Darbe Girişimi Püskürtüldü Millet İradesi Kazandı

Transkript

Darbe Girişimi Püskürtüldü Millet İradesi Kazandı
Gelişim Yolunda
Bir Adım Daha İleri
Anne sütü bebeğiniz için en iyisidir. Anne sütü ile beslenmenin mümkün olmadığı durumlarda doktorunuza danışınız. Pronutra, Avrupa patentli bir bileşendir.
*Nielsen Türkiye 2012-2014 devam sütü pazar payı araştırma sonuçlarına göre.
Avrupa Patentli
Pronutra
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi
Bülent AKARCALI
Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı / Eski Turizm Bakanı
Prof. Dr. Bülent ZÜLFİKAR
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Fahrettin KELEŞTEMUR
Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB) Başkanı
Doç. Dr. Haluk ÖZSARI
Sağlık Bakanlığı SPK Üyesi
Acıbadem Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Haydar SUR
Biruni Üniversitesi Rektör Yardımcısı
ve Sağlık Bilimleri Fakültesi
Prof. Dr. İskender PALA
Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi / Başbakan Başdanışmanı
Prof. Dr. Metin DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN
Medeniyet Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mücahit ÖZTÜRK
Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
Adana Milletvekili
Osman GÜZELGÖZ
Sağlık Bakanlığı Daire Başkanı
Öznur ÇALIK
Malatya Milletvekili / AK Parti Genel Başkan Yardımcısı
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi,
Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı
EDİTÖRDEN
Darbe Girişimi Püskürtüldü
Millet İradesi Kazandı
Ülkemiz büyük bir badire atlattı ve adeta uçurumun eşiğinden döndü.
TSK içerisinde yapılanmış terörist hücrelerin 15 Temmuz gecesi Milletimizin bugününe, yarınına ve geleceğine kast etmek maksadı ile başlattıkları kanlı darbe girişimi yine bizzat Milletimiz tarafından püskürtüldü ve bertaraf edildi.
Çoğunluğu sivil vatandaşlarımızdan olan 240 şehidimiz ve yüzlerce
gazimiz (yaralımız) var. Ülke ve Millet olarak hem acımız, hem öfkemiz
büyük aslında. Ama aynı zamanda bütün milletlere örnek olacak bir
duruşumuz da var artık. Aslında Millet istemedikçe bu ülkede hiç kimsenin hain emellerini asla gerçekleştiremeyecek olmasının anlaşılması
tarihe geçecek önemli bir hakikat şimdi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan:
10 Bedelini Ağır Ödeyecekler
Biz de Sağlık ve İnsan Dergisi olarak 15 Temmuz gecesi ve sonrasında bütün olup bitenleri bu sayımızın Kapak Dosyası şeklinde derledik.
Tüm ayrıntılarıyla dikkatinize sunuyoruz. Ayrıca Sağlık Bakanımız Prof.
Dr. Recep Akdağ’ın darbe girişimi ve sonrası ile ilgili röportajlarından
önemli başlıkları da bu dosyamıza ekledik.
Bu hain ve kanlı darbe girişimine kalkışanları, onların arkasındakileri, sebep olanları, emir verenleri, uygulayanları, insanımızın üzerine
bomba ve kurşun yağdıranları nefretle lanetliyoruz. 15 Temmuz gecesinin şehitlerini şükranla yad ediyor, gazilerimize acil şifalar diliyor
ve dik duruşuyla bu hain teşebbüsü bertaraf eden milletimize teşekkür
ediyoruz.
/saglikinsandrg
Yıl: 5 Sayı: 56 • AĞUSTOS 2016 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR.
EsasMedya Ltd. Şti. adına
Milli İrade Kazandı
Başbakanımızın ilk açıklaması ve dik duruşu, arkasından Cumhurbaşkanımızın bir TV kanalına bağlanarak yaşadığını, halkının arasında
olmak üzere İstanbul’a hareket ettiğini söylemesi, Milletimizi iradelerine ve demokrasiye sahip çıkmak üzere meydanlara çağırması, millet
iradesinin tecelligahı olan TBMM’nin, bütün Milletvekillerinin, Bakanların, Emniyet Teşkilatımızın, TSK’nın darbe girişimini kabul etmeyen
ve bu girişime direnen unsurlarının, en önemlisi de bu Aziz Milletin o
gece ve sonrasında ortaya koyduğu asil duruş 15 Temmuz’dan geriye
kalan en önemli tablolar oldu.
Sevgi ve saygılarımızla…
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
04
11 Başbakan Binali Yıldırım: 15 Temmuz Artık
Demokrasimizin Bayramı Olmuştur
Sağlık Bakanı Recep Akdağ: Bunlar Kanserli
14 Hücreler Gibi Her Yere Sinsice Yayılmışlar
Ayşe Aydın
/saglikveinsandergisi
Antibiyotik Direnci:
38 “Antibiyotik Çağı”Nın Sonu Mu?
www.saglikveinsandergisi.com
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörleri: Esra ÖZ, Ensar ÜSTÜN
Hukuk Danışmanı: Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ahmet ACAR Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ
Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım
Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83
Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: Şen Matbaa Özveren Sok. 25/B Demirtepe/ANKARA Tel : 0312 229 64 54
Basım Tarihi: Ağustos 2016, ANKARA
Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki
sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir.
24 Sahte İlaçla Mücadeke
50
Anne Karnında Bebek Ne Duyar,
Ne Hisseder, Ne Yapar?
kapakkonusu
KANLI DARBE GİRİŞİMİNİ PÜSKÜRTEN
16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:26
16 TEMMUZ CUMARTESİ 02:00
MİLLİ İRADE KAZANDI
Bu açıklamaların ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan bir
televizyon kanalının canlı yayınına bağlanarak, askeri
kalkışmaya tepki gösterdi ve halkı meydanlara davet etti.
Erdoğan, “Milli iradeye yönelik bu ayaklanma hareketine karşı tabii ki hukuk, yasalarımız, anayasamız neyi gerektiriyorsa bunun bir defa cevabını bu yapı ister Silahlı
Kuvvetler içinde olsun, bir grup azınlık da olsa ister başka
kurumlarımızın içerisinde olsun, gereken cevabı alacaklardır.” dedi.
Darbe girişiminde bulunan askerler gözaltına alınmaya
başlandı.
DAKİKA DAKİKA FETÖ'NÜN DARBE GİRİŞİMİ
Genelkurmay Başkanlığı Karargahı’nda, 15 Temmuz’da
TSK içerisindeki bir grup subay tarafından başlatılan darbe girişimi, tüm yurtta yaklaşık 22 saatte kontrol altına
alındı. 15 Temmuz Cuma günü saat 22:00’de başlayan
darbe girişimi, 16 Temmuz Cumartesi günü saat 20:02’de
bertaraf edildi.
15 TEMMUZ CUMA 23:30
AA çalışmalarından derlediğimiz darbe girişimi ve ardından yaşanan gelişmeler şöyle:
16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:00
15 TEMMUZ CUMA 22:00
Genelkurmay’da silah sesleri duyuldu ve bir helikopterden dışarıda bulunanların üzerine ateş açıldı. Ankara’da
Genelkurmay Başkanlığı Karargahı ve TRT Genel Müdürlüğü bir grup askerce ele geçirildi. Aynı saatlerde
İstanbul’da Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet Köprüleri bir
grup asker tarafından geçişe kapatıldı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın, darbe girişiminde bulunan bir grup asker tarafından rehin alındığı
bildirildi.
Güvenlik kaynaklarınca, “Askeri kalkışma, ordu içerisindeki Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması
(FETÖ/PDY) mensubu bir grup subay tarafından yapılmaya çalışılmaktadır.” açıklaması yapıldı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 02:42
16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:09
16 TEMMUZ CUMARTESİ 02:55
Ankara Yenimahalle’de bulunan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) kampüsüne askeri helikopterlerce ateş açılması
üzerine MİT’in çevre güvenliğini sağlayan unsurlarca saldırıya silahla karşılık verildi.
TBMM’ye atılan bomba nedeniyle bazı polis memurlarıyla
Meclis görevlileri yaralandı, kulis camları kırıldı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:35
Darbe girişimiyle ilgili ilk soruşturma İstanbul’da başlatıldı. Küçükçekmece Başsavcısı Ali Doğan, darbe girişimini
yapan askerlerle ilgili soruşturma başlatıldığını ve askerlerin görüldükleri yerde tutuklanacaklarını bildirdi.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:13
TRT’yi işgal eden kalkışmacı askerler korsan darbe bildirisi okuttu. Cumhurbaşkanlığı kaynaklarınca açıklamanın
TSK tarafından yapılmadığına dikkat çekilerek “Korsan
bildiridir. Gerekli özenin gösterilmesini rica ederiz” denildi. Korsan bildirinin TRT’de okutulmasından bir süre sonra TÜRKSAT TRT’nin yayınını kesti.
15 TEMMUZ CUMA 23:05
15 TEMMUZ CUMA 23:24
Ankara’nın Gölbaşı ilçesindeki Polis Özel Harekat Eğitim
Merkezinde bir patlama meydana geldi.
Saldırganlar, TRT yayınlarını kesen TÜRKSAT’ın Gölbaşı’ndaki tesislerine askeri helikopterlerle saldırdı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 01:01
16 TEMMUZ CUMARTESİ 01:39
16 TEMMUZ CUMARTESİ 03:00
TBMM Genel Kurulu Salonu açıldı. TBMM Başkanı İsmail
Kahraman ve milletvekilleri Genel Kurul Salonu’nda yerini
aldı.
TRT yeniden normal yayınına döndü. TRT Genel Müdürlüğü binasını ele geçirmeye çalışan darbeci askerler gözaltına alındı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 03:10
16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:13
Diyanet İşleri Başkanlığının talimatı üzerine 81 ilde okunan birlik selaları ile Türkiye genelinde vatandaşlar sokağa çıkarak darbe girişiminde bulunanlara tepki göstermeye başladı.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:57
Ankara Emniyet Müdürlüğü savaş uçağı ve helikopterlerin saldırısına uğradı. Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, “Bu,
TSK içinde bir cuntanın kalkışma girişimidir.” dedi.
Başbakan Binali Yıldırım, bir televizyon kanalının canlı yayınına bağlanarak yaptığı açıklamada, bir kalkışma girişiminin olduğunu belirterek, Bu girişime izinverilmeyecektir. Bunu yapanlar en ağır bedeli ödeyeceklerdir. Askerin
içerisindebir grubun kalkışması söz konusu dedi.
4
Yeniden televizyon yayınına bağlanan Başbakan Binali
Yıldırım, “Havadaki jetlerle kurumlarımıza mermi, bomba
yağdıranlar adeta bu terör örgütünün elemanı gibidir,
devamı gibidir. Asla ve asla böyle bir iş, şanlı Silahlı Kuvvetler bayrağı altında görev yapan hiçbir subayımıza, hiçbir askerimize yakıştırılacak bir iş değildir.” dedi.
Başbakan Yıldırım, Ankara semalarında, MİT, Meclis, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık gibi kritik bölgeler üzerinde
uçuş yapan her türlü askeri helikopter ve uçağın füzeyle
indirileceğini açıkladı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 03:15
Genelkurmay Başkanlığı’ndan yeniden çatışma sesleri
gelmeye başladı.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
5
16 TEMMUZ CUMARTESİ 03:20
16 TEMMUZ CUMARTESİ 06:00
16 TEMMUZ CUMARTESİ 07:50
16 TEMMUZ CUMARTESİ 10:34
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’a geldi.
Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığınca, darbe girişimiyle ilgili soruşturma başlatıldığı, Gölbaşı’ndaki Özel Harekat
Merkezi’nde 42 kişinin hayatını kaybettiği, bölgede olayların kontrol altına alındığı bildirildi.
FETÖ üyesi 29 albay ve 5 general, İçişleri Bakanı Efkan Ala
tarafından görevden uzaklaştırıldı.
Genelkurmay Başkanlığı içinde darbeye katılmadığı için
elleri bağlı olarak odalar içinde kilitli tutulan subay ve
astsubaylar, sabah saatlerinde tahliye edildi. Aralarında
tankçı subay ve astsubayların da bulunduğu bir grup rütbeli asker ve erbaş da teslim oldu.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 06:30
Güvenlik çemberine alınan Çankaya Köşkü ve Başbakanlık Resmi Konutu’na çıkan tüm yollar kapatıldı. Darbe
girişiminde bulunan FETÖ mensuplarınca kullanılan ve
TÜRKSAT’ı bombalayan askeri helikopter Gölbaşı’nda düşürüldü.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 08:32
Ankara Akıncı 4. Ana Jet Üs Komutanlığına operasyon düzenlenerek Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar
kurtarıldı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 10:37
Başbakan Yıldırım, “Genelkurmay Başkanımız Hulusi Akar,
sağ salim kurtarıldı ve şu anda Çankaya’da kriz merkezinde görevinin başındadır.” açıklamasında bulundu.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 10:41
16 TEMMUZ CUMARTESİ 06:40
Akıncı’daki 4. Ana Jet Üs Komutanlığı’nda üslenen FETÖ
mensupları, darbe girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine üssü terk etmeye başladı.
Darbe girişiminde İstanbul Boğaziçi Köprüsü’nü kontrol
eden askerler teslim oldu.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 10:59
16 TEMMUZ CUMARTESİ 09:10
16 TEMMUZ CUMARTESİ 04:00
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), silahlı terör örgütü FETÖ üyesi hakim ve savcılar hakkında en ağır tedbiri almak üzere toplandı.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, darbe girişiminde bulunan terör örgütü FETÖ/PDY irtibatlı yargı görevlileri ve
sözde “Yurtta Sulh Komitesi” mensubu general, amiral, subay, astsubay, er ve erbaşlar hakkında gözaltı kararı verdi.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 09:46
16 TEMMUZ CUMARTESİ 04:42
16 TEMMUZ CUMARTESİ 06:52
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Marmaris’te konakladığı ve
gece yarısı ayrıldığı otele helikopterlerden ateş açıldı. Helikopterlerden inen yüzleri maskeli ve ağır silahlar taşıyan
askerler oteli abluka altına aldı. Çıkan çatışmada 5 polis
yaralandı.
Başbakan Yıldırım, Genelkurmay Başkanlığı’na vekaleten
1. Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar’ın atandığını
bildirdi.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 07:00
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi yakınındaki Jandarma Genel Komutanlığı’nın bulunduğu kavşağa askeri uçaktan
bomba atıldı.
İçişleri Bakanı Efkan Ala, Sahil Güvenlik Komutanı Tümamiral Hakan Üstem’i görevden aldı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 11:27
Genelkurmay Başkanlığı Karargahı’nda bulunan FETÖ terör örgütü mensubu askerler, teslim olmak için müzakere
talebinde bulundu.
Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Akın Öztürk ile
Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı (EDOK)
Muhabere ve Destek Eğitim Komutanı Korgeneral Metin
İyidil hakkında, vatana ihanet suçundan işlem başlatıldı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 09:58
Türkiye genelindeki tüm hakim ve savcılardan izinli olanların, izinlerini keserek derhal görevlerine başlamalarına
ve adli tatilin iptaline karar verildi.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 12:56
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı
İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosunda görevli 3 Cumhuriyet savcısı, sanıkları teslim almak için Genelkurmay Başkanlığı nizamiyesine geldi.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 12:57
16 TEMMUZ CUMARTESİ 05:20
Başbakan Yıldırım, resmi twitter hesabından darbe girişimi içerisinde yer alan bir generalin öldürüldüğü bilgisinin
geldiğini ve aralarında albayların da bulunduğu 130 askerin gözaltına alındığını bildirdi.
6
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
16 TEMMUZ CUMARTESİ 07:10
İçişleri Bakanlığı’ndan edinilen bilgiye göre, FETÖ mensubu 336 kişi gözaltına alındı.
Başbakan Yıldırım, Çankaya Köşkü’ne geldi, kameraların
karşısına geçti ve açıklamalarda bulundu. Yıldırım, “Bu
kalkışma bastırılmıştır, toplam 161 şehidimiz, şu ana kadar bin 440 yaralımız vardır. Bu aşağılık kalkışmaya, bu
olaya karışan şu ana kadar 2 bin 839 çeşitli rütbede subay,
asker gözaltına alınmıştır. Üst düzey rütbeliler de mevcuttur.” dedi.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
7
16 TEMMUZ CUMARTESİ 14:37
16 TEMMUZ CUMARTESİ 18:46
HSYK Genel Kurulu, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın
gözaltı kararı doğrultusunda 5 HSYK üyesinin üyeliğinin
düşürülmesine karar verdi. HSYK 2. Dairesi, 541’i ilk derece idari yargıda, 2 bin 204’ü ilk derece adli yargıda olmak
üzere toplam 2 bin 745 hakimi açığa aldı.
Örgüt mensuplarınca darbe girişiminde kullanılan Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün bahçesindeki tanklar, askeri
tırlarla kışlaya çekildi.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 15:26
FETÖ’nün darbe girişimiyle ilgili haklarında yakalama kararı bulunan 10 Danıştay üyesi gözaltına alındı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 20:02
FETÖ’nün darbe girişiminin ardından yürütülen soruşturma kapsamında, evinde arama yapılan Anayasa Mahkemesi Üyesi Alparslan Altan gözaltına alındı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 21:09
16 TEMMUZ CUMARTESİ 16:08
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca, terör örgütü üyeliği
suçundan 140 Yargıtay, 48 Danıştay üyesi hakkında gözaltı kararı alındı. Bu isimlerden 11 Yargıtay ve 4 HSYK üyesi
gözaltına alındı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 17:00
Başbakan Binali Yıldırım olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu’nda milletvekillerine hitap etti. Yıldırım, konuşmasına İstiklal Marşı’ndan dizeleri okuyarak başladı.
FETÖ’nün darbe girişimi ardından yürütülen soruşturma
kapsamında evinde arama yapılan Anayasa Mahkemesi
üyesi Erdal Tercan, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı (KOM) ekiplerince gözaltına alındı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 21:19
HSYK 2. Dairesince açığa alınan adli yargıdaki hakim ve
savcıların isimleri açıklandı.
16 TEMMUZ CUMARTESİ 21:57
FETÖ’nün darbe girişimine ilişkin soruşturma başlatan
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, tüm ağır ceza Cumhuriyet başsavcılıklarına yazı göndererek, “aynı örgüte üye oldukları değerlendirilen” idari ve adli yargıda görev yapan
toplam 2 bin 745 hakim ve savcının gözaltına alınmasını
ve haklarında soruşturma yürütülmesini istedi.
8
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
9
kapakkonusu
kapakkonusu
Başbakan Binali Yıldırım:
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan:
BEDELİNİ AĞIR ÖDEYECEKLER
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz gecesi CNN Türk ekranlarına
bağlanarak yapmış olduğu Facetime
görüşmesi vatandaşlar tarafından
büyük ilgi gördü. Bu konuşma adeta
darbe girişiminin kırılma anı oldu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, CNN Türk yayınına bağlanarak
darbe girişimi hakkında yaşananları
değerlendirdi. "Bu konuda Cumhurbaşkanı olarak, Başbakanımız ve hükümetimiz olarak bizler atılması gereken adımları dik durmak suretiyle
atacağız. Meydanı onlara bırakamayız. Şu anda yapmış oldukları işgali
de kısa zamanda ortadan kaldıraca-
ğımıza inanıyorum. Kararlı şeklide
bu işin üzerine gideceğimiz özellikle
bildirmek istiyorum. Bu kararlılığımızı
kimsenin test etmeye gücü yetmeyecektir” ifadelerini kullandı.
Vatandaşlara meydanlara çıkma çağrısında da bulunan Erdoğan “Milletimizi illerimizin meydanlarına, havalimanlarına davet ediyorum. Milletçe
havalimanında toplanalım, bunları
o azınlık grubu tankları ile topları ile
gelsinler ne yapacaklarsa yapsınlar.
Halkın gücü üzerinde bir güç tanımadık şu ana kadar” dedi.
TSK’da emir komuta zincirinin çalışmadığını vurgulayan Erdoğan, “Şu
anda emir komuta zinciri askıya alınmıştır. Emir komuta zinciri içinde altın üste yönelik adımları söz konusudur. Bu ülkede cumhurbaşkanı olarak
ben başkomutanım, aynı zamanda
Başkomutan olarak benim haberimin
olmadığı böyle bir adımı atanlara
yargı cevabı verecektir” diye konuştu.
Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın rehin alındığı
yönündeki iddiaları da yanıtlayarak,
“Bu tür haberleri ben de duydum, şu
anda ne denli sağlıklı bilemiyoruz. Bu
tür olaylar olduğunda hava iyice bulanık olur, şu anda da böyle bir hava
söz konusudur. Bu havayı bulanık
hale getirenler beledini ödeyecektir”
şeklinde konuştu.
Erdoğan konuşmasının sonunda,
“Bu darbecilerin başarılı olacağına
inanmıyorum, tarih boyunca başarılı
olamamıştır. Er veya geç onlar yok olmuşlardır” ifadelerini kullandı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bu milletin imkanları ile ortaya
konmuş tankı topu uçağı helikopteri
kullanarak milletin üzerine gelmenin
bedelini ağır ödeyeceklerdir” dedi.
10
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
15 TEMMUZ ARTIK DEMOKRASİMİZİN
BAYRAMI OLMUŞTUR
Başbakan Binali Yıldırım Çankaya Köşkü’nde Orgeneral Hulusi Akar ve Adalet Bakanı Bekir
Bozdağ ile birlikte basın açıklaması yaptı.
Başbakan Binali Yıldırım, “15 Temmuz artık demokrasimizin bayramı
olmuştur. Bu darbe girişiminde hayatını kaybeden güvenlik güçlerimiz,
polisimiz, sivil vatandaşlarımızı şükranla anıyoruz. Yakınlarına başsağlığı
diliyoruz. Büyük bir belayı kahramanca defettik. Bu Silahlı Kuvvetler içerisindeki paralel terör yapılanmasının
bir kalkışmasıdır. Bu vesileyle vatanını, milletini, bayrağını seven ve bu
alçakça girişime asla prim vermeyen
değerli komutanlarımızı, subaylarımızı tebrik ediyorum” dedi.
“Paralel çete mensupları
Türk adaletinin elinde”
Binali Yıldırım, siyasi partilere ve taraftarlarına da teşekkür ederek sözlerini şöyle dürdürdü:
“Bu yaşadığımız olay birşeyi ortaya
koydu: Türk milletinin demokrasi
konusunda ne kadar engin bir tecrübeye sahip olduğunu bir kez daha
bütün dünya gördü. Köprüyü kesen,
binalara girmeye çalışan, tankların
önüne yatan aziz vatandaşlarımızı,
canını bu millet için veren aziz şehitlerimzi klimse unutmayacak. Bu
durumda bizi arayan dost ülkelere
de teşekkür ediyoruz. Bu paralel çete
mensupları artık yüce Türk adaletinin elindedir. Müstehak oldukları her
türlü cezanın karşılığını göreceklerdir. Milletimiz bu olayda çok büyük
basiret göstermiştir. Türkiye’nin milli
iradenin kesintiye uğramasının önüne geçmiştir. Hiç kimse bu milletin
iradesiyle oyun oynayamaz. “
hayatını sürdürürken, bir yandan da
ülkemizi ve milletimizi dünya ülkeleri
arasında itibarsızlaştırmaya çalışan
bu güruhlara karşı her türlü işlem
gecikmeden, misliyle yapılacaktır.
Biz yolumuza aynı kararlılıkla devam
edeceğiz. Bütün milletimize geçmiş
olsun diyor, demokrasi bayramımız
15 Temmuz, ülkemize, milletimize
hayırlı olsun diyorum.” diye konuştu.
“PKK’dan daha aşağılık”
“Komutanlarımızla ilgili endişe edilecek
durum yok”
Vatandaşların normal hayatlarına
dönmeye başladığını belirten Yıldırım ayrıca “Vatandaşlarımızın bugün
normal hayata dönmüş olması erdeminin bir göstergesidir. Devletin silahıyla, parasıyla, tankıyla, bombasıyla,
uçağıyla, helikopteriyle bu ülkenin
vatandaşlarının üzerine ateş açanlar
PKK teröründen daha da aşağılık bir
terör örgütüdür” ifadelerini kullandı.
Yıldırım konuşmasında “basının ve
sosyal medya kurumlarının da sağduyulu davrandığını” belirterek teşekkür etti. İşin birinci safhasının
sona erdiğini söyleyen Yıldırım, “Bundan sonraki yapılacak çalışmalarda,
bir yandan vatandaşlarımız normal
Tutuklamaların devam ettiğini ve
işlenen suçun karşılığının hukuk sisteminde açık şekilde belirtildiğini
söyleyen Başbakan, darbe girişiminde bulunanlara yönelik idam cezası
olasılığı konusunda, “Bilindiği gibi
idam cezası Türk anayasasından, Türk
hukuk sisteminden çıkarılmıştır. Bugün yüce Meclisimiz toplanacak ve
burada ülkenin bu ve buna benzer
çılgınlıklarla karşı karşıya kalmaması
için ilave ne gibi tedbirler alınacaksa, hukuki düzenlemeler yapılacaksa
bunları da diğer partilerimizle, parti
liderleriyle değerlendireceğiz, üzerinde çalışacağız” değerlendirmesinde bulundu.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
11
kapakkonusu
15 TEMMUZ GECESİNİN
KAHRAMANLIK TABLOLARI
Darbe Girişiminin Seyrini Değiştiren
Kahraman Astsubay Ömer Halisdemir
Özel Kuvvetler Komutanlığı, darbeci
askerler tarafından ele geçirilmişti.
Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı, Astsubay Ömer Halisdemir'i
arayarak 'Semih Terzi'yi öldür' emrini
verdi.
Boğaziçi Köprüsü’nde darbe teşebbüsünde
bulunan hainler Erol Olçok ve Oğlunu Şehit Etti
15 Temmuz gecesi, FETÖ’cü cuntanın en
çok kan akıttığı yerdi İstanbul Boğaziçi
Köprüsü. Darbeye karşı tankların önüne
dikilenler arasında olan reklamcı Erol Olçok ve 16 yaşındaki oğlu Abdullah Tayyib
de kurşunların hedefi olmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın çalışma arkadaşlarından olan Olçok’ın, oğlunu daha
güvenli bir yere almak isterken vurulduğu, 16 yaşındaki Abdullah’ın da, düşen
babasına hamle yaptığı sırada zırh delici
mermi ile öldürüldüğü ortaya çıktı.
Halisdemir, bu konuşmanın ardından tabancasını alıp dışarıya çıktı ve
ağaçlık alanda saklandı. Halisdemir,
darbeci Tuğgeneral Semih Terzi helikopterden indiği sırada onların arasına girdi ve tereddüt etmeden iki el
ateş ederek Semih Terzi'yi öldürdü.
Semih Terzi vurduktan sorna elinde
ağır makineli tüfek olan bir binbaşı
Halisdemir’in kaçtığı yöne ateş etti.
Ve Halisdemir şehit oldu.
Kepçeyle Tanklara Yol Vermedi
İstanbul’da askeri darbe girişiminde sokaklara inen tankın önüne siper olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde
kepçe operatörü olarak görev yapan Yalçın Aran (36) askerler tarafından şehit edildi.
İstanbul’da tanklarla ilerlerken İstanbul Büyükşehir belediyesinde görevli olan Yalçın Aran, milli iradeye sahip çıkma amacı ile kepçesiyle sokağa çıktı. Kepçesiyle tankın önüne siper olan Aran darbeye teşebbüs eden askerlerin
uzun namlulu silahlarla ateş edilmesiyle şehit edildi.
Binbaşı Barış Dedebağı’ndan Darbecilere Ders
Onlar darbe gecesinin simge kadın kahramanları
Darbe girişimine karşı sokağa çıkarak, kamyondaki görüntüleriyle simgeleşen ve bu hareketleriyle Başbakan
Binali Yıldırım’ı da duygulandıran kadınlar, vatan, memleket ve çocuklarının geleceği için yollara düştüklerini
söyledi. Bunlar milyonlarca kadın ve erkeğin sadece iki tanesi. Daha binlerce isimsiz kahramanlar var...
12
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
Darbe girişimi sırasında aldığı sorumlulukla kritik bir rol oynayan Binbaşı Barış Dedebağı hain darbecilerin
birliklerindeki 200 tankı Ankara’da
sokaklara çıkarılmasına izin vermedi.
Kahraman Binbaşı silahını teslim etmesini isteyen darbecilerle çatışmaya girdi. Ankara Etimesgut’taki zırhlı
birlikler okuluna sızıp 200 tankı çıkarmaya çalışan FETÖ mensubu hainleri
gözaltına alan kahraman Binbaşı Barış
Dedebağı istifa ettiğini açıkladı.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
13
kapakkonusu
miştik. Rekor kırıyorduk. 100 bin kişi.
Ve Erzurum’da en ufak bir kıpırdama
olamadı. 4 kişi hemen derdest edildi.
Bunların sözde sıkıyönetim komutanı
falan ilan ettiği bir albay, bir yarbay,
yanlarında iki binbaşı derdest edildi.
O gün herkes ölümüne o meydana
gelmişti. Bu Erzurum’du ama hemen
hemen bütün şehirlerimizde aynı
tabloyu yaşadık.
…
Millet İradesi ile bertaraf edilen kanlı
darbe girişimi ve sonrasını değerlendiren
Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep AKDAĞ:
BUNLAR KANSERLİ HÜCRELER GİBİ
HER YERE SİNSİCE YAYILMIŞLAR
En kanlı, en acımasız “darbe girişimi” olarak tarihe geçen 15 Temmuz
Kalkışması Millet İradesine çarparak
püskürtüldü. Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın kararlı duruşu ve
Milleti meydanlara davet etmesi ile
şekil değiştiren darbe teşebbüsü
başarısız ama kanlı bir girişim olarak
tarihe geçti. Onlarca masum insanımızın şehit edilmesi, yüzlercesinin
yaralanarak gazi olması, masum sivillere hedef gözetilerek ve öldürmek
kastı ile ateş edilmesi, TBMM’ye bombalı saldırı, Cumhurbaşkanına suikast
14
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
girişimi gibi alçakça yönleri ile belki
de yüzyıllar boyu unutulmayacak bu
darbe teşebbüsü Aziz Milletimizin
demokrasiye ve kendi iradesine canı
pahasına sahip çıkması ile püskürtüldü ve bertaraf edildi.
Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ,
15 Temmuz Kanlı Darbe Girişimi sonrası katıldığı çeşitli programlarda o
geceyi, sonrasını, darbecilerle başlatılan ve sürdürülen mücadeleyi ve
gelinen süreci aktardı. Biz de Sağlık
ve İnsan Dergisi olarak Sayın Bakanın
bu değerlendirmelerinin bir özetini
sizlere sunmanın doğru olacağını düşündük.
İşte konu başlıkları ile Sağlık Bakanı
Prof. Dr. Recep AKDAĞ’ın değerlendirmeleri:
15 Temmuz Gecesi Erzurum ve Türkiye
Siz o gece Erzurum’u görecektiniz.
Ben Erzurum’daydım ve daha gece
yarısı olmadan bu darbe hadisesini
millet yeni anlamaya başlamışken 2
saatin içerisinde biz Erzurum’da 100
bin kişi ile birlikte sesimizi yükselt-
Erzurum’da gece yarısı olmadan 100
bine yakın Erzurumlu bizim bulunduğumuz Emniyet Müdürlüğü binasının önündeki caddeyi boydan boya
kesişen caddeleri de doldurmak sureti ile inanılmaz bir şekilde doldurmuşlardı. O kadar insan önceden bir
organizasyon olmadan, bir miting
organizasyonu olmadan 400 bin nüfuslu bir şehirde bir meydana nasıl
toplanır? Gerçekten inanılmaz bir işti.
Görmeye değerdi. Biz 4 saat onlarla
beraber kaldık. 4 saat boyunca oradaki heyecan ve oradaki savunma azmi
bir dakika bile azalmadı. Bir dakika
bile oradaki ateş düşmedi. Gerçekten
inanılmaz bir işti. Bütün Türkiye’de
önce Başbakanımızın sonra Cumhurbaşkanımızın vatandaşımızı vatanı
savunmaya davet etmesi ile birlikte
başlayan bu ateş bütün yurdu sardı.
Tabi ki Erzurum’da olduğu gibi başka
yerlerde de böyleydi. Bizim o gün bulunduğumuz şartlar altındaki şansımız şu oldu. Hiç kimse kıpırdayamadı.
Jandarma Alay Komutanı çok cesurca
bir iş yaptı. Gitti Jandarma Bölge Komutanlığı da var Erzurum’da. Oradaki sözde sıkıyönetim komutanını ve
yanındaki 3 kişiyle beraber tutukladı
ve biz valimiz, milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız, istihbarattaki
arkadaşlarımız, alay komutanımız
hep birlikte o gün sabaha kadar vatandaşlarımızla birlikteydik. Müthiş
bir inanç vardı. Ülkede öyle bir inanç,
ruh oluşmuştu ki politikacısından basınına, basınından polisine, askerine
kadar - o çetecileri ayrı tutuyorum-.
Bütün millet topyekûn size izin vermeyeceğiz dedi. Ve izin de vermedi.
Bütün dünyaya inanılmaz bir örnek
teşkil etti bu. Beni o gece sabaha
yakın Suudi Arabistan Sağlık Bakanı
aradı. Genç yeni bir bakanları var. 1
ay kadar önce birlikte çalışmıştık Suudi Arabistan’da. Sudan Sağlık Bakanı
aradı. İkisi de ağız birliği etmişçesine
şunu söylediler: Gece sabaha kadar
gözümüze uyku girmedi. Siz gerçekten yeniden orada otoriteyi elinize
alıyor musunuz, alabiliyor musunuz?
Biz size sabaha kadar dua ettik. Bütün halkımız size dua ettiler. Biz zannetmeyelim ki Türk halkı olarak o gün
sokaklardaydık, uykusuz bir gece
geçirdik. Büyüklerimiz, ninelerimiz,
dedelerimiz dualı elleri ile sabaha kadar dua ettiler, dualı ağızları ile bütün
dost ülkeler, Müslüman ülkeler, dost
diyebileceğimiz herkes bizimle beraberdi.
Darbenin İlk ve En Önemli Hedefi
Cumhurbaşkanımızın Dirayeti ve Gücü
Milletinden Geliyor
Darbelerin karakteri bu. Milletin önderliğini, liderliğini yapan kişiyi tutabilirlerse ona zarar verirlerse Allah
korusun muvaffak olma imkânları
çıkar. Orada da Cumhurbaşkanımızın
hem ülkenin Cumhurbaşkanı hem
de Başkomutanı olarak dirayetine bir
kere daha şahit olduk. Çok kere şahit
olmuştuk aslında. Bu Cumhurbaşkanımızın en karakteristik özelliği. Süratle karar verdi. Emniyetli güvenli
bir yere geçmek ki genelde refleks
böyledir. Koruma refleksi böyle çalışır. Orada vermesi gereken kararı çok
hızlı bir biçimde verdi ve İstanbul’a
geldi. Ciddi tehlikeler altında. Bir taraftan havada F 16’lar uçarken öbür
taraftan o geldi ve milleti ile konuştu. Aynı şeyi Başbakanımız kara yolu
ile yaptı. Hava yolu ile gelemeyeceği
için kara yolu ile Ankara’ya geldi. Yolda daha gelmeden vatandaş uyarıldı.
Bu zalimlerin hevesi kursaklarında
kaldı. Allah cezalarını verdi. Öyle diyelim...
Bunu biz 15 Temmuz gecesi, 16 Temmuz sabahı şöyle anladık: Recep
Tayyip Erdoğan’ın gücü milletinden
geliyor. İnançlı bir insan. Milletin
inançlarını, değerlerini özümsemiş
ve onu paylaşan bir insan ve dolayısı
ile Türk milleti onun yanında, milleti
onun yanında. Bu olmasaydı Allah
korusun her şey biterdi. Bu hain çete
tatil yaptığı yere kadar onu takip ediyor. Orayı basıyor. Havaalanına indiği
yerde tertibatları var. Yanındaki en
yakınındaki bazı kişilere kadar. Dolayısı ile şunu elbette görmüş oldular.
Biz de bir kere daha yaşamış olduk.
Bu millet Lideri Cumhurbaşkanı ile
birlikte bir iman abidesi olarak, bir
inanç abidesi olarak vatanını, bayrağını, muhafaza eden, milletin bütünlüğünü muhafaza eden bir inanç
abidesi olarak dimdik ayakta.
Peki Kim Bu Darbeciler?
Kendi hayat biçimini 1-2 sene değil,
birkaç gün değil. 10 yıllar boyunca
değiştirebilen ve kripto biçimde hangi kurumun içerisindeyse, bu silahlı
kuvvetlerse silahlı kuvvetler, polis ise
polis. Kendisini orada gizleyebilen
insanlardan bahsediyoruz. En önemli
karakterleri kendi hayat biçimlerini
değiştirerek yeni bir hayat biçimine
geçiyorlar bu sebepten dolayı. Yakalamak, tutmak, bu sebeple o kadar
zor ki. Kendi eşine, kocasına ya da karısına bu örgütten olduğunu senelerce söylemeyenler var. Düşünün yani
aynı evdesiniz ve hayatı paylaştığınız
insanın sizin ne yaptığınızdan haberi
yok. Bu hastalıklı bir ruh hali. Bazen
normal konuşmanın seyri içerisinde
FETÖ içinde buna benzer ifadeler
kullanılıyor. O kadar kolay değil yani.
Bunlar böyle işte, ruh hastası, onun
için bunu yapıyorlar. Çok da konuşmamak lazım. Çok da bilinçli şekilde
yaptılar. Seneler boyunca devletin
kurumlarına sızdılar. Maksatları devleti ele geçirmek, kendi imparatorluklarını kurmaktı. Arkalarında da
Türkiye’nin dışından güçler var. Artık
bunu çok ayan beyan görüyoruz. Net
görüyoruz. Bakın herhangi bir batılı
ülkede ABD’de diyelim ki bir siyahi
öldürülüyor. Polisler yanlış bir iş yapıyorlar. Bütün ülke ayağa kalkıyor.
Televizyon kanalları günlerce bunu
işliyorlar ve bu kamuoyunu ilgilendiren çok önemli bir mesele oluyor.
Türkiye’de 250 insan şehit oluyor.
Binleri aşkın insan yaralanıyor, ağır
yaralanıyor. Bakın bugün hastanelerimizde 245 yaralımız, gazimiz var.
Bunların 37’si ağır yaralı, içlerinde
hayati tehlikesi olanlar var. Bu kadar
ağır bir hadise. İnsanlar helikopterlerle üzerlerine ateş edilerek şehit
edilmişler, hayatlarını kaybetmişler.
Tanklar insanların üzerinden geçmiş.
