HÜDİL Kış 2010 5 Doğru kullanıyor muyuz?

Transkript

HÜDİL Kış 2010 5 Doğru kullanıyor muyuz?
HÜDİL
Kış 2010
Doğru kullanıyor muyuz?
HÜDİL
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara
Tel: (312) 297 83 50 - 51
Belgeç: (312) 297 83 51
E-posta: [email protected]
www.hudil.hacettepe.edu.tr
5
Merhaba,
HÜDİL
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi Adına
Prof. Dr. Ülkü ÇELİK ŞAVK
Yayın Kurulu
Dr. Elif AYAN
Asuman BAYRAM
Dr. Hiclâl DEMİR
Faik Utkan DENİZER
Hafize ŞAHİN
Dergi ve Kapak Tasarımı
Emre ALKAÇ
www.emrealkac.com
HÜDİL üç ayda bir yayımlanan
yerel süreli dergidir.
Öncelikle, biraz gecikmeli olmakla birlikte 5. sayımız ile
karşınızda olmaktan duyduğumuz mutluluğu ifade etmek isterim.
Ne zaman yayımlanacağını soran ve bekleyenlerle karşılaştıkça
iyi ve doğru şeyler yaptığımıza olan inancımız biraz daha artıyor
ve sizden gelen önerilerle de dergimiz gittikçe zenginleşiyor.
Havaların soğuk ve kapalı olduğu şu kış günlerinde HÜDİL çok
sıcak ve aydınlık. Bunun bir nedeni daha uygun bir mekâna
kavuşmuş olmamız. Artık, çalışmalarımızı Edebiyat Fakültesi
C Kapısı, Alt Katta sürdüreceğiz. Diğer bir nedeni ise birçok
Avrupa ülkesinden eğitim için ülkemizi tercih eden ERASMUS
öğrencilerinden aldığımız enerji. Bir ay boyunca Türkçe
öğrettiğimiz ve birlikte eğlendiğimiz pırıl pırıl gençlerin aydınlık
yüzleri ve ışıl ışıl gözleri...
Bize kışı rahat ve güzel geçirten gelişmeler bunlarla sınırlı değil,
tabiî ki. Etkinlikler ve projeler hız kesmeden sürüyor. “7 Bölge 7
Okulda HÜDİL” projemizi ülkemiz dışına da yayarak Brüksel’e
kadar taşıdık ve bu kapsamda düzenlediğimiz kitap kampanyası
sizden çok destek gördü. Bu vesile ile ilgilenen herkese çok
teşekkür ederiz. Bu proje, büyük ölçüde Üniversitemiz Eğitim
Fakültesi, İlköğretim Bölümü Okul Öncesi Eğitimi, Matematik
Eğitimi ve Fen Bilgisi Eğitimi Anabilim Dalı öğrencilerinin ve
öğretim elemanlarının bizim için çok anlamlı olan katkıları ile
gerçekleşmiştir. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederiz.
Gelecek sayılarda tekrar görüşmek dileği ile, bize istediğiniz an
297 83 51 numaralı telefon, [email protected] e-posta ve
www.hudil.hacettepe.edu.tr adresinden ulaşabileceğinizi tekrar
hatırlatmak isterim.
Saygılarımla,
Basım Evi
İçindekiler
“Yoksa Siz Hâlâ Turkche mi
Konuşuyorsunuz?”
Kutadgu Bilig
Mutluluk Veren Bilgi
Deyimler V
Ziya Gökalp’in Yeğeni Mete
Gökalp ile Röportaj
Şiirde Türkçenin Gücü
“Ada Vapuru Yandan Çarklı” mı?
Türklerin Söylemek İstediği
Japonca Bir Cümle
Kitap Tanıtımları
Dede Korkut Hikâyeleri’nde
Kadın
Etkinliklerimiz
2
5
7
10
12
15
16
18
20
23
Büyük Öğrenci Projesi Kapsamındaki
Öğrenciler Hüdil’de
26
Yaratıcı Yazarlık
29
Ülkü Çelik Şavk
Basım Tarihi
Yazışma Adresi
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL)
06800 Beytepe/ANKARA
Genel Ağ Sayfası
www.hudil.hacettepe.edu.tr
E-Posta
[email protected]
Dergide kullanılan görsellerin bir kısmı genel erişime açık web
sitelerinden alınmıştır, yaratıcılarına teşekkür ederiz. Diğer görsel ve içeriklerin izinsiz kullanımı yasaktır.
1
Dr. Hiclâl DEMİR
[email protected]
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL), 3
Kasım 2010 tarihinde sunucu, spiker, seslendirmen, yazar ve eğitmen Rüştü Erata’yı
konuk etti. Hâlen Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesinde “Radyo-TV Sunuculuğu”
ve Yeditepe Üniversitesi Çeviribilim Bölümünde “Diksiyon” dersleri veren Erata, son
kitabı Türkçe Konuşmanın Püf Noktaları ve genel olarak Türkçenin durumu hakkındaki
görüşlerini renkli bir sunumla Hacettepelilerle paylaştı.
“YOKSA SİZ HÂLÂ
TURKCHE Mİ
KONUŞUYORSUNUZ?”
Konuşmasının başında üç ulusal ortak paydamızın; ana
dilimiz, bayrağımız ve Atatürk olduğunu belirten Rüştü
Erata, bunlardan “dil”e gerekli özeni göstermezsek ne hâle
geleceğimizi pek çok alandan verdiği örneklerle açıkladı.
Rüştü Erata, bir dilin var olması için; belli sayıda insanın
onu konuşması, sözcük yaratma kaynağı (halk), söz varlığı,
söyleniş kuralları, kurumsal kaynağı, mümkünse kendine
özgü harfleri ve yazım kuralları olması gerektiğini ancak
günümüzde bu alanlarda bazı değişimler yaşandığını
belirtti. Özellikle basın, reklamlar, reklam afişleri ve
öğrenci konuşmalarındaki yazımlara dikkat çeken Erata,
yabancı dilden sözcüklerin çok sevimli bir şekilde birer
ikişer dilimize girdiğini fakat bunların zamanla çoğaldığını
ve tehlikeli olmaya başladığını belirtti.
Aldığımız bazı yabancı kelimeleri artık özgün şekilleriyle
yazmaya başladığımıza dikkat çeken Erata (sinema/
cinema, kafe/ cafe, krem/ cream…), Abece değişimine de
2
değinerek İngilizcede olmadığı için artık bazı harflerimizin
yazılmadığını (doa) ve ünlü harf düşürümüne sıkça
rastlandığını belirtti (stnbl). Yüklemlerin sonundaki “r”
harflerinin söylenmemesi sonucu (geliyo, gidiyo…) “balık
ağızlı” olmaya başladığımızı da sözlerine ekledi.
