e-İstanbul Dergisini okumak için tıklayınız.

Transkript

e-İstanbul Dergisini okumak için tıklayınız.
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
T. C.
İSTANBUL VALİLİĞİ
İL MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ
Başlarken
İSTANBUL
Eğitim ve Kültür Dergisi
(3 ayda bir yayınlanır)
İl Millî Eğitim Müdürlüğü Adına
İmtiyaz Sahibi
Dr. Muammer YILDIZ
Yayın Kurulu
Şerafettin TURAN
Mukadder GÜRSOY
Halime TOROS
Mustafa USLU
Yayın Yönetmeni
Adem YILMAZ
Editör
Bülent PARLAK
Fotoğraflar
Hakan KURT
Adres
İl Millî Eğitim Müdürlüğü
Basın ve Halkla İlişkiler Bölümü
Ankara Cad. No: 2 / Cağaloğlu
A - Blok / Kat -1
Tel: 212 455 04 62
Mail: [email protected]
Web: http://istanbul.meb.gov.tr
Baskı
Bilnet Matbaacılık
Biltur Basım Yayın ve Hizmet A.Ş.
Tel: 216 444 44 03
İ
İstanbul geçmiş ile geleceğin, gelenekselle modernin, zenginlikle fakirliğin kısacası pek çok zıtlıkların yan yana geldiği, harmanlandığı büyülü bir şehir...
Her köşesinde ayrı bir doku barındıran, her semtinde farklı bir enerjiyle
varlığını sürdüren, tarihi ve de kültürüyle bir başyapıt.
İstanbul'da yaşayan herkesin bu çok yönlü birikimi anlaması, değerlendirmesi, “İstanbul’da yaşamak değil, İstanbul’u yaşaması” aslında en temel ödevleri arasında yer
almaktadır.
Bizler bu şehrin geleceğine imza atan yöneticileri, çocuklarımızın eğitimine yön veren
idarecileri olarak ülkemizin gözbebeği İstanbul’u tanıtmak, ona tam anlamıyla nüfuz
edebilmek, çocuklarımıza bu köklü birikimi anlatabilmek ve İstanbul bilinci oluşturabilmek için büyük bir projeye imza attık. İşte bu bilincin daha çocuk yaşlarda temellerinin atılması amacıyla İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ilköğretim
birinci kademedeki 3, 4 ve 5. sınıflarda "İstanbul Dersi” uygulamasını başlattık.
"Çocuk bildiği ve sevdiği şehri korur" düşüncesini merkeze alan İstanbul Dersi Öğretim Programı ile İstanbul’un zengin kültürel mirasının tanınması, sevilmesi, gelecek
kuşaklara aktarılması ve kent kimliğinin güçlendirilmesi hedeflenmektedir. Ders kapsamında gerçekleştirilecek etkinliklerle öğrenciler sınıflarından çıkacak, Galata Köprüsü’nde balık tutacak, Kanlıca’ya özgü şekerli yoğurdu tadacak, İstanbul’un
sokaklarının seslerini duyacak, Mısır Çarşısı’nda farklı baharatları koklayacak, vapur
yolculuğu yaparken Boğaz’ın güzelliklerine şahit olacaklar. Çocuklarımız İstanbul’u sadece kitaplardan öğrenmeyecek, görerek, dokunarak, tadarak, koklayarak ve duyarak
yani kenti bizzat yaşayıp duyumsayarak İstanbul’u tanıma imkânına kavuşacaklardır.
Bir dersin başarısı, o dersin öğretim programında öngörülen kazanımların öğrencilerce ne düzeyde benimsendiği ve günlük yaşama yansıtıldığı ile ölçülür. Bunu sağlayacak ve izleyecek olan ise kuşkusuz özveri ile gayret eden öğretmenlerimizdir.
Meslektaşlarımızın dersi sahiplenmesi ve öngörüldüğü biçimde uygulaması durumunda
bu ders arzulanan hedefe ulaşabilecektir.
Dergimizin bu sayısını İstanbul’a ayırdık. İyi bir kaynak olacağını düşündüğümüz
bu sayımızı elinizden düşürmeyeceğinize inanıyoruz.
Hepinize iyi okumalar diler saygılar sunarım.
Dr. Muammer YILDIZ
İstanbul Millî Eğitim Müdürü
İ ç i n d e k i l e r
İçi n d eki l er
2
1 IBaşlarken
2 Iİçindekiler
3 IHaberler
8 IKültür Sanat Haberleri
10 Iİstanbul 2010
16 Iİstanbul Dersi
16
19 Iİstanbul Dersi Anketleri
22 IAhmet Ümit ile Röportaj
26 ISemih Kaplanoğlu / Şehre Baktım: Yeniktim, Akşamdı İçim
28 Iİstanbul Dersi Hakkında Kim Ne Dedi?
32 ISezai Karakoç / Alınyazısı Saati
34 IEski İstanbul Yazıları
22
40 ISeyyahların İstanbul’u
46 Iİstanbul Kitaplığı
52 INurdan Şahin ile Röportaj
56 ISabiha Paktuna Keskin/ Öğrenme Prosesleri
60 IGülsen Erden / Özgül Öğrenme Güçlüğü
66 IFatih Gürsul / Üniversite Tercihlerinde En Zor Karar
70 IŞerafettin Turan / Validebağı Öğretmenler Kampüsü
72 ITahsin Yıldırım / Osmanlı’da Açılan İlk Kız Öğretmen Okulu
74 IAyşenur M. Çalıkçı / İstanbul’un Yüzüne Değen Gamze
76 ISeçtiğimiz Kitaplar
78 ISinema Ve İstanbul…
80 ITurgut Uyar / Edirnekapı Üstüne Şiir
52
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
DÜNYANIN İLK ÇOCUK HAKLARI KONGRESİ
Çocuk ve yetişkin delegelerin birlikte düzenlediği dünyanın ilk
çocuk hakları kongresi, 25-27 Şubat 2011 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirildi.
81 ili temsilen çocuk ve yetişkin delegelerin katıldığı 1. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi`nin açılışını Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, kapanışını ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
yaptı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanı sıra Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf`ın katıldığı kongreye İstanbul
Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız ev sahipliği yaptı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Haliç Kongre Merkezi`nde
düzenlenen 1. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi`nin kapanışında yaptığı konuşmada, üç gün boyunca çocuk haklarının en
geniş manada değerlendirilmiş olmasından büyük bir memnuniyet duyduğunu, kongrenin gerçekleşmesini sağlayan özellikle aile ve çocuktan sorumlu Devlet Bakanlığına, İstanbul
Üniversitesine, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna, Çocuk Vakfına şükranları sunduğunu söyledi. Bugün
çocuklara, Türkiye Cumhuriyeti`nin Başbakanı sıfatından ziyade çocuk olmuş, sonrasında çocuk sahibi olmuş bir baba,
torun sahibi olmuş bir dede sıfatıyla hitap etmek istediğini dile
getirdi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ayrıca 2010 yılında yaptıkları
anayasal değişiklikle çocuklara pozitif ayrımcılık getirdiklerini
ve haklarını anayasal teminat altına aldıklarını söyledi. Çocuk
Hakları Kongresi bilindiği gibi yazar Mustafa Ruhi Şirin tarafından önerilerek hükümet tarafından hayata geçirildi.
Nisan / 2011
3
H a b erl er
Değişiyorum Farkında mısın?
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Eğitim Yönetmenliği tarafından "2010
Okullarda" projesi kapsamında Türkiye`de ilk kez düzenlenen "İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali" 25 Kasım Perşembe günü Sanat Limanı Antrepo 5`de başladı. İstanbul Vali Yardımcısı Harun Kaya, İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, ve Ajans
Genel Sekreteri Yılmaz Kurt’un açılışını gerçekleştirdiği Bienal 25 Aralık tarihine kadar
devam etti.
Açılış konuşmaları sonrasında protokol, öğretmen ve öğrenciler sergiyi gezdi. İl Milli
Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, her eseri dikkatlice inceleyip eserin sahibi olan öğrenciden bilgi alarak tebrik etti.
Türkiye’nin Birincisi İstanbul
Avrupa Birliği Öykü Yarışmasının 1.lik ödülünü İstanbul aldı. Bu yıl dördüncüsü düzenlenen yarışmanın ödül törenine İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, Avrupa Birliği Türk Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Marc Pierini, bakanlık
yetkilileri, ödül alan okulların bağlı olduğu il milli eğitim müdürleri, jüri üyeleri ve öğrenciler katıldı.
Ödül töreninde konuşan İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, yarışmada dereceye girmekten çok o sürecin içerisinde yer almanın ve bu süreci paylaşmanın
önemli olduğuna dikkat çekerek yarışmanın, AB sürecinin çocuklar tarafından doğru
algılanmasını amaçladığını ifade etti. Avrupa Birliği Türk Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Marc Pierini de törende bir konuşma yaparak genç yazar ve öğrencileri tebrik etti.
Dereceye giren öğrenciler Macaristan ve Brüksel çalışma ziyareti kazandılar.
Gezdim, Gördüm, Boyadım
Minik Seyyahlar Projesi kapsamında “İstanbul`da Yaşadığım Gün” adlı resim yarışması
sonuçlandı. İstanbullu Minik Seyyahlar Projesi" kapsamında Minik Seyyahların İstanbul
ile ilgili izlenimlerini kendi gözüyle resmettikleri "İstanbul`da Yaşadığım Gün" konulu
resim yarışmasının ödül töreni ve sergi açılışı Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi`nde
yapıldı.
İstanbul`un belli kriterler çerçevesinde belirlenen 8 ilçesinden seçilen 16 ilköğretim okulunun en başarılı öğrencileri, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü`nün de katkılarıyla İstanbul`un tarihi, turistik mekânları gezme ve yaşadığı şehri daha yakından tanıma fırsatı
buldu. İstanbullu Minik Seyyahlar Projesi, kültürel değerlerinin kıymetini bilen, bu değerleri seven ve koruyan bir neslin yetiştirilmesine katkı sağlaması açısından önem taşıyor.
4
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Bahriyeli`nin Denize Nazır Lisesi Açıldı
Büyükçekmece`de denize nazır bir tepede yapılan okul Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, İstanbul Milletvekili Feyzullah Kıyıklık ve eğitimden sorumlu Vali Yardımcısı Harun Kaya`nın katıldığı muhteşem bir
törenle açıldı. Hayırsever Burhan Bahriyeli`nin eğitime kazandırdığı okulun açılışında
konuşan Bakan Çubukçu, "Biliyorsunuz deniz insanlarda sadece şairane duygular, sınırsız bir özgürlük ve sonsuzluk duygusu uyandırmamış, denizler aynı zamanda insanlara
büyük bir merak duygusu da uyandırmış. İnsanların denizlerin ötesinde neler olduğuna
ilişkin merakları coğrafi keşifleri doğurmuş" dedi.
Eğitime büyük yatırımlar yapıldığını ifade eden Bakan Çubukçu; "Hayırseverlerimiz,
sizler için dolayısıyla bu ülkenin geleceği için büyük fedakârlıklar yaparak ellerini taşın
altına koyuyorlar. Değerli katkılarından dolayı Doç Dr. Burhan Bahriyeli`ye çok teşekkür ediyorum." dedi.
Sokakta İlk Adımlar
Trafik sorununa çözüm için `Sokakta İlk Adımlar` projesi İstanbul`un tüm ilköğretim
okullarında uygulanacak. Renault`nun 2002`de başlattığı, Total ve Trafik Kazalarını Önleme Derneği ile birlikte sürdürülen Sokakta İlk Adımlar trafik güvenliği eğitim projesi
40 ilde pilot okulların yanı sıra, İstanbul`da bu yıl ilk kez tüm ilköğretim okullarında uygulanacak.
Projenin 2010-2011 hedeflerinin paylaşıldığı basın toplantısında konuşan Renault Mais
Genel Müdürü İbrahim Aybar, İstanbul`un Avrupa Birliği üyesi 27 ülkenin 19`undan
daha yüksek nüfus oranına sahip olduğunu belirtti ve İstanbul`daki tüm okullara ulaşmanın, projenin başarısı açısından büyük önem taşıdığını vurguladı, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü`ne de gösterdikleri yakın ilgi ve işbirliği için teşekkür etti.
Yeşil Eğitim, Yeşil Hayat
Panasonic`in tüm dünyada başlattığı "Okulumuz Yeşil!" adlı eğitim programı, İstanbul
Milli Eğitim Müdürlüğü`nün desteğiyle artık Türkiye`de. Bu proje kapsamnında İstanbul`daki 39 ilçeden 39 okulun öğrencileri, program çerçevesinde hem çevre konusunda
bilinçlendirilecek, hem de "Çevreci Resimli Günlük" yarışmasında yarışacak. İl Milli
Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, Türk çocuklarının küresel ısınma, iklim değişikliği ve çevre bilinci konularında nitelikli bir eğitim görmesini sağlayacak Okulumuz Yeşil
projesine sağladığı destekten ötürü Panasonic Türkiye`ye teşekkür etti.
Okulumuz Yeşil Projesi kapsamında hem ülke hem de Avrupa çapında okullar arası bir
yarışma düzenleniyor. En geç 29 Nisan 2011 tarihine kadar gönderilebilecek olan Çevreci Resimli Günlükler arasından ülke çapında birinci gelenin ait olduğu okul hem bir
Panasonic ürününe sahip olacak, hem de Avrupa çapında yarışmaya hak kazanacak.
Nisan / 2011
5
H a b erl er
Bana İstanbul`u Anlat Öğretmenim
"Evimiz İstanbul" projesi ile İstanbullu çocuklar İstanbul`u tanıyacak. İstanbul İl Milli
Eğitim Müdürlüğü ve Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı`nın ortak yürüttüğü proje kapsamında 3000 öğretmene eğitim veriliyor. TEGV Sema ve Aydın Doğan eğitim parkında düzenlenen son seminere Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, İstanbul
2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı adına Gazi Selçuk ve TEGV Genel Müdürü Nurdan Şahin Katıldı.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Etkinlikleri kapsamında İstanbul Milli Eğitim
Müdürlüğü desteği ile hayata geçen "Evimiz İstanbul" projesi ile İstanbullu çocuklara yaşadıkları kenti daha yakından tanımayı, çocuklarda kent kültürü bilincini geliştirmeyi,
kentin kültürel dokusu üzerinde farkındalık yaratılması ve kentsel aidiyet duygusunun
güçlendirilmesi amaçlanıyor.
Sanatla Yeniden Buluşma
Türkiye`nin ilk olgunlaşma enstitüsü olan Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü yeniden açıldı.
Bakanlığımız Kız Teknik Okullar Genel Müdürü Emine Kıraç, Mine ve Erol Üçer, Vali
Yardımcısı Harun Kaya, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan ve İl Milli
Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız`ın katıldığı törenle açılan Enstitü 2008 Yılında geçirdiği yangında kullanılamaz hale gelmişti.
1945 Yılında eğitim-öğretime başlayan enstitü 2008 yılında geçirdiği elim bir yangın ile
tamamen kullanılmaz hale gelmişti. Milli Eğitim Bakanlığı ve Gama Holding arasında
imzalanan bir protokol ile aslına uygun olarak yeniden restore edilen Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü, gerçekleşen açılış ile yeniden eski günlerine döndü. Her yaştan kişiye
mesleki bilgi ve becerilerini geliştirme fırsatı sunan enstitü, geleneksel Türk el sanatlarının yaygınlaştırılması ve tanıtımı için hizmet vermeye devam edecek.
İstanbul`un Demokrasi Dersi Başladı
2010 - 2011 Eğitim Öğretim Yılı, demokrasi çalışmaları başladı. Zeytinburnu İhsan
Mermerci Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi konferans salonunda gerçekleşen toplantıda
İl Milli Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız demokrasinin önemini vurgulayarak
başladığı konuşmasına neden eğitim çağında demokrasinin anlaşılmasını gerektiğini açıklayarak ile devam etti. Yıldız, “Sizler bu yaşlarda demokrasi bilincini kazanırsanız tüm hayatınız boyunca bu bilinç ile hareket edeceksiniz ve haksızlığa da maruz kalmayacaksınız
kimseye haksızlık da yapmayacaksınız!” dedi. “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmada ve
demokratik Türkiye`nin oluşumunda sizlerden çok şey beliyoruz.” diyen Yıldız, bu ve
bundan sonraki toplantılarınızı yakından takip edeceğim diyerek verimli ve başarılı çalışmalar temennisi ile konuşmasını tamamladı. İl Milli Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, konuşmasının ardından öğrencilerin sorularını cevapladı, ardından
demokrasi heyetiyle hatıra fotoğrafı çektirdi.
6
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Dersimiz İstanbul, Konumuz Müzeler
İstanbul`daki müze ve kültürel mekanların temsilcileri, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü
Dr. Muammer Yıldız`ın öncülüğü ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. ev sahipliğinde Miniatürk`te "Eğitim Aracı Olarak Müze" başlıklı çalıştayda bir araya geldiler. Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu kararına göre İstanbul Milli Eğitim
Müdürlüğünün öncülüğünde kamu ve özel tüm müze işletmeciliği yapan kurumlarca
ortaklaşa gerçekleştirilecek müfredat programının uygulanması için yapılan çalıştayda
eğitim camiasının talepleri ve müze işletmelerinin hizmet odaklı sunumları bir arada konuşuldu. İstanbul Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız projeyi özetleyen bir konuşmasında şunları söyledi: “Bu kültürel mekânlarda planlanan dersler, imkânlar
doğrultusunda gerçek etkinlikler olarak düzenlenecek. Geziler sırasında öğrencilere çalışma kâğıtları dağıtılacak. Müze ziyaretinin ardından öğretmenler, sınıf içi metin yazma,
resimleme, sunu hazırlama, drama gibi etkinlikler düzenleyebilecekler.
Bilgiye Uzanan Köprü
İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi arasında
imzalanan bir protokolle `Bilgiye Uzanan Köprü` projesi uygulamaya konuldu. İlköğretim ve ortaöğretim kurumlarına modern kütüphaneler kazandırmak, öğrenci ve öğretmenlerin bilgiye kolayca ulaşmalarını sağlamak, öğrencilere okuma alışkanlığı
kazandırmak amacıyla İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi arasında imzalanan bir protokolle "Bilgiye Uzanan Köprü" projesi uygulamaya konuldu.
Projeyle; imkânları kısıtlı ve fiziksel şartları uygun on okulun kütüphanesinin tefriş edilmesi, her kütüphane için on masaüstü bilgisayar ile üç bin kitap ve basılı kaynakların yanı
sıra elektronik ortamdaki kaynakların sağlanması hedefleniyor.
Liselerin Tomografisi Çıkartıldı
İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü ile Kültür Üniversitesi’nin ortaklaşa yürüttüğü YÖNVER projesi İstanbul’un tomografisini ortaya koydu. Etkin bir biçimde yürütülen çalışmalar ilk semerelerini vermeye başladı. İstanbul Lise Tomografisi projesinde ÖSYM`nin
İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile paylaştığı İstanbul`a özel veriler ile ÖSYM`nin
her sene üniversiteler ile paylaştığı üniversitelere yerleşme veriler kullanılarak tüm resmi
ve özel liselerin profili çıkartıldı.
Bu çalışmalar www.lisetomografisi.net web adresinde toplanarak öğrenci, veli ve tüm
eğitimcilerin kullanımına açıldı.
Nisan / 2011
7
Kü l tü r S an at
Kültür sanat büyük ödülleri verildi
Kültür ve Turizm Bakanlığı 2010 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Töreni yapıldı. Törende
konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ödüllerin gerçek sahiplerini bulduğunu belirterek azimlerinden dolayı teşekkür etti. Gül, Kültür ve Turizm Bakanlığı 2010 Kültür ve
Sanat Büyük Ödülü Töreni'nde yaptığı konuşmada, törende bulunmaktan onur ve mutluluk duyduğunu ifade etti. Gül, plaket alan Limantepe Kazısı Başkanı Prof. Dr. Hayat Erkanal'a, Sagalassos antik kenti kazı başkanı Prof. Dr. Marc Waelkens'e, Kalehöyük Kazısı
Başkanı Dr. Sachihiro Omura'ya, Prof. Dr. Halet Çambel ve Prof. Dr. Nimet Özgüç'e teşekkür etti.
Türkiye'nin en zengin olduğu konuların başında arkeolojinin geldiğini belirten Gül, arkeolojik zenginlik açısından Türkiye ile karşılaştırılacak çok az ülke olduğunu söyledi.
Mehmet Akif Ersoy’un Bilinmeyen Mektupları
Mehmet Âkif Ersoy Üniversitesi'nin kitaplaştırdığı aile mektupları da, aile üyelerinin
birbirine ne kadar bağlı olduğunu gösteriyor. Bir çanta dolusu mektubu şairin kızı
Su'ad'ın kızları Ferda ve Selma Argon vermiş. Mehmet Âkif'in Mısır-Hilvan'dan, eşinin memuriyeti nedeniyle sırasıyla Milas, Erciş ve Beytüşşebab'da yaşayan kızı Su'ad
Hanım'la damadı Ahmed Bey'e gönderdiği mektuplar, ailenin yaşantısına ilişkin bilgiler veriyor. Bin adet basılan kitabın birinci baskısındaki mektupların 43'ü Mehmet
Âkif'e, 3'ü eşi İsmet Hanım'a, bir tanesi de oğlu Emin'e ait. Şair mektuplarını, "Allah'a
emanet olun" temennisi ve mektupsuz bırakılmama isteği ile noktalıyor.
Çocuklarıyla, torunlarıyla yakından ilgili bir baba olduğu, yazdığı her satırda ortaya
çıkan şair, kızı Su'ad'ın eşi Ahmet Bey'e karşı da son derece ilgili. Ersoy, kızına çay yerine süt içmesini tembih ederken, torunu Ferda'nın fotoğraflarıyla hasret gideriyor.
Ağa Han Müzesi Hazineleri
Sabancı Üniversitesi, Sakıp Sabancı Müzesi, “Ağa Han Müzesi Hazineleri - İslam Dünyasında Kaligrafi ve Kitap Sanatı” başlıklı sergiye ev sahipliği yaptı. İstanbul 2010 Avrupa
Kültür Başkenti kapsamında, 5 Kasım 2010 - 13 Mart 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilen sergi, en değerli İslam sanat eserleri koleksiyonlarından biri olan Ağa Han koleksiyonunun seçkin örneklerini sanatseverlerle buluşturdu.
Sergide; seramik, ahşap, metal, kumaş gibi farklı materyallerden yapılmış ve üzerlerinde
Kur’an’dan metinlerin yer aldığı objelerin yanı sıra elyazmaları ve minyatürler bir arada sunuluyordu. Sergide ayrıca, kitap sanatının İslam dünyasında yıllar içinde nasıl geliştiği ve
kitap yapım teknikleri ele alındı. “Ağa Han Müzesi Hazineleri” sergisi, gördüğü yoğun
ilgi nedeniyle 13 Mart 2011 tarihine kadar uzatılmıştı.
8
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Nazım Hikmet’in Son Sürprizi
Kendi sesinden Nâzım Hikmet şiirleri, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun arşivinden yarım
yüzyıl sonra gün ışığına çıkıyor. Basında yer alan haberlere göre, Nâzım Hikmet ve
Bedri Rahmi Eyüboğlu elli yıl önce Paris’te bir araya gelir. Nâzım tam elli yedi şiirini
teybe okur. Bedri Rahmi ülkeye dönerken yasaklı şair Nâzım Hikmet’in kayıtlarına el
konulmaması için özel önlemler alır. Bedri Rahmi kayıtları oğlu Mehmet ve gelini Hughette Eyüboğlu’na bırakır. Hughette Eyüboğlu, Paris’teki kayıtların üzerinden elli yıl
geçtikten sonra Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’na teslim eder. Yapı Kredi Yayınları
ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nâzım Hikmet’in kendi şiirlerini seslendirdiği
Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler adlı CD’sini ve kitabını yayımlıyor. İki büyük yayınevini ilk kez bir araya getiren bu önemli projeyle ünlü şairin elli yedi şiiri kendi sesinden yayınlanırken; bugüne kadar hiç yayımlanmamış iki şiiri de okurlarla buluşuyor.
İstanbul'un Yüzleri
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti (AKB) Ajansı desteğiyle hazırlanan "İstanbul'un
Yüzleri" serisinin ilk 25 kitabı okuyucuyla buluştu. Projenin tanıtım toplantısında konuşan Kültür A.Ş. Genel Müdürü Nevzat Bayhan, İstanbul’un görünmeyen yüzlerini ortaya koymaya çalıştıklarını söyledi. Kültür A.Ş ve İstanbul AKB’nin ortak projesi olan
“İstanbul’un yüzleri” Sepetçiler Kasrı'nda düzenlenen basın toplantısıyla basına tanıtıldı.
Bayhan, eserlere, ‘İstanbul'un Yüzleri’ denmesinin sebebinin hem sayı itibariyle 100,
hem de sima itibariyle yüzü ifade ettiğini belirtti. ‘İstanbul’un yüzleri’ projesi; İstanbul'un 100 ressamından fotoğrafçısına, 100 kilisesinden esnafına, 100 kaybolan eserinden musikişinasına, 100 ailesinden misafirine tam 10 bin başlıkta İstanbul'un bilinen,
bilinmeyen her yönü detaylı bir şekilde işleniyor.
100 Eserle Nuri İyem
Türk resminin ustalarından Nuri İyem, ölümünün beşinci yılında, “100 Koleksiyondan,
100 Nuri İyem” sergisiyle anıldı. Toplumsal gerçekçi Türk resminin en önemli ustalarından Nuri İyem'in, çeşitli kişi ve kuruluşlara ait koleksiyonlarda bulunan binlerce
eseri arasından seçilen 100 yapıtı, Kibele Sanat Galerisi'ndeki “100 Koleksiyondan, 100
Nuri İyem” sergisinde bir araya geldi. 2005 yılında vefat eden İyem'in soyut eserlerinden kadın yüzlerine, göç resimlerinden natürmortlarına ve gerçek insan portrelerine
100 tablosu sergilendi. Sergi, hem İyem'in hem ressamın içinde bulunduğu sanat ortamının gelişimine odaklanıyordu. Sanatın halktan kopuk olamayacağını savunan, resmin insanlarla buluşmasının önemli olduğuna inanan Nuri İyem, Türk resim sanatında
kendi ekolünü oluşturmuş ender sanatçılardan. Yaklaşık 65 yıl boyunca resimle uğraşan İyem, bu süre zarfında 2 bin 600'den fazla yapıt üretti.
Nisan / 2011
9
İs ta n b u l 2010 - Avru p a Kü l tü r Baş ken ti
İstanbul’un
Avrupa Kültür Başkenti Yolculuğu
Avrupa kültürüne değer katan, Avrupa’ya katkı sağlayan kentlere verilen Avrupa Kültür Başkenti unvanı
2000 yılında, yeni bin yıl nedeniyle hem aynı yılda birden fazla kente, hem de AB adayı olan ülkelerin
kentlerine verilmeye başlandı. İstanbul’un, Avrupa Kültür Başkenti yolculuğu da, AB adayı olan ülkelerin
kentlerine de Avrupa Kültür Başkenti unvanı verilmesi kararıyla birlikte başladı.
Avrupa Birliği üyesi olmayan kentler statüsünde yer alan şehirler olarak, 2010
Avrupa Kültür Başkenti unvanını taşımak üzere İstanbul’un yanı sıra Kiev
(Ukrayna) de adaydı. Ancak tarihi ve
kültürel mirasıyla Avrupa kültürünün
taşıyıcı elemanlarına sahip İstanbul,
2010 yılında bu unvanı taşımaya hak kazandı. İstanbul böylece, bu unvanı ilk ve
son kez AB adayı bir ülkenin kenti olarak taşıma özelliğine de sahip oldu.
İstanbul’un bu unvana layık görülmesi
ile sonuçlanan, heyecan verici bu serüven şüphesiz birçok önemli çalışma sonucunda gerçekleşti. Konuyla ilgilenen
bir grup sivil toplum gönüllüsünün
2000 yılında başlattıkları çalışmalar neticesinde, 14 Mart 2006 günü, Avrupa’da kültür ve sanat alanında uzman
yedi kişiden oluşan seçici kurulun
önünde başarılı bir sunum gerçekleştirildi. Kurul, 11 Nisan 2006’da, heyecanla beklenen kararı açıkladı; İstanbul,
Macaristan’ın Peç ve Almanya’nın Essen
kentleriyle birlikte 2010 Avrupa Kültür
Başkenti olmaya hazır bulundu.
10
Ajansı; İstanbul’un sahip olduğu kültürel mirasın korunması ve tanıtılması,
kültür sanat potansiyelinin geliştirilmesi
amacıyla sivil toplum örgütleri, merkezi
hükümet, yerel yönetimler, üniversiteler,
meslek kuruluşları ve özel sektörü bir
araya getiren çok özgün bir yönetim modeli ile yapılandı. Ajans; İstanbul’u Avrupa’nın kültür sanat ajandasında üst
sıralara taşımak, gerçekleşecek kültürsanat etkinlikleriyle hali hazırda gelen
turistlerin İstanbul’da kalacakları süreyi
artırmak, İstanbul’un kültür turizmi ve
paralelinde kültür ekonomisinden hak
ettiği payı almasını sağlamak amacıyla üç
yıla yakın süredir çalışmalarını sürdürüyor.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı
Bu sürecin ardından, 2 Kasım 2007
günü Türk Parlementosu’nda kabul edilen özel bir yasa ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı kuruldu.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Nisan / 2011
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı; Kentsel Projeler, Kültürel Miras
ve Müzeler, Görsel Sanatlar, Müzik ve
Opera, Kent Kültürü, Eğitim Edebiyat,
Sinema ve Belgesel, Gösteri ve Sahne Sanatları, Geleneksel Sanatlar, Turizm ve
Tanıtım, Denizcilik ve Spor, Dış İlişkiler olmak üzere çeşitli disiplinlerde projeler üretiyor ve hayata geçiriyor.
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Ajansın Geçmiş Döneme İlişkin
Öne Çıkan Projelerinden Örnekler
Ajans faaliyete geçtiği günden bu yana
gerçekleşen 3000’e yakın proje başvurusu, başta sürdürülebilirlik olmak üzere
birçok kriter ışığında değerlendirildi ve
600’ü aşkın proje 2010 Avrupa Kültür
Başkenti Çalışma Programı çatısı altına
alındı. Kentsel projeler ve kültürel mirasın korunması, Kültür-Sanat ile Turizm
ve Tanıtım ana başlıkları altında toplanan bütün bu proje ve etkinliklerin, yansımalarını 2010 yılından sonraya da
taşacak şekilde, sürdürülebilir olması
amaçlanıyor.
Ayasofya İskele Sökümü
Uzun yıllardır restorasyon çalışmaları
devam eden ve artık neredeyse İstanbulluların ve turistlerin hafızalarına içerisinde devam eden restorasyon
çalışmaları nedeniyle, iskelelerle kaplı
görünümünün kayededildiği Ayasofya
Müzesi, İstanbul 2010 Avrupa Kültür
Başkenti Ajansı’nın bir yıldır süregelen
kapsamlı restorasyon çalışmalarının sonucunda, 17 seneden sonra orijinal yüzüne kavuştu. Ayasofya Müzesi’nin
içinde bulunan 180 tonluk iskelenin son
parçalarının sökümü Ocak 2010’da gerçekleştirildi.
Adalar Müzesi
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı projeleri kapsamında, Adalar
Vakfı, Adalar Belediyesi ve Adalar Kaymakamlığı’nın ortak çalışması ile hayata
geçirilen İstanbul’un ilk kent müzesi
olan “Adalar Müzesi”, Aya Nikola Mevkii Eski Helikopter Hangar’ında, 10
Eylül Cuma günü kapılarını İstanbullulara açtı. Müze, kentin “eski dostları”
olan rum vatandaşlarının hayatlarına
ilişkin belgelerle fotoğraflarla ayrıntılı
bilgiler içeriyor.
İsmet Sıral Yaratıcı Müzik Atölyesi
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı projeleri kapsamındaki İsmet
Sıral Yaratıcı Müzik Atölyesi birbirinden
ilginç konserleri, müziğin ustalarıyla
genç yetenekleri buluşturan atölye ve seminerleriyle izleyici ve öğrencilerin karşısına çıktı. Aralarında Karl Berger, John
Zorn, Oliver Lake, Adam Rudolph,
Marc Ribot, Trilok Gurtu, Mehmet
Erenler, Erkan Oğur, Oğuz Büyükberber, Ayşe Tütüncü, Ömer Faruk Tekbilek, Tolga Tüzün gibi isimlerin
bulunduğu 60’ı aşkın sanatçıyı buluşturan öğrenim ve festival etkinlikleri 29
Temmuz - 8 Ağustos tarihlerinde gerçekleşti.
Avrupa Üniversiteleri Tiyatro Şenliği
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetmenliği’nin, 2008 yılında ‘İstanbul
Üniversiteleri Tiyatro Şenliği’ adıyla başlattığı, 2009 yılında ‘Türkiye Üniversiteleri Tiyatro Şenliği’ olarak genişleyen
etkinlikler dizisi bu yıl kapılarını Avrupa’ya açtı. ‘Avrupa Üniversiteleri Tiyatro
Şenliği’nde, 51 üniversite tiyatro grubu,
İstanbul’un dört bir yanında “Yaşamak
Nisan / 2011
için tiyatro şart!” diyen herkes için sahne
aldı.
Tüm etkinliklerin ücretsiz olduğu şenlik’te, Université de Neuchâtel Groupe
de éâtre Antique (GTA) (İSVİÇRE)
“ORESTES”, İstanbul Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu “FİL ADAM” Bahçeşehir Üniversitesi Müzikal Topluluğu
“AĞIR ROMAN”, Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro
Bölümü “YALANCI”, Yıldız Teknik
Üniversitesi Oyuncuları “GÖZBAĞI”
oyunları garajistanbul’da sahnelendi.
Boylu Soylu Yelkenliler Şenliği
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı ve Deniz Ticaret Odası’nın ortak
girişimleri ileTürkiye, Yunanistan ve
Bulgaristan ortak çalışmalarıyla gerçekleşen Boylu Soylu Yelkenli Yarışları’nın
Varna-İstanbul rotasındaki ikinci yarışı
27 Mayıs Perşembe günü sona erdi. 16
ülkeden gelen 23 tarihi yelkenliden oluşan filo 27-30 Mayıs tarihleri arasında
Karaköy Limanı'na demir attı.
İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor”
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı Görsel Sanatlar Yönetmenliği tarafından yürütülen ‘İstanbul’da Yaşıyor
ve Çalışıyor’ projesi, 2008 yılının Ağustos ayından bugüne, Avrupa’nın çağdaş
sanat alanının önde gelen altı sanatçısını
ağırladı ve onların İstanbul için yapıt
üretmelerini sağladı. Proje kapsamında
alanının önde gelen 6 ismi; Remo Salvadori (İtalya), Sophie Calle (Fransa),
11
İs tan b u l 2010 - Avru p a Kü l tü r Ba ş ken ti
Victor Burgin (İngiltere), Peter Kogler
(Avusturya), Danae Stratou (Yunanistan), Antoni Muntadas (İspanya-ABD)
İstanbul’a davet edildi. Avrupa ülkelerinden, alanlarında kavramsal ve biçimsel yenilikler ve açılımlar yaratmış
sanatçıların İstanbul’da yaşamaları, sanatçılar ve aydınlarla karşılaşmaları, genç
sanatçılarla çalıştaylar yapmaları ve bu
süreçlerin sonunda üretilen yapıtların
özel bir koleksiyon olarak İstanbul’a sunulmasını sağlayan “İstanbul’da Yaşıyor
ve Çalışıyor” projesi ile İstanbul 2010
Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, Türkiye’nin çağdaş sanat birikimine önemli
bir yapıt topluluğu kazandırmış oldu.
U2 Konseri
Dünyanın en büyük rock grubu U2,
hayranlarının yıllar süren bekleyişinden
sonra 360° Tour kapsamında Türkiye’ye
geldi. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında, Live Nation tarafından Pozitif ve IKSV işbirliği
ile gerçekleştirilen U2 konseri, 6 Eylül’de Atatürk Olimpiyat Stadı’nda İstanbullulara unutulmaz anlar yaşattı.
U2, 360° Turnesi'yle müzik endüstrisinde prodüksiyon dalında verilen prestijli TPI Awards'da dünya çapında "En
İyi Canlı Konser" ödülüne layık görülen
U2, Türkiye tarihinin en büyük stadyum konserini gerçekleştirdi.
Arp İle Her Telden: 1. Uluslararası
İstanbul Arp Buluşması
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı Müzik ve Opera Yönetmenliği ve
Arp Sanatı Derneği işbirliği ile hayata
geçirilen “Arp İle Her Telden” adlı
12
müzik projesi ‘Uluslararası İstanbul Arp
Buluşması’ ile doruk noktasına ulaşıyor.
1 – 7 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecek ve bu yıl ilk kez düzenlenen Buluşma’da, Arianna Savall, Isabelle
Moretti, Maire Ni Chatasaigh, Helene
Breschand ve Andrew Lawrence King
gibi farklı geleneklerin en usta isimleri
İstanbul’da dinleyicilerle buluştu.
Altın Yollar/ “İstanbul Dünya Müzikleri
Festivali” (WOMIST)
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı desteğiyle Pi Production tarafından hayata geçirilen Altın Yollar projesi,
kültürlerarası diyalogun önemini ve günümüzün seyyahları sanatçıların bu
diyalogun kurulmasındaki rollerini vurguluyor. 2008 yılında “Jules Verne’nin
İzinde”, 2010 yılında “Piri Reis’in
İzinde”, ardından “Evliya Çelebi’nin
İzinde” devam eden maceranın 3-17
Aralık tarihinde İstanbul’da gerçekleşen
son etabı çerçevesinde, “Altın Yollar”
projesinde işbirliği yapılan ülkelerden
müzisyenlerin katılımlarıyla Türkiye’de
ilk kez “İstanbul Dünya Müzikleri Festivali” (WOMIST) düzenlendi. Festivalin yanı sıra, 1-26 Aralık tarihlerinde,
Sanat Limanı’nda Arif Aşçı, Özcan Yurdalan ve Serkan Taycan’ın fotoğraflarından oluşan bir sergi gerçekleşti.
Edebiyat Mevsimi
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı ve Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi işbirliği ile Edebiyat Mevsimi
adı altında 2. İstanbul Edebiyat Festivali
6-11 Aralık tarihleri arasında Kızlarağası
Medresesi’nde gerçekleştirildi. İstanNisan / 2011
bul’un kültürel zenginliğini ve sanatsal
verimliliğini ortaya koymak, edebiyatımızda İstanbul’un yerini yeniden keşfetmek ve edebiyatseverlerle edebiyatçıların
bir süreklilik içinde etkileşim kurmalarını sağlayan festivale ilgi büyüktü.
İstanpoli – Kassas
Mustafa ve Övül Avkıran’ın İstanbul
2010 Avrupa Kültür Başkenti için özel
olarak ürettiği bir proje olan “İstanpoli”
kapsamında sahnelenen “Kassas” oyunu
4-8 Aralık tarihleri arasında İstanbul’un
farklı semtlerinde İstanbullularla ücretsiz olarak yeniden buluştu. İstanbul'un
hurdacısı, simitçisi, macuncusu, boyacısı, bayrakçısı, taksitcisi, bozacısı,
nohut-pilavcısı, midyecisi, hallaçı, kalaycısı, çiçekçisi, falcısı, ciğercisi, bileycisi ve daha fazlası ile aynı sahnede
olduğu bu proje seyyar satıcıların gözünden İstanbul’u anlattı.
İstanbul Sahnesinde Müzik
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
etkinlikleri kapsamında gerçekleşen
Selin Atasoy ve Tamer Hartevoğlu'nun
“İstanbul Sahnesinde Müzik” adlı fotoğraf sergisi 2-31 Aralık 2010 tarihleri
arasında İstanbul Fotoğraf Merkezi
Leica Galeri'sinde sanat severlerle buluştu. İstanbul Filarmoni Derneği için
özel olarak hazırlanan ve İstanbul Devlet
Opera ve Balesi'nin desteği ile gerçekleşen sergide, büyüleyici İstanbul'un kimi
zaman bilinen, kimi zaman da gizli kalmış noktalarında karşımıza çıkan birbirinden başarılı dansçılar seyircileri
alışılagelmedik bir dünyanın tam kalbine götürdü.
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
7 Bölge’den 7 Tepe’ye
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetmenliği ve Shaman Dans Tiyatrosu tarafından yürütülen, bir eğitim ve gösteri
projesi olan 7 Bölgeden 7 Tepeye” 4-23
Aralık tarihleri arasında sahnelendi. İstanbul’un
çeşitli
bölgelerinde
yaşayan/yaşatılan birbirinden farklı dans
ve müzik kültürlerinin/disiplinlerinin
iletişimini sağlamak, farklı kültürlere
sahip insanları dans ve müzik diliyle kaynaştırmayı amaçlayan “7 Bölge’den 7 Tepe’ye” adlı eğitim ve gösteri ortak
projesi, farklı kültürlerden ve yaş gruplarından amatör dansçılara ve dansçı
adaylarına yönelik atölye çalışmaları,
dans, ritim ve müzik alanında verilen
eğitimler ve eğitimler sonunda düzenlenen gösterilerden oluşuyor.
Geleneksel Türk Kitap Sanatları: Bugünün Ustaları
Geleneksel Türk Kitap Sanatları’ndan
olan hat, tezhip, ebrû, kaatı’, cilt ve minyatür alanlarında eser veren, görünürlükten uzak, büyük ölçüde kendi sınırlı
olanaklarıyla üretimlerini sürdüren
200’ü aşkın ustayı, üç yıl boyunca düzenli olarak bir araya getirmek, yıllık bir
değerlendirmeye fırsat sağlamak, hem
sanatçılar ve sanatlar arası ilişkiyi, hem
de bunların toplum nezdinde görünürlüğünü artırarak sürekliliğine nitelikli bir
katkıda bulunmak amacıyla oluşturulan
projenin üçüncü ve son sergisi 2 – 31
Aralık tarihleri arasında Fatih Ali Emiri
Efendi Kültür Merkezi’nde yer aldı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı Geleneksel Sanat Yönetmenliği
projeleri kapsamında yer alan ve 100’ün
üzerinde eserin sergilendiği projeye eşlik
eden katalogda Fatih Özkafa, Gülbün
Mesara, Faruk Taşkale, Serra Güney
Özkan, M. Sadreddin Özçimi ve Taner
Alakuş makaleleriyle bu sanatların tarihine ışık tuttular.
Dans Platform İstanbul: Nederlands
Dans eater II
Nisan ayından başlayarak 2010 yılı boyunca bir dizi özel etkinlik kapsamında
dünyaca ünlü dans sanatçıları ve topluluklarını İstanbul'da ağırlayan İstanbul
2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ana
projesi Dans Platform İstanbul kapsamında, 16-17 Aralık tarihlerinde Hollandalı dans topluluğu Nederlands Dans
eater II saat 20.30’da Cemal Reşit
Rey’de İstanbullularla buluştu. Klasik
bale eğitiminden gelen, yaşları on yedi
ve yirmi üç arasındaki dansçılardan oluşan ve 1978 yılında kurulan Nederlands
Dans eater, dünya çapında üne kavuşmuş, nitelikli bir topluluktur.
Nisan / 2011
İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat
Bienali
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti
Ajansı Eğitim Yönetmenliği tarafından
bu yıl ilki düzenlenen “İstanbul Çocuk
ve Gençlik Sanat Bienali”nde katılımcılar “Değişiyorum Farkında mısın?” konseptinden yola çıkarak çalışmalarını
ürettiler.
