belirtilen bağlamda sınırlandırılmıştır.
5.2. Araştırmanın Mekan Bakımından Sınırlandırılması:
Bu araştırmada Türk modernleşme tarihi boyunca seçkinlerin, bürokratların ve aydınların
(yurt dışına kaçan Jön Türkler de dâhil olmak üzere) siyaset yaptıkları Osmanlı coğrafyası,
yurt dışına kaçan Jön Türklerin muhalefetlerini sürdüğü kimi ülkeler ve Cumhuriyet
Dönemi Türkiyesi ile mekanen sınırlandırılmıştır.
5.3. Araştırmanın Zaman Bakımından Sınırlandırılması:
Bu araştırmada genel olarak Türk modernleşmesi kapsamındaki zaman limiti dikkate
alınmıştır. Konular anlaşılma kolaylığı olması için kronolojik sırada ele alınmıştır. Bu
çerçevede; bir yandan somut tarihî olaylar ele alınırken, bir yandan da bu olaylarla
eşzamanlı olarak o zamanın ruhuna hakim olan olaylar siyasî ve fikrî açıdan ele alınmıştır.
27
Bu yöntemin tercih edilmesinin gerekçesi ise, tez bağlamında ele alınan soyut olayların
daha bir anlaşılabilir ve anlamlandırılabilir olması ile konuya ilişkin yorumların incelenen
dönemdeki siyasî olaylarla da ilişkilenin daha sağlıklı bir şekilde ortaya konulmasına imkân
sağlayabilmektir.
6. KONU İLE İLGİLİ ARAŞTIRMALAR
Bu çalışmanın konusu Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrasına etkilerinin ortaya
konulmasıdır. Bu konuda yapılan çalışmalar incelendiğinde, mevcut çalışmaların konunun
bütününü kapsayacak mahiyette (Türk modernleşme tarihi bağlamında) değil de, sadece bir
parçasını (Tanzimat modernleşmesi, Jön Türkler Dönemi, II. Abdülhamit Dönemi,
II. Meşrutiyet Dönemi, İvT Dönemi, Tek Parti Dönemi, Menderes ya da DP Dönemi) ya da
Türk modernleşmesini belli kavramlar (Şerif Mardin’in merkez-çevre, Emre Kongar’ın
devletçi-seçkinciler ile gelenekçi-liberaller ve İdris Küçükömer'in İslamcı-Doğucu Cephe
ile Batıcı-Lâik Cephe yaklaşımı) bağlamında ele alan çalışmaların bulunmakla birlikte Tek
Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrasına etkilerini modernleşme tarihi bağlamında ve
uzun soluklu olarak ele alan bir çalışmaya, oldukça geniş bir kaynakça içeren bu araştırma
süresinde rastlanmamıştır.
28
BİRİNCİ BÖLÜM
MUTLAKİYETTEN II. MEŞRUTİYET’E (İNKILAB-I AZÎME’YE)
GİDEN SÜREÇ
1.1. MUTLAKİYETTEN I. MEŞRUTİYET’E UZANAN YOL
1.1.1. Yeniden Yapılanmaya Yönelik Gayretler
Bir devletin ya da toplumun yenileşme hareketlerinin başlangıcıyla ilgili olarak kesin bir
tarih belirlemek oldukça güç bir iştir. Zira toplumlar dinamik bir yapıya sahip oldukları
gibi, az ya da çok sürekli de değişim içindedirler.Dolayısıyla toplumları hiç değişmiyormuş
gibi durağan bir yapıda düşünmek doğru değildir. Her şeyden önce toplumları oluşturan
insan unsuru değişmekte ve yenilenmektedir.22 Osmanlı Devleti, tarih sahnesine çıkışından
bu alanı terk edene dek sürekli bir değişim, gelişim ve yenileşme içerisinde olmuştur.23 Bu
çerçevede Osmanlı modernleşmesine ilişkin çalışmalarda kesin bir tarih belirlemek
zorlaşmaktadır. Bunu Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemlerine kadar geri götürenler
de vardır. Ancak bu değişim, gelişim ve yenileşme hareketlerinin sistemli bir hareket olarak
başlaması 18’inci yüzyılın başlarından itibarendir.24
Yeni Avrupa, Fatih’in İstanbul’u fethettiği esnada doğmaya başlamış, Kanunî zamanında
ise kendisine özgü yönünü ve rengini almıştı. Takip eden bir asır zarfında ise Batı,
Osmanlı’ya nazaran göreli olarak ilerlerken, Osmanlı Devleti de göreli olarak yavaşlamaya
ve/veya gerilemeye başlamıştı. 1683 yılında Viyana önlerinde ve takip eden 16 yıl zarfında
22
Abdullah Alperen; “Osmanlı Devleti’nde Modernleşme ve Din”, Osmanlı Ansiklopedisi, C. 7, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 212.
23
Ertuğrul Zekai Ökte; Türk Düşünce ve Hayat Tarzının Tarihi Gelişimi, Tarihi Araştırmalar ve
Dokümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı Yayını, İstanbul 1995, s. 262.
24
Alperen; a.g.m., s. 212.
29
yaşanan yenilgiler, her ne kadar askerî boyutlu hadiseler gibi görülse de, bu durum
Avrupa’nın sadece askerî sahada bir üstünlüğünün sonucu değil, bunun da ötesinde
Rönesans ve Reform sürecini çoktan geride bırakan ve Aydınlanma sürecini yaşamakta
olan Avrupa’nın ekonomide, ilimde, fende ve teknikte ileri olmasının bir sonucuydu.
Yaklaşık 100 yıldır Avrupa’daki gelişmelere bigane kalan Osmanlı Devleti, Viyana
Bozgununu izleyen yıllarda, Avrupa’daki gelişmeleri daha yakından izlemek gerektiğini acı
bir şekilde anlamış oldu.25 Burada etkili olan faktör, Osmanlı’nın artık geri kalmışlığının
farkında oluşudur. Kimi yüzeysel tedbirler alınarak devletin idarî yapısı, askerî, siyasî,
sosyal ve ekonomik kurumlarındaki bozulmaların düzeltilemeyeceği ve en önemlisi
devletin
çöküşünün
durdurulamayacağı
artık
devlet
ricali
tarafından
anlaşılmış
bulunmaktadır.26
17’inci yüzyıl sonunda Osmanlı Devleti ile Avrupa arasında kapatılması güç bir uçurum
meydana gelmişti. Bunun ilk yansıması Viyana Bozgunu nedeniyle askerî alanda görülür.
Viyana Bozgunu’ndan Karlofça Barış Antlaşması’na kadar alınan yenilgiler nedeniyle
18’inci yüzyılda öncelikle askerî alanda olmak üzere bünyeye uygun yenilikler ve ıslahatlar
yapılmıştır.27 18’inci yüzyıl içinde yapılan yenilik ve değişim çabaları kapsamında; Paris’e
sefir olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Sefaretnamesini28, 1757 yılında
25
Metin Kunt; “Siyasal Tarih (1600-1789)”, Türkiye Tarihi, C. 3, 7. Basım, Cem Yayınevi. İstanbul 2002,
s. 43.
26
Alperen; a.g.m., s. 212.
27
18’inci yüzyıldaki yenileşme çabaları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Alaattin Yalçınkaya;
“XVIII. Yüzyıl: Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi (1703-1789)”, Türkler, C. 12, 7. Baskı, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, s. 479-511. Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve diğer sefirler tarafından yazılan
sefaretnameler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Belkıs Altıniş Gürsoy; “Sefaretnameler”, Türkler, C. 12, s.
582-591 ve Faik Reşit Unat; Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, TTK Basımevi, Ankara 1987, s. 53, 102,
112 ve 154.
28
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin (ve heyetinin) Paris’e sefir olarak bulunduğu döneme ilişkin gözlemleri
içeren Sefaretname isimli eseri Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı etkilemiş ve Lale Devrindeki
icraatlar için ilham kaynağı olmuştur. Bkz. Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C. 12, Meydan
Yayınevi. İstanbul 1990. s. 809. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'yi
Paris'e elçi tayin ederken verdiği talimatta kalkınma vasıtaları ve eğitim sistemi konusunda bigi edinerek,
uygulanabilir olanların bildirilmesi isteği yer alıyordu. Bu sadrazam sayesinde Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin
oğlu Sait Efendi ve İbrahim Müteferrika ilk matbaayı kurdular. Bkz. Avni Özgürel; “Üçüncü Meşrutiyet”
Radikal, 22.11.1999.
30
Avusturya’ya cülus tebliği için gönderilen Ahmet Resmi Efendi’nin Sefaretnamesini29,
1791
yılında
Viyana’ya
sefir
olarak
gönderilen
Ebubekir
Ratib
Efendi’nin
Sefaretnamesini30, Katip Çelebi’nin Cihannüma (Dünyayı Gösteren) ve Mîzanü’l Hak fî
İhtiyar-il Ahlak31 (En Doğruyu Seçmede Gerçek Ölçü) adlı eserlerini, Evliya Çelebi’nin
Seyahatnamesini, Saray’ın müsaadesi sonucu 1727 yılında İbrahim Müteferrika32 ve Sait
Efendi33 marifetiyle matbaanın faaliyete geçmesini, Humbaracı Ahmet Paşa34 (1675-1745)
29
Ahmet Resmi Efendi’nin Sefaretnamesi, Avusturya İmparatorluğu’nun idarî ve ekonomik yapısı hakkında
bilgi veriyor, devletin aldığı tedbirleri sıralıyordu. Bkz. Süleyman Hayri Bolay; “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e
Türk Düşünce Tarihi”, Türkler, C. 14, s. 516.
30
1791 yılında III. Selim tarafından Avusturya hakkında bilgi toplamak üzere sefir olarak Viyana’ya
gönderilen Ebubekir Ratib Efendi, Mayıs 1791’de görevini tamamlayarak geri döndü. Avusturya ve genel
olarak Avrupa’daki toplum hayatı ve askerî sistem hakkında iki ayrı sefaretname yazdı. Bunlardan birincisi
olan Büyük Layiha’da Avusturya Devleti’nin askerî teşkilatı ve sosyal yapısı ayrıntılı olarak ele alınmış,
ekonomisiyle ilgili bilgiler verilmiş, ayrıca diğer Avrupa devletlerinin askerî durumlarından da söz edilmiştir.
Bu layihada verilen bilgilerden, III. Selim tarafından hazırlanan Nizam-ı Cedit programında faydalanılmıştır..
Bkz. Sina Akşin; “Siyasal Tarih (1789-1807)” Türkiye Tarihi, C. 3, 7. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul 2002,
s. 78-79 ve TDV Diyanet Ansiklopedisi, C. 10, Güzel Sanatlar Matbaası, A.Ş. İstanbul 1994, s. 277-278.
31
1656 yılında yazılan Mîzan-ül Hak fî İhtiyar-il Ahlak adlı eser Katip Çelebi (1609-1657)’nin son eseri olup,
çağında şiddetli tartışmalara yol açan birtakım konuları pozitif düşünceyle aydınlatmak üzere yazmıştır. Bkz.
Meydan Larousse. Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C. 7, Meydan Yayınevi. İstanbul 1990. s. 83 ve Katip
Çelebi; “Mîzanü’l Hak, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1980.
32
Osmanlı Devleti’nde ilk kez matbaayı kurup çalıştırmış ve kitap basımını geliştirmiş olan İbrahim
Müteferrika, düşünce tarihimizde de Usul’ül Hikem fî Mîzanü’l Ümmen (Milletlerin Düzeninde İlmî Usuller)
adlı eseriyle yerini almıştır. Yazar bu kitapta, modern devletlerin yeni ve akli yöntemlerle idare edildiğini,
devlet idaresinde bilimin, özellikle coğrafya biliminin önemini belirtmekte, Amerika’nın keşfiyle
Avrupalıların İslam dünyasını kuşatmaya kuşatmaya başladıkları uyarısını yapmakta ve geri kalışımızın
sebeplerini (kanunların uygulanmaması, idarenin ehil kimselere verilmemesi, âlimlerin düşüncelerine
tahammül edememek, askerin yeni tekniklerden yoksun oluşu ve rüşvet alması, devlet parasını kötüye
kullanmak ve dış dünyadaki gelişmelerden haberdar olmamak) saymaktadır. Bkz. Bolay; a.g.m., s. 516.
Matbaa bizde 1727'de Şeyhülislam Abdullah Efendi'nin fetvasıyla İbrahim Müteferrika tarafından kurulmuş
ve 11 yüksek rütbeli ulema takriz yazarak matbaayı desteklemiştir. Ama matbaanın gelişmesi için, okul
kitapları ve gazete gibi modernleşme sürecinin ihtiyaç yaratması gerekmiştir. (Matbaa konusunda, A.Cihan'ın
araştırması da göstermektedir ki, 250 yıllık gecikmemizin sebebi din ve ulema değil, teknik gerilik ile
matbaaya toplumsal talebin olmamasıdır.) Bkz. Ahmet Cihan; Reform Çağında Osmanlı’da İlmiye Sınıfı,
Birey Yayınları. İstanbul 2004. s. 131-133. Osmanlı bürokrasisinde birçok görevde bulunan İbrahim
Müteferrika sadece bir matbaacı değil, aynı zamanda 18’inci yüzyılın en önemli Osmanlı aydınlarındandı.
1731 yılında Padişah I. Mahmut'a sunduğu bahse konu eserinde Avrupa'daki devlet yönetimi şekilleri
monarkiya, aristokrasiya ve demokrasiya başlıklarıyla üç gruba ayırır. Eserde ayrıca fizik, astronomi ve
coğrafya ilimlerinin devlet yönetimindeki önemi üzerinde durarak, bu ilimlerin gelişmediği bir ülkede sağlam
bir devlet düzeninin kurulamayacağını söyler. Bunun yanında ilk defa Nizam-ı Cedid, yani Yeni Düzen
tabirini kullanarak Osmanlı Devleti'nin de 18’inci yüzyıl Avrupa'sında gelişen yeni askerlik düzenlerini
mutlaka alıp uygulaması gerektiğini ifade eder. Bkz. Erhan Afyoncu, “Osmanlı'nın İlk Matbaasının Sırları
Çözüldü”, Bugün, 29.10.2006.
33
Sait Efendi, ilk Paris sefiri olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin oğludur. Bkz. Meydan Larousse. Büyük
Lügat ve Ansiklopedi, C. 12, s. 809.
31
tarafından Humbaracı Ocağının (Topçu Okulunun) ve Hendesehane (Mühendishane) adlı
ilk askerî fen okulunun açılarak faaliyete geçmesini, Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan
Paşa tarafından Tersane’nin ıslah edilmesini, 1776 yılında Mühendishane-i Bahri-i
Hümayun35 (Deniz Mühendislik Okulu)’un kurulması, Baron de Tott36 (1730-1793)
yardımı ile 1776 yılında Tersane Mühendishanesi ile 1784 yılında İstihkam Okulu’nun
faaliyete sokulmasını, Tophane’nin ıslah edilerek yeni toplar dökülmesini, Baruthane’nin
düzene sokulmasını, yine yabancı uzmanlardan faydalanarak 1795 yılında Mühendishane-i
Berr-i Hümayun (Kara Mühendislik Okulu)’un kurulmasını ifade etmek mümkündür.
18’inci yüzyıldaki ıslahat hareketleri üç aşama ve üç ayrı zaman kesitinde başladı, devam
etti ve birbirini tamamladı. Bunlar; Karlofça Antlaşması’ndan 1730 tarihinde gerçekleşen
Patrona Halil İsyanı’na kadar olan ve Lale Devrini de kapsamına alan ıslahat hareketleri,
1730 yılından 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar olan ıslahat hareketleri,
üçüncüsü ise 1774 yılından asrın sonuna kadar sürdürülen ıslahatlardır.37
Lale Devrinde başlayan Batıya yönelme ve modernleşme hareketleri Sultan III. Selim
34
Fransız Ordusunun değerli subaylarından biri olan Kont Claude Alexandra Comte de Bonneval , Fransa
kralı XIV. Louis ile anlaşamadığından dolayı Avusturya'ya iltica etmiş ve bu ülkenin ordularıyla Fransa ve
Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmış bir generaldi. Prens Eugene ile rekabeti nedeniyle hapse atılmasının
ardından 1727 yılında Venedik’e kaçmış, 1729 yılında’da Bosna’ya geçmişti. I. Mahmut döneminde
İstanbul’a gelen Bonneval, Humbaracı Ocağı’nın komutanlığına getirilmiştir. Takiben müslüman olmuştur.
Humbaracı Ahmet Paşa, humbara yapımı ve atımının yanısıra askerî yürüyüş ve talimlerde de Batı örneğini
yerleştirmek istemiştir. Humbaracı Ahmet Paşa'nın oğlu da din değiştirerek Süleyman Paşa adını aldı.
Humbaracı Ahmet Paşa'nın çalışmaları biraz ilerleyince, 1734 yılında Üsküdar Toptaşı'nda Humbarahane ve
Hendesehane adlı bir askerî okul açıldı. Humbaracı Ahmet Paşa hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Gürsoy;
a.g.m., s. 582-591. TDV İslam Ansiklopedisi, Humbaracı Ahmet Paşa, C. 18, s. 351-357 ve Frédéric
Hitzel;Fransız Gözüyle Osmanlı: Bonneval Kontu Ahmet Paşa, Popüler Tarih, Ekim 2006, S. 74, s. 41-45.
35
Mühendishane-i Bahri-i Hümayun, Osmanlı Devleti’nde ilk kez Batılı anlamda mühendislik eğitimi vermek
ve deniz subayı yetiştirmek üzere açılan bir okuldur Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Meydan Larousse.
Büyük Lügat ve Ansiklopedi. C. 9, s. 128 ve TDV İslam Ansiklopedisi, C. 25, İstanbul 2002, s. 15-19.
36
18’inci yüzyılda Fransa tarafından Osmanlı Ordusunda yenilik yapmak üzere görevlendirilen Macar asıllı
Fransız subay ve diplomat François Baron de Tott (1733-1793), Humbaracı Ahmed Paşa'nın izinde yürüyerek
Osmanlı Ordusunda bazı yenilikler yapmaya çalıştı. Baron de Tott hakkında ilave bilgi için bkz. Taha Akyol;
“Din, Bilim ve Düşünce”, Bilim ve Yanılgı, 3. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1988, s. 21-22. TDV İslam
Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul 1992, s. 83-84 ve Niyazi Berkes; Türk Düşününde Batı Sorunu, 1. Basım, Bilgi
Yayınevi, İstanbul 1975, s. 23.
37
Ökte, a.g.e., s. 262.
32
(1789-1807) zamanında daha da belirgin hale gelmişti.38 III. Selim, Batının hükümet
sistemleri, toplum fikri ve siyasal düşünceleri konusunda bilgi edinmeye çalışmıştır.
Yenileşme arayışları içinde Osmanlı Devleti ilk daimî elçiliğini 1793 yılına Londra’da
açmış, arkasından Paris, Viyana ve Berlin Sefaretleri açılmıştır. Bu elçilikler, Batıya açılan
pencerelerdi. III. Selim’in bu diplomasi hareketlerinin amacı Batıyı üstün kılan değerleri
öğrenmekti. Çünkü ferdi kahramanlığı esas alan Osmanlı Ordusu 1774 yılında mağlup
olmuştu. Önceki birtakım mağlubiyetler de Ordu bünyesinde yenilenmeyi zorunlu
kılıyordu. Böylece Osmanlı Devleti, modern askerî stratejileri ve taktikleri uygulayabilen,
hareket kabiliyeti yüksek, disiplinli bir bir orduya sahip olmanın yollarını aramaya başladı.
Modernleşme sürecinin temelinde bu gerçek yatmaktadır. Ama işin başka boyutları da
vardır. Çünkü bu amacın gerçekleşmesi; güçlü ve merkezî bir devlet idaresine, güçlü bir
maliyeye, güçlü bir ekonomik yapıya ve çok pahalı ekonomik yatırımları yapmaya
bağlıydı. Dolayısıyla, askerî reformlar, önemli ölçüde çok boyutlu reformlara kapı
aralamaktaydı. 39
Yeniden yapılanma kapsamında ilk neden ve çözüm olarak ordu üzerinde durmuştur.
Mevcut ordunun yenilenmesinin güç olacağı değerlendirilerek ilk düzenli ordu olan
Nizam-ı Cedit kurulmuş ve böylece artık denetlenemez hale gelen Yeniçeri Ocağı
karşısında, Padişah, kendisine bağlı ve mutlak denetim yetkisine sahip olduğu bir askerî
güce sahip olmuştu. Bu çabalar sonucu elde edilen başarılar, 1807 tarihli Kabakçı Mustafa
İsyanı’yla yok olmuş, Padişah III. Selim de asiler tarafından katledilmiştir.40 Sonuç olarak,
18’inci yüzyılda yapılan yenilikler, Osmanlı Devleti’nin kendi tarih ve kültüründen
esinlenerek yapılmış olup, ağırlıklı olarak askerî alanla sınırlı olmuştur.
1.1.2. Değişimin İstikametinin Belli Olması: Batılılaşma
18’inci yüzyıl boyunca devam eden ıslahat çalışmalarını Sultan III. Selim (07.04.1789 29.05. 1807) de sürdürmüş ve daha ileri noktalara vardırmıştır. III. Selim 18’inci
38
Besim Özcan; “Sultan III. Selim Devri Islahat Hareketleri”, Türkler, C. 12, s. 671-683.
39
Bolay; a.g.m., s. 516-517.
40
Osman Metin Öztürk; Ordu ve Politika, Gündoğan Yayınları, 1. Baskı, Ankara 1993, s. 35.
33
yüzyılın ıslahatçı geleneği içinde yetişmiş ve daha veliahd iken (ihtilal öncesi Fransa’nın
son kralı olan) XVI. Louis ile yapılabilecek ıslahat konusunda gizlice mektuplaşmış ve
ondan tavsiyeler almıştı. Bu davranış, III. Selim’in seleflerinden daha ileri gitmek niyetinde
olduğunu göstermekteydi.41
III. Selim tahta çıktığında, Osmanlı Devleti 1787 yılında Rusya ile, ertesi yıl da Avusturya
ile başlamış bir savaşın içindeydi. III. Selim savaş sona ermeden ıslahat sorununa el attı.
1791 yılında Avusturyalılar ile yapılan Ziştovi Barış Antlaşması’nın ardından Ebubekir
Ratib Efendi’yi sefir olarak Viyana’ya gönderdi. Görevi, Avusturya hakkında bilgi
toplamak olan Ebubekir Ratib Efendi, Mayıs 1791’de görevini tamamlayarak geri dönünce
Avusturya ve genel olarak Avrupa’daki toplum hayatı ve askerî sistem hakkında hazırladığı
500 sayfalık Sefaretnamesini III. Selim’e takdim eder. Bu Sefaretnamenin III. Selim’i nasıl
ve ne ölçüde etkilediği bilinmemekle birlikte, Padişah 1791 yılı sonbaharında devletin
çeşitli kesimlerinden yirmi iki kişiden (yirmisi Müslüman, biri yerli Hıristiyan, biri de
yabancıydı.) devletin zaaf nedenlerini ve alınması gereken ıslahat tedbirleri hakkında görüş
ister. Sonuç olarak ortaya layiha adını taşıyan yirmi iki adet rapor çıkar. Başarısız geçen
savaş da daha yeni bitmiş olduğu için, askeri ıslahat, üzerinde en çok durulan konuydu.
Herkes durumdan şikayetçi olmakla birlikte; kimileri Kanun-i Kadim dönemine dönmeyi,
41
Akşin, a.g.m., s. 77. Dünya sistemi değişmekteydi ve Batı giderek artan bir tempoda meydan okumaya
yönelmişti. Geleneksel kurumlar ve yöntemlerle bu meydan okumaya karşı koymak, çekilmeyi ve küçülmeyi
durdurmak imkânsız görünüyordu. Asırlardır rekabet halinde olduğu Batı karşısında savaş meydanlarında
uğranılan başarısızlıkların askerî alanla sınırlı olmadığını anlamak zor değildi. Bkz. Davut Dursun; “Klasik /
Geleneksel Sistemden Modern Sisteme Geçiş Çabaları”, Türkler, C. 14, s. 581-582. III. Selim’in biyografisi
için bkz. Erik Jan Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (Çeviren: Yasemin Saner Gören) İletişim
Yayınları, 19. Baskı, İstanbul 1995. s. 496-497. III. Selim döneminde yapılan ıslahat çabaları için bkz. İlhan
F. Akın; Türk Devrim Tarihi, 4. Baskı, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul 1989, s. 6-11. Halil
İnalcık’ın belirttiği gibi, Osmanlı Devleti’nde yükselme devrinde yönetim ihtiyaçları artmış, Devletin geniş
sınırlara sahip olduğu dönemde idarî işleri düzenleme gereği ve büyüyen malî problemleriyle başa çıkma
çabası, tedricen gelişip profesyonelleşen bir bürokratik kurumlaşmayı meydana getirmiştir. Bir yandan
kurallara bağlılık, diğer yandan yönetim mekanizmasındaki bu nispî uzmanlaşma ve profesyonelleşme 16.
yüzyılda Osmanlı bürokrasisinin patrimonyal-kişisel yönetim modelini aşarak bürokratik yönetim modeline
doğru evrildiğini gösterir. Bu modelde, sultanî patrimonyalizmin aksine, bürokrasinin sultan karşısında belli
bir özerkliği (kamusallığı) vardır ve objektif kurallara bağlı olarak uzmanlaşmış elemanlar tarafından
yürütülmektedir. Cornell Fleischer ve S.N. Eisenstadt gibi araştırmacılar da bu görüştedir. Carter V. Findley,
III. Selim’in tahta geçmesiyle Islahat (reform, modernleşme) Devrine girildiğini ve bürokrasinin karakterinin
değişmeye başladığını, artık patrimonyal bürokrasiden hukukî-rasyonel bürokrasiye doğru bir evrimleşmenin
başladığını, bunun, aynı zamanda bürokratik hizmet anlayışının sekülerleşmesini ifade ettiğini belirtmektedir.
Bkz. Taha Akyol; Osmanlıda ve İran’da Mezhep ve Devlet, 2. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1999, s.
182-183. Osmanlı Devleti’ndeki patrimonyal sistem konusunda bilgi için bkz. İnalcık; a.g.m.
34
kimileri de eski kurumların tasfiye edilip bunların yerine yepyeni kurumlar teşkil
edilmesini tavsiye etmekteydi. Tabii ki Yeniçeri Ocağı’nın çağdaşlaştırılması gerektiğini
ileri süren ortalama çözümler de vardı. III. Selim, ihtilal öncesindeki Fransa Kralı XVI.
Louis’nin tavsiyeleri, Ebubekir Ratib Efendi’nin Sefaretnamesi ve layihalardan hareketle
kendi düşüncesine paralel insanlara makam ve mevki verip Nizam-ı Cedit adlı ıslahat
projesini başlattı. III. Selim’in, başlattığı ıslahat için kullandığı bu deyim ilham kaynağını
apaçık ortaya koymaktaydı. Çünkü Fransa, İhtilalin getirdiği düzene Yeni Düzen adını
takmıştı.42 III. Selim’in de, başlatmış olduğu ıslahat programı için aynı adı benimsemiş ve
kullanmış olması değişimin istikametini de belirledi. Değişimin istikameti ve bu konuya
ilişkin resmî politika Batılılaşma 43 şeklinde belirlenmiş oluyordu.
Nizam-ı Cedit, III. Selim’in, Osmanlı Devleti’ni Avrupa’nın ilim, sanat, tarım, ticaret ve
medeniyete yaptığı ilerlemelere ortak yapmak için giriştiği yenilik hareketlerinin
bütünüdür. III. Selim’in Nizam-ı Cedit’i esas olarak çağdaş Avrupa modeli üzerinde uzun
süreli hizmete dayalı yeni süvari ve topçu birlikleri kurmak için 1792 ve 1973’te çıkarılan
fermanlardan oluşuyordu. Başlangıçta İstanbul’da bulunan 1.600 subay ve askerden oluşan
bir tek alay vardı. 1806 yılı sonlarında Anadolu ve Balkanlar’da oluşturulan askerî
birliklerle 22.700 asker ve 1.600 subaya çıkarılan sayı dikkat çekicidir.44 1807 Mayıs
ayında Kabakçı Mustafa öncülüğünde gelişen bir isyanın ardından III. Selim’in hal edilmesi
sonucu Ordunun modernleşmesini öngören bu reform hamlesi akim kalmıştır.
1700-1789 döneminde olduğu gibi III. Selim döneminde (1789-1809) de reformlar ağırlıklı
olarak askerî alana yöneliktir. II. Mahmut’tan itibaren, çağdaşlaşma sorunu artık sadece
42
Akşin; a.g.m., s. 77-78. III. Selim’den önce imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile III. Selim
döneminde gerçekleşen Napolyon’un Mısır’ı işgali (1798-1801) Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin ne denli
vahim boyutlara ulşatığını gösteriyordu. Bu gerilemenin durdurulması için bir an önce tedbir alınması,
düzenin yeniden yapılandırılması veya Nizam-ı Cedid’in kurulması gerekiyordu. III. Selim’i çabaları aslında
devletin gerilemesinin durdurulmasına ve problemlerini çözemeyen geleneksel sistemi problem çözer hale
getirme amacına yönelik çabalardı. Aslında gerileme ve çöküşün sadece askerî alanda değil, idarî ve sosyal
alanda da durdurulması gerektiğine işaret ediyordu. Bkz. Dursun; a.g.m., s. 584.
43
Osmanlı’daki Batılılaşma süreci hakkında detaylı bilgi için bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, C. 5, s. 148186.
44
William Hale; 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset (Türkçesi: Ahmet Fethi), 1. Baskı, Hil
Yayınları, İstanbul 1996, s. 15. Nizam-ı Cedit hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Enver Ziya Karal; Osmanlı
Tarihi C. V, TTK Bsmv., Ankara 1988, s. 13-76 ve Besim Özcan; “III. Selim Devri Islahat Hareketleri”
(Nizam-ı Cedit), Türkler, C. 12, s. 782-804.
35
askerî yenileşme işi olmaktan çıkmış, çok daha farklı alanlarda ve çok kapsamlı olmaya
başlamış, daha hızlı ve somut bir hale gelmişti.45
1.1.3. Sened-i İttifak’tan Tanzimat’a Uzanan Yol
18’inci yüzyıla girerken askerî teşkilatın bozulması neticesinde, devletin merkezî otoritesi
zayıflamıştı. Mültezimlerin reayayı ezmeleri nedeniyle, devlet vergi toplama işini mahallî
eşrafa devretme siyasetini gütmüş, bu da ayan46 denilen güçlü ve nüfuzlu bir zümrenin
ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Yerli halk arasından veya dışardan gelip halka söz
geçirebilecek durumdaki kimselerden meydana gelen ayanların nüfuzları zamanla daha da
artar. Yeniçeri ve tımar sisteminin bozulması sebebiyle, ihtiyaç duyduğu askeri temin
edemeyen devlet de, ayanların nüfuzundan faydalanma yoluna gitti. 1767-1774 OsmanlıRus Savaşı sırasında Hükümet, kaza merkezlerinde idareyi ele geçirmiş olan ayan ve
mütegallibeye başvurarak para ve asker teminine çalıştı. Bu durum, ayanlar üzerindeki
İdarenin kontrolünün kalkmasına sebep oldu ve mütegallibe de taşrada İdareye tamamen
hakim oldu.
Nizam-ı Cedit’i tasvip etmeyen Yeniçeriler, 1807 yılı Mayıs ayında III. Selim’i tahttan
indirip zindana attılar ve yerine de amcasının oğlu IV. Mustafa’yı (29.05.1807-29.07.1807)
geçirdiler. Saray’da önde gelen reformcular, isyancılar tarafından bertaraf edilmişlerdi.
Fakat yandaşlarının pek çoğu o sırada Balkanlarda Ruslar’a karşı savaşmaktaydılar. Bunlar
Başkent’ten uzakta, 1767-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ünlü paşası olan ve o zamandan
beri Tuna’daki ikametgahına çekilen ve Alemdar Mustafa Paşa’nın etrafında toplandılar.
Yeni Sultan IV. Mustafa da isyanı gerçekleştiren ve çatışma halindeki hiziplerin elinde bir
45
III. Selim ve II. Mahmut dönemleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Stanford J. Shaw; “Osmanlı
İmparatorluğunda Geleneksel Reformdan Modern Reforma Geçiş: Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmut
Dönemleri”, Türkler, C. 12. s. 609-628. II. Mahmut’un biyografisi için bkz. Zürcher, a.g.e., s. 496-497.
46
Ayan: Bir memleketin ileri gelenleri. Eşraf (Taşranın İleri Gelenleri). Muteberan (İtibarlı Kişiler). Bkz.
Şemsettin Sami; Kamus-ı Türkî. Tercüman Gazetesi Yayını, İstanbul 1985, s. 71. Osmanlı Devleti’nde şehir
ve kasabalarda devlet ile halk arasındaki ilişkileri düzenleyen kimselere verilen ad. Tarihi belgelerde
voyvoda, mütesellim, muhassıl, mutasarrıf ve vali olarak görülen yerli hanedanlar aynı zamanda ayan,
derebeyi veya mütegallibe tabirleriyle de ifade edilmektedir. Ayrıca kadı, müftü, müderris gibi ilmiye
mensupları, kethüdayeri ve yeniçeri gibi kapıkulları ve bunların emeklileri ile çocukları, esnafın önde
gelenleri, kimi tüccar ve mültezimler de ayandan sayılmıştır. Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, “Ayan”, C. 4,
İstanbul 1991, s. 195-196.
36
kukladan ibaretti. 1808 yazında Balkanlar’daki Nizam-ı Cedit birlikleri ile Balkan
vilayetlerinde bulunan
ayanın birleşik kuvvetleri Alemdar öncülüğünde İstanbul’a
yürüdü.47
Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’i tekrar tahta geçirmek için 28 Temmuz 1808’de Bâb-ı
Âlî’yi basıp sadaret mührünü ele geçirdi. Fakat bu arada IV. Mustafa da III. Selim’i
boğdurttu. Bunun üzerine Alemdar Mustafa Paşa da, Şehzade Mahmut’u sultan ilan etti. II.
Mahmut’un başa geçmesinden sonra Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve devlete çekidüzen
verilmesi için çalışmalara başlandı. Rumeli ve Anadolu’daki ayanlar çağrılarak Meşveret-i
Amme adı verilen büyük bir toplantı yapıldı. Yeniçeri Ocağı’nın düzeltilmesi ve düzenli
şekilde eğitilmesi için karar alındı. Alemdar Mustafa Paşa, çok sayıda askeriyle İstanbul’a
gelmiş olan ayanlar ile devlet arasındaki ihtilaf ve mücadelenin kaldırılarak, devletin
zafiyetinin önlenebileceğini düşünüyordu. Yapılan görüşmeler sonunda aynı yıl içinde
Sened-i İttifak imzalanmıştır.48
Taşrada güçlenen ayanlar ile merkezî iktidar arasında imzalanan Sened-i İttifak her ne
kadar uygulanma imkânı bulamamış bir sözleşme ise de ilk kez farklı feodal toplum güçleri
ile merkezî bir yönetimin toplanarak bazı tasarrufları konuşmaları ve sonunda bir metin
üzerinde ittifak etmeleri açısından önemlidir. Bir taşra derebeyi olan Alemdar Mustafa
Paşa’nın çabarıyla İstanbul’da toplanan bazı Anadolu ve Rumeli ayanı ile valilerin, merkezî
yönetimin temsilcileriyle birlikte üzerinde ittifak ettikleri Sened-i İttifak’la kendi haklarını
ve imtiyazlarını pekiştirmiş ve merkezî yönetime kabul ettirmişlerdi.49 Bu belge, kimi
anayasa hukukçuları tarafından anayasa ile ilgili ilk metin olarak kabul edilmekte olup,
bahse konu belgenin, siyasî otoritenin keyfî işlemlere karşı ayana tanınan bir çeşit direnme
hakkı olduğu kabul edilmektedir. Bu belgeyle siyasî iktidar denetime tabi kılınmıştır.
Hatta bahse konu belge, demokrasi düzenine gidişin ilk çabası ve siyasal iktidarın
47
Hale; a.g.e., s. 26-27.
48
Sened-i İttifak maddeleri için bkz. Akın, a.g.e., s. 13-14.
49
A.g.m., s. 585.
37
demokratikleşmeye başlandığının ilk emaresi olarak da görülmüştür.50
Sened-i İttifak, Osmanlı tarihinde ve yönetim anlayışında mutlakiyetçi monarşiye geçişi
sağlayan önemli bir kilometre taşıdır. Bu siyasal olgu, din ve devlet bileşimini, din ve
devlet ikilisine bölmesi açısından Osmanlı çağdaşlaşma sürecinde yeni ve önemli bir
aşamadır. Sened-i İttifak, padişahın, ayanlara verdiği taahhütleri içermekteydi. Göreve
gelen her sadrazamın bu Senet’e yeminle bağlı olması, sadece padişaha karşı değil,
ayanlara karşı da sorumlu olması anlamına geliyordu. Bu sebepler, Padişah ve Saray
çevresinin Sened-i İttifak’a muhalefetini gerektiriyordu. İdareye tamamen hâkim olan
Alemdar’ın korkusu nedeniyle de kimse ses çıkaramıyordu.
Alemdar Mustafa Paşa, birkaç aylık iktidarında Sekban-ı Cedit adıyla bir askerî teşkilat
kurar ve Yeniçeri Ocağının hoşuna gitmeyecek bazı ıslahatlara girişir. Yeniçerilerin hoşuna
gitmeyen bu uygulamaları onların isyanına sebep olur. İsyanda Alemdar Mustafa Paşa ölür
ve başlattığı ıslahatlar da akim kalır. Öte yandan ayanlar arasında da birlik kalmayıp kısa
zamanda dağılmaları üzerine Sened-i İttifak da hükümsüz kalır.
İktidarını güçlendirmeyi, düşündüğü reformların bir ön şartı olarak gören II. Mahmut, önce
taşradaki feodal güçleri ve merkezdeki her türlü yeniliğin önüne dikilen kurumları etkisiz
hale getirmek mecburiyetinde olduğunu biliyordu. Bu nedenle önce merkezî yönetimle bir
sözleşme imzalayacak kadar güçlenen ve Sened-i İttifak ile çeşiti imtiyazlar elde eden taşra
ayanını ortadan kaldırma yoluna gitti. Ardından da Yeniçeri Ordusunu ortadan kaldırdı
(1826) ve ulema sınıfını güçsüzleştirmeye çalıştı.51 II. Mahmut’un dirayetli idaresi
neticesinde merkezî otorite tesis edildi.
II. Mahmut, düşündüğü reformlar kapsamında öncelikle ordu üzerinde durmuş, artık bir
anarşi unsuru haline gelmiş olan Yeniçerileri ortadan kaldırarak, kendisine bağlı yeni ve
50
Sened-i İttifak hakkında ayrıntılı / ilave bilgi için bkz. Suna Kili; Şeref Gözübüyük; Türk Anayasa
Metinleri (Senedi İttifaktan Günümüze), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1985. Akşin; a.g.m., 94-96.
İlber Ortaylı; İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 2. Baskı, Hil Yayınları, İstanbul 1987. Stanford J. Shaw; Ezel
Kural Shaw; Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C. 2, Doğuş Matbaası. İstanbul 1983, s. 26-27.
51
Dursun; a.g.m., s. 585. II. Mahmut’un ayanlıkla mücadelesi hakkında bkz. Akşin; a.g.m., s. 100-101.
38
düzenli bir ordu kurmuştur.52 Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması sonucu padişahın
Ordu üzerinde denetimini kurması, Osmanlılar’daki Batılılaşma çabalarının askerî alandan
merkezî hükümet alanına kayması sonucunu doğurmuş, böylece bürokratlar, izlenen
siyasetin belirlenmesinde daha önemli roller oynamaya başlamıştır.53
II. Mahmut (1808-1839) döneminde, merkezî otoritenin kuvvetlenmesi sonucu oluşan
ortam içerisinde Batılılaşma istikametinde şeklî mahiyette birçok reformlar yapılmıştır.54
Bu yeniliklere karşı çıkan sosyal güçlerin ürettiği gâvur icadı ve Frenk mukallitliği gibi
ifadeler yenileşme hareketlerini tesirsiz kılmaya yönelikti. Berkes, bunu yapanların da
genellikle toprak ağaları ve derebeyi artıkları olduğunu, Paris’te ya da Berlin’de okuyanlar
arasında dahi bu tür insanlar olduğunu, bunların, Tanzimat’a kadar yapılmak istenen tüm
reform
girişimlerini
gerçekleştirmeyen ve
baltaladıkları
bu
gibi,
reformları
Tanzimat’ın
çeşitli
reformlarını
da
kendi çıkarlarına uyacak biçime sokmayı
başardıklarını belirtmektedir.55
52
1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın yerini alan Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni ordu, II.
Mahmut’un ve ona tavsiyelerde bulunan Bab-ı Ali’deki yüksek mevkilerde bulunan memurların eseriydi.
Bunların amacı, Avrupa standartlarında modern bir savaş gücü oluşturmaktı. Bu Ordu, Yunan asilerine karşı
koymak için en azından Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Ordusu kadar yetenekli olmalıydı. II. Mahmut, yeni
Orduyu eğitmesi için yabancı askerî danışmanlardan faydalanma zorunlululuğu duydu. 1836 yılında Ordunun
problemlerini mahallinde incelemeleri için İngiliz subayları ülkeye davet etti. Ruslardan gelen baskı nedeniyle
İngilizlerin yerini Moltke komutası altında bir Prusya askerî heyeti yer aldı. Kırım Savaşı (1853-1856)’ndan
sonra Bâb-ı Âlî; Orduda yapılacak reformlar için Fransızları, Donanma’da yapılacak reformlar için de
İngilizler’i davet etti. Askerî okullarda artık, ülkede hâkim olan rejimin geleceği için çok tehlikeli olacak
liberalizm ve milliyetçilik fikirlerini de beraberlerinde getiren Fransızlar öğretmenlik yapıyordu. Bkz. Feroz
Ahmad; Modern Türkiye’nin Oluşumu, 2. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul 1999, s. 13.
53
Emre Kongar; İmparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Cem Yayınevi, İstanbu 1976, s.
44-45.
54
II. Mahmut döneminde yapılan yenilikler için bkz. Akın, a.g.e., s. 1-18, Bernard Lewis; Modern
Türkiye’nin Doğuşu, (Çeviren: Metin Kıratlı), 2. Baskı, TTK Bsmv., Ankara 1984. s. 77-105 ve Ahmet
Mumcu; Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, İnkılâp ve Aka Basımevi İstanbul 1981, s. 13.
55
Berkes; a.g.e., s. 27. Ahmet Cihan’ın Reform Çağında Osmanlı İlmiye Sınıfı adlı eserinde belirtilen
hususlar da Berkes’in görüşleriyle örtüşür mahiyettedir. Bu kapsamda Cihan’ın eserindeki bazı tespitler şu
şekildedir; Eski aşiret ve göçerlik geleneklerinden yerleşik medeniyete ve kurumlaşmış devlete geçtikçe ilmiye
sınıfının rolü ve devlet içinde temsil oranı artıyor. (s. 27-33) Bu, medeni gelişmemizde ulemanın çok olumlu
bir katkısıdır. Ulema, devlet bürokrasisinin çok önemli bir unsuru ve devletin etkin bir destekçisidir. Bunun
sebebi, hem Osmanlı devlet yapısında siyasî otoritenin dinî otoriteye üstün olmasıdır, hem Kuran'daki ulül
emre itaat ayetinin Sünnilikte yönetenlere itaat biçimde algılanmasıdır. Matbaa bizde, 1727'de Şeyhülislam
Abdullah Efendi'nin fetvasıyla bir Macar muhtedisi olan İbrahim Müteferrika tarafından kurulmuş ve on bir
yüksek rütbeli ulema 'takriz' yazarak matbaayı desteklemiştir. Ama matbaanın gelişmesi için, okul kitapları ve
gazete gibi modernleşme sürecinin ihtiyaç yaratması gerekmiştir. (s. 131-143) Matbaa konusunda, Ahmet
Cihan'ın araştırması da gösteriyor ki, 250 yıllık gecikmemizin sebebi din ve ulema değil, teknik gerilik ile
39
II. Mahmut döneminde (1808-1839) yenileşme; askerî, idarî ve siyasî alanda kapsamlı
olarak gerçekleşmiştir.56 Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını takiben Avrupa standartlarına
uygun bir ordu kurulurken diğer taraftan da devlet düzeni ve yönetiminde yenilikler
yapılmaya başlandı. Hükümet teşkilatında da değişikliklere gidilerek kabine ve nezaret
(bakanlık) usulü benimsendi. Valiler maaşlı hale getirilerek hem bunların merkeze
bağlılıkları, hem de merkezî
otorite güçlendirildi. 1824 yılında iptida mektepleri
(ilkokullar) açılarak ilköğretim zorunlu hale getirildi. Daha önce kurulan okullar yeniden
düzenlenerek bunlara Mekteb-i Harbiye (1834), Bando Okulu ve Mekteb-i Tıbbiye (1834)
gibi okullar eklendi. Bu arada eğitim ve öğretim için ilk kez Avrupa’ya öğrenci
gönderilmeye başlandı. 1831 yılında Takvim-i Vekayi adlı ilk Resmî Gazete çıkarıldı. II.
Mahmut döneminin sonlarına kadar, Avrupa’nın bilim ve tekniğinden de yararlanılarak
geniş kapsamlı yenilik hareketlerine girişildi. Bu ise ülkede yeni görüşlere sahip bir
yönetici kadrosu oluşmasına ve yenilik hareketlerinin hızlanmasına neden oldu. Bunun bir
sonucu olarak da, Sultan Abdülmecit’in tahta çıkmasından hemen sonra Tanzimat ilan
edildi.57 Önce askerî alanda başlatılan ve ardından da diğer alanlarda yapılan bu Batılılaşma
çabaları büyük ölçüde askerî himaye altında geçekleştirilmiştir.
matbaaya kitlevî talebin olmamasıdır. Reform çağında ulema, bütün reformları, modern eğitimi, modern
askerî eğitimi, vergi reformlarını hatta Meşrutiyet'leri desteklemiştir. (s. 121. vd.) 28 kişilik Kanun-ı Esasî
İdari Komisyonunun 10 üyesi ulemadır. (s. 171) 18’inci yüzyılda oluşturulan Meşveret Meclisleri’nde de
ulema ıslahata destek vermişti. (s. 63 vd.) 1783 yılında bir Meşveret toplantısında, İstanbul Kadısı Müftizade
Ahmed Efendi “devlet”e diyor ki: ... Siz buyurun, biz onu tasdik ederiz. (s. 68) Yeni meseleler karşısında
ulema,"Bu madde ulemanın malumu değildir.” diyerek işi siyasî otoriteye bırakıyor. (s. 69) Zaman ilerledikçe
ulemanın malumu olmayan ekonomik, sosyal, siyasî, askerî meseleler artıyor. Modern Harbiye, Hukuk ve
Mülkiye ile Tıbbiye Mektepleri devletin yeni kadrolarını yetiştiriyor. Artık ulemanın işlevi sadece dinî
konulara inhisar ediyor. (s. 285). Bkz. Taha Akyol; “Asker, Modernleşme”, Milliyet, 24.05.2004.
56
57
Akın; a.g.e., s. 1-18 ve Mumcu; a.g.e., s. 13.
Rıfat Uçarol; Siyasî Tarih, Harp Akademileri Bsmv., İstanbul 1987, 4. Baskı, s. 139-140. Mısır Valisi
Mehmet Ali Paşa’nın isyanı karşısında; Osmanlı Devleti’nin valisi karşısında üst üste yenilgiler alması, acze
düşmesi ve meseleye Avrupa devletlerinin müdahil olarak olayın uluslar arası bir soruna dönüşmesi sürecinde
İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği Başkatibi Bulwer’in samimi ya da samimi olmayarak verdiği birçok söz
üzerine Mısır’a karşı İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne yardım edeceğini uman Mustafa Reşit Paşa sonunda,
Türk-İngiliz Ticaret Antlaşması konusunda, Padişah II. Mahmut’u ikna etmiştir. Bu şekilde II. Mahmut ikna
edildikten sonra, İngilizler, antlaşma metni müsveddesini göndererek antlaşmanın imzalanması hususunda
emr-i vaki yapmışlardır. Kimi yazarlar, her ne kadar İngiliz hayranı olursa olsun gerek Mustafa Reşit
Paşa’nın, gerekse de diğer devlet ricalinin, Mısır’ın bağımsızlığını kabul edilemez bularak, Osmanlı
Devleti’nin hamiliğini üstlenme vaadi karşılığında İngilizlerin imzalatmak istediği ticaret anlaşmasının
istemeyerek de olsa imzalandığını belirtmektedirler. Bu antlaşma yapılıncaya kadar Osmanlı Devleti’nin zayıf
da olsa sosyo-ekonomik yapısını ve siyasî gücünü yenilemek ve kuvvetlendirmek şansı varsa da, bu
antlaşmayla bu şans da yitirilmiştir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Özçelik; a.g.e., s: 13-27 ve 37-66.
40
1.1.4. Tanzimat Dönemi (1839-1876)
1.1.4.1. Tanzimat Fermanı
Tanzimat kelimesi, Tanzim (nizam verme, düzenleme) kelimesinin çoğulu olup,
düzenlemeler demektir. Kısa adı Tanzimat veya resmîadı ile Tanzimat-ı Hayriye diye anılan
bu hareket, II. Mahmut’un hükümdarlığının son yıllarına doğru, devletin iç ve dış nedenler
ve olaylarla dağılma tehlikesiyle karşılaşması üzerine, devleti bu durumdan kurtarmak için
bir çare olarak düşünülmüştür.58
Tanzimat Fermanı’nın II. Mahmut (1808-1839) döneminde planlanmış olması, yenileşme
konusunda Osmanlı Devleti’nin ne denli sıkıntıda olduğunu ortaya koyar. Ferman’ın
görünürdeki mimarı olan Hariciye Nazırı ve Londra Büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa’nın59,
Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için Değişmez esaslara dayalı bir sistem kurmak niyetinde
olduğunu, kendisi, İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerston’a ifade etmiştir. Mustafa Reşit
Paşa’nın maksadı; Osmanlı Devleti’ni, padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı bir hukuk
Mardin, bahse konu ticaret anlaşmaları hakkında düşüncelerini, Tanzimat’ı başlatanların çok iyi
anlamadıkları bir husus çeşitli devletlerin birbirleriyle ticaret alanında amansız bir savaşa girmiş oldukları
ve 19’uncu yüzyıl ilerledikçe “emperyalizm” adını verdiğimiz kapsayıcı politikayı da (bu adı kullanmadan)
daha çok benimseyecekleriydi. şeklinde ifade etmektedir. Bkz. Şerif Mardin; Türk Modernleşmesi, 2. Baskı,
İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s. 13. Nitekim yıllar sonra Musafa Kemal Paşa, bu hususta şunları
söylemiştir: …..Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendini müdafaa edemeyen
iktisadımızı, bir de iktisadî kapitülasyon zincirleriyle bağladı. Teşkilat ve ferdî kıymet nokta-i nazarından
iktisat sahasında bizden çok kuvvetli olanlar memleketimizde, bir de fazla olarak imtiyazlı mevkide
bulunuyorlardı. Temettü vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman,
istedikleri eşyayı, istedikleri şartlar dâhilinde memleketimize sokuyorlardı. Bütün şuebat-ı iktisadiyemize, bu
sayede hâkim-i mutlak olmuşlardır. Efendiler! Bize karşı yapılan rekabet, hakikaten çok gayr-ı meşru,
hakîkaten çok kahredici idi. Rakiplerimiz, bu suretle inkişafa müsait sanayimizi de mahvettiler. Ziraatimiz de
rahnedar eylediler. İnkişaf ve tekâmül-ü iktisadî ve maliyemizin önüne geçtiler. Bkz. Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri I-III. 5. Baskı, TTK Bsmv., Ankara 1997, s. 241. 19’uncu yüzyılın sonuna doğru, İstanbul, tüccar,
vurguncu, imtiyaz avcısı ve yabancı işletme yöneticilerinden oluşan kozmopolit bir nüfusun faaliyetlerin
merkezi haline gelmişti ki bu durum, Osmanlı Devleti’nin yarı sömürge statüsünü simgeliyordu. 19’uncu
yüzyılın sonlarında devlet fiilen iflas etmişti. 19’uncu yüzyıl, devletin yeni ekonomik donanımlar edinmek
için bu altyapıyı inşa etme çabasına tanıklık etti. Bu riskli girişim kısmen başarılı oldu ama bu girişimin
gerektirdiği ödemeler için gereken kaynakları bulabilmek amacıyla büyük bir borç altına girdi ve 1881’de
vergi kaynakları uluslar arası kontrol altına alındı. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 220-221.
58
59
Uçarol; a.g.e., s. 138-139.
Mustafa Reşit Paşa (1799-1857). Paris ve Londra’da büyükelçilik yaptı. 1836’da Hariciye Nazırı oldu.
Bab-ı Ali’de İngiliz yanlısı hizbi yönetti. 1838 Ticaret Anlaşması ve 1839 reform hareketi sırasında inisiyatifi
elinde tuttu. 1845’ten sonra altı kez sadrazamlık yaptı. 1850 ve 1850’lerin başındaki reformların mimarıdır.
Bkz. Zürcher, a.g.e., s. 503. Mustafa Reşit Paşa’nın hayatı için bkz. Nazım Tekdaş; Sadrazamlar, Çatı
Kitapları, İstanbul 2002, s. 508-522.
41
devleti (monarşi) haline getirmekti. Çünkü Mustafa Reşit Paşa’ya göre; istibdat azaldıkça
Hükümete duyulan sevgi artar, millet sevgisinin desteğiyle gerçek bir reform hızla
gelişir, Osmanlı Devleti de kısa zamanda çok kudretli bir devlet haline gelirdi.60
II. Mahmut’un vefatının ardından Londra Büyükelçisi ve Hariciye Nazırı Mustafa Reşit
Paşa Londra’dan hareket ederek, yeni reform paketini, yeni padişah olan Abdülmecit’e
kabul ettirmek için İstanbul’a gelir. 3 Kasım 1839 tarihinde Tanzimat Fermanı adıyla ilan
edilen bu ferman, (bir süre sonra İstanbul’a İngiliz Büyükelçisi olarak atanacak olan) Lord
Stratford Canning ile Mustafa Reşit Paşa arasında Londra’da hazırlanmış, ıslahatın kaleme
alınmasında da Canning belirleyici bir rol oynamıştı. 61
3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, Gülhane’de okunduğu için bu belgeye Gülhane
Hatt-ı Hümayunu da denir.62 Hariciye Nazırı ve Londra Büyükelçisi Mustafa Reşit
Paşa’nın, yeni padişah olan I. Abdülmecit’i (1839-1861) kutlamak üzere İstanbul’a
geldiğinde, Padişahı, Tanzimat Fermanı’nın ilanına razı eder.63 Tanzimat Fermanı’nın ilan
60
Bolay; a.g.m., s. 517-518. Mustafa Reşit Paşa’nın Tanzimat’ın ilanı konusunda İngiltere Dışişleri Bakanı
Palmerston’la yaptığı mülakat için bkz. Şerif Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset, 3. Baskı, İletişim
Yayınları, İstanbul 1992, s. 291-299. Palmerston’un Osmanlı Devleti’nin malî sistemine ilişkin görüşleri
hakkında ilave/özet bilgi için bkz. Şerif Mardin; Siyasal ve Sosyal Bilimler (Makaleler 2), 3. Baskı, İletişim
Yayınları, İstanbul 1994, s. 63-65.
61
Süleyman Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, Vatan Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1993,
s. 32. 1808'den 1858 yılına kadar süren yarım asır içinde çeşitli aralıklarla İngiltere Hükümetini Osmanlı
Devleti nezdinde temsil etmiş olan ve o dönemin bir anlamda özetlenmiş tarihi olarak addedilebilecek
Stratford Canning'in resmî ve özel yazıları hakkında bkz. Stanley Lane Poole; Lord Stratford Canning’in
Türkiye Anıları, Tarih Vakfı Yayınları, Ankara 1999.
62
Türkler Ansiklopedisi, C. 1, Millî Eğitim Bsmv., Ankara 1946, s. 63-65. Tanzimat Fermanı, kapsamı ve
dönemi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akşin; a.g.m., s. 124-126. Muzaffer Erendil; Çok Yönlü Lider
Atatürk, Gnkur.Bsmv., Ankara 1986. s. 279-282. Karal; a.g.e., C. V, s. 170-188 ve s. 260-266. Mardin: Türk
Modernleşmesi, s. 11-14 ve Ergün Aybars; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ankara Üniversitesi Bsmv., Ankara
1995, s. 34-38. II. Mahmut’un 30 Temmuz 1839 tarihinde ölmesi üzerine 16 yaşınaki oğlu Abdülmecit’in
tahta geçmesiyle reform hareketlerinin liderliği de II. Mahmut’un üst seviye danışmanlarının (özellikle
Londra Büyükelçisi ve Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa’nın) ellerine geçti. Reformcuların başlangıçtaki
amaçları, ilk olarak yeni dönemde değişim ivmesinin kesintiye uğramamasını güvenceye almak, ikincisi
Osmanlı Devleti’nin liberalizme ve ilerlemeyi benimseyebileceğine ve bu nedenle Kavalalı Mehmet Ali
Paşa’ya karşı desteklenmesi gerektiğine Batılı güçleri ikna etmekti. Bkz. Hale; a.g.e., s. 30.
63
Bolay; a.g.m., s. 517-518. Mustafa Reşit Paşa’nın Tanzimat’ın ilanı konusunda İngiltere Dışişleri Bakanı
Palmerston’la yaptığı mülakat için bkz. Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset, s. 291-299. Tanzimat
Fermanı ve bu fermanın mimarı Mustafa Reşit Paşa hakkında detaylı bilgi için bkz. Reşat Kaynar; Mustafa
Reşit Paşa ve Tanzimat, 2. Baskı TTK Bsmv., Ankara 1985.
42
edilmesini takiben, Padişah bu fermana riayet edeceğine dair yemin eder. Böylece Osmanlı
Devleti için büyük bir yenilik olan Tanzimat Dönemi (1839 -1876) başlamış oldu.
Osmanlı siyasî hayatını düzenleme iddiasında bulunan Tanzimat Fermanı ve bu fermanda
ifadesini bulan Tanzimat reformları ve düşüncesi; insan haklarını teminat altına almış,
vatandaşların kabiliyetlerini fiiliyata dökecek ortamı hazırlamış, rasyonel esaslara göre
çabuk işleyen bir bürokrasiye sahip ve merkeziyetçi güçlü bir devleti hedef almıştır.64
Tanzimat, Osmanlı Devleti’nde Sultan III. Ahmet’den itibaren başlamış olan ıslahat
hareketleri içinde önemli bir aşama teşkil eder. Fakat bu aşama, kendinden öncekilere
nazaran çok farklı bir özellik taşır. O zamana kadar, daha ziyade askerî sahada ıslahat
yapılırken, bu dönemde devletin başına gelen sıkıntıların sebepleri, Osmanlı toplumunun
düzeninde görülmüş ve bu düzenin temellerinin ıslahı düşünülmüştür. Bunun için Tanzimat
Fermanı bir nevî
vatandaş hakları beyannamesi olarak ortaya çıkmıştır. Fakat bu
beyanname, bir halk hareketi sonucunda tabandan ya da halktan değil, aksine yukarıdan
aşağıya yani idare edenlerden gelmiştir. Bu husus, Tanzimat'ın zayıf taraflarından birini
teşkil ettiği için halk tarafından kolaylıkla benimsenmemiştir.
Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin gerileme sebepleri araştırılırken, bunun devlet kurumlarında
ve yönetim anlayışı ile ilerleme ve yenilenme çabalarında Batılı devletlerden geri kalınmış
olduğumuzun anlaşılmasından doğan ıslahat olup, Avrupalılaşmaya doğru atılan ilk
adımdır. Tanzimat, bu ıslahatın uygulandığı dönem olan 1839-1876 yılları arasında,
Osmanlı Devleti’ne, Batılı anlamda bir düşünce ve yönetim şekli getirmek için Avrupa’dan
esinlenerek yapılan programlı bir yenilik ve kültür hareketidir.
Mevcut rejimin yapısını etkileyen reformların yolunu açan Tanzimat Femanı’nda özetle;
tüm uyrukların kanun önünde eşit olacağı, bütün uyrukların can, mal ve ırzlarının
dokunulmaz olduğu, vergilerin konulmasında ve toplanmasında eşitlik ilkesinin
64
Bolay; a.g.m., s. 516-517. Bürokrasi, bürokrasi kurumunun tarihsel gelişimi, bürokrasi ve iktidar ilişkileri
ile Osmanlı bürokrasisi konusunda kapsamlı bir inceleme için bkz. Metin Heper; “Bürokrasi”, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s. 290-297. Cumhuriyet bürokrasisi
konusunda kapsamlı bir inceleme için bkz. Heper; a.g.m., s. 296-297 ve Gencay Şaylan; “Cumhuriyet
Bürokrasisi”, a.g.e., s. 290-297.
43
gözetileceği, askerlik hizmeti süresinin sınırlandırılacağı ve ceza davalarının açık olacağı
öngörülmüştür. 65
Tanzimat Fermanı’nın ilanının ardından fermanın öngördüğü kanunlar çıkarılmaya
başlanarak; idarî, askerî, iktisadî , sosyal ve ve kültürel alanlarda geniş kapsamlı yenilik
hareketlerine girişilmiştir.66
II. Mahmut’un yenilik çabalarıyla başlatılan İdarenin merkezileştirilmesi süreci Tanzimat,
Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de sürdürülmüştür. Osmanlı geleneğine uygun bir
formda hazırlanmış olan Tanzimat Fermanı ile devlet idaresinde köklü değişiklikler
hedeflenmekteydi. Klasik sistemden kopuşu ve modern sistemin kuruluşunu simgelemesi
açısından Tanzimat Fermanı’nın ayrı bir önemi vardır. Tanzimat Fermanı, mevcut
sorunların üstesinden gelinebilmesi için bir dizi değişiklik, yenilik ve kavanin-i cedide
(yeni kanunlar) yapılması ihtiyacına işaret ediyordu. Fermanı padişah adına kaleme alan ve
ilan eden Mustafa Reşit Paşa, bürokrasinin görüşlerine ve isteklerine tercüman olmakta,
ıslahatta siyasî ve idarî tedbirlere öncelik vermekte, devletin kurtuluşunu bilhassa kuvvetli
ve merkezî bir idarede görmekteydi.67
Osmanlı Devleti’nin askerî bir toprak düzeninden sivil bir düzene geçişi ve bu amaca
yönelik çabalarda Tanzimat Fermanı’nın büyük etkisi olmuştur. Bahse konu fermanla;
siyasî kurumların dayanacağı ilkeler ile kişi hürriyetleri birlikte ele alınmıştır. Tanzimat
Fermanı, Türk Anayasa Hukukunun gelişmesinde de bir başlangıç sayılır. Bu Ferman asker
65
Öztürk; a.g.e., 1993, s. 37.
66
Tanzimat Fermanı ve dönemi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. - , “Tanzimat”, Türk Ansiklopedisi, Millî
Eğitim Bsmv., C. 30, Ankara 1981, s. 392-420. Ortaylı; a.g.e., s. 23-25. Tarık Zafer Tunaya; Siyasî
Müesseseler ve Anayasa Hukuku, Sulhi Garan Matbaası, İstanbul 1966. s. 128. Abdullah Saydam; “Tanzimat
Devri Reformları”, Türkler, C. 12, s. 782-804 ve Lewis, a.g.e., s. 106-127.
67
Dursun; a.g.m., s. 585-586. Mustafa Reşit Paşa’nın gerçekten yapmak istediği; Padişahın siyasî ve idarî
otoritesi ile karar verme yetkisini sınırlandırarak fiilen bu yetkileri bürokrasiye devretmekti. Böylece
padişahın siyasî otorite açısından gücü sınırlandırılırken, bürokrasi güçlendirilmiş ve idarî işlevlerin yanında
siyasî işlevlerle de donatılmış olacaktı. Bunun için elbette ki sistemin merkezileştirilmesi gerekiyordu. Bâb-ı
Âlî’nin, İdarede kesin egemenliğini sağlamak için sadece Padişahın otoritesini sınırlandırmak da yeterli
değildi. Ayrıca ayanın ve ulemanın nüfuz ve gücünden kurtarılmış ve merkezin emirlerine bağlı bir memur
kitlesinin meydana getrilmesi de gerekiyordu. Bu süreçte gerçekleştirilen yeniliklerle ulema sınıfının
İdaredeki etkinliği azaltılarak bürokrasi güçlendirilmiştir. Bundan dolayı, Tanzimat Devrinin bir bakıma
bürokrasinin en parlak devri olduğu söylenebilmektedir. Tanzimat Devrinin yenilikçileri, karşılarındaki
engelleri aşmak için merkeziyetçi bir idare meydana getirmişlerdir. Bkz. Dursun; a.g.m., s. 586.
44
kişiler tarafından ve askerî himaye altında ilan edilmiş olmasına rağmen bu fermanla ilk
kez toplum ve devlet düzeninin aksaklıklarına farklı bir açıdan bakılmış, az da olsa siyasal
açıdan önlemler alınması yoluna gidilmiştir. Padişah kendi iradesi ile kendi yetkilerini
sınırlandırmış, otoritesinin faaliyet çerçevesini çizmiş ve kudretinin kullanılma tarzını
belirli bir statüye bağlamıştır.
Tanzimat Fermanı, hukukî bakımdan bir Charte Constiutionalle (Anayasal Belge) olarak
kabul edilmektedir. Millî egemenlik, meşrutiyet veya cumhuriyet yönetimlerine
gidilmeksizin, Padişah, kendi iradesiyle kendi yetkilerini sınırlamış, kendi otoritesinin
faaliyet sınırlarını çizmiş ve siyasî gücünün kullanılma şeklini belli bir statüye bağlamıştır.
Bir charte, değiştirilmediği ya da kaldırılmadığı sürece hukuken bağlayıcı bir güce sahiptir.
Yani bu ferman yürürlükte kaldığı sürece, bu fermandaki hak ve ayrıcalıkların hilafına
kurallar konması mümkün olmayacaktır. Bu itibarla, bahse konu fermanın bir özelliği de,
Türk toplumunda anayasalı rejimin gerçekleşmesi yolunda atılmış ilk adım olmasıdır. Daha
önceki reform ve yenileşme hareketlerinde böyle bir özellik yoktu. Padişahın, kendi
otoritesini, irade-i seniyye suretiyle ve tek taraflı olarak sınırlaması ilk defa yaşanan bir
olguydu.68 E.Behnan Şapolyo gibi kimi yazarlar da bu fermanı İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi ile mukayese etmişlerdir. 69
Osmanlı modernleşmesi, Tanzimat Dönemiyle sınırlanamayacağı gibi daha da eskiye
dayanan bir olgudur. Osmanlı modernleşmesi Avrupalılar ile ani karşılaşmanın yarattığı bir
şok da değildir. Çünkü Osmanlı coğrafyası, tarihi boyunca Avrupa coğrafyası ile siyasî ve
iktisadî yönden bir bereberlik içindedir.70 Ancak, Tanzimatla birlikte, devlet hayatında
modernleşmenin kapsamı ve yoğunluğu artmıştır.
Modernleşme olgusu, Osmanlı dünyasında hâkim olan dinin tartışılmasını, ona atfedilen
kurum ve kuralların sarsılmasıyla değişikliğe uğramasını da beraberinde getirmiştir. Bu
değişimin bir yüzüydü ama Müslümanlar kadar Hıristiyanları ve diğer dinlerin de
68
Fahir Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, TTK Bsmv., Ankara 1999, s. 223.
69
E.Behnan Şapolyo; Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat Devri Tarihi, Güven Yayınevi, İstanbul 1945, s. 77.
70
Ortaylı; a.g.e., s. 11.
45
mensuplarını da kapsayan ortak yüzüydü.71
Osmanlı modernleşmesi, o toplumdaki kurumların ve bireylerin değişmesini ve nihayet
toplumsal ve siyasal örgütlenmenin odağı olan devletin yapısını da kapsar. Tanzimat
olaylarının hala yoğun bir tartışma konusu olması bundan dolayıdır.72
Osmanlı insanı 18’inci yüzyıldan itibaren bulunduğu mekânı ve zamanı başka bilinçle
görmeye, dünya tarihini ve coğrafyasını tanımaya başladı.73 Tanzimat Fermanı, Osmanlı
toplumunun siyasî, içtimî, dinî, iktisadî, ailevî ve estetik görüntülerini değiştirmiş, dünya
görüşünü de adeta tersine çevirmiştir.74 Batıdan alınan kanunlar ve kurumların uygulama
sahasına konulması sonucu iç bünyede ikili bir yapı meydana gelmiş, bunun sonucu olarak
da idareciler ve aydınlar, halktan tamamen kopmuşlardır. Aydın-halk ikilemi ve bu iki
kesimin birbirine yabancılaşması daha sonraki dönemlerde de artarak devam etmiştir.
1.1.4.2. Islahat Fermanı
Tanzimat Döneminde, hukuk devleti açısından dikkati çeken fermanlardan biri de Islahat
Fermanı’dır.75 Islahat Fermanı, aslında Osmanlı Devleti’nin bir iç düzenleme girişimi
olmakla beraber, Kırım Savaşı’nı (1853-1856) sonuçlandıran devletlerarası bir antlaşma
olan Paris Antlaşması’nın hazırlıkları sürecine Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin
müttefiki olan İngiltere, Fransa ve Avusturya tarafından 1855 yılında Viyana’da alınan
kararlar arasında bulunması nedeniyle, aynı zamanda siyasî niteliği de olan bir girişimdir.
Viyana’da kabul edilen barış ön şartlarından biri de Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan
uyruklarına tanımış olduğu hakların yeniden ve kendiliğinden teyit edilmesini
71
A.g.e., s. 11.
72
A.g.e., s. 12.
73
A.g.e., s. 13.
74
Tanzimat’la gelen yeni görüş ve bu döneminin fikriyatı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Mardin;
Türkiye’de Toplum ve Siyaset. s. 275-287 ve 299-307.Gökhan Çetinsaya; “Kalemiyeden Mülkiye’ye
Tanzimat Zihniyeti”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası.
Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi). 5. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 54-59.
75
Öztürk; a.g.e., s. 38. Islahat Fermanı ve kapsamı hakkında ayrıntılı-ilave bilgi için bkz. Akşin; a.g.m.,
s. 132-134. Özcan Yeniçeri; “Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Paris Barış Antlaşması”, Türkler, C. 12,
s. 850-851. Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 14-15 ve -; Atatürk İnkılapları ve Hukuk, Askerî Yüksek İdare
Mahkemesi, Gnkur.Bsmv., Ankara 2005, s. 50-52.
46
öngörüyordu.76 Bu konu devletin içişlerine karışma anlamına geleceğinden, böylesi bir
duruma meydan vermemek için Osmanlı Devleti Sadrazam, Hariciye Nazırı ve diğer devlet
adamlarına ilaveten İngiltere, Fransa ve Avusturya elçilerinin de bulunduğu bir komisyon
kurarak gerekli çalışmalara başladı. Komisyonda görevli yabancı devlet temsilcilerinin her
birinin amacı, Rusya’nın daha önce Osmanlı Devleti’nden Hıristiyan uyrukları bahane
ederek sağladığı hak ve ayrıcalıkları, kendilerinin de bu şekilde elde etmelerine
dayanıyordu. Bununla beraber, yabancı devlet temsilcilerinin hepsinin ileri sürdüğü ortak
nokta, Tanzimat Fermanı hükümlerinin Müslümanlar ile Müslüman olmayan uyrukların
arasındaki aralarındaki farkları ortadan kaldıramadığı, bu nedenle yeni çıkarılacak
fermanda Müslüman olmayan uyruğa eşitliği sağlayacak hükümlerin konması ile bunların
uygulanmasında Avrupa devletlerinin söz hakkına sahip olmasıydı. Sonuçta, komiyon
tarafından kabul edilen Fransız tezine göre, Müslümanlar ile Müslüman olmayan uyruk
arasında eşitliği sağlayacak bir fermanın hazırlanıp ilan edilmesi ve bunun da barış
antlaşmasında yer almasına karar verildi. Bu şartlar altında hazırlanan Islahat Fermanı 28
Şubat 1856 tarihinde İstanbul’da devlet ricali ile yabancı devlet temsilcilerinin huzurunda
okunarak ilan edildi.77
Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü kötü durumdan kurtulması için, Osmanlı
devlet adamları tarafından herhangi bir dış etki olmadan hazırlanmıştı. Islahat Fermanı ise
yabancı devletlerin baskısı sonucu hazırlanmıştır. Osmanlı Devleti bu fermanı
kendiliğinden ilan etmiş görünmekle sadece şeklen hükümranlık şerefini kurtarmış
buluuyordu. Gerçekte ise, Osmanlı Devleti tebası olan Hıristiyan uyrukların korunması
kararları Avrupa devletlerinin eline geçmiş bulunuyordu. Nitekim, fermanın ilanını takiben
Avrupa devletleri her fırsatta Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmaya başlayacak, bu ise
birçok iç ve dış gailenin çıkmasına neden olacaktı.78
76
Akşin; a.g.m., s. 132.
77
Uçarol; a.g.e., s. 170-171. Islahat Fermanı’nın değişik veçhelerden tetkiki ile fermanın Türkçe metni için
bkz. Karal; a.g.e., C. V, s. 256-272, Kocabaş, a.g.e., s. 48-54 ve Lewis; a.g.e., s. 115-120.
78
Uçarol; a.g.e., s. 173.
47
1856 tarihli Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın genişletilmiş bir şekli idi.79 Islahat
Fermanı, modern devletin en önemli özelliği olan vatandaşların dinlerine göre ayırıma tabi
tulmaması yönünde büyük bir adım attı ki bu durum klasik/geleneksel sistemden radikal bir
kopuştu. Tanzimat Fermanı’nın açtığı kapıyı Islahat Fermanı sonuna kadar açtı. Cizye
kaldırılırken, askerlik de gayrı müslimlere teşmil edildi. Böylece devlet, Osmanlı tebasının
eşitliğini ilan ederek geleneksel anlayış ve değerlerden kopmuş oldu. Bu ferman ile
Osmanlı iktidarı Avrupa’nın talep etmiş olduğu reformların tümünü kabul etmiş oluyordu.80
1.1.4.3. Tanzimat ile Kameralizm İlişkisi
Kameralizm, feodal kalıntıların temizlenmesi ve merkezî ulus devletin kuruluş sürecinde
mutlakiyetçi kralların ve devletin, toplum üzerindeki denetimini kolaylaştırmak için
üretilmiş bir ideolojidir. 18’inci yüzyıl Avrupasında bazı krallar, tıpkı Aydınlanma Dönemi
filozofları gibi Orta Çağ kalıntısı kurum ve değerlere cephe almışlardı. Zira kapitalist
üretim biçiminin gerektirdiği merkezîleşme süreci açısından bu feodal unsurlar ciddî bir
engel oluşturuyordu. Kameralizm kavramı Aydın Despotizmi anlamında ilk kez 1760’larda
Diderot tarafından kullanılmıştır. Bu kavramla Prusya, Fransa, İspanya, Avusturya gibi
ülkelerde monarkların kapitalist üretim biçimine uygun bir toplumsal-siyasal düzen
kurmaya yönelik çabaları anlatılmaktadır. Kameralistler, kamu yönetimini, esasları bilimsel
olarak belirlenen bir uzmanlık alanı ve bir tür teknisyenlik olarak görmekteydiler. Bu
dönemde ortaya çıkan ekonomik, politik ve maliye bilimleri marifetiyle merkeziyetçi
devletin merkantilist hedeflerinin gerçekleşebilmesi için gerekli olan rasyonel norm ve
ilkelerin bulunması hedeflenmişti. Mardin, Aydın Despotizminin amacının, bu merkezkaç
güçleri ortadan kaldırarak bunların yerine merkezden yönetilen, bütün birimleri birbiriyle
bütünleşmiş ve birbirini tamamlayan bir merkezî devlet kurmak olduğunu belirtmektedir.
Gianfranco Poggi de devletin bu çerçevede görevinin; halkı eğiterek iyi bir üretici ve
tüketici haline getirmek, ticari ilişkilerin ülke çapında düzenli bir şekilde işlemesi için
gerekli normları koymak, yolları yapmak, iletişim koşullarını iyileştirmek ve elde edilen
79
Islahat Fermanının, devletin siyaseti üzerine etkileri için bkz. Karal; a.g.e., C.VI, TTK Bsmv., Ankara
1988, s. 7-28.
80
Uçarol; a.g.e., s. 173.
48
vergilerle ulusal çıkarları koruyacak güçlü bir ordu kurmak, kısaca kapitalist ekonomik
düzenin işlemesi için gerekli siyasî ve idarî değişiklikleri gerçekleştirmek olduğunu
belirtmektedir. 81
Batı siyasal düşüncesinin Osmanlı Devleti’ne girişi başlangıçta Batının büyük siyasal
düşüncelerinin eserleri yoluyla değil, fakat Batılı fizyokratlar82 olarak bilinen bir kamu
idaresi kuramcılarının uzantısı sayılan Kameralizm yoluyla girmiştir. Kameralizm, Batıda
Aydın Despotizmi adı verilen siyasal görüşün siyasal teorisini oluşturuyordu. Aydın
Despotizmi, Avusturya İmparatoru II. Joseph ve Prusya kralı Büyük Friedrich gibi
merkeziyetçi devlet kurucularının o zamanlar için uyguladıkları gelişme politikasıydı. Bu
hükümdarlar, tıpkı Aydınlanma Devri filozofları gibi Orta Çağ kalıntılarına karşı cephe
almışlardır. Ancak filozofların Orta Çağ karşıtı tutumu hürriyet ve kişi ile ilgiliyken, bahse
konu krallar ise tekellerinde toplamak istedikleri gücü parçalayan Orta Çağ kurumlarını
ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bunların arasında da loncalar, şehirlerin özel imtiyazları,
kısaca bölük pörçük bir yönetim sistemini (yapısını) oluşturan egemenliği parçalayıcı tüm
kurumlar giriyordu. Aydın Despotizminin istediği, bunların yerini, merkezden idare edilen
ve tüm birimleri birbirinin benzeri olan bir devlet kurmaktı. Bu yönüyle, Aydın
Despotizminin
nihaî halkasının bu amacı gerçekleştirmiş olan Fransız İhtilaliyle
gerçekleştiği söylenebilir.83
Aydın Despotizmi, Prusya Kralı II. Frederick’in yönetimi sırasında uygulamış olduğu
iktidar uygulamalarının tamamı, merkeziyetçi bir devlet yapısının kurulmasını ve
gelişmesini sağlamak içindi. Aslında bu, o dönemdeki birçok Avrupa hükümdarı için
81
Söğütlü; a.g.tez, s. 25.
82
Fizyokratların düşünceleri pek çok bakımdan doğal hukuk öğretisinin devamıdır. Doğal hukuk okulunun
kurucularından Grotius ve Pufendorf’a göre devlet, insan yapısı olup, devletin kuruşlunu açıklayabilmek için
Tanrı’ya kadar gitmenin gereği yok. İnsanlar doğuştan birtakım haklara sahiptirler. Devlet de insan akıl ve
iradesinin ürünüdür. İnsanlar doğuştan sahip oldukları hakları toplum içinde nasıl kullanacaklarını bir
sözleşmeyle saptarlar. Fizyokratlar devlet idaresi konusunda yasaların belirleyici olmasını savunurlar.
Fizyokratların mutlak monarşisi; doğa yasalarına uyan, aracı kuruluşlara (meclislere) ve siyasî eşitliğe yer
vermeyen bir rejimdir. Doğa yasalarına olan inançlarıyla ve iktisadî özgürük konusundaki görüşleriyle
tanınan fizyokratlar Fransız İhtilalini yakından etkilemişlerdir. Bkz. Murat Sarıca; 100 Soruda Siyasî Düşünce
Tarihi, 2. Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1977, s. 96-97.
83
Şerif Mardin; “19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye
Ansiklopedisi, C. 2, s. 342.
49
böyleydi. Amaç Orta Çağdan kalma ve merkezî iktidari egemenliğini parçalayıcı
kurumlarının yerine merkezden yönetilen bir aygıtın birimlerini koymaktı. Fransız İhtilali
bunun gerçekleşmesini sağlayan bir hareket oldu. Kameralizm bu anlamda güçlü bir
devletin siyasal teorisiydi. İşte 18’inci yüzyıl sonlarından itibaren Batıya düzenli olarak
gitmeye başlayan Osmanlı elçileri ve aydınlar böyle bir sistemle karşılaştılar.84
Kameralizm, Aydın Despotizminin kuram haline getirilmiş düşüncesiydi. Kameralistlere
göre, güçlü bir devlet, aynı zamanda güçlü ve problemsiz bir orta sınıfa dayanan
bir devlettir. Devletin, bu açıdan görevi; tebaaya eğitim ve ticareti kolaylaştırmak,
onları koruyarak birer üretici haline getirmek ve bu yolla elde edilen vergilerden yeni
tipte bir ordu ve bürokrasiyi, genel olarak da devlet kurallarını güçlendirmekti. Avrupa’ya
düzenli bir şekilde giden ilk Osmanlı diplomatları (1795) devlet sistemlerini incelemeye
başladıklarında, Kıt’a Avrupasında böyle bir sistemle karşılaşmışlardı.85
Batının sadece askerî kuruluşları sayesinde yükselmediği, bunları ayakta tutan malî
kaynakların ve vergi toplama sisteminin de Osmanlı Devleti bünyesinde oluşturulması
gerektiği III. Selim zamanından beri biliniyordu. II. Mahmut devrinin sonlarına doğru,
Batıda bulunan Osmanlı elçileri, Batının yeni bir özelliğini keşfettiler. 18’inci yüzyıl
Avrupasında bazı krallar tebanın verimliliğini artıracak bir koruyucu tedbirler manzumesini
devletin olağan bir politikası haline getirmişlerdi. Otoritenin bir temsilciler meclisiyle
paylaşılmadığı ülkelerde bile millî devlet kurmak isteyen hükümdarlar, tebaanın mülkiyet
haklarının garanti altına alınmasının zorunluluğunu anlamışlar, eğitimi halka yaymanın
kendilerine getireceği faydayı algılamışlardı. Millî devletlerin kurulmasına ve orta sınıfların
güç kazanmasına paralel olarak yürüyen bu politika, aynı zamanda millî bütünlük kurmayı
ve feodalizmden kalan imtiyaz alanlarını temizlemeyi amaçlıyorlardı. Bu İdare sistemine
sonradan Aydın Despotizmi86 denmiştir. O zamanlar Avrupa’da yeni gelişmekte olan devlet
bilimlerinde ise bu unsura Kameralizm adı veriliyordu.87
84
Mardin; a.g.m., s. 345.
85
A.g.m., s. 342.
86
Aydın Despotizmi konusunda ilave bilgi için bkz. Alev Alatlı; Aydın Despotzimi; 1. Baskı, Alfa Basım
Yayım Dağıtım, İstanbul 2002. Voltaire, toplumsal düzende sınıfların egemenliğine teorik düzeyde de olsa
50
19’uncu yüzyılda Batı etkisinde kalan Osmanlı Devleti’nde Batının fikirlerini, bilimini ve
bilimselliğini benimseyen, çağa uyum sağlamak gerektiğini ifade eden kişiler ve bu
kişilerin oluşturdukları gruplar ortaya çıkmıştır. Bu gruplar Batıdaki düşüncelerden teorik
düzeyde etkilenme yoluna gitmiş, ancak bu düşüncelerin devlete / topluma aktarılmasında
farklılıklar yaşanmıştır. Osmanlı Devleti’nin Kameralizm düşüncesiyle ilk kez karşılaşması
1795 yılında Batıyı ziyaret eden diplomatlar vasıtasıyla olmuştur. Kameralizm
düşüncesinde güçlü bir devlet, güçlü ve problemsiz bir orta sınıf söz konusuydu. Batıya
gidip bu fikre tanık olan sefirler Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin sebebini şu şekilde
açıklamışlardır: Osmanlı Devleti toplumun dizginlerini elinde tutamamıştır. Çünkü
Kameralizm'e göre, devletin hem koruyucu, hem kolaylaştırıcı, hem de güçlendirici
özelliklerini bünyesinde barındırması gerekir. Bunu yapamayan Osmanlı Devleti’nin
toplumla olan bağı kopmuştur. İşte bu noktada, yani Osmanlı Devleti’nin böylesine
problemler bulunan toplumsal yapısında yeniden denetimi sağlaması ve mevcut problemleri
çözmesi gerekliliği Tanzimat kavramını ortaya çıkarmıştı. Tanzimat'ı ise diğer reform
hareketleri takip etmiştir.
Tanzimat olarak bilinen ve 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun ilanıyla kabul
edilen yenilik hareketi, büyük ölçüde Kameralizmden esinlenmiştir. Kameralizmin
uygulanmasını görerek, Batının özünü bunda arayanlar arasında; Avusturya Büyükelçisi
Sadık Rıfat Paşa’yı ve Londra Büyükelçiliği, Hariciye Nazırlığı ve Sadrazamlık
görevlerinde bulunan Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa’yı saymak gerekir.
Kameralizmin bahse konu devlet adamlarına belki de en cazip gelen tarafı, Osmanlı Devleti
gibi dağınık bir ülkeye birleştirici bir görüntü getirmesiydi. Osmanlı devlet adamları millî
çapta idarî, hukuksal ve idarî tedbirlerle Osmanlı Devleti’nde yüksek sayıda yer alan
karşı çıkmamış, yaşamının sonuna kadar, toplumda zengin ve yoksulun yanyana var olmalarının kaçınılmaz
bir zorunluluk saymış, Aydın Despotizmi ile kurucu monarşi yönetimi anlayışlarını birlikte sürdürmüş,
aydınlanmış bir monarkın yönetimini ideal bir yönetim tarzı olarak yaşamının sonuna kadar savunmuştur.
Veysel Atayman, Aydınlanma, Donkişot Yayınları, İstanbul 2005, s. 33. Voltaire, her ne kadar ömrü boyunca
yurttaşlık hakları ve din özgürlüğü gibi kavramları savunmuş olsa ve var olan Fransız rejimini eleştirse de
demokrasiden yana değildi. O’nun gözünde en iyi yönetim biçimi aydın bir monarşi veya aydın mutlakiyeti
idi. Nitekim hayatının sonuna kadar aydınlanmış bir monarkın yönetimini ideal bir yönetim tarzı olarak
savundu Voltaire'nin düşünce tarihi açısından önemli biri sayılır. Zaten tarihsel planda çok büyük önem
taşıyan Fransız İhtilalinin de babası sayılmıştır. Araştırmacının notu.
87
Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 12.
51
kültür
birikimlerini
eritebileceklerini
ve
bir
Osmanlılık
şuuru meydana
getirebileceklerini sanıyorlardı. 88
Mardin’in de belirttiği üzere, Osmanlı devlet adamlarına göre, Osmanlı Devleti’nin
gerilemesinin esas sebebi, devletin, toplumun dizginlerini ve bu arada vergi kaynaklarını
elinden kaçırmış olmasıydı. Toplumun dizginlerini nasıl tekrar devletin kontrolüne
girebileceğini anlatan bir kuram, pek tabii ki Osmanlı devlet adamları için aradıklarının tam
cevabını veriyordu.89 Osmanlı’nın Batı karşısında gerileme sürecine girmesiyle, Osmanlı
devlet adamları Batının üstünlüğünün nedenlerini araştırmak istediklerinde karşılaştıkları
ilk ideoloji Kameralizm olmuştur.90 Batı siyasal düşüncesini (Osmanlı’nın yüksek
memurlarına yönelik bir şekilde) sistematik olarak değerlendiren ilk Osmanlı düşünürü olan
(Avusturya) büyükelçi(si) Sadık Rıfat Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği raporlar böylesi bir
çerçeve içinde anlam kazanmaktadır. Mustafa Reşit Paşa’nın fikirlerini ve başlattığı
Tanzimat adı verilen politikalar dizisini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.91
Tanzimat Fermanı’nın mimarı Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat’ın ünlü Paşaları Âlî
ve Fuat Paşa’lar modernleşme sorununa Kameralizmin gözlükleriyle bakıyorlardı.
Zira bu akımın öngördüğü merkeziyetçi siyaset anlayışı Osmanlı geleneğiyle büyük ölçüde
88
Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 12. Tunaya da, (II. Mahmut ile başlayan Aydın Despotizmi anlayışıyla
yapılan yeniliklerin) Gülhane Hattı Hümayunu ile başlayan Tanzimat Hareketiyle devam ettirildiğini dile
getirir. Bkz. Tunaya; a.g.e., s. 128. 18’inci yüzyıldan beri devletler, kaçınılmaz olarak merkeziyetçi bir
dönüşüm geçirmektedirler. Modern çağda merkeziyetçilik, devletlerin büyük ölçüde malî, idarî ve hukukî
alanda standart ve bütüncül bir kontrol kurmalarıyla ortaya çıkan bir niteliktir. Merkeziyetçi devlet,
uzmanlaşan ve kalabalıklaşan bir bürokrasiye, toplumun üzerindeki güçlü kontrol nedeniyle mükemmelleşen
bir kontrol sistemine sahiptir. Kısaca merkeziyetçilik bir anlamda bürokrasin gücü demektir. Bu güç, mutlak
bir iktidar tarafından kullanılabilir veya denetlenen bir iktidarın emrinde olabilir. Ama merkeziyetçi
bürokrasinin gelişmiş teknolojiyi kullanarak kontrol gücünü artırması evrensel bir olgudur. 19’uncu yüzyılda
Osmanlı Devleti de geleneksel devlet tipinden modern merkeziyetçi bir devlet tipine geçiş süreci
yaşamaktaydı. Merkeziyetçi reformları yürütenler, Osmanlı tarihinin aydın mutlakiyetçileriydi.
Merkeziyetçilik, Orduda ve İdarenin diğer birimlerinde yaygın bir şekilde görülmektedir. Osmanlı
Devleti’nde Aydın Despotizmi (Aydın Mutlakiyeti) ve merkeziyetçi reformalar hakkında detaylı bilgi için
bkz. Ortaylı; a.g.e., s. 97-128. II. Mahmut’un aydın mutlakiyetçiliği kapsamındaki uygulamaları hakkında
ilave bilgi için bkz. Niyazi Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul Matbaası, İstanbul 1978, s. 163-165.
89
Mardin; a.g.m., s. 343. Suavi Aydın, Tanzimat öncesi dönemin askerî modernleşme, Tanzimat Döneminin
de bürokratik modernleşmenin ağırlıklı olduğu zaman dilimleri olarak belirtmektedir. Bkz. Suavi Aydın;
Modernleşme ve Milliyetçilik, Gündoğan Yayınları, Ankara 1993, s. 39.
90
A.g.tez, s. 24.
91
A.g.m., s. 343.
52
benzeşmekteydi.92
Söğütlü, kameralizmin, devletin toplum üzerindeki denetiminin arttırılması yönündeki
yaklaşımının, Osmanlı devlet adamlarını fazlasıyla etkilediğini, bunun sebebi olarak da
Devletin gerileme dönemine girmesiyle birlikte merkezin çevre üzerindeki denetiminin
zaafa uğradığını ve buna paralel olarak, devletin toplum üzerindeki otoritesini paylaşan,
eşraf ve ayan gibi merkezkaç güç odaklarının ortaya çıktığını belirtmektedir.93 Mardin, bu
gelişmenin, Osmanlı devlet adamları için devlet nizamının bozulması anlamına geldiğini,
Devletin, toplumun dizginlerini tekrar ele geçirebileceğini anlatan bu kuramın, devlet
seçkinleri için aradıklarının tam cevabını verdiğini belirtmektedir. Âlî ve Fuat Paşalar,
Tanzimat hareketinin uygulayıcıları olarak, ıslahatı, Mustafa Reşit Paşa’nın başlattığı
şekilde, Kameralizmin bir uzantısı olarak uygulamışlardı. Osmanlı devlet adamları Avrupa
devlet sistemlerini incelediler ve Fransız modelini Osmanlı’ya daha yakın buldular. Fransız
Jakoben modelinin tercih edilmesinde şüphesiz Osmanlı’nın merkeziyetçi bir devlet
yapısına sahip olmasının etkisi büyüktü. Kameralizm, bu uzaktan denetimli yapının
yakından denetimli bir hale gelmesini ifade ediyordu. Türk seçkinlerinin Fransız modeline
öykünmesi Cumhuriyet döneminde de devam edecektir. Reşat Kasaba’ya göre, 1793-1794
yıllarında Fransız devletine egemen olan Jakobenler ile Osmanlı/Türk reformcuları
arasında, devleti ve toplumu yeniden biçimlendirmeye yaklaşımlarındaki coşku bakımından
birçok benzerlik vardı. Jakobenler için devrim her şeyi kapsayan ve Fransa’daki yaşamın
tüm yönlerini etkileyen bir girişimdi. Mahçupyan da, Aydın Despotizminin, bir azınlığın
güç kullanarak siyasal erki eline geçirmesini ve bir baskı ortamında hayalindeki düzeni
gerçekleştirmesini ifade ettiğini belirtmektedir. Bu yaklaşım, Türk modernleşmeci
seçkininin modernleşme perspektifinin oluşumunda belirleyici olacak olan pozitivizmin
sağladığı epistemolojik ve ideolojik destekle daha da pekişecekti. Söğütlü ideal siyasal
düzen’in gereklerinin belirlenmesi ve bu düzenin kurulması ve korunması işlevini
seçkinlere bırakan Platonyen ilke ile Kameralizmin seçkin zümreye biçtiği misyon
92
A.g.tez, s .24.
93
A.g.tez, s. 24-26.
53
arasında da fazla bir fark olmadığını ifade etmektedir.94
1.1.4.4. Kuleli Vakası
1826 yılında Sultan II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra
kapsamı ve hızı artan Batılılaşma çabaları sonucu meydana gelen ortamda; Fransız
İhtilalinin ardından ortaya çıkan milliyetçilik hareketlerinin Osmanlı Devleti’nin gayr-ı
müslim tebaası arasında gelişmeye başlaması, gayr-ı müslim tebanın bağımsızlık
düşüncesiyle hareket etmesi ve bu amaç doğrultusunda Batı ülkelerinden her türlü desteği
görmeleri, 16 Ağustos 1838
tarihinde İngiltere ile
imzalanan Balta Limanı Ticaret
Antlaşması’nı95 takiben Osmanlı Devleti’nin ekonomik iflas ve Batının vesayeti sürecine
girmesi, Türklerin devlet bünyesindeki gayr-ı müslim unsurlarla hukuken eşit olmayı
hazmedememeleri, Tanzimat sürecinde Batıdan esinlenerek yapılan düzenlemelerin
devletin çeşitli kademelerinde ikili (dual) bir yapı meydana getirmesi Tanzimat’tan
beklenen sonuçların doğmasını önlemiştir.96
19’uncu yüzyılda Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan siyasî gelişmelerin en önemlilerinden
94
A.g.tez, s. 26.
95
1838 tarihli Balta Limanı Ticaret Antlaşması ya da Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması, 1841 yılında başta
Rusya olmak üzere Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinin itirazı üzerine Osmanlı Devleti ile ticaret yapan diğer
tüm ülkelerle de (Rusya, Fransa, İsveç, Norveç, İspanya, Belçika, Almanya, Prusya, Danimarka)
imzalanmıştır. Bütün bu antlaşmalarla yerli sanayiinin rekabet şansı tamamen ortadan kalkmış, bu durum
Osmanlı Devleti’nin ekonomik çöküşünü hızlandırmıştır. Bu antlaşmalar, ekonomisi bozulan ve malî kaynak
yetersizliği yaşayan Osmanlı Devleti’ni, bütçe açıklarını kapatmak için Batı kapısında borç isteyen bir devlet
haline getirmiştir. Batı Avrupa, Osmanlı’da olduğu gibi, önceleri mal satarak sömürüye başlıyor, ardından
sattığı malların gelirini borç vererek sömürüsünü sürdürüyor sonra da az gelişmiş ülkelerdeki kuruluşları ve
tesisleri çok ucuza kapatarak sömürünün son halkasını tamamlamış oluyordu. Bu konuda 1879’da İngiliz
Dışişleri Bakanı Lord Derby, kendisinden gayet emin olarak Osmanlı Devleti’ni o denli yakından denetliyoruz
ki, bu devletin, toprakları üzerindeki egemenliği pratik olarak sıfıra inmiştir demektedir. Batının, böylece
sömürdüğü ülkeleri, ağır borç yoluyla sisteme bağlamayı klasik bir yöntem haline getirdiği anlaşılmaktadır.
Bu antlaşma yapılıncaya kadar Osmanlı Devleti’nin zayıf da olsa sosyo-ekonomik yapısını ve siyasî gücünü
yenilemek ve kuvvetlendirmek şansı varsa da bu antlaşma ile bu şans da yitirilmiştir. 1838 tarihli Balta
Limanı Ticaret Antlaşması ya da Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması konusunda ayrıntılı bilgi için bkz;
Mübahat S Kütükoğlu; Osmanlı-İngiliz İktisadi Münasebetleri 1580-1838, C. I, Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yayını, Ankara 1974, Ayfer Özçelik; Osmanlı Devleti’nin Çöküşü’nde Ekonomi-Politik Baskılar
Üzerine Bir Deneme (1838-1914), 1. Baskı, Ecdad Yayım, Ankara 1993, 19’uncu yüzyıl boyunca başta
İngiltere olmak üzere Batılı kapitalist güçler önceleri borçlandırmayla başlayan bir ekenomik müdahaleyi
gerçekleleştirmiş, yüzyıl sonunda Osmanlı Devleti’ni bağımlı, her türlü sömürüye açık bir ülke haline
dönüştürmüşlerdi. Detaylı bilgi için bkz. Tevfik Çavdar; Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, Ant Yayınları,
İstanbul 1970.
96
Dursun; a.g.m., s. 589.
54
biri de devlet ve iktidara ilişkin düşüncelerin farklılaşması ve örgütlü muhalefet
hareketlerinin ortaya çıkmasıdır. 19’uncu yüzyıla kadar Osmanlı aydınları siyasî iktidara
ilişkin sorunları ve süreçleri geleneksel ölçüler içinde tartışırken, yürürlüğe konulan
yenilikler ve uygulanan politikalar toplum ve aydınlar arasında farklı tepkilerle
karşılanmıştır. Özellikle giderek güçlenen ve siyasî iktidarın kullanılmasında padişahın
önüne geçen Bâb-ı Âlî’nin Tanzimat Döneminde izlediği politikalar geniş bir muhalafet
cephesinin oluşmasında etkili olmuştur.
Türk siyasî tarihinde millî nitelikte ilk siyasal parti, siyasal organ ya da kuruluş Fedailer
Cemiyeti adı altında 1859 yılında tarih sahnesine çıkmış ve İstanbul’da faaliyete
başlamıştır.97 Aydınların idareye karşı ilk örgütlü hareketi, Islahat Fermanı’nın ilanından üç
yıl sonra (1859) Şeyh Ahmet Efendi liderliğinde gerçekleşen Kuleli Vakası’dır.98 Tanzimat
çabalarının başarısızlığa uğraması, içlerinde askerlerin de yer aldığı yeni çözüm yolları
aramaya yöneltmiştir. Bu olumsuz sürece paralel olarak, aydınlar arasında, mutlakiyeti
yıkarak, meşrutiyet yönetimini kurma fikri giderek artan bir şekilde taraftar bulmaya
başlamıştır. Osmanlı aydınları, amaçlarını gerçekleştirmek üzere Bâb-ı Âlî’yi basarak
Sultan Abdülmecit’i devirmeyi ve ülkedeki düzeni değiştirmeyi düşünmüşlerdir. Cemiyet,
orta ve alt rütbeli subayları da kapsayan 40-50 kişilik bir organizasyondu. Ancak bu
düşünce eyleme dönüşememiş, planın Saray tarafından haber alınması üzerine 13 Eylül
1859 yılında komplocuların bir kısmı tutuklanmış, bir kısmı da Avrupa’ya kaçmıştır.
Komplocular İstanbul’un Çengelköy Semti’ndeki Kuleli Kışlası’nda tutuklu oldukları için
bu olay Türk tarihine Kuleli Vakası olarak geçmiştir. Bu olay, o sırada Ordu içinden de
destek gören bir siyasî muhalefet hareketinin varlığını ortaya koymaktaydı.99 Niyazi Berkes
de Kuleli Olayı’nın, Ordunun siyasal hayata müdahale edebilecek hale gelmek üzere
97
Lewis; a.g.e., s.150. Uluğ İğdemir; Kuleli Vakası Hakkında Bir Araştırma, TTK Bsmv., Ankara 1937.
Şaban İba; Ordu Devlet Siyaset, 1. Basım, Çiviyazıları-Sezai Ekinci Matbaası, İstanbul 1998, s. 29 ve
Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 265-269. Akşin; a.g.m., s. 135-136. Tarık Zafer Tunaya; Türkiye’de
Siyasî Partiler (1859-1952), İstanbul 1952, s. 89-90 ve Yeniçeri, a.g.m., s. 853-854..
98
A.g.m., s. 589. Fedailer Cemiyetinin üyeleri için bkz. İlhami Soysal; “Türk Siyasal Yaşamında Yer Almış
Başlıca Siyasal Dernekler, Partiler ve Kurucuları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s. 2010.
99
Öztürk; a.g.e. s. 39 ve Hale; a.g.e., s.33. Sanıklara verilen idam cezaları Abdülmecit tarafından sürgüne
çevrilmitir. Araştırmacının notu.
55
olduğunu gösterdiğini ifade eder.100
Bu olay, Türk siyasî tarihinde; önceden düzenlenmiş ilk siyasî çıkış olup, meşrutiyet
öncesinde askerlerin karıştığı dikkate değer siyasî olaylardan biri olarak görülebilir. Bu
olaydan da anlaşılacağı üzere, Sultan Abdülmecit döneminde Batı ile temaslar, Batılı yaşam
tarzına özenmeler ve nihayet Batı tarzı eğitim sonucu, kişi hak ve hürriyetleri sorununu
çözmeye çalışanların sayısı artmış ve bu eğilim de Ordu içinde giderek daha çok taraftar
bulmaya başlamıştır. Artık sadece gerilemekte olan devletin kalkınma yolları değil, aynı
zamanda kişi hak ve hürriyetlerinin gerçekleştirilip teminat altına alınması da Osmanlı
aydınlarının çabalarına konu olmaya başlamıştır.101
Kuleyi Vakası’na katılanları harekete geçiren memnuniyetsizlik, daha sonra da Yeni
Osmanlıları da harekete geçirmiş olan memnuniyetsizliğin aynısıydı. Bu ilk örgütlü
muhalefet hareketi, meşveretli (meclisli) bir yönetim kurulmasını istemekteydi. Cemiyet,
Yeni Osmanlılar Cemiyetinin de ilham kaynağı olarak kabul edilmektedir. Namık
Kemal’in, bilahare sürgünde iken karşılaştığı Kuleli Vakası tertipçilerinden Şeyh Ahmet’e
karşı gösterdiği saygı anlamlıdır. Çünkü, Şeyh Ahmet, Namık Kemal’den önce onun
savunduğu fikirlerin öncülüğünü yapmıştı.102
1.1.4.5. I. Jön Türk Muhalefeti ya da Yeni Osmanlılar Hareketi
Fransız İhtilalinin ortaya çıkardığı ve olgunlaştırdığı fikirler nedeniyle Avrupa’da meydana
gelen 1830 ve 1848 liberal ihtilalleri, bulundukları ülkelerde anayasalı bir rejimin
kurulmasını amaçlamıştı. Bir anlamda mutlakiyetten meşrutiyete geçiş…
Armaoğlu, Avrupa ülkelerinde yaşanan ve liberal ihtilallerle kendini ifade eden bu değişim
sürecinin, tabandan gelen bir dalganın sonucu olduğunu, Osmanlı Devleti’nde bu ihtilallerle
100
Kurtuluş Kayalı; Ordu ve Siyaset 27 Mayıs - 12 Mart, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s. 33.
101
Öztürk; a.g.e. s.39. Kuleli Vakası'na damgasını vuran Cemiyet, Sultan Abdülmecit'i tahttan indirerek
yerine Sultan Abdülaziz'i geçirmeyi ve meşruti-anayasal bir sistemi istiyordu. Cemiyetin, Tanzimat ve Islahat
Fermanlarıyla gelen dış baskılara karşı millî bir tepki olduğu konusunda da kimi değerlendirmeler mevcuttur.
Araştırmacının notu.
102
Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset. s. 284-285 ve Hakkı Uyar; Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk
Partisi, 2. Baskı, Boyut Matbaacılık, İstanbul 1999. s. 53-54.
56
eşzamanlı olarak tabandan herhangi bir hareket meydana gelmediğini, 1839 tarihli
Tanzimat Fermanı’nın ise İrade-i Seniyye tarafından tebaya verilen bir lütuf olduğunu, bu
Ferman’ın bir yönüyle de Osmanlı Devleti’nde anayasal düzene doğru atılmış bir hareket
olarak değerlendirilebileceğini, Islahat Fermanı’nın da Avrupa’daki liberal akımlara
benzetilemeceğini ve bir anayasacılık hareketiyle de ilgisi olmadığını belirtmektedir.103
Sultan Abdülmecit’in 1861 yılında ölümünün ardından padişah olan Abdülaziz döneminde
de Batılaşma süreci devam etmiştir. Her ne kadar Abdülaziz döneminde mahkemelerin
bağımsızlığı ve yargıç güvenliği ilkelerine yer veren Ferman-ı Adalet yayımlanmış ise de
gelişmeleri yeterli bulmayan ve meşrutî bir idare kurulması fikri, aralarında askerlerin de
bulunduğu aydınlar arasında hızla gelişmiş ve taraftar bulmuştur.104 Bu gelişmelere paralel
olarak meşrutî düzeni hedefleyenler tarafından 1865 yılı Haziran ayında Yeni Osmanlılar
Cemiyeti adlı gizli bir örgüt kurulmuştur. Yeni Osmanlılar Cemiyetinin amacı, ülkede var
olan mutlakiyetle yönetim şeklini meşrutiyete ya da anayasalı bir bir yönetim/hükümdarlık
şekline dönüştürmekti.105
103
Fahir Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1992, s. 56.
104
Öztürk; a.g.e., s.41-42.
105
Tunaya; a.g.e., s. 91-96. Tekin Erer; Türkiye’de Parti Kavgaları, Tekin Yayınevi, İstanbul 1966, s. 7.
Akşin; a.g.m., s. 143-146. Kemal Karpat; Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul 1967, s. 32.
Mutlak monarşiyi, meşrutî monarşiye dönüştürmek gayesiyle yola çıkan Yeni Osmanlılar Hareketinin ana
hatları itibarıyla gerçekleştirmek istedikleri arasında Nizam-ı Serbastane (Demokasi), Nizam-ı Esasiye
(Kanun-ı Esasi) ve Şura-yı Ümmet (Millet Meclisi) bulunmaktadır. Bkz. Metin Eriş; “Osmanlı Devleti’nde
Batılılaşma Hareketleri”, Türkler, C. 14, s. 597. Yeni Osmanlıların amacı, Osmanlı Devleti’nde bir Meclis-i
Meşveret’in kurulmasını sağlayarak siyasî iktidarın paylaşılmasını kurumlaştırmak, bir kuvvetler ayırımı
sağlamaktı. Kuvvetlerin muvazenesi, icra unsurunu, kurulacak olan Meclise karşı mesul tutmakla elde
edilecekti. Yeni Osmanlılar icradan Padişahı değil, Abdülaziz devrinde devlet idaresini fiilen eline almış olan
Bâb-ı Âlî üst bürokrasisini kasdediyorlardı. Yeni Osmanlıların bu fikirlerini uygulama sahasına konmasını
sağlayan grup ise devlet adamlarından, askerî liderlerden ve ulemadan oluşan bir cunta idi. Böylece Yeni
Osmanlılardan bazıları, (Mithat Paşa’nın da teşvikiyle) Anayasa’yı hazırlama faaliyetlerine katılmak fırsatını
elde etmişlerdi. Bkz. Şerif Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri 1895-1908, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara 1964. s. 9-10. Abdülaziz’in tahta çıkışından bir süre sonra Devletin inhitata (yıkılışa) doğru
doğru gidişinden huzursuzluk duyan bir kısım aydınlar 1865 yılında memleket içinde güdülen politikaların
ıslahı gayesine yöneltilen bir teşekkül meydana getirmiş ve bilhassa neşriyat yoluyla ülkedeki aydınları
uyandırmaya çalışmışlardı. Bkz. Şerif Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset. s. 277 ve Fahir Armaoğlu; 20.
Yüzyıl Siyasî Tarihi, TTK Bsmv., Ankara 1999, s.592. Yeni Osmanlıların çıkış sebebi ve kuruluşu konusunda
ilave bilgi için bkz. Tevfik Ebuzziya; Yeni Osmanlılar Tarihi, (Yayına hazırlayan: Ziyad Ebuzziya), Kervan
Yayınları, İstanbul 1973, s. 9-60 ve 61-72. Yeni Osmanlılar Cemiyetinin üyeleri için bkz. Soysal; a.g.m., s.
2010.
57
Tanzimat’ın kurucuları (Mustafa Reşit Paşa, Âlî Paşa106 ve Fuat Paşa107) tarafından Batının
askerî ve idarî yapısı Osmanlı Devleti’ne aktarılırken, Batının günlük lükse dayalı tüketim
kültürü de ikinci kez ve etkin bir şekilde Osmanlı toplumu bünyesine girmişti. Bunun
üzerine, 1860’larda Namık Kemal ve Ziya Paşa önderliğindeki Yeni Osmanlılar tarafından
ilk ve ikinci kuşak Tanzimatçılara sistematik eleştiriler başlar. Yeni Osmanlılar,
Tanzimatçıların sömürü olayını anlamadıklarını, bir üst tabaka meydana getirdiklerini,
kendi kültürlerini kösteklediklerini ve ancak yüzeysel anlamda Batılı olduklarını söylediler.
Yeni Osmanlılar, Tanzimatçıların, Batının ruhunu oluşturan hürriyetçi ve parlamenter
eğilimleri dikkate almadıklarını da dile getiriyorlardı.108 1865’e doğru şekillenen Yeni
Osmanlılar Hareketi, esas itibariyle Tanzimat’ın Reşit Paşa’dan sonraki uygulayıcıları olan
Âlî ve Fuat Paşalara karşı bir başkaldırma olarak belirmiştir. Bu başkaldırmanın üç ayrı
ekseni vardır. Âlî ve Fuat Paşalar, ıslahatı Kameralizmin bir uzantısı olarak uygulamışlardı.
Tebaaya aşırı bir hürriyet vermek söz konusu olamazdı. Zira ana hedef devleti kurtarmaktı.
106
Âlî Paşa (1815-1871), 1835’te Viyana Elçiliği’ne katip olarak atandı. Mustafa Reşit Paşa’nın himayesine
girdi. 1841’de Londra Elçiliği’ne atandı. Yedi kez hariciye nazırlığı, beş kez de sadrazamlığa getirildi.
Reform programının ortaya konulmasında Fuat Paşa ile sıkı bir işbirliği yaptı. Bkz Zürcher; a.g.e., s. 486.
107
Fuat Paşa (1815-1866), 1837’de Bâb-ı Âlî Tecüme Odası’nda görev aldı. Reşit Paşa’nın himayesine girdi.
Londra’da başkâtiplik, Madrit’de büyükelçilik yaptı. 1846’da Divan-ı Hümayun Amedciliğine (Hariciye
Nezaretine bağlı bir daire) getirildi. 1851’den sonra beş kez Hariciye Nazırlığı yaptı. 1861 ve 1863’te iki kez
sadrazamlık görevinde bulundu. 1850 ve 1860 reform politikalarında Âlî Paşa ile birlikte çalıştı. Bkz.
Zürcher; a.g.e., s. 492.
108
Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 13-14. 1789 tarihli Fransız İhtilali, 19’uncu yüzyıldaki siyasî ve diğer
alanlardaki tüm gelişmelerin muharrik unsuru olmuştur. Bu süreçte yeni sınıflar, yeni aktörler, yeni değerler
ve yeni düşünceler siyaset sahnesine çıkmıştır. Klasik/geleneksel olarak nitelendirilebilecek eski rejimin
kurumları, yapıları, değerleri, düşünceleri, aktörleri ve süreçleri giderek gündemden düşerken yeni rejimin
değerleri, aktörleri ve süreçleri gündemi işgal etmeye başlamışır. Siyasal süreçler ve örgütlenmeler sahasında
da bu yüzyıl yeni yönelişlerin ve örgütlenmelerin de asrı olmuştur. Bu süreçte egemenliğin halkta olduğu
inancı yaygınlaşmış, iktidar gökten yeryüzüne indirilmiştir. Bu süreçte halk kesimleri siyasî ikidarı ele
geçirme yarışına siyasî partiler aracılığıyla katılırken, iktidarın sınırlandırılması için anayasalcılık hareketleri
giderek güç kazanmıştır. Halkın temsilcilerinden oluşan yerel ve ulusal kurullar ve meclisler, iktidarı
kullanmada ön safa geçmişlerdir. İktidar-toplum ilişkilerinde temsil ilkesi belirleyici bir ilke olarak
gelişmelerde etkin bir rol oynamıştır. İktidarın toplumun temsilcileri aracılığıyla kullanılacak bir alan olduğu
ve ilişkilerin buna göre örgütlenmesi gerektiği inancı yerleşmiştir. 19’uncu yüzyılın yükselen medeniyeti olan
Batı dünyasında bu gelişmeler olurken, batı dışı toplumlarda da bu değişimin etkisi kısa sürede ortaya
çıkıyordu. Emperyal bir sürece yönelen Batı medeniyetinin kurumları, değerleri ve problem çözme yöntemleri
Batı dışı toplumlar tarafından taklit edilen, iktibas yoluyla alınan kendine özgü problemlerin çözümünde
kendisinden yararlanılan model olarak görülmüştür. Bu nedenle 19’uncu yüzyıl Batı dışı toplumlar için Batı
kurumlarının ve süreçlerinin alınmaya çalışıldığı, geleneksel sistemlerden uzaklaşarak çözümün Batı
modellerinde arandığı, bu çerçevede geleneksel olanlar ile modern olarak tanımlananların rekabet ettikleri bir
yüzyıl olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçleri Osmanlı Devleti de yaşamış ve köklü bir değişime maruz
kalmıştır. Bkz. Dursun; a.g.m., s. 581-582.
58
Yeni Osmanlılar bu tutuma karşı koyarak hürriyet istiyor ve bunun anayasaya dayalı bir
parlamento ile sağlanacağını düşünüyorlardı.109
Yeni Osmanlıların Avrupa’daki faaliyetleri sırasında, İtalyan ve Alman millî birliklerini
gerçekleştiren Genç İtalya ve Genç Almanya gibi derneklerin faaliyetlerine benzetilerek,
kendilerine Genç Osmanlılar ya da Genç Türkler, yani Jeunnes Turcs (Jön Türkler)
denilmiş ve bu deyim sonradan bizim siyasî tarihimize de girmiştir.110 Bu tabir Yeni
Osmanlılar için ilk kez Prens Mustafa Fazıl Paşa’nın yayınladığı bir mektupta, Yeni
Osmanlılar karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Namık Kemal ve Ali Suavi
tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun süre, Osmanlı
topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar tarafından da yönlendirilen
ihtilalcilerin tamamının ortak adı olmuştur.
Önce İttifak-ı Hamiyet adlı gizli örgüt aracılığıyla, ardından da Jön Türk bayrağı altında
biçimlenen modern aydın hareketi olan Yeni Osmanlılar, Batılı bir görünüme sahipti.
Ancak bu görünüm, geleneksel Osmanlı dünya görüşü üzerinde temellenen sorularla ve
İslamî
kavramlar
ile
Aydınlanmacılık
arasındaki
sentez
arayışlarıyla
birlikte
değerlendirilmelidir.111 Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınların, Aydınlanma
109
Mardin; “19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, s. 344.
110
Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 594.
111
Şerif Mardin; Yeni Osmanlılar Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul 1996. s. 344-346.
Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 86-91. Kemal Karpat; Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma
(Çeviren: Dilek Özdemir), 1. Basım, İmge Kitabevi, Ankara 2006, s. 38-51. Enver Ziya Karal; Osmanlı Tarihi
(Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri 1876-1907), C. VII, TTK Bsmv., Ankara 1962, s. 209-212 ve.
Kocabaş; a.g.e., s. 75-92. Tunaya; a.g.e., s. 91-96. Tanzimat Döneminin üstünkörü ve taklitçi modernleşme
anlayışına karşı duran bir grup genç düşünür, 1865 yılının yaz aylarında Belgrad Ormanı’nda yaptıkları bir
piknik esnasında İttifak-ı Hamiyyet isimli bir örgüt kurdular. Örgüt üyeleri bir süre yurt içinde faaliyetlerini
sürdürdükten sonra Avrupa’ya geçti. Grubun üstadı yaşça da büyük olan Şinasi idi. Şinasi, Namık Kemal, Ali
Suavi gibi üyelerin ortak özellikleri Tercüme Odası’nda çalışmış olmaları veya kariyerlerini gazeteci olarak
sürdürüyor olmalarıydı. Grubu bir arada tutan dinamik ise Tanzimat reformlarına karşı olan duruşlarıydı. Bir
diğer özellikleri ise çoğunluğunun edebiyatın farklı dallarıyla ilgileniyor olmalarıydı: İlk özel gazete
Tercüman-ı Ahval Şinasi tarafından çıkarılmış, ilk tiyatro eseri Şair Evlenmesi de yine Şinasi tarafından
yazılmıştı. İlk edebi roman olarak kabul edilen İntibah ise Namık Kemal tarafından yazılmıştır. Görüldüğü
üzere bu topluluk ülkemizin sadece fikir hayatına değil basın ve edebiyat dünyasına da önemli katkılarda
bulunmuştur. 19’uncu yüzyılın ortasına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin geleceği bu insanları
kaygılandırmaktaydı. Her ne kadar 1856 yılında Paris Antlaşması’yla Rus tehdidi bertaraf edilmiş ve Osmanlı
Devleti bir Avrupa ülkesi sayılıp varlığı garanti altına alınmış ise de toplumsal ve ekonomik yapının gidişatı
Yeni Osmanlılar için hiç de iç açıcı değildi. Yeni Osmanlılar dönemin liberallerinin tipik bir göstergesi olarak
romantik bir hürriyet düşüncesi içindeydiler. Monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması ve bir parlamentonun
kurulması en önemli somut hedefleri arasındaydı. İslami arka plan, Yeni Osmanlı düşüncesini derinden
59
felsefesinin öncülerinden Rousseau’ya ait felsefî metinleri çevirmiş olmaları, esas itibarıyla
Yeni Osmanlılar Hareketinin oluşturmak istediği atmosferin bir ifadesi olmuştur.112
Abdülaziz döneminde Yeni Osmanlılar adı altında sergilenen ve meşrutî bir rejimi
amaçlayan siyasî muhalefeti Birinci Jön Türk Muhalefeti olarak da tanımlamak
mümkündür.
Osmanlı Devleti’nde gerçek anlamda meşrutî hareketi, 1865 yılında kurulan Yeni
Osmanlılar Cemiyeti ile başlatmak isabetli olur. Kurucuları arasına Namık Kemal’in de
bulunduğu bu Cemiyete bir süre sonra Ali Suavi, Ziya Paşa, Mithat Paşa ve Mısır Hidivi113
Kavalalı İsmail Paşa tarafından veraset usulünün değiştirilmesi sonucu haklarından
mahrum edilen kardeşi Prens Mustafa Fazıl Paşa gibi siyasî tarihimizin önemli kişileri de
katılmıştır. Veliaht (V.) Murat ile Şehzade Abdülhamit de bu toplulukla yakından
ilgilenmişlerdir.114 Tanzimat Döneminin etkin devlet adamları olan Âlî ve Fuat Paşaların
yönetimi sırasında yeni kanunların ve kurumların sökün etmesi muhalefetin gelişmesine
önemli etkide bulunmuştur. Yeni Osmanlılar, dönemin etkili haberleşme vasıtası olan
etkilemiştir. Gerçekten de Âlî ve Fuat Paşalar önderliğinde yapılan Tanzimat reformları batılı hayat tarzına
yönelik olmaktan öteye gidemiyordu. Yeni Osmanlıların en önemli dayanak noktası reformların Osmanlı iç
dinamikleriyle birlikte gerçekleştirilmesi gerektiği yönündeydi. Bunun için bir parlamento kurulmalı ve
halkın temsilcileri reform hareketini sürdürmeliydi. Yeni Osmanlılar özellikle ekonomi ve dış politikada
yabancılara bağımlılığa şiddetle karşı çıkıyorlardı. Her şeyden önce onurlu politikalar izlenmesi gerektiğini
dış dünyayı yakından tanıdıkları için kavramışlardı. Dış dünyayı tanımaları yapılan reformların yetersiz ve
gösterişten ibaret olduğunu anlamalarını da kolaylaştırıyordu. Bu noktada günümüzde de Yeni Osmanlıların
en tanınan ismi Namık Kemal, İslam’ın temel kaynak olması gerektiğini ve parlamenter bir hükümetin
zorunlu olduğunu savunmaktaydı. İslam ve demokratik kuralları sentezlemeye çalışması pek çok kişiyi
(günümüzde dahi) rahatsız etmiştir. Ancak bir teoriysen olarak o, kendisinin de farkında olduğu ikilemleri
aşan söylemler ve düşünceler geliştirmeyi başarmıştır. Namık Kemal hem düşüncelerini korumadaki
idealizmi hem de ülkesini sevmesiyle her daim örnek alınması gereken bir kişiliktir. Yeni Osmanlılar lidersiz
ve birbirinden hem idarî, hem de fikirsel olarak kopuk bir topluluk olarak fikir üretmekten öte bir işe
kalkışamazdı. Ancak fikirler bazen pek çok organizasyondan daha güçlü olabilmektedir. Zira 1876
Anayasası’nın ilanında Yeni Osmanlıların fikirsel payı ortadadır. Yeni Osmanlıların fikrî açılımları bir
sonraki kuşak olan Jön Türkleri derinden etkilemiştir. Kısacası Yeni Osmanlılar yalnızca kendi dönemlerini
değil, gelecek kuşakları da etkileyecek pek çok işe imza atmayı başarmışlardır. Konuyla ilgili detaylı bilgi
için bkz. Mardin; a.g.e. İstanbul’daki İttifak-ı Hamiyet üyelerinin Karbonari kitaplarını, İtalya’dan kaçarak
İstanbul’a gelen Karbonari üyelerinden / sürgünlerinden elde etmiş olmaları pek muhtemeldir. Bkz. Berkes;
Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 271.
112
TDV İslam Ansiklopedisi, C. 5, s.154. Ziya Paşa’nın biyografisi için bkz. Zürcher, a.g.e., s.514
113
Hidiv: 1867 yılından itibaren Mısır valilerine verilen ünvan. TDV İslam Ansiklopedisi, C. 17, İstanbul
1998, s. 477.
114
Armaoğlu; a.g.e., s. 592-593. Yeni Osmanlıların hakiki hüviyeti ve fikrî yapıları için bkz. Mardin;
Türkiye’de Toplum ve Siyaset, s. 275-287.
60
gazeteler
yoluyla
muhalif
düşüncelerini
ve
Hükümet
politikalarını
eleştirmeye
başlamışlardır.115
İkbal küskünü olan Mustafa Fazıl Paşa İstanbul’da yaşadığı zaman zarfında, bulunduğu
meclislerde Hükümete muhalif bir tutum sergiliyordu. Bu muhalif tavrı hoş karşılamayan
Hükümet, muhaliflerden Mustafa Fazıl Paşa’yı sınırdışı ederken, bir başka muhalif aydın
olan Ali Suavi’yi116 de Kastamonu’ya sürgün etmiştir. Bu durumu gören diğer muhalifler
de İstanbul’da yaşayamıyacaklarını görerek yurt dışına gitmişlerdir. Mısır Hidivliği
konusunda mağdur edilmesine ilaveten bir de İstanbul’dan çıkarılmasına kızan Mustafa
Fazıl Paşa, Paris’e yerleştikten sonra Yeni Osmanlıların önde gelen isimleri olan Ziya Paşa,
Namık Kemal, Ali Suavi, Mehmet, Nuri ve Agâh Efendi gibi aydınları da Paris’e davet
ederek, onlara siyasî mücadelelerinde maddî destek sağlamıştır.117
Siyasî muhalefetlerini Avrupa’da sürdüren Yeni Osmanlılar, Bâb-ı Âlî Hükümetinin ülkeyi
keyfî olarak idare ettiğine inananıyorlar, Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında ezik ve
edilgen hale gelmesinden rahatsızlık duyuyorlar ve mevcut duruma çare bulmak için çeşitli
önerilerde bulunuyorlardı. Temel hedefleri Bâb-ı Âlî’nin keyfî idaresine son verip yerine
meşrutî bir idare getirmek idi. Yeni Osmanlılar, Padişahı değil, bürokrasiyi ve Bâb-ı Âlî ‘yi
115
Dursun; a.g.m., s. 590.
116
Ali Suavi ve yaşadığı dönem hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Hüseyin Çelik; Ali Suavi ve Dönemi,
İletişim Yayınları, İstanbul 1996 ve İsmail Doğan, Tanzimatın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, İz
Yayıncılık, İstanbul 1991 ve Bolay; a.g.m., s. 526-528.
117
Ahmet Bedevi Kuran; İnkılâp Tarihimiz ve İttihat ve Terakkî, Tan Matbaası, İstanbul 1948, s. 45. Yeni
Osmanlılar Paris’e gelince, Mustafa Fazıl Paşa, onları kiraladığı evlere yerleştirmiş, ayrıca maaş bağlamıştı.
Bu çerçevede Ziya Bey’e 3.000, Namık Kemal’e 2.000, Rıfat Bey’e 2.000, Ali Suavi’ye 1.000, Reşat Bey’e
1.000 ve Nuri Bey’e de 1.000 frank aylık bağlamıştı. Ayrıca Sakakini, Mustafa Fazıl Paşa’dan maaş alan
bunların hepsini Mason Locasına kaydetmişti. Bkz. Kocabaş, a.g.e., s. 89. Dumont, Mustafa Fazıl Paşa’nın
I’Union d’Orient adlı Mason Locasının saygın bir üyesi olduğunu belirtmektedir. Bkz. Paul Dumont;
“Kemalist İdeolojinin Kökenleri”, Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, 1. Baskı, Sarmal Yayınevi,
İstanbul 1999, s. 55. Mustafa Fazıl Paşa’nın Yeni Osmanlılara harcadığı paraların kaynağı üzerinde
durulurken çeşitli spekülasyonlar söz konusudur. N.Nazif Tepedelenlioğlu bu konuyla ilgili olarak şunları
yazar: Mustafa Fazıl Paşa adındaki o prensin hem Ruslar’la, hem de İngilizler’le pek sıkı fıkı ilişkiler kurmuş
bir politika maceracısı olduğunu artık sağır sultan dahi duymuştur. Sarfetmiş olduğu altınlardan bir tanesinin
dahi kendi kesesinden harcanmadığı öğrenilmiş bulunuyor. Bkz. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu; Sultan II.
Abdülhamit ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Komitacılar, Toker Yayınları, İstanbul 1972, s. 127.
61
hedef alıyorlar, Usul-i Meşveret adını verdikleri parlamenter rejimi savunuyorlardı. 118
Paris’te bulunan Mustafa Fazıl Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’e hitaben yazdığı mektup, 1867
yılında Türkçe'ye tercüme edilerek, Tasvir-i Efkâr gazetesi’nde yayınlandı ve Osmanlı
coğrafyasında da binlerce adet bastırılıp dağıtıldı. Sözkonusu mektup, meşrutiyet fikirleri
ve meşrutiyetin ilanı arzusu bahanesiyle, Osmanlı Devleti’ne ve bazı devlet ricaline karşı
ağır ifadeler ihtiva ediyordu. Bu mektubun akabinde, Mustafa Fazıl Paşa tarafından Paris’e
çağrılan Jön Türkler, onun maddî
desteğiyle, Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine
giriştiler. Bu yayınların biri sönüp diğeri açılıyor ve sayıları da giderek çoğalıyordu. Jön
118
Dursun; a.g.m., s. 590. Islahat Fermanı, Tanzimat’ın uygulanmasının önemli bir kademesini oluşturmuştu.
Bu kademede gayri müslim teb’aya o zamana kadar özel statüleri dolayısıyla bağışlanan imtiyazlar, onlara
Osmanlı tebaasının tümünün sahip oldukları statü tanınmak şartıyla, ortadan kaldırılıyordu. 19’uncu yüzyılın
başından beri Devlet bünyesinde birer ulus haline gelme yoluna girmeye başlayan Hıristiyan unsurlar Osmanlı
Devleti’nden ayrılmak için çaba sarf eden gruplar oldukları oranda, kendilerinin Osmanlı Devleti’ni
parçalayan ve onu arkadan vuracak unsurlar olarak çalıştıkları korkusu yayılmıştı. Çağdaş olmaya çalışan bir
devlette bu yeni hakların yarattığı tepkinin ikinci bir boyutu, azınlık cemaat liderlerinin kendilerine verilmiş
önderlik imtiyazlarını kaybetmeleriydi. Buna benzer bir tepki de, Müslümanların doğal gördükleri millet-i
hâkime statüsünün ortadan kalkmasıydı. Fakat Ferman’ın gündeme getirdiği üçüncü bir konu, azınlıkların
yabancılarla olan ilişkilerinden kaynaklanıyordu. Azınlıkların Batı iktisadî girişimcileri olan bağları onları
yeni şekillenmekte olan Batının iktisadî emperyalizminin işbirlikçileri durumuna getirmişti. Yeni
Osmanlıların görüşü, Islahat Fermanı’nın iktisadî emperyalizmi pekiştiren bir belge olduğu merkezindeydi.
Onlara göre, Âlî ve Fuat Paşalar, Osmanlı Müslümanlarını, Avrupa’nın büyük devletlerine siyasî bakımdan
peşkeş çekmekle kalmamış, malî politikaları dolayısıyla da Avrupa’nın esiri olmuşlardı. Son olarak, Yeni
Osmanlılar, Âlî ve Fuat Paşaların Avrupa’yı kültür konularında taklit etmelerine karşı çıkıyorlardı. Onlara
göre Tanzimat bir kültür taklitçiliği olduğu için kültür planında kısır kalmış, Müslüman topluluğunu da
temelinden sarsmıştı. Bundan dolayı Yeni Osmanlılar, demokratik anlayışlarını, şeriattan alacakları ilkeler
üzerine kurmak istemişlerdir. Bu tutum, daha sonraki yıllarda tekrar sahneye çıkacak olan bir yaklaşımın ilk
sistematik ifadesiydi. Yeni Osmanlılara göre; Tanzimat’ın dayandığı bir temel felsefe ve ahlakî değerlerin
kökünü oluşturacak bir zemin yoktu. Yeni Osmanlılar bu boşluğu doldurmak için İslam felsefesinden
yararlanmayı teklif ediyorlardı. Onlara göre, İslamda siyasal demokrasinin esaslarını bulmak da mümkündü.
Yeni Osmanlılar; gerek Batıya karşı tutumla ilgili görüşlerinde, gerekse de azınlıklar ve değerler konusundaki
düşüncelerinde Osmanlıların bir kitle olarak harekete geçirilmesi zorunluluğunun ortaya çıktığı hususunun
altını çizmektedirler. Bu açıdan, Osmanlıların, siyasî sürece bir kitle olarak katılmaları zorunluluğu yoluyla
Batı düşüncesi içine ve aynı zamanda İslamî kültüre çekildiklerini görüyoruz. Adına toplumsal
diyebileceğimiz bu zorunluluk, tarihimiz üstüne sadece iktisadî açıdan yapılacak değerlendirmelerin ne denli
güdük kalacağını işaretlerinden biridir. 19’uncu yüzyılda bu zorunlulukların bir sonucu olarak din, Osmanlı
Devleti’nde eski kisvesini kaybederek bir ideolojik eksen kazandı ve kitlelerin katılmasıyla ilgili yönü her
zamankinden daha önemli olmaya başladı. Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi kişilere göre
Osmanlılar, o zamana kadar Avrupalı büyük devletlerinin politikasına pasif bir şekilde, miskinlikle karşı
koymuşlardı. Bunun üstesinden gelerek ülke tebaasını ve bilhassa kendilerine itimat edebilecek olan
Müslüman halkı bir direnç hareketine sokmak gerekiyordu. Siyasal fikirlerde bu seferberlik isteği, çağdaş
milliyetçiliğin sadece Osmanlı Devleti’nde değil, hemen hemen gözüktüğü her yerde çıkardığı bir davranış
türüdür. Bunun sebebini sosyolog Ernest Gellner anlatmıştır. Gellner’e göre çağdaş merkeziyetçi devletin bu
merkeziyetçiliği sağlamaya çalışmasının yollarından biri, mahallî kültürlerin yerine millî kültürler geliştirme
isteği olmuştur. Bu da genellikle yeni bir millî eğitim ve onunla paralel çalışan bir kültür sisteminin ortaya
çıkarılmasıyla sağlanmaya çalışılmıştır. Bkz. Mardin; a.g.m., s. 344-345.
62
Türkler, bu yayınlarında mükemmel bir fikir sisteminin ifadesi ve izahından ziyade belli
başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve hep aynı şeyleri tekrarladılar. Namık Kemal, Ali
Suavi ve Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin, kalemleriyle dile getirilen fikirler, Osmanlı
Devleti’ne meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupaî tarzda hak,
hürriyet verilmesi şeklinde özetlenebilir. Ancak bunların sağlanması için, aralarında birlik
kuramadılar. Çoğu, ihtilal ve kanlı mücadele isterken, bir kısmı da fikrî mücadele taraftarı
gözüktü. Sultan Abdülaziz’in Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında, Padişah’tan af
diledikten sonra kendisine nazırlık verilen Mustafa Fazıl Paşa, maksadına kavuşup Genç
Osmanlıların aralarından ayrıldı. Padişahın bu ziyaretinden sonra, Osmanlı Devleti ile dost
geçinmek mecburiyetini hisseden Fransa ve İngiliz Hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez
oldular. Hiçbir devletten destek göremeyen Jön Türkler bir süre çeşitli Avrupa şehirlerinde
dolaştılar. Bir kısmı İstanbul’a dönüp Padişahtan özür dileyerek devlet kademelerinde
görev aldılar. Bazıları da yayıncılık faaliyetlerine devam ettiler.
Yeni Osmanlıların birçok yazılarında istibdata karşı ateş püskürdükleri bir gerçektir. Fakat
istibdat kelimesi bizleri aydınlatacak kadar somut bir kelime değildir. Bu şartlar içinde
yapılması gereken işlem, bu istibdat kavramını somut bir şekle dönüştürmektir. Belki o
zaman Yeni Osmanlıları harekete geçirmiş olan güdülerin gerçek mahiyetini tesbit etmek
mümkün olur. Namık Kemal’e göre, Padişah, halkın kendisinden istediği bir şeyi yapmakta
tereddüt etmemiştir. Mesele daha etraflıca incelendiğinde karşılaşılan ilk sonuç, Yeni
Osmanlıların asıl hedef aldıkları istibdatın Âlî Paşa İstibdatı oluşudur. Bu sonuç ilk anda
şaşırtıcı gelebilir. Sultan Abdülaziz devrinde günlük politikanın tayininde Padişah ancak
talî bir rol oynamaktadır. Aslında, Sultan Abdülaziz, Fuat Paşa ve Âlî Paşa’nın esiridir.
denilebilir. Mustafa Reşit Paşa devrinde başlamış olan bu vüzera hegamonyasının son
safhası Fuat ve Âlî Paşaların ölümünden sonra Rüşdü ve Süleyman Paşalar gibi Âlî
Paşa’nın yetiştirdiği çırakların Abdülaziz’i hal etmiş olmalarıdır. Sadrazam ve ona hizmet
eden yüksek bürokrasinin, o devirde böylesine kuvvetlenmiş olması ise doğrudan
Batılılaşmamızla ilgili bir mesele olup, başlangıç safhası da Mustafa Reşit Paşa devridir.
Mustafa Reşit Paşa zamanından yapılan idarî değişiklikler, kendi sadrazamlığı döneminde
bile yeni bir yüksek memur tabakası meydana getirmişti. Bu grubu, Batı ile irtibatta
bulunan kalem efendileri oluşturuyordu. Batıyı tanımaları nedeniyle devletin tüm önemli
63
işlerinin kontrolü yavaş yavaş bu yeni memur tabakasının eline geçmekteydi. Bu yeni üst
tabakanın özelliklerinden biri de kendini beğenmişliği ve ülkeyi idareye sadece kendilerini
ehil görmesiydi. Daha Mustafa Reşit Paşa zamanında, sadrazam, İngiliz Dışişleri Bakanı ile
yaptığı bir mülakatta II. Mahmut’un şahsına bir hayli yüksekten baktığını ve Osmanlı
Devleti’nde meydana getirilen yenilikleri tamamen kendisine maledip, Padişahı bu
yeniliklerin uygulanması için bir vasıtadan ibaret saydığını gösteren kelimeler sarf etmişti.
Âlî Paşa bu tutumu bir adım daha ileri götürerek devlet idaresinin sınırlı bir elit tarafından
yapılmasının önemine işaret etmekten çekinmiyordu.119 Bunu, Âlî Paşa’nın Cenab-ı Hak bu
milletin saadet halini beş altı kişiye tevdi etmiş, anlar hal ve akdi umuru devlet
edivermelidirler . şeklindeki sözlerinde de görmek mümkündür.120
1839-1856 yılları arasında yapılan ıslahatlar Mustafa Reşit Paşa tarafından yürütülürken,
1856’dan sonraki ıslahatlarda büyük ölçüde Âlî ve Fuat Paşalar söz sahibi oldular ve bahse
konu ıslahatlarda kuvvetli bir Fransız etkisi görüldü. Bu dönemin en önemli olayı,
Fransa’daki Conseil d’Etat (Devlet Konseyi/Meclisi)’ın benzeri olan Şura-yı Devletin 1868
tarihinde kurulmasıdır.121 Sultan Abdülaziz 10 Mayıs 1868 tarihinde parlamento tarihimizin
ilk meclisi olan Şûra-yı Devleti açarken şunları söylüyordu: Teşkilat-ı cedîde; kuvve-i
icraîyyenin, kuvve-i adliyye, diniyye ve teşrîiyyeden tefriki esasına müsteniddir... (Yeni
teşkilat, yürütme kuvvetinin, yargı, din ve yasama kuvvetinden ayrılması esasına
dayanmaktadır.) Bu ifadeler bir bakıma Gazi’nin Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.
diyerek ifade ettiği sürecin de başlangıcından notlardır.122 Küçük çapta bir parlamentoya
benzetilen böyle bir kurum Osmanlı tarihinde ilk defa görülüyordu. Ne var ki Şûra-yı
Devlet kısa zamanda önemini kaybederek Şûra-yı Belâ veya Şûra-yı Belî haline gelmiştir.
Mardin, Yeni Osmanlılar Hareketinin genellikle bir bütün olarak incelendiğini, oysa bu
hareketin içinde en azından üç ayrı eksen bulmanın mümkün olduğunu, bu çerçevede;
Şinasi’nin komplekssiz Batıcılığının, Namık Kemal’in en geniş oranda parlamentolu bir
119
Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset. s. 277-279.
120
A.g.e., s. 269.
121
Şura-yı Devlet konusunda ilave bilgi için bkz. Shaw; a.g.e., s. 113-114.
122
Özgürel; a.g.m.
64
idareden faydalanmak istemesinin ve Ali Suavi’nin de parlamenter demokrasiyi bir çeşit
insan tabiatına aykırı oyun olarak değerlendirmesinin söz konusu olduğunu, toplumumuzda
ilk kez bahse konu kişiler tarafından sergilenen bu tutumların da zamanımıza kadar devam
ettiğinin söylenebileceğini, Yeni Osmanlıların hürriyet konusundaki bu ihtilaflarının
terakkî konusundaki fikir birlikleri dolayısıyla çoğu zaman ortaya konmadığını, zira hem
Namık Kemal, hem de Ali Suavi’nin, Osmanlı Devleti’nin (bekası için) Batının maddî
gücünü elde etmesi gerektiği konusunda birleştiklerini, Osmanlılarda iktidar, güç ve
bastırma ilkelerinin, aile hayatından başlayan bir zincirle devlet idaresine kadar uzanan
halkalarının her iki grubu da çok özel bir anlamda terakkî taraftarı yaptığını ve iki grubun
da terakkîyi bir üretim yapan fabrika, ekonomik güç, askerî güç ve Batıyı bastırma süreci
olarak değerlendirdiklerini, her iki grubun da, Batının endüstri medeniyetinin bastırıcı bir
güç olması dışında özerk ve ona hâkim olunmaması prensibine dayalı bir sivil toplumu da
yaratmış olduğunun nispeten çok az farkında olduklarını, oysa Batının, hürriyet kavramının
gelişmesinin geniş oranda kamu ile özelin ayrılması, kamunun yanında insanlara hareket
serbestisini artıran bir mahfuz bölge yaratması ve kamunun ilahî
güce
dayandırılan
123
otoritesinin bu kökten arınmasıyla ilgili olduğunu ifade etmektedir.
1.2. I. MEŞRUTİYET’İN İLANI, TEKRAR MUTLAKİYET VE SONU
1.2.1. I. Meşrutiyet’in İlanı
Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati esnasında Fransa’nın Tulon liman kentinde karaya
ayak bastığında Mustafa Fazıl Paşa padişahtan af dilemiş ve bu affı da kabul edilerek
Padişahla birlikte yurda dönmüştü. Böylece Yeni Osmanlılar, Müstakbel Meşrutiyet
Sadrazamı olarak gördükleri Mustafa Fazıl Paşa’nın bu vefasızlığı karşısında büyük hayal
kırıklığı yaşamışlar, Paşa’dan sağlanan maddî destek de kesildiği için maddî sıkıntı
123
Mardin; “19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, s. 345. Yeni Osmanlılardan, parlamenter
demokrasiyi yerenler arasında insanların esasta okumuş tabakaların ve elitlerin idaresinde olması gerektiğini
savunan Ali Suavi başta geliyordu. Ali Suavi’nin, Yeni Osmanlılardan ayrıldıktan sonra, daha açık bir şekilde
beliren bu fikirlerinde, çağdaş siyaset bilimlerinde doğrudan demokrasi adını verdiğimiz, daha ziyade idare
edene doğrudan doğruya halkın arzularını aksettirmeye yönelik bir sistemin arayışı belirir. Bu da, Ali
Suavi’ye göre, idarecilerin halkın dertlerini dinlemeleriyle ortaya çıkacaktı. Bu anlayış (seçkincilik) da
ülkemizde modern demokrasinin değerlendirilmelerinden birini oluşturmaya devam etmiştir. Bkz. Mardin;
a.g.m., s. 346.
65
çekmeye başlamışlardı. Yeni Osmanlılara karşı İstanbul’da muhalefetin başını çeken
Sadrazam Âli Paşa da bu sırada ölmüştü (1871). Af dilekleri Bâb-ı Âlî tarafından kabul
edilen Yeni Osmanlılar yurda dönmeye başladılar. Yurt dışındaki Yeni Osmanlıların çoğu
1871 yılında yurda geri döndü ve yönetim tarafından da işsiz bırakılmayarak çeşitli
görevlere atandılar. Sultan Abdülaziz, Yeni Osmanlılara görev vermek ve onları çeşitli
memuriyetlere getirmek suretiyle onları pasifize etmeyi düşünmüştü. 1870’li yılların
başında pasifize edilen Meşrutiyet mücadelesi 1870’li yılların ortalarına doğru yeniden
hızlanmıştır. Bu mücadelenin hızlanması büyük ölçüde İngiltere ve Fransa gibi devletlerin
Sultan Abdülaziz’in politikasını ve icraatlarını giderek kendi aleyhlerine görmeleri ve onu
Yeni Osmanlıları kullanarak harcama girişimlerinden kaynaklanıyordu.124
Jön Türkler, Avrupa’daki faaliyetlerinde bir fikrî birlik kuramadıkları için dağılmışlar ve
İstanbul’a dönmek zorunda kalmışlardı. Aralarındaki yegâne ortak fikir, Sultan Abdülaziz
yönetiminde somutlaşan mutlakiyet yönetiminin yıkılmasıydı. Yeni Osmanlılar, yapıcılıkan
ziyade yıkıcılıkta birleşmiş idiler. Ayasofya Camii’nde yapılan bir toplantıda müstakbel bir
kabine teşkili hususunda anlaşamayacak kadar birbirinden ayrı olan bu insanlar, istemekte
değil, istememekte bir idiler. Etkin bir teşkilatlanma meydana getiremeyen Yeni
Osmanlılar, bir fikir hareketi olarak etkili olmuşlar ve fikirlerine de birçok Osmanlı
aydınını çekebilmişlerdir. Sonuç olarak; Yeni Osmanlılar önce Sultan Abdülaziz’in tahttan
indirilmesinde ve sonra da II. Abdülhamit’in tahta çıkarılmasında önemli rol oynamışlardı.
23 Aralık 1876 tarihinde I. Meşrutiyet’in ilanı ve 19 Mart 1877 tarihinde ilk Meclis-i
Mebusanın açılması Yeni Osmanlılar Hareketinin bir eseri olmuştu.125 Yeni Osmanlıların
bu fikirlerini uygulamaya koyan grup ise devlet adamlarından, askerî liderlerden ve
ulemadan oluşan bir cunta olmuştu. Böylece Yeni Osmanlılardan bazıları, tasarladıkları
reformları gerçekleştirme ve Anayasayı (Mithat Paşa’nın da özendirmesiyle) hazırlama
faaliyetlerine katılma fırsatını elde etmişlerdi.126
124
Kocabaş; a.g.e., s. 92-93.
125
Armaoğlu; a.g.e., s. 594. I. Meşrutiyet dönemi hakkında bkz. Akın; a.g.e., s. 39-55.
126
Mardin; Jön Türklerin Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 31-32. Yeni Osmanlılar Cemiyetinin
Genel Başkanı Mustafa Fazıl Paşa, kurucuları ise Namık Kemal, Kayazade Reşat, Menapirzade Nuri, Sagır
Ahmet Beyzade Mehmet, Mir’at Mecmuası sahibi Refik ve Suphi Paşazade Ayetullah, diğer üyeleri de Ziya
66
1876 Anayasal Devrimi, üç gücün birleşmesiyle gerçekleşti. İlk olarak Batılı güçlerden
gelen baskılar vardı. İkincisi, kendi başına anayasalcılığı destekleyen yazar Namık
Kemal’in başını çektiği ve Genç Osmanlılar olarak bilinen liberal aydınların etkisi vardı.
Son olarak da, Devletin, Sultan’ın mutlakiyetçiliği nedeniyle çöküşe gitmesine engel olmak
üzere padişahın yetkilerine kimi kıstlamalar konulması gerektiğine inanan daha pragmatik
üst düzey sivil ve askerî memurlar grubu vardı. Son grubun en önemli kişisi, Mithat Paşa127
olup, anayasal hareketteki liderliği de Ordunun desteğine de dayanıyordu. 1876 Anayasal
Devrimi gerçekte bir darbeydi ve başarısı da Tanzimat’ın sivil ve asker aydınları arasındaki
ittifaka bağlıydı.128
10 Mayıs 1876 tarihinde medrese öğrencileri, Kabinenin görevden alınması talebiyle, Bâbı Âlî önünde başkaldırdı.129 Abdülaziz de, kişiliksiz bir bürokrat olan Mütercim Rüştü
Paşa’yı sadrazamlığa atayarak, bu fiilî duruma boyun eğdi. Yeni kabineye Mithat Paşa
sandalyesiz nazır olarak, Ordudaki önde gelen reformist Hüseyin Avni Paşa da Harbiye
Nazırı olarak girdi.130 Yeni Hükümette, Yeni Osmanlılar yanlıları da görev almıştı. Ne
var ki yeni Hükümet ile Padişah arasında ciddî bir güven problemi bulunuyordu.131 Hal
böyle olunca kabine ile taht arasındaki ilişkiler kaçınılmaz olarak bozuldu ve muhalefet
liderleri Sultan’ın tahttan indirilmesi gerektiğine karar verdiler. 30 Mayıs’ta Harbiye
Mektebi Müdürü Süleyman Paşa, Dolmabahçe Sarayı’nı kuşatırken, Donanmaya ait
Paşa, Ali Suavi, Agah Efendi ve Ebüzziya Tevfik idi. Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/partiler/partiler.htm.
04.03.2006.
127
Mithat Paşa (1822-1884) etkili ve ilerici bir vali olarak ün kazandı. 1868’de Şura-yı Devlet Reisliğine
atandı. 1872’de üç ay sadrazamlık yaptı. 1876 darbesini yapanlardan biri olup, darbenin ardından yeniden
sadrazam oldu. 1876 tarihli Osmanlı Kanun-u Esasisi’ni hazırlayanların en önemlisidir. 1877’de Sultan
Abdülhamit tarafından Taif’e sürüldü ve burada 1884’te padişahın emriyle öldürüldü. Bkz. Zürcher; a.g.e.,
s. 485. Mithat Paşa’nın İzmir’de Fransız Konsolosluğuna sığınması, Abdülaziz’in ölümüyle ilgili olarak
yargılanması, sürgünü ve ölümü konusunda bkz. Raif Karadağ; Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar, Kalem
Yayınevi, İstanbul 1978, s. 556-558.
128
Hale; a.g.e., s. 34. Konuyla ilgili ilave bilgi için bkz. Cemil Koçak; “Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet”,
Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet
Birikimi), s. 72-82.
129
Sultan Abdülhamit, gösterilerin, Mithat Paşa tarafından düzenlenip maddî olarak desteklendiğini ve onun
perde arkasındaki arkadaşları arasında Mütercim Rüştü Paşa, Damat Mahmut Paşa, Halim Paşa, Hayrullah
Efendi ve Murat’ın bulunduğunu söyler. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 158-159.
130
Hale; a.g.e., s. 34. Hüseyin Avni Mütercim Rüştü Paşa hakkında bilgi için bkz. Tekdaş; a.g.e., s. 524-537.
131
Dursun; a.g.m., s. 590 ve Lewis; a.g.e., s. 161.
67
gemiler de Boğaz tarafından Saray’ı kuşattılar.132 Şeyhülislamın da Sultanın hal edilmesine
cevaz veren bir fetva vermesiyle yeni bir döneme girilmiş olundu. Padişah Abdülaziz,
Hükümet tarafından iktidaran uzaklaştırılırken yerine V. Murat padişah yapılmıştı (30
Mayıs 1876).133
V. Murat’ın padişah olması hürriyetçiler için bir zafer gibi göründü. Çünkü V. Murat
yıllarca Yeni Osmanlılarla temasta bulunmuş ve onlara sempati göstermişti. Bunların bir
çoğu yeni dönemde Saray memuriyetine intisap etmişlerdi.134 Bu gelişmeler Osmanlı
Devleti’nde anayasal devlet idaresine geçmenin kapısını da aralamış oldu. Zira Hükümete
giren Mithat Paşa ve diğer Yeni Osmanlılar, parlamenter düzen ile Anayasayı
savunuyorlardı. Anayasa ve Meclis ile birlikte tesis edilecek parlamenter sistemin,
bürokrasinin konumunu güçlendireceğine, sorunların çözümüne katkıda bulunacağına ve bu
yolla da Avrupa devletlerinin ilgisini kazanacaklarına inanıyorlardı.135
V. Murat’ın kısa süren saltanatı sırasında Kanun-ı Esasî için ön hazırlıklar yapılmışsa da
132
Hale; a.g.e., s. 34.
133
Dursun; a.g.m., s. 590 ve Lewis, a.g.e., s. 160-161. Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmek isteyen grupların
başında Fransa ve İngiltere gibi dış güçlere ilaveten bunlarların destek verdiği Yeni Osmanlılar ve iç
bünyedeki diğer muhalifler bulunuyordu. İç bünyedeki muhalifler ise Mustafa Fazıl Paşa, Mithat Paşa,
Serasker Hüseyin Avni Paşa, Askeriye Nazırı Süleyman Paşa, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa, Şair Ziya
Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi ve Agâh Efendi’den oluşuyordu. Nihayet 1876 yılı Mayıs ayında Hüseyin
Avni Paşa liderliğinde toplanan muhalefetin ileri gelenleri, Veliahd Şehzade Murat'ı tahta çıkarmak üzere
anlaştılar. Harbiye Kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa, 300 kadar Harbiye talebesiyle o sırada İstanbul'da
bulunan ve hiçbiri Türkçe bilmeyen bir bölük çöl askerini kullanarak Abdülaziz’i tahttan indirdi. Önce
Topkapı Sarayı'na ve oradan Ortaköy'deki Fer'iye Sarayı’na götürülen Abdülaziz, buraya götürülüşünün
dördüncü günü bilek damarları kesilerek öldürüldü. Bu işi yapanların intihar süsü vermek istedikleri belliydi.
Ancak bir insanın her iki bilek damarını birden kesmesine imkân yoktu. Ortada acemice bir cinayet mevcuttu.
Ayrıca, Hüseyin Avni Paşa’nın, doktor muayenesi bile yaptırmadan, aceleyle cenazeyi kaldırtmasından da bu
işin bir cinayet ve tertipleyenin de kendisi olduğu anlaşılıyordu. Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz ortadan
kaldırıldıktan sonra, daha yüksek mevkilere çıkmanın hesapları içindeyken, yüzbaşı ve Sultanın kayınbiraderi
Çerkez Hasan Bey tarafından öldürüldü. Amcasının işkenceli ölümü üzerine, darbeci liderler tarafından tahta
çıkarılan V. Murat’ın aklî dengesi bozuldu. Bu sebeple, 31 Ağustos 1876'da tahttan indirildi ve yerine de II.
Abdülhamit Osmanlı sultanı oldu. Sultan Abdülaziz’in hal edilmesi, ölümü/öldürülmesi, V. Murat’ın kısa
süren saltanatı ve bunun ardından II. Abdülhamit’in tahta çıkması hakkında ilave bilgi için bkz. Kocabaş;
a.g.e., s. 132-150 ve Tektaş; a.g.e., s. 997-1006. Necdet Sakaoğlu; Bu Mülkün Sultanları, Oğlak Yayıncılık,
İstanbul 1999, s. 512-526 ve Akın; a.g.e., s. 29-36. Abdülaziz’in ölümü/öldürülmesi konusunda ilave bilgi
için bkz. Alpay Kabacalı; Türkiye’de Siyasal Cinayetler, 2. Baskı, Gürer Yayınları, İstanbul 2007, s. 24-29.
Tektaş; a.g.e., s. 994-996. Akın; a.g.e., s. 29-33 ve Shaw; a.g.e., s. 206-208.
134
Dursun; a.g.m., s. 590 ve Lewis; a.g.e., s. 161.
135
A.g.m., s. 590.
68
bundan olumlu bir sonuç alınamamıştır.136 Sağlık sebepleriyle V. Murat tahttan indirilmiş
ve yerine de kendisinden Anayasa’yı ilan etme sözü alınmış olan II. Abdülhamit 31
Ağustos 1876 tarihinde tahta çıkarılmıştır.137 Abdülhamit tarafından verilen taaahhüdün
doğal bir sonucu olarak Kanun-ı Esasî 23 Aralık 1876’da Çorluluzade Mahmut Celaleddin
Paşa tarafından ulema, askerî erkân, eski ve yeni vekiller ile azınlık cemaat reisleri önünde
Bayezid Meydanı’nda okundu. Toplar atılarak Kanun-ı Esasî ilan olundu. Hariciye Nazırı
Safvet Paşa da yabancı devlet elçilerine Kanun-ı Esasî ’yi izah etti.138
1876 Anayasası ile kurulan meşrutî monarşi, Yeni Osmanlılar hareketinin amaçlarının
gerçekleşmesi demekti.139 II. Meşrutiyet ile Osmanlı Devleti ilk kez anayasalı bir rejime
geçmiştir. 1876 Osmanlı Anayasası, (Avrupa’da yaşanan) 1848 İhtilalleri sonucu 1851
tarihinde Prusya’nın kabul etmek zorunda kaldığı, nispeten liberal olan Prusya
Anayasası’ndan esinlenerek hazırlanmıştır.140 1876 Anayasası; seçilmiş bir organ olan
Meclis-i Mebusan ile padişah tarafından atamayla gelmiş bir organ olan Ayan Meclisi
arasındaki diyaloga dayanır. Bu anayasaya göre; Meclis-i Mebusana Hükümeti düşürme
yetkisi tanınmamış, Meclis tarafından kabul edilen bir kanunun onay yetkisi de padişaha
bırakılmıştır.141 Gerek Tanzimat, gerekse de Meşrutiyet kâğıt üzerinde sultanı, fiiliyatta ise
devlet ricalini zapturapt altına alma girişimiydi.
1876 Kanun-ı Esasîsi’nin Osmanlı Hükümetini ıslah etmek veya değiştirmek için gerçek bir
arzuyu temsil etmediği, sadece Batılı Devletlerin gözünü boyamak ve Osmanlı Devleti’ne
136
A.g.m., s. 590.
137
A.g.m., s. 590 ve A.g.e., s. 161.
138
1876 Anayasası için bkz. Hasan Tunç; Anayasa Hukukuna Giriş, En Son Değişikliklerle 1982 Anayasası,
2. Baskı, Nobel Yayın Dağıtım Ltd.Şti.,Yayın No: 118, Ankara 1999, s. 22-27 ve Mustafa Erdoğan;
Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, 4. Baskı, Ankara 2003, s. 13-24. 1876 Anayasası hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. A.Yuri Petrosyan; “1876 Anayasasının Türk Tarihindeki Yeri”, Türkler, C. 12, s. 899-908. Robert
W. Zens; Kemal Karpat; “I. Meşrutiyet Dönemi ve II. Abdülhamit’in Saltanatı (1876-1909)”, Türkler, C. 12,
s. 873-888 ve Akın; a.g.e., s. 55-59. I. Meşrutiyet konusunda ilave bilgi için bkz. –; Atatürk İnkılapları ve
Hukuk, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, Gnkur. Bsmv., Ankara 2005, s. 57-60 ve Selçuk Somel; Selçuk
Akşin; “Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913) “, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1
(Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi), s. 88-107.
139
Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 594. I. Meşrutiyet idaresinin kurulması hakkında ilave bilgi için
bkz. Karal; a.g.e., C. VII, s. 215-241.
140
Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 57.
141
I. Meşrutiyet dönemi ve 1876 Kanun-u Esasisi hakkında ilave bilgi için bkz. Akın; a.g.e., s. 39-59.
69
bağlı milletler (gayrı müslim anasır/unsurlar) yararına müdahale planlarını bozmak
amacında olan bir manevra ve bir göstermelik olduğu tenkidi sık sık yapılmıştır.
