Lili`den Liliyar`a

Transkript

Lili`den Liliyar`a
İÇİNDEKİLER
İsmiyle Müsemma İki Şair :
Âhî ve Hecrî................................................... 1
Muhammed Bâkır Köse
Röportaj: Dursun Gürlek........................... 6
Endüstriyel Edebiyat....................................10
Mustafa TAŞKIN
Dahiler ve Deliler.........................................12
Recep ALPTEKİN
Köle..................................................................15
S. Melik KAYA
Garip...............................................................15
Muhammed Bâkır Köse
Sekiz Sıfır Yedi...............................................16
Cemre BEDİR
Persona Non Grata.......................................17
Yasin YILMAZ
Deli..................................................................18
Murat Umut SAKALLI
Eşikte Bir Dakika..........................................21
Kübra TAŞKIRAN
Tanrıyla Söyleşiler.........................................25
Ozan SALMIŞ
Su Davası........................................................26
Deniz Melek
Kalbin Türküsü............................................28
Nazlı DEVECİ
Lili’den Liliyar’a...........................................30
Mustan KOÇER
Küllük Kitaplığı..........................................32
Genel Yayın Yönetmeni:
Muhammed Bâkır KÖSE
Yazı İşleri Müdürü:
Mustafa TAŞKIN
Genel Koordinatör:
Ozan SALMIŞ
Yayın Kurulu:
Recep ALPTEKİN
Kübra TAŞKIRAN
Ozan SALMIŞ
Mustafa TAŞKIN
Deniz MELEK
Kapak Tasarım:
Kerem TAYDAŞ
Mizanpaj:
Tuba KAPUSIZOĞLU
İletişim:
[email protected]
Bu dergi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin
akademik dönem boyunca çıkardığı edebiyat dergisidir.
Bir toplumun fikir ve sanat dünyasını şekillendiren
unsurların başında dergiler, dergilerin başında da
edebiyat dergileri gelir. Edebiyat dergilerinde bir
çok dünya görüşünü, kainat algısını, fikir dünyasını
farklı edebî türler içerisinde görmek mümkündür.
Şiirlerde, hikayelerde, denemelerde, incelemelerde
aşinası olduğumuz veya olmadığımız, daha önce
dikkatimizi çeken veya çekmeyen onlarca dünyanın
kapılarını aralar ve belki hiç adım atmadığımız
bahçelerden güller toplarız. Bir toplumun yüzlerce
yıllık birikimini sanat elbisesi içine sokan ve onu
süsleyen, bezeyen edebiyatçılar sayesindedir ki, belki
bir ömürlük mesai harcayarak sindiremeyeceğimiz
ciltler dolusu fikir yumağını bazen bir şiirin herhangi
bir dizesinde, bir hikayenin bir paragrafında
minimize edilmiş ve hazmı kolay bir halde duyarız
ve hissederiz. Bu münasebetle edebiyatın ve edebiyat
dergilerinin toplum nezdinde yeri tartışmasızdır.
İlk sayımızda vurguladığımız gibi, her bahçenin
gülünü sergilemeyi ilke edinen Küllük Dergisi
olarak bu sayıda da birbirinden değerli çalışmalarla
karşınızdayız. 3. sayımızda Mustafa Taşkın’ın
yazısında endüstriyel edebiyatın arka planını
okuyacak; Recep Alptekin’in incelemesinde öğretici
bir roman olan Dâhiler ve Deliler’in dünyasına
girecek; Kübra Taşkıran’ın öyküsünde Dostoyevski,
Hugo, Zola ve Moliere ile dostluk kuracak;
Muhammed Bâkır Köse’nin tahlilinde iki eski zaman
şairi Âhî ve Hecrî’nin dünyalarına konuk olacak;
Mustan Koçer’in yazısında sinemadan şiire uzanan
bir yolculuğa çıkacak; Murat Umut Sakallı’nın
hikayesinde bir sokak çocuğu ile zemheri soğukta
sabahlayacaksınız. Kültür tarihimize vukûfiyeti ile
tanıdığımız Dursun Gürlek ile gerçekleştirdiğimiz
röportajda şifahî kültürden kıraathane geleneğimize,
dil meselemizden her biri kainat çapında olan
Cumhuriyet’in ilk akademisyenlerine kadar kültür
dünyamızın farklı karelerini okuyacaksınız. Ayrıca
şiirleriyle Melik Kaya, Yasin Yılmaz, Cemre
Bedir ve Muhammed Bâkır Köse ile şiir tadındaki
yazılarıyla Ozan Salmış, Deniz Melek ve Nazlı
Deveci bu sayımızda sizi selamlıyor... Misafir
kalemler cümlesinden Ahmet Telli ise bir şiiriyle
dergimizi şereflendiren isim.
Bize sirayet eden bu edebiyat hastalığının ebediyete
kadar sürmesi dileğiyle...
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
İsmiyle Müsemma
İki Şair: ÂhÎ ve HecrÎ
MUHAMMED BÂkır Köse
Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyılı, siyasî ve as-
Bahsi geçen zaman diliminin şiir dünyası
kerî planda olduğu kadar güzel sanatlarda ve edebi-
ele alınırken pek tabii olarak mesainin büyük kısmı
yatta da zirvenin yakalandığı zaman dilimidir. Devlet
Bâkî, Fuzûlî, Zâtî ve Taşlıcalı Yahyâ’ya ayrılır. Bu
kazandığı zaferlerle ve fethettiği yeni coğrafyalarla
dört şair, ulaştıkları sanat zevki ve söyleyiş güzelliği
siyasî bakımdan güçlenmiş; bu güçlenme mimaride
sebebiyle, söyledikleri her mısra bakımından uzun
Sinan’ı, hüsn-ü hatta Şeyh Hamidullah’ı, şiirde ise
tahlilleri ve şerhleri hak eden bir konuma sahiptir.
Bâkî’yi ortaya çıkarmıştır. Yetişen bu sanatçılar ve
Fakat biz bu yazımızda, beyit şerhi ve metin tahlili
şairler, kendi sahalarında uğraştıkları sanatın emsal-
sahasında uzman kişilerin layıkıyla incelediği meş-
lerinin en güzel örneklerini vermişler, kendilerinden
hur şairlerin hakkını teslim ettikten sonra onları bir
önce takip edilen metotları değiştirerek yeni icra usul-
kenara bırakarak, üzerinde fazla çalışılmayan ve kit-
leri ortaya koymuşlar ve ehil kimselerin kanaatlerince
lelerin de haklarında gerekli malumata sahip olma-
sahalarının pirleri konumunda telakki edilmişlerdir.
dığı iki şair üzerinde yoğunlaşacağız. Âhî ve Hecrî
her ne kadar Bâkî’deki edebî kıymeti, Fuzûlî’deki
16. yüzyıl, en çok da Osmanlı şiiri için bir dö-
söyleyiş güzelliğini, Taşlıcalı’daki parlak hayalleri,
nüm noktasıdır. Gülşehrî, Âşık Paşa, Ahmedî, Şeyhî,
Necâtî’deki söz oyunlarını şiirlerinde gösterememiş
Necâtî gibi şairlerin elinden geçen ve her bir şairin
olsalar da ve en güçlü şairlerle aynı devirde yaşama
kazandırdığı yeni duyuş-düşünüş şekilleri, mazmun-
talihsizliğine düçar olsalar da; söyledikleri şiirlerde
lar, hayaller ve söyleyiş tarzlarıyla boy atan divan şi-
aşk acısını bütün yalınlığıyla ve samimiyetiyle iş-
iri, 16. asra gelindiğinde Zâtî, Bâkî, Fuzûlî, Taşlıcalı
lemiş olmaları münasebetiyle ve yüzyılların birbiri
Yahyâ, Nev’î, Hayâlî, Rûhî gibi isimlerle kamâl nok-
ardına çektiği perdelere rağmen samimi bir aşığın
tasını yakalamıştır. Bu zaman dilimi İstanbul’u ade-
gönlüne bütün ahvâliyle dokunabilecek derecede içli
ta bir şiir meclisine dönüştürmüş, elinin erişebildiği
mısralar terennüm ettikleri için şerh ve tahlil edilme-
yerlerde birbirinden kıymetli şairler yetiştirmiştir. 16.
yi hak eden iki şairdir.
yüzyıl şairleri, kendi üsluplarınca aşkın her hâlini en
&
güzel şekilde terennüm etmişler, adeta aşk mesleğini
inci gibi işledikleri beyitleriyle kurallara bağlamışlar-
dır.
Mahlas seçimi divan şairlerinin oldukça
önem verdikleri bir husustur. Mahlas seçiminde ol-
1
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
dukça titiz davranan ve hiçbir surette kendilerine
seçtiğini bizzat kendisi ifade etmiştir:
rastgele mahlas seçmeyen şairler, bu seçimi yapar-
Tutmayınca ‘âlemi âhum ben Âhî olmadum
ken mahlaslarının, kendi karakterlerini, önde gelen
eğilimlerini yahut da gönüllerinde yaşattıkları bir vasfı
Kendü âhum ‘âkıbet nâm u nişân oldı bana.
aksettirmesine büyük özen göstermişlerdir (Akün,
(G. 5, B. 5)
1994: 395). Üzerlerinde büyük etki uyandıran olaylar,
bütün eserlerine temel teşkil eden aşk algıları veya
“Benim adımın Âhî olmasının sebebi, ettiğim âhların
ulaşmaya çalıştıkları noktalar da mahlas seçiminde
(bedduaların) âlemi tutmayıp kendime geri dönme-
etkili olan hususlardır. Mesela Fuzûlî’nin mahfiyye-
sinden değildir. Ettiğim feryatlar ve âhlar akıbet be-
ti, Bâkî’nin sonsuza uzanacak kıymette şiir söyleme
nim ismim ve nişanım olmuştur.)
iddiası, Hüseyin Vassâf’ın belgesel niteliğinde şiirler
söyleyerek ilgi duyduğu şahısları vasfetmesi onların bu mahlasları seçmesine veya hürmet duydukları
Sana mahlâs yeter Âhî kim eder adunı yâd
büyükleri tarafından bu mahlasların konulmasına se-
Her gazel kim okına defter ü dîvânımdan.
bebiyet vermiştir. Âhî ve Hecrî’nin de bu mahlasları
seçmeleri manidardır.
(G. 85, B. 5)
Asıl ismi Hasan ve lakabı Benli olan Âhî, kü-
“Ey Âhî! Sana mahlas olarak bu yeter. Çünkü birisi
çük yaşta babasını kaybetmiş, annesinin ikinci defa
senin divanını veya defterini açıp okusa, baştan sona
evleneceğini öğrendikten sonra memleketi Niğbo-
senden çıkan âhları görecektir.)
lu’dan ayrılıp İstanbul’a kaçmış ve uzun yıllar derbe-
der bir hayat sürmüştür (Gibb, 1998: 482). Genç yaşta
Gerçekten de Âhî’nin divanını açıp okuyan
bir kişi, divanın baştan sona âhlar üzere kurulu ol-
böyle sebeplerle İstanbul gibi büyük bir şehre kaçmak
duğunu rahatlıkla fark edecektir. Âhî, 139 gazele yer
zorunda kalması ve İstanbul’da çile dolu zamanlar
verdiği küçük divanında, münferit olarak farklı yer-
geçirmesi dikkate alınırsa, O’nun Âhî mahlasını seç-
lerde 65 defa âh etmiştir. Bu husus, hiç şüphesiz şairin
mesinin tesadüf olmadığı görülecektir. “Âh” kelime-
ıztıraplı ve ayrılık acısıyla dolu olmasından kaynakla-
si, kullanıldığı yere ve sesin tonuna göre maddî veya
nır. Divan edebiyatının hemen hemen bütün örnekle-
manevî bir acıyı, ağrı, ıztırap, pişmanlık, esef, acıma,
rinde aşk ıztırap temelli algılanmış olmasına rağmen,
özlem, yanıp yakılma, yeis, ümitsizlik, hayranlık vb.
her şairin “ ‘Müjde müjde’, ‘Merhabâ’, ‘Hamdulil-
duyguları ifade eder (Ayverdi, 2011: 21). Divan şii-
lah’, ‘Şükür ki’ ” gibi kelimelerle başlayan ve şairin
rindeki teknik anlamı bağlamında ise “âh”, aşk ve ay-
içinden taşıp gelen bir mutlulukla söylediği şiirlere
rılık acısıyla gücü kalmayan, kalbinde taşıdığı vuslat
rastlamak da mümkündür. Fakat bu tür şiirlerin hiçbir
arzusuna rağmen sevgilisinin en ufak bir lutfuna bile
örneği Âhî’nin divanında yoktur. O, bütünüyle dert,
muhatap olamayan çaresiz aşığın telaffuz edebildiği
elem ve acının şiirini yazmıştır. Gönlü bir an bile
tek ve belki de son kelimedir. Âhî’nin divanı baştan
âhtan kurtulmadığı için âhların, vâhların ve eyvâhla-
sona incelendiğinde ise, âh kelimesinin bütün diva-
rın şairi olmuştur:
nında tam olarak teknik anlamıyla kullandığı görülecektir. Divanın birkaç yerinde de niçin Âhî mahlasını
Âh kim hâlî degül bir lâhza gönlüm âhdan
2
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
N’eyleyem bî-çâre dil kurtulmadı eyvâhdan.
“Bu felekleri döndüren benim ettiğim âhların dumanıdır, rüzgarıdır. Güneşi yandıran da sabahları
(G. 98, B. 1)
ağzımdan çıkan alevli âhlardır.”
“Âh ki, gönlümün âh etmediği bir an bile yoktur. Ça-
resiz gönlüm bir türlü eyvahlardan kurtulmuyor, ne
Âh kelimesi şiirlerde bolca “âh-ı subh-gâh”
veya “âh-ı sehergâh” tamlamalarıyla kullanılmıştır.
yapayım?”
Bu tamlamalar “seher vaktinde çekilen âh” anlamına
Aşığın sürekli âh etmesinin sebebi hiç şüp-
gelir. Bilindiği üzere, kabul olunma ihtimali en yük-
hesiz sevgilinin çektirdiği eza ve cefalardır. Şiirler-
sek olan dualar, seher vaktinde yapılan dualardır. Aynı
de sevgili, zalim ve acı çektirmeyi seven kişi olarak
zamanda seher vakti, aşığın en çok yandığı zaman di-
resmedilmiştir. Bu tamamıyla şairin algısıdır; çünkü
limidir. Bunun için seher vakti çekilen âh bir ok gibi
sevdiği kişiye sonsuz bir muhabbet ve alaka duyan
hedefine ulaşır ve sevgiliye varır (Onay, 2009: 43).
aşığa sevgilinin en küçük bir kırıcı tavrı bile zulüm
Şairler bu gibi manalar itibariyle âhı aynı zamanda bir
gibi gelmektedir. Sevgilinin her tavrından bu kadar
yoldaş, sevgiliye bir ulaşım vasıtası olarak görmüşler-
çok etkilenen aşığın durumu baz alındığında, Âhî gibi
dir:
sevdiği kişinin bir merhabasına bile muhtaç olan aşık-
Hemdemüm âhumdurur şâm-ı gam-ı dildârda
ların hâlinin ise pek yaman olduğu anlaşılacaktır:
Gamdan ölürdüm bana olmasa hemdem âh eger.
Câna cevr edeli âh ederem sabr edemem
(G. 29, B. 4)
Nece sabr eyleyeyin irdi bıçağ uş elige.