İstanbul’daki öğrencilerin enerjisini yansıtan ve 2500 okulla birlikte yürütülen
“2010 Okullarda” projesi kapsamında
gerçekleştirilen Bienalde, gençler ve çocuklar ürettikleri her biri birbirinden
farklı, ilginç ve yaratıcı çalışmaları toplumla paylaşırken, bir sanat etkinliğinde
izleyici değil sanatçı olarak yer alma fırsatını yakaladıkları ve Sanat Limanı (Antrepo 5), Haydarpaşa Garı, Tuzla İdris
Güllüce Kültür Merkezi’nin mekan olarak kullanıldığı “İstanbul Çocuk ve
Gençlik Sanat Bienali” Beyoğlu’ndan
Tuzla’ya, Kadıköy’den Sultanbeyli’ye
2500 okulun ve öğrencilerinin katılımına açıktı.
13
Nusret Çolpan / Minyatür İstanbul
(İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş. Yayınları)
Dersimiz: İstanbul
İs tan b u l D ers i
İSTANBUL OKULLARDA
İstanbul Dersi Öğretim Programı Çalışmaları
Milli Eğitim Bakanlığımız, ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarındaki öğrencilerin zorunlu ders yükünü
hafifletmek, öğrencilere okulu daha çok sevdirmek, istek ve yetenekleri doğrultusunda etkinlikler
yapmalarına ve ders seçmelerine imkan vermek amacıyla yeni hazırlanan İlköğretim Okulu Haftalık Ders
Çizelgesine göre; 1, 2 ve 3. sınıflarda 5; 4 ve 5. sınıflarda 4 ders saati serbest etkinlikler yapılacaktır.
lincin daha çocuk yaşlarda temellerinin
atılması amacıyla İstanbul Milli Eğitim
Müdürlüğü tarafından ilköğretim birinci
kademedeki 3, 4 ve 5. sınıflarda "İstanbul Dersi” uygulaması başlatılmıştır.
2010-2011 eğitim öğretim yılında bir etkinlik programı olarak başlayan İstanbul
Dersinin Öğretim Programının (İDÖP)
hazırlanmasına yönelik çalışmalar, alanında uzman eğitimcilerden oluşan bir
komisyon tarafından yürütülmektedir.
Hazırlanmakta olan İstanbul Dersi Öğretim Programı, sadece öğrenciler için
değil, öğretmen ve veliler için de İstanealifbul’u tanıtan bir rehber olacaktır.
İstanbul, doğası, tarihi, kültürüyle bir
başyapıttır. Bir yanda sesleri, canlılığı,
hareketliliğiyle nefes alan bir doku, bir
yandan da ekonomisi, ürettikleri, kültürel derinliği ile tüm dünyanın cazibe
merkezidir. İstanbul'daki bu çok yönlü
birikimi anlamak, değerlendirmek, yani
16
“İstanbul’da yaşamak değil, İstanbul’u
yaşamak” bu kentte nefes alan herkesin
aslında en temel ödevleri arasında yer almaktadır. İstanbul’u görmek, tanımak,
ona tam anlamıyla nüfuz edebilmek
köklü bir birikim ve belki de daha öncesinde bir bilinç gerektiriyor. İşte bu biNisan / 2011
İstanbul Dersi Öğretim Programının
vizyonu; İstanbul’u öğrenme arzusu
duyan, İstanbul’u tanıyan, seven ve koruyan, İstanbul kültürünü yaşayan ve yaşatan, İstanbul’u keşfetmek isteyen,
İstanbul’daki sanatsal etkinliklere katılan, İstanbul’a ilişkin duyguları güçlü,
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
kendisine, çevresine ve insan haklarına
saygılı, farklılıklara hoşgörü ile yaklaşan,
değişime ve yeniliklere uyum sağlayabilen, eleştirel düşünen, etkin, üretken, yaratıcı bireyler yetiştirmektir.
İstanbul Dersi Öğretim Programı, Milli
Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan ilköğretim programlarının benimsediği yapılandırmacı öğrenme yaklaşımını
temel alan öğrenen merkezli ve etkinlik
odaklı bir
programdır.
Programın
yapısı öğrencilere, sınıf
seviyeleri ilerledikçe
İstanbul’u daha derinlemesine inceleme fırsatı sunacaktır. İstanbul Dersi Öğretim Programı,
ilköğretim programları ile paralellik
sağlanması için diğer dersler ve ara disiplinlerle ilişkilendirilmiştir. Böylelikle
öğrencilerin İstanbul dersinde öğrenme
sürecinde karşılaştıkları yeni bilgileri var
olan ön bilgileri üzerine yapılandırması
kolaylaşacaktır.
İstanbul Dersi Öğretim Programında
öğrenci merkezdedir. Öğrenci, öğrenme
sürecinde gerçekleştirdiği etkinliklere
aktif bir şekilde katılır. Öğrenci araştıran, soran, sorgulayan, tartışan ve işbirliği yapan roldedir. İstanbul Dersi
Öğretim Programında; yapılandırmacı
yaklaşımın sosyal ve bilişsel yönünü
vurgulayan deney, proje geliştirme,
problem çözme, soru-yanıt, örnek olay,
öykülendirme, tartışma, rol oynama,
beyin fırtınası, yaratıcı drama, oyunla
öğrenme, işbirlikli öğrenme, aktif öğrenme ve gözlem gezisi gibi öğretim
yöntemleri kullanılmaktadır. Bu yöntemlerle öğrencinin öğrenme sürecine
aktif bir şekilde katılması ve öğrenmenin
kalıcılığının sağlanması hedeflenmektedir.
İstanbul dersi, eleştirel düşünme, yaratıcı düşünme, iletişim, araştırma, problem çözme, karar verme, bilgi
teknolojilerini kullanma, girişimcilik,
Türkçeyi doğru, güzel ve etkili kullanma, gözlem, mekânı algılama, zaman
ve kronolojiyi algılama, değişim ve sürekliliği algılama, empati, kaynakları
Nisan / 2011
etkili kullanma, güvenlik ve korunma,
öz düzenleme becerilerini kazandırmayı
da amaçlamaktadır.
"Çocuk yaşadığı şehri tanırsa sever, severse korur" düşüncesini benimseyen İstanbul Dersi Öğretim Programı ile
İstanbul’un zengin kültürel mirasının
tanınması, sevilmesi, gelecek kuşaklara
aktarılması ve kent kimliğinin
güçlendirilmesi hedeflenmektedir. İstanbul
Dersi
Öğretim
Progra-
mının,
ilköğretim
çağındaki öğrencilere bir kültürel
deneyim yaşatacağı düşünülmektedir. Bu ders kapsamında
gerçekleştirilecek etkinliklerle öğrenciler
sınıflarından çıkacak, Galata Köprüsü’nde balık tutacak, Kanlıca’ya özgü
şekerli yoğurdu tadacak, İstanbul’un sokaklarının seslerini duyacak, Mısır Çarşısı’nda farklı baharatları koklayacak,
vapur yolculuğu yaparken boğazın güzelliklerine şahit olacaklar. Böylelikle,
İstanbul’u sadece kitaplardan öğrenmeyecek, görerek, dokunarak, tadarak, koklayarak ve duyarak yani kenti bizzat
yaşayıp duyumsayarak onu tanıyabilecekler.
Öğrencilerin İstanbul’u tanıma ve keş17
İs tan b u l D ers i
fetme yolculukları sanat yapıtlarıyla da
desteklenecek. Öğrenciler, İstanbul’un
farklı sanat dallarına ilham kaynağı olduğunu sanatçıların İstanbul konulu
eserlerini inceleyerek fark edecekler.
İstanbul şarkıları söyleyecekler, İstanbul
şiirleri okuyacaklar, İstanbul resimleri
yapacaklar, içinde İstanbul geçen öyküler okuyacak ve kendi İstanbul öykülerini yazacaklar; kısacası öğrenciler
İstanbul’a hem kendi hem de sanatçıların gözleriyle bakma tecrübesi ve becerisi kazanacaklardır. Ayrıca, sanatçıları
sınıflarına davet ederek, İstanbul sohbetleri gerçekleştirecek, geçmiş dönemlerdeki ve günümüzdeki İstanbul’u
sadece sanatçıların yapıtlarını inceleyerek değil, sanatçıların bizzat kendi ağızlarından anlattıkları öykülerinden de
öğrenme olanağı bulacaklar.
Öğrencilerin başka konuklarla ve uzmanlarla birlikte olacakları bu tür buluşmalar ve söyleşiler, kimi zaman
müzelerde, tarihi eğitim kurumlarında,
18
bilim ve ticaret merkezlerinde, kimi
zaman da İstanbul’un doğal güzelliklerini görebilecekleri parklarda ve bahçelerde de gerçekleşecek.
Öğrenciler, İstanbul’da yaşamış ve yaşayan farklı kültürlerden haberdar olacaklar, kültürel farklılıklara saygı duyarak,
kültürel zenginliğin kent yaşamına renk
kattığını hissedecekler. Eski ve modern
İstanbul’u karşılaştırarak, günümüzdeki
İstanbul’un sorunlarını tespit edecekler,
bu sorunlara çözümler üretecekler.
Öğrenciler, İstanbul Dersi Öğretim
Programı kapsamında gerçekleştirdikleri
keşif yolculuğunda, edindikleri ve öğrendikleri bilgileri yapacakları bireysel ve
grup proje çalışmalarına aktarma olanağı
da bulacak, ürettikleri projeleri diğer arkadaşlarına sunma sürecinde hem kendilerinin hem de arkadaşlarının öğrenme
sürecine aktif olarak katılacaklar.
Dönem sonunda düzenleyecekleri “İstanbul Şenliği”nde ise yaptıkları çalışmaları hem arkadaşları, hem de
Nisan / 2011
çevrelerindeki diğer insanlarla paylaşacak, İstanbul’u onlara da anlatacaklar.
Özetle, İstanbul dersini alan öğrenciler,
İstanbul’un sesini duyacak, İstanbul’u
gezerek onu yakından tanıyacak, drama
etkinlikleri ile İstanbul’un farklı tarihi
dönemlerinde yaşayacak, yaratıcılıklarını
destekleyen sanatsal faaliyetlerde bulunacak, İstanbul’un güzelliklerinin yanı
sıra kentin sorunları da fark edecek, bu
sorunlara çözüm önerileri geliştirerek yaşadığı kente sahip çıkacak ve İstanbul’da
yaşadıkları için gurur duyacaklardır.
Bir dersin başarısı, o dersin öğretim
programında öngörülen kazanımların
öğrencilerce ne düzeyde benimsendiği ve
günlük yaşama yansıtıldığı ile ölçülür.
Bunu sağlayacak ve izleyecek olan ise
kuşkusuz özveri ile gayret eden öğretmenlerdir. Sonuç olarak, ancak biz öğretmenlerin programı ve dersi
sahiplenmesi ve öngörüldüğü biçimde
uygulaması durumunda bu ders arzulanan hedeflere ulaşabilecektir.
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
İSTANBUL DERSİ UYGULAYICI VE
ÖĞRENCİ ANKETLERİ SONUÇLARI
İstanbul Dersi Öğretim Programını geliştirme komisyonu olarak programın uygulama sürecinde yaşanabilecek sorunların ve bu sorunlara ilişkin çözüm önerilerinin belirlenmesi amacıyla öğretmenlerimize ve
öğrencilerimize birer anket uygulamaya karar verdik. Dersi hali hazırda uygulayan 3, 4 ve 5. sınıf öğretmenleri ile bu sınıflarda okuyan 10’ar öğrenciye ulaşmayı hedefledik. Toplamda 120 öğretmen ve 300
öğrenciye anket uyguladık.
“En iyi, iyinin düşmanıdır” derler. İstanbul Dersi Öğretim Programının da
elbette eksikleri ve sınırlılıkları olacaktır.
Yapıcı ve samimi eleştiri, değerlendirme
ve önerilerle Program sürekli elden geçirilecek ve en iyiye doğru yol alacaktır.
İstanbul Dersi Öğretim Programını geliştirme komisyonu olarak programın
uygulama sürecinde yaşanabilecek sorunların ve bu sorunlara ilişkin çözüm
önerilerinin belirlenmesi amacıyla öğretmenlerimize ve öğrencilerimize birer
anket uygulamaya karar verdik.
10 İlçeden 10 Okul
Anketi uygulamak üzere, sosyo-ekonomik düzey, kültürel çevre vb. kriterler
göz önünde bulundurularak Anadolu ve
Avrupa yakalarından 5’er olmak üzere
10 ilçeden 10 farklı okul tespit ettik.
Dersi hali hazırda uygulayan 3, 4 ve 5.
sınıf öğretmenleri ile bu sınıflarda okuyan 10’ar öğrenciye ulaşmayı hedefledik.
Toplamda 120 öğretmen ve 300 öğrenciye anket uyguladık.
İstanbul Dersi Her Sınıfta Olmalıdır
Ankete katılan öğretmenlerin hemen
hemen tamamı (%95) “İstanbul” ko-
nulu bir dersin mutlaka olması gerektiğini ve bu dersin 3, 4, ve 5. sınıfta okutulmasının uygun olacağını (% 80)
belirttiler. “İstanbul dersi haftada kaç
ders saati olursa hedefine ulaşır?” sorusuna ise öğretmenlerimizin büyük çoğunluğu (%70) haftada 1 saat cevabını
verdi.
“Öğrencileriniz İstanbullu olmanın farkındalar mı?” sorusuna verilen cevaplar
da manidardı. Sosyo-ekonomik ve kültürel düzeyi yüksek bölgelerden ağırlıklı
olarak “Evet” cevabı gelirken daha dezavantajlı bölgelerde görev yapan öğretNisan / 2011
menlerimiz “Hayır” cevabını verdi.
“Evet” cevabı veren öğretmenlerimize
göre öğrenciler;
• İstanbul’u seviyorlar. İstanbul’un imkânlarını biliyorlar.
• Özellikle bu yıl tarihi mekânları ve
doğal güzellikleriyle İstanbul’u çok iyi
tanıdılar.
• İstanbul büyük bir şehir, çok çeşitli
olaylar bilgiler elde ediyorlar.
• Sürekli İstanbul anlatılıyor. TV’den izleniyor.
• Şehirde yaşamanın farkındalar. Belli
kurallara uyuyorlar.
19
İs tan b u l D ers i
“Hayır” diyen öğretmenlerimiz ise cevaplarında şu gerekçeleri ileri sürdüler:
• İstanbul’da yaşadıklarını düşünmüyorum.
• İstanbul hakkında yeterli ve doğru bilgileri yok.
• İstanbul’un her yerini görme imkanları
yok.
• Bulunduğumuz konum olarak İstanbullu değiller.
İstanbul Dersi kitabının kapağı için
bir resim çiziniz.
İstanbul’da Görülmesi Gereken İlk On
Mekân
Öğrencilerin şehirli ve İstanbullu olma
ile ilgili bilinç düzeylerini ölçen bu sorudan sonra ailelerin konuya yaklaşımlarının ne olduğunu belirlemek için
öğretmenlere, “Öğrencilerinizin aileleriyle birlikte İstanbul’un çeşitli mekânlarını (tarihi, doğal vb.) gezdiklerini
düşünüyor musunuz?” sorusunu yönelttik.
Ece Seviş / 4-A / Okçu Musa İ.O.
Serdar Dindar / 5-A / Enka Okulları
“Evet” cevabı veren öğretmenlerimiz
öğrencilerinin “aileleriyle birlikte fırsat
buldukça gezdiklerini”, “İstanbul’un güzelliklerini duymak yerine yaşamaları
gerektiğini”, “İstanbul dersinde konuşurken gezdikleri gördükleri mekânları
anlattıklarını” ifade ettiler.
Daha dezavantajlı bölgelerden gelen
“Hayır” ağırlıklı cevapların gerekçelerinde ise öğretmenlerimiz “ailelerin
çocuklarına yeteri kadar zaman ayırmadıklarını”, öğrencilerin “İstanbul’un
tarihi güzelliklerini daha çok okul gezileriyle tanıma fırsatı bulduklarını”, “ailelerin, tarihi ve doğal güzelliklere
bakışta bilinçsiz olduklarını, bu tür mekanları sadece piknik yeri olarak düşündüklerini”, “ekonomik imkânlarının
yetersiz olduğunu” vurguladılar.
Öğretmenlerimize “Öğrencilerinizin İstanbul’u tanımaları için bugüne kadar
hangi etkinlikleri gerçekleştirdiniz?”
şeklinde bir soru da yönelttik. Ankete
verilen cevapları okuduğumuzda öğretmenlerimizin İstanbul’u öğrencilerine
tanıtmak amacıyla birçok etkinlik yapmaya arzulu oldukları sonucuna ulaştık.
20
Zehra Talan / 5-B / Okçu Musa İ.O.
Onur Ergenç / 5-A / Bahariye İ.O.
Marmara Denizi’nde vapur Kız Kulesi’nin yakınından geçiyor. Ağzında bir
parça simitle martı İstanbul’un eşsiz
manzarasına uçuyor.
Nisan / 2011
“Engelleri aşarız, biz bu dersi yaparız.”
diyen öğretmenlerimiz “İstanbul’un tarihi mekânlarını ve doğal güzelliklerini
görmeleri amacıyla kısıtlı imkânlara rağmen geziler düzenlediklerini”, bazıları
“İstanbul derslerinde internetten İstanbul’u tanıttıklarını, gidilemeyen yerlerin
görsellerinden faydalanarak İstanbul tanıtmaya çalıştıklarını” belittiler. Bunlara
ek olarak “araştırma ödevleri vermek”,
“pano çalışması yaptırmak”, “İstanbul’u
tanıtan kartpostal sergisi düzenlemek”,
“İstanbul’u anlatan kitapları okumak”
gibi etkinlikler de gerçekleştirdiklerini
ifade ettiler.
Öğretmenlerimizin “İstanbul dersinin
kapsamında aşağıdaki ünite başlıklarına
ek olarak en az 2 ünite adını yazınız.”
şeklindeki talebimize verdikleri cevaplar
da ilginçti: “Bir yabancıya İstanbul’u
nasıl gezdiririm?”, “Yabancıya gösterilmesi gereken ilk on mekân”, Mevsimlere
göre İstanbul turları”, “Doğal güzellikleri koruma yolları” bu başlıklardan sadece birkaçıydı.
Gezilerde Rehber Olmalı
“İstanbul dersinde öğrencilerinizin
İstanbul’u tanımaları için hangi yöntemleri kullanırsınız?” sorusuyla öğretmenlerin sosyal etkinlik dersinde
İstanbul dersi için uyguladıkları veya
uygulamayı planladıkları yöntemleri belirtmelerini istedik. Öğretmenlerin yetkin bir şekilde yöntemler uyguladıklarını
ve uygulamayı planladıklarını tespit
ettik. Teklif edilen yöntemlere gelince bir
ders kitabı hazırlanması gerektiği en
önemli istek olarak ortaya çıktı. Buna ek
olarak “araştırma, hikâyeleştirme” çalışmaları, “gezi”, “tarihi mekân maket
çalışması”, “müzikli tanıtım”, “görsel
materyallerden yararlanmak”, “tarihi
mekânların ve doğal güzelliklerin slaytlarla gösterimi”, “çizgi film”, “poster
çalışması” gibi yöntemlerin önerildiği
belirledik.
“İstanbul dersi için ders kitabı dışında
hangi araç gereçlere ihtiyaç duyarsınız?”
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
“okul”dan ve “televizyon”dan öğrendiklerini belirttiler. Bu cevaplar İstanbul
dersinin ne kadar gerekli ve acil bir ihtiyaç olduğunun en belirgin işareti olarak
değerlendirildi.
Akademisyenler, sivil toplum çalışanları, program geliştirme uzmanları ve farklı
disiplinlerde öğretmenlerden oluşan komisyon üyeleri: Cengiz Şimşek, Yrd. Doç.
Dr. İbrahim Hakan Karataş, Filiz Göktürker, Ayşegül Gökmener, Özlem Konak,
Meltem Ceylan Alibeyoğlu, Nilay Yılmaz, Şerife Ertuğrul, Nihat Kavçın, Mahmut
Aytekin, Cevdet Bayram
sorusuyla öğretmenlerin ihtiyaç duydukları ders materyalinin neler olabileceğini sorduk. Öğretmenlerimiz ağırlıklı
olarak görsel ve işitsel materyallerin ve
özellikle interaktif yazılımlar ve oyunlar
hazırlanması gerektiğini belirttiler.
İstanbul dersi işlenirken ne tür sorunlar
yaşayacağınızı düşünüyorsunuz? Bu
sorunlara çözüm önerilerinizi yazınız.”
sorusuna verilen cevaplar da şöyleydi:
• Belirli bir programın ve kılavuz kitabının hazırlanması,
• Geziler için izinlerin okul/ilçe idarelerinden alınmasında karşılaşılan zorlukların giderilmesi,
• Gezilerin maliyetlerin vb. etkinliklerin
azaltılmasında belediye gibi kamu kuruluşlarının imkanlarının seferber edilmesi, özel kuruluşların sponsorluk
yoluyla destek vermesi,
• Gezilerin rehber eşliğinde yapılmasının
sağlanması.
fazla çalışma yapmamız gerektiğini
açıkça ortaya koydu. “İstanbul’da neler
yapmak istersiniz? (Birden fazla seçenek
işaretleyebilirsiniz.)” sorusunu öğrencilerimiz ağırlıklı olarak “müze gezmek”
(% 85), “konsere gitmek” (% 85), “kütüphaneye gitmek” (% 80) ve “sinemaya
gitmek” (% 50) şeklinde cevap verdiler.
Öğrencilere uygulanan anketin en çarpıcı sonucu ise “İstanbul ile bilgileri nereden öğrendiniz? (Birden fazla seçenek
işaretleyebilirsiniz.)” sorusuna verdikleri
cevaplardı. Öğrencilerimizin büyük çoğunluğu İstanbul ile ilgili bildiklerini
Öğrencilerimize uyguladığımız anketin
son sorusu İstanbul Dersi kitabının kapağına bir resim yapınız. Ne çizdiniz?
Anlatınız.” şeklindeydi. Yapılan resimleri
incelediğimizde en çok Boğaz Köprüsü
ve İstanbul Boğazı’nı, Kız Kulesi, Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi, Doğal
Güzellikler, Gülhane Parkı, Marmara
Denizi, denizde vapurlar çizildiğini fark
ettik. Bir öğrencimiz “çokca ev resimli
kapak yapardım” dedi. “Kadıköy nostaljik tramvayını”, “otoban, yol, çok araç ve
yoğun trafik”, “bol çiçekli bir resim”
“Turist” ve “Haydarpaşa Garı” gibi resimler yapanlar da oldu.
Anket sonucunda öğretmenlerin ve öğrencilerin görüşleri ile Komisyonumuzun tespit etmiş olduğu İstanbul Dersi
Öğretim Programının içeriğinin büyük
oranda örtüştüğünü fark ettik. Anketlerde dile getirilen farkı öneri ve görüşleri
de programa yansıttık.
İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü
İstanbul Dersi Öğretim Programı
Geliştirme Komisyonu
Öğrencilerin Gözünden İstanbul Dersi
“İstanbul’da nereleri gezip gördünüz?”
sorusuna ise ağırlıklı olarak “Boğaz Köprüsü”, “İstanbul Surları” ve “Kız Kulesi”
cevaplarının gelmiş olması öğrencilerimizin İstanbul’u tanımaları için daha
Nisan / 2011
21
Rö p o rtaj
İSTANBUL DERSİ’Nİ
YÜREKTEN DESTEKLİYORUM
Röportaj: Bülent PARLAK
Bu kentin tarihini, kültürünü bilmeden, hem ülkemizin, hem bütün insanlığın serüvenini kavrayamazsınız.
Bu anlamda İstanbul dersi konulmasını yürekten destekliyorum. Ama bu dersin ilginç, merak yüklü ve
eğlenceli olması için elden gelen her çaba gösterilmelidir. Çünkü İstanbul gizemler, tarihi ve kültürel
zenginliklerle dolu bir şehir.
Ahmet Bey, özgeçmişinizi okuduğumuzda Antep hudutları içinde dünyaya
geldiğinizi görüyoruz. Sonra İstanbul’da
Siyasal Bilgiler Fakültesi, sonra Moskova… Bize Antep’ten İstanbul’a gelişinize dair birkaç şey söyler misiniz?
Çünkü artık Antepli olmaktan çok İstanbullu olarak biliniyorsunuz… Ne
düşünürdünüz Antep’te iken İstanbul’a
dair?
İstanbul renkli, büyüleyici, ilginç ama
aynı zamanda korkutucu bir şehir olarak görünürdü gözüme, ben Gaziantep’te yaşarken. Bu izlenimim
İstanbul’a geldiğim ilk üç ay boyunca
da sürdü. Nerede Antep’in sakin sokakları, caddeleri, nerede Sirkeci’deki,
Taksim’de çalkalanan kalabalık. Kendimi insandan bir girdabın içine düşmüş gibi hissediyordum. Doğduğum
şehre gitmek için sömestr tatilini iple
çekiyordum. Sonunda o gün geldi.
Yirmi saatlik zorlu bir yolculuğun ardından çocukluğumun şehrine vardım.
Otobüsten indiğimde toprağı öpme22
luğumun masum kenti artık bana
küçük geliyordu. Böylece İstanbul’la
sevdalandığımı anladım.
Ben şöyle düşünüyorum: İstanbullu olmanın tek dezavantajı hemşerisiz kalmak. Her şehirden insanın hemşerisi
oluyor ama İstanbullu olanın hemşerisi
olmuyor. Ne diyeceksiniz bu konuda?
mek için kendimi güç tutuyordum.
Gözlerim nemlenmiş sokaklara, evlere,
parklara bakıyordum. Ama bu durum
üç gün sürdü. Üç gün sonra acayip bir
özlem hissettim içimde. Evet yanılmadınız, İstanbul’u özlüyordum. ÇocukNisan / 2011
Aslında ben kendimi şanslı sayıyorum.
Çünkü İstanbul’u çok sevmeme rağmen Antep’le bağım hiçbir zaman
kopmadı. Antep’e duyduğum sevgiyi,
oranın özgün kültürünü korumaya çalıştım. Yılda en az iki kez Antep’e giderim. Ailemin büyük bir bölümü
orada yaşar, eski arkadaşlarımla bağımı
hiçbir zaman yitirmedim. Bu anlamda
iki şehirli olduğumu söyleyebilirim;
Antepli ve İstanbullu. Tabi bu iki kültürün benim yazarlık sürecimi de yakından etkilediğini belirtmeliyim. İşin
güzel tarafı hem has İstanbullular, hem
has Antepliler bana sahip çıkar, destek
verir, çalışmalarımda yardımcı olurlar.
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
İki kültürlülük de ayrıca çok güzel bir
durum.
Biz İstanbul Kültür ve Eğitim Dergisi’nin bu sayısını İstanbul’a ayırdık sadece. İstanbul’u etraflıca tanıtan bir
dergi olacak inşallah. Röportajı kiminle
yapalım diye düşünürken aklımıza
hemen siz geldiniz. Çünkü İstanbul
Milli Eğitim olarak bu sene Dersimiz
İstanbul diye bir ders kondu müfredata ve bayağı da ilgi gördü bu fikir.
Dersimiz İstanbul adlı proje hakkında
neler söylemek istersiniz?
Son derece doğru ve yerinde bir
karar. İstanbul, sadece ülkemize ait
bir değer değil. İstanbul’dan ya da
eski isimleriyle Byzantion’dan, Konstantinopolis’ten ya da Kostantinniye’den bahsetmeden insanlık tarihini
yazamazsınız. Gerek Roma imparatorluğu döneminde, gerek Osmanlı
İmparatorluğu döneminde, dünya
bu şehirden yönetilmiştir. Bir anlamda dünyanın merkezi olmuştur.
Bu kentin tarihini, kültürünü bilmeden, hem ülkemizin, hem bütün
insanlığın serüvenini kavrayamazsınız. Bu anlamda İstanbul dersi konulmasını yürekten destekliyorum.
Ama bu dersin ilginç, merak yüklü
ve eğlenceli olması için elden gelen
her çaba gösterilmelidir. Çünkü İstanbul gizemler, tarihi ve kültürel zenginliklerle dolu bir şehir.
Ahmet Bey, son kitabınıza gelelim… İstanbul Hatırası adlı kitabınızın başında
teşekkür kısmında epeyce bir isim yer alıyor. Sanırız İstanbul Hatırası’nı hazırlarken içindeki bilgilerin gerçekliğine
sadık kalmak istediniz. Zor olmadı bu
kadar isimle çalışmak romanı hazırlarken?
İstanbul Hatırası’nı yazarken iki türlü
mutluluk yaşadığımı söyleyebilirim.
İlki yazmanın mutluluğu, ikincisi öğ-
renmenin mutluluğu. Evet, 2700 yıllık bir kentin tarihini, bir romanın ana
konusu haline getirmik hiç de kolay
olmadı. Ama çok zevkli bir uğraştı.
Bilmediğim o kadar çok şey öğrendim
ki, merakım iyice kabardı. Farklı bilgilere ulaşmanın verdiği heyecan, yazma
İstanbul çok kültürlü, çok inançlı, çok
uluslu bir kent. İnanılmaz bir kültürel zenginlik ve kültürel karmaşa var.
Bir yazar için bulunmaz malzemedir
bu. Deyimimi bağışlayın bir tür insanlık laboratuarı. Ancak sözünü ettiğiniz yazarlardan bir farkım var
benim.
isteğimi iyice kamçıladı. Şunu da itiraf
etmeliyim ki, öğrendiğim bilgilerin
ancak yarısını bu romanda kullanabildim; çünkü üzerinde çalıştığım metin
bir romandı, daha fazla bilgi vermek
didaktizme düşmeme yol açabilirdi.
Birlikte çalıştığım değerli bilim adamlarına gelince, onlara şükran borçluNisan / 2011
yum. Bana her zaman yardım ettiler.
Çok değerli zamanlarını bana ayırmaktan vazgeçmediler. Bu romanın
oluşmasında önemli bir rol oynadılar.
Bir romanda maktul varsa orada güvenlik güçleri de vardır. Polisiye roman yazıyorsunuz ve bunu 12 Eylül
İhtilaline bağlıyorsunuz. Bu gerilimde
sizi çeken yönler nelerdir?
“Yazarın üslubunu belirleyen şey, kişisel yaşamıdır” derler. Ben 12 Eylül
darbesinin öncesinde ve sonrasında
aktif bir politik yaşamın içindeydim.
Haliyle, bu oldukça riskli bir yaşam
sürmeme yol açıyordu. Her öldürülme, yaralanma ve tutuklanma
tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Yazmaya başlayınca da öykülerim hep
gerilim içeren metinler olmaya başladı. Yani polisiye ya da gerilim yazmaya ben karar vermedim, adeta
yaşadığım hayat beni buna itti. Eşyanın tabiatına uygunluk da diyebiliriz. Böyle metinler yazmaktan zevk
aldığımı fark edince, o zaman bu
işin en iyisini yapmalıyım diye
düşündüm. Yani Batı taklidi, ABD
şablonu polisiyeler değil, kendi kültürümüzden yola çıkarak, bize özgü
romanlar yazmayı amaçladım. Bu
süreç ilerlerken, ülkemizin muhteşem tarihini keşfettim ve romanlarımın arka planına bu tarihi
yerleştirmeye başladım. Ülkemizin baş
döndürücü tarihini ve kültürünü romanlarımın vazgeçilmez unsuru haline
getirdim.
Peyami Safa, Agatha Christie, Edgar
Allen Poe ve birçok isim daha polisiye romanlar yazmış. Sanırız polisiye romanların adrenalini oldukça çok ve yazanı
da etkiliyor. İstanbul çok mu yakışıyor
polisiye romanlara?
İstanbul çok kültürlü, çok inançlı, çok
uluslu bir kent. İnanılmaz bir kültürel
23
zenginlik ve kültürel karmaşa var. Bir
yazar için bulunmaz malzemedir bu.
Deyimimi bağışlayın bir tür insanlık
laboratuarı. Ancak sözünü etiğiniz yazarlardan bir farkım var benim. Polisiye benim için katilin kim olduğunu
bulmak için yazılan bir metin değildir.
Hayır, benim romanlarımda cinayet,
tıpkı Shakspeare gibi, Dostoyevski gibi
insanı anlatmanın, insan ruhunu açığa
çıkarmanın bir yöntemidir. Bu nedenle
romanlarımda, sözünü ettiğiniz yazarların kurgularından yararlanmakla birlikte asıl amacım, insan nedir, yaşamın
anlamı var mıdır, inançla insan arasındaki ilişki ne olmalıdır gibi evrensel soruları tartışmayı amaçlarım.
Şu an okuduğum bir kitap var. Çağrı
Yayınları’ndan çıkan Fatih Kerimi’nin
İstanbul Mektupları diye. Trablusgarp
dönemine ait İstanbul’u anlatıyor. Her
dönem yeni bir polisiye dönem demek
belki de. Hangi dönemin İstanbul’unda
bir polisiye yazmak isterdiniz? Mesela yeniçeriler ayaklanırken bir zabit romanı
olabilir mi? Cinayet mahallinde temiz
kalmış birileri belki olabilir çünkü…
İstanbul’da üç ayrı dönemde geçen, üç
24
ayrı polisiye metin yazmak isterdim.
İlki, Jüstinyen zamanındaki Nika ayaklanması, ikincisi, Fatih döneminden
yaşanmış bir cinayeti anlatmak, üçüncüsü ise İttihat ve Terakki dönemi. Bu
üç dönemde yaşananlar, doğrudan bu
kentin tarihiyle ilgilidir. Yaşanan politik olaylar doğrudan kentin dokusuna,
oluşumuna etki yapmış, tarih kadar,
kenti de değitirmiştir. Elbette, cinayet
mahallinde temiz kalmış birileri hep
olacaktır. Ama cinayetleri aydınlatmak
için temiz kalmak yetmez, cesaret ve
zekâ da gerekecektir.
Hani insan daha çok kendini yazarmış
ya Ahmet Bey, sizin suça bir meyiliniz
mi var ki polisiye ile bu kadar içli-dışlısınız?
Hangimiz suça meyille değiliz ki? İnsanın içinde iyi ile kötü, güzel ile çirkin, kahraman ile korkak, yüce olanla,
aşağı olan hep çatışagelmiştir. Önemli
olan ruhumuzdaki bu kavgada iyinin,
güzelin, kahramanın, yüce olanın muzaffer olmasını sağlamaktır. Bunun da
ilk koşulu kendimizi tanımaktan geçer.
Eğer içinizdeki kötülüğün ya da korkaklığın, çirkinliğin ayırdına varmazNisan / 2011
sanız olumlu yönde değişimi gerçekleştirmeniz zor olacaktır. Romanlarımı
yazarken de insan ruhunun bu çok yapılı halini anlatmayı seçerim. Çünkü
salt iyilikten ya da salt kötülükten oluşan bir insan yoktur. İyi polisiye
roman, kendimizle yüzleşmemizi sağladığı için, içimizdeki olumsuzluklarla
mücadelemizde de bize çok yardımcı
olur. Kendisinin iyi olduğunu zanneden kötü bir insanın düzelmesi oldukça zordur.
Tekrar son kitabınıza dönmek istiyorum.
İstanbul Hatırası’nda yer alan kahramanlar kimler, kime benziyorlar, nerede
yaşıyorlar? Nedir İstanbul’la alıp veremedikleri? Romanda yer alan bir sahne
benim gibi yırtık çorabını atamayan biri
için oldukça enteresan geldi. Nevzat var,
Nevzat’ın benimkine benzer her yeri dökülen bir otomobili var. Mesela o arabasını atamıyor.
Romanımın ana kahramanlarının neredeyse tümü eski İstanbullu. Ama romanın baş kahramanı İstanbul. Öteki
kahramanlarımı, roman boyunca harekete geçiren de İstanbul sevdası. Günümüz dünyası, tam bir tüketim
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
İstanbul Hatırası’ndan
toplumuna dönüştü. Vefa, sevgi, değerbilirlik, bunlar giderek yok oluyor.
Yeni olan, olumlu ya da olumsuz olsun
hemen eskinin yerini alıyor. Oysa her
eski, olumsuz değildir, tabii her yeni de
olumlu. İstanbul Hatırası’nda biraz da
bu anlayışı eleştirmek istedim. Üstelik
İstanbul gibi hiç de yeni olmayan bir
kentten yola çıkarak bu meseleyi tartışmak bana oldukça ilginç geldi. Evet,
bizi biz yapan aynı zamanda yaşadığımız şehirdir, oturduğumuz evdir, gezdiğimiz sokaklardır, eşyalarımızdır.
Onların değerini bilmemek, belki de
kendi yaşamımızın değerini bilmemek
anlamına gelecektir.
İstanbul’da yedi rakamının büyük önemi
var: Yedi tarihi mekân, yedi cinayet ve
tarihi yarımada... ‘Son romanınızda da
yediye olan vurgu oldukça göze çarpıyor.
Nedir 7?
Yedi, Pisagor öğretisindeki önemli rakkamlardan biridir. Tamamlanmışlığı,
olgunlaşmışlığı, hazır olmuşluğu, sürecin tamamlanmış olduğunu anlatır. Bu
anlam, Roma İmparatorluğu’nda başkentlerinin yedi tepeli yerlerde seçilmesine neden olmuştur. Gerek Roma
şehri, gerekse Konstantinopolis yedi tepeliydi. Her iki şehirde Roma İmparatorluğu’na başkentlik yapmıştı. Ama
dünyanın farklı kültürlerinde de yedi
rakkamı önemli anlamlar taşır. Romanlarımda gizemle, gerçeği kaynaştırarak okura meraka sürüklemeyi
sevdiğimden bu türden sayısal anlamlara yer vermeyi tercih ediyorum.
İstanbul Hatırası’nda adı geçen Nevzat’ı
ben biraz da Muhsin Bey’e benzettim.
Akrabalık var mı aralarında?
Yerinde bir benzetme. Çünkü Başkomser Nevzat, Yavuz Tugrul’un ünlü
filmi Muhsin Bey’deki başkarakterden
etkilenerek oluşturduğum bir kahramandır. Bazı okurlarım, böyle polis mi
Allah’ın evine bakıyordu Kanuni Sultan
Süleyman, bir adım gerisindeydi Başmimar Sinan. Nefesini tutmuş, ne diyeceğini
bekliyordu bu cihan padişahının. Nefesini
tutmuştu ama içi kıpır kıpırdı. Dalgalı bir
deniz gibi, rüzgarlı bir bahçe gibi, yağmura hazırlanan gökyüzü gibi. Hacı Bektaş Ocağı’na yüz sürdüğü ilk an gibi.
Yeniçeri olup sefere çıktığı ilk gün gibi. Van
denizinde yüzecek iç kadırgayı suya indirirken bir türlü geçmek bilmeyen zaman
gibi. Yıllar sonra köyüne döndüğünde,
ölmüş annesinden kalan buruk bir hatıra
gibi.
Romanımın ana kahramanlarının neredeyse tümü eski İstanbullu. Ama
romanın baş kahramanı İstanbul.
Öteki kahramanlarımı, roman boyunca harekete geçiren de İstanbul
sevdası. Günümüz dünyası, tam bir
tüketim toplumuna dönüştü. Vefa,
sevgi, değerbilirlik, bunlar giderek
yok oluyor. Yeni olan, olumlu ya da
olumsuz olsun hemen eskinin yerini
alıyor. Oysa her eski, olumsuz değildir, tabii her yeni de olumlu.
olur diye sorarlar. Benim idealimdeki
polis tipi Nevzat’tır derim. Çünkü güce
sahip olan kolluk kuvvetlerinin vicdan
sahibi olmaları gerektiğine inanırım.
Devletin silahını belinde taşıyanların,
devletin sorgulama gücüne sahip olanların, bu toplumda herkesten fazla
insaf ve insan sevgisine sahip olmaları
gerekir. Adaletin sağlanması ancak
böyle gerçekleşebilir diye düşünüyorum. Aksi takdirde gücün zulmüne
tanık oluruz ki, bu adalet duygusunun
tümüyle zedelenmesinden başka bir işe
yaramaz.
Allah’ın evine bakıyordu Süleyman. Kendi
adıyla anılacak muhteşem tapınağa. Gökyüzüne nakşedilmiş gibi duran kutsal yapıya. Hanedanlığının ve hükümdarlığının
eşsiz eserine. Allah’ın evinin kapısına bakıyordu Sultan. Cennet’i saklar gibi sımsıkı kapatılmış sedef kakmalı kanatlarına.
Kanatları açacak anahtara bakıyordu.
Kısmetli günleri muştulayan bir güvercin
gibi konmuştu avuçlarına. Mimar Sinan’a
bakıyordu Sultan. Mimar’ın başı öndeydi,
bakışları yerde. Mimar el pençe divan durmuştu Sultan’ın bir adım gerisinde.
Sinan’a bakıyordu Süleyman. Allah nasıl
göğü yedi kat yaratmışsa, Allah nasıl hayatı yedi günde var etmişse, bu muhteşem
ibadethaneyi yedi yılda tamamlayan
adama. Sinan’a bakıyordu Süleyman.
Kendisi gibi, kaderi bu saltanat tarafından yazılan kula. Sevdiği kadına külliye,
ölmüş oğluna türbe, kızına camiler yapan
mimara. Bu şehrin her köşesine cenneti
çağrıştıran yapılar diken dehaya. Sinan’a
seslendi Sultan: “Gel Mimarbaşı, bu
anahtar senindir. Bina eylediğin Allah’ın
evini, gönül temizliği ve dua ile yine senin
açman gerekir.”
Ne demeli artık bilmiyorum da çok teşekkür ederim.
Ben de size ve İstanbul Milli Eğitim
mensubu herkese teşekkür ederim…
Nisan / 2011
25
D en eme
ŞEHRE BAKTIM:
YENİKTİM, AKŞAMDI İÇİM
Semih Kaplanoğlu
Yönetmen
Ben Sultan Mehmet, ikinci, yazgıma boyun eğdim, düşüme inandım, gençtim, aldı atım, tek hazinem
mührümdü, harcadım, adımdan bir hisar yaptırdım, güç aldım, mührüme tırmandım, oradan şehre yüz
üç kere baktım, önümde derya aktı, ben aktım.
YAZGI
çocukları ve ihtiyarları saymazsak ayaktayız dimdik, bütün kandillerini yaktırdım Aya Sofya’nın, kulaklarımız
toprakta, şehrin karnı patladı patlayacak,
tüneller kazıyorlar gece boyu, seslerini
işitiyoruz, kimi yerlerden bir anda ortaya
çıkıyorlar cehennem zebanileri gibi, tünellere döktüğümüz kızgın yağda kavrulsalar da pes etmiyorlar, nihayet şafak
vakti geri çekildiler, çanlar artık hiç susmuyor, ilahiler ve yaralılar, öksüzler ve
keçiler, kargalar ve fareler, yeni doğmuş
bebekler ve ölmek için yalvaran ihtiyarlar hiç susmuyor.
Ben Sultan Mehmet, ikinci, yazgıma
boyun eğdim, düşüme inandım, gençtim, aldı atım, tek hazinem mührümdü,
harcadım, adımdan bir hisar yaptırdım,
güç aldım, mührüme tırmandım, oradan şehre yüz üç kere baktım, önümde
derya aktı, ben aktım.
Ben Konstantin, şehrin sahibi, ülkenin
imparatoru, bin yıllık kemiklerin koruyucusu, çanların, surların, kitapların,
çocukların, limanların, tasvirlerin, mülklerin, suların, dikilitaşların, iki denizin
savunucusu, yazgıma boyun eğdim, kapıları kapattım ve kilitledim ve çekildim,
bir sabah, erguvanların açtığını gördüm,
o gün kırk dokuz yaşında, surların dibinde, ilk Müslüman savaşçıları gördüm,
namaz kılıyorlardı, okçularımı durdurdum, Tanrı’ya yakarışlarını izletirdim.
Ben Konstantin.