142
Tanzimat’tan beri iktidar ile muhalefet yani Tanzimat Paşaları (Mustafa Reşit Paşa, Âlî
Paşa ve Fuat Paşa) ile Genç Osmanlılar (Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi v.s.)
arasındaki kavga asker-sivil karışımı yeni bir grubun (Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa,
Süleyman Paşa) devreye girerek I. Meşrutiyet’i ilan ettirmesiyle son bulmuştu. Asker-sivil
aydınlar arasında hedefe ulaşmanın verdiği bir rahatlık vardı. Sanki siyasî gerginliklere bir
nevî mola verilmişti. Artık Meşrutiyet ilan edilmiş, Kanun-ı Esasî (Anayasa) gelmiş ve
Padişahın yetkileri de Kanun-ı Esasî ile sınırlandırılmıştı. Kanun önünde herkes hür ve
eşitti. Meclis açılmış ve müzakereler yapılıyordu. Osmanlıcılık ve İttihad-ı Anasır idealine
doğru
bir
başlangıç
yapılmış
ve
yola
çıkılmıştı.
Umut
doğmuştu.
Artık
modernleşebilecektik. Pek çok asker-sivil aydında parlamentolu ve Anayasalı bir rejimle
idare edilmenin pekala mümkün olabileceği kanaati doğmuştu. Artık hasta adama çare
bulunmuştu. Hasta iyileşme yoluna girmişti.143
1.2.2. Tekrar Mutlakiyete Dönüş
1876 tarihinde ilan edilen I. Meşrutiyet fazla yaşamamıştır. Meşrutiyet’in ilanının takiben
yaşanan gerek Osmanlı- Rus Savaşı, gerekse de Ali Suavi Vakası ile Cleanthi Scalieri Aziz Bey Komitesinin144 girişimi I. Meşrutiyetin sonunu hazırlamıştır.
Yeni Osmanlılar, 1877’den sonra Abdülhamit tarafından dağıtıldılar. Yeni Osmanlıların
çeşitli yönlere dağıldıkları 1877-1889 yılları arasında hürriyetçi davranışların bir devamı
sayılacak bir tek önemli olaya rastlanılmaktadır. O da Yeni Osmanlıların ideal Padişahı
olan V.Murat’ı tekrar tahta getirmeyi amaç edinen Ali Suavi Vakası’dır.145 Sultan
142
Lewis; a.g.e., 163-164.
143
Bayram Kodaman; “II. Meşrutiyet Dönemi (1908-194)”, Türkler, C. 13, s. 168.
144
Cleanthi Scalieri-Aziz Bey Komitesi konusunda bilgi için bkz. Kabacalı; a.g.e., s. 46-49. İstanbul’da
yaşayan ve Yunan uyruklu bir şahsiyet olan Cleanthi Scalieri’nin önemi, Çengelköy Mason Locasının üstad-ı
azamı olarak sahip olduğu mevkiden ve bunun kendisine sağladığı gurur verici Avrupa ilişkilerinden
kaynaklanıyordu. Bahse konu Komitenin bir diğer üyesi olan Aziz Bey de Evkaf Teftiş Kurulunun yüksek bir
üyesidir. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 174-17.
145
Şerif Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), 5. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, s. 32.
Ali Suavi hakkında ayrıntılı-ilave bilgi için bkz. Çelik; a.g.e. ve Aydın; a.g.e., s. 134-135.
70
Abdülaziz zamanında Yeni Osmanlılar Cemiyetine giren Ali Suavi, dokuz yıl Avrupa’da
kaldıktan sonra II. Abdülhamit’in tahta geçmesini takiben tekrar ülkeye döndüğünde
Sadrazam (İngiliz) Said Paşa’nın aracılığıyla Sultan’ın has müşaviri olmuş, ardından da
Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne tayin edilmişti. Ali Suvai dengesiz davranışlarından dolayı
bir süre sonra bu görevden de azledildi. Bu nedenle sefalete düşerek II. Abdülhamit’in can
düşmanı oldu.146 Ali Suavi gibi, Sultan Abdülhamit zamanında yükselmekten ümidini
kesenler, onun etrafında toplanarak Ali Suavi Komitesi ya da Üsküdar Komitesi147 adı
altında gizli bir teşekkül kurmuşlardı. Bu komitenin düşüncesi, hastalığı sebebiyle tahttan
indirilen V. Murat’ı tekrar tahta geçirmekti.148
Aynı zamanda bir Mason olan Ali Suavi, Masonların desteği yanında İngilizlerin de aktif
desteğini almaya çalışıyordu. Ali Suavi ile işbirliği halinde çalışan V. Murat’ın annesi,
İngiliz Sefiri Layard’a gizli bir ajanını göndererek oğlunun lehine İngiltere desteğini
istemiş, hatta sefirin bizzat Çırağan Sarayı’na gelerek V. Murat ile görüşmesini
sağlamıştı.149 Rumeli kökenli muhacirlerden etrafına topladığı epeyce bir kalabalıkla, 20
Mayıs 1878’de, Çırağan Sarayı’na girmeyi başaran Ali Suavi, Sultan Murat’ı bu Saray’dan
dışarıya çıkarmaya çalıştılarsa da Beşiktaş’ın inzibat işleriyle görevli Mirliva Hasan Paşa,
topladığı askerlerle derhal isyancıların üzerine yürüdü. Bu esnada Ali Suavi, Hasan Paşa
tarafından öldürüldü.150 Silah seslerinin Yıldız Sarayı’ndan duyulması üzerine Sultan
Abdülhamit tarafından Çırağan Sarayı’na sevk edilen askerler tarafından isyancılar iki saat
içerisinde dağıtıldı. Ali Suavi’nin yalısında bulunan defter ve vesikalar, İngiliz olan hanımı
tarafından yakıldığından, Üsküdar Cemiyetine, Hükümet adamlarından kimlerin üye
olduğu anlaşılamadı. Ancak, saldırı sırasında sağ ele geçenler, Divan-ı Harbe verilerek
146
Kocabaş; a.g.e., s. 172-173.
147
Üsküdar Komitesi hakkında bilgi için bkz. Erer; a.g.e., s. 7 ve Soysal; a.g.m., s. 2010.
148
V.Murat’ın Masonlarla irtibatı ve Masonlar tarafından elde edilmesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Kocabaş; a.g.e., s. 109-115 ve Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 216.
149
Kocabaş; a.g.e., s. 175.
150
Kocabaş; a.g.e., s. 178 ve Lewis; a.g.e., s. 174.
71
çeşitli cezalara çarptırıldılar.151
Ali Suavi Vakası, II. Abdülhamit’in vehmini büsbütün artırmıştır. Basit gibi görünen bu
küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak II. Abdülhamit’i kendisini koruyacak tüm emniyet
tedbirlerini almaya sevk etti.152 Düşman orduları, Saray’ından birkaç kilometre ötede
karargâh kurmuş, mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve
Ayastefanos Antlaşması'nı bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa ile mücadele
eden Sultan’ı, bir gazetecinin, tahtından indirip, yerine rahatsız olan ağabeyi V. Murat’ı
getirmek istemesi II. Abdülhamit’i fevkalâde şaşırttı. II. Abdülhamit alelade bir
gazetecinin, böylesine bir işe cüret etmesine inanamamıştı.
Padişah, Ali Suavi’nin kendi teşebbüsü ile harekete geçmiş olduğuna inanmıyordu.
Çırağan’a yapılan bu baskının o esnada sürgünde bulunan Mithat Paşa’nın telkini ve
Ruslar’ın para yardımı ile kendi hayatına karşı girişilmiş bir suikast olduğundan emin
bulunuyordu.153
Birinci Çırağan Vakası’nı takiben, nispeten hafif izler bırakan bir seri yeraltı hürriyetçi
hareket Yeni Osmanlıların geleneğini devam ettiriyordu. Bunlardan birincisi Cleanthi
Scalieri- Aziz Bey Komitesi Girişimi ya da İkinci Çırağan Hadisesi’dir. Scalieri Hareketi,
Jön Türkler bakımından oldukça önemlidir. Bir kere Jön Türkler arasında özellikle 1906
yılından sonra rastlamaya başladığımız siyasî masonluk teması154 ilk kez bariz bir şekilde
Scalieri Hareketinde karşımıza çıkmaktadır. İkincisi, Scalieri Komitesinin önemli
isimlerinden Ali Şefkati Bey; hem Namık Kemal’in akadaşıydı, hem de ilk Jön
Türk yayınını çıkaracaktı.155 V. Murat’ın da Mason olduğu ve uluslarası Masonluğun
151
Sultan II. Abdülhamit’e karşı düzenlenen ilk ihtilal hareketi ya da Birinci Çırağan Baskını için bkz.
Kocabaş; a.g.e., s. 172-178. Tektaş; a.g.e., s. 1036-137. Lewis; a.g.e., s. 174, Kabacalı; a.g.e., s. 36-45 ve
Tunaya; Türkiye’de Siyasî Partiler (1859-1952), s. 98-100.
152
Kocabaş; a.g.e., s. 179.
153
A.g.e., s. 177. Birinci Çırağan Baskını ya da Ali Suavi Olayı’nda yabancı parmağı hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. A.g.e., s. 172-179.
154
Siyasal Masonluk konusunda ek bilgi için bkz. M.Şükrü Hanioğlu; Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı
İttihad ve Terakkî Cemiyeti ve Jön Türklük 1889-1902, C. I, İletişim Yayınları, İstanbul 1985, s. 75-93.
155
Mardin; a.g.e., s. 10-11 ve Kocabaş; a.g.e, 172-178.
72
V. Murat’ın tekrar tahta geçmesi için önemli bir rol oynadığı ileri sürülmüştür.156
Ali Suavi’nin başarısızlıkla sona eren isyanından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan
Hadisesi daha meydana geldi. Cleanti Scalieri-Aziz Bey Komitesi tarafından, 8 Temmuz
1878 tarihinde II. Abdülhamit’in selefi olan V. Murat, ikinci kez Çırağan Sarayı’ndan
kaçırılmak istendi. Bu komite, V.Murat’ın hal edilmesinden kısa bir süre sonra kurulmuştu.
Komitenin birinci reisi olan Cleanthi Scalieri157, 1868 yılında İstanbul’da kurulan Prodos
Mason Locasının üstad-ı azamıydı. Üyelerinin büyük bir kısmı, V. Murad taraftarlarından
olup, diğerleri de memur sınıfından idi. İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu. Cleanti
Scalieri, veliahtlığı zamanından beri V.Murat’ın dostu idi ve tekrar saltanatını temin için
bütün gayretiyle çalışıyordu. Komitenin ikinci üyesi V. Murat’ın annesinin cariyelerinden
Nakşibend
Kalfa
idi.
Masonların
itimadını
kazanan
İbrahim
Edhem
Paşa'nın
sadrazamlıktan azledilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu. Nakşibend Kalfa, devlet
ricalinden bazılarını komiteye katmak için çalıştıysa da bu konuda başarılı olamadı.158
Cleanthi Scalieri, V. Murat ile Çırağan Sarayı’nda görüşmüştü. V. Murat’ın durumundan
şikâyet ederek, milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini
söylemesi üzerine, komite harekete geçti. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, duvarlara V.
Murat lehine beyannameler yapıştırıldı. Bir ara bu komite, Sultan II. Abdülhamit’i
öldürmek için harekete geçtiyse de sonuç alamadılar. 1878 yılının Şubat ayında hazırlanan
plana göre, su yollarından Çırağan Sarayı’na girilerek V. Murat, önce komite üyelerinden
Aziz Bey’in evine getirilecek, oradan da halk ile biat merasiminin yapıldığı yerlerden birine
gidilerek, ilgili ulema ve devlet erkânı da davet edilerek, V. Murat tahta geçirilecekti.
Komite, bu planını gerçekleştirmek için uygun bir zaman beklerken, Birinci Çırağan Vakası
meydana geldi. Başarısızlıkla sonuçlanan bu olay, komiteyi yıldıracağı yerde daha da
gayrete getirdi. V. Murat’ı kaçırmak çarelerini araştırmak için komite üyelerinden Aziz
156
Mardin; a.g.e., s. 11.
157
Cleanthi Scalieri ve masonik faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Hanioğlu; a.g.e., s. 75-79.
158
Cleanthi Scalieri - Aziz Bey Komitesi girişimi ya da İkinci Çırağan Baskını hakkında ayrıntılı/ilave bilgi
için bkz. Kocabaş; a.g.e, 178-182. Lewis; a.g.e., s. 174-176. Sakaoğlu; a.g.e., s. 526-527 ve Tunaya; a.g.e.,
s. 100-102.
73
Bey’in evinde çalışmalarını hızlandırdılar. Bu sırada, Hacı Hüsnü Bey adında bir komite
üyesi, durumu Saray’a ihbar edince Aziz Bey’in evi zaptiyeler tarafından basıldı. Cleanthi
Scalieri, Nakşibend Kalfa ve Âli Şevki Bey yurt dışına kaçtılar. Cleanthi, kaçarken bütün
önemli evrakı beraberinde götürür. Komitenin ikinci başkanı olan Aziz Bey ile diğer üyeler
yakalanarak tevkif edildiler. Yargılama sonucu Scalieri, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve
Tabip Agâh Efendi ölüme mahkûm edildi. II. Abdülhamit bunların cezasını müebbet hapse
çevirdi. Cezalandırılan tüm üyeler İstanbul’dan sürüldüler. Sultan, Scalieri’yi yakalatmak
için gayret ettiyse de Scalieri’nin Atina’ya kaçmış olması nedeniyle bu çabadan sonuç
alınamadı.159
Cemal Kutay’ın Örtülü Tarihimiz adlı eserinde, Cleanthi Scalieri-Aziz Bey Komitesi
hakkındaki değerlendirmeler oldukça kayda değerdir. Kutay, Aralık 1960’da İstanbul’daki
Yunan Başkonsolosu ve Cleanthi Scalieri’nin torunu olan Yorgo Scalieri ile görüştüğünden
ve dedesinden ona intikal eden belgeleri incelediğinden bahsederek şu hususları ifade eder:
Bu incelemeden sonra karanlıktaki noktalar açığa çıkmıştı. Olayı, Batı Avrupa Mason
Locaları düzenlemişti ve siyasî iktidarlardan da en esaslı yardımı görmüştü.160
Birinci ve İkinci Çırağan Vakalarının ortak noktası; her iki olayın da V. Murat’ı tahta
çıkarmak için düzenlenmiş, her ikisinin de ulema, ordu ve devlet erkânının iştiraki olmadan
tertip edilmiş olmasıdır. Ali Suavi olayında rol sahibi olan üç kişi, aynı zamanda Cleanthi
Komitesinin üyesidir. Ayrıca, Ali Suavi ve Cleanthi Scalieri Masondurlar. Ayrı ayrı
görünen bu iki Çırağan Hadisesi’nin, yurt dışında önemli bir teşkilatın emri veya onayı ile
yapıldığı tahmin edilmektedir.
I. Meşrutiyet 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na varan Balkan Buhranı sürecinde ilan
edilmişti.161 I. Meşrutiyetin Osmanlı Parlamentosunda ana dili Türkçe olan mebusların
sayısı % 50’yi bulmuyordu. Rum, Bulgar, Romen, Ermeni, Yahudi, Sırp gibi gayri müslim
159
Kocabaş; a.g.e, 182.
160
Cemal Kutay; Örtülü Tarihimiz, C. 11, Hilal Matbaası, İstanbul 1975, s. 1104. İkinci Çırağan Baskını ya
da Cleanthi Scalieri - Aziz Bey Komitesi Girişimi hakkında yabancı parmağı konusunda ayrıntılı bilgi için
bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 176-183.
161
Armaoğlu; a.g.e., s. 57-58. I. Meşrutiyet hakkında ilave bilgi için bkz. Kemal Karpat; Robert W. Zens;
“I. Meşrutiyet Dönemi ve II. Abdülhamit’i Saltanatı”, Türkler, C. 12, s. 873-888.
74
mebuslar olduğu gibi, Müslüman fakat Türk olmayan ayrılıkçı mebuslar da vardı.
Bunlardan Ermeni Patriki Narses, Rus Çarına başvurarak Doğu Anadolu’da bağımsız bir
Ermenistan Devleti’nin kurulması için yardım yapılmasını dahi isteyebiliyordu. Türk
mebuslar da olumlu bir icraat ortaya koyamıyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin 287.510 km² toprak kaybına uğradığı Berlin Kongresi, Osmanlı
Devleti’nin parçalanma ve dağılma aşamalarından en önemlisini teşkil eder. Bu anlaşma ile
Osmanlı-İngiliz ilişkilerinde de yeni bir dönem başlamış, İngiltere artık Osmanlı
Devleti’nin parçalanması için çaba harcamaya başlamıştır.
O günler için Osmanlı mozaiği, içerdeki yapı yanında, dışarıdan yapılan tahrikler
dolayısıyla da parlamenterizmin gerektirdiği şansa sahip olmakan uzaktı. Zira gerek fikir
hareketlerinin doğurduğu gelişmelerle, gerekse de Osmanlı Devleti’nin parçalanması
hedefinden vazgememiş Batı sömürgeciliğinin tahrikleri, kurulan parlamento içinde
Osmanlı Devleti bünyesindeki çeşitli ırkları, milliyetçilik düşünce ve hareketlerine doğru
daha hızlı itmekten başka bir sonuca varmamıştır. Üstelik elde edilen idarî ve malî
kaynaklarla da tahriklerin bizzat içinde olma fırsatı genişlemiştir.162
Aybars da, 1877 baharında kurulan Meclis-i Mebusana tüm Osmanlı tebaasının
temsilcilerinin katıldığını, ancak bu Meclisin yaşamasının mümkün görünmediğini,
Rum’un kafasında Megal-i İdea, Bulgar’ın kafasında Büyük Bulgaristan, Ermeni’nin
kafasında da Ermenistan bulunduğunu, Arap Milliyetçiliğinin etkisi de başlamış olduğu
için İslamiyetin de artık birleştirici olma niteliğini taşımadığını, 1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşı’nda uğranılan ağır yenilginin I. Meşrutiyet’in sonu ve Abdülhamit istibdadının da
başlangıcı olduğunu belirtmektedir.163 Padişah, Anayasa’nın 113. maddesinin kendisine
verdiği yetkiye dayanarak 13 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i Mebusanı süresiz tatil etti ve bu
suretle meşrutî monarşi de sona erdi.164
162
Eriş; a.g.m., s. 598.
163
Sultan II.Abdülhamit Dönemi hakkında detaylı bilgi için bkz. Karpat; Zens; a.g.m., s. 873-888 ve İlber
Ortaylı; “Son Üniversal İmparatorluk ve II. Abdülhamit”, Türkler, C. 12, s. 903-930.
164
Aybars; a.g.e., s. 37-38.
75
Tarihçiler, Osmanlı Devleti’nde I. Meşrutiyet uygulamalarının başarısızlığı üzerinde
dururlarken, Yeni Osmanlıların ülke ve dünya şartlarını bilmedikleri, halka dayanmadıkları,
ülkeye neler getireceği belli olmayan ve Batıdan taklitle peşine düştükleri ham bir
meşrutiyet hayali uğrunda koştuklarından bahsederler.165
1.2.3. II. Jön Türk Muhalefeti ya da İttihat ve Terakkî Cemiyeti
II. Abdülhamit’in 13 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i Mebusanı süresiz olarak tatil etmesi
sonucu meşrutî monarşiye son vermesi meşrutiyetçi aydınları hayal kırıklığına uğrattı. Öte
yandan Birinci ve İkinci Çırağan Vakaları II. Abdülhamit’in vehmini iyice artırmıştı. Bu
olayların ardından sultan, Yıldız Sarayı’na çekilerek memleketi sıkı bir şekilde idare
etmeye başlamıştı. Ayrıca, Sultan, Yeni Osmanlılar üzerindeki baskıyı daha da artırmış,
çoğunu İstanbul’dan sürmüş, son olarak da İstanbul’da Yıldız Mahkemesini kurarak Sultan
Abdülaziz’in hal edilmesinde görev alan Yeni Osmanlıları cezalandırmak suretiyle bunların
son kalıntılarını da İstanbul’dan uzaklaştırmıştı. 1880-1890 döneminde Yeni Osmanlılık
adeta ölmüş gibiydi.166
I878 Berlin Kongresi sonucu Rumeli’deki büyük toprak kayıpları ve Kars, Ardahan ile
Batum’un Rusya’ya verilmesi, Kıbrıs’ın ayrı bir anlaşmayla İngiltere’ye devredilmesi,
1881 yılında Tunus’un Fransızlar tarafından, 1882 yılında Mısır’ın İngilizler tarafından
işgal edilmesi, 1882 yılında Duyun-u Umumiye167 İdaresinin kurulması, Anadolu’da
Ermeni İhtilal Çetelerinin faaliyetlerine başlaması, Girit ve Doğu Rumeli Meseleleri
Osmanlı toplumunda, özellikle de aydınlarda şu kanaatin doğmasına yol açtı: Osmanlı
Devleti hasta yatağında, ölmek üzere ve tedavisiyle de hiç kimse meşgul olmamaktadır. II.
Abdülhamit
165
166
167
zararlı
ilaçlarla
tedaviye
çalışmaktadır
ve
hastanın
ölümünü
Kocabaş; a.g.e., s. 168.
A.g.e., s. 186..
19’uncu yüzyılın sonuna doğru Osmanlı Devleti yarı sömürge haline gelmişti. Doklar, rıhtımlar,
demiryolları, elektrik, gaz ve su kaynaklarından raylara devletin gelir getirecek tüm kalemleri yabancıların
mülkiyetindeydi. 19’uncu yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin yeni ekonomik donanımlar edinmek için gerekli
altyapıyı inşa etme çabasına tanıklık etti. Bu riskli girişim her ne kadar kısmen başarılı olduysa da Osmanlı
Devleti, bu girişimin gerektirdiği ödemeleri yapmak için gereken kaynakları bulabilmek amacıyla büyük bir
borç altına girdi ve 1881’de vergi kaynakları zorla uluslar arası kontrol altına alındı. Bkz. Mardin; Türk
Modernleşmesi, s. 221.
76
hızlandırmaktadır. Bu kanaatin yaygınlaşmasıyla birlikte de kamuoyunda Devlet nasıl
kurtulur? sorusu seslendirilmeye başlandı. Bu soruya verilen cevaplar: II. Abdülhamit’in
devrilmesi, Meclisin açılması ve Kanun-ı Esasî’nin yürürlüğe konulması ile muhafaza-i
vatan (Devletin toprak bütünlüğünün korunması), ittihad-ı anasır (Devletin tebasının
Osmanlı üst kimliğinde birleşmesi), def-i tecavüzat-ı düşman (düşman müdahalesinin ve
saldırısının önlenmesi), kapitüasyonların kaldırılması ve reformların yapılması şeklindeydi.
1878-1908 döneminde II. Abdülhamit yönetimine karşı oluşan ve gittikçe büyüyen
muhalefetin ana hedefleri bundan ibaretti. Bu muhalefetin yegâne ortak noktası da
Abdülhamit’in devrilmesi ve Meşrutiyet’in ilan edilmesiydi.168
II. Abdülhamit’in Meşrutiyet rejimine son vermesi ve baskı idaresi kurması gibi iki tercihi
II. Meşrutiyet’e giden yolu açmıştır. Çünkü bu tercih, Osmanlı aydınları tarafından devletin
parçalanmasına sebep olacak nitelikte görülüyordu. Avrupa, gayrı müslimler, liberaller ve
Jön Türkler Meşrutiyet’in durdurulmasını uygun bulmuyorlardı. Bu arada Osmanlı
aydınlarında ortak bir fikir ve ortak bir çareden önce ortak bir endişe ve ortak bir korku
doğdu.
1.2.3.1. İttihad-ı Osmanî Cemiyeti
1878 yılında II. Abdülhamit tarafından Anayasa’nın askıya alınmasına rağmen Osmanlı
aydınları arasında ülkenin parçalanmasını durdurmak üzere anayasal düzenin tesisine
yönelik faaaliyetler ve hürriyet çabaları devam etmiş olup, bu çerçevede ülke sınırları
içinde ve dış ülkelerde bitakım gizli cemiyetler kurulmuştur.
Nasıl ki Sultan Abdülaziz döneminde Yeni Osmanlılar adı altında sergilenen ve meşrutî bir
rejimi amaçlayan siyasî muhalefeti Birinci Jön Türk Muhalefeti olarak tanımlamak
mümkün ise, Sultan II. Abdülhamit döneminde sergilenen ve meşrutî rejimi geri getirmeyi
amaçlayan örgütlü siyasî muhalefeti de İkinci Jön Türk Muhalefeti olarak tanımlamak
mümkündür.
1 Mayıs 1889 tarihinde İstanbul’daki Askerî Tıbbiye Mektebinde İttihad-ı Osmanî
168
Kodaman; a.g.m. s. 168-169.
77
Cemiyeti adında gizli bir cemiyet kuruldu. Cemiyetin kuruluşu Fransız İhtilalinin 100.
yılına tesadüf etmekteydi.169 İttihad-ı Osmanî Cemiyetinin kurucuları Ohrili İbrahim
Temo170, Arapkirli Abdullah Cevdet171, Diyarbakırlı İshak Sukuti172 ve Kafkasyalı Çerkes
Mehmet Reşit idi. Daha sonra Şerafettin Mağmumi, Girit’li Şefik, Bakülü Hüseyinzade
Ali173, Konyalı Hikmet Emin, Cevdet Osman, Kerim Sebati, Mekkeli Sabri ve Selanikli
Nazım da bu Cemiyetin kurucuları arasında yer aldılar.174
Cemiyetin kuruluşunda, Mason teşkilatı ve İtalyan Birliğini sağlamak amacıyla kurulan
169
Ahmet Eyicil; “Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, Türkler, C. 13, s. 228 ve Lewis; a.g.e., s. 194-195.
170
Kocabaş; a.g.e., s. 190 ve Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 217-218. Cemiyet fikrinin
mucidi Arnavut asıllı İbrahim Temo idi. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 190. 1888 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i
Şahaneye giren İbrahim Temo (1865-1939), Tıbbiyede öğrenci iken İvTC’nin çekirdeğini oluşturan İttihad-ı
Osmani Cemiyetinin kuruluşuna katıldı. Örgüt’ün kurucusu olarak 1/1 numaralı üyesi ve lideriydi.
Tıbbiyeden mezun olduktan sonra 1895 yılında Romanya’ya kaçtı ve orada Hareket bir dergi yayınladı. 1906
yılında Terakkî ve İttihat Cemiyeti yeniden organize edildiği sırada İbrahi Temo da Cemiyetin Köstence
Şubesi’ni kurdu. II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine İstanbul’a döndüyse de umduğunu bulamadı. 6 Şubat 1909
tarihinde Osmanlı Demokrat Fırkasını (Fırka-i İbab) kurdu. Bu partinin 5 Aralık 1911 tarihinde HvİF’na
katılmasından sonra Romanya’ya döndü. İbrahim Temo’nun İvT anıları hakkında detaylı bilgi için bkz.
İbrahim Temo, (İttihad ve Terakkî Cemiyetinin Kurucusu ve 1/1 Nolu Üyesi) İbrahim Temo'nun İttihad ve
Terakkî Anıları, (Hazırlayan: Bülent Demirbaş), Arba Yayınları, İstanbul 1987.
171
Materyalist, pozitivist, şair ve siyasetçi A.Cevdet (1869-1932) Batıcı düşüncenin (Jön Türkler arasındaki)
en önemli temsilcisidir. Askerî Tıbbiyede iken tanıştığı İbrahim Temo’nun yönlendirmesiyle materyalist oldu.
İttihatçılarla aynı siyasî görüşleri görüşleri paylaştı. 1895 yılında tutuklanarak Trablusgarb’a sürüldüyse de
oradan Fransa’ya kaçtı. Sonra da Cenevre’de Osmanlı adlı bir dergi çıkardı. Bilahare Sultan Abdülhamit’e
yaklaştı ve ardından da Viyana Türk Sefaretinde resmî doktor oldu. Abdullah Cevdet, Osmanlı’da esas
inkılâbı yapacak bir seçkin grubun yetiştirilmesini istiyor, seçkin aydınların da halkın isteklerini dinliyor ve
gereğini yerine getiriyor gibi davranmaları gerektiğini söylüyordu. Abdullah Cevdet, halka da bu seçkinleri
denetlemek gibi bir görev yüklemekteydi. A.Cevdet hakkında ilave bilgi için bkz. Bolay; a.g.m., s. 539.
Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 221-250 ve Şükrü Hanioğlu; Bir Siyasal Düşünür
Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, Ankara 1981, s. 216-219.
172
Diyarbakır’lı İshak Sukuti’nin Cemiyete girişi hakkında bkz. Demirbaş; 13-18.
173
Ali Hüseyinzade, Bakü’de doğmuş ve St. Petersburg Üniversitesini bitirdikten sonra 1890 yılında
İstanbul’da Askerî Tıbbiyeye girmiştir. Burada İvTC’nin kuruluşunda önemli bir rol oynadığı belirtilir. Bkz.
Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 97. Etkili bir Pan-Türkçü teorisyen ve propagandacı Bakülü Ali Hüseyinzade
(1864-1942)’nin biyografisi için bkz. Zürcher; a.g.e.,s. 496.
174
Kazım Karabekir; İttihat ve Terakkî Cemiyeti 1896-1909, 2. Baskı, Emre Yayınları, İstanbul 1993, s. 464
ve Tunaya; Türkiye’de Siyasî Partiler, 108-109. İvTC, önce İttihad-ı Osmanî adıyla Mayıs 1889’da Askerî
Tıbbiyede kuruldu. 1894 yılında İvT adını almıştır. O yıl Cemiyet üyelerinin bir kısmı Avrupa’ya geçmeyi
hızlandırmışlardır. Cemiyet, 1905 yılından sonra Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr.Nazım’ın hâkim oldukları bir
grup haline gelmiş, 1906 yılından itibaren ise Şakir-Nazım grubu Türkçülüğe, parti örgütlenmesine ve askerî
örgütlere daha çok önem vermeye başlamıştı. İvT, 1908 Devriminden bir süre sonra da siyasî parti olarak
varlığını sürdürmeye başlamıştır. Mardin, a.g.e., s. 98-99.
78
Karbonari Teşkilatı175 da etkili oldu. Nitekim İbrahim Temo, İtalya’nın Brindisi kentine
giderek buradaki Mason Locasını ziyaret etti. Bu ziyaret esnasında edinmiş olduğu bilgiler
ışığında İttihad-ı Osmanî Cemiyetini de buna benzer şekilde örgütledi. Cemiyet üyelerine
verilen numaralar İtalyan Karbonari Teşkilatı üyelerine verilen numaraların bir örneği idi.
Bu modele göre İbrahim Temo’nun numarası 1/1 olarak kaydedildi. Yani birinci şubenin
bir numaralı üyesi demekti.176
Cemiyetin fikrî
kökleri arandığında Askerî Tıbbiyede 19’uncu yüzyıl biyoljik
materyalizminin etkili olduğu görülmektedir Askerî Tıbbiye öğrencileri, kendilerine
okutulan derslerin gereği olarak, hayatı, Tanrı’nın iradesinin bir ürünü olmaktan çok
biyolojik ve fizyolojik bir süreç olarak görüyorlardı. Bu arada, 19’uncu yüzyılda tıp
bilimini, tecrübî bir bilim haline getirme konusunda en başta gelen bilim adamlarından bir
175
İtalyanca kömürcüler anlamına gelen Karbonari, İtalya’da, Fransız Devrimi fikirlerinin etkisi altında
1820’li yıllarda doğan ve amacı millî ve cumhuriyetçi bir İtalyan siyasî birliğini gerçekleştirmek olan
örgütlerin en ünlüsüdür. Mason örgütlenişini model alan Karbonaroslar, devletlerin orduları ve ve polisleri
karşısında her yerde başarısızlığa uğradılar, hücre fedaileri de hapishane çürüyen kahraman oldular. 1834
yılında bu hücrelerle devrim yapılamayacağını anlayan Mazzini’nin kurduğu Grovane İtalia, 1850-1860
yıllarında İtalya’da ve daha sonra tüm Avrupa’da Jeune Europe akımı halinde yayıldı. Siyasal fikirlerinin
eğitim görmüş gençler arasında yayılması, gençliği (jeune’lüğü) Avrupa’nın birçok ülkelerinde ilk kez
görülen bir devrim gücü durumuna getirmişse de bahse konu jeune girişimleri her yerde bastırıldı. En güçlü
olduğu İtalya’da bile başarı elde edemedi. Üçüncü aşamada (1860’da), Garibaldi’nin temsil ettiği gerillacılar
devrimciliği başladı. Garibaldi pekçok başarı kazandı. Ancak İtalyan Birliği’ni tamamlamak için Vatikan
devleti ordusuyla da savaşması gerekti. O zaman Fransa’da imparatorluk ve diktatörlük kuran III. Napolyon
1867’de Papalık Ordusuna askerî birliklerle yardım ederek Garibaldi kuvvetlerinin ezilmesini sağladı. 1852
tarihli Fransız Anayasası’nın baskıcı yöntemi sonucu Mazzini-Garibaldi yanlısı cumhuriyetçiler ve jeuneler
arasında İstanbul’a yerleşenler bile vardı. Bkz. Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 271. Cumhuriyetçiler,
1805-1815 yılları arasında Karbonari isimli gizli bir örgüt kurmuşlardır. Bunların savaş parolaları Kurdun
parçaladığı kuzu için intikam idi. Hedefi İtalyan Birliğini kurmak olan Napoli Kralı, bu maksatla Karbonari
örgütünden faydalanmıştır. Karbonarilerin gayeleri ormanları kurtlardan temizlemek (istibdata karşı
mücadele) sözleriyle sembolik olarak ifade edilmiştir. Örgütün üye sayısı kuruluşunda kısa bir süre sonra
30.000’e kadar yükselmiş ve tüm İtalya’ya yayılmıştır. Sadece 1820 yılının Mart ayında 65.000 yeni üye
kaydediliği ve tüm şehirlerin örgüte katıldıkları söylenmektedir. 1821 yılında Napoli ve Piemonte İsyanı’nın
bastırılmasından sonra, tüm İtalya’daki Karbonariler vatana ihanetle suçlanmışlar ve cezalandırılmışlardır.
Bkz. Türk Ansiklopedisi, C. 9, Millî Eğitim Bsmv., Ankara 1958, s. 375-375.
176
Eyicil; a.g.m. s. 228. Ernest Edmondson Ramsaur; Jön Türkler ve 1908 İhtilali, (Çeviren: Nuran Ülken),
Sander Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1982. s. 32 ve Lewis; a.g.e., s. 195. Cemiyet fikrinin mucidi olan Arnavut
asıllı İbrahim Temo tatil aylarında vapurla Arnavutluk’a gidip gelirken birkaç kez de İtalya’ya uğramış,
Napoli’de bir Karbonari Kulübünü gezmiş ve Brindisi’deki Mason Locasına kaydolmuştur. Bkz. Kocabaş;
a.g.e., s. 190. İvTC’nin, Masonlarla ilişkisi hakkında ilave bilgi için bkz. Orhan Koloğlu; İttihatçılar ve
Masonlar, Pozitif Yayınları, İstanbul 2005 ve Lewis; a.g.e., s. 196. İbrahim Temo’nun Carbonari Örgütü’nden
esinlenmesi hakkında ilave bilgi için bkz. Akın; a.g.e., s. 61 ve Yuriy Aşatoviç Petrosyan; Sovyet Gözüyle
Jön Türkler, (Türkçesi: Mazlum Beyhan, Ayşe Hacıhasanoğlu), Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul 1974, s.
175. Jön Türkler ve siyasal masonluk hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Hanioğlu; Bir Siyasal Örgüt Olarak
Osmanlı İttihad ve Terakkî Cemiyeti ve Jön Türklük 1889-1902, s. 80-92.
79
olan Claude Bernard’ın fikirleri kendi öğrencisi ve Askerî Tıbbiye hocası olan Şakir Paşa
yoluyla intikal etmişti. Bu materyalist fikrî temelin, Cemiyetin kurucularını etkilemiş
olduğu, bu yolla bir nevî kâinat sırrına vakıf olabileceklerine ve bunun da kendilerine,
daha önceki kuşakların elinde olmayan bir gücü temin edeceğine inanmaları muhtemeldir.
Bu açıdan, aynı paralelde giderek Paris’te pozitivizm’in yine kendisine tılsımlı bir kalkınma
anahtarı sağladığına inanan Ahmet Rıza Bey’in ilk liderlerinden biri olması tesadüf
değildir. Zamanla bu camiada, kendilerine güç veren tılsımın madde olmayan fakat yine
bilimden kaynaklanan toplum şekillenmesiyle ilgili bir unsur olduğu anlaşılmaya
başlandı.177
177
Mardin; a.g.e., s. 98-99 ve Mardin; “19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, s. 351. Zürcher de,
Jön Türklerin Batıya yönelişlerinin laikliği, materyalizmi ve elitist otoriter bakış açısını, popülarize edilmiş
bir pozitivizmden aldıklarını, bunun kökeninde ise Osmanlı Devleti’nin modern (Batı tarzı açılan) okullarının
nihayet (özellikle birinci kuşak Jön Türklerin) Avrupa’da yaşadıkları gurbet deneyiminin olduğunu
belirtmektedir. Bkz. Eric Jan Zürcher; Savaş, Devrim ve Uluslaşma; Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi; 19081928 (Çeviren: Ergun Aydınoğlu), İstanbul Bilgi Ünivesitesi Yayınları, İstanbul 2005, s. 151. Mardin,
İvTC’nin zaman zaman değişik ideolojilerle ve üyelerle ortaya çıkmakla birlike, bütün bu ideolojilerin
arkasında Osmanlı Devleti’ni kurtarma fikri yattığını ifade etmektedir. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 98. Jön
Türklerin fikrî temelleri için bkz. Hanioğlu; a.g.e., s. 9-73. Jön Türklerin ideolojisi için bkz. Sina Akşin; Jön
Türkler ve İtihat ve Terakkî, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987, s. 80-82, Cemiyetin adının değişerek merkezinin
Paris olmasından sonra, Cemiyetin fikrî yapısında Auguste Comte’un pozitivist felsefesi ve Sosyal
Darwinizm de etkili olmuştur. Bkz. Eriş, a.g.m., s. 598. İdealini gerçekleştirmek için Ahmet Rıza Bey,
kendini vatana hasredecek, inisiyatif sahibi ve iradeli bir gençliğin yetiştirilmesine ihtiyaç görüyordu. Bu
ihtiyacın doldurulması için de bir eğitim sisteminin çerçevesini kurmak gerekliydi. Mardin; Jön Türklerin
Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 217. Pozitivizmin otoriter tarafı Ahmet Rıza Bey’e, propagandasına kulak
asmayan Osmanlı ahalisine yön verme hakkını bağışlayacak unsurlar sağlıyordu. Pozitivizm, iki yanı bir kılıç
olarak görev yapıyordu. Bir yandan ideal, ilerici ve gelişmenin zorunluluğunu anlayan teorik halk, bir başka
açıdan bir türlü kendisinden istenen ihtilali meydana getirmeyen ve bu itibarla hayvanî ve egoist kütle (halk)
oluyordu. Bu ikili görüş Leninizm’de olduğu gibi pozitivizmde de temel iç çekişmelerinden birini
oluşturuyordu. Her iki teoriye göre halkın gerçek hüviyeti olan birinci hüviyetinin ortaya çıkarılması için
ikinci anlayışsız hüviyetinin maruz bırakılacağı her türlü eziyet ve baskı mübahtı. Halk, gerçek çıkarlarını
bilmediği için ancak bu çıkar öğretilmeliydi. Leninizm’de, bu uyarıcı görevi, halkın önderi olarak komünist
parti verecektir. Ahmet Rıza Bey’in teorisinde bu öğretici görevi, ilericilik bilincine erişen subaylar üstlerine
alacaklardı. Bu benzetme önemli bir noktayı ortaya çıkarmaktadır. Bunlardan biri Ahmet Rıza Bey’in
fikirlerinde 1906 yılından sonra Dr. Bahaeddin Şakir Bey’in etkisi altında belirmeye başlayan totaliterlik
unsurlarıdır. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 219. Cemiyet, 1905 yılından sonra Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr.Nazım’ın
hâkim oldukları bir grup haline gelmiş, 1906 yılından itibaren ise Şakir-Nazım Grubu, Türkçülüğe, parti
örgütlenmesine ve askerî örgütlere daha çok önem vermeye başlamıştı. Örgütlenme zorunluluğu, gerçekten de
19’uncu yüzyıl sonu Avrupa’sında yavaş yavaş liberal demokrasinin yerine geçmeye başlayan bir ideoloji idi.
Bu doğrultuda Ahmet Rıza Bey Askerin nasıl tabii bir lider vasfına sahip bulunduğunu anlatan broşürler
çıkarırken, Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım Beyler de çok daha sıkı bir parti örgütü kurmaya başladılar. 1908
başarısının fiilî mimarları olan zaten Rumeli’de gözlemledikleri devletin batışından tedirgin olmuş subayların
gruba katılmaları da bu şekilde temin edildi. Bkz. Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 98-99 ve Mardin; “19.
yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, s. 351.
80
1892 yılında Sultan Abdülhamit, İttihad-ı Osmanî Cemiyetinin varlığından ve
faaliyetlerinden haberdar olunca Mekteb-i Tıbbiyede bir seri tedbir aldı. Mekteb-i
Tıbbiyede şartların fevkalade ağırlaşması üzerine, Cemiyet, yetenekli Tıbbiye öğrencilerini
öğrenimlerine devam etmesi için Avrupa’ya gönderiyor ya da baskıya maruz kalan
öğrencilerin Avrupa’ya kaçmalarını sağlıyordu. Bu arada Arap Mehmet ve Ali Zühtü
Paris’e, Mülkiye Mektebinde tarih öğretmenliği yapan Mîzancı Murat Bey178 de 1895
yılında Sivastopol üzerinden Paris’e kaçtı ve orada Ahmet Rıza Bey ile temas kurdu.
İttihad-ı Osmanî üyeleri tarafından İstanbul’da yapılan çalışmalar sonucu, üyelerin sayısı
artmaya başladı. Kısa zamanda Harbiye, Baytar, Mülkiye, Bahriye, Topçu ve
Mühendishane gibi okullardaki öğrencilerin tamamı Cemiyetin etkisi altında kaldı.179
Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler teşkil eden
Cemiyetin yurt içindeki varlığı, 1895 yılındaki Ermeni Olayları sebebiyle duyuldu.
Cemiyetin; Dr. İshak Sükûti, Dr. İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Akil Muhtar ve
Tunalı Hilmi gibi faal üyeleri yapılan soruşturmalar sonucu suçlu bulunarak dağıtıldılar.180
178
Mîzancı Murat Bey, Avrupa’dayken Cemiyetin Cenevre kolunun başkanlığını yapmıştır. 1897 yılında II.
Abdülhamit’in Avrupa’ya gönderdiği elemanlar tarafından ikna edilerek İstanbul’a dönmüş ve Şura-yı Devlet
üyesi olmuştur. 1908 yılından sonra İtilafçıları desteklemiştir. 31 Mart Vakası’ndan sonra yayınlanması
yasaklanana kadar Mîzan’ı çıkarmaya devam etmiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 255. 1895 yılında Sivastopol
üzerinden Paris’e kaçan Mîzancı Murat Bey’in bir süre sonra da Hidiv Abbas Hilmi Paşa’dan Mısır’a gelip
yerleşmesini öneren bir davetiye aldı. Mîzancı Murat, Mısır’a hareket etmeden Londra’da (İngiltere
Başbakanı) Lord Salisbury ile görüştü. Ondan Mîzan’ı Mısır’da çıkarma izni aldıktan sonra Mısır’a hareket
etti. Murat Bey, Mısır’a vardıktan sonra 4 Ocak 1896’dan itibaren burada Mîzan adlı gazeteyi çıkarmaya
başladı. Ancak 1896 yılı ortalarında İngiliz işgal yönetiminin başında bulunan Lord Cronier Osmanlı
Devleti’nin baskılarını öne sürerek Murat Bey’den Mısır’ı terk etmesini rica etti. Hidiv de Mîzan gazetesini
umduğundan sert bulmuştu. Bunun üzerine Mîzancı Murat Mısır’ı terk etti ve tekrar Paris’e döndü. Mîzancı
Murat Bey’in Mısır’daki faaliyetleri için bkz. Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 93-101.
Mîzancı Murat Bey, Mısır’dan Paris’e geri döndükten sonra Paris Jön Türklerinin ısrarları sonucu Cemiyetin
başkanlığını kabul etti. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 103. Muhalif Mîzan dergisinin yayıncısı Murat Bey, 1908
Devrimi öncesinde, yetişen muhalif kuşakların öğretmeni olmuştur. Onun anahtar kavramı Meşveret
geleneksel siyasal zihniyetten modern demokrasiye ve özgürleşme fikrine bir köprü olmaktaydı. Bkz. Aydın
Suavi; “İki İttihat ve Terakkî “, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce
Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi). s. 119. Mîzancı Murat Bey ve fikirleri için bkz. Mardin, a.g.e.,
s. 77-135 ve Sina Akşin; Jön Türkler, İstanbul 1987, Evrim Matbaacılık Ltd. Şti, s. 34-35.
179
180
Temo; a.g.e., s. 33-35 ve Lewis; a.g.e., s. 195.
İvT’nin doğuşu için bkz. Sina Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, İmge Kitabevi Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul 1988, s. 25-27 ve Şerif Mardin; “Yenileşme Dinamiğininin Temelleri ve Atatürk”, Çağdaş
Düşüncenin Işığında Atatürk, 1. Baskı, Dr.Nejat Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, İstanbul 1983, s. 33-36.
81
Yurt dışında Cemiyet, Meşveret ve Mîzan gazeteleriyle siyasî muhalefetini sürdürürken
yurt içinde de İvTC’nin Merkez Komitesinin başkanlığına seçilen Hacı Ahmet Efendi, II.
Abdülhamit’e karşı yapılacak bir darbe planı üzerinde çalışmaya başladı.181 Bu maksada
yönelik olarak, Ulemadan Şeyh Naili ve Seraskerlikte bulunan Yarbay Şefik Bey’in ve
Birinci Tümen Komutanı Kazım Paşa’nın desteği sağlandı. 1896 yılının Ağustos ayında
yapılması planlanan darbeden yönetimin haberdar olması üzerine, yönetim, planı
uygulamalarına fırsat vermeden darbecileri tutukladı. Bundan sonra darbecilerin
İstanbul’daki faaliyetleri yönetim tarafından tamamen deşifre edildi, darbe planına katılan
kişiler sürgüne gönderildi.182 Bir kısmı da yurt dışına kaçtı. Avrupa’daki Jön Türkler de
sıkı takibata alındı. 1902’ye kadar Jön Türk Hareketi içte ve dışta sönük kaldı.183
1.2.3.2. Cemiyetin Paris Merkezi: İttihat ve Terakkî Cemiyeti
III. Selim zamanında başlayan ve amacı teknik eleman yetiştirmek olan okullar, II.
Abdülhamit döneminde de pozitif bilimin öğrenildiği merkezler statülerini korudular. Bu
eğitim kurumlarından yetişen pekçok genç, hilafet makamının temsil ettiği felsefe ile
modern Batı toplumlarının dayandığı felsefe arasındaki uçurumu rahatça görebiliyorlardı.
Görebildikleri bir ikinci gerçek daha vardı ki, pozitivizm konusunu aydınlatması açısından
önemlidir. Reformcu aydınların düşüncelerini belli bir sistematik içinde belirleyebilecek
felsefe anlayışı, 1880’lere kadar bir bütün olarak kavranamamıştı. Savunulan düşünceler,
daha çok aralarında bazı ortak noktalar bulunan farklı eğilimlerin sonucuydu. Yeni
181
Ramsaur, a.g.e., s. 46.
182
A.g.e., s. 48-49 ve Lewis; a.g.e., s. 196. Bahse konu Darbe girişimi konusunda ayrıntılı bilgi için bkz.
Süleyman Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, 1. Baskı, Vatan Yayınları, İstanbul 1993, s. 188192. Jön Türklerin bu darbe girişimi sırasında İngiltere’nin II. Abdülhamit’i devirmek için Avrupa’da ve
Türkiye’de faaliyette bulunduğu bilinmektedir. Bunun sebebi, Sultan’ın, Ermenilerin tahrikleri sonucu Doğu
Anadolu’da Osmanlı yönetimine isyan eden Ermeni Komitacıları’na göz açtırmaması ve Türkiye’de artan
Alman nüfuzunun İngiliz emellerini tehdit etmesi idi. II. Abdülhamit’i hal uğrunda İngiltere’nin Büyük
Devletler nezdindeki girişimleri Almanya ve Rusya’nın bu fikre karşı koymasından dolayı sonuç vermemekle
birlikte Jön Türklerle de ilişki kurmuştur. 4 Mayıs 1896 tarihinde İngiliz Ajanı Arminus Vambery tarafından
İstanbul’dan yazılan bir mektubu ilişkiler konusunda ipuçları vermektedir. Mektupta, İngiliz Hükümetine,
Sultan’ın etkisiz hale getirilmesi için Jön Türklerle işbirliği teklifinde bulunuluyordu. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s.
191. İngiliz Casusu Vambery’nin faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mim Kemal Öke; Saraydaki
Casus (Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi: Vambery), İrfan Yayınevi, İstanbul 1998.
183
Kocabaş; a.g.e., s. 192.
82
Osmanlıların düşünsel eklektizminde bu felsefesizlik açıkça görülür. Oysa modernleşme
eleştirisini sistemli bir biçimde sürdüren gelenekçi kesim, dinin sistematik ya
pısına sahipti. Sistematik bir dinsel dünya görüşünü eleştirebilmek için yine sistematik bir
bakış açısına sahip olabilmek gerçeği Osmanlı reformcularının ancak 19’uncu yüzyıl
sonlarında bilincine vardıkları bir olguydu. Bu dönemde aydınlarımızın toplama bilgilerle
değil de belli düşünce ekolleri içinde eleştiri perspektiflerini kurduklarına tanık oluyoruz.
Böylece aydınlarımızın düşünce referansları belirginleşiyor ve felsefî
çaba bir kültür
biçimlendiricisi olarak Osmanlı reformcularının zihinlerine yerleşiyordu. Pozitivizmin184 de
modern bir kültür biçimlendiricisi olarak referans kabul edildiği dönem, 19’uncu yüzyılın
son çeyreğidir. Pozitivizm, Jön Türk hareketi içinde, özellikle Ahmet Rıza’nın çabalarıyla
yaygınlık kazanmıştır. Ahmet Rıza Grubunun Osmanlı toplumunun geleneksel yapısı
üzerine yaptıkları eleştirilerde pozitivizm bir arka plan oluşturur. Ahmet Rıza, toplumsal
ilerlemenin ve ekonomik açıdan kalkınmanın temelinde ziraatın modernizasyonu gerçeğini
gördüğü için Paris’e ziraat öğrenimi yapmaya gitti. Yurda dönüşünde görev aldığı
bürokratik kurumların rasyonel idarecilik anlayışından yoksun oluşları, Ahmet Rıza’nın
düşüncelerinde, toplumsal ilerlemenin ancak eğitim yoluyla sağlanabileceği ve bu eğitimi
de ancak pozitif bilimlerin verebileceği gerçeğini doğuruyordu. 1889’da Fransız İhtilalinin
100. yıldönümü nedeniyle Paris’te açılan sergiye Osmanlı Hükümetini temsîlen gittiğinde
bu görevinden istifa ederek Jön Türk hareketinin başına geçti.185
Cemiyetin yurt içindeki faaliyetlerinin yurt dışında da etkin bir şekilde devam edebilmesi
için Cemiyet tarafından, Mekteb-i Tıbbiyenin üçüncü sınıfında okuyan Selanikli
Nazım’ın186 Paris’e gönderilmesine karar verildi. Selanikli Nazım hem öğrenimini yurt
184
Pozitivizm konusunda detaylı bilgi için bkz. Söğütlü; a.g.tez, s. 27-28.
185
Işın; a.g.m., s. 356.
186
Dr.Nazım (1870-1926) perde arkasındaki İttihatçıların belki de en etkilisi. Cemiyetin İstanbul’daki ilk
üyelerindendir. Tıbbiyeye girmiş, öğrenimini Paris’te tamamlamıştır. Paris’te Ahmet Rıza ile birlikte
çalışmıştr. 1907 yılında İvT’nin daveti üzerine Selanik’e dönmüş Cemiyetin Selanik ve Paris dalları arasında
bağlantı sağlamıştır. Anadolu’da, İttihatçı propagandası yapmıştır. II. Meşrutiyet’in İlanından sonra perde
arkasında çalışmaya devam etmeyi tercih etmiş, Selanik Belediye Hastanesi Baştabibi olarak görev yapmıştır.
Cemiyetin merkez komitesinin daimî üyesi olmuş, 1991 yılına kadar Cemiyetin genel sektererliğini yapmıştır.
1918 yılında Maarif Nazırı olarak kabineye girmiştir. 1926 yılında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e
karşı hazırlanan komplo ile ilişkisi olduğu gerekçesiyle asılmıştır. Bkz. Ahmad; İttihat ve Terakkî 1908-1914
83
dışında tamamlamak, hem de 1889 yılında Osmanlı Hükümeti adına görevli olarak gittiği
Fransa’dan dönmeyen (Paris’te yaşayan, pozitivist camiada ve Avrupa’da iyi bir şöhret
sahibi olan) Ahmet Rıza Bey’i187 Cemiyete üye yapmak üzere Cemiyet tarafından 1893
yılında Avrupa’ya gönderildi. Selanikli Nazım, Paris Tıp Fakültesine kaydolduktan sona
Ahmet Rıza ile temas kurarak onu Cemiyete üye olmaya davet etti.188 Ahmet Rıza Bey’in,
Cemiyetin Avrupa’daki temsilci olmasını istediğinde, Ahmet Rıza Bey önce Cemiyetin
adına itiraz etmiş ve yazışmalardan sonra Ahmet Rıza Bey’in teklifi olan Ordre et Progress
yani Nizam ve Terakkî adı gençler tarafından değiştirilerek, Cemiyet için İttihat ve Terakkî
adı kabul edilmiştir.189
(Jön Türkler), s. 256. Nazım Bey, Enver Paşa’nın da eniştesi idi. Bkz. Kazım Nami Duru; İttihat ve Terakkî
Hatıralarım, Suluoğlu Matbaası, İstanbul 1957, s. 22.
187
1889 yılında Paris’e kaçan Ahmet Rıza (1859-1933) burada Meşveret gazetesini çıkarmış ve yurt dışındaki
Jön Türkleri örgütlemiştir. 1908 ve 1912 yılında yapılan genel seçimlerde mebus seçilmiş ve Mebusan
Meclisi Başkanlığı görevini yapmıştır. 1912 yılında daha pasif bir görev olan Ayan Meclisi üyeliğine atanmış
ve burada İttihatçı siyasetin en başta gelen muhaliflerinden biri olmuştur. Ahmad, a.g.e., s. 259. Jön Türklerin
öncü şahsiyetlerinden Ahmet Rıza Bey ve siyasî fikirleri hakkında detaylı bilgi için bkz. Mardin; Jön
Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 173-220. Ahmet Rıza’nın pozitivizmle ilk tanışması 1887’de
İstanbul’da Dr. Robinet’nin A.Comte üzerine yazdığı bir kitap aracılığı ile olmuştur. Dönem, bu türden
kitapların Osmanlı aydın çevrelerinde yaygın bir ilgi gördüğü dönemdir. Ahmet Rıza’nın pozitivizmi
keşfettiği yıl olan 1887, aynı zamanda Beşir Fuat’ın intihar ettiği yıl olup, Osmanlı gelenekçi çevrelerinin bu
vesileyle pozitivizm ve materyalizme karşı yoğun bir kampanya açtıkları dönemin başlangıcıdır. Ahmet
Rıza’nın pozitivizmle ilgilenmeye başlamasında kuşkusuz bu dönemin tartışma atmosferi etkili olmuştur. Bu
düşünsel atmosfer içinde pozitivizm, geleneksel kesimin dünya görüşüne karşı bir alternatif olarak beliriyor
ve modernleşme savunucularının sahip çıktıkları yegâne eleştirel felsefe kabul ediliyordu. Paris’te (Comte’un
öğrencsi olan) Pierre Lafitte (1823-1903)’in pozitivist çevresine katılan Ahmet Rıza, aynı çevrenin yayın
organı olan Revue Occidentale’da çıkan yazılarıyla düşüncelerini daha sistemli bir çevreye yerleştirir. Ahmet
Rıza’nın, Paris’teki Jön Türk hareketinin başında bulunması nedeniyle, yazılarında işlediği temalar, bu
hareketin muhalefet programını biçimlendirmiştir. Bu program, 1895’ten itibaren yayımlamaya başladığı
Meşveret’te Osmanlı reformcularının modernleşme konusunda uymaları gereken siyasî, kültürel ve toplumsal
ilkeleri bir bütün olarak ifade etmektedir. Bkz. Işın; a.g.m., s. 356-357. Ahmet Rıza, Pozitivist düşüncenin
Türkiye’ye aktarılmasındaki rolü yanında, İvT’nin fikrî önderlerinden biri olarak bilinir. Türkiye’de modern
siyasetin oluşumunda; siyasal faaliyet ile siyasal düşünce üretimi arasındaki açının büyüklüğünü simgelediği
söylenebilir. Bkz. Barış Alp Özden; “Ahmet Rıza”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt: 1 (Cumhuriyete
Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi). s. 121.
188
189
Eyicil; a.g.m., s. 229 ve Lewis, a.g.e., s. 195-196.
Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 595-596. 1889 yılında gittiği Paris’te bulunan Ahmet Rıza Bey ile
temasa geçerek Nazım Bey yurt dışına kaçırıldı. Katı bir pozitivist olan Ahmet Rıza Bey, uzun süren bir
haberleşme sürecinden sonra Cemiyetin amaç, örgütlenme ve takip edeceği siyaset konularında kendi
görüşlerinin kabul edilmesini istedi ve Cemiyetin adının İttihad-ı Osmanî’den Auguste Comte’un pozitivizm
akımının sembol kelimeleri olan ordre et progress kelimelerinin tercümesi olan nizam ve terakkîye
çevrilmesini istedi. Cemiyet üyelerinin ittihat kelimesinin muhafazası yolundaki ısrarları üzerine Örgüt’ün
yeni isminin Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti olmasına karar verildi. Bkz. Şükrü Hanioğlu; “İttihat ve
Terakkî Cemiyeti”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 23, s. 477. Comte’un düşünceleri, 19.yüzyılın sonlarında
Osmanlı aydınlarının birçoğunu cezbetti. Sosyolojiyi, pozitif ilim gibi vazetmesi ve toplumu aklî yöntemlerle
84
Selanikli Nazım’ın çabaları sonucu 1894 yılında Paris’te kurulan İvTC’nin başkanlığına
Ahmet Rıza Bey getirildi. Dr. Nazım Bey, Şerafettin Mağmumi, Milaslı Halil Bey ve Halil
Menteşe190 de üye oldu. 1895 yılında Paris’te Tıbbiye Mektebinden mezun olan Dr. Nazım
Bey yurda dönmeyip Fransa’da bir hastanede çalışmaya başladı. Gençleri örgütleyerek,
Cemiyette Ahmet Rıza Bey ile birlike Hükümet aleyhinde siyasî faaliyetlere devam etti.
Cemiyetin bu çalışmalarından dolayı Dr. Nazım ve Ahmet Rıza Bey, II . Abdülhamit
yönetimi tarafından vatan haini ilan edildiler.191
Dr. Nazım Bey’in önerisi ve bu öneriyi takiben üyeler arasında yapılan tartışmalar sonucu
Cemiyetin bir yayın vasıtası olarak 1 Aralık 1895 tarihinden itibaren, müdürlüğünü Ahmet
Rıza Bey’in yaptığı, 15 günde bir (Fransızca olarak) çıkan Meşveret gazetesi yayınlanmaya
başladı. Meşveret gazetesinde pozitivist görüşü de savunulduğu için gazete, Fransız basını
tarafından önemsendi ve desteklendi.192 Meşveret gazetesinin başlık kısmında, Paris’teki
pozitivistlerin sembol kelimeleri olan ordre et progres yani nizam ve terakkî kelimelerinin
yönlendirilebilir görmesi (toplum mühendisliği anlayışı) Osmanlı modernleşmecilerinin gerek acelesine,
gerekse dinsel düşünüş kalıplarından gelen bütüncül ve düzenli ihtiyaçlarına denk düşmüştür. İvT’nin isminin
ilham kaynağında da Comte’un ilkeleri görülebilir. Bkz. Murtaza Korlaelçi; “Pozitivist Düşüncenin İthali”,
Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet
Birikimi), s. 215.
190
Halil Menteşe (1874-1948). İttihatçı mebus ve nazır. İstanbul’da hukuk, Paris’te ise tarım tahsili yapmıştır.
Siyasal felsefeye merak salmış, Rousseau ve Spencer üzerinde çalışmıştır. Fransız fikir ve kurumlarının
hayranı olduğu söylenir. II. Meşrutiyet’in İlanından sonra her üç mecliste de Menteşe mebusluğu yapmıştır.
1909 yılının ardından İvT Başkanlığı, İvT Genel Kurul Üyeliği, Mebusan Meclisi Başkanlığı Menteşe
Mebusluğu yapmıştır. 10 yıllık dönem boyunca Cemiyet içinde etkili ve arabulucu bir rol oynamıştır. 1919
yılında Müttefikler tarafından Malta’ya sürülmüştür. 4. ve 6. dönemlerde TBMM milletvekilliği yapmıştır.
Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 250. Adı geçen şahsın anıları için bkz. Halil Menteşe; (Osmanlı Mebusan Meclisi
Reisi) Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1986.
191
Eyicil; a.g.m., s. 229. Comte’çu pozitivizm, Beşir Fuat’ın intihar ettiği 1887 yılında Osmanlı aydınları
camiasında yoğun olarak tartışılmıştır. Osmanlı toplumunun 19’uncu yüzyıl boyunca geçirdiği sarsıntılar tıpkı
Fransız toplumunun 1789 İhtilalinden sonra girdiği karmaşa dönemini andırması ve dolayısıyla pozitivist
toplum teorisinin devlet yönetimin konusundaki önerilerinin bu karmaşaya bir son verebileceğine olan
sarsılmaz inanç Ahmet Rıza gibi kimi Osmanlı aydınlarını yakından etkilemişti. Comte, 1789 İhtilalinin
sonuçlarını yaşamış ve düzen bozukluğu karşısındaki çift yönlü önerilerin bir çözüm olamayacağına
inanmıştı. Bu önerilerden ilkine göre düzen ancak eski krallık geleneğine dönülerek kurulabilir. Diğer karşıt
öneri ise her ne olursa olsun toplumsal ilerleme / progres ilkesi etrafında biçimlenmekteydi. Comte ise bu iki
görüşü kendi pozitivist felsefesi içinde uzlaştırmaya çalışıyordu. Comte’nin amacı, geleneksel otoritenin
çevresinde ilerleme ülküsünü gerçeğe dönüştürebilecek yeni bir toplum düzeni yaratmaktı. Böyle bir düzen /
ordre anlayışına varabilmek için düşünsel anarşiye son verebilecek gücün pozitif bilimler olduğuna inanmıştı.
Dolayısıyla bunalım içindeki bir toplumda düzen sağlandıktan sonra ilerleme kesintisiz bir şekilde
gerçekleşebilecekti. Bkz. Işın; a.g.m., s. 356-357
192
Eyicil; a.g.m., s. 230. Ahmet Rıza ve Meşveret gazetesi hakkında bilgi için bkz. Mardin; a.g.e., s. 122-161.
85
de yer alması193 gazetenin Fransız kamuoyunda desteklenmesinde ve önemsenmesinde
etkili oldu.
Osmanlı entelektüellerini derinden etkileyen, hakların değil, vazifelerin ön plânda olduğu
bir toplumu savunan Auguste Comte Pozitivizminin194, kendisinden esinlenen Ahmet
Rıza’nın siyasî ilkelerini yakından etkilediğini ve Osmanlı toplumu üzerinde yaptığı
gözlemlere teorik bir çerçeve hazırladığını da söylemek mümkündür.195 Ahmet Rıza (da
Comte’u izleyerek) Osmanlı toplumunun 19’uncu yüzyıldaki serüvenini bir bunalım olarak
nitelendiriyor ve bu durumdan kurtulmanın yolunun önce düzeni sağlam esaslar üzerine
kurmada buluyordu. Ahmet Rıza, toplumsal ilerlemenin kaynağında bir ordre/düzen
düşüncesinin yattığını ve bunu zedeleyebilecek olaylardan kaçınabilmek için geçmişten
yararlanabileceğini belirtiyordu. Ahmet Rıza’nın burada tecrübe diye vurguladığı olgu
Osmanlı
toplumundaki
kurumların
geçmişten
devraldıkları
bozulmamış
manevî
içerikleridir. Örneğin; askerlik kurumu 19’uncu yüzyılda büyük bir sarsıntı geçirmiş
olabilir ama onun dayandığı manevî değerler, Ahmet Rıza’ya göre tecrübe ya da başka bir
ifadeyle geleneğin olumlu yönüdür. Böylece Comte’un ordre et progres (düzen ve
ilerleme) sloganı, Ahmet Rıza’da en geniş biçimiyle yankısını buluyordu. Ahmet Rıza,
Comte’un pozitivizmden yalnızca ana hatlarıyla etkilenmiş, düzen ve ilerleme motiflerini
somutlaştıran toplumsal tabaka analizlerini de benimsemişti. düzen motiflerine bağlı olarak
Osmanlı toplumunun tabakalaşma yapısı üzerinde durmuş ve bu noktadan hareket ederek
bizdeki ilk modern siyaset teorisine kapı aralamıştır. Bunun yanısıra, siyaset yapıcı temel
unsur olarak insanı ele almış ve bu unsur etrafında pozitivist bir etik geliştirmeye
çalışmıştır. Ahmet Rıza’nın bu konulardaki düşüncelerini, Comte’un teorik çerçevesine
bağlı olarak izlemek mümkündür. Comte kendi kurduğu sosyolojiyi iki bölüme ayırır:
sosyal statik ve sosyal dinamik. Bu ikili ayrıma göre sosyal statik, bir toplumun
değişmeyen ve onun özgül varoluşunu sağlayan konuları işler. Sosyal statikin Comte’un
193
Lewis; a.g.e., s. 196.
194
A.Comte’un görüşleri ve pozitivist felsefenin siyasî görüşleri hakkında bilgi için bkz. Sarıca; a.g.e, s. 117118. Burns; a.g.e., s. 78-79 ve Ayferi Göze; Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, BETA Basım Yayım Dağıtım
A.Ş., İstanbul 1965, s. 234-237. Comte’cu Pozitivizm hakkında bigi için bkz. Russel Keat; John Urry; Bilim
Olarak Sosyal Teori, (Çeviren: Nilgün Çelebi), 1. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara 1994, s. 85-90.
195
Işın; a.g.m., s. 356.
86
genel toplum teorisindeki karşılığı düzendir. Comte, bu iki ana temadan düzeni, ilerlemenin
biçimleyicisi olara kabul etmiş ve her ikisinin birbirine dolaysız olarak bağlı bulunduğunu
vurgulamıştır. Toplum, sosyal statik açısından incelendiğinde bir bütün olarak somutlaşır.
Bu somutluğu sağlayan unsurları Comte, bazı alt başlıklar halinde sıralanmıştır. Bunlar;
birey, aile ve toplum olmak üzere bir piramit kurarlar. Ahmet Rıza’ya göre, Osmanlı
toplumunda Batıdaki anlamıyla bir birey yoktu. Benimsenen teorik çerçeve yerine,
sokaktaki Osmanlı insanının oluşturduğu halk kavramından yola çıkmak Ahmet Rıza için
daha tutarlı bir yol sayılmıştır. Çünkü birey, halkın geleneksel değerleri içinde silinmiş ve
varolabilme şansını da yitirmişti. Halk ise Ahmet Rıza’ya göre genel bir cehalet içindeydi.
Bu kütle, var olan bozuk idare anlayışının da destekçisiydi. Siyasal haklarını kavrayamayan
bu kütleye karşı Ahmet Rıza güven duymuyordu. Halkın cehaletini Hükümetin sistematik
baskısına bağlıyordu. Yönetimin baskıcı niteliğini de halkın cehaletine bağlayan Ahmet
Rıza’ya göre aile kurumu, Osmanlı toplumunun temel direkleri arasındaydı. Ancak Ahmet
Rıza kendi düşünce programını daha çok yönetim sosyolojisi doğrultusunda geliştirdiği için
sorunu yönetenler açısından ele almış ve ailenin idarî işlev açısından edilgen ve konumuna
karşılık olarak etken konumda kabul ettiği kamu bürokrasisi ya da mesleki örgütlenmeleri
de toplumun temel birimleri saymıştır. Ne var ki aile, yine de bir örgütlenme olup, içerdiği
değerlerle insan üzerinde yönlendirici etki yaratmaktadır. Bu yüzden sıradan insanın
kültürel biçimlendiricisi olarak aile, temsil ettiği değerler yönünde modernleştirilerek
toplumsal ilerlemenin dinamiklerin biri durumuna sokulabilir. Bu da ancak Ahmet Rıza’ya
göre eğitim yoluyla gerçekleştirilebilir. Comte’un sosyal statikin üçüncü alt başlığı olarak
ele aldığı toplum birimi, Ahmet Rıza’nın üzerinde en çok durduğu konudur. Comte gibi
Ahmet Rıza da toplumu dengede tutan ve bütünleştirici mekanizmanın bürokratik
örgütlenme olduğunu belirtir. Ahmet Rıza, geleneksel bürokrasinin, başta padişah olmak
üzere idarî mekanizmayı felce uğrattığı ve toplumun içinde bulunduğu genel çöküşün bu
devre dışı kalmış mekanizmadan kaynaklandığı görüşündedir. Ona göre toplumu yeniden
örgütleyen ve ilerlemesini sağlayan güç, rasyonel kurallar çerçevesinde düzenlenmiş
bürokratik elitin denetimine verilmelidir. Ahmet Rıza elit sorununa, Osmanlı’da sivil
toplumun oluşmaması nedeniyle çok daha kapsamlı işlevler yükler. Ahmet Rıza, toplumsal
ilerlemenin dinamiklerinden birisi olarak eğitimi göstermiştir. Bu tema tüm Jön Türk
programlarında yer alır. Ahmet Rıza, Paris’ten II. Abdülhamit’e gönderdiği layihalarında,
87
toplumsal ilerlemeyi sağlayabilmek için eğitimin ön plana alınmasını vurgular. Ahmet
Rıza, Comte’a paralel olarak, eğitimin içeriğini pozitif bilimlerle sınırlandırmış ve
toplumsal elit yetiştirmede de bu eğitim biçiminin önemini sürekli gündemde tutmuştu.
Pozitivizm, Osmanlı modernleşmesine iki açıdan büyük katkıda bulunmuştur. Bunlardan
ilki kültürel sürecin laikleştirilmesini sağlanması olup, Osmanlı’nın Cumhuriyete devrettiği
önemli miras da budur. Pozitivizmin ikinci önemli katkısı da siyasî alanda olmuştur.
Bürokrasinin rasyonel kalıplar içinde düzenlenmesi ve bu yeni bürokrat kadronun devletçi
ideolojiyi kendine eksen yapması pozitivist felsefenin izlerini taşır. Ancak, pozitivizmin bu
iki belirgin katkısının dışında bir de düşünce tarihimize yaptığı kalıcı bir etki vardır ki o da
gerçeğin araştırılmasında bilimin önceliğidir. Pozitivizm, bu temel önermesiyle,
Tanzimat’tan Cumhuriyete modernleşme tarihimizde yer alan belli aydın gruplarının
savunduğu bir düşünce akımı olmaktan çok, bir yönetim belirleyicisi olmuştur. Diğer bir
ifadeyle, insanımızın bilincini, bilimin uğraştığı hedefler doğrultusunda disiplin altına
almıştır. Yaygınlığını ve sürekliliğini de bu işlevsel özelliğine borçludur.196
Atilla Yayla, pozitivist düşünürlerin, toplumsal gerçekliğin de tıpkı doğa bilimcinin
üzerinde çalıştığı nesnenin dışında durarak onu incelemeye çalışması gibi incelenebileceği
kanısında olduklarını, başka bir ifadeyle doğa bilimlerindeki bilen-özne ve bilinen-nesne
ayrımının sosyal bilimler için de kabul edildiğini, nitekim Comte’un sosyolojiyi sosyal-fizik
olarak tanımlamasının da bu anlayışın tipik bir yansıması olduğunu belirtmektedir. Çünkü
Comte, toplumu da doğa gibi belirli yasalar çerçevesinde işleyen bir makine gibi görmekte
ve (halefi Durkheim gibi) sosyal olayların da fiziksel olgular gibi ele alınabileceğine
inanmaktadır. Levent Köker, Comte’a göre doğa ve toplumun, insanın dışında var olan
nesnel gerçeklik alanının iki yönünü ifade ettiğini, aralarında bilimsel bilgi edinme
yönetiminin farklılaştırmayı gerektirecek ölçüde bir fark olmadığını, dolayısıyla doğa ve
toplum bilimleri arasındaki farkın öze ilişkin olmayıp sadece konuların farklı olmasından
ibaret olduğunu, bu
nedenle her iki alanda da aynı metodolojik ilkelerden
yararlanılabileceğini ifade etmektedir. Anthony Giddens da, Comte’a göre insan
düşüncesinin evrim sürecinde ilk gelişen bilimlerin, astronomi ve fizik gibi insan
196
Işın; a.g.m., s. 356-359
88
müdahalesinden uzaktaki olguları yöneten yasaları keşfeden bilimler olduğunu, ancak
zamanla bilimin giderek insanlığın kendisine daha çok yaklaştığını ve insan davranışlarının
bilimine yani sosyolojiye ulaşarak nihaî noktasına vardığını ifade etmektedir. C.Wright
Mills de pozitif sosyal bilim anlayışında toplumun belirli yasalara göre işleyen bir
düzenlilik arz ettiğinin kabul edildiğini ve bu anlayıştan yola çıkılarak sosyal teorinin
amacının da, toplumda varolduğu düşünülen bu düzenin yaslarının keşfedilmesi olarak
tanımlandığını ifade etmektedir. Raymond Aron, pozitivist paradigma içinde yer alan
düşünürlerin, kapitalist toplumdaki sınıf çatışmalarını insanlığın ilerleyişini kesintiye
uğratan bir olgu olarak gördüklerini, örneğin Comte’un, insanlığın ilerleyişinin sürmesi için
bu ilerlemenin düzen içinde gerçekleşmesi gerektiğini belirttiğini, başka bir ifadeyle Comte
için düzenin, ilerlemenin ön koşulu olduğunu, Comte’a göre toplumları siyasî, iktisadî ve
toplumsal
açıdan
düzen
ve
istikrara
kavuşturmak
için
bilimden
iki
şekilde
yararlanılabileceğini, bunlardan birincisinin, endüstri toplumuna uygun bir ideoloji
geliştirmek yani bir toplumsal tip olarak endüstri toplumun kaçınılmazlığının bilimsel
izahını yapmak ve insanları ona uygun davranmaya ikna etmek olduğunu, zira Comte’a
göre toplumsal düzenin ancak o toplumda yaşayan insanlar arasında düşünce birliğinin
olması halinde kurulacağını, (Peyami Erman tarafından ifade edilen) ikincisinin de, bilimsel
bir reform programı hazırlayarak, endüstri toplumunun çatışmalara meydan vermeyecek bir
şekilde yeniden düzenlemek olduğunu belirtmektedir. Edward Tiryakian, (Durkheim’a
göre) sosyal bilimin konusunun, toplumsal dayanışmanın nasıl gerçekleştirilebileceği
olduğunu belirtmektir. Tiryakian; Saint- Simon ile başlayıp, Comte, Le Play ve Durkheim
ile devam eden Fransız sosyoloji geleneğinin ortak paydasının, politik çatışmalardan ve
sınıf mücadelelerinden nefret ediş olduğunu belirtmektedir. Kapitalizmin bunalımlarını
aşmak ve toplumsal düzeni yeniden kurmak için geliştirilen solidarist korporatist ve faşist
korporatist
düşünce,
entelektüel
kökleri
itibarıyla
bir
ölçüde
bu
düşünürlere
dayanmaktadır.197
Köker, pozitivizme göre bilimin ahlaki görevinin, insan yaşamını iyileştirmek olduğunu,
örneğin Comte’a göre toplumsal ilerlemenin hangi yasalar ve şartlar altında mümkün
197
Söğütlü, a.g.tez, s. 28-30.
89
olacağını önceden bilimsel olarak kestirmenin mümkün olduğunu, Comte’un burada bilim
adamlarına bir tür toplum mühendisliği misyonu yüklediğini, bu varsayımların özellikle
modernleşmek için yeterli iç dinamiklere sahip olmayan az gelişmiş ülkelerde, seçkinlerin
öncülüğünde hazırlanacak bilimsel bir projenin uygulanmasıyla modern topluma
geçilebileceği yönündeki anlayışlara da zemin hazırladığını belirtmektedir. Jön Türklerden
Cumhuriyet Dönemi seçkinlerine uzanan tarihî çizgide Türk aydın-bürokratı arasında
pozitivizmin en çok kabul gören modern düşünce akımı olmasının nedenlerinden biri de
budur. C.Wright Mills, pozitivizmin, her türlü sorunun çözümünün ancak bilimsel yoldan
mümkün olduğu varsayımının, bu yaklaşımın otoriter bir siyaset tarzını içerdiğini açıkça
gösterdiğini, Comte’a göre bir toplumda düzenin ancak o toplumda hakikati bilenlerin
siyasî otorite haline gelmeleri halinde kurulabileceğini, pozitivizme göre toplumsal
sorunların çözümünün bir toplumsal mühendislik meselesi olduğunu, yani pozitivizmin
öngördüğü siyasî yapının tam anlamıyla bir teknokrasi olduğunu belirtmektedir. Muteza
Korlaelçi de teknokratların aldığı bilimsel kararların, toplumun çoğunluğunun talepleri
değil bilimin gerçekleri olduğunu belirtmektedir. Pozitivizm, toplumu, bilimsel olarak
hazırlanmış projelerle istenilen kalıba sokulabilecek bir nesneler yığını olarak görür. Bu
nedenle 20’inci yüzyılda otoriter ve totaliter pek çok rejim kendilerini bu tür bir bilimsellik
anlayışına dayandırarak haklılaştırmıştır. Örneğin, sosyalizm bu tür bir toplumsal
mühendislik ütopyasının tezahürüdür.198
Comte, toplumsal yapıların insan zihnindeki gelişme yasaları tarafından dönüştürüldüğünü
ve insanın gelişen rasyonalitesinin dinî ya da metafizik varsayımlara dayanan geçmiş
modellerden farklı yeni bir pozitivist ilerleme çağını yaratacağını ileri sürüyordu.199 Comte,
devletin fikir ve inanç birliğini sağlayarak sosyal düzeni kurmakla görevli olduğunu, ama
devletin bunu başarabilmesi için de kendiliğinden sosyal eğilimleri iyice gözlemesi ve
değerlendirmesi gerektiği düşüncesindedir. Burada sözkonusu olan, düzene müdahaledir.
Yoksa düzeni yeni baştan yaratmak değil. Böyle olunca devletin ekonomik ve sosyal
198
199
A.g.tez, s. 30.
Hale; a.g.e., s. 38.
90
alanlarda da düzenleyici rolü kabul ediliyor demektir.200
Yukarıda belirtilen Comte pozitivizminin niteliğine ilişkin özellikler bağlamında Ahmet
Rıza ve taraftarları kendilerini, anayasal yönetim kadar, kültürel ve toplumsal yeniden
doğuşu da kucaklayarak Osmanlı Aydınlanmasının lideri olarak görüyorlardı.201
Jön Türkler, II. Abdülhamit aleyhindeki çalışmalarına hürriyeti kurtarmakta olduklarını
söyleyerek başlamışlardı. Oysa İvT’nin 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koymanın
ötesinde bir hürriyet kuramı yoktu. Padişah aleyhinde çalışan grupların tamamının kuramı;
esasta bir kalkınma kuramı, dolaylı olarak da bir hürriyet kuramı olmuştur. Ahmet Rıza
Bey’e göre bu kalkınma, insanların düşüncelerinin bilimselleştirilmesi sonucu mümkün
olabilecekti. Bilahare Jön Türklere katılacak olan Prens Sabahattin’e göre ise, bu sonuç
(kalkınma), bürokratik idareye son vermek suretiyle sağlanacaktı. Sadece Prens
Sabahattin’in bir dereceye kadar hürriyetçi sayılabilecek düşünceleri dışında, Jön Türklerin
fikirleri milletin uyandırılmasıyla ilgilidir. Burada, Avrupa’da o sıralarda rağbet bulan
kitleleri mobilize etme ya da kalkınmayı sağlamaya yönelik toplumsal seferberlik
zorunluluğunu ileri süren fikirlerin yankılarını görmek gerekir. Cumhuriyet Dönemindeki
fikirler de bu vurguyu devam ettirmiştir. Cumhuriyetin de ana siyasal kuramı, devleti
parçalanmaktan kurtarmak ve kalkınmak olmuştur.202
Yabancı postahaneler aracılığıyla Türkiye’ye sokulan Cemiyete ait iki yayından (Mîzancı)
Murat Bey tarafından çıkarılan Mîzan gazetesi, Ahmet Rıza Bey tarafından çıkarılan
Meşveret gazetesi ile kıyaslanamayacak kadar daha fazla ilgi görüyordu.203 Ahmet Rıza’nın
dikbaşlılığı ve uzlaşmaz tutumu kendisine dost kazandırmak bir yana, çevresindekileri
de kaybetmesine yol açmakta, bunlara pozitivist faaliyet ve davranışları da eklenince,
200
Sarıca; a.g.e., s. 119.
201
Hale; a.g.e., s. 38.
202
Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 100-101 ve Mardin; 19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”,
s. 351. Bu konuda Mardin ile benzer düşünceleri paylaşmakta olan Çağlar Keyder de Jön Türk düşüncesinin
ön planında bir iktisadî program değil, devleti kurtarmayı amaçlayan bir siyasî eylemciliğin söz konusu
olduğunu ifade etmektedir. Bkz. Çağlar Keyder; Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İletişim Yayınları,
İstanbul 1995, s. 78.
203
Ramsaur; a.g.e., s. 45. Mîzancı Murat Bey tarafından Paris’te çıkarılan Mîzan gazetesi hakkında bilgi
için bkz. Mardin; a.g.e., s. 67-68.
91
ortaya Cemiyetin dinsizlikle suçlanması tehlikesi çıkmaktaydı. Böyle bir suçlama,
Sultan Abdülhamit’in elinde gerçekten çok tehlikeli bir silaha dönebilirdi. Ahmet Rıza’nın
gerek pozitivist eğilimleri, gerekse kendini beğenmişliği
yurt
dışındaki Jön Türkler
arasında sürekli bir tartışma konusuydu.204
İvTC, II. Abdülhamit idaresine karşı mücadele eden ve meşrutî düzene tekrar geçilmesini
hedefleyen Jön Türk Hareketi kapsamındaki örgütlerin en güçlüsü ve sonuca varanı
olmuştur.205 İvTC kurulduktan sonra Paris’teki Türk aydınları, Cemiyetin Paris şubesini
oluşturmuşlardır. Cemiyet kısa sürede İstanbul’da da pek çok taraftar toplamış, kimi
yerleşim merkezlerinde de şubeleri açılmıştır.206 Cemiyet daha önce Avrupa’ya kaçarak
mücadelelerini oradan sürdürmekte olan Jön Türkler207 ile temasa geçtikten sonra daha da
güçlenmiştir. Bu arada Paris, Cenevre, Bükreş, Kahire ve Rumeli’de birçok şubeleri
204
Ramsaur; a.g.e., s. 45.
205
Uçarol; a.g.e., s. 353. İvT hakkında ilave bilgi için bkz. Karal; a.g.e., C. VII, TTK Bsmv., Ankara 1962, s.
513-515. Hanioğlu; a.g.m., s. 478-479 ve Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 98-101.
206
207
Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 597.
Mardin “Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908)” isimli kitabının son bölümünde Jön Türkler hakkında
özetle şu hususlardan bahsetmektedir; Jön Türklerin en büyük isteği hürriyet değil, Osmanlı Devleti’nin
parçalanmasını durdurmaktı. Hürriyet, ancak dolayısıyla kendilerini ilgilendiriyordu. Çünkü hürriyetin ve
adaletin egemen olduğu bir rejimde İmparatorluktan kopmak isteyenlerin sayısı azalacaktı. Jön Türklerin
hiçbiri derin bir teori, özgün bir siyasî formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideoloji ortaya
koymamıştır. Jön Türkler siyasî fikir boşluklarını iki şekilde kapatmaya çalışmışlardır. Bir yandan kendi
devirlerinde Avrupa’da tartışılmakta olan fikirlerin popülerize edilmiş şekillerin etkisi altında kalmışlar ve
büyük teorisyenler ile halk arasında aracı rolünü oynayan ikinci derecede düşünürlerin görüşlerini kendi
fikirlerini intikal ettirmişlerdir. Jön Türkler uzun zaman fikirsizlikten kendileri de şikâyet ettikten sonra
Abdülhamit devrinde ihtilalci çevrelerin dışında geliştirilmiş bazı siyasî ve sosyal dünya görüşlerini kabul
etmek zorunda kalmışlardır. Jön Türklerde rastladığımız Türkçülük başlangıçları, bunun tipik örneğini verir.
Abdülhamit devrinde ise hürriyetçi aydın çok daha zor bir durumdaydı. Eleştirilerini doğrudan doğruya
Padişaha yöneltmek zorundaydı. Büyük kütleler’in Padişaha kolay zedelenmeyen bir saygıyla bağlandıkları
bir İmparatorlukta bu gibi davranışın çabuk sonuç vermesi beklenemezdi. Zamanla Jön Türkler de bunu
kavradılar ve halka hitap edeceklerine Osmanlı Devleti içinde istenen hareketi meydana getirebileceklerine
inandıkları bir unsura (subaylara) propagandalarını yöneltmeye başladılar. Jön Türklerin ortaya çıkardıkları
siyasî fikirlerde, o dönemde Avrupa’da tartışılmakta olan fikirlerin izlerini görmek mümkündür. Bkz.
Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), 5. Baskı, İstanbul, 1994, s. 301-308. Jön Türklerin derin
bir fikrî olgunluktan yoksun oluşları ve siyasî öngörülerinin yetersizliği konusunda Şerif Mardin’e ilaveten
Fahir Armaoğlu ve Hüseyin Cahit Yalçın da benzer görüşler içerisindedir; Birinci Jön Türk (Yeni Osmanlılar)
Hareketi’nde olduğu gibi İvT Hareketi’nin de en büyük kusuru sistematik bir fikir birliğini ve ortak birgörüşü
gerçekleştirememiş olmasıdır. Hepsi de istibdat rejiminin sona erdirilmesi gereklililiğinde ve meşrutî bir
yönetimin kurulması zorunluluğunda birleşmeleridir. Fakat Meşrutiyet’te İmparatorluğa verilecek siyasî yapı,
aralarında görüş ayrılığı doğurmuştur. Bkz.Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 597. Jön Türkler dar, sıkı,
karanlık, bir çevre içinde kendi kendilerini yetiştirmişlerdi. Batıyı pek uzaktan şöyle böyle seçiyorlar, ona
büsbütün hayali ve kendine özgü bir nitelik veriyorlardı. Bkz. Hüseyin Cahit Yalçın; Siyasal Anılar,
(Hazırlayan: M.Mutluay), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1976, s. 23.
92
açılmıştır. Bu dönemde Jön Türkler, II. Abdülhamit yönetimine karşı, özellikle yayın yolu
ile mücadele etmişler ve bu amaçla çeşitli ülkelerde 95’i Türkçe, 12’si Fransızca,
sekizi Arapça ve biri de Musevice olmak üzere 116 gazete çıkarmışlardır.208 Paris, Napoli,
Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve dergilerde209 Hükümet aleyhine, Meşrutiyetin
ilanı lehine yazılar yazıp, bunları gizlice yurda sokmaya başladılar. Ahmed Rıza Bey,
çıkardığı Meşveret gazetesinde ve Saray’a yazdığı layihalarda meşrutiyet ve hürriyet
kavramlarını işlemeye başladı. Ancak Jön Türklerin yurtdışı yayınları tenkit ve
temennilerden ibaret kaldı. Osmanlı Devleti’nin sosyal ve ekonomik temellerine dair
araştırma ve yayın faaliyetinde bulunamadılar.
Osmanlı Devleti’nin içeride ve dışarıda karşılaştığı sorunlar ve bu sorunların devletin dış
ilişkilerine yaptığı etkiler, özellikle de dış politikaya bakıştaki farklılıklar da, fikir ve görüş
ayrılıklarını şiddetlendirmiştir. Başka bir ifadeyle devletin kurtarılması ve yıkılmasının
önlenmesi konusundaki temel mülahaza, görüşleri ve fikirleri farklılaştırmıştır. Bunun
sonucu, kimisi İvT taraftarı, kimisi de onun karşısında olmak üzere farklı kuruluşlar ortaya
çıkmaya başlamıştır. Fikir ve görüşlerdeki farklılıklar ve hatta çatışmalar eylem alanına da
intikal etmiştir. Bu çerçevede, 1896 yılının Aralık ayında Cenevre’de amaca ulaşmak için
terör yöntemlerini de benimseyen Osmanlı İhtilal Fırkası kurulmuştur. Böylece 1889
yılında İttihad-ı Osmanî Cemiyetinin kurulmasıyla başlayan fikir planındaki mücadele, yedi
yıl sonra 1896 yılında eylem ve hatta terör niteliğine dönüşme eğilimi göstermeye
başlamıştı. Sadece neşriyatla amaca ulaşılmasının mümkün olmadığına inanan İvTC’nin
Kahire şubesi, amaca ulaşmak için terör yöntemlerini uygulayacak Bitaraf Yeni Osmanlılar
adlı bir cemiyetin kurulmasını istiyordu. Gerekçeleri ise sadece yayınla bir sonuç
208
Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 597. Cemiyetin yurt içindeki varlığının yönetim tarafından farkına
varılması üzerine kimi üyeleri sürgüne gönderilirken, kimi üyeleri de Avrupa’ya kaçtılar. Jön Türklerin
taşradaki ve yurt dışındaki faaliyetleri ve neşrettikleri yayınlar hakkında ilave ve detaylı bilgi için bkz.
Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908). Jön Türklerin ideolojisi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.
Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, .s. 111-113.
209
Bu çerçevede Londra’daki Jön Türklerden Ali Şefkati Bey tarafından çıkarılan Hayal ve İstikbal,
Paris’teki Jön Türklerden Ahmet Rıza Bey tarafından çıkarılan Meşveret, Cenevre’deki Jön Türklerden İshak
Sukuti, Mîzancı Murat, Tunalı Hilmi, Abdullah Cevdet, Nuri Ahmet, Reşit Halil Muhakkak, Akil ve Refik
Beyler tarafından çıkarılan Mîzan ve Osmanlı adlı gazeteleri zikretmek mümkündür. Bahse konu yayın
faaliyetleri konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Mardin; a.g.e., s. 137-250.
93
alınmasının mümkün olmadığı idi.210
1896 yılındaki başarısız darbe girişimini211 takiben İstanbul’daki Cemiyetin merkez
komitesi etkisiz hale gelmiş olmakla birlikte, Jön Türkler Mîzan ve İçtihat gazeteleriyle
yurtdışında mücadeleye devam ettiler. Paris’te çıkarılan Meşveret gazetesinde II.
Abdülhamit aleyhine yazılan yazıların Saray’ı rahatsız etmesi üzerine Osmanlı Devleti’nin
Paris Büyükelçisi tarafından Fransız Hükümeti nezdinde girişimde bulunuldu. Bu girişim
üzerine Fransa Hükümeti, Meşveret gazetesini kapattığı gibi Cemiyeti de Paris’ten çıkardı.
Bunun üzerine Ahmet Rıza, Dr. Nazım Bey ve arkadaşları faaliyetlerini Belçika’ya
taşıdılar. II. Abdülhamit’in Belçika Hükümeti nezdindeki girişimi sonucu Cemiyetin
üyeleri Belçika’dan da çıkarıldı. Bu defa Belçika’da bulunan Jön Türkler (Dr.İshak Sükuti,
Abdullah Cevdet, Ethem Ruhi (Balkan), Tıbbiyeli Mustafa Ragıp, Esat, Mithat Şükrü
210
Konuyla ilgili olarak bkz. Tunaya; a.g.e., s. 105. Geniş çaplı örgütlenme, aynı zamanda Cemiyet içerisinde
ilk önemli fikir ayrılığı ve gruplaşmayı da beraberinde getirdi. Yurt dışında Paris ve Cenevre’de bulunan ve
muhalefetlerini örgüt içinde Osmanlı İhtilal Fırkası isimli bir hizip kurmaya kadar vardıran çok sayıda
cemiyet mensubu Ahmet Rıza’nın ihtilal karşıtı siyasetine karşı çıktı ve bu yaklaşım yurt içindeki çok sayıda
Cemiyet mensubu ve sempatizanları tarafından da desteklendi. Bu şartlar altında, Mısır’da bulunan Mîzancı
Murat Bey, Cemiyetin yönetimini Ahmet Rıza Bey’den devralmak amacıyla 1896 Temmuz ayında Avrupa’ya
geri döndü. 1896 yılı Kasım ayı ortalarında yapılan olağanüstü cemiyet toplantısı sonucunda Teftiş ve İcra
Heyeti kuruldu. Bu heyetin yönetimine Murat Bey seçildi. Cemiyetin örgütsel yapısı önemli değişikliklere
uğrarken yönetim de Mîzancı Murat Bey ve onu destekleyen ihtilaci grubun eline geçti. Bkz. Hanioğlu;
a.g.m., s. 477. Sultan Abdülhamit döneminde Mülkiye’de hocalık yapan, hürriyetçi görüşlere sahip ve basının
sansür altında tutulduğu dönemde 1886 yılından itibaren Mîzan adlı haftalık bir gazeteyi yayınlayan ve daha
sonra Paris’e kaçan, oradan da 1896 yılının başında Mısır’a giden, 1896 yılı ortalarında da Mısır’dan Paris’e
tekrar geri dönen Mîzancı Murat Bey, Paris’teki Jön Türklerin ısrarı üzerine Cemiyetin başkanlığını kabul
etmiştir. O zamanlar bu değişme hakkında fikir yürüten Hürriyet gazetesinin yayımcısına göre, bu değişikler,
İvTC’nin askerî unsurunun denetimi eline alması için bir paravana olarak kullanılmıştı. Gerçekten de Sükuti,
Mağmumi, Miralay Şefik ve Çürüksulu Ahmet gibi askerlerin Cemiyete bundan sonra 7-8 ay kadar egemen
oldukları ve direktiflerin askerler tarafından hazırlanıp Mîzancı Murat Bey’e verildiği anlaşılıyor. Bu
liderlerin dünya görüşü her şeyden önce Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını durdurmaktı. Gerçekten de
Mîzancı Murat Bey’in 1896 sonbaharından itibaren Meşveret’te yazmaya başladığı makalelerde iki temaya
(vatanı kurtarma çağrısına ve 1876 Anayasası’nın savunmasına) daha çok önem verilmeye başlandığı
görülüyor. Bu yeni tutumda birbirine karışmış, fakat gelişmeleri değerlendirebilmemiz için birbirinden
ayrılması gereken iki tema mevcuttu. Bunlardan biri padişaha karşı cephe alma şeklinde özetlenebilir.
İkincisi, şiddet usullerine başvurmaya hazır bulunmaydı. Gerek mevcut belgeler, gerekse de Paris’te
yayımlanan Mîzan gazetesinin bahse konu yeni tutumu ise şiddet usullerinin asker Jön Türkler arasında
benimsendiğini göstermektedir. Cemiyet kurulmadan bir süre önce, kurucular, memleket işlerinin kötü
gitmesinin sorumluluğunu Padişaha mı yoksa çevresindekilere mi yükleneceklerini bilmedikleri için bir yıl
kadar durumu incelemeye karar vermişler ve yıl sonunda asıl sorumlunun Abdülhamit olduğu ve ona karşı
cephe almanın zorunlu olduğu noktasında anlaşmışlardı. Bu bakımdan Padişaha suikast düzenlenmesine ve
terör usullerinin kabulünde en ileri gelenlerin Tunalı Hilmi ve Ali Fahri gibi iki askerî okul mezunu şahıs
olmaları bir rastlantı sonucu değildi. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Mardin; a.g.e., s. 91-106.
211
Petrosyan; a.g.e., s. 200-201.
94
(Bleda)212, Ahmet, Mîzancı Murat213, Tunalı Hilmi, Seraceddin, Dr. Hasan, Lütfi, Dr. Akil
Muhtar (Özden), Nuri Ahmet, Reşit Beyler 1897 yılında faaliyetlerini İsviçre’nin Cenevre
şehrine taşıdılar. Daha sonra Dr. Nazım Bey ve arkadaşları Paris’e gelerek Ahmet Rıza Bey
ile birlikte siyasî muhalefete devam ettiler.214 Yine 1897 yılında Cemiyetin Kahire şubesi
de faaliyete geçti. Cemiyetin Kahire şubesinin kurucuları ise İshak Sukuti, Tunalı Hilmi,
Hoca Kadri, Salih Cemal, Ali Ziya ve Ferit (Tek) Beylerden oluşuyordu.
II. Abdülhamit tarafından bu siyasî muhalefe karşı bir önlem olarak Hafiye (İstihbarat)
Teşkilatının başı olan
(Serhafiye/Başhafiye) Ahmet Celaleddin Paşa ve Necip Melha 10
Temmuz 1897 tarihinde Paris’e gelerek buradaki Cemiyet mensuplarına affedildiklerini
belirterek onları yurda dönmeleri için ikna etmeye çalıştılar. Ahmet Celaleddin Paşa, Paris
Büyükelçisi Münir Bey ile yaptığı çalışma sonucunda Paris, Cenevre, Kahire ve Brüksel’de
faaliyet gösteren Cemiyet üyelerini ikna etmeye çalıştı. Bu çerçevede İttihatçıların bir kısmı
ikna oldu. Yaşanan gelişmeler Mîzancı Mehmet Murat Bey ile Ahmet Rıza Bey’in
aralarının açılmasına sebep oldu. Cemiyetin Cenevre teşkilatı tamamen çökertildi ve
yaklaşık 60 kişi yurda dönmeye razı edildi. Bu çalışmalar kapsamında Abdullah Cevdet ile
212
Mithat Şükrü Bleda (1874-1956)’nın kısa biyografisi için bkz. Andrew Mango; Atatürk, (Çeviren: Füsun
Doruker), 2. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul 2004, s. 629.
213
Mehmet Murat (1853-1912). Mîzancı Murat olarak da tanınır. İstanbul’da Mülkiye’de öğretim üyesi ve
Düyun-u Umumiye’de memur olarak çalışmıştır. Mîzan adlı bir gazete çıkarmıştır. İhtilalci faaliyetleri
yüzünden yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştır. Paris’e kaçan, ordan da 1896 yılının başında Mısır’a giden,
1896 yılı ortalarında da Mısır’dan Paris’e tekrar geri dönen Mîzancı Murat Bey, Paris’te bulunan Jön Türkler
arasında ön plana çıkmıştır ve Paris’teki Jön Türklerin ısrarı üzerine Cemiyetin başkanlığını kabul etmiştir.
Cemiyetin yönetimindeki bu değişiklik, Cemiyetin örgütsel yapısında önemli değişiklikleri beraberinde
getirirmiş ve yönetimin de ihtilaci grubun eline geçmesine neden olmuştur. Murat Bey Başkanlığındaki
Cemiyet 24 Nisan 1897 tarihinde Cenevre’ye taşındı ve siyasî muhalefetini oradan sürdürmeye başladı. Bu
sırada II. Abdülhamit’in başhafiyesi Ahmet Celaleddin Paşa Avrupa’ya geldi ve yurda dönmeleri için Jön
Türklerle temas kurdu. Bu süreç sonunda Murat Bey de ikna edilmiş ve İstanbul’a dönerek Şura-yı Devlet
(Danıştay) üyesi olmuştur. İstanbul’da tekrar yayımlanmaya başlanan Mîzan’ın yayın politikası Abdülhamit
yanlısı, İvT aleyhtarı oldu. Murat Bey 1908’den sonra İtilafçıları desteklemiştir. 31 Mart Vakası’ndan sonra
yayınlanması yasaklanana kadar Mîzan’ı çıkarmaya devam etmiştir. 31 Mart Vakası’nın ardından Hareket
Ordusunun İstanbul’a gelmesini takiben tutuklanarak Rodos’a sürgüne gönderildi. Bilahare İstanbul’a
döndüyse de fazla yaşamadı ve öldü. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 255. Hanioğlu; a.g.m., s. 477. Mardin; a.g.e., s.
91-109 ve Teber Kireçci; Yalıların Gizemi, Çapraz Kitaplar, İstanbul 2004, s. 152. Mîzan (gazetesi), 1897
yılında örgütü (İttihat ve Terakkî Cemiyetini), pozitivist örgütlerin Türkiye şubesi haline getirdiği için Ahmet
Rıza’ya sitem ediyor ve onu kınıyordu. Ahmet Rıza’nın pozitivizminin, örgütü (İvTC’ni), ateizmle suçlanma
tehlikesi altına düşürdüğünü ve bunun, Sultan Abdülhamit’in elinde, Jön Türklere karşı korkunç bir silah
olarak kullanılabileceğini kaydetmektedir. Bkz. Petrosyan; a.g.e., s. 200-201. Mîzancı Murat Bey hakkında
ilave bilgi için bkz. Sina Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, İmge Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul
1988, s. 43-46 ve Lewis; a.g.e., s. 196-198.
214
Eyicil; a.g.m., s. 231.
95
İshak Sukuti’nin çıkardığı Osmanlı dergisi kapatılırken, İshak Sukuti Roma, Abdullah
Cevdet Viyana, Tunalı Hilmi de Madrit Büyükelçiliğinin tabiplik kadrosuna atandılar.
Mîzancı Mehmet Murat Bey de 1897’de yurda döndü ve Şura-yı Devlet üyeliğine atandı.215
Mîzancı Murat Bey’in İstanbul’a dönmesiyle Cemiyet içinde bir boşluk meydana gelmesi
üzerine Paris’teki İttihatçılar, Ahmet Rıza Bey ve Dr. Nazım Bey’in etrafında toplandı.216
1.2.3.3. Yurt Dışındaki Jön Türklerin Bölünmesi
Yurt dışındaki İttihatçıların bir kısmının affa uğrayıp yurda dönmeleri Cemiyette kan
kaybı meydana getirdiyse de Paris’te bulunan Ahmet Rıza ve Dr. Nazım Bey Meşveret
gazetesinde yazılar yayınlayarak siyasî mücadelelerine devam ettiler. Onların bu çabaları
kimi gençlerin Cemiyete üye olmasına neden oldu.217
1899 yılına kadar özgürlükçü hareket dağılma ve uyuşukluk halinde kaldı. O yıl hareketin
canlanması, bir bakıma sunî biçimde, İngliz-Alman demiryolu rekabeti sonucunda oldu. Bir
Alman şirketi olan Anadolu Demiryolu Şirketi 1896’da Eskişehir-Konya Hattı’nı açtıktan
sonra, hattın Konya’dan Bağdat’a218 doğru devam etmesi gündeme gelmişti. Bu aşamada
215
Karabekir; a.g.e., s. 492. Ramsaur; a.g.e., s. 71 ve Lewis; a.g.e., s. 198-199. Ahmet Celaladdin Paşa’nın
yurt dışındaki Jön Türk muhalefetinin çözülmesi için Avrupa’daki faaliyetleri hakkında bkz. Mithat Şükrü
Bleda; İmparatorluğu Çöküşü, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul 1979. s. 17-20. Lewis; a.g.e., s. 198-199 ve
Petrosya; a.g.e., s. 204. Meşveret gazetesinin Paris’te çıkarılan Fransızca sayılarını denetlemek üzere Cemiyet
tarafından iki kişinin görevlendirilmesi üzerine Ahmet Rıza denetçilerin yetkilerini kabul etmedi. Murat Bey
bunun üzerine istifa ettiyse de Komite tarafından kabul edilmedi. Ahmet Rıza Bey’in yeni Cemiyetle hiçbir
ilgisi olmadığını göstermek için olacak, Cemiyet, 24 Nisan 1897 tarihinde Cenevre’ye taşındı. Bu süreçte bir
başka gelişme de Ahmet Rıza Bey’in Cemiyetten kovulmasıyla sonuçlandı. 1897 Türk-Yunan Savaşı
başlamıştı. Ahmet Mithat Efendi de Journal des D’ebats adlı gazetede bu vesileyle vatanperane bir makale
koymuştu. Komitenin talebi üzerine, Murat Bey bu makalenin Mayıs 1897’den beri Cenevre’de çıkmakta olan
Mîzan gazetesinde yayınlanmasını istedi. Makale Mîzan’da çıktı, fakat Ahmet Rıza Bey Meşveret’te
çıkmasını reddetti. Jön Türklerle işbirliği yapan Aristidi isimli bir Rum tarafından Ümit takma adıyla
Girit’teki Rum asileri savunan ve millî duyguları da rencide eden bir makalenin Meşveret‘in Fransızca baskısı
olan Mechveret Supplement Français adlı süreli yayında yayınlanması üzerine Ahmet Rıza Bey Cemiyetten
çıkarıldı, Osmanlılık ve Müslümanlık nitelikleri Cemiyet tarafından üzerinden alındı. Fakat sorunu istenen
şekilde idare edememiş olan ve en küçük eleştirilere dahi tahammülü olmayan Murat Bey Cemiyetten istifa
etti. Psikolojik bakımdan Murat Bey’in yıprandığı bu sırada II. Abdülhamit’in başhafiyesi Ahmet Celaleddin
Paşa Avrupa’ya geldi ve yurda dönmeleri için Jön Türklerle temas kurdu. Bu süreç sonunda Murat Bey
İstanbul’a dönmeyi kabul etti. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 107-109 ve Hanioğlu; a.g.m., s. 477.
216
Eyicigil; a.g.m., s. 232.
217
A.g.m., s. 232.
218
Bağdat Demiryolu Projesi hakkında ilave bilgi için Bkz. Süleyman Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar,
Vatan Yayınları, İstanbul 1988, s. 92-104.
96
bir İngiliz sermeye grubu da İskenderun-Basra Hattı’nı yapmaya talip olurlar ve Sultan
Abdülhamit nezdinde kulis yapmak üzere, Abdülhamit’in kız kardeşi Seniha Sultan’la evli
olan Damat Mahmut Celalettin Paşa (1853-1903)’ya219 başvurdular. Paşa, Sultan
Abdülhamit ilk tahta geçtiği sırada onun çok yakını iken, eşinin Cleanthi Scalieri-Aziz Bey
Komitesi ile olan ilişkili olduğu şüphesi ile bir ara gözden düşmüştü. Sonradan bu şüphenin
yersiz olduğu anlaşılmışsa da Paşa uzak durmayı tercih etmişti. Paşa, İngiliz grubunun
savunuculuğunu üstlenirken, Abdülhamit’in kendisini kırmayacağını sanıyordu. Ne var ki,
sonuç olarak Sultan Abdülhamit tercihini Almanlar lehine kullandı. Sonuç olumsuz olunca,
Damat Mahmut Celaleddin Paşa özgürlükçülük davasına sarıldı ve oğulları Sabahattin220 ve
Lütfullah’ı yanına alarak 1899 yılının Aralık ayında Avrupa’ya kaçtı.221
Padişahın eniştesi ve yeğenlerinin istibdattan şikâyet ederek Avrupa’ya kaçması Avrupa’da
bomba etkisi yaptı. Jön Türklerin gücüne ve itibarına büyük bir katkı sağladı. Ama aynı
zamanda onlar arasındaki parçalanmayı şiddetlendirici bir etkisi oldu. Mîzancı Murat Bey
ve Abdullah Cevdet’in siyasî muhalefetten vazgeçmeleri sonucu Jön Türk camiasında
rakipsiz kalan Meşveret gazetesinin pozitivist peygamberinin (!) karşısına çıkmak üzere
itibarı yüksek ve ilkesi sağlam Prens Sabahattin222 (1877-1948) isimli yeni ve güçlü bir
219
Damat Mahmut Celaleddin Paşa’nın Avrupa’daki muhalefeti ve faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için
bkz. Hanioğlu; a.g.e., s. 342-369. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî ve s. 41-43. Lewis; a.g.e., s. 199.
Mahmut Celaleddin Paşa Sultan Abdülaziz’in katillerindendir diye yargılanıp suçlu bulunmuştu.
Mahkemeden almış olduğu idam cezası, Sultan Abdülhamit tarafından müebbete çevrilmiş, tüm nişanlarından
soyutlanmış ve eşinden de boşanmıştı (1881). Bkz. Tektaş, a.g.e., s. 1059.
220
Prens Sabahattin hakkında bilgi için bkz. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 47-51. Cenk
Reyhan;“Prens Sabahattin”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce
Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi). s. 146-151 ve Bayram Kodaman; “Günümüzde Yeniden
Değerlendirilmesi Gereken Bir Düşünür”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. II, S. 6-7, Yıl
1996-1997. Dokuz Eylül Üniversitesi Bsmv., İzmir 1997, s. 117-129.
221
222
Ramsaur; a.g.e., s. 72. Lewis; a.g.e., s. 199 ve Petrosyan, a.g.e., s. 212.
Prens Sabahaddin, Osmanlı Devleti’ni canlandırmak için asgari devlete ve serbest girişimin gücüne inanan
bir liberal politikacı olarak dikkati çekti. Düşünce sistemini oluştururken Anglo-Sakson toplum yapısından
etkilendi. Science Social’i (Sosyoloji’yi) kuran Le Play Okulu’na ve bu okulun önde gelen temsilcilerinden
olan E.Demolins’e bağlandı. Prens Sabahaddin’e göre toplumlar cemaatçi ve bireyci olarak ikiye ayrılırlar.
Birinci tür toplumlarda bireyler herşeyi toplumdan, devletten beklerler. İkinci tür toplumlarda ise birey
öncelikle kendi gücüne dayanır, üretim gücü yüksek, girişimci ve bağımsız karakterlidirler. O’na göre
Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarabilecek olan bu tarzda yetişen bireylerdir. Bunun
dünyadaki en iyi örneği ise Anglo-Saksonlar olup, bunlar âdem-i merkezi bir teşkilat yapısına ve kişisel
düzeyde girişimci, bireyci bir toplumdur. Prens Sebahaddin, bu düşüncelerini İvTC’ne ve Osmanlı
kamuoyuna Açık Mektuplar ve Türkiye Nasıl Kurtarılabilir? adlı yazılarında duyurmuş, Demolins’in AngloSaksonların Üstünlüğü Neden İleri Geliyor? isimli eserini de Türkçeye çevirerek yayımlamıştır. Bkz. Mehmet
97
rakip belirmişti. İkisi arasında, Jön Türklerin sürgün yıllarında devrime kadar, iktidarda
da, Devleti sonuna kadar ikiye ayıran bir fikir kutuplaşması doğdu.223
II. Abdülhamit, Damat Mahmut Celaleddin Paşa’nın iadesi konusunda Fransa Hükümeti
nezdinde girişimde bulunduysa da bundan sonuç alınamadı. Damat Mahmut Celalaeddin
Paşa, (1903 yılında) ölümüne neden olacak bir hastalığa yakalanınca liderlik oğullarına ve
özellikle kendine özgü fikirler geliştirmeye başlayan 25 yaşındaki Prens Sabahattin’e
kalmıştı.224
Seyitdanlıoğlu;
“Türkiye’de
Liberal
Düşüncenin
Doğuşu
ve
Gelişimi”,
http://yunus.
hacettepe.edu.tr/~mehmets/liberalizmindogusu.htm, 06.11.2006. Sabahattin Bey, sosyoloji konusunda
özellikle Demolins’den kaynaklanan düşünceleri çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin gelişimi için kuram
geliştirmiştir. Prens, Osmanlı eğitim sisteminin ve aile terbiyesinin her şeyi devletten bekleyen bir insan
yarattığını, buna karşılık İngiliz toplumunun ileri gidişinin nedeninin ise bu ülkede her türlü eğitim ve
değerler aktarımının sonuçta yaşam için kavga veren bir fert ortaya çıkardığını ileri sürmüştü. Burada
Sabahattin Beyin, incelediğimiz dönemde Osmanlı aydınlarını çok etkilemiş bulunan Sosyal Darvinizmi de
kurama derhal ithal ettiği gözden kaçmıyor. Bunun yanısıra Sabahattin Bey, yine Demolins’in anlatımı
çerçevesinde, İngilizlerin üstünlüğünün, uyguladıklarını âdem-i merkeziyete (decentralization) dayandığı
kanaatine varmıştı. Bkz. M.Şükrü Hanioğlu; “Osmanlı Devleti’nde Meslek-i İçtima Akımı”, Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, s. 382-383. Sosyolojiye kurtarıcı bir ilim olarak ilgi duyan
Osmanlı modernleşmecilerinin müstesna ilham kaynaklarından Frederique Le Play 19’uncu yüzyılın ikinci
yarısında Avrupa’da muhafazakâr ideolojiyi canlandırmaya çalışan bir düşünürdür. Aydınlanma karşıtıdır.
Geleneksel toplumun modernliğin etkilerine karşı korunmasına dönük çözümler aramıştır. Onun içinde
olduğu, muhafazakârlığı bilimsel-ilerlemeci fikirlerle aşılayarak Modernleştirme yönelimi, faşist ideolojilerin
hazırlayıcılarından olmuştur. Bkz. Cenk Reyhan; “Prens Sabahattin”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C.
1 (Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi), 5. Baskı, İstanbul 2002,
s. 153. Tarihçi İ.Hami Danişment ve Yılmaz Öztuna, Prens Sabahattin’in Sultan Abdülhamit’e karşı olanlar
tarafından çok takdir edildiğini, ancak devlet için çok zararlı bir kişi olduğu, Öztuna tarafından ayrıca Prens
Sabahattin’in arkasında İngiltere olduğu belirtilir. Tektaş, a.g.e., s. 1060. Prens Sabahattin, dağılma
sürecindeki Osmanlı Devleti için en en uygun çözümün yönetimde adem-i merkeziyet prensibinin
uygulanması olarak görülüyordu. Prens Sabahattin’in fikirlerini ve faaliyetlerini tehlikeli görüyordu. II.
Meşrutiyet’ün ilanını takiben yapılan ilk Mebusan Meclisi seçimlerinde siyasî çizgisi başarısızlığa uğramıştı.
Konferanslar, siyasî yayınlar ve siyasî faaliyetlerle siyasî amacına ulaşmaktan ümidinî keserek örtülü
faaliyetlere yönelmişti. Bu çerçevede 31 Mart Vakası’nda önemli bir rol oynamıştı. Prens Sabahattin’in
sütkardeşi Fazlı Bey, Avcı Taburları mensuplarından Hamdi Çavuş’u kullanarak erleri sokağa dökmüş ve
isyan ettirmişti. İsyan’ın bastırılmasını takiben Prens Sabahattin hapse atılmıştı. Amcası Mehmet Reşat’ın
padişah olması üzerine siyasetle uğraşmaması konusunda söz alınarak serbest bırakıldıysa da sözünde
durmadı. Balkan Harbi esnasında İngiliz yanlısı Kamil Paşa’nın sadrazam olmasını takiben Sadrazam
Mahmut Şevket Paşa’yı, hazırlattığı suikaste kurban ettirmişti. Bu suikast işinde başarılı olmakla beraber, İvT
Hükümetini deviremeyince, yakalanacağını anlayarak Avrupa’a kaçmıştı. I. Dünya Savaşı esnasında da
Yunan Başbakanı Venizelos ile anlaşarak Yunan parası ve Yunan vasıtalarıyla İstanbul’da bir ayaklanma
çıkararak Hükümeti düşürmeyi hedefleyen gizli bir örgüt kurmuşsa da bu teşebbüsleri Hükümet tarafından
haber alınmış bu örgütün elemanları İstanbul Emniyet Müdürü İsmail Canbolat varafından yakalanmıştı. Bkz.
Rauf Orbay; Siyasî Hatıralar, 2. Baskı, Örgün Yayınevi, İstanbul 2005, s. 412-414.
223
224
Lewis; a.g.e., s. 199-200 ve Akşin; “Siyasal Tarih (1789-1908)”, s. 176.
Ramsaur; a.g.e., s. 83. Prens Sabahaddin (1877-1948) İtilafçıların ideologu ve İttihatçı aleyhtarlarının
lideridir. 1899 yılında yurdışına kaçan babası Damat Mahmut Celaleddin Paşa’nın ölümünden sonra Jön
98
Abdülhamit’in otoriter yönetimine son verilmesi konusunda fikir birliği içerisinde olan
İvTC üyeleri bunun nasıl gerçekleştirileceği konusunda anlaşmazlık içerisinde olmuşlardır.
Prens Sabahattin ve Lütfullah tarafından Jön Türklere basın yoluyla yayımlanan çağrı ile
Türkiye’de hürriyet ve adaletin yeniden kurulmasının yollarını görüşmek üzere bir
kongreye davet edildiler. Jön Türkler tarafından olumlu karşılanan bu çağrı sonucu İvTC
tarafından 4-9 Şubat 1902 tarihlerinde Paris’te Fransız Senatosu üyesi Lafevre Pontalis’in
evinde ilk Osmanlı Liberalleri Kongresi (Birinci Jön Türk Kongresi) gerçekleşmiştir.225
Kongre esnasında, II. Abdülhamit’e karşı yürütülen siyasî mücadelenin ve inkılâbın başarısı
için; yayın faaliyetine ilaveten ihtilal metodunun da kullanılması ile yabancı devletlerin
desteğinin ve müdahalesinin sağlanması gerektiği tartışılmıştır.226 Ancak kongrede bir
birlik sağlanamamıştır. Sonuçta; Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti adı altında tanımlanan
Merkezciler ile Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti adı altında tanımlanan
Adem-i Merkeziyetçiler şeklinde iki farklı grup çıkmıştır. Önderliğini Prens Sabahattin’in
yaptığı ve inkılâbın başarısı için yabancı müdahalesinin yapılmasını ve istenmesini
savunanlar örgütten ayrılarak Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyetini
kurmuşlar, Ahmet Rıza Bey’in başında bulunduğu aykırı görüşü savunanlar (yabancı
müdahalesine karşı olanlar) da teşkilatın adını değiştirerek yine Paris’te Osmanlı Terakkî ve
İttihat Cemiyeti şeklinde yeniden teşkilatlanmışlardır.227
Türkler içindeki hizbin başına geçmiş olup, Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyetini kurmuştur.
Eylül 1908’de İstanbul’a dönmüştür. Hiçbir zaman açıktan açığa liberallere liderlik etmemiş, perde arkasında
kalmayı tercih etmiştir. 1913 yılında Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmış, hayatının geri kalan kısmını dış
ülkelerde geçirmiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 259-260. Prens Sabahaddin’in hayatı, fikirleri ve amaçları
hakkında bilgi bkz. Mardin; a.g.e., s. 287-299. Bayur; a.g.e., s. 272-296. Reyhan; a.g.m., s. 146-151.
Petrosyan, a.g.e., s. 212. Ahmet Emin Yalman; Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C. 1, 2. Baskı,
Pera Turizm ve Ticaret A.Ş., İstanbul 1997, s. 84-85. Lewis; a.g.e., s. 200-204 ve Nezahat Nurettin Ege; Prens
Sabahatin, Hayatı ve İlmi Müdafaaları, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1977. İ.Hami Danişment ve Yılmaz
Öztuna, Prens Sabahattin’in Sultan Abdülhamit’e karşı olanlar tarafından takdir edildiği, yine Y.Öztuna,
Prens Sabahattin’in devlet aleyhine çalıştığı ve arkasında da İngiltere olduğu belirtilir. Bkz. Tektaş; a.g.e.,
s. 1059-1060.
225
Ramsaur; a.g.e., s. 83. Lewis; a.g.e., s. 200 ve Petrosyan; a.g.e., s. 216-222. Birinci Jön Türk Kongresi
hakkında detaylı bilgi için bkz. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî. s. 43-44 ve Aydın; a.g.e., s. 140-141.
Damat Mahmut Paşa’nın oğulları, muhalefetin yeniden bir örgüt çatısı altında toplanması ve gayrı müslim
Osmanlılara ait muhalefet teşkilatlarıyla ittifak tesisi için ilk olarak Tunalı Hilmi’nin ortaya attığı bir kongre
düzenlenmesi fikrini yeniden gündeme getirdiler. Bkz. Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 478-479.
226
227
Birinci Jön Türk Kongresinde alınan kararlar için bkz. Petrosyan; a.g.e., s. 219-220.
Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 598-599 ve Petrosyan; a.g.e., s. 222-223. Kongrede yaşanan
gelişmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Ramsaur; a.g.e., s. 84-93. Paris’teki Jön Türk Kongresinde gayrı
99
müslim delegeler inkılâbın başarısı için yabancı devletlerin müdahalesini savunmaktaydılar. Kongrenin
ardından Jön Türk Hareketi’nde meydana gelen ayrışma sonucu üyelerin çoğu Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-i
Merkeziyet Cemiyetine dâhil oldular. Ancak, Ahmet Rıza Bey önderliğinde olan ve Osmanlı İttihat ve
Terakkî Cemiyeti adını alan müdahale karşıtları zamanla çoğunluk durumuna geldiler ve duruma hâkim
oldular. Armaoğlu; a.g.e., s. 598. Ahmet Rıza Bey meşruti ve merkeziyetçi bir yönetimi savunurken, Prens
Sabahaddin ise İngiltere ve ABD örneğini vererek serbest teşebbüs ve yerinden yönetimi benimsiyordu. Bu
fikir ayrılığına rağmen her iki taraf da II. Abdülhamit’in hal edilmesi konusunda anlaştılar. Yerinden Yönetim
tarzının Osmanlı Devleti’nin dağılmasına sebep olacağı endişesiyle Ahmet Rıza Bey grubunda bulunan Dr.
Nazım Bey olağanüstü gayret göstererek teşkilatı genişletme ve şubeler açma istikametinde çabalarını
sürdürdü. Bkz. Eyicil; a.g.m., s. 232. 4-9 Şubat 1902 tarihlerinde Paris’te yapılan kongre istenen istenen
birleşmeyi temin etmek yerine rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesi sürecinde yabancı müdahalesinin talep
edilip edilmemesi hususundaki anlaşmazlık yüzünden birbirine tamamen muhalif iki grubun ortaya çıkmasına
neden oldu. Rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesi sürecinde yabancı devletlerin müdahalesi taraftarı olan
Prens Sabahaddin ve İsmail Kemal, kongreye katılan ortak Daşnaksutyun-Verakazmial Hınçakyan
Delegasyonu ve Rum temsilcilerinin desteğiyle kendi görüşlerine uygun bir kararı oy çokluğuyla kabul
ettirdiler. Bu karara şiddetle muhalefet eden Ahmet Rıza ve taraftarları ile icraatçı örgütlerin temsilcileri yeni
örgütlenmeye katılmayacaklarını ve kendi örgütlerini kuracaklarını bildirdiler. Bkz. Hanioğlu; a.g.m., s. 479.
Kongre’de ilk oturum Lafevre Pontalis’in evinde, müteakip bileşimler ise Prens Sabahttin’in evinde
gerçekleşti. Kongre’ye Türk, Arap, Rum, Kürt, Ermeni, Arnavut, Çerkes ve Musevi toplam 47 delege katılmış
olup, Prens Sabahattin de ittifakla başkan seçilmiştir. Kongre’de delegelerden birinin kararlara eklenmesini
istediği Osmanlı İmparatorluğu’nun zulmü altında ezilen halkları için Büyük Avrupa Devletlerini yardıma
çağıran paragraf, Ahmet Rıza ve arkadaşlarının şiddetli tepkilerine rağmen Kongredeki gayrı müslim
çoğunluğun desteğiyle kabul edilmişti. Bu maddenin Ahmet Rıza Bey ve arkadaşları tarafından kabul
edilmesi mümkün değildi. Çünkü onlara göre Türkiye’deki kargaşa ve fikir ayrılıklarının başlıca nedeni
Avrupa’lı güçlerdi. Nitekim Mîzancı Murat Bey de, 1897 yılında Jön Türk davasına sırtını çevirene dek bu
konuda aynı görüşleri savunmuştu. Kongre’deki anlaşmazlığa şaşmamak gerekir. Aslında Jön Türk grupları
arasındaki birleşmenin karşısındaki en büyük engel olan yabancı müdahale konusunun er-geç ortaya
çıkacağını Kongreye katılan tüm delegelerin bilmesi gerekirdi. 1901 yılının Eylül ayında Prens Sabahattin
çizgisinde olan İsmail Kenan Bey, Matin gazetesinde yayımlanan bir yazısında Fransa’yı Türkiye ile olan
diplomatik ilişkileri konusunda sert bir tavır takınmasından dolayı övüp istisnasız tüm Osmanlıların,
Fransa’nın Türkiye’de daha insancıl ve dürüst bir hükümet kurulmasını sağlamak üzere harekete geçmesini
sevinçle karşılayacağını belirten yazısı Ermeniler tarafından büyük bir destek görmüştü. Özellikle yabancı
müdahalesinin kabul edilmesi nedeniyle Kongrenin sağladığı elle tutulur yegâne sonuç olumsuz olmuştu.
Kongre sonucu Prens Sabahattin ile Ahmet Rıza Bey’in fikir ayrılıkları iyice belirginleşmiş ve Paris’teki Jön
Türklerin her biri kendi köşesine çekilmişti. Prens Sabahattin ise, hayranlarından birinin ifadesine göre,
Sultan Abdülhamit karşıtı hareketin liderliğini üzerine alacak kadar hazırlıklı olmadığını görerek, kendini
sosyal ve siyasal bilimler eğitimine verecekti. Ancak, aynı Sabahattin kısa bir süre sonra lafla peynir
gemisinin yürümeyeceğine ve Sultan Abdülhamit’e karşı yürütülen mücadelede derhal eyleme geçilmesine
karar vererek, İsmail Kenan Bey’le Osmanlı Devleti’nde bir ihtilal yapmak için hazırlıklara girişecektir. Bkz.
Ramsaur; a.g.e., s. 84-93. Prens Sabahattin’in darbe tasarıları hakkında bkz. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve
Terakkî, s. 46-47. Ahmet Rıza Bey, Osmanlı-Müslüman sadakati ilkesi etrafında inşa edilen güçlü bir merkezi
yönetimin korunması fikrinden yanayken, Prens Sabahattin âdem-i merkeziyetçiliği savunuyordu ve gayr-ı
müslim azınlıklarla (başta Ermeniler) ve onların destekçileriyle bir ittifak arayışı içindeydiler. Bu iki ilke ve
taraftarları (İttihatçılar ve Liberaller) arasındaki çatışma, 1908’den sonra devrimciler arasındaki ana
bölünmeye neden olacaktı. Bkz. Hale; a.g.e., s. 39. Prens Sabahattin’in fikirleri, başlangıçtaki bazı başarılarıa
rağmen, gerçekte iflasa mahkûmdu. Gönüllerini kazanmak için o kadar çaba harcadığı gayrı müslim unsurlar,
bir Osmanlı Federasyonunda kendilerini çekecek pek az şey buldular ve siyasal arzularını hep birlikte
Osmanlı Devleti’nin dışında gerçekleştirmeye çalışmayı tercih ettiler. Ermeni Komiteleri’yle çarpışmalardan
onların iddialarından zaten kızgın olan Türkler için özel teşebbüs ve âdem-i merkeziyet; İvT’den çok daha az
tatminkâr bir slogan olarak görüldü. Ayrılıkçı milliyetçiliğin ve yabancı emperyalizmin Osmanlı Devleti’nin
bütünlüğüne karşı teşkil ettiği gittikçe artan tehdit, âdem-i merkeziyeti bir intihar formülü değilse bile
tehlikeli bir formül olarak gösterdi. Devrim hareketinde Ordunun gittikçe artan üstünlüğü, devrimin
yönetimini, kaçınılmaz olarak, otoriter bir merkeziyet ruhuyla dolu bir müesseseye ve mesleğe verdi. Prusya
terbiyesi görmüş Osmanlı Ordusunun subaylarına ne özel teşebbüs, ne de âdem-i merkeziyet fazla çekici
100
Jön Türkler, 1902 yılında bu şekilde başlıca iki gruba ayrıldıktan sonra bir yandan yayın
organlarıyla birbirlerine saldırırken, diğer yandan da kendi düşüncelerini yaymaya
çalıştılar.228
Kongre’de olup, bitenleri öğrenen II. Abdülhamit, Jön Türklerin ayrılıkçı unsurlarla olan
işbirliğine olan kızgınlığını hatıralarında şu şekilde ifade ediyordu: Ben Ermeniler’in
istiklal sevdasına kapılmalarına şaşmıyorum. Hele büyük Devletler tarafından durmadan
tahrik edildiklerini bildikten sonra… Fakat Avrupa’ya kaçıp, orada benim aleyhime gazete
çkaran bazı Jön Türklerin Ermeni Komitacılar’la işbirliği yapmalarına, hatta onlardan
para almalarına hala şaşıyorum. Hele Osmanlı ülkesini parçalanmaktan kurtarmak
istediklerini söylüyorlar, hem de parçalayanlarla işbirliği, ahit birliği yapıyorlar. Eğer
aralarına nifak düşürmeseydim, işi nerelere kadar götüreceklerdi acaba? Anadolu’nun
göbeğinde bir Ermeni devleti kurmak, vatanseverliklerinin bir isbatı mı olacaktı?229
Osmanlı Devleti’nin üç kıtada toprakları olması nedeniyle Rumeli ve Mısır’da şubeler
açmak ve bu şubeler arasında irtibat sağlamak güçtü. Dr. Nazım Bey ve Dr. Bahaeddin
Şakir Bey’in230 gayretleri sonucu Cemiyetin yurt içinde ve yurt dışında teşkilatlanması ve
kadrolaşması sağlanmıştır.231
1.2.3.4. Büyük Devletler ve Ayrılıkçı Unsurların Jön Türkler ile İşbirliği
20. asrın başlarına gelindiğinde, Büyük Devletler ve Osmanlı Devleti’nden ayrılmak
peşinde koşan ayrılıkçı unsurların II. Abdülhamit’in politikalarına olan düşmanca tutumları
iyice netleşmeye başlamıştı. II. Abdülhamit, Büyük Devletlere karşı genelde denge
geldi. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 202. İ.H.Danişment, bu kongrede Türk tarihinin ebediyyen lanet edeceği bir takım
yüz kızartıcı kararlar alındığını belirtir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1059.
228
Uçarol; a.g.e., s. 354.
229
-; II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, (Hazırlayan İsmet Bozdağ), Kervan Yayınları, İstanbul 1975, s. 59.
230
Dr.Bahaeddin Şakir (1877-1922). İvT’nin önemli şahsiyetlerindendir. İhtilalci faaliyetlerinden dolayı
Erzincan’a sürülmüş, oradan da önce Mısır’a, takiben de Paris’e kaçmıştır. Paris’te Ahmet Rıza ile çalışmış
ve Şura-yı Ümmet gazetesini çıkarmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Cemiyetin iç örgütünde çalışmıştır.
1912-1918 döneminde Merkez Komitesi üyeliği, 1914 yılında da Teşkilat-ı Mahsusa’nın Siyasî Bölüm Şefliği
görevini yapmış, savaştan sonra da Berlin’e kaçmıştır. 1920 yılında yapılan Bakü Konferansına katılmış, 1922
yılında da Ermeniler tarafından öldürülmüştür. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 261.
231
Eyicil; a.g.m., s. 232.
101
politikası takip ediyor, bu arada Almanya ağırlıklı dış politikasını da sürdürüyordu.
Yatırımların dağılımında ve ticarette Almanya’ya ağırlık vermesi İngiltere, Rusya ve
Fransa gibi devletleri rahatsız ediyordu.232
II. Abdülhamit’in politikasını kendi menfaatleri ve emellerine zararlı gören bu devletler, II.
Abdülhamit’e yönelik mücadele veren Jön Türkler hareketini desteklemeye başladılar. Bu
çerçevede İngiltere, Londra’da ve İngiliz işgalindeki Mısır’da faaliyet gösteren Jön
Türklere önemli ölçüde maddî ve manevî destek sağlamıştır. Fransa da merkezi Paris’te
bulunan Jön Türklere yardım yapmaktaydı. İngiltere ve Fransa tarafından Jön Türkler,
Alman dostluğu ile tanınmış olan II. Abdülhamit’in bertaraf edilmesi için sadece bir araç
olarak görülüyor ve böylece de Osmanlı-Alman ilişkilerinin bozulacağı tahmin ediliyordu.
Osmanlı toprağı olan Trablusgarp’ı ele geçirmeyi hedefleyen İtalya ise II. Abdülhamit’i bu
amacına engel olarak gördüğü için Jön Türkleri desteklemeye başladı. Osmanlı Devleti’nin
dış politikada önem verdiği Almanya da, Avrupa’da çıkması muhtemel bir savaş için
kurmak istediği bir Osmanlı-Alman ittifakına ilişkin 1898 yılında yaptığı teklife II.
Adülhamit’ten olumlu cevap alınamayınca, Osmanlı Devleti’ni Alman emperyalizminin
yarı sömürgelerinden
biri
durumuna dönüştürme sürecini hızlandırmak üzere II.
Abdülhamit’e cephe almaya başlamıştı.233
Almanya bu politik tavır kapsamında hedeflerine ulaşmak üzere Jön Türkleri kullanmaya
başlamıştır. Jön Türkler de başarılarının yabancı devletlerin desteğine bağlı olduğu
düşüncesiyle, bu devletlere yaklaşıyorlar, Almanya’nın da yardımlarını umuyorlardı.
232
233
Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, s. 192-193.
A.g.e., s. 194-195. Jön Türklerin çeşitli dış ülkelerde sadece geçimlerini sağlamakla kalmayıp, gazete ve
dergi çıkarmak gibi her şeyden önce yine para gerektiren bir zorluğu nasıl aştıkları herhalde üzerinde
durulmaya değer bir olaydır. Ama ne gariptir ki bu konuda hiçbir inceleme ve belgeye rastlanılmamaktadır.
Ahmet Rıza Bey Paris’te Meşveret gazetesini, Mîzancı Murat Bey Kahire’de Mîzan gazetesini, İshak Sükuti
ve Abdullah Cevdet Beyler Cenevre’de Osmanlı gazetesini herhalde bedava çıkarmamışlardır. Daha sonra
İngiltere’de aynı istikamette faaliyet gösteren Türklerin durumu da bunlaran farklı değildi. 1902 yılında ilk
Jön Türk Kongresinin Paris’te bir Fransız’ın evinde yapıldığı dikkate alınırsa, Jön Türklerin hürriyet
hareketlerine taraftar olan bazı yabancılardan yardım aldıklarına inanmak daha da kolaylaşmaktadır. Hiç
birinin dişe dokunur serveti olmadığı gerçeği de meydandadır. Avrupa’ya kaçan ve orada parasız bir şekilde
ölen Damat Mahmut Paşa (ki Avrupa’ya kaçan Türkler arasında en varlıklı olanıydı)’nın oğlu Prens
Sabahattin Avrupa’da kalabilmiş ve yayın faaliyetini yine de sürdürmüştür. Hal böyle olunca muhtemelen,
Osmanlı Devleti’ne karşı besledikleri düşmanlığı, hürriyet sevgisi ve hürriyet hareketlerini desteklemek
hesaplarıyla bir arada yürüten Avrupa devletlerinin Jön Türk hareketini gizli olarak maddî olarak
destekledikleri akla gelmektedir. Bkz. Akın; a.g.e., s. 63-64.
102
II. Abdülhamit de hatıralarında bu konuda şu hususları ifade etmektedir: Jön Türklerin
gafletini, İngiltere nasıl mason locaları kanalıyla kullanıyorsa, Almanya da bunların
diğer parçasını yine mason locaları kanalıyla kullanmaya başladı. Böylece Jön Türklerin
Selanik teşkilatı Almanların, Manastır teşkilatı da İngilizlerin eline geçmiş oldu. İngilizler
Manastır İttihatçılarını,
Almanlar da Selanik İttihatçılarını sürekli kışkırtıyorlar,
devleti içten ele geçirmek için bir hükümet darbesine zorluyorlardı234
Almanya’nın en önemli endişesi, 20’nci yüzyılın başlarında Avrupa’da genel bir
savaş ihtimalinin belirmesi sonucu, Türkiye’nin Alman askerî ittifakına alınması
zorunluluğunun doğması ve Sultan’ın da tarafsızlık ve denge politikası nedeniyle bu ittifaka
girmeyeceğinin kesin olarak ortaya çıkması hali idi. Almanlar, Türkiye’yi istedikleri
doğrultuda bir statüye sokmak için Sultan’a karşı alternatif aramaya başladılar.235 Almanlar,
Sultan’a karşı esas alternatif unsur olarak Jön Türkleri kullanmaya koyuldular. Bu konuda
başrolü İngiltere ve Fransa oynuyordu. Bu devletler, Jön Türkleri kullanarak, Alman yanlısı
Sultan’ı etkisiz hale getirmeye çalışıyorlardı. 1908 Jön Türk İhtilali, Fransa ve İngiliz
topraklarında hazırlanmış, gerek Londra, gerekse de Paris Hükümetleri tarafından yardım
görmüş ve oradaki unsurlarına yardım yapılarak Türkiye’de gittikçe artan rakip Alman
nüfuzu aleyhinde faydalanılmıştı. İngilizler ve Fransızlar tarafından İttihat ve Terakkî
Fırkası (İvTF), Alman yanlısı II.Abdülhamit’in bertaraf edilmesi için bir araç olarak
görülmekte ve böylece Türk-Alman ilişkilerinin bozulmasının mümkün olacağı tahmin
edilmekteydi. Jön Türklerin, Sultan’a karşı, İngiltere ve Fransa tarafından kullanılmak
istendiğini gören Almanya da bir ihtilale gidebileceği düşüncesiyle, Sultan’a karşı,
muhalif unsurları el altından destekleyerek, yeni düzende kendisine zemin aramaktan geri
kalmıyordu.236
1902-1903 yıllarına gelindiğinde, içte ve dışta Jön Türk Hareketi’nde birdenbire hızlanma
görüldü. Bunun sebebi; II. Abdülhamit başta kaldığı sürece Osmanlı Devleti ile ilgili
234
II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, s. 75-76 ve Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 124-125.
235
Kocabaş, a.g.e., s. 123 Alman Askerî Heyet Başkanı Colmar von der Goltz, bu istikamette, daha önceden,
Osmanlı Ordusunu, Sultan Abdülhamit’i Alman istekleri doğrultusunda yola getirmek için bir baskı unsuru
olarak kullanmak üzere bir plan geliştirmişti. Bkz. a.g.e., s. 123.
236
Kocabaş; a.g.e., s. 123-124
103
emellerine ulaşmalarını mümkün görmeyen Büyük Devletler ile İmparatorluk bünyesindeki
ayrılıkçı unsurların Jön Türklere tam destek vermeye başlamalarıydı. Bu destek
çerçevesinde, ilk önce, içte ve dışta dağınık ve sönük bir şekilde faaliyet gösteren Jön
Türklerin teşkilatlanması yoluna gidildi. I. Meşrutiyet mücadelesinde olduğu gibi, II.
Meşrutiyet mücadelesinde de en büyük rolü yabancı merkezlerin Mason Localarına bağlı
ülkenin çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren Mason Locaları oynadı.237
Makedonya’daki
Bulgar,
Rum
ve
Sırp
Komitacılar’ın
isyanlarıyla
hedeflerine
ulaşamayacaklarını anlayan Büyük Devletler ve ayrılıkçı unsurlar bu kez de adı geçen
bölgedeki III. Orduyu kullanarak II. Abdülhamit’e karşı ihtilal yollarını aradılar. Kurulan
bu Cemiyetin adı İvT oldu. Cemiyet, Makedonya’daki Mason Locaları’nın içinden çıkmış
olup, iki önemli mimarı İtalya Büyük Locasına bağlı Macedonia Rizorta Mason Locasının
üstad-ı azamı Emanuel Karasso238 ve yine bu locaya mensup olan Talat Bey’di. İvTC’nin
önde gelen şahsiyetlerinden biri olan Mithat Şükrü (Bleda) Bey, Rahmi Bey, İsmail
(Canbolat) Bey ve Cemal Bey de bu Loca’ya mensuptular. İspanya Büyük Locasına bağlı
237
Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı s. 208. 17. asırdan beri Masonluğun maksadı ve
Masonluk teşkilatı tamamen değişmişti. Bunun sebebi de sanayileşmiş ülkelerin sömürgecilik siyasetine
yönelmeleri idi. İşgal edilecek yerleri az bir kuvvetle elde tutabilmek ve sömürge olmaya müsait diğer yerleri
de kolayca işgal edebilmek için Masonluğun ilmî ve insanî gibi görünen özelliklerini bir maske olarak
kullanmayı pek faydalı bulmuşlardı. Böylece 18’inci yüzyılda Masonluk artık milletlerin hayatı ve ölümü
üzerinde etkili bir kuvvet haline gelmiş bulundu. Çünkü İngilizlerden başka, Fransızlar, İtalyanlar ve diğer
bazı devletler de bu örgütü siyasî emellerine tam olarak uygun bir kurum haline getirmişlerdi. Bkz. Kocabaş,
a.g.e., s. 208 Masonluk, sömürgeciliğin emrine girince, Osmanlı Devleti de bundan nasibini aldı. Kırım
Savaşı’ndan sonra yabancı devletler tarafından Osmanlı topraklarında açılmaya başlanan Mason Locaları,
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında başrolü oynadılar. Her ne kadar II. Abdülhamit tahta geçince bunları
yasaklamıştı ama 1900’lü yılların başında kapitülasyon imtiyazlarından faydalanmak suretiyle
Makedonya’nın Selanik, Manastır, Üsküp, Kosova, Serez v.b. şehirlerde yabancılar tarafından Mason
Locaları yeniden açılmaya başlandı. Bahse konu bölge, ihtilalci fikir ve örgütlerin yayılıp, serpilmesine
elverişli, Osmanlı Devleti’nin yumuşak karnı haline gelmişti. Burada açılan Localar (İtalya Büyük Locasına
bağlı Macedonia Rizorta, Veritas ve Labor-Lux Locaları, Fransa Büyük Locasına bağlı L’Avenir de O’rient
Locası, İspanya Büyük Locasına bağlı Presseveratzin Locası, Yunanistan Büyük Locasına bağlı Promete,
Makedonya ve Aristotelis Locaları), yabancı merkezlere bağlı localar olup, İstanbul’daki büyükelçileri
tarafından himaye ediliyorlardı. Loca yöneticilerinin büyük bir kısmı, bölgede ikamet eden Yahudiler
veYahudi Dönmeleri idi Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 208-212.
238
Emanuel Karasu (öl.1934) Selanik kökenli İttihatçı, İspanyol Yahudisi ve Masondur. Makedonya’daki
Macedonia Rizorta adlı Mason Locasının üstadıdır. İvT’nin Selanik kolunda çalışmış ve bu hareketin Mason
Locaları tarafından korunmasını sağlamıştır. II. Meşrutiyet’in ilanını takiben yabancı ve özellikle İngiliz
yorumcular tarafından İvT’nin liderlerinden ve habis ruhlarından biri olarak nitelenmiştir. Ancak, sanıldığı
kadar etkili olmamıştır. 1908 ve 1912 yıllarında Selanik mebusu olmuş, 1914 ara seçimlerinde de İstanbul
mebusu olmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında İaşe Müfettişi olmuş ve bu arada büyük bir servet biriktirmiştir.
1919 yılında İtalya’ya kaçmış ve İtalyan vatandaşı olarak Trieste’ye yerleşmiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 253.
104
diğer bir loca olan Constitution Locasının üstad-ı azamı ise (bilahare İttihatçıların önde
gelen simalarından birisi olan ve Gazi’ye yapılmek istenen İzmir suikastinin ardından
asılan) Cavit Bey idi. Cemiyete Selanik ve bölgedeki diğer zengin Yahudiler tarafından
para yardımında bulunulduğu gibi, Viyana, Budapeşte, Berlin, Londra ve Paris’in
milletlerarası ve yarı milletlerarası kapitalistleri tarafından finansman sağlanıyordu.239
II. Abdülhamit de hatıralarında İvTC ile Masonlar arasındaki ilişkileri şu şekilde
anlatmaktadır: Avrupa’da ve Mısır’da çeşitli isimler altında çıkan gazeteler ve buralarda
gizlenen gizli Cemiyetin adamları, daha önce söylediğim gibi, memlekete ciddî bir zarar
vermediler. Fakat Mason Locaları, bütün takiplerimize rağmen, İttihat ve Terakkî’ye bağlı
subayları harekete geçirince, bu avare insanlar birer bayrak haline geldiler. İşte Jön
Türkler ve İttihat ve Terakkî Cemiyetinin hikâyesi budur.240
Jön Türk İhtilali, karargâhı Selanik’te bulunan İvTC tarafından yönetilmişti. Cemiyetin esas
unsurlarını, yurt içinde yabancı okullar, yurt dışında da Batının idaealleri ile ilişki
kuran genç Müslüman ve Yahudiler oluşturuyordu.241 Ordu tarafından desteklenen İvTC,
başlangıçta gizli olarak, daha sonra da açıkça bu vazifeyi yapmayı üzerine aldı. Yahudiler
ile
Selanik
Masonları
da,
İvTC’yi bu vazifesini ifa etmesi konusunda kuvvetle
desteklemişlerdir.242
1.2.3.5. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti
Bulgar Komitesi Örgütünden ve Mason Teşkilatı’ndan esinlenilerek 1906 yılının
Eylül ayında Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin243 amacı; Osmanlı
Devleti’nin içişlerine müdahale eden Rusların, Bulgarları koruma politikasını reddederek
Orduda görevli subaylar arasında taraftar toplamaktı. Adı geçen Cemiyetin kurucu üyeleri
239
A.g.e., s. 211-215.
240
II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, s. 64.
241
Kocabaş; a.g.e., s. 215.
242
A.g.e., s. 215.
243
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akşin; a.g.e., s. 82-89.
105
arasında Selanik Askerî Rüşdiye Müdürü Bursalı Tahir Bey, Naki Bey, Talat Bey244, Mithat
Şükrü (Bleda)245, Ömer Naci
246
, Kazım Nami (Duru) Bey, İsmail (Canbulat) Bey, İsmail
Hakkı Bey ve Süleyman Fehmi Bey bulunuyordu. Cemiyetin genel merkez üyeleri ise Talat
Bey, İsmail (Canbulat) Bey ve Rahmi Bey idi. Üyeler hücre şeklinde örgütlendiğinden
birbirlerini
tanımıyorlardı.
Bu
tip
örgütlenme,
İtalyan
Karbonari
Teşkilatı’nın
kurulmasından beri revaçtaydı.247 Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin Selanik’te kurulmasından
yaklaşık beş ay sonra 8 Şubat 1907 tarihinde Cemiyetin Manastır şubesi kuruldu. Manastır
Şubesinin kurucuları ise Enver (Bey) 248, Kazım (Karabekir) Bey249 ve Hüseyin Bey idi.250
244
Mehmet Talat (1874-1921) İttihatçı mebus, nazır ve sadrazamdır. Cemiyetin kişiliğine yön veren en enemli
üyesidir. 1906 yılında kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyetini kurucu üyelerindendir. II. Meşrutiyet’in
ilanından sonra her üç Mecliste de mebusluk yapmış, çeşitli kabinelerde Dâhiliye Nazırı olmuştur. 1917
yılında Sadrazam olmuş, 8 Ekim 1918 tarihinde de istifa etmiştir. Mondros Mütarekesi’nin ardından
Avrupa’ya kaçmış olup, 16 Mart 1921 tarihinde Berlin’de Ermeniler tarafından öldürülmüştür. Bkz. Ahmad;
a.g.e., s. 263. Talat Paşa hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Tevfik Çavdar; Talat Paşa (Bir Örgüt Ustasının
Yaşam Öyküsü), Kültür Bakanlığı Yayınları 1995. Talat Paşa’nın biyografisi için bkz. Zürcher; a.g.e., s. 501502 ve Tekdaş; a.g.e., s. 708-715.
245
Mithat Şükrü (Bleda) (1874-1957) İttihatçı politikacılardandır. İvTC’nin iç grubunda çok önemli bir yeri
olmuştur. 1906 yılında Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin kurucuları arasında yer almıştır. İhtilaci faaliyetleri
nedeniyle Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmış ve Cemiyetin Cenevre kolunda çalışmıştır. II. Meşrutiyet’in
ilanından sonra Serez (1908), Drama (1912) ve Burdur (1916 Ara Seçimleri) mebusu olmuştur. 1917-1918
yıllarında İvTC Merkez Komitesi Daimî Üyesi ve Genel Sekreteri olarak görev yapmıştır. Bkz. Ahmad;
a.g.e., s. 263.
246
Ömer Naci (1880-1916), İvTC’nin ilk üyelerindendir. Siyasî faaliyetleri nedeniyle Paris’e, Kafkasya’ya ve
sonra da İran’a kaçmak zorunda kalmıştır. Cemiyet içinde bir hayli nüfuz sahibiydi. II. Mecliste Kırkkilise
(Kırklareli) mebusu olarak görev yapmıştır. 1910-1912 yıllarında İvT Merkez Komitesi üyesi olarak görev
yapmıştır. İran Cephesi’nde ölmüştür. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 255. Manastır Askerî İdadisi’nde tanıştığı
Mustafa Kemal (Atatürk)’ün en en yakın arkadaşı olan ve 1906 yılında Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin
kurucuları arasında yer alan Ömer Naci, bir süre sonra Şam’dan Selanik’e gelen arkadaşı Mustafa Kemal’in
Vatan ve Hürriyet Cemiyetine girmiştir. Bu gizli ihtilal komitesinin ömrü uzun olmamış, Mustafa Kemal’in
vazifesine dönmesi, Ömer Naci’nin de basında yayımlanan bir yazısı üzerine Hüsrev Sami ile Paris’e
kaçmaları ve orada Ahmet Rıza Bey ile uyuşmaları ve Dr. Nazım Bey ile anlaşmaları sonucu İvTC adı altında
son şeklini bulmuştur. İvT’nin kurucuları arasında bulunan, onun Teşkilat-ı Mahsusa’sında çalışan ve partinin
Millî Hatibi diye anılarak hatipliğini, yöneticiliğini, kısa bir süre de (1912) Kırklareli mebusluğunu yapan
Ömer Naci, İran’da meşruti ihtilalin hazırlanmasına çalışmış, Trablus, Balkan ve I. Dünya Savaşlarında
Kafkaslar’da başarılı görevler yapmış ve son olarak İran Azerbaycanı’nda Ruslara karşı çarpışırken tifüse
yakalanmış ve tedavi için getirildiği Kerkük’te vefat etmiştir. Bkz. Türk Ansiklopedisi, C. 25, Millî Eğitim
Bsmv., Ankara 1977, s. 65.
247
Eyicil; a.g.m., s. 233 ve Lewis; a.g.e., s. 203.
248
Tarihe Enver Paşa olarak geçmiştir. Asker, devlet adamı ve ünlü İvT üçlüsünün en genci olmakla birlikte
en ünlü üyesidir. 1902 yılında Harp Akademisi’ni yüzbaşı rütbesiyle bitirerek merkezi Selanik’te bulunan 3.
Orduya tayin edilmiştir. 1906 yılında Manastır’da İvTC’ne girmiştir. Makedonya’daki 1908 Ayaklanması’nın
liderlerinden biri olarak ün yapmıştır. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Cemiyetin Merkez
Komitesi üyesi olmuştur. 1909 yılında Askerî Ataşe olarak Berlin’de bulunmuştur. 1911 yılında Trablusgarp
Savaşı’na ve 1912 yılında da Balkan Savaşı’na iştirak etmiştir. 1914 yılında mirlivalığa (tuğgeneralliğe) terfi
106
1.2.3.6.
Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti ile Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin
Birleşmesi
1900 yılından itibaren Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti Makedonya’da yayılmıştır.
Bunun sebebi Makedonya bölgesinin özelliğindeydi. Bu bölgede Türk nüfus dışında
Arnavut, Rum, Rumen, Bulgar ve Sırp çeteleri Osmanlı yönetimine başkaldırarark kan
döküyorlardı.251 Bu sırada Makedonya’da kurulan bu şubeler ile Paris merkez teşkilatı
arasında bir irtibat kurulamadığı gibi merkez teşkilat ile şubeler arasında da bir bütünlük
sağlanamamıştı. Nazım Bey daha önce Cemiyetin İstanbul ve Paris merkezleri arasında
irtibatı sağlamıştı. Bunun ardından Paris merkezi ile Selanik merkezini birleştirerek
teşkilatı bütünleştirmeye çalıştı. Bu çerçevede Dr. Nazım Bey, Rum Komiteciler ve Talat
Bey yardımıyla Atina üzerinden Selanik’e geldi ve burada Cemiyetin Paris merkezi ile
Selanik merkez teşkilatını birleştirmeye çalıştı. Nazim Bey’in bu çalışmaları sonucu; kısa
zamanda Selanik teşkilatı tüm şubelerin merkezi haline getirildi, şubeler arasındaki
dağınıklık giderildi ve Cemiyet de bir gizli
ihtilal
cemiyeti şeklinde örgütlendi.
Subayları da etkisi altına alarak tüm faaliyetlerini tek merkezden yürüttü.252
etmiş ve Harbiye Nazırı olmuştur. 1915 yılında Sarıkamış’ta Ruslar karşısında büyük bir başarısızlık
yaşamıştır. Osmanlı Devleti’nin I. Düya Savaşı’nda yenilmesi üzerine imzalanan Mondros Mütarekesi’nin
ardından diğer İttihatçı liderlerle beraber ülke dışına kaçmıştır. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 247.
249
Kazım Karabekir (1882-1948), 1905 yılında Harp Akademisini bitirdi. 1907 yılında Edirne’de İvT’ye
katıldı. Sadece askerî bir kariyer yaptı. 1918 yılında mirliva (tuğgeneral) rütbesiyle Kafkas Ordusunu yönetti.
1919 yılı Mart ayında Doğu Anadolu’da 15. Kolordu Komutanlığı’na atandı. Kuvvetleri, millî direniş
hareketinin belkemiğini oluşturdu. 1920 yılında Ermenileri mağlup etti. Kurtuluş Savaşı’nın sonunda ardından
Mustafa Kemal Paşa’nın iktidar tekeli kurması üzerine O’nunla anlaşmazlığa düştü 1924 yılında TpCF’yi
kurdu. 1926 yılında İzmir Suikastı ile ilgili görülerek tutuklandı ve yargılandı ama sonra serbest bırakıldı.
Atatürk’ün ölümünden sonra yeniden milletvekili seçildi. 1946 yılında Meclis başkanlığına getirildi. Bkz.
Zürcher; a.g.e., s. 488.
250
Eyicil; a.g.m., s. 234.
251
Eyicil; a.g.m., s. 234 ve Fethi Okyar; Üç Devirde Bir Adam, (Hazırlayan: Cemal Kutay), Tercüman
gazetesi, İstanbul 1980, s. 8.
252
Eyicil; a.g.m., s. 234. Bu ittifak Cemiyetin ihtilalcilik boyutunu büsbütün kuvvetlendirdi ve bilhassa askerî
kadro içindeki örgütlenmenin hız kazanmasına neden oldu. Bkz. Hanioğlu; a.g.m., s. 480. Modern eğitimle
aydınlanan, bir yandan da kendilerini devleti koruma-kurtarma misyonunun ayrıcalıklı sahibi sayan subaylar,
19’uncu yüzyılın son döneminde Osmanlı’daki siyasal hareketliliğin ve milliyetçi ideolojik arayışlığın önde
gelen unsurlarıydılar. Bkz. Suavi Aydın; “İki İttihat ve Terakkî, İki Ayrı Zihniyet, İki Ayrı Siyaset “, Modern
Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi),
s. 125.
107
1902-1906 arasında Jön Türk hareketi yayılmaya ve dal budak salmağa devam etti. 1906
yılında gerçek önemli gelişme (kıta hizmetindeki subaylar arasında devrimci hücrelerin
kuruluşu) başladı. Bu çeşit örgütlerin ilkinin, aralarında Mustafa Kemal’in de bulunduğu
küçük bir subay grubu tarafından 1906 yılı sonbaharında Şam’da kurulan Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti olduğu görülmektedir. 5. Ordu subaylarının da bulunduğu Yafa ve Kudüs’te bu
Cemiyetin şubeleri açıldı.253 1906 yılında Şam’da bulunan Mustafa Kemal ve arkadaşları
tarafından kurulan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti254 de 1907 yılında Osmanlı Terakkî ve
İttihat Cemiyeti ile birleşmiştir.
Dr. Nazım Bey, iştirak ettiği toplantılarda Cemiyetin adının değişmesi gerektiğine ilişkin
görüşünü açıkça savundu. Bu teklifle ilgili olarak, üyelerin isteği üzerine, Cemiyetin isim
değişikliği hakkında görüşleri alınmak amacıyla şubelere mektup gönderildi. Mektuplara
verilen cevaplarda Dr. Nazım Bey’in Teklif ettiği Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti ismi
uygun bulundu. Bunun sonucu, Dr. Nazım Bey’in teklif ettiği ve üzerinde önemle durduğu
Osmanlı İtihat ve Terakkî Cemiyeti ismi ekseriyetle kabul edildi. Böylece Paris ve
Selanik’te bulunan teşkilatın isimleri birleştirilerek Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti
adını aldı. Bundan sonra her iki Cemiyet bu isimle anıldı.255
1906 yılının Eylül ayında Selanik’te kurulan ve üyelerinin çoğunluğunu Rumeli’deki
askerlerin oluşturduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin 27 Eylül 1907 tarihinde Osmanlı
Terakkî ve İttihat Cemiyeti ile İvTC adı altında birleşmesi, Cemiyetin Rumeli’de
253
Lewis; a.g.e., s. 202-203.
254
Armaoğlu; 19.Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 599. Bu birleşme hakkında ilave bilgi için bkz. Bayur, s. 315-320.
Bu birleşmeden sonra Jön Türkler hareketi hem Müslümanlar tarafından, hem de Hıristiyanlar tarafından
desteklendiğinden gücünü hızla arttırdı. Hıristiyan azınlıklar kurulacak meşruti idare sayesinde millî
bağımsızlıklarını kazanmak ümidiyle İvT’yi tutuyorlardı. Bkz. Karpat, a.g.e., s. 19. İvTC hakkında ilave bilgi
için bkz. Lewis; a.g.e., Ankara 1984, s. 209-237. O dönemde Suriye’de görev yapmakta olan Mustafa Kemal
de 1906 yılı Ekim ayında arkadaşlarının birkaçıyla birlikte Şam’da (gizlice) Vatan ve Hürriyet Cemiyetini
kurdu. Bkz. Muzaffer Erendil; Askerî Yönüyle Atatürk, GATA Bsmv., Ankara 1981, s. 8. Bahse konu
Cemiyetin amacı; hürriyetçi ve halkın temsili esasına dayalı yeni bir düzen tesis etmekti. Bu amaçla yöredeki
kentlerde (Beyrut, Yafa, Kudüs) teşkilatlanmaya başladılar. Mustafa Kemal, bahse konu Cemiyeti
Makedonya’da da örgütlemek amacıyla gizlice Selanik’e gitti. Cemiyetin bir şubesini de burada kurdu.