“Sevgilinin gamıyla yandığım gecelerde çektiğim
(G. 101, B. 3)
âhlar bana yoldaştır. Eğer onun dostluğu olmasaydı
ben bu gamdan ölürdüm...”
“O sevgili canıma böyle eziyet etmeye başladığından
beri âh ediyorum, sabredecek hâlim yok. Ben nasıl
sabredeyim, işte, bıçak kemiğe dayandı!”
Âh kelimesinin, aşk ıztırabıyla yanan aşığın
söyleyebileceği tek kelime olduğunu ifade etmiştik.
Âhî gibi aşıkların âhı yamandır. Onlarda za-
Fakat aşık bazen ayrılık acısını öyle tesirli biçimde
man ve mekân kavramının varlığı önem arz etmez;
yaşar ki, çektiği elem artık ondan tek kelime bile sâdır
aldıkları her nefeste sevgilinin ıztırabı vardır, onlara
olmayacak hâle getirir onu. İşte o demde, âh bile bir
her mekan alevler içinde görünür ve yaşadıkları her
ifade vasıtası olmaktan çıkmıştır:
zaman dilimi bir gurbet vaktidir. Fark edilsin veya
Nâ-tüvân oldı bu Âhî derdün ile şöyle kim
fark edilmesin; bunun için sürekli âh eder hâldedirler
ve âlemi âhlar içinde görürler:
Yârını andukca bir âh etmege dermânı yok.
Döndüren fânûs-ı çarhı dûd-ı âhumdur benüm
(G. 47, B. 7)
Yanduran hurşîdi âh-ı subhgâhumdur benüm.
“Bu Âhî senin derdinle öyle tâkatsiz hâle geldi ki,
seni hatırladıkça artık âh etmeye bile dermânım kal-
(G. 72, B. 1)
mıyor...”
3
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
&
kavramı, bir olay neticesinde insanın içine düştüğü
Divan şairleri şiirlerinde aşkı anlatırken sık-
olgusal ve geçici bir duyguyu değil, insanın bizzat
lıkla ayrılık acısından bahsederler. “Hicrân, fürkat,
içinde bulunan ve mutlak vuslata erişemediği süre-
hecr, hasret, firâk, iftirâk” gibi kelimeler divanlarda
ce devam edecek olan bir “hâli” ifade eder. Hicrân
kendine sıkça yer bulur. Bu, aslında divan edebiyatın-
duygusu böylece bütün zamanı ve mekanı kapladığı
daki aşk algısının şiirlere bir yansımasıdır. Fakat bazı
için, aşıkların beklediği ve şiirlerde kastettiği vuslat
şairler için aşk bütünüyle ayrılıktan ibarettir. O şair-
da mutlak bir vuslattır. Aşıklar sevgiliyle bir göz açıp
lerin başında, mahlası “ayrılığa aşina, ayrılığa men-
kapama süresi kadar hem-hâl olmak için can atsalar
sup” anlamına gelen Hecrî (Kara Çelebi Muhyi’d-dîn
da bunu vuslat kabul etmezler; o can atılan vakit gelir
Mehmed) yer almaktadır.
Klasik edebiyatımızda genellikle “hicrân”
fakat biraz sonra tekrar ayrılık derdi başlayacağı için
aşık bu vakitte bile mahzundur ve kendisini ayrılığa
Hecrî’nin, birçok beytinde, hatta kimi zaman
alıştırmaktadır:
şiirin tamamında, manevî ıztırabın sarsıntısıyla kıvranan ruh hâlini içten ve dokunaklı bir üslûpla tasvir
Her visâlün âhiri hicrân imiş çün Hecriyâ
ettiği görülür. Iztırabın kaynağı umumiyetle ayrılık ve
dünyanın dertleridir. Şiiri, samimiyetten mahrum bir
Şimdiden cânı cefâ-yı hecre mu’tâd eylerem.
nevi kelime oyunu, ya da bir hüner gösterisi olmak-
(G. 100, B. 5)
tan kurtarıp muhatabı zaafları ve duygularıyla şairin
insanî tarafını karşı karşıya getiren böyle söyleyişler,
“Ey Hecrî, senin kavuşma zannettiğin şeylerin hep-
zihinden çok hisler üzerinde tesirli olmalarıyla
si gelip geçidir, hepsinin sonunda yeni bir ayrılık
etkileyici bir yapı arz ederler. Hecrî’nin bu yolla şii-
başlar. Bunun için canımı şimdiden ayrılık acısına
rine içtenlik ve etkileyicilik kattığını söylemek müm-
alıştırıyorum.”
kündür (Zülfe, 2010: 33).
Hicrân duygusunun bütün zamanı ve mekânı
Hecrî, seçtiği mahlasın kanatları altında en
içine alan bir hâl olduğunu söylemiştik. Bunun en ti-
çok aşka, ayrılığa ve acıya dair kelimelere yer vermiş-
pik belirtilerini, tabiatın icabı olarak meydana gelen
tir. Bunlardan “ışk” altmış altı kez, “âşık” yirmi üç
sürekli ve düzenli vakıaları şairlerin sevgiliyle ilişki-
kez, “şevk” otuz dört kez, “mihr” otuz bir kez; ayrılı-
lendirmelerinde ve bu rutin olayların altında sevgili-
ğı ve ayrılık acısını ifade eden “hecr” yirmi yedi kez,
nin olduğunu vehmetmelerinde görürüz. Onlara göre
“hicrân” yirmi bir kez, “hasret” on yedi kez; çekilen
güneşin sürekli doğup batmasında bile sevgilinin mu-
acının aynası durumundaki “âh” elli üç kez, “âteş”
hakkak bir parmağı vardır:
otuz beş kez, “belâ-derd-gam-mihnet-zâr” ikiyüz
Revzenünden gördügi’yçün yüzüni bir kez güneş
dört kez, “çekmek” kırk kez, “kan-dem” yüz iki kez,
“eşk-yaş” altmış kez ve bütün hislere ve acılara sah-
Tolanur her gün kapun bu veche ser-gerdân olup.
ne olan “dil ve gönül” kelimeleri de iki yüz kırk altı
(G. 5, B. 3)
kez yer almıştır. Üslûbun yapı taşları durumundaki
bu kelimeler, Hecrî’nin şiir vadisindeki hüviyetini ta-
“Güneş pencereden senin yüzünü bir kez gördüğü
nımlayacak niteliktedir (Zülfe, 2010: 34).
için seni özler ve her gün kapını böylesine başı dön-
4
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
müş bir halde dolanır (güneş senin yüzünün etrafın-
Tîg-ıla ölmek kişiye sevdügüm âsân olur.
da tavaf eder).”
(G. 60, B. 2)
Aşk ve gurur arasındaki ters orantılı müna-
“Benim vücudumu gamzenin kılıcıyla ikiye böl, yeter
sebeti bugün, aşkı beş duyu içerisine hapseden pop
ki bana bu ayrılık işkencesini çektirme. (Söylediğim
şarkılarında bile görmek mümkündür. Kişi ne kadar
seni şaşırtmasın sevdiğim), kılıç ile ölmek çok kolay-
gururuna düşkünse, aşıklık hiyerarşisindeki mertebesi
dır.”
de o kadar düşüktür, ednadır. Bir kere aşığın gururunu
ve benliğini düşünecek hali kalmamıştır artık, bütün
&
varını sevgilinin yolunda yağma etmiştir, benliği-
nin son kırıntılarını da bu ateşle yok etmiştir. Aşığın
Bu beyitlerde anlatılanlar aşkın en saf, ber-
rak, temiz hâlidir ve unutulmamalıdır ki divan şiiri
ıztıraba aşinalığı ve ateşe yatkınlığı her ne kadar aşık-
aşkı bilen ve anlayan kişiye bir şeyler söylemesini bi-
lık tabiatının bir gereği olsa da, iştiyakın hadden aştığı
lir. Eskilerin ifadesiyle söylemek gerekirse balı yiyen
ve sabır mülkünün yıkıldığı öyle bir dem gelir ki, aşık
kişi onun tadını tarif edebilir ve yine balın tadını bilen
feryat etmekten ve yalvarmaktan kendini alamaz:
kişi bu tarifi anlayabilir. Nitekim burada kendisinin
Tîg-ı hicrân-ıla derdâ kemüge irdi bıçak
aşk anlayışını anlatmaya çalıştığımız Hecrî bir beytinde “dertli olmayan kişi dert ile feryâd eylemez” di-
Yeter ey hûnî yeter cevr ü cefâ bir kerem et.
yecektir. Biz buna, ancak dertli olan kişinin bu feryadı
duyabileceğini ekleyebiliriz...
(G. 8, B. 4)
“Ey kanlar dökücü sevgili! Bu ayrılık kılıcının bana
çektirdiği acı haddi aştı, bıçak kemiğe dayandı. Yeter
artık, bu çektirdiğin eziyetleri bırak da bana biraz
Kaynakça:
merhamet et...”
Akün, Ömer Faruk (1994), “Divan Edebiyatı”, İslâm Ansiklopedisi, Diya-
Bu beyitte Hecrî’nin “kerem et” diye yalvar-
net Vakfı Yayınları, c. 9, İstanbul, s. 395
ması şüphesiz sevgiliye arz edilen bir istektir. Fakat
Ayverdi, İlhan (2011), Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyat,
sevgiliden kerem etmesini istemek, ondan aşığın
İstanbul
gönlünden çıkmasını istemek demek değildir. Çünkü
Hecrî bir başka yerde “bâde-i aşkın safâsın nice terk
Doğan, Ahmet (2012), “Rumeli Şairlerinden Âhî’nin Şiirlerinde Kimse-
etsin gönül” demiştir. Yukarıdaki beyitte kastedilen
sizlik Duygusu”, Halk Bilimi Dergisi, S. 2, s. 204-205
şeyin, aşığın sevgili elinden ölümü istemesinin bir
Gibb, E. J. Wilkinson (1998), Osmanlı Şiir Tarihi I-II, (Çev. Ali
ifadesi olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Aşık
Çavuşoğlu), Akçağ Yayınları, Ankara
aşkından vazgeçemeyeceğine göre isteyebileceği tek
Kaçalin, Mustafa S., Âhî Dîvânı, www.kulturturizm.gov.tr
şey olan ölümü gözünde artık küçültmüştür, ölmek
Onay, Ahmed Talât (2009), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı,
ona zor gelmez:
(Haz. Prof. Dr. Cemal Kurnaz), H Yayınları, İstanbul
İki biç gamzenle tek çekdürme hecr işkencesin
Zülfe, Ömer (2010), Hecrî Dîvânı, www.kulturturizm.gov.tr
5
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
RÖPORTAJ: DURSUN GÜRLEK
Küllük Dergisi: Malumunuz üzere kültürü-
edebiyatçılar, şairler, yazarlar devam ediyordu ve
müzde kıraathanelerin önemli bir yeri var. Kıraatha-
sohbetler yapılıyordu. Yani burası bir nevi açık aka-
neler sadece çay-kahve içilen, oyun oynanan mekân-
demiydi. Açık dediğime bakmayın, Küllük’ün kapalı
lar değil ve bunların birçoğu bir akademi hüviyetine
kısımları da vardı ama yaz günleri daha çok açık kıs-
bürünmüş vaziyette. Kültür hayatımızda kıraathane-
mında, ağaçların altında oturulurdu. Hâlâ mevcuttur o
lerin öneminden ve özellikle diğerleri arasından sıyrı-
ağaçlar. Bu pek bilinmez, ben anlatayım: İstanbul’da
lıp daha meşhur hale gelen Küllük Kıraathanesi’nden
iki Küllük vardır; birinci Küllük Beyazıt Camii’nin
bahseder misiniz?
bitişiğinde, bu caminin ana caddeye bakan kısmın-
da. Esas Küllük budur
Dursun Gürlek: As-
ve 1940’lı, 1950’li yıl-
lında Küllük de diğer kıraat-
lara kadar devam etti.
haneler gibi edebiyatçıların,
1950’li yıllarda Beya-
tarihçilerin, şairlerin, yazarla-
zıt’ta değişiklikler mey-
rın, akademisyenlerin devam
dana geldiği için orası
ettiği bir kıraathaneydi fakat
da ortadan kalktı. İkin-
eskiden bütün kıraathanelerin
ci Küllük de, Marmara
ortak özelliği buydu. Oralar-
Kıraathanesi dediğimiz,
da bu bahsettiğimiz hüviyette
yine
insanlar gelir; sohbet ederler,
Beyazıt’ta,
ana
caddenin üzerinde olan kıraathanedir. İkinci Küllük
şiir okurlar, tartışmalar olur, tarih sohbetleri yapılır-
yakın zamanlara kadar devam etti. Buraya da o za-
dı. Ama Küllük daha sonraki yıllarda da devam ettiği
manların kalbur üstü insanları gelirdi; mesela Necip
için bildiğimiz kıraathanelerden ayrıldı; çünkü diğer
Fazıl gelirdi, sahaflar şeyhi Muzaffer Ozak, tarihçi
kıraathaneler eski özelliğini yitirdi ve günümüzde
Ziya Nur Aksun, Prof. Erol Güngör gelirdi. Ayrıca
olduğu gibi çay içilen, sigara içilen, dedikodu yapılan,
tuhaf hareketleri olan, fakat çok alim, bilgin insanlar
oyunlar oynanan kahvehaneler olarak devam etmeye
gelirdi. Mesela Filozof Cemal diye birisi vardı; felse-
başladılar. Ama Küllük böyle değildi; tabii orada da
feden tutun tarihe kadar bilmediği mevzu yoktu. De-
dedikodu yapan, oyunlar oynayan tipler mevcuttu fa-
vamlı Le-Monde gazetesi okurdu, onun için kendisine
kat Küllük’e Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Ali Nihad
Le-Monde Cemal denilirdi. Oranın garsonu bile şiir
Tarlan gibi, Mehmet Akif gibi, Neyzen Tevfik gibi
okurdu yani. Oranın caddeye bakan kısmı daha çok
6
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
isimli bir kişinin eseri var.
bu insanların oturup sohbet ettikleri yerdi, arka kısım-
Soldan:Mehmet Nuri Yardım.Dursın Gürlek,Recep Seyhan
da yine oyununu oynamak isteyen, dedikodu yapmak
isteyen insanlar kendi işlerini görürdü. Marmara’daki sohbetler saatlerce sürerdi. Biz de çıt çıkarmadan,
K.D.: Şüphesiz Küllük’ü kıymetli kılan husus
sandalyeyi gıcırdatmadan oturup dinlerdik. Ses çıkar-
oraya gelen şahıslar. Sözgelimi İbnü’lemin Mahmud
mamak zorundasın, pür dikkat dinleyeceksin, zaten
Kemal İnal, Mükrimin Halil Yinanç, Hilmi Ziya
kısık sesle konuşurlardı.
Ülken... Bu akademisyenler, bizim bugün görmeye
alışık olduğumuz akademisyen profilinden ayıran
Buraya devam eden insanlara “marmaratör-
bazı özelliklere sahip gibiler.
ler” denirdi. O zaman mecliste bir de senato vardı,
senatörlerden mülhem kahve müdavimleri de kendi-
D.G.: Onları farklı kılan husus “Osmanlı ba-
lerine marmaratörler derdi.
kıyyesi” olmalarıdır. Bakıyye kelimesi “arta kalan”
demektir. O ismini saydığınız kişiler; Mükrimin Ha-
Bu konuda okunması gereken bazı eserler de
lil’ler, Ali Nihad Tarlan’lar, İbnü’leminler Osman-
vardır. Mehmed Niyazi’nin Dahiler ve Deliler isimli
lı’nın son zamanlarında dünyaya gelmişler, Cumhu-
romanı Marmara’nın müdavimlerini anlatır; Ahmet
riyet’in ilk yıllarını idrak etmişler ve
bu yıllarda eser vermişlerdir. Bir kere
beslendikleri kaynak münbit bir kaynak
olduğu için yüksek seviyeli kişilerdir ve
az önce bahsettiğimiz kıraathaneleri bir
nevi açık akademi haline getirmişlerdir.
