küllük - Edebiyat Türkiye

Transkript

küllük - Edebiyat Türkiye
İÇİNDEKİLER
Küllük Kahvehanesi........................................1
Beşir AYVAZOĞLU
Hazine Yolunda...............................................4
Recep ALPTEKİN
Çeviri Eserlerde İsimlendirme.....................7
Mustafa TAŞKIN
Mor Atkı............................................................9
Kübra TAŞKIRAN
Eskimeyen Gün................................................13
Murat Umut SAKALLI
Solipsizm Hakkında Kısa Bir Yazı...............14
Fatih CAN
Divan Edebiyatında Çiçekler........................15
Muhammed Bâkır KÖSE
Dök Şu Şarabı..................................................20
Ozan SALMIŞ
Ebabil Kanadı..................................................21
Yasin YILMAZ
Jülide..................................................................22
Cemre BEDİR
Şiir Değil...........................................................23
Hatice Büşra BENLİ
Üsküdarın Ezanları.........................................23
Muhammed Bâkır Köse
Gün Yanığı........................................................24
Deniz MELEK
Aşk Kaç Kişiliktir-II........................................25
Yılmaz ODABAŞI
Edebiyattan Ne Haber....................................29
The Purge..........................................................30
Ayşe Merve ER
Küllük Kitaplığı..............................................33
Genel Yayın Yönetmeni:
Muhammed Bâkır KÖSE
Yazı İşleri Müdürü:
Mustafa TAŞKIN
Genel Koordinatör:
Ozan SALMIŞ
Yayın Kurulu:
Recep ALPTEKİN
Kübra TAŞKIRAN
Ozan SALMIŞ
Mustafa TAŞKIN
Muhammed Bâkır KÖSE
Tasarım:
Tuba KAPUSIZOĞLU
İletişim:
[email protected]
Bu dergi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin
akademik dönem boyunca çıkardığı edebiyat dergisidir.
Edebiyatın büyülü dünyasından merhaba...
Henüz ilk sayının heyecanı tazeliğini yitirmeden
yeni bir sayı ile huzur’dayız. Aramıza yeni katılan
arkadaşlarla, daha gelişmiş ve genişlemiş bir halde
karşınızdayız.
Bu sayımızda, kıymetli edebiyatçı Beşir Ayvazoğlu
“Küllük Kahvesi” isimli yazısıyla, sık sık duyduğumuz, “Neden Küllük?” sorusuna şümullü cevaplar
veriyor ve bir vefa kurumu niteliği de taşıyan dergimizin ismini aldığı Küllük Kıraathanesi’ni oldukça
doyurucu bilgilerle açıklıyor. Yine bu sayımızda
kıymetli şair Memduh Cumhur iki rubâî ve iki kıt’ası
ile konuğumuz oluyor. Ayrıca bizi kırmayarak yazı
gönderen Yılmaz Odabaşı’nın “Aşk Kaç Kişiliktir”
isimli yazısının ikinci kısmını bu sayımızda bulabileceksiniz.
Recep Alptekin, çok okunan bir kitabın, Simyacı’nın,
doğunun güneşi Mesnevî ile münasebetini titiz bir
çalışmayla izah ediyor. Mustafa Taşkın, öteden beri
tartışılagelen, yabancı romanların Türkçe’ye çevirisinde yaşanan sıkıntıları, özellikle isim sıkıntısını
irdeliyor. Murat Umut Sakallı, dimağlarda hoş tatlar
bırakan öyküsüyle, Fatih Can ise felsefî derinliğiyle
ön plana çıkan bir öyküsüyle bu sayıda aramızdalar.
Kübra Taşkıran ise, ilk sayımızda oldukça beğeni
toplayan öykülerinin devamı olarak kendine has üslubuyla, yine zevkle okunacak bir öykü kaleme aldı.
Divan şiirinde çiçeklerin nasıl işlendiğini, şairlerin
hayal dünyalarında nasıl yankı bulduğunu Muhammed Bâkır Köse’nin yazısında bulabileceksiniz.
Deniz Melek mensur şiir tadındaki yazısıyla, Ayşe
Merve Er ise bir sinema eleştirisi ve tahliliyle bu
sayıda karşınızda.
Ozan Salmış, Yasin Yılmaz, Cemre Bedir, Hatice Büşra Benli ve Muhammed Bâkır Köse ikinci
sayımızın şairleri...
Önümüzdeki sayıda görüşmek ümidiyle...
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
K
öğle yemeklerini yiyenler, çay ve kahvelerini burada
içerken o gün gözden geçirilen gazete, dergi ve kitaplardan söz ederlermiş.
ÜLLÜK
AHVEHANESİ
Elbette Küllük Kahvesi’nin nargile tiryakisi müdavimlerinin yanı sıra, tavla ve domino gibi
oyunlara meraklı müşterilerinin bulunduğunu
da unutmamak gerekir. Daha da önemlisi, Küllük
bir buluşma merkezidir, randevular burada verilir. Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı romanında, Ferid, kendisi için üç lira borç
para bulacak sosyalist arkadaşı Saim’le Küllük’te
buluşmuştur.
Beşir AYVAZOĞLU
Bayezid Camii civarında, Kanuni devrinden beri kahvehanelerin bulunduğu biliniyor. Bu
bakımdan, gerek Küllük Kahvesi, gerekse 1930’ların sonuna kadar Bayezid Medresesi çevresindeki
sıra kahveler, meydanda aynı zamanda bir sürekliliği ifade eder. Ancak Küllük Kahvesi’nin kültür ve
edebiyat dünyamıza mal olması, Harbiye NezareKemal Tahir’in Yol Ayrımı’nda da 1930’ların
ti’nin 1923 yılında Darülfünun’a tahsis edilmesinKüllük’ünün hoş bir tasviri vardır: “Saray Şoforu”
den sonradır. 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra
Çorumlu Dadal, gazeteci hemşerisi Selim’e o gündavet edilen hocaların rağbet göstermeleri Küllük
lerde kurulmak üzere olan Serbest Fırka hakkınKahvesi’ne özel bir itibar kazandırır. Çınaraltı da
sevilen bir mekân olmakla beraber, KülKüllük Kahvesi’nin da bilgi vermek için Küllük Kahvesi’ne
gelir: Cami duvarı dibindeki kahve yülük’ün gölgesinde kalmıştır. Üniversite
kültür ve edebiyat
hocalarının, şair, yazar ve gazetecilerin
dünyamıza mal ol- künü tutmuştur. Şurada tavlaya kapanbuluşup sohbet ettikleri, her türlü fikrin
ması, Harbiye Neza- mış tavlacılar cehar atıp şeş oynarken,
reti’nin 1923 yılında beride kumarcı takımı pastıra, cimdalserbestçe tartışılabildiği Küllük, İstanbul
Darülfünun’a tahsis lı, altmışaltı, piket, prafa veya dört başlı
Üniversitesi, Sahaflar Çarşısı, Beyazıt
Devlet Kütüphanesi ve Belediye Kütüpha- edilmesinden sonra- dominoya yumulmuştur. Kahveci yanaşdır.
maları fırıldak gibi dönüp yel gibi seyirnesi’nden ayrı düşünülemez.
terek hizmete sıvanmış, tepsileri havada
Küllük, üniversite öğrencileri ve kütüphaneuçurmaktadırlar. Dadal Efendi, gölgeye oturup “İzlerde çalışma yapanlar için ayrı bir anlam taşımakmir işi nargileyi ve de tavşankanı çayı söyleyim dertadır. Sabahleyin erkenden bu kahveye damlayıp,
ken” başka bir tanıdık gazetecinin, Murat Efendi’nin
yuvarlak demir masalarından birini seçer, gözleri
sesini duyar. Aynı romanın başka bir bölümünde,
üniversite kapısındaki saatlerde, çay ve simitle kahMurat’la Selim, Kapalıçarşı’dan çıktıktan sonra
valtı ederlermiş. Niyazi Akı’nın anlattığına göre,
öğretmen Ramiz Efendi’yle Küllük’te buluşurlar;
hiçbir zaman aynı vakti göstermeyen o iki saat, semeydan Sait Faik’in hikâyesinde olduğu gibi tenha
verek bakan iki göz gibi meydanda olup bitenleri
ve hava soğuktur. Bir tramvay, cama teneke sürülür
seyreder ve düzenli tiktaklarla bu anıları zamanın
gibi insanın içini kazıyarak geçer. Beyazıt Meydanı
birine kaydedermiş. Küllük, saatler dokuza yaklakarşılarında “ölü havuzu, yapraksız ağaçları, birkaç
şırken boşalmaya başlarmış, çünkü o vakitte müşteboyacı çocuğuyla, evet, hiçbir yere çıkarı olmayan
rilerinin bir kısmı derse, bir kısmı da kütüphanelere
bir mezbelelik gibi”dir.
gidermiş, Belediye ve Devlet kütüphanelerine yahut
Küllük, esas itibariyle bir açık hava kahveİstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’ne... Öğle
sidir; baharla birlikte şenlenir ve yaz günlerinde arı
vakti yeniden dolarmış Küllük: bitişikteki Emin
kovanı gibi işlerdi. Yedigün dergisinde yayımlanan
Efendi Lokantası’nda yahut daha ucuz aşevlerinde
1
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Asaf Halet Çelebi röportajındaki fotoğraflarda bu
şenlikli hava hissedilmektedir. Ne var ki soğuklar
bastırınca kahveye hüzünlü bir sessizlik ve inkıraz havası çökerdi. Tarık Buğra, Küllük’ün iki çeşit
müşterisinin bulunduğunu söyler; yazlık müşteriler
ve yaz kış bu kahveyi mekân tutanlar... Küllük’ün
hurda bir vagona benzeyen salaşına kapanarak kışı
geçirenler, daha çok pansiyonlarda ve medrese odalarında barınan üniversite öğrencileridir; varı yoğu
bir şilte ile bir bavul ve üç beş kitap olan odalarından
daha gün kendini bulmadan fırlar, şehrin her yönünden Küllük’e dökülürler. Yazlık müşteriler onların nazarında “Kırlangıç”lardır; vefasız kırlangıçlar
atkestaneleri daha güzelim yapraklarını dökmeden
Şehzadebaşı ve Aksaray kahvelerine göç ediverirler.
Cemil, Neyzen Tevfik, Ercüment Ekrem Talû, Agâh
Sırrı Levend, Muhsin Ertuğrul, Abdülhak Hamid
Küllük’ün 1930’lardaki ünlü müdavimlerinin
kimler olduğunu Sıtkı Akozan sayesinde biliyoruz.
O yıllarda Edebiyat Fakültesi Başkâtibi olan bu Kayserili şairin:
Sanmayın âvare bülbüller gibi güllükteyiz
Biz yanık bir kor gibi akşam sabah Küllük’teyiz
Tarhan, Yahya Kemal, Midhat Cemal Kuntay, Faruk
Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl Kısakürek, Yusuf Ziya
Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Ahmet Muhip Dıranas,
Halit Fahri Ozansoy, Burhan Felek, Hakkı Süha
Gezgin, Reşat Ekrem Koçu, Enver Ziya Karal, Sabahattin Eyüboğlu, Sabri Esat Siyavuşgil...
beytiyle başlayan ve 1936 yılında yayımlanan manzum Küllüknâme’sinin mukaddimesinde bu kahvenin “Muallimler Bahçesi” ve “Akademi” diye anıldığından söz edilir. Sıtkı Bey’in beyitler halinde
yazdığı ve her beytinde bir veya iki kişinin en belirgin özelliklerini ustalıkla tarif ettiği Meydan zamanla bir kültür ve
Liste uzamasın diye en biliKüllük müdavimlerinin bazıları şun- üniversite muhitine dönüşünce, nenlerini kaydettiğim bu isimlerin
lardı:
profesöründen öğrencisine üni- XX. Yüzyıl başlarından itibaren Türversiteliler ve onlarla buluşup kiye’de ilim, kültür ve edebiyat hayaİbnülemin Mahmud Kemal
görüşmek isteyen yazarlar, şa- tının yöneldiği istikametleri belirleİnal, Mükrimin Halil Yinanç, Rıfkı
irler, gazeteciler vb. tarafından
yen isimler olduğu söylenebilir. Bu
Melul Meriç, Burhan Toprak, Hilmi
kullanılmaya başlanmıştı.
da Küllük Kahvesi’nin uzun yıllar her
Ziya Ülken, Peyami Safa, Sadettin
fikirden ilim adamını ve aydını bir
Nüzhet Ergun, Ferit Kam, Reşat Nuri Güntekin,
araya getiren, dünyada belki benzeri görülmemiş
Fuat Köprülü, Şemseddin Günaltay, Ömer Lütbir kulüp olduğunu göstermektedir. Müdavimler,
fi Barkan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Akdes Nimet
kendileriyle görüşmek isteyenlere burada randevu
Kurat, Sadri Ethem Ertem, Nurullah Ataç, Mesut
verirlerdi. Hasan İzzettin Dinamo, Yahya Kemal’le
2
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
ilk defa Küllük’te görüşmüş, Nurullah Ataç’ın da bulunduğu bu görüşmeyi Edebiyat Anıları’nda hikâye
etmiştir.
yarıp geçerken “Frenk muaşeret kitaplarındaki bir
kaide titizliğiyle ayağa kalkan zarif adamlar”dan
alaylı bir dille söz eder.
Bayezid Camii etrafındaki kahveler, muhtemelen namaz saatlerini bekleyenler için vakit
geçirecekleri mekânlar olarak oluşmuş, meydan
zamanla bir kültür ve üniversite muhitine dönüşünce, profesöründen öğrencisine üniversiteliler ve
Bedii Faik de hatıratında Küllük’ün
Demoktat Parti kurulduktan sonraki havasını tasvir eder. O yıllarda bazıları için okudukları fakültelerden bile daha önemli olan Küllük Kahvesi’nde
1946’dan sonra neredeyse sadece politika konuşulduğunu söyleyen ünlü gazetecinin anlattığına göre,
pişpirikçiler kâğıtlarını “Al bu da CHP’nin canına”
diye bağırarak masalara çarpmaya, bezikçiler videolarını “Celal Bayar için ikinci, üçüncü” diyerek
çekmeye başlamışlardır. Sohbet gruplarında ise
heyecanlı siyasi tartışmalar cereyan etmektedir. O
zamana kadar Edebiyat Fakültesi dedikodularını
Küllük’e taşıyan ve Abdülkadir Karahan’la Ahmet
Caferoğlu hakkında yazdığı ince hicivleri okuyan
Kasım Küfrevî bile birden değişmiştir; Karahan’dan
daha çok Şükrü Saraçoğlu’nu hicvetmekte, Caferoğlu hakkında konuşmak yerine doğuda Celal Bayar’a
desteğin nasıl çığ gibi büyüdüğünü anlatmaktadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar bile Küllük’te daha fazla
görünmeye başlamış, sohbetlerini yavaş yavaş edebiyat ve felsefeden politikaya kaydırmıştır.
Neyzen Tevfik’le de 1946’dan sonra Küllük’te sık sık karşılaştığını anlatan Bedii Faik, arada
bir hiç kimseye aldırmadan az ötedeki ağaçları ziyaret ederek mesanesini boşaltan bu tuhaf adamın
hemen her masaya teklifsizce yanaştığını, nereye
otursa gençler tarafından heyecanla karşılanıp siyasi konular açılarak coşturulduğunu söyledikten
sonra Küllük bahsini şöyle noktalar: “Nitekim aylar sonra 21 Temmuz 1946 seçimlerini İstanbul’da
ayarlayıp CHP lehine kanırtan Cevdet Kerim İncedayı için, ‘Rızık için Allah Kerim, fısk için Cevdet
Kerim” hicviye şimşeğini rahmetli ilk olarak Küllük’te çaktırmıştır.”
onlarla buluşup görüşmek isteyen yazarlar, şairler,
gazeteciler vb. tarafından kullanılmaya başlanmıştı.