Ben Sultan Mehmet, otuz sekizinci gününde kuşatmanın, ateş ve kan, ölü atlar
ve askerler, kırık toplar ve kalkanlar,
26
delik zırhlar ve sönmüş mancınıklar,
yanmış ağaçlar ve batmış kadırgalar, devrilmiş kazanlar ve kendini asmış paşalar,
can çekişen köpekler ve yaralılar arasında
elimde bir zambak dolaştım, kanlı toprağa baktım ve Allah’a yalvardım ve bir
kuyunun başında lağımcılarıma şöyle
dedim, bir de yeraltından deneyelim!
Ben yorgun ve uykusuz ve lanetli Konstantin, ayaktayım dimdik; kadınları ve
Nisan / 2011
Ben Sultan Mehmet, 28 Mayıs gecesi şehirden gelen sesleri şöyle susturdum: Ordugâhlarımın her bir çadırında iki ateş
yaktırdım ve şehrin etrafını boydan boya
alevlerle donattım, ateşlerin kızıllığında
ak bir ata bindim ve yalnız ve zırhsız ve
silahsız ve dik ve çıplak ayak, surlara dizilmiş Rum askerlerinin gözlerinin içine
bakarak ve askerlerimin hayır dualarını
alarak ve çığlıklardan bir orduyla akarak
sur boyu dolandım, sustu çanlar, feryatlar, kuşlar, ilahiler, toplar, kalkanlar, zırh-
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
lar, taşlar, böyle bütün gece sabah ezanına kadar at sürdüm, göçebe nal seslerim yıkık sarayın avlularında çınladı ve
Ayasofya’nın kubbesinde asılı kaldı.
Ben suskun ve yenik ve umutsuz Konstantin nihayet onu gördüm, işittim;
gençti, mağrurdu. kinliydi, yazgımı anladım ve dua etmeyi bıraktım ve 29
Mayıs sabahı kartal işlemeli krepdöşin
astarlı palaskası som altın imparatorluk
elbisemi giydim ve sarayımın önünde
onu bekledim, öğleden sonra şehre girdiler, etrafımdan geçip gittiler, Aya Sofya’nın kapılarını kırdıklarını işittiğimde
ve onun atını kiliseye sürdüğünü
haber aldığımda kendi işimi kendim gördüm; kanım maviydi.
Ben Fatih Sultan Mehmet, muzaffer, cesur, gururlu padişah, şehri
aldım ve onu aradım ve haber saldım ve haykırdım ve yalvardım;
yoktu, bazıları kaçtığını, bazıları
şehirde saklandığını, bazıları da savaşarak öldüğünü söylüyordu, gerçeği öğrenmek istediğimden üst
üste yığılmış cesetlerin hepsinin
yüzünü yıkattım, kimse onu tanımadı, sonunda pelerini altın kartallarla süslü ve altın palaskası ve
sandaletleriyle bir ölü getirdiler, ayaklarımın dibine attılar ve elimin bir hareketiyle huzurumdan çekildiler, bir alıcı
kuş gibi bekledim, sonra çevirip baktım,
yüzünde zaferimi gördüm ve zambağımı
çıplak göğsüne bıraktım ve onu kimsenin bilmediği bir yere kendi ellerimle
gömdüm ve şehre baktım “yeniktim, akşamdı içim.”
SIR
Olay, 1993’ün Kasımı’nda bir gece şehrin kuzeybatı ucunda, bir parkta geçti.
Öykünün kahramanına verdiğim söz nedeniyle bu anıyı üç yıl kendime sakladım. Zamanı gelene kadar susacak, sırrı
kimseyle paylaşmayacaktım. Karşılığında o, dilediğim şeyi bulup getirecek
ve sözleştiğimiz yere bırakacaktı. Üç yıl
boyunca her sabah anlaştığımız gibi,
güneş doğarken oraya gidip baktım. Nihayet geçenlerde Aşiyan çakarının dibinde beklediğim emaneti buldum.
Dostum sözünü tutmuştu. Böylece aramızdaki sır, sır olmaktan çıktı, suskunluğum sona erdi. Şimdi bu öyküyü
sizlerle paylaşacağım ama bir şartım var:
Anlatacaklarımı kimseye anlatmayacak,
bu kısa öyküyü okur okumaz unutacaksınız. Söz mü?
O zaman dönelim üç yıl önceki geceye,
gecenin şimdiki zamanına.
Göksu Deresi’nden Boğaz’a doğru akan
sis, geç saatlerin balıkçı sandallarını teker
teker mideye indiriyor; sıranın kendilerine geleceğini anlayan köpekler sise dişlerini gösterip havlayarak kaçışıyor; iri
boğaz fareleri su kesimindeki yuvalarından çıkıp rıhtıma yayılıyorlardı. Gece
yaratıklarının ortaya çıkma saatleriydi.
Yukarda Fikret’in evindeki büyük saat
on ikiyi vurdu. Ölüler sonsuz uykularında sağdan sola döndüler ve aynı toprağı paylaştıkları ağaçları titrettiler,
böylece son yapraklar da döküldü...
İşte tam o sırada yakınımda hissettiğim
tıkırtılarla irkildim ve dönüp baktım. Bir
çöp toplayıcı parkın çöp kutularını karıştırıyor, işine yarayanları ayıklayıp arabasına atıyordu. Onu izlemeye
koyuldum. Titizliği, çöpleri karıştırırNisan / 2011
kenki dikkati, ayırıp aldığı nesnelere gösterdiği özen ve hareketlerindeki yavaşlık
ilgimi çekti. Bu arada o yanımdaki kutuya gelmiş, üstteki bira tenekelerini yavaşça öte yana itip elini derinlere
daldırmış, ancak bir kasa hırsızının şifreyi çözerken göstereceği sabırla, elini
sürdüğü her bir nesnenin çıkardığı tıkırtılara kulak kesilmiş, kendi esrarlı nesnesinin sesini bekliyordu.
Derken onu buldu ve diplerden özenle
çıkardı. Bu bir meyve suyu kutusuydu.
Kutuyu inceledi, sağına soluna uzun
uzun baktı, paketin alt kulakçıklarını
açtı, kutunun üzerindekileri
okudu ve nesneyi arabasına
koydu. Sorumu duymamış gibi
sessiz kaldı. Tekrarladım: “Niye
sadece meyve suyu paketi topluyorsun?” Sürdürdüm: “Niye yalnızca o markayı ve o markanın
sadece vişne suyu paketlerini?” Yakalanmıştı, şaşırdı. “Ben sadece
toplayıcıyım. Bilmem. Bunun cevabını okuyucularla yazıcılar bir
de yorumcular verebilir, ben konuşamam...”
Hayretle “Okuyucular, yazıcılar,
yorumlayıcılar mı? Sen ne diyorsun,” diyebildim. Sustu ve gitmeye davrandı. Önünü kestim. “Anlatsana şunu,
bana güvenebilirsin,” dedim. “Niye,”
dedi ve devam etti: “Çöp toplayıcıların,
yazıcı, okuyucu ve yorumcuların evlerine baskınlar yapılır, onlarca yılın emeği
yargısız infazlarla yok edilirken mi?”
“Benden bir zarar gelmez, hem ben
de...” Sözümü kesti “Belli sen de bir
okuyucu bir yorumcusun uğraşımı okudun.. Ama bakalım iyi bir sırdaş mısın?”
“Bunu anlamanın bir tek yolu var,”
dedim. Yüzüme baktı ve sırrını açtı.
Karşılaşmalar
İletişim Yayınları
27
Ki m Ne D ed i ?
İSTANBUL DERSİ
HAKKINDA KİM NE DEDİ?
Bu kentin tarihini, kültürünü bilmeden, hem ülkemizin, hem bütün insanlığın serüvenini kavrayamazsınız.
Bu anlamda İstanbul dersi konulmasını yürekten destekliyorum. Ama bu dersin ilginç, merak yüklü ve
eğlenceli olması için elden gelen her çaba gösterilmelidir. Çünkü İstanbul gizemler, tarihi ve kültürel
zenginliklerle dolu bir şehir.
Sebahattin YAĞCI
Mehmet Rauf Lisesi Müdürü
İstanbul’u geleceğimizin teminatı gençlere, çocuklara derslerle öğretmek tek
çözüm yoludur. İstanbul’u sokak sokak,
cadde cadde engin tarihiyle anlatmalıyız.
İstanbul’u bilmeyen insan, bilmediği
şeyi sevemez. İnsan bilmediğinin düşmanıdır. İstanbul’u ne kadar güzel ne
kadar çok anlatabilirsek o derece bilinir
ve sevilir. İstanbul ne kadar çok sevilirse
o kadar korunur güzellikleri zenginleştirilerek devam eder, hayranları ve aşıkları
artar. İstanbul hepimizin, İstanbul sadece Türk öğrencilere değil İstanbul’a
28
eğitim almaya gelen yabancı öğrencilere
de, onlara da hitap eden İngilizce, Rusça,
Çince v.b. dillerde anlatılmalıdır. İstanbul’a baktığımızda gözümüze olumsuz
olarak görülen tüm manzaralar İstanbul’u bilmeyen, öğrenmek için merak
bile etmeyen, İstanbul’u sevmeyen kişilerce oluşturulmuştur. Bu şekilde İstanbul’a sahip çıkmak mümkün değildir.
Gençleri belirli yerlerin, Büyük alış veriş
merkezlerinin dışına, yaşadığı semtin dışına çıkararak, İstanbul’u tarihi, kültürü,
denizi ve değeri ile tanıtmalı, anlatmalı,
zihinlerine nakşetmeliyiz. Bu bakımdan
İstanbul dersi çok önemlidir bu projeyi
düşünen ve hayata geçirenlere teşekkür
ediyorum. İstanbul’u ancak İstanbul’u
en iyi şekilde bilen, seven gençler koruyacak ve sahip çıkacaklardır.
Ufuk DENİZLER
Ahmet Keleşoğlu Anadolu Lisesi Müdürü
Milletimiz tarafından fethedilen İstanbul, bu milli mührün basıldığı en
önemli coğrafyamızdır. Asırlardır mimarimizin muhteşem eserleriyle öylesine
bizim olmuştur ki artık kimsenin İstanbul üzerinde hak iddia etmesi mümkün
Nisan / 2011
değildir. İşte çocuklarımıza bu bilinci
aşılayabilmemiz için “İstanbul Dersi”
projesi çok önemli bir fırsat. İstanbul İl
Milli Eğitim Müdürlüğümüzün ilimiz
genelindeki ilköğretim okullarında uygulamaya koyduğu bu proje sayesinde
tüm çocuklarımıza İstanbul’un doğal güzellikleri yanında onu bizim yapan, İstanbul üstündeki mührümüz özelliğini
taşıyan mimari eserlerimizin tanıtılması
gerekmektedir. Bu tanıtım sayesinde öğrencilerimize İstanbul’a sahip olma fikri
çok daha etkili bir şekilde kazandırılabilir. İstanbul’un bazı bölgelerinde henüz
İstanbul Boğazı’nı dahi görme fırsatını
yakalayamamış öğrencilerimizin bulun-
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
duğu gerçeğini kabul ederek “ İstanbul
dersi” etkinlikleri biz öğretmenler tarafından titizlikle uygulanmalıdır. “İstanbul Dersi” projesi kapsamında yapılacak
etkinlikler bu bireylerin yetişmesinde
çok önemli katkılar sağlayacaktır. Projeyi
hayata geçiren İstanbul İl Milli Eğitim
Müdürlüğümüze teşekkürler.
Ayhan Kurt
Eğitim Bir Sen Üsküdar İlçe Başkanı
İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün
son bir yılda uygulamaya koyduğu projeleri heyecanla takip ediyoruz. Eğitim
camiası olarak yapılan çalışmalardan
umutluyuz. İl Milli Eğitim Müdürü
sayın Muammer Yıldız'ın akademik bilgisini pratiğe aktarmada son derece
başarılı olduğu herkesin ortak görüşü.
Bizler şehirlerin ruhunun olduğuna inanan bir medeniyetin temsilcileriyiz. İstanbul'un tarihi mirasının, dokusunun,
güzelliklerinin çocuklarımıza öğretilmesi
maksadıyla "İstanbul Dersi" uygulamasını başlatanları tebrik ediyorum.
Hatice Özlem Başara
Çengelköy İlköğretim Okulu Öğretmeni
İlköğretim çağındaki çocuklarımızın,
kent kültürü bilincini geliştirmeleri, yaşadığımız şehrin tarihi ve kültürel zenginliklerini fark etmeleri adına önemli
bir adım niteliğinde olan “İstanbul Dersi’nin yararları şüphesiz çok büyük. Bu
ders sayesinde öğrencilerimiz, medeni-
yetlerin beşiği olan, doğup büyüdükleri
İstanbul’un tarihi ve doğal güzelliklerini
tanıma ve keşfetme olanağı buluyorlar.
Öğrencilerimiz, özellikle İstanbul’un tarihine karşı çok ilgili ve meraklılar. Ders
esnasında büyük bir sessizliğin hâkim
oluşu bu durumun en büyük ispatı. Bu
ders öğrencilerime İstanbul’un, gerçekte
ne olduğunu fark ettirdi. Dersin belirli
bir kitabı ve materyali de yok… Bu dersin kitabı İstanbul’ un kendisi. Bu ders,
İstanbul’da yaşamak kadar İstanbul’u yaşamanın da ne demek olduğunu öğretiyor bize. Bu derste defter tutmuyoruz.
Öğrencilerimin ders boyunca anlatılanları akıllarında ve gönüllerinde tuttuklarından eminim. Gözlerindeki pırıltıda
bunu görebiliyorum çünkü. Onlar o
minik elleri ve kocaman yürekleriyle
şimdi “İstanbul” şiirleri yazıyorlar… İstanbul’a da bu yakışırdı zaten..
Haydi çocuklar… Zil çaldı.
Dersimiz İstanbul!
Kayhan Acar
Göçbeyli İlköğretim Okulu Öğretmeni
Yaşadığımız şehre ait bu dersin konulması, öğrencilerin İstanbul gibi büyük
bir şehri sadece sosyal bilgiler dersinde
öğrenmesinin yeterli olmadığının bir
göstergesiydi. Görerek öğrenmenin okuyarak öğrenmeden daha iyi bir öğretim
metodu olduğu düşünüldüğünde dersin
önemi daha da iyi anlaşılmaktadır. Bu
noktada yapılması gereken en önemli iş
bu dersi sınıftan çıkarıp İstanbul şehrine
yaymaktır. Bir de bizim gibi İstanbul’un
köylerinde yaşayan, köyden şehre inemeyen öğrencilerle ders yapan öğretmenler için iyi bir deneyim olacaktır.
Nisan / 2011
Öğrencilerimizin İstanbullu olduklarının farkına varabilmeleri için İstanbul
dersini çok önemli bir fırsat olarak görüyorum.
Pakize Mutlu
Öğretmen
Bu yıl ilk kez “İstanbul Dersi Etkinlikleri” kapsamında öğrencilerimizin İstanbul hakkında düşünmeleri sağlanıyor.
Çocuklarımız bir yandan İstanbul ile ilgili somut özellikleri ifade ederlerken
diğer yandan okudukları gördükleri eserlerin onlarda uyandırdıkları hislere ve
düşüncelere ilişkin görüşlerini bildiriyorlar. Boğaz’ın, Kız Kulesi’nin, Surların
eşsiz güzelliğinin tadına varılırken;
öğrencilerimizin ulaşımın ne kadar karmaşık ve birbirine bağlı olduğunu kavramaları; hatta karmaşayı, kalabalığı,
gürültüyü tüm varlıklarıyla hissederken
bu devasa şehrin çok renkliliğini fark etmeleri sağlanıyor. İstanbul’u İstanbul
yapan özelliklerin başında, İstanbul’un
zevk ve estetik uyandıran değerlerini
çeşitli vesilelerle keşfederken, bu muhteşem şehrimizi anlatan, kültürünü yansıtan şarkıları öğrenip söylüyorlar… Bu yıl
çocuklarımız “İstanbul 2010 Avrupa
Kültür Başkenti” kapsamında İstanbul
Dersi etkinleri ile ülkemizin hem ekonomik hem kültür hayatının merkezi
olan İstanbul’u ve İstanbulluyu öğreniyorlar. Bundan daha lüzumlu ne olabilir
ki?
29
Ki m Ne D ed i ?
Hilâl Sudenur Algül
Çengelköy İlköğretim Okulu - 3 / C
Nil Didem Şimşek
Edebiyat Öğretmeni
Özellikle ilköğretim okullarında, öğrenciler kazanımları etkinlikler yoluyla edinirler. 6, 7, ve 8. sınıf seviyesinde
yapılacak her türlü verimli etkinlik, öğrencilerin beklenen davranışlara daha
kolay ve sorunsuz ulaşmalarını sağlayacaktır. MEB, her ders için öğretim programı hazırlarken “ortak etkinlikler”
oluşturabilir. Böylece, sayısal ve sözel
ders öğretmenleri, ortak olan bu etkinlik alanlarından yola çıkarak, kendi dersinin müfredatına uyacak şekilde
etkinlik geliştirebilirler.“İstanbul Dersi”
de bu kapsamda ele alınabilir. İçinde yaşadığımız şehrin tarihî, mimarî, kültürel
yapısı incelenebilir; bu amaçla projeler
geliştirilebilir. Örneğin; matematik öğretmeni, bu şehirde yaşamış ünlü matematikçileri derslerinde araştırma ödevi
olarak inceletebilir ya da fen bilgisi öğretmeni, İstanbul’da yaşamış önemli fizikçileri konu alan bir proje
geliştirilebilir. Sosyal bilgiler öğretmeni,
geçmişten günümüze
İstanbul’da
hangi oyuncakların kullanıldığı yönünde
bir araştırma yaptırabilir ve bu konuda
örnek bir ilçe olarak “Eyüp”ü seçebilir.
Böyle bir rüya şehrin, yapılacak sayısız
tabiri olduğunu düşünerek, Lâtîfî’den bir
tabir de biz aktaralım:
“İrem bağî budur dir her görenler
Ki çıkmâk istemez ânâ girenler”
30
Ben, dünyanın en güzel ve en özel şehrinde yaşıyorum. İstanbul, ülkemizin olduğu kadar tüm dünyanın beğenisini
kazanmış büyülü bir şehir. İstanbul’ da
gezilecek ve görülecek o kadar çok yer
var ki. Her yeri tarihi eserler, camiiler,
sanat eserleri ile dolu. İstanbul’ da gezmek benim en büyük zevkim. Okulumun adı Çengelköy İlköğretim Okulu.
Okulum, İstanbul’ un en nadide yerlerinden birinde bulunuyor. Boğaziçi’ ne
çok yakın. İstanbul’umuzun kokusu da
çok güzeldir. Bahar gelince her yer bin
bir renk çiçeklerle bezeniyor. Turistlerin
İstanbul’ da fotoğraf çektiklerini görmek
beni çok mutlu ediyor. Bu durum çok
hoşuma gidiyor. En çok Ortaköy’ü seviyorum. Çünkü kumpirleri çok lezzetli
oluyor. Bu şehirde yaşamak insana
büyük ayrıcalıklar kazandırıyor. Sanat ve
tarihle iç içe yaşıyoruz bu büyülü şehirde. Gerçekten büyülü müdür bilmem
ama ben aşığım İstanbul’a .
düzenleme olursa öğretmenlerde çekinmez ve dersler nedeniyle gidilen geziler
daha kolay hal alır bu da hem öğrenci
hem de öğretmen açısından daha teşvik
edici olur. Eğer İstanbul dersi okullarda
işletilirse öğrenciler hem kültür mirasımıza yabancı olmayacaklar hem de üzerine gezi eklendiğinde belki de
hayatlarındaki en stres siz ve en eğlenceli
dersi işlemiş olacaklar. Açıkçası yedi tepe
İstanbul un yeni nesle anlatmak isteyeceği çok şey var. Eminim çok yararlı ve
eğlenceli bir ders olacak.
Teoman Kaya Mercan
Çengelköy İlköğretim Okulu
Şenay Yıldırım
Öğrenci
Aslında sadece ders olarak işletilmekle
kalınmamalı. Belki haftada bir ya da iki
haftada bir tarihi yerle ki ''İstanbul başlı
başına bir tarih'' gezdirilmeli. Zaten
okullarda düzenlenmek istenen geziler
zorunlu bürokratik işlemler nedeniyle
zorlu ve bıktırıcı hal alıyor. Öğretmenlerde sorumluluk almak istemiyorlar
fakat eğer devletin bünyesinde böyle bir
Nisan / 2011
Benim doğduğum, büyüdüğüm şehir İstanbul, eşi benzeri bulunmayan bir şehirdir.İstanbul, Türkiye’nin en büyük
kenti, kültür ve sanat merkezidir. Tarih
boyunca çeşitli medeniyetlere başkentlik
yapmış bir şehirdir. Ayrıca, Asya ve Avrupa kıtalarını birleştirmesinden dolayı
çok önemlidir. İstanbul tarih boyunca
farklı kültürleri bir arada yaşatmış ve bu
tarihi mirası bize emanet bırakmıştır.
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Osmanlı Medeniyeti’nin en önemli eserleri, en tarihi yapıları, en kutsal emanetleri İstanbul’ da bulunmaktadır. Dünya
ticaret yollarının üzerinde bulunması nedeniyle Ortadoğu ve Avrupa’ nın en
önemli merkezleri arasındadır.
şehre açılan bir pencere olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerin şehre yapacakları yolculuk; aynı zamanda kültüre,
tarihe ve kendilerine yönelik olacak.
Bu kadar özel ve doğa harikası olan bu
şehirde yaşadığım için çok şanslıyım ve
gururluyum. Ancak yaşanan çarpık kentleşme İstanbul’umuzu üzmektedir.
Benim gibi, birçok çocuğun övünerek İstanbul’da huzur içinde yaşaması için bu
güzel şehrimizi koruyalım. İşte bendeki
İstanbul… Sizdeki İstanbul nasıl?
İbrahim BARAN
Mostar Dergisi Editörü
Harun Karaburç
Yeni Şafak Gazetesi Kitap Editörü
Cihan Güneş
Habertürk Gazetesi Yazı İşleri
‘İstanbul Dersi’ öğrenciler için şehre açılan bir pencere niteliğinde.
Birçok insan, günlük rutinin karmaşasında koşuştururken başka hiçbir kent ile
karşılaştırılamayacak kadar güzel ve etkileyici olan bu şehrin sesine kulak veremiyor maalesef. Bu kent, farklı kültürel
mirasları içerisinde barındıran tarihsel
dokusu, eşsiz sanatsal görselliğiyle herkesten önce üzerinde yaşayan insanların
keşfini bekliyor bence.
İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olmasının hemen ardından ilköğretim öğrencileri için uygulamaya konulan
‘İstanbul Dersi’nin, genç dimağlar için
İstanbul gibi bir tarih deryasına da bu
yakışır…
Şimdiki gençler vakitlerini ya moda 'cafelerde' ya da alışveriş merkezlerinde geçiriyorlar. Farkında değiller bu kentin
ruhunun. Evet, onlar İstanbul'u moda ve
eğlence şehri olarak görüyor. Bu söylediğim elbette bütün gençler için geçerli
değil. Ama Milli Eğitim Müdürlüğü'nün
İstanbul Dersi bizleri bu konuda umutlandırıyor. Umuyorum ki bu dersi alan
bütün öğrenciler tarih boyunca Byzantion, Nova Roma, Konstantiniyye gibi
birçok farklı isimle anılan İstanbul'u
tüm yönleriyle tanır ve bilir. "Boğaziçi,
dünyadaki bütün boğazlar içinde hiç şüphesiz en güzeli, manzaraları en çeşitli olanıdır. Karadeniz'i terk ederken sıkıcı bir
geziyle yorulmuş ve sisli bir gökyüzünü
yansıtan donuk dalgalarla içini kasvet bürümüş olan seyyah, Boğaziçi'nin misafirperver dalgaları üzerinde sakin şekilde, bir
beşikteki gibi sallandığını hissedince,
azami derecede mutluluk duyar ve canlanır." diyor Eugene Flandin İstanbul
(L'orient) kitabında Boğaz'ın güzelliğinden bahsederken.
Nisan / 2011
Üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul gibi tarihi bir şehri, bir medine’yi ilköğretim okullarında okuyan
öğrencilerin bir ders olarak okuması,
onu diğer dersler gibi ciddiyetle öğrenmeye çalışması Türk eğitim sistemi için
önemli bir gelişme. Türkiye’de bugün İstanbul araştırmaları merkezleri kuruluyor.
İlköğretim okullarında okutulması planlanan “İstanbul” dersi ileride bu araştırma merkezlerinde araştırma yapacak
genç nesillerin yetişmesine de ön ayak
olabilir. Şehr-i İstanbul’u anlamak matematik kadar zor, beden eğitimi kadar
zevkli. Öğrencilerin en az matematik
kadar “zorlanacakları”ndan, beden eğitimi kadar zevk alacaklarından kuşku
duymuyorum.
31
Alınyazısı Saati
Sezai Karakoç
Yeryüzüne ayı indir o bir şehir olsun
Yaklaştıkça büyüyen
Ayrıntıları setleri bahçeleri
Yumuşak çizgileriyle ortaya çıkan
İşte ben o şehri yaşadım yıllarca
İstanbul’da parça parça
Çeşmelerinde ayı yaşadım
Servilerinde ayla birlik bölündüm
Ayla birlik yaralandım
İstanbul mezarlıklarını aydınlatan ayla
Soludum bölük bölük ahiretin
Keskin çizgili özgürlüğünü
Kanlı canlı özgürlüğünü ay kesmesi
İçtim sıcak bir yaz günü içilen buz gibi bir vişne şurubu benzeri
Kutsallığın ballı biberli çilekli çile kevserini
İstanbul’dur bu otuz yıl kana kana yaşadığım
Taşlarına adeta resmim işledi
Ben İstanbul’da dağıldım zerre zerre
İstanbul damla damla içimde birikti Mermer tozu gelip gelip içimde
oluştu bir şehir
Bu yeryüzünden ve gökyüzünden ötedeki şehirdir
O bir kılıçtır Doğudan Batıya uzanıp
Çin ipeğinden örülmüş şeytan kozasını bölen
Darbeleriyle Batı çeliğini lime lime eden
O Tanrı’nın kılıç halindeki hilali
İslam ruhunun kristalleşmiş heykeli
İçimin sesi rüyamın öfkesi merhametimin şehri
İstanbul’a gel oruç günleri gez gör ve dinle derinden
Taştaki oymalarını incele bir er gözüyle
Semerkant’tan kalkıp gelmiş erlerin gözüyle gör her yeri
Camileri mezarlıkları çeşmeleri ve sebilleri
Git Sümbülefendi’ye servilerden sor olan biteni
Merkezefendi’de tüket maddeyi yırt maddeciliğin kefenini
32
Bağdat’ta ebedi bağı ruhun ve ilahi hikmetlerin
Şam’da son sınırı manevi medeniyetlerin
Kozmik bakış metafizik sezgi
Bağdat’tan dal, Şam’dan yaprak Diyarbekir’den çizgi
Hep İstanbul’da kırık dökük
Parçalanmış silinmiş sönmüş
Hayaletler gibi kaçmış gizliliklere
Loş boşluklara sığınmış kan rengi bir huzur arzusu
Sabah Karacaahmet’te öte şafak kırmızısında savaş borusu
Sökün eder her sabah ufkun bir ucundan yeniçeriler
Su şırıltısından gök gürültüsüne değin
Bütün seslere düzen vermiş ebedi mehter
Yok olduysa bu şehir ruhu ruhuma sindi
Ben yaşadıkça o yaşayacak bende
Kimbilir belki o da dirilecek benimle
İslam Milletinin dirilişinde
O yeniden güneşin güneş ayın ay ve dünyanın dünya
İnsanın insan olduğu o günde
Ölümün biliyorum ey İstanbul diriliş içindir
Öyleyse indir ruhunun teslim bayraklarını indir göm toprağa
Doğrul ve kalk ayağa
Kemiklerinle etin arasında
Sonsuz güç topla korku ve muştuyla Mucize muştusuyla
Yüreğim yırtılıyor çınlıyor ağlıyor yüreğim
Fırtına yaprak yaprak dökülüyor
Gecenin tüyleri savruluyor havaya
Ölümümü kutlayan Arz oğullarıyla
Mübarek toprağın anlamından bile yoksun
Taşın demirin mermerin ve tozun metafizik kadrine bile düşman
Kabus ruhumu çalmak isteyen hırsız
Madde dönüşür binbir şeye ama ruh kaybolmaz
Altın madeni gibi pırıl pırıl kalır ve solmaz
Ve ben kardan geldim ama denizi üstlendim
Nisan / 2011
Denizi yüklendim adeta denizle evlendim
Denizle yaşadım denizle öldüm
Öldükten sonra denizin gözlerini gördüm
Denizden denize yükseldim
Birliğin şarkısını işittim dinledim derinliklerinde
Sedeflerinden yapılmış İstanbul camilerinin taşları
Beyaz güvercin kanadı köpüklerinde kubbelerini gördüm camilerin
-Ama gizleyerek saklayarak itiraf etmeyerekBursa’dan gelen yeşil bu denizi boyadı gökten sonra
Ve trenler şifreli düdükleriyle trajedileri perdelerken
Dönüp bir köşeden ötede kaybolurken Ben kayalarını denizin
ahenkleştirdiği kıyılarda
Gerçeği koğaladım hayal meyal görünen kelimeler arkasında
Ve derken birden karaya sıçradım Ayasofya
Padişah türbeleriyle örtülmüş maskelenmiş şehzade mezarlarıyla
Kayboldu o deniz o kentle birlikte Rabbim bildir bana
olup biteni
O yeşil ötesi ışığı o güneşi tahlil eden su çizgisini
Ve sen ey Avrupa yerin dibine batacaksın bitmez tükenmez suçlarına
karşılık
Ve derken Ayasofya yüzüme çarpan karanlık
Serin ve kilim nakışlı kızıl gözlü dev bir cam gibi
Ve kılıcımın ucunda Ayasofya küçük bir bilya gibi
Uçuyorum göklerin kubbesine bir ikram gibi
Gök sofrasında bir çeşni bir garnitür gibi
Kalk ve kavra ruhum bir kadavra gibi solan bu göksel yapıyı
Bir kartal taşırken yere düşmüş
Ve kalakalmış kaldığı yerde
Sonra karanlıklardan çıkan kartallar tünemiş üstüne
Yemişler ötesini berisini
Ey kozmiğin kemirdiği bir kent gibi yükselen yapı
Ey Allah’a açılan ve kapanan ulu kapı
Bir at gibi soluyorsun kulelerinle
Deniz öfkenin köpükleriyle benekli
Gel barışın köprüsü ol içimizde dışımızda
Yeniden sularından içelim kana kana
Savaşabilirim bugün bütün dünyayla
Gerekirse
Ruhumuzun susadığı hakikat olan
Evrensel İslam Barışının zaferi için
Aşk için Tanrı hakikati aşkı için
Göğe çıkan İsa yere insin diye
-Fazla çıkardılar göğeGel ey Muhammed ve İsa hakikati
Burada sizi bekleyen bütün bir insanlık var
Bulutlar yaralı insanlar zehir saçan fırtınalar
Kara-düşünce fırtınalarıyla yüklü kurşun levha havaları
Savaşırım doğudan daha doğu
Doğrudan daha doğru olanı bulmak için
Zulme karşı savaşabilirim
İnsan başı yalnız Tanrı önünde eğilecektir
Ebedi hakikat budur
Bunun için savaşırım ben
Bunun için kanım helal olsun
Şehrimin altına özgür Tanrı aşkını yazmak
İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak
Bunun için savaşırım ben
Servi için savaşırım çınar için savaşırım
Tozlanmamış gün doğuşu için
Yıldızlar geceleri yeniden görünsün diye
Tuz deniz damlasında gülsün
Çam denizle gülüşsün
Su tenimizle barışsın
Ruhumuzla ışısın diye
Savaşçıyım ben atalarım gibi
İstanbul için savaşırım
Bağdat’ın dervişlik ortağı
Şam’ın kılıç kardeşi
Olan İstanbul için
Benim güneşimden öteye kimse gidemez
Benim güneşimin üstüne doğmadığı hayat hayat değil
“Benim duvarımdan yüksek duvar haraptır”
Gerçek özgürlüktür kölelik değil Tanrı’ya kulluk
İstanbul olacak yine gerçek özgürlüğün türküsü
Kıyamete kadar söylenecek türkü
Nisan / 2011
33
E s ki İs tan b u l
Türk İstanbul
Yahya Kemal
İstanbul’un fethi ve fatihi olan millet tarafından kuruluşu hem birbirine bağlı, hem de birbirinden ayrı iki bahistir. Beşeriyetin muhayyilesine
bir büyü tesiriyle aksetmiş olan fetih, hala tarihin başlıca bir vakası sayılır. O zamandan beri, devirler boyunca, kurulan Türk İstanbul ise gözleri en ziyade kamaştırmış ve gönüllere en ziyade yerleşmiş bir şehirdir.
Türkiye Türklerinin yeryüzünde başka bir eseri olmasaydı, tek başına,
yalnız bu eser şeref namına yeterdi.
…
Eskiden İstanbul semtlerinde görülen tenevvü, ruhaniyetten,
hayat şevklerine kadar, derece dereceydi. Eyüp, Kocamustapaşa, Üsküdar’ın bazı köşeleri uhreviydi; buraları,
Maurice Barres’in “Bazı semtlerde ruh eser” diye tasvir ettiği yerlerdir. Lakin Çamlıca’da bunun tamamile zıddına olarak, her saat ve hayatın keyfi
duyulurdur. Boğaziçi’nde bazı vadilerde ve bazı
körfezlerde, havanın tecelli ettirdiği bazı saatlerde,
yalnız hayatın şedit bir şevki belirirdir.
Heveslerinin peşinde koşan bir İstanbul genci, Enderuni Vasıf, yüz otuz sene evvel, Boğaziçi’nin iki yakasında, iki köşeyi, neşenin bir fıskiye yükselişiyle:
“Bahrın bu şeb emvac-ı sefa aştı boyundan
Vasıf gidelim Göksu’ya İstinye koyundan”
Mısralarından terennüm ediyordu.
Uhrevi olsun, dünyevi olsun, bütün bu semtlerin mimarileri gayet basitti; ahşaptı. Konaklar, evler, yalılar, köşkler ve birçok küçük evlerden
ibaretti. Onların da bir semte yahut bir köye daima bambaşka bir hüviyet veren, sayısı fazla değildi. Bu kadar az malzemeyle biribirinden güzel
ve göz alıcı tablolar yaratmak İstanbul’un Türk ve Müslüman halkının
milli güzideliğini gösterir.
34
Bu halk, İstanbul’un fethinde bulunup şehre yerleşen ve fetihten sonra,
peyderpey gelip İstanbullulaşan halktı. Elli sene evveline kadar İstanbul’da gezinen ve hatta şimdi bile baki kalmış bazı semtlere bakan bir
insan, bu yerlerin, beş yüz seneden beri, değişmemiş olduklarını sanır.
Halbuki, oralar, asırlar boyunca kaç defa yangından çıkmış, kaç defa yeniden yaratılmışlardır.
…
Cedler Boğaziçi’nde yalıyı ve kayığı icat etmişlerdi. Eski Boğaziçi “Leb-i
derya” da bir yerleşiş manzarası idi. O yaşayışta zaman yavaş geçiyordu. Zengin yalı sahiplerinin gelirleri ya Anadolu ve Rumeli
çiſtliklerinden, ya İstanbul’daki mülklerinden, yahut da
devlet hazinesinin verdiği maaşlardandı; orta halli ve
fakir halkın maişeti ise daha basit yollardan bahçıvanlıktan, balıkçılığa, kayıkçılığa kadar işlerdendi. Zamanla, hep bildiğimiz sebeplerle, Boğaziçi eski
parlaklığını kaybetti. Yeni zamanlarda, yalıyı ve kayığı unutarak, yahut da, bize kadar kalabilmiş olanlarını, mazi hatırası diye muhafaza ederek, “Leb-i
derya”da bir yerleşiş yerine, iki taraf sahilin tepelerinden uzanan geniş yollarla, tepelerde peyda olmuş köylerle yeni bir Boğaziçi yaratmayı düşünmeliyiz. Bugün
otomobil ve otobüs devrinde yaşıyoruz, hayatını şehirde kazanan bir vatandaş, Boğaz’ın bir tepesindeki evine, en kolay
vasıtayla, en az zamanda gitmek ister. Tayyare yolculukların ucuzlayacağı, tayyarenin istediği yerden kolaylıkla yükselip, istediği yere kolaylıkla ineceği zaman da pek uzak görünmüyor.
Milli şuur tam bir derecede tecelli ederse, gelecek devirlerde yaratacağımız İstanbul semtlerinin de üslubu, rengi, havası, eski İstanbul’da olduğu kadar güzel olur.
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Boğaziçi Mehtapları
Abdülhak Şinasi Hisar
Boğaziçi, bütün tabiat güzelliklerinin sulara aksettikleri, suların yardımiyle daha güzelleştikleri ve mübalağalara eriştikleri, ancak mütehassısların seçebilecekleri ve tiryakilerin zevk alacakları yeni inceliklere
vardıkları bir manzara ve su beldesidir. Boğazın maddeten durgun hali
zamanın manen durgun haline daha yaklaşır. Bu mışıldayan sular, bu
sessizlik içinde duyulan ışıklar ve duyulan kokular bir gizli musiki teşkil eder. En eski, ezeli ve tabiî hayat ve şiir unsurları olan ışıklar ve ular
burada hatırdan silinmez bir takım edalara yükselirler. Hele ayın göğü
ve suları aydınlatarak, havayı yumuşatarak, tabiatı büsbütün
ilahileştirdiği mehtaplara musiki de katılırsa bu geceler hatıralariyle talihlerimize nakş olan harikulade kıymetler
alır. Boğaziçinin tabiatında sular ve mehtap bulunduğu gibi saz yani musiki de vardır. Bu saatlerde
göğün renkleri ve suların sesleri ruhlara doluyor ve
bütün hülyalarımız bu ninnilerle büyüyor, hayat
ve kainat bize daha esrarlı gözüküyor. Tabiat böylece, en derin sanat gibi, insanı en büyük üstatların yükselttikleri iklimlere ve zirvelere ulaştırıyor.
Ümmiler şairleri duymuş oluyorlar. Dünyada Boğaziçi kadar belki biraz hüzünlü fakat füsunlu ve
güzel bir yer görmedim. Belki de yoktur diyorum. Boğaziçi insan taliini kolayca bir tabiat güzelliğine ve bir
gönül serbestliğine bağlıyor. Işıklar sulara akarak sular üstünde yüzmeğe başlayınca efsanevi bir mucize gözelliği gösteren bu yerler bizi göğe inandırıyor. Madem ki bizi güya tâ onun içine
yükseltmiş oluyor.
Boğaziçi’nin girinti ve çıkıntıları gözler karşısında ikide bir Boğaz’ı kapayarak sahilleri çok kere birbiriyle kavuşmuş gösterir. Böylece geve ve
mehtapta Boğaziçi’nin birliği göze çarpar. Bebek’in alt tarafları, Yeniköy’ün üst tarafı, yalıların arkalarından tepelere doğru konmuş evler ve
tırmanan mahalleler hep silinerek meydanda kalan asıl Boğaziçi güya
bir tek mâbedin veya bir sarayın, tek bir binanın muhtelif höcreleri, geçitleri, sofalarından müreppek gibi, bir yekparelik gösterir ve güya aynı
bir bahçeye, aynı bir havuza bakan bir sükûnet besler. Bu olgunluk bir
meyva gibi tatlı ve canlı duyulur.
Sular bazan sanki hiç kaymıyor, akmıyormuş gibi, büsbütün durulur.
Bazan da içli bir göğüs gibi kabararak bir tek dalgalarında kendilerine
akseden bütün bir sahil parçasını, birkaç yalıyı birden kucaklar,
kaldırır ve sallar. Sular üstünde açılan, kaynaşan akisler ve
renklere bakarsanız, belki hiçbir şey değildir ama, belki suların birer köpüğüdür ama, düşünürseniz, her şey böyle
suların üstünde muvakkat bir zaman için işlenmiş nakışlara, suların gösterişlerden ibaret manzaralarına
benzer.
İstanbul’da tabiatın emsalsiz güzelliği, şüphe yok ki
Boğaziçi’ndedir ve İstanbul’un en güzel semti olan Boğaz’a o zaman gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti gösteriyordu. Theophile Gautier
için olduğu gibi o zamanki hanımlar ve beyler için de tabiat var olan, görülen, sevilen bir şeydi. Bu ruhlar İnsan güzelliği kadar tabiat güzelliğini de duymasını ve sevmesini
biliyorlardı. Bu insanlar daha tabiatla aralarını büsbütün açmamışlardı. Ruhları ve vücutları birbirlerinden tamamıyla ayrılmamıştı.
Şehir her yanından denizlere ve dağlara, Boğaziçi de her yanından kırlara açılıyordu. Nakil vasıtalarının iptidailiği, kulübelerde oturanlardan
ta saraylardan oturanlara kadar herkesi mevsimle alakalandırır, sıcak
ve soğuk, rüzgâr ve kar, yağmur ve çamur herkesi meşgul ederdi. Soğuğu
ve sıcağı bütün insanlar duyarlar, konakların, köşklerin odaları da mangallarla ısınırdı.
Nisan / 2011
35
E s ki İs tan b u l
Şehir Mektupları
Ahmet Rasim
Boğaziçi, yer yer, mesirelerini açıyor. Sefa günleri geldi. Baharın kalan
kısmı, yaz başlangıcı ile birleşerek, ne pek terletici ne de üşütücü esen
yellerle, o zarif girintinin kıyılarını ve tepelerini tazelikle kaplamış. İnsan,
derhâl bir kayığa veya sandala atlayarak gün batarken tepeden tepeye
aks eden renk oyunlarını, sahilden sahile vuran renkli dalgalan seyretmeye hevesleniyor. Bakış, her yanı dolaşıp durdukça, o daracık yerde
toplanan benzersiz tabii güzelliklere hayran kaldıkça, zevk ve şenliğin
buraları terk edeceğine inanamıyor. Bana kalırsa haliç, yalnız bir Sadabad’ıyla Şehir Mektupları gece, yıldızlı örtüsünü semburalara karşı övünemez. Göksu, manzaraca, ondan aşağı kalır mı? Akşamları süzüle
süzüle vadiye sokulan sandallar, sağda solda dinlenerek gün batarken
Küçüksu önüne çıktıkları zaman, suların coşkun akışındaki hüzünlü ilhamlar, Kâğıthane dönüşünde bulunur, görülür manzaralardan değildir. Gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahı görmek istiyor. aya yayar
yaymaz hatıra, yorulmuş zihinlere ferahlıktan ve şenlikten ibaret bir sevinç hissi geliyor, terlemiş alınlara rahat ve huzur verecek rüzgârlar temas
ediyor…
Çocukluk Hatıralarına Dair
Yer altında babam bıyığı! Nedir o, bil, diye küçük iken dadınız veya
komşu Habibe Molla’nın söylediği bilmeceyi halletmek İçin ne kadar zahmet çektiğinizi hatırlıyor musunuz? Eski kadınlar, çocukların zihinlerini bilemek için bu gibi muammalara başvururlardı. Ah! Şimdi, o
kadınlar nerede? Hele, o zeki çocuklar ne oldular? O çocuklar ki bilmece
söyle¬nir söylenmez kaşını çatarak, parmaklarına bakarak, birden bire:
- Pırasa, derler ve orada bulunanları fevkalade dehalarına hayran ederlerdi. Şimdi onların hepsi büyüdüler, bıyıklı, sakallı oldular, başka bilmecelerle uğraşıyorlar. Ah! Ah! İnsan, buna nasıl üzülmez? O zekâlar
söndü de fitili kalmamış lambaya döndü. Hele yer altında kınalının
havuç; yer üstünde babam başının lahana; kapısını örttüm güm dedi,
içeriye girdim bum dedinin hamam; masal masal matı tas, kaynanamın
başı daz, çukura düştü çıkamaz, pır pır eder uçamazın pire; gidi gidiver,
şu gidiyi tutuver, ne tatlıca eti var, tutulmaya niyeti varın balık; ben giderim o gider, önümde tın tın ederin sakal; yer altında kazan kaynarın
karınca; çat burada, çat kapı arkasındanın süpürge; ne yerdedir ne gökte,
cümle alem içindenin ayna; sürdüm kustu, çektim küstünün kahve; bir
küçücük fıçıcık, içindedir turşucuğun limon olduğunu bilenler yaşça
hayli ilerlediler.