Ayrıca o zamanlar gençlerde bir tiryakilik vardı. Ben bu tiryakiliği üzerinize
alınmayın ama, şimdiki gençlerimizde
göremiyorum. Biz o zatları dinlerken pür
dikkat kesilirdik, kulaklarımızla hoca olmaya çalışırdık. Bizim aldığımız eğitim
Soldan:Mehmet Nuri Yardım,Dursun Gürlek,Recep Seyhan
kulaktan eğitimdi. Bendeniz İstanbul’a
1971’de geldim; geliş o geliş, nerede bir kültür ve
edebiyat sohbeti varsa biz oradaydık. Türk Edebiya-
Güner Elgin’in Marmara Kitabeleri isimli ki-
tı Vakfı’na giderdik, Kubbealtı’na giderdik, Aydın-
tabı da bu kıraathaneyi anlatır.
lar Ocağına, Eyüp’teki sohbetlere giderdik. Küllük
Küllük’ün kısa hikâyesi budur. Üzülerek ifa-
de bunlardan biriydi fakat diğerlerinden biraz daha
de edelim ki, bu kadar önemli bir kültür merkezi olan
farklıydı. Küllük’ü farklı kılan oradaki farklı zevatın
Küllük hakkında elimizde derli toplu bir eser yok.
bir arada bulunmasıydı. Ne konuşulurdu Küllük’te?
Sadece zannedersem 1950’li yıllarda Sıdkı Akozan
Aklına ne gelirse... İkinci Viyana hezimetinden tut,
isimli bir şairimiz küçük bir risale yazmıştır, ismi
Orta Çağ’da Hristiyan cengaverlerin kullandığı kı-
Küllüknâmedir. Bu risale şiir şeklinde yazılmıştır ve
lıçlardaki yazıların kimler tarafından yazıldığına ka-
Küllk’e devam eden isimleri tek tek beyitler hâlinde
dar; Mehmet Şâh Fenârî Tefsiri’nden tut, Manisa’da
zikreder. Mühim bir eserdir. Bir de Sudi Odyakmaz
bilmem ne köyünde yetiştirilen tavukların günde kaç
7
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
defa yumurtladığına kadar. Ben de bazılarına şahit ol-
karamsarlığım şundan kaynaklanıyor: Bizi tatmin
muşumdur. Mesela Prof. Nuri Karahöyüklü diye bir
edecek konuşmalara rastlayamıyoruz. Biz yediğimiz
zat vardı, teknik üniversitede matematik profesörüy-
yemeklerin tadını bildiğimiz için o yemeklerin tadını
dü. Ama öyle tarih bilirdi ki, siz onu tarihçi zanneder-
arıyoruz.
diniz. Bir sohbet esnasında hararetli bir şekilde Gazi
K.D.: Kaybettiğimiz bir başka kültür unsuru-
Osman Paşa’nın Plevne’de Ruslara karşı kullandığı
muz da şifahî kültür, değil mi hocam? Her şeyi okuya-
kılıcın sağ tarafındaki yazının hangi hattata ait oldu-
rak öğreneceğimizi zannediyoruz.
ğunu izah ediyordu.
D.G.: Tabii, şifahî kültürü kaybettik, şifa-
Mesela Mükrimin Halil hoca kıymetli bir
yı kaptık. İnanın, bildiklerimin yarısını kulaklarımla
tarihçi, Selçuklu tarihçisi. Türkiye’de değil, bütün
öğrendim. Halen de kulaklarımla öğrenmeye devam
dünyada yetişmiş en büyük Selçuklu tarihçisi. Ve siz
ediyorum. Mesela Küllük’te bir amca vardı, bundan
Mükrimin Halil Hoca’yla Beyazıt’tan Aksaray’a ka-
dört beş yıl önce 87 yaşında hayatını kaybetti. Muh-
dar konuşarak iki buçuk saatte giderdiniz. Mübalağa
teşem bir hafızası vardı, Küllük’te nelerin konuşuldu-
etmiyorum, anlattıkça anlatır. Bir kere birisi Hz. Ebu-
ğunu ben ondan öğrenmiştim. Biz o amcayla kaç defa
bekir’in evinin nerede olduğunu sormuştu; Mükrimin
Beşiktaş’tan Fatih’e kadar yürürdük. Adım başı durur
Halil Hoca “Şu kapıdan çık, üçüncü sokağa gir” diye-
ve anlatırdı hiç durmadan. Ne öğrendiyse dinleyerek
rek eliyle işaret ederek oraları görüyormuş gibi iştahla
öğrenmişti.
anlatmıştı.
K.D.: Sizin sık sık vurguladığınız bir konu
Yine Acemi Kahvesi diye bir kıraathane var-
var. Kültür ile irfan arasında ince bir ayrım yapıyor-
dı Laleli’de; Küllük’ün bir şubesi gibiydi. Mükrimin
sunuz. Kültür ve irfan arasındaki fark nedir?
Halil Hoca oraya da devam ederdi. Acemi Kahvesi’nin bir garsonu vardı, Fuzûlî’den gazeller okurdu
D.G.: Benim bu hassasiyetim rahmetli Cemil
ve okuması bitene kadar da çayları soğuturdu. Bir
Meriç’ten kaynaklanıyor. Biz kültür ile irfanın aynı
keresinde Mükrimin Hoca, “Halid bin Velid Kadisiye
olmadığını ondan öğrenmiştik. Rahmetli hiç haz et-
Savaşı’nda kâfirin birine kılıcını kaldırıp tam yere se-
mezdi “kültür” kelimesinden. Kültür bir defa batı
rerken” dediğinde bütün çaylar yere dökülüvermişti.
menşe’li bir kelime. İrfan deyince ilim, tasavvuf, has-
Böyle ilmini yaşayan insanlar vardı.
sasiyet, medeniyet, güzellik vs. gibi birçok kavramı
bir kelimeye dahil etmiş olursunuz. Kültürde bu ge-
Mehmet Nuri Yardım: Acizane ben de bir
nişliği ve derinliği bulamazsınız; fakat galat-ı meşhur
şeyler arz etmek istiyorum. Mehmed Şevket Eygi beş
dediğimiz yerleşmiş yanlışlardandır, toplum içerisin-
yıl önce bir ödül töreninde Cağaloğlu’nda “Eskiden
de yerleşmiş vaziyette olduğu için kullanılmasında bir
ne güzel Küllük vardı, Marmara Kıraathanesi var-
beis yoktur.
dı. Keşke bugün de böyle şeyler yapılsa.” dedi. Biz
o sözü duyduğumuz anda bundan vazife çıkardık ve
Ben çok esefle görüyorum ki, vaktinde Cemil
ertesi hafta Bâb-ı Ali sohbetlerini başlattık. Bana göre
Meriç gibi isimlerden istifade etmiş, onların rahlesin-
ismi farklı da olsa bugün birçok yerde Küllük’ler var.
den geçmiş birçok arkadaşımız dil konusunda onların
Hatta çoğaldı da diyebiliriz.
hassasiyetine riayet etmiyorlar. Tabii, bunları söylerken beni eskici gibi algılamayın. Bugün herkesin
D.G.: Sana katılıyorum. Çoğaldı fakat benim
kabul ettiği, halkın kullandığı, “âmmenin kabûlüne
8
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
mazhâr olmuş” kelimeleri biz de kullanıyoruz. Mevzu
ler Kur’an’a dayanır. Edebiyat, şiir, tasavvuf tama-
da deriz, konu da deriz; hadise de deriz, olay da deriz.
miyle Kur’an’dan gelir. Yahya Kemal ne diyor? “Ben
Ama ısrarla olay demek, hadiseyi hiç kullanmamak
küçükken Üsküp’te annem başımı okşardı. İki kişiyi
olmaz. “Bir hadise var cân ile cânân arasında” şar-
iyi bilmem gerektiğini söylerdi. Birisi Hz. Muham-
kısını “bir olar var can ile canan arasında” şeklinde
med, diğeri Sultan Murad.” Murad-ı Hüdavendigâr
söylersek olmaz. Dilde taassup olmaz, fakat unutma-
malum Üsküp’ü fetheden kişi.
malıyız ki bin yıllık bir kültürün devamıyız; o kültürü
K.D.: Aynı zamanda entelektüel kesime hitap
öğrenebilmek için, onun zevkini alabilmek için Os-
eden bir medeniyetten değil, toplumun bütün kesim-
manlı Türkçesi’ni öğrenmek zorundayız. Eskiden beş
lerine sızabilmiş, nüfuz edebilmiş bütünleştirici bir
bin kelime ile konuşurduk, şimdi bu rakam üç yüze
medeniyetten bahsediyoruz. Mesela Üsküp’ün ücra
düştü. Bir bardak su ile Akdeniz’i içmeye benzer bu.
bir köşesinde, Yahya Kemâl küçükken annesinin ken-
Dil bakımından hassasiyetimizi tekrar kazanmak zo-
disine Muhammediye okuduğundan bahsediyor. Mu-
rundayız. Elmalı Tefsiri’ne bakalım; bu tefsir Mustafa
hammediye malum, aruz vezni ile yazılmış ağır bir
Kemal Paşa’nın öncülük ettiği bir meclisin emri ile
kitaptır.
Cumhuriyet döneminde yazıldı, Osmanlı döneminde
değil. Bırakın ilahiyat fakültesi öğrencilerini, ilahiyat
D.G.: Gayet tabii... Ben de küçükken dede-
hocaları bile şimdi bu tefsiri anlayamıyorlar. Elmalı
lerime Muhammediye okurdum, ben okurdum onlar
Tefsiri en güzel tefsir, ama o ne dil, o ne zevk öyle...
anlar ve ağlarlardı. Ahmediye, Muhammediye, Bat-
Siz hukuk öğrencileri olduğunuza göre, Ömer Nasu-
tal Gazi hikâyeleri, Kerem ile Aslı okurduk. Hele bir
hi Bilmen’in Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu’nu okuyup
Ahmet Emmi vardı, “Ah Dursuncuğum, şu Kerem’in
anlayabilmelisiniz, oradaki kelimeler size yabancı
Aslı’yı görmek için nasıl dişlerini söktürdüğünü bir
gelmemeli.
daha oku.” derdi. Bende de okuma hevesi bu şekilde
oluşmuştu.
K.D.: Zaten anlayamadığımız için Elmalı
Tefsiri iki defa sadeleştirildi...
El-hasıl; Osmanlı Medeniyeti din eksenli bir
medeniyettir. Yalnız İslâm Medeniyeti’ni yansıtmak
D.G.: Evet. Sadeleştirme Elmalı’nın özünü
kaba dincilikle olmaz; güzellikle, sanatla bu medeni-
yiyeceğim diye üzerindeki kabuğu soymaya benzer.
yeti yaşamak ve yaşatmak gerekir.
Doktorlar bile asıl vitaminin kabukta olduğunu söylüyor... Sadeleştirme öldürmektir, hiç değilse lügatçeli
yapmak gerekir. Tek çare suyu kaynağından içmek,
Osmanlı Türkçesi’ni öğrenmek. Herkesin öğrenmesi
lazım ama edebiyatçıların, tarihçilerin, hukukçuların
bilhassa bilmesi gerekiyor.
K.D.: Toplayıcı bir soru ile nihayete erdirelim hocam. Sizce bizim bütün bu irfan hayatımızın
temeli olan esaslı nokta, yani her şeyin kendisinden
neş’et ettiği şey nedir?
D.G.: Her şeyin anası Kur’an’dır. Bütün ilim-
9
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Endüstriyel Edebiyat
Mustafa Taşkın
ler romanlar edebiyatseverleri iki ayrı cephede mevzilendirmektedir. Bir fikre göre henüz gönlüne okuma
aşkı düşmemiş genç dimağlara kitap sevgisini aşılayan bu tür, güzel bir vasıtadır. Fakat elbette bir basamak olarak görülmeli ve yeterli olgunluğa erişen kitap
kurtları kozalarını yırtarak esaslı eserlerle muhatap
olmaya başlamalıdırlar. Diğer bir görüşe göreyse bu
eseler bir tür zihin inşasıdır ve katiyen olarak uzak
durulmalıdır.
“Müthiş bir roman! Bir solukta okuyacaksınız! Harikulade!” Arka kapağını bu tür yağlama
sözlerin süslediği, niceliğinin (kaç baskı yapmış olduğunun) niteliğinin önüne geçtiği yazın türlerine endüstriyel edebiyat mahsulüdür diyebiliriz. Bu tür kitapların yerli olanları genellikle enflasyona uğratılan
kavramları veya yaşadığı çağda henüz var olmayan
akımların kendisine izafe edildiği gönül insanlarını;
yabancı menşe’li olanlarınınsa ucuz vampir hikâyelerini veya gündelik hayattan sıkılan modern insanın
kafasını dağıtabileceği fantastik hikâyeleri konu edindiklerini söyleyebiliriz.
Zıplama Tahtası Olarak Bestseller
Henüz lise çağında olan gençler arasında
yaygın olan bazı romanlar vardır. Bunlardan kimisi alternatif dünya tahayyülleri içermektedir. Mesela
Harry Potter serisi veya Alacakaranlık serisi gibi. İlki
tuttuktan sonra mutlaka kahramanını başka maceraların başrolünde gördüğümüz bu seriler altı, yedi kitaba
kadar ulaşabilmektedir. Hatırlayacaksınızdır, Türk
edebiyatında da bir dönem fenomen haline gelen Aşkın Gözyaşları kitabı tutunca ikincisi piyasaya sürülmüştü. Yani olay büyük ölçüde okuyucunun talebiyle
alâkalı. Elbette okuyucu her zaman kalitesiz eserlere
rağbet ediyor diye bir genelleme yapamayız. Bu birçok eserin hakkına girmek olur.
Bu türün tarihsel olarak ortaya çıkışıyla,
kâğıdın ve matbaanın yaygınlaşması arasında bir
paralellik olduğu pekâlâ söylenebilir. Şöyle ki; henüz
kâğıda ulaşmanın zor olduğu dönemlerde elde mevcut olan kâğıtların daha değerli eserlere vakfedilmesi
gerekiyorken böyle bir sektörün gelişmesini bekleyemezdik. Teknolojinin de gelişmesiyle insanların eser
bastırıp dağıtması kolaylaşmış ve bu tür ucuz romanlar yazılmaya başlanmıştır.
Yazar cephesinden böyle, bir de işin okur
cephesi var. Kendisine akın eden bilgi bombardımanı
karşısında ne yapacağını şaşıran insan, haliyle yönlendirilmeye muhtaç hale düşüyor. Bu durumda da devreye tirajı epeyi yüksek olan (mesela New York Times) gazeteler girerek, “bunu okumalısın!” türünden
yayınlar yapıyorlar. Aslında gerçek bir okurun bu tür
yönlendirmelere ihtiyacı yoktur, nitekim İsmet Özel
de “Neyi Kaybettiğini Hatırla” isimli kitabında “kitapların rehberi, kitaplardır” diyerek bize bir yol haritası çizmiş bulunmakta.