Eleştiriler karşısında “Ne yapalım Türkçeleri yok”,
“Türkçe yetersiz kalıyor”, “Türkçe ile her duygu ve
düşünceyi anlatamazsın ki” cümlelerini kuranlara Göktürk
ve Yenisey Yazıtları’ndan, Divanü Lugati’t Türk’ten,
TDK’nin Tarama Sözlüğü ve Derleme Sözlüğü’nden
örnekler veren Erata, Türkçenin zengin ve üretken bir dil
olduğunu, ancak dil bilinci yüksek bireyler yetiştirerek
dilimizi geliştirebileceğimizi vurguladı.
Türkçenin bugünkü durumuna farklı bakış açıları getiren
söyleşi, dinleyicilerin soru ve görüşleriyle sona erdi.
3
Kutadgu Bilig
(Mutluluk Veren Bilgi)
Kemal GÜLER
“Anadolu’nun Renkleri
[email protected]
İ
slami devir Türk edebiyatının günümüze ulaşmış
ilk büyük eseri olan Kutadgu Bilig; Karahanlı
Türkçesiyle (“bugra han tilinçe, türk lugatinçe”),
mesnevi nazım şekliyle ve aruz vezniyle yazılmış,
6645 beyitten oluşan manzum bir siyasetname1 ve
nasihatnamedir. Kutadgu Bilig’in orijinal nüshası
(müellif hattı) maalesef günümüze ulaşamamış veya
henüz bulunamamıştır. Yazıldığı tarihten ancak 3-4
yüzyıl sonra biri Uygur harfleriyle (Herat nüshası,
1439), ikisi Arap harfleriyle (Fergana ve Mısır nüshaları)
istinsah edilmiş olan eldeki üç nüshası sırasıyla Viyana,
Taşkent ve Kahire kütüphanelerinde saklanmaktadır.
Doğum,
Düğün,
Ölüm”
Eserin müellifi Balasagunlu Yusuf’tur. Yusuf eserini
1069/1070 (H. 462) yılında Doğu Karahanlılarının
başkenti Kaşgar’da tamamlamış ve devrin Karahanlı
hükümdarı Tavgaç Ulug Bugra Kara Han Ebu Ali
Hasan’a sunmuştur. Eseri çok beğenen hükümdar,
Yusuf’a iltifat ederek kendisini “hâss-hâciblik ” (saray
başmabeynciliği) görevine getirmiş ve Yusuf bundan
sonra Yusuf Has Hâcib adıyla şöhret bulmuştur.
Tüm Bilimsel Kültürel ve Stratejik Araştırmalar Merkezi
(TÜBİKAM) ve Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi
iş birliğiyle Prof. Dr. Alemdar Yalçın’ın yürütücülüğünde
hazırlanan “Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün, Ölüm”
belgeselinin tanıtım filmi, 25 Kasım 2010 tarihinde Mehmet
Akif Ersoy Salonu ve K Salonunda gösterildi.
Filmin gösteriminden önce Osman Ürper ve İnci Türel’in
belgeselin çekimi sırasında objektiflerine yansıyan karelerden
oluşan bir fotoğraf sergisi açıldı.
“Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün, Ölüm” belgesel
filminin gösteriminden sonra ise “Kültürel Değerlerimiz ve
Belgesel Sinema” konulu bir panel gerçekleştirildi.
4
Yusuf Has Hâcib hakkındaki bütün bilgilerimiz,
maalesef eserin kendisinden çıkarabildiklerimizle
ve esere sonradan eklenmiş olan manzum ve mensur
mukaddimelerde (ön sözlerde) verilenlerle sınırlıdır.
1019 yılı civarında doğmuş olmalıdır. İyi bir eğitim
gördüğüne, döneminin gerçek bir bilgini ve aydını
olduğuna hiç şüphe yoktur. Arapça ve Farsça da bildiği;
Kur’an, hadis, fıkıh gibi İslami ilimlerin yanında belagat,
felsefe, matematik, astronomi, tıp, tarih gibi ilimlere
vâkıf olduğu; avcılık, kuşçuluk, ok atmak, çevgen ve
satranç oyunları gibi meslek ve hünerleri bildiği; Türk
folkloru, toplum yapısı ve devlet anlayışı konularında
derin bilgi sahibi olduğu görülmektedir. Fakat Yusuf,
yalnızca bir aydın ve bilge değil, aynı zamanda güçlü
bir şairdir de. Türk edebiyatında kendisine kadar henüz
denenmemiş bir nazım şekli olan mesneviyle ve aruz
ölçüsüyle teknik bakımdan da oldukça başarılı ve
uzun soluklu (6645 beyit) bir eser ortaya koyabilmiş
olması; eserinde işlediği konunun didaktik karakterine
rağmen, aşağıdaki bahar tasvirinden alınan bölümde de
görüleceği gibi, yer yer lirik bir söyleyişe ulaşabilmiş
olması bunun açık bir ispatıdır:
togardın ese keldi öngdün yili
ajun itgüke açtı uştmah yolı
yagız yir yıpar toldı kafur kitip
bezenmek tiler dünya körkin itip
“Şarktan bahar rüzgârı eserek geldi;
dünyayı süslemek için, cennet yolunu açtı.”
“Kâfûr gitti, kara toprak misk ile doldu;
dünya kendisini süsleyerek bezenmek istiyor.”
irinçig kışıg sürdi yazkı esin
yaruk yaz yana kurdı devlet yasın
kökiş turna kökte ünün yangkular
tizilmiş titir teg uçar yilkürer
“Bahar rüzgârı eziyetli kışı sürüp götürdü;
parlak yaz tekrar saâdet yayını kurdu.”
“Kökiş ve turnalar gökte yüksek sesle bağrışıyorlar; dizilmiş
deve katarı gibi, uçup kanat çalıyorlar.”
ular kuş ünin tüzdi ünder işin
silig kız okır teg köngül birmişin
“Keklik sesine bir âhenk vererek eşine sesleniyor; sanki
güzel bir kız gönül verdiğini çağırıyor.”
ünin ötti keklik küler katgura
kızıl agzı kan teg kaşı kap kara
“Keklik yüksek sesle öttü, sanki gülmekten katılıyor; ağzı
kan gibi kızıl, kaşı simsiyah.”