Arandığını öğrenince Yafa’ya döndü. Bkz. Yusuf Çotuksöken; Atatürk Antolojsi, İnkılâp ve Aka Kitabevleri,
İstabul 1982, s. 3. Şam’da kurulan hürriyetçi örgütler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akşin; a.g.e., s. 80-82.
255
Eyicil; a.g.m., s. 235.
108
yayılmasında ve tarihinde önemli bir aşama olduğu gibi I. Meşrutiyet Hareketi’nin de bu
Cemiyet tarafından başarılmasında büyük rol oynamıştır.
1902 yılında Paris’te gerçekleşen I. Jön Türk Kongresinde azınlıkta kalan ve Kongrenin
ardından Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyetini kuran grup, Cemiyetin özellikle Rumeli’de
hızla yayılması nedeniyle kısa sürede güçlenmiştir.
Jön Türklerin gerek yurt dışı, gerekse de yurt içinde İvTC adı altında teşkilatlanmalarını
müteakip, sıra ihtilal kararı alınıp programın yapılmasına gelmişti.256 Bu maksada yönelik
olarak 27-29 Aralık 1907 tarihlerinde Taşnaksütyun Partisi aracılığıyla Paris’te II. Jön Türk
Kongresi yapıldı.257 Bu kongrede Jön Türklerin ayrılıkçı unsurlarla, özellikle bunlardan
Ermenilerle işbirliği iyice ortaya çıktı. Bu kongreye Ermenilerin yanında Yahudiler,
Araplar ve Makedonya Komitacılarından da delegeler katılmıştır.258 Bu kongrede de Jön
Türkler arasında kesin birleşme sağlanamadı. Fakat aralarındaki görüş farkları geçici
olarak bir tarafa bırakılarak, Osmanlı’daki mutlakiyet yönetiminin yıkılması konusunda
prensip anlaşmasına varıldı.259
1908 yılına gelindiğinde hürriyetçi hareketlerin başarısı ve II. Abdülhamit’in otokratik
yönetimine son verilmesi için ülkede geniş bir zemin oluşmuştu. Ortak amaç, mevcut
yönetimin yıkılması olmakla birlikte, bu ortak amaca yönelik yöntem ve yolların seçiminde
farklılıklar söz konusu idi.260 Bununla birlikte taraflar mevcut yönetime karşı kalemle
mücadele yanında, eyleme geçerek ihtilal yapılması görüşünde birleştiler.261 Sultan
256
Kocabaş; a.g.e., s. 217.
257
Uçarol; a.g.e., s. 354 ve Bayur, a.g.e., s. 385-403. Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 220
ve Ramsaur; a.g.e., s. 144. İlk Kongre’de aralarında görüş ayrılığı çıkan Ahmet Rıza Bey ve Prens
Sabahattin’in grupları İkinci Jön Türk Kongresinde birbirine yaklaşmıştır. Kongre sonunda yayımlanan
beyannamede, istibdadın (!) yok edilmesi, meşrutî (parlamenter) düzenin tesisi ve bunları sağlamak için her
çareye başvurulması kararlaştırıldı. Araştırmacının notu.
258
Kocabaş; a.g.e., s. 217.
259
Uçarol; a.g.e., s. 354 ve Bayur, a.g.e., s. 385-403.
260
Armaoğlu;19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 599.
261
Ramsaur; a.g.e., s. 144-145. Kongre’de yapılan müzakereler sonunda iki önemli karar alınmıştı:
Meşrutiyetin ilanı ve II. Abdülhamit’in tahtından indirilmesi. Bunlar için şunlar yapılacaktı: Hükümetin hal
ve hareketlerine göre silahlı mukavemet, polis ve hükümet memurlarının pasif direnişi sonunda siyasî, idarî
ve iktisadî faaliyetlerin yavaşlatılması, hükümete vergi ödememek, halkı ayaklanmaya teşvik etmek, Ordu
dâhilinde askerî ihtilal hazırlamak. v.s. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 219.
109
Abdülhamit’in iktidardan uzaklaştırılmasının ve meşrutî idarenin yeniden tesisi konusunda
gerek Jön Türkler, gerekese de devlet bünyesindeki gayrı müslimler ittifak halinde olmakla
birlikte hedefleri ve beklentileri farklıydı. Hedefin gerçekleşmesi; Jön Türkler için Osmanlı
Devleti’nin kurtuluşunu (!), gayrı müslimler için de kendilerinin bağımsızlığını
sağlayacaktı.
1.2.4. II. Meşrutiyet’in İlanı
27-29 Aralık 1907 tarihlerinde Ahmet Rıza Bey, Prens Sabattin ve Ermeni Devrimci
Federasyonu Taşnaksutyan’dan K.Malumyan’ın ortak başkanlığında Paris’gerçekleşen II.
Jön Türk Kongresinde her yola başvurarak ihtilal kararı alınmıştı. Şimdi sıra bunun
uygulamasına gelmişti. Jön Türkler ilkin bir halk ayaklanmasıyla ihtilal planlamışlardı.
Fakat halk onları desteklemeyince, hayal kırıklığına uğradılar. Halk, Jön Türklerin
beklediği şekilde ihtilal yapmadığı için Jön Türklerin güvenmediği bir unsur olmuştu.262
Jön Türkler, bir halk hareketinden ümitle, ihtilalde kullanmak üzere başka unsurlar aramaya
başladılar. İşte tam bu sırada Ordunun kullanılması gündeme geldi. Jön Türklere göre,
asker elde edilmedikçe ihtilal teşebbüsü akim kalmaya mahkûmdu. İhtilalde kullanılacak
güç olarak Rumeli’de bulunan III. Ordu üzerinde duruldu. İhtilal için III. Ordunun durumu
müsaitti. Bunun iki sebebi vardı. Birincisi Mekteb-i Harbiye’de meşrutiyet propagandasıyla
yetişen ve mezun olurken meşrutiyet taraftarı olan olan genç zabitler ilkin III. Orduya
atanıyorlardı. İkinci olarak Rumeli’de asayiş sağlamak için Bulgar, Rum ve Sırp
Komitacıların peşine düşen bu genç subaylar ihtilaci deneyimler kazanmışlar, bir türlü
söndürülemeyen komitacılık faaliyetleri karşısında çözüm ararlarken Meşrutiyet’in ilanı
fikrine saplanmışlardı.263 Bunlara son Jön Türk Kongresinde ve Mason Localarında alınan
kararlar gereği, maddî ve manevî destek de eklenince ihtilal süreci hızlandı.
262
Şerif Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), İletişim Yayınları, İstanbul 1984, s. 218.
Ramsaur; a.g.e., s. 144. 1907 yılında geçekleşen İkinci Jön Türk Kongresinin toplanmasına, birkaç Ermeni
örgütünü birleştirmeyi başarmış olan ve Türkiye’deki rejime karşı çalışan diğer grupların da işbirliğini
sağlamaya heves eden devrimci Ermeni Federasyonu’nun önayak olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Ramsaur;
a.g.e., s. 144.
263
Kocabaş; a.g.e. s. 219-220.
110
Balkanlarda Rusya, Avusturya ve İtalya başa olmak üzere Avrupa devletlerinin nüfuz
kazanma mücadelesi ile Balkan devletlerinin ihtirasları ve girişimleri bu bölgeyi gittikçe
daha huzursuz hale getiriyordu. Özellikle Rusya’nın 1904-1905 Savaşı’nda Japonya’ya
yenilmesi ve 1907 yılında İngiltere ile Çin, Tibet, Afganistan ve İran üzerinden Anadolu
sınırlarına kadar Asya’da nüfuz bölgelerinin belirlenmesinde bir anlaşmaya varması, bu iki
devletin yeniden Balkan politikasına önem vermesine neden oldu. Bu durum ise
Balkanlar’da emelleri olan Avusturya ve İtalya’yı endişelendirdi ve bölgedeki
devletlerarası rekabeti daha da şiddetlendirdi.264 1890’lardan itibaren büyümeye başlayan
Makedonya Sorunu,265 Balkanların üç küçük ülkesi olan Yunanistan, Bulgaristan ve
Sırbistan’ı bir toprak mücadelesi içine itti.266 Osmanlı Devleti’nin zayıflığı bu devletlerin
hem iştahını artırıyor, hem de aralarındaki siyasî tansiyonu iyice yükseltiyordu. Bahse konu
nedenlerle özellikle Makedonya’daki Türk varlığı için tehlike çanları çalmaya başlamıştı.
Bu durum Türkleri, Jön Türkleri, İvT yönetici kadrolarını ve III. Ordu subaylarını
endişelendiriyordu.267
Balkanlarda durumun gittikçe daha bunalımlı hale geldiği sırada İngiliz Kralı VII. Edward
ile Rus Çarı II. Nikola 8-9 Haziran 1908 tarihinde Estonya’nın Reval şehrinde bir görüşme
yaptılar.268 Reval Görüşmeleri’nin yoğunlaştığı nokta Almanya ve Avusturya’dır. Reval’de
Makedonya ve Boğazlar Sorunu da ele alınmıştır. Ancak görüşmelerden sonra İngiltere ve
Rusya, Almanya’yı ürkütmemeye dikkat etmişler, sadece Makedonya Sorunu’na ve
reformlara değinmişlerdir. Bu şekilde İngiltere ve Rusya’nın birbirlerine yaklaşmaları ve
Balkan Sorunu’nda mutabakata vardıklarını açıklamaları Makedonya’daki İvTC üyeleri
arasında endişe ve korku uyandırdı.269 İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’ni paylaşma
264
Uçarol; a.g.e., s. 354-355.
265
Makedonya Sorunu hakkında detaylı bilgi için bkz. Akşin; a.g.e., s. 65-69 ve s. 94-97.
266
Armaoğlu; a.g.e., s. 600.
267
Kodaman; a.g.m., 170.
268
Yusuf Hikmet Bayur; Türk İnkılabı Tarihi, C. I., İstanbul 1940, s. 217-218
269
Armaoğlu; a.g.e., s. 600-601 ve Uçarol; a.g.e., s. 355. II. Abdülhamit’in kızı Şadiye Sultan’ın hatıralarında,
İhtilal’de Almanlar’ın rolü üzerinde durulmuştur. Reval Mülakatı, Alman propagandası tarafından
tarafından, Rusya ile İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu taksime karar verdiklerine dair bir dedikodu
şeklinde yorumlanıp, yayınlanmıştr. Almanlar, Reval’de İngilizler ile Ruslar’ın arasında taksim yapıldığı
hakkındaki kesif propaganda perdesi arkasında, önce II. Meşrutiyet’i İttihat ve Terakkî eliyle ilan etmişler,
111
ve parçalama konusunda anlaştıkları, dolayısıyla Rumeli’de Osmanlı Devleti’nin sonunun
geldiği şeklinde yorumlar ortaya çıktı.270 Reval Görüşmeleri’nin Makedonya’daki Cemiyet
üyeleri arasındaki yorumu Rumeli’nin paylaşılacağı, Padişahın Rumeli’ye ordularını
gönderemeyeceği ve bu duruma boyun eğeceği şeklinde idi. Bu nedenle, İvTC artık
Osmanlı Devleti’nin siyasal düzeninin reforme edilmesi için harekete geçmenin zamanı
geldiğine karar verdi. Yani Osmanlı Devleti’nin parçalanması teşebbüsüne meşrutî
yönetimin kurulması ile cevap verilecekti.271 İvTC, bu suretle meydana gelebilecek dış
müdahaleleri önlemeyi ve devleti içine düştüğü güç durumdan kurtarmayı hedefliyordu.
Reval Görüşmesi sonucunda alınan kararları uygun bulmayan ve gelişmeleri millete hakaret
sayan subaylar harekete geçti. Reval Görüşmeleri ihtilalin başlamasına yol açan son damla
oldu. İvTC yöneticilerine ve subaylara göre en kestirme çözüm II. Abdülhamit rejimine son
vermek, meşrutiyeti ilan etmek ve Kanun-ı Esasi’yi uygulamaktı. Ancak bu çözüm şekli
İngiltere’yi, Rusya ile işbirliğinden vazgeçirebilir ve Osmanlı Devleti’nin toprak
bütünlüğünü korumaya yeniden sevk edebilir ve Avrupa kamuoyunu Osmanlı Devleti
lehine çevirebilirdi.272
İvTC, ilk iş olarak 1908 yılı Mayıs ayında çalışmalarını gizli olarak sürdürmekten vazgeçip
Makedonya’da duruma hâkim olmak üzere açığa çıkmayı düşünmeye başlamıştı. Selanik’te
yapılan toplantıda Avrupa’nın büyük devletlerine Cemiyetin varlığını ve nüfuzunu
açıklamak kararı alındı. Bu çerçevede İttihatçılar bir bildiri hazırlayarak Büyük Devletlerin
konsoloslarına gönderdiler. Ancak Büyük Devletlerden ses çıkmadı. Cemiyetin her şeye
babamın elindeki Hükümet yetkilerini azaltmışlar İttihat ve Terakkî’yi devlet siyasetine hâkim kılmışlardır.
Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 222. Sultan II. Abdülhamit’in de hatıralarında Selanik İttihatçılarının Almancı,
Manastır İttihatçılarının ise İngilizci olduklarından bahisle İngilizler ve Almanların kendisini devirmek
istedikleri konusunda şunları yazar; İngilizler Manastır İttihatçılarını, Almanlar ise Selanik İttihatçılarını
durmadan kışkırtıyorlar, Devleti içten ele geçirmek için bir hükümet darbesini zorluyorlardı. İngilizlerin
Manastır İttihatçılarıyla başarıya ulaşması benim için felaketti. Çünkü hem beni bertaraf edecekler ve
muradlarına ereceklerdi. Almancı İttihatçılardan korkum yoktu. Onların başarısı İngiltere’yi daha da
korkuturdu. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 222-223.
270
Kodaman; a.g.m., s. 170.
271
Armaoğlu; a.g.e., s. 600-601 ve. Uçarol; a.g.e., s. 355.
272
Kodaman; a.g.m., s. 170.
112
rağmen eyleme geçmeye kararlı olduğu, Temmuz’da başlayan isyanı yönetecek hale gelmiş
olmasından anlaşıldı.273
II. Abdülhamit’in hafiyeler ağının başarılı çalışmaları karşısında telaşa düşen Cemiyet,
Saray’ın Makedonya’daki hafiyelerine karşı kesin ve kıyıcı davranmak kararı almıştı.
Hafiyeleri sindirmeyi başaramamak, gizli örgütün yok olmasına göz yummak demekti.
1908 yılı Şubat ayından beri Selanik’te İvTC’ne yönelik bir soruşturmayı yöneten ve bu
konuda hazırladığı raporu Saray’a gönderen Selanik Merkez Kumandanı Albay Nazım Bey
öldürülecek hafiyeler listesinin başında geliyordu. 11 Haziran 1908 tarihinde Albay Nazım
Bey’e suikast düzenlediyse de suikastten yaralanarak kurtulan Albay Nazım Bey, ertesi gün
İstanbul’a hareket ederek edindiği bilgileri Saray’a iletti.274 Bunun üzerine Padişah, Selanik
ve Manastır’daki yüksek rütbeli subaylardan otuz sekizini İstanbul’a getirterek muhakeme
ve hapsettirdi. Bu olay, Rumeli’de bulunan III. Ordu subaylarının bir an önce harekete
geçmesine sebep oldu. Resne’de bulunan Kolağası (Yüzbaşı) Niyazi Bey, 3 Temmuz 1908
tarihinde yanına aldığı gönüllülerle dağa çıktı ve Anayasa ilan edilmedikçe silahı
bırakmayacağını ilan etti.275
Bir süre sonra Ohri’li Eyüp Sabri Bey276 de Resneli Niyazi Bey’e katıldı. Bu gelişmeler
üzerine Makedonya resmen kaynamaya başladı. Niyazi Bey’in istibdat Hükümetine karşı
başkaldırdığı ve hürriyetin ilanını sağlamak amacıyla isyan ederek dağa çıktığı Manastır
Bölgesi Kumandanı tarafından Selanik’te bulunan III. Ordu Komutanı Müşir (Mareşal)
İbrahim Paşa’ya resmen bildirildi.277
273
Ahmad; a.g.e., s. 16-17.
274
Armaoğlu; a.g.e., s. 600 ve Ahmad; a.g.e., s. 17.
275
Armaoğlu; a.g.e., s. 601-602. Lewis; a.g.e., 205-206 ve Ahmad; a.g.e., s. 19. Makedonya’da meydana
gelen ve II. Meşrutiyetin İlanını sağlayan olaylar hakkında detaylı bilgi için bkz. Ahmet Eyicil; “Osmanlı
İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, Türkler, C. 13, s. 237-238. Bayur; a.g.e., s. 429-478 ve Türk Ansiklopedisi, C.
24, Millî Eğitim Bsmv., Ankara 1976, s. 61. Resneli Niyazi Bey, kurduğu ihtilal çetesine Arnavutluk’ta Türk
hakimiyetine isyan eden Toska İhtilal Reisi Çirçis’i bile almıştır. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1062.
276
Eyüp Sabri (Akgöl) (1876-1950). 1908 yılında Ohri’de yüzbaşı iken İvTC’ne girmiş, bilahare Temmuz
ayaklanmasının liderlerinden biri olmuştur. 1909 yılında İvT Merkez Komitesine seçilmiş, Ekim 1918’de
Cemiyet dağılana kadar bu görevi sürdürmüştür. Cumhuriyet döneminde de TBMM’de mebus olarak görev
yapmıştır. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 260.
277
Eyicil; a.g.m., s. 238 ve Lewis; a.g.e., s. 205.
113
Resneli Niyazi Bey’in isyanı üzerine İvTC’ne mensup subaylar, silah depolarını açıp halka
silah dağıtmaya başladılar. Olayların merkezi Manastır idi. Padişahın olayları bastırması
için Manastır’a gönderdiği Şemsi Paşa 7 Temmuz 1908 günü Manastır’da bir subay
tarafından öldürüldü. Bu olayı takiben İvTC’nin önde gelen üyelerinden Binbaşı Enver Bey
20 Temmuz’da Kolağası Niyazi Bey’e katıdı. Şemsi Paşa’nın ardından Manastır’a
görevlendirilen Müşir Tatar Osman Paşa asiler tarafından dağa kaldırıldı. Bu arada
Anadolu’dan Selanik’e sevk edilen askerlerin bir kısmı Manastır’a gitmediği gibi, gidenler
de asilerin üzerine gitmedi.278
Bu şiddet olayları gelişerek devam ederken bir yandan da yazılı vasıtalarla Padişah baskı
altına alınmaya başlamıştı. Resne’li Niyazi Bey’in dağa çıkmasından iki gün sonra (7
Temmuz 1908) İvTC’nin Manastır Merkezi, sokaklara bir beyanname asarak, bir yandan
mevcut Hükümeti gayrı meşru ilan ediyor, bir yandan da Anayasa’nın ilan edilmesini
istiyordu. İvTC’nin Genel Merkezi de 21 Temmuz 1908 tarihinde (Kâbe-i Hürriyet olarak
tanımladıkları) Selanik’te yaptığı toplantıda 23 Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyet’in ilan
edilmesi kararını aldı. Bu karar üzerine, Cemiyetin bölgede teşkilatı bulunan yerleşim
merkezlerinden İstanbul’a telgraf yağmuru başlatılarak 1876 Anayasası’nın yürürlüğe
konması ve hemen meşrutî yönetime geçilmesi istenmiştir. Gelişen olaylarla eşzamanlı
olarak, İvTC’nin Manastır merkezi, daha önce alınmış olan karara uygun olarak 23
Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyet’i ilan eder. Takiben Cemiyetin Selanik Merkezi de
Meşrutiyet’i ilan eder. Bu hadiseler geniş ölçüde askerin desteğiyle yapılmaktaydı.279
Rumeli’de kontrolden çıkan bu gelişmeler karşında artık yapabileceği bir şey kalmadığını
gören Sultan Abdülhamit 24 Temmuz 1908 tarihinde 1876 Anayasası’nın yeniden
yürürlüğe konulduğunu ilan etti. Böylece II. Meşrutiyet dönemi başlamış oldu.280
278
279
Armaoğlu; a.g.e., s. 601-602. Ahmad; a.g.e., s. 19 ve Lewis; a.g.e., s. 206.
Ercüment Kuran; Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılap Hareketleri ve Millî
İstanbul 1956, s. 422-424.
280
Mücadele, Baha Matbaası,
Armaoğlu; a.g.e., s. 602-603. Olayların gelişmesi ve/veya Meşrutiyet’in ilanı hakkında bkz.: Tunaya;
a.g.e., s. 137-142. Aybars; a.g.e., s. 39-43. Ş.Süreyya Aydemir; İkinci Adam (1884-1938), C. 1, İstanbul
1993, s. 55. Türk Ansiklopedisi, C. 24, Ankara 1976, s. 61-63. Tektaş; a.g.e., s. 1058-1065. Kazım Karabekir;
İttihat ve Terakkî Cemiyeti Neden Kuruldu Nasıl Kuruldu Nasıl İdare Olundu, TÜRDAV Ofset Tesisleri,
İsanbul 1945, s. 297-330 ve Ayşe Osmanoğlu; Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım), Selçuk Yayınları,
Ankara 1984, s. 131-133. II. Abdülhamit’i bazı yönleriyle takdir, bazı yönleriyle de tenkit eden Yılmaz
114
II. Meşrutiyet her ne kadar tebaa-ü Şahaneyi vatandaş yapmış ise de halk henüz
azgelişmişliğin çemberini aşamadığı için güçlü bir sosyal uyanıştan söz edilmesi mümkün
değildi. Dönemin aydınlarından Celal Nuri Bey’in ifadesiyle, halk için Anayasa’nın,
Avcılık Nizamnamesi’nden pek farkı yoktu.281 Aykut Kansu, II. Meşrutiyet’in ilanını bir
devrim olarak ele almakta ve bu devrim ile başlayan sürecin 20’inci yüzyılın ilk onyıllarını
tamamıyla imal ettiğini belirtmektedir. Kansu ile aynı fikirleri paylaşan Akşin de bu
hareketi çağdaş Türk tarihinin başlangıç noktası olarak kabul etmektedir. Çağlar Keyder de
1908 Anayasası’nın parlamenter demokrasiye sağladığı katkının 1925-1946 arasında
Cumhuriyetin sağladıklarından çok daha fazla olduğunu belirtmektedir.282
İhtilal öncesi, Ege Bölgesi’nde cemiyeti örgütlemek üzere İzmir’e giden ve İhtilal
esnasında da İzmir’de bulunan İvTC’nin liderlerinden Dr. Nazım Bey, İzmir’de İhtilal
sonrası dönemde görevli kimi komutan ve devlet memurlarını cezalandırdı. İzmir’e
propaganda yapmaya gelen Prens Sabahattin’in adamlarını hapsettirdi. Hürriyeti savunan
ve geçmişi istibdat olarak kabul eden Dr. Nazım Bey İvTC dışındakilerin cemiyet kurma
faaliyetlerine izin vermedi. İstibdata karşı çıkarken istibdat devrini aratan davranışlarda
bulundu.283
Sultan Abdülhamit’in politikasına karşı olan Büyük Devletler ve ayrılıkçı unsurlar, bu
politikayı etkisiz hale getirmek için iki aşamalı bir mücadele stratejisi çizmişlerdi.
Meşrutiyet’in ilanı ve ardından da Sultan’ın hal edilmesi. 1908 tarihli Jön Türk İhtilali ile
birinci merhale gerçekleşmişti.284 İkinci merhalenin gerçekleşmesi ise bir yıldan daha az bir
zaman sonra gerçekleşecekti.
Öztuna, İvT’nin uğraşıp istediğini elde ettiğini söyler ve şunları ifade eder: Ancak bu Türkiye tarihi ve
Türklük bakımından pek hayırsız bir zafer olmuştur. 1911’den 1922’ye kadar Türk Milletini İtalya, Balkan ve
Cihan Savaşları ile Millî Mücadele nedeniyle onbir yıl nefes almadan savaşmak zorunda bırakmış, düşman
sürüleri Ankara kapılarına kadar gelmiştir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1060-1061.
281
Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 72.
282
Tazegül; a.g.e., s. 85.
283
Eyicil; a.g.m., s. 239.
284
Kocabaş; a.g.e., s. 224. II. Abdülhamit’in 1908 İhtilali ile birlikte hal edilememesinin sebebi, Jön Türklerin
adı geçen İhtilal günlerinde bu kudreti kendilerinde bulamamalarıdır. Ordudaki erat (erler-askerler) padişahın
hal edilmesine (tahttan indiriklmesine) karşıydı. Ayrıca, hal olayının cereyan edeceği İstanbul’da Jön
Türklerin durumu çok zayıftı. Bkz. Ramsaur; a.g.e., s. 157-158. 1908 Jön Türk ihtilali meydana gelince, bu
115
II. Meşrutiyet’in ilanının ve II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinin pek çok gizli ve açık
sebepleri vardır. Bu konuda son tahlilde şu sebepleri sıralamak mümkündür: Sultan
Abdülhamit’in hal edilmesini ve II. Meşrutiyet’in ilanını, içte; aydınların büyük bir kısmı,
Türklerin ve Panislamistlerin bir kısmı, gayrı müslimlerin tamamı, Türk olmayan
Müslümanların önemli bir kısmı, dışta ise; özellikle İngiltere ve Fransa resmî çevreleri ve
kamuoyları arzu etmekteydiler. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü ve
siyasî birliğini Türklerden başka samimî bir şekilde isteyen yoktu. Türkler Osmanlı
Devleti’nin II. Abdülhamit’in iktidardan uzaklaştırılmasında ve meşrutî idarede
görüyorlardı ya da en azından beklentileri bu idi. Avrupa ise Osmanlı’nın paylaşılmasını ve
sömürgeleştirilmesini bekliyordu. Gayrı müslimler ise kendilerinin kurtuluşu için zeminin
ve şartların hazır hale geleceğini umuyorlardı.285
1.2.5. Ahmet Rıza Bey, Seçkinler Teorisi ve Millet-i Müsellaha
Ahmet Rıza Bey’in Mechveret'teki yazılarında, nispeten otoriter bir devlet anlayışı
taşıdığını gösteren ilkelere rastlamak mümkündür. Fakat bu eğilimler, ancak arada sırada
ve kısa aralıklarla ortaya çıkmıştır. Nitekim Ahmet Rıza Bey’in temel görüşleri, Comte’dan
esinlenme olsun ya da olmasın, zamanının pre-totaliter görüşleriyle de uyuşmaktadır.
Ahmet Rıza Bey’in bu görüşlerinde Comte’un yeri, bu düşünürün siyasî sistemini kuvvet ve
iktidar kavramlarına dayandırmış olmasından geliyordu. (II. Meclis-i Mebusanda mebus
olarak yer alan Selanik kökenli Yahudilerden) Albert Fua’ya göre, Ahmet Rıza Bey’in
sistemi, Comte teorisinin sonucu olup, bu sistemdeki otorite prensibi ise bu sistemin en
önemli unsurlarından biriydi.286 Bu dönemde Avrupa’da demokrasiye karşı duyulmaya
başlanan kuşku gerek Ahmet Rıza Bey, gerekse de hocası Lafitte üzerinde de etkisini
gösteriyordu. Bizzat Ahmet Rıza Bey’in, devlet yönetimini bir elitin eline teslim etmesini
ihtilal hakkında Alman İmparatoru ll. Wilhelm’in görüşleri ilginçtir: Bu ihtilal, Paris ve Londra’da yaşayan
genç Türklerin işi değildir. Bu özellikle Alman subayları tarafından yetiştirilen Türk subayları tarafından
yapıldı ve tam anlamıyla askerî bir ihtilaldir. Kuvvet ve kudret bu subayların elindedir. Bunlar Alman olan
her şeye eğilimlidirler. Bkz. Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 126. 1908 Jön Türk İhtilalini
gerçekleştiren subay kadrosunun çoğu Alman yanlısıydı. Jön Türklerin sivil kanadını ve Osmanlı subaylarının
az bir kısmını İngiltere ve Fransa’ya taraftarlar meydana getiriyordu. Bu nedenle, İhtilal günlerinde ülke
genelinde İngiltere ve Fransa’ya karşı olumlu bir hava vardı. Bkz. Kocabaş, a.g.e., s. 128.
285
Kodaman; a.g.m., s. 170.
286
Mardin; a.g.e., s. 209-210.
116
öngören
fikirleri, Avrupa’da kalışının
son yıllarında somutlaşacaktı. Mechveret
çevrelerinde bu şekilde elitist görüşlerin kabul edildiğini, ilk önce (I. Meclis-i Mebusanda
Suriye Mebusu olarak bulunan, Meclis-i Mebusanın dağılması üzerine Fransa’ya kaçarak
Paris’te hayatını gazetecilikle idame ettiren ve Yeni Osmanlılar ile Jön Türkleri birbirine
bağlayan zincirde son halka olan Osmanlı aydını) Halil Ganem’in yazılarında görmek
mümkündür. Halil Ganem’e göre halka güvenmek uygun olmadığı için başlarına bir elit
geçirmek gerekiyordu. Bilahare, Ahmet Rıza Bey’in de bu konuda Halil Ganem’le aynı
çizgide buluştuğu görülecektir. Ahmet Rıza Bey, 1 Aralık 1902 tarihindeki (Fransızca
yayımlanan) Mechveret gazetesindeki yazısında şunları yazıyordu: Aydınlanma feyzine
(ilhamına), iyinin ve güzelin geliştirilmesi için gerekli olan eylem kuvvetini ilave etmek
gerekir. Elit, vasat (ortalama) kabiliyetlilerin, kendisine hâkim olmasına izin verirse, o
zaman acınacak bir duruma gelir. Vasatlık, elit’i kısa bir sürede yok edecek ve bu büyük
ışığı karartacaktır.. Ahmet Rıza Bey başlangıçta halka karşı pek büyük bir güven
beslemişse de zamanla Jön Türk propagandalarının Osmanlı Devleti bünyesinde sonuçsuz
kalması, O’nu halka karşı bezdirir. Ahmet Rıza yazılarında, şiddet usullerini kullanmadığı
için şahsına yöneltilen hücumlara karşı halkı ikna etmenin ne denli zor olduğunu dile
getiriyordu. Kullandığı savunma araçlarından biri, Osmanlı Devleti’ndeki elitlerin de,
devlet çevrelerinde oluştuklarını ve bu bakımdan halk kadar hareketsiz olmalarının doğal
olduğunu söylemekti. Fakat tezinin ağırlık noktası Osmanlı Devleti’nde halkı kazanmanın
zorluğuydu. Ahmet Rıza Bey’in toplum karşısında tutumunun Gustave Le Bon’dan287
aldığı fikirlerle şekillendiği, çok daha sonra yazmış olduğu eserlerden eserlerden
anlaşılmaktadır. Öte yandan, Ahmet Rıza Bey, 1 Eylül 1905 tarihli Mechveret’te yazmış
olduğu La crise de L’orient adlı makalesinde, yine de Le Bon’dan toplumun zoraki bir
yeniliği kabul etmeyeceği fikrini almış olduğu görülmektedir. Ahmet Rıza Bey’in yeni
görüşlerinin açıklandığı bir diğer risale Ağustos 1906’da yani İttihat ve Terakkî şeklinde
olan Cemiyetin ismini Terakkî ve İttihat şekline dönüştürdüğü ve Prens Sabahattin
287
Gustave Le Bon (1841-1931) ve görüşleri konusunda detaylı bilgi için bkz. Türk ve Dünya Ünlüleri
Ansiklopedisi, “Gustave Le Bon”, s. 3467-3468. Hanioğlu; “Bilim ve Osmanlı Düşüncesi”, s. 346-347 ve
Gustave Le Bon, a.g.e.
117
Bey’in grubuyla tüm ilgisini kestiği sırada çıkmıştı. Ahmet Rıza Bey, bu eserde örgütlü bir
seçkinler teorisi ortaya atıyordu.288
Ahmet Rıza Bey, Mechveret dergisinin 47. sayısında, yeni elit teorisini açıklarken, hareket
noktası Osmanlı Devleti’nin askerî bir devlet olmasıydı. Askerlik, Osmanlı Develeti’nin
ana unsurlarından biriydi. Bu itibarla devletin askerî gücünün azalması Osmanlı Devleti’nin
de gerilemesi demekti. Bu gelişme, bir meslek olarak askerliğe itibarın azalması sonucunu
doğurmuştu. Sivil makamlar, askerî makamları talî bir unsur olarak mütalaa ediyorlardı.
Ancak bu gelişmeler Avrupa’nın hızla silahlanmakta olduğu ve Osmanlı Devleti’nin de
doğal zenginliklerine göz diktiği bir sırada okuyordu. Bundan dolayı, Osmanlı Devleti için
Ordu personelinin ikinci sınıf vatandaş olma keyfiyeti son derece tehlikeliydi. Tersine,
askerî kariyere diğerlerine nazaran bir öncelik vermek vermek gerekirdi. Aynı zamanda
Orduyu modernleştirmeye ve en son askerî teorileri anlamaya daha çok ağırlık vermek
gerekiyordu. Ahmet Rıza Bey’in, Mechveret dergisinin 38’inci sayısında, öne sürdüğü bir
diğer fikir de, Omanlı Devleti’nin gelişme devrinden beri Ordunun rolünün değiştiği idi.
Ordunun amacı artık fetih peşinde koşmak değil, devletin parçalanmasına engel olmaktı.
Bu itibarla, bir emel olarak gaza fikri yerine vatanperverliği geçirmek gerekliydi.
Vatanperverliğin bir diğer unsuru da bizzat vatan savunmasında görev yapanların
memleketin yakalanmış olduğu sorunları anlamalarıydı. İzlenmesi gereken model Fransız
İhtilal Orduları modeliydi. Ahmet Rıza Bey’in (Mechveret dergisinin 32. sayısında), bu
tezleri savunduğu risale aynı zamanda subaylara politikaya karışmayı ve iktidarın
yetersizlerin eline geçmelerine engel olmalarını tavsiye ediyordu. Bu yeni askerî elit, sivil
hayatta da önderlik yapacaktı.289
Askerî erkânın milleti uyaran bir elit olma görevini ifa etmesi bununla beraber gelen halkın
sürekli bir seferbelik (teyakkuz ya da mobilizasyon) halinde bulundurulması fikrini Ahmet
Rıza Bey belki de (Bahaeddin Şakir Bey aracılığıyla) Colmar von der Goltz’un bir
kitabından almıştı. Colmar von der Goltz, Millet-i Müsellaha (Silahlı Millet/Askerî
Toplum) ismiyle Türkçeye tercüme edilen ve o devirde tüm Avrupa’da geniş bir ilgi gören
288
Mardin; a.g.e., s. 212-214.
289
A.g.e., s. 215-216.
118
Das Volk in Waffen isimli kitabında savaşın kazanılması için sivil kesimin askerî kesimden
ayrılmaması gerektiği fikrini aydınlara intikal ettirmişti. Bu fikir, toplumu, topyekün bir
şekilde tüm devlet faaliyetlerine katılması gereken bir kudret hazinesi saydığı oranda pretotaliter düşüncenin karakteristik izlerini taşıyordu. Devlet, faaliyetlerini başarıyla
sonuçlandırmak için, her bireyi, savaşta ve barışta kendi amaçlarına hizmet eden birer
piyon değerine getiriyordu. Colmar von der Goltz’un daha sonra 20’nci yüzyıl faşist
Almanya’sında kurulan para-militer örgütlerin 19’uncu yüzyılda temellerini atmış olması,
kendisinin bu konudaki fikirlerini bize açıkça anlatmaktadır. Fakat Jön Türkler fikriyatını
ilk kez uyarlı bir teori halinde ortaya koyan görüşün de bu pre-totaliter akımların etkisi
altında kalmış olması dikkate değerdir.290
1.3. II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ
1.3.1. Yönetimde Saray, İttihat ve Terakkî Cemiyeti ile Bâb-ı Âlî Dengesi
24
Temmuz
1908
tarihinde
II. Meşrutiyet’in İlanı ve Kanun-ı Esasî
yürürlüğe
konulmuştu ama II. Abdülhamit’in tahtta kaldığı dikkate alındığında bu durum Jön Türkler
ile İvTC için kısmî bir başarıydı. Sultan Abdülhamit bazı yetkileri elinden alınmış olsa bile
tahtta kalmayı başarmıştı. Bu süreçte başarılı gözüken ve tekrar güçlenen bir diğer güç ise
Bâb-ı Âlî ve onun bürokrasisidir. Görüldüğü üzere II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte üç
farklı güç odağı ortaya çıkmış olup, bunların her biri de kendini başarılı ve güçlü
görüyordu. Bu durum, bu güçlerin aralarında gizli ve fakat ciddî bir iktidar mücadelesine
neden olacaktır. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte bu kez de bu üç farklı güç merkezi
arasında mücadele başlıyordu. Çünkü bu güçlerin her biri iktidarı tamamen kendi eline
alarak olaylara istikamet verme arzusundaydı.291
II. Abdülhamit, inkılâba rağmen hala güçlü olup, Hükümetin başında da hala Padişahın
tayin ettiği Sait Paşa292 ve Kamil Paşa293 bulunmaktadır. Bu ise Saray ile Bâb-ı Âlî
290
Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 217.
291
Kodaman; a.g.m., 171.
292
Sait Paşa (1838-1914)’nın kısa biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 634.
293
Kamil Paşa (1832-1913)’nın kısa biyografisi için bkz. a.g.e., s. 626.
119
arasındaki diyalogu, dayanışmayı ve ittifakı kolaylaştırıyordu. Ayrıca, Padişah Kanun-ı
Esasî’nin kendisine tanıdığı önemli yetkileri politik kabiliyetleriyle birleştirerek inisiyatifi
elinde bulunduruyordu. II. Abdülhamit’in
zayıf
yönü
ise elinde, gerektiğinde
güvenebileceği ve kullanabileceği askerî bir gücün olmaması idi. 294
İvTC, II. Meşrutiyet’in ilanından önceki başarıyı, II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında
gösteremedi. En zayıf tarafı, genç ve kararsız olmalarıdır. Diğer bir önemli husus da belli
bir lideri ve programı yoktu. Bu nedenle II. Abdülhamit’i devirip, iktidarı ele alma
cesaretini kendilerinde bulamadılar. Bu tavırları, onların hem acemiliklerinin, hem de
özgüvenlerinin yokluğunu ortaya çıkarıyordu. Onların bu çekimserliği II. Abdülhamit’e,
Bâb-ı Âlîye ve muhalefete cesaret vermiştir. İvTC’de öne çıkma yerine perde arkasından
Saray’ı ve Bâb-ı Âlîyi kontrol altında tutarak siyaseti yönlendirmeyi tercih etmiştir. İvTC,
Saray’ı ve Bâb-ı Âlîyi kendi yörüngesinde tutabilmek için özellikle Sultan Abdülhamit’in
dayandığı ve güvendiği güç kaynakalarını kurutmaya (Hafiye Teşkilatı’nın dağıtılması,
sansürün kaldırılması, genel af ilanı, eski yönetimde etkili mevkilerde bulunanların sürgüne
gönderilmesi ya da işten atılmaları) kalktı. İvTC, Hükümete İttihatçılardan üye sokarak,
Bâb-ı Âlîyi de kontrol altına almaya çalıştı. Bu kapsamda II. Meşrutiyet sonrası dönemde
sadrazamlık görevinde bulunan Said Paşa ve Kamil Paşa dönemlerinde başarılı
olamamışlar, Hüseyin Hilmi Paşa295 zamanında ise bu hedeflerine ulaşmışlardı.296
Bâb-ı Âlî her ne kadar Kanun-ı Esasî’nin yürürlüğe girmesiyle biraz güç ve şahsiyet
kazandıysa da yine de gölgede kaldı. 1913 yılındaki Bâb-ı Âlî Baskını sonucu ise Bâb-ı Âlî
tamamen İvTC’nin kontroluna girdi.297
1.3.2. İttihat ve Terakkî’nin Denetleme İktidarı (1908-1913)
İvT, 24 Temmuz 1908 tarihinde elde ettiği iktidarı nasıl sürdüreceği sorunuyla karşılaştı.
294
295
Kodaman; a.g.m., 172.
Hüseyin Hilmi (1855-1922)’nın kısa biyografisi için bkz. a.g.e., s. 625.
296
Kodaman; a.g.m., s. 171.
297
A.g.m., s. 171.
120
Tecrübesiz olmalarından dolayı, iktidarı, kendilerinden daha yaşlı ve tecrübeli devlet
adamlarına bırakarak bir kenara çekildiler.298
II. Meşrutiyet ilan edildiğinde zaten sadrazam olan Said Paşa299 1 Ağustos 1908 tarihinde
bu göreve tekrar atandıysa da, İvTC ile geçinemeyerek 4 Ağustos 1908 tarihinde istifa
etti.300 Said Paşa’nın istifasının ardından, Sultan Abdülhamit tarafından, eski rejimin
adamlarından ve İngiliz yanlısı olarak bilinen Kamil Paşa sadrazam olarak görevlendirildi.
Kamil Paşa daha çok liberal eğilimli ve karma bir Hükümet kurdu. Kabineye
de İttihatçıların istediği iki üye girmişti.301
İvT, İdareyi ele geçirmek için ihtilal yapmış görünmemek için Kabineye giren birkaç parti
üyesi dışında, şeklen Hükümetin dışında kalmış görünmekle birlikte Hükümetleri dışarıdan
298
Feroz Ahmad, İttihat ve Terakkî 1908-1914. Kaynak Yayınları, 3 Baskı, İstanbul 1996, s. 95. II.
Meşrutiyet’in ilanından sonra 1909 yılının Eylül ayında İvTC Selanik’te ikinci kongresini yapmıştır. III.
Orduya bağlı olarak görev yapmakta olan Yüzbaşı Mustafa Kemal de bahse konu kongreye katılır ve
kongrede yaptığı konuşmada, yapılan hareketin bir inkılâp değil, bir ihtilal olduğunu ve şimdilik sadece
Saray’ın nüfuzunun kırıldığını, asıl inkılâbın bundan sonra yapılması gerektiğini ifade ettikten sonra şu
hususların gerçekleştirilmesini teklif eder; Cemiyetin bir siyasî fırka (parti) haline getirilmesi, Ordunun
politikadan çekilmesi, Cemiyet ile Masonluk arasında hiçbir bağlantının kalmaması, Cemiyet içinde eşitliğin
sağlanması ve Hükümet işleri ile din işlerinin birbirinden ayrılması (laiklik). Bkz. Yusuf Hikmet Bayur; Türk
İnkılâbı Tarihi, C. I, Kısım II, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1983, s. 63. Seçimlere katılabilmek için fırka
olmak zorunlu olduğu için Cemiyet kısa bir süre sonra fırka haline getirildi. Fakat Cemiyet tarafından
Yüzbaşı Mustafa Kemal’in diğer tavsiyeleri dikkate alınmadı. Ayrıca İvTC bünyesinde Mustafa Kemal’e
karşı bir hoşnutsuzluk meydana geldi. Görüşleri dikkate alınmayan Yüzbaşı Mustafa Kemal, askerlikle ilgili
çalışmalara ağırlık verdi ve yayın çalışmaları yaptı. Bkz. Yusuf Çotuksöken; Atatürk Antolojsi, İnkılap ve
Aka Kitabevleri Tic.A.Ş. İstabul 1982, s..4. Atatürk’ün askerliğe dair yazmış olduğu eserler de şunlardır;
Takımın Muharebe Talimi (General Litzman’dan Tercüme. Selanik. 1908), Cumalı Ordugâhı (Süvari, Bölük
Alay, Liva Talim ve Manevraları. Selanik.1911), Tabiye ve Tatbikat Seyahati, Bölüğün Muharebe Talimi
(General Litzman’dan Tercüme. İstanbul. 1912), Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (Bu kitap Atatürk’ün yakın
arkadaşı olan Binbaşı Mehmet Nuri (Conker)’nin Balkan Savaşı’ndaki yenilgi üzerine yazmış olduğu Zabit ve
Kumandan isimli kitaba ve Mehmet Nuri (Conker)’e cevap mahiyetindedir.). Bu eserlerin tamamı konusunda
detaylı bilgi için bkz; Atatürk’ün Askerliğe Dair Eserleri, Doğuş Ltd.Şti. Matbaası. 1959.
299
Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî. s. 38. Mehmet Sait Paşa (1838-1914), 1870 yıllarında Damat
Mahmut Celalettin Paşa’nın himayesinde yükselmiştir. 1876 yılında II. Abdülhamit’in birinci kâtibi, 1879
yılında da ilk kez sadrazam olmuştur. 22 Temmuz 1908 tarihinde yedinci kez sadrazam olmuştur. Önceleri
İttihatçılara karşı düşmanca davranmışsa da, kısa zamanda onlarla anlaşmıştır. İttihatçıların da Sait Paşa gibi
kendi adlarına devleti idare edecek yetişmiş insanlara ihtiyacı vardı. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 260.
300
301
Kodaman; a.g.m., s. 172-173.
Kamil Paşa Hükümeti hakkında ilave bilgi için bkz. Bayur, a.g.e., C. I Kısım II, s. 71-77. Kamil Paşa’nın
Sadrazam olarak görevlendirilmesine önceleri Jön Türklerin Almancı kanadı ses çıkarmadı. Çünkü bunların
sivil kesimi İngiltere’ye büyük sempati duyuyordu. Kamil Paşa’nın atamasını İngiltere memnuniyetle
karşılamış, İngiliz Kralı VII. Edward, bu davranışından dolayı, Padişahı, o zamanki milletlerarası gelenekleri
çiğneyerek kutlamıştı. Doğan Avcıoğlu; 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1969, s. 32.
121
komuta ile etkisi ve denetimi altında tuttu. Anayasal bir konumu bulunmayan İvTC’nin bu
şekilde siyasete müdahalesi ise iktidar otoritesinin hangi merkezde toplanacağı sorununu
ortaya çıkararak işlerin normal seyrinden çıkmasına ve politik kargaşaya neden oldu.302
İvTC’nin sık sık Hükümet işlerine müdahale etmesi Kamil Paşa ile İvTC’yi karşı karşıya
getirdi ve arada şiddetli bir siyasî mücadele başladı. Kamil Paşa’nın projelerinden biri de
Orduyu İvTC’nin etkisinden çıkartmak suretiyle onu önemli bir destekten mahrum
bırakarak zayıflatmaktı.303 5 Ekim 1908 tarihinde Bulgaristan’ın bağımsızlığının ilanını
takiben Avusturya tarafından Bosna-Hersek’in ilhak edilmesi üzerine İttihatçılar Kamil
Paşa’yı suçlu buldu ve onu düşürme kararı aldı. Kamil Paşa’nın kimsenin fikrini almadan
Bahriye ve Harbiye Nazırlarını değiştirmesi hem İvTC’yi, hem de II. Abdülhamit’i rahatsız
etti.304 Bu gelişmelerin ardından Kamil Paşa Hükümeti, İtihatçı mebuslar tarafından
13 Şubat 1909 tarihinde verilen bir gensoru önergesiyle düşürüldü.305
Cemiyetin isteği doğrultusunda, İttihatçılara ve Almanlara sempatisiyle tanınan Hüseyin
Hilmi
Paşa306
14
Şubat 1909
tarihinde,
Padişah
tarafından
sadrazam
olarak
302
Rifat Uçarol; Siyasî Tarih, Hava Bsmv., Ankara 1979, s. 313 ve Hüseyin Cahit Yalçın; Siyasal Anılar,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1976, s. 37.
303
Sina Akşin; 31 Mart Olayı, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1970, s. 16-17. Almanya ise Kamil
Paşa’nın sadarete getirilmesinden hiç memnun değildi. Hele Kamil Paşa’nın İngiliz politikasının etkisiyle,
Alman taraftarı olarak bilinen İvTC’ne mensup Jön Türkleri harcamaya kalkışması, Türkiye’de bir iktidar
değişikliği ve giderek de II. Abdülhamit’in hal edilmesine zemin hazırlama sebep oldu. Kamil Paşa’nın
sadrazamlığını İngilizlerin zaferi olarak gören Almanlar, ilk fırsatta onu harcayarak yerine kendilerine taraftar
bir paşayı sadarete getirmenin yollarını aramaya başladılar. Bu uğurda hiçbir fedakârlıktan çekinilmediği gibi,
İstanbul’daki Deutch Bank ve Alman Demiryolları İdaresinin kasaları İvTC’ne açıldı. Almanların kendi
taraftarı İvT mensupları nezdinde yaptıkları baskının neticeleri kısa bir süre sonra görüldü. Bu baskının
yanında Sadrazam Kamil Paşa’nın, İttihatçılar’ın Meşrutiyet’in ilanını takiben Selanik’ten getirip Taşkışla’ya
Meşrutiyet’in Koruyucuları sıfatıyla yerleştirdikleri Avcı Taburları’nı İstanbul’dan uzaklaştırma girişimi de
Kamil Paşa’nın aleyhinde bardağı taşıran son damla oldu. Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı,
s. 225-226.
304
Kamil Paşa ile İvT arasındaki çatışma için bkz. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî. s. 154-162.
305
Kamil Paşa Hükümeti hakkında ilave bilgi için bkz. Bayur; a.g.e., C. I Kısım II, s. 71-77. İngilizler, Kamil
Paşa’nın Sadaretten uzaklaştırılmasını kendi politikalarının sükûtu olarak değerlendirdiler. Tam bu sırada
kendilerine İngiliz taraftarlığını meslek edinen Jön Türklerin Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Grubu,
İttihatçılar’a karşı şiddetli bir muhalefete başladı. Bu grubun Servet-i Fünun, Yeni Gazete ve İkdam gibi
gazeteleri İvTC ile Hükümete ateş püskürüyorlardı. Bu grup aynı zamanda II. Abdülhamit aleyhine olan
propagandayı da en üst seviyeye çıkarmıştı. Bunun altında İngiliz Planı gereği Sultan ve Sadrazam’ın, hem de
Alman taraftarı İttihatçılar’ın ortadan kaldırılması hedefleri yatıyordu. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 226-227.
306
Hüseyin Hilmi Paşa (1855-1923). Sadrazam, bürokrat, diplomat ve devlet memuru. Özellikle Rumeli
Genel Müfettişi olarak ün yapmıştır. (1903-1908) Jön Türkler tarafından sevilen Hüseyin Hilmi Paşa II.
122
görevlendirildi.307 Kabinesinde, İttihatçılara daha çok yer veren Hüseyin Hilmi Paşa,
Cemiyetin tam desteğine sahipti. Ordu da İttihad-ı Anasır ilkesini gerçekleştirecek şekilde
reformları öngören Hükümete açık destek veriyordu. 308
1.3.2.1. 31 Mart Olayı309
1908 Jön Türk İhtilalini gerçekleştiren subay kadrosunun çoğu Alman yanlısıydı. Jön
Türklerin sivil kanadını ve Osmanlı subaylarının az bir kısmını İngiltere ve Fransa’ya
taraftar olanlar meydana getiriyordu. Bu nedenle, ihtilal günlerinde ülke genelinde İngiltere
ve Fransa’ya karşı olumlu bir hava vardı.310
İhtilali takiben, sadrazamlığa İngiliz dostu Kamil Paşa getirilmişti. Ülkede tam bir İngiliz
havası esiyordu. İngiltere’den çeşitli kurumları ıslah edecek uzmanlar getiriliyordu. Bütün
önemli ekonomik imtiyazları, İngiltere ve Fransa’ya vermek eğilimi belirmişti. Hatta
Almanların elindeki tüm imtiyazların alınıp, bu iki ülke sermayedarlarına verileceği
söylentileri bile başlamıştı.311 Bu sırada Avusturya’nın Bosna-Hersek-i ilhakı ve bunu da
Almanya’nın onaylaması, ülkede Almanya’ya olan düşmanlığı iyice arttırmış, Avusturya
mallarıyla birlikte bir kısım Alman malları da boykot edilmişti. İhtilalin hemen ardından
Almanların itibarı sıfıra inmişti. Almanya, binbir güçlükle yıllardır elde ettiği kazanımlarını
bir anda kaybetmek üzereydi.312 Bu durum karşısında Almanlar, yeni bir iktidar arayışı
Meşrutiyet’in ilanından sonra nazırlık (Dahiliye 1908-1909, Adliye 1912), 1914-1918 yıllarında da Viyana
Büyükelçiliği görevinde bulunmuştur. İttihatçılarla olan ilişkisinden dolayı, Mütareke’den sonra Türkiye’ye
dönmesi yasaklanmıştır. Viyana’da ölmüştür. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 251.
307
Ahmad; a.g.e., s. 63.
308
Kodaman; a.g.m., s. 173. İstanbul’da, İngilizler ve onların taraftarı Jön Türklerin propagandalarından,
Almanlar ve onlara taraftar Jön Türkler iyice rahatsız olmaya başlamışlardır. Bu sırada adına Berlin Planı
denilen ve yıllar önce yapılan bu plan yürürlüğe konuldu. Berlin Planı’nın hedeflerini, Almanya ile askerî bir
ittifak antlaşması yapmak istemeyen II. Abdülhamit’in hal edilemesi ve İngilizci muhalefetin tasfiye edilmesi
teşkil ediyordu. Görülüyor ki, birbirlerinin hasmı İngilizler ve Almanlar ile bunların taraftarları olan Jön Türk
grupları, hem birbirlerini harcamak, hem de II. Abdülhamit’i hal etmek için aynı anda harekete geçmişlerdi.
İşte bu hareketin yansıması, kendisini 31 Mart Olayı şeklinde gösterdi. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 227.
309
Bu ayaklanma, o dönemde çeşitli amaçlarla kullanılmakta olan Rumi takvime göre 31 Mart tarihinde
gerçekleştiği için, Türk tarihinde 31 Mart Vakası olarak bilinir. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 215. Olay gerçekte 13
Nisan 1909 tarihinde meydana gelmiştir. Bkz. Aydemir; a.g.e., s. 55 ve Osmanoğlu; a.g.e., s. 141.
310
Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 128.
311
A.g.e., s. 128.
312
A.g.e., s.128-129.
123
içerisine girdiler. İhtilali takiben yönetime İngiltere yanlısı Jön Türkler hâkim olmuştu.
Bunların hemen hemen hepsi Jön Türklerin sivil kanadını oluşturuyordu. İhtilali yapan
Alman sempatizanı askerler geri plana itilmişlerdi. Türkiye, iç ve dış dinamikler sebebiyle
yeni ihtilallere gebe idi.313 Bahse konu dış aktörlerin Osmanlı Devleti’ne yönelik çıkarları,
Osmanlı Devleti bünyesindeki iç aktörleri kullanarak iktidara sahip olmasına neden
olacaktı.
II. Abdülhamit’in mutlakiyet idaresine son vermek ve meşrutiyet idaresine geçilmesini
sağlamak Jön Türklerin fikir birliği içerisinde oldukları yegâne noktaydı. Jön Türkler
arasında, devlet düzenini ıslah etme konusunda mevcut olan farklı fikirlerin II.
Meşrutiyet’in ilanından sonra daha belirgin bir şekilde ortaya çıkması devletin siyasî
hayatında istikrarsızlıklara ve karışıklıklara sebep oldu.
II. Meşrutiyet’in ilanını takiben yurt dışındaki Jön Türkler, aralarındaki mevcut ihtilafları
da koruyarak yurda döndüler. Yurda dönenler içinde önde gelen şahsiyetler Prens
Sabahattin, Ahmet Rıza Bey, Mîzancı Murat Bey ve İsmail Kenan Bey idi. İvT’nin, Jön
Türk hareketinin bu mümtaz simalarından bazılarını bünyesine almaması, İvT’ye muhalif
birtakım parti ve cemiyetlerin kurulmasına ve politik mücadeleye neden oldu. Bu çerçevede
1908 yılının Ağustos ayında Fedakaran-ı Millet Cemiyeti314, Eylül ayında ise Osmanlı
Ahrar Fırkası315 ve İttihad-ı Muhammedî Fırkası316 kuruldu.
Osmanlı Ahrar Fırkası, İvT’nin uyguladığı politikaya muhalif ve Prens Sabahattin’in Bey’e
bağlı Jön Türkler tarafından 14 Eylül 1908 tarihinde kurulmuştur. Daha sonraları gayrı
müslimlerin ve gayrı Türklerin itibar ettiği bir partiye dönüşmüştür. Ahrar Fırkasının seçim
programı daha ziyade İvTC’nin tenkidi üzerine hazırlanmıştır. Prens Sabahattin’in Âdem-i
Merkeziyetçi ve Teşebbüs-ü Şahsî fikrinin etkisi açıkça görülüyordu. Kısaca liberal bir parti
hüviyetiyle seçime katılıyordu. Ancak İstanbul dışında teşkilat kuramamıştı.317 Fedakaran-ı
313
A.g.e., s. 129 ve Avcıoğlu; a.g.e., s. 57.
314
Fedekaran-ı Millet Cemiyeti hakkında bilgi için bkz. Erer; a.g.e., s. 9.
315
Osmanlı Ahrar Fırkası hakkında bilgi için bkz. a.g.e., s. 9.
316
İttihad-ı Muhammedi Fırkası hakkında bilgi için bkz. a.g.e., s. 9-10.
317
Kodaman; a.g.m., s. 174. Osmanlı Ahrar Fırkası hakkında ilave bilgi için bkz. a.g.m., s. 185-186
124
Millet Cemiyeti ise ciddî bir siyasî varlık gösterememiş olup, 31 Mart Olayı’ndan sonra
kapanmıştır.318
Muhafazakâr kesimin en etkili fırkası İttihad-ı Muhammediye Fırkası idi.319 Bu partinin
basın organı meşhur Volkan gazetesi, sözcüsü ise Derviş Vahdeti olmuştur. 10 Kasım 1908
tarihinden itibaren yayınlanmaya başlanan Volkan gazetesinde, Derviş Vahdeti dinî içerikli
siyasî propaganda yazıları yazıyordu.320
1908 yılının Ekim ve Kasım ayları şiddetli seçim çekişmeleri içerisinde geçtiken sonra 11
Kasım 1908 tarihinde yapılan seçimde İvT büyük çoğunluğu kazandı.321 Meclise gelen 288
mebusun 147’si Türk, 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum, 14’ü Ermeni, 10’u Slav, 4’ü de
Musevi idi. 322 17 Aralık 1908 tarihinde II. Meşrutiyet’in ilk Ayan ve Mebuslar Meclisi
açıldı. 323 Böylece siyasî hayatta yeni bir dönem başlıyordu. Bu yeni dönem artık çok partili
ve parlamentolu olacaktı.324
318
Fedakaran-ı Millet Cemiyeti, hayır derneği ile siyasî fırka arasında bir yapıya sahip olması bakımından,
İvT’ye karşı gösterdiği sert muhalefetle Cemiyet, II. Meşrutiyet sonrasında kendine has bir özellikle ortaya
çıkmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanı ile yurt dışından dönen sürgün ve kaçaklardan İttihatçı olanlar kolayca ikbal
mevkilerine geçerken, büyük çoğunluğun bu gibi nimetlerden mahrum kalması üzerine kurulan Cemiyet,
Hürriyet (II. Meşrutiyet) kahramanı oldukları halde mağdur edildiklerinin inancıyla faaliyet göstermişlerdir.
Cemiyet, 31 Mart Olayı’ndan sonra dağılmış ise de Tek Parti yönetiminin zararlarını açıkça dile getirmesiyle,
muhalif bir teşkilat olarak arihte yerini almıştır. Bkz. Kodaman; a.g.m., s. 186.
319
31 Mart Olayı’ndan 10 gün önce kurulmuş, parlamento ile direkt ilgisi bulunmayan İttihad-ı Muhammedî
Fırkası, İttihatçılara karşı muhalefetin en şiddetli kesimini teşkil etmiştir. İttihatçılar dışında, halk arasında en
yaygın fırkanın İtihad-ı Muhammedî Fırkası olduğu söylenebilir. 40 gün süreyle faaliyet göstermesine
rağmen, fırka, hem Türk siyasî hayatında önemli gelişmeler yol açmış, hem de parlamentoda üyesi olmadığı
halde Ayan ve Mebusan Meclislerinde etkisini hissettirebilmiştir. Fırkanın 31 Mart Olayı ile ilişkisi sonunu
hazırlayan başlıca etken olmuştur. İsyan’ın bastırılmasıyla başta Derviş Vahdeti olmak üzere ileri gelenlerin
idam edilmesi Fırkanın kapanmasına sebep oldu. Bkz. Kodaman; a.g.m., s.186.
320
Kodaman; a.g.m., s. 177.
321
Uçarol; a.g.e., İstanbul 1987, s. 357. İvTC’nin yanı sıra seçimlere giren yegâne parti, liberal eğilimli
Osmanlı Ahrar Fırkası idi. Resmî kuruluş tarihi 14 Eylül 1908 tarihi olan bu partinin seçimlere kadar
örgütlenebilecek zamanı olmamıştı. Seçimlerde liberaller, Prens Sabahaddin ve Kamil Paşa gibi tanınmış
adaylara sahip oldukları halde İstanbul’dan tek bir mebus dahi çıkaramamışlardı. Ahrar Fırkasının çıkardığı
tek mebus da Ankara’dan adaylığını koymuş olan Mahir Sait Bey’di. Bkz. Tunaya; Türkiye’de Siyasî Partiler,
s. 239-241.
322
Ahmad; a.g.e., s. 53 ve 229.
323
Uçarol; a.g.e., s. 357.
324
Kodaman; a.g.m., s. 174.
125
13 Şubat 1909 tarihinde Sadrazam Kamil Paşa’nın güvensizlik oyuyla düşürülmesi sonucu
14 Şubat’ta Hüseyin Hilmi Paşa sadrazamlığa getirildi.325 Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti,
Ordu ile İvT tarafından destekleniyordu. Öte yandan Orduyu ve İvT’yi siyasete bulaştırdığı
iddia edilen Hükümete karşı muhalefet de gittikçe artıyordu.326
Kamil Paşa’nın, güvenoylaması esnasında sadece sekiz oy alması İvTC’nin Meclisteki
üstünlüğü açıkça ortaya çıkmıştı ve artık İvTC’nin Anayasa çerçevesi içinde yenilgiye
uğratılması da sözkonusu olamazdı. Bu olayı izleyen iki ay zarfında, basında İvTC aleyhtarı
bir kampanaya girişildi ve İttihatçı gazeteler de karşı ateş açtılar. Kamil Paşa’nın Sadaretten
düşmesi İngiliz Büyükelçiliği ve Türkiye’de çıkarları olan İngilizler tarafından itibarlarına
indirilen bir darbe olarak yorumlandığından, İngiliz basını, İvTC aleyhtarı bu kampanyaya
katıldı.327
Muhalefet, Meclisteki zayıf durumunu dikkate alarak kuvvetlenmek için İstanbul’daki
İngiliz Büyükelçiliğini kendi safına çekme cihetine gitti. Muhalefete ait mebuslar
Büyükelçiyi ziyaret edip, ülkedeki ve özellikle başkentteki politik hava üzerine günü
gününe bilgi vermekteydiler.328
Siyasî arenada mücadele devam ederken, başında Derviş Vahdeti’nin bulunduğu Volkan
gazetesi ve İttihad-ı Muhammedî Fırkası da dinî söylemlere ağırlık veren, İngiltere yanlısı,
İvT karşıtı bir muhalefet sergilemeye başlamıştı.329 Derviş Vahdeti330 11 Aralık 1908
tarihinde Volkan gazetesini yayınlamaya başladı.331 İttihad-ı Muhammedî Derneği’nin
yöneticisi Derviş Vahdeti’nin 31 Mart Öncesi Volkan gazetesinde yazdıklarının dikkatli bir
325
Ahmad; a.g.e., s. 63.
326
Kodaman; a.g.m., s. 173.
327
Ahmad; a.g.e., s. 64-65. Hüseyin Cahit Yalçın’ın ifadesiyle, Meşrutiyet’in ferdasında Abdülhamit’in
zulmüne düşman olduğu zannolunan İngiltere’nin İstanbul sefirinin arabasını, hürriyete kavuşmuş Türkler,
beygirleri çıkararak sokaklarda çekmişlerdi. Fakat İstanbul’daki İngiliz sefareti, İttihatçıları, ‘şoven’ bularak
iktidarı teşçi etmişlerdir. Bkz. Avcıoğlu; a.g.e., s. 61.
328
Ahmad; a.g.e., s. 65.
329
Uçarol; a.g.e., s. 358-365.
330
Derviş Vahdeti hakkında biyografik bilgiler için bkz. Sina Akşin; 31 Mart Olayı, Sevinç Matbaası, Ankara
1970, s. 21.
331
Akşin; a.g.e., s. 21.
126
şekilde incelenmesi dahi 31 Mart Vakası’nın rengini gösterir. 15 Aralık 1908 tarihli Volkan
gazetesi, İngilizlerin âdem-i merkeziyetçiliği (yerinden yönetim anlayışı) sayesinde
Kıbrıs’ın küçük bir İsviçre haline gediğini ileri sürmektedir.332 8 Nisan 1909 tarihli Volkan
gazetesinde dile getirilen şu hususlar oldukça dikkate değerdir: İngiliz Hükümetinden
kuvvetli, mütefennin (teknolojik), her surette müterakkî (her bakımdan gelişmiş), hami-i
insaniyet (insan haklarını koruyan) bir hükümetin mevcudiyeti (varlığı) hala mutasavver mi
(düşünülebilir mi)?333 Bu itibarla, Derviş Vahdeti’ye göre, memleket için en isabetli
siyaset, İngiliz siyasetidir.334 Derviş Vahdeti’ye göre Rus Çarı ve İngiliz Kralı, İslam’ın
dostlarıdır.335 Peki ya düşman kimdir? Düşman, milliyetçi eğilimlerle İngiliz politikasına
karşı çıkan İvT’dir. Nitekim Volkan gazetesi 12 Ocak 1909 tarihli Sadrazam Kamil
Paşa’nın Mevkii adlı yazısında, İngiliz belgelerinde Çılgınlık derecesinde İngiliz taraflısıdır
diye tanıtılan Sadrazam Kamil Paşa’ya aleyhtarlık ediyor diye İvT’yi suçlamaktadır.
Volkan’cıların arkasında dış ülkelerin gizli teşekküllerinin parmağı olduğuna şüphe yoktur.
Nitekim bu şüphe, 31 Mart Vakası’nın ardından yapılan duruşmalar sırasında
kuvvetlenmiş, fakat İttihatçılar (ve Mahmut Şevket Paşa) Büyük Devletler ile arayı
bozmamak için soruşturmaya izin vermemişlerdir.336
1909 yılı Mart ayında liberal eğilimli Ahrar Fırkası tarafından yapılmak istenen gösteri
yürüyüşüne Hükümetin sınırlama getirmesi siyasî havayı iyice gerginleştirdi. Kısaca
Hükümet-Muhalefet ve İvT-Muhalefet ilişikileri iyi değildi. Buna karşılık Hükümet-İvTOrdu Dayanışması sözkonusu idi. Bu gerginlik 31 Mart Olayı’na da zemin hazırlayan
hususlardan biridir.337 Bu gergin ortamda siyasî tansiyonu yükselten olaylardan biri de
ilmiye denilen medrese öğrencileri tarafından yapılan çeşitli gösterilerdi. Bu gösteriler,
Kamil Paşa lehine olduğu kadar, Hüseyin Hilmi Paşa ile İvT aleyhine bir nitelikte ortaya
332
Avcıoğlu; a.g.e., s. 14 ve Akşin; a.g.e., s. 21.
333
Avcıoğlu; a.g.e., s. 14.
334
Akşin; a.g.e., s. 21.
335
Avcıoğlu; a.g.e., s. 15. Derviş Vahdeti, Volkan gazetesindeki 15 Ocak ve 21 Ocak 1909 tarihli yazılarında,
İslamcı görüşlerin de, İngilizlerin ve Rusların müslüman tebaasının hükümetlerine karşı olan bağlılığını
sarsmayacak biçimde yürütülmesi gerektiğini savunur. Bkz. Akşin; a.g.e., s. 21.
336
Avcıoğlu; a.g.e., s. 15.
337
Kodaman; a.g.m., s. 173.
127
çıktı. İlmiye öğrencilerinin tepkilerinde, onların da askere alınmalarına karar verilmesi rol
oynamakla birlikte, İvT’nin, Masonluk yönündeki eğilimleri de bir başka faktördü.338
1908 Jön Türk İhtilalinde olduğu gibi, bu kez de yine Ordunun kullanıldığı görülmektedir.
Gerek Almanların, gerekese de İngilizlerin bu alanda kullandığı ya da manipüle ettiği
askerî güç, Avcı Taburları oldu.
Bir yandan muhalefetin İvT aleyhinde dinî söylemleri de kullanarak yaptığı muhalefet ve
propaganda, diğer yandan da İvT’nin İngiliz ve Alman yanlısı kesimlerinin askeri galeyana
getirmek ve sokağa dökmek için yapmış oldukları örtülü faaliyetler kimi askerleri de
etkilemiş, İvT’nin yeni düzeni korumak ve başkentin güvenliğini sağlamak daha önce
Makedonya’dan İstanbul’a getirtmiş olduğu Avcı Taburlarından 4. Avcı Taburu
askerlerinin, 13
Nisan 1909 (31 Mart 1909) tarihinde, subaylarını hapsederek
ayaklanmasıyla 31 Mart Olayı patlak verdi.339
338
Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 163-167. 31 Mart Vakası hakkında ilave bilgi için bkz. Ayşe
Osmanoğlu; a.g.e., s. 141-145. İvTC, parti hüviyetine bürünmüş olmakla birlikte, partiyi etkin kişilerin olduğu
bir komite yönetiyordu. Cemiyet; kuruluş, teşkilatlanma ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu.
Cemiyetin yöneticilerinin çoğu masondu. Cemiyeti yöneten genel merkez üyesi yedi kişinin kimlikleri,
meşrutiyet ilan edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, Masonların törenlerine benzer usullerle Cemiyete
alınırdı. Rehber üyeler tarafından tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, Yemin Kurulu önünde yemin
ederlerdi. Heyet Başkanı, önce Cemiyetin amacını, Cemiyet üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye
anlatır, sonra genel merkezin hazırladığı yemini okurdu. Aday üye, inandığı dinîn kutsal kitabına, hançer ve
tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilatın gayesi uğruna gerektiğinde
canını fedaya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca, Cemiyetin vereceği özel görevleri yerine
getirmek için Fedai Şubeleri kurulmuştu. Araştırmacının notu.
339
31 Mart Vakası öncesinde yaşanan gerginlikler ve ayaklanmış askerlerle ilgili olaylar hakkında ilave bilgi
için bkz. Bayur; a.g.e., C. I Kısım II, s. 71-77 ve Akşin; 31 Mart Vakası, s. 31-222. İngiltere yanlısı Jön
Türkler, bahse konu taburlar içinde Arnavut Hamdi Çavuş’u parayla elde ederek, askeri ayaklanmaya tahrik
etmişlerdi. Arnavut Hamdi Çavuş’a para veren, Kamil Paşa’nın oğlu Sait Paşa idi. Bu para, İngiliz
Büyükelçiliği Baştercümanı Fitz Maurice vasıtasıyla İngiliz Haberalma Teşkilatı tarafından verilmişti. Bkz.
Sina Akşin; 31 Mart Olayı, Sinan Yayınları, İstanbul 1972, s. 361. İşin ilginç yanı Avcı Taburlarını,
İngilizlerin taraftarları yanında, Alman taraftarları da kullanma hesabı içine girmişti. Taşkışla’daki Avcı
Taburları arasında mızıkacı olarak bulunan görgü tanığı Mustafa Turan’ın yazdıklarına göre, asker şu şekilde
isyan ettirilmişti: Taburların içine sahte paşa ve ve sahte zabit kılığında bir sürü ajan sokulmuştu. Paşa
kılığındaki tertipçi, Padişahın şapka giyilmesini emreden sahte fermanı okumuş ve gitmişti. Sahte paşa
gidince Bahaeddin Şakir, Mithat Şükrü (Bleda) ve Ömer Naci gibi asker kılığındaki İttihatçılar şapka
giyilmemesi konusunda askeri tahrik etmek için nutuk atmaya başlamışlardı. Askerin arasına karışmış diğer
casuslar da bu şekilde askerleri tahrik etmeye devam ediyorlardı. Bu tahrikler sonucu kışlalarını terk eden
askerler, Şeriat isteriz ve Padişahım çok yaşa sloganlarını söyleyerek Ayasofya Meydanı’na doğru yürümeye
başladılar. Bir görgü tanığı olan (Jön Türk) Mehmet Murat’ın Tatlı Emeller Acı Hakikatler isimli hatıratında
yazdıklarına göre, isyan ettirilen askerler, er kıyafeti giymiş İttihatçı subaylar tarafından sevk ve idare
ediliyordu. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 227-228. Ş.S.Aydemir, asker Ayasofya Meydanı’na geldiğinde bunların
128
İsyana başlangıçta az sayıda asker katılmıştı. II. Abdülhamit hatıralarında, eğer Sadrazam
Hüseyin Hilmi Paşa tarafından işin başında etkili tedbirler alınsaydı, isyanın iki saat içinde
bastırabilececeğinden bahseder.340 İsyanın kısa sürede genişlemesinden dolayı, hal çareleri
aramaktan aciz kalan Hüseyin Hilmi Paşa ve Kabinesi isyanın çıktığı gün (19 Nisan 1909)
istifa etti. Sultan Abdülhamit, isyandan dolayı ileride sorumlu tutulmamak için nazırların
istifa sebeplerini yazarak bir mazabatayla sunmalarını istedi.341 Gerek askerin isyanı,
gerekse Hükümetin istifası İstanbul’daki İttihatçılar tarafından Selanik’e Meşrutiyet
mahvoldu şeklinde bildirilince buradan Meşrutiyeti iade hedefiyle nizamî askerlerin
yanında içlerinde Yahudi, Rum, Bulgar, Ermeni v.s. gönüllülerin de bulunduğu adına
Hareket Ordusu denen 15.000 kişilik bir tümen hazırlandı. Selanik’te bulunan III. Ordu
Komutanı Mahmut Şevket Paşa342 tarafından, Hüseyin Hüsnü Paşa komutasındaki Hareket
Ordusunun öncü birlikleri İstanbul’daki olayları bastırmak üzere 15 Nisan 1909 tarihinde
Selanik’ten İstanbul’a gönderildi. Edirne’de adı geçen tümenle birleşen Hareket Ordusu 21
Nisan 1909 tarihinde İstanbul’a geldi. Hareket Ordusu, 24 Nisan’da şehre hâkim oldu ve
aralarında hoca ve imam kıyafetli birtakım şüpheli adamlar bulunduğundan, ancak bunların gerçek din adamı
ve medrese talebeleriyle bir ilgisinin olmadığından bahseder. Bkz. Aydemir; İkinci Adam, C. 1. s. 55. Çünkü
ulema, olayların başlangıcında Sadrazama haber göndererek Meşrutiyet’e bağlılığını bildirmiş, Hükümetin
olağanüstü toplanarak tedbirler alınmasını istemişti. Bu gerçekler, 31 Mart Olayı’nın gerçek yönünün
anlaşılması için önemli delillerdir. Olayın tertipçileri ve destekçileri, olayın gerçeğinin gizlenmesi ve
toplumun kendi düşünceleri istikametinde yönlendirilmesi için farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır.
Avcı Taburları’nı isyan ettirip Taşkışla’dan Ayasofya Meydanı’na getiren İttihatçı subaylar, Berlin Planı’nın
bu safhasında, bahse konu meydanı terk ederek Hareket Ordusuna katılmışlardır. Tam bu sırada isyancı
askerlerin kontrolunu ele geçiren İngiliz taraftarı Jön Türkler ise askerlere kendi hedefleri doğrultusunda
isteklerde bulundurtmuşlardır. Bunlar arasında Sadrazamın istifası, Kamil Paşa’nın Sadarete, Nazım Paşa’nın
Seraskerlik makamına getirilmesi, Meclisten Ahmet Rıza, Hüseyin Cahit, Cavit, Rahmi ve Talat Beyler’in
ihracı, İvTC’nin dağıtılması, isyan eden askerlerin affı gibi istekler vardı. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 228-230.
340
II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, s. 110.
341
Zekeriya Türkmen; Osmanlı Meşrutiyetinde Ordu-Siyaset Çatışması, İrfan Yayınevi, İstanbul 1993, s. 27.
342
Mahmut Şevket Paşa (1856-1913). Asker, nazır ve sadrazam. 1882 yılında Harbiye’yi bitirdikten sonra
dokuz yıl Almanya’da kalmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanı esnasında Kosova Valisiydi. III. Ordu Komutanı iken
meydana gelen 31 Mart Vakası’nı bastırdıktan sonra Devletin en güçlü şahsiyeti haline gelmiştir. Hiçbir
zaman Cemiyete girmemiş, ancak, kendi duygularıyla bağdaşan vatanseverlik ideolojisi yüzünden İvT’ye
hoşgörü göstermiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 262. Mahmut Şevket Paşa, askerin siyasetle ilgilenmesine
karşıydı. Sadrazam olunca da bu konuda çaba gösterdi. Mahmut Şevket Paşa anılarının bir yerinde
İttihatçılarla ilgili olarak Ben müstakil (hür) fikirli bir adamım (insanım). İttihat ve Terakkî’nin oyuncağı
olamam. İttihat ve Terakkî Umumî (Genel) Merkezi, sathî (yüzeysel) fikirli adamlardan (insanlardan)
mürekkeptir (oluşmaktadır) gibi yaklaşımlarla (Balkan Savaşı sonucu) Balkanların kaybedilişinde onların da
önemli sorumlulukları olduğunu açıklar. Ortodoks yaklaşımlarda bu tespit pek dile getirilmez. Bkz. Bayram
Bayraktar; “Subayların Siyaset Yapmalarına Engel Olmak Amacıyla Yapılan Bir Uygulama Hakkında Bir
Değerlendirme”, Osmanlı Ansiklopedisi (Siyaset), C. 2, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 460.
129
ayaklanmayı tamamen bastırdı. Böylece bir bakıma İvT’ye ve Meşrutiyete karşı yapılan
hareket ve önemli bir iç sorun bertaraf edilmiş oldu.343
Hareket Ordusunun İstanbul’a gelmesiyle sonuçlanan 31 Mart Vakası, Avrupa’da bir
Alman zaferi ve bir İngiliz yenilgisi olarak yorumlanmıştır. Bu isyan, Alman Sefiri ve
İstanbul’daki Almanlar tarafından gizlemeye dahi lüzum görülmeyen bir sevinçle
karşılanmıştı. Dönemin Rus Sefareti baş tercümanı bu olayı Durum, 31 Mart irticaının
geçici başarısı üzerine değil, fakat Abdülhamit’in tahttan indirildiği an Almanya’nın lehine
dönmüştür şeklinde değerlendirmekedir.344
31 Mart Olayı, Osmanlı Ahrar Fırkasının da sonunu getirmiştir. 345 Hatta Prens Sabahattin,
31 Mart Olayı’nda kışkırtıcılar arasında olduğu iddia edilerek, bir süre tutuklanmış ise de
bilahare serbest bırakılmıştır. 346
343
Kocabaş; a.g.e., s. 229. Uçarol; a.g.e., s. 365-366 ve Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 606. 31 Mart
Olayı hakkında ilaveten bkz. İ.Hami Danişment; 31 Mart Vakası. Yeni Matbaa, İstanbul 1961. Ecvet
Güresin; 31 Mart İsyanı, Fono Matbaası, İstanbul 1961. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 176-177
ve Bleda; a.g.e, s. 65-74. İngiliz taraftarı Jön Türkler, 31 Mart Olayı’nın ardından Hareket Ordusunun
İstanbul’a girmesine karşı çıkmışlardı. Çünkü bu Ordu, Alman taraftarı İttihatçıların kontrolündeydi. Bu
Ordu, Sultan’a ilaveten İngiltere yanlısı Jön Türkleri de tepelemeye geliyordu. Kendilerinin geleceklerinden
korkan İngilizler de Hareket Ordusunun İstanbul’a girmemesi için her çareye başvuruyorlardı. Alman
elçisinin raporuna göre Selanik’teki İngiliz Konsolosu Lamp, Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket
Paşa’yı iki kez ziyaret edip, birincisinde dostça, ikincisinde de resmen İstanbul üzerine yürümenin Devletin
parçalanmasına yol açacağı uyarısında bulunmuştu. Bkz. Akşin; a.g.e., s. 358 ve Kodaman; a.g.e., s. 230.
Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi isimli eserinde, Hareket Ordusu içinde düzenli birliklerin çok az
olduğunu, çoğunluğunu ise Sırp, Bulgar, Yunan, Makedon ve Arnavut çeteleri ile sözde gönüllülerin
oluşturduğunu ifade eder. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1062. Hareket Ordusunun başında İstanbul’a yürüyen ve
Yeşilköy’e gelip burada karargahını kuran Mahmut Şevket Paşa, II. Abdülhamit’in, Hareket Ordusuna karşı
koymasından korkuyordu. Yıldız Sarayı’nı koruyan Arap ve Arnavut Taburları ile 30.000 kişilik Hassa
Ordusu harekete geçerse derme-çatma Hareket Ordusunu dağıtmak işten bile değildi. Bu arada, kan
dökülmesini istemeyen Sultan Abdülhamit de silahlarını kullanmamaları için Saray muhafızlarına haber
göndermişti. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 231. İsyan sebebiyle, Selanik’ten İstanbul’a hareket eden Hareket
Ordusunun başına Alman danışman Colmar von der Goltz’un tavsiyesine uyularak Mahmut Şevket Paşa
getirilmişti. İsyanın bastırılmasını takiben yönetici konumuna Jön Türklerin askerî önderleri geçmeye
başlamıştı. Bu değişiklik İngiltere’yi korkuttu ve taraftarları için iktidar yolları aradı. Bunun sonucu Türkiye
I. Dünya Harbi’nin başlangıcına kadar bir kaç kez darbe girişimine sahne oldu. Bu teşebbüslerin hepsi de
başarısızlıkla sonuçlandı. Bu duruma İngiltere’nin Üçlü İtilaf Bloku içerisindeki konumu ve genel Türkiye
politikasındaki menfi tutumu da eklenince Meşrutiyet Türkiye’si hızla Almanya safına kaydı. Bkz. Kocabaş;
Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 130.
344
345
Avcıoğlu; a.g.e., s. 57-59 ve Kocabaş; a.g.e., s. 129.
Armaoğlu; a.g.e., s. 611. Türk siyasî hayatının en önemli olaylarından birisi olan 31 Mart Olayı, Ahrar
Fırkasının geleceğini belirlemekte birinci derede etkili olmuştur. İngiliz Sefareti’nin mensuplarıyla birlikte
hareketin tertip ve hazırlığına katkıda bulunan fırka, böylece hukuk dışı bir yolla iktidarı devirmek arzusuyla,
dönemin siyasî fırkalarıyla benzer özellikler gösterir. İsyanın başlamasıyla kovuşturmaya uğrayan Fırka, 31
130
31 Mart Vakası’nın dikkati çeken ilk büyük özelliği askerî bir eylem olmasıdır. Bir irtica
olarak tanımlanması bir yorum meselesi olarak sonradan ortaya çıkmıştır. Ertesi gün
gazetelerdeki ilk isimlendirmeler bu gerçeğin doğru tanımlanmasından başka bir şey
değildir. Bu konuda bazı örnekler şöyle sıralanabilir: Hadise-i Askeriye, Harekât-ı
Askeriye, 31 Mart İhtilal-i Askerî, Hareket-i Askeriye, Askerî Kıyam, Askerî bir İğtişaş
(kargaşa). 31 Mart Vakası’nın niteliği hakkında ilk anda gazetelerde verilen doğru tanımlar,
daha sonra yerini irticaî boyutlu tanımlamalara ve yorumlara bırakmıştır. Bu durum ise bu
olayın üzerinde doğru ve sağlıklı bir şekilde düşünmeye ve yorumlar yapmaya engel
olmaktadır. 347
31 Mart Olayı’nı tek bir kişiye ve sebebe bağlamak doğru değildir. Olayı, 23 Temmuz 1908
sabahından 7 Nisan 1908 sabahına kadar geçen zaman zarfında birbiriyle çatışan
gelişmelerin patlamaya dönüştüğü bir durum ve çok karmaşık faktörlerin bir sonucu olarak
değerlendirmek daha isabetli olur.348
31 Mart Olayı’nın galibi birinci derecede Ordu ise ikinci derecede İvT’dir. Buna rağmen
Ordunun gelecekteki olayların yönlendiricisi olduğunu, İvT’nin de iktidarı tam olarak ele
geçirip her şeye hâkim olduğunu söylemek güçtür. Muhalefetin yine ayakta kalması ve
Osmanlı Devleti’nin hızla çöküşe doğru yol alması bu kanaati doğrular niteliktedir. O
halde, 31 Mart Olayı’nda kaybeden Osmanlı Devleti ve Osmanlılık idealidir. Kazanan taraf
Mart Olayı’ndan iki önemli kazanç elde etmeyi umuyordu: II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ve
İttihatçıların devre dışı bırakılması. Fırka açısından başarısızlıkla sonuçlanan 31 Mart Olayı sonunda, II.
Abdülhamit tahtan indirildi Fakat İttihatçıların iktidara yürüyüşüne ve Ahrar Fırkası üzerindeki baskılarına
engel olunamadı. Fırkanın genel sekreteri Nureddin Ferruh da yurt dışına kaçan üyeler arasında olup 1910
yılında Türkiye’ye dönerek Fırkanın feshini ilan eden bir bildiri yayınladı. Eylül 1908 ile Nisan 1909 arasında
faaliyet gösterebilen Fırka, İvT karşısında ilk önemli siyasî muhalefeti başlatmış olması bakımından
önemlidir. Bkz. Kodaman; a.g.m., s. 186.
346
Armaoğlu; a.g.e., s. 611. Prens Sabahaddin Bey’in de bu hadiseden en azından haberdar olduğu ve bu
harekete büyük ümitler bağladığı anlaşılmaktadır. Bkz. Kodaman; a.g.m., s. 186. Askerin isyan etmesini bir
fırsat olarak gören ve bundan faydalanmak isteyen Prens Sabahaddin, adamlarından Mevlanzade Rıfat’a
(Mevlanzade Rıfat’ın Hakk-ı Vatan Yahut Tarik-i Mücahedede Hakikat Ketm Edilemez adlı kitabında da
belirttiği üzere) sevincini belirtmek için şunları söylemişti: ………. İşte biz, durur durur da meydan-ı siyasîye
böyle atılırız. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 230
347
Birinci; a.g.m., s. 199.
348
Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 611. 31 Mart Ayaklanması ve Hareket Ordusu tarafından
bastırılması konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Türkmen; a.g.e., s. 23-127 ve Süleyman Kani İrtem; 31 Mart
İsyanı ve Hareket Ordusu, (Yayına Hazırlayan: Osman Selim Kocahanoğlu), Temel Yayınları, İstanbul 2003.
131
ise Osmanlı Devleti’nin zayıf düşmesini, kaosa sürüklenmesini ve devletin parçalanmasını
isteyenler olmuştur.349
31 Mart Vakası’nın tam ve nihaî bir yorumunun yapılması herhalde hiçbir zaman mümkün
olmayacaktır. Çünkü hadisenin çok taraflı olması ve bunlardan bazılarının hala meçhul
kalması buna manidir. Olayın içinde bulunduğu ifade edilen ve tam bir tarifi yapılamamış
olan kişilerden bahsedilmesi ortaya çözümü gereken başka bir bilmece çıkarmaktadır. Bu
gibi kişiler o zaman dikkati çekmiş, ancak bir merak ve araştırma meselesi yapılmamıştır.
Bilhassa askerleri, mektepli zabitlere karşı kışkırtan veya medreselere gidip şeriatın elden
gittiğini söyleyerek isyana katılmaya davet eden bozuk Türkçeli şahısların Türk ve
Müslüman olmadıkları muhakkak ise de tahminden öteye bir şey söylemek mümkün
görünmemektedir. Gerçekten de 31 Mart Vakası bilmecesinin en önemli parçaları arasında
bu gibi olaylar bulunmaktadır.350
1.3.2.2. Padişah ve Anayasa Değişikliği
Hareket Ordusu İstanbul önlerine geldiği sıralarda Ayan ve Mebusan Meclisleri de,
Başkente nazaran daha güvenli görülen Yeşilköy’de 22 Nisan 1909 tarihinde Millî Meclis
olarak toplanmış ve burada II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi konusunu görüşmeye
başlamışlardı. Ancak, Mahmut Şevket Paşa’nın, bu konuda zamanın henüz erken olduğunu
belirtmesi üzerine, karar geriye bırakılmıştı. İstanbul’da olayların yatışmasından sonra 27
Nisan 1909 tarihinde Millî Meclis bu kez İstanbul’da olağanüstü bir toplantı yaparak II.
Abdülhamit’in tahttan indirilmesine ve yerine de kardeşi Mehmet Reşat’ın padişah
yapılmasına karar verdi.351 Bu gelişmelerin ardından 19 Ağustos 1909 tarihli bir kanunla
349
350
351
Kodaman; a.g.m., s. 179.
Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 477.
Uçarol; a.g.e., s. 366-367. 31 Mart Olayı sonucu, II. Abdülhamit’in hal edilmesi ile Büyük Devletler,
ayrılıkçı unsurlar ve bunlarla işbirliği yapan Jön Türklerin mücadelelerinin ikinci merhalesi de gerçekleşmiş
oldu. Hal olayının ardından aldatılmış birçok masum kişi olayın suçlusu olarak yargılanıp idam ve hapsedildi.
Olay’a da bir sürü sahte kılıf giydirildi. Böylece İngilizler, Almanlar ve Jön Türkler hem birbirlerini, hem de
Sultan’ı harcamak için karşılıklı olarak kendi tahrik ve tertipleriyle hazırladıkları bu olayı, masum milletin
üzerine yıkarak işin içinden sıyrılarak çıkmak istemişlerdi. Daha sonra olayın içyüzü ortaya çıkmış, bizzat Jön
Türklerden devrin olaylarını yaşayan kişiler olan Halil Paşa, Ahmet Bedevi Kuran, Ahmet Saib, Yusuf Kemal
Tengirşek, Talat Paşa, Mevlanzade Rifat, Süleyman Nazif, Şerif Paşa, Ali Fuat Cebesoy, Cemalettin Paşa,
Burhan Felek, Fethi Okyar hatırat ve ifadeleriyle 31 Mart Olayı’nda II. Abdülhamit’in rolünün
bulunmadığını, olayın muhalefeti ve Sultan’ı harcamak için kendilerinin tertibi olduğunu itiraf etmişlerdir.
132
II. Meşrutiyet’in dayandığı 1876 Anayasası’nın 20 maddesi değiştirildi, bazı maddeleri
kaldırıldı ve yeniden üç madde eklendi. Bu ilave ve değişiklerle padişahın yetkileri yeniden
belirlendi ve kısıtlandı. Yasama ve yürütme organlarının ise yetkileri arttırıldı.352
31 Mart Olayı’nı takiben Sultan Abdülhamit’i hâl eden ve muhalefeti sindiren İvTF
kendini Meşrutiyet’in yegâne getiricisi ve hamîsi ilan ederek Sadrazam tayinlerine kadar
her şeye müdahale etmeye başlamış, ülkede bir nevî tek parti esasına dayalı bir diktatörlük
havası kendini göstermiştir. Halk, İvTF’nin baskıcı yönetiminden o denli bıkmıştı ki
istibdat devri diye anılıp suçlanılan Sultan Abdülhamit devri aranılır hale gelmiştir. Ülkede
her şeyi tekeline alan İttihatçılar, muhalefete göz açtırmıyorlardı.353 Bu durum 1910 yılının
başlarından itibaren Meclis içinde ve dışında iktidara karşı güçlü bir muhalefetin
doğmasına, gelişmesine ve yeni siyasî bunalımların meydana gelmesine neden oldu.354
1.3.2.3. Çok Partili Dönemde Osmanlı Hükümetleri
31 Mart Olayı’nın patlak vermesi üzerine istifa eden Hüseyin Hilmi Paşa yerine 15 Nisan
Bkz. Kocabaş; s. 232-233. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.Süleyman Kocabaş; Jön Türkler Nerede Yanıldı,
Vatan Yayınları, Kayseri 1991, s. 254-256. Sultan Abdülhamit, Hareket Ordusu Yeşilköy önlerine geldiğinde
Sadrazam Tevfik Paşa’ya şu teklifi yapmıştır: Madem beni istemiyorlar, saltanatı birderime ferağ ederim;
devleti o idare etsin. Fakat bir komisyon mu, meclis mi, ne derseniz deyiniz, teşkil olunup benim bu vakada
medhalim olup olmadığını meydana koymalıdır. Tevfik Paşa bu teklifi Ayan Meclisi Reisi Said Paşa’ya
iletmişse de evhamıyla meşhur olan Said Paşa Tebrie ederse (eğer temize çıkarsa) bizim hal-ü mevkimiz ne
olur. diye resmî tahkikat açılmasını reddetmiştir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1063. Tarihçi M.Armağan II.
Abdülhamit’in tahttan indirilmesini şu ifadelerle dile getirmektedir: Oysa o gün orada Abdülhamit, açtığı
okullardan yetişenler tarafından tahtından indirilmiyor, aslında bir İmparatorluğun kaderiyle oynanıyordu. O
gün orada bir padişah tahttan indirilmiyor, Thierry Zarcone’un tespitiyle söylersek, Osmanlı Devleti’ni
sadece dokuz yıl içinde giyotinle doğrayarak tanınmaz hale getirecek olan mason iktidarı tahta çıkıyordu.
Bkz. Mustafa Armağan; “Abdülhamit ve Nankörlük”, http://www.hayatinrengi.net/showthread.php?t=22634
06.04.2007. Sultan Abdülhamit’in görevden alındığını ifade eden hal kararını tebliğ eden dört kişi şunlardır;
Selanik Milletvekili Emanuel Karaso, Senatör Ermeni Aram Efendi, Draç Milletvekili Arnavut Esat Toptanî
Paşa ve Senatör (Bahriye Feriki) Gürcü Arif Hikmet Paşa’dır. Bunlardan ikisi gayrı müslim olup diğer ikisi de
Türk değildirler. Bu tebliğcilerin akıbetlerine gelince; Musevi Emanuel Karaso, İtalya’dan para alan bir casus
olup, Libya’nın İtalyanlar tarafından işgal edilmesinde meşum br rolü bulunmuş ve sonradan İtalya’ya kaçmış
bir vatan hainidir. Jandarmad paşası olan Arnavut kökenli Esat Toptanî ise birkaç yıl sonra devlete isyan
ederek Arnavut’un bağımsızlığı için silah çekmiş ve sayısız Türkün kanına girmiş biridir. Ermeni kökenli
Aram Efendi’nin Ermeni ihtilal komiteleri ile yakın ilişkisi bilinmekte olup, Sultan Abdülhamit’ten
Ermenilerin intikamını almak için bu heyete dâhil edilmiştir. Arif Hikmet Paşa ise müteakip yıllarda karanlık
siyasî hayatı olan bir denizcidir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1066-1067.
352
Uçarol; a.g.e., s. 367.
353
Kocabaş; a.g.e., s. 234.
354
Uçarol; a.g.e., s. 367.
133
1909 tarihinde Ahmet Tevfik Paşa sadrazam olarak görevlendirilmiştir. Bu dönemde her ne
kadar kendisi Sadaret makamında olmakla birlikte eşzamanlı olarak Hareket Ordusunun
İstanbul’a gelerek isyancıları bastırması ve sıkıyönetim ilan etmesi nedeniyle idare fiilen
Ordunun (Mahmut Şevket Paşa’nın) eline geçmişti. Ahmet Tevfik Paşa da, İvT’nin
baskısı üzerine 5 Nisan 1909 tarihinde istifa etmiştir.355
Ahmet Tevfik Paşa’nın istifasının ardından İvT’nin isteği üzerine Hüseyin Hilmi Paşa 6
Mayıs 1909 tarihinde tekrar sadrazamlığa getirildi. Yeni Kabineye İttihatçılardan Talat Bey
Dâhiliye Nazırı, Cavit Bey de Maliye Nazırı olarak girdi. İvT hem Hükümeti kontrol
etmek, hem de İtihatçıların ülke yönetiminde tecrübe kazanmalarını sağlamak için
Nezaretlere kendi mebuslarının müsteşar olarak atanmasını isteyince hem Sadrazam’la,
hem de Mahmut Şevket Paşa ile arasına soğukluk girdi. Bu arada Ordu-Cemiyet, CemiyetFırka, Cemiyet-Hükümet ilişkileri de anlaşmazlık kaynağı olmaya devam etti. Bu
Hükümetin de ömrü 28 Aralık 1909 tarihine kadar sürdü.356
10 Ocak 1910 tarihinde İbahim Hakkı Paşa357 tarafından kurulan Hükümette İttihatçılara
daha fazla yer verildi. Bunlar arasında Talat Bey Dâhiliye Nazırlığına, Cavit Bey Maliye
Nazırlığına, Mahmut Şevket Paşa Harbiye Nazırlığına, Mithat Paşa da Hariciye Nazırlığına
getirildi. Ancak İvTF içindeki geçimsizlikler nedeniyle Maliye Nazırı Cavit Bey ile Maarif
Nazırı Babanzade İsmail Hakkı Bey 1911 yılı Mayıs ayında Hükümetten istifa ettiler.358
İbahim Hakkı Paşa Hükümeti tarafından yapılan kimi olumlu icraatlara karşın işler iyi
gitmiyordu. İki yıldır devam eden Meşrutiyet idaresi parlak nutuklara, güzel vaadlere ve
projelere rağmen pek fazla bir şey yapamamıştı. Osmanlı Devleti’nin Üçlü İttifak’ın lideri
355
Kodaman; a.g.m., s. 179.
356
A.g.m., s. 179. 1909-1911 arasında İvT, önce yüksek rütbeli subaylar ve yaşlı devlet adamlarıyla ittifak
yoluyla, daha sonra da Hükümet içindeki ve arkasındaki kendi adamları aracılığıyla Devletin etkin
kontrolunda hakim siyasî kuvvet haline geldi. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 219.
357
İbrahim Hakkı Paşa (1863-1918). II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kısa sürelerle (1908-1909) Dahiliye ve
Maarif Nazırlığı yapmış, 1909-1910 yıllarında da Roma’da büyükelçi olarak görev yapmıştır. 1910-1911
yıllarında Sadrazamlık yapmıştır. 1913-1914 yıllarında Basra Körfeziyle ilgili Türk-İngiliz Antlaşması’nı
yapmıştır. 1915 yıllında Berlin Büyükelçisi olmuştur. 1917 yılında Alman-Türk Antlaşması’nı imzalamıştır.
1918 yılında imzalanan Brest Litovsk Antlaşması’nda Osmanlı Devleti adına tam yetkili temsilci olarak
bulunmuştur. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 250.
358
Armaoğlu; a.g.e., s. 629.
134
durumunda olan Almanya’ya meyletmesi üzerine Rusya ve Fransa Osmanlı Devleti’ni
parçalamaya karar vermişlerdi. Öte yandan Hükümetin beklenen huzuru ve düzeni
getirmekte yetersiz kalması üzerine İttihatçı olmayan müslim ve gayrımüslim muhalifler
Hükümete karşı mıuhalefetini artırdılar. Bu kesim, Hükümeti ve İttihatçıları bir yandan
Alman tarafarlığı ile suçluyorlar, diğer yandan da İtilaf Devletleri’ne ilgisiz kaldığı için
Hükümeti tenkit ediyorlardı. Ahrar Fırkası da muhalefetini iyice şiddetlendirmişti. Bu
ortamda siyasî hava da iyice gerginleşmişti. Bu sırada İtalya’nın Trablusgarb’ı işgale
kalkışması Hükümeti iyice sıkıntıya soktu. Bunun üzerine İbahim Hakkı Paşa Hükümeti 29
Eylül 1911 tarihinde istifa etti.359
Hükümeti kurmakla görevlendirilen Sait Paşa 7 Ekim 1911 tarihinde yeni Kabineyi kurdu.
Mahmut Şevket Paşa bu kabinede de Harbiye Nazırlığına devam etti. Said Paşa Hükümeti
dışta Trablusgarb ve İtalya ile uğraşırken, içte yeni bir muhalefet fırkası doğuyordu. 23
Şubat 1911 tarihinde kurulan ve tüm muhalefeti tek çatı altında toplayan bu fırkanın adı
Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HvİF) idi.360
18 Ocak 1912 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği sonucu Meclis feshedildi ve seçim
kararı alındı.361 Meclisin dağılması üzerine, her iki parti de, ateşli ve kavgalı bir seçim
kampanyasına giriştiler. 1912 yılında yapılan bu seçime sopalı seçim denmiştir. Seçimleri
359
Kodaman; a.g.m., s. 180.
360
A.g.m., s. 180. İtalyanların Trablusgarp’a saldırmasının iç politikadaki en önemli sonucu, o güne kadar
kurulmuş bulunan bölük pörçük muhalefet fırkalarının yerine, tüm muhalefeti bir cephe halinde birleştiren bir
fırka olan HvİF’nın kurulmasıydı (21.11.1911). Bkz. Akşin; a.g.e., s. 271. Bu partinin kurucuları arasında
Miralay Sadık Bey, İbrahim Hakkı Paşa, Damat Ferit Paşa ve Dr.Rıza Bey gibi şahsiyetler bulunmaktaydı.
Bkz. Armaoğlu; a.g.e., s. 629-630. Şehzade Vahidettin’in eniştesi Damat Ferit Paşa, bu fırkaya başkan
olmuştu. Zamanında birçok gözlemcinin ve sonraki yazarların üzerinde birleştikleri nokta, HvİF’nın son
derece türdeş olmayan unsurlardan oluşan oluşan bir yapısı olduğu ve bunların da daha ziyade İvT’yi yıkmak
için birleştikleri idi. Bkz. Akşin; a.g.e., s. 271. HvİF, II. Meşrutiyet Devrinin hiç şüphesiz en güçlü muhalif
fırkasıdır. HvİF, İvT’ye yönelen tüm muhalefetin biraraya geldiği siyasî organ olması bakımından fikrî ve
ideolojik bakımdan berrak bir görüntü kazanamamıştır. Fırkanın fikrî yapısında göze çarpan unsurlar, İvT’nin
örtülü milliyetçiliğine karşı Osmanlılık İdeolojisi, Ahrar Fırkası mensuplarının iştirakiyle Teşebbüs-i Şahsî ve
Âdem-i Merkezi fikri, uygun şartlarda dış sermayeden faydalanılması gerektiğini savunan Liberal İktisat
Anlayışı ve gayet tabii bir şekilde Meşrutiyetçiliktir. Bkz. Kodaman; a.g.m., s. 185.
361
Uçarol; a.g.e., s. 383.
135
İvT ezici bir çoğunlukla kazanır. 362 Seçilen 270 milletvekilinden ancak altısı muhalifti. 18
Mayıs 1912 tarihinde toplanan Mecliste muhalefet adeta yok gibiydi.363
Meclis toplandıktan bir müddet sonra, 1912 Mayıs ve Haziran aylarında farklı bir
muhalefet grubu oluşum halindeydi. Bu kez muhalefet Ordudan geliyordu. Bazı subaylar
İstanbul’da Halaskar Zabitan Grubu364 adıyla yeni bir teşkilat kurdu. Bu grup, HvİF ile
dirsek temasında, İvT’ye de karşı idi. Halaskar Zabitan Grubu, seçimlerin yenilenmesini
yani Ordunun politikadan elini çekmesini ve politikanın sivillere bırakılmasını istiyordu.365
Mahmut Şevket Paşa da bu grubun görüşlerine katılıyordu. Bunun üzerine İvT, Harbiye
Nazırı Mahmut Şevket Paşa’yı istifaya zorladı ve o da 9 Temmuz 1912 tarihinde
Nazırlıktan ayrılmak zorunda kaldı. Bu arada Arnavutlar isyan etmiş, Halaskar Zabitan
Grubu da tehditlerini artırmıştı.366 Bu kargaşa ortamında umutarını yitiren Sadrazam Said
Paşa, 17 Temmuz 1912 tarihinde istifa etti. Böylece muhalefet önemli bir başarı kazanmış,
İvT de prestij kaybına uğramış oluyordu. 367
362
Kodaman; a.g.e., s. 181.
363
Uçarol; a.g.e., s. 383.
364
İvTC’nin Rumeli’den gelerek İstanbul’a yerleşmesi ve müstebitleşmesi, Rumeli’de gizli ve yeni bir
muhalefetin ortaya çıkmasına neden olmuştr. Amaçları, gayrı meşru saydıkları Hükümeti ve Meclisi bertaraf
etmek, İvT iktidarını yıkmak, yeni ve serbest seçimler yapmak olan Rumeli’deki genç subaylar, dağlara
çıkarak mücadeleye başlamışlardır. Bkz. Bernard Lewis; Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çeviren: Metin
Kıratlı), TTK Bsmv., Ankara 1984, s. 222. 1912 yılı Mayıs-Haziran döneminde içerisinde Rumeli’deki bu
gelişmelere bağlı olarak İstanbul’da Halaskar Zabitan Grubu kurulmuştur. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 161-163. Dr.
Rıza Nur, Halaskar Zabitan Grubunun faaliyetlerinde Prens Sabahaddin, Nazım ve Kamil Paşalarla olan
ilişkileri belirttikten ve evini grup toplantılarına tahsis ettiğini açıkladıktan başka ........ biz kendimizi ve tüm
sivilleri gizleyerek bu harekete, sırf bir askerî harekat süsü veriyorduk. demektedir. Bkz. Türkler
Ansiklopedisi, Millî Eğitim Bsmv., C. 18, Ankara 1970, s. 340-341.
365
Kodaman; a.g.m., s. 181.
366
A.g.m., s. 181. Ülkede buhranlar artınca İvTF’na olan muhalefet de artmış, nihayet 16 Temmuz 1912
tarihinde kendilerine Halaskar Zabitan Grubu denilen ve muhalefet partisini meydana getiren HvİF ile az-çok
ilişkisi olduğu anlaşılan subaylar dağa çıkarak, İttihatçıların takhakkümüne isyan etmişlerdi. İsyancı
subayların yayınladıkları bildiride; Ordunun politikadan arındırılması, mevcut Kabinenin çekilerek yerine
itimat edilir ve namuslu kişilerin gelmesi, Hükümet işlerine sorumsuz kişilerin karışmaması, jandarma ve
polisin müdahalesi olmaksızın seçimlerin adil olarak yenilenmesi v.s isteniyordu. Bunun sonucu İvT bir
sarsıntı geçirmiş ve güvenoyu almasından henüz 24 saat geçen Said Paşa Hükümetinin 22 Temmuz 1912
tarihinde istifası ile İvT iktidarı bıramıştır. İvTF, bunu kendisinin bir mağlubiyeti olarak değerlendirmiştir.
Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 235 ve Türk Ansiklopedisi, C. 18, s. 341.
367
Kodaman; a.g.m., s. 181.
136
İvT Hükümetinin bu şekilde sona ermesi üzerine gerek ülkenin içinde bulunduğu iç ve dış
gailelere çözüm bulmak, gerekse de Hükümet otoritesini tekrar tesis etmek maksadıyla
herkesin takdirini ve güvenini kazanmış, hiçbir partiye girmemiş ve Ordu üzerinde de
fevkalade büyük bir nüfuza sahip olan Ayan Meclisi Başkanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa368
Sadrazamlığa getirildi. O da 22 Temmuz 1912 tarihinde Büyük Kabineyi kurdu.369
Büyük Kabinenin kurulması, İvT için bir siyasî mağlubiyet oldu. Nitekim Büyük Kabine ile
İttihatçılar iktidardan uzaklaştırılmış ve nüfuzu kırılmıştı. İktidar artık Halaskar Zabitan
Grubu ile HvİF Grubunun eline geçmişti. Buna karşılık Meclis çoğunluğu hala İttihatçıları
elindeydi. Bu itibarla Hükümetin, Halaskar Zabitan’ın, HvİF’nın hedefi Meclisi kapatıp,
seçimlere giderek Meclis çoğunluğunu ele geçirmek oldu. Nitekim 4 Ağustos 1912
tarihinde Meclis kapatıldı.370
Meclisin kapatılmasından sonra Hükümet, 8 Ağustos 1912 tarihinde sıkıyönetim ilan
ederek, İvT’ye karşı sert tedbirler almaya başladı. Hükümet iç meselelerle ve özellikle İvT
ile uğraşırken, Balkanlar’da Osmanlı Devleti’nin
aleyhine gelişmeler oluyordu.
Balkanlardaki bunalımının ve özellikle Makedonya meselesinin savaşla çözülebileceğine
inanan, Osmanlı Devleti’ni tehdit eden Balkan İttifakı’na karşı savaş için hazır olduğunu
duyurdu ve 3 Ekim 1912 tarihinde de İstanbul’da bir gösteri yaptı.371
368
Gazi Ahmet Muhtar Paşa (1839-1938). 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde oynadığı rolden dolayı Gazi
ünvanını kazanmıştır. 1885-1906 döneminde Mısır Genel Valisi olarak görev yapmıştır. II. Meşrutiyet’in
ilanından sonra Ayan Meclisine tayin edilmiş, 1911 yılında da Ayan Meclisi Başkanı olmuştur. 1912 yılında
Sadrazam olarak görevlendirilmiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 254.
369
Uçarol; a.g.e., s. 383. Yeni hükümeti tarafsızlığıyla tanınan Gazi Ahmet Muhtar Paşa kurmuştu. İçinde,
daha önceden sadrazamlık yapan H.Himi Paşa ve Kamil Paşa’nın da bulunması sebebiyle Büyük Kabine
denen bu kabine ne İttihatçıları, ne de İtilafçıları memnun edememiştir.Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 235
370
Kodaman; a.g.m., s. 181. Said Paşa Hükümetinin istifasının ardından, meşru bir hükümet teşkilinde tekrar
açılmak üzere, başkan tarafından davet edilinceye kadar Meclisin tatile girmesi kararlaştırılmıştır. Gazi
Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti döneminde, 4 Ağustos 1912 tarihli irade-i seniyye ile; Ordunun siyasetle
uğraşmaktan menedilmesi faaliyetine geçilmiş, Padişah zabitlerden siyasetle uğraşmayacaklarına dair yemin
istemiş, onlar da yemin ederek bu konuda birer senet vermişlerdir. Bu sırada başlayan Balkan Savaşı
nedeniyle Halaskar Zabitan Grubu mensupları harbe katılmışlardır. Bkz. Türk Ansiklopedisi. C. 18, s. 341.
Zabitlerin siyasetle uğraşma yasağı Meclis tarafından da hukukîleştirilmiştir. Bu yasak 1961 yılına kadar
devam edecektir. Bkz. Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 276-276.
371
Kodaman; a.g.e., s. 181-182.
137
Bu sırada Osmanlı Devleti en kritik günlerini yaşıyordu. Ülke içte kısır siyasî çekişmelerle
çalkalanırken Balkan devletleri de Osmanlı’nın Rumeli’deki topraklarına el koymak için
hazırlanıyor ve aralarında ittifak anlaşmaları imzalıyorlardı. İttihatçılar da, muhalifleri
olarak gördükleri Büyük Kabineyi, bir harp ortamının kargaşalığından faydalanarak yıkmak
için onu Balkan devletleri ile harbe tahrik ediyorlardı.372
7 Ekim 1912 tarihinde Osmanlı Devleti’ne resmen savaş ilan eden Karadağ’a karşı aynı
gün savaş ilan edildi. Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’ın 13 Ekim 1912 tarihli çok ağır
şartlar taşıyan ültimatonu Osmanlı Devleti tarafından reddedilince 17 Ekim 1912 tarihinde
Bulgaristan ve Sırbistan, 18 Ekim’de de Yunanistan Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ettiler.
Balkan Savaşı iki aşamalı olup, I. Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Trakya’da
Bulgarlara’a karşı savaşan Doğu Ordusu ile Makedonya ve Arnavutluk’ta Yunan, Sırp ve
Karadağlılar’a karşı savaşan Batı Ordusu tüm cephelerde yenilgiye uğradı. Yanya, İşkodra
ve Edirne Savunmaları devam ediyordu Bu ağır yenilgi iç politikada büyük tepkilere yol
açtı ve bunun sonucu Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti 29 Ekim 1912 tarihinde istifa
etmek zorunda kaldı. Yeni hükümeti İngiltere yanlısı olarak bilinen Kamil Paşa kurdu.
Barış antlaşması Londra’da toplanacak bir konferansta yapılmak üzere 3 Aralık 1912
tarihinde ateşkes ilan edildi.373
29 Ekim 1912 tarihinde istifa eden Ahmet Muhtar Paşa’nın ardından 30 Ekim 1912
tarihinde Kamil Paşa Hükümeti kuruldu. Hükümet yine İvT düşmanlarından teşkil
edilmişti. Bu nedenle İvT, Hükümetten memnun değildi.374 Kamil Paşa’nın sadrazam
olması, Hükümet ile İttihatçılar arasındaki mücadeleyi daha da hızlandırdı.375 Kamil Paşa
İngiliz taraftarıydı. Almanya bu durumdan telaşa kapılmış, ilk fırsatta onu devirmenin
yollarını aramaya başlamıştı. Öteden beri İttihatçıları sevmeyen Kamil Paşa, yeniden iktidar
olunca, onları etkisiz hale getirecek tedbirleri almaya başladı. Kamil Paşa İttihatçıları
372
Kocabaş; a.g.e., s. 236.
373
Uçaraol; a.g.e., s. 386-388. Tektaş, Balkan Savaşı’nı kaybetmemizin, askerin politikayla uğraşması
nedeniyle olduğunu, Edirne’yi savunan ve 30 gün dayan yeter denen Şükrü Paşa’nın, yiyecek ekmek dahi
kalmaması üzerine askere süpürge tohumu yedirirken, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın da Çatalca Hattı’nda
tren vagonundan dışarıya boş şampanya şisesi attığını belirtmektedir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1087-1088.
374
Kodaman; a.g.e., s. 182.
375
Kocabaş; a.g.e., s. 236.
138
sindirmenin yanısıra, İngiltere ile ittifak girişimlerine de başlamıştı. Bu gelişmeler
karşısında telaşa kapılan Almanlar ve İttihatçılar, Kamil Paşa Kabinesini devirmek için
harekete geçtiler.376
1.3.2.4. Bâb-ı Âlî Baskını
31 Mart Olayı’ndan sonra da Türkiye’de Alman yanlısı ve İngiliz yanlısı iktidar
mücadeleleri varlığını sürüdürmüş, tarihimize Bâb-ı Âlî Baskını ve Mahmut Şevket Paşa
Suikastı adlarıyla geçen hükümet darbeleri de bunların yansımaları olmuştur.377 Daha önce
de ifade edildiği gibi İvT 1912 yılının Temmuz ayında iktidardan çekilmişti. Göreve
yeni gelen Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi, Balkan Savaşı çıktıktan sonra çekildi ve
yerine Kamil Paşa Hükümeti geldi. Fakat İvT dışında kurulan her iki Hükümet de sağlam
bir tabana sahip değildi. Her iki Hükümetin de dayanağı ülkede İvT Fırkasına duyulan
hoşnutsuzluk olmuştu. Fakat bu hoşnutsuzluk unsuru da fazla devam etmedi.378
Balkan Savaşı’nın çıkması ve savaşın ilk günlerinden itibaren itibaren peşpeşe yenilgiler
yaşanması İvT’ye kuvvetli bir propaganda silahı verdi. Propagandanın birinci yönü
Ordunun ihmal edildiği, ikinci yönü ise Londra’da devam eden barış görüşmeleri
sürecinde Hükümetin Edirne’yi düşmana vereceği şeklinde bir ithamdı.379
Bâb-ı Âlî Baskını, İttihatçılardan Talat Bey ve Enver Bey tarafından planlanıp yürürlüğe
konmuştu. İstanbul’da bulunan Talat Bey’de darbe fikrinin uyanması üzerine Bingazi’de
bulunan Enver Bey İstanbul’a çağrıldı. İşin çok dikkate değer tarafı ve baskını kimlerin
hazırladığını açığa vuran olaylardan biri de Enver Bey’in İstanbul’a doğru yola çıktığını ilk
376
A.g.e., s. 237. Kamil Paşa’nın İttihatçılara karşı aldığı tedbirleri yetersiz gören HvİF mensupları da bu
sırada Kamil Paşa’ya karşı darbe teşebbüsü içinde bulunuyorlardı. Onların sadrazam adayı İngiliz yanlısı
olarak bilinen ve mevcut kabinede Harbiye Nazrı olan Nazım Paşa idi. Hükümete karşı darbe teşebbüsünden
şüphelenen İstanbul Muhafızı Memduh Paşa, Nazım Paşa’ya başvurarak tedbir almasını istemişti. Nazım Paşa
da Birkaç güne kadar sadrazam olacağım. Bu gibi tedbirlere asla ihtiyaç kalmayacak. demişti. İtilafçılar
darbe günü olarak 22 Ocak 1913 tarihini planlamışlardı. İttihatçılar bir gün önce davranmasalardı, baskını
İtilafçılar yapıp Kabineyi devireceklerdi. Bkz. A.g.e., 237.
377
Kocabaş; a.g.e., s. 236.
378
Armaoğlu; a.g.e., s. 674.
379
A.g.e., s. 674.
139
haber veren Alman Frankfurt Zeitung gazetesi olmuştu.380 Öte yandan Jön Türklerden
Hasan Amca Doğmayan Hürriyet adlı kitabında, Bâb-ı Âlî Baskını’ndan iki gün önce
Mahmut Şevket Paşa’nın Alman Sefarethanesine giderek, Alman Sefiri Wangenheim ile iki
saat baş başa görüşmesini de darbede Alman parmağının varlığına işaret olarak yorumlar.381
İttihatçılar, darbe girişimlerinin arefesinde kamuoyunu lehlerine hazırlamak uğrunda Kamil
Paşa aleyhine propagandaya başlamışlardı. Propagandalarının esasını, Kamil Paşa
Hükümetinin, Balkan Savaşı’nı idarede yetersiz kaldığı, Edirne ve Ege Adaları’nı düşmana
bırakma kararı aldığı hususları oluşturuyordu. Bu aşamada, içerisinde Enver Bey ve Talat
Bey, etraflarına topladıkları 30-40 kişi ile 23 Ocak 1913 tarihinde Kabinenin toplantı
halinde bulunduğu Bâb-ı Âlî’yi bastılar. Çıkan çatışmada, içlerine Harbiye Nazırı Nazım
Paşa’nın382 da bulunduğu birkaç kişi öldürüldü. Sadaret Dairesine giren Enver Bey, burada
bulunan Kamil Paşa’yı silahla tehdit ederek istifasını yazdırdı.383
380
Kocabaş; a.g.e., s. 238.
381
Kocabaş; a.g.e., s. 238. Almanlar Türkiye’de nüfuzlarını ve hakimiyetleini kurmak uğrunda en çok Jön
Türklerin subay kadroları üzerinde durmuşlardı. Osmanlı subayları, daha 1883 yılından beri Alman subayları
tarafından eğitilmeye başlanmışlardı. Almanlar, Osmanlı subaylarını Alman hayranı olarak yetiştirip, onları
kendi emelleri uğrunda kullanma hesapları içerisindeydiler. Bu subaylar nezdinde en başarılı çalışma Enver
Bey (Paşa) üzerinde yapılmıştı. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 250.
382
Hüseyin Nazım Paşa (1848-1914) Harbiye’yi bitirdikten sonra askerî öğrenimine Fransa’da devam
etmiştir. II. Abdülhamit tarafından Bağdat’a sürülmüştür. 1908 yılında Edirne’de konuşlu bulunan II. Orduya
kumandan olarak tayin edilmiştir. Nisan 1909’da İstanbul Garnizon Kumandanı olmuştur. 31 Mart
Ayaklanmasından sonra Bağdat’a vali olarak tayin edilmiştir. (Nisan 1910-Şubat 1911) İvT iktidardan
düştükten sonra, 1912-1913 yıllarında Harbiye Nazırı olarak görev yaptı. 23 Ocak 1913 tarihinde gerçekleşen
Bâb-ı Âlî Baskını esnasında vurularak öldürüldü. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 256.
383
Kocabaş; a.g.e., s. 238-239. Enver ve Talat Beylerin baskısı sonucu Kamil Paşa istifa etmiştir. Kamil Paşa
istifasında cihet-i askeriyeden vuku bulan teklif üzerine diyerek istifa gerekçesini belirtmiş olduğu halde
Enver ve Talat Beyler buna bir de ahali kelimesi ilave ettirmişlerdir. Bkz. Ali Fuat Türkgeldi; Görüp
İşittiklerim, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1984, s. 78. Armaoğlu; a.g.e., s. 675-676 ve Tektaş, a.g.e.,
s. 090. Böylece Sadrazam’ın halktan gelen tepki üzerine istifa etmiş olduğu izlenimi verilmek istenmiştr.
Nitekim Dâhiliye Nezaretine giden Talat Bey de, vilayetlere gönderdiği, genelgelerde, Kamil Paşa
Hükümetinin Edirne ve Ege Adalarını düşmana bırakmak istemesi üzerine, halkın galeyana gelerek Bâb-ı Âlî
önünde gösterilerde bulunduğunu ve bunun sonucu olarak da Hükümetin istifa ettiğini bildirdi. Bkz.
Armaoğlu; a.g.e., s. 676. Almanya ile Mahmut Şevket Paşa arasındaki ilişkilerden çıkan sonuç şudur: Çeşitli
kaynaklardaki bilgilere göre Mahmut Şevket Paşa sadrazamlığı zorla kabul etmiştir. İttihatçılardan Mithat
Şükrü Bleda hatıralarında (İmparatorluğun Çöküşü adlı kitabında), onun bu göreve isteksiz geldiğini yazar.
Ziya Şakir de (Mahmut Şevket Paşa adlı kitabında) Mahmut Şevket Paşa’nın, sadrazamlığı, Kabinesine Hacı
Adil ve Talat Bey’lerin girmemesi şartıyla kabul ettiğinden bahseder. Mehmet Selahattin de (Bildiklerim adlı
kitabında) Mahmut Şevket Paşa, Kamil Paşa’dan sadareti devralırken ona şunları söylediği ifade edilmektedir:
Biz buraya isteyerek gelmedik. Bizi getirdiler.” Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 239. Türk Ordularının Balkanlarda
uğradığı ağır yenilgiler, Hükümetin teslim olma ve Devletin kaderini büyük güçlerin eline teslim etme isteği,
140
Bâb-ı Âlî Baskını’nı takiben Halaskar Zabitan Grubu mensupları başta olmak üzere tüm
muhalifler takip ve tevkif edilmişlerdir. Uygun zemin ve zamanda geniş muhalefet
kitlesinde ve Hükümeti düşürmek isteklerinden faydalanarak kurulmuş ve kısa bir süre
gelişme ve geçici bir başarı göstermiş bulunan Halaskâr Zabitan Grubu, İvT’nin tekrar
iktidara gelmesiyle tamamen dağılmıştır.384
Baskının ardından hem Almanlara, hem de İttihatçılara yakın olan Mahmut Şevket Paşa
Sadaret’e getirildi. Mahmut Şevket Paşa, sadrazamlığa başlamasından kısa bir süre
sonra İttihatçılarla takıştı. Buna sebep de barış görüşmelerinin devam ettiği bir sırada,
İttihatçılar harbin devam edilmesini arzu ediyor, Edirne dâhil tüm Trakya’nın
kurtarılmasından sonra barış yapılmasını arzuluyorlar olmalarıydı. İttihatçılar, Bâb-ı Âlî
Baskını’na da gerekçe olarak bunu göstermişlerdi.
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa da Ordunun durumunun çok kötü olduğunu ifade ederek
Ordunun ıslahı ile barış yapılmasını istiyordu. İttihatçıların ve Enver Bey’in baskısıyla
Çatalca Ovası’nda yapılan mukabil askerî harekât da başarısızlıkla sonuçlandı. Bu yenilgi
üzerine İtilafçılar, İttihatçıların aleyhinde propagandaya başlamışlardı. İtilafçıların hedefi,
İttihatçıların Bâb-ı Âlî Baskını’nda öldürdükleri Nazım Paşa’nın intikamını almak ve darbe
yapmaktı. Cemal Paşa’nın hatıralarında, darbe gerçekleşirse, İvT erkânının katledileceği,
Sadarete de Kamil Paşa veya Prens Sabahattin’in getirileceği ifade edilmektedir.385
İtilafçı darbeciler, İngiltere tarafından da destekleniyorlardı. Çünkü İngilizler, Bâb-ı Âlî
Baskını ile kendi taraftarı olan Kamil Paşa’nı devrilmesini ve yerine Alman taraftarı olan
Mahmut Şevket Paşa’nın getirilmesini, kendilerine karşı bir Alman Darbesi olarak
nitelendiriyorlardı. Öte yandan Sadrazam’ın Alman Sefiri Wangenheim’dan Osmanlı
Ordusunun ıslahı için yeni bir Alman askerî ıslah heyeti istemesi, İngiltere’yi büsbütün
liberallerin itibarlarını kaybetmelerine neden oldu. Bir İttihatçı darbesiyle devrilmiş olmasalardı, her türlü
radikal değişim ve bağımsızlık anlayışını terk edeceklerdi. Liberaller, tıpkı 19’uncu yüzyıl reformcuları gibi
Türkiye’nin modern dünyaya girmek için Avrupa’nın (tercihen Britanya’nın) rehberliğine ihtiyaç duyduğuna
inanıyor, Britanya’nın Mısır’da uyguladığı türden bir yönetimin emperyal sisteme yarar sağlayacak şekilde
Türkiye’de de uygulanabileceğini düşünüyorlardı. Bkz. Ahmad; Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 15.
384
Türk Ansiklopedisi, C. 18, s. 341
385
Kocabaş; a.g.e., s. 240-241.
141
korkutmuştu. İngiltere, Mahmut Şevket Paşa’yı devirme kararı alınca, derhal taraftarlarıyla
temasa geçip, İtilatçılara yardım etmeye başladılar.386
Osmanlı-Alman yakınlaşması konusunda, General von der Goltz387 da 1926 yılında
yayınlanan hatıralar ve mektuplarında, Mahmut Şevket Paşa’nın Almanya’dan ordu ve
donanma uzmanları istemesi sebebiyle, Ruslar, özellikle de İngilizler tarafından
devrildiğini yazar.388 Ahmet Emin Yalman da hatıralarında, gizli İngiliz tertibiyle 3 Haziran
1913 tarihinde Mahmut Şevket Paşa’ya bir suikast tertip edildiğinden bahseder.389
İttihatçılar daha Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerden beri Mahmut Şevket Paşa’yı
kendilerinden birisi olarak bilmelerine rağmen, Paşa, çoğu kez, hatalı tutumları sebebiyle
onları sevmiyor, onları eli tabancalı bir takım cüretkâr komitacılar olarak kabul ediyor,
Talat Bey ve arkadaşlarını da kendisini eleştiren zararlı şahsiyetler olarak görüyor, hem
onların nüfuzunu, hem de İvTF Genel Merkezinin Hükümet üzerindeki baskısını ortadan
kaldırmaya çalışıyordu. Mahmut Şevket Paşa’ya göre Hükümet, İvTF Genel Merkezinin
baskısı altında kalmamalıydı. Paşa ayrıca, Ordunun siyasete karışmasını zararlı görerek,
Ordunun siyasetten ayrılmasını istiyordu. İvTC ise Cemiyetin yegâne istinatgâhı
386
A.g.e., s. 241.
387
Prusyalı general. Türk Ordusunun ıslahatı için geldiğinden kendisine mareşallık rütbesi verilmiştir. 1866
Bohemya ve 1870 Fransa Seferlerine katıldıktan sonra, Prusya Gnkur. Harp Dairesi’nde 10 yıl kadar
çalışmıştır. 1883’te Osmanlı Ordusunun yeniden düzenlenmesinde bilgisinden faydalanmak için Türkiye’ye
çağrılmıştır. 1886-1895 arasında Osmanlı Ordusunun ıslâhı için çalışmıştır. Daha sonra 1907’de 6. Ordu
Başmüfettişliği ve 2. Ordu Müfettişliğinde bulunmuştur. 1911’de Almanya’ya döndükten sonra kendisine
General Feld Mareşal rütbesi verilmiştir. I. Dünya Savaşı esnasında Türkiye’deki görevinden ayrılmıştır.
1914’te Osmanlı Ordusunun Genel Karargâhına ve 1915 yılında da 1. Ordu Kumandanlığına tayin edilmiştir.
1916’da Bağdat’ta gripten ölmüştür. Askerlik sanatı üzerindeki geniş bilgisi vardır. Sayısız etütleri vardır.
Yazdığı kitaplar da şunlardır: Leon Gambetta ve Orduları, Silahlanmış Halk, Rossbach’tan Jena’ya, 19.
Asırda Alman Harp Târihi ve Hatıraları. Araştırmacının notu.
388
389
A.g.e., s. 242 ve Cemal Kutay; Örtülü Tarihmiz, C. 11, Hilal Matbaası, İstanbul 1975, s. 198.
Kocabaş; a.g.e., 242. Balkan Savaşı’ndan sonra, Alman subaylarına yol verilmişti. Ordunun durumu çok
perişandı. Her şey mahvolmuştu. Orduyu yeniden bir düzene sokmak gerekiyordu. Bu durum karşısında Jön
Türkler, Almanlara başvurmaktan başka çare bulamadılar. Mahmut Şevket Paşa, Bâb-ı Âlî Baskını üzerine 23
Ocak 1913’te sadrazamlığa getirilmişti. Mahmut Şevket Paşa, Ordunun ıslahı için askerî bir ıslah heyeti
istediğini 24 Nisan 1913’te Alman Büyükelçisi Wangenheim’e iletti. Almanlar, Türkiye’de Ordunun büyük
etkili gücünü, rejim, iktidar ve nüfus değişmelerinde temel karar ve icra unsuru olduğunu görerek ve Ordunun
bu özelliğinden faydalanmak hesabıyla askerî heyetin gönderilmesini kabul ederler. 1914 yılı başında
yürürlüğe giren askerî yardım programı sonucu ülkeye tamamen Alman nüfuzu hâkim olmuştu. Alman sefiri
Wangenheim adeta Türkiye’yi, Alman himayesi altına girmiş bir sömürge gibi görüyordu. Ülkede buna
direnecek güçlü bir hükümet de yoktu. Bkz. Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 138-142.
142
(dayanak noktası) olan kuvvet, ancak Ordudur. diyerek onun bu isteğini reddediyordu.390
İttihatçılar, Mahmut Şevket Paşa ile takışmaları artınca, onu gözden çıkardılar. İttihatçılar,
İtilafçı darbeciler içine ajanlarını sokarak, onların darbe girişimlerini günü gününe İstanbul
Muhafızı Miralay Cemal’e bildiriyorlardı. Yine Jön Türklerden A.Bedevi Kuran’a göre de
İttihatçılar, Mahmut Şevket Paşa’ya suikast yapılacağını bildikleri halde onu ikaza dahi
gerek görmemişlerdi. Böylece İvTC; hem İtilafçılardan, hem de İvTF Genel Merkezinin
artık hoşuna gitmemeye başlayan Hareket Ordusu Kumandanından kurtulmuştur. Süleyman
Nazif’e göre ise, İttihatçılar eğer isteselerdi Mahmut Şevket Paşa’nın katledilmesini
önleyebilirlerdi. Çünkü suikast planından dakikası dakikasına haber alıyorlardı.391
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa 3 Nisan 1913 günü yapılan suikast sonucu öldürüldü.
Darbecilerin planlarını bilen ve eylemlerini takip eden Miralay Cemal de suikast üzerine
derhal harekete geçerek, tüm darbecileri tutuklamaya başladı.392 Suikastı izleyen tutuklama
dalgası, liberallerin örgütlenmesini fiilen ortadan kaldırdı.393 Mahmut Şevket Paşa’nın
ölümü, İttihatçı reisleri çok memnun etmişti. Çünkü kendilerince büyük tanıdıkları ve
çekinecekleri kimse kalmadığından Hükümette ve ülkede artık serbestçe hareket etme
imkânına kavuştular.394
1.3.3. İttihat ve Terakkî’nin Mutlak İktidar Dönemi (1913-1918)
Mahmut Şevket Paşa’nın ölümü, çok partili rejimin de sonu olmuştur. İtilafçıların darbe
390
Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, s. 242-245.
391
A.g.e., s. 243. Almanlar, Mahmut Şevket Paşa’yı istedikleri gibi kullanamayacağından ve İttihatçılar içinde
Enver Bey ve arkadaşları gibi daha rahat kullanabilecekleri kişiler olduğundan Mahmut Şevket Paşa’nın
öldürülmesine kayıtsız kalmışladır. Bkz. A.g.e., s. 245-246.
392
A.g.e., s. 244.
393
Hale; s.g.e., s. 49.
394
Kocabaş; a.g.e., s. 244. II. Abdülhamit, bu suikastle ilgili olarak düşüncelerini hatıralarında Hareket
Ordusu Kumandanı’nın şöhretinden kurtulmak ve Enver Bey’e Harbiye Nazırlığı yolunu açmak için Mahmut
Şevket Paşa’yı güpegündüz kurşunlayıp öldürdüler. Bir taşla iki kuş vurmak istiyorlardı. Hele, ikide bir
önlerine çıkan meşhur bir kumandanın gölgesinden kurtulmak, hem de ondan yanaymış gibi davranıp günün
muhaliflerini bir çırpıda temizleyivermek.!... Nasıl Avcı Taburları’nı kışkırtıp, Hareket Ordusunu İstanbul
kapılarına getirmişler ve beni düşürmüşlerse, bu sefer de Mahmut Şevket Paşa’nın kan davası ve asayiş
bahanesiyle bütün muhalifleri astılar, sürdüler, bir köşeye sindirdiler. şeklinde ifade etmektedir. Bkz. a.g.e.,
s. 246-247 ve II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, s. 165.
143
girişimini müteakip, İttihatçılar, muhalifleri olan İtilafçılardan kurtulmak için onları tevkif
ederek yargılamaya başladılar. Muhaliflerin büyük bir kısmı yurt dışına kaçtı. Kaçanlar
arasında darbenin elebaşlarından Prens Sabahattin de bulunuyordu.395 Bu arada Sadaret’e
getirilen Prens Sait Halim Paşa396 da kukla gibi kullanılıyordu. Muhalefet de tasfiye
edildiğinden İvTF’nin mutlak iktidarı başlamış, İvT’nin diktatörlüğü kesin olarak
kurulmuştu. Bu olay sonucu ülkede İvT’ye ağız açacak kimse bırakılmamış ve Devletçi Seçkincilerin mutlak baskısı başlamıştı.397
23 Temmuz 1908'den 30 Ekim 1918'e kadar süren döneme II. Meşrutiyet Dönemi ya da İvT
Dönemi adı verilir. Medeniyetin Bekleme Odasında adlı kitabında bu dönemi değerlendiren
Tunaya bu dönem hakkında ilginç ve çarpıcı tespitlerde bulunmaktadır: Türk tarihinin
siyasî bir laboratuarı görünümünde olan II. Meşrutiyet on senelik fiilî ömrüne karşılık
birkaç devletin tarihini dolduracak kadar siyasî ve sosyal hadiselere sahne olmuştur.
Onun asıl önemi, kendisini takip eden hareket(ler)in insanlarını yetiştirmesi,
imparatorluk ile cumhuriyet rejimi arasında bir geçiş devresi mahiyetine sahip
olmasıdır. Bu cihetten bakıldıkça II. Meşrutiyet hem bir son, hem de bir başlangıçtır.
Uzun, asırlık bir istibdat idaresinin sonu, fakat Türk İnkılâbı’nin hazırlayıcısı olmak
itibariyle başlangıcı...398
395
Tunaya; a.g.e., s. 231 ve Kocabaş; a.g.e., s. 244. Kurulan Divan-ı Harpler idam ve sürgün cezaları
vermiştir. İtilafçılardan ya da bu hareketlerle ilgili olan kimselerden bazıları (Prens Sabahattin, Miralay Sadık
gibi) gıyaben ölüm cezasına çarptırılmışlar ve memleket dışına kaçabilmişlerdir. HvİF’nin, siyaset
sahnesinden çekilişiyle beraber, ülkede muhalefet de sindirilmiştir. İvT 1913-1918 yılları arasında fiilî bir Tek
Parti Rejimi kurmuştur. İtilafçılar ve diğer muhalifler, 1918’den itibaren Mütareke Döneminde tekrar ortaya
çıkacaktır. Bkz. Tunaya; a.g.e., s. 233.
396
Mehmet Sait Halim Paşa (1863-1921), Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunudur. II. Meşrutiyet’in
ilanından sonra İstanbul’a gelmiş ve Ayan Meclisne girmiştir. Trablusgarp Savaşı sırasında Cemiyet
tarafından Türkler’in desteklenmesini sağlamak göreviyle Avrupa’ya gönderilmiştir. 1912 yılında Devlet
Şurası Başkanı, 1913 yılında da İvTC’nin Genel Sekreteri olmuştur. Hariciye Nazırı iken Sadrazam Mahmut
Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine Sadrazam oldu. 1917 yılında başlıca temsilcilerinden olduğu İslamcılık
siyasetinin başarısızlığa uğraması üzerine bu görevinden istifa etti. 1919 yılında tutuklanarak Malta’ya
sürüldü. 1921 yılında da Roma’da Ermeniler tarafından öldürüldü. Bkz. Ahmad; Jön Türkler, s. 250.
397
Kocabaş, a.g.e., s. 244-245 ve Kongar; a.g.e., s. 137. Suikast sonrası İstanbul’da tekrar sıkıyönetim ilan
edildi. Bu dönemde 12 muhalif idam edildi ve aralarında Prens Sabahattin’in de bulunduğu dört kişi
gıyaplarında idama mahkûm edildi. Bkz. Hale, a.g.e., s. 49.
398
Selami Kılıç; II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Türk Devrimi ve Fikir Temelleri, 1. Baskı, Kaynak
Yayınları, İstanbul 2005. s. 18.
144
İktidara hazırlıklı olan İvT, öncelikle Ordu içinde ıslahata yönelmiştir. Orduyu mutlak
denetimi altına almak amacıyla; çağdaşlama olgusundan sadece savaş silah, araç ve
gereçlerinin yenilenmesini anlayan ve bu nedenle Batılılaşma hareketlerini yavaşlatan eski
subayları tasfiye etmişve Orduyu siyasal sürecin dışında tutmaya çalışmıştır. 399
I. Balkan Savaşı’nın galiplerinin, savaştan en fazla ganimeti alan Bulgaristan’a karşı, II.
Balkan Savaşı’nı başlatması üzerine, Bulgarlar işgallerinde bulunan Edirne’deki
kuvvetlerinin tamamını çekmişler ve Edirne’yi de fiilen savunmasız bırakmışlardı. Bu
fırsattan yararlanılması konusunda Enver ve Talat Beyler Hükümeti sıkıştırdılar. Türk
birlikleri İkinci Edirne Fatihi olarak Enver Bey ile birlikte Edirne’ye tekrar girdi.400 Artık
bir halk kahramanı olan Yarbay Enver Bey, 1 Ocak 1914 tarihinde, yasalara aykırı olarak
iki rütbe birden terfi ettirilip 33 yaşında mirliva / paşa / tuğgeneral yapılmış ve Sait
Halim Paşa Kabinesinde de Harbiye Nazırı yapılmıştı.401
Enver Paşa, Padişah V. Mehmet Reşat’ın kızı Naciye Sultan’la da evlenerek gücünü
perçinlemiştir. Bu arada, 1913’ten beri İstanbul Askerî Valisi olan Miralay Cemal de
Bahriye Nazırı olarak Kabinedeki yerini aldı. Dâhiliye Nazırlığına da Talat Bey’in gelmesi
sonucu yaptıkları devrimden yaklaşık 4,5 yıl sonra, bu üçlü iktidarı ele geçirmişti. Sait
Halim Paşa 1917 yılına kadar Sadrazam olarak kaldıysa da rolü hiçbir zaman sembolik
399
Öztürk; a.g.e., s. 45.
400
Hale; a.g.e., s. 50.
401
Öztürk; a.g.e., s. 45. Mahmut Şevket Paşa’nın ölümünden sonra Ahmet İzzet Paşa Harbiye Nazırı olur.
Balkan Savaşı yenilgisinin sorumluları olarak nitelendirilen erkân ve ümeranın tasfiyesi konusu ele alınır.
Ancak Ahmet İzzet Paşa, kendi kuşağının bu şekilde Ordudan uzaklaştırılmasına istekli görünmez. Yarbay
Enver Bey’e ölümüne bağlı fedai genç subaylar, Harbiye Nazırlığına Enver Bey’in geçmesini ısrarla
istemişlerdir. Talat Bey (Paşa) ve Halil Bey (Menteşe)’in önerisi sonucu Ahmet İzzet Paşa 2 Ocak 1914
tarihinde istifa eder. I. Dünya Savaşı’nın öncesinde Harbiye Nazırı olan Enver Paşa; 2 mareşal, 3 orgeneral,
30 korgeneral, 95 tuğgeneral ve tümgeneral, 184 albay, 236 yarbay, 236 binbaşı, 4 kolağası (ön yüzbaşı)
4 yüzbaşı, 4 üsteğmen ve 2 teğmenden oluşan çok sayıda (800) subayı emekliye sevk ederek, tanımlanan
şekliyle Orduyu, yaşları ilerlemiş ve gayrı muktedir anasırdan tecrit etmiştir. Bkz. Bayraktar; a.g.e., s. 454460.
145
olmaktan öteye geçmedi.402 Osmanlı Devleti’ni, Almanlar yanında I. Dünya Savaşı’na bu
üçlü sokacaktı.403
Alman İmparatoru (Kayzer) Wilhelm II, Kasım 1913’te Osmanlı Ordusunu ıslah etmek
üzere Alman askerî misyonunun başkanı olarak Türkiye’ye gönderilen General Liman von
Sanders’e şunu tavsiye ediyordu: Türk subaylarının saflarından siyaseti çıkart. En büyük
kusur siyasî faaliyetidir. Teorik olarak Kayzer Wilhelm’in tavsiyesi hayranlık vericiydi
ama çok geç idi. I. Dünya Savaşı’nın arefesine gelindiğinde Türk Ordusu, çıkamazcasına
siyasî bataklığa batmıştı.404
Ocak 1913’te iktidarı ele geçiren İttihatçıların fikirleri çok farklıydı. Onlar da Avrupa’nın
hâkim olduğu dünya sisteminin bir parçası olmak istiyor. Ancak küçük de olsa kendilerine
eşit ortaklar gibi davranılmasını istiyorlardı. Japon örneğini izleyerek, gerekli gördükleri
toplumsal sınıfları olan bir kapitalist toplumu Türkiye’de kurmaya yetecek ölçüde özerklik
ve bağımsızlığı sağlamak için çalıştılar. Bu toplumsal mühendisliği gerçekleştirmeden
önce, İttihatçılar, Ordunun hayatî bir bileşenini oluşturduğu devlet üzerinde tam bir
denetim kurmak zorunda olduklarını anladılar.405
İttihatçı Hükümetin birinci görevi, birlik ve ilerleme ideolojisini Ordu içinde yaymak ve
buna ters düşen tüm fikirleri ortadan kaldırmaktı. Bu çerçevede, Enver Paşa Harbiye Nazırı
olduktan sonra Ocak 1914’te, İvTC’nin önderliğini benimsemeyeceği düşünülen subaylar,
emekliye sevk edilmek suretiyle Ordunun karakteri önemli ölçüde değiştirildi.406 Ordunun
İttihatçılaştırılması, modern Türkiye tarihinde büyük bir olaydı. Eski rejim siyasal
olarak etkisizleştirildi ve Hükümet ile Ordu arasındaki çelişki ortadan kaldırıldı. Her iki
kurumda ilk kez reform programı aynı sınıfın (Türk alt-orta sınıfının) eline geçmişti. Bu
402
Ş.Süreyya Aydemir; Enver Paşa, C. II (1908-1914), Remzi Kitabevi, İstanbul 1981, s. 398-435 ve Hale;
a.g.e., s. 50.
403
Kocabaş; a.g.e., s. 251.
404
Hale; a.g.e., s. 50. Konuyla ilgisi olması bakımından ilave bilgi için bkz. Kodaman; a.g.m., s. 454-460.
405
Ahmad; Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 15.
406
A.g.e., s. 15.
146
nedenle her iki kurum da ilk kez aynı reform programını destekleyebiliyorlardı.407
Almanlar Enver, Cemal ve Talat Paşanın şahsına dayanarak, Osmanlı Devleti’ni bahse
konu savaşa sokmak için her türlü tedbiri almışlardı. Bu uğurda meşrutiyet uygulamalarına
bile son verdiler. Harbiye Nazırı Enver Paşa, harp hazırlıklarına bir başlangıç olarak 19
Temmuz 1914 tarihinde seferberlik ilan edince, aynı gün gazetelere resmî bir tebliğ vererek
Meclis-i Mebusanı tatil ettiğini ilan etmişti. Sultan Abdülhamit’i Meclis-i Mebusan-ı
kapattı diye suçlayıp ona karşı ihtilal yapan Enver Paşa, şimdi kendisi Meclisi
kapatıyordu.408
1914 yılında yapılan Anayasa değişikliği sonucu iktidarını daha da sağlamlaştıran İvT,
1918 yılına kadar siyasî arenada tam bir egemenliğe sahip olmuştur. Hemen hemen savaş
dönemine tekabül eden bu yıllarda siyasî güç de büyük ölçüde askerlerin kontrolüne
geçmiştir. İvTF içinde yönetimi ele geçiren ve trumvira (üçlü yönetim) oluşturan Enver,
Cemal ve Talat Paşalar ülkeyi istedikleri gibi yönetmişlerdir. Bu nedenlerden dolayı,
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, ülkenin, bahse konu üç şahsiyetin önderliğinde fiilî
bir askerî diktatörlükle yönetildiği ileri sürülmüştür.409
1.3.4. İttihat ve Terakkî İktidarının, İttihat ve Terakkî Fırkasının ve İttihatçıların
Sonu
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkması yeni bir durum yarattı. Bu
şartlarda savaş sırasında gücünü kaybeden eski rejim, siyasî boşluğu doldurma girişiminde
bulunarak kendisini yeniden kanıtlayabildi. Anadolu’da kendi nüfuzunu kurmak isteyen
Britanya da, İstanbul’daki Sultan’ın Hükümetini destekledi.410
İvT son kongresini 1 Kasım 1918 tarihinde topladı. Kongrede yeni bir fırka kurulması
kararlaştırılmış olup, kurulacak yeni fırkanın, İvT’nin inkılâpçı rolünü terk ederek liberal
bir kimliğe sahip olması kararlaştırılmıştır. Kongre’nin üçüncü gününde İvT’nin bazı
407
A.g.e., s. 16.
408
Kocabaş; a.g.e., s. 251.
409
Lewis, a.g.e., s. 224 ve Öztürk; a.g.e., s. 45.
410
Ahmad; a.g.e., s. 16.
147
liderlerinin (Talat, Enver ve Cemal Paşalar ile Beyrut eski Valisi Azmi Bey, eski Polis
Müdürü Bedri Bey, Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nazım ve Dr. Rasuhi Beyler) yurt dışına
firarlarının gerçekleştiği haber alındı. Bunların kaçmış olmaları, Hükümetin de durumunun
sarsılmasına neden oldu.411
Şiddetli fırtınanın yalpa yaptırdığı geminin dümenine geçen İttihatçılar yol ve iz
bilmedikleri gibi devlet yönetimi konusunda da ehliyetsizdiler. Bu nedenle de sert kayalara
çarpmaktan kurtulamadılar. Gemi su almaya başlayınca da, birer ikişer firar etmeyi kurtuluş
saydılar. İstanbul’dan gitmeleri, Makedonya’dan gelmelerinden daha hızlı ama daha
isteksizceydi. Geldiklerinde, vatan kurtaracak kahraman oldukları vehmi ile gururlu ve
güçlüydüler. Bir vatan kalmadığı zannına kapılıp kaçarlarken ise taşıdıkları duygu itibarsız
olsa gerek.412
İvTF 1908 yılından 1918 yılına kadar (aradaki 6 ay, 8 günlük muhaliflerinin iktidarda
kaldığı zaman çıkarılınca) 9 yıl, 8 ay, 12 gün iktidarda kalmıştır. Çoğu zaman ismen
Hükümet liderliğini Sait Halim Paşa ve Hüseyin Hilmi Paşa gibi orta kuşaktan bir şahsiyete
bırakmayı tercih ettilerse de ülkenin gerçek efendileri yaşlı Türkler değil, Genç (Jön)
Türkler idi. Devlet en kara günlerini, onların iktidar günlerinde gördü. Trablusgarp, Bingazi
ve Rumeli’nin tamamı, Akdeniz adaları, Hicaz, Yemen, Irak, Suriye, Filistin ve Lübnan
iktidar dönemlerinde kaybedildi. I. Dünya Savaşı’nda da 3.842.580 askerimiz zayî oldu. Bu
rakamın 600.000’e yakını şehit, diğerleri de yaralı, kayıp ve esirdir. I. Dünya Savaşı
sonunda elde kalan toprakların da hangi şartlarda elde kaldığını en iyi Modros Mütarekesi
maddeleri ortaya koymaktadır.413
5 Kasım 1918 tarihinde, İvTF isminin tarihe karışması ve yeni bir fırkanın kurulması
kararlaştırıldı. 11 Kasım 1918 tarihinde kurulan Teceddüt Fırkası, İvTF’nin yerini aldı.414
411
Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 306-307 ve Gotthard Jaeschke; Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz
Belgeleri II, (Çeviren: Cemal Köprülü), Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. İstanbul 2001,
s. 104. İlave bilgi için bkz. Tevfik Çavdar; Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), 3. Baskı, İmge
Kitabevi, İstanbul 2004, s. 156.
412
Tektaş; a.g.e., s. 1110.
413
A.g.e., s. 1110-1111 ve Lewis; a.g.e., s. 226.
414
Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 483. Teceddüt Fırkası üyeleri için bkz. Soysal; a.g.m., s. 2012.
148
5 Aralık 1919 tarihli Meclis-i Vükela kararı ile Teceddüt Fırkası da kapatıldı. 5 Temmuz
1919 tarihinde, firari durumdakiler hariç, İttihatçı liderler çeşitli cezalara çarptırıldı. Bu
arada bazı İttihatçılar Malta’ya sürgün edildi. Yurt dışındaki İttihatçı liderler örgütsel
faaliyetlerini sürdürüp çeşitli cemiyetler kurdularsa da faaliyetlerinden ciddî sonuçlar
alamadıkları gibi Millî Mücadeleyi bir İttihatçı harekete dönüştürme çabaları da sonuçsuz
kaldı. Öte yandan Millî Mücadele sırasında yurt dışına kaçan İttihatçı liderlerin önemli bir
kısmı Ermeni Daşnaksutyun Komitesi Fedaileri ve Bolşevik Kuvvetler tarafından
öldürüldüler.415
Tunaya’nın ifadesiyle, II. Meşrutiyet, Cumhuriyet öncesinde bir siyaset laboratuvarı
olmuştur. Gerçekten de Türk tarihinin su kesim çizgisi ya da kırılma noktası 1908 yılı
olmuş, bu tarihten sonra Türkiye’de sular bambaşka mecrada akmaya başlamıştır. İvTF ile
CHP arasındaki yakın ideolojik ve sosyolojik bağlar ve hatta kadro bağları bu tarihî
birlikteliğin ya da tarihî sürekliliğin önemli işaretlerindendir. Bu itibarla Kurtuluş
Savaşı’nın bambaşka bir programa sahip olduğu söylenemez. Kapitülasyonların
kaldırılmasının bir tam bağımsızlık ilanı mahiyetinde olduğu, İvT’nin I. Dünya Savaşı’nda
bizzat Mütefiklerine karşı nasıl dişe diş bir bağımsızlık mücadelesi verdiği aşikârdır.
Kurtuluş Savaşı gerçekte, I. Dünya Savaşı’nda uğrunda savaşılmış ve bir ölçüde de olsa
elde edilmiş olan tam bağımsızlığa yönelik kazanımların yitirilmemesi için yapılmış bir
mücadeledir. Tabii ki Kurtuluş Savaşı’nın ve Atatürk Devrimlerinin çok daha başarılı
olduğu, Cumhuriyetin, II. Meşrutiyet’in birçok hastalık ve çarpıklıklarını taşımadığı
muhakkaktır. Fakat bu başarıyı değerlendirebilmek ve anlayabilmek için Cumhuriyetin
organik, sosyolojik, ideolojik ve siyasal kökü olan II. Meşrutiyet ile İvT’yi iyi bilmek
gerekir.416
Her ne kadar Millî Mücadeleyi tamamıyla bir İttihatçı hareket olarak görmek mümkün
değilse ve İttihatçı liderlerin bu harekete el koyma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmışsa
da bazı istisnalar dışında Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini örgütleyenler ile kongreleri ve
415
A.g.e., s. 483.
416
Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 308.
149
daha sonra Ankara’daki Meclisi toplayan kadro eski İvT üyelerinden teşekkül etmiştir.
Bunun yanında her iki hareket arasında bir ideolojik devamlılık sözkonusudur.417
Millî Mücadelenin başarısından sonra yurda dönen İttihatçılar ise yeniden örgütlenme
çabalarına başladılar. 1922 yılında eski Maliye Nazırı Cavid Bey’in evinde toplanan
İttihatçılar 9 maddelik bir fırka programı hazırladılar. Daha sonra bazı İttihatçılar, 1924
yılında muhalefeti aynı çatı altında toplamaya gayret eden TpCF’nin faaliyetlerinde önemli
roller oynadılar. 1926 yılı Haziran ayında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’i hedef
alan bir suikast girşiminin ortaya çıkarıldığının ilan edilmesinin ardından 26 Haziran’da
göreve başlayan İzmir İstiklal Muhakemesi’nde, bazıları eski İttihatçı olan 14 kişi idam
cezasına çarptırıldı. Diğer İttihatçı liderler ile (o esnada yurt dışında olmaları nedeniyle
gıyaplarında) Rauf Bey ve Adnan Bey 1 Ağustos 1926 tarihinden itibaren Ankara İstiklal
Mahkemesinde yargılandılar. Dr. Nazım, Cavid, Hilmi ve Nail Beyler 26 Ağustos 1926
tarihinde idam edildiler. Diğer İttihatçılar da değişik cezalara çarptırıldılar. İzmir ve
Ankara’daki muhakemeler bir anlamda İttihatçılığın sonu oldu.418 1926 yılında yapılan
İttihatçı yargılamaları, suikastteki rollerinden ziyade, 1908 öncesinden 1926 yılına kadar,
İvT’nin bütün faaliyetlerinin sorgulanmasına dönüşmüş ve bir siyasî tasfiye ile
sonuçlanmıştır.419
İvTF’nin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasî hayatı ve bu yeni yapı içerisinde
siyasî teamüllerin oluşumu üzerindeki etkisi tartışılmaz olmakla birlikte bu Cemiyetin /
Fırkanın çok uluslu bir devletin şartları içinde doğmuş ve yine böylesine bir çerçevede
faaliyette bulunmuş bir örgüt olduğunu da gözardı etmemek, bu alanda aşırı genellemelere
gitmemek daha isabetli olur.420
1.3.5. İttihat ve Terakkî’nin Aşkın Siyaset Anlayışı
İvT, 19’uncu yüzyıl ıslahat hareketlerinin ve özellikle de Genç Osmanlılar çizgisinde bir
417
Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 483.
418
A.g.e., C. 23, s. 483.
419
A.g.e., s. 483.
420
A.g.e., s. 483.
150
uzantıdan ibarettir. İttihatçılar da Genç Osmanlılar gibi sadece Devletin nasıl kurtarılacağı
sorunuyla ilgilenmişlerdir. Temelde Jön Türkler, 1860-1870 yıllarında Genç Osmanlılar’ın
getirdikleri çözüm yolundan başka bir yol bulmuş değillerdi. Bu da meşrutî bir Hükümet
kurarak padişahın yetkisini kısıtlamak ve azınlıklara kanun önünde eşitlik tanıyarak
onların iseklerini yerine getirmekti. 421
H.Cahit Yalçın Talat Paşa isimli kitabında bu konuyu Jön Türkler, İmparartorluğu
meydana getiren çeşitli unsurların şikâyetlerinin kötü idare, baskı ve hürriyetsizlikten ileri
geldiğini düşünüyorlar, bu hoşnutsuzluk sebepleri, Anayasa ve parlamenter rejimle ortadan
kaldırılınca Türk milletinin kurtulacağını sanıyorlardı. Bu, toy ve saf olarak nitelenebilecek
bir mantıktı. Hayatlarında bir kez olsun Meclis nasıl toplanır ve neler tartışır
görmemişlerdi. Ama Anayasa’ya ve Meclise, bir muskaya inanır gibi inanıyorlardı.
şeklinde değerlendiriyordu.422
Toplumsal açıdan bakıldığında, Genç Osmanlılar, padişaha meşrutiyeti kabul ettirdikleri
için iktidara geçme imkânına sahip olmuşlardı. Çünkü emir vermek ve devlet idare etmek
üzere yetiştirilmiş seçkin bir zümreye mensuptular. Jön Türkler, Genç Osmanlılar ile aynı
toplumsal değerleri paylaşmakla birlikte, toplumda aynı yere sahip değildiler. II.
Abdülhamit döneminde, padişahın çabaları sonucu, ıslahat hareketinin tabanı çok
genişlemişti. Genç Osmanlılar devlet kurumlarının mensupları ve ürünleri olmasına
karşılık, Jön Türkler yeni doğmakta olan meslek sınıflarına mensuptular. Bunların çoğu
devlet okulunda okumuşlar, ancak, tahsillerini tamamlayamamışlardı. İyi eğitim görmüş
olanların da devlet idaresi konusunda tecrübeleri yoktu. Aralarında tek bir tecrübeli devlet
adamı dahi yoktu.423
İdareci sınıftan olan Genç Osmanlılar, devleti yönetme hakkı kendilerine verildiği takdirde
Devleti kurtarabileceklerine inanmışlardı. Onlardan bir nesil sona gelen Jön Türkler ise
kendilerini yönetici olarak yeterli görmüyorlardı. Dolayısıyla hiçbir zaman yüksek
421
Ahmad; a.g.e., s. 37.
422
A.g.e., s. 38.
423
Ahmad; a.g.e., s. 38.
