Darbe Girişimi Püskürtüldü Millet İradesi Kazandı
Transkript
Darbe Girişimi Püskürtüldü Millet İradesi Kazandı
Gelişim Yolunda Bir Adım Daha İleri Anne sütü bebeğiniz için en iyisidir. Anne sütü ile beslenmenin mümkün olmadığı durumlarda doktorunuza danışınız. Pronutra, Avrupa patentli bir bileşendir. *Nielsen Türkiye 2012-2014 devam sütü pazar payı araştırma sonuçlarına göre. Avrupa Patentli Pronutra YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Bülent AKARCALI Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı / Eski Turizm Bakanı Prof. Dr. Bülent ZÜLFİKAR İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı Prof. Dr. Cevdet ERDÖL Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin KELEŞTEMUR Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB) Başkanı Doç. Dr. Haluk ÖZSARI Sağlık Bakanlığı SPK Üyesi Acıbadem Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Haydar SUR Biruni Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Sağlık Bilimleri Fakültesi Prof. Dr. İskender PALA Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi / Başbakan Başdanışmanı Prof. Dr. Metin DOĞAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN Medeniyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mücahit ÖZTÜRK Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR Adana Milletvekili Osman GÜZELGÖZ Sağlık Bakanlığı Daire Başkanı Öznur ÇALIK Malatya Milletvekili / AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Sabahattin AYDIN Medipol Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı EDİTÖRDEN Darbe Girişimi Püskürtüldü Millet İradesi Kazandı Ülkemiz büyük bir badire atlattı ve adeta uçurumun eşiğinden döndü. TSK içerisinde yapılanmış terörist hücrelerin 15 Temmuz gecesi Milletimizin bugününe, yarınına ve geleceğine kast etmek maksadı ile başlattıkları kanlı darbe girişimi yine bizzat Milletimiz tarafından püskürtüldü ve bertaraf edildi. Çoğunluğu sivil vatandaşlarımızdan olan 240 şehidimiz ve yüzlerce gazimiz (yaralımız) var. Ülke ve Millet olarak hem acımız, hem öfkemiz büyük aslında. Ama aynı zamanda bütün milletlere örnek olacak bir duruşumuz da var artık. Aslında Millet istemedikçe bu ülkede hiç kimsenin hain emellerini asla gerçekleştiremeyecek olmasının anlaşılması tarihe geçecek önemli bir hakikat şimdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: 10 Bedelini Ağır Ödeyecekler Biz de Sağlık ve İnsan Dergisi olarak 15 Temmuz gecesi ve sonrasında bütün olup bitenleri bu sayımızın Kapak Dosyası şeklinde derledik. Tüm ayrıntılarıyla dikkatinize sunuyoruz. Ayrıca Sağlık Bakanımız Prof. Dr. Recep Akdağ’ın darbe girişimi ve sonrası ile ilgili röportajlarından önemli başlıkları da bu dosyamıza ekledik. Bu hain ve kanlı darbe girişimine kalkışanları, onların arkasındakileri, sebep olanları, emir verenleri, uygulayanları, insanımızın üzerine bomba ve kurşun yağdıranları nefretle lanetliyoruz. 15 Temmuz gecesinin şehitlerini şükranla yad ediyor, gazilerimize acil şifalar diliyor ve dik duruşuyla bu hain teşebbüsü bertaraf eden milletimize teşekkür ediyoruz. /saglikinsandrg Yıl: 5 Sayı: 56 • AĞUSTOS 2016 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR. EsasMedya Ltd. Şti. adına Milli İrade Kazandı Başbakanımızın ilk açıklaması ve dik duruşu, arkasından Cumhurbaşkanımızın bir TV kanalına bağlanarak yaşadığını, halkının arasında olmak üzere İstanbul’a hareket ettiğini söylemesi, Milletimizi iradelerine ve demokrasiye sahip çıkmak üzere meydanlara çağırması, millet iradesinin tecelligahı olan TBMM’nin, bütün Milletvekillerinin, Bakanların, Emniyet Teşkilatımızın, TSK’nın darbe girişimini kabul etmeyen ve bu girişime direnen unsurlarının, en önemlisi de bu Aziz Milletin o gece ve sonrasında ortaya koyduğu asil duruş 15 Temmuz’dan geriye kalan en önemli tablolar oldu. Sevgi ve saygılarımızla… AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ 04 11 Başbakan Binali Yıldırım: 15 Temmuz Artık Demokrasimizin Bayramı Olmuştur Sağlık Bakanı Recep Akdağ: Bunlar Kanserli 14 Hücreler Gibi Her Yere Sinsice Yayılmışlar Ayşe Aydın /saglikveinsandergisi Antibiyotik Direnci: 38 “Antibiyotik Çağı”Nın Sonu Mu? www.saglikveinsandergisi.com www.saglikveinsandergisi.com [email protected] Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörleri: Esra ÖZ, Ensar ÜSTÜN Hukuk Danışmanı: Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ahmet ACAR Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: Şen Matbaa Özveren Sok. 25/B Demirtepe/ANKARA Tel : 0312 229 64 54 Basım Tarihi: Ağustos 2016, ANKARA Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir. 24 Sahte İlaçla Mücadeke 50 Anne Karnında Bebek Ne Duyar, Ne Hisseder, Ne Yapar? kapakkonusu KANLI DARBE GİRİŞİMİNİ PÜSKÜRTEN 16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:26 16 TEMMUZ CUMARTESİ 02:00 MİLLİ İRADE KAZANDI Bu açıklamaların ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan bir televizyon kanalının canlı yayınına bağlanarak, askeri kalkışmaya tepki gösterdi ve halkı meydanlara davet etti. Erdoğan, “Milli iradeye yönelik bu ayaklanma hareketine karşı tabii ki hukuk, yasalarımız, anayasamız neyi gerektiriyorsa bunun bir defa cevabını bu yapı ister Silahlı Kuvvetler içinde olsun, bir grup azınlık da olsa ister başka kurumlarımızın içerisinde olsun, gereken cevabı alacaklardır.” dedi. Darbe girişiminde bulunan askerler gözaltına alınmaya başlandı. DAKİKA DAKİKA FETÖ'NÜN DARBE GİRİŞİMİ Genelkurmay Başkanlığı Karargahı’nda, 15 Temmuz’da TSK içerisindeki bir grup subay tarafından başlatılan darbe girişimi, tüm yurtta yaklaşık 22 saatte kontrol altına alındı. 15 Temmuz Cuma günü saat 22:00’de başlayan darbe girişimi, 16 Temmuz Cumartesi günü saat 20:02’de bertaraf edildi. 15 TEMMUZ CUMA 23:30 AA çalışmalarından derlediğimiz darbe girişimi ve ardından yaşanan gelişmeler şöyle: 16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:00 15 TEMMUZ CUMA 22:00 Genelkurmay’da silah sesleri duyuldu ve bir helikopterden dışarıda bulunanların üzerine ateş açıldı. Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı Karargahı ve TRT Genel Müdürlüğü bir grup askerce ele geçirildi. Aynı saatlerde İstanbul’da Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet Köprüleri bir grup asker tarafından geçişe kapatıldı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın, darbe girişiminde bulunan bir grup asker tarafından rehin alındığı bildirildi. Güvenlik kaynaklarınca, “Askeri kalkışma, ordu içerisindeki Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) mensubu bir grup subay tarafından yapılmaya çalışılmaktadır.” açıklaması yapıldı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 02:42 16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:09 16 TEMMUZ CUMARTESİ 02:55 Ankara Yenimahalle’de bulunan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) kampüsüne askeri helikopterlerce ateş açılması üzerine MİT’in çevre güvenliğini sağlayan unsurlarca saldırıya silahla karşılık verildi. TBMM’ye atılan bomba nedeniyle bazı polis memurlarıyla Meclis görevlileri yaralandı, kulis camları kırıldı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:35 Darbe girişimiyle ilgili ilk soruşturma İstanbul’da başlatıldı. Küçükçekmece Başsavcısı Ali Doğan, darbe girişimini yapan askerlerle ilgili soruşturma başlatıldığını ve askerlerin görüldükleri yerde tutuklanacaklarını bildirdi. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:13 TRT’yi işgal eden kalkışmacı askerler korsan darbe bildirisi okuttu. Cumhurbaşkanlığı kaynaklarınca açıklamanın TSK tarafından yapılmadığına dikkat çekilerek “Korsan bildiridir. Gerekli özenin gösterilmesini rica ederiz” denildi. Korsan bildirinin TRT’de okutulmasından bir süre sonra TÜRKSAT TRT’nin yayınını kesti. 15 TEMMUZ CUMA 23:05 15 TEMMUZ CUMA 23:24 Ankara’nın Gölbaşı ilçesindeki Polis Özel Harekat Eğitim Merkezinde bir patlama meydana geldi. Saldırganlar, TRT yayınlarını kesen TÜRKSAT’ın Gölbaşı’ndaki tesislerine askeri helikopterlerle saldırdı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 01:01 16 TEMMUZ CUMARTESİ 01:39 16 TEMMUZ CUMARTESİ 03:00 TBMM Genel Kurulu Salonu açıldı. TBMM Başkanı İsmail Kahraman ve milletvekilleri Genel Kurul Salonu’nda yerini aldı. TRT yeniden normal yayınına döndü. TRT Genel Müdürlüğü binasını ele geçirmeye çalışan darbeci askerler gözaltına alındı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 03:10 16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:13 Diyanet İşleri Başkanlığının talimatı üzerine 81 ilde okunan birlik selaları ile Türkiye genelinde vatandaşlar sokağa çıkarak darbe girişiminde bulunanlara tepki göstermeye başladı. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 16 TEMMUZ CUMARTESİ 00:57 Ankara Emniyet Müdürlüğü savaş uçağı ve helikopterlerin saldırısına uğradı. Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, “Bu, TSK içinde bir cuntanın kalkışma girişimidir.” dedi. Başbakan Binali Yıldırım, bir televizyon kanalının canlı yayınına bağlanarak yaptığı açıklamada, bir kalkışma girişiminin olduğunu belirterek, Bu girişime izinverilmeyecektir. Bunu yapanlar en ağır bedeli ödeyeceklerdir. Askerin içerisindebir grubun kalkışması söz konusu dedi. 4 Yeniden televizyon yayınına bağlanan Başbakan Binali Yıldırım, “Havadaki jetlerle kurumlarımıza mermi, bomba yağdıranlar adeta bu terör örgütünün elemanı gibidir, devamı gibidir. Asla ve asla böyle bir iş, şanlı Silahlı Kuvvetler bayrağı altında görev yapan hiçbir subayımıza, hiçbir askerimize yakıştırılacak bir iş değildir.” dedi. Başbakan Yıldırım, Ankara semalarında, MİT, Meclis, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık gibi kritik bölgeler üzerinde uçuş yapan her türlü askeri helikopter ve uçağın füzeyle indirileceğini açıkladı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 03:15 Genelkurmay Başkanlığı’ndan yeniden çatışma sesleri gelmeye başladı. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 5 16 TEMMUZ CUMARTESİ 03:20 16 TEMMUZ CUMARTESİ 06:00 16 TEMMUZ CUMARTESİ 07:50 16 TEMMUZ CUMARTESİ 10:34 Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’a geldi. Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığınca, darbe girişimiyle ilgili soruşturma başlatıldığı, Gölbaşı’ndaki Özel Harekat Merkezi’nde 42 kişinin hayatını kaybettiği, bölgede olayların kontrol altına alındığı bildirildi. FETÖ üyesi 29 albay ve 5 general, İçişleri Bakanı Efkan Ala tarafından görevden uzaklaştırıldı. Genelkurmay Başkanlığı içinde darbeye katılmadığı için elleri bağlı olarak odalar içinde kilitli tutulan subay ve astsubaylar, sabah saatlerinde tahliye edildi. Aralarında tankçı subay ve astsubayların da bulunduğu bir grup rütbeli asker ve erbaş da teslim oldu. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 06:30 Güvenlik çemberine alınan Çankaya Köşkü ve Başbakanlık Resmi Konutu’na çıkan tüm yollar kapatıldı. Darbe girişiminde bulunan FETÖ mensuplarınca kullanılan ve TÜRKSAT’ı bombalayan askeri helikopter Gölbaşı’nda düşürüldü. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 08:32 Ankara Akıncı 4. Ana Jet Üs Komutanlığına operasyon düzenlenerek Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar kurtarıldı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 10:37 Başbakan Yıldırım, “Genelkurmay Başkanımız Hulusi Akar, sağ salim kurtarıldı ve şu anda Çankaya’da kriz merkezinde görevinin başındadır.” açıklamasında bulundu. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 10:41 16 TEMMUZ CUMARTESİ 06:40 Akıncı’daki 4. Ana Jet Üs Komutanlığı’nda üslenen FETÖ mensupları, darbe girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine üssü terk etmeye başladı. Darbe girişiminde İstanbul Boğaziçi Köprüsü’nü kontrol eden askerler teslim oldu. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 10:59 16 TEMMUZ CUMARTESİ 09:10 16 TEMMUZ CUMARTESİ 04:00 Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), silahlı terör örgütü FETÖ üyesi hakim ve savcılar hakkında en ağır tedbiri almak üzere toplandı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, darbe girişiminde bulunan terör örgütü FETÖ/PDY irtibatlı yargı görevlileri ve sözde “Yurtta Sulh Komitesi” mensubu general, amiral, subay, astsubay, er ve erbaşlar hakkında gözaltı kararı verdi. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 09:46 16 TEMMUZ CUMARTESİ 04:42 16 TEMMUZ CUMARTESİ 06:52 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Marmaris’te konakladığı ve gece yarısı ayrıldığı otele helikopterlerden ateş açıldı. Helikopterlerden inen yüzleri maskeli ve ağır silahlar taşıyan askerler oteli abluka altına aldı. Çıkan çatışmada 5 polis yaralandı. Başbakan Yıldırım, Genelkurmay Başkanlığı’na vekaleten 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar’ın atandığını bildirdi. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 07:00 Cumhurbaşkanlığı Külliyesi yakınındaki Jandarma Genel Komutanlığı’nın bulunduğu kavşağa askeri uçaktan bomba atıldı. İçişleri Bakanı Efkan Ala, Sahil Güvenlik Komutanı Tümamiral Hakan Üstem’i görevden aldı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 11:27 Genelkurmay Başkanlığı Karargahı’nda bulunan FETÖ terör örgütü mensubu askerler, teslim olmak için müzakere talebinde bulundu. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Akın Öztürk ile Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı (EDOK) Muhabere ve Destek Eğitim Komutanı Korgeneral Metin İyidil hakkında, vatana ihanet suçundan işlem başlatıldı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 09:58 Türkiye genelindeki tüm hakim ve savcılardan izinli olanların, izinlerini keserek derhal görevlerine başlamalarına ve adli tatilin iptaline karar verildi. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 12:56 Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosunda görevli 3 Cumhuriyet savcısı, sanıkları teslim almak için Genelkurmay Başkanlığı nizamiyesine geldi. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 12:57 16 TEMMUZ CUMARTESİ 05:20 Başbakan Yıldırım, resmi twitter hesabından darbe girişimi içerisinde yer alan bir generalin öldürüldüğü bilgisinin geldiğini ve aralarında albayların da bulunduğu 130 askerin gözaltına alındığını bildirdi. 6 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 16 TEMMUZ CUMARTESİ 07:10 İçişleri Bakanlığı’ndan edinilen bilgiye göre, FETÖ mensubu 336 kişi gözaltına alındı. Başbakan Yıldırım, Çankaya Köşkü’ne geldi, kameraların karşısına geçti ve açıklamalarda bulundu. Yıldırım, “Bu kalkışma bastırılmıştır, toplam 161 şehidimiz, şu ana kadar bin 440 yaralımız vardır. Bu aşağılık kalkışmaya, bu olaya karışan şu ana kadar 2 bin 839 çeşitli rütbede subay, asker gözaltına alınmıştır. Üst düzey rütbeliler de mevcuttur.” dedi. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 7 16 TEMMUZ CUMARTESİ 14:37 16 TEMMUZ CUMARTESİ 18:46 HSYK Genel Kurulu, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın gözaltı kararı doğrultusunda 5 HSYK üyesinin üyeliğinin düşürülmesine karar verdi. HSYK 2. Dairesi, 541’i ilk derece idari yargıda, 2 bin 204’ü ilk derece adli yargıda olmak üzere toplam 2 bin 745 hakimi açığa aldı. Örgüt mensuplarınca darbe girişiminde kullanılan Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün bahçesindeki tanklar, askeri tırlarla kışlaya çekildi. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 15:26 FETÖ’nün darbe girişimiyle ilgili haklarında yakalama kararı bulunan 10 Danıştay üyesi gözaltına alındı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 20:02 FETÖ’nün darbe girişiminin ardından yürütülen soruşturma kapsamında, evinde arama yapılan Anayasa Mahkemesi Üyesi Alparslan Altan gözaltına alındı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 21:09 16 TEMMUZ CUMARTESİ 16:08 Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca, terör örgütü üyeliği suçundan 140 Yargıtay, 48 Danıştay üyesi hakkında gözaltı kararı alındı. Bu isimlerden 11 Yargıtay ve 4 HSYK üyesi gözaltına alındı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 17:00 Başbakan Binali Yıldırım olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu’nda milletvekillerine hitap etti. Yıldırım, konuşmasına İstiklal Marşı’ndan dizeleri okuyarak başladı. FETÖ’nün darbe girişimi ardından yürütülen soruşturma kapsamında evinde arama yapılan Anayasa Mahkemesi üyesi Erdal Tercan, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı (KOM) ekiplerince gözaltına alındı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 21:19 HSYK 2. Dairesince açığa alınan adli yargıdaki hakim ve savcıların isimleri açıklandı. 16 TEMMUZ CUMARTESİ 21:57 FETÖ’nün darbe girişimine ilişkin soruşturma başlatan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, tüm ağır ceza Cumhuriyet başsavcılıklarına yazı göndererek, “aynı örgüte üye oldukları değerlendirilen” idari ve adli yargıda görev yapan toplam 2 bin 745 hakim ve savcının gözaltına alınmasını ve haklarında soruşturma yürütülmesini istedi. 8 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 9 kapakkonusu kapakkonusu Başbakan Binali Yıldırım: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: BEDELİNİ AĞIR ÖDEYECEKLER Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz gecesi CNN Türk ekranlarına bağlanarak yapmış olduğu Facetime görüşmesi vatandaşlar tarafından büyük ilgi gördü. Bu konuşma adeta darbe girişiminin kırılma anı oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, CNN Türk yayınına bağlanarak darbe girişimi hakkında yaşananları değerlendirdi. "Bu konuda Cumhurbaşkanı olarak, Başbakanımız ve hükümetimiz olarak bizler atılması gereken adımları dik durmak suretiyle atacağız. Meydanı onlara bırakamayız. Şu anda yapmış oldukları işgali de kısa zamanda ortadan kaldıraca- ğımıza inanıyorum. Kararlı şeklide bu işin üzerine gideceğimiz özellikle bildirmek istiyorum. Bu kararlılığımızı kimsenin test etmeye gücü yetmeyecektir” ifadelerini kullandı. Vatandaşlara meydanlara çıkma çağrısında da bulunan Erdoğan “Milletimizi illerimizin meydanlarına, havalimanlarına davet ediyorum. Milletçe havalimanında toplanalım, bunları o azınlık grubu tankları ile topları ile gelsinler ne yapacaklarsa yapsınlar. Halkın gücü üzerinde bir güç tanımadık şu ana kadar” dedi. TSK’da emir komuta zincirinin çalışmadığını vurgulayan Erdoğan, “Şu anda emir komuta zinciri askıya alınmıştır. Emir komuta zinciri içinde altın üste yönelik adımları söz konusudur. Bu ülkede cumhurbaşkanı olarak ben başkomutanım, aynı zamanda Başkomutan olarak benim haberimin olmadığı böyle bir adımı atanlara yargı cevabı verecektir” diye konuştu. Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın rehin alındığı yönündeki iddiaları da yanıtlayarak, “Bu tür haberleri ben de duydum, şu anda ne denli sağlıklı bilemiyoruz. Bu tür olaylar olduğunda hava iyice bulanık olur, şu anda da böyle bir hava söz konusudur. Bu havayı bulanık hale getirenler beledini ödeyecektir” şeklinde konuştu. Erdoğan konuşmasının sonunda, “Bu darbecilerin başarılı olacağına inanmıyorum, tarih boyunca başarılı olamamıştır. Er veya geç onlar yok olmuşlardır” ifadelerini kullandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bu milletin imkanları ile ortaya konmuş tankı topu uçağı helikopteri kullanarak milletin üzerine gelmenin bedelini ağır ödeyeceklerdir” dedi. 10 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 15 TEMMUZ ARTIK DEMOKRASİMİZİN BAYRAMI OLMUŞTUR Başbakan Binali Yıldırım Çankaya Köşkü’nde Orgeneral Hulusi Akar ve Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ile birlikte basın açıklaması yaptı. Başbakan Binali Yıldırım, “15 Temmuz artık demokrasimizin bayramı olmuştur. Bu darbe girişiminde hayatını kaybeden güvenlik güçlerimiz, polisimiz, sivil vatandaşlarımızı şükranla anıyoruz. Yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Büyük bir belayı kahramanca defettik. Bu Silahlı Kuvvetler içerisindeki paralel terör yapılanmasının bir kalkışmasıdır. Bu vesileyle vatanını, milletini, bayrağını seven ve bu alçakça girişime asla prim vermeyen değerli komutanlarımızı, subaylarımızı tebrik ediyorum” dedi. “Paralel çete mensupları Türk adaletinin elinde” Binali Yıldırım, siyasi partilere ve taraftarlarına da teşekkür ederek sözlerini şöyle dürdürdü: “Bu yaşadığımız olay birşeyi ortaya koydu: Türk milletinin demokrasi konusunda ne kadar engin bir tecrübeye sahip olduğunu bir kez daha bütün dünya gördü. Köprüyü kesen, binalara girmeye çalışan, tankların önüne yatan aziz vatandaşlarımızı, canını bu millet için veren aziz şehitlerimzi klimse unutmayacak. Bu durumda bizi arayan dost ülkelere de teşekkür ediyoruz. Bu paralel çete mensupları artık yüce Türk adaletinin elindedir. Müstehak oldukları her türlü cezanın karşılığını göreceklerdir. Milletimiz bu olayda çok büyük basiret göstermiştir. Türkiye’nin milli iradenin kesintiye uğramasının önüne geçmiştir. Hiç kimse bu milletin iradesiyle oyun oynayamaz. “ hayatını sürdürürken, bir yandan da ülkemizi ve milletimizi dünya ülkeleri arasında itibarsızlaştırmaya çalışan bu güruhlara karşı her türlü işlem gecikmeden, misliyle yapılacaktır. Biz yolumuza aynı kararlılıkla devam edeceğiz. Bütün milletimize geçmiş olsun diyor, demokrasi bayramımız 15 Temmuz, ülkemize, milletimize hayırlı olsun diyorum.” diye konuştu. “PKK’dan daha aşağılık” “Komutanlarımızla ilgili endişe edilecek durum yok” Vatandaşların normal hayatlarına dönmeye başladığını belirten Yıldırım ayrıca “Vatandaşlarımızın bugün normal hayata dönmüş olması erdeminin bir göstergesidir. Devletin silahıyla, parasıyla, tankıyla, bombasıyla, uçağıyla, helikopteriyle bu ülkenin vatandaşlarının üzerine ateş açanlar PKK teröründen daha da aşağılık bir terör örgütüdür” ifadelerini kullandı. Yıldırım konuşmasında “basının ve sosyal medya kurumlarının da sağduyulu davrandığını” belirterek teşekkür etti. İşin birinci safhasının sona erdiğini söyleyen Yıldırım, “Bundan sonraki yapılacak çalışmalarda, bir yandan vatandaşlarımız normal Tutuklamaların devam ettiğini ve işlenen suçun karşılığının hukuk sisteminde açık şekilde belirtildiğini söyleyen Başbakan, darbe girişiminde bulunanlara yönelik idam cezası olasılığı konusunda, “Bilindiği gibi idam cezası Türk anayasasından, Türk hukuk sisteminden çıkarılmıştır. Bugün yüce Meclisimiz toplanacak ve burada ülkenin bu ve buna benzer çılgınlıklarla karşı karşıya kalmaması için ilave ne gibi tedbirler alınacaksa, hukuki düzenlemeler yapılacaksa bunları da diğer partilerimizle, parti liderleriyle değerlendireceğiz, üzerinde çalışacağız” değerlendirmesinde bulundu. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 11 kapakkonusu 15 TEMMUZ GECESİNİN KAHRAMANLIK TABLOLARI Darbe Girişiminin Seyrini Değiştiren Kahraman Astsubay Ömer Halisdemir Özel Kuvvetler Komutanlığı, darbeci askerler tarafından ele geçirilmişti. Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı, Astsubay Ömer Halisdemir'i arayarak 'Semih Terzi'yi öldür' emrini verdi. Boğaziçi Köprüsü’nde darbe teşebbüsünde bulunan hainler Erol Olçok ve Oğlunu Şehit Etti 15 Temmuz gecesi, FETÖ’cü cuntanın en çok kan akıttığı yerdi İstanbul Boğaziçi Köprüsü. Darbeye karşı tankların önüne dikilenler arasında olan reklamcı Erol Olçok ve 16 yaşındaki oğlu Abdullah Tayyib de kurşunların hedefi olmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın çalışma arkadaşlarından olan Olçok’ın, oğlunu daha güvenli bir yere almak isterken vurulduğu, 16 yaşındaki Abdullah’ın da, düşen babasına hamle yaptığı sırada zırh delici mermi ile öldürüldüğü ortaya çıktı. Halisdemir, bu konuşmanın ardından tabancasını alıp dışarıya çıktı ve ağaçlık alanda saklandı. Halisdemir, darbeci Tuğgeneral Semih Terzi helikopterden indiği sırada onların arasına girdi ve tereddüt etmeden iki el ateş ederek Semih Terzi'yi öldürdü. Semih Terzi vurduktan sorna elinde ağır makineli tüfek olan bir binbaşı Halisdemir’in kaçtığı yöne ateş etti. Ve Halisdemir şehit oldu. Kepçeyle Tanklara Yol Vermedi İstanbul’da askeri darbe girişiminde sokaklara inen tankın önüne siper olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde kepçe operatörü olarak görev yapan Yalçın Aran (36) askerler tarafından şehit edildi. İstanbul’da tanklarla ilerlerken İstanbul Büyükşehir belediyesinde görevli olan Yalçın Aran, milli iradeye sahip çıkma amacı ile kepçesiyle sokağa çıktı. Kepçesiyle tankın önüne siper olan Aran darbeye teşebbüs eden askerlerin uzun namlulu silahlarla ateş edilmesiyle şehit edildi. Binbaşı Barış Dedebağı’ndan Darbecilere Ders Onlar darbe gecesinin simge kadın kahramanları Darbe girişimine karşı sokağa çıkarak, kamyondaki görüntüleriyle simgeleşen ve bu hareketleriyle Başbakan Binali Yıldırım’ı da duygulandıran kadınlar, vatan, memleket ve çocuklarının geleceği için yollara düştüklerini söyledi. Bunlar milyonlarca kadın ve erkeğin sadece iki tanesi. Daha binlerce isimsiz kahramanlar var... 12 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 Darbe girişimi sırasında aldığı sorumlulukla kritik bir rol oynayan Binbaşı Barış Dedebağı hain darbecilerin birliklerindeki 200 tankı Ankara’da sokaklara çıkarılmasına izin vermedi. Kahraman Binbaşı silahını teslim etmesini isteyen darbecilerle çatışmaya girdi. Ankara Etimesgut’taki zırhlı birlikler okuluna sızıp 200 tankı çıkarmaya çalışan FETÖ mensubu hainleri gözaltına alan kahraman Binbaşı Barış Dedebağı istifa ettiğini açıkladı. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 13 kapakkonusu miştik. Rekor kırıyorduk. 100 bin kişi. Ve Erzurum’da en ufak bir kıpırdama olamadı. 4 kişi hemen derdest edildi. Bunların sözde sıkıyönetim komutanı falan ilan ettiği bir albay, bir yarbay, yanlarında iki binbaşı derdest edildi. O gün herkes ölümüne o meydana gelmişti. Bu Erzurum’du ama hemen hemen bütün şehirlerimizde aynı tabloyu yaşadık. … Millet İradesi ile bertaraf edilen kanlı darbe girişimi ve sonrasını değerlendiren Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep AKDAĞ: BUNLAR KANSERLİ HÜCRELER GİBİ HER YERE SİNSİCE YAYILMIŞLAR En kanlı, en acımasız “darbe girişimi” olarak tarihe geçen 15 Temmuz Kalkışması Millet İradesine çarparak püskürtüldü. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kararlı duruşu ve Milleti meydanlara davet etmesi ile şekil değiştiren darbe teşebbüsü başarısız ama kanlı bir girişim olarak tarihe geçti. Onlarca masum insanımızın şehit edilmesi, yüzlercesinin yaralanarak gazi olması, masum sivillere hedef gözetilerek ve öldürmek kastı ile ateş edilmesi, TBMM’ye bombalı saldırı, Cumhurbaşkanına suikast 14 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 girişimi gibi alçakça yönleri ile belki de yüzyıllar boyu unutulmayacak bu darbe teşebbüsü Aziz Milletimizin demokrasiye ve kendi iradesine canı pahasına sahip çıkması ile püskürtüldü ve bertaraf edildi. Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ, 15 Temmuz Kanlı Darbe Girişimi sonrası katıldığı çeşitli programlarda o geceyi, sonrasını, darbecilerle başlatılan ve sürdürülen mücadeleyi ve gelinen süreci aktardı. Biz de Sağlık ve İnsan Dergisi olarak Sayın Bakanın bu değerlendirmelerinin bir özetini sizlere sunmanın doğru olacağını düşündük. İşte konu başlıkları ile Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep AKDAĞ’ın değerlendirmeleri: 15 Temmuz Gecesi Erzurum ve Türkiye Siz o gece Erzurum’u görecektiniz. Ben Erzurum’daydım ve daha gece yarısı olmadan bu darbe hadisesini millet yeni anlamaya başlamışken 2 saatin içerisinde biz Erzurum’da 100 bin kişi ile birlikte sesimizi yükselt- Erzurum’da gece yarısı olmadan 100 bine yakın Erzurumlu bizim bulunduğumuz Emniyet Müdürlüğü binasının önündeki caddeyi boydan boya kesişen caddeleri de doldurmak sureti ile inanılmaz bir şekilde doldurmuşlardı. O kadar insan önceden bir organizasyon olmadan, bir miting organizasyonu olmadan 400 bin nüfuslu bir şehirde bir meydana nasıl toplanır? Gerçekten inanılmaz bir işti. Görmeye değerdi. Biz 4 saat onlarla beraber kaldık. 4 saat boyunca oradaki heyecan ve oradaki savunma azmi bir dakika bile azalmadı. Bir dakika bile oradaki ateş düşmedi. Gerçekten inanılmaz bir işti. Bütün Türkiye’de önce Başbakanımızın sonra Cumhurbaşkanımızın vatandaşımızı vatanı savunmaya davet etmesi ile birlikte başlayan bu ateş bütün yurdu sardı. Tabi ki Erzurum’da olduğu gibi başka yerlerde de böyleydi. Bizim o gün bulunduğumuz şartlar altındaki şansımız şu oldu. Hiç kimse kıpırdayamadı. Jandarma Alay Komutanı çok cesurca bir iş yaptı. Gitti Jandarma Bölge Komutanlığı da var Erzurum’da. Oradaki sözde sıkıyönetim komutanını ve yanındaki 3 kişiyle beraber tutukladı ve biz valimiz, milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız, istihbarattaki arkadaşlarımız, alay komutanımız hep birlikte o gün sabaha kadar vatandaşlarımızla birlikteydik. Müthiş bir inanç vardı. Ülkede öyle bir inanç, ruh oluşmuştu ki politikacısından basınına, basınından polisine, askerine kadar - o çetecileri ayrı tutuyorum-. Bütün millet topyekûn size izin vermeyeceğiz dedi. Ve izin de vermedi. Bütün dünyaya inanılmaz bir örnek teşkil etti bu. Beni o gece sabaha yakın Suudi Arabistan Sağlık Bakanı aradı. Genç yeni bir bakanları var. 1 ay kadar önce birlikte çalışmıştık Suudi Arabistan’da. Sudan Sağlık Bakanı aradı. İkisi de ağız birliği etmişçesine şunu söylediler: Gece sabaha kadar gözümüze uyku girmedi. Siz gerçekten yeniden orada otoriteyi elinize alıyor musunuz, alabiliyor musunuz? Biz size sabaha kadar dua ettik. Bütün halkımız size dua ettiler. Biz zannetmeyelim ki Türk halkı olarak o gün sokaklardaydık, uykusuz bir gece geçirdik. Büyüklerimiz, ninelerimiz, dedelerimiz dualı elleri ile sabaha kadar dua ettiler, dualı ağızları ile bütün dost ülkeler, Müslüman ülkeler, dost diyebileceğimiz herkes bizimle beraberdi. Darbenin İlk ve En Önemli Hedefi Cumhurbaşkanımızın Dirayeti ve Gücü Milletinden Geliyor Darbelerin karakteri bu. Milletin önderliğini, liderliğini yapan kişiyi tutabilirlerse ona zarar verirlerse Allah korusun muvaffak olma imkânları çıkar. Orada da Cumhurbaşkanımızın hem ülkenin Cumhurbaşkanı hem de Başkomutanı olarak dirayetine bir kere daha şahit olduk. Çok kere şahit olmuştuk aslında. Bu Cumhurbaşkanımızın en karakteristik özelliği. Süratle karar verdi. Emniyetli güvenli bir yere geçmek ki genelde refleks böyledir. Koruma refleksi böyle çalışır. Orada vermesi gereken kararı çok hızlı bir biçimde verdi ve İstanbul’a geldi. Ciddi tehlikeler altında. Bir taraftan havada F 16’lar uçarken öbür taraftan o geldi ve milleti ile konuştu. Aynı şeyi Başbakanımız kara yolu ile yaptı. Hava yolu ile gelemeyeceği için kara yolu ile Ankara’ya geldi. Yolda daha gelmeden vatandaş uyarıldı. Bu zalimlerin hevesi kursaklarında kaldı. Allah cezalarını verdi. Öyle diyelim... Bunu biz 15 Temmuz gecesi, 16 Temmuz sabahı şöyle anladık: Recep Tayyip Erdoğan’ın gücü milletinden geliyor. İnançlı bir insan. Milletin inançlarını, değerlerini özümsemiş ve onu paylaşan bir insan ve dolayısı ile Türk milleti onun yanında, milleti onun yanında. Bu olmasaydı Allah korusun her şey biterdi. Bu hain çete tatil yaptığı yere kadar onu takip ediyor. Orayı basıyor. Havaalanına indiği yerde tertibatları var. Yanındaki en yakınındaki bazı kişilere kadar. Dolayısı ile şunu elbette görmüş oldular. Biz de bir kere daha yaşamış olduk. Bu millet Lideri Cumhurbaşkanı ile birlikte bir iman abidesi olarak, bir inanç abidesi olarak vatanını, bayrağını, muhafaza eden, milletin bütünlüğünü muhafaza eden bir inanç abidesi olarak dimdik ayakta. Peki Kim Bu Darbeciler? Kendi hayat biçimini 1-2 sene değil, birkaç gün değil. 