1
Arap, Fars, Hint ve Türk edebiyatlarında başta hükümdarlar olmak üzere devlet adamlarına ideal hükümdarın ve yöneticilerin
sahip olması gereken erdemler ve özellikler, devlet örgütünün nasıl olması gerektiği, kısacası yöneticilik sanatı konusunda bilgi
vermek için yazılmış eserlere siyâsetnâme denir. Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si (MÖ 1. yy.), Farabi’nin (870-950) El-Medinetü’lFâzıla’sı, Maverdi’nin (974-1058) El-Ahkâmü’s-Sultâniyye’si, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Keykâvus’un Kâbûsnâme’si
(1082), Nizâmülmülk’ün (1018-1092) Siyâsetnâme’si, İbn Teymiye’nin (1263-1328) Es-Siyâsetü’s-Şer’iyye’si, Lütfi Paşa’nın
(öl.1563) Âsafnâme’si ve Gelibolulu Mustafa Âli’nin (1541-1600) Nasîhütü’s-Selâtîn’i bunların en meşhurlarındandır.
5
Yusuf, okuyucusuna iki cihan saadetinin yollarını göstermek için yazdığı eserine isim verirken de özgün kalmayı
başarabilmiştir. O zamana kadar Arap ve Fars edebiyatlarında bu konudaki eserler için mutad olan “nasîhatü’s-selâtîn”,
“siyâsetnâme”, “pendnâme”, “nasîhatname” gibi isimlerden birini kullanabilecekken bilinçli bir yaklaşımla Türk
tasavvurunda ve devlet felsefesinde daha zengin ve derin çağrışımları olan “kut” (mutluluk, saadet, devlet, talih)
kelimesine dayanan Kutadgu Bilig (mutluluk veren, kutlu kılan bilgi) adını tercih etmiştir. Bu isimlendirmede, eserinin
XI. babındaki beyitlerden de anlaşılacağı gibi, herhâlde eserini yalnızca hükümdarlar ve devlet adamları için değil,
daha geniş bir okuyucu kitlesi için düşünmüş olmasının da rolü vardır:
kitab adı urdum kutadgu bilig
kutadsu okıglıga tutsu elig
sözüm sözledim men bitidim bitig
sunup iki ajunnı tutgu elig
“Kitabın adını Kutadgu Bilig koydum;
okuyana kutlu olsun ve ona yol göstersin.”
“Ben sözümü söyledim ve kitabı yazdım;
(bu kitap) uzanıp her iki dünyayı tutan bir eldir.”
kişi iki ajunnı tutsa kutun
kutadmış bolur bu sözüm çın bütün
“İnsan her iki dünyayı devletle elinde tutarsa;
mes’ût olur, bu sözüm doğru ve dürüsttür.”
Kutadgu Bilig alegorik (temsilî) kurgusuyla da özgün
ve ilginç bir eserdir. Eserin esasını oluşturan, insanı iki
cihanda mutlu kılacak olan dört önemli şey, dört şahıs
tarafından temsil edilir:
Bunlardan ilki “köni törü”dür (doğru kanun, adalet) ve
hükümdar Kün Togdı (Güneş) tarafından temsil edilir;
ikincisi “kut”tur (mutluluk, saadet, kut, talih) ve vezir
Ay Toldı (dolun Ay) tarafından temsil edilir; üçüncüsü
“ukuş”tur (anlayış, idrak, akıl) ve vezirin oğlu Ögdülmiş
(Övülmüş) tarafından temsil edilir; dördüncüsü ise
“kanaat”tir ve vezirin bir yakını olan mistik ve zahid
Odgurmış (Uyanmış) tarafından temsil edilir.
Yusuf, bu dört şahıs arasında geçen diyaloglarla
yöneticilere adaletin, düzenin ve mutluluğun hüküm
sürdüğü ideal bir devletin esaslarını verirken okuyucuya
da iki cihan saadetinin yollarını gösterir. Diyalog üzerine
kurulmuş olması sebebiyle Kutadgu Bilig’in sahnelenmek
üzere yazılmış bir tiyatro eseri olabileceğini düşünenler
de vardır (Bk. Ercilasun, 2009, s. 303-304).
85 babdan oluşan eser İslam edebiyatlarındaki eser tanzim
geleneğine uygun olarak düzenlenmiştir:
I. bab Tanrı’nın, II. bab Hazreti Peygamber’in, III. bab
Dört Sahabe’nin ve IV. bab da eserin sunulacağı hükümdar
Buğra Han’ın övgüsüne ayrılmıştır. Bunları takip eden
bablarda yıldızlar ve burçlar; insanoğlunun değerinin
bilgi ve akıldan geldiği; dilin meziyeti ve kusuru, faydası
ve zararı; iyilik etmenin methi ve faydaları; bilgi ve
aklın meziyet ve faydaları gibi konular işlendikten sonra
“Söz Başı-Kün Togdı İlig Üze” (Hükümdar Kün Togdı
öküş sözleme söz birer sözle az
tümen söz tügünin bu bir sözde yaz
Hakkında) başlığı ile asıl konuya girilir. Eserin XII.
babıyla başlayıp LXXXV. babına (398. beyitten 6520.
beyte) kadar süren bu bölümünde saadet, devlet, adalet,
dilin fazileti ve sözün faydaları, saadetin devamsızlığı
ve talihin dönekliği, evlada nasihat, devlet hizmeti, aklın
tarifi ve fazileti, hükümdarın, vezirden hizmetkâra kadar
devlet adamlarının, memurların ve hizmetlilerin sahip
olması gereken özellikler, bunların birbirleri üzerindeki
hakları, dünyanın kusurları ve faniliği, dünyanın ahireti
kazanmak için bir vasıta olduğu, beylere hizmet etmenin
usul ve nizamı, halk ile nasıl münasebet kurulması lazım
geldiği, seyyitlerle, âlimlerle, tabiplerle, efsuncularla,
rüya tabircileri ve müneccimlerle, şairlerle, çiftçilerle,
satıcılarla, hayvan yetiştirenlerle, zanaat erbabıyla,
fakirlerle nasıl münasebet kurulması lazım geldiği, nasıl
evlenileceği, çocukların nasıl eğitileceği, ziyafete gitme,
ziyafete davet etme ve sofra adabı, hükümdarın kendi
hayatını ve memleketini nasıl tanzim etmesi gerektiği,
dünyadan yüz çevirme ve kanaat, takva ve hayat
muhasebesi, doğruluğa karşı doğruluk ve insanlığa karşı
insanlık gösterilmesi gerektiği gibi insan, toplum ve devlet
hayatını ilgilendiren hemen hemen her konu Kün Togdı,
Ay Toldı, Ögdülmiş ve Odgurmış arasındaki diyaloglarla
ele alınır. Asıl konu tamamlandıktan sonra, eserin sonunda
toplam 125 beyitten oluşan gazel tarzında kafiyelenmiş
üç ek vardır. Bunlardan ilki gençlik dönemine acıma ve
yaşlılık, ikincisi zamanenin bozukluğu ve dostların cefası
hakkındadır. Üçüncü ekte ise Yusuf Has Hâcib kendi
kendine öğüt verir.