151
makamları ele geçirmeyi düşünmediler.424 Bu çerçevede Keyler de, Jön Türk düşüncesinin
ön planında bir iktisadî
program değil, devleti kurtarmayı amaçlayan bir siyasî
eylemciliğin yer aldığını, Jön Türklerin başlıca kaygısının Osmanlı Devleti’nin malî
özerkliğini ve coğrafî bütünlüğünü yeniden kurmak olduğunu, böylece devleti kurtarmak
söyleminin, bürokrasinin ayıcalıklı konumunu değiştirmeden geleneksel düzeni korumanın
sembolik formülü olduğunu, Jön Türkler tarafından Avrupa’nın etkisinin sadece siyasî
düzeyde yorumlandığını ve bu nedenle de Avrupa kamuoyunun, Osmanlı Devleti’ndeki
istibdatı ve Padişahın baskılarını denetlemeye hazır olması nedeniyle olumlu bir şekilde
değerlendirildiğini, Jön Türklerin teşhis edebildikleri hastalıklara çare olarak sadece idarî
reform önerirken hem hastalığın, hem de tedavinin iktisadî
yönlerinden habersiz
olduklarını ifade etmektedir.425
Ahmad’a göre, İttihatçılar siyasî fikirlerle derinliğine ilgili olmadıklarından, getirdikleri
formüllerin çoğu basit ve saf bir nitelikteydi. Dik kafalı, inatçı, kendi yaptıkları dışında
yapılagelmişleri önemsemeyen insanlardı. Biçimlenmemiş bir meşrutiyetçilik kavramı
dışında gelecekteki eylemlerini tayin edecek ilkelerden yoksundular. Değer ölçüleri;
kolektif disiplini bireycilikten üstün gören, siyasetin merkezî ve oligarşik bir denetim
altında bulunması gerektiğini savunan küçük ve itibarı kıt bir grubun değer ölçüleriydi.
Kendilerini bir buluş sahibi olarak görüyorlar ve daha önceki hareketlere bazı şeyler borçlu
olduklarını düşünmüyorlardı. Yegâne emelleri, Jön Türk hareketini, modası geçmiş ve
yozlaştırıcı olarak niteledikleri liberalizm mikroplarından temizlemekti.426
Osmanlı’nın son dönem aydınlarından Celal Nuri (İleri) de Atî gazetesinde çıkan 6 Kasım
1918 tarihli yazısında Enver, Cemal ve Talat üçlüsünün işbaşına getirdikleri İvT
yönetiminin oligarşik bir cumhuriyet olduğunu ileri sürmekte ve şunları yazmaktaydı:
Almanya, (ve) Avusturya-Macaristan’da millet saltanattan şikayet ediyor. Rusya’da da öyle
idi. Binaenaleyh o gibi yerlerde yapılacak şey imparatorluğu devirmekti. Bizde acaba öyle
midir? Ben vaziyeti makûs (aksi) görüyorum. 10 Temmuz (1908)’dan sonra Saltanat’a
424
A.g.e., s. 38.
425
Keyder; a.g.e., s. 78-79.
426
Ahmad; a.g.e., s. 223.
152
ismen ve şeklen değil, fiilen nihayet (son) verildi. Merkez-i Umumî (Genel Merkez) namıyla
oligarşik cumhuriyet vücut buldu.427
İvT diğer partilere karşı sert bir sindirme politikası izliyordu. Özellikle diğer partilerin
yayın organları kapatılıyor, diğer partilerin gazetelerini satan çocuklar dövülüyor ve diğer
partilerin üyeleri işkenceye bile maruz kalıyorlardı. İvT’nin 1 numaralı kurucusuyken
anlaşmazlığa düşüp Demokrat Partiyi kuran İbrahim Temo bile tehdit edilmişti. Gümülcine
Milletvekili İsmail Bey tarafından verilen gensoru önergesinin tartışmaları sırasında parti
üyelerinden Demokrat Partili Mustafa Bey’e yapılan işkencede kullanılan aletler ve
sökülmüş tırnaklar kürsüden gösterilmişti.428
Ahmad,
İttihatçıların
iktidarı
ele
geçirdiklerinde, her ne pahasına olursa olsun
kaybetmemeye kararlı olduklarını, bunun için de her yola başvurmaya hazır olduklarını,
iktidar peşinde koşarken hiçbir şey tanımadıklarını, kendilerine muhalefet edenleri ve
başkaldıranları da suçlu olarak gördüklerini, bu gruba girenlerin de bunun cezasını
hayatlarıyla ödemeye hazırlıklı olmaları gerektiğini belirtmektedir.429 Zürcher de bu
konuda, İttihatçıların da içinde bulundukları Jön Türk hareketiyle ilgili olarak Ahmad’la
benzer görüşleri paylaşmaktadır: Jön Türk hareketinin toplumsal temelinden ya da arka
planından konuşurken, söz konusu olanın, rekabetçi bir ortamda çalışan açık ve demokratik
örgütler olmadığını hatırlamamız gerek... Bu yüzden Jön Türklerin sahip oldukları
toplumsal destek konusunda söylenecek çok az şey vardır.430
İvT dönemi siyasî, iktisadî ve soyal açıdan birçok önemli başlangıç ve hareketlere yön
vermiş olsa da Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sebep olmak gibi bir vebali üstlenmiş
olmaktadır. İvT ile ilgili bir başka gerçeklik de, Türk siyasî tarihine damgasını vuracak olan
particiliğin kötü anlamda İvT döneminde yerleşmiş olduğudur. Bizans devri partizanlığının
427
Selami Kılıç; II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete’e Türk Devrimi ve Fikrî Temelleri, Kaynak Yayınları,
İstanbul 2005, s. 39.
428
Erhan Afyoncu; “Partileri Eskiden Sopayla Kapatırdık”, Bugün, 16.03.2008.
429
Ahmad; a.g.e., s. 240.
430
Zürcher; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Mirası: Yeni Bir Dönemselleştirme Denemesi”, Savaş,
Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi: 1908-1928, (Çeviren: Ergun Aydınoğlu, 1. Baskı,
İstanbul 2005, s. 49.
153
hortlaması olarak kabul edilecek partizanlığın, karşı fikir ve parti anlayışını vatan
hainliğiyle eşdeğer tutan bir değerlendirme içinde oluşunu getirdiği sonuç, Balkan
Savaşı’nda açıkça ortaya çıkacaktır.431
Meclis-i Mebusan ikinci kez açıldıktan hemen sonra, örgütlerini siyasî bir partiye
dönüştüren İvT, diktatoryal eğilimler sergilemeye başlayınca, Fedekaran-ı Millet Fırkası
adlı ilk muhalif partinin meydan okumasına maruz kaldı. İvTF’nın tepkisi bir
hoşgörüsüzlük örneğiydi. Muhalif fırka, devlete ihanetle suçlanmıştı. Sonraları, sanıklar
temize çıkarıldıkları zaman, bunun, suçu muhalefete yüklemek için İvT’nin bir komplosu
olduğu açığa çıkmıştı. Bu görüntü diğer muhalefet partilerine karşı da tekrarlanmıştı. İvT
sonunda sıkıyönetim ilanıyla ve seçimleri yenilemeyi reddetmekle, kendi diktatörlüğünü
kurmuş oldu.432
İvT’nin bir başka yadîgârı ise, II. Meşrutiyet İlanında olduğu gibi, 31 Mart Vakası’nda ve
sonrasında da Orduyu hep siyasetin içinde tutarak, Ordunun siyasîleşmesine
göz
yummasıdır. Hatta Ordunun, İvT lehine siyaset yapmasına çalışmasıdır.433 Son görevi
Sadrazamlık olan Mahmut Şevket Paşa, Ordunun siyasete karışmasını zararlı görerek,
İvTF’ndan, Ordunun siyasetten ayrılmasını istediğinde, İvTF Cemiyetin yegâne dayanak
noktası olan kuvvet ancak Ordudur. diyerek Sadrazamın bu isteğini reddediyordu.434
Mahmut Şevket Paşa Suikastı (11 Haziran 1913), İvT’nin ülkede muhalefeti sindirerek Tek
Parti Yönetimi kurmasına yol açtı. Bu durum Mondros Mütarekesi sonrasına kadar devam
etti. İvT, bu süre içerisinde, 1914 yılında seçimlerin yapılmasına rağmen, Meclisi devre
dışı bırakarak geçici kanunlarla ülkeyi yönetti ve Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na
girişi gibi hayatî kararlar aldı.435
II. Abdülhamit’in hal edilmesi sonrasında, Saray, siyasette belirleyici rol oynayan bir
kurum olmaktan çıkmış, Bâb-ı Âlî önce dolaylı olarak, sonra da doğrudan İvT hakimiyeti
431
Eriş; a.g.m., s. 601.
432
Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 180.
433
Eriş; a.g.m., s. 601.
434
Kocabaş; a.g.e., s. 242-245.
435
Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 482.
154
altına girmiştir. İvT’nin kendini vatan kurtarıcı teşkilat olarak görmesi ve muhalefeti vatan
hainliğiyle eş tutan bir anlayışa sahip olması II. Meşrutiyet Döneminin iktidar - muhalefet
ilişkilerinin sertleşmesine ve iktidar değişimlerinin seçim dışı yöntemlerle gerçekleşmesine
sebep olduğu kadar, daha sonra Türk siyasî hayatı üzerinde derin tesir icra edecek bir
Tek Parti geleneğinin kurulması sonucunu doğurmuştur.436
İttihatçılar, tarih tarafından haşin bir şekilde yargılanmışlardır. Zor, baskı ve dehşetle kamu
hayatının vahşileştirilmesi, Ordunun politikaya sokulmak suretiyle askerîleştirilmiş
hükümet ve siyasîleştirilmiş komuta gibi ikiz musibete yol açılması, içeride ve dışarıda
doğrudan doğruya devletin yıkılışına yol açan politikalar takip edilmesi gibi pek çok
nedenlerden dolayı kınanmışlardır.437
1908’den 1918’e kadar olan olan yılların bilânçosu, ilk bakışta cidden karadır. II.
Meşrutiyet Devriminin yüksek ümitleri çabucak suya düşmüş ve meşrutî Hükümetin
düzenli ilerlemesi, tertip ve karşı tertip, baskı ve fesat, tiranlık, sindirme ve yenilginin
perişan silsilesi içinde sona ermiştir. Bu olumsuzlukların yanısıra, tüm Jön Türk ve
hizip ve komitelerinin en büyük endişesi, o zaman kadar açık bir tehlike içinde olan
devletin bekasıydı.438
Bu dönemin literatüründe, yabancı öğretiler yine siyasal ve toplumsal eleştirilerin teorik
temellerini sağladı. Bu yabancı entelektüel etkilerin kaynağın yine Fransa olmakla birlikte,
18’inci yüzyılın Aydınlanma felsefesi439 yerine, 19’uncu yüzyılın sosyal bilimi Türk
reformcu ve devrimcilerinin düşüncesine hâkim oldu. Ortaya çıkan ilk etki Comte’unki
idi.440 O’nun pozitivist sosyolojisi Ahmet Rıza’ya İvT’nin ilk yorumlamalarını ilham etti ve
Türkiye’de laik radikalizmin daha sonraki gelişmesini derinden etkiledi. Prens Sabahattin
436
A.g.m. s. 484.
437
Kocabaş; a.g.e.; s. 226.
438
A.g.e.; s. 226.
439
Aydınlanma (felsefesi) hakkında ilave-detaylı bilgi için bkz. Murat Tazegül; Modernleşme Sürecinde
Türkiye, Birinci Basım, Babil Yayınları, İstanbul 2005, s. 39-40. Levent Köker; Demokrasi Üzerine Yazılar,
İmge Kitabevi, İstanbul 1992, s. 156-162. Macit Gökberk; “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”,
Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, s. 291-296 ve Fehmi Baykan; Aydınlanma Üzerine Bir Derkenar,
Kaknüs Yayınları, 1. Basım, İstanbul 2000.
440
Lewis; a.g.e., s. 230-231.
155
de kendi rakip okuluna bir felsefe ararken bunu Le Play’in ve özellikle Demolins’in
öğretilerinde buldu. Onların fikirleri Prens Sabahattin’in Şahsî Teşebbüs ve Adem-i
Merkeziyet (yerinden yönetim-decentralization) doktrininin temelini attı. Son olarak Ziya
Gökalp, ilk işlenmiş teorik formüllendirmesini ve kurduğu fikrî çerçeveyi, sosyolojide,
özellikle de Durkheim sosyolojisinde buldu.441 Bu ekollerin ortak bir özelliği, sosyolojiyi
bir tür felsefe ve hatta din olarak ele almak ve ahlakî, toplumsal, siyasî ve hatta dinî
sorunlar üzerinde sanki vahiy
kudretinde bir kaynak olarak sosyolojiyi görmek
eğilimleridir.442
441
Lewis; a.g.e., s. 230. Durkheim’ci Pozitivizm hakkında bigi için bkz. Keat; Urry; a.g.e., s. 97-106.
A.Comte’un düşünceleri, 19’uncu yüzyılın sonlarında Osmanlı aydınlarının bir çoğunu cezbetmiştir.
Sosyolojiyi pozitif ilim gibi vazetmesi ve toplumu aklî yöntemlerle yönlendirilebilir görmesi (toplum
mühendisliği anlayışı), Osmanlı modernleşmecilerinin gerek acilcesine, gerekse dinî düşünüş kalıplarından
gelen bütüncül ve düzenci ihtiyaçlarına denk düşmüştür. İvT’nin isminin ilham kaynaklarında da, Comte’un
ilkeleri görülebilir. Bkz. Murtaza Korlaelçi, “Pozitivist Düşüncenin İthali”, Türkiye’de Modern Siyasî
Düşünce, Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi, C. 1, 5. Basım, İstanbul
2003, s. 215. Sosyolojiye bir bilim bir kurtarıcı bir bilim olarak ilgi duyan Osmanlı modernleşmesinin
müstesna ilham kaynaklarından Le Play, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da muhafazakâr ideolojiyi
canlandırmaya çalışan bir düşünürdür. Aydınlanma karşıtı olup, geleneksel toplumu modernliğin etkisine
karşı korunmasına yönelik çözümler aramıştır. Onun, içinde olduğu muhafazakârlığı, bilimsel fikirler
aşılayarak modernleştirme yönelimi, faşist ideolojilerin hazırlayıcılarından olmuştur. Bkz. Kaan Durukan;
“Prens Sabahattin ve İlm-i İçtima, Türk Liberalizminin Kökenleri”, Türkiye’de Modern Siyasî Düşünce
Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi, s. 153. Science Sociale adı verilen
sosyoloji kurucusu Le Play (1806-1882) Prens Sabahaddin’i etkileyen düşünürlerden biridir. Toplumlarda
kurulu düzenin, barışın ve mutluluğun sağlanması için Tanrı’ya bağlılığın ve aile yapısının korunmasının
gerekli olduğunu savunan Le Play, ekonomik dengesizlikleri düzeltmek için işçiler ile işverenlerin kuracağı
yeni bir düzende devlet müdahalesine gerek olmadan, işverenlerin çalışanlara daha rahat bir hayat
sağlamalarının zorunlu olduğunu belirtmiştir. Bkz. Hanioğlu; a.g.m., s. 384
442
Osmanlı-Türk aydınının Batı ile temasının yoğunlaştığı 1870’li yıllar sonrasına bakıldığında Batının
önemli kentlerine giden seçkinlerin, pozitivist düşünce ve bu düşüncenin ideologlarıyla çok sıkı ilişkiler
içinde olduğu görülmüştür. Yeni Osmanlıların bu ilişkileri, pozitivist fikirlerin ülkemize intikalinde önemli
bir rol oynamıştır. Yine dönemin önemli devlet adamlarından Mithat Paşa da Fransa’da Comte’un
talebeleriyle görüşmüş ve fikirlerinden etkilenmiştir Ortaya koyduğu pozitivist felsefeyi benimsemek
açısından Müslümanların Hıristiyanlardan daha müsait olduğuna inanan Comte, Tanzimat’ın mimarlarından
Mustafa Reşit Paşa’ya bir mektup göndermiş ve fikirlerinin Osmanlıların kurtuluşu için iyi bir reçete
olduğunu belirtmiştir. Jön Türk hareketi içinde yer alan aydınlar arasında pozitivizmden etkilenmeyen kimse
yok gibidir. İvTC’nin bir dönem liderliğini yapmış olan Ahmet Rıza, Paris’te kaldığı yıllarda Paris
pozitivistlerininin başı olan Pierre Lafitte’den dersler almıştır Pozitivist dergilerde yazı yayımlayacak kadar
pozitivizmden etkilenen Ahmet Rıza, Padişaha sunduğu bir layihada bir uzmanlar zümresi olmaksızın
hükümet etme ilminin gereklerinin yerine getirilemeyeceğinden bahsetmiştir. Comte’un fikrî öncüsü SaintSimon’un düşüncelerini yansıtan bu görüş, Ahmet Rıza Bey’in düşüncesinin kökenlerine işaret etmesi
bakımından dikkate değerdir. Jön Türkler, Paris’te yaptıkları toplantılara pozitivist ideolog Pierre Lafitte’yi
davet etmişler, Ahmet Rıza bu toplantıların birinde kendi gayelerinin de pozitivizmin ünlü sloganında
vurgulandığı gibi bütün güçleriyle düzen ve ilerlemeyi gerçekleştirmek olduğunu belirtmiştir. Ahmet Rıza ve
diğer Jön Türklerin pozitivizme bağlılıkları o noktaya varmıştır ki kurdukları Cemiyetin adını Comte’un
ünlü Ordre et Progres (düzen ve ilerleme) sloganından esinlenerek küçük bir değişiklikle İttihat ve Terakkî
olarak belirlemişlerdir. Ahmet Rıza tarafından Paris’te bir Jön Türk yayını olarak çıkarılan Meşveret
156
Diğer partilerin sadece siyaset yapması için yönelttiği ısrarlı taleplere karşı İvTC,
kendisinin toplumu ileriye götürme misyonunu yüklenmiş kutsal bir teşkilât olduğu
cevabını veriyor ve buna itiraz edenleri de Cemiyet üyelerinin sık kullandığı tabirlerden
birisiyle, sebükmağzan443 olarak tanımlıyordu. Siyaset, bu kutsal teşkilâtın ulvî amaçlarına
ulaşması için yeterli olmayan ama gerekli bir araçtı. Zaten İvT’nin muhalefet gibi bir görevi
kabul edilemez bulmasının en önemli nedeni, söz konusu amaçlara ulaşabilme, toplumu
aydınlığa çıkartma için siyaseti kendi tekelinde tutmak arzusuydu. Sadece siyaset yapmak
ise eğitimsiz halk yığınlarını kandırma amaçlı bir eylemden başka bir şey değildi ve böylesi
siyaset zararlı olabilirdi. Bu tür dar anlamda siyasetçilerin ise, meşrutî idarenin getirdiği
kazanımlardan rahatsız olan eski rejim taraftarları olmaları ihtimalini de göz ardı etmemek
dergisinin başlık yazısında Ordre et Progres yer almış, ayrıca Comte’un icat ettiği pozitivist takvim
uygulanmıştır. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısı ve 20’inci yüzyılın ilk çeyreği pozitivizmin pek çok ülkede etkili
olduğu yıllardır. Ülkemizde de Beşir Fuad, Ahmet Rıza, Rıza Tevfik, Salih Zeki, Hüseyin Cahit ve Ziya
Gökalp gibi önde gelen yazar ve politikacılar pozitivist akımından etkilenmişlerdir. Mardin, Comte’çu
epistemolojik yaklaşımların bir tekrarı olan bu görüşlerin bir benzerinin de Ahmet Rıza Bey tarafından ifade
edildiğini, Ahmet Rıza Bey’e; göre nasıl ki maddî varlıklar birbirlerine objektif tabiat kanunlarıyla bağlıysa,
toplumsal olayların da tıpkı doğada olduğu gibi belirli yasalar çerçevesinde cereyan ettikleri, işte bu nedenle
toplumların ilerlemesinin ancak ilerlemenin sırlarına vakıf olan bir seçkin grubunun rehberliğinde
gerçekleşeceği ifade edilmektedir. Bkz. Söğütlü, a.g.tez, s. 31-33. Osmanlı aydını, Batıda olduğu gibi burjuva
benzeri çevresel güçlerin sözcüsü olarak ortaya çıkmamış, aksine bozulan devlet düzenini yeniden tesis etmek
üzere devlet tarafından yetiştirilmiş kişilerden oluşmuştur. N.Mert, Osmanlı aydınının bu niteliğinden dolayı
Batı entelektüellerinden farklı olduğunu ve daha ziyade 19’uncu yüzyıl Polonya ve Rus aydınları için
kullanılan intelijansiya tabirinin Osmanlı aydını için daha uygun düşeceğini belirtmektedir. M.A.Kılıçbay da
Osmanlı aydını ile Batı aydını arasında önemli farklar bulunduğunu, zira Batı aydınının sadece entelektüel
kaygılarla fikir üreten ve mevcut ideoloji ve fikirleri eleştiren bir kişi iken Osmanlı aydınının ise daha ziyade
aydınlanan değil, aydınlatan kişi olduğunu, bunların Batı kaynaklı her fikri devletin kurtuluşuna çare olacak
bir kurtuluş reçetesi olarak gördüğünü ve harekete geçtiğini, bu nedenle Batı aydınının bir öğrenci, Osmanlı
aydınının ise bir öğretmen tavrı içinde olduğunu belirtmektedir. Cemil Meriç ise her iki grubun da Batıdan
gelen her fikri bir nas olarak kabul ettiğini ve bunun da eleştirel düşünce geleneğine sahip olamamalarından
kaynaklandığını belirtmektedir. Bkz. Söğütlü; a.g.tez, s. 31. Nuray Mert; Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir
Bakış, Bağlam Yayınları, İstanbul 1994, s. 61 ve Mehmet Ali Kılıçbay; “Osmanlı Aydını”, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. I, s. 56.
443
Sebükmağzan: Farça sebük ve mağz kelimelerinden oluşan bileşik bir kelime olup, bileşik kelimenin
sonuna gelen an takısı da kelimeyi çoğul yapmaktadır. Kelime olarak anlamı hafif beyin(li)ler olup, belli bir
grup insan ya da topluluk için akılsız kafalar, aklı kıt insanlar, akılsızlar, beyinsizler, cahiller, eğitimsiz halk
kitlesi, güruh ya da ayak takımı anlamında kullanılmaktadır. II. Meşrutiyet yıllarında İvTC/İvTF tarafından
muhaliflerine ve yandaşı olmayanlara karşı küçümseyici ve aşağılayıcı anlamda kullanılan bu kavram, 1950
seçimleri öncesinde sade vatandaşa karşı kimi siyasetçiler tarafından kullanılan ayak takımı ve hasso-memo
söylemleri, 2007 yılı genel seçimlerinin ardından yine vatandaşa karşı kimi politikacılar ve gazete köşe
yazarları tarafından kullanılan seçmenin kullandığı oyun rasyonalitesi (mantığı / akıllıca bir yanı) yok,
göbeğini kaşıyan adam ve bidon kafalılar söylemleri aynı politik tavrı anımsattığı gibi, bu ifadelerde kendi
düşüncesine mutlaklık izafe eden seçkinci bir tavır ve anlayış da sözkonusudur. Araştırmacının notu.
157
gerekir. Muhalefet partilerinin kendilerinin de meşrutî rejime en az İvT kadar bağlı
oldukları iddiası, bu kurumun liderlerince samimi ve inandırıcı bulunmuyordu.444
1908 İhtilâli sonrasında liberal bir parlâmenter düzene geçileceğini uman çevreler büyük
hayal kırıklığına uğramışlardı. İvTC içinde 1905 yılından itibaren, Ahmed Rıza Bey gibi
pozitivizmi Osmanlı resmî ideolojisi haline getirme hayalleri kuran entelektüeller gitgide
arka plânda kalırken, Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nâzım, Talat, Ömer Naci Beyler gibi
komitecilik vasıfları ağır basan liderler ön plâna çıkmışlardı. Bu gibi liderlerin elinde
pragmatizmi ilke edinen İvT, temel amacı olan İmparatorluk kurtarıcılığını gerçekleştirmek
için değişik siyasetleri uygulamakta bir sakınca görmüyordu.445
31 Vakası’na kadar olan devrede İvT’nin tekelci ve başka hiçbir siyasî teşekkül ve şahıslara
hayat hakkı tanımayan tavrı, henüz paylaşımcı bir siyaset geleneğinin oluşmadığı bir
iklimde pek de şaşırtıcı görülmemelidir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra da ittihad-ı
tammeden ve ittihad-ı anasırdan bahseden İvT, artık bu kavramlardan kendisine kayıtsız
şartsız itaat ile tüm vatandaşların kendi etrafında uslu ve uysal bir şekilde toplanmasını
kasdediyordu. Çünkü artık en büyük ve (II. Abdülhamit’e rağmen) rakipsiz bir iktidar
merkeziydi.446
1908 İhtilâli'nin getirdiği bir diğer değişiklik de o zamana kadar yerel hanedanlar, tarikatlar
ve bürokratik klikler aracılığıyla yapılan siyasetin partiler tarafından icra edilmeye
başlanmasıydı. Bahse konu unsurlar da kısa sürede kendilerini yeni şartlara uydurmuşlar ve
siyasete bu yeni kanalla katılmaya başlamışlardı. Ancak burada karşılaşılan temel sorun
partilerarası mücadelenin eşit kurumlar arasında yapılmamasıydı. Kendini vatanı felâketten
kurtaran bir Cemiyet-i Mukaddese (Kutsal Cemiyet/Topluluk) olarak kabul eden İvT, bu
nedenle tüm partilerin üzerinde olduğunu düşünüyordu. Bunun sonucunda ise kendisine
muhalefet, vatan hainliği ile eşanlamlı oluyordu.447
444
M.Şükrü Hanioğlu; “Tarihi Gelişimi İçinde Yüksek Siyaset”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset
ve Tarih, 1. Basım, Bağlam Yayınları, İstanbul 2006, s. 130.
445
Hanioğlu; “Doksan Altı Yıl Sonra 10 Temmuz”, a.g.e., s. 259.
446
Birinci; a.g.m., s. 194.
447
Hanioğlu; a.g.m., s. 260.
158
II. Meşrutiyetin İlanı öncesinde Padişahın istibdatına (!) karşı mücadele ettiklerini ve
ülkeye hürriyet getirerek kurtaracaklarını (!) dile getirenler ne hazindir ki iktidara
geldiklerinde bu söylemlerine karşı dahi büyük bir çelişkiye düşecek eylem ve söylemlerde
bulunmaya başladılar. Ülkede II. Meşrutiyetin ilanı öncesi mutlakiyetten kaynaklanan bir
istibdat idaresi varken, II. Meşrutiyet’ten sonra da (özelllikle 1913-1918 döneminde) Tek
Parti Diktatoryası vardı. O dönemi yaşayan önemli şahsiyetlerden Rauf Orbay’ın siyasî
hatıralarında Bir zamanlar hürriyet uğrunda mücadele edenlerin ilk safında bulunan Talat
Bey’in, sadrazam paşa olunca ‘Millet henüz meşrutî idareye hazır değildir. Münevver
(aydın) bir istibdat idaresi zaruridir!’ dediğini işitmiştim.448 şeklinde dile getirilen hususlar
istibdatın devam ettiğini teyit edici mahiyettedir. Tunaya, II. Meşrutiyet’in hürriyeti boğan
bir hürriyet olayına sahne olduğunu, eski hürriyet savaşçılarının yeni istibdatçılar haline
geldiği, İvT’nin yasama ve yürütümeyi kendi kontroluna alınca kamu hürriyetlerinin de
iktidar partisinin dilediği gibi kısıtlayacağı bir alan içine girdiğini,
adı
geçen
partinin
hâkim parti olarak giderek parlamentarizmi ortadan kaldırdığını ve fiilî bir Tek Parti
Diktatörlüğü doğurduğunu dile getirmektedir.449
İvT’nin muhaliflere hayat hakkı tanımayan tekelci tavrı, Hüseyin Cahit Yalçın’ın
Meşrutiyet Hatıraları ismli makalesinde şu şekilde ifade edilmektedir: Memlekette bir
teşkilat ve idare kabiliyeti, bir samimiyet ve vatan muhabbeti varsa bu yalnız İttihat ve
Terakkî’de toplanmıştı. Onun haricindeki kuvvetler, sırf kendi şahsî ve millî menfaatleri
namına Türk vatanını yıkmak için çalışan menfî, zararlı ve hain unsurlardan yahut hakikati
bilmeyecek kadar düşüncesizlerden ibaretti.450
448
Orbay; a.g.e., s. 232. Anayasa Hukuku profesörü olan Ali Fuat Başgil de 1948 yılında Vatan gazetesinde
yazdığı bir makalede Başıma inen haksız bir yumruğun sahibi kim olursa olsun, bunun bence önemi yoktur.
Haksız yumruk ister bir hâkimiyet hakkına dayanan bir hükümdar yumruğu, ister arkasını milletin manevî
şahsına dayamak suretiyle hükmeden bir şahıs veya zümre yumruğu olsun, bu aynıdır. Mutlakiyet,
egemenliğin şahsî veya kolektif olmasından değil, kuvvet dengesizliğinden, hak ve hürriyetin
teminatsızlığından doğar... şeklindeki ifadeleriyle meşrutî bir idarenin, hak ve özgürlükler için bir yeter şart
değil, bir ön şart olduğuna ve meşrutî görünümlü sistemlerde de istibdat olabileceğine dikkat çeker. Bkz.
Taha Akyol; “Prof. Başgil'e Saygı”, Milliyet, 02.04.1998 ve Taha Akyol; “Ali Fuat Başgil’e Saygı”, Bilim ve
Yanılgı, s. 120.
449
Tunaya; a.g.e., s. 136.
450
Birinci; a.g.m., s. 194.
159
Kongar, İvTF’nin önderliği altında süren, Devletçi-Seçkinci dönemin, başarısız milliyetçilik
ve bölük pörçük Batılılaşma çabalarıyla belirlendiğini, üstelik Batının siyasal ve ekonomik
denetiminin de aynen sürdüğünü, bu dönemin sadece, erken Cumhuriyet Dönemi seçkinleri
için, Cumhuriyet idaresinin kuruluşu konusunda bir deneme birikimi olarak anlam
kazandığını belirtmektedir.451
İvTF çizgisinde birleşmiş Jön Türk yazar ve siyasetçilerinin ana gövdesi, Aydınlanma
ve Fransız İhtilali geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan insanlardan oluşuyordu. Dünya
görüşlerini, pozitivizmin Büchnerci bir maddecilikle karışık popüler bir biçiminden
devşirmişlerdi. Elbette, pozitivizmin, Fransız Devriminin mirasıyla olan ilişkisi muğlâk
olup, bu ilişki devrimci dönemin kargaşasına ve aşırılıklarına karşı bir tepki olarak
görülebilir. Entelektüel mahiyetteki bu tepki de, entelektüel bir elit ve bir fikir aristokrasisi
tarafından otoriteryen bir idareyi öngörür. İttihatçılar (ve erken Cumhuriyet Dönemi
seçkinleri de) açıkça bu otoriteryen ve elitist bakışı paylaşırlar. En büyük ilham kaynakları
(Fransız sağındaki (özellikle subaylar arasındaki) popülerliği kitlelere duyulan derine
işlemiş bir korkuya bağlı olan) kitle psikolojisinin kurucusu Gustave Le Bon’du (Le Bon,
Fransa’da Action Française/Fransız Devrimcileri ve İtalya’da da faşistler için büyük bir
ilham kaynağıydı.) Ama İttihatçılar’ın (ve erken Cumhuriyet Dönemi seçkinlerinin) çoğu,
her ne kadar, popüler demokrasiyi, sanayileşen bir toplumda demode bulan 19’uncu
yüzyılın son dönemindeki düşünürlerinden ilham almışlarsa da; aynı zamanda, onlarınki
radikal değişiklik içeren, rasyonalizme dayalı evrensel gerçeklerce rehberlik edilen
toplumsal ve siyasal bir projeydi. Ne de olsa, pozitivizmin özü, bilim yasalarına benzer
evrensel yasaların toplumların evrimini belirlediği varsayımındadır. Bu anlamda, hem genel
olarak pozitivistler, hem de özel olarak İttihatçılar (ve erken Cumhuriyet Dönemi
seçkinleri), Aydınlanmanın ve Fransız İhtilalinin varisleridir.452
451
452
Kongar; a.g.e., s. 140.
Erik Jan Zürcher; “Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası ve Siyasal Muhafazakârlık”, (Çeviren: Özgür
Gökmen), Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 5 (Muhafazakârlık), İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 41.
Seçkinci düşüncenin önemli şahsiyetlerinden Gustave Le Bon hakkında detaylı bilgi için bkz. Edward Mc
Nall Burns; Çağdaş Siyasal Düşünürler, (Çeviren: Alaaddin Şenel), 1. Baskı, Birey ve Toplum Yayınları,
Ankara 1984, s. 274-277.
160
İvT, kendine muhalefet gibi bir rolü asla uygun görmediği gibi iktidarı tekelinde tutmak
için her çareye başvurmaktan çekinmiyordu. Muhalefetin de iktidarı ancak eylemle ele
geçirmenin mümkün olduğuna kanaat getirmesi nedeniyle bu alandaki değişimler seçimler
yoluyla gerçekleşmiyordu. Bu baskıcı iktidar-komplocu muhalefet ilişkisinin günümüze
değin etkileri olduğu da şüphesizdir.453 İvT’nin entelektüelizmden daha basit ve daha
milliyetçi bir çizgiye kayması ve muhafazakâr eylemciliği ilke edinmesi, bu örgütün, genç
subaylar arasında önemli bir taraftar kitlesi bulmasına yol açmıştı. İhtilâl’in vurucu gücü bu
subaylar olduğu gibi, bu kitle Ordudaki hiyerarşiyi tedricen darmadağın ederek kontrolü
altına almıştı. 1913 yılında tamamlanan bu süreç sonrasında Ordu,
Colmar von der
Goltz'un 454 Das Volk in Waffen (Millet-i Müsellâha ya da bugünkü adıyla Ordu Millet veya
Askerî Toplum) kuramı çerçevesinde bir Osmanlı millet-i müsellahası yaratmak amacıyla
siyasetin önemli aktörlerinden birisi haline gelmişti. Bu ise bir anlamda, 1826'da siyaset
dışı bırakıldığı düşünülen bir kurumun yeniden ve değişik bir şekilde siyasete ağırlığını
koyması demekti. Bunun da modern Türk siyasetindeki dengelere kadar uzanan etkileri
olduğu şüphesizdir.455
453
Hanioğlu; a.g.m., s. 260.
454
1881’de Fransa’nın Tunus’u, İngiltere’nin de Mısır’ı işgali, Sultan’ı bu iki devletten iyice soğutuyor,
Alman nüfuzunun Osmanlı Devleti’ne girmesine kapı açıyordu. 1882’de Albay Kaehler, Yzb. Komphövener,
Yzb. von Höve ve Yzb. Ristow’dan oluşan bir Alman Askerî Heyeti, Türkiye’ye gelir. 1884 yılında da askerî
eğitim ve öğretim sisteminin ıslahı için yapılan talep üzerine 1883 yılında Bnb. Colmar Von der Goltz
Türkiye’ye görevlendirildi. Colmar von der Goltz’un Türkiye’deki görevi süresince yaptığı faaliyetlerden ve
giriştiği ilişkilerden Almanya hesabına dört görevi üstlendiği görülmektedir: Genç subaylara Alman
hayranlığı aşılamak, Osmanlıların Alman silahlarını satın almalarını sağlamak, Sultan ve İdareyi Almanya’nın
safında tutmak ve İstihbarat. Goltz’un asıl görevi Harp Okullarını bir düzene sokmak olmuştur. Okullarla
ilgili görev, Almanya’ya bulunmaz bir fırsat veriyordu. Gelecek için hesaplar yapan Goltz, Türkiye’de
Almanya’nın etkinliğini sağlayacak ve Alman Doğu Politikası’nın işine yarayacak genç subaylarla sıkı
ilişkiler içerisinde bulunarak onların saygısını kazanmaya çalışıyordu. Goltz özellikle genç subay gruplarıyla
sıkı ilişki kurmanın gerekliliğini anlamıştı. Bkz. Kocabaş, Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 53-55. Alman
askerî heyeti, Sultan’ın Almanya saflarından uzaklaşmaması için Orduyu bir baskı unsuru olarak da
kullanmayı amaç edinmişti. Bkz. Kocabaş, Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 57 ve İlber Ortaylı; Osmanlı
İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Kaynak Yayınları, İstanbul 1983, s. 78-79.
455
Hanioğlu; a.g.m. , s. 260-261.
161
İKİNCİ BÖLÜM
MİLLÎ MÜCADELEDE BİRİNCİ MECLİS DÖNEMİ
2.1. MONDROS’TAN MÜTAREKESİ’NDEN HEYET-İ TEMSİLİYE’YE GİDEN
YOL
1917 yılı başında Sait Halim Paşa’nın456 Sadrazamlıkan çekilmesinden beri o mevkide
bulunan Talat Paşa’nın 4 Ekim 1918 tarihinde istifa etmesi457 üzerine yeni Hükümeti
kurmakla görevlendirilen ve İttihatçıların dışında bir kabine kurmak isteyen Ahmet Tevfik
(Okday) Paşa458 bu çabalarından sonuç alamıyordu.459 Kabinenin kurulması için yaşanan
güçlükleri gören ve o sırada Güney Cephesinde bulunan Mustafa Kemal Paşa 14 Ekim
1918 tarihinde Padişah Başyaveri Naci Bey’e gayet mahremdir (çok gizli) gizlilik dereceli
bir telgraf göndererek Osmanlı Ordularının savaş gücünü kaybettiğini, düşman baskısının
artmış olması nedeniyle bir an önce barışa gidilmesi gerektiğini, aksi halde yurdun
456
Sait Halim Paşa (1863-19219, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunudur. Kahire’de doğdu ve Avrupa’da
eğitim gördü. 1888’de Şura-yı Devlet üyeliğine, 1912’de Şura-yı Devlet Reisliğine, 1913‘te Hariciye
Nazırlığına atandı. 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesini takiben sadrazamlığa getirildi.
Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesine karşı çıktıysa da 1917’ye kadar sadrazamlık görevini sürdürdü. 1917
yılında istifa ederek görevi Talat Paşa’ya devretti ve Ayan üyesi oldu. 1919 yılında İngilizler tarafından
tutuklanarak Malta’ya sürüldü. Serbest kalınca gitmiş olduğu Roma’da 1921 yılında bir Ermeni tarafından
öldürüldü. Bkz. Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 507-508.
457
Talat Paşa Hükümetinin istifası konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Yılmaz Çetiner; Son Padişah Vahidettin,
14. Baskı, Epsilon Yayınları, İstanbul 2005, s. 29-30.
458
Kırım hanedanı soyundan gelen Ahmet Tevfik (Okday) Paşa (1845-1936), 1895-1909 arası Hariciye
Nazırlığı yaptı. 1909’da bir ay, 1918-1922 arasında dört kez sadrazamlık yaptı. Osmanlı Devleti’nin son
sadrazamı ve Sultan Vahidettin’in de dünürüydü. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 485 ve Akşin; Jön Türkler, s. 308.
Ahmet Tevfik Paşa’nın hayatı için bkz. Şefik Okday; Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Ata Ofset, İstanbul
1986. Ahmet Tevfik (Okday) Paşa’nın ilk kabinesi hakkında detaylı bilgi için bkz. Sina Akşin; İstanbul
Hükümetleri ve Millî Mücadele, Cem Yayınevi, İstanbul 1983, s. 78-145.
459
Sina Akşin; “Siyasal Tarih 1908-1923”, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye, Cem Yayınevi, 7. Basım,
İstanbul 2002, s. 66. Selahattin Tansel; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. I, Millî Eğitim Bsmv., Ankara
1990, s. 13-15 ve Feridun Ergin; K.Atatürk, Duran Ofset Matbaacılık, İstanbul 1978, s. 76.
162
baştanbaşa kaybedilmesi ihtimalinin bulunduğunu belirtti ve Sadaretin de Müşir Ahmet
İzzet (Furgaç) Paşa’ya460 verilerek, yeni Kabineye kendisi ile birlikte Fethi461, Tahsin, Rauf
(Orbay)462, Azmi ve İsmail Canbolat Beylerin girmesini istedi ve bu isteklerin Padişaha
duyurulmasını istedi. Naci Bey de Mustafa Kemal Paşa’nın bu isteklerini Padişaha iletir.463
Ahmet Tevfik Paşa’nın kabineyi kurmakta başarılı olamaması üzerine, Ayan Meclisi
(Senato) üyelerinden Erkan-ı Harbiye Ummiye eski Başkanı (eski Gnkur. Bşk.) Müşir
Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa, Padişah tarafından Hükümeti kurmakla görevlendirildi.464
460
Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa (1864-1937). Arnavut kökenli Osmanlı subayı ve devlet adamıdır. Goltz Paşa
ile birlikte çalıştıktan ve Almanya’da eğitim aldıktan sonra 1897’de Yunan Savaşı’na katıldı ve daha sonra
Suriye ile Yemen’de görev yaptığı sırada Balkan Savaşı çıktı. İstanbul’a dönünce Gnkur.Bşk.lığına,
Başkumandan Vekilliğine ve Harbiye Nazırlığına atandı. Sonuncu görevini 1914 yılında Enver Paşa’ya
devretti. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesine karşı çıktı ve 1916 yılında Doğu Cephesi’ndeki II. Ordu
Komutanlığına getirilinceye dek savaş alanında sorumluluk almadı. Mütareke’nin imzalanmasından (Talat
Paşa’dan) sonra 25 gün süreyle sadrazamlık yaptı. Tevfik Paşa’nın Kabinesinde de Dahilie Nazırlığına
getirildi. Mustafa Kemal’le pazarlık etmesi için İstanbul’dan Eskişehir’e gönderildiğinde zorla Ankara’ya
götürüldü. Hürriyetine kavuşmak için görevinden istifa etti. Ama kısa bir süre sonra yine Tevfik Paşa
Hükümetinde Hariciye Nazırı olarak görev yapmayı kabul etti. Bir yurtsever olmasına rağmen Anadolu
hareketine katılmadı. İstiklal Savaşı’nın bitiminde devlet görevinden emekliye ayrıldı. Bkz. Mango; a.g.e.,
s. 616 ve Zürcher; s. 497. Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa hakkında ilave bilgi için bkz. Tekdaş; a.g.e., s. 716-717
ve Orhan Bayrak; Büyük Nutuk’ta Kim Kimdir, 1 Basım, Milenyum Yayınları, İstanbul 2004, s. 32-33.
461
Fethi Okyar (1880-1943)’ın biyografisi için bkz. Mete Tunçay; Tek Parti Yönetiminin Kurulması (19231931), Yurt Yayınları, Ankara 1981, s. 250-251 ve Mango; a.g.e., s. 623.
462
Hüseyin Rauf Bey (1881-1964). Bir Osmanlı amiralinin oğludur. 1913 yılında Balkan Savaşı’nda
Hamidiye Kruvazörü komutanı olarak ülke çapında ün kazanan bir deniz subayı oldu. I. Dünya Savaşı’nda
Donanma’da ve İran’da bir Osmanlı ajanı olaak görev yaptı. Rusya ile yapılan Brest-Litovsk Görüşmeleri’nde
Osmanlı delegasyonunda yer aldı. Mondros Mütarekesi’nde Osmanlı delegasyonunun başkanlığını yaptı.
Mayıs 1919’da millî direnişi örgülemek üzere Anadolu’ya geçti. Son Osmanlı Mebusan Meclisinde millî
direniş yanlısı grubun başkanlığını yaptı. İstanbul’un işgalini takiben İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü.
1992’de sürgünden söndükten sonra BMM Hükümetinde Vekillik ve Heyet-i Vekile Reisliği yaptı. 1923’te
Halk Fırkası içinde Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’ya karşı muhalefeti yönetti. 1924’te TpCF’yi kurdu.
1926 İzmir Suikastı’nın arkasındaki beyin olmakla suçlandı ve gıyabında 10 yıl siyasî sürgün cezasına
mahkûm oldu. 1936’ya kadar yurt dışında yaşadı. 1942-1944 yılları arasında Londra Büyükelçiliği yaptı. Bkz.
Zürcher; a.g.e., s. 495-496. Rauf Orbay’ın hayatı ve siyasî hatıraları konusunda bilgi için bkz. Rauf Orbay;
Siyasî Hatıralar, 2.Baskı, Örgün Yayınevi İstanbul 2005, s. 601-626, Mustafa Alkan; “Hüseyin Rauf Orbay
ve Siyasî Hayatı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Atatürk Araştırma Merkezi Bsmv., Temmuz 2004,
Ankara 2004, s. 59 ve Bayrak; a.g.e., s. 205.
463
Tansel; a.g.e., C. I, s. 15 ve Lord Kinross; Atatürk Bir Milletin Doğuşu, 13. Basım, Akdeniz Yayıncılık,
s. 159-160. Bahse konu telgraf metni için bkz. Orbay; a.g.e., s. 108-109, Tansel; a.g.e., C. I, s. 15 ve Lord
Kinross; Atatürk Bir Milletin Doğuşu, 13. Basım, Akdeniz Yayıncılık, s. 159-160.
464
Sina Akşin; “Siyasal Tarih 1908-1923”, s. 66. Tansel; a.g.e., C. I, s. 15 ve Lewis; a.g.e., s. 239.
163
Padişah, bahse konu telgrafı Ahmet İzzet Paşa’ya göstermesine, Enver Paşa’nın Orduyu
Mustafa Kemal Paşa’dan başkası idare edemez. demesine ve Mustafa Kemal Paşa’nın da
Harbiye Nazırı olarak kabineye girme konusunda Ahmet İzzet Paşa’ya başvurmasına
rağmen, Ahmet İzzet Paşa, Yıldırım Orduları Komutanlığına tayin edileceği gerekçesiyle
Mustafa Kemal Paşa’nın bu dileğini yerine getirmemişti.465
Ahmet İzzet Paşa 14 Ekim 1918 tarihinde yeni Kabinesini açıkladı. Yeni Kabinede Ahmet
İzzet Paşa hem Sadrazam, hem de Harbiye Nazırı olarak görev yapacaktı. Kabinenin
kurulduğunu öğrenen Mustafa Kemal Paşa büyük üzüntü duydu. Rakibi Enver Paşa artık
safdışı kaldığına göre kendisini Harbiye Nazırlığı için en doğal aday olarak görüyordu.
Böyle düşünmesinin bir nedeni de, Alman Cephelerini gezmek üzere Almanlar tarafından
davet edilen Vahidettin’e Almanya gezisi esnasında yaver olarak refakat etmiş
olmasıydı.466
19 Ekim günü de Mebusan Meclisinde yeni Hükümetin programı okundu ve bunu takiben
de Ahmet İzzet Paşa bir açıklama yaptı. Gerek Hükümet programından, gerekse bu
açıklamadan, Osmanlı Ordularının ve Müttefiklerinin cephelerdeki güç durumları nedeniyle
savaşı sona erdirecek bir mütarekenin imzalanmasının her işten daha öne alındığı
anlaşıldı.467
Padişah Vahidettin ile Kabine arasında ilk anlaşmazlık mütareke için seçilecek delege
konusunda çıktı. Taht güvenliğini ön planda tutan padiah Vahidettin, daha önce dul kalan
kızkardeşi Mediha Sultan’la evli olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan, silik ve
465
Akşin; a.g.m., s. 66. Tansel; a.g.e., s. 15 ve Ergin; a.g.e., s. 76 ve Kinross; a.g.e., s. 160. İlave bilgi için
bkz. Zürcher; a.g.e., s. 200. Padişah ve Sardrazam, dağılan Orduyu toparlayabilecek inisiyatif sahibi bir
generalin Anadolu’da bulundurulmasına ihtiyaç duyuyorlardı. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın Kabineye
girmesi, İttihatçıları kızdırabilirdi. Bkz. Ergin, a.g.e., s. 76. 30 Ekim 1918 tarihinde Sadrazam Ahmet İzzet
Paşa, General Liman von Sanders’e telgraf çekerek, Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığının komutasını
Mustafa Kemal Paşa’ya devrederek İstanbul’a dönmesini ister. Ertesi gün, Mustafa Kemal Paşa, Adana’da
General Liman von Sanders’ten görevi teslim alırken, Alman General, Mustafa Kemal Paşa’yla ilgili övgü
dolu konuşmasını yenildik diye bitirir Mustafa Kemal Paşa da Savaş Mütefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ama
bizi ilgilendiren savaş, İstiklal Savaşımız, ancak şimdi başlıyor şeklinde Alman generale mukabelede bulunur.
Bkz. Uluğ İğdemir; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1919-1918, 2. Baskı, TTK Bsmv.,
Ankara 1988, s. 1. Kinross; a.g.e., s. 164 ve Çetiner; a.g.e., s. 35.
466
Akşin; a.g.m., s. 66 ve Ergin, a.g.m., s. 76.Yeni Kabinenin üyeleri için bkz. Tansel; a.g.e., C. I, s. 16.
467
Tansel; a.g.e., s. 16.
164
mecnunvarî,
İngiliz
yanlısı,
HvİF
yanlısı, Damat Ferit Paşa’nın, mütareke için
görevlendirilecek heyete başkanlık yapmak üzere görevlendirilmesini Sadrazam Ahmet
İzzet Paşa’ya teklif ettiyse de bu teklif Kabine tarafından kesinlikle kabul edilmedi.
Sonuçta, Hükümet tarafından Bahriye Nazırı Rauf Bey başkanlığında bir heyetin
Mondros’a gönderilmesi kararlaştırıldı.468
Kût-ül Emare’de esir edildikten sonra İstanbul’da ikameti sağlanan İngiliz Generali Charles
Townshend’in arabuluculuğuyla İtilaf Devletleri ile mütareke imkânı sağlandı.469 Neticede
30 Ekim 1918 tarihinde, İtilaf Devletleri adına İngilizlerin Akdeniz Donanmasının
Komutanı Amiral Arthur Gaugh Calthorpe ile Bahriye Nazırı Miralay Hüseyin Rauf Bey
başkanlığındaki Osmanlı heyeti arasında Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda
Agamemnon Zırhlısı’nda imzalanan Mütareke Osmanlı Devleti’nin tam anlamıyla teslim
olmasıydı.470 Alman yazar Fritz Rössler’e göre, bu Mütareke’yle Osmanlı Devleti’nin
468
Ergin, a.g.e., s. 76-77. Kinross; a.g.e., s. 161 ve Hülya Özkan; İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele
Karşıtı Faaliyetleri (4 Mart 1919-16 Ekim 1920), Gnkur.Bsmv., Ankara 1994, s. 6. Mondros Mütaresi için
görevlendirilen heyet başkanının seçimi ve Mütareke’ye giden Türk delegasyonuna verilen sekiz maddelik
talimat konusunda bilgi için bkz.Tansel; a.g.e., C. I, s. 20-22. Osmanlı Heyeti: Rauf Bey, Reşad Hikmet,
Yarbay Sadullah ve Sekreter Ali Fuad (Türkgeldi)’dan oluşuyordu. Heyetin seçimi tartışmaları için Bkz., Ali
Fuad Türkgeldi; Görüp İşittiklerim, TTK Bsmv., Ankara 1951, s. 151. Türk İstiklâl Harbi. C. l. Gnkur. Harp
Tarihi Yayını. s. 31-32.
469
470
Tansel; a.g.e., s. 17-18 ve Özkan; a.g.e., s. 5.
Zürcher; a.g.e., s. 194. Kinross; a.g.e., 163. İğdemir; a.g.e., s. 1. Lewis; a.g.e., s. 239. Çetiner; a.g.e., s.
36-38 ve Gotthard Jaeschke; Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi (30 Ekim 1918-11 Ekim 1922), TTK Bsmv.,
Ankara 1970, s. 1. Mütareke’ye esas olan metin her ne kadar Mondros’taki Osmanlı delegasyonu (Hüseyin
Rauf, Reşat Hikmet ve Sadullah Beyler) tarafından da ağır bulunmuşsa da müzakereler sonucunda Amiral
Caltrophe Mütareke şartlarının kabul edilmemesi durumunda İstanbul’a zorla gireceğini belirtmiştir. Rauf
Bey, Caltrophe’un tehdidi üzerine, müzakereleri keserek İstanbul’a dönmek ya da Mütareke’yi imzalamak
şıklarından birinin tercihi konusunda Hükümet ile temas kurmuş, Ahmet İzzet Paşa Kabinesi de ittifakla
Mütarekename şartlarını kabul ederek imzalanması konusunda da Rauf Bey’i yetkili kılmıştır Padişah
Vahidettin’in ise herhangi bir şekilde bu Mütarekename ile bir ilgisi olmamıştır. Bkz. Orbay; a.g.e., s. 604.
Mütareke’nin imzalanmasını takiben İstanbul’a dönen Rauf (Orbay) Bey Devletin ve milletin bağımsızlığı,
Saltanatın hukuku ve milletin onuru tamamen kurtarılmıştır. Yaptığımız Mütareke, ümit ettiğimizin çok
üzerindeydi. şeklinde beyanda bulunmuştur. Rauf Bey, 2 Kasım 1918 tarihli Tasvir-i Efkâr ve Yenigün gibi
gazetelerden anlaşılacağı üzere, basına Mondros’u bir zafer olarak sunmuştur. İmzaladığımız mütareke
sonunda devletimizin bağımsızlığı, Saltanatın hakları tamamen kurtarılmıştır. Bu mütareke yenen ile yenilen
arasında imzalanmış olan bir mütareke değil, belki savaş durumundan çıkmak isteyen iki devlet arasında
imzalanabilecek, çatışmalara son veren bir belge niteliğindedir. Bkz. Doğan Avcıoğlu; Millî Kurtuluş
Tarihi, C. I, Tekin Yayınevi, İstanbul 1998, s. 14-16. Mondros Mütarekesi ve maddeleri hakkında bkz. Yusuf
Hikmet Bayur; Türkiye Devletinin Dış Siyasası, 2. Baskı, TTK Yayınları, Ankara 1993, s. 23-24. İsmail
Soysal; Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C. 1, TTK Yayınları, Ankara 1989, s. 12-14. Öncesiyle ve
165
yıkılışı imzalanmış oluyordu. Mustafa Kemal Paşa, Mütareke şartlarını öğrenince, Osmanlı
Devleti’nin sadece kayıtsız şartsız kendini düşmana teslim etmekle kalmadığını, hatta
memleketin istilasında düşmana yardım ettiğini ileri sürdü.471 Nitekim Mütareke’yi takiben
yaşanan talihsiz gelişmeler de Mustafa Kemal Paşa’yı haklı çıkaracaktır.
Mütareke’nin imzalanmasını takiben 2/3 Kasım 1914 gecesi İvT’nin ileri gelenleri olan
sabık Sadrazam Talat Paşa, Sabık Başkumandan Vekili Enver Paşa ve Sabık Bahriye Nazırı
Cemal Paşa ile Dr. Nazım ve Dr.Bahaeddin Şakir’in Almanların Lorely adlı elçilik
vapuruyla Odesa (Rusya)’ya kaçmalarına göz yumduğu ileri sürülen Ahmet İzzet Paşa
Hükümetine gerek muhalefet, gerekse de Padişah sert tepki göstermişti.472 Meclisteki İvT
mebusları da kaçan liderlerinin aleyhlerine dönmüşler ve sorumluların adalate hesap
vermesini istiyorlardı. Fethi (Okyar) Bey473, Mehmet Cavit Bey474 ve Şeyhülislam bu
Sonrasıyla 100 Soruda Mondros Mütarekesi ve Sevr Anlaşması, Gnkur.Bşk.lığı Yayını, Ankara 2001,
İbrahim Sadi Öztürk; Mondros, Sevr, Lozan Antlaşmaları, Ankara Ticaret Odası Yayını, Ankara 2004, s. 1113. Yusuf Hikmet Bayur; Atatürk’ün Hayatı ve Eserleri I, Gün Ofset Ltd.Şti, Ankara 1997, s. 173-178.
Şerafettin Yamaner; Sevr ve Lozan, Harp Akademileri Bsmv., İsanbul 1999 ve Gnkur. ATASE Bşk.lığı
Atatürk Arşivi, Kutu No: 33, Gömlek No: 11. Mütareke’nin imzalandığı geminin isminin Agamemnon
olması çok dikkat çekicidir. Bu zırhlı daha önce 18 Mart 1918 tarihinde İngiliz-Fransız Müttefik
Donanmasının Çanakkale Boğazı’na yaptığı deniz saldırısında en öndeki gemiydi. Agamemnon, Yunan
mitolojisinde Sparta Kralı Menelaos’un büyük kardeşi olup, kralın, konuk prens olarak sarayına kabul ettiği
Truva’Iı bir erkek olan Paris’le kaçan karısının ihanetini ağabeyi Agamemnon’a anlatması üzerine,
Agamemnon’un kumandasındaki ordu iki yıl içinde hazırlığını bitirir ve Truva’ya saldırır. Araştırmacının
notu.
471
Ergin, a.g.e., s. 77 ve Tansel; a.g.e., C. I, s. 31. Mondros Mütarekesi’nin ardından Mustafa Kemal Paşa’nın
Mütareke hakkındaki düşünceleri konusunda ilave bilgi için bkz. Bayur, Atatürk’ün Hayatı ve Eserleri I,
s. 178-179. Mustafa Kemal Paşa’nın, İstanbul’da tutacağı yolun ana çizgilerini, Adana’dan ayrılacağı sırada
silah arkadaşı Ali Fuat Paşa ile yaptığı bir konuşmada açıkça belirtir: İngilizlerin Mütareke hükümleri dışına
çıkarak durmadan yeni istekler ileri sürmeleri ve işgallerde bulunmaları üzerinde duran Mustafa Kemal
Paşa, Ali Fuat Paşa’ya ‘Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi,
bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve bütün Ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır.!
dedi. Bkz. Bayur, a.g.e., s. 229.
472
Tansel; a.g.e., C. I, s. 41. Orbay; a.g.e., s. 212-224 ve Lewis; a.g.e., s. 239-240. Enver, Cemal ve Talat
Paşa’ların yurtdışına kaçışı konusunda ilave bilgi için bkz. Çetiner; a.g.e., s. 38-41. Fethi Okyar; Üç Devir’de
Bir Adam, (Yayına Hazırlayan: Cemal Kutay), Tercüman Tarih Yayınları, İstanbul 1980, s. 250-251. Samih
Nafiz Tansu; İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, Tan Matbaası, İstanbul 1960, s. 386-388 ve - , Türkiye
Cumhuriyeti 80 Yıl Kronolojisi, 2. Baskı, Anadolu Ajansı Yayınları, Ankara 2004, s. 2. Talat, Enver ve
Cemal Paşaların biyografileri için bkz. Ziya Şakir; Yakın Tarihin Üç Büyük Adamı, Muallim Fuat Gücener
Yayınları, İstanbul 1944. Cemal Paşa’nın hatıraları için bkz. Cemal Paşa, Hatıralar: İttihat ve Terakkî
I. Dünya Savaşı Anıları, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2006.
473
Ali Fethi (Okyar) Bey (1880-1943) 1907 yılında İvT’ye katıldı, 1911 yılında parti genel sekreteri oldu.
Enver Paşa’yla anlaşmazlığa düştükten sonra milletvekilliği, Sofya Büyükelçiliği ve Nazırlık (1917) yaptı.
1918 yılında Hürriyetperver Avam Fırkasını kurdu. Mütareke sonrasında İngilizler tarafından Malta’ya
sürüldü. 1922 yılında ülkeye döndükten sonra Anadolu hareketine katıldı. Milletvekilliği görevine ek olarak
166
hücumların boy hedefiydi. Padişah, Mondros’a delege seçilirken iradesine karşı gelenleri
affetmemişti. Önce istemediği kişilerin Kabineden çıkarılmasını talep etti. Birkaç gün sonra
da Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’yı görevden çekilmeye davet etti.475
Müttefikler, sözde Rusya’daki Bolşevik tehlikesine karşı koymak, gerçekte ise Osmanlı
Devleti’nin parçalanması konusunda daha önce kendi aralarında yapılmış olan gizli
anlaşmayı uygulamak maksadıyla 13 Kasım 1918 tarihinde, Yunan Averof zırhlısı dâhil 55
adet kadar büyük savaş gemisinden oluşan bir donanmayla İstanbul’a gelerek Dolmabahçe
önüne demir attılar ve aynı gün karaya asker çıkarmaya başladılar. Böylece İstanbul’da
işgal ya da Mütareke Dönemi denen dört yıllık acı günler başladı.476
Dâhiliye Vekilliği ve ilki 1923’te, ikincisi de 1924-1925’te olmak üzere iki kez başbakanlık yaptı. Daha sonra
Atatürk’ün isteği üzerine SCF’yi kurduğu üç aylık dönem dışında sürekli büyükelçilik görevlerinde bulundu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün eski ve yakın arkadaşlarındandır. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 485. Fethi Okyar’ın
biyografisi için bkz. Hamit Bozarslan; “Ali Fethi Okyar”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 7
(Liberalizm), 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 108-115 ve Mango; a.g.e., 623.
474
Mehmet Cavit Bey (1875-1926) Selanikli bir dönmenin oğludur. 1896’da Mülkiye’yi bitirdi. Daha sonra
İvT ile birleşen Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin ilk üyelerindendir. II. Meşrutiyet’i takiben Selanik’ten mebus
seçildi. Birçok kez Maliye Nazırlığı (Bakanlığı) ve bir kez de Nafia (Bayındırlık) Nazırlığı yaptı. 1919’da
ülke dışına çıktı. Kurtuluş Savaşı’nı takiben İvT’yi canlandırmak için girişimlerde bulundu. İzmir Suikasti
Davası’nda suçlu görülerek 1926 yılında idam edildi. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 501. Mehmet Cavit Bey’in
biyografisi için bkz. F.Hasan Arol ; “Mehmet Cavit Bey”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 7
(Liberalizm), s. 48-65 ve Mango; a.g.e., s. 619.
475
Ergin, a.g.e., s. 78. 10/11 Kasım 1918 tarihinde, Ahmet İzzet Paşa’nın gönderdiği telgrafa istinaden,
Mustafa Kemal Paşa görevini II. Ordu Komutanı Nihat Paşa’ya devrederek Adana’dan trenle İstanbul’a
hareket eder. Bkz. İğdemir; a.g.e., s. 6-7. Yıldırım Orduları Grubu ile 7. Ordu Karargahının kaldırılarak 7.
Ordu Kumandanı Musafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nezareti emrine verildiğine dair Sadrazam ve Harbiye
Nazırı Ahmet İzzet Paşa’nın tekliflerini onaylayan irade için bkz. -; Osmanlı Belgelerinde Millî Mücadele ve
Mustafa Kemal Atatürk, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara 2007, s. 271-272. Padişah
iradesinin orijinal metninin kopyesi için bkz. a.g.e., s. 590-592.
476
Sakaoğlu; a.g.e., s. 564-565. Tansel; a.g.e., C. I, s. 55. Lewis; a.g.e., s. 239-240. Jaeschke; a.g.e., s. 4.
Kemal Karpat; Türk Demokrasi Tarihi, AFA Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 50. Bu denli şartları ağır bir
Mütareke sonrası durum çok ümitsiz görünüyordu. Bu nedenle Padişah, Osmanlı yönetimi ve diğer devlet
ricali Devletin bekası için İngilitere yanlısı ya da İngiltere karşıtı olmayan bir politika ve tutuma
yönelmişlerdi. Bu çerçevede Tevfik Paşa’nın Morning Post gazetesine verdiği ve gazetenin 22 Kasım 1918
tarihli nüshasında yayımlanan demecinde Gayemiz İngiltere ile eski dostluğumuzu canlandırmaktır. İtilaf
Devletlerininin, bizi, biraz tecrübeli şahısların emrine vermeleri lazımdır. ifade edilmekteydi. Adana’da
Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevinden 10 Kasım’da ayrılarak İstanbul’a gelen ve (arkadaşı Ali
Fethi (Okyar) Bey’in sahibi olduğu) Minber gazetesinin kendisiyle yapmış olduğu mülakatı aynı gazetenin 17
Kasım 1918 tarihli nüshasında yayımlanan Mustafa Kemal Paşa da … İngilizlerin, Osmanlı milletinin
hürriyetini tanımada gösterdikleri saygı ve insanlık karşısında, sadece benim değil, bütün Osmanlı milletinin
de İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever/iyiliğini isteyen) bir dost bulamayacağı kanaatiyle hoşnut
olmaları pek tabidir. diyordu. Vakit gazetesinin 18 Kasım 1918 tarihli nüshasında yayımlanan mülakatında
Mustafa Kemal Paşa …Hükümetimiz ile Mütareke imzalayan devletlerin ve bu devletler adına Mütareke
şartlarını belirleyen Britanya Hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmek istemem. Söz
167
İzzet Paşa’nın sadareti ancak 25 gün sürdü. Görevlendirildiği mütarekeyi sağlayarak, yerine
eski bir sadrazam ve Londra büyükelçisi olan ve İngilizlerin teveccühünü kazanabileceği
umulan Ahmet Tevfik Paşa’ya bıraktı.477 Ahmet İzzet Paşa Hükümetinin 8 Kasım 1918
tarihinde istifa etmesi üzerine 11 Kasım 1918 tarihinde kurulan Ahmet Tevfik Paşa
Hükümeti 18 Kasım’da Meclisten güvenoyu aldı. İç politikanın dengesiz ve istikrarsız bir
yörüngeye girdiğini hisseden Vahidettin, Tevfik Paşa Kabinesinin kurulmasından üç gün
sonra 21 Aralık 1918 tarihinde Mebusan Meclisinde okunan fermanı ile İttihatçıların
çoğunlukta olduğu Mebusan Meclisini feshetti. İstanbul’da fiilî iktidar, artık Sarayın ve
galip devletlerin temsilcilerinin elindeydi.478
Ahmet Tevfik Paşa Kabinesi beklendiği kadar İngiliz yanlısı değildi. Bu nedenle İvT
kovuşturmaların aktif bir şekilde yürütülmesi mümkün olmayacaktı. İstanbul’daki İtilaf
Devletleri makamlarının sık sık emrivakîleri karşısında zor durumlar yaşayan Ahmet
Tevfik Paşa istifa etmiş, 13 Ocak 1919 tarihinde ikinci kabinesi, 24 Şubatta da üçüncü
kabinesini kurmuştu. Bu Hükümetin de 3 Mart 1919 tarihinde istifa etmesinin ardından
4 Mart 1919 tarihinde içinde bazı HvİF mensubunun bulunduğu, HvİF tarafından da
konusu belge (Mütareke) hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamayı gerektirecek bir husus görülüyorsa,
bunun nedenini hemen anlamak ve karşımızdakilerle anlaşmak gerekir. Doğal olarak, bu görev hükümetlere
düşer. Benim bildiğime göre, hükümetimiz bu konuda gereken girişimlerde bulunmuştur ve bulunmaktadır.
diyordu. Padişah Vahidettin 24 Kasım 1918 tarihinde Daily Mail muhabiri G.Ward Price ile yaptığı mülâkatta
En fazla İngiliz milletinin hoşuma gitmesi ve ona hayranlığım, bana babamdan miras kalmıştır. …. Ermeni
Tehciri meselesinde suçlular yakında cezalandırılacaktır. diyordu. Britanya Yüksek Komiserliği, Foreign
Office’in yönergesine uyarak, dikkatini özellikle Teceddüt Fırkasında yeniden örgütlenen İttihatçılara
yönelttiğinden dolayı, Mustafa Kemal Paşa’nın Söz gazetesine verdiği ve gazetenizin 29 Aralık 1918 tarihli
sayısında kimi kaynaklardan size bildirildiğine göre benim Teceddüt Fırkasına girdiğim konusunda bir haber
yayımlanmıştır. Bu haber doğru değildir. Ben askerî sıfat ve makamımla ilgimi sürdürmekteyim. Dolayısıyla
gerek olmayan bu haberin yalanlanmasını rica ederim. Bkz. Jaeschke; a.g.e., s. 4-6, 11. Mustafa Kemal
Paşa’nın 17 ve 18 Kasım 1918 tarihlerinde Minber gazetesine verdiği demeçler için bkz. Avcıoğlu; a.g.e.,
s. 122 ve Fikret Başkaya; Paradigmanın İflası, 8. Baskı, Maki Bas.Yay.Ltd.Şti, Ankara 2002, s. 58. Padişah,
Enver Paşa ve yandaşlarına karşı derin bir kin beslemekte ve bunların cezalandırılmasını isteyerek İngilizlerin
teveccühünü kazanmak düşüncesindeydi. Bunun için The New York Herald gazetesinden William Elis’e 1919
yılının Mart ayında İttihatçılara savaş açtım. Onları sonuna kadar izleyeceğim. Jaeschke; a.g.e., s. 110.
Devlet ricalinin bu denli İngiltere yanlısı demeçleri Mütareke sonrasında durumun ne denli vahim ve ümitsiz
oduğunun delilidir. Araştırmacının notu.
477
478
Lewis; a.g.e., s. 240.
Akşin; a.g.e., s. 70. Ergin, a.g.e., s. 79. Sakaoğlu; a.g.e., s. 564-565, Kinross; a.g.e., s. 169-174. Lewis;
a.g.e., s. 240. Paul C. Helmreich; Sevr Entrikaları Büyük Güçler, Maşalar, Gizli Anlaşmalar ve Türkiye'nin
Taksimi, Sabah Kitapçılık, İstanbul 1996, s. 79. İsmet İnönü; Hatıralar, (Yayıma Hazırlayan: Sabahattin
Selek), C. I, 1. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1985, s. 164.
168
desteklenen Damat Ferit Paşa Hükümeti kurulmuştur.479
Damat Ferit Paşa Kabinesi,
kuruluşu bakımından tam bir Hvİ Hükümeti idi.480
İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Richard Webb, Damat Ferit Paşa’nın sadarete gelince
kendisini ziyaret ederek, Kendisinin ve Padişah Efendisinin ümitlerinin Allah’tan sonra
İngiltere’de toplandığını ve bu mesajın İngiliz Hükümetine iletilmesini istediğini ifade
etmektedir.481 Ümide gerçekten pek az yer vardı. Hemen hemen sekiz yıl devam eden
savaşla bitkinleşmiş bir zamanların haşmetli Osmanlı Devleti yenilerek sırt üstü yere
serilmiş, Başkenti işgal edilmiş ve savaş dönemi liderleri de firar etmişti. Ülke parçalanmış,
yoksullaşmış, nüfusu azalmış ve maneviyatı kırılmıştı. Mağlup ve şevki kırılmış Türk halkı,
galiplerin hemen hemen tüm isteklerini kabule hazır görünüyordu.482
Padişahın ve nazırlarının ilk görevlerinden biri Jön Türklerin kalıntılarını ezmekti. 26
Kasım 1918’de Enver Paşa ve Cemal Paşa hakkında gıyaben Divan-ı Harp Mahkemeleri
açıldı. 1 Ocak 1919 da Ordudan tart edilen ayın sonunda da İvT Fırkasının eski liderleri ve
destekleyicilerine karşı bir dizi tutuklamalar ve kovuşturmalar başladı. Başkentteki yeni
479
Jaeschke; a.g.e., s. 13. İğdemir; a.g.e., s. 17. Bkz. Bayur, Atatürk’ün Hayatı ve Eserleri I, s. 267. 13 Ocak3 Mart 1919 tarihlerinde görev yapan II. Ahmet Tevfik (Okday) Paşa Hükümeti hakkında detaylı bilgi için
bkz. Akşin; İstanbul Hükümetleri ......., s. 148-193. Birinci Damat Ferit Paşa Hükümeti 15 Mayıs 1919
tarihinde Yunanlıların İzmir’i işgâline kadar 2.5 ay sürdü. Damat Ferit Paşa’nın 19 Mayıs’ta kurduğu ikinci
hükümet, 20 Temmuz 1919’a kadar devam edebildi. 21 Temmuz’da kurduğu üçüncü kabine ise 30 Eylül 1919
tarihinde sona erdi. 2 Ekim 2006 tarihinde kurulan Ali Rıza Paşa Hükümetinin 3 Mart 1920 tarihinde
düşmesini takiben kurulan Salih Paşa Hükümetinin 25 günlük iktidardan sonra çekilmesi, Tevfik Paşa’nın da
Hükümet kurmayı kabul etmemesi üzerine Damat Ferit Paşa 5 Nisan 1920 tarihinde dördüncü kez
sadrazamlığa geldi. Damat Ferit Paşa 30 Temmuz 1920 tarihinde (Sevr Barış Anlaşması’nın onaylanması
öncesinde) kabinesini yenilemek için istifa etti ve bir gün sonra da son kabinesini kurdu. Bu beşinci ve son
kabinesi 17 Ekim 1920’ye kadar devam etti. Damat Ferit Paşa’nın 13 aylık iktidarı sırasında önemli olaylar;
Meclis-i Mebusanın kapatılması, Sevr Barış Antlaşması’nı imzalaması ve Kuvâ-yı Milliyeye karşı
davranışlarıdır. Anadolu’da hiç sevilmeyen Damat Ferit Paşa, Millî Mücadelenin zafere ulaşması üzerine,
Avrupa’ya kaçtı. 6 Ekim 1923’te Fransa’nın Nice şehrinde öldü. Araştırmacının notu.
480
Akşin; a.g.e., s. 70. Ergin, a.g.e., s. 79. İğdemir; a.g.e., s. 14. Kinross; a.g.e., s. 169-174. 4 Ocak 1919
tarihinde de mebus seçiminin sulh akdine kadar tehirine dair irade yayımlanmıştır. Bkz. Jaeschke; a.g.e., s. 12.
481
482
Özkan; a.g.e., s. 25.
Lewis; a.g.e., s. 241. Millî Mücadeleye en son katılan askerî liderlerden Miralay İsmet (İnönü) Bey dahi
Mütareke sonrası dönemde çok umutsuzdur. Kazım Karabekir de anılarında, Mondros Mütarekesi sonrası
İnönü’nün 27 Kasım 1918 tarihinde kendisiyle İstanbul’da yaptığı görüşmede çok ümitsiz olduğunu, ………
Köylü olalım. Askerlikten istifa edelim Senin kaç liran var? Birleşelim. Kazım Ağa, İsmet Ağa olalım.
Çiftçilikle hayatımızı sürükleyelim……………. dediğini ifade etmekedir. Bkz. Nejdet Sançar; İnönü ile
Hesaplaşma, Afşın Yayınları, Ankara 1973, s. 244-245. Aynı konuda ilave bilgi ve benzeri ifadeler için bkz.
Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, Dünya Yayınları, İstanbul 1964, s. 10.
169
liderler arasında bağımsız yaşama arzusu bile iflas etmiş görünüyordu ve siyasal tartışma
Türk bağımsızlığının alacağı şekil ile Amerikan veya İngiliz Mandası’ndan hangisinin daha
iyi olduğu noktasında toplanıyordu.483
İtilaf Devletleri’nin baskısı üzerine 30 Ocak 1919 tarihinde başta İsmail Canbulat, Hüseyin
Cahit (Yalçın)484 iaşeci Kara Kemal485 ve Ziya Gökalp olmak üzere 27 İttihatçı gözaltına
alınarak Harbiye Nezareti’ndeki Bekirağa Bölüğü’ne hapsolunur.486
10 Mart 1919
tarihinde de İngilizlerin baskısıyla, Sait Halim Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi,
Rıfat (Menemenci), Halil (Menteş), Fethi (Okyar) ve Ahmet Emin (Yalman) gibi bazı
tanmış şahsiyetler tutuklanır.487
Yeni Hükümet hem İngilizlere yaranmak, hem de İvT mensuplarından nefret ettiği için
geniş çapta tutuklamalar yapar ve İvT mensupları aleyhindeki kovuşturmaları hızlandırır.
Bu çerçevede, Ermeni Tehciri’ndeki icraatlarından dolayı Boğazlıyan (Yozgat) Kaymakamı
Kemal Bey, Kürt (Nemrut) Mustafa Paşa’nın Başkanlık ettiği Divan-ı Harp kararı gereği
10 Nisan 1919 tarihinde idam edilmiştir.488
483
Lewis; a.g.e., s. 241.
484
H.Cahit Yalçın (1874-1957) Mekteb-i Mülkiye mezunudur. II. Meşrutiyetten önce yazarlık ve çevirmenlik
yaptı. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra hem mebus, hem de İvT ile sıkı bağlantıları olan günlük Tanin
gazetesinin başyazarı olarak sivrildi. 1920 yılında Malta’ya sürüldü. Sürgün dönüşünde 1922 yılından 1925
yılına kadar tekrar Tanin gazetesini yeniden çıkardı, reformları destekledi ama Cumhuriyet önderlerinin
otoriter eğilimlerine muhalefet etti. 1925 yılında tutuklanarak Çorum’a sürüldü. 1933 yılından sona Türk Dil
Kurumunun öz Türkçeci politikasına karşı çıktı. 1943 yılında milletvekili seçildi ve Tanin gazetesini yeniden
yayınlamaya başldı. 1948 yılnda CHP’nin yayın organı Ulus gazetesinin başyazarlığına getirildi. DP’ye
muhalefet etti. 1954 yılında 26 ay hapse mahkûm oldu. 1957 yılında vefat etti. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 495.
485
1918 yılında İvT’nin İstanbul’daki parti teşkilatının başında olan Kara Kemal, Enver ve Talat Paşaların
girişimiyle Karakol Teşkilatını kurmuştu. Bahse konu teşkilatın amacı; savaş sonrası ortamda İttihatçıları
korumak ve onları İtilaf Devletlerinin, İtilafçıların ve Hıristiyan cemaatlerinin öç almalarına karşı himaye
etmekti. Ayrıca, İstanbul’dan yetenekli insanlar, para, silah, erzak ve gereç göndermek suretiyle Anadolu ve
Kafkasya’daki direnişi güçendirmeyi amaçlıyordu. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 197-198.
486
Jaeschke; a.g.e., s. 15. İğdemir; a.g.e., s. 20 ve Bayur, a.g.e., s. 265-267.
487
İğdemir; a.g.e., s. 27. Bayur, a.g.e., s. 274-275 ve Çetiner; a.g.e., s. 89-90.
488
Akşin; a.g.m., s. 70-71. İğdemir; a.g.e., s. 30 ve Tansel; a.g.e., C. I, s. 119-120. Özkan; a.g.e., s. 29-32.
Damat Ferit Paşa ve Hükümetinin icraatları da Ermeni tezini teyit eder yönde olmuştur. Mesele Ermeni
yetimleri adına düzenlenecek konserler ve eğlencelerden vergi alınmasını kaldırmakla kalmamış Ermeni ve
Rum tehcirleri sırasında meydana geldiği ileri sürülen sözde zulümleri araştırmak üzere heyetler kurularak
ilgili yerlere gönderilmiştir. Ayrıca Adliye Nazırı Haydar Molla tarafından 25 Aralık 1918 tarihinde Ermeni
meselesi konusunda suçlu oldukları iddia edilenlerin Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanacakları ilân edilmiş;
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey de (sözde) Ermeni katliamından suçlu bulunarak idam edilmiştir. Detaylı
170
8 Şubat 1919 tarihinde İstanbullular adeta bir tiyatro sahnesi izledi. Daha önce İstanbul’a
vapurla gelmiş olan ve Merkezi Selanik’te bulunan Fransa Yakın Doğu Orduları Komutanı
olan General Franchet d’Esperey, 8 Şubat 1919 tarihinde Romalı komutanların zafer
alaylarını andıran bir törenle ve azınlıkların çılgın alkışları arasında beyaz bir ata binmiş
olarak Galata’dan Beyoğlu’ndaki Fransız Büyükelçiliğine gitti.489 Süleyman Nazif, 9 Şubat
1919 tarihinde bu olayı protesto amacıyla Kara Bir Gün başlıklı bir yazı yazar. 490
bilgi için bkz. İsmet Parmaksızoğlu, Ermeni Komitelerinin İhtilâl Hareketleri ve Besledikleri Emeller,
Ankara, 1981, s. 129-192 ve Tansel; a.g.e., C. I, s. 119-120. Divan-ı Harb-i Örfi kurularak Kemal Bey gibi
sözde katliamdan suçlu bulunanların tereddüt edilmeden idam edilmesi tabii ki meselenin kapanmasını
sağlamamış, bilakis uluslar arası bir mesele haline dönüşmesini kolaylaştırmıştır. İttihatçıların sözde Ermeni
katliamıyla itham edilmelerinde olduğu gibi Divan-ı Harb-i Örfi’nin kurulması ve verdiği kararlar, Damat
Ferit Paşa Hükümetinden önce görev almış olan üst düzey yöneticilerin bir bir öldürülmelerine zemin
hazırlamıştır. Millî Mücadele döneminde dahi siyasî bir baskı aracı olarak aynı gerekçeyle tutuklamalar ve
sürgünlerin yapılması İstanbul yönetiminin bencil, aciz ve teslimiyetçi tavrını ortaya koymaktadır.
Araştırmacının notu. İstanbul’un İtilâf Devletlerince işgalinden sonra İngilizler Bâb-ı Âli’ye baskı yaparak
Ermeni katliamı suçuyla Türk liderlerini yargılamış, suçları sabit görülmeden yakalananları (Harbiye
Nezareti’nde, daha ziyade siyasî suçluların hapsedildiği) Bekirağa Bölüğünde tutuklamış ve sonra Malta
adasına sürmüşlerdir. Ermeni vurucu timlerinin idam listelerinde isimleri bulunan Paşalar da yurt dışına
çıktıklarından gıyaben mahkûm edilmişlerdir. Onların peşini bırakmamakta kararlı olan İngilizler Almanya’da
bulundukları yolunda haber aldıkları Enver, Talat, Cemal ve Said Halim Paşalar ile Dr. Nazım, Bahattin
Şakir, Cemal Azmi Beylerin bu ülkeden iadelerinin sağlanması için Damat Ferid Paşa’ya baskı yapmışlardır
Bkz. Osmanlı delegeleri 30 Haziran 1919 tarihinde Paris Konferansına verdikleri takrir ile Almanya’ya iltica
etmiş olan İttihat Terakkî Hükümeti ricalinin muhakeme ve tecziye edilmek üzere Müttefikler tarafından
oradan aldırılmasını istemişlerdir. Bkz. Bayur, a.g.e., s. 37. İngiliz Gizli Servisi’nden Sir Andrew Ryan’ın
bizzat takip ettiği teşebbüslerden de bir sonuç alamayan İngilizler kendi metotlarıyla İttihatçı avına
çıkmışlardır. Yine İngiliz istihbaratından Aubert Herbert Almanya’da Talat Paşa’ya ulaşmış ve kısa bir
konuşma yapmıştır. Bu konuşmada Talat Paşa’nın Mustafa Kemal hareketine yardımcı olmak üzere İslâm
ülkelerinden destek aradığı, yurt dışında Müttefiklere karşı ciddî bir muhalefet hareketini örgütlediği ve kısa
bir süre içinde Ankara’ya iltihak edeceğine dair haberler teyit edilir. Üstelik Talat Paşa, Türkiye’ye uygun bir
barış antlaşmasına İngiltere imza koymadıkça Pan-Turan ve Pan-İslâm hareketlerini İngiltere aleyhine atağa
kaldıracağı tehdidinde bulunmuştur. Talat Paşa’nın dile getirdiği hususlar İngilizleri olduğu kadar Rusları da
tedirgin etmiştir. Bu gelişmelerden sonra İngiliz ve Rus istihbaratları işbölümü yaparak Talat Paşa’nın
idamını kararlaştırmışlardır. Ancak hükmün Ermeni komitecileri tarafından infaz edilmesi kararlaştırılacak ve
5 Mart 1921 tarihinde Talat Paşa Berlin’de Erzurum asıllı Ermeni komiteci Sogomon Tehlerian tarafından
şehit edilecektir. Yedi yıl sonra görülen mahkemede olay saptırılarak Ermeni meselesi sebebiyle Türklerin
suçlandığı bir mahkemeye dönüştürülmüştür. Türk tarafının temsil edilmediği mahkemede mahkûm edilen
Türkler olmuştur. Bu davadan sonra vuku bulan Ermeni suikastleri, suçlarını meşrulaştırıcı ve dolayısıyla
katillerinin salıverildiği siyasî bir boyut kazanacaktır. Said Halim Paşa 6 Aralık 1921’de Roma’da,
Dr.Bahaeddin Şakir 17 Nisan 1922’de Berlin’de, Cemal Azmi 17 Nisan 1922’de yine Berlin’de, Cemal Paşa
da 21 Temmuz 1922’de Tiflis’te benzer tertiplerle öldürülmüşlerdir. Bkz. Mim Kemal Öke; Ermeni Sorunu
1914-1923, TTK Yayınları, Ankara, 1991, s. 242-243. Jaeschke; a.g.e., s. 178 ve Yeşilyurt; Atatürk-Karabekir
Kavgası, s. 186-189.
489
490
Sakaoğlu; a.g.e., s. 565. İğdemir; a.g.e., s. 21 ve Lewis; a.g.e., s. 240
Jaeschke; a.g.e., s. 16.
171
İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı olan General Milne’in491 emri üzerine 28 Mayıs 1919
tarihinde İstanbul’da Bekirağa Bölüğünde tutuklu bulunan 67 kişiden 55’i Malta’ya, 12’si
de Mondros’a sürgüne gönderildi. İzmir’in işgali ve sürgünleri protesto amacıyla Fatih,
Sultan Ahmet, Üsküdar ve Kadıköy’de mitingler yapıldı.492
Mütareke’den sonra İstanbul ve Ankara’da önemli siyasal gelişmeler olmuştur. Üylerinin
çoğu 1918 yılında dağılan İvTC üyelerinden oluşan yerel gruplar, Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri493 adı altında, millî bağımsızlığı kurtarmak amacıyla örgütlenmişlerdi. Mustafa
Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçmeden önce, bu grupların bazılarıyla ilişki
kurmuş, bunların ileri gelenleriyle izlenecek hareket tarzını görüşmüştü. Öte yandan
Anadolu’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile 20. Kolordu
Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa yardım vaat etmişlerdi. İlaveten, Mustafa Kemal
Paşa’nın İstanbul’da Harbiye Nezaretinde görev yapmakta olan yakın arkadaşı Miralay
İsmey (İnönü) Bey ile Fevzi (Çakmak) Paşa494 da hükümet merkezindeki durum hakkında
kendisini düzenli olarak bilgili kılıyorlardı.495
491
General Milne, 1916'da Makedonya'daki İngiliz kuvvetlerinin başına geçti. 1919'da İngiliz işgal kuvvetleri
komutanı olarak İstanbul'a girdi. Anadolu'da başlayan millî hareketlerden endişelenerek, İstanbul
Hükümetinden, Ordu Müfettişi olarak Sivas'a gönderilen Mustafa Kemal'in geri çağrılmasını ve çete
hareketlerinin durdurulmasını istedi. Bir yandan da İzmir ve çevresini içine alan Milne Hattı'nı belirleyerek,
Yunanlıların Ege'yi işgalini kolaylaştırdı. Araştırmacının notu.
492
Sakaoğlu; a.g.e., s. 566 ve Jaeshke, a.g.e., s. 36-38.
493
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin gayesi, yurdu düşman işgaline karşı savunmak, memleket topraklarının
paylaşılmasını önlemek ve insan haklarını korumaktı. 1920’de tüm dernekler (A-RMHC adı altında)
birleştiler, partizanca gayeleri bir tarafa iterek, ortak gayenin elde edilmesi için işbirliği yapmaya karar
verdiler. Bkz. Karpat; a.g.e., s. 51
494
Fevzi (Çakmak) Paşa (1876-1950)’nın kısa biyografisi için bkz. Fahri Belen; Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür
ve Turizm Bakanlığı yayınları, Başbakanlık Bsmv., Ankara 1983, s. 149 ve Mango; a.g.e., s. 623-624.
495
Karpat; a.g.e., s. 51. Mütareke’nin İtilaf Devletleri tarafından keyfî olarak uygulanması sonucu ülke yer
yer işgal ediliyordu. Müttefik devletlere göre Anadolu karışmalı, otoritesiz kalmalı ve anarşi hüküm
sürmeliydi. Yaşanan gelişmeler nedeniyle gidişatın fevkalade olumsuz olduğunu gören Gnkur.Bşk. Cevat
Paşa ve Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa güvendikleri komutanları Anadolu’da stratejik komutanlıklara
atadı. Bu çerçevede; 1919 yılı Nisan ayı başlarında Kazım Karabekir Paşa Erzurum’da konuşlu olan 15.
Kolordu Komutanlığı’na, daha sonra da Kırşehir’de konuşlu olan ve bilahare de Ankara’ya nakledilen 20.
Kolordu Komutanlığı’na Ali Fuat Paşa Sivas’ta konuşlu olan 3. Kolordu Komutanlığına Albay Refet (Bele),
Edirne’de konuşlu olan 1. Kolordu Komutanlığına Albay Cafer Tayyar, Çanakkale Müstahkem Mevki
Komutanlığına Albay Galatalı Şevket, İstanbul’da konuşlu 10. Kafkas Tümeni Komutanlığına Yarbay Çolak
Kaval, Manisa’da konuşlu 17. Kolordu ve 56. Tümen yeniden yapılandırılarak komutanlığına Albay Bekir
Sami Bey, 14. Kolordu Komutanlığına Yusuf İzzet Paşa, 61. Tümen Komutanlığına Albay Kazım Özalp, 9.
Ordu Müfettişliğine de Mustafa Kemal Paşa atanmışlardı. Bkz. Bayram Bayraktar; “20’nci Yüzyıl Başlarında
172
2.2. MİLLİ MÜCADELEDE HEYET-İ TEMSİLİYE DÖNEMİ
Karadeniz Bölgesindeki Rumların bölgede çıkardıkları karışıklığa son vermek ve böylece
İngiltere’nin (Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayanarak) bölgeyi işgal etmesini
önlemek üzere 9. Ordu Müfettişi496 olarak geniş yetkilerle bölgeye görevlendirilen Mustafa
Kemal Paşa, İzmir’in Yunanlılar tarafından 15 Mayıs 1919 tarihinde işgalinin ertesi günü,
maiyetiyle birlikte İstanbul’dan ayrılıp 19 Mayıs’ta Samsun’da karaya çıktı.497 Mustafa
Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması, Türk siyasî hayatında yeni bir devrin başlangıcının
işaretidir. Bu tarihten itibaren ülke iki kampa bölünmüş; bir tarafta devletin ve müesses
(kurulu) düzenin varlığını idame ettirmek için Müttefiklerle işbirliği halinde olan İstanbul
Yönetimi, diğer tarafta da ülkenin toprak bütünlüğünü ve millî bağımsızlığı korumak
maksadıyla Anadolu’da mücadeleye başlayan Mustafa Kemal Paşa ve onun etrafında
toplananlar yer almıştır. Bu dönem, aynı zamanda, askerlerin Türk siyasî hayatında bariz
bir etkinliğe kavuştuğu dönemdir.498
Ulusal Egemenlik ve Atatürk”, BAL-TAM (Balkan Türkoloji Araştırmalar Merkezi) Türklük Bilgisi 2, S. 2,
Prizren-Kosova 2005, s. 4-5.
496
9. Ordu Müfettişliği, Hükümetin bir düzenlemesiyle 15 Haziran 1919 tarihinde III. Orduya dönüştürüldü.
Cengiz Sunay; Son Karar Misak-ı Milli, 1. Baskı, Doğan Kitap, İstanbul 2007, s. 97.
497
Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişliği’ne tayini, kendisine verilen yetkiler ve Padişahla görüşmesi
konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Tansel; a.g.e., C. I, s. 226-236. Özkan; a.g.e., s. 33-37 ve Akçakayalıoğlu,
a.g.e., s. 132-137. Bu esnada Osmanlı Ordusunun durumu vahimdi. Yedek subaylar terhis edildiği için subay
kadrosu fevkalade boşalmış, er sayısı çok düşürülmüş, silahların % 92’si elinden alınmış, üstelik vatanın bazı
yerleri de İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmişti. Bkz. Tansel; C. III, s. 180. 24 Mayıs 1919 tarihinde
İstanbul’dan Anadolu’ya kaçan Rauf Bey de şu demeçte bulunmuştu: Memleket ve milletin kurtuluşu ve
bağımsızlığı, saltanat ve halifelik makamının dokunulmazlığı sağlanıncaya kadar, Mustafa Kemal Paşa ile
çalışmaya bütün kutsal inancımızla ahd ve misak (yemin) ettiğimizi bildiririm. Bkz. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı
……., s. 64. Yunanlıların Batı Anadolu’yu işgale başlamaları Türkleri galeyana getirdi ve silahlı direnişe sevk
etti. Türkler istilacılara karşı hazırdı. Sadece bir lider bekleniyordu. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 242. Mustafa
Kemal Paşa ile birlikte maiyetinde Samsun’a çıkanların listesi için bkz. M.Orhan Bayrak; Kurtuluş Savaşı ve
Atatürk, Kastaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1990, s. 89-90.
498
Osman Metin Öztürk; Ordu ve Politika, Gündoğan Yayınları, 1.Baskı Ankara 1993, s. 48. Öztürk;
İstanbul Hükümeti ile birlikte Padişahın da devletin ve kurulu düzenin varlığını idame ettirmek için
Müttefiklerle işbirliği yaptığını zikretmesine karşın, (dönemin tanıklarından ve Kurtuluş Savaşında da Doğu
Cephesi’nde 12., Batı Cephesinde de 23. Tümen Kurmay Başkanlığı, Kolordu ve Gnkur. Harekât Şube
Müdürlükleri görevlerinde bulunan Emekli Kogeneral) Fahri Belen (1892-1975); Amasya’ya vardığında
hararetli bir şekilde karşılanan ve halka karşı ilk konuşmasını burada yapan Gazi’nin, söze, Padişahın ve
Hükümetin düşman elinde esir ve memleketin elden gitmekte olduğunu belirterek başladığı konuşmasını,
düşmanların Samsun’da yapacakları harekete karşı vatanın en son kayasına kadar savunulacağını ve bu
konuda da Amasyalılardan hep beraber yemin edilmesini dile getirerek tamamladığını, bu konuşmayı takiben
Amasya’daki havanın birdenbire değiştiği ve Mustafa Kemal Paşa’nın ardında büyük bir halk desteği
oluştuğunu dile getirmektedir. Bkz. Belen; a.g.e., s. 70. Serdar Sakin; “Ulusal Mücadele Döneminde Mustafa
173
Samsun’da bir süre kalan Mustafa Kemal Paşa 12 Haziran’da Havza yoluyla Amasya’ya
geçti ve orada Bahriye eski Nazırı Rauf (Orbay) Bey, Ankara’da konuşlu 20. Kolordu
Kumandanı Ali Fuat Paşa499 ve Sivas’ta konuşlu 3. Kolordu Kumandanı Miralay Refet
(Bele) Bey500 ile buluşup toplantılar yaptı. Görüşmeler sonunda, Mustafa Kemal Paşa’nın
önceden hazırladığı prensipleri kapsayan bir metin üzerinde anlaşma sağlandı. Toplantılara
iştirak edemeyen Konya’da konuşlu II. Ordunun Müfettişi olan Mersinli Cemal Paşa 501 ve
Erzurum’da konuşlu 15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa’nın da görüşleri
alındıktan sonra bazı düzeltmelere uğrayan metin, 21/22 Haziran gecesindeki son toplantıda
kesin şeklini aldı. Amasya Kararları/Tamimi/Genelgesi olarak bilinen bu kararlar, 22
Haziran 1919 tarihinde ülke sathındaki askerî ve mülkî erkâna telgrafla bildirildi.502
Amasya’dan sonra, Rauf Bey ile birlikte, Sivas ve Erzincan üzerinden Erzurum’a giden ve
İngilizlerin İstanbul Hükümeti nezdindeki baskısı sonucu 8/9 Temmuz 1919 gecesi
askerlikten ayrılmak zorunda kalan503 Mustafa Kemal Paşa, 24 Temmuz 1919’da
Erzurum’da toplanan Doğu vilayetleri temsilcilerinin kongresine katıldı ve kongreye
Kemal Atatürk, Demokrasi, Ulusal Hakimiyet, Ulusal İrade Kavramları Üzerine Bir Değerlendirme”, Atatürk
Haftası Armağanı, 10 Kasım 2004, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yayını, Gnkur.Bsmv., Ankara 2004, s. 143.
499
Ali Fuat (Cebesoy) Paşa (1882-1968)’nın biyografisi için bkz. Bayrak; a.g.e., s. 40.
500
Refet Bele (1881-1963)’nin biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 632-633.
501
Mersinli Cemal Paşa’nın biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 620.
502
Ercüment Kuran; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu”, Türkler Ansiklopedisi, C. 16, s. 327 ve Nurettin
Türsan, Atatürk’ün Biyografisi, Harp Akademileri Bsmv., İstanbul 1988, s. 9. Amasya Genelgesinin esas
noktaları için bkz. Mustafa Kemal Atatürk; Nutuk I, (Baskıya Hazırlayanlar: Birol Emil, Metin Has-Er,
Mehmet Ali Aydın), 1. Baskı, Millî Eğitim Bsmv., İstanbul 1973, s. 37-38. İlave bilgi için bkz. Bülent Tanör;
Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920), Yapı Kredi Yayınları, Ankara 1983, s. 223. Yaşar Akbıyık;
“Atatürk’ün Hayatı”, Türkler, C. 16, s. 456. ve Zehra Odyakmaz; “Millî Birlik, Laiklik Evrenselleşen
Atatürkçülük”, Atatürkçülük Konferansları, Gnkur. Askerî Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı Yayınları,
Ankara 2003, s. 64. Amasya’da bahse konu kişilerle yapılan toplantı ve orada alınan kararlardan sonra
Mustafa Kemal Paşa milletçe Millî Lider olarak tanınmağa başlamıştı. Fakat kurtuluş düşüncesi ve
hazırlanması ve hatta harekete geçmesi bu toplantıdan çok önce olmuştu. Bkz. Ali Fuat Cebesoy; Bilinmeyen
Hatıralar, (Hazırlayan: O.Selim Kocahanoğlu), Temel Yayınları, 2001 İstanbul, s. 218. 21 Haziran 1919
tarihinde Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'da bulunan tanınmış kişilere (Abdurrahman Şeref Bey, Ahmet İzzet
Paşa, Reşit Akif Paşa, Seyit Bey, Halide Edip (Adıvar) Hanım, Kara Vasıf Bey, Nafia Nazırı Ferit Bey, Sulh
ve Selamet Fırkası Başkanı Ferit Paşa, Cami (Baykut), Ahmet (Rıza) Bey) gönderdiği mektupta Artık İstanbul
Anadolu'ya hâkim değil, tabi olmak mecburiyetindedir. diyordu. Bkz. Nutuk I, s. 42. Cebesoy, Mukaddes
İttifak diye nitelendirdiği Amasya Kararları, toplayıcı bir ruh taşımakta olup, bunun başlıca sebebi de Mustafa
Kemal Paşa’dır. Bkz. Ali Fuat Cebesoy; Millî Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul 2000, s. 96.
503
Jaeschke; a.g.e., s. 49 ve İğdemir; a.g.e.,s. 66. Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik mesleğinden istifa ettiğini
Padişaha bildirmesi konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 8, Gömlek No: 7.
174
başkan oldu. Onun ustaca yönetimi sayesinde, Erzurum Kongresinin 7 Ağustos 1919’da
yayımlanan beyannamesi Amasya Kararları’na uygun olarak hazırlandı. Erzurum
Kongresinin aldığı en önemli karar, daha sonra Misak-ı Millî olarak tanınacak olan demecin
ilk nüshasını hazırlamış olmasıdır.504 O tarihte Erzurum’da bulunan Mütareke denetim
subayı İngiliz Yarbay Rawlinson, rüzgârın hangi yönden esmekte olduğunu fark edip, Türk
milliyetçilerinin gelecekte büyük bir İslam Cumhuriyeti
kurma
ihtimali
olduğunu
Londra’ya bildirmişti.505
Erzurum Kongresini takiben çeşitli vilayet temsilcilerinin katılımıyla 4-11 Eylül 1919
tarihlerinde gerçekleşen Sivas Kongresinde, Erzurum’da alınan kararlar, burada da aynen
kabul edildi. Sivas Kongresinin önemi Erzurum’da sadece Anadolu’nun Kuzey ve Doğu
Bölgeleri temsilcileri tarafından alınan kararların vatanın tamamı için hukuken geçerli hale
getirilmiş olmasıdır.506 Öte yandan Mütareke’den sonra kurulmuş dernekler Anadolu ve
504
Lewis; a.g.e., s. 248. Jaeschke; a.g.e., s. 56. Kinross; a.g.e., s. 220. İğdemir; a.g.e., s. 72. Cebesoy; a.g.e.,
s. 249 ve Sonyel; a.g.e., s. 27-29. Erzurum Kongresi, beyannamesi, kararları ve önemi için bkz. Nutuk I, s.
78-80. Alexandre Jevakhoff; Kemal Atatürk Batı’nın Yolu, (Türkçesi: Zeki Çelikkol), İnkılap Kitapevi,
İstanbul 1998, s. 83-87. Mazhar Müfit Kansu; Erzurumdan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt: I, TTK
Bsmv., Ankara 1988, s. 43-117. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 4, Gömlek No: 102 ve
Atatürkçülük Birinci Kitap Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Gnkur.Bsmv., Ankara 1983, s. 469-473. Kazım
Karabekir, Mustafa Kemal’i Millî Mücadelede niçin önder seçtiklerini şu şekilde açıklamaktadır: Benim
amacım milletimizin kurtulması düşüncesinin başarıya ulaşması idi. Yoksa kişisel olarak herhangi bir
mevkiye çıkmak değil. Bu kararla Mustafa Kemal’i tutuyordum. Benimle birlikte arkadaşlarımın da bu şekilde
hareket ederek başarıya ulaşacağımıza kesinlikle emindim. Çünkü ben başa geçersem, aynı güçteki
kanaatimle beni tutacak (destek verecek) kimseyi göremiyordum. …. Bkz. Nurşen Mazıcı; Belgelerle Atatürk
Döneminde Muhalefet, Dilmen Yayınevi, İstanbul 1984, . s. 36 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 92.
505
506
Mango; a.g.e., s. 285.
Lewis; a.g.e., s. 248-249. Cebesoy; Siyasî Hatıralar 1, s. 249. Jaeschke; a.g.e., s. 61-63 ve Jevakhoff; a.g.e.,
s. 92-98. Sivas Kongresi hakkında ilave bilgi için bkz. Salahi Sonyel; Atatürk-The Founder of Modern
Turkey, Turkish Historical Society Printing House, Ankara 1989, s. 33-34. Orbay; a.g.e., s. 339-379. 10.
Mahmut Goloğlu; Sivas Kongresi, Başnur Matbaası, Ankara 1969. Kansu; a.g.e., s. 211-340. Uluğ İğdemir;
Sivas Kongresi Tutanakları, TTK Yayını, Ankara 1969. Hüsrev Gerede; Hüsev Gerede’nin Anıları,
(Hazırlayan: Sami Önal), Literatür Yayınları, İstanbul 2002, s. 59. Özalp; a.g.e., s. 43. Haluk Selvi; “Millî
Mücadelede Erzurum ve Sivas Kongreleri Dönemi”, Türkler, C. 15, s. 954. 293-297. Atatürkçülük Birinci
Kitap Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, s. 474-479 ve Kazım Karabekir; Paşaların Hesaplaşması, (Yayına
Hazırlayan: İsmet Bozdağ), Emre Yayınları, İstanbul 1992, s. 50-51. Akyol, Sivas Kongresi ve Mandacılık
konusunda; Erzurum ve Sivas Kongrelerinin zabıtlarının yayımlanmış olduğunu, Mustafa Kemal'in (bu
kongrelerde) mandaya karşı hiçbir konuşmasının olmadığını, hatta Amerikalı General Harbord'la temas
kurarak Amerikan müzaharetini istediğini söylediğini, Prof. Ömer Kürkçüoğlu ve Prof. Sina Akşin'in (de)
vurguladığı gibi Mustafa Kemal’in bu tavrıyla siyaset yaptığını, İngiltere'ye karşı ABD'yi yanına çekmek
istediğini, Sovyetler'le yapacağı Bolşevikçe konuşmalar gibi, o dönemde ABD'yi çok öven konuşmalarının
mevcut olduğunu, (Sivas Kongresinde) İnönü, Refet Paşa, Mustafa Fazıl Paşa ve Halide Edip gibi isimlerin de
Amerikancı oldukları için değil, yine siyaseten, İngiltere'ye karşı destek aramak amacıyla Amerikan
müzahareti’ni istediklerini belirtmektedir. Bkz. Taha Akyol; “Atatürkçü Düşünce”, Milliyet, 02.02.2007.
175
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (A-RMHC) adıyla birleştirildi. Bu kongrede de
başkanlığına Mustafa Kemal’in seçildiği Heyet-i Temsiliye artık millî direniş hareketinin
yürütme organı haline gelmişti.507
6 Haziran 1919 tarihinde Paris Konferansına katılmak üzere Fransa’ya giden Damat Ferit
Paşa başkanlığındaki Osmanlı Heyetine yapılan muamele, tüm millî duyguları ayaklar
altında ezercesine ve emsali görülmemiş bir şiddette olur. Damat Ferit Paşa Paris’teki
müzakereler esnasında Fransa Başbakanı Clemancau ve İngiltere Başbakanı Lloyd George
tarafından da istiskale maruz kalır. Osmanlı temsilcilerinin, Clemancau tarafından
Fransa’da istenmeyen kişi ilan edilmesi üzerine 4 Temmuz 1919 tarihinde Osmanlı Heyeti
Paris’ten ayrılır. Damat Ferit Paşa ve heyet üyelerinin Fransa’dan kovulması İstanbul’da
çok kötü bir hava yaratır.508
Batılı ülkeler, Anadolu da olup bitenleri çok daha geniş ve yaygın bir biçim de ele almakta,
yeni bir devletin kuruluşuna yönelen bir devrim hareketi olarak görmekteydiler. Erzurum
Kongresinden sonraki devrede, Paris’te yayınlanan 24 Ağustos 1919 tarihli Le Temps’ın
haberi Batılı kaynaklar bakımından cumhuriyetin ilk müjdecisi olmuştur. Gazetede
yayınlanan haber şu şekildedir: Mustafa Kemal geçen gün İstanbul’a çektiği bir telgrafta
ulusal kuvvetlere karşı asker gönderilecek olursa, Anadolu’da bağımsız cumhuriyet ilan
edilecektir. 509
Sivas Kongresinden sonra Mili Mücadele hareketi, Anadolu’da daha bir güç kazanmıştır.
kazanmıştır. Milliyetçiler artık İstanbul Hükümetini dinlememektedir. İngiliz Amirali
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’ta General Harbord’la görüşmesi konusunda bkz. Muzaffer Erendil; İlginç
Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, Gnkur.Bsmv. Ankara 1988. s. 25.
507
Ergin; a.g.e., s. 93. Zürcher; a.g.e., s. 220 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 92-98. Erzurum Kongresinde seçilen
dokuz kişilik Temsilciler Heyeti'nden dördü önceden gelmeyeceklerini bildirmişlerdi. Böylece bu gruptan
Mustafa Kemal, Rauf Bey (Orbay), Hoca Raif Efendi, Şeyh Hacı Fevzi Efendi ve Bekir Sami Bey Sivas
Kongresine katıldı. Bkz. Muhittin Nalbantoğlu; “Sivas Kongresi ve Kararları”, Yeniçağ, 04.09.2006. Sivas
Kongresinin bitiminde yayınlanan beyanname konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu
No: 6, Gömlek No: 62.
508
Jevakhoff; a.g.e., s. 81 ve Jaeschke; a.g.e., s. 48. Damat Ferit Paşa’nın Paris Konferansında maruz kaldığı
muamele konusunda ilave bilgi için bkz. Can Kapyalı; Ataçağ, 1. Basım, İstanbul 2006, s. 164-165.
509
Hamza Eroğlu; “Atatürk ve Cumhuriyet”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, Ankara 1998, s. 23.
176
John de Robeck, 19 Eylül 1919’da Lord Curzon’a gönderdiği raporda, Türkiye’deki
gelişmelerin bir cumhuriyete doğru yönelmiş olduğunu şu şekilde açıklamıştı: Hükümet ve
İtilaf Devletleri kuvvetsizdir. Alınan bütün haberlere göre Millî Hareket, Anadolu’da bir
cumhuriyete doğru inkışaf ediyor. Bu hareket, İstanbul’dan bilhassa, Harbiye
Nezareti’nden, desteklenmektedir. Bu yeni milliyetçi parti bugünkü Damat Ferit
Hükümetinden ziyade halk efkârını (kamouoyunu) temsil etmektedir.510
510
Eroğlu; a.g.m., s. 23 ve İğdemir; a.g.e., s. 95. İstanbul’daki İngiliz Yükek Komiseri Amiral John de
Robeck’in 19 Eylül 1919 tarihinde Lord Curzon’a yazdığı rapor konusunda ilave bilgi için bkz. Tevfik
Bıyıklıoğlu; Atatürk Anadolu’da (1919-1921), Türk Tarih Kurumu Yayınları 1959, s. 54. Mazıcı, 1919’da
Mustafa Kemal Samsun’a çıktıktan sonra Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, hatta Mustafa
Kemal’in Ankara’ya gelişinden sonra başlayan hareketlerin Türkiye çapında bir Kurtuluş ümidi taşımadığını,
yegâne kurtuluş çaresi olarak ya İngiliz ya da ABD mandasını kabul etmek olarak görüldüğünü, Cumhuriyetin
kuruluşunda Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşı olarak bilinen ve öyle de olan İsmet Paşa’nın bile,
Anadolu’ya geçmeden önce aynı düşüncede olduğunu belirtmektedir. İsmet Paşa 27 Ağustos 1919 tarihinle
Kazım Karabekir’e İstanbul’dan yazdığı mektubunda bu birliğin dışında kalma nedenini şöyle açıklıyor: ……
İstanbul’da belli başlı iki cereyan (eğilim) var; Amerikan ve İngiliz taraftarlığı. İngiliz taraftarları; Hürriyet
ve İtilaf (Fırkası) taraftarları Türkçe (yayımlanan) İstanbul gazetesi, (Dâhiliye Nazırı) Adil Bey ve
diğerlerinden oluşmaktadır. Kalan kısmı (da Sadrazam) Tevfik Paşa’nın dâhil olduğu Amerika taraftarlarıdır.
(Manda konusunu) Evvelce (daha önce) Amerika’nın kabul etmesi şüpheli olduğu için İngilizler sakindiler.
Bugün, tahmin edilenin tersine, Amerika’nın da Türkiye’ye gelmek için eğilimi artmış, neşriyat (yayın
faaliyeti) başlamış olduğu için İngilizlerde de telaş artmış. (Bu nedenle İngilizler) İstanbul’da propagandaya
başladılar. Hükümet dahi İngiltere taraftarlığını teşvik etmektedir. İngiltere yanlıları ‘İngilizleri isteriz’
şeklinde İstanbul’un bazı yerlerine bildiriler dağıtmışlar. İngilizlerin emeli, bu esnada memlekette Amerika
heyetinin incelemelerini ve eğilimlerini iptal edecek akımlar izhar ve ilan ettirmek. Böylece, bir defa Amerika
işini suya düşürdükten sonra yine bildiklerini yapmaktır diye tahmin olunuyor. Korkuluyor ki bütün Asya’yı
ele geçirmiş olan İngilizlerin, yegâne kabiliyet-i harbiye ve ihtilaliyesi (savaş ve ihtilal kabiliyeti) olan
Türkiye’yi elinde bulundurarak tamamını sürüp mahvetmek isteyeceklerdir. Eğer Amerika’nın gelmesi suya
düşerse, İngilizler için bugünkü talebin vaziyeti genişletmekten başka bir şey yok gibidir ki bu hususta
diğerleri İngilizlere yardım edecekler, muhalefet etmeyecekledir. Eğer Anadolu’da halkın, Amerikalıları,
herkese tercih ettikleri(ne dair) yakınma, Amerika milletine müracaat edilirse pek ziyade faydası olacak
deniliyor ki ben de tamamıyla bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalanmadan Amerikanın denetimine tevdi
etmek, yaşayabilmek için yegâne ehven-i çare gibidir. Fakat bugün için bu kanaatin kıymeti onun
açıklanmamasındadır… İsmet Paşa mektubunun son bölümünde Anadolu hareketinin dışında kalmasını şu
şekilde açıklamaktadır: …………. Sen Erzurum’a giderken ‘korkuyorum ki seni bir şeye karıştıracaklar.’
demiştin. Evimden dışarı çıkmadım ve hiçbir şeye karışmadım. Fakat senin muhitin karıştı. Ben karışmadım
da ne oldu? Hiç. Sekiz ay evimde oturduktan sonra bir gün beni çağırdılar. Askerî Şura oluşturduklarını ve
beni de oraya tayin ettiklerini bildirdiler. Bir hafta sonra (da) affettiklerini (görevden aldıklarını) bildirdiler.
Kim istemişti? Sonra ne sebeple affettiler? Bilen ve söyleyen yoktur. ‘Anadolu’ya silah ve cephane giderse,
ben göndermişim, hep ben idare etmişim.’ (Dâhiliye Nazırı) Adil Bey’in kanaati bu. O’nun her bildiği işte
böyle ise vay milletin başına. Dâhili nifak, Hükümet ile millet arasındaki iftirak (kopukluk), en soysuz, en
alçak kısmının idare başında bulunması gibi ahvalin (şartların) memleketi daha nice felaketlere götüreceğine
şüphe yok. Anadolu’da anarşi günden güne artıyor. Hükümetsizlik günden güne daha çok beliriyor. Bu durum
yalnız başına büyük bir felakettir. En muktedir hükümetle ve temiz insanlar bu anarşiyi senelerce tedaviye ve
mahvolan hükümet nüfuzunu iadeye teşebbüs etseler de bu başarıları şüphelidir. Bilakis tutulan yanlış yolun
inat ve ısrarla takibinden doğacak sonuç bakalım ne olacaktır? İşte biz evimizde hiçbir kimse ve hiçbir işle
alakadar olmaksızın (Hükümetin kanaatine rağmen) ahvali (genel durumu) böyle teessürle (derin bir
üzüntüyle) görüyoruz, kan ağlıyoruz. Duadan başka elimizden bir şey gelmez. Malatyalılar bana Malatya
mebusluğunu teklif ediyorlar. (Teklif eden Damat Ferit Paşa Kabinesi) Ne dersin... İsmet Bkz. Mazıcı;
177
18 Eylül'de Mustafa Kemal, Paris'teki Yüksek Konsey'e, Damat Ferit Paşa başkanlığındaki
heyetin halkın iradesini temsil etmediğini bildirerek, işgalleri protesto etti. Paris Barış
Konferansı’nda yaşanan başarısızlık, pahalılık ve yoksulluk ile Anadolu’dan sağlanan
devlet gelirlerinin artık İstanbul’a gönderilmesinin Kuva-yı Milliye yanlıları tarafından
engellenmesi sonucu Damat Ferit Paşa Hükümeti itibarını ve otoritesini kaybetmişti.
Mustafa Kemal’in Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak, millletin Kabineyi istemediğini
belirten ve Padişaha iletilmek üzere gönderdiği telgrafın Padişaha aktarılmaması üzerine
İstanbul’da meşru bir Hükümet kuruluncaya kadar Anadolu ile İstanbul arasındaki
haberleşmeyi kesti. Mustafa Kemal’in koyduğu bu tavır sonucu Damat Ferit Paşa
Hükümeti 2 Ekim 1919 tarihinde istifa etmişti.511 Böylece Kuva-yı Milliye politik bir zafer
kazanmıştı. Batılı Devletler de, Anadolu’ya giderek artan bir ilgi duymaya başlıyorlardı.
Fransa’dan Georges Picot ve ABD’den de General Harbord Sivas’ta Mustafa Kemal ile
görüşmüşlerdi. İngilizler ise bir yandan
Anadolu’ya karşı politik kampanyayı
yoğunlaşırırken, öte yandan da sessizce Anadolu’dan askerî kuvvet çekiyorlardı.
Yeni kabine 3 Ekim 1919 tarihinde Ayan Meclisi üyelerinden Ali Rıza Paşa tarafından
kuruldu.512 Mustafa Kemal aynı gün yeni Sadrazama çektiği telgrafta, Hükümet, Erzurum
ve Sivas Kongrelerinin amaçlarına uyduğu takdirde, Kuva-yı Milliye’nin, Hükümete
yardımcı olacağını belirtti. 513
Amiral De Robeck’in
Lord Curzon’a gönderdiği 3 Ekim 1919 tarihli telgrafta da,
Kabinenin çoğunluğunun milliyetçi ve bazı üyelerin İvTF sempatizanı olduğu bildiriliyor
ve bu arada özellikle, Sadrazam Ali Rıza Paşa, Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa, Nafia
a.g.e., s. 37-39, Sançar; a.g.e., s. 247-249, Süleyman Yeşilyurt; Mareşal ve İnönü’nün Bitmeyen Kavgası,
Kültür Sanat Yayınları, Ankara 2006, s. 13-16. Çetin Yetkin; Karşı Devrim, 1. Baskı, Otopsi Yayınları,
İstanbul 2002, s. 28-19 ve Süleyman Yeşilyurt; Atatürk-Karabekir Kavgası,
3. Baskı, Kültür Sanat
Yayınları, Ankara 2006, s. 107-108. Bahse konu mektubun orijinali için bkz. Mazıcı; a.g.e., s. 228.
511
Damat Ferit Paşa’nın sadaretten istifası hakkında bkz. Nutuk I, s. 235-236. Kansu; a.g.e., s. 364-379 ve
Gnkur. ATASE Bşk.lığı İstiklal Harbi Arşivi, Kutu No: 1535, Gömlek No: 31.
512
Ergin; a.g.e., s. 93-95, Nutuk I, s. 236-238-141 ve Tansel; a.g.e., C. II, s. 140-142.
513
Nutuk I, s. 237-238. İğdemir; a.g.e., s. 102 ve Özkan; a.g.e., s. 62.
178
ve Harbiye eski Nazırı Ferik (Korgeneral) Abuk Ahmet Paşa'nın milliyetçi hareket
sempatileri üzerinde duruluyordu. Amirel de Robeck'e göre, Mersinli Cemal Paşa ile Ferik
Abuk Ahmet Paşa, Mustafa Kemâl liderliğindeki Millî Mücadelenin en kuvvetli
destekçileriydi.
Padişah ve Sadrazam, İstanbul’daki yönetimin meşruluğu üzerindeki tartışmaları
durdurmak ve gerginliği azaltmak için Parlamentoyu tekrar toplamaya ve Kuvayı Milliye
ile tekrar diyalog başlatmaya karar verdiler. Bu çerçevede, İstanbul Hükümeti tarafından
Bahriye Nazırı Salih Paşa, Temsil Heyeti ile görüşmeye memur edildi. Görüşme yeri,
Amasya idi. İstanbul Hükümeti böylece politik bir kuruluş olarak Temsil Heyeti’nin
varlığını tanımış oluyordu.514 20-22 Ekim 1919 tarihlerinde gerçekleşen Amasya
Görüşmeleri, Sivas Kongresinde kabul edilen kararlar üzerinde yapıldı ve beş protokol
üzerinde anlaşmaya varıldı. Görüşülen ve mutabık kalınan en önemli konu yeni Meclisin
Ankara’da toplanmasıydı.515 Salih Paşa İstanbul’a döndüğünden Hükümetin de, Padişahın
da böyle bir çözüme karşı oldukları ortaya çıktı. Onlara göre Meclisin İstanbul dışında
toplanması, Meclisin, Hükümetle ilişkilerini çok zorlaştırabileceği gibi, bu durum
Osmanlı’nın İstanbul’u terk etmeye hazır olduğu izlenimini de verebilirdi.516 Böyle bir
zorluk ortaya çıkınca, Mustafa Kemal, A-RMHC bünyesinde genişletilmiş bir Temsil
Heyeti toplantısı düzenledi. 16-29 Kasım 1919 tarihlerinde Sivas’ta gerçekleşen toplantıya
A-RMHC adına Mustafa Kemal ile 3., 12., 15. ve 20. Kolordu Komutanları katıldılar.
Herhalde bu nedenle, bu toplantı Nutuk’ta Gazi Mustafa Kemal tarafından Kumandanlar
Toplantısı olarak ifade edilir. Toplantı sonunda, sakıncalarına ve tehlikelerine rağmen
Meclisin İstanbul’da açılması, milletvekillerinin İstanbul’a gitmeden önce Trabzon,
Samsun, İnebolu, Eskişehir ve Edirne gibi şehirlerde toplanmaları sağlanarak durum
514
Ergin; a.g.e., s. 95-96, Lewis; a.g.e., s. 250. Tansel; a.g.e., C. II, 146-148. İğdemir; a.g.e., s. 105 ve
Erendil; a.g.e., s. 98-100. Amasya Görüşmelerine, Temsil Heyeti adına Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf
Bey ve Bekir Sami (Kunduh) Bey iştirak ettiler. Araştırmacının notu.
515
Ergin; a.g.e., s. 96-97. Lewis; a.g.e., s. 250. Nutuk I, s. 292-300. Sonyel; a.g.e., s. 42-43. Jevakhoff; a.g.e.,
s. 104 ve Sabahattin Selek; Anadolu İhtilali, C. I, Kastaş Yayınları, İstanbul 1987, s. 314-318.
516
Akşin; a.g.m., s. 85.
179
hakkında bilgili kılınmaları kararlaştırıldı.517
Ali Rıza Paşa Hükümeti, Meclis-i Mebusan seçimlerinin 7 Kasım 1919 tarihinde
yapılmasını kararlaştırdı. Seçimler iki dereceli olduğundan uzun sürdü ve hemen hemen
tamamen A-RMHC’nin egemenliği altında cereyan etti. Gayrı müslimler ile HvİF seçimi
boykot ettiler.518 Seçimlerde ağırlıklı olarak A-RMHC tarafından desteklenen kişiler
seçildiler.519
Mustafa Kemal’in 17 Aralık 1919 tarihinde mebuslara gönderdiği talimatta, Mecliste aynı
amacı gerçekleştirecek güçlü ve kararlı bir grubun oluşturulması için mebusların Temsil
Heyeti ile görüşmesi, Temsil Heyeti’nin bir süre sonra İstanbul’a yakın bir yere taşınacağı
bildiriliyordu.520 Mebuslara İstanbul’a gitmeden önce Ankara’ya gelmeleri ve görüşmelerin
orada yapılacağı bildirildi. Sivas’tan karargâhı ile birlikte ayrılan Mustafa Kemal 27 Aralık
1919 tarihinde Ankara’ya geldi. 3 Ocak 1920 tarihinden itibaren mebusların bir kısmı,
küçük gruplar halinde Ankara’ya uğrayıp Mustafa Kemal ile görüştüler.521
517
Akşin; a.g.m., s. 85-86. Akın; a.g.e., 122-123, Tansel; a.g.e., C. II, s. 166-168. Nutuk I, s. 326-330. Selek;
Anadolu İhtilali, C. I, s. 320-322. Orbay, a.g.e., s. 396-402 ve Hamdi Gürler; Paşaların Gözüyle Millî
Mücadele, 1. Baskı, Vadi Yayınları, Ankara 2007, s. 210-216.
518
Ergin; a.g.e., s. 97 ve Akşin; a.g.m., s. 85-86. Erzurum’luların Mustafa Kemal’e fahrî hemşehrilik
verdikleri ve Erzurum mebus adayı olarak seçtiklerinin bildirildiği konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı
Atatürk Arşivi, Kutu No: 15, Gömlek No: 52.
519
Ergin; a.g.e., s. 97. Lewis; a.g.e., s. 250. Zürcher; a.g.e., s. 220-221. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu; İlk Meclis
Millî Mücadelede Anadolu, 2. Baskı, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1990, s. 9 ve Sunay; a.g.e., s. 68.
520
Enver Behnan Şapolyo; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi (1918-1950), Millî Eğitim Bsmv., İstanbul 1951,
s. 123 ve Nutuk I, s. 330-335.
521
Ergin; a.g.e., s. 98. Javekhoff, a.g.e., s. 116-118. Nutuk I, s. 435-437. Tansel; a.g.e., s. 169-171 ve Utkan
Kocatürk; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938, 2. Baskı, TTK Bsmv., Ankara
1988, s. 124-125. Mustafa Kemal, Meclis-i Mebusanın İstanbul’da toplanmasından önce, Mecliste izlenmesi
gereken yol konusunda görüşmelerde bulunmak amacıyla mebusları toplantıya çağırmıştır. Ancak Mustafa
Kemal’in Ankara’daki mebuslarla görüşmesi istenilen seviyede olmamıştır. Bazı mebuslar Ankara’ya hiç
uğramamışlar, bazıları yol üzeri olduğu için uğramışlar, bazıları da çağrıya uyarak Ocak 1920 başından
itibaren Ankara’ya gelmişler ve Mustafa Kemal ile görüşmüşlerdir. Mustafa Kemal’in, Ankara’ya gelmeye
başlayan mebuslarla yaptığı görüşmelerde, öncelikle Meclis-i Mebusandan nelerin beklendiği ve bunların
nasıl gerçekleştirilebileceği üzerinde durulmuştu. Bu hususta Mustafa Kemal iki husus üzerine vurgu
yapmıştı. Bunlardan birincisi, İstanbul’a gitmeyecek olmasına rağmen kendisinin Meclise başkan
seçilmesinin sağlanmasıydı. Böylece toplanacak olan Meclisin kontrolünün kimde olacağının herkese
gösterilmesi sağlanmış olacaktı. İkincisi ise; Meclis-i Mebusanda bir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubunun
kurulması idi. Mustafa Kemal, oluşturulmasını istediği Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubundan beklentisini
ise, millî teşkilata ve millete dayanarak, her nerede olursa olsun, milletin mukaddes isteklerini korkmadan
dile getirmek ve savunmak olarak ifade ediyordu. Bkz. Erol Kaya; “Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı”,
180
2.3. SON OSMANLI MEBUSAN MECLİSİ VE MİSAK-I MİLLÎ’NİN KABULÜ
Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920 tarihinde İstanbul’da açıldı.522 Ancak Mustafa Kemal
tarafından arzu edilen şeylerin bir kısmı gerçekleşemedi. İstanbul’daki durumun hassasiyet
arz etmesi nedeniyle ne Mustafa Kemal Meclis başkanlığına seçilebildi, ne de Mecliste
Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulabildi. Mebuslar, Müdafaa-i Hukuk Grubu gibi doğrudan
Anadolu Hareketını çağrıştıran iddialı bir isim altında biraraya gelmeyi, İstanbul’un o
günkü durumunda tehlikeli bulmuşlar ve bunun yerine Felah-ı Vatan Grubu ismini uygun
görmüşlerdi. Bu grup 7 Şubat 1920 tarihinde 80 kadar mebusla kurulmuş, daha sonra da
bu grubun başkanlığına Celalaeddin Arif Bey seçilmiştir. 523
Müttefikler, Kabinenin bazı üyelerinin milliyetçi eğilimlere sahip olması nedeniyle, Ali
Rıza Paşa Hükümetinden memnun değillerdi. Kabinedeki milliyetçi eğilimlere sahip
üyelerin başında Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa524 gelmekteydi. Bunun sonucu olarak,
üç Müttefik Yüksek Komiseri adına Fransız Yüksek Komiserliği tarafından Sadrazam Ali
Rıza Paşa'ya 20 Ocak 1920'de verilen bir notayla, Harbiye Nazırı Cemal Paşa ve Erkan-ı
Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa'nın istifası istendi. Ali Rıza Paşa, Kabinesiyle topluca
çekilmektense, bu notayı kabul etmeyi uygun gördü ve ertesi gün bahse konu iki paşanın
istifası Yüksek Komiserlere bildirildi.525
Ali Rıza Paşa Kabinesinin Müttefik ültimatomuna boyun eğmesi, Mustafa Kemal’i son
derece sinirlendirdi. Ayrıca, Ali Rıza Paşa'nın, 14 Şubat 1920'de yayımladığı bildiriyle,
Türkler, C. 3, s. 517-519 ve Nutuk I, s. 435-436. Seçilen mebusların İstanbul’a girmeden önce Ankara’da
yapılacak toplantı için beklenildiği konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 18,
Gömlek No: 8. Mustafa Kemal’in Ankara’ya geldiğinde yaptığı konuşma için bkz. Kemal Bek; Atatürk’ün
Nutuk’ta Kullandığı Belgeler, 3. Baskı, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, İstanbul 2006, s. 277-289. Mustafa
Kemal’in Ankara’ya geldiğinde halk tarafından coşkuyla karşılandığı hususunda Ankara Vali Vekili Yahya
Galip tarafından Dahiliye Nezaretine çekilen telgraf için bkz. -; Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk,
Başbakanlık Devlet Arşivleri Gn.Md.lüğü Yayını, Ankara 203, s. 141-142.
522
Ergin; a.g.e., s. 98. Nutuk I, s. 440. Jaeschke; a.g.e., s. 85 ve Orbay, a.g.e., s. 406-410.
523
Kaya; a.g.m., s. 519-520. Tunçay, Son Osmanlı Mebusan Meclisinde kurulan Felah-ı Vatan Grubu’nun 88
kişi olduğunu belirtmektedir. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 39. Son Osmanlı Mebusan Meclisinde kurulan Felah-ı
Vatan Grubu hakkında detaylı bilgi için bkz. Tülay Duran; “Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Felah-ı
Vatan İttifakı”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 61 (Ekim 1972), s. 12-21.
524
Ergin; a.g.e., s. 98, Nutuk I, s. 132-141 ve 426-429. Jaeschke; a.g.e., s. 87 ve Tansel; a.g.e., s. 140-142.
525
Özkan; a.g.e., s. 75, Kinross; a.g.e., s. 24 ve Kocatürk; a.g.e., s. 130.
181
millî iradenin temsil edildiği makamın Mebusan Meclisi olduğunu belirterek, Ankara'yı
geçersiz sayması üzerine, Mustafa Kemal, A-RMHC Temsil Heyeti adına 22 Şubat 1920'de
yayınladığı bir genelgeyle Milletin varlığı ve devamı esasına dayanan millî teşkilatın,
vatanın her köşesinde geniş çapta ve yaygın bir şekilde kökleşmesine eskisi gibi devam
edilmesi hususunu tüm Müdafaa-i Hukuk örgütlerinden bir kere daha önemle rica
etmekteydi.526
Özellikle Mustafa Kemal’in talimat ve telkinleriyle Mebusan Meclisinde kuvvetli bir
milliyetçi hava ortaya çıktığı gibi, esasları Ankara'da tespit edilmiş olan Misak-ı Millî'yi de
bu Meclis kabul edecektir. Başka bir ifadeyle, Millî Hareket, Müttefiklerin gözleri önünde
kendilerine alenen meydan okumaktaydı ve daha da önemlisi, Müttefiklerin barış şartlarını
hazırlamakta olduğu bir sırada, Türkler, kendilerinin kabul edebileceği barış şartlarını
kendileri tespit ediyorlardı. Öte yandan, İstanbul Hükümeti de bütün bu olup bitenlere
hâkim olmaktan çok uzak bulunuyordu.
28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda Misak-i Millî’yi kabul eden Mebusan Meclisi, 17 Şubat
1920 tarihinde de bu kararını kamuoyuna açıkladı. Altı maddelik belgenin esasları Amasya
Tamimi’ne dayandığı gibi, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin yayınladıkları beyannamelerde
kayıtlı ayrıntıları da ihtiva eder. 527
Misak-ı Millî’nin kabulü ve ilânı, İstanbul’u yarı işgal altında tutan İtilâf Devletleri’ni
huzursuz etmiş ve çeşitli tepkiler göstermelerine sebep olmuştur. Osmanlı Devleti’nin
526
Nutuk I, s. 459-46 ve 466-470. Kocatürk; a.g.e., s134-136.
527
Kuran; a.g.m., s. 328. Kinross; a.g.e., s. 245-246. Ergin; a.g.e., s. 98. Jevakhoff; a.g.e., s. 118-119 ve
Orbay; a.g.e.,s. 427-429. Meclis-i Mebusanı tarafından kabul edilen Misak-ı Millî
için bkz; Cihat
Akçakayalıoğlu; Komutan, İnkilapçı ve Devlet Adamı Yönleriyle Atatürk, Gnkur. Bsmv., Ankara 1998,
s. 241-244. Hilmi Uran, Hatıralarım, Ayyıldız Matbaası. Ankara 1959, s. 131-132 ve 296-297. Hamza Eroğlu;
Türk İnkılap Tarihi, 1. Baskı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1982, s. 199-201 ve Atatürkçülük
Birinci Kitap Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, s. 480-483. Bireysel bir kararın ürünü olmayan bu kararda en
büyük etken, Müdafaa-i Hukuk yanlısı Felah-ı Vatan grubunun çalışmalarıdır. Bu karar bilahare BMM
tarafından da kabul ve teyid edilerek siyasî mücadelede kalkan olarak kullanılacaktır. Bkz. Cebesoy;
Bilinmeyen Hatıralar, s. XXIX. Misak-ı Milli’nin maddeleri için bkz. Suna Kili; Türk Devrim Tarihi, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2001, s. 90-91. Misak-i Milli’nin, Mustafa Kemal Paşa
tarafından ne zaman düşünüldüğü ve sonradan nasıl son şeklini aldığı konusunda bkz. Osman Selim
Kocahanoğlu; Ali Fuat Cebesoy’un Arşivinden Askerî ve Siyasî Belgeler, Temel Yayınları, İstanbul 2005,
s. 199-219.
182
parçalanmasından beklediği payı alamamış olan İtalyanlar, Misak-ı Millî’yi bütün dünyaya
duyurmuştur. Yunanistan’ın kararı protesto etmesi İngilizleri harekete getirmiş, Lloyd
George ve Clemanceau, Wilson’un da onayını alarak işgale karar vermişlerdir.528
Mustafa Kemal’in Müttefiklere karşı yeteri kadar karşıt bulmadığı Mebusan Meclisinin
verdiği bazı kararları Misak-ı Millî adı altında yayımlaması büyük bir cüretti. Çünkü İtilaf
Devletleri, Talat Paşa’dan sonra kurulan Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa Kabinesinden beri
işbaşına gelen Osmanlı Hükümetlerini sadece kendileri tarafından ileri sürülen her isteği
kabul etmeye mecbur bir teşekkül olarak düşünmüşlerdi.529 Hâlbuki Mebusan Meclisi, bu
kararıyla istenilenleri değil, ancak kendi istediğini yapmış oluyordu.530 Bu itibarla Misak-ı
Millî, Anadolu’nun gerçek zaferidir.
Mustafa Kemal önderliğindeki Millî Mücadelenin etkisi ve gücü her gün biraz daha
artarken, bununla ters orantılı olarak, 9 Şubat 1920 arihinde Mebusan Meclisinden
güvenoyu alan Ali Rıza Paşa Kabinesi (İstanbul Hükümeti)'nin aczi de her gün biraz daha
belirgin hale geliyordu. Hâlbuki barış antlaşmasının hüküm ve şartları her gün biraz daha
belirginleşiyor ve bu antlaşmanın uygulanması sorunu ortaya çıkmaya başlıyordu.
Müttefikler, barışı İstanbul Hükümetine imza ettirmeye hazırlanırken, bu hükümet giderek
gücünden kaybediyor, buna karşılık, bu antlaşmayı kabul etmeyeceği belli olan Millî
Mücadele ise, bir yandan gücünü arttırırken, bir yandan da İstanbul Hükümeti üzerindeki
etkisini arttırıyordu.
Ali Rıza Paşa Hükümeti, Müttefikler ile Kuvayı Milliye arasında sıkışmıştı. Müttefikler
Anadolu’daki Millî Hareketin faaliyetlerinin sorumluluğunu da Ali Rıza Paşa Kabinesinin
sırtına yüklüyorlardı. Yunanlıların ileri harekata başlayarak Çerkes Ethem’in tuttuğu cephe
ile Demirci Mehmet Efe’nin tuttuğu cephe arasındaki bölgeye taarruzla Gölcük Yaylası’nı
ve Bozdağ’ı işgal etmeleri, Kuva-yı Milliye hareketini önlemeye çalışan ve böylelikle
ülkeyi işgallerden kurtaracağını sanan İstanbul Hükümetini, içinden çıkılması imkânsız çok
528
Cemil Özgül; Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’daki Çalışmaları, ATAM Yayınları, Ankara 1989, s. 133.
529
Özkan; a.g.e., s. 72 ve Tansel; a.g.e., C. 3. s. 20-21.
530
Özkan; a.g.e., s. 72.
183
zor bir duruma soktu ve Sadrazam Ali Rıza Paşa 3 Mart 1920 tarihinde istifa etti.531 Aynı
gün Felah-ı Vatan Grubunun başkanları ile Meclis Başkan Vekilleri saraya giderek Kuva-yı
Milliye’nin kabul edebileceği bir hükümetin kurulmasını istemişlerdi. Mustafa Kemal’in 4
Mart 1920'de, bu konu için Padişaha çektiği telgraf gerçekten önemlidir.532 Mustafa Kemal,
bahse konu telgrafta; milletin güvenine sahip bir hükümetin kurulması gerektiğini
belirtirken, Ali Rıza Paşa'nın istifa sebebi olarak da İtilâf Devletleri'nin bağımsızlığa ve
onura dokunan saldırılarına ve Mütareke hükümlerine uymayan müdahalelerine ve
davranışlarına daha fazla dayanamamış olmasını göstermekteydi.533 Yeni hükümeti, 8
Mart 1920 tarihinde eski Bahriye Nazırı Salih Paşa kurdu ve Sultan Vahideddin tarafından
da onaylandı.534
İstanbul, Misak-ı Millî’den rahatsız olan İngilizler tarafından 16 Mart 1920 tarihinde
resmen işgal edilir.535 Şehzâdebaşı Karakolu basılarak uyuyan 6l askerin üzerine ateş
açılması sonucu 5 asker şehit olur. Harbiye eski Nazırı Mersinli Cemal Paşa giyinmesine
bile fırsat verilmeden evinden alınırken yeni Harbiye Nazırı Fevzi (Çakmak) Paşa’anın
odasına giren İngiliz askerleri Paşa’nın göğsüne süngü dayadılar.
İngilizler tarafından, İstanbul’un işgalini müteakip uygulamaya konulan bir diğer faaliyet
de, daha önceden de örnekleri görülen, önde gelen Kuva-yı Milliyecileri ve onlara taraftar
ve yardımcı olduklarına inandıkları kişileri tutuklamak ve Malta’ya sürmek olmuştur. Bu
çerçevede, aralarında eski Harbiye Nazır Mersinli Cemal Paşa ile eski Bahriye Nazırı Rauf
Bey de dâhil olmak üzere 14 mebusun da bulunduğu 150 kadar Türk devlet adamı ve aydını
tutuklanarak Malta’ya sürüldü.536
531
Kaya; a.g.m., s. 519-520. Nutuk I, s. 479-481. İğdemir; a.g.e., s. 137 ve Mango; a.g.e., s. 321
532
Özkan; a.g.e., s. 75.
533
Nutuk I, s. 484-485 ve Kocatürk; a.g.e., s. 137-138.
534
Kaya; a.g.m., s. 524. Nutuk I, s. 486-487. Kocatürk; a.g.e., s. 139 ve Mango; a.g.e., s. 321.
535
Kaya; a.g.m., s. 524. Karpat; a.g.e., s. 52. Kinross; a.g.e., s. 249-251 ve Orbay , a.g.e., s. 439-441.
İstanbul’un işgali konusunda ilave bilgi için bkz. Kazım Özalp; Kazım; Millî Mücadele 1919-1922, C. I,
TTK Yayınları, Ankara 1971, s. 101-108. Serdar Sakin; “İtilaf Devletlerinin İstanbul’u İşgali ve Misak-ı
Millî Üzerine Bir Değerlendirme”, Askerî Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2004, Gnkur. Bsmv., Ankara
2004, s. 95-106 ve Mango; a.g.e., s. 322.
536
Kaya; a.g.m., s. 524. Jaeschke; a.g.e., s. 94. Zürcher; a.g.e., s. 221. İğdemir; a.g.e., s. 143.
184
18 Mart 1920 tarihinde son Osmanlı Mebusan Meclisi, İstanbul’da son toplantısını yaptı.
Üyelerinden bazılarının zor kullanılarak tutuklanması nedeniyle, mebusların, görevlerini
serbestçe yerine getirme imkânı kalmadığına ilişkin bir protesto kararını oybirliğiyle kabul
ettikten sonra çalışmalarını süresiz olarak durdurma kararı verdi. Bir daha toplanmadı.537
İstanbul’un işgali, Meclisin dağılması, millî mukavemetle ilgili sanılan şahısların tevkif
edilmeleri ve sonra da memleket dışına götürülerek hapsedilmeleri Türk istiklaline
vurulmuş son bir darbe oldu. Bu darbe üzerine İstanbul’da milleti temsil eden artık bir
otorite kalmamıştı.538
2.4. BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILMASI
İstanbul’un işgali üzerine Mustafa Kemal, aynı gün, yabancı devlet temsilcilerine
gönderilmek üzere hazırladığı protesto metnini Antalya’da bulunan İtalyan Temsilciliği
aracılığıyla bütün dünyaya duyurdu. 539 Yine aynı gün, İstanbul'u tamamen saf dışı etmek,
537
Lewis; a.g.e., s. 251. Jevakhoff; a.g.e., s. 122-123. Kinross; a.g.e., s. 252. Kocatürk; a.g.e., s. 143 ve
Mango; a.g.e., s. 323-324. Osmanlı Meclisinin sonu hakkında ilave bilgi için bkz. Selek; Anadolu İhtilali, C.
I, s. 336-338. İstanbul’un işgal edilmesinden sonra Mebusan Meclisindeki ilk toplantı 18 Martta yapılmıştır.
Meclis Birinci Başkan Vekili Hüseyin Kâzım Beyin başkanlığında başlayan toplantıda, çoğunluğun olduğu
ifade edilerek görüşmelere geçilmiştir. Bkz. Meclis-i Mebusan Zabıt Cerideleri (MMZC); D: 4, C. I-IV,
BMM Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları, Ankara 1992, s. 441. Milletvekillerinden bazılarının Mebusan Meclisi
binasından zorla alınması üzerine Rıza Nur Bey Mecliste bir beyanatta bulunarak bir takriri olduğunu
söylemiştir. Rıza Nur Bey bu beyanatında Efendiler, mühim tarihî bir an yaşıyoruz. Bu devlet ve millet bu
zamana kadar böyle bir musibete uğramamıştır. Osmanlı payitahtı ve İslâm hilâfetinin merkezi bugün ecnebi
devletlerin silâhlı işgali altına geçmiş bulunuyor. Bunu icap ettiren hiçbir hâl yoktur. Osmanlı Mebusan
Meclisi tecavüze uğradı. Mebus arkadaşlarımızdan Rauf, Vasıf, Faik Beyler ve Numan Efendi, Mebusan
Meclisinden işgal kuvvetleri tarafından zorla alınıp tevkif edildiler. Bu hâl Anayasa hukukuna ve devletler
hukukuna tamamen aykırıdır. Kayıtsız ve şartsız fikir ve vicdan hürriyetine malik olmayan bir Mebusan
Meclisinin serbestçe karar alması mümkün olamayacağından mebusların dokunulmazlığına karşı yapılan bu
tecavüzü protesto ediyoruz. Bu protestomuzun bütün cihan teşrii meclislerinin ve bilhassa bütün
parlâmentoların anası olan Britanya Parlâmentosuna ve bu gibi tarihî vak’alara defalarca sahne olmuş olan
Fransız ve İtalyan parlâmentolarına bildirilmesini temenni ederiz. Bugün üzerimize aldığımız millî vazifeyi
yapmaya ancak bu derecede kudretliyiz. Bu takririmizi millî bir vesika olarak tarihe bırakıyoruz demiştir.
Bkz. Samet Ağaoğlu; Kuvay-ı Milliye Ruhu, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul 1984, s. 31-32. Oturum başkanı
Hüseyin Kâzım Bey tarafından; milletvekilliği vazifesinin icraasında emniyetli bir hâlin tekrar sağlanmasına
kadar görüşmelerin ertelenmesini teklif ediyorlar sözleriyle oya sunulan Rıza Nur Beyin takriri oybirliğiyle
kabul edilmiştir. Bkz. MMZC; D:4, s. 441-444.
538
539
Cebesoy; Bilinmeyen Hatıralar, s. 283.
Bu metinde; ….. ilgili milletlerin şeref ve haysiyetiyle de bağdaşmayan buhareketin mahiyetinin takdirini,
resmî Avrupa ve Amerika’nın değil, ilim, kültür ve uygarlık Avrupa ve Amerikasının vicdanına bırakmakla
yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihî sorumluluğa son olarak bir daha dünyanın dikkatini çekeriz.
denilerek İtilâf Devletleri’nin devlet adamlarının yaptığı bu insanlık ve medeniyet dışı davranışı, o devletlerin
185
Heyet-i Temsiliye'yi geçici bir hükümet gibi çalıştırarak, Ankara'da millî iradeyi
gerçekleştirecek bir meclis toplamak üzere harekete geçerek, bir yandan askerî ve mülkî
erkâna peşpeşe telgraflar çektirirken, diğer yandan da işgali prostesto eden telgrafların işgal
makamlarına gönderilmesini ister ve alınması gereken önlemleri bildirir.540 Son Osmanlı
Mebusan Meclisinin kapatılması ve İstanbul'un işgali üzerine, Mustafa Kemal, Türk
Milletine yayınladığı beyannamede ise 700 yıllık Osmanlı Devleti'nin hayat ve
hâkimiyetine son verilmiş olduğu, Türk Milletinin medenî kabiliyetini, hayat ve istiklal
hakkını ve bütün istikbalini korumaya çağırıldığını bildiriyordu.541
İstanbul’un işgali üzerine 16 Mart 1920 tarihinde Mustafa Kemal tarafından verilen
emirlerin en önemlilerinden biri de hiç şüphesiz Anadolu’daki yabancı subay ve askerlerin
tutuklanmasına dair verilmiş olan emirdir.542 Önce elindeki kuvvetleri toplayarak, 19/20
Mart 1920 tarihinde Afyonkarahisar ve Eskişehir'deki İngiliz kıtalarını geri çekilmeğe
mecbur etti. Ardından da Anadolu'daki İtilaf Devletleri'ne mensup subayları tutuklattı.
Böylece İtilaf Devletlerinin herhangi bir harekete geçmelerine engel oldu. 543
Madem ki artık memleketin mukadderatına el koyacak bir makam yoktu, o halde bunu
tesis
etmek
lazımdı.
Bunun
için
de
Ankara'da
milletin temsilcilerinden ibaret
olağanüstü yetkiye sahip bir meclis kurmak ve milletin idaresini bu meclise vermek
gerekiyordu. Mustafa Kemal, 19 Mart 1920 tarihinde Temsil Heyeti adına, illere,
sancaklara ve kolordu komutanlıklarına bir genelge göndererek Selahiyet-i fevkaladeyi haiz
(olağanüstü yetkilere sahip) bir meclisin Ankara’da içtimaı (toplanması) kararını ilgililere
duyurdu ve yeni seçimlerin yapılmasını istedi. Bu genelgede, İstanbul’dan Anadolu'ya
medenî, kültürlü ve insancıl olduklarını iddia eden kendi kamuoylarına şikâyet etmektedir. Bkz. Nutuk I, s.
508-510 ve Özkan; a.g.e., s. 83.
540
Nutuk I, s. 508-511. İstanbul’un işgali üzerine Mustafa Kemal’in emriyle yabancı temsilciliklere
gönderilen protesto telgrafları konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 30, Gömlek
No: 13.
541
Nutuk I, s. 511-513. Jaeschke; a.g.e.,s. 94. İğdemir; a.g.e., s. 141 ve Kocatürk; a.g.e., s. 141.
542
Tansel; a.g.e., C. III, s. 67-72. Jaeschke; a.g.e.,s. 94 ve Kocatürk; a.g.e., s. 142 ve 144.
543
Kocatürk; a.g.e., s. 144-149. İstanbul’da tutuklanan Türk milliyetçilerine karşılık Mustafa Kemal,
Anadolu’daki İngiliz subaylarının gözaltına alınması emrini verdi. En önemli rehine, Erzurum’da bulunan
Binbaşı Rawlinson idi. Türk milliyetçileri ana köprü ve tünelleri imha etmeye başlarken, demiryollarını
denetleyen İngiliz birikleri tam zamanında yerlerinden ayrıldılar. Bkz. Mango; a.g.e., s. 323.
186
geçen milletvekillerinin haklarının saklı tutulacağı da bildiriliyordu.544
İtilaf Devletleri, Ali Rıza Paşa’dan, Anadolu’daki Millî Mücadeleyi suçlayan bir bildiri
hazırlamasını isteyince, Salih Paşa görevde kalamayacağını anladı ve 2 Nisan 1920
tarihinde istifa etti. Görev, Tevfik Paşa’ya teklif edildiyse de o kabul etmedi. Bu gelişmeler
5 Nisan 1920 tarihinde Damat Ferit Paşa’yı yeniden Sadrazamlığa getirdi.545 Damat Ferit
Paşa Kabinesinin iktidara gelmesiyle birlikte Meclis-i Mebusanın feshedilmesi yönünde
hızlı bir çalışma başlatılmıştı. Bu çalışmalar bizzat Damat Ferit Paşa tarafından ve gizli bir
şekilde sürdürülüyordu. 546
Saray ve İstanbul Hükümeti, Mütefik İşgal Ordusu Komutanı’nın, İngiliz, Fransız ve
İtalyan Yüksek Komiserlerinin isteklerini yerine getirerek durumu idare etmeye
çalışıyordu. Mebusan Meclisi, 11 Nisan 1920 tarihinde Sultan Vahidettin’in Siyasî
gelişmelerden kaynaklanan zorunlu şartlardan dolayı feshi gerektiren irade-i seniyyesiyle
dört ay içinde tekrar toplanmak kaydıyla kapatıldı. Hükümet tarafından Meclis-i Mebusanın
kapatılması için ileri sürülerek gerekçelerin hiçbir tutarlı tarafı yoktu. Dağılan Meclisin
birçok üyesi de Ankara’ya giderek Büyük Millet Meclisi (BMM)’ne katıldı.547
Bıyıklıoğlu, İstanbul’un işgalini, Mustafa Kemal’in Anadolu’da kuvvetlenmesinin bir
sonucu olarak değerlendirmektedir. Öte yandan İstanbul’un işgali, İzmir’in Yunanlılar
tarafından
işgalinden
sonra
Millî
Mücadele
ve
mukavemetin
halk
tarafından
544
Nutuk I, s. 505-508. Tansel; a.g.e., C. III, s. 93. Tunçay; a.g.e., s. 40 ve Velidedeoğlu; a.g.e., s. 12-14.
Bahse konu genelge/telgraf için bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 33, Gömlek No: 1.
545
Akın; a.g.e., s. 134. Jaeschke; a.g.e.,s. 97. İğdemir; a.g.e., s. 146 ve Mango; a.g.e., s. 324-325.
546
Kaya; a.g.m., s. 525.
547
Sakaoğlu; a.g.e., s. 568. Kaya; a.g.m., s. 525-526. İğdemir; a.g.e., s. 149. Müttefiklerin isteği üzerine 10
Nisan 1920 tarihinde Şeyhülislam Dürrizâde Abdullah Efendi tarafından hazırlanan Padişah ve Halife
kuvvetleri dışındaki millî kuvvetleri kâfir ilan eden ve katlinin vacip olduğunu bildiren fetvası ertesi gün
Takvim-i Vekayi gazetesinde yayımlanır. Bu fetva düşman uçakları ile tüm Anadolu’ya dağıtıldı. 18 Nisan’da
asilerin tenkili için Kuva-yı İnzibatiye (Hilafet Ordusu). teşkil edildi. Bkz. Jaeschke; a.g.e., s. 97-98. İğdemir;
a.g.e., s. 148-149 ve Lewis; a.g.e., s. 251-252. Dürrizade Mehmet Efendi’nin fetvasına karşı BMM de benzer
şekilde cevap verdi. 5 Mayıs’ta Ankara Müftüsü Börekçizade Rifat Efendi, yabancı baskısı altında çıkarılan
bir fetvanın geçersiz olduğunu bildiren ve Müslümanları, esaret altında bulunan Halifelerini kurtarmaya
çağıran, Anadolu’daki diğer 152 müftünün onayladığı bir fetva yayınladı. Bkz. Lewis; a..g.e., s. 252. Karpat;
a.g.e.254 ve Belen; a.g.e., s. 165.
187
benimsenmesini kolaylaştıran ikinci olay olmuştur.548 Mumcu da, İtilaf Devletlerinin,
Misak-ı Millî’yi hoş karşılamadıklarını, toplanmasına ve çalışmasına karşı çıkmadıkları
Meclisi Mebusandan istediklerinin tam tersi sesler yükseldiğini, böylesi bir şeye
katlanmanın İtilaf Devletleri için çok güç olduğunu, Mebusan Meclisinin kesin bir şekilde
cezalandırılmasına karar verdiklerini, nitekim Misak-ı Millî’nin de İstanbul’un işgali için
onlar adına iyi bir vesile olduğunu ifade etmektedir.549
Zürcher de, İstanbul’un işgalinin ve Mebusan Meclisinin kapatılmasının, Mustafa Kemal’in
Anadolu’daki konumunu güçlendirdiğini belirtmektedir. Karpat ve Jevakhoff da bu konuda
Zürcher ile benzer görüştedir.550 İstanbul’un Müttefikler tarafından işgali tarafsız Türkler
arasında bile tüm tereddütleri kökünden sildi ve bunlar da tamamen Mustafa Kemal’in
safına geçtiler. Sonuç olarak, Müttefiklerin İstanbul’u işgal etmeleri, Anadolu davasının
ancak Anadolu bozkırlarında halledileceği konusunda artık kimsede şüphe ve tereddüt
bırakmamıştı.551
Sultan Vahidettin’in Mebusan Meclisi için fesih kararını almasında, Meclisin Anadolu’da
toplanabileceği endişesi önemli rol oynamıştı. Zira Mebusan Meclisinin toplantılarını
erteleyen karar, mebuslara sağlanan dokunulmazlığın son bulması dolayısıyla kutsal
görevlerini güvenle sürdürebilecekleri bir durum ortaya çıkıncaya kadar genel
birleşimlerin ertelenmesi şeklinde alınmıştı. Meclisin bu kararına dayanarak, Mustafa
Kemal ve arkadaşlarının Meclisi Anadolu’da toplayabilecekleri ve böylece Anadolu’da
kontrolleri altına alacakları Mebusan Meclisinden istedikleri kararları çıkarabilecekleri bir
ortamın oluşması, Padişah ve Hükümet için düşünülebilecek bir durum değildi. Dolayısıyla
kendileri açısından çok vahim sonuçlarının olacağına inandıkları bu gelişmenin önünü
kesebilmenin en kolay yolunun Mebusan Meclisini feshetmek olduğuna inanmışlar ve bu
yola gitmişlerdir. Osmanlı yönetiminin aldığı bu karar, Osmanlı meşrutî hayatında yeni bir
548
Bıyıklıoğlu; a.g.e., s. 57.
549
Ahmet Mumcu; Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, 6. Baskı, İnkilap ve Aka
Kitabevi, İstanbul 1981, s. 53-54.
550
Kaya; a.g.m., s. 524. Erik Jan Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, İletişim Yayınları, İstanbul
1992, s. 32. Jevakhoff; a.g.e., s. 123 ve Karpat; a.g.e., s. 532.
551
Karpat; a.g.e., s. 532.
188
dönemi ifade etmektedir. Artık İstanbul merkezli meclislerin yerini Ankara merkezli
meclisler alacaktır. Anadolu’da yürütülen Millî Mücadelenin gerçekleştirilmesi de BMM
ile olacaktır. 552
Mustafa Kemal’in askerî birlikler ile vilayetlere 21 Nisan 1920 tarihli telgrafta, Meclisin
toplanmasının maksadının, memleketin bağımsızlığını sağlamak, Hilafet ve Saltanat
makamını düşmanların elinden kurtarmak olduğu belirtilmektedir.553 22 Nisan günü de tüm
askerî ve mülkî erkâna gönderilen telgrafta, 23 Nisan günü Meclis açılarak vazifeye
başlayacağından, o günden itibaren, sivil ve askerî tüm makamların ve bütün milletin tek
yetkili merciinin Ankara’da toplanacak Meclis olacağı duyurulur.554
23 Nisan 1920 Cuma günü, başlarında Mustafa Kemal olmak üzere İstanbul’dan gelen
milletvekilleri ile yeni seçilen temsilcilerden kurulu Meclis üyeleri Hacı Bayram Camii’nde
namaz kıldıktan sonra hep birlikte törenle Meclis binasına gelinmiş, orada vatan ve milletin
esenliği ve bağımsızlığı için dua edilmişti. Meclisin en yaşlı üyesi olan Sinop Mebusu Şerif
Bey geçici olarak Meclis Başkanlığına getirilmiş, böylece Meclis açılarak vazifesine
başlamıştı.555 Şerif Bey’den sonra ilk sözü Mustafa Kemal alarak Türk Milletinin takip
edeceği siyasetin esaslarını açıkladığı ve zamanın gerçeklerine uygun bir konuşma
552
Kaya; a.g.m., s. 526.
553
Karpat; a.g.e., s. 52-53. Jaeschke; a.g.e., s. 99 ve İğdemir; a.g.e., s. 153 ve Nutuk I, s. 526-528.
554
İğdemir; a.g.e., s. 153 ve Kocatürk; a.g.e., s. 153. Nutuk I, s. 528 ve Velidedeoğlu; a.g.e., s. 14. Bahse
konu telgraf için bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 33, Gömlek No: 5.
555
Tansel; a.g.e., C. III, s. 94. Karpat; a.g.e., s. 53 ve Kansu, a.g.e., s. 571. Meclisin açılması konusunda ilave
bilgi için bkz. Velidedeoğlu; a.g.e., s. 15-21. Turhan Olcaytu; Devrimlerimiz İlkelerimiz, 8. Baskı, AjansTürk Basın ve Basım A.Ş. Ankara 1998, s. 138, Nuran Yiğit; Atatürk’le 30 Yıl, 2. Basım, Remzi Kitabevi,
İstanbul 2004, s. 182-187. İnönü; a.g.e., s. 191-192 ve Clair Price; Türkiye’nin Yeniden Doğuşu, 1. Basım,
İstanbul 2003, Yeni Hayat Yayıncılık, s. 160-161. Kili, Meclisin ilk oturumunda geçici başkan Şeref bey
tarafından Büyük Millet Meclisi ifadesinin kullanıldığını, bu ismin 29 Nisan’da kabul edilen Hıyanet-i
Vataniye Kanunu’yla resmî bir şekle büründüğü ve yasallaştığını ifade etmektedir. Bkz. Suna Kili; Türk
Devrim Tarihi, Tekin Yayınları, İstanbul 1982, s. 105. İnönü, hatıralarında, bu konuya daha farklı bir şekilde
değinmektedir. İnönü, hatıralarında, Meclisin adının ne olacağını Mustafa Kemal Paşa ile uzun uzun
tartıştıklarını, sonunda Büyük Millet Meclisi olarak tespit ettiklerini, Meclis açılır açılmaz bu ismin teklif
edilmesini ve bu şekilde söylenmesini kararlaştırdıkları, Nitekim Geçici Başkan Şerif Bey’in de bu açış
konuşması esnasında bu ifadeyi kullandığını belirtmektedir. Bkz. İnönü; a.g.e., s. 191-192. Meclisin isim
meselesi konusunda ilave bilgi için bkz. Gürler; a.g.e., s. 242-244.