36
Yeni Gün Gazetesi çıktı çıkalı
eski günleri hatırlamakla meşgulüm. Meğer ne günler imiş!
Cüz kesesi boynumda, sefertası
elimde tin tin mektep… Cüz torbası
belimde, meşin top cebimce, uçar gibi
cami avlusu… Ta tepede kalmış bir avuç çitlembik için dört, beş metre
yüksekliğe tırmanış… Bol yemek, bol yemiş, bol uyku… Başta fes, püskülü
dağıldıkça kalıplanır; sırtta dokuma gömlek, kış ise üstünde pamuklu,
daha üstünde taş düğmeli mintan. O zaman pek nadirdi, yeni urbamı
ancak misafirliğe giderken giyerdim. Mintanın üstüne her iki iç tarafı
cepli hırka, yahut eski bir sako; soğuklarda, yağışlarda kukuletalı palto;
boynumda şal veya başımda kulaklarımı, ensemi kamilen kaplayan yünlü
enli bir sağrı; ellerimde tek parmaklı, boyalı eldiven; bacağımda askılı
pantolon; ayaklarımda ökçeli terlik, yarım kundura, mest, yemeni, potin,
katır; evden örme yün, yahut çarşıdan alma tire, fanila çorap…
Haſtada bir hamam; hayatın halavet ne meraretlerle dolu olduğunu anlatmaya kafi gelecek derecede tesirli iki üç defa tatlı; dört beş defa azar;
beş altı şamar; mektepte kulağa tırnak, değnek, baştan inme sırık, ayaklara falaka, ara sıra lokma; zerde, pilav, amin parası, bakla zamanı gezmeler, yağmur duasına çıkış, kandillerde simit, çörek, kuş lokumu, revani,
koz helvası, cevizli sucuk, kağıt helvası, fındıklı, fıstıklı tatlı, pestil…
Kış geceleri keten helvası, boza, leblebi, mısır buğdayı, mangalda kebap
veya suda pişmiş kestane, nar, ayva, elma, armut, habbüleziz, hurma,
tandır… Lubiyat nevilerinden: Aşçı iskambili, peçiç, yüzük verip almaca,
fışfış kayığı oyunları… Masal, uşak önde muşamba fenerle komşuya gidiş
geliş. Ramazan gecelerinde mahya seyri, karagöz… Bayram günlerinde
ecel beşiği, dönme dolap, beygir, merkep, araba alemleri… Parasını verdikten sonra bekçinin davuluna biniş… Unkapanı davul, zurna alayı…
Yazları bahçede salıncak, kolan, uçurtma, kuş tutma, kuzu gezdiriş,
bütün mahalle erkânının toplanmasıyla “birdirbir”, “uzun eşek”, “pişti”,
“esir almaca”, “saklambaç”, “çatal matal kaç çatal”, “bilemedin kaldır
vur”, “ kaydırak”… Karlı havalarda kartopu, kızak, turna katarı… Kömür
gözlü kardan at, arslan heykelleri…
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
İstanbul’a Hasret
Necip Fazıl Kısakürek
İstanbul, gözümde öyle tütmeye başladı ki… Ayakları bağlı
bir horozun gözünde çöplük,
rıhtım üzerinde göğsünün şişiren
bir balığın rüyasında deniz suyu, ısıtmalı bir kafes arslanının çilesinde orman,
bu kadar zacibeli hatlarla tütemez.
Onu düşünüyorum, onu!
O kimdir? Annem, karım, evim, yatağım, yazı masam, başucumdaki
kitap, bellibaşlı pencerelerimin sabit manzarası, ihtiyar ve öksürüklü
“Şirketi Hayriye” vapuru, mürekkep kokan matbaa, arkadaşım, talebem,
kaldırımlar, gök, deniz, şu, bu…
O, bir kişidir; İstanbul…
İstanbul… Bir köşesinde, sonradan görme, cıvık ve yılışık, bir köylü mendili gibi cicili biçili apartmanları; bir başka köşesinde de asil ve mustarip konakları ve yalıları; ve bütün bunlara, sanki dilenciler ordusuna
kumanda eden muhteşem taçdarlar halindeki misilsiz mabetleriyle İstanbul… Asfalttan, Arnavut kaldırımına ve çamur seline kadar her cinsten sokakları; günde bin kere yüz değiştiren ve en güzelle en çirkin
arasında mekik dokuyan fevkalade hassas ve değişik iklimi; en aziz sevgiliden en hor düşmana kadar bütün duygu kutuplarını bir arada barındıran namütenahi girif muhitiyle İstanbul…
Bu tezat ve zenginlik dünyası, herşeye, herşeye rağmen tek ve yekpâre
bir vâhit halinde benim bütün mekan ölçümü, bütün âlemimi, bütün
ruhumu billurlaştırıyor. Onun sefaletinde, aşağılığında, zavallılığında
bile hiçbir yerin devşiremeyeceği, sırrı yalnız bana belli bir mana görüyorum. Yemiş kaldırımlarının vıcık vıcık çamurunda bile Paris’in tahta
kaldırımlarında bulamadığım mâna ve şahsiyeti okuyorum.
İstanbul’a hasreti bu kadar derin mikyasta yalnız iki yerde duydum. Biribirinin tam zıddı iki yerde… Biri Paris’de tahsilimi yaparken, öbürü Erzurum’da…
Ve anladım ki İstanbul, medeni imkânlar ve vasıtalar bakımından, ister
‘hep’in, ister ‘hiç’in zaviyesinden, benim için biricik hayat merkezidir. (10
Nisan 1943)
Nisan / 2011
ÇAMLICA’DAKİ ÇINAR
Çamlıca’nın en yüksek yerinde bir perinin,
Işıktan heykelini nakşettim ufuklara…
O yeşil Çamlıca ki, kat kat eteklerinin,
Birini boğaz öper, ötekini Marmara.
Bir ceylandın o sonsuz güzellikle vurulmuş,
Benliğin his kesildi bir gölgeye geldin ki…
Ağaçlar öyle dalgın , sular öyle durulmuş,
Gök öyle mavi ve sen o kadar güzeldin ki!
Diyordum: “Gözlerime yaş değil, perde inse,
Bu güzel yüz gözümden kaybolamaz bir ara.
Senin aksin silinmez bütün eşya silinse…”
Derken gözüm ilişti yaslandığım çınara.
Bu çınar yaralıydı belki binbir yerinden:
Kimi çizmiş bıçakla ona kendi adını,
Kimi bir okla delmiş iki kalbi derinden,
Kimi yazmış adıyla, yan yana bir kadını.
Bu adların içinde ben, eski bende vardım,
Unuttum, kimdi yalnız, o zamanki nergisim?
Ben ki onbeş yıl önce, ona candan tapardım,
Şimdi baktım, bana bir sır olmuş o isim.
Anladım, aşkın izi suda çizgiyle birmiş,
Onları duymamışım şu kök kadar derinden :
Anladım , hatıraya daha çok yer verirmiş
Çınarların gövdesi aşık yüreklerinden!
Faruk Nafiz Çamlıbel
37
E s ki İs tan b u l
Eski İstanbul Hatıraları
Sadri Sema
Çocukluk!
Ah, çocukluk! Nerdesin? Çocukluk günleri nerdesin? O günlerde çevre
böyle acılarla kaplı değildi. Şendim, şâd idim. Daldan dala, çiçekten çiçeğe uçan kelebeklere benzerdim. Narin ve masum vücudum şu kirli hayatın kirli boğuşmaları, çamurlu kavgaları arasında böyle yıpranmamıştı.
Âdem oğullarının manasız, mantıksız, temelsiz ihtirasları içinde sersemleşmemiştim. Her manzaradan gönlüme temiz bir şevk ışığı, berrak
bir neşe ateşi düşerdi. Her sesten, her telden ruhuma duyulmaz safa taninleri dökülürdü. Sevinç ve saffet içinde bir çocukluk hatayı geçiriyor,
çocukluk cenneti içinde yaşıyordum. Böyle kimsesiz nasipsiz, tesellisiz
değildim. Yokluk ve yoksullukla gözlerim kararmamıştı. Feleğin cevriyle
kör olmamıştım. Ümidim, hayatım, hayalim kırılmamıştı. Çehremde
melâl gölgesi, dudaklarımda elem solgunluğu yoktu.
Ah, o günler! O günler ki parlak bir alevdim. Şu talihsiz ömrün ateşleri
sönmemişti ve zavallı kalbim yangın harabesine dönmemişti…
Sabahları doğan güneşe gözlerimi açar, yeşil kadife kırlara, yeşil canfes
bahçelere koşardım. Minimini komşularımla, kız erkek birbirinden şen,
birbirinden güzel küçük dostlarımla ele ele, bel bele sarılır, çiçekler arasında, çayırlar ortasında oynardım. Ve eminim ki o masum oyunlar, o
çocuk eğlenceler güneşi de çiçeği de, çayırı da sarhoş ederdi.
Çocukluk, nedir? Mavi ve yeşil bir denizin canfes kanatlarında pembe bir
dalga; pembe bir köpük, pembe bir şiir! Yeşil ipek yapraklarla süslü zümrüt bir ağaçlığın altın dallarında pembe bir kanat, pembe bir gül, pembe
bir bülbül!...
Bayram
Davul sesleriyle uyanırız. Çoluk çocuk taşkın bir heyecanla kapılardan
fırlar, sokaklara dökülür.
Mahalle bekçisi gocuğu sırtında, yemenisi başında, gümüş zincirli saati
koynunda, davulu boynunda kapı kapı dolaşmaya başlar!
- Dan , dan da, dan dan!
Bu ses, bu sesler şarkının zemzemesidir. Çocukların teranesidir, çocuklarla beraber büyüklerin de ruhlarını heyecana verir.
Bayram sabahı, mahalle bekçisi davulunu gümbürdeterek mahalleyi
ayaklandırır. Yanında bir iki delikanlı da vardır. Bunlardan birinin
elinde bir sırık bulunur. Bu sırığın ucunda ufkî bir değnek, bir tahta ge38
çirilmiştir. Üzerinde renk renk basmalar, mendiller, kumaşlar, kuşaklar…
her evin önünde bekler ve her kapıdan ona çeşit çeşit mendiller, kumaşlar, paketlerle şekerler, şekerlemeler verirler.
Ayrıca çevreler içinde bahşişler uzatılır. Kumaş, mendil gibi şeyler sırıklara bağlanır. Bunlar kudretlerine göre halkın mahalle bekçisine hediyeleridir.
Savurur tokmağı, çalar davulu:
- Dan, dan da, dan dan!
Bütün çocuklar yeni urbalarıyla onun etrafını sararlar; onu şen, şakrak,
kahkahalarla takip ederler. Bu, memleketin çocukları ve hele çocukluğun gürültülü bir saadetidir. Yine çocuklar hısımlarını, akrabalarını,
komşularını gezerler, el öperler. Bu yavrulara ufak keseler içinde çil çil kuruşlar, çeyrekler verilir; ipek, keten mendiller hediye edilir. Kız çocukların mendilleri ipekli, danteli, oyalı olurdu.
Büyükler de daha büyüklere giderler, bayramlaşırlar. Dairelerde bayramlaşma bir itiyat, bir gelenek hâlini almıştı. Bayram ertesi kalemler
açıldı mı, bütün memurlar birbirleriyle müsafaha ederler, âmirlerine tebrikler, tazimler sunarlardı. Bunlar samimî sevgi ve saygı nişaneleriydi.
Tulumbacıları da o devrin sakaları ve çöpçüleri kovalardı. Bekçi babanın
davulu, tulumbacıların zurnası sustu mu, yavrular bayram yerlerine, İstanbul’un Kadırga, Cinci gibi meydanlarına, Üsküdar’ın Bülbüldere,
Harmanlık gibi yerlerine ve her semtin müsait bir meydanına koşarlar,
akşamlara kadar gezerler, gülerler, eğlenirlerdi…
Salıncaklara, dönme dolaplara, atlı karıncalara, çekçek arabalarına, atlara, eşeklere binerler; meydan hokkabazlarını, kuklaları seyrederler; Karadenizlilerin, Diyarbakırlıların, Aydınlıların oyunları karşısında
eğlenirlerdi. Oyuncak tabancalar patlatırlar,
fişekler atarlar, düdükler öttürürlerdi. Bunlar, onların bayram eğlencesidir ve çocukluğun gürültülü bir saadetidir. Sevinçli bir
velvele içinde kendilerinden geçerlerdi. Eğlenceyi, zevki doya doya içerlerdi…
Evet bayram çocukların lekesiz ve dikensiz
eğlencelerine sahne idi.
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
İstanbul Geceleri
Samiha Ayverdi
Geceler… dedim; İstanbul geceleri… Gündüzleri de söylesem, hatta buna,
gecelerin ve gündüzlerin teknesinde yoğrulup şekillenmiş içimizin sesinden ve nefesinden de bir tutam katsam günah mı olur? Amma Asya
ile Avrupa’nın ortasında boşluğa kurulmuş muazzam bir örümcek ağı
gibi, her telini bir kıtaya iliştirmiş olan bu şehrin manevi fezasında dolaşmak, onun kıldan ince tellerini koparmadan, örselemeden bir taraſtan
öbür tarafa geçmek mahareti nerede?
Sanır mısınız ki İstanbul, meyvelerinin
altına çarşaf tutulup silkelenen bir
ağaç gibi, asırlar boyunca, dallarında,
budaklarında oldurduğu ne varsa, çelimsiz bir insan gücü, mütevazi bir teşebbüs, münferit bir hamle ile döküp
bitirecektir? Onu gövdesinden tutup
sarsacak ve haşmetli mazisini, lezzetleri, zevkleri, hüsranları, hataları, meziyetleri, mürüvvetleri, hülyaları,
ümitleri, hülasa bütün çeşni ve hasiyet ile eteğine indirecek kuvvetli bâzû
nerede?
Nerede bu şehri fedaice benimsemiş, nerede onun hakim hüviyetini can
gibi gizlemiş, nerede onun irfanına, tabiatla tarihin iş birliğinden örülmüş mazisine hasretle yanmış serdengeçti nerede? Nerede o adam ki,
bir yürek dağının tek solukta söylettiği kasideler misali, onun beyanında
tükenircesine feryat etsin; içinden, ta içinden vurulmuşların ateşi le
coşup, bir sevdalının bağrı gibi yansın ve tütsün…
İstanbul ağacı, gölgesinden gelip geçenlerden, boylarının yettiği miktar kendisine
uzananlara,
meyvelerini
esirgememiş, hatta tırmanıp uzanmayı
külfet sayıp da dallarına budaklarına
taşlar atıp sopalar vuran küstahları bile
nasipsiz bırakmamıştır. Fakat bir dolaşık saç kadar birbiri içine kenetlenmiş
tepelerini ne kimse merak etmiş, ne
kimse yetişmiş, ne de yoluna varıp sırlarını fethedebilmiştir. Böylece de
İstanbul, hırpalanmış güzelliği, hakarete uğramış şahsiyeti, kırılan gururu, hiçe sayılan irfanı ortasında, kocasını evlendirmek için görücü
gezen bir kadının hazin kahramanlığı ile sabırlı, hazımlı, iffetli, temkin
ve feragatinden bulduğu bir tok gözlülükle hep başı yukarda kalabilmiştir.
İstanbul tiryakiliği… Buna insaflı olup
da İstanbul hastalığı da desek olur. İptilânın bir derecesi vardır ki artık bize
zevk yerine ıztırap verir. Fakat bu öyle
bir ıztıraptır ki, bedelini hiçbir zevkin
dudağında bulamayız. Belki de bu
yüzden İstanbul tiryakisi, içinde
doğup büyüdüğü bu şehrin heyecanını
afetine yakalanmış samimi bir İstanbul divanesidir…
Şayet bu şehir, İstanbul şehri şahıslandırılmak istense, ona ne dememiz,
ne sıfat ne mevki ne rütbe ne unvan ve
ne isim vermemiz lazım gelir? Kimdir
o? Âbıhayat içmiş güzelliği, dilber ve sihirli kameti, tamah ve haset uyandıran endamı ile çağlar kapayıp, çağlar açan bu kahraman kimdir?
Tarih, mazi ve tabiat, hiçbir cömert madenin veremeyeceği mücevherlerden şaşaalı ziynetini bu güzelin başına, göğsüne, eline, koluna taka
taka ilerlerken, o, ikbale doymuş, varlığa kanıksamış, görgünün, asaletin tokluğu ve zaferi içinde, dudaklarında yama olup kalmış tebessümünü, kendisini görenlere olduğu kadar görmeyenlere de esirgemeden
geçip gider.
...
Eğer hala İstanbul’un köşe bucak pazarlarında, çarşılarında, bedestenlerinde, bir zamanın o muhteşem medeniyetinden izler, eserler olduğu
gibi, gene o devirlerin deruni güzelliklerine de şurada burada rast gelmek
mümkünse, bu, köhne bir ihtiyarın gençliğinden artakalan tek güzellik
çizgisi, yanmış bir kaşanenin ateşe gelmemiş bir köşeciği, harap olmuş
bir abidenin ayakta kalmış tek sütunu gibi, zavallı bakiyelerdir.
Nisan / 2011
39
E s ki İs tan b u l
Paris’ten Kudüs’e Yolculuk
Chateaubriand
İstanbul şehri ve bilhassa Asya kıyıları, kalın bir siz tabakasıyla örtülmüş, bu sis bulutunun arasından fark edilen servi ağaçları ve minareler
çıplak dallı bir orman manzarası arz ediliyordu. Biz Sarayburnu’na yaklaşırken, şimal rüzgârı çıktı, bu tabloyu örten sis tabakasını silip götürdü.
Birden bire kendimizi, Halife’nin oturduğu sarayın önünde bulduk. Sihirli değneğiyle sanki bir peri dokunmuştu.
Önümüzde Karadeniz kanalı, iki kıyısındaki iç açan yükseklikleriyle,
mağrur bir nehir gibi, yılankavi akıp gidiyordu. Sağ taraſta Üsküdar,
Asya toprakları, solda ise Avrupa kıtası vardı bu kanal git gide genişliyor, derinleşiyor ve etrafında küçük kayıkların dört döndüğü demir atmış
harp gemilerinin durduğu, bir koy haline geliyordu. Bu koyun aralarına
sıkıştığı iki tepe, amfiteatr tarzında, İstanbul ve Galata’yı teşkil etmekteydi. Kat kat görünen Galata, İstanbul ve Üsküdar, serviler, minareler,
birbirine girmiş gemi direkleri, yemyeşil ağaçlar, beyazlı, kırmızılı evler…
Bütün bunların dibine yayılan masmavi deniz ve üzerine gökyakut rengindeki gök. İşte ben bunlara hayran oldum. Dünya yüzünde İstanbul
kadar güzel manzaralı başka bir şehir bulunmadığını söyleyenler, cidden
haklıymışlar.
Galata’ya yanaşır yanaşmaz, rıhtımdaki canlılık hemen fark ediliyor.
Ahali, hamalla, esnaf ve denizciler… Yüzlerinden, renklerinden, lisanlarından, kıyafetlerinden, başlıklarından, sarıklarından, Avrupa ve Asya’nın her köşesinden, iki kıtanın hututlarında yaşamağa gelmiş
yabancılar olduğu, besbelliydi. Hemen hemen hiç kadına rastlanmaması,
tekerlekli arabaların mevcut olmaması, başıboş köpek sürüleri, bu acayip şehirde, gözüme çarpan ayrı üç karakteristik vasıf oldu. Ahali pabuç
giyiyor, binek ve yük arabası yok, çan sesi duyulmuyor, hatta çekiç darbesi bile. O yüzden ortalıkta daimî bir sükûnet hâkim. Halk sessiz sedasız, sanki görünmek istemezmiş gibi yürüyor. Efendisinden saklanmak
isteyen bir hali var. Çarşının birinden çıkıp bir başka mezarlığa giriyorsunuz. Türklerin alış veriş edip ölmekten başka yapacak işleri yok sanki.
Etrafları duvarlarla çevrili, sokak ortasında bulunan mezarlıklar, harikulâde birer servi korusu. Güvercinler, servilerin dallarında yuvalarını
yaparak, ölülerin huzurunu paylaşıyorlar. Orada buradan çok eskiden
kalma kabirlere rastlanıyor. Bunların bugünün insanlarıyla, ne de güzel
tarz mezarlarla alâkası var. Bu şark şehrine sanki mucize kabilinden getirilmişler gibi. (Eylül, 1806)
40
PIERRE LOTİ / İSTANBUL
Ah İstanbul! Beni büyüleyen isimlerden en çok büyüleyeni yine sensin.
Önümde bu isim tekrarlanınca, hemen gözümün önüne bir hayal gelir.
Çok yüksek, havalarda ve belirsiz bir şekilde uzaklarda, muazzam, başka
bir yerlerle kıyaslanması imkânsız bir şehir silueti görürüm. Deniz ayaklarının altındadır. Binlerce gemilerin, sandalların, durmadan gelip geçtiği Babil Kulesi gibi, Doğunun bütün dillerinin duyulduğu bir deniz.
Kapkara gemilerin ve yaldızlı kayıkların, renk renk kılıktaki insanların
üzerinden ufkî ve upuzun bir bulut dumanlar dalgalanır. Orada bulunanlar mallarını överler, pazarlığını yaparlar. Durmadan tüten dumanlar da, bütün bunların üstüne örtüsünü sever. İşte bu buhar ve
maden kömürü tozları üstünde, o heybetli şehir sanki asılıymış gibi
durur. Masmavi gökyüzünde, tepeleri mızrak kadar sivri minareler yükselmekte, kubbeler, yuvarlak, kirli, beyaz, taştan kampana piramitleri
gibi üst üste yığılmış kubbeler görünmektedir. Bunlar asırların değiştiremediği, sabit camilerdir. Yıllar geçtikçe belki daha da beyazlaşmışlar.
Bu kutsal camiler, batı’dan gelen vapurların havayı bozmadığı zamanlar, sırf yelkenlilerin gelip de gölgelerine sığındığı vakitlerden beri ve asırlar boyunca, İstanbul’u dev kubbeleriyle hep böyle taçlandırmışlar ve
dünyanın hiçbir yanında rastlanmayan büyüklükteki bu eşsiz silueti…
(1900)
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Boğaziçi
Lamartine
Karadeniz ağzındaki Boğaziçi’ni, bir aşağı bir yukarı indim,
çıktım. Bu büyüleyici tabiate ait bazı çizgileri kendim için
not etmek istiyorum Gökyüzü ile toprağın, denizle insanın birlikte çalışarak, bu kadar nefis bir peyzaj vücuda getirebileceklerini, hayal bile edemezdim.
Ancak gökle denizin şeffaf aynası bu güzelliği tam
manasıyla aksettirebilir. Benim de muhayyelem görüyor ve tesbit edebiliyor ama hafızamda ebediyen
kalmayacağı için gördüklerimin tafsilatını ancak
azar azar tasvir edebileceğim. Yani manzarayı, mevkileri her kürek darbesiyle ilerlememiz nispetinde
gördüklerimi yazmaya çalışacağım. Boğaziçi kıyılarının hakkiyle resmini yapabilmek için bir ressamın yıllarca çalışması gerekmektedir. Her bakışta manzara
değişiyor ve her değişiklikte başka bir güzellik arzediyor. Bu güzellikleri birkaç kelime ile ben nasıl anlatabilirim ki,
Bir balık gibi denizi yaran iki çiſte uzun kayıklardan biriyle, sabahın yedisinde, berrak bir gök ve etrafı ışıklarına boğan güneşin altında yola
çıktım. Sandalın içinde kürek çekenlere benim aramda yatan bir tercüman her geçtiğimiz yer hakkında izahat veriyordu. Evvela Tophane kıyılarını seyrettik. Mermer camiin etrafında da çiçek buketi gibi basamak
basamak yükselen renk renk evler daha yukarda Beyoğlu mezarlığının
servileri… Karanlık orman perdesi, sahilin tepeleri örtüyor. Boğaziçi bazı
noktalarda derece derin ki, çiçeklerin o nefis kokusunu içimize doldurmak, birazda kürek çekenleri dinlendirmek için, kıyının çok yakınında
geçiyoruz. Büyük gemilerde sahile aynı yakınlıktan seyrediyorlar. Hatta
serenleri, ağaçların dallarına, bağ evlerinin kafeslerine, pencerelerdeki
panjurlara takılıyor. Yaprakları, evin bir kısmını kopartıp, kaçıyor.
Bu evler, ağaç kümeleriyle yahut ta sarmaşık ve yosunlarla kaplı kayalarla
bir birinden ayrılmışlar. Kayalar tepelerden inip denizin dalgalarına
kadar uzanıyor. Zaman zaman sel veya bir dere yatağı ile ikiye bölünen
tepelerin arası derinleşerek, bir koy hasıl oluyor. O zaman bu koyların
düzlük kıyılarında çeşmeleri, yaldızlı kubbeleri, zirvesi çınar ağaçlarına
karışmış ince, narin minaresiyle bir köy ortaya çıkıyor. Koyun her iki yanında ve sonunda, geniş cepheleriyle amfiteatr tarzında, evler yükselmekte. Tepelerde asılı gibi duran bahçelerdeki iri başlı çam ağacı
kümeleriyle, ufka kadar köşkler yayılıyor. Bu köylerin ayak uçlarında bir
kumsal yahut da birkaç kadem genişliğinde, granitten bir rıhtım var. Kumsalda firavun incirleri, asmalar, yaseminler
dikili. Bunlar denize kadar uzanarak, gölgelerinde kayıkları barındırıyorlar.
Denizde her türlü vasıta ve ticaret gemileri, demir
atmış vaziyette, bekliyor. Armatör evlerin yahut ta ardiyelerin karşısında demirleyerek, gemiden uzatılan
bir iskele vasıtasıyla mallar içeriye taşınıyor. Rıhtımlarda sürüyle çocuklar, sebze ve hurma satıcıları dolaşmakta. Orası hem köyün hem de Boğaziçi’nin
çarşısı. Luzern ve interlacken köyleri, Boğaziçi koylarının güzelliği ve görülmeye değer manzaraları hakkında,
bir fikir veremez.
Yolda giderken bir an hareketsiz kalıp bu nefis panoramayı seyretmeden geçilemiyor. Avrupa sahilinin ön kısımlarında, yani iki üç fersahlık
mesafede, bu şehirlere, liman ve köylere, her beş dakikada bir rastlamak
mümkündür. Sonraları bu manzara değişiyor ve daha çok kırlara rastlanıyor. Sebebi de tepelerin gittikçe yükselmesi, ormanların sıkılaşması.
Şimdi sırf Avrupa kıyılarından bahsediyorum. Dönüşte daha güzel olan
Asya kıyılarını tasvir edeceğim. Fakat vasiyeti iyice kavrayabilmek için,
Asya kıtasının da ancak birkaç kürek darbesiyle ulaşabilecek kadar yakınımda olduğu unutmamak lazım. Akıntının ortasında gidilmeye mecbur olunduğu zaman ve boğazın darlaştığı, dirsekler yaptığı yerlerde
Avrupa kıyısına olduğu kadar, gözler Asya tarafına çevrilince de, aynı
hayranlık duyulmaktadır.
Ama ben, çok yakınından geçtiğimiz sahilin anlatmaya devam edeceğim. Bu tabi limanlar bittikten sonra Boğazın süratle akan derin bir
nehir haline geldiği bir yer var. Çiſte dağlardan dikine inen iki kayalık
arasında, yılankavi akan nehir birden bire kesilmiş gibi bir vaziyet alıyor.
İnsan ancak ilerledikçe, nehirin açıldığını ve Avrupa kıyısına doğru gidip
göl şeklinde derinleşerek genişlediğini fark ediyor. İşte Büyükdere ve Tarabya! Tepeden tırnağa ağaç ve nebat demetleriyle süslü kayalık burunlardan eski yarı harap olmuş hisarlar yükselmekte. Beyaz kuleli, mazgallı,
müteharrik köprülü, Ortaçağ stilinde kale burçları görünüyor.
(1832)
Nisan / 2011
41
E s ki İs tan b u l
Çamlıca’dan Bakışlar
Çelik Gülersoy
Edmondo de Amicis
Marmara Denizi’nden bakınca, bir tepenin üstüne
yayımlı büyük bir köyden başka bir şey değil. Haliç’ten bakınca, şehir gibi görünüyor. Lakin vapur
Anadolu yakasının en ileriye uzanmış burnunu dolaşarak iskeleye doğru dümdüz gidince şehir genişleyip yükseliyor; binalarla örtülmüş tepeler
birbiri arkasına gözüküyor; vadilerden mahalleler
çıkıyor, köşkler yüksek yerlerde dağılıyor; küçük evlerle baştan sona rengarenk boyanmış sahil göz alabildiğine uzanıyor: nereye gizlenebileceği
anlaşılamayan, büyük, tantanalı, tiyatroya benzeyen bir şehir bir tiyatro perdesinin açılışında olduğu gibi hemen gözler önüne seriliyor ve
neredeyse kaybolduğunu göreceğinizi düşünürken
hayrete düşüp kalıyorsunuz. Sandalcılar, at kiraya
verenler ve tercüman kargaşalığı içinde ahşap bir
iskeleye iniliyor. Sarmaşık ve asma dallarıyla örtülmüş, aşı boyalı, sarı boyalı küçük evlerin, içlerinden yeşillik fışkıran bahçe duvarlarının arasından,
yüksek çardakların altından hemen hemen geçmeye mani olan büyük çınarların gölgesinden yılankavi bir şekilde tatlı bir meyille yükselen
anayoldan yürünüyor.
Paul de Regla
1887 yılının ekim ayındayız. Alafranga saatle, saat
öğleden sonra beş. Hava, bu güzel memleketin sonbaharına layık bir güzellik ve berraklıkta. Gökyüzü,
Doğu Gökü, eski şöhretini yalanlamayacak parlaklıkta. Taa orada, batıda parlayan güneşin kırmızı
yuvarlaklığı, Ayasofya kubbe ve minareleri üstünden alevli yılanlarını, antik Bizans’ın duvarlarını,
Yedikule Sarayı’nı, ünlü Balıklı Manastırı’nın yükseldiği ovayı, ünlü modern olarak yayılı Ayastefanos
Köyü’nü yalayan denize dökmektedir.
Acelesiz, myavaş yavaş, alaturka bir eda ile çıkalım
buradan geçmiş olanların açtığı, kavruk, lavanta
ve sakız ağacı tutamları arasındaki patika yolundan yürüyelim.
Gördüğünüz gibi bitkiler bol değil iki üç çiçek, Girit
42
kekiğinden bir kaç örnek. Orada burada kendi halinde bir kocayemiş ve yağmurlardan sonra gelişe-
rünür. Her evin, her yapının alevlenmiş gibi yanan
pencereleri anlatılmaz bir ışık içinde tutuşur.
cek bir kaç biberiye tırmanmakta olduğumuz dağın
tabanı olan bu kısmında da soysuz bir iki safran
dalı görünür. Bitki olarak, hepsi bu kadardır.
Bu görüntü, en geniş hayalin bile düşünemeyeceği,
tasavvur edemeyeceği, titreşimli akisleri, doğaüsts
ışıkları her yana yayılan sınırsız bir yangın görüntüsüdür. Ve bu görüntü, hiç bir insan paletinin
canlandıramayacağı göz kamaştırıcı bir tablodur.
İşte, dağın zirvesine geldik. İşte, çok uzaktan bile
görülebilen üç deniz çamının ortasından yükselen
dağ tepesine gelmiş bulunuyoruz...
Güneş, Ayestefanos ovası arkasında kaybolmadan,
antik grekoromen şehrini koruyan kahramanların
birer birer ölümünü görmüş olan duvarlara son
ışıklarını döker ve Asya kıyısının sayısız evlerini akşamın kızıl ışıklarına boğar.
O zaman İstanbul ve kenar semtleri, güneş batışının şairane tatlılığı, silikliği içinde erimeye başlarken, Çamlıca Tepesi’nden görülen manzara
gerçekten bir rüyaya ve bir efsanevi güzelliğe büNisan / 2011
Onu görmek, yeniden görmek gerekir. Ve gördükten sonra akılda kalır, bir rüya, bin bir gece masallarını bin fersah aşan bir rüya gibi. Bu, bir renk
rüyası, bir gerçeklilik haşmetidir ki, tüm düşüncelereniz soğuk, donuk kalırlar.
Bu eşsiz noktadan seyredilen güzel bir sonbahar
günü akşamı, kuşkusuz, hiç bir eleştiriye konu olamayacak haşmette, insanın artık göremeyeceği incelemeyeceği bir olay, bir fenomendir.
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Gerard de Nerval
MEDDAHLAR
İstanbul’da Ramazan gecelerini ve gecelerin en
cazip eğlencelerini naklederken, şehrin başlıca kahvelerinde, usta meddahlar tarafından anlatılan harikulade güzel hikaye ve masalları atlayıp geçersek,
çok eksik bir iş yapmış oluruz ve tam bir fikir veremeyiz.
Bu efsanelerden birini tercüme etmek suretiyle,
hem yüksek seviyede bir kültüre dayanan, hem de
gazete tefrikaları gibi mümkün olduğu kadar çok
uzatılır. Bunda hem kahvecinin, hem de hikayeyi
anlatanın menfaati vardır.
Charles Perry
İstanbul’un, haklı olarak iſtihar ettiği çeşitli tabiat
ve sanat üstünlükleri arasında, limanın güzelliği ve
elverişliliği hiç bir surette küçümsenemez. Burası
12 mil çapında güzel bir iç denizdir zirveye doğru
kademeli olarak birbirini izleyen binalarla kaplı
güzel tepe kümeleri, buraya harikulade bir amfi
mın büyülü güzelliği, Bulgurlu dağına çıkınca daha
da arttı. Dağın zirvesi tamamen çimen çiçeklerle
kaplıydı, bunların yanı sıra sedir ve çınar ağaçları
da vardı. Tepeden görünüş, tarif edilemez bir güzellikteydi; Bir yandan tüm İstanbul şehri, Üsküdar, Marmara Denizi ve uzak Asya dağları, diğer
yanda, Boğaz’dan ileriye, Tarabya ve Kavaklar’a
doğru harika kıyılar.
Tepede bir müddet dinlendikten sonra, alelade bir
yapı olan, Sultan Mahmut’un öldüğü ve o zamandan beri korunup tamir edilemeyen, yıkılmaya yüz
tutmuş konağın yakınından geçen bir yolla aşşağıya inmeye başladık. Sonunda, milyonlarca mezarı örten, selvi ağaçlarından oluşan dev bir
ormana geldik.
Charles D. Warner
İstanbul sırtlarında, altın ışınların teması ile kısmen seçilebilen bir düzine minare; her iki yakada
üstüste kümelenmiş camlarda alev parıltıları, durgun nehir ve sürat kayıkları, altın ile kaplanmış,
arkamızda alt tarafları sisle örtülmüş kubbeler, ve
yukarı doğru sivrilen müezzin minareleri hepsi,
güneş batışının altından cennetinde, muhteşem
malikaneler gibi beliriyordu gökyüzünde. Küçük
kayıkların, pembemsi su üzerinde, zevk peşinde
uçuşları sonsuz dinginlik sunarken, cennetin büyüsü yeryüzüne düşmüş gözüküyordu.
Dünya, bizim için, çekiciliğini kaybetti,
Boğaz’daki gezintimizden beri.
halka indirilmiş bir edebiyat hakkında bilgi vermiş
olacağız. Bu edebiyat, İslam açısından alınan dini
efsaneleri, an’aneleri ve manevi değerleri ihtiva ediyor.
Yanlarında kaldığım ve himayelerine girdiğim
Acemlere göre ben bir bilgin, bir araştırmacı idim.
Beni Beyazıt Camiinin arkasında bulunan kahvehanelerede götürüyorlardı. Eskiden bu kahvehanelerde afyonkeşler toplanırmış, bugün afyon
içmek yasaklanmış bulunuyor. Fakat Türkiye’ye
gelen yabancı tüccarlar, bazı alışkanlıklarla şehrin
gürültülü merkezinden uzak bulunan bu sessiz
mahallelere geliyor, kahvehanelerde oturuyorlar.
Kahvehaneye girip oturuyorsunuz. Size bir çubuk
ya da nargile getiriyorlar, bunları içerken sonu gelmeyen hikayeyi dinliyorsunuz. Bu hikayeler, bizim
teatr görüntüsü vermektedir Fakat şehrin kendisi
tüm çevresi ile beraber sunan asıl panaroma, Üsküdar’ın arkasında yükselen dağdan görülür ve
bunun anlatılmayacak kadar ilginç ve tarifsiz olan
güzelliğin boyutuna hiç bir şey ulaşmaz.
Batı dünyasının bir başkentinde, aynı muazzam
görüntüyü elde etmek isteyen ancak bir balonla yukarı yükselmek zorundadır. Oysa, olağanüstü özelliklerinden hiç birinin genel bir bakışta gözlerden
uzak kalmaması, İstanbul’u rakibsiz olarak, Kentlerin Kraliçesi yapar.
Bu dağın tepesinde, önümüzde uzanan tabloya doyabilmek için, bir saaten fazla bir süre kaldık Burası bize, günahsız, el değmemiş, eşsiz bir tabiatın,
harikulade bir ziyafeti idi burada geçen süre bizi
epeyce tatmin etmesine rağmen, yine de doyamadan ayrıldık.
E. Grosvenor
Zevkle hatırladığım şeylerden biri de, sınırsız gibi
görünen vadilerde ve tepelerde yürüyüşler ve bu
kadar el değmemiş doğallık içinde yer yer uzanan
ekili alanların, bağların parlak yeşilliğiydi. OrtaNisan / 2011
43
E s ki İs tan b u l
Seyyahların Aynasında İstanbul
Ümit Meriç
Sir Adolphus Slade
Baharın güzelliğini tarif etmek için İstanbul’u görmüş ve onun bağrında uyanışı yaşamış olmak gerekir. Bahar, İstanbul’a Allah’ın verdiği bir
armağandır, bundan daha nadide bir ihsan olabileceğini sanmıyorum. Karar verdiğim üzere, Beyoğlu’ndan kalkıp Haliç’e indim. Yollar çepeçevre
ağaçlarla bezenmiş; ahşap evler ve konaklar, salkım söğütlerin, akasyaların kucakladığı birer sevgiliye benzemişlerdi. Haliç’te sahile vardığım
zaman kendimi bir kuş kadar hafif hissediyordum.
Berrak, koyu yeşil sularda oynaşan kayıklar, gözlerimi bir renk zenginliğiyle dolduruyordu. Kayıklar,
İstanbul’a bir başka güzellik katan ya da bir başka
deyimle İstanbul’un özelliklerinden olan birer sanat
eseridir. Kayıkçı kalfalar, inşa ettikleri teknelerin
narinliği ve suda akışıyla ün yapmışlardır. Kayıklar,
Türk oymacılık sanatının bir yüzünü yansıtır. Bordaları, küpeşteleri, yelkenleri bile pek ince süslerle
bezenmiştir. Türklerin ‘nakkaş’ dedikleri boyacılar,
sonradan bu hatları altın yaldızlar ve çeşitli boyalarla işlerler.
Nihayet bir sandala ayak basıp tahtaları üzerine
serilmiş bir mindere kuruldum. Son derece oynak
olan kayığa binip inerken uyulacak nokta, dengeyi
bozmamaktır. Bu sıkışık yerden nasıl çıkacağız derken kayıkçının bir iki kürek oynatmasıyla sıyrılışımız, su ile muaşaka kuran bu denizcilere özgü bir
ustalıktan ileri gelmektedir.
Altın Boynuz’un (Haliç) gönüllere huzur veren havasını derin derin soluyarak, küreklerin muttasıl
berrak sulara dalış çıkışını seyrederek Galata’ya
oradan Tophane’ye doğru yol aldık. Benim tam bir
Türk beyi olabilmem için şu anda galiba sadece
uzun tömbeki çubuğum eksik. Boğaz’ın kendisine
has bir denizcilik düzeni vardır. Marmara’dan
gelip Karadeniz’e çıkacak olan yelkenli tekneler, elverişli rüzgarları beklerler ve akıntının hafiflediği
ya da kıvrımlar yaptığı koylara dümen kırarlar. Boğaziçi’nde gemisini yürüten kaptan, yetişmiş kılavuz gibidir.
44
Tanrı yedi tepeye kondurduğu güzelliği Türklere
ihsan etmiş fakat denizlerde halk ettiği balıkların
en lezzetlileri de kendilerine sunmuştur. Çubuklu’da, Kanlıca koyunda, Tarabya ya da Büyükdere
sahillerinde ağ atan, dalyan bekleyen, peş peşe dizilip dini ayin yaparcasına bir nağme mırıldanıp
ağ çeken posbıyıklı balıkçıların seyrine doyamadım.
Gemilerle yarış eden yunus balıkları, Türk sularında bağımsızlığa sahiptirler. Türkler için yunus
balığı kutsal bir hayvandır. Aslında şakacı olduğuna inandığım yunus balığının gemilerle yarışa
kalkışması, seyrine doyulmaz bir oyundur. (1838)
Anna Grosser Rilke
Köprüdeki karmaşadan ve renkli dünyadan sonra
Eminönü’nde her birinin altında birer küçük dükkan olan ahşap evleriyle daracık sokaklardan geçiyorsunuz. İnsanlar işlerini dükkanın dışında
sokakta yapıyor, aynı zamanında yemek de pişiriyor. Acıkmışım, tam da bir kebapçı dükkanının
önündeyim, hemen girişinde odun ateşi üzerinde
bir şişe geçirilmiş kuzu eti dönüyor. Kokusu insanı
cezbediyor, ben de Türk aşçıya elimle işaret edip, o
şeyden yemek istediğimi anlatmaya çalışıyorum.
Sakin ve terbiyeli, temiz bir masada bir iskemle göstererek, ‘Buyurun hanımefendim!’ diyor. Sonra içeriye gidip ellerini yıkıyor, bir tabakla keskin bir
bıçak alarak hala şişte dönmekte olan etten küçük
parçalar kesiyor. Yanına da küçük bir ekmek koyuyor. Hiç bu kadar lezzetli bir kuzu eti yememişNisan / 2011
tim. Çatal bıçak yok. Et parçalarını ekmekle birlikte
ağzınıza atabiliyorsunuz.
Geniş gövdeli bir çınar ağacının altında bir kahvecinin mekan edindiği küçük bir meydana geldim.
Meydana, küçük taburelerle minik masalar konmuştu. Şarktaki bütün kahveler gibi geleni çoktu,
ama hep erkekti. Çünkü çınarın altındaki bahçeli
meydan aynı zamanda bir berber dükkanıydı da.
Bir tabureye iliştim, şekerli bir kahve ısmarladım.