Sözümüzü Yusuf Has Hâcib’in bir öğüdüyle bitirelim:
“Sözü çok söyleme, sırasında ve az söyle; binlerce
söz düğümünü bu bir sözde çöz.”
Kaynakça
Agop Dilaçar (2003), Kutadgu Bilig İncelemesi, Ankara: TDK Yayınları.
Ahmet B. Ercilasun (2009), Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Ankara: Akçağ Yayınları.
Asuman BAYRAM
[email protected]
1. ARAFAT’TA SOYUNMUŞ HACIYA DÖNMEK
Hacı adaylarının ihrama girdikten sonra Kurban
Bayramı’nın arife günü Arafat’a çıkıp burada bir
süre kalarak dua etmeleri hac ibadetinin esaslarından
biridir. İhram, hacıların örtündükleri iki parça dikişsiz
bürgüye verilen addır. İhrama girmek, mecazen, dünya
nimetlerini terk edip sadece Hakk’a yönelmeyi ifade
eder. Hacıların üzerlerinde ihramdan başka dünya nimeti
bulundurmamaları gelenektir.
Bu deyim, sahip olduğu malı mülkü aniden kaybeden,
canından başka kaybedecek zenginliği kalmamış kişiler
için kullanılır. Arafat’ta kendi iradesiyle üzerinde iki parça
bezden başka dünya malı bulundurmayan hacı ile kendi
iradesi dışında elindeki maldan mülkten olan bahtsız kişi
arasında dünya malından uzaklaşmak bağlamında bir ilişki
kurulmuş diyebilir miyiz, ne dersiniz?
kapıp sürekli huzursuzluk çıkarmaya meyilli
Ocak halkı da bu hoşafa kaşık sallarmış.
Bir gün, akıllı bir Yeniçeri Ağası mutfak
görevlisini “Ağa, pilav doldurduğun kepçeyi
sonra da hoşafa daldırıyorsun; bu hoşaf içilir
mi? Bundan böyle dikkat et, pilav kepçesiyle
hoşaf kepçesini ayrı tut!” sözleriyle uyarmış.
Mutfak görevlisi ne yapsın? Yeniçeri
Ağası’nın emrini hemen ertesi gün uygulamış
ve pilav için ayrı, hoşaf için ayrı kepçe
kullanmış. Her durumu huzursuzluk ve isyan
çıkarmak için bir fırsat olarak algılayan Ocak
tayfası “İstemezük! İstemezük! Hoşafımızın
yağını kesiyorlar! İstihkakımızı kestiler!
Hakkımızı isterük!” diye feryada başlamış.
Hoşafın yağının olmayışını dahi bir başkaldırı sebebi
olarak gören Yeniçeri Ocağı, Sultan II. Mahmut tarafından
1826’da kaldırılmış ve bu olay tarih kayıtlarında “Vak’a-i
Hayriyye (Hayırlı Olay)” başlığı ile yer almıştır.
2. HOŞAFIN YAĞI KESİLMEK
3. KÜPÜNÜ DOLDURMAK
Yeniçeri Ocağı, 14. yüzyılda I. Murat zamanında
kurulmuştur. XVII. yy. ortalarına kadar Osmanlı’nın
temel askerî gücü olan bu teşkilat sonraki dönemlerde bu
temel özelliğini kaybetmiş ve Osmanlı’ya kazandırdığı
zaferlerden çok, çıkardığı isyan ve huzursuzluklarla
adından söz ettiren bir fesat yuvası hâlini almıştır.
“Söyleyecek söz, verecek karşılık veya yapacak bir şey
bulamayacak bir duruma düşmek, olmayacak şeylerden
hoşnutsuzluk gösterip incir çekirdeğini doldurmayacak
mazeretlerle gösteriye kalkışarak haksız yere kırgınlık
gösterilen durumlar için kullanılan” deyimin öyküsü
tam da teşkilattaki bozulmanın iyiden iyiye kendisini
hissettirdiği Sultan II. Mahmut dönemine aittir. Bu
dönemde Ocağın mutfağından sorumlu Meydancı,
yemeklerin servisi işini pek özenmeden baştan savma
yapan biri olsa gerek ki yemek servisi yaptığı kepçeleri
yıkamadan aynı kepçeyle hoşafın da servisini yapınca
hoşafların üzerinde bir yağ tabakası yüzer ve buluttan nem
Osmanlı Devleti’nin son döneminde askerlik teşkilatının
bozulduğundan yukarıda söz etmiştik. Bu deyimin öyküsü
de Osmanlı’nın bozulan adalet sistemi ile ilgili. Deyimin
öyküsü şöyle: Merkezden uzak bir Anadolu kasabasına
tayin edilen Kadı, hak-hukuk işlerini düzenlemek şöyle
dursun; aldığı rüşvetlerle, ödemeye mecbur bıraktığı türlü
türlü vergilerle zavallı yoksul halkı canından bezdirir.
Kasabaya beş parasız gelen Kadı Efendi, yoksul halkı
sömürerek servet sahibi olur. Halk, “Şu aç gözlü herife bir
dur diyecek yok mu!” diye feryat ederken dualarının kabul
olduğu anlaşılır; çünkü Kadı Efendi bir başka şehre tayin
edilmiştir. Bu arada Kadı Efendi’nin kasabada edindiği
haksız kazanç haberleri de kulaktan kulağa dolaşıp
durmaktadır. Kadı görevdeyken olan bitene çaresiz göz
yummak zorunda kalan kasaba halkı, en azından sessiz bir
protesto gösterisi düzenlemek için kadının evinin önünde
toplanır. Hınçla karışık merak dolu gözler, kâhyaların
taşımakta zorlandığı zahire çuvallarının hesabını tutmaya
Reşid Rahmeti Arat (1947), Kutadgu Bilig, I. Metin, İstanbul: TDK Yayınları.
6
Reşid Rahmeti Arat (1988), Yusuf Has Hâcib. Kutadgu Bilig, II. Çeviri, Ankara: TTK Yayınları.
7
çalışırken hem hırsız hem yüzsüz olan Kadı, kendine çakılmış olan bu gözlerden birini yakalar; adamı yanına çağırır;
mahzenden kan ter içinde çıkardığı çil çil altın dolu iki küpü gösterir. Küplerin biri ağzına kadar doludur; diğerinin
dolmasına ise iki parmak kalmıştır. Kadı, iki parmak boşluk bulunan küpü işaret edip adama şunları söyler: “Bak,
gördün mü? Küpün biri doldu, ikincinin dolmasına da iki parmakçık kaldıydı. Ne vardı azıcık daha sabredeydiniz?
Şu iki parmakçığı da doldurduktan sonra vallahi sizin için çalışmaya başlayacaktım. Şimdi ne oldu? Benim yerime
geçecek olan Kadı da bomboş küplerle gelecek ve onları doldurmak için sizin ümüğünüze çökecek. Şimdi sizin için iş
yeni başlıyor. Başlayın bakalım yeni Kadı Efendi için çalışmaya!” demez mi?