189
yaptı.556
Erzurum Kongresinde yer alan Kuva-yı Milliye’yi amil ve millî iradeyi hâkim kılmak temel
ilkesine dayanarak kurulacak bu yeni meclis, millî bir meclis idi. Bu Meclis, Mustafa
Kemal’in, Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak yayımladığı 19 Mart 1920 tarihli bildiride
açıklanan esaslara uygun olarak seçim yoluyla işbaşına gelen bir meclis idi.557 Artık
Amasya Tamimi’nde gerekli görüldüğü tarzda her türlü tesir ve murakabeden (kontrolden)
azade (bağımsız) bir heyet-i milliye (millî heyet) meydana gelmişti.558 23 Nisan 1920
tarihinde açılan BMM, millet iradesiyle seçilen mebuslardan oluşan, millî egemenlik
ilkesini esas alan demokratik karakterde ve yapıda bir Meclis idi.559 BMM, İstanbul’dan
gelebilen Mebusan Meclisi üyeleri ile yeniden seçilen mebuslardan oluşur. Son
araştırmalara göre BMM’nin üye sayısı 390 kişidir. Ancak Mecliste hiçbir zaman bu kadar
milletvekili toplanmamıştır. Bunun nedeni bazı milletvekillerinin istifaları, bazılarının
memuriyeti kabul ederek ayrılmaları, bazılarının devamsızlık nedeniyle gelmemeleri ve
ölenlerin bulunmasıdır. 23 Nisan 1920 tarihinde 120 milletvekili toplanmış, bu sayı
bilahare günden güne artmıştır.560
556
Mustafa Kemal’in bahse konu konuşması için bkz. BMM ZC Devre: I, C. I, s. 8-37.
557
Eroğlu; a.g.m., s. 23.
558
Kuran; a.g.m., s. 328.
559
Hamza Eroğlu; Türk İnkılap Tarihi, 1. Baskı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1982, s. 206.
BMM üyelerinin yarıdan fazlası (233) asker, memur ve aydınlardan oluşmuştu. Üyelerden 47’si din adamı,
diğerleri de çiftçi, tüccar ve aşiret reisiydi. 233 kişilik aydınların da 54’ü askerlerden oluşuyordu. Bu duruma
göre BMM’de çeşitli sosyal gruplar temsil edilmekle birlikte bunların bir kısmı Mustafa Kemal’e
bağlanmışlardı. Fakat diğer bölümü onun karşısındaydı. Rusya’da bulunan Enver Paşa ile ilişki kurmuş olan
İttihatçılar, ondan talimat alıyorlardı. Bkz. Mumcu; a.g.e., s. 55.
560
Mumcu; a.g.e., s. 55-56 ve Öztürk; a.g.e., s. 50. I. Meclisteki milletvekili sayısı için değişik kaynaklarda
değişik rakamlar belirtilmektedir. Bunlardan bazıları şu şekildedir: Cebesoy, 66 seçim bölgesinden 337
milletvekilinin olduğunu ve 23 millletvekilinin de Meclise gelmeden istifa ettiğini belirtir. Bkz. Cebesoy;
Siyasî Hatıralar 1, s. 339. Eroğlu ise milletvekillerinin sayısının 414 olması gerekirken, ölen ve istifa
edenlerin durumu nedeniyle, bu sayının 381’e düştüğünden bahseder. Bkz. Eroğlu; a.g.e., s. 280. Mazhar
Müfit Kansu da Meclise katılanların 399 kişi, katılmayanlarla birlikte bu rakamın 437 olduğunu belirtir. Bkz.
Kansu; a.g.e., Cilt: II, s. 574. Yiğit ise BMM’ye 451 mebusun seçildiğini, 33 kişinin Meclise gelmeden istifa
eetiğini, 4 mebusun da düşmanlar ve çeteler tarafından şehit edildiğini, bir kişinin de mazbatasının kabul
edilmeyip milletvekilliği düştüğü için bu rakamın 399’a düştüğünü belirtmektedir. Bkz. Yiğit, a.g.e., s. 183.
Güneş’e göre bu rakam 390’dır. Bkz. İhsan Güneş; Birinci BMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), Türkiye
İş Bankası Yayınları, İstanbul 1997, s. 79. Atay ise bu sayıyı 381 olarak belirtir. Bkz. Falih Rıfkı Atay;
Çankaya; Bateş Yayınları, İstanbul 1984. Erdoğan, I. BMM’ne, İstanbul’daki Son Osmanlı Mebusan
190
BMM’nin açılması sonucu eşi görülmemiş bir durum meydana geldi. Bir yanda millî
bağımsızlığı sağlamak hedefine yönelmiş görünen BMM, diğer yanda (İstanbul’da) ise
Müttefiklerin elinde hapis durumda olan ve hanedan menfaatleri uğruna millî hareketi
suçlamakla halkı kendinden soğutmuş bir Halife-Padişah vardı.561
Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920 tarihinde uzun bir konuşma yaparak, Millî Mücadelenin
başlama sebeplerini ve izlediği yönü anlattıktan sonra, bu konuda izlenmesi gereken yolu
açıklayan ve hükümetin kurulması hakkında bir önerge verdi.562 Aynen kabul edilen
önergede; hükümet kurmanın zorunlu olduğu, geçici kaydıyla bir hükümet başkanlığı
tanımanın doğru olmadığı, millî iradenin temsilcisinin BMM olduğu, memlekette
BMM’nin üstünde hiç bir kuvvet olmadığı, kanun yapmak ve kanunları yürütmenin
BMM’nin hakkı olduğu, BMM tarafından tefrik edilen bir heyetin hükümet işlerini
göreceği ve Meclis Başkanının bu heyetin de başkanı olacağı ifade edilmektedir. Bu
önergenin altında da önemli bir not bulunuyordu. Bu notta Padişah ve Halife, altında
bulunduğu baskıdan kurtulduğu zaman Meclisin düzenleyeceği kurallar çerçevesinde
durumunu alacaktır. deniliyordu.563 Mustafa Kemal’in hazırladığı bu önerge, özünde, yeni
kurulacak olan devletin nasıl bir rejimi benimseyeceğinin ipuçlarını taşımaktadır. Meclisin
üstünlüğüne ve onun denetimine bağlı bir yürütme gücü olacaktır. Öyle ki, Padişah bile bu
Meclisinden katılan milletvekili sayısının 92 olduğunu belirtmektedir. Bkz. Mustafa Erdoğan, “Siyasal
Sistem, Devlet ve Rejim”, Yeni Türkiye (Cumhuriyet Özel Sayısı), S. 23-24. Eylül-Aralık 1998, s. 802.
561
Karpat; a.g.e., s. 53.
562
Kuran; a.g.m., s. 329.330. Yavuz Arslan; “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti”, Türkler, C. 16, s. 37.
Özkan; a.g.e., s. 100-101 ve Kocatürk; a.g.e., s. 155. Mustafa Kemal’in yaptığı bahse konu konuşma için bkz.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 12-60 ve 60-63 ve Mango; a.g.e., s. 329-330. Mustafa Kemal Paşa bahse
konu konuşma esnasında; Millî Mücadeleyi, düşmanların Halifeye isyan şeklinde gösterdiklerinin, Millet
Meclisinin, Halife ve Padişah ile vatanı düşman işgalinden kurtarmak istediğini, vekillerin Tanrı ve Yüce
Peygamber adına yemin ederek Halife ve Padişaha isyan sözünün bir yalandan ibaret olduğunu dile getirir.I.
Meclis üyeleri de Hilafet ve Saltanatın vatan ve milletin kurtuluşundan ve bağımsızlığından başka amaç
gütmeyeceğiz. diye yemin etmişlerdi. Bkz. Belen; a.g.e., s. 170.
563
Nutuk II, s. 8-9. Mustafa Kemal Paşa’nın BMM’nin 24 Nisan 1920 tarihli oturumunda çabalarımızın
birinci amacı saltanat ve hilafet makamını yabancı esaretinden kurtarmaktır. şeklinde konuşarak Meclis
içinde, saltanat ve halifelik makamları ile bağlantı ve İstanbul Hükümeti ile uzlaşma arayan bir akımın
bulunduğunu sezerek onları susturmuştur. Böylece, İstanbul Hükümeti tarafından çıkarılan Millî Mücadele
aleyhindeki fetvanın da uydurma olduğunu, Padişahın da düşman süngüsü altında böyle bir davranış içine
girdiğini açıklayarak, daha işin farkına varmamış kimselere hissettirmeden, bir hükümetin kurulmasının
gerekli olduğunu belirtmiştir. Bkz. İlkin; a.g.e., s. 139-140.
191
Meclisin kendisine tanıyacağı statü içinde kalacaktı.564
Aynı gün TBMM’ne başkan seçilmesi konusu görüşüldü. Yapılan oylamada, Mustafa
Kemal oy çokluğu (110 oy) ile Meclis Başkanı seçilir.565 İstanbul’daki Mebusan Meclisinin
başkanı olan (Anayasa Hukuku Profesörü) Celaleddin Arif Bey de BMM’de ikinci başkanı
olarak seçilir.566
Yeni Meclis, daha ilk günlerinde yetkilerine kıskançlıkta sahip çıkmıştır. Halkı doğrudan
doğruya temsil eden Meclis, yurdu biran önce düşman işgalinden kurtarmak için tüm
güçleri kendinde toplamış ve yetkilerini aracısız kullanmıştır.567 23 Nisan 1920’de açılarak
çalışmalarına başlamış olan ve hatta açıldığının ikinci günü bir kanun bile çıkarmış olan
BMM yasama ile ilgili görevlerine de başlamış oluyordu.568 Halkı doğrudan doğruya temsil
eden Meclis, yurdu biran önce düşman işgalinden kurtarmak için bütün güçleri kendinde
toplamış ve yetkilerini aracısız kullanmıştır.569 Böylece BMM ya da I. Meclis bir Kurucu
Meclis karakterini almış ve yeni bir rejimin temelleri atılmıştı. BMM, zafer kazanılıncaya
kadar dağılmamak kararını vermişti.
Meclisin 25 Nisan 1920 tarihli oturumunda, Mustafa Kemal’in bir önceki gün kabul edilen
hükümetin teşkili hakkında teklifine göre, yürütme yetkisini bizzat kullanacak olan
Meclisin bu yetkiyi ne şekilde kullanacağı üzerinde durulmuştu. Meclis, Celaleddin Arif
Bey’in kabul edilen önergesi gereğince, 25 Nisan 1920 tarihli beşinci oturumunda,
Muvakkat İcra Encümeninin (geçici hükümetin) seçimine başlamıştır. Böylece seçimle
belirlenen altı kişi (Celaleddin Arif Bey, Sami Bey, Bekir Sami Bey, Fevzi Paşa,
Hamdullah Suphi Bey, Hakkı Behiç Bey) seçimsiz olarak Meclis Genel Kurulu kararıyla
564
Akın; a.g.e., s. 140.
565
Tansel; a.g.e., C. III, s. 95-96. Nutuk II, s. 9. Jevakhoff; a.g.e., s. 134. Kocatürk; a.g.e., s. 156. Selek;
Anadolu İhtilali, C. I, s. 344 ve Akın; a.g.e., s. 142. Mustafa Kemal’in Meclis Başkanı seçildikten sonra
yapmış olduğu konuşma için bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (Yayına Hazırlayan: Ali Sevim, İzzet
Öztoprak, M.Akif Tural), Atatürk Araştırma Merkezi, Divan Yayıncılık, Ankara 2006, s. 95-96
566
Jaeschke; a.g.e., s. 100. Kocatürk; a.g.e., s. 156. Mango; a.g.e., s. 330 ve Velidedeoğlu; a.g.e., s. 27.
567
Öztürk; a.g.e., s. 51.
568
Kuran; a.g.m., s. 329.330. Arslan; a.g.m., s. 37 ve Kocatürk; a.g.e., s. 156.
569
Öztürk; a.g.e., s. 51.
192
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi İsmet Bey ve BMM Başkanı olması sıfatıyla,
(hükümetin teşkili hakkındaki karar gereğince) bu heyetin tabii başkanı olan Mustafa
Kemal’den oluşan yedi kişilik geçici bir hükümet kurulmuştur. Muvakkat İcra Encümeni
adı ile kurulan bu heyet BMM’nin ilk yürütme organı, yani ilk hükümetidir.570
25 Nisan günü Meclis Başkanı Mustafa Kemal imzalı olarak, düşman propagandasına
inanılmaması gerektiğine dair bir beyanname yayımlanır.571 27 Nisan günü de Padişaha
BMM emriyle Mustafa Kemal imzalı bir sadakat arizası gönderilir.572
Millî egemenliğin emanetçisi, Türk halkının ve Türkiye’nin yegâne temsilcisi olduğu
inancıyla hareket eden BMM, 29 Nisan 1920 tarihinde, Meclisin meşruiyetine karşı karşı
çıkanlar için ölüm cezasını getiren Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu kabul etti.573 BMM
tarafından 7 Haziran 1920 tarihinde kabul edilen bir başka kanunla da, İstanbul
Hükümetinin 16 Mart 1920 tarihinden sonra yaptığı ve yapacağı antlaşmalarla vermiş
olduğu ve vereceği imtiyazların hükümsüz sayılacağı kabul edilmiştir.574
Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Ordu-Politika ilişkilerini en iyi şekilde BMM’nin çıkardığı
kanunlarda görmek mümkündür.575 BMM 2 Mayıs 1920 tarihinde, İcra Vekillerinin ne
şekilde seçileceğini belirleyen kanunu kabul etti. Bu kanuna göre; hükümet işleri (Erkan-ı
Harbiye-i Umumiye Riyaseti / Gnkur.Bşk.lığı dâhil) 11 vekalette toplanacak, vekiller de
570
Arslan; a.g.m., s. 40-41. Jaeschke; a.g.e., s. 100. İğdemir; a.g.e., s. 157 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 134.
Muvakkat İcra Encümeni üyelerinin isimleri için bkz. -; Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kuruluşundan
Günümüze Hükümetler, Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 1998, s. 33.
571
Tansel; a.g.e., C. III, s. 95-96 ve İğdemir; a.g.e., s. 156.
572
Tansel; a.g.e., s. 96. Mango; a.g.e., s. 331 ve Belen; a.g.e., s. 175.
573
Kocatürk; a.g.e., s. 159. Mango; a.g.e., s. 332. Karpat; a.g.e., s. 53. Jaeschke; a.g.e., s. 101 ve BMM ZC
Devre: I, Cilt: I, s. 145. Bu yasa, Meclisten geçen ikinci yasa idi. Hiyanet-i Vataniye Kanunu'nun birinci
maddesi: (sadeleştirilerek): Yüce halifelik ve sultanlık-padişahlık makamı ve Osmanlı Devleti'ni yabancıların
elinden kurtarma ve saldırıları savmak amacına yönelik olarak oluşturulan Büyük Millet Meclisinin
meşruiyetine isyanı içeren sözle veya eylemle veya yayın yoluyla muhalefet veya bozgunculukta bulunan
kimseler vatan haini sayılır. Bkz. Türk Parlamento Tarihi, C. 1, TBMM Vakfı Yayınları, Ankara, 1994, s.
121.
574
Kocatürk; a.g.e., s. 170, Karpat; a.g.e., s. 53 ve Jaeschke; a.g.e., s. 101. Bu kapsamda BMM, 19 Ağustos
1920 tarihinde aldığı bir kararla, 10 Ağustos 1920 tarihinde İstanbul Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında
imzalanan Sevr Barış Antlaşması’nı tanımadığı gibi bu antlaşmayı imzalayanları da vatan haini ilan eder ve
vatandaşlıktan çıkarır. Bkz. Akın; a.g.e., s. 146.
575
Öztürk; a.g.e., s. 51.
193
mebuslar arasından Meclis tarafından teker teker seçilecek, vekiller arasında çıkacak
anlaşmazlıklar da Meclis tarafından çözülecekti. Bu kanun gereğince Meclis 3 Mayıs 1920
günü, İcra Vekillerinin (Bakanlar Kurulunun) seçimine geçmiş ve aynı gün seçim sonuçları
açıklanmıştır. 576
2.5. BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN YAPISI VE ÖZELLİKLERİ
BMM, Mustafa Kemal’in telkiniyle, Türk hukuk tarihinde ilk defa olarak millî hâkimiyet
prensibini siyasî ve hukukî temel edinerek, Osmanlı Kanun-ı Esasî’ne aykırı olarak,
kuvvetler birliği esasına dayanan Meclis Hükümeti Sistemini kabul etmiştir. 29 Ekim 1923
tarihinde Cumhuriyetin ilanına kadar devam eden bu sistem BMM Hükümeti adı ile
anılacak ve 20 Ocak 1921 Anayasası’na da bu isimle geçecektir. 577
Meclis Hükümeti Sistemi rastgele ortaya çıkmamıştır. Bunda, Mustafa Kemal’in
kafasındaki nihaî hedefe doğru gidişin çok ustaca düzenlenmiş bir safhasını görmek
mümkündür. Mustafa Kemal hem Millî Mücadeleyi başarıya ulaştırmak, hem de bu
mücadele sonunda devletin idare şeklini değiştirmek niyetindeydi. Meclis Hükümeti
Sistemi’nin kabul edilişiyle, daha başlangıçtan itibaren böyle bir değişikliğinin temellerini
atmakla birlikte, bu gidişin göze çarpacak bir açıklıkla ortaya çıkmasını ve padişahlığı
576
Arslan; a.g.m., s. 42. Nutuk II, s. 10-13. Jaeschke; a.g.e., s. 101-102. İğdemir; a.g.e., s. 160. Kocatürk;
a.g.e., s. 160. Erendil; a.g.e., s. 119. Kocatürk; a.g.e., s. 166 ve BMM ZC Devre: I, Cilt: I, s. 185-186. Bu
kanunun birinci maddesini değiştiren 4 Kasım 1920 tarih ve 47 sayılı kanunla, yürütme üyelerinin, BMM
Başkanının Meclis üyelerinden göstereceği adaylar arasından ve BMM tarafından salt çoğunlukla seçilmeleri
esası kabul edilmişti. Bkz. Mazıcı; a.g.e., s. 8. Bu kanunla Erkan-ı Harbiye (Genelkurmay / Gnkur.) işlerini
görmek üzere ayrı bir bakanlık kurulmuştur. Savaşı daha iyi ve tutarlı bir şekilde yüretebilmek, siyasî ve
askerî organlar arasında ortaya çıkabilecek uyumsuzluğu en aza indirebilmek amacıyla, Gnkur. Vekâleti,
doğrudan BMM’ne karşı sorumlu tutulmuştur. Bu düzenlemeyle, aynı zamanda İvT döneminde yaşanan fiilî
askerî diktatörlüğün bir daha ortaya çıkmaması ve BMM’nin Ordu üzerinde denetimini tam olarak kurması da
amaçlanmıştır. Buna paralel olarak, 5 Eylül 1920 tarihinde kabul edilen 18 sayılı Nisab-ı Müzakere
Kanunu’nun dördüncü maddesiyle, kural olarak BMM üyeliği ile memurluğun bir kişinin üstünde
toplanmamasına rağmen, o dönemin şartları dikkate alınarak, ordu ve kolordu komutanlığı görevlerinin
Meclis üyeliği ile bağdaşabileceği öngörülmüştür. Böylece, kolordu düzeyinin altındaki askerî birimlerin
siyasetle ilgilenmesi hukuken önlenmeye çalışılmıştır. Meclisin tüm güçleri ile kendisinde toplanmasına bağlı
olarak, 13 Eylül 1920 tarihinde Vekiller Heyeti programında, Ordunun, BMM’nin Ordusu olduğu, emir ve
komuta yetkisinin de BMM’nin manevî şahsiyetinde olduğu ve komutaya ait işlerin Gnkur.Bşk.lığı
tarafından yürütüleceği öngörülmüş, gereksiz ve zararlı tartışmalara yol açacağı değerlendirilerek
başkomutanlık konusuna değinilmemiştir. Bkz. Öztürk; a.g.e., s. 51-52.
577
Arslan; a.g.m., s. 38. 20.01.1337 (1921) tarihli ve 85 kanun numaralı 1921 Anayasası için bkz. Yavuz
Atar; Karşılaştırmalı ve Notlu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Önceki Anayasalar, Mimoza Yayınları: 51,
Hukuk Dizisi: 23, Konya 2002, s. 191-194. Erdoğan; a.g.e., s. 45-55 ve Tunç; a.g.e., s. 27-31.
194
vazgeçilmez bir kurum olarak kabul eden çevrelerde lüzumsuz tepkilerin uyanmasını
önlemiştir. Gidilen yol, başlı başına ayrı bir yürütme organı meydana getirmektense,
BMM’nin olağanüstü durumunu gerekçe olarak gösterip saltanatı ve hilafeti kurtarma
görevinin, yani yürütme kudretini kullanmanın bu Meclis tarafından yerine getirileceğini
belirtmekti. 578
BMM’nin meydana getirmiş olduğu sistem, Meclisi, millî hâkimiyetin temsilcisi kabul
eden çeşitli devlet kudretlerini bu hâkimiyetin belirtileri sayan, bu yönüyle tümünü meclise
mal eden ve günün şartlarına bağlı olmaksızın genel prensip halinde benimsenen bir
kuvvetler birliği anlayışına dayandırılmıştır. Bu anlayış Millî Mücadelecilerin ruhunu da
kaplamıştı. İşte böyle bir anlayış ve Meclis Hükümeti sayesinde yeni rejim yerleşmiş,
başarı sağlamış, saltanatın kaldırılmasına dayanak teşkil etmiş ve dolayısıyla cumhuriyet
rejiminin kabulüne yol açmıştır. Zaten Mustafa Kemal de, Nutuk’ta, kendi telkiniyle
getirilen bu sistemi şu şekilde değerlendiriyordu: Efendiler, bu esaslara müstenit olan
(dayanan) bir hükümetin mahiyeti, suhuletle (kolaylıkla) anlaşılabilir. Böyle bir hükümet,
hâkimiyet-i milliye (millî egemenlik) esasına müstenit (dayanan) halk hükümetidir.
Cumhuriyettir. Mustafa Kemal, böyle bir hükümetin kurulmasında ana ilkenin kuvvetler
birliği olduğunu da belirtmiştir. Mustafa Kemal’in Mecliste yaptığı birçok konuşmada da
kuvvetler birliği sisteminden bahsettiği ve bu sistemi savunduğu görülmektedir.579
Türkiye’de, Meclis Hükümeti Sisteminin, Türk milletinin içinde bulunduğu gerçeklerden
ve günün şartlarından doğduğunu ve buna Mustafa Kemal’in fikrî ve fiilî olarak önderlik
ettiğini söylemek mümkündür. Millî Mücadelenin başarıya ulaşmasında çok büyük rolü
olduğu inkâr edilemez bir gerçek olan Meclis Hükümeti Sistemi (Kuvvetler Birliği Sistemi)
nedir? Hangi prensiplere dayanmaktadır ve nasıl meydana çıkmıştır? Yasama ve yürütme
578
579
Arslan; a.g.m., s. 38-39.
A.g.m., s. 39. Meclis hem yasama, hem de yürütüme yetkisini kullanmaktaydı. Meclis Başkanı aynı
zamanda Hükümetin de başkanı idi. Ayrıca Devlet Başkanlığı diye bir makam mevcut değildi. Meclis Başkanı
aynı zamanda Devlet Başkanlığı görevini de yerine getirmekteydi. TBMM, yasama ve yürütme yetkisini
herhangi bir kayıt ve sınırlamaya tabi olmadan kullanıyordu. Meclisten ayrılan bir heyet de vekâleten
Hükümet işlerini görüyordu. Mustafa Kemal Paşa’ya göre böyle bir hükümet, hâkimiyet-i milliye esasına
müstenit halk hâkimiyetidir, cumhuriyettir. Bkz. Eroğlu; a.g.m., s. 25.
195
kuvvetleri yasama organında toplanırsa ortaya Meclis Hükümeti Sistemi çıkar. Klasik
Anayasa Hukukunda, Parlamenter ve Başkanlık Sistemleri arasında yer alan Meclis
Hükümeti, bu iki şekilden, kuvvetler ayrılığını kabul etmemesiyle ayrılır. Bu sistemde,
kuvvetlerin karışımı vardır. Daha doğrusu seçimle kurulu yegâne organ olan yasama
meclisi, yürütme ve yargının üstündedir. Onlara hâkimdir ve onları bir çeşit idarî organlar
haline getirir. Kuvvetlerin karışımı zaten yürütmeyi bağlı duruma sokar. Millî hâkimiyetin
temsilcisi ve kullanıcılığı tekelini kurar. Böylece yasama ve yürütme, ne fiilen ne de
hukuken iki eşit otorite olamaz. Yürütme, meclisin ajanı durumundadır. Onun saptadığı
politikayı sadece ve yine onun direktifleri ile uygular.580
Kemal Dal Anayasa Hukuku Temel Kuralları adlı eserinde, Meclis Hükümeti Sistemi’ni
şu şekilde tarif etmektedir: Devletin bütün fonksiyonları yasama organı olan parlamentoda
toplanır. Devletin adeta parlamentodan başka organı yok gibidir. Yürütme tamamıyla
parlamentoya bağlanmıştır. Parlamento yasama, yürütme ve yargı fonksiyonunu yapar. Bu
tip devlet idaresi rejimine Meclis Hükümeti Sistemi ismi verilir.581 Bizde de 1921 ve 1924
Anayasaları’nın kabul ettiği sistem, Meclis Hükümeti Sistemi olarak değerlendirilmektedir.
BMM eski Osmanlı Meclisine benzemediği gibi yeni Meclis tarafından kurulacak
olan Yürütme Organı da Osmanlı Kabinelerinin bir taklidi olamazdı. Kurulacak yeni
hükümet, Meclisin istediği bir hükümet olmalıydı. Millî Mücadele, normal bir parlamenter
sistem kurmakla kazanılamazdı. Meclisin fiilen işleri eline alması gerekiyordu. Yasama ve
yürütme yetkileri Meclisin kendi elinde bulunmalıydı. 582
580
Arslan; a.g.m., s. 39.
581
A.g.m., s. 40.
582
A.g.m., s. 37. Bu sisteme göre, siyasî iktidar mekanizması bir Meclis Hükümeti düzeni içinde işleyecektir.
kuvvetler ayrılığının kabulü yerine, millî egemenliğe dayalı ve tüm yetkileri kendinde toplayan bir Meclis
topluma hâkim olacaktır. BMM’nin açılmasıyla egemenlik İstanbul’dan Ankara’ya geçmekle kalmıyor,
bunun da ötesinde egemenliğin kaynağında ve niteliğinde de önemli bir değişiklik oluyordu. Yasama organı
niteliğindeki BMM normal bir parlamento değil, tüm yetkileri (yasama, yürütme ve yargı) kendinde toplamış
olağanüstü bir Meclistir. Artık bundan sonra ülkemizde yasamanın yürütmeden değil, tersine yürütmenin
yasamadan birşeyler koparması ve yetkisini bu şekilde oluşturması durumu doğmaktadır. Bkz. Akın; a.g.e.,
s. 140. BMM rejimin temelleri konusunda detaylı bilgi için bkz. Ahmet Demirel; Birinci Mecliste Muhalefet:
İkinci Grup, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1995, s. 151-210.
196
2.6. BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDE KURULAN PARTİLER VE GRUPLAR
23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan BMM üyeleri iki farklı seçimden ve üç ayrı kanaldan
gelmekteydiler. Yapılan seçimlerin ilki son Osmanlı Mebusan Meclisi için 1919 yılı
sonlarında yapılan genel seçimdi. Diğeri ise Mustafa Kemal’in Ankara’da toplanacak
Meclis için yaptığı 19 Mart 1919 tarihli genelge doğrusunda yapılan ikinci genel seçimdi.
Mebusların geldiği kaynaklar ise; Osmanlı Mebusan Meclisi, yeni seçilen mebuslar ile
Malta’dan sürgünden kurtularak gelen milletvekilleriydi.
Farklı kaynaklardan gelen mebuslar belirli bir görüşü temsil etmediklerinden ve herhangi
bir siyasî partinin temsilcisi olmadıklarından, doğal olarak aralarında bir birlik hali de
mevcut değildi.583 Farklı kaynaklardan gelen bu insanlar, aynı zamanda farklı
düşüncelerin de sahibi idiler. Bu nedenle Mecliste tam bir fikir birliği yoktu.584
Sivas Kongresinde mahallî kurtuluş hareketlerini birleştiren A-RMHC,I. Meclise egemen
olmuş ve seçilen mebuslar da A-RMHC üyeleri arasından çıkmıştır. Toplumun farklı
kesimlerinden gelen kişilerden (aydın, asker-sivil bürokrat, din adamı, aşiret reisi, şeyh,
toprak sahibi ve tüccar) oluşan BMM, genellikle ülkenin kurtuluşu fikrinin ortaklığından
başka ortak bir amaca sahip olmayan üyelerden oluşuyordu. Milletvekilleri farklı toplumsal
kesimlerden geldikleri gibi, aynı zamanda II. Meşrutiyet yıllarından beri aralarında farklı
ideolojik yaklaşımlar da vardı. Her ne kadar Sivas Kongresi sırasında her türlü fırkacılıktan
uzak kalınmasına ilişkin alınan karar, BMM içinde partileşmelerin önünü kapamakla
beraber, birçok gruplaşmalar ve hizipleşmeler kendini göstermiştir.585 1920 ortalarından
itibaren görülmeye başlanan gruplaşmalar da giderek artmaya başlamıştı. Ülkede var olan
tüm düşünce akımlarının temsilcileri Meclise girmiş olduklarından, bu düşünce akımları
doğrultusunda bir araya gelerek oluşan değişik gruplar, kendi siyasî programlarını da
oluşturmaya başlamışlardı.
583
Eroğlu; a.g.e., s. 280-281.
584
I. Meclisin sosyo-ekonomik tabanı ve eğitim düzeyi için bkz. Güneş; a.g.e., s. 79-91.
585
Uyar; a.g.e., s. 60-61.
197
Mustafa Kemal tarafından
Nutuk’ta
da belirtildiği üzere, BMM aynı
zamanda
A-RMHC’nin siyasal bir grubu niteliğindeydi. Bu nedenle milletvekillerinin hepsi aynı
zamanda
A-RMHC’nin
temsilcisi
sayılmışlardır.
BMM’nin
benimsediği
hedef,
A-RMHC’nin amacıydı. Çeşitli toplumsal kesimlerden ve mesleklerden gelen farklı dünya
görüşlerine ve fikirlere mensup bu mebuslar arasında birlik olmamakla birlikte üzerinde
mutabık kaldıkları yegâne konu vatanın müdafaası ve millî istiklâlin temini için yapılan
Millî Mücadele hareketi ile bu hareketin fikir, program ve hedefini oluşturan Misak-ı Millî
olmuştur. Her ne kadar Millî Mücadele ve Misak-ı Millî, milletvekilleri arasında ittifakla
mutabık kalınan konu ise de, mebusların çok farklı düşünce, inanç ve görüşlere sahip
olmaları nedeniyle aralarında zaman zaman sert tartışma ve münakaşalar yaşanmaktaydı.
Bu durum ise Mecliste ortak karar alınmasında güçlüklere ve Meclisin verimli bir şekilde
çalışamamasına neden oluyordu.
1920 yılı sonlarına doğru, Mecliste kimi mebusların biraraya gelerek oluşturdukları
gruplar görülmeye başlanmıştır. Bu gruplaşmaları genel olarak; Sosyalist-Komünist
gruplaşmalar: (Yeşil Ordu Cemiyeti586, Türkiye Komünist Fırkası587 ve Türkiye Halk
İştirakiyun Fırkası588) ve BMM’de yer alan mebusların sosyo-ekonomik ve kültürel
yapılarından kaynaklanan düşünce farklılıklarının oluşturduğu gruplar (Halk Zümresi589,
Tesanüd Grubu590, İstiklâl Grubu591, Islahat Grubu592, Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti593
ve Müdafaa-i Hukuk Grupları) olarak tasnif etmek mümkündür.
586
Yeşil Ordu konusunda ilave/ayrıntılı bilgi için bkz. Yılmaz Gülcan; Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946),
Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, 1999, s. 34-35. Mustafa
Yılmaz; Millî Mücadelede Yeşil Ordu, Sevinç Matbaası, Ankara 1987, s. 316-324. Kurt Steinhaus; Atatürk
Devrimi Sosyolojisi, Sander Yayınları, İstanbul 1973, s. 99-100 ve Soysal; a.g.m., s. 2014.
587
Türkiye Komünist Fırkası konusunda ek bilgi için bkz Aclan Sayılgan; Solun 94 Yılı 1871-1975, Mars
Matbaası, Ankara 1975, s. 144-149 ve Tunaya; Türkiye’de Siyasî Partiler (1859-1952), s. 531.
588
Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası konusunda ilave/ayrıntılı bilgi için bkz. a.g.tez, s. 37-39. Tunaya; a.g.e.,
s. 532-533. Çavdar; a.g.e., s. 257-259 ve ve Soysal; a.g.m., s. 2014.
589
Halk Zümresi konusunda ilave/ayrıntılı bilgi için bkz. a.g.tez, s. 34-35. ve Çavdar; a.g.e., s. 252.
590
Tesanüd Grubunun ne zaman kurulduğu tam olarak belli değildir. Meclisteki milliyetçi mebusların
kurduğu bu grup, en örgütlü gruptur. Bahse konu Grubun, Hükümet ile olan ilişkilerini düzenleme görevi
M.Müfit (Kansu) Bey’e verilmiştir. Grubun amacı, Mecliste dayanışmayı sağlamaktı. Bkz. Gülcan, a.g.tez,
s. 33.
591
Tesanüd Grubu konusunda bilgi için bkz. a.g.tez., s. 33-34.
198
Başlangıç aşamasında oluşan bu gruplaşma ve hizipleşmeler, müteakip aşamalarda Birinci
Grup ve İkinci Grup adlı iki büyük grubu doğurmuştur. Bu grubun dışında kalan
bağımsızlar da vardır.594 I. Meclis döneminde bu gruplar içerisinde en sıkı mücadele
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu (A-RMHG) ya da Birinci Grup ile İkinci
Grup arasında gerçekleşmiştir.
Mustafa
Kemal’in
Halkçılık
Programının
Teşkilat-ı
Esasiye
Kanunu595
olarak
benimsenmesinden sonra, Meclisteki gruplaşmalar daha da artmıştı. Yasama, yürütme ve
zaman zaman da yargı görevini üstlenen Meclisten karar çıkarmak da güçleşmişti. Oysa
Meclis çalışmalarının gruplara dayanarak daha düzenli bir hale geleceği sanılmıştı. Ancak
592
İstiklal Grubu hakkında bilgi için bkz. Güneş; a.g.e., s. 160.
593
Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti hakkında bilgi için bkz. Nutuk, C. II, s. 191-192. Soysal; a.g.m., s. 2014
ve Jorge Blanco Villata; Atatürk, TTK Bsmv., Ankara 1979, s. 227-228 .
594
595
Uyar, a.g.e., s. 61.
20 Ocak 1921 Anayasası’na giden süreç, önem arz eden kimi maddeleri ve önemi konusunda Akın
tarafından şu hususlar ifade edilmektedir. Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan Anayasa Tasarısı,
tamamen değilse bile, Mustafa Kemal Paşa’nın en önemli saydığı konuda ona karşı çıkıyordu. Komisyon,
gerekçesinde; Meclis ve onun Hükümeti ancak Saltanat ve Hilafetin kurtuluşu zamanına kadar yasal
sayılıyor, böylece geçici bir nitelik tanınmış oluyordu. Öte yandan 04 Eylül 1920 tarihinde kabul edilen
Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun l’inci maddesinde de ‘BMM, hilafet ve saltanatın, vatan ve milletin (kurtuluşu)
ve istiklalinden ibaret olan gayesinin husulüne (gerçekleşmesine) kadar şerait-i atiye dairesinde (geleceğin
şartları kapsamında) müstemirren inikat eder’ diyerek Anayasa Hazırlık Komisyonunun getirdiği gerekçeye
uygun bir görüşü benimsemiş oluyordu. Böylece amaç İstanbul’aki işgal kuvvetlerinin boyunduruğu altında
bulunan Padişahın kurtarılmasından ibaret kabul ediyordu. Bu durum yepyeni bir devlet kurma özleminde
bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncesine ters düşüyordu. Hem ‘BMM’nin üstünde bir güç yoktur’
denecek, hem de aynı Meclisi, Hilafeti ve Saltanatın kurtarılmasına kadar geçerli saymak ve Meclisi sadece
bu amaçla bağlı kılmak, gerçekten büyük bir çelişkiydi. Aslında çelişki sadece teori planında kalmaya
mahkûmdu. Çünkü böyle bir görüşü kabul edenler, Meclisteki belirli sayıdaki milletvekilleriydi. Mustafa
Kemal ve ona bağlı olanlar saltanat ve hilafetin kaldırılmasını ve hükümet yetkisinin mutlak olarak Mecliste
toplanmasını istiyorlardı. Bu konudaki tartışmalar Mecliste günlerce (37 gün) sürdü. Mustafa Kemal Paşa
37. gün sonunda bir gizli oturumda yaptığı bazı açıklamalar Meclisi etkiledi ve yeni bir özel komisyon
kuruldu. (151) 5 ay süren tartışmalar sonunda hazırlanan Anayasa 20 Ocak 1921 tarihinde Mecliste kabul
edildi. 1921 Anayasası’na bakıldığında, eldeki metnin gerçekten Mustafa Kemal’in ilkelerine dayalı ‘Meclis
Hükümeti Sistemini getirdiği görülür. Anayasa’nın ilk üç maddeleri şu şekildedir: Madde-1- Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir. Hükümet, milletin kaderini doğrudan kendisinin tayin edeceği esasına dayanır.
Madde-2- Yürütme gücü ve yasama yetkisi, milletin yegâne ve gerçek temsilcisi olan BMM’nde temerküz eder
ve toplanır. Madde-3- Türkiye Devleti, BMM tarafından idare olunur ve hükümeti BMM Hükümeti ünvanını
taşır. 9. maddede ‘kuvvetler birliği’ tam anlamıyla açığa vurulmaktadır. Meclis, kendi içinden bir seçim
dönemi için Başkan seçer. Bu Başkan, aynı zamanda Vekiller Heyetinin de başıdır. Bu sıfatla hem Meclisin,
hem de İcra Vekilleri Heyetinin kararlarını imzalar. İcra Vekilleri Heyeti, içlerinden birini kendilerine
Başvekil seçer. ‘Kuvvetler Birliği’ ilkesinin sıkı sıkıya hükme bağlanmasının temel gerekçesi, yeni bir devlet
kurulacağına göre, tüm yetkiler Mecliste toplanırsa, kurtuluştan sonra tekrar canlanabilecek olan HalifeSultan tartışmalarını bu yolla önlemek ve yegâne yetkili makamın Meclis olduğunu şimdiden belirlemekti.
Bkz. Akın; a.g.e., s. 150-153.
199
bu beklenti gerçekleşmemişti. Aksine gruplar arasındaki mücadele kaygı verecek duruma
gelmeye başladı. Grupların bu olumsuz tavrından rahatsız olan mebuslar da kendi
aralarında toplanıp yeni bir grup kurarak, Meclis çalışmalarını daha düzenli bir şekle
sokmaya yöneldiler. Mebusların, bu yeni gelişmeyi Miralay Refet Bey aracılığıyla Mustafa
Kemal’e yansıtmalarının ardından Mustafa Kemal de doğrudan bu meseleye müdahale
etmek kararı aldı. Önce Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin vatan ve millet menfaatine
yönelik faaliyetlerini daha faydalı bir şekilde yapmaları için Meclis Başkanlığı ile
ilişkilerinin daha düzenli bir hale getirilmesini isteyen bir genelge yayınlamıştı. Daha sonra
da Mustafa Kemal, inkılâpçı zihniyete sahip mebuslarla gruplar halinde Vilayet Konağında
görüştükten sonra A-RMHG adı altında Meclis içinde büyük bir grup kurmaya karar
verdi.596 10 Mayıs 1921 tarihinde Misak-ı Millî’ye göre milletin istiklalini temin etmek
maksadıyla BMM’de A-RMHG adıyla geniş tabanlı bir Meclis grubu kurulmuştur.133
mebusun katılımıyla ilk toplantısını yapan grubun başkanlığına Mustafa Kemal
seçilmiştir.597 Daha sonra bu grubun üye sayısı 261’e kadar çıkmıştır.
O günlerde BMM’nin mevcudu 351 milletvekiliydi. Bunların 261’i Gruba alınmış, 90
milletvekili de Grup dışında kalmıştı. Bu sonuncular küçük birlikler halinde muhalefet
faaliyetinde bulundular. Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulması, önceden beliren
muhalefeti bir kat daha artırmıştır. 16 Mayıs 1921 tarihinde Erzurum Mebusu Hüseyin
Avni Bey bu durumu Meclise getirmiş, Mecliste tartışmalar olmuş ve böyle bir grubun
kurulması eleştirilmiştir. 598
Yunan tehdidi sırasında geçici olarak sessiz kalmış olan muhalefet 1921 sonbaharında bu
tehlikenin uzaklaşmasından sonra yeniden örgütlenmiş, İngilizler tarafından Malta’ya
596
A-RMHG’nun kurulması konusunda bilgi için bkz. Zürcher; a.g.e., s. 232. Tunaya; a.g.e., s. 533-537 ve
D.v. Mikusch; Gazi Mustafa Kemal Asya ile Avrupa Arasındaki Adam, (Türkçesi: Esat Nermi Erendor),
Remzi Kitabevi, İstanbul 1981, s. 276.
597
598
Jaeshke, a.g.e.,s. 150 ve Nutuk, C. II, s. 190. İlave bilgi için bkz. Tunçay; a.g.e., s. 42-43.
Arslan; a.g.m., s. 46. Hüseyin Avni Bey Meclisin 16 Mayıs 1921 tarihli oturumunda Mecliste bulunan
herkesin Misak-ı Millî etrafında toplanmış olduğunu, böyle bir grup kurarak ayırım yapmanın tehlikeli
souçlar doğurabileceğini ileri sürerek eleştiride bulunmş ve birçok milletvekili tarafından da bu görüşü
desteklenmiştir. Grubun kurulması hakkında yapılan eleştirilere cevap veren Edirne milletvekili Şerif Bey, bu
grubun kesin sınırlarla belirlenmediğini ve isteyen herkesin bu gruba girebileceğini belirten bir konuşma
yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa bu görüşmeler esnasında Mecliste olmasına rağmen bu eleştirilere cevap
vermemiştir. Bkz. BMM ZC, Devre: I, Cilt:10, s. 296-299.
200
sürülen tutukluların o yılın sonunda serbest bırakılıp Ankara’ya dönmeleriyle birlikte de hız
kazanmıştır. Başkumandanlık Kanunu’yla Mustafa Kemal’in şahsında toplanan yetkiler ve
Meclisin üstünlüğü ilkesine aykırı çeşitli uygulamalara karşı beliren muhalefet hareketi,
1921 yılın sonlarında Malta’dan dönen kimi milletvekillerini (eski Karakol Örgütü Şefi
Kara Vasıf dâhil) de bünyesinde dâhil ederek, A-RMHG’nun kurulmasından 14 ay sonra
1922 yılının Temmuz ayında İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla teşkilatlı bir yapı içine
girmiştir.599 Birinci Grup adıyla tanınan Müdafaa-i Hukuk Grubuna tepki olarak kurulan
gruba İkinci Grup denildi. İkinci Grubun kuruluşuyla ilgili olarak Ercüment Kuran’ın
değerlendirmeleri ise şu şekildedir: O günlerde BMM’nin mevcudu 351 mebustu. Bunların
261’i Gruba alınmış, 90 mebus Grup dışında kalmıştı. Bu sonuncular küçük birlikler
halinde muhalefet faaliyetinde bulundular. Birinci Grubun kuruluşundan 14 ay sonra, 1922
Temmuz’unda İkinci Müdafai Hukuk Grubu halinde teşkilatlandılar. Başlarında Erzurum
Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş), Trabzon Mebusu Ali Şükrü ve Mersin Mebusu Selahattin
(Köseoğlu) Beyler bulunuyordu. Birinci Grup adıyla tanınan Müdafai Hukuk Grubu’na
tepki olarak kurulan gruba ‘İkinci Grup’ denildi. 600
Grubun lideri Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’dir.601 Kurucular arasında
Mersin milletvekili Selahattin Bey, Sivas milletvekili Vasıf Bey, Erzurum Milletvekili
Süleyman Necati gibi milletvekilleri bulunmaktadır. Tunçay da, Meclisin 437 kişilik
toplam mevcudunun; 122’sini Bağlantısız, 197’sini Birinci Grup ve 118’ini de İkinci
599
Zürcher; a.g.e., s. 232 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 190.
600
Zürcher; a.g.e., s. 232. Jevakhoff; a.g.e., s. 190 ve Tunçay; a.g.e., s. 45-46. İkinci Grubun kuruluşu ve
görüşleriyle ilgili olarak ilave bilgi için bkz. Kuran; a.g.m., s. 329-330 ve Demirel; a.g.e., s. 379-405.
601
Hüseyin Avni Ulaş (1887-1948). Erzurum’doğdu. 1912 yılında İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun oldu.
I. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi'nde Ruslara karşı savaştı. 1918’de Bitlis ve Kars’ın kurtuluşuna katıldı.
Kasım 1918’de Kars’ta Millî İslam Şurası kurucularına fahrî hukuk müşavirliği yaptı. Erzurum’a gelince
Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi kurucuları arasında yer aldı. Erzurum
Kongresine Beyazıt temsilcisi olara katıldı. Erzurum’dan son Osmanlı Mebusan Meclisine seçilip Misak-ı
Milli’yi imzaladı. Mebusan Meclisinin kapanmasından sonra BMM 1. dönem milletvekilliğine seçildi. I.
Mecliste etkili konuşmalarıyla tanınır.I. Mecliste bu yüzden iki defa Meclis Başkan Yardımcısı seçildi. II.
Meclise seçilemedi. İstanbul’da avukatlığa başladı ve TpCF’nin İstanbul İdare Heyetinde çalıştı. Bu yüzden
İzmir Suikastı zanlısı olarak İstiklal Mahkemelerinde yargılandı ve mahkeme sonunda beraat etti. 1945’te
ünlü işadamı Nuri Demirağ’ın kurduğu Millî Kalkınma Partisi idare heyetine katıldı. 23 Şubat 1948’de
İstanbul’da vefat etti. Bkz. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 10, Anadolu Yayıncılık, İstanbul, s.
5364. Ulaş’ın biyografisi için bkz. Ahmet Demirel; “H.Avni Ulaş”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 7
(Liberalizm), 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 170-180.
201
Grup üyesi olarak belirtmektedir.602
Millî Mücadele kahramanlarından Ali Fuat Paşa da siyasî hatıralarında, İkinci Grubun,
Meclis Reisi’nin diktatörlüğe doğru gittiğinden şüphe ettiğini bildirir. Çünkü Meclis
Başkanı, Anayasa ve Meclisin kimi yetkilerini içeren Başkumandanlık Kanunu’na göre,
istediği takdirde, hem İcra Vekilleri Heyeti’ni ve hem de Meclisi etkileyebilirdi. Aslında iki
grup da Kuva-yı Milliye ruhunu paylaşıyor, ana hedeflerde kolayca görüş ve karar birliğine
varıyorlardı. Fakat İkinci Grup, Mustafa Kemal’in giderek Meclisin yetkilerini ele
geçirmesine karşı çıkıyordu.603 Zürcher de; İkinci Grubun özgül bir programı olmadığını ve
gevşek bağlarla bir araya gelen bir koalisyon olduğunu, Birinci Gruba nazaran daha tutucu
bir bakış açısına sahip olmakla birlikte üylerinin tamamının muhafazakârlardan ibaret
olmadığını, temelde onları bir araya getiren şeyin Mustafa Kemal’in gittikçe daha fazla
kendini gösteren mutlakiyetçi ve radikal tutumu karşısında duydukları korku olduğunu
belirtmektedir.604
İkinci Grup bir muhalefet hareketi olarak ortaya çıktığı için, yelpazesini geniş tutmuş, farklı
amaç ve düşünceye mensup milletvekillerini bu çatı altında biraraya getirmeye özen
göstermiştir. Bu nedenle görüşlerinde bir ortaklık yoktur. Grup içerisinde İttihatçısı,
Bolşeviki, muhafazakârı, İslâmcı - Saltanatçısı ve mutlakiyet yanlısı milletvekilleri
bulunuyordu. İdeolojik açıdan çok karışık bir yapıda olan İkinci Grup, gerçekte birbirlerine,
sadece Mustafa Kemal’de algıladıkları artan mutlakiyet ve radikalizme karşı ortak bir
muhalefetle bağlı idiler.605 İkinci Grup üyeleri arasında gerek yaş, gerekse de meslek
bakımından bir türdeşliğe rastlanmamaktaydı.606 Bölgesel bir özellikte gösteren İkinci Grup
üyelerinin büyük bir kısmını Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgelerinden gelen
milletvekilleri oluşturmuştur.
Her ne kadar Birinci Grup, Mecliste genel olarak çoğunluğa sahip idiyse de, Grupların
602
Tunçay; a.g.e., s. 46.
603
Cebesoy; Siyasî Hatıralar 1, s. 15-16.
604
Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, s. 37.
605
Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 232.
606
Mazıcı; a.g.e., s. 58.
202
her ikisi de disiplinli değildi ve her birinin taraftar sayısı sürekli değişiyordu.607 Birinci
Grubun liderliğini Mustafa Kemal yaparken, İkinci Grubun öncülüğünü Hüseyin Avni
(Ulaş), Ali Şükrü ve Selahattin (Köseoğlu) Beyler yapıyorlardı. Birinci Grubun yaklaşık
200, İkinci Grubun ise yaklaşık 60 üyesi vardı. Başlangıçta her iki grup birbirinden kesin
sınırlarla ayrılmamaktaydı. Öyle ki, bir gruptan diğerine geçişler dahi görülmektedir.
Kesinlik, daha ziyade grupların liderleri arasındadır. Zaman geçtikçe gruplar arasında
geçişler azalmış, farklılıklar da daha bir belirginleşmiştir. Tunaya’nın ifadelerine göre,
İkinci Grubun amacı şahıs istibdatını önleme ve bireysel egemenlikler yerine yasal
egemenlikleri koymaktı. İkinci Grup, Meclis diktatörlüğüne taraftar olmakla birlikte, şahıs
otokratlığına muhaliftir. Buradan da anlaşılacağı üzere, İkinci Grup Mustafa Kemal’in
kişisel egemenlik kuracağı endişesiyle ve O’nun etrafında oluşan Birinci Gruba karşı
kurulmuştur.608
Meclisin daha etkili çalıştırılması için Müdafaa-i Hukuk Birinci Grubunun kurulması ve
benzeri tedbirler Mecliste bölünmeye ve ayrılığa sebep olan akımlara yol açmıştı. Meclisin
bir kısım yetkilerini de üzerine alan Mustafa Kemal’in pek yakında Meclise tahakküm
etmek
isteyeceği
ve
diktatörce
davranacağı şayiaları dolaşmış, şüphe ve vehim
yaratmıştı. Bu şayialar üzerine Meclis çoğunluğunu bazen kendi etrafında toplamayı
başaran İkinci Grup, Hükümetin bir kısım önemli icraatına engel olmakla, Mustafa
Kemal’e karşı vaziyet almıştı.609
Birinci Grup üyelerinden ve Mustafa Kemal’in yakınlarından olan bazı milletvekilleri,
İkinci Grup üzerinde baskı kurabilmek için gerektiğinde Meclis Başkanının diktatörce
teşebbüsleri de olabileceğini etrafa yaymışlardı. Bu şayialar üzerine endişeye kapılan İkinci
Grup üyeleri Meclis Başkanının tahakkümünü önlemek için karşı teşebbüslere
geçmişlerdi.610 Bu çerçevede İkinci Grup, Meclis tarafından aday gösterilmek suretiyle
Vekil (Bakan) seçimi hakkındaki 4 Kasım 1921 tarihli kanunun uygulanmasında zorluk
607
Zürcher; a.g.e., s. 232.
608
Uyar,a.g.e., s. 61.
609
Ali Fuat Cebesoy; Siyasî Hatıralar 1 Büyük Zaferden Lozan’a. (Hazırlayan Osman Selim Kocahanoğlu)
Temel Yayınları, İstanbul 200, s. 24.
610
Cebesoy; a.g.e., s. 16.
203
çıkarmış ve mevcut uygulamayı değiştirmeyi öngören kanun tasarısı hazırlamıştır.611
Vekillerin seçilme şeklini belirleyen 4 Kasım 1921 tarihli kanunun değiştirilmesinin çeşitli
sebepleri vardı. Meclis, Sakarya Zaferi’nden önce çıkarılmış olan Başkumandanlık Kanunu
ile önemli bazı yetkilerini Meclis Başkanına (Mustafa Kemal’e) vermiş bulunuyordu.
Bahse konu kanun değişikliğiyle vekillerin, Meclis Başkanının nüfuzu altından çıkarılması
ve bunların Meclise karşı sorumlu olması hedeflenmiştir. Birinci Grup ise haklı olarak, bu
usulün yürürlükte bulunan Anayasa’ya uymadığını ileri sürmüş ve kanun tasarısını
Komisyona iade ettirmişti.612 İkinci Grup, hazırlanan kanun tasarısının, Komisyona
iadesinden sonra daha kapsamlı faaliyete geçmiş, Meclis tarafından aday gösterilmek
suretiyle Vekil seçimi hakkındaki 14 Kasım 1921 tarihli kanunun uygulanmasında derhal
zorluk çıkarmış ve boş bulunan vekâletlere de seçim yapılmasına mani olmuştu. Bu
başarıyı da yeterli görmeyen İkinci Grup, Kabine Usulü’nün yerine sadece Meclise karşı
sorumlu ve bağımsız bir Vekiller Heyeti Reisliği makamının ihdası ve diğer Vekillerin aday
gösterilmek suretiyle değil, doğrudan doğruya Meclis tarafından seçilmesi için çalışmalara
başlamıştı. Bu mücadele de İkinci Grup lehine sonuçlanmış, Mecliste gerekli çoğunluk pek
kısa zamanda sağlanmış ve vermiş oldukları kanun tasarısı da kabul edilmişti.613
İkinci Grup sonuçta, Birinci Grubun tahakkümüne ve Meclis Başkanının muhtemel
diktatörlüğüne karşı kanunu istediği şekilde değiştirmeyi başarmıştı.614
Kanun değişikliği sonucu İcra Vekillerinin Meclis Başkanı tarafından seçilmesi usulü
kalkmış ve İcra Vekilleri Başkanı ile İcra Vekillerinin Meclis tarafından gizli oy ve oy
çokluğuyla Meclis üyeleri arasından ayrı ayrı seçilmesi esası kabul edilmiştir.615 Vekillerin
seçilmeleri hakkındaki kanununun değişmesi üzerine, 9 Temmuz 1922 tarihinde İcra
Vekillerinin Meclis Başkanlığına birer birer istifalarını vermeleri sonucu 19 Mayıs 1921
tarihinden beri görevde bulunan Fevzi Paşa Vekiller Heyeti istifa etmiş oldu. 12 Temmuz
1922 tarihinde de Mecliste, 8 Temmuz 1922 tarihli kanun gereğince, İcra Vekilleri Heyeti
611
A.g.e., s. 24-25 ve Jaeschke; a.g.e., s. 127.
612
Cebesoy; a.g.e., s. 15.
613
A.g.e., s. 16.
614
A.g.e., s. 245.
615
Kocatürk; a.g.e., s. 329.
204
Başkanı ile İcra Vekillerinin seçimi yapılmıştır. Bu seçim sonucu, 203 mebustan 197’sinin
oyunu alan Rauf Bey İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığına, Dr. Adnan (Adıvar) Bey616 de
Meclis İkinci Başkanlığına seçilir.617 Mustafa Kemal, Birinci Grubun Başkanlığını da Ali
Fuat Paşa’ya teslim eder.618
Yeni kanuna göre İcra Vekillerinin seçimi tamamlanmış ve vekiller görevlerine başlamıştı.
Fakat Mecliste havanın sakin olacağına ihtimal vermek güçtü. Bir iki gün sonra İcra
Vekillerinin görev ve sorumluluklarına dair kanun tasarısı ikinci kez Meclis Genel
Kuruluna gelecek, her iki grup yeniden birbirine girecekti. 619
Meclisin çoğunluğu, Misak-ı Millî ve Anayasa’nın belirlediği genel siyaset etrafında birlik
ve beraberlik gösteriyor olmasına rağmen her iki grup arasındaki anlaşmazlık genellikle
devam ediyordu.620 Bu durum karşısında İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Hüseyin Rauf Bey
ile Vekiller Heyeti Üyeleri, Meclis İkinci Başkanı Dr. Adnan ve her iki grup, günün
ihtilaflarını yenerek, Meclisin eskisinden daha çok millî dava etrafında birleşmesi için
azamî gayret gösteriyorlardı. Ali Fuat Paşa da Müdafaa-i Hukuk Birinci Grubu Başkanı
olarak elinden geldiği kadar bu birlik ve beraberliğin teminine çalışıyordu.621
616
Adnan Adıvar (1882-1959). Tıp öğrenimi gördü. II. Abdülhhamit’e muhalefet etmek üzere Avrupa’ya
kaçtı. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Kızılay Cemiyetini kurdu. 1911’de Trablusgarp Savaşı’nda Libya’da
görev yaptı. I. Dünya Savaşı’nda bir hastaneyi yönetti. 1917’de Halide Edip (Adıvar) ile evlendi. Millî
Mücadeleye katılmak üzere 1920’de Anadolu’ya geçti.I. Mecliste milletvekilliği, Sağlık Bakanlığı ve Meclis
Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan muhalif TpCF’ye katıldı.
1926 yılında adı geçen partinin kapatılmasından sonra Avrupa’ya gitti. Mustafa Kemal’e suikast
düzenlemekle suçlanıp beraat ettiği halde, 1939 yılına kadar yurda dönmedi. Son yıllarını akademik bir yazar
olarak geçirdi. Bkz. Mango; a.g.e., s. 615.
617
Kocatürk; a.g.e., s. 329-330 ve Jaeschke; a.g.e., s. 185. Rauf Bey Malta’da 20 ay sürgün hayatı yaşayıp,
Ankara’ya döndüğünde, Mustafa Kemal ve İkinci Grup üyelerinin ortak düşünceleriyle Hükümeti kurma
yetkisi O’na verilmek istendi. Ama Rauf Bey böyle bir göreve gelmek istemiyor, eğer Hükümeti kurarsa,
Mustafa Kemal’in kendisine kesinlikle karışmamasını istiyordu. Mustafa Kemal, hiçbir surette kendisine
karışmayacağına söz verdi. 12 Temmuz’u 1922’de, 203 milletvekilinden 197’sinin oyunu alan Rauf Bey, İcra
Vekilleri Heyeti Başkanlığı’na seçildi. Bkz. Mazıcı; a.g.e., s. 41. Jevakhoff; a.g.e., s. 196-197 ve Feridun
Kandemir; Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Sinan Matbaası, İstanbul 1965, s. 60-62.
618
Jevakhoff; a.g.e., s. 196.
619
Cebesoy; a.g.e., s. 18.
620
A.g.e., s. 25.
621
A.g.e., s. 26.
205
Ahmet Demirel, İkinci Grubun önderlerinin de Osmanlı saltanatının en amansız
eleştiricileri olduklarını ve muhaliflerin 1921 Anayasası’nın, egemenliğin halka ait
olduğunu belirterek adını söylemeden cumhuriyeti ilan eden birinci maddesi kabul edilirken
ve 1922’de Saltanat kaldırılırken iktidara var güçleriyle destek verdiklerini, adı geçen
Grubun, dönemi olağanüstü bir dönem kıldığı öne sürülen konularda muhalefet etmediğini,
muhalefetini esas olarak iç politikada kurumlaşma eğilimi gösteren otoriter yapıya
yönelttiğini, bu Grubun kişi tahakkümüne karşı tavır aldığını, Meclis egemenliği kavramına
dayanarak, fiilen oluşabilecek her türlü kişisel yönetime karşı tepki geliştirdiği, Meclis
üstünlüğü ve bu gücün üzerinde herhangi bir yetkili makam tanımamak konusunda
olağanüstü duyarlı davrandığını, ülkede kanuna dayalı bir yönetim kurulmasını isteyerek
temel hak ve özgürlükler konusunda duyarlı olduğunu, öte yandan İkinci Grubun muhalefet
ettiği temel konuların çoğunun kendi görüşleri doğrultusunda çözülmesini sağladığını ve bu
durumun ülke için herhangi bir zaaf oluşturmadığını, yine İkinci Grubun çabalarıyla Meclis
Başkanlığı ile Hükümet Başkanlığının birbirinden ayrıştırılarak kuvvetler ayrılığı yönünde
önemli bir adım atıldığını, bu durumun bir yönetim boşluğuna bir yol açmadığını, İkinci
Grubun, Meclisin yetkilerini sınırlayan bir uygulama olarak değerlendirdiği Meclis
Başkanının, Vekil (Bakan) seçimlerinde aday göstermesi uygulamasının yine adı geçen
Grubun çabalarıyla yürürlükten kaldırıldığını, Başkumandanlık Kanunu ile Mustafa
Kemal’e tanınan olağanüstü yetkilerin İkinci Grubun çabalarıyla Büyük Taarruz’un hemen
öncesinde
kaldırıldığını
(zaferin
kazanılacağı
zamana
kadar
olması
kaydıyla
sınırlandırıldığını), bu durumun savaşın kazanılması için bir zaaf oluşturmadığını, sonuç
olarak, İkinci Grubun verdiği mücadelenin,I. Meclisin günümüzde de Türkiye’nin en
demokratik Meclislerinden biri olarak anılmasını mümkün kıldığını, ülkenin, işgal
altındayken ve savaş en ağır şartları dayatırken, demokratik bir Meclise sahip olması ve
İstiklal Savaşı’nı böyle bir Meclisin yönetimi altında başarıya ulaştırılmasının, Türkiye
için, bugün de gelecekte de kıvanç verici bir miras olarak anılması gerektiğini ifade
etmektedir.622
622
Demirel; a.g.e., s. 613-614.
206
2.7. MUSTAFA KEMAL’İN BAŞKOMUTAN OLMASI (5 AĞUSTOS 1921)
Meclisteki İttihatçı yanlısı mebusların de taktikleri şu idi: Mustafa Kemal’e bir süre baş
eğilecekti. Çünkü bahse konu mebuslar zaferi sadece O’nun kazanabileceğine inanıyorlardı.
Ayrıca O’nun İttihatçı olmaması halkın da güvenini sağlıyordu. Bu nedenlerle İttihatçılar
böyle bir destekten vazgeçemiyorlardı. Ancak zafer kazanıldıktan sonra Enver Paşa’yı
Türkiye’ye getirip eski iktidarlarını elde etmeyi hedefliyorlardı. Mustafa Kemal,
İttihatçıların bu taktiğini bildiği için, Enver Paşa’yı da çeşitli yollarla Türkiye’den uzak
tutmaya çalışıyordu. Bu maksatla bazen onunla doğrudan haberleştiği de oldu. Yaşanan
olumlu
gelişmelere paralel olarak Mustafa Kemal’in prestiji arttıkça Enver Paşa’nın
Türkiye’ye gelme umutları azaldı.623
II. İnönü Savaşı’ndan sonra tekrar toparlanan Yunanlıların 10 Temmuz 1921 tarihinde üç
koldan ilerlemeye başlaması sonucu Türk kuvvetleri ağır zayiat vermiş, Afyon, Kütahya ve
takiben de 20 Temmuz’da Eskişehir kaybedilmişti. Bunun üzerine Türk kuvvetleri, Meclis
Başkanı Mustafa Kemal’in emriyle Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmiştir. Yunanlıların
Eskişehir’i almaları kamuoyunda büyük bir moral çöküntü meydana getirmiş ve Mecliste
sert tartışmalara neden olmuştur. Mecliste düşmanın Anadolu içerisindeki ilerleyişinin
sorumlusu olarak Mustafa Kemal gösteriliyor ve Ordunun başına geçilmesi isteniyordu.624
Eskişehir - Kütahya mağlubiyetinden sonra Meclis, Millî Mücadele yıllarının en buhranlı
günlerini yaşamıştır. Özellikle eski İttihatçılar, Mustafa Kemal’e karşı olan tutucular
Ordunun iyi yönetilmediğinden söz ederek muhalefetlerini şiddetlendirdiler. Bazı
milletvekilleri
yenilgiden
sorumlu
olan
komutanların
derhal
cezalandırılmalarını
istemişlerdir. Fevzi Paşa kendinden başka kimsenin sorumlu olmadığını söyleyerek büyük
bir feragat gösterdi. Sevilen bir kişi olduğu için onun sözü Meclist’eki gerginliği biraz
yatıştırdı. Bir meclis kurulunun cepheye gönderilmesine, gerekirse meb’usların askerlerle
yan yana savaşa katılmalarına karar verildi’. Bu karar da muhalifleri yatıştıramamış,
623
Mumcu; a.g.e.,s. 55. Enver Paşa’nın Anadolu’ya geçme çabaları hakkında bkz. Ömer Kürkçüoğlu; Türkİngiliz İlişkileri 1919-1926, Ankara Üniversitesi Bsmv., Ankara 1978, s. 94-97. Jevakhoff, a.g.e., s. 173-174.
Mango; a.g.e., s. 380-381. Goloğlu; a.g.e., s. 261-302 ve Zürcher; a.g.e., s. 230-232.
624
Akın; a.g.e., s. 157 ve Kocatürk; a.g.e., s. 265-274.
207
‘Ordu nereye gidiyor; millet nereye götürülüyor?’ Bu gidişin elbette bir sorumlusu vardır.
O nerededir? O’nu göremiyoruz. Bugünkü acıklı halin, feci durumun hakiki sorumlusunu
Ordunun başında görmek isterdik. diyerek eleştirileri Mustafa Kemal üzerinde
yoğunlaştırmışlardır.
Bu tartışmalar bütün şiddetiyle devam ederken 4 Ağustos 1921 tarihinde BMM’nin gizli
oturumunda Selahattin Bey şu teklifi yapmıştır: Mümkün mertebe milletin kuvvetini
biraraya toplamak üzere bütün kuvvetimizi, hükümetin başında bulunan zata hudutsuz
yetkilerle verelim. Hükümetin başında bulunan zat kim ise onun arkasından millet yürüsün.
Mustafa Kemal’in Başkomutanlık görevini alması konusunda, kimi mebuslar onun
Başkomutan olarak Ordu ile birlikte yenileceğini ve böylece çekilmesinin sağlanacağını
düşünüyorlardı. Kimi mebuslar da böyle bir yenilgiyi önleyecek yegâne kişinin Mustafa
Kemal olduğuna inanıyorlar ve bu yüzden Başkomutanlığı üzerine almasını istiyorlardı.625
Mustafa Kemal kendisinin Başkomutan olarak Ordunun başına geçmesinin istenmesi
üzerine, yine 4 Ağustos 1921 tarihinde BMM’ne, Bu vazifeyi kendi üzerime almaktan
faydaların en büyük süratle yerine getirilmesi, ordunun maddî ve manevî gücünün en kısa
zamanda arttırılıp pekiştirilmesi ve yönetimin bir kat daha sağlamlaştırılması için, BMM
yetkilerini fiilî olarak Başkomutanlığı kabul ettiğini bildiren bir önerge sunmuştur. Mustafa
Kemal, bahse konu önergede, Başkomutanlığı kabul ederken üç ay süre ile BMM’nin askerî
konulardaki yetkilerinin tamamını kullanmak şartını ileri sürüyordu.626 Bunun üzerine
BMM, 5 Ağustos 1921 tarihinde 144 sayılı Yasayla, bu yetkileri kullanması ve Meclis
tarafından verilen bu yetki gerekirse geri alınmak kaydıyla, 3 ay gibi kısa bir süre için
Başkomutanlık yetkisini Meclis Başkanı olan Mustafa Kemal’e vermiştir. Başkomutanlık
yetkisinin kendisine verilmesi üzerine Mecliste kısa bir teşekkür konuşması yapan Mustafa
Kemal, Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimiz
hakkındaki güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakika, bu kesin inancımı
yüksek heyetinize karşı millete karşı ve bütün dünyaya karşı ilan ederim. diyerek
625
626
Akın; a.g.e., s. 157-158.
Nutuk 2, s. 208, Akın; a.g.e., s. 158. Kinross. a.g.e., s. 322-323. Jevakhoff; a.g.e., s. 173. İlave bilgi için
bkz. Ali Tartanoğlu; Yalnız Adam Mustafa Kemal, 1. Baskı, Öncü Kitap Ltd.Şti., Ankara 2002, s. 56-57.
208
BMM’deki karamsarlığa son vermek istemiştir. Buna rağmen bazı mebuslar Başkomutanlık
yetkilerinin diktatörlüğe yol açacağı şeklinde muhalefet yapmışlarsa da, asıl amaç savaş
döneminde gerekli kararların vakit geçirilmeden verilmesi ve Ordunun daha iyi yönetilmesi
isteğiydi.627
Sakarya Savaşı’nın zaferle sonuçlanması Mustafa Kemal’in itibarını fevkalade arttırdı. Bu
başarı üzerine Meclis tarafından 14 Eylül 1921 tarihinde Mustafa Kemal’e mareşallik
rütbesi ve gazilik ünvanı verildi.628 Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılmasının müzakere
edildiği 31 Ekim 1921 tarihli oturumda Mustafa Kemal tarafından yapılan konuşmada
savaşın ancak şiddetli bir taarruzla bitirileceği ifade edildi ve oturum sonunda
Başkumandanlık Kanunu üç ay süre ile uzatıldı.629 4 Şubat 1922 tarihinde tekrar uzatılan
Başkomutanlık Kanunu630 1922 yılının Mayıs ayında yeniden ihtilaflı bir şekilde gündeme
geldi. Gazi’nin Başkomutanlık yetkileri, muhalifler tarafından eleştirilmeye başlandı.
Başkumandanlık Kanunu’nun üçüncü kez yenilenmesi konusu Mecliste şiddetli tartışmalara
neden oldu. Meclis, bahse konu Kanun’un yenilenmesine ilişkin tasarıyı 5 Mayıs 1921
tarihinde kabul etmedi. Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılmasını istemeyen muhaliflere
karşı Mustafa Kemal 6 Mayıs 1922 tarihinde yapmış olduğu etkileyeci konuşmada … En
büyük vazifemiz siyaset yapmak değil, en büyük vazifemiz topraklarımızda bulunan
düşmanı tard etmektir. der. Bilahere yapılan oylama sonucu, Başkumandanlık Kanunu
627
Nutuk 2, s. 211, Akın; a.g.e., s. 158 ve Kocatürk; a.g.e., s. 274-275. İlave bilgi için bkz. Mahmut Goloğlu;
Cumhuriyete Doğru 1921-1922, Başnur Matbaası, Ankara 1971, s. 172-173 ve Feridun Kandemir; Siyasî
Dargınlıklar, Ekicigil Matbaası, İstanbul 1955, s. 103-112. ve Demirel; a.g.e., s. 261-265. Mustafa Kemal’e
Başkumandanlık tevcihi kanunu konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı İstiklal Harbi Arşivi, Kutu No:
1425, Gömlek No: 192.
628
Jaecshke, a.g.e., s. 161-162. Kocatürk; a.g.e., s. 287. Akbıyık; a.g.m., s. 459 ve Gnkur. ATASE Bşk.lığı
İstiklal Harbi Arşivi, Kutu No: 1428, Gömlek No: 22. Sakarya Zaferi’ni takiben Ankara’ya gelen Mustafa
Kemal’in 18 Eylül’de Mecliste yaptığı konuşmayı takiben iki önerge sunuldu. Birincisi 65 milletvekili
tarafından, diğeri de Fevzi Paşa ve İsmet Paşa tarafından. Her iki önerge de Mustafa Kemal’e Mareşallik ve
Gazilik ünvanı verilmesine ilişkindi. Önegeler Meclis tarafından aynen kabul edilmiştir. Özellikle Gazi
ünvanı, Mustafa Kemal’in taraftarları arasında fevkalade itibar kazanmasına yol açacaktı. Mustafa Kemal,
artık imzasını Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, Başkumandan, Gazi Mustafa Kemal Paşa diye atacaktı.
Birbirinin eşi iki önergenin eşzamanlı sunulması, bir iltifat etmek yarışı gibi görülebilirse de Fevzi Paşa ve
İsmet Paşa’nın vermek istedikleri bir mesaj vardı. Mustafa Kemal’e sadık olduklarını, sadık kalacaklarını ve
onun liderlik konusundaki iddialarına uyacaklarını gösteriyorlardı. Sakarya Zaferi, bir önder ve iki
yardımcısından oluşan yeni bir triumviranın (üçlü yönetimin) doğmasına neden olmuştu ve bu üçlü
Türkiye’nin millî uyanış kaosuna yeni bir düzen getirecekti. Bkz. Mango; a.g.e., s. 380.
629
Jaecshke; a.g.e., s. 165.
630
A.g.e., s. 173.
209
Meclis tarafından 11 red ve 15 çekimsere karşı 177 oyla üçüncü kez üç ay süre ile
uzatıldı.631
5 Ağustos’ta süresi dolacak olan Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılması yine Mecliste
hararetli tartışmalara neden oldu. Burada asıl önemli olan, kendisine verilen olağanüstü
yetkileri bundan sonra da kullanıp kullanmayacağı konusunda bazı mebuslar kuşku
duyuyorlardı. Bu kuşkuyu sezen Gazi, konuşmasının son bölümünde Başkumandanlık
makamının süresi olsa olsa Misak-ı Millî’mizin asli ruhuna uygun kesin neticeye
ulaşacağımız güne kadar devam eder. Mutlu sonuca güvenle ulaşacağımıza şüphe yoktur.
O gün değerli İzmir’imiz, İstanbul’umuz, Trakya’mız ana vatana katılmış olacaktır. O
mutlu gün gelince, bütün milletle birlikte, en büyük mutluluklara erişmekle şeref duyacağız.
Benim başkaca ikinci bir saadetim olacaktır ki, o da, mukaddes davaya başladığımız gün
bulunduğum duruma yeniden dönebilmem imkânıdır... demiş ve bu sözlerini bitirirken, en
büyük muhalifleri olan Kara Vasıf ve Hüseyin Avni Bey tarafından da alkışlanarak
desteklenmişti. Gazi’nin yaptığı konuşma ve bir bakıma vermiş olduğu teminat mebusları
yumuşatmıştı. Artık besbelliydi ki, Gazi, Başkomutanlık yetkilerini sadece savaş süresince
devam ettirecek ve zaferi takiben Millî Mücadele başlangıcındaki gibi sine-i millette bir fert
konumuna dönecekti. Bu yüzden de 5 Ağustos 1922 tarihinde sona erecek olan
Başkomutanlık Yasası 20 Temmuz 1922 tarihinde Meclis tarafından ittifakla ve süresiz
olarak uzatıldı.632 Ancak Meclis gerekli gördüğü takdirde Başkumandanlık ünvan ve
yetkisini yürürlükten kaldırabilecekti. 633
2.8. SALTANATIN KALDIRILMASI
Büyük Zafer’in kazanılmasını takiben Gazi, İstanbul Hükümeti ve Padişahlık sorunlarının
nasıl çözümleneceğini İzmir’deyken de, Ankara’ya döndükten sonra da arkadaşlarıyla uzun
uzadıya görüşmüştü. Zamanı gelince saltanatı kaldırmayı çok önceden tasarlamış
631
Kocatürk; a.g.e., s. 323. Nutuk II, s. 256-264. Jevakhoff; a.g.e., s. 197 ve Demirel; a.g.e., s. 281-302.
632
Nutuk II, s. 256-264. Mazıcı; a.g.e., s. 41. Jevakhoff; a.g.e., s. 197. Kocatürk; a.g.e., s. 331. Cebesoy;
a.g.e., s. 32-37. Tartanoğlu, a.g.e., s. 59-63 ve Kazım Karabekir; Paşaların Kavgası Atatürk-Karabekir,
(Yayına Hazırlayan: İsmet Bozdağ), Emre Yayınları, İstanbul 1991, s. 100.
633
Kuran; a.g.m., s. 329.
210
bulunuyordu. Meclis de onun bu niyetini sezmiş ve telâşlanmaya başlamıştı. Gazi Mustafa
Kemal, Rauf Bey, Ali Fuat ve Refet Paşalar, bundan sonra atılacak adımı tartışmak için
Refet Paşa’nın Keçiören (Ankara)’deki evinde sabaha kadar süren bir toplantı yaptılar.
Gazi, ihtiyatlı davranarak, onlardan bu sorun üzerindeki görüşlerini teker teker
bildirmelerini istedi.634 Rauf Bey, cevabında vicdan, duygu ve gelenek bakımından
Saltanata ve Halifeliğe bağlı olduğunu söyledi. Ancak, vatan haini gibi davranmış olan ve
değiştirilmesi gereken Vahidettin’i tutmadığını belirtti. Refet Paşa, Padişahlığın meşrutî bir
hükümdarlık olmasını uygun görüyordu. Burada Hükümdarın rolü sadece, Meclise karşı
sorumlu bir Başbakanın seçmiş olduğu bakanları onaylamak olacaktı. İngiliz Sistemini
beğenen Rauf Bey ve ülkede daha birçok kişi bu düşüncedeydiler. Bunlar Ankara
Hükümetinin İstanbul’a yerleşmesini ve Padişahın da istikrarı sağlamak için Hükümetin
sembolik başkanı olmasını ileri sürüyorlardı. Ama asıl iktidar, İtalya’daki Mussolini
örneğinde olduğu gibi, Başvekil olarak Gazi’nin elinde bulunacaktı. Ali Fuat Paşa’ya
düşüncesi sorulunca, Moskova’dan yeni döndüğü ve olayların biraz dışında kaldığı için
somut bir düşünce edinmeye vakit bulamamış olduğunu belirterek kesin ve açık bir görüş
belirtmemiştir.635 Gazi, şimdilik bu konuyu daha fazla zorlayamayacağını anlamıştı.
634
635
Kinross; a.g.e., s. 401. Akın; a.g.e., s. 172.
Kinross; a.g.e., s. 401-402. Ş.Süreyya Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal (1922-1938), C. 3, 6. Basım,
İstanbul 1978, s. 51 ve Akın; a.g.e., s. 172. Mustafa Kemal ile onun rakipleri arasında güçlü bir toplumsal
gerilim unsuru da vardı. Mustafa Kemal, taşra alt-orta sınıfa mensuptu. Bu sınıfın üyeleri Orduyu iş bulma ve
yükselme aracı olarak görmüşlerdi. Bu nedenle Hanedana derin bir sadakat duygusundan yoksundular. Öte
yandan, Mustafa Kemal’in rakipleri İstanbul’un üst sınıflarından geliyorlardı. Osmanlı Hanedanı ile derin
bağları olan ailelerin ilişkilerinden yararlanmışlardı. Onlar da reformlar (Tanzimat tipi modernleşme) yoluyla
Devleti kurtarmak istiyorlardı. Ancak, Saltanat’ın muhafaza edilmesi, süreklilik ve gelenekle birlikte gelen
hazır bir meşruluk ve istikrar sağladığı için, kendi ideolojileri bakımından büyük önem taşıyordu. Millî
mücadelenin zaferle sonuçlanmasından sonra Ankara Hükümetinin İstanbul’daki Padişaha sadakat
göstermemesi üzerine meşruti monarşi taraftarları endişeye kapılır. Başbakanlık görevinden ayrıldıktan sonra
bilahare muhalefete geçen Rauf Bey, 10-13 Ekim 1922 tarihlerinde, Meclisteki odasında Gazi’yi ziyaret
ederek, kendisiyle bazı önemli hususları görüşmek istediğini ve akşamleyin Refet Paşa’nın Keçiören’deki
evine gelebilirse daha detaylı konuşabileceklerini söyler. Gazi de bu teklifi kabul eder. Rauf Bey, Gazi’den,
akşamleyinki görüşme esnasında Ali Fuat Paşa’nın da bulunması konusunda izin ister ve bu talep de Gazi
tarafından kabul edilir. Akşamleyin Refet Paşa’nın evinde dört kişi toplanır. Rauf Bey özetle; Meclisin,
Saltanat makamının ve belki de Hilafetin ortadan kaldırılması endişesiyle sıkıntı içinde olduğu, Gazi’den ve
Gazi’nin gelecekte alacağı vaziyetten şüphe ettiğini, bu nedenle Gazi’nin Meclisi ve kamuoyunu tatmin
etmesi gerektiğine inandığını belirtir. Takiben Gazi, Rauf Bey’den, saltanat ve hilafet hakkındaki düşünce ve
kanaatlerinin ne olduğunu sorar. Rauf Bey de şu açıklamada bulunur: Ben Saltanat ve Hilafet makamaına
vicdanen ve hissen bağlıyım. Çünkü benim babam, Osmanlı Devleti’nin ricali arasına girmiştir. Benim de
kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim. Padişaha sadakatimi muhafaz etmek borcumdur.
Halifeye bağlılığım ise terbiyem icabıdır. (Bu konuda) Genel mütalaam da vardır. Bizde umumî vaziyeti
tutmak güçtür. Bunu, ancak herkesin erişemeyeceği kadar, yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin
211
Arkadaşlarına, Saltanat sorununun henüz söz konusu olmadığını söyledi. Mecliste de bu
yolda bir demeç vererek mebusları yatıştırdı.636
22 Ekim 1922 tarihinde İtilaf Devletleri, BMM Hükümetini Lozan’da toplanacak olan barış
konferansına davet ettiler. Ne var ki, İtilaf Devletleri, bu konferansa İstanbul Hükümetini
edebilir. O da Saltanat ve Hilafet makamıdır. Bu makamı kaldırmak, lağvetmek, onun yerine başka bir
mahiyette bir varlık yerleştirilmesine çalışmak, felaket ve hüsran-ı mucip olur. Asla caiz değildir. Bkz.
Aydemir, a.g.e., 50. Ahmad, a.g.e., s. 73. Abdi İpekçi; İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Genişletilmiş 1. Basım,
Dünya Kitapları, Doğan Ofset Matbaacılık, Eylül 2004, s. 49-50. Anıl Çeçen; Atatürk ve Cumhuriyet,
Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1981, s. 257-258 ve Kılıç; a.g.e., s. 30-31. Ancak Saltanatın
kaldırılması konusunda Gazi son derece kararlıydı. Nitekim uygulamaya geçeceği gün ilk iş olarak Rauf Bey’i
odasına çağırarak Halifeliği ve Padişahlığı birbirinden ayırarak Padişahlığı kaldıracağız. Bunun uygun
olduğunu kürsüden söyleceksiniz. demiş ve Rauf Bey’in bu konudaki düşüncelerini hiç bilmiyormuş gibi
hareket etmiştir. İlgi çekici bir nokta da Rauf Bey’in Meclis kürsüsünden iki kere bu konuda olumlu
konuşması ve dahası, Padişahlığın kaldırılması gününün bayram kabul edilmesini önermesidir. Gazi Rauf
Bey’in bu durumunu yorumlamak istememektedir. Rauf Bey’in Padişaha ve Halifeye saygılı bile olsa liderine
inanmış bir kimseydi ve O’nun bu isteğine gönülden uymuştur. Bkz. İlkin; a.g.e., s. 172-173 ve Avcıoğlu;
a.g.e., Cilt: 4, İstanbul 2000, s. 1312. Gazi Mustafa Kemal’in Saltanat’ın kaldırılması konusunda silah
arkadaşları (Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Rauf Bey) ile yapmış olduğu görüşme konusunda ilave bilgi için
bkz. Çetiner; a.g.e., s. 202-203. Bilindiği gibi Gazi tarafından 10 Mayıs 1921 tarihinde Müdafaa-i Hukuk
Grubu (MHG) kurulmuştu. MHG’nun kurulması MHC’lerinde yer yer tepkilere neden olmuştu. Bunun bir
örneği de Erzurum’dur. K.Karabekir’in anılarında Erzurum MHC ileri gelenlerinden Hoca Raif (Dinç)
Efendi’nin yeni grup konusundaki kuşkuları ile K.Karabekir’in kendisinin çekincelerini görüyoruz. Mustafa
Kemal Paşa 1921 yılı Temmuz ayı sonunda çekmiş olduğu şifreli dört uzun telgrafla, aslında Ocak 1921’de
kabul edilen Anayasa’ya tepkiden kaynaklanmaya başlayan bu itirazları karşılamaya başlamıştır. Mustafa
Kemal Paşa bu telgraflarında, Hoca Raif Efendi’nin Saltanat şeklinin Cumhuriyete dönüştürüleceğini
sezinlemesini bir kuruntu olarak değerlendirdiğini, K.Karabekir’in çekinceleri konusunda ise evrensel bir
akım olan halkçılığın benimsenmesini savunarak Türkiye’nin başında bir Halife-i İslam ve Hükümdar Sultan
olacağını belirtir. Bkz., Tunçay; a.g.e., s. 43-44. 20 Temmuz 1921 tarihinde Mustafa Kemal tarafından
K.Karabekir’e cevabi olarak gönderilen telgrafta da bu kanunda (Anayasa’da) Cumhuriyetin manasını ifade
eden bir şey mevcut olmadığı gibi dedikten sonra şöyle söylüyor: Hilafet ve saltanat meselesi, bir mesele-i
esasiye (önemli mesele) olarak mevcut değildir. Türkiye’nin başında Halife-i İslam olacak, bir hükümdar;
‘sultan’ bulunacaktır. Mustafa Kemal Paşa tarafından 21 Temmuz 1921 tarihinde K.Karabekir Paşa’ya
gönderilen telgrafta da Raif Efendi’nin saltanat şeklinin Cumhuriyetçiliğe kalb-i mahsus olduğu hakkındaki
fikrî vehimdir. diyordu. Bkz. Karabekir; a.g.e., s. 77-78. Konuyla ilgili ilave bilgi için bkz. Mikusch; a.g.e.,
s. 275-276. Rauf Bey ve arkadaşları ile Gazi arasında geçekleşen saltanat ve hilafet kurumlarının geleceği
hakkında duyulan endişeyle ilgili toplantıda dile getirilen hususlar ve bu konuda Gazi’ye yönelik dile
getirilen beklentilerde, yukarıda Tunçay’dan alıntı yapılan hususlarda yer alan Gazi’nin ifadelerinin etkili
olduğunu söylemek mümkündür. Araştırmacının notu.
636
Kinross; a.g.e., s. 402. Saltanatın kaldırılması konusunda son derece kararlı olan Gazi, konuda tarihi
görevini en kısa zamanda yerine getirecekti. Nitekim uygulamaya geçeceği gün ilk iş olarak Rauf Bey’i
odasına çağırarak, onun bu konudaki düşüncelerini hiç bilmiyormuş gibi davranarak ona Halifeliği ve
Padişahlığı birbirinden ayırarak Padişahlığı kaldıracağız. Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz.
demişti. İlgi çekici bir nokta da, Rauf Bey’in Meclis kürsüsünden iki kere bu konuda olumlu konuşması ve
dahası, Padişahlığın kaldırılması gününün bayram kabul edilmesini önermesidir. Gazi, Rauf Bey’in bu
davranışını yorumlamak istememektedir. Buradan çıkarılacak sonuç, Rauf Bey, Padişaha ve Halifeye saygılı
olsa bile liderine inanmış bir kimseydi ve bu konuda da liderinin isteğine gönülden uymuştur. Bkz. Akın;
a.g.e., s. 172-173.
212
de davet etmişlerdi.637 Bu durum, İstanbul Hükümetinin Lozan Konferansı’na temsilci
göndermesine mani olunması ve Saltanat meselesinin de kökünden halledilmesi için BMM
Hükümetine önemli bir fırsat sundu.
Saltanatın kaldırılması için psikolojik an gelmiş bulunuyordu. Pratik metotlarını elden
bırakmayan Gazi, hemen bir orta çözüm yolu seçti. Padişahlık ile Halifelik birbirinden
ayrılacaktı. Cismanî iktidarı temsil eden padişahlık kaldırılacak; ruhanî iktidarı temsil eden
halifelik bırakılacaktı. Bu iktidar, görevi dinî olacak ve fakat hiç bir şekilde siyasetle
uğraşmayacak olan bir şehzadeye devredilecekti. Gazi, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığını,
yeni bir Türk devletinin doğduğunu, Anayasaya göre, egemenliğin millete ait bulunduğunu
bildiren bir önerge hazırlayarak konuyu ortak komisyonda çözüme bağladı. Meclise verilen
kanun tasarısı iki maddeden ibaretti. Birincisi, tek kişi egemenliğine dayanan İstanbul’daki
hükümet biçiminin İngilizlerin şehri işgal ettiği 16 Mart 1920 tarihinde sona erdiğini
bildiriyordu. İkincisi ise, Halifeliğin her ne kadar Osmanlı Devleti’ne ait ise de, Türk
devletinin malı olduğunu ve Meclisin Osmanlı hanedanı içinden bilgi ve karakter
bakımından en uygun görünen kimseyi Halife olarak seçtiğini ilan ediyor; İslam tarihinde
ilk olarak cismanî ve ruhanî iktidarı kanun yoluyla birbirinden ayırıyordu. 638
30 Ekim 1922 günü bu konu Meclis gündemine getirilmişti. BMM 30 Ekim 1922 günü
verdiği bir kararla Osmanlı Devleti’nin hayatının sona erdiğini, İstanbul’daki Padişahlığın
da tarihe karıştığını belirtti. 1 Kasım 1922 günü Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısında
Gazi’nin bu konuda bir konuşma639 yapmasını takiben yasa tasarısı hazırlandı ve Meclis
tarafından oybirliğiyle kabul edildi. Böylece Osmanlı Saltanatı, İstanbul’un işgal tarihi olan
16 Mart 1920 tarihinden itibaren kaldırılmış oldu.640 Bu karar İstanbul’a ulaşır ulaşmaz
Refet Paşa, İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliğine, Bâb-ı Âlî Hükümetini BMM adına
637
Akın; a.g.e., s. 172 ve Kinross; a.g.e., s. 409.
638
Kinross; a.g.e., s. 409-410.
639
Gazinin bahse konu konuşmasının metni için bkz. Bek; a.g.e., s. 336-349.
640
Akın; a.g.e., s. 173-174. Kinross; a.g.e., s. 410 ve Kocatürk; a.g.e., s. 361. san; a.g.e., s. 21. Saltanatın
kaldırılması konusunda ilave/detaylı bilgi için bkz. Uğur Mumcu; Kazım Karabekir Anlatıyor, Um:ag Vakfı
Yayınları, 23. Baskı, Ankara 2002, s. 53-55. Dursun Ali Akbulut; Saltanattan Ulusal Egemenliğe, Temel
Yayınları, İstanbul 2006 ve Arnold J. Toynbee; Türkiye (Bir Devletin Yeniden Doğuşu), Milliyet Yayınları,
İstanbul 1971, s. 175-183.
213
teslim aldığını duyurdu. Son Osmanlı Hükümeti Sadrazamı Tevfik Paşa da 4 Kasım 1922
tarihinde istifa ederek, bir daha hiç kimseye verilmeyecek olan Mühr-ü Hümayun’u
Padişaha iade etti.641 Tanör, Saltanat’ın kaldırılmasıyla yok sayılanın İstanbul Hükümeti
değil, Osmanlı Devleti ve Osmanlı Monarşisi olduğunu belirtmektedir. 642
24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Konferansı’nın imzalanması sonucu, yeni Türk
devletinin bağımsızlığını ve egemenliğini dış dünyaya tescil ettiren BMM Hükümetinin,
bundan sonra, ülke dâhilindeki siyasî yaşamı nasıl düzenlediğini görmek gerekir. Gazi’nin
mücadelesi bitmemiştir. İnkılâplara başlamadan önce, en büyük eseri olan Cumhuriyeti ilan
etmesi ve buna uygun bir anayasayı kabul etmesi gerekmektedir.643
2.9. I. MECLİSİN ÇALIŞMA DÖNEMİNİN SONA ERMESİ VE HALK
FIRKASININ KURULMASI
Yunanlılar’a
karşı
kazanılan
Büyük
Zafer’den
sonra
Gazi,
milletvekilliğin,
Başkumandanlığın ve Meclis Başkanlığının yetki ve imkânları az çok sınırlı olan, Meclisin
ve Meclisteki muhaliflerinin her zaman sıkıştırabilecekleri kontrol çevrelerinden fiilen ve
birden sıyrılmıştı. Çünkü bu zafer, Gazi’nin konumunu fazlasıyla güçlendirmişti. Halkın
ruhunda tarihin pek az faniye nasip ettiği insanüstü bir şöhret, şan ve şeref halesi içinde
göklerdeki tahtına yükselmişti. Halk, zaferin bütün hak ve ganimetlerini birden ona mal
etmişti. Halkın gözünde o, artık milletin sinesinde bir ferd-i mücahit olmaktan çıkmış,
milletin manevî rızasıyla, milletin üstünde bir varlık haline getirilmişti.644 Halaskar Gazi
(Kurtarıcı Gazi), bu durumundan, savaş sonrası dönemdeki konumu sağlamlaştırmak için
yararlanmakta kararlıydı.645 Gazi her şeyi BMM’ne ve millete mal etmekle beraber,
gerçekte Meclis ile Gazi arasındaki mesafe ister istemez açılıyordu. Bu durumdan,
641
Akın; a.g.e., s. 174 ve Kocatürk; a.g.e., s. 362.
642
Bülent Tanör; Kuruluş, 2. Baskı, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1998, s. 173.
643
Akın; a.g.e., s. 185.
644
Aydemir; a.g.e., s. 40-41.
645
Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 232-233.
214
Mecliste birçokları ciddî kaygılar içindeydiler.646
6 Aralık 1922 tarihinde Ankara’da bulunan Hakimiyet-i Milliye, Yenigün ve Öğüt
gazetelerinin basın mensuplarına demeç veren Gazi, geleceğe ilişkin düşüncelerinden
bahsederken, barış yapıldıktan sonra, hürriyet ve istiklal için yapılan büyük savaşı
tamamlamak ve milletin yetenek ve kabiliyetlerini azami şekilde geliştirmek, ülkenin tüm
servet ve kaynaklarından faydalanmak yolunda hiçbir fırsat ve hareketi zayi etmeyerek
çalışmağa mecbur olduğumuzu hatırlatmak, fakat bunun bir programa bağlanması
gerektiğini, ülkede yapılması gerekli reformları planlayacak bir programın başarılı ve
devamlı olmasının şart olduğunu söylerek, barışın istikrarını takiben Halkçılık esasına
dayalı ve Halk Fırkası (HF) adında siyasî bir parti kurmak istediğini belirtmiştir.647 Gazi
bu konuya ilişkin ifadelerinin gazetelerde yayımlanmasından bir hafta kadar sonra yurt
içinde bir inceleme gezisine çıkarak halkla temas etmiş ve bu arada kuracağı siyasî parti
hakkında geniş açıklamada bulunmuş, halkı da bu yeni parti etrafında toplanmağa davet
etmişti. 648
BMM’de Birinci Grup mensupları bu yeni kurulacak partide hizmete hazırlandılar. Gazi’ye
göre HF tüm milletin refah ve mutluluğuna yönelik olacaktır. Gazi, Ortaya koyacağımız şey
müsbet millet programı olmalıdır. demekte ve tam bağımsızlık ile millet egemenliğinin
HF’nin programının iki esas maddesini oluşturduğunu ifade etmekteydi. 649
646
Aydemir; a.g.e., s. 40-41.
647
Cebesoy; a.g.e., s. 340. Eroğlu; a.g.e., s. 283. Jevakhoff, a.g.e., s. 222 ve Tunçay; a.g.e., s. 47. Gazi, 6
Aralık 1922 tarihinde Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu Halk Fırkası adlı siyasal bir partiye dönüştürme kararını
ilk kez açıkladı. Önde gelen bazı gazetecilerle olan görüşmelerde Halifeliğin kaldırılması ve bir cumhuriyet
kurulması fikrinden ilk kez söz etmişti. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 233 ve Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I,
s. 12-60 ve 60-63.
648
Cebesoy; a.g.e., s. 340. Gazi’nin, Eskişehir’den sonra gittiği Balıkesir’de, 7 Şubat 1923’te bir camide
minbere çıkarak verdiği hutbe bu açıdan çok önemlidir. Gazi, bu konuşmasında, HF ile ilgili olarak şunları
söylemiştir: …… Bu milletin siyasal partilerden çok canı yanmıştır. Şunu söyleyeyim ki başka ülkelerde
partiler kesinlikle ekonomik amaçlar üzerine kurulmuştur ve kurulmaktadır. O ülkelerde çeşitli sınıflar vardır.
Bir sınıfın çıkarını korumak için kurulan siyasal partiye karşılık başka bir parti kurulur. Bu çok doğaldır.
Güya bizim ülkemizde ayrı ayrı sınıflar varmış gibi kurulan siyasal partiler yüzünden şahit olduğumuz
sonuçlar bilinir. Halbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman, bunun içine bir kısım değil, bütün millet
girmektedir………... Bu konuşma, daha sonraki birçok gelişmeye ışık tutar bir niteliktedir. Konuşmanın
tamamı için bkz. - ; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (Yayına Hazırlayan: Ali Sevim, İzzet Öztoprak, M.Akif
Tural), Atatürk Araştırma Merkezi, Divan Yayıncılık, Ankara 2006, s. 464-466.
649
Eroğlu; a.g.e., s. 283.
215
Gazi, ülkenin yeni bir döneme girdiğine ikna etmek üzere, yeni bir yöntem kullanır. Gerçek
bir siyasî pazarlama yöntemi uygulayarak, seçim gezisine çıkar. 1923 yılının Ocak ayının
ikinci yarısı ile Şubat ayının ilk yarısı arasında Batı Anadoluyu dolaşır, Ankara’da üç hafta
kaldıktan sonra, Mart ayının ikinci yarısını geçirdiği Orta ve Güney Anadoluya harekete
eder. Gazi, her gittiği yerde halka yeni Türkiye’nin nasıl olacağını anlatır. 650
1876 tarihli Osmanlı Anayasasına göre Mebusan Meclisi seçimlerinin dört yılda bir
yapılması gerekiyordu. 23 Nisan 1920’de BMM açıldığında, Meclisin görev süresinin kaç
yıl olacağı belirtilmemiş, fakat Osmanlı Anayasası yürürlükten kaldırılmadığından,
başlangıçta orada belirtilen dört yıllık sürenin BMM için de geçerli olacağı var sayılmıştı.
29 Nisan 1920 tarihinde kabul edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1’inci maddesi de bu
yönde düzenlenmiş olup, aynı maddenin 1’inci kısmı BMM’nin kuruluş amacını
belirliyordu. Bu amaç, Hilafet ve Saltanat makamları ile ülkenin düşman elinden ve
saldırılardan kurtarılmasıydı. 5 Eylül 1920 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun 1’inci
maddesi de BMM’nin amacına ulaşıncaya kadar toplantılarını sürdürmesini öngörmekteydi.
Her iki kanunun söz konusu maddeleri birlikte ele alındığında, I. Meclisin süresinin
zamanla değil, şartlarla sınırlandırılmış olduğu görülür. O şart da vatanın kurtuluşudur.
Başka bir ifadeyleI. Meclis vatanın kurtuluşuna kadar görevini sürdürecekti.651 Kurtuluş
Savaşı’nı başarıyla sonuçlandırarak görevini tamamlamış ve aynı zamanda yıpranmış olan
I. Meclis Gazi’ye karşı da güçlü bir muhalefeti içermekteydi. Lozan’da Müttefiklerin
karşısına, Türk halkından yeni güvenoyu almış bir Hükümet çıkması isabetli olacaktı.
Gazi 1923 yılının ilk aylarında çıkmış olduğu yurt içi geziden döndükten sonra Meclisin
yenilenmesi kararı alındı. 1 Nisan 1923 tarihinde de seçimlerin yenilenmesi konusunda
A-RMHG tarafından Meclise verilen 120 imzalı önerge kabul edildi. 1 Nisan 1923
tarihinde milletvekili seçimlerinin yenilenmesi kararını alan BMM son oturumunu 15 Nisan
650
651
Javekhoff, a.g.e., s. 223-224.
Dursun Ali Akbulut; “İkinci Dönem BMM ve Cumhuriyetin İlanı”, Türkler, C. 16, s. 532. 4 Eylül 1921
tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun 1’inci maddesi şu şekildeydi: Büyük Millet Meclisi, Hilafet ve
Saltanatın, vatan ve milletin kurtuluşu ve istiklalinden ibaret olan gayesinin husulüne (gerçekleşmesine)
kadar şerait-i atiye dairesinde (aşağıdaki şartlar kapsamında) müstemirren (sürekli) inikat eder (toplanır)
Bkz. Ergun Özbudun; 1921 Anayasası, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1992, s. 15.
216
1923 tarihinde yaptı ve ertesi gün de dağıtıldı.652
652
Zürcher; a.g.e.,s. 233. Karpat; a.g.e., s. 56-57. Kocatürk; a.g.e, s. 385. Uran; a.g.e., s. 161 ve Demirel;
a.g.e., s. 511-516. BMM’nin seçim kararı alması yla ilgili olarak bkz. BMM ZC Devre: I, Cilt: XXVIII, s.
293. Velidedeoğlu; a.g.e., s. 237-241 ve Erol Şadi Erdinç; “Tarihe Not Düşmek”, Toplumsal Tarih, Ekim
2002, S. 106, s. 53. Meclisin fesih kararı alması konusunda ilave bilgi için bkz. Çavdar; a.g.e., s. 265-268. 15
Nisan 1923 tarihinde, 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesinde değişiklik
yapılarak seçim kararının alınması konusunda ilave bilgi için bkz. Erdinç; a.g.m., s. 53. Kocatürk; a.g.e., s.
387. Demirel; a.g.e., s. 527-531. Ergun Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, 1. Baskı, İleri
Kitabevi Yayınları, İzmir 1994, s. 56. BMM ZC Devre: I, Cilt: XXIX, s. 190-191 ve 240. Tunçay, Meclisin
fesih kararında; Meclisin o dönemdeki bileşimiyle kesintiye uğramış bulunan Lozan Barış Görüşmeleri’nin
sonunda varılacak bir anlaşma tasarısını kabul etmeyeceğinden endişe duyulduğunu, Meclisin yenilenmesi
isteğinin temel nedeninin bu olduğunu belirtmekedir. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 49-550.
217
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TEK PARTİ DÖNEMİ VE TEK PARTİ FELSEFESİ
3.1. TEK PARTİ DÖNEMİ VEYA TEK PARTİLİ CUMHURİYET
3.1.1. II. Meclis Döneminin Başlaması
Gazi, inkılâpların yürütülmesi için TBMM’nin yenilenmesi gerektiğini düşünüyordu. İlk
Meclis, Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş, tarihsel görevini de bitirmiş ve yıpranmıştı. Yeni ve
dinç bir Meclis ile işlerin yürütülmesi gerekiyordu.653 Nitekim,I. Meclis, 1 Nisan 1923
tarihinde milletvekili seçimlerinin yenilenmesi kararını aldı.654 Takiben Birinci Grup 8
Nisan 1922 tarihinde topluca Öğretmen Okulu’nun Konferans Salonu’nda toplanmış ve
Gazi’nin de hazır bulunduğu toplantıda Grup Genel Kurulu tarafından önceden hazırlanmış
olan ve yapılacak olan seçimde milletvekillerine verilecek görev ve yetkileri belirleyen (bir
nevî seçim beyannmesi olan ve Meclisteki A-RMHG’nun HF’na dönüşeceğini açıklayan)
Dokuz Umde (Dokuz İlke)655 üzerinde müzakereler yapılmıştı. Sonuçta bu beyanname
Birinci Grup Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş ve onaylanmıştı. Ayrıca, Birinci Grup
üyelerinin tamamı, yeni seçimle meşgul olmak üzere Gazi tarafından teklif edilen bir
heyetin seçimini de karar altına almıştı. Seçilen heyet aynı zamanda grubun milletvekili
adaylarını da seçecekti. Kabul edilen seçim beyannamesinde A-RMHG’nun HF’na
dönüşeceği de belirtilmişti. Heyet ilk kez 10 Nisan 1922 tarihinde Gazi’nin başkanlığı
altında İstasyonu’ndaki İcra Vekilleri Başkanının ikametgâhında toplanmış ve seçimin
653
Mumcu; a.g.e., s. 114.
654
Zürcher; a.g.e., s. 233. Dursun; a.g.tez, s. 5-6 ve TBMM ZC Devre: I, C. XXVIII, s. 283-294.
655
Dokuz Umde Beyannamesi için bkz. Tunaya; a.g.e., s. 580-582. Uran; a.g.e., s. 162-164. Bahir Mazhar
Erüreten; Kemalizm; Sistem Mücellit, İstanbul 1988, s. 12-15 ve Tunçay; a.g.e., s. 354-356. Dokuz Umde ile
ilgili ilave bilgi için bkz. Aydemir; a.g.e., s. 50. Demirel; a.g.e., s. 525-527 ve Kemal Zeki Gençosman;
Devlet Kuran Meclis, 1. Baskı, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1981, s. 74.
218
sonuna kadar çalışmalarına burada devam etmiştir.656
Birinci Meclis son kez 16 Nisan 1923 tarihinde toplandı. Bilahare, Gazi, seçim için kendi
adaylarını belirlemeye başladı. Gazi, adayları belirleme sürecinde, eski dostları ile yeni
adaylarını biraraya getirmeye çabalarken, bu seçimin hiçbir itiraz kabul etmeyeceğini,
herkes anlamıştı. Kazım Karabekir anılarında, Gazi’nin kendisine Ben muhalif istemiyorum.
dedikten sonra, adaylığı reddettiğini, ama sonunda ricalara boyun eğip isteksizce kabul
ettiğini açıklamaktadır. Rauf Bey ise Gazi’nin partiler üstü bir kişi olması gerektiğini boş
yere savundu. Gazi, Anadolu’ya ayak bastığı andan itibaren bu istekle karşılaşmıştı ve
yıllar boyunca da tekrarlanmasına tanık olacaktı. Ama ülkenin içinde bulunduğu kaosu
yansıtacak bir politik süreç içerisinde bir hakem ya da sembolik yetki sahibi bir kişi olmaya
hiç niyeti yoktu. Ülkeyi yönetmek ve yeni bir düzen kurmak istiyordu. Bunu yapabilmek
için de ileriki yıllarda işbaşına getireceklerini seçmek amacıyla kendisine sadık
destekçilerin bir arada bulunmasına ihtiyacı vardı. Adayların sicillerini, yeteneklerini ve
hepsinden de önemlisi sadakatlerini değerlendirdi. Meclisteki Hükümet çoğunluğunu
oluşturan 220 kişiden sadece 114’ü bu kriterelere uygundu. Beklenildiği gibi bunların
hepsi seçildi ve yarısından fazlası da Gazi’nin yaşamının sonuna kadar Meclisteki
görevlerini sürdürdü.657
Cebesoy da anılarında; seçim süreci ve seçimle ilgili olarak kişisel düşüncesinin; Gazi’nin
tarafsız bir devlet başkanı kalarak seçim hareketlerini daha iyi idare edeceğini, seçim
heyetinin başında bulunan Gazi’nin bizzat seçim işlerine çok yakından müdahale etmesinin
Meclis ve Hükümetin tarafsızlığını ister istemez ihlal ettiğini, böylece Gazi’nin pek
kuvvetli şahsiyeti karşısında hiçbir kimse, ne zümre ve fırka oluşturmaya, ne de seçim
mücadelesine kalkmamış olduğunu, Gazi’nin seçim sırasında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
656
Cebesoy; a.g.e., s. 341-342. Eroğlu; a.g.e. s. 283. Uyar, a.g.e., s. 63 ve Kocatürk; a.g.e., s. 386. Dokuz
İlke’ye göre, HF, şu esasları kabul ediyordu: Egemenlik milletindir., TBMM’den başka hiçbir makam, milletin
işlerine karışamaz, Bütün kanunların yapılmasında, yönetimde ve her türlü idarî ayrıntılarda, genel eğitimde
ve ekonomide millî egemenlik esasları içinde çalışacaktır, Saltanatın kaldırılması hakkındaki karar değişmez
ilkedir. Parti çalışma programında mahkemelerin ve kanunların düzeltilmesi, bankaların güçlendirilmesi,
demir yollarının çoğaltılması, Aşar denilen ve köylüyü ezen verginin kaldırılması, öğretim ve eğitimin
birleştirilmesi, askerlik süresinin indirilmesi gibi ülkenin öenmli sorunlarına çözüm yolları öneriliyordu. Bkz.
Mumcu; a.g.e., s. 114.
657
Mango; a.g.e., s. 448.
219
ve HF Başkanı olarak seçim işleriyle bizzat meşgul olduğu ve aynı zamanda
Başkumandanlık sıfatını da muhafaza ettiğini, bu doğal olmayan durumu biraz olsun telafi
edebilmek için İcra Vekilleri Heyeti Başkanı olan Rauf Bey’in Hükümetin, kendisinin de
Meclis Başkanı olarak görevlerinin başında kalmış olduğunu ve seçim heyetinin
faaliyetlerine katılmayarak tarafsızlıklarını korumaya çalıştıklarını,I. Meclisteki İkinci Grup
üyelerinin seçim sürecinde gizlice ve Gazi’nin gelecek hakkındaki düşünceleri üzerine
olumsuz propagandalar yapmaya başladıklarını, faaliyet merkezi İstanbul olan kapatılmış
İvT mensuplarının seçim esnasında siyasî bir rol oynamak istemediklerini ilan ettiklerini ve
herhangi bir grup adı altında da seçime katılmayı arzu etmediklerinden oylarını Gazi’ye
vereceklerini söylediklerini, böylece maksatlarının mevcut bir eseri zayıflatmak niyetinde
olmadıklarını anlatmak olduğunu, seçim işlerinin genelde normal seyrini takip etmiş
olduğunu, Gazi’nin A-RMHC Başkanı sıfatıyla bütün teşkilata genelgeler yayımlayarak,
kendisi ve partisi hakkında olumsuz propagandaları cevaplandırdığını ve teşkilatı da
uyardığını, yapılan seçimlerde her tarafta Müdafaa-i Hukuk adaylarının kazandığını ifade
etmektedir.658 Cebesoy, yine bu konuda anılarında; ülkenin çoğunluğunun şahsî saltanattan
bıktığı kadar, parti ve şahsî tahakkümlerden de çok bıktığını, bunların geçmişte çok acı
tecrübelerinin ve örneklerinin görüldüğünü, barışın büyük bir zorlukla elde edilebileceğini
sezmiş olan ülke çoğunluğunun her taraftan bu ikiliğe meydan vermemeğe çalıştığı ve
birlik göstermekte asla kusur etmediğini, herkesin, gelecekte Gazi Paşa’nın bir parti
başında çalışacağını anladığı halde yine de sıklet merkezi olan Gazi’nin etrafında
toplanmanın, ülkenin mukadderat ve istikbalini Türkiye’nin bu en kuvetli şahsiyetine terk
etmenin doğru bir hareket olduğuna kanaat getirdiğini, barış imzalanıncaya kadar birlik ve
beraberliği ihlal edebilecek tüm konuların geleceğe bırakıldığını ifade etmektedir.659
1923 yılının Haziran ve Temmuz aylarında yeni bir Meclis için yapılan iki dereceli
seçimlerde milletvekili adayların nitelikleri ve geçmişleri Gazi tarafından sıkı bir
incelemeye tabi tutulmuş olduğu için Meclis üstünlüğü ve millî irade adı altında Gazi’ye ve
onun uygulamalarına karşı çıkan İkinci Grubtan hiçbir üye yeni Meclise girememişti.
658
Cebesoy; a.g.e., s. 345-346.
659
A.g.e., s. 347.
220
Gümüşhane’deki bir milletvekilliği hariç, seçimleri tamamen Birinci Grup üyeleri
kazandılar.660
Velidedeoğlu, güdümlü 1923 seçimlerinin (ve izleyen Tek Parti Dönemindeki seçimlerin)
niteliğini oldukça yalın bir şekilde şu ifadelerle değerlendirmektedir: Gerçi iki dereceli
seçim yasasındaki yönteme göre bütün illerde milletvekili seçimi yapılıyordu, ama bu
seçim, işin formalite yönüydü. Halk Partisi tarafından gösterilen aday mutlaka seçiliyordu.
O halde bu adaylar, ‘halkın seçimine sunuluyordu’ demektense halkın onayına sunuluyordu
ifadesini kullanmak belki daha yerinde olur.661 Demirel, I. Mecliste Muhalefet isimli
kitabında, Haziran-Temmuz 1923 aylarında yapılan milletvekili genel seçimlerine ilişkin
değerlendirmelerde de bulunmaktadır. Seçim sonuçlarının istenen/planlanan bir şekilde
alınması üzerine Gazi tarafından 18 Temmuz 1923 tarihinde Belediye ve Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri reislerine çekilen kutlama telgrafında, seçim sonuçlarını, seçmenlerin yüksek
siyasî rüşdünün ve vatanseverlik yeteneğinin göstergesi olarak nitelendiği ifade etmiştir.
Ahmet Demirel; Gazi tarafından halkın siyasî rüştünü ispatlamasının, ancak vesayetçi Tek
Partinin ilkelerini ve adaylarını ya da karizmatik şefin gösterdiği tek doğru yolu kabul
etmesiyle mümkün görüldüğünü ifade etmektedir. Tek Partinin mutlak şefi aday
gösterecek, halk bunları ittifakla onaylayacak, halkın temsilcilerinin kimler olması gerektiği
660
Uyar, a.g.e.,s. 62, Öztürk; a.g.e., s. 54 ve Zürcher; a.g.e., s. 233-234. İkinci TBMM seçimleri için bkz.
Tunçay, a.g.e., s. 47-60. Mango; a.g.e., s. 447-448. Demirel; a.g.e., s. 574. Dokuz Umde ile Hıyanet-i
Vataniye Kanunu’nun bağdaşması, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun dışında bir siyasal gücün ortaya çıkışını
imkânsız kılmaya yaramıştı. Seçimlerde, İttihatçı kökenli İsmail Canbolat ile Ahmet Şükrü de HF’den
seçilmişlerdir. Bkz. Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, s. 45. A-RMHG üyeleri, başlarında Gazi
Paşa olduğu halde, adeta kendilerinden olanları seçtirmeye çalıştılar. Bunda da başarılı oldular. Çünkü
seçimlere siyasî partilerle değil, Müdafaa-i Hukuk Grubu ile gidilmiştir. Seçimlere katılacakların listesi ve
Müdafaa-i Hukuk Grubunun başkanı olan Gazi tarafından denetlendiği için, Meclisin uyumlu bir şekilde
çalışmasını temin etmek üzere muhaliflerin safdışı bırakıldığı ve iki dereceli olarak Haziran ve Temmuz
aylarında yapılan yeni seçimler sonucu oluşan Meclis, örgütlü bir muhalefeti Meclis dışında bırakmış olarak
11 Ağustos 1923 tarihinde toplanmıştır. Bkz. Goloğlu; a.g.e., s. 191. Kuran; a.g.e., s. 330. Akbulut; a.g.m., s.
532-53 ve Hikmet Özdemir; Devlet Krizi, Afa Yayınları, İstanbul 1989, s. 18.
661
Velidedeoğlu; a.g.e., s. 246. Keyder de, İki Dereceli Seçim Sisteminin, seçilen bir grup erkeğin kendilerine
Ankara’dan yollanan listeyi onaylamaları anlamına geldiğini, böylece mebusların Mecliste hayatlarında hiç
görmedikleri ülkenin uzak köşelerini temsil ettiklerini, bu sıkı kontrole rağmen (daha doğrusu bu kontrol
nedeniyle) yasama için mebuslara pek ihtiyaç duyulmadığını, Hükümetin ne Meclise karşı sorumlu olduğunu,
ne de yasama inisisyatifine ihtiyacı olduğundan bahsetmektedir. Bkz. Keyder; a.g.e., s. 120-121.
Velidedeoğlu da, ilk Meclis için Millî Mücadele Meclisi, ikinci ve III. Meclisler için Devrim Meclisleri
nitelemesinin kullanıldığını, Gümüşhane bağımsız milletvekili Zeki Bey ile Bursa bağımsız milletvekili
Nurettin Paşa dışında II. Meclis ile III. Meclisin Tek Parti Meclisi olduğunu, II. Meclisle başlayan Tek Parti
Meclisi olma özelliğininin 1946 yılında çok partili rejime geçilinceye dek sürdüğünü belirtmektedir. Bkz.
Velidededoğlu; a.g.e., s. 246-247.
221
ona şef ve parti tarafından bildirilecek. Başka bir ifadeyle; milletvekili seçimi, esas olarak
bir seçim formalitesidir, daha doğrusu gerçek anlamda bir seçim değil, merkez tarafından
yapılan bir şeçmedir.662 Vatandaş ya da seçmenler de önüne konulan adayları seçme değil
de sadece tasdik etme durumunda kalıyorlardı. Bursa’da bağımsız listesinden seçilen
Nurettin Paşa gibi kimi istisnaî örnekler ise bu kapsamın dışındaydı.
Bağımsız seçilen Gümüşhane mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey dışında tümü büyük bir
özenle belirlenmiş olan Birinci Grup adaylarından oluşan II. Meclis 11 Ağustos 1923’te
açılmıştır. 13 Ağustos 1923 tarihinde Gazi yeniden Meclis Başkanı seçilir.663 BMM
tarafından 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanması sonucu iç politik
ortamda Gazi’nin durumu daha da pekişti. Bu arada Lozan müzakereleri esnasında İsmet
Paşa ile yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’in 4 Ağustos
1923 tarihinde görevinden çekilmesi üzerine 14 Ağustos 1923 tarihinde bu göreve Gazi’nin
yakın arkadaşlarından Fethi Bey getirildi.664
662
Demirel; a.g.e., s. 582. Mikusch,Gazi’nin amaçladığı reformun alabildiğine köklü ve devrimci bir nitelik
arz ettiğini, bunların gerçekleşebilmesi sırasında istikrarsız bir çoğunluğun kararlarına bağımlı olunmaması
gerektiğini, parlamentarizmin de Türkiye’ye genellikle yabancı bir bitki gibi olduğunu, Batı demokrasilerinin
normal mekanizmaları içinde gizleyebilecek kadar da henüz yeterince birikime sahip olmadığını
belirtmektedir. Bkz. Mikusch; a.g.e., s. 340. Seçimlere sadece A-RMHG adaylarının katılmasını, adayların
Gazi tarafından belirlenmesini, bilahare kurulan HF ve Tek Parti Dönemi siyaset anlayışını bu Mikusch’in
yorumu bağlamında değerlendirmek isabetli olur. Araştırmacının notu.
663
664
A.g.e., s. 598-599.
Mumcu; a.g.e., s. 114. Jevakhoff; a.g.e., s. 236 ve Kocatürk; a.g.e., s. 391-393. 14 Ağustos 1923 tarihinde
TBMM’nde yeni İcra Vekilleri Heyeti seçimi konusunda bkz. TBMM ZC Devre: II, C. I, s. 61-62. Lozan
Müzakaereleri süresince İsmet Paşa ile Rauf Bey arasındaki görüş ayrılıkları sürüp gitmiş, Birinci BMM’nin
barış şartları konusunda hiçbir fedakarlığı benimsemeyen kesin tutumu karşısında Rauf Bey, Başvekil olarak
Meclise karşı taahhüt altına girmiştir. Çünkü Lozan görüşmelerinin ikinci safhası başladıktan sonra
Lozan’dan gelen haberler, başta savaş tamiratı, Batı Trakya, tahrip edilen yerlerin imarı, Midilli, Sakız, Sisam
gibi Ege kıyılarımıza çok yakın adalar üzerindeki gayr-ı askerî bölgenin devamlı kontrol hakkı gibi konularda
hissedilir tavizler verildiğini göstermektedir. Meclis, mutlak heyecan içinde sonucu beklemektedir. Öte
yandan İsmet Paşa, elde edilenden başka hiçbir şeye sahip olunamayacağı ve hatta geçen her günün, barış
yolunda anlaşmaya varılabilme yolundaki iyi niyetlerimize gölge düşürdüğü inancındadır ve Gazi’ye de aynı
hissi telkin edebilmiştir. Olaylar kısa sürede İsmet Paşa-Rauf Bey arasında olmak ekseninden çıkar, GaziRauf Bey arasında olma genişliğine sahip olur. Vekiller Heyetinin tutumunu, 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki
Saray Heyetine benzeten İsmet Paşa’nın ağır telgrafı, o ana kadar açıklanmamış görüş ayrılıklarının şahsî
kırgınlıklara kapı açan darbesi olur. Olaya Gazi müdahale eder ve Rauf Bey’e sükûnet tavsiye ederken, İsmet
Paşa’ya da aynı mahiyette mesaj iletir. Fakat olay sadece şahsî de değildir. Rauf Bey, barış görüşmelerinin
aldığı istikametten kuşkulu olan Meclise devamlı teminat vermektedir. Oysa ki, bilhassa tamirat ve savaş
tazminatı ile Batı Trakya üzerinde, Irak Sınırı ve Musul Meselelerinde beklenenler gerçekleşmemiştir. İsmet
Paşa’nın Lozan’ı imzalamış olarak Ankara’ya dönüşünden iki gün önce, Gazi ile aralarında uzun bir konuşma
sonucu Rauf Bey istifa eder ve seçim bölgesi olan Sivas’a gider. Bkz. Okyar; Üç Devirde Bir Adam, s. 334-
222
TBMM, milletvekili seçimlerinden sonra, 11 Ağustos 1923 tarihinde ilk toplantısını yaptı.
13 Ağustos’ta, Gazi, Mecliste bulunan 197 milletvekilinden 196’sının oyunu alarak,
TBMM Başkanlığına yeniden seçildi. Meclis İkinci Başkanlığına da Ali Fuat Paşa seçildi665
İkinci TBMM’nin önünde önemli problemler bulunuyordu. Dışarıda Lozan Anlaşması'nın
onaylanması, içeride başkentin
ve hükümet şeklinin
tespit edilmesi bunlardan
başlıcalarıydı. Lozan Müzakereleri esnasında zaman zaman Hükümetten talimat almak
yerine Hükümeti atlayarak Gazi ile temas kuran ve ondan talimat alan İsmet Paşa ile arası
bozulan Rauf Bey’in Başvekaletten istifası üzerine 14 Ağustos 1923 tarihinde Fethi Bey’in
başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. 21 Ağustos 1923 tarihinde TBMM’ne sunulan
Lozan Antlaşması ve ekleri 22 ve 23 Ağustos günleri onaylandı.666
335. İsmet Paşa’nın, devam eden barış görüşmeleri esnasında, zaman zaman, Rauf Bey başkanlığındaki
Hükümetin talimatlarına uymaması, özellikle İsmet Paşa’nın, Vekiller Heyeti Başkanı olan Rauf Bey’i atlayıp
doğrudan Gazi ile temas kurması Rauf Bey tarafından hoş karşılanmamıştı. Lozan görüşmeleri esnasında
milliyetçi cephedeki çatlakların üstü örtüldü. Ancak 24 Temmuz’da Lozan Antlaşması imzalanınca tekrar
kendini gösterdi. Rauf Bey, İsmet Paşa’nın dönüşünü beklemeden 4 Ağustos 1923 tarihinde istifasını verdi.
Bahse konu uyuşmazlık konusunda ilave bilgi için bkz. Tartanoğlu, a.g.e., s. 79-84 ve Zürcher; a.g.e., s. 46.
İsmet İnönü - Rauf Obay arasındaki ihtilaf konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Nurer Uğurlu; Gizli Belgelerle
Rauf Orbay- İsmet İnönü Kavgası 1. Perde 1922, 1. Baskı, Örgün Yayınevi, İstanbul 2005. Uğurlu; Gizli
Belgelerle Rauf Orbay- İsmet İnönü Kavgası 2. Perde 1922-1923, 1. Baskı, Örgün Yayınevi, İstanbul 2006 ve
Mango; a.g.e., s. 452-453. Rauf Bey, Bakanlar Kurulu Başkanlığından istifa ettiği gün, Meclis İkinci Başkanı
olan Ali Fuat Paşa ile birlikte Çankaya’ya Gazi’yi ziyarete gider. Rauf Bey, Çankaya’da Gazi’ye İsmet Paşa
ile yüzyüze gelmeyi düşünmüyorum, birlikte çalışamayız. der. Bunun üzerine Gazi de Raufçuğum, sana ne
söyleyeceğimi bilemiyorum. Haklısın. ..... Bu ortam insanı ahlaksız yapıyor. diye karşılık verir. Rauf Bey de
Paşam, üzülme, bir düzine namuslu adamla sen bu memleketi mükemmel idare edersin. der. Bunun üzerine
Meclis İkinci Başkanı Ali Fuat Paşa, Gazi’ye (yeni dönemde) Havarilerin, çalışmalarını paylaşanlar kimler
olacaktır? der. Gazi de Benim havarilerim yok. Ülkenin ve milletin hizmetindeki kişiler var. Bu havariler
güçlerini ve kabiliyetlerini ispat etmelidirler. diye cevap verir. Şimdi teorik olarak Gazi’nin elinin altında bir
Meclis vardır. Seçimler zaferle bitmiştir. İkinci Grup üyelerinden kimse seçilememiştir. Gazi, oybirliğiyle
Meclis Başkanlığına yeniden seçilmiştir. Havari değil ama Lozan müzakerecisi (İsmet Paşa), yeni dönemin
önemli aktörlerinden biri olur. Bununla birlikte, birinci havari İsmet değildir. Gazi, Fethi Bey’i Başbakan
olarak seçmiştir. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 236 ve Kandemir; Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, s.
130. Ali Fuat Paşa ile Gazi arasındaki bu konuşma hakkında ilave bilgi için bkz. Aydemir; İkinci Adam, C. 1,
s. 487. Y.Kadri Karaosmanoğlu; Politikada 45 Yıl, 1. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1968, s. 68. Okyar;
a.g.e., s. 338. Fethi Bey’in biyografisi hakkkında bkz. Hamit Bozarslan; “Ali Fethi Okyar”, Modern
Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 7 (Liberalizm), 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 108-115. 11
Ağustos 1923 tarihinde TBMM’nin ilk toplantısını yapması ve 13 Ağustos’ta, Gazi’nin Meclis Başkanlığına
yeniden seçilmesi hakkında bkz. TBMM ZC Devre: II, C. I, s. 2 ve 36.
665
Arslan; a.g.m., s. 50. Mumcu; a.g.e., s. 114. Jevakhoff; a.g.e., s. 236. Kocatürk; a.g.e., s. 392 ve Tunçay,
a.g.e., s. 57. Aybars, II. Meclise 72 seçim bölgesinden 270 kişi seçildiğini belirtmektedir. Bkz. Aybars; T.C
Tarihi I, s. 612-620.
666
Akbulut; a.g.m., s. 532-533. Jevakhoff; a.g.e., s. 236 ve Tunçay; a.g.e., s. 57.
223
Gazi, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu HF haline dönüştürmek istiyordu.667 Ancak araya Lozan
Barış Antlaşması’nın girmesi nedeniyle HF’nin kuruluşu bir süre gecikti. 11 Eylül 1923
tarihinde Müdafaa-i Hukuk Grubu HF (10.11.1924 tarihinden sonra da CHF) adını aldı,
kurucusu olan Gazi’yi Genel Başkanlığına seçti ve kuruluş dilekçesini de İçişleri
Bakanlığına vererek resmen kurulmuş oldu. Böylece Meclisteki milletvekilleri HF’nin
üyesi oldular. Fırka’nın Meclis Grubu Başkanlığına da Başvekil Fethi Bey getirildi.668 Öte
yandan HF’nin, A-RMHC’nin bütün varlığını devralması, HF’ye ülke çapında bir örgüt
sağlamıştı.669 HF Genel Kurulunda, Meclisteki tüm HF üyeleri tarafından müzakere
edilerek, 9 Eylül 1923 tarihinde kabul edilen parti tüzüğü 1927 yılında yenisi yapılıncaya
kadar küçük değişikliklerle yürürülükte kalmıştır. Tüzüğün özellikle ilk yedi maddesinde
yer alan genel ilkelerin yansıttığı demokratik ve özgürlükçü tutum ise fazla uzun ömürlü
olmamıştır. Tüzüğün birinci maddesinde HF’nin üç amacı belirtilmektedir: demokrasi,
667
Kuran, a.g.m., s. 330.
668
A.g.m., s. 330. Jevakhoff; a.g.e., s. 236. Gülcan; a.g.,tez., s. 75. Kocatürk; a.g.e., s. 395 ve 425. Alpkaya;
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu, 1923-1924, s. 43-44 ve Okyar; a.g.e., s. 335-336. HF’nin kuruluşu
konusunda detaylı bilgi için bkz. Tunçay; a.g.e., s. 47-60. HF’nin tüzüğünde, 1. maddede de ifade edildiği
üzere millî hakimiyetin demokratik bir şekilde (halk tarafından ve halk için) kullanılmasına rehberlik etmek,
ülkeyi çağdaşlatırmak ve yasanın her şeyin üstünde egemen olmasını sağlamak diye tanımlanmıştır. Bkz.
Mete Tunçay; “Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1950)”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s.
2019. Jevakhoff, Gazi’nin, millî hakimiyetin halk tarafından ve halk için uygulanmasında rehber olarak
hizmet etmek üzere 9 Eylül 1923’te HF’yi kurduğunu, bu teşkilatı, mukaddes bir cemiyet ve ihtilal (inkılâp)
ruhunun bütün millette yeniden doğuşu olarak tarif ettiğini belirtir. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 237. Cebesoy,
anılarında; yeni başlayan siyasî yaşamda Gazi’nin HF’nin başına geçerek kurulacak diğer partilere karşı
karşıya gelmek gibi bir durum meydana geldiğini, oysa, partilerin üstünde tarafsız bir devlet başkanı
makamında kalabileceğini, fakat öyle olmadığını, Gazi gibi ülkenin büyük bir kurtarıcısının, hem devlet ve
hem de parti başkanı olarak iktidarda kaldığını, bu durum nedeniyle, millî egemenliğin esasını kuracak olan
siyasî partilerin serbestçe gelişemediklerini, HF’nin de yegâne siyasî parti olarak yıllarca iş başında kaldığını
ifade etmektedir. Bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 343. Mikusch, HF’nin tam anlamıyla Kemalist parti programı
olduğunu, bu programda o güne kadar elde edilenlerden söz edildiğini, gelecekteki hedeflerden söz
edilmediğini, sadece genel ve farklı anlamalara çekilebilen ilkelerle, halkın kayıtsız şartsız egemenliği ve
millî çerçeve içinde gelişme ve ilerlemenin söz konusu yapıldığından bahsediliğini belirtmektedir. Bkz.
Mikusch; a.g.e., s. 341.
669
Uyar; a.g.e., s .62, Öztürk; a.g.e.,s. 54. Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 233-234 ve Tuncay
Dursun; Tek Parti Dönemindeki CHP Büyük Kurultayları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara 2001, s. 6-7. Tunçay, büyük ölçüde Batılılaşma hareketi içinde doğan yeni tip
yönetici sınıfının partisi olan İvT’nin tarih sahnesinden silindiyse de ona vücut veren bu yönetenler sınıfı ve
Cemiyetin kadrolarının varlıklarını sürdürdüklerini, Millî Mücadele hareketini de bu kadroların başlattıklarını,
hareketin önderi olan Gazi Mustafa Kemal’in kurduğu CHF’nin, tabanı ve kadrolarının büyük kısmı itibarıyla
İvT’nin devamı olduğunu belirtmektedir. Bkz. Tunçay; a.g.m., s. 2037.
224
çağdaşlaşma ve hukuk devleti.670
3.1.2. Cumhuriyetin İlanı
Ankara’da, Lozan’dan sonra, Savaş bitti diyorlardı. Oysa savaş bitmiş değildi. Gazi,
amaçlarından birincisini elde etmişti. Türkiye’yi kurtarmış ve canlandırmış, düşmanlarla
sarılı, dağınık ve parçalanmış bir devletten ileride dost olabilecek milletler tarafından
tanınan yoğun ve katıksız bir devlet çıkartmıştı. Amacının büyük önemi, ölçülü yöntemlerle
kıvama gelip, kızgın bir canlılığın aleviyle çelikleşerek bu sonuca erişmeyi sağlamıştı.
Gazi, gençliğinden beri şiddetle arzuladığı iktidarı, bu nitelikleri sayesinde, en sonunda elde
etmişti. Şimdi yapacağı iş için daha fazla bir şeyler gerekiyordu: Yurdunu kurtardıktan
sonraki amacı, yeni bir yurt yaratmak olacaktı. Türk toplumunu kökünden değiştirmek,
Batı uygarlığına dayanan yeni ve çağdaş bir düzen getirmek istiyordu.671 Bu yeni çabasına
da yine bir asker gibi düşünerek girişti. Zaferin üzerine yatıp dinlenmek yoktu. Yine
Gazi’nin komutasında bu yeni savaşa girişmeden önce gevşemek de yoktu. Bu seferki savaş
maddî değil, manevî silahlarla yapılacaktı. Fakat usül ve taktik bakımından diğerinden
farklı değildi. Önceki gibi, adım adım gerçekleştirecekti. Yalnız, şimdi inisiyatif kendi
elinde olduğu için, daha hızlı olacaktı. Şimdi vakit gelmişti. Türkiye, gelişiminin yeni bir
dönemine giriyordu. İzleyeceği rota ne olacaktı? Kararı şuydu: Türkiye bir cumhuriyet
olmalıdır. Şimdi kararını yerine getirmek için güçlü bir durumdaydı. Kazandığı zafer ve
şerefli bir barış nüfuzunu yükseltmişti. Kendi topladığı yeni bir Meclis ve hem kurucusu,
hem de başkanı olduğu yeni bir parti, ona yeni iktidar yolları açmıştı. Reformlara girişmek
670
Tunçay; a.g.e., s. 57-58. HF Nizamnamesi için bkz. Tunçay, a.g.e., s. 362-369 ve Arsev Bektaş;
Demokratikleşme Sürecinde Liderler Oligarşisi, CHP ve AP (1961-1980), 1. Basım, Bağlam Yayınları,
İstanbul 1993, s. 22-23. 9 Eylül 1923 tarihinde kabul edilen ve Dokuz İlke’nin devamı niteliğindeki HF
Nizamnamesi, HF’nin ilk resmî tüzüğü ve programı olacaktır. Gerçekte ortada hazırlanan bir program yoktur.
Tüzüğü ve geçici programı oluşturulan HF, tarihimize devlet kuran parti olarak geçecektir. Zira HF’nin
kurulmasından 50 gün sonra cumhuriyet ilan edilecektir. Cumhuriyetin ilanı ve Gazi’nin Cumhurbaşkanı
seçilmesi üzerine HF içinde ihdas edilen genel başkan yardımcılığı görevi 19 Kasım 1923 günü Gazi
tarafından İsmet Paşa’ya verilir. İsmet Paşa, Genel Başkan Yardımcısı olarak 20 Kasım 1923 tarihinde tüm
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine gönderdiği genelgeyle, birer parti merkezine dönüşen Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri, yurdun kurtarılmasındaki görevini tamamlamış, bu defa yurdun kalkınması ve gelişmesi için
siyasal bir kurum haline gelerek göreve devam edeceği belirtilmiştir. Bkz. Gülcan; a.g.,tez., s. 78-81.
671
Kinross; a.g.e., s. 443.
225
işi artık sadece bir taktik ve zaman sorunuydu.672
TBMM kurulduğu zaman, yeni devletin bir başkanı yoktu. Yeni devletin başkanlığa ilişkin
önemli işleri de Meclis Başkanı olan Gazi yerine getiriyordu. Saltanat kaldırılınca devlet
biçiminin ne olacağı üzerinde tartışmalar başladı. Millî egemenliği esas alan TBMM’nin
yapısı nasıl bir devlet biçimini gösteriyordu? Özellikle muhafazakârlar, Halifenin
durumunu güçlendirerek onu bir çeşit Devlet Başkanı olarak göstermek istiyordu. Anacak,
Devletin başı Cumhurbaşkanı olduğu takdirde, Saltanat yanlılarının istedikleri bir ölçüde
önlenebilirdi. Zaten kurulduğundan beri yeni devletin yapısı Cumhuriyete benziyordu.
Yapılması gereken, birkaç ayrıntıyı formülleştirmekti. Fakat pek çok aydın cumhuriyet
kelimesinden ürküyordu. Bunlar millî egemenliğe sahip TBMM’nin başı olarak hep
Halifeyi göstermek istiyorlardı. Bu da millî egemenlik ilkesiyle bağdaşamazdı.673
Cumhuriyet düşüncesi, 1923 yazında Gazi’nin kafasında belirgin bir şekil almıştı. Bir tasarı
hazırlayarak, gizlice, daha önceleri de Saltanatın kaldırılması ve bir takım Anayasal konular
hakkında kendisine danıştığı, Adalet Bakanı Seyit Bey’e yolladı. Seyit Bey, tasarıyı ilke
olarak yasama bakımından uygun buldu ve sadece bazı ayrıntıların düzeltilmesi için geri
gönderdi. Sonra tasarı, barış imzalanıncaya kadar bir yana bırakıldı.674 Gazi, 27 Eylül 1923
tarihinde Viyana’da çıkan Neue Freire Presse gazetesinin muhabirlerinden Hans Lazar’a
verdiği bir demeçte niyetini dünyaya açıkladı: Türk Devletinin adından başka her şeyiyle
bir Cumhuriyet olduğu noktasından hareket ediyordu. Anayasanın ilk maddesinde
egemenliğin millete ait olduğu; ikinci maddesinde de halkın, yalnız Büyük Millet Meclisi
tarafından temsil edildiği bildiriliyordu. Gazi: Bu iki cümle bir tek sözcükle özetlenebilir.
diye devam etti. Cumhuriyet... Türkiye’nin şimdiki gerçek şekli kısa zamanda kanunla
onaylanacaktır. Bu demeç, Ankara’da yıldırım etkisi yaptı. Cumhuriyet kavramı,
geleneksel Müslüman Devlet anlayışıyla taban tabana zıttı ve bu sözcük Türkçe bir
672
A.g.e., s. 444
673
Mumcu; a.g.e., s. 115.
674
Kinross; a.g.e., s. 444. Kocatürk; a.g.e., s. 395 ve Eroğlu; a.g.m., s. 27. Devlet yönetimi olarak Gazi’nin
Cumhuriyet düşüncesi yeni değildir. Erzurum Kongresi sırasında Mustafa Kemal zihnindeki yönetim şeklini
Mazhar Müfit (Kansu) Bey’e şu şekilde not ettirecektir: Zaferden sonra şekl-i hükümet cumhuriyet olacaktır.
Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Bkz. Mazhar Müfit Kansu;
Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. I, TTK Yayını, Ankara 1998, s. 131.
226
konuşmada ilk kez telaffuz ediliyordu. Böyle bir değişiklik tehlikesi hem İstanbul
basınında, hem de henüz ciddî bir cumhuriyetçi hareketin gelişmemiş olduğu Mecliste
heyecan yarattı. Gazi bu konu’da Mecliste açık bir tartışmanın kötü sonuçlar vereceğini
anlamıştı. Cumhuriyeti, muhalefet daha birleşmeye vakit bulmadan, başka yollardan
ilan etmek gerekiyordu.675
Cumhuriyet, sağdan da soldan da karşı akımları harekete geçirecek bir sorundu. Her türlü
köklü değişime karşı olan tutucular, Halifenin gücünü ne pahasına olursa olsun korumak
istiyor, bazıları da Cumhuriyet ilân edilecekse, Halifenin, Cumhurbaşkanı olması
gerektiğini ileri sürüyorlardı. Adım adım ilerleme taraftarı olanlar, güçler arasında bir
denge kurmak çabasındaydılar. Bazı kimseler, Halifenin başına geçeceği meşrutî bir krallık
gibi bir yönetim tarzı düşünüyor; bazıları da Batıdaki (örneğin Fransa ya da Amerika’daki)
gibi gerçek bir demokratik Cumhuriyet kurulmasını uygun buluyorlardı. Bir yandan da
Cumhuriyetin Mustafa Kemal’in elinde Güney Amerika ve Sovyet Rusya da olduğu gibi
bir çeşit diktatörlüğe dönmesinden çekiniyorlardı. Ali Fuat Paşa ile Rauf Bey’in görüşleri
de böyleydi. Onların bu sırada Meclisten uzaklaşmış olmaları Gazi’nin işine yarıyordu. Ne
olursa olsun, Gazi Mustafa Kemal’in, Mecliste, bir olup bittiyle Cumhuriyeti ilân
etmesinden korkuyorlardı. Evet. Gazi, böyle bir şeyi gerçekten de tasarlamıştı.
BMM Hükümeti, elbette ki geçici bir yönetim şekli ve rejimdi. Devlet idaresi şekilleri
arasında böyle bir idare biçimi yoktu. Bu devlet şekli, olağanüstü şartların doğurduğu,
İstiklâl Savaşı’nın ve onu takip eden Cumhuriyet öncesi dönemin geçici ihtilal
düzeniydi.676 Saltanat da kaldırılmış olduğuna göre TBMM’nin açılmasından itibaren
yaşanan gelişmelere paralel olarak devletin rejiminin ya da idare şeklinin adının konulması
gerekiyordu.
Birinci Meclis, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde topladığından, yürütme görevi de
vekâleten Bakanlar Kuruluna devredilmiş bulunuyordu.677 Meclisin, Vekilleri seçme
675
Kinross, a.g.e., s. 445. Kocatürk, s. 395 ve Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, s. 24-253.
676
Ş.Süreyya Aydemir; İhtilalin Mantığı, Yükselen Matbaacılık, Ltd.Şti, İstanbul 1973, s. 132.
677
Akbulut; a.g.m., s. 535.
227
yetkisini hâlâ elinde bulundurması, milletvekillerinin iktidar için manevralara girişmelerine
ve hizip yaratmalarına yol açtığı için birliği bozuyordu.678
14 Ağustos 1923 tarihinde Fethi Bey başkanlığında kurulan bu Hükümetin tamamı, 8
Temmuz 1922 tarihindeki değişikliğine göre seçilmişti. Tamamı Meclis tarafından seçilen
bu Hükümet, Birinci TBMM’de olduğu gibi, yine Meclis tarafından eleştirilmeye başlandı.
Bu alışılmış bir durumdu. Ancak II. Meclisteki bu muhalefet grubunun gizli çalışmaları
yüzünden Bakanlar Kurulu iş göremez hale gelmişti. Anayasa’da Kabine Sistemi mevcut
olmadığından, milletvekilleri, Hükümete sık sık müdahalede bulunulabiliyorlardı.679
Hükümet Başkanlığı görevi ile birlikte İçişleri Bakanlığını da yürütmekte olan Fethi Bey,
dikkatini ve çalışma gücünü Hükümet Başkanlığı görevinde toplayabilmek için 24 Ekim’de
ikinci görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı.680 Ali Fuat Paşa’nın Ordudaki görevine
dönmeyi istemesi üzerine, 24 Ekim 1923 tarihinde Meclis İkinci Başkanlığından ayrılması
sonucu bu makam da boş kalmıştı. Fethi Bey, kendisinden boşalan İçişleri Bakanlığına
Ferit (Tek) Bey’i aday göstermiş, Ali Fuat Paşa’dan boşalan TBMM İkinci Başkanlığına
Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’in seçilmesini istemişti. 25 Ekim 1923 tarihinde HF
toplantısında, Meclis İkinci Başkanlığına Rauf Bey’in, İçişleri Bakanlığına da Erzincan
Milletvekili Sabit Bey’in seçilmesi için karar alınmıştı. Ancak Gazi, HF Grubunun bu
kararından hoşnut olmaz. Gazi’ye göre, Rauf Bey’i BMM İkinci Başkanlığına getirmeğe
kalkışmakla, tüm Meclisin Rauf Bey’le hemfikir olduğu, yani tüm Meclisin Lozan Barış
Antlaşması’nı yapan ve Hükümette de Dışişleri Bakanlığı olarak bulunan İsmet Paşa’nın
aleyhinde olduğunu göstermek maksadı hedefleniyordu.681
678
Kinross; a.g.e., s. 446.
679
Akbulut; a.g.m., s. 535. Mecliste Fethi Bey’in Başkanlığındaki Hükümet ile Fethi Bey’in şahsına yapılan
sataşmalar ve tenkitler hakkında bkz. Nutuk, C. II, s. 420-422.
680
A.g.m., s. 535. Nutuk, C. II, s. 421 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 238. Aynı tarihte Ali Fuat Paşa da, Ordu
Müfettişliği görevine gitmek istediğini belirterek, Meclis İkinci Başkanlığından ayrılmış, Meclis tarafından
tümgeneralliğe yükseltilerek Konya’da bulunan II. Ordu Müfettişliğine tayin edilmişti. Kazım Karabekir Paşa
da yine aynı düşüncelerle daha önce Meclisten ayrılmış ve Ordu Müfettişi olarak, I. Ordu Müfettişliğine tayin
edilmişti. Bkz. Nutuk, C. II, s. 418-419. Ali Fuat Paşa, Ankara’dan ayrıldığında Konya’dan önce İstanbul’a
gider ve Cumhuriyetin ilanı öncesinde de İstanbul’dadır. Bkz. Nutuk, C. II, s. 426.
681
Meclis İkinci Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı için aday seçimi konusunda ilave bilgi için bkz. Aydemir;
a.g.e., s. 277 ve Okyar; a.g.e., s. 341.
228
Yeni Meclisin ilk döneminde gizli muhalefet yapan küçük bir grubun tuzağına düşmek
durumuyla karşılaştığını değerlendiren Gazi, Hükümet Başkanı olan Fethi Bey ve
arkadaşlarının Hükümet işlerini sağlıklı bir şekilde yürütemeyecek hale getirildiğini, Fethi
Bey’in bu durumdan defalarca şikâyetçi olduğunu ve Hükümetten çekilmek istediğini
belirtir.682 Bu kişilerin söz konusu makamlar için aday gösterilmelerini uygun bulmayan
Gazi, HF içindeki muhaliflerin çektiği blöfe rest diyerek, Başvekil Fethi Bey ile diğer
Bakanlara istifa etmeleri ve yeniden seçilecek olsalar dahi Kabinede görev almamaları için
talimat verdi. Şimdi, muhalefetin kendi kabine listesini hazırlaması gerekecekti.683
Meclis içinde gizli ve muhalif bir grubun varlığını keşfeden Gazi, muhaliflerin kuvvetini
ölçmek için onlara bir fırsat vermeyi düşünür. Gazi 25 ve 26 Ekim günleri, doğal başkanı
olması sıfatıyla, Bakanlar Kurulunu Çankaya’da topladı. Ordunun idare ve komutasında
herhangi bir zafiyet meydana gelmemesi için Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa
dışındaki Bakanlara, görevlerinden istifa etmelerinin zamanı geldiğini, Meclis tarafından
tekrar seçilecek olurlarsa istifa ederek Bakanlar Kuruluna girmemeleri gerektiğini söyledi
ve bu hususta da onlarla mutabakat sağlandı. Böylece muhalif grubun Hükümet kurmasına
fırsat verilecek, hatta bir süre ona yardımcı da olunacaktı.684 Gazi böylece, renklerini açıkça
belli ederek kendisiyle savaşa girmeleri için, Meclis üyelerine meydan okumuştu ki bunu
yapamayacaklarını da pekâlâ biliyordu. Bir hadise çıkacak olursa, yanındaki Meclis
Başkanlığı Muhafız Alayı ile karşı koymaya da hazır olduğu şeklinde ortaya bir söylenti
attı. Bu yolda Ordunun desteğine ve milletin kendisine olan saygısına güveniyordu.685
27 Ekim 1923 tarihinde Bakanlar Kurulunun istifasının ardından muhalif grup, yer yer
toplantılar yaparak muhtelif Bakanlar Kurulu listeleri hazırlamaya başladı. Muhalefet
grupları, Rauf Bey’in yokluğunda, aralarındaki uzlaşmazlıkları yatıştırmaya ve hepsinin
682
Nutuk II, s. 421-422. Kinross; a.g.e., s. 446 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 238-239.
683
Kinross, a.g.e., s. 446. Nutuk II, s. 422-423. Jevakhoff; a.g.e., s. 238-239. Kocatürk; a.g.e., s. 398. Tunçay;
a.g.e., s. 59-60. Kabinenin istifası konusunda bkz. TBMM ZC Devre: II, C. III s. 99-100. Villata, Gazi’nin,
Cumhuriyetin ilanını hedefleyen bu manevrası için, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Adnan
(Adıvar) Bey ve Rauf Bey gibi şahsiyetlerin o esnada Ankara dışında bulunmalarının, Gazi’nin eylem planı
için doğru bir zamanlama yapmış olduğunu ifade etmektedir. Bkz. Villata; a.g.e., s. 336-337.
684
Akbulut; a.g.m., s. 535. Mango; a.g.e., s. 457. Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, s. 25 ve
Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal (1922-1938), C. 3, s. 151.
685
Kinross, a.g.e., s. 446-447 ve Çeçen; a.g.e.; s. 238.
229
onaylayacağı bir kabine listesi hazırlamaya çalıştılar. Bu durum 28 Ekim günü geç vakte
kadar devam ettiyse de girişimlerinde başarılı olamadılar. Böylece aralarında fikir birliği ve
ortak bir gayesi olmayan muhalifler bütün çabalarına rağmen bir Bakanlar Kurulu listesi
çıkaramayınca ülke için zararlı bir hükümet bunalımı baş gösterdi. Gazi, Mecliste meydana
gelen bu durumu anarşi diye niteledi. 686
Ülkenin, iki gün boyunca hükümetsiz kalması üzerine Gazi harekete geçti.687 28 Ekim 1923
akşamı Gazi, bazı yakın arkadaşlarını Çankaya’ya yemeğe davet etti. İsmet Paşa, Kazım
Paşa, Fethi Bey, Afyon Milletvekili Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey, Sinop Milletvekili
Kemalettin Sami (Gökçen) Paşa688, Şark Cephesinde görev yapmış Halit (Karsıalan)
Paşa689 ve Rize Milletvekili Yarbay Fuat (Bulca)690 ile birlikte ortaya çıkan Hükümet
bunalımının nasıl aşılacağına ilişkin düşüncelerini onlarla onlarla paylaştı.691 Gazi, Mecliste
yaşanan zorluğun Anayasa’dan doğduğunu, çünkü yasama organı ile yürütme organı
arasındaki ilişkilerin iyi düzenlenmediğini öne sürdü. Bu nedenle Anayasa’yı, cumhuriyetin
ilanını mümkün kılacak şekilde değiştirmeyi teklif etti. Devletin başında Meclis tarafından
seçilmiş bir Cumhurbaşkanı bulunacaktı. Cumhurbaşkanı, Başvekili seçecek ve isterse
Meclise ve Vekiller Heyetine başkanlık edebilecekti. Başakan ile Kabine, Meclisin
onayından geçecekti.692 Sofrada bulunanlar Gazi’nin bu fikirlerine iştirak ettiler. Gazi,
Fethi Bey ile diğer arkadaşlarına, izleyecekleri taktik konusunda talimat verdikten sonra,
konuklar dağıldılar693 Konukların dağılmasını takiben başbaşa kalan Gazi ve İsmet Paşa,
sabaha kadar yaptıkları çalışmada, Cumhuriyet tasarısına, mevcut Anayasa üzerinde
yapılacak birtakım değişiklikler halinde son şeklini verdiler. Anayasa’nın birinci maddesine
686
Akbulut; a.g.m., s. 535. Kinross; s. 446-447. Nutuk II, s. 424-427 ve Kocatürk; a.g.e., s. 398-399.
687
Kinross; a.g.e., s. 446-447.
688
Kemalettin Sami Gökçen (1884-1934)’in özgeçmişi için bkz. Mango; a.g.e., s. 628.
689
Deli Halit Paşa (1888-1935)’nın özgeçmişi için bkz. Bayrak; a.g.e., s. 116.
690
Fuat Bulca (1881-1962)’nın özgeçmişi için bkz. Mango; a.g.e., s. 624.
691
Akbulut; a.g.m., s. 535. Nutuk II, s. 427. Jevakhoff; a.g.e., s. 239. Kocatürk; a.g.e., s. 399. Aydemir; a.g.e.,
s. 279-280 ve Nezihe Araz; Mustafa Kemal’le 1000 gün, 4. Baskı, Dünya Yayınları, İstanbul 1995, s. 158.
692
Karpat; a.g.e., s. 57. Nutuk II, s. 427-428. Araz; a.g.e., s. 158 ve Mango; a.g.e., s. 457-458.
693
Kinross; a.g.e., s. 446-447 ve Nutuk II, s. 428. İlave bilgi için bkz. Villata; a.g.e., s. 336.
230
Türkiye Devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir. cümlesi eklenecekti.694 Böylece Gazi,
kendisine gerekli olan iktidarı sağlamış oluyordu.695 Ertesi gün her şey öngörüldüğü gibi
cereyan eder. HF İdare Heyeti tarafından hazırlanan yeni Bakanlar Kurulu listesi de 29
Ekim 1923 sabahı toplanan HF Grubu tarafından reddedilir.696 Bu çabalardan da olumlu bir
sonuç alınamaması üzerine Anayasa değişikliği tasarısı, aynı gün öğleden sonraki HF
Grubuna sunulur. Hükümetin kuruluş şeklinde esaslı bir yanlışlık vardı. Mevcut durum,
her milletvekilinin Bakan seçimine iştirak etmesini ve dolayısıyla milletvekillerinin her bir
Bakan üzerinde etkili olmasını gerektiriyordu. Artık sakıncaları anlaşılmış olan bu sistem,
Gazi’nin tavsiyelerine uygun olarak, düzeltilmeliydi. Kemalettin Sami Paşa, bir gece önce
Çankaya’da mutabık kalındığı üzere, Gazi’den hakemlik etmesini ister. Önerge oylanır,
Gazi gelir ve milletvekillerine hitap eder.697 Gazi, ortaya çıkan Hükümet bunalımın
aşılabilmesi için Anayasa’da bazı değişikliklere gidilmesini gerekli gördüğünü belirtir ve
İsmet Paşa da Anayasa Komisyonu’nun yaptığı değişiklikleri anlatır. Anayasa’nın 1.
maddesine Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir. cümlesinin eklenmesini, 10.
maddenin Türkiye Cumhurbaşkanı TBMM genel kurulu tarafından ve kendi üyleri
arasından bir seçim devresi için seçilir.’, 12. maddesinin de ‘Başvekil, Reisicumhur
tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer Vekiller (Bakanlar), Başvekil
tarafından yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra tamamı Reisicumhur tarafından
Meclisin onayına sunulur. şeklini almasını kararlaştırmıştı.698 Bu tepeden inme değişikliğe
içerleyen bazı parti üyeleri, şaşkınlık içinde mırıldanmaya başladı. Ancak Adalet Bakanı,
bu yöntemin yeni bir icat olmadığını, sadece aslında var olan bir yasayı açıklığa
694
Kinross; a.g.e., s. 447.Nutuk II, s. 428. 1921 Mumcu; a.g.e., s. 115-116 ve Aybars; a.g.e., s. 25.
Anayasası’nın 1’inci maddesi Hakimiyet; bila kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat
ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. şeklinde idi. Bkz. Alpkaya; a.g.e., s. 91-92. Keyder, 19’uncu yüzyıl
reformcuları olan Jön Türkler ve Cumhuriyetçilerin, kendilerine devletlerarası sistemde yer arayan bir
devletin, din kurallarına ve dinî meşruiyet temeli üzerine oturamayacağının farkında olduklarını, Osmanlı
bürokratlarının, Fransız Devriminin öğretisi olan egemenliğin ulustan kaynaklandığı ilkesini iyi
özümsediklerini, ülkenin hedeflenen bir uluslar birliğine adaylığını Avrupalı devlet adamlarının, ulusal
egemenliğin, pozitivizmin, laikliğin ve ilerlemeye inanç gibi 19’uncu yüzyıl ölçüleriyle değerlendireceğine
inandıklarını belirtmektedir. Bkz. Keyder; a.g.e., s. 124.
695
Kinross; a.g.e., s. 447 ve Çeçen; a.g.e.; s. 239.
696
Kuran, a.g.e., s. 331 ve Nutuk II, s. 429-433.
697
Kinross; a.g.e., s. 447. Nutuk II, s. 438. Aydemir; a.g.e., s. 152-13. Jevakhoff; a.g.e., s. 239.
698
Alpkaya; a.g.e., s. 97-98. Kuran; a.g.e., s. 331. Jevakhoff; a.g.e., s. 239. Çeçen; a.g.e.; s. 240 ve Toynbee;
Türkiye (Bir Devletin Yeniden Doğuşu), s. 184-186.
231
kavuşturduğunu ileri sürdü. HF Grubu, birkaç itiraza rağmen, Anayasa değişikiğini ister
istemez kabul etmek zorunda kaldı. Artık, Anayasa değişlikliği teklifinin, o akşam Meclis
tarafından onaylanması sadece bir formaliteden ibaretti. Aynı gün saat 18.00’de
çalışmalarına başlayan Meclis, Anayasa değişikliği tasarısını kabul eder ve saat 20.30’da
oturum başkanı yaşasın Cumhuriyet der. Cumhuriyetin hükümet biçimi olarak kabulünden
sonra,
yine
aynı
oturumda Ertuğrul
(Bilecik)
Milletvekili
Dr.
Fikret
Bey’in
cumhurbaşkanının hemen seçilmesine ilişkin önergesini kabul edilmesinin ardından saat
20.45’te gizli oylamayla yapılan cumhurbaşkanı seçiminde Gazi Mustafa Kemal oylamaya
katılan 158 milletvekilinin oybirliğiyle Cumhurbaşkanlığına seçildi. Cumhurbaşkanı
seçilmesi münasebetiyle milletvekillerine bir teşekkür konuşması yapan Gazi, Türkiye
Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır temennisiyle sözlerini tamamladı.
Toplantı, Cumhuriyetin gelecekteki mutluluğu için edilen dualarla son buldu. Cumhuriyetin
ilânı, bütün yurtta 101 pare top atışıyla kutlandı. Tarih 29 Ekim 1923’tü.699 Artık Türk
Devleti’nin adı da konmuştu: Türkiye Cumhuriyeti. Cumhuriyete geçiş, devlet başkansız
devlet şeklindeki istisnaî duruma son vermiş ve daha da önemlisi devletin zirvesindeki
makamın da seçimle doldurulmasına imkân sağlamıştır.700
Cumhuriyet usulünün kabul edilmesiyle Anayasa’nın bazı maddeleri de değiştirilmiştir.701
29 Ekim 1923 tarihinde Anayasa’da kabul edilen değişikliğine göre, ilk hükümeti kurma
görevi, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından 30 Ekim 1923 tarihinde, İsmet
Paşa’ya verilmiştir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Başvekili İsmet Paşa
699
Kinross; a.g.e., s. 447. Nutuk II, s. 439-442. Jevakhoff; a.g.e., s. 239. Cebesoy; a.g.e., s. 38 ve Akbulut;
a.g.m., s. 536. Gazi’nin resicumhur seçilmesi ve teşekkür konuşması için bkz. TBMM ZC Devre: II, C. I, s.
99-100.Cumhuriyetin nitelikleri için bkz. Erdoğan; a.g.e., s. 135-175 ve Cemil Koçak; “Siyasal Tarih (19231950)”, Türkiye Tarihi, C. 4, 7. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul 2002, s. 133-134.