Fakat Bayezid Camii asli görevlerini sürdürüyor ve
elbette civarda ölenlerin cenazeleri buradan uğurlanıyordu. Bu yüzden, türbe kapısının önündeki
kahvelerde, yani Küllük’te oturanlar sık sık ölüm
gerçeğiyle yüz yüze gelmek zorundaydılar. Necip Fazıl, “Küllük Akademiyası” başlıklı yazısında,
“İslâm cenazeleri” musalla taşına varabilmek için
“her cinsten, sınıftan, mezhepten, zevkten, kılıktan,
edadan” insanların bulunduğu kahve kalabalığını
3
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
HAZİNE YOLUNDA
terimlere sıkça rastlanıyor: mutluluğun gizi,
evrenin ruhu, evrensel dil gibi.
Recep ALPTEKİN
Kitabın hikayesi şöyle: Çoban Santiago, yüreğinin
sesini dinleyerek gezgin olmak isteyen, anne ve
babasının rahip olmasını istediği, kitaplara meraklı, yeni yerler görme arzusuyla yanıp tutuşan bir
delikanlıdır. Çobanlık yaptığı sıralarda, birkaç gece
aynı düşü görür ve yorumlaması için bir yaşlı kadına gider. Bu düşte, Mısır Piramitleri’nin yanında
bir hazine olduğu delikanlıya işaret edilmektedir.
Santiago, dünya âleminde hazineyi, iç âleminde ise
kendini ve gerçek mutluluğu aramak için yollara
düşer. Yolculuğunda Bilge Kral ile karşılaşır. Bilge
Kral, Santiago’ya “Kişisel Menkıbe”sini takip etmesini ve bu takip esnasında evrenin ona anlattığı
şeyleri anlamaya çalışmasını öğütler. Bilge Kral’a
göre insan her ne vaziyette olursa olsun, hayatın
esas gayesini aklından çıkarmamalı, insani yükümlülüklerini de katiyen unutmamalıdır. İspanya’dan kalkarak, Mısır piramitlerinin eteklerinde,
hazinesini aramaya giden Endülüs’lü çobanın masalsı yaşamının felsefi öyküsü...
“Meğer ben defînenin başında fakirlikten, yoksulluktan ölmüşüm de haberim yok! Çünkü ben;
gaflette imişim, gaflet perdesi arkasında imişim!”
(Mesnevî Cilt VI, 4323)*
1988 yılında ilk baskısı yapılan, 1996’da Türkçe’ye
çevrilen ve
şimdiye kadar yüzün
üstünde
baskı yapmış
bir kitap
“Simyacı”.
Brezilya’lı
eski bir şarkı
sözü yazarı
olan Paulo
Coelho’nun
üçüncü
romanı. 6
yılda 47
milyondan
fazla satan
bu kitap,
eleştirmenler
tarafından
bir “fenomen” kabul
edilse de,
hammadde
niteliği taşıyan tüm kendi verilerimizin bir kopyası. Simyacı,
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sindeki
“Define Arayan Adam” olarak bilinen hikayesinden
esinlenilerek yazılmış bir kitaptır. Simya lûgatta;
önce harflerin ve sayıların yaratıldığını ve bunların
birtakım gizli kuvvetler taşıdığını kabul edip, bu
gizli kuvvetleri, harflerin sırlarını, varlığı meydana
getirirken dizildikleri sırayı ve birbirleriyle bağlarını bilme ve bu yolla yaratılmış şeyler üzerinde tasarruf edebilme ilmi, eski kimya ilmi olarak geçer.
Fakat simya kelimesi madenleri altına çevirme ilmi
olarak tanıtılır, anlatılır. Simyacı’da bahsedilen simya da altınla alâkalandırılan simyadır.
“Adam bir rüya gördü; rüyasında hâtifin sesini
duydu. Hâtif ona; ‘Sen, ancak Mısır’da zenginliğe
konacaksın!’ diyordu. ‘Yürü, Mısır’a git; orada
işin yoluna girecek! Allah niyâzını kabul etti.
Zâten niyâzları kabul eden hep O’dur!’” (Mesnevî
Cilt VI, 4240)
Santiago, yolda tanışıp ufak bir sohbetten sonra
arkadaşı bellediği Arap’a inanır; saflığına kurban
düşer, yolculuğu boyunca kendisine lazım olacak
parayı dolandırıcı Arap’ın avuçlarına bırakır ve beş
parasız kalır.
“Dilenmek izzet-i nefsine ağır geliyor, el açmaktan
onu alıkoyuyordu. O da kendini sıktı, sabretmeye
karar verdi. Derken açlıktan yine çırpınmaya başladı. Artık dilenmekten başka çaresi kalmamıştı.”(Mesnevî Cilt VI, 4248)
Delikanlı, parasız pulsuz yoluna devam edemeyeceğini anladığında, bir Billûriye Tüccarının yanında çalışmaya başlar. Yeterli parayı biriktirdiğine
kani olduğunda tekrar yolculuğa hazırlanır ve bir
kervanın peşi sıra Mısır’a yola koyulur.
Kervanda tanıştığı kitapkurdu İngilizle, arkadaşlığını pekiştirir ve İngiliz’in de kendi “Kişisel
Menkıbe”sini izlediğini öğrenir. İngiliz, simya ilmi
ile uğraşıyordur. Fakat ömrü boyunca hakiki bir
Simyacı ile karşılaşmış değildir. İkisi de yolda karşılarına çıkan kişilere kendi “Kişisel Menkıbe”lerini
Kitap, “Delikanlının adı Santiago idi.” diye başlayıp,
Santiago isimli bu genç çobanın kendi kişisel menkıbesinin peşindeki yolculuğunu anlatıyor. “Kişisel
Menkıbe” terimi kitapta yazgı (kader) manasında
kullanılmış gibi duruyor ve bu tür oluşturulmuş
4
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
kaybettim; fakat, ümitli idim! Şaşkınlığımdan,
koşa koşa sapıklık yoluna düştüm. Meğer, her an
dileğimden biraz daha uzaklaşıyor, ayrılıyormuşum!” (Mesnevî Cilt VI, 4330)
aramak üzere yola çıktıklarını söylerler.
Santiago, bir vahada Simyacı ile tanışır ve onun
sayesinde evrensel dili, işaretleri keşfeder ve
yüreğinin sesine kulak vermeyi öğrenir. Simyacı,
Kitabın ufak bir hikayeden esinlenilerek yazıldığı
delikanlıya kendi içine yolculuğu öğreten öğretçok bariz görülüyor. Roman tarzında basılsa da
mendir. Santiago’ya hedefinden vazgeçmemesini ve
uzun bir hikaye olarak nitelendirilmesi daha doğru
“Kişisel Menkıbe”olacaktır. Hikayenin felsefî boyutu kitabın süsten
sinin yolunda şaşmadan yürümesini Simyacı, Mevlânâ Celâleddîn-i uzak duru anlatımıyla birlikte okuyucuyu zorlatembih eder. Santi- Rûmî’nin Mesnevî’sindeki “Define mayan bir yapı oluşturuyor. Okuması kolay fakat
ago en nihayetinde Arayan Adam” olarak bilinen hi- anlaşılması için duraklanacak yerler barındıran bir
rüyasına göre ha- kayesinden esinlenilerek yazılmış kitap. Yazarın kullandığı hâkim anlatıcı tekniği,
diyalogların çok olması sebebiyle çok da önem arz
zinenin bulunması bir kitaptır.
edecek bir konumda bulunmuyor.
gerektiğine inandığı
yere ulaşmış ve topKitapta, macera öğelerine çok yer verilmekte; felrağı kazmaya başlamıştır. Saatlerce ve metrelerce
sefî ve fantastik ögeler de çokça yer almaktadır.
kazmasına rağmen bir şey bulamaz, yorgun düşer
Farklı ögelerin eklenmesi anlatıma sürükleyicilik
ve tam o sırada savaş mültecileri gelip kazdığı yere
ve heyecan katmış, kitabın içeriğini zenginleştirne sakladığını sorarlar. Sorularına cevap vermeyen
miştir. Simyacı,içindeki öge yoğunluğuna rağmen
bu tuhaf yabancının üstünü ararlar. Santiago’nun
macera romanı olarak nitelendirilebilir. Çünkü
cebinde altın bulan mülteciler kalanının da kazıhikaye, macera üzerinden ilerlemektedir.
lan yerde olduğunu düşünüp delikanlıya kazmaya
devam etmesini emrederler. Santiago’nun kazdığı
Herkesin bir kişisel menkıbesi vardır. Ona ulaşmayerden bir şey çıkmadığını gören mülteciler, delinın imkansız olmadığını gösteren bir eser olarak
kanlıyı dövmeye başlarlar. Mülteciler tam onu öltanımlanabilir. “Düşünmek; görmektir” anafikrindürecekken, delikanlı gördüğü rüyayı anlatır.
den yola çıkılacak olunursa, hayâl gibi görülen şeylerin, zamanla gerçekleştiğine şahit oluyoruz.
“Bekçi garip kişiye; ‘Sen; ne bir hırsızsın, ne de
kötü adamsın! Sen; iyi adamsın ama, saf ve ahYazarın Simyacı’yı öne çıkaran özelliklerinden bimak bir kişisin!’ dedi. ‘Çünkü; bir hayâl peşinde
risi; hikayenin Doğu’ya ait olması, diğeri tespitlerkoşuyor, bir rüyaya kanıyor, bunca sıkıntılara
deki felsefî yaklaşımdır. Hikaye, Doğu’nun hikayekatlanıyor, bunca uzun yollara düşüyorsun! Galisidir. Bundan dolayı Hristiyanlar merak ettiği için,
ba senin aklın yok!’” (Mesnevî Cilt VI, 4312)
Müslümanlar da benimsediği için kitap bu kadar
el üstünde tutulmuştur. Kitapta birçok yerde felsefî
Bunun üzerine mültecilerden biri cevap verir: “Ben
yaklaşımlarda
de rüyamda İspanya’ya gitmem gerektiğini, koyunbulunulmuştur.
larıyla yıkık bir köy kilisesinde uyuyan bir çobanı
Bunlara misaller
bulup aramam gerektiğini gördüm. Eğer oraya
verecek olursak:
gidip o çobanı bulursam ve firavun incirinin dibini
“Hayatımızın
kazarsam gizli bir hazine bulacakmışım. Ama aynı
denetimi yazgıdüşü iki kez gördüğüm için çölü geçip İspanya’ya
nın eline geçer.
gidecek kadar aptal değilim.”
Dünyanın en
büyük yalanı
Santiago, mültecinin anlattıklarından, hazinenin
budur.” “Her şey
koyunlarıyla zamanını geçirdiği memleketinde olbir ve tek şeyduğunu anlar.
dir.” “Çöl öylesine geniş ve ufuk öylesine uzaklarda
“Rızkım; çektiğim üzüntülere, yollarda uğradığım
ki, insan kendini küçücük hissediyor ve susuyor,
sıkıntılara, şimdi de şu bekçiden yediğim sopalara
ağzını açamıyor.” “Madenleri arıtmanın aslında
bağlı imiş! Âb-ı hayat benim evimde imiş, habekendilerini arındırmak olduğunu anlıyorlardı.”
rim yok!”(Mesnevî Cilt VI, 4325)
Hayatla ilgili aforizma haline gelebilecek yalın
“Bu ne hikmettir ki, isteklerim beni deli bir arzutespitlerde bulunan yazar, kâhinlik konusunda
ya düşürerek evimden uzaklara sevketti; yolumu
kahramanına şunu söyletir: “Geleceği öğrenmek
5
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
istiyorsun, fakat bunlar iyi şeylerse hoş bir sürpriz
olacaklar, kötü şeylerse daha gerçekleşmeden acı
çekeceksin.”
Sürükleyici anlatımın güzelliğini kapsamlı ve geniş hikayelerde uygulamaya koymak, daima güzel
sonuçlar doğurur. Kısa hikayelerin şişmanlatılarak ortaya konması, riskli olduğu kadar zor bir
iştir. Paulo Coelho, burada Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî’nin hikayesinde, anlaşılması gereken dersin
üzerinde de değişikliğe giderek bir çeşit uyarlama yapmıştır. Mesnevî’de bu hikayeyi okuyanlar,
okuyacak olanlar görecektir ki; Mevlânâ hikayeyi
gerektiği kadar kelimeyle anlatıp bitirir. Oysa Coelho’nun bu eserine ismini veren Simyacı karakteri
bile, olmasa da olur değerindedir denilebilir.
Öngörü olarak diyebiliriz ki; her şey “bir ve tek”
şeydir. İnsanların hayatta yaşarken bazı emelleri
vardır. Çoğu zaman bu yolda ilerlemek insanlara
zor gelmiştir. Çünkü istediğini elde etmek,
fedakârlık ve cesaret ister. Ancak bu cesareti
yakalayanlar, hayatta yaşadıklarının farkındadırlar.
Kitaptaki hikayenin Mevlânâ’dan alıntı olması, aslında bize kültür değerlerimizin zenginliğinden ve
tembelliğimizin büyüklüğünden dem vurmaktadır.
Simyacı’yı okuyup etrafındakilerin övdüğü kadar
bulmayanlar ve okumayıp zaman harcamak istemeyenler, Mesnevî’de işaret edilen dizeleri okusunlar. Okuyanlar farkı anlar.
Paulo Coelho, burada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin hikayesinde, anlaşılması gereken dersin üzerinde de
değişikliğe giderek bir çeşit uyarlama
yapmıştır.
*Ş. Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, (İstanbul, 1997)
6
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
ÇEVİRİ ESERLERDE
İSİMLENDİRME
göre “dönüşüm. Kimilerine göre de “metamorfoz’’. Kafka’nın bu başyapıtının Almanca ismi
“Die Verwandlung’’. Söz konusu öyküde ailesinin
geçimini pazarlamacılık yaparak sağlayan Gregor
Samsa bir sabah uyandığında kendisini bir böceğe
dönüşmüş bulur ve o günden sonra da ailesinin
O’na bakışı yavaş yavaş değişecektir. Günden güne
istenmeyen kişi olacaktır evde.
Mustafa TAŞKIN
Çeviri eserler geçmişten günümüze edebiyat
dünyasında üzerinde en çok tartışılan konulardan
biri olagelmiştir. Çevirmenin kendinden bir şeyler
katıp katmadığı, o eserin yeniden yazma sürecinde
değiştirilmiş mi sayılacağı üzerinde ne kadar laf
yürütülse de bayatlamayan bir muhabbet. Pek tartışılmayan bir husus ise bu çeviri eserlerin isimlerinin akıbeti.
Bir böceğe dönüşmüş dedim ama bu da
tartışmalı bir konu. Kitabın Almanca aslında “ungeziefer’’ olan kelime Türkçeye “böcek’’ olarak
çevriliyor ancak bu çeviri kelimenin tam anlamını
karşılamamakta. Almancada ungeziefer “kurban
edilmeye uygun olmayan, kirli hayvan’’ anlaEserleri
mına gelmektedir. Zaten kitapta da Samsa’nın
ismiyle müsem- Bir kitaba ilk elinizi attığınızda sizi karşıtam olarak nasıl bir böceğe dönüştüğü tafma sayarsak bir layan, adeta onun künyesi diyebileceğimiz, silatıyla anlatılmamakta, sadece dönüştüğü
romanın çevirisi bazen de sırf o uğurda kitabı satın aldıran
(değiştiği) söylenmektedir.
kadar isminin ismidir
çevirisinin de
Hatta Kafka’nın yayıncısından bu kiönemli olduğunu göreceğiz. Bir kitaba ilk elinizi
tabın kapağına asla bir böcek resmi konulmamasıattığınızda sizi karşılayan, adeta onun künyesi dinı rica ettiği rivayet edilir. Bunu yapmasının nedeyebileceğimiz, bazen de sırf o uğurda kitabı satın
ni belki de insanların kendi tiksindikleri haşereyi
aldıran ismidir. Tüm bunları göz önünde bulunkafalarında canlandırarak hikâyeyi daha da çekici
durduğumuzda orijinal anlamını karşılamayan
kılmaktı. Belki de kitabın salt böcek teması etrafınisim çevirilerinin en az yektin olmayan içerik çevida dönmesini istememişti, bilemiyoruz.
rileri kadar can sıkıcı olduğu aşikârdır.