Öyküden de anlaşıldığı gibi “küpünü doldurmak” haksız kazanç edinmeyi ifade eden bir deyim olarak kullanılagelmiştir.
Kaynak
İskender Pala (2008), İki Dirhem Bir Çekirdek, İstanbul: Kapı Yayınları.
Ziya GÖKALP
LİSAN
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize,
İstanbul konuşması,
En sâf, en ince bize.
Lisanda sayılır öz,
Herkesin bildiği söz,
Mânası anlaşılan,
Lûgate atmadan göz.
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş Türkçedir,
Eski köke tapmayız.
Yeni sözler gerekse,
Bunda da uy herkese,
Halkın söz yaratmada,
Yollarını benimse.
Yap yaşayan Türkçeden,
Türkçeyi incitmeden,
İstanbul’un Türkçesi,
Zevkini olsun yiden.
Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir, vatanı bir,
Fakat hepsi ayrılır,
Olmazsa vatanı bir.
Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı,
Müteradif sözlerden,
Türkçesini almalı.
8
Kaynak
Hilmi Ziya Ülken (2006), Ziya Gökalp, (Yay. Haz. Yunus Koç), İstanbul: İş Bankası Yayınları, s. 101.
YAZI DİLİ VE KONUŞMA DİLİ
T
ürkiye’nin millî lisanı “İstanbul Türkçesi”dir,
buna şüphe yok! Fakat İstanbul’da iki Türkçe var:
Biri konuşulup da yazılmayan “İstanbul lehçesi”,
diğeri yazılıp da konuşulmayan “Osmanlı lisanı”dır. Acaba
millî lisanımız bunlardan hangisi olacaktır?
Bu suale cevap vermeden, lisanımızı başka lisanlarla
mukayese edelim: Başka lisanlar da milletlerinin
payitahtlarına ait lisanlardır. Fakat başka payitahtların
hepsinde konuşulan dille yazılan dil aynı şeydir. Demek
ki konuşma diliyle yazı dilinin birbirinden başka olması,
sırf İstanbul’a mahsus bir hâldir. Umum milletlerde
bulunmayıp da yalnız bir millette tesâdüf edilen bir hâl
normal olabilir mi? O hâlde, İstanbul’da gördüğümüz bu
ikilik lisanî bir hastalıktır. Her hastalık tedavi edilir. O
hâlde bu hastalığın tedavisi lâzımdır. Fakat bu tedaviyi
yapabilmek, yani lisandaki ikiliği ortadan kaldırmak için
şu iki şeyden birini yapmak lâzım: Ya yazı dilini aynı
zamanda konuşma dili hâline getirmek yahut konuşma
dilini aynı zamanda yazı dili hâline koymak.
O hâlde yalnız bir şık kalıyor: Konuşma dilini yazarak
yazı dili hâline getirmek! Zaten, halk muharrirleri, bu işi
eskiden beri yapıyorlardı. Osmanlı edebiyatının yanında,
halk diliyle yazılmış bir Türk edebiyatı, altı yedi asırdan
beri mevcuttu. Demek ki lisanî ikiliği kaldırmak için
yeniden hiçbir şey yapmaya lüzum yoktu. Osmanlı lisanını
hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak halk edebiyatına temel
vazifesini gören Türk dilini aynıyla millî lisan addetmek
kâfî idi. İşte Türkçüler, lisanımızdaki ikiliği kaldırmak için
şu umdeyi kabul etmekle iktifâ ettiler: İstanbul halkının ve
bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.
Bu sûretle yayılacak olan İstanbul konuşma diline “Yeni
lisan”, sonra “Güzel Türkçe”, daha sonra “Yeni Türkçe”
adları verildi.
Bu iki şıktan birincisi mümkün değildir; çünkü İstanbul’da
yazılan lisan tabiî bir dil değil, Esperanto gibi sun’î
bir dildir. Arapça, Acemce ve Türkçenin kâmuslarını,
sarflarını, nahivlerini birleştirmekle husûle gelen bu
Osmanlı Esperantosu, nasıl konuşma dili olabilsin? Her
manâ için lâ-akal üç müterâdifi, her terkîb için lâ-akal üç
şekli, her edat için lâ-akal üç lafzı muhtevî olan bu sun’î
zevâid halîtası, nasıl canlı bir lisan hâline girebilsin?
Demek ki İstanbul’da yazı dilinin konuşma dili hâline
geçmesi mümkün değil. Bunun mümkün olmadığı,
asırlarca uğraşıldığı hâlde muvaffakiyet hâsıl olmamasıyla
da sâbittir. Farz-ı muhal olarak birtakım müstebidâne
kanûnlarla İstanbul ahâlîsi bu acîb yazı diliyle konuşmaya
başlamış olsaydı bile, yine bu yazı dili, gerçekten millî
lisan olamazdı. Çünkü onu konuşma dili olarak yalnız
İstanbul’un değil, bütün Türkiye’nin kabul etmesi lâzım
gelirdi. Bu kadar büyük bir cemiyete ise zorla hiçbir şey
kabul ettirilemezdi.
Kaynak
Sabri Koz (Yay. Haz.) (2007), Ziya Gökalp Kitaplar 1, İstanbul: YKY, s. 237.
9
Ziya Gökalp’in Yeğeni Mete Gökalp’i
İstiklal Madalyalılar Derneğinde 19 Ekim 2010’da Ziyaret Ettik…
Şüheda Temel-Burçin Tura
Fransız Dili Öğretmenliği 1. Sınıf Öğrencileri
1. Ziya Gökalp; yazar, şair ve siyasetçi yanı ile “Türk
milliyetçiliğinin babası” olarak adlandırılmıştır. Sizce
günümüzde hâlâ hatırlanan ve hak ettiği değeri gören
bir yazar mıdır?
Mete Gökalp: Ziya Gökalp “Türk milliyetçiliğinin
babası” olarak adlandırılmıştır ve bunu anlatan birçok eser
bırakmıştır nesillere. Bu eserler, geçmişten bugüne siyasi
duruş, vatan sevgisi, Türkçülük, edebiyat bilgisi açısından
değerli ve derin bilgiler içermektedir. Geçmişte yazılan
tüm eserler, geleceğimizi şekillendiren yapıtlardır. Ziya
Gökalp de eserleri ile günümüzde de okunan ve hak ettiği
saygıyı gören bir yazardır.