700
701
Tanör; a.g.e., s. 84.
Anayasa’nın tavzihan tadil edilen (düzeltilmek suretiyle değiştirilen) maddeleri 1, 2, 4, 10, 11 ve 12.
maddelerdir. Bkz. Alpkaya; a.g.e., s. 91-92. Çeçen; a.g.e.; s. 243-244. Bu kanunla, milletvekili seçimindeki
mevcut sistem de değiştirilmiş ve kabine Sistemine geçilmiştir. Yani artık Bakanlar, Meclis tarafından şahsen,
gizli oyla ve ayrı ayrı seçilmeyecekti. Bakanlar sadece ayrı ayrı Meclise karşı sorumlu olmayacak, kabine
olarak sorumlu tutulacaklardı. Yeni getirilen şekle göre, Türkiye Devleti’nin Başkanı olan Cumhurbaşkanı,
Meclis üyeleri arasından birisini Başbakan olarak tayin edecek ve bu başbakan yine Meclis üyeleri arasından
birlikte çalışacağı kişileri Bakan olarak seçip, kabinesini oluşturacaktır. Böylece Başbakan ve Bakanlar tespit
edildikten sonra, bu heyetin tümü, Cumhurbaşkanı tarafından Meclisin onayına sunulacaktı. Bkz. Arslan;
a.g.m., s. 52. Bahse konu kanun teklifi ve mazbatası için bkz. TBMM ZC Devre: II, C. III, s. 89-99.
232
olmuştur.702 İsmet Paşa’nın seçtiği kabine, Cumhurbaşkanı tarafından Meclisin onayına
sunuldu ve oylamaya katılan 166 milletvekilinin oybirliğiyle Hükümete güvenoyu verildi.
Gazi’nin, Cumhurbaşkanlığa seçilmesi sonucu, O’ndan boşalan Meclis Başkanlığına da
1 Kasım 1923 tarihinde Fethi Bey seçildi.703 Böylece Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, bir
yıldan beri sürmekte olan Anayasal rejim tartışmaları sona ermiş ve Halifeyi yeni devletin
başkanı görmek isteyenlerin beklentileri de boşa çıkarılmıştır.704,
Dumont, Cumhuriyet sözcüğünün, Gazi tarafından 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan yeni
Türk yönetimini tanımlamak amacıyla seçildiğini, bunun özgün bir terim olduğunun
söylenemeyeceğini, bu sözcüğün Tanzimat Döneminde, bu dönemi takip eden Jön Türk
muhalefeti ve II. Meşruiyet döneminde de etkisi giderek artan bir arka planı olduğunu,
Gazi’nin kafasında bir cumhuriyet kurma düşüncesinin tam olarak ne zaman şekillendiği
bilinmemekle birlikte 1919 yılının yaz ve güz mevsimlerinde Anadolu’daki Millî Mücadele
önderlerinin yapmış oldukları toplantıların raporlarına bakarak Mustafa Kemal’in Millî
Mücadelenin ilk günlerinden beri hiç değilse bazı faaliyetlerinde (ve ifadelerinde)
cumhuriyetçilik fikirinin etkisinin görülebileceğini, fakat ülkenin henüz Sultanlığa ve
Halifeliğe sırtını dönmeye hazır olmadığı için Gazi ve etrafındakilerin sabırla
beklediklerini, 1921 Anayasası hazırlanırken dahi konunun etrafında dönüp durup bu
hususun bir türlü açıkça ifade edilemediğini, ancak Hilafetin kaldırılmasından bir yılı aşkın
bir süre geçtiken sonra 29 Ekim 1923 tarihinde bir atılım yapılarak Cumhuriyetin ilan
edildiğini, yeni yönetimin ilk yılında cumhuriyetçilik bağlamı içinde yer alan halkın
egemenliği,
hürriyet
ve
yasalar
önümde
eşitlik
kavramlarının
ağırlıklı olarak
702
Arslan; a.g.m., s. 52. İlave bilgi için bkz. İsmet İnönü; Hatıralar. (Yayına Hazırlayan: Sabahattin Selek),
2.Kitap, Birinci Basım, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1987, s. 181 ve İbrahim Artuç; İsmet Paşa Bir Dönemin
Öyküsü, Kastaş Yayınları, İstanbul 1993, s. 288. Kinross, Gazi’nin, savaş alanlarında olduğu gibi Mecliste de
isteklerini yerine getireceğine güvendiği için İsmet Paşa’yı Başbakan olarak seçtiğini, görüşleri daha liberal
olan Fethi Bey’e ise o kadar güveni olmadığı için onu Başbakanlık yerine Meclis Başkanlığına getirdiğini,
Gazi’nin uygun zamanı, sürpriz yaratacak taktiği ve üstü kapalı tehdidi bir arada ustalıkla kullanarak ülkede
iktidarın en yüksek noktasına eriştiğini, üç başkanlığı (Devlet Başkanlığı, Hükümetin ve Meclisin gerçek
başkanlığ ile HF Başkanlığı) şahsında topladığını ifade etmektedir. Bkz. Kinross; a.g.e., s. 448.
703
Akbulut; a.g.m., s. 536. Nutuk II, s. 442 ve Kocatürk; a.g.e., s. 401. 283. Cumhurbaşkanlığına seçilen Gazi,
İsmet Paşa’yı Başbakan olarak atadı. Yeni Kabinede Fevzi Paşa Gnkur.Bşk.lığı görevinde kaldı. Kazım
(Özalp) Paşa da Millî Savunma Bakanlığı görevini sürdürecekti. Bunlar rejimin temel direkleriydi. Bu arada
Fethi Bey’e de teselli olarak Meclis Başkanlığı görevi verildi. Bkz. Mango; a.g.e., s. 459.
704
Akbulut; a.g.m., s. 537.
233
vurgulandığını, tıpkı Genç Osmanlılarda olduğu gibi, Gazi de, cumhuriyetçilik fikrini
düşünürken aklında olanın büyük Batı demokrasileri, özellikle de Fransız Cumhuriyeti
olduğunu belirtmektedir.705 Dumont gibi, Cumhuriyetin ilanının bir kırılmanının değil bir
sürecin ve tarihî bir birikiminin sonucu olduğuna dikkat çeken Akyol da Cumhuriyetin
kökleri bağlamında; 23 Nisan 1920'de Meclis açıldığı zaman parlamento usulleri hakkında
hiç kimsenin acemi olmadığını, çünkü Tanzimat'la başlayan mahallî nitelikli Muhassıl
Meclisleri'nden beri Türkiye’nin temsilî kurumlarına alışmış olduğunu, özellikle de I. ve II.
Meşrutiyetin bunu kökleştirdiğini, dünyanın birçok yerine cumhuriyeti askerî cuntaların
getirdiğini, bizde ise Cumhuriyeti seçilmiş bir Meclisin kabul ve ilan ettiğini, öyle bir
Meclis ki, üyeleri arasında Gazi'nin siyasî muhaliflerinin de olduğunu ve bu Meclisin
demokratik bir yapıda olduğunu, bir yıl önce 1 Kasım 1922'de hazırlanmasına ve
imzalanmasına muhaliflerin de katıldığı kararlarla Meclisin hür iradesiyle saltanatı
kaldırdığını ve buna da hiçbir önemli tepkinin olmadığını, Saltanat’ın kaldırılmasının zaten
cumhuriyet anlamına geldiğini, Atatürk'ün Nutuk'ta belirttiği gibi, 29 Ekim 1923'te de bu
işin adının konulduğunu, cumhuriyetin temel kavramlarının mesela tebaa yerine vatandaş,
padişah emri yerine millî irade, divan yerine seçilmiş Meclis, intisap yerine hürriyet,
mertebe yerine eşitlik kavramların hepsinin Tanzimat'la birlikte gelişen hem hukukî, hem
de kültürel kavramlarımız olduğunu, tebaa yerine vatandaşlık kurumunu getiren kanunun
tarihinin 19 Şubat 1869 olduğunu, laiklik konusuna gelince ise 1920'ye kadar aile, miras ve
ahval-ı şahsiye dışında tüm hukukumuzun laikleştirildiğini, cumhuriyetin ise bu uzun
modernleşme sürecindeki radikal bir atılım olduğunu, Gazi’nin yedi arkadaşını Çankaya'ya
çağırıp Yarın cumhuriyet ilan ediyoruz! demesinin, muhaliflerini siyasî süreç dışında
bırakmak için uyguladığı bir taktik olduğunu, cumhuriyeti taktik bir olaya indirgemenin
onun tarihimizdeki köklerini ve demokratik içeriğini görmemek olacağını, bin yıllık
merkezî devlet geleneği, 1820'lerde başlayan modernleşme tarihimiz, Namık Kemal'le
gelişen liberal fikirler, mektepler, meşrutiyetler ve meşruluğunu Meclisten alan şanlı Millî
Mücadelenin önemine dikkat çekmekte ve Atatürk'ün önderlik ettiği Cumhuriyetin
arkasında bu büyük tarihî birikimin olduğunu belirtmektedir. 706
705
Dumont; a.g.m., s. 51-54.
706
Taha Akyol; “Cumhuriyet ve Kökleri”, Milliyet, 29.10.2007
234
Toynbee ve Kirkwood, Cumhuriyetin ilanının uluslararası camiada ihtiyatla karşılandığını,
bir milletin asla düşünce tarzını tamamen değiştirmeyeceğini ve sadece eski şeylere yeni
isimler vererek yüzyıllardır süren geleneklerini tamamen reddedemeyeceğini, asırlardır
devam eden Saltanat yönetiminin bir günde istikrarlı bir cumhuriyete dönüştürülemediğini,
tek bir kişinin otokratik hâkimiyetine dayalı olarak yönetilmeye alışılmış bir milletin
mükemmel
düzenlenmiş
demokratik
bir
devlet
veya
cumhuriyeti
çabucak
kavrayamayacağını, 1795’den 1871’e kadar olan Fransa tarihinin, devrim yolunun çok uzun
bir yol olduğunu ispat ettiğini, benzer şekilde Türkiye’nin de önünde birçok iniş ve çıkışları
olan aksiliklerle dolu bir yol olduğunu, Türkiye’de de temel kurala ait gerçeğin tek bir
kişide toplandığını, Gazi’nin ülkede tek hâkim güç olduğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
sadece bir çeşit görüntüden ibaret olduğunun söylendiğini belirtmektedir. Toynbee ve
Kirkwood konuyla ilgili olarak devam eden değerlendirmelerinde, Anayasal bir devlet
kurmak için yapılan 1876 ve 1908 denemelerinden sonraki bu üçüncü denemede de, gerçek
bir demokratik modele ulaşmak için halâ gidilecek çok fazla yol olduğunu, Türkiye’nin
ileriye doğru (büyük) bir adım attığını, fakat geçmişin gölgesinin hala Cumhuriyetin
üzerinde asılı durmakta olduğunu, ne milletlerin, ne de fertlerin kendilerine kalan mirastan
tamamen kaçamayacaklarını, Türkiye’nin de bir gün içinde hatta 10 yılda yapısını tümüyle
değiştiremeyeceğini, bu nedenle, yeni Türkiye’yi incelerken, devlet modeline dikkat
edildiği takdirde, meşrutiyet kıyafetleri içinde bir despotik oligarşi görüldüğünü, bu
despotik oligarşinin henüz politik eğitim almamış bir halkı, ustaca ve fakat emrivaki bir
tavırla yönetmekte olduğunu, Kurtuluş Savaşı’ndan ve 1923’te cumhuriyetin ilanından bu
yana Türkiye’nin, anayasal bir devlet görüntüsü altında otokratik bir idare tarafından
yönetilmekte olduğunu, büyük bir komutan olarak Orduyu otoritesi altında tutan ve
düşmanları yenen millî bir kahraman olarak halkı büyüleyen Gazi Paşa’nın, (zafer
sonrasında) ülkedeki en büyük gücün sahibi haline geldiğini, ülkesinin rejiminin
cumhuriyet ve kendisinin de onun yöneticisi olduğunu ilan ettiğini, ondan sonra da yeni
devletin kaderine yön verdiğini onun hemen altında İsmet Paşa’nın olduğunu, devletin bu
iki kişinin birleşik otokrasisi haline geldiğini, arkalarında da güçlü bir Ordu desteği
235
olduğunu belirtmektedir.707
Jung ve Piccoli de Yol Ayrımındaki Türkiye isimli eserlerinde, Cumhuriyetin ilanı
bağlamında yaptıkları değerlendirmede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun, yeni bir
Batılı yüze sahip olmasına rağmen daha ziyade Osmanlı toplumunun sosyal, siyasî ve
kültürel düzeninin ulusal çapta yeniden dirilişi olduğunu belirtmektediler. 708
3.1.3. Cumhuriyetin İlanını Takiben Artan Gerilim
29 Ekim 1923 tarihinde TBMM tarafından Cumhuriyetin ilan edilmesi, yaklaşık tam bir yıl
sonra tümüyle bağımsız bir muhalefet partisinin kuruluşuna yol açan en önemli nedendi. Ne
var ki, tanınmış birçok milliyetçi önderin hararetli itirazlarına ve HF içinde bir bunalıma
yol açan geçek neden, cumhuriyetin ilanı değil, bunun yapılış tarzıydı. Gazi, Osmanlı
hanedanına bağlılığı bilinen, bu yüzden de Cumhuriyetin ilanından yana olmayacakları
muhtemel olan tanınmış parti üyeleri şehir dışındayken bu olayın gerçekleştirilmesini
sağlamıştı. Rauf Bey, Refet Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey zaten İstanbul’daydı. Ali Fuat
Paşa da 29 Ekim günü İstanbul’a varmıştı. Cumhuriyetin ilan edilmesi kararı alınırken
onlara ne danışılmıştı,
ne
geri
çağrılmışlar ve hatta ne de durumdan haberdar
edilmişlerdi.709
707
Arnold L. Toynbee; Kenneth P. Kirkwood; Türkiye İmparatorluktan Cumhuriyete Geçişin Serüveni,
(Çeviren: Hülya Karaca), Birey Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2003. s. 81-82, 141 ve 161-162.
708
Dietrich Jung; Wolfango Piccoli; Yol Ayrımında Türkiye, (Çeviren: Berna Kurt), 1. Basım, Kitap
Yayınevi, İstanbul 2001, .s. 77.
709
Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, s. 49. Bahse konuşahısların bu olaya karşı çıkma nedenlerini
anlamak için Cumhuriyetin ilan edilmesinde izlenen yola kısaca göz atmak gereklidir. Cumhuriyetin ilanında
oku yaydan fırlatan olay, BMM tarafından Hükümetin önerdiği adaylar olarak Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey
ve Ferit (Tek) Bey yerine Rauf Bey’in Meclis Başkan Yardımcılığına ve Sabit (Sağıroğlu) Bey’in de Dâhiliye
Vekâletine seçilmeleri olmuştu. Mustafa Kemal, Hükümeti bu olayın bir güvensizlik göstergesi olduğuna ve
istifa etmesi gerektiğine ikna etti. Fethi Bey Hükümeti 27 Ekim’de istifa etti. Mevcut Anayasa gereği, bu
durumda Meclisin derhal yeni Vekiller Heyetini oluşturması gerekirken, Gazi tüm önde gelen taraftarlarına
yeni Hükümette görev kabul etmemelerini önceden tembih ettiğinden, yeni Kabinenin kurulmasının
imkânsızlığı ortaya çıktı. İçine düştüğü çıkmazda kımıldayamaz hale gelen Meclisin kendisine danışmaya
karar vermesi üzerine, Gazi duruma radikal bir çözüm önerdi. Bir gece önce hazırlanan, seçimle gelen bir
cumhurbaşkanı, cumhuraşkanının atadığı bir başvekil ve başvekilin atadığı bir vekiller heyeti unsurlarını
içeren ve böylelikle tek tek seçilmiş vekillerden oluşan konvansiyonel hükümet sisteminin yerine bir
cumhuriyet rejiminin ilan edilmesi önerisini Meclise sundu. Bunun güçlü ve istikrarlı bir hükümet için yegane
reçete olduğunu da belirtti. Bölünmüş durumdaki Meclis, biraz da gafil avlandığından önergeyi kabul etti.
Aynı gün, daha sonra Gazi Türkiye’nin ilk cumhurbaşkanı seçildi. O da ertesi gün İsmet Paşa’yı başvekil
olarak atadı. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 49-50.
236
Cumhuriyetin ilanı, Rauf Bey ve diğerleri için büyük bir sürpriz oluşturmamakla birlikte,
karşılaştıkları bu oldu-bittinin yapılış tarzı karşısında şaşkınlıktan dona kalmışlardı.710
Cumhuriyetin ilanını duyurmak ve kutlamak üzere İstanbul’da atılan 101 bir pare top
atışının sesiyle uykusundan uyanan Rauf Bey
Cumhuriyet gerçekleşti demek. diye
düşündü. Böyle birdenbire, kendisine, Ali Fuat Paşa’ya ve de Refet (Bele) Paşa ’ya
sorulmadan Cumhuriyetin ilânı, Gazi ile eski arkadaşları arasındaki uçurumu, açık bir
muhalefet haline sokacak kadar derinleştirecekti. Cumhuriyetin ilânı, Ankara basınına
nazaran daha açık konuşabilen, İstanbul gazeteleri tarafından eleştiri konusu oldu.711
Rauf Bey’in
Cumhuriyetin
ilan
ediliş
şeklinden
duyduğu
rahatsızlık, İstanbul
gazetelerinden Vatan ve Tevhid-i Efkâr’ın 1 Kasım 1923 tarihli nüshalarında yayınlanan bir
mülakatında açıkça görülmektedir. Bahse konu mülakatta; önce Hükümetin istifasına
gerçekten kendisinin Meclis Başkan Yardımcılığına seçilmesinin yol açmış olmasının
düşünülemeyeceğini belirten Rauf Bey, daha sonraki günlerde tutarlı bir şekilde savunmaya
devam edeceği bir muhakeme geliştirerek, dünyada gerçekte sadece demokratik ve despotik
olmak üzere iki tip hükümet olduğunu söylemektedir. Kendisi daima demokratik ilkeleri
destekleyecekti. Bunlara bağlı kalındığı sürece, bir isim değişikliği büyük bir sorun
yaratmazdı. Bu yüzden kendisi gerçekte Cumhuriyetin ilanına karşı değildi. Karşı olduğu,
Anayasa’nın Mecliste ve ülke çapında yeterince tartışılmadan alelacele ve usule aykırı bir
şekilde değiştirilmesiydi. Bu, kamuoyunda olayın sorumsuz politikacılar tarafından
planlanan bir oldu-bitti olduğu düşüncesine yol açabilir ve onlara İvT dönemindeki Genel
Merkezin sorumsuz yönetimini hatırlatabilirdi. Meclisten ve Hükümetten bu davranışa
ilişkin bir açıklama bekliyordu. Gerçekten güçlü bir Hükümetin, yumruk gücüyle yönetmek
isteyen kimselerden değil, ancak millî egemenliği özümsemiş, bu ideale kendini adamış ve
yetkin kişilerden oluşabileceğini sözlerine ilave etmişti.712 Rauf Bey, Cumhuriyetin ilanı
konusunda kullanılan yöntemi Hatta en büyük kişiler bile, kuvvetlerini kullanmanın zevkine
karşı koymazlar. şeklindeki sözlerle ağır bir şekilde eleştirir.713 Aslında bu eleştiriler
710
Zürcher; a.g.e., s. 50.
711
Kinross; a.g.e., s. 448. İlave bilgi için bkz. İpekçi; a.g.e., s. 55 ve Aybars; a.g.e., s. 55.
712
Zürcher; a.g.e., s. 50-51 ve Kinross; a.g.e., s. 449.
713
Jevakhoff; a.g.e., s. 240 ve Cebesoy; a.g.e., s. 41-43.
237
HF’den bir kopmanın emaresi olarak kabul edilebilirdi. Gerçekten de bu kopma 1924
yılının sonbaharında gerçekleşecektir.714
Ali Fuat Paşa da, gazetelerde eleştirel yorumlarını dile getirirken715, Rauf Bey’in akıl
yürütme tarzı Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in 31 Ekim 1923 tarihli Tanin gazetesindeki
Yaşasın Cumhuriyet başlıklı alaycı yazısında olduğu gibi Ebuzziya Velid’in 1 Kasım 1923
tarihli yazısında da yinelenmekteydi. Aynı gün resmîbir ziyaret için İstanbul’a gelmiş olan
I. Ordu Müfettişi Kazım Karabekir Paşa716, geniş ilgi uyandıran bir açıklama yaptı.
Karabekir bu açıklamasında Ben Cumhuriyetten yana, fakat kişisel yönetime karşıyım.
sözleriyle bir yandan Cumhuriyetten yana olduğunu vurgularken, bir yandan da Gazi’nin
siyasalarına üstü örtülü bir gönderme olacak şekilde, kişisel buyurganlığın her türlüsüne
karşı
olduğunu
ifade
ediyordu.
Böylece,
Millî
Mücadelenin önderlerinden üçü,
Gazi’ye karşı açıkça cephe almış oluyorlardı.717
Cumhuriyetin ilanı üzerine Rauf Bey ile Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşalar tarafından
İstanbul’da basın yoluyla ortaya konan bu tepkiler, Gazi’nin 19 Kasım’da vekâleten HF
liderliğine getirdiği İsmet Paşa’nın öncülüğündeki radikallerini çileden çıkardı. Gazi de o
sırada muhtemelen geçirdiği bir kalp krizi nedeniyle hala iyileşemediği için ortalarda
gözükmüyordu. HF Meclis Grubu, Cumhuriyetin ilanı üzerine İstanbul basınında yer alan
demeçleri konusunda Ankara’ya gelerek parti grubunda izahat yapması için Rauf Bey
hakkında bir çağrı çıkardı.718 Rauf Bey, bu hava içinde, Ankara’ya gitmek üzere
İstanbul’dan ayrılırken kendisini,
Ali Fuat,
Refet ve
Kâzım Karabekir Paşalar ile
Halifenin yaverlerinden biri ve aralarında deniz subayları ile Tıbbiye öğrencileri bulunan
714
Gülcan; a.g.tez, s. 85.
715
Cumhuriyetin ilanı üzerine Ali Fuat Paşa, Rauf Bey ve Adnan (Adıvar) Bey’in Tanin, Vatan ve Tevhid
gazetelerinde verdikleri Cumhuriyetin ilanına ilişkin hoşnutsuzluklarını içeren demeçler konusunda ilave bilgi
için bkz. Villata; a.g.e., s. 338.
716
Kazım Karabekir’in biyografisi için bkz. Faruk Alpkaya; “Kazım Karabekir”, Modern Türkiye’de Siyasî
Düşünce, C. 5 (Muhafazakarlık), 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 44-49.
717
Zürcher; a.g.e., s. 51. Kinross; a.g.e., s. 449 ve Mumcu; a.g.e., s. 106.
718
Zürcher; a.g.e., s. 51-52.
238
bir kalabalık uğurlamıştı.719
Başvekil İsmet Paşa’nın girişimi sonucu, Rauf Bey, Cumhurbaşkanı ile karşılaşmadan
HF’nin huzuruna çağrılmıştır.720 Rauf Bey Ankara’ya gelince, 22 Kasım 1923 tarihinde HF
Grubunda, İstanbul’dayken basına vermiş olduğu demeç konusunda açıklamada bulunmaya
çağrıldı. Bu demecin, Cumhuriyeti güçten düşürmek amacıyla verildiği ve kendisinin
muhalif bir parti kurmak yolundaki niyetini ortaya çıkardığı ileri sürülüyordu. Sekiz saat
süren toplantıya başkanlık eden İsmet Paşa, uzlaşmaz bir tutum takınarak sert ve emredici
bir tonla, savaş zamanıyla bir kıyaslama yaparak, Millî Mücadelenin hayatî önem taşıyan
bu ikinci döneminde de düşünce birliğinin şart olduğunu ve Rauf Bey’in bu şekildeki
ifadeleriyle de ülkenin anarşiye sürüklenmesine yol açtığını belirtti. İsmet Paşa’dan sonra
söz alarak konuşan Rauf Bey, sert bir mantıkla ithamları reddeder, cumhuriyeti
desteklediğini, gerçek hedefinin halk egemenliği olduğunu ve bunun da cumhuriyetçi bir
yapı ile korunabileceği yolundaki düşüncelerini ayrıntılı olarak açıklar. Son bölümü HF
Grubu tarafından da alkışlanan Rauf Bey Benim bir muhalefet partisi kurmam
istenmektedir. Bunu yapmayacağım. Beni partiden ihraç ederseniz, yapacağım şey izin alıp
gitmektir. Karar sizindir, ben vicdanen rahatım. Ben buradan çıkıp gidiyorum. Kararınızı
serbest olarak veriniz. Şahıslar payidar değildir, fikirler her zaman payidardır. şeklindeki
ifadelerle konuşmasını bitirerek kararı Meclis grubuna bırakıp salonu terk eder. İsmet Paşa,
Meclis grubun Rauf Bey’e sempati beslediğini sezince, önerisinde ısrar etmedi. 25
Kasım’da, HF İdare Heyeti tarafından, Rauf Bey’in Saltanat’a karşı ve Cumhuriyetten yana
olduğunu belirten bir bildiri yayınlandı. Basına verdiğin demecin yanlış yorumlanmış
olduğu anlaşıldığından HF’den ayrılmasını gerektirecek bir durum kalmadığı belirtildi.721
Ali Fuat Paşa, Konya’ya II. Ordu Müfettişliği görevine gitmeden önce, Rauf Bey’in
719
Kinross; a.g.e., s. 449. Cebesoy; a.g.e., s. 44. Zürcher; a.g.e., s. 51-52 ve Alpkaya, a.g.e., s. 122-123. Ali
Fuat Paşa, Rauf Bey’i İstanbul’dan Ankara’ya uğurlarken, ona, Ankara’da monarşist olarak mimlendiğini
duyduğunu belirtip, bu konuda dikkatli davranması konusunda onu uyarır. Unutulmamalıdır ki, bu
kanıtlandığı takdirde, Rauf Bey, 15 Nisan 1923 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanunu gereğince vatana ihanetle
suçlu duruma düşecektir. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 52.
720
Jevakhoff; a.g.e., s. 240.
721
Kinross; a.g.e., s. 450. Cebesoy; a.g.e., s. 41-53. Jevakhoff; a.g.e., s. 240 ve Kocatürk; a.g.e., s. 403.
239
görüşleri konusunda Cumhurbaşkanını yatıştırmaya çalıştı. Gazi’nin, Ali Fuat Paşa ve Rauf
Bey ile açıkça çatışmaya girmek henüz işine gelmiyordu. Ancak daha sonra, Gazi
tarafından, Rauf Bey’in niyetleri kötülenmeye çalışılarak, 25 Kasım 1923 tarihinde HF
Grubu tarafından lehinde alınmış olan kararla , Rauf Bey ve arkadaşlarına, bir süre daha,
HF’nin içinde Parti’yi yıkmak için çalışma fırsatı verilmiş olduğu ifade edilmiştir.722
Cumhuriyet aleyhtarı duyguyu kısmen, Halifenin gelecekteki konumuna ilişkin kaygı
körüklüyordu. Birçok kimse, kuşkusuz İstanbul’dakiler, hanedana duygusal şekilde bağlı
bulunuyordu. Ayrıca Halifenin, Mustafa Kemal’in siyaset sahnesindeki üstünlüğüne karşı
olası tek karşı ağırlık olduğuna da inanılıyordu. Cumhuriyetin ilanının hilafetin sonunu
işaret ediyor olmasından (haklı olarak) endişe ediliyordu. Kasım ayında İstanbul Barosu
Başkanı Lütfü Fikri basın yoluyla Halifeye hitaben açık bir mektup göndererek Halifenin
daha etkin olmasını istemiş ve benzer bir mektup Aralık ayında iki ünlü Hintli Müslüman
lider (Emir Ali ve Ağa Han) tarafından hem Başvekil’e, hem de basına gönderilmişti.
Ankara ile olan haberleşme zorluklarından dolayı, mektup daha Başvekil İsmet Bey’e
ulaşmadan İstanbul’da yayınlanmış, bu ise Başvekili ve Meclisteki taraftarlarını
sinirlendirmişti. Yeni yasama yılının 1 Mart 1924 tarihinde açılmasının hemen ardından
beklenen darbe indi, hilafet kaldırıldı ve Osmanlı Hanedanı mensuplarına ülkeden gitmeleri
emredildi. Yoğun tartışmalardan sonra Nisan ayında, 1876 Anayasası’nın yerine
Cumhuriyetin yeni anayasası kabul edildi.723
Cumhuriyetin İlanı’ndan sonra iki büyük gruplaşmanın ülkedeki ve meclisteki durumları
daha da belirgin bir hale geldi. Gazi ve onun çizgisinde bulunanlar Meclis ve Hükümeti
kontrol altında tutmakla beraber, kendi iktidarları için Halifeliğin her zaman bir tehlike
teşkil ettiğini biliyorlardı. Bu sebeple Gazi, halifeliğe karşı tavır aldı. Takiben Meclis
3 Mart 1924 tarihinde Hilafeti kaldırdı. Yenilikçilere göre Halifeliğin kaldırılmasıyla
laikliği ve inkılâpları engelleyen en büyük engel de ortadan kalkmış oluyordu.
HF’nin Gazi ve İsmet’in önderliğindeki radikal kanadı, 1924 kışı ve ilkbaharı boyunca,
722
Nutuk II, s. 476. Kinross; a.g.e., s. 450. Zürcher; a.g.e., s. 53 ve Mango; a.g.e., s. 464.
723
Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 244-245.
240
Cumhuriyetin ilan edilme şekline karşı çıkmış olan Rauf Bey’in önderliğindeki oldukça
küçük ılımlılar grubu üzerindeki baskıyı artırmayı sürdürdü. HF içerisinde süren muhalefet
gitgide daha da güçlenmiş ve yaz sonlarında HF içindeki bu muhalif azınlığın ayrı bir
muhalefet partisi kurmaktan başka bir seçeneği kalmadığı belli olmuştu. Hükümetin,
Yunanistan’dan gelen Müslümanları, Yunanistan’a giden Rumların geride bıraktıkları gayrı
menkullerine (geniş çaplı yolsuzluklara yol açan) yerleştirme şekli üzerine olan bir tartışma
zemini kesin bölünmeyi de beraberinde getirdi.724
3.1.4. Tek Parti Döneminde Sonuçsuz Kalan Çok Partili Hayata Geçiş Denemeleri ve
Siyasî Gelişmeler
3.1.4.1. Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası
30 Ağustos 1922 tarihinde kazanılan Başkumandan Meydan Muharebesi’nin ertesi gününe
ilişkin Gazi’nin sözlerine bakalım: O gün Fevzi ve İsmet (İnönü) Paşalar ile Çal Köyü’nde
yıkık bir evin avlusunda buluştuk. Kırık kağnı arabalarının oklarına ilişerek durumu
gözden geçirdik. Kazandığımız Meydan Savaşı her şeyi sona erdirebilecek büyüklükteydi
Artık, Ordumuzun asıl kuvvetleriyle İzmir’e yürüyebilirdik. Gazi ve Fevzi Paşa o gün gece
yarısı karargâhta büyükçe bir masa önünde çalışırlarken Halide (Edip Adıvar) Onbaşı içeri
girer ve Gazi’yi kutlar. Halide Onbaşı daha sonra Gazi’ye Artık biraz dinlenmelisiniz
Paşam. İzmir’e varınca her şeyi bir yana koyup dinenmelisiniz. Savaş bitti artık. dediğinde
Gazi Bitmedi! Bitmedi, güzel onbaşı. Asıl savaş bundan sonra başlıyor. Asıl savaş. Şimdi
birbirimizle çekişeceğiz ve birbirimiz yiyeceğiz. şeklinde karşılık verir.725
724
725
A.g.e., s. 245-246.
Araz; a.g.e., s. 23-24. Gazi’nin bu sözleri gerçek olacaktı. Düşmana karşı yürütülen savaş bitmiş ve zaferle
sonuçlanmıştı. Şimdi iç hesaplaşma başlayacaktı. Nitekim Alkan; zaferin kazanılmasından ve Lozan
Anlaşması’nın kabulünden sonra gerek devletin alacağı yeni şekil, gerekse de iktidarın paylaşılması gibi
ertelenmiş meselelerin gündemi işgal etmiş olduğunu, Ahmad da, Gazi’ye karşı genellikle dinî renkler taşıyan
muhalefet kesiminin Millî Mücadelede Gazi’nin yanında kahramanca savaşan küçük rütbeli subayların yanı
sıra İstanbullu aydınları da kapsadığını, bunların çeşitli nedenlerle bir Osmanlı Sultanının yönetimi altında bir
monarşiyi cumhuriyete tercih ettiklerini, birlikte savaşanlar arasında bile siyasal bir mutabakat olmadığını,
Gazi ve etrafındakilerin dinamik yeni bir Türkiye’nin ancak halkın güçlü ve kararlı bir hükümetin etrafında
birleşmesiyle yaratılabileceğine inandıklarını, subayların (Ordunun) bile rejim konusunda bölündüğünü, bu
durumun eski düzenin muhalefetinden daha kötü olduğunu, çünkü Gazi’ye muhalif olan generallerin çoğunun
liberal ve modernist oldularını, bunların, mutlak monarşiyi, Gazi’nin şahsî yönetimi altında bir mutlak
cumhuriyet kurmak için devirmediklerini söyleyerek durumu protesto ettiklerini, Gazi’nin, Türkiye’nin hızla
241
Millî Mücadele liderleri arasında Lozan dolayısıyla başlayan yol ayrımı, Gazi’nin,
Hükümetin seçimiyle ilgili Anayasa maddelerini, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin
ilanıyla birlikte değiştirdiği zamana kadar derinleşti. Cumhuriyetin ilanını takiben, Gazi ile
Rauf Bey ve diğer Millî Mücadele liderleri arasındaki güven bağları daha da zayıflamış,
taraflar nezdinde karşılıklı şüpheler doğmuştu.726 Gazi ve çevresinin cumhuriyete yönelen
yolları, Rauf Bey ile Ali Fuat, Refet ve Kazım Karabekir Paşaların meşrutî monarşiye taraf
olan yollarından ayrılıyordu.727 Yaşanan köklü ve hızlı değişimler, kaçınılmaz olarak
kırgınlıklara ve tepkilere yol açmakta gecikmedi.
Gazi’nin Millî Mücadelenin ilk aşamalarında büyük desteklerini gördüğü ve yakın işbirliği,
içinde olduğu silah arkadaşları ile arasında çıkan anlaşmazlıklar günden güne artmaktaydı.
Anadolu’ya Mustafa Kemal Paşa ile ya da daha önce girmiş olan Kazım Karabekir, Ali
Fuat Paşa ve Refet Paşa ile Eski Başvekil Rauf Bey ile Eski (I. ve II. TBMM Hükümetinde
Sağlık) Bakan(ı) (olan) Dr. Adnan (Adıvar) Bey, Millî Mücadeleye daha geç katılanlar
tarafından gitgide geriye itildikleri düşüncesine kapıldılar. Millî Mücadeleye sonradan
katılıp da sonradan ön plana çıkan grupta ise İsmet Paşa728, Kılıç Ali729, Recep (Peker)730,
Ali (Çetinkaya)731 ve Yunus Nadi (Abalıoğlu) gibi isimler yer almaktaydı.732 Birinciler,
20. yy doğru ilerlemesini sağlayacak yeni bir ideoloji ve yeni semboller yaratmayı tercih ettiğini, Gazi’nin
tutucu olmadığı için ne laik modernizminden, ne de kendi radikalizmine bir fren olarak gördüğü liberal
demokrasiden korktuğunu, Gazi’nin yaşadığı sürece tam olarak yürürlüğe koymadıysa da liberal kurumların
(partilerin, sendikalar, özgür basın ve düşüncelerin özgürce ifade edilmesi) akılcılığını benimsediğini,
kurduğu rejimin temel varsayımının, Türk toplumu uygun gelişme aşamasına gelir gelmez bu kurumların
yürürlüğe konulacağı olduğu, ancak Gazi’nin, muhafazakârları kendi programında birleşilmesi gerektiğine
ikna etmeyi başaramadığını belirtmektedir. Bkz. Ahmet Turan Alkan; “Meşrutiyetten Cumhuriyete Ordu ve
Siyaset İlişkileri”, Türkler, C. 14, s. 778 ve Ahmad; a.g.e., s. 71-73.
726
Osman Okyar; Mehmet Seyitdanlıoğlu; Fethi Okyar'ın Anıları. Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1999, s. 34.
727
Çeçen; a.g.e., s. 257.
728
İsmet İnönü (1884-1973)’nün özgeçmişi için bkz. -; Dünden Bugüne Başbakanlık 1920-2004, Başbakanlık
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara 2004, s. 40-41.
729
Kılıç Ali (1888-1971)’nin kısa özgeçmişi için bkz. Erick Jan Zürcher; Millî Mücadelede İttihatçılık,
Çeviren: Nüzher Salihoğlu, Bağlam Yayınları, İstanbul 1987, s. 242.
730
Recep Peker (1889-1950). Subay ve siyaset adamı. I. Dünya Savaşı’nda görev yaptı. Şubat 1920’de
Anadolu’ya geçti. TBMM’de genel sekreterlik görevinde bulundu. 1923-1946 döneminde birçok kez
CHF/CHP’nin genel sekreterliğini yaptı. Bu dönemde ayrıca çeşitli vekillikler de yaptı. 1946’da başbakan
oldu oldu ama antidemokratik tutumu muhalefetin büyümesine neden oldu. 1947’de görevinden ayrılmak
zorunda aldı. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 242-243.
731
(Kel) Ali Çetinkaya (1878-1949)’nın biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 616-617.
242
Ankara’da kendilerine karşı haksız yere cephe alındığı düşüncesindeydiler. Ayrıca temel
siyasî kararlarda kendi fikirlerinin alınmadığından da şikâyetçiydiler. Dahası bu grup, başta
İsmet Paşa olmak üzere Gazi’nin etrafını çevreleyen genç, ateşli ve itiraz sahibi yeni
elemanların kendilerini bertaraf etmek istedikleri, Gazi’nin ise bu duruma ilgisiz davrandığı
ve asıl şöhretleri kenara iterek diktatörlüğe yöneleceği düşüncesini paylaşıyordu.733
Kinross’a göre Gazi, savaşta olduğu gibi reform hareketlerinde de tam yetki istediği için,
Rauf Bey ile Refet, Ali Fuat ve Kâzım Karabekir Paşaların, Cumhuriyetin ilânından sonra,
birlikte hazırlamış oldukları zaferin meyvelerinden yararlanamayacakları anlaşılmıştı.
Zafer kazanılıncaya kadar aralarında gizli kalan uyuşmazlık, şimdi su yüzüne çıkmıştı. Ali
Fuat Paşa dışında, ne Gazi’nin diğerlerine, ne de diğerlerinin Gazi’ye benzer yanları
vardı. Artık, aralarındaki görüş ayrılıklarının derinliği anlaşılmıştı. Gazi, toplumsal bir
devrime hazırlanıyordu. Rauf Bey ile arkadaşları ise bu dönemde, toplumun yavaş yavaş
gelişmesini daha uygun görüyorlardı.734
732
Saime Yüceer; “Cumhuriyet Dönemi Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde İlk Girişim: Terakkîperver
Cumhuriyet Fırkası”, Türkler, C. 16, s. 544.
733
Ş.Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C. 3, 1922-1938. Remzi Kitabevi, İstanbul 1965, s. 202 ve
Zürcher; a.g.e., s. 242-243. İkincilerin Gazi’ye karşı duydukları endişe bilahare kurulacak olan TpCF’nin
beyannamesinde de net bir şekilde ifade edilecekti. Bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 111-112. Bu konuda İsmet Paşa
hatıralarında Gerek Rauf Bey, gerek diğer arkadaşlar, Atatürk’ü neler yapacağı bilinmeyen bir insan olarak
kabul ediyorlar. Başından beri böyle tanımışlar ve bunun için ondan korkarlardı. Onu frenleyecek ve nihayete
(sonsuza) kadar bu hususta emniyet verecek tek çareyi, ne yapacaksa yapmadan evvel kendilerinin
muvafakatini (onayını) almasında görüyorlar. Kendileri ne vaziyette bulunurlarsa bulunsunlar böyle olmasını
istiyorlardı. demektedir. Bkz. İnönü; a.g.e., 2. Kitap, s. 184.
734
Kinross; a.g.e., s. 459. Gazi ve Millî Mücadele dönemindeki silah arkadaşları arasındaki ihtilaf konusunda
ilave bilgi için bkz. Orhan Türkdoğan; Kemalist Sistem ve Sosyolojik Yapısı, 1. Baskı, IQ Kültür Sanat
Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 227 ve Ümit Özdağ, Ordu ve Siyaset İlişkisi (Atatürk ve İnönü Dönemleri),
1.Basım, Gündoğan Yayınları Ankara 1991, s. 54. D.Dursun, Türk modernleş(tir)meci seçkinlerini
çağdaşlaşma söylemine iten en belirleyici öğenin mağlubiyet psikolojisi olduğunu, 17’inci yüzyılın
sonlarından itibaren Batı uygarlığının Osmanlı-İslam uygarlığı karşısında giderek üstünlük sağlamaya
başladığını ve 19’uncu yüzyıla gelindiğinde bu üstünlüğün adeta bir meydan okuma biçimine dönüştüğünü,
savaşlarda alınan yenilgilerin ardından yaşanan toprak ve insan kaybı ile malî ve ekonomik kayıpların
Osmanlı seçkinlerinde büyük bir hayal kırıklığı ve eziklik duygusu meydana getirdiğini ifade etmektedir. Bu
nedenle Batılılaşma, Osmanlı-Türk aydın bürokratı için hep bir varoluş sorunu olarak algılanmıştır. Tek Parti
Dönemi seçkinleri tarafından da çağdaşlaşma hayati bir sorun olarak görülmeye devam edilmiştir. Örneğin
dönemin Türk Tarih Kurumu üyesi Saffet Engin bu konuda şöyle der: İnkılâp tam manası ile Avrupalılıktır.
Zaten Avrupalı olmamak, bu asırda yaşamamak, hayatı bilmemek, manen ölmek demektir. Recep Peker de
Türkiye’yi çağdaşlaştırmaya yönelik bu inkılâbı ... Türkleri (...) yokluktan varlığa, düşkünlükten onura ve
üstünlüğe götüren büyük evrensel bir hadise (Peker, 1984.13) olarak betimler ve bu hareketi bir varoluş
meselesi olarak takdim eder. Gazi’nin söyleminde de çağdaşlaşmaya hayati bir önem atfedilir: Medeniyetin
coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok bîamandır. Dağları delen,
243
Gazi ve silah arkadaşları arasında ortaya çıkan ihtilaf için; gerek Aydemir’in ifadelerinde
dile getirilen bir kenara itilme olgusu, gerekse de Kinross tarafından dile getirilen zaferin
meyvelerinden yararlanamama olgusu, meydana gelen ihtilaf konusunda bir ölçüde sebep
olsa bile ihtilafın asıl sebebi konusunda Akyol’un ifadelerinde daha doyurucu ve sağlıklı bir
değerlendirme bulmak mümkündür: Gazi ve silah arkadaşları Cumhuriyetin ilanını takiben
Cumhuriyetin siyasî rejimi ve sisteminin nasıl olacağı konusunda da ihtilafa düşmüşler ve
siyaseten karşı karşıya gelmişlerdir. Gazi ülkenin esenliği, inkılâpların ve çağdaşlaşma
projesinin başarısı için ‘Tek Adam’ yönetiminde bir ‘devrimci cumhuriyet’ rejimine
yönelmişti. Totaliter olmamakla birlikte siyaset bilimi kitaplarında ‘Plebisiter Demokrasi,
Bonapartizm, Jakoben Demokrasi, Vesayetçi Rejim’ gibi terim(ler)le adlandırılan bir rejim
semalardan pervaz eden, göze görünmeyen zerrattan yıldızlara kadar her şeyi gören, tenvir eden, tetkik eden
medeniyetin muvacehe-i kudret ve ulviyetinde kurun-u vusta zihniyetlerle, iptidai hurafelerle, yürümeye
çalışan milletler mahvolmaya mahkûmdurlar. Burada Gazi, geri kalmışlığın nedeni olarak Orta Çağın
skolastik düşünce kalıplarını görmekte ve mahvolmaktan kurtulmak için metafizik ve teolojik düşünceden
Batı uygarlığının temelinde yatan pozitif düşünceye geçme zorunluluğundan bahsetmektedir. Bunun için de
Gazi’ye göre Türk Milletini son asırlarda geri bıraktırmış müesseseleri yıkarak, yerlerine, milletin en yüksek
medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymak gerekmektedir. Seçkinler,
kendilerini, geri kalmışlığın nedeni olarak gördükleri bu iki unsurdan (din ve gelenekten) milleti kurtarma ve
bunun yerine ileri olan Batı medeniyetinin değerlerini ikame etmekle ödevli sayarlar. Türk modernleştirici
seçkinlerine göre çağdaş uygarlık ile ‘Batı’ özdeş kavramlardır. Mustafa Kemal bu konuda şöyle der;
Memleketimizi süratle asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de asri, binaenaleyh Garplı bir
hükümet meydana getirmektir. Medeniyete girmek isteyip de garba teveccüh etmemiş millet hangisidir. Aynı
düşünceyi paylaşan Falih Rıfkı Atay’a göre de Biz Batılı bir millet ve Batılı devlet olmadıkça kurtulamayız.
Bizî Batılı bir millet ve bir Batı devleti haline gelmekten alıkoyan gelenekler ve müesseseler ortadan
kalkmalıdır. (Atay, Çankaya, 1984, s. 369). Görüldüğü üzere seçkinler kendi toplumlarındaki değer ve
kurumların hiç birini muhafazaya değer bulmamakta ve bunları öteki konumuna oturtmaktadırlar. Bu hayatî
sorunun çözülebilmesi için mevcut toplumsal yapı bütünüyle ortadan kaldırılacak, bunun yerine Batılı kurum
ve değerler kayıtsız şartsız ikame edilecektir. Bu aceleci ve köktenci tutumun nedenlerinden biri Batı
karşısında ülkenin varlığını ve bağımsızlığını muhafaza etmek ve sömürgeleşmekten kurtulmak, diğeri de
Batılı kurumların alınmasıyla Batılı bir toplum olunabileceği yönündeki inançtır. Bu nedenle pek çok Batı dışı
toplumda olduğu gibi Türkiye’de de modernleşme daha ziyade Batılılaşma olarak yaşanmıştır. Bkz. Söğütlü;
a.g.tez, s. 73-75. Atay, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişte modernleşme anlayışındaki kırılmayı Tanzimat’tan
beri devam eden kültür ve medeniyet ikiliğinden vazgeçmek olarak açıklar [Atay, 1984:360]. Atay’a göre
geleneksel değerler ile Batı uygarlığının değerleri tam bir karşıtlık içindedir. Bu nedenle, bağdaştırmacı
modernleşme anlayışı derhal terk edilmelidir. Bozkurt da bu hususta Atay’ı destekler mahiyette şöyle der:
Batı medeniyeti bir kültür; ayrılık kabul etmez. Ya hep alınır, yahut alınmaz. Tıpkı dinler gibi. (Bozkurt,
1967:156). Osmanlı’nın yıkılmış olması onların bu kanaatini pekiştiren en somut gelişme olmuştur. Mustafa
Kemal’in söyleminde de Doğu, yoksulluğu, geriliği ve yok oluşu, Batı ise zenginliği, ileriliği ve varoluşu
simgeler. M. Kemal’in görev duygusu işte bu çerçevede oluşur. ... Artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah
istiyor. Bunun yolu da yukarıda vurgulandığı gibi medeniyet ile eşanlamlı olarak görülen batılılaşmaktan
geçer. Bu nedenle Türk İhtilalinin başlıca gayesi eski ve kötü olanın kaldırılıp yerine yeni ve güzel olanı
getirmektir. İşte modern Türkiye’nin kurulma süreci böyle bir yaklaşımla başlamış ve seçkinler, otoritelerini
ve politikalarını üstlendikleri bu misyon temelinde meşrulaştırma yolunu seçmişlerdir. Seçkinlerin
modernleşme-Batılılaşma sorununu bir varoluş-yok oluş meselesi olarak ortaya koymaları, bu projenin
mimarları olarak kendi iktidarlarının sorgulanamazlık ve tartışılamaz bir nitelik kazanmasına yol açmıştır.
Bkz. Söğütlü, a.g.tez, s. 73-75.
244
türü. ‘Kuvvetler Birliği’ ilkesi gereği tüm kuvvetler bir elde toplanacak ve toplumu yekpare
kuşatacak olan devlet, devrimleri yapacaktır. Muhalifler ise, aksine, ‘Kuvvetler Ayrılığını,
Ferdî Teşebbüsü ve Serbest Seçimleri’ savunuyordu. Biri merkeziyetçi ve otoriter, diğeri de
adem-i merkeziyetçi ve liberaldir. Modernleşme anlayışları da farklı: Kemalizm, devlet
eliyle siyasî ve kültürel devrim modelidir; Fransız modernleşmesine benzer: Devlet toplumu
tamamen kuşatır, toplumun geleneksel değerlerini, kültürünü, (ve) hayat tarzını
asrîleştirmek ister. Dil, tarih, müzik dâhil... Diğer çizgi ‘kültür devrimi’ne değil, ekonomik
gelişmeye ve siyasî özgürlüklere öncelik verir. İngiliz ve İskandinav modernleşmesine
benzer. Ama Türkiye'de güçlü orta sınıf (burjuvazi) yoktu henüz.735 Nitekim Millî Mücadele
735
Taha Akyol; “Cumhuriyet’in Rejimi ve Geleceği“, Milliyet, 29.10.2003. TpCF hareketinin kökenleri için
bkz. Ömür Sezgin; Gencay Şaylan; “Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, C. 8, s. 2043-2044. TpCF hareketinin kökenleri için bkz. Ömür Sezgin; Gencay Şaylan;
“Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s. 2043-2044.Keyder
de, yeni rejimin çabalarının, halkı, yeni model devlete hazırlamak üzere ıslah etmek amacına yönelik
olduğunu, bunun için de bireylerin yerel ve özel bağlılıklarından koparılıp sadece genel birleştirici ilkeleri
kabul etmelerini sağlamak gerektiğini belirtmektedir. Bkz. Keyder; a.g.e., s. 125. Mazrui de, Cumhuriyetin
İlanını takiben kültür de dâhil olmak üzere benimsenen topyekün Batılılaşma ve modernleşmenin sebebi
konusunda, Türk kültürü modernleşmeden ne devletin ve ne de ekonominin etkin bir şekilde
modernleşemeyeceği öncülünden hareketle yola çıkıldığını, Cumhuriyet Dönemi Türk modernleşmesinin
(Batılılaşmadan modernleşmek yöntemini esas alan Meiji dönüşümünden farklı olarak) Batılılaşma yoluyla
modernleşme yöntemini esas aldığını ifade etmektedir. Bkz. Ali Mazrui; “Meiji Restorasyonu ile Atatürk’ün
Mirası Arasında Afrika”, Uluslararası Atatürk Sempozyumu Bildiriler ve Tartışmalar (17-22 Mayıs 1981),
1. Baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1983, s. 391. Aydın da, Tek Parti Döneminde ulusal
bütünleşmenin mobilize edildiği, buna karşın etkili bir siyasal katılımın ve parti içi demokrasinin önlendiğinin
söylenebileceğini, bu nedenle, iktidarı ellerinde tutanların demokratik değerlerden çok, ulusal sınırları koruma
ve kişisel etkinliklerini sürdürebilmek için oligarşik sistemlerin gelişmesinde etkili rol oynadıklarını ve buna
uygun bir ortam hazırladıklarını belirtmektedir. Bkz. Suavi Tuncay, “Türkiye’de Parti İçi Demokrasinin
Gelişimi ve Bu Gelişimi Engelleyen Faktörler”, Yeni Türkiye, S. 23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı, Ankara
1998, s. 980. Köker, Kemalizme göre milletin, devletle varlık kazanan ve devlette somutlaşan bir kategori
olduğunu, buradan hareketle Kemalist millî devlet anlayışının, Rousseau’cu bir temele dayandığının
söylenebileceğini, bilindiği üzere siyasî iktidarı topluma dayandıran sözleşmeci anlayışların ikiye
ayrıldıklarını, bunlardan birincisinin toplumu atomistic bir bakış açısı ile değerlendirenler, ikincisinin de
toplumu birleşmiş bütünleşmiş ve organik bir bütünlük olarak görenler olduğunu, birincisinde, devletin,
toplumun değil, tek tek bireylerin haklarını güvence altına alan bir güç olarak görüldüğünü, bu hususta da iki
farklı görüş olduğunu, örneğin Hobbes’a göre bireylerin bu güvence karşılığında tüm haklarını devlete
devrettiklerini, Locke’a göre ise fertlerin sadece bireysel haklarını koruma yetkisini devlete verdiğini, diğer
temel haklarını devletin faaliyet alanın sınırlarını belirleyecek bir biçimde kendilerinde tuttuğunu, ikinci
gruba (toplumun organik bir bütün olduğuna) ilişkin sözleşme kuramlarında, toplumun kendisini oluşturan
bireylerden bağımsız, ayrı ve üstün bir genel iradeye sahip olduğu ve bu genel iradenin de devlette
somutlaştığının varsayıldığını, Atatürk’ün ulusal egemenlik anlayışının ikinci gruba daha yakın gözüktüğünü,
CHP Genel Sekreteri Peker’in de tıpkı Atatürk gibi, Rousseau’cu düşünceye yakın bir millet anlayışına sahip
olduğunu, Peker’e göre milletin, demokrasilerde benimsenen ülke sınırları içinde yaşayan vatandaşlık bağıyla
bağlı tüm kişilerin toplamı olan somut bir varlık değil, kendisine manevî kişilik tanınan soyut bir varlık
olduğunu, örneğin Peker’e (ait İnkılap Dersleri isimli kitapta da ifade edildiği üzere) göre ulusun, kendi
başına fertlerin yarattığı bir kalabalık toplamından ibaret olduğu, bu kalabalığın ise bir değer ifade etmesinin
ancak devletle mümkün olduğunu belirtmektedir. Bkz. Levent Köker; Modernleşme, Kemalizm ve
245
kahramanlarından (Emekli Orgeneral) Fahrettin Altay’ın anılarını içeren On Yıl (19121922)
Süren Savaş ve Sonrası adlı kitapta dile getirilen husular da Akyol’un
değerlendirmeleriyle benzerlik arz etmektedir. Altay anılarında; Ekim 1924 ayında,
Gazi’nin İzmir Seyahatinde aynı trende bulunan II. Ordu Müfettişi Ali Fuat Paşa’nın da
aynı trende bulunduğunu, Gazi’ye tahsisli vagonun salonunda Gazi ile Ali Fuat Paşa
arasındaki münakaşaya şahit olduğunu, Gazi’nin, yakın arkadaşlarının, idare tutumunda
(yönetim tarzı konusunda) kendisinden ayrılmaya başladıklarını ve muhalif bir partide
bulunmalarını hoş görmediğini, bu fikirler üzerine cevap veren Ali Fuat Paşa’nın da, esasta
bir ayrılık olmadığını, Meclislerin Tek Partili olamayacağını kendilerinin (Gazi’nin) de
tasdik edeceklerini ve Gazi’nin partiler üstü kalmasının arzu edildiğini, Gazi’nin de (bu
ifadeye karşı) bundan şüphe etmediğini ama Cumhuriyetin ilanıyla işin bitmediğini, dünya
medeniyet âlemine katılmak için bazı önemli inkılâplar yapılmasının gerektiğini, bu
nedenle de geçici bir süre muhalif bir cephe yaratılmamasının gerekli olduğunu belirttiğini,
(bunu takiben söz alan) Ali Fuat Paşa’nın da, bunların yapılmasına muhalefet
edilmeyeceğini dile getirdiğini, (takiben) Gazi tarafından, ülkenin gerçek demokrasiyle
kurtarılabileceği kanaatinde samimi olduğuna (arkadaşlarının) inanmaları ve güvenmeleri
gerektiğini söylediğini, Ali Fuat Paşa’nın da Gazi’ye cevaben, güvenlerinin hiçbir şekilde
sarsılmadığını, ancak çevresine sokulmaya başlayan
bazı
türedilerin
ifsadından
üzüldüklerini cevabını verdiğini belirtmektedir. Altay, anılarında devamla, Afyon
İstasyonu’na kadar devam eden bu tarzdaki konuşmalardan, Gazi’nin eski arkadaşı Ali Fuat
Paşa’yı tekrar kendisine çevirmek istediğini, fakat Ali Fuat Paşa’nın kanaatlerinden
vazgeçmediğini, trenden Afyon’da indiklerini, Gazi’nin Ankara’ya, kendilerinin de
Konya’ya döndüklerini, bir süre sonra (Ekim ayının sonunda) Ali Fuat Paşa’nın Ankara’ya
gittiğini belirtmektedir.736 Bu noktada Landau’nun da görüşleri, Akyol tarafından yapılan
Demokrasi, 9. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 155-156 ve Söğütlü, a.g.tez, s. 110-111. Can da,
Rousseau’cu düşüncenin, Genel İradenin Rousseau’nun ortaya attığı bir terim olarak, tek tek bireylerin
iradelerinin toplamının ancak bu bireylerin iradelerini bağlayan bir güç olduğunu, Genel İradenin her zaman
haklı olduğunu, kamu yararını ve çıkarlarını hedeflediğini, o halde genel iradeye itaatin de mutlak olması
gerektiğini, savunduğu organik devlet anlayışıyla, bireylerin iradelerinin, genel irade içerisinde erimesi
gerektiğine inandığını belirtmektedir. Bkz. Can; a.g.m.
736
Fahrettin Altay; On Yıl (1912-1922) Süren Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul 1970, s. 377-378.
Gazi ve Millî Mücadele Dönemindeki silah arkadaşları arasındaki ihtilaf konusunda ilave bilgi için bkz.
Türkdoğan; a.g.e., s. 227.
246
değerlendirme ve Altay’ın anılarında (yukarıda) belirtilen hususlarla örtüşmektedir.
Landau, Atatürk’ün aslî amacının çağdaş uygarlığın en üst düzeyinde yer alan diğer
devletler, milletler ve toplumlarla başarılı bir biçimde yarışabilecek modern ve laik bir
Türkiye olduğunu, aynı zamanda da modernleşmiş olmakla birlikte geçmişiyle gurur
duyabilecek ve anavatanına derin bir bağ duyabilecek bir Türk yaratmak istediğini
belirtmektedir.737
Gazi, halkının hâlâ Doğulu ve kültürce geri olduğu, harfi harfine uygulanacak bir Batı tarzı
demokrasinin halkının mizaçlarına aykırı geleceği, halkının henüz kendi kendini yönetecek
duruma gelmediği ve yönetilmek istediği, Sultan ve Halifenin güçlü otoritesinin yerini
onun kadar güçlü laik bir otorite alması gerektiği düşüncesindeydi. Bunu da şimdilik,
Meclisi bizzat yöneterek, ancak kendisi sağlayabilirdi. Rauf Bey ile diğerleri, ilkeleri ve
görüşlerinin yumuşaklığıyla, bu işi tehlikeye sokuyor ve O’na kalırsa, kendinden başka
hiçbir kimsenin ne düşünebileceği ve ne de yapabileceği reformları engelliyorlardı. Gazi,
şimdi Millî Mücadeleye sonradan katılmış olan Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve sadık
yardımcılarıyla birlik olarak, dostlarına ve düşmanlarına karşı bir iktidar savaşına
girişecekti. Bu savaş, bir liberal demokrasi ile Tek Parti Hükümeti (ve kişisel yönetim)
arasında olacaktı.738
Toynbee ve Kirkwood, Gazi’nin, hem Parti başkanlığını, hem de Cumhurbaşkanlığını
üzerine aldığını, çünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni güçlendirmek için gerekli güce sahip
olduğuna emin olduğunu, HF’nin devlet ve milletle özdeş olduğunu (düşündüğünü) ve bu
nedenle de her ikisinin başında yer alması gerektiğini düşündüğünü, Cumhurbaşkanının,
HF’nin ünvandan ibaret başkanı olmadığını, olağanüstü şartlarda, TBMM’yi ve Kabineyi
yönetme yetkisinin olduğunu, Meclisin (yıl boyunca sadece dört ay sürmekte olan
oturumlarındaki) idarî yetkinin tamamıyla Cumhurbaşkanı ve onun Bakanlarında olduğunu,
Bakanlara daimî komisyon üyelerinin eklenmesiyle İdarî kadronun daha da güçlendiğini,
737
Jacop M.Landau; “Atatürk’ün Başarısı: Bazı Düşünceler”, Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi,
Derleyen: Jacop Landau; (Türkçesi: Meral Alakuş), 1. Baskı, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s. 14.
738
Kinross; a.g.e., s. 460. İsmet Paşa hatıralarında, ABD’nin İstanbul’daki temsilcisi Amiral Bristol’e,
cumhuriyeti ne kadara zamanda yerine oturttuklarını sormuş olduğunu anlatmaktadır. Amiral Bristol de bu
soruya 20 yıl diye cevap vermiştir. İsmet Paşa da O halde bizim için de süre 20 yıl olacaktır. der. Bkz..
Jevakhoff; a.g.e., s. 240 ve İnönü; a.g.e., 2. Kitap, s. 185.
247
İdari kadronun gücünün aşırı artması ve bu gücün tamamının Cumhurbaşkanının elinde
toplanmasının Gazi’ye sıradan bir demokratik anayasada emsali olmayan bir yetki verdiğini
belirtmektedir.739
İktidarın bu şekilde tek elde toplanması, doğal olarak eleştiri ve muhalefetin doğmasına
sebep olmuştur. Muhalefeti destekleyen basın sert eleştirilere girişmiş ve yaşayan Türk
gazetecileri içinde en ünlüsü Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey ülkenin bir diktatörlük tehlikesi
ile karşı karşıya bulunduğunu yazmıştı. Hoşnutsuzluk toplumun tüm kesimleri arasında
hızla yayılmıştı. Gazi’nin iktidarına karşı düşmanlık 1923’teki Anayasa tartışmaları
sırasında tekrar kendini göstermiştir. Gazi’nin istediği Meclisi feshetme yetkisi sert
tartışmalara yol açmış ve sonunda kendisine bu yetki tanınmamıştır. Gazi’nin istediği bir
başka önemli yetki de veto hakkı idi. Bu hak, kendisine, kısıtlanmış bir şekilde verilmiştir.
Bir konuşmasında da ifade etmiş olduğu gibi, Gazi, hem Cumhurbaşkanlığına, hem de Parti
şefliğine sahip olmayı bir gurur meselesi yapmıştı. Çünkü Fransız İhtilali öncesindeki
Fransız İmparatorlarından 14. Lui’nin Devlet benim sözünde olduğu gibi, hem cumhuriyeti
sadece kendisinin güçlendireceğine, hem de CHP’nin hükümet ve millet demek olduğuna
inanmıştı. Cumhurbaşkanı sadece partinin önderi olmakla kalmayacak, olağanüstü hallerde
Meclise ve Kabineye başkanlık edecekti. Yılda sadece dört ay toplanması öngörülen Meclis
tatilde iken yürütme kuvveti tamamen Cumhurbaşkanı ve Bakanlarda bulunacak,
yürütmeye Meclis komisyonlarının başkanları destek olacaklardı. Bu şekilde yürütmenin
gücü çok aşırıydı ve Cumhurbaşkanında da bu kadar çok yetkinin toplanması, onu, o güne
kadar hiçbir demokraside rastlanmamış bir duruma getiriyordu. 740
Millî Mücadele önderleri arasında bu savaşın ya da parçalanmanın suçluları kimlerdi? Tabii
ki hiç kimse. İnkılâp, tek otorite ve tek irade istiyordu. Gazi bunun peşindeydi. HF, bu tek
iradenin icracısı olarak birlik halinde bir kadro olmalıydı. Karşı taraf ise, demokrasinin bir
karşılıklı denetim istediğine inanıyor, bir diktatörlüğe gidişten korkuyordu. Onlar da
haklıydılar. Zaten Gazi’nin Meclisi açarken ilan ettiği iki hedeften biri, demokrasinin
gelişimi, demokrasi organlarının kuruluşu, değil miydi? Karşılıklı denetim ve çok partili
739
Toynbee; Kirkwood; a.g.e., s. 163-164.
740
Toynbee; Türkiye (Bir Milletin Yeniden Doğuşu), s. 212-213.
248
rejim. Ama ne var ki inkılâp, henüz son sözünü söylemiş, klasik organları ile bir Batı
demokrasisinin yaşayabileceği zemini henüz tavsiye etmiş değildi. Zaman çok şeylere
gebeydi.741
Meclis, 20 Nisan 1924 tarihinde Anayasa’yı kabul ettikten bir ay sonra tatile girer. Bu
nedenle siyasî bakımdan 1924 yılının yaz ayları sakin geçecektir. Yalnız bu sakinlik, fırtına
öncesi sessizliğe benzemektedir.742 9 Eylül 1924 tarihindeki İzmir’in kurtuluşu törenlerine
iştirak etmek ve ayrıca evlenmek üzere İzmir’e gelmiş olan Kazım Karabekir Paşa ile bahse
konu düğüne davet edilen Rauf Bey ve Ali Fuat Paşa, Rauf Bey’in annesinin
Karşıyaka’daki evinde bir araya gelerek görüşürler. Konuşma, Meclis açılıncaya kadar
beklemek kararıyla son bulur.743
741
İpekçi; a.g.e., s. 65-66. Ömer Çaha’nın da belirttiği gibi, Osmanlı siyasal sisteminde muhalefet, hep
hoşnutsuzluk ve tepkiyle karşılanmış, farklı düşünce ve anlayışların yeşermesine pek müsamaha
gösterilmemiştir. Bu tutum, Türk tarihinin neredeyse tümü için geçerlidir. Türkler tarih boyunca, devlet ile
toplumu organik bir bütün olarak görmüşler ve devlet(in resmî
söylemlerinin, yorumlarının ve
politikalarının) gereklerine uymayan düşünceleri sapkınlıkla suçlamışlardır. Görüldüğü üzere Tek Parti
Dönemi seçkinleri, devletin topluma, siyasal sistemin de sosyo-ekonomik sisteme nazaran üstün ve öncelikli
olduğu bir otoriter bir siyasal gelenek içinde yetişmişler ve zihniyet dünyaları da bu bağlamda şekillenmiştir.
Bkz. Söğütlü; a.g.tez; s .24.
742
743
Gülcan; a.g.tez, s. 92.
Cebesoy; a.g.e., s. 97-98. Zürcher; a.g.e., s. 59. Bahse konu görüşmede, Rauf Bey Ankara’da gizliden
gizliye hafiyelik ve jurnalcilik hissedildiğini, kendisine gelen mektupların bazen açıldığı şüphesinin
uyandığını, ülkenin yararına söz söyleyen milletvekillerinin derhal onuruna ve iyi niyetine her nevî tecavüzde
bulunulduğunu, serbest eleştiri olmadıkça millî hâkimiyet de olmayacağını, bu gibi durumlarda
Cumhurbaşkanının tarafsız bir hakem olarak her iki tarafı da çağırıp dinlemesinin O’nun en nazik ve en
önemli bir vazifesi olması gerektiğini dile getirir. Takiben söz alan Kazım Karabekir Rauf Bey’in
anlattıklarına kendisinin de iştirak ettiğini, mektuplarının açıldığı şüphesinin kendisinde de arttığını, Millî
Mücadele önderlerine karşı husumet ilan edilmiş gibi bir durum olduğunu dile getirir. Ali Fuat Paşa da
Kendisinin de mektuplarının açıldığından şüphe ettiğini, Millî Savunma Bakanlığının, ödenek kalmadığı
gerekçesiyle İkinci Ordu Müfettişliği uzmanlarının teftişlerine engel olduğunu, Konya’da da jurnalcilik
başladığını dile getirir. Bunun üzerine Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşa’lara hitaben Meclisten
ayrılmanıza rağmen sizlerin de Meclisin içerisinde kalan bizler gibi şüphe altında kaldığınız anlaşılıyor.
Cumhurbaşkanının tarafsız bir hakem vaziyetine geçip geçmeyeceği hakkında bir şey diyemem. Fenalığın
önüne Meclisin geçmesi ihtimali vardır. der. Kazım Karabekir Paşa da Şüphe altında Birinci Ordu
Müfettişliğinde çalışmayı çok güç gördüğünü, tüm arkadaşların Mecliste toplanması durumunda kısmen de
olsa fenalığın önüne geçilebileceğini dile getirir. Cebesoy; a.g.e., s. 97-98. 1924 yılının Temmuz ayının
ortalarında Avrupa’dan dönen Rauf Bey, İzmir’in kurtuluşu törenleri nedeniyle gittiği kentte bazı
arkadaşlarıyla görüşür. Kesinlikle emin olunmasa bile, bir muhalefet partisinin kurulma kararının alınmasına
yol açacak ilk görüşmelerin yazın yapıldığı ileri sürmek akla yakın olacaktır. Ali Fuat Cebesoy’a göre, bu
konudaki ilk ciddî tartışmalar, kentin kurtuluşunun ikinci yıldönümü nedeniyle yapılan kutlamalar sırasında
kendisi Rauf ve Kazım (Karabekir) ile birlikte Rauf’un annesinin İzmir’deki evinde kalırken gerçekleşti.
Görüşmelerin ikinci oturumu da Rauf Bey’in İstanbul’daki evinde yapılır ve bu toplantıda partinin
kurulmasına karar verilir. Bkz. Gülcan; a.g.tez., s. 92.
249
Artık Çankaya’nın bekleme salonları ile Meclis koridorlarına bir entrika havası
sızmaya başlamıştı. Ortada birtakım iş karıştırıcılar, muhbirler ortaya çıkmış ve Gazi’nin
kulağını kötü niyetli dedikodularla doldurmaya koyulmuşlardı. Bunlardan etkilenen Gazi de
çevresindekilerden çekinmeye ve önüne çıkanların niyetlerinden kuşkulanmaya başladı.
Bunun sonucu Gazi, Rauf Bey ile Refet (Bele) Paşa’nın aleyhlerinde bulunuyor,
hizmetlerini küçümsüyor ve gericiliği teşvik ettiklerini söylüyordu. Bu konuda Alman tipli
ve sert tabiatlı bir kişi olan Dahiliye Vekili Recep Bey de Gazi’ye yaranmak için birtakım
önlemlere girişmiş; 1924 yılının Eylül ayında İstanbul gazetelerine verdiği bir demeçte,
inkılâp hareketlerine karşı her türlü irticaî eylemin Millî Mücadele dönemindeki gibi
cezalandırılacağını söylemişti.744
TBMM’nin ikinci döneminin ilk toplantı yılı boyunca hükümete karşı muhalefet eksik
olmamış, fakat bu muhalefet HF’nin safları içinde kalmıştır. 1924 yılının yaz aylarında
TpCF henüz siyaset sahnesine çıkmamış olmakla birlikte, yakında bir muhalefetin doğacağı
anlaşılıyordu. Bu durumda Cumhurbaşkanının partili oluşu da zaman zaman eleştirilmekte
ve tarafsız kalması istenmekteydi. Gazi 1924 yılı güz döneminde yapmış olduğu yurtiçi
gezisinde Trabzon’a uğradığında 16 Eylül 1924 tarihinde HF Vilayet İdare Heyeti
tarafından kendisine verilen yemekte bu tarafsızlık önerisini reddetmiş ve muhaliflerine
meydan okumuştu. 745
744
Kinross; a.g.e., s. 460. Cebesoy; a.g.e., s. 98. Türkdoğan; Kemalist Sistem ve Sosyolojik Yapısı, s. 227 ve
Türkdoğan; Kemalist Sistem Kültürel Boyutları, s. 194.
745
Tunçay; a.g.e., s. 94-99. Zürcher; a.g.e., s. 61-62. Gülcan, a.g.tez, s. 82-83. Mango; a.g.e., s. 477-478.
Mango; Gazi’nin Trabzon’daki konuşmasında HF içindeki muhalif unsurların, kendisinin tarafsız olması
gerektiğine dair önerilerini (sadeleştirilmiş) şu sözlerle reddetmiş ve muhaliflerine de meydan okumuştu:
Arkadaşlar; HF, ülke ve millet her türlü güvenceden mahrum bırakılarak felakete atıldığı uğursuz kargaşada
bütün milleti kadrosu içine alarak kuvvet ve kudret yapan dış düşmanlarını kovan, iç düşmanlarını imha eden
halka hürriyet ve hâkimiyet sağlayan kutsal bir cemiyettir. HF hiçbir safsataya iltifat etmeyerek Türk
Cumhuriyeti’ni kuran inkılâpçı bir ruhun tüm ülkede ortaya çıkması ve şekillenmesidir. HF Türkiye’yi medeni
dünyaya sokan ve orada yükseltmeyi taahhüt eden kararlı bir partidir. Onun için Başbakanımız muhterem
İsmet Paşa Hazretlerinin fiilen idare ve başkanlık ettiği HF’nin Genel Başkanlığı benim için gurur vesilesidir.
Arkadaşlar! Bu münasebetle bir cumhurbaşkanının parti başkanlığıyla ilişkisini ikide bir tekrar edenler ve
bütün dünya bilsin ki, benim için bir taraftarlık vardır: Cumhuriyet taraftarlığı, fikrî ve sosyal inkılâp
taraftarlığı, HF’nin ideali, esas ilkesi olan bu noktada, yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi hariç düşünmek
istemiyorum. Bu nedenle cumhurbaşkanlığında bulunduğum halde partimizin genel başkanlığını da övünerek
muhafaza ediyorum. Böylece yeni Türk devletinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin destek ve
sağlamlaştırmasına hizmet etmekte olduğum düşüncesindeyim……. Gazi’nin 16 Eylül 1923 tarihinde Trabzon
HF Mahfeli’nde yapmış olduğu bahse konu konuşmanın tam metni için bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri
II, s. 195-196. Zürcher; a.g.e., s. 159-160. Tunaya; a.g.e., s. 583. Hakimiyet-i Milliye, 18.9.1924. Trabzon
250
Demokrasinin tek partili olamayacağını ve Gazi’nin de Cumhurbaşkanı olarak partiler üstü
ve tarafsız olarak kalmasını isteyen muhalefete cevaben Gazi Buna şüphe yok ama iş
Cumhuriyetin ilanı ile bitmemiştir. Dünya medeniyet âlemine katılmak için de geçici bir
süre muhalif bir cephe yaratılmaması gereklidir. diyordu.746
Toynbee ve Kirkwood bu gelişmelerle ilgili olarak, Cumhurbaşkanının karakterinin ve
itibarınin ona bir diktatörün gücünü verdiğini, Başvekili İsmet Paşa’nın da ona yönetimde
kuvvetli bir şekilde destek olduğunu, ilk önceleri Hükümetin hiçbir muhalefetle
karşılaşmadığını, çünkü yöneticilerin güçlü olduğunu ve halk tarafından desteklendiğini,
Gazi‘nin Trabzon’da, bütün dünyaya duyurun, benim için tarafsızlık söz konusu değildir.
Ben bir cumhuriyet taraftarıyım ve entelektüel ve sosyal evrim taraftarı olan HF’nin
konuşmasıyla, Gazi’nin eski dostlarının, hala üyesi oldukları HF’nin çoğunluğuna muhalefet ettikleri
takdirde, HF içinde çoğunluğu oluşturanları kendi eliyle seçmiş olan ve denetleyen Cumhurbaşkanıyla
mücadele etmeleri gerekeceği konusunda uyarılmış olduğunu belirtmektedir. Bkz. Mango; a.g.e., s. 478.
Aydemir’in de konuya ilişkin değerlendirmeleri, Gazi’nin Trabzon’daki konuşmasında vurguladığı hususlarla
benzerlik arz etmektedir: İnkılapların nerede başlayıp, nereye kadar gideceği konusunda İstiklâl Savaşı’nı
başaran asker ve sivil önderler ile basın mensupları ve aydınlar arasında bir görüş birliği yoktu. Çünkü
İstiklâl Savaşı boyunca hedef birdi ve müşterekti: Düşmanı vatandan kovmak. Ama ya sonraki işler ve
hedefler? Bunlarda farklılık söz konusuydu. Mesela Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey ile
yıllardır silah ve fikir arkadaşı olan Mustafa Kemal Paşa ve çevresi arasında gergin rüzgârlar esiyordu.
Çünkü ülkenin ihtiyaçları ve olayların akışı, çok partili bir düzeni değil, tek partili ve otoriter bir düzeni
gerekli kılıyordu. Bu otoriter nizam ‘kanun demek, ben demektir.’ şeklinde bir şef sistemi olamazdı. Ama
meşruluık kurumlarını adım adım yerleştirecek, fakat devletin ve rejimin yön belirleyici konumunda ve
icraatında üstün söz sahibi olan bir şef sistemi şarttı. Böyle bir şefi de İstiklâl Savaşı ve zafer, ülkeye vermişti:
Mustafa Kemal. O halde söz onundu. Batmış bir gemiyi kurtarmıştı. Bu geminin, artık, boyasını da o vuracak,
adını da o koyacaktı. Bkz. Aydemir; İhtilalin Mantığı, s. 132-133. Gazi, Trabzon’daki konuşmasından dört
gün sonra da Samsun’daki konuşmasında, Trabzon’daki konuşmadan daha açık konuşur. Konuşmasında
hâlihazırda ülkeyi idare etmekte olan HF’nin esas ilkesinin ülke ve milletin gerçek mutluluk ve esenliğini
sağlamak olduğu, ülkeye ve millete hizmet noktasında maksada ulaştıran yolun bu yol olduğu ve bunun da
zaten belirlenmiş olduğu, ülkeye ve millete hizmet yürüyüşünde, bu yolda yürüyenlerin aynı fikirde
olmayabilecekleri, ancak yoldan ayrılmamaları, bakışlarını da genel hedeften ayırmamaları ve esas maksadı
ihlal etmemeleri, bugün yolun başında olunduğu, henüz önemli mesafe katedilmemiş olduğu, bu nedenle
görüşlerin yeteri derecede açık ve isabetli olması gerektiği, bundan önce tefrika (görüş ayrılığı) fikrinin
sıradan particilik olduğu, ülkenin ve milletinde huzur ve emniyet şartlarının henüz böylesi bir ayrışmaya
müsait olmadığı, böylesi bir zamanda meydana gelebilecek bir ihtilafın ülkenin birliğinin ihlal edilmesinden
başka bir sonuç vermeyeceği, gezdiği yerlerde de bu gerçeğin tamamen anlaşılmış olduğuna kanaat getirdiğini
ifade etmiştir. Bu sözler, ne geleceğin muhalefeti, ne de basın için Cumhurbaşkanının konumuna ilişkin hiçbir
kuşkuya yer vermeyecek kadar açıktı. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 62-63. Toynbee’nin de bu konuşmaya ilişkin
değerlendirmesi şu şekildedir: Mustafa Kemal, Trabzon’daki konuşmasından birkaç gün sonra Samsun’da
yaptığı konuşmada da HP’nin taşıdığı ideal bakımından bütün milletin isteklerini dile getirdiğini eklemişti.
Partinin temel ilkesi, milletin mutluluğu ve refahı için çalışmaktı. Mustafa Kemal’e göre; bu amaca
ulaşmanın tek yolu Cumhuriyeti güçlendirmek ve millete, giriştiği kültürel ve sosyal evrimde kılavuzluk
etmekti. Birlik esastır ve rakip teorilere ve rakip partilere yer yoktur. Bkz. Toynbee; Türkiye (Bir Devletin
Yeniden Doğuşu), s. 212.
746
Aybars; a.g.e., s. 56.
251
amentüsünü oluşturan bu temel noktada farklı düşünen tek bir Türk hayal edemiyorum.
dediğini, bir kaç gün sonra Samsun’da yaptığı konuşmasında da HF’nin ülküsünün tüm
milleti kucaklamak olduğunu söylediğini, HF’nin milletin mutluluk ve refahı için çalışmak
olduğunu, O’nun fikrine göre, bunu yapmanın yegâne yolunun, Cumhuriyeti güçlendirmek
ve ülkenin şimdi içinde bulunduğu sosyal evrim döneminde insanlara rehberlik etmek
olduğunu, bunu da Birlik zarurîdir ve hiçbir farklı teori, rakip parti olamaz. sözleriyle dile
getirdiğini belirtmektedirler.747
Hastalığı nedeniyle 1,5 ay hava değişimi alarak istirahat etmek üzere İzmir’den İstanbul’a
gelen Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Rauf Bey, İstanbul Milletvekili İsmail
Canbulat ve Ali Fuat Paşa’nın akrabası olan eski İzmir Valisi Rahmi Bey, Eylül ayının
ikinci yarısında, Rauf Bey’in Şişli’deki evinde görüşürler. Bu görüşmede, Rauf Bey, Kazım
Karabekir ve Ali Fuat Paşa arasında İzmir’de ulaşılan sonuçlar daha da şiddetlendi, ülkede
şahıs ve zümre hâkimiyetine gidilmesine manî olmak için bir siyasî parti kurmaya karar
verdiler.748
747
748
Toynbee; Kirkwood; a.g.e., s. 162-163.
Cebesoy; a.g.e., s. 98-99. Zürcher; a.g.e., s. 60 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 248. Bahse konu görüşme sonunda
Şüphe altında kalan Kazım Karabekir Paşa ile Ali Fuat Paşa’nın artık Ordu Müfettişliği görevine devam
etmelerinin mümkün olmadığı, herhangi bir düşünceyle milletvekilliğinden istifa etmenin doğru olmadığı,
inkılâpların tamamına taraftar olmakla beraber bunların herhangi bir şahsa veya zümreye ayrıcalık vermek
için değil tüm ülkeye ve halka mal edilmek emeliyle yapılmış olduğu, Cumhuriyetin bir şahıs veya zümrenin
idaresine alet olmasına manî olmaya elden geldiği kadar çalışılacağı, Mecliste toplanmanın ve orada ülkenin
yararına tüm kabiliyetleriyle çalışılmasının içinde bulundukları durum konusunda en uygun bir hal çaresi
olacağında mutabık kalındığı ve Mecliste kendileriyle aynı fikirde olacak şahıslarla sözlerini işittireceklerine
kanî oldukları hususunda mutabık kalınmıştı. Bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 98-99. Zürcher; a.g.e., s. 60. Bahse
konu toplantıyla ilgili olarak ilave bilgi için bkz. Kinross; a.g.e., s. 460. Jevakhoff da; bu şahsiyetlerin İngiliz
usulü bir monarşiyi tercih etmekle birlikte Cumhuriyete karşı savaşarak ölmeye de hazır olmadıklarını,
eleştirilerinin ise inkılâpların hızlı yapılması, kendilerine danışılmaması ve Meclisin bir kayıt merkezi haline
dönüştürülmesi üzerinde toplandığını belirtmektedir. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 249. TpCF’nin ortaya çıkışının
kişisel çekişmeler nedeniyle olduğu suçlamasında bir doğruluk payı vardır. (Ali Fuat Paşa’nın anılarında da
belirtildiği üzere) Gazi’nin, kendilerine ait güç tabanları olmayan ve mevkilerini ona borçlu olan genç
kuşaktan daha radikal yandaşlara dayanmaya başladıkça, bağımsızlık hareketinin eski liderlerinin, kendilerini
iktidar merkezinden gitgide daha fazla dışlanmış olarak hissettikleri kesinlikle doğrudur. TpCF önderlerinin
gözünde, bağımsızlık hareketinin mirasının, bu hareketin sadece bir parçası tarafından tekel altına alınmaya
çalışılması gayrı meşru bir tutumdu. Aynı zamanda Gazi’nin, kendilerine ait onurun bir kısmına da el koyması
olgusuna karşı çıkıyorlar, resmî konumlarından tümüyle bağımsız olarak kurulmasına yardım ettikleri
devletin, geleceğini biçimlenirden temel kararlarda olma hakkına sahip olduklarına kesinlikle inanıyorlardı.
Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 125-126.
252
TpCF’nin kurulmasına yol açan siyasal olay, 20 Ekim 1924 tarihinde, Menteşe (Muğla)
milletvekili Esat Efendi’nin Mübadele, İmar ve İskân Bakanı Refet Bey’e yönelttiği bir
soru önergesidir. Bu önerge mübadil ve muhacirlerin yerleştirilmesinde görülen
beceriksizlik ve yolsuzlukları eleştiriyordu. Bakanın verdiği cevabı Meclis yeterli
bulmadığı için soru, gensoruya çevrilmişti.749 30 Ekim 1925 tarihinden önce yapılan bir
CHF toplantısında konuşma yapan İsmet Paşa’ya, Partinin, Kabineye güvenoyu verilmesi
söz konusu olduğunda, Parti olarak bu konuda ortak hareket edilmeyeceği ve Parti’nin
Mecliste serbest bırakılacağına dair verilen karar bir Kabine bunalımının yakın olduğunu
göstermişti. 30 Ekim 1924 tarihinde İmar ve İskân Bakanının istifası sonucu Başvekil İsmet
Paşa’nın konumu da hayli sarsılmıştı.750
Mecliste gensoru nedeniyle siyasî tansiyonun yükseldiği bir sırada Kazım Karabekir Paşa,
diğer arkadaşlarıyla tasarladıkları plan gereğince, Millî Müdafaa Vekilinin, kendi
tavsiyelerini dikkate almadığı gerekçesiyle, 26 Ekim 1924 tarihinde I. Ordu Müfettişliği
görevinden istifa etmiş ve milletvekilliğine dönmek istediğini belirtmişti.751 Basında Kazım
Karabekir Paşa’nın istifasını, diğer iki Ordu Müfettişinin, yani II. Ordu (Konya) Müfettişi
Ali Fuat Paşa ve III. Ordu (Diyarbakır) Müfettişi Cevat (Çobanlı) Paşa’nın izleyeceği
söylentileri yer aldı. Bu arada Ali Fuat Paşa da 30 Ekim’de Gnkur.Bşk. Fevzi Paşa ile
görüşmek üzere Ankara’ya gelir.752 Ali Fuat Paşa 30 Ekim‘de Fevzi Paşa ile yaptığı
görüşmede; Hükümet ve Millî Müdafaa Vekili tarafından çalışmalarından şüphe edilmesi
ve haberleşmesinin bahse konu makamlar tarafından kontrol edilmesi nedeniyle Ordu
Müfettişliği yapamayacağını, bu konuda Fevzi Paşa tarafından bir şey yapılmadığı takdirde,
749
Tunçay; a.g.e., s. 1000. İlave bilgi için bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 106-107 ve Mazıcı; a.g.e., s. 79.
750
Cebesoy; a.g.e., s. 105.
751
Kinross; a.g.e., s. 461. Jevakhoff; a.g.e., s. 248. Kocatürk; a.g.e., s. 423 ve Zürcher; a.g.e., s. 65. Kazım
Karabekir istifa dilekçesinde; Bir yıllık Ordu Komutanlığım zamanında gerek teftişlerim sonucu verdiğim
raporlarımın, gerekse Ordumuzun yükselmesi ve güçlenmesi için sunduğum tasarılarımın dikkate
alınmadıklarını görmekle çok üzüntülüyüm. Üzerime düşen görevi mebus olarak daha vicdan rahatlığı ile
yapacağıma tam bir kanım olduğundan Ordu Komutanlığından istifa ettiğimi bildiririm. diye yazmıştır. Bkz.
Çavdar a.g.e., s. 293 ve Uğur Mumcu; Kazım Karabekir Anlatıyor, s. 143. Gazi, Nutuk’ta, I. Ordu Müfettişi
Kazım Karabekir Paşa’nın istifasına gerekçe olan raporları ve tasarılarının Gnkur.Bşk.lığınca incelendiğini,
içlerinden kabul edilebilecek ve uygulanabilecek gibi olanların gözönüne alındığını ve uygulandığını, ancak
uygulanması devletin gücünün üstünde olan ve ilmî bir değeri olmayıp hayalî ve keyfî olan tekliflerinin
dikkate alınmadığını belirtmektedir. Bkz. Nutuk II, s. 486.
752
Zürcher; a.g.e., s. 66.
253
ülkeyi fesada verenlere karşı askerlik görevinden istifa ederek Mecliste görev yapmak
istediğini ifade eder. Görüşme sonunda Fevzi Paşa da Ali Fuat Paşa’nın endişelerine ve
istifa talebine hak verir ve çok büyük bir üzüntüyle birbirlerinden ayrılırlar. Ali Fuat Paşa,
aynı gün Gnkur.Bşk.lığına vermiş olduğu dilekçede, milletvekilliği görevine başlayacağını
gerekçe göstererek II. Ordu Müfettişliği görevinden istifa eder. Aynı gün istifa dilekçesinin
bir suretini de Millî Savunma Bakanlığına gönderir.753
Ali Fuat Paşa, anılarında, Ankara’ya geldiğinde, II. Ordu Müfettişliği görevinden
ayrılmadan önce Gazi ile görüşmeyi düşündüğünü, fakat askerî sıfatının buna müsait
753
Cebesoy; a.g.e., s. 102-104. Kocatürk; a.g.e., s. 423 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 248. Cebesoy, anılarında;
askerlik görevinden ayrıldığını belirten dileçeyi verip Gnkur.Bşk.lığından ayrıldığında çok üzgün olduğunu,
bunun sebebinin de bir yıl önce Meclis İkinci Başkanlığından II. Ordu Müfettişliğine atanan kendisinin,
haberleşmesinin Hükümet tarafından kontrol edilmesi ve takip edilmesi nedeniyle istifaya mecbur olduğu ve
amiri bulunan Gnkur. Bşk.nın da bu meseleye bir çare bulamamış olduğunu belirtmektedir. Bkz. Cebesoy;
a.g.e., s. 104. Karaosmanoğlu’nun anılarında bu konuyla ilgili önemli tesbitler bulunmaktadır: Ankara ve
İstanbul basını arasındaki gergin hava daha da artmıştı. ............ Bir yandan İstanbul basının feveranları, öte
yandan da Meclisteki muhalif hizbin ardı arası kesilmeyen soru ve gensoruları ve bunlar nedeniyle çıkan acı
tartışmalar, çoğu kez sen-ben kavgalarına yol açan kaşılıklı suçlamalar; başbakan İsmet Paşa’nı sabır ve
tahammülünü aşıyor, taraftarları ile muhalifleri arasında şiddetli bir anlaşmazlık devam ediyordu. Böyle bir
ortamda, HF’de esaslı bir tasfiye yapmak tedbiri pek çoğumuza bu anarşik durumdan kurtulmanın tek çaresi
olarak görünmeğe başlamıştı. İçimizden ykılma tehlikesi ancak bu şekilde önlenebilirdi ve Cumhuriyet
Hükümetinin devrim kanunlarını uygulamak için ihtiyaç duyduğu istikrar ancak Partideki amaç birliğine
bağlıydı. Oysa HF, o zamanki haliyle bunun tam zıddı bir manzara gösteriyordu. Cumhuriyet ve Hilafet
kaldırılmıştı ama bu iki kurumun leh ve aleyhinde tartışmalar hala devam edip gidiyordu. Bu tartşmala
muhalefet hizbinin lideri sayılan Rauf Bey ile HF Genel Başkanı sıfatını taşıyan Hükümet Başkanı İsmet Paşa
arasında ve bunların taraftarları arasında öylesine şiddetli bir şekil alıyordu ki TBMM bazı günler Fransız
İhtilali önderlerinin birbirlerini bertaraf etmeye çalıştıkları Konvansiyon Meclisini andırıyordu. Üstelik
TBMM’de yaşanan bu çatışmalar tam bir kördöğüşünü andırıyordu. …… O halde mesele ne idi? Mesele,
Gazi’nin eski silah ve Millî Mücadele arkadaşlarıyla birleşmesi ve sadece İsmet Paşa’ya bağlanıp
kalmamasıydı. Bunu Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığını haber vermek üzere, Gazi’yi, heyet hainde
görmeye giden Hükümet Başkanı Rauf Bey ve arkadaşları açıkça ifadeden çekinmemişlerd. Rauf Bey bu
ziyarette Gazi’ye ‘‘Paşam, bu başarı (Lozan Barış Antlaşması) başta siz olmak üzere Kazım Karabekir, Ali
Fuat ve Refet Paşaların eseridir. Ben de aranızda bir arkadaşınız olarak çalıştım.’ der. Takiben Meclis İkinci
Başkanı Ali Fuat Paşa, Gazi’ye şunu sormuştu: ‘Şimdi senin havarilerin kimlerdi? Bunu anlayabilir miyiz?’
Yeni (dönemde) çalışmalarınızı paylaşanlar kimler olacaktır?’ Gazi de ‘Benim havarilerim yok. Ülkeye
kimler hizmet ve liyakat kudreti gösterirse havarilerim onlardır.’ diye cevap verir. Bu kouşmalarda Rauf
Bey’in Lozan Barış Antlaşması’ndan bahsederken İsmet Paşa’dan bahsetmemesi, Ali Fuat Paşa’nın sorusu
altında İsmet Paşa’ya dokunur bir kinayenin olması HF’nı ve dolayısıyla Meclisi ikiye bölen faktörlerin en
başında bir ‘İsmet Paşa allerjisini’ yer aldığını ispat etmez mi? Ve buna temelleri henüz yeni atılmış Türkiye
Cumhuriyeti devletinin yapısında şimdiden birtakım yarıklar açan siyasî rekabetten başka ne mana
verilebilirdi.? Üstelik bu rekabet ve iktidara geçme yarışı, her şeyden önce bir fikir ve ilke birliğine
dayanması gereken devrim partisinin içinde başgöstermiş bulunuyordu. Bu düşüncelerle HF’nı tehdit eden
hizipleşmeye karşı, çare bulmak üzere Çankaya’da gizli bir toplantı yapıldı. HF’den ihraç edilmesi düşünülen
muhalif milletvekilleri belirlendi. Bu sayı o denli fazlaydı ki Gazi ‘Bu listeye göre bir tasfiye yaptığımız
takdirde Mecliste azınlıkta kalacağız.’ der. …. Ancak muhalif bir parti kurmak üzere Kazım Karabekir Paşa
ile Ali Fuat Paşa’nın peşpeşe Ordu Müfettişliği görevlerinden istifa etmeleri Gazi tarafından HF içinden
muhalif unsurların ihraç edilmesi projesine de ihtiyaç bırakmamıştır. Bkz. Karaosmanoğlu; a.g.e., s. 67-76.
254
olmadığı için ancak görevinden istifa ettikten sonra böyle bir görüşmenin mümkün olacağı
kanaatine vardığını belirtir.754 Gazi de, Nutuk’ta, 30 Ekim günü II. Ordu Müfettişi Ali Fuat
Paşa’nın Konya’dan geldiğinin kendisine bildirildiğini, eski silah arkadaşlarıyla aralarında
büyüyen uçurumu kapatmak amacıyla, Ali Fuat Paşa’yı akşam yemeği için Çankaya’ya
davet etmiş olduğunu, geç vakte kadar beklemesine karşın Ali Fuat Paşa’nın gelmediğini,
onu aratırken Ali Fuat Paşa’nın Ankara’ya geldiğinde Rauf Bey tarafından Ankara
İstasyonu’nda karşılanmış olduğunu, Millî Savunma Bakanlığına ve Gnkur.Bşk.lığına
gitmiş olduğunu, orada bir süre Fevzi Paşa ile görüştüğünü, Fevzi Paşa’nın yanından
çıkarken, O’nun yaverine, milletvekilliği görevine başlayacağı gerekçesiyle II. Ordu
Müfettişliği görevinden istifa ettiğini belirten dilekçeyi bıraktığını belirtmektedir.755 Ali
Fuat Paşa ise anılarında, Gazi tarafından yemek daveti için aratılmış olmasına rağmen
kendisinin bulunamaması konusunda, kendisinin böylesi bir davetten haberdar olmadığını
ve Gazi’nin etrafındakilerin kasten davetten kendisini haberdar etmediklerini ifade eder.756
Zürcher ise, Ali Fuat Paşa’nın Çankaya’ya davet edilmesi konusunda Gazi tarafından
görevlendirilen kişilerin Ali Fuat Paşa’yı bulamadıklarının gerçekçi olmadığını, Ali Fuat
Paşa’nın tanınmış bir milletvekili olan Saffet (Arıkan) Bey’in evinde kaldığı dikkate
alındığında Paşa’nın bulunulamamış olmasının tuhaf olduğu, herş ey bir yana Ali Fuat Paşa
gibi ünlü bir şahsiyetin o günlerin Ankara’sında bulunamış olduğuna ilişkin argümanın
gerçekten çok gülünç olduğunu, bu durumun daha ziyade HF’ndaki radikal ya da İsmet
Paşa yanlısı milletvekilllerinin, Cumhurbaşkanı ile HF’deki ılımlıların arasında bir uzlaşma
olmasını önleme girişimine benzediğini, amaç bu ise başarılı olunduğunu, çünkü Gazi’nin,
Ali Fuat Paşa’nın
Çankaya’ya
gelmemesini
düşmanca
bir
tutum
olarak
değerlendirdiğini ifade edilmektedir.757
754
Cebesoy; a.g.e., s. 102-104.
755
Nutuk II, s. 486-487
756
Cebesoy; a.g.e., s. 105. Kinross; a.g.e., s. 461 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 248.
757
Zürcher; a.g.e., s. 66-67. Bu konuda dönemin canlı tanıklarından Gazi çizgisinde gazetecilik ve siyaset
yapan Karasomanoğlu, hatıralarında önemli tespitlerde bulumaktadır. Karaosmanoğlu anılarında, Ali Fuat
Paşa’nın 30 Ekim 1924 akşamı Gazi’nin Çankaya’daki yemek davetine iştirak etmemesi/edememesi üzerine
Gazi’nin kendisine karşı bir Paşalar Komplosu olduğu sanısıyla ilgili olarak Gazi’nin ve kendisinin Ali Fuat
Paşa’nın kandırıldığını ve siyasî ihtiraslarının esiri olduğunu düşünmekle yanıldıklarını ifade etmektedir.
Karasomanoğlu anılarında bunları şu şekilde ifade etmektedir: Ali Fuat Paşa, kendisini Ankara İstasyonu’nda
karşılayan muhalefet erkânından ayrılır ayrılmaz kendisi Moskova Büyükelçisiyken, Büyükelçilikte askerî
255
30 Ekim 1924 tarihinde Mecliste eleştirilerin sertleşmesi, aynı gün Ali Fuat Paşa’nın
milletvekilliği görevine dönmek üzere II. Ordu Müfettişiliği görevinden istifa etmesi ve
aynı akşam Gazi’nin Ali Fuat Paşa’yı Çankaya’da yemeğe davet etmesine rağmen Ali Fuat
Paşa (böyle bir davetten haberdar olmadığını ve Gazi etrafındaki art niyetli kimilerinin
kasıtlı olarak kendisini haberdar etmediğini belirtmesi nedeniyle)’nın Çankaya’daki yemek
davetine gel(e)memesi üzerine, Gazi, kendisine karşı bir Paşalar Komplosu olduğu
endişesine kapılır.758 Gazi’ye göre bu, bir yılı aşkın bir süredir kurulan bir komploydu ve
komplocular da Ordunun desteğini kazanarak iktidarı elde etmeye çalışıyorlardı. Rauf Bey
ataşe olarak görev yapmış olan Saffet (Arıkan) Bey’in evine gider. Saffet Bey, hem Gazi’nin yakınlarından,
hem de Yemen’de birlikte görev yapmış olmaları münasebetiyle İsmet Paşa’nı yakın dostlarındandı. Ali Fuat
Paşa, bu duruma rağmen, İstasyon’dan ayrıldıktan sonra doğruca Saffet Bey’in evine gitmekte hiçbir sakınca
görmemiştir. Saffet Bey de o akşam Çankaya’ya davetlidir. Ali Fuat Paşa, Saffet Bey’e, o gün mutlaka Gazi’yi
görmek istediğini belirtmiş, Gazi’ye karşı diğer politika arkadaşlarının yaptığı gibi küskün bir tavır almak
kararında olmadığını ifade etmiş ve o akşam Köşk’e davetli olan Saffet Bey’den bu husuta kendisi için
aracılık yapması konusunda ricada bulunmuştu. Fakat Ali Fuat Paşa geç vakitlere kadar beklediği halde bu
ricasının yerine getirildiğine dair bir haber alamamıştır. Neden? Niçin? Ali Fuat Paşa (hatıralarında) bu
olay üzerinde durmaz. En usta dedektifleri bie şaşkına düşürecek kadar karışık bir olaydı bu. Düşününüz bir
kere; biri Devlet Başkanı, diğeri Ordu Müfettişi konumunda iki eski arkadaş o zamanın Ankara’sı gibi avuç
içi kadar küçük bir kasabada birbirini arapıp buluşamıyor. Her ikisi arasında kalın ve ağır bir perde gerili
duruyor. Kim germişti bu perdeyi. Hangi gizli eller.? Yıllar geçmesine karşın hiç kimse bunu kesin olarak
bilememiştir. Gerçi o günlerde Meclis kulislerinde dolaşan bazı söylentiler, bu olayın İsmet Paşa’nın bir
tertibi olduğu şüphesini uyandırıyordu. Fakat İsmet Paşa böyle bir oyuna neden tenezzül etsin ki? İsmet Paşa,
Gazi ile Ali Fuat Paşa’nın görüşmelerini engellemekle ne kazanacakt? Ya da buluşsalardı bile İsmet Paşa
bundan niye rahatsız olsundu ki? Bu sorulara muhalefet cephesinden gelenler şöyle cevap veriyordu. Ali
Fuat Paşa, Konya’dan geldiğinde, ilk iş olarak, Gazi ile Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Refet Paşa’nın
arasını bulmağa karar vermişti. Bu konuda da Gazi’nin kendisi hakkında beslediği hislere güvenerek bu
girişiminde başarılı olacağını ümit ediyordu. Kaldı ki adı geçen kişilerin muhalefeti doğrudan doğruya
Gazi’ye yöneltilmiş değildi ve hepsinin de arzusu Gazi ile anlaşmaya varmaktı. Fakat böyle bir anlaşma İsmet
Paşa’nın işine gelirmiydi? Gazi’nin Millî Mücadele ve eski silah arkadaşlarıyla arası düzelirse, İsmet Paşa
artık devlet işlerinde ‘en gerekli’ ve ‘hizmeti ülkeye nimet yegâne vazgeçilmez adam’ vasfını kaybetmez
miydi? İşte, Başbakan İsmet Paşa böyle bir kuruntu içindedir ki, ne yapmışsa yapmış, Gazi ile Ali Fuat
Paşa’nın buluşup uzlaşmasını öneleyecek tedbirleri almıştır. Nitekim Refet Paşa bu görüşü, TBMM
kürsüsünde şu şekilde ifade etmiştir: Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşlarının, sadece uygulama (icraat)
konusunda aralarında meydana gelen görüş ayrılığından faydalanarak aralarını daha çok açmak ve
kendilerini çok önemli birer şahsiyet göstermek fikrini takip eden insanların aynı tarz düşünüşün eser ve
izlerini şimdi de (Hâkimiyet-i Milliye gazetsinde Y.K. Karaosmanoğlu, Cumhuriyet gazetesinde de Yunus
Nadi tarafından) yazılan makalelerde görmekteyiz. ........ Bize ‘Rauf Bey ve şürekâsı’ diyorlar. Bunu
reddederim. (Ortada) Sadece Mustafa Kemal ve arkadaşları vardır. Karaosmanoğlu, yine anılarında, bizzat
yaşadığı bir olayla Gazi’nin Ankara’da birini aratıp bulduramamasının ne kadar imkânsız olduğuna değiniyor.
Şöyle ki; Ankara’nın epeyce kalabalıklaştığı ve büyük bir şehir halini almaya başladığı yıllarda ailece
İstanbul’da bulunduğu bir sırada, bir özel işi için birkaç günlüğüne Ankara’ya geldiğinde Ankara Palas
Oteli’ne gittiğini, akşam yemeğinden sonra vaktini geçirmek için sinameya gittiğini, bu konuda otel
görevlilerine de bilgi vermediğini, bununla beraber ne sihirdir, ne keramet, sinemada film başlayacağı sırada
ışıklar henüz sönüp beyaz perdede gölgeler henüz harekete başladığında, karanlığın içinde birinin kulağına
doğru eğilip ‘sizi Köşk’ten bekliyorlar.’ dediğini ifade etmektedir. Bkz. Karaosmanoğlu; a.g.e., s. 64-67.
758
Tunçay; a.g.e., s. 101. Cebesoy; a.g.e., s. 105. Kinross; a.g.e., s. 461 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 248.
256
milletvekilleri arasında destek bulmaya çalışırken Kazım Karebekir Paşa ve Ali Fuat Paşa
Ordudaki komutanları kendi yanlarına çekmeye çalışıyorladı. Sonunda Musul Bunalımı
esnasındaki gelişmeler açısından, Ordunun teyakkuz haklinde bulunması gereken bir anda
görevlerini terk etmişlerdi.759 Nutuk’ta da ifade edildiği üzere, Kazım Karabekir Paşa ile
Ali Fuat Paşa’nın istifasını, generallerin Rauf Bey ile birlik olarak, Ordunun da desteğiyle
kendisini devirmek için hazırladıkları büyük bir komplo gibi görür.760 Dönemi ayrıntılı
olarak inceleyen Zürcher ise, (29.04.1924 tarihinde mebusluktan istifa eden) Refet Paşa’nın
milletvekili olarak istifasını geri çekmesiyle birlikte, Meclisteki gensoru önergesinin ve
Ordudaki istifaların, Anayasal bir muhalefetin en avantajlı şartlarda kurulabilmesi
amacıyla, en azından Eylül ayından beri geliştirilen bir planın aşamaları olduğuna kuşku
759
760
Zürcher; a.g.e., s. 68.
Nutuk II, s. 487. Jevakhoff; a.g.e., s. 248 ve Zürcher; a.g.e., s. 161-167. Gazi, Nutuk’ta bu konu hakkında
şu ifadeleri dile getirmektedir: Bir sene evvelden Rauf Bey’in Hükümet Başkanlığından çekildiğinden beri,
Rauf Bey, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Rafet Paşa ve saire arasında bir tertip düşünülmüştür.
Bunda muvaffak olabilmek için Orduyu ele almak lüzumlu görülmüştür. Bu maksatla Kazım Karabekir Paşa
Birinci Ordu Müfettişliğine tayin olduktan sonra, eski komutanlık bölgesi olan, Doğu Vilayetlerinde
dolaşırken, Ali Fuat Paşa da politikadan hazzetmediğini ve hayatını askerlik mesleğine vermek istediğini ileri
sürerek, İkinci Ordu Müfettişliğine gitti. Üçüncü Ordu Müfettişi olan Cevat Paşa’nın bu Müfettişliğe bağlı
kolordunun komutanı olan Cafer Tayyar Paşa’nın aynı tertibe katılabileceklerini kabul ettiler. İstifalardan
önce, bazı kumandanların kendileriyle beraber hareketlerini sağlamak için çalıştılar. Harekete politika
yolundan geçeceklerdi. Siyasî sahada ve Orduda hazırlıklarını kâfi addediyorlardı ……… İkinci Grup
mensupları vasıtasıyla, bütün memlekette milleti aleyhimize kışkırtmak için çalışmak fırsatını buldular.
Memleket içinde bazı gizli teşkilat ve teşebbüslere de geçtiler. İstanbul’da Vatan, Vakit, Tevhid-i Efkâr ve Son
Telgraf ve Adana’da Abdülkadir Kemal-i Bey tarafından çıkarılan gazetelerle birleştiler. ……… Memleket
kamuoyunda genel bir kargaşalık yarattılar. ……… İngiltere’nin ültimatomlarına, malum olduğu veçhile
cevap verdik. Savaş ihtimalini göze aldık. İşte bahsettiğimiz kimseler, bu çetin anda, bir yabancı devletin bize
hücum edeceği zamanda kendilerinin de bize hücum ederek, hedeflerine kolaylıkla varabilecekleri hayaline
kapıldılar. Savaşa hazırlıklı bulundurmak zorunda oldukları Ordularını başsız bırakıp, vaktiyle
hoşlanmadıklarını söyledikleri politika sahasına koştular. Bkz. Nutuk II, s. 487. Özdağ, Gazi’nin Nutuk’ta
Paşalar Komplosu bahsiyle dillendirildiği olayın öznesi olan Paşaların, Gazi’nin söylemlerinin aksine
iktidardan uzaklaşmamak için Orduyu kendilerine bağlamak üzere nasıl çalıştıkları konusunda pek açık bilgi
olmadığını, ancak Gazi ve Cumhuriyet siyasal elitinin bahse konu Paşaları sıkı takip ve kontrol altına
aldıklarına dair bilgilerin mevcut olduğunu, H.Rıza Soyak’ın da anılarında belirttiği üzere Hükümetin bahse
konu komutanları kontrole başladığını, Gazi’nin Paşalar Komplosu diye nitelendirilen Kazım Karabekir ve
Ali Fuat Paşaların Ordu Müfettişliklerinden. istifa ederek Meclise dönmelerinin, Gazi tarafından Ordunun ele
geçirilmesi ve adı geçen Paşalara manevra alanı bırakılmaması üzerine yenilgiye uğradıklarını anlayan
Paşaların muhalefete Mecliste devam etme kararı aldıklarını, fakat Gazi’nin bu istifaları duyduktan sonra
gösterdiği tepkinin ve Ordudaki komutan milletvekillerinden (aynı zamanda milletvekili statüsüne de sahip
olan komutanlardan) istifa etmelerini istemesi dikkate alındığında Gazi’nin dahi ilk adımda Ordunun ele
geçirildiğini veya bilgisi dışında gelişen olaylar sonucunda Ordunun üzerindeki hâkimiyetini yitirdiği
düşüncesiyle ve Paşaların istifasıyla Meclisteki muhalefetin müşterek bir komplo hazırladıklarını
düşündüğünün anlaşıldığını, Paşaların Ordudan istifaları sonucu Ordunun tam anlamıyla Gazi’nin
hâkimiyetine girdiğini ve Orduda Gazi’ye direnebilecek ve rakip olabilecek komutan kalmadığını ifade
etmektedir. Bkz. Özdağ; a.g.e., s. 55-56.
257
olmadığı, öte yandan Rauf Bey ve diğerlerinin, Ordunun yardımıyla iktidarı elde etmeyi
akıllarından bile geçirdiklerine inanmanın çok güç olduğunu, böyle bir şeyi düşünmüş
olsalardı Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa’nın Ordudaki hâkim mevkilerini terk
etmelerinin çok akılsızca bir adım olacağını, çünkü böylesi bir durumun (askerî
görevlerinden ayrılmış olmaları nedeniyle Ordu üzerindeki etkinliklerinin azalacağı için)
artık sadece subay arkadaşları arasındaki saygınlıklarına güvenmek zorunda kalmaları
anlamına geleceği belirtilmektedir 761
Gazi’nin bir komplo olarak değerlendirdiği bu gelişmelere karşı tepkisi son derece hızlı ve
etkili oldu. Gazi, Ordunun bu durumda oynayacağı kilit rolü dikkate alarak, Ordu üst
düzeyinin kendisine bağlılığından emin olmak için harekete geçti.762 Gazi, Ordunun kesin
olarak siyasetten uzak kalmasını sağlamak üzere harekete geçerek Fevzi Paşa ile Ordu
Müfettişliği ve Kolordu Komutanlığı görevinde bulunan 7 generalden, Meclisteki
milletvekilliği görevlerinden istifa etmelerini istedi. Fevzi Paşa da, buna uymak için
milletvekilliğinden çekildi. Bunun üzerine Gazi, Ordu Müfettişliği ve Kolordu Komutanlığı
görevinde bulunan 6 generali telgraf başına çağırtarak, kendilerine derhal TBMM
Başkanlığına, milletvekilliğinden istifa ettiklerine dair telgraf çekmelerini emreder.
İçlerinden sadece III. Ordu Müfettişi Cevat (Çobanlı) Paşa ile 7. Kolordu Komutanı Cafer
Tayyar (Eğilmez) Paşa’nın Ordudan ayrılarak yasama (milletvekilliği) görevini tercih
edeceklerini belirtmeleri üzerine adı geçen komutanların askerî vazifelerine son verilir.763
Gazi tarafından Nutuk’ta Paşalar Komplosu olarak ifade edilen bu olaydan sonra, Orduda
Gazi’ye muhalefet edebilecek hiçbir yüksek rütbeli komutan kalmamış ve Ordu üzerindeki
denetimini pekiştirmişti. Refet (Bele), Halit, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Ali İhsan (Sabis)
ve Cafer Tayyar Paşalar da siyasete atılmışlardı.764 Kayalı da, Orduda açık olan görevlere
(kadrolara) kendi istediğini tayin ettirme ve diğer önemli mevkidekilerin istifasının
761
Zürcher; a.g.e., s. 67.
762
A.g.e., s. 67.
763
Cebesoy; a.g.e.; s. 105. Kinross; a.g.e., s. 461. Tunçay; a.g.e., s. 113. Nutuk II, s. 490-495. Jevakhoff;
a.g.e., s. 248 ve Altay; a.g.e., s. 379-382. Yeni kabul edilen Anayasa’ya göre bir kişi üzerinde milletvekilliği
ile devlet memuriyetinin birleşmesi mümkün değildi. Bu nedenle, bu durumda olan kişilerin bir tercihte
bulunmaları gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa özellikle Ordu mensubu olan milletvekillerinin,
milletvekilliğinden istifa ederek asli görevlerine dönmelerini istedi. Bkz. Koçak; a.g.m., s. 175
764
Mazıcı; a.g.e., s. 73-74. İlave bilgi için bkz. Tunçay; a.g.e., s. 110-113 ve Zürcher; a.g.e., s. 68.
258
sağlanılmasının, Ordu yoluyla muhalefet yapılması korkusunun bir tezahürü de olsa,
temelde Orduyu, Gazi’nin mensup olduğu politik akımın destekçisi durumuna getirme
sonucunu doğurduğunu belirtmektedir.765
Öte yandan, Gazi’nin emriyle, Millî Müdafaa Vekili tarafından, Ordu Müfettişliği
görevlerinden istifa eden Kazım Karabekir Paşa ile Ali Fuat Paşa’nın da istifa ettikleri
askerî görevlerine devir ve teslim işlemlerini yapmadıkları gerekçesiyle (gensoru
görüşmeleri tamamlanıncaya kadar) Meclise katılmalarının engellenmesi cihetine
gidilmiştir.766 Bu çerçevede, Millî Müdafaa Vekilinden 31 Ekim 1924 tarihinde Ali Fuat
Paşa’ya hitaben gönderilen tezkerede, Ali Fuat Paşa’nın, kendisinin yerine II. Ordu
Müfettişliği görevine atanan ve halefi durumundaki Fahrettin (Altay) Paşa’ya görev devir
ve teslimi yaptıktan sonra Meclisteki görevine dönebileceği bildirilmişti. Aynı gün Millî
Müdafaa Vekili imzalı bir başka tezkere de Kazım Karabekir Paşa’ya gönderilerek,
I.
Ordu Müfettişliğine atanan Sait Paşa’nın Erzurum’dan Ankara’ya gelinceye kadar Kazım
Karabekir Paşa’nın (26 Ekim 1924 tarihinde I. Ordu Müfettişliği görevinden istifa etmesini
takiben 4-5 gündür Meclisteki oturumlara iştirak eden ve oy dahi kullanmış olmasına
rağmen) Meclisteki görevine başlamaması ve Meclise katılmaması bildirilmişti. Ertesi gün
de Gnkur.Bşk. Fevzi Paşa imzalı olarak II. Ordu Müfettişliğine gönderilen bir tezkerede,
Ali Fuat Paşa’nın görev dönemine ilişkin tecrübe ve değerlendirmelerini içeren ve halefi
Fahrettin Paşa’ya teslim edilmesi gereken görev devir ve teslim muhtıralarının ülke
savunması ve seferberlik hazırlıkları bakımından çok önemli olduğu belirtilerek bunların
halefine devri istenmişti. Ali Fuat Paşa, hatıralarında; ortada halefe devredilecek herhangi
bir şey olmadığını, bahse konu muhtıraların II. Ordu Müfettişliği Karargâhında muhafaza
edildiğini, Hükümetin, Kazım Karabekir Paşa ve kendisinin bir süre Mecliste
bulunmamasını istenmesinin, İsmet Paşa Kabinesinin 30 Ekim’de başlayan ve daha ne
kadar süre devam edeceği ve nasıl bir sonuca varacağı bilinmeyen bir gensoru dönemine
tesadüf etmesinden ileri geldiğini ifade etmektedir. Görev devir ve teslim işlemlerinin
tamamlanması sonucu Ali Fuat Paşa 10 Kasım’da Kazım Karabekir Paşa da ancak 23
765
Kayalı; a.g.e., s. 46.
766
Tunçay; a.g.e., s. 101.
259
Kasım 1924 tarihinde Meclise girebilmişti.767
Rauf Bey, Cumhuriyetten yana olduğunu bir kez daha ilân ederek arkadaşlarıyla birlikte bir
askerî darbe hazırladığı iddiasını gülünç olarak niteledi. Ordunun siyasete karışmasına
üzülenlerin başında kendisi geliyordu. Şimdi ülkeye bu kadar hizmette bulunmuşken, çıkıp
da
kendi
başına
hükümet
kurmaya
kalkacak değildi herhalde. Bütün istediği,
Anayasa’ya göre Meclisin elinde bulunan iktidarın herhangi bir grubun tekeline girmesini
önlemekti.768
İsmet Paşa 5 Kasım’da sadece gensoru konusunda değil, Hükümetin tüm icraatı ve
düşünceleri konusunda geniş bir müzakere açılmasını teklif etmiş, bu teklif de Meclis
tarafından kabul edilmişti. Hükümete ait çevreler, Kabinenin zayıf taraflarını kabul etmekle
beraber, kuvvetli gensoru esnasında tasfiye yapılmayacağını, bunalımın aşılmasını takiben
tasfiyeyi kendilerinin yapacağını etrafa yaymışlardı. 9 Kasım 1924 tarihinde yapılan güven
oylamasında Hükümet, 147 milletvekilinden güvenoyu almış, 19 milletvekilinden de
güvensizlik oyu almıştır. Güven oylamasında 1 kişi çekimser kalmış, 41 kişi de oylamaya
iştirak etmemişti.769
Hükümeti eleştirme konusunda ön planda olanlar ve sonuçta HF Hükümetine güvensizlik
oyu verenler artık CHF’de kalamayacaklardı. Hükümet yanlıları da bu milletvekillerinin
tasfiye edilmesini istiyorlardı. Güven oylamasında 19 milletvekilinin Hükümete karşı
güvensizlik oyu kullanması üzerine artık yeni bir partinin kurulacağı anlaşılmıştı. Yeni
partinin de kimilerinin, bilhassa İsmet Paşa’nın beklediği gibi muhafazakâr bir fırka değil,
aksine daha fazla yeniliğe taraftar bir fırka olarak meydana çıkmağa hazırlandığı
767
Cebesoy; a.g.e., s. 106-108. Kazım Karabekir Paşa’nın MSB’nın 31.10.1924 tarihli yazısına itirazî
mahiyette Meclis Başkanlığına verdiği dilekçe için bkz. TBMM ZC Devre: II, C. X, s. 20-21. Ancak bahse
konu dilekçeye konu olan talep Meclis Başkanlığı tarafından kanbul görmemiştir. Araştırmacının notu. Nutuk
II, s. 495-498. Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa askerlik mesleğinden değil, Ordu Müfettişliği
görevlerinden istifa etmişlerdi. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 114.
768
Kinross; a.g.e., s. 461. HF cenahında ise tek parola vardır: Cumhuriyeti savunmak. Recep Bey Şimdi
işleyebileceğimiz en büyük hata tereddüt göstermek ve kararsız olmaktır. Kimse, bunun bizi nereye
götüreceğini kestiremez. demektedir. Artık saygınlık ve eski arkadaşlık argümanı işe yaramaz. Jevakhoff;
a.g.e., s. 249.
769
Cebesoy; a.g.e., s. 108-111. Nutuk II, s. 499-526. Mango; a.g.e., s. 484. Tunçay; a.g.e., s. 101. Aydemir;
Tek Adam Mustafa Kemal (1922-1938), C. 3, s. 165 ve Zürcher; a.g.e., s. 71.
260
anlaşılıyordu. Bu arada CHF’nin radikalleri de karşı taarruza geçmişler ve Hükümeti sık sık
tenkit edenler ve ona sık sık soru soranlar Cumhuriyet aleyhtarısınız Haydi şunu itiraf
edinîz. şeklinde tertiplenmiş bir planla baskı yapmışlardı. Bu baskı politikası esnasında
epeyce geniş olan muhalefet cephesi adeta çözülmüş ve Kabineden hesap sormayı
unutmuştu. Cumhuriyet aleyhtarı diye teşhir edilenlerle bir görünmemek için zayıf ruhlu
muhaliflerin çoğu tavır değişikliği yoluna gitmiş, Kabine çoğunluk kazanmıştı. Bu baskı
manevrasının şiddeti kapsamında ancak ilkeli olanlar ilk aşamada, Kabineye güvensizlik
belirterek HF’den ayrılacaklardır.770
9 Kasım 1924 tarihindeki güven oylamasında bu 19 muhalif oyu kullanan milletvekilleri,
cumhuriyet tarihinde ilk kez siyasal muhalefeti oluşturan TpCF’nin kurucularıydı. Durum
böyle olunca HF daha titiz ve duyarlı araştırma yoluna giderek, Fırka’nın prensiplerine
yabancı görülen, hatta iki yanlı siyaset izleyen Rauf Bey’in HF’den ihracı düşünülmüştü.
Rauf Bey de birliğin bozulduğunu ve bunu sürdürme imkânının kalmadığını anlayınca 10
Kasım 1924’te 10 arkadaşıyla, bundan üç gün sonra Ali Fuat Paşa ve Niğde milletvekili
Hazım Bey, beş gün sonra Mersin milletvekili Besim Bey, İzmir milletvekili Şükrü Bey,
Erzurum milletvekili Münir Hüsrev Bey, Eskişehir milletvekili Arif Bey, Afyon
milletvekili Kamil Bey, bir hafta sonra Trabzon milletvekili Ahmet Muhtar Bey, Erzurum
milletvekili Hoca Faik Efendi, 10 gün sonra Trabzon milletvekili Rahmi Bey, Saruhan
milletvekili Abidin Bey, Kars milletvekili Ömer Bey, 12 gün sonra da Bursa milletvekili
Osman Nuri Bey ve Ertuğrul milletvekili Halil Bey HF’den istifa ettiler. 26 Kasım 1924
tarihinde Kazım Karabekir, ertesi gün Eskişehir milletvekili Abdullah Azmi Hoca, 7
Aralık’ta da Edirne milletvekili Cafer Tayyar Paşa HF’den istifa etmişlerdi.771 HF’den
ayrılan milletvekilleri, sık sık toplantılar yaparak, yeni bir partinin kurulmasına karar
vermişlerdi. Parti’nin hedefi iktidara gelmek değil, muhalefet partisi kurarak iktidar ile
birbirini tamamlayacak bir manzume teşkil etmekti. Yeni partinin Cumhuriyet adını
alacağını duyan HF cenahı, 10 Kasım 1924 tarihinde HF’nin adının Cumhuriyet Halk
770
Cebesoy; a.g.e., s. 112-112.
771
Mazıcı; a.g.e., s. 79-80 ve Zürcher; a.g.e., s. 74.
261
Fırkası (CHF) olmasını kabul etmişti.772
CHF içinde başgösteren ayrılık nedeniyle Parti’nin tanınmış üyelerinden bazıları CHF’den
ayrıldıktan sonra, 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası adı altında
yeni bir siyasî parti kurdular.773 TpCF’nin başlıca kurucuları Ali Fuat, Kazım Karabekir,
Refet Paşalar ile Rauf ve Adnan Beyler idi.774 Partinin temeli her ne kadar Birinci Gruba ve
HF’ye dayansa da, sonradan değişik kesimlerden birçok grubun Parti’ye girdiği
772
Cebesoy; a.g.e., s. 113. Jevakhoff; a.g.e., s. 249. Kocatürk; a.g.e., s. 425. Tunaya; a.g.e., s. 560 ve Mango;
a.g.e., s. 485. Çeşitli vesilelerle monarşist olmakla suçlanan Rauf Bey liderliğindeki muhalefetin kendisini
cumhuriyetle özdeşleştirecek bir isimde parti kurması ihtimalinin HF’nin radikal kanadı tarafından tahammül
edilmez bir durum olarak yorumlanacağı kesindi. TpCF’nin 17 Kasım tarihinde kurulduğu dikkate alınırsa, 10
Kasım’da HF’nin isminin önüne cumhuriyet eklenerek CHF’ye dönüştürülmesine yol açan etken, muhaliflerin
kuracağı partide cumhuriyet isminin kelimesinin geçeceğine dair söylentiydi. Bkz. Zürcher; Terakkîperver
Cumhuriyet Fırkası, a.g.e., s. 77-78 ve Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 245-246. HF’nin isminin
CHF olarak değiştirilmesi konusunda ilave bilgi için bkz. Okyar; a.g.e., s. 352 ve Zafer Toprak; Cumhuriyet
Fırkasının İkinci Büyük Kongresi”, Toplumsal Tarih Dergisi, S. 106, Ekim 2002, s. 43 ve Atay; a.g.e., s. 395.
773
Karpat; a.g.e., s. 59. Kocatürk; a.g.e., s. 425. Kongar; a.g.e., s. 143. Ahmad; a.g.e., s. 74. Aybars; a.g.e.,
s. 56-57. Türkdoğan; Kemalist Sistem ve Sosyolojik Yapısı,. s. 227 Tunaya; a.g.e., s. 606. TpCF’nin başkanı
ve kurucuları için; Bu konuda Mango; Hepsi Türk milliyetçisi ve çoğu çağdaşlaşma yanlısıydı. Aralarındaki
tek ortak nokta, Mustafa Kemal’in Başvekil İsmet Paşa aracılığıyla kullandığı iktidar tekeline karş çıkmaktı.
demektedir. Mango; a.g.e., s. 485. Alkan, TpCF’nin ortaya çıkmasındaki ana sebep olarak, CHF’nin iç
siyasette Tek Partili egemenliği tesis etmek arzusuna muhalefet olduğu kadar, Millî Mücadelede emeği ve
kıdemi bulunan TpCF kurucularının yeni siyaset sisteminden dışlanması olarak da yorumlanabileceğini ifade
etmektedir. Bkz. Ahmet Turan Alkan; “Meşrutiyetten Cumhuriyete Ordu ve Siyaset İlişkileri”, Türkler, C. 14,
s. 778. Kandemir; a.g.e., s. 141. Zürcher de, TpCF’nin kuruluş dilekçesi Dahiliye Vekaletine götürüldüğü
zaman CHF’nin keskinliğiyle ünlü isimlerinden biri olan Recep (Peker) Bey Dâhiliye Vekili olup, Recep
Bey’in TpCF delegasyonunu nezaketle, hatta dostça karşılaması ve kayıt işlemleri sırasında hiçbir güçlük
çıkarmamasının oldukça şaşırtıcı olduğunu belirtmektedir. Bkz. Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası,
s. 79.
774
Kocatürk; a.g.e., s. 425 ve Kandemir; a.g.e., s. 141. TpCF’nin önderlerinden Ali Fuat Cebesoy, TpCF’nin
kuruluş sebeplerini şu şekilde ifade etmektedir: (sedeleştirilerek yazılmıştır) Cumhuriyetin ilânından sonra,
benim görüşüm, kurulacak olan partilerden birinin başında değil, bütün partilerin üstünde Atatürk'ün
bulunacağı düşüncesiydi. Hâlbuki Atatürk ülkede gerçek bir reform ve kalkınma yapacak bir partinin başında
bulunmayı çok arzu ediyordu. Bu isteğini yerine getirdi. Cumhuriyet Meclisinde yalnız onun partisi vardı.
Atatürk gibi tarihî bir lidere karşı hiç kimse parti kurmaya cesaret edemiyordu. Bu yüzden, Hükümet Meclis
denetiminden mahrum kalmıştı. Bu durum çok devam edemezdi. Düşündük; ülkede son bir hizmet daha
yapabilmek için, o zaman işgal ettiğimiz önemli mevkileri bırakarak, sırf BMM’de denetim durumunda
kalmak şartıyla 'Cumhuriyet' ismini verdiğimiz bir parti kurduk. O zamanki Cemiyetler Kanunu gereğince,
dışarıda teşkilâtı olmayan bir parti kurulamazdı. Biz de, yalnız İstanbul'da bir teşkilât yaparak, Terakkîperver
Cumhuriyet Fırkasını kurduk. Meclisten bize 80 kadar mebus gelmek istediyse de, bizim hedefimiz iktidara
geçmek değil, aksine muhalefette kalmaktı. Bunun için 38 kişi ile yetindik. Bu 38 kişi aynı zamanda kayıtsız
şartsız Atatürk ilkelerini kabul etmiş kimselerdi. HF, anlamadığımız bir sebepten dolayı, bir (bu) isim altında
parti teşkil edilemeyeceği hakkında bir kanun çıkarttı ve kendisine CHF adını verdirdi. Pek tabiîdir ki, bunun
üzerine biz de TpCF ismini aldık. Bkz. Muhittin Nalbantoğlu; “Cumhuriyet Devrinde İlk Muhalefet Partisini
Kuran Ali Fuat Paşa Anlatıyor (2)” Yeniçağ, 1.5.2006.
262
görülmektedir.775 TpCF, İstanbul basını (Vatan, Tanin ve Tevhid-i Efkâr gazeteleri)
tarafından geniş ölçüde destekleniyordu.776
TpCF’nin
kurulması
aşamasında
CHF,
artık
milletvekillerinin
izinsiz
gensoru
veremeyecekleri hakkında bir karar vermişti. CHF’nin bu kararıyla, hem iktidarın, hem de
muhalefetin denetim yapma silahı elinden alınıyordu. CHF tarafından ayrıca, yeni Fırkayı
teşkil edecek milletvekillerinin de, milletvekilliğinden çekilmesi istenmişti. Ali Fuat Paşa
anılarında, bu milletvekillerinin Müdafaa-i Hukuk adayı olarak seçildiklerini, Müdafaa-i
Hukuk ilkelerinden ayrılanların bu milletvekilleri değil, CHF mensupları olduğunu
belirtmektedir.777 Yine Ali Fuat Paşa’nın anılarında, yeni partinin demokratik olduğu kadar
yenilikçi, yapılan ve yapılacak inkılâplar taraftarı olmasına çok dikkat edildiğini, bu
nedenle parti mensubu milletvekili mevcudunun 30’dan fazla olmamasına karar verildiğini,
muhafazakâr milletvekilleri de partiye alındığı takdirde yeni partinin mevcudunun 80’i
bulacağını, bütün gayelerinin iktidar ile muhalefetin birlikte çalışmasını sağlamak olduğunu
ve iktidara gelmek için parti kurmadıklarını ifade etmektedir.778
Gazi, TpCF’nin kurulması üzerine Bırakınız, karşımıza çıksınlar, memleket işlerini
münakaşa edelim ve bizim Meclisimizde de iki parti olmalı, hükümeti denetleme sistemi
kurulmalı ve medeni ülkelerin parlamentolarına benzemeliyiz diyordu.779 Gazi’nin ümidi,
iktidar-muhalefet ilişkilerini medenî
bir şekilde yürüterek Meclisi olumlu bir şekilde
çalıştırmaktı. Fakat CHF’nin radikal kanadının, Mecliste teşkilatlanmış bir muhalefetin
bulunmasını kabul etmediği, TpCF’lileri de mürtecî ve Cumhuriyet düşmanı olarak
gördüğü kısa sürede anlaşılacaktı.780 Ancak, Tunçay, TpCF’nin kurulduğu gün basına
açıklanan parti beyannamesi ve programının, özünde gerek siyasal, gerekse de ekonomik
anlamıyla, liberal demokrasiyi savunan belgeler olduğunu, 1924 yılı sonlarında siyaset
775
Bayram Bayraktar; Muhammet Karakaş; Hasan Özsoy; Çağdaş Türkiye Tarihi, İnkilap Kitabevi, İstanbul
2002, s. 201.
776
Timur; a.g.e., s. 70 ve Tunçay; a.g.e., s. 107.
777
Cebesoy; a.g.e., s. 116.
778
A.g.e., s. 115-116.
779
Hüsrev Tökin; Türk Siyasî Tarihinde Siyasî Partiler ve Siyasî Düşüncenin Gelişmesi, İstanbul 1965, s. 70.
780
Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 40 ve Nutuk II, s. 528-532.
263
sahnesinde bulunan iki partiden, diktacı İttihat ve Terakkî geleneğine hiç şüphesiz ki
CHF’nin daha yakın olduğunu ifade etmektedir.781 Ayrıca, Gazi’nin çevresinde bulunan
şahsiyetlerden F.Rıfkı Atay da Çankaya isimli kitabında; TpCF’nin ciddî ve büyük bir
hareket olduğunu, halk, hatta o devrin aydınları arasındaki karşılığının devrim
ideolojisinin karşılığından çok daha esaslı olduğunu, kendisinin TpCF’yi kuranlarla aynı
fikirde olmadığını, fakat bu fikrî ayrılığın bizleri tarihî yanlış görmeye ve göstermeye,
TpCF’nin başındaki ve içindeki ve etrafındaki şahsiyetleri mahalle mekebi kıskançlığı veya
sadece şahsî hırs ve hesaplar üzerinde üzerinde yürüyen basit kimseler
gibi
teşhir
etmeye sevk etmemesi gerekiğini dile getirmektedir.782
TpCF’nin 64 maddelik tüzüğünün ilk 3 maddesi, partinin hedeflerini içermekte, diğer
maddeleri ise partinin teşkilatıyla ilgiliydi. Tüzüğün ilk maddesi şu şekildeydi: TpCF
milletin tecelli eden sarih ve katî iradesi veçhîle, hâkimiyetin kayıtsız şartsız kendisinde
olduğunu ve mukadderatına bizzat vaz-ı-ül-yet bulunduğu esasına istinaden, cumhuriyet
idaresini takviye etmek ve kanunların seyyanen tatbikini temin ve istikrar ve emniyeti teyit
ve tezyit eylemek ve teceddüt ve tekâmül esaslarıyla milleti muasır medeniyette bir refah
mevkiine ulaştırarak esbabını hazırlamak maksadıyla teşekkül etmiştir. Tüzüğün diğer
maddeleri de özet olarak şunları içermekteydi: Türkiye devleti halkın egemenliğine dayanır
(bir) cumhuriyettir. Liberalizm ve demokrasi Fırka’nın ana mesleğidir. Anayasa milletten
açık izin almadıkça değiştirilemez. Fırka, düşünce ve dinî inançlara saygılıdır. 783
781
782
783
Tunçay; a.g.e., s. 104. TpCF’nin kuruluş beyannamesi için bkz. Zürcher; a.g.e., s. 167-169.
Atay, a.g.e., s. 396.
Mazıcı; a.g.e., s. 80-81 ve Karpat; a.g.e., s. 59. TpCF’nin programının liberal bağlamda değerlendirilmesi
konusunda bilgi için bkz. Mustafa Erdoğan; Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm, 1. Baskı Orion Yayınevi,
Ankara 2006. s. 159-160 ve Tunaya; a.g.e., s. 616-620. TpCF’nin programında göze çarpan en önemli nokta:
gerek siyasal, gerekse de ekonomik alanda liberal demokrasiyi savunan bir belge olmasıdır. Ayrıca partinin
programındaki 6’ıncı madde göze çarpmaktadır. Bu maddede : Fırka efkâr ve itikadat-ı dinîyeye
hürmetkârdır. denmektedir. Yani partinin fikirlere ve dinî inançlara saygılı olduğu belirtiliyordu. Bu madde
ileride TpCF’nin başına sorunlar açacaktır. CHF bu maddeyi laiklik karşıtlığı olarak yorumlayacaktır. Bkz.
a.g.tez, s. 100-101. Kimi yazarlar TpCF’nin programında yer alan Fırka, fikirlere ve dinî inançlara saygılıdır.
şeklindeki maddenin Parti’nin irtica yanlısı olduğuna dair bir karine teşkil ettiğini dile getirmektedirler. Oysa
1924 Anayasası’nın 2’inci maddesi Türkiye Devletinin dini İslâmdır: Resmî dili Türkçedir; makkarı
(başkenti) Ankara şehridir. şeklindedir. Öte yandan İnönü (1968 yılında gazeteci Abdi İpekçi ile yaptığı
mülakatında), TpCF programında yer alan bu maddenin, İstiklâl Mahkemesi ve Hükümet tarafından
mübalağalı bir şekilde yorumlandığını belirtmektedir. Bkz. Abdi İpekçi; İnönü Atatürk’ü Anlatıyor,
Genişletilmiş Birinci Basım, Dünya Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 20.
264
TpCF muhalefet kontrolü olmaksızın yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin TBMM’de
toplanmasının otoriter bir idare doğuracağı düşüncesindeydi. Bunun için parti, birkaç
kişinin oligarşik gayelerine karşı koyarak ferdî hürriyetleri korumak amacındaydı.784 Bu
sözlerle hiç şüphesiz merkeziyetçi ve otoriter bir yönetimi öngören Cumhurbaşkanı ile
taraftarları kasdediliyordu.785
TpCF’nin programı önemli noktalarda CHF’den ayrılıyordu: TpCF liberaldi, hür girişim
yanlısıydı ve yabancı semayeye karşı değildi. Geleneklere ve dinî inançlara saygı
gösterilmesini, seçimlerin tek dereceli olmasını, Cumhurbaşkanının tarafsızlıktan
ayrılmamasını, yargıçlara teminat tanınmasını ve yerinden yönetim ilkesinin kabul
edilmesini istiyordu. Basın hürriyeti vaat ediyordu. Devrimci değil, evrimci idi. Kurucuları
da demokratik zihniyetli vatansever kişilerdi.786
TpCF’nin programı liberal ve demokrattı. Parti aynı zamanda laik
bir
idarenin
taraftarıydı. Milletten vekâlet alınmadıkça yeni inkılâplar yapılmayacak, fakat yapılan
inkılâplar
da halka iyice hazmettirilecekti.
Anayasada
hiçbir
şekilde
değişiklik
yapılmayacaktı.787
Cumhurbaşkanının, CHF’den istifa etmeyeceği kısa bir süre sonra anlaşılmıştı. Ancak CHF
Genel Başkanlığı Vekâletini, İsmet Paşa üzerine almıştı. 22 Kasım 1924 tarihine kadar
CHF’den istifa edenlerin toplamı 32’ye ulaşmıştı. Bunlardan dördü bağımsız olacağı için
TpCF’nin mevcudu 28 idi.788
784
TCF’nin kuruluş beyannamesi içn bkz. Tunaya; a.g.e., s. 615-616.
785
Karpat; a.g.e., s. 59 ve Timur; a.g.e., s. 69-70.
786
Feridun Ergin; K.Atatürk, Duran Ofset ve Matbaacılık 1978, s. 156-157. İlave bilgi için bkz. Türkdoğan;
a.g.e., s. 228. Gazi’nin TpCF’nin programına ilişkin düşünceleri, Nutuk’ta TpCF ve en hain kafaların eseri
olan programı başlığı altında detaylı olarak ifade edilmektedir. Bkz. Nutuk II, s. 531-533. Cebesoy da siyasî
hatıralarında her iki fırka arasındaki başlıca farkları şu şekilde ifade etmektedir: TpCF halkçılığa daha
yakındı. CHF’nin toplantıları gizli, TpCF’nin ise alenî ydi. O dönemde Avrupa’daki fırka toplantıları aleniydi.
Demokrasinin en büyük düşmanı gizliliktir. TpCF’de altı adet ihtisas komisyonu vardı. CHF’de ise böyle bir
şey yoktu. Bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 121.
787
Cebesoy; a.g.e., s. 119. Zürcher, TpCF’nin, Kemalist rejimin daha radikal ve otoriter eğilimlerine karşı,
ılımlı ve Batı tipi liberal bir alternatifi temsil ettiğini belirtmektedir. Bkz. Zürcher; Millî Mücadelede
İttihatçılık, s. 248..
788
Cebesoy; a.g.e., s. 121-122.
265
Parti programını düzenlemeye karar veren CHF, mücadele araçlarını değiştirmeye
başlamıştı. Şahsî hücumlar yerine, CHF’den kopuşun sebeplerini şüpheli göstermek yoluna
gidilmişti. CHF mensupları, dünkü inkılâp arkadaşlarıyla mücadelelerinde; bir yandan
dünkü arkadaşlarının cumhuriyet ve demokrasiyi tehlikeye maruz bıraktıkları ifade
edilirken, diğer yandan da TpCF mensuplarının cumhuriyet ve hürriyetten zarar gören
hoşnutsuzları etraflarına topladıkları şeklinde asılsız ve çok zararlı şayialar çıkarmaktan
ve söylemekten çekinmemişlerdi.789
Gazi, CHF’nin içinden çıkarak muhalefete bürünen bu meydan okumayı otoritesine
yöneltilmiş bir tehdit olarak algıladı. Cumhurbaşkanı bu muhalefete sert bir şekilde cevap
vermeyi düşündüyse de CHF içindeki ılımlılar tarafından yatıştırıldı. Sertlik yanlısı olarak
bilinen İsmet Paşa, ülkede tansiyonun düşürülmesini için sıkıyönetim ilan edilmesine
ilişkin teklifinin CHF grubunda reddedilmesi ve aynı zamanda o dönemde de ağır hasta
olması nedeniyle Başvekaletten istifa eder. İsmet Paşa’nın istifası üzerine, partinin liberal
kanadının önderi olan Fethi Bey Başvekil olarak görevlendirilerek CHF’den daha fazla
kopma engellendiği gibi gibi liberaller de yatıştırıldı.790 İsmet Paşa’nın 21 Kasım 1924
tarihinde istifa etmesi üzerine, ertesi gün Fethi Bey Başvekil olarak görevlendirildi ve yeni
Kabineyi kurdu.791
İsmet Paşa’nın yerine Fethi Bey’in Başvekil olması, sadece bir Başvekil değişikliği
değildi. Bu değişikliğin genel hayatta da bir zihniyet değişikliği olmasına dair pek çok
ihtimal vardı. Hürriyet, usül ve kanun taraftarlığı Fethi Bey’in siyasî şahsiyetinin belirgin
özellikleriydi. Ancak Fethi Bey’in bu değerleri sürekli kılmak için uygun ortam bulması ise
789
A.g.e., s. 122.
790
Ahmad; a.g.e., s. 75. Tunçay; a.g.e., s. 104 ve Karaosmanoğlu; a.g.e., s. 76-77. Kimi yazarlar, İsmet
Paşa’nın Başbakanlık’tan kendisinin istifa ettiğini, istifa sebebinin de, 21 Kasım’da HF Meclis Grubunun
yaptığı gizli toplantıda, tüm ülkede sıkıyönetim ilan edilmesine yönelik teklifinin kabul edilmemesi olduğunu
belirtmektedirler. Bkz. Mango; a.g.e., s. 485-486. Tunçay, a..g.e., s. 486 ve Demirel; a.g.e., s. 602-603.
791
Kocatürk; a.g.e., s. 425. Cebesoy; a.g.e., s. 122. C. 3, s. 206. Doğuda kıpırdanmalar nedeniyle Başbakan
İsmet Paşa, CHP Grubundaki sıkıyönetim ilan edilemesi önerisi mebuslar tarafından reddedeceklerdir. Benim
burnuma barut ve kan kokuları geliyor, inşallah ben yanılmışımdır. diyen Gazi, sertlik yanlısı İsmet Paşa’nın
istifasını kabul eder ve daha ılımlı olan Fethi Bey’i Hükümeti kurmakla görevlendirilir. Bkz. Gülcan; a.g.tez,
s. 101-102. Özdağ, Fethi Bey’in TpCF lider kadrosundan (Karabekir, Cebesoy, Orbay, A.Adıvar) partiyi
feshetmelerini istemesini ve aksi halde kan döküleceğini belirtmesinin gerçekte Gazi’nin TpCF önderlerini
tehdit etmesinden başka bir şekilde yorumlanamayacağını belirtmektedir. Bkz. Özdağ, Ordu ve Siyaset İlişkisi
(Atatürk ve İnönü Dönemleri), s. 60.
266
şüpheliydi. Çünkü Fethi Bey’e asıl yıkıcı hücumlar, bilahare kendi partisinden gelecekti.
CHF, Fethi Bey başkanlığındaki kendi Hükümetine ittifakla güvenoyu vermişti. TpCF de
kanun hâkimiyetini sağlamak için çalışacak olan Kabineye güvenoyu vermişti. Gazeteler de
Fethi Bey Hükümetine destek verir bir tavır almıştı. İktidar için bundan daha uygun şart
olamazken hiç kimse istikrarın başladığı ve devam edeceği konusunda emin değildi.
Hoşnutsuzluğun sebebi CHF’nin belli bir kesimine mensup dimağlarda devlet ve ülke
menfaati ile politika menfaatlerinin çatışıyor olmasıydı. CHF içindeki radikaller kanunların
üstünde keyfî bir siyasî tekel sahibi olmak istiyorlardı. Meclisten ittifakla güvenoyu alan
Fethi Bey Kabinesi sadece içeride keyfî usullere karşı olanları memnun etmekle kalmamış,
dışarıda da güven uyandırmıştı. Ancak CHF içindeki radikaller Fethi Bey Kabinesinin
huzur ve istikrarı hedefleyen dengeli siyasetini beğenmiyorlardı. HF adeta radikaller ve
ılımlılar olarak ikiye bölünmüş ve Fethi Bey Hükümetinin de devamı, ılımlıların radikallere
üstün gelmesine kalmıştı. CHF’deki radikaller kendi sabit fikirlerinin, hırs ve
kızgınlıklarının içinde yaşayan insanlar olmuştu. İktidarın tekelci ve radikal kesimi ülkede
istikrar ümitlerinin uyandığını hissedince, durumu karıştırmak için türlü türlü şayialar
çıkartmaya başlamışlardı. Fethi Bey Kabinesinin TpCF tarafından beğenilmesi bile iktidar
partisi mensuplarından bazılarını kızdırmıştı.792
İsmet Paşa’nın 1924 yılının son günlerinde vefat eden kayınvalidesinin cenaze törenine
iştirak eden ve bu tören esnasında İsmet Paşa’ya taziyede bulunan Cumhurbaşkanının,
taziye esnasında karşılaşmış olduğu Başvekil Fethi Bey ve Doktor Adnan (Adıvar) Bey’e
hal-hatır sorduktan sonra konuşmalarının arasında, Türkiye’de de partiler ve parlamento
hayatının başlamasından dolayı memnuniyet duyduğunu ifade etmesi Fethi Bey gibi ılımlı
ve dengeli siyaset taraftarı olanlar için ümit verici olmuştu.793 Bu konuda genel arzu da
Cumhurbaşkanının, Devlet Başkanı olarak olabildiğince faal olması ve harabe halindeki
ülkenin mamur hale dönüştürülmesi konusunda yüksek şahsiyetinin rehberliğinden ülkenin
792
Cebesoy; a.g.e., s. 122-129. Jevakhoff; a.g.e., s. 249. TpCF ile CHF arasındaki ilişkilerde de ikili bir
durum vardı. Herkesin üzerinde ittifak ettiği bir husus Fethi Bey’in, CHF’nin İsmet Paşa kanadından daha
liberal olduğudur. Bu nedenle TpCF, Başbakan Fethi Bey’in kabinesine güvenoyu vermiştir. Özetlemek
gerekirse; ülkede askerî aydın gruplar arasındaki çatışma dışında, askerî aydınlar ile CHF’nin sivil kanadı
arasında ve askerî aydınlar ile İkinci Grup ve İttihatçılar arasında da çatışma vardır. Bkz. Kayalı; a.g.e., s. 48.
793
Cebesoy; a.g.e., s. 130.
267
azamî derecede faydalanmasıydı. Fakat Gazi’nin politik faaliyetlere karışması, harabeyi
mamureye dönüştürme işini hızlandırmazdı. Bu konuyla ilgili olarak Gazi’nin The Times
gazetesinde yayınlanmadan önce Ankara’da yayınlanan bir mülakatının bazı önemli
noktaları ülkede dengeli ve ılımlı siyasetin hakim olmasını arzu edenleri çok sevindirmişti.
Gazi bahse konu mülakatı esnasında, muhabirin sorularına karşı bir diğerini kontrol edecek
partilerin varlığını, millî hakimiyet ve bilhassa Cumhuriyet idaresine sahip bir ülke için
normal gördüğü, bu doğal duruma karşı kendi durumunun doğal olmaktan başka bir şey
olamayacağını, TpCF’nin programında mevcut maddelerde, CHF’nin ilkelerinin dışında ve
münakaşa konusu olmaya değer esaslı bir fikir ve prensip görülmediğini, fikir ve dinî
inançlara saygılı olmanın öteden beri doğal ve genel bir anlayış olduğunu, bunun aksini
düşünmek için sebep olmadığını, Türkiye Cumhuriyeti’nde de birbirini denetleyen
partilerin doğacağına şüphe olmadığını, CHF’ye olan geleneksel bağını korumakla beraber
bir
Cumhurbaşkanının
partilerin
üstünde
olması
esasını
kabul
ettiğini,
ancak
Cumhurbaşkanlığı süresinin bitiminde Partisiyle beraber ve Partisinin başında bizzat
çalışacağını ifade etmişti. Bu mülakatta ortaya konulan prensip uygulanacak olursa genel
hayatı belirsizlik içinde bırakan ortak bir rehberin başkanlığı altında ahenk ve görüş birliği
oluşmasına engel olan bir unsur giderilmiş olacaktı. Gazi, özellikle diğer sorulara verdiği
cevaplarda, yeni partinin programını, kendisinin mensup olduğu partinin (CHF’nin)
programından farklı görmemekte olduğunu belirtmişti.794
1925 yılı Ocak ayı başında İstanbul Belediye Başkanının halk tarafından seçilmesi
konusundaki Bakanlar Kurulunun aldığı karara muhalif kalan İçişleri Bakanı Recep Bey
istifa etmiş, ardından da CHF Genel Sekreterliğine getirilmişti. Fethi Bey ile Recep Bey
arasındaki anlaşmazlık sadece İstanbul Belediye Başkanının seçimle göreve gelmesinden
ibaret değildi. Recep Bey’in şiddet taraftarı olmasına karşın Fethi Bey huzur ve istikrarı
hedef almıştı. 10 Ocak 1925 tarihinde toplanan CHF Grubu 11 Ocak 1925 tarihinde
794
Cebesoy; a.g.e., s. 131. Jevakhoff; a.g.e., s. 250. Kocatürk; a.g.e., s. 426. Kayalı; a.g.e., s. 47. Türkdoğan;
a.g.e., s. 229 ve Ergun Özbudun; “Atatürk ve Demokrasi”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma
Merkezi, Ankara 1998, s. 120. Kuruluşundan itibaren Gazi, TpCF’ye pek olumlu bakmıyordu. 11 Aralık 1924
tarihinde Times’ın İstanbul muhabirinin yazılı sorularına verdiği yanıtta TpCF ile ilgili şunları söylüyordu.
Terakkîperver Fırkanın programında mevcut fırkanın ilkelerinin dışında tartışma konusu olmaya değer esaslı
bir prensip ve fikir görülmüyor. Oysa TpCF’nin bir programı olmasına rağmen CHF’nin henüz bir programı
yoktu. Bkz. Gülcan, a.g.tez, s. 101-102.
268
Dahiliye Vekaletindeki değişiklik nedeniyle Fethi Bey ile Recep Bey arasında bir
anlaşmazlık olamadığı vurgulanarak, CHF olarak kamuoyuna birlik ve beraberlik mesajı
verildi. Ancak bu tebliğden iktidar partisinin bir buhran geçirmekte olduğu anlaşılıyordu.
Recep Bey’in istifasından sonra CHF Meclis Grubundaki ılımlılar daha homojen bir grup
haline gelmişler ve bunların Parti içindeki aşırılarla olan ilişkileri daha da azalmıştı.
Görünüşte CHF Meclis Grubunda anlaşmazlık olmadığı ifade edilmekle birlikte
anlaşmazlık için için devam etti.795
17 Kasım 1924 tarihinde kurulmasının ardından geçen 2,5 aylık zaman zarfında TpCF
Ankara, İstanbul, İzmir, Samsun ve Sivas’ta örgütlenmişti. Doğu illerinin çoğunda devlet
iktidarı, valiler ile birkaç sekreterden ibaret durumda ve halk da fevkalade cahil olduğu için
bu illerde teşkilatlanmak düşünülmemişti. Sadece, daha önce Urfa’da mutasarrıflık 796
yapmış dürüstlüğü ve liyakatıyla tanınmış bir şahıs, inceleme yapmak üzere Doğu illerine
gönderilmişti. TpCF her tarafta büyük bir rağbet görmesine karşın, parti programının ve
hedeflerinin halka anlatılması konusunda acele edilmememişti. İlk aşamada özellikle çok
muhafazakâr çevrelerde fırkanın görüşlerinin anlatılması yeterli görülmüştü797
13 Şubat 1925 tarihinde Doğu Anadolu'da Şeyh Sait İsyanı798 patlak vermiş ve asiler 23
Şubat 1925 tarihinde Elazığ’a kadar ilerlemişlerdi. İsyan bölgesinde ve civarında
sıkıyönetim ilan edildi. İsyan üzerine TpCF, hükümete destek vermiş ve Hükümetin
sıkıyönetim ilan etmesini de doğru bulduğunu belirtmiştir. 799
795
Cebesoy; a.g.e., s. 129.
796
Mutasarrıf, (Tanzimat Döneminden itibaren mülki teşkilatta yer alan ve) vali ile kaymakam arası idare
memurları. Bkz. Şemseddin Sami, Temel Türkçe Sözlük (Sadeleştirilmiş ve genişletilmiş Kamus-ı Türkî),
Karakuşak Basın Yayın Limited Şti, İstanbul 1985, s. 915.
797
Bayraktar; Karakaş; Özsoy; Çağdaş Türkiye Tarihi, s. 201 ve Cebesoy; a.g.e., s. 147.
798
Şeyh Sait İsyanı için bkz. Metin Toker; Şeyh Sait ve İsyanı, 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1994. Uğur
Mumcu; Kürt İslam Ayaklanması 1919-1925. Toynbee; Türkiye ve Avrupa, s. 228-230. Nurer Uğurlu;
Kürtler ve Şeyh Sait İsyanı, Örgün Yayınevi, İstanbul 2006. Ahmet Süreyya Özgeevren; Şeyh Sait İsyanı ve
Şark İstiklâl Mahkemesi, Temel Yayınları, İstanbul 2002. Behçet Cemal; Şeyh Sait İsyanı, Sel Yayınları,
İstanbul 1995 ve İba; a.g.e., 136-138.
799
Ahmad; a.g.e., s. 75. Cebesoy; a.g.e., s. 148-149. Kinross; a.g.e., s. 465. Jevakhoff; a.g.e., s. 251-253 ve
Kocatürk, a.g.e., s. 429-430. Öke, ayaklanmanın yarattığı ortamdan yararlanan İngiltere’nin Musul Sorunu’nu
bir oldu-bittiye getireceğini, dinî ve millî motiflerin yan yana kullanıldığı Şeyh Sait İsyanının ardında
İngiltere’nin bulunup bulunmadığının da henüz aydınlanamamış olduğunu belirtmektedir. Bkz. Mim Kemal
269
Fethi Bey 25 Şubat 1925 tarihinde Kazım Karabekir Paşa, Rauf Bey ve Doktor Adnan Bey
ile görüşür ve onlara (belli ki Cumhurbaşkanından aldığı bir talimat uyarınca) Size partinizi
kendi kendinize dağıtmanızı tebliğe beni görevlendirdiler. Dağıtmazsanız geleceği çok
karanlık görüyorum. Kan dökülecektir. der. Bunun üzerine Kazım Karabekir Kanun
dairesinde parti kurmak etmek elimizdedir. Fakat bunu dağıtmak elimizde olmayan bir
şeydir. Hükümetsiniz. Her türlü kuvvetiniz ve türlü vasıtalarınız vardır. Partimizi derhal
dağıtmayı arzu ediyorsanız onu yapmak elinizdedir. der. Fethi Bey de Sizinle bu şekilde
konuştuğuma çok üzgünüm. Bilirsiniz ki ben her türlü örfi muamelelerin aleyhindeyim.
Azınlıkta kalacağımdan korkuyorum. der. Bilahare ülkenin genel durumu üzerinde de
görüşülmüş, Kazım Karabekir ile arkadaşları Doğudaki isyanı bastırmak için Hükümetin
isteyeceği her şeyi memnuniyetle yapacaklarını bildirmişler, Fethi Bey de Doğudaki
isyanın bastırılması için başlanmış olan harekatın iyi geliştiğini ve yeni bir tedbirin
alınmasına gerek olmadığını söylemiş ve isyan bölgesi dışında sükûn ve sükûnetten başka
bir şey olmadığını ifade etmiştir.800
Bu sırada iç politikada önemli değişiklikler meydana geldi. 2 Mart 1925 tarihinde CHF
toplantısında milletvekillerinden dördü radikal, altısı da ılımlı tavır almıştı. Fethi Bey her
iki
tarafın
da
görüşlerini
dinledikten
sonra
ılımlıların
görüşünü
savundu.
Milletvekillerinden bazıları radikallerin, bazıları da ılımlıların tarafını tuttu.801 Parti
toplantısında en fazla ve en acı eleştiri yapan Recep Bey oldu. Toplantıda bulunanlardan
Ticaret Vekili İhsan Bey ile
Dahiliye Vekili Bakanı Cemil Bey şiddet taraftarlarının
görüşlerine iştirak etmişlerdi. Toplantıda Doğudaki isyan üzerine alınan tedbirlerin yeterli
olmadığı ileri sürüldü ve tüm ülkeyi kapsayan tedbirlerin alınması Hükümete teklif edildi.
Bu kapsamda TpCF‘nin de kapatılması söz konusu oldu. Fethi Bey bunların gereksiz ve
Öke, Musul-Kürdistan Sorunu, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2002, s. 214-215. Akyol da, Şeyh Sait İsyanı
çıktığında Ankara'daki köklü kanaatin, bunu İngilizlerin tertiplediği şeklinde olduğunu, çünkü o sırada
Türkiye’nin, İngiltere ile Musul (Kuzey Irak) Meselesi için diplomatik bir savaş verdiğini ve İsyanın
Türkiye'nin elini zayıflatacağını, İnönü’nün ise hatıralarında, isyanı doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı
veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır diye yazdığını belirtmektedir. Bkz. Taha
Akyol; “Hamaset ve Terör”, Milliyet, 27.10.2007
800
Cebesoy; a.g.e., s. 149-150. Tunçay; a.g.e., s. 147. Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal, C. 3, s. 217 ve
İba; a.g.e., s136.
801
Cebesoy; a.g.e., s. 150.