10 yıllar boyunca değiştirebilen ve kripto biçimde hangi kurumun içerisindeyse, bu silahlı kuvvetlerse silahlı kuvvetler, polis ise polis. Kendisini orada gizleyebilen insanlardan bahsediyoruz. En önemli karakterleri kendi hayat biçimlerini değiştirerek yeni bir hayat biçimine geçiyorlar bu sebepten dolayı. Yakalamak, tutmak, bu sebeple o kadar zor ki. Kendi eşine, kocasına ya da karısına bu örgütten olduğunu senelerce söylemeyenler var. Düşünün yani aynı evdesiniz ve hayatı paylaştığınız insanın sizin ne yaptığınızdan haberi yok. Bu hastalıklı bir ruh hali. Bazen normal konuşmanın seyri içerisinde FETÖ içinde buna benzer ifadeler kullanılıyor. O kadar kolay değil yani. Bunlar böyle işte, ruh hastası, onun için bunu yapıyorlar. Çok da konuşmamak lazım. Çok da bilinçli şekilde yaptılar. Seneler boyunca devletin kurumlarına sızdılar. Maksatları devleti ele geçirmek, kendi imparatorluklarını kurmaktı. Arkalarında da Türkiye’nin dışından güçler var. Artık bunu çok ayan beyan görüyoruz. Net görüyoruz. Bakın herhangi bir batılı ülkede ABD’de diyelim ki bir siyahi öldürülüyor. Polisler yanlış bir iş yapıyorlar. Bütün ülke ayağa kalkıyor. Televizyon kanalları günlerce bunu işliyorlar ve bu kamuoyunu ilgilendiren çok önemli bir mesele oluyor. Türkiye’de 250 insan şehit oluyor. Binleri aşkın insan yaralanıyor, ağır yaralanıyor. Bakın bugün hastanelerimizde 245 yaralımız, gazimiz var. Bunların 37’si ağır yaralı, içlerinde hayati tehlikesi olanlar var. Bu kadar ağır bir hadise. İnsanlar helikopterlerle üzerlerine ateş edilerek şehit edilmişler, hayatlarını kaybetmişler. Tanklar insanların üzerinden geçmiş. F-16’larla ülke bombalanmış. Bütün dünyanın ayağa kalkması lazım. Yok, öyle yapmıyorlar. Olayı başka bir tarafa saptırmaya çalışıyorlar. Bir takım örgütler, uluslararası kuruluşlar, SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 15 Avrupalı bazı ülkeler, politikacılar, gazeteciler… Bu büyük bir insafsızlık. Ne İstiyorlar Bizden ve Ülkemizden? Ne istemiyorlar diyelim isterseniz. Güçlü bir Türkiye istemiyorlar. Güçlü bir Türkiye onların Ortadoğu’daki, bölgedeki oyunlarını bozuyor. Onlara göre ne ölen ne yükselen bir ülke lazım. Hükmedebilecekleri, politikacıları itibari ile de hükmedebilecekleri, ekonomi itibari ile hükmedebilecekleri vasat, belki biraz da iyiye yakın bir ülke. Bundan çok hoşnut oluyorlar. Dolayısı ile Türkiye güçlendikçe büyük bir lider ile Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile başını yükselttikçe, dik durdukça onlar bundan rahatsız oluyorlar. Bunları Klinik Vaka Olarak İncelemek Gerek Bunları bir klinik bir sosyal vaka olarak incelemek lazım. Sonuçlarına baktığımız zaman onların bir cinayete ortak olduklarını ya da bir cinayete bir cinayet örgütüne, terör örgütüne destek olduklarını hepimiz açıkça görüyoruz. Kendilerinin de bunu hissetmesini bekleriz. Kendilerinin de bunu anlaması beklenir. En azından bu aşamadan sonra. Ama görüyoruz ki bunu anlamayanlar var. Amerika’da ahlaksız bir adam yeminler ederek “seviyorum ben, ölümüne yanında beraberim ben” diyor. Bir insan aklını bir başkasına satıyorsa, aklını bir başka birinin cebine koyuyorsa bunlar her zaman mümkün. Bunlar Şizofrenik de Olabilirler mi? Ben dikkatle şizofrenik ya da benzeri klinik teşhis tarifinden kaçınıyorum, kaçınılması gerektiğine de inanıyorum. Günlük dilde bunu davranış biçimini ifade etmek olarak da söyleyebiliriz. Bir adamın, diyelim ki işte birbirine hiç uymayan ikili bir davranış biçimi var. Şizofrenik diyebiliriz ama şizofreni klinik bir hastalık. Çok ciddi bir psikoz. Dolayısı ile bu gözle bakmamak lazım. Ayrıca çok açık söylüyorum bu şizofreni hastalarımız için de çok büyük haksızlık olur. Onlar normal tedavilerini gören, toplumun içinde olan hayatlarını yaşayabilen 16 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 insanlar ve saygın insanlar. Bir insanın nasıl ki bedensel bir rahatsızlığı olabiliyorsa ruhsal bir hastalığı olabilir. Bu onu damgalamak için yeterli bir sebep değildir. Haklı bir sebep de değildir. Ruh halini ifade ederken günlük hayatın içinde buna benzer ifadeler kullanılabiliyor doğrudur. Herkes kullanıyor belki zaman zaman biz bile kullanabiliyoruz, çok doğru olmasa da. Farklı bir anlamda kullanıyoruz. İçi başka dışı başka yaşantı tarzı ile alakalı bu. Bir şekilde inanıyorlar. Kanserli Hücreler Gibi Sinsice Yayılıyorlar Bunların yaptığı şuydu: Bir kanserli doku gibi, kanserli hücreler gibi gittikleri her yeri işgal ettiler. Gerçekten kanserin vücutta yayılmasına çok benzer bir tarzları var. Kanserlerin bazıları da çok sinsi yayılır. Önceden pek haberiniz olmaz. Belli bir noktaya gelir. O noktadan sonra belirti verince yayılır. Entelektüel insanlar, okumuş yazmış insanlar hatta bazen kendisi sağlık personeli, hekim olan insanlar bile bir kanserin geç yayıldığını fark edebilirler. Bunların da böyle bir karakterleri var. Bir defa yayılmaya görsünler. Bir kurumun içine girdiklerinde de etraflarında kim varsa insafsızca her türlü iftirayı yaparak onları alandan uzaklaştırma kabiliyetleri de vardı. Bunların anlayışlarında yalan söylemek, iftira etmek, bir insanı karalamak, bir insan için yalancı deliller uydurmak. Bunlar bunlara göre mubah, bir kısmı için de sevap. Onları maksada götürüyor ya. İstedikleri doğrultuda ilerlemelerini sağlıyor ya. Şükürler olsun ki gerçek yüzleri gün yüzüne bir kere daha çıktı. En Büyük Zararlarından Birisi Geleneksel Samimi Manevi Yapılanmalara Olmuştur Ben din âlimi değilim ama buradan şunu rahatça söyleyebiliriz. Bir dini yaşarken insanın istikameti o dinin kuralları olmalıdır. Kerameti kendinden menkul herhangi bir kişinin ifadeleri değil. Türkiye’de birçok geleneksel dini cemaat var. Bunların yaptığı ahlaksızlık, namussuzluk, -bağışlayın insan böyle söylemeden de her zaman içini de yüreğini de soğutamıyor- bunların yaptığı zülüm belki birilerinin kafasında bir istifham da oluşturuyordur buna benzer sivil toplum örgütleri, geleneksel İslami cemaatler için de böyle bir risk, tehlike var mı diye. Asla böyle düşünmemek lazım. Anadolu’nun mayasında olan güçlü gelenekler aslında bugün de Anadolu’yu ayakta tutan çok önemi dinamiklerdir. Belli bir istikamet üzeri olan ölçülü, itidal üzerine olan, devletine, milletine, bayrağına bağlı olan vatandaşlarımız var. Şehit olan, yaralanarak gazi olan kardeşlerimizin içinde de çok önemli bir kısmı bu çeşit geleneksel cemaatlere bağlı insanlar ve hepsi o gün hayatlarını feda etmekten kaçınmadan, en ön safa koştular. Bu FETÖ örgütüne bağlı olanların ve bu örgütün yaptığı en büyük tahribatlardan birisi de bu şekilde ülkesine hizmet etmek için bir araya gelen, bu şekilde kendisini terbiye etmek için bir araya gelen insanlar hakkında da en azından bu konuları çok iyi bilmeyenlerin kafasında soru işaretleri oluşturmak. Sağlık Bakanlığında FETÖ Temizliği Çok yoğun çalıştık. Biraz da kılı kırk yardık açıkçası. Bunları tespit etmek, gerekeni yapmak, memurluktan çıkarılacakları çıkarmak, adalete teslim edilecekleri teslim etmek gerekiyor. Bunları yaparken masumlara da dokunmamak lazım. Ne kadar zor bir süreç olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bütün bu çalışmalar sonucunda, eldeki deliller, bazı sendika üyelikleri, finansal destek durumları ya da çeşitli istihbarat bilgileri; milli istihbarattan, valilerimizin yaptığı araştırmalardan. Bütün bunlarla bizde 5 bin 581 personelimizi açığa aldık. Şimdi bunlarla ilgili işlemleri en son OHAL Kararnamesine göre yürütmeye başladık. Bunların içinde 100’ü aşkın yönetici var. İçlerinden üst düzey yani İl Müdürü, Halk Sağlığı Müdürü ya da Genel Sekreter konumunda olan birkaç kişi de var. Ayrıca bin 504’ü de maalesef hekim. Açığa alınanların hepsi otomatikman bu örgütle ilişkilidir, tamamen kesindir diyemeyiz. Haklarında çok kuvvetli şüphe oluşmuş kimseler, tehlike riskinin devam ettiği bir zamanda buna istinaden biz bunları görevlerinden uzaklaştırmış olduk. OHAL Kanununun ilgili Kararnamesini uygulayarak haklarında gerekeni yapacağız. Hastane ve Sağlık Kurumlarının Durumu 36 sağlık kuruluşu, Sağlık Bakanlığına devredildi. Bunlardan ikisini valiliğimiz yaptı. 34’ünü de biz kararname ile yaptık. Bunlardan bir kısmı kiralık, küçük poliklinikler. Hizmet vermesinde pek de fayda görmediğimiz yerler. Ancak 13’ünü hizmete soktuk. Toplamda bin 523 yatak devraldık. Çok hızlı davrandık. Çünkü bir defa şunu göstermemiz gerekiyordu. Bunlar milletin hastanesidir. Milletin paraları ile yapıldı. Dolayısı ile millete hizmet etmesi lazım. Herhangi bir ücret alınmaksızın Türk milletine hizmet etmesi lazım. Arkadaşlarımız yoğun bir şekilde çalıştılar. Bunları belli hastanelerimizin ek binaları haline getirdik. Ankara’da Turgut Özal Vakıf Üniversitesi Hastanesi şu anda Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanemizin ek binası oldu. İstanbul’da bir başka hastane Dragos’ta, Kartal Eğitim Araştırma Hastanemizin Ek Binası oldu. Söylediğim gibi arkadaşlarımız birkaç gün 24 saat çalıştılar. Buralara şimdi mükemmel bir biçimde hizmet ediyor. Bu vesile ile bir kere daha ifade etmiş olayım. Bu hastanelere vatandaşlarımız gönül rahatlığı ile gitsinler. Çok yüksek bir hizmet anlayışı ve kalitesi görecekler. Sağlık Bakanlığının kontrolünde hizmet en güzel şekli ile başladı. Mesela 27 Temmuzda 4 bin 154 hasta baktık. Vatandaşlarımız gönül rahatlığı ile bu hastanelere gitsinler. Hatta en doğrusu bu hastanelerimiz için randevu alarak rahatça gidip hizmet alabilirler. İsimleri değişti ve büyük pankartlar koyduk artık buralarda Sağlık Bakanlığımız vatandaşımıza hizmet ediyor diye. Güzel bir şey oldu doğrusu. Kısa zaman içerisinde arkadaşlarımız gayretle çalıştılar ve bunu başardılar. şey yok. Açığa aldıklarımızın hepsi otomatikman memuriyetten çıkarılmayacak. Bu bir inceleme sonucunda gerçekleşecek. Ve gerçekten adaleti tahakkuk ettirmek için kılı kırk yararak ilerliyoruz. Öbür taraftan da yenileri buna eklenebilir. Biraz önce söylediğim gibi bu bukalemun tarzı yaşantı gösterenleri yakalayıp çıkarmamız lazım. Bunu bizim tek başımıza yapmamız mümkün olmaz. Devletin bütün kurumlarından destek alıyoruz, almaya da devam edeceğiz. Tamamen Temizlendi mi? Son Durum Nedir? Şehitlerimiz ve Gazilerimizin Durumu Devralınan binalar açısından operasyon büyük ölçüde tamamlanmış durumda. Ama şu anda kararnamenin verdiği yetki çerçevesinde biz yine bir taraftan değerlendirmelerimize devam ediyoruz. İlave edilebilir; hukuki olarak bu mümkün. Personel açısından da kuvvetli şüphe olanları açığa alıp haklarında işlem başlattık. Bunun üstüne ilave gelmez diye bir 250’ye yakın kardeşimiz şehit oldu ve bunların büyük kısmı sivil vatandaşlarımız. Allah hepsinden razı olsun, mekânları cennet olsun. 1500’ün üstünde yaralımız var. Hastanelere başvuran daha fazla sayıda insan var ama kayda girenler 1500’ün üstünde. Karnından, sırtından, göğsünden yaralanmış, iki bacağı birden tankın altında kalmış kardeşlerimiz, gazile- rimiz var. Bunları yaralı yerine gazilerimiz diye adlandırmalıyız bence. Birçok gazimizi ziyaret ettim ve şunu gördüm; herkes ne için bir savunma yaptığının tamamen idrakinde. Gazilerimiz de öyle, şehitleri olan ailelerimiz de öyle. Tabi o büyük kargaşa sırasında sağlık çalışanlarımız da canlarını hiçe sayarak gayret göstermişler. Bir yandan savunma yapmak, bir yandan insanımıza hizmet etmek… Ben sizin huzurunuzda onlara da teşekkür ediyorum, çeşitli hastanelere yaralı kardeşlerimizi taşıdılar, bazı hastanelerde daha fazla yoğunluk olması tabiidir böyle durumlarda. Bu yaralılarımızı nerede rahat edeceklerse oralara dağıttık. Özel hastane falan da demedik, doğrusu özel hastaneler de böyle bir şey düşünmediler. Şu anda gayet iyi bir durumda hizmet alıyorlar. Başından beri bunu sağlayıp başarabildik. Gönül ister ki hiç biri yaralanmasın ama yaralanınca da kaliteli bir hizmet sunmak gerekiyor. Şu anda bunu başarılı şekilde yerine getiriyoruz. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 17 kapakkonusu Gata’daki Öğrenciler Diğer Okullara Dağıtılacak “Halen eğitimine devam eden öğrenciler başka okullara dağıtılmaları bir tedbir olarak düşünülmüştür. Buradaki öğrenciler için de bu uygulanacak. Bundan sonraki senelerde de Sağlık Akademi Birimleri öğrenci alacak.” “Askeri doktor, askeri sağlık personeli kavramı ortadan kalkmış olacak. TSK’nın bu ihtiyacını hastaneler çerçevesinde Sağlık Bakanlığı olarak biz göreceğiz.” “GATA doktorlarının hakları, hukukları korunacak.” DARBE GİRİŞİMİ SONRASI SAĞLIK BAKANLIĞINDAN YAPILAN AÇIKLAMALAR 15 Temmuz darbe girişimi sonrası 20 Temmuz tarihinde yapılan MGK toplantısı ardından 3 ay süre ile Olağanüstü Hal ilan edildi. Bu kapsamda tüm bakanlıklarda olduğu gibi Sağlık Bakanlığında da bir takım önlemler alındı. 5.581 Sağlık Bakanlığı Personeli Görevinden Uzaklaştırıldı Sağlık Bakanı Akdağ’ın da öncesinde bazı tv programlarında belirttiği personelin son durumu basın açıklaması ile duyuruldu. Basın açıklaması şöyle; FETÖ/PDY terör örgütü 15 Temmuz 2016’da milletin iradesine, canına ve malına kastederek darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Bu ihanet ve terörle mücadele çerçevesinde alınması zaruri olan kamu güvenliğine ilişkin tedbirler olarak FETÖ/PDY terör örgütüne mensubiyeti veya bunlarla irtibatı olan Bakanlık personelinin tespiti için yoğun bir çalışma yürütülmektedir. İlgili Kanun Hükmünde Kararname uyarınca haklarında nihai değerlendirmeleri yapmak üzere 115’i yönetici, 1504’ü hekim toplam 5.581 Sağlık Bakanlığı personeli görevinden uzaklaştırılmıştır. Darbe teşebbüsünün ilk dakikasından itibaren sağlık hizmeti verilmesinde olağanüstü gayret gösteren sağlık personeline teşekkür ediyorum. Şehitlerimize Allah’tan rahmet, milletimize başsağlığı ve yaralı gazilerimize acil şifalar diliyorum. Mücadeleyi kararlılıkla devam ettirerek milli irade nöbetini günlerdir sürdüren milletimize şükranlarımı sunuyorum. Milletin iradesine, geleceğine ve vatandaşlarımızın hayatına kastederek vatan evlatlarını şehit eden ve yaralayarak gazi olmasına sebep olan zalim terör örgütüne karşı mücadelemiz kararlılıkla devam edecektir. Akdağ‘dan Askeri Hastaneler ve Personeli ile İlgili Açıklama Sağlık Bakanı Recep Akdağ NTV canlı yayında yaptığı açıklamada Sağlık Bakanlığı’na devredilen hastaneler ile ilgili ciddi bir sivilleşme süreci yaşandığını belirtti. Askeri hastanelerin Sağlık Bakanlığı çatısı altında toplanması konusuna değinen Akdağ, “Askeri sağlık kuruluşlarının Sağlık Bakanlığı çatısında toplanması yarım bıraktığımız bir işti şimdi bu yarım kalmış işi sivilleşme çerçevesinde tamamlamış oluyoruz” ifadelerini kullandı. 18 “Buralardan hizmet alan askerlerimiz, subaylarımız ya da vatandaşlarımız için hizmetin kalitesi artacak. Şehit yakınlarımız, gazilerimiz ve askerlerimiz için bu hastanelerde öncelikli hizmet vermeye devam edeceğiz” GATA doktorları öncelikle kendi hastanelerinde kalacak “Bizim askerlik sistemimizde zorunluluk var. Doktorlar askerlik yapıyor. Bu ihtiyacın önemli bir bölümü buradan karşılanıyor ve böyle devam edecek. Eğer bir şekilde operasyon ve benzeri yerlerde ihtiyaç olursa askerlik yapan doktorlarımız var. Türkiye’de yetişmiş paramedik sınıfı var. Bu Türkiye'ye mahsus değil.“ Kapatılan Özel Hastane Personelinin Durumu Ne Olacak? “Doktorlar doktorluklarını yapabilecekler onların içlerinden eğer terör örgütü ile ilgili bağları savcılık tarafından belirlenenler olacaksa o farklı bir alan.” “Bizim askerlik sistemimizde zorunluluk var. Doktorlar askerlik yapıyor. Bu ihtiyacın önemli bir bölümü buradan karşılanıyor ve böyle devam edecek. Eğer bir şekilde operasyon ve benzeri yerlerde ihtiyaç olursa askerlik yapan doktorlarımız var. Türkiye’de yetişmiş paramedik sınıfı var. Bu Türkiye'ye mahsus değil.“ Raporlar Yeniden Değerlendirilecek “Soruşturmalar bitmeden kesin bir hüküm veremem. Bu örgüt kendi maksadına ulaşmak için başkalarının haklarını gasp etmeyi meşru görüyor.» Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın açıklamalarından satır başları şöyle; “Size bir kulp uyduruyorlar ve pilot olamıyorsunuz.” “GATA bir eğitim tesisi aynı zamanda. O eğitim tarafının yürümesi lazım. Sağlık Bakanlığı’nın geçen yıl kurulan Sağlık Bilimleri Üniversitesi var. Bu çatı altına işin akademi tarafı eğitim tarafı taşınmış oluyor. Sağlık hizmetini ise biz Sağlık Bakanlığı olarak vereceğiz.” Aslında bu sebeple mağdur olanlar başvuru yapacaklar. Bir komisyon kurulacak ve raporlar yeniden değerlendirilecek.” SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 “Bu madde sınıf ve statüyle ilgili olarak hazırlanmıştı. Bununla ilgili adımlarımız devam edecek. Şuanda sağlık konusunda bir kararname yok.” “Bu örgütle bağlantısı olan ve yarın yine aynı zararı verecek kişilerin kamudan uzaklaştırılması çalışmasını sürdürüyoruz.” “Açığa alınanların hepsinin bağlantıları var diyemeyiz. Sadece iyi bir şekilde süreci değerlendirmek istiyoruz.” SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 19 Bir ihanet şebekesi tarafından milli iradeye ve demokrasimize yönelik gerçekleştirilen hain saldırılar, başta Başkomutanımız ve Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere Başbakanımızın, devlet yöneticilerimizin, güvenlik güçlerimizin ve en önemlisi kahraman milletimizin direnişi ile akamete uğratılmıştır. Bu mücadele sırasında şehit olan güvenlik güçlerimize ve sivil vatandaşlarımıza Allah’tan (C.C) rahmet, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum. Milletimiz, başkomutanına, demokrasiye, haklarına ve hürriyetine olan bağlılığını en net şekilde ortaya koymuştur. Milletimizin bütün unsurlarıyla sergilediği kararlılık ve birlik duygusu devam ettikçe karşımızda hiçbir şer güç duramayacaktır. Prof. Dr. Recep AKDAĞ T.C. Sağlık Bakanı 20 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 Bu ilan ücretsiz yayımlanmaktadır dosya esaslara bağlanarak geliştirilmesi ve bu konuda koordinasyon ve işbirliği sağlanması, gerekli personelin yetiştirilmesi” ifadeleriyle tanımlanan bu hususların 10. Kalkınma planında “Sağlık hizmet sunumu perspektifinden tıbbi cihaz ürün standartlarının geliştirilmesi” ifadesi ile daha da genişletilmiş olması ürün güvenliğinin sağlanması noktasında ülkemizin bu konuya verdiği önemi açıkça göstermektedir. KULLANIMI SÜRESİNCE TIBBİ CİHAZ GÜVENİLİRLİĞİNİN SAĞLANMASI Dr. Ali Sait SEPTİOĞLU Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkan Yardımcısı Tıbbi cihaz pazarı, basit teknolojilerden gelişmiş teknolojilere kadar oldukça geniş bir yelpazede çok sayıda ürün grubunu ihtiva etmektedir. Oldukça dinamik olan tıbbi cihaz 22 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 sektörü gelişen teknoloji ile birlikte kendini sürekli yenilemekte ve bu yenilemeye bağlı olarak hızlı bir gelişim göstermektedir. Teknolojinin gelişmesinden ve değişmesinden kaynaklı bu yenileşim sunulan sağlık hizmetinin kalitesini geliştirmek açısından oldukça önemlidir. Bu yenileşimi gerçekleştirirken sağlık tesislerindeki tıbbi cihazların başarılı bir şekilde yönetimi ve mevcut tıbbi cihaz envanterinin etkili şekilde kul- lanılması, daha kaliteli sağlık hizmeti sunulmasına ve verilen hizmetin daha fazla sayıda hastaya ulaşmasına katkı sağlamaktadır. Tıbbi cihazların etkin şekilde kullanılması sağlık hizmeti sunumunda oldukça önemli olup kalkınma planlarımızda bu hususa defaten yer verilmiştir. İlk olarak Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1985-1989) “Tıbbi cihazların seçimi, alımı, muhafazası, bakımı, onarımı ve kalibrasyon hizmetlerinin yeni Bilindiği üzere tıbbi cihazlarda “CE” işareti, ilgili ürünün tıbbi cihaz yönetmeliklerindeki hükümleri karşılayacak şekilde piyasaya arz edildiğinin göstergesi olarak tanımlanmaktadır. Her ne kadar ilgili yönetmelik şartlarına uygun olarak üretilmiş olsa dahi kullanım süresince cihazlarla ilgili bir takım problemler ortaya çıkabilmektedir. Bu sorunların zamanında tespit edilerek bakım işlemlerinin doğru bir şekilde yapılması, hasta sağlığı ve kullanıcı güvenliği açısından büyük önem arz etmektedir. Bu bağlamda cihazların kontrol ve kalibrasyonlarının belli aralıklarla gerçekleştirilmesi, cihazın üretiminden sonraki kullanım aşamasında güvenilirliğinin gösterilmesi açısından kritiktir. Bu noktadaki önemli bir diğer husus ise bu kontrol ve kalibrasyonların uygun personel aracılığı ile yapılmasıdır. Kurumumuz görev alanına giren tıbbi cihazlar için kalibrasyon ve kontrol esaslarının bir mevzuat ile ayrıntılandırılmasının sağlık tesislerimizde halihazırda sağlıkta kalite standartları gereği yapılmakta olan işlemleri kolaylaştıracağı, kamu-özel tüm sağlık sunucuları için ortak belirli kuralların tanımlanmasının ise daha iyi sağlık hizmeti üretilmesine katkı sağlayacağı öngörülmüştür. Bu doğrultuda Kurumumuzca mevzuatsal altyapı çalışmaları yapılmış ve 25.06.2015 tarihli ve 29397 sayılı Resmi Gazete’de “Tıbbi Cihazların Test, Kontrol ve Kalibrasyonu Hakkında Yönetmelik” yayımlanmıştır. Yayımlanan bu yönetmelikle kullanıcı eğitimi, bakım, onarım, test, kontrol ve kalibrasyon gerektiren tıbbi cihazların kullanımları süresince bu işlemleri gerçekleştirecek kuruluşların başvurusu, yetkilendirilmesi, izlenmesi, denetlenmesi ve bu kuruluşlarda bulunacak personel ve bunların nitelikleri ile Dr. Ali Sait SEPTİOĞLU eğitimlerine ilişkin usul ve esaslar tanımlanmıştır. İlgili yönetmeliğe göre kalibrasyon, test, belgelendirme ve muayene dâhil olmak üzere uygunluk değerlendirme faaliyeti gerçekleştiren ve Türkiye’de yerleşik olan kuruluş olarak tanımlanan uygunluk değerlendirme kuruluşları; test, kontrol ve kalibrasyon hizmetlerini yapmak üzere Kurumumuz tarafından yetkilendirilmektedir. Bu yönetmelik ile Kurumumuzdan yetki almayan kuruluşların bu işlemleri gerçekleştirmelerinin önüne geçilmiştir. Yetkilendirmenin gerçekleşebilmesi için ilgili kuruluşun yetkilendirileceği alanda uygun sayıda ve nitelikte personele sahip olması, bu personellerin Kurumumuzca yaptırılan eğitimleri başarılı olarak tamamlamış olması, araç/gereç ve fiziki şartlar alanında uluslararası standartlardaki koşulları karşılayabildiğini belgelemesi gerekmektedir. Dolayısıyla ilgili yönetmelik ile sağlıkta kalite standartları kapsamında sağlık tesislerinde kullanılan tıbbi cihazların kalibrasyonlarının tanımlanmış prosedürlerle belirli kriterler doğrultusunda yapılması ve bu sayede kullanım güvenliliklerinin daha da arttırılması hedeflenmiştir. Bu düzenlemelerle bir ameliyat sırasında kullanılan koter cihazından kaynaklı oluşabilecek yanıklar, x-ışın ihtiva eden röntgen, tomografi, anjiyografi gibi cihazlarla görüntüleme yapıldığında hastanın gereğinden fazla doza maruz kalması gibi istenmeyen olayların yaşanmasının önüne geçilebilecek, ek olarak teşhise yönelik EKG, SPO2, tansiyon gibi fizyolojik parametreleri ölçen cihazların da ölçüm doğrulukları da kayıt altına alınmış olacaktır. Öncesinde de ifade edildiği üzere kontrol ve kalibrasyonların uygun nitelikteki personellerle yapılıyor olması kullanım güvenliğini doğrudan arttıran bir unsur olup ilgili yönetmelik hükümleri ile bu alandaki uygunluk değerlendirme kuruluşlarının yetkilendirilmelerine ek olarak bu alanda çalışacak kişilerin belirli bir eğitim sürecinden geçmeleri zorunlu hale getirilmiştir. Bu doğrultuda tıbbi cihazların test, kontrol ve kalibrasyonu hakkında yönetmeliğin yayımlandığı tarih olan 25.06.2015 tarihinden itibaren geçen süreçte bu alanda çalışacak olan kişilerin alacağı kalibrasyon eğitimlerini verecek olan eğitim kuruluşlarının yetkilendirilmesi çalışmalarında sona gelinmiş olup ilgili eğitimlerin tamamlanmasının ardından hem uygunluk değerlendirme kuruluşlarının hem de bu kuruluşlarda kalibrasyon ve kontrol hizmetlerini verecek personellerin yetkilendirilmesi sürecine başlanması amaçlanmaktadır. Kurumumuzca yapılan bu çalışmalara ek olarak klinik mühendislik bakış açısı altında satış sonrası hizmetlere yönelik mevzuat hazırlıkları da devam etmekte olup tıbbi cihazların satış sonrası bakım ve servisleri ile ilgili hususların düzenlenmesi ile mevcut envanterimizdeki cihazların kullanım etkinliği daha da arttırılabilecektir. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 23 dosya SAHTE İLAÇLA MÜCADELE Fatih TAN Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Denetim Hizmetleri Başkan Yardımcısı Bilindiği üzere ilaçta etkinlik, kalite ve emniyet istenilen ve vazgeçilmez özelliklerdir. Bakanlığımız, gerek ruhsatlandırma öncesi gerekse ruhsatlandırma sonrası aranılan bu vasıfların analiz, kontrol ve takibini yapmaktadır. Bakanlığımızca ruhsatlı/izinli bir ürünün Bakanlığımızca onaylı formülasyonundan farklı bir terkibe sahip olarak (etken madde miktarı eksik, fazla ya da hiç etken madde içermeden veya farklı yardımcı madde içeren) üretilmiş/ithal edilmiş ürün sahte ürün olarak nitelendirilmektedir. Ayrıca miadı (kullanım süresi) dolduğu halde ambalajı ve /veya miat etiketi değiştirilmek suretiyle yeniden kullanılmak üzere piyasaya verilen ürünlere de dikkat etmek gerekir. 24 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 Gelişmemiş ülkelerde daha fazla görülen sahte ilaç satışı global bir problemdir. Dünyada genelde sahte ilacın yaygın olmasının en önemli sebeplerinden biri ilacın internet üzerinden satılmasıdır. Bilindiği üzere ülkemizde ilaç yasal olarak sadece eczaneler yoluyla halka ulaşmakta olup, ilacın internet, tv vb. araçlar üzerinden satışı yasaktır. Dünya üzerinde genellikle sahtelerine rastlanan ilaçlar; fiyatı yüksek olan kanser tedavisinde kullanılan ilaçlar, obezite tedavisinde kullanılan ilaçlar (örn: Xenical) ve erektil fonksiyon bozukluğunda kullanılan ilaçlar (örn: Viagra, Cialis.. gibi)’dır. Ülkemizde sahte ilaç vakaları çok yaygın olmamakta olup, sahte ilaçla mücadelede Bakanlığımız, Emniyet güçleri, Gümrük Müdürlükleri ve ilaç sektörü, işbirliği içinde çalışmaktadır. Kısa adı İTS olan “İlaç Takip Sistemi” Türkiye’de ilaçların her bir biriminin izlenmesi için kurulan bir altyapıyı tanımlar. İlaç Takip Sistemi, literatürde “Track & Trace (İşaretle ve Takip et)” olarak tanımlanan yapının, ilaçlara uygulanmış halidir. Ürünlerin tekilleştirilmesini (serialization) sağlayan karekod ile ürünlerin işaretlenmesi (track) sağlanırken; ürünün geçtiği her noktadan merkezi veri tabanına yapılacak bildirimler ile de takibi (trace) sağlanmaktadır. İlaç Takip Sistemi öncelikle güvenli ilacın hastaya ulaştırılması amacıyla ilacın geçtiği tüm noktaların takip edilmesi için tasarlanmıştır. Bu sebeple piyasada bulunan tüm ilaçlar üretim aşamasından tüketimine kadar yapılan bildirimler ile takip edilmektedir. Bu sayede kupür yolsuzluğu, sahte ve kaçak ilaç kullanımının engellenmesinin yanında piyasadaki güvenli ilaçlarda sonradan oluşan ve sağlığı etkileyen durumlarda ilacın bulunduğu nokta tam olarak bilindiği için geri toplanması kolayca yapılabilmektedir. Bakanlığımızca ruhsatlı/izinli bir ürünlerde görülen sahtecilik; Bakanlığımızca onaylı formülasyonundan farklı bir terkibe sahip olarak(etken madde miktarı eksik, fazla ya da hiç etken madde içermeden veya farklı yardımcı madde içeren ) üretilmesi/ ithal edilmesi ; Miadı (kullanım süresi) dolduğu halde ambalajı ve /veya miat etiketi değiştirilmek suretiyle yeniden kullanılmak üzere piyasaya verilmesi şeklinde olabilirken ; Karekod sahteciliği kaçak yollarla ülkemize getirilen orijinal ürünün ya da formülasyonu da onaylı olmayan sahte ürünün dış ambalajında Bakanlığımıza bildirimi yapılan ürünlerin karekodlarının taklit edilerek düzenlenen karekodlarla piyasaya sürülmesi şeklinde de olabilmektedir. Bu şekilde piyasada bulunan ve piyasada eczanelerden “Medula” sisteminden ilacın satılamadığına yönelik ruhsat sahibi firmaya ya da Bakanlığımıza ulaşan şikayetler değerlendirilmekte yapılan araştırmalar neticesinde her bir ürün için ayrı bilgileri taşıyan karekod bilgilerinden hareketle İl Sağlık Müdürlükleri nezdinde gerek görülmesi halinde İl Emniyet Müdürlükleri ile birlikte gerekli araştırmalar başlatılmaktadır. İlaç Takip Sistemi Yönetim Panelinde yapılan incelemeler ve konuyla ilgili yapılan araştırmalar neticesinde gerek olduğu taktirde tüm İl Sağlık Müdürlüklerine illerinde bulunan ecza depoları ve eczanelere gidilerek gerekli kontrollerin yapılması, sahte olduğundan şüphelenilen ürünlerin satışının mühürlenmek suretiyle engellenmesi ve konuyla ilgili araştırmaların yapılmasına yönelik bildirim yapılmaktadır. Bu nedenlerle ; • Hastalar ilaçlarını kesinlikle ecza- nelerden temin etmelidir. İlaçların internet üzerinden satışı yasal olmadığından internet sitelerinden ya da farklı kaynaklardan ilaç satışına rastlanılması halinde Bakanlığımızla iletişime geçilmeli ve söz konusu yerlerden kesinlikle ilaç satın alınmamalıdır. (2016 yılı içerisinde sahte ilaç satışı tespit edilen 651 internet sitesi kapatılmış, 160 internet sitesi ile alakalı olarak da suç duyurusu süreci başlatılmıştır.) ğına ve son kullanım tarihlerinin değiştirilip değiştirilmediğine dikkat edilmeli, önceden satın alınan ilaç varsa karşılaştırma yapılarak dış ambalaj üzerindeki bilgiler kontrol edilmelidir. Ambalajlarda, kâğıt dokusu, etiketlerin boyutu ve kalınlığı, ayrıca kâğıdın parlaklığı veya cilasında farklılık olup olmadığı incelenebilir. Sahte olduğundan şüphe edilen ilaçlarla ilgili olarak ise ilacın alındığı eczaneye, doktora, ilacın meşru üreticisine ve Sağlık Bakanlığı`na (en yakın İl Sağlık Müdürlüğü’ne) bilgi verilmelidir. Halk Sağlığıyla Oynayana Geçit Yok daha ucuza satılan ilaçlara dikkat edilmelidir. “Sağlık beyanı”yla ürün satışı da Türkiye İlaç ve Tıbbi Kurumu’nun üzerinde hassasiyetle durduğu konuların başında gelmektedir. Çünkü, günümüzde sıklıkla, TV ve radyo kanallarında, yazılı ve görsel medyada ve internet sitelerinde pek çok ürün grubunun hastalıkların tedavisinde etkili olduğu, her derde deva, hastalıklara kesin