2. Ziya Gökalp nasıl bir ailede yetişmiş ve büyümüştür?
Mete Gökalp: Ailemiz Diyarbakır’ın yerlilerinden, asil
bir Türk ailesidir. Amcalarımız, babalarımız eğitime
önem veren, her alanda eğitim alınması gerektiğine inanan
insanlardı. Küçük yaşta babasını kaybeden Ziya Gökalp’i,
amcası Sıtkı Bey yetiştirmiştir. Sıtkı amcası Ziya Gökalp’e
İslam felsefesini öğretmiştir. Bir yandan dinî eğitim alan
Ziya Gökalp, pozitif ilimler ve deneysel ilimler alanında da
eğitim görmüştür. Ziya Gökalp, küçük yaşta becerilerini,
zekâsını, olgunluğunu anlayan ve bunu hayatı boyunca
destekleyen, sevgi dolu ve geniş bir aileden gelmektedir.
3. Atatürk, Namık Kemal’in şiirlerindeki vatan
aşkından, Ziya Gökalp’in fikirlerinden etkilenmiştir.
Ziya Gökalp’le Atatürk hem siyasi alanda
birlikte çalışmışlar hem de normal hayatta dost
olmuşlardır. Ziya Gökalp ile Atatürk arasındaki
ilişki hakkında bize biraz daha bilgi verebilir
misiniz?
Mete Gökalp: Bunu size yaşanmış bir olayla
anlatmak isterim: Bir gün İtalyan büyükelçisi
Atatürk’e sorar: “Harp yaptınız, düşmanı
kovdunuz, yeni reformlar düzenlediniz.
10
Peki, tüm bunları yaparken hangi filozoftan, hangi liderden
etkilendiniz?” Atatürk: “Benim maddi babam Ali Rıza
Efendi’dir, hissiyatımın babası Namık Kemal, fikriyatımın
babası Ziya Gökalp’tir.” demiştir. Ziya Gökalp ve Atatürk
siyasi alanda birlikte yol almışlar ve Türk milleti için yeni
reformlar düzenlemişlerdir. Atatürk aksiyon adamıdır,
zengin kültürünü ve askerî bilgilerini Ziya Gökalp’in
fikirleri ile birleştirip ilkelerini oluşturmuştur. Sosyal
hayattaki ilişkileri dışında Ziya Gökalp ve Atatürk
arasındaki ilişkinin bağı, vatan ve millet sevgisidir.
4. Ziya Gökalp ile ilgili bir anınızı bizlerle paylaşabilir
misiniz?
Mete Gökalp: Bana hep Ziya Gökalp’i soruyorlar, “Nesi
ile övünüyorsun? Sana ne kattı?” diyorlar. Ziya Gökalp’in
devletine ve milletine hizmet etmiş olması ile övünüyor
ve gurur duyuyorum. Kanımda Ziya Gökalp’in kanı var.
Kanımda Atatürk var. Millî duygularım asla kaybolmaz!
5. Ziya Gökalp’in en sevdiğiniz şiiri hangisi?
Mete Gökalp: Ziya Gökalp’in “Turan” adlı şiirini
seviyorum. Vatan sevgisini, vatan duygusunun
yüceliğini
anlatan
en
güzel
şiirlerindendir.
“Turan”, Ziya Gökalp’in hayalinde kurduğu bir
devlet ismidir. Öyle bir devlet ki bu devletin
vatanseverliği, milliyetçiliği ve Türkçülüğü daimdir.
hâline getirilir. Ziya Gökalp’ten ailesine kalan
kitapları ve eşyaları da bu evde sergilenmeye başlar.
Ziya Gökalp’i sevenlerin onun doğduğu evi ve
eşyalarını görmesi, nasıl bir evde yaşadığını bilmesi
onları nasıl mutlu ediyorsa biz de öyle mutlu
oluyoruz.
7. Ziya Gökalp’in Türkçenin konuşma ve yazı
dili olarak kullanılması hakkındaki görüşlerini
biz gençlerle paylaşır mısınız?
6. Ziya Gökalp’in doğduğu Diyarbakır’daki iki
katlı ev, 1956 yılında müzeye dönüştürüldü. Bu
Dile büyük önem veren Ziya Gökalp, Batı dillerinden
evin müze olarak ziyarete açılması fikri nasıl
alınan sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmuştur.
ortaya çıktı?
Türkçe karşılığı olan Arapça, Farsça sözcüklerin
atılması; karşılığı olmayan, fakat ses ve anlam
Mete Gökalp: İzmir’den bir öğretmenin tayini
bakımından Türkçeleşmiş olan alıntı sözcüklerin ise
çıkar Diyarbakır’a, adı Ahmet Özbey’dir. Ahmet
Türkçe olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Beyin öğretmen arkadaşları, tayininin Diyarbakır’a
Günümüzde Türkçenin bozulduğunu görmekteyiz.
çıktığını öğrenince ona Ziya Gökalp’in Diyarbakırlı
Ziya Gökalp, “Lisan” şiirinde Türkçenin konuşma
olduğunu ve oraya gittiğinde ailesiyle görüşmesinin
ve yazı dilindeki önemini şöyle ifade etmiştir:
çok güzel olacağını söylerler. Ahmet Bey
“Güzel dil Türkçe bize /Başka dil gece bize/ İstanbul
Diyarbakır’a gelir ve babamı bulup Ziya Gökalp’in
konuşması/ En saf, en ince bize...” Dil, bir milletin
nerede yaşadığını sorar. Ziya Bey’in doğduğu evin
oluşumundaki en önemli esaslardan biridir. Ziya
müze olmasının önemini dile getirir. O dönemin
Gökalp de Türkçülüğe ve Türkçeye önem vermiş ve
valisinin de desteği ile Ziya Gökalp’in evi müze
çalışmalarıyla bunu desteklemiştir.
Mete Gökalp Kimdir?
Mete Gökalp, Ziya Gökalp’in kardeşi
Nihat Gökalp’in üçüncü çocuğu
olarak 1933’te Amasya’nın Merzifon
ilçesinde dünyaya geldi. İlköğrenimini
Diyarbakır’da Ziya Gökalp İlkokulunda,
orta ve lise öğrenimini Ziya Gökalp
Ortaokulu ve Ziya Gökalp Lisesinde
tamamladı. İzmir İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisini bitirdi (1960).
Mezuniyetinden
sonra
Ulaştırma
Bakanlığı ve Maliye Bakanlığında çeşitli
birimlerde çalıştı. Tokat’ta bulunan Gazi
Osmanpaşa Üniversitesi Bütçe Dairesi
Başkanlığından 1994 yılında emekli
oldu. 2004’ten beri İstiklal Madalyalılar
Derneğinde çalışmalarını sürdüren Mete
Gökalp, Derneğin Genel Sekreterliğini
fahri olarak yürütmektedir.