Kiİsim konusunda değişiklikler sadece çeviri
tabın dieserlerde karşımıza çıkmıyor. Dilimizde de bazı
limizdeki
yazarlar kitaplarının isimlerini değiştirmişler
ilk çeviribazıları da bu isimlendirmeyi başkalarına
sini yapan
bırakmışlardır. Şaşırtıcı bir örnek olarak
Kamuran
Cemil Meriç’i verebiliriz. Kızı Ümit Meriç’ten
Şipal eseri
öğrendiğimize göre mütefekkirin “Bu Ülke’’ ve
“değişim’’
“Umrandan Uygarlığa’’ kitaplarının ismini koyan
olarak yabizzat kendisiymiş. Babasına yaptığı isim teklifleyınlatmıştı.
rini babasının kabul etmesi sonucu Cemil Meriç
1994 yılına
kendi tasavvurundaki isimlendirmelerden vazgeçekadar da
rek bunları seçmiş.
bu şekilde
okundu
Dünya edebiyatına baktığımızda asıl
hikâye. O
konumuz olan çeviri eserlerde isimlendirme probyıl Ahmet
leminde ilk akla gelenlerden biri Kafka’nın meşhur
Cemal çıkhikâyesi “Dönüşüm’’, Türkçeye kazandırıldığı ilk
tı ve Can
yıllarda “Değişim’’ ismiyle okurlarla sunulmuştu.
Yayınları
Bir diğer örnek kimilerince gelmiş geçmiş en baiçin yaptığı
şarı roman olarak addedilen “Savaş ve Barış’’. Tolsçevirinin
toy’un bu hacimli eseri de tartışmalardan nasibi
önsözüyle
almıştır. Şimdi gelin bu iki eserin isim serüvenini
tartışmayı
inceleyelim.
başlatmış oldu. Cemal önsözde kitabın isminin Almancasının kökenine değinmiş ve “önüşüm’’ diye
eğişimin Dönüşme Hikâyesi
çevrilmesinin daha yerinde bir kullanım olacağını
belirtmişti.
Kimilerine göre “değişim’’ kimilerine
D
7
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
O günden beri bir tartışma sürüp gitmekte, Değişim neden Dönüştü? Bunca tartışmayı
gereksiz bulup ‘’Böceğe hiç değişilir mi? Böceğe
dönüşmek mümkündür. Kitabın adı da doğal
olarak dönüşüm olmalıdır.’’ şeklinde kestirip atanlar da var, ‘’değişim’’ ya da ‘’dönüşüm’’ olmalıydı
diyerek uzun uzadıya konuya açıklık getirmeye
çalışanlar da.
bu derinlikten yoksun yanlışlık gerçekten üzücü.
Kitabın içeriğiyle beraber düşündüğümüzde; 1800’lü yılların Rusya’sı bir savaştan çıkıp diğerine girmekte, savaş ve barış birbirini takip etmektedir. Böyle bakıldığında barış kelimesinin yanına
savaş konulduğunda da memleket konulduğunda
da eğreti durmamakta, dolayısıyla bu yanlışlık çok
göze batmamaktadır.
Bir de azınlıkta kalıp ‘’metamorfoz’’ olmalıydı diyenler var. Bu bence en uzak ihtimal, sonuçta metamorfoz (başkalaşım) belirli bir sürecin sonunda gerçekleşir, basamak basamaktır. Hikâyede
Samsa yataktan kalkmasıyla birlikte böcek olduğunu fark ediyor, bir süreç söz konusu değil.
Her ne kadar barış kelimesinin eskiden tedavülde olan sulh kelimesini karşıladığı düşünülse
de içerdiği anlam bakımından isimlendirme noktasında sulh kelimesi deyim yerindeyse taşı gediğine
koymaktadır. Savaş olmaması hali olarak mefhum
u muhalifiyle açıklayabileceğimiz barış kelimesine karşın, sulh kelimesi ‘’savaştan sonra barışma’’
anlamına gelmektedir. Böyle düşündüğümüzde
kitabın içeriğine daha uygun düşen kelimenin sulh
olduğunu görmekteyiz.
“S
avaş ve Barış’’ mı?
‘’Klasik’’ denildiğinde akla ilk gelen eserlerden birisi hiç şüphesiz Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı.
Ancak o hacimli romanın ismi hep Savaş ve Barış
değildi. Rusçası ‘’Voyna i Mir’’ olan ve dilimize
ilk olarak ‘’Harp ve Memleket’’ olarak çevrilen bu
eserin nasıl olup da Savaş ve Barış’a dönüştüğünün
hikâyesi ise ilginç. Öncelikle ‘’memleket’’in nasıl
‘’barış’’a dönüştüğüne bakalım.
Bu romanın başına gelen talihsizlik yanlış
isim çevirisiyle kalmıyor sadeleştirme adı altında orijinalinden iz bırakmayacak çevirileriyle de
karşılaşabiliyoruz. Öyle ki Tolstoy’un altı yılını
harcayıp, son haline getirmeden önce karısına
yedi kere baştan yazdırdığı bu eseri 142 sayfa olarak çeviren yayınevleri de var. Aslına sadık kalma
adına kâğıt konusunda elini korkak alıştırmayan
bazı yayınevleri de 2100 sayfalık çeviriler
yaparak dinlendirici gözlük firmalarının yüzünü
güldürmekteler.
Rus diline de vakıf olan bir uzman bu konuda şöyle bir açıklama getiriyor: ‘’...Leo Tolstoy’un
“harp ve memleket” adlı eserinin yeni imlâ ile
basıldığında “harp ve
sulh” olarak
geçtiğini
biliyoruz.
Sebep ise şu;
Rusçada olan
iki tane “i”
harfinden
biri, “n” harfine benzer.
Ortadaki
çizginin soldan sağa olması yerine
sağdan sola
oluşu anlamı
değiştirir. Bu
iki “i”yi yozlaştırdıktan
sonra millet “mir” kelimesini yanlış imlâ ile şaşırıp
“memleket” yerine “sulh” olarak anladı...” Yani basit
bir yanlış anlaşılma. Eserin kıymetine baktığımızda
&
Her okur gibi benim de dileğim; yayınevleri yazarların külliyatlarını tamamlamak adına
değil de gerçekten özenerek bu çevirileri yapsınlar
ve isimlendirme hususuna da en az kitabın içeriği
kadar dikkat etsinler. Bugün, bazı eserlerin yanlış
isim çevirileri, galat-i meşhur lügati fasihten evladır hükmünce artık oturmuş olsa da bundan sonra
dilimize kazandırılacak eserlerde isimlendirme
yapılırken daha dikkatli olunması hem okurlar için
kitabı daha cazip hale getirecek olup hem de bizi
eserin ismine takılmadan içeriğini tartışmaya itecektir.
8
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
MOR ATKI
kalemle gitmişti Mehmet’in yanına. Mehmet ne
onunla ne de elindeki kâğıt kalemle ilgilenmiş,
sorulara da hiçbir tepki vermemişti. Hakan da
şansını Mehmet’in amca ve yengesiyle konuşarak
denemeye karar vermiş ve şimdi onların yanından
gelmişti cezaevine. Kimse Mehmet’in kadını bir
atkı için üstgeçitten atacağına inanmıyor, Mehmet
de yapmadığını ima edecek herhangi bir davranışta
bulunmuyordu. Hele atkıların akıbeti tamamen ve
rahatsız edici derecede belirsizdi.
Kübra TAŞKIRAN
Hakan kontağı kapatıp dikiz aynasında uzun, sivri
çenesindeki dikiş izine baktı. Hayatta aldığı ilk
ciddi darbenin hatırasıydı. Sonra sakallarındaki
kızıllıklara kayan gözünü saatinden yansıyan güneş
ışığı kamaştırdı. Montunu ve çantasını kucaklayıp
çıktı arabadan.
Ezdiği, erimeye başlayan karların sesinin beynindeki kargaşadan geldiğini sandı. Yirmi sekiz
yaşındaydı ve şimdiye kadar ne zaman
çözemediği düğümler olmuşsa hep aklının parmaklarına dolanmıştı iplerin
uçları. Cezaevinin önü sakindi. Kapıdaki görevlilere derdini anlatıp içeri girdi.
Müvekkiliyle konuşacaktı. Daha doğrusu Hakan konuşacak müvekkili dinleyecekti. Mehmet’in amcası ve yengesi
“Mehmet senelerdir tek kelime konuşmadı.” demişlerdi. Bunu söylerken gözlerinden öyle bulutlar geçmişti ki Hakan
bunun normal bir konuşmama ya da
konuşamama olmadığını anlamış fakat
o zaman meselenin üzerine gitmemişti.
Hakan görüşme masasına oturdu. Çantasından
ajandasını çıkarıp masanın üzerine koydu. Arasında Mehmet’in yengesinden aldığı iki fotoğraf vardı.
Donuk bir huzursuzluk kapladı içini. Mehmet
elleri önde kelepçelenmiş olarak içeri girdi. Hakan
ayağa kalktı. Ona duyduğu saygıdan yapmıştı fakat
Mehmet’in düşmüş omuzları, şiş gözleri ve zayıf
bedeni karşısında Hakan’ın yapılı, kendinden emin
ve dik duruşu; saygıdan çok bir meydan okumanın
portresini çizer gibiydi. Bir avukatın müvekkiline
meydan okuması mantıksızdı belki ama Hakan
farkında olmadan, Mehmet’teki o çözemediği düğüme meydan okuyordu sanki. Sandalyeyi çekip
Mehmet’e eliyle oturmasını işaret etti. Kendisi de
karşısına oturdu:
Birkaç gün öncesiydi. Gece geç saatlerdi, kar yoktu
ama hava yine soğuktu. Mehmet üst geçitte boynunda mor atkısı olan bir kadından atkısını zorla
almaya çalışırken kadın direnmiş, Mehmet de
kadını parmaklıkların üzerinden otobana atmıştı.
Kadın düşerken atkısını boynundan almış ve kaçmıştı. Neler olduğu anlaşılana kadar evine çoktan
varmış, amcası ve yengesinin dikkatini çekecek
anormal hiçbir şey yapmamıştı. Ertesi sabah kapı
çalmış, polis Mehmet’i almış ve Mehmet’in odasındaki, içinde bir yığın mor atkı olan kilitli dolabı
da bulmuşlardı. Herkes çok şaşırmıştı. Sonrası çok
hızlı gelişti. Kadın öldü. Mehmet de tutuklanıp
ceza evine konuldu.
-Sence de konuşmak için güzel bir gün değil mi?
Devlet avukat olarak Hakan’ı göndermişti. Mehmet’in konuşmadığını söylemişler, o da kâğıt
9
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Mehmet’in yüzünde tek bir kas bile oynamadı. Boş
Hakan kâğıdı hemen orada ya da arabada okumak
bakıyordu ama derinlerde, hüzün kuyularından
istemedi. Ofisine gitti. Orada her zaman kendini
kovalar çeker gibiydi. Avukatın iki yanağında açıdaha iyi hissederdi. Kahvesini aldı, masa lambasını
lan çukurlara takıldı ağzından çıkmak için çırpınan
yaktı ve karşısındaki kötü el yazısına verdi tüm
kelimeler. Yutkundu. Gözü seyirdi sonra. Hakan’ın
dikkatini.
yapmacık gülümsemesi soldu, sağ eli dört yıl önce
kazıttığı kafasına gitti. Mehmet kapıdan çıkarken sağ elindeki izle “Hiç konuşmaktan vazgeçtiğin zamanlar
Ne diyeceği- sol yanağındaki gözyaşını sildi, dudağını ha- oldu mu? Ne kadar dayanabildin; beş dakini tartarken fifçe sola kaydırıp gülümsedi. Yıkılmak üzere ka, yarım saat, bir saat? Ben on üç yıl önce
vazgeçtim konuşmaktan. Yedi yaşımdayken
kafasını
olan bir binaya benziyordu.
hastanede, ellerim sarılı gözlerimi açtığımda
sıvazladı.
bir daha hiç konuşmak istemediğimi hissetMehmet’in
tim. Öncesini hatırlamıyorum, merak da etmedim.
sarı, düz, sık saçlarına takıldı gözü. Buz mavisi gözŞimdiye kadar kimseyi anlamaya çalışmadım, kenlerine bakıp üşüdü; kelepçelerin arkasından gödimi anlatmayı hiç denemedim. Kimsenin kimseyi
rünen yanık izlerine baktı, canı yandı. Ajandanın
anlamadığını gördükçe yedi yaşındaki o elleri sarılı
arasındaki fotoğraflardan birini çıkardı. Sağlı sollu,
çocuğa teşekkür ettim hep.
üçer dörder katlı, bahçeli binaların olduğu; şirin,
sakin bir sokak ve objektife bakıp gülümseyen bir
dondurmacı vardı artık masada. Mehmet karnına
Amcam ve yengemin yanındaydım. Nasıl yaşamayumruk yemiş gibi oldu. Bir süre gözlerini fotoğmı istedilerse öyle yaşadım. Hiç konuşmadım ve ne
raftan alamadı. Sonra yine aynı hissizliğe büründü
derlerse inandım. Anne ve babamı hatırlamıyorum
yüzü.
Kelepçeli
elleriyle
cebini
gösterdi. Hakan gösterdiği
cebindeki kâğıdı aldı.
Mehmet
ayağa
kalkıp
başıyla veda eder gibi yaptı ve çıktı odadan. Hakan
ve sanırım hiç özlemedim. Gerçi hatırlamadığın
da peşinden ayağa kalktı fakat ne bir şey dedi ne
bir şeyi özleyemezsin değil mi? O kalın kitaplarınde Mehmet’i durdurmayı aklından geçirdi. Aradığı
da anlatmışlar mıydı bunu?
cevapların kâğıtta olduğunu düşünüyordu ve asıl
önemsediği oydu. Mehmet kapıdan çıkarken sağ
On beş yaşındaydım. Amcamlar eski bir tanıdığa
elindeki izle sol yanağındaki gözyaşını sildi, dudagideceğimizi söylediler. Kafa salladım. Güzel bir
ğını hafifçe sola kaydırıp gülümsedi. Yıkılmak üzesokağa gittik. Nesi güzeldi bilmiyorum ama güzel
re olan bir binaya benziyordu.
10
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
atmadım. Atmış olamam. Bana sordunuz hep ama
cevabını aslında ben de bilmiyorum. Atmış olabilir
miyim gerçekten?
gelmişti bana. Üçer dörder katlı, bahçeli binalar
vardı. Tam misafirliğe geldiğimiz binaya girecekken başımı sağa çevirdim. Sanki biri seslenmiş
gibi gelmişti. Onu gördüm sonra. Benim yaşımda
gibiydi. Sokaktan çıkıyordu. Bana baktı, gülümsedi. Onun da saçları sarıydı. Uzundu saçları, kahverengi gözleri ve mor atkısı vardı. Güneş gibiydi.