Sigaramı yaktım, bayağı keyiflenmiştim. Bana merakla bakıyorlardı, ama rahatsız edici bir durum
yoktu. O kadar çok görecek, gözlemleyecek şey vardı
ki, bu küçük kahveden bir türlü ayrılmak istemiyordum. Ne yazık ki Türklerle konuşamıyordum,
bana bir yığın soru soruyorlardı ama yanıt veremiyordum. Artık son hedefim olan çarşıya gitme zamanım gelmişti. Yol beni mis kokularının yayıldığı
Mısır Çarşısı’na götürdü. Daha içeri girer girmez
insanı mistik bir hava sarmalıyordu, içerinin etkileyici, pitoresk bir aydınlatması vardı. Işık, tavandaki pençelerden geliyordu, dışardaki feci sıcağa
karşın burası serindi. Türkler dükkanlarının
önünde bilgece, vakur, sakin yere çömelmiş oturuyorlardı, ne bir bağırtı, gürültü ne telaş vardı. Bu
kutsal mekanda olmaktan sonsuz hoşnuttum, gerçek Şark burasıydı. Hemen hepsi Türk olan satıcılardan yaşlı olanların başlarındaki fesleri, beyaz
yumuşak bir bezle sarmalanmıştı. Ne güzel insanlar görmüştüm orada, uzun ak sakallarıyla nasıl
da saygı uyandırıyorlardı. Dünyanın bütün baharatları burada satılıyordu, en kıymetlisiyse gül suyuydu. Yeniden dışarıya gün ışığına çıktım, bu
yakanın en büyük alışveriş merkezindeydim. Yan
yana dükkanlar dünyanın en harika halılarıyla tıka
basa doluydu. Çarşıdan dışarıya uzanan yolun çevresini her türden küçük satıcılar sarmıştı. Sucular,
kafasında dengelemeye çalıştığı büyücek tablasında
leziz tatlılarla dolanan şekerci, bir çeşit puding
satan muhallebici, yoğurtçu, mevsimine göre kavun
çeşitleri, taze incir, üzüm, çilek satan satıcıları gördükçe dayanamıyordunuz, hepsinden tadıyordunuz. (1888)
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Köşe Bucak İstanbul
Osman Cemal Kaygılı
Üsküdar’a Giderken Aldı Da Bir Yağmur!
Bab-ı Âli
“Hey Üsküdar Üsküdar, geçtim sokakları dar” diye
bir türkü çıkmıştı ki Üsküdar’ın o zamanki birçok
sokakları hakikaten oldukça dar, çapraşık yerlerdi.
Fakat şimdi bu sokakların çoğu değişmiş, geniş
geniş tramvay caddeleri açılmış. Toygartepesi ile o
cihete tesadüf eden bazı sokaklar istisna edilmek
üzere Üsküdar artık oldukça yüzüne bakılabilecek
bir hale gelmiştir. Eskiden bizim çocukluğumuzda
şöyle bir türkü daha vardı: “Üsküdar’a giderken
aldı da bir yağmur.”
Ankara Caddesi’nden yukarı tırmanırken, solumuzda dar bir sokak içinde eski bir yapının kalıntısı görünüyor. İstanbul gibi eski şehirlerin ilginç
bir özelliğinin kanıtı bu yapı. Tarih ve koruma bilincinin olmadığı çağlarda, insanlar yeni ihtiyaçlara göre eski yapıları yıkmış, ortadan kaldırmış.
Bazen de, büsbütün yıkmayıp üstüne başka bir şey
yapmış. Eskiden burada bir bina vardı ve ikinci katındaki bir meyhaneden ötürü ben de oraya zaman
zaman giderdim. Ama binanın içinde başka bir
Bundan otuz, otuz beş sene evvel İstanbul’da moda
olan bu türkünün hakiki medlûlü üç akşam evvel
bizim başımıza geldi. O akşam Yeni Gün muharrirlerinden Mekki Sait’le beraber Üsküdar’a giderken öyle bir yağmur aldı ki kendimizi oradaki bir
kahveye sırsıklam bir halde dar atabildik!
Üsküdar’ın kışın tama edilecek hiçbir tarafı, hiçbir
şeyi yoktur; lakin burası, yazın pek hoştur. Ne tarafına gitseniz güzel bir manzara, latif bir hava,
tatlı bir eğlence ile karşılaşırsınız. İstanbul’un ne
ferah artıran Çamlıca’sını bir tarafa bırakalım,
fakat Üsküdar’ın Çamlıca’dan başka ne yerleri var
ki bunların güzellikleri saymakla kolay kolay bitmez.
Sahildeki Şemsipaşa arsası, Doğancılar Parkı, Sakızağacı, Bağlarbaşı, Salacak koyu, buralar hep yaz
günlerinin hatırı sayılır bir güzellik meşheridir. Eskiden en ziyade tımarhane, miskinhane ve Karaca
Ahmet mezarlıklarıyla meşhur olan bu yerin bugün
umumi parkları, hususi bahçeleri İstanbul ve Beyoğlu’nun park ve bahçelerinde hiç de aşağı kalmaz.
Mesela çarşı içindeki İnşirah bahçesinin yaz geceleri o rengarenk kandillerle süslenmiş hal ve manzarası Beyoğlu’nun çok yerlerinde bile görülemez.
…
bina bulunduğunu hiç bilmezdim. Bu yakınlarda o
köhne binalar yıkıldı, içinden eski bir hamam
(Hoca Paşa Hamamı) çıktı. Bugünlerde restorasyonu tamamlanmak üzere.
daki küçük matbaa içinde hala görülebilen, muhtemelen Cenevizlerden kalan duvar parçaları. Hala
görülebilen diyorum, ama cadde üstündeki dükkanında oturan mal sahibi buraları göstermeye hiç
istekli değil.
Karşımızda Bab-ı Âli var şimdi. Bu kanadının girişinde, gene zevksiz bir 19. Yüzyıl yapısı olan Nallı
Mescidi. Şimdi İstanbul valiliği olan Bab-ı Âli eskiden Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetildiği
merkezdi. Onun tarihi, bazı bakımlardan, imparatorluğun modernleşme sürecini yansıtır. Başından beri padişah her türlü yönetim yetkisinin
mutlak sahibiydi ve ona yardımcı olmakla yükümlü
Divan, yani o zamanın hükümeti, sarayda, Kubbealtı’nda toplanırdı. Zamanla padişahlar fiili yönetimden koparak saray hayatına daldılar ve bu da,
başbakan sayılabilecek sadrazamın teoride değilse
de pratikte daha fazla yetki kullanmasına yol açtı.
Bu dönemlerde özel ve kamusal ayrımı pek belirgin değildi.
Postane binası eski Posta Nezareti olarak yapılmıştı.
Daha önce Harbiye Nezareti hükümetin ortak binasından taşmış ve taşınmış, bugünkü İstanbul
Üniversitesi merkez binasına yerleşmişti. Onun yanındaki Ali Paşa Konağı da Erkan-ı Harbiye-i
Umumiye olmuştu. İmparatorluğun en büyük örgütü olan ordunun Bab-ı Âli’ye sığamaması ve ayrı
binaya taşınması anlaşılır bir şeydir. Ama başbakanlığın yanı sıra bütün geri kalan bakanlıkların
çalışmaları uzun süre Bab-ı Âli’den yürütülmeye
devam etti.
Karşı kaldırımdan tırmanmaya devam edince,
sağda, kitapçı ve kırtasiyeci dükkanları arasında
bir kapıdan bir iç avluya girildiğini görüyoruz. Bu
sevimli avluda, bundan otuz yıl kadar önce yanan
iki güzel 19. Yüzyıl yapısının iskeletleri duruyor.
Daha ilginç olanı, buradaki bazı dükkan ve avluNisan / 2011
45
İstanbul Kitaplığı
İstanbul Sokakları
100 Yazardan 100 Sokak / YKY
İstanbul, Hatıralar ve Şehir
Orhan Pamuk / İletişim Yayınları
Beş Şehir
Ahmet H. Tanpınar / Dergah Yayınları
“Betonlaşmış bir sokağın Anısı Bile Olamaz Bir sokak sizi muhakkak bir yere
götürür. Sokağın sonunda ya yakınınız
bekliyordur, ya da dostlarınız. Sokakların her mevsim rengi değişir. Onlar yeşerir, çiçekler açar, bir kedi kaçar ansızın
önünüzden… Sokakların anıları da vardır, hem de uzun zamandan beri. Yaşar
bu anılar, hem sizde hem sokakta. Rengini mevsime, ışığa göre değiştirmeyen
sokak artık sokak değildir. Betonlaşmış
bir sokağın anısı bile olmaz. Artık kemikleşmiş bir iskelettir, kokusu da yoktur, rengi de. Yani sokak da değildir.
“İstanbul’un sokakları içerisinde bir
yerde, bizimkine benzeyen bir başka
evde, her şeyiyle benim benzerim, ikizim, hatta tıpatıp aynım bir başka
Orhan’ın yaşadığına çocukluktan başlayarak uzun yıllar aklımın bir köşesinde
inandım. Annemle çıktığım sandal gezintisi, bir iki kere akıntıya kapılmak,
geçen bir geminin dalgalarıyla sallanmak
gibi birkaç tehlikeden sonra bitince, sandalcı bizi akıntının kıyıya iyice yaklaştığı
Rumelihisarı burnundan önce Aşiyan’a
bırakır, annemle Rumelihisarı’na, Boğaz’ın bu en dar noktasına kadar yürür,
iki kardeş Rumelihisarı’nın dış avlusuna
süs diye yerleştirilmiş, Fatih döneminden kalma toplarla oyalanır, sarhoşların,
evsizlerin içinde uyuyakalarak gecelediği
bu iri silindirlerin içindeki cam kırıkları,
pislikler, teneke parçaları, sigara izmaritlerinden İstanbul’un ve Boğaz’ın büyük
tarihi mirasının şimdi orada yaşayanların çoğunluğu için karanlık, esrarlı ve
anlaşılmaz bir şey olduğunu sezdik.”
“Asıl İstanbul, yani surlardan beride olan
minareyle camilerin şehri, Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin
içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi
kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü
yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır.
Her İstanbullu az çok şairdir; çünkü
irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa
bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten
gündelik hayata, aşktan sofraya kadar
genişler. “Teşrinler geldi, lüfer mevsimi
başlayacak.” Yahut “Nisandayız, Boğaz
sırtlarında erguvanlar açmıştır.” diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu
masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı. Bugün mahalle kalmadı. Yalnız
şehrin şurasına burasına dağılmış, eski,
fakir mahalleliler var. Birbirlerinin hatırını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman
zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin
türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler…”
Rumelihisarı’ndaki bu sevdiğim sokak,
bugün artık yoktur, kaybolmuştur.
Rengi ve anıları sadece fotoğrafta kaldı.
Böyle bitti İstanbul ve sokakları. Artık
dünyanın en güzel ışığı bile aydınlatsa
bu sokağı, yeşerecek yaprağı, koklanacak
çiçeği yoktur. Rumelihisarı’ndaki bu yokuştan bir demet çiçekle geçmeyecektir
bir kadın. Ve yağmur yağsa bile damlalar
zevksiz ıslatacaktır oraları.” (Ara Güler)
46
Nisan / 2011
Bir Dünya İmparatorluklar Merkezi
İstanbul
Ceyhan Güran / Akis Kitap
Doğadaki doğuş izlerinin milyon yıl
önce başladığı mitolojik çağlarda ufuklardan süzülüp tarihin serüvenli atölyesinden gururla geçerek Klasik, Orta ve
Yeni çağın simgesi olabilen Pagan, Ortodoks, Katolik Latin ve Türk İslam
dünyasının bir yıldızı ve bu muhteşem
imparatorlukları yöneten uzun asırlar
boyunca bir tarih ve kültür merkezi
olma ihtişamına ulaşabilmiş dünyadaki
tek şehirdir İstanbul..
'Bir Dünya İmparatorluklar Merkezi İstanbul'u yakından tanımak için kitapta
yer alan bazı önemli başlıklar:
Roma İmparatorluğu
Doğu Roma İmparatorluğu
Katolik Latin İmparatorluğu
Bizans Devri
Türk İstanbul
Roma-Bizans Eserleri
Klasik Osmanlı Devri
İstanbul Şehri
Prehistorik ve Mitolojik Devre
İstanbul’u Anlamak
Turgut Cansever / Timaş Yayınları
İstanbul’un İlkleri Enleri
Süleyman F. Güncüoğlu / Ötüken Yay.
“Son otuz yılda İstanbul’da apartman sayısının artması ve nüfusun yoğunlaşması
nedeniyle, yıl içinde tabiatla aralarındaki
bağ kopan insanların, yaz aylarında doğaya ulaşmak için Boğaziçi’ne, Adalar’a
ve çevredeki diğer alanlara hücum etmesi, bu yerlerde de şehirleşmenin başlamasına ve tabiatın tahribatının daha
geniş alanlara yayılmasına sebep oldu.
“İstanbul’daki En Eski Taş Mektep
İstanbul’da en eski taş mektepler Fatih
Külliyesi’ndeki Darü’t-Talim ile Bayezid
Külliyesi’ndeki Muallimhan’dı. Dar’ütTalim 1918 yılına kadar hizmet vermiş,
o yıl çıkan yangında ise harap olmuştur.
Süleymaniye Külliyesi’ndeki taş mektep
Mimar Sinan’ın bir eseri olup yine İstanbul’un en eski taş mekteplerinden biridir. Mektep çocuk dünyasına uygun
sevimli bir tarzda inşa edilmiştir. Bu
mektep, 1839 yılında ‘Mekteb-i Ulumi Edebiye’ adıyla ileri programlı rüştiyeye
dönüştürülmüştür.
Apartmanlaşmanın yanı sıra, Adalar’da
hizmet sektöründe çalışanların sayısının
artması bu yeni düşük gelir grubunu gecekondular inşa etmeye yönlendirirken
“gecekonduculuk”, yazlık kiralık ev sağlayan bir iş alanı olarak yaygınlaştı.
Sözünü ettiğimiz tüm bu hastalıklı değişimin yanı sıra, mimariyi seviyesizleştiren temel bir yanılgının da bizzat
mimarlık eğitin ve uygulama felsefesinden kaynaklandığını belirtmek gerek.”
Nisan / 2011
Peki, taş mektep neydi diyecek olursak;
okul binasına kâgir olan, Osmanlı dönemi vakıf okullarıydı. Kâgirden sıbyan
mekteplerine de bu ad verilmekteydi. İstanbul’un geleneksel külliye mimarisinde yer alan be medreseden bağımsız
ilk okullar taş mekteplerdir. 19.yüzyıl
sonlarına doğru taş mektep sayısı 30-40
civarında iken sıbyan mektebi sayısı
400’ü aşmaktaydı.”
47
Lağımlaranası Ya Da Beyoğlu
Bilge Karasu / Metis Yayınları
İstanbul Mektupları
Fatih Kerimi / Çağrı Yayınları
Yazarların İstanbul’u
Kolektif / Turkuvaz Kitap
“Taksim çeşmesini hep kuru gördüğümü sanmıyorum. Pek uzak bir geçmişte, zincirle bağlı tası doldurup su
içen birini gördüm mü? Elim anamın
elinde Fransız konsolosluğunun önünden yürür, Yıldız sinemasının karşısına
geldiğimizde karşıya geçerdik genellikle.
Parmakkapı adının çeşitli yolaklara açıldığını çok sonraları düşünecektim. Ama
daha o zamanlar, Büyük ile Küçük Parmakkapılar ayırımına sırt çevirerek, karşıda kalan öbür kaldırımı unutarak,
ağzıma bir şeker, o zamanlar pek sevdiğim menekşeli bir fondan atar gibi, Parmakkapı'nın heyecanını uzun uzun
gezdirirdim içimde. Yıldız sinemasının
resimleri, renkli afişleri olurdu; muhallebicinin tarçın, fıstık, hindistancevizi
çalınmış, titrekliğini, tadını bildiğim
ama pek sevmediğim aklıkları, tavukları,
pilavları, havagazı şirketinin loş boşlukları, o küçücük kitapçı dükkânının, yerden tavana, akıl almaz sayıda kapakla
döşenmiş camlığı olurdu.”
“Şayet paraya ihtiyaç olursa eski padişahlardan kalan ve hazinede saklanan
mücevharat ve kıymetli eserlerin satılabileceğini hesap edenler de yok değil.
Demiryolu tahvillerinden padişahın ve
şehzadelerin her birinin birkaç yüz binlik somluk satın alarak böylece hazineye
para aktarmak istedikleri de konuşulmaktadır.
İstanbul'un 7 tepesi
48
Savaşın başlamasıyla İstanbul’da büyük
bir değişiklik olmadı. Her şey eskisi gibi.
Yardım verilmesini ve gönüllü yazılmayı
teşvik için konferanslar, camilerde vaazlar devam ediyor. Müdafaa-i Milliye cemiyetinin şubeleri her gün toplanıp
çalışıyorlar. Türk kadınları da güçleri
yettiğince harekete geçtiler. Çoktan beri
faaliyeti görülmeyen Teal-i Nisvan Cemiyeti’nin bugün ilk toplantısı yapıldı.
Bu cemiyetin reisi Halide Hanım’dır.
Evleri dolaşarak yardım toplamaları için
aralarından bazı hanımları görevlendirdiler.”
Nisan / 2011
“Roma imparatoru Büyük Constantinus, İstanbul’u, o zamanki adıyla Bizantion’u imparatorluğunun ikinci başkenti
yapmaya karar verdi. 11 Mays 330’da
törenle yeniden doğarken, şehrin adlarından biri ‘Yeni Roma’ydı. Belki bu
isimden dolayı yüzyıllardır İstanbul ve
Roma, yedi tepeli iki şehir olarak birbiriyle karşılaştırılır. İstanbul’un yedi tepelerinden birincisinde Topkapı Sarayı,
Ayasofya vardır. İkincisinde Çemberlitaş
ve Nuruosmaniye Camii yükselir...
Üçüncüsünde Beyazıt Camii ve Süleymaniye; dördüncüsünde Yavuz Selim
Camii bulunur. Edirnekapı’nın olduğu
yükselti, 74 m. rakımıyla yedi tepenin
en yükseğidir. Yedinci tepe ise Kocamustafapaşa semtiyle kaplanmıştır.”
Üç İstanbul
Mithat Cemal Kuntay / Oğlak Yayınları
İstanbul Ansiklopedisi
Kolektif / NTV
İstanbul, İlk Romanımda Leylâk
Selim İleri / Everest Yayınları
“Ermeni tercüman: "Adliye binasının
güzel tarafı deniz cephesidir Mis; Grek
üslubundan yapmak istemişler; o tarafın
üslubunun sütunlu olmasına çok ehemmiyet vermişler; ecnebiler vapurla İstanbul'a gelirken görsünler diye. Kara tarafı
yerliler görecek diye sarı sıvadır."
Amerikalı kadın: "Halkını bu kadar hor
gören memleket! Ne tuhaf şey?" dedi.
Ermeni genci: "Osmanlı İmparatorluğu
hokkabazdır, Mis" dedi, "kaldırımından
mektebine kadar her şeyini Avrupalılar
görsün diye yapar. Beyoğlu'nda yaptığı
caddeler üç kıtadaki bütün Türkiye kaldırımlarına müsavidir."
İstanbul Ansiklopedisi; tarih öncesinden
Bizans’a, Osmanlı ve Cumhuriyet İstanbul’una dönüşürken öznesi olduğu olaylar, sahip olduğu sosyal kurumlar,
semtler, mimari, doğa, müzik ve gösteri
sanatları, mitoloji ve insanlar üzerinden
İstanbul’u anlatan yaklaşık 350 madde
içeriyor. Kültür, bilim, sanat, edebiyat,
basın dünyasında tanınmış 150’yi aşkın
yazar ve fotoğrafçının özgün anlatım ve
kişisel yakınlıklarıyla tanıttıkları İstanbul, İstanbul Ansiklopedisi’nin 1010
sayfasında özel arşiv ve koleksiyonlardan
titizlikle seçilen belgeler, tarihsel ve güncel fotoğraflar eşliğinde sunulan bir başvuru kaynağı haline geliyor. İstanbul
Ansiklopedisi; ilk insana ait izlerin 800
bin yıl öncesine dayandığı Yarımburgaz
Mağarası’yla, ilk yerleşik yaşamın 8 bin
500 yıl öncesine uzandığı bir kez daha
kanıtlanan Yenikapı buluntularıyla tarih
boyu bir megakent olan İstanbul’u,
onun kimliği haline gelen hızlı değişimi
içinde konumluyor.
“Geçen zaman eski kartpostallara kıymet
biçti, 'antika' özelliği kazandırdı. Tezgâhlardan müzayedelere yol aldı İstanbul kartpostalı. Böyle mi olması
gerekiyordu; belki diye yanıtlayabiliyorum. Ressamlarımızın eserlerini tanıtan
ve değerlendiren kitaplar yayımlandı.
Muhakkak ki olumlu bir gelişmeydi.
Hiç değilse meraklısı, bu yapıtlarda
dünkü İstanbul'u ressamların fırçasından 'hissedebiliyor'. Her şehir değişmeye
yazgılı. Fakat tarihî şehirlerin değişmesi
çok ayrı bir dikkati gereksiniyor. Nişantaşı, Osmanbey konaklarının yerine ve
yanı başına yedi sekiz katlı, yüzleri
oymalı, şatafatlı Şişli 'apartman’ları yapıldığında, bu yapılar üslûpsuzlukla
küçümsenmiş. Bugün Nişantaşı, Osmanbey konakları büsbütün hayal olduğundan, dünün Şişli apartmanlarına gün
görmüş yapılar diye âdeta hayranlıkla
bakıyoruz. Yepyeni gökdelenlere, azman
alışveriş merkezlerine de, yarın, gün görmüş yapılar diyebilecek miyiz?”
Amerikalı kadın yüzü buruşmayarak
hayret etti.
Ermeni genci: "Beyoğlu'ndaki Altıncı
Belediye'yi de bu düşünce ile açtılar. Bu
Altıncı Daire, ilk yaptıkları Belediye dairesidir; fakat adına Altıncı dediler: Beyoğlu'na gelen ecnebiler İstanbul'da beş
tane daha var zannetsinler diye.”
Nisan / 2011
49
İs tan b u l Ki tap l ı ğı
1. 1453 Konstantinopol Kuşatma Güncesi, Nicolo Barbaro, Büke
Yayınları
2. 1782 Yılı Yangınları, Derviş Efendizade Derviş Mustafa Efendi,
İletişim Yayınları
3. 18. Yüzyılda İstanbul, Miss Julia Pardoe, İnkilap Kitapevi
4. 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Galata ve Pera, Literatür Yay.
5. 2000 Yaşında Bir Dünya Güzeli, Ergun Göknel, Truva Yay.
6. 30 Sene Evvel İstanbul, Sermet Muhtar Alus, İletişim Yay.
7. Ahmet Sühely Ünver’in İstanbul’u, Kültür A. Ş.
8. Al İşte İstanbul, Ara Güler-Çetin Altan, Yapı Kredi Yayınları
9. Alemdağ’da Var Bir Yılan, Sait Faik Abasıyanık, YKY
10. Asitane : Evvel Zaman İçinde İstanbul, A. Ragıp Akyavaş Türk
Diyanet Vakfı Yayınları
11. Ayasofya Müzesi, Erdem Yücel, Ak Yayınları
12. Ayasofya’nın Martıları, Johannes Poethen, Sistem Yay.
13. Ayvazovski: İstanbul`a Gelen Yabancı Ressamlar, Dünya Yay.
14. Bağdat`tan İstanbul`a, Karl May Yurt Kitap Yayın
15. Balat ve Çevresi, Jak Deleon, Remzi Kitabevi
16. Ben Sana Küskünüm İstanbul, Halit Çapın Parantez Yay.
17. Benim Beyoğlum, Atilla Dorsay, Varlık Yayınları
18. Beş Şehir, Ahmet H. Tanpınar, Dergah Yayınları
19. Beyoğlu Beyoğlu İken, Eser Tutel, Oğlak Yayınları
20. Beyoğlu`nun Adı Pera İken, Said N. Duhani, Çelik G. V.
21. Beyoğlu'nda Bir Oryantalist, Leonardo De Mango, YKY
22. Bin Çeşit İstanbul, Boğaziçi Yalıları, Gürol Sözen, Ak Yay.
23. Bir Başka İstanbul, M. Orhan Okay, Kubbealtı Yayınları
24. Bir Beyoğlu Klasiği Rejans, Kolektif
25. Bir Kent: İstanbul 101 Yapı, Engin Yenal, YKY
26. Bir Şehre Gidememek, Mario Levi, Remzi Kitapevi
27. Bir Tutam İstanbul, Jak Deleon, Remzi Kitabevi
28. Bir Ulu Rüyayı Görenler Şehri Üsküdar, Kaknüs Yay.
29. Bir Zaman Tüneli Beyoğlu, Feriha Büyük, Doğan Kitap
30. Bir Zamanlar İstanbul, Mümtaz Cankurtaran, Erciyaş Yay.
31. Bir Zamanlar İstanbul, Perihan Sarıöz, İdea İletişim
50
32. Bir Zamanların İstanbul’u, Eski İstanbul Yaşayışı ve Folkloru,
Adnan Özyalçıner-Sennur Sezer, İnkılap Yay.
33. Biz İstanbullular Böyleyiz Fener'den Anılar 1906-1922,
Haris Spataris, Kitap Yayınları
34. Boğaz`dan... Kendi Rehberliğinizde Bir Gezi, Rhonda
Vander Sluis, Çitlembik Yayınevi
35. Boğaziçi Anıları, İstanbul Anıları 1-2, Sedad Hakkı Eldem
36. Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar, Bağlam Yay.
37. Boğaziçi Sayfiyeleri, G. V. İnciyan, Eren Yayıncılık
38. Boğaziçi ve Saltanat Kayıkları, Hayati Tezel, Cem Yayınevi
39. Boğaziçi Yalıları, Abdülhak Şinasi Hisar, Bağlam Yayınları
40. Boğaziçi'nde Yalılar İnsanlar, Murat Belge, İletişim Yay.
41. Bu Şehri Stanbul Ki, Osmanlının İstanbul Macerası, Radi
Dikici, Remzi Kitabevi
42. Büyük İstanbul Albümü, Rıza Serhadoğlu, İstanbul
Hemşehriler Cemiyeti
43. Cityrama, Kolektif, İstanbul Modern Sanat Müzesi
44. Denizlerin İstanbul, Zeyyat Selimoğlu, Can Yayınları
45. Dersaadet, Münevver Ayaşlı, Timaş Yayınları
46. Dile Gelen İstanbul, Dile Gelen Anadolu, Nurettin İğci,
Bileşim Yayınları
48. Dünkü İstanbul, İlhan Eksen, Everest Yayınları
49. Efsanevi Başkent İstanbul, Faruk Pekin, Türkiye İş Kültür Yay.
50. Eski İstanbul Sinemaları, Mustafa Gökmen, İstanbul
Kitaplığı Yayınları
51. Eski İstanbul, Ahmet Refik Altınay, İletişim Yayınları
52. Eski İstanbul Hatıraları, Sadri Sema, Kitabevi Yayınları
53. Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, Balıkhane Nazırı Ali Rıza
Bey, Kitapevi
54. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. S. Ali Kahraman, YKY
55.Fatih`in Defteri, A. Süheyl Ünver, İstanbul B. Belediyesi
56. Firari İstanbul, Metin Yeğin, Su Yayınları
57. Galata Köprüsü, Refik Durbaş, İletişim Yayınları
58. Galata ve Pera: Nur Akın, Literatür Yayıncılık
Nisan / 2011
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
59. Galata, İlhan Berk, Adam Yayınları
60. Haliç, Dünden Bugüne Yedi Tepenin Koynunda Uyuyan
Büyülü Cennet, Eser Tutel, Dünya Yayınları
61. Hayali İstanbul Manzaraları, Aykut Gürçağlar, YKY
62. İki Boğazın Suları, Ali Pasiner, Remzi Kitapevi
63. İlk Durak İstanbul'un Entelektüel Tarihinden Tanıklıklar,
Can Dündar-Nebil Özgentürk, Alfa Basım
64. İstanbul 1874, Edmondo De Amicis, Türk Tarih Kurumu
65. İstanbul 1890, Pierre Loti, Vadi Yayınları
66. İstanbul Ansiklopedisi, Kolektif, NTV
67. İstanbul Ansiklopedisi, Reşat Ekrem Koçu
68. İstanbul Geceleri, Samiha Ayverdi, Kubbealtı Yayınları
69. İstanbul Gezi Rehberi, Murat Belge, Tarih Vakfı Yurt Yay.
70. İstanbul Gizemleri, Giovanni Scognamillo, Bilge Kar. Yay.
71. İstanbul Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk, YKY
72. İstanbul İstanbul İken, Eser Tutel, Oğlak Yayıncılık
73. İstanbul Mektupları, Fatih Kerimi, Çağrı Yayınları
74. İstanbul Poems, Mevlüt Ceylan, İBB Kültür A.Ş.
75. İstanbul Sende Kalsın, İlhan Eksen, Everest Yayınları
76. İstanbul Sokakları 100 Yazardan 100 Sokak, YKY
77.İstanbul Şehir ve Medeniyet, Şevket Kamil Akar, Klasik Yay.
78. İstanbul Tarihi, Robert Mantran, İletişim Yayınları
79. İstanbul, Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk, İletişim Yay.
80. İstanbul, İlk Romanımda Leylâk, Selim İleri, Everest Yay.
81. İstanbul, Zamana Açılan Kapı, Uğur Kökden, YKY
82. İstanbul’a Dair, Nihat Sami Banarlı, Kubbealtı Yayınları
83. İstanbul’un İlkleri Enleri, S. F. Güncüoğlu, Ötüken Yay.
84.İstanbul'da Günlük Hayat, Ekrem Işın, İletişim Yayınları
85. İstanbul'da Kentsel Ayrışma, Derleme, Bağlam Yayınları
86. İstanbul'da Zaman, Derleme, Büke Yayınları
87. İstanbul'dan Ben De Geçtim, Selim N. Gerçek, Kitabevi
88. İstanbul'u Anlamak, Turgut Cansever, Timaş Yayınları
89. İstanbul'u Geziyorum Gözlerim Açık: Bir İstanbul Kültürü
Kitabı, Haldun Hürel, Dharma Yayınları
90. İstanbul'u Yel Üfürdü, Su Götürdü, Eser Tutel, Oğlak Yay.
91. İstanbul'un İki Yüzü 1980'den 2000'e Değişim, Mustafa
Sönmez, Arkadaş Yayınları
92. İstanbul'un Tadı Tuzu, İlhan Eksen, Everest Yayınları
93. İstanbul'un Unutulmayan Gemileri, Eser Tutel, Kitabevi
94. İşgal Altında İstanbul 1918-1923, Bilge Criss, İletişim Yay.
95. Kebabistanbul, İlhan Eksen, Sel Yayıncılık
96. Keyifli Konaklamalar, Jak Deleon, Remzi Kitabevi
97. Köşe Bucak İstanbul, O.Cemal Kaygılı, Selis Yayınları
98. Kuğunun Son Şarkısı, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Yayınları
99. Kuruluş ve Fetih Destanı, Cahit Tanyol, Pozitif Yayınları
100. Lağımlaranası Ya Da Beyoğlu, Bilge Karasu, Metis Yay.
101. Nereye Gitti İstanbul?, Aydın Boysan, YKY
102. Onikiler, Sermet Muhtar Alus, İletişim Yayınları
103. Oryantalistlerin İstanbul’u, Semra Germaner, Türkiye İş B.
Kültür Yayınları
104. Osmanlının İstanbulu, Juan Goytisolo, YKY
105. Pera Palas, Abidin Dino, Sel Y Yayınları
106. Pera, İlhan Berk, Adam Yayınları
107. Selâhattin Giz'in Fotoğraflarıyla 1930'larda Beyoğlu, Ali
Özdamar, Çağdaş Yayınları
108.Tezgahın Üstünde İstanbul, Murat Başaran, Timaş Yay.
109. erapia'dan Tarabya'ya, Orhan Türker, Sel Yayıncılık
110. Üç Dinin Başkenti İstanbul, Adnan Özyalçıner-Sennur
Sezer, İnkılap Yayınları
111. Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak Yayınları
112. Üsküdar Hatırası, Kemal Kahraman, Üsküdar Bel.
113. Yazarların İstanbul'u, 2007, Merkez Kitapçılık
114. Yer Fener Gök Cimbom Dünyanın En Büyük Derbisi,
Murat Erdin, İthaki Yayınları
115. Yıldızlar Altında İstanbul, Selim İleri, Oğlak Yayıncılık
Nisan / 2011
51
Rö p o rtaj
‘ÇOCUKLAR İSTANBUL’A FARKLI
BİR GÖZLE BAKMAYA BAŞLADILAR’
Röportaj: Bülent PARLAK
Suna Kıraç önderliğinde kurulan ve ülkemizin eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın sivil toplum
kuruluşlarından biri olan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, “Evimiz İstanbul Projesi” ile örnek bir uygulama gerçekleştirdi. “Evimiz İstanbul Projesi”yle amaçladıkları ve elde ettikleri sonuçlar üzerine Türkiye
Eğitim Gönüllüleri Vakfı Genel Müdürü Nurdan Şahin’le konuştuk.
2010 yılı İstanbul için oldukça verimli
geçti. İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması dolayısıyla İstanbul için
pek çok proje uygulandı. Siz de Evimiz
İstanbul adıyla kulağa oldukça sıcak
gelen bir projeye imza attınız. Evimiz
İstanbul Projesinin fikri nasıl gelişti,
nasıl ortaya çıktı?
TEGV olarak İstanbul Avrupa Kültür
Başkenti ile ilgili, çocuklara yönelik
bir proje geliştirmek istedik ve çok
yoğun bir çalışma sonucu ortaya ‘Evimiz İstanbul’ projesi çıktı. Bu projeyi
geliştirirken amacımız çocuklardan
başlayarak kentsel aidiyet duygusunu
güçlendirmekti. İstanbul, sahip olduğu
zengin kültürel miras ve çeşitlilikle Avrupa ve dünyada çok önemli bir kent.
Çok dinamik bir nüfusu var, göç alıyor
ve çok hızlı değişiyor. İstanbul’da yaşayan herkes İstanbullu olmasına rağmen
bu aidiyeti hissedemeyebiliyor. İstanbul
2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın
web sitesinden de bakarsanız İstanbul
nüfusunun yüzde 27’sinin İstanbul’un
bir müzesini, camisini, sinagogunu ziya52
Bize Evimiz İstanbul’un faaliyet alanlarını ve yaptıklarınızı anlatmanız
mümkün mü? Bu Projeyle İstanbul’un
kalbinin hangi noktasına ulaştınız?
ret etme olanağı bulamadığını görürsünüz. Kent ve kentlilik kültürünün gelişmesi ve yaygınlaşması için bu aidiyet
hissinin yaratılması gerekiyor. Dolayısıyla biz de buradan yola çıktık. Proje
kapsamında TEGV’in İstanbul’daki
sabit ve gezici etkinlik noktalarında eğitim etkinlikleri gerçekleştirdik ve bizim
uyguladığımız etkinliklerin yaygınlaşması için öğretmenlere seminer verdik.
Tabii, tüm bunları İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün işbirliği ile hayata
geçirebildik.
Nisan / 2011
Evimiz İstanbul Projesi ile birçok
farklı eğitim etkinliğini İstanbul’da bulunan sabit ve gezici tüm etkinlik noktalarımızda uyguladık. Bunlar; 2
Eğitim Parkımız, 6 Öğrenim Birimimiz, 2 Ateşböceği Gezici Öğrenim Birimimiz ve bu proje için özel olarak
üretilen Kültür Tırımız. Etkinliklerimizin büyük bir kısmı çocuklara
yönelikti. Ancak Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında yetişkinlere yönelik olarak İstanbul farkındalığı
yaratmayı amaçlayan etkinlikler de gerçekleştirildi.
Öncelikle eğitim parklarımız ve öğrenim
birimlerimizde uygulanan kulüp etkinliklerimizden bahsedebiliriz. Kulüp etkinlikleri ile çocuklarımız on altı hafta
boyunca her hafta farklı bir tema üzerinden İstanbul ile ilgili çalışmalar
yürüttüler. İstanbul’un kültürünü keş-
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
fettiler, bir geziye çıktılar, filmler izlediler, İstanbul’u dinlediler, İstanbullularla
sohbet ettiler. Böylelikle İstanbul’u farklı
yönleriyle tanıma fırsatı buldular.
Kulüp etkinliklerimizin yanı sıra
“Zaman Tünelinde İstanbul” isimli üç
saatlik kısa süreli etkinlikler oluşturuldu.
Kısa süreli etkinliklerimiz ile çocuklara
İstanbul’un özellikle tarihi dönemlerini
ve mirasını, oyunlar ve katılımcı çalışmalar ile aktarmayı hedefledik. Kısa süreli etkinlikler, eğitim parkları ve
öğrenim birimlerimizin yanı sıra 2010
yılı boyunca 27 farklı ilçede 27 farklı ilköğretim okulunda faaliyet gösteren Ateşböceği Gezici Öğrenim Birimlerimizde
de uygulandı.
Son olarak da TEGV tarafından Proje
için özel olarak tasarlanan ve belirli sürelerle İstanbul’un değişik kent meydanlarında faaliyet gösteren Kültür Tırı’nda
“İstanbul’daki Avrupa; Avrupa’daki İstanbul” temalı hem çocuklara hem de
yetişkinlere yönelik etkinlikler gerçekleştirildi. Kültür Tırı’nda gösterilmek
üzere “İstanbul Avrupa Kültür Başkenti”
filmi hazırlandı ve etkinliklerin yapıldığı
10 farklı noktada gösterilerek İstanbullularla buluştu.
Evimiz İstanbul Projesi kapsamında bir
Etkinliklerimizin büyük bir kısmı çocuklara yönelikti. Ancak Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında yetişkinlere yönelik olarak İstanbul farkındalığı
yaratmayı amaçlayan etkinlikler de gerçekleştirildi.
“Kültür Tırı” uygulaması gerçekleştirdiniz.
Kültür Tırı nedir, neler yaptı, nerelere
gitti? Biraz Kültür Tırı’ndan bahseder misiniz?
Kültür Tırı, Evimiz İstanbul Projesi kapsamında TEGV tarafından tasarlanan ve
hayata geçirilen gezici öğrenim birimimizdir. İlköğretim okullarında faaliyet
gösteren diğer Ateşböceği Gezici Öğrenim Birimlerimizden farklı olarak Kül-
tür Tırı, İstanbul’un kent meydanlarında
faaliyet gösterdi. Bu meydanlarda sadece
çocuklarla eğitim faaliyetlerini yürütmekle de kalmadı, aynı zamanda yetişkinlere yönelik film gösterimleri ve
sosyal etkinlikleri de programına dahil
etti. Kültür Tırı’nda çocuklarla yapılan
eğitim etkinlikleri çoğunlukla drama,
oyun ve resim çalışmalarıyla birleştirilmiştir ve temel olarak çocuklara “Avrupa’daki İstanbul; İstanbul’daki Avrupa”
teması üzerine farkındalık kazandırmayı
amaçlamaktadır. Daha önce de belirttiğimiz üzere Kültür Tırı etkinlikleri için
hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap
eden Avrupa Kültür Başkenti temalı
İstanbul tanıtım filmi de hazırlandı.
Çekmeköy, Taksim, Beşiktaş, Şişli, Zeytinburnu, Avcılar, Caddebostan, Kartal,
Kadıköy meydanları Kültür Tırı’nın uğradığı kent meydanları oldu.
Kültür Tırı’nın bir cephesi açılarak, bir
konser platformuna dönüşebiliyor. Böylece Kültür Tırı, çocuklara yönelik eğitici etkinliklerin yanı sıra, konakladığı
halk meydanlarında değişik konser, söyleşi ve performanslara da sahne oldu.
Örneğin Kadıköy Çocuk Merkezi Halk
Nisan / 2011
53
Rö p o rtaj
Oyunları Ekibi ve Alman müzik topluluğu Express Brass Band’ın gösterilerine,
ayrıca yazar Ahmet Ümit ile keyifli bir
söyleşiye ve müzikal bir çocuk oyununa
ev sahipliği yaptı.
Evimiz İstanbul Projesi’ne çocuklarımızın
gösterdiği ilgiden bahseder misiniz? Çocuklar nasıl karşıladı etkinlikleri? Bu tepkilerin içinde unutamadığınız bir kesit var
mı acaba?
Çocuklarımızın Evimiz İstanbul Projesi’ne ilgisi oldukça fazlaydı. Projeye 2010
yılı boyunca 24.416 çocuk katıldı. Çocuklar, Evimiz İstanbul Projesi ile yaşadıkları kenti tanıma, İstanbul’un daha
önce bilmedikleri özelliklerini keşfetme
ve tarihini öğrenme fırsatını
yakaladılar. Buna ek olarak İstanbul’da daha önce gitmedikleri bir geziye çıktılar, ilk defa
İstanbul’u farklı bir kişinin
sohbetinden çeşitli yönleriyle
dinlediler… Ya da İstanbul’un
tarihi dönemlerini kocaman
görseller ile inceleyip, drama
ve canlandırmalarla o dönemlere geri döndüler… Kısaca
hayatlarını geçirdikleri bu
şehre, İstanbul’a, farklı bir
gözle bakmaya başladılar.
lerimiz nasıl karşıladı bu seminerleri?
Seminerlerde gerçekleştirmek, istediğiniz
amaçlar neler oldu?
Öğretmen seminerlerinin organizasyonunu İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile beraber yaptık. İstanbul’da
bulunan her ilköğretim okulundan gönüllü olacak iki öğretmenin seminerlerimize katılması öngörüldü. 2010 yılının
Mart-Haziran ayları arasında gerçekleşen öğretmen seminerlerine ilköğretim
okullarından büyük bir kısmı gönüllü
olmak üzere 2.840 öğretmen katıldı.
Öğretmenlerimiz semineri genel olarak
çok olumlu karşıladı. En çok verdikleri
tepki “biz İstanbul’u kendimiz çok iyi ta-
Seminerlerin amacı ise Evimiz İstanbul
Kulüp Etkinlikleri’nin sadece TEGV
etkinlik noktalarıyla sınırlı kalmayıp,
seminerlere katılan öğretmenler aracılığıyla İstanbul genelinde daha fazla ilköğretim okulu çağındaki
çocuğa ulaşabilmek ve İstanbul farkındalığı yaratabilmekti.
Son dönem öğretmen seminerlerimizin birini de, Fındıkzade’deki Sema-Aydın
Doğan Eğitim Parkımızda, İl
Milli Eğitim Müdürümüz
Dr. Muammer Yıldız ile birlikte gerçekleştirdik.
İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü olarak ilk kez “İstanbul Dersi” adıyla yeni bir ders
başlatıldı okullarımızda...
Amaç, öğrencilerin şehrin
tarihi mirasını daha iyi anlamasını ve yaşamasını sağlamak. Haftada 1 saat
planlanan dersler için ilk
etapta İstanbul’daki ilköğretim
okullarından 3 bin öğretmen
eğitildi. İstanbul Dersi’nin sınavları da, tıpkı dersin kendisi
gibi stresten uzak, eğlenceli
olacak. Okullarımızda “İstanbul Dersi”nin okutulmaya
başlanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Projenin sonunda kulüp etkinliklerini almış çocuklarla
yapılan “Evimiz İstanbul Şenliği”nde çocuklar çift katlı otobüslerle İstanbul’da minik bir
tur attılar. Birçoğu için çift
katlı otobüslere binmek bir
ilkti; dahası Galata Kulesi’ni,
Taksim Meydanı’nı, Haliç’i
görmek büyüleyiciydi. Yol boyunca hepsi meraklı bakışlarla
İstanbul’u seyrettiler. Bu unutamadığım kesitlerden sadece
bir tanesiydi.