F-16’larla ülke bombalanmış. Bütün
dünyanın ayağa kalkması lazım. Yok,
öyle yapmıyorlar. Olayı başka bir
tarafa saptırmaya çalışıyorlar. Bir takım örgütler, uluslararası kuruluşlar,
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
15
Avrupalı bazı ülkeler, politikacılar, gazeteciler… Bu büyük bir insafsızlık.
Ne İstiyorlar Bizden ve Ülkemizden?
Ne istemiyorlar diyelim isterseniz.
Güçlü bir Türkiye istemiyorlar. Güçlü bir Türkiye onların Ortadoğu’daki,
bölgedeki oyunlarını bozuyor. Onlara
göre ne ölen ne yükselen bir ülke lazım. Hükmedebilecekleri, politikacıları itibari ile de hükmedebilecekleri,
ekonomi itibari ile hükmedebilecekleri vasat, belki biraz da iyiye yakın bir
ülke. Bundan çok hoşnut oluyorlar.
Dolayısı ile Türkiye güçlendikçe büyük bir lider ile Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan ile başını yükselttikçe, dik durdukça onlar bundan
rahatsız oluyorlar.
Bunları Klinik Vaka Olarak
İncelemek Gerek
Bunları bir klinik bir sosyal vaka olarak incelemek lazım. Sonuçlarına
baktığımız zaman onların bir cinayete ortak olduklarını ya da bir cinayete
bir cinayet örgütüne, terör örgütüne
destek olduklarını hepimiz açıkça görüyoruz. Kendilerinin de bunu hissetmesini bekleriz. Kendilerinin de bunu
anlaması beklenir. En azından bu
aşamadan sonra. Ama görüyoruz ki
bunu anlamayanlar var. Amerika’da
ahlaksız bir adam yeminler ederek
“seviyorum ben, ölümüne yanında
beraberim ben” diyor. Bir insan aklını
bir başkasına satıyorsa, aklını bir başka birinin cebine koyuyorsa bunlar
her zaman mümkün.
Bunlar Şizofrenik de Olabilirler mi?
Ben dikkatle şizofrenik ya da benzeri
klinik teşhis tarifinden kaçınıyorum,
kaçınılması gerektiğine de inanıyorum. Günlük dilde bunu davranış
biçimini ifade etmek olarak da söyleyebiliriz. Bir adamın, diyelim ki işte
birbirine hiç uymayan ikili bir davranış biçimi var. Şizofrenik diyebiliriz
ama şizofreni klinik bir hastalık. Çok
ciddi bir psikoz. Dolayısı ile bu gözle bakmamak lazım. Ayrıca çok açık
söylüyorum bu şizofreni hastalarımız
için de çok büyük haksızlık olur. Onlar
normal tedavilerini gören, toplumun
içinde olan hayatlarını yaşayabilen
16
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
insanlar ve saygın insanlar. Bir insanın nasıl ki bedensel bir rahatsızlığı
olabiliyorsa ruhsal bir hastalığı olabilir. Bu onu damgalamak için yeterli bir sebep değildir. Haklı bir sebep
de değildir. Ruh halini ifade ederken
günlük hayatın içinde buna benzer
ifadeler kullanılabiliyor doğrudur.
Herkes kullanıyor belki zaman zaman
biz bile kullanabiliyoruz, çok doğru
olmasa da. Farklı bir anlamda kullanıyoruz. İçi başka dışı başka yaşantı tarzı ile alakalı bu. Bir şekilde inanıyorlar.
Kanserli Hücreler Gibi Sinsice Yayılıyorlar
Bunların yaptığı şuydu: Bir kanserli
doku gibi, kanserli hücreler gibi gittikleri her yeri işgal ettiler. Gerçekten
kanserin vücutta yayılmasına çok
benzer bir tarzları var. Kanserlerin
bazıları da çok sinsi yayılır. Önceden
pek haberiniz olmaz. Belli bir noktaya gelir. O noktadan sonra belirti
verince yayılır. Entelektüel insanlar,
okumuş yazmış insanlar hatta bazen
kendisi sağlık personeli, hekim olan
insanlar bile bir kanserin geç yayıldığını fark edebilirler. Bunların da böyle
bir karakterleri var. Bir defa yayılmaya
görsünler. Bir kurumun içine girdiklerinde de etraflarında kim varsa insafsızca her türlü iftirayı yaparak onları
alandan uzaklaştırma kabiliyetleri de
vardı. Bunların anlayışlarında yalan
söylemek, iftira etmek, bir insanı karalamak, bir insan için yalancı deliller
uydurmak. Bunlar bunlara göre mubah, bir kısmı için de sevap. Onları
maksada götürüyor ya. İstedikleri
doğrultuda ilerlemelerini sağlıyor ya.
Şükürler olsun ki gerçek yüzleri gün
yüzüne bir kere daha çıktı.
En Büyük Zararlarından Birisi Geleneksel
Samimi Manevi Yapılanmalara Olmuştur
Ben din âlimi değilim ama buradan
şunu rahatça söyleyebiliriz. Bir dini
yaşarken insanın istikameti o dinin
kuralları olmalıdır. Kerameti kendinden menkul herhangi bir kişinin
ifadeleri değil. Türkiye’de birçok geleneksel dini cemaat var. Bunların
yaptığı ahlaksızlık, namussuzluk,
-bağışlayın insan böyle söylemeden
de her zaman içini de yüreğini de
soğutamıyor- bunların yaptığı zülüm
belki birilerinin kafasında bir istifham
da oluşturuyordur buna benzer sivil
toplum örgütleri, geleneksel İslami
cemaatler için de böyle bir risk, tehlike var mı diye. Asla böyle düşünmemek lazım. Anadolu’nun mayasında
olan güçlü gelenekler aslında bugün
de Anadolu’yu ayakta tutan çok önemi dinamiklerdir. Belli bir istikamet
üzeri olan ölçülü, itidal üzerine olan,
devletine, milletine, bayrağına bağlı
olan vatandaşlarımız var. Şehit olan,
yaralanarak gazi olan kardeşlerimizin içinde de çok önemli bir kısmı
bu çeşit geleneksel cemaatlere bağlı
insanlar ve hepsi o gün hayatlarını feda etmekten kaçınmadan, en
ön safa koştular. Bu FETÖ örgütüne
bağlı olanların ve bu örgütün yaptığı
en büyük tahribatlardan birisi de bu
şekilde ülkesine hizmet etmek için
bir araya gelen, bu şekilde kendisini
terbiye etmek için bir araya gelen insanlar hakkında da en azından bu konuları çok iyi bilmeyenlerin kafasında
soru işaretleri oluşturmak.
Sağlık Bakanlığında FETÖ Temizliği
Çok yoğun çalıştık. Biraz da kılı kırk
yardık açıkçası. Bunları tespit etmek,
gerekeni yapmak, memurluktan çıkarılacakları çıkarmak, adalete teslim
edilecekleri teslim etmek gerekiyor.
Bunları yaparken masumlara da dokunmamak lazım. Ne kadar zor bir
süreç olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Bütün bu çalışmalar sonucunda, eldeki deliller, bazı sendika üyelikleri,
finansal destek durumları ya da çeşitli istihbarat bilgileri; milli istihbarattan, valilerimizin yaptığı araştırmalardan. Bütün bunlarla bizde 5 bin
581 personelimizi açığa aldık. Şimdi
bunlarla ilgili işlemleri en son OHAL
Kararnamesine göre yürütmeye başladık. Bunların içinde 100’ü aşkın yönetici var. İçlerinden üst düzey yani
İl Müdürü, Halk Sağlığı Müdürü ya
da Genel Sekreter konumunda olan
birkaç kişi de var. Ayrıca bin 504’ü
de maalesef hekim. Açığa alınanların
hepsi otomatikman bu örgütle ilişkilidir, tamamen kesindir diyemeyiz.
Haklarında çok kuvvetli şüphe oluşmuş kimseler, tehlike riskinin devam
ettiği bir zamanda buna istinaden biz
bunları görevlerinden uzaklaştırmış
olduk. OHAL Kanununun ilgili Kararnamesini uygulayarak haklarında gerekeni yapacağız.
Hastane ve Sağlık Kurumlarının Durumu
36 sağlık kuruluşu, Sağlık Bakanlığına devredildi. Bunlardan ikisini
valiliğimiz yaptı. 34’ünü de biz kararname ile yaptık. Bunlardan bir kısmı
kiralık, küçük poliklinikler. Hizmet
vermesinde pek de fayda görmediğimiz yerler. Ancak 13’ünü hizmete
soktuk. Toplamda bin 523 yatak devraldık. Çok hızlı davrandık. Çünkü bir
defa şunu göstermemiz gerekiyordu.
Bunlar milletin hastanesidir. Milletin
paraları ile yapıldı. Dolayısı ile millete hizmet etmesi lazım. Herhangi
bir ücret alınmaksızın Türk milletine
hizmet etmesi lazım. Arkadaşlarımız
yoğun bir şekilde çalıştılar. Bunları
belli hastanelerimizin ek binaları haline getirdik. Ankara’da Turgut Özal
Vakıf Üniversitesi Hastanesi şu anda
Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanemizin ek binası oldu. İstanbul’da
bir başka hastane Dragos’ta, Kartal
Eğitim Araştırma Hastanemizin Ek
Binası oldu. Söylediğim gibi arkadaşlarımız birkaç gün 24 saat çalıştılar. Buralara şimdi mükemmel bir
biçimde hizmet ediyor. Bu vesile ile
bir kere daha ifade etmiş olayım. Bu
hastanelere vatandaşlarımız gönül
rahatlığı ile gitsinler. Çok yüksek bir
hizmet anlayışı ve kalitesi görecekler.
Sağlık Bakanlığının kontrolünde hizmet en güzel şekli ile başladı. Mesela
27 Temmuzda 4 bin 154 hasta baktık.
Vatandaşlarımız gönül rahatlığı ile bu
hastanelere gitsinler. Hatta en doğrusu bu hastanelerimiz için randevu
alarak rahatça gidip hizmet alabilirler.
İsimleri değişti ve büyük pankartlar
koyduk artık buralarda Sağlık Bakanlığımız vatandaşımıza hizmet ediyor
diye. Güzel bir şey oldu doğrusu. Kısa
zaman içerisinde arkadaşlarımız gayretle çalıştılar ve bunu başardılar.
şey yok. Açığa aldıklarımızın hepsi
otomatikman memuriyetten çıkarılmayacak. Bu bir inceleme sonucunda gerçekleşecek. Ve gerçekten adaleti tahakkuk ettirmek için kılı kırk
yararak ilerliyoruz. Öbür taraftan da
yenileri buna eklenebilir. Biraz önce
söylediğim gibi bu bukalemun tarzı
yaşantı gösterenleri yakalayıp çıkarmamız lazım. Bunu bizim tek başımıza yapmamız mümkün olmaz. Devletin bütün kurumlarından destek
alıyoruz, almaya da devam edeceğiz.
Tamamen Temizlendi mi? Son Durum
Nedir?
Şehitlerimiz ve Gazilerimizin Durumu
Devralınan binalar açısından operasyon büyük ölçüde tamamlanmış durumda. Ama şu anda kararnamenin
verdiği yetki çerçevesinde biz yine
bir taraftan değerlendirmelerimize
devam ediyoruz. İlave edilebilir; hukuki olarak bu mümkün. Personel
açısından da kuvvetli şüphe olanları
açığa alıp haklarında işlem başlattık.
Bunun üstüne ilave gelmez diye bir
250’ye yakın kardeşimiz şehit oldu ve
bunların büyük kısmı sivil vatandaşlarımız. Allah hepsinden razı olsun,
mekânları cennet olsun. 1500’ün
üstünde yaralımız var. Hastanelere
başvuran daha fazla sayıda insan var
ama kayda girenler 1500’ün üstünde. Karnından, sırtından, göğsünden
yaralanmış, iki bacağı birden tankın
altında kalmış kardeşlerimiz, gazile-
rimiz var. Bunları yaralı yerine gazilerimiz diye adlandırmalıyız bence.
Birçok gazimizi ziyaret ettim ve şunu
gördüm; herkes ne için bir savunma
yaptığının tamamen idrakinde. Gazilerimiz de öyle, şehitleri olan ailelerimiz de öyle. Tabi o büyük kargaşa
sırasında sağlık çalışanlarımız da canlarını hiçe sayarak gayret göstermişler. Bir yandan savunma yapmak, bir
yandan insanımıza hizmet etmek…
Ben sizin huzurunuzda onlara da teşekkür ediyorum, çeşitli hastanelere
yaralı kardeşlerimizi taşıdılar, bazı
hastanelerde daha fazla yoğunluk
olması tabiidir böyle durumlarda. Bu
yaralılarımızı nerede rahat edeceklerse oralara dağıttık. Özel hastane falan
da demedik, doğrusu özel hastaneler
de böyle bir şey düşünmediler. Şu
anda gayet iyi bir durumda hizmet
alıyorlar. Başından beri bunu sağlayıp başarabildik. Gönül ister ki hiç
biri yaralanmasın ama yaralanınca da
kaliteli bir hizmet sunmak gerekiyor.
Şu anda bunu başarılı şekilde yerine
getiriyoruz.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
17
kapakkonusu
Gata’daki Öğrenciler Diğer
Okullara Dağıtılacak
“Halen eğitimine devam eden öğrenciler başka okullara dağıtılmaları bir
tedbir olarak düşünülmüştür. Buradaki öğrenciler için de bu uygulanacak.
Bundan sonraki senelerde de Sağlık
Akademi Birimleri öğrenci alacak.”
“Askeri doktor, askeri sağlık personeli kavramı ortadan kalkmış olacak.
TSK’nın bu ihtiyacını hastaneler çerçevesinde Sağlık Bakanlığı olarak biz göreceğiz.”
“GATA doktorlarının hakları, hukukları
korunacak.”
DARBE GİRİŞİMİ SONRASI SAĞLIK
BAKANLIĞINDAN YAPILAN AÇIKLAMALAR
15 Temmuz darbe girişimi sonrası 20 Temmuz tarihinde yapılan MGK toplantısı ardından
3 ay süre ile Olağanüstü Hal ilan edildi. Bu kapsamda tüm bakanlıklarda olduğu gibi Sağlık
Bakanlığında da bir takım önlemler alındı.
5.581 Sağlık Bakanlığı Personeli Görevinden Uzaklaştırıldı
Sağlık Bakanı Akdağ’ın da öncesinde bazı tv programlarında belirttiği personelin son durumu basın açıklaması ile
duyuruldu. Basın açıklaması şöyle;
FETÖ/PDY terör örgütü 15 Temmuz 2016’da milletin iradesine, canına ve malına kastederek darbe teşebbüsünde
bulunmuştur. Bu ihanet ve terörle mücadele çerçevesinde alınması zaruri olan kamu güvenliğine ilişkin tedbirler
olarak FETÖ/PDY terör örgütüne mensubiyeti veya bunlarla irtibatı olan Bakanlık personelinin tespiti için yoğun
bir çalışma yürütülmektedir. İlgili Kanun Hükmünde Kararname uyarınca haklarında nihai değerlendirmeleri yapmak üzere 115’i yönetici, 1504’ü hekim toplam 5.581 Sağlık Bakanlığı personeli görevinden uzaklaştırılmıştır.
Darbe teşebbüsünün ilk dakikasından itibaren sağlık hizmeti verilmesinde olağanüstü gayret gösteren sağlık personeline teşekkür ediyorum. Şehitlerimize Allah’tan rahmet, milletimize başsağlığı ve yaralı gazilerimize acil şifalar
diliyorum.
Mücadeleyi kararlılıkla devam ettirerek milli irade nöbetini günlerdir sürdüren milletimize şükranlarımı sunuyorum.
Milletin iradesine, geleceğine ve vatandaşlarımızın hayatına kastederek vatan evlatlarını şehit eden ve yaralayarak
gazi olmasına sebep olan zalim terör örgütüne karşı mücadelemiz kararlılıkla devam edecektir.
Akdağ‘dan Askeri Hastaneler ve Personeli ile İlgili Açıklama
Sağlık Bakanı Recep Akdağ NTV canlı yayında yaptığı açıklamada Sağlık Bakanlığı’na devredilen hastaneler ile ilgili
ciddi bir sivilleşme süreci yaşandığını belirtti. Askeri hastanelerin Sağlık Bakanlığı çatısı altında toplanması konusuna değinen Akdağ, “Askeri sağlık kuruluşlarının Sağlık Bakanlığı çatısında toplanması yarım bıraktığımız bir işti
şimdi bu yarım kalmış işi sivilleşme çerçevesinde tamamlamış oluyoruz” ifadelerini kullandı.
18
“Buralardan hizmet alan askerlerimiz,
subaylarımız ya da vatandaşlarımız için
hizmetin kalitesi artacak. Şehit yakınlarımız, gazilerimiz ve askerlerimiz için
bu hastanelerde öncelikli hizmet vermeye devam edeceğiz”
GATA doktorları öncelikle kendi
hastanelerinde kalacak
“Bizim askerlik sistemimizde zorunluluk var.
Doktorlar askerlik yapıyor. Bu ihtiyacın önemli
bir bölümü buradan karşılanıyor ve böyle devam edecek. Eğer bir şekilde operasyon ve benzeri yerlerde ihtiyaç olursa askerlik yapan doktorlarımız var. Türkiye’de yetişmiş paramedik
sınıfı var. Bu Türkiye'ye mahsus değil.“
Kapatılan Özel Hastane Personelinin Durumu Ne Olacak?
“Doktorlar doktorluklarını yapabilecekler onların içlerinden eğer terör örgütü ile ilgili bağları savcılık tarafından
belirlenenler olacaksa o farklı bir alan.”
“Bizim askerlik sistemimizde zorunluluk var. Doktorlar askerlik yapıyor. Bu ihtiyacın önemli bir bölümü buradan
karşılanıyor ve böyle devam edecek. Eğer bir şekilde operasyon ve benzeri yerlerde ihtiyaç olursa askerlik yapan
doktorlarımız var. Türkiye’de yetişmiş paramedik sınıfı var. Bu Türkiye'ye mahsus değil.“
Raporlar Yeniden Değerlendirilecek
“Soruşturmalar bitmeden kesin bir hüküm veremem.
Bu örgüt kendi maksadına ulaşmak için başkalarının
haklarını gasp etmeyi meşru görüyor.»
Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın açıklamalarından satır başları şöyle;
“Size bir kulp uyduruyorlar ve pilot olamıyorsunuz.”
“GATA bir eğitim tesisi aynı zamanda. O eğitim tarafının yürümesi lazım. Sağlık Bakanlığı’nın geçen yıl kurulan
Sağlık Bilimleri Üniversitesi var. Bu çatı altına işin akademi tarafı eğitim tarafı taşınmış oluyor. Sağlık hizmetini ise
biz Sağlık Bakanlığı olarak vereceğiz.”
Aslında bu sebeple mağdur olanlar başvuru yapacaklar.
Bir komisyon kurulacak ve raporlar yeniden değerlendirilecek.”
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
“Bu madde sınıf ve statüyle ilgili olarak hazırlanmıştı.
Bununla ilgili adımlarımız devam edecek. Şuanda sağlık
konusunda bir kararname yok.”
“Bu örgütle bağlantısı olan ve yarın yine aynı zararı verecek kişilerin kamudan uzaklaştırılması çalışmasını sürdürüyoruz.”
“Açığa alınanların hepsinin bağlantıları var diyemeyiz.
Sadece iyi bir şekilde süreci değerlendirmek istiyoruz.”
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
19
Bir ihanet şebekesi tarafından milli iradeye ve demokrasimize yönelik gerçekleştirilen hain saldırılar, başta
Başkomutanımız ve Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere Başbakanımızın, devlet yöneticilerimizin, güvenlik güçlerimizin ve en önemlisi kahraman milletimizin direnişi ile akamete uğratılmıştır.
Bu mücadele sırasında şehit olan güvenlik güçlerimize ve sivil vatandaşlarımıza Allah’tan (C.C) rahmet,
yaralılarımıza acil şifalar diliyorum.
Milletimiz, başkomutanına, demokrasiye, haklarına ve hürriyetine olan bağlılığını en net şekilde ortaya
koymuştur. Milletimizin bütün unsurlarıyla sergilediği kararlılık ve birlik duygusu devam ettikçe karşımızda hiçbir şer güç duramayacaktır.
Prof. Dr. Recep AKDAĞ
T.C. Sağlık Bakanı
20
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
Bu ilan ücretsiz yayımlanmaktadır
dosya
esaslara bağlanarak geliştirilmesi ve
bu konuda koordinasyon ve işbirliği
sağlanması, gerekli personelin yetiştirilmesi” ifadeleriyle tanımlanan
bu hususların 10. Kalkınma planında
“Sağlık hizmet sunumu perspektifinden tıbbi cihaz ürün standartlarının
geliştirilmesi” ifadesi ile daha da genişletilmiş olması ürün güvenliğinin
sağlanması noktasında ülkemizin bu
konuya verdiği önemi açıkça göstermektedir.
KULLANIMI SÜRESİNCE TIBBİ CİHAZ
GÜVENİLİRLİĞİNİN SAĞLANMASI
Dr. Ali Sait SEPTİOĞLU
Sağlık Bakanlığı
Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu
Başkan Yardımcısı
Tıbbi cihaz pazarı, basit teknolojilerden gelişmiş teknolojilere kadar
oldukça geniş bir yelpazede çok sayıda ürün grubunu ihtiva etmektedir. Oldukça dinamik olan tıbbi cihaz
22
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
sektörü gelişen teknoloji ile birlikte
kendini sürekli yenilemekte ve bu
yenilemeye bağlı olarak hızlı bir gelişim göstermektedir. Teknolojinin
gelişmesinden ve değişmesinden
kaynaklı bu yenileşim sunulan sağlık hizmetinin kalitesini geliştirmek
açısından oldukça önemlidir. Bu yenileşimi gerçekleştirirken sağlık tesislerindeki tıbbi cihazların başarılı
bir şekilde yönetimi ve mevcut tıbbi
cihaz envanterinin etkili şekilde kul-
lanılması, daha kaliteli sağlık hizmeti sunulmasına ve verilen hizmetin
daha fazla sayıda hastaya ulaşmasına
katkı sağlamaktadır. Tıbbi cihazların
etkin şekilde kullanılması sağlık hizmeti sunumunda oldukça önemli
olup kalkınma planlarımızda bu hususa defaten yer verilmiştir. İlk olarak
Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda
(1985-1989) “Tıbbi cihazların seçimi,
alımı, muhafazası, bakımı, onarımı
ve kalibrasyon hizmetlerinin yeni
Bilindiği üzere tıbbi cihazlarda “CE”
işareti, ilgili ürünün tıbbi cihaz yönetmeliklerindeki hükümleri karşılayacak şekilde piyasaya arz edildiğinin
göstergesi olarak tanımlanmaktadır.
Her ne kadar ilgili yönetmelik şartlarına uygun olarak üretilmiş olsa dahi
kullanım süresince cihazlarla ilgili bir
takım problemler ortaya çıkabilmektedir. Bu sorunların zamanında tespit
edilerek bakım işlemlerinin doğru
bir şekilde yapılması, hasta sağlığı ve
kullanıcı güvenliği açısından büyük
önem arz etmektedir. Bu bağlamda
cihazların kontrol ve kalibrasyonlarının belli aralıklarla gerçekleştirilmesi,
cihazın üretiminden sonraki kullanım
aşamasında güvenilirliğinin gösterilmesi açısından kritiktir. Bu noktadaki
önemli bir diğer husus ise bu kontrol
ve kalibrasyonların uygun personel
aracılığı ile yapılmasıdır. Kurumumuz
görev alanına giren tıbbi cihazlar için
kalibrasyon ve kontrol esaslarının
bir mevzuat ile ayrıntılandırılmasının sağlık tesislerimizde halihazırda
sağlıkta kalite standartları gereği
yapılmakta olan işlemleri kolaylaştıracağı, kamu-özel tüm sağlık sunucuları için ortak belirli kuralların
tanımlanmasının ise daha iyi sağlık
hizmeti üretilmesine katkı sağlayacağı öngörülmüştür. Bu doğrultuda
Kurumumuzca mevzuatsal altyapı
çalışmaları yapılmış ve 25.06.2015 tarihli ve 29397 sayılı Resmi Gazete’de
“Tıbbi Cihazların Test, Kontrol ve
Kalibrasyonu Hakkında Yönetmelik”
yayımlanmıştır. Yayımlanan bu yönetmelikle kullanıcı eğitimi, bakım,
onarım, test, kontrol ve kalibrasyon
gerektiren tıbbi cihazların kullanımları süresince bu işlemleri gerçekleştirecek kuruluşların başvurusu,
yetkilendirilmesi, izlenmesi, denetlenmesi ve bu kuruluşlarda bulunacak personel ve bunların nitelikleri ile
Dr. Ali Sait SEPTİOĞLU
eğitimlerine ilişkin usul ve esaslar tanımlanmıştır. İlgili yönetmeliğe göre
kalibrasyon, test, belgelendirme ve
muayene dâhil olmak üzere uygunluk değerlendirme faaliyeti gerçekleştiren ve Türkiye’de yerleşik olan
kuruluş olarak tanımlanan uygunluk
değerlendirme kuruluşları; test, kontrol ve kalibrasyon hizmetlerini yapmak üzere Kurumumuz tarafından
yetkilendirilmektedir. Bu yönetmelik
ile Kurumumuzdan yetki almayan
kuruluşların bu işlemleri gerçekleştirmelerinin önüne geçilmiştir. Yetkilendirmenin gerçekleşebilmesi için
ilgili kuruluşun yetkilendirileceği
alanda uygun sayıda ve nitelikte personele sahip olması, bu personellerin
Kurumumuzca yaptırılan eğitimleri
başarılı olarak tamamlamış olması,
araç/gereç ve fiziki şartlar alanında
uluslararası standartlardaki koşulları
karşılayabildiğini belgelemesi gerekmektedir. Dolayısıyla ilgili yönetmelik ile sağlıkta kalite standartları
kapsamında sağlık tesislerinde kullanılan tıbbi cihazların kalibrasyonlarının tanımlanmış prosedürlerle belirli
kriterler doğrultusunda yapılması ve
bu sayede kullanım güvenliliklerinin
daha da arttırılması hedeflenmiştir.
Bu düzenlemelerle bir ameliyat sırasında kullanılan koter cihazından
kaynaklı oluşabilecek yanıklar, x-ışın
ihtiva eden röntgen, tomografi, anjiyografi gibi cihazlarla görüntüleme
yapıldığında hastanın gereğinden
fazla doza maruz kalması gibi istenmeyen olayların yaşanmasının önüne geçilebilecek, ek olarak teşhise
yönelik EKG, SPO2, tansiyon gibi fizyolojik parametreleri ölçen cihazların
da ölçüm doğrulukları da kayıt altına
alınmış olacaktır.
Öncesinde de ifade edildiği üzere
kontrol ve kalibrasyonların uygun
nitelikteki personellerle yapılıyor
olması kullanım güvenliğini doğrudan arttıran bir unsur olup ilgili yönetmelik hükümleri ile bu alandaki
uygunluk değerlendirme kuruluşlarının yetkilendirilmelerine ek olarak
bu alanda çalışacak kişilerin belirli
bir eğitim sürecinden geçmeleri zorunlu hale getirilmiştir. Bu doğrultuda tıbbi cihazların test, kontrol ve
kalibrasyonu hakkında yönetmeliğin
yayımlandığı tarih olan 25.06.2015
tarihinden itibaren geçen süreçte bu
alanda çalışacak olan kişilerin alacağı
kalibrasyon eğitimlerini verecek olan
eğitim kuruluşlarının yetkilendirilmesi çalışmalarında sona gelinmiş
olup ilgili eğitimlerin tamamlanmasının ardından hem uygunluk değerlendirme kuruluşlarının hem de bu
kuruluşlarda kalibrasyon ve kontrol
hizmetlerini verecek personellerin
yetkilendirilmesi sürecine başlanması amaçlanmaktadır.
Kurumumuzca yapılan bu çalışmalara ek olarak klinik mühendislik bakış
açısı altında satış sonrası hizmetlere
yönelik mevzuat hazırlıkları da devam etmekte olup tıbbi cihazların satış sonrası bakım ve servisleri ile ilgili
hususların düzenlenmesi ile mevcut
envanterimizdeki cihazların kullanım
etkinliği daha da arttırılabilecektir.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
23
dosya
SAHTE İLAÇLA MÜCADELE
Fatih TAN
Sağlık Bakanlığı
Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu
Denetim Hizmetleri Başkan Yardımcısı
Bilindiği üzere ilaçta etkinlik, kalite
ve emniyet istenilen ve vazgeçilmez özelliklerdir. Bakanlığımız, gerek ruhsatlandırma öncesi gerekse
ruhsatlandırma sonrası aranılan bu
vasıfların analiz, kontrol ve takibini
yapmaktadır.
Bakanlığımızca ruhsatlı/izinli bir ürünün Bakanlığımızca onaylı formülasyonundan farklı bir terkibe sahip olarak (etken madde miktarı eksik, fazla
ya da hiç etken madde içermeden
veya farklı yardımcı madde içeren)
üretilmiş/ithal edilmiş ürün sahte
ürün olarak nitelendirilmektedir. Ayrıca miadı (kullanım süresi) dolduğu
halde ambalajı ve /veya miat etiketi
değiştirilmek suretiyle yeniden kullanılmak üzere piyasaya verilen ürünlere de dikkat etmek gerekir.
24
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
Gelişmemiş ülkelerde daha fazla görülen sahte ilaç satışı global bir problemdir. Dünyada genelde sahte ilacın
yaygın olmasının en önemli sebeplerinden biri ilacın internet üzerinden
satılmasıdır. Bilindiği üzere ülkemizde ilaç yasal olarak sadece eczaneler
yoluyla halka ulaşmakta olup, ilacın
internet, tv vb. araçlar üzerinden satışı yasaktır.
Dünya üzerinde genellikle sahtelerine rastlanan ilaçlar; fiyatı yüksek olan
kanser tedavisinde kullanılan ilaçlar,
obezite tedavisinde kullanılan ilaçlar (örn: Xenical) ve erektil fonksiyon
bozukluğunda kullanılan ilaçlar (örn:
Viagra, Cialis.. gibi)’dır.
Ülkemizde sahte ilaç vakaları çok
yaygın olmamakta olup, sahte ilaçla
mücadelede Bakanlığımız, Emniyet
güçleri, Gümrük Müdürlükleri ve ilaç
sektörü, işbirliği içinde çalışmaktadır.
Kısa adı İTS olan “İlaç Takip Sistemi”
Türkiye’de ilaçların her bir biriminin
izlenmesi için kurulan bir altyapıyı tanımlar. İlaç Takip Sistemi, literatürde
“Track & Trace (İşaretle ve Takip et)”
olarak tanımlanan yapının, ilaçlara
uygulanmış halidir. Ürünlerin tekilleştirilmesini (serialization) sağlayan
karekod ile ürünlerin işaretlenmesi
(track) sağlanırken; ürünün geçtiği
her noktadan merkezi veri tabanına
yapılacak bildirimler ile de takibi (trace) sağlanmaktadır.
İlaç Takip Sistemi öncelikle güvenli
ilacın hastaya ulaştırılması amacıyla
ilacın geçtiği tüm noktaların takip
edilmesi için tasarlanmıştır. Bu sebeple piyasada bulunan tüm ilaçlar
üretim aşamasından tüketimine kadar yapılan bildirimler ile takip edilmektedir. Bu sayede kupür yolsuzluğu, sahte ve kaçak ilaç kullanımının
engellenmesinin yanında piyasadaki
güvenli ilaçlarda sonradan oluşan ve
sağlığı etkileyen durumlarda ilacın
bulunduğu nokta tam olarak bilindiği için geri toplanması kolayca yapılabilmektedir.
Bakanlığımızca ruhsatlı/izinli bir
ürünlerde görülen sahtecilik; Bakanlığımızca onaylı formülasyonundan
farklı bir terkibe sahip olarak(etken
madde miktarı eksik, fazla ya da hiç
etken madde içermeden veya farklı
yardımcı madde içeren ) üretilmesi/
ithal edilmesi ;
Miadı (kullanım süresi) dolduğu halde ambalajı ve /veya miat etiketi
değiştirilmek suretiyle yeniden kullanılmak üzere piyasaya verilmesi şeklinde olabilirken ;
Karekod sahteciliği kaçak yollarla ülkemize getirilen orijinal ürünün ya
da formülasyonu da onaylı olmayan
sahte ürünün dış ambalajında Bakanlığımıza bildirimi yapılan ürünlerin
karekodlarının taklit edilerek düzenlenen karekodlarla piyasaya sürülmesi şeklinde de olabilmektedir.
Bu şekilde piyasada bulunan ve piyasada eczanelerden “Medula” sisteminden ilacın satılamadığına yönelik
ruhsat sahibi firmaya ya da Bakanlığımıza ulaşan şikayetler değerlendirilmekte yapılan araştırmalar neticesinde her bir ürün için ayrı bilgileri
taşıyan karekod bilgilerinden hareketle İl Sağlık Müdürlükleri nezdinde
gerek görülmesi halinde İl Emniyet
Müdürlükleri ile birlikte gerekli araştırmalar başlatılmaktadır.
İlaç Takip Sistemi Yönetim Panelinde
yapılan incelemeler ve konuyla ilgili yapılan araştırmalar neticesinde
gerek olduğu taktirde tüm İl Sağlık
Müdürlüklerine illerinde bulunan
ecza depoları ve eczanelere gidilerek
gerekli kontrollerin yapılması, sahte
olduğundan şüphelenilen ürünlerin
satışının mühürlenmek suretiyle engellenmesi ve konuyla ilgili araştırmaların yapılmasına yönelik bildirim
yapılmaktadır.
Bu nedenlerle ;
• Hastalar ilaçlarını kesinlikle ecza-
nelerden temin etmelidir. İlaçların
internet üzerinden satışı yasal olmadığından internet sitelerinden
ya da farklı kaynaklardan ilaç satışına rastlanılması halinde Bakanlığımızla iletişime geçilmeli ve söz
konusu yerlerden kesinlikle ilaç
satın alınmamalıdır. (2016 yılı içerisinde sahte ilaç satışı tespit edilen
651 internet sitesi kapatılmış, 160
internet sitesi ile alakalı olarak da
suç duyurusu süreci başlatılmıştır.)
ğına ve son kullanım tarihlerinin
değiştirilip değiştirilmediğine dikkat edilmeli, önceden satın alınan
ilaç varsa karşılaştırma yapılarak
dış ambalaj üzerindeki bilgiler
kontrol edilmelidir. Ambalajlarda,
kâğıt dokusu, etiketlerin boyutu
ve kalınlığı, ayrıca kâğıdın parlaklığı veya cilasında farklılık olup olmadığı incelenebilir.
Sahte olduğundan şüphe edilen
ilaçlarla ilgili olarak ise ilacın alındığı eczaneye, doktora, ilacın meşru
üreticisine ve Sağlık Bakanlığı`na (en
yakın İl Sağlık Müdürlüğü’ne) bilgi
verilmelidir.
Halk Sağlığıyla Oynayana Geçit Yok
daha ucuza satılan ilaçlara dikkat
edilmelidir.
“Sağlık beyanı”yla ürün satışı da Türkiye İlaç ve Tıbbi Kurumu’nun üzerinde hassasiyetle durduğu konuların
başında gelmektedir. Çünkü, günümüzde sıklıkla, TV ve radyo kanallarında, yazılı ve görsel medyada ve
internet sitelerinde pek çok ürün grubunun hastalıkların tedavisinde etkili
olduğu, her derde deva, hastalıklara
kesin çözüm iddialarıyla tanıtım ve
satışının yapıldığı görülmektedir.
tinde silinti, kazıntı olup olmadı-
Aslında bu ürünler genel olarak
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı
• Bakanlığımızın belirlediği fiyattan
• Ayrıca kutunun üzerinde ve etike-
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
25
tarafından verilen izinle Takviye Edici Gıda kapsamında piyasaya sunulmaktadır. Takviye Edici Gıdalar ilgili
Bakanlıktan gerekli izinleri aldıktan
sonra piyasaya çıkmaktadır. Ancak
ürünler piyasada iken izin kapsamında olmayan mevzuata aykırı şekilde
tüketiciyi aldatıcı ve yanıltıcı beyanlarla TV, Radyo, İnternet vb. çeşitli
mecralarda satılabilmektedir.
Diğer taraftan herhangi bir izin almadan piyasada bulunan hiçbir kategoride yer almayan tablet, toz, likit
formdaki ürünler de değişik kanallarla hastalıkları tedavi ettikleri, her derde deva oldukları şeklindeki sağlık
beyanları ile pazarlanarak tüketicilere ulaşabilmektedir.
Bu ürünlerin hiçbiri Sağlık Bakanlığı tarafından verilmiş bir izin veya
ruhsata sahip değildir. Söz konusu
tanıtımlarda Bakanlık onaylı ifadeleri
kullanılarak tüketicilerin bu konudaki
bilgi eksikliği ve tecrübesizlikleri istismar edilmektedir.
Kurumumuz tarafından konunun
kamu sağlığını tehdit etmesi sebebiyle mevzuata aykırı sağlık beyanıyla yapılan bu ürün tanıtım ve satışlarına yönelik idari para cezaları ve
yaptırımlar uygulanmaktadır.
Sağlık Beyanı ile Satışa Sunulan
Ürünlerin Sağlık Beyanları Hakkında
Yönetmelikte Sağlık Beyanı, “İnsan
sağlığına doğrudan veya dolaylı olarak faydalı olduğunu yahut hastalıklara veya belirtilerine karşı etkili olduğunu, koruduğunu, tedavi ettiğini
belirten, ileri süren veya ima eden
tüm ifadeler” olarak tanımlanmaktadır. Yapılan incelemelerde en sık
rastlanan sağlık beyanı ifadeleri, “Aç
Kalmadan Zayıflatır, Zayıflama Mucizesi, Metabolizmayı ve Yağ Yakımını Hızlandıran Tek Ürün, Erkeklerde
Cinsel Gücü Arttırır, Cinsel Fonksiyon
Bozukluğuna Son, Kalp ve Damar Tıkanıklığına Son, Kanseri Baskılayıcı,
Boy Uzatıcı vb.” şeklindedir. Söz konusu ifadelerin yer aldığı tanıtım ve
reklamların engellenmesi amacıyla
da işlemler yürütülmektedir.