Gitmesin, sokak karanlığa bürünmesin istedim.
Koştum arkasından ama yetişemedim. Sonra amcam seslendi. Geri döndüm çünkü söz dinleyen
bir çocuktum ben. Hiç kendini söz dinlemeye
mahkûm ettin mi? Ben yedi yaşımda, ellerim sarılıyken ettim.
Kadın yola düştüğünde onun başındaydım. Bana
baktı, gülmedi bu defa. Bana kızmıştır değil mi?
Sonra bir daha görmedim onu. Sanırım o son görüşümdü.
Onun bana gülmediği bir dünya düşünemiyorum.
Elimdeki izlerin neden olduğunu da hatırlamıyorum, hiç merak etmedim. Ama onun adını merak
ettim hep, sen öğren olur mu? Onu bul, o kadının
kendisinin düştüğünü söyle. Onu hep aradığımı,
bulduğumdaysa hiç yetişemediğimi söyle. Bir de
sadece mor atkısı olsun mezarımda. Çiçek sevmem
ben…”
O gördüğüm ikinci güneşti ve sonra aklımdan hiç
çıkmadı. Hep kafamın içinde yaşadı benimle beraber. Atkısı dünyanın en güzel mor atkısıydı ve
ondan başkası takmamalıydı. O günden sonra gördüğüm bütün mor atkıları aldım, alamadıklarımı
çaldım. Amcamların hiç haberi olmadı ve ben hep
iyi bir çocuk olarak kaldım.
Hakan bütün gemileri alabora olmuş bir donanma
gibi hissediyordu kendini. Mehmet’e göstermeye fırsat bulamadığı fotoğrafı çıkardı ajandanın
arasından. Mehmet’in amcasıyla yengesi bugün
Her girdiğim sokakta, onu sokaktan çıkarken göanlatmışlardı; fotoğrafta Mehmet’in annesi, babası,
rürdüm; bana bakar ve gülümserdi. Boynunda mor
Mehmet ve sarı saçlı, kahverengi gözlü küçük bir
atkısı olurdu hep. Yazları neden atkı takardı hiç
kız vardı. Kızın boynundaki mor atkı Hakan’ın son
anlamadım. Beraber büyüdük
gemilerini de dibe gönderbiz. Ben hep onu arıyordum,
bulduğumda o hep gidiyor olu- Ben hep onu arıyordum, bulduğumda o hep di.
yordu. Birinin hep sırtını gör- gidiyor oluyordu. Birinin hep sırtını görmek
mek ne demek biliyor musun? ne demek biliyor musun? Ardından koşuTüm parçalar yerine oturArdından koşuyorsun fakat hiç yorsun fakat hiç yetişemiyorsun, demek.
muştu. Gösterdiği fotoğrafyetişemiyorsun, demek. Ben Ben hiç yetişemedim. Yetişseydim gözlerin- taki sokak ise Mehmet’in de
hiç yetişemedim. Yetişseydim deki toprağa ekecektim kendimi.
bahsettiği o sokaktı. Mehgözlerindeki toprağa ekecektim
met yedi yaşına kadar orada
kendimi. Eğer yetişebilseydim
annesi ve babasıyla yaşaonunla konuşacaktım. Konuşmak istediğim tek kişi
mıştı. Mor atkılı küçük kız komşularının kızıydı.
oydu. Nereye gittiysem hep kafamdaydı. Hiç doOn üç yıl önce Mehmet’lerin mutfağında tüp patlakunamadım ona ama kokusunu hep içime çektim.
mış, Mehmet’in annesi-babası ve küçük kız ölmüşAtkısını çok sevdim.
tü. Mehmet ise patlama anında mutfakta değildi,
patlamadan sonra mutfak yanmaya başlamıştı ve
Mehmet küçük kızın yanına koşup atkısını almıştı
ellerine. Ellerindeki izler o zamandandı. Alevlerin
içinde acıdan bayılmış; elleri sarılı halde, hastanede
gözlerini açmıştı.
O gece, üstgeçitteki o kadın o atkının aynından
takmıştı. Çok sinirlendim. Atkıyı almak istedim,
vermedi. Zorla almaya çalışırken yola düştü. Ben
11
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Hakan telefonun sesiyle irkildi. Allak bullak olmuştu. Karşıdaki seste ruhsuz bir kara haberci havası vardı:
-Mehmet Çetin’in avukatı Hakan Bey’le mi görüşüyorum?
Hakan o an telefonu adamın suratına kapamak
istedi fakat yapamadı. Korkarak:
-Buyurun, benim.
-Mehmet Bey’i lavaboda bileği kesilmiş olarak bulduk. Maalesef kurtarılamadı.
Hakan yanağındaki yaşları elinin tersiyle sildi.
Hıçkırıklarını tutmaya çalıştıkça titriyordu. Çözmeye çalıştığı düğüm şimdi boynuna dolanmıştı.
Olayları kontrol edememiş, Mehmet’in ölü aşkının
peşinden gidişine oturduğu masadan şahit olmak
zorunda kalmıştı. Önce fotoğraftaki küçük Mehmet’e, sonra mor atkıya baktı. Hiçbir şey diyemedi.
Zaten denilecek bir şey de kalmamıştı.
12
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
ESKİMEYEN GÜN
sanırım, kafasını boynuna gömüp hipnotize eder
bakışlarla süzdü beni. Güldüm yine. Tabiat uyumuna indirdiğim sert darbenin acınacak haline gül
Murat Umut SAKALLI
düm. Sanırım ses ve görüntünün en sade ve en şûh
Bu sabah alnımda, anlamlandıramadığım
uyumunu bozmuştum. “Odama çekileyim en iyisi”
bir sıcaklıkla uyandım. Ana elinin yumuşaklığını
dedim, yüzüstü yatağa kapaklandım. Güneşe “Ilık
andıran sıcaklığı yokladım; gün ışığıydı. -İyi kimasajından biraz da belime yap!” diye seslendim.
aralık unuttuğum perdeden sıyrılıp, yorucu yolcuBir bahar uyuşukluğu tüm bedenimi istila edene
luğuna alnımda son veriyordu. Yüzümü pencereye
değin, yatağımda bulutları hissettim. Hatta o an
döndüm, güneşe bakamamakla inatlaştım. Gözsorsanız, yatağımın kocaman bir marşmelov oldulerimi kaplayınca yaşlar, en ütülü tebessümümü
ğuna yemin bile edebilirdim. Hercai bir arzu tadınverdim gün ışığına. Her insan gibi ben de uyandıda bastıran uykunun kapı eşiğine geldiğimdeyse,
ğımda en fazla ilk küfrünü eden bir çocuk kadar
ağır ve isteksizce açtım göz kapaklarımı. Uçsuz
günahkârdım. Günahkârca tebessüm ettim güne.
bucaksız bir nefes daha çaldım doğanın huzur serToprağa bastığını unutanların hayat koşuşturgisinden. Kalktım, senelerdir yaptığım işi yapmak
macası başlamamıştı daha.
için. Saati kolladım, evet, vakit
Sokaklar sakin olmalıydı,
gelmişti. Tembellik yapma içgüklaksonlar suskun henüz.
düsü mü, doğaya hak ettiği aşkı
Gözlerimi
kaplayınca
yaşlar,
en
ütülü
Mutlu olmaya bahaneler üresunma gayreti mi yoksa müşkül
tebessümümü verdim gün ışığına. Her olandan kaçış acelesi mi bilmem,
tilebilirdi demek ki. Hafifçe
doğruldum, kollarımın yan- insan gibi ben de uyandığımda en
hiç kalkasım yoktu yataktan. Difazla
ilk
küfrünü
eden
bir
çocuk
kadar
lara doğru azami kaç kulaç
limdeki en acı tatla söylenip, bir
günahkârdım. Günahkârca tebessüm türlü sevemediğim işime hazırlanaçılacağını test ettim, esnerken. Sabah güneşi koynunda ettim güne.
maya koyuldum. Belki bu kadar
muştu getiren ulak gibiydi.
erken saatte başlamasa severdim
Alabildiğine sarı, alabildiğine
işimi. Belki bu kadar mecbur olılık ve sanki biraz heyecanlı.
masa hep aynı saatte orada olmak,
Nasıl oluyorsa beni bugün de hayran bırakıyordu
aynı masaya oturmak, aynı kalemleri kullanmak vs.
sıradan huylarına. Odama bu ricasızca giriş bir tek
Belki her gün aynı olmasa yahut biraz daha şiirsel
onun için kabul edilebilir oluyordu.
olabilseydi her şey, sevebilirdim beyaz gömleklilerin hayatını.
Bir nefes miktarı daha huzuru hapsedip
içime, son verdim yataktaki tembelliğime. Balkoİlk randevusuna geç kalmak istemeyen evde
na çıkıp arka bahçeye baktım. Her tarafta yavru
kalmışlar gibi hızla hazırlandım. Olmazsa olmaz
kediler ve oyuncakları haline getirdikler kurumuş
trafiği de hesaba katıp her günkü vaktinde –tam
ağaç yaprakları vardı. Yavru kedilerin sevimliliğine
vaktinde- dışarı attım kendimi. Yanımda sabah
güldüm ve bir türlü tamamlayamadıkları yarım
güneşine bakmayı unutan, perdesini sıkıca kapatıp
saltolara. Bir rüzgâr esti tüyü bile rahatsız etmeuyuyan, güvercinlerin müziğini kulaklıklarındaki
lere korkarak. Ürperdim. İçimin tozlarını alışına
ben’vari seslerle bastıran ve kedilere “Çöplük bekürperdim. Bozulmasın diye bu ömür uzatıcı büyü,
çisi” diye bağıran gözlerle bakan insanlarla, tüm
geceden kalma türküme devam ettim. “Seher Yeli”
biz insanlar kadar aynılaşarak, maratona başladım.
dedim.
Doğayı, huzuru ve ruhun açlığını gideren küçük
güzellikleri unutarak, yeni takvimli eski bir güne
Kombinin bacasından saçaklanmış dalbaşladım. Sigara mutsuz adamın el kitabıdır, bililarda yatan, ev ahalisini uyandıran güvercinin sesi
rim. Elbette ilk sigaramı eskimeyen güne başlayıngeldi. Benim her türlü alayı iltifat kabul eden sesica yaktım.
mi bastırmayı görev edinmiş gibiydi. Sustum. Bu
güneş ülkesi tablosunda, fonda bir şarkı yüksele
cekse eğer söyleyen o güvercin olmalıydı. Sanatçıya
saygımdan, eseri bitirinceye kadar yan bastığım
ayağımı dahi düzeltmedim. Bir güvercini ürkütmedim. Ne zaman ki ses tellerinde oluşan titrek
yorgunluğu fark edip sustu, ben de ona en kuvvetli
nefesimle bir “Bravo” dedim. Assolist nazı yaptı
13
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
SOLİPSİZM HAKKINDA KISA BİR YAZI
- İşte ben de bunu söylemeye çalışıyorum. Sen de
sadece kendinin var olduğuna inanmalısın. Tabii
eğer varsan. Ki varsan zaten bu tez kendiliğinden
çürür. Ne paradoks değil mi?
Fatih CAN
Karanlık bir odada, yüzleri seçilemeyen iki
adam ve bir koltuk vardı. İkisi de birbirini süzüyor,
karşı tarafın konuşmaya başlamasını bekliyorlardı.
Ve her sessizlik gibi bu da bozuldu...
+ Eğer sadece sen varsan, niye anlatıyorsun ki bunları bana? Bu bir grup insana “siz aslında yoksunuz,
ben sizi algıladığım için varsınız” demek kadar
saçma. Hatta istersen “Siz Yoksunuz” isimli bir
kitap yaz da hepimiz nasıl senin düşünce ürünün
olduğunu öğrenelim. Gerçekten, neden anlatıyorsun bunları?
-Şimdi sen kalkmış bana, birine âşık olduğunu mu
söylüyorsun? Ne aptallık ama... İki güzel göze, bir
tatlı gülüşe kanacak kadar aptal olamazsın, değil
mi? Çok yanlış sulardasın dostum. Sıradan biri gibi
davranıyorsun. Hem beni hem zekâmı küçük düşürüyorsun. Bunu lütfen yapma…
- Sıkılıyorum.
+Sen delisin.
+Ne küçük düşürmesinden bahsediyorsun sen be?
-O zaman sen de çok akıllı değilsin. Deli zihnin
ürettiği ne kadar akıllı olabilir?
- Beni küçük düşürmenden bahsediyorum. Şöyle
anlatayım:
Sustular. Uzun süre bakıştılar. Bu felsefenin saçmalığını savunan taraf, kendine bir dayanak arar gibi
bakıyordu. Kafasında ölçtü, tarttı ve konuştu:
Descartes’ın dünyaca ünlü bir sözü vardır.
«Düşünüyorum, öyleyse varım.» Neden
«Düşünüyoruz, öyleyse varız» dememiş, hiç
düşündün mü? Söyleyeyim. Çünkü Descartes her
şeyden şüphe ede ede şüphe edilemez tek gerçeğin
«düşünebildiği» olduğunun farkına vardı. Ama
sadece «kendinin» düşünebildiğinden emindi.
Diğer insanlar sadece onun beyninin yarattığı
varlıklar da olabilirdi. Şüphecilik beni de bu
noktaya getirdi. Kısacası dostum, dünyada kendi
zihnimden ve zihnimin ürünlerinden başka bir
şey olduğunu düşünmek için hiçbir geçerli neden
göremiyorum.
+İnsan egosu nasıl güçlü bir şeydir bilirsin dostum.
Öylesine güçlüdür ki -seninkinin şu an yaptığı
gibi- kendinden başka herkesi reddedebilir. Ama
üzerinde felsefe kurduğun egon aynı zamanda felsefenin çatlak noktası.
Düşünüyorsun, var olduğunu biliyorsun. Lakin bu
dünyayı sen kafanda yaratmışsan, bu gördüklerinin hepsi senin ürününse o zaman neden hepsine
sahip değilsin? Öyle olmalıydın, değil mi? Her ego
bunu ister. Bazı insanlar beyninin derinliklerine
iter, bazıları su üstüne çıkarır. Ama her şeye sahip
olma istemi herkeste mevcuttur. Kısacası dostum,
eğer kafanda bir dünya yaratmış olsaydın onun
hakimi sen olurdun.
+Ne yani? Sence bu dünyada senden başka varlık
yok mu?
- Yok. Bu gördüğün koltuk benim hayal ürünüm.
Bu odayı ben yarattım. Kıymetli arkadaşım, sen
yoksun. Ben olduğum sürece varsın ama ben ölünce -tabii ölürsem- olmayacaksın. Bu dünyadaki her
şey benim yaratımın ürünü.
Şimdi sen her şeyi ben yarattım diyorsun. Ama bu
koltuk, bu evden başka hiçbir şeyin yok. Eğer bir
çeşit tanrı falan olduğunu düşünüyorsan sana kötü
bir haberim var, çok aciz bir tanrısın.
Konuşmayı bitirdi. Ayağa kalktı. Odadan çıkarken
arkasına dönüp şöyle bir baktı. İyi geceler deme
ihtiyacı hissetti.
Ve sen aşk gibi zayıfların düştüğü bir çukura düştüğünü söyleyerek bana, benim kafamda yarattığım
varlığın bir ahmak olduğunu düşündürtüyor ve
zekâmdan şüphe etmeme mahal veriyorsun. İşte
bunu, lütfen yapma…
+İyi geceler Fatih.
-İyi geceler Can.
+ Bu söylediklerin saçmalık. Ben var olduğumu
biliyorum.