270
zararlı olduğunu, olay çıktığı zaman sadece bu olay için tedbir alınmasının gerekli
olduğunu ifade etti.802 Parti Grubunda tartışmalar uzadığında Fethi Bey, Hükümetine
güvensizlik duyulduğunu hissettiği sırada bazı radikaller, fırkanın bir lideri olduğunu ve
onun dinlenilmesini teklif ettiler. Bu teklifin kabul edilmesi üzerine Başkanlık Odasında
bulunan Gazi, Parti toplantısına davet edildi. Gazi, Parti toplantısında uzun bir konuşma
yaptı ve sonuç olarak Milletin elinden tutmağa lüzum vardır. İnkılabı başlatan
tamamlayacaktır.803 dedi. Takiben radikaller tarafından verilen gensoru onaylandığında 60
güven oyuna karşı, 92 güvensizlik oyu verildi. Parti grubunda yapılan oylama sonucu
Başvekil azınlıkta kalmış ve parti grubundan güvenoyu alamamış olduğu için istifa etmişti.
Kabul edilen gensoru; şiddet siyasetini, suçluların İstiklâl Mahkemesine gönderilmesini ve
sıkıyönetim bölgesinin büyütülmesini isteyen bir gensoruydu.804
Cebesoy, anılarında, Ferhi Bey Kabinesinin görünüşte Doğudaki isyan sebebiyle
düştüğünü, fakat CHF’deki akımları ve partinin içyüzünü bilenlerin, işbaşına geldiği
günden beri Fethi Bey’in kuyusunu kazan bir kesim olduğunu anlamış olduklarını ifade
emektedir.805 Gazi, 3 Mart 1925 tarihinde Başvekil Fethi Bey’i görevden aldı ve İsmet
Paşa’yı yeniden Başvekil olarak görevlendirdi.806 İsmet Paşa aynı gün Mecliste yaptığı
konuşmada Hükümetin genel siyasetinin bilindiğinden bahsetti ve iç siyaset hakkında da
Her şeyden önce son olayların sürat ve şiddetle yapılması ve ülkenin madi ve manevî
fesattan kurtulması, genel huzur ve Sükûnun korunması, ve her halde devlet nüfuzunun teyit
ve kuvvetlendirilmesi için seri ve etkili özel tedbirlerin alınmasını gerekli görüyoruz. dedi.
Yeni Kabine için 4 Mart 1924 tarihinde Mecliste yapılan oylamada 154 milletvekili
802
Cebesoy; a.g.e., s. 150. Jevakhoff; a.g.e., s. 254. Fethi Bey, 2 Mart 1924 tarihli Parti Grubu toplantısında
acil durumda yeteri kadar sertlik göstermemekle suçlanması üzerine Gereksiz şiddetle ben elimi kana
bulamam. cevabını vermiştir. Bkz. Mango; a.g.e., s. 490.
803
Cebesoy; a.g.e., s. 151 Mango; a.g.e., s. 490. Tunçay; a.g.e., s. 139, Dipnot: 18 ve Aydemir; a.g.e., s. 219.
804
Cebesoy; a.g.e., s. 151. Kocatürk; a.g.e., s. 431. Suavi Tuncay; “Türkiye’de Parti İçi Demokrasinin
Gelişimi ve Bu Gelişimi Engelleyen Faktörler”, Yeni Türkiye (Cumhuriyet Özel Sayısı), S. 23-24. EylülAralık 1998, s. 980 ve Koçak; a.g.m., s. 141-142. 2 Mart 1925 tarihinde yapılan oylamada güvenoyu
alamayan Fethi Bey’in Başvekaletten istifası ve İsmet Paşa’nın da Başvekalete seçilmesi konusunda bkz.
TBMM ZC Devre: II, C. XIV, s. 127-129.
805
Cebesoy; a.g.e., s. 151 ve Kocatürk; a.g.e., s. 431.
806
Ahmad; a.g.e., s. 75-76.
271
güvenoyu, 23 miletvekili de güvensizlik oyu vermiş, 2 üye de çekimser kalmıştı.807 Yeni
Kabine, aynı gün, daha önce hazırlamış olduğu Takrir-i Sükûn Kanunu’nu da Meclise
sundu ve 22 muhalif oya karşı 122 oyla kabul edildi808 Takrir-i Sükûn Kanunu irtica ve
isyanı ve memleketin içtimai (sosyal) nizamını ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini
ihlal edebilecek bütün teşkilat ve tahrikat ve teşebbüsat ve teşvikat ve neşriyatı idareten
yasak etme yetkisini iki yıl süre ile hükümete tanıyordu.809 Yürürlüğe konan Takrir-i Sükûn
Kanunu ile Hükümete, Cumhurbaşkanının onayı alındıktan sonra idarî bir kararla;
gericiliği, ayaklanmayı kışkırtan, ülkenin sosyal düzenini, sükûn ve huzurunu bozan
kuruluş ve yayınları yasaklama yetkisi de verilince, Hükümetin ülkedeki otoriter yönetimi
kendini gösterir hale gelmiştir.810 Muhalefet yapmayı neredeyse imkânsız kılan Takrir-i
Sükûn Kanunu, Hükümete adeta diktatörlük düzeyinde yetkiler tanıyordu.811
Hükümet 31 Temmuz 1922 tarihli İstiklâl Mahkemeleri Kanunu’nun verdiği yetkiye
dayanarak askerî harekât bölgesinde derhal bir İstiklâl Mahkemesinin işe başlamasını, bu
Mahkeme tarafından verilecek idam kararlarını, görevin özelliği ve aciliyeti sebebiyle,
Meclis tarafından onaylanmadan infazını TBMM’den istemişti. Bundan başka, irticaî
propagandaların, ülkenin sükûnunu bozacak her türlü teşebbüs ve hareketlerin süratle
cezalandırılması için merkezi Ankara’da olmak üzere, yetkisi, askerî harekât mıntıkası
dışındaki illeri kapsamak üzere ikinci bir İstiklâl Mahkemesinin kurulmasını istemişti. Bu
Mahkemeye ilk başta idam cezasının infazı yetkisi verilmemişti. Meclis bu iki teklifi de
kabul ederek, Hükümeti iki yıl boyunca olağanüstü yetkilerle donatan Takrir-i Sükûn
Kanunu’nu çıkarmış ve İstiklâl Mahkemelerinin geniş yetkilerle kurulmasına karar
vermiştir. Meclis, 7 Mart 1925 tarihli toplantısında da her iki Mahkemenin başkan, üye ve
savcılarını seçti. Seçilen kişiler CHF’nin radikal kanadına mensuptular.812 Cebesoy, bu
807
Cebesoy; a.g.e., s. 153-155 ve TBMM ZC Devre: II, C. XIV s. 127-129.
808
Kocatürk; a.g.e., s. 431-432. Cebesoy; a.g.e., s. 155-158 ve TBMM ZC Devre: II, C. XIV s. 148-149.
809
Takrir-i Sükûn Kanunu için bkz. Aybars, a.g.e., s. 276-279 ve TBMM ZC Devre: II, C. XIV s. 145.
810
Şükrü Karatepe; Tek Parti Dönemi, İz Yayıncılık, İstanbul 2001, s. 29-30.
811
Hasan Ersel; Ahmet Kuyaş; Ahmet Oktay; Mete Tunçay; Cumhuriyet Ansiklopedisi; (1923-1940), C.1,
3. Basım, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002, s. 60, Aydemir; a.g.e., s. 223.
812
Kocatürk; a.g.e., s. 432. Cebesoy; a.g.e., s. 158 ve Ahmad; a.g.e., s. 75-76. Doğu illerinin bir kısmında
sıkıyönetim ilanının kabulü için bkz. TBMM ZC Devre: II, C. XIV s. 244-288. Doğudaki askeri harekat
272
Mahkemelerin CHF’ye muhalefet eden teşekküller hakkında tarafsız ve adilane hüküm
vermeyeceklerinin aşikâr olduğunu, zaten bu radikal kesimin önceden beri muhalif parti
mensupları ile İstanbul basını mensuplarına ve yazılarına düşman nazarıyla baktığının
herkesçe bilindiğinden bahseder.813
Cumhurbaşkanı 7 Mart 1925 tarihinde, milllete hitaben yayınladığı beynannamede; isyana
değinmiş, Hükümetin, ülkenin her tarafında rahatlık ve sükûneti, emniyet ve asayişi tehdit
edebilecek tüm unsurlara karşı özel kanunla yetki aldığını, bu yetkiyi azim ve imanla derhal
uygulama kararı verdiğini, Meclisin kabul ettiği kanunun tüm Hükümet memurlarına,
kanunun gözönünde bulundurduğu herhangi bir olayı olduktan sona bastırmaktan ziyade o
olayı olmadan önlemek vazifesini de yüklediğini, devletin sarsılmaz nüfuz ve kudretinin
asilerin ve milletin masum fikirlerini karıştırıp bozanların süratle bastırılmasını emrettiğini,
sivil ve asker tüm devlet memurlarını da öncelikle bu yüksek vazifelerini sürekli ve
şiddetle yerine getirmeye davet ettiğini belirtmiştir.814 Cumhurbaşkanının beyannamesinden
de anlaşılacağı üzere Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulama alanı sadece asiler olmayacak,
bunun da ötesinde Hükümete muhalefet edecek her türlü oluşum olabilecekti. Çünkü
kanun, mahiyeti itibarıyla, her türlü muhalefeti de sindirmek üzere yorumlanabilecek bir
yapıdaydı. Nitekim İsmet Paşa Hükümeti ilk icaat olarak, 6 Mart 1925 tarihinde; Tevhid-i
Efkâr, Son Telgraf, İstiklal, Orak Çekiç, Sebiülrreşat ve Aydınlık gazetelerini süresiz olarak
kapattırmıştı. Bahse konu gazetelerin kapatılmasından bir ay sonra da Hüseyin Cahit
Yalçın’ın Tanin gazetesinin yayını durdurulmuştu. Tanin’in kapatılma nedeni, Hüseyin
Cahit’in Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek muhalefet susturulmak isteniyor. içerikli yazısı
olmuştu. 14 Nisan 1925’te hem gazete kapatılmış, hem de Hüseyin Cahit İstanbul İstiklâl
Mahkemesinde yargılanarak Çorum’a sürülmüşü. Hükümet sadece bahse konu gazetelerin
yayınını durdurmakla kalmamış, gazetelerin sahipleri ile makale yazarlarını da İstiklâl
Mahkemesinde yargılatarak
tutuklatmıştı. İzmir’de Sada-i Hak, Trabzon’da İstikbal
bölgesinde ve Ankara’da birer İstiklal Mahkemesinin kurulması konusunda bkz. TBMM ZC Devre: II, C.
XIV s. 125-129 ve 149-154.
813
814
Cebesoy; a.g.e., s. 158.
A.g.e., s. 159-160. Kocatürk ve Koçak; a.g.m., s. 140.
273
ve Kahkaha, İstanbul’da Pres de Suar kapatılan gazeteler arasındaydı.815
Ankara İstiklâl Mahkemesi daha ilk günlerinde TpCF’yi yargılayacak bir gerekçe bulmaya
çalışırken CHF’nin radikallerinden olan Millî Müdafaa Vekili Recep Bey, Meclis
kürsüsünden Muhalefet erbabı bir gün iktidar mevkiine gelirse, sadece Anayasa değil,
vatanın hayatından damla damla vere vere vatan kalmayacaktır. Fakat yarın onların da
yuvalarından çıkarılarak başlarını ezmek için gereken tedbirleri kabul edeceğiz. demek
suretiyle muhalefete karşı son derece tehditkar beyanatta bulunmaktan çekinmemişti.816
Cebesoy hatıralarında; İstiklâl Mahkemesinin TpCF aleyhindeki hareketleri, Millî Müdafaa
Vekilinin Meclis kürsüsünden haincesine vakî olan ithamları ve resmî Hâkimiyet-i Milliye
gazetesinin TpCF aleyhinde uyandırdığı şüpheler biraraya getirildiği takdirde, iktidarın tüm
gayretinin bir suç bulup TpCF’yi kapatmak olacağının anlaşıldığını, ayrıca TpCF’nin
kapatılmadan bir süre önce CHF’nin İstanbul Kongresinin toplanmış olduğunu, bu
kongrede Başmutemet Refik İsmail Bey’in TpCF’nin bir irticaî fırka olduğundan uzun
uzadıya bahsettiğini, bunu da yeterli görmeyerek isyana katılmak suretiyle ülkeye ihanet
ettiğini ve bu Fırkanın yakında kapatılacağını pervasızca ifade ettiğini, bu isyanda
muhalefetin ve basının herhangi bir suçu olmadığını, iktidarın Doğu illerindeki
idaresizliğini ve beceriksizliğini muhalefete ve basına yükleterek bunları kapatmak ve
susturmak istediğinden bahseder.817
815
Cebesoy; a.g.e., s. 163. Mazıcı; a.g.e., s. 153. Kocatürk; a.g.e., s. 432 ve Aybars; a.g.e., s. 58. Ankara’ya
göre, İstanbul basını, milletin ihtiyaçlarını anlayamadığı ve kötü niyetle hareket ettiği için, yalnızca yapay bir
kamuoyu oluşturmaktaydı. Dolayısıyla muhalefet gerçekleri göremediği ölçüde gafil, görüp de doğru politika
çizgisini engellemeye çalıştığı ölçüde haindi. Tek maddelik bir kanundu Takrir-i Sükûn. Hükümete ülkeyi
emirle yönetme yetkisi tanıyor, ayrıca iki adet İstiklal Mahkemesi kurulmasını öngörüyordu. Kanun kabul
edildikten sonra, ilk tutuklamalar gazetecilere yönelik yapıldı. Muhalif kabul edilen tüm basın organları
kapatıldı, gazeteciler tutuklandı. Yargılanan gazeteciler, duruşmaların sonuna doğru, Mustafa Kemal'e hitaben
aflarını isteyen müşterek bir telgraf çektiler. Böyle bir girişimde bulunmaları halinde, yargı sürecinin
leyhlerine sonuçlanacağı kulaklarına fısıldanmıştı elbette. Öyle de oldu. Gazi, İstiklal Mahkemesi
Başkanlığı'na gönderdiği Cumhuriyete bağlılıklarını ve pişmanlıklarını açıklayarak aflarını isteyen
gazetecilerin bu davranışlarının dikkate alınmasının uygun olacağı kanaatindeyim... şeklindeki bir telgrafla
duruma müdahale etti. Neticede gazetecilerin devlet otoritesini sarsacak isyana yol açmak kastı taşımadıkları,
dolayısıyla kendilerine atfedilen suçu işlemediklerine karar verildi. Bkz. Avni Özgürel; “Muhalif Olmak Hak
mı, Suç mu?”, 26.08. 2006. Radikal.
816
Cebesoy; a.g.e., s. 164.
817
A.g.e., s. 165-170.
274
6 Mart 1925 tarihinden itibaren bağımsız basının susturulması ve yasama döneminin 20
Nisan’da sona ermesiyle, Hükümetin eylemleri üzerindeki iki temel denetim aracı ortadan
kalkmış oldu. Geriye kalan tek unsur, muhalefet partisiydi ve şimdi Hükümet bu konuya
yönelmişti.818 Nitekim 5 Mayıs’ta İstiklâl Mahkemeleri, TpCF mensuplarının irticaî
faaliyetlerle uğraştığını iddia ederek hükümeti ikaz etmiş ve Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi
de kendi yetki alanında bulunan TpCF şubelerinin kapatılmasına karar vermiştir. Hükümet
ise Takrir-i Sükûn Kanunu'na dayanarak, 3 Haziran 1925 tarihinde yayımladığı bir
karanameyle, irticayı tahrik etmesi gerekçesiyle tüm ülkede TpCF’nin kapatılmasını
kararlaştırmış,
bilahare
propagandacıları
da
tutuklanarak
İstiklal
Mahkemesinde
yargılanmıştır.819 Oysa TpCF’nin ayaklanmalara karıştığını gösteren somut kanıtlar
bulunmamaktadır. Hükümet, Takrir-i Sükûn Kanunu nedeniyle elde ettiği olağanüstü
yetkiyi, kendi iktidarını tehdit eden muhalefeti tasfiye etmek için kullanmıştı.820 Hatta Abdi
İpekçi’nin 1969 yılında İnönü ile yaptığı mülakatı içeren İnönü Atatürk’ü Anlatıyor isimli
818
Zürcher; a.g.e., s. 119. Doğudaki isyanın bastırılmasını takiben, Hükümetin yegâne uğraşısı haline gelen
muhalefet partisiyle ilgili açık aranmaya başlanacaktır. Bu açık da Şark İstiklâl Mahkemesinde yargılanan
TpCF’nin Urfa ili sorumlusunun ayaklanmayla ilgili yargılanması üzerine bulunacaktır: 30 Nisan Perşembe
günü Urfa’da TpCF’nin sorumlu sekreteri olarak görevli ve Şeyh Sait İsyanı’nda manen etkili olduğu
gerekçesiyle tutuklanmış bulunan Emekli Yarbay Fethi Bey’in duruşması yapıldı. Fethi Bey’in ayaklanmayı
kışkırtmadığını, partisinin programında bulunan hissiyat-ı ve itikad-ı dinîyeye hürmetkâr maddesini zararlı
bulduğunu ve programı beğenmediğini, bu hükmün bilgisiz şeyhlerce istismar edilerek kullanıldığını ileri
sürdü Fethi Bey bu açıklamalara rağmen mahkûm olur. Fethi Bey’in mahkûm olmasından sonra Şark İstiklâl
Mahkemesi 25 Mayıs 1925 tarihinde sorumluluk bölgesindeki tüm valiliklere bir yazı göndererek; sorumluluk
bölgesindeki tüm TpCF şubelerinin kapatılmasını ister. Bu istek valiler tarafından derhal yerine getirilir ve
kapatma tutanakları Mahkemeye gönderilir. Bkz. Ergun Aybars, İstiklâl Mahkemeleri, Cilt: I-II / 1920-1927,
İleri Kitabevi Yayınları, İzmir 1995, s. 301-302.
819
Tunaya; a.g.e., 613-614. Karpat; a.g.e., s. 68. Özbudun; a.g.m., s. 120. Jevakhoff; a.g.e., s. 255 ve Tunçay;
a.g.e., s. 147. TpCF’nin kapatılması konusunda ilave bilgi için bkz. Tunçay; a.g.e., s. 146-149 ve Uyar; a.g.e.,
s. 116-117. Ahmad; TpCF’nin kapatılması sonucu, CHF’nin bu fırsatı radikal reformları gerçekleştirmek için
kullandığını belirtmektedir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 76. Alkan, Şubat 1925’te başlayan Şeyh Sait Ayaklanması
münasebetiyle kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu’nun, esasen Anayasal çerçevede faaliyet gösteriyor olsa
bile herhangi bir partinin sudan sebepler bahane edilerek kapatılmasına meşru zemin hazırladığını, bu
kapsamda TpCF’yi destekler mahiyette yayın yapan gazetelerin faaliyetten men edildiğini, TpCF’nin
Diyarbakır Şubesi’nin isyanla ilgili görülerek Ankara İstiklâl Mahkemesi kararıyla kapatıldığını, bunun
üzerine İsmet Paşa Hükümetinin TpCF’nin kalan şubelerini 5 Haziran’da kapatarak siyasî hayattan sildiğini
belirtmektedir. Bkz. Alkan; a.g.m., s. 778-779. Ankara İstiklâl Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’nın bazı
suçlayıcı belgelerin varlığından söz etmesine karşın, bunlardan hiçbiri ortaya çıkarıl(a)mamıştır. Bkz.
Zürcher; a.g.e.; s.124-125. .
820
Tülay Özüerman; “Türkiye’de Siyasal Partilerin Kurumsallaşması”. Yeni Türkiye. S. 23-24. Eylül-Aralık
1998, s. 971. TpCF’nin programında yer alan Efkâr ve itikad-ı dinîyeye hürmetkâr olmak ifadesinin iticayı
teşvik ettiği şeklinde değerlendirilmesinin partinin kapatılması konusunda İstiklâl Mahkemesi ve Hükümet
kararına esas sebep oluşturmuştur. Ancak, İnönü, anılarında, bu maddenin, İstiklâl Mahkemesi ve Hükümet
tarafından mübalağalı bir şekilde yorumlandığını belirtmektedir. Bkz. İpekçi; a.g.e., s. 20.
275
kitabın Doğu İsyanı, Terakkîperver Fırka ve Serbest Fırka adlı bölümünde, İnönü Doğu
İsyanı ile Terakkîperver Fırka’nın doğrudan doğruya bir ilişkisi çıkmadı meydana.
demektedir.821 Aybars da, bu Mahkemelerin devrim karşıtı her teşebbüsü; hürriyet, eşitlik,
birlik ve Cumhuriyetin bölünmezliği ilkesine, devletin iç ve dış güvenliği aleyhindeki her
suikastı ve Padişahlığı tekrar kurmak hedefini güden, millî hâkimiyete karşı koyan üm
komploları yargılamak ve cezalandırmak yetki ve amacıyla kurulduğunu, bu nitelikleri
bakımından 1924 Anayasası’nın da zorlandığının görüldüğünü belirtmektedir.822
Cemal Kutay’a göre İsyanın çıkması, HF ifratçıları (radikalleri) için nimet olmuştur.
Muhalif TpCF dağıtılmış, Fethi Bey gibi liberal ve ılımlı bir başvekilin yerine İsmet Paşa
iktidara gelmiş, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılmış ve İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur.
Devrimlerin halkın hayatına intihali (geçmesi) emeğinden kaçınılmış, feci bir oligarşik
nizam (düzen), HF’nin esas bünyesi olmuş, kısacası Şeyh Sait İsyanının mahiyeti
memleketteki demokratik gelişmeyi bir şef ve vesayet sistemine çevirmek isteyenler
tarafından maharetle istismar edilmiştir.823 Koçak’ın da yaşanan bu gelişmelere ilişkin
değerlendirmesi şu şekildedir: Şeyh Sait Ayaklanmasının siyasal sonuçları Tek Parti
diktatörlüğünün kurulması sürecinde önemli bir dönüm noktası oldu. Ayaklanmadan sonra,
ülkede yeni başlamış olan çok partili hayat daha doğum anında sona erdi ve Takrir-i Sükûn
Kanunu ile Hükümet tüm ülkede otoriter bir yönetim kurmayı başardı. Bundan sonraki
dönemde gerek Mecliste ve gerekse Meclis dışındaki muhalefet geçmişe oranla pek cılz
kaldı ve serbest tartışma ve eleştiri imkânı büyük ölçüde ortadan kalktı. Siyasal muhalefet,
Hükümetin sert baskısı altında yaşamak zorunda kaldı. Bununla birlikte örgülü muhalefet
son bulmakla birlikte yönetime muhalif gruplar (örgütsüz olarak da olsa) bir süre daha
ayakta kalmayı sürdürdüler.824
TpCF’nin kapatılmasının üstünden 4-5 ay geçtikten sonra, eski muhalefet partisinin
(bağımsız durumda bulunan) mebuslarına karşı CHF’nin saldırıları hala devam etmektedir.
821
İpekçi; a.g.e., s. 20.
822
Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, s. 58.
823
Öke; a.g.e., s. 214.
824
Koçak; a.g.m., s 140 ve Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, s. 143.
276
Anayasa’da ve seçim yasasında böyle bir imkân olmadığı halde, Ekim ayında bu gibi
kimselerin mebusluklarının kaldırılması istenmiştir. Bu tutum, Cumhuriyet gazetesinin 13
Teşrinievvel 1341 (13 Kasım 1925) tarihli nüshasında Milletin İstemediği Üç Beş Mebus
(Refet, Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşalar ile Canbulat, Rauf ve Adnan Beyler) başlıklı
haberle dile getiriliyordu. Öte yandan eski TpCF’li milletvekilleri, 9 Kasımda da, İsmet
Paşa Hükümetinin büyük bir çoğunluk kazandığı güvenoyu yoklamasında kırmızı oy
kullandıkları için ağır bir dille kınanmışlardı. Bu durum, Cumhuriyet gazetesinin 10
Teşrinisani 1341 (10 Kasım 1925) tarihli nüshasında Adem-i itimat reyi (güvensizlik oyu)
verenler zerre kadar vicdan azabı uymadılar mı? başlıklı haberle dile getiriliyordu.825
TpCF’nin kapatılmasından sonraki ülkenin genel durumu hakkındaki, CHF’nin İsmet
Paşa’dan önceki Başvekili olan Fethi Bey’in ifadeleri oldukça kayda değerdir: 1926 yılında
İttihat ve Terakkî ileri gelenlerininin İstiklâl Mahkemesi kararlarıyla tasfiyesinden sonra
memleket, gerçekten susmuş ülke halindeydi. Cumhuriyetin ilanını takip eden 1924’te
kurulmuş ve sinesinde Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Rauf, Cafer Tayyar gibi
şahsiyetleri toplamış olan TpCF, Şeyh Sait hadisesini takip eden günlerde çıkan Takrir-i
Sükûn Kanunu hükümlerine göre kapatılınca, Tek Parti Devri bütün özellikleriyle işlemeye
başlamış ve politik kayat seçimden seçime, müntehib-i sanilerin (ikinci seçmenlerin)
sandıklara attığı önceden ellerine verilmiş isimlerin sayılmasından ibarettir.826
Jevakhoff da Kemal Atatürk Batı’nın Yolu adlı kitabında; Şeyh Sait İsyanının ardından,
İsmet Paşa Hükümeti tarafından çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu kapsamında alınan
önlemler ve yapılan icraatlarla suçlu ya da masum, iktidara karşı koyanların susmasının rica
825
826
Tunçay; a.g.e., s. 148-149.
Okyar; a.g.e., s. 531. İki Dereceli Seçim Sisteminde, halk (müntehib-i saniler / ikinci seçmenler) doğrudan
milletvekillerini değil, müntehib-i evvelleri (birinci seçmenleri) seçiyorlar, bunlar da Meclisteki temsilcileri
seçiyorlardı. 1876 Anayasası’nın ardından hazırlanan (ve Padişahın onayı için 32 yıl bekledikten sonra II.
Meşrutiyet’in ilanını takiben 1908 yılında Padişah tarafından onaylanarak yürürlüğe giren) bu sistem 1946
yılına kadar uygulamada kalmıştır. Bkz. Feroz Ahmad; ”Türkiye’nin Cumhuriyet Dönemi Siyasal
Gelişmeleri”,
Cumhuriyet
Dönemi
Türkiye
Ansiklopedisi,
C.
7,
s.
1992
ve
http://www.anayasa.gen.tr/kanunuesasi.htm. 01.03.2008. Tekeli, 1927-1946 döneminde, seçimlerin dört yılda
bir düzenli olarak yapıldığını, ancak seçime tek partinin (CHP’nin) katılması ve oy sayımının açık sayım
kuralına uymaması nedeniyle bu seçimlerin demokratik olarak kabul edilmesinin imkânsız olduğunu
belirtmektedir. Bkz. Şirin Tekeli; ”Cumhuriyet Döneminde Seçimler”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, C. 7, s. 1802.
277
edildiğini, dokuz aylık demokrasi tecrübesinden sonra Kemalist Türkiye’nin iyi huylu bir
despotizm içine yerleşmekte olduğundan bahseder.827 Çavdar’ın da konuya ilişkin
değerlendirmeleri şu şekildedir: 1926 yargılamaları, İttihat ve Terakkî’nin tüm
yöntemlerini benimseyen ve Tek Parti olarak iktidarda bulunan bir grup İttihatçının,
muhalefette bulunan diğer İttihatçıları temizleme işlemidir. Acımasızdır. İsmet İnönü’nün
anılarında sezdirdiği gibi başka bir yöntem de bilinmemektedir.828
Görece küçük bir muhalefet partisini bu denli tahlikeli yapan neydi? Bu soruya Frederick
W. Frey tarafından The Turkish Polical Elite (Türk Politik Elitleri) adlı eserde doyurucu
bir cevap getirilmektedir. Frey, TpCF’nin CHF’ye potansiyel olarak çok tehlikeli bir rakip
olmasının nedeninin, birbirinden çok farklı toplumsal grupları ya da CHF’nin dayandığı
ideolojiye tümüyle karşıt bir ideolojiyi temsil etmesinden değil, tamamen CHF’nin de
içinden çıkmış olduğu millî hareketin nüvesini oluşturan aynı gruplar arafından
oluşturulmuş olmasından kaynaklandığını belirtmektedir. Aydınlar, bürokratlar ve çok
sayıdaki askerden oluşan TpCF’nin Meclis üyeleri oldukça gençti. Bunlar, aynı zamanda
Kemalistlerin de sahip oldukları niteliklerdi. Ancak, bu nitelikler TpCF’de, CHF’de
olduğundan çok daha fazla belirgindi. İşte TpCF’yi bu denli tehlikeli bir rakip yapan da
buydu.829
Timur da Türk Devrimi ve Sonrası isimli eserinde; Takrir-i Sükûn Kanunu’nun
Türkiye’deki iktidar kavgasında siyasî iktidarın kontrolünün Gazi önderliğinde küçük
burjuva kökenli asker ve sivil devrimcilerin eline geçmesini ifade ettiğini ve bu kanunla
827
Jevakhoff; a.g.e., s. 255. Tachau, siyasal kültürün siyasal tarihin bir ürünü olduğunu, Türk siyasal
kültürünün de Osmanlı geleneğinden kendisine miras kalmış çok güçlü bir devlet ve devlet otoritesi
kavramlarına büyük saygı taşıdığını, bu anlayışın bir gereği olarak muhalefet partilerinin devlet otoritesinin
icraatlarını engellemesi nedeniyle yönetenler tarafından muhalefete şüpheyle bakılması ve hatta daha güçlü
duygularla karşı konulması gerektiğini, birçok biliminsanının da Osmanlı Devleti’nden kalma bir anlayışla,
özellikle bazı siyasal seçkinlerin Türk siyasal kültüründe siyasal muhalefete karşı derin bir güvensizlik
duyulduğunu ileri sürdüğünü ifade etmektedir. Frank Tachau; “Kemalist Külürün Siyasal Kültürü”, Atatürk
ve Türkiye’nin Modernleşmesi, 1. Baskı, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s. 101 ve 106. TpCF’nin varlığına
karşı siyasî iktidarı temsil CHP’nin tavırlarını, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle kurulan İstiklal Mahkemesi
tarafından verilen münferit bir karara istinaden Takrir-i Sükün Kanunu kapsamında Hükümet tarafından
TpCF’nin kapatılmasını ve 1930 yılında yaşanan kısa ömürlü SCF örneğini de Tachau’nun ifadeleri
çerçevesinde değerlendirmek iktidar-muhalefet ilişkilerinde daha sağlıklı sonuçlara ulaşılmasını mümkün
kılacaktır. Araştırmacının notu
828
829
Çavdar; a.g.e., 321.
Zürcher; a.g.e., s. 123-124.
278
iktidarın sosyal tabanının artık belli olduğunu dile getirmektedir.
830
Şeyh Sait İsyanı, Tek
Parti Yöneti önderliğinde uygulanan kültürel değişimi hızlandırmıştı. Ne varki, II. Dünya
Savaşı’ndan sonraki yılların gösterdiği gibi, Türkiye’de çok derin kültürel değişimlerin
yaşanmadığı dönemlerde bile çok partili siyasî hayatın sürdürülmesi zor olmuştur. 1925
yılında ise çok daha zordu. Halkın büyük çoğunluğu okur-yazar değildi. Yeniden
yapılandırma henüz başlamaktaydı. Gazi medeniyet ile huzur ve asayişin birbirinden
ayrılmadığına inanıyordu. Gazi, her ikisini birden istiyordu.831
Frey, TpCF mensuplarını bağımsızlık sonrası muhafazakârları olarak sınıflandırır ve
değerlendirmelerine şu hususları ilave eder: Çoğu milliyetçi hareketler, ülkelerinin
bağımsızlığının elde edilmesini ya da korunmasını kendilerine en yüce hedef olarak
almaktadırlar. Yalnızca geçici bir birliğe imkân vediğinden, bu hedef, temelde oldukça
kendini kısıtlayıcı ve olumsuz bir nitelik taşır. Bağımsızlık bir kere elde edildikten sonra
bölünmeler başlamaktadır. Milliyeçi hareketin geleceğine yönelik program konusunda,
hareketin içinde farklılaşan görüşler ortaya çıkmakta ve birbiriyle çarpışmaktadır. Çatışan
görüşler, ya birinin egemenliği altında bir dereceye kadar uzlaşmakta, ya da büyük bir
olasılıkla yeni bir karışıklığa yol açacak bir zayıflığa neden olarak uzlaşmaya varılmaksızın
sahnede kalmayı sürdürmektedirler. Doğmakta olan birçok ulusun milliyetçi hareketlerinin
varlığı için, bağımsızlık sonrası farklılıklarının eritilmesi aşaması olarak ifade
edebileceğimiz bu aşama en çetin dönemdir. Türkiye’de TpCF’nin kısa ve mutsuz yaşamı,
siyasal gelişmenin bu aşamasının son evresini oluşturur. TpCF, Tek Parti Döneminde
CHF hegamonyasına karşı gerçekten tehlikeli olan son geleneksel tehditti. 832
TpCF, 19’uncu yüzyıl sonları liberal ve lâik geleneğinde ılımlı programlı bir parti olarak
nitelendirilebilir. TpCF’liler, bunda, 1920’li yılların ortalarındaki Ankara’nın siyasal
gelişmeleri ve atmosferiyle uyum halinde değildiler. Beyanname ve program metinleri gibi
davranışları da temel varsayımlarının şu olduğunu aşikâr kılar: Savaşla geçen 10 yıldan
(1912-1922) ve 1923-24’te yaşanan radikal değişikliklerden sonra artık, içinde siyasal
830
Timur; a.g.e., s. 71-72.
831
Mango; a.g.e., s. 496.
832
Zürcher; a.g.e., s. 139-140.
279
tartışmaya yer olan ve kişisel hürriyetlere hürmet edilen olağan duruma dönme vakti
gelmiştir. Beyannameleri, bağımsızlığını kazanmış milletin yeni bir döneme girmiş
olduğunu ve kendi kaderini eline alabilecek bir olgunluk düzeyine eriştiğini söyler. Ancak
bu konuda da, ülkenin tüm millî güçlerinin bir elde toplanmasını gerektiren toplumsal ve
kültürel bir devrimden geçtiğini, hem siyasal muhalefetin, hem de güçler ayrılığı fikrinin
devrimlerini tehdit ettiğini düşünen katı Kemalistlerle açıkça anlaşmazlık içindedirler. Bu
nedenle Frey’in, TpCF’ye dair yaptığı nitelemeyi kabul etmek mümkündür. Frey,
TpCF’lileri bağımsızlık sonrası muhafazakârları olarak sınıflandırır. Frey’in açıkladığı
gibi, bağımsızlık için yapılan her mücadelenin ardından, harekette bir bölünme görürüz ki
bu bağımsızlığı elde etme ya da yeniden kazanma arzusuyla bir arada tutulur. Frey
tarafından, ateşli milliyetçiler olarak adlandırılan hareketin bir kanadının, yeni statüsünü,
zor kazanılmış bağımsızlığı gelecekte doğruluğundan şüphe edilemez kılması gereken,
uzun menzilli toplumsal ve kültürel bir reform başlatmak için kullanmak istedikleri
belirtilmektedir. Bu reform programını geniş bir millî uzlaşma olmadan zorla kabul
ettirmek üzere, devlet için elde edilebilir tüm iktidar düzeyini artırması ve iktidarı
olabildiğince yoğunlaştırması gerekmektedir. Ateşli milliyetçilere muhalefet edenler olarak,
bağımsızlık başarısını kendi tutkularının gerçekleşmesi olarak kabul eden ve daha fazla
radikal toplumsal ve kültürel değişikliği reddeden bağımsızlık sonrası muhafazakârlarını
görürüz. Aynı zamanda, bir reform programı için, bir diktatörlüğün inşasıyla eş anlamlı
gördükleri tek elde toplanmış bir iktidarın otoriteryen kullanımını da reddederler. Her ne
kadar Türk örneğinden esinlenmiş olsa da, bu yalnızca Türkiye için biçilmiş bir model
değildir. II. Dünya Savaşı sonrasının dekolonizasyon sürecinde de örnekleri çoktur. Bu
süreçte özellikle Orta Doğu’da bağımsızlığını kazanan Arap ülkelerinde kurulan rejimler,
radikal reform gündemleriyle, totaliteryen rejimler kuran ve devletin gücünü artıran ve
yoğunlaştıran
Arap
sosyalist subaylarca devrilecektir. Arap
ülkelerindekiler ile
Türkiye’deki süreçler arasında birçok fark bulunsa da, neredeyse evrensel olan bağımsızlık
sonrası muhafazakârların radikallere mağlup düşmesi kuralı geçerli görünmektedir.
Bağımsızlık sonrası muhafazakârları tanımı TpCF’ye mükemmelen uyar görünmektedir.
Bununla birlikte, muhafazakârın bu bağlamda ne anlama geldiğini unutmamalıyız. Bu
bağlamda muhafazakâr, evrimci değişme ve demokrasi taraftarlarını içeren, bağımsızlık
hareketinin mutedil kanadını resmeden bir terimdir. 19’uncu yüzyıl Avrupası’nda
280
geliştirilmiş olduğu haliyle muhafazakârlığın siyasal felsefesiyle alakası yoktur. Bu,
TpCF’nin 1925’te kapatılmasından doğrudan sorumlu olan İnönü tarafından da (daha
sonraları) kabul edilmiştir. İnönü, daha sonra, TpCF’nin ilerici reformist cephe içinde kabul
edilebilir mutedil bir siyaset biçimini temsil ettiği fikrine varmış görünmektedir. 1963’te,
Siyasî Hayatımın 40. Yılı ve CHP başlıklı makalesinde, TpCF’nin o dönemde muhafazakâr
bir zihniyetin ifadesi olarak telakki edildiğini, fakat Partinin kendisini asla muhafazakâr
olarak tanımlamadığını ve liderlerinin aslında ileri fikirli ve ıslahatçı insanlar olduğunu
ifade etmiştir.833
İnönü, hatıralarında; TpCF’nin kuruluşunun, Atatürk’ün süratli icraatta nereye kadar
gideceğinden ve ne şekilde bir otorite tesis edeceğinden korkulması üzerine, onunla
beraber çalışma imkânından ümitleri kesildikten sonra girişilmiş bir teşebbüs olduğunu,
siyaset ayrılığının meydana getirdiği sonuçların, fikir ayrılığından, reformların tabiatından
ve reformların uygulanmasındaki metot farkından, buna ayak uydurmak ve hazmetmek
yeteneğinin zayıflığından olduğunu, (siyasî) mücadele yapılırken medenî ve ileri bir seviye
mevcutsa, ayrılığın makul ölçülerde kalabildiğini, siyasî seviye olgun değilse aradaki
ayrılığın tamir edilmez bir istikamette düğümlendiğini, sosyal olay olarak, siyasî
çatışmaların seyrinin bu olduğunu, uzun tecrübelerden ve birçok örneklerden sonra
kendisinde bu kanaatin oluştuğunu, bu nedenle TpCF ayrılığı birçok kırgınlıklar
geçirdikten sonra cumhurbaşkanı olduğu zaman, kendilerini topluma kazandırmak
imkânının olup olmadığını düşündüğünü ve ve herbiri ile görüştüğünü, makul sınırlar
içinde olurlarını alarak tekrar beraber çalışmayı denediğini dile getirmektedir.834 Çavdar
da İnönü’nün siyasî uyumu itaat kavramına endekslemesini şu sözlerle eleştirmektedir:
Dikkat edilirse İsmet Paşa, tam uyumdan söz ederken itaati gündeme getirmektedir. Oysa
demokraside mutabakat önemlidir. Mutabakatta ise uyma değil, karşılıklı bir noktada, (ve)
bir düşüncede buluşma söz konusudur.835
833
Zürcher, a.g.m., s. 52-53.
834
İnönü; a.g.e., 2.Kitap, s. 206-207.
835
Çavdar; a.g.e., s. 321.
281
İnönü Döneminde yıldızı parlayan ve itibar gören siyasetçilerden Faik Ahmet Barutçu,
anılarında; Çok partili demokratik hayata geçiş sürecinde İnönü’nün 19 Mayıs 1945
tarihinde gençlik bayramı münasebetiyle yapmış olduğu ve demokrasiye vurgu yapan
konuşmasının takip eden günlerde kimi CHP yöneticileri ve milletvekilleriyle birlikte
Çankaya’ya davet edilmiş olduklarını, bu davet esnasında İnönü’nün demokratik yönetimin
gerekliliğine ilişkin düşüncelerini dile getirirken şu hususları da dile getirdiğini ifade
etmektedir: Demokratik yönetim, insanlık yönetimidir. Biz bu yönetimi bütün çizgileriyle
geliştireceğiz. Bir eksiğimiz, ikinci partidir. Bu işin tarihçesi şudur; Eğer, İttihat ve
Terakkî, Hürriyet ve İtilaf girişimini her ne pahasına olursa olsun anlayışla karşılayabilmiş
olsaydık, iki parti geleneği ve eğitimi şimdi yerleşmiş olacaktı. Sonradan Hürriyet ve İtilaf
işbaşına geçti ve kör tutkuları onları hainliğe kadar götürdü. Cumhuriyet döneminde
Terakkîperver Fırkasını bizim arkadaşlarımız kurdular. Şeyh Sait İsyanı bizi korkuttuğu
için, yeni olan devrimi koruma kaygısıyla bu partiyi kapattık ama bu iyi bir şey olmamıştır.
Onu koruyacaktık, hata ettik. ......... Serbest Fırka kuruldu. ...... Ama yine de hata ettik. Her
ne pahasına olursa olsun ikinci partiyi koruyacaktık ve yaşatacaktık. Yaşatsaydık, şimdi bu
eksiğimiz de olmayacaktı. Baskı yönetimi kolaydır, önemlisi insanlık yönetimi olan
demokrasiyi işletmektir.. .......836 Kayalı da bu konuda benzer hususları dile getirmektedir:
Bu dönemin daha doğru değerlendirmesi aşırı sabitleştirici bir şekilde de olsa, İsmet İnönü
tarafından 1963 yılında yapılmıştır. İnönü, Rauf Bey’in Cumhuriyet karşısındaki tavrının
mübalağa payı olan bir şekilde yorumlandığını; (TpCF) program(ın)daki maddenin de aynı
biçimde (mübalağalı şekilde) tahlile tabi tutulduğunu, İkinci Grubun TpCF’ye benzediğini,
tedricî reform taraflıları olarak nitelenmeleri gerektiği belirtmiştir.837
Şeyh Sait İsyanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin içeriden ve dışarıdan tehdit edildiğini
düşünenlere istemeden de olsa yardım etmiştir. Cumhurbaşkanı da böyle düşünenlerin
tarafında olmuştur. Gazi, 1925 yılının Ağustos ayı ortalarında Halkımız bir anayasal ve
demokratik rejim için henüz hazır değildir. Biz Cumhuriyetin kurucuları, Cumhuriyeti buna
hazırlamak zorundayız. 15 yıl devlet işlerini, biz, sadece biz üstleneceğiz. Sonra Türk
halkının, iç ve dış sorunları serbestçe tartışmak için siyasî partiler kurulmasına izin
836
Faik Ahmet Barutçu; Siyasî Anılar (1939-1954), Milliyet Yayınları, İstanbul 1977, s. 285-286.
837
Kayalı; a.g.e., s. 49.
282
verilecektir. ..... diye yakın çevresine açıklar.838 Böylece Cumhuriyet tarihinin ilk çok
partili hayata geçiş denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış839 ve örgütlü siyasî muhalefet de
tasfiye edilmiştir. Bundan sonra, iktidar partisi olan CHF dışında her türlü siyasal faaliyet
durduruldu. Ülke 1908 yılından beri ilk kez siyasal istikrar kazanmıştı.840 Bu gelişmeleri
uygun bir fırsat olarak değerlendiren Gazi, Ordunun da desteğiyle, rahat ve sessiz bir
ortamda modern ve çağdaş bir devlet kurmaya yönelik diğer inkılâpları yapmaya devam
etmiştir.841
Siyasal sahnede tam hâkimiyetin sağlanmasıyla Gazi ve Hükümet yoğun bir reform
programına girişti. Burada ll. Meşrutiyet Dönemiyle olan ilginç bir paralellik
sözkonusudur. ll. Meşrutiyet Döneminde, anayasayı geri getirme mücadelesi olarak yola
çıkmış olan bir hareket (1908’de) iktidara ulaşmış, bu iktidarı başkalarıyla çoğulcu ve
nispeten özgür bir ortamda (1913’e kadar) belirli bir süre paylaşmış ve sonunda kendi
iktidar tekelini kurmuş ve bu iktidar tekelini (1913-1918’de) kökten bir laikleştirme ve
modernizasyon programını Meclisten zorla ve hızla geçirmede kullanmıştı. Şimdi de aynı
kalıp, bir Millî Mücadelenin zafere ulaşması (1922’de), çoğulcu bir aşamadan geçmesi
(1925’e kadar) ve sonra bir reform programına girişmiş olan otoriter bir yönetim biçimini
kurmasıyla kendini tekrarladı. Bu da şu izlenimi uyandırıyor ki, Jön Türk hareketinin bu
her iki aşamasında, reform hızı daha yavaş olan bir demokratik sistem ile radikal önlemler
için daha çok imkâna sahip bir otoriter sistem arasında bir tercih durumunda ikinci seçenek
galip gelmekteydi. Çünkü Jön Tükler için sonuçta önemli olan, devletin güçlenmesi ve
bekasıydı. Demokrasi (veya meşrutiyetçilik ya da ulusal egemenlik) bu amaç için sadece bir
araçtı, amacın kendisi değildi.842
838
Jevakhoff; a.g.e., s. 255. 1925 yılı bütçesi 25 milyon lira ve kişi başına düşen millî geliri de 70 ABD
doları olan Türkiye’nin durumunu çok sarsmıştı. Devlet bu isyanın bastırılması için 25 milyon lira harcamıştı.
Bu ortam içinde yaşanan kısa süreli TpCF girişimi de çok partililiğin zamanlama hatasından dolayı
uygulanamadığını gösterir. Bkz. Aybars, a.g.e., s. 190.
839
Bayraktar; Karakaş; Özsoy; a.g.e., s. 202.
840
Ahmad; a.g.e., s. 76.
841
Mumcu; a.g.e., s. 133.
842
Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 251-252.
283
3.1.4.2. İzmir Suikastı ve Örgütsüz Muhalefetin Tasfiyesi
Bundan sonra yönetimdeki CHF dışında her türlü siyasal faaliyet durduruldu. Siyasal
muhalefet ve basın 1925’te susturulmuştu. Ülke 1908’den beri ilk kez siyasal istikrar
kazanmış olmakla birlikte, bütün bunlar halkın ekonomik durumunda iyileşme sağlamadı
ve ekonomideki durgunluk devam etti. 1929’da Wall Street’in iflası Türkiye’nin neredeyse
yegâne ihraç ürünü olan tarımsal ürünlerin fiyatında keskin bir düşüşe yol açarak, zaten
kritik olan ekonomik durumu daha da ağırlaştırdı.843
Ülkede siyasî muhalefet tamamen tasfiye edilmişti ama Gazi rakiplerinin yeteneklerini ve
bunların (1908 Devrimi öncesi günlere kadar giden) yeraltında örgütlenme ustalıkların iyi
biliyor ve kendini güvenlikte hissetmiyordu. İvTC’nin ve TpCF’nin eski liderleri
bağımsızlık savaşı kahramanları olarak zedelenmemiş itibarıyla ortaklıkta var oldukları
sürece, sürekli kötü ekonomik durum ve halkın inkılâpları tutmayışı yüzünden hüküm
süren
hoşnutsuzluğu istismar edebilirlerdi.844 Gazi, artık Çankaya’da yanında sofra
arkadaşları, bazen kadın dostları, entelektüel gazeteciler grubu, uysal Bakanları ve İsmet
Paşa ile kalmıştı. Eline fevkalade yetkiler geçirip muhalefeti sindirdiğinden beri eski
arkadaşları sofrasına pek uğramaz olmuşlardı. Böylece her şeyden uzak kalması nedeniyle
Gazi birtakım kuşkulara kapılıyor ve kendi düşmanlarına karşı durumlarını güçlendirmek
için onu kışkırtan kimselerin etkisinde kalıyordu. Aynı zamanda, İstiklâl Mahkemelerinin
kin ve korku saçtığı ülkeyle de bağlantısını kaybetmişti. Bu durum, muhalefetin yeraltına
kaymasına, muhalefetin birtakım sorumsuz maceracılar tarafından sömürülmesine yol açtı
ve dâhili komploların gelişmesine neden olabilecek bir hava yarattı.845
Gazi 1926’nın Mayıs ve Haziran aylarını ülkenin güney batısında uzun bir inceleme
gezisiyle geçirdi. 15 Haziran’da İzmir’e gelmek üzereyken kendisi beklenmedik şekilde
gecikmişti. Ancak o gün Balıkesir'de kaldı. Lazistan (Rize) eski milletvekili (ve Müdafaa-i
Hukuk Grubu kâtibi) Ziya Hurşit ve işbirlikçileri Gazi’nin İzmir’de olacağı tarihte, silahlı
ve bombalı saldırıyla O’nu öldürmeyi planlamışlardı. Suikastın yapılmasını takiben de
843
Ahmad, a.g.e., s. 76 ve Zürcher; a.g.e., s. 253.
844
Zürcher; a.g.e., s. 253.
845
Kinross; a.g.e., s. 494.
284
kendilerini limanda bekleyen bir motorla Ege adalarından birine kaçacaklardı. Giritli motor
kaptanının bazı endişelere kapılarak resmîgörevlilere ifşaatta bulunması üzerine İzmir
Valisi Kazım (Dirik) Bey’in hemen suikastçilere karşı harekete geçmesi sonucu Ziya Hurşit
ve diğer suikastçılar hemen yakalandılar.846
Suikastın bir düzine kadar fesatçı tarafından hazırlandığı anlaşılıyordu. Suikast, tamamen
kişisel nitelikte olup, normal bir ağır ceza davası gibi işlem görebilirdi. Suikastçilere
verilecek bir ceza, düzeni sağlamaya yeterli olabilir ve ileride Gazi’nin kişiliğine yönelik
girişimleri de önlerdi. Topyekün bir iktidar için sabırsızlananlar ile kendisine karşı olan
herkesten kuşkulanmaya başlayan Gazi tarafından, ülkedeki tüm muhalifleri tasfiye etmek
için suikast teşebbüsünün büyük ölçüde siyasî bir komplo gibi ele alınması daha uygun
görüldü. İstiklâl Mahkemesi, derhal özel bir trenle Ankara’dan İzmir’e getirildi.847
Mahkeme 18 Haziran’da İzmir’e vardıktan hemen sonra tutuklamalar başladı. 200 kişi için
tutuklama emri verilir ve 15 milletvekili de tutuklanır.848 Tutuklananlar arasında, aralarında
Şükrü Bey ve Arif Bey gibi suikasta doğrudan karışanlardan başka, hem hayatta kalan ünlü
İttihatçıların neredeyse tamamı, hem de kapatılan TpCF’nin (o sırada yurt dışında olan
Rauf Bey ve Adnan (Adıvar) Bey dışında kalan) Meclisteki tüm üyeleri tutuklanmıştı. Millî
Mücadelenin askerî önderlerinden Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Ali Fuat Paşa, Cafer
Tayyar Paşa da ile Rüştü (Dadaş) Paşa da bunların içindeydi.849
846
Kinross; a.g.e., s. 496. Bayraktar; Karakaş; Özsoy; a.g.e. s. 203. Zürcher; a.g.e., s. 254. Kocatürk; a.g.e., s.
457. İzmir Suikastı (girişimi) konusunda ilave/ayrıntılı bilgi için Bkz. Uğur Mumcu; Gazi Paşa’ya Suikast,
Tekin Yayınevi, İstanbul 1993. Yaşar Şahin Anıl; Mahkeme Tutanaklarına Göre İzmir Suikastı, 1. Baskı,
Kastaş Yayınevi, İstanbul 2005. Osman Selim Kocahanoğlu; Atatürk’e Kurulan Pusu İzmir Suikasti’nin Perde
Arkası, Temel Yayınları, İstanbul 2003. Uzman Avcı; “İzmir Suikasti”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Mart 1994, S. 28, s. 89-103. Feridun Kandemir; İzmir Suikastının İçyüzü, C. I-II. Ekicigil Tarih Yayınları,
İstanbul 1955 ve Koçak; a.g.m., s. 143-145.
847
Kinross; a.g.e., s. 497-498. Mazıcı; a.g.e., s. 135. Ergin; a.g.e., s. 158 ve Kocatürk; a.g.e., s. 457.
848
Zürcher; s. 254. Kocatürk; a.g.e., s. 458 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 269. Yargılanan kişiler, suikast planı içinde
doğrudan yer aln çete üyeleri, suikastı düzenleyenlerle ilişkisi olan ve olmayan eski TpCF mensupları, eski
İkinci Grubun önde gelen üyeleri ile İvTC’nin önde gelenleri olmak üzere dört grupta toplanıyordu. Bkz.
Ersel; Kuyaş; Oktay; Tunçay; a.g.e., s. 76-78.
849
Zürcher; s. 254. Kinross; a.g.e., s. 498. Mazıcı; a.g.e., s. 156. Aydemir; a.g.e., s. 269 ve Koçak; a.g.m., s.
144. Eski İttihatçılardan Doktor Nazım ile Maliyeci Cavit Bey de tutuklananlar arasındaydı. Ankara eski
Valisi Abdülkadir Bey kaçmaya çalışırken sınırda yakalanmış, bir süre kaçtıktan sonra polis tarafından izi
bulunan Kara Kemal de kendini vurarak intihar etmiştir. Bkz. Kinross; a.g.e., s. 498 ve Mazıcı; a.g.e., s. 156.
285
İstiklâl Mahkemesinin emriyle Kâzım Karabekir Paşa’nın Ankara’da tutuklananması
üzerine İsmet Paşa buna karşı koyarak eski arkadaşının, kendi sorumluluğu altında serbest
bırakılmasını istemişti. İsmet Paşa, ayrıca tutuklanan Paşalardan hiçbirinin suikastta rolü
olamayacağı konusunda ısrar etti. Böylece Hükümet ile Mahkeme arasında açıkça bir
uyuşmazlık baş gösterince, gücünü Gazi’den alan Mahkeme, İsmet Paşa’yı da tutuklamakla
tehdit etti. Mahkeme üyeleri, Meclis adına davrandıklarını ileri sürerek, Hükümetin
kendilerine emir vermeye ve işlerine karışma yetkisi olmadığını söylediler. Gazi’nin emri
üzerine İzmir’e gelen İsmet Paşa, Mahkemenin bir oturumunda bulunduktan sonra
itirazlarını geri aldı. Böylece Mahkemeye, Hükümetin yardımcılığını sağlamış ve meydanı
çifte Ali’lere bırakmıştı. 850
Jevakhoff, Türk bayrağının ve Gazi’nin resminin simgesel manevî
himayesi altında
Elhamra Sineması’nda 26 Haziran’da başlayan Mahkemenin ilk bileşiminden itibaren üç
hâkim ve savcının, adaletten yana olmaktan ziyade, siyasî bir hava takındıklarından
bahseder.851 26 Haziran’da başlayan ve 12 Temmuz’a kadar devam eden davanın nasıl
yürütüleceği, iddianameden ve Kel Ali’nin basına verdiği bir demeçten belli olmuştu.
Kapatılan TpCF milletvekilleri, suikasta katılmakla suçlanacaklardı. Şükrü, Cavit ve Kara
Kemal’in temsil ettiği İttihatçıların, inkılâba karşı olan amaçları uğruna ve Gazi’yi öldürüp
yerine kendi kuracakları bir hükümeti geçirmek için kapatılan TpCF milletvekilleriyle
işbirliği yapmış oldukları iddia edilecekti. Mahkeme, tanık dinlemeyi pek gerekli
görmüyor; suçlular sadece bir kez sorgudan geçiriliyor, ardından da yargıç kararını
veriyordu. TpCF liderleri ile Millî Mücadelenin efsaneleşmiş komutanları, bu çeşit bir
adalet oyunu karşısında şerefleriyle en bağdaştırdıkları yolu izlediler: Kendilerini
savunmadılar. Savunma konusunda söylenecek bir şeyleri olup olmadığı sorulunca, Hayır
cevabını verdiler. Ziya Hurşit ve işbirlikçileri gibi gerçek suçluların sorgusu sonucu
Paşaları suçlayacak herhangi bir kanıt elde edilemedi. Ziya Hurşit de girişiminin siyasî bir
amacı olduğunu kabul etti. Ziya Hurşit ve aynı düşüncede olduğu Ankara eski Valisi
Abdülkadir Bey ile birlikte ayrı bir grup kurmuş ve bir hükümet darbesi yapmayı
850
Kinross; a.g.e., s. 498. Kocatürk; a.g.e., s. 458. Jevakhoff; a.g.e., s. 269 ve Koçak; a.g.m., s. 143. İnönü,
hatıralarında, bu tutuklama konusununun aslı olmadığını ve tamamen uydurma olduğunu belirtir. Bkz. İnönü;
a.g.e., 2.Kitap, s. 212.
851
Jevakhoff; a.g.e., s. 269 ve Alkan; a.g.m., s. 779.
286
tasarlamışlardı. Ziya Hurşit, başına gelecek şeyi tahmin ettiği için, sorgusu süresince
suçunu soğukkanlılıkla itiraf etti. 852
852
Kinross; a.g.e., s. 499. Mazıcı; a.g.e., s. 135. Zürcher; a.g.e., s. 254. Alkan konuyla ilgili olarak, 16 Haziran
1926’da Gazi’ye İzmir’de suikast tertiplenmesi sonucu, bu kez aralarında eski İttihatçıların ve TpCF
önderlerinin de bulunduğu mevcut ve muhtemel bütün muhalifler baskı altına alındığını, 22 Haziran 1926’da
Kazım Karabekir Paşa’nın, olayla ilişkisi olduğu gerekçesiyle İzmir’de görev yapan İstiklâl Mahkemesi
tarafından tevkif edildiğini, vaktiyle TpCF’ye katılmış olan 22 milletvekilinin tutuklanarak İzmir’e
getirtildiğini ve Mahkemede yargılandığını, yargılanan kişiler arasında Millî Mücadelenin efsaneleşmiş
kumandanlarının da yer almasının Mahkeme’yi bir anda büyük bir ilgi odağı haline getirdiğini, Paşalar
hakkındaki kararın açıklanacağı gün, duruşmaların yapıldığı Elhamra Sineması’nda bulunan askerlerin,
sanıklar içeri girdiğinde aynı anda ayağa kalkıp hazırol durumuna geçerek Ordunun tavrını açığa
vurduklarını, askerin bu mesajın anında değerlendirildiğini ve Paşalar serbest bırakıldığını, Elhamra
Sineması’da meydana gelen askerin bu tavrının TpCF’ye destek vermek gibi siyasî bir tavır olarak değil de
Kazım Karabekir Paşa ve birkaç silah arkadaşının şahsında Ordunun bir meslek dayanışması gösterme
ihtiyacı duyduğunu, İstiklâl Mahkemesi üyelerinin Çeşme’de duruşmaları izleyen Cumhurbaşkanı tarafından
çağırıldıklarını ve Paşaların serbest bırakılma kararının alındığını, beraat kararına rağmen TpCF’nin
üyelerinin Gazi’nin ölümüne kadar iktidar çevresinden itina ile uzak tutulduklarını, Kazım Karabekir Paşa’nın
ancak Gazi’nin ölümünden sonra aktif siyasete dönebildiğini ve 1946’da İnönü’nün desteğiyle Meclis
Başkanı seçilmesinin açık bir tarzda bir iade-i itibar işlemi sayılması gerektiğini dile getirmektedir. Bkz.
Alkan; a.g.m., s. 779. Tepedelenlioğlu ve Zürcher’in konuyu ilişkin değerlendirmeleri de Alkan ile benzerli
arz etmektedir. Tepedelenlioğlu; Kazım Karabekir’e ve diğer Millî Mücadele kahramanı komutanlara
sempatisi olan subayların mahkeme salonuna tabancalarıyla gelip oturarak bir irade ortaya koymaları sonucu
Gazi’nin kontrolunda olan İstiklâl Mahkemesi yargı heyetinin fazla ileri gidemediğini belirtmektedir.
Mahkeme süreci esnasında İzmir’de bulunan Gazi’nin Dışişleri Bakanı T.Rüştü Aras’a Bir ölüm dirim
kavgası bu…Onlar istediler. Hepimizi yok etmek için harekete geçtiler. Milletin hayrına olarak rejimi ve
kendimizi korumak için en son şiddet derecesi ile tam bir tasfiye yapmak tarihî bir vazifemiz olmuştur. Biz
tasfiye yapmazsak, onlar bizi yok edecekler! Ne dersin? der. Aras’ın bacanağı Dr. Nazım Bey de o hengâmede
asılmıştır. Tevfik Rüşdü Bey ne diyebilirdi ki? Kimde ne demeye takat kalmıştı ki? Bkz. Nizamettin Nazif
Tepedelenlioğlu; Ordu ve Politika, Bedir Yayınları, İstanbul 1967, s. 241-242. Zürcher de eski TpCF
liderlerinin İstiklâl Savaşı kahramanları olarak halk arasında, özellikle Orduda prestijlerinin çok yüksek
olduğunu, bu duruma bir de bahse konu şahsiyetlerin etkileyici savunmaları eklenince, mahkûm edilmelerinin
imkânsız hale geldiğini belirtmektedir. Bkz. Erik Jan Zürcher; “Siyaset Adamı Tarihçi Olunca Atatürk’ün
Nutku Üzerine”, Savaş, Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi: 1908-1928, (Çeviren: Ergun
Aydınoğlu, 1. Baskı, İstanbul 2005, s. 10. Zürcher TpCF ile yakından ilişkisi olan askerî kahramanların
(Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Rüştü Paşalar) kamuoyunun ve Ordudan gelen
memnuniyetsizlik işaretlerinin baskısıyla serbest bırakıldıklarını, ama siyasetteki konumlarının da onarılamaz
şekilde yok edildiği ifade etmektedir. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 254.
Paşaların yargılanması esnasında duruşmaları izleyen subayların mahkeme salonunda tutuklu meslekdaşları
(eski komutanları) lehine yaptıkları tezahürat ve tavır konusunda ilave bilgi için bkz. Tansu; a.g.e., s. 404.
Cebesoy’un hatıralarında, (bu hadislerin üzerinden yaklaşık 10 ay sonra) kendisinin 18 Mart 1927 akşamı
Gazi’nin sofrasına davet edilerek itibar gördüğünü, Gazi’nin kendisine yakınlık gösterdiğini ve Gazi’nin
kendisine Paşaları senin için affettirdim. dediğinden bahsetmektedir. Aydemir; a.g.e., s. 275. Fahrettin Altay
tarafından kaleme alınan On Yıl (1912–1922) Süren Savaş ve Sonrası adlı kitapta; İzmir’de bulunan Gazi’nin,
Başbakan İsmet Bey ve II. Ordu Müfettişi Fahrettin (Altay) Paşa’ya İzmir’de bulunan İstiklâl Mahkemesinin
tutuklu paşaları asacağını tahmin ettiğini ifade ederek, bu konuda onlara ne düşündüklerini sorar. Onlar da
lütufkâr davranılmasının (aff edilmelerininin) uygun olacağını belirtirler. Bu görüşler üzerine Gazi, İzmir
İstiklâl Mahkemesi Başkanıyla bu konuda tekrar görüşeceğini belirtir. Bkz. Altay; a.g.e., s. 421. Mango,
İstiklâl Mahkemesi tarafından yapılan yargılamaların Gazi’nin kontrolu dâhilinde gerçekleştiğini, özellikle de
gözaltına alınan TpCF kökenli paşaların yargılanmaları ve yargılama sonunda da serbest bırakılmalarında
Gazi’nin belirleyici olduğunu belirtir. Bkz. Mango; a.g.e., s. 516-517 Bu af meselesine ilişkin ifadeler, gerek
Cebesoy’un hatırlarında dile getirilen hususlar, gerekse de Fahrettin Altay Paşa’nın hatırlarında dile getirilen
287
Üç hafta süren İzmir duruşmalarının daha başlangıcında, Gazi, Çeşme’ye çekilmişti.
Burada adaletin doğal seyrinde yerine gelmesi gerektiğini ve devam eden davanın sonunun
da kendisini ilgilendirmediğini ileri sürerek, tarafsız bir tutum takınmışa benziyordu. Ama
Mahkeme üyeleri ve diğer nüfuzlu kimseler yine gelip Gazi ile görüşüyorlardı. Bu durum,
kararların O’nun onayından geçtiği şeklinde düşünülmesine neden olabilirdi. Ziya Hurşit,
İzmir milletvekili Şükrü, Eskişehir milletvekili Arif, henüz yakalanmamış olan Kara Kemal
ve Ankara eski valisi Abdülkadir Bey ile ayrıca 11 kişi ölüm cezasına, Rauf Bey ile yedi
kişi de çeşitli hapis ve sürgün cezalarına çarptırıldılar. Cavit Bey, Doktor Nazım ve diğer
İttihatçıların yargılanması daha sonra Ankara’da görülecekti. Ancak Kâzım Karabekir, Ali
Fuat Paşa, Refet Paşa, Cafer Tayyar Paşa ile Rüştü Paşa ve çoğu kapatılan TpCF eğilimli
olan daha 10 kişi beraat ettiler. Halk, Millî Mücadele kahramanı Paşaların tutuklanmasını
hoş karşılamamış, Mahkeme de, kendilerine karşı açıkça sempati göstermişti. Gazi, belki de
eski arkadaşlarını astırmak değil de, onlara sadece bir ders vermek istemişti. Ancak adı
geçen Paşaların beraat etmeleri İsmet Paşa’nın etkisi olarak yorumlandı. Beraat edenler,
idamların infazından iki gün sonraki sabahleyin serbest bırakıldılar. Dışarıda toplanan halk
Tanrıya şükürler olsun, Paşalarımızı bize bağışladı! diye onları alkışlıyordu. Böylece,
Paşaların bırakılışı, bir zafer gösterisine dönüştü.853 TpCF ile yakından ilişkisi olan askerî
ifadeler İzmir İstiklâl Mahkemesinin Gazi’nin kontrolunda hareket ettiği düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
Araştırmacının notu.
853
Kinross; a.g.e., s. 499-501. Zürcher; a.g.e., s. 254. Jevakhoff; a.g.e., s. 270. Mumcu; a.g.e., s. 144. ve
Aybars; a.g.e., s. 58 ve Aydemir; a.g.e., s. 274-275. Suikastın duruşması, İzmir İstiklâl Mahkemesinin verdiği
kararla 13-14 Temmuz 1926 tarihinde sonuçlanmıştı. Bu karara göre ölüm cezasına çarptırılanlar şunlardır:
İstanbul milletvekili İsmail Canbolat, Lazistan milletvekili Ziya Hurşit, Saruhan milletvekili Halis Turgut,
Ayıcı Arif, İzmir milletvekili Şükrü, Erzurum milletvekili Rüştü Paşa, Trabzon milletvekili Hafız Mehmet,
Emekli Albay Baytar Rasim, eski Ankara Valisi Abdulkadir, Abidin, Sarı Efe Edip, Gürcü Yusuf, Laz İsmail,
Copur Hilmi ve Kara Kemal. Suikastla ilişkileri olmadığı gerekçesiyle serbest bırakılanlar dışında: Kazım
Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar, Rüştü ve Cevat Paşalar ile milletvekillerinden Faik,
Sabit, Feridun Fikri, Kamil Zeki, Bekir Sami, Besim Necati ve Münir Hüsrev Beyler, gazetecilerden de
sadece Hüseyin Cahit bu nedenle gözaltına alınmış, ancak o da sorgulamasından sonra serbest bırakılmıştı.
Bahse konu ceza yasası gereği, Rauf, Dr. Adnan (Adıvar), Vahap ve Rahmi İdris Beyler de siyasî sürgün
cezasına çarptırılmışlardı. Bkz. Mazıcı; a.g.e., s. 155-157. Gazi, Büyük Taarruz’dan sonra İzmir’de Rauf
Bey’e verdiği hatıra resminin arkasına şu notu yazmıştı: Benim çok muhterem kardeşim ve Türkiye’yi
kurtarmakta hakikî muin ve zâhirim kardeşim Rauf’a. Yine Rauf Bey arkadaşları 29 Eylül 1922 tarihinde
İzmir’e geldiklerinde Mustafa Kemal Paşa ile maiyeti ve büyük bir halk kütlesi ve tören kıtası tarafından
tezahüratla karşılanmışlar ve Mustafa Kemal Paşa’nın konuğu olmuşlardı. Rauf Bey sevinçle Mustafa Kemal
Paşa’nın boynuna sarılarak, Gazan mübarek olsun paşam, dediğinde, o da aynı samimiyetle Rauf kardeşim,
mis gibi bitirdiğimiz işte ortak olduğumuzu unutma. Nice zamandır her mihnete katlanarak, lakin hiç
ümitsizliğe düşmeden bugüne gelmeye çalışmadık mı? Gaza varsa, onda müşterekiz. Sana da mübarek olsun.
demişti. Bu zarif ve samimi ifadelerin üzerinden 4 yıl sonra Millî Mücadelenin önderlerinden Rauf Bey
288
kahramanlar, Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Rüştü Paşalar
kamuoyunun ve Ordudan gelen memnuniyetsizlik
bırakılmışlardı. Ama
işaretlerinin
baskısı sonucu serbest
siyasetteki konumlarının da, Gazi’nin hayatı boyunca, telafisi
mümkün olmayacak şekilde yok edildiği de açıktı.854
gıyabında 10 yıl siyasî sürgün cezası alıyordu. Bkz. Kandemir; Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay,
s. 75 ve Mustafa Alkan; “Hüseyin Rauf Orbay’ın Siyasî Hayatı”, Atatürk Araştırma Merkesi Dergisi,
Temmuz 2004, S. 59, Ankara 2004, s. 597. TpCF kapatıldıktan sonra Rauf Bey de, diğer muhalif
milletvekilleri gibi bağımsız kalmıştı. Bağımsız kalınca bir süreden beri tropikal sıtmadan rahatsız olan Rauf
Bey, Meclis Başkanlığından 2 Mayıs 1926 tarihinde 45 gün izin alarak, Bad-Gaschtein kaplıcalarında tedavi
olmak için Avusturya’ya gitti. Tedavisi bittikten sonra da, o sırada İngiltere’de bulunan Dr.Adnan Bey ve eşi
Halide Edip Hanım’ı ziyaret için Londra’ya gitti. Rauf Bey Londra’dayken Gazi’ye suikast girişimi ortaya
çıkartıldı. Kel Ali’nin başkanlık ettiği, İzmir İstiklâl Mahkemesi, Rauf Bey’i suikast girişimiyle ilgili bulup,
onu gıyaben yargılayarak, 10 yıl sürgüne, medeni haklardan mahrum edilmesine ve mallarının haczine hüküm
verdi. Bu karar, Rauf Bey’e Londra Büyükelçiliği vasıtasıyla tebliğ edildi. Mahkeme kararı, 3 Kasım 1926
tarihinde TBMM’de okunarak, Rauf Bey’in milletvekilliği sona erdirildi. Rauf Bey, İzmir Suikastı’nda
kendisine isnat edilen suçları ve kararı kesinlikle kabul etmedi, ancak kararın temyiz kabiliyeti olmadığı için
de yurda dönmedi. Bkz.Orbay, a.g.m., s. 622. İzmir İstiklâl Mahkemesinin iddiasına göre, Suikasttan birinci
derecede suçlu Ziya Hurşit’in ağabeyinin yapılan sorgulamasında, Rauf Bey’in kendisine, Ziya Hurşit’in bir
suikast yapmayı planladığını, bunu engel olmasını istediğini belirttikten sonra, Rauf Bey’in suikast girişimini
Kâzım Karabekir ve Refet Paşa’ya haber verdiğini Rauf Bey’in bu olaya sessiz kaldığını belirtmiş. ‘Suikast
hazırlığını duyunca bunu haber vermediği gibi, ben gidiyorum, siz ne yaparsanız yapınız’ diyerek Avrupa’ya
gitmiş olmasından dolayı bu gizli girişimden haberi olduğu kanısına varılarak suçlu bulunmuştur. Bkz.
Aybars; İstiklâl Mahkemeleri, C. I-II / 1920-1927, s. 440-441. Rauf Bey Hatıralarında komplo olarak
gördüğü suîkast hadisesine uzun bir yer ayırmıştır. Bkz. Rauf Orbay; Cehennem Değirmeni - Siyasî
Hatıralarım, C. II, Emre Yayın, İstanbul 1993, s. 195-223, 251-256. Rauf Bey, yurt dışında kaldığı günleri
İngiltere, Hindistan, Çin ve Mısır’da geçirdi. Rauf Bey, Mısır’dayken nihayet, Cumhuriyetin 10. yıldönümü
münasebetiyle kabul edilip, yayınlanan (26 Ekim 1933 tarih ve 2330 sayılı kanunun 8’inci maddesi) af
kanunuyla cezasının ortadan kalkmasından sonra, 5 Temmuz 1935’te vatana döndü. 3 Aralık 1935 tarihli
Bakanlar Kurulu Kararıyla emekli aylığına bağlandı. TBMM’nin 6’ıncı Döneminde açık bulunan bir
milletvekilliği için CHP, 22 Ekim 1939 tarihli bir beyannameyle kendisini aday gösterdi. Bu beyannamede
suikast olayıyla bir ilgisi olmadığı da vurgulandı. (Bu beyanname, bir anlamda İzmir Suikastı girişimi sonucu
aldığı cezaya yönelik bir karar tashihi ve iade-i itibar idi) Sonuçta Kastamonu Milletvekili seçildi ve 8 Kasım
1939 tarihli oturumda TBMM toplantısına katılarak yasama görevine başladı. Ancak CHP’ye katılmadı. Bkz.
Orbay, a.g.m., s. 622-623.
854
Zürcher; a.g.e., s. 254. Zürcher, TpCF ile ilgili K.Karabekir ve diğer saygın askerî şahsiyetlerin İzmir
Suikastini takiben yapılan yargılamalarda beraat ettirilmiş olmakla birlikte, Gazi’nin çevresindeki radikal
kanadın başat durumda kaldığı sürece siyasî kariyerlerinin sona erdiğini belirtmektedir. Bkz. Zürcher; “Kazım
Karabekir ve İstiklâl Harbimiz Kitabı”, Savaş, Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi: 19081928, s. 17. Jevakhoff, 1926 yazının bir merhale olduğunu, Gazi’nin mevcut ve muhtemel tüm muhaliflerini
bertaraf ederek inkılâplarına Türk halkını inandıracak zamanı bulduğunu, İttihatçıların tamamen tasfiye
edildiğini, yaşanan olayların Gazi’yi çocukluk, Harp Okulu ve Sakarya Savaşı’nda arkadaşlık ettiği ve
ümitlerini paylaştığı arkadaşlarından kesin olarak ayırdığını, 1922’den itibaren Gazi’nin bu insanların pek
çoğunun, yenilerine gösterilen ilgiden dolayı gururları ve dostluklarının yaralandığını, bu insanların, Gazi’nin
Türkiye’nin geleceği ve dostları arasında tereddüt etmediğini anlamaktan aciz bir şekilde, Gazi’den
uzaklaşmış olduklarını, bu konuyla ilgili somut bir örnek olarak da İzmir Suikasti teşebbüsü üzerine kurulan
İstiklâl Mahkemesinde, Mahkeme Başkanının, Kazım Karabekir Paşa’yı sorgulaması esnasında Paşa
Hazretleri, Kurtuluş Savaşı’nda millî harekat esnasında büyük hizmetler yaptınız… Niçin muhalefete geçtiniz.
şeklindeki sualine karşı, Kazım Karabekir Paşa’nın, bazı ahlaksızların Gazi üzerindeki etkisini açıklamış ve
bunların uzaklaştırılması için İsmet Paşa’ya göndermiş olduğu mektubu açıkladığını, Mahkeme Başkanı ve
289
İzmir duruşmaları, suikastçıları temizlemiş ve Gazi’nin karşısındaki kapatılan TpCF
mensuplarının muhalefetini de tamamen susturmuştu. Çünkü bundan sonra Paşalar ve
arkadaşları (en azından Gazi’nin hayatının sonuna kadar) gerçekten politik alandan
silineceklerdi. 15 gün sonra Ankara’da başlayan diğer davanın amacı da, Gazi’nin Kara
Çete diye adlandırılan Gazi’nin diğer düşmanlarını (İvT üyelerini) ortadan kaldırmaktı.
Ağustos ayında Ankara’da 50’nin üstündeki eski önemli İttihatçı aleyhinde ikinci bir dava
açıldı. Bu seferki dava, birincisinden daha fazla göstermelik bir dava olup, işlenen asıl tema
İvTC önderlerinin iktidardayken uyguladıkları siyasetler ve bunların Gazi’ye olan
muhalefetleriydi. Haziran 1926’daki suikast ile bir kenarda kaldı. Sanıklardan dördü (İvT
kökenli Maliye eski Nazırı Cavit Bey, Dr. Nazım, Hilmi ve Nail Bey) idam edildi,
diğerlerinden bazılarına ise hapis cezası verildi. Eski başvekillerden Rauf Bey ile birlikte
yedi kişi de on yıl sürgün cezasına çarptırıldı. Ancak, Rauf Bey o sırada yurt dışında
bulunduğundan gıyaben mahkûm olmuştu. Mahkeme heyeti tarafından suikast girişiminin
ardındaki beyin olarak görülen Kara Kemal, ilk davada gıyaben ölüme mahkûm
edilmiş, İstanbul’da saklandığı yer ortaya çıkarılınca da kendini vurmuştu.855
18 Temmuz 1926’da Ankara’da başlayan İstiklâl Mahkemesinin tutumu, suikast girişimiyle
ilişki aramaktan çok, geçmiş dönemlerin hesabını sormak yönünde olmuştur. Mahkeme
sonucunda dört idam (Cavit; Dr. Nazım, Ardahan Milletvekili Hilmi ve Nail Beyler) yedi
de (ikisi gıyabî / eski Başvekil Rauf Bey ile İzmir’in eski valilerinden Rahmi Bey) 10’ar yıl
siyasî mahkûmiyet (sürgün) cezası verilmiştir 856
üyesi olan Kel Ali (Çetinkaya) ve Kılıç Ali’nin bu ahlaksızların önde gelenleri olduğunu ifade etmektedir.
Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 271. Gazi, K.Karabekir Paşa’nın Mahkeme’de yapmış olduğu konuşmaya izin
verildiği için Kel Ali’ye kızmış, Çeşme’de yapılan baloya mahkeme üyelerini de çağırtarak, burada
kendilerini sert bir şekilde azarlamıştır. Bkz. Aybars, a.g.e., s. 445. Tunçay da tutuklu paşaların Gazi’nin özel
isteğiyle beraat ettirildiğini ifade etmektedir. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 163. Mango, Paşaların berat etmelerinden
sekiz ay sonra Gazi ile Ali Fuat Paşa’nın barışmış olduklarını, Ali Fuat Paşa’nın 1933 yılında milletvekili
seçilmesinin ardından Nafia Vekilliğine (Bayındırlık Bakanlığına) getirildiğini, Gazi’nin, Refet Paşa ile
arasının düzelmesinin daha uzun sürmekle birlikte onun da 1935 yılında Meclise katıldığını, Rauf Bey ile
Kazım Karabekir Paşa’nın bir daha Gazi ile barışmadığını belirtmektedir. Bkz. Mango; a.g.e., s. 518-519.
855
856
Zürcher; s. 254-255.
Kinross; a.g.e., s. 501-502. Ankara'da bir gösteri davası biçiminde dava edilen 50 kadar olan eski
İttihatçılar içinde en önemlileri Rauf Bey ile Dr. Adnan (Adıvar) (her ikisi de yurt dışındaydı.), Mehmet
Cavit, Dr. Nazım, Hüseyinzade Ali (Turan), Yenibahçeli Nail, Filibeli Hilmi, Hüseyin Cahit (Yalçın), Küçük
Talat (Muşkara), Hüseyin Avni (Ulaş), Kara Vasıf, Mithat Şükrü (Bleda) ve Ahmet Nesimi (Soydan) idi.
290
Kayalı, İzmir ve Ankara’da yapılan yargılamalarla ilgili olarak şu hususları
dile
getirmektedir: İstiklâl Mahkemeleri’nin güdümlü kuruluşlar olduğu açıkça ortadayken
İkinci Gruba mensup üç kişinin cezalandırılmamış olması, onların diğerleriyle
bağlantılarının söz konusu edilmediği ve/veya etkin bir muhalefette rol alabilecek durumda
olmadıkları şeklinde yorumlanmalıdır. Bir kısım CHF mensubunun da eski İttihatçı
oldukları düşünülürse, açıkça görülür ki, memlekette gizli bir sivil muhalefetin önü alınmak
istenmiştir.
Rauf
Bey’in,
Cavit
ve
Nazım’ın
cezalandırılmaları
bu
biçimde
yorumlanmalıdır...... Resmî görüşü benimseyen tüm yapıtlarda, İkinci Grup, İttihatçıların
bir kısmı ve TpCF fikir ve ilişki düzeyinde birlikte gösterilmek istenmektedir. Her ne kadar
bu gruplar birbirlerine CHF’ye oranla daha yakın olarak nitelenebilirse de, aralarındaki
önemli ayrılıklara dikkat etmek gereklidir. .......... Ana noktalarıyla belirtmek gerekirse, bu
dönemi temelde askerî aydınlar arasında mücadele dönemi olarak nitelemek mümkündür.
Aynı zamanda ikinci bir işlevinin olduğunu, ülkede ileride etkin sivil muhalefet yapabilecek
potansiyel gücün tasfiye edilmemesinin amaçlandığını belirtmek lazımdır. 857
Buradaki suç nedeni, Gazi’nin canına kasıt değil, fakat rejimi devirmeye yönelmiş siyasî bir girişimdi. Bu
ithamlar, İttihatçılar ile Milliyetçiler, Enverciler ile Kemalciler arasında sürüp gitmiş ve Millî Mücadele
hareketini ikiye bölmüş olan bir ihtilafın son noktasıydı. Gazi, İvT’den arta kalanları kendi rejiminin
kaçınılmaz düşmanı olarak değerlendiriyordu. Mahkeme, İttihatçı liderlerin, Türkiye’den kaçışından sonra ve
arkadan Türkiye’ye dönme çabaları sırasında, Enver Paşa ile işbirliği yaptıklarını ortaya koydu. Onlar; Birinci
BMM döneminde Hükümeti devirmeye kalkmak, ikinci seçimler sırasında karışıklık çıkartmak, TpCF yoluyla
muhalefet kurmak, bu amaçla Cavit’in evinde ve Kara Kemal’in yazıhanesinde gizli toplantılar yapmak ve
gazetelerde sistematik olarak hükümet aleyhtarı yazılar yazdırmakla suçlandı. Yargıçlar gözünde, Hükümeti
desteklememiş olmak gibi olumsuz bir davranış, sanıkların suçlu kabul edilmeleri için yeterli bir kanıt
oluyordu. Sonuçta dört idam, Rauf Bey de dâhil olmak üzere yedi kişiye de 10’ar yıl siyasî mahkûmiyet
cezası verilmiştir (26 Ağustos 1926). Bütün bu siyasî-adlî terör hükümlerinin haksızlığı ortadadır. Bazılarına
göre de adalet tam anlamıyla tecelli etmemiştir. Bkz. Kinross; a.g.e., s. 501-502. Mazıcı; a.g.e., s. 156 ve
Jevakhoff; a.g.e., s. 270. Ankara İstiklal Mahkemesindeki duruşmalar ve verilen idam kararları konusunda
ilave bilgi için bkz. Tansu; a.g.e., s. 410-413. Dönemin canlı tanıklarından yazar F.Kandemir; TpCF’yi
kapatmak, muhalefet yapan gazetecileri bir bahaneyle susturmak ve bu arada kendi içindeki gerçek demokrasi
ve Cumhuriyet taraftarlarının bayraktarı durumundaki Fethi Bey’i ülkeden uzaklaştırmak maksadıyla Paris
Büyükelçiliğine göndermek suretiyle İsmet Paşa başkanlığındaki CHF ve Hükümeti artık dilediği gibi
kontrolsuz kalmış ve kurduğu Tek Parti Yönetiminin rahatlığı içinde istediği gibi hüküm sürmeğe başlamıştı.
1927 yılında yapılan genel seçimler sonucu 1 Kasım 1927 tarihinde toplanan üçüncü dönem TBMM,
doğrudan doğruya İsmet Paşa’nın Meclisi sayılıyordu. Bkz. Feridun Kandemir; Siyasî Dargınlıklar 4, Ekicigil
Matbaası, İstanbul 1955, s. 3.
857
Kayalı; a.g.e., s. 52-53. Demirel de, İkinci Grup önderlerinden Hüseyin Avni (Ulaş), Salahattin (Köseoğlu)
ve Kara Vasıf (Karakol) Beylerin de tutuklanarak 10 Temmuz’da sorguya çekildiklerini, eski İvT
mensuplarının yanı sıra, İkinci Grubun önderlerinin de, İzmir’deki yargılamanın ardından, 19 Ağustos
1926’da Ankara’da yargılanmaları sonucu İkinci Grubun tarih sahnesinden artık tamamen çekildiğini ifade
etmektedir. Bkz. Demirel; a.g.e., s. 605-606. İzmir Suikasti teşebbüsünün ardından yapılan yargılamalar
sonucu suikast girişiminde bulunanlar ve suikastı tasarlayanlar ile birlikte eski İttihatçılar ve kimi İkinci Grup
291
Kongar da, tutuklanan TpCF önderlerinin mahkeme sonunda kanıtlar yetersiz olduğu için
salıverildiklerini, fakat bu mahkemenin, Gazi’nin yakın arkadaşları tarafından kendisine
karşı girişilen siyasal eylemin bitimini de simgelemiş olduğunu, onların suçunun (!),
devrimlerin yapılış hızını ve Cumhurbaşkanının artan gücünü eleştirmek olduğunu, bu
suçlarını (!) da Atatürk’ün ölümüne kadar etkin siyasetin dışında bırakılarak ödediklerini
belirtmektedir.858
Cemil Koçak’ın da İzmir Suikastı davasının siyasal sonuçlarına ilişkin değerlendirmesi şu
şekildedir: Takrir-i Sükûn Kanunundan sonra Hükümet her ne kadar tüm muhalif basın
organlarını ve kuruluşları yasaklamış ve kapatmışsa da, muhalefet dağınık bir biçimde de
olsa varlığını sürüdrüyordu. İzmir Suikastı Davası ve İstiklâl Mahkemeleri kanalı ile
Mecliste TpCF’den arta kalan milletvekili grubuyla Meclis dışında ve içinde toplanmaya
çabalayan eski İttihatçı siyasal kadrolar tasfiye edildiler. Bu arada Millî Mücadelenin
önder kadrosu içindeki parçalanma da son aşamasına erişmiş ve Mustafa Kemal Paşa’nın
yanında kalan diğer grup, diğer grubu yargılama noktasına kadar gelmiştir. Davanın
sonucunda Mustafa Kemal Paşa’nın iktidarına karşı geriye kalan cılız nitelikteki son
muhalefet de siyaset sahnesinden tamamen silindi. Türkiye Cumhuriyeti, Takrir-i Sükûn
Kanunu ile girdiği süreci İzmir Suikastı Davası ile tamamladı. Bu tarihten itibaren ülkede
açık bir muhalefet kalmadı ve Mahmut Goloğlu’nun deyimiyle ‘Tek Partili Cumhuriyet’
kurulmuş oldu.859
1926 yılında reformlara karşı artan muhalefet, sürekli kötü ekonomik durum ve dış
siyasette (Musul Meselesi nedeniyle) yaşanan yenilgiyle karşılaşan yönetim, tüm potansiyel
rakiplerini ezmiştir. İzmir Suikasti’nin ortaya çıkarılması tüm muhalif grupların; 1921'de
Enver Paşa’yı geri getirmeye çalışan İttihatçıların, eski Karakol Cemiyeti üyelerinin,
1923'te eski duruma dönmeye çalışan İttihatçıların ve 1924'te TpCF'yi kuran Millî
Mücadele liderlerinin temizlenmesi ve sindirilmesi için fırsat sayılmıştır. Yine 1926 yılı
üyelerinin tutuklanmalarının ardından bunlardan bazılarının cezalandırılmaları, bazılarının da serbest
bırakılmaları sonucu örgütsüz muhalefetin yok edilmesi hakkında ilave bilgi olarak bkz. Esat Öz; Türkiye’ de
Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Gündoğan Yayınları, Ankara 1992, s. 97
858
859
Kongar; a.g.e., s. 144.
Koçak; a.g.m., s. 145.
292
içerisinde 26 Mayıs 1926 tarih ve 854 sayılı Kanunla Mücadele-i Milliyeye İştirak Etmeyen
Memurin Kanunu adıyla sivil bürokraside tasfiyeler yapıldı. Daha önce de (21 Eylül 1923
tarih ve 347 sayılı Kanunla) subay camiasında tasfiyeler yapılmıştı. Ayrıca 5 Haziran 1927
tarih ve 1164 sayılı Kanunla Umumi Müfettişlik Teşkiline Dair kanun çıkarılarak sivil
bürokrasi üzerinde askerî kesimdeki hiyerarşik sisteme benzer bir denetim mekanizması
oluşturulmuştur. Bu süreçte sivil bürokrasinin siyasal elit için güvenilir bir duruma
gelmesine kadar, önce parti bürokrasisinin geliştirimesine çalışılmıştı. Daha sonra da parti
bürokrasisi ile mevcut sivil bürokrasi kontrol altına alınmıştı.860
1930’lu yıllarda Gazi ve ondan sonra da İnönü’nün eski muhlefet liderleriyle barışma ve
onları yeniden siyasal elit içine sokmaya yönündeki girişimlerine karşın, bahse konu
kişilerin siyasal konumları bir daha onarılamayacak şekilde bozulmuştu. Gazi ve İnönü’nün
izlediği bu yeni siyasanın bir sonucu olarak bütün önemli isimler 1930’larda ve 1940’larda
yeniden siyaset sahnesine döndülerse de artık devirleri kesinlikle geçmişti. Bahse konu
şahsiyetler, Millî Mücadeledeki kahramanlıkları nedeniyle yeniden saygı gören yaşlı devlet
adamlarıydılar. Fakat işlevleri büyük ölçüde törensel olmaktan öteye gitmiyordu. Bir grup
politikacı, 1946 yılında Demokrat Parti (DP)’yi kurmak üzere CHP’den ayrıldıklarında,
bunların, fahri önderleri olarak
bu
eski
muhalefet
liderlerine ihtiyaç duymamış
861
olmaları da önemli bir noktadır.
Armağan da Küller Arasında Yakın Tarih862 isimli kitabında, Cumhuriyet tarihini, birbiriyle
çekişen kliklerin tarihi olarak okunması gerektiğini ima etmektedir. Armağan, bahse konu
eserinde; yeni bir devletin kuruluşunun aynı zamanda yeni bir iktidar mücadelesi anlamına
geldiğini, Millî Mücadeleye hep birlikte baş koyanların, sıra iktidarı paylaşmaya gelince
siyaseten karşı karşıya geldiklerini ve birbirlerine düşman olduklarını, 1920 yılının
sonlarında Çerkes Ethem’in başına gelenlerin 1925 yılında da İstiklâl Harbini yöneten
Paşaların başına geldiğini, İzmir Suikastı sonrasında; tasfiye edilenlerin iktidar kliğinin
860
İba; a.g.e., s. 139.
861
Zürcher; a.g.e., s123. Refet ve Ali Fuat Paşalar Gazi’nin izniyle TBMM’ye bağımsız milletvekili olarak
girdiler. Kazım Karabekir ve Rauf Bey ise Gazi’nin ölümünden sonra, İnönü’nün muhalifler ile barışma
politikası çerçevesinde TBMM’ye girdiler. Bkz. Uyar; a.g.e., s. 117.
862
Mustafa Armağan; Küller Arasında Yakın Tarih,Timaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2006.
293
içine giremeyen İttihatçılar ile Gazi’nin hayatı boyunca siyaseten tasfiye edilen (kapatılan
TpCF çatısı altında toplanan) Millî Mücadele kahramanları olduğunu belirtmektedir.
Suikastçilerin cezalandırılmasıyla örgütsüz muhalefetin tamamen tasfiyesi için kullanılan
araç olan İstiklâl Mahkemelerinin ömrü uzun sürmedi. İstiklâl Mahkemelerinin böylece
siyasî amaçlar uğruna kötüye kullanılan yetkisi öylesine gelişmişti ki, devletin içinde ikili
bir otorite tehlikesi ortaya çıkmıştı: bir yanda mahkeme yargıçları, öte yanda Gazi’nin
vekilleri. Bu, İsmet Paşa’yı sinirlendiriyor ve hükümette iş görmesini engelliyordu. Bir süre
sonra artık dayanamayıp, Gazi’yi bu Mahkemeleri dağıtmak zamanının geldiğine inandırdı.
Bir akşam, Çankaya’da bir toplantıda Gazi, lâf arasında Kel Ali’ye Senin mahkemeyi
kaldırmaya karar verdim. Artık gereği kalmadı. dedi. Kel Ali, sorunu inceleyeceğini ve
raporunu, Gazi’ye sunacağını söyleyince Gazi bağırarak Rapor mu? Ne Raporu? Sorunu
ben kendim inceledim. Senin mahkeme yarın kalkmış olacak. dedi. İstiklâl Mahkemelerinin
kaldırılması konusunda ertesi gün Parti Grubunda karar altına alındı. İki yıl süreyle
sorumsuz bir iktidarın zevkini tatmış olan Mahkeme üyeleri, tekrar herhangi bir
milletvekili durumuna döndüler. Artık şiddet ve sindirme devri sona ermişti. 863
Şeyh Sait İsyanı ve bunun ardından yaşanan İzmir Suikastı rejimi daha da otoriterleştirip
örgütlü ve örgütsüz siyasî muhalefetin tamamen tasfiye edilmesine neden oldu. İzmir
Suikastı olayından sonra Gazi ve Cumhuriyet rejimine karşı bir daha hiçbir eleştiri
duyulmayacak, basında daima hükümetin
icraatını metheden yazılara rastlanacak
parti grubunda ve Mecliste Gazi ile İsmet Paşa’nın canlarını sıkabilecek sesler çok
seyrek duyulacak, milletvekilleri, yazarlar, öğretmenler ve törenlerde konuşanlar Gazi’yi
yüceltmek için birbirleriyle yarışacaklardı.864
İzmir Suikastı sonrası muhalefetin tasfiye edilmesi nedeniyle ülkede korku ve suskunluk
yaygınlaştı, farklı siyasî düşünceler de tamamen kayboldu. Bu ortamda tam anlamıyla TekPartinin otoritesi ülkede yerleşmiş oluyordu. Esen ağır hava bir tarafa, ekonomik şartlar
863
Kinross; a.g.e., s. 504.
864
Ergin; a.g.e., s. 161. Aydemir; 1924-1926 yıllarının bir geçiş dönemi olduğunu, bu dönemde Millî
Mücadelenin önder kadrosunda meydana gelen parçalanma ve tasfiyenin tek şef, tek parti ve otoriter hükümet
rejiminin yerleşmesiyle sonuçlandığını belirtmektedir. Bkz. Aydemir; a.g.e., s. 289.
294
ağırlaşıyor, vergi yükü artıyor ve Hükümet dış borcu ödemede zorlanıyordu. Mecliste hiç
kimsenin sesi çıkmıyor, milletvekillerinin de Meclise ilgisi gittikçe azalıyordu. 865
Ülkemizde siyasî olayları sosyal bilim mantığıyla anlamanın ilk örneklerinden biri olan
Ahmet Ağaoğlu866 25 Temmuz 1926’da Cumhurbaşkanına uzun bir rapor sunar. Rapor
halkın perişanlığını ve Cumhuriyetçi kadronun yozlaşmakta olduğunu anlatmaktadır.
Gazi’ye hitaben
Müncimiz Büyük Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine şeklinde
başlayan raporda bu bağlamda özetle ........ sureti cibayeti evvelce iyi düşünülmemiş
vergiler vazetmek mecburiyeti hasıl oldu. Bu suretle adeta fasit bir daire içine girmiş olduk.
..........İnkılâpçı bir muhitin yegâne istinat ettiği kuvvet
menevi prestijdir.
.........
Binaenaleyh bu prestiji muhafaza, takviye ve tevsî ettirmek Türk inkılâpçıları ve Türk
vatanı için hayat ve memat meselesidir.
........... Mezkûr prestijin maateessüf tedrîcen
rahnedar olduğunu görmekle müteessif olmamak inkılâpçı ve hassa bir göz için mümkün
değildir. Rahneleri mucip olan esbaba gelince acizlerince bu esbap üç nokta etrafında
toplanıyor: feragat-i nefs kifayetsizliği, fırkanın ataleti ve mütekabil fırkanın mefkudiyeti.
....... Her yerde ve her zaman inkılâpçı zümreleri yıkan amil işte bu esasa riayet etmemiş
olmalarıdır. Fakat maalesef biz mükellef olduğumuz bu manevî vazifeyi unutmak üzereyiz.
Paraya, ticarete, menfaat ve istifadeye dalmak üzereyiz. Halka karşı mütehakkim ve
mütekebbir vaziyetler almaktayız. Ankara’da dünyanın hiçbir tarafında hükümferma
olmayan bir pahalılık hükümfermadır. ......... Bu hal Fırkamızın
dikkatini bile
celbetmedi........ Kuvvetli hükümet yapmak isteyen bir muhit yukarıda bahsettiğimiz
hususları hayırhahane murakebe usulünü temin etmelidir. ....... Fakat sizin etrafınızı almış
olan bizler maateessüf bu vaziyetin ehemmiyetini kendiliğimizden takdir edemiyoruz. .......
Bunu ise siz yapabilirsiniz. Bizi dahi yine siz ıslah ve tasfiye edebilirsiniz. ifadeleri yer
almaktadır.867 Sadece liberal Ağaoğlu değil, Karaosmanoğlu ve Uran da yazmıştır bu
865
Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 44
866
Ahmet Ağaoğlu’nun biyografisi için bkz. Simten Coşar, “Ahmet Ağaoğlu”, Modern Türkiye’de Siyasî
Düşünce, C. 7 s. 236-242. Murat Yılmaz; “Ahmet Ağaoğlu”, a.g.e., C. 7 (Liberalizm), s. 54 ve Murat Yılmaz,
“Ahmet Ağaoğlu”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 3 (Modernleşme ve Batıcılık), 3. Baskı, İletişim
Yayınları, İstanbul 2004, s. 304-313.
867
Ahmet Ağaoğlu’nun 1926 yılında Gazi’ye ve Başbakana verdiği rapor için bkz. Hasan Rıza Soyak;
Atatürk’ten Hatıralar, 2. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, Ankara 2005, s. 471-477.
295
gerçekleri.868 Karaosmanoğlu, daha sonraları yazmış olduğu Ankara adlı kitabında üç
dönemin (1922, 1926 ve 1937-1943) Ankara’sını bir roman tarzında gerçekçi bir şekilde
anlatırken, eksenini Türk İnkılabının oluşturduğu bir anlatımla Cumhuriyetin ideallerinden
ve halktan ne denli uzaklaşıldığını anlatır.869 Yine Karaosmanoğlu’na ait Panorama isimli
eserde de eksenini yine Türk İnkılâbı teşkil eden ve o dönemi tasvir eden şu ifadeler vardır:
Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü, haykırıp durduğumuz inkılâp, kelimesinin daha ‘i’ harfi bile
buraya aksedememiş. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin ker hayır; kabahat bir
inkılâbın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardır. İki üç
maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir… Her şeyi olmuş bitmiş farz
ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin - kafaların içi şöyle dursun - hatta dışını bile
değiştirmediğini görmek istemiyoruz. Umumî müfettiş bey -halkı Avrupaî yaşayışa
alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim lisenin
müdürüyse, bütün gün mektebin içinde ökçesiz terlikle dolaşıyor; biri, yeni sosyal nizam
kurmak, öbürü, kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerlerine almış bulunan bu
adamlaın her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılâp metodumuzdaki aynı aksiyon
hatasının kurbanıdır. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvaffak olacak; her ikisi de ağır bir
çarkı, boşlukta döndürüp duracak. İnkılâbın Temelleri diye kurulan Halk Evleri’nin
düştükleri feci hali hiçbir kalem şu satırlardaki kadar realist bir tarzda canlandırmamıştır:
Sana, bu satırları, içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasından
yazıyorum. Bu çizgili kâğıtla, içi hareli zarfı, biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım.
Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kâğıt kalem bile bulmak
mümkün değil, Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor. Bunun
üstünde, İstanbul’dan ve Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazeteler ile mecmualar hiç el
değmeksizin kendi kendilerine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet
ihsan eyleye, âmin.870
Aydemir de SCF’nin kuruluşuna ilişkin değerlendirme yaparken Evvela CHF, bir halk
868
CHP’nin halka kayıtsızlığı konusunda bkz. Karaosmanoğlu; Politikada 45 Yıl, s. 107-108. Başkaya; a.g.e.,
s. 214-215 ve Uran; a.g.e., s. 229-231.
869
Karaosmanoğlu’nun bahse konu eserinin kısa bir özeti ve değerlendirmesi için bkz. Y.Kadri
Karaosmanoğlu; Ankara, (Yayına Hazırlayan: Atilla Özkırımlı), Birikim Yayınları, İstanbul 1981, s. 13-15.
870
Karaosmanoğlu; Panorama I-II, 2. Baskı, Yükselen Matbaacılık, İstanbul 1971, s. 8.
296
partisi haline gelememişti. Bu parti kurulurken Halk Partisinin bütün halkın partisi
olacağını, bu parti kadrosunda bütün halkın tek bir parti teşkil edeceğini, millet içindeki
sosyal bölüntülerin silineceğini halk, Gazi’nin ağzından dinlemişti. Ama bu sözler,
yukarıdan aşağıya doğru indikçe maddî ve fiilî şartlarla ister istemez çelişiyordu. Çünkü
bütün halkı partileştirmek, gerçi sürükleyici bir ruh hazzı yahut sevinci idi. Ama bu gayeye
ulaşılması ancak, güçlü ve yaygın teşkilatçı kadronun, Gazi’nin zihniyetini paylaşmasıyla
mümkündü. Kendini bu davaya verecek, bu davayı temsil edecek, bütün halkı kapsayacak
bir önder parti teşkliatının disiplinli önderliği ile mümkündü. Hâlbuki 1930 sıralarında
CHF halktan kopmuştu. Halkın dışında dar, basit bir bürokrat hizbi ile, bu hizbe, ancak
seçim ve menfaat bağlantıları olan mahallî, fakat dar bir taşralı taraftar kadrosundan
ibaretti…… Merkezde veya taşrada partili olmak demek, gelecekten bir şey, bir menfaat
veya kariyer bekleyen insan demek olmuştu. Hülasa inkılâp partisi, bir klik haline gelmişti.
Kapalı, dar bir klik… Eğer bir rüzgâr, yeni bir takım hedefler ve sloganlarla bu
durgunlaşan suyu dalgalandırmazsa, parti hatta tamamen sönebilirdi. …… Fakat halk
homurdanıyordu. İktisadi buhran, vilayetlerde tam bir çaresizlik havası hâkimdi. İşte o
sıralarda Gazi, havayı dalgalandırmanın artık vakti geldiğine inanmış olacaktı ki yeni bir
teşebbüsü ele aldı. Bu teşebbüs iktisadî değil, siyasî olacaktı. Fakat bu yönden bir sondajla
da, halkın duygularını belki daha iyi kanalize etmek mümkün olabilirdi. Bu yeni teşebbüs,
yeni bir siyasî parti kurmak çabasıydı. Ama bir vesayet partisi. Yani ipuçları elde tutulan,
kontrol, hatta yönetim altında bir parti… İşte Serbest Fırka bu hava içinde doğdu.
demektedir ki bu sonuç, CHF’nin halkla karşı karşıya gelmiş olmasından başka bir anlam
taşımamaktadır.871 Ağaoğlu da Serbest Fırka Hatıraları isimli eserinde Serbest Fırka’nın
kuruluşu zamanında hoşnutsuzluk azami dereceye varmıştı. Fakat Gazi bunu bilmiyordu.
derken bu gerçeğe bir başka açıdan değinmiş olmaktadır. SCF kapatıldıktan sonra Gazi’nin
halkın yakınmalarını bizzat dinlemek üzere kalabalık bi heyetle uzun bir yurt gezisine
çıkmış olması da bu kanıyı doğrulamaktadır. 872
1924-1926 yıllarını bu şekilde geçiren ülke, 1923 yılında iki yıl için seçilen, fakat 1924
871
Aydemir; a.g.e., s. 379-381 ve Çetin Yetkin; Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, Karacan Yayınları,
İstanbul 1982, s. 24.
872
Yetkin; a.g.e., s. 24.
297
Anayasası ile görev süresi dört yıla çıkartılan ikinci dönem TBMM’nin görev süresi 1927
yılında bitmektedir. II. Meclis büyük dönüşümlerin olduğu bir döneme rastlamıştır. Ayrıca,
aynı dönem içerisinde Cumhuriyetin ilanı ile laik toplumun temellerini atan bir dizi karar
da
alınmış
ve
hazmedilemeyeceği
uygulanmıştır.
Bu
bilinmektedir.
büyük
değişikliklerin
Demokratik
işleyişin
toplum
tarafından
aynı
dönemde
gerçekleştirilememesinin nedeninin toplumun tutucu yapısı olduğu ileri sürülmüştür. Fakat
bu arada ne ekonomide, ne de toplumsal yaşamda halka yönelik kararlar alınabilmiştir.
Sadece İzmir İktisat Kongresinin liberal doğrultudaki istekleri yerine getirilmiştir. Devlet
ekonomiye müdahale etmekten kaçınmış, sadece demiryolu politikasında etkinleşmiştir.
Kısacası 1923-1927 döneminde ezilen, sömürülen ve yoksul halk yığınlarından yana
tavır alınamamıştır. İşte 1927 yılına ve ikinci dönem Meclisin sonuna böyle gelinmiştir.873
26 Haziran 1927’de genel seçim kararı alan TBMM, bu tarihte II. dönem çalışmalarına son
verdi. 1927 yılı Eylül ayı başında yapılan seçimlere sadece CHF katılmıştır.874 1 Kasım
1927’de
üçüncü
dönem
çalışmalarına
başlayan
yeni
Meclis,
Gazi’yi
yeniden
875
Cumhurbaşkanı olarak seçmiş, İsmet Paşa da tekrar Başbakan olarak atanmıştır.
İçeride
ve dışarıdaki başlıca önemli sorunlar tasfiye edilmişti. Yeni rejimin sağlam temellere
oturtulduğuna dair en küçük bir kuşku kalmamıştı. Asayiş tamdı. İstikrarlı bir yönetim
kurulmuştu. Bütçe denkti. Yabancılar, Türkiye’yi kuvvetli orduya sahip, dış güvenliğini
kendi gücüyle koruyabilecek bir devlet olarak görüyorlardı.876 Tek Parti, ülkeye egemendi.
Cumhurbaşkanı bu görevine ilaveten kurucusu olduğu CHF’nin de genel başkanıydı.
Gazi, 1926 yılında, büyük çoğunluğunu İttihatçı kökenlilerin oluşturduğu muhalif ekibi
tasfiye ettikten sonra tedricî olarak politika sahnesinde egemenliğini oluşturmuştu.877
Gazetelerde ve radyoda her gün Gazi’den bahsediliyor, okullarda ülkeye yaptığı değerli
hizmetler anlatılıyor, kentlerin en önemli caddesine ve meydanına adı konuluyor, paraların
873
Gülcan; a.g.tez, s. 114-115.
874
Kocatürk; a.g.e., s. 467-470.
875
Karpat; a.g.e., s. 68.
876
Ergin; a.g.e., s. 162.
877
Zürcher; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Mirası: Yeni Bir Dönemselleştirme Denemesi”, s. 47.
298
üstüne resmi basılıyor, dershaneler, resmî daireler ve işyerlerine fotoğrafları asılıyor,
heykelleri ve büstleri dikiliyordu.878
3.1.4.3. Bir Dönemin Sonu: Nutuk
Millî Mücadele sonrasının huzursuzluk dönemi, Gazi’nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri
arasında CHF Kongresindeki önündeki 36 saatlik nutkuyla simgesel olarak kapandı. Bu
çalşma,
dikkate değer ve son derece etkili bir metin olup, üzerinde durulmayı
gerektirmektedir. Gazi bu metni, 1919’dan 1927’ye kadar olan Millî Mücadelenin tarihi
hakkında bir bilgilendirme olarak sundu. Gerçekte Nutuk, 1919-1927 döneminin bir tarihi
değildir. Nutuk, TpCF’nin Kasım 1924’te ortaya çıkışıyla sona erer. Nutuk, (aynı zamanda)
1925-1926 yıllarındaki temizlik hareketlerinin (de) bir savunmasıdır. Nasıl ki Gazi’nin
Mart 1926’da yayınlanan hatıralar’ının ana teması TpCF’nin eski liderlerinin eleştirisi ise
Nutuk’un da ana teması aynıdır. Gazi eski çalışma arkadaşlarını gözden düşürmeye
çalışırken, onları baştan sona tereddütlü, yeteneksiz ve hain olarak sunar ve kendini ise
hareketi başlangıçtan itibaren yöneten kişi olarak tanımlar.879
O günkü adıyla Büyük Kongre, 15 Ekim 1927 Cumartesi günü TBMM Toplantı
Salonu’nda parti genel başkanı Gazi Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanmıştır.880
Kongre’de büyük heyecan doğuran tarihî büyük Nutuk, Gazi tarafından 15 Ekim 1927
Cumartesi günü saat 09.30’da okunmaya başlanmak ve 20 Ekim 1927 Perşembe günü saat
878
Ergin; a.g.e. s. 162.
879
Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 255-256. İnönü, hatıralarında; TpCF’nin kuruluşunun,
Atatürk’ün süratli icraatta nereye kadar gideceğinden ve ne şekilde bir otorite tesis edeceğinden korkulması
üzerine, onunla beraber çalışma imkânından ümitleri kesildikten sonra girişilmiş bir teşebbüs olduğunu,
siyaset ayrılığının meydana getirdiği sonuçların, fikir ayrılığından, reformların tabiatından ve reformların
uygulanmasındaki metot farkından, buna ayak uydurmak ve hazmetmek yeteneğinin zayıflığından olduğunu,
(siyasî) mücadele yapılırken medenî ve ileri bir seviye mevcutsa, (fikrî) ayrılığın makul ölçülerde
kalabildiğini, siyasî seviye olgun değilse aradaki ayrılığın tamir edilmez bir istikamette düğümlendiğini,
sosyal olay olarak, siyasî çatışmaların seyrinin bu olduğunu, uzun tecrübelerden ve birçok örneklerden sonra
kendisinde bu kanaatin oluştuğunu, bu nedenle TpCF ayrılığı birçok kırgınlıklar geçirdikten sonra
cumhurbaşkanı olduğu zaman, kendilerini topluma kazandırmak imkânının olup olmadığını düşündüğünü ve
herbiriyle görüştüğünü, makul sınırlar içinde bu insanların olurlarını alarak tekrar beraber çalışmayı
denediğini dile getirmektedir. İnönü; a.g.e., 2.Kitap, s. 206-207.
880
Bahse konu kongre hakkında ilave bilgi için bkz. Ersel; Kuyaş; Oktay; Tunçay; a.g.e., s. 95.
299
18.15’te sona ermek üzere toplam altı gün sürer.881 Gazi, Kongre’yi açarken yaptığı
konuşmada senelerden beri devam eden efal (işler) ve icraatımızın milletimize hesabını
vermek vazifem olduğu kanaatiyle demek suretiyle bu söylevin zorunluluğunu açıklar.
Tunçay’a göre, Nutuk, aslında bir hesap vermekten çok, bir hesaplaşmadır.882
Zürcher, Söylev’in resmî konusunun, 1919’da İstiklâl Savaşı’nın başından 1927’ye kadar
yeni Türkiye’nin tarihi olduğunu, aslında anlatılanların 1924’ü 1925’e bağlayan yılbaşı
aralığında sona erdiğini, Nutuk’ta 1925-1927 arası döneme ayrılmış olan yerin tüm metnin
yaklaşık yüzde birbuçuğundan ibaret olduğunu belirtmekedir.883 Jevakhoff, 15 Ekim 1927
tarihinde başlayan ve altı gün devam eden CHF İkinci Kongresinde Gazi’nin; Kurtuluş
Savaşı’nı ve Rauf, Refet, Bekir Sami, Kara Vasıf, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Cafer Tayyar
ve diğerlerini kıyasıya eleştirdiğinden ve Cumhuriyetin ilk yıllarını da kendi açısından
sunarak şahsının ve siyasetinin bir övgüsünü çizdiğinden bahseder.884 Akyol da, Nutuk
konusunda; Nutuk'la beraber İnönü'nün Hatıralar’ını da okumanın gerekli olduğunu, böyle
bir mukayeseli okuyuşta ufuk açıcı en önemli faktörün Gazi ile İnönü arasındaki mizaç
farkının olaylar hakkında farklı yorumlara yol açtığını görmek olacağını, ikinci olarak,
Nutuk’un 1927 yılının çok gergin iç politika ortamında, adeta olayların ateşi içinde kaleme
alındığını, Gazi’nin bu eserdeki değerlendirmelerinde, öfkeli dilinde, hatta anlatılan
olayların seçiminde bile bunun etkisinin açık olduğunu, İnönü’nün ise, aynı olayları İsmet
İnönü'nün Hatıraları adlı eserde daha serinkanlı bir şekilde anlattığını dile getirmektedir.885
881
Toprak; a.g.m., s. 42-43. Metni yaklaşık 900 sayfa tutan Nutuk’un yaklaşık 700 sayfası, Gazi’nin
Samsun’a çıkışından Saltanatın kaldırılışına kadar geçen 42 ayın anlatım ve yorumuna ayrılmış, ondan
Söylev’in verilişine kadar 60 ayın öyküsü ise 200 sayfaya sığdırılmıştır. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 180.
882
Tunçay; a.g.e., s. 179.
883
Zürcher; a.g.m., s. 4.
884
Jevakhoff; a.g.e., s. 276.
885
Taha Akyol; “İsmet Paşa’yı Anmak“, Milliyet, 25.12.2006. Akyol’un değerlendirmesinde İnönü’nün
hatıraları konusunda atıfta bulunulan eser için bkz. İsmet İnönü'nün Hatıraları, Yayına Hazırlayan: Sabahattin
Selek. 2. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 2006. Zürcher de, Söylev’in tamamında Gazi tarafından muhalefet
liderlerinin eleştirilmeleri ve İstiklâl Savaşı’ndaki rollerinin küçümsendiğine rastlanıldığını, Rauf Orbay ve
yandaşı olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Cafer Tayyar Eğilmez Paşaların eserin pek
çok yerinde tekrar tekar eleştiri, suçlama ve alaylara hedef olduklarını belirtmektedir. Bkz. Zürcher; a.g.m., s.
10. Zürcher’in bahse konu ifadeleri, Akyol’un değerlendirmeleri ve İnönü’nün Hatıralarında bahsedilen
hususlarla örtüşmektedir. Araştırmacının notu.
300
İnönü de, Abdi İpekçi ile yapmış olduğu mülakatında, Gazi’nin Nutuk’u yazarken Rauf
Bey’e karşı sert davrandığının söylenebileceğini, ama o günkü şartlar içinde başka türlü
yapamayacağını, kendi durumunu izah ederken kanaatlerini sert bir şekilde söylediğini,
yaşasaydı, şartlar değiştiğine göre belki de Rauf Bey hakkında başka türlü konuşacağını
belirtmektedir.886
Aydemir’in ise konuya ilişkin değerlendirmesi şu şekildedir: 1927 Nutuk’unda Gazi’nin şu
veya bu şekilde, artık çevresinden kopmuş veya itilmiş olan eski Millî Mücadele arkadaşları
hakkındaki ifadeleri, hiç şüphesiz ki suçlayıcı ve insafısızdır. Ama O’nun ruh halini
anlamak mümkündür. Çünkü 1927’de Mustafa Kemal, artık sadece yalnız bir asker ve
yalnız bir devlet başkanı değildi. 1927’de Mustafa Kemal, insanüstü bir varlık haline
gelmişti. Kendisi istememiş olsa bile, kendisini saran bir efsane halesi içindeydi. Geçmiş
olayları ve insanları, elbette ki artık kendi menşuurundan görüyordu. Vesikaları elbette ki
kendi ölçüleriyle değerlendiriyordu. Kaldı ki Nutuk, hem bir siyasî vesika, hem de bir siyasî
mücadelenin anlatılışıdır. Bu mücadelenin, Gazi açısından tarihe mal edilişidir. Bu
mücadeleden ise, Mustafa Kemal’in her safhada yön tayin eden müdahaleleri, arkada
kalan yolları işaretleyen mesafe taşları gibi sıra sıra dizilmiştir. (O yollar ise) İster
istemez, o yolları bulanın, (ve) işaretleyenin adını taşıyacaktır.887
Toprak ise CHF’nin ilk kongresi ne zaman toplanmıştır? ve CHF’nin ilk kongresi Sivas
886
İpekçi; a.g.e., s. 17. Akyol’un da konuya ilişkin bir değerlendirmesinde de, Nutuk’un 1927'nin ateşli iç
politika şartları dikkate alınarak ve mukayeseli olarak okunması gerektiğini, Atatürk'ün 1927'de okuduğu
Nutuk'ta ve İnönü'nün 1968'de anlattığı Hatıralar’ında farklı Kâzım Karabekir'lerin görüldüğünü, mesela.
Karabekir'in Kars ve Ardahan'ı kurtararak bugünkü Doğu sınırımızı çizmesi üzerine Ekim 1920'de Atatürk’ün
coşkulu kutlama telgrafları gönderdiğini ama 1927'deki Nutuk'ta bunlara yer vermediğini, çünkü 1927'de
Karabekir’in muhalif konumda olduğunu ve İstiklal Mahkemesinin elinden de zor kurtulduğunu ama 40 yıl
sonra İnönü’nün Hatıralar’ında, Karabekir'in Millî Mücadeledeki büyük hizmetlerini övgülerle anlattığını,
İnönü'nün, 1968'de Abdi İpekçi'ye söylediği gibi, Atatürk, muhalifleri hakkında, mesela Rauf Bey hakkında O
günkü şartlarda başka türlü yapamazdı, yaşasaydı, şartlar değiştiğine göre başka türlü konuşurdu. dediğini,
bu nedenledir ki, Nutuk'la beraber İnönü, Karabekir, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy'u da okumak
gerektiğini, modern tarihçilik metotlarıyla ve yeni belgelerle yapılan araştırmaları da okumak gerektiğini,
tarihin, stadyumda maç seyreder gibi coşarak değil, aksine, bilgi edinerek okunması gerektiğini, o bilgilerin
kazandıracağı ufuk genişliği ve analiz yeteneğiyle günümüzün karmaşık sorunlarına bakabilmenin ve rasyonel
çözümler geliştirmenin daha bir mümkün olacağını, tarihin de zaten bunun için öğrenildiğini belirtmektedir.
Bkz. Taha Akyol; “Nutuk Okumak”, Milliyet, 30.10.2007.
887
Aydemir, İkinci Adam, C.1, s. 271-272.
301
Kongresi midir? sorularına verdiği cevaplar da Zürcher’in yukarıdaki görüşleriyle
örtüşmektedir. Toprak; bahse konu dönemin basınına göre 1927 Kongresinin CHF’nin ilk
kongresi olduğunu, nitekim Basın Yayın Genel Müdürlüğünün yayınladığı Ayın Tarihi
isimli süreli yayının, 1927 yılı Kongresine ayırdığı Ekim 1927 tarihli 43. sayısında
başlık olarak Cumhuriyet Halk Fırkasının İlk Kongresi ifadesinin kulanıldığını, oysa
Gazi’nin, 1927 yılı Kurultayını açış konuşmasında CHF’yi A-RMHC’nin devamı saydığını
ve 1919 tarihli Sivas Kongresini ilk kongre olarak addederek 1927 yılı Kongresini ikinci
kongre ilan ettiğini ettiğini, Ayın Tarihi isimli süreli yayının bu konuşmayı satır satır
verdiği halde, başlığını yine İlk Kongre diye atmakta bir sakınca görmediğini, 1927 yılı
Kongresi zabıtlarını içeren kitabın kapağında ikinci kongreden söz edilmemesine rağmen,
Kongreyi kapatırken İsmet Paşa’nın Efendiler! Cumhuriyet Halk Fırkasının ikinci büyük
kongresi hitam bulmuştur (sona ermiştir). ifadesini kullandığını ve bundan sonra 1927
yılı Kongresinin literatüre CHP İkinci Kurultayı olarak geçtiğini ifade etmektedir.888
Zürcher, Nutuk’un, okunduğu bağlamda tarihsel görüntüyü başkalaştırmaya yardım ettiğini,
CHF’nin 1927 yılı Kongresinin, aslında CHF’nin birinci kongre olmasına rağmen, kendini
CHF Fırkası İkinci Kongresi diye tanımladığını, bu kongrenin genellikle de böyle
tanımladığını, CHF’nin geçmişe dönerek 1919 yılında gerçekleşen Sivas Kongresini ilk
kongre kabul ettiği için bu Kongreye İkinci Kongre dediğini, böylece CHF ile Millî
Mücadelenin özdeşliğini vurguladığını ve bu hareketin mirasını kendi tekeline
aldığını, 1923-1926 yılları arasındaki dönemin otoriter karakteriyle Türkiye’deki siyasal
yaşamı sonraki 20 yıllık süre boyunca kesin şekilde etkilerken 1927 Kongresi ve Gazi’nin
Nutuk adlı eserinin de yeni Türk devletinin doğuşuna ilişkin tarihsel görüşü kuşaklar
boyunca belirlediğini ifade
etmektedir.889
Acaba,
Atatürk Nutuk’u hiç
yazmamalı
mıydı? Gazi’nin yakın dairesinde bulunan yazarlardan F. Rıfkı Atay bu soruya ilişkin
kanaatini Benim samimi düşüncem, hiç yazmaması idi. Bütün o vesikalar, tutanaklar
dosyalarda kalacağı için tarihçiyi hükümlerinde daha serbest bırakmalı idi. şeklinde dile
888
Toprak; a.g.m., s. 42.
889
Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 256.
302
getirmekedir.890 Atay, Gazi’nin adının, Nutuk’un ait olduğu olaylara bakan birçoklarını, her
şeyi onun gösterdiği gibi görmeye zorladığını, ancak aradan bu denli uzun bir bir süre
geçtikten sonra, artık, bu konuşmanın 1927 yılının Ekim ayının üçüncü haftasında bir parti
kurultayında yapılmış bir konuşma olduğunu ve bu konuşmanın birkaç yıl önce ya da daha
sonra yapılmış olsaydı, Gazi’nin bu konuşmadaki değerlendirmelerinin hiç kuşkusuz çok
farklı olacağı şeklindeki yalın gerçekleri dikkate almanın uygun olacağını belirtmektedir.891
Koçak’ın da Nutuk konusundaki değerlendirmesi şu şekildedir: Büyük Nutuk, temelde Millî
Mücadelenin askerî, siyasî ve diplomatik tarihidir. Ama aynı zamanda da iktidara gelen
Millî Mücadele kadrosunun tarihî yorumlama ve değerlendirme çabasıdır. Bu görüş
açısından, Büyük Nutuk’u, Mustafa Kemal Paşa’nın siyasî hayattan
tamamen
uzaklaştırılmış Millî Mücadelenin diğer siyasî kadrolarıyla hesaplaşması olarak da ele
değerlendirmek mümkündür.892
3.1.4.4. Serbest Cumhuriyet Fırkası
1925 sonrasında yerleşen tek parça (monolitik) siyasal sistem, lider takımı içerisinde
890
Atay; a.g.e., s. 551. Bu konuda Cemil Koçak’ın görüşleri de Atay’la örtüşmektedir. Koçak görüşlerini
Benim tezim, eğer 1923 ya da 1937 yılında okunmuş olsaydı, elimizde bugün çok daha farklı bir Nutuk metni
bulacağımızdır. Nutuk, Millî Mücadeleyi ancak kısmen anlatan bir metin. Ayrıca Nutuk’u anlamak bugünkü
nesiller açısından çok zor; çünkü metinde adı geçen siyasal kişilikleri o dönemde herkes tanıyordu. Oysa
bütün dinleyenlerin içinde yaşadığı bir dönemin öyküsünü anlatan bu metin, bugünkü nesiller açısından
anlaşılmaz. Güçlük, metnin dilinden değil, içeriğinden ve kurgusundan ileri gelir. Ayrıca, Nutuk’un alternatifi
sayılabilecek ya da ona cevap niteliğinde olan anıları da, Nutuk ile karşılaştırarak okumak lâzım. Bu yüzden
metnin bir edisyon kritiğine şiddetle ihtiyaç var. şeklinde dile getirmektedir. Ahmet Kuyaş da görüşlerini Her
tarih belgesi gibi kendi dönemini anlatan diğer belgelerle birlikte okunmalı. Geçmişi tek bir kaynaktan
öğrenemezsiniz. Nutuk ile beraber Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Kazım Karabekir'in de anılarını okumak
gerekir. Ancak bugün yazılan kitaplar bugüne ışık tutar, bu nedenle, ‘Nutuk, bugüne ışık tutuyor’ denemez.
Gazi Mustafa Kemal bir siyaset adamı ve her siyaset adamı gibi 3-5 sayfa önce söylediğine çelişik bir söz
söyleyebiliyor. Falih Rıfkı Atay bunu görünce ‘Keşke yazmamış olsaydı’ demiş. Nutuk da herhangi bir kitap
gibi eleştirilebilir de övülebilir de. Tek farkı, bizim siyasî tarihimiz için tabulaştırılmak istenen bir dönemi
anlatması. şeklinde dile getirmektedir. Akyol da bahse konu eserden ne şekilde istifade edilmesi gerektiği
hususunda Nutuk okurken, iki metodolojik konu son derece önemlidir. Bir, aynı konuda İsmet İnönü, Kazım
Karabekir, Rauf Orbay gibi diğer Millî Mücadele liderleri ne diyor, modern tarih araştırmaları aynı konuyu
nasıl analiz ediyor? İkincisi, Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta anlattığı olayları, bu olaylar yaşandığı sırada
nasıl değerlendirmişti, 1927'nin siyasî şartlarında nasıl değerlendirmektedir? şeklindeki bir değerlendirme
yapmaktadır. Bkz. Taha Akyol; “80. yaşında “Nutuk” “Nihayet Mazi Olmuş Bir Devrin Hikayesi” mi?”,
Milliyet, 16.12.2007.
891
892
Tunçay; a.g.e., s. 180.
Koçak; a.g.m., s. 147.
303
çekişen fikirlerin serbest ve açık şekilde tartışılmasına çok az imkân verirken, halkın
toplumsal hoşnutsuzluğu ifade etmesine ise hiç imkân vermemekteydi. Aynı zamanda
CHF’nin, bölgesel ve yerel temsilcilerinin otoriter tavırları, buna eşlik eden iltimas ve
yolsuzluklar, kişi özgürlüklerinin yokluğu ve de Hükümetin reform politikaları yaygın bir
öfkeye neden olmaktaydı. Bu öfkeyi 1920’lerin sonlarında, diğer tarım üretici ülkeler gibi
Türkiye’yi de şiddetli bir şekilde sarsan Dünya Ekonomi Bunalımı daha da artırmıştı.
Otoriter yapısı, kendisini halk kitlesiyle iletişim kurma imkânlarından yoksun
bıraktığından, CHF bu hoşnutsuzluğu gidermek için (onun dile getirilişini bastırmak
dışında) esaslı imkânlara sahip değildi. Ülkedeki bunalım, Meclisteki canlı tartışmalara hiç
yansımıyordu.893
İzlediği politikada Gazi’yi memnun etmeyen iki nokta vardı. Erzurum ve Sivas Kongreleri
ile I. Mecliste demokratik yollardan liderliğini kabul ettirerek iktidara gelmişti. Ancak
itibarının zirvesine vardığında, dış dünyanın kendisini bir diktatör olarak gördüğünü fark
etmişti. ABD’nin 1930’da Türkiye Büyükelçisi olan Joseph Grew de Gazi’nin bu konudaki
rahatsızlığını şu şekilde dile getirmektedir: Gazi, yavaş yavaş şu görüşe varmıştır ki, Tek
Parti Sistemi Avrupa ve Batı ile karşılaştırılınca Türkiye için bir aşağılık işaretidir.
Amerikalı ve Avrupalı yazarlar son günlerde çoğunlukla şekil bakımından Batılı, fakat
gerçekte Doğulu olarak tasvir ettikleri Türk Diktatörlüğünden çok söz etmişlerdir.
Türkiye’nin bu şekilde tasvir edilmesi Gazi’nin gözüne çarpmış ve hiç hoşuna gitmemişti.
Fransız politik kurumlarına hayranlık duyan Fethi Bey’in Batıda ve özellikle Fransa’da,
Türkiye hakkında beslenen düşüncelere ilişkin yorumları da bu konuda kuşkusuz çok
önemli bir rol oynamıştır.894 Ülkede Tek Adam ve Tek Parti Yönetimi vardı. Rejim
otoriterizme kaymıştı. Gazi, ilk fırsatta rotayı demokrasiye çevirmeyi düşünüyordu.
893
Zürcher; s. 259-260. 1929 Ekim ayında New York Borsasında başgösteren bunalım ve bunun bütün
dünyada yarattığı durgunluk, ekonomiyi büstünü felce uğrattı. Bu durgunluk birkaç yıldan beri gelişmekte
olan genel hoşnutsuzluk duygusunu daha da arttırdı. Bir yandan kuraklık, bir yandan da tohumluk
bulunmaması yüzünden ürün az olmuş, yer yer açlık tehlikesi baş göstermişti. Açlık korkusu, Batılılaşmaya
karşı duyulan nefreti güçlendirmişti. Bkz. Kinross; a.g.e., s. 518.
894
Serap Tabak, “Serbest Cumhuriyet Fırkası”, Türkler Ansiklopedisi, C. 16. s. 552. Joseph C. Grew; Gazi ve
İsmet Paşa Çalkantılı Dönem 1922-1932, (Çev. M.Aşkın. N.Uğurlu), Örgün Yayınevi, İstanbul 2005, s. 181
ve Uyar; a.g.e., 118
304
Çünkü kendisi de görmüştür ki muhalefetsiz rejim yozlaşır.895
Tek Parti Yönetiminde, Hükümete karşı gösterilen tepkiler kolaylıkla devlete ve rejime
yönelebilirdi. Ekonomik zorluklar ve CHF’nin halkın tepkisini çeken bazı politikaları
olmuştu. Hükümete gösterilen tepkilerin devlet aleyhine yönelmesini engellemek, parti
politikası ile devlet politikasını birbirinden ayırmak gerekliydi. Tek Partili yönetimlerde bu
ayırım oldukça zordur. Çünkü parti politikası çok rahat devlet politikası şekline
dönüşebiliyordu. Tepkilerin inkılâplara ve rejime yönelmesini önlemek de çok partili
sistemle mümkündü
İlke olarak diktatörlüğü eleştiren Gazi’nin asıl dilediği şey, kendisinin ölümünden
sonra
ayakta durabilecek ve ülkesinin yararına olacak, Batı tarzı bir demokrasi gibi
gelişecek bir sistem yaratabilmekti. Gazi, yabancıların görüşlerine de önem veriyordu.
Demokratik ülkelerde, Türkiye’nin tek partili sistemi, Batıya nazaran daha aşağı olduğu
şeklinde yorumlanmaktaydı. Avrupalı yazarların, Türk sisteminin, görünüşte Batılı da olsa
aslında Doğulu olduğunu söylemeleri Gazi’yi kızdırmıştı. Hem bu eleştirileri önlemek,
hem de asıl amacına varmak için
mevcut hoşnutsuzluğun demokrasiye
daha
uygun
bir biçimde, ama hâlâ kendi otoritesini zedelemeyecek bir şekilde, su yüzüne çıkmasını
sağlamayı düşündü. 896.
895
Nitekim Gazi’nin, SCF’nın kurulması öncesinde Temmuz 1930 ayı sonlarında Yalova’da Fethi Bey’e dile
getirdiği Türkiye’de tek kişiye dayanan yönetimin sona erdiğini görmeden ölmek istemiyorum. Demokratik bir
cumhuriyet yaratmak istiyorum. şeklindeki ifadeleri (Bkz. Kinross; a.g.e., s. 519. Türkdoğan; a.g.e., s. 232 ve
Tunçay; a.g.e., s. 252) ile SCF’yi kurması konusunda Fethi Bey ile yapmış olduğu görüşmede sarf etmiş
olduğu ..... Bugünkü manzaramız aşağı-yukarı dictature manzarasıdır. Vakıa (Gerçi) bir Meclis vardır Fakat
dâhil ve hariçte bize ‘dictature’ nazarıyla bakıyorlar. Hâlbuki ben cumhuriyeti şahsî menfaatim için
yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkada kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise
millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum. Ölmeden önce
istiyorun ki millet hürriyete alışsın. Cumhuriyet müessesesi bir müstebit eline geçeceğini mezarımda bile
duysam millete karşı haykırmak isterim. Cumhuriyetin, milletin kalbinde kök saldığını görmek, yegâne
emelimdir. Bu yüzden bütün müşküllere katlanacağız. Senin dostluğuna, ahlakına, bilgine güveniyorum. Bu işi
senden başka kimseye teslim edemem, başka kimseye güvenemem. Bu işi mutlaka üzerine almalısın. sözleri
(Tabak, a.g.m., s. 552. Yetkin; a.g.e., s. 69. Tunçay; a.g.e., s. 252. Uyar; a.g.e., s. 118, Can Dündar;
Gölgedekiler, 9. Baskı, İmge Kitabevi, İstanbul 2002, s. 53-54) bu konuyu teyit edici mahiyettedir. Gazi’nin,
1929 yılının Aralık ayında görüştüğü Alman tarihçi Emil Ludwig, bilahare Gazi’yi bir diktatör olarak
tanımlayınca Gazi buna çok sinirlenmiş ve Ben ise millete miras olarak bir istibdat müsessesesi bırakmak ve
tarihe o surette geçmek istemiyorum. demişti. Bkz. Mango, a.g.e., s. 541 ve Orbay; a.g.e., s. 407-409.
896
Kinross; a.g.e., s. 519. Devlet ricalinin sözlerine ve ve mevcut Anayasa’ya karşı, Türkiye’de demokrasi
olmayışı Avrupa’da gitgide artan eleştirilere konu ediliyordu. Çağdaşlığı, başka şeylerin yanısıra Batılılık
305
1920’li yılların sonundaki genel siyasî durumun ve ortamın Cumhuriyet anlayışından uzak
olduğunu, fiilî durum ile Anayasa ve diğer kanunlar arasındaki çelişkinin bulunduğunu
Cumhurbaşkanı 1929 yılında görmeye ve çareler düşünmeye başladı. Öyle ki uygulanan
Tek Parti Yönetiminin biçimi dolayısıyla, ülkede, gidişatın
yegâne sorumlusu
Cumhurbaşkanı olmuştu. O da gittikçe ağırlaşan ortamdan ciddî olarak rahatsız oluyordu.
Bu durumda, Gazi’nin aklına gelen çare Mecliste bir muhalefet partisi kurmak oldu. Bu
düşünce hem teorik bakımdan yerinde idi, hem de Cumhuriyete hayat vermek bakımından
doğru idi. Eninde sonunda varılması gereken hedefin çok partili demokrasi olduğuna
dair Türk toplumundaki mevcut sessiz beklenti de böylece karşılanmış olacaktı.897
Ülkede siyasî istikrarın mevcudiyetine karşın halkın ekonomik durumunda iyileşme
sağlanamadı ve ekonomideki durgunluk devam etti. 1929’da Wall Street’in iflası
Türkiye’nin neredeyse yegâne ihraç ürünü olan tarımsal ürünlerin fiyatında büyük bir
düşüşe yol açarak, zaten kritik olan ekonomik durumu daha da ağırlaştırdı.898 Bunun
yanısıra, bir yolsuzluk rüzgârının ülkede esip durduğu da o dönemin yazarlarının hemen
hemen tamamında sonradan açıklanacak ve birçok örnek verilecektir. Karaosmanoğlu bu
dönemi nitelerken O sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden, dünkü Millî
Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini
diye tanımlayan ve dolayısıyla Batının onayını sağlamak isteyen birçok Türk önderi için, bu durum
dayanılmaz bir hal almaktaydı. ABD Ankara Büyükelçisi Grew, Türk önderlerinin çıkmazını, şu kuşkusunu
dile getirerek özetlemiştir: Gazi, gitgide Tek Parti Sistemin, Türkiye’nin Avrupa ve Batıya oranla aşağılığının
bir işareti diye görür olmuştu. Amerikalı ve Avrupalı yazarlar son yıllarda çoğu kez biçimce Batılı ama
gerçekte Doğulu diye tanımlanan Türk diktatörlüğüne geniş yer ayırmışlardır. Gazi, dikkatine sunulan bu
tanımlamalardan hoşlanmamamıştır. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 245. Okyar hatıralarında, Meclis Başkanı Kazım
Özalp’in, Yalova’da Gazi’nin yanındayken, bir süre önce Viyana’da iken Neue Freie Presse gazetesi
muhabirinin kendisiyle mülakat yaptığını, bu mülakat esnasında Türkiye’de kaç tane siyasî parti olduğu
şeklinde bir soruya muhatap olduğunu, bu soruya Türkiye’de tek bir parti olduğu şeklinde cevap verdiğini ve
bu konuyla ilgili gerekli izahatlarda da bulunduğunu, verilen cevabın ve yapılan açıklamanın muhabir
tarafından hayretle karşılandığını ve Türkiye’deki durumu yine de yadırgadığını, ertesi günkü gazetede ise
aynı muhabirin gerek bu mülakat gerekse de Türkiye’deki tek partili sistem için alaycı bir üslup içeren yazı
kaleme aldığını belirtmektedir. Bkz. Okyar; Üç Devirde Bir Adam, s. 396-397 Yine Okyar’ın anılarında,
Dışişleri Bakanı T.Rüştü Aras, SCF’nin kurulması haberini İtalyan Stefani, İngiliz Royter, Fransız Havas,
Alman DNB ve diğer ajansların verdiğini, radyolarda sözü edildiğini ve yabancı gazetelerin konuya çok geniş
yer ayırdıklarını söylediği zaman, Gazi’nin tepkisi şöyle aktarılmaktadır: Çok memnun olmuştu. Adeta kendi
nefsiyle konuşuyormuşçasına bir eda ile ‘Güzel bir iş yaptık.’ dedi. Bkz. Okyar; a.g.e., s. 492.
897
Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e, s. 44-46
898
Ahmad; a.g.e., s. 76.
306
taşımasıydı. diyecektir.899 1930’lı yılların başında CHF, halktan kopmuştu. CHF; halkın
dışında, dar ve basit bir bürokrat kesimi ile bu kesime ancak seçim ve menfaat bağlantıları
olan yerel, fakat dar bir taşralı taraftar kadrosundan ibaret hale gelmişti.900 Karaosmanoğlu,
o günlerin statükocularını şöyle anlatmaktadır: Heyhat! Dünkü kahraman inkılâp önderleri
bile bugün ipekli ropdöşambrlarına bürünmüş, fağfur banyolu kâşanelerinden dışarıya
başlarını uzatmak istemez oldular. Bir zamanlar, mektep sıralarından dağlar aşarak ateş
siperlerine koşuşan gençlerin gücü şimdi barem merdivenlerinin basmaklarında
emeklemekten başka bir şeye yetmiyor. 901
Ekonomik kriz, en sonunda Gazi’ye, Tek Parti Yönetiminin kötülüklerini göstermişti. Bu
sistem yüzünden Hükümetin yaptığı yanlışlıklar kendisine yükleniyor, halkın kendisine
olan sevgisi sarsılıyor, kamuoyunun eğilimlerinden uzak kalıyor, halkın hoşnutsuzluğunu
belirtebileceği normal yollar tıkandığından ortaya daha gergin durumlar çıkıyor ve denetim
altında tutulan basın kendisine az bilgi veriyordu. Her zaman Mecliste bulunmadığı için
nabzı yoklayamıyor, Bakanlar kendisine durumu güllük gülistanlık gösteriyor, böylece
Hükümetinin politikasını değerlendirebilmesi ve ona gerçekten yol göstermesi de
güçleşiyordu. Gazi, artık parlamentoda eleştiriye
biraz
olsun
yer verilmesinin
902
gerekli olduğunu anlamaya başlamıştı.
1930 yılında, hoşnutsuzluğun (çapını büyük olasılıkla bilmemekle beraber) farkında
olan Gazi, raporların ve ülkede sık yaptığı inceleme gezilerinin sonucunda, toplumsal
hoşnutsuzluğu belli bir yöne kanalize etmek ve rehavet içerisindeki CHF’yi harekete
geçirmek gibi çifte bir amaçla sadık bir muhalefet partisinin kurulmasına izin vermeye hatta
teşvik etmeye karar verdi.903 Gazi, 11 Haziran 1930 tarihinde Ankara’dan İstanbul’a
gelirken, ülkeyi Tek Parti Sistemi nedeniyle kontrolsuz kalarak uğradığı bunalımdan artık
kurtarmanının zamanının gelmiş olduğuna kesin olarak kanaat getirmiş bulunuyordu.904
899
Çetin Yetkin; SCF Olayı, Otopsi Yayınları, İstanbul 2004, s. 28-29.
900
Aydemir; a.g.e., s. 386.
901
Hikmet Özdemir; Türkiye Cumhuriyeti, İz Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 132.
902
Kinross; a.g.e., s. 518-519.
903
Zürcher; s. 260 ve Tabak; a.g.m., s. 554.
904
Kandemir; a.g.e., s. 51.
307
Fakat bu çok ihtiyatlı ve çok tereddütlü bir adımdı. Çünkü, bu adım, gerektiğinde hemen
geriye dönebilmek imkânları elde tutularak atılmış bir adımdı.905
22 Temmuz 1930’da (1925 Mart’ında Başvekaletten ayrılmasından sonra gönderilmiş
olduğu) Paris Büyükelçiliği görevinden iki aylığına izinli olarak İstanbul’ a gelen Fethi
Bey, o sırada Yalova’da bulunan Gazi’ye saygılarını sunmak ve kendisini görmek için
ondan izin istemiş, olumlu cevap alması üzerine ertesi akşam yemekte Gazi’nin konuğu
olmuş ve Yalova’da kalmaya başlamıştır. Fethi Bey, bu ziyaret esnasında, Gazi’ye ülkede
gördüğü genel bunalıma ve İsmet Paşa’nın politikalarına ilişkin ayrıntılı ve eleştirel bir
rapor sunmuştu.906 Yalova’da sekiz gün kalan Fethi Bey, İstanbul’a Gazi ile birlikte
dönmüştür. Gazi, Büyükdere (İstanbul)’de kaldığını öğrendiği Fethi Bey’e bir akşam
kendisini ziyarete geleceğini bildirir. Gazi’nin bu ziyareti 31 Temmuz akşamı gerçekleşir
ve 5,5 saat süren ziyaret esnasında Fethi Bey’le konuşarak onun fikirlerini ve düşüncelerini
öğrenir. Ertesi gün de Yalova’ya gider. Bu görüşmeden bir hafta sonra da, Fethi Bey,
Gazi tarafından Yalova’ya davet edilir.907 Gazi, ertesi gün Yalova’ya geri dönmüş, daha
sonra 6 Ağustos’ta Fethi Bey yeniden Yalova’ya gitmiştir.908
6 Ağustos 1930’da, Samsun Valisi Kazım (İnanç) Paşa da Yalova’da Gazi’nin yanındadır.
Gazi, sofrasında bulunan Kazım Paşa’ya Vaziyetimizi dâhilde nasıl görüyorsunuz?
Valisiniz. Halk ile doğrudan doğruya temas ediyorsunuz. Bildiklerinizi serbestçe ve
çekinmeden bana söyleyiniz. Bunun üzerine Kazım Paşa da Valilerin elinde yetki
bırakılmadığından en küçük memuru bile azil ve tayin edemediklerinden ve nüfuzu bu kadar
sınrlandırılan valilerin iş göremediklerinden bahsetti. Kazım Paşa’yı ilgiyle dinleyen Gazi
tekrar sorar: Halk, Hükümetten şikâyetçi midir? Korkmayınız, söyleyiniz… Kazım İnanç,
Gazi’nin sorusuna tereddütsüz bir şekilde Evet… Halk, Hükümetten şikayetçidir Paşa
Hazretleri. ……. Özellikle
mahkemelere
işleri düşenler, davalarının
bir
türlü
sonuçlandırılamadığından şikâyet ediyorlar şeklinde sözler söyler. Gazi bunun ardından
905
Uran; a.g.e., s. 212.
906
Tabak; a.g.m., s. 554-555. Erer; a.g.e., s. 48 ve Yetkin; a.g.e., s. 29.
907
Erer; a.g.e., s. 48 ve Yetkin; a.g.e., s. 29.
908
Yetkin; a.g.e., s. 29-30.
308
sofrada bulunan Fethi Bey’e Siz dışarıdan geliyorsunuz. Ülke dışından vaziyetimizi nasıl
görüyorsunuz? der. Fethi Bey de, Dışarıdan malî ve ekonomik durumumuz pek fena
görünüyor. Dış borçlar için yapılan anlaşmanın ardından az bir zaman geçmiş olmasına
rağmen Hükümetin ‘borçlarımı veremeyeceğim’ demesi malî itibarımızı fena halde
sarsmıştır. ………Ülkede iş yapmak için kimsede sermaye kalmamıştır. Parasızlık, fakr-ü
zaruret yüz göstermiştir. der. Gazi’nin bu durumun çaresini sorması üzerine Fethi Bey de
Meclisin denetim görevini hakkıyla yaparsa bugünkü şikâyetlerin önemli bir kısmının
ortadan kalkacağını belirtir. Gazi de bunun üzerine Meclis bu şekilde vazifesini yapamıyor.
Birçok milletvekili bu eksiklikleri bildiği halde nemelazım diyerek susuyorlar. der. 909 Gazi,
ertesi gün Yalova’ya gelen İsmet Paşa’ya bu konuyu açtığında İsmet Paşa da muhalif bir
fırkanın kurulmasının içeride ve dışarıda çok iyi olacağını belirtir. Masada bulunan Fethi
Bey de İsmet Paşa’ya Bizde muhalefete tahammül güçtür. Şimdiye kadar görülen örnekler
bunu ispat etmiştir. der. Gazi de söze karışarak Fakat ne olursa olsun bu boşluğu olduğu
yerde bırakamayız. der. Bu görüşme uzun uzadıya devam eder. Fethi Bey tarafından, bu
zamana kadar ülkedeki fikir mücadelesinin derhal şahsî düşmanlığa dönüştüğünü dile
getirmesi üzerine Gazi Bunlara tahammül edeceğiz. Başka çare yoktur. Bugünkü
durumumuz aşağı yukarı bir dikatatör manzarasıdır. Gerçi bir Meclis vardır. Fakat içerde
ve dışarıda bize bize dikatatör nazarıyla bakıyorlar. Geçen yıl Ankarayı ziyarete gelen
Alman yazarlarından Emil Ludwig idare şeklimiz hakkında tuhaf sorular sormuş ve
diktatörlüğümüze hükmederek geri dönmüş ve bu kanaatini de yazmıştır. Hâlbuki ben
Cumhuriyeti şahsî menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldüken sonra arkamda
kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat
909
Okyar; a.g.e., s. 385-388. Gazi’ye göre, iç politikada denge kurabilmek ve gerçek durumu görebilmek için
iktidarın kontrol edilmesi gerekirdi. Fethi Bey pekâlâ bir parti kurarak muhalefete geçebilirdi. Kendisi
zirvedeydi. İktidar mücadelesi, İsmet Paşa iIe Fethi Bey arasında cereyan ederdi. Gazi, o sırada Yalova’da
Termal Oteli’nde istirahat ettiği için verilen raporun geniş bir biçimde tartışmasını burada bizzat Fethi Bey’le
yapmış, sonra da bu eleştirileri daha geniş bir ölçüde ve kamuoyu önünde hükümeti uyaracak bir biçimde
yapabilmesi için bir muhalif parti kurmasını ondan istemiştir. Gazi’nin tezinin temeli şuydu: Türkiye’de tek
kişiye dayanan yönetimin sona erdiğini görmeden ölmek istemiyorum. Demokratik bir cumhuriyet yaratmak
istiyorum. Fethi Bey’in, İngiliz parlamento sistemini beğenmesine değinerek, bunu ülkede uygulamak için
kendisine bir fırsat verildiğini söyledi. Fethi Bey, son yıllarda Fransız parlamento sisteminin nasıl işlediğin de
yakından görmüştü. Yurdun demokratik bir düzene girmesini tamamlamak için ondan daha iyisi bulunabilir
miydi? Bkz. Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 163. Zürcher; s. 260. Jevakhof’a göre ise Gazi’nin bu ifadeleri
şu şekildedir: Kötü bir kişisel iktidar bırakarak ölmeyeceğim. Bolşevizmden olduğu kadar, faşizmden de uzak
hür ve parlamenter bir Cumhuriyet kuracağım. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 291.
309
müessesesi bırakmak istemiyorum. Bütün zorluklara katlanacağız. …… Mesele,
Cumhuriyetin şahısların hayatına bağlı kalmayarak kökleşmesidir. Siz bu işi üzerinize
almalısınız. Bunun üzerine Fethi Bey de Fikriniz çok parlaktır. Gerçekten bugünkü idare
şeklimiz lâfzen (söz olarak) Cumhuriyet ise de Cumhuriyetten ziyade dictatuer’e
bezemektedir. Hâlbuki cumhuriyeti şahısların hayatına bağlı tutmak tehlikelidir.
Cumhuriyeti şahsî idare şeklinden kurtararak gayri şahsî hale koymak hepimiz için bir
vecîbedir. Bu gayeyi temin için teşebbüse geçmenizi bütün kalbimle tekrar takdir ve tebrik
ederim ve inancıma göre bu teşbbüsünüz şimdiye kadar kazandığınız muvaffakiyetlerin
başarıların en parlağı olacaktır. Fakat mes’ele çok müşküldür. Kuvvet ile idareye alışmış
olanlar serbest münakaşa ve iknâ yoluyla Hükümeti idarede zorluk çekerler. Yalnız şurası
var ki, kuvvete dayanarak hükümet yapmak kolaydır. Size yakışan ise, güç olan ikinci şıkkı
tatbik edebilmektir. Bana gösterdiğiniz itimad ve verdiğiniz görevden dolayı çok
müteşekkirim. Fakat alacağım vazifenin güçlüğünü de anlıyorum. der. Gazi ve İsmet Paşa
aynı anda Biz size yardım ederiz. dediler. Fethi Bey de Bu sözün samimiyetini, zamanın
tasdik etmesini temenni ederim. Girişimin ancak bu şekilde olumlu bir sonuç vereceği
malum ve mutlaktır. şeklinde karşılık verir.910
1918-1940 arası Avrupasında görünen tablo totaliter rejimlerin yaygınlığıdır. Türkiye
910
Okyar; a.g.e., s. 388-395. Fethi Bey, kendisini muhalefet parti kurmakla görevlendiren Gazi’nin idare şekli
konusundaki ifadelerini teyiden Filvaki bugünkü şekl-i idare cumhuriyetten ziyade dictature’a mübaşihtir.
(diktatörlüğe benzemektedir.) diyordu. Bkz. Bozarslan; a.g.m., s. 109. Gazi demokrasi ve çok partili hayat
konusunda açık, cesur, samimî ve kalbinden gelen duygularını ve bu konudaki düşüncelerini bu şekilde kesin
ve açık bir şekilde ortaya koymuştur. Gazi ölümünden sekiz yıl önce arkasından bir istibdat müesesesi miras
bırakmak istemediğini söyleyebilmiştir. Serbest Fırka’nın neden ve niçin kurulduğunun iç muhtevasını hiçbir
teşhis bu kadar açıklıkla ifade etmemiştir. Dikkate değer cümlelerden birisi de Alman tarihçisi Emil
Ludwig’in Ankara ziyareti üzerindeki teşhisleridir. Gazi, Alman biyografi ustasının kendisine sorduklarını
tuhaf sorular olarak vasıflandırmıştır. Unutmamak gerekir ki, 1930’larda Almanya’da Hitler, İtalya’da
Mussolini, Rusya’da da Stalin yönetime tamamen hâkimdirler. İspanya’da ve Japonya’da monarşi düşünce ve
kurumlarıyla iktidardadır. Balkanlar’da da durum farklı değildir. Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya’da da
monarşiler iktidardadır. Doğuda Irak, Ürdün, İran, Afganistan’da da şahsî yönetimler hâkimdir. E.Ludwig, bu
hava içinde Ankara’ya gelmiştir ve Gazi’ye, kendi ifadesiyle, tuhaf sorular sormuştur. Çünkü E.Ludwig,
Gazi’nin başardığı işlere ve şahsiyetine bakarak, O’na diktatörlüğü yakıştırmak istememiş, fakat gerçeklerden
ayrılmama kararında bir tarihçi olarak da gördüklerinden ve gerçeklerden başka bir şeyi yazmaya kendisini
yetkili bulmamıştır. Gazi’nin, bu Alman tarihçisinin hükmünden ve vardığı sonuçlardan ne kadar dertlendiği,
kullandığı cümlelerden anlaşılıyor. Nitekim kendisinin Ankara’da ailesiyle birlikte çok iyi ağırlanmasına,
ülkenin diğer köşelerini de misafir olarak gezmiş omasına rağmen, gerçek hislerinin dışında başka birşey
ortaya koyması istenmemiştir. Fakat 1929’da Ankara’ya gelen Ludwig’in tuhaf sorularla vardığı sonuçlar
Gazi’yi öylesine etkilemişti ki aradan bir yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, SCF hareketini
başlatırken gerekçe olarak ileri sürdüğü düşünceler arasında Alman tarihçisinin hükmü esaslı ve müstakil bir
şekilde yer almıştır. Bkz. Okyar; a.g.e., s. 393-394.
310
Cumhuriyeti bu ortam içinde tercihini yapacaktır.911 1930’larda bugünkü anlamda katılımcı
bir demokrasi Avrupa’nın hiçbir yerinde yoktu. İtalya 1922, Portekiz 1927, Japonya 1930,
Almanya 1933 ve İspanya da 1938 yılında faşist bir yönetime geçmişti. Merkezi bir
yönetim biçimi olan Fransa da giderek faşizme teslim olacaktır. Ünlü Alman düşünür ve
sosyoloj Max Weber (1864-1928) bile o dönemde demokrasiyi şu şekilde tanımlamaktaydı:
Demokraside halk bir önder seçer, Seçilen önder ‘Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin.’
der. Artık halk ve parti onun işine karışmazlar. Almanya, İtalya ve Japonya gibi
sanayileşmiş ülkeler bile demokrasiye kendi iç dinamikleriyle değil, savaş yenilgisi birlikte
dayatılan şartlar nedeniyle gececeklerdir.912 E.Ludwig, Türkiye’deki yönetimi diktatörlük
şeklinde tanımlarken kendi ülkesindeki Hitler’in işbaşında olduğunu, Hitler döneminde
Almanya ve Avusturya’yı terk eden 142 bilim adamının, Batının gelişmiş ve varlıklı
ülkeleri dururken, niçin Türkiye’ye tercih ettiğini gözardı etmektedir. Birçoğu dünya
çapında olan bu solcu ve Yahudi bilim adamlarını, Almanya gibi Avrupa ülkelerine
nazaran, güç şartlar içindeki geri kalmış bir ülkede 10 yılı aşkın süre hizmet etmeye iten
gerekçe acaba neydi? Gelişmiş bir ülkenin baskı rejiminden kaçıp, geri kalmış bir ülkenin
baskı rejimine sığınmış olmaları düşünülebilir miydi?913 Yukarıdaki bilgilerden ve
örneklerden hareketle, Emil Ludwig Türkiye’deki mevcut yönetimi diktatörlük olarak
nitelendirirken, o dönemde dünyanın pek çok ülkesi bir yana, kendi ülkesinde bile otoriter
bir yönetimin işbaşında olduğunu gözardı etmektedir.
Gazi, bu sırada içeri giren TBMM Başkanı Kazım Paşa’ya914 de konuşulan konuyu kısaca
anlatır. Meclis Başkanı bunları dinledikten sonra şunları dile getirir (sadeleştirilerek
yazılmıştır):
Geçenlerde Viyana’da bulunduğum zaman Neue Freire Presse gazetesi
benden mülakat istemiş ve ‘Türkiye’de kaç siyasî parti vardır?’ sorusunu sormuştu. ‘Bizde
yalnız bir parti vardır.’ cevabını verdim. Gazeteci hayret etti: ‘Hükümet işleri sadece bir
parti ile nasıl kontrol edilebilir? O halde sizde parlamento denetimi de yok demektir.’ dedi.
Kendisini tatmin için, bizdeki sistemi izah edip, ‘Hayır bizde denetim vardır, bizim
911
Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, s. 185.
912
Kışlalı; a.g.e., s. 18.
913
A.g.e., s. 28.
914
Kazım Özalp (1882-1968)’in biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 627-628.
311
kendimize özgü tarzımız vardır. Biz hükümeti partide ve komisyonlarda kontrol ederiz.
Böylelikle ülkemizde çok partinin varlığından gelen sakıncaları önledik.’ dedim. Gazeteci
ertesi gün söylediklerimi aynen yazmakla beraber -kendi tabiriyle- ‘Şu budalaya bakın.
Avrupa ortasında bize parlamento dersi vermeye gelmiş.’ mealinde bir de fıkra ilave
etmişti. Gerçekten bizim Meclisin durumun izah etmek güçtür.
915
Konuşmalar devam
ederken Gazi Memlekette birçok adamlar arkanızdan gelebilir. Hatta Kazım Karabekir
Paşa, Refet Paşa gibi zevatlar da sizinle işbirliği ederse bunda hiçbir sakınca görmüyorum.