Konu ile ilgili olarak Türkiye İlaç Tıbbi Cihaz Kurumuna, 663 sayılı Sağlık
Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname’nin 27 nci
maddesi ile, sağlık beyanı ile satışa
26
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
sunulacak ürünlerin sağlık beyanlarını inceleyerek bu beyanlara izin
vermek, izinsiz veya gerçeğe aykırı
sağlık beyanı ile yapılan satışları denetlemek, gerektiğinde durdurma,
toplama, toplatma ve imha iş ve işlemlerini yapmak veya yaptırmak,
izin ve sağlık beyanları yönünden
bunların her türlü reklam ve tanıtımlarını denetlemek ve aykırı olanları
durdurmak, piyasaya arz edilen ilaç,
tıbbî cihaz ve ürünlerin reklam ve
tanıtımının usûl ve esaslarını belirlemek ve uygulamasını denetlemek
görevi verilmiştir.
Bu kapsamda; İzin almadan veya verilen izne aykırı olarak sağlık beyanı
ile ürün tanıtım ve satışını yapanlar
hakkında 1262 sayılı kanunun 18.
Maddesinde (Değişik: 02/01/20146514/31 md.) yer alan “Yetkili merciden izin almaksızın veya verilen izne
aykırı olarak sağlık beyanı ile ürün
tanıtım ve satışını yapanlar hakkında
Yirmi Bin Türk Lirasından Üç Yüz Bin
Türk Lirasına kadar idari para cezası
verilir. Fiillerin tekrarı halinde verilecek idari para cezası, daha önce verilen cezanın iki katı olarak uygulanır.
Tanıtım veya satışların internet üzerinden yapılması halinde, Bakanlık
tarafından derhal erişimin engellenmesine karar verilir ve bu karar uygulanmak üzere Bilgi Teknolojileri ve
İletişim Kurumuna bildirilir.” hükmü
ile 1262 sayılı Kanunun 19. Maddesinde (Değişik: 02/01/2014-6514/32
md.) yer alan “Müstahzar olmamakla
beraber hastalıkları teşhis ve tedavi
ettiği beyanı ile herhangi bir ürünün
satışını, pazarlamasını veya reklamını yapanlar bir yıldan beş yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmü
doğrultusunda Kurumumuz tarafından gerekli iş ve işlemler yürütülmektedir.
TİTCK’nın “sağlık beyanı” denetim
faaliyetleri;
• Eczane,
aktar, baharat, bitkisel
drog satış noktaları, sağlıklı yaşam
merkezlerinde tanıtımı ve satışı
yapılan ürünlere yönelik,
• İnternet sitelerine yönelik,
• Radyo ve TV kanallarında yayınlanan programlara yönelik,
• Gazete, dergi, broşür, afiş vb. yazılı
tanıtım materyallerinde yer alan
sağlık beyanı ifadelerine yönelik ,
• Şikayet yoluyla iletilen başvurulara yönelik,
• Sağlık Beyanıyla ilgili çeşitli Kurum
ve Kuruluşlardan Kurumumuza
iletilen yazılara yönelik incelemeler şeklinde gerçekleştirilmektedir.
İncelemeler neticesinde mevzuata
aykırı sağlık beyanıyla yapılan tanıtım ve satışların tespiti halinde;
İlgili internet siteleri erişimin engellenmesi amacıyla Erişim Sağlayıcıları
Birliğine, sağlık beyanıyla yapılan tanıtımların aldatıcı ve yanıltıcı niteliği
sebebiyle Gümrük ve Ticaret Bakanlığı (Tüketicinin Korunması ve Piyasa
Gözetimi Genel Müdürlüğü)’na bildirilmektedir.
Ocak ayından bu yana sağlık beyanıyla ürün sattığı tespit edilen 2517 internet sitesine erişim engellenmiştir.
Ayrıca müstahzar olmamakla beraber hastalıkları teşhis ve tedavi ettiği
beyanı ile mevzuata aykırı ürün satışını, pazarlamasını veya reklamını
yapanlar hakkında adli işlem tesisi
için Cumhuriyet Başsavcılıklarına suç
duyurusunda bulunulmaktadır.
Diğer taraftan Kurumumuzca tüketiciyi aldatıcı ve yanıltıcı Sağlık beyanlarıyla yapılan tanıtım satışlarla
ilgili olarak halkı bilinçlendirmek
konusunda çeşitli faaliyetler yürütülmektedir. Sağlık Beyanı ile yapılan satışlara itibar edilmemesi konusunda
18 milyon kişiye SMS gönderilmesi
sağlanmış, Kurumumuz resmi internet siteleri ve sosyal medya hesapları
kullanılarak çeşitli duyurular yapılmış, medya aracılığıyla demeçler verilmiştir. Bu yıl içerisinde de çalıştay
yapılması planlanmakta, el broşürleri oluşturularak basım ve dağıtımı
sağlanacak, afiş ve broşürler, SMS ve
medya kanalıyla halkın bilinçlendirilmesi çalışmalarına ağırlık verilecektir.
Kurumumuzca her türlü platformda
sarfedilen yoğun çabalar ve konu
ile ilgili yaptırımların artırılmasıyla,
tedavide etkinliği ve güvenilirliği kanıtlanmamış olan ürünlerin mevzuat
dışı tanıtım ve satışlarının önüne geçilmesi, bunun sonucu olarak da halk
sağlığının korunması hedeflenmektedir.
dosya
rafından ruhsatlandırılmış üreticiler yine Sağlık Bakanlığı tarafından
ruhsatlandırılmış ürünlerini kaydedilmektedir. Geri ödeme kurumlarına aynı ilacın birden fazla satışı
engellenmiştir. Bu ve benzeri sahtekarlıklar önlenerek Sosyal Güvenlik
Kurumu’na yıllık 1 milyar Türk Lirası
civarında tasarruf sağlanmaktadır.
Projenin Kapsamı
İlaç Takip Sistemi, sağlık ürünlerinden ilaçlar ve ilaçlara en yakın ürünleri izleyebilmek üzere planlanmıştır
ve «Beşeri Tıbbi Ürünler Etiket ve
Ambalajlama Yönetmeliği” kapsamına giren ürünleri takip eder. Ayrıca
söz konusu ilaçların sarf edildiği Hastane, Sağlık Merkezi, Aile Hekimliği
gibi Merkezler, Eczane ve Ecza Depoları, Üreticiler, İthalatçılar ve Geri
Ödeme Kurumları doğrudan İlaç
Takip Sistemi kapsamı için yer alan
paydaşlardır.
İLAÇ TAKİP SİSTEMİ
Dr. Oğuz CESUR
Sağlık Bakanlığı
Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu
Başkan Yardımcısı
Son yıllarda teknolojik altyapıların
gelişmesi ile birlikte manuel sistemler yerine otomatik sistemlerin kurulması kolaylaşmış ve birçok sektörde
uygulanmaya başlanmıştır. İlaç Takip
Sistemi, tüm dünyada uygulanan Takip ve İzleme sisteminin ilaç sektörüne uyarlanmış şeklidir.
Ülkelerin sosyal güvenlik bütçelerinin en büyük kalemlerinden biri ilaç
harcamalarıdır. Türkiye Cumhuriyeti
son yıllarda ilaç kutularının bilinmeyen adreslerde yeniden basılması,
Sosyal Güvenlik Kurumu’na satılmış
olan ürünlerin tekrar tekrar reçete
edilmesi, satılmış ürünlerin kutularının içine farklı ürünlerin konularak
tekrar satılması gibi yolsuzlukları önlemek ve ürün güvenliğini sağlamak
amacıyla İlaç Takip Sistemini kurarak
işletmeye başlamıştır.
Tüm dünyada ilaçların ve tıbbi cihazların güvenlik amacıyla izlenmesini
28
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
gerektiren çeşitli ürün güvenliği sorunları ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle dünya çapındaki genel eğilim bu
ürünlerin izlenebilir olması yönündedir. Şu anda dünyanın birçok yerinde
tıbbi ürünlerin izlenebilirliğinin sağlanması açısından çeşitli çalışmalar
yürütülmektedir, diğer birçok ülke de
bu çalışmaların sonucunu görmek ve
en başarılı buldukları sistemi kendilerine adapte etmek için beklemektedir.
İlaç Takip Sistemi ile birlikte ürünlerin
tedarik ve dağıtım süreçlerinde bulunduğu konumu belirlemek mümkün olmaktadır. Elektronik ürün kodu
teknolojisi sayesinde, ürünlerin yani
ilaçların, üretim veya ithalatından
itibaren tedarik zincirinde gerçekleştirdiği her hareketi izlemek mümkündür. Buna göre her bir ilaç kutusunun
üzerine basılarak ürünü tekilleştiren
karekodlarla aynı zamanda sistemde
tanımlı paydaşlar aracılığı ile ürünün
giriş ve çıkışı raporlanarak, ürünün
son görüldüğü konum, zaman ve durum kaydedilir ve gerçek zamanlı bir
veri tabanında saklanır.
T.C. Sağlık Bakanlığı’nın bir ilke imza
atarak hayata geçirdiği İlaç Takip
Sistemi projesinin birçok ülke tara-
fından ilgiyle takip edilmektedir. T.C.
Sağlık Bakanlığı, 2010 yılında İlaç Takip ve İzleme Sistemi’ni kurarak ülke
çapında faaliyete geçirmiştir. Takip
için; İlaçların geçtikleri her noktadan
karekodlar vasıtasıyla izlenmektedir.
Buna ilaçların şeceresinin çıkarılması
da denilebilir. İlaçların şecerelerinin
çıkarılması, gerek ilaç güvenilirliğinin
sağlanması gerekse ilaç sahteciliğinin ana kaynaklarının ortaya çıkarılması açısından son derece önemlidir.
Bu nedenle, ilaçların tüm aşamalarda hangi durumda oldukları sürekli
kontrol edilmektedir.
Sistem üzerinden üretim yerleri, depolar ve lojistik araçların tümü izlenmektedir. Tekilleştirilen ilaç kutularının sisteme tekrar kaydının mümkün
olmaması ile birlikte sahte, kaçak ve
her türlü yasadışı ilacın satışının önüne geçmek mümkün olmaktadır. Ayrıca ilaçların stok durumlarını izlemek
mümkün olduğundan ilaçların her
an piyasa kontrolünün yapılarak ilaç
erişim sıkıntılarının önüne geçilebilmekte ve geri çekme durumlarında
ise piyasadan toplatılması mümkün
olmaktadır.
İlaçlar güvenlik gerektiren, üretim
yerleri izne tabi olan, satış yerleri sınırlandırılmış, fiyatları merkezi otorite tarafından belirlenen ve ödemeleri büyük oranda devlete ait bir geri
ödeme kurumu tarafından karşılanan ürünlerdir.
Buna göre İlaç Takip Sistemi kapsamında yer alan ürünler şöyledir.
bir şekilde satılamaz.
İlaçların sarf edildiği Hastane, Aile
Hekimliği gibi merkezler, Eczane ve
Ecza Depoları, Üreticiler, İthalatçılar
ve Geri Ödeme Kurumları doğrudan
İlaç Takip Sistemi kapsamı içinde yer
alır. Söz konusu paydaşlar ilaçların
üretiminden sarfiyatına kadar geçtiği
her konumdan karekodlarını okutarak bildirim yapar. Yapılan bildirimler
kayıt altına alınır. Böylelikle işlem yapılan ilacın son durumu ve kime ait
olduğu İTS’ye iletilir.
AMAÇLAR
Reçeteli ilaçlar: Satışı reçeteye bağlı
olan ilaçlardır. Bu ürünler ancak eczanelerden ve mutlaka bir reçete karşılığı verilirler.
İlaç takip sistemi, insan sağlığını ciddi
oranda tehdit eden ilaç sahteciliği ve
ilaç kaçakcılığını önleyerek orjinal ve
güvenilir ilaç tedarik edilmesini sağlar.
Reçetesiz ilaçlar: Reçeteye bağlı
olmaksızın, eczanelerde satılabilen
ilaçlardır. Hem reçeteli hem reçetesiz
satılabilen bu ilaçlar ülkemizde ruhsata tabidir ve ruhsatsız ürünler hiç-
İlaç Takip Sistemi ayrıca, üretici veya
ithalatçı, ecza deposu ve eczanelerden alınan bildirimlerle, geri ödeme
kurumlarından alınan satış onayları
ile bir ilacın yalnızca bir kez satılma-
sının kontrolünü yapar ve ülkemizde
yaşanan kupür sahteciliğini önler.
İlaç takip sistemi'nin mali bir yönü
yoktur. Yani, İlaç Takip Sistemi ticaretin boyutuyla ilgilenmez, stoklardaki
ilaçların fiyatlarıyla ilgili ticari bilgiler
edinmez.
Birçok sektörde olduğu gibi ilaç sektöründe de piyasa hareketleri konusunda çok fazla bilgi yoktur. İlaç
piyasası verileri politika oluşturmak
için son derece büyük bir öneme
sahiptir. İlaç piyasasının profilinin
çıkarılabileceği, detaylarla ilgili yol
gösterecek bir veri kaynağı uzun süredir aranmaktaydı. İlaç Takip Sistemi
ile tüm ilaçların hareketleri görüntülenebilmektedir. Bu bilgiler birçok
alanda politika oluşturmak ve piyasa
hakkında bilgi edinmek için uygun
bir kaynak oluşturmaktadır.
İlaçların izlenmesi akılcı ilaç kullanımı
açısından önemli veriler sağlamaktadır. Ayrıca, sahteciliğe kapı açan başka
parametrelerin de izleme esnasında
ortaya çıkacağı düşünülmektedir.
Sisteme ancak Sağlık Bakanlığı taSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
29
Ancak bütün bu veriler ciddi araştırmalar yapılmasını beklemektedir.
İzleme sağlık sektörüne birçok açıdan
katkılar sağlayacak, tüm paydaşlar
maddi açıdan olumlu etkilenecektir.
Kazanımlar
Toplum sağlığını ciddi şekilde tehlikeye atan, ölümlere sebebiyet veren,
ailelerin ve sevdiklerinizin sağlığıyla
oynamaktan bir an bile çekinmeyen
ilaç kaçakçıları ve ilaç sahteciliği yapanların sayısı ne yazık ki her geçen
gün artmakta ve “para makinesi” olarak tanımladıkları sahte ilaç piyasası
yasal ilaç satışına oranla katlanarak
büyümekteydi.Yolsuzluklarla başa
çıkmak ve halkın sağlığını etkin bir
şekilde korumak için, kesin çözüm
sunacak, %100 güvenilir bir sistemin
uygulanması gerekiyordu. Bu nedenle T.C. Sağlık Bakanlığı 2010 yılının Ocak ayından itibaren İlaç Takip
Sistemi’ni kurarak işletmeye başladı.
Ülkemizde yaşanan diğer bir sorun
da kupür sahteciliği ve bu yolla geri
ödeme kurumlarının dolandırılmasıydı. Satılan bir ilacın tekrar satılamaması için ‘kupür’lerin kesilmesi,
ilaçların kutularının açılmasına neden oluyor ve ilacın güvenilirliğini
azaltıyordu.
Öncelikle sağlığınızı korumayı ve
vatandaşlara güvenilir ve orijinal
ilaç ulaştırmayı amaçlayan İlaç Takip
Sistemi aynı zamanda ilaç kutularının bilinmeyen adreslerde yeniden
basılması, daha önce geri ödeme kurumlarına satılmış ilaçların kutularından çıkarılıp yeni bir kutuya konarak
defalarca satılması gibi yolsuzlukların
da önüne geçmektedir.
İTS’nin sağladığı yararlardan bir diğeri de hastaların sağlık ve güvenliği
düşünülerek, ruhsatlandırılmış tıbbi
ürünlerin raf ömrünün sürekli gözetim ve denetim imkanıdır.Tüm bunların dışında İTS ayrıca, ilaçların sebep
olduğu herhangi bir yan etki veya
rahatsızlık tespit edilmesi durumunda T.C. Sağlık Bakanlığı’nın, hiç vakit
kaybetmeden ilaçları piyasadan geri
çekerek duruma müdahale etmesine
de olanak sağlar.
İlaç Takip Sistemi’nin en önemli amacı “hasta güvenliği”nin sağlanmasıdır.
Hasta güvenliğini iyileştirmede
önemli bir rola sahip olan sistemin
topladığı verilerin incelenmesi sonucu hasta güvenliği ihlalleri tespit
edilerek bu güvensiz ortamın tekrar
oluşmaması için çalışmalar yapılarak engelleyici birçok faaliyet ile
hastalara ilacın güvenli bir şekilde
ulaşması sağlanırken hastaların da
ilaca güveni korunmuş olacaktır. Geri
ödeme kurumlarında manuel kupür
kontrolü ortadan kaldırılarak işgücü ve zamandan tasarruf edilmekte,
Farmakovijilans faaliyetlerine destek
sağlanmaktadır.
Advers etkisi bildirilen bir ilacın diğer
dağıtım noktalarında da benzer etkilerin olup olmadığının araştırılması
konusunda İTS destek vermektedir.
Piyasa gözetiminin sağlanması aktif
bir şekilde sağlanmaktadır. İlaç stok
bilgilerine anlık ulaşılarak karaborsa
oluşumunun engellenmesi sağlanmaktadır. Türkiye’nin reel ilaç ihtiyacının planlanması İTS ile mümkün
olmaktadır.
Denetimsel ve hukuksal süreçlere İTS
tarafından veri sağlanmaktadır.Tüm
paydaşların stok ve hareket bilgileri
denetim için ana veri kaynağıdır.
Hukuksal anlaşmazlıklarda İTS verileri mahkemelerce referans olarak kullanılmaktadır.
Özet olarak İlaç Takip Sistemi;
• Vatandaşların
sağlığını tehdit
eden sahte ilaçların satışını önler,
• Kaçak ilaçların satışının önler,
• Ambalaj ve kupür sahteciliğini önler,
• Ambalajı
açılan ilaçların düşme
ve kırılma sebebiyle kullanılamaz
hale gelmesini engeller,
• Yan etkisi tespit edilen ilaçlarda
tüm partinin piyasadan toplatılmasına imkan tanır,
• (01) – GTIN: ( Global Trade Item
Number) Küresel Ticari Ürün Numarası
• (21) – SN: (Serial Number) Sıra Numarası
• (17) – XD: (Expiration Date) Son
• İlaç piyasası hakkında veri sağlar,
• Geri ödeme kurumları ile eczane-
• (10) – BN: (Batch Number) Parti
tekler,
lerin ihtilaflarını çözümler,
• Farmakovijilans yani ilaç güvenliği
açısından hasta güvenliğini iyileştirir,
kullanma tarihi
numarası
• GTIN+SN
ürünü tekilleştiren tanımlayıcılar
İTS İSTATİSTİKLERİ
• Toplam Paydaş Sayısı ≈ 41.000
• Cevap Süresiden paylaşılması,
< 0.5 saniye
• Vatandaşın ilaca erişimini kolayİTS Tanıtımları
Birçok ülke Türkiye’nin başarısını örnek alarak sistemi ülkelerine uygulama konusunda resmi olarak ülkemizden destek istemektedir. Şu ana
kadar İTS’yi tanıttığımız ülkeler aşağıdadır.
• Mısır
• İran
• Suudi Arabistan
• Arnavutluk
• Brezilya
• Güney Kore
• Ürdün
• Amerika Birleşik Devletleri
• Kazakistan
• Birleşik Arap Emirlikleri
• Kuveyt
• Umman
• Bahreyn
• Katar
• Rusya
• Bulgaristan
• Almanya
İTS Mobil
• Akıllı Telefonlar sayesinde vatandaşlarımız kendi ilacını sorgulayabilmektedir.
İlaç Takip Sistemi, elektronik ürün
kodu teknolojisinden faydalanarak
ilaçların tedarik ve dağıtım süreçlerindeki geçmiş ve güncel konum bilgilerinin belirlenme sürecidir.
• Toplam Kutu Sayısı
• Eczanelerden Satılan Kutu Sayısı
• Vatandaş ilacının
• Karekod Bilgilerini
• Adını
• Son Kullanım Tarihini
• Üzerinde Geri Çekme Kararı olup
Sistem, gerçek ortamlardaki ürün hareketlerine göre doğrusal süreçlerle
tasarlanmıştır. Gerçek hayatta var
olan işlemlerin sistemde yapılması
kolaylık sağlamaktadır. “Doğrulama”,
“Reçete Satış Onayı” gibi bazı işlemler de bu süreçlere eklenmiştir. Takip
taraflardan alınan bildirimler ile yapılmaktadır.
• Geri Çekilen Kutu Sayısı
• Sistemde kayıtlı olup olmadığını
• Eczanedeki Kutu Sayısı
• Yan etki bildirimini yapabilmekte-
Çalışma Prensipleri
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
Büyüyen sektörlerin ürün tedarik zincirindeki alım, satım, ürün iadesi gibi
işlemleri görüntüleme ihtiyaçlarının
ortaya çıkması üzerine geliştirilen
Takip ve İzleme Sistemi’nin küresel
çapta adaptasyon ve standardizasyonunu sağlamak amacıyla kurulan
Uluslararası Standartlar Teşkilatı EPCglobal, tedarik zincirinin verimliliğini
ve şeffaflığını geliştirmeye yönelik
çözüm ve standartları iyileştirmeyi amaçlayan bir diğer kuruluş olan
GS1 ile birlikte, piyasada bulunan
ürünlerin tedarik zincirinde oluşturdukları hareketin nasıl kodlanacağı
ve bu kodların ne anlama geldiğini
belirleyen standartları tanımlamıştır. Söz konusu standartlar, şu anda
dünyanın her yerinde ve birçok farklı
sektörde başarıyla uygulanmaktadır.
Takip sisteminde karekod tekniği
kullanılmaktadır. Bir karekod ürün
hakkında dört bilgi içermektedir.
• Akılcı ilaç kullanımı sürecini des-
• Hastaya güven verir.
30
Takip ve İzleme
• Barkod Sayısı (Ürün çeşidi)
≈ 7.000
≈ 13 milyar
≈ 8.9 milyar
≈ 9.4 milyon
≈ 1.2 milyar
• Günlük Ortalama İşlem Sayısı
≈ 80 milyon
• Saniyedeki İşlem Sayısı
≈ 2.000
olmadığını
öğrenebilmekte
dir.
Gelecek Vizyonu:
• Ürünlere ait KT(Kullanım Talimatları) bilgilerinin İTS mobil üzerin-
laştırmak amacıyla aradıkları ilacı
hangi eczaneden temin edebilecekleri bilgisini sunmak amacıyla
Mobil uygulama geliştirmek
• Tedarik
zinciri içerisinde soğuk
zincir ürünleri için gerçek zamanlı
sıcaklık takibi
• Hastanelerde doz bazlı ilaç takibine geçilmesi,
• Karar destek sistemi ile birlikte İTS
verilerinin sektörün kullanımına
sunulması,
• Renkli
Reçete Takip Sistemi’nin
faaliyete geçmesi ile birlikte uyuşturucu-psikotrop sınıfı ilaçların yakından takibi,
Temel Kavramlar
GTIN (Küresel Ticari Ürün Numarası): GTIN, ticari ürünlerin üzerinde barkodlara basılmış şekilde yer
alan, ürün çeşidini dünya üzerinde
özgün (tekrar etmeyen) olarak tanımlayan numaraya GTIN denir.
GTIN veritabanlarında tutulan ürün
bilgisine erişim sağlayan bir anahtar görevi görür ve ADC (Automatic
Data Capture – Otomatik Veri Toplama) uygulamalarında kullanılır.
GTIN, ülkemizde “Barkod Numarası” olarak bilinen 13 rakamdan
oluşan numaradır. Firma öneki ve ürün numarasından oluşur.
Ürünleri dünya genelinde tekil olarak
tanımlayan en fazla 14 basamaktan
oluşan numaradır.
Sıra Numarası – SN (Serial Number):
GTIN ile tanımlanan ürünün her bir
birimini tanımlamak için kullanılan
numaradır. Bir ürün için kullanılan
sıra numarası, aynı çeşit üründe bir
daha kullanılamaz.Bir ürün için kullanılan sıra numarası, aynı çeşit üründe
bir daha kullanılamaz.
Son Kullanma Tarihi – (Expiration
Date): Ürünün güvenli olarak kullanılabileceği son tarihi belirtir. 6 karakter uzunluğunda sayısal bir veridir.
Verinin formatı YYAAGG şeklindedir.
Parti Numarası – (Batch Number):
Üretimde bir partinin diğer partilerden ayırt edilmesi için kullanılan kayıt numarasıdır.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
31
dosya
TIBBİ CİHAZDA
“YERLİ MALI” AVANTAJI
Uzm. Dr. Yalçın SOYSAL
Sağlık Bakanlığı
Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu
Daire Başkanı
Yerli Malı Tebliği; Bilim, Sanayi ve
Teknoloji Bakanlığı’nca yayımlanmış
olup üreticilere kayıtlı oldukları TOBB
veya TESK’e bağlı oda/borsa aracılığıyla Yerli Malı Belgesi düzenlenmesine ilişkin hükümleri içermektedir.
Bu tebliğde belirtilen hükümleri
karşılayan ve yerlilik oranı en az %51
olan ürünler için Yerli Malı Belgesi verilmektedir. Kamu İhale Kanunu’nda
yapılan bir değişiklik ile de yerli malı
belgesine sahip üreticiler için kamu
ihalelerinde %15’e kadar varan fiyat
avantajı getirilmiştir. Ayrıca Türkiye
Kamu Hastaneleri Kurumu tarafından tüm Kamu Hastane Birliği Genel Sekreterliklerine “Yerli Malı Teklif
Eden İstekliler Lehine %15 Oranında
Fiyat Avantajı Uygulanması” yönünde 25.04.2016 tarihinde resmi yazı ile
bildirim yapılmıştır.
Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu,
düzenleyici ve denetleyici bir kurum
olarak ülkemizde tıbbi cihaz alanında
tek yetkili otoritedir ve güvenli ürüne
erişimde önemli bir konuma sahiptir.
Ayrıca yerli tıbbi cihaz üreticisinin
kamu alımlarında %15’e varan fiyat
avantajından yararlanması için çeşit-
32
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
li çalışmalar da yapmaktadır. Sağlık
2023 Vizyonu, 10.Kalkınma Planı ve
65. Hükumet Programı nezdinde yerli üreticilerin desteklenmesi hedeflerine uygun olarak politikalar üretmekte ve projeler geliştirmektedir.
10. Kalkınma Planı Sağlık Endüstrilerinde Yapısal Dönüşüm Eylem
Planı’nda yer alan “Tıbbi Cihaz Sektörü İçin Sektör Stratejisi Oluşturulacaktır” eylemi kapsamında TİTCK tarafından “Tıbbi Cihaz Sektör Stratejisi ve
Eylem Planı” hazırlanmış olup yayımlanma aşamasındadır. Strateji Belgesinde yerli üretimin desteklenmesine
yönelik eylemler de yer almaktadır.
Ayrıca Kurumumuzun sekreterya görevini yürüttüğü Sağlık Endüstrileri
Yönlendirme Komitesi Kapsamında
5 ve 7 yıllık alım garantili modellerle
yerli üretimi teşvik etmek için çeşitli
stratejiler ve eylem planları ortaya
koyulmaktadır. Bunların yanı sıra Kurumumuzda her ay sektörde bulunan
üreticilerimizin de dâhil olduğu tüm
tıbbi cihaz ile ilgili STK’ların katılımları ile sektör toplantıları yapılmaktadır.
Bu toplantılarda sektörün sorunları
ve önerileri değerlendirilmekte ve
böylece daha hızlı adımlar atılmaktadır. Bu adımlardan biri; hem sağlık
tesislerindeki satın alma birimlerinin
hem de Sosyal Güvenlik Kurumu’nun
(SGK) yerli ürünlere olan farkındalıklarını artırmak için gerekli çalışmaların yapılmasıdır.
Bilindiği üzere ülkemizde tıbbi cihazların piyasaya arz edilebilmesi için
öncelikle Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz
Kurumu uhdesinde yer alan Türkiye
İlaç ve Tıbbi Cihaz Ulusal Bilgi Bankası (TİTUBB) sistemine kaydının gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Sağlık
tesislerinde yapılan kamu alımlarında ve SGK tarafından gerçekleştirilen
geri ödemelerde TİTUBB siteminin
önemli bir yeri bulunmaktadır. Tıbbi
cihaz alımı yapacak olan satın alma
birimleri, alımını yapacakları ürüne
ilişkin bilgilere TİTUBB sistemi üzerindeki sorgulama ekranlarından
erişmektedirler. SGK’nın kullanmış
olduğu Medula sistemi ise TİTUBB ile
entegre bir şekilde çalışmaktadır.
TİTUBB sistemi; üreticilerimizin kamu
alımı yapan sağlık tesisi yöneticileri
ve SGK tarafından daha kolay değerlendirilebilmeleri için geçtiğimiz
Mayıs ayı içerisinde yerli malı belgesi
yükleyebilecekleri bir şekilde geliştirilmiştir. Üreticilerimiz artık kayıtlı
oldukları TOBB veya TESK’e bağlı odadan almış oldukları Yerli Malı Belgelerini sisteme yükleyebilecekler ve yerli
olan ürünlerini bu belge ile eşleştirdikten sonra yerli malı olmanın avantajlarından faydalanabileceklerdir.
Böylelikle TİTUBB sistemini kullanan
ilgili kurumlar ve kamu satın alma birimleri de bu belgelere kolaylıkla ulaşıp yerli üreticilerimiz lehine avantaj
sağlayabileceklerdir.
dosya
İLAÇ SEKTÖRÜNDE
AR-GE VE İNOVASYON
Dr. Pelin Eriştiren İNCESU
AstraZeneca Türkiye Ülke Başkanı
Yaklaşık 400 kişilik kadrosuyla hastaların hayatlarında anlamlı bir fark
yaratacak yenilikçi ilaçların sağlığın
hizmetine sunulmasını hedefleyen
AstraZeneca Türkiye, 1999 yılından
bu yana pazarlama ve satış faaliyetleri ve Ar-Ge çalışmaları gerçekleştirmektedir. Yerel yatırımların önemine
inanan AstraZeneca Türkiye, ülkede
Kurumsal Sosyal Sorumluluk yatırımları, Ar-Ge yatırımları ve üretim yatırımı gerçekleştirmektedir.
AstraZeneca Türkiye’de 4 ana tedavi
alanında, 24 bölge yapılanmasıyla faaliyet göstermektedir. Global düzeyde günde yaklaşık 22,5 milyon dolar
Araştırma ve Geliştirme yatırımıyla
5 ülkede araştırma çalışmaları yapıyoruz. AstraZeneca olarak Türkiye’de
yürüttüğümüz klinik araştırma sayısını son üç yıl içinde üç kat, son yılda
yaklaşık 2 kat arttırdık. Bundan sonraki süreçte de nitelikli insan gücünün
ve araştırmacı sayısının arttırılması
için gerekli desteği vermeyi hedef34
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
liyor ve Türkiye’nin sağlık alanında
belirlediği hedeflere ulaşmasındaki
katkımızı büyütmeyi diliyoruz.
daki planlama çalışmalarımıza halihazırda devam etmekteyiz.
Uluslararası araştırma geliştirme çalışmaları ile bilimsel lider firmalardan
biri olarak Türk ilaç sanayisinin ‘küresel ölçekte bir AR-GE ve bölgesel bir
yönetim merkezi olması’ politikasını
desteklemekteyiz. AstraZeneca’nın
Türkiye’de yürüttüğü klinik araştırma sayısı son üç yıl içinde üç kat,
son yılda yaklaşık iki kat artmıştır. AstraZeneca’nın son beş yılda
Türkiye’de yürüyen klinik araştırmalara yapılan yatırımı ise 25 milyon TL’yi
bulmaktadır. AstraZeneca Türkiye
olarak, sadece 2015 yılında 10 milyon
TL’yi aşan yatırımlarımız ile toplam 25
farklı Faz III çalışmayı ülkemize getirdik. Bunun yanı sıra AstraZeneca,
Türkiye’ye Ar-Ge hattını ve inovasyon
platformunu, yani yeni ilaç molekülü
içeren bilgi havuzunu açarak önemli
bir bilgi transferi gerçekleştirmektedir.
• Cambridge, Birleşik Krallık – Üni-
AstraZeneca olarak, faaliyetlerimizin
ve amacımızın merkezinde “Yaşama
değer katan ilaçları keşfetmek için bilimin sınırlarını zorlamak” yer alıyor.
Bugün var olan pek çok hastalığın
gelecekteki tedavisi, yeni ortaya çıkan veya hâlâ keşfedilmemiş hastalık
mekanizmalarının keşfedilmesinde
saklıdır. Hastalara hizmet vermenin
en iyi yolunun bilime odaklanarak,
bu mekanizmaları keşfetmek ve yeni,
hedefe yönelik tedaviler geliştirmek
olduğuna inanıyoruz. Bu yüzden
Araştırma ve Geliştirme faaliyetleri
bizim için çok önemli ve önemli olmaya da devam edecek.
Küçük molekül araştırmalarımızı gerçekleştirdiğimiz Yenilikçi İlaçlar ve
Erken Gelişim Birimimiz olan IMED
ve protein mühendisliği teknolojileri, biyolojik ürünler ve biyolojik-küçük molekül bileşimleri gibi alanlara
odaklanan birimimiz olan MedImmune, bilimdeki yenilikleri ve gelişen
teknolojileri keşfetmek üzere çalışmaktadır.
Ülkemizin 2023 hedeflerinden GSYH
seviyesi ile dünyanın ilk 10 ekonomisinden biri olmasına giden yolda,
Astra Zeneca Türkiye olarak bu hedefin en büyük temellerinden biri olan
yenilikçi üretimi yerlileştirmeyi destekliyoruz. Ülkemizde halen sağlığın
hizmetine sunduğumuz ilaçların ambalajlama dahil kutu bazında %55’ini
Türkiye’de üretiyor olmanın gururunu paylaşıyoruz. İlerleyen dönemde
ise üretimimizi artırarak devletimizin
stratejik eylem planlarına katkımızı
artırmayı hedefliyoruz. Bu kapsam-
AstraZeneca’nın üç stratejik AR-GE
merkezi
• Gaithersburg,
Amerika – Ulusal
Sağlık Enstitüsü ve Johns Hopkins
Üniversitesi ortaklığında, 3.000’den
fazla bilim insanı çalışıyor.
• Göteborg, İsveç – Karolinska Enstitüsü ve Medicon Valley ortaklığında, 50 ülkeden 2.000 bilim insanı
çalışıyor.
versite ve biyobilim topluluğu
ortaklığında, 2016 yılının sonuna
kadar 2.500’den fazla bilim insanı
yer alacak.
AstraZeneca olarak, dünyaca ünlü
bilim insanları ve akademik kurumlarla iş birliği yaparak kendi yetkinliklerimizi sürekli geliştirmekte ve
bilim odaklı şirketlerle ortaklıklar
yapmaktayız. Türkiye’de 2014 yılı
Kasım ayında Koç Üniversitesi ile Bilimsel Liderlik alanında bir ilke imza
attık. İmzaladığımız bilimsel iş birliği
anlaşması ile kanser, diyabet ve kardiyovasküler hastalıkların tedavisi
için ortak klinik öncesi çalışmalar
yapılmasını hedefledik ve Türkiye’de
klinik öncesi araştırmalara ciddi bir
yatırım yaptık. 70 milyonu aşan nüfusuyla Türkiye’nin ilaç keşfi çalışmalarını önemsiyoruz, Koç Üniversitesi
ile yapılan bu bilimsel iş birliği çerçevesinde hızla ilerleyerek, somut
adım olarak 2015 senesinde “Prostat
Kanseri” konusunda başlattığımız ortak çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu
projenin yeni ilaçların keşfedilmesini
ve geliştirilmesini sağlayarak, karşılıklı faydaya dayalı iş birliklerini tespit
ve tesis etmemize yardımcı olacağına
inanıyoruz.
tadır. Gerek ilgili tüm Bakanlıkların
stratejik adımları gerekse 10. Kalkınma Planı ve Dönüşüm Programları ile
geleceğe yönelik olumlu bir çerçeve
çizilmektedir.
Ancak inovasyon ekosistemini oluşturan aktörler ve ortam koşullarının
büyük çoğunluğu mevcut olsa da,
Türkiye, ilaç Ar-Ge’sinde gerek çıktılar
gerekse çekilen yatırımlar açısından
henüz rekabetçi bir konumda değildir. İlaç Ar-Ge’si, uygun ortam koşullarında ekosistemdeki aktörlerin etkileşiminden ortaya çıkmaktadır. İlaçta
inovasyon, ekosistemdeki aktörlerin
sadece ekosistemde yer alması ile değil, itici güçlerle çalışır hale getirilmesi ile mümkündür. Son yıllardaki küresel eğilimler ve bilimsel yaklaşımlarla
değişen iş modelleri Türkiye’ye ilaç
Ar-Ge’sinde konumlanabilmek için
fırsat sunmaktadır. Bu fırsattan yararlanabilmek için ilgili ekosistemi etkileştirecek hızlandırıcı aktör ve mekanizmalara ihtiyaç vardır.
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde
ekonomik hedeflerine ulaşması ve
sürdürülebilir büyümeyi sağlaması-
nın yolu bir yandan inovasyon ekosisteminde gerekli reformları yaparken
bir yandan da hızlandırıcı araçları uygulamaya koymaktan geçmektedir.
Dünyada Ar-Ge yoğunluğunun en
fazla olduğu ve yeni teknolojilerin en
hızlı yaygınlaştığı sektörlerden olan
ilaç sektörü, ileri teknolojiye geçiş sürecinde fırsat olabilecek niteliktedir.
İlaç Ar-Ge değer zincirinin ikinci ana
aşaması klinik çalışmalardır. Bugün
ülkemizde sayısı giderek artan klinik
çalışmaların, Faz II ve III çalışmalar ek
olarak, uygulama açısından en zor ve
detaylı klinik faz olan Faz I çalışmaları için kurulan yeni merkezler ile de
desteklenmesi ve klinik çalışmaların
başlatılmasında ve yürütülmesinde süreçlerin kalitesinin arttırılarak
güncel yönetmelikler ile standardize
edilmesi, Türkiye’nin dünya genelinde önemli bir klinik çalışma merkezi
olma yolunda atılmış önemli adımlardır. Tüm dünyada olduğu üzere, ülkemizde de, Ar-Ge’nin temel parçası
olarak nitelendirebileceğimiz, klinik
çalışmaların sayısının büyük bir ivme
ile arttırılması gerektiğine inanıyoruz.
İlaç Ar-Ge’si ve klinik araştırmalar
konusunda ülkemizin durumu
TEPAV 2015 İlaç Ar-Ge Ekosistemi
Raporu’na göre, son yıllarda, kamu
politikaları ile ilaç sektöründe Ar-Ge
kapsamında önemli adımlar atılmakSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
35
dosya
da bulunmaktadır. 59 yıldır yaklaşık
1.000 çalışanı ile Türk tıbbına sunduğu 186 ürün formunun yüzde 75’ini
Türkiye’de üreten Pfizer Türkiye, Avrupa Bölgesi ve Uzak Doğu’da olmak
üzere toplam 10 ülkeye ilaç ihraç etmektedir.