14
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
DİVAN EDEBİYATINDA
ÇİÇEKLER
Muhammed Bâkır KÖSE
Divan şiirinde anlatılanlar, genellikle “aşk”
yörüngesinde şekillenir ve hemen hemen bahis
mevzuu konular birbirine benzerdir. Her duygu ve
düşünceyi en güzel söyleyişlerle anlatmakta pek mahir olan divan şairleri, anlatmak istedikleri konuyu
ziynetlendirmek için türlü sanatlar ve mazmunlar
kullanırlar. Her şair, aşkı en güzel ve sanatlı biçimde
anlatmak için diğer şairlerle yarış eder. Böylece
divan geleneğinde çok orijinal ve parlak söyleyişler
geliştirilmiş, en basit mevzular bile insanı hayrete
düşüren güzellikte işlenmiştir.
Şairler sevdiği kişiyi en güzel biçimde
anlatmak için gayret ederler. Onlar için her
şey sevgiliden ibarettir. Her baktıkları nesnede
sevgiliden bir şey görür, en sıradan olayları bile
sevgiliyle ilişkilendirirler. Bir kanaryanın ötüşünde
sevgiliden nağmeler vardır, sabah rüzgârı onlara
sevgiliden haber getirir, ağaçlar yollara sevgili o
yoldan geçtiği için eğilmiştir, güneş sevgiliye selam
vermek için can atarak doğar, sevgilinin cemali olmasa ay ışığını nereden bulacaktır, gül kırmızılığını
sevgilinin dudağından almıştır, sümbül sarhoş edici kokusunu sevgilinin reyhan saçlarına borçludur.
Velhasıl, divan şairleri için sevgilisiz hayat hiçe değerdir.
Bu orijinal teşbihleri yaparken şairlerin
sıklıkla başvurduğu argümanlardan biri de çiçeklerdir. Bahçelerde, avlularda, yollarda, balkonlarda,
cumbalarda arz-ı endam eden çiçekler şairlerin iç
dünyalarında oldukça ilgi çekici çağrışımlar uyandırmış ve bu soyutlanan algılar birbirinden farklı ve
güzel şiirler olarak ortaya çıkmıştır. Kâinat algısının
merkezine sevgiliyi yerleştiren divan şairleri, çiçekleri de sevgiliden ayrı düşünmemişlerdir. Çiçeklerin
dalı, yaprağı, soğanı, dikenleri, goncası, taç yaprak-
ları mutlaka sevgilinin bir uzvuna, bir huyuna işaret
eder.
&
Şiirlerde en çok işlenen çiçeklerden bir tanesi
sümbüldür. Sümbül, sarhoş edici kokusu, genellikle
siyaha çalan mor rengi ve göz alıcı güzelliği ile
şairlerin dikkatli nazarlarından kaçmamıştır. Bu
çiçek aynı zamanda baharın müjdecisi olduğu için,
kasidelerin doğa ve bahar tasvirlerinin yer aldığı
nesib bölümünde kendine sık sık yer edinir. Hatta
sümbül, sadece eski şiirimizde değil, genel anlamda kültürümüzde de geniş bir kullanım alanı bulur.
Türk Müziği’nde sümbülden esinlenerek “sünbüle”
isimli bir makam üretilmiş, hat sanatında nahif bir
yazı türüne “sünbülî” denilmiş, Halvetiyye’nin bir
kolu “Sünbüliyye” olarak ismini sümbülden almıştır.
Divanların sayfaları karıştırıldığında “sünbül” redifli gazel ve kasidelere rastlamak pek muhtemeldir. Bunlardan en meşhurları olan Bâkî’nin ve
Nev’î’nin sümbül kasidelerinde, diğer örneklerinde
yer alan hemen hemen bütün hayaller işlenir. Bâkî,
mezkûr kasidesinin beşinci beytinde sümbül hakkında şöyle buyurur:
Yazdurup müşg ile boynına hamâ’il takdı
Kendüye itmek içün halkı musahhar sünbül.
(Sümbül, insanları kendisine büyülenmişçesine bağ-
15
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
lamak için
Boynuna mis kokulu ve tılsımlı bir muska taktı.)
Fakat sümbülün ne kadar muska taktığı söylense de, kokusundaki o tılsımın asıl sebebi muska
değildir. Sümbül büyüleyici kokusunu, sabah rüzgârı vasıtasıyla sevgiliden almaktadır:
(Bahçenin misk kokulu sümbülü açılmaya başlayınca,
Bir gönül çelen güzelin oturup saçlarını çözdüğünü
zannederim.)
Nesîm-i sünbül-ü reyhân uğurlar.
Divan şiirinde gülün aynı zamanda sevgilinin yanağına, sümbülün de saçlarına işaret ettiğini
unutmazsak şu beyit, saçları yanakları üzerine sarkan güzeli gördükten sonra ne yapacağını bilemeyen Nesîmî’nin manzarasını gözler önüne serer:
Ahmed Paşa
Şol gül üzre dağılan anber sıfatlı sünbüle
(Sabah rüzgârı, sümbül ve reyhan kokulu havayı
Anber ü reyhân aceb yâ müşk-i ter desem
n’ola!
Sabâ reyhâncısı bâğ-ı rûhundan
Sevgilinin yanağının bağından almıştır.)
Sümbül, sabah rüzgârının taşıdığı bu reyhan kokuyu almıştır almasına, ama bu hareketiyle
kabahat işlemiş, edepsizlik etmiştir. Bunun için sabah rüzgârı sümbülü cezalandırmakta haklıdır:
Öykündügüyçün kâkül-i reyhânına sünbül
Sevgilinin yanakları üzerine sarkan saçlarını
Amber gibi güzel ve taze kokularla vasıflandırsam şaşılır mı!
&
Nergis, bilindiği üzere koyu sarı renkli ve
Bâğ içre sabâ saçını anın yola yazdı.
Ahmed Paşa
(Sümbül sevgilinin reyhan saçlarına özenip,
bu kokuyu sabah rüzgârından çaldığı için cezalandırıldı
ve yaprakları aynı rüzgâr tarafından yollara serildi.)
Dedik ya, her nesne divan şairlerine sevgiliyi anlatır; bakın, bahar gelince sümbüllerin açılmasını şair neye benzetiyor:
Bâgun mutarrâ sünbüli başlar açılmaga kaçan
Gördükçe anı sanurum bir dil-rübâ zülfün
çözer.
Şeyhülislâm Yahyâ
16
ortası yeşil bir çiçektir. Uzaktan bakıldığında ortasındaki yeşil kısım siyah gibi görünür. Bunun için,
divan şairlerine göre nergis çiçeği sevgilinin gözüne
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
Bir göz ucu ile bize ammâ nazarın yok.
delalettir. Uzaktan nazar edildiğinde görünen manzara; ortadaki siyah kısmın gözbebeklerine benzemesi, etrafındaki yaprakların da kirpikleri andırmasından hareketle sevgilinin gözüdür.
Şeyhülislâm Yahyâ
(Nergisin tatlı şaşı duruşu bize hep senin
bakışını hatırlatır
Divan şiirinde nergis ele alınırken, genel
itibariyle “nergis-i mest”, “nergis-i şehlâ” gibi
Ama senin bakışını asla onunla bir görmetamlamalarla vasıflandırılır. “Mest” kelimesi, saryiz.
hoşluk veren bir şeyin etkisiyle şuuru zayıflamış,
Göz ucuyla da olsa bize nazar etmez
kendinden geçmiş kimseyi; “şehlâ” kelimesi de, bamisin?
kınca insana hoş görünen hafif şaşı gözü ifade eder.
Fakat dikkat edilirse “şaşı” kelimesi gibi noksanlık Âşık, bir kere sevgilinin
Aşk mesleğinde mertelkin eden bir kelime değil, “şehlâ” gibi güzellik ifa- yörüngesine girdiktebe kat edenler, yaşadıkları
de eden bir kelime tercih edilmiştir.
ten sonra bir daha o
hali ifade edebilmek için süçember dışına çıkmak rekli “mest” kelimesini kulNergise böyle tamlamalar yakıştırılmasının
istemez. Âşık, o daire- lanırlar. Çünkü aşk, bir sarsebebi, şekil itibariyle boynunun bükük durmasınde kendisini bulmuş, hoşluk halidir. İrade ortadan
dandır. Boynu bükük duran nergis, tahayyüllerde
derdin içinde dermanı kaybolur, akıl devreden çıkar
hep kendinden geçmiş bir vaziyettedir:
yakalamış, şifa gülsu- ve âşık divaneye döner. ÂşıkÇemen bezminde göz yumup sararmış yundan içmiştir
lar sevgili elinden bir kadeh
geçmiş ol nergis
şarap içmişlerdir, bunun için
altın kadehlerdeki şaraplar âşıklar için dedikoduŞarâb-ı şeb-nemün gâlib humârından zebûn
dan ibarettir; altın kadehteki şarabın verdiği sarhoşolmuş.
luk aşıkların sarhoşluğunun yanında bahis mevzuu
Behiştî
olamaz:
(Nergis kırlarda gözlerini yummuş, kendinden geçmiş ve sarhoşçasına durur.
Bakmaz safâ-yı sâgar-ı zerrîne mest-i aşk
Kimyâ-yı ayn o nergis-i mahmûrdur bana.
Çünkü nergis, gece düşen çiğlerin verdiği
sarhoşlukla sersemlemiştir.)
Şeyh Gâlib
(Aşk ile mest olan kişi, altın kadehteki şarabın verdiği sarhoşluğa bakmaz bile.
Sevgilinin bakışı hep göz ucuyladır, tıpkı nergis-i şehlâ gibi. Aşığın istediği de bundan
başkası değildir zaten. Âşık, sevgilinin uzun uzun
bakmalarına dayanamaz, çünkü güneşe çok uzun
süre bakan kişinin gözleri kamaşır ve bu süreyi uzatırsa kör olma tehlikesi vardır. Aşığa bir göz ucuyla
bakış yetecektir:
Benim sarhoşluğum, nergis gibi mahmur
bakıştandır...)
&
Divan şiirinde en fonksiyonlu çiçek hiç şüphesiz güldür. Hem çeşidinin bol olmasından dolayı,
hem de İslamî gelenekte güle alabildiğine kıymet
verilmesinden dolayı şairler gül çiçeğini bol bol kul-
Bir mi görürüz nergis-i şehlâ ile çeşmün
17
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
lanmışlardır. İçerisinde onlarca kez gülün geçmediği
bir tane divana rastlamak mümkün değildir. Öyle
Tasavvufî gelenekte ise ikinci efsane daha
çok ilgi görmektedir. Bu efsaneye göre gül, Hz.
Peygamber’in terinden neşet etmiştir. Bunun için
Yûnus, sarı çiçeğe “Gül sizin neniz olur?” diye sorduğunda sarı çiçek, “Çiçek eydür iy derviş gül Muhammed teridür” demiştir. Hatta tekke şiirinde gül
denince akla Hz. Peygamber gelir.
Gül, sevgilidir; sevgilinin ta kendisidir.
Âşıklar ne ararlarsa, onu gülde bulurlar. Dert de
güldedir, derman da; hasret de güldedir, vuslat da;
çokluk da güldedir, birlik de; uzlet de güldedir, ülfet
de:
Bulunur her derde istersen gülistânda devâ
Hokkasında goncenün san kim şifâ cüllâbı
var.
Fuzûlî
(Eğer istersen gül bahçesinde her derde deva
ki şairler, aslında gül bahçesi demek olan “gülzâr”
vardır.
ve “gülistân” kelimelerini şiirlerinde çiçek bahçesi
anlamında kullanmışlardır. Onlar
Gül, sevgilidir; sevgilinin ta
Goncanın hokkaiçin çiçekten murat, güldür. Aş- kendisidir. Âşıklar ne ararlarsa, onu
sında sanki şifa gülsuyu
kın her halini, gülden yola çıkarak gülde bulurlar. Dert de güldedir, dervar.)
oluşturdukları terminoloji ile ifade
man da; hasret de güldedir, vuslat
etmişlerdir.
Âşık, bir kere
da; çokluk da güldedir, birlik de; uz-
sevgilinin yörüngesine
let de güldedir, ülfet de…
Gülün hikâyesi hakkında
girdikten sonra bir daha
hemen hemen her medeniyette
o çember dışına çıkmak
bir efsane vardır. Klasik Türk şiiistemez. Âşık, o dairede
rinin beslendiği kaynak olan İslam medeniyetinde
kendisini bulmuş, derdin içinde dermanı yakaise iki efsane dikkatleri çeker. İlki gül ile bülbülün
lamış, şifa gülsuyundan içmiştir. Bunun için âşık
hikâyesidir: Aslında gül, ezelden beri kırmızı olan
sevgilinin eteğinde sürünmeye razıdır:
bir çiçek değildir, fakat her zaman güzelliği temsil
eder. Gülün bu güzelliğine kendini kaptıran bülbül
Ol gül-endâm bir al şâle bürünsün yürüsün
gülün etrafında pervane olmuştur, fakat gül ona asla
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.
yüz vermemektedir. Bülbül, tahammül mülkünün
yıkıldığı bir gün gider ve gülün gövdesine konar.
Enderunlu Vâsıf
Dikenler gövdesine batınca bülbül kan revan içinde
(O gül gibi endamı olan sevgili, gül renginde
kalır ve kanıyla gülün dibini sular. İşte, o günden
bir şala bürünsün ve yürüsün.Şalın uçları arkasınberi gül kırmızı rengi almıştır ve en çok da kırmızı
dan sürünsün, tıpkı gül renginde kanlar akıtan göngül sevilmiştir.
18
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
lüm gibi.)
gül koydular. Hâlbuki ne kafes üzerinde gül vardır,
ne de bülbülün ötüşü hoştur. Aşığın sinesinde gül
gibi yaralar açılmıştır, gönül ise bülbül gibi inlemektedir.)
Aşk başlı başına bir derttir. Fakat öyle bir
derttir ki, diğer bütün dertler onun etrafında toplanmıştır. Merkezdeki dert aşktır. Aşığa en büyük
ıstırabı veren dert, aşk derdi olduğu için, âşık diğer
dertleri artık görmez olur:
Aşk, ateştir. Aşığın zamanı ateş olmuştur,
mekânı ateşler içindedir. Bu sırdan sonra söylenecek söz kalmaz; çekilecek âh kalır:
Gülşen-i hüsnünde câm-ı ışkun ile mest olup
Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş
Bir dem içre iki dünyayı ferâmuş eylesem.
Hecrî
Semender-tıynetân-ı aşka bestir lâle-zâr
âteş.
(Güzelliğinin gül bahçesinde, aşkın şarabı ile
sarhoş olsam da,
Şeyh Gâlib
Bir anda iki dünya derdini de unutsam…)
(Gül, ateştir; gül fidanı, ateş; gül bahçesi,
ateş; nehirler dahi ateş.
Bülbül yani âşık, gülün yani sevgilinin diyarında kanlar akıtır. Uzaktan gören kişi gülün
yaprakları yere dökülmüş sanır, fakat o kızıllık
aşığın kanından ileri gelir:
Ağzından alevler saçan semender gibi
âşıkların da aradığı ateşten bir lale bahçesidir.)
Ne mümkin bunca âteşle şehîd-i aşkı gasl
etmek
Gülistânda berg-i gül sanman dağılmış bâddan
Cesed âteş kefen âteş hem âb-ı hoş güvâr
âteş.
Küşte-i hâr-ı gam olan andelîbün kanıdır.
Es’ad Erbilî
Âhî
(Bu kadar ateş içerisinde ölen aşk şehidini
yıkamak mümkün müdür?
(Gül bahçesinde yerde gördüğünüz kızıllığı,
Rüzgârdan uçup dağılan gül yaprakları zannetmeyiniz.
Cesedi ateştir onun, kefeni ateştir. Onu yıkayacak olan su dahi ateştir artık…)
Gam ateşinden ölen bülbülün kanıdır o!)