İşte lise çağlarında bu tür eserlerle haşır neşir
olan genç dimağlar okumanın ne derece muazzam bir
eylem olduğunu fark eder ve kapanan her sarı sayfa
bir diğerini ardından getirir. Henüz kendisine okuma
sevgisi kazandırılmamış bir birey, anlamak için dik
oturarak okumak gereken kitaplar önüne konduğu zaman birkaç esneyip kitaptan asık suratlı bir memurdan
kaçar gibi kaçacağı varsayıldığında bestseller romanların bu noktada faydalı bir işlev gördüğü düşünülebilir.
Popüler kültür ateşine kömür taşıyan bestsel-
10
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Bu masumane anlayışa intisap etmiş olan
genç, bir gün kültürün tanımını öğrenip artık ciddi
eserlerle muhatap olmaya başlar. Her ne kadar göreceli de olsa bir düşünüre göre “ömrün kısıtlı bir
süreye sıkıştırılmış olduğunun farkına varıp hangi
eserin neyden bahsettiğini bilerek ona göre okumak”
kültür sahibi olmaktır. Bu gerçeği idrak edebilenler
keyifle okuduğu ve vaktin nasıl geçtiğini fark edemediği o hacimli eserleri bırakıp artık okuduğu zaman
kendisine daha önce sahibi olmadığı dertleri yükleyen
kitaplarla boğuşmaya başlayacaktır.
gitmediği ülkelerde bir MTV açar.” Komplo teorisyenlerinin ekmeğine yağ süren bu düşünceler şüphesiz birer teoriden ibaretler.
&
Bestseller eserlerin yazılırken çok satması gayesiyle mi yola çıkıldığı yoksa yayınevlerinin propagandası sonucu ve okuyucunun da teveccühüyle mi
bu mertebeye ulaştığı bir başka yazının konusu olabilecek hacimde bir tartışma konusu. Burada meselenin
daha çok komplo teorilerine göz kırpan mesaj kısmını
ele almaya çalıştım. Son tahlilde bu eserleri küresel
devletlerin az gelişmiş coğrafyalara kültür enjektesi
olarak görmek de, günümüzün masumane Cin Ali’leri
olarak görmek de size kalmış bir karar.
Bir Zihin İnşası
Her roman bir hayatın özü, özeti niteliğindeyse içinde bir kültürden izler taşıması da kaçınılmazdır. Bu kültürler genellikle okuyucuya bir rol model
sunmakta, ona alttan alta “Neden sen de böyle bir
hayata sahip olmayasın?” mesajı vermektedir. Dikkat
edilirse bu kitaplarda yer alan karakterler istedikleri
her imkâna sahip olan tiplerdir. Modern bir insanın
ulaşmaya çalıştığı hedefleri tek tek saymakla vakit
kaybetmek istemiyorum; lüks bir ev, son model araba
ve sair metalar bu karakterin eli altındadır ve hikâye
onlar etrafında dönmektedir. Bu tipleme bestseller
eserlerin büyük bir kısmında yer alır.
Diğer bir yaygın türse fantastik hikâyelerdir.
Vampir, zombi gibi sıra dışı karakterler okuyucuya
alternatif bir dünyanın kapısını aralamakta ve ona
gündelik yaşamdan kaçış imkânı sunmaktadır. Kafasını bu tür hikâyelerle dolduran birey bir süre sonra
gerçeklikle bağlantılarını koparıp tamamen o dünyaya
ait olmak istemektedir. Masumane bir hayal dünyası
vadeden bu tür kurgular aslına bakılırsa o kadar da
masum değiller. Özellikle yan rollerdeki tipleri, henüz
karakteri tam olarak oturmamış gençler tarafından benimsenebilmekte ve rol model kabul edilebilmektedir.
Bu tür kitaplarda yer alan pornografik ögelerin okuyucu kitlesini teşkil eden gençler üzerinde
olumsuz etkiler bırakacağı aşikârdır. Hikâyenin arasına yedirilen bu ifadeler bazı kavramların sıradanlaşması ve normalleşmesi sonucunu doğurabilmektedir.
Aslında zihin inşası derken kastettiğim de tam olarak
bu, hikâyenin arasına serpilmiş bazı ögelerin okuyucunun farkında olmadan onun dünyasında yer edinmesi. Bir filmde güzel bir misal verilmişti; “Amerika
bir ülkeyi işgal etmek için oraya gitmekle uğraşmaz,
11
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
DAHİLER VE DELİLER
RECEP ALPTEKİN
ayırır. Müdavimlerinin arasında her fikirden insan
vardır. Yazarın anlatımıyla: “Dindarlar, ateistler,
milliyetçiler, batıcılar, demokratlar, komünistler,
faşistler aynı masada otururlar, rahatça tartışırlardı.
Kahvenin müdâvimi olmak, adeta bir cemiyete dahil
olmaktı; resmî dairelerde çalışanların, hangi fikirden
olursa olsun, kahvede aynı masada sohbet etmemiş
olsalar bile, işi düşenlere yardımda bulunmaları için
göz âşinalıkları yeterdi.”
Sokakta karşılaştığınız, selamını aldığınız,
görmezden geldiğiniz kimileri dâhidir, kimileri deli;
kimileri bu ayrıma dahil bile olmazken bazıları da
vardır ki karakterinde dâhilikle deliliği yan yana barındırırlar. Hatta bununla alakalı meşhur bir söz söylenir: “Dâhilik ve deliliği birbirinden ayıran oldukça
ince bir çizgi vardır.” Edebiyatımızda bazı isimler
için de şöyle denir: “O, dâhilik ve delilik arasındaki
ince çizgide yürüyor.” Mehmed Niyazi’nin kültür ve
sanat hayatımızda mühim bir yeri bulunan Marmara
Kahvesi’ni, nâm-ı diğer Küllük’ü resmeden romanı
Dâhiler ve Deliler, yakın tarihimize ışık tutan, standart kurgulardan uzak bir İstanbul başyapıtı olarak
2001 yılında raflarda yerini alır.
Marmara Kahvesi’ndeki dostluklarda fikirlerin aynılığı değil, yaş, seviye önemli rol oynar.
Gençlerin yaşlılara ilgisi fazladır; onların nerede
okuduklarını, hangi üniversitede doktora yaptıklarını, neler yazdıklarını bilirler. Büyüklere saygısızlık
yapmayı kimse aklının ucundan geçirmez, hiç kimse
kimseyi hor görmez. Hatta öyle ki, Mehmed Niyazi
kitapta şunu söyler: “Bazen dünya bilim literatürüne
girmiş emekli bir öğretim üyesi veya ünlü bir şair, bir
gençle, hatta kahvenin sakini bir meczupla saatlerce
sohbet ederdi.” Kahvenin özelliklerine kitapta şöyle
yer verilmiş: “Caddeden biraz yüksekte olan kahveye
sekiz on basamaklı bir merdivenle çıkılırdı. Bayezid
Meydanı’na bakan ön tarafında balkonu andıran bir
yer vardı, havanın müsait olduğu günler buraya iki
üç masa konulurdu. Kahvenin bu yönü tamamen
camdı. Kahveyle balkonu ayıran veya birleştiren bu
camın batı tarafında duvara bitiştiği yerdeki kapıdan
içeriye girilirdi. Girişteki on kadar masaya oyun kâğıdı, tavla, okey takımı verilmezdi, bu bölüm sohbet
için ayrılmıştı. Sohbet bölümündeki masaların yeşil
örtüleri sık sık değiştirilir ve sohbete gelenlerin orta-
Abdülbaki Gölpınarlı, “Mahalle kahvesinin bir çeşit vazifesi vardı, bir çeşit ictimai toplantı
yeriydi orası mahallenin. Her sabah işine gidenler
oraya uğrarlardı. Herkes birbiriyle bir kere daha
görüşürdü. Hasta, yoksulun hayaline, kimsesiz kadının haline orada çareler aranırdı, bulunurdu; doktor
yollanılırdı, ilaç alınırdı, kömür gönderilirdi, para
toplanırdı; bu yollanılır, gönderilirken de yollayanlar,
gönderenler söylenmez, yardım edenler bildirilmezdi: ‘Akrabanızdan biri gönderdi, ismini hatırlayamıyoruz.’ denirdi.” diyerek mahalle kahvelerini anlatır.
Marmara Kahvesi ise bir mahalle kahvesinden
farklıdır. Üniversite muhiti olması sebebiyle öğretim
üyelerinin civarda ikamet ediyor olmaları, emekli
olanlarının alışkanlıktan bu semtte bulunması, basın
merkezi Bâbıâli’ye yakın bulunması, öğrenci yurtlarının çevrede toplanmaları burayı diğer kahvelerden
12
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
mı temiz bulmaları sağlanırdı.”
Kahvehanenin kültür hayatımızda önemli
yere sahip müdavimleri isim isim zikredilmiştir romanda. Bunlardan bazıları, Mükrimin Halil Yinanç,
Erol Güngör, Ziya Nur Aksun, Mehmed Genç, Nuri
Karahöyüklü, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç,
Sedat Umran, Ali Saib Atademir, İzzeddin Şadan,
Abdüsselâm Hikmet, Üstün İnanç’tır. Romanda
geçen ve varlığı sabit olup isimleri zikredilen diğer
şahıslardan bazıları, kitabın ithaf edildiği Hilmi Oflaz, Binbaşı Hüsrev, Mu Mehmed, Le Monde Hasan,
Duvarcı Salim, Özer, Niyazi’dir. Romanın karakterlerinden birkaçı: Mükrimin Halil Yinanç, kitlelerin
çok fazla tanımadığı bir akademisyendir; İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’nde Ordinaryüs Profesör olarak görev yapar;
ilme yalan söylemek üzere konuşmamak için on altı
dişini çektirir, güzel konuşması ve kuvvetli hafızası
ile meşhurdur; yazmayı değil konuşmayı ve anlatmayı tercih ettiğini bir sohbetinde şöyle ifade etmiştir:
“Benim konuştuklarımı kitaplaştırın, o bilgi olarak
yeter.” Yazar onu şöyle resmeder: “Kısa boylu, zayıf,
kavruk yüzlü, uzun kafalıydı. Elbiseleri eskiydi; ama tertemizdi. Yakaları düzensiz gömleğinden kravatı hiç eksik olmazdı.” İzzeddin
Şadan, Freud’un yanında çalışmalar yapmış
bir psikiyatristtir; adını İzeddin olarak yazar
çünkü Freud’un yanında yaptığı çalışmaya bir
‘z’ eksik basılmıştır. Yazar onu şöyle tarif eder:
“Konu kadın-erkek ilişkilerine veya psikiyatri
meselelerine gelince, etleri sarkmış ellerini
masaya vurur, ‘Bu hususta Freud’un görüşü
şöyledir; Freud haklıdır.’derdi. O konunun
kapandığını ilân etmiş olurdu; o meseleyi bir
daha kurcalayana kızardı.” Ziya Nur Aksun, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olur,
Osmanlı tarihine olan ilgisi ve bu yönde edindiği
bilgiler onun ‘bilge tarihçi’ olarak anılmasını sağlar.
Yazarın tasviriyle: “Devamlı takım elbise, kolalı
gömlek giyer, kravat takardı. Geç saatlerde kahveden
ayrılır, son vapurla Kadıköy’e geçer; sabah ezanına kadar tarih okur veya yazar, bazı geceler resim
yapardı. Sabah namazını kılıp, yatar; öğleye doğru
matbaasına gelirdi.
Roman, “Ona göre hayatın amacı büyük işler
başarmaktı. Ölümsüz eserler ortaya koymaktan başka
işlerle uğraşmak, kendini kandırmaktı.” diye başlar.
Romanın kahramanı, asıl adı olan Maksud Çamur’u
beğenmeyen ve kendine yırtıcı ve sanatkârca diye
nitelediği Kartal Dağyeli adını koyan elle tutulur bir
başarısı olmamış hayalci birisi. Romanın ana planı
bu karakter etrafında şekillenir. Marmara Kahvesi
aslında Kartal’ın tiryakisi olduğu bir mekândır ve
roman Kartal’ın kahveye gidişleriyle birlikte orada
kulak misafiri olduğu sohbetlerle canlanır. Romanın
başında Kartal, kafasında bir roman oluşturmaya
çalışmaktadır; bu roman toplumun bütün kesimlerinde gürültüler koparmalı, bir piyasa romanı olmamalıdır. O güne kadarki çabaları bir kitap çıkarmaya
yetmemiştir fakat ümitsiz değildir, çünkü insanın
verimli olduğu zamanlar olduğu gibi verimsiz olduğu zamanlar da vardır. “Delikanlı sevgilisiz olur mu,
hele sanatkârsa” diye düşünüp “sanata aşırı önem
verdiğinden hanımlara zamanı kalmadığı” düşünce-
siyle kendini teselli eden bir karakterdir Kartal. onun
gördükleri ve duyduklarıyla şekillenir Dâhiler ve
Deliler. Marmara Kahvesi, Kartal’ın yanında bir arka
plan gibi dursa da kimi yerlerde asıl kahraman olur.
Bu yönüyle de yakın tarihimizin önemli simalarını
ağırlayan kahvehane, yazarın kaleminde bir roman
kahramanı olarak şekillenir. Bu kahraman ise tek kişi
değildir, ziyaretçileri ve devam edenleriyle birçok
kişiliği içinde barındırır.
13
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
man olduğu kadar belgeseldir, belgesel olduğu kadar
roman. Çünkü kişiler öz benlikleri içinde bırakılmıştır, aşırılık gözükmez. Kişilerin dramatik yöntem ve
açıklama yöntemi ile açıklanışı; kişiler ve olaylar
üzerinde tanrısal bakış açısının uygulanışı ustalıkla
başarılmıştır. Ayrıca Mehmed Niyazi’nin hukukçu
kimliği mahkeme bölümlerinde davayı tasvir ederken, hukuku tenkid ederken öne çıkar. Şöyle ki, bir
mahkeme bölümünün sonunda Savcı, Kartal’a “Silah
patlıyor ve siz koşuyorsunuz, ihtara rağmen de durmuyorsunuz. Bu suçu işlediğinize dair karinedir.”
dediğinde Kartal cevaben; “Karinelerle bir insanın
hayatıyla oynanabiliyorsa, bu hukuk sistemi kendini
gözden geçirmelidir.” der.