Pfizer, dünyanın her yerinde akademisyenlerle, araştırmacılarla, tıbbi
derneklerle, hasta dernekleriyle ve
devletlerle daha iyi bir gelecek için
işbirliği içinde çalışmaktadır. Pfizer, Türkiye’de bugüne kadar birçok
önemli terapötik alanda 20 milyon
dolarlık Ar-Ge yatırımı yapmış ve Türkiye’deki Ar-Ge ortamının gelişerek
ülkemizin küresel ilaç Ar-Ge’si alanında rekabetçi olabilmesi adına özellikle 2009’dan bu yana önemli işbirliği
projelerine de imza atmıştır.
Pfizer’i bugün dünyanın önde gelen
biyofarmasötik ilaç şirketlerinden biri
yapan en önemli unsur, Ar-Ge ve inovasyona verdiği değerdir. Pfizer bu
gücünü, 150 yıllık küresel bilgi birikiminden ve güçlü Ar-Ge altyapısından
almaktadır.
Ülkemizde ilaç Ar-Ge’sinin gelişmesi için
neler yapıyorsunuz?
Pfizer Klinik Araştırmalar Bölge Direktörü
Dr. Gökhan DUMAN:
ÜLKE EKONOMİMİZİ DÖNÜŞTÜRECEK
OLAN GÜÇ İNOVASYONDUR
Pfizer Klinik Araştırmalar Bölge Direktörü Dr. Gökhan Duman “İlaç Sektöründe Ar-Ge ve
İnovasyon” konusunu ve ülkemizde bu alandaki çalışmaları değerlendirdi.
Şirketinizi kısaca tanıtır mısınız?
160 yıldan uzun süredir hizmet veren Pfizer, bugün 150’den fazla ülkede ürünlerini tıbbın kullanımına
sunmaktadır. Pfizer’in tüm dünyada
yaklaşık 100 bin çalışanı bulunmakta ve yıllık 49 milyar dolarlık geliri ile
pazar değeri açısından dünya genelindeki ilaç şirketleri arasında ilk
sıralarda yer almaktadır. Pfizer, 1957
yılından bu yana Türkiye’de faaliyet
göstermektedir.
36
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
Yenilikçi ürünler açısından ilaç sektörünün lider şirketlerinden biri olan
Pfizer, 15 farklı tedavi alanına yayılan
ve henüz çare bulunmamış hastalıklara odaklanmakta ve yeni ürünlerin
araştırılması ve geliştirilmesi için yatırım yapmaktadır.
yovasküler ve metabolik hastalıklar,
ağrı, inflamasyon, immünoloji, nadir
hastalıklar, onkoloji ve aşı gibi önemli alanlarda hastalara yeni tedaviler
sunacak güçlü Ar-Ge projeleri yürütmekte ve yılda ortalama 7 milyar dolarlık bir kaynak aktarmaktadır.
Ar-Ge yatırımlarınız ve inovasyon
çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir
misiniz?
Bugün 10.000 bilim insanının çalıştığı
Pfizer, Türkiye’de kurulduğu günden
bu yana Türkiye’ye yatırım yapmakta, ilaçlarını ülkemizdeki tesislerde
üretmekte ve hatta ihracat yaparak
ülke ekonomisinin gelişimine katkı-
Pfizer, merkezi sinir sistemi, kardi-
Ülke ekonomimizi dönüştürecek
olan güç inovasyondur ve inovasyonun en önemli unsurlarından biri
teknoloji transferleridir. Bunun en
etkili şekilde hayata geçirilebileceği
sektörlerden biri ilaç sektörüdür. Pfizer, 2012 yılından bu yana, dünyanın
önemli biyoteknoloji ürünlerinden
biri olan konjüge pnömokok aşısını,
yerli bir üretici ile Türkiye’de üreterek,
sadece üretim teknolojisini getirmekle kalmayıp bu alanda deneyimli insan kaynağının yetişmesine de
katkıda bulunuyor. Ayrıca bu aşının
üretimi, Türkiye’yi ABD ve İrlanda’nın
ardından Pfizer’in dünyadaki 3. aşı
üretim merkezi haline getirmiştir. Bu
teknoloji transferi projemiz, Türkiye
ilaç endüstrisinin niteliğinin yükseltilmesinde uluslararası işbirliklerinin
önemini gösteren öncü bir uygulamadır.
Pfizer ayrıca, 2014 yılında başlatılan
teknoloji transferi çalışması ile patent
süresi dolmamış, kendi sınıfında çığır
açan bir inflamasyon ilacını, 2015
yılında İstanbul tesisinde üretmeye
başladı. Romatoid artrit tedavisine
yönelik bu ürün, bu alanda yenilikçi
bir ilaç olarak konumlanmaktadır. Bu,
Türkiye ilaç endüstrisini geliştirecek
yüksek katma değerli, patent korumalı ürün üretimi açısından önemli
bir örnektir.
Pfizer Türkiye, yıllardır akademik ve
bilimsel işbirlikleri yapmakta, bilimsel
sempozyumları ve klinik araştırmaları desteklemektedir. Bu kapsamda
üniversiteler ve Sağlık Bakanlığı işbirliği ile 2000 yılından bu yana, 3.000’e
yakın araştırmacının eğitim almasını
sağlamıştır. Ayrıca ülkemizde ilaç ArGe faaliyetlerinin derinleştirilmesi ve
buna uygun bir ortamın gelişmesi
için, “İlaç Ar-Ge İşbirliği Projesi” çerçevesinde Pfizer’deki önemli bilim insanlarını ve Türkiye’deki değerli akademisyenleri buluşturan bir platform
kurulmuştur.
Pfizer, Türkiye ilaç endüstrisinin niteliksel gelişimini desteklemeye,
Türkiye’de ekonominin yapısal dönüşümüne katkı sağlayacak işbirliklerini
önceliklendirmeye devam edecektir.
İlaç Ar-Ge’si ve klinik araştırmalar
konusunda ülkemizin durumunu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Klinik araştırmalar, ülkemizde hastaların yenilikçi tedavilere ulaşabilmesi,
bilim ortamının gelişmesi ve bilim insanlarımızın uluslararası alanda daha
üst seviyelerde yer alması açısından
kritik bir öneme sahiptir. İlaç sektörü,
dünyada yıllık yaklaşık 140 milyar dolar ile en yüksek Ar-Ge yatırımını gerçekleştiren sektördür ve bu yatırımın
yarısından fazlası klinik araştırmalara ayrılmaktadır. Bu anlamda klinik
araştırmalar uluslararası ilaç firmalarının Ar-Ge yatırımlarının Türkiye’ye
çekilebilmesi açısından da büyük bir
öneme sahiptir.
Klinik araştırmalar çoğunlukla gelişmiş ülkelerde yürütülmektedir. Son
yıllarda altyapının gelişmesi, kalitenin yükselmesi ve küreselleşmenin
etkisi ile gelişmekte olan ülkelerde
de araştırma yatırımının arttığını
gözlemlemekteyiz. Bu durum Türkiye gibi ülkeler için önemli bir fırsat
yaratmaktadır. Nüfus göz önüne alındığında, Türkiye, bu alanda henüz
potansiyelinin çok altındadır. Devlet,
akademi ve endüstri işbirliğinin güçlenmesi, Ar-Ge ve inovasyonu destekleyen ortamın gelişmesini ve ilaç
Ar-Ge ve klinik araştırmalar alanında
hızlı bir büyüme gerçekleşmesini
sağlayacaktır. Türkiye, hedeflenen
ilerlemeyi gerçekleştirebilirse, 3 yıl
içinde ülkemize gelen uluslararası
ilaç Ar-Ge yatırımı 2 katına çıkabilir.
İlaç Ar-Ge’si alanında yaşanan zorluklar
nelerdir? Çözüm için ne önerirsiniz?
Türkiye’de tüketilen ilaçların miktar
olarak %75’i yurtiçinde üretilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye birçok gelişmekte olan ülkenin
önündedir. Fakat bu üretim, geleneksel, nispeten basit teknolojili ürünler üzerine yoğunlaşmıştır ve katma
değeri düşüktür. Ayrıca Türkiye’de
üretilen ürünler ilaç değer zincirinin
en zayıf tarafında yani jenerikleşmiş
ilaçlarda yoğunlaşmıştır.
Türkiye, hem mevcut jenerikleşmiş
ürün gamında hem de bu ürünlerin hammaddelerinin üretiminde
rekabetçilikte Çin ve Hindistan gibi
ülkelerin oldukça gerisindedir. Bu nedenle küresel pazarlar yerine ağırlıklı
olarak yurtiçi tüketime yönelik üretim yapılmaktadır.
Ülkemiz jenerikleşmiş, düşük katma değerli ürünlerde yoğunlaşmış
ancak bu alanlarda gelişmekte olan
ülkelere karşı rekabet üstünlüğü açısından dezavantajlıdır. Diğer taraftan
Türkiye, gelişmiş ülkelerin rekabetçi
olduğu yüksek katma değerli, sofistike alanlarda güçlü bir varlığa sahip
değildir. Bu nedenle ilaç sanayisinin
dönüşümünde gelişmiş ülkelerin rekabetçi olduğu alanlar öncelikli olarak hedeflenmelidir.
İmalat sanayisinin yüksek katma
değerli ve ileri teknolojili bir yapıya
dönüşümü için küresel işbirlikleri
önemli bir yöntemdir. Bu tarz işbirlikleri teknoloji transferleri ile yurtiçi
üretimin niteliğini geliştirebilir, çarpan etkisi ile ilgili diğer sektörlerde
de gelişmeyi hızlandırabilir ve yurt
içinde üretilen ürünlerin dünya pazarlarına erişimini hızlandırabilir.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
37
analiz
kapakkonusu
ganizma cinsi/cinsleri olabilmektedir.
Bu duruma, doğal direnç (intirinsik
direnç) adı verilmektedir; yapı ve biyokimya özellikleriyle ilişkilidir. İlgili
antimikrobik kullanıma girdiğinde
“doğal köken”leri bu antimikrobik
maddeye duyarlı olan mikroorganizmalar, daha sonra değişik genetik
mekanizmalarla dirençli hale gelebilmektedir. Bu duruma ise kazanılmış
(kalıtsal) direnç adı verilmektedir. Bu
tür direnç; mikroorganizmada gelişen mutasyonlarla (kromozomal direnç) olabildiği gibi değişik genetik
elemanlarla ( plazmid, transpozon,
integron) bir mikroorganizmadan diğerine (yeni nesillere, aynı/başka cins
ve türlere geçiş) yayılabilmektedir.
Mevcut durum
ANTİBİYOTİK DİRENCİ:
“ANTİBİYOTİK ÇAĞI”NIN SONU MU?*
Prof. Dr. Recep ÖZTÜRK
İstanbul Üniversitesi
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı
Antibiyotikler, daha geniş bir kavramla antimikrobik maddeler; insan
sağlığını koruma ve geliştirme açısından son yüzyıl içinde çok büyük katkı
sağlamıştır. 1900’lü yıllarda dünyada
ölümlerin %50-60’dan daha fazlasını
oluşturan enfeksiyon hastalıkları; antibiyotiklerin keşfi, değişik hastalıklar
için kullanıma giren aşılar ve sosyal
yaşam düzeyinde sağlanan olumlu
gelişmeler (yeterli emniyetli gıda/su,
sanitasyon tedbirlerinin gelişmesi
vd.) sayesinde düşük gelirli ülkeler
dışında %25’lerin altına düşmüştür.
Antimikrobik maddeler, sadece insan
sağlığı için değil, tarım ve veterinerlik alanında da çok olumlu katkılar
sağlamıştır. Antimikrobik maddelerin
iki önemli etkisi vardır: Tedavi amaçlı
38
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
olarak hastalık yapan mikroorganizmayı öldürür, ancak hastalık yapmayan diğer organizmalara da zarar
vererek ekosistemin çeşitliliğine,
bütünlüğüne ve duyarlı-dirençli organizma dengesine zarar verip “kollateral hasar” oluşturur, dirençli mikroorganizmaların seçilip yayılmasına
neden olur. Antimikrobik maddelerin
tıp, tarım ve veterinerlik alanında
yaygın kullanılması sonucu mikroorganizmalar değişik mekanizmalarla
uzun yıllardan beri direnç geliştirmeye başlamış, sorun zamanla katlanarak büyümüştür.
Antimikrobik maddelerin kullanım
miktarı ve yaygınlığıyla paralel şekilde artan direnç, doksanlı yıllardan
sonra hızla artış göstermiş; günümüzde çok yaygın, halk sağlığını
ciddi şekilde tehdit eden küresel bir
sorun haline gelmiştir. Bu yazıda antimikrobiyal direncin tanımı, sorunun
mekanizmaları, nedenleri, boyutu ve
çözüm önerileri ele alınacaktır.
Antimikrobiyal direnç nedir?
Antimikrobiyal direnç, daha önce
“doğal kökenle” (wild type) oluşan
enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde etkili olan bir antimikrobik maddeye karşı ilgili mikroorganizmaların değişik mekanizmalarla dirençli
hale gelmesidir. Bakteriler, mantarlar, virüsler ve parazitlerin “doğal
köken”leri, antimikrobiklerle karşılaştıktan sonra dirençli hale gelmekte;
ilgili antimikrobik madde tedavi veya
profilakside artık etkisiz kalmakta,
sonuçta ilgili enfeksiyonlar etkin şekilde tedavi edilememektedir. Tedavi
edilemeyen hastalardan diğer şahıslara veya çevreye doğrudan/dolaylı
veya vektörler aracılığıyla bulaşan
mikroorganizmalar enfeksiyonların
yayılmasına neden olmaktadır.
Mekanizmalar
Kullanıma girdiğinde değişik antimikrobiklere karşı dirençli mikroor-
Antimikrobiklere karşı gelişen direnç, ilgili antibiyotiklerin keşfinden
kısa sonra karşılaşılan bir sorun olmuştur. Üretilen her antimikrobik
maddeye er geç direnç gelişmektedir. 1950’lerin başında penisiline,
1960’ların başında metisiline direnç
dikkati çekecek ölçüde artmaya
başlamıştır. Son 2-3 dekattır direnç
çok daha yaygın duruma gelmiştir.
Çapraz direnç durumu, sorunu çok
daha yaygın duruma getirmiştir. Günümüzde hemen her bakteri kendilerine karşı kullanılan antimikrobik
ajanlara karşı belli oranlarda direnç
kazanmış durumdadır. Direnç sorunu bakteriler dışında, virüs, mantar
ve parazitler için de söz konusudur.
Direnç sorunu yaşanmayan bakteri
cinsi/türü kalmamış gibidir.
Son 70-80 yıl içinde kullanıma giren
antibiyotikler insan yaşamında en
önemli katkıyı sunmuş, ölümcül pek
çok enfeksiyon hastalığının başarıyla
tedavisine imkan sağlamıştır. İnsanlık tarihinin en önemli buluşlarından
olan antibiyotikler, başta uygunsuz ve gereksiz kullanımları sonucu
gelişen direnç nedeniyle etkilerini önemli oranda kaybetmektedir.
Mikroorganizmalar kendilerini yok
etmek için kullanılan antimikrobik
maddelere karşı er ya da geç karşı
koyma gücü (direnç) kazanmaktadır.
Ölümlerin yüzde 45’inin halen enfeksiyon hastalıklarına bağlı olduğu
düşük gelirli ülkelerde, direnç gelişmesine bağlı olarak enfeksiyonlar ne
yazık ki daha da öldürücü olmaktadır
ve olmaya devam edecektir. Bu tip ülkeler için önemli olan solunum yolu
enfeksiyonları, akut ishaller, sıtma,
tüberküloz direnç nedeniyle sorun
yaşanan hastalıklar içinde başta
yer almaktadır. Antimikrobiklere
karşı direnç; toplumda enfeksiyonların etkili tedavi edilememesi, enfeksiyon hastalıklarının daha
uzun sürmesi; ölüm riskinin artması,
salgınların sıklaşması ve uzaması,
sağlam toplum kesimlerinde enfeksiyon riskinin artması anlamına gelmektedir. Son 20-25 yıldır değişik
ülkelerde konuyla ilgili çalışmalar
artırılmış, ulusal sağlık kuruluşları konuyu öncelikle gündemlerine almışlardır. Konu, daha geniş kesimlerin
de dikkatini çekmiştir. Günümüzde
küresel ölçekte bir sorun haline
gelen antimikrobiklere karşı direnç gelişmesi halk sağlığını ciddi
boyutta tehdit etmektedir. Doksanlı yılların başlarında olayın dünya için bir kriz olduğu belirtilmiş,
direnç sorunu TIME, Newsweek vb.
dergilerde “Antibiyotik çağının sonu
mu?” benzeri kapak konusu sorularla
halkın gündemine taşınmıştır.
Kullanıma giren her antibiyotik için
direnç gelişimi söz konusudur. Günümüzde, penisiline dirençli pnömokoklar, 3. kuşak sefalosporinlere
dirençli gonokoklar, metisiline dirençli stafilokoklar, vankomisine
dirençli enterokokoklar, çoklu dirençli /panrezistan fermantatif ve
nonfermentatif bakteriler, çoklu
dirençli M. tuberculosis, çoklu ilaç
dirençli P. falciparum, HIV ve influenza virüslerde direnç ciddi bir sorun
oluşturmaktadır. Son dekatların geniş spektrumlu, “yaşam kurtarıcı” bir
antibiyotiği olan karbapenem grubu
antibiyotiklere son yıllarda dünya
genelinde hızla artan direnç sonrasında, toksik etkileri nedeniyle terk
edilmiş eski bir antibiyotik olan kolistin, gram negatif bakteri enfeksiyonları için “kurtarıcı” olarak kullanıma
tekrar girmiş, ancak kısa süre içinde
buna karşı da direnç ülkemizden
vd. ülkelerden bildirilmeye başlanmıştır. Hatta kolistin kullanım
öyküsü olmayan insanlardan bile
dirençli kökenler izole edilmiştir. Günümüzde hastanelerde kullanımdaki
tüm antibiyotiklere direnç geliştirmiş
panrezistan kökenlerin oranı giderek artmaktadır. Bu durum, tıpta bir
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
39
felaketin, başka bir ifadeyle “iflas”ın
habercisidir.
ABD Hastalık Kontrol Merkezi (CDC),
konuyla ilgili olarak “Antimikrobik Direnç Tehdidi” başlığı altında ayrıntılı
bir raporu 2013 yılında yayımlamıştır.
Raporda dirençli bakterilerin ABD’de
neden olduğu ölümler ve sağlık harcamalarına dikkat çekilmiştir. CDC,
2 milyona yakın insanın çok ilaca
dirençli mikroorganizmalarla hastalandığını ve bunlardan en az 23.000
kişinin öldüğünü raporlamıştır. Dirençli bakterilerin neden olduğu
sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyonların
ABD’de doğrudan 20, dolaylı 35 milyar dolar ek harcamaya neden olduğu bildirilmektedir. ABD’de bizzat
Başkan Obama’nın himayesinde antibiyotik direncini önleme ve kontrol
konusunda 2014 yılında başlatılan
çalışmalar, 2015 yılında bir ulusal
eylem planı hazırlanmasıyla sonuçlanmıştır. Dünya Sağlık Örgütü
(DSÖ) de konunun halk sağlığını
tehdit küresel bir sorun olduğunu belirtmiş ve 2014 yılında
dünya genelinde direnç durumunu ortaya koyan bir rapor
yayımlamıştır. 114 ülke verisinin yer aldığı DSÖ raporuna
göre, gram negatif çomaklarda
(E.coli ve K. pneumoniae ) antibiyotiklere %50 üzerinde direnç
varlığı bildirilmektedir. Benzer çalışmalar ve raporlar dünyanın değişik
ülkeleri (İngiltere, Almanya, Kanada,
Avustralya vd.) ve Avrupa Hastalık
Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC)
tarafından da hazırlanmıştır.
Ülkemizde de direnç oranları çok
yüksektir. Avrupa’da en fazla antibiyotik kullanan ve en yüksek direnç
oranlarına sahip ülkelerden biri durumundayız. Ülkemizde Türkiye İlaç
ve Tıbbi Cihaz Kurumu, akılcı ilaç kullanımı kapsamında akılcı antibiyotik
kullanımı konusunda farkındalık ve
eğitim çalışmaları yürütmektedir.
Ayrıca, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu
tarafından “Ulusal Antimikrobiyal
Direnç Surveyansı” çalışması yürütülmektedir. Ancak ilgili çalışmalar,
henüz etkin ve yaygın ulusal bir strateji belirlenmesine imkân verecek
ölçekte değildir. Tarım ve veterinerlik
alanında da tıp alanında olduğu gibi
önemli bir direnç sorunu mevcuttur.
İlgili direncin hayvanlardan insanla40
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
ra bulaşması (et, süt ve süt ürünleri,
çıkartılarla temas) konuyu çok daha
önemli hale getirmektedir.
Direnç artışı nedenleri
Antimikrobiyal direncin nedenleri
çeşitli ve karmaşıktır. Değişik toplum
seviyelerindeki insan davranışlarıyla
yakından ilişkilidir. Sonuçları dünyadaki herkesi, her canlıyı ilgilendirmektedir. Direnç artışında en önemli
neden, antibiyotik tüketimindeki
artış ve sonuçta oluşan seçici baskılanmadır. Direnç gelişimi kullanılan
antimikrobik madde miktarıyla doğru orantılıdır. Sağlık hizmeti sunan
değişik birimlerin yaygınlaşması (aile
sağlığı merkezleri, diyaliz merkezleri,
kronik hasta bakım merkezleri vd.);
hastanelerde yatışların ve invazif
uygulamaların artması, bağışıklık sistemi bozulmuş hastaların sayısında
artma, yoğun bakım ünitelerinin sayısında olan artışlar antibiyotik kullanılmasına olan ihtiyacı artırmıştır. Tıp
alanında toplum kökenli ve hastane
kökenli enfeksiyonlarda da yaygın
kullanım söz konusudur. Burada esas
sorun, akılcı olmayan gereksiz kullanımdır. Antibiyotiklerin gereksiz kullanılması, gereksiz kombinasyonlar,
gereğinden uzun süre kullanılma,
dirençli kökenlerin seçilip yayılmasına imkân vermektedir. Değişik ülkelerde uygunsuz kullanım oranları genellikle %50 üzerinde olmaktadır. Üst
solunum yolu enfeksiyonları (%6070’i viral) , akut ishaller (antimikrobik
madde gereksinimi %10), cerrahi
antimikrobik profilaksi antimikrobiklerin uygunsuz olarak kullanıldığı en
iyi bilinen örneklerdir. Cerrahi profilakside genellikle tek doz halinde
nispeten dar spektrumlu sefazolin
vb. bir antibiyotik kullanılması gerekirken, ülkemizde geniş spektrumlu
antibiyotikler günlerce kullanılmaktadır. Genelde hastanede bir kaç
gün verilen parenteral antibiyotikler
dışında, ayrıca hasta oral yolla bir
antibiyotik verilerek taburcu edilebilmektedir (!) Gelişmiş ülkelerde tüketim sıralamasında 3-4. sırada olan
antibiyotiklerin ülkemizde son yıllara
kadar birinci sırada olması akılcı olmayan antibiyotik kullanımının bir
kanıtıdır. Ülkemiz, OECD ülkeleri arasında bölgesinde en fazla antibiyotik
kullanan ülke konumundadır. Bağışıklık sistemi bozulmuş hastaların
sayısında artma, yoğun bakım ünitelerinin sayısında artma; protez, yapay cisim uygulamalarında artma
dirençli kökenlerin seçilip başkalarına bulaştığı diğer faktörlerdir. Riskli kişi veya birimlerde
enfeksiyon önleme ve kontrol
tedbirlerine gerekli özenin
gösterilemeyişi direncin yayılıp devamından sorumludur.
Hastane yönetimleri ve daha
üst yöneticilerin antimikrobiyal
direnç ve enfeksiyon önleme ve
kontrolüne gereken önemi vermemesi direncin önlenmesinde olumsuzluk oluşturan önemli bir sorundur. Enfeksiyon önleme ve kontrol
tedbirlerine uyumun denetimi, sanitasyon tedbirlerinin yaygınlaştırılması, emniyetli su ve gıda temini için
gerekli yapının kurulup denetiminin
sağlanması direncin artmasının engellenmesinde çok önemli konular
olduğundan bu alanlarda yaşanan
eksiklikler direncin artışı ve yayılmasında çok önemlidir. Antimikrobiyal
yönetimin kurumsal ve ulusal ölçekte kurulamaması, kurulanların etkin
çalıştırılmaması direncin artmasının
önlenmesi ve kontrolü açısından
önemli bir “yönetim sorunu”dur.
Antimikrobikler sadece tıpta değil,
tarım ve veterinerlik alanında da çok
yaygın kullanılmaktadır. Hayvanların
değişik enfeksiyonlarında tedavi ve
profilakside kullanılma yanında kümes hayvanlarında büyümeyi artırma faktörü (büyümeyi kolaylaştırma,
üretim performansını ve verimliği
artırma; anabolik etki) olarak kullanılması antimikrobik tüketimini çok
aşırı miktarda artırmaktadır. Tarım ve
veterinerlik alanında kullanılan antimikrobik madde üretilen antimikrobik maddelerin %70’ini oluşturmakta
olup, tıp alanında kullanılanlardan
çok fazladır. Yasal bekletme süresine uyulmadan, antibiyotiğin metabolize edilmesine fırsat vermeden
tüketime sunulma nedeniyle ülkemizde kanatlı hayvanlardan alınan
örneklerde antibiyotik kalıntısı
saptandığı bazı çalışmalarda bildirilmiş olup direnç gelişiminde
önemle alınması gereken bir sorundur. Sonuç olarak direnç pek
çok olumsuzluğun nedenidir. Dirençli mikroorganizmalarla oluşan
enfeksiyon hastalıklarında; tedavi
başarısızlığı, morbidite ve mortalitede artış yanında tedavi masrafları da
artmaktadır. Bir antibiyotiğe yüzde
20’den yüksek oranda direnç gelişmiş olması ampirik tedavide kullanılmasına engel olmakta, sonuçta daha
pahalı seçenekler gündeme gelmektedir. Dirençli kökenlerle oluşan enfeksiyonların tedavi maliyeti 2-4 kat
daha fazla olmaktadır Başta hastanelerde olmak üzere çok ilaca karşı dirençli kökenlerle gelişen hastane enfeksiyonları, hastanede kalışı ve ölüm
oranlarını artırmakta ve ciddi bir ek
maliyet oluşmasına neden olmaktadır. Artık günümüzde sadece hastane kökenleri değil toplumdan kazanılmış kökenlerde de direnç önemli
oranlarda artmakta bu olay sorunu
daha da büyütüp ciddi boyutlara
taşımaktadır. Yukarıda değinildiği gibi bir hastane veya sınırlı
bir bölgedeki dirençli patojenler
bütün bir ülkeye, sınırları aşarak
diğer ülkelere yayılabilmektedir.
İnsan yaşamında özellikle toplu yaşam ortamları direnç gelişiminde
katkı sağlamaktadır. Kreşler, huzurevleri, diyaliz merkezleri, hastaneler,
vb. dirençli kökenlerin kolay bulaştığı
alanlardır. Antibiyotiklerin kaybedilmesi sadece bilinen klasik enfeksiyon hastalıklarını tedavi edememek
anlamına gelmez. Modern tıbbin
protez cerrahisi vd. büyük cerrahi girişimleri, transplantasyon, prematüre
bebeklerin tedavisi, kanser kemoterapisi gibi önemli başarıları etkili bir
antibiyotik tedavisi olmadan başarıyla devam edemeyecektir. Hayvanlar-
dan (kümes hayvanları, domuz vd.)
insanlara kinolonlara dirençli E.coli,
Salmonella; Camylobacter bulaşmaktadır. Salmonella hayvanlardan
insanlara kesim esnasında direkt te-
mas, hayvan çıkartıları ile temas veya
et, yumurta, süt ve süt ürünleri gibi
hayvansal ürünlerin tüketimi ile bulaşmaktadır. Antibiyotiklere dirençli
bakteriler hastaneler ve çiftlikler gibi
antibiyotiklerin çok yoğun kullanıldığı yerlerde varlığını devam ettirirken, toprakta antibiyotiklere dirençli
genlerin varlığının tespit edilmesi
doğada da bulaşmaların sürdüğünü
ğı sorununa neden olmakta; besin
kaynağı olarak tüketilen hayvanlar
dirençli bakteriler için rezervuar görevi görmektedirler. Kümes hayvanlarında tetrasiklin ve kinolon grubu
antibiyotiklerin yaygın kullanımı
direncin artmasına ve ilgili kökenlerin insanlara da bulaşmasına neden
olmaktadır. Acil olarak tıbbi, sosyal
ve ekonomik süreçler kapsamında
ulusal ve uluslararası önlemler ve
eylem planları eşgüdüm içinde alınıp devam ettirilemezse küresel
tehdidin yaygınlığı ve olumsuz
sonuçları büyük insan kitlelerini
ve hayvanları yaygın şekilde etkileyecektir. Direnç nedeniyle antimikrobik maddelerin raf ömrünün
çok kısalması, ruhsatlandırmadaki
zor aşamalar ve 10 yılı aşan üretim
süreçleri sanayicileri yeni antibiyotik
geliştirme açısından caydırıcı etki
göstermektedir.
Çözüm önerileri
Antibiyotiklere karşı direnç gelişmesini tamamen önlemek mümkün
değildir. Ama uygun önlemlerle azaltılıp kontrol edilebilir. Potansiyel olarak insanlığın sağlığının geleceğini
karartma tehlikesi arz eden direncin
azaltılması için henüz tek pratik bir
çözüm yolu yoktur. Konuyla ilgili değişik önerilerden kısa ve orta vadede
önemli olanların bir kısmı aşağıda
özetlenmiştir.
1.Antimikrobiyal direnç tehdidine
karşı küresel işbirliği zorunludur.
Multidisipliner yaklaşım, ulusal
ve uluslararası önlemler antibiyotik direnç problemi ile ilgili farkındalığı arttırabilir. Bu anlamda,
ulusal veya uluslararası yakın bir
işbirliğinden bahsetmek ne yazık
ki şu an için söz konusu değildir.
göstermektedir. Atıkların kontrolsüz
olarak çevreye (toprak, su) atılması
dirençli bakterilerin ve genlerin çevreye yayılmasına neden olmaktadır.
Veterinerlikte sık kullanılan antibiyotiklerden olan penisilin, tetrasiklin,
kinolonlar, üçüncü kuşak sefalosporinler, makrolid ve kotrimaksazole
karşı direnç ciddi bir toplum sağlı-
2. ABD vd. bazı ülke örneklerinde
olduğu gibi direnç sorunu, diğer
büyük sorunlar gibi ülkemizde
en üst düzeyde sahiplenilmelidir.
Yeni ve yeniden önem kazanan
enfeksiyonların başta seyahat
olmak üzere değişik nedenlerle
ülke içinde ve uluslararası yayılması sorunu, direnç, aşı geliştirilmesi vd. nedenlerle, “Türkiye
Sağlık Enstitüleri Başkanlığı” bünyesinde henüz kurulmamış olan
“Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü”
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
41
acilen kurulmalı, direnç vd. enfeksiyon hastalıkları sorunlarını çözücü uygulamaları başlatmalıdır.
3.Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz
Kurumu’nun akılcı ilaç kullanımı
kapsamında başlattığı çalışmalar,
“Hastane Enfeksiyonları Bilimsel
Kurulu” vd. ilgili kurul, birim ve
kurumlarla eşgüdüm içinde genişletilmeli ve etkin uygulama,
değerlendirme ve denetleme
imkânı oluşturulmalıdır.
4.Akılcı antibiyotik kullanım politikalarını belirleyip, belirlenen
kurallara sıkı uyumu ve denetimi
sağlamak gereklidir. Hastaların
ısrarlı antibiyotik reçete ettirme
istemi, tanı yetersizliğin doğurduğu korkular antibiyotiklerin
reçete edilmesini artırmaktadır.
Antibiyotiklerin profilaksi ve
tedavide yanlış ve aşırı kullanımından kaçınarak toplam antibiyotik tüketimini
azaltmak dirençli kökenlerin
seçilmesini önleyen en etkili
metottur. Antimikrobik maddeler, uygun endikasyonla, yeterli doz ve sürede kullanılmalı;
hastalar ilaç kullanımı uyumu için
eğitilmelidir.
5. Sağlık Bakanlığı ve tıp fakülteleri
yakın işbirliği yaparak hastanelerde ve toplumda akılcı antibiyotik
kullanımını artıracak politikaların
geliştirilmesine katkı sağlamalıdır. Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından tasarruf amacıyla gündeme gelen bütçe uygulama
talimatındaki kısmı kısıtlamaların
tasarruftan ziyade bilimsel bir gereklilik olduğu dünya örnekleri ile
birlikte paydaşlara iyi anlatılmalı,
konunun sahiplenilmesi ve içtenlikle uygulanması sağlanmalıdır.
6. Sürekli direnç sürveyansı yapılıp,
analiz sonrası verilerin hekimlere
düzenli iletilmesi, direnç verilerini
dikkate alan antibiyotik kullanım
rehberlerinin hazırlanması ve zamanla güncelleştirilmesi sağlanmalıdır.
7. Enfeksiyon hastalıklarının erken
ve doğru tanısı için laboratuvar
imkânları artırılmalı, sonuçların
hızlı çıkıp raporlanması sağlanarak viral enfeksiyonlar için gerek-
42
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
siz antibiyotik kullanımını önlenmelidir.
8. Tıp eğitiminde “enfeksiyon hastalıkları, klinik mikrobiyoloji ve
antibiyotik kullanımı” konusuna
bilgi, beceri, tutum kazandıracak
düzeyde mezuniyet öncesi ve
sonrası eğitimde daha fazla önem
verilmelidir.
9. TÜBİTAK vd. araştırma, proje destekleme kurumları bu alanlarda
verilen destekleri artırmalı, çok
disiplinli çalışmaların uygulamaya konması konusunda aracılık
etmelidir.
te alınarak bazı aşıların ülkemizde
üretilmesi için devam etmekte
çalışmaların başarıyla sonlanması
için her tür kamu desteği sağlanmalıdır.
12.
Yeni antibiyotiklerin üretimi,
geliştirilmesi konusunda AR-GE
desteği verilmesi; uluslararası
işbirliğiyle projeler, araştırmalar
yapılması sağlanmalıdır.
13.
Halkın kitle iletişim araçlarıyla
bilinçlendirilmesi, hekime antibiyotik yazma baskısını önleyebilir.
İlköğretimden üniversiteye kadar
eğitim; yazılı ve görsel basını bu
amaçla etkin kullanma; kamu
spotları; dizilerde konuya yer verme vb. aktiviteler yarar sağlayabilir.
14. Uzun yıllardır önerilen ve
nihayet yürürlüğe konulan reçetesiz antibiyotik verilmesinin önlenmesi kuralına eczacılar mutlaka uymalı, uyum etkin şekilde
denetlenmelidir.
10.Toplum kökenli ve sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyon önleme ve
kontrol önlemlerine sıkı uyum
sağlanmalı, özellikle el yıkamaya
büyük özen gösterilmelidir. “Sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyonlara
sıfır” tolerans anlayışının yaygınlaşması için gayret edilmelidir.
Hastane enfeksiyon kontrol komiteleri antibiyotik direnci kontrolü
için daha yoğun çalışmalı, komite
bünyesinde “antimikrobiyal yönetim alt komitesi” kurularak etkin şekilde çalıştırılmalıdır. Sağlık
hizmeti ilişkili enfeksiyonların
önleme ve kontrolünde ülke genelinde artmaya başlayan özen,
denetimlerle daha da artırılmalıdır.
11.Aşıyla önlenebilir hastalıklar için
etkin aşılama sürdürülmeli; sadece çocuklar için değil ülke olarak
ulusal erişkin aşılama programı
başlatılmalıdır. Yaygın aşı kullanımının oluşturacağı maliyet dikka-
15.Ülkemizde 2013 yılında
çıkan yönetmeliğe göre antibiyotiklerin (koksidiyostat ve histomonostatlar hariç) yem katkı maddesi olarak kullanılması
yasaklanmış olmakla birlikte,
kayıt dışı kullanım sürekli takip
edilip denetlenmelidir. Büyümeyi uyarıcı olarak antibiyotikleri
kullanmaksızın modern ve kârlı
hayvancılık yapılabileceği İsveç
örneği üzerinden üreticilere iyi
anlatılmalıdır.
Sağlık ve Tarım Bakanlıkları ile sektör konuyla ilgili yakın işbirliği içinde
olmalı, insan ve hayvanlarda direnç
sürveyansı daha geniş çerçevede
yapılmalı, moleküler metotlarla insan ve hayvan kökenlerindeki direnç
ilişkisi sürekli araştırılmalı verilere
göre politikalarda gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Sonuç olarak; küresel
bir tehdit haline gelen antimikrobik
maddelere karşı direnç sorunu için
ulusal strateji ve politikalar belirlenmeli, direnci önlemek ve kontrol için
eylem planları hazırlanıp uygulanmalı, gerekli durumlarda uluslararası
işbirliğine gidilmelidir.
* SD (Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü) Dergisi, Mart-Nisan-Mayıs 2016 tarihli sayıda
yayımlanmıştır.
HEPATİT
BİLGİLENİN VE KORUNUN!
Ciddi bir halk sağlığı problemi olarak
dünyada önemini korumakta olan
hepatite dikkat çekmek amacıyla 28
Temmuz 2016 tarihindeki “Dünya
Hepatit Günü” nün bu yılki teması,
Dünya Sağlık Örgütü tarafından “Hepatiti Bilin; Şimdi Harekete Geçin”
olarak belirlenmiştir.
Hepatit, en basit anlamıyla karaciğerin iltihabıdır ve pek çok nedene
bağlı olarak oluşabilir. Bu nedenlerin
başında viral enfeksiyonlar gelmektedir. Viral hepatitlere sebep olan
farklı hepatit virüs tipleri (A, B, C, D ve
E) bulunmaktadır. Bunlardan hepatit
B, C ve D kronik karaciğer hastalıklarına yol açmaktadır.Dünyada yılda
1,4 milyon insanın bu virüs tiplerine
bağlı hastalıklardan öldüğü tahmin
edilmektedir.
Hepatit A hastalık etkeni taşıyan su
ve besinlerle salgınlara yol açabilen,
kötü hijyenik koşullardan dolayı kolaylıkla bulaşabilen bir hastalıktır.