çözüm iddialarıyla tanıtım ve satışının yapıldığı görülmektedir. tinde silinti, kazıntı olup olmadı- Aslında bu ürünler genel olarak Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı • Bakanlığımızın belirlediği fiyattan • Ayrıca kutunun üzerinde ve etike- SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 25 tarafından verilen izinle Takviye Edici Gıda kapsamında piyasaya sunulmaktadır. Takviye Edici Gıdalar ilgili Bakanlıktan gerekli izinleri aldıktan sonra piyasaya çıkmaktadır. Ancak ürünler piyasada iken izin kapsamında olmayan mevzuata aykırı şekilde tüketiciyi aldatıcı ve yanıltıcı beyanlarla TV, Radyo, İnternet vb. çeşitli mecralarda satılabilmektedir. Diğer taraftan herhangi bir izin almadan piyasada bulunan hiçbir kategoride yer almayan tablet, toz, likit formdaki ürünler de değişik kanallarla hastalıkları tedavi ettikleri, her derde deva oldukları şeklindeki sağlık beyanları ile pazarlanarak tüketicilere ulaşabilmektedir. Bu ürünlerin hiçbiri Sağlık Bakanlığı tarafından verilmiş bir izin veya ruhsata sahip değildir. Söz konusu tanıtımlarda Bakanlık onaylı ifadeleri kullanılarak tüketicilerin bu konudaki bilgi eksikliği ve tecrübesizlikleri istismar edilmektedir. Kurumumuz tarafından konunun kamu sağlığını tehdit etmesi sebebiyle mevzuata aykırı sağlık beyanıyla yapılan bu ürün tanıtım ve satışlarına yönelik idari para cezaları ve yaptırımlar uygulanmaktadır. Sağlık Beyanı ile Satışa Sunulan Ürünlerin Sağlık Beyanları Hakkında Yönetmelikte Sağlık Beyanı, “İnsan sağlığına doğrudan veya dolaylı olarak faydalı olduğunu yahut hastalıklara veya belirtilerine karşı etkili olduğunu, koruduğunu, tedavi ettiğini belirten, ileri süren veya ima eden tüm ifadeler” olarak tanımlanmaktadır. Yapılan incelemelerde en sık rastlanan sağlık beyanı ifadeleri, “Aç Kalmadan Zayıflatır, Zayıflama Mucizesi, Metabolizmayı ve Yağ Yakımını Hızlandıran Tek Ürün, Erkeklerde Cinsel Gücü Arttırır, Cinsel Fonksiyon Bozukluğuna Son, Kalp ve Damar Tıkanıklığına Son, Kanseri Baskılayıcı, Boy Uzatıcı vb.” şeklindedir. Söz konusu ifadelerin yer aldığı tanıtım ve reklamların engellenmesi amacıyla da işlemler yürütülmektedir. Konu ile ilgili olarak Türkiye İlaç Tıbbi Cihaz Kurumuna, 663 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 27 nci maddesi ile, sağlık beyanı ile satışa 26 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 sunulacak ürünlerin sağlık beyanlarını inceleyerek bu beyanlara izin vermek, izinsiz veya gerçeğe aykırı sağlık beyanı ile yapılan satışları denetlemek, gerektiğinde durdurma, toplama, toplatma ve imha iş ve işlemlerini yapmak veya yaptırmak, izin ve sağlık beyanları yönünden bunların her türlü reklam ve tanıtımlarını denetlemek ve aykırı olanları durdurmak, piyasaya arz edilen ilaç, tıbbî cihaz ve ürünlerin reklam ve tanıtımının usûl ve esaslarını belirlemek ve uygulamasını denetlemek görevi verilmiştir. Bu kapsamda; İzin almadan veya verilen izne aykırı olarak sağlık beyanı ile ürün tanıtım ve satışını yapanlar hakkında 1262 sayılı kanunun 18. Maddesinde (Değişik: 02/01/20146514/31 md.) yer alan “Yetkili merciden izin almaksızın veya verilen izne aykırı olarak sağlık beyanı ile ürün tanıtım ve satışını yapanlar hakkında Yirmi Bin Türk Lirasından Üç Yüz Bin Türk Lirasına kadar idari para cezası verilir. Fiillerin tekrarı halinde verilecek idari para cezası, daha önce verilen cezanın iki katı olarak uygulanır. Tanıtım veya satışların internet üzerinden yapılması halinde, Bakanlık tarafından derhal erişimin engellenmesine karar verilir ve bu karar uygulanmak üzere Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumuna bildirilir.” hükmü ile 1262 sayılı Kanunun 19. Maddesinde (Değişik: 02/01/2014-6514/32 md.) yer alan “Müstahzar olmamakla beraber hastalıkları teşhis ve tedavi ettiği beyanı ile herhangi bir ürünün satışını, pazarlamasını veya reklamını yapanlar bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükmü doğrultusunda Kurumumuz tarafından gerekli iş ve işlemler yürütülmektedir. TİTCK’nın “sağlık beyanı” denetim faaliyetleri; • Eczane, aktar, baharat, bitkisel drog satış noktaları, sağlıklı yaşam merkezlerinde tanıtımı ve satışı yapılan ürünlere yönelik, • İnternet sitelerine yönelik, • Radyo ve TV kanallarında yayınlanan programlara yönelik, • Gazete, dergi, broşür, afiş vb. yazılı tanıtım materyallerinde yer alan sağlık beyanı ifadelerine yönelik , • Şikayet yoluyla iletilen başvurulara yönelik, • Sağlık Beyanıyla ilgili çeşitli Kurum ve Kuruluşlardan Kurumumuza iletilen yazılara yönelik incelemeler şeklinde gerçekleştirilmektedir. İncelemeler neticesinde mevzuata aykırı sağlık beyanıyla yapılan tanıtım ve satışların tespiti halinde; İlgili internet siteleri erişimin engellenmesi amacıyla Erişim Sağlayıcıları Birliğine, sağlık beyanıyla yapılan tanıtımların aldatıcı ve yanıltıcı niteliği sebebiyle Gümrük ve Ticaret Bakanlığı (Tüketicinin Korunması ve Piyasa Gözetimi Genel Müdürlüğü)’na bildirilmektedir. Ocak ayından bu yana sağlık beyanıyla ürün sattığı tespit edilen 2517 internet sitesine erişim engellenmiştir. Ayrıca müstahzar olmamakla beraber hastalıkları teşhis ve tedavi ettiği beyanı ile mevzuata aykırı ürün satışını, pazarlamasını veya reklamını yapanlar hakkında adli işlem tesisi için Cumhuriyet Başsavcılıklarına suç duyurusunda bulunulmaktadır. Diğer taraftan Kurumumuzca tüketiciyi aldatıcı ve yanıltıcı Sağlık beyanlarıyla yapılan tanıtım satışlarla ilgili olarak halkı bilinçlendirmek konusunda çeşitli faaliyetler yürütülmektedir. Sağlık Beyanı ile yapılan satışlara itibar edilmemesi konusunda 18 milyon kişiye SMS gönderilmesi sağlanmış, Kurumumuz resmi internet siteleri ve sosyal medya hesapları kullanılarak çeşitli duyurular yapılmış, medya aracılığıyla demeçler verilmiştir. Bu yıl içerisinde de çalıştay yapılması planlanmakta, el broşürleri oluşturularak basım ve dağıtımı sağlanacak, afiş ve broşürler, SMS ve medya kanalıyla halkın bilinçlendirilmesi çalışmalarına ağırlık verilecektir. Kurumumuzca her türlü platformda sarfedilen yoğun çabalar ve konu ile ilgili yaptırımların artırılmasıyla, tedavide etkinliği ve güvenilirliği kanıtlanmamış olan ürünlerin mevzuat dışı tanıtım ve satışlarının önüne geçilmesi, bunun sonucu olarak da halk sağlığının korunması hedeflenmektedir. dosya rafından ruhsatlandırılmış üreticiler yine Sağlık Bakanlığı tarafından ruhsatlandırılmış ürünlerini kaydedilmektedir. Geri ödeme kurumlarına aynı ilacın birden fazla satışı engellenmiştir. Bu ve benzeri sahtekarlıklar önlenerek Sosyal Güvenlik Kurumu’na yıllık 1 milyar Türk Lirası civarında tasarruf sağlanmaktadır. Projenin Kapsamı İlaç Takip Sistemi, sağlık ürünlerinden ilaçlar ve ilaçlara en yakın ürünleri izleyebilmek üzere planlanmıştır ve «Beşeri Tıbbi Ürünler Etiket ve Ambalajlama Yönetmeliği” kapsamına giren ürünleri takip eder. Ayrıca söz konusu ilaçların sarf edildiği Hastane, Sağlık Merkezi, Aile Hekimliği gibi Merkezler, Eczane ve Ecza Depoları, Üreticiler, İthalatçılar ve Geri Ödeme Kurumları doğrudan İlaç Takip Sistemi kapsamı için yer alan paydaşlardır. İLAÇ TAKİP SİSTEMİ Dr. Oğuz CESUR Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkan Yardımcısı Son yıllarda teknolojik altyapıların gelişmesi ile birlikte manuel sistemler yerine otomatik sistemlerin kurulması kolaylaşmış ve birçok sektörde uygulanmaya başlanmıştır. İlaç Takip Sistemi, tüm dünyada uygulanan Takip ve İzleme sisteminin ilaç sektörüne uyarlanmış şeklidir. Ülkelerin sosyal güvenlik bütçelerinin en büyük kalemlerinden biri ilaç harcamalarıdır. Türkiye Cumhuriyeti son yıllarda ilaç kutularının bilinmeyen adreslerde yeniden basılması, Sosyal Güvenlik Kurumu’na satılmış olan ürünlerin tekrar tekrar reçete edilmesi, satılmış ürünlerin kutularının içine farklı ürünlerin konularak tekrar satılması gibi yolsuzlukları önlemek ve ürün güvenliğini sağlamak amacıyla İlaç Takip Sistemini kurarak işletmeye başlamıştır. Tüm dünyada ilaçların ve tıbbi cihazların güvenlik amacıyla izlenmesini 28 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 gerektiren çeşitli ürün güvenliği sorunları ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle dünya çapındaki genel eğilim bu ürünlerin izlenebilir olması yönündedir. Şu anda dünyanın birçok yerinde tıbbi ürünlerin izlenebilirliğinin sağlanması açısından çeşitli çalışmalar yürütülmektedir, diğer birçok ülke de bu çalışmaların sonucunu görmek ve en başarılı buldukları sistemi kendilerine adapte etmek için beklemektedir. İlaç Takip Sistemi ile birlikte ürünlerin tedarik ve dağıtım süreçlerinde bulunduğu konumu belirlemek mümkün olmaktadır. Elektronik ürün kodu teknolojisi sayesinde, ürünlerin yani ilaçların, üretim veya ithalatından itibaren tedarik zincirinde gerçekleştirdiği her hareketi izlemek mümkündür. Buna göre her bir ilaç kutusunun üzerine basılarak ürünü tekilleştiren karekodlarla aynı zamanda sistemde tanımlı paydaşlar aracılığı ile ürünün giriş ve çıkışı raporlanarak, ürünün son görüldüğü konum, zaman ve durum kaydedilir ve gerçek zamanlı bir veri tabanında saklanır. T.C. Sağlık Bakanlığı’nın bir ilke imza atarak hayata geçirdiği İlaç Takip Sistemi projesinin birçok ülke tara- fından ilgiyle takip edilmektedir. T.C. Sağlık Bakanlığı, 2010 yılında İlaç Takip ve İzleme Sistemi’ni kurarak ülke çapında faaliyete geçirmiştir. Takip için; İlaçların geçtikleri her noktadan karekodlar vasıtasıyla izlenmektedir. Buna ilaçların şeceresinin çıkarılması da denilebilir. İlaçların şecerelerinin çıkarılması, gerek ilaç güvenilirliğinin sağlanması gerekse ilaç sahteciliğinin ana kaynaklarının ortaya çıkarılması açısından son derece önemlidir. Bu nedenle, ilaçların tüm aşamalarda hangi durumda oldukları sürekli kontrol edilmektedir. Sistem üzerinden üretim yerleri, depolar ve lojistik araçların tümü izlenmektedir. Tekilleştirilen ilaç kutularının sisteme tekrar kaydının mümkün olmaması ile birlikte sahte, kaçak ve her türlü yasadışı ilacın satışının önüne geçmek mümkün olmaktadır. Ayrıca ilaçların stok durumlarını izlemek mümkün olduğundan ilaçların her an piyasa kontrolünün yapılarak ilaç erişim sıkıntılarının önüne geçilebilmekte ve geri çekme durumlarında ise piyasadan toplatılması mümkün olmaktadır. İlaçlar güvenlik gerektiren, üretim yerleri izne tabi olan, satış yerleri sınırlandırılmış, fiyatları merkezi otorite tarafından belirlenen ve ödemeleri büyük oranda devlete ait bir geri ödeme kurumu tarafından karşılanan ürünlerdir. Buna göre İlaç Takip Sistemi kapsamında yer alan ürünler şöyledir. bir şekilde satılamaz. İlaçların sarf edildiği Hastane, Aile Hekimliği gibi merkezler, Eczane ve Ecza Depoları, Üreticiler, İthalatçılar ve Geri Ödeme Kurumları doğrudan İlaç Takip Sistemi kapsamı içinde yer alır. Söz konusu paydaşlar ilaçların üretiminden sarfiyatına kadar geçtiği her konumdan karekodlarını okutarak bildirim yapar. Yapılan bildirimler kayıt altına alınır. Böylelikle işlem yapılan ilacın son durumu ve kime ait olduğu İTS’ye iletilir. AMAÇLAR Reçeteli ilaçlar: Satışı reçeteye bağlı olan ilaçlardır. Bu ürünler ancak eczanelerden ve mutlaka bir reçete karşılığı verilirler. İlaç takip sistemi, insan sağlığını ciddi oranda tehdit eden ilaç sahteciliği ve ilaç kaçakcılığını önleyerek orjinal ve güvenilir ilaç tedarik edilmesini sağlar. Reçetesiz ilaçlar: Reçeteye bağlı olmaksızın, eczanelerde satılabilen ilaçlardır. Hem reçeteli hem reçetesiz satılabilen bu ilaçlar ülkemizde ruhsata tabidir ve ruhsatsız ürünler hiç- İlaç Takip Sistemi ayrıca, üretici veya ithalatçı, ecza deposu ve eczanelerden alınan bildirimlerle, geri ödeme kurumlarından alınan satış onayları ile bir ilacın yalnızca bir kez satılma- sının kontrolünü yapar ve ülkemizde yaşanan kupür sahteciliğini önler. İlaç takip sistemi'nin mali bir yönü yoktur. Yani, İlaç Takip Sistemi ticaretin boyutuyla ilgilenmez, stoklardaki ilaçların fiyatlarıyla ilgili ticari bilgiler edinmez. Birçok sektörde olduğu gibi ilaç sektöründe de piyasa hareketleri konusunda çok fazla bilgi yoktur. İlaç piyasası verileri politika oluşturmak için son derece büyük bir öneme sahiptir. İlaç piyasasının profilinin çıkarılabileceği, detaylarla ilgili yol gösterecek bir veri kaynağı uzun süredir aranmaktaydı. İlaç Takip Sistemi ile tüm ilaçların hareketleri görüntülenebilmektedir. Bu bilgiler birçok alanda politika oluşturmak ve piyasa hakkında bilgi edinmek için uygun bir kaynak oluşturmaktadır. İlaçların izlenmesi akılcı ilaç kullanımı açısından önemli veriler sağlamaktadır. Ayrıca, sahteciliğe kapı açan başka parametrelerin de izleme esnasında ortaya çıkacağı düşünülmektedir. Sisteme ancak Sağlık Bakanlığı taSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 29 Ancak bütün bu veriler ciddi araştırmalar yapılmasını beklemektedir. İzleme sağlık sektörüne birçok açıdan katkılar sağlayacak, tüm paydaşlar maddi açıdan olumlu etkilenecektir. Kazanımlar Toplum sağlığını ciddi şekilde tehlikeye atan, ölümlere sebebiyet veren, ailelerin ve sevdiklerinizin sağlığıyla oynamaktan bir an bile çekinmeyen ilaç kaçakçıları ve ilaç sahteciliği yapanların sayısı ne yazık ki her geçen gün artmakta ve “para makinesi” olarak tanımladıkları sahte ilaç piyasası yasal ilaç satışına oranla katlanarak büyümekteydi.Yolsuzluklarla başa çıkmak ve halkın sağlığını etkin bir şekilde korumak için, kesin çözüm sunacak, %100 güvenilir bir sistemin uygulanması gerekiyordu. Bu nedenle T.C. Sağlık Bakanlığı 2010 yılının Ocak ayından itibaren İlaç Takip Sistemi’ni kurarak işletmeye başladı. Ülkemizde yaşanan diğer bir sorun da kupür sahteciliği ve bu yolla geri ödeme kurumlarının dolandırılmasıydı. Satılan bir ilacın tekrar satılamaması için ‘kupür’lerin kesilmesi, ilaçların kutularının açılmasına neden oluyor ve ilacın güvenilirliğini azaltıyordu. Öncelikle sağlığınızı korumayı ve vatandaşlara güvenilir ve orijinal ilaç ulaştırmayı amaçlayan İlaç Takip Sistemi aynı zamanda ilaç kutularının bilinmeyen adreslerde yeniden basılması, daha önce geri ödeme kurumlarına satılmış ilaçların kutularından çıkarılıp yeni bir kutuya konarak defalarca satılması gibi yolsuzlukların da önüne geçmektedir. İTS’nin sağladığı yararlardan bir diğeri de hastaların sağlık ve güvenliği düşünülerek, ruhsatlandırılmış tıbbi ürünlerin raf ömrünün sürekli gözetim ve denetim imkanıdır.Tüm bunların dışında İTS ayrıca, ilaçların sebep olduğu herhangi bir yan etki veya rahatsızlık tespit edilmesi durumunda T.C. Sağlık Bakanlığı’nın, hiç vakit kaybetmeden ilaçları piyasadan geri çekerek duruma müdahale etmesine de olanak sağlar. İlaç Takip Sistemi’nin en önemli amacı “hasta güvenliği”nin sağlanmasıdır. Hasta güvenliğini iyileştirmede önemli bir rola sahip olan sistemin topladığı verilerin incelenmesi sonucu hasta güvenliği ihlalleri tespit edilerek bu güvensiz ortamın tekrar oluşmaması için çalışmalar yapılarak engelleyici birçok faaliyet ile hastalara ilacın güvenli bir şekilde ulaşması sağlanırken hastaların da ilaca güveni korunmuş olacaktır. Geri ödeme kurumlarında manuel kupür kontrolü ortadan kaldırılarak işgücü ve zamandan tasarruf edilmekte, Farmakovijilans faaliyetlerine destek sağlanmaktadır. Advers etkisi bildirilen bir ilacın diğer dağıtım noktalarında da benzer etkilerin olup olmadığının araştırılması konusunda İTS destek vermektedir. Piyasa gözetiminin sağlanması aktif bir şekilde sağlanmaktadır. İlaç stok bilgilerine anlık ulaşılarak karaborsa oluşumunun engellenmesi sağlanmaktadır. Türkiye’nin reel ilaç ihtiyacının planlanması İTS ile mümkün olmaktadır. Denetimsel ve hukuksal süreçlere İTS tarafından veri sağlanmaktadır.Tüm paydaşların stok ve hareket bilgileri denetim için ana veri kaynağıdır. Hukuksal anlaşmazlıklarda İTS verileri mahkemelerce referans olarak kullanılmaktadır. Özet olarak İlaç Takip Sistemi; • Vatandaşların sağlığını tehdit eden sahte ilaçların satışını önler, • Kaçak ilaçların satışının önler, • Ambalaj ve kupür sahteciliğini önler, • Ambalajı açılan ilaçların düşme ve kırılma sebebiyle kullanılamaz hale gelmesini engeller, • Yan etkisi tespit edilen ilaçlarda tüm partinin piyasadan toplatılmasına imkan tanır, • (01) – GTIN: ( Global Trade Item Number) Küresel Ticari Ürün Numarası • (21) – SN: (Serial Number) Sıra Numarası • (17) – XD: (Expiration Date) Son • İlaç piyasası hakkında veri sağlar, • Geri ödeme kurumları ile eczane- • (10) – BN: (Batch Number) Parti tekler, lerin ihtilaflarını çözümler, • Farmakovijilans yani ilaç güvenliği açısından hasta güvenliğini iyileştirir, kullanma tarihi numarası • GTIN+SN ürünü tekilleştiren tanımlayıcılar İTS İSTATİSTİKLERİ • Toplam Paydaş Sayısı ≈ 41.000 • Cevap Süresiden paylaşılması, < 0.5 saniye • Vatandaşın ilaca erişimini kolayİTS Tanıtımları Birçok ülke Türkiye’nin başarısını örnek alarak sistemi ülkelerine uygulama konusunda resmi olarak ülkemizden destek istemektedir. Şu ana kadar İTS’yi tanıttığımız ülkeler aşağıdadır. • Mısır • İran • Suudi Arabistan • Arnavutluk • Brezilya • Güney Kore • Ürdün • Amerika Birleşik Devletleri • Kazakistan • Birleşik Arap Emirlikleri • Kuveyt • Umman • Bahreyn • Katar • Rusya • Bulgaristan • Almanya İTS Mobil • Akıllı Telefonlar sayesinde vatandaşlarımız kendi ilacını sorgulayabilmektedir. İlaç Takip Sistemi, elektronik ürün kodu teknolojisinden faydalanarak ilaçların tedarik ve dağıtım süreçlerindeki geçmiş ve güncel konum bilgilerinin belirlenme sürecidir. • Toplam Kutu Sayısı • Eczanelerden Satılan Kutu Sayısı • Vatandaş ilacının • Karekod Bilgilerini • Adını • Son Kullanım Tarihini • Üzerinde Geri Çekme Kararı olup Sistem, gerçek ortamlardaki ürün hareketlerine göre doğrusal süreçlerle tasarlanmıştır. Gerçek hayatta var olan işlemlerin sistemde yapılması kolaylık sağlamaktadır. “Doğrulama”, “Reçete Satış Onayı” gibi bazı işlemler de bu süreçlere eklenmiştir. Takip taraflardan alınan bildirimler ile yapılmaktadır. • Geri Çekilen Kutu Sayısı • Sistemde kayıtlı olup olmadığını • Eczanedeki Kutu Sayısı • Yan etki bildirimini yapabilmekte- Çalışma Prensipleri SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 Büyüyen sektörlerin ürün tedarik zincirindeki alım, satım, ürün iadesi gibi işlemleri görüntüleme ihtiyaçlarının ortaya çıkması üzerine geliştirilen Takip ve İzleme Sistemi’nin küresel çapta adaptasyon ve standardizasyonunu sağlamak amacıyla kurulan Uluslararası Standartlar Teşkilatı EPCglobal, tedarik zincirinin verimliliğini ve şeffaflığını geliştirmeye yönelik çözüm ve standartları iyileştirmeyi amaçlayan bir diğer kuruluş olan GS1 ile birlikte, piyasada bulunan ürünlerin tedarik zincirinde oluşturdukları hareketin nasıl kodlanacağı ve bu kodların ne anlama geldiğini belirleyen standartları tanımlamıştır. Söz konusu standartlar, şu anda dünyanın her yerinde ve birçok farklı sektörde başarıyla uygulanmaktadır. Takip sisteminde karekod tekniği kullanılmaktadır. Bir karekod ürün hakkında dört bilgi içermektedir. • Akılcı ilaç kullanımı sürecini des- • Hastaya güven verir. 30 Takip ve İzleme • Barkod Sayısı (Ürün çeşidi) ≈ 7.000 ≈ 13 milyar ≈ 8.9 milyar ≈ 9.4 milyon ≈ 1.2 milyar • Günlük Ortalama İşlem Sayısı ≈ 80 milyon • Saniyedeki İşlem Sayısı ≈ 2.000 olmadığını öğrenebilmekte dir. Gelecek Vizyonu: • Ürünlere ait KT(Kullanım Talimatları) bilgilerinin İTS mobil üzerin- laştırmak amacıyla aradıkları ilacı hangi eczaneden temin edebilecekleri bilgisini sunmak amacıyla Mobil uygulama geliştirmek • Tedarik zinciri içerisinde soğuk zincir ürünleri için gerçek zamanlı sıcaklık takibi • Hastanelerde doz bazlı ilaç takibine geçilmesi, • Karar destek sistemi ile birlikte İTS verilerinin sektörün kullanımına sunulması, • Renkli Reçete Takip Sistemi’nin faaliyete geçmesi ile birlikte uyuşturucu-psikotrop sınıfı ilaçların yakından takibi, Temel Kavramlar GTIN (Küresel Ticari Ürün Numarası): GTIN, ticari ürünlerin üzerinde barkodlara basılmış şekilde yer alan, ürün çeşidini dünya üzerinde özgün (tekrar etmeyen) olarak tanımlayan numaraya GTIN denir. GTIN veritabanlarında tutulan ürün bilgisine erişim sağlayan bir anahtar görevi görür ve ADC (Automatic Data Capture – Otomatik Veri Toplama) uygulamalarında kullanılır. GTIN, ülkemizde “Barkod Numarası” olarak bilinen 13 rakamdan oluşan numaradır. Firma öneki ve ürün numarasından oluşur. Ürünleri dünya genelinde tekil olarak tanımlayan en fazla 14 basamaktan oluşan numaradır. Sıra Numarası – SN (Serial Number): GTIN ile tanımlanan ürünün her bir birimini tanımlamak için kullanılan numaradır. Bir ürün için kullanılan sıra numarası, aynı çeşit üründe bir daha kullanılamaz.Bir ürün için kullanılan sıra numarası, aynı çeşit üründe bir daha kullanılamaz. Son Kullanma Tarihi – (Expiration Date): Ürünün güvenli olarak kullanılabileceği son tarihi belirtir. 6 karakter uzunluğunda sayısal bir veridir. Verinin formatı YYAAGG şeklindedir. Parti Numarası – (Batch Number): Üretimde bir partinin diğer partilerden ayırt edilmesi için kullanılan kayıt numarasıdır. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 31 dosya TIBBİ CİHAZDA “YERLİ MALI” AVANTAJI Uzm. Dr. Yalçın SOYSAL Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Daire Başkanı Yerli Malı Tebliği; Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nca yayımlanmış olup üreticilere kayıtlı oldukları TOBB veya TESK’e bağlı oda/borsa aracılığıyla Yerli Malı Belgesi düzenlenmesine ilişkin hükümleri içermektedir. Bu tebliğde belirtilen hükümleri karşılayan ve yerlilik oranı en az %51 olan ürünler için Yerli Malı Belgesi verilmektedir. Kamu İhale Kanunu’nda yapılan bir değişiklik ile de yerli malı belgesine sahip üreticiler için kamu ihalelerinde %15’e kadar varan fiyat avantajı getirilmiştir. Ayrıca Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu tarafından tüm Kamu Hastane Birliği Genel Sekreterliklerine “Yerli Malı Teklif Eden İstekliler Lehine %15 Oranında Fiyat Avantajı Uygulanması” yönünde 25.04.2016 tarihinde resmi yazı ile bildirim yapılmıştır. Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu, düzenleyici ve denetleyici bir kurum olarak ülkemizde tıbbi cihaz alanında tek yetkili otoritedir ve güvenli ürüne erişimde önemli bir konuma sahiptir. Ayrıca yerli tıbbi cihaz üreticisinin kamu alımlarında %15’e varan fiyat avantajından yararlanması için çeşit- 32 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 li çalışmalar da yapmaktadır. Sağlık 2023 Vizyonu, 10.Kalkınma Planı ve 65. Hükumet Programı nezdinde yerli üreticilerin desteklenmesi hedeflerine uygun olarak politikalar üretmekte ve projeler geliştirmektedir. 10. Kalkınma Planı Sağlık Endüstrilerinde Yapısal Dönüşüm Eylem Planı’nda yer alan “Tıbbi Cihaz Sektörü İçin Sektör Stratejisi Oluşturulacaktır” eylemi kapsamında TİTCK tarafından “Tıbbi Cihaz Sektör Stratejisi ve Eylem Planı” hazırlanmış olup yayımlanma aşamasındadır. Strateji Belgesinde yerli üretimin desteklenmesine yönelik eylemler de yer almaktadır. Ayrıca Kurumumuzun sekreterya görevini yürüttüğü Sağlık Endüstrileri Yönlendirme Komitesi Kapsamında 5 ve 7 yıllık alım garantili modellerle yerli üretimi teşvik etmek için çeşitli stratejiler ve eylem planları ortaya koyulmaktadır. Bunların yanı sıra Kurumumuzda her ay sektörde bulunan üreticilerimizin de dâhil olduğu tüm tıbbi cihaz ile ilgili STK’ların katılımları ile sektör toplantıları yapılmaktadır. Bu toplantılarda sektörün sorunları ve önerileri değerlendirilmekte ve böylece daha hızlı adımlar atılmaktadır. Bu adımlardan biri; hem sağlık tesislerindeki satın alma birimlerinin hem de Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) yerli ürünlere olan farkındalıklarını artırmak için gerekli çalışmaların yapılmasıdır. Bilindiği üzere ülkemizde tıbbi cihazların piyasaya arz edilebilmesi için öncelikle Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu uhdesinde yer alan Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Ulusal Bilgi Bankası (TİTUBB) sistemine kaydının gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Sağlık tesislerinde yapılan kamu alımlarında ve SGK tarafından gerçekleştirilen geri ödemelerde TİTUBB siteminin önemli bir yeri bulunmaktadır. Tıbbi cihaz alımı yapacak olan satın alma birimleri, alımını yapacakları ürüne ilişkin bilgilere TİTUBB sistemi üzerindeki sorgulama ekranlarından erişmektedirler. SGK’nın kullanmış olduğu Medula sistemi ise TİTUBB ile entegre bir şekilde çalışmaktadır. TİTUBB sistemi; üreticilerimizin kamu alımı yapan sağlık tesisi yöneticileri ve SGK tarafından daha kolay değerlendirilebilmeleri için geçtiğimiz Mayıs ayı içerisinde yerli malı belgesi yükleyebilecekleri bir şekilde geliştirilmiştir. Üreticilerimiz artık kayıtlı oldukları TOBB veya TESK’e bağlı odadan almış oldukları Yerli Malı Belgelerini sisteme yükleyebilecekler ve yerli olan ürünlerini bu belge ile eşleştirdikten sonra yerli malı olmanın avantajlarından faydalanabileceklerdir. Böylelikle TİTUBB sistemini kullanan ilgili kurumlar ve kamu satın alma birimleri de bu belgelere kolaylıkla ulaşıp yerli üreticilerimiz lehine avantaj sağlayabileceklerdir. dosya İLAÇ SEKTÖRÜNDE AR-GE VE İNOVASYON Dr. Pelin Eriştiren İNCESU AstraZeneca Türkiye Ülke Başkanı Yaklaşık 400 kişilik kadrosuyla hastaların hayatlarında anlamlı bir fark yaratacak yenilikçi ilaçların sağlığın hizmetine sunulmasını hedefleyen AstraZeneca Türkiye, 1999 yılından bu yana pazarlama ve satış faaliyetleri ve Ar-Ge çalışmaları gerçekleştirmektedir. Yerel yatırımların önemine inanan AstraZeneca Türkiye, ülkede Kurumsal Sosyal Sorumluluk yatırımları, Ar-Ge yatırımları ve üretim yatırımı gerçekleştirmektedir. AstraZeneca Türkiye’de 4 ana tedavi alanında, 24 bölge yapılanmasıyla faaliyet göstermektedir. Global düzeyde günde yaklaşık 22,5 milyon dolar Araştırma ve Geliştirme yatırımıyla 5 ülkede araştırma çalışmaları yapıyoruz. AstraZeneca olarak Türkiye’de yürüttüğümüz klinik araştırma sayısını son üç yıl içinde üç kat, son yılda yaklaşık 2 kat arttırdık. Bundan sonraki süreçte de nitelikli insan gücünün ve araştırmacı sayısının arttırılması için gerekli desteği vermeyi hedef34 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 liyor ve Türkiye’nin sağlık alanında belirlediği hedeflere ulaşmasındaki katkımızı büyütmeyi diliyoruz. daki planlama çalışmalarımıza halihazırda devam etmekteyiz. Uluslararası araştırma geliştirme çalışmaları ile bilimsel lider firmalardan biri olarak Türk ilaç sanayisinin ‘küresel ölçekte bir AR-GE ve bölgesel bir yönetim merkezi olması’ politikasını desteklemekteyiz. AstraZeneca’nın Türkiye’de yürüttüğü klinik araştırma sayısı son üç yıl içinde üç kat, son yılda yaklaşık iki kat artmıştır. AstraZeneca’nın son beş yılda Türkiye’de yürüyen klinik araştırmalara yapılan yatırımı ise 25 milyon TL’yi bulmaktadır. AstraZeneca Türkiye olarak, sadece 2015 yılında 10 milyon TL’yi aşan yatırımlarımız ile toplam 25 farklı Faz III çalışmayı ülkemize getirdik. Bunun yanı sıra AstraZeneca, Türkiye’ye Ar-Ge hattını ve inovasyon platformunu, yani yeni ilaç molekülü içeren bilgi havuzunu açarak önemli bir bilgi transferi gerçekleştirmektedir. • Cambridge, Birleşik Krallık – Üni- AstraZeneca olarak, faaliyetlerimizin ve amacımızın merkezinde “Yaşama değer katan ilaçları keşfetmek için bilimin sınırlarını zorlamak” yer alıyor. Bugün var olan pek çok hastalığın gelecekteki tedavisi, yeni ortaya çıkan veya hâlâ keşfedilmemiş hastalık mekanizmalarının keşfedilmesinde saklıdır. Hastalara hizmet vermenin en iyi yolunun bilime odaklanarak, bu mekanizmaları keşfetmek ve yeni, hedefe yönelik tedaviler geliştirmek olduğuna inanıyoruz. Bu yüzden Araştırma ve Geliştirme faaliyetleri bizim için çok önemli ve önemli olmaya da devam edecek. Küçük molekül araştırmalarımızı gerçekleştirdiğimiz Yenilikçi İlaçlar ve Erken Gelişim Birimimiz olan IMED ve protein mühendisliği teknolojileri, biyolojik ürünler ve biyolojik-küçük molekül bileşimleri gibi alanlara odaklanan birimimiz olan MedImmune, bilimdeki yenilikleri ve gelişen teknolojileri keşfetmek üzere çalışmaktadır. Ülkemizin 2023 hedeflerinden GSYH seviyesi ile dünyanın ilk 10 ekonomisinden biri olmasına giden yolda, Astra Zeneca Türkiye olarak bu hedefin en büyük temellerinden biri olan yenilikçi üretimi yerlileştirmeyi destekliyoruz. Ülkemizde halen sağlığın hizmetine sunduğumuz ilaçların ambalajlama dahil kutu bazında %55’ini Türkiye’de üretiyor olmanın gururunu paylaşıyoruz. İlerleyen dönemde ise üretimimizi artırarak devletimizin stratejik eylem planlarına katkımızı artırmayı hedefliyoruz. Bu kapsam- AstraZeneca’nın üç stratejik AR-GE merkezi • Gaithersburg, Amerika – Ulusal Sağlık Enstitüsü ve Johns Hopkins Üniversitesi ortaklığında, 3.000’den fazla bilim insanı çalışıyor. • Göteborg, İsveç – Karolinska Enstitüsü ve Medicon Valley ortaklığında, 50 ülkeden 2.000 bilim insanı çalışıyor. versite ve biyobilim topluluğu ortaklığında, 2016 yılının sonuna kadar 2.500’den fazla bilim insanı yer alacak. AstraZeneca olarak, dünyaca ünlü bilim insanları ve akademik kurumlarla iş birliği yaparak kendi yetkinliklerimizi sürekli geliştirmekte ve bilim odaklı şirketlerle ortaklıklar yapmaktayız. Türkiye’de 2014 yılı Kasım ayında Koç Üniversitesi ile Bilimsel Liderlik alanında bir ilke imza attık. İmzaladığımız bilimsel iş birliği anlaşması ile kanser, diyabet ve kardiyovasküler hastalıkların tedavisi için ortak klinik öncesi çalışmalar yapılmasını hedefledik ve Türkiye’de klinik öncesi araştırmalara ciddi bir yatırım yaptık. 