Akşama kadar orada çalıştıktan sonra; kahvenin yolunu tutardı.” Kahvenin bir diğer müdavimi
Erol Güngör, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydolduktan sonra Mümtaz Turhan’ın teşvikiyle
Edebiyat Fakültesine geçer; 1978 yılında ‘Değerler
Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar’ isimli teziyle sosyal psikoloji profesörü olur; telif ve tercüme eserleri
akademik alanda tercih edilen ve başvurulan eserlerdir. Hatta yazar Erol Güngör’ü şöyle şekle bürür:
“Kumraldı, ne hikmetse genellikle kahve rengi elbise
giyerdi. Orta boyluydu; mütenasip bir yüzü vardı;
alnı hafif açıktı; saçlarını arkaya tarardı; az konuşur
daha çok dinlerdi. Uzaktan bakan onu soğuk, biraz
kendini beğenmiş zannederdi; ama yakından tanıyan
onun sıcak, samimi bir insan olduğunu hemen anlardı. Berrak, zarif, veciz bir üslûbu vardı.” Erol Gün-
Olmuş ve değiştirilemez vak’alar manzumesi olan tarihi estetik hale dönüştürüp kurgudaki
farklı karakterlerin farklı bakış açılarından yansıyan
hikayenin mezcedilmesi ve bunun sunuş biçimi; romanın havasını değiştirmiştir. ‘Çanakkale Mahşeri’,
‘Yemen! Ah Yemen’ isimli kitaplarında da tarihe ve
kaleme hakimiyetinin güzel örneklerini veren yazar,
edebiyatımızda, tarihe dair yazdıklarıyla önemli bir
yere sahiptir. Beşir Ayvazoğlu da tarih ve edebiyat
konusunda şu güzel tespiti yapar: “Hiç şüphesiz,
genç kuşaklara tarih sevgisi ve şuuru aşılamak için
en kestirme yol, iyi yazılmış romanlardır.” Hakikaten
günümüzde romanlar geçmişe merakımızı artırmış,
bunun sayesinde de tarihi anlatan romanlarda gözle
görülür bir artış yaşanmaya başlamıştır. İnsanları
araştırmaya sevk eden ve müsbet yönde harekete geçiren bu tür romanlarımıza verilen değer artırılmalı;
insanları okumaya değil, iyi kitaplar okumaya sevk
edici telkinler verilmeli, yazılar yazılmalı, faaliyetler
yapılmalıdır. Sonuçta, okuyuştan okuyuşa fark vardır.
gör asistanlığı döneminde ABD’de iki yıl kaldığı ve
küçük yaşta dedesinden Osmanlıca’yı öğrendiğinden
ayrım yapmadan, bütün klasikleri, seviyeli eserleri
yercesine okuyan; hem Batıyı hem de Türk-İslâm
dünyasını iyi bilen birisidir. Yazar, romanda Niyazi
karakteriyle de hukuk fakültesindeki öğrencilik halini tasvir eder.
Bahsedilen şahısların anlatıldığı bölümlerde
görüldüğü gibi, kitapta geçen olayların kahve eksenli olanları da yaşanmışlıklardan oluşur. Ve bunun
yanısıra ruhunda ulvî ve süflî birbiri ardına patlak
veren, binbir çeşit huyuyla bambaşka bir tipi yansıtan Kartal; tarih ile kurguyu yanyana yaşattığı için
romana ayrı bir hususiyet kazandırır. Kartal’ın bünyesinde sözlü kültürün aslında ne olduğu, bizim için
neyi ifade ettiği ortaya konulmak istenir. Romanın
kahramanı, müdavimi olduğu kahvehanede bir-iki
çay parası karşılığında paha biçilemeyecek bilgilere
kulak misafiri olur. Ortada bir metin değil, dil-kulak
alışverişi vardır. Bir deyişle; kahvede yazar ile okur
arasındaki mesafe, ancak yazılı kültürdeki metin ile
okur arasında oluşan mesafe kadardır. Söz canlıdır;
dinleyen, söz ile, bilgi ile kendiliğinden bütünleşir,
çaba harcamaz. Metnin soğuk ve ölü havası sözde
yoktur. Bundan dolayı kahvede geçen güzel olaylar
okura iç geçirtir, hayal kurdurur; kötü olaylar okuru
üzüntüye boğar, asabileştirir. Dâhiler ve Deliler, ro-
14
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
KÖLE
Garîb
Martın soğuğunda, gidip bir ara,
Gitdi bahâr demleri bu erişen hazân garîb
Şimdi gülistân-ı işretde verd-i handân garîb.
Yokluğu, zülfünle bağlasam vara,
Kalbin kalemiyle yağmura, kara,
Mey döküldü bunda sâgâr-ı zerrîn kırıldı çün
Devr-i lâle hecre gitdi şîşe-i rindân garîb.
İsmini yazıp da, silmek isterdim…
Devrân-ı hoş-bûyın sâde hayâli kaldı dilde
Meydân u bağbân yumdu gözün devr u devrân
garîb.
Evvelce bir şiir yazıp adına,
Başlığı, “Sevdiğim Meçhul Kadına”,
Gururu incinmiş kalb inâdına,
Perdeler çekildi ziyâsı kalmadı çerâğın
Gün ü güneş garîbdir şimdi meh-i tâbân garîb.
İllerinden çekip gitmek isterdim…
Azad et bendeni, bıktım lafından,
Cân u dil bu şeb-i hicrânda subha dek dövünür
Nice dövünmesin gönülde zâr u giryân garîb.
Uğruna kovuldum, Hakk’ın safından,
Şöyle bir savurup, gönül rafından,
Derde âşinâ kişinin inleyecek zamânıdır
Çünki hâlet-i hicrân garîb hem bu zamân garîb.
Aşkını kaldırıp, atmak isterdim…
S.Melik
KAYA
Ümîd-ile gözün açıp o günü bekle Bâkır
Yolda konmaz iki gönül cân garîb cânân garîb.
Muhammed
15
Bâkır KÖSE
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Sekiz Sıfır Yedi
Saat sekiz sıfır altı
Gözlerde sabah trafiği
Geceden kalma izmarit yerlerde
Boyu uzuyor gölgelerin
Hiçbir şey gizlenmiyor bu saatte
Cemre BEDİR
Saniyeler geçmezken boğazımdan
Saat sekiz sıfır altı
Büsbütün sis kaplıyor her yeri
Göz gözü görmüyor
Ansızın ilham geliyor Tanrıya
Görseler vurulacaklar
Nice sevişme yaratacaklar
İzin çıkmıyor
Her yer aydınlanmadı demek ki hala
Filmi bitiyor yaprakların derken
Kediler sessizliği dinleyeceğine
Başıboş adımları izlerken
Saat tam sekiz sıfır altıda
Ne oluyorsa o an oluyor her şey
Güvercinler hayal kuruyor yuvaya
Arzular bir borç gibi negatifken
Bakım istiyor hayat
Emek istediği kadar bu saate
Su da istiyor gece yatmadan
Göl kurumuş bu saatte
Fakat her şey sanki yalan
Neden sonra bir yalnızlık çıkageliyor
ya da öncesinde terk edilmek
Hiçbiri değilken üstelik
kollarımdaki hayal kadar gerçek
Dilencinin biri ekmek diyor
Mendil diyor sokakta
Bakireler beslenme çantalarıyla yürüyor
Kimi bank hala sıcak
Demek ki kimisi hala uyuyor
Yokluk da var, bir isim koyabildiğime göre
Anneler kahvaltı hazırlıyor
Saat sekizi altı geçe
Kim bilir kimin eskisi hayatim
Büyüdükçe bana dar geliyor
Saat hala sekiz sıfır altı
Ne doymak bilmez, ne açgözlü, ne kevaşe
Bu yaşadığım nasıl bir an ki hep ayni
Yaşlanabiliyorken hemen her turlu şeye
Hatıralar yaşlanmıyor gözlerimde
Bir körpe uzanmış
Karnında gaz ve sancısı
Kaldırımdan eskici geçiyor bu saate
Plakta Ave Maria, nereden bulmuşsa
Bir şans, göğe ve maviye
Uçarken görülüyor Albatros
Bir kıskanmak geçiyor
16
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
PERSONA NON GRATA
(İstenmeyen Adam)
Yasin YILMAZ
Ay gibi gülerdi kız, ay gibi güzeldi,
Zambaklar takardı saçlarına gencecik,
Gülüşüyle vadiler kuş sesiyle dolardı,
Göz kapakları sürgün çağırırdı ülkeme.
Nuru gündüzü aşar senelere uzardı,
Yüzüne meylederdi günebakan çiçeği.
İsminde köşe kapan nice ayetler vardı,
Kördüğüm kıyısında beklerdi birisini.
Yağmurlar dökülürdü gözlerine aniden,
Hikâyeleri vardı gece ağlardı dağlar.
Kumrular yer ederdi eteğinde sımsıcak,
Avucunda rüzgârlar, saçlarında sonbahar
Uzun değildi fakat göğe değerdi başı,
Leyla şarkı söylerdi, O bir yere dalardı,
Kimsecikler bilmezdi gözlerini kapardı,
Yabancı esintiler çalardı kapımızı.
Şirin sözleri yoktu, konuşmazdı kimseyle,
Denizi seyretmeye gözlerine inerdik.
Alacakaranlıklar yokluğunu gözlerdi,
Olmadığı yerlere konardı birden akşam.
Rüya gibiydi sanki gözümüzle görmezdik,
Bedeninde bembeyaz bir erguvan üşürdü.
Kollarında uyurdu vurulmuş alageyik.
Allah bir gün Onu da toprağına düşürdü.
Ellerinde kimsesiz uzun şiirler vardı,
Bir şafak besmelesi bastığı çimenlerde.
Kırmızıyı severdi gözlerinden anlardık.
Suya aksi düşünce utanır kaybolurdu.
17
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Deli
Ellerimi hep kendim temizlerdim. Yeni
doğmuş çocuklarına iltimas eden analar dışında
kim kimin ellerini temizler ki zaten? Yani ben de
anladığınız üzere herkesleşmiş bir işin adsız uygulayıcısıydım. Yalnız biraz zor el temizlemek benim
için çünkü ben sokakta yaşayanlardanım. Sokakları
ev bellediğiniz gün -nam-ı diğer- kaldırımların yumuşaklığını benimsediğiniz gün, el temizliği o eski
önem ve gerekliliğini yitiriyor. Annemin anlattığına
göre sokakta doğmuşum zaten. Yani yadırgadığım
bir şey değil kaldırımda uyumak. Aslında beni rahat
ve sıcak bir yuvaya koysanız -hani şu sokakta duyduğum laflarda anlatılan tarzda bir yuvaya- asıl onu
yadırgar, tekrar eeski evime kaldırımlarıma dönerim.
Belki de dönmem. Neyse bunu öyle bir evim olunca
düşünürüm. Şu en evimden memnunum, ellerimin
kirliliğinden de. El temizlemek için önce kirletmek
gerek zaten. Tabii apartmanda uyuyan kirlenmeyi
nereden bilecek?
MURAT UMUT SAKALLI
duyarsınız sadece. Bu maskeli balo seyyahlarının
bile gizleyemediği tek duygudur tiksinmek. Alışkanlık yapar bu kaçış hatta. Onlar gibi siz de bir şeyleri
görmezden gelirsiniz zamanla. Eğer sokağın gerçek
sahiplerine acıyan bir insanla karşılaşırsanız da size
olan üzüntüsünü, sevgi zannedip kana kana avunabilirsiniz. Bunları hiçbir karşılık vermeden ve hiçbir
zahmete girmeden yaşarsınız. Yani sevgili dostum,
şu sokaklardan bir yudum tatsanız, eminim siz de
seversiniz.
Tüm dünya benim, evet bu su götürmez bir
gerçek ama nedense ben bir sokakta yaşamayı huy
edinmiştim. ‘Gülizâr’ sokak. Tüm dünya evimse –ki
öyle- burası benim odamdı. İki büyük apartmanın
doksan dereceyle kesiştiği bir kuytuda da yağmurdan
korunmak için derme çatma bir çatım vardı. Odam
doğu ve güney cepheliydi. Kışın iyi ama yazın klima
gerektiren cinsten. Karşı eczaneye dilenmeye girdiğimde gördüğüm şu devasa klimalardan bir tane de
bana lazım. Yazları, öğle vakitleri hele ki çok sıcak
oluyor.
Sokakları seviyorum ben. Onlara bir kere
alışmanız inanın yeter. Sınırları olmayan bir arsa
sahibi oluyorsunuz o zaman. Geceleri aydınlık bir
sokakta oturur, sohbet eder, zaman ilerleyince de
karanlık bir sokağa çekilirsiniz. Sabahın ilk güneşini
iliklerinize değin hisseder, yağmur edebiyatı için en
gerçek malzemeleri edinirsiniz. Şekil verilmemiş
hayatı yaşarsınız. Sokakta yaşayanlardan tiksinen
insanların göz tacizi de olmaz hem. Yani sizi sevmeyenlerin riyakarlıklarına maruz kalmazsınız. Hızlı
adımlarla yanınızdan geçerlerken topuk seslerini
Komşularım mı? Onlar dünya tatlısı adamlar.
Biri kahvehane işletir. Yaşlı sırım gibi ince bir emekli
memur. Adı Hamza. Gömleği yaz kış kısa kolludur
Hamza amcanın. Yalnız kışları üstüne örme bir hırka
giyer. Ben sordum bir gün cevap vermedi ama Raşit
sorduğunda cevap vermişti. Abdest alırken kıvırmak
zor oluyormuş gömleğin kollarını. Raşit de Hamza
Amca’nın başının belası. Kimsesiz bir oğlan. Hamza’nın dükkanında yatar, yemeğini Hamza ısmarlar,
18
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
üstünü Hamza giydirir... Bu dünyaya bir beden büyük gelen adamlardan Hamza. Raşit’in adını kendi
dışında toplasan on kişi bilmez. Deli derler ona hep.
Hakkında efsane de boldur ha! Biçimsiz vücutlu,
düşük omuzlu,koca burunlu bir oğlan. Ayaklarını
yan basmaktan ayakkabılarının ikisinin de iç tarafları
yırtık. Yağmur yağdı mı gör Raşit’i. Serçe gibi yürür
çoraplar ıslanmasın diye. Bir de ne vakit bir esinti
hissetse, bulduğu ilk camın karşısına geçip, aynaya bakar gibi bakıp, saçının önünü kaldırır. Hamza
Amca komşusu manav Muhsin’e anlatırken duydum,
zamanında bir çingene kız sevmiş bu Raşit. Kız buna
varmamış çirkin diye. Ondan sonra da mecnun olmuş bizim deli oğlan. Hamza’nın anlattığı bu ama
Manolya Abla da başka anlatıyor. Salı pazarında ben
balık seçerken Raşit, İbrahim Tatlıses’ten Sarhoş’u
söylemeye başlamıştı bağırarak. Yerli yabancı herkes
güldü haline. Bir Manolya Abla gülmedi. ‘Yazık oğlana anası babasını aynı gün kaybetti. Sıkıntıdan kafayı yedi. Zor vallaha.’ dedi. Sesi de üzüldü kadının.
Yazık, vicdanlı kadın.
mesin ki? Ne sigara içerim ne tiner çekerim. Odamı
da temiz tutarım kendimi de. Benzeri diğer sokakta
yaşayan arkadaşlarımın aksine, pis koku uğramaz
benim mekanıma. Akşam güneş battıktan sonra gürültü bile yapmam. Komşuya saygı denen bir şey var.
Biz böyle büyütüldük. Yalnız ayda yılda bir Hamza,
Raşit’e sinirlenir. Raşit ya kahvede bir sürü bardak
kırmıştır ya Hamza’nın müşterisine okkalı bir küfür
etmiştir ya da Hamza’ya durduk yere tokat atmıştır.
Hamza da böyle geceler Raşit’in kahvede yatmasına
izin vermez. ‘Bu gece dışarda uyu da aklın başına
gelsin’ der kovar. Bu da ‘Naber lan hergele’ deyip
yanıma kıvrılır. Raşit’in bende yattığı günler kolay
kolay uyuyamayız. O bana çingene Sibel’ini anlatır,
ben ona benim sarı sevdiğimi. Sarı dediğime bakma
sevgili dostum, elbet onun da bir adı var ama henüz
tanışmadım. İki aşık bir araya gelir de dertleriyle
gecenin canını sıkıp, onu kaçırana kadar susar mı?
Susmaz elbet. Biz de Raşit’le böyleyiz işte. O anlatır
ben dinlerim, ben anlatırım o uyur. Zaten deli benim
lafımdan ne anlar? Arada ‘ulan hergele ne konuştuğunu bir türlü anlayamıyom’ der, beraber güleriz.
Raşit’e de deli dediklerine bakmayın ha. Bana kalırsa
zehir gibi kafası var bu insan fidesinin. Yalnız aklına
estikçe kullanıyor. Aslında belki de delilik dedikleri
budur. Ya da belki Raşit’in tek derdi bizi deli olduğuna inandırmaktır. Kim bilir?