Çocukluk çağlarında hafif belirtilerle
geçirilen Hepatit A enfeksiyonu, ileri
yaşlarda daha ağır seyretmekte ve
şiddetli karaciğer hastalığı ile ölümlere yol açabilmektedir. Ülkemizde
hijyen kurallarına ve temizlik koşullarına uyum, temiz su kaynaklarına
ulaşımın artışı ve sosyo-ekonomik
koşullarla ilgili diğer göstergelerin
iyileşmesi ve 2012 yılı sonu itibariyle
başlayan hepatit A aşı uygulamaları
sonucunda 2012 yılında 3.624 olan
vaka sayısı 2015 yılında 707’ ye ve
2012 yılında yüz binde 4,8 olan hastalık görülme sıklığı da 2015 yılında
yüz binde 0,9 ’a düşmüştür.
Halen Ülkemizde çocuklara 18. ve 24.
ayda, risk grubundaki kişilere de en
az 6 ay ara ile 2 doz halinde sağlık ku-
ruluşlarımızda ücretsiz olarak hepatit
A aşısı yapılmaktadır.
yoluna ilişkin koruma önlemleri ön
plandadır.
Hepatit B ve Hepatit C virüsleri uzun
vadede kronik karaciğer hastalığı, siroz veya karaciğer kanserine yol açabildiği için ayrıca bir öneme sahiptir.
Dünyada yaklaşık 2 milyar (her 3 kişiden biri) kişinin HBV ile 185 milyondan fazla kişinin ise HCV ile enfekte
olduğu tahmin edilmektedir.
Ülkemizde, Genişletilmiş Bağışıklama Programı içinde yer alan Hepatit B Kontrol Programı kapsamında
1998 yılında hepatit B aşısı rutin aşı
takvimine eklenmiştir. 2005-2008
yılları arasında ise okullarda destek
aşılamaları yapılmıştır. 1990 yılında
5 yaş altı 370 vakamız varken, 2015
yılı itibariyle bu sayı 20’ye düşmüştür. Ayrıca 5 yaş altı çocuklarda akut
hepatit B hastalığı sıklığı 1990 yılında
yüz binde 6,2 iken, 2015 yılında yüz
binde 0,3 olarak gerçekleşmiştir. Genişletilmiş Bağışıklama Programında
yer alan, 5 yaş altı çocuklarda akut
hepatit B hastalığı sıklığı, en az yüz
binde 1’in altına düşürülmesi hedefine ise 2009 yılında ulaşılmıştır ve bu
oranda devam etmektedir.
Hepatit B ve Hepatit C nasıl bulaşır?
• Kontrol
edilmemiş kan ve kan
ürünlerinin nakilleriyle,
• Sterilize edilmemiş cerrahi malze-
melerin kullanıldığı tıbbi ya da diş
müdahaleleriyle,
• Kullanılmış enjektör kullanımıyla,
• Ortak tıraş bıçağı, diş fırçası gibi
eşyaların kulanımıyla,
olmayan cinsel ilişkiyle
Hepatit D virüsü, hepatit B virüs
(HBV) enfeksiyonu olan kişilerde hastalığa yol açar. HBV’nin yokluğunda
enfeksiyon yapamaz. Fakat hafif seyreden HBV enfeksiyonunu daha ağır
ve hızlı seyreden bir hastalığa dönüştürebilir. HDV kan ve kan ürünleri temasıyla, kas içi veya damar içi enjeksiyonlarla, deri ve mukoza yoluyla ve
cinsel yolla bulaşabilir.
Hepatit B virüsünden korunmanın
en etkili yolu aşılanmaktır. Hepatit B
aşısı güvenli ve etkili bir aşıdır. Ülkemizde, Hepatit B aşısı bebeklere ilk
doz doğumda olmak üzere 1 ve 6 aylıkken ve risk grubunda olan kişilere
de 0, 1 ve 6 ay şeklinde 3 doz ücretsiz
olarak sağlık kuruluşlarımızda uygulanmaktadır. Hepatit C virüsüne karşı
aşı henüz bulunmamaktadır, ancak
tedavisi mevcuttur. Aşı dışında bulaş
Hepatit E virüsü (HEV) fekal-oral (dışkı ile temas) yol ile bulaşır, vahşi ve
evcil hayvanlarda bulunur ve akut
enfeksiyona yol açar. Erişkinlerde
çocuklardan daha sık görülür. Gebelikte geçirildiğinde hepatit E hastalığı
daha ciddi seyreder. Özellikle gebelerde son 3 aylık dönemde düşük, erken doğum, ciddi karaciğer yetmezliği ile ölüm riskinin artmasına sebep
olabilir. Hepatit E virüsünün spesifik
bir tedavisi ve aşısı yoktur.
• Sterilize edilmemiş araçlarla döv-
me, akupunktur ya da vücut takılarının uygulanmasıyla,
• Hepatit B ve C taşıyıcılarının aile içi
temasıyla,
• Anneden
bebeğe doğumda ve
sonrasında,
• Güvenli
bulaşır.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
Dünya Hepatit Günü
43
analiz
Hekimler hastaları yeterince dinliyor mu?
Ebeveyne çocuğunun kalbinin hasta
olduğunu söyledikten sonra çok fazla
detaya girmeden önce bir süre beklenmeli. Bu süreçte ebeveyn olayın
şoku altında olacağından hekimin
vereceği ek detay bilgileri kavramakta zorlanacaktır. Sorularını bekleyip,
soracağı soruları küçümsemeden anlam sırasına sokarak tek tek yanıtlamalı. Bazı soruların yanıtlarının zaten
sizin vermek istediğiniz detay bilgileri gerektireceğini göreceksiniz. Bu
anda gereği kadar paylaşılan detay
hedefine daha etkin ulaşacaktır.
veynlerin daha iyi anlayabilmesi için
yaşamımızdaki güncel durumlarla
benzetme yoluna gidebiliriz. Ancak
unutmamalıyız ki, sizin için mükemmel sayılabilecek benzetmeler beraberinde başka tehlikeler taşıyabilir.
Ekokardiyografide bir bebeğin kalbinde görülecek olan küçük bir “ekojenite artışını”“kalp kasında küçük bir
yoğun bölge var ve bu da ekoda beyaz renkli olarak görülüyor” yerine bu
beyaz görüntüyü “kalbinde kireçlenme var” diyerek aktarmak ebeveynde
yoğun bir kaygıya sebep olacaktır.
Seçilen kelimelere dikkat edilmeli mi?
Ailelere yeterince zaman ayrılıyor mu?
ÇOCUK DOKTORLARI EBEVEYNLERLE
NASIL İLETİŞİM KURMALI?
Prof. Dr. Serdar KULA
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Kalp Hastalıkları Öğretim Üyesi
Çocuklarının hastalığı olduğunu öğrenen
aileler nasıl tepki veriyor?
Ebeveynler çocuklarında kalp hastalığı olduğunu öğrendiklerinde şok
ve çaresizlik duygusuyla sarsılırlar.
Hiçbir şey bir ebeveyni bebeğinin
kalbinde ters giden bir şey olduğu
bilgisine hazırlayamaz. Her ebeveyn,
görünüşte sağlıklı bir bebek büyütürken sıradan bir ateşlenme, nezle ya
da karın ağrısı gibi bir sorunla doktora gittiğinde, hatta aşıları ve normal
sağlam çocuk kontrolleri sırasında bu
kötü haberi alabilir.
Biz hekimlerin bu noktada biraz
daha anlayışlı olması gereklidir. Bebeğin kalbinde bir sorun olduğunu
öğrendiği andan itibaren o ebeveyn
kaygılarının esiri olmuş ve algıları
neredeyse tümüyle körelmiş olarak
karşımızdadır. Bu öyle kolayca yönetilebilecek bir kaygı değildir.
44
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
Aileler öğrendiklerini internetten
araştırırken nelere dikkat etmeli?
Çocuğun geleceği ile ilgili kaygı bir
süre sonra süreklilik kazanır. Sağlık
sorunu tamamen çözülünceye kadar
ebeveynler büyük bir boşluk içerisindedir ve gelecek ile ilgili hiçbir plan
yapamazlar. İnkar mekanizmasının
da etkisiyle bilgi arayışına başlarlar
ve bu süreçte en büyük bilgi kaynağı
olan internette “bilgi kirliliği” tuzağına düşerler.
Ebeveynler doktorun kendilerine
açıklama yaparken kullandığı kelimelerden akıllarında dikkat çekici olarak
kalan bazılarını; üfürüm, delik, kaçak,
kilo almak vb. internet aramalarında
esas olarak kullanırlar.
Tahmin edileceği üzere bu genel
kavramlar dramatik-abartılı öyküler,
bilimsel gerçeklikten uzak yorumlar
ve kaygıyı daha da artıran resimlerle
arama sonuçlarına yansır. Sonuçta
ebeveynin kaygıları artarak pekişir.
Kendini, eşini, çevresini ve hatta doktorları dahi bu noktada suçlayabilir.
Bu durumda hekim ne yapılmalı?
Böyle durumlarda ebeveynlerin kaygılarını azaltmak ve süreci daha etkin
yönetmek için biz hekimlerin yapabileceği çok önemli şeyler olduğunu
unutmayalım. Bizim için önemsiz ya
da küçük sayılabilecek ayrıntılar hasta ve yakınlarının yaşamında büyük
etkilere sahip olacaktır. İyi bir dinleyici olmak, yeterince zaman ayırmak,
aşırıya kaçmayan benzetmeler ile
yalın bir dil kullanmak gibi yapılacak
bazı şeyler olduğunu unutmamalıyız.
Ne yazık ki hemen her 6 dakikada bir
hastanın muayene edildiği günümüz
sağlık sisteminde hastalara bilgi vermek için yeterli süre ayırmak pek de
mümkün görünmüyor. Hastanın şikayetlerini dinlemek, soyunup giyinme, muayene, kan basıncı ve nabız
ölçümü, sağlık bilgilerinin hastane
yönetim sistemine eksiksiz kaydı, reçete yazımı ve sağlık durumu hakkında hastaya bilgi vermek için gereken
sürelerin her birine birer dakika ayırsanız – ki yetmez – en az sekiz dakika
gerekir. Söz konusu çocuk olunca bu
bahsedilenlerin birer dakikaya sığamayacağını her anne baba bilir.
Oysa hastanın en büyük ihtiyacı sağlık durumu hakkında tatmin olacağı
bilgi almaktır. Hele hasta olan çocuğu
ise kaygıların giderilmesi için oldukça
uzun zamana ihtiyaç var. Bu konuda
her hekim kendi çalışma koşulları
dahilinde ebeveynlere ayırabileceği maksimum süreyi planlamalıdır.
Sağlık otoritelerinin de bu konuyu
dikkate alarak planlamaları bu yönde
yapması en önemli unsur olacaktır.
Hasta ve hasta yakınlarıyla sağlık ile
bilgi aktarımı yapılırken seçilecek kelimeler de önem taşımaktadır. Teknik
terimler kesinlikle kullanılmamalı
yerine ebeveynlerin anlayabileceği
güncel terimlere yer verilmelidir. Kullandığımız kelimenin Türkçe olması
onun doğru kelime olduğu anlamına
gelmez.
Örneğin, “bebeğinizin kalbinde üfürüm var” ifadesindeki “üfürüm” kelimesi hastalar tarafından tehdit içerikli bir terim olarak algılanmakta ve
bir hastalık adı olarak yer bulmaktadır. Oysa “üfürüm” yerine “Bebeğinizin kalbinde bir ses var.” dediğimizde
daha düşük bir kaygı düzeyi oluşturacağımızı unutmayalım. Bunun gibi
“açıklık”, “yırtık” gibi kelimeler de ilk
bilgi aktarımında kullanılmaması gerekenlerdendir.
Bir anne “bebeğimin kalbindeki delik
kilo almazsa kapanmazmış” bilgisinin
kendisine bir hekim tarafından aktarıldığını söyledi. Bu bence hekim
– ebeveyn iletişimindeki aksamalara çarpıcı bir örnek. Yüksek olasılıkla
meslektaşım “Bebeğinizin kalbindeki
delik kilo almasını engelleyebilir, bu
sebeple kilo alıp almadığının takibi
önemli. Eğer kilo almamaya başlarsa
bu delik için müdahale etmemiz gerekebilir” bilgisini ebeveynle paylaşmış ancak ebeveyn kaygılarıyla farklı
bir anlam çıkarmıştır.
Her durumu açıklamak zorunda da
değiliz. Aniden ayağa kalkınca bayılma yakınması olan bir hastanın annesi daha önce gittiği doktorun kendisine “Çocuğun kulağının arkasındaki
sıvı kalpten önce salınınca bayılıyor.”
dediğini iddia ediyordu. Hiçbir hekimin böyle bir ifade kullanmayacağı
açıktır. Ancak anlatılmak istenilen
mekanizma oldukça karmaşıktır ve
kullanılan ifadeler de anlaşıldığı üzere yetersizdir.
Sağlık okuryazarlığı konusunda
önerileriniz nelerdir?
Öncelikle sadece sağlık okuru terimin kullanmayı tercih ederim. Sağlık
konusunda yetkin olmayan kişilerin
bu konuda yazmasının doğru olmayacağı düşüncesindeyim. Sağlık
hizmetinin kusursuzlaşması yolundaki en büyük kazanım bilinçli sağlık okuru toplumla olacaktır. Sağlık
okuyuculuğu konusunda sağlık kurumlarının düzenli küçük grup çalışmaları yapması önemlidir. Bu konuda
hastalarımıza önerebileceğimiz basılı
ya da internet kaynakları çok önemlidir. Doğru ve yeterli içeriğe sahip
kaynakların doktorlar tarafından
üretilmesi ve güncellenmesi öncelik
taşımaktadır.
Hekim hastasıyla nasıl konuşmalı?
Ebeveyn, ağzınızdan çıkacak her kelimede yeni bir tehlike arayışı içindedir. Ebeveynleri sakinleştirmek ve konuşulanları daha anlaşılır kılabilmek
adına sakin ve tane tane konuşmak
çok önemlidir.
Terimler yerine benzetmeler
kullanılabilir mi?
Prof. Dr. Serdar KULA
Bazı durumlarda tıbbi bilgileri ebeSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
45
sağlığımıziçin
ALERJİ İLE İLGİLİ MERAK EDİLENLER
Prof. Dr. Bülent Enis ŞEKEREL
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı
Alerji nedir?
Bağışıklık sistemimiz, vücudumuzun
bütünlüğünü korumakla görevli bir
sistemdir. Bu sistemde, aralarında
kompleks ilişkiler olan, değişik hücre
ve moleküller bulunur. Basitçe anlatmak gerekirse bağışıklık sitemimiz
mikrop gibi zararlı olan bir etken ile
karşılaştığında onu ortadan kaldırmaya veya verdiği zararı sınırlandırmaya yönelik tepkiler üretir. Yabancı
olmasına karşın vücudumuz için zararsız bir madde ile karşılaştığında
ise ya tepkisiz kalır ya da ölçülü tepkiler verir (tolere eder). Bu kapsamda
ALERJİ, zararlı olmayan bir maddeye
karşı bağışıklık sistemimizin beklenenden daha güçlü tepki vermesi
durumudur. Bu tepki vücudumuz
için rahatsızlık vericidir ve kişinin yaşam kalitesini bozar.
Ne zaman alerji olduğumuzu
düşünmeliyiz?
Bağışıklık sisteminin elemanları vücudumuzun hemen her yerinde bu46
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
lunur. Ama özellikle de dış ortama
açılan alanlarda daha yoğundurlar.
Alerjen ile temas hangi yerde veya
hangi organda olursa o bölgeye ait
yakınmaların daha fazla görülmesi
beklenir. Örneğin alerjen cilde temas
ederse kaşınma-kızarıklık, burundan
girerse aksırık-akıntı, solunursa akciğerde öksürük-nefes darlığı ve ağızdan alınırsa bulantı-kusma şeklinde
yakınmalara neden olabilir. Tabii bu
yakınmalar, burada saydıklarımdan
çok daha da çeşitlidir ve ağırlıkları da
alerjinin şiddeti ve temas edilen miktar ile orantılı olarak artabilir. Bir birey
olarak vücudumuzun bir maddeye
olağandışı şiddette bir tepki verdiğini gözlemliyorsak alerji olasılığını
akla getirmemiz gerekir. Ama alerjen
ile temas sonrası yakınmaların daha
geç bir dönemde ortaya çıktığı hastalıklarda alerjiyi akla getirmek kolay
olmayabilir.
Günümüzde alerjinin sadece belli
bir organa yönelik durum olarak algılanması terk edilmiş ve bugün “Alerji”
tüm vücudumuzu ilgilendiren ama
bazı organlarda daha yoğun yakınmaya neden olan tablo olarak tanımlanmaktadır. Klasik hastalıklar ile izah
edilemeyen yakınmalar varlığında
alerji düşünülmesi de yaygın görülen
bir hekim refleksidir.
Alerjinin tespiti için
ne gibi testler yapılıyor?
Bağışıklık sistemi tepkilerini farklı şekillerde verir, yani tepkisini farklı mekanizmalar üzerinden gerçekleştirir.
Tepki verirken şiddetini de etkenin
zarar verme potansiyeline göre arttırıp azaltabilir. Alerjik reaksiyonlar,
bağışıklık sisteminin bu farklı mekanizmalarından herhangi birinden
ileri gelebilir. Bu nedenle alerjiyi ortaya koyan altın değerinde tek bir test
yoktur. Kanda alerjene karşı gelişmiş
IgE yapısındaki antikorların ölçümü,
alerjene deride verilen yanıtı ölçen
deri testi ve deri yama testi sık kullanılan ve teşhis değeri kanıtlanmış testlerdir. Ancak az önce saydığım değerli testler kadar güvenilir olmayan ve
teşhis/tedaviye ne kadar yardımcı oldukları tartışmalı başka testlerde vardır. Örnek vermek gerekirse hastanın
kanından elde edilen hücrelerin bir
tüp içinde alerjen ile karşılaştırılmasına ve hücrenin verdiği yanıtı ölçmeye dayanan ileri testlerde vardır, ama
henüz rutin günlük kullanıma uygun
olmadıkları düşünülmektedir.
Yakınmaların alerjen ile karşılaşmadan ne kadar sonra ortaya çıktığı,
süresi, neden olduğu yakınmaların
şekli ve boyutu hekime hangi meka-
nizmanın sorumlu olduğuna yönelik
değerli ipuçları verir. Bu ipuçlarından
yararlanarak hekim; uygun testin
seçimi üzerinden alerji varlığını kanıtlanmaya çalışır. Testlerin sonucu
ne olursa olsun, alerjenin uzaklaştırılmasının (eliminasyon) yakınmaların
kaybolması ile sonuçlanması beklenmelidir.
Tanı koyduracak uygun testlerin
olmadığı alerjilerde hastanın eliminasyondan yarar görmesi ve alerjen
teması ile yakınmalarının tekrardan
ortaya çıkması şeklinde bir yaklaşımda bulunulabilir. Veya hekim gözetiminde hastayı alerjen ile karşılaştırma uygulamasından yararlanabiliriz.
Bu uygulamada hastayı giderek artan
dozlarda şüphelenilen alerjene maruz bırakıp vücudun verdiği tepkileri
yakından takip ediyor ve alerjik tepkinin gerçekleşip gerçekleşmediğine
karar veriyoruz. Böylece hastalarımızın hayatlarını bir kabusa çeviren
gereksiz kısıtlamaları azaltabiliyor ve
sorunların gerçek nedenini bularak,
hayat kalitesini artırabiliyoruz. Ancak
bu karşılaştırma testleri, sahip oldukları riskler nedeniyle, yetkin, özelleşmiş, deneyimli ve donanımlı merkezlerde yapılması gerekiyor.
Pinner ve York testleri nedir? Bu testler
güvenilir midir?
Günümüzde oldukça medyatik olan
testlerden söz ediyorsunuz. Popülerliklerinin aksine teşhis ve tedaviye
katkıları bilimsel olarak ispat edilmemiş testlerdir bunlar. Bunlardan biri
ilk piyasaya çıktığında “besin alerjisini saptadığı” iddiası ile çıkmıştı. Nitekim bilimsel çevrelerden gelen tepkiler ve insanları “şu besine alerjin var”
şeklinde etiketleme ile oluşturdukları
riskler nedeniyle geri adım attıldı ve
“alerji” ifadesi kullanılmamaya başlandı. Şuanda bu testler ile “besin
intolerans”ını saptadığı iddia ediliyor
ki intolerans terimi tıp biliminde fazla anlaşılmamış muğlak/bilinmez bir
alanı tanımlıyor.
Bu testlerde kanda besinlere karşı
gelişen IgG yapısındaki antikorlar
ölçülüyor. Oysa bağışıklık sistemimiz
kendisi için zararsız bir madde ile
karşılaştığında onu tolere etmeyi (bir
oranda tepkisiz kalmayı) öğrenmektedir. Günümüzdeki bilimsel görüşe
göre; IgG yapısında antikor üretiminin bu tolere etme mekanizmalarından biri olabildiğine inanılmaktadır.
Yani kanda belli bir besine karşı IgG
antikoru varlığı bağışıklık sisteminin
bu besinle karşılaştığını gösteren bir
tepkidir,yoksa alerji veya intoleransa işaret etmez. Ve zaman içinde bu
antikorların miktarlarında besin tüketme alışkanlıklarına paralel olarak
artma ve azalmalar olabilir.
Kanda besinlere karşı IgG antikoru
ölçen testlerin herkese uygulanması
durumunda toplumun en az yarısını
“intoleransı var” şeklinde etiketlemek gerekir. Pratik uygulamaya bakarsanız; bir test yaygın kullanıma
sunulmuş ve sigorta kurumlarınca
geri ödeme listesine dahil edilmiş ise
o testin teşhis ve tedaviye yararı bilimsel yöntemler ile bir şekilde ispat
edilmiş demektir.
Kanda besine karşı IgG ölçen testlerin, sadece sayılı merkezlerde yüksek bedeller karşılığında yapılması,
sigorta kurumlarınca geri ödenmemesi, sadece yetişkin yaş grubunda
kullanılabileceklerinin ifade edilmesi
ve de tek bir test ile bir çok soruna
çözüm olabileceğinin iddia edilmesi
gibi özelliklerine bakıldığında, birçok
kişide ben gibi şüphe uyandırıyorlar.
Tedavi için neler uygulanıyor?
Alerjik hastalıklarda, alerjiyi ortadan
kaldıran bir tedavi şekli şuan için
mevcut değildir. Alerjenin kişinin
hayatından uzaklaştırılması (eliminasyon) ile yakınmaların kaybolması
veya bariz bir şekilde azalması beklenmelidir. Ancak, alerjenin kişiden
%100 uzaklaştırılamadığı ve yakınmaların kişinin hayatını olumsuz etkilemeye devam ettiği durumlarda
giderek artan dozlarda alerjenin vücuda verilmesine dayanan immünoterapi (ki halk arasında alerji aşısı
denir) uygulanabilir. Tedaviden yarar
gören hastaların alerjen ile karşılaşma durumunda yakınmalarının tekrardan ortaya çıkabileceğini bilmeleri gerekir.
Bu alanda yapılan yeni testler ve tedavi
seçenekleri var mı?
“Umut fakirin ekmeği” diye güzel
bir söz var. Birçok şeye genellene-
bilir. Yeniliklerin ve arayışların sonu
olmaz. Bugünkü teşhis ve tedavi
yöntemlerinin dünden iyi olduğunu
söyleyebilirsek de mükemmel oldukları ifade edemeyiz. Daha iyi tanı ve
tedavi yöntemlerine ihtiyacımız var.
Araştırmalara bakarak söyleyebilirim
ki kısa ve orta vadede her iki alanda
da yenilikler olacak. Ülkemiz için güzel olan bunların gelişmiş dünya ile
hemen hemen aynı zamanda kullanıma girecek olmaları. Kötü olan ise
bunların üretiminden ziyade hizmet
sunumunda iddialı oluşumuz. Ama
alerjinin ortadan kaldırıldığı tedaviler
için daha uzun süreler beklememiz
gerekecek gibi.
Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Kısaca ben Prof. Dr. Bülent Şekerel,
hem bir çocuk alerji uzmanı hem de
alerjik bir hastayım. Anlayacağınız
alerjiyi bir yandan yaşıyor öte yandan
da tedavi etmeye çalışıyorum.
Hacettepe Üniversitesi Çocuk Alerji ve Astım Bilim Dalı gibi iddialı ve
başarılı bir birimin başkanı olmam
nedeniyle şanslıyım. Daha iyi ve kaliteli bir hizmet sunumunun yanısıra
ülkemizde bilimsel üretimde iddialı
ve önder olmaya çabalıyoruz. Daha
iyi olmak için projelerimiz ve planlarımız var ve şanslı isek bunları yaşama
geçirme imkanı bulabiliriz.
Öte yandan birinci ve ikinci basamak hekimlerin alerji alanında daha
iyi hizmet verebilmelerini sağlayacak eğitimi vermeye çabalıyoruz.
Bu amaçla bu yıl hem “İnek sütü
protein alerjisi” isimli sempozyumun düzenlenmesine hem de “Çocukluk Çağında Alerji, Astım ve İmmünoloji” isimli bir kaynak kitabın
oluşumuna önderlik ettim. Kitap
alanında ülkemizde bir ilkti ve yurtdışı benzerleri ile kıyaslandığında
hem daha kapsamlı hem de daha
iddialıydı. Özetle her ikisi de başarılı
birer proje oldu.
Öte yandan hasta haklarına saygılı,
hasta ve ailesini karar süreçlerine dahil eden, gereksiz ilaç kullanımından
kaçınan ve sağlıklı yaşamak alışkanlıklarını kazandıran bir hekim olmaya
çaba gösteriyorum.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
47
analiz
ANNE KARNINDA BEBEK NE DUYAR,
NE HİSSEDER, NE YAPAR?
Prof. Dr. Nilgün ÖZTÜRK TURHAN
Uzun bir süreç olan hamilelikte doğuma kadar anne ve baba adayı bebeğin, gelişimi, büyüklüğü, boyu, kilosu, duruş şekli, herhangi bir sakatlığı
olup olmadığı gibi sağlığı ile ilgili her
konuda merak içindedir. Bebeğin iyi
olduğunu öğrendikten sonra merak
50
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
ve ilgi bebeğin anne karnında neler
hissettiği, neler yaptığı, duyularının
ne durumda olduğu gibi diğer konulara yönelir. Bebeğinin kendisini duyup duymadığı, canının acıyıp acımadığı gibi duyular ile ilgili olan konular
da anne adayının merak ettiği, onu
heyecanlandıran, ilgisini çeken diğer
durumlardır.
Bebeğin duyuları anne karnındaki
uyaranlara bağlı olarak doğumdan
önce gelişmeye başlar, yaşamın ilk
yılında hızlı bir şekilde olgunlaşır.
İşitme, görme, dokunma, koku ve tat
alma olan beş ana duyu bireyin dış
dünya ile olan ilişkilerini düzenler. Bu
beş duyunun gelişimi; emzirme bağı
kurmaktan öğrenme kapasitesine
kadar geniş bir yelpazeyi içeren anne
ile bebek arasındaki başarılı etkileşimin oluşumu ve gelişiminde çok
önemlidir.
Anne karnında bebek görebiliyor mu?
Anne karnında bebek duyabiliyor mu?
Anne karnında bebeğin görme duyusunun sinirsel gelişimi doğuma
kadar devam eder ve doğum sonrasında bebek ışığa maruz kalınca
yaklaşık 10 haftada tamamlanır.
Bebeğin göz kapakları gebeliğin
10. Haftasında birleşerek 26. haftaya kadar kapalı kalır. Bu süre içinde
görmeden sorumlu olan retina gelişimini tamamlar. 26. hafta civarında
bebek gözlerini açmaya başlar ve
göz kapaklarını kırpabilir. Doğumdan hemen sonra, miadında doğmuş bebek yaklaşık 25 santimetre
uzaklığa kadar gözlerini odaklayabilir. Bu mesafe emzirme sırasında
anne ile bebeğin yüzü arasındaki
yaklaşık uzaklıktır. 34 haftanın altında erken doğan bebeklerde gözün
gelişimi henüz tamamlanmadığı için
bebek ışık ve karanlığı ancak sınırlı
bir mesafeden ayırt edebilir, renkleri
tam göremez. Anne karnındaki bir
bebeğin görme işlevini test etmek
mümkün olmadığından erken doğan bebeklerde yapılan incelemeler 28-34 haftalar arasında doğan
bebeklerin objeleri yatay ve düşey
düzlemde 31-32. haftadan itibaren
takip edebildiklerini göstermektedir.
33-34. haftada ise bu takip yeteneği
miadında doğmuş bebekle aynı olur.
Anne karnındaki bebek rahim duvarı, amniyon sıvısı, annenin karnı gibi
bariyerlerin içinde olmasına karşın
rahim içinde pek çok titreşim, ses ve
harekete maruz kalmaktadır. Rahim
içindeki ortam sessiz değildir, bebek
yaklaşık 50-80 dB sese maruz kalmaktadır. Annenin damarlarındaki
kan, barsak ve mide sesleri, annenin
kalp sesleri rahim içindeki bebeğin
karşılaştığı seslerdir. Bunların dışında, anne adayının ve diğer kişilerin
sesleri de bebeğe doğrudan ulaşır.
Tüm bu sesler içinde doğal olarak en
güçlüsü bebeğin annesinin sesidir.
Embryolojik olarak anne karnındaki
bebeğin kulağı 8. haftada oluşmaya
başlar, içi sıvı dolu orta kulak 20. Gebelik haftasında erişkin büyüklüğüne
ulaşır, ancak orta kulak kemikleri 32.
Haftaya kadar halen kıkırdaktır. Duyma yeteneğinden sorumlu olan kemikler ve ses iletisini beyine taşıyan
sinirler, büyük ölçüde oluşumunu
bitirir ancak bu gelişim 24. haftada
tamamlanır. 25-27. haftalarda fonksiyonel duyma işlevi başlar, bebek
annesinin sesini duyabilir, 27. Haftadan sonra ise annesinin sesi dışında
dışarıdan gelen seslere tepki verebilir. Ancak hem içinde bulunduğu
ortam, hem de bebeği içinde bulunduğu amniyotik sıvının olumsuz etkilerinden koruyan kremsi tabaka olan
verniksin kulaklarını tıkaması nedeni
ile sesleri büyük bir olasılıkla düşük
frekanslı sesleri duyar. Anne karnında bebek büyüdükçe gebeliğin son
3 aylık döneminde ve doğumdan hemen sonra daha geniş frekans aralığındaki sesleri duymaya başlar. Anne
karnındaki bebek ani kapı çarpması
veya benzeri şiddetli bir ses ile sıçrayabilir. Kulaktaki kemikler dışında ses
dalgalarının cilt ve kemikte yarattığı
titreşimler ile gerçekleşen ve reaktif
duyma adı verilen işitme sayesinde
16. hamilelik haftasından sonra yani
işitme sisteminin tam olarak gelişimini tamamlamasından 8 hafta öncesinden itibaren ultrasonda seslere
yanıt vermesi bu şekilde açıklanır.
Bebeğin gözleri 26. haftaya kadar
kapalı olmakla birlikte anne adayının karnı üzerine uygulanan güçlü
bir ışık kaynağına kalp atışlarında bir
hızlanma ile yanıt verir. Gerçekte rahim içi mutlak karanlık değildir. Tıpkı
sesleri geçirdiği gibi ışığı da geçirir.
Ancak bu geçirgenlik ses ile kıyaslandığında çok daha azdır. Buna rağmen
bebek gündüz ile geceyi rahatlıkla
ayırt edebilir. Anne karnında bebeğin gözleri parlak ışığa karşı gözlerini
yana kaçırıp, göz kıpma hareketleri
yapar. 30. haftadan itibaren göz bebekleri ışığa tepki vererek küçülebilir.
Anne karnında 32. Haftada gözlerini
yakınındaki büyük bir objeye fiske
edebilir. 34. Haftada hareket eden
büyük objeleri izleyebilir. 34. Haftaya
gelince ilk gördüğü renk kırmızıdır.
Bunun nedeni rahim içinde annenin
kırmızı olan kanını düşük ışık geçirgenliği ile görmesidir.
Anne karnında bebekte tat alma
duyusu var mı?
Tat almadan sorumlu olan algılayıcılar, hamileliğin 13-15. haftasında
oluşur ve yapıları erişkinlerinki ile
hemen hemen aynıdır. Amniyon sıvısı sürekli yapım ve emilim halinde
olan dinamik bir sıvıdır ve bebek sürekli olarak bu sıvıyı yutar. Amniyon
sıvısının içinde değişik tatlara sahip
olan proteinler, karbonhidratlar,
yağlar, küçük moleküller ve tuzlar
vardır. Bunlar sindirime ait enzimatik
aktiviteyi başlatırlar. Son dönemlere
ulaşıldığında, bebeğin 24 saat içinde yuttuğu amniyon sıvısı miktarı
hemen bir litreye yaklaşır. Bebek bu
sıvının aynı şekilde annenin diyetindeki tadı taşıyan anne sütüne doğru
bir tat köprüsü görevi yapabileceğini
zanneder. Amniyon sıvısının içeriği, tıpkı anne sütünde olduğu gibi
annenin yediği besin maddelerinin
tat ve aromalarını da taşır. Yapılan
gözleme dayalı incelemelerde, anne
adayı, tatlı besinler tükettikten sonra
bebeğin yutma hareketlerinde artış,
acı ve ekşi besinler tükettiğinde bu
hareketlerde bir miktar azalma olduğu görülmüştür. Bu durum, bebeğin
anne karnında iken değişik tatları
ayırt edebildiği düşüncesini kuvvetlendirir. Yeni doğan bebek de tatlı
yiyecekleri tercih eder, acı ve ekşiyi
ayırt eder.
Anne karnında bebeğin koku duyabilmesi
mümkün mü?
Bebeğin koku alma yeteneği yeni doğan bebek ile anne ilişkisinin önemli
bir tamamlayıcı parçasıdır. Anne karnında bebek amniyon sıvısı aracılığı
ile annenin diyetindeki bileşimlere
alışır. Bu diyetteki bileşimler anne
sütü de dahil olmak üzere annenin
kokusuna katkıda bulunur. Yaşamın
5-6. Günlerinde bebekler başka bir
annenin memesini değil annelerinin memelerini tercih ederler. Tat
ve koku aslında birbiriyle bağlı duyulardır. Bebeğin burnu hamileliğin
11-15. haftaları arasında oluşumunu
tamamlar.
Anne karnında bebekte dokunma
duyusu var mı?
Dokunma duyusu anne karnındaki
yaşamda özellikle ağız çevresinden
ve yanaklardan başlamak üzere ilk
gelişen duyulardan biridir. Bebekte
dokunma hissi 8. hamilelik haftası
gibi çok erken bir dönemde başlaSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
51
makta, 10. haftada cinsel organların
bölgesinde, 11. haftada avuç içlerinde ve 12. haftada ayak tabanlarında
dokunma hissi ortaya çıkmaktadır.
17. haftaya gelindiğinde karnın ve
kalçaların tamamı dokunmaya karşı
hassastır. Derinin algıladığı uyanlar
sıcak, soğuk, basınç ve ağrıdır. Anne
karnındaki bebek 32. haftaya ulaştığında vücudunun her bölgesi bu
dört uyarana cevap verecek gelişimi
tamamlamış durumdadır. Bebeklerin
ağrı konusunda algıları için eldeki veriler yetersizdir.
Anne karnında bebek rüya görür mü?
Günün yaklaşık % 90’ını uyuyarak geçiren anne karnındaki bebek 32. haftadan itibaren REM uykusu (hızlı göz
hareketleri) ile birlikte rüya görmeye
ve bu esnada hızlı göz hareketlerini
yapmaya başlar. Uykuların bir kısmi
derin, bir kısmı REM uykusu bir kısmı
da erişkinlerde olmayan ve anne karnındaki bebeğe özel olgunlaşmamış
beyne ait ara uyku formudur. REM
uykusu sırasında bebeğin gözleri
erişkinde olduğu gibi ileri ve geri hareketler yapar, araştırıcılar onun rüya
gördüğüne inanmaktadırlar. Bazı
araştırıcılara göre bebekler bildikleri hakkında rüya görürler ki bunlar
anne karnında hissettikleridir. Doğuma yakın bebek aynı yeni doğan bebek gibi vaktinin % 85-90’ını uykuda
geçirir. Bebek sık şekerlemeleri sırasında gözleri açık uyanıklık periodları
yaşar.
Anne karnında bebeğin duyguları var mı?
Yumurta ile spermin döllenmesi sonucu var olan ilk insan hücreleri ve
organlarının gelişim dönemindeki
bebeğe embryo adı verilmektedir.
Embryonun şekillenmesi, erişkin insan haline gelmesi sırasında duyguları, düşünceleri ve davranışları da
gelişmeye başlar. 5. haftadan itibaren şekillendirilmeye başlanan beyin
korteksi, insan olma yolunda hareket,
düşünme, konuşma, plân yapma kabiliyetlerinin yavaş yavaş gelişmesini
sağlar. 9. haftadan itibaren bebek
hıçkırabilir ve gürültüye tepki verebilir. 12. haftadan itibaren ağrıya duyar52
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
lı, yeri geldiğinde ağlayan bir bebek
haline gelir. 5-6. aylarda işitmeyle
annesinin sesini tanımaya başlar ve
anne sesi ile sakinleşir. Kapı sesi veya
araba kornası gibi seslerde ana rahmindeki bebeklerde irkilme olur.
Anne karnında hisseden, kısmen
gören ve işiten bebeğin öğrenme
ve hatırlama özellikleri gelişir. Bebeğin dıştaki olaylardan etkilendiği ve
kendine özgü psikolojik bir yapısı
olduğu gösterilmiştir. Anne güldüğünde, bebek ana rahminde yukarı
doğru yönelir ve aşağı-yukarı bir
şekilde hızlı hızlı hareket eder. Anne
karnında bebek saatte ortalama 50
kez hareket eder. Annenin stresli
olduğu zamanlarda, bebeğin kalp
atışlarının hızlandığı ve hareketlerinin arttığı bilinir. Annede olabilecek
depresyon, endişe ve uyum problemleri, anne karnındaki bebeğin etkilenmesine sebep olur. Bu yüzden,
ana rahminde gelişen bebeğin dış
dünyadan etkilendiği ve anne psikolojisinin bebeğe yansıdığını düşünerek, hamilelik döneminin sağlıklı
ve rahat bir psikoloji ile geçirilmesi
gerekir. Anne karnındaki bebeğin,
annenin huzuru ve rahatlığı ile desteklenmesi gerekir. İyi beslenen, az
stresli ve toksik maddeler almayan
anneler hamilelik dönemlerinde
bebekleri ile yeterli miktarda konuşurlar, rahatlatıcı sesler oluştururlar
ise, çocukları daha zeki, konuşma
kabiliyeti daha iyi, hareketleri daha
dengeli ve sosyal olarak daha uyumlu olmaktadır.