70 milyonu aşan nüfusuyla Türkiye’nin ilaç keşfi çalışmalarını önemsiyoruz, Koç Üniversitesi ile yapılan bu bilimsel iş birliği çerçevesinde hızla ilerleyerek, somut adım olarak 2015 senesinde “Prostat Kanseri” konusunda başlattığımız ortak çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu projenin yeni ilaçların keşfedilmesini ve geliştirilmesini sağlayarak, karşılıklı faydaya dayalı iş birliklerini tespit ve tesis etmemize yardımcı olacağına inanıyoruz. tadır. Gerek ilgili tüm Bakanlıkların stratejik adımları gerekse 10. Kalkınma Planı ve Dönüşüm Programları ile geleceğe yönelik olumlu bir çerçeve çizilmektedir. Ancak inovasyon ekosistemini oluşturan aktörler ve ortam koşullarının büyük çoğunluğu mevcut olsa da, Türkiye, ilaç Ar-Ge’sinde gerek çıktılar gerekse çekilen yatırımlar açısından henüz rekabetçi bir konumda değildir. İlaç Ar-Ge’si, uygun ortam koşullarında ekosistemdeki aktörlerin etkileşiminden ortaya çıkmaktadır. İlaçta inovasyon, ekosistemdeki aktörlerin sadece ekosistemde yer alması ile değil, itici güçlerle çalışır hale getirilmesi ile mümkündür. Son yıllardaki küresel eğilimler ve bilimsel yaklaşımlarla değişen iş modelleri Türkiye’ye ilaç Ar-Ge’sinde konumlanabilmek için fırsat sunmaktadır. Bu fırsattan yararlanabilmek için ilgili ekosistemi etkileştirecek hızlandırıcı aktör ve mekanizmalara ihtiyaç vardır. Türkiye’nin önümüzdeki dönemde ekonomik hedeflerine ulaşması ve sürdürülebilir büyümeyi sağlaması- nın yolu bir yandan inovasyon ekosisteminde gerekli reformları yaparken bir yandan da hızlandırıcı araçları uygulamaya koymaktan geçmektedir. Dünyada Ar-Ge yoğunluğunun en fazla olduğu ve yeni teknolojilerin en hızlı yaygınlaştığı sektörlerden olan ilaç sektörü, ileri teknolojiye geçiş sürecinde fırsat olabilecek niteliktedir. İlaç Ar-Ge değer zincirinin ikinci ana aşaması klinik çalışmalardır. Bugün ülkemizde sayısı giderek artan klinik çalışmaların, Faz II ve III çalışmalar ek olarak, uygulama açısından en zor ve detaylı klinik faz olan Faz I çalışmaları için kurulan yeni merkezler ile de desteklenmesi ve klinik çalışmaların başlatılmasında ve yürütülmesinde süreçlerin kalitesinin arttırılarak güncel yönetmelikler ile standardize edilmesi, Türkiye’nin dünya genelinde önemli bir klinik çalışma merkezi olma yolunda atılmış önemli adımlardır. Tüm dünyada olduğu üzere, ülkemizde de, Ar-Ge’nin temel parçası olarak nitelendirebileceğimiz, klinik çalışmaların sayısının büyük bir ivme ile arttırılması gerektiğine inanıyoruz. İlaç Ar-Ge’si ve klinik araştırmalar konusunda ülkemizin durumu TEPAV 2015 İlaç Ar-Ge Ekosistemi Raporu’na göre, son yıllarda, kamu politikaları ile ilaç sektöründe Ar-Ge kapsamında önemli adımlar atılmakSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 35 dosya da bulunmaktadır. 59 yıldır yaklaşık 1.000 çalışanı ile Türk tıbbına sunduğu 186 ürün formunun yüzde 75’ini Türkiye’de üreten Pfizer Türkiye, Avrupa Bölgesi ve Uzak Doğu’da olmak üzere toplam 10 ülkeye ilaç ihraç etmektedir. Pfizer, dünyanın her yerinde akademisyenlerle, araştırmacılarla, tıbbi derneklerle, hasta dernekleriyle ve devletlerle daha iyi bir gelecek için işbirliği içinde çalışmaktadır. Pfizer, Türkiye’de bugüne kadar birçok önemli terapötik alanda 20 milyon dolarlık Ar-Ge yatırımı yapmış ve Türkiye’deki Ar-Ge ortamının gelişerek ülkemizin küresel ilaç Ar-Ge’si alanında rekabetçi olabilmesi adına özellikle 2009’dan bu yana önemli işbirliği projelerine de imza atmıştır. Pfizer’i bugün dünyanın önde gelen biyofarmasötik ilaç şirketlerinden biri yapan en önemli unsur, Ar-Ge ve inovasyona verdiği değerdir. Pfizer bu gücünü, 150 yıllık küresel bilgi birikiminden ve güçlü Ar-Ge altyapısından almaktadır. Ülkemizde ilaç Ar-Ge’sinin gelişmesi için neler yapıyorsunuz? Pfizer Klinik Araştırmalar Bölge Direktörü Dr. Gökhan DUMAN: ÜLKE EKONOMİMİZİ DÖNÜŞTÜRECEK OLAN GÜÇ İNOVASYONDUR Pfizer Klinik Araştırmalar Bölge Direktörü Dr. Gökhan Duman “İlaç Sektöründe Ar-Ge ve İnovasyon” konusunu ve ülkemizde bu alandaki çalışmaları değerlendirdi. Şirketinizi kısaca tanıtır mısınız? 160 yıldan uzun süredir hizmet veren Pfizer, bugün 150’den fazla ülkede ürünlerini tıbbın kullanımına sunmaktadır. Pfizer’in tüm dünyada yaklaşık 100 bin çalışanı bulunmakta ve yıllık 49 milyar dolarlık geliri ile pazar değeri açısından dünya genelindeki ilaç şirketleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Pfizer, 1957 yılından bu yana Türkiye’de faaliyet göstermektedir. 36 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 Yenilikçi ürünler açısından ilaç sektörünün lider şirketlerinden biri olan Pfizer, 15 farklı tedavi alanına yayılan ve henüz çare bulunmamış hastalıklara odaklanmakta ve yeni ürünlerin araştırılması ve geliştirilmesi için yatırım yapmaktadır. yovasküler ve metabolik hastalıklar, ağrı, inflamasyon, immünoloji, nadir hastalıklar, onkoloji ve aşı gibi önemli alanlarda hastalara yeni tedaviler sunacak güçlü Ar-Ge projeleri yürütmekte ve yılda ortalama 7 milyar dolarlık bir kaynak aktarmaktadır. Ar-Ge yatırımlarınız ve inovasyon çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz? Bugün 10.000 bilim insanının çalıştığı Pfizer, Türkiye’de kurulduğu günden bu yana Türkiye’ye yatırım yapmakta, ilaçlarını ülkemizdeki tesislerde üretmekte ve hatta ihracat yaparak ülke ekonomisinin gelişimine katkı- Pfizer, merkezi sinir sistemi, kardi- Ülke ekonomimizi dönüştürecek olan güç inovasyondur ve inovasyonun en önemli unsurlarından biri teknoloji transferleridir. Bunun en etkili şekilde hayata geçirilebileceği sektörlerden biri ilaç sektörüdür. Pfizer, 2012 yılından bu yana, dünyanın önemli biyoteknoloji ürünlerinden biri olan konjüge pnömokok aşısını, yerli bir üretici ile Türkiye’de üreterek, sadece üretim teknolojisini getirmekle kalmayıp bu alanda deneyimli insan kaynağının yetişmesine de katkıda bulunuyor. Ayrıca bu aşının üretimi, Türkiye’yi ABD ve İrlanda’nın ardından Pfizer’in dünyadaki 3. aşı üretim merkezi haline getirmiştir. Bu teknoloji transferi projemiz, Türkiye ilaç endüstrisinin niteliğinin yükseltilmesinde uluslararası işbirliklerinin önemini gösteren öncü bir uygulamadır. Pfizer ayrıca, 2014 yılında başlatılan teknoloji transferi çalışması ile patent süresi dolmamış, kendi sınıfında çığır açan bir inflamasyon ilacını, 2015 yılında İstanbul tesisinde üretmeye başladı. Romatoid artrit tedavisine yönelik bu ürün, bu alanda yenilikçi bir ilaç olarak konumlanmaktadır. Bu, Türkiye ilaç endüstrisini geliştirecek yüksek katma değerli, patent korumalı ürün üretimi açısından önemli bir örnektir. Pfizer Türkiye, yıllardır akademik ve bilimsel işbirlikleri yapmakta, bilimsel sempozyumları ve klinik araştırmaları desteklemektedir. Bu kapsamda üniversiteler ve Sağlık Bakanlığı işbirliği ile 2000 yılından bu yana, 3.000’e yakın araştırmacının eğitim almasını sağlamıştır. Ayrıca ülkemizde ilaç ArGe faaliyetlerinin derinleştirilmesi ve buna uygun bir ortamın gelişmesi için, “İlaç Ar-Ge İşbirliği Projesi” çerçevesinde Pfizer’deki önemli bilim insanlarını ve Türkiye’deki değerli akademisyenleri buluşturan bir platform kurulmuştur. Pfizer, Türkiye ilaç endüstrisinin niteliksel gelişimini desteklemeye, Türkiye’de ekonominin yapısal dönüşümüne katkı sağlayacak işbirliklerini önceliklendirmeye devam edecektir. İlaç Ar-Ge’si ve klinik araştırmalar konusunda ülkemizin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Klinik araştırmalar, ülkemizde hastaların yenilikçi tedavilere ulaşabilmesi, bilim ortamının gelişmesi ve bilim insanlarımızın uluslararası alanda daha üst seviyelerde yer alması açısından kritik bir öneme sahiptir. İlaç sektörü, dünyada yıllık yaklaşık 140 milyar dolar ile en yüksek Ar-Ge yatırımını gerçekleştiren sektördür ve bu yatırımın yarısından fazlası klinik araştırmalara ayrılmaktadır. Bu anlamda klinik araştırmalar uluslararası ilaç firmalarının Ar-Ge yatırımlarının Türkiye’ye çekilebilmesi açısından da büyük bir öneme sahiptir. Klinik araştırmalar çoğunlukla gelişmiş ülkelerde yürütülmektedir. Son yıllarda altyapının gelişmesi, kalitenin yükselmesi ve küreselleşmenin etkisi ile gelişmekte olan ülkelerde de araştırma yatırımının arttığını gözlemlemekteyiz. Bu durum Türkiye gibi ülkeler için önemli bir fırsat yaratmaktadır. Nüfus göz önüne alındığında, Türkiye, bu alanda henüz potansiyelinin çok altındadır. Devlet, akademi ve endüstri işbirliğinin güçlenmesi, Ar-Ge ve inovasyonu destekleyen ortamın gelişmesini ve ilaç Ar-Ge ve klinik araştırmalar alanında hızlı bir büyüme gerçekleşmesini sağlayacaktır. Türkiye, hedeflenen ilerlemeyi gerçekleştirebilirse, 3 yıl içinde ülkemize gelen uluslararası ilaç Ar-Ge yatırımı 2 katına çıkabilir. İlaç Ar-Ge’si alanında yaşanan zorluklar nelerdir? Çözüm için ne önerirsiniz? Türkiye’de tüketilen ilaçların miktar olarak %75’i yurtiçinde üretilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye birçok gelişmekte olan ülkenin önündedir. Fakat bu üretim, geleneksel, nispeten basit teknolojili ürünler üzerine yoğunlaşmıştır ve katma değeri düşüktür. Ayrıca Türkiye’de üretilen ürünler ilaç değer zincirinin en zayıf tarafında yani jenerikleşmiş ilaçlarda yoğunlaşmıştır. Türkiye, hem mevcut jenerikleşmiş ürün gamında hem de bu ürünlerin hammaddelerinin üretiminde rekabetçilikte Çin ve Hindistan gibi ülkelerin oldukça gerisindedir. Bu nedenle küresel pazarlar yerine ağırlıklı olarak yurtiçi tüketime yönelik üretim yapılmaktadır. Ülkemiz jenerikleşmiş, düşük katma değerli ürünlerde yoğunlaşmış ancak bu alanlarda gelişmekte olan ülkelere karşı rekabet üstünlüğü açısından dezavantajlıdır. Diğer taraftan Türkiye, gelişmiş ülkelerin rekabetçi olduğu yüksek katma değerli, sofistike alanlarda güçlü bir varlığa sahip değildir. Bu nedenle ilaç sanayisinin dönüşümünde gelişmiş ülkelerin rekabetçi olduğu alanlar öncelikli olarak hedeflenmelidir. İmalat sanayisinin yüksek katma değerli ve ileri teknolojili bir yapıya dönüşümü için küresel işbirlikleri önemli bir yöntemdir. Bu tarz işbirlikleri teknoloji transferleri ile yurtiçi üretimin niteliğini geliştirebilir, çarpan etkisi ile ilgili diğer sektörlerde de gelişmeyi hızlandırabilir ve yurt içinde üretilen ürünlerin dünya pazarlarına erişimini hızlandırabilir. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 37 analiz kapakkonusu ganizma cinsi/cinsleri olabilmektedir. Bu duruma, doğal direnç (intirinsik direnç) adı verilmektedir; yapı ve biyokimya özellikleriyle ilişkilidir. İlgili antimikrobik kullanıma girdiğinde “doğal köken”leri bu antimikrobik maddeye duyarlı olan mikroorganizmalar, daha sonra değişik genetik mekanizmalarla dirençli hale gelebilmektedir. Bu duruma ise kazanılmış (kalıtsal) direnç adı verilmektedir. Bu tür direnç; mikroorganizmada gelişen mutasyonlarla (kromozomal direnç) olabildiği gibi değişik genetik elemanlarla ( plazmid, transpozon, integron) bir mikroorganizmadan diğerine (yeni nesillere, aynı/başka cins ve türlere geçiş) yayılabilmektedir. Mevcut durum ANTİBİYOTİK DİRENCİ: “ANTİBİYOTİK ÇAĞI”NIN SONU MU?* Prof. Dr. Recep ÖZTÜRK İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı Antibiyotikler, daha geniş bir kavramla antimikrobik maddeler; insan sağlığını koruma ve geliştirme açısından son yüzyıl içinde çok büyük katkı sağlamıştır. 1900’lü yıllarda dünyada ölümlerin %50-60’dan daha fazlasını oluşturan enfeksiyon hastalıkları; antibiyotiklerin keşfi, değişik hastalıklar için kullanıma giren aşılar ve sosyal yaşam düzeyinde sağlanan olumlu gelişmeler (yeterli emniyetli gıda/su, sanitasyon tedbirlerinin gelişmesi vd.) sayesinde düşük gelirli ülkeler dışında %25’lerin altına düşmüştür. Antimikrobik maddeler, sadece insan sağlığı için değil, tarım ve veterinerlik alanında da çok olumlu katkılar sağlamıştır. Antimikrobik maddelerin iki önemli etkisi vardır: Tedavi amaçlı 38 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 olarak hastalık yapan mikroorganizmayı öldürür, ancak hastalık yapmayan diğer organizmalara da zarar vererek ekosistemin çeşitliliğine, bütünlüğüne ve duyarlı-dirençli organizma dengesine zarar verip “kollateral hasar” oluşturur, dirençli mikroorganizmaların seçilip yayılmasına neden olur. Antimikrobik maddelerin tıp, tarım ve veterinerlik alanında yaygın kullanılması sonucu mikroorganizmalar değişik mekanizmalarla uzun yıllardan beri direnç geliştirmeye başlamış, sorun zamanla katlanarak büyümüştür. Antimikrobik maddelerin kullanım miktarı ve yaygınlığıyla paralel şekilde artan direnç, doksanlı yıllardan sonra hızla artış göstermiş; günümüzde çok yaygın, halk sağlığını ciddi şekilde tehdit eden küresel bir sorun haline gelmiştir. Bu yazıda antimikrobiyal direncin tanımı, sorunun mekanizmaları, nedenleri, boyutu ve çözüm önerileri ele alınacaktır. Antimikrobiyal direnç nedir? Antimikrobiyal direnç, daha önce “doğal kökenle” (wild type) oluşan enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde etkili olan bir antimikrobik maddeye karşı ilgili mikroorganizmaların değişik mekanizmalarla dirençli hale gelmesidir. Bakteriler, mantarlar, virüsler ve parazitlerin “doğal köken”leri, antimikrobiklerle karşılaştıktan sonra dirençli hale gelmekte; ilgili antimikrobik madde tedavi veya profilakside artık etkisiz kalmakta, sonuçta ilgili enfeksiyonlar etkin şekilde tedavi edilememektedir. Tedavi edilemeyen hastalardan diğer şahıslara veya çevreye doğrudan/dolaylı veya vektörler aracılığıyla bulaşan mikroorganizmalar enfeksiyonların yayılmasına neden olmaktadır. Mekanizmalar Kullanıma girdiğinde değişik antimikrobiklere karşı dirençli mikroor- Antimikrobiklere karşı gelişen direnç, ilgili antibiyotiklerin keşfinden kısa sonra karşılaşılan bir sorun olmuştur. Üretilen her antimikrobik maddeye er geç direnç gelişmektedir. 1950’lerin başında penisiline, 1960’ların başında metisiline direnç dikkati çekecek ölçüde artmaya başlamıştır. Son 2-3 dekattır direnç çok daha yaygın duruma gelmiştir. Çapraz direnç durumu, sorunu çok daha yaygın duruma getirmiştir. Günümüzde hemen her bakteri kendilerine karşı kullanılan antimikrobik ajanlara karşı belli oranlarda direnç kazanmış durumdadır. Direnç sorunu bakteriler dışında, virüs, mantar ve parazitler için de söz konusudur. Direnç sorunu yaşanmayan bakteri cinsi/türü kalmamış gibidir. Son 70-80 yıl içinde kullanıma giren antibiyotikler insan yaşamında en önemli katkıyı sunmuş, ölümcül pek çok enfeksiyon hastalığının başarıyla tedavisine imkan sağlamıştır. İnsanlık tarihinin en önemli buluşlarından olan antibiyotikler, başta uygunsuz ve gereksiz kullanımları sonucu gelişen direnç nedeniyle etkilerini önemli oranda kaybetmektedir. Mikroorganizmalar kendilerini yok etmek için kullanılan antimikrobik maddelere karşı er ya da geç karşı koyma gücü (direnç) kazanmaktadır. Ölümlerin yüzde 45’inin halen enfeksiyon hastalıklarına bağlı olduğu düşük gelirli ülkelerde, direnç gelişmesine bağlı olarak enfeksiyonlar ne yazık ki daha da öldürücü olmaktadır ve olmaya devam edecektir. Bu tip ülkeler için önemli olan solunum yolu enfeksiyonları, akut ishaller, sıtma, tüberküloz direnç nedeniyle sorun yaşanan hastalıklar içinde başta yer almaktadır. Antimikrobiklere karşı direnç; toplumda enfeksiyonların etkili tedavi edilememesi, enfeksiyon hastalıklarının daha uzun sürmesi; ölüm riskinin artması, salgınların sıklaşması ve uzaması, sağlam toplum kesimlerinde enfeksiyon riskinin artması anlamına gelmektedir. Son 20-25 yıldır değişik ülkelerde konuyla ilgili çalışmalar artırılmış, ulusal sağlık kuruluşları konuyu öncelikle gündemlerine almışlardır. Konu, daha geniş kesimlerin de dikkatini çekmiştir. Günümüzde küresel ölçekte bir sorun haline gelen antimikrobiklere karşı direnç gelişmesi halk sağlığını ciddi boyutta tehdit etmektedir. Doksanlı yılların başlarında olayın dünya için bir kriz olduğu belirtilmiş, direnç sorunu TIME, Newsweek vb. dergilerde “Antibiyotik çağının sonu mu?” benzeri kapak konusu sorularla halkın gündemine taşınmıştır. Kullanıma giren her antibiyotik için direnç gelişimi söz konusudur. Günümüzde, penisiline dirençli pnömokoklar, 3. kuşak sefalosporinlere dirençli gonokoklar, metisiline dirençli stafilokoklar, vankomisine dirençli enterokokoklar, çoklu dirençli /panrezistan fermantatif ve nonfermentatif bakteriler, çoklu dirençli M. tuberculosis, çoklu ilaç dirençli P. falciparum, HIV ve influenza virüslerde direnç ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Son dekatların geniş spektrumlu, “yaşam kurtarıcı” bir antibiyotiği olan karbapenem grubu antibiyotiklere son yıllarda dünya genelinde hızla artan direnç sonrasında, toksik etkileri nedeniyle terk edilmiş eski bir antibiyotik olan kolistin, gram negatif bakteri enfeksiyonları için “kurtarıcı” olarak kullanıma tekrar girmiş, ancak kısa süre içinde buna karşı da direnç ülkemizden vd. ülkelerden bildirilmeye başlanmıştır. Hatta kolistin kullanım öyküsü olmayan insanlardan bile dirençli kökenler izole edilmiştir. Günümüzde hastanelerde kullanımdaki tüm antibiyotiklere direnç geliştirmiş panrezistan kökenlerin oranı giderek artmaktadır. Bu durum, tıpta bir SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 39 felaketin, başka bir ifadeyle “iflas”ın habercisidir. ABD Hastalık Kontrol Merkezi (CDC), konuyla ilgili olarak “Antimikrobik Direnç Tehdidi” başlığı altında ayrıntılı bir raporu 2013 yılında yayımlamıştır. Raporda dirençli bakterilerin ABD’de neden olduğu ölümler ve sağlık harcamalarına dikkat çekilmiştir. CDC, 2 milyona yakın insanın çok ilaca dirençli mikroorganizmalarla hastalandığını ve bunlardan en az 23.000 kişinin öldüğünü raporlamıştır. Dirençli bakterilerin neden olduğu sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyonların ABD’de doğrudan 20, dolaylı 35 milyar dolar ek harcamaya neden olduğu bildirilmektedir. ABD’de bizzat Başkan Obama’nın himayesinde antibiyotik direncini önleme ve kontrol konusunda 2014 yılında başlatılan çalışmalar, 2015 yılında bir ulusal eylem planı hazırlanmasıyla sonuçlanmıştır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) de konunun halk sağlığını tehdit küresel bir sorun olduğunu belirtmiş ve 2014 yılında dünya genelinde direnç durumunu ortaya koyan bir rapor yayımlamıştır. 114 ülke verisinin yer aldığı DSÖ raporuna göre, gram negatif çomaklarda (E.coli ve K. pneumoniae ) antibiyotiklere %50 üzerinde direnç varlığı bildirilmektedir. Benzer çalışmalar ve raporlar dünyanın değişik ülkeleri (İngiltere, Almanya, Kanada, Avustralya vd.) ve Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından da hazırlanmıştır. Ülkemizde de direnç oranları çok yüksektir. Avrupa’da en fazla antibiyotik kullanan ve en yüksek direnç oranlarına sahip ülkelerden biri durumundayız. Ülkemizde Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu, akılcı ilaç kullanımı kapsamında akılcı antibiyotik kullanımı konusunda farkındalık ve eğitim çalışmaları yürütmektedir. Ayrıca, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu tarafından “Ulusal Antimikrobiyal Direnç Surveyansı” çalışması yürütülmektedir. Ancak ilgili çalışmalar, henüz etkin ve yaygın ulusal bir strateji belirlenmesine imkân verecek ölçekte değildir. Tarım ve veterinerlik alanında da tıp alanında olduğu gibi önemli bir direnç sorunu mevcuttur. İlgili direncin hayvanlardan insanla40 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 ra bulaşması (et, süt ve süt ürünleri, çıkartılarla temas) konuyu çok daha önemli hale getirmektedir. Direnç artışı nedenleri Antimikrobiyal direncin nedenleri çeşitli ve karmaşıktır. Değişik toplum seviyelerindeki insan davranışlarıyla yakından ilişkilidir. Sonuçları dünyadaki herkesi, her canlıyı ilgilendirmektedir. Direnç artışında en önemli neden, antibiyotik tüketimindeki artış ve sonuçta oluşan seçici baskılanmadır. Direnç gelişimi kullanılan antimikrobik madde miktarıyla doğru orantılıdır. Sağlık hizmeti sunan değişik birimlerin yaygınlaşması (aile sağlığı merkezleri, diyaliz merkezleri, kronik hasta bakım merkezleri vd.); hastanelerde yatışların ve invazif uygulamaların artması, bağışıklık sistemi bozulmuş hastaların sayısında artma, yoğun bakım ünitelerinin sayısında olan artışlar antibiyotik kullanılmasına olan ihtiyacı artırmıştır. Tıp alanında toplum kökenli ve hastane kökenli enfeksiyonlarda da yaygın kullanım söz konusudur. Burada esas sorun, akılcı olmayan gereksiz kullanımdır. Antibiyotiklerin gereksiz kullanılması, gereksiz kombinasyonlar, gereğinden uzun süre kullanılma, dirençli kökenlerin seçilip yayılmasına imkân vermektedir. Değişik ülkelerde uygunsuz kullanım oranları genellikle %50 üzerinde olmaktadır. Üst solunum yolu enfeksiyonları (%6070’i viral) , akut ishaller (antimikrobik madde gereksinimi %10), cerrahi antimikrobik profilaksi antimikrobiklerin uygunsuz olarak kullanıldığı en iyi bilinen örneklerdir. Cerrahi profilakside genellikle tek doz halinde nispeten dar spektrumlu sefazolin vb. bir antibiyotik kullanılması gerekirken, ülkemizde geniş spektrumlu antibiyotikler günlerce kullanılmaktadır. Genelde hastanede bir kaç gün verilen parenteral antibiyotikler dışında, ayrıca hasta oral yolla bir antibiyotik verilerek taburcu edilebilmektedir (!) Gelişmiş ülkelerde tüketim sıralamasında 3-4. sırada olan antibiyotiklerin ülkemizde son yıllara kadar birinci sırada olması akılcı olmayan antibiyotik kullanımının bir kanıtıdır. Ülkemiz, OECD ülkeleri arasında bölgesinde en fazla antibiyotik kullanan ülke konumundadır. Bağışıklık sistemi bozulmuş hastaların sayısında artma, yoğun bakım ünitelerinin sayısında artma; protez, yapay cisim uygulamalarında artma dirençli kökenlerin seçilip başkalarına bulaştığı diğer faktörlerdir. Riskli kişi veya birimlerde enfeksiyon önleme ve kontrol tedbirlerine gerekli özenin gösterilemeyişi direncin yayılıp devamından sorumludur. Hastane yönetimleri ve daha üst yöneticilerin antimikrobiyal direnç ve enfeksiyon önleme ve kontrolüne gereken önemi vermemesi direncin önlenmesinde olumsuzluk oluşturan önemli bir sorundur. Enfeksiyon önleme ve kontrol tedbirlerine uyumun denetimi, sanitasyon tedbirlerinin yaygınlaştırılması, emniyetli su ve gıda temini için gerekli yapının kurulup denetiminin sağlanması direncin artmasının engellenmesinde çok önemli konular olduğundan bu alanlarda yaşanan eksiklikler direncin artışı ve yayılmasında çok önemlidir. Antimikrobiyal yönetimin kurumsal ve ulusal ölçekte kurulamaması, kurulanların etkin çalıştırılmaması direncin artmasının önlenmesi ve kontrolü açısından önemli bir “yönetim sorunu”dur. Antimikrobikler sadece tıpta değil, tarım ve veterinerlik alanında da çok yaygın kullanılmaktadır. Hayvanların değişik enfeksiyonlarında tedavi ve profilakside kullanılma yanında kümes hayvanlarında büyümeyi artırma faktörü (büyümeyi kolaylaştırma, üretim performansını ve verimliği artırma; anabolik etki) olarak kullanılması antimikrobik tüketimini çok aşırı miktarda artırmaktadır. Tarım ve veterinerlik alanında kullanılan antimikrobik madde üretilen antimikrobik maddelerin %70’ini oluşturmakta olup, tıp alanında kullanılanlardan çok fazladır. Yasal bekletme süresine uyulmadan, antibiyotiğin metabolize edilmesine fırsat vermeden tüketime sunulma nedeniyle ülkemizde kanatlı hayvanlardan alınan örneklerde antibiyotik kalıntısı saptandığı bazı çalışmalarda bildirilmiş olup direnç gelişiminde önemle alınması gereken bir sorundur. Sonuç olarak direnç pek çok olumsuzluğun nedenidir. Dirençli mikroorganizmalarla oluşan enfeksiyon hastalıklarında; tedavi başarısızlığı, morbidite ve mortalitede artış yanında tedavi masrafları da artmaktadır. Bir antibiyotiğe yüzde 20’den yüksek oranda direnç gelişmiş olması ampirik tedavide kullanılmasına engel olmakta, sonuçta daha pahalı seçenekler gündeme gelmektedir. Dirençli kökenlerle oluşan enfeksiyonların tedavi maliyeti 2-4 kat daha fazla olmaktadır Başta hastanelerde olmak üzere çok ilaca karşı dirençli kökenlerle gelişen hastane enfeksiyonları, hastanede kalışı ve ölüm oranlarını artırmakta ve ciddi bir ek maliyet oluşmasına neden olmaktadır. Artık günümüzde sadece hastane kökenleri değil toplumdan kazanılmış kökenlerde de direnç önemli oranlarda artmakta bu olay sorunu daha da büyütüp ciddi boyutlara taşımaktadır. Yukarıda değinildiği gibi bir hastane veya sınırlı bir bölgedeki dirençli patojenler bütün bir ülkeye, sınırları aşarak diğer ülkelere yayılabilmektedir. İnsan yaşamında özellikle toplu yaşam ortamları direnç gelişiminde katkı sağlamaktadır. Kreşler, huzurevleri, diyaliz merkezleri, hastaneler, vb. dirençli kökenlerin kolay bulaştığı alanlardır. Antibiyotiklerin kaybedilmesi sadece bilinen klasik enfeksiyon hastalıklarını tedavi edememek anlamına gelmez. Modern tıbbin protez cerrahisi vd. büyük cerrahi girişimleri, transplantasyon, prematüre bebeklerin tedavisi, kanser kemoterapisi gibi önemli başarıları etkili bir antibiyotik tedavisi olmadan başarıyla devam edemeyecektir. Hayvanlar- dan (kümes hayvanları, domuz vd.) insanlara kinolonlara dirençli E.coli, Salmonella; Camylobacter bulaşmaktadır. Salmonella hayvanlardan insanlara kesim esnasında direkt te- mas, hayvan çıkartıları ile temas veya et, yumurta, süt ve süt ürünleri gibi hayvansal ürünlerin tüketimi ile bulaşmaktadır. Antibiyotiklere dirençli bakteriler hastaneler ve çiftlikler gibi antibiyotiklerin çok yoğun kullanıldığı yerlerde varlığını devam ettirirken, toprakta antibiyotiklere dirençli genlerin varlığının tespit edilmesi doğada da bulaşmaların sürdüğünü ğı sorununa neden olmakta; besin kaynağı olarak tüketilen hayvanlar dirençli bakteriler için rezervuar görevi görmektedirler. Kümes hayvanlarında tetrasiklin ve kinolon grubu antibiyotiklerin yaygın kullanımı direncin artmasına ve ilgili kökenlerin insanlara da bulaşmasına neden olmaktadır. Acil olarak tıbbi, sosyal ve ekonomik süreçler kapsamında ulusal ve uluslararası önlemler ve eylem planları eşgüdüm içinde alınıp devam ettirilemezse küresel tehdidin yaygınlığı ve olumsuz sonuçları büyük insan kitlelerini ve hayvanları yaygın şekilde etkileyecektir. Direnç nedeniyle antimikrobik maddelerin raf ömrünün çok kısalması, ruhsatlandırmadaki zor aşamalar ve 10 yılı aşan üretim süreçleri sanayicileri yeni antibiyotik geliştirme açısından caydırıcı etki göstermektedir. Çözüm önerileri Antibiyotiklere karşı direnç gelişmesini tamamen önlemek mümkün değildir. Ama uygun önlemlerle azaltılıp kontrol edilebilir. Potansiyel olarak insanlığın sağlığının geleceğini karartma tehlikesi arz eden direncin azaltılması için henüz tek pratik bir çözüm yolu yoktur. Konuyla ilgili değişik önerilerden kısa ve orta vadede önemli olanların bir kısmı aşağıda özetlenmiştir. 1.Antimikrobiyal direnç tehdidine karşı küresel işbirliği zorunludur. Multidisipliner yaklaşım, ulusal ve uluslararası önlemler antibiyotik direnç problemi ile ilgili farkındalığı arttırabilir. Bu anlamda, ulusal veya uluslararası yakın bir işbirliğinden bahsetmek ne yazık ki şu an için söz konusu değildir. göstermektedir. Atıkların kontrolsüz olarak çevreye (toprak, su) atılması dirençli bakterilerin ve genlerin çevreye yayılmasına neden olmaktadır. Veterinerlikte sık kullanılan antibiyotiklerden olan penisilin, tetrasiklin, kinolonlar, üçüncü kuşak sefalosporinler, makrolid ve kotrimaksazole karşı direnç ciddi bir toplum sağlı- 2. ABD vd. bazı ülke örneklerinde olduğu gibi direnç sorunu, diğer büyük sorunlar gibi ülkemizde en üst düzeyde sahiplenilmelidir. Yeni ve yeniden önem kazanan enfeksiyonların başta seyahat olmak üzere değişik nedenlerle ülke içinde ve uluslararası yayılması sorunu, direnç, aşı geliştirilmesi vd. nedenlerle, “Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı” bünyesinde henüz kurulmamış olan “Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü” SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 41 acilen kurulmalı, direnç vd. enfeksiyon hastalıkları sorunlarını çözücü uygulamaları başlatmalıdır. 3.Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun akılcı ilaç kullanımı kapsamında başlattığı çalışmalar, “Hastane Enfeksiyonları Bilimsel Kurulu” vd. ilgili kurul, birim ve kurumlarla eşgüdüm içinde genişletilmeli ve etkin uygulama, değerlendirme ve denetleme imkânı oluşturulmalıdır. 4.Akılcı antibiyotik kullanım politikalarını belirleyip, belirlenen kurallara sıkı uyumu ve denetimi sağlamak gereklidir. Hastaların ısrarlı antibiyotik reçete ettirme istemi, tanı yetersizliğin doğurduğu korkular antibiyotiklerin reçete edilmesini artırmaktadır. Antibiyotiklerin profilaksi ve tedavide yanlış ve aşırı kullanımından kaçınarak toplam antibiyotik tüketimini azaltmak dirençli kökenlerin seçilmesini önleyen en etkili metottur. Antimikrobik maddeler, uygun endikasyonla, yeterli doz ve sürede kullanılmalı; hastalar ilaç kullanımı uyumu için eğitilmelidir. 5. Sağlık Bakanlığı ve tıp fakülteleri yakın işbirliği yaparak hastanelerde ve toplumda akılcı antibiyotik kullanımını artıracak politikaların geliştirilmesine katkı sağlamalıdır. Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından tasarruf amacıyla gündeme gelen bütçe uygulama talimatındaki kısmı kısıtlamaların tasarruftan ziyade bilimsel bir gereklilik olduğu dünya örnekleri ile birlikte paydaşlara iyi anlatılmalı, konunun sahiplenilmesi ve içtenlikle uygulanması sağlanmalıdır. 6. Sürekli direnç sürveyansı yapılıp, analiz sonrası verilerin hekimlere düzenli iletilmesi, direnç verilerini dikkate alan antibiyotik kullanım rehberlerinin hazırlanması ve zamanla güncelleştirilmesi sağlanmalıdır. 7. Enfeksiyon hastalıklarının erken ve doğru tanısı için laboratuvar imkânları artırılmalı, sonuçların hızlı çıkıp raporlanması sağlanarak viral enfeksiyonlar için gerek- 42 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 siz antibiyotik kullanımını önlenmelidir. 8. Tıp eğitiminde “enfeksiyon hastalıkları, klinik mikrobiyoloji ve antibiyotik kullanımı” konusuna bilgi, beceri, tutum kazandıracak düzeyde mezuniyet öncesi ve sonrası eğitimde daha fazla önem verilmelidir. 9. TÜBİTAK vd. araştırma, proje destekleme kurumları bu alanlarda verilen destekleri artırmalı, çok disiplinli çalışmaların uygulamaya konması konusunda aracılık etmelidir. te alınarak bazı aşıların ülkemizde üretilmesi için devam etmekte çalışmaların başarıyla sonlanması için her tür kamu desteği sağlanmalıdır. 12. Yeni antibiyotiklerin üretimi, geliştirilmesi konusunda AR-GE desteği verilmesi; uluslararası işbirliğiyle projeler, araştırmalar yapılması sağlanmalıdır. 13. Halkın kitle iletişim araçlarıyla bilinçlendirilmesi, hekime antibiyotik yazma baskısını önleyebilir. İlköğretimden üniversiteye kadar eğitim; yazılı ve görsel basını bu amaçla etkin kullanma; kamu spotları; dizilerde konuya yer verme vb. aktiviteler yarar sağlayabilir. 14. Uzun yıllardır önerilen ve nihayet yürürlüğe konulan reçetesiz antibiyotik verilmesinin önlenmesi kuralına eczacılar mutlaka uymalı, uyum etkin şekilde denetlenmelidir. 10.Toplum kökenli ve sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyon önleme ve kontrol önlemlerine sıkı uyum sağlanmalı, özellikle el yıkamaya büyük özen gösterilmelidir. “Sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyonlara sıfır” tolerans anlayışının yaygınlaşması için gayret edilmelidir. Hastane enfeksiyon kontrol komiteleri antibiyotik direnci kontrolü için daha yoğun çalışmalı, komite bünyesinde “antimikrobiyal yönetim alt komitesi” kurularak etkin şekilde çalıştırılmalıdır. Sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyonların önleme ve kontrolünde ülke genelinde artmaya başlayan özen, denetimlerle daha da artırılmalıdır. 11.Aşıyla önlenebilir hastalıklar için etkin aşılama sürdürülmeli; sadece çocuklar için değil ülke olarak ulusal erişkin aşılama programı başlatılmalıdır. Yaygın aşı kullanımının oluşturacağı maliyet dikka- 15.