Yine bu Proje kapsamında
sanırız 38 ilçede öğretmenlere
seminerler verdiniz. Öğretmen54
nımazken; çocuklara nasıl aktarabiliriz
ki!” oldu. Bu nedenle İstanbul ile ilgili
bir programı çocuklarla uygularken;
kendilerinin de, yapacakları araştırmalarla çok şey öğrenecekleri fikrinden hoşnut oldular. Zaten seminerlerin içeriği,
proje uygulama içeriklerinin aktarımının
yanı sıra İstanbul ile ilgili çeşitli film gösterimlerini ya da İstanbul temalı söyleşileri de barındırdığından, aslında
öğretmenler için de farklı bir deneyim
oldu.
İstanbul Dersi’nin müfredata
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
alınmasıyla projemiz çok daha fazla çocuğa ulaşıyor. Bu eğitimi sadece TEGV
bünyesinde yapsak ancak 5-10 bin çocuğa ulaşabilirdik. Gerçi, proje kapsamında, öğretmen seminerleri aracılığıyla
katılımcı öğretmenlerin kendi ilköğretim okullarında da ‘Evimiz İstanbul’
projesini uygulamaları sağlanmıştı ancak
“İstanbul Dersi” ile daha da yaygınlaşması sağlandı…
Sayın Muammer Yıldız’ın girişimi ile ile
ilköğretim birinci kademesinde “Serbest
Etkinlik Saati”i uygulaması çerçevesinde
müfredata alınması bizi inanılmaz mutlu
etti. İstanbul sadece Avrupa’nın değil,
dünyanın en güzel ve önemli şehirlerinden biri ve küçük yaştan bunun farkına
varmak, şehrin geleceği için de çok
önemli. Biz TEGV olarak, bu güzel örneği şimdi yaygınlaştırmak istiyoruz;
Evimiz Eskişehir, Evimiz Diyarbakır,
Evimiz Van gibi etkinlik noktamız bulunan tüm şehirlere yaygınlaştırmak istiyoruz. Tüm şehirlerde de, İstanbul İl
Milli Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız gibi, İl Milli Eğitim Müdürlerinin desteğini alacağımıza inanıyoruz.
Vakfınızda gönüllü olarak çalışmak isteyenler olursa ne yapmaları gerekiyor?
Vakfımızda gönüllü olarak çalışmak için
ön koşul 18 yaşını doldurmuş olmak ve
lise mezunu olmak. Bu koşullara sahip
olan herkes gönüllü olmak için başvurabilir. Gönüllülüğe başvuranlar Adım
Adım Gönüllülük sürecinden geçerler;
yani önce Vakıf tanıtımı alırlar; Vakfın
vizyon ve misyonunu kabul ettiklerini
beyan ederler; sonra hepsi bir günlük
“İletişim Eğitimi” alır.
TEGV, yılda 10.000 civarında, eğitimli gönüllüsü ile yürütüyor faaliyetlerini. En
büyük gücümüz gönüllülerimiz. Gönüllülük yapanlar, emeklerini, birikimlerini,
zamanlarını hiçbir maddi katkı beklemeksizin toplumun hizmetine sunuyorlar.
lerimiz var; onlar gerek merkezde, gerekse sahada ofis işlerinde bize destek
olurlar; onlar İletişim Eğitiminden sonra
hemen çalışmaya başlayabilirler.
TEGV, yılda 10.000 civarında, eğitimli
gönüllüsü ile yürütüyor faaliyetlerini. En
büyük gücümüz gönüllülerimiz. Gönüllülük yapanlar, emeklerini, birikimlerini,
zamanlarını hiçbir maddi katkı bekle-
meksizin, toplumun hizmetine sunuyorlar ama yaptığımız araştırmalar gösteriyor ki, bu süreçte kendileri de
değişiyorlar; daha sabırlı, daha özgüvenli, empati duygusu yüksek, daha hoşgörülü, daha katılımcı bireyler oluyorlar.
Daha güzel, barış dolu bir dünya ise,
ancak böyle bireylerle mümkün.
Çocuklarla etkinlik yapmak isteyenler,
ayrıca iki gün süren “TEGV’de Öğrenme Yaklaşımları ve Modelleri Eğitimi” (TÖYME) ve girecekleri etkinliğin
bir ile 3 gün arası değişen özel eğitimini
alırlar. Yani minimum 3,maksimum 6
gün eğitim alırlar; sonra da çocuklarla
buluşurlar. Bir de bizim destek gönüllüNisan / 2011
55
Ma kal e
NÖROLOJİK BİLİMLER PERSPEKTİFİNDEN
ÖĞRENME PROSESLERİ
Prof. Dr. Sabiha Paktuna Keskin
Pediatrist, Pediatrik Nörolog
İnsan beyni yaşam boyu bir gelişim, dolayısı ile değişim içindedir. Aynı bireyin beyni, farklı yaşlarda birbirinden tamamen farklı yapıdadır. Bu gelişmenin en çarpıcı olduğu dönem; bebekliktir. Bebek beyninde,
koşullara göre gelişme potansiyeli taşıyan, gereğinden fazla yapı mevcuttur. Bunun nedeni; beynin adaptasyon organı olmasıdır. Yani, beyin çevrenin koşul ve gereksinimlerine uygun olarak gelişmektedir.
Doğumundan itibaren çocuklarımıza
anne, baba, aile büyüğü veya öğretmen
olarak her an bir şeyleri öğretmeye çalışırız. Tıkandığımız zamanlar olur,
çocukla olan ilişkimizi yıpratırız. Bana
göre bunun altında yatan esas neden
çocuk beynini yeterince bilmiyor olmamızdır. Bu yazıyla amacım, onların yetişkinlerin küçük birer kopyası değil,
yetişkinden farklı kendi beyin sistemleri
olan bireyler olduklarının anlaşılmasını
sağlamaktır. Ancak o zaman doğru eğitim metodları geliştirebilir ve kaygılı
değil, mutlu gençler yetiştirebiliriz.
Mutlu olan genç kendine güvenir,
akranlarıyla rekabet edebilir, araştırabilir, girişimde bulunabilir. Girişimci ve
araştırmacı nesiller aydınlık geleceklerin
temelidir.
BEYİN, ADAPTASYON ORGANIDIR
İnsan beyni yaşam boyu bir gelişim, dolayısı ile değişim içindedir. Aynı bireyin
beyni, farklı yaşlarda birbirinden tamamen farklı yapıdadır. Bu gelişmenin en
çarpıcı olduğu dönem; bebekliktir.
56
Bu durumda, gözleri görmeyen bir bebeğin uyaran alamayan görsel alanı, işitsel uyaran ile gelişmesini sürdürür. Bu
şekilde, doğuştan gözleri görmeyen bireyin görsel algı sistemleri, işitsel alana
kaydırılmak sureti ile gözleri görenden
daha gelişmiş bir işitme sistemine sahip
olması, dolayısı ile ortama adaptasyonu
kolaylaşmış olur. Beynin, ortama uyum
sağlamasına olanak yaratan bu özelliğine
‘plastisite’ denir.
Bebek beyninde, koşullara göre gelişme
potansiyeli taşıyan, gereğinden fazla yapı
mevcuttur. Bunun nedeni; beynin adaptasyon organı olmasıdır. Yani, beyin çevrenin koşul ve gereksinimlerine uygun
olarak gelişmektedir.
Gelişme potansiyeli taşıyan gelişmemiş
yapılara örnek olarak, 6 aylık bebeğin
işitsel ve görsel algı sistemleri gösterilebilir: Bebek beyninde, görsel ve işitsel
uyaranlar, yetişkinde olduğu gibi kendilerine ait ayrı alanlarda algılanmaz.
Onun yerine, tek bir uyaranmışçasına
aynı alanda algılanır.
Nisan / 2011
Plastisitenin en yüksek olduğu dönem
ise 0-3 yaştır. Yetişkin beyni plastisite yeteneğini kaybeder, ancak bu özellik koku
ve hafıza alanlarında yaşam boyu korunur.
Bebek beynindeki gereğinden fazla yapının gerekçesine gelince, çevresel şartlara
uyumun garanti altına alınmasıdır. Bu
yapıların çevreye uyum, adaptasyon için
gerekli olanları gelişir, gereksizler silinerek yok olur. Böylece, kalıtsal özellikler
dahilinde çevresel koşullara uyum davranışlarında, bireysel farklılıklar kazanılmış olur.
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
BEYİN, ÇEVRE ELVERDİĞİNCE
GELİŞİR,
İNSAN, BEYNİ KADAR DAVRANIR
Kısaca, beyin çevre elverdiğince gelişir.
O nedenle, uyaran açısından fakir bir ortamda büyümek, beyni yaşam boyu
olumsuz etkiler. Örneğin, göz kapakları
dikilerek görmeleri engellenen fare yavrularının gelişmesi, aynı batında doğmuş
ve gözleri açık olarak aynı ortamda
yetişmiş kardeşlerininki ile karşılaştırıldığında oldukça geri kalır.
Öte yandan, beyin yaşa bağlı olarak sürekli ve belirli bir sırayı takip eden gelişme içindedir. Bu aşamalardan
herhangi ikisi sırasında, beyin tamamen
farklı yapılar içerir. Yani, her aşamada
beynin çevresel uyaranlara yanıt verme
kapasitesi farklıdır. Söz konusu aşamaya
uygun olmayan uyaranlar verildiğinde,
beyinde kalıcı hasar ortaya çıkar. Örneğin, yukarıda söz edilen görsel ve işitsel
algıya hassas yapılar, yetişkindekinden
farklı yerleşim gösterdiğinden 6. aydan
3. yaşın sonuna kadar yetişkin yerleşim
alanlarına göç ederler. Bu dönemde, aşırı
görsel ve işitsel uyaran vermek bu göçü
olumsuz etkiler ve beyinde kalıcı hasara
yol açar. Kısacası erken uyaran beyne
zarar verir.
Bu yaş aralığında (6 ay-3 yaş) televizyon
gibi görsel ve işitsel algıyı aşırı uyaran bir
araç ile başbaşa bırakılmış bebeklerde, içe
kapanmadan başka zihin ve lisan gelişmesinde sorunlar ortaya çıkar. Bu durum,
yeni doğmuş bir bebeği, hazmedemeyeceği et, balık, tavuk ile beslemeye benzer.
Buradan,
beynin
gelişme
kapasitesinin en üst seviyeye taşınması
için uyaran zenginliği koşulunun, uyaranın beynin içinde bulunduğu gelişme
aşamasının yeterliği ile sınırlı olduğu anlaşılır. Bir başka deyişle, uyaran zenginliği çocuğun yaşına uygun olmalıdır.
Çocuk ile ilgili herkesin beynin gelişme dinamiklerine uygun davranması zorunludur. Aksi halde, geleceğin yetişkinine zarar
verilir.
İLK 10 YIL: YORUMSUZ KAYIT
DÖNEMİ
Yaşamın ilk 3 yılı, çevrenin 5 duyu organı ile algılanıp, davranışsal bir yanıtın
(hareket) verildiği dönemdir. Bu dönemde, duyudan davranışa doğrudan
yani
yorumsuz bir geçiş olduğuna
dikkat edilmelidir. Çevresel uyaranların
yorumlanarak uygun yanıtın verilebilmesi için, çevre kayıtlarının yeterince
içselleştirilmesi (kavram / konsept oluşturulması) gerekir ki, bu yetenek ancak 10.
yaşın sonunda kazanılır. Buradan, yaşamın ilk 10 yılının yorumsuz kayıt dönemi olduğu açıktır.
daki sırasıyla 1-0 kodlamasına benzer biçimde uyaran detayları analiz edilerek assosiyatif kortekste ilgili alanlarına
aktarılır. Bu kayıtlar, çok özel sistemler
(en passant aksonlar) ile kendilerini kopyalayarak kaydedilirler. Bu nedenle
yaşam boyu kalıcıdırlar. Bu kısa açıklamadan anlaşıldığı gibi, yaşamın ilk 3 yılında yaşananlar yetişkin davranışlarını
belirleyici özelliktedir.
KORTEKS KAYITLARI: ALGI VE
KAVRAM
Akademik (bilişsel / kognitif) fonksiyonlar; uyaranların detaylarına göre analiz
Televizyon gibi görsel ve işitsel algıyı aşırı uyaran bir araç ile başbaşa bırakılmış
bebeklerde, içe kapanmadan başka zihin ve lisan gelişmesinde sorunlar ortaya
çıkar. Bu durum, yeni doğmuş bir bebeği, hazmedemeyeceği et, balık, tavuk ile
beslemeye benzer.
Araştırmalar 0-3 yaşta beynin saniyede
edilerek sınıflandırılması ve gerekli hal30 milyon kayıt yapabilme yeteneğinde
lerde bu kayıtların bireyin yararına en
olağanüstü canlı bir kamera sistemi oluygun yanıt olacak biçimde sentez edilduğunu doğrulamaktadır. Bu dönemde,
mesi sonucu uygulama komutunun
çevresel uyaranlar 5 duyudan gelen veriverilmesidir.
ler ile adeta birebir kopyalanarak kaydeBir diğer deyişle, akademik fonksiyonlar
dilir (baskı dönemi) ( Heinroth, 1911;
beynin zihin, hafıza, yorum ve yürütme
Lorenz, 1937). Söz konusu kayıtlar,
fonksiyonlarıdır. Doğumdan itibaren
amigdalanın etkisi ile duygusal hafıza
gelişme içinde olmalarına rağmen, aka(limbik sistem) üzerinden yaklaş (sevinç)
demik fonksiyonların etkili olarak kullave uzaklaş (korku, öfke, nefret, iğrenme)
nımı, ancak ergenlikten itibaren ve en
duyguları ile eşleşerek, adeta bilgisayarNisan / 2011
57
Ma kal e
iyisi yetişkin döneminde mümkündür.
Daha spesifik olmak gerekirse, frontal
lobun myelinleşmesini müteakiben yani
32. yaştan sonradır.
Duyu organlarının aldığı uyaranların
(enerji) sadece bir kısmı fark edilir, yani
sensoriyal kortekse taşınır. Buna en iyi
örnek görsel yarış olgusudur. Şöyle ki,
görme duyusu, aynı anda farklı uyaranlar ile uyarılır, ancak uyaranlardan sadece bazıları fark edilirken, diğerleri
baskılanarak es geçilir. Hangi uyaranın
es geçilip hangisine yönelineceği konusunda, uyaranın uyarma özelliği kadar
bireyin ihtiyaçları da rol oynar.
Sensoriyel kortekse taşınanların yani fark
edilenlerin de yine sadece bir kısmı sembolleştirilmek sureti ile (kavram / konsept
– representation) (kavram / konsept – representation) kalıcı olarak kaydedilir yani
asosiyatif kortekse taşınır. Bu kayıtlar gerektiğinde bilince taşınır, yani hatırlanır.
Pekçok kayıt bilince çıkmaksızın bireyin
davranışlarını belirler.
okumadır ki o da zihinsel algıdır.
Baba oyuncak çileği gerçek sanıyor ise;
baba yanılmaktadır. Baba çilek ile daha
önceden karşılaşmıştır . Çilek, babanın
zihninde bir sembol (representation –
concept) olarak kaydını halen korumaktadır. Babanın oyuncak çileği gerçek sanıyor olması; babanın beynindeki
sembol ile oyuncak çilek nesnelliği birebir örtüşmememektedir.
Baba oyuncak çileği ısırır gibi yaparak,
çocuğu kandırıyor ise; çocuğun oyuncak
çileği gerçek sandığını düşünmektedir.
Yani, baba çocuğun zihnindeki yanılgıyı
okumaktadır.
ANLAMANIN YOLU: ZİHİN
Zihin; 5 duyu ile algılanmadığı halde,
assosiyatif kortekse taşınmış algıların
(perception) sembol kayıtları (representation) ile varlığı anlaşılan kavramların
(consept) tümüdür. Örneğin, babasını
oyuncak bir çileği ısırmaya çalışırken
gören bir çocuk, babasının oyuncak çileği gerçek sandığını veya kendisini kandırmayı amaçladığını düşünebilir. Baba,
çocuk ve oyuncak çilek gerçektir. Çocuğun, ortamda çilek olmadığı halde
gerçek çilek ile oyuncak çileği karşılaştırması, onun zihinsel algısıdır.
Çocuk babasının oyuncak çileği gerçek
sandığını düşünüyor ise; babasının zihnindeki soyut bir algının gerçek bir nesnellik karşısında açık verdiğini fark
etmektedir. Bir diğerinin zihnini okumak birinci derecede zihin okumadır
(first order theory of mind).
Babasının oyuncak çileği gerçek sanıyor
olması hakkındaki varsayımı ise, bir diğerinin zihninden geçenleri okumaktır
(zihin teorisi) ki, o da zihinsel algıdır.
Çocuk babasının oyuncak çileği ısırır
gibi yaparak, kendisini kandırmayı
amaçladığını düşünüyor ise; babasının
zihninin, kendisinin zihnindeki sembolü
yanlış okuduğunu fark etmektedir. Bir
diğerinin zihin okumasını, zihinsel olarak okuma; ikinci derecede zihin okumadır (second order theory of mind).
Babasının kendisini kandırma amacı da
keza babasının oyuncak çileği oyuncak
çilek olarak algıladığı varsayımından
yola çıkan bir diğerinin zihinsel algısını
Bu yorumlar için bireylerin çilek nesnelliği ile daha önceden karşılaşmış olmaları (assosiyatif kortekslerinin bu nesnelliği
algılamış olması – perception), her ikisi-
58
Nisan / 2011
nin beyninde çileğin sembolik olarak
varlığını koruyor olması (sembol - representation) ve her ikisinin de zihin okuma
yeteneklerinin olması şarttır.
Nesnellik ve zihinsel sembol ikileminin
fark edilmesi ile çevre, kendi ve diğerleri
konsepti kazanılır. Çevresel uyaranların
nesnellikleri ile değil, daha önceki korteks kayıtlarının sembolleri ile yorumlanarak davranışları yönlendirdikleri
anlaşılır (istek-inanç ve davranış teorisi)
(Bartsch ve Wellman, 1995). Bu durumda, nesnellikten kopmaların (yanılsamaların) olabileceği kavramı fark
edilir. Birey yanılabileceğini, yanıltılabileceğini, yanıltabileceğini kavrar. Gerçeğe ulaşmak için yeterli anlama ve
anlatma davranışına yönelir.
Bütün bunları yani zihni neden mi anlatıyorum? Çünkü davranışların altında
yatan nedenlerin anlaşılması ile kendi ve
diğerlerinin davranışlarının amacı anlaşılır. Gelenek ve görenek farkındalığı kazanılır ve sosyal yaşama adapte olunur.
Kendi ve diğerleri hakkında yorum yapabilmek, dolayısı ile kendini diğerlerinin yerine koymak sureti ile empati
gelişir. Tüm bunlar ve birazdan anlatacaklarım zihni anlamaktan geçer.
Ancak zihin teorisini anlarsak, çocuklarımızı (ve başkalarını) anlamak ve doğru
davranmak mümkün olur.
Davranışların altında yatan dinamiklerin anlaşılması ile kendi ve diğerlerinin
davranışları öngörülebilir. Kendi davranışları amacına yönelik kontrol edilebilir. Diğerlerinin duygu ve düşüncelerini
yönlendirecek sosyal davranışlar seçilebilir (de Villiers, ve ark., 1997). Sır alma,
sır verme, sürpriz yapma, ikna ya da protesto etme, kandırma ve yalan söyleme
davranışları sosyal yaşamın işleyişine
göre amacına uygun kullanılabilir (Bruner, 1990; Wellman 1990; Astington,
1993). Diğerlerinin ilgisi takip edilerek,
lisan etkili biçimde kullanılabilir (BaronCohen, 1988).
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
ÇOCUKLARDA ZİHİN GELİŞİMİNİN ÖNEMİ
Sosyalleşme için olmazsa olmaz bu sistematik soyut algı; zihinsel-bilişsellinguistik gibi içinde birden fazla
yeteneği barındırır. Diğer bir deyişle,
zihin ve zihin okuma yeteneği; okumayazma-okuyup yazdığını anlama ve aritmetik gibi yetenekler üzerinde etkilidir
(Olson 1994; Astington ve Pelletier, 1996;
Astington ve Pelletier, 1996; de Villiers, ve
ark., 1999).
Bireyin gerçek ile sembolik algıyı ayrıştırabilmesi dolayısı ile çevrenin iki farklı
şekilde algılanabileceğinin farkına varması okul öncesi dönemde kazanılır ya
da kazanılması gerekir. 6-11 Yaşlarını
kapsayan ilköğretim dönemi, çocuğun
yaşıtları arasında yarıştığı bir dönemdir.
Çocuk, yarışabildiği ölçüde kendine
güven duygusu kazanır. Diğerlerinin zihninden geçenleri anlayabilmeli, sosyal
diyalog ve aktivitelere dahil olmalıdır.
Aksi halde, yaşıtları ile yarışma fırsatını
kaçırır. Çevreden kopar. Dışlanır. Yani
zihin ve zihin okuma yetersizliği, özgüveni engellemek sureti ile de çocuklarda
akademik başarıyı, dolayısı ile geleceği
olumsuz etkiler. Sonuç olarak, diğerlerinin fikirilerini dinleyebilen, eleştirebilen,
kandırılmamak adına kararlar verebilen ve aynı zamanda
diğerlerini yönlendirebilen
bağımsız
bireylerin
yetişebilmesi için bu algı sistematiği bilimsel olarak irdelenmeli ve kesinlikle
eğitimin hizmetinde kullanılmalıdır.
ZİHİN ve AKADEMİK YETENEK
Akademik başarı için izleme, planlama
ve yürütme yeteneği, yani zeka fonksiyonları şarttır. Bunun için, kendini
kontrol edebilme, dikkatini yönlendirebilme, dikkat esnekliği ve işlevsel hafızaya ihtiyaç vardır. Buna karşılık, zihin
ve özellikle de zihin okuma yeteneğinin
akademik başarı üzerindeki etkisi tartışmasızdır.
Planlama yeteneği, zihin okuma yetene-
ğinin gelişimi ile yakından ilişkilidir
(Hughes, 1996; Russell, 1996). Diğerlerinin niyetini davranışlarından önce anlamak, yeni stratejiler planlamak, yeni
söylemler oluşturmak ve yönlendirmek;
mesajlardaki çelişkileri fark etmek, açıklamak, tartışmak ve tartışmayı yönlendirebilmek için zihin okuma sistematiği
şarttır.
ortak kullanılan bu alan nedeni ile doğrudan kabul ederler. Diğer bazıları ise,
bu iki fonksiyonun dolaylı ilişkisini
kabul etmekle birlikte, doğrudan yani
birebir etkileşim içinde olmadığını öne
sürerler (Russell, 1996).
Zihnin lisan, işlevsel hafıza ve sosyalleşme ile ilişkisini bir başka yazıda ele
almak üzere…
Nitekim, zihin okuma yeteneği olmayan
çocukların, izleme, planlama ve yürütme
fonksiyonları yetersizdir. Buna karşılık,
yürütme fonksiyonu olmayan çocuklarda, yanlış inanç algısı (diğerlerinin zihinsel açığını fark edebilmek) ve
simgesel anlatımları yetersizdir (Zaitchick, 1990). Zihin okuma, yürütme ve
planlama yetenekleri; yanlış inanç (1. ve
2. derece); yürütme ve planlama (Tower
of Hanoi – TOH (Welsh & Huizinga,
2001) testleri ile ölçülür. Zeka testleri de
esas olarak, içiçe geçmiş olduğu düşünülen bu yetenekler hakkında, genel bir değerlendirmedir (Hughes, 1998).
Yürütme fonksiyonu prefrontal kortekste gerçekleşir. Bu alan aynı zamanda
yanlış inanç yeteneğinin gerçekleştiği
alan ile yakın ilişki içindedir (Ozonoff ve
ark., 1991). Bazı otörler, zihin ve yürütme fonksiyonları arasındaki ilişkiyi,
Nisan / 2011
Çocuk, yarışabildiği ölçüde kendine
güven duygusu kazanır. Diğerlerinin
zihninden geçenleri anlayabilmeli,
sosyal diyalog ve aktivitelere dahil olmalıdır. Aksi halde, yaşıtları ile yarışma fırsatını kaçırır. Çevreden
kopar. Dışlanır. Yani zihin ve zihin
okuma yetersizliği, özgüveni engellemek sureti ile de çocuklarda akademik başarıyı, dolayısı ile geleceği
olumsuz etkiler. Sonuç olarak, diğerlerinin fikirilerini dinleyebilen, eleştirebilen,
kandırılmamak
adına
kararlar verebilen ve aynı zamanda
diğerlerini yönlendirebilen bağımsız
bireylerin yetişebilmesi için bu algı
sistematiği bilimsel olarak irdelenmeli ve kesinlikle eğitimin hizmetinde kullanılmalıdır.
59
Ma kal e
ÖZGÜL ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ
Prof. Dr. Gülsen ERDEN
Ankara Üniversitesi
Sınıf içinde bilgiyi alma ve kullanma açısından yaşıtlarından farklı olduğu gözlenen okulda ve evde verilen destek ve gösterilen ilgiye karşın, güçlük yaşamaya devam eden çocuklar vardır. Bu çocukların, okulda
kendilerini güvende hissetmeleri, öğrenme motivasyonu, okula uyum, başarıya yönelim ve ruhsal-fiziksel
sağlıkları ile yakından ilişkilidir.
Herhangi bir sınıfa şöyle bir göz attığımızda farklı kişiliklerin, potansiyellerin,
geçmişlerin ve öğrenme gereksinimlerinin oluşturduğu zengin bir grupla karşılaşırız. Öğretmenler bu tabloda en
öndedirler. Sınıfa kendi kişiliklerini,
zevklerini ve geçmişteki eğitim-öğretim
deneyimlerini yansıtırken, hem kendileri
hem de onlara emanet edilen çocukların
yararı için çabalarlar. Kullandıkları yöntemlerin, bir yandan o yılın program
amaçlarını gerçekleştirmesini, bir yandan da sınıftaki tüm öğrencileri kişisel ve
sosyal olgunluğa eriştirmesini beklerler.
Ancak ortalama bir okulda, sınıfında bulunan 40–45 öğrenci ile beraber bu
amaca doğru yürümek zorundadırlar.
Öğretmenler öğrencilerinin var olan potansiyellerinin tamamını gerçekleştirmelerini sağlamanın genellikle kendi
görevleri olduğunu düşünürler; fakat
bazı çocuklar özel gereksinimleri ile göze
çarpar ve uygun sınıf ortamının oluşması
bu nedenle kesintiye uğrayabilir. Okula
ilişkin beklentilerin gerçekleşebilmesi
için olmazsa olmaz bir durum vardır. Bu
da her çocuğun kendini okulda güvende
60
Çoğu zaman küçük bir çocuktan bir şey
yapması istendiğinde ya en sevdiği masalı anlatır ya da sevdiği bir şarkıyı baştan
sona söyler. İlköğretim okuluna devam
eden bir çocuğun defterine bakıldığında
düzgün ve doğru yazılmış cümleler
görülebilir. Bazı yetişkinlerin bir işe başladıklarında işi istenen zamanda yapabildikleri ya da onlara bir görevi nasıl
yapacakları anlatıldığında bunu kolayca
anlayıp uygulayabildikleri gözlenir. Bu
yaşam içinde sıkça gözlemlenen bir durumdur. Ancak her zaman böyle olmayabilir.
hissetmesi olarak özetlenebilir. Sınıf
içinde bilgiyi alma ve kullanma açısından yaşıtlarından farklı olduğu gözlenen
okulda ve evde verilen destek ve gösterilen ilgiye karşın, güçlük yaşamaya devam
eden çocuklar vardır. Bu çocukların,
okulda kendilerini güvende hissetmeleri,
öğrenme motivasyonu, okula uyum, başarıya yönelim ve ruhsal-fiziksel sağlıkları ile yakından ilişkilidir.
Nisan / 2011
Bazı çocuklar şarkıları akıllarında tutamayabilirler ya da kelimeleri tam olarak
doğru söyleyemeyebilirler. Örneğin
“ekmek” yerine “kemek” diyebilirler.
Okula giden bazı çocukların haftaların
günlerini karıştırdıkları, yön bulmakta
zorlandıkları, çoğu zaman sözcükler içindeki harfleri karıştırdıkları/yer değiştirdikleri gözlemlenir. Arkadaşlarının yüz
ifadelerini, mimikleri doğru yorumlayamayabilir, aynı anda birkaç şeyi organize
edemeyebilirler. Çok sık olmasa da bu
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
tür güçlükler yaşayan yetişkinlerle de
günlük hayatta karşılaşılmaktadır. Bu
durum örnek olguda* olduğu gibi Özgül
Öğrenme Güçlüğü’nü akla getirir.
*Koray
Yaşının çocuğu gibi görünen, zeki, sempatik, kolay ilişki kuran ve sıcak bir çocuktur.
Fakat eğitim kurallarına göre sınıf içinde
dersin normal bir akışla sürdürülmesini
davranışlarıyla engelleyebilen ve aynı zamanda da kendisi de sınıfın bilgi ve beceri
düzeyi ile uyuşmayan bir çocuktur. Drama
dersinde, serbest çalışmalarda mükemmel,
mizah yeteneği son derece iyi gelişmiş, sözel
becerileri iyi olduğu gözlenmektedir. Öte
yandan okuma ve yazma görevlerini yerine
getirmekten kaçınmaktadır. Sesleri birbirine karıştırma, sözcükleri tanıma ve hatırlamada zorlanma, yavaş okuma ve
yazma gibi sorunları gözlenmektedir.
Ailesiyle gittiği Çocuk Ruh Sağlığı kliniğinde, yapılan çeşitli değerlendirmeler sonunda Koray’a Özgül Öğrenme Güçlüğü
tanısı konulmuştur.
Özgül Öğrenme Güçlüğü
Özgül Öğrenme Güçlüğü okuma,
yazma ve aritmetik becerilerde çocuğun
yaşı ve zekâsına göre beklenen başarıyı
gösterememesi durumu olarak tanımlanabilir. Bu tanıma bağlı olarak ilköğretimin ilk yılının ikinci yarısının ortalarına
doğru bu güçlükten kuşku duyulmaya
başlanır. Bir çocuğa özgül
öğrenme
güçlüğü tanısı konabilmesi için çocuğun
mutlaka okuma, yazma ve aritmetik becerileri ortaya koyabileceği yaşa gelmesi
gerekmektedir. Çocuğun okuma, yazma
ya da aritmetik becerilerde en azından
yaşıtlarının ve kendi zihinsel düzeyinin
gerisinde kalması, özgül öğrenme güçlüğünden kuşku duyulması için yeterlidir.
Genellikle önce çocuğun öğretmeni,
“Çocuğunuzun konuşurken, oyun oynarken ya da herhangi bir şey anlatırken
yaşıtlarından hiçbir farkı yok; ancak yazılı, sözlü sınavlarda ya da beklenmedik
bir anda bilgiye dayalı bir soru soruldu-
ğunda bildiği bir şeyi bile geri verirken
konuşurlar. Bazıları ile konuşulduğunda
ya da söylerken zorlanıyor. Çocuğunuçoğu zaman sözcükleri doğru telaffuz
zun bir sorunu var.” diyerek bu güçlüğe
edemediklerini, sözcük ve heceleri karışdikkat çeker. Aileler de çocuğun dersletırdıkları örneğin “kitap” yerine “kipat”
rine çalışıyor olmasına karşın, akademik
dedikleri görülmektedir. Sözcük dağarbeceri konusunda onları hiç beklemecıkları da yaşıtları kadar çeşitli değildir.
dikleri biçimde şaşırtmasıyla ortada bir
Bu çocukların günlük yaşamlarında da
sorun olduğunun farkına varmaktadırsorunlar yaşadıklarını görülür. Örneğin
lar. Sorunun farkına varılmasının ardındüğmelerini iliklerken, çatal-bıçak
dan, mutlaka çocuk ruh sağlığı
kullanırken, ayakkabılarını bağlarken
kliniklerine başvurulması gerekir. Çocuk
zorlanırlar. Oyuncaklarıyla oynarken,
ruh sağlığı kliniklerinde çocuk psikiyatdışarıda arkadaşlarıyla beraberken,
ristleri ve psikologları
Özgül Öğrenme Güçlüğü
belirtileri gösteren çocuğu
birlikte değerlendirmelidirler. Çocuğa yalnızca psikiyatrik muayene değil, aynı
zamanda akademik becerileri yordamaya yönelik psikolojik değerlendirme ve
özgül öğrenme güçlüğünü
taramaya yönelik özel görüşmeler yapılmalıdır. Söz
konusu değerlendirmede
çocuğun okuma, yazma ve
aritmetik beceri gibi hangi
alt grupta sorunu olduğunu
anlamaya yönelik özel soruların da sorulması gerekir.
Tanı okul çağında konulabilmesine karşın Özgül Öğrenme Güçlüğü yapısal bir
sorun olduğu için okul öncesi dönemde de çocuklar Özgül Öğrenme Güçlüğü okuma, yazma ve aritmeÖzgül Öğrenme Güçlü- tik becerilerde çocuğun yaşı ve zekâsına göre bekğü’ne ilişkin belirtiler göster- lenen başarıyı gösterememesi durumu olarak
mektedirler.
tanımlanabilir.
Okul öncesi dönemde Özgül Öğrenme
Güçlüğü riski taşıyan çocuklar çeşitli
alanlarda sorunlar yaşarlar. Literatürde
bu alanlar dil, algısal-kavramsal alan,
bellek, motor koordinasyon, dikkat-hareket alanı, organizasyon ve duygusal
sosyal alan olarak belirlenmiştir. Çocuklar bu alanların bazılarında sorun ya da
hepsinde sorun yaşayabilirler.
Özgül Öğrenme Güçlüğü riski taşıyan
okul öncesindeki çocukların bazıları geç
Nisan / 2011
dikkatlerini toplamakta zorlandıkları ve
oyunun kurallarını anlayıp uygulamada
zorlandıkları gözlenir. Kitaplarını ters
tuttuklarına, ayakkabılarını ters giydiklerine yani yönlerini karıştırdıkları fark
edilir. Renkleri sayıları önce ve sonra
gibi kavramları öğrenmede yaşıtlarına
göre zorlandıkları gözlenir. Okul öncesi
belirtiler önemlidir çünkü erken yaşta
tanı konmadığında, çocuk sahip olduğu
güçlüklerle örgün eğitime katılır ve burada yaşayacağı güçlükler ile yükü artar.
61
Ma kal e
Eğer okul öncesindeki bir çocuğun güçlükleri fark edilmemişse ve gerekli
destekler verilememişse, söz konusu çocuğun ilköğretim döneminde de benzer
alanlarda güçlük yaşamasının yanı sıra
Özgül Öğrenme Güçlüğü belirtileri gösterdiği de gözlemlenecektir. Okul döneminde en çok göze çarpan şey düşük
okul başarısıdır ya da bazen iyi bazen
kötü inişli çıkışlı bir başarı grafiğidir.
Özgül Öğrenme Güçlüğü belirtileri gösteren çocuğun zorlandığı alanlar olduğu
gibi sorun yaşamadığı alanlarda vardır.
Bu nedenle bazı dersleri iyidir bazı dersleri ise kötüdür. Okumada ya da yazmada belirgin sorunlar gözlenir.
Okurken sorunlar yaşarlar. Okumayı
öğrenmede gecikirler ve okurken yavaş
okurlar. Yine yazarken olduğu gibi okurken harfleri karıştırırlar ve “çok”a “koç”
demek gibi sözcükleri, heceleri ters çevirirler. Bir yazıyı okurken sıklıkla harfleri,
sözcükleri atladıkları görülür. Okurken
sırayı takip edemeyip, satır atlayabilirler,
kaldıkları yeri kaybedebilirler. Bu aksaklıkları çözmek için de yeni cümleler uydururlar.
Yaşıtlarına oranla el yazıları okunaksızdır ve yine yaşıtlarına göre daha yavaş yazarlar. Yazı içinde, bazı harfleri ya da
sayıları ters yazdıkları görülür. Örneğin
“b” yerine “d” “6” yerine “9” yazabilirler. Sözcükleri ters çevirip, çoğu zaman
“ve” yerine “ev”, “roman” yerine
“orman” , “top” yerine “pot” yazar. Tahtadaki yazıyı defterine çekerken ya da
öğretmeninin okuduğunu defterine yazarken zorlanırlar. Çoğu zaman düzensiz, karışık ve iyi kullanılmamış defterleri
olduğu dikkati çeker. Bir çoğunun elgöz koordinasyonları zayıf olduğu için
çizimleri de yazıları da bozuktur. Bazen
de Aritmetik becerileri iyi değildir. Toplama, çıkarma vb işlemlerde sorunlar yaşarlar. İşleme sağdan değil soldan
başlayabilirler. Toplama, çıkarma gibi işlemlerde “eldeyi” unutabilirler. Sayı kavramlarını anlamakta güçlük çekerler
örneğin beş mi büyük bir mi kestiremezler. Problemi çözecek işlemleri bula62
mayabilirler. Problemleri akıllarında
çözseler bile yazıya dökmekte zorlanırlar. Eğer bir şeyin belli bir sırada yapılması
isteniyorsa
bunu
başaramayabilirler. Bir öyküyü sıralı anlatamayabilirler. Düşüncelerini sözlü ya
da yazılı olarak düzenli bir biçimde ifade
etmekte başarısız olabilirler. Bu çocukların iyi bir çalışma alışkanlıkları da olmayabilir. Ödevlerini ya alamaz ya da
eksik alır. Dikkatlerini toplayamadıkları
için çabuk sıkılırlar ve ödev yaparken sık
sık ara verdikleri araya gereksinimleri olduğu gözlenir.
Eğer okul öncesindeki bir çocuğun
güçlükleri fark edilmemişse ve gerekli
destekler verilememişse, söz konusu
çocuğun ilköğretim döneminde de
benzer alanlarda güçlük yaşamasının
yanı sıra Özgül Öğrenme Güçlüğü
belirtileri gösterdiği de gözlemlenecektir.
Yaşıtlarına göre daha çocuksu oldukları
gözlenir. Karşısındaki kişinin mimiklerini jestlerini anlamakta ve yorumlamakta zorlanabilirler bu da onların
arkadaş ilişkilerinde sorun yaşamalarına
sebep olabilir. Neşeliyken birden öfkelenebilir hızlı duygu değişimi gösterirler.
Sahip olduğu güçlükler çocuğu bu güçlüklere sahip olmayan yaşıtlarında farklılaştırır. Sıkıntılarını, eksikliklerini fark
edebildikleri için de düşük benlik saygısı
geliştirebilirler. Yaşadığı başarısızlıklar
nedeniylede kendisine güveni azalır.
Uyum sağlamada zorlandıkları, çoğu
Nisan / 2011
zaman bu okuldan kaçma, okula gitmeme gibi davranışlar beraberinde psikolojik sıkıntılar gözlenir.
Özgül Öğrenme Güçlüğü zekâ düzeyi
normal ya da normalin üzerinde olan bireylerde görülür. Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocuklar öğrenme süreçlerinin
bir kısmında ya da hepsinde birden sorunlar yaşarlar. Aslında söz konusu çocuklar öğrenemedikleri için değil uygun
öğrenme stratejileri geliştiremedikleri
için okulda, evde süre giden sıkıntılar
içinde bir kısır döngü yaşarlar. Çocuk
çalışır, çalıştırılır, yine başarılı olmaz. Bu
başarısızlık hayal kırıklığı, üzüntü ve kızgınlık ile sonuçlanır. Evde okulda baskı
artar daha uzun süre daha sıkı çalışır, çalıştırılır ve yine başarılı olamaz. Oysaki
çocuğun yaşadığı güçlüğün tanısı konulup uygun psikoeğitsel müdahale başlasa
ve çocuğa başarılı olabileceği alanlarda
başarılı olma fırsatı yaratılsa ve sınavlarda-ödevlerde çocuğun öğrenme stillerine uygun kolaylıklar sağlanabilirse
çocuk, aile ve öğretmen için daha verimli bir sürece geçilecektir.
Özgül Öğrenme Güçlüğü okul öncesi
dönemden itibaren belirti verir. Önemli
olan erken dönemde bu belirtileri fark
edebilmek ve gerekli uzman yardımını
almaktır. Okul öncesi dönemde bir çocuğun öğrenme güçlüğü olduğunu saptamak erken tanı için önemlidir. Çünkü
bu sayede hem akademik yaşamında
hem de toplum yaşamında gerekli becerileri edinmesi sağlanabilir ve çocuğa
özgü eğitimlerle de sürekli başarısız olması önlenebilir. Çoğu zaman anneler
çocuklarının diğer çocuklardan farklı bir
şekilde geliştiklerini fark edebilmektedirler. Özgül Öğrenme Güçlüğü okul
çağında okuma yazma ve aritmetik becerilerden birinde, ikisinde ya da hepsinde birden çocuğun yaşından ve
zihinsel düzeyinden beklenemeyen güçlükle tanı alabildiği için okul öncesi
dönemde gözlenen sorunlara Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı konulamamaktadır. Bu nedenle, bu dönemde gelişimsel
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
sorun ya da öğrenme bozukluğu riski terimleri tercih edilerek aileye gerekli önerilerde bulunup çocuğa destek sağlanır.
Bir çocuğa öğrenme bozukluğu tanısı
koymak için iyi bir değerlendirme yapılması önemlidir. Konuya ilişkin değerlendirme aşamasında çocuğun şimdiki
başarısı ile öğrenme potansiyeli arasındaki fark karşılaştırılmalıdır. Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı koyarken çeşitli
test gruplarından yararlanılabilinir. Test
grupları içinde zekâ testleri, akademik
başarı testleri diğer alanlardaki özel yetenek testleri bulunmaktadır. En sık kullanılan testler içinde Wechsler Zekâ
ölçekleri, akademik başarı testleri, görsel
motor algı testleri, bellek testleri, sağ-sol
yön tayini testleri yer alır. Bu testler çocuğun öğrenme güçlüğü çektiği alanlar
ve güçlü olduğu alanlar hakkında da
bilgi verebilir.
Hatırlanılacağı gibi Özgül Öğrenme
Güçlüğü olan çocuklar normal ya da
üstü zekâ düzeyine sahiptirler. Eğer bir
çocukta yaşıtlarıyla benzer öğrenme potansiyeli olmasına rağmen okuldaki başarısı bu potansiyelin gerektirdiğinden az
ya da farklıysa bu durum göz önüne
alınmalıdır. Çoğu zaman çocuklar aileleri tarafından öğretmen bir problem olduğunu söylediğinde bir uzmana
getirilmektedir. Oysaki aileler bir problem olduğunu daha erken yaşta fark etmektedir ama tanı daha geç yaşlarda
konmaktadır. Eğer anneler ya da temel
bakım veren kişiler, çocuklarının yaşıtlarından farklı geliştiğini gözlemlediklerinde, bu gözlemlerini uzmanlarla
paylaşırlarsa çocuğa ilişkin sorunlar
henüz Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı
konulamasa da erken tanınabilir. Ancak
ailelerin bir kısmı beklemeyi tercih ettiklerinden ya da Özgül Öğrenme Güçlüğü belirtilerini bilen bir uzmana
ulaşamadıklarından, bir kısmı da nereden yardım alacağını bilemediğinden çocuğun erken dönemde gösterdiği
güçlüklere yönelik müdahale gecikmektedir. Bununla birlikte erken dönemde
müdahale edildiğinde de Özgül Öğrenme Güçlüğü yapısal bir sorun olduğu
için çocuğun okul çağında da Özgül Öğrenme Güçlüğü’ne ilişkin sorunlar yaşaması tümüyle önlenemez. Ancak erken
müdahale ve uygun destek ile çocuğun
kendisini iyi hissetmesine olanak tanınmalıdır. Aynı zamanda zayıf ve yardıma
gereksinim duyduğu alanlar için gerekli
destek basamaklar halinde kolaydan zora
doğru sağlanmalıdır.