Ben tüm gün Raşit’le gezerim. On yaş varyok Raşitle aramızda. Büyük yani benden. Cüssesi
de iridir ha! Hele bir tersi var aman denk gelme!
Koydu mu oturtur adamı. Lakin pek de vurmaz kimseye. Yufka yüreklidir Raşit. Sabah uyanır uyanmaz
yanına varırım. ‘Naber lan hergele!’ der hep. Keyfi
yerindeyse bir de küfür ekler sonuna. Onun yüzünden adım ‘Hergele’ kaldı.aslına bakarsanız gerçekten
bir adım var mıydı varsa bile neydi ben de hatırlamıyorum. Genelde Hergele diye çağırırlar beni. Birazı
da Çakır der. Gözlerim çakırmış. Ben bilmem çakır
nedir, ne işe yarar. Ama ‘Maşallah’ dediklerine, gözlerimi mucize addedip Allah’a inandıklarına bakılırsa
çok güzel olmalı.
Hayat benim için bu kadar sınırsız ve küçük
işte sevgili dostum. Hamza, Muhsin, Raşit, Manolya.
Başka dostum yok. Tanıdığım çok ama her tanıdık
dost olmuyor. Belli bir düşmanım da yok bir iki kere
mahallenin benle yaşıt serserileriyle atışmışlığım var
ama. Hele lider görünümlü birisi var aralarında ki hiç
anlaşamaz benle. Şişko, küt saçlı mendeburun teki.
Adı da Tuna mı Tunahan mı ne. Önlüğünün üstünden
pantolonuna askı takan tiplerden. Mavinin yakışmadığı tek insan evladı bu çocuk. Benden bir iki yaş büyük ya, ne zaman tek yakalasa beni acıdan bağırttırır.
Ben bu mahalenin uslu çocuğuyum kimseye elim
kalkmaz ama ben kaçtıkça bu derisi göbeğine küçük
gelen varlık, sıkıştırıp durur beni.
Raşit’le beraber Hamza’nın kahveye gideriz.
Hamza ne verirse kahvaltı eder Raşit. Ben akşamdan
tok yattığım için yemem pek. Zaten günde tek öğün
yerim onu da sağolsun benim iyilik meleğim –Manolya Abla’m- çinko çatılı odamın kapısına kadar
getirip, karanlıkta kaybolur. Arada et bile getirir canı
cennete gidesice. Pek sever beni, bilirim. Niye sev-
Başıma ne geldiyse bu bacaksız yüzünden
19
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
geldi zaten sevgili dostum. Dün yine Raşit’le dertleşerek güneşi çağırmıştık. Sonra Raşit kahvaltısını
tıkınmaya gidiyordu ki ardı sıra bu çamur paçalı bodur gözüktü. Raşit’e bağırdım bağırdım durup bakmadı. Baktım ki kaçmaya da vaktim yok,gözümü bu
çorak arazi sıfatlının yüzüne diktim. En sinirli bakışlarımı saatte dörtyüz kilometre hızla fırlatıp bir umut
benden korkmasını bekledim ama nafile. -Bu Kadir
İnanır bakışıma biraz daha çalışmalıyım.- Çocuk
Dr. Frankenstein icadı gibi üstüme geliyordu. İyice
yaklaşıp lağımları utandıran kokulu bir tükürük attı
suratıma ama olağanüstü reflekslerimle tükürüğün
menzilini duvarda sonlandırdım. Bir ani hamleyle
üzerine atılıp önlüğünün altından tuttum. Lunapark
balerini gibi dönmese bir şey olacağı yoktu ama yere
düşünce bir baktım ki maki boylu devimizin önlüğünü, ortasından traktör geçmiş başak tarlası gibi çift
şeritli yırtmıştım. Ama inan olsun sevgili dostum
böyle kötü bir niyetim yoktu. Ben alışık olmadığım
bu heyecanı atlatamamamıştım ki içi pamuk dolu çuval cüsseli sadist karnıma müthiş bir tekme attı. Ben
havada ‘Raşiiiiiit’ diye çığlık atarken Raşit sonunda
yarım dönüp isteksizce konuştu : ‘Ne var lan miyav
miyav? Kafamı şişirdin’. İlk defa sinirlendim Raşit’e. Kediyiz diye cansız değiliz ya! Canımızı kaybetmekten korkuyoruz. Ulan deli Raşit, can havlinin
sesi her canlıda aynıdır. Gene mi anlamadın dilimi?
Raşit ardını dönüp yürümeye devam etti. Bense havada ilk defa uçmanın zevkini bile tadamadan çalışkan belediyemizin açtığı direk çukuruna düşmüştüm.
Karnıma yediğim tekmenin acısı ilk anki tazeliğini
korurken bir de üstüne çukura yuvarlanırken kazandığım yeni yaralarım kanamaya başlamıştı. Sadistin
ayak sesleri yankı yapıyordu bu kuyu karanlığındaki
çukurda. Hayatında ilk defa koşuyordu sanırım. Kuvvetle muhtemel öldüğümü düşünüyordu. Oysa sonu
acı bir ‘Miyav’ da olsa her hayatın yaşanmaya ve her
hikayenin anlatılmaya ihtiyacı vardır. Ve ben hikâyemi anlatamadan ölemezdim sayın dostum.
lirim insanları önce öldürüp sonra ölü bedenim kötü
kokuyor diye beni suçlayacaklar. ‘Böyle ulu orta
yerde de ölünmez ki’ diyecekler. Olsun. Manolya
Abla’mın hatırına ben hepsini seviyorum. Seni de
sevgili dostum, seni de seviyorum.
Bir gün olur da bir can çığlığı duyarsan
aman ha aldırmamazlık etme. Bilirsin, sonra adama
‘Deli’ derler.
Muhtemel ki üstüme beton döküp beni unutacaklar burada. Ya da cesedimi tiksintiyle çukurdan
alıp bir de üstüne ‘leş’ diyecekler naaşıma. Ben bi-
20
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
EŞİKTE BİR DAKİKA
Bir yıldızı özlerse insan, gökyüzünde mi bu-
KÜBRA TAŞKIRAN
Aslında şuan öyle hissetmiyorum ve bugün de hisset-
lur kendini?
memiştim. Fakat ne zaman ne olacağını kim bilebilir?
Oturma odasında, pencerenin önündeki mor
Bu sabah eşimi işine, oğlumu okuluna gön-
berjerde oturuyorum. Burada saat akşamın sekizi,
derdikten sonra biraz daha uyudum. Kalktıktan sonra
Paris’te akşamın yedisi ve Moskova’da gecenin onu.
-her gün olduğu ve olacağı gibi- evi, mutfağı topar-
Nereye ait olduğumuzu kim bilebilir ki? Oğlum on
layıp yemeği yaptım. Çiçekleri sulamak için oturma
yedi yaşında bir genç ve şuan kendi odasında. Muh-
odasına geldim. Çiçek sulama faslı benim ve sanı-
temelen yarım saat sonra “Meyve yok mu?” diye ya-
yorum ki çoğu ev hanımının terapi saatidir. Hepsiy-
nıma gelecek. Eşim ki kendisi on dokuz yıldır bana
le ayrı ayrı ilgilenir, konuşur, dertleşirsin. Kırk üç
aynı sevgi ve şefkatle yaklaşan nadide bir insan, ikili
yaşındayım, dakikalar adımlarım oldu ve senelerdir
koltukta uzanmış televizyon izliyor. Arada bir yorgun
yürüyorum. Önceden kol kola gezdiğim tüm alışkan-
yüzünü bana çeviriyor. Bu kaçamak bakışlarına ge-
lıklarımın yerinde başkaları var şimdi. Hayır, o kadar
nelde gülümseyerek karşılık verirken, şimdi elimde
üzülmüyorum. Kitapları en iyi arkadaşı olan bir ka-
kâğıt-kalemle muhtemelen de manasız ve donuk bir
dınken farkında olmadan, pencere önünde çiçekleriy-
ifadeyle etrafa bakınıyor olmamdan olacak ki birkaç
le dertleşen bir ev hanımına dönüşmüş olmam dünya-
sefer iyi olup olmadığımı sordu. İyiydim. Aslında iyi
nın en tabii durumlarından biri.
olup olmadığımı bilmiyor bile olsam kesinlikle kötü
Elimdeki yeşil ibrikte su kalmayınca gözüm
de değildim. Seneler önce kaçırdığı gemi yeni aklına
pencerelerin solunda kalan duvardaki kitaplığıma
gelen, limanda gözü uzaklara dalmış bir yolcu gibiy-
ilişti. Tozlanmıştı. Bahsetmiştim ya, pencereler açık
dim, sadece.
kaldıkça tozlanıyor anılar. Ah, eşyalar da tabi. Bu
Havalar ısınmaya başlayalı birkaç hafta oldu.
sefer elime bezi alıp toz almaya giriştim. Kitaplığın
Pencerelerin açık kalma süresi arttıkça ev daha hızlı
tozunu almaya başlamak tam bir zamanda yolculu-
tozlanıyor. Kışları seksen dört, yazları seksen dokuz
ğun başlangıcı oldu benim için. Eve ilk geldiği günü
kişiyle paylaştığımız apartman yolun kenarında ve
hatırlıyorum. Evlendikten yaklaşık bir sene sonra
bizim dairemiz ön cephede. Yolun gürültüsü çok olu-
yaptırmıştık. Düzeninin içime sinmesi için saatlerce
yor fakat zamanla alışıyor insan, her şeye. Tepesinde
uğraşmıştım. Kitaplarıma isimler koyardım. Bazıları-
sonsuz bir âlem olsa da şehirler bazen boğuyor insanı.
nın arasında yazarlarına yazdığım mektuplar olurdu,
21
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
bazılarında çiçekler yahut yapraklar. Kitaplığımın
Ben; odanın kapısının önünde, bir elim kapı
başında çocuklar gibi mutlu geçirdiğim vakitler vardı
kolunda ve eminim ki ağzım hala açık, olanlara bir
karşımdaki raflarda. Hangi ara kendimden bu kadar
anlam vermeye çalışıyordum. Beni hayata bağlayan
uzaklaşmıştım ya da kendim dediğim şey o uzaklaş-
tek şey tuttuğum kapı koluydu sanki. Adamların yüz-
mış halim mi olmuştu? Asıl tozlanan şey -her ne ise-
lerine tek tek ve daha dikkatli baktıkça aklımın çek-
içimde bir yerlerdeydi ve ben elimdeki toz beziyle ne
meceleri de bir bir açıldı. Fakat her şey, kabul ede-
kadar da acizdim.
bileceğim bir hale bürünmeleri gerekirken daha da
anlamsızlaştı.
Ben, birden bürünüverdiğim garip ruh halimle boğuşurken zil çaldı. Kapıyı açmaya giderken gö-
Sahnenin her köşesine âşık oyuncular gibi
züm vestiyerdeki aynaya takıldı. Zamanın hiç acıma-
odada gezinip duran adam; kabarık, ortadan ayrılıp
sı yoktu. Kapıyı açtım. Karşımda ilginç giyimli dört
omuzlarına kadar inen kıvırcık saçları ve ince, uzun
adam vardı. Kim olduklarını, neden geldiklerini, ne
bıyığıyla Moliere’dı. Sivri çenesi, ince ve uzun par-
istediklerini anlamaya çabalamama bile müsaade et-
makları vardı. Garip, beyaz gömleğini ve kahverengi
meden içeri daldılar. Nasıl olduğunu anlayamadığım
ceketini de hatırlıyorum. Karşısındakinin özüne ulaş-
bir şekilde önlerinde duramadım. Aslında durmak is-
mak ister gibi bakıyordu. Zekâsının ve hareketlerin-
tediğime bile emin değilim, bir anda girivermişlerdi
deki asilliğin fazlasıyla farkındaydı.
işte. En önde kıvırcık saçlı adam, oturma odasına doğ-
Mor berjerde oturan; önden açılmaya başla-
ru ilerlediler. Sanki o an yaptıkları şey dünyanın en
mış beyaz saçları, ağzının üzerine düşen beyaz bıyığı
normal ve gerekli şeyiymiş gibi o kadar kendilerinden
ve yine beyaz, uzun sakalıyla Hugo’ydu. Göz torba-
emin bir şekilde yaptılar ki bunu; acaba ev onlarındı
larına bakılırsa epey yorgundu. Beyaz gömleğinin
da ben on dokuz yıl yanlışlıkla mı burada yaşamıştım
üzerinde soluk siyah delmesi ve ceketi vardı. Ceketi-
diye düşündüm. Öndeki kıvırcık saçlı bey, odaya doğ-
nin sol üst cebinden bir cep saatinin zinciri sarkmıştı.
ru yürürken aynı zamanda bir şeyler söylüyordu:
-
Merak ettim, acaba hangi zamanı gösteriyordu? Eve
Evet bayan, sıcacık karşılamanız bizi ziyade-
girdiklerinden beri homurdanıyorlardı. Belli ki tartış-
siyle duygulandırdı. Buyurun baylar, bu şirin
tıkları bir şey vardı.
ve maalesef tozlu oda, yolculuğumuzun ilk ve
Kitaplığın bitimiyle duvarın kesiştiği köşe-
tek durağı.
ye sırtını verip oturan Dostoyevski’ydi. Kitaplığımın
Bayan? A evet, kapının önünde ağzı iki karış
Ateş Fedya’sı. Saçlarını sağa doğru ayırmıştı. Kızı-
açık benden bahsediyordu. Çaresiz peşlerinden oda-
lımsı, uzun sakal ve bıyığı vardı. Kaşları düşük, ağzı
ya koştum. Sanki daha önce defalarca geldikleri bir
ve burnu küçüktü. Hüzünlü bakıyordu, belki biraz da
yermiş gibi çabucak uyum sağlamış görünüyorlardı.
hayattan ürkmüş gibi. Koyu yeşil, uzun mantosu var-
Kıvırcık saçlı olan, kollarını iki yana açmış, odada
dı. Bacaklarını kendine doğru çekmiş, ellerini dizle-
dolanıp duruyordu. Uzun sakallı olan yüzüme bakıp:
rinde birleştirmişti. Sesleri ancak algımda yer bulma-
-
ya başlamıştı. Hugo ciddi duruşuyla:
Bakmayın öyle, elbette burası bizim de evimiz. Fakat siz burada bir küpün içine sıkışmış
-
gibisiniz. Ne kadar da yazık.