Bebekler karakter ve mizaçları farklı
olarak doğarlar. Anne karnında kişisel özellikleri belirleyen davranışların ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı
şu anda yoğun araştırma konularından biridir. Araştırmalar anne karnında çok aktif olan bebeklerin yeni
doğan döneminde daha sinirli olduğunu göstermektedir. Uyku/uyanıklık dönemleri düzensiz olanlar yeni
doğan dönemlerinde daha az uyumaktadırlar.
Anne karnında bebek annenin çok
fazla miktarda olan hormonlarının
etkisi altındadır ve bu nedenle biyolojik ritmi annenin uyku/uyanıklık
süreleri, onun yemek yeme düzeni ve
hareketlerinden etkilenir. Annenin
strese karşı verdiği hormonal cevap
çok önemlidir. Araştırmalar tansiyonu yüksek seyreden gebelerin yeni
doğan bebeklerinin daha aktif ve huzursuz olduklarını göstermiştir.
Anne karnındaki ortam bebeğin zekasını
etkiliyor mu?
Stres, diyet ve toksinlerin zeka üzerine olumsuz etkileri olabilir. Bazı
araştırıcılar zeka üzerine artık genlerden çok bebeğin anne karnındaki
ortamının etkili olduğu görüşündeler. Zekayı doğumdan önce yaradılış,
doğumdan sonra yetiştirme koşulları
etkiler görüşü artık değişmektedir.
Anne tarafından sağlanan doğum
öncesi ortam da artık önemlidir. Doğacak bebeklerinin zihinsel gelişimlerini daha ileriye taşımak isteyen
anne baba adayları işe doğum öncesi
bebeğe iyi beslenme, düşük stres
ve ilaçtan uzak bir ortam sağlayarak
başlayabilirler. Belirli aralarla bebeği sarsmayı, kağıt boru veya gebe
borusu ile konuşmayı, klasik müzik
dinletmeyi hatta anne karnında bebeği yanıp sönen ışıklarla uyarmayı
önerenler vardır. Acaba bunlar işe yarıyor mu, daha önemlisi güvenli mi?
Bu yöntemleri kullananlar çocuklarının daha zeki, sözel ve müzik yeteneklerinin daha fazla, fiziksel olarak
daha koordine ve sosyal uyumlarının
daha iyi olduğunu savunmaktadırlar. Ancak bilim adamları bu konuda
şüphelidir. Hatta dürtme, sallama ve
bebeği uyarmanın onun gelişimsel
sıralamasını değiştirebileceği ve beyin gelişimini etkileyen herhangi bir
etkinin bir bedeli olacağını iddia etmektedirler.
Sonuç olarak anne karnında bebek,
beslenmesi yanında annenin yaşadığı ortamdan, onun psikolojik durumundan, çevresel toksinlerden,
ses ve uyaranlardan etkilenmekte ve
bedensel ve zihinsel gelişimi de bunlara uyum sağlayarak etkilenmektedir. Anne ve baba adayları doğacak
bebeklerinin sağlıklı, fiziksel ve sosyal uyumları fazla, zeki olmaları için
anne karnından başlayarak çocuklarına huzurlu ve güvenli bir ortam
sağlamayı önemsemelidirler.
analiz
duk. Yani obezite ameliyatları sadece
zayıflama sağlamıyor, kilo vermeden
bağımsız başta Tip2 Diyabet olmak
üzere birçok metabolik hastalığın da
gerilemesine hatta tamamen düzelmesine neden oluyordu.
Tüm bu verilerin bir araya gelmesi
sonucunda 2007 yılında American
Society for Bariatric Surgery (ASBS)
ve International Fedaration for the
Surgery of Obesity (IFSO) elde edilen sonuçların neticesinde isim değişikliğine giderek, ASMBS (American
Society for Metabolic and Bariatric
Surgery), IFSO ise isminin sonuna
“Metabolic Disorders” ekini alarak
yapılan ameliyatların artık sadece tek
başına kilo kaybı ameliyatı olmadığını, hala araştırmaları devam etmekle birlikte başta Tip2 Diyabet olmak
üzere “Metabolik Hastalıkları” düzelten bir cerrahi olduğunu onaylamış
oldu.
İşte bu tarihten itibaren işler biraz
karmaşık bir durum almaya başladı.
Çünkü bir grup araştırmacı özellikle
tüm Tip2 Diyabeti bulunan hastaları
bu ameliyat ile tedavi etmenin uygun olup olamayacağını sorgulamaya başladı. Aslında konuyla ilgili olarak tıbbi literatür de ilk kez Pories WJ
ve arkadaşları yapmış oldukları çalışmada morbid obez+Tip2 Diyabetli
hastalarda Gastrik Bypass ameliyatının olumlu etkilerini yayınlamışlardı
ancak kişisel düşüncem o dönemde
çok fazla bir etki uyandırmamıştı.
DİYABET CERRAHİSİ NE DEĞİLDİR?
Prof. Dr. Halil COŞKUN
Obezite ve Metabolik Cerrahi Uzmanı
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de obezite cerrahisi hızlı bir artış
gösteriyor. Elde edilen son verilere
göre dünyada her yıl yaklaşık 500
bin ameliyat yapılır duruma geldi,
bu ameliyatların yaklaşık 300 binini
ABD, geri kalanını ise diğer dünya
ülkeleri yapıyor, ülkemizde de net
veriler olmamakla birlikte yıllık 12-15
54
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
bin ameliyat sayısını erişmiş bulunuyoruz. Bununla birlikte Dünya Sağlık
Örgütü verilerine göre 1980’li yıllarda
dünyada 108 milyon insan diyabetli
iken, 2014 yılında bu sayı 500 milyon dolayına ulaştı. Bu sayının yaklaşık %90’nını Tip2 Diyabetli hastalar
oluşturuyor. Obezite oranı arttıkça
Tip2 Diyabetli hasta sayısı da artıyor,
çünkü Tip2 Diyabetli hastaların %90’ı
obezite grubunda bulunuyor.
Beni tanıyan meslektaşlarımın büyük
kısmı uzun yıllardır obezite cerrahisi
ile ilgilendiğimi bilirler (Genel Cer-
rahi Uzmanlık Tezi; İstanbul Tıp Fak.
Genel Cerrahi ABD, 1999, Tez Yayınlama; Coşkun, H., A.Bozbora, Y.Erbil,
S.Özarmağan ve Y.Orhan, “Morbid
Obezite Cerrahisinde Ayarlanabilir Silikon Mide Bandı Uygulamalarımızın
Sonuçları”, Ulusal Cerrahi Dergisi, 18,
31-37, 2002). Obezite cerrahisi diyorum çünkü bu yıllarda Metabolik Cerrahi veya Diyabet Cerrahisi kavramı
yoktu. Oysa bu işle uğraşan cerrahlar
biliyordu ki obezite ameliyatlarından
sonra birçok hastamızın Tip2 Diyabetlerin de ciddi düzelmeler görüyor-
Diyabet Cerrahisini bu kadar gündeme getiren asıl kişi ise Prof. Dr. Francesco Rubino oldu, kendisi gerçekten
bu alanda ciddi akademik çalışmalar
yaparak obezite ameliyatlarının Tip2
diyabet üzerinde nasıl düzelme meydana getirdiğini açıklığa kavuşturmaya çalıştı. Bu gün hala dünyada bu
alanın önderliğini yapmaya devam
etmektedir. Kendisi ve bu alanda çalışmalar yapan birçok araştırmacı ile
birlikte ilk kez 2007 yılının sonunda
İtalya, Roma’da 1. Diyabet Cerrahi
Zirvesini, 2011 yılında ise ABD, New
York da 2. Diyabet Cerrahi Zirvesini
yaparak akademik dünyayı bir araya
getirdi. En son olarak da 2015 yılında
İngiltere, Londra da 3. Diyabet Cerrahi Zirvesini (http://www.wcitt2d.org)
gerçekleştirerek tüm veriler bir araya
toparlanarak 2016 yılı içerisinde Dia-
betes Care dergisinde bu alanla ilgili
bir konsensus raporu yayınlandı.
dir (detaylar için makalenin kendisini incelemenizi öneririm).
Yapılan son 2 toplantıya bende katılarak çalışmaları yakından takip etme
imkânı buldum.
5- Obezite ameliyatında uygulanan
cerrahi yöntemler Tip2 Diyabeti
%60-90 oranında tedavi etmektedir ancak her yöntem herkes
de aynı etkiyi göstermemektedir, burada diyabetin süresi, diyabete bağlı komplikasyonların
oluşup oluşmadığı, diyabetin
kontrol altında olup olmadığı
gibi birçok değişken faktör rol
oynamaktadır.
2012 yılında Diyabet Cerrahisinin detaylarını ve güncel çalışmaları takip
edebilmek amacıyla F. Rubino nun o
dönemde çalıştığı merkez olan ABD,
Cornell Medical Center Diabetes Surgery Dept. da kendisiyle belli bir süre
çalışma imkanı yakaladım. Temelde
şunu söyleyebilirim ki Tip2 Diyabet
için yapılan özel bir ameliyat şekli
yoktu, hala da yok maalesef, yapılan
ameliyatlar obezite ameliyatlarının
kendisi, tüm obezite ameliyatları belli oranda Tip2 Diyabetin düzelmesini
sağlıyor. Ama buna rağmen günümüzde Obezite ve Diyabet Cerrahisi
diye bir kavram gündeme geldi ve
bende bunu 2012 yılından itibaren
hem web sitelerimde hem de sosyal
medya alanlarında kullanmaya başladım. Ancak şunu da itiraf etmeliyim
ki, pek de doğru bir kullanım yapmamışım, nitekim son dönemde bu
kavramdan vazgeçerek “Obezite ve
Metabolik Cerrahi” kavramına tekrar
geri dönüş yaptım. Bunun nedenlerini aşağıda maddeler halinde açıklayacağım;
1- Yukarıda linkini verdiğim Diabetes Care de yayınlanan makale
bugün için 45 tıbbi organizasyonun onayladığı ve Tip2 Diyabet
in cerrahi tedavisi ile ilgili güncel
bilimsel verileri içermektedir ve
bizler bu çıkarımlara etik değerlerimiz gereği uymak zorundayız.
2- Diabetes Care de yayınlanan makalede Diyabetin tedavisi için
geçen ameliyat tipleri Gastrik
Bypass, Sleeve Gastrektomi (Tüp
Mide), Duedonal Switch ve Mide
Bandından (Kelepçe) oluşmaktadır, başka bir özel ameliyat tarifi
yapılmamaktadır.
3- Diyabet Cerrahisi kavramı bugün
için obez (VKİ>30 kg/m2) bireyler
için geçerlidir, hiç bir şekilde normal kilolu hastalara uygulanması
söz konusu değildir.
4- VKİ 30-35 kg/m2 olan Class 1 obez
grup için eğer diyabet medikal
tedavi ile kontrol altındaysa cerrahi tedavi gene önerilmemekte-
6- Yukarıda da belirttiğim gibi tek
başına Diyabet Cerrahisi kavramını doğru bulmuyorum çünkü
yapılan ameliyatlar sadece diyabeti değil diğer metabolik hastalıkları da ciddi oranda düzeltmektedir. Dolayısıyla yarın bir
gün bir meslektaşım çıkıpta ben
“Hipertansiyon Cerrahisi” yapıyorum derse, söyleyecek bir lafımız
olamaz! Söylediğine yanlıştır diyecek hiç bir verimiz bulunmamaktadır çünkü obezite ameliyatları hipertansiyonu %50-85
oranında tedavi etmektedir.
Şimdi bana sorabilirsiniz bu yazıyı
neden yazma ihtiyacı hissettin diye.
Son dönemde maalesef birçok meslektaşımız ve hatta hastanelerimiz
Diyabetin farklı bir şekilde tedavi etmekte olduklarını vurgulayan haberler ile gündeme gelmektedirler. Hele
ki “Diyabeti bitiriyoruz”, “İnsülin iğnelerini kaldırıp atın” vs şeklinde çıkarımlar son derece tehlikeli ve gereksiz sorunlarla karşılaşmamıza neden
olabilir. Bugün için ülkemizde Sağlık
Bakanlığı, SGK ve TTB bünyesinde
diyabetin cerrahi tedavisine yönelik
tariflenmiş hiç bir özel ameliyat tipi
bulunmamaktadır.
Uzun yıllardır bu alanda çalışmalar
yapan, birçok merkezde birçok otör
ile çalışmış birisi olarak “Diyabet Cerrahisi” kavramının yerine “Metabolik
Cerrahi” kavramının kullanılmasını
öneriyorum. Tabi ki bu bir öneri, kimseyi buna zorlayamam ancak kendilerini özellikle Obezite ve Diyabet
Cerrahı olarak tanımlayan meslektaşlarımın olası etik ve hukuki sorunlarda karşılaşacakları problemlere karşı
dikkatlerini çekmeyi bir hekim olarak
görev biliyorum.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
55
hayatıniçinden
Açıkgöz; “21 yaşından bu yana Tip 1
diyabetliyim. Tıpkı, dünyadaki milyonlarca Tip1 diyabetli gibi İnsülin,
enjeksiyon, şeker ölçümü, HbA1C,
hayatımın en önemli kavramları
oldu. Dünyada benim gibi birçok diyabet hastası sporcu var ve Diyabet
Spor Projesi kapsamında hepimiz bir
araya geliyoruz” dedi.
Çocukların kamp sayesinde diyabetle
arkadaş olarak yaşamlarını sürdürme
şansı bulduklarını aktaran Prof. Dr.
Şükrü Hatun; “Kampın adında yer
alan ‘Arkadaşım Diyabet’ tanımlamasının çocukların diyabetle arkadaş
olmalarını sağlama felsefesine dayanıyor. Kampta, çocukların diyabetle
arkadaş olarak, diyabetle barışık bir
yaşam sürmelerine katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. 1997’den beri Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı
tarafından İznik’te düzenlenen eğitim kamplarına şimdiye kadar 1200
diyabetli çocuk katıldı ve bu çocuklar
kamp sayesinde diyabetle arkadaş
olarak yaşamlarını sürdürme şansı
buldular.” dedi.
DİYABETLİ ÇOCUKLAR
İZNİK KAMPINDA BULUŞTU
Koç Üniversitesi Hastanesi Çocuk Endokrin ve Diyabet Kliniği ile Diyabetli Çocuklar Vakfı
tarafından hayata geçirilen ve bu yıl 20.si düzenlenen “Arkadaşım Diyabet ” Diyabetli
Çocuklar Kampı, 17-23 Temmuz 2016 tarihleri arasında İznik’te gerçekleştirildi. 1997 yılından
bu yana düzenlenen kamp, bu yıl İznik DSİ Eğitim Tesisleri’nde Diyabetli Çocuklar Vakfı
Başkanı ve Koç Üniversitesi Hastanesi Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bölümü doktorlarından
Prof. Dr. Şükrü Hatun ve Doç. Dr. Gül Yeşiltepe Mutlu ile Diyarbakır Eğitim Araştırma
Hastanesi doktorlarından Doç. Dr. Mehmet Nuri Özbek liderliğinde Türkiye’nin farklı
illerinden 19 diyabetliyi buluşturdu.
Koç Üniversitesi Hastanesi Çocuk
Endokrin ve Diyabet Kliniği ile Diyabetli Çocuklar Vakfı tarafından 1997
yılından bu yana hayata geçirilen “Arkadaşım Diyabet” Diyabetli Çocuklar
Kampı, 17-23 Temmuz 2016 tarihleri
arasında İznik’te gerçekleştirildi.
Bugüne kadar 1200’den fazla diyabetliyi ağırlayan “Arkadaşım Diyabet” Diyabetli Çocuklar Kampı, İznik DSİ Eğitim Tesisleri’nde Diyabetli
Çocuklar Vakfı Başkanı ve Koç Üniversitesi Hastanesi Çocuk Endokrinoloji
56
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
ve Diyabet Bölümü doktorlarından
Prof. Dr. Şükrü Hatun ve Doç. Dr. Gül
Yeşiltepe Mutlu ile Diyarbakır Eğitim
Araştırma Hastanesi doktorlarından
Doç. Dr. Mehmet Nuri Özbek liderliğinde başladı. Diyarbakır Kocaeli,
Sakarya, Bursa, İstanbul, Afyon, başta
olmak üzere ülkenin çeşitli illerden
10 ila 18 yaşları arasında 19 diyabetli
çocuk ve gencin katıldığı kamp, 23
Temmuz 2016 Cumartesi günü sona
erdi.
Bu yıl 17- 23 Temmuz 2016 tarihleri
Kamp boyunca diyabete dair eğitimler
veriliyor
Bu yıl İznik’te 20. Kez düzenlenen
‘Arkadaşım Diyabet’ Diyabetli Çocuklar Kampında 24 kişilik geniş bir
ekiple diyabetli çocuklarla bir arada
olduklarını belirten Şükrü Hatun;
“Çocukların yanı sıra çocuk endokrin
ve çocuk asistanları, çocuk ruh sağlığı hekimi, diyetisyen, hemşire, tıp ve
hemşirelik öğrencisi ve psikologdan
oluşan 24 kişilik kamp ekibiyle birlikte 7 gün 24 saat çocuklarla bir aradayız. Kampta diyabetli çocuklar 6-8
kişilik gruplara ayrılarak deneyimli di-
yabetlilerin liderliğinde akran eğitimi
modeli ile eğitiliyor. Bunun yanında
günde 2 saat uzmanlar eşliğinde küçük gruplar halinde diyabet eğitimi
yapıyoruz. Kamp boyunca çocuklar
ve kamp ekibi arasında bilgi, kardeşlik dolu güçlü bir etkileşim yaşanması
ve çocukların diyabet bakım becerilerinin geliştirmeleri, esas yaşam
güçlerini artırmaları, ilk kez kalça ile
karın bölgelerine insülin yapmayı ve
beslenme planlanmasında karbonhidrat sayımını öğrenmeleri amaçlanıyor.“ dedi.
“Diyabet çocuklarda da görülebilir”
Diyabetin kan şekerini düzenleyen
insülin hormonunun kalıcı eksikliğine bağlı olduğunu söyleyen Prof.
Hatun; “Erişkin hastalığı olarak bilinen diyabet, küçük yaşlardan itibaren çocuklarda da görülebilir. İnsülin
hormonunun kalıcı eksikliğine bağlı
bir hastalık olan diyabet tanısını alan
kişiler, o günden itibaren günde 4
kez kan şekerlerini ölçmek ve buna
göre insülin enjeksiyonu yapmak zorundadır. Diyabetli çocukların uzun
dönemli izleminde ve sağlıklı yaşam
sürmelerinde diyabet eğitimi en
önemli etkiye sahiptir. Diyabet tanısı konan çocuklara hastaneye yattıklarında temel bilgiler verilmekle
birlikte, diyabetli çocukların doktor,
hemşire, diyetisyenler ve deneyimli diyabetlilerle birlikte yaşamasına
dayanan diyabetli çocuk kampları da
çok etkili bir eğitim imkânı sağlamaktadır.” dedi.
arasında düzenlenen kamp programı kapsamında, Tip 1 diyabetli Prof.
Dr. Oğuzhan Deyneli, “Diyabetim ve
Ben” sitesi kurucusu Tip 1 diyabetli
Esra Avcı, Tip 1 Diyabetli Basketbolcu
Alper Saruhan ve Tip 1 diyabetli maratoncu Gürkan Açıkgöz diyabetlilerle bir araya geldi.
Kampın konukları arasında yer alan
Tip 1 diyabetli maratoncu Gürkan
Açıkgöz çocuklarla bir araya gelerek deneyimlerini paylaştı. Yaptığı
sunumla yaşamını anlatan Gürkan
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
57
haber / analiz
rede ve ne şekilde paylaşılacağı belirtilirse, herhangi bir problem yoktur
ve etik dışı bir uygulama olmaz” diyen Yrd. Doç. Dr. Nalan Linda Fraim,
“Belirtilen amacın dışında paylaşım
ve kullanım söz konusu olur ise, o
zaman etik dışı kullanıma girer. Yurt
dışında da Malpraktis davası dahi açılabiliyor” dedi.
Op. Dr. Cem Alay ise, “Hastanın izni
olduğunda ve kişinin tanınmasına
imkân vermeyecek şekilde yalnızca
ameliyat edilen bölgenin fotoğrafıysa, neden olmasın” şeklinde görüşünü ifade etti.
Sağlık Bakanlığı Ne Diyor?
DOKTOR HASTASININ FOTOĞRAFINI
PAYLAŞABİLİR Mİ?
Sosyal medyada bazı doktorlar hastalarının operasyon öncesi ve sonrası
görüntülerini karşılaştırmalı şekilde
yayınlıyor. Hasta mahremiyetinin
önemi tartışılmaz. Hastanın yüzü
gözüksün ya da gözükmesin fotoğrafının kullanılması ise tartışılması
gereken bir konu. Bir hekimin, hastalarının operasyon öncesi ve sonrası
çekilen fotoğraflarını sosyal medyada kendi reklamı için paylaşması etik
midir?
Prof. Dr. Yüksel Yılmaz, konunun çok
önemli olduğunu ve İngiliz Tabipler
Birliği tarafından bir kılavuz yayınlandığını söyledi. Yılmaz, Türk Tabipleri
Birliği (TTB) tarafından da bu konuda
çalışma yapıldığını dile getirdi.
“Ülkemizde sağlık alanında reklam
aslında yasaktır” diyen Prof. Dr. Mehmet Birhan Yılmaz, kişisel bilgilerin
ifşasının kesin olarak yasak olduğunu
58
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
ve gerekli etik izinler akabinde eğitim amaçlı anonim olarak kullanılabileceğini belirtti.
Prof. Dr. Nilgün Öztürk Turhan ise etik
olmadığını söyleyerek, “Kadavra kursunda ameliyat fotoğrafları konuluyor. Zavallı kadavranın vulvası kadın
doğum hekimi olmayanlara, dünya
aleme teşhir ediliyor” şeklinde görüşünü ifade etti.
“Etik olmadığı gibi hekimin reklam
amaçlı faaliyetleri hukuken de yasaktır” diyen Prof. Dr. Mehmet Ceyhan,
bu nedenle genellikle hastalara teşekkür yazdırıldığını dile getirdi.
Doç. Dr. Filiz Koşar, hiçbir şekilde etik
bulmadığını ve hasta izin vermiş olsa
bile doktorun kendi reklamı için kullanmasının uygun olmadığına dikkat
çekti.
Prof. Dr. Koray Topgül, ise konu ile
ilgili şunları söyledi: “Genel cerrahi
Konu ile ilgili Sağlık Bakanlığı Kamu
Hastaneleri Kurumu İletişim Biriminden ise şu açıklama yapıldı: “Hekim
veya hastanın operasyon öncesi görüntü ve haberi, etik değil. Çünkü
yapılacak operasyon ile ilgili her türlü komplikasyon olabilir. Müdahale
sonrası ise öncelikle hasta haklarına
saygı gerektirir. Hasta veya hasta yakını iznine tabidir. Sonrasında hekim
fotoğrafı da kamuda resmi izinlere
tabidir. Olayın yazılı, görsel medyası
da sosyal medyası da aslında aynıdır.
Ama kamuda ameliyathane ve yoğun bakım görüntüleri yayımlamak
kesinlikle uygun değildir.”
Hukuki ve Etik Boyutu Kaynaklarla
Ele Alındığında
Prof. Dr. Recep Akdur, konu ile ilgili
hukuki ve etik yazılı kurallar ile ilgili şu
bilgileri verdi: “Her şeyden önce böyle uygulama ve soruların iki ayrı boyutu vardır; hukuki ve etik. Türkiye’de
hekimlerin ne surette olursa olsun
reklam yapması kanunen yasaktır.
Benzer şekilde her ne sebeple olursa
olsun; izni olmadan birinin fotoğrafını yayımlamak kanunen yasaktır.
Bu davranış hukuk dışıdır, ayrıca etik
olup olmadığı tartışılamaz.
Kanuni düzenleme tartışılabilir ancak
herkesin uyması zorunludur. Kanuni
düzenlemelere uymayanların kovuşturmaya uğramaması ya da yanına
kar kalması, kanunun geçersiz olduğu anlamına gelmez, denetlemekle
yükümlü kurumların yani TTB, Sağlık
Bakanlığı ve Savcılıkların görevlerini
ihmal etikleri anlamına gelir.
Bütün bu bilgilerden hareketle; hasta
fotoğrafı reklam amaçlı asla kullanılamaz. Yalnızca bilimsel amaçlı olarak
kullanılabilir ya da paylaşılabilir. Bu
kullanım ve paylaşımda da hem hastanın izninin alınması hem de kimliğinin gizlenmesi gerekir.
Hangi konuda olur ise olsun; hasta
izin ve onamları diğer hiçbir grubun
izin ve onamları ile kıyaslanamaz ya
da örnek gösterilemez. Adı üstünde
izin veren “hasta”dır ve ilişkide zayıf
bir konumdadır, muhatabı hekim
ise egemen bir konumdadır. Bütün
hekim hasta ilişkilerinde hasta izninin ya da onamının olması o ilişkinin
ya da işlemin etik olması için gerekli
ama yeterli değildir. Sonuç olarak
reklam amacı ile hastaların fotoğraflarının kullanılması suçtur. Etik olup
olmadığı tartışılamaz.”
Hekimlerin çalışmalarını ne ölçüde
ve nasıl paylaşacağı konusunda tartışmanın son bulması için bu konuda
bulunan boşlukların doldurulması ve
yaptırımların uygulanması gerekiyor.
branşı açısından değerlendirecek
olursam, morbid obezite kadar bizim
mesleğimizi etik açıdan sarsan bir
durum olmamıştı. Bazı arkadaşlarımız bu yolu çok kullanıyorlar. Çoğu
amacına da ulaşıyor. Ayağımıza kadar
doktor sitelerinin temsilcileri gelip
bize kendimizi pazarlamamızı öneriyorlar. TV kanallarından para karşılığı
program yapmamız için teklif geliyor.
Tamamen bir reklam ve algı dünyasına geçildi. Bu ameliyatları yapan arkadaşlarımızın işlerinin kalitesinden
bağımsız bir durum. Ancak bence
büyük bir etik sorun ve itici. TTB ve
Türk Cerrahi Derneği de bu konularda daha aktif rol almalı.”
Hasta izni ve Etik
“Hasta kişisel bilgi ve görüntülerinin
üçüncü şahıslarla paylaşımı için izin
veriyorsa ve tabii hangi amaçla, neSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
59
analiz
rada ayaklarını masanın üzerine uzatmış günün yorgunluğunu üzerinden
atmaya çalışıyordu. Ayaklarının
uyuşmakta olduğunu hissetti. Karşı
masadaki arkadaşının biraz önce yediği lahmacunun kokusu tüm odayı
kaplamıştı. Telefon yaklaşık beş defa
çaldıktan sonra doğruldu ve bilgisayarının yanında duran telefonu açtı.
Arayan oğluydu. ‘Anne ne zaman geleceksin?’ diye sordu çocuk. Bir anda
içini o alışılmış duygu, vicdan azabı
kapladı. Ne zaman gidecekti.”
Bunu okurken beynimizin hangi
bölgeleri mi çalıştı? Neredeyse bütün beyin bölgeleri. Motor korteks
(doğrulma ve telefonu açma), duyusal korteks ve serebellum (ayakların
uzatılması, uyuşma), olfaktör korteks ( kokular), görsel korteks (renk
ve şekiller), işitsel korteks (telefonun
çalması), limbik sistem, insula (duygular).
BEYİN HİKAYELERİ SEVER
Dr. Kıvılcım KAYABALI
Hepimiz masallarla büyüdük, iyiyi,
kötüyü, doğruyu yanlışı masallardan
öğrendik. Büyüklerimizin anlattığı
hikayeler hep ilgi çekici geldi, hiç
bitmesin istedik. Sonra kitaplar en iyi
dostumuz oldu. Ve filmler zamanla
hayatımızın bir parçası haline geldi.
Sinemayı sevdik, tiyatro oyunlarından etkilendik.
Kişisel hikayelerimiz, başkaları hakkında konuştuklarımız ve hatta dedikodu, iletişimimizin büyük kısmını
oluşturuyor. Bir hikaye dinlediğimiz
zaman onu hızla geçmişteki deneyimlerle ilişkilendiriyoruz. Dinlediğimiz hikayeler kendimizi daha iyi
anlamamızı sağlıyor, başkalarının hikayeleri bize en derindeki varlığımızı
tanımada yardımcı oluyor. Hikayeler
insanları bir araya getiriyor, onların
birbirleri için empati duymalarını ve
ilişkilerini geliştirmelerini sağlıyor.
Çalışanlarımızla duygusal bağlar kurmak, onlara ilham vermek, motive
60
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
olmalarını sağlamak için hikayelerin
gücünden yararlanabilir miyiz?
Bu aslında hiç zor değil. Ancak hikaye
anlatırken bilmemiz gereken önemli
bir nokta; duygulara hitap eden hikayeler, rasyonel ve veri içerikli mesajlara kıyasla beynin daha fazla sayıda
bölgesini etkiliyor.
Öncelikle beynimizin bilgileri nasıl işlediğini hatırlamakta fayda var.
Bize bir bilgi sunulduğunda, beynimizde iki temel bölge harekete geçiyor. Bunlar Wernicke ve Broca alanları.
Günümüzün kurumsal mesajlarını
dinlemek veya okumak ise beyinin
bu bölgeleri için zorlayıcıdır. Örneğin:
“Halkın hizmetine sunulmuş olan çok
fazla sayıda ürünümüz, birçok coğrafi
bölgede sağlık alanındaki misyonumuzu sürdürmek üzere, kurum stratejilerimize bağlı kalarak kapsamlı
ve geniş bir şekilde ilgili paydaşlara
tanıtılmakta, elde ettiğimiz sonuçlar
siz değerli çalışanlarımızla düzenli
aralıklarla paylaşılmaktadır.”
Beynimiz bu tip soyut anlatımlarla
karşılaşınca sıkılıyor, yoruluyor ve
aldığı bilgiyi etkili bir şekilde işleye-
miyor. Ne yazık ki iş dünyası bunun
gibi kurumsal mesajları çok seviyor.
Kurumların çalışanlarına verdikleri
mesajlarda genellikle mantık, bilgiler, veriler, oranlar, uzun cümleler ve
kurumsal dil baskındır.
Ancak nörobilim alanındaki son
çalışmalar, “mantıklı” kararlar aldığımıza inandığımızda bile, aslında
bilinçaltının etkisinde olduğumuzu
ve duygularımızla karar verdiğimizi
gösteriyor. Bu durumda, yani kararlarımızın çoğunun ardındaki neden
mantığımızdan çok duygularımızsa,
hikayeler, özellikle duygulara hitap
eden hikayeler, bilginin paylaşılması,
insanların bir nedenle ilişki kurması,
empati yaratmak, motive etmek için
en etkili araçlardır.
Hikâye Anlatma Gücünün Ardındaki
Bilimsel Gerçek
Beyniniz kurguyu nasıl işler?
Şimdi de bunu okuduğumuzda neler
olduğuna bakalım: “Bu ay mesaiye
kaldığı dördüncü geceydi, saat dokuz buçukta cep telefonu çaldı. O sı-
Veriler ve rakamlar beynin küçük bir
alanını uyarırken, hikayeler ise renkli, zengin, üç boyutlu görüntüler ve
duygusal yanıtlar oluşturacak şekilde
beynin birlikte aktive olan birçok bölgesini çalıştırır. Princeton profesöru
Uri Hasson’a göre hikaye beyin bölgelerinin tümünü çalıştırmanın tek
yoludur. Dinleyici böylelikle hikayeyi
kendi deneyimleri ve düşünceleriyle birleştirerek içselleştirir. Hikayeyi
okuduğumuz veya dinlediğimiz sırada, kısa bir süre için, hikayede geçenlerin aslında bizim başımızdan geçtiği hissine kapılırız. Her bir duyusal
görüntü, ses, doku, renk, his ve duygu hikaye bizi içine çektikçe beynimizde birer tutunma noktası oluşturur ve biz özel bir çaba harcamadan
dikkatimizi korumaya devam ederiz.
İyi bir hikayenin gücü, budur !
Hikayelerin etkileyici gücünü uzun
süredir bilmemize rağmen birçok
kurum, çalışanlarıyla iletişim kurmak için “sadece bilgilendirici” olan
ölü, soyut dili kullanmaya, ama bir
yandan da çalışanlarıyla duygusal
bağ kurmak istediklerini söylemeye devam ediyor. Kolayca anlaşılan,
çaba göstermeden hatırlanabilen
ikna edici mesajlar oluşturmak isteyen herkesin hikayelerin beynin tüm
bölümlerini uyarmak için başlangıç
noktası olduğunu ve duygulara hitap
eden dilin ise yolun devamını oluşturduğunu bilmesi önemli.
Dinleyicilerinizi ikna etmek istediğinizde hikâyeleri ve metaforları kullanmamızın bir başka önemli nedeni
de insanların gerçeklere dayalı bilgiyi
işlemekte zorlanmaya eğilimi olmasıdır. Dayanak noktası olarak istatistiklerin, yüzdelerin ve bilgilerin verildiği
bir sunum dinlediniz mi? Bu bilgiler
verilirken, beyin analitik moda geçer
ve kısa süre sonra “kim demiş,” “veriler ne kadar geçerli” ya da “bunun
karşıt savı nedir?” gibi sorular sormaya başlarız. Çok fazla bilgi, diğerlerini
ikna etmek istediğiniz durumlarda
ters etki yaratabilir.
Dinleyicilerin gerçek veriler ve argümanların kullanıldığı reklamlara
kıyasla, hikâye şeklinde aktarılan verilere daha olumlu tepkiler verdiğini
gösteren çok sayıda çalışma yapıldı.
Mesajınızda ikna edici gerçekleri,
verileri, rakamları tabii ki kullanın
ancak bunları gerçek yaşamla bağdaştırmak ve dinleyicilerin zihninde
tutunma noktaları oluşturmak üzere
hikâyelerle destekleyin.
Hikâyeniz ne kadar basit ise o kadar
etkileyici ve akılda kalıcı olur.
Kelimelerle Resim Yapmak
Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında roman yazmayı
kelimelerle resim yapmaya benzetir.
Yazara göre romanlar dünyanın bir
yansıması olmasının yanı sıra kokuları, sesleri, tatları ve dokunma duyusunu başka hiçbir edebi biçimin
yapamadığı zenginlikte tasvir eder.
Romanlar birbiriyle çelişen düşüncelere huzursuzluk duymadan aynı
anda inanmamızı, herkesi aynı anda
anlamamızı sağlayan özel yapılardır.
Orhan Pamuk romanın rüyaya benzeyen büyülü etkisini şöyle tarif eder:
Roman okurken de, tıpkı rüya gördüğümüzdeki gibi, karşılaştığımız şeylerin harikuladeliği bazen bizi öylesine
çarpar ki, nerede olduğumuzu unutur; tanık olduğumuz hayali olayların
içinde, kişilerin arasında sanırız kendimizi. Öyle zamanlarda, romanlarda
karşılaştığımız ve keyfini çıkardığımız
hayali dünyanın gerçek dünyadan
daha gerçek olduğunu hissederiz.
Bu ikinci hayatların bize gerçeklikten
daha gerçek gelmesi, sık sık romanları gerçeğin yerine koymamıza, en
azından onları hakiki hayatla karıştırmamıza yol açar. Ama bu yanılsama,
bu saflık, şikayetçi olduğumuz bir şey
değildir hiç. Tam tersi, tıpkı bazı rüyalarda olduğu gibi, okumakta olduğumuz romanın devam etmesini ve bu
ikinci hayatın bizde tutarlı bir şekilde
gerçeklik ve hakikilik duygusu uyandırarak sürüp gitmesini isteriz.
Yazara göre Tostoy’un ünlü romanının başında Anna Karenina’yı St. Petersburg treninde bir elinde roman,
bir yanında da ruh halini yansıtan bir
manzaraya bakan bir pencere arasında bırakması bir rastlantı değildir.
Anna’nın elinde tuttuğu kitabın ne
olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyiz ama Tostoy’un bizi içine sokmak
istediği manzaraya girebilmek için
Anna’nın elindeki kitaba değil, pencereden dışarı bakması gerekir. ‘Bu
bakış sayesinde romanın içine girer
kendimizi 1870’lerin Rusya’sında buluruz.’
Etkileyici, akılda kalan, motive edici
ve dönüştürücü mesajlar mı vermek
istiyorsunuz?
O zaman duyguların ve hikâyelerin
gücünü unutmayın. İş dünyasını bir
tiyatro olarak düşünürsek bizim etkileyici hikâyelerimizin teması güçlüklerle yüzleşmek, tehditleri savurmak, insanların hayatını değiştirecek
hizmetler sunmak, keşifler yapmak
olabilir.
Paylaştığınız duygu dolu hikâyeler ile
işinize hayat katarsınız.
Kaynaklar
HSU, Jeremy, “The Secrets of Storytelling: Why
We Love a Good Yard”, Scientific American
Mind, 1 Ağustos 2008, http://www.scientificamerican.com/article/the-secrets-ofstorytelling/.
“The science behind storytelling”, Melcrum,
https://www.melcrum.com/research/
strategy-planning-tactics/science-behindstorytelling.
WIDRICH, Leo, “The Science of Storytelling:
What Listening to a Story Does to Our
Brains”, Buffer Social, 29 Kasım 2012,
https://blog.bufferapp.com/science-ofstorytelling-why-telling-a-story-is-themost-power ful-way-to-activate -ourbrains.
ZAK, Paul, “How Stories Change the Brain”, Greater Good Berkeley, 17 Aralık 2013.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
61
haber / analiz
HEKİMLER MALPRAKTİS KORKUSU İLE
DEFANSİF TIBBA YÖNELİYOR
Son zamanlarda artan mediko-legal
suçlamalardan dolayı cerrahların büyük çoğunluğu riskli ameliyatları uygulamaktan kaçınıyor. Çünkü bu tür
büyük ve riskli ameliyatların komplikasyon geliştirme riski fazla olduğu için hastada olumsuz bir durum
gelişmesi halinde yaptıkları cerrahi
uygulamaların bilimsel olduğunu ve
gelişen tıbbi sorunların acemilikten
ve mesleki yetersizlikten değil de
hastalığın gidişinden kaynaklandığını mahkemelerde ispatlamaya ve
para cezası ödememeye çalışıyorlar.
Bu sorun aslında hastaların aleyhine
bir durum oluyor. Çünkü ilerleyen
yıllarda belki de gerçekten riskli ameliyatları yapacak cerrah bulmada zorluk yaşanmasına neden olacak.