Özgül Öğrenme Güçlüğü dendiğinde
Çoğu zaman anneler çocuklarının diğer çocuklardan farklı bir şekilde geliştiklerini fark edebilmektedirler. Özgül Öğrenme Güçlüğü okul çağında okuma
yazma ve aritmetik becerilerden birinde, ikisinde ya da hepsinde birden çocuğun yaşından ve zihinsel düzeyinden beklenemeyen güçlükle tanı alabildiği için
okul öncesi dönemde gözlenen sorunlara Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı konulamamaktadır.
okul yaşına kadar edinmesi gerekli temel
beceriler edindirilebilir ve en azından
çocuk okula eksik donanımla başlamaz.
Özgül Öğrenme Güçlüğü öğrenme süreçlerindeki güçlükleri ifade etmektedir.
Bu nedenle çocuğun bilgiyi alma ve ifade
etme süreçleri belirlenmelidir. Daha
sonra bu çocuğun neden öğrenemediği
kapsamlı olarak değerlendirilmelidir. Bu
değerlendirmenin içinde bu nedenlere
eşlik eden duygusal, çevresel ve psikolojik etkilerde saptanmalıdır. Doğru bir
değerlendirme içinde çocuğun başarı düzeyi ve öğrenme stili de belirlenir. Böylece, öğrenme için bir plan yapılmasına
kaynak sağlanır. Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocukların güçlük yaşadıkları
alanların yanında onların güçlü ve yetenekli oldukları alanlar da vardır. Bu alanlar saptanarak, ilgi duyduğu ve kendine
güvendiği beceri kaynakları çocuğun
başarılı olma duygusunu tatmasına ve
Nisan / 2011
çok geniş bir yelpaze kapsamından söz
edilmektedir. Bu yelpaze içinde alt gruplar yer almaktadır. Psikiyatri alanında
kullanılan DSM-IV-TR tanı ölçütleri kitabında öğrenme bozukluğu; Okuma
Bozukluğu, Matematik Bozukluğu ve
Yazılı Anlatım Bozukluğu, Başka Türlü
Adlandırılamayan Öğrenme Bozukluğu
grupları bulunmaktadır. Tanının konulabilmesi için, bir başlık altında o başlığa
ilişkin becerilerin çocuğun zekâ düzeyi
ve yaşına uygun olarak aldığı eğitim göz
önünde bulundurulduğunda, beklenin
altında olması gerekmektedir.
Alt gruplar arasında Okuma Bozukluğu
en sık görülen bozukluktur. Tüm öğrenme bozukluğu olgularının %80’nini
Okuma Bozukluğuna sahip olgular oluşturmaktadır. “Özel Öğrenme Güçlüğü”
başlığı altında çeşitli kaynaklarda Disleksi (okuma güçlüğü), Disgrafi (yazma
63
Ma kal e
güçlüğü) ve Diskalkuli (aritmetik güçlüğü) kavramlarının kullanıldığı da görülmektedir.
Özgül Öğrenme Güçlüğü ve Yapılabilecekler
Literatürde Özgül Öğrenme Güçlüğü
belirtileri okul öncesi dönemde görülen
belirtiler, ilköğretim döneminde görülen
belirtiler ve 12 yaş ile yetişkinlik döneminde görülen belirtiler olarak ayrıldığı
görülmektedir. Eğer herhangi bir yaş
grubunda bir çocuğa Özgül Öğrenme
Güçlüğü tanısı konmuşsa, çocuk hangi
eğitim kurumuna gidiyorsa okul öncesi,
ilköğretim ya da lise bu çocuğun bulunduğu okula ve sınıfa devam etmesi (çok
özel durumlar dışında) gerekir. Söz konusu çocukların diğer çocuklar gibi
eğitimlerini sürdürebilmeleri için uygulanabilecek çeşitli yöntemler vardır. Çocuklar yaşıtlarıyla birlikte okula devam
ederken normal sınıf eğitimine ek olarak
bu çocuğun eksik ya da yetersiz kalan
yönlerine destek verilmesi gerekir. Bu
destekler bireysel olarak yapılan özel eğitimle ya da yaşıtlarıyla birlikte grup çalışması programlarıyla onları model
64
alması sağlanarak da yapılabilir. Eğitim
programı içinde seslerin farkında olma,
sıralama ve bellek becerileri, görselleştirme ve çoklu duyusal yöntemler, tam
dil eğitimi ya da duyusal ve motor bütünleştirmeye yönelik görevler bulunmaktadır. Özgül Öğrenme Güçlüğü
olan çocukların bir kısmının dikkatlerini
toplamakta zorlandıkları ve dikkat sürelerinin kısa olabileceği göz önüne alınarak yönergeleri anlayabilmeleri için
uygun çözümler bulunmalıdır ( yönergeyi yinelemek, yönergeyi görebilmelerini sağlamak vb.). Gerektiğinden
yönergeler birkaç kez sabırla tekrarlan-
malıdır. Yine dikkatlerinin kısa süreli
olması nedeniyle uzun ve karmaşık görevlerden sıkılabilecekleri hatırda tutularak, daha kısa görevler verilerek başarılı
olmaları sağlanabilir.
Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocukları
sık sık kontrol etmek faydalı olabilir bu
nedenle sınıf içinde öğretmenin dikkatini çocuğa daha fazla yöneltmesini sağlayacak bir oturma düzeni sağlanmalıdır.
En iyisi ön sırada ya da öğretmene yakın
bir yerde, çocuğun dikkatini dağıtmasına sebep olacak daha az uyaranın olNisan / 2011
duğu bir konumda ve uygun bir arkadaşının yanında oturmasını sağlamaktır.
Sınıf içi etkinliklerde öğrenme materyaline çocuğun kendine güvendiği ve ilgi
duyduğu konuları dâhil ederek, öğretme
stillerinde çocuğun belirlenen öğrenme
stiliyle uyumlu olacak değişiklikler yapılması uygun olacaktır. Örneğin bilgiler
aktarılırken modeller, nesneler ve resimler kullanarak anlatmak Özgül Öğrenme
Güçlüğü olan çocuklar için konuları
daha anlaşılır ve daha çekici yapabilir.
Aslında bu tüm çocuklar için çok daha
eğitici ve öğretici olabilir. Benzer şekilde
sınavlar, çocukların belirlenen güçlü
yanlarıyla uyumlu olarak sınav yöntemi
sözlü, yazılı, boşluk doldurma, doğruyanlış yöntemlerinden en uygun olanı
belirlenerek yapılabilir. Sınavın soru
miktarı azaltılabilir ve bu çocuklara ek
süre verebilir. Ayrıca pekiştirme ödevlerinin de çocuğa uygun olup olmadığına
dikkat edilmesi gerekir. Eğer gerekirse
ödev miktarı çocukların yavaş okuduğu,
yavaş yazdığı göz önünde bulundurularak azaltılmalıdır. Çocukların zayıf olduğu konularda bilgisayar, teyp, hesap
makinesi ve fotokopi makinesi gibi teknolojik araçların kullanılmasına izin verilmelidir.
Bazı çocukların bu güçlüklerle baş etmek
için kendilerine özgü yöntemler geliştirdikleri görülmektedir. Örneğin bir yazıyı
okurken sorun yaşadığı için, sınıf içinde
bir şey okuması gerektiğinde tüm yazıyı
ezberlemek gibi ya da bir matematik
problemini kendi becerisiyle çözmekte
zorlanacağı için problemin çözümünü
bütün olarak ezberleyerek sorunlarını
çözmeye çalışmak gibi. Öğretmenler bu
çocukları mümkün olduğunca cesaretlendirmeli ve başardıklarında ödüllendirmelidirler. Güçlü oldukları alanları ve
yeteneklerini sınıf içinde ön plana çıkarmaya özen göstermelidirler. Böylece çocukları zayıf oldukları alanlardaki
güçlükleri aşmaları için yüreklendirmiş
olacaklardır. Ayrıca çocukların sahip olduğu güçlükleri aşması için yaşıtlarından
da destek alınması gerekebilir. Bu ne-
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
denle öğretmenleri onların yaşıtlarıyla
birlikte etkinliklerde bulunmalarına,
sportif faaliyetler içinde olmalarına yardımcı olmalıdırlar. Çocuğun yaşayacağı
her sorun için okulun rehberlik ve danışmanlık servisinden yararlanılmalıdır.
Gerekirse okul idaresi, okul aile birliği ve
bakanlık çerçevesinde rehberlik ve danışmalık hizmetleri için kaynak yaratılması ve özendirilmesi için girişimlerde
bulunulmalıdır. Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocuğun öğretmeni hem okulun rehberlik servisiyle, hem çocuğun
ailesiyle hem de çocuğun uzmanıyla sürekli iletişim içinde olmalıdır. Özellikle
çocuğun öğretmeni ya da ailesi öğrenme
güçlüğü hakkında bilgi sahibi değilse
çocuğun akademik yaşamı başarısızlıkla
sürerken çocuk başarısız olarak değerlendirilir ve bu durum yetişkinlik dönemine kadar uzanan etkileri beraberinde
getirir. Ailelerin, öğretmenlerin, okul
idarecilerinin Özgül Öğrenme Güçlüğü
konusunda anne-baba- öğretmen bilgilendirme toplantıları, paylaşım grupları
içinde yer almaları, bu tür toplantı ve
bilgilenme toplantılarının düzenlenebilmesi için uygun kaynakları harekete geçirmeleri söz konusu çocuklara olduğu
kadar tüm okula yarar sağlayacak aktivetelerdir.
Milli Eğitim Bakanlığı 2509 sayılı Özel
Eğitim Hizmetleri Yönetmeliğine (2000)
göre öğrenme bozukluğu olan çocukların bazı hakları vardır. Buna göre kaynaştırma uygulamalarında “bireysel ve
gelişim özellikleri dikkate alınarak, gerekli önlemler alınır. Değerlendirmede,
öncelikle bireyselleştirilmiş eğitim programlarında hedeflerin gerçekleştirilmesi
esas alınır” denilmektedir. Zihinsel becerileri yüksek öğrenim yapabilecek düzeyde olan özel eğitim gereksinimli
gençlerin hakları da “yüksek öğretime
yönlendirme kararı alınanların ilgileri,
istekleri, yetenekleri ve iş olanakları doğrultusunda ve ölçüsünde yüksek öğrenim olanaklarından yararlanabilmeleri
için sınavlarda özel eğitim önlemleri alınır, yüksek öğretim kurumları ile işbirMilli Eğitim Bakanlığı 2509 sayılı Özel
Eğitim Hizmetleri Yönetmeliğine
(2000) göre öğrenme bozukluğu olan
çocukların bazı hakları vardır. Buna
göre kaynaştırma uygulamalarında
“bireysel ve gelişim özellikleri dikkate
alınarak, gerekli önlemler alınır.
Değerlendirmede, öncelikle bireyselleştirilmiş eğitim programlarında hedeflerin gerçekleştirilmesi esas alınır”
denilmektedir.
liği yapılarak, yerleştirilmelerinde, kredi
ve burs almalarında öncelik tanınır” denerek korunmuştur.
Özgül Öğrenme Güçlüğü ilaçla tedavi
edilememektedir. Özgül Öğrenme Güçlüğünde temel olan çocuğun öğrenme
stiline uygun destek eğitimidir. Bu çocuklar bireyselleştirilmiş özel eğitim alarak hem akademik başarıları hem de
toplumsal yaşamları desteklenebilir ve
hedeflenen düzeye getirilebilir. Bu eğitimde çocuğun başarısız olmasına neden
olan temel güçlük alanlarının güçlendi-
rilmesi ve pekiştirme yöntemleri esastır.
Çocukların güçlü yanları ön plana çıkarılarak toplum içinde “farklı” olarak değerlendirmelerinin önüne geçilmelidir ve
toplumun onları “kendine özgü” olarak
kabul etmesi sağlanmalıdır.
Çocukların benlik saygılarının incinmesi, kendilerini değersiz, beceriksiz ve
yetersiz görmelerinin önüne geçilebilmesi için erken tanı önemlidir. Tanı konmasında çok fazla gecikildiğinde ne
yazık ki bu çocukların büyük oranda eğitimden koptukları bilinmektedir. Bu nedenle ailelere ve öğretmenlere büyük
sorumluluk düşmektedir. Aileler ve öğretmenler öğrenme güçlüğü konusunda
bilgilendirilmeli ve mümkün olduğunca
erken tanının konması sağlanmalıdır.
Tanı koyduktan sonra da sorumluluklar
devam etmektedir. Öğretmenler sınıf
içindeki daha zor/yavaş öğrenen çocuğun farkında olmalı, onu görmezden
gelmemeli ve gerekli desteği sağlamalıdır. Her öğrenci için öğretmeninin onayı
oldukça önemlidir ve bu çocukların
onaylanmaya ve cesaretlendirilmeye fazlasıyla gereksinimleri vardır. Ailelerin de
öğretmenleri kadar bu çocukların öğrenme güçlükleriyle baş etmede önemli
payı vardır. İyi bir okul-aile-uzman işbirliği ve toplumunda bu konuda bilinçlendirilmesiyle bu çocukların toplum
içinde sağlam bir yer edinmeleri sağlanabilir.
Kaynakça:
Erden, G.; Kurdoğlu, F.; ve Uslu, R.(2002) İlköğretim Okullarına Devam Eden Türk Çocuklarının Sınıf Düzeylerine Göre Okuma Hızı ve Yazım Hataları Normlarının Geliştirilmesi. Türk Psikiyatri Dergisi,13(1):5-13.
Korkmazlar, Ü ve Sürücü, (2007). Öğrenme Bozuklukları içinde: Ö.Aysev, S.A ve Taner, I.Y. Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Hastalıkları. Janssen-Cılag
Kozloff MA (1974) Educating Children with Learning and Behavior Problems. NY:John Wiley and sons.
Lerner J (1993a) Learning Disabilities: eories, diagnosis, teaching strategies. Sixth ed. Boston: Houghton Mifflin Com.
Prior M, Sanson A, Smart D, Oberklaid F (1999) Relationships between learning difficulties and psychological problems in preadolescent children from a longitudinal sample. Journal of American Academy of Child Adolescent Psychiatry, 36:1020-1032.
Reid G (1998) Dyslexia.A Practitioner’s Handbook.Second Ed. England: John Wiley &Sons Ltd.
Silver, L.B.(1989) Learning Disabilities. Journal of American Academy Child and Adolescence Psychiatry, 28:309-313.
Wenar, C.(1994). Developmental Pychopathology from İnfancy rough Adolescence (3. edition). McGraw-Hill, Inc. New York, s:179-186.
Nisan / 2011
65
Ma kal e
ÜNİVERSİTE TERCİHLERİNDE
EN ZOR KARAR: İSTANBUL
Yrd. Doç. Dr. Fatih GÜRSUL / Hakan ERGİN
İstanbul Üniversitesi / Boğaziçi Üniversitesi
Üniversite eğitimleri için memleketlerinden İstanbul’a gelen öğrencilerin, ilk yıllarında şehre ve üniversite
ortamına alışmakta zorlandıkları saptanmıştır. Bu açıdan, üniversitelerde her akademik yıl başında uygulanan oryantasyon faaliyetlerinin etkililiği gözden geçirilmeli; her bölüme akademik ve idari personelin de katılımlarıyla oryantasyon programları planlama ve uygulama zorunluluğu getirilmelidir.
Bir Eylül günü, Boğaziçi Üniversitesi’nin
Robert Kolej’den kalma, Boğaz’a sıfır
kampüsünde kahvelerimizi yudumlarken, ellerinde çekçekli bavullarıyla yurtlara doğru ilerleyen 17-18 yaşlarındaki
gençler gözümüze çarptı. Yüzleri gülse
de, hallerinden memnun görünseler de,
merakla etrafı süzen gözlerindeki tedirginliği okumak zor değildi. Kim bilir ne
duydular, ne gördüler; ne umarken, ne
bulacaklardı? Derken, üniversiteyi kazandığımızda, yıllar önce Aksaray’dan İstanbul’a ve Malatya’dan Ankara’ya gelen
bizler, o günlerdeki hayallerimizden,
hayal kırıklıklarımızdan, umup da bulamadıklarımızdan, isteyip de geri dönemeyişimizden konuştuk bir saati aşkın.
Ve o bir saatlik sohbet orada kalmayacaktı; yüz binlerce genci yakından
ilgilendiren konusuyla, akademik çalışmamızın çıkış noktası olacaktı…
On milyondan fazla nüfusa ev sahipliği
yapan ve dünyanın en büyük megakentlerinden olan İstanbul’un aldığı göç, son
çeyrek yüzyılın en tartışmalı konularından olmuştur. Çarpık yerleşmenin, trafik
66
mekte, Paris ve Londra’ya 60 yılda olan
göç İstanbul’a 2 yılda gerçekleşmekte ve
her gün trafiğe 600 yeni araç çıkmaktadır. Diğer kentlere oranla daha fazla iş
imkanının olması, kentin bu denli göç
almasının başlıca nedenlerindendir.
Ancak, megakente göç edenler sadece iş
arayanlar değildir elbette. Bu amacın dışında gelenlerin önemli bir kısmını ise,
kentte bulunan 30’dan fazla üniversiteye
okumak için gelen öğrenciler oluşturmaktadır. Zordur bir insanın kendini,
arkadaş çevresini ve yaşadığı yeri değiştirmesi.
sıkışıklığının ve çevre kirliliğinin arkasında megakentin aldığı aşırı göç gösterilmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun
(TUIK) 2000 yılı nüfus sayımı verilerine
göre İstanbul’un aldığı yıllık net göç
400.000 olurken; İktisadi Araştırmalar
Vakfı’nın (İAV) 2006 yılında düzenlediği “İstanbul’a Göçün Yönetimi” adlı
seminerde paylaştığı verilere göre ise, her
4 dakikada bir kişi İstanbul’a göç etNisan / 2011
Her birey kolayca atlatamaz değişimin
getirdiği zorlukları. Hele bir de sorumluluk almaya başlayarak hayatı yeni tanıyorsa insan, o zaman daha da zordur
yeni bir yere uyum sağlaması. İşte bizim
çalışmamız da, tarifi edilen ve Türkiye’deki akademik dünyanın bugüne dek
ihmal ettiği o grubu konu edindi: Üniversite okumak için köy, kasaba veya
küçük kentlerden büyükşehre gelen
gençler. Araştırma için, iki devlet, iki de
vakıf olmak üzere İstanbul’daki dört üni-
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
versite belirlenmiştir. Bu üniversitelere,
2009 – 2010 akademik yılı başında okumak için küçük (nüfusu iki milyondan
az) kentlerden gelen toplam 120 öğrenci
çalışmanın katılımcıları olmuştur.
21 Nisan 2010’da, ABD’nin Florida
Eyalet Üniversitesi’nde 21. Uluslararası
Öğrenme ve Öğretme Konferansı’nda,
“e Obstacles for Freshman Students’
Adaptation to a Metropolis” (“Üniversite Birinci Sınıf Öğrencilerinin Büyükşehre Adaptasyonundaki Engeller”)
adıyla sunumunu yaptığımız nitel boyutta, öğrencilerin ilk yıllarında İstanbul’un kendilerine getirdiği sorunlar ve
avantajlar saptanırken; 16 Haziran
2010’da Boğaziçi Üniversitesi’nde
Dünya Karşılaştırmalı Eğitim Kongresi’nde “e More Money, the Better
Sense of Belonging to a Metropolis”
(“Daha Çok Para, Büyükşehre Daha
Çok Aidiyet midir?”) adıyla sunduğumuz nicel boyutta ise, öğrencilerin
sosyo-ekonomik düzeyleri irdelenmiştir.
Bizleri kimi zaman üzen, kimi zaman
düşündüren, kimi zaman umutsuzluğa
iten ve yer yer de eski günlerimize götüren çalışmanın bulguları, üniversite
amfilerinde görmeye alıştığımız gençleri
daha yakından tanımamızı sağlamıştır.
DEVLET ÜNİVERSİTESİNDE
OKUYANLAR DAHA DERTLİ!
Yükseköğretimde okuyan bir genç yeni
bir şehir, yeni oda / ev arkadaşlarını, kalabalık amfileri, daha uzun ödev ve projeleri bir anda hayatının bir parçası
olarak bulur. 18’ine yeni basmış bireylerin her biri bunlarla başa çıkmada aynı
oranda başarılı değildir; kimisi mücadeleyi kaybedebilir. Tablo 1, ikisi vakıf,
ikisi devlet olmak üzere dört farklı üniversitede okuyan ve İstanbul’a üniversite
eğitimi için küçük şehirlerden göç eden
öğrencilerin, ilk yıllarında İstanbul’da
yaşadıkları sorunları ortaya koymaktadır.
Tablo 1’e göre, devlet ve vakıf öğrencilerinin İstanbul’daki ve üniversitedeki ilk
Problem Türü
Ulaşım
Maddi
Akademik
Yalnızlık
Barınma
Büyükşehrin Düzensizliği
Diğer
Sosyal Baskı
Devlet Sıra
1
2
3
4
5
6
7
8
Devlet %
100
77
40
30
23
20
5
3
Vakıf Sıra
1
2
8
3
5
4
6
9
Vakıf %
92
43
3
17
12
13
9
2
Tablo 1. Üniversite Öğrencilerinin İlk Yıllarında İstanbul’da Yaşadıkları Adaptasyon
Sorunları
yıllarında yaşadıkları en yaygın ilk iki
sorun ortak: Ulaşım ve maddi imkânsızlıklar. Devlet üniversitesindeki öğrencilerin % 100’ü kentteki trafik sıkışıklığı
ve toplu taşımadaki kalite eksikliğinden
şikayet ederken, vakıf üniversitesi öğrencilerinde bu oran % 92. Maddi sıkıntılar her iki grubun da ikincil
problemi olsa da, oranlar arasında bir
uçurum var. Devlet üniversitelerindeki
öğrencilerin % 77’si maddi sorun çektiğini belirtirken, bu oran vakıf üniversitesi öğrencilerinde % 43’te kalmaktadır.
Öte yandan, devlet üniversitelerine kayıtlı öğrencilerin % 40’ı akademik sorunlar yaşadıklarını, üniversitedeki
öğretim elemanlarının, sınav ve projelerin kendilerini zorladığını ifade ederken;
bu oran vakıf üniversitesi öğrencilerinde
sadece % 3’te kalmaktadır. Bunların
dışında, devlet üniversitelerindeki öğrencilerin % 30’u, vakıf üniversitelerindekilerin % 17’si İstanbul’daki ilk
yıllarında yalnızlık çektiklerini; devlet
üniversitelerindeki öğrencilerin % 23’ü,
vakıf üniversitelerindekilerin % 12’si
kaldıkları yerlerinden memnun olmadıklarını; devlet üniversitelerindeki
öğrencilerin % 20’si, vakıf üniversitelerindekilerin % 13’ü İstanbul’daki çarpık
kentleşme, çevre ve gürültü kirliliğinin
kendilerini rahatsız ettiğini; devlet üniversitelerindeki öğrencilerin % 3’ü, vakıf
üniversitelerindekilerin % 2’si ailesinin
ve arkadaşlarının sosyal baskısının kendisine problem oluşturduğunu ifade etmiştir.
Nisan / 2011
İSTANBUL’UN SİMİTİ, MEMLEKETİMİN SİMİTİ GİBİ DEĞİL!
Diğer problemler başlığı altında, devlet
üniversitelerinde okuyan öğrencilerin %
5’i, vakıf üniversitelerindeki öğrencilerinse % 9’u çeşitli gündelik sorunların,
İstanbul’a alışmalarını zorlaştırdığını
paylaşmıştır. Bunların arasında, sokaklarda başıboş köpeklerin dolaşması, simitlerin geldikleri illerdeki gibi taze
olmaması ve erken kalkmak yer almaktadır.
HER ŞEYE RAĞMEN
İSTANBUL’DA
OKUMAK AYRICALIKTIR!
Akademik dünyada, İstanbul’da üniversite okuyan bir gencin iki diplomasının
olduğundan söz edilir: Bir tanesi üniversiteden aldığı, diğeri de İstanbul gibi bir
dünya metropolünde yaşayabildiği için
hak ettiği. Elbette burada asıl övgüyü
hak eden, çalışmamıza da konu olan
kesim, yani küçük bir kasabadan ya da
kentten bavulunu alıp, belki de ilk kez
geldiği megakentte kampüse ve yurda
doğru yola koyulanlar… Peki gerçekten
İstanbul’da üniversite okumak ayrıcalık
mıdır? Ne gibi artıları vardır? Tüm bunları birinci ağızdan öğrenmek istedik,
2009 Eylül ayında İstanbul’a okumaya
gelen öğrencilerden. Tablo 2’de ayrıntılarının görüldüğü genel sonuç şu ki; ne
kadar şikâyet etseler de, üniversitelilerin,
özellikle devlet üniversitelerinde okuyanlar, İstanbul’un kendilerine getirisinin çok olduğuna inanmaktadır.
67
Ma kal e
Avantaj Türü
Sosyal
Kişisel Gelişim
Akademik
Ekonomik
Yok
Diğer
Devlet Sıra
1
2
3
4
5
6
Devlet %
93
47
33
12
5
2
Vakıf Sıra
1
2
5
3
4
6
Vakıf %
63
27
6
13
8
5
Tablo 2. Öğrencilere Göre İstanbul’da Üniversite Okumanın AvantajlarıSorunları
Tablo 2’ye göre, hem devlet hem de
vakıf üniversitelerindeki öğrenciler için
İstanbul’da okumanın en büyük iki
avantajı ortak: Sosyal ve kişisel gelişime
uygun bir kent olması. Buna göre devlet
üniversitelerinde okuyan öğrencilerin %
93’ü İstanbul’da her türlü sosyal etkinliğin bulunmasını bir avantaj olarak
görüp, % 47’si bu kentte kendilerini
daha iyi geliştireceklerine inanırken;
vakıf üniversitelerindeki öğrencilerde bu
oranlar sırasıyla % 63 ve 27. Bu avantaj
türlerinde, devlet ve vakıf üniversitelerindeki öğrenciler arasında önemli bir
fark görünmese de; akademik avantajlar
konusunda bir uçurum bulunmaktadır.
Öyle ki, devlet üniversitelerine kayıtlı
öğrencilerin % 33’ü İstanbul’da akademik anlamda daha iyi ilerleyebileceklerine, bu kentteki yükseköğretim
kurumları ve öğretim elemanlarının
daha kaliteli olduğuna inanırken; bu
oran vakıf üniversiteleri grubunda %
6’da kalmıştır. Öte yandan, devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin %
12’si, vakıf üniversiteleri grubundakilerinse % 13’ü İstanbul sayesinde ekonomik
kazanımda
bulunacaklarına
inanırken; ilk gruptakilerin % 5’i, ikinci
gruptakilerinse % 8’i İstanbul’da üniversite okumanın kendilerine özel bir
katkısı olacağına inanmamakta ve başka
bir şehirde üniversite okumaktan farksız
görmektedirler.
İSTANBUL SAYESİNDE AİLEMİN
DEĞERİNİ ANLADIM
Diğer başlığı altında Tablo 2’de yer alan
avantajları atlamamakta fayda var. Buna
göre, devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin % 2’si İstanbul’u tek sevme
68
nedenini memleketlerine yakın olmasına
bağlarken; vakıf üniversitelerindekilerin
% 5’i ise İstanbul’u sevdiklerini; çünkü
bu kentin kendilerine birçok zorluk yaşattığını ve bunlarla mücadele ederken
aslında ailelerinin yanında ne kadar
rahat olduklarını anladıklarını, dolayısıyla megakentin kendilerine ailelerinin
değerini öğrettiğini ifade etmişlerdir.
VAKIF VE DEVLET ÜNİVERSİTESİ
VELİLERİ ARASINDAKİ GELİR
UÇURUMU
Vakıf üniversitelerinde ücretli okuyan
öğrencilerin maddi durumlarının, kamu
üniversitelerinde okuyanlardan daha iyi
olduğuna inanılır. Buna dayanak olarak
da, bu öğrencilerin kimi bölümlerde yıllık 25.000 TL’yi bulan eğitim – öğretim
ücretlerini ödeyebilme gücü gösterilir.
Bu görüşü akademik alanda irdelemek
için yapılan bu çalışmada, devlet ve vakıf
üniversitelerinde okuyan öğrencilerinin
maddi güçleri arasındaki fark, sosyal bilimcilerin sıkça başvurduğu SPSS (Statistical Package for the Social Sciences)
programı tarafından da istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur:
üniversiteleri grubunda sadece % 1.7.
Buna paralel olarak, devlet üniversitelerine kayıtlı öğrenciler sadece % 3.3’ü
aylık aile gelirlerinin 6000 TL ve üzeri
olduğunu paylaşırken, bu oran vakıf
üniversiteleri grubunda yaklaşık sekiz
kat, % 35.
VAKIF ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİSİNİN AYLIK CEP HARÇLIĞI,
DEVLET ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİSİNİN İKİ KATI!
Araştırmanın bir başka önemli bulgusu
da, aile gelirlerinin öğrencilere ne kadar
yansıdığının ve devlet ile vakıf öğrencilerinin aylık cep harçlıkları arasında bir
fark bulunup bulunmadığının tespitidir.
Buna göre, Tablo 4’te de görüldüğü
üzere, devlet üniversitelerinden birine
kayıtlı öğrencilerde aylık cep harçlığı ortalama 572 TL iken, bu rakam vakıf
üniversitelerine kayıtlı öğrencilerde yaklaşık iki katı, 1104 TL’dir. Öte yandan,
aynı fark öğrencilerin ideal aylık cep
harçlığı algısında da görülmektedir.
Buna göre, İstanbul’da rahatça geçinebilmesi için bir öğrencinin aylık ortalama ne kadar gelire sahip olması
gerektiği yönündeki soruya, devlet üniversitesi öğrencileri ortalama 538 TL yeterli derken; vakıf üniversitesi öğrencileri
bu tutarın en az ortalama 1077 TL olması gerektiği görüşünde.
İSTANBUL’DAKİ ÜNİVERSİTELERDE OKUMAK ÖĞRENCİLERİN KENDİ KARARI
İstanbul’da yaşayan pek çok kişi megakentin aşırı nüfusu, pahalılığı, çevre kirliliği ve trafik yoğunluğundan dert
yakınır hep; ama birçoğu da İstan-
Tablo 3’e göre, orta düzeydeki aile gelir
aralıklarında vakıf ve devlet üniversitelerine kayıtlı öğrenciler araDevlet %
Vakıf %
sında ciddi bir fark Gelir Aralığı
43.3
1,7
görülmese de, alt ve üst gelir 1500 TL ve altı
1500
3000
TL
48.3
30
gruplarında durumun aynı
5
18,3
olduğu söylenemez. Buna 3000 - 4500 TL
0
15
göre, devlet üniversitelerine 4500 - 6000 TL
3,3
35
kayıtlı öğrencilerin % 43.3’ü 6000 TL ve üzeri
aile gelirlerinin aylık 1500
TL veya altında olduğunu Tablo 3. Devlet ve Vakıf Üniversitelerinde Okuyan
belirtirken, bu oran vakıf Öğrencilerin Aylık Aile Gelir Aralıkları
Nisan / 2011
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
Harçlık Türü
Devlet
Vakıf
Mevcut Aylık Ortalama Cep Harçlığı
572 TL 1104 TL
İstanbul'da Geçinebilmesi İçin Gerekli Ortalama Asgari Tutar 538 TL 1077 TL
Tablo 4. Devlet ve Vakıf Üniversitelerinde Okuyan Öğrencilerin Mevcut ve İdeal
Aylık Cep Harçlıkları
bul’dan ayrılamayacağını, başka bir
kentte yaşayamayacağını ekler. Durum
böyleyken, aynı konuda İstanbul’a üniversite eğitimleri için gelen ve İstanbul’un zorlukları hakkında yaygın
görüşlere katılan öğrencilerin görüşlerine
başvurma gerekliliği gördük. Buna göre,
İstanbul’a alışmakta zorluk çekseler de,
memleketleriyle İstanbul arasında çok
fark olduğunu ifade etseler de, devlet
üniversitesi öğrencilerinin % 78.3, vakıf
üniversitelerindekilerinse % 85’inin İstanbul’da üniversite okumayı kendilerinin seçtiği tespit edilmiştir. Yani,
toplumumuzda kimi zaman tartışılan,
üniversite tercihlerindeki aile etkisinin
düşünüldüğü kadar da yüksek oranlarda
olmadığı görülmektedir.
Öğrencilerin İstanbul’a geldikten sonra
kentle ilgili görüşlerini öğrenme adına
yöneltilen “Üniversiteyi İstanbul’da okuduğunuz için pişman mısınız?” sorusuna
devlet
üniversitelerinde
okuyanların % 11.7, vakıf üniversitelerindekilerin ise % 15’i “evet pişmanım”
yönünde cevap sunmuştur. Buna göre,
İstanbul’a üniversite eğitimleri için gelen
gençlerin çoğunluğunun megakentte yaşadıkları için pişman olmadıkları, dolayısıyla doğru tercih yaptıklarını
düşündükleri tespit edilmiştir.
ÜNİVERSİTE OKUNUR BİTER, İSTANBUL’DA YAŞAMAYA DEVAM!
Bu aşamaya kadar öğrencilere yöneltilen
sorular, üniversite tercihi ve ilk yıllarına
hakkındaydı. Son olarak, öğrencilerin İstanbul’a aidiyet duygularından emin
olmak için, mezuniyet sonrası İstanbul’da yaşamayı isteyip istemedikleri sorusu yöneltilmiştir. Devlet üniversitesi
öğrencilerinin % 60’ı, vakıf üniversitesi
öğrencilerininse % 75’i ileride hayalle-
rini İstanbul’da gerçekleştirmek istediklerini ifade etmiştir.
İSTANBUL’DAKİ
ÜNİVERSİTE
GENÇLİĞİ İÇİN NE YAPMALI?
Yukarıda bulguları hakkında ayrıntılı
bilgi verilen çalışma, bizlere İstanbul’a
üniversite okumak için gelen gençlerimizi daha yakından tanıma fırsatı sunmuştur. Elbette her
akademik çalışmada
olduğu gibi, burada
da önemli olan çalışmayı doğru okuyabilmek
ve
ders
çıkarabilmektir. Bu
araştırmadan sonra
akla gelen, “İstanbul’daki üniversite
gençliği için ne yapmalı?” konusudur.
Çalışmanın bulguları
ışığında aşağıdaki sonuç ve önerilerin
paylaşımı uygun bulunmuştur:
* Üniversite eğitimleri için memleketlerinden İstanbul’a gelen öğrencilerin, ilk
yıllarında şehre ve üniversite ortamına
alışmakta zorlandıkları saptanmıştır. Bu
açıdan, üniversitelerde her akademik yıl
başında uygulanan oryantasyon faaliyetlerinin etkililiği gözden geçirilmeli; her
bölüme akademik ve idari personelin de
katılımlarıyla oryantasyon programları
planlama ve uygulama zorunluluğu getirilmelidir.
* Depresif duygular, yalnızlık, aile özlemi, okulu bırakma isteği ve çaresizlik
öğrencilerin üniversitedeki ilk yıllarında
yaşadığı duygulardandır. Bu açıdan, üniversitelerde bulunan psikolojik danışma
merkezleri daha etkin çalışmalı; adaptasyon güçlüğü çeken öğrencilerin kendileNisan / 2011
rine gelmesini beklemeden, merkez onlara ulaşmalı; bu merkeze sahip olmayan
üniversitelerde de bir an önce bu merkezlerin kurulması sağlanmalıdır.
* İstanbul’daki üniversite öğrencilerinin
birçoğu, özellikle devlet üniversitelerinde
okuyanlar maddi sıkıntı yaşadıklarını
ifade etmiştir. Bu problemi aşmak için,
yurt kontenjanlarının artırılması, üniversite yemekhanelerinin günde üç öğün
kullanıma açılması, bursların tek bir
kurum bünyesinde toplanarak adil dağılımının sağlanması, öğrencilere yönelik
kampus içi yarı zamanlı iş imkanlarının
artırılması ve devletin vakıf üniversitele-
rine yaptığı yardımı gözden geçirmesinin yararlı olabileceği düşünülmektedir.
* Üniversite öğrencilerinin yaşam standartlarına yönelik yabancı akademik
araştırmaların zenginliğine karşın, ulusal
düzeyde nitelikli akademik çalışmaların
sayısı yetersizdir. Bu sebeple bu tür çalışmalara eğitim bilimciler, sosyologlar,
psikologlar ve danışmanlık hizmeti verenlerin yönelmeleri sağlanmalıdır.
* ABD ve Avrupa’da çeşitli üniversitelerde, Türkiye’de ise Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nde
uygulanan, “Birinci Sınıf Oryantasyonu”
(Freshman Orientation) adlı ders her bölümde, birinci sınıfın güz döneminde
zorunlu olarak verilmelidir.
69
T a ri h i O ku l l arı mı z
VALİDEBAĞI
ÖĞRETMENLER KAMPÜSÜ
Şerafettin TURAN
İstanbul Milli Eğitim Müdür Yardımcısı
Yaklaşık 200 yıl önce Sultan III. Selim, annesi Valide Sultan için Çamlıca eteklerinde yer alan arazide bir
bağ köşkü inşa ettirir. Yöre bundan sonra Validebağı ismiyle anılmaya başlar. Daha sonraki yıllarda Sultan Abdülmecit’in annesi Bezmialem Valide Sultan yurt içinden ve yurt dışından getirttiği 773 ağaç ve
bitki türüyle araziyi modern bir botanik bahçesine çevirtir. Bağın ünü kısa sürede tüm İstanbul’a yayılır.
Altunizade Mahallesi’nin Küçük Çamlıca ile Koşuyolu
arasında kalan bölümü Validebağ adıyla bilinir. Padişah
Abdülmecid’in annesi Bezmialem Valide Sultan’ın burada bir bağ kurdurduğu
söylenmektedir. Bu nedenle
belirtilen yer, Valide Sultan’ın
Bağı, Validebağı gibi isimlerle
anılmaya başlanmış ve bulunduğu çevreye adını vermiştir.
Bir kısmı koruluk olan arazi
ise Validebağ Korusu; Validebağ Öğretmenler Korusu, ya
da Validebağ Öğretmenler Kampüsü
gibi isimlerle günümüze ulaşmıştır. Aynı
zamanda sit alanı olan Validebağ Öğretmenler Kampüsü, gerek eğitim tarihimiz, gerek sahip olduğu kültürel
değerler, gerekse bulunduğu yer itibarıyla İstanbul’un ayrıcalıklı köşelerinden
biridir. Bu bakımdan tarihi misyonuna
uygun şekilde korunması ve yaşatılması
önem arz etmektedir. Yaklaşık 200 yıl
önce Sultan III. Selim, annesi Mihrişah
Valide Sultan için Çamlıca eteklerinde
70
1860 yılında burada muhteşem bir köşk inşa ettirir. Bir
süre sonra köşkün güzelliğinden etkilenen, Sultan Abdülaziz’e (1861–1876) armağan
eder. Sultan Abdülaziz daha
sonra köşkü yıktırıp; günümüzdeki yapıyı inşa ettirir ve
annesi Valide Sultan’a hediye
eder.
yer alan arazide bir bağ köşkü inşa ettirir. Yöre bundan sonra Validebağı ismiyle
anılmaya başlar. Daha sonraki yıllarda
Sultan Abdülmecit’in annesi Bezmialem
Valide Sultan yurt içinden ve yurt dışından getirttiği 773 ağaç ve bitki türüyle
araziyi modern bir botanik bahçesine çevirtir. Bağın ünü kısa sürede bütün İstanbul’a yayılır. Bezmialem Valide
Sultan’ın vefatından sonra, Validebağı
arazisi Altunîzade ailesinin mülkiyetine
geçer. Altunîzade İsmail Zühtü Paşa,
Nisan / 2011
Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerde Validebağı İnas Sanayi
Darüleytamı adıyla geçen Darüleytamın ilk kurucu müdürü
Fazıl Bey’dir. Yaklaşık beş yıl burada eşi
Dürdane Hanım ve diğer eğitim kadrosuyla öksüz ve yetim çocuklara hizmet
vermişlerdir. Mevcut bilgilere göre Fazıl
Bey’den sonra Validebağı Darüleytamı’nda müdürlük yapan bir diğer
önemli isim de Kazım Nami (Duru)
Bey’dir. Cemal Kutay ve İhsan Devrim’in
verdiği bilgilere göre burada kız öğrencilerin yanı sıra erkek öğrenciler de bulunmakta ve ayrı sınıflarda eğitim
görmekteydiler. 1925 tarihinde Millî
İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
volümetrisindeki tam ve mutlak simetriyi ve aksiyaliteyi de vurgular. Bu simetri, birbirine eşit kat yükseklikleriyle
birlikte yapıya bir denge ve durağanlık
da vermektedir. Simetri ve dengenin
yanı sıra, yüzeylerin ele alınışında iki
özellik daha dikkati çekmektedir.
Emlak’tan Atatürk’ün emir ve iradesi ile
o zamanın Millî Eğitim Bakanı Mustafa
Necati Bey’in gayretiyle Validebağı,
Maarif Vekaletine armağan edilmiştir.
1926’da zayıf bünyeli çocukların hem
dinlenip, hem de eğitim görebilecekleri
bir yurt haline getirilir. Belirlenen eğitim
programına göre, mûsikî, el işleri, resim,
sıhhî ve terbiyevî jimnastik, ictimâi,
sıhhi ve ahlaki musâhabe dersleri verilir.
Ayrıca istirahate ihtiyaç duyan muallimler de yurda kabul edilmeye başlanır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra şehir yatı
mektebine dönüştürülen Validebağı Darüleytamı, Maarif Vekaleti Tebliğler
Mecmuası’nın 10 Şubat 1927 tarihli, 13.
sayısından da anlaşılacağı gibi, 1927 yılına kadar okul özelliğini korumuş;
Cumhuriyet’in ilanından sonra farklı bir
misyon kazanmıştır.
Yapı, dikdörtgen biçiminde ve dikdörtgenin orta eksenlerine göre iki yönde de
simetrik olan bir plana sahiptir. Plan, 19.
Yy. İstanbul konak, saray, vb. büyük konutlarının orta sofalı şemasından geliştirilmiş görünmektedir. Dikdörtgenin
eksenlerinin kesiştiği noktada, birinci ve
ikinci katlarda birer büyük orta sofasalon bulunmaktadır. Bu orta sofa-salon,
dört yönde eyvan benzeri yan mekânlarla genişletilmiş bir çekirdek mekândır.
Uzun eksen üzerinde orta sofanın bir
ucunda merdiven, diğer ucunda ise ge-
leneksel başoda gibi düşünülebilecek bir
salon vardır. Köşelere yerleştirilmiş birer
büyük ve dört küçük oda, bu simetrik
düzenli planı tamamlar. Planın geleneksel kurguyu da kullanan bu klasik geometrisi, dönemin birçok yapısında
kullanılan ve Balyan atölyesini karakterize eden bir modeli tanımlamaktadır.
Yapıya dikdörtgenin kısa ekseni üzerindeki kapılardan ve her iki taraftan da girilmektedir. Çift kollu görkemli
merdivenlerle ulaşılan giriş, ayrıca vurgulanmamıştır. Giriş, her iki tarafta da
orta sofanın eyvanları olan birer sahanlığa açılmaktadır. Bu mekânlar sofadan
üç basamak ve ajurlu korkuluklarla ayrılmışlardır. Sekiz köşeli yıldızlardan oluşan arabesk ajur, orta sofa motifine
uygun düşmüştür. Baş oda, iki tarafındaki büyük odalarla ve ayrıca servis-bekleme mekânlarıyla bağlantılıdır.