Bakın beyler, onları bir kenara bırakırsak bizim işimiz insanların duygularını, hayallerini
22
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
tercüme etmek. Onlar karışık duygularının
lumun ve insanın gerçeklerini, sosyal olayları
ne anlamlara geldiğini bizim metinlerimizde
ve bu olayların nedenlerini, salt gerçeklikle
görmek isterler. Bizler sanatçı olarak topluma
anlatmalıyız. Gerçeğin kabuğunu soyup, onu
karşı bundan sorumluyuz.
ortada çırılçıplak bırakmalıyız. Konular gerçek hayattan olmalı ve kişilerin ruhi davra-
Hugo’yu dinlerken ikili koltukta oturanın da
nışlarını etkileyen, onların kişiliklerini çizen
Zola olduğunu fark ettim ve elbette şaşırmadım. Ge-
çevre ve ortamı en ince ayrıntısına kadar bil-
riye taranmış saçları önden açılmıştı. Yuvarlak, ipli
meli, görmeli, aktarmalıyız.
gözlükleri ve fötr şapkası hatta bir de İlber Ortaylı bakışı vardı. Hiçbirinin pantolon ve ayakkabılarını hatır-
Figüranlar gibiydim. Konuşmayı unutmadı-
lamıyorum ve evet, buna gerçekten şaşırdım. Türkçe
ğım konusunda ciddi şüphelerim oluşmaya başlamıştı.
konuşuyor olmaları mı? Elbette, gayet tabii. Moliere
Sesin geldiği yöne başımı çevirmek yapabildiğim tek
atıldı:
hareketti. Zola araya girdi:
-
Sanatı topluma karşı sorumlu olduğumuz için
-
yapmayız. Nasıl bunu savunuyorsunuz bayım
natçı görmeli ve gördüklerini aynen göstere-
hakikaten aklım almıyor. Sanat mükemmele
bilmelidir.
ulaşmaya çalışmaktır. Kaygımız evrensellik
Moliere bununla ilgilenmiş görünmüyordu.
ve idealistlik olmalı. Duygu tercümesi değil,
Hugo, Zola’ya hak verdiğini göstermek için hızlı hızlı
yaptığımız şey akıl ve sağduyuyla insanların
başını öne arkaya salladı. Dosto:
ruhsal özelliklerini ele almak olmalı. Bunları
yaparken de belirli kurallara uymalı, yetkin
-
bir üsluba sahip olmalıyız.
eşikteki şaşkın bayan bu odaya baktığı vakit
bizim gördüğümüz şeyleri görmez. Biz eğer
Efendi! Bizim kuralımız kuralsızlıktır. Ro-
onu anlatacaksak, odaya onun gibi bakmalı-
mantizm ise edebiyatın liberalizmidir. Bı-
yız.
rakın bu toplumun üst kısmına hitap etme
Biraz sessizlik oldu. Zola mühim bir gerçekten
kaygısını. Bilirsiniz severim sizi. Bizler gün-
bahsedecek gibi kaşlarını çattı:
delik yaşamın toplumuna inmeli, hayatı tüm
zıtlıklarıyla birlikte anlatmalıyız. Kimsenin
-
Hayatı bütün yönleriyle ve olduğu gibi ak-
farkına varamadığı duyguları biz okumalıyız.
tarmalıyız. Sadece kahramanın bakış açısıyla
İşte şurada, karşımızda dikilip duran bayanın
kısıtlayamayız kendimizi. Ayrıca kahraman-
gözlerinden nasıl bir duygu karmaşası içinde
ların da portrelerini en ince ayrıntısına kadar
olduğunu okumalıyız.
işlemeliyiz. İnsanın çevresi ve bu çevrenin
insana etkisi bizi doğru çıkarımlara götürür.
Dosto oturduğu yerde dikleşti:
-
Fakat gerçekleri, anlattığımız kahramanından
gözünden görmeli ve göstermeliyiz. Mesela,
Hugo homurdanarak:
-
Gözlem ve tasvir hayati meselelerdir. Bir sa-
Moliere yine kolları havada, şaşkın bakışla-
Duyguları okumak bizim işimiz değil. Bu dü-
rıyla itiraz etti:
şüncenize şiddetle karşı çıkıyorum. Biz top-
23
Küllük Dergisi
-
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Fiziksel ve sosyal çevre mühim değildir çün-
-
kü bunlar değişkendir. Bizler değişmeyen
Artık başım dönüyordu.
insan tipleri oluşturup bunlar üzerinden eleştirimizi yapmalıyız. Mesela bu bayan bir ev
-
hanımı tipi olmalı; komşularıyla yapmacık
lunda dikiliyordum. Aman Allah’ım!
diği kibarlıkla içgüdüsel davranışları arasındaki uyumsuzluğu, sınıfsal memnuniyetsizli-
-
ğini anlatmalı fakat bunları yaparken eşi ve
kadar dikileceğiz kapıda?
Zola gözlerini devirdi:
Kapının önünden çekildim. Oğlum ve üç ar-
Bakın beyler, insan kişiliğini anlatabilmek
kadaşı içeri girdi. Arkadaşlarından birinin saçları kı-
için soya çekim yasaları ve toplum bilimi var.
vırcıktı.
Olguları saptayıp yazmak yeterli değil. Nasıl
olabilir ki? Kişilerin iç dünyalarını, duygusal
ve toplumsal olguları bir dizi deneyden geçirmeliyiz. Toplum laboratuar, insan deney
konusu ve sanatçı bilgindir. Determinizm geçerli ve önemlidir.
Hugo’nun yakasında peygamber çiçeği mi
vardı? Dosto heyecanlanmışa benziyordu, rahatça
oturmayı bırakmış dizlerinin üzerine dikelmişti:
Şaheserler basit konular üzerindeki önemsiz
ayrıntılardan meydana gelir!
Bunun konuyla ilgisi vardı? Peşinden Zola
işaret parmağını havada sallayarak:
-
Yaşamın tüm acı ve kaba yanları ortaya çıkmalı!
Dosto ayağa kalktı, odanın orta yerinde hay-
kırdı:
-
Zili çalan siz miydiniz?
Anne bizimle dalga mı geçiyorsun? Daha ne
evini araya katmamalıyız.
-
Anne, sana diyorum! İyi misin, ne oluyor?
Evin dış kapısının eşiğinde, bir elim kapı ko-
ilişkilerini, toplumsal davranışların gerektir-
-
Bir kütüphane, bir inancın işaretidir bayan.
Napolyonlar ve bitler!
Hugo gözlerini kısıp bir parmağıyla kitaplığı
göstererek:
24
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
TANRIYLA SÖYLEŞİLER
Harfler sıralanır durmaz şimdi. Ardında bir yığın kelime bırakarak. Cümlelere kelimeleri adak diye
sunarak. Kelimeleri de çalmadık mı zaten Adem’den
bu yana. Varlığa bir bavul dolusu övgü yağdırmak
adına. Adına siz ne derseniz artık: Varlıklar, var’ın
altındakiler, var kadar yok sayılanlar. Yok yok diyip yok olanlarla beraber. Zaten hep bir vardan yok
devşirmedik mi? Bazen var’ın ve yokun üstündekini
yok sayarak. Yok saymak için bir var lazım elbette. Harfler sıralanıyor yine kelimeleri ardında bırakarak.
Bırakamadıklarımız kadar kolay yazılmıyor, yazıldığı
kadar kolay bırakılmıyor.
Bağıracak biri şimdi. Susun sus. Ve elbet bir
sus için bir ses gerekecek. Ses ademden kalma. Vardan olma. Harften doğma.
Yazıyor yazıyor. Elimize tutuşturulan kelamları kâğıda esir bırakarak. Baktıklarını var sayarak.
Göremediklerini inkâra kalkarak.
Yazıyor yazıyor. Puntosuna karartılar yüklenen, renklere ihanet eden, siyah beyaz, belki yalan kadar yol alamayan, bir çobanın mumunu yatsıya kadar sönük tutan. Güneş kadar doğru ya da gerçek, su gibi
mesela. Karanlıklara ihtiyaç var aydınlıkları anlama
adına.
Bağırıyor biri, duy’duklarım nerde? Ve hep
duy’urma niyetinde birilerine. Duy’duklarına inat
baktıklarını yazanlar elbet hissettiklerine yabancı kalacaklar. Toprak kokusuna adadıklarımız nerde? Peki
ya hayatı başkalaştıran aşk?
Ozan Salmış
Göremedikçe hep var olacak kalak. Denilecek yoklar
bu kadar var var’ken, yokları söylemek için.
Bir var lazım, varsın bunlarda kaybolsun bakışın yokluğunda. Güneş doğuyor, elbet bir karanlık lazım.
Kazanmak var kaybedenle. Sahi savaşın hiç kazananı
olmadı.
Ama anlamak için de anlam lazım. Gerçi savaşın da bir anlamı hiç olmadı. Ne diyorduk yokunu
var eden bir var var. Elbet varlık sahası terk eylendiğinde bir yokluk dönecek, yokluk hep bir var’dan
devşirilmedi mi zaten. Yok’luğun ötesinde toprak
gizeminden de var çıkacak, varın ve yokun üstünde. Şiiri var eden sese, sesi dönüştüren kaleme, kalemi yok eden ateşe. Ağaçlardan kalem yapana, ağaçlardan kağıt devşirenlere. Kalemi kâğıda
dökenlere. Ateşin oğlu oduna. Topraktan gelen ağaca,
yokluktan var olan toprağa. Ve var’dan olan bir varlığa. Tanrı ateşi yarattı, biz ise bulduk. Bulduklarımızla baktıklarımızı yaktık. Önce ağacı sonra kağıdı.
Ardından da bir kalemi, kalemin hikâyesini ve hikâyenin hiçliği.
Bizler var edilenlerle hep var’ı yok etmedik
mi, var’lığını hiçe sayarak?
Hey yabancı nereye öyle?
Hadi var’alım senle bir yere.
Baktıklarının gölgesinde kaybolacak. Baktıkça kaybolacak göremediklerimiz. Yok olacak.
25
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Su Davası
Deniz Melek
Kâğıtların, en iyi kalplerden bile temiz olduğuna inanarak Tek adım geri sektim (yazmak namlusu elin)
başlayalım)
Hala burnumda kokusu, iki kaşımın arasında çarpışan trenlerin.
< Bana bu sayfa kadar temiz bir kalp ayırdığın için...
Yazmak şimdi namusu elin, yazmak mahremi kalbin > - Unuttum
Hatırlayarak tekrar, bir kâğıt kesiğini
- Gittin
< Bana bu sayfa kadar bomboş bir ifade bıraktığın için... Hatırlayarak; çatalıma gayretle dizmişken hepsini
Yazmak şimdi namlusu elin, yazmak merhemi kalbin > Sıyrılıp kaçan o son makarna tanesini.
- Gittin
Küçükken makarnalar giderdi
- Yağmurlar yağdırdım
Ve yine en çok makarnayı severdik, domatesli.
Sayfalar dolusu hem de
- Gittin
Sayfalar dolu su!
- Yağmurlar yağdırdım
Kaç şairi boğdum kendi
yağmur şiirlerinde, şiirden
öldüler.
Sayfalar dolusu soru
Herkesin sorduğu soru şu/
su
Ve seni de, bir kâğıt
kesiğini hatırlayarak
unuttum.
Peşinden yağan yağmurlardı merak konusu/konu şu:
- Unutamadım
Bu artık bir su davasıdır.
Tehlikeli bir sevincin vardı.
Hem hayalsin sen, gerçekliği olmayan seni ancak su
temizler. Sen bilmezsin, ben görürdüm.
Göz bebeklerinin karanlığından eş zamanlı yola çıkan iki Nem var benim zaten, bir deniz vurulmayı nasıl söyler
tren
Sonsuza kadar birbirine paralel gidecekmiş gibi istikrarlı. Tek adım geri sektim (yazmak namlusu denizin)
26
Küllük Dergisi
Hala burnumda kokusu, gözlerinde suladığın çimenlerin.
- Gittin
- Geldiğin gibi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Sayfalar dolusu hem de
Sayfalar, dolu
Kaç şair köşe demiş şunun şurasında
Umutlu bir gidişin vardı.
Kıyısından köşesinden tutup tutuştururum ‘köşe’yi
yazımın ‘orta’sına:
Sen bilirdin, ben göremezdim.
‘’...
Çünkü yağmurlar yağdırırken ben
Ve o sevdiğim (gözlerindeki) çimen kokusunu içime
çekerken
Gözlerime pembe panjurlar inerdi (ne pembeyi, ne
panjuru severim oysaki)
Tek adım geri sektim (yazmak namlusu elin)
Hala burnumda kokusu, gün yanığı bir rengin.
- Unutamadım
Heybetsiz, ürkek bir şair yürüyüşün vardı.
Fikir kamburun ve dirseğine kadar çektiğin kazağın.
Sen bilmezsin, ben görürdüm.
Üç saniye görümlüğüne üç kıta şiir fetholunurdu.
Kaç serbest şair doğurdum kıtaları uzatan, yollarda
öldüler.
Görürdüm, garip yürürdün, koridorlar boyu
Kazağının kollarını, belirginleşen damarlarınca sürerdin aşağı
Parmak uçlarına doğru
Kâğıdın çekilirdi ruhu köşelerine doğru
Her kâğıt bu yüzden midir
ki -köşelerinden tutuşturulurdu
Hala burnumda kokusu
Su davası bu
Can kokusu
Yağmurdan kaçarken, dolu
Taşların ortasında Leylanın gözleri
Leyla köşe köşe göz göz şiirin ortasında
Ben Leylayı bulduğumdan yahut kaybettiğimden
beri
Leyla ya o adamın bardağında ya o dağın ortasında
...’’
Leyla
Bu artık bir su davasıdır
Ve son yağmur yağana kadar
Bu yazı ortada kalacaktır
Sonrası köşe
Sonrası tutuşmak
Sonrası YANMIŞIZ
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Kalbin Türküsü
Derin bir nefes alıp onu salıvermeden
başlamak istedim kalemimi oynatmaya. Hayır,
hevesim geçmez; ancak ferah bir nefesi sevdiğim
gibi severim yazmayı. Şimdi kalktım geldim rüyalar
aleminden hülyalar dünyasına. Güzel bir rüya
esintisi gibi olmaz belki ama hoş bir tebessüm tadı
ve cılız ışığımın selamıyla...
Nazlı Deveci
bütün bunların ardından sadece gözyaşı kalır. O eski
halimizden eser yoktur, ıstırap içinde yorgunuzdur.
Gelmez, bilmez, görmez artık; vicdansız da olur
yalancı da, eski bir gömlek gibi olur eski sevgili.
Artık sevmemeye ant içmişizdir. Batsın bu
dünya diye haykırsak da, bitsin artık bu çile diye
dua etsek de, yıkılmadım ayaktayım deriz soranlara.
Bir arada olabilmek ne mümkün bir arada olabilmek
imkansızdır artık. Eller bomboş kalır, yürekler
sızlamaktadır. Geri dönmez, imkansız der ama
bekleriz bile bile. Çünkü böyle ayrılık olmaz, böyle
yarım kalınmaz.
Yaşadığımız alem bazen burnumuzda çiçek
kokusuyla uyandığımız güzel bir rüya bahşeder
bize, bulutların üzerine çıkaran duygular, insanlar...
Bazen de o rüyanın sonunda yüz yüze geldiğimiz
gerçekler gibi buruk bir acılık bırakır damağımızda.
Hatta bazen art arda dikilir karşımıza bu hisler
karmaşası, bu duygular savaşı...
Ah bu şarkıların gözü kör olsun değil mi,
nasıl inandırıyor nasıl da özendiriyor insanı.
Neden peki? O zaman diliminde başımıza
ne gelir? Neden yarım kalır, yarım bırakırız? Neden
terkeder, terkediliriz? O çok iyi de siz kötü müsünüz
yine yoksa? Yoksa ayrı dünyaların insanları
mıymışsınız meğer?
Hani sadece sevgi isterdik, yeter ki sev yeter
ki inan derdik? Hani sevgi anlaşmak değildi nedensiz
de sevilirdi? Sevgi emekti hani...
Sevgiler sunar, sevdalar anlatır da sonra ne
olur biter hikaye, neden gideriz? Korku mu? Ne diye
korkarız sevmekten, sevilmekten? Midemizdeki kramplar, karnımızda uçuşan
kelebekler -hani bilirsiniz düşmez dilimizdenkahkalarımıza sırtını dönüp gururumuzla bir olur
canımızı yakar yahut bir hayal kırıkılığına yenilir.