Ülkemizde 2013 yılında çıkan yönetmeliğe göre antibiyotiklerin (koksidiyostat ve histomonostatlar hariç) yem katkı maddesi olarak kullanılması yasaklanmış olmakla birlikte, kayıt dışı kullanım sürekli takip edilip denetlenmelidir. Büyümeyi uyarıcı olarak antibiyotikleri kullanmaksızın modern ve kârlı hayvancılık yapılabileceği İsveç örneği üzerinden üreticilere iyi anlatılmalıdır. Sağlık ve Tarım Bakanlıkları ile sektör konuyla ilgili yakın işbirliği içinde olmalı, insan ve hayvanlarda direnç sürveyansı daha geniş çerçevede yapılmalı, moleküler metotlarla insan ve hayvan kökenlerindeki direnç ilişkisi sürekli araştırılmalı verilere göre politikalarda gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Sonuç olarak; küresel bir tehdit haline gelen antimikrobik maddelere karşı direnç sorunu için ulusal strateji ve politikalar belirlenmeli, direnci önlemek ve kontrol için eylem planları hazırlanıp uygulanmalı, gerekli durumlarda uluslararası işbirliğine gidilmelidir. * SD (Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü) Dergisi, Mart-Nisan-Mayıs 2016 tarihli sayıda yayımlanmıştır. HEPATİT BİLGİLENİN VE KORUNUN! Ciddi bir halk sağlığı problemi olarak dünyada önemini korumakta olan hepatite dikkat çekmek amacıyla 28 Temmuz 2016 tarihindeki “Dünya Hepatit Günü” nün bu yılki teması, Dünya Sağlık Örgütü tarafından “Hepatiti Bilin; Şimdi Harekete Geçin” olarak belirlenmiştir. Hepatit, en basit anlamıyla karaciğerin iltihabıdır ve pek çok nedene bağlı olarak oluşabilir. Bu nedenlerin başında viral enfeksiyonlar gelmektedir. Viral hepatitlere sebep olan farklı hepatit virüs tipleri (A, B, C, D ve E) bulunmaktadır. Bunlardan hepatit B, C ve D kronik karaciğer hastalıklarına yol açmaktadır.Dünyada yılda 1,4 milyon insanın bu virüs tiplerine bağlı hastalıklardan öldüğü tahmin edilmektedir. Hepatit A hastalık etkeni taşıyan su ve besinlerle salgınlara yol açabilen, kötü hijyenik koşullardan dolayı kolaylıkla bulaşabilen bir hastalıktır. Çocukluk çağlarında hafif belirtilerle geçirilen Hepatit A enfeksiyonu, ileri yaşlarda daha ağır seyretmekte ve şiddetli karaciğer hastalığı ile ölümlere yol açabilmektedir. Ülkemizde hijyen kurallarına ve temizlik koşullarına uyum, temiz su kaynaklarına ulaşımın artışı ve sosyo-ekonomik koşullarla ilgili diğer göstergelerin iyileşmesi ve 2012 yılı sonu itibariyle başlayan hepatit A aşı uygulamaları sonucunda 2012 yılında 3.624 olan vaka sayısı 2015 yılında 707’ ye ve 2012 yılında yüz binde 4,8 olan hastalık görülme sıklığı da 2015 yılında yüz binde 0,9 ’a düşmüştür. Halen Ülkemizde çocuklara 18. ve 24. ayda, risk grubundaki kişilere de en az 6 ay ara ile 2 doz halinde sağlık ku- ruluşlarımızda ücretsiz olarak hepatit A aşısı yapılmaktadır. yoluna ilişkin koruma önlemleri ön plandadır. Hepatit B ve Hepatit C virüsleri uzun vadede kronik karaciğer hastalığı, siroz veya karaciğer kanserine yol açabildiği için ayrıca bir öneme sahiptir. Dünyada yaklaşık 2 milyar (her 3 kişiden biri) kişinin HBV ile 185 milyondan fazla kişinin ise HCV ile enfekte olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde, Genişletilmiş Bağışıklama Programı içinde yer alan Hepatit B Kontrol Programı kapsamında 1998 yılında hepatit B aşısı rutin aşı takvimine eklenmiştir. 2005-2008 yılları arasında ise okullarda destek aşılamaları yapılmıştır. 1990 yılında 5 yaş altı 370 vakamız varken, 2015 yılı itibariyle bu sayı 20’ye düşmüştür. Ayrıca 5 yaş altı çocuklarda akut hepatit B hastalığı sıklığı 1990 yılında yüz binde 6,2 iken, 2015 yılında yüz binde 0,3 olarak gerçekleşmiştir. Genişletilmiş Bağışıklama Programında yer alan, 5 yaş altı çocuklarda akut hepatit B hastalığı sıklığı, en az yüz binde 1’in altına düşürülmesi hedefine ise 2009 yılında ulaşılmıştır ve bu oranda devam etmektedir. Hepatit B ve Hepatit C nasıl bulaşır? • Kontrol edilmemiş kan ve kan ürünlerinin nakilleriyle, • Sterilize edilmemiş cerrahi malze- melerin kullanıldığı tıbbi ya da diş müdahaleleriyle, • Kullanılmış enjektör kullanımıyla, • Ortak tıraş bıçağı, diş fırçası gibi eşyaların kulanımıyla, olmayan cinsel ilişkiyle Hepatit D virüsü, hepatit B virüs (HBV) enfeksiyonu olan kişilerde hastalığa yol açar. HBV’nin yokluğunda enfeksiyon yapamaz. Fakat hafif seyreden HBV enfeksiyonunu daha ağır ve hızlı seyreden bir hastalığa dönüştürebilir. HDV kan ve kan ürünleri temasıyla, kas içi veya damar içi enjeksiyonlarla, deri ve mukoza yoluyla ve cinsel yolla bulaşabilir. Hepatit B virüsünden korunmanın en etkili yolu aşılanmaktır. Hepatit B aşısı güvenli ve etkili bir aşıdır. Ülkemizde, Hepatit B aşısı bebeklere ilk doz doğumda olmak üzere 1 ve 6 aylıkken ve risk grubunda olan kişilere de 0, 1 ve 6 ay şeklinde 3 doz ücretsiz olarak sağlık kuruluşlarımızda uygulanmaktadır. Hepatit C virüsüne karşı aşı henüz bulunmamaktadır, ancak tedavisi mevcuttur. Aşı dışında bulaş Hepatit E virüsü (HEV) fekal-oral (dışkı ile temas) yol ile bulaşır, vahşi ve evcil hayvanlarda bulunur ve akut enfeksiyona yol açar. Erişkinlerde çocuklardan daha sık görülür. Gebelikte geçirildiğinde hepatit E hastalığı daha ciddi seyreder. Özellikle gebelerde son 3 aylık dönemde düşük, erken doğum, ciddi karaciğer yetmezliği ile ölüm riskinin artmasına sebep olabilir. Hepatit E virüsünün spesifik bir tedavisi ve aşısı yoktur. • Sterilize edilmemiş araçlarla döv- me, akupunktur ya da vücut takılarının uygulanmasıyla, • Hepatit B ve C taşıyıcılarının aile içi temasıyla, • Anneden bebeğe doğumda ve sonrasında, • Güvenli bulaşır. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 Dünya Hepatit Günü 43 analiz Hekimler hastaları yeterince dinliyor mu? Ebeveyne çocuğunun kalbinin hasta olduğunu söyledikten sonra çok fazla detaya girmeden önce bir süre beklenmeli. Bu süreçte ebeveyn olayın şoku altında olacağından hekimin vereceği ek detay bilgileri kavramakta zorlanacaktır. Sorularını bekleyip, soracağı soruları küçümsemeden anlam sırasına sokarak tek tek yanıtlamalı. Bazı soruların yanıtlarının zaten sizin vermek istediğiniz detay bilgileri gerektireceğini göreceksiniz. Bu anda gereği kadar paylaşılan detay hedefine daha etkin ulaşacaktır. veynlerin daha iyi anlayabilmesi için yaşamımızdaki güncel durumlarla benzetme yoluna gidebiliriz. Ancak unutmamalıyız ki, sizin için mükemmel sayılabilecek benzetmeler beraberinde başka tehlikeler taşıyabilir. Ekokardiyografide bir bebeğin kalbinde görülecek olan küçük bir “ekojenite artışını”“kalp kasında küçük bir yoğun bölge var ve bu da ekoda beyaz renkli olarak görülüyor” yerine bu beyaz görüntüyü “kalbinde kireçlenme var” diyerek aktarmak ebeveynde yoğun bir kaygıya sebep olacaktır. Seçilen kelimelere dikkat edilmeli mi? Ailelere yeterince zaman ayrılıyor mu? ÇOCUK DOKTORLARI EBEVEYNLERLE NASIL İLETİŞİM KURMALI? Prof. Dr. Serdar KULA Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kalp Hastalıkları Öğretim Üyesi Çocuklarının hastalığı olduğunu öğrenen aileler nasıl tepki veriyor? Ebeveynler çocuklarında kalp hastalığı olduğunu öğrendiklerinde şok ve çaresizlik duygusuyla sarsılırlar. Hiçbir şey bir ebeveyni bebeğinin kalbinde ters giden bir şey olduğu bilgisine hazırlayamaz. Her ebeveyn, görünüşte sağlıklı bir bebek büyütürken sıradan bir ateşlenme, nezle ya da karın ağrısı gibi bir sorunla doktora gittiğinde, hatta aşıları ve normal sağlam çocuk kontrolleri sırasında bu kötü haberi alabilir. Biz hekimlerin bu noktada biraz daha anlayışlı olması gereklidir. Bebeğin kalbinde bir sorun olduğunu öğrendiği andan itibaren o ebeveyn kaygılarının esiri olmuş ve algıları neredeyse tümüyle körelmiş olarak karşımızdadır. Bu öyle kolayca yönetilebilecek bir kaygı değildir. 44 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 Aileler öğrendiklerini internetten araştırırken nelere dikkat etmeli? Çocuğun geleceği ile ilgili kaygı bir süre sonra süreklilik kazanır. Sağlık sorunu tamamen çözülünceye kadar ebeveynler büyük bir boşluk içerisindedir ve gelecek ile ilgili hiçbir plan yapamazlar. İnkar mekanizmasının da etkisiyle bilgi arayışına başlarlar ve bu süreçte en büyük bilgi kaynağı olan internette “bilgi kirliliği” tuzağına düşerler. Ebeveynler doktorun kendilerine açıklama yaparken kullandığı kelimelerden akıllarında dikkat çekici olarak kalan bazılarını; üfürüm, delik, kaçak, kilo almak vb. internet aramalarında esas olarak kullanırlar. Tahmin edileceği üzere bu genel kavramlar dramatik-abartılı öyküler, bilimsel gerçeklikten uzak yorumlar ve kaygıyı daha da artıran resimlerle arama sonuçlarına yansır. Sonuçta ebeveynin kaygıları artarak pekişir. Kendini, eşini, çevresini ve hatta doktorları dahi bu noktada suçlayabilir. Bu durumda hekim ne yapılmalı? Böyle durumlarda ebeveynlerin kaygılarını azaltmak ve süreci daha etkin yönetmek için biz hekimlerin yapabileceği çok önemli şeyler olduğunu unutmayalım. Bizim için önemsiz ya da küçük sayılabilecek ayrıntılar hasta ve yakınlarının yaşamında büyük etkilere sahip olacaktır. İyi bir dinleyici olmak, yeterince zaman ayırmak, aşırıya kaçmayan benzetmeler ile yalın bir dil kullanmak gibi yapılacak bazı şeyler olduğunu unutmamalıyız. Ne yazık ki hemen her 6 dakikada bir hastanın muayene edildiği günümüz sağlık sisteminde hastalara bilgi vermek için yeterli süre ayırmak pek de mümkün görünmüyor. Hastanın şikayetlerini dinlemek, soyunup giyinme, muayene, kan basıncı ve nabız ölçümü, sağlık bilgilerinin hastane yönetim sistemine eksiksiz kaydı, reçete yazımı ve sağlık durumu hakkında hastaya bilgi vermek için gereken sürelerin her birine birer dakika ayırsanız – ki yetmez – en az sekiz dakika gerekir. Söz konusu çocuk olunca bu bahsedilenlerin birer dakikaya sığamayacağını her anne baba bilir. Oysa hastanın en büyük ihtiyacı sağlık durumu hakkında tatmin olacağı bilgi almaktır. Hele hasta olan çocuğu ise kaygıların giderilmesi için oldukça uzun zamana ihtiyaç var. Bu konuda her hekim kendi çalışma koşulları dahilinde ebeveynlere ayırabileceği maksimum süreyi planlamalıdır. Sağlık otoritelerinin de bu konuyu dikkate alarak planlamaları bu yönde yapması en önemli unsur olacaktır. Hasta ve hasta yakınlarıyla sağlık ile bilgi aktarımı yapılırken seçilecek kelimeler de önem taşımaktadır. Teknik terimler kesinlikle kullanılmamalı yerine ebeveynlerin anlayabileceği güncel terimlere yer verilmelidir. Kullandığımız kelimenin Türkçe olması onun doğru kelime olduğu anlamına gelmez. Örneğin, “bebeğinizin kalbinde üfürüm var” ifadesindeki “üfürüm” kelimesi hastalar tarafından tehdit içerikli bir terim olarak algılanmakta ve bir hastalık adı olarak yer bulmaktadır. Oysa “üfürüm” yerine “Bebeğinizin kalbinde bir ses var.” dediğimizde daha düşük bir kaygı düzeyi oluşturacağımızı unutmayalım. Bunun gibi “açıklık”, “yırtık” gibi kelimeler de ilk bilgi aktarımında kullanılmaması gerekenlerdendir. Bir anne “bebeğimin kalbindeki delik kilo almazsa kapanmazmış” bilgisinin kendisine bir hekim tarafından aktarıldığını söyledi. Bu bence hekim – ebeveyn iletişimindeki aksamalara çarpıcı bir örnek. Yüksek olasılıkla meslektaşım “Bebeğinizin kalbindeki delik kilo almasını engelleyebilir, bu sebeple kilo alıp almadığının takibi önemli. Eğer kilo almamaya başlarsa bu delik için müdahale etmemiz gerekebilir” bilgisini ebeveynle paylaşmış ancak ebeveyn kaygılarıyla farklı bir anlam çıkarmıştır. Her durumu açıklamak zorunda da değiliz. Aniden ayağa kalkınca bayılma yakınması olan bir hastanın annesi daha önce gittiği doktorun kendisine “Çocuğun kulağının arkasındaki sıvı kalpten önce salınınca bayılıyor.” dediğini iddia ediyordu. Hiçbir hekimin böyle bir ifade kullanmayacağı açıktır. Ancak anlatılmak istenilen mekanizma oldukça karmaşıktır ve kullanılan ifadeler de anlaşıldığı üzere yetersizdir. Sağlık okuryazarlığı konusunda önerileriniz nelerdir? Öncelikle sadece sağlık okuru terimin kullanmayı tercih ederim. Sağlık konusunda yetkin olmayan kişilerin bu konuda yazmasının doğru olmayacağı düşüncesindeyim. Sağlık hizmetinin kusursuzlaşması yolundaki en büyük kazanım bilinçli sağlık okuru toplumla olacaktır. Sağlık okuyuculuğu konusunda sağlık kurumlarının düzenli küçük grup çalışmaları yapması önemlidir. Bu konuda hastalarımıza önerebileceğimiz basılı ya da internet kaynakları çok önemlidir. Doğru ve yeterli içeriğe sahip kaynakların doktorlar tarafından üretilmesi ve güncellenmesi öncelik taşımaktadır. Hekim hastasıyla nasıl konuşmalı? Ebeveyn, ağzınızdan çıkacak her kelimede yeni bir tehlike arayışı içindedir. Ebeveynleri sakinleştirmek ve konuşulanları daha anlaşılır kılabilmek adına sakin ve tane tane konuşmak çok önemlidir. Terimler yerine benzetmeler kullanılabilir mi? Prof. Dr. Serdar KULA Bazı durumlarda tıbbi bilgileri ebeSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 45 sağlığımıziçin ALERJİ İLE İLGİLİ MERAK EDİLENLER Prof. Dr. Bülent Enis ŞEKEREL Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Alerji nedir? Bağışıklık sistemimiz, vücudumuzun bütünlüğünü korumakla görevli bir sistemdir. Bu sistemde, aralarında kompleks ilişkiler olan, değişik hücre ve moleküller bulunur. Basitçe anlatmak gerekirse bağışıklık sitemimiz mikrop gibi zararlı olan bir etken ile karşılaştığında onu ortadan kaldırmaya veya verdiği zararı sınırlandırmaya yönelik tepkiler üretir. Yabancı olmasına karşın vücudumuz için zararsız bir madde ile karşılaştığında ise ya tepkisiz kalır ya da ölçülü tepkiler verir (tolere eder). Bu kapsamda ALERJİ, zararlı olmayan bir maddeye karşı bağışıklık sistemimizin beklenenden daha güçlü tepki vermesi durumudur. Bu tepki vücudumuz için rahatsızlık vericidir ve kişinin yaşam kalitesini bozar. Ne zaman alerji olduğumuzu düşünmeliyiz? Bağışıklık sisteminin elemanları vücudumuzun hemen her yerinde bu46 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 lunur. Ama özellikle de dış ortama açılan alanlarda daha yoğundurlar. Alerjen ile temas hangi yerde veya hangi organda olursa o bölgeye ait yakınmaların daha fazla görülmesi beklenir. Örneğin alerjen cilde temas ederse kaşınma-kızarıklık, burundan girerse aksırık-akıntı, solunursa akciğerde öksürük-nefes darlığı ve ağızdan alınırsa bulantı-kusma şeklinde yakınmalara neden olabilir. Tabii bu yakınmalar, burada saydıklarımdan çok daha da çeşitlidir ve ağırlıkları da alerjinin şiddeti ve temas edilen miktar ile orantılı olarak artabilir. Bir birey olarak vücudumuzun bir maddeye olağandışı şiddette bir tepki verdiğini gözlemliyorsak alerji olasılığını akla getirmemiz gerekir. Ama alerjen ile temas sonrası yakınmaların daha geç bir dönemde ortaya çıktığı hastalıklarda alerjiyi akla getirmek kolay olmayabilir. Günümüzde alerjinin sadece belli bir organa yönelik durum olarak algılanması terk edilmiş ve bugün “Alerji” tüm vücudumuzu ilgilendiren ama bazı organlarda daha yoğun yakınmaya neden olan tablo olarak tanımlanmaktadır. Klasik hastalıklar ile izah edilemeyen yakınmalar varlığında alerji düşünülmesi de yaygın görülen bir hekim refleksidir. Alerjinin tespiti için ne gibi testler yapılıyor? Bağışıklık sistemi tepkilerini farklı şekillerde verir, yani tepkisini farklı mekanizmalar üzerinden gerçekleştirir. Tepki verirken şiddetini de etkenin zarar verme potansiyeline göre arttırıp azaltabilir. Alerjik reaksiyonlar, bağışıklık sisteminin bu farklı mekanizmalarından herhangi birinden ileri gelebilir. Bu nedenle alerjiyi ortaya koyan altın değerinde tek bir test yoktur. Kanda alerjene karşı gelişmiş IgE yapısındaki antikorların ölçümü, alerjene deride verilen yanıtı ölçen deri testi ve deri yama testi sık kullanılan ve teşhis değeri kanıtlanmış testlerdir. Ancak az önce saydığım değerli testler kadar güvenilir olmayan ve teşhis/tedaviye ne kadar yardımcı oldukları tartışmalı başka testlerde vardır. Örnek vermek gerekirse hastanın kanından elde edilen hücrelerin bir tüp içinde alerjen ile karşılaştırılmasına ve hücrenin verdiği yanıtı ölçmeye dayanan ileri testlerde vardır, ama henüz rutin günlük kullanıma uygun olmadıkları düşünülmektedir. Yakınmaların alerjen ile karşılaşmadan ne kadar sonra ortaya çıktığı, süresi, neden olduğu yakınmaların şekli ve boyutu hekime hangi meka- nizmanın sorumlu olduğuna yönelik değerli ipuçları verir. Bu ipuçlarından yararlanarak hekim; uygun testin seçimi üzerinden alerji varlığını kanıtlanmaya çalışır. Testlerin sonucu ne olursa olsun, alerjenin uzaklaştırılmasının (eliminasyon) yakınmaların kaybolması ile sonuçlanması beklenmelidir. Tanı koyduracak uygun testlerin olmadığı alerjilerde hastanın eliminasyondan yarar görmesi ve alerjen teması ile yakınmalarının tekrardan ortaya çıkması şeklinde bir yaklaşımda bulunulabilir. Veya hekim gözetiminde hastayı alerjen ile karşılaştırma uygulamasından yararlanabiliriz. Bu uygulamada hastayı giderek artan dozlarda şüphelenilen alerjene maruz bırakıp vücudun verdiği tepkileri yakından takip ediyor ve alerjik tepkinin gerçekleşip gerçekleşmediğine karar veriyoruz. Böylece hastalarımızın hayatlarını bir kabusa çeviren gereksiz kısıtlamaları azaltabiliyor ve sorunların gerçek nedenini bularak, hayat kalitesini artırabiliyoruz. Ancak bu karşılaştırma testleri, sahip oldukları riskler nedeniyle, yetkin, özelleşmiş, deneyimli ve donanımlı merkezlerde yapılması gerekiyor. Pinner ve York testleri nedir? Bu testler güvenilir midir? Günümüzde oldukça medyatik olan testlerden söz ediyorsunuz. Popülerliklerinin aksine teşhis ve tedaviye katkıları bilimsel olarak ispat edilmemiş testlerdir bunlar. Bunlardan biri ilk piyasaya çıktığında “besin alerjisini saptadığı” iddiası ile çıkmıştı. Nitekim bilimsel çevrelerden gelen tepkiler ve insanları “şu besine alerjin var” şeklinde etiketleme ile oluşturdukları riskler nedeniyle geri adım attıldı ve “alerji” ifadesi kullanılmamaya başlandı. Şuanda bu testler ile “besin intolerans”ını saptadığı iddia ediliyor ki intolerans terimi tıp biliminde fazla anlaşılmamış muğlak/bilinmez bir alanı tanımlıyor. Bu testlerde kanda besinlere karşı gelişen IgG yapısındaki antikorlar ölçülüyor. Oysa bağışıklık sistemimiz kendisi için zararsız bir madde ile karşılaştığında onu tolere etmeyi (bir oranda tepkisiz kalmayı) öğrenmektedir. Günümüzdeki bilimsel görüşe göre; IgG yapısında antikor üretiminin bu tolere etme mekanizmalarından biri olabildiğine inanılmaktadır. Yani kanda belli bir besine karşı IgG antikoru varlığı bağışıklık sisteminin bu besinle karşılaştığını gösteren bir tepkidir,yoksa alerji veya intoleransa işaret etmez. Ve zaman içinde bu antikorların miktarlarında besin tüketme alışkanlıklarına paralel olarak artma ve azalmalar olabilir. Kanda besinlere karşı IgG antikoru ölçen testlerin herkese uygulanması durumunda toplumun en az yarısını “intoleransı var” şeklinde etiketlemek gerekir. Pratik uygulamaya bakarsanız; bir test yaygın kullanıma sunulmuş ve sigorta kurumlarınca geri ödeme listesine dahil edilmiş ise o testin teşhis ve tedaviye yararı bilimsel yöntemler ile bir şekilde ispat edilmiş demektir. Kanda besine karşı IgG ölçen testlerin, sadece sayılı merkezlerde yüksek bedeller karşılığında yapılması, sigorta kurumlarınca geri ödenmemesi, sadece yetişkin yaş grubunda kullanılabileceklerinin ifade edilmesi ve de tek bir test ile bir çok soruna çözüm olabileceğinin iddia edilmesi gibi özelliklerine bakıldığında, birçok kişide ben gibi şüphe uyandırıyorlar. Tedavi için neler uygulanıyor? Alerjik hastalıklarda, alerjiyi ortadan kaldıran bir tedavi şekli şuan için mevcut değildir. Alerjenin kişinin hayatından uzaklaştırılması (eliminasyon) ile yakınmaların kaybolması veya bariz bir şekilde azalması beklenmelidir. Ancak, alerjenin kişiden %100 uzaklaştırılamadığı ve yakınmaların kişinin hayatını olumsuz etkilemeye devam ettiği durumlarda giderek artan dozlarda alerjenin vücuda verilmesine dayanan immünoterapi (ki halk arasında alerji aşısı denir) uygulanabilir. Tedaviden yarar gören hastaların alerjen ile karşılaşma durumunda yakınmalarının tekrardan ortaya çıkabileceğini bilmeleri gerekir. Bu alanda yapılan yeni testler ve tedavi seçenekleri var mı? “Umut fakirin ekmeği” diye güzel bir söz var. Birçok şeye genellene- bilir. Yeniliklerin ve arayışların sonu olmaz. Bugünkü teşhis ve tedavi yöntemlerinin dünden iyi olduğunu söyleyebilirsek de mükemmel oldukları ifade edemeyiz. Daha iyi tanı ve tedavi yöntemlerine ihtiyacımız var. Araştırmalara bakarak söyleyebilirim ki kısa ve orta vadede her iki alanda da yenilikler olacak. Ülkemiz için güzel olan bunların gelişmiş dünya ile hemen hemen aynı zamanda kullanıma girecek olmaları. Kötü olan ise bunların üretiminden ziyade hizmet sunumunda iddialı oluşumuz. Ama alerjinin ortadan kaldırıldığı tedaviler için daha uzun süreler beklememiz gerekecek gibi. Kısaca sizi tanıyabilir miyiz? Kısaca ben Prof. Dr. Bülent Şekerel, hem bir çocuk alerji uzmanı hem de alerjik bir hastayım. Anlayacağınız alerjiyi bir yandan yaşıyor öte yandan da tedavi etmeye çalışıyorum. Hacettepe Üniversitesi Çocuk Alerji ve Astım Bilim Dalı gibi iddialı ve başarılı bir birimin başkanı olmam nedeniyle şanslıyım. Daha iyi ve kaliteli bir hizmet sunumunun yanısıra ülkemizde bilimsel üretimde iddialı ve önder olmaya çabalıyoruz. Daha iyi olmak için projelerimiz ve planlarımız var ve şanslı isek bunları yaşama geçirme imkanı bulabiliriz. Öte yandan birinci ve ikinci basamak hekimlerin alerji alanında daha iyi hizmet verebilmelerini sağlayacak eğitimi vermeye çabalıyoruz. Bu amaçla bu yıl hem “İnek sütü protein alerjisi” isimli sempozyumun düzenlenmesine hem de “Çocukluk Çağında Alerji, Astım ve İmmünoloji” isimli bir kaynak kitabın oluşumuna önderlik ettim. Kitap alanında ülkemizde bir ilkti ve yurtdışı benzerleri ile kıyaslandığında hem daha kapsamlı hem de daha iddialıydı. Özetle her ikisi de başarılı birer proje oldu. Öte yandan hasta haklarına saygılı, hasta ve ailesini karar süreçlerine dahil eden, gereksiz ilaç kullanımından kaçınan ve sağlıklı yaşamak alışkanlıklarını kazandıran bir hekim olmaya çaba gösteriyorum. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 47 analiz ANNE KARNINDA BEBEK NE DUYAR, NE HİSSEDER, NE YAPAR? Prof. Dr. Nilgün ÖZTÜRK TURHAN Uzun bir süreç olan hamilelikte doğuma kadar anne ve baba adayı bebeğin, gelişimi, büyüklüğü, boyu, kilosu, duruş şekli, herhangi bir sakatlığı olup olmadığı gibi sağlığı ile ilgili her konuda merak içindedir. Bebeğin iyi olduğunu öğrendikten sonra merak 50 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 ve ilgi bebeğin anne karnında neler hissettiği, neler yaptığı, duyularının ne durumda olduğu gibi diğer konulara yönelir. Bebeğinin kendisini duyup duymadığı, canının acıyıp acımadığı gibi duyular ile ilgili olan konular da anne adayının merak ettiği, onu heyecanlandıran, ilgisini çeken diğer durumlardır. Bebeğin duyuları anne karnındaki uyaranlara bağlı olarak doğumdan önce gelişmeye başlar, yaşamın ilk yılında hızlı bir şekilde olgunlaşır. İşitme, görme, dokunma, koku ve tat alma olan beş ana duyu bireyin dış dünya ile olan ilişkilerini düzenler. Bu beş duyunun gelişimi; emzirme bağı kurmaktan öğrenme kapasitesine kadar geniş bir yelpazeyi içeren anne ile bebek arasındaki başarılı etkileşimin oluşumu ve gelişiminde çok önemlidir. Anne karnında bebek görebiliyor mu? Anne karnında bebek duyabiliyor mu? Anne karnında bebeğin görme duyusunun sinirsel gelişimi doğuma kadar devam eder ve doğum sonrasında bebek ışığa maruz kalınca yaklaşık 10 haftada tamamlanır. Bebeğin göz kapakları gebeliğin 10. Haftasında birleşerek 26. haftaya kadar kapalı kalır. Bu süre içinde görmeden sorumlu olan retina gelişimini tamamlar. 26. hafta civarında bebek gözlerini açmaya başlar ve göz kapaklarını kırpabilir. Doğumdan hemen sonra, miadında doğmuş bebek yaklaşık 25 santimetre uzaklığa kadar gözlerini odaklayabilir. Bu mesafe emzirme sırasında anne ile bebeğin yüzü arasındaki yaklaşık uzaklıktır. 34 haftanın altında erken doğan bebeklerde gözün gelişimi henüz tamamlanmadığı için bebek ışık ve karanlığı ancak sınırlı bir mesafeden ayırt edebilir, renkleri tam göremez. Anne karnındaki bir bebeğin görme işlevini test etmek mümkün olmadığından erken doğan bebeklerde yapılan incelemeler 28-34 haftalar arasında doğan bebeklerin objeleri yatay ve düşey düzlemde 31-32. haftadan itibaren takip edebildiklerini göstermektedir. 33-34. haftada ise bu takip yeteneği miadında doğmuş bebekle aynı olur. Anne karnındaki bebek rahim duvarı, amniyon sıvısı, annenin karnı gibi bariyerlerin içinde olmasına karşın rahim içinde pek çok titreşim, ses ve harekete maruz kalmaktadır. Rahim içindeki ortam sessiz değildir, bebek yaklaşık 50-80 dB sese maruz kalmaktadır. Annenin damarlarındaki kan, barsak ve mide sesleri, annenin kalp sesleri rahim içindeki bebeğin karşılaştığı seslerdir. Bunların dışında, anne adayının ve diğer kişilerin sesleri de bebeğe doğrudan ulaşır. Tüm bu sesler içinde doğal olarak en güçlüsü bebeğin annesinin sesidir. Embryolojik olarak anne karnındaki bebeğin kulağı 8. haftada oluşmaya başlar, içi sıvı dolu orta kulak 20. Gebelik haftasında erişkin büyüklüğüne ulaşır, ancak orta kulak kemikleri 32. Haftaya kadar halen kıkırdaktır. Duyma yeteneğinden sorumlu olan kemikler ve ses iletisini beyine taşıyan sinirler, büyük ölçüde oluşumunu bitirir ancak bu gelişim 24. haftada tamamlanır. 25-27. haftalarda fonksiyonel duyma işlevi başlar, bebek annesinin sesini duyabilir, 27. Haftadan sonra ise annesinin sesi dışında dışarıdan gelen seslere tepki verebilir. Ancak hem içinde bulunduğu ortam, hem de bebeği içinde bulunduğu amniyotik sıvının olumsuz etkilerinden koruyan kremsi tabaka olan verniksin kulaklarını tıkaması nedeni ile sesleri büyük bir olasılıkla düşük frekanslı sesleri duyar. Anne karnında bebek büyüdükçe gebeliğin son 3 aylık döneminde ve doğumdan hemen sonra daha geniş frekans aralığındaki sesleri duymaya başlar. Anne karnındaki bebek ani kapı çarpması veya benzeri şiddetli bir ses ile sıçrayabilir. Kulaktaki kemikler dışında ses dalgalarının cilt ve kemikte yarattığı titreşimler ile gerçekleşen ve reaktif duyma adı verilen işitme sayesinde 16. hamilelik haftasından sonra yani işitme sisteminin tam olarak gelişimini tamamlamasından 8 hafta öncesinden itibaren ultrasonda seslere yanıt vermesi bu şekilde açıklanır. Bebeğin gözleri 26. haftaya kadar kapalı olmakla birlikte anne adayının karnı üzerine uygulanan güçlü bir ışık kaynağına kalp atışlarında bir hızlanma ile yanıt verir. Gerçekte rahim içi mutlak karanlık değildir. Tıpkı sesleri geçirdiği gibi ışığı da geçirir. Ancak bu geçirgenlik ses ile kıyaslandığında çok daha azdır. Buna rağmen bebek gündüz ile geceyi rahatlıkla ayırt edebilir. Anne karnında bebeğin gözleri parlak ışığa karşı gözlerini yana kaçırıp, göz kıpma hareketleri yapar. 30. haftadan itibaren göz bebekleri ışığa tepki vererek küçülebilir. Anne karnında 32. Haftada gözlerini yakınındaki büyük bir objeye fiske edebilir. 34. Haftada hareket eden büyük objeleri izleyebilir. 34. Haftaya gelince ilk gördüğü renk kırmızıdır. Bunun nedeni rahim içinde annenin kırmızı olan kanını düşük ışık geçirgenliği ile görmesidir. Anne karnında bebekte tat alma duyusu var mı? Tat almadan sorumlu olan algılayıcılar, hamileliğin 13-15. haftasında oluşur ve yapıları erişkinlerinki ile hemen hemen aynıdır. Amniyon sıvısı sürekli yapım ve emilim halinde olan dinamik bir sıvıdır ve bebek sürekli olarak bu sıvıyı yutar. Amniyon sıvısının içinde değişik tatlara sahip olan proteinler, karbonhidratlar, yağlar, küçük moleküller ve tuzlar vardır. Bunlar sindirime ait enzimatik aktiviteyi başlatırlar. Son dönemlere ulaşıldığında, bebeğin 24 saat içinde yuttuğu amniyon sıvısı miktarı hemen bir litreye yaklaşır. Bebek bu sıvının aynı şekilde annenin diyetindeki tadı taşıyan anne sütüne doğru bir tat köprüsü görevi yapabileceğini zanneder. Amniyon sıvısının içeriği, tıpkı anne sütünde olduğu gibi annenin yediği besin maddelerinin tat ve aromalarını da taşır. Yapılan gözleme dayalı incelemelerde, anne adayı, tatlı besinler tükettikten sonra bebeğin yutma hareketlerinde artış, acı ve ekşi besinler tükettiğinde bu hareketlerde bir miktar azalma olduğu görülmüştür. Bu durum, bebeğin anne karnında iken değişik tatları ayırt edebildiği düşüncesini kuvvetlendirir. Yeni doğan bebek de tatlı yiyecekleri tercih eder, acı ve ekşiyi ayırt eder. Anne karnında bebeğin koku duyabilmesi mümkün mü? Bebeğin koku alma yeteneği yeni doğan bebek ile anne ilişkisinin önemli bir tamamlayıcı parçasıdır. Anne karnında bebek amniyon sıvısı aracılığı ile annenin diyetindeki bileşimlere alışır. Bu diyetteki bileşimler anne sütü de dahil olmak üzere annenin kokusuna katkıda bulunur. Yaşamın 5-6. Günlerinde bebekler başka bir annenin memesini değil annelerinin memelerini tercih ederler. Tat ve koku aslında birbiriyle bağlı duyulardır. Bebeğin burnu hamileliğin 11-15. haftaları arasında oluşumunu tamamlar. Anne karnında bebekte dokunma duyusu var mı? Dokunma duyusu anne karnındaki yaşamda özellikle ağız çevresinden ve yanaklardan başlamak üzere ilk gelişen duyulardan biridir. Bebekte dokunma hissi 8. hamilelik haftası gibi çok erken bir dönemde başlaSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 51 makta, 10. haftada cinsel organların bölgesinde, 11. haftada avuç içlerinde ve 12. haftada ayak tabanlarında dokunma hissi ortaya çıkmaktadır. 17. haftaya gelindiğinde karnın ve kalçaların tamamı dokunmaya karşı hassastır. Derinin algıladığı uyanlar sıcak, soğuk, basınç ve ağrıdır. Anne karnındaki bebek 32. haftaya ulaştığında vücudunun her bölgesi bu dört uyarana cevap verecek gelişimi tamamlamış durumdadır. Bebeklerin ağrı konusunda algıları için eldeki veriler yetersizdir. Anne karnında bebek rüya görür mü? Günün yaklaşık % 90’ını uyuyarak geçiren anne karnındaki bebek 32. haftadan itibaren REM uykusu (hızlı göz hareketleri) ile birlikte rüya görmeye ve bu esnada hızlı göz hareketlerini yapmaya başlar. Uykuların bir kısmi derin, bir kısmı REM uykusu bir kısmı da erişkinlerde olmayan ve anne karnındaki bebeğe özel olgunlaşmamış beyne ait ara uyku formudur. REM uykusu sırasında bebeğin gözleri erişkinde olduğu gibi ileri ve geri hareketler yapar, araştırıcılar onun rüya gördüğüne inanmaktadırlar. Bazı araştırıcılara göre bebekler bildikleri hakkında rüya görürler ki bunlar anne karnında hissettikleridir. Doğuma yakın bebek aynı yeni doğan bebek gibi vaktinin % 85-90’ını uykuda geçirir. Bebek sık şekerlemeleri sırasında gözleri açık uyanıklık periodları yaşar. Anne karnında bebeğin duyguları var mı? Yumurta ile spermin döllenmesi sonucu var olan ilk insan hücreleri ve organlarının gelişim dönemindeki bebeğe embryo adı verilmektedir. Embryonun şekillenmesi, erişkin insan haline gelmesi sırasında duyguları, düşünceleri ve davranışları da gelişmeye başlar. 5. haftadan itibaren şekillendirilmeye başlanan beyin korteksi, insan olma yolunda hareket, düşünme, konuşma, plân yapma kabiliyetlerinin yavaş yavaş gelişmesini sağlar. 