11
Dr. Hüseyin YENİÇERİ
[email protected]
B
ŞİİRDE TÜRKÇENİN
GÜCÜ
ir dilin anlatım gücü, en çok o dille
oluşturulan şiirlerden ve şiirsel anlatılardan
anlaşılır. Türkçenin dününe baktığımızda
sözlü dönemden günümüze taşınan
destan örneklerinde, savlarda, koşuklarda, sagularda
şiir; ilk edebî tür olarak Türkçenin anlatım gücünü
yansıtmaktadır. Şiirsel anlatı örneği sayabileceğimiz
Dede Korkut Hikâyeleri için Fuat Köprülü’nün “Bütün
Türk Edebiyatını terazinin bir kefesine, Dede Korkut’u
diğer kefesine koyun; Dede Korkut ağır basar.” sözü
de Türkçenin gücünü, şiirsel anlatı örneği olan Dede
Korkut’ta hissetmesinden kaynaklanır.
Kültürel bir yozlaşmanın yaşandığı günümüzde,
çocuklarımıza ve gençlerimize Türkçenin ne denli büyük
bir anlatım gücünün bulunduğunu sezdirmek zorundayız.
Dilimize yalnızca bizim değerlerimizin muhafazası olduğu
için değil, anlatım gücü bakımından da üstünlüğünü bilerek
sahip çıkmamız şarttır. Türkçenin şiirdeki gücünü yalnızca
günümüz şiirinden örneklerle anlatmaya kalkışmak hem
eksik hem tutarsız bir girişimdir. Özellikle ortaöğretim
aşamasında Klasik şiirimizin gereğince öğretilememesi,
çocuklarımızın ve gençlerimizin Türkçenin gücünü
yeterince hissetmelerini engellemektedir. Çünkü yalnızca
bugünün şiirini öğretmek, onları hafızasını kaybetmiş
biri ile karşı karşıya getirmek gibidir. Dününü bilmeyen
adamın gülünçlüğü ortadadır.
13. yüzyılda Anadolu’da ilk örneklerini vermeye
başlayan Klasik Türk şiirine, özellikle öğretmenler iki
bakımdan cephe almaktadır: Bu şiirin toplum sorunlarına
eğilmeyen içeriği ve dili. Aslında genelde sanatın, özelde
edebiyatın halkın sorunlarını çözmek gibi bir iddiası ve
işlevi olamaz. Bir kısır döngü olan “Sanat, sanat için
mi, toplum için mi?” tartışmasının pratikte bir değeri
yoktur. Çünkü bizatihi sanat toplumun hizmetindedir.
Dolayısıyla insan elinden çıkan her sanat eseri, insana
hizmet eder. Öyleyse konusuna bakarak Klasik şiirimize
12
karşı olmak anlamsızdır. Dile gelince Divan şairlerimizin
13. yüzyıldan başlayarak alıntı sözcük ve yabancı dil
kurallarını giderek arttırarak şiirlerinde kullandıkları bir
gerçektir. Malzemedeki yabancılık yüzünden bu kültür
hazinesini ve Türkçeyi şaha kaldıran bu anlatım gücünü
göz ardı etmek, akıllara ziyan bir husustur.
Klasik Türk şiiri de dediğimiz Divan şiirimizden
rastgele seçtiğimiz örneklerle, dilimizin anlatım gücünü
belirtmeye çalışalım. Önce, ele alınan örneklerde genç
okuyucuların anlamını bilmediği birkaç alıntı sözcükle
ilgili bir tespitte bulunmalıyım. Gençlerin bu hazinenin
kapısını aralamak için bin ila iki bin dolayında alıntı
sözcüğün anlamını öğrenmeleri gerekir. Yabancı dil
öğrenmek için on binlerce sözcüğü seve seve öğrenen
gençlerin, vaktiyle edebiyatımıza girdiği için artık bizim
değerlerimiz arasında yer alan bu alıntı sözcüklerin
anlamlarını öğrenmeleri hiç de zor değildir. Biz örnekleri
günümüz Türkçesiyle de verdiğimizden bu yazı için
anlama sorunu yaşanmayacaktır.
Bağdatlı Rûhî’nin (ö. 1605) şu beytinde de Türkçenin
anlatım gücü kendini gösterir:
Yâr gelmezse senin pâyına sen git yârin
Yürümezse n’ola dağ ey gönül abdâl yürür
“Sevgili senin ayağına gelmiyorsa sen onun ayağına git.
Dağ yürür mü, yürüse yürüse ona ulaşmak için abdal
yürür.” Oldukça sanatlı bir söyleyişin yoğunlaştığı beyitte
“dağ” sevgilinin, “abdal” da gönlün yerine kullanılmıştır.
Sevgili dağ olarak düşünülünce ortaya “güzel bir nedene
bağlamak” edebî sanatı da çıkmıştır. Türkçenin “birinin
ayağına gitmek” deyimindeki anlatım inceliğine dayanan
beyit, dilimizin eşsiz söyleyiş özelliğini de ortaya
koymuştur. Sevgilideki naz duygusu nefis bir anlatımla
dile gelmektedir.
Sabreyle gönül derdine dermân ere umma
Cân atma oda bî-hûde cânân ere umma
Şair, “Ey gönül, sabırlı ol, derdine aradığın dermanı
bulacağını umma. Boşuna canını ateşlere atma. Uğrunda
dertlere düştüğün sevgilinin geleceğini umma.”
demektedir. Dilimizin anlatım gücünü bu iki dize bile
ortaya koyacak yetkinlikte. Bugün “ateşe can atmak”,
“derdine derman aramak” biçiminde söylediğimiz iki
deyim, beytin anlatım gücünü artırmaktadır. Aşkta
umutsuzluk duygusu, birkaç sözcükle özlü biçimde
işlenmektedir. “Ere umma” redifi ve “dermân, cânân”
arasında kurulan tam kafiye, şiirin ahengini sağlamaya
yetmektedir.
Dil-i nâ-şâdımı şâd etmeyen dünyada şâd olsun
Benimçün nâ-murâd olsun diyen dünyada şâd olsun
Ebnâ-yı dehr her hünere bir âferin verir
Yâ Rab bu âferin ne tükenmez hazînedir
Birinci beyitte Nâbî, “Üzüntülü gönlümü sevindirmeyen
bu dünyada sevinsin; benim için ‘sevdiğine kavuşamasın’
diyenler bu dünyada sevdiklerine kavuşsunlar.”
demektedir. İkinci dize “‘Benim için mutsuz olsun!’
diyenler, mutlu olsun.” şeklinde de açıklanabilir. Bir tür
alkış-kargış çelişkisi çok anlamlı ve ahenkli bir biçimde
dile getiriliyor. Aynı zamanda bir düşünce şairi de olan
Nâbî’nin insan eğitimine yaklaşma tarzı da ilgi çekicidir.