Zaten dışarıdan görünen hep zandır. Aşığın
hali göründüğünden hep farklıdır:
Dâğlar sînede dil nâlede gûyâ kodılar
Kafes-i bülbül-i şûrîde-makâl üstine gül.
Tıflî
(Âşıkane ve güzel sözler sarf eden, insanları
kendine hayran bırakırcasına öten bülbülün kafesine
19
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Dök Şu Şarabı
Kuraklaşan Ozan SALMIŞ
Kuraklaştırılan bir kültür coğrafyasında
Tanrı’nın doğmamış çocuklarına…
Sahi kaç dili vardı ki
Buğusunda bir akşamüstünün,
Kendisine bu kadar sağır bir halkın
Tenhalaşan şiirler olduk
Ürpertilerinden başka
Yabaniliği eşen,
Her konuşmasında kepenkleri kapatılan
Proaktif yalnızlıkların sancısında
Kaç rengi vardı ki
Doğuma saatler kala.
Soyu boyu soy sop bırakmadan
Alçaltan insanların.
Gökyüzünü tekmeleyen bulutların
Anlatmak istediği
Kafese tıktığımız kaç beyin varsa Bizim çerçevelenmiş gölgelerimiz
Şimdilerde
Olmadığı kesindi.
Tek kelimelere sığdırdık anlamlarca anlamı
Dök şu şarabı hadi
‘kaç’ ‘git’ ‘kal’ ve ‘öl’
Ruhumdan aşağı. Dök şu şarabı hadi
Beni kalem tuttuğum Ruhumdan aşağı.
O ilk güne gönder.
Gönder ki bileyim
Tanrının her tohumunu
Yazılacak ilk şeyin Tanrı adına ve Tanrıya rağmen
Aslında sadece ezberle kurgulanan
Toprağa gömen neslin
Modernist bir kavga olmadığını
Tanrısızlığı kadar perçinleşmiş sayfaları
Köleliğin buhranında.
Kopar at tırnaklarından artık.
Daha önümüzde uzun bir kışa Dök şu şarabı Sığdıracak kadar kar toplarımız Ruhumdan aşağı.
Yok mu zaten.
Kimselerin ‘kim’lerine dokunmadan... Helalleşmeden oldurduğumuz
Ha bir öldürdüğümüz,
20
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
Ebabil Kanadı
Baktığımdan yüzüne bak bu denli yakından
Gördüğüm hiçbir yar alamadı beni
Yasin YILMAZ
Alaca kuşların kanatlarına batık yelkenlilerin
Rüzgârını bağlayıp almaya geldim seni
Siyah lekelerin örttüğü camların ardından ıslak gözlü
Çocuklar gibi bakarak
Avuçlarımdaki çizgilerde yıllardır koşan kır atların
Sesleri arasında.
Bir kış masalı gibi huzur yayan sesine
İçinde fırtınalar saklayan nefesine
Yıllar yılı mesafeden kızgın çölleri aşıp
İs değmemiş gözüme alevler bulaşıp geldim.
Zincirinden boşalan köpekler kadar korkak
Heyecana gark olmuş kelimeler satarak
Muammalı hecelere destanları katarak
Dilime söylenmemiş yalanlarım batarak
Almaya geldim seni dinleyeceksen beni
Eskiyen kitapların sayfaları içinde
Kaybettiğim bir kadını aramaya koyulup
Çok ömürler evvelinin bugünü rayiçinde
Lehvi mahfuz üstüne iki baş harf oyulup
Yılların yorgunluğu sırtımdaki veballe
Evvelki başbağımın ağarttığı yerlerden.
Delicesine peşinden koşmaktan olsa gerek
Taş yolların üstünde terler biriktirerek
Saniyeler içinde anlatıp sana beni
Bil sen beni diyerek, almaya geldim seni.
Kalbim gözlerinin unutulmuş müstemlekesi
Ordularım muzaffer olamıyor gül yüzüne
Sensizlikte güneş bile gökyüzünün lekesi
Ve binlerce dolunayım feda bir gündüzüne.
Sesin çok uzaktan geliyor, bulutları perdeliyor
Yüzünün değmediği geceyi ebabiller deliyor
Birer yıldız olsa sözlerin düşüncemin ufkunda
Her birini yaksam avucuma sensizlik dolduğunda
Duman karanlığında ayak sesinden yoksun
Ömür yolunu terk etmezsem bir şair gibi çıplak
Bakir topraklara güzü serpiştiririm usulca
Yokluğuna başkaldırıp dönüp dağlara baksam
Gemileri seyretsem rüzgârlarımı yaksam
Sanma ağlamayacağım çünkü benimde kalbim var
Senelerdir beklediğim gözlerin üzre çarpar
Ve elbette her güzel şey ermeli nihayete
Saçlarının ucundaki boncuklar kadar sessiz.
Dudaklarını bitiren kıvrımlar gibi eşsiz.
Elveda sevdiğim güzel günler elveda
Sana doğru attığım bir adımdır her veda.
Ellerime martılar dolanırken önünde
Yüzümde açan gülü senden saklayamazdım
Sen bilmezsin belki ama ben her günün dününde
Yalnız sana okunacak nice şiirler yazdım
Gözlerinde melekler kirpiklerine nazır
Yeşillikler örerken gözlerimin şavkına
Ben mısralar dizmiştim görünsün diye hazır
Yıllar sonra yüzüme yansıyacak aşkına.
Yalnızlığın tanrıyı kıskandırmasın diye
Sana kırık kalbimi ediyorum hediye
Baksan bir kez yüzüme kelimler filizlenir dilimde
O kelimelerden seçip birini bana hep sevgilim de.
Sözlerin sıyrılıp bir kılıç gibi kından
Teşekkür ederim yaralamadı beni
21
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Jülide
Trafiksiz yaşadığına göre
Cemre BEDİR
İstek şarkı bekleyen bu,
Nice yaşattı ki bize
Neslin yalın sokaklarda
Üstüne üstelik bekliyor üstelik
Üç kök salmış ağaç ve fetret
Hastalandığında birçok yaşa;
Göz kırpan adımlar kaldırımlara
Hayat
Yalnızlık, paçalardan sarkık, ezilmekten korkan
Aynı bekleyişte yazıyoruz yaşadığımız kadar
Masa başlarında unutulmuş
Gelen kafiye değil, beline konacak olan elim
Nice dergiler, geçerken görülmekteler
Ve be
Ömür kanayan tekerlek, ikincil
Aşkın kıyısına vurdu derken şiirim
Yokuş aşağı gezdirilen
Uyanmasaydım bir sonraki sefer
Henüz atılmış sigaranın sıcaklığında, yerde
Kafiye değil belinde olan elim
Renkler kadar tablosunda
Seni seviyorum aramızda camlar, sır
Bir daha göz göze gelemezse biz ve harfler ve
Sene mi bu şimdi iki bin artı on üç kere
Doruklarda yaşanan tekil yabancılık,
Çarpım tablosu emeklilere
Gülümsemen kalır
Yağmur yağsa sokağa çıkacaklar
Genç kere genç
Bu yük müdür acaba
Akan kendi mezarında boya
Elle gösterilen mahşer kadar
Parmaklar solgun, manidar
Merak
Bir alo, bir yardım, bir kampanya var
Beni anacaksın bir akşam
Gelmedi mi yoksa size davetiye?
Gözlerinde gülümseyen bir çocuk
Seçim var yalnızlığa
Yaşayan sevgisini oynayarak
Yakında bulunur çare
Biliyorum en az benim kadar
Makyajını tazelerken yalnızlığının
Nöbeti devraldı Ay
Düşüneceksin, ki o düşünceli
Gece sorumlu sonra neden
Beni, Laleli’de akşamüstleri,
İntihar eden dizelerimden
Günlerden bu gece, yanağında gülümseme
Anıları ağırken hala yerinde
Uzanarak
Bir it
İt değil köpek
Köpek değil şövalye
22
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
Üsküdar’ın Ezanları
Şiir Değil
Muhammed Bâkır KÖSE
Hatice Büşra BENLİ
Üsküdar’ın en mümtaz müezzini
Ahmet Uzunoğlu’na....
Üzümü yiyeceksek, bağını sorsaydık,
Bir nefeste bin cân verir Üsküdar’ın ezânları
Tam da soru cümlesi içinde uyursak, noktayı koysaydık.
Türlü derde dermân verir Üsküdar’ın ezânları.
Beraber gideceksek el ele tutsaydık.
Nice melek devrân eder minâreler etrafında
Deli gibi koşmalıyız belki de çünkü bilirsin akıllı
insanlar koşmaz, yorulur.
Rûha şifâ devrân verir Üsküdar’ın ezânları.
90’lara koşsaydık, ‘’sokakta taso oynadığımız yıllara’’
Gökler açılıp şerâreler yükselir her bir rûhtan
Hapsederdik birbirimizi,
Gönle devâ seyrân verir Üsküdar’ın ezânları.
Belki bu sayede saçımı çekmen duygusal bir anlam
kazanırdı.
Âvâzesi süzülür âheste fâni bedenlere
Kim bilir belki bisiklet yarışında benim kazanmam
için yavaş…
Bâkî câna ihsân verir Üsküdar’ın ezânları.
Barış Manço dinlerdik mütemadiyen.
Âlem-i lâhuta uzanır bu lâhutî sedâlar
Ben gülünce güller açar mıydı bilmiyorum ama
Dünya içre cânân verir Üsküdar’ın ezânları.
Sen sarı saçlarımı bağlardın deli gönlüne,
Hoş benim saçlarım da sarı değil.
Bu şiir değil, zaten ben de şair değilim.
23
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
GÜN YANIĞI
...
Deniz Melek
Ben yanmasam
sen yanmasan
Bir avuç kıvılcıma bile yaklaşamazken dün
biz yanmasak,
Dünya alev ateş bile bile bu - gün yanmışlığı...
Gün yanığı bir renk bulmuştum, nice
renklerin harman olduğu dağ başı yalnızlığında.
Dünyayı birkaç yıl öncesinin Ocak›ında
unutmuştum, gün yanığı bir renk bulmuştum.
Dünya alev ateş; birlikte göğün alnına nemli sirkeli
birkaç bulut koymuştuk, sıkıca örtündüğü geceyi
çekip almıştık üzerinden, dağların çenesi birbirine
vurmuştu. Nice seslerin harman olduğu zihin kalabalığında gün yanığı bir renk bulmuştum; pembeleşinceye kadar yanakların, kısıkta bir melodiyi
-bir daha hiç söylemeyeceğin- çevirirken dilinde,
o tarçın kokulu portenin patikalarından tırmanırken dağ başı yalnızlığına. Gün yanığı bir rengin
olmadığı yerden duman çıkmaz; soğuktu dağ başı
yalnızlığın ve ısıtmak için ettiğim her kelama harcadığım nefesler topyekûn savaşıyordu -dünya ateş
altındaydı- dağ başını duman alıyordu. Gözümde
tüttürüyordum bir sigaranı ve ateşin olmadığı yerden, özlem de çıkmıyordu. Gün yanmış, yalnızlığın
donmuş... Bir yanmış, bir donmuş...
nasıl
çıkar
karan -lıklar
aydın -lığa..
...
Bir avuç kıvılcıma bile yaklaşamazken dün-ya alev
ateş ya buz kırığı
Biliyoruz ikisi de eş: gün yanığı...
Ve ben sana öylesine alışmıştım ki;
sen yanıyordun, ben tutuştum/yetiştim, biz
yanmışlığı... Yalnızlığın karanlıktı, gökyüzü
örtüsüz. Örtü olup üstümüze atıldı gün yanmışlığı
suçu ve tek umudumuz bulduğum o gün yanığı
renk oldu, karanlıkta. ‹›Alışmak›› sözlükteki tüm
anlamlarıyla kabulümdü, ‹›Günü kurtarmak››sa tek
anlamıyla; göğün üstündeki karanlığı cebimizde
yakaladılar ya işte bu bile bile gün kurtarmışlığı...
Diğer anlamıylaysa;
Yalnızlığın karanlıktı; gün yanığı bir renk
bulmuştum, nice korkuların harman olduğu salon
mutfak arası koşturulan çocukluk koridorlarında.
Yalnızlığın geceydi; biz sıkıca örtündüğü geceyi
çekip almıştık ya göğün üzerinden, bu bile bile
sen yanmışlığı... Ve ben sana öylesine alışmıştım
ki, -’’alışmak’’sa; sözlükteki tüm anlamlarıyla bir
yanmışlıktır aslında ve karanlıktan korkacak yaşı
geçmiş çocuk gibi ayrı oda ister, koridorun en sonundan- bu bile bile ben yanmışlığı... Ayrı bir oda
açıyorum alışkını olduğumuz şu yanmağa:
Günü kurtaramadım
Gelecek var hep serde, ser elde
Dünya alev ateş avcumda. Yanmışız!
24
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
AŞK KAÇ KİŞİLİKTİR-II
tanımlamak zorunda da değiliz. Belki de aşk, sayıların
da ötesinde ayrı bir kişiliktir... Ya da şair Ahmet Erhan
arkadaşımızın vurguladığı gibi ‘kişiliksiz’dir. Cemal
Süreya, “Daha neyin olayım, onursuzunum ya,” diyor
bir şiirinde...Oysa biz, çoğu zaman “onursuz” olmaya
hazır değilizdir; bu yüzden kaprisler, zaaflar çıkarıp,
-eksik gedik benliğimizin kınından- aşka değil, adeta
savaşa gideriz...
Yılmaz ODABAŞI
1991 yılında yayınlanan bir şiirimde, “Aşk tek
kişiliktir,” demiştim. Ataol Behramoğlu da 1997’de
yayınlanan bir şiir kitabına ‘Aşk İki Kişiliktir’ adını
vermişti. Sonra bazı süreli yayınlarda aşkın kaç kişilik olduğu tartışmaları başladı. Kimileri ebeveynleri
de dahil ederek dört kişiliktir, kimileri ‘kişiliksizdir,’
dediler. Ama bu tartışma daha çok tek kişilik mi, yoksa iki kişilik mi olduğu konusunda odaklandı. Ataol
Behramoğlu, “Ölümdür yaşanan tek başına /Aşk iki
kişiliktir,” diyordu. Evet, ölüm tek başına yaşanır; ya
doğum? O da tek başınadır... Doğum tek başına, ölüm
tek başına, aşk neden çok başınadır ki? Herkes acısında, sevgisinde, özleminde, arzusunda, bireysel yenilgilerinde, hatta bireysel başarılarında da yalnız değil
midir? Herkes kendi sevgisini sevmez mi?Birini, hatırı için, üzüldüğü için sevmek mümkün müdür?Kutsal
kitapların tanımladığı gibi ‘iki ruhun ebediyen bütünleşmesi’ diye bir şey var mıdır?
İnsanlar sevgilerini daha çok içselliklerinde
yaşıyorlar artık. Hız ve karmaşa, şu modernite dostlukları, komşulukları olduğu gibi aşkları da yok etti
giderek. Aşkı gündelik, saatlik cinsel arzulardan yalıtamadık, aşkı koşulsuz ve saygılı yaşayan bir toplum
olmadık; bu ruhsal sakatlanmalar ülkesinde insanlar
çoğu kez aşkın mevzilerini büyük yaralar alarak, kırılıp dökülerek terk ediyorlar ve küskün, örselenmiş
tövbekârlar haline geliyorlar. Sevgisiz bir toplumun
kişilikleri sürekli yara alan bireyleriyiz ve bu yüzden
ilişkilerimiz de yaralı... Bu yüzden çoğu insan aradığını bulamıyor; tam da ‘buldum’ dedikten sonra fısıldıyor: Yanılmışım!