Yalnız bugünkü fırkanın sağında hiçbir teşekküle müsaade edemem. der ve ardından da
Fethi Bey’e Yeni teşekkül ancak HF’nin solunda olmalıdır. Fırkayı teşkil edecek olursanız
siyasî renginiz ne olur? şeklinde bir soru yöneltir. Fethi Bey de Benim teşkil edeceğim fırka
liberal bir fırka olur. Doğal olarak böyle bir fırka, HF’nin solunda yer alır. şeklinde cevap
verir. Meclis Başkanı Kazım Paşa’nın, Gazi’ye, bu iki siyasî parti arasında siyasî
konumunun ne olacağını sorması ve tarafsızlığını açıklamasının gerekli olduğunu
açıklaması gerektiğine ilişkin bir hatırlatma yapması üzerine Gazi de hiç tereddüt etmeden
Tabii ben tarafsız olacağım. diye cevap verdi.916
Ferhi Bey ile İsmet Paşa’nın arası açıktı. Cumhuriyet kurulurken Gazi, İsmet Paşa ve Fethi
Bey üçlüsü bir saçayağıydılar. Köşkte Gazi, Başvekâlette İsmet Paşa ve Meclis
Başkanlığında da Fethi Bey. Dünün silah arkadaşları yeni bir devletin köşe taşları
olmuşlardı. Üçlü zirvede ilk çatışma 1924 yılında çıkmıştı. TpCF’nin kurulması üzerine
iktidar mücadelesi bir anda alevlenmiş, İsmet Paşa istifa etmiş, Başvekâlete Fethi Bey
getirilmişti. Fethi Bey, o sıralarda patlayan Şeyh Sait İsyanı için CHF grubundan gelen sert
tedbirler alınması teklifine karşı isyanın ardında yatan ekonomik ve kültürel nedenlere
dikkat çekmiş ve Lüzümsuz şiddetle elimi kana bulamam. diyerek reddetmiş ve ardından da
istifa etmişti. İstifanın ardından İsmet Paşa tekrar Başvekâlete getirilmiş ve isyan da
şiddetle bastırılmıştı. Fethi Bey ise Büyükelçi olarak Paris’e gönderilmişti. İşte o gün
ayrılan yollar, beş yıl sonra
(1930 yılının Ağustos ayında) tekrar birleşmişti. Gazi
tarafından bir muhalefet partisi kurulmasına ilişkin teklif Fethi Bey’e beş yıl öncesinin kötü
anılarını hatırlattığı için Fethi Bey bu konuda Gazi’nin kararlılılığından emin olmak
915
Okyar; a.g.e., s. 396-397.
916
A.g.e., s. 400-401.
312
istiyordu. Bu nedenle Fethi Bey için SCF’nin kurulması öncesi Gazi tarafından verilen
(Fethi Bey’in endişelerini izale edici mahiyetteki sözler) yeterli bulunmuştu. Gerçi Fethi
Bey, beş yıl önce Gazi’ye kırılmıştı ama madem ki şimdi ülkenin kendisine ihtiyacı vardı,
madem ki bunu eski bir dost istiyordu, o zaman kaçamazdı. Fethi Bey, eşinin ve yakın
çevesinin itirazlarına rağmen Gazi’nin teklifini kabul etti ve hatıra defterine şunları yazdı.
Gazi’nin tarihte namını lekeletmemek için giriştiği bu işi torpilletmek, (engellemek)
cumhuriyet idealine hıyanet olacaktı. Zira bütün kalbim vatanda henüz doğmamış olan
hürriyet güneşinin hasretiyle sızlamaktadır. Cumhuriyet kelimesi sadece dudaklarda
kalmış, kalplere girmemişti. Memleket bir uçuruma doğru sürüklenmekte iken
haykırmamak, fenalıklara karşı ses çıkarmamak ve bir istirahat köşesinde kalmak elimden
gelmiyordu.917
Gazi ve Fethi Bey, teklif üzerinde birkaç gün tartıştı. Fethi Bey, Hükümetin, partisinin
çalışmasına imkân vermesini ve Gazi’nin her iki parti arasında tarafsız kalmasına dair
güvence istedi. Gazi ise Fethi Bey’den tek bir güvence ister. O da, yeni partinin
cumhuriyetçilik ve laiklik ülkülerine sadık kalmasıdır. Anlaşma olunca, Fethi Bey SCF’yi
kurmaya girişti. Gazi, içlerinde eski arkadaşı Nuri (Conker)’nin de bulunduğu birçok yakın
çalışma arkadaşının yeni partiye katılmasını emretti. Ayrıca iyi niyetini kanıtlamak için kız
kardeşi Makbule Hanım’ın partiye katıldığını da açıkladı.918 Fethi Okyar hatıralarında, 11
Ağustos’ta gerçekleşen baloda, Gazi’nin etrafında İstanbul’dan gelmiş olan gazeteciler de
dâhil olmak üzere seçkin bir kalabalığın toplandığını, onlara, kurulacak olan yeni parti
hakkında açıklama yaparken Bu fırkalar benim iki evladım gibi olacak ve ben (İsmet
Paşa’ya ve Fethi Bey’e hitaben) böylece tabir etmekliğime müsaade ederseniz, sizin
babanız olacağım ve bir baba iki öz evladına nasıl eşit muamelede bulunuyorsa, ben de
aynı şekilde bu iki fırkaya muamele edeceğim. Bu teşebbüs memleket için çok hayırlı
neticeler verecektir. demesini bu konuşmanın en dikkate değer safhası olduğunu belirtir.919
917
Dündar; a.g.e., s. 52-54.
918
Zürcher; s. 260 ve Tabak; a.g.m., s. 555.
919
Orbay; a.g.e., s. 425-426 ve Cumhuriyet, 12.08.1930. Vakit gazetesi başyazarı Asım Us’un hatıralarında
aynı olay için şu açıklamalarda bulunulmaktadır: Her ikinizin benim nazarında bir babanın iki evladından
farkınız yoktur. Reisicumhur oldukça her ikinize müsavi muamele edeceğimden hiç şüpheniz olmasın. Fakat
iyi anlaşılmalı. Ben her iki taraftan da değilim yahut bitaraf değilim. Ben bir tarafım. Fırkam Cumhuriyet
Halk Fırkasıdır. Reisicumhur oldukça İsmet Paşa’yı kendime vekil yapmışımdır. Eğer İsmet Paşa’nın idare
313
Gazi’nin balodaki bu ifadeleri de rejimin liberalleştirilmesini arzuladığını dile getirir
mahiyettedir: Ben Cumhuriyeti tesis ettim. Fakat bugün(kü) idare şekli Cumhuriyet midir,
diktatörlük müdür, şahsî hükümet midir, belli değildir. Ben fanî bir insanım. Ölmeden evvel
isterim ki millet hürriyete alışsın. Bunun için bir muhalif fırka tesis ediyorum. Ve bu işi
Fethi Bey’den başka hiç kimseye teslim edemem. Bu hususta Fethi’ye gösterdiğim itimadı,
başka hiç kimseye göstermem.920 Sonuçta SCF’ye sadece 15 milletvekili katılmış olmakla
beraber hepsi de mevcut düzenin gözde üyeleriydi. SCF’nin yayınladığı 11 maddelik
beyanname, 1924’teki TpCF’nin beyannamesini çağrıştırmaktaydı. Çünkü hem liberal
ekonomi siyasetini ve yabancı yatırımların teşvikini, hem de ifade özgürlüğünü ve (o sırada
Türkiye’de mevcut olan iki dereceli seçim sistemin aksine) tek dereceli seçimi
savunuyordu.921
Lord Kinross Atatürk adlı eserinde; TpCF’nin kendi kendine doğmuş olmasının Gazi’nin
hoşuna gitmediğini, ayrıca Rauf Bey ile TpCF’li Paşalara halkın gösterdiği sevginin
Gazi’yi kuşkulandırdığını, bunun yerine TpCF gibi bağımsız olmayan ve dolaylı olarak
kendi yönetiminde bulunan yeni bir muhalif parti kuracağını, iki partiyi atbaşı süreceğini,
başarılarından kendine pay çıkaracağını, başarısızlıklarını ise üzerine almayacağını, İsmet
(İnönü) Paşa’ya rakip lider olarak, beş yıl önce Başvekaletten çekildiğinden beri Paris
Büyükelçiliğinde bulunan Fethi Bey’i seçtiğini, ona güvenebileceğini ve onu idare
edebileceğini bildiğini dile getirmektedir.922
SCF olayını, dönemin yerel gazeteleri de dâhil olmak üzere sosyolojik bağlamda kapsamlı
olarak incelemiş olan Cem Emrence, SCF’nin kuruluşuna ilişkin perspektiflerden ilkinin,
ettiği bu fırka ekalliyette (azınlıkta) kalırsa onu (seçim sonucunu) da memnuniyetle kabul edeceğim. Bkz.
Asım Us; Asım Us’un Hatıra Notları, (1930’dan 1950 yılına kadar), İstanbul 1966, s. 14. O günlerde Roma
tarihini okuyan Gazi, Yalova’daki balo esnasında Sezar’dan bir örnek verdi. Anlattıkları, sanki içindeki
endişelerinin ipuçlarını veriyordu: Jules Sezar ilk devletini kurarken, dostları Crassus ve Pompee ile ittifak
yapmıştı Ama sonraları üçünün arası bozuldu. Ve Sezar onları ortadan kaldırırken kendini ebedi şef ilan
ettirdi. Biz bundan kaçınmalıyız. Cumhuriyeti şahıs kavgalarından korumalıyız. Bkz. Dündar; a.g.e., s. 55.
Aynı konuşmayla ilgili olarak ilave bilgi için bkz. Asım Us; Duyduklarım Gördüklerim Duygularım
(Meşrutiyet ve Cumhuriyet Devirlerine Ait Hatıralar ve Tetkikler), Vakit Matbaası, İstanbul 1964, s. 152.
920
Orbay; a.g.e., s. 443 ve Dündar; a.g.e., s. 51-52.
921
Zürcher; a.g.e., s. 261.
922
Kinross; a.g.e., s. 519.
314
partinin doğuşunu, yapısal nedenler etrafında inşa ettiğini (Bkz. Tablo I), bahse konu
perspektiflerden ikincisi olan siyasî nedenler kapsamında ise 1920’lerin ikinci yarısında
toplumla bağları zayıflayan Tek Parti Rejiminin gittikçe daha otoriter hale geldiğini ve
kamu hayatını tekeli altına almaya çalıştığını, bu kapsamda (SCF’nin kuruluşuna ilişkin
sosyal nedenler kapsamında) ise 1930 yılı itibarıyla ise siyaset kurumunun hem toplum,
hem de Meclis ile bağlarını kopardığını, iktidarda olan CHF’nin hantal bir yapı kazandığını
ve taşrada güç sahibi olmak isteyen küçük bir azınlık dışında halkla ilişkisi kopmuş siyasî
bir kliğe dönüştüğünü, benzer şekilde, Meclisin, ulusal siyasette Hükümeti denetlemekte
etkisiz kaldığını, bahse konu siyasî görünümün, farklı toplumsal projelere sahip dönemin
iki entelektüel ismi Zekeriya Sertel ve Ahmet Ağaoğlu’nu, ilk olarak siyasal yapıyı
eleştirmeye ve daha sonra da Türk siyasal sisteminin diktatörlükten pek de uzak olmadığını
iddia etmeye kadar götürdüğünü, SCF’nin kuruluşuna ilişkin ekonomik nedenler
kapsamında ise 1929 yılında yaşanan Dünya Ekonomik Bunalımının, ülkede yaşanan
ekonomik çöküşü geri dönülemez bir noktaya getirdiğini, krizin bir yandan iflaslara yol
açarken, diğer yandan da Türkiye’nin ticaret açıklarıyla tanışmasını sağladığını, toplumda
yaygın olan düşüncenin de Hükümetin iç ve dış kaynaklı ekonomik ve malî zorluklarla
mücadelede yetersiz kaldığı yönünde olduğunu ifade etmektedir. Emrence, konuya ilişkin
devam eden değerlendirmelerinde, SCF’nin doğuşunu siyaset ve ekonomi alanındaki
problemler ile toplum hayatında yaşanan tepedenci reformlara bağlayan makro-yapısalcı
analizler kadar, özne-merkezli ve Gazi’nin, SCF’nin kuruluşunda sahip olduğu
motivasyonu öne çıkaran açıklama biçimlerinin de SCF anlatılarında önemli yer tuttuğunu,
bu yaklaşımın en standart biçiminin Gazi’nin yeni partiyi sosyal sorunların parlamentoda
daha etkin biçimde tartışılması ve Hükümeti eleştirmesi için kurdurduğu fikri olduğunu,
birçoklarına göre, bu kararın ardında, Gazi’nin demokratik ideallere olan inancı yatarken,
diğer yazarlar da bu durumun Gazi’nin CHP’de reform yapma isteğinden kaynaklandığının
ifade edildiğini, aynı düşünce istikametinde daha polemikçi bir yaklaşımın ise, partinin
kuruluşundaki esas niyetin, bürokrasi ve CHF içinde gücünü arttıran İnönü’nün
dengelenmesi olduğunu ifade etmektedir. İç siyaset dengelerini öne çıkaran (Ahmet
Ağaoğlu, Metin Heper, Cemal Kutay, Tekin Erer ve Süreyya İlmen’e ait) yukarıdaki
yaklaşımların aksine, bazı araştırmacılar (S.Akşin, M.Tunçay, M.Kabasakal, M.Phlips
Price) ise Gazi’nin, Partiyi Batı merkezli uluslararası vizyonunu gerçekleştirmek için
315
kurdurduğunun altını çizmektedirler. Türkiye’nin Batı dünyasına aidiyetini tescilleyecek bu
girişim, Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam’a üyeliği ve Batı Avrupanın siyasî yapılarına
uyumuyla yeni bir boyut kazanacaktı. Tunçay’ın ifadesiyle, yeni parti girişimi, aslında
Türkiye’nin, Batı tarafından takdir görme arzusundan kaynaklanmaktaydı. Aynı çerçevede
yapılan bir başka değerlendirme ise, SCF’yi, Tanzimat Döneminde başlayan ve
Cumhuriyetle devam eden Batılı modernleşme ajandasının bir parçası olarak görmüştür.
Argümanını cumhuriyet kavramı üstüne kuran Çetin Yetkin ise SCF Olayı adlı eserinde
SCF’nin kuruluşunu yine bir çeşit modernleşme okumasıyla açıklamaktadır. Yetkin’e göre,
Türkiye, cumhuriyetle yönetiliyorsa, doğası gereği çok partili hayatta ifadesini bulan bir
halk yönetimi olmalı. Dolayısıyla bu noktada yapılması gereken, demokrasiyi
diktatörlükten ayıracak ve denetleyici/dengeleyici rol oynayacak siyasî bir parti. SCF, bu
saiklerle Gazi tarafından hayata geçiriliyor. Modernleşme paradigması ve iç siyaset
çekişmeleri üzerinden okunan Gazi’nin SCF’yi kurdurma tercihi son olarak milliyetçi
reformlarla bağlantılı olarak yorumlandı. Döneme tanıklık etmiş bir başka yazara göre de,
Gazi’nin esas niyeti devrimlerin topluma ne denli nüfuz ettiğini görmek ve aynı zamanda
devrimlere ve cumhuriyete karşı olan tepkiyi ölçmekti. Başka bir ifadeyle, partinin esas
misyonu sosyal ve siyasî bir deney olmaktan öteye gitmiyordu. Özetle, özne merkezli
analizler ile yapısalcı perspektifler, SCF’nin kuruluşunda elitler arası çatışmalar, toplumsal
huzursuzluk ve kişisel çekişmelerin altını çizmektedirler. Bu noktada, Gazi’nin toplumsal
muhalefeti Meclise taşıma fikriyle SCF fiilen doğmuş oldu.923
Tablo: 3.1. SCF Neden Kuruldu?924
Yapısalcı Açıklamalar
SCF’nin
kuruluş nedeni
Siyasî
Sosyal
Baskıcı
Toplumsal
Tek Parti Rejimi yabancılaşma
Ekonomik
Finansal reform,
büyük buhran
Ülkede gerçek anlamda Cumhuriyet yönetimini yerleştirmek için SCF’yi kurduran Gazi,
Fethi Bey’in 10 Ağustos 1930 tarihinde basın kanalıyla kendisine gönderdiği mektubundan
923
Cem Emrence; Serbest Cumhuriyet Fırkası: 99 Günlük Muhalefet, 1.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul
2006, s. 26-33.
924
A.g.e., s. 32.
316
iki gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan Gazi’nin cevabî mektubunda ………
Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasî
hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur. Binaenaleyh Büyük
Mecliste aynı temele istinat eden (dayanan) yeni bir fırkanın faaliyete geçerek millet
işlerini serbest münakaşa etmesini cumhuriyet esaslarından sayarım. Reisicumhur
bulunduğum müddetçe, Reisicumhurluğun bana verdiği yüksek ve kanunî vazifeleri,
hükümete muhalif olan ve olmayan fırkalar karşı adilane ve tarafsızca ifa edeceğime ve laik
cumhuriyet esası dâhilinde fırkanızın, her nevî
uğramayacağına
emniyet
edebilirsiniz
faaliyet ve cereyanlarının bir engele
efendim.
Bu
itibarla,
nokta-i
nazarınızı
(görüşlerinizi) takip için siyasî mücadeleye girmenizi bittabî (doğal olarak) hüsnü telakki
ettim (iyi karşıladım). demektedir.925
Fethi Bey bir liberaldi. Ancak II. Dönem TBMM’nin muhalefete alışık olmaması nedeniyle
de tereddütlüydü. Hükümet açıkça eleştirilirse, nasıl bir tepkiyle karşılaşılacağı bilinmezdi.
Muhalefet başarısızlığa uğrar ve sönük kalırsa, demokrasi gelişmezdi. Kamuoyunda ani bir
patlama kaydedilirse, kişisel düşmanlıklar doğabilir ve sert mücadele ortamına girilebilirdi.
Gazi’nin çevresindekiler, daha ziyade birinci ihtimal üzerinde duruyorlar ve muhalefet
başarısızlığa uğrayacağından bir iktidar değişikliği olmayacağını düşünüyorlardı. SCF’nin
kuruluşu öncesinde, Gazi, Fethi Bey’e, SCF ile CHF arasında yaşanacak politik rekabet
ortamında tarafsız kalacağına dair güvence de vermişti. Fethi Bey, Gazi’nin istediğini
yerine getirdi ve 12 Ağustos 1930 tarihinde SCF adlı bir parti kurdu.926 Böylece SCF’nin
99 gün sürecek ömründe geri sayım başlamıştı. Aslında henüz ortada bir partiden eser
yoktu. Sadece, sahneye zorla itilmiş bir lider ve yanında CHF’den iltihak ettirilmiş 14
925
Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Semih Ofset, Ankara 1999, s. 76. Yetkin; a.g.e., s. 35.
Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal, C. 3. s. 386-387. Ahmet Ağaoğlu; Sebest Fırka Hatıraları, 2. Baskı,
Baha Matbaası, İstanbul 1969, s. 137. Ahmet Taner Kışlalı; Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, 1. Baskı İmge
Kitabevi, Ankara 1994. s. 28. Jevakhoff; a.g.e., s. 292 ve Özbudun; a.g.m., s. 121. SCF’nin kuruluş sürecinde
Fethi Bey ile Gazi arasında basın aracılığıyla yapılan basında mektup teatisi ve SCF’ye Gazi tarafından maddî
yardım yapılması konusunda ilave bilgi için bkz. Soyak; a.g.e., s. 396-399. Ağaoğlu; a.g.e., s. 6-9. Yetkin;
a.g.e., s. 249-252. Joseph C. Grew; Atatürk ve Yeni Türkiye, (Çevirenler: Gülşen Ulutekin (İlk Çeviri), Kamil
Yüceoral (İkinci Çeviri)), Gündoğan Yayınları, Ankara 2003, s. 194. Okyar; a.g.e., s. 428-437. Necdet Saner;
Atatürk Dönemi 19 Altın Yılın Öyküsü, 1. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1973, s. 169-173 ve
Cumhuriyet, 10-12.08.1930.
926
Ergin; a.g.e., s. 164. Karpat; a.g.e., s. 73. Mumcu; a.g.e., s. 144 ve Kandemir; a.g.e., s. 52-53.
317
mebus. Ne örgüt, ne kitle, ne de bina... Aydemir’in dediği gibi Fırkayı Gazi
istemiş,
ortaya birkaç figüran atarak kurdurmuştu. Ve tabii kendisi yönetmek isteyecekti.927
SCF’nin kuruluşu ile halk kitlelerindeki hoşnutsuzluğun su yüzüne çıkması sağlanmış,
CHF’nin siyasetinin başarısızlığı belirginleşmişti. Gazi de ülkenin içinde bulunduğu
durumun farkındaydı. Gazi, 1930 yılının baharında İzmir ve Antalya’yı kapsayan bir yurt
gezisi sırasında yanında bulunan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a
ülkenin durumu hakkında şunları söylemişti: Bunalıyorum çocuk. Büyük bir ızdırap içinde
bunalıyorum. Görüyorum ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz....
Her taraf derin bir yokluk, maddî , manevî bir perişanlık içinde... Ferahlatıcı pek az şeye
rastlıyoruz; maateessüf memleketin hakikî durumu bu işte!... Bunda bizim günahımız
yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, bir takım şuursuz idarecilerin
elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acı hale düşmüş. Memurlarımız henüz
istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın... Büyük istidatlara
malik olan zavallı olan halkımız ise, kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir
sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış...
928
En kötüsü ise herkesin
ondan her şeyi yoluna koymasını beklemesiydi. Gazi Fakat benim kutsî bir kuvvetim
yoktur ki. diye ekledi.929
Dönemin Ankara’da görev yapan Amerikan Büyükelçisi Joseph Grew; devlet başkanının
eşzamanlı olarak parti başkanı da olması halinde, Tek Partili sistemin politika uygulaması
bakımından çok ciddî sakıncalar taşıyacağını ifade etmektedir. Bu sistem, sorumluluğu
merkezîleştirmede güçlük ve zorluklara yol açmaktadır. İşte ikinci partinin kurulmasının
doğuracağı sonuçlardan biri, Gazi’nin üzerinden sorumluluğu kaldırmak ve Türkiye’deki
politika oyunlarını İsmet Paşa ve Fethi Bey arasındaki bir mücadele haline getirmek
olacaktır. İki partili sistemin, halktaki hoşnutsuzluğa çare bulmak bakımından da inkâr
edilmez faydaları vardır.930 Çavdar; SCF’nin kurulmasındaki temel sebep olarak, potansiyel
927
Dündar; a.g.e., s. 56.
928
Tabak; a.g.m., s. 553. Mango; a.g.e., s. 540. Soyak; a.g.e., s. 389 ve Aydemir; a.g.e., s. 387.
929
Mango; a.g.e., s. 540.
930
Tabak; a.g.m., s. 553 ve Grew; Gazi ve İsmet Paşa, Çalkantılı Dönem 1922-1932, s. 182.
318
toplumsal muhalefetin, rejimi hedef almayan bir yöne doğru itilmesi gereği olduğunu ifade
etmektedir. Kuşkusuz bu itiliş Gazi ve arkadaşlarının denetiminde oldu. Muhalefet Partisi;
bu arada yurtta konuşulmayan ve dile getirilmeyen şikâyetlerin de bir mercii olacak ve
böylece iktidar tarafından alınan kararların bir anlamda eleştirisi ve irdelemesi de yapılmış
olacaktı. Bu sayede toplumun daha rahat bir şekilde zorlukları atlatacağı düşünülüyordu.931
SCF’nin ideologu olan Ağaoğlu ile Tek Parti Dönemi konusunda yetkin bir şahsiyet olan
Tunçay bu konuda birbirlerinden farklı düşünmektedirler. Ağaoğlu Serbest Cumhuriyet
Fırkası Hatıraları isimli kitabında …..... Bütün bu olup geçenler, Serbest Fıkra komedisi
niçin oynandı? sorusuna cevap vermektedir. Şimdi tamamen anlaşılıyor ki bu komedi, sırf
fırka teşkili, muhalefet fikri taşımak gibi cüretleri ta kökünden kesip atmak içinmiş.932
şeklinde düşüncelerini dile getirmektedir. Tunçay ise; Gazi’nin, Hükümete karşı kimlerin
neler düşündüğünü bilmekte olduğunu, yaptığı şeyin, kendisine muhalif olanları, yine
kendisinin istediği bir biçimde örgütleyip böylece bütün ülke çapında ortaya çıkan ya da
gizli duran karşıt eğilimleri bir odakta toplayarak denetleyebilmekten ibaret olduğunu
ifade etmektedir.933
Tek Parti İktidarının başı olan Gazi, Hükümet eleştirisiz ve sorumsuz bir durumda olduğu
için bir muhalefet partisinin kurulmasında faydalar görmüştür. Ancak ilk gününden itibaren
tüm bu girişimi yapay kılan, yaratılan muhalefetin giderek bir iktidar seçeneği olmasının
gerçekten göze alınmamış bulunmasıdır. Gazi’nin bakış açısından, ülkenin yararları ile
CHF’nin yararları özdeştir. Dolayısıyla da SCF’nin kurulması, rejim için olmaktan çok
parti için faydalı olacaktır. diye düşünülmüştür. Bu sayede partinin çürük yanları açığa
vurulacak, temizlenecek ve parti de güçlenecekti. Fakat CHF teşkilatı içindeki bir takım
çıkar grupları, bu tasarımın gerçekleşmesinden endişeye düşmüşler ve deneyimin sona
931
Tevfik Çavdar; “Serbest Fırka”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s. 2053 ve Tabak;
a.g.m., s. 553-554.
932
Ağaoğlu; a.g.e., s. 96. Ağaoğlu anılarında, İsmet Paşa’nın gazetecilere daha birçok seneler Hükümeti
elimde tutacağımı kat’iyetle ilan edebilirsiniz. diye beyanat verdiğini, SSCB sefirinin Yaptığınız muhalif fırka
tecrübesi tehlikelidir. demesi üzerine İsmet Paşa’nın Canım, her yaz bir Fethi Bey heyulası (hayali)
çıkarılıyor, halka ümitler veriliyor, bu heyulayı yok etmek ve o ümidi kesmek için ben kendim bu işi kurdum.
dediğini belirtmektedir. Bkz. Ağaoğlu, a.g.e., s. 95.
933
Tunçay; a.g.e., s. 249.
319
erdirilmesinde etkili olmuşlardır. 934
1927 seçimlerine katılım asgari seviyeye düşmüştü. Zaten seçimler Tek Parti ve tek liste
halinde yürüyordu. Daha ziyade CHF’nin gösterdiği adaylar arasından Ankara’da görevli
memurlar ile dar ve profesyonel bir siyasetçi çevresinden seçiliyordu. Gerçekte bu bir
seçim bile sayılmazdı. Halk artık bu göstermelik seçimlerden bıkmış ve seçime
katılmamaya başlamıştı. Seçimlere katılım oranı % 25’i bulmuyordu. Gazi’nin SCF’yi
İsmet Paşa’nın kuvvetini azaltmak için kurdurduğu da söylenmektedir. 935
SCF süratle gelişiyordu. Fethi Bey'in taşra teşkilatını kurmak için yaptığı Ege bölgesine
yaptığı seçim gezisinde esnasında mahallî idarecilerin CHF’ye tarafgir ve SCF muhalefetini
engellemeye yönelik tutumları siyasî tansiyonu yükseltti ve halkın CHF ve Hükümet
aleyhine gösteri yapmasına da vesile oldu. Partiye girenleri kontrol mümkün olamıyor ve
halk seller gibi SCF’ye akıyordu.936 Fethi Bey anılarında, hürriyetlerin kısıtlanmasından,
934
Tabak; a.g.m., s. 554 ve Tunçay; a.g.e., s. 247. Bu konuda Okyar’ın anılaında bahsettiği husular oldukça
kayda değerdir. Şöyle ki: HF, Gazi ile başlayıp Gazi ile bitmiyordu. HF, kendi varlığında memlekette
senelerdir belli bir hayat düzeni yaratmışı. İdare eden kadro, sadece devlet bürokrasisi değil, hâkim sınıf,
hatta burjuvazi idi. …. Serbest Fırkanın liberal ve hürriyetçi felsefesi ile bu Tek Parti Nizamı’nın önüne
çıkıyordu. Gazi, kendisine, tarihin ve milletin müstebid, diktatör dememesi için Mecliste meşru muhalefetle
başlayacak hür havayı getirmeyi, istediği kadar gönülden arzulasın, bu netice önünde menfaatleri ve
imtiyazları zedelenecek gruplar vardı ve bunlar memlekete hakimdi ……… Gazi’den başka hiçbir HF
mensubunun ve o günkü idare tarzı içinde vazifeli büyük küçük, kimsenin (çok partili demokrasi isteğini)
paylaşmamış olduğu da bugün anlaşılıyor. Asıl hadise, Serbest Fırka’nın, hatta samimimiyetle itiraf edeyim,
beni bile şaşırtan gördüğü alaka ve sevginin arkasından geldi. Çünkü HF’nin iktidarı kaybetmesi demek,
onun çevresi etrafında toplanmış idare eden zümrenin hayat nizamını kaybetmesi manasına geliyordu. Bkz.
Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 490-491.
935
Tabak; a.g.m., s. 554. 26 Haziran 1927’de Meclis tatile girme kararı almadan önce CHF önemli bir tüzük
değişikliği yaparak, milletvekillerini belirleme yöntemini Gazi’nin tek seçiciliğine bırakmıştır. Bkz. Tunçay,
a.g.e., s. 176.
936
Fethi Bey’in Ege gezisi konusunda detaylı bilgi için bkz. Tabak; a.g.m., s. 556-559. Fethi Bey’in İzmir
gezisi, CHF’ye, hiç olmazsa Ege’de halkın desteğini ve güvenini yitirmiş olduğunu, bir genel seçim
sonucunda iktidarı da yitirebileceğini göstermiştir. Oysa CHF yedi yıl boyunca kendisine bağlı bir yönetici
kadrosu oluşturmuş bulunuyordu. Bürokrasi, CHF’den yanaydı. CHF’nin bir seçimden yenilgiyle çıkması bu
bürokrasinin de belki sonu olacaktı. Bu nedenle Bürokratlar, Fethi Bey’in İzmir seçim gezisi sırasında bu
gerçeğin bilincine varmıştır dersek yanılmamış olacağımızı sanıyoruz. Bir yabancı gözlemci olarak, Amerika
Birleşik Devletleri Büyükelçisi Grew’in kendi Dışişleri Bakanına bu olaylarla ilgili mektubundan aldığımız şu
satırlar bu gerçeği çok iyi yansıtmaktadır: Türkiye’nin liderleri, Fethi Bey’in İzmir’de gördüğü sıcak
kabulden son derece hayrete düştüler. Mahallî otoritelerin akılları başlarından gitti. Kendisinden hiç
hoşlanılmayan Adalet Bakanı Mahmut Esat’ın da herhalde bu karışıklıklarda hissesi var. O sırada kendisi
İzmir’de bulunuyordu ve hiç şüphesiz mahallî otoriteler, HP uğruna neler yapabileceklerini kendisine
göstermek çabasına düştüler. Polis kalabalığa karşı akılsızca muamele yaptı ve tatsızlığın çoğu işte bundan
çıktı... Bkz. Yetkin; a.g.e., s. 180.
320
CHF’nin kötü ve yetersiz uygulamalardan bunalan halkın hoşnutsuzluğunun, SCF’ye
büyük bir ilgiye dönüştüğünü, CHF’liler tarafından olayların rejim karşıtlığı olarak Gazi’ye
aksettirildiğini ifade eder.937 CHF’nin politik mücadelesi, partiler arasında Gazi’yi de taraf
haline sokmaya yönelikti. Gazi’nin bu politik mücadelede taraf olması ise SCF’nin sonu
anlamına gelecekti. Nitekim olayların seyri sonucu öyle de oldu.
Fethi Bey’in 4 Eylül 1930’da İzmir’e gelişi sırasında kitle gösterileri oldu.938 SCF’nin
7
Eylül 1930 tarihinde İzmir’de yapmış olduğu mitinge 100.000’den fazla insan katıldı.939
SCF ileri geleneleri, halkın coşkusu karşısında genellikle yatıştırıcı bir rol oynamaya
çalışmışlardır.940 Büyük kalabalıklar Fethi Bey’i Anadolu’da gittiği her yerde coşkuyla
karşıladı ve tüm muhalefet SCF’nin çevresinde toplandı.941 SCF rüzgârı bir anda
Anadolu’yu etkisi altına almış, CHF’den dertli, düzene karşı, fakir, aç, yoksul, dindar,
mutsuz kim varsa SCF’ye akmaya başlamıştı. Fethi Bey’in kararsızlık sergileyerek girdiği
gelişigüzel bir oyun, şimdi gerçeğe dönüyor ve onu başrole itiyordu. Üstelik
kendisine önerilen başrolün asıl sahibi ülkenin cumhurbaşkanı ve çocukluk arkadaşı Gazi
idi.942
CHF, halktan o denli kopuktu ki, SCF önderleri Hükümeti eleştirdiklerinde, CHF,
937
Detaylı bilgi için bkz. Okyar; a.g.e., s. 520. SCF’nin siyasal yaşama atıldığının ilk günlerinde Falih Rıfkı
(Atay) bu partinin tabanının kimlerden oluşabileceğini oldukça gerçekçi bir biçimde belirtmiş bulunmaktadır.
Bunlar; CHF’li bu yazara göre: Cumhuriyetçi olmadıkları için HF’ye karşı olanlar ile HF’yi kendi tarafından
haklı olarak kırdığı yahut tatmin edemediği insan zümreleridir. Gerçekten de, temelde Atay’ın da belirttiği
gibi bu nedenlere bağlı olarak, SCF’nin tabanı gayrı memnunlardan oluşmuştur. Şu halde, bu tabanın ana
niteliğini tepkisel bir oluşum olarak belirtmek gerekmektedir. Bkz. Yetkin; a.g.e., s. 109. İktidar partisinin
karşısında bir seçenek olarak ortaya çıkan SCF’ye halkın gösterdiği yakınlık her şeyden önce tepkisel
boyutludur. SCF kısa bir süre içinde yoksul kitlelerin sözcüsü durumuna gelmiştir. Bkz. Yetkin; a.g.e.,
s. 245-246. Kongar da SCF önderlerinin Ege seçim gezisi esnasında halkın SCF yöneticilerine büyük bir ilgi
ve bağlılık gösterdiğini, büyük halk kitleleri ile yönetim arasında çatışma meydana geldiğini, Hükümetin,
devletçi-seçkincilerin temsilcisi olduğu için yönetime karşı gösterilen bu protest tavrın bir yandan
Cumhuriyetin devrimci yapısına karşı gösterilen gerici tepkiler olarak yorumlandığını, diğer yandan da
SCF’nin, başkaldırmayı, gericilik ve Cumhuriyet karşıtlığını desteklemekle suçlandığını belirtmektedir. Bkz.
Kongar; a.g.e., s. 148.
938
Ahmad; a.g.e., s. 77 ve Cumhuriyet, 04.09.1930.
939
Mango; a.g.e., s. 542 ve Kocatürk; a.g.e., s. 506.
940
Tunçay; a.g.e., s. 267.
941
Ahmad; a.g.e., s. 77.
942
Dündar; a.g.e., s. 57.
321
Hükümeti, Devlet koruması altına almak gerekeceğine inanıyorlardı. Aslında halk,
yöneticilerine yabancılaşmıştı. Bu nedenle halk, SCF’nin çağrılarına büyük bir coşkuyla
cevap verdi.943 SCF’nin başarılı Ege seçim gezisinin, partinin sonunun gelmesinde büyük
payı olmuştur.944 Gazi yeni bir soluk istemiş, ancak bu soluğun bu kadar kısa bir süre içinde
böylesine sert bir poyraza dönüşeceğini kestirememişti. Oysa poyraz, daha işin başıydı.
Çok yakında değişim rüzgârları daha da kuvvetli esecek ve muhalefet hareketi yaman bir
kasırgaya dönüşecekti.945 SCF liderinin Ege seçim gezisiyle CHF’nin hiç beklenmeyen bir
çöküş süreci içinde olduğunun ortaya çıkması ve yapılacak ilk genel seçimde CHF’nin ağır
bir seçim yenilgisi yaşama ihtimali CHF liderlerinde ve Cumhurbaşkanında büyük şok
yaratmış ve bu durum kabul edilemez bulunmuştu.946 SCF lideri Fethi Bey’in halktan
gördüğü rağbetin artışı (ki bu rağbet artışı ona genel seçimleri kazandırabilirdi.) ve
Hükümeti eleştirmesini CHF’liler sadece kendi parti ve iktidarlarını değil, aynı zamanda
rejimi tehdit eden bir tehlike olarak yorumladılar.947 Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya)
Bey, SCF’yi irtica ile suçlar ve CHF tarafından SCF aleyhinde bu şekilde kampanya
başlatılır.948
Gazi, tarihî bir dönemeçte, iki arkadaşı arasında sıkışıp kalmıştı. Bir yanda Tek Parti Rejimi
ve silah arkadaşı SCF’ye tavır alacak ve elleriyle kurduğu CHF’yi açıkça savunmaya
943
Ahmad; a.g.e., s. 77.
944
Tunçay; a.g.e., s. 267.
945
Dündar; a.g.e., s. 57-58.
946
Fethi Bey 8 Eylül’de Manisa’da, 9 Eylül’de Aydın’da ve 12 Eylül’de de Balıkesir’de halka hitap eder.
Takiben 13 Eylül’de Bandırma üzerinden İstanbul’a döner. Bkz. Kocatürk, a.g.e., s. 506-507.
947
Karpat; a.g.e., s. 74. CHF asla iktidarı bırakmak niyetinde değildi. Bu maksatla siyasî rakipleriyle
savaşmaktan da çekinmeyecekti. Bu çerçevede İçişleri Bakanı Şükrü Kaya polisi ve valileri harekete geçirir.
Öte yandan İsmet Paşa Avrupaî bir demokrasinin ülke için henüz bir lüks olduğunu ifade eder. Bkz.
Jevakhoff; a.g.e., s. 292-293. Ağaoğlu anılarında halkın SCF’ye karşı olan bu denli büyük teveccühünden
İsmet Paşa ve arkadaşlarının ürktüğünü, CHF mensupları arasında 40 kişilik özel bir mücadele meclisi
kurulduğunu, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın valilere, kaymakamlara ve nahiye müdürlerine gönderdiği
müteaddit sirkülerlerde devlet aygıtının harekete geçirildiğini ve CHF’yi himaye yolunda uyanık olmalarının
emredildiğini, ardından da bu konuda Gazi’nin işlenmeğe başlandığını, bu faaliyetlerin İzmir Vakası’ndan
sonra da şiddetlendiğini ifade etmektedir. Bkz. Ağaoğlu; a.g.e., s. 28. İçişleri Bakanlığının, yerel seçimler
münasebetiyle, 5 Eylül 1930 tarihinde valiliklere gönderdiği genelge için bkz. Yetkin; a.g.e., s. 269-270.
948
SCF’nin İzmir’de yapmış olduğu seçim gezisinin ardından CHF tarafından başlatılan ve şiddetlenen politik
kavga konusunda detaylı bilgi için bkz. Ağaoğlu; a.g.e., s. 45-47.
322
başlayacaktı.949 CHF’liler, Gazi’den partiler üstü durumunu bırakmasını ve CHF’den yana
tavır koymasını istiyorlardı.950 9 Eylül’de iktidar partisinin İstanbul’daki sesi Cumhuriyet
gazetesinden Nadir Nadi, gazetede yayınlanan bir mektupla Gazi’ye, yeni partilerin onun
ismini kullanmaya kalkışmasını şikâyet edip, konumunu açıkça belirtmesini istedi.951 Ertesi
gün Gazi tarafından …….… Ben Cumhuriyet Halk Fırkasının umumî reisiyim. Cumhuriyet
Halk Fırkası, Anadolu’ya ilk ayak bastığımandan itibaren teşekkül edip benimle çalışan
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin mevlididir (A-RMHC’den doğmuştur).
lidir. v-RMHC’nden doğmuştur. Bu teşekküle tarihen bağlıyım. Bu bağı çözmem için hiçbir
sebep ve icap yoktur ve olamaz. Resmî vazifemin hitamında Cumhuriyet Halk Fırkasının
başında fiilen çalışacağım. Bu noktada teredddüde mahal yoktur. ……… şeklinde verilen
cevap aynı gazetede yayınlandı.952 Bu açıklama, SCF kurulurken, Gazi’nin iki parti
arasında sadece hakem rolü oynayacağına ilişkin beyanıyla çelişiyordu.953 Fethi Bey ile
949
Dündar; a.g.e., s. 64.
950
Ergin; a.g.e., s. 165. Fethi Bey’in İzmir ziyareti üzerine ortaya çıkan manzara, Başvekil İsmet Paşa ve
çevresindekiler için birden iktidarı yitirme korkusuna dönüşüvermiştir. Bunun üzerine CHF’nin fanatik
destekçileri, tek kurtuluş çaresi olarak Reisicumhuru aynı duygunun içine sokmayı denemişlerdir. Bkz.
Özdemir; a.g.e., s. 132.
951
Mango; a.g.e., s. 542. Tunçay; a.g.e., s. 267. Kocatürk; a.g.e., s. 506 ve Saner; a.g.e., s. 176-177. Yunus
Nadi tarafından Gazi’ye hitaben yazılan mektubun tam metni için bkz. Yunus Nadi; “Açık Mektup:
Reisicumhur Gz.M.Kemal Hz.lerine”, Cumhuriyet, 09.09.1930 ve Ağaoğlu; a.g.e., s. 48.
952
Kocatürk; a.g.e., s. 506-507. Aydemir; a.g.e., s. 392. Tunçay; a.g.e., s. 267. Saner; a.g.e., s. 178. Dündar;
a.g.e., s. 64 ve Suna Kili; 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler, 1. Baskı, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınları, Çağlayan Bsmv., İstanbul 1976, s. 179. Gazi tarafından Yunus Nadi’nin mektubuna
cevabî yazısı için bkz. M.Kemal Atatürk; “Gz.Hz.lerinin cevabı”, Cumhuriyet, 10.09.1930 ve Ağaoğlu; a.g.e.,
s. 49-50.
953
Koçak; a.g.m., s. 149. Fethi Bey’in Ege Bölgesinde yaptığı başarılı seçim gezisinin ardından telaşa düşen
ve iktidarı kaybetme korkusuna kapılan İsmet Paşa ve çevresindekiler adına Nadir Nadi tarafından 9 Eylül
1930 tarihinde Gazi’ye hitaben Cumhuriyet gazetesinde yazılan ve Cumhurbaşkanından konumunu
belirtmesini istediği yazıyla Gazi’ye yönelik başlatılan psikolojik baskıyla ilgili olarak, Nadir Nadi ve İsmet
Paşa cenahı ertesi gün Gazi’nin Cumhuriyet gazetesiyle Nadir Nadi’ye verdiği cevapla her ne kadar istedikleri
sonucu almışlasa da bahse konu cenahın Gazi’ye yönelik psikolojik baskıları Eylül ayının sonlarında tehdide
dönüşmüştür. Bu konuyla ilgili olarak Çetin Yetkin de Karşıdevrim adlı eserinde; SCF’nin kurulduğu
dönemde (de) Yunus Nadi ile İsmet Paşa’nın yakın ilişkiler içinde olduğunu, Yunus Nadi’nin mensubu
bulunduğu CHF’nin sözcüsü olarak (Cumhuriyet) gazetesinde CHP’nin ve Başbakan İsmet Paşa’nın genel
siyasalarını dile getirdiğini, Nadir Nadi’nin 29 Eylül 1930 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde çıkan Bitaraflık
Meselesi başlıklı yazısında Cumhuriyete ve inkılâplara nezaret etmek ve onlar muvacehesinde (karşısında)
azami dikkat ve takayyüt (özen) göstermek Reisicumhurun gelişigüzel bir vazifesi değil, hatta kanunî
mecburiyetidir de. Eğer bunlara dikkat etmezse, Reisicumhurun (yargılanabileceği) yegâne cürüm olarak
hıyaneti vataniye (vatana ihanet) ile itham olunabileceği teşkilatı esasiyede (Anayasa’da) sarihtir (açıktır)
şeklindeki ifadelerle SCF ve CHP arasında tarafsız kalmayı sürdürdüğü takdirde Gazi’nin vatana ihanetle
suçlanacağının alenen kendisine bildirildiğini, gerek Nadir Nadi’nin Başbakan İsmet Paşa ile olan yakın
323
Nuri (Conker) Bey, gazetede çıkan demeci konusunda Gazi’den açıklama yapmasını talep
ettiklerinde Gazi onlara Ben iki fırkaya da yardım edeceğimi söylemiştim. Görüyorsunuz ki
siz benim yardımıma muhtaç değilsiniz. Halk hep size doğru akıyor. Desteğe öteki fırka
muhtaçtır. Binanaleyh benim cevabımı bu destek mahiyetinde kabul ederek işinize devam
edinîz. şeklinde cevap verir.954 Gerek Yunus Nadi’nin, gerekse de Gazi’nin mektupları,
SCF’nin geleceği konusunda büyük önem taşımaktadır. Çünkü yazdığı cevabî mektupla
Gazi iki parti karşısında tarafsız kalmaktan ve hakem vazifesi yapmaktan vazgeçmiş,
CHF’nin genel başkanı olduğunu açıklayarak SCF taraftarlarının yaptıklarını ağır bir dille
eleştirmiştir.955
Gazi, muhtemelen Mecliste CHF icraatının eleştirilmesini, hatta İsmet Paşa’nın da biraz
hırpalanmasını istiyordu. Buna izin vemekle, kendi partisinin o sıradaki yöneticilerine
onlarsız olunmaz olmadıklarını sezdirecek, dolayısıyla partisi içinde kendi gücünü arttırmış
olacaktı. Fakar SCF’nin, Gazi’nin düşündüğünden daha daha hızlı ve daha ileri gitmesi
üzerine, bir ölçüde yola getirilmelerini umduğu yöneticiler de dâhil olduğu halde partisiyle
dayanışma göstermek gereğini erkenden duymuştur. Gazi daha 15 Ağustos Ağustos 1930
tarihinde Yalova’a bir gece, Necmettin Sadak, Fazıl Ahmet Aykaç ve Salih Bozok’un da
hazır bulunduğu bir sofrada Nuri Conker’e demişti ki Siz aklınca İsmet Paşa’ya muhalefet
yapmak mı istiyorsunuz? Sizin İsmet Paşa’ya karşı muhalefet yapmak haddinîze mi? İsmet
Paşa sizi yakında Sivas’ta söyleyeceği nutukla paçavraya çevirecektir. …… Lord Curzon’u
mağlup etti. Sizi berbat edecektir. şeklindeki sözleriyle SCF’ye karşı doğal başkanı olduğu
CHF’ye destek verdiğini dile getirmektedir.
Gazi, CHF’nin başına geçerek, SCF ile karşılıklı mücadele etmeye karar verince, SCF artık
sadece CHF ve onun çevresinde örgütlenmiş siyasal ve idarî güçler karşısında değil, fakat
aynı zamanda iktidar partisinin arkasındaki toplumsal sınıf ve halk karşısında da yalnız
kalmış oluyordu. Halk Gazi, SCF’yi destekliyor. diye yeni partiye ilgi göstermiştir. Şimdi,
artık Gazi’nin yeni partiden desteğini çekmesiyle halk da partiden uzaklaşacaktır. Artık
ilişkisi, gerekse de bu mektubun tehdit içeren üslubu dikkate alınırsa mektubun İsmet Paşa’nın bilgisi dışında
yazıldığını düşünmenin saflık olacağını belirtmektedir. Bkz. Yetkin, Karşıdevrim, s. 32-33.
954
Ağaoğlu; a.g.e., s. 50. Jevakhoff; a.g.e., s. 294 ve Aydemir; a.g.e., s. 393.
955
Tabak; a.g.m., s. 559.
324
SCF’nin yaşamasına da gerek kalmayacaktı.956 Çünkü SCF’ye biçilen rol muhalefet idi.
Yaşanan gelişmeler bu rolü zorlayınca, sunî bir oluşum olan SCF’nin varlık nedeni de
ortadan kalkacak ve siyaseten son bulması için oksijensiz bırakılacaktı.
Tek Parti Rejimi ülkede her türlü örgütlenmeyi de yasaklamıştı. Herhangi bir örgütün
iktidara kafa tutabileceği için CHF’nin dışında siyasî parti kurmak yasaktı.957 Öte yandan
SCF’nin kurulması üzerine, iktidarı kimseye bırakmak niyetinde olmayan CHF ve
Hükümet makamları 5 Ekim 1930 tarihinde başlayan belediye seçimlerinde de bunaltıcı
baskı yaptılar. Açık oy, gizli tasnif yöntemiyle değerlendirilen oylara göre (kamu gücünü
elinde bulunduran) CHF ileride idi. Ancak bu sonuçlar dahi, SCF’nin bir kaç haftada çığ
gibi büyüdüğünü belirliyordu. CHF yöneticileri, tahmin etmedikleri derecede hızla
muhalefetin gelişmesinden ürkmüşler ve kaybetmeye tahammülleri olmadığını ortaya
koymuşlardı.958 Bu seçimler hemen hemen her düzeydeki devlet görevlisinin ağır baskıları
altında yapılmıştır. Soyak bu seçimlerle ilgili anılarını anlatırken, Gazi ile kendisi arasında
şöyle bir konuşma geçtiğini yazmaktadır: Hangi Fırka kazanıyor? diye sormuş; Tabii bizim
fırka Paşam, cevabını vermiştim de gülmüş: Hayır efendim; hiç de öyle değil!.. Hangi
fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim: Kazanan, idare fırkasıdır çocuk! Yani jandarma,
polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler... Bunu bilesin.
959
Hilmi Uran’ın da SCF’nin
956
Tabak; a.g.m., s. 560.
957
Tabak; a.g.m., s. 554 ve Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, İstanbul, 1977, s. 191.
958
Ergin; a.g.e., s. 166. Bu konuda Tunçay; belediye seçimlerinde geniş ölçüde baskı yapıldığına şüphe
olmadığını, nitekim yabancı bir gözlemcinin Trakya’daki seçimler konusunda, Trakya’nın diğer şehirlerinde
olduğu gibi, Edirne’de de 17 gün süren bu seçimlerin özgür olmadığını, örneğin, muhalefet partisinin kırmızı
oy pusulalarını taşıyan seçmenlerin oylarını kullanmalarına, adlarının kütükte olmadığı gerekçesiyle izin
verilmediğini, suçlu ve cezaevi kaçkını tipinde adamlardan oluşan çetelerin Yaldırım, Kayık, Kirişhan ve
Karaağaç bölgelerinde geceleri dehşete saldıklarını, (bahse konu bölgelerde) kargaşalıklar başgösterdiğine
dair haber verildiği, seçimler sırasında muhalefet partisinin adayları ve etkili üyelerinin geceleri evlerinden
dışarı çıkamadıklarını, Edirne’de seçimin Belediye binasının önünde, polis müdürü ile yardımcısının gözü
önünde yapıldığını, seçimlerin özgür yapıldığı takdirde Edirne’de ve Trakya’nın her yanında SCF’nin
kazanacağını dile getirmektedir. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 271-272. Başgil, Tek Parti Dönemindeki açık oy gizli
tasnif esasına göre yapılan seçimlerde; seçmenin, oyunu sandığa atmadan önce, mahallî idare temsilcileri
tarafından tayin edilen ve seçimde görevli memurlara göstermek zorunda olduğunu, buna karşın, aynı
memurların oylarını gizli olarak saydıklarını, bu da yetmiyormuş gibi sandıktan çıkan oyları mahallinde
hemen yaktıklarını, böylece ne bir itiraz, ne de bir denetim imkânı kaldığını belirtmektedir. Bkz. Ali Fuat
Başgil; 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, (Çevirenler: M.Ali Sebük, İ.Hakkı Akın), Çeltüt Matbaası, İstanbul
1966, s. 57.
959
Yetkin; a.g.e., s. 190-191 ve Yetkin; Karşıdevrim, s. 31.
325
belediye seçimlerine girmesine ilişkin değerlendirmesi şu şekildedir: SCF, (kurulmasını
takiben) hemen belediye seçimlerine katılmakla, kendisini tüm bir hoşnutsuzlar
kesiminin temsilcisi konumuna sokmuş oldu.960
CHF, SCF’nin varlığına artık tahammül edememekte, SCF’nin varlığı CHF’yi sürekli
olarak rahatsız etmektedir. CHF ve Hükümetin belediye seçimlerini kazanmak için
ellerindeki her türlü imkânı kullandığı ve çeşitli yolsuzluklara başvurduğu gerçektir.
Nitekim kimi CHF milletvekilleri bile sonradan bazı gerçekleri itiraf etmekten
kaçınmamışlardır. CHF Milletvekili Hilmi Uran 26 yıl sonra anılarında şöyle diyecektir.
SCF, her türlü propagandasını, ancak kanunun müsaadesi çerçevesinde yapmıştı.961 SCF
olayını, dönemin (yerel gazeteleri de dâhil olmak üzere) basını üzerinden inceleyen
Emrence, 1930 sonbaharında yapılan belediye seçimlerinin seyrini CHF lehine çeviren
temel faktörün, bürokrasinin, seçimlere, Hükümet partisi lehine müdahalesi olduğunu,
valilerin en üst düzey mülkî amirler olarak bu süreçte önemli pay sahibi olduklarını,
kaymakamların da en az valiler kadar seçimlerde kritik rol oynadıklarını, bürokratik aygıtın
birçok bölgede daha etkin baskı ve müdahale yöntemleri kullandıklarını, güvenlik
güçlerinin mülkî birimlerle uyumlu olarak SCF’nin aleyhinde faaliyette bulunduklarını,
büyük kentlerde daha karışık olan seçim sürecinin SCF’ye karşı farklı baskı ve engelleme
yöntemleri gerektirdiğini, yerel otoritelerin, seçimleri SCF’nin kazanacağının farkına
vardıkları zaman, ya oy kullanılan sandık sayısını düşürdüklerini, ya da günlük oy veren
insan sayısının ortalamalarını güvenlik güçleri yardımıyla aşağıya çektiklerini, bu durum
sonucu binlerce kişinin oy veremeden seçim merkezlerinin çevresinde büyük kalabalıklar
oluşturduğunu, fakat SCF’nin seçimlerde tüm engellemelere rağmen yine de önde
gidiyorsa, seçimlerin ya iptal edildiğini ya da ertelendiğini, tüm usulsüzlükler ve baskı
metotlarının SCF’lilerin polis ve asker kuvvetleri tarafından bastırılmasıyla desteklendiğini,
yüzlerce
kişinin
kanun
aleyhine
gösteri
yapmaktan
dolayı
tutuklandıklarını
belirtmektedir.962 Öte yandan, Tunaya’nın Türkiye’de Siyasî Partiler isimli eserinde,
Ağaoğlu’nun Serbest Fırka Hatıraları isimli eserinden alıntı alıntı yaparak, belediye
960
Uran; a.g.e., s. 213.
961
Gülcan; a.g.tez, s. 158-159. Uran; a.g.e., s. 215.
962
Emrence; a.g.e., s. 173-179.
326
seçimlerinde yeni partiye oy verenlere her türlü zorluğun çıkarıldığı, bu insanların irtica ve
komünistlikle itham edildikleri, CHF’ye oy verenlere de her türlü kolaylığın sağlandığı, bu
kanunsuz ve fiilî durumlardan İçişleri Bakanının sorumlu olduğu ifade edilmektedir. 963
Erer Türkiye’de Parti Kavgaları isimli kitabında; Belediye seçimleri esnasında Halk
Fırkasının Serbest Fırkayı irtica yapmakla itham ettiğinden, her dara düştüğü ve başı
sıkıştığı zaman müracaat ettiği bu silaha yeniden başvurduğundan, Halk Fırkası
çizgisindeki gazetelerin muhalif partiyi gerici olarak itham etmekte yarış içinde
olduklarından, özellikle Falih Rıfkı ve Yakup Kadri’nin Serbest Fırkaya karşı en ağır
hücumları yaptıklarından, seçimlerden sonra da (Halk Fıkrası yanlısı) gazetelerin hemen
hergün mürteci olarak kabul ettikleri Serbest Fırka hakkında ağır yayınlarına ve
hücumlarına devam ettiklerinden, bunların da bir elden idare edildiğinden şüphe
olmadığından bahseder. 964
Uygulanan tüm baskı ve yıldırma metotlarına rağmen, SCF, 502 belediye başkanlığı için
yapılan ve 37 vilayette katıldığı seçimlerden ikisi kent düzeyinde olmak üzere 40 noktada
başarılı olmuştur. SCF’nin seçim galibiyetleri ağırlıkla 20’inci yüzyılın başında ekonomik
modernizasyona uğramış ticari bölgelerde gerçekleşti. (Bkz. Tablo 3.2)965
Tablo: 3.2. 1930 Belediye Seçimlerinde (Kimi Yerlerdeki) SCF Oyları ve Oranları966
Seçim yeri
Buca
Karantina
Bergama
Kuşadası
Armutlu
Keşan
Vize
Samsun
963
Tunaya; a.g.e., s. 622.
964
Erer; a.g.e., s. 63,65.
965
Emrence; a.g.e., s. 183-184.
966
A.g.e., s. 186.
Bölge
Batı Anadolu
Batı Anadolu
Batı Anadolu
Batı Anadolu
Batı Anadolu
Trakya
Trakya
Karadeniz
SCF
CHF
867
632
1.371
801
669
959
3.112
3312
77
59
250
89
29
358
416
416
%
91,8
91,4
84,6
90,0
95,8
72,8
88,2
88,8
327
Fethi Bey’in de yapılan yerel seçimlerle ilgili ifadeler oldukça dikkat çekicidir: Seçimleri,
aslında katıldığımız her yerde biz kazanmıştık. HF beklenmeyen bir şekilde yenilmişti.
Yaklaşan genel seçimlerde iktidardan düşecekleri gün gibi aşikârdı. Zannederim, neticeler
en çok Gazi üzerinde tesir yapmıştı. Kuvvetle tahmin ediyorum ki, Gazi’nin çok hassas
olduğu gururu tahrik edilmişti. O’nun başında olduğu bir fırkanın millet tarafından seçimle
reddedilmesi hadisesi çarpıtılmıştı.
Ve Gazi, bu neticeyi bir nevî
haysiyet meselesi
yapmıştı. Yaşanan olaylar Cumhuriyetin liderleri olan Gazi ile İsmet Paşa’nın kaderlerini
tekrar birleştirmişti. İsmet Paşa, bir ara istifasını verdiyse de Gazi görevi tekrar ona verdi.
Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçte de tavrını çok net ortaya koydu: İsmet Paşa yeni
kabineyi kurmasa ben kuracaktım. Ya İsmet, ya ben… 967
SCF lideri Fethi Bey’in son Belediye seçimlerindeki yolsuzluklar hakkında İçişleri Bakanı
hakkında vermiş olduğu gensoru 15 Kasım 1930 tarihinde TBMM’de görüşülmeye
başlanır.968 TBMM’de 16 Kasım 1930 günü de bütün gün devam eden müzakereler
sırasında CHF mensupları, Fethi Bey ve arkadaşlarını Gazi’ye karşı mücadele açmakla
itham etmişlerdir. Bu görüşmelerden sonra SCF’nin milletvekilleri gece yarısı Meclisteki
odalarına çekilip 15 dakikalık bir müzakere sonucunda partilerini feshettiklerine dair karar
hazırlamışlardır. Milletvekilleri bu kararı Çankaya’ya götürmek üzere de Fethi Bey ve Nuri
(Conker) Bey’i görevlendirdiler. SCF’nin fesih kararı, bir taraftan İçiçleri Bakanlığına,
diğer taraftan da Cemiyetler Kanunu’na göre (partinin kuruluşunun bildirildiği) İstanbul
Valiliğine resmen bildirildi. Bundan sonra Fethi Bey, 17 Kasım 1930’da parti teşkilatına
fesih beyannamesini gönderdi.969
967
Dündar, a.g.e., s. 65-66.
968
Kocatürk; a.g.e., s. 510.
969
Ağaoğlu; a.g.e., s. 81-85. Karpat; a.g.e., s. 74. Kocatürk; a.g.e., a.g.e., s. 510. Aydemir; Tek Adam
Mustafa Kemal, C. 3, s. 395 ve Tunaya; a.g.e., s. 635. Ağaoğlu anılarında, SCF’nin fesih kararına ait metnin
yayımlanmadan önce Gazi’ye takdim edildiğini, bu metnin Çankaya’da Gazi’nin huzurunda bulunan
Başbakan İsmet Paşa, Meclis Başkanı Kazım Paşa ve diğer devlet büyüklerinin bulunduğu bir ortamda
mütalaa edildiğini, metnin bu heyet tarafından kısmen değiştirildiğini ifede etmektedir. Bkz. Ağaoğlu; a.g.e.,
s. 90-92 ve Yetkin; a.g.e., s. 226-227. SCF’nin kapanması konusunda detaylı/ilave bilgi için bkz. Ağaoğlu;
a.g.e., s. 90-97. Tunaya; a.g.e., s. 630-631. Uran; a.g.e., s. 228-229. Soyak; a.g.e., s. 425-427. Yetkin; a.g.e., s.
224-240. Muhittin Nalbantoğlu; “Demokrasi Tarihimize Işık Tutan Anılar (2)”, Yeniçağ, 08.04.2006 ve Naim
Sönmez; Siyasî Açıdan Cumhuriyet Hükümetleri, (Tek Parti Dönemi 1923-1946), Doktora Tezi, Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1993, s. 190-192. Abdülhamit Avşar; Bir Partinin
Kapanmasında Basının Rolü Serbest Cumhuriyet Fırkası, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1988. SCF konusunda
328
Emrence, SCF’nin kapanışına ilişkin değerlendirmelerin büyük bir kısmının siyasal eliti
işaret ettiğini, sırasıyla Gazi’nin, CHF liderlerinin ve SCF’nin Meclis kadrosunun partinin
kapanışından
sorumlu
tutulduğunu
belirtmektedir.
Emrence,
SCF
deneyiminin
başarısızlıkla sonuçlanmasının arkasında gözüken ilk aktörün partinin kurulmasını sağlayan
Gazi olduğunu, bu yorumlara göre, ilk önce iki partiye eşit mesafede kalacağını kamuoyuna
bir mektupla açıklayan ve Fethi Bey’e bu konuda özel sözler veren Gazi’nin, İzmir olayları
esnasında SCF taraftarları ile polis arasındaki çatışmalardan sonra fikrini değiştirerek
CHF’ye desteğini ilan ettiğini, Gazi’nin basına gönderdiği açık mektupta İzmir’deki
olaylara değindiğini ve kanunsuzluğa izin verilemeyeceğini bildirirken Cumhurbaşkanı
olarak görev süresi dolduktan sonra CHF liderliğini fiilen üstleneceğini ifade ettiğini, bu
açıklamaya göre, Gazi’nin yeni parti hakkında fikrinin kesinlik kazanmasını sağlayan
olayın ise SCF’nin katıldığı 1930 Belediye Seçimleri olduğunu, Gazi’ye göre seçimlerde
ortaya çıkan usulsüzlükler ve kargaşanın, ülkenin İzmir Olayları ile başlayarak hızla
anarşiye doğru sürüklendiğinin açık kanıtı olarak değerlendirildiğini, öte yandan, SCF’ye
gösterilen yoğun ilginin Gazi’yi rahatsız ettiğini ve bunu halk tarafından kendisine duyulan
güvensizlik olarak algıladığını, zira, cumhuriyeti kurmuş ve Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış
MHC’nin devamı olan ve Gazi tarafından kurulmuş CHF’nin toplumda hızla zemin
kaybettiğini, bu şartlar ışığında Gazi’nin vardığı sonucun SCF’nin ülkenin siyasî sistemine
artık katkı sağlayamadığı ve kapanması gerektiği yönünde olduğunu ifade etmektedir.
Emrence, SCF’nin kapanışında Cumhurbaşkanını ön planda tutan diğer bir açıklama
biçiminin de Gazi’nin CHF’den gelen baskılar sonucu böyle bir karar alındığı, CHF’ye mal
olmuş ünlü gazetecilerden Yunus Nadi ve Falih Rıfkı (Atay)’nın bu kampanyada özellikle
geniş bilgi için bkz; Yetkin; a.g.e., Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e. ve Fethi Okyar; Serbest Cumhuriyet Fırkası
Nasıl Doğdu, Nasıl Feshedildi? 1998. SCF’nin fesih kararında bu şartlar altında memlekette ikinci bir
fırkanın teşekkülü (kurulması) muhaldir (imkânsızdır) ifadesi yer almaktadır. Fesih kararı, Nuri Conker ve
Fethi Okyar tarafından, Çankaya’ya götürüldüğünde, İsmet Paşa ve CHF’nin diğer radikalleri de
Çankaya’dadır. CHF radikalleri fesih metnindeki bu ifadeye itiraz ederler ve metinden çıkarılmasını isterler.
Fethi Bey de bunun üzerine acı acı güler ve şöyle der (sadeleştirilerek yazılmıştır) Peki, der. İkinci partiyi
yaşatıyormusunuz ki benden bunun imkânsız olmadığını söylememi istiyorsunuz? Gerçek meydandadır. Bu
gerçek ızdırap vermiyor da, bunun ifadesi mi gücünüze gidiyor? Hayır… Bu ifadeyi çıkarmak istemiyorum.
Çünkü gerçeğin ta kendisidir. Denemesini yapan ben ve arkadaşlarım bunun imkânsız olduğunu iddia
ediyoruz. İtiraz edenler buyursunlar, bir de kendileri denesinler. Bkz. Erer; a.g.e., s. 68. Gazi tarafından
İzmir olaylarını soruşturmakla görevlendirilen Kazım (Özalp) Paşa’nın, Fethi Bey seyahatine İzmir’den
Balıkesir’e doğru devam ederken her geçtiği yerde Halk Fırkasını söndüre söndüre gitti. sözleri, gerçekte,
SCF’nin neden kapatılmış olduğunu açıkça belgelemektedir. Bkz. Yetkin; a.g.e., s. 239.
329
önemli rol oynadıklarını, Yunus Nadi’nin, Gazi’ye hitaben yazdığı açık mektupta
devrimcilerin Türk devrimini tek başlarına savunabilecek güçte olduklarını bildirdiğini, bu
noktada eleştiri bayrağını devralan Falih Rıfkı’nın basında SCF aleyhine sert ve yıpratıcı
bir basın kampanyası başlattığını, CHF’nin, yeni partiye yaklaşımında çoğu zaman hükümet
basınının izlediği yolu takip ettiğini, birçok yazara göre, CHF’nin kendi gücünü tehdit eden
alternatif oluşumu sindiremediğini ve ortadan kaldırmak için her yolu denediğini
belirtmektedir. Emrence, ikinci bir yorum biçiminin ise SCF’nin kapanışında CHF’nin
rolüne işaret ettiğini, kısa süreli TpCF (1924-1925) deneyimi haricinde, tek başına iktidar
olmaya alışmış CHF’nin, SCF’nin kuruluşu ve gördüğü büyük destek karşısında şaşkına
döndüğünü, özellikle İzmir’de Fethi Bey’in kurtarıcı olarak karşılanması, büyük İzmir
Mitingi ve yakın gelecekte yapılacak olan belediye seçimlerinin, CHF taraftarları ve yerel
teşkilatlarında panik havası estirdiğini, CHF yöneticilerinin çözümü bürokrasiyi yardıma
çağırmakla gördüklerini, İzmir Olayları ile başlayan ve belediye seçimlerinde devam eden
dönemde SCF taraftarlarının çeşitli baskılara maruz kaldıklarını, özellikle polis, ordu ve
mülkî erkanın SCF’nin belediye seçimlerini kazanmasını engellemek için birçok kanun dışı
yönteme başvurduğunu, kullanılan metotlar arasında SCF ile bağlantılı olan kişilerin
isimlerinin seçmen listelerinden çıkartılması, SCF taraftarları oy verme merkezlerine
girişinin engellenmesi, oy sandıklarının saklanması ve SCF oylarının çalınmasının
olduğunu, böyle bir ortamda yapılan seçimlerde, CHF’nin seçimleri birçok yerde
kazanırken, tüm baskılara rağmen, SCF’nin seçimlerde bazı noktalarda başarılı olduğu,
CHF’nin yeni partiyi yok etmek için son hamlesinin Mecliste gerçekleştiğini, Fethi Bey’in
belediye seçimlerinde yaşanan usulsüzlükleri tartışmak için verdiği gensoru önergesinin
CHF’liler tarafından memnuniyetle karşılandığını, Meclis oturumunun SCF ve Fethi Bey’in
siyasî meşruiyetinin birçok CHF’li konuşmacı tarafından sorgulandığı bir platorma
dönüştüğünü, Meclis toplantısı sona erdiğinde SCF’nin seçimlerdeki usulsüzlüklere ilişkin
verdiği önergenin reddedildiği ve daha da önemlisinin partinin siyasî geleceğinin fiilen
sona erdiğini ifade etmektedir. Emrence, SCF’nin kapanışından sorumlu olan üçüncü ve
son tarafın ise SCF’nin Meclis kadrosunun olduğunu, bu çerçevede özellikle SCF
kurucularının anılarına güvenildiği takdirde, SCF’nin beklenmedik olaylardan dolayı siyasî
hayatına devam etmek için Gazi’yi karşısına almak zorunda kaldığını, Gazi’nin bu noktayı
Fethi Bey ile yaptığı konuşmada Ben kendi, sen de kendi partinin başında olacaksın
330
şeklinde açıkça ifade ettiğini, bu noktada, SCF Meclis kadrosunun, Gazi’ye olan
saygılarını, Kemalist ilkelere olan bağlılıklarını ve Gazi’nin halk arasında sahip olduğu
gücü dikkate alarak, SCF serüvenine nokta koymayı kararlaştırdıklarını ifade etmektedir.
Emrence, partinin kapanışından SCF’yi sorumlu tutan diğer bir eğilimin ise SCF’nin yerel
teşkilatları olduğunu, bu açıklamaya göre SCF’nin ilk günahının iktidara gelme hedefiyle
parlamento dışı muhalefeti mobilize etmesi olduğunu, diğer bir ifadeyle eğer SCF Meclis
içinde kalsaydı her şeyin yolunda gideceğini, fakat Tunçay’ın da belirttiği gibi, Fethi
Bey’in, Gazi ile SCF’nin kuruluşuna ilişkin yapılan anlaşmadaki satır aralarını yeteri kadar
iyi okuyamadığını, Gazi’ye o dönemde yakınlığı ile bilinen Genel Sekreteri Hasan Rıza
Soyak’ın da yıllar sonra Fethi Bey anlaşmaya uygun hareket etmemişti. Mustafa Kemal’in
arzusu gerçek bir siyasî alternatiften çok Hükümeti olumlu yönde etkileyecek Meclis içi bir
muhalefetten ibaretti. şeklindeki ifadelerle aynı noktayı vurguladığını, bu çeşit bir
çerçevenin SCF hakkında mevcut olan SCF Meclis üyeleri yerel teşkilatlarını kontrol
edememiş, bu birimler ‘mürteciler’ tarafından ele geçirilmişti. Geriye kalan tek çare
cumhuriyet, Türk devrimi ve ideallerine bağlı olan SCF kurucularının partiyi kapatması
oldu. şeklindeki yaygın kanılardan birinin de güçlenmesini sağladığını ifade etmektedir.970
Seçimlerde sınırlı da olsa başarı sağlayan SCF’liler aleyhine düzenlenen baskı, sindirme ve
karalama kampanyalarını farklı biçimlerde protesto ettiler. Bu noktada, SCF Meclis
kadrosu, partinin geleceği hakkında ya ağırlıkla ekonomik zorluklardan dolayı mobilize
olan büyük SCF kitle tabanı ve siyasal hakların bayraktarlığını yapan ‘çevredeki /
periferideki’ eğitimli sınıflarla yola devam etmek ya da ‘merkezci-milliyetçi’ kadro içinde
kalmak şeklinde karar aşamasına geldi. SCF yöneticileri ikinci alternatifi seçtiler ve içinden
geldikleri sınıfa ve Gazi’ye bağlı kaldılar. Partinin kapanışından memnun olmayan yerel
teşkilatlar ve birçok SCF’li ise yeni bir partinin ortaya çıkacağı günü heyecanla beklediler.
Fakat beklenen olmadı ve SCF milletvekillerinin büyük bir çoğunluğu CHF’ye geri döndü.
Üç aylık SCF tecrübesi umutsuzlukla noktalanmış ve merkezi kontrol eden milliyetçi eliti
uzun süre daha ülke yönetiminde tutacak son adım atılmıştı. SCF ve tabanının iktidarı
ancak başka bir büyük dönüşüm dönemi olan II. Dünya Savaşı’ndan sonra DP iktidarı ile
970
Emrence; a.g.e., s. 37-42.
331
gerçekleşecekti. 971
CHF’den yana tavır alması sonucu Gazi ile karşı karşıya kalan SCF’nin kendi kendini
feshetmesi sonucu kamuoyunda da Muhalefet yapmak için kaç paraya tutuldunuz?
Arkanızda bırakıp gittiğiniz adamlar size lanet okuyorlar. Beceriksizliğiniz yüzünden bir iş
yapamadınız. Ben bu işin ta evvelden (beri) oyun olduğunu biliyordum. şeklinde hiç de hoş
olmayan kimi ithamlara maruz kalmışlardı.972 SCF’nin kapanmasından 10 yıl sonra Fethi
Bey (SCF kurulmadan önce, CHF ve SCF arasında tarafsız kalacağı konusunda söz veren)
Bu Gazi ile (SCF’yi kurmam konusunda) bana hususî ve ve açık teşviklerde bulunan ve
tarafsızlığı hakkında namusuyla teminatta bulunmuş olan Gazi arasında büyük fark
olduğunu söyleyerek, dikkatli seçilmiş sözcükler de olsa Gazi’ye ağır bir suçlama
yapmaktadır.973
971
A.g.e., a.g.e., s. 190.
972
Ağaoğlu; a.g.e., s. 100.
973
Tunçay; a.g.e., s. 254. Jevakhoff da bu konuda aynı hususları dile getirmektedir. Yazar, SCF’nin, Gazi’nin
teşvikleriyle kurulmuş olmasına rağmen, Gazi’nin, Türkiye’de İsmet Paşa’dan güçlü başka bir kimsenin
bulunmadığı onların (SCF’lilerin) yüzüne çarptığını, O’nun (İsmet Paşa’nın) Lod Curzon’u yendiğini ve
onları da (SCF’lileri de) mahvedeceği şeklindeki sözleriyle SCF’ye karşı, doğal başkanı olduğu CHF’ye
destek verdiğini dile getirmektedir. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 292. SCF önderlerinde büyük bir hayal kırıklığı
meydana getiren ve daha önce tarafsız kalacağı konusunda teminat veren Gazi’nin bu ifadeleri konusunda
detaylı bilgi için bkz. Okyar, a.g.e., s. 462-469. Gazi, bu namus sözünü Belediye seçimlerinin ardından
Ağaoğlu’nu Çankaya’ya çağırıp onunla konuşurken dile getirir. Gazi, bu konuşmada ülkede anarşinin
olduğundan bahseder ve Ağaoğlu’nu da gafletle itham eder. Ağaoğlu, bu ithamı şiddetle reddettiği gibi,
gerekirse siyasî hayattan bile çekileceğini ifade eder. Gazi de bunun üzerine, Ağaoğlu’na, bu takdirde
kendisini karşısında bulacağından, verdiği sözlerden şüphe edildiğinden, kendisinin Ağaoğlu ve arkadaşlarına
namus sözü verdiğinden bahseder. Bkz. Erer; a.g.e., s. 63-64. Okyar da anılarında Gazi o görüşmede bana,
‘Bir şey değişmedi. Sen fırkanın, ben fırkamın başında olacağız.’ dedi. Donup kaldım. ‘Buna imkân yok’
dedim. ‘Biz sizinle karşı karşıya gelmeyiz ve gelmeyeceğiz.’ İşe başlarken bir baba gibi evlatları arasında
tarafsız kalma sözü verdiğini hatırlattım. Gözlerini gözlerimden kaçırıyordu. Halinde çok nadir rastlanan,
muhatabından uzaklaşmak arzusu aşikârdı. İşin hazin tecellisi; bu sefer muhatabı bendim. Üzüntü ve
hiddetin bütün bedenini sardığını hissediyordum. Fakat ben de O’ndan daha hafif ve huzurlu şartlar içinde
değildim. Partiyi feshetmek istediğimi söyledim. Gazi hem üzgün, hem öfkeli, hem kırgındı. Halkın dertli,
hatta bedbin olduğunu biliyor ama’ demekedir. Bu kadar çaresizlik içinde olduğunu bilmiyordu. Serbest
Fırka birçok gerçeği O’nun gözleri önüne koymuştu. İkimiz için de elelmli olan o son konuşmamızda,
Aydın’da (mevcut) 17.000 gayrımenkulden 14.000’inin ipotekli ve icrada olduğunu söylediğim zaman rengi
sararmış, adeta donup kalmıştı. Buna üzündü, fakat her şeye rağmen, başında olduğu siyasî kuruluşun halk
nazarında siyasî mevcudiyetini bu ölçüde kaybetmiş olmasını bir nevi vefasızlık sayan bir ruh hali içindeydi.
Bu ayrılışa kendi şahsı namına bir şeyler sezmek gibi hiç de doğru olmayan, vehme kadar uzanan hislere
sahipti. demektedir. Bu görüşmeden sonra 17 Kasım 1930 tarihinde SCF kendisini feshetti. Fethi Bey
küskündü. Gazi’nin sırf ülkedeki durumu anlamak ve halkın nabzını tutmak için kendisini kullandığını ve
kurban ettiğini düşünüyordu. O sessizce evine çekilirken, Gazi, fesih haberinin gazetelerde yer aldığı gün, ilk
kez uzun bir yurt gezisine çıktı. Fethi Bey tarihçi Cemal Kutay’a anlattığı anılarında son sayfaya şu notu
332
SCF’nin kapatılmasından 1,5 yıl sonra yapılan 1931 yılı milletvekili genel seçimlerinde
Fethi Bey (CHF’den aday gösterilmemiş olması nedeniyle) seçilmemiştir. Partinin önde
gelen şahsiyetlerinden Ağaoğlu da (CHF’den aday gösterilmediği için) ünivesiteye
dönmüştür.974
düşer. Şu an vicdanımı hakem yaparak diyeceğim ki, Serbest Fırka olayında gerçekleri, bütün ayrıntısı ve
içeriğiyle Türk Milletine bildirmiş değilim. Ve hakikatleri gelecek nesillerin dikkat ve uyarısına tam olarak
intikal ettirememiş olmanın elemi içindeyim. Yaralanmış ama son ana kadar dostlarını ele vermemişi. Kol
kırıldı, yen içinde kaldı. Bu elemle sırlarını hafızasında taşıyarak veda etti hayata. İsmet Paşa Menemen
Olayı’ndan sonra Tek Parti iktidarını iyice pekiştirdi. Fethi Bey’den üç-beş yıl sonra onun da Atatürk ile
yolları ayrıldı. Bkz. Dündar; a.g.e., s. 66-68 ve 79.
974
Jevakhoff; a.g.e., s. 302. Ağaoğlu, SCF’nın kapanması üzerinde dile getirdiği değerlendirmeleri,
anılarında (dili sadeleştirilmiş olarak) şu şekilde yer almaktadır: Bizde Cumhuriyettten en uzak (Ağaoğlu’nun
anılarında bu kelimenin ufak kelimesi yazılması gerekirken sehven uzak yazıldığı, doğrusunun ufak şeklinde
olması gerektiği değerlendirilmektedir.) bir belirti yoktur. Bizdeki rejim tam manasıyla ve en şiddetli bir
diktatörlüktür ve bunu hepsi biliyor. Fakat buna rağmen herkes hürriyetten, cumhuriyetten bahsediyor.
Herkes serbest cumhuriyet olduğunu söylüyor, iddia ediyor. Karşılıklı bir aldatmadır ki ülkenin bir ucundan
diğer ucuna kadar devam edip gidiyor! Fakat aynı zamanda da kimse aldanmıyor, kimse inanmıyor! Herkes
içinden gülüyor, kendisine ve herkese gülüyor, gülüyor, gülüyor! Bütün ülke gülüyor, alay ediyor, kendisiyle,
rejimiyle, ‘cumhuriyet’ diye bağıranlarla alay ediyor! Ortada ne ne inanan var, ne iman. Ne doğruluk var, ne
samimiyet! Dimağ boşluğu, kalp boşluğu, ruh boşluğu içinde boş bir varlık yuvarlanıp sürünüyor! Gerinerek,
esneyerek, yarım uyku içinde, günleri, haftaları, ayları, seneler, sayarak sürünüyor! İçinde taşıdığı yegâne
olumlu nokta bir sabahın gelmesini beklemesidir! Şimdi bu boşluk ve bu boşluğun tam ortasında bulunan bu
kimseler, içten gelmeyen, sahte ve zorlama bir hararetle 8 Ağustos 1930’da temeli atılan SCF, 100 gün bile
yaşamadan 17 Kasım 1930’da rahmete erişti ve tarihe gömüldü. .............. çok vurgunlar yemiş, fakat hiçbir
dakika yeis ve ümitsizliğe kapılmamış olan maneviyatım için en ağır ve çekilmez bir acı oldu. Acılık, Fırkanın
dağılmasından gelmiyor, hayır. Bu Fırka etrafında gördüğüm ve temas ettiğim ahlâk düşüklüğünden geliyor.
…..… Daha beş sene önce dinin unutulduğundan, Arap harflerinin kalktığından, hilafetin lağvedildiğinden
şikâyet eden hocalar gördüm ki bu kez bizi bütün bunları geri getirmek fikriyle itham ediyorlar.
Hürriyetsizlikten, cebir ve tahakkümden, suistimallerden, denetimsizlikten ağızlar dolusu söz söyleyen
aydınlar gördüm ki bu kez hürriyetin zararlarından ve yeni Fırkanın ülkeyi uçuruma götürdüğünden hararetle
bahsediyorlardı. Liberalliği ile şöhret kazanmış yazarlar gördüm ki, faşizmin ideal bir bir idare şekli
olduğunu ispata koyuldular. Gazi’nin sofrasından eksik olmayan gazeteciler gördüm ki, bizde de, Ruslarda
olduğu gibi Çeka Teşkilatı(nın) lüzumundan dem vurmağa başladılar. ………….. Kara Kemal’in adamı
Memduh Şevket (Esendal) İstanbul cephesini kurmak şerefini üzerine aldı. Gazi ve İsmet Paşalara karşı
Tanin’de yazdığı yazıların mürekkebi henüz kurumamışken, Fazıl Ahmet şimdi bize çatmakla sadakatini
isbata koyuldu. Özetle bir menfaat ve bencillik çamuru ki herhangi bir ülkeyi cerahat içinde boğmak için
yeterlidir. Daha önce göğsüne vurarak ‘tek başıma muhalefete devam edeceğim’ diye kahramanlık
gösterenler, Fırkanın dağılmasından bir gün sonra Gazi’den çeşitli maddî (ve) manevî teselliler almak
şerefine nail oluyorlar. Bunlardan bir kısmı banka idare meclisi üyeliklerine tayin ediliyorlar, kızlarının
düğünleri (ve) çocuklarının hastalıkları münasebetiyle büyük ikramlara nail oluyorla, kalanları ise bir ikisi
dışında nedamet göstererek sığınıyor (daha doğru bir ifadeyle ‘nedamet gösteriyor’) ve mebus yapılıyorlar.
Bu ne hayret verici bir komedya idi! Bu komedi niçin oynandı ve oynatıldı. Acaba denildiği gibi ülkenin nabzı,
eski HF’ye karşı içinde taşıdığı duygular yoklanmak mı istendi? Öyleyse alınan derslerden faydalanmak,
HF’nin daha akıllı esalar üzerinde kurulması, temizlenmesi, tuttuğu yolun değişmesi lazım gelmez miydi?
Hâlbuki hiç de böyle olmadı. Başlangıça bir şeyler yapılmak istendiyse de bundan pek çabuk vazgeçildi ve
Fırka eski yolunda ve daha hızlı bir şekilde yürümeğe başladı. ……….. mebuslar el kaldırıp indiren
makineler halini almışlardı. Kamuoyu tamamen susturulmuş, gazeteler para karşılığında açıktan meddahlık
yapmaktadırlar. Hükümet devlet namına ülkenin hayat kaynakları üzerine el atmış ve bir iki banka etrafında
toplanmış olan dar bir zümre ile Hükümetin tuttuğu yüksek memurlar bu kaynakları halkın hergün artan
333
SCF’nin feshinden sonra Ağaoğlu, kendisiyle alay eden Karaosmanoğlu’na Aramızdaki
fark şudur: Biz inandık... Siz inanmadınız! …… Biz inandığımzıın cezasını çekiyoruz. Siz de
inanmadığınızın mükâfatını görüyorsunuz. şeklinde karşılık verir. 975
CHF, SCF’nin kapatılmasıyla derin bir oh çekmiştir. İlginçtir ki CHF’nin Marksizme yakın
görüşleriyle bilinen Kadro’cu kesiminden olan Karaosmanoğlu’nun SCF’nin kendini
feshetmesine ilişkin değerlendirmeleri, SCF’nin önemli bir şahsiyeti ve ideologu olan
Ağaoğlu ile benzerlik arz etmektedir.976
fakirlik ve ihtiyacı hesabına korkusuz ve tereddütsüz (bir şekilde) yağma etmektedirler. Kulaktan kulağa
binbir skandaldan bahsediyorlar. Bahsedilenlerin çoğu HF’ye mensup ve ondan mevki almış olanlardır.
.......... Esrarengiz bir kuvvetin sihirli tesiriyle bütün bunlar unutulup gidiyor. Ne milletvekilllerinde bu
sessizliği bozmak kuvveti ve ne de basında ona dair yazmak cüreti, ne de HF’de bir soru sormak cesareti
kalmıştır. İşler bu hale gelmişken, kontrol ve denetim yapmak vazifesiyle sorumlu olan muhalif bir partinin
varlığını kim ister, ona kim tahammül eder? Eğer bir gün gelip de ciddî bir muhalif parti geçmişi
kurcalamaya başlarsa, bugün işbaşında bulunanların birçoğunu mahkemeye almak gerekecek. İşte böyle bir
ihtimale meydan bile vermemek için her türlü tedbiri düşünüyorlar. Fethi Bey’in parti başkanı iken bir
gazeteciye ‘gayem elbette ki işbaşına gelmektir.’ demesi üzerine İsmet Paşa gazetecilere ‘daha birçok seneler
Hülkümeti elimde tutacağımı kesinlikle ilan edebilirsiniz.’ diye demeç verdi. Duydum ki iç işlerimizle
yakından ilgilenen bir ülken (SSCB)’nin elçisi ‘yaptığınız muhalif parti tecrübesi tehlikelidir.’ demesi üzerine
İsmet Paşa ‘Canım, her ay bir Fethi Bey hayali çıkarılıyor, halka ümitler veriliyor. Bu hayali yok etmek ve o
ümidi kesmek için ben kendim bu işi kurdum.’ demiş. Bütün bu olup geçenler ‘SF komedisi niçin oynandı?’
sorusuna cevap vermektedir. Şimdi tamamen anlaşılıyor ki bu komedi, sırf fırka teşkili, muhalefet fikri
taşımak gibi cür’etleri ta kökünden kesip atmak içinmiş. Evet, bundan sonra artık çok uzun yıllar muhalif
parti kurma cesaretini bulamaz. ......... Bkz. Ağaoğlu; a.g.e., s. 92-96.
975
976
Ağaoğlu; a.g.e., s. 101.
Karaosmanoğlu, bu olayı, anılarında CHF açısından şu ifadelerle değerlendirmektedir (sadeleştirilerek
yazılmıştır): Her ne hal ise, Serbest Fırka’nın kapanmasıyla İsmet Paşa gene bir gaileden kurtularak geniş
bir nefes almış, daha doğrusu (kendi tesiri olmaksızın) dördüncü bir İnönü Zaferi kazanmış oluyordu ve
inkılâpçı, devletçi, laik Halk Partisi içinde, onu ne Hükümet başkanı, ne Parti genel başkan yardımcısı olarak
sorguya çekmek ve ona şu sözler söylemek hiç kimsenin aklından geçmiyordu: ‘Paşa hazretleri, yedi yıllık
idarenizden sonra görüyoruz ki, partimizin ilkelerini ülkeye yerleştirmek konusunda hiçbir gayret sarf
buyurmamışsınızdır. Halkı, Osmanlı saltanatı devrindeki cehaletinden, geriliğinden bir adım
götürmemişsiniz. İnkılâpçılık ve laiklik konusunda bizi Millî Mücadele yıllarında Halife Ordularının bile
cüret edemedikleri bir koyu taassup reaksiyonu karşısında bırakmışsınızdır. Yanlış bir şekilde tatbikata
başladığınız devletçilik ise, bizi, ancak, bir takım ‘buhran vergileri’ ile önlemeye çabalanan malî ve
ekonomik bir kriz içine sürüklemiş bulunuyor... Yok, yok! Bütün bu hatalarınızın ihmallerinizin
sorumluluğunu Fethi Bey’in ya da Serbest Fırkanın üstüne yüklemeye kalkışmayınız. Cumhuriyet rejimini
tehdit eden olaylar Fethi Bey ile Serbest Fırka erkânı İzmir’e, Balıkesir’e ayak basar basmaz birden bire
patlak vermiş ve bu olayları çıkaranlar yerin dibinden mantar gibi bitivermiş değiller ya! Evet, Halk Partisi
içinde, şu satırları yazan gazeteci milletvekili de dâhil olmak üzere, böyle bir özveriyle ve devrim düzeninin
geçirdiği sarsıntının asıl sebeplerini, memleket gerçekleri üstüne eğilerek, objektif ve rasyonel bir inceleme
metoduyla meydana çıkarmak hiç kimsenin aklından geçmediği gibi bu olaylar sanki birer mahallî zabıta
olayıymışçasına idare ve emniyet amirlerinin kovuşturmalarına bırakılmıştı. İzmir’de Atatürk’ün, İsmet
Paşa’nın resimlerini yırtanlar kimlerdir? Fethi Bey’i Balıkesir’de yeşil bayraklarla karşılayanlar kimlermiş?
Bunların tutulup hapse tıkılmasıyla mesele halloldu sanılmıştı. Bkz. Karaosmanoğlu, a.g.e., s. 107-108.
334
Karaosmanoğlu’nun belirttiği gibi olayların tek sorumlusu SCF değildir. Olayların
nedenleri öncelere, CHF’nin önceki dönemlerde uyguladığı yanlış politikalara dayanmakta
ve ondan kaynaklanmaktadır. SCF’nin iktidara gelmesi demek bu sorunların teker teker
gündeme gelmesi demektir. Bu tip sorular CHF ileri gelenleri arasında korkuya neden
olmuştur. Bu korkunun bir an önce ortadan kaldırılması için elden gelen her türlü çaba
gösterilmeliydi. Nitekim bu çaba her yerde gösterildi ve SCF’nin kapatılmasıyla; CHF ileri
gelenlerinin kafasındaki ne, niçin, nasıl gibi sorular sona erdi. Korkular da yenildi. SCF’nin
kapatılmasından sonra CHF Hükümeti tarafından inkılâpları anlatacak ve bu konuda
Hükümete yardımcı olacak kurumların ve kuruluşların oluşturulmasına hız verilir.977
Fethi Bey, Cumhuriyet idaresinin halka bakış açısının nasıl olması gerektiği konusunda,
CHP’ye ya da CHP’nin radikallerine nazaran nazaran ciddî bir bakış açısı farklılığına
sahiptir. Fethi Bey’e göre, asıl mesele, ülkede vatandaşa yaşayabilmek için asgari de olsa
uygun imkânlar sağlamaktır ve bu husus özellikle rejimin adı Cumhuriyet olan bir ülkedeki
yönetim için temel şart ve vazifedir.978
SCF deneyimi şu hususların öğrenilmesinde önemli bir rol oynamıştır: Toplumda yaygın
rahatsızlık ve bunalım söz konusu olduğu zaman yükselecek toplumsal muhalefeti güdümlü
partilerle yönlendirmek, denetlemek mümkün değildir. Muhalefetin var olmadığı
toplumlarda, demokratik talepler sınıflar arasında bir ortak cephenin kurulmasına da yol
açabilmektedir. Tek partinin baskısı altında ezilen yığınlar kendi çıkarlarını tüm baskılara
karşın bilmekte ve bunları korumak için bir lider ya da bir örgüt buldukları zaman (bir süre
de olsa) onların arkasında saf tutabilmektedirler.979
DP’nin kurulmasından sonraki dönemde CHP Genel Sekreteliği ve Genel Başkan
Yardımcılığı da yapmış olan partinin önemli şahsiyetlerinden Hilmi Uran, SCF’nin
kapatılması sonrası CHP’nin durumunu anılarında Eski Hamam Eski Tas başlıklı bir
yazıyla dile getirmektedir. Uran, bahse konu yazısında; SCF artık ortadan çekilmiş ve yine
Tek Parti hayatına dönülmüş olmakla beraber, CHP, mücadele sırasında kendi bünyesinde
977
Gülcan; a.g.tez, s. 162-163.
978
Okyar; Üç Devirde Bir Adam, s. 531.
979
Gülcan; a.g.tez, s. 163.
335
beliren uyuşukluğu yine de aramaya çalışmıştı. Bunun için 40 kişilik bir komisyon
oluşturulmuştu. Bu komisyon görülen aksaklıkları inceliyor, aksaklıklar konusunda ihmali
görülenleri değiştiriyor, Devlet dairelerindeki yolsuzluklar hakkında Hükümeti uyarıcı
tavsiyelerde bulunuyordu. Atatürk de, halkla yakınlık sağlamak ve halkın nelerden şikâyetçi
olduğunu öğrenmek üzere yurt içinde bir geziye çıkmıştı. Aynı düşünceyle Saffet Arıkan da
Parti Genel Sekreterliğinden alınmış ve Bayındırlık Bakanı Recep Peker bu göreve
getirilmişti. Fakat bütün bunlar, bir an için yaşamış, sonra dinamizmini kaybetmiş
hareketler ve tedbirler olmuş ve Tek Parti hayatı yine eski uyuşuk temposuna dönmüştü.
Vaktiyle SCF’ye geçen mebuslar yine eski fırkalarına dönmüşler, sadece Ahmet Ağaoğlu,
Halk Partisine alınmamıştı ve galiba o SCF’ye karşı beslenen hıncın sembolü gibi
görülmüştü. Bunun gibi, vilayetlerde de SCF bayrağı altında CHF’yi yormuş olanlar,
CHF’nin safları dışında bırakılmıştı. Bütün bu sempati ve antipati med ve cezirleri
arasında muhakkak olan bir şey varsa, bu kısa ömürlü partinin kurucu ve lideri olan Fethi
Okyar’ın, temiz ve ihtirassız karakteriyle, siyasî rakiplerinin dahi sevgisini ve saygısını
korumuş olduğudur. 980
Başlangıçta SCF’ye biçilen rol, Meclis içinde farklı bir parti tarafından, CHF tarafından
kurulan Hükümetin kontrol ve denetiminin yapılmasıydı. Ancak, SCF’nin bu denli bir
başarı göstereceği, başta Gazi de dâhil olmak üzere, hiç kimse tarafından hesap
edilmemişti. Gazi, ani bir iktidar değişikliğinin
ülkede
istikrarsızlık
meydana
getireceğinden endişe etmişti. SCF’nin kapatılmasının ardından tekrar Tek Parti Dönemine
dönülmüş olmakla birlikte Gazi, ülke için açık rejim düşüncesinden vazgeçmemiştir.
980
Uran; a.g.e., s. 229-231. Saffet Arıkan, İsmet İnönü ile Yemen’de birlikte görev yapmış, Başkumandanlık
Kanunu’ndan sonra da Gazi’nin Kurmay Başkanlığını yapmıştı. Zafer’den sonra albay rütbesiyle Ordudan
emekli olarak politikaya girdi. Bir süre Millî Eğitim Bakanlığı; uzun süre HF Meclis Grup Başkan Vekilliği,
iki kez de CHF Genel Sekreterliği görevinde bulunmuştu. İtidal ve sükûnetiyle tanınan, şahsiyeti ve
çalışmaları yıllardır tasvip edilen Saffet Arıkan, SCF’ye karşı CHF’nin takip ettiği politikayı tasvip etmediği
için SCF’nin feshinden sonra CHF Genel Sekreterliğinden alınmıştır. Saffet Arıkan’dan boşalan Genel
Sekreterlik görevine, bir önceki kabinede Bayındırlık Bakanı olarak görev yapan, CHP radikallerinden olan
ve otoriter rejim taraftarlığıyla tanınan Recep Peker getirilmiştir. Saffet Arıkan, Atatürk’ün ölümünden
sonraki politikayı hiç benimsememiş, devrin başbakan ve bakanlarını, gerektiğinde de İnönü’yü uyarmış,
büyükelçilik tekliflerini reddetmiş, İnönü’ye sistemli ve ağır üsluplu bir mektup göndererek CHP Meclis Grup
Başkan Vekilliğinden istifa etmiş ve köşesine çekilmiştir. 26 Kasım 1947 gecesi uyku ilacı alarak intihar
etmiştir. Bkz. Okyar; a.g.e., s. 413 ve 506.
336
CHF’nin radikal kanadı, gericilerin SCF’yi kendi amaçları için bir kalkan gibi kullandığını
ileri sürerek bu partinin kapanışını isabetli buluyordu. Buna delil olarak da SCF’nin
kapanışından altı hafta sonra çıkan Menemen İsyanı’nı gösteriyordu. Ama bu iddianın
doğruluğunu ispat eden bir delil henüz yoktur.981 Gazi, SCF’yi mürtecî diye suçlamanın
çok yüzeysel bir izah olduğunu sezmiş ve halkın yakındığı konuları kendilerinden dinlemek
ve ülke sorunlarını yerinde incelemek amacı ile bir yurt gezisine çıkmıştır.982 Gazi’nin, çok
sayıda uzman ve her Bakanlıktan alınan temsilcilerle birlikte Anadolu’da ve Trakya’da
yapmış olduğu gezide; mülkî ve askerî erkân ile CHP önderlerinden başka hiç kimsenin
rejimden memnun olmadığını, Cumhuriyetin köylünün, işçinin, küçük tüccar ve esnafın
yaşamına dişe dokunur bir düzelme getirmediğini görmüşlerdi.983 Gazi’nin ülke içinde
yaptığı uzun seyahat gösterdi ki, halk SCF’yi tutmakla, ülke içinde hâkim olan kötü
durumu protesto ediyordu. Gazi dehasıyla sezmiştir ki, halktaki eğilimlerin derin sebepleri
olmalıdır ve irtica ve benzeri önyargılarla bu sebepleri anlamak ve çözmek mümkün
olamaz.
Okyar ve Seyitdanlıoğlu’nun SCF olayını detaylı olarak incelemiş oldukları Serbest
Cumhuriyet Fırkası adlı kitapta, CHF’nin SCF’ye yönelik irtica suçlamaları konusundaki
görüşleri ise şu şekildedir; İrtica suçlamaları, CHF’nin halkın desteğini kaybetmesinden
doğan sıkıntı ve şaşkınlıktan kaynaklanıyordu... CHF’nin kendini savunmak için yönelttiği
irtica suçlaması sonradan resmîvesikalarda tekrarlandı ve dolambaçlı yollardan okul
kitaplarına intikal etti. Böylece Cumhuriyetin tarihi genç nesillere anlatılırken tek yanlı
981
Karpat; a.g.e., s. 74-75.
982
Yetkin; a.g.e., s. 28. SCF’nin dağıtılması CHF’nin hiçbir muhalefet olmadan tek başına iktidarını başlattı.
Gazi, yeni düzeni 27 Ocak 1931 tarihinde İzmir’de yaptığı bir konuşmada anlattı. Fırkamız diğer
memleketlerde olduğu herhangi bir poliik fırka gibi telakki edilmemelidir. Her sınıf halkın menfaatlerini
müsavi bir surertyle, biri diğerini mutazarrır etmeden (zarara uğratmadan) temin etmeğe istihdaf eden
(hedefleyen) bir teşekküldür… Fırkamızın takip ettiği program, bir istikametten tamamıyle demokratik, halkçı
bir program olmakla beraber, iktisadî nokta-i nazardan devletçidir. Birkaç gün sonra Konya’da yaptığı
konuşmada, 18 yaşın üzerindeki tüm gençlerin partinin faal üyesi olmasını ve daha küçüklerin de üyeliğe
aday olarak görülmelerini istedi. (Toplumun CHF potasında homojenleştirilmesi, inkılâpların halka mal
edilmesi, sınıfız ve imtiyazsız bir Türk toplumu meydana getirmek üzere başlatılan geniş kapsamlı çalışmalar
başlatıldı.) Bu çerçevede bağımsız dernekler kapatıldı. Masonlar, CHF’nin amaçlarını paylaştıkları için artık
ayrı bir derneğe gerek duymadıklarını açıkladılar. Türk Ocakları da CHF’ye katıldı ve zamanla Halkevleri’ne
dönüştürülerek sayıları yaklaşık 500’e yükseldi. Bkz. Mango; a.g.e, s. 549.
983
Tunçay; a.g.e., s 283. İlave bilgi için bkz. Grew; Atatürk ve Yeni Türkiye, s. 208.
337
olarak tahrif ediliyordu.984
Özbudun’un ise SCF olayını değerlendirmesi şu şekildedir: SCF denemesinin istenilen
sonucu vermemiş olmasına rağmen, ünlü Fransız anayasa hukukçusu ve siyaset bilimcisi
M.Duverger’in belirttiği gibi, Bu denemelerin yapılmış olması bile tek başına derin bir
anlam taşımaktadır. Hitler Almanyası’nda, Mussolini İtalyası’nda böyle bir şey
düşünülemezdi... Bunlar, her şeye rağmen, Kemal rejiminin plüralizme (çoğulculuğa)
üstün bir değer tanıdığını, plüralist (çoğulcu) bir devlet felsefesi çerçevesinde faaliyet
gösterdiğini ifade etmektedir.985
SCF’nin kapatılmasını takiben Vakit gazetesinde bir yetkili kalemin SCF tecrübesi ve
Menemen olayları göstermektedir ki, Halk Fırkası, bizim aziz olanı korumak konusunda
uzun süre Türk gençliğine yol göstermek zorundadır. şeklindeki ifadelerinde de belirtildiği
üzere986 SCF tecrübesi değişik bakımlardan, genelde dış dengelerin, özelde ise iç
dengelerin ve CHF’nin henüz çok partili sisteme hazır olmadığını ortaya koymuştur.
Modernleşme ve ekonomik kalkınma çabaları kesintiye uğratılmadan daha yavaş
gidilmeliydi. Bu takdirde çok-partili sistem olan vazgeçilmez hedefe varma şansı artacaktı.
SCF deneyimi aynı zamanda şu gerçeği ortaya koyuyordu; ne kadar büyük olursa olsun, bir
siyasî reform ya da toplumsal dönüşüm projesi ancak ekonomik ve sosyal reformlarla
desteklendiği ve tamamlandığı zaman ayakta durabilir. Özellikle Türkiye gibi ekonomik
kalkınma ihtiyacının şiddetle duyulduğu ülkelerde bu gerçek bir kat daha önem arz
etmektedir.
Emrence, SCF’nin kapanmasının akabinde Tek Parti Döneminde yönetime damgasını vuran
tarihsel eğilimlerin; siyaset alanında otoriterlik, kültür hayatında tepedenci dönüşüm ve
ekonomide de devletçilik olduğunu, bu perspektifle uyumlu olarak Türk Ocaklarının
kapatılıp yerine Halkevlerinin kurulduğunu, yeni bir Türk kimliği yaratmak için tarihîbilimsel teoriler geliştirildiğini ve CHF III. Kongresinde Altı Ok’un benimsenerek modern
Türkiye’nin temel ilkelerine dönüştürüldüğünü, başka bir ifadeyle birçok tarihsel alternatife
984
Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 73.
985
Özbudun; a.g.m., s. 122.
986
Jevakhoff; a.g.e., s. 302.
338
açık ve içinde farklı toplumsal ittifakları barındıran milliyetçi projenin, bu noktadan sonra
merkezi kontrol eden bürokratik sınıfın yegâne hâkimi olduğu bir nitelik kazandığını
belirtmektedir.987
Cemil Koçak'ın 800 sayfalık Belgelerle İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası adlı geniş
hacimli ve kapsamlı kitabında SCF olayı detaylı bir şekilde irdelenirken, bahse konu kitap
tarih araştırmalarında metod bakımından da çığır açar bir nitelikte. Koçak kitabının 500
sayfa tutan ilk üç bölümünde, Atatürk'ün 1930 Ağustos’unda neden bir denetim partisi
kurdurtma ihtiyacı duyduğunu araştırmakta. Önüne geçilemeyen yolsuzlukları bu yolla
önleme ve Batıya demokratik görünerek ekonomik yardım alma gibi amaçları anlatıyor.
Yazar, Atatürk ile Serbest (Liberal) Fırka'yı kuracak Fethi Bey arasındaki mektuplaşmada,
bugüne kadar dikkatlerden kaçan son derece önemli ayrıntılardan dönemin siyasî
atmosferini tahlil edilmekte. Konuyla ilgili yapılmış yayınlar ve tezler irdelenmekte. İlk kez
Koçak'ın kitabında SCF sürecinin yabancı basında nasıl yer aldığını görüyoruz. Yine ilk
kez Koçak'ın kitabında, Serbest Fırka'nın Anadolu örgütlerini kuranların toplumsal ve
kültürel özellikleri verilmekte. 1930'larda CHP'nin sorunları ve halktan kopmuşluğu
tarihçiler tarafından genel politika düzleminde ele alınmıştı. Koçak ise ilk defa CHP'nin iç
yazışmalarına, parti müfettişlerinin raporlarına bu sorunların nasıl yansıdığını ortaya
koymakta. Bir örnek: CHP Genel Merkezi, parti binalarında rakı içilmemesi, kumar
oynanmaması için uyarılarda bulunuyor. Koçak'ın kitabında irtica konusunda da
kamuoyuna ilk defa yansıyan bulgular var. Resmî teze göre, rejim samimiyetle demokrasi
istemiş ama irtica Serbest Fırkayı istila ettiği için bu mümkün olmamıştı. CHP Genel
Merkezi kendi parti teşkilatından illerde ve ilçelerde Serbest Fırkayı kuranlar hakkında
istihbarat bilgileri istemiş. Etnik köken, meslek, sosyal durum gibi açılardan ne tür adamlar
yeni partiye gidiyor diye? CHP teşkilatının raporlarına göre, ahaliyi yağmur duasına
götüren, şapkayı geç giyen, yeterince ilerici olmayan, molla falan gibi nitelendiği için
987
Emrence; a.g.e., s. 196. 1931 yılında yapılan CHF III. Kurultayında, partinin ilkeleri devrimcilik,
cumhuriyetçilik, devletçilik, halkçılık, milliyetçilik ve laiklik olarak belirlenmiş ve bunlar Altı Ok ile
simgeleştirilmiştir. 1937’de yapılan Anayasa değişikliği sonucu, CHF’nin bahse konu ilkeleri devletin temel
ilkeleri olarak Anayasa’nın 2’nci maddesinde yer almıştır. Bkz. Mümtaz Soysal; Fazıl Sağlam; “Türkiye’de
Anayasalar”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 1, s. 25.
339
gerici sayılabilecek SCF il ve ilçe kurucularının oranı binde 5 veya 6 civarında! Koçak
haklı olarak, SCF’nin irtica yüzünden değil, baştan kurgulandığı sınırları aşarak toplum
tarafından gerçek bir muhalefet partisi halinde benimsendiği için kapattırıldığını anlatıyor.
Koçak, kitabının sonuç bölümünde Duverger'in Kemalist rejim hakkındaki demokrasiye
hazırlayıcı vesayet rejimi teorisini çok geniş olarak anlatıyor. Kemalist tarihçilerin çok
başvurduğu bu teoriyi, ilk defa Koçak bu kadar geniş bir şekilde kamuoyuna sunuyor:
Toplum demokrasiye müsait değildi, karşı-devrim (irtica) tehlikesi vardı, Avrupa'da
totaliter rejimler yükseliyordu, Kemalist rejim ise yumuşaktı, devlet terörü uygulamamıştı,
doktrini kapsayıcı (total) değildi, amacı demokrasiydi, zaten 1946'da demokrasiye geçme
kararı vermişti... Koçak, Popper tarzı bir bilim anlayışıyla, bir teorinin geçerli olması için
olgularla sınanması gerektiğini hatırlatıyor: Duverger'in, kanımca temel yanılgısı, olgusal
çalışmalara dayanmadan teorik bir model inşa etmeye kalkmasıdır... Vesayetçi Tek Parti
Rejimi teorisinin temel eksikliği, kendisini Türk modelinin sunduğu olgularla sınama
ihtiyacını hissetmemesidir. Bu ihtiyacı Koçak hissediyor ve yaklaşık 100 sayfada bu
teorinin ön kabullerinin olgularla sınamasını yapıyor... 988
SCF, siyasî elitin başarısız bir demokrasi deneyi olarak Türkiye Tarihi kayıtlarına
geçmiştir. SCF tecrübesini, toplumsal kökenli siyasî bir proje olarak anlamak da
mümkündür. 1930 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde ortaya çıkan siyasal değişim, devlet
merkezli bir sosyal deney olmaktan çok ekonomik sınıflar ile toplumsal statü sahibi
profesyonel grupların yarattığı bir toplumsal hareket olarak okunabilir. SCF hareketi
devletçi olmaktan ziyade toplumsalcı, merkezci olmaktan ziyade de çevresel, seçkinci-elitist
olmaktan ziyade de kitleseldi. SCF deneyimi modern Türkiye için 19’uncu yüzyıl liberal
dünyasından otoriter, merkezci ve hiper-modernist 1930’lara geçişte son kırılma noktasıydı.
Dönüşüm teleolojik olmaktan çok siyasî mücadeleyle gerçekleşti. Bu noktada, SCF
tecrübesi, siyasî elit içinde (TpCF deneyimi ve İzmir Suikastı girişiminden sonra yapılan
yargılamalar sonucu) İslamcı, eski İttihatçı ve ılımlı modernist unsurların tasfiyesinden
988
Taha Akyol; “Yakın Tarihe Yeni Bir Işık”, Milliyet Pazar, 26.3.2007. Karl Popper’in tarafından ortaya
konulan bilim felsefesi konusunda ilave/detaylı bilgi için bkz. Bryan Magee; Karl Popperin Bilim Felsefesi ve
Siyaset Kuramı (Çeviren Mete Tunçay), 2. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1990 ve Levent Köker; İki Farklı
Siyaset (Bilgi Teorisi-Siyaset Bilimi İlişkileri Açısından Pozitivizm ve Eleştirel Teori), 1. Baskı, Ayrıntı
Yayınevi, İstanbul 1990, s. 21-25.
340
sonra geride kalan iki alternatif toplumsal modernleşme projesini su yüzüne çıkardı.
Denklemin bir tarafında İvT çizgisini daha da radikalleştirerek sürdüren jakoben,
korporatist ve Aydınlanmacı gelenek yer alırken, diğer ucunda da ekonomik anlamda
liberal, çevrenin siyasî temsiline daha açık ve devletin tüm alanlara müdahalesine şüpheyle
bakan çok parçalı bir toplumsal değişim projesi vardı.989
SCF tecrübesinin gösterdiği diğer bir gerçek CHF’nin 1930 yılı itibariyle kamusal alanda
mutlak bir iktidar kuramadığını örneklerle ortaya koymasıydı. Türk Ocakları, esnaf
cemiyetleri, göçmenler, çevredeki aydınlar ve tüccarlar, hükümetin ideolojik aygıtlarına
teslim olmuş aktörlerden ziyade kendi ajandalarını uygulamaya çalışan çıkar gruplarına
benziyordu. Türk milliyetçilerinin sivil toplum üzerinde mutlak hâkimiyetinden söz etmek
için devlet-parti-sivil toplum birlikteliğinin sağlandığı küresel faşizm çağını beklemek
gerekecekti. SCF deneyiminin gözler önüne serdiği diğer bir nokta da Tek Parti Dönemini
sadece kimlik siyaseti üzerinden kuran açıklamaların yetersizliğini göstermesi oldu.
Vatandaşları etnik veya dinsel kategoriler üzerinden tanımlayan ve Kemalist elit ile halk
arasında varolan yabacılaşmayı bu eksen üzerine oturtan modernleşme okulu ve
kritiklerinin iddialarının aksine; SCF’nin Batı Anadolu turu, 1930 Belediye Seçimleri ve
partinin yerel teşkilatlarının gelişimi, 1920’lerin sonunda ülkede ortaya çıkan toplumsal
muhalefet ve kitle mobilizasyonunun aynı zamanda ekonomik merkezli olduğunu ortaya
koyuyordu. Daha uzun soluklu bir okumada ise, SCF’nin toplumsal tabanını oluşturan ticarî
köylülerin ve dünya ekonomisine entegrasyon dönemlerinde önem kazanan taşra
burjuvazisinin aynı geleneği DP, AP ve yakın zamanda da AKP’de gözlemliyoruz. Tüm
varlığı 1930 yılının ikinci yarısına sığan SCF, bir siyasî parti olmanın ötesinde Türkiye’nin
Cumhuriyet Tarihi boyunca izleyeceği makro iktisadî dönüşümler ile siyaset arasındaki
yakın birlikteliği gösteren ilk örnekti. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’de siyasetin aktörleri
ve sahip oldukları toplumsal taban, büyük oranda dünya sisteminde ortaya çıkan kırılmalar
tarafından şekillenmişti. SCF, DP ve AKP bir kez daha aynı çizginin 20’nci yüzyıl boyunca
korunduğunu ortaya koymaktadır.990
989
Emrence; a.g.e., s. 17-18.
990
Emrence; a.g.e., s. 19-20.
341
SCF, Türkiye tarihçiliğinde siyasî elitin başarısız bir girişimi olarak kurgulanmıştır. Bu
yaklaşımın arka planında devleti öne çıkaran entelektüel pozisyonlar ile Batılılaşmış Türk
milliyetçilerini toplumsal değişimin yegâne öncüsü olarak kabul eden modernleşme okulu
vardı. Avrupa merkezli model, devlet ile toplum, elit ile halk ve modernite ile gelenek
arasında keskin ayırımlar yaratarak, siyasal değişim ve demokrasinin ancak tepeden, tedricî
ve vesayetçi bir formda gerçekleşebileceğini iddia etmekteydi. Bu kavramsal çerçeveye
uygun olarak, SCF’ye ait tarihsel hafızanın anahtar sözcükleri siyasî elit ve gerici halk
yığınları oldu.991
Emrence, SCF’nin, aynı zamanda, Cumhuriyet döneminde toplumsal değişimin niteliği ve
aktörlerini anlamak için de önemli bir fırsat sunduğunu, bu konuda teorik çerçeveyi çizen
Şerif Mardin’e göre, Osmanlı-Cumhuriyet tecrübesi, elinde siyasî, idarî ve kültürel gücü
tutan merkez ile yerel kültür, heterodoksi ve eşrafın gücünü simgeleyen çevre arasında
sürekli bir mücadele üzerinde şekillendiğini, merkezi kontrol eden Batıcı bürokratik sınıfın
radikal
laiklik
ajandası münasebetiyle cumhuriyet döneminde
merkez ile
çevre
992
arasında kaçınılmaz bir uçurum meydana geldiğini belirtmekedir.
Eğer SCF 1930 yılında iktidara gelebilseydi, Türkiye’nin izlediği tarihsel çizgide bir
değişiklik olur muydu? Merkeze damgasını vuran otoriter devletçi ve radikal laik
bürokratik kod yerini SCF’nin vaad ettiği vatandaşlık hakları, liberal ekonomi ve yerel
temsile açık bir sivil topluma bırakabilir miydi? Yoksa SCF’nin öngördüğü standartlara
bağlı kalma konusunda verdiği sözler, Türkiye’yi, korumacı politikalar sayesinde
yakaladığı ekonomik büyümeden mahrum kalmasına ve akabinde toplumsal sorunların
büyümesine mi yol açardı? Bu soruların cevabını vermek elbette tarihsel olarak mümkün
gözükmüyor. Fakat kesin olan bir şey Faruk Birtek’in 1950 DP iktidarı için yaptığı keskin
gözlemin 1930 SCF tecrübesi için de geçerli oluşuydu: merkez-çevre İkileminin ortadan
991
Emrence; a.g.e., s. 191. Kongar’ın da SCF konusundaki görüşleri, Emrence’nin, SCF’nin Türkiye
tarihçiliğinde siyasî elitin başarısız bir girişimi olduğu şeklindeki fikirleriyle örtüşmektedir. Kongar, SCF
denemesinin, devletçi-seçkincilerin güdümlü bir demokrasi yoluyla gelenekçi liberal düşünceleri denetleme
çabası olduğunu, fakat iktidarda bulunan devletçi-seçkinlerin güdümlü bir karşıtlığı bile kabul edebilecek
hoşgörüden yoksun olduklarından bu denemenin başarılı olamadığını belirtmektedir. Bkz. Kongar; a.g.e., s.
150.
992
Emrence; a.g.e., s. 196.
342
kalkması için tarihî bir fırsat kaçırılmıştı. Farklı çevrelerin birbirleriyle konuşması için ise
henüz kat edecek çok yol vardı.993
3.1.5. Serbest Cumhuriyet Fırkası Sonrası Dönem
1930 yılındaki güdümlü çok partili yaşam denemesinin başarısızlıkla sonuçlanması, tek
partili düzenin kurumsallaşması yolunda düzenlemeler yapılması sonucunu doğurmuştur.
SCF’nin kapatılmasından sonra Gazi, halkın şikâyetlerini yerinde dinlemek ve yapılması
gereken işleri tespit için uzun bir yurt gezisine çıkmıştır. Bu inceleme gezisi esnasında
Gazi, yanındaki heyetle birçok sorunu tartışmış ve her gittiği yerde de SCF’nin kapatılma
nedenlerini anlatmıştır. Dolayısıyla muhalefet yaratma girişimlerinin sonuçsuz kalması
mevcut düzenin daha kapsamlı bir şekilde devamlılığını sağlayacak iç siyasal ve ekonomik
tedbirlerin alınmasına sebep olmuştur. Bu tedbirler ise, CHP 1931 Büyük Kongresinde
(Kurultayında) getirilen düzenlemelerde ve devletçilik politikalarında açıkça görülecektir.
Bahsedilen yeni yönetim anlayışının müesseseleştirilmesinin ideolojik gerçeklerinden birisi
olarak da Türk toplumunun sosyal sınıflar yerine çeşitli mesleki zümrelere ayrıldığı kabulü
gösterilmiştir. Bu durum Ayata tarafından şu şekilde yorumlanmıştır: ...Türkiye, sınıf
çatışmasız bir toplum olduğundan çok partili demokrasiye ihtiyaç olmadığı da ileri
sürülmekteydi. Aslında çok partili bir sistem sınıf farklılıklarını kışkırtacak, toplum içinde
gruplaşmalar doğuracak ve ulusun bütünlüğünü engelleyecekti. Gerçek demokrasi, tek
partili sistemde ve insanların dayanışmasındaydı.994 Kadro dergisinin kurucularından olan
İsmail Hüsrev Tökin, Türkiye’nin sınıfsız bir toplum olduğu yolundaki görüşlere karşı
çıkar. Tökin’e göre sınıflar ve meslekler ekonomik yaşamın bir gereğidir. Önemli olan,
sınıf mücadelesi yerine sosyal dayanışmayı sağlayacak bir düzeni getirmektir.995
SCF’nin kurulması ve kapatılmasıyla TBMM’de ve ülkede doğan huzursuzluğu ortadan
kaldırmak için 5 Mart 1931 tarihinde TBMM’nin III. Devresini tamamlanmadan önce yeni
993
A.g.e., s. 199-200.
994
Dursun; a.g.tez, s. 164-165 ve Ayşe Güneş Ayata, CHP, Ankara, Gündoğan Yayınları, 1992, s. 69.
995
Zafer Toprak; “Osmanlı Devleti’nde Uluslaşmanın Toplumsal Boyutu: Solidarizm”, Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, s. 381.
343
seçim yapılmasına karar verildi ve yapılan seçimler sonucu IV. Dönem TBMM 4 Mayıs
1931 tarihinde toplandı.996 IV. Dönem TBMM, kuruluş bakımından diğerlerinden ayrı bir
özellik taşımaktadır. Bu Mecliste bağımsız milletvekilleri de vardı.
Tek Parti Döneminde siyasetin CHP üzerinden işlediği tartışmasız bir realitedir. Bu
dönemde TpCF ve SCF şeklindeki çok partili yaşam denemelerinin başarısız olması, halkın
devrimlere yeterince sahip çıkma bilincine ulaşmadığı kanaatinin oluşmasına yol açmıştır.
Bu kanaat ise, CHP’nin kendisini devrimleri sürdürecek yegâne siyasal varlık olarak
görmesine yol açmıştır. 997
CHF’nin 10-18 Mayıs 1931 tarihleri arasında toplanan III. Büyük Kurultayı; her şeyden
önce TpCF ve SCF ile siyasal mücadele verirken bir programı olmayan CHF kendisi için
Altı Ok998 (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Devletçilik, Halkçılık, İnkılâpçılık, Laiklik)
olarak ifade edilen ve rejimin de ideolojik programı olan bir programı kabul etmesi, bu
programda Anayasa ilkesi olarak kuvvetler birliği ilkesinin onaylanmış olması, bir önceki
Kurultayın program beyannamesinde de belirtilen tek dereceli seçim yine temel amaç
996
Kocatürk; a.g.e. s. 520-521.
997
Dursun; a.g.tez, s. 184.
998
Altı Ok konusunda ilave/detaylı bilgi için bkz. Zürcher; "Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları",
(Çeviren: Özgür Gökmen), Modern Türkiye'de Siyasî Düşünce: Kemalizm, C. 2, İletişim Yayınları, İstanbul
2001, s. 44-55. Dumont, Altı Ok’un oluşumunun cumhuriyetle birlikte meydana geldiği iddia edilen bir
kırılmayı takip eden bir sürecin sonucu değil, Tanzimat ideolojisinden beri devam edegelen fikir gelişimin ve
bir sürekliliğin sonucu olduğunu dile getirmektedir. Dumont bu çerçevede şu hususları dile getirmektedir:
Türkiye’de 1922’den 1928’e kadar olanların dünyada hiçbir benzeri yoktu. Tüm ülke altüst olmuştu. Fransız
gazeteci Paul Gentizon, Cumhuriyet yönetiminin ilk büyük reformlarını izleyen günlerde böyle yazıyordu.
Ancak zamanla tarihçilerin daha nitelikli fikirler ileriye sürmeleri sonucu Kemalizm’in kendiliğinden oluşan
bir akım olduğunu destekleyenlerin sayısı da azalmıştır. Şimdi daha çok sayıda bilim adamı 19’uncu yüzyılda
gelişen değişik reform dalgalarının doğrudan bir sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Aynı zamanda
biliminsanları, Gazi ve arkadaşlarının kısmen yabancı modellerden esinlendiklerini daha çok ve daha sıkça
ifade etmektedir. Bu modeller hangileriydi? Tük modernleşme doktrininde Tanzimat ideolojisinden
başlayarak başlayarak Altı Ok’a gelinceye kadar kesintisiz bir süreklilik görülmektedir. Bu yolda ilerlerken
çok sayıda değişiklik görülmekle birlikte ana çizgilerin gayet açıktır. Kemalist düşünce, Jön Türklerin
düşüncesiyle yakından ilişkiliydi ve 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında görülen ideolojik akımlara çok şey
borçluydu. Kemalistlerin endi doktrinlerini ve değer sistemlerini Batıdan ithal ettikleri sıkça yazılmıştır.
Aslında Aydınlanmanın, Comte pozitivizminin ve Durkheim dayanışmacılığının etkilerini görebilmek çok
kolaydır. Kitleler tarafından daha kolayca anlaşılır formül ve sloganları oluşturmakta uzman olan
Cumhuriyetin kurucuları, Tanzimat ideolojisinden beri devam edegelen fikrî zenginliklerden de faydalanarak
1930’ların başında programlarını CHP’nin ambleminde Altı Ok olarak gösterilen altı anahtar kelimeyle
özetlemişlerdir. Bu sözcükler her ne kadar Kemalist ideolojinin tüm yönlerini kapsamıyorsa da kısa ve öz
olarak Kemalist ideolojinin direğini temsil ederler. Bkz. Paul Dumont; “Kemalist İdeolojinin Kökenleri”,
içinde: Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, 1. Baskı, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s. 50-75.
344
olarak belirtilmesi, CHP’nin bu kurultayda kendisine bir tüzük de kabul etmiş olması
nedeniyle siyasî bakımdan da önemlidir.
Kurultayın hemen öncesinde 10 Mart 1931
tarihinde, daha önce iki kez aynı görevi yürütmüş olan, otoriter eğilimleriyle tanınan Recep
Bey’in CHF Genel Sekreterliğine getirilmesinin ardından Recep Bey, Partiyi örgütsel
yönden ve doktrin bakımından güçlendirmek üzere çaba harcamış, Partinin devlet örgütü ve
hükümet üzerinde denetim kurabilecek ölçüde güçlü bir siyasî kuruluş olmasına gayret
etmiş, aynı zamanda Partinin ülkedeki tüm siyasal alana yayılması ve bu alanda ülkede tam
bir denetim sağlanması hedeflenmiş, öte yandan bizzat kendisi tarafından Tek Parti ve
devletçilik, halkçılık, inkılâpçılık konularında birçok konferanslar düzenlenmiş, bu
konferanslar yayınlanarak bu konularda kendi yorum, öneri ve görüşleri CHF örgütüne,
dönemin aydın gruplarına ve halka benimsetilmeye çalışılmıştır.999
SCF’nin kapatılmasından sonra Tek Parti Yönetiminin içe kapanmasında ve katı bir
devletçilik politikasının uygulanmaya başlanmasında, Aydemir’in ifadesiyle, kendi kendine
yeterli olarak tanımlanabilecek 1929 yılında başlayan Dünya Ekonomik Bunalımı içinde
kuvvetlenen otarşi akımını dikkate almak isabetli olur. Ancak, otarşi, tabii ki aslî değil,
geçici bir düzendi. Fakat onu liberal bir serbest pazar düzeni değil, kontrollü bir mübadele
düzeni takip edecekti. Özetle, I. Dünya Savaşı sonrasıyla beraber dünyada liberalizm, bir
dünya düzeni olmak niteliğini tamamen kaybetmişti.1000
HF’nin siyasal alanda tam bir tekel kurmasına ve siyasî niteliği de olan kuruluşların parti
içinde eritilmesine yönelik program hızla uygulamaya konulmuştur. Bu kapsamda; 10
Nisan 1931 tarihinde Türk Ocakları kapatılarak partiye katılmış, bu paralelde 10 Mayıs
1935 tarihinde Türk Kadınlar Birliği kendisini lağvetmiş, 10 Ekim 1935 tarihinde de Mason
Derneğinin mal varlığı Halkevlerine bağışlanmak suretiyle lağvedilmişti. Kapatılan Türk
Ocaklarının yerlerine bu kez il ve ilçelerde CHP’nin denetimi ve talimatı altında faaliyet
gösteren ve CHP tarafından akarılan fonlarla faaliyet gösteren Halkevleri şubeleri açılmış,
999
Koçak; a.g.m., s. 153-154 ve Feroz Ahmad; Bir Kimlik Peşinde Türkiye, (Çeviren: Sedat Cem Kadreli), 1.
Baskı, Şefik Matbaası, İstanbul 2006, s. 243. CHF’nin III. Kurultayı’nda kabul edilen Altı İlke, CHF’nin IV.
Kurultayı’nda iyice benimsenerek Kemalizm olarak tanımlanmaya başlamıştır. Bkz. Öz; a.g.e., s. 118.
1000
Ş.Süreyya Aydemir; İnkılap ve Kadro, Bilgi Yayınevi, 2. Basım, Ankara 1968. s. 69. Bahse konu
dönemde liberalizmin düşüşü konusunda detaylı bilgi için bkz. Eric Hobsbawm; Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991
Aşırılıklar Çağı (Çeviren: Yavuz Alogan), 2. Baskı, Everest Yayınları, İstanbul 2006, s. 144-188.
345
kırsal kesimde ise 1940 yılından sonra Halk Odaları kurulmuştur.1001 1933-1937 arasında,
ülke önemli bir iç politika olayına sahne olmadı. Halk rejime alışmıştı. Soyadı Kanunu ile
Atatürk soyadını alan Gazi, milletin övündüğü liderdi. Ülkede muhalefetsiz ve eleştirisiz bir
rejim vardı. İktidar, tek bir kişinin elindeydi.
Politik sahadaki yegâne aktör olan CHF, 1923’ten 1945’e kadar kendisini tüm milletin
temsilcisi sayıyor ve bir Hükümet organı gibi hareket ediyordu. Parti, inkılâbın temsilcisi
sıfatıyla, taşrada her yerde yerli eşrafın yetkilerini devraldı. Gazi zamanında; Hükümet,
Devlet ve Parti öylesine aynı hüviyete bürünmüştü ki, ulaşılan başarıları ya da bunlara
yönelik eleştirileri partiden ayırmak imkânsız hale gelmiştir. CHF’nin bu durumunu en iyi
bir şekilde millî bayramlarda kullanılan şu slogan gösteriyordu: tek parti, tek millet, tek
şef.1002 Şu gerçek inkâr edilemez ki Atatürk, hayatı boyunca, diğer Tek Parti Sistemlerinde
olduğu gibi belli bir teoriyi dogmatik olarak uygulamaktan çok, halk arasında yaşayan
görüşleri bulmaya ve parti programına sokmaya çalışmıştır. Bu amaçla CHF’nin programı,
partinin temsil ettiği varsayılan bütün sosyal grupların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yavaş
yavaş genişletildi.1003
1930’lu yılların ilk yarısında CHP içinde Peker’in rolü ve etkisi hissedilmiştir. Bu etki
gerek örgüt planında, gerekse de ideoloji planında oldu. Peker, bir yandan partinin, devlet
ve hükümetten ayrı kalmasına ve bağımsız kalmasına gayret etmiş, diğer yandan da parti
ideolojisinin gelişmesine ve yaygınlık kazanmaına çalışmıştı. Bu dönemde CHP, Peker’in
düşündüğü gibi siyasal alanda bir tekel kurmayı başarmıştır. Ancak, Partinin siyasal alanda
tek örgüt olarak kalması, güçlü olması anlamına gelmemiştir. Aksine, siyasal alanda tekel
kuran CHP, örgüt olarak, devlet ve hükümet mekanizmasına üstün gelemediği ve ona
hâkim olamadığı gibi, bu mekanizmanın bir parçası haline geldi ve zamanla da devlet ve
1001
Koçak; a.g.m., s. 155. Tunaya, Tek Partili rejimin özelliklerinin önlemesi ve yukarıdan aşağı kendi
sistemini gerçekleştirecek kuruluşlar vücuda getirmesi olduğunu (SCF sonrasında) Türk Ocaklarının
kapatıldığını, bunun yerine Halk Evleri ve Halk Odalarının açıldığını, CHP Kurultaylarına bazı siyasî
olmayan derneklerin de katıldıklarnı, CHP’nin Kızılay, Çocuk Esirgeme gibi hayır kurumlarını patronajı
altında bulundurduğunu, spor kulüplerinin statülerini düzenlediğini, Tek-Parti rejiminin kendiliğinden ortaya
çıkan kurumları hiç de iyi karşılamadığını belirtmektedir. Bkz. Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa
Hukuku, s. 279.
1002
Karpat; a.g.e., s. 313.
1003
A.g.e., s. 313-314.
346
hükümete olan bu bağımlılığı gittikçe arttı. Bu ise, Peker’in düşünmediği ve hatta hiç arzu
etmediği bir durumdu. 1004
Türkiye’de tepeden inme otoriter bir rejimin kurulmasını arzu eden Peker’in 1935 CHP
Kongresinden önce, Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da o zaman epeyce
dedikodulara sebep olan uzun ve masraflı bir tetkik seyahatine çıkarak, Kurultaya
sunulmak üzere hazırladığı yeni tüzük ve program, Başvekil İnönü tarafından da
onaylanarak Cumhurbaşkanına sunulmuştu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza
Soyak bu çalışma hakkında şunları ifade etmektedir: … Başta azası (üyesi) mahdut (sınırlı),
fakat kudret ve salahiyeti (yetkisi) sınırsız bir heyet tasavvur ediliyordu (düşünülüyordu).
Bütün kararları bu âli (yüce) heyet veriyor, BMM bir şekilden ibaret kalıyordu. ……. İtalya
ve Almanya da olduğu gibi üniformalı gençlik teşkilatı kuruluyordu. … Bir kelime ile ve
tam manasıyla faşizm. …….
Peker’in tıpatıp faşizmi andıran bu programına Atatürk’ün
tepkisi sert oldu. Soyak’a göre, Gazi bu tasarıyı inceledikten sonra İsmet Paşa, Recep’in
marifeti olan o saçmaları okumadan imza etmiş olmalı. diyerek Peker’in girişimini geri
çevirmiştir.1005 Kışlalı’nın da bu konudaki değerlendirmesi dikkate değer mahiyette olup,
1004
Koçak; a.g.m., s. 156. Peker’in sekreterliği döneminde CHF’yi ülkenin tek ve kapsayıcı siyasal gücü
yapmak yönündeki girişimleri 1935 Büyük Kurultayı’nda doruk noktasına çıkmıştır. Ancak gelinen nokta
(Kurultay’da Parti-Devlet kaynaşmasının açıkça belirtilmesi ve Parti Hükümeti Sisteminin benimsenmesi),
partinin bağımsız varlığını tartışılır hale getirmiştir. Partinin içine düştüğü durum bir yazar tarafından şöyle
dile getirilmiştir: ... Ancak Partinin siyasal alanda tek örgüt olarak kalması, güçlü olması anlamına gelmedi.
Aksine, siyasal alanda tekel kuran CHP örgüt olarak devlet ve hükümet mekanizmasına üstün gelemediği, ona
hâkim olamadığı gibi, bu mekanizmanın bir parçası haline geldi. Bu, Recep Peker’in düşünmediği ve hiç arzu
etmediği bir durumdu. Bkz. Dursun; a.g.tez, s. 165
1005
Tunçay; a.g.e., s. 321-322. Konuya ilişkin detaylı bilgiler için bkz; Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 181.
Rejim gerçi tek partili bir şef rejimi idi ama devlet, bir parti devleti değildi. Hükümet de bir parti hükümeti
değildi. Hiçbir zaman da olmadı. Çünkü parti ve hükümet başkanları daima partinin üstünde kaldılar.
Hükümet cihazını da daima partiden üstün ve etkili kıldılar. Parti politikası, parti mücadelesi, partinin emri ve
direktifi daima şekilde kaldı. Teşkilatlı, disiplinli ve şuurlu bir parti kadrosu hiçbir zaman yaratılmadı. Gerçi,
CHP içindeki bir zümre, daha önce de ifade edildiği gibi, Parti aygıtının ülkede güçlü ve hâkim bir organ
haline gelmesini düşünmüşlerdi. Partide bazı prensipleştirme ve partiyi şahsiyetleştirme çabaları da Parti
içinden gelmiştir. Nitekim, Partinin 1927 ve 1934 Kurultaylarında bazı ilkeler, Parti yapısına temel prensipler
olarak mal edildi. Bu hareketin yürütülmesinde, Parti Genel Başkan Yardımcısı olmasına rağmen İnönü’nün
aktif direktif ve müdahale çalışmalarını ortaya koyan önemli belgeler ve işaretler yoktur. Öyle görünmektedir
ki İnönü bu harekete sadece katılmıştır. Atatürk’ün bilhassa SCF hareketinin tepkileri ile SCF tasfiyesinden
sonra Altı Ok’un hazırlanışında bazı çalışmaları bilinmektedir. Fakat gerek Atatürk’ün, gerek İnönü’nün bu
parti ilkelerinin hepsine aşırı bağlılıklarını gösteren, onları devamlı bir yayma ve yerleştirme konusu kılan
sözleri ve nutukları da yoktur denilebilir. Tabii cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik gibi sadece bir parti
ilkesi değil, birer rejim ve devlet ilkesi olan konular üstündeki uyanıklıklarını belirtmek kaydıyla… Ama
CHP’ye az çok totaliter bir nitelik vermek girişimleri yine de olmuş, fakat bu girişimler bizzat Atatürk
tarafından önlenmiştir. Soyak bu konuda çok ilgi çekici bir hatırasını nakleder: Peker, yukarıda belirtildiği
347
Soyak’ın anılarında ifade ettiği hususlarla örtüşür mahiyettedir: CHP, toplumu çok partili
demokratik yaşama hazırlayan bir siyasal okul (olma) görevini yerine getiriyordu. Ama
Atatürk’ün en yakınları bile, faşizmin yükselişinden ve özellikle de İtalyan modelinden
etkilenmişlerdi. CHP’yi ‘faşist’ bir modele göre yeniden yapılandırma çalışmalarının,
İsmet İnönü’nün bile onayından geçerek, Atatürk’ün önüne kadar ulaştığını biliyoruz.
Atatürk’ün bu öneriyi ‘saçma’, modelde tanımlanan yöneticileri de ‘zorbalar’ olarak
nitelendirdiği çok sert tepkisi ünlüdür ve düşündürücüdür.1006
gibi, Partinin her şey olmasını savunduğu günlerde ve Almanya ile Rusya’daki parti durumlarından da ilham
alarak, her şeyi Parti (CHP)’de toplayan bir statü hazırlar. Bu statüye göre, Partinin en üst kademesinde, bir
siyasî komite, üçlü yönetim (truimvira) komitesi (Atatürk, İsmet Paşa ve Recep Bey) mutlak yetkileri
ellerinde toplayacaklardır. Peker bir fırsat bularak bunu İsmet Paşa’ya da imzalatır ve Soyak kanalıyla da
Atatürk’e gönderir. Atatürk bütün gece bunun üzerinde durur ve sabahleyin Soyak’a bunu tekrar İsmet
Paşa’ya iade etmesini emreder. Sonra bir dikta rejiminin ve dikta komitesinin aleyhinde ne mümkünse söyler.
Nitekim bu statü de ortadan kalkar. Özetle Atatürk bir diktatör veya diktatörlük heveslisi değildi. Bkz.
Aydemir; a.g.e., s. 489-490. 1935 Kongesinden bir yıl sonra, Peker’in istediği gibi CHP’nin devlete el
koymasının tam tersine, devlet artık CHP’nin görece özerk varlığına bile katlanamayarak bu örgütü
özümlemiştir. Ancak CHP’nin mi devlete, yoksa devletin mi CHP’ye egemen olduğu hususu yönetilen halk
açısından herhangi bir fark yaratmamıştır. İsmet Paşa’yı desteklediği anlaşılan CHP’nin radikal kanadının
önde gelenlerinden Peker’in yerine, Atatürk’e yakınlığı bilinen İçişleri Bakanı Şükrü Kaya CHP Genel
Sekreteri olmuştur. Çok partili yaşama geçiş yıllarında kısa bir süre Cumhurbaşkanı İnönü’nün başbakanlığını
da yapacak olmasına karşın, Recep Bey, bir daha CHP Genel Sekreterliği kadar önemli bir kişilik
olmayacaktır. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 322. Peker’in 1934-1935 eğitim-öğretim yılında Ankara Hukuk
Fakültesi ve İstanbul Üniversitelerinde İnkılap Dersleri vermiştir. Diğer Devrim Tarihi Profesörleri Mahmut
Esat Bozkurt, Hikmet Bayur ve Yusuf Kemal Tengirşek idi. 1935 başlarında bu şahısların üniversitede vermiş
oldukları inkılâp dersleri; hem naklen İstanbul Radyosu’ndan veriliyor, hem de Cumhuriyet gazetesinde yazı
dizisi olarak yayınlanıyordu. Bkz. Mahmut Esat Bozkurt; Recep Peker, Yusuf Kemal Tengirşenk; İlk İnkılap
Tarihi Ders Notları, (Hazırlayan: Oktay Aslanapa), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, İstanbul 1997.
R.Peker’in kısa biyografisi için bkz. Bozkurt ve diğerleri; a.g.e., s. 13-14. Bülent Tanör de Şeflik Sisteminin
otoriter düzenin bir göstergesi olduğunu, Ebedî Şef ya da Millî Şef (Atatürk ve İnönü)’in (cumhurbaşkanlıkları
döneminde) rejimin gerçek otorite odağı olduklarını, Devletin, Partinin ve büyük çapta da fiilen yürütmenin başı
olmalarının onlara bu gücü kazandırdığını, ayrıca her iki liderin (özellikle Atatürk) de büyük tarihsel ağırlığa ve
Ordu üzerinde de nüfuz sahibi olduklarını belirtmektedir. Bkz. Tanör; a.g.e., s. 273-274.
1006
Kışlalı; a.g.e., s. 25. Konuya ilişkin ilk kaynak mahiyetindeki dönemin Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri
Hasan Rıza Soyak’ın anıları ise şu şekildedir: Atatürk, I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’nın çeşitli
ülkelerinde, birtakım şeflerin ortaya attıkları ideolojilerle onların tabii sonucu olarak meydana gelen idare
sistemlerinin şiddetle aleyhindeydi. CHP Genel Sekreteri Peker, Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da, o
zaman hayli dedikodulara sebep olan uzun ve masraflı bir inceleme gezisi yapmıştı. Dönüşünde, yakında
toplanacak olan parti kurultayına arz edilmek üzere yeni bir tüzük ile çok uzun ve çok detaylı bir program
hazırlamıştı. Bunlar; partinin genel başkan vekili (fiilî başkan ve Başbakan) İnönü tarafından da kabul ve
imza edilerek partinin genel başkanı Atatürk’e sunulmak üzere bana verilmişti. Bu evrakı, Atatürk’e
götürdüm. Ertesi sabah, her günkü gibi, hizmetinde bulunanlara telefonla kalkıp kalkmadığını sordum. Hiç
yatmadığını, sofradan erken ayrılıp kütüphanede sabaha kadar meşgul olduğunu söylediler. Derhal giyinip
köşke gittim. Beni görünce az arlar gibi sordu: ‘Bu zorbalar kimlerdir, onları kim seçecektir?’ Şaşırmıştım.
Kekeleyerek ‘Hangi zorbalar Paşam?’dedim. Gazi de daha sert ve yüksek bir sesle: ‘Efendim; sen dün akşam
bana getirdiğin kâğıtları okumadın mı?’ dedi. Ben de: ‘Biraz okumuştum Paşam.’ dedim. Bunun üzerine Gazi
‘Ha; işte orada bahsedilen, bütün kuvvetleri nefsinde toplayıp tek partiyi, tabii dolayısıyla, devleti ve
348
CHP’nin IV. Büyük Kurultayı, devletçilik ilkesinin en sert uygulandığı döneme
rastlamıştır. Hatta devletçiler ile liberaller arasındaki tartışmalar bu Kurultayda rastlamıştır.
Kurultayın açılmasından bir gün önce CHP Genel Sekreteri Recep Peker radyoda yaptığı
konuşmada aynen şunları söylüyordu: Ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınını sömüren
liberalizme karşı cephemizi daha da sıklaştırıyoruz. Peker’in bu sözleri açıkça liberalizme
karşı cephe alındığı ve liberalistlere karşı savaş açıldığının işaretidir. Bu çekişme 1935
Kurultayına damgasını vuracaktır. Kurultayda liberalizme ilişkin sert uyarılarda da
bulunulur: Biz hükümetçe de partice de devletçiyiz. Buna karşı olanlar ‘liberallik de serbest
olsun’ diyorlar.
Liberal sistem, ulusun
başarı yollarını
kapamak demektir.1007
CHF adının CHP’ye dönüştürüldüğü bu Kurultaydan sonra Parti, CHP olarak anılmaya
memleketi kendi başlarına idare edecek olan yüksek meclisin azasını diyorum; onları kim seçecek; bu
zorbalar heyeti, kuvvet ve salahiyetlerini kimden ve nasıl alacak? Hayret, hayret-i uzma (büyük hayret) Bu ne
sakat düşüncedir, bu nasıl zihniyettir? Görülüyor ki varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlar
tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değildir. Çocuk; biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki bu
memlekette bir gün eğer dünyada hükümdarlık aleyhinde gittikçe artan kuvvetli cereyan muvacehesinde
kalanlar varsa Padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler. Her neyse. Sen şimdi kütüphaneye
git, o evrak, masamın üstündedir. Partinin bugünkü nizamnamesinden ve programından birer nüsha bu
kitaplar arasında vardır zannediyorum, şayet yoksa getirt.’ Kalktım, kütüphaneye geçtim. İstediği tüzük ve
programı bulduktan sonra söz konusu olan evrakı bir kere daha gözden geçirdim. Gerek tüzük, gerek
program, o zamanın tek partili totaliter yönetimlerindeki esaslara göre kaleme alınmıştı. Başta üyesi sınırlı,
fakat kudret ve yetkisi sınırsız bir hayat düşünüyordu. Bütün kararları, bu yüce heyet veriyor, BMM bir
şekilden ibaret kalıyordu. İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, üniformalı gençlik teşkilatı kuruluyordu. Bir
kelimeyle ve tam manasıyla faşizm! Hele program, nihayet hükümetlerin yıllık programlarına girebilecek
birçok detayla doluydu. İçinde, çocuklar için süt damlaları teşkiline kadar, akla ne gelirse hepsi vardı. Ben
bunları okurken Atatürk geldi; kütüphanedeki büyük masada karşı karşıya oturduk. Yeni tüzük ve programı
eline aldı. Hem tekrar okuyor, hem de hiddetle söylenerek her sayfasını karalarcasına çiziyordu. Bir aralık
başını kaldırıp sordu: ‘Bunları İsmet Paşa okuduktan sonra mı imza etmiştir dersin?’ Ben de ‘Bilmiyorum
efendim, ama dün akşam da arz ettiğim gibi bana size takdim edilmek üzere, kendileri verdiler.’ Bunun
üzerine Gazi: ‘Hayır, hayır mutlaka okumamıştır; nasıl olsa fırka yüksek divanında, üçümüz hep beraber
okuyup müzakere edeceğiz, diye okumayı ihmal etmiştir. Başka türlü olamaz.’ dediler. Ardından Gazi, eski
tüzüğü ve programı yeniden baştan aşağı inceledi. Kurultaya, bazı değişikliklerle yine bunların
götürülmesinin uygun olacağını söyledi. Bu çalışmalar bittikten sonra: ‘Şimdi, telefonla, İsmet Paşa ve Recep
Bey’i bul, hemen buraya gelmelerini rica ettiğimi söyle. Sen de köşkten ayrılma’ emrini verdi. Köşke gelen
İnönü ve Peker ile kütüphanede birkaç saat görüştüler. Ben de emirleri gereği kütüphaneye bitişik salonda
sonucu bekledim. Tabi araların nasıl ve neler konuşulduğunu bilmiyorum. Sadece İnönü ile Peker gittikten
sora yanına girdiğim zaman Atatürk mütebbessim bir çehreyle: ‘Vaziyet tahmin ettiğim gibi çıktı çocuk. İsmet
Paşa, Recep’in marifeti olan o saçmaları okumadan imza etmiş. Neyse her şey olduğu gibi kalacaktır.’ dedi.
O tüzük ve program taslakları; muhafaza edilmiş midir, edilmişse şimdi nerdedir, bilmiyorum. Çünkü bu
belgeler, Atatürk’ün totaliter yönetimlerin ne kadar aleyhinde olduğunu, bütün gayret ve uygulamalarının
ülkeyi, en sağlam ve sarsılmaz temeller üzerine kurulmuş gerçek bir halk ve hukuk idaresine kavuşmak
hedefine yönelik bulunduğunu, bu arada, yabancı ideolojilerin şatafatına kapılmış olan bazı en yakın çalışma
arkadaşlarıyla dahi nasıl uğraşmak zorunda kaldığını, bir kere daha, pek açık olarak belirten önemli
belgelerdendir. Bkz. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005.s. 61-64.
1007
Gülcan; a.g.tez, s. 188-189.
349
başlanacaktır.1008
1935 Kurultayında, kesin olarak Tek Parti Rejimi kabul edilmiş ve CHP, tüm vatandaşları
birleştiren bir oluşum ve teşekkül olarak idealleştirilmiştir.1009 Parti programının, hayat
gerçekleri ve milletlerarası duruma göre şekillendirilmiş bir millî ideoloji olduğu ileri
sürüldü. Bu program; devletçiliği Türkiye’nin başlıca ekonomik ilkesi olarak kabul ediyor,
aşırı solcu, liberal ve sağcı fikirleri reddediyordu. Aynı zamanda da bunların her birinden
bazı kavramlar alıyordu. Devlet millî bir iman ve anlaşma yoluyla bütün ekonomik
menfaatleri uzlaştıran bir vasıta idi. Uzun süre CHF’nin Genel Sekreterliğini yapmış olan
Peker’e göre, parti, talep prensibini kabul etmişti. Yani tüm istekler Parti’ye bildirilecek, bu
isteğin yerine getirilip getirilemeyeceğine ise Parti karar verecekti. Tek Partili düzenin
yerleşmesiyle birlikte dilek mekanizması; taşranın Parti ve dolayısıyla ülke yönetimine
katılmasının en etkili yollarından birisini oluşturmuştur. Peker, demokrasiyi, ülkeden
ülkeye değişen bir siyasî sistem olarak tarif ediyordu. Bu sebeple demokrasinin Türkiye’de
aldığı şekil, tüm hükümet kuvvetlerini tek bir mecliste toplamak amacını güdüyordu.
Peker’e göre, bu taklitçi değil, bilakis kuvvet yoluyla millî birliği desteklemek amacıyla
alınmış bir karardı. Bu sebeple, Tek Parti sisteminin faziletleri, övülüyor ve liberal
demokrasinin inkârına gidilmiş oluyordu.1010
1935 Kurultayı sonunda kabul edilen tüzüğün en önemli yönlerinden biri tüzükte Partidevlet kaynaşmasının açıkça belirtilmesi ve Parti Hükümeti Sisteminin benimsenmesidir.
Aslında parti-devlet kaynaşması CHP’nin kuruluşundan beri var olan bir olgudur. 1935
Kurultayında parti tüzüğüne girerek resmileştirilmiştir. 1935 Kurultayında bu konuda
alınan kararlar, yani parti-devlet birleşimi iki yıl içinde tamamlanacaktır. Böylelikle Tek
Parti egemenliği ülkede iyice yerleştirilecektir. Memurların ve idarecilerin parti üyesi
olması imkânı sağlanmakta ve memurlar politik davranmaya zorlanmaktadır. Tüzükte bu
yetkiler o denli geniştir ki, bu yetkileri Genel Başkan ve onun seçeceği milletvekilleri de
1008
Hikmet Bila; Sosyal Demokrat Süreç İçinde CHP ve Sonrası, 2. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1987,
s. 91. Serap Tabak; “Afyon’da CHP”, Toplumsal Tarih, Ekim 2002, S. 106, s. 62 ve Anadolu Ajansı
Gn.Md.lüğü, Türkiye Cumhuriyeti 80 Yıl Kronolojisi, 2. Baskı, Anadolu Ajansı Yayını, Ankara 2004, s. 265
ve Uyar¸ a.g.e., s. 75.
1009
Tunaya; a.g.e, s. 570-572 ve Karpat; a.g.e., s. 314.
1010
Karpat; a.g.e., s. 314 ve Dursun; a.g.tez, s. 183.
350
kullanabilmektedir.1011 Yetkilerin genişliğiyle ilgili şu örnek çok ilginçtir. Mithat Şükrü
Bleda’nın belirttiğine göre, 1935 seçimlerinde Atatürk, kendisinin Sivas’tan milletvekili
olmasını gistemiş ve CHP Genel Sekreteri Peker’e şu emri vermiştir. Şimdi merkeze git.
Sivas Parti teşkilatını bul, Mithat Şükrü’nün müstakil mebusluğunu temin ettir. Şayet bir
aksaklık çıkarsa Sivas seçimlerini feshedeceğimi söylemeyi de unutma1012 Ertesi sabah
Bleda, Sivas milletvekilidir. Bütün bunlar şunu göstermektedir: CHP tamamen devlete ve
millete egemen olmak amacındadır. Diğer bir ifadeyle muhalefete imkân tanımamak
niyetindedir. TpCF ve SCF deneyimlerini bir daha yaşamak istememektedir. Bütün bunlar
CHP dışındaki gelişmeleri engelleyici ve ülkede Tek Parti Yönetiminin pekiştirilmesine
yönelik hareketlerdir. Bu pekiştirme, 1935 Kurultayında, CHP’nin ana esasları arasına
giren Altı İlke’nin 1937 yılında Anayasa’ya alınmasıyla tamamlanacaktır. Parti-devlet
bütünleşmesiyle ilgili olarak Genel Sekreter Peker de şunları söylemektedir: Türk
devletinde en önemli ülkü, ulusal birliktir. Çünkü dağılan çöker. Bu nedenle de daima toplu
olmak, ‘tek bir kalp gibi’ çarpmak gerekir. Bu birliği CHP sağlamaktadır.1013
18 Haziran 1936 tarihinde Başvekil ve CHP Genel Başkan Vekili İnönü’nün Parti
teşkilatına, vilayetlere ve genel müfettişliklere CHP’nin ülkenin genel ve siyasî hayatında
güttüğü yüksek maksatların gerçekleşmesini kolaylaştırmak ve Partinin gelişimini arttırmak
ve hızlandırmak için bundan sonra Parti faaliyetleri ile Hükümet idaresi arasında daha sıkı
bir yakınlık ve daha işlevsel bir beraberlik temin edilmesine Genel Başkanlık Kurulunca
karar verilmiştir. …… şeklinde bir genelge yayınlayarak parti ve hükümet ilişkilerini
kurumsallaştırmıştır.1014 Bu çerçevede; İçişleri Bakanı CHP Genel Sekreteri olarak,
1011
Gülcan; s. 190-191.
1012
Mithat Şükrü Bleda; İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979, s. 192-195 ve Gülcan;
a.g.tez, s. 191.
1013
Gülcan; a.g.tez, s. 191-193. Parti-Devlet bütünleştirilmesinin diğer bir göstergesi olarak 1937 yılında
yapılan değişiklikle CHP ilkelerinin (Altı Ok’un) Anayasa’da yer alması (Anayasa’nın 2’nci maddesi Türkiye
Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçıdır. şeklinde değiştirilmesi) konusunda
ilave bilgi için bkz. Mehmet Kabasakal; Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi 1908-1960, Tekin Yayınevi,
İstanbul 1991, s. 135.
1014
Cemil Koçak; Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), C. 2, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul
1996, s. 16. Bu dönüşümle CHP, devlet aygıtı içinde tamamen eriyor ve partinin zaten o zamana kadar da bir
hayli kuşku götürür bağımsız varlığı ve örgütü, resmen, fiilen ve hukuken ortadan kaldırılıyordu. Devlet aygıtı
ve devlet bürokrasisi, CHP’yi teslim alıyor ve devlet katındaki üst düzey yönetici ve bürokratlara aynı
zamanda CHP’yi düzenleme ve yönetme görevi de veriliyordu. Aradan 2,5 yıl geçtikten sonra 1939 yılında bu
351
vilayetlerdeki valiler de bulunduğu ildeki CHP İl Başkanı olarak görevlendirilmişlerdir.
Genel müfettişler ise sorumlu bulundukları bölge dâhilinde, tüm devlet işlerinin olduğu
gibi, parti faaliyet ve teşkilatının da yüksek denetçisi ve müfettişidirler.1015 Yayımlanan
bildiride bunun gerekçesi şu şekilde açıklanmıştır: Ülkenin siyasî ve sosyal hayatında
güdülen yüksek maksatların gerçekleşmesi ve partinin gelişiminin hızlandırılması gibi
hedefler.1016 Memurin Kanunu’nun 9’uncu maddesi gayet sarih bir şekilde memurların
siyasî cemiyet ve kulüplere üye olmasını’ yasaklamakta ve bu durum mahkeme kararıyla
sabit olursa memurların tard edilmelerinin zorunlu olacağını söylemekteydi.1017 Bu
genelgeyle devlet memuru durumundaki valilerin, siyaset içine itildiği görülmektedir.
Ancak bu durum, bahse konu kanunla alenen çelişmektedir. Dönemin Başvekili İnönü
tarafından bu çelişki Atatürk’e açılmış ve bu maddenin değiştirilmesi istenmiştir. Atatürk
bu maddeyi okuyup biraz düşündükten sonra şu hususları dile getirir: Ben bu maddede
değiştirilecek birşey görmüyorum. Çünkü burada memurların siyasal derneklere
girmemesinden amaç, onların benim partimden başka partiye intisap edememesi demektir.
çok önemli dönüşüme son verilerek CHP, hükümet ve devlet aygıtından ayrılıyor ve bu gelişme de 26-27
Ocak 1939 tarihli gazetelerde haber olarak yer alıyordu. Bkz. Koçak; a.g.e, s. 18. Dursun, 1935 yılında
CHP’nin devlet mekanizmasının bir parça haline getirilmesi ve 1937 yılında Partinin Altı İlkesinin
Anayasa’ya ithali sonucu varılan siyasal tabloyu Partisiz Cumhuriyet olarak nitelendirilmiştir. Bkz. Dursun;
a.g.tez, s. 166.
1015
Uran, a.g.e., s. 296-297 ve Koçak, a.g.e., s. 16. Uyar, zararlarını bildiği halde Atatürk’ün bu kararı
almasında, CHP teşkilatının devlet işleri konusunda sorumlu olmadıkları halde devlet işlerine müdahalesinin
yoğunlaşmasından rahatsızlık duymasının da payı olduğuna dikkat çekmiştir. Bkz. Uyar; a.g.e., s. 84. Tunçay
da, parti-devlet birliği kararında Atatürk-İnönü çekişmesinin de payı olduğunu ve Atatürk’ün İnönü
tarafından da desteklenen Peker’in partiyi güçlendirme çalışmalarını frenlediğini belirtmiştir. Dursun; a.g.tez,
s. 166 ve Mete Tunçay, “Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1950)”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,
C. 8, s. 2021. Sina Akşin ise, getirilen yeni uygulamanın totaliter ülkelerle benzeşmediğini vurgulamıştır:
Gerçi bu, kimilerine belki otoriterliğin bütüncülüğe varan bir derecesi olarak görünebilirse de, aslında tam
tersine, devletin partiyi yutması olarak yorumlanmalıdır... Yani bütüncül düzendekinin tersine, devlet
partileşmiyor, parti devletleşiyor (bürokratikleşiyor) ve böylece etkisini yitiriyordu. Bütüncül düzenlerde parti
hem halkın, hem devletin içinde yaygın olarak örgütlenmiş ve egemen durumdadır. Oysa Atatürk Döneminde
CHP’nin örgütlenmesi, bazı yörelerde düpedüz yok denecek denli zayıftı. 1937 yılında partinin Altı İlkesi
Anayasa’ya sokulmuştur. Bu iki önemli adım sonucu varılan siyasal tablo, bir yazar tarafından ‘Partisiz
Cumhuriyet’ olarak nitelendirilmiştir. Bkz. Dursun; a.g.tez, s. 166. Tanör de 1935 ve 1936 yılında yapılan
kimi düzenlemeler için konuya benzer şekilde yaklaşmaktadır: Parti-devlet kaynaşması da özellikle 1935
sonrasının bir özelliğidir. 1936'da İçişleri Bakanı, CHP’nin Genel Sekreteri, valiler de CHP’nin il başkanı
oldular. Bölge Müfettişleri, hem devlet organlarını, hem de partinin taşra örgütlerini denetliyorlardı. 1937
yılındaki Anayasa değişikliğiyle CHP'nin Altı Ok’u Anayasallaştırılıp parti-devlet kaynaşması koyulaştırıldı.
Böylece (R.Peker ve M.Goloğlu’nun ifadesiyle) bir ‘parti devleti ‘ ya da (Fahir Giritlioğlu’nun i

Benzer belgeler