Divan şiirimizin ilk örneklerini verenler arasında yer alan
Hoca Dehhanî’nin (13. yy.) şu beytine bakalım:
17. yüzyıl Divan şiirinin ünlü düşünce şairi Nâbî’nin (öl.
1712) Türkçeyi şaha kaldırdığı yüzlerce beytinden ikisini
ele almak istiyorum:
Fuzûlî’nin (öl. 1556) aşağıdaki beyti de anlatım gücü
bakımından üzerinde durulmaya değer:
Aşk odu evvel düşer ma’şûka sonra âşıka
Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi
“Aşk ateşi önce sevgili olan kadına, sonra erkeğe düşer.
Mumu görün ki kendisi yanmadan kelebeği yakmaz.”
Şair, neden önce kadının sevdiğini Şem ü Pervane
mesnevisine telmihle açıklamaya çalışmıştır. Yine burada
güzel bir düşünce yürütme örneği de sergilenmiştir.
Beyitte anlatımın güzelliğine “ateş düşmek” deyiminin
katkısı vardır. “Yanmadan yandırmak” sözünün kullanılışı
da anlatımı çekici kılmıştır.
İkinci beyitte bir toplumsal çelişki irdeleniyor. Toplum
için önemli ve başarılı işler yapanlar, “yaşa” anlamına
gelen “âferin” sözcüğü ile ödüllendiriliyorlar. “Ey
Allah’ım, bu ‘âferin’ sözcüğü sanki tükenmeyen bir
hazine!” İki beyit de Türkçenin anlatım gücünü ortaya
koyacak özelliktedir. Sözcükler arka arkaya sıralanırken
akan bir suyun doğallığını hatırlatır gibi seçilmişler.
Ayrıca beyitlerde, başka bir dile çevrilirse bütün sihrini
yitirecek bir anlatım özelliği söz konusudur.
Âşık Dertli’nin (öl. 1846) Divan geleneği ile söylediği şu
beyit de yıllarca dillerden düşmeyen bir anlatım gücünün
kanıtı gibidir:
13
Bir başıma kalsam şehe sultâna kul olmam
Vîrân olası hânede evlâd ü iyâl var
“Dünyada tek başıma olsaydım ne sultana ne bir başkasına
eyvallah etmezdim. Ne var ki yıkılası evimde
eş ve çocuklarım var (Onların geçimi için bunlara
katlanıyorum).”
Enderunlu Vâsıf’ın (öl. 1824) yıllarca sohbetlerde
söylenen şu meşhur beyti de Türkçenin söz gücünü
yansıtmak bakımından güzel bir örnektir:
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider
“Ustalık, dünyada sıkıntı ve zorluklarla mücadeleyi
zevkle yapmaktır. Feleğin sevinç ve üzüntüleri şimdiye
kadar hep yan yanadır, böyle gelmiş böyle gidecektir.”
Şair, “Gençleri sevmekte yaşlıları kınayamam; öyle
güzeller görünür ki yaşlı da olsa iradesine hâkim olamaz.”
demektedir. Kuşkusuz “ihtiyar elden gider” sözü beyte
hâkim olmakta ve anlam derinliği sağlamaktadır. Bu
beyit, Yusuf ile Züleyha mesnevisini hem hatırlatmakta
hem de özetlemektedir. İşte Türkçenin anlatım gücü böyle
beyitlerle doruğa tırmanmaktadır. Son olarak Cevrî’nin
(öl. 1654) şu beyti de dilimizle ortaya konan şiirlerin
dilimizin anlatım gücünü nasıl şaha kaldırdığını kanıtlar
gibidir:
Ne ele sagâr alır çeşmi ne meyhâne bilir
Sorsan ammâ yine âlem onu mestâne bilir
Nedim’in (öl. 1730) aşağıdaki beyti de güçlü bir anlatım
örneğidir:
Ayağın sakınarak basma amân sultânım
Dökülen mey kırılan şişe-i rindân olsun
“Gönlümün sultanı olan sevgili, sakına sakına yürüme.
Adımlarını rahat at, salın. Sen çok değerlisin. Varsın
dökülen şarap, kırılan rintlerin kadehi olsun.”
Hatemî İbrahim Bey’in (öl. 1596) Hababam Sınıfı adlı
eserde alay konusu yapılan şu meşhur beyti de dilimizin
eşsiz örneklerindendir:
Erişir menzil-i maksûduna âheste giden
Tîz-reftâr olanın pâyına dâmen dolaşır.
“Yavaş giden, gideceği yere ulaşır; acele edeninse ayağına
eteği dolaşır.” Divan şiirinde bu beyit gibi atasözü
derecesinde sık kullanılan yüzlerce örnek vardır.
Ziya Paşa’nın (öl. 1880) Divan geleneği ile yazdığı
şiirlerinde -özellikle “Terkib-i Bend”inde- böyle başarılı
örnekler çoktur. Ancak aşağıdaki beyti gerçekten ilgi
çekici özellikler taşır:
14
“ADA VAPURU YANDAN ÇARKLI” MI?
Nev-civân sevmekde ben pîrânı ta’yib eylemem
Hüsn olur ki gördüğünde ihtiyâr elden gider
“Ne eline içki kadehi alır ne gözü içki dağıtılan yer
görmüştür; ama onu birilerine sorsan herkes onun sarhoş
olduğunu söyleyecektir.” “Bir adamın adı çıkacağına
canı çıksın” sözü şiir biçiminde ancak böyle anlatılabilir,
dedirtecek bir ifade ile karşı karşıyayız.
Sonuç olarak bu örnekler, çocuklarımız ve gençlerimiz
için dilimizin, her çeşit duygu ve düşünceyi ifade etme
yeteneğine yüzyıllar önce ulaştığının kanıtlarıdır.
Günümüz şiirinde ise Türkçenin anlatım gücü çok daha
ileri düzeylere ulaşmıştır. Kültür, tarihî gelişim sürecinde
bir bütün olarak ele alınıp işlenmezse bir dönemi
koparılırsa geçmişle sağlam köprü kurulamaz. Türkçenin
gelişmiş ve yeterli bir öğretim dili olduğu her fırsatla yeni
kuşaklara anlatılmalıdır.
M
odern Türk edebiyatındaki şiirlerin zaman zaman
bestecilere ilham kaynağı olduğu bir gerçek. Bunda,
şarkının besteye olduğu kadar söze dayanmasının
da etkisi var. Hatta bazen bestelenen şiirler, besteyle öyle
bütünleşiyor ki bu şiirler bestelenmek üzere yazılmış izlenimi
bırakıyor dinleyicide. Melih Cevdet’in “Şinanay”1 adlı şiiri de
bestesiyle bütünleşmiş, şiirden ziyade şarkı olarak kulaklarda yer
etmiştir.
Pekiyi “yandan çarklı” ne demek? Türk