9. haftadan itibaren bebek hıçkırabilir ve gürültüye tepki verebilir. 12. haftadan itibaren ağrıya duyar52 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 lı, yeri geldiğinde ağlayan bir bebek haline gelir. 5-6. aylarda işitmeyle annesinin sesini tanımaya başlar ve anne sesi ile sakinleşir. Kapı sesi veya araba kornası gibi seslerde ana rahmindeki bebeklerde irkilme olur. Anne karnında hisseden, kısmen gören ve işiten bebeğin öğrenme ve hatırlama özellikleri gelişir. Bebeğin dıştaki olaylardan etkilendiği ve kendine özgü psikolojik bir yapısı olduğu gösterilmiştir. Anne güldüğünde, bebek ana rahminde yukarı doğru yönelir ve aşağı-yukarı bir şekilde hızlı hızlı hareket eder. Anne karnında bebek saatte ortalama 50 kez hareket eder. Annenin stresli olduğu zamanlarda, bebeğin kalp atışlarının hızlandığı ve hareketlerinin arttığı bilinir. Annede olabilecek depresyon, endişe ve uyum problemleri, anne karnındaki bebeğin etkilenmesine sebep olur. Bu yüzden, ana rahminde gelişen bebeğin dış dünyadan etkilendiği ve anne psikolojisinin bebeğe yansıdığını düşünerek, hamilelik döneminin sağlıklı ve rahat bir psikoloji ile geçirilmesi gerekir. Anne karnındaki bebeğin, annenin huzuru ve rahatlığı ile desteklenmesi gerekir. İyi beslenen, az stresli ve toksik maddeler almayan anneler hamilelik dönemlerinde bebekleri ile yeterli miktarda konuşurlar, rahatlatıcı sesler oluştururlar ise, çocukları daha zeki, konuşma kabiliyeti daha iyi, hareketleri daha dengeli ve sosyal olarak daha uyumlu olmaktadır. Bebekler karakter ve mizaçları farklı olarak doğarlar. Anne karnında kişisel özellikleri belirleyen davranışların ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı şu anda yoğun araştırma konularından biridir. Araştırmalar anne karnında çok aktif olan bebeklerin yeni doğan döneminde daha sinirli olduğunu göstermektedir. Uyku/uyanıklık dönemleri düzensiz olanlar yeni doğan dönemlerinde daha az uyumaktadırlar. Anne karnında bebek annenin çok fazla miktarda olan hormonlarının etkisi altındadır ve bu nedenle biyolojik ritmi annenin uyku/uyanıklık süreleri, onun yemek yeme düzeni ve hareketlerinden etkilenir. Annenin strese karşı verdiği hormonal cevap çok önemlidir. Araştırmalar tansiyonu yüksek seyreden gebelerin yeni doğan bebeklerinin daha aktif ve huzursuz olduklarını göstermiştir. Anne karnındaki ortam bebeğin zekasını etkiliyor mu? Stres, diyet ve toksinlerin zeka üzerine olumsuz etkileri olabilir. Bazı araştırıcılar zeka üzerine artık genlerden çok bebeğin anne karnındaki ortamının etkili olduğu görüşündeler. Zekayı doğumdan önce yaradılış, doğumdan sonra yetiştirme koşulları etkiler görüşü artık değişmektedir. Anne tarafından sağlanan doğum öncesi ortam da artık önemlidir. Doğacak bebeklerinin zihinsel gelişimlerini daha ileriye taşımak isteyen anne baba adayları işe doğum öncesi bebeğe iyi beslenme, düşük stres ve ilaçtan uzak bir ortam sağlayarak başlayabilirler. Belirli aralarla bebeği sarsmayı, kağıt boru veya gebe borusu ile konuşmayı, klasik müzik dinletmeyi hatta anne karnında bebeği yanıp sönen ışıklarla uyarmayı önerenler vardır. Acaba bunlar işe yarıyor mu, daha önemlisi güvenli mi? Bu yöntemleri kullananlar çocuklarının daha zeki, sözel ve müzik yeteneklerinin daha fazla, fiziksel olarak daha koordine ve sosyal uyumlarının daha iyi olduğunu savunmaktadırlar. Ancak bilim adamları bu konuda şüphelidir. Hatta dürtme, sallama ve bebeği uyarmanın onun gelişimsel sıralamasını değiştirebileceği ve beyin gelişimini etkileyen herhangi bir etkinin bir bedeli olacağını iddia etmektedirler. Sonuç olarak anne karnında bebek, beslenmesi yanında annenin yaşadığı ortamdan, onun psikolojik durumundan, çevresel toksinlerden, ses ve uyaranlardan etkilenmekte ve bedensel ve zihinsel gelişimi de bunlara uyum sağlayarak etkilenmektedir. Anne ve baba adayları doğacak bebeklerinin sağlıklı, fiziksel ve sosyal uyumları fazla, zeki olmaları için anne karnından başlayarak çocuklarına huzurlu ve güvenli bir ortam sağlamayı önemsemelidirler. analiz duk. Yani obezite ameliyatları sadece zayıflama sağlamıyor, kilo vermeden bağımsız başta Tip2 Diyabet olmak üzere birçok metabolik hastalığın da gerilemesine hatta tamamen düzelmesine neden oluyordu. Tüm bu verilerin bir araya gelmesi sonucunda 2007 yılında American Society for Bariatric Surgery (ASBS) ve International Fedaration for the Surgery of Obesity (IFSO) elde edilen sonuçların neticesinde isim değişikliğine giderek, ASMBS (American Society for Metabolic and Bariatric Surgery), IFSO ise isminin sonuna “Metabolic Disorders” ekini alarak yapılan ameliyatların artık sadece tek başına kilo kaybı ameliyatı olmadığını, hala araştırmaları devam etmekle birlikte başta Tip2 Diyabet olmak üzere “Metabolik Hastalıkları” düzelten bir cerrahi olduğunu onaylamış oldu. İşte bu tarihten itibaren işler biraz karmaşık bir durum almaya başladı. Çünkü bir grup araştırmacı özellikle tüm Tip2 Diyabeti bulunan hastaları bu ameliyat ile tedavi etmenin uygun olup olamayacağını sorgulamaya başladı. Aslında konuyla ilgili olarak tıbbi literatür de ilk kez Pories WJ ve arkadaşları yapmış oldukları çalışmada morbid obez+Tip2 Diyabetli hastalarda Gastrik Bypass ameliyatının olumlu etkilerini yayınlamışlardı ancak kişisel düşüncem o dönemde çok fazla bir etki uyandırmamıştı. DİYABET CERRAHİSİ NE DEĞİLDİR? Prof. Dr. Halil COŞKUN Obezite ve Metabolik Cerrahi Uzmanı Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de obezite cerrahisi hızlı bir artış gösteriyor. Elde edilen son verilere göre dünyada her yıl yaklaşık 500 bin ameliyat yapılır duruma geldi, bu ameliyatların yaklaşık 300 binini ABD, geri kalanını ise diğer dünya ülkeleri yapıyor, ülkemizde de net veriler olmamakla birlikte yıllık 12-15 54 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 bin ameliyat sayısını erişmiş bulunuyoruz. Bununla birlikte Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 1980’li yıllarda dünyada 108 milyon insan diyabetli iken, 2014 yılında bu sayı 500 milyon dolayına ulaştı. Bu sayının yaklaşık %90’nını Tip2 Diyabetli hastalar oluşturuyor. Obezite oranı arttıkça Tip2 Diyabetli hasta sayısı da artıyor, çünkü Tip2 Diyabetli hastaların %90’ı obezite grubunda bulunuyor. Beni tanıyan meslektaşlarımın büyük kısmı uzun yıllardır obezite cerrahisi ile ilgilendiğimi bilirler (Genel Cer- rahi Uzmanlık Tezi; İstanbul Tıp Fak. Genel Cerrahi ABD, 1999, Tez Yayınlama; Coşkun, H., A.Bozbora, Y.Erbil, S.Özarmağan ve Y.Orhan, “Morbid Obezite Cerrahisinde Ayarlanabilir Silikon Mide Bandı Uygulamalarımızın Sonuçları”, Ulusal Cerrahi Dergisi, 18, 31-37, 2002). Obezite cerrahisi diyorum çünkü bu yıllarda Metabolik Cerrahi veya Diyabet Cerrahisi kavramı yoktu. Oysa bu işle uğraşan cerrahlar biliyordu ki obezite ameliyatlarından sonra birçok hastamızın Tip2 Diyabetlerin de ciddi düzelmeler görüyor- Diyabet Cerrahisini bu kadar gündeme getiren asıl kişi ise Prof. Dr. Francesco Rubino oldu, kendisi gerçekten bu alanda ciddi akademik çalışmalar yaparak obezite ameliyatlarının Tip2 diyabet üzerinde nasıl düzelme meydana getirdiğini açıklığa kavuşturmaya çalıştı. Bu gün hala dünyada bu alanın önderliğini yapmaya devam etmektedir. Kendisi ve bu alanda çalışmalar yapan birçok araştırmacı ile birlikte ilk kez 2007 yılının sonunda İtalya, Roma’da 1. Diyabet Cerrahi Zirvesini, 2011 yılında ise ABD, New York da 2. Diyabet Cerrahi Zirvesini yaparak akademik dünyayı bir araya getirdi. En son olarak da 2015 yılında İngiltere, Londra da 3. Diyabet Cerrahi Zirvesini (http://www.wcitt2d.org) gerçekleştirerek tüm veriler bir araya toparlanarak 2016 yılı içerisinde Dia- betes Care dergisinde bu alanla ilgili bir konsensus raporu yayınlandı. dir (detaylar için makalenin kendisini incelemenizi öneririm). Yapılan son 2 toplantıya bende katılarak çalışmaları yakından takip etme imkânı buldum. 5- Obezite ameliyatında uygulanan cerrahi yöntemler Tip2 Diyabeti %60-90 oranında tedavi etmektedir ancak her yöntem herkes de aynı etkiyi göstermemektedir, burada diyabetin süresi, diyabete bağlı komplikasyonların oluşup oluşmadığı, diyabetin kontrol altında olup olmadığı gibi birçok değişken faktör rol oynamaktadır. 2012 yılında Diyabet Cerrahisinin detaylarını ve güncel çalışmaları takip edebilmek amacıyla F. Rubino nun o dönemde çalıştığı merkez olan ABD, Cornell Medical Center Diabetes Surgery Dept. da kendisiyle belli bir süre çalışma imkanı yakaladım. Temelde şunu söyleyebilirim ki Tip2 Diyabet için yapılan özel bir ameliyat şekli yoktu, hala da yok maalesef, yapılan ameliyatlar obezite ameliyatlarının kendisi, tüm obezite ameliyatları belli oranda Tip2 Diyabetin düzelmesini sağlıyor. Ama buna rağmen günümüzde Obezite ve Diyabet Cerrahisi diye bir kavram gündeme geldi ve bende bunu 2012 yılından itibaren hem web sitelerimde hem de sosyal medya alanlarında kullanmaya başladım. Ancak şunu da itiraf etmeliyim ki, pek de doğru bir kullanım yapmamışım, nitekim son dönemde bu kavramdan vazgeçerek “Obezite ve Metabolik Cerrahi” kavramına tekrar geri dönüş yaptım. Bunun nedenlerini aşağıda maddeler halinde açıklayacağım; 1- Yukarıda linkini verdiğim Diabetes Care de yayınlanan makale bugün için 45 tıbbi organizasyonun onayladığı ve Tip2 Diyabet in cerrahi tedavisi ile ilgili güncel bilimsel verileri içermektedir ve bizler bu çıkarımlara etik değerlerimiz gereği uymak zorundayız. 2- Diabetes Care de yayınlanan makalede Diyabetin tedavisi için geçen ameliyat tipleri Gastrik Bypass, Sleeve Gastrektomi (Tüp Mide), Duedonal Switch ve Mide Bandından (Kelepçe) oluşmaktadır, başka bir özel ameliyat tarifi yapılmamaktadır. 3- Diyabet Cerrahisi kavramı bugün için obez (VKİ>30 kg/m2) bireyler için geçerlidir, hiç bir şekilde normal kilolu hastalara uygulanması söz konusu değildir. 4- VKİ 30-35 kg/m2 olan Class 1 obez grup için eğer diyabet medikal tedavi ile kontrol altındaysa cerrahi tedavi gene önerilmemekte- 6- Yukarıda da belirttiğim gibi tek başına Diyabet Cerrahisi kavramını doğru bulmuyorum çünkü yapılan ameliyatlar sadece diyabeti değil diğer metabolik hastalıkları da ciddi oranda düzeltmektedir. Dolayısıyla yarın bir gün bir meslektaşım çıkıpta ben “Hipertansiyon Cerrahisi” yapıyorum derse, söyleyecek bir lafımız olamaz! Söylediğine yanlıştır diyecek hiç bir verimiz bulunmamaktadır çünkü obezite ameliyatları hipertansiyonu %50-85 oranında tedavi etmektedir. Şimdi bana sorabilirsiniz bu yazıyı neden yazma ihtiyacı hissettin diye. Son dönemde maalesef birçok meslektaşımız ve hatta hastanelerimiz Diyabetin farklı bir şekilde tedavi etmekte olduklarını vurgulayan haberler ile gündeme gelmektedirler. Hele ki “Diyabeti bitiriyoruz”, “İnsülin iğnelerini kaldırıp atın” vs şeklinde çıkarımlar son derece tehlikeli ve gereksiz sorunlarla karşılaşmamıza neden olabilir. Bugün için ülkemizde Sağlık Bakanlığı, SGK ve TTB bünyesinde diyabetin cerrahi tedavisine yönelik tariflenmiş hiç bir özel ameliyat tipi bulunmamaktadır. Uzun yıllardır bu alanda çalışmalar yapan, birçok merkezde birçok otör ile çalışmış birisi olarak “Diyabet Cerrahisi” kavramının yerine “Metabolik Cerrahi” kavramının kullanılmasını öneriyorum. Tabi ki bu bir öneri, kimseyi buna zorlayamam ancak kendilerini özellikle Obezite ve Diyabet Cerrahı olarak tanımlayan meslektaşlarımın olası etik ve hukuki sorunlarda karşılaşacakları problemlere karşı dikkatlerini çekmeyi bir hekim olarak görev biliyorum. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 55 hayatıniçinden Açıkgöz; “21 yaşından bu yana Tip 1 diyabetliyim. Tıpkı, dünyadaki milyonlarca Tip1 diyabetli gibi İnsülin, enjeksiyon, şeker ölçümü, HbA1C, hayatımın en önemli kavramları oldu. Dünyada benim gibi birçok diyabet hastası sporcu var ve Diyabet Spor Projesi kapsamında hepimiz bir araya geliyoruz” dedi. Çocukların kamp sayesinde diyabetle arkadaş olarak yaşamlarını sürdürme şansı bulduklarını aktaran Prof. Dr. Şükrü Hatun; “Kampın adında yer alan ‘Arkadaşım Diyabet’ tanımlamasının çocukların diyabetle arkadaş olmalarını sağlama felsefesine dayanıyor. Kampta, çocukların diyabetle arkadaş olarak, diyabetle barışık bir yaşam sürmelerine katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. 1997’den beri Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı tarafından İznik’te düzenlenen eğitim kamplarına şimdiye kadar 1200 diyabetli çocuk katıldı ve bu çocuklar kamp sayesinde diyabetle arkadaş olarak yaşamlarını sürdürme şansı buldular.” dedi. DİYABETLİ ÇOCUKLAR İZNİK KAMPINDA BULUŞTU Koç Üniversitesi Hastanesi Çocuk Endokrin ve Diyabet Kliniği ile Diyabetli Çocuklar Vakfı tarafından hayata geçirilen ve bu yıl 20.si düzenlenen “Arkadaşım Diyabet ” Diyabetli Çocuklar Kampı, 17-23 Temmuz 2016 tarihleri arasında İznik’te gerçekleştirildi. 1997 yılından bu yana düzenlenen kamp, bu yıl İznik DSİ Eğitim Tesisleri’nde Diyabetli Çocuklar Vakfı Başkanı ve Koç Üniversitesi Hastanesi Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bölümü doktorlarından Prof. Dr. Şükrü Hatun ve Doç. Dr. Gül Yeşiltepe Mutlu ile Diyarbakır Eğitim Araştırma Hastanesi doktorlarından Doç. Dr. Mehmet Nuri Özbek liderliğinde Türkiye’nin farklı illerinden 19 diyabetliyi buluşturdu. Koç Üniversitesi Hastanesi Çocuk Endokrin ve Diyabet Kliniği ile Diyabetli Çocuklar Vakfı tarafından 1997 yılından bu yana hayata geçirilen “Arkadaşım Diyabet” Diyabetli Çocuklar Kampı, 17-23 Temmuz 2016 tarihleri arasında İznik’te gerçekleştirildi. Bugüne kadar 1200’den fazla diyabetliyi ağırlayan “Arkadaşım Diyabet” Diyabetli Çocuklar Kampı, İznik DSİ Eğitim Tesisleri’nde Diyabetli Çocuklar Vakfı Başkanı ve Koç Üniversitesi Hastanesi Çocuk Endokrinoloji 56 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 ve Diyabet Bölümü doktorlarından Prof. Dr. Şükrü Hatun ve Doç. Dr. Gül Yeşiltepe Mutlu ile Diyarbakır Eğitim Araştırma Hastanesi doktorlarından Doç. Dr. Mehmet Nuri Özbek liderliğinde başladı. Diyarbakır Kocaeli, Sakarya, Bursa, İstanbul, Afyon, başta olmak üzere ülkenin çeşitli illerden 10 ila 18 yaşları arasında 19 diyabetli çocuk ve gencin katıldığı kamp, 23 Temmuz 2016 Cumartesi günü sona erdi. Bu yıl 17- 23 Temmuz 2016 tarihleri Kamp boyunca diyabete dair eğitimler veriliyor Bu yıl İznik’te 20. Kez düzenlenen ‘Arkadaşım Diyabet’ Diyabetli Çocuklar Kampında 24 kişilik geniş bir ekiple diyabetli çocuklarla bir arada olduklarını belirten Şükrü Hatun; “Çocukların yanı sıra çocuk endokrin ve çocuk asistanları, çocuk ruh sağlığı hekimi, diyetisyen, hemşire, tıp ve hemşirelik öğrencisi ve psikologdan oluşan 24 kişilik kamp ekibiyle birlikte 7 gün 24 saat çocuklarla bir aradayız. Kampta diyabetli çocuklar 6-8 kişilik gruplara ayrılarak deneyimli di- yabetlilerin liderliğinde akran eğitimi modeli ile eğitiliyor. Bunun yanında günde 2 saat uzmanlar eşliğinde küçük gruplar halinde diyabet eğitimi yapıyoruz. Kamp boyunca çocuklar ve kamp ekibi arasında bilgi, kardeşlik dolu güçlü bir etkileşim yaşanması ve çocukların diyabet bakım becerilerinin geliştirmeleri, esas yaşam güçlerini artırmaları, ilk kez kalça ile karın bölgelerine insülin yapmayı ve beslenme planlanmasında karbonhidrat sayımını öğrenmeleri amaçlanıyor.“ dedi. “Diyabet çocuklarda da görülebilir” Diyabetin kan şekerini düzenleyen insülin hormonunun kalıcı eksikliğine bağlı olduğunu söyleyen Prof. Hatun; “Erişkin hastalığı olarak bilinen diyabet, küçük yaşlardan itibaren çocuklarda da görülebilir. İnsülin hormonunun kalıcı eksikliğine bağlı bir hastalık olan diyabet tanısını alan kişiler, o günden itibaren günde 4 kez kan şekerlerini ölçmek ve buna göre insülin enjeksiyonu yapmak zorundadır. Diyabetli çocukların uzun dönemli izleminde ve sağlıklı yaşam sürmelerinde diyabet eğitimi en önemli etkiye sahiptir. Diyabet tanısı konan çocuklara hastaneye yattıklarında temel bilgiler verilmekle birlikte, diyabetli çocukların doktor, hemşire, diyetisyenler ve deneyimli diyabetlilerle birlikte yaşamasına dayanan diyabetli çocuk kampları da çok etkili bir eğitim imkânı sağlamaktadır.” dedi. arasında düzenlenen kamp programı kapsamında, Tip 1 diyabetli Prof. Dr. Oğuzhan Deyneli, “Diyabetim ve Ben” sitesi kurucusu Tip 1 diyabetli Esra Avcı, Tip 1 Diyabetli Basketbolcu Alper Saruhan ve Tip 1 diyabetli maratoncu Gürkan Açıkgöz diyabetlilerle bir araya geldi. Kampın konukları arasında yer alan Tip 1 diyabetli maratoncu Gürkan Açıkgöz çocuklarla bir araya gelerek deneyimlerini paylaştı. Yaptığı sunumla yaşamını anlatan Gürkan SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 57 haber / analiz rede ve ne şekilde paylaşılacağı belirtilirse, herhangi bir problem yoktur ve etik dışı bir uygulama olmaz” diyen Yrd. Doç. Dr. Nalan Linda Fraim, “Belirtilen amacın dışında paylaşım ve kullanım söz konusu olur ise, o zaman etik dışı kullanıma girer. Yurt dışında da Malpraktis davası dahi açılabiliyor” dedi. Op. Dr. Cem Alay ise, “Hastanın izni olduğunda ve kişinin tanınmasına imkân vermeyecek şekilde yalnızca ameliyat edilen bölgenin fotoğrafıysa, neden olmasın” şeklinde görüşünü ifade etti. Sağlık Bakanlığı Ne Diyor? DOKTOR HASTASININ FOTOĞRAFINI PAYLAŞABİLİR Mİ? Sosyal medyada bazı doktorlar hastalarının operasyon öncesi ve sonrası görüntülerini karşılaştırmalı şekilde yayınlıyor. Hasta mahremiyetinin önemi tartışılmaz. Hastanın yüzü gözüksün ya da gözükmesin fotoğrafının kullanılması ise tartışılması gereken bir konu. Bir hekimin, hastalarının operasyon öncesi ve sonrası çekilen fotoğraflarını sosyal medyada kendi reklamı için paylaşması etik midir? Prof. Dr. Yüksel Yılmaz, konunun çok önemli olduğunu ve İngiliz Tabipler Birliği tarafından bir kılavuz yayınlandığını söyledi. Yılmaz, Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarafından da bu konuda çalışma yapıldığını dile getirdi. “Ülkemizde sağlık alanında reklam aslında yasaktır” diyen Prof. Dr. Mehmet Birhan Yılmaz, kişisel bilgilerin ifşasının kesin olarak yasak olduğunu 58 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 ve gerekli etik izinler akabinde eğitim amaçlı anonim olarak kullanılabileceğini belirtti. Prof. Dr. Nilgün Öztürk Turhan ise etik olmadığını söyleyerek, “Kadavra kursunda ameliyat fotoğrafları konuluyor. Zavallı kadavranın vulvası kadın doğum hekimi olmayanlara, dünya aleme teşhir ediliyor” şeklinde görüşünü ifade etti. “Etik olmadığı gibi hekimin reklam amaçlı faaliyetleri hukuken de yasaktır” diyen Prof. Dr. Mehmet Ceyhan, bu nedenle genellikle hastalara teşekkür yazdırıldığını dile getirdi. Doç. Dr. Filiz Koşar, hiçbir şekilde etik bulmadığını ve hasta izin vermiş olsa bile doktorun kendi reklamı için kullanmasının uygun olmadığına dikkat çekti. Prof. Dr. Koray Topgül, ise konu ile ilgili şunları söyledi: “Genel cerrahi Konu ile ilgili Sağlık Bakanlığı Kamu Hastaneleri Kurumu İletişim Biriminden ise şu açıklama yapıldı: “Hekim veya hastanın operasyon öncesi görüntü ve haberi, etik değil. Çünkü yapılacak operasyon ile ilgili her türlü komplikasyon olabilir. Müdahale sonrası ise öncelikle hasta haklarına saygı gerektirir. Hasta veya hasta yakını iznine tabidir. Sonrasında hekim fotoğrafı da kamuda resmi izinlere tabidir. Olayın yazılı, görsel medyası da sosyal medyası da aslında aynıdır. Ama kamuda ameliyathane ve yoğun bakım görüntüleri yayımlamak kesinlikle uygun değildir.” Hukuki ve Etik Boyutu Kaynaklarla Ele Alındığında Prof. Dr. Recep Akdur, konu ile ilgili hukuki ve etik yazılı kurallar ile ilgili şu bilgileri verdi: “Her şeyden önce böyle uygulama ve soruların iki ayrı boyutu vardır; hukuki ve etik. Türkiye’de hekimlerin ne surette olursa olsun reklam yapması kanunen yasaktır. Benzer şekilde her ne sebeple olursa olsun; izni olmadan birinin fotoğrafını yayımlamak kanunen yasaktır. Bu davranış hukuk dışıdır, ayrıca etik olup olmadığı tartışılamaz. Kanuni düzenleme tartışılabilir ancak herkesin uyması zorunludur. Kanuni düzenlemelere uymayanların kovuşturmaya uğramaması ya da yanına kar kalması, kanunun geçersiz olduğu anlamına gelmez, denetlemekle yükümlü kurumların yani TTB, Sağlık Bakanlığı ve Savcılıkların görevlerini ihmal etikleri anlamına gelir. Bütün bu bilgilerden hareketle; hasta fotoğrafı reklam amaçlı asla kullanılamaz. Yalnızca bilimsel amaçlı olarak kullanılabilir ya da paylaşılabilir. Bu kullanım ve paylaşımda da hem hastanın izninin alınması hem de kimliğinin gizlenmesi gerekir. Hangi konuda olur ise olsun; hasta izin ve onamları diğer hiçbir grubun izin ve onamları ile kıyaslanamaz ya da örnek gösterilemez. Adı üstünde izin veren “hasta”dır ve ilişkide zayıf bir konumdadır, muhatabı hekim ise egemen bir konumdadır. Bütün hekim hasta ilişkilerinde hasta izninin ya da onamının olması o ilişkinin ya da işlemin etik olması için gerekli ama yeterli değildir. Sonuç olarak reklam amacı ile hastaların fotoğraflarının kullanılması suçtur. Etik olup olmadığı tartışılamaz.” Hekimlerin çalışmalarını ne ölçüde ve nasıl paylaşacağı konusunda tartışmanın son bulması için bu konuda bulunan boşlukların doldurulması ve yaptırımların uygulanması gerekiyor. branşı açısından değerlendirecek olursam, morbid obezite kadar bizim mesleğimizi etik açıdan sarsan bir durum olmamıştı. Bazı arkadaşlarımız bu yolu çok kullanıyorlar. Çoğu amacına da ulaşıyor. Ayağımıza kadar doktor sitelerinin temsilcileri gelip bize kendimizi pazarlamamızı öneriyorlar. TV kanallarından para karşılığı program yapmamız için teklif geliyor. Tamamen bir reklam ve algı dünyasına geçildi. Bu ameliyatları yapan arkadaşlarımızın işlerinin kalitesinden bağımsız bir durum. Ancak bence büyük bir etik sorun ve itici. TTB ve Türk Cerrahi Derneği de bu konularda daha aktif rol almalı.” Hasta izni ve Etik “Hasta kişisel bilgi ve görüntülerinin üçüncü şahıslarla paylaşımı için izin veriyorsa ve tabii hangi amaçla, neSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 59 analiz rada ayaklarını masanın üzerine uzatmış günün yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışıyordu. Ayaklarının uyuşmakta olduğunu hissetti. Karşı masadaki arkadaşının biraz önce yediği lahmacunun kokusu tüm odayı kaplamıştı. Telefon yaklaşık beş defa çaldıktan sonra doğruldu ve bilgisayarının yanında duran telefonu açtı. Arayan oğluydu. ‘Anne ne zaman geleceksin?’ diye sordu çocuk. Bir anda içini o alışılmış duygu, vicdan azabı kapladı. Ne zaman gidecekti.” Bunu okurken beynimizin hangi bölgeleri mi çalıştı? Neredeyse bütün beyin bölgeleri. Motor korteks (doğrulma ve telefonu açma), duyusal korteks ve serebellum (ayakların uzatılması, uyuşma), olfaktör korteks ( kokular), görsel korteks (renk ve şekiller), işitsel korteks (telefonun çalması), limbik sistem, insula (duygular). BEYİN HİKAYELERİ SEVER Dr. Kıvılcım KAYABALI Hepimiz masallarla büyüdük, iyiyi, kötüyü, doğruyu yanlışı masallardan öğrendik. Büyüklerimizin anlattığı hikayeler hep ilgi çekici geldi, hiç bitmesin istedik. Sonra kitaplar en iyi dostumuz oldu. Ve filmler zamanla hayatımızın bir parçası haline geldi. Sinemayı sevdik, tiyatro oyunlarından etkilendik. Kişisel hikayelerimiz, başkaları hakkında konuştuklarımız ve hatta dedikodu, iletişimimizin büyük kısmını oluşturuyor. Bir hikaye dinlediğimiz zaman onu hızla geçmişteki deneyimlerle ilişkilendiriyoruz. Dinlediğimiz hikayeler kendimizi daha iyi anlamamızı sağlıyor, başkalarının hikayeleri bize en derindeki varlığımızı tanımada yardımcı oluyor. Hikayeler insanları bir araya getiriyor, onların birbirleri için empati duymalarını ve ilişkilerini geliştirmelerini sağlıyor. Çalışanlarımızla duygusal bağlar kurmak, onlara ilham vermek, motive 60 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 olmalarını sağlamak için hikayelerin gücünden yararlanabilir miyiz? Bu aslında hiç zor değil. Ancak hikaye anlatırken bilmemiz gereken önemli bir nokta; duygulara hitap eden hikayeler, rasyonel ve veri içerikli mesajlara kıyasla beynin daha fazla sayıda bölgesini etkiliyor. Öncelikle beynimizin bilgileri nasıl işlediğini hatırlamakta fayda var. Bize bir bilgi sunulduğunda, beynimizde iki temel bölge harekete geçiyor. Bunlar Wernicke ve Broca alanları. Günümüzün kurumsal mesajlarını dinlemek veya okumak ise beyinin bu bölgeleri için zorlayıcıdır. Örneğin: “Halkın hizmetine sunulmuş olan çok fazla sayıda ürünümüz, birçok coğrafi bölgede sağlık alanındaki misyonumuzu sürdürmek üzere, kurum stratejilerimize bağlı kalarak kapsamlı ve geniş bir şekilde ilgili paydaşlara tanıtılmakta, elde ettiğimiz sonuçlar siz değerli çalışanlarımızla düzenli aralıklarla paylaşılmaktadır.” Beynimiz bu tip soyut anlatımlarla karşılaşınca sıkılıyor, yoruluyor ve aldığı bilgiyi etkili bir şekilde işleye- miyor. Ne yazık ki iş dünyası bunun gibi kurumsal mesajları çok seviyor. Kurumların çalışanlarına verdikleri mesajlarda genellikle mantık, bilgiler, veriler, oranlar, uzun cümleler ve kurumsal dil baskındır. Ancak nörobilim alanındaki son çalışmalar, “mantıklı” kararlar aldığımıza inandığımızda bile, aslında bilinçaltının etkisinde olduğumuzu ve duygularımızla karar verdiğimizi gösteriyor. Bu durumda, yani kararlarımızın çoğunun ardındaki neden mantığımızdan çok duygularımızsa, hikayeler, özellikle duygulara hitap eden hikayeler, bilginin paylaşılması, insanların bir nedenle ilişki kurması, empati yaratmak, motive etmek için en etkili araçlardır. Hikâye Anlatma Gücünün Ardındaki Bilimsel Gerçek Beyniniz kurguyu nasıl işler? Şimdi de bunu okuduğumuzda neler olduğuna bakalım: “Bu ay mesaiye kaldığı dördüncü geceydi, saat dokuz buçukta cep telefonu çaldı. O sı- Veriler ve rakamlar beynin küçük bir alanını uyarırken, hikayeler ise renkli, zengin, üç boyutlu görüntüler ve duygusal yanıtlar oluşturacak şekilde beynin birlikte aktive olan birçok bölgesini çalıştırır. Princeton profesöru Uri Hasson’a göre hikaye beyin bölgelerinin tümünü çalıştırmanın tek yoludur. Dinleyici böylelikle hikayeyi kendi deneyimleri ve düşünceleriyle birleştirerek içselleştirir. Hikayeyi okuduğumuz veya dinlediğimiz sırada, kısa bir süre için, hikayede geçenlerin aslında bizim başımızdan geçtiği hissine kapılırız. Her bir duyusal görüntü, ses, doku, renk, his ve duygu hikaye bizi içine çektikçe beynimizde birer tutunma noktası oluşturur ve biz özel bir çaba harcamadan dikkatimizi korumaya devam ederiz. İyi bir hikayenin gücü, budur ! Hikayelerin etkileyici gücünü uzun süredir bilmemize rağmen birçok kurum, çalışanlarıyla iletişim kurmak için “sadece bilgilendirici” olan ölü, soyut dili kullanmaya, ama bir yandan da çalışanlarıyla duygusal bağ kurmak istediklerini söylemeye devam ediyor. Kolayca anlaşılan, çaba göstermeden hatırlanabilen ikna edici mesajlar oluşturmak isteyen herkesin hikayelerin beynin tüm bölümlerini uyarmak için başlangıç noktası olduğunu ve duygulara hitap eden dilin ise yolun devamını oluşturduğunu bilmesi önemli. Dinleyicilerinizi ikna etmek istediğinizde hikâyeleri ve metaforları kullanmamızın bir başka önemli nedeni de insanların gerçeklere dayalı bilgiyi işlemekte zorlanmaya eğilimi olmasıdır. Dayanak noktası olarak istatistiklerin, yüzdelerin ve bilgilerin verildiği bir sunum dinlediniz mi? Bu bilgiler verilirken, beyin analitik moda geçer ve kısa süre sonra “kim demiş,” “veriler ne kadar geçerli” ya da “bunun karşıt savı nedir?” gibi sorular sormaya başlarız. Çok fazla bilgi, diğerlerini ikna etmek istediğiniz durumlarda ters etki yaratabilir. Dinleyicilerin gerçek veriler ve argümanların kullanıldığı reklamlara kıyasla, hikâye şeklinde aktarılan verilere daha olumlu tepkiler verdiğini gösteren çok sayıda çalışma yapıldı. Mesajınızda ikna edici gerçekleri, verileri, rakamları tabii ki kullanın ancak bunları gerçek yaşamla bağdaştırmak ve dinleyicilerin zihninde tutunma noktaları oluşturmak üzere hikâyelerle destekleyin. Hikâyeniz ne kadar basit ise o kadar etkileyici ve akılda kalıcı olur. Kelimelerle Resim Yapmak Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında roman yazmayı kelimelerle resim yapmaya benzetir. Yazara göre romanlar dünyanın bir yansıması olmasının yanı sıra kokuları, sesleri, tatları ve dokunma duyusunu başka hiçbir edebi biçimin yapamadığı zenginlikte tasvir eder. Romanlar birbiriyle çelişen düşüncelere huzursuzluk duymadan aynı anda inanmamızı, herkesi aynı anda anlamamızı sağlayan özel yapılardır. Orhan Pamuk romanın rüyaya benzeyen büyülü etkisini şöyle tarif eder: Roman okurken de, tıpkı rüya gördüğümüzdeki gibi, karşılaştığımız şeylerin harikuladeliği bazen bizi öylesine çarpar ki, nerede olduğumuzu unutur; tanık olduğumuz hayali olayların içinde, kişilerin arasında sanırız kendimizi. Öyle zamanlarda, romanlarda karşılaştığımız ve keyfini çıkardığımız hayali dünyanın gerçek dünyadan daha gerçek olduğunu hissederiz. Bu ikinci hayatların bize gerçeklikten daha gerçek gelmesi, sık sık romanları gerçeğin yerine koymamıza, en azından onları hakiki hayatla karıştırmamıza yol açar. Ama bu yanılsama, bu saflık, şikayetçi olduğumuz bir şey değildir hiç. Tam tersi, tıpkı bazı rüyalarda olduğu gibi, okumakta olduğumuz romanın devam etmesini ve bu ikinci hayatın bizde tutarlı bir şekilde gerçeklik ve hakikilik duygusu uyandırarak sürüp gitmesini isteriz. Yazara göre Tostoy’un ünlü romanının başında Anna Karenina’yı St. Petersburg treninde bir elinde roman, bir yanında da ruh halini yansıtan bir manzaraya bakan bir pencere arasında bırakması bir rastlantı değildir. Anna’nın elinde tuttuğu kitabın ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyiz ama Tostoy’un bizi içine sokmak istediği manzaraya girebilmek için Anna’nın elindeki kitaba değil, pencereden dışarı bakması gerekir. ‘Bu bakış sayesinde romanın içine girer kendimizi 1870’lerin Rusya’sında buluruz.’ Etkileyici, akılda kalan, motive edici ve dönüştürücü mesajlar mı vermek istiyorsunuz? O zaman duyguların ve hikâyelerin gücünü unutmayın. İş dünyasını bir tiyatro olarak düşünürsek bizim etkileyici hikâyelerimizin teması güçlüklerle yüzleşmek, tehditleri savurmak, insanların hayatını değiştirecek hizmetler sunmak, keşifler yapmak olabilir. Paylaştığınız duygu dolu hikâyeler ile işinize hayat katarsınız. Kaynaklar HSU, Jeremy, “The Secrets of Storytelling: Why We Love a Good Yard”, Scientific American Mind, 1 Ağustos 2008, http://www.scientificamerican.com/article/the-secrets-ofstorytelling/. “The science behind storytelling”, Melcrum, https://www.melcrum.com/research/ strategy-planning-tactics/science-behindstorytelling. WIDRICH, Leo, “The Science of Storytelling: What Listening to a Story Does to Our Brains”, Buffer Social, 29 Kasım 2012, https://blog.bufferapp.com/science-ofstorytelling-why-telling-a-story-is-themost-power ful-way-to-activate -ourbrains. ZAK, Paul, “How Stories Change the Brain”, Greater Good Berkeley, 17 Aralık 2013. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 61 haber / analiz HEKİMLER MALPRAKTİS KORKUSU İLE DEFANSİF TIBBA YÖNELİYOR Son zamanlarda artan mediko-legal suçlamalardan dolayı cerrahların büyük çoğunluğu riskli ameliyatları uygulamaktan kaçınıyor. Çünkü bu tür büyük ve riskli ameliyatların komplikasyon geliştirme riski fazla olduğu için hastada olumsuz bir durum gelişmesi halinde yaptıkları cerrahi uygulamaların bilimsel olduğunu ve gelişen tıbbi sorunların acemilikten ve mesleki yetersizlikten değil de hastalığın gidişinden kaynaklandığını mahkemelerde ispatlamaya ve para cezası ödememeye çalışıyorlar. Bu sorun aslında hastaların aleyhine bir durum oluyor. Çünkü ilerleyen yıllarda belki de gerçekten riskli ameliyatları yapacak cerrah bulmada zorluk yaşanmasına neden olacak. ABD’de ve İngiltere’de yapılan bir araştırmada doktorların artık riskli ameliyatları yapmaktan kaçındığı ve hastaları tedavi ederken öncelikle kendilerini savunma psikolojisi ile gereksiz tetkiklere daha fazla başvurduğu gösterilmiş. Bu da sağlık hizmetlerinin maliyetinin artmasına sebep 62 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 oluyor. Yine bu çalışma ile ilgili görüş bildiren bazı İngiliz cerrahlar müdahale edilmezse ölmek üzere olan hastalar için bunun ciddi bir sorun olacağını ve bu tür hastaların bundan zarar göreceğini ifade ediyor. Ülkemizdeki Sezaryen Oranlarının Yükselmesine Neden Oluyor Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Jinekolojik Onkoloji bilim dalı öğretim üyesi ve Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Ankara şubesi Genel Sekreteri Doç. Dr. Polat Dursun, konu ile ilgili şunları söyledi: “Ülkemizde sezaryen oranları kabul edilemeyecek oranda yüksek. Sağlık Bakanlığımızın bu oranları azaltmak için çalışmaları var. Ancak oranlar istenen düzeyde düşmüyor. Medikolegal suçlamalar, ülkemizde artan sezaryen oranlarının da önemli bir sebebi, tabi ki artan sezaryen oranlarının tek sebebi değil ama önemli sebeplerden birisi. Çünkü normal doğuma bağlı anne ve bebekte ge- lişebilecek sorunlarda suçlanmamak için doktorlar artık daha kolay sezaryen kararı veriyor. Bu da ülkemizdeki sezaryen oranlarının yükselmesine katkıda bulunuyor . Vajinal doğum sırasında annede doğum kanalının yırtılması, vajinal yırtılmanın makata uzaması, idrar kaçırma, idrarın ve büyük abdestin vajinadan gelmesi, doğum sonrası kanamanın durmaması ve rahimin alınması gibi sorunlar olabiliyor. Bebekte ise doğum sırasında oksijensiz kalma, doğum kanalında takılma, kordon sarkması ve dolanması, bebeğin kalp atışlarının aniden azalması, köprücük kemiğinin kırılması, kola giden sinirlerde hasarlanma olması gibi doğum eyleminden önce öngörülemeyecek ve önlenemeyecek bir takım komplikasyonların gelişme riski her zaman var. Bu risklerin birçoğu ancak sezaryen ile önlenebilmektedir. Vajinal doğumda problem olmadığında herkes mutlu fakat işler yolunda gitmediğinde ve söylediğim komplikasyonlardan herhangi biri geliştiğinde ise anne, babanın ve adli bir durum gelişmesi durumunda hakimin doktora sorduğu ilk soru, “Niçin sezaryene almadın?” oluyor. Bu korkulardan dolayı birçok kadın doğum doktoru artık daha kolay sezeryan kararı veriyor. Bu suçlamalar nedeniyle doktorlar artık normal doğum takip etmek istemiyor veya daha fazla sezaryen yapıyor. Jinekolojik kanserlerde de benzer bir durumu görmekteyiz ve doktorların riskli kanser ameliyatlarını yapmaktan kaçındığını görmekteyiz. Malpraktis Suçlaması ile Yükselen Sezaryen İhtisas Mahkemeleri veya Malpraktis Değerlendirme Kurulları Kurulmalı Malpraktis suçlaması ile yükselen sezaryen oranlarını azaltmanın en etkili yolu ise hekimlerin bu suçlamalara maruz kalmasını önleyecek yasal düzenlemelerin yapılması. Bilimsel bilgiler ışığında doktorun yaptığı işlemler sonucunda gelişen öngörülemeyen komplikasyonlar olması durumunda doktorun haksız tazminat suçlaması ile karşı karşıya kalmaması gerekiyor. Bu konuda Sağlık Bakanlığımıza önemli bir görev düşüyor. Çünkü Bakanlık sezaryene negatif performans sistemi uygulamasına rağmen aşırı yüksek olan sezaryen oranlarını istenen oranda düşüremiyor. Mahkemelerimizin yükü çok fazla sadece sağlıkla ilgili komplikasyon ve Malpraktis uygulamalarının değerlendirildiği mahkemeler veya Malpraktis değerlendirme kurulları kurulmalı ve yargı süreci hızlandırılmalı. Uzmanlardan oluşan Malpraktis suçlamalarını değerlendiren bir komisyon kurularak bu tür davaların uzun yıllar sürmesinin önüne geçilmeli ve bu konu ile ilgili uzmanlaşmış bir kurulun karar vermesine olanak sağlanmalıdır. Aksi takdirde defansif tıp uygulamaları nedeniyle hem hastalar alması gereken sağlık hizmetini alamayacak hem de sağlık hizmetlerinin masrafı gün geçtikçe artacak. Saygın bir tıp dergisinde yayınlanan makalede defansif tıp uygulamalarının ABD’de her yıl sağlık harcamalarını milyarlarca dolar arttırdığı belirtiliyor. Sağlık Bakanlığımız vajinal doğumu kendi koruması altına alıp oluşabilecek komplikasyon ve Malpraktis suçlamalarının sorumluluğunu yüklenmeli. Hekimleri normal doğum için cesaretlendirmeli. Aksi takdirde alacağı önlemler kabul edilemeyecek kadar yüksek olan sezaryen oranlarını azaltmaya maalesef yetmeyecek. Bilimsel Bilgi Işığında Yapılan Tıbbi Uygulamalardan Ceza Alınmamalı Avrupa’da birçok ülkede hekimler bilimsel bilgi ışığında yaptıkları tıbbi uygulamalardan dolayı ceza almazlar ve bu korku ile tıbbi bir karar vermezler veya Malpraktis söz konusu olsa bile bunu ya devlet veya oluşturulan sigorta fonları karşılar. ABD’de kadın doğum doktorlarının yüzde 75’inin kariyerlerinin bir döneminde malpraktis suçlaması ile karşılaştığı rapor edilmiş ve bu sebeple doktorların bir kısmı riskli hastaları takip etmeyi bırakmış ve hatta bir kısmı da mesleğini bırakmıştır. ABD’de yayınlanan saygın bir bilimsel dergi olan American Journal of Obstetrics & Gynecology’de yayınlanan araştırmada, ABD‘deki malpraktis davaları artıkça ülkedeki sezaryen oranlarının da arttığı gösterilmiştir. Doktorlarında Mesleki Saygınlığı Zedelendiği Gerekçesi ile Dava Açma Hakkı Var Haksız yere mediko-legal suçlamalara maruz kalan doktor motivasyonunu ve idealizmini yitiriyor ve riskli ameliyatlardan kaçınıyor. Hastaların bir kısmı komplikasyon gelişmesi durumunda bunu bir tehdit unsuru gibi kullanıyor ama unutulmamalıdır ki doktorların da mesleki saygınlığı zedelendiği gerekçesi ile dava açma hakkı var. Mahkemelerin bazı davalarda hükmettiği tazminat miktarlarını gördüğümüzde bu tazminat miktarlarını ortalama bir doktorun tüm meslek hayatı boyunca kazanması mümkün değildir. Bu da yeni nesil doktorlarda ümitsizlik ve başka alanlara yönelmelere yol açmaktadır. İdealist ve Çalışkan Doktorlar Cerrahi Branşlar Yazmıyor Tıpta uzmanlık sınavında artık idealist ve çalışkan doktorlar cerrahi branşlar yazmıyor. Artık çalışması daha kolay nöbeti olmayan ve Malpraktis suçlamasına maruz kalmayacakları branşları daha çok tercih ediyorlar. Eğer bu gidiş devam ederse, defansif tıp uygulamaları artacak hekimler riskli hastaları tedavi etmekten kaçınacak ve sağlık hizmetlerinin maliyetleri zamanla daha da artacak. Sağlık Bakanlığımızın bu konuda gerekli tedbirleri alması ve hekimleri koruyucu yasal düzenlemeleri yapması gerekiyor.” Hiçbir Hekim Hiçbir Sebeple Hastanın Hayatına Mal Olacak Bir Durumda Görevden Kaçmayı Düşünmez Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Tamer Akça ise konu ile ilgili şu görüşleri paylaştı: “Defansif tıp, yani hekimin hastaya yapması gereken bazı tedavi girişimlerinden kaçınmak zorunda kalması maalesef son zamanlarda gündemde yer işgal eder hale geldi. Hiçbir hekim hiçbir sebeple hastanın hayatına mal olacak bir durumda görevden kaçmayı düşünmez. Geçmişte “paternalist” yani “babacıl” bir hekim imajı vardı insanların gözünde. “Sen ne dersen öyle olsun” derdi hastalar hekimine. Esasen bu yaklaşım gelişen insan hakları kavramının hasta hakları kavramını doğurduğu son yıllara kadar ülkemizde yaygın olarak geçerliydi. Ancak özellikle gelişmiş batı uygarlığının insanın kendisi ile ilgili kararları kendisi alması anlamına gelen “özerklik” kavramını geliştirmesiyle yavaş yavaş terk edilmekte. Artık hastalar hastalıkları ile ilgili bilgileri daha açık ve anlaşılır şekilde öğrenmek istiyorlar. Böylece tedavi sürecinde katılımcı bir rol oynayarak hekimi ile birlikte kararlara katılıyorlar. Senin Maaşını Ben Ödüyorum! Modern dünyanın gereği olan “özerklik” kavramının tam anlamını bulabilmesi için hastanın bilmesi gereken bilgilerin tamamının anlayacağı bir dille kendisine aktarılması gerekiyor. Ancak bu yeterli değil. Hastanın da anlatılanları anlayacak entelektüel kapasiteye sahip olması gerek. Bu kapasite ise ancak eğitim ile olur. BuSAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 63 gün geldiğimiz noktada eğitim maalesef televizyonlarda, sinemalarda seyredilen yabancı dizi ve filmlerden alınıyor. Yani hastalar “özerklik” kavramını oluşturan dinamiklerden habersiz olarak “özerklik” kelimesinin içini boşaltıyorlar. Böyle olunca da “Senin maaşını ben ödüyorum” klişesi ortaya çıkıyor. Hasta bu kavram ile her türlü hakka sahip olduğuna kanaat getiriyor ve hekimi ile iletişimi başka bir alana kaydırıyor. Sonuçta her gün gazetelerde ve televizyonlarda ibretle izlediğimiz hekime şiddet görüntüleri ortaya çıkıyor. Herkes Kendi Adaletini Sağlama Peşine Düşüyor Son zamanlarda toplumumuzda hızla yaygınlaşan “hekimi değersizleştirme” eğilimi, hekimi yıllarca edindiği bilgi ve tecrübesini hastasına aktarmak için gecesini gündüzüne katan insan konumundan, her istendiğinde darp edilebilecek veya öldürülebilecek bir memur konumuna çekti. Artık hekimi öldüren bir kişi medyanın sorularına gülerek “Benim böyle zevklerim var” diyebiliyor. Bu durumun sebebi öncelikle geçmişteki o Anadolu zarafetinden hızla uzaklaşıyor olmamızda, sonra da adalet kavramının içini boşaltmamızda. Oysa bir hekimin yaptığı girişimden dolayı gerçekten mağdur olan kişilerin başvuracakları yer adalet sistemi olmalı. Adalet sistemi de hem hastaya hem de hekime gerçek suçluyu ortaya çıkarıp ona hesap sorabilecek güçte olduğunu hissettirmek zorunda. Bütün bunlar olmayınca herkes kendi adaletini sağlam peşine düşüyor. Hekimlerin Rekor Tazminatlar Ödeyeceği Bir Demokles’in Kılıcı Halini Alacağı Endişesi Defansif tıp uygulamalarının bir diğer önemli nedeni de; içeriği tam olarak bilinemeyen, halen uygulamaya girmeyen ve girdiğinde de nasıl uygulanacağı bilinmeyen Malpraktis yasası. Normalde hastaların hekimler tarafından mağdur edilme olasılıklarını en aza indirgeme amacıyla hazırlanan yasanın sonuçta sadece hekimlerin rekor tazminatlar ödeyeceği bir Demokles’in Kılıcı halini 64 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 alacağı endişesi oldukça yaygın. Yasa yanlış kurgulanır ve yanlış uygulanırsa hekimlerin kazandıkları paralar ile bu cezaları ödemeleri olası değil. Öte yandan “Tıbbi Kötü Uygulamaya İlişkin Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası” da yine hekimin maaşı ile karşılayamayacağı kadar yüksek tazminatları öngörmekte. Tüm bu sebepler alt alta toplandığında zaman zaman hekimlerin bazı girişimleri yapmaktan kaçınmalarını anlamak zor değil. Tekrarlamak istiyorum, bu kaçınmalar asla bir hastanın hayatına mal olacak durumlar değildir, olamaz.” Defansif Tıp Halk İçin Verilebilecek En Büyük Zarardır Türkiye Maternal Fetal Tıp ve Perinatoloji Derneği Etik ve Hukuk alt grubu Başkanı Doç. Dr. İsmail Dölen, bu konuda şu yorumda bulundu: “Bir ülkede Defansif tıp uygulaması özellikle yüksek riskli hastalara verilebilecek en büyük zarardır. Ülkeler hekimlerin defansif tıp uygulamasına yönelmesini önleyecek tedbirler almalıdır. Hekimin etik ve yasal önceliği hasta yararıdır. Defansif tıp uygulaması, hekimi tıbbi etik prensiplerin ihlaline zorlarken sadece sağlık endüstrisine yararlı olmaktadır. Hasta, hekim, ülke ekonomisi ise ciddi zarar görmektedir." Malpraktis davaları ile ilgili farklı örneklerle ele alan Av. Pınar Aksoy merak edilen soruları yanıtladı. beceri eksikliği veya hastaya tedavi vermemesi ile oluşan zarar” şeklinde tanımlanmış. Tıbbi bakım ve tedavi sırasında görülen ve hekimin hatası olmayan durumlardan (komplikasyon) ayırt edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Müdahalenin Hukuka Uygunluğu İle Tıbbi Olması Aynı mıdır? Müdahalenin hukuka uygunluğu ile tıbbi olması farklı kavramlardır. Tıbbi müdahalenin hukuka uygunluğu için dört şartın olması gerektiğini kabul ediyoruz. Bunlar; tıp mesleğini icraya yetkili olan bir kişi tarafından yapılması, hastanın aydınlatması ve rızasının alınması, tıp biliminin verilerine göre tıbbi standartlara uygun yapılmasıdır. O günkü genel kabul görmüş tıbbı uygulama standartları çerçevesinde ortalama bilgi düzeyi, beceri ve özene sahip bir hekimin göstermesi gereken davranış şeklinin gösterilmemesi halinde kusur söz konusu olacaktır. Hekim ya da sağlık personelinin kusurlu eylemi neticesinde ortaya çıkan zarardan dolayı tazminat yükümlüğü doğabilecek veya ceza soruşturması ile karşı karşıya gelebilir. Malpraktis Davalarının Sayıları Ve Sonuçları Araştırması Gibi Bir Çalışma Var mı? Hekim ile hasta arasındaki ilişkinin temelini güven ilişkisi oluşturmaktadır. Hasta kendi geleceğini belirleme hakkını yönetirken hekimiyle arasındaki güven ilişkisi temelinde hareket eder. Tıbbi kötü uygulama sonucunda hekimler ya da sağlık personeli iki tür dava şekliyle karşı karşıya kalabilir. Bunlar, ortaya çıkan maddi ve manevi zararların tazmini için açılan tazminat davaları ve eylemin Türk Ceza Kanunu anlamanın da suç kabul edildiği durumlarda açılan ceza davalarıdır. Bu tarz davalar adli yargıda görülüp, yerel mahkemelerce verilen kararların temyiz merci Yargıtay’dır. Hekimlik doğası gereği riskli bir meslektir. Her tıbbi girişim sonucunda, tıbbın kabul ettiği ortaya çıkabilecek kötü sonuçlardan hekim sorumlu tutulamaz. Dünya Tabipler Birliği’nin 1992 yılında yapılan 44. Genel Kurulu’nda kabul edilen bildirgesine göre; Tıbbi Malpraktis (tıbbi uygulama hataları) “hekimin tedavi sırasında standart uygulamayı yapmaması, Ancak idare tarafından yürütülen sağlık hizmetinin sunumundan dolayı birey zarara uğramış ise, bu zararın tazminin yükümlüsü idaredir. İdare’nin verdiği sağlık hizmeti nedeniyle ortaya çıkan zararın tazmini için İdare aleyhine, idare mahkemelerinde tam yargı davaları açılabilir. Bu tarz davaların temyiz merci ise Danıştay’dır. Malpraktis Davası Nedir? Ülkemizde maalesef Yargıtay ve Danıştay’ın tüm kararları konularına göre tasnif edilerek yayınlandığı ve istatistiklerinin paylaşıldığı platformlar mevcut değil. Dolayısıyla bu konuda kesin rakamlar vermek imkansız. Bu alanda çalışmalar bir an önce yapılmalıdır. Bu da yargının da işini kolaylaştıracaktır. Açılan Davalarda Kusurun Tespitini Kim Yapar? Tıbbi kötü uygulama sebebiyle açılan davaların pek çoğunda kusurun tespiti için bilirkişi incelemesi yapılır. Bilirkişi incelemesi, Adli Tıp Kurumu, üniversitelerin ilgili ana bilim dalları, Yüksek Sağlık Şurası veya adli yargı yeri bilirkişi listesine kayıtlı kişilerce gerçekleştirilir. Eskiden ceza davalarında Yüksek Sağlık Şurasına başvurmak zorunluydu. Bu kanun Anayasa Mahkemesi tarafında iptal edildi. Çalışmalardan Örnekler Verebilir misiniz? İşte bu kurumların yaptığı ve bilimsel toplantılarda paylaştıkları bazı çalışmalar var. Bir çalışmada; Adlı Tıp Kurumuna tıbbı hata raporu için gelen dosya sayısının 2004 yılında 295 olan, 2005 yılında 620’ye yükselirken, 2013 yılında ise 3 bin 6 olduğu belirtilmiştir. Yargıya yansıyan uyuşmazlıklarda uzmanlık alanlarına göre sınıflandırıldığında birinci sırayı kadın doğum branşının aldığını onu genel cerrahi ve pratisyen hekimlerin takip ettiğini görüyoruz. 1 Ocak 2000 ve 31 Aralık 2007 arasındaki 18 gazetenin internet ortamında incelendiği bir çalışmada hatalı tıbbı uygulamalar ile ilgili 172 adet haber örneklemi tespit edildi. Hatalı Tıbbı uygulamaların; yüzde 19.2’sinin tedbirsizlik,17.4’ünün yanlış tedavi, yüzde 11.6’sının dikkatsizlik, yüzde 10.5’inin yanlış tanı ve yüzde 8.7’sinin de yanlış ilaç olduğu değerlendirildi. Yurt Dışında Bu Alanda Örnek Verebileceğiniz Davalar Var mı? New England Journal of Medicine’in 18 Ağustos 2011 tarihli sayısında yer alan bir makale yayınlandı. Amerikan Tıp Birliği (AMA) tarafından yaptırılan bir ankette, katılımcı doktorların yüzde 5’inin Malpraktis suçlamasıyla karşı karşıya kaldığı, kadın hastalıkları ve doğum uzmanları, anestezistlerin ve cerrahi uzmanlık alanlarının en çok Malpraktis suçlamasıyla karşılaştığı belirtildi. Amerika’da hekimlerin sigorta poliçeleri için ödediği prim tutarlarının çok yüksek olduğu, hekimlerin riskli tıbbi müdahalelerden kaçındığı biliniyor. Ülkemizde de son yıllarda verilen tazminat tutarları bir hayli yüksek. Örneğin doğuştan kambur olan hastanın yanlış ameliyat sonucu felç kalması sebebiyle İdare aleyhine açılan ve Danıştay tarafından onanan davada, yerel mahkeme kararına göre bir milyona yakın tazminat ödendi. Yine yanlış sünnet sebebiyle cinsel uzvunu kaybeden hasta lehine altı yüz bine yakın tazminat idare tarafından ödendi. Bu rakamlar ülkemizdeki en yüksek tazminat tutarları olması bakımından verdim. Bu Davalara Doktorlar Nasıl Bakmalı? Uygulamada en çok hekim arkadaşların şu soruları ile karşılaşıyorum. “Bana karşı dava açılması yanlış. Bu davayı açana karşı tazminat davası açabilir miyim, şikayet edebilir miyim?” diye soruyorlar. Çok önemli evrensel hukukta kabul ettiğimiz bir hukuk kuralı var: Hak arama hürriyeti engellenemez. Dolayısıyla kişi iftira atmadığı sürece açmış olduğu dava sebebiyle suçlu değildir. Dava durumunda mutlaka profesyonel bir hukuk hizmeti almalarında fayda var. Dava türleri kendi içlerinde o kadar özellikli ki olası bir yanlış savunma telafisi imkansız zararlara sebep olabilir. Ayrıca bu davalar uzun sürüyor. Mesela 2007 ‘den beri takip ettiğim bir dava var. Karar Yargıtay’dan bozuldu ve yargılama hala devam ediyor. Uzun süren davalar sebebiyle emek ve zaman kaybına uğramamak için hukuki destek almak çok önemli. Uygulamada, hastane ve hekimin birlikte dava edildiği durumlarda hekimlerin “ne olsa hastane ta- rafından dava takip ediliyor” düşüncesiyle, davaları takip etmediklerini görüyoruz. İşte bu gibi durumlarda hak kayıplarının doğma ihtimali çok yüksek. Dava veya ceza soruşturması ile karşılaşan hekim, vakit kaybetmeksizin tıbbi kötü uygulamaya ilişkin sorumluluk sigortası poliçesindeki sigortacısına bildirim yapmalı. Hastalar Açısından Bu Durum Avantajlı mı Dezavantajlı mı? Hak arama hürriyeti hiçbir şekilde engellenemez. Hasta, tıbbi kötü uygulamaya maruz kaldığını düşünüyor ise dava açma ve şikayet etme hakkını kullanabilir. Aynı zamanda tabip odaları ve il sağlık müdürlükleri nezdinde başvurularda bulunabilir. Tıpta Uzmanlık Sınavında Hekimler Cerrahi Branşlardan Uzaklaşmaya Başladı. Bu Konuda Ne Düşünüyorsunuz? Yargıya yansıyan davaların branş bazında türlerine baktığımızda cerrahi branşlarda dava sayısının arttığını görüyoruz. Bunun dolaylı etkisiyle hekimlerin defansif tıbba doğru yöneldiği, çekinik davrandığı tespit ediliyor. Bu davranışların temel sebebi açılması muhtemel tıbbi kötü uygulama davalarından korunmaktır. Özellikle 1970’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan çalışmalarda hekimlerin hukuki sorumluluktan kaçmak için, gerekli olmadığı halde teşhis ve tedaviye yönelik uygulamaları daha sık gerçekleştirdikleri ya da tam tersi bir şekilde risk barındırdığını düşündükleri, hasta ve tedavi yönteminden kaçındıkları tespit edilmiştir. Defansif tıp uygulamaların pek çoğu hastanın sağlık hizmetinden faydalanma hakkına yani sağlık hakkına ve hasta haklarının ihlallerine neden olmaktadır. Pek tabi tüm bunların yanında hekimler, içinde pek çok risk barındıran cerrahi branşlarda uzmanlaşmaktan çekinmemelidirler. Bu davranışın altında tıbbı kötü uygulama davalarından dolayı risk altında olmamak istemelerinde de bir etken olduğunu söyleyebiliriz. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 65 röportaj alanındaki çalışmaların, vakıf, birlik ya da derneklerin bu genel çatının çok daha ötesinde branşlaşma seviyesinde oldukça geniş katılımlı organizasyonlara dönüşmüş olduklarını görüyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de henüz yolun başındayız. Zamanla bu konudaki organizasyonların daha da çeşitleneceğini ve alt dallara da ayrılarak gelişeceğini öngörüyorum. Bu bir kehanet değil, hep beraber göreceğiz. Geçen Yıl İlki Düzenlenen Sempozyumda Öne Çıkan Konular Nelerdir? Prof. Dr. Erkan Yüksel: SAĞLIK İLETİŞİMİ HER YÖNÜYLE ELE ALINACAK Sağlık iletişimi konusunda çalışan, bu konuya ilgi duyan ve önem verenler Kasım ayı başında Eskişehir’de Anadolu Üniversitesinin ev sahipliğinde ikinci kez buluşuyor. İlki geçen yıl gerçekleştirilen “Sağlık İletişimi Sempozyumu”nun bu yıl “uluslararası” düzeyde gerçekleşmesi planlanmıştı ama yaşanan gelişmeler sonrasında bunun pek de mümkün olabilemeyeceğini belirten Organizasyon Kurulu Başkanı Prof. Dr. Erkan Yüksel sorularımızı yanıtladı. Neden Sağlık İletişimi Sempozyumu? Bu soruyu yanıtlamak için en başa dönmem lazım. Çünkü sempozyum yalnızca zincirin en son halkalarından biri. 2009 yılında başlayan akademik bir yolculuğun görünen ya da öne çıkan son halkası. 2010-2013 yılları arasında TÜBİTAK ve Anadolu Üniversitesi’nin desteğiyle sağlık konulu yayınlar üzerine bir bilimsel araştırmaya başlamıştık. Bu çerçevede Ankara ve İstanbul’da yayın içerikleri konulu iki ayrı çalıştay düzenlemiştik. Sonunda da “CheckUp Sağlık İletişimi” adı altında bu çalışmaları kitaplaştırmıştık. Daha sonra Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi bünyesinde Sağlık Kurumlarında İletişim adı altında, halen de üçer aylık dönemler halinde devam eden bir e-sertifika programı açtık. Alanda gördüğümüz ihtiyaçlardan biri de akademisyenler arasındaki 66 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 iletişim sorunuydu. Sempozyum da bu ihtiyaçtan doğdu. Geçen yıl Mart ayında, Ankara’da Numune Hastanesinde gerçekleştirilen “Sağlık İletişimi ve Medya Paneli”nde bir konuşma yapmak üzere davet edilmiştim. Toplantı arasında arkadaşlarımızla sohbet ederken, “İletişim Bilimleri Fakültesi çalışıyoruz, bir araya gelemiyoruz, konuşamıyoruz. Kim ne çalışma yapıyor, haberdar olamıyoruz. Ne yapsak bu konuda?” diye konuştuk. Hemen orada cep telefonumu çıkardım. Facebook üzerinden bir grup kurdum ve bu grubu salondakilere duyurdum. O sırada yaklaşık 20 kişi gruba katıldı. Sonraki günlerde bu sayı daha da arttı. Sonra gruptaki yazışmalar çerçevesinde, “Acaba bir araya gelsek, bir toplantı olsa nasıl olur?” görüşü ortaya çıktı. “İyi tamam, nasıl olsun? Kim organize etsin?” derken, “Madem bu işe ön ayak olduk, biz yapalım” diye çıktık yola. Öte yandan uluslararası bir iletişim sempozyumunun bu yıl 15’incisini gerçekleştiriyoruz, bir ekibimiz ve iyikötü biraz da deneyimimiz var. “Aynı ekiple bu yola da çıkarız” diye düşündük. Çok kısa bir süre içinde, kasım ayı başında toplantıyı Eskişehir’de gerçekleştirdik. Aslında başında “20-30 kişi gelir” diye öngörmüştük; ancak toplantıya 100’ün üzerinde katılım oldu. Facebook grubunun o günkü üye sayısı 250 kişiyi bulmuştu. Bugün baktığımızda bu sayı 370 kişi. Dolayısıyla beklediğimizin çok üzerinde bir ilgi ile karşılaştık. Sağlık iletişimi alanında çalışan, ilgi duyan, merak eden belki daha fazla sayıda kişinin olduğunu da söyleyebilirim. Onlara da bir şekilde ulaşmaya çalışıyoruz. Sağlık iletişimi denilince biz konunun farklı boyutlarını aynı çatı altında değerlendiriyoruz. Tek bir boyutuna yönelmiyoruz. Bireysel iletişim, grup iletişimi, kurumsal iletişim, örgütsel iletişim, toplumsal iletişim ve kitle iletişimi gibi farklı boyutlarda bu konuyla ilgili tüm çalışmalara kapı açıyoruz. Geçen yılki konuşma ve bildiriler de bu yöndedir. Tüm konuşma ve bildiri metinlerine internet üzerinden erişim sağlanmaktadır. Merak edenler için http://www.saglik-iletisimi.org adresini ziyaret etmelerini önerebilirim. Geçen Yıldan Olumlu ya da Olumsuz Yönde Çıkarımlar Neler Oldu? Alana Ne Gibi Katkı Sağlandı? En başta sağlık iletişimi alanında birbirinden bağımsız ya da habersiz çalışma yürüten akademisyenler bu toplantı ile bir araya gelmiş ve birbirleriyle tanışmış oldu. Herkes kimin ne Prof. Dr. Erkan Yüksel çalışma yaptığını gördü. Çalışmalara yönelik konunun uzmanı kişiler birbirleriyle görüş alışverişinde bulundular. Ortak çalışma ve işbirliklerinin ilk adımları atıldı. Birlikte çalışanlar, birbirlerinin öğrencilerine çalışma konusu tavsiye edenler, kaynak önerenler, hatta toplantı sırasında kendi çalışması için anket ve araştırma yapanlar bile oldu. Bunları ilişki boyutundaki geleceğe dönük katkılar bağlamında değerlendirebiliriz. Özel oturumlardaki davetli konuşmalara bakıldığında ise orada da Sağlık Bakanlığının, Türk Tabipler Birliğinin ve burada adını şimdi sayamadığım diğer kurum, kuruluş ve derneklerin idareci, yönetici ya da üyelerinin bu konudaki söyleyeceklerini dinledik. Konuya ilişkin tutumlarını gördük. Sağlık iletişimi denilince yalnızca halkla ilişkiler uygulamaları aklına gelenler vardı ya da bu kavramı çok dar anlamda, farklı biçimlerde yo- Öte yandan Türkiye olarak bu alanda çok geride olduğumuzu, hatta yolun başında olduğumuzu söyleyebilirim. Gelişmiş ülkelerdeki sağlık iletişimi SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 67 Bildirilerde sağlık iletişiminin bugün nerede olduğunu ve nereye doğru ilerlediğini görmemiz mümkün. Akademisyenlerin de geleceğe yönelik olarak ne tür çalışmalar yapmaları gerektiği ya da ihtiyacın nerede olduğu konusunda bir görüşünün ortaya çıktığını söyleyebilirim. Özellikle yeni yetişen akademisyenler için sağlık iletişiminin en kadar büyük bir çalışma alanı olduğu anlaşıldı. Türkiye’de iletişim eğitiminin medya ve medya ile ilişkiler boyutunda dar bir alana sıkışmış yapısının sağlık iletişimi sayesinde çok büyük alana açılım sağlayabileceğini ve belki diğer başka açılımlarla çok daha geniş bir iletişim çalışma alanının doğabileceğini düşünüyorum. Öte yandan şunu da belirtmek isterim: Geçen yılki toplantı ulusal nitelikli bilimsel bir organizasyondu. Dolayısıyla bunun doçentlik atamalarında herhangi bir puan değeri bulunmuyor. Akademisyen arkadaşlarımız puan kaygısı olmadan bu toplantıya katıldılar. Hatta belirli bir katılım ücretini de kendi ceplerinden, bütçelerinden karşıladılar. Herhangi bir sponsor kuruluşumuz ya da derneğimiz yok. Tamamen gönüllü katılım ve kişisel katkılarla bu organizasyon gerçekleştirildi. Hatta organizasyonda görevli arkadaşlarımız kendi özverileri ile katılımcılara kişisel hediyelerde bulundu, misafirperverliklerini gösterdiler. Tamamen kişisel özverilerle ve katkılarla bu organizasyon gerçekleşti. 68 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 Geçen Yıl Sağlık Bakanlığı Yetkililerinden Konuşmacı Vardı, Bu Sene de Olacak mı? Elbette, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ilgili birimlerdeki arkadaşlarımıza davetimizi ilettik. Hatta sempozyuma bir şekilde destek vermeleri için bir de dosya hazırladık ve kendilerine sunduk. Bu Toplantıya Kimler Katılabilir ve Bildiri Gönderebilir? Böyle bir sınırımız yok. “Ben bu alanda şöyle bir çalışma yaptım, bunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Benim de söyleyecek bir sözüm var. Tartışmalara katılmak istiyorum. Konuşulanları dinlemek istiyorum. Sizlerle tanışmak istiyorum. Bundan sonra sizlerle ortak çalışma yürütebiliriz.” gibi düşünen herkese kapımız açık. İster bildiri sunmak üzere, ister konuşmaları dinlemek ya da bildirilerle ilgili tartışmalara katılmak üzere herkes katılımcı olabilir. Bildiri sunmak için aranan kriterlere ve sürece ilişkin ayrıntılı bilgi web sayfamızdan takip edilebilir. Yurt dışından katılım olacak mı? Bu konuda endişelerimiz var. Çünkü organizasyonun uluslararası olması için aldığımız karardan sonra bazı akademisyenlere özel olarak davetiye gönderdik, toplantıya çağırdık, bilim komitemize davet ettik. Ancak daha sonra özellikle Ankara ve İstanbul’da yaşanan terör olayları sonrasında bazı endişelere şahit olduk. Ardından da 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Gelişmeler üzerine davetlilerimizle tekrar yazışmaya başladık. İkna etmeye çalışacağız. Ancak şimdilik Türkiye’ye gelme konusunda pek de istekli olmadıklarını söyleyebilirim. Bu yüzden belki bu yıl da toplantıyı tam anlamıyla uluslara- rası çerçevede gerçekleştiremeyebiliriz. Ancak amacımızın ve hedefimizin uluslararası bir organizasyon olduğunu ifade etmeliyim. Çünkü sağlık iletişimi denilince bu alanda ileri gitmiş ülkelerden alacağımız örnekler, dinleyeceğimiz dersler olduğunu düşünüyorum. Kör ebe oynayarak Amerika’yı yeniden keşfe çıkmak yerine onların tecrübelerinden yararlanmak daha akılcı olacaktır. haber rumlayanlar vardı; onlar da sağlık iletişiminin ne kadar büyük bir kavram ve alan oluğunu gördüler. Bildirilerin konularına bakıldığında da aslında o kadar geniş bir yelpazeye seslenildiğini görüyoruz ki, bu yıl bu yelpazenin daha da renkleneceğini düşünüyoruz. Bu Yıl Hangi Konular Ele Alınacak? Herhangi bir konu sınırlamamız bulunmuyor. Bu toplantının ilk amacı bir konuyu ele alıp onun çerçevesinde bir tartışma yürütmek değil. İlk amacımız, bu alanda çalışan ve bu alanda söyleyecek sözü olan herkesi birbiri ile tanıştırmak, bir çatı altında bir araya getirmek. Birbirlerinden haberdar hale getirmek. Kimin ne çalışma yaptığını göstermesini sağlamak. Daha sonra bu çalışmaların belirli konular çerçevesinde yoğunlaşabileceğini ve belirli konularda özel olarak organizasyonlar gerçekleştirilebileceğini düşünüyoruz. Öte yandan sempozyumda iki gün boyunca sabah-akşam ikişer oturumdan yaklaşık sekiz-on oturum düzenleniyor. Her bir oturumda sağlık iletişiminin farklı boyutları ele alınıyor. Bir oturumda sağlık profesyonelleriyle hasta ve yakınları arasındaki iletişim, bir oturumda sağlık profesyonellerinin birbirleriyle iletişimi, bir oturumda toplum sağlığına yönelik kampanyalar, yapılan kampanyalara yönelik değerlendirme ve eleştiriler, medyadaki sağlık konulu içerikler, bunların etik ve toplumsal etki bağlamında irdelenmesi, habercilerin öz eleştirileri, sağlık politikaları, bunların eleştirileri, yapılanlar, yapılmayanlar, yapılması beklenenler bu sempozyumda bir şekilde konuşulan konu başlıkları… ŞANLIURFA'DA BAŞARILI SİYAM İKİZLERİ AMELİYATI Şanlıurfa'da Dünyaya Gelen Siyam İkizleri Başarılı Bir Ameliyat ile Birbirinden Ayrıldı Şanlıurfa’da hamileliğinin 38’inci haftasında doğum sancıları ile birlikte Eşi Adem Yaşar tarafından Şanlıurfa Özel Metrolife hastanesine getirilen Gülçin Yaşar, alındığı ameliyat ile doğum yaptı. Sezaryan doğum yapan Gülçin Yaşar’ın erkek olan ikizleri yapışık dünya ya geldi. Siyam ikizleri Yeni Doğan Ünitesi’ne alındı. Burada yapılan incelemelerin ardından dünyaya gelen siyam ikizlerinin aynı karaciğeri kullandıkları ortaya çıktı. Zorlu bir doğum ile hayata gözlerini açan siyam ikizlerinin ve anne Gülçin Yaşar’ın durumunun iyi olduğu bildirildi. Yapışık İkizler Ameliyat ile Ayrıldı İkizlerin durumunun 12 haftalıkken anne karnında tespit edildiğini aktaran Karakucak, şunları kaydetti: Diğer organlarla ilgili bir paylaşım söz konusu değil. Bir ay boyunca yeni doğum ünitesinde kalan ikizlerimizin ayrılması için kurulan ekibimiz gerekli tetkikleri yaptıktan sonra ayrılmalarına karar verdi. Ekibimiz başarılı bir ameliyatla ikizlerimizi ayırdı. Şanlıurfa'da böyle bir ameliyatı ilk defa gerçekleştirdik." "Yaklaşık 1 ay önce bir ekip oluşturarak ikizlerin doğumunu gerçekleştirdik. 