Sevda bizim şarkılardan, türkülerden
çıkardığımız manâda değil mi artık, yoksa vakti mi
geçti, aşina olduğumuz bestelerin yazıldığı yerde mi
kaldı; yazanlar yazdıranlar, söyleyen söyletenler?
Sevgi gerçekten bir türkü gibi hislendirip de birden
bitebiliyor mu? Kimlere yazıldı bu dizeler o vakit,
hangi sevgililere, hangi sevgilere?
Nedense birden değişiriz düştüğümüz
vakit; şiirlerde şarkılarda yaşar, hayata küser hayale
dalarız. Demir atarız yalnızlığa bir hasret denizinde.
Güneşimizi kaybederiz sanki. Anılar şimdi gözlerde
canlanır, anılar ağlatırlar. Faydalar faydasız,
imkanlar imkansızdır, gönül avunmaz. Aşk biter,
Ne girdi araya, kim çaldı hevesimizi, kim
28
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
söndürdü ışıkları?
Yolumuzu
aydınlattığını
söylediğimiz,
nicelerini vaadettiğimiz gülüşlere nasıl gölge düşürür
olduk? Ne zamandır bize açılan gönüle sırt çeviririz?
Sevgisini ilmek ilmek dokuyanlara, yollarla
ahbap olanlara, sevenlere tertemiz, sevilenlere
çıkarsız; ne oldu?
Sevmek mecbur değil elbette. Sevmek
kendiliğinden olur, gönül razı gelmezse tüm rızalar
hükümsüz, iltifatlar mübalağa, vaadler anlamsız, koca
bir sevda sunsan ancak yük omuzda...
Ancak bilmeli ki yalnızca sözler söz vermez.
Gözler, eller, gülüşler, tavırlar da sözler verir.
Sevilenin gözü ilişse yadigâr kalır. Akla düşer, kalbe
yerleşir. Muhabbetler, gülüşler, bakışlar hediye eder,
sonra da gider, belki inkar eder. Oysa ya gelmeli ya
gitmeli, değil mi?
Sevilen sevene özlemle anımsanacak hatıralar
bırakmamalı, ona kucak dolusu armağan vermemeli
ya da vermişse bir kere, geri almamalı. Çünkü zaman
değil ki geçsin sevgisi. Çünkü bildiklerini unutur
insan, sevdiklerini değil ki. Çünkü kalbin türküsü
bitmez; ya çoşkulu bir şarkıya dönüşür ya da yas
kokan bir ağıda yol alır.
Anlamak mühim değil, sorulara yanıt
bulmaya çabalamak manâsız... Zaten asıl olan manâ
değil, asıl olan... Kim bilir asıl olanı; yanan mı yakan
mı yoksa?
Bilen, duyan, sırrı çözen varsa ne iyi, ne
alâ...
29
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Lili’den Liliyar’a
Mustan Koçer
Lili, 1953 yapımı bir Fransız filmi; Türkçe’ye
Karnaval Kızı olarak çevrilmiş. Ve bu yapım Sezai
Karakoç’un Liliyar şiirini yazmasına vesile olmuş.
Nurullah Genç de Lili adında bir şiir yazmış fakat
filmden bağımsız olarak sadece Lili ismini kullanmış.
garsonluk deneyiminde kaybeden ve oyun dışı kalan
Lili’ye patronu Bay Corvier kapıyı göstermiştir.
Karnavaldan ayrılmak için yola koyulan Lili’nin bavuluyla karnaval alanının kapısına yaklaştığı
esnada kuklalar konuşmaya başlar. Arkasını dönüp
kuklalara yaklaşır. Kuklalar her şeyi bilircesine konuşuyordur ve Lili o kuklaların gerçekliğine inanmıştır.
Onlarla konuşmaya başlar. Kuklalarla Lili’nin konuşması bittiğinde bir alkış tufanı kopar, dinleyenlerden
ücretleri alınır. Hâsılat iyidir. Paul Lili’ye karşı hislerini doğrudan söyleyememekte, kuklalar üzerinden anlatmaktadır. Ancak Lili o denli saftır ki Sinirli Adam’ı fark edememiş ve kuklaların gerçekliğine
inanmış, kuklaları dost bilmiştir.
Film Cabaret de Paris adındaki karnavalda
geçiyor. Lili’nin bu karnavalla tanışmasıysa babasının
vefat ederken ona Bay Godet’in adresini vermesi üzerine gerçekleşir. Kimsesi olmayan ve Bay Godet’in fırınında çalışmayı düşünen Lili adresteki fırına gelir ve
acı gerçeği öğrenir. Bay Godet de bir ay önce hayata
veda etmiştir.
Kimseyi tanımadığı bu şehirde bir başına
kalan Lili, Cabaret de Paris’in illüzyonisti Marc’la
tanışır burada ve saflığın timsali kız Marc’a âşık
olur. Marc ve karnavalda kukla gösterisi yapan Paul
Berthalet, Lili’yle birlikte karnavala ulaşırlar. Paul
Berthalet “Sinirli Adam” olarak bilinmektedir. Böyle çağrılması; savaş öncesi yıllarda karnavalda dans
gösterileri yaparken, savaşta ayağından yaralanması
sonucu dans etme yetisini kaybetmesine ve daha pasif bir iş olan kukla oynatmak için perdenin arkasına
itilmesine dayanır. Bu durum kendisine ağır gelince,
Paul sürekli alkol tüketmeye ve çevresine karşı agresif tavırlar sergilemeye başlamıştır.
Bu kuklaların, kukla olmadığı besbelli
Ne söyledilerse tıpa tıpına gerçek besbelli
Altın saçlarını yana atışı yok mu Lili’nin,
Lili’nin yağdan kıl çekercesine inanışı Lili’nin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu
Kuklalar titremesin ne yapsın
Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın
Kuklaların kukla olmadığı besbelli
Lili’nin çekip gideceği besbelli
Lili’nin dönüp geleceği besbelli
Marc, illüzyon gösterisi yaptığı salondaki
restoranın sahibi Bay Corvier’le konuşur ve kahramanımıza iş imkanı sağlar. Marc’ın illüzyon gösterisi
yaptığı restoranda Lili de garsonluk yapacaktır. Ancak Lili, illüzyon gösterisinin gerçekliğine o kadar
inanmıştır ki gözlerini alamaz aşık olduğu adamdan.
Lili her şeyden habersizdir, doğaçlama gelişen diyalog karnavala gelen insanlarda ilgi uyandırmıştır ve Lili de kukla gösterisine ortak edilmiştir.
Her akşam aynı elbisesiyle kuklaların karşısına geçecek, hiçbir ön hazırlık olmadan kuklalarla muhabbet
edecektir. İşler iyi gitmektedir. Kendisi de para kazanmaktadır.
İnce, narin ve saf bir kız olan lili, illüzyoniste âşıktır ancak Paul Berthalet de O’na âşıktır. İlk
30
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili Sen istesen de taş yürekli olamazsın Sen daima güzeller güzeli olursun Lili Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü Sen daima sultanlar sultanı olursun Lili Demek sen gidiyorsun Lili Bizi öpmeden mi gideceksin Lili Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris’nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allah’ınsa Lili de o kadar Allah’ın
Lili
Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdar’dan geçer iken bulduğun mendil
O masum kız Marc’ı hâlâ çok sevmekte, buna
karşın kukla gösterisini yapan Paul Berthalet ise buna
dayanamamakta ve Lili’yi arzulamaktadır. Marc sirkte dans gösterisi yapan Rosalie ile evlidir ancak bunu
bilen Paul’la birlikte bir kaç kişi vardır. Kuklaların
arkasında söylemek istediği her şeyi söylemektedir
Paul. Ne var ki Lili bu sözlerin kuklalara ait olduğuna
inanmakta maskelerin ardındakini görememektedir.
Ve Lili Paul Berthalet’in öfkeli tavırlarından dolayı
kendisinden nefret ettiği yanılgısına kapılmaktadır.
Yol boyunca kukla karakterleri gelir aklına
Lili’nin ve hepsinin yüzü bir anda Paul Berthalet’e
döner. Bu zamana kadar dinlediği her şey Paul Berthalet’in sözleridir nitekim. Lili geri döner sonra. Koşarak geri döner. Paul Berthalet karavanın kapısından
koşarak çıkar o anda. Ve sarılırlar birbirlerine. Film
burada biter.
Ne var ki bir gün
kukla gösterisi esnasında
Lili kuklaların arkasındaki
adamı hatırlar. Bu sözlerin
ona ait olduğunu anlar. Saf,
temiz, nazenin kız kendisini
çok seven bu adamı fark eder.
Ancak kızgındır Paul’a. Kuklaların arkasındaki perdeleri
açar ve Sinirli Adam’a tokat
atar. Koşarak uzaklaşır karnavaldan. Sezai Karakoç’u
etkilediğini
düşündüğüm
kısım da Paul’un halidir. Rivayet odur ki Sezai Karakoç
üniversite yıllarında sevdiği
kadına şiirler yazar ve bu şiirleri sevdiği insanın paltosunun cebine (Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürk)
bırakır. Şiirler imzasızdır ancak aynı kadını seven bir
başka şair yazdığı şiirleri elden teslim eder. Sezai Karakoç da konuşmamıştır sevdiği kadınla.
Lili’nin güneşin altında
duruşu yok mu Perdeleri sıyırıp çirkin
adamı burnundan yakalayışı yok mu Eline bavulunu alışı
yollara koyuluşu yok
mu Çirkin adamın güzel
adam oluşu yok mu Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı Uzaklaşıp yollarda yol
oluşu yok mu Lili’nin bir tavşan gibi
koşuşu Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok
mu Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı Lili’nin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı
yok mu Ben konuşmasını bilmem Lili...
Şiirde filmden en bağımsız olan mısralar da
buradadır:
31
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
KÜLLÜK KİTAPLIĞI
Bir Arayışın
Hikâyesi, NUR
Her sene bahar mevsimi yaklaştığı vakitlerde yayınladığı hikâyelerle insanın içinde bahçe
yeşertme isteği uyandıran yazar Mustafa Kutlu’nun
son kitabı ‘’Nur’’ geçtiğimiz ocak yayında okuyucularla buluştu. Kitapta bazen Kadırga’nın yokuşlarındaki eski zaman İstanbul’dan manzaralar seyrediyor, bazen Üsküdar’daki bir çay bahçesinden
boğaza selam çakıyor, bazen de Konya’nın ücra bir
köşesindeki tekkede gerçekleşen tasavvuf sohbetlerine şahit oluyoruz.
Hikâyeye gelirsek,
ismi mesleğine yansımış,
mahallesinin beyefendi delikanlısı Sinan’ın yolu bir
cami bahçesinde manevi
bir arayış içerisinde olan
Nur’la kesişir. Aslında burada kesişen sadece yolları
değil kaderleridir de. Sinan,
Nur’un elinden tutup onu,
aramakla bulunmayan fakat
bulanların da ancak arayanların olduğu hakikate
götürecek, Nur ise sadece Sinan’ın değil, ailesinin
ve mahallesinin de çehresini aydınlatacaktır.
33
Her iki kahramanımızın mesleğinin de mimarlık olması kitabın içerisine şehirleşme ve mimari eleştirilerinin serpilmesini kaçınılmaz kılıyor.
Sinan, ofisinde okuduğu bir dergide rastladığı röportajı özelde Nur ile genelde ise tüm okuyucuyla paylaşıyor. Aynen aktarılan röportaj geçtiğimiz
senelerde kaybettiğimiz bilge mimar Turgut Cansever’in dudaklarından dökülmüş gibi. Betonarme
yapıların insan sağlığına etkisi ve
müstakil ahşap evlerin avantajları gibi kritik konulara getirilen
yorumlar ve TOKİ’ye yöneltilen
eleştiriler son derece yerinde görünmekte.
Manevi açlığını dindirmek isteyen Nur’un başvurduğu
yollar ve Sinan’ın ona sunduğu
çözüm önerileri sanki benzer
sancıları yaşayan günümüz insanlara da gösterilmiş bir yol haritası. Öyle ki hem bu yolun teknik kısmı hem de başvurulması
gereken bazı temel eserler Nur’un onları okuduğu
gerekçesiyle okuyucuyla paylaşılıyor. Bir anlamda
Kutlu bize bu büyük yangınlar çağında acil çıkış
kapısını göstermekte.
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Yolcusunu Bekleyen
Gemi
ları on dokuz eser ile gönülleri aydınlatmıştır. Yazdığı eserler hem tasavvufun genel prensiplerini bütün
vuzûhuyla açıklaması, hem Halvetiyye’nin esaslarını
belirlemesi hem de zengin bir edebî geleneğe sahip
olan tasavvuf kültürünün oluşması bakımından çok
mühimdir. O’nun eserleri birçok sûfînin ve edibin
gönlüne ilham kaynağı olmuştur.
Zaman ve mekân kavramlarından bağımsız olan
hakikatin ezelî ve ebedî varlığı ehlince malumdur.
Aynı kaynaktan beslenen, ışığını aynı mumdan ve
kokusunu aynı gülden alan yanık gönüller yüzyıllar
boyunca bu hakikat şarkısını farklı makamlarla
terennüm etmişler ve yanmaya hazır gönülleri bu
şarkıyla tutuşturmuşlardır. En veciz ifadesini Yûnus’un “Gönüller yapmaya geldim.” mısrasında bulan
bu aşk ve irfan hareketi hem gönülleri mamur etmiş,
hem de elinin eriştiği toplumları bu tavırla yoğurmuştur.
Modern zaman insanları olarak bizler, Hz.
Pîr’in yaktığı çerâğı gören ve O›ndan aldığı ilham
ile divitini hokkasına bandıran bir edibe ile tanışıyoruz. H Yayınları’ndan çıkan ve Firdevs Kapusızoğlu
imzasını taşıyan “Bin Gemiye” isimli kitapta hakikatin sesini bu sefer de roman
makâmında duyuyoruz. Romanda Gevher ve Cihan etrafında dönen aşk hâlesi Yahyâ
Şirvânî ve dervişânına uzanıyor. Özlemini duyduğumuz,
gözlerimizde tüten aşk, irfan
ve muhabbet meclisini Bin
Gemiye’de buluyor; kökleri
ezel bezmine uzanan ve meyvelerinin ebede kadar yetişeceği muhakkak olan hakikat
şeceresinin geleceği hakkında beslediğimiz ümitleri bir
kez daha tazeliyoruz...
Halvetî büyüklerinden
Yahyâ Şirvânî, Bakü’de yaktığı çerâğ ile hesaba gelmez
coğrafyaları aydınlatan bir
yanık gönüldür. Yetiştirdiği
üç yüz altmış halifeyi diyâr-ı
Hind’den diyâr-ı Rum’a, Mısır’a ve Hicaz’a kadar farklı
kültür çevrelerine göndermiş
ve bu hulefâ Hz. Pîr’den aldığı ışık ile gittikleri yerlerde gönüller yapmışlardır.
Öyle söylenebilir ki Halvetîlik Yahyâ Şirvânî›nin nefesi
ile neşv ü nemâ bulmuştur.
Pîr Yahyâ Şirvânî
sadece aksiyoner tavrıyla değil, entelektüel kimliğiyle de yıldızlaşan bir erendir.
Mehmet Rıhtım’ın tespitlerine göre te’lif buyurduk-
34
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz

Benzer belgeler

küllük - Edebiyat Türkiye

küllük - Edebiyat Türkiye Recep ALPTEKİN Köle..................................................................15 S. Melik KAYA Garip...............................................................15 Muhammed Bâkır Köse Seki...

Detaylı