Bütün bunlara rağmen aşkın ‘iki kişilik’ olduğundan, olabileceğinden söz etmek bile absürd.
Bazen bir ilişkide sadece varlığımızdan sıyrılma mucizesini yaşadığımızın farkında bile olmadan
onu aşk sanırız. Bazen sadece cinsel tutkunluğumuz
bizi ona çeker ve bu yanılsamayı aşk sanırız. Bazen
de sevilen özneyi değil de, ona atfettiklerimizi, bazen
alışkanlıklarımızı aşk sanmak gibi pek çok yanılsama
yaşarken bile, aşkın ‘tek kişilik’ olduğunu düşünmek
hep ürkütür bizi. Çünkü yalnız olmadığımıza inanmaya her zaman ihtiyacımız vardır...Elimizin bir başka elin içinde olduğunu bilmeye ihtiyacımız vardır.
Kendi içimize bir bakarken ürkeriz, orada bir uçurum
var sanırız; çünkü çoğu zaman içimizin sokaklarında
bize yetecek kadar tinsel sıcaklık biriktirmemiş olmamızdandır bu ve bu yüzden, kendimize gelmeden hep
başkalarına koşarız, düşeriz, acırız.Çünkü ortada tam
anlamıyla inşa edilmiş bir “kendimiz” yoktur çoğu zaman...
&
Behramoğlu, ‘Aşk İki Kişiliktir’ adlı kitabı
hakkında kendisiyle 22 Mart 1999 tarihli Radikal gazetesinde yapılan söyleşide şunları söylüyor: “İnsanlar
bir aradayken bile yalnızlar. İki insanın birbirine kendini tam anlamıyla vermesi neredeyse olanaksız hale
gelmiş. İnsanın kendini dinlemesi bile mümkün değil.
Bir an derin bir düşünceye dalmak isterseniz, yaşanılan hayatın hır gürü buna olanak vermez. Bu sistemin
yarattığı bir sonuç ve bütün insan ilişkilerinde kendini
gösterecektir...”
Ben de diyorum ki, aşk da elbette insan ilişkileri kapsamında değerlendirilebileceğine göre, bu
sonuç aşkta da kendini gösterecektir, göstermektedir.
Bu yüzden, Behramoğlu’nun söyledikleriyle de aşk tek
kişiliktir...
Aşkın tek kişilik bir yalnızlık, tek kişilik bir
cehennem olduğunu zaman içinde, deneyimlerimizle
kavrayabiliriz. Kaldı ki her şeyi çoğul, üç, beş kişilik
İki kişilik olabilmesi için sonsuza dek sürmesi
25
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
kişiler yapıcı enerjilerini birbirlerine aktarır. Bu enerji
katlanarak büyür. İnsanlar kendilerini aşka kapamamalılar. Belki de şu ara sevgiye ve aşka her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Aşkla birlikte deprem
korkusunu yenip geleceğe umutla bakmanın önünü açmış oluruz.’
gerekirdi belki. Oysa uzmanlar, aşkın kimyasının dört
yılla sınırlı olduğunu öne sürüyorlar. Sosyobiyologlar,
“Aşk, bir çifti çocuk yapıp büyütmeleri için gereken sürede bir arada tutar,” diyorlar... Aşkın vücutta salgıladığı
dopamin ve norepinefrin hormonlarının kalıcı olamadığı uzmanlar tarafından saptanmış.Ama aşk sona
erse de, çoğu zaman sevgi yaşar ve ilişki sürer bazen.
Belki de gerçekten libidoyu yaşam enerjisine
yönlendirip aşk’la ve aşka ait sorularla haşır neşir olma
zamanıdır. ‘Depremle yaşamayı öğrenmek’ için, önce
kendi içimizdeki depremlerle başa çıkmayı öğrenmemiz
gerekir belki de. Aşk da onların biri olduğuna, korku ve
endişeleri tolere edebilmenin yolu yaşama içgüdüsünden geçtiğine ve aşk, bu içgüdüyü pazarladığına göre...
&
Leyla hiç güzel değilmiş. Mecnun’a sormuşlar:
“O kadar eziyet bunun için miydi?” Mecnun yanıtlamış: “Hayır, gönlümdeki Leyla içindi...”Gönlündeki
Leyla’yı seven Mecnun’un aşkı iki kişilik miydi? Herkesin gönlünde bir Leyla’sı var... Puşkin’in dediği gibi,
“Herkes kendi uydurduğu yalana ağlar...” Goethe, ne
diye, “Seni seviyorsam bundan sana ne?” demiştir.
Onun da kastettiği herkesin kendi sevgisini sevdiği
değil midir?
İşte bugünlerde iki şair, iki şiirle, aşk’ın en çok
tartışılan sorularından birine yanıt arıyor: Aşk kaç kişiliktir?
“Tek kişiliktir,” diyor Yılmaz Odabaşı:
Aşkın kaç kişilik olduğu konusundaki tartışmaların sürdüğü günlerde Milliyet gazetesinde yayınlanan Filiz Aygündüz imzalı ve ‘Aşk Kaç Kişiliktir’ başlıklı bir yazıdan bir kesiti paylaşmak istiyorum:
‘Tek kişilik kalabalıktır aşk.
Aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur.
Kendinin yayasıdır aşkta kinci kişi, kendinin
mayası;
“Uzmanlar libidoyu yaşam enerjisine yönlendirip aşkla ilgili sorularla haşır neşir olmamızı öneriyor. İşte iki şair: Yılmaz Odabaşı ve Ataol Behramoğlu
da, birbirlerinden habersiz kaleme aldıkları iki şiirde,
tematik değişimlere direnen en değişmez tema olan aşkı
‘kaç kişiliktir?’ sorusunu irdeliyorlar.
Herkes kendi sevgisini sever...’
Ataol Behramoğlu ise aşkın iki kişilik olduğunu
yazıyor dizelerinde:
‘Ölümdür yaşanan tek başına,
(…) ‘Aşktan kime ne?’ diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama uzmanlar böyle düşünmüyor! Psikolog
Sevhan Akben’e göre, ‘Aslında şimdi aşkın tam zamanı!’
Depremin yaralarını manevi açıdan sarmak adına aşkın büyük güç olduğunu söyleyen Psikolog Sevim Akben’in görüşleri şöyle:
Aşk iki kişiliktir.’
Yirminci yüzyılı, ‘insan olmak’tan ‘enkaz olmaya’ giden talihsiz bir yolculuğu izleyerek kapattık. ‘Görece’ kavramı, bireysel ve kurumsal kimliklerde ifade ettiği anlamları bütün karmaşasıyla yaşadı. Şimdi ise iki
şairin, aşka bakışında sürdürüyor hükmünü... Ama bir
şey çok net: Kaç kişilik olursa olsun, aşk insanın içindeki
yaşamı ateşliyor. İş ki beyinde başlayan harı dışarı çıkarmaya cesaret edebilelim. İçsel depremleri göze alabilene bazen bir telefon uzaklığında olan, en yarınsız gözükenlerin yarınsızlığında bile yepyeni ve daha önceleri
‘Freudyen analitik teoride libidonun iki yönlü
işlevi vardır: Biri ölümü ve öldürmeyi içeren yıkıcı içgüdü, diğeri yaşam enerjisi de diyebileceğimiz yapıcı içgüdü. Depremle birlikte ölüm içgüdümüz güçlendi. Aşk,
yaşama içgüdümüzü çoğaltıp, panik ve endişelerimizin
nispeten azalmasına neden olur. Aşık olunduğunda,
26
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
hiç benzemeyen ‘yarın’lar vadeden aşkı bekletmemeli!”
deye de uyarlanan ‘Sevgili’si, Aytmatov’un ‘Cemile’si,
Şeyh Galip’in ‘Hüsn-ü Aşk’ı, Mehmet Rauf ’un ‘Eylül’ü,
Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘Aşk-ı Memnu’su ilk olarak aklıma gelen aşk konulu bazı hikâye ve romanlar. Bu listeyi sayfalar boyu sürdürmek mümkün.
Edebiyatta Aşk
Edebiyat tarihi, bir anlamda aşkın da tarihidir; aşk romanlarının, şiirlerinin yazılı dökümünü
çıkarmak, birkaç kitabın oylumuna ulaşacak boyutlardadır. Dünyada birçok büyük yazar ve şair, büyük
aşklarıyla anılmış, yaşadıkları aşklar ilgi ve sempati
odağı olabilmiştir. Kimilerinin de sevgililerine yazdıkları mektuplar, edebiyat tarihinin unutulmaz yapıtları
arasında yer almıştır. Kafka’nın Milena’ya mektupları
bu türün başyapıtlarından biridir.
14. yüzyılda yazılan “Mem u Zin” destanı, yazılı Kürt edebiyatının unutulmaz güzellikteki aşk destanlarından biridir.
Şiirde aşk temasından söz edebilmek için,
Divan şiiriyle başlamak gerekir. Divan edebiyatı, aşk
şiirlerinin mükemmel örnekleriyle doludur. Cumhuriyet dönemi Türkçe şiirin en büyük ustası Nâzım
Hikmet’in ‘Saman Sarısı’ adlı şiirini ve yine kimileri
bu çalışmanın sayfaları arasında yer alan diğer aşk şiirlerini anmak ve Nâzım’ın aynı zamanda büyük bir
aşk şairi olduğunu da eklemek gerekir.
Balzac da tıpkı Kafka gibi yüzünü hiç görmediği, sesini duymadığı bir kadına binlerce mektup yazmıştır. Henry Miller, Hoki Tokuda adlı Japon kadınla
aşkını ve yazışmalarını evlilikle sonuçlandırmıştır;
fakat üç yıl kadar sonra ayrılmışlar ve ayrıldıktan sonra da Miller’in aşkı, mektupları sürmüştür. Zweig’in
mektupları da, mektup aşklarının önemli örneklerinden biridir.
“Yazıklar olsun o gönle ki içinde bir ateş yoktur,” demiştir Ömer Hayyam. İçinde ateş taşıyan şairlerden biri de Ahmed Arif ’tir; o da aşkları, inançları
için yaşayıp ölenlerin destanını yazmıştır.
Nietchsze’nin, kendisini reddeden Lou Salome’ye aşkının, uzun yıllar nefret ve hayranlıkla katışık duygularla sürdüğü bilinir. Tolstoy, tam kırk sekiz
yıl birlikte yaşadığı Sonya’yı, ansızın terk eder ve aynı
gece bir istasyon şefinin odasında son nefesini verir.
Pavese, sevdiği genç kadın tarafından reddedildikten
sonra, bir otel odasında fazla miktarda hap alarak yaşamına son verir...
&
Büyük inançlar da büyük aşklardır elbette.
Edebiyat tarihi, gönüllerinde inançları için, aşkları
için büyük ateşler barındıran şairlerle anılır. Zaten
gönlünde ateş olmayan adamdan da şair olmaz, olduğu da görülmemiştir...
Cemal Süreya, “Yoksuluz, gecelerimiz kısa/
Dört nala sevişmek lazım,” dedikten sonra gecelerin,
ömrün kısalığını ‘erken’ ölümüyle göstermiştir.
Yine Aragon’un Elsa, Mayakovski’nin Lili
Brik, Eluard’ın Gala, Sartre’nin Simone de Beauvoir,
D. H. Lawrance’ın Frieda, Duras’ın Yaan Andrea, Nâzım’ın Piraye ile aşkları, edebiyat tarihinde anılan ünlü
aşklar arasında yerlerini almışlardır. Rosenbergler gibi
siyasal kişiliklerin aşkları da ayrı bir sıralamanın konusudur.
Ahmet Muhip Dranas’ın ‘Serenad’, Necatigil’in
‘Solgun Bir Gül Dokununca’, Külebi’nin ‘Hikâye’, Attila
İlhan’ın ‘Ben Sana Mecburum’, Edip Cansever’in, ‘Gül
Kokuyorsun’ adlı şiirleri unutulur aşk şiirleri değildirler. Bu listeyi de hayli uzatmak mümkün...
&
Bu satırları, edebiyat tarihinden unutulmaz
aşk mektuplarından kesitlerle sürdürmek isterdim;
Erzurumlu Hakkı Efendi’den Nazım Hikmet’e, Cemal
Süreya’dan Yılmaz Güney’e birçok mektup örneği hazırlamıştım. Aşkın nörobiyolojisine dek pek çok tema
Shakespeare’ın Romeo ve Jüliet karakterleri,
aşk konulu anıt yapıtların başında gelir. Marquez, ‘Kolera Günlerinde Aşk’ adlı yapıtında, mutsuz bir aşkı
çok sarsıcı bir üslupla anlatır. M. Duras’ın beyazper-
27
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
saptadım; fakat bunlar bir deneme yazısının boyutlarını aşıyordu...
Bu yazımı, ‘Tasavvufta Aşk’, ‘Modernizm ve
Aşk’ ve ‘Aşk Acısı’ gibi temalarla sürdürecektim; fakat
bu izlekler, başlı başına bir kitabın konusu olduğu için,
‘aşk’ konulu değinilerimi bu yazımda sona erdiriyorum. Bu yazımda sık sık önemli düşünürlerin, şairlerin cümlelerinden, dizelerinden alıntılar yaptım. Aşk
konusunda öyle büyük, öyle anlamlı sözler edilmişti
ki, yok saymak büyük bir haksızlık olabilirdi. Onlar
iyi ki yazmışlar, iyi ki o büyük aşkları yaşamışlar ve
geride yazdıklarıyla, yaşadıklarıyla sonraki kuşaklara
muhteşem imgeler, yapıtlar, örnekler bırakmışlar. Yararlanmayı bildiğimiz oranda yapıtları ve yaşadıklarıyla onlar hep bizimle birlikteler.
“İnsan sevilmek istiyorsa, önce sevilmeye değer olmalıdır,” diyor Goethe. Siz, duygularınızda, düşüncelerinizde samimiyseniz, insansanız, bireyseniz,
dosdoğruysanız, sınırlarınızı ve insanın sınırlarını
biliyorsanız, bir başkasına inanmadan önce kendinize
inanıyorsanız, aşk gelir sizi bulur ve git diyemezsiniz.
Unutulmamalıdır ki: Aşkın kavgasını veremeyenler, hiçbir şeyin kavgasını veremezler; aşkın özgürlüğünü yaşamayan ve yaşatmayanlar ise, hiçbir özgürlüğü hak edemezler.
Ve her şeye rağmen: Aşk, dinmemiştir/Yine de
dalgındır elleri aşkın/Ve sıcaktır, bir yurt kadar…
28
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
EDEBİYATTAN NE HABER?
ÂMÂK-I HAYÂL İLK KEZ
SAHNEDE
BEŞİNCİ EDEBİYAT FESTİVALİ
Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi ve İBB Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı tarafından bu yıl beşincisi düzenlenen edebiyat mevsimi
edebiyatseverlere hazan mevsiminde baharı yaşattı.
18 Kasım pazartesi günü başlayan ve adına yakışır bir
biçimde ‘’ustalara saygı’’ temasının işlendiği bu seneki programda sırasıyla Necip Fazıl, Nurettin Topçu,
Cemil Meriç, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil konuşuldu. Beş gün süren programa özellikle gençler yoğun
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin
yazdığı,Türk Edebiyatının kült eserlerinden biri olan
Âmâk-ı Hayâl, Tiyatro Nefes tarafından sahneye
taşındı. Oyun, Sefaköy Kültür Merkezi ve Cennet
Kültür Merkezi’nde 6 ve 8 Aralık tarihlerinde
sahnelendi. Hüseyin Sorgun’un tiyatrolaştırdığı
oyunun yönetmenliğini Öncü Alper, süpervizörlüğünü
Mevlana İdris, oldukça takdir toplayan dekor ve
kostüm seçimini ise Gökhan Özdoğan yapıyor.