Birinci katın planını aynen yineleyen
ikinci kattaki orta salon, enine eksen
üzerinde yapının cephelerine kadar uzanan geniş bir eyvan biçimindeki yan
mekânlara açılmaktadır. Uzun eksen
doğrultusunda ise mekân, her iki tarafta
da genişletilmiş ve köşeler yuvarlatılmıştır. Böylece ortada oval bir zemin elde
edilmiştir. Dışarıda, yapının kitlesinde
baş oda ve bağlı odalar grubu, dikdörtgen ana kitleden çıkmalar yaparak belirginlik kazanırlar. Bu çıkmalar, yapının
Nisan / 2011
Giriş ve orta mekân bölümü, cephede
denge ve durağanlığı bozmaksızın ayrıntılardaki değişikliklerle belirtilmişlerdir.
Birkaç kez onarılmış ve işlev değiştirmiş
olan kasrın içi yenilenmiş ve bezemeler
elden geçirilmiştir. Özgün durumunu
koruduğu gözlemlenen kesim, giriş holünün duvarlarındaki mermer panolardır.
2005 yılında çatısı orijinal hale dönüştürülen Adile Sultan Kasrı, 2007 yılında
İstanbul İl Özel İdaresinin katkı payı fonundan ve Üsküdar Belediyesi’nin katkılarıyla restorasyon ödeneği ayrılması
ile birlikte esaslı onarıma girdi. Yatay ve
düşey taşıyıcıları ciddi hasar görmüş ve
duvarlarında deprem çatlakları bulunan
binanın öncelikli olarak üst yapı güçlendirme çalışmaları yapıldı. Bu kapsamda
İTÜ Mimarlık Fakültesi’nce hazırlanan
proje kapsamında ana taşıyıcı kirişler
galvenizli çelik ile takviye edildi. Diğer
tavan kirişleri ve düşey taşıyıcılar orijinal
ağacı ve metal takviyeler kullanılarak
güçlendirildi.
Dış cephede; olumsuz hava koşullarına
yenik düşmüş durumdaki taş süsleme
elemanları kalıpları alınarak yeniden
imal edildi. Orijinal sıvaların arka kısımlarına enjeksiyon yapılarak sağlamlaştırıldı. İç mekânlarda; ahşap
tavanların kimyasal temizlik ve raspaları
yapıldıktan sonra ahşap tamirleri yapıldı
macun ve boyaları yapılarak kalem işi
yapmaya hazır hale getirildi. Salon ve
odalar aynı döneme ait yapılarda bulunan modelde ahşap parke ile restorasyon
tamamlandı. Bina halen öğretmenevi ve
kültür merkezi olarak eğitim camiasına
hizmet vermektedir.
71
E ği ti m T ari h i
OSMANLI’DA AÇILAN
İLK KIZ ÖĞRETMEN OKULU
Tahsin YILDIRIM
Kısıklı İlköğretim Okulu
İstanbul öyle etkileyici ve büyüleyici bir şehir ki, görüp de onun hakkında övgü dolu sözler sarf etmeyen
neredeyse yok gibidir. Şairler, edipler, sanatçılar ve ünlü kişiler İstanbul'un farklı boyutlarını veciz ifadelerle dile getirmişler. Bu durum, tarih boyunca sürmüş ve görünen o ki gelecekte de böyle sürecek. İstanbul’un fethi dünya tarihinin önemli olaylarından biri olarak tarihteki yerini almıştır.
Sözlüklerde öğretmen, bir bilim dalını,
bir sanatı, bir tekniği veya belli bilgileri
öğretmeyi kendisine meslek edinmiş
kimse olarak tanıtılmıştır. Dünyada
hemen her insanın bir öğretmeni olmuştur. Bu bağlamda öğretmenlik mesleği, insanlık tarihi kadar eski bir
meslektir. İslam tarihinde, Selçuklularda
ve Osmanlılarda öğretmenlik genel olarak "din adamlığı", "hocalık", "imamlık" ve "müezzinlik" ile iç içe bir
meslekti. Osmanlılarda Fatih Sultan
Mehmet’e kadar öğretmenlik mesleği
daha çok dinî sahada idi. Fatih kurduğu
medreseyi ilmi konuların tahsil edildiği
bir eğitim kurumuna dönüştürme gayretinde olmuştur ancak bu adım dönemi
ile sınırlı kalmıştır.
Osmanlı Devletinde eğitim-öğretim personelinin tamamı geleneksel-dinî eğitim
veren farklı derecedeki medrese mezunları idi. Muallimler günümüzdeki anlamı ile öğretmenler daha alt derecedeki
medreselerde, müderrisler yani yüksek
öğretim kurumu hocaları ise eğitim kalitesi yüksek medreselerde eğitim gören72
ler arasından seçiliyordu. Osmanlıda eğitim dinî kurumlar eliyle yürütülmüştür.
16–19. yüzyıllar arasındaki geleneksel
Osmanlı sisteminde, öğretmen eğitimi
için bir örgün eğitim kurumu bulunmuyordu.
Kızların öğretmen olarak yetişmesini
amaçlayan Dârülmuallimat’ın çatısı
altında Dârülmuallimât-ı Sıbyan ve
Dârülmuallimât-ı Rüştiye adıyla iki
farklı bölüm kurulmuştur. Sıbyan
okullarında öğretmen olarak görev
yapanların öğretim süresi iki, rüştiye
de görev yapacak olanların eğitim
süresi dört yıl olarak belirlenmiştir.
Osmanlılarda 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayan yenileşme hareketi 19.
yüzyılın ilk yarısında Batılılaşma hareketine dönüşürken mahalle mektepleri
açılmaya başlamış, öğretmenlik mesleğinin kurumsal bir kimliğe kavuşması için
sistematik olarak öğretmen yetiştirme
ihtiyacı duyulmuştur. Öğretmen yetiştirme ihtiyacı, Tanzimat’ta dillendirilmeye başlanmış ve buna yönelik ilk
Nisan / 2011
teşebbüsler de yine bu dönemde olmuştur. Osmanlı Devletinde profesyonel öğretmen yetiştirme düşüncesi ilk defa
rüştiyelerin açılmasından sonra gündeme gelmiştir. Rüştiye mekteplerine
erkek öğretmen yetiştiren ilk organize
kurum olan Dârülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) 16 Mart 1848’de Cevdet
Paşa’nın müdürlüğünde İstanbul’da, kurulmuştur.
Erkekler için farklı eğitim kurumları
açan Osmanlı Devletinde, kızlar için ilk
iptidâiye (ilkokul) ve rüştiye (ortaokul)
mektepleri ise 1858 yılında öğretime
açılmıştır. Bu okullardan sonra 26 Nisan
1870’te de bayan öğretmen yetiştirmek
üzere İstanbul’da Sultanahmet’te bir konakta Dârulmuallimt-ı Âliye adıyla bir
okul açılmıştır. Kızların öğretmen olarak
yetişmesini amaçlayan Dârülmuallimat’ın çatısı altında Dârülmuallimât-ı
Sıbyan ve Dârülmuallimât-ı Rüştiye
adıyla iki farklı bölüm kurulmuştur. Sıbyan okullarında öğretmen olarak görev
yapacak olanların öğretim süresi iki, rüştiye de görev yapacak olanların eğitim
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
süresi dört yıl olarak belirlenmiştir.
1893’de yapılan bir düzenleme ile okula
6 yıllık ihtiyat bölümü eklenmiştir. Açılan bu bölüm ortaokul seviyesindedir.
Buradan veya kız rüştiyelerinden mezun
olanlar Dârülmuallimât'a sınavsız olarak
girmişlerdir. Başka okullardan mezun
olup Dârülmuallimât'ta okumak isteyenler ise sınava alınıp başarı durumlarına göre sıbyan okulu veya rüştiyede
okuduktan sonra ilgili okula geçiş yapmışlardır.
Kız okullarında okuyup maddi durumu
iyi olmayan öğrencilere maaş bağlanmıştır. Beş yıllık zorunlu hizmet karşılığında verilen burs, hizmet yapmayanlardan geri alınmıştır. Okulun programında ulûm-ı diniyye, kırâat-ı
Türkiyye, Arabî, Farisî, lisan-ı Osmanî
ve imlâ, inşâ-yı Türkî, kavâid ve imlâ,
imlâ ve inşâ, resim, sülüs, rik'a, dikiş,
makine, nakış, coğrafya, tarih-i Osmanî,
hesap dersleri yer almıştır. Dârülmuallimin île Dârulmuallimât arasında kızlara
yönelik el becerisi ve ev işlerine ait derslerin dışında uygulanan derslerde bir
farklılık yoktur.
1873 yılında kız rüştiyelerinde nakış
dışındaki derslere ilk defa bayan öğretmenler girmeye başlamıştır. Bu öğretmenler Türk eğitim tarihinde resmi
okuldan yetişerek görev alan ilk öğretmenler ve devletin ilk kadın memurları
idi. 1879'da programa "eğitim" üzerine
bir ders konmuştur. Ancak ders, bir sene
sonra kaldırılmıştır. 1891'de de okulda
Eğitim Yöntemi dersi verilmeye başlanmıştır.
Meşrutiyet’e kadar Dârülmuallimat’ın
yapısında ciddi bir değişiklik olmamıştır. 1910–1911 yıllarında İstanbul dışından öğrenci getirip yatılı okutma fikri
ortaya atılsa da bu, tam anlamıyla hayata
geçmemiştir. Büyük çoğunluğu İstanbul’da yaşayan ailelerin çocukları olan
öğrenciler Fatih Çarşamba’daki Saib Paşa
Konağı'na yerleştirilmiştir. Buradaki öğrenciler önceden açılmış olan Kız Sanayi
Mektebi’nin derslerine devam etmişlerdir. 1913’te de Dârülmuammilat’ın eğitim süresi 5 yıla çıkarılmıştır. Bu arada
Dârülmuallimat içinde 1913'te Ana
Muallime Sınıfı (Ana Okulu Öğretmeni
Sınıfı) 1914 Ana Muallime Mektebi
(Ana Öğretmen Okulu) açılmıştır. Bu sınıfın ve okulun açılması ve ilk mezunlarını vermesiyle birlikte öğretmenlik
mesleğinin ilköğretim öncesi (okul öncesi), ilköğretim ve ortaöğretim basamaklarına göre türleşme süreci öğretmen
yetiştirmedeki eğitimin bir gereği olarak
kabul edilmiştir.
1915’te hazırlanan “Dârülmuallimin ve
Dârülmuallimât Nizamnamesi”ne göre
bu okullar için müfredat programı oluş-
turulmuş ve Dârülmuallimât, iptidâî,
izhârî ve âlî olmak üzere üçe ayrılmıştı.
Tüzükte gerçekleştirilen düzenleme ile
üç kademeli bir eğitim sistemine geçen
Dârulmuallimât’ın, 5 yıl olan birinci
kısmında ilkokul öğretmeni, iki yıl olan
orta kısmında Dârulmuallimat-ı iptidaiye öğretmeni ve müfettişi, yüksek
kısmında ise orta ve yüksek dereceli
okullarda belli branşlardaki uzman öğretmenler yetiştirilmiştir.
1918’de çıkan Fatih yangını sırasında
okul yanmış ve bu tarihten sonra Çapa’daki Derviş Paşa Konağı’na taşınmıştır. Bu yangından sonra Çarşamba’daki
yatılı Kız Sanayi Okulu kaldırılıp DâNisan / 2011
rülmuallimât ile birleştirilmiş; böylece
Dârülmuallimât yatılı hale getirilen
okulda uygulamalı derslere ağırlık verilmiştir. 1919 yılında İzmir, Ankara,
Konya, Atina, Edirne, Eskişehir, Beyrut,
Halep ve Bursa gibi çeşitli illere Dârülmuallimatlar açılmıştır. Dârülmuallimât,
1922’de Maârif Vekâleti'ne bağlanmış,
1924’te ise Kız Öğretmen Okulu adını
almıştır.
Sonuç olarak, 1848’de Dârülmuallimini Rüşdi'den sonra 1870’de Dârülmuallimin-i Sıbyan 1877’de Dârülmuallimin-i
İdadi ve 1891 yılında da Dârülmuallimin-i Âli'nin açılmasıyla Türkiye'de
öğretmenlik ortaöğretimin ilk basamağından sonra ilköğretim basamağı ile
ortaöğretimin ikinci basamağında da
çağdaş anlamda meslekleşme sürecine
girmiştir. Osmanlı döneminden devralınan okullar çağın gereklerine göre
evrimleşerek farklı adlarla eğitim ve
öğretime devam etmişlerdir. Cumhuriyet sonrasında eğitimde kız erkek ayrımı
olmadığından okullarda beraber eğitim
görmüşlerdir. Ancak sadece kızlara
yönelik eğitim verip öğretmen yetiştiren
kurumlarda varlığını devam ettirmişlerdir. Bunlardan 1927’de Ana Öğretmen
Okulu, 1934’te Kız Meslek (Teknik Yüksek) Öğretmen Okulu, 1962’de Kız
Sanat Yüksek Öğretmen Okulu kızların
Öğretmenlik mesleğinde yetişmelerini
sağlayan okullardan olmuştur.
73
Gez i
İSTANBUL’UN YÜZÜNE DEĞEN
GAMZE SENSİN ÜSKÜDAR
Ayşenur Menekşe ÇALIKÇI
Ey Üsküdar şehrin alnına değen gamze sensin. Şehrin sönmesini istemediği çerağı sen. Martıların fısıltılarına tanık olan sensin. Sana aşina olanları sevindiren sen. Güneş ışığını dağıtırken, sen semtinin feyzini
dağıtırsın alacaklılarına. Şairler en çok seni yazar, en çok seni söyler günbatımlarınd Martılar geçerken
yanı başından dudaklarında bir Üsküdar nağmesi dolanıp durur. Dil ruha hayat verir, sen İstanbul’a…
İstanbul’un yüzüne değen gamze sensin
Üsküdar… Varsın dile gelsin yüreği bu
şehrin… Dile gelsin semtindeki bütün
kuşlar… Avazı çıktığı kadar bağırsın
arz… Şerha şerha yarılsın hasretinden
gökkubbe… Gül yağsın avuçlarına ey
şehir Üsküdar sahilinde… Bulutlar taşısın hınç dolu yağmurları hasatsız mevsimlere… Varsın açsın tüm çiçekleri
Üsküdar’ın… Tebessümü değsin gözlerindeki hercailere…
İstanbul’un aynasına düşen gamze sensin Üsküdar… Varsın sabrı büyüsün bu
şehrin asırların koynunda… Veda değmeyen bir buluşmaya tanık olsun Üsküdar… Eskimeyen zamanların şarkısı
çalsın yine taş plakta… Kışa dönmeyen
baharlara tanık olsun şehir… Çağırdığında Üsküdar’a inen yıldızlara tanık
olsun dalgalar. Varsın kalabalıklar çoğalsın karanlıklarda… Yalnızlığı damıtsın
ay koynunda… İstanbul uyutsun Üsküdar’ını eskisi gibi şefkatli kucağında…İstanbul’un gönlüne değen şiir sensin
Üsküdar… Varsın tahammülü kalmasın
zamanın dakikalara...
74
İstanbul’un yüzüne değen gamze sensin
Üsküdar… Ilık bir sevdasın bu şehrin
yüreğine değen… Şehrin sönmesini istemediği çerağı sensin Üsküdar… Yandıkça yanmaktan zevk alan bir mum
alevisin…
İstanbul varsın uyusun eskisi gibi kucağında… Bir yanında beyaz güvercinler
salınır senin bir yanın gül kokar oysa...
Güz vakitlerini devşir sen İstanbul Üsküdar’ın sabahlarında… Dilsiz bahaneleri savur senin olmadığın uzak
diyarlara…
Ey İstanbul, yabancı ve ürkek semtler
geçer önün sıra… Oysa sensizliği hiçlik
sayar Üsküdar… Yokluğunda yıldızları
parçalanır semada… Üsküdar sen varken
yanında kavgalarının hepsinden vazgeçmiştir. Seninle güvendedir deryada…
Huzura ermek hazzın doruğuna erişmektir Ey İstanbul… Üsküdar’ın penceresine vuran senin güzel yüzün mü?
Rüyaları, gölleri, denizleri, bozkırları,
Nisan / 2011
çölleri avutan sen misin yoksa? Uzaklıkları yakın eden sen misin ey şehir,
gönlümüze misafir eden sen misin çağların solduramadığı goncayı? Zulmetinden kaçarken hayatın, Üsküdar’ın
kucağında Aziz Mahmut Hüdayi’nin
merhametine sığınmak yakışır bize…
Kapısında ağlamak, eşiğine yüz sürmek,
kavrulmuş yüreklerimize kuyusundan su
çekmek yakışır. Uçsuz bucaksız denizlerde yol alırken yolu kaybetmemek için
Hüdayi Yolu’na tutunmak yakışır.
Ey İstanbul! Ellerinden tutup getirdiğin
yakamozlara fısıldandı adı Üsküdar’ının… Üsküdar’a izi değdi pembe
yağmurlarının…
Bir yerlerde yitirilmiş güllerin, bir mavi
çiniye çizilmiş kırmızı lalenin hatırına ey
Üsküdar sevindir seni sevenlerini… Sana
aşina olanları sevindir. Senden vazgeçmeyenleri ve yıldızların ucundan tutan
martılarını sevindir. Sebillerinden kana
kana su içenlerini sevindir önce… Ayın
ilk ışıklarını kalbine düşürenleri, hayırda
yarış edenleri, yüreğine önce elif harfini
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
işleyenleri sevindir ey Üsküdar…
Sema sustuğu vakit, arz konuşur. Kubbelerinden gelen seslerle neyzenler konuşturur neylerini... Birken bin olur
heceler… Sükut hükümsüzdür artık bu
semtte… Gözlerinizi kapattığınızda gemiler geçer ta içinizden… Kız Kulesi salınır aynaya vuran aksinizde… Yalnızlar,
umutsuzlar, yaşamı hesaba çekmeyenler
geçer gözünüzün önünden… Bahtınıza
değen İstanbul’dan talihinize
düşen Üsküdar geçer. Akşamlar
geçer yanı başınızdan, mavimsi
geceler geçer… Üsküdar’ı gören
gözleriyle bir kat daha güzelleşen
Ayazma Camii geçer. Şehrin üstüne inen şeffaf bir perdeyi kaldırırcasına narin elleriyle okşar
Ayazma
Üsküdar’ını…
Ve
Ayazma Camii göz kırpar kuş evlerinde hala konuk olan şen kuşlarına…
Kararsız zamanların, çözülmemiş
sırların, vuslatı arayanların semti Üsküdar sevindir seni sevenlerini… Gönlünde yaşattığın Ayazma’ndaki şifalı
suların hatırına… Firkati vuslata çevirmek için ağlaşıp duran bahçendeki kuşların hatırına sevindir sevenlerini… İlk
kıvılcımı gözlerine düşüren İstanbul alev
alev yanmakta aralanmayan kapıların
yüzünden… Rüyasına girmediğin gecelerden alacaklı bu şehir...
Sancıdıysa ay ve gece bir kere daha böldüyse en güzel rüyayı tam orta yerinden
ne çıkar? Bülbüller konuyorsa semtin
konaklarına hala, yaralı aşıklar geçiyorsa
iskele meydanından ve umut mavi renge
boyalıysa hala sabra tahammül gerek…
Tahammül gerek yeşil gözlerinden öpebilmek için Üsküdar’ın… İçinde saklanan hazinesinden en güzel süsü
iliştirmek için İstanbul’un göğsüne sabrı
büyütmek gerek… Güneşin batışını seyretmek için, martıların fısıltılarına tanık
olmak için Mihrimah Sultan Camii’nin
avlusunda buluşmak gerek…
Sakin ve mütevazidir hala Üsküdar…
Alışkındır ayrılıklara… Sevdiklerini hep
bir yerlere uğurlamanın sevinci ve hüznü
içinde. Hayata veda edenlerini de hacca
gidenlerini de uğurlama derdinde. Her
yıl Mekke ve Medine şeriflerine padişahın gönderdiği hediyeleri götüren surre
alaylarının uğurlandığı mekan sensin
Üsküdar... Bu yüzden bir adın da kabe
toprağı... Bu yüzden bir yanın hep yitik
zamanlara ayarlı...
Lugatını anlamak zordur bu şehrin…
Sen şehrin dilisin Üsküdar… Şehrin nefesi tıkansa semtinden esen rüzgarlarla
nefes olur dolarsın ciğerlerine… Şehir
susuzluktan kavrulsa, semtindeki yağmurlar yetişir imdadına… Tutsak edilmiş bütün duygular kırar zincirlerini bir
kere daha… Çünkü sen zincirlerin kilidisin Üsküdar…
Bir minyatür sessizliğini yaşarken sen,
kürdili hicazkar makamından diline dolanmış bir nakaratı tekrar
etmektedir sakinlerin… Güneş
camlarında yangınlar bırakırken,
sen gönüllerde vazgeçilmez hasretleri bırakırsın Üsküdar…
Ahengin ilhamla buluştuğu noktada seccadesi gönüllere yayılmıştır Yeni Camii’nin… Ve o
gönüller, semtinin özgürlük saraylarıdır. Kendi aydınlığına bakar
gibi… Ruhunun bütün pencerelerini aralar gibi…
Önce boğazın derin suları, sonra Kız
Kulesi, Mihrimah Sultan Camii ve III.
Ahmet Çeşmesi karşılar ve kuşatır semtin selamet ikliminde… Çepeçevre sarıp
sarmalar Üsküdar sizi ve üşümüzlüğünüzü… Hala kılavuzdur yolunu kaybetmişlere… Aynadır hala yüreğinde dilsiz
acıları besleyenlere…
Karşılıklı söyleşirsin kimi gün tarihe
meydan okuyan konaklarınla… Kimi
gün kendini bulursun kaybettiğini sandığı yalnızlığında… Bakışlarınla güzelleşen şehre her gün biraz daha fazla
bakarsın. Seherlerin şenlendiğine, bülbüllerin hercai kokusuna, baharlara
değen rahmet yağmurlarına tanık olursun her gün doğumlarında Üsküdar…
Ey Üsküdar şehrin alnına değen gamze
sensin... Şehrin sönmesini istemediği çerağı sen... Martıların fısıltılarına tanık
olan sensin... Sana aşina olanları sevindiren sen... Güneş ışığını dağıtırken, sen
semtinin feyzini dağıtırsın alacaklılarına… Şairler en çok seni yazar, en çok
seni söyler günbatımlarında… Martılar
geçerken yanı başından dudaklarında bir
Üsküdar nağmesi dolanıp durur. Dil
ruha hayat verir, sen İstanbul’a…
Üsküdar … Ah Üsküdar …
Tasvir edilmesi zor bir akşamsefasısın sen
… Gözler, aşina olmuş tebessümüne…
Çiçekler beyaz bir çiğ damlasına hasret… İstanbul, hudutsuz güzelliğine…
Nisan / 2011
75
Seçtiğimiz Kitaplar
Yusuf Üçlemesi / Semih Kaplanoğlu / Timaş Yayınları
Semih Kaplanoğlu'nun beş yıla yayılan bir sürecin ardından ortaya çıkardığı Yusuf Üçlemesi, tüm
filmler, ekstra dvd ve Kaplanoğlu'yla yapılan bir nehir söyleşiden oluşan özel setiyle sanatseverlerle buluşuyor. Sette "Yumurta" ve "Süt"ün yanı sıra, üçlemenin son halkası olan ve Berlin
Film Festivali'nde Altın Ayı'yla ödüllendirilen "Bal" da ilk kez DVD formatında sinemaseverlerin
karşısına çıkıyor. Sinema yazarı Uygar Şirin'in Kaplanoğlu'yla yaptığı nehir söyleşi kitabı "Yusuf'un Rüyası" ise yönetmenin dünyasına giriş için bir bir anahtar niteliğinde. Kaplanoğlu bu kitapta çocukluğundan bugüne tüm hayatını anlatırken, sinema anlayışı, film yapma süreci ve
nasıl film çektiğiyle ilgili ipuçlarını da paylaşıyor.
2 .Abdülhamid'in Eğitim Hamlesi / Ömer Faruk Yelkenci / Kaknüs Yayınları
Günümüzü anlamak istiyorsak 19. yüzyılı anlamamız gerekir. 19. yüzyıl Osmanlısını anlamak için
de II. Abdülhamid'i ve onun icraatlarını bilmemiz gerekir. Türk modernleşmesinin en önemli
köklerinin bu dönemde olmasının yanında, II. Abdülhamid'in büyük eğitim hamlesi, bu dönemin ön plana çıkan özellikleri arasındadır. Eğer Türkiye'nin modernleşme hikayesini merak diyorsanız; Osmanlı / Türk modernleşme hareketlerinin başlangıcından 19. yüzyıla kadar ve 19.
yüzyıl boyunca neler olduğunu, bilhassa II. Abdülhamid'in yaptıklarıyla ve yapamadıklarıyla bu
sürece nasıl bir etkide bulunduğunu, onun eğitim alanında yapmış olduğu büyük çalışmayı sosyolog ve tarihçilerin nasıl değerlendirdiklerini bu kitapta bulabilirsiniz.
Eğitimde Bir Üstad Satı Bey’i Tanımak / Şehbal Derya Acar / Akademik Kitaplar
Elinizdeki çalışma size; II. Meşrutiyet Dönemi’nde üstlendiği yöneticilik ve eğitimcilik görevleriyle dikkat çeken Satı Bey’i, yalnızca bu vasıflarıyla değil; güçlü bir hatip ve fikir adamı olması
yönüyle de tanıma olanağı sunacaktır. Osmanlı okullarından seçilmiş dikkat çekici fotoğraflarla
da zenginleştirilen kitap, Türk eğitim tarihinde çığır açmış olan bir mütefekkirin, çağımıza tutulan bir aynası gibidir.
“İyi okullar, iyi cemiyetler gibi iyi ananelere sahip olan, düzenleri kağıtlar üstünde ve dudaklar
arasında değil; çevrede, hayatta ve ruhta bulunan okullardır.” diyen Satı Bey; Türk eğitim dünyasına ve Türk fikir hayatına dahil ettikleriyle, ebediyen kalplerimizde yaşayacaktır.
Cem Sultan / M. Turhan Tan / Çağrı Yayınları
Ünlü Tarihçi M. Turhan Tan, tarafından bir asır önce kaleme alınan Cem Sultan romanı Çağrı Yayınları’nın titiz bir çalışmasıyla gün yüzüne çıkartıldı. Sivas milletvekilliği yapmış ve dönemin bir
çok gazetesinde makaleleri yayınlanmış olan Tan’ın eserlerinin bir kısmı Yunanca, Fransızca ve
Almanca’ya çevrildi. Tarihin en çok tartışılan şahsiyetlerinden biri olan Cem Sultan’ı daha yakından tanımamıza yardımcı olan Tan, yalın anlatımı ve akıcı kurgusuyla dikkat çekiyor. Cem
Sultan’ın 13 yıl süren padişahlık mücadelesi süresince kurduğu hayallere ışık tutan M. Turhan
Tan, yenilgi ve ihanetlerin ayrıntılarına da yolculuk yapma imkanı tanıyarak dönemin kültür ve
edebiyat hayatına duyacağımız merakın da kapısını aralıyor.
76
Nisan / 2011
İstanbul Eğitim ve Kültür Dergisi
Sinemaskop Türkiye / Nuri Bilge Ceylan / NTV Yayınları
Nuri Bilge, kamerasını eline aldığında dünya sessizce onun dramaturjisine boyun eğiyor. Bir sırrı
büyütüp çığ gibi üstümüze yuvarlarken bakanlara, yani bize açıkça meydan okuyor. Sinemaskop Türkiye, Nuri Bilge Ceylan'ın çektiği fotoğraflardan oluşan çok özel bir kitap. Sinemadan
önce fotoğrafa ilgi duyan, lise yıllarında ve askerlik sonrası bu sanatla uğraşan Nuri Bilge Ceylan,
makinesini uzun bir aranın ardından İklimler filmi öncesi eline alıyor.
Çoğunluğu, yönetmenin İklimler filmi için mekân arama çalışmaları sırasında çekilen bu fotoğraflar, Kasım 2006'da Selanik Film Festivali'nde sergilendi. 2003-2009 yılları arasında Türkiye'nin
çeşitli yerlerinde çekilen bu 97 panoramik fotoğraf, Sinemaskop Türkiye’de bir araya geliyor.
İstanbul Hatırası / Ahmet Ümit / Everest Yayınları
Yedi hükümdar, yedi kadim mekân, yedi gizemli olay ve yalın bir gerçek! Romanlarında zengin
arka planı polisiye kurgu içinde vermekteki ustalığı ile bilinen Ahmet Ümit'in bu romanı da yine
peşpeşe işlenen cinayetlerin çevresinde kurgulanmış. Birbirine bağlanan bu alt öyküler bir yandan gerilimin etkisini artırırken bir yandan da romanı şenlikli ve çok yönlü bir yapıya ulaştırıyor.
Kurgunun içine yerleştirilen bu bilgiler hem okumayı daha meraklı hale getiriyor hem de tarih
aracılığıyla çok günümüzün dışındaki öykülerin de kurguya yerleşmesine imkan tanıyor. Böylece
Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası adlı romanı, başka başka dönemlerin öykülerinin eşliğinde, günümüz İstanbul'unun geniş bir panoramasını oluşturuyor.
Zehirlenen Çocukluk / Sue Palmer / İletişim Yayınları
Otuz yıl boyunca öğretmenlik ve eğitim danışmanlığı yapmış olan Sue Palmer bu önemli ve çarpıcı kitabında, modern hayatın birbirinden ayrı tutulamayacak unsurlarının bir araya gelip toksik bir karışım oluşturarak çocuklarımızı nasıl zehirlediğini ortaya koyuyor. Sağlıksız ve düzensiz
beslenmeden ebeveynlerin tecrübesizliklerine, elektronik aletlerden niteliksiz çocuk bakımına
uzanan geniş bir yelpazede modern çocukların sorunlarını ele alıyor. Palmer Zehirlenen Çocukluk’ta, çeşitli disiplinlere mensup uzmanlardan edindiği verilerden yararlanıyor ve dünyanın birçok yerinde yapılan en son araştırmaları sunuyor. Zehirlenen Çocukluk, anne-babalar,
öğretmenler ve gelecek neslin modern sorunlarına çözüm arayan herkes için değerli bir kaynak.
Deli Gömleği / Güray Süngü / Hece Yayınları
Deli Gömleği, Güray Süngü’nün üç romandan sonra yayımlanan ilk öykü kitabı. Süngü, on yıldan
fazla bir süredir ağırlıkla Hece Öykü dergisinde olmak üzere öyküler yayımlıyor. Deli Gömleği
on iki öyküden oluşuyor. Kitaptaki öyküleri okurken ilk göze çarpan hususlardan biri iyi bir romancının kurgu hassasiyetinin, yazdığı öykülere de yansımış olması. Her öykünün kelime kelime, karakter karakter incelikle ve sıkıca örüldüğü kitapta yalnızlık, yaşamın tekdüzeliğinden,
modern hayattan “bunalan”, etrafına ve kendisine “yabancı”laşan insan, delilik Güray Süngü
öyküsünün temel izlekleri. Hece Yayınları’ndan çıkan Deli Gömleği 152 sayfadan oluşuyor. Bilindiği gibi Güray Süngü 2010 yılında Oğuz Atay Roman Ödülünün de sahibi olmuştu.
Nisan / 2011
77
S i n ema
SİNEMA VE İSTANBUL…
HAYATIN RİTMİYLE BEYAZPERDEYE VURAN ŞEHİR
Sibel ATAGÜN
Sinemamızın en yalın hallerinde ne kadar da güzeldir İstanbul. Sanatçının kattığı anlam ile ne kadar da
dolar içi bu şehrin. Tarkovsky’nin görüntü olarak adlandırdığı “simge”yi mühürlerken güzel olanı gerçekliğiyle vermek sanatçıyı sanatçı yapan şeydir. Çünkü sonsuzluk, görüntünün çatısına içkin bir şeydir. Siyahbeyaz filmlerimizde İstanbul, bir yandan dört başı mamur bir yalnızlığın yaşandığı, bir yandan eğlencenin,
lüksün, sosyetenin kalbinin attığı yerdir.
Bir İstanbul esiyor çocukluğumdan
Ekşi bozalı, Arnavut kaldırımları lapa lapa.
Yuşa’dan mı okunur ezanlar,
Hırka-i Şerif ’ten mi?
Komşularımız kaptanlar, Malta taşlı ikindilerden kalan.
Hala o beyaz gergeflerde mi?
Bir tarih gömmüşler Karacaahmet’inde Üsküdar’ın,
Sanki çarşaflı kadınların mercan terliklerinde
unutulan.
Duyun-u Umumiye emeklisi faytonlar.
(Sadri Alışık )
Güzellik, hayatın içinde saklıdır; sanatçı
tarafından kavranıp büyük bir içtenlikle
şekillendirildiğinde güzellik ortaya çıkar.
78
Sinema güzelliği mühürlemekse, İstanbul’a dair güzel olan ne varsa mühürlenir
saniye saniye eski İstanbul sinemalarında. Ayhan Işık, sigarasının dumanını
üflerken, boğazın siyah beyaz sadeliği,
geçmişe özlem hissiyle kol kola girerek
göz doldurur. Bressonvari gerçeği iliklere
kadar hissettirerek vermek ise sinema;
Sadri Alışık’ın argo esprilerine, sarhoş
kahkahalarına eşlik eden Beyoğlu sokakları, Haliç tüm gerçekliğiyle İstanbul’u
getirir karşımıza.
Türk Sineması’nda evvelden beri İstanbul’un mitsel bir yeri vardır. Özellikle
siyah-beyaz filmlerimizde İstanbul, bir
yandan dört başı mamur bir yalnızlığın
yaşandığı, bir yandan eğlencenin, lüksün, sosyetenin kalbinin attığı yerdir. Bir
yerlerde kimsesizlerin kaybolup gittiği,
bir yerlerde birbirlerine yardım ederek
ayakta duranların İstanbul’un ezici üstünlüğüne karşı direnişini resmeden bir
kent. Bazen zalim, bazen anne…
Sınırsız zenginliğin merkezi İstanbul,
içinde barındırdığı kimsesiz, yoksul
Nisan / 2011
çoğunlukla birlikte zıtlıkların odağı olmaktadır. Gece gündüz demeden ekmek
parası için mücadele edenlerin hemen
yanıbaşında her gece nerede para harcayacağından başka derdi olmayan bir
yığın.
Bu tezat içerisinde hayat kavgasını taksi
şoförlüğü yaparak veren İzzet Günay için
İstanbul, doğup büyüdüğü ama direksiyon sallamaktan güzelliklerini farketmeye fırsat bulamadığı onu yutmaya
hazır gibi görünen koca ağızlı bir şehir
iken, aşık olacağı kadını (Nilüfer Koçyiğit) görünce güzelliğin, merhametin, sevginin merkezi haline geliyor. “Kader
Böyle İstedi”(1968) adıyla zengin ile
fakir uçurumunun anlatıldığı filmde,
Ahmet için sadece bir ekmek teknesi
olan taksi, ona nefes aldıran bir yer haline gelirken, yürüdüğü yollar Nilüfer’e
giden yol, deniz, Nilüfer’in gözlerinden
nasıl yansıyorsa öyledir artık. Ne var ki
uçurumların yaşandığı bu şehirde Nilüfer; zenginliği, üniversitesi ile denizin bir
ucunda, Ahmet ise “ağaç dikmeye bile
yaramaz” dediği taksisinden başka bir
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i
şeyi olmayan çaresizliğiyle diğer
ucundadır. Ahmet ve Nilüfer eşliğinde İstanbul, sahilleriyle, Beyazıt Meydanı, Sultanahmet’i,
Eyüp’ü ile sokak sokak adım
adım aşk ile dolar. Siyah beyaz
karelerde, taksi içerisinde ağır
ağır ilerler aşk. Aşıklara kendini
sevdiren şehir, ayrılık anı gelince
zindan olacaktır elbette ki.
Ahmet ise Belkıs Özener’in eşliğinde gecelerce Nilüfer’in kapısında sabahlayarak İstanbul’a
küfredecektir.
“Bu sana son mektubum
Ayrılmaya mecburum
Ne olur anla beni
Bu aşktan korkuyorum”
Aşıklara çilehane olan İstanbul,
bazen birilerine şans getirecektir
elbette.
“Tophaneli Osman”(1964) ile
İzzet Günay’a beklenmedik bir
miras gelecek ve bitirim delikanlının hayatı değişecektir. İzzet
Günay’ın miras kavgası arasında
gönlünü Fatma Girik’e kaptırdığı
bu film, İstanbul’un en nadide
yerlerini, Tophane’yi, Galata’yı,
Sarayburnu’nu mizahi bir dille
seyrettirirken, mutlu olmak isteyenlerin, hayata bakışları ile
kendi dünyalarını kurdukları,
kahkahaları ile cehennemi cennete çevirdikleri bir “ayna” oluyor. İstanbul, gülen gözlere
açıyor en neşeli makamından
müziğini.
Biraz daha yakın tarihe gelirsek,
maziden kopmadan, 1972’de bir
Kadir İnanır-Filiz Akın filmi
“Utanç” tüm sızısıyla karşılar
bizi. İstanbul’un varoşlarında
fabrika işçiliği ile hayatlarını sürdüren bu iki genç, yokluğun
içinde varlığı bulmuşlardır sevgileriyle İstanbul’da. Kemal’in en
yakın arkadaşının ihaneti ile aşkları zindana dönen iki sevgili
artık sonu gelmez bir takip-yalnızlık içerisinde olacaklardır.
Klasik Yeşilçam filmlerinden oldukça farklı olan bu filmde Filiz
Akın’ın tecavüze uğradıktan
sonra kötü yolu seçmesi tam olarak bilinçli bir tercih olarak anlatılır. Çünkü Bahar, gururundan
taviz vermeyen bir kadındır.
İzzet-i nefsini kurtarmak için
kendisine bu hakareti reva gören
adamın soyadını ve zenginliğini
elinin tersiyle itmiş, Beyoğlu’nun
meyhanelerinde güzelliğini kullanmayı seçmiştir.
İstanbul artık bu iki aşık için,
sonu gelmez sokakların arasında
sessiz sessiz süregiden bir aşkın
şehridir. Beyoğlu, Hisar Pavyon,
kırık dökük alkışlar, gri bir deniz,
dar sokaklar ve geri dönen
Kemal. Bahar’ın ardında adım
adım hep Kemal. Ve film boyunca devam eden unutulmaz
şarkı:
“Öldür öldür beni
Kurtar beni, kurtar bu hayattan”
Ne kadar da güzel anlatır Bahar’ın çaresizliğini. Yıllar yılı Kemal’in özlemi ve onunla
karşılaşma korkusu, utancı ile yaşayan Bahar’ın. Ve nihayetinde
Nisan / 2011
Sütlüce Kulesi’nde sevdiğinin
kollarında kendinden vazgeçer
Bahar.
Ah İstanbul…
Sinemamızın en yalın hallerinde
ne kadar da güzeldir İstanbul.
Sanatçının kattığı anlam ile ne
kadar da dolar içi bu şehrin.
Büyük Rus şair Vyaçeslav İvanov’un dediği gibi “ simgeleri
kavramak imkansızdır, sözcüklerle kavranamazlar”. Tarkovsky’nin
görüntü olarak
adlandırdığı “simge” yi mühürlerken güzel olanı gerçekliğiyle
vermek sanatçıyı sanatçı yapan
şeydir. Çünkü sonsuzluk, görüntünün çatısına içkin bir şeydir.
Bu kadar lakırdıdan sonra, Türk
sinemasında İstanbul’u mitleştiren Atıf Yılmazların, Lütfi Akadların, Bülent Oranların önünde
saygıyla eğilerek, kendilerine en
İstanbul tebessümüyle selam
gönderelim. Ve yönetmenlerin
düşlerini kemikleştiren sanatçıları da hatırlamışken, Beyoğlu
meyhanelerini sesiyle güzelleştiren Türkan Şoray’a, Haliç’te fabrikadan telaşla çıkan Filiz Akın’a,
sevdiğinin yolunu bekleyen çapkın gülüşlü Fatma Girik’e, “İstanbul’da daha gezecek çok yer
var” diyerek sevdiğinin taksisinde
aşkı seçen Nilüfer Koçyiğit’e İstanbul’un yedi tepesinden en
uzun metrajlı sevgimizi sunalım.
Film ve İstanbul.
Bir ritim içerisinde zamanın
bölünmez bütünlüğü ile film…
Ve insanın kucağında ölmek
istediği İstanbul…
O halde bu iki güzelliği birleştiren “zamanın heykeltraşları”na sonsuz teşekkürler.
79
Şiir
Edirnekapı Üstüne Şiir
Turgut Uyar
İstanbul dediler mi benim aklıma,
Vaiz sokağı gelir hemen.
Edirnekapı gelir, evimiz gelir
Köşebaşında duran bir güzel kız gelir.
Biletçi zili çeker, tramvay durur
Bir manav, bir meyhane, iki akasya
Kumrular geçer kilisenin çan kulesinden
Beyaz bulutlar geçer...
Burası Hasan Efendinin kahvesi Edirnekapı’da,
Bu taşçı Kemal, çocukluk arkadaşım.
Bulutu Haliçten, rüzgarı Boğaz’dan
Bir baygın gün içindeyiz, yazdan.
“Dört cıhar, sebayidü, pencüse
Akşam olur, güneş batar nerdeyse.”
Pırıl pırıl aşk içinde Mihrimah Sultan Camii
Eyüpten vapur düdüğü,
Yenikapı’dan tren sesi.
Kalkarız ağır ağır kahveden
Ben, Kemal, Kemalin eniştesi...
Vaiz sokağına gelir eve varırım
Kapıya iki üç defa vururum
Karım kapıyı açar, çocuklar koşuşur
Ekmeğimiz var, yemeğimiz var
Yemeğe iştahımız var.
Oturur yemek yeriz cümbür cemaat
Alnımızın terinden, elimizin emeğinden
Etrafa yayılınca makarnanın buğusu,
Bize ne elalemin on türlü yemeğinden...
Alır karımı gezmeğe götürürüm
Bir dolmuşa bineriz Edirnekapı’dan.
Sultanahmet’te atkestanelerinin en güzeli
Elli kuruş verir, cambaza gireriz.
İstanbul bizim memleket, yaşımız yirmi beş
Basmayı da, ipeği de aşkla giyeriz.
80
Nisan / 2011
Yenicami önünden güvercinler uçan
Mavnalar, takalar, koca koca gemiler,
Köprüden günde kim bilir kaç insan geçer
Denizde balıklar güzel, havada kuşlar
Bir gülüşü karımın, sevdamı yeniler.
Denizlerin kumuyum, balıkların puluyum
Adım Turgut, kendim İstanbulluyum
Ben Allah’ın bir sevdalı kuluyum
Üsküdar’a geçerken bir yağmur almadı ama
Bir güzel yaz günü Kadıköy vapurunda
Japone kollu bir kız aklımı aldı.
Bakıştık, gülüştük, hoşlandık
Derken o yoluna gitti, ben evime...
Bizim ev iki oda, bir sofa
Evsahibi ayda yetmiş lira alır.
Kapıda atnalından, sarmısaktan bir nazarlık
Önümüzde kaleler, arkası mezarlık.
Gün olur çoluk çocuğunla bir bakarsınız
Güzelim vaiz sokağında benim de
Ferah, aydınlık bir evim olur.
Bir büyük radyo da alır, yerleşirim
Geçerim pencereye akşamüstleri.
Boy boy sardunyalar, fesleğenler,
Boy boy bulutlar karşımda.
Saçağımızda bir kırlangıç yuva yapmış.
Ahmet efendi geçer, selam veririm
Bakkal İbrahim selam verir, alırım.
Fesleğenler kokar, sardunyalar kızarır
İstanbul sereserpe önümde geceye karşı
Gemilerden, fabrikalardan düdükler
Şimdi bir tren kalkar Sirkeci’den bilirim.
Alacakaranlıkta kıpır kıpır gölgeler
Sesler gelir yakın sinema bahçesinden
Bir hoş olurum.

Benzer belgeler