ABD’de ve İngiltere’de yapılan bir
araştırmada doktorların artık riskli
ameliyatları yapmaktan kaçındığı ve
hastaları tedavi ederken öncelikle
kendilerini savunma psikolojisi ile gereksiz tetkiklere daha fazla başvurduğu gösterilmiş. Bu da sağlık hizmetlerinin maliyetinin artmasına sebep
62
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
oluyor. Yine bu çalışma ile ilgili görüş
bildiren bazı İngiliz cerrahlar müdahale edilmezse ölmek üzere olan hastalar için bunun ciddi bir sorun olacağını ve bu tür hastaların bundan zarar
göreceğini ifade ediyor.
Ülkemizdeki Sezaryen Oranlarının
Yükselmesine Neden Oluyor
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Jinekolojik Onkoloji bilim
dalı öğretim üyesi ve Türk Jinekoloji
ve Obstetrik Derneği Ankara şubesi
Genel Sekreteri Doç. Dr. Polat Dursun, konu ile ilgili şunları söyledi:
“Ülkemizde sezaryen oranları kabul
edilemeyecek oranda yüksek. Sağlık
Bakanlığımızın bu oranları azaltmak
için çalışmaları var. Ancak oranlar
istenen düzeyde düşmüyor. Medikolegal suçlamalar, ülkemizde artan
sezaryen oranlarının da önemli bir
sebebi, tabi ki artan sezaryen oranlarının tek sebebi değil ama önemli
sebeplerden birisi. Çünkü normal
doğuma bağlı anne ve bebekte ge-
lişebilecek sorunlarda suçlanmamak
için doktorlar artık daha kolay sezaryen kararı veriyor. Bu da ülkemizdeki
sezaryen oranlarının yükselmesine
katkıda bulunuyor .
Vajinal doğum sırasında annede
doğum kanalının yırtılması, vajinal
yırtılmanın makata uzaması, idrar
kaçırma, idrarın ve büyük abdestin
vajinadan gelmesi, doğum sonrası
kanamanın durmaması ve rahimin
alınması gibi sorunlar olabiliyor. Bebekte ise doğum sırasında oksijensiz
kalma, doğum kanalında takılma,
kordon sarkması ve dolanması, bebeğin kalp atışlarının aniden azalması, köprücük kemiğinin kırılması, kola
giden sinirlerde hasarlanma olması
gibi doğum eyleminden önce öngörülemeyecek ve önlenemeyecek
bir takım komplikasyonların gelişme
riski her zaman var. Bu risklerin birçoğu ancak sezaryen ile önlenebilmektedir. Vajinal doğumda problem
olmadığında herkes mutlu fakat işler
yolunda gitmediğinde ve söylediğim komplikasyonlardan herhangi
biri geliştiğinde ise anne, babanın ve
adli bir durum gelişmesi durumunda
hakimin doktora sorduğu ilk soru,
“Niçin sezaryene almadın?” oluyor.
Bu korkulardan dolayı birçok kadın
doğum doktoru artık daha kolay sezeryan kararı veriyor.
Bu suçlamalar nedeniyle doktorlar
artık normal doğum takip etmek istemiyor veya daha fazla sezaryen yapıyor. Jinekolojik kanserlerde de benzer
bir durumu görmekteyiz ve doktorların riskli kanser ameliyatlarını yapmaktan kaçındığını görmekteyiz.
Malpraktis Suçlaması ile
Yükselen Sezaryen
İhtisas Mahkemeleri veya Malpraktis
Değerlendirme Kurulları Kurulmalı
Malpraktis suçlaması ile yükselen sezaryen oranlarını azaltmanın en etkili
yolu ise hekimlerin bu suçlamalara
maruz kalmasını önleyecek yasal düzenlemelerin yapılması. Bilimsel bilgiler ışığında doktorun yaptığı işlemler
sonucunda gelişen öngörülemeyen
komplikasyonlar olması durumunda
doktorun haksız tazminat suçlaması
ile karşı karşıya kalmaması gerekiyor. Bu konuda Sağlık Bakanlığımıza
önemli bir görev düşüyor. Çünkü Bakanlık sezaryene negatif performans
sistemi uygulamasına rağmen aşırı
yüksek olan sezaryen oranlarını istenen oranda düşüremiyor.
Mahkemelerimizin yükü çok fazla sadece sağlıkla ilgili komplikasyon ve
Malpraktis uygulamalarının değerlendirildiği mahkemeler veya Malpraktis değerlendirme kurulları kurulmalı ve yargı süreci hızlandırılmalı.
Uzmanlardan oluşan Malpraktis suçlamalarını değerlendiren bir komisyon kurularak bu tür davaların uzun
yıllar sürmesinin önüne geçilmeli
ve bu konu ile ilgili uzmanlaşmış bir
kurulun karar vermesine olanak sağlanmalıdır. Aksi takdirde defansif tıp
uygulamaları nedeniyle hem hastalar
alması gereken sağlık hizmetini alamayacak hem de sağlık hizmetlerinin
masrafı gün geçtikçe artacak. Saygın
bir tıp dergisinde yayınlanan makalede defansif tıp uygulamalarının
ABD’de her yıl sağlık harcamalarını
milyarlarca dolar arttırdığı belirtiliyor.
Sağlık Bakanlığımız vajinal doğumu
kendi koruması altına alıp oluşabilecek komplikasyon ve Malpraktis
suçlamalarının sorumluluğunu yüklenmeli. Hekimleri normal doğum
için cesaretlendirmeli. Aksi takdirde
alacağı önlemler kabul edilemeyecek
kadar yüksek olan sezaryen oranlarını azaltmaya maalesef yetmeyecek.
Bilimsel Bilgi Işığında Yapılan Tıbbi
Uygulamalardan Ceza Alınmamalı
Avrupa’da birçok ülkede hekimler
bilimsel bilgi ışığında yaptıkları tıbbi
uygulamalardan dolayı ceza almazlar
ve bu korku ile tıbbi bir karar vermezler veya Malpraktis söz konusu olsa
bile bunu ya devlet veya oluşturulan
sigorta fonları karşılar.
ABD’de kadın doğum doktorlarının
yüzde 75’inin kariyerlerinin bir döneminde malpraktis suçlaması ile karşılaştığı rapor edilmiş ve bu sebeple
doktorların bir kısmı riskli hastaları
takip etmeyi bırakmış ve hatta bir kısmı da mesleğini bırakmıştır. ABD’de
yayınlanan saygın bir bilimsel dergi
olan American Journal of Obstetrics
& Gynecology’de yayınlanan araştırmada, ABD‘deki malpraktis davaları
artıkça ülkedeki sezaryen oranlarının
da arttığı gösterilmiştir.
Doktorlarında Mesleki Saygınlığı
Zedelendiği Gerekçesi ile Dava Açma
Hakkı Var
Haksız yere mediko-legal suçlamalara maruz kalan doktor motivasyonunu ve idealizmini yitiriyor ve riskli
ameliyatlardan kaçınıyor. Hastaların
bir kısmı komplikasyon gelişmesi
durumunda bunu bir tehdit unsuru
gibi kullanıyor ama unutulmamalıdır
ki doktorların da mesleki saygınlığı
zedelendiği gerekçesi ile dava açma
hakkı var. Mahkemelerin bazı davalarda hükmettiği tazminat miktarlarını gördüğümüzde bu tazminat
miktarlarını ortalama bir doktorun
tüm meslek hayatı boyunca kazanması mümkün değildir. Bu da yeni
nesil doktorlarda ümitsizlik ve başka
alanlara yönelmelere yol açmaktadır.
İdealist ve Çalışkan Doktorlar Cerrahi
Branşlar Yazmıyor
Tıpta uzmanlık sınavında artık idealist
ve çalışkan doktorlar cerrahi branşlar
yazmıyor. Artık çalışması daha kolay
nöbeti olmayan ve Malpraktis suçlamasına maruz kalmayacakları branşları daha çok tercih ediyorlar. Eğer
bu gidiş devam ederse, defansif tıp
uygulamaları artacak hekimler riskli
hastaları tedavi etmekten kaçınacak
ve sağlık hizmetlerinin maliyetleri zamanla daha da artacak. Sağlık Bakanlığımızın bu konuda gerekli tedbirleri
alması ve hekimleri koruyucu yasal
düzenlemeleri yapması gerekiyor.”
Hiçbir Hekim Hiçbir Sebeple Hastanın
Hayatına Mal Olacak Bir Durumda
Görevden Kaçmayı Düşünmez
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı öğretim
üyesi Prof. Dr. Tamer Akça ise konu
ile ilgili şu görüşleri paylaştı: “Defansif tıp, yani hekimin hastaya yapması
gereken bazı tedavi girişimlerinden
kaçınmak zorunda kalması maalesef
son zamanlarda gündemde yer işgal
eder hale geldi. Hiçbir hekim hiçbir
sebeple hastanın hayatına mal olacak bir durumda görevden kaçmayı
düşünmez.
Geçmişte “paternalist” yani “babacıl”
bir hekim imajı vardı insanların gözünde. “Sen ne dersen öyle olsun”
derdi hastalar hekimine. Esasen bu
yaklaşım gelişen insan hakları kavramının hasta hakları kavramını doğurduğu son yıllara kadar ülkemizde yaygın olarak geçerliydi. Ancak
özellikle gelişmiş batı uygarlığının
insanın kendisi ile ilgili kararları kendisi alması anlamına gelen “özerklik”
kavramını geliştirmesiyle yavaş yavaş
terk edilmekte. Artık hastalar hastalıkları ile ilgili bilgileri daha açık ve
anlaşılır şekilde öğrenmek istiyorlar.
Böylece tedavi sürecinde katılımcı bir
rol oynayarak hekimi ile birlikte kararlara katılıyorlar.
Senin Maaşını Ben Ödüyorum!
Modern dünyanın gereği olan “özerklik” kavramının tam anlamını bulabilmesi için hastanın bilmesi gereken
bilgilerin tamamının anlayacağı bir
dille kendisine aktarılması gerekiyor.
Ancak bu yeterli değil. Hastanın da
anlatılanları anlayacak entelektüel
kapasiteye sahip olması gerek. Bu
kapasite ise ancak eğitim ile olur. BuSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
63
gün geldiğimiz noktada eğitim maalesef televizyonlarda, sinemalarda
seyredilen yabancı dizi ve filmlerden
alınıyor. Yani hastalar “özerklik” kavramını oluşturan dinamiklerden habersiz olarak “özerklik” kelimesinin içini
boşaltıyorlar. Böyle olunca da “Senin
maaşını ben ödüyorum” klişesi ortaya çıkıyor. Hasta bu kavram ile her
türlü hakka sahip olduğuna kanaat
getiriyor ve hekimi ile iletişimi başka
bir alana kaydırıyor. Sonuçta her gün
gazetelerde ve televizyonlarda ibretle izlediğimiz hekime şiddet görüntüleri ortaya çıkıyor.
Herkes Kendi Adaletini Sağlama
Peşine Düşüyor
Son zamanlarda toplumumuzda hızla yaygınlaşan “hekimi değersizleştirme” eğilimi, hekimi yıllarca edindiği
bilgi ve tecrübesini hastasına aktarmak için gecesini gündüzüne katan
insan konumundan, her istendiğinde
darp edilebilecek veya öldürülebilecek bir memur konumuna çekti. Artık
hekimi öldüren bir kişi medyanın sorularına gülerek “Benim böyle zevklerim var” diyebiliyor. Bu durumun
sebebi öncelikle geçmişteki o Anadolu zarafetinden hızla uzaklaşıyor
olmamızda, sonra da adalet kavramının içini boşaltmamızda. Oysa bir
hekimin yaptığı girişimden dolayı
gerçekten mağdur olan kişilerin başvuracakları yer adalet sistemi olmalı.
Adalet sistemi de hem hastaya hem
de hekime gerçek suçluyu ortaya çıkarıp ona hesap sorabilecek güçte
olduğunu hissettirmek zorunda. Bütün bunlar olmayınca herkes kendi
adaletini sağlam peşine düşüyor.
Hekimlerin Rekor Tazminatlar
Ödeyeceği Bir Demokles’in Kılıcı Halini
Alacağı Endişesi
Defansif tıp uygulamalarının bir diğer önemli nedeni de; içeriği tam
olarak bilinemeyen, halen uygulamaya girmeyen ve girdiğinde de nasıl
uygulanacağı bilinmeyen Malpraktis
yasası. Normalde hastaların hekimler tarafından mağdur edilme olasılıklarını en aza indirgeme amacıyla
hazırlanan yasanın sonuçta sadece
hekimlerin rekor tazminatlar ödeyeceği bir Demokles’in Kılıcı halini
64
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
alacağı endişesi oldukça yaygın. Yasa
yanlış kurgulanır ve yanlış uygulanırsa hekimlerin kazandıkları paralar
ile bu cezaları ödemeleri olası değil.
Öte yandan “Tıbbi Kötü Uygulamaya İlişkin Zorunlu Mali Sorumluluk
Sigortası” da yine hekimin maaşı ile
karşılayamayacağı kadar yüksek tazminatları öngörmekte.
Tüm bu sebepler alt alta toplandığında zaman zaman hekimlerin bazı
girişimleri yapmaktan kaçınmalarını
anlamak zor değil. Tekrarlamak istiyorum, bu kaçınmalar asla bir hastanın hayatına mal olacak durumlar
değildir, olamaz.”
Defansif Tıp Halk İçin Verilebilecek En
Büyük Zarardır
Türkiye Maternal Fetal Tıp ve Perinatoloji Derneği Etik ve Hukuk alt
grubu Başkanı Doç. Dr. İsmail Dölen,
bu konuda şu yorumda bulundu:
“Bir ülkede Defansif tıp uygulaması
özellikle yüksek riskli hastalara verilebilecek en büyük zarardır. Ülkeler
hekimlerin defansif tıp uygulamasına yönelmesini önleyecek tedbirler
almalıdır. Hekimin etik ve yasal önceliği hasta yararıdır. Defansif tıp uygulaması, hekimi tıbbi etik prensiplerin
ihlaline zorlarken sadece sağlık endüstrisine yararlı olmaktadır. Hasta,
hekim, ülke ekonomisi ise ciddi zarar
görmektedir."
Malpraktis davaları ile ilgili farklı örneklerle ele alan Av. Pınar Aksoy merak edilen soruları yanıtladı.
beceri eksikliği veya hastaya tedavi
vermemesi ile oluşan zarar” şeklinde
tanımlanmış. Tıbbi bakım ve tedavi
sırasında görülen ve hekimin hatası
olmayan durumlardan (komplikasyon) ayırt edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Müdahalenin Hukuka Uygunluğu İle Tıbbi
Olması Aynı mıdır?
Müdahalenin hukuka uygunluğu ile
tıbbi olması farklı kavramlardır. Tıbbi müdahalenin hukuka uygunluğu
için dört şartın olması gerektiğini
kabul ediyoruz. Bunlar; tıp mesleğini
icraya yetkili olan bir kişi tarafından
yapılması, hastanın aydınlatması ve
rızasının alınması, tıp biliminin verilerine göre tıbbi standartlara uygun
yapılmasıdır. O günkü genel kabul
görmüş tıbbı uygulama standartları
çerçevesinde ortalama bilgi düzeyi,
beceri ve özene sahip bir hekimin
göstermesi gereken davranış şeklinin gösterilmemesi halinde kusur söz
konusu olacaktır. Hekim ya da sağlık
personelinin kusurlu eylemi neticesinde ortaya çıkan zarardan dolayı
tazminat yükümlüğü doğabilecek
veya ceza soruşturması ile karşı karşıya gelebilir.
Malpraktis Davalarının Sayıları Ve
Sonuçları Araştırması Gibi Bir
Çalışma Var mı?
Hekim ile hasta arasındaki ilişkinin
temelini güven ilişkisi oluşturmaktadır. Hasta kendi geleceğini belirleme
hakkını yönetirken hekimiyle arasındaki güven ilişkisi temelinde hareket
eder.
Tıbbi kötü uygulama sonucunda hekimler ya da sağlık personeli iki tür
dava şekliyle karşı karşıya kalabilir.
Bunlar, ortaya çıkan maddi ve manevi
zararların tazmini için açılan tazminat
davaları ve eylemin Türk Ceza Kanunu anlamanın da suç kabul edildiği
durumlarda açılan ceza davalarıdır.
Bu tarz davalar adli yargıda görülüp,
yerel mahkemelerce verilen kararların temyiz merci Yargıtay’dır.
Hekimlik doğası gereği riskli bir meslektir. Her tıbbi girişim sonucunda,
tıbbın kabul ettiği ortaya çıkabilecek
kötü sonuçlardan hekim sorumlu
tutulamaz. Dünya Tabipler Birliği’nin
1992 yılında yapılan 44. Genel
Kurulu’nda kabul edilen bildirgesine
göre; Tıbbi Malpraktis (tıbbi uygulama hataları) “hekimin tedavi sırasında standart uygulamayı yapmaması,
Ancak idare tarafından yürütülen
sağlık hizmetinin sunumundan dolayı birey zarara uğramış ise, bu zararın tazminin yükümlüsü idaredir.
İdare’nin verdiği sağlık hizmeti nedeniyle ortaya çıkan zararın tazmini
için İdare aleyhine, idare mahkemelerinde tam yargı davaları açılabilir.
Bu tarz davaların temyiz merci ise
Danıştay’dır.
Malpraktis Davası Nedir?
Ülkemizde maalesef Yargıtay ve
Danıştay’ın tüm kararları konularına
göre tasnif edilerek yayınlandığı ve
istatistiklerinin paylaşıldığı platformlar mevcut değil. Dolayısıyla bu konuda kesin rakamlar vermek imkansız. Bu alanda çalışmalar bir an önce
yapılmalıdır. Bu da yargının da işini
kolaylaştıracaktır.
Açılan Davalarda Kusurun Tespitini
Kim Yapar?
Tıbbi kötü uygulama sebebiyle açılan davaların pek çoğunda kusurun
tespiti için bilirkişi incelemesi yapılır.
Bilirkişi incelemesi, Adli Tıp Kurumu,
üniversitelerin ilgili ana bilim dalları,
Yüksek Sağlık Şurası veya adli yargı
yeri bilirkişi listesine kayıtlı kişilerce
gerçekleştirilir. Eskiden ceza davalarında Yüksek Sağlık Şurasına başvurmak zorunluydu. Bu kanun Anayasa
Mahkemesi tarafında iptal edildi.
Çalışmalardan Örnekler Verebilir misiniz?
İşte bu kurumların yaptığı ve bilimsel toplantılarda paylaştıkları bazı
çalışmalar var. Bir çalışmada; Adlı Tıp
Kurumuna tıbbı hata raporu için gelen dosya sayısının 2004 yılında 295
olan, 2005 yılında 620’ye yükselirken, 2013 yılında ise 3 bin 6 olduğu
belirtilmiştir.
Yargıya yansıyan uyuşmazlıklarda
uzmanlık alanlarına göre sınıflandırıldığında birinci sırayı kadın doğum
branşının aldığını onu genel cerrahi
ve pratisyen hekimlerin takip ettiğini
görüyoruz.
1 Ocak 2000 ve 31 Aralık 2007 arasındaki 18 gazetenin internet ortamında incelendiği bir çalışmada hatalı
tıbbı uygulamalar ile ilgili 172 adet
haber örneklemi tespit edildi. Hatalı
Tıbbı uygulamaların; yüzde 19.2’sinin
tedbirsizlik,17.4’ünün yanlış tedavi,
yüzde 11.6’sının dikkatsizlik, yüzde
10.5’inin yanlış tanı ve yüzde 8.7’sinin
de yanlış ilaç olduğu değerlendirildi.
Yurt Dışında Bu Alanda Örnek
Verebileceğiniz Davalar Var mı?
New England Journal of Medicine’in
18 Ağustos 2011 tarihli sayısında yer
alan bir makale yayınlandı. Amerikan
Tıp Birliği (AMA) tarafından yaptırılan
bir ankette, katılımcı doktorların yüzde 5’inin Malpraktis suçlamasıyla karşı karşıya kaldığı, kadın hastalıkları ve
doğum uzmanları, anestezistlerin ve
cerrahi uzmanlık alanlarının en çok
Malpraktis suçlamasıyla karşılaştığı
belirtildi.
Amerika’da hekimlerin sigorta poliçeleri için ödediği prim tutarlarının
çok yüksek olduğu, hekimlerin riskli
tıbbi müdahalelerden kaçındığı biliniyor.
Ülkemizde de son yıllarda verilen tazminat tutarları bir hayli yüksek. Örneğin doğuştan kambur olan hastanın
yanlış ameliyat sonucu felç kalması
sebebiyle İdare aleyhine açılan ve
Danıştay tarafından onanan davada,
yerel mahkeme kararına göre bir milyona yakın tazminat ödendi.
Yine yanlış sünnet sebebiyle cinsel
uzvunu kaybeden hasta lehine altı
yüz bine yakın tazminat idare tarafından ödendi. Bu rakamlar ülkemizdeki en yüksek tazminat tutarları olması
bakımından verdim.
Bu Davalara Doktorlar Nasıl Bakmalı?
Uygulamada en çok hekim arkadaşların şu soruları ile karşılaşıyorum.
“Bana karşı dava açılması yanlış. Bu
davayı açana karşı tazminat davası
açabilir miyim, şikayet edebilir miyim?” diye soruyorlar.
Çok önemli evrensel hukukta kabul
ettiğimiz bir hukuk kuralı var: Hak
arama hürriyeti engellenemez. Dolayısıyla kişi iftira atmadığı sürece
açmış olduğu dava sebebiyle suçlu
değildir.
Dava durumunda mutlaka profesyonel bir hukuk hizmeti almalarında
fayda var. Dava türleri kendi içlerinde o kadar özellikli ki olası bir yanlış
savunma telafisi imkansız zararlara sebep olabilir. Ayrıca bu davalar
uzun sürüyor. Mesela 2007 ‘den beri
takip ettiğim bir dava var. Karar
Yargıtay’dan bozuldu ve yargılama
hala devam ediyor. Uzun süren davalar sebebiyle emek ve zaman kaybına
uğramamak için hukuki destek almak
çok önemli. Uygulamada, hastane ve
hekimin birlikte dava edildiği durumlarda hekimlerin “ne olsa hastane ta-
rafından dava takip ediliyor” düşüncesiyle, davaları takip etmediklerini
görüyoruz. İşte bu gibi durumlarda
hak kayıplarının doğma ihtimali çok
yüksek.
Dava veya ceza soruşturması ile karşılaşan hekim, vakit kaybetmeksizin
tıbbi kötü uygulamaya ilişkin sorumluluk sigortası poliçesindeki sigortacısına bildirim yapmalı.
Hastalar Açısından Bu Durum Avantajlı
mı Dezavantajlı mı?
Hak arama hürriyeti hiçbir şekilde
engellenemez. Hasta, tıbbi kötü uygulamaya maruz kaldığını düşünüyor ise dava açma ve şikayet etme
hakkını kullanabilir. Aynı zamanda
tabip odaları ve il sağlık müdürlükleri
nezdinde başvurularda bulunabilir.
Tıpta Uzmanlık Sınavında Hekimler
Cerrahi Branşlardan Uzaklaşmaya
Başladı. Bu Konuda Ne Düşünüyorsunuz?
Yargıya yansıyan davaların branş bazında türlerine baktığımızda cerrahi
branşlarda dava sayısının arttığını
görüyoruz. Bunun dolaylı etkisiyle hekimlerin defansif tıbba doğru
yöneldiği, çekinik davrandığı tespit
ediliyor. Bu davranışların temel sebebi açılması muhtemel tıbbi kötü
uygulama davalarından korunmaktır. Özellikle 1970’li yıllarda Amerika
Birleşik Devletleri’nde yapılan çalışmalarda hekimlerin hukuki sorumluluktan kaçmak için, gerekli olmadığı
halde teşhis ve tedaviye yönelik uygulamaları daha sık gerçekleştirdikleri ya da tam tersi bir şekilde risk
barındırdığını düşündükleri, hasta
ve tedavi yönteminden kaçındıkları
tespit edilmiştir. Defansif tıp uygulamaların pek çoğu hastanın sağlık hizmetinden faydalanma hakkına yani
sağlık hakkına ve hasta haklarının
ihlallerine neden olmaktadır.
Pek tabi tüm bunların yanında hekimler, içinde pek çok risk barındıran
cerrahi branşlarda uzmanlaşmaktan
çekinmemelidirler. Bu davranışın
altında tıbbı kötü uygulama davalarından dolayı risk altında olmamak
istemelerinde de bir etken olduğunu
söyleyebiliriz.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
65
röportaj
alanındaki çalışmaların, vakıf, birlik
ya da derneklerin bu genel çatının
çok daha ötesinde branşlaşma seviyesinde oldukça geniş katılımlı organizasyonlara dönüşmüş olduklarını
görüyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de
henüz yolun başındayız. Zamanla bu
konudaki organizasyonların daha da
çeşitleneceğini ve alt dallara da ayrılarak gelişeceğini öngörüyorum. Bu
bir kehanet değil, hep beraber göreceğiz.
Geçen Yıl İlki Düzenlenen Sempozyumda
Öne Çıkan Konular Nelerdir?
Prof. Dr. Erkan Yüksel:
SAĞLIK İLETİŞİMİ
HER YÖNÜYLE ELE ALINACAK
Sağlık iletişimi konusunda çalışan, bu konuya ilgi duyan ve önem verenler Kasım ayı başında
Eskişehir’de Anadolu Üniversitesinin ev sahipliğinde ikinci kez buluşuyor. İlki geçen yıl
gerçekleştirilen “Sağlık İletişimi Sempozyumu”nun bu yıl “uluslararası” düzeyde gerçekleşmesi
planlanmıştı ama yaşanan gelişmeler sonrasında bunun pek de mümkün olabilemeyeceğini
belirten Organizasyon Kurulu Başkanı Prof. Dr. Erkan Yüksel sorularımızı yanıtladı.
Neden Sağlık İletişimi Sempozyumu?
Bu soruyu yanıtlamak için en başa
dönmem lazım. Çünkü sempozyum
yalnızca zincirin en son halkalarından
biri. 2009 yılında başlayan akademik
bir yolculuğun görünen ya da öne çıkan son halkası.
2010-2013 yılları arasında TÜBİTAK
ve Anadolu Üniversitesi’nin desteğiyle sağlık konulu yayınlar üzerine
bir bilimsel araştırmaya başlamıştık.
Bu çerçevede Ankara ve İstanbul’da
yayın içerikleri konulu iki ayrı çalıştay
düzenlemiştik. Sonunda da “CheckUp Sağlık İletişimi” adı altında bu çalışmaları kitaplaştırmıştık. Daha sonra Anadolu Üniversitesi Açıköğretim
Fakültesi bünyesinde Sağlık Kurumlarında İletişim adı altında, halen de
üçer aylık dönemler halinde devam
eden bir e-sertifika programı açtık.
Alanda gördüğümüz ihtiyaçlardan
biri de akademisyenler arasındaki
66
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
iletişim sorunuydu. Sempozyum da
bu ihtiyaçtan doğdu. Geçen yıl Mart
ayında, Ankara’da Numune Hastanesinde gerçekleştirilen “Sağlık İletişimi
ve Medya Paneli”nde bir konuşma
yapmak üzere davet edilmiştim.
Toplantı arasında arkadaşlarımızla
sohbet ederken, “İletişim Bilimleri Fakültesi çalışıyoruz, bir araya gelemiyoruz, konuşamıyoruz. Kim ne çalışma yapıyor, haberdar olamıyoruz. Ne
yapsak bu konuda?” diye konuştuk.
Hemen orada cep telefonumu çıkardım. Facebook üzerinden bir grup
kurdum ve bu grubu salondakilere
duyurdum. O sırada yaklaşık 20 kişi
gruba katıldı. Sonraki günlerde bu
sayı daha da arttı. Sonra gruptaki yazışmalar çerçevesinde, “Acaba bir araya gelsek, bir toplantı olsa nasıl olur?”
görüşü ortaya çıktı. “İyi tamam, nasıl
olsun? Kim organize etsin?” derken,
“Madem bu işe ön ayak olduk, biz yapalım” diye çıktık yola.
Öte yandan uluslararası bir iletişim
sempozyumunun bu yıl 15’incisini
gerçekleştiriyoruz, bir ekibimiz ve iyikötü biraz da deneyimimiz var. “Aynı
ekiple bu yola da çıkarız” diye düşündük. Çok kısa bir süre içinde, kasım
ayı başında toplantıyı Eskişehir’de
gerçekleştirdik. Aslında başında
“20-30 kişi gelir” diye öngörmüştük;
ancak toplantıya 100’ün üzerinde
katılım oldu. Facebook grubunun o
günkü üye sayısı 250 kişiyi bulmuştu. Bugün baktığımızda bu sayı 370
kişi. Dolayısıyla beklediğimizin çok
üzerinde bir ilgi ile karşılaştık. Sağlık
iletişimi alanında çalışan, ilgi duyan,
merak eden belki daha fazla sayıda
kişinin olduğunu da söyleyebilirim.
Onlara da bir şekilde ulaşmaya çalışıyoruz.
Sağlık iletişimi denilince biz konunun
farklı boyutlarını aynı çatı altında değerlendiriyoruz. Tek bir boyutuna
yönelmiyoruz. Bireysel iletişim, grup
iletişimi, kurumsal iletişim, örgütsel
iletişim, toplumsal iletişim ve kitle iletişimi gibi farklı boyutlarda bu
konuyla ilgili tüm çalışmalara kapı
açıyoruz. Geçen yılki konuşma ve bildiriler de bu yöndedir. Tüm konuşma
ve bildiri metinlerine internet üzerinden erişim sağlanmaktadır. Merak
edenler için http://www.saglik-iletisimi.org adresini ziyaret etmelerini
önerebilirim.
Geçen Yıldan Olumlu ya da Olumsuz
Yönde Çıkarımlar Neler Oldu? Alana Ne
Gibi Katkı Sağlandı?
En başta sağlık iletişimi alanında
birbirinden bağımsız ya da habersiz
çalışma yürüten akademisyenler bu
toplantı ile bir araya gelmiş ve birbirleriyle tanışmış oldu. Herkes kimin ne
Prof. Dr. Erkan Yüksel
çalışma yaptığını gördü. Çalışmalara
yönelik konunun uzmanı kişiler birbirleriyle görüş alışverişinde bulundular. Ortak çalışma ve işbirliklerinin
ilk adımları atıldı. Birlikte çalışanlar,
birbirlerinin öğrencilerine çalışma
konusu tavsiye edenler, kaynak önerenler, hatta toplantı sırasında kendi çalışması için anket ve araştırma
yapanlar bile oldu. Bunları ilişki boyutundaki geleceğe dönük katkılar
bağlamında değerlendirebiliriz.
Özel oturumlardaki davetli konuşmalara bakıldığında ise orada da Sağlık
Bakanlığının, Türk Tabipler Birliğinin
ve burada adını şimdi sayamadığım
diğer kurum, kuruluş ve derneklerin
idareci, yönetici ya da üyelerinin bu
konudaki söyleyeceklerini dinledik.
Konuya ilişkin tutumlarını gördük.
Sağlık iletişimi denilince yalnızca
halkla ilişkiler uygulamaları aklına
gelenler vardı ya da bu kavramı çok
dar anlamda, farklı biçimlerde yo-
Öte yandan Türkiye olarak bu alanda
çok geride olduğumuzu, hatta yolun
başında olduğumuzu söyleyebilirim.
Gelişmiş ülkelerdeki sağlık iletişimi
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
67
Bildirilerde sağlık iletişiminin bugün
nerede olduğunu ve nereye doğru
ilerlediğini görmemiz mümkün. Akademisyenlerin de geleceğe yönelik
olarak ne tür çalışmalar yapmaları
gerektiği ya da ihtiyacın nerede olduğu konusunda bir görüşünün ortaya
çıktığını söyleyebilirim. Özellikle yeni
yetişen akademisyenler için sağlık
iletişiminin en kadar büyük bir çalışma alanı olduğu anlaşıldı.
Türkiye’de iletişim eğitiminin medya
ve medya ile ilişkiler boyutunda dar
bir alana sıkışmış yapısının sağlık
iletişimi sayesinde çok büyük alana
açılım sağlayabileceğini ve belki diğer başka açılımlarla çok daha geniş
bir iletişim çalışma alanının doğabileceğini düşünüyorum. Öte yandan
şunu da belirtmek isterim: Geçen yılki toplantı ulusal nitelikli bilimsel bir
organizasyondu. Dolayısıyla bunun
doçentlik atamalarında herhangi bir
puan değeri bulunmuyor. Akademisyen arkadaşlarımız puan kaygısı olmadan bu toplantıya katıldılar. Hatta
belirli bir katılım ücretini de kendi
ceplerinden, bütçelerinden karşıladılar. Herhangi bir sponsor kuruluşumuz ya da derneğimiz yok. Tamamen
gönüllü katılım ve kişisel katkılarla bu
organizasyon gerçekleştirildi. Hatta
organizasyonda görevli arkadaşlarımız kendi özverileri ile katılımcılara
kişisel hediyelerde bulundu, misafirperverliklerini gösterdiler. Tamamen
kişisel özverilerle ve katkılarla bu organizasyon gerçekleşti.
68
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
Geçen Yıl Sağlık Bakanlığı Yetkililerinden
Konuşmacı Vardı, Bu Sene de Olacak mı?
Elbette, geçen yıl olduğu gibi bu yıl
da ilgili birimlerdeki arkadaşlarımıza
davetimizi ilettik. Hatta sempozyuma bir şekilde destek vermeleri için
bir de dosya hazırladık ve kendilerine
sunduk.
Bu Toplantıya Kimler Katılabilir ve Bildiri
Gönderebilir?
Böyle bir sınırımız yok. “Ben bu alanda şöyle bir çalışma yaptım, bunu
sizlerle paylaşmak istiyorum. Benim
de söyleyecek bir sözüm var. Tartışmalara katılmak istiyorum. Konuşulanları dinlemek istiyorum. Sizlerle
tanışmak istiyorum. Bundan sonra
sizlerle ortak çalışma yürütebiliriz.”
gibi düşünen herkese kapımız açık.
İster bildiri sunmak üzere, ister konuşmaları dinlemek ya da bildirilerle
ilgili tartışmalara katılmak üzere herkes katılımcı olabilir. Bildiri sunmak
için aranan kriterlere ve sürece ilişkin
ayrıntılı bilgi web sayfamızdan takip
edilebilir.
Yurt dışından katılım olacak mı?
Bu konuda endişelerimiz var. Çünkü organizasyonun uluslararası olması için aldığımız karardan sonra
bazı akademisyenlere özel olarak
davetiye gönderdik, toplantıya çağırdık, bilim komitemize davet ettik.
Ancak daha sonra özellikle Ankara
ve İstanbul’da yaşanan terör olayları
sonrasında bazı endişelere şahit olduk. Ardından da 15 Temmuz darbe
girişimi yaşandı. Gelişmeler üzerine
davetlilerimizle tekrar yazışmaya
başladık. İkna etmeye çalışacağız.
Ancak şimdilik Türkiye’ye gelme konusunda pek de istekli olmadıklarını
söyleyebilirim. Bu yüzden belki bu yıl
da toplantıyı tam anlamıyla uluslara-
rası çerçevede gerçekleştiremeyebiliriz. Ancak amacımızın ve hedefimizin
uluslararası bir organizasyon olduğunu ifade etmeliyim. Çünkü sağlık
iletişimi denilince bu alanda ileri gitmiş ülkelerden alacağımız örnekler,
dinleyeceğimiz dersler olduğunu
düşünüyorum. Kör ebe oynayarak
Amerika’yı yeniden keşfe çıkmak yerine onların tecrübelerinden yararlanmak daha akılcı olacaktır.
haber
rumlayanlar vardı; onlar da sağlık iletişiminin ne kadar büyük bir kavram
ve alan oluğunu gördüler. Bildirilerin
konularına bakıldığında da aslında o
kadar geniş bir yelpazeye seslenildiğini görüyoruz ki, bu yıl bu yelpazenin daha da renkleneceğini düşünüyoruz.
Bu Yıl Hangi Konular Ele Alınacak?
Herhangi bir konu sınırlamamız bulunmuyor. Bu toplantının ilk amacı
bir konuyu ele alıp onun çerçevesinde bir tartışma yürütmek değil. İlk
amacımız, bu alanda çalışan ve bu
alanda söyleyecek sözü olan herkesi
birbiri ile tanıştırmak, bir çatı altında bir araya getirmek. Birbirlerinden
haberdar hale getirmek. Kimin ne
çalışma yaptığını göstermesini sağlamak. Daha sonra bu çalışmaların
belirli konular çerçevesinde yoğunlaşabileceğini ve belirli konularda özel
olarak organizasyonlar gerçekleştirilebileceğini düşünüyoruz. Öte yandan sempozyumda iki gün boyunca
sabah-akşam ikişer oturumdan yaklaşık sekiz-on oturum düzenleniyor.
Her bir oturumda sağlık iletişiminin
farklı boyutları ele alınıyor. Bir oturumda sağlık profesyonelleriyle hasta ve yakınları arasındaki iletişim, bir
oturumda sağlık profesyonellerinin
birbirleriyle iletişimi, bir oturumda
toplum sağlığına yönelik kampanyalar, yapılan kampanyalara yönelik
değerlendirme ve eleştiriler, medyadaki sağlık konulu içerikler, bunların
etik ve toplumsal etki bağlamında irdelenmesi, habercilerin öz eleştirileri,
sağlık politikaları, bunların eleştirileri, yapılanlar, yapılmayanlar, yapılması beklenenler bu sempozyumda bir
şekilde konuşulan konu başlıkları…
ŞANLIURFA'DA BAŞARILI SİYAM İKİZLERİ AMELİYATI
Şanlıurfa'da Dünyaya Gelen Siyam İkizleri Başarılı Bir Ameliyat ile Birbirinden Ayrıldı
Şanlıurfa’da hamileliğinin 38’inci haftasında doğum sancıları ile birlikte
Eşi Adem Yaşar tarafından Şanlıurfa
Özel Metrolife hastanesine getirilen
Gülçin Yaşar, alındığı ameliyat ile doğum yaptı. Sezaryan doğum yapan
Gülçin Yaşar’ın erkek olan ikizleri yapışık dünya ya geldi. Siyam ikizleri
Yeni Doğan Ünitesi’ne alındı. Burada yapılan incelemelerin ardından
dünyaya gelen siyam ikizlerinin aynı
karaciğeri kullandıkları ortaya çıktı.
Zorlu bir doğum ile hayata gözlerini
açan siyam ikizlerinin ve anne Gülçin
Yaşar’ın durumunun iyi olduğu bildirildi.