300-400 binde bir görülen bir doğum. Bu hastada yaptığımız tetkikler sonucunda sadece karaciğer organının aynı olduğunu gördük. Ameliyatı yapan Çocuk Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Ali Suat Erkoç, "Bebeklerin sağlık durumları çok iyi. İnşallah bir aksilik olmazsa en kısa sürede taburcu olacak duruma gelebilirler." dedi. Hastanenin Başhekimi Cengiz Karakucak, gazetecilere yaptığı açıklamada, ikizlerin başarılı bir ameliyatla ayrılmalarını sağladıklarını belirtti. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 69 gündem HABERLERDEKİ GÖRSEL ALGI YÖNETİMİNE DİKKAT EDİYOR MUSUNUZ? Esra ÖZ Yayın Editörü Her gün haberlerde çok farklı görüntülerle karşılaşıyoruz. Bu haberlerin veriliş diline göre tepki gösteriyoruz. Yani duygularımızı haberi yapan gazetecinin ellerine güvenle teslim ediyoruz. Peki, gördüklerimiz ya da okuduklarımız ne kadar doğru? Gazeteciler haberlerini kurgularken akıllarındaki ilk mesaj işledikleri konunun haber değeri taşımasıdır. Bun70 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 Henri-Louis Bergson’un dediği gibi; “Gözler, sadece zihnin kavramaya hazır olduğu şeyleri görür.” Beynimiz bize ne gördüğümüzü söylüyorsa onu görürüz. Üç boyutlu dünyayı iki boyutlu hale indirgenmek gözde başlar. Nesnelerden yansıyan ışık göz bebeğinden içeri girer. Görmenin ilk adımı olan gözler, dünyanın ters yüz edilmiş baş aşağı görüntüsünü algılar. Betty Edwards’ın “Beynin Sağ Tarafıyla Çizim” isimli kitabında anlattığı gibi, “Bir nesneyi baş aşağı çizmek hatlarını doğru yakalamanın çok iyi bir yoludur. Çünkü bu şekilde bildiğinizi değil, gördüğünüzü çizmiş olursunuz” der. yimleri kullandığını söylüyor. Duyular vasıtasıyla çevreden gelen bilgilerin geçmiş deneyimlerle birleştirilerek algı oluşturuluyor. Necker Küpü Yukarıdan Aşağı İşlem varsayımını doğrulamak ve desteklemek için, Necker küpü kullanılır. Buna göre, yanlış varsayımların görsel illüzyonlar gibi algıda hata oluşturacağını gösterir. Yani bu kuramı savunanlar, iki ayrı algının oluşmasının sebebinin beynin duyusal bilgiden ve geçmiş deneyimlerden oluştuğunu savunuyor. Bu nedenle görsel algı bizleri yanıltıyor olabilir. Bu konuyla ilgili de psikologlar ikiye ayrılmış durumda. Duyu organlarından gönderilen bilginin, algının temelini nasıl oluşturduğunu anlamaya çalışıyorlar. Algının uyarıcılarla elde edilen bilgiye ne kadar bağlı olduğu tartışılıyor. Bilginin işlenmesi ile ilgili iki kuram var da da insanların tepkilerini harekete geçirmeyi hedeflerler. Acı, korku ya da umut dolu bir haber olmalıdır ki, öncelikle haber müdürünün onayını alıp, yayınlanmasını sağlayabilsin. Ardından da okunma ya da izlenme rekorları kırıp, sosyal medyada gündemi değiştirebilsin. Bunlar medyanın arka bahçesi olduğu için herkes bilmeyebilir, ancak olayları ele alırken algılarımızla oynanmasına engel olmak adına bu işin arkasındaki mantığı iyi anlamakta fayda var. “Gözümle gördüm, daha ne olsun” diyenlere, bilimin vereceği cevaplar bizleri çok şaşırtabilir. Gördüklerimize inanmalı mıyız? Esra ÖZ Trenin Arkasından Görüntüleme Bu görüşünü şu örnekle açıklıyor, hızlı hareket eden trende oturuyorsunuz ve size daha yakın olan nesneler uzak olanlardan daha hızlı geçiyor. Uzaktaki nesnelerin uzaklıkları göreli hızlarından yola çıkarak anlaşılabilir. Her iki kuram algı olayına farklı şekilde yaklaşsa da tamamen açıklayamıyor. Her şeyin farkında mıyız? Daniel Simons ve Daniel Levin ise, dünyayı ne kadar doğru olarak algıladığımızla ilgili çok farklı çalışmalar yapıyor. İşte çalışmalarından bir tanesi şöyle; İçinde tek bir oyuncunun yer aldığı bir kısa film izlediğinizi düşünün. Adam omlet yapıyor. O pişirmeyi sürdürürken kamera aniden başka bir açıdan çekmeye başlıyor. Yeni sahnede oyuncu farklı biri olsaydı, fark eder miydiniz? Yukarıdan Aşağı İşlem Gözlemcilerin üçte ikisi fark etmiyor. İşte buna “Değişim Körlüğü” deniyor. Psikolog Richard Gregory, algının yapıcı olduğunu ve kişi bir şeye baktığında onun hakkında önceki bilgilerini kullanarak algıya dayalı bir varsayımda bulunduğunu ve bu varsayımların çoğunlukla hep doğru olduğunu iddia etti. Dikkatli bakmamız olayları nasıl yorumladığımızla alakalı. David Eagleman’ın dediği gibi “Görmek, bakmaktan fazlasını gerektirir.” Bakabiliriz, ancak olayları net şekilde görmeyebiliriz. Gregory, göze ulaşan bilginin yaklaşık yüzde 90’ınının beyne ulaşamadan kaybolduğunu hesapladı. Beynin bundan sonrasında bir gerçeklik algısı oluşturmak için geçmiş dene- Tabandan Yukarı İşlem Psikolog James Gibson ise, algının doğrudan olduğunu iddia ediyor. Gibson, çevremizde yeterli bilgi bulunması sebebiyle dünyanın çok dolaysız bir yoldan algılanabileceğini söylüyor ve bilginin yeterince detaylı olduğunu savunuyor. İşte bu nedenle haberleri daha farklı bir düşünce ile incelemek gerekiyor. Size sunulan kadarını öğrendiğiniz olayların arkasında aslında olanlar anlatıldığı gibi mi? SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 71 haber Alerjide Bağışıklığı Yükselterek “Yan Etkisiz” Tedavi HER 2 ÇOCUKTAN BİRİNDE “ALERJİK RİNİT” GÖRÜLECEK Dünya Alerji Organizasyonu’nun raporlarına göre, son 10 yılda özellikle Avrupa’da alerjik hastalıklardan biri olan alerjik rinitin görülme sıklığı hızla yükseliyor. Hastaların yüzde 50’si alerjik rinit olduklarını kendileri fark ediyorlar ve ülkelere göre değişen oranlarla hastaların yaklaşık yüzde 30-50 arasında değişen oranı alerjik rinitin verdiği rahatsızlıklar dayanılmaz hale gelene kadar doktora başvurmuyor. 2020’de her iki çocuktan birinde “alerjik rinit” görülecek. Dr. Oktay Demircioğlu, “Her 5 yıllık periyotlarda alerjik rinit görülen hasta sayısının yüzde 5 oranında artarak çoğaldığını görüyoruz. Alerjik rinit tedavisi görmesi gereken kişi sayısındaki artışın 5 yıllık dönemlerde 72 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 yüzde 5 şeklinde artmakta olduğunu gösteriyor araştırmalarımız. Maalesef 2020 yılında her iki çocuktan birinin alerjik rinit ile dünyaya geleceğini öngörüyoruz. Alerjik rinit hastaları her yıl tedavi masrafları ve iş kaybından dolayı yaklaşık 7 bin TL harcıyorlar. İsviçre’de her yıl alerji tedavisi için 2.7 milyar Euro harcanıyor. Alerjik rinit tedavisinde en çok uygulanan bir seçenek ilaç tedavisi fakat alerjik rinit tedavisinde kullanılan kortizonlu ilaçlar hasta sağlığını olumsuz yönde etkiliyor. İlaçlar sadece kullanıldığı sürece şikayetler üzerinde etkili oluyor. İlaç tedavisi kesildiğinde, alerji belirtileri kısa sürede tekrarlıyor. Tedavide kullanılan ürünlerde hep aynı kortizonlu formülleri kullanmak yerine, burunda ve vücutta bağışıklığı yükseltecek “medikal cihaz” teknolojisi ürünleri kullanılır ise hastalar kalıcı olarak sağlığına kavuşur, zaman ve maddi olarak kayıplar önlenebilir ”dedi. Demircioğlu, “Özellikle İtalya, İngiltere, İngiltere, İspanya ve Fransa, Arnavutluk ve Balkan ülkelerinde alerjik rinit rahatsızlığı tedavisi gören hasta sayısı arttıkça yan etkisiz tedavi ile ilgili AR-GE çalışmaları hız kazandı. Demegro olarak biz de yan etkisiz alerjik rinit tedavisi için İtalya’nın en büyük medikal cihaz laboratuvarı DMG tarafından geliştirilen tıbbi cihaz “Narivent”i Türkiye ve Türki Cumhuriyetler ve Balkan ülkelerinde alerjik rinit hastalarının kullanımına sunduk. . Bağışıklığın düşmesi ile birlikte ortaya çıkan “Alerjik rinit”in tedavisinde burun içerisindeki bağışıklığı yükselterek tedavi eden yan etkisiz içerikli medikal cihaz tedavisi ürünleri ise bağışıklığı sağlayarak kalıcı tedaviyi yan etkisiz sağlıyoruz. Narivent’in içeriğinde kortizon yok, hiçbir yan etkiye maruz kalmadan burun mukozasındaki ödemi çözüyor, alerjik rinit şikayetlerini tedavi ediyor. Narivent, Alerjiye bağlı et büyümeleri ve sinüzitin kronikleşmesini önleyerek, tedavinin başarısız olmasını engeller ve hastanın ameliyat gibi bir riskle karşılaşmasını önler” dedi. Alerjik rinit belirtileri nelerdir? Alerjik rinit belirtileri; hapşırma, gözlerde, burunda kaşıntı, burun tıkanıklığı, burun akıntısı ve bazen baş ağrısı olarak sıralanıyor. Bazı hastalarda işitme problemleri, boğaz ağrısı, ses kısıklığı ve öksürük görülebiliyor. Alerji yakınmaları bazı kişilerde bütün bir yıl boyunca sürerken, bazılarında belli mevsimlerde artış gösteriyor. Mevsimsel alerjik rinit ya da bahar nezlesi olan kişilerin yakınmaları ilkbahar ve sonbahar aylarında ortaya çıkıyor. En sık neden olan alerjenler; çim, ağaç ve yabani ot polenleri. Yıl boyu alerjik rinit yakınması olanlarda ev tozu aka- rı, küf mantarları ve hayvan tüyleri en sık rastlanılan alerjenler. Diğer taraftan hava kirliliğinin alerji yakınmalarını arttırdığını gösteren çalışmalar da bulunuyor. Bu konuda İstanbul’da yapılan bir araştırmada, hava kirliliği olan bölgelerde alerji yakınmalarının daha fazla olduğu tespit ediliyor. Alerjik rinit’ten korunmak için: • Klimalardaki filtreleri her ay değiştirin • Polen mevsiminde pencere ve kapıları kapalı tutun • Evinizin içindeki bitkileri uzaklaştırın • Evinizde tüylü hayvan beslemeyin • Kuştüyü yastık, yün yastık, yorgan, yatak yerine sentetik olanlarını kullanın. • Sigara içmeyin ve yanınızda içirmeyin Dr. Oktay Demircioğlu SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 73 sağlığımıziçin Hipertansiyon hastalarının spor yapması kan basıncı kontrolüne yardımcı olması bakımından önerilir. Ancak sistolik kan basıncı>160 mmhg ve diastolik kan basıncı >105 mmhg olan hastalarda kan basıncı kontrolü sağlandıktan sonra egzersize başlanması veya devam edilmesi uygundur.“ “Sabah erken saatte spor uygun değil” BİLİNÇSİZ EGZERSİZİN FAYDADAN ÇOK ZARARI VAR Türk Kardiyoloji Derneği Genel Sekreter Yardımcısı Prof. Dr. Sinan Aydoğdu, bilinçsizce yapılan egzersizin kalp hastalarına faydadan çok zarar verebileceğini, kalp damar hastalarında başlangıçta yürüme, bisiklete binme, yüzme gibi egzersizler uygun olduğunu açıkladı. Prof. Dr. Sinan Aydoğdu, kalp ve damar rahatsızlıkları olanları, spor konusunda uyardı. Bilinçsizce yapılan egzersizlerin faydadan çok zarara yol açacağını vurgulayan Aydoğdu, “Egzersiz süresi hastanın fiziksel ve kardiyak durumuna göre değişmekle beraber başlangıçta günde 10 dk’dan az olması koşuluyla haftada en az 3 gün olarak planlanmalıdır” dedi. Kalp damar hastalığının tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de en önde gelen ölüm nedeni olduğunu anlatan Türk Kardiyoloji Derneği Genel Sekreter Yardımcısı Prof. Sinan Aydoğdu, Kalp damar hastalıklarının önlenmesinde sigaranın bırakılması, egzersiz yapılması, kolesterolün ve kan basıncının kontrolünün önemli olduğunu belirtti. Yürüme, bisiklet, yüzme “Günümüzde sağlıklı yaşamın anah74 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 tarı olarak görülen egzersiz, kalp debisini artırır, kalbin oksijen ihtiyacını azaltır dolayısıyla kalbin daha verimli çalışmasına yardımcı olur. Egzersiz sağlıklı yaşam için önemlidir ancak bilinçsizce yapılan egzersizin kalp hastalarına faydadan çok zarar verebileceği unutulmamalıdır. Bu nedenle kalp hastalığı olan bireyler nasıl spor yapmaları konusunda bilgilendirilmelidir. Kalp hastaları için sporla ilgili öneriler sağlıklı insanlardakine benzer olmakla beraber hastanın kardiyovasküler ve genel medikal durumuna göre modifiye edilmelidir” diyen Prof. Dr. Sinan Aydoğdu sözlerini şöyle sürdürdü: “Hastanın kalp fonksiyonları, kalp hastalığında son dönemde kötüleşme olup olmaması önemlidir. Egzersize yeni başlayacak kalp hastalarında ve kalp hastalığı tanısını yakın zamanda almış hastalarda (örn. miyokard enfarktüsü sonrası) izometrik egzersiz olarak nitelenen kasların Egzersiz sırasında ulaşılması hedeflenen kalp hızının kişiye göre belirlenmesi gerektiğini vurgulayan Aydoğdu “220-yaş şeklinde hesaplanan hedef kalp hızının %40-85’i egzersiz esnasında ulaşılacak kalp hızı olmalıdır. Özellikle kalp fonksiyonları zayıflamış, yakın zamanda miyokard enfarktüsü geçiren hastalarda hedef kalp hızının %40’ı ile egzersize başlanmalı ve aşamalı olarak hedef kalp hızının %85’i hedeflenmelidir. Kalp damar hastalarında egzersize başlarken yaklaşık 10 dk süresince ısınma peryodu olmalıdır. Hastaların çok sıcak veya çok soğuk havalarda spor yapması sakıncalıdır. Bunun nedeni hem aşırı sıcak hem de aşırı soğuğun kalbin iş yükünü artırmasıdır. Spor için sabah erken saatler dışında günün herhangi bir saati seçilebilir. Adrenerjik hormonların salınımı özel- likle sabah erken saatlerde olmaktadır. Bu nedenle kalp ile ilişkili komplikasyonların arttığı erken saatlerde spordan kaçınmak uygun olacaktır” şeklinde konuştu. “Haftada en az 150 dakika egzersiz yapılmalı” Egzersiz süresinin hastanın fiziksel ve kardiyak durumuna göre değişmekle beraber başlangıçta günde 10 dk’dan az olması koşuluyla haftada en az 3 gün olarak planlanması gerektiğini belirten Prof. Dr. Sinan Aydoğdu “egzersiz süresi tolere edilebildiğince artırılarak haftada en az 150 dk egzersiz yapılmalıdır. Egzersiz esnasında göğüs ağrısı, bayılır gibi olmak, çarpıntı, baş dönmesi gibi belirtiler ciddiye alınmalı, egzersize devam edilmemeli ve klinik durum doktor tarafından yeniden değerlendirilerek spora devam edilip edilmeyeceği kararı verilmelidir” dedi. “Kalp hastalarının tedavisinde spor en az medikal tedavi kadar önemli” Prof. Dr. Aydoğdu “hastaların kullandığı ilaçlar da spor önerilerinde göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin Prof. Dr. Sinan Aydoğdu antikoagülan tedavi alan kalp hastalarının temas gerektiren veya travma riski yüksek yarışmalı sporlardan kaçınması gereklidir. Antihipertansif tedavide diüretik kullanan hastaların spor esnasında sıvı alımlarının iyi olmasına dikkat edilmelidir. Kalp hastalarının tedavisinde sporun en az medikal tedavi kadar önemli yer tuttuğu unutulmamalıdır. Ancak spor yapmadan önce hekime danışarak yarar-zarar oranı değerlendirilmeli ve ona göre egzersiz planlaması yapılmalıdır” şeklinde konuştu. diğer kaslara veya hareket etmeyen bir cisme karşı gerginleştirilmesi olarak tanımlanan ağırlık kaldırma, kürek çekme, mekik gibi egzersizlerden uzak durulmalıdır. Kalp damar hastalarında başlangıçta yürüme, bisiklete binme, yüzme gibi izotonik egzersizler uygundur. Bu aktiviteleri sorun yaşamadan en az 6 ay devam ettirebilen hastalarda aşamalı olarak izometrik egzersizler planlanabilir. Egzersiz esnasında ani kardiyak arrest veya ölüm gelişme riski oldukça düşüktür (kardiyak arrest için 1/112000 hasta, ölüm için 1/784000 hasta). Ancak bu ciddi komplikasyonlar özellikle yüksek kardiyak risk taşıyan hastalarda görülmektedir. Bu nedenle stabil olmayan anginapektoris, ciddi aort darlığı, kontrol altına alınamayan ritim bozukluğu ve dekompanse kalp yetmezliği olan hastaların tedavileri tamamlanana kadar sportif faaliyetlerden uzak durmaları önerilmelidir. SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 75 gezelimgörelim içinde eve dönüş çabasını izleyerek saatlerce bekledik. 22 Şehirde geçirdiğimiz ikinci gün aslında Six Flags Eğlence Parkı’na gitmekten ibaret oldu. Six Flags çoğunluğu ABD’de bulunan devasa parklarıyla, özellikle “yetişkinlere” yönelik eğlence sunuyorlar. Daha önce Los Angeles’takine gitmiştim, bazı atraksiyonların gerçekten şakası yok. Özellikle Goliath diye bir rollercoaster var ki, tarihinde birkaç ölüme sebep olmuş, geçici körlük ve sağırlık yaratan bir canavar. Tabi ki adrenalin meraklısı ben gitmeden edemezdim, peşimden Alexandra’yı da sürükledim. MEKSİKA’YA VARIŞ Dr. Bekran SARSILMAZ 20 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan Mexico City’i nereden gezmeye başlayacaktık? Bir harita alıp otelimizin bulunduğu bölgeden merkeze doğru yürümeye başlamaya karar verdik. Şehirde çok iyi bir metro ağı var, tek yön bilet ücreti sadece 3 peso. Ancak bir şehri gezmenin en güzel yolu yürümektir. Alameda Central Parkı’nın ardında şehir merkezi uzanıyor; onlarca saraya, müzeye, kiliseye ve akademik binaya ev sahipliği yapan merkez eski Aztek şehri Tenochtitlan’ın yerine kurulmuş. Dünyanın en fazla müzeye sahip şehrindeyiz, büyük çoğunluğunun girişi de ücretsiz olması takdire şayan. Ara sokaklarda Meksika’nın ulusal kahramanlarını tasvir eden harika t-shirt’ler satan yerler var, ben de bir ara gidip alırım diye düşündüm ancak bir türlü fırsatım olmadı. Biraz yürüdükten sonra yakınlarda bir kafeye geçip Meksikalılarla birlikte Avrupa Şampiyonası’nın yarı final maçını izledik. Burada halkın diğer Latin Amerika ülkeleri gibi futbol aşığı olduğunu biliyorsunuzdur, hele İspanya’nın oynadığı maçta tüm şehir öğle saatinde televizyon başına kilitlenmişti. Maçın ardından 76 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 şehrin İstiklal Caddesi diyebileceğim Francisco Madero Sokağı’ndan ilerleyerek dünyanın en büyük meydanlarından biri olan Zócalo (Plaza de la Constitución)’ya vardık. Meydanı Metropolitan Katedrali, Ulusal Saray, Belediye binaları ve Templo Mayor Tapınağı’nın kalıntıları çevreliyor, ortasında ise dev bir Meksika bayrağı var. Şansımıza meydana varır varmaz çok şiddetli sağanak yağmur bastırdı, hemen katedralin içine saklandık, ardından birkaç resim çekip kendimizi meydanın ortasındaki metro istasyonuna attık. Şehir 2420 metre yükseklikte bulunuyor ve tüm yıl 25-30 derece arası seyreden, kuru ve yağ- murlu olmak üzere iki mevsimli bir iklime sahip. Planımız buradan Plaza Garibaldi’ye geçmekti. Garibaldi’nin güzelliği Meksika’nın yerel kültürünü yansıtan yerlerden biri olmasından geliyor. Gece gündüz günün her saatinde en romantik aşk şarkılarını dillendiren mariachi’ler, yerel yiyecek ve içecek çeşitlerini satan neşeli tezgahtarlar ve meydanı çevreleyen vahşi batı filmlerini aratmayacak “salon”larıyla meydan her zaman hareketli. Dönüş yolu yorucu oldu, durmayan yağmurdan adeta donumuza kadar ıslandık ve kendimizi küçük bir esnaf lokantasına atıp dışarıdaki insanların taşmış kanalizasyon suları Gitmek için Ciudad Universitaria metro istasyonunda inip Six Flags yazan dolmuşlara binmek gerekiyor. İstasyonun ismine dikkat ettiyseniz burası “Üniversite şehri”, Latin Amerika’nın en büyük ve tüm Amerika kıtasının en eski üniversitesi olan Universidad Nacional Autónoma de México (UNAM) burada yer alıyor. Tam 324000 öğrenciye sahip bu bilgi yuvasının ana kampüsü ise UNESCO dünya mirası listesinde. Six Flags’te heyecana fazlasıyla doyduktan sonra aynı durağa dönüp rotamızı, gittiğim her şehirde var mı diye mutlaka baktığım Hard Rock Cafe’nin burada olduğunu öğrendikten sonra o adrese, Polanco semtine doğru çevirdik. Chapultepec Parkı’nın kuzeyinde yer alan Polanco, şehrin en pahalı ve en lüks bölgesi. Meksikalılar da gösteriş konusunda Türklerden geri kalmamışlar belli ki, kulakları sağır edici gürültüleriyle caddeleri turlayan spor arabalardan ve kısacık tek parça elbiseleri, miktarı bir elin parmaklarıyla ifade edilen makyajlarıyla spor arabaları turlayan latin kızların oluşturduğu grotesk manzaranın arasında ilerleyerek kendimizi rock müziğin yeme-içme kültürüne armağan ettiği en büyük mirası olan mekana attık. Gecenin sonu geldiğinde içki menüsünün yarısını sipariş etmiştik bile Başkentteki son günümüz 40km kadar kuzeyde yer alan Teotihuacan tapınaklarını görmeye ayrılacaktı. Efsaneye göre tanrılar insanların yaradılışını burada tasarladığı için “Tanrıların Şehri” diye adı geçen bu antik Aztek kentine ulaşmak için önce Terminal Autobuses del Norte yani kuzey otobüs terminaline ulaşmak gerekli. Buradan her 20 dakikada bir otobüsler kalkıyor. Tek yön 38 peso (6 lira) verdiğimiz otobüste onar dakika aralıklarla binen ve en can yakıcı sesleriyle adeta uykusuz yolculukların teminatı olan Mariachi’lerin bahşiş toplama yarışına tanık olduk ve bir saat kadar sonra kültür mirasının girişine vardık. 57 pesoluk giriş ücreti var, içeri girdikten sonra saatlerce durmadan yürünse bitmeyecek büyüklükte bir alanla karşı karşıya kaldık. Alanda sayısız yer var görecek, Ölüler Bulvarı denilen geniş yürüyüş yolundan geçildiğinde Ay Tapınağı ve Güneş Tapınağı’na varıyorsunuz. Özellikle Güneş Tapınağı’na çıkmanızı tavsiye ederim, tarihi merdivenleri tek tek adımlayarak tepeye vardığınızda eski uygarlığın ihtişamını hayal etmek o kadar zor olmuyor. Zamanında toprakları Orta Amerika’nın büyük çoğunluğunu içine alan bir uygarlığın 150000 nüfuslu baş şehrine ev sahipliği yapmış, dünyanın o tarihte bilinen en kalabalık şehirlerinden biri. Şehrin yapımı milattan önce 200 yılında başlamış, tapınaklar da MÖ 100’lü yıllarda inşa edilmiş. Kazılarda çıkartılan bir çok eser şu anda Ulusal Antropoloji Müzesi’nde sergileniyor. Uygarlıkta hayvanlara derin anlamlar yüklenmiş, Aztekler atalarının ruhla- rının bu hayvanlarda saklı olduğuna inanmışlar. Ay Tapınağı’nın önünde yer alan Jaguar Sarayı’daki heykeller ve Quetzalcoatl Tapınağı’ndaki yılan figürleri bu düşüncenin yansımalarını sunuyor. Bugünkü turistik bölgede de en çok satan ürünlerden biri bu hayvanların seslerini çıkaran küçük üflemeli aletler. Mel Gibson’un yönettiği Apocalypto filmini izleyenler o dönemin yaşam tarzı hakkında izlenim edinmişlerdir, tanrılara insan kurban etme gibi geleneklerin hiç de abartılmadığı, hatta daha vahşi şekilde gerçekleştiği söyleniyor. Aklımda merdivenlerden aşağı yuvarlanan insan kafalarını gösteren film sahneleri, el işlerinin ve maya sembollerinin doldurduğu tezgahlardan başını kaldırmayan kalabalığın arasından turumuzu tamamladık ve dönüş yolu için aynı otobüsü kullanarak akşam saatlerinde başkente ulaştık. Bu yoğun metropolde yeterince zaman geçirmiştik, artık biraz denizi, biraz güneşi hakkettiğimizi düşünmekten geri alamıyorduk kendimizi. Dört gün bence Mexico City için yeterli. Meksika yolculuğumuzun bir sonraki noktası olan Cancun, Amerikalı öğrencilerin büyük çoğunluğunu oluşturduğu bir parti şehri. Biraz eğlence zamanı! SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 77 film BOYHOOD: TAM BİR DELİ İŞİ Op. Dr. Gökçen ERDOĞAN Sinema uzmanlık alanım değil. Teknik bilgim de fazla sayılmaz. İyileşmeye çabalayan bir sinema izleyicisiyim. Bunu en çok da gözlem yapma fırsatı sunduğu için seviyorum. Evet, kişilerin ve olayların, gerçek kişi ve olaylarla ilgisi olmadığını söylüyorlar ama hepimiz biliyoruz ki külliyen yalan. Sinema, hayattan bölümler seçiyor, aileler, ilişkiler, mekânlar ve yaşamlar… Size, izlediğim ve sevmekten öte kıskandığım bir film hakkında yazmak istedim; Boyhood. Türkçe çevirisiyle ‘Çocukluk’. Önce Oscar’ın habercisi sayılan Golden Globe’da en iyi film (drama), en iyi yardımcı kadın oyuncu( Patricia Arquette) ve en iyi yönetmen (Richard Linklater) ödüllerini aldı. Ardından da madem habercisi haber verdi deyip Oscar’da yine en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü aldı. Beklenenden az ödül alması ve en iyi yönetmenen iyi film ödülünü Birdman’a kaptırması da epey konuşuldu. Acaba şu an bunlardan söz ederken özel bir televizyon platformunun reklamında Birdman’i konuşan Bülent Serttaş&İzzet Yıldızhan ikilisi gibi mi görünüyorum? Selamlar olsun, çok şekerler. Filmin başkahramanı Mason’ı 5 yaşındayken tanıyor ve 18 yaşına gelene dek de gelişimine, değişimine tanıklık ediyorsunuz Boyhood’da. Üstelik trajedik bir hayat, heyecan dolu olaylar, büyük patlamalar da görmüyorsunuz. Herhangi bir ailenin herhangi bir dönemine tanıklık ediyorsunuz hepsi bu; ama insan hayatının en yalın olduğu zamanlarda dahi kendisi için nasıl benzersiz olduğunu da görüyorsunuz. Film, başka filmlerden ayrılıyor derler ya hani, bence film kendisinden dahi ayrılıyor. Annesi, babası boşanan bir çocuk, ablasıyla birlikte annenin yanında yaşıyor. Anne, boşanma sonrası üniversiteye dönünce taşınmak durumunda kalıyorlar. Mason’ın yaşadığı ilk travma bu oluyor çünkü arkadaşlarından, düzeninden, ablasıyla paylaştığı odasından; aslında kendi küçük dünyasından ayrılıyor. Annesi orada tanıştığı hocasıyla evlenince işler Mason için daha da karmaşık hale geliyor. Yeni adamın da bir kızı ve bir oğlu var. Otoriter bir baba figürü çizmeye çalışması ise aile içinde bahsi geçmeyen bir huzursuzluğa dönüşüyor. Mason’ın babasından dahi maruz kalmadığı şeyleri zamanla alkolik olan bir baba figüründen görmesiyle seyirci yavaş yavaş ana karakterle empati kurmaya başlıyor; Mason’la birlikte sinirleniyor, onunla üzülüyor ve sevinmeye başlıyor. Olivia üçüncü evliliğini de yapıyor eskiden Irak’ta askerlik yapmış kendinden genç biriyle. Bir türlü aradığını bulamıyor ama yalnız da kalamıyor. Ve onun evlilikleri, ev düzenindeki değişiklikler çocukları, özellikle de Mason’ı derinden etkiliyor. Herkesin hayatında olabilecek boşanmaların, geçim kaygılarının, ev işi paylaşımlarının, ergenlik sorunlarının, aile içi ilişkilerin Mason’ın hayatında olmuş bir hali işte. Mason filmi izlerken sizin de çocuğunuz oluyor, hele bir de anne babaysanız, kendinizi filmin içinde buluyorsunuz. Ekibin belli aralıklarla bir araya gelip filmin sahnelerini çekmeyi sürdürmesi muazzam bir ekip işini işaret ediyor elbette. Herkes psikolojik olarak olduğu kadar fiziksel olarak da değişiyor bu zaman atlamalarda. Aslında sinema izleyicileri en çok Mason’ın resmen filmin içinde büyüyüp delikanlı olmasından etkilenmişler, röportajlar ve geri dönüşler bunu gösteriyor. Ama ben Olivia’nın çocuklarını etkilediğini içten içe fark etmesinden, kilo alış verişinden, değişen saç tonu ve boyundan, olaylara verdiği reaksiyonların kanıksama boyutuna geçişine dek hemen her şeyi etkileyici buldum. Galiba Olivia, bir kadın olarak beni kaşıdı, duygu geçişleriyle taradı. Boyhood’u izlemenizi şiddetle öneriyorum. Çünkü her deli yönetmen, ‘bir film çekeyim, gerçek zamanlı olsun, şöyle bir 12 yılımı ayırırım’ demiyor. Bizim Sinan Çetin hariç. Zira onunki pek maksatlı sayılmaz, daha ziyade üşengeçliktenmiş gibi duruyor. Boyhood, bir çocuğun gelişimini, gelişimini etkileyen olay ve kişileri, aile içi devinimleri ve hayatın hepimiz için getirebileceği olağan değişimleri resmen çıplak gözle, gerçekçilik yatağında sunuyor bize. Ben çocuklarım için arşivledim bile. Gelelim Boyhood’a neden hayran olduğuma? Çünkü ben hiçbir işimi ertesi güne dek süründüremeyen, sonlandırmayı erteleyemeyen bir insanım. Başlayacağım, ilerleteceğim ve tamamlayıp bitireceğim. Seri biçimde hareket edeceğim, dinlendirmem ya da dinlenmem gereken zamanlarda elbette yapacağım bunu ama asla uzatmayacağım gereğinden bir tık fazla. Kendi kitabımı yazarken bile öyle sabırsızlanmış ve kendimi öyle dürtmüştüm ki 12 yılda film çekmeyi hafsalam almıyor. Kısa molalar dışında hiçbir şeye ara veremiyorum. Gel de Richard Linklater’ı takdir etme, gel de ‘adam yapmış’ deme. Gerçek zamanlı film çekmek bana kalırsa sabırla birlikte sinema dehası da istiyor. Ve tabi inanmışlık… Tam bir deli işi. Richard, bu filmin projesine 2001’de oyuncu seçimleri ve senaryo ile başlamış. Tamamlayıp ödül aldığında ise takvimler 2014’ü gösteriyordu. İnanması güç ama filmin toplam süresi 12 yılı aşmışsa da çekim süreleri toplamda 2 haftayı bulmamış. 78 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 79 kitap Bakıma Muhtaç : Türkiye’de Alzheimer Hastası Yaşlıların Bakımı Koç Üniversitesi Yayınları (KÜY), sosyoloji ve gerontoloji kategorilerinde Bakıma Muhtaç: Türkiye’de Alzheimer Hastası Yaşlıların Bakımı adlı kitabı yayımladı. İsmail Tufan’ın kaleme aldığı kitap, yaşlılıkta bakıma muhtaçlık ve bakım hizmetlerinin son yıllarda Türkiye’de önemli bir konu olarak kabul edilmeye başladığına dikkat çekiyor. Tufan, Türkiye’deki çeşitli illerde başarıyla uygulanan projelerinin yanı sıra, yeni önerilerini de bu kitapta paylaşıyor. Kitapta, yaşlının bakımını üstlenen aile bireyleri hakkındaki bilgi boşluğunun neredeyse ürkütücü düzeye ulaştığına dikkat çekiliyor. Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü Öğretim Üyesi İsmail Tufan, yaşlılıkta bakıma muhtaçlık sorununun çözümüne ailenin katılımının sürmesi için onların psişik, sosyal, fiziksel ve ekonomik sorunlarına getirilecek her akıllı ve anlamlı çözümün topluma kazanç olarak geri döneceğini araştırma bulgularıyla aktarıyor. Düşünün ki yaşlısına bakan aile fertleri grev yaptı ve yaşlıları devlete teslim edip “Al, sen bak!” dedi. Ortaya çıkacak kaosu tahmin edebiliyor musunuz? Milyonlarca yaşlıya bakan, karşılığında ücret bile talep etmeyen, en kapsamlı “bakım kurumu” olan ailenin yaşlısına bakmaktan vazgeçmesi, sosyal sistemin çökmesi demektir. İsmail Tufan, yaşlılıkta bakıma muhtaçlık sorununun çözümüne ailenin katılımının sürmesi için onların psişik, sosyal, fiziksel ve ekonomik sorunlarına getirilecek her akıllı ve anlamlı çözümün topluma kazanç olarak geri döneceğini araştırma bulgularıyla aktarıyor. Bakıma muhtaç yaşlıların arasında Alzheimer hastaları en zayıf halkayı oluşturuyor. Ülkemizde onlara sadece aileleri bakıyor ve sorunlarına devletin katkısı olmadığı gibi özel sektörün de çözüm getirmediği görülüyor. Alzheimer hastası yaşlısına evde bakan bireylerin sorunları hakkında yürüttüğü araştırmasının sonuçlarını aktaran Tufan, bakıma muhtaçlığı bakıcı ve bakılan açısından ele alan ampirik bulgulardan hareket ederek Türkiye’nin ilk gerontolojik bakım modelini sunuyor. “İlk bakım modeli” yaşlısına bakan bireylerin yükünü hafifletecek çözüm önerileri getiriyor. Tufan, Türkiye’deki çeşitli illerde başarıyla uygulanan projelerinin yanı sıra, yeni önerilerini de bu kitapta paylaşıyor. İsmail Tufan’ın sunduğu, “ilk bakım modeli” yaşlısına bakan bireylerin yükünü hafifletecek çözüm önerileri getiriyor. 80 80 Sana Gül Bahçesi Vadetmedim Ömrümden Uzun İdeallerim Var Yazar: Joanne Greenberg Çevirmen: Nesrin Kasap Yayınevi : Metis Yayıncılık Sayfa Sayısı: 288 Suna Kıraç Yazar: Kolektif Yayınevi : Suna ve İnan Kıraç Vakfı Sayfa Sayısı: 312 Dili: Türkçe SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016 SAĞLIK ve İNSAN / AĞUSTOS 2016