Hikâye, Raci isimli bir gencin etrafında dönüyor.
Rahat ve kaygısız bir genç olan Raci, bir gün
mezarlıkta Aynalı Baba isimli bir bilge ile karşılaşır.
Aynalı Baba, yırtık kıyafetli, saçı sakalı birbirine
karışmış pejmürde bir görünümdedir. Fakat O’nda,
Raci’yi kendisine çeken bir sır vardır. Raci, daha önce
hiç farkında olmadığı içindeki derde, Aynalı Baba’da
derman bulacaktır. Aynalı Baba sayesinde, bilmediği
alemlerde dolaşacak; içerisinde Buda’dan Zümrüd-ü
Anka’ya, Zerdüşt’ten Sokrates’e, İbrahim’den Hz.
Peygamber’e kadar her alemin temsili isimlerinin
bulunduğu bir yolculuğa çıkacaktır. Bu yolculukta
amansız mücalelere girişecek, hiç bilmediği yollarda
kaybolacak fakat hikayenin sonunda aradığı sorunun
cevabını bulup olgun bir kişi olarak macerasını
tamamlayacaktır.
ilgi gösterdi.
Tarihi Sultanahmet Kızlar ağası Medresesinde
gerçekleştirilen programda mekân kapasite olarak
yetersiz kalsa da her biri birbirinden değerli
konuşmacıları dinlemek uğruna katılımcılar ayakta
beklemeyi göze aldı. Yüze yakın akademisyen, şair
ve yazarın konuşmacı olarak katıldığı programda
şiir dinletileri, belgesel gösterimleri gerçekleştirildi,
ustaların dostlarından onlarla ilgili anılar dinlendi.
Hikâye görüldüğü üzere, Mantıku’t Tayr gibi,
Muhayyelat gibi mistik ve tasavvufî ögeler üzerine
örülmüş vaziyette. Bu haliyle oyunun, izleyenleri
tatmin ettiğini ve büyük bir başarı yakalandığını
söyleyebiliriz.
TYB İstanbul Şubesi başkanı Mahmut Bıyıklı bu
kadar yoğun bir katılım olmasının kendilerini
şaşırttığını ve aynı oranda mutlu ettiğini söylerken
seneye altıncısı düzenlenecek olan programın daha
büyük bir salonda gerçekleştirileceği müjdesini verdi.
Gidemeyip kaçırdığını düşünenler için güzel bir haber:
Oyun ocak ayında da çeşitli kültür merkezlerinde
sergilenecek. Kültür-sanat bültenlerini takip etmeyi
unutmayınız...
Program sonrasında edebiyat mevsimi büyük
ödülleri beş büyük usta üzerinde çalışmaları
bulunan ve onların yeni kuşaklarca tanınmalarını
kendilerine şiar edinmiş isimlere verildi. Buna göre
Necip Fazıl Kısakürek ödülü Mustafa Miyasoğlu ve
Üstün İnanç’a, Nurettin Topçu ödülü Prof. Dr. İsmail
Kara’ya, Cemil Meriç ödülü Halil Açıkgöz’e, Sezai
Karakoç ödülü Ali Haydar Haksal’a, Nuri Pakdil
ödülü Hüseyin Su’ya verildi.
29
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
The Purge (Arınma Gecesi)
lebilen sevimli bir surat giderdi. Ki kabul
edelim Wakefield rolünün hakkını fazlasıyla
vermiş.
Afişteki çarpıcı cümleye dönelim; 2017 yılında Amerikan hükümeti artan şiddetle
başa çıkamadığı için yeni bir kanun çıkarır. Bu kanuna göre yılın sadece bir gecesi,
akşam 7’den sabah 7’ye kadar cinayet dâhil
her suçu işlemek serbesttir! O gece boyunca
işlenen suçların hesabı kimseden sorulmayacağı gibi gece boyunca ne polis ne de hastaneler saldırıya uğrayan insanların yardımına
koşmayacaktır. İnsanların kendilerini tamamen serbest bıraktıkları bu geceden sonra
içlerindeki kötülükten kurtulduklarına ve
yılın geri kalanında huzur içinde yaşadıklarına inanılmakta ve dolayısıyla bu geceye de
“arınma gecesi” adı verilmektedir.
Ayşe Merve ER
Bu yılın en ilgi çekici konuya sahip
gerilim filmlerinden biri diye nitelendirebileceğimiz bir film elimizdeki. “Her yıl bir
gece için tüm suçlar yasal...” cümlesi karşılıyor bizi filmin afişinde. Başa dönüp tekrar
okuma isteği uyandıran bir cümle öyle değil
mi? Aslen senarist olan James DeMonaco’nun ikinci uzun metraj çalışması; Arınma
Gecesi. İlk filmi ise Little New York olarak
da bilinen New York’un en küçük ilçesi olan
“Staten Island”. Yapımcı olaraksa Paranormal Aktivite ve Lanet’ten tanıdığımız Jason
Blum karşımızda.
Sandin ailesinin 2023 yılındaki Arınma
Gecesinde başına gelen olaylar kısaca
evlerinde güvenlik sistemi olmayan dört kişinin, tehlikelerle dolu dış dünyaya karşı ne
kadar süre mücadele verebileceklerinin anlatılmasıdır.
Başrollerimizden James Sandin’i, ‘’Before
Sunrise, Before Sunset, Before Midnight’’
üçlemesinden tanıdığımız Ethan Hawke canlandırıyor. Hatırlatalım DeMonaco, Staten
Island’da da Ethan Hawke ile çalışmıştı.
James ev güvenlik sistemleri satan bir iş
adamı. Eşi Mary Sandin rolünde ise Game
of Thrones’dan tanıdığımız kraliçe Cercei
Lannister’ı da canlandıran Lena Headey oynamakta. Diğer aile üyelerine gelirsek; başarılı bir lise öğrencisi olan evin kızı Zoey ve
biraz kafası karışık küçük kardeş Charlie.
Ancak ne yazık ki yönetmenin deneyimsizliği böyle bir senaryoyu tipik bir ev istilası
filmine dönüştürüyor. Konu, maskeli bir
grup psikopatın masum bir aileyi istismar
etmesi gibi sıradan bir olay ekseninden çıkamıyor.
Yine de film boyunca
asla sıkılmıyorsunuz
çünkü DeMonaco
Arınma Gecesi fikrinin
toplumda yerleşmiş
olduğunu öyle sinir bozucu ayrıntılarla yansıtıyor ki insan ister istemez kendini hikâyenin
içinde hayal ediyor ve
aslında sizi geren de bu
düşüncenin zihninizde
oluşturduğu çağrışımlar. Kendinize şunu
sormadan edemiyorsunuz: “Ben olsam ne
yapardım?”
Oyunculuğuyla, bana kalırsa, en çok göz
dolduran kişi, evsizleri öldürüp arınan(!)
çetenin başı psikopat Rhys Wakefield. O
role ancak o kadar soğukkanlı ve canice gü-
İşte o küçük ayrıntılardan bazıları:
- Haberlerde arınma videoları verilirken
30
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
spikerin sözleri: “Bu, Amerikalıların suça
dönüşen öfkesi için yasal bir çıkış…”
şebilirdi. Teknolojiyi de içinde barındıran,
toplumsal eleştiri ve bireysel yorumlama ile
ele alınacak senaryo, harikulade bir filme
malzeme olabilirdi. Ancak harika bir fikirden, vasatı biraz aşan bir ev istilası filmi
çıkabilmiş.
-Yine arınma videolarının arka planındaki
ses: “Arınma aleyhtarları sıklıkla bu gecenin
fakir, hasta ve muhtaç insanların ortadan
kaldırılmasına yönelik bir hareket olduğunu
düşünüyorlar. Bu tabakayı yok etmek ekonominin de yükünü azaltıyor.”
Denilene göre DeMonaco yöneltilen
eleştirileri de dikkate alarak devam filminin
hazırlıklarına başlamış. Umarız ilki gibi düşük bütçeli ve yüzeysel bir gerilim filminden
ziyade bir başyapıt çıkarır karşımıza.
-James Sandin’in oğlu Charlie’ye arınma gecesini açıklarken söylediği sözler ise: “Bu
gece bizim ülkemizi kurtardı.”
-‘’Bu sabah silah ve güvenlik sistemlerinin
üç aylık satış raporları açıklandı ve her iki
sektörün de kâra geçtiği görülüyor.’’
Yılın sadece bir gecesi, akşam 7’den sabah
7’ye kadar cinayet dâhil her suçu işlemek
serbest! O gece boyunca işlenen suçların
hesabı kimseden sorulmayacağı gibi
gece boyunca ne polis ne de hastaneler
saldırıya uğrayan insanların yardımına
koşmayacak.)
Son bir soru…
Ne dersiniz siz olsaydınız hangisini yapardınız; evinizde sabahın olmasını beklemek mi,
yoksa şiddetin kol gezdiği sokağa çıkıp arınmak mı? Ya da şöyle mi demeliydim: “Siz
olsaydınız hangi suçu işlerdiniz?”
“Güvenli Geceler İÜHF.”
-‘’Yüzlerce insan, bu ülkeyi daha güvenli bir
yer yapmak için
kendilerini feda edenlere şükranlarını sunmak için Times Meydanında toplandı.’’
-‘’Dün gece iki oğlumu da kaybettim. Oğullarımı. Eskiden gururlu bir Amerikalıydım.
Ama artık değil. Çünkü bu ülke benden her
şeyimi aldı’’.
Filmin genelinde yönetmenin diyaloglar
arasında vermeyi tercih ettiği bu ve bunun
gibi çok fazla sistem eleştirisi söylem var.
Bu replikler aslında filmdeki 2023 tarihinde
DeMonaco’nun yarattığı toplumu anlatır gibi
gözükse de günümüz Amerikan toplumunu
anlatıyor. Hatta onu örnek alan tüm tüketici,
kapitalist, liberal ekonomiye bağlı toplumları da anlatıyor diyebiliriz.
Sonuç olarak; filmde, kapatılmaya uğraşıldığı belli olsa da doldurulamayan çok fazla
boşluk var. Kafamızdaki soru işaretlerinin
kimisi bilinçli olarak bırakılmış, kimisi de
ayrılan düşük bütçe nedeniyle doldurulamayan sorular üzerine oluşuyor. DeMonaco
bu orijinal fikri iyi işlediği takdirde harika
bir sistem eleştirisi ve bir başyapıt ortaya
çıkarabilirdi. Film, güçlü bir senaryo ve başarılı oyuncularla muhteşem bir esere dönü-
31
Küllük Dergisi
KÜLLÜK KİTAPLIĞI
Beşir Ayvazoğlu - Ateş Denizi
Alper Canıgüz - Cehennem Çiçeği
Bu ateş denizinin iki yakası var...
Alper Canıgüz’ün eşsiz kahramanı Alper Kamu’yla
birlikte her türlü şiddetin hüküm sürdüğü bir
atmosferde, kırık hayatların, küllenmiş aşkların ve
daha nice esrarın peşinde kara mizahla yüklü yeni bir
yolculuğa çıkıyoruz.
Bazen bir nehir gibi akıyor ve önüne geleni
sürüklüyor. Bazen kara bir rüzgâr onun başını
döndürüyor. Ateş, içindeki balıklan da yakıyor. Akılla
ruh cenk ediyor orada. Doğu ile Batı ateş iğneleriyle
birbirine geçiyor. Aşk, bazen yokluk elbisesi giyiyor.
Bazen bir yağmura dönüyor. Edebiyat, tarih, müzik
alev almış at gibi koşuyor. Ses bir ruh bulutu gibi
sürükleniyor meçhulde. Kültür tarihinin son bestesi.
Kahramanımız, bu kez bir çocuğun ölümü ve eski bir
aşk hikayesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak
için uğraşırken, “İnsanlığa dair kavrayışımızı biraz
daha ileri götürmeyecekse bir cinayeti çözmenin ne
anlamı var ki?” diyen bir dedektife yakışacak şekilde,
adalet kavramımızı sorguluyor.
Hasan Ali Toptaş - Heba
Alper Kamu Cehennem Çiçeği; ilk üç romanıyla
edebiyatımızda kendine özgü ayrıcalıklı bir yer
edinen Alper Canıgüz’den kahkaha ve gözyaşının iç
içe geçtiği büyülü bir serüven.
Her kötülük, bir iyiliğin içine akıyor işte...
Heba, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya
benzemeye muvaffak olan yalanın, utanmazlığın,
lincin, kıstırılmışlığın romanı.
Peyami Safa - Matmazel Noraliya’nın Koltuğu
Peyami’nin mistik yöneliş ve görüşlerini en ikna
edici şekilde işlediği eseridir. Karşılaştığı bir takım
olağanüstü olayları benimsediği materyalist ve
pozitivist felsefenin ilkeleriyle açıklayamayan, şüphe,
tereddüt ve bunalımlar içinde kıvranan bir gencin
materyalizmle mistisizm arasında gidip gelen beyin
sancılarının hikâyesidir.
Edebiyatın kirişlerini çatlatan büyük bir yazardan
yalnızlığın, pişmanlığın, askerliğin, heder olmuş bir
ömrün romanı. İpek kadar yumuşak ve ipek kadar
sağlam.
Sadık okurları için yeni keşifler sunacak, yeni
tanışanları sadık okurlara dönüştürecek bir Hasan Ali
Toptaş romanı...
Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama
Enstitüsü
Eser, içeriğini ve konusunu romanın karakterlerinden
Nuri Efendi (Saat Ustası), Mübarek (Ayaklı ve yaşlı
bir İngiliz yapımı duvar saati), Halit Ayarcı ve saatzaman-insan ilişkilerinden almaktadır. Romanda
insanların popülerliğe ve paraya verdiği önemin,
insanların nasıl bir anda yüz değiştirebileceğinin altı
çizilmektedir. İki uygarlık arasında bocalayan Türkiye
toplumunun yanlış tutumlarını, davranışlarını alaya
alan eleştirel bir yapıya sahiptir. Saatleri Ayarlama
Enstitüsü Türk insanının doğu ve batı arasında
bocalamasını irdeleyen bir başucu romanıdır.
32
Küllük Dergisi
Resim:
Melik Fırat SALMIŞ
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
RUBÂÎ
Sevda dolu yollarda emekler bu gönül
Kalkıp yürümek neymiş acep der bu gönül
“Gökden ne yağar ki yer kabûl eylemeye”
Aşkın gibi bir rahmeti bekler bu gönül.
RUBÂÎ
Sevdâ yolunun geçtiği yerden geçeriz,
Mecnun gibi neşveden, kederden geçeriz.
Aşk nağmesinin şevkıne düştükçe gönül;
Tâ haşredek âlemde nelerden geçeriz.
KIT’A
Yaprakların sarardığı mevsim gelir dile;
Rüzgâr eser gider, sesi dallarda gizlenir.
Senden kalan nedir diye dalsam düşünceye;
Her lâhza gözlerimde hayâlin filizlenir.
KIT’A
Rubâîler ve Kıt’alar:
Memduh CUMHUR
Sonbahar hüznü mü çökmekde bugünden
yarına
Bakamam gözlerinin sırrı neden böyle derin?
Rüzgâr olsam, kıyamam belki de yapraklarına,
Aşkı bir korkulu rü’yâya çevirmiş kederin.
Sadece Edebiyat Yapıyoruz
Küllük Dergisi
31

Benzer belgeler

Lili`den Liliyar`a

Lili`den Liliyar`a Recep ALPTEKİN Köle..................................................................15 S. Melik KAYA Garip...............................................................15 Muhammed Bâkır Köse Seki...

Detaylı