Yapışık İkizler Ameliyat ile Ayrıldı
İkizlerin durumunun 12 haftalıkken
anne karnında tespit edildiğini aktaran Karakucak, şunları kaydetti:
Diğer organlarla ilgili bir paylaşım
söz konusu değil. Bir ay boyunca yeni
doğum ünitesinde kalan ikizlerimizin ayrılması için kurulan ekibimiz
gerekli tetkikleri yaptıktan sonra ayrılmalarına karar verdi. Ekibimiz başarılı bir ameliyatla ikizlerimizi ayırdı.
Şanlıurfa'da böyle bir ameliyatı ilk
defa gerçekleştirdik."
"Yaklaşık 1 ay önce bir ekip oluşturarak ikizlerin doğumunu gerçekleştirdik. 300-400 binde bir görülen bir
doğum. Bu hastada yaptığımız tetkikler sonucunda sadece karaciğer
organının aynı olduğunu gördük.
Ameliyatı yapan Çocuk Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Ali Suat Erkoç, "Bebeklerin sağlık durumları çok iyi. İnşallah
bir aksilik olmazsa en kısa sürede
taburcu olacak duruma gelebilirler."
dedi.
Hastanenin Başhekimi Cengiz Karakucak, gazetecilere yaptığı açıklamada, ikizlerin başarılı bir ameliyatla ayrılmalarını sağladıklarını belirtti.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
69
gündem
HABERLERDEKİ GÖRSEL ALGI
YÖNETİMİNE
DİKKAT
EDİYOR MUSUNUZ?
Esra ÖZ
Yayın Editörü
Her gün haberlerde çok farklı görüntülerle karşılaşıyoruz. Bu haberlerin
veriliş diline göre tepki gösteriyoruz. Yani duygularımızı haberi yapan
gazetecinin ellerine güvenle teslim
ediyoruz. Peki, gördüklerimiz ya da
okuduklarımız ne kadar doğru?
Gazeteciler haberlerini kurgularken
akıllarındaki ilk mesaj işledikleri konunun haber değeri taşımasıdır. Bun70
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
Henri-Louis Bergson’un dediği gibi;
“Gözler, sadece zihnin kavramaya
hazır olduğu şeyleri görür.” Beynimiz
bize ne gördüğümüzü söylüyorsa
onu görürüz. Üç boyutlu dünyayı
iki boyutlu hale indirgenmek gözde
başlar. Nesnelerden yansıyan ışık göz
bebeğinden içeri girer.
Görmenin ilk adımı olan gözler, dünyanın ters yüz edilmiş baş aşağı görüntüsünü algılar. Betty Edwards’ın
“Beynin Sağ Tarafıyla Çizim” isimli
kitabında anlattığı gibi, “Bir nesneyi
baş aşağı çizmek hatlarını doğru yakalamanın çok iyi bir yoludur. Çünkü
bu şekilde bildiğinizi değil, gördüğünüzü çizmiş olursunuz” der.
yimleri kullandığını söylüyor. Duyular
vasıtasıyla çevreden gelen bilgilerin
geçmiş deneyimlerle birleştirilerek
algı oluşturuluyor.
Necker Küpü
Yukarıdan Aşağı İşlem varsayımını
doğrulamak ve desteklemek için,
Necker küpü kullanılır. Buna göre,
yanlış varsayımların görsel illüzyonlar gibi algıda hata oluşturacağını
gösterir.
Yani bu kuramı savunanlar, iki ayrı algının oluşmasının sebebinin beynin
duyusal bilgiden ve geçmiş deneyimlerden oluştuğunu savunuyor.
Bu nedenle görsel algı bizleri yanıltıyor olabilir. Bu konuyla ilgili de psikologlar ikiye ayrılmış durumda. Duyu
organlarından gönderilen bilginin,
algının temelini nasıl oluşturduğunu
anlamaya çalışıyorlar. Algının uyarıcılarla elde edilen bilgiye ne kadar
bağlı olduğu tartışılıyor. Bilginin işlenmesi ile ilgili iki kuram var
da da insanların tepkilerini harekete
geçirmeyi hedeflerler. Acı, korku ya
da umut dolu bir haber olmalıdır ki,
öncelikle haber müdürünün onayını
alıp, yayınlanmasını sağlayabilsin.
Ardından da okunma ya da izlenme
rekorları kırıp, sosyal medyada gündemi değiştirebilsin.
Bunlar medyanın arka bahçesi olduğu için herkes bilmeyebilir, ancak
olayları ele alırken algılarımızla oynanmasına engel olmak adına bu işin
arkasındaki mantığı iyi anlamakta
fayda var. “Gözümle gördüm, daha
ne olsun” diyenlere, bilimin vereceği
cevaplar bizleri çok şaşırtabilir.
Gördüklerimize inanmalı mıyız?
Esra ÖZ
Trenin Arkasından Görüntüleme
Bu görüşünü şu örnekle açıklıyor, hızlı hareket eden trende oturuyorsunuz ve size daha yakın olan nesneler
uzak olanlardan daha hızlı geçiyor.
Uzaktaki nesnelerin uzaklıkları göreli
hızlarından yola çıkarak anlaşılabilir.
Her iki kuram algı olayına farklı şekilde yaklaşsa da tamamen açıklayamıyor.
Her şeyin farkında mıyız?
Daniel Simons ve Daniel Levin ise,
dünyayı ne kadar doğru olarak algıladığımızla ilgili çok farklı çalışmalar
yapıyor. İşte çalışmalarından bir tanesi şöyle; İçinde tek bir oyuncunun yer
aldığı bir kısa film izlediğinizi düşünün. Adam omlet yapıyor. O pişirmeyi sürdürürken kamera aniden başka
bir açıdan çekmeye başlıyor.
Yeni sahnede oyuncu farklı biri olsaydı,
fark eder miydiniz?
Yukarıdan Aşağı İşlem
Gözlemcilerin üçte ikisi fark etmiyor.
İşte buna “Değişim Körlüğü” deniyor.
Psikolog Richard Gregory, algının
yapıcı olduğunu ve kişi bir şeye
baktığında onun hakkında önceki
bilgilerini kullanarak algıya dayalı
bir varsayımda bulunduğunu ve bu
varsayımların çoğunlukla hep doğru
olduğunu iddia etti.
Dikkatli bakmamız olayları nasıl
yorumladığımızla alakalı. David
Eagleman’ın dediği gibi “Görmek,
bakmaktan fazlasını gerektirir.” Bakabiliriz, ancak olayları net şekilde görmeyebiliriz.
Gregory, göze ulaşan bilginin yaklaşık yüzde 90’ınının beyne ulaşamadan kaybolduğunu hesapladı. Beynin bundan sonrasında bir gerçeklik
algısı oluşturmak için geçmiş dene-
Tabandan Yukarı İşlem
Psikolog James Gibson ise, algının
doğrudan olduğunu iddia ediyor.
Gibson, çevremizde yeterli bilgi bulunması sebebiyle dünyanın çok dolaysız bir yoldan algılanabileceğini
söylüyor ve bilginin yeterince detaylı
olduğunu savunuyor.
İşte bu nedenle haberleri daha farklı
bir düşünce ile incelemek gerekiyor.
Size sunulan kadarını öğrendiğiniz
olayların arkasında aslında olanlar
anlatıldığı gibi mi?
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
71
haber
Alerjide Bağışıklığı Yükselterek “Yan
Etkisiz” Tedavi
HER 2 ÇOCUKTAN BİRİNDE
“ALERJİK RİNİT” GÖRÜLECEK
Dünya Alerji Organizasyonu’nun raporlarına göre, son 10 yılda özellikle
Avrupa’da alerjik hastalıklardan biri
olan alerjik rinitin görülme sıklığı
hızla yükseliyor. Hastaların yüzde
50’si alerjik rinit olduklarını kendileri
fark ediyorlar ve ülkelere göre değişen oranlarla hastaların yaklaşık
yüzde 30-50 arasında değişen oranı
alerjik rinitin verdiği rahatsızlıklar dayanılmaz hale gelene kadar doktora
başvurmuyor. 2020’de her iki çocuktan birinde “alerjik rinit” görülecek.
Dr. Oktay Demircioğlu, “Her 5 yıllık periyotlarda alerjik rinit görülen
hasta sayısının yüzde 5 oranında
artarak çoğaldığını görüyoruz. Alerjik
rinit tedavisi görmesi gereken kişi sayısındaki artışın 5 yıllık dönemlerde
72
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
yüzde 5 şeklinde artmakta olduğunu
gösteriyor araştırmalarımız. Maalesef
2020 yılında her iki çocuktan birinin
alerjik rinit ile dünyaya geleceğini
öngörüyoruz. Alerjik rinit hastaları
her yıl tedavi masrafları ve iş kaybından dolayı yaklaşık 7 bin TL harcıyorlar. İsviçre’de her yıl alerji tedavisi için
2.7 milyar Euro harcanıyor. Alerjik rinit tedavisinde en çok uygulanan bir
seçenek ilaç tedavisi fakat alerjik rinit tedavisinde kullanılan kortizonlu
ilaçlar hasta sağlığını olumsuz yönde
etkiliyor. İlaçlar sadece kullanıldığı
sürece şikayetler üzerinde etkili oluyor. İlaç tedavisi kesildiğinde, alerji
belirtileri kısa sürede tekrarlıyor. Tedavide kullanılan ürünlerde hep aynı
kortizonlu formülleri kullanmak yerine, burunda ve vücutta bağışıklığı
yükseltecek “medikal cihaz” teknolojisi ürünleri kullanılır ise hastalar kalıcı olarak sağlığına kavuşur, zaman
ve maddi olarak kayıplar önlenebilir
”dedi.
Demircioğlu, “Özellikle İtalya, İngiltere, İngiltere, İspanya ve Fransa, Arnavutluk ve Balkan ülkelerinde alerjik
rinit rahatsızlığı tedavisi gören hasta
sayısı arttıkça yan etkisiz tedavi ile
ilgili AR-GE çalışmaları hız kazandı.
Demegro olarak biz de yan etkisiz
alerjik rinit tedavisi için İtalya’nın en
büyük medikal cihaz laboratuvarı DMG tarafından geliştirilen tıbbi
cihaz “Narivent”i Türkiye ve Türki
Cumhuriyetler ve Balkan ülkelerinde
alerjik rinit hastalarının kullanımına
sunduk. . Bağışıklığın düşmesi ile
birlikte ortaya çıkan “Alerjik rinit”in
tedavisinde burun içerisindeki bağışıklığı yükselterek tedavi eden yan
etkisiz içerikli medikal cihaz tedavisi ürünleri ise bağışıklığı sağlayarak
kalıcı tedaviyi yan etkisiz sağlıyoruz.
Narivent’in içeriğinde kortizon yok,
hiçbir yan etkiye maruz kalmadan
burun
mukozasındaki
ödemi
çözüyor, alerjik rinit şikayetlerini tedavi ediyor. Narivent, Alerjiye bağlı et
büyümeleri ve sinüzitin kronikleşmesini önleyerek, tedavinin başarısız olmasını engeller ve hastanın ameliyat
gibi bir riskle karşılaşmasını önler”
dedi.
Alerjik rinit belirtileri nelerdir?
Alerjik rinit belirtileri; hapşırma, gözlerde, burunda kaşıntı, burun tıkanıklığı, burun akıntısı ve bazen baş ağrısı
olarak sıralanıyor. Bazı hastalarda işitme problemleri, boğaz ağrısı, ses kısıklığı ve öksürük görülebiliyor. Alerji
yakınmaları bazı kişilerde bütün bir
yıl boyunca sürerken, bazılarında belli mevsimlerde artış gösteriyor. Mevsimsel alerjik rinit ya da bahar nezlesi
olan kişilerin yakınmaları ilkbahar ve
sonbahar aylarında ortaya çıkıyor. En
sık neden olan alerjenler; çim, ağaç
ve yabani ot polenleri. Yıl boyu alerjik
rinit yakınması olanlarda ev tozu aka-
rı, küf mantarları ve hayvan tüyleri en
sık rastlanılan alerjenler. Diğer taraftan hava kirliliğinin alerji yakınmalarını arttırdığını gösteren çalışmalar
da bulunuyor. Bu konuda İstanbul’da
yapılan bir araştırmada, hava kirliliği
olan bölgelerde alerji yakınmalarının
daha fazla olduğu tespit ediliyor.
Alerjik rinit’ten korunmak için:
• Klimalardaki filtreleri her ay değiştirin
• Polen mevsiminde pencere ve kapıları kapalı tutun
• Evinizin içindeki bitkileri uzaklaştırın
• Evinizde tüylü hayvan beslemeyin
• Kuştüyü yastık, yün yastık, yorgan,
yatak yerine sentetik olanlarını
kullanın.
• Sigara içmeyin ve yanınızda içirmeyin
Dr. Oktay Demircioğlu
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
73
sağlığımıziçin
Hipertansiyon hastalarının spor yapması kan basıncı kontrolüne yardımcı olması bakımından önerilir. Ancak
sistolik kan basıncı>160 mmhg ve diastolik kan basıncı >105 mmhg olan
hastalarda kan basıncı kontrolü sağlandıktan sonra egzersize başlanması
veya devam edilmesi uygundur.“
“Sabah erken saatte spor uygun değil”
BİLİNÇSİZ EGZERSİZİN
FAYDADAN ÇOK ZARARI VAR
Türk Kardiyoloji Derneği Genel Sekreter Yardımcısı Prof. Dr. Sinan Aydoğdu, bilinçsizce yapılan
egzersizin kalp hastalarına faydadan çok zarar verebileceğini, kalp damar hastalarında
başlangıçta yürüme, bisiklete binme, yüzme gibi egzersizler uygun olduğunu açıkladı.
Prof. Dr. Sinan Aydoğdu, kalp ve damar rahatsızlıkları olanları, spor konusunda uyardı. Bilinçsizce yapılan
egzersizlerin faydadan çok zarara
yol açacağını vurgulayan Aydoğdu,
“Egzersiz süresi hastanın fiziksel ve
kardiyak durumuna göre değişmekle
beraber başlangıçta günde 10 dk’dan
az olması koşuluyla haftada en az 3
gün olarak planlanmalıdır” dedi.
Kalp damar hastalığının tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de en
önde gelen ölüm nedeni olduğunu
anlatan Türk Kardiyoloji Derneği Genel Sekreter Yardımcısı Prof. Sinan
Aydoğdu, Kalp damar hastalıklarının
önlenmesinde sigaranın bırakılması,
egzersiz yapılması, kolesterolün ve
kan basıncının kontrolünün önemli
olduğunu belirtti.
Yürüme, bisiklet, yüzme
“Günümüzde sağlıklı yaşamın anah74
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
tarı olarak görülen egzersiz, kalp debisini artırır, kalbin oksijen ihtiyacını
azaltır dolayısıyla kalbin daha verimli
çalışmasına yardımcı olur. Egzersiz
sağlıklı yaşam için önemlidir ancak
bilinçsizce yapılan egzersizin kalp
hastalarına faydadan çok zarar verebileceği unutulmamalıdır. Bu nedenle kalp hastalığı olan bireyler nasıl
spor yapmaları konusunda bilgilendirilmelidir. Kalp hastaları için sporla
ilgili öneriler sağlıklı insanlardakine
benzer olmakla beraber hastanın
kardiyovasküler ve genel medikal
durumuna göre modifiye edilmelidir” diyen Prof. Dr. Sinan Aydoğdu
sözlerini şöyle sürdürdü:
“Hastanın kalp fonksiyonları, kalp
hastalığında son dönemde kötüleşme olup olmaması önemlidir. Egzersize yeni başlayacak kalp hastalarında ve kalp hastalığı tanısını yakın
zamanda almış hastalarda (örn. miyokard enfarktüsü sonrası) izometrik egzersiz olarak nitelenen kasların
Egzersiz sırasında ulaşılması hedeflenen kalp hızının kişiye göre belirlenmesi gerektiğini vurgulayan Aydoğdu “220-yaş şeklinde hesaplanan
hedef kalp hızının %40-85’i egzersiz
esnasında ulaşılacak kalp hızı olmalıdır. Özellikle kalp fonksiyonları zayıflamış, yakın zamanda miyokard
enfarktüsü geçiren hastalarda hedef kalp hızının %40’ı ile egzersize
başlanmalı ve aşamalı olarak hedef
kalp hızının %85’i hedeflenmelidir.
Kalp damar hastalarında egzersize
başlarken yaklaşık 10 dk süresince
ısınma peryodu olmalıdır. Hastaların
çok sıcak veya çok soğuk havalarda
spor yapması sakıncalıdır. Bunun nedeni hem aşırı sıcak hem de aşırı soğuğun kalbin iş yükünü artırmasıdır.
Spor için sabah erken saatler dışında
günün herhangi bir saati seçilebilir.
Adrenerjik hormonların salınımı özel-
likle sabah erken saatlerde olmaktadır. Bu nedenle kalp ile ilişkili komplikasyonların arttığı erken saatlerde
spordan kaçınmak uygun olacaktır”
şeklinde konuştu.
“Haftada en az 150 dakika
egzersiz yapılmalı”
Egzersiz süresinin hastanın fiziksel ve
kardiyak durumuna göre değişmekle
beraber başlangıçta günde 10 dk’dan
az olması koşuluyla haftada en az 3
gün olarak planlanması gerektiğini belirten Prof. Dr. Sinan Aydoğdu
“egzersiz süresi tolere edilebildiğince
artırılarak haftada en az 150 dk egzersiz yapılmalıdır. Egzersiz esnasında göğüs ağrısı, bayılır gibi olmak,
çarpıntı, baş dönmesi gibi belirtiler
ciddiye alınmalı, egzersize devam
edilmemeli ve klinik durum doktor
tarafından yeniden değerlendirilerek
spora devam edilip edilmeyeceği kararı verilmelidir” dedi.
“Kalp hastalarının tedavisinde spor en az
medikal tedavi kadar önemli”
Prof. Dr. Aydoğdu “hastaların kullandığı ilaçlar da spor önerilerinde göz
önünde bulundurulmalıdır. Örneğin
Prof. Dr. Sinan Aydoğdu
antikoagülan tedavi alan kalp hastalarının temas gerektiren veya travma riski yüksek yarışmalı sporlardan
kaçınması gereklidir. Antihipertansif
tedavide diüretik kullanan hastaların
spor esnasında sıvı alımlarının iyi olmasına dikkat edilmelidir. Kalp hastalarının tedavisinde sporun en az
medikal tedavi kadar önemli yer tuttuğu unutulmamalıdır. Ancak spor
yapmadan önce hekime danışarak
yarar-zarar oranı değerlendirilmeli ve
ona göre egzersiz planlaması yapılmalıdır” şeklinde konuştu.
diğer kaslara veya hareket etmeyen
bir cisme karşı gerginleştirilmesi
olarak tanımlanan ağırlık kaldırma,
kürek çekme, mekik gibi egzersizlerden uzak durulmalıdır. Kalp damar
hastalarında başlangıçta yürüme,
bisiklete binme, yüzme gibi izotonik
egzersizler uygundur. Bu aktiviteleri
sorun yaşamadan en az 6 ay devam
ettirebilen hastalarda aşamalı olarak
izometrik egzersizler planlanabilir.
Egzersiz esnasında ani kardiyak arrest veya ölüm gelişme riski oldukça düşüktür (kardiyak arrest için
1/112000 hasta, ölüm için 1/784000
hasta). Ancak bu ciddi komplikasyonlar özellikle yüksek kardiyak risk
taşıyan hastalarda görülmektedir. Bu
nedenle stabil olmayan anginapektoris, ciddi aort darlığı, kontrol altına
alınamayan ritim bozukluğu ve dekompanse kalp yetmezliği olan hastaların tedavileri tamamlanana kadar
sportif faaliyetlerden uzak durmaları
önerilmelidir.
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
75
gezelimgörelim
içinde eve dönüş çabasını izleyerek
saatlerce bekledik.
22 Şehirde geçirdiğimiz ikinci gün
aslında Six Flags Eğlence Parkı’na gitmekten ibaret oldu. Six Flags çoğunluğu ABD’de bulunan devasa parklarıyla, özellikle “yetişkinlere” yönelik
eğlence sunuyorlar. Daha önce Los
Angeles’takine gitmiştim, bazı atraksiyonların gerçekten şakası yok. Özellikle Goliath diye bir rollercoaster var
ki, tarihinde birkaç ölüme sebep olmuş, geçici körlük ve sağırlık yaratan
bir canavar. Tabi ki adrenalin meraklısı ben gitmeden edemezdim, peşimden Alexandra’yı da sürükledim.
MEKSİKA’YA VARIŞ
Dr. Bekran SARSILMAZ
20 milyon nüfusuyla dünyanın en
kalabalık şehirlerinden biri olan Mexico City’i nereden gezmeye başlayacaktık? Bir harita alıp otelimizin
bulunduğu bölgeden merkeze doğru yürümeye başlamaya karar verdik.
Şehirde çok iyi bir metro ağı var, tek
yön bilet ücreti sadece 3 peso. Ancak
bir şehri gezmenin en güzel yolu yürümektir. Alameda Central Parkı’nın
ardında şehir merkezi uzanıyor; onlarca saraya, müzeye, kiliseye ve akademik binaya ev sahipliği yapan merkez eski Aztek şehri Tenochtitlan’ın
yerine kurulmuş. Dünyanın en fazla
müzeye sahip şehrindeyiz, büyük
çoğunluğunun girişi de ücretsiz olması takdire şayan. Ara sokaklarda
Meksika’nın ulusal kahramanlarını
tasvir eden harika t-shirt’ler satan
yerler var, ben de bir ara gidip alırım
diye düşündüm ancak bir türlü fırsatım olmadı. Biraz yürüdükten sonra
yakınlarda bir kafeye geçip Meksikalılarla birlikte Avrupa Şampiyonası’nın
yarı final maçını izledik. Burada halkın diğer Latin Amerika ülkeleri gibi
futbol aşığı olduğunu biliyorsunuzdur, hele İspanya’nın oynadığı maçta
tüm şehir öğle saatinde televizyon
başına kilitlenmişti. Maçın ardından
76
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
şehrin İstiklal Caddesi diyebileceğim
Francisco Madero Sokağı’ndan ilerleyerek dünyanın en büyük meydanlarından biri olan Zócalo (Plaza de
la Constitución)’ya vardık. Meydanı
Metropolitan Katedrali, Ulusal Saray,
Belediye binaları ve Templo Mayor
Tapınağı’nın kalıntıları çevreliyor, ortasında ise dev bir Meksika bayrağı
var. Şansımıza meydana varır varmaz
çok şiddetli sağanak yağmur bastırdı,
hemen katedralin içine saklandık, ardından birkaç resim çekip kendimizi
meydanın ortasındaki metro istasyonuna attık. Şehir 2420 metre yükseklikte bulunuyor ve tüm yıl 25-30
derece arası seyreden, kuru ve yağ-
murlu olmak üzere iki mevsimli bir
iklime sahip. Planımız buradan Plaza
Garibaldi’ye geçmekti. Garibaldi’nin
güzelliği Meksika’nın yerel kültürünü
yansıtan yerlerden biri olmasından
geliyor. Gece gündüz günün her saatinde en romantik aşk şarkılarını
dillendiren mariachi’ler, yerel yiyecek ve içecek çeşitlerini satan neşeli
tezgahtarlar ve meydanı çevreleyen
vahşi batı filmlerini aratmayacak
“salon”larıyla meydan her zaman hareketli. Dönüş yolu yorucu oldu, durmayan yağmurdan adeta donumuza
kadar ıslandık ve kendimizi küçük
bir esnaf lokantasına atıp dışarıdaki
insanların taşmış kanalizasyon suları
Gitmek için Ciudad Universitaria
metro istasyonunda inip Six Flags
yazan dolmuşlara binmek gerekiyor. İstasyonun ismine dikkat ettiyseniz burası “Üniversite şehri”, Latin
Amerika’nın en büyük ve tüm Amerika kıtasının en eski üniversitesi olan
Universidad Nacional Autónoma de
México (UNAM) burada yer alıyor.
Tam 324000 öğrenciye sahip bu bilgi
yuvasının ana kampüsü ise UNESCO
dünya mirası listesinde. Six Flags’te
heyecana fazlasıyla doyduktan sonra
aynı durağa dönüp rotamızı, gittiğim her şehirde var mı diye mutlaka
baktığım Hard Rock Cafe’nin burada
olduğunu öğrendikten sonra o adrese, Polanco semtine doğru çevirdik.
Chapultepec Parkı’nın kuzeyinde yer
alan Polanco, şehrin en pahalı ve en
lüks bölgesi. Meksikalılar da gösteriş
konusunda Türklerden geri kalmamışlar belli ki, kulakları sağır edici gürültüleriyle caddeleri turlayan spor
arabalardan ve kısacık tek parça elbiseleri, miktarı bir elin parmaklarıyla
ifade edilen makyajlarıyla spor arabaları turlayan latin kızların oluşturduğu grotesk manzaranın arasında
ilerleyerek kendimizi rock müziğin
yeme-içme kültürüne armağan ettiği
en büyük mirası olan mekana attık.
Gecenin sonu geldiğinde içki menüsünün yarısını sipariş etmiştik bile
Başkentteki son günümüz 40km kadar kuzeyde yer alan Teotihuacan
tapınaklarını görmeye ayrılacaktı.
Efsaneye göre tanrılar insanların yaradılışını burada tasarladığı için “Tanrıların Şehri” diye adı geçen bu antik
Aztek kentine ulaşmak için önce
Terminal Autobuses del Norte yani
kuzey otobüs terminaline ulaşmak
gerekli. Buradan her 20 dakikada bir
otobüsler kalkıyor. Tek yön 38 peso (6
lira) verdiğimiz otobüste onar dakika
aralıklarla binen ve en can yakıcı sesleriyle adeta uykusuz yolculukların
teminatı olan Mariachi’lerin bahşiş
toplama yarışına tanık olduk ve bir
saat kadar sonra kültür mirasının girişine vardık. 57 pesoluk giriş ücreti var,
içeri girdikten sonra saatlerce durmadan yürünse bitmeyecek büyüklükte
bir alanla karşı karşıya kaldık. Alanda
sayısız yer var görecek, Ölüler Bulvarı denilen geniş yürüyüş yolundan
geçildiğinde Ay Tapınağı ve Güneş
Tapınağı’na varıyorsunuz. Özellikle
Güneş Tapınağı’na çıkmanızı tavsiye
ederim, tarihi merdivenleri tek tek
adımlayarak tepeye vardığınızda eski
uygarlığın ihtişamını hayal etmek
o kadar zor olmuyor. Zamanında
toprakları Orta Amerika’nın büyük
çoğunluğunu içine alan bir uygarlığın 150000 nüfuslu baş şehrine ev
sahipliği yapmış, dünyanın o tarihte
bilinen en kalabalık şehirlerinden
biri. Şehrin yapımı milattan önce 200
yılında başlamış, tapınaklar da MÖ
100’lü yıllarda inşa edilmiş. Kazılarda
çıkartılan bir çok eser şu anda Ulusal
Antropoloji Müzesi’nde sergileniyor.
Uygarlıkta hayvanlara derin anlamlar
yüklenmiş, Aztekler atalarının ruhla-
rının bu hayvanlarda saklı olduğuna
inanmışlar. Ay Tapınağı’nın önünde
yer alan Jaguar Sarayı’daki heykeller
ve Quetzalcoatl Tapınağı’ndaki yılan
figürleri bu düşüncenin yansımalarını sunuyor. Bugünkü turistik bölgede
de en çok satan ürünlerden biri bu
hayvanların seslerini çıkaran küçük
üflemeli aletler. Mel Gibson’un yönettiği Apocalypto filmini izleyenler
o dönemin yaşam tarzı hakkında izlenim edinmişlerdir, tanrılara insan
kurban etme gibi geleneklerin hiç de
abartılmadığı, hatta daha vahşi şekilde gerçekleştiği söyleniyor. Aklımda
merdivenlerden aşağı yuvarlanan
insan kafalarını gösteren film sahneleri, el işlerinin ve maya sembollerinin doldurduğu tezgahlardan başını
kaldırmayan kalabalığın arasından
turumuzu tamamladık ve dönüş yolu
için aynı otobüsü kullanarak akşam
saatlerinde başkente ulaştık.
Bu yoğun metropolde yeterince zaman geçirmiştik, artık biraz denizi,
biraz güneşi hakkettiğimizi düşünmekten geri alamıyorduk kendimizi. Dört gün bence Mexico City için
yeterli. Meksika yolculuğumuzun bir
sonraki noktası olan Cancun, Amerikalı öğrencilerin büyük çoğunluğunu
oluşturduğu bir parti şehri. Biraz eğlence zamanı!
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
77
film
BOYHOOD:
TAM BİR DELİ İŞİ
Op. Dr. Gökçen ERDOĞAN
Sinema uzmanlık alanım değil. Teknik bilgim
de fazla sayılmaz. İyileşmeye çabalayan bir
sinema izleyicisiyim. Bunu en çok da gözlem
yapma fırsatı sunduğu için seviyorum. Evet,
kişilerin ve olayların, gerçek kişi ve olaylarla ilgisi olmadığını söylüyorlar ama hepimiz
biliyoruz ki külliyen yalan. Sinema, hayattan
bölümler seçiyor, aileler, ilişkiler, mekânlar ve
yaşamlar…
Size, izlediğim ve sevmekten öte kıskandığım
bir film hakkında yazmak istedim; Boyhood.
Türkçe çevirisiyle ‘Çocukluk’. Önce Oscar’ın
habercisi sayılan Golden Globe’da en iyi film
(drama), en iyi yardımcı kadın oyuncu( Patricia Arquette) ve en iyi yönetmen (Richard
Linklater) ödüllerini aldı. Ardından da madem
habercisi haber verdi deyip Oscar’da yine en
iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü aldı. Beklenenden az ödül alması ve en iyi yönetmenen iyi film ödülünü Birdman’a kaptırması
da epey konuşuldu. Acaba şu an bunlardan
söz ederken özel bir televizyon platformunun reklamında Birdman’i konuşan Bülent
Serttaş&İzzet Yıldızhan ikilisi gibi mi görünüyorum? Selamlar olsun, çok şekerler.
Filmin başkahramanı Mason’ı 5 yaşındayken tanıyor ve 18 yaşına gelene
dek de gelişimine, değişimine tanıklık ediyorsunuz Boyhood’da. Üstelik
trajedik bir hayat, heyecan dolu olaylar, büyük patlamalar da görmüyorsunuz. Herhangi bir ailenin herhangi
bir dönemine tanıklık ediyorsunuz
hepsi bu; ama insan hayatının en
yalın olduğu zamanlarda dahi kendisi için nasıl benzersiz olduğunu da
görüyorsunuz. Film, başka filmlerden
ayrılıyor derler ya hani, bence film
kendisinden dahi ayrılıyor.
Annesi, babası boşanan bir çocuk,
ablasıyla birlikte annenin yanında yaşıyor. Anne, boşanma sonrası üniversiteye dönünce taşınmak durumunda kalıyorlar. Mason’ın yaşadığı ilk
travma bu oluyor çünkü arkadaşlarından, düzeninden, ablasıyla paylaştığı odasından; aslında kendi küçük
dünyasından ayrılıyor. Annesi orada
tanıştığı hocasıyla evlenince işler
Mason için daha da karmaşık hale
geliyor. Yeni adamın da bir kızı ve bir
oğlu var. Otoriter bir baba figürü çizmeye çalışması ise aile içinde bahsi
geçmeyen bir huzursuzluğa dönüşüyor. Mason’ın babasından dahi maruz kalmadığı şeyleri zamanla alkolik
olan bir baba figüründen görmesiyle seyirci yavaş yavaş ana karakterle
empati kurmaya başlıyor; Mason’la
birlikte sinirleniyor, onunla üzülüyor
ve sevinmeye başlıyor. Olivia üçüncü
evliliğini de yapıyor eskiden Irak’ta
askerlik yapmış kendinden genç biriyle. Bir türlü aradığını bulamıyor
ama yalnız da kalamıyor. Ve onun evlilikleri, ev düzenindeki değişiklikler
çocukları, özellikle de Mason’ı derinden etkiliyor.
Herkesin hayatında olabilecek boşanmaların, geçim kaygılarının, ev işi
paylaşımlarının, ergenlik sorunlarının, aile içi ilişkilerin Mason’ın hayatında olmuş bir hali işte. Mason filmi
izlerken sizin de çocuğunuz oluyor,
hele bir de anne babaysanız, kendinizi filmin içinde buluyorsunuz.
Ekibin belli aralıklarla bir araya gelip
filmin sahnelerini çekmeyi sürdürmesi muazzam bir ekip işini işaret
ediyor elbette. Herkes psikolojik
olarak olduğu kadar fiziksel olarak
da değişiyor bu zaman atlamalarda.
Aslında sinema izleyicileri en çok
Mason’ın resmen filmin içinde büyüyüp delikanlı olmasından etkilenmişler, röportajlar ve geri dönüşler bunu
gösteriyor.
Ama ben Olivia’nın çocuklarını etkilediğini içten içe fark etmesinden,
kilo alış verişinden, değişen saç tonu
ve boyundan, olaylara verdiği reaksiyonların kanıksama boyutuna geçişine dek hemen her şeyi etkileyici buldum. Galiba Olivia, bir kadın olarak
beni kaşıdı, duygu geçişleriyle taradı.
Boyhood’u izlemenizi şiddetle öneriyorum. Çünkü her deli yönetmen, ‘bir
film çekeyim, gerçek zamanlı olsun,
şöyle bir 12 yılımı ayırırım’ demiyor.
Bizim Sinan Çetin hariç. Zira onunki
pek maksatlı sayılmaz, daha ziyade
üşengeçliktenmiş gibi duruyor.
Boyhood, bir çocuğun gelişimini, gelişimini etkileyen olay ve kişileri, aile
içi devinimleri ve hayatın hepimiz
için getirebileceği olağan değişimleri
resmen çıplak gözle, gerçekçilik yatağında sunuyor bize. Ben çocuklarım
için arşivledim bile.
Gelelim Boyhood’a neden hayran olduğuma?
Çünkü ben hiçbir işimi ertesi güne dek süründüremeyen, sonlandırmayı erteleyemeyen
bir insanım. Başlayacağım, ilerleteceğim ve
tamamlayıp bitireceğim. Seri biçimde hareket edeceğim, dinlendirmem ya da dinlenmem gereken zamanlarda elbette yapacağım
bunu ama asla uzatmayacağım gereğinden
bir tık fazla. Kendi kitabımı yazarken bile öyle
sabırsızlanmış ve kendimi öyle dürtmüştüm
ki 12 yılda film çekmeyi hafsalam almıyor.
Kısa molalar dışında hiçbir şeye ara veremiyorum. Gel de Richard Linklater’ı takdir etme,
gel de ‘adam yapmış’ deme. Gerçek zamanlı
film çekmek bana kalırsa sabırla birlikte sinema dehası da istiyor. Ve tabi inanmışlık… Tam
bir deli işi.
Richard, bu filmin projesine 2001’de oyuncu
seçimleri ve senaryo ile başlamış. Tamamlayıp ödül aldığında ise takvimler 2014’ü gösteriyordu. İnanması güç ama filmin toplam
süresi 12 yılı aşmışsa da çekim süreleri toplamda 2 haftayı bulmamış.
78
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
79
kitap
Bakıma Muhtaç :
Türkiye’de Alzheimer Hastası Yaşlıların Bakımı
Koç Üniversitesi Yayınları (KÜY), sosyoloji ve gerontoloji kategorilerinde Bakıma Muhtaç: Türkiye’de Alzheimer Hastası Yaşlıların Bakımı adlı kitabı yayımladı. İsmail Tufan’ın kaleme aldığı
kitap, yaşlılıkta bakıma muhtaçlık ve bakım hizmetlerinin son
yıllarda Türkiye’de önemli bir konu olarak kabul edilmeye başladığına dikkat çekiyor. Tufan, Türkiye’deki çeşitli illerde başarıyla
uygulanan projelerinin yanı sıra, yeni önerilerini de bu kitapta
paylaşıyor.
Kitapta, yaşlının bakımını üstlenen aile bireyleri hakkındaki
bilgi boşluğunun neredeyse ürkütücü düzeye ulaştığına dikkat
çekiliyor.
Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü Öğretim Üyesi İsmail
Tufan, yaşlılıkta bakıma muhtaçlık sorununun çözümüne ailenin katılımının sürmesi için onların psişik, sosyal, fiziksel ve
ekonomik sorunlarına getirilecek her akıllı ve anlamlı çözümün
topluma kazanç olarak geri döneceğini araştırma bulgularıyla
aktarıyor.
Düşünün ki yaşlısına bakan aile fertleri grev yaptı ve yaşlıları devlete teslim edip “Al, sen bak!” dedi. Ortaya çıkacak kaosu
tahmin edebiliyor musunuz?
Milyonlarca yaşlıya bakan, karşılığında ücret bile talep etmeyen,
en kapsamlı “bakım kurumu” olan ailenin yaşlısına bakmaktan
vazgeçmesi, sosyal sistemin çökmesi demektir. İsmail Tufan,
yaşlılıkta bakıma muhtaçlık sorununun çözümüne ailenin katılımının sürmesi için onların psişik, sosyal, fiziksel ve ekonomik
sorunlarına getirilecek her akıllı ve anlamlı çözümün topluma kazanç olarak geri döneceğini araştırma bulgularıyla
aktarıyor.
Bakıma muhtaç yaşlıların arasında Alzheimer hastaları en zayıf halkayı oluşturuyor. Ülkemizde onlara sadece aileleri bakıyor ve sorunlarına devletin katkısı olmadığı gibi özel sektörün de çözüm getirmediği görülüyor. Alzheimer
hastası yaşlısına evde bakan bireylerin sorunları hakkında yürüttüğü araştırmasının sonuçlarını aktaran Tufan, bakıma muhtaçlığı bakıcı ve bakılan açısından ele alan ampirik bulgulardan hareket ederek Türkiye’nin ilk gerontolojik
bakım modelini sunuyor. “İlk bakım modeli” yaşlısına bakan bireylerin yükünü hafifletecek çözüm önerileri getiriyor.
Tufan, Türkiye’deki çeşitli illerde başarıyla uygulanan projelerinin yanı sıra, yeni önerilerini de bu kitapta paylaşıyor.
İsmail Tufan’ın sunduğu, “ilk bakım modeli” yaşlısına bakan bireylerin yükünü hafifletecek çözüm önerileri getiriyor.
80
80
Sana Gül Bahçesi
Vadetmedim
Ömrümden
Uzun İdeallerim Var
Yazar: Joanne Greenberg
Çevirmen: Nesrin Kasap
Yayınevi : Metis Yayıncılık
Sayfa Sayısı: 288
Suna Kıraç
Yazar: Kolektif
Yayınevi : Suna ve İnan Kıraç Vakfı
Sayfa Sayısı: 312
Dili: Türkçe
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016
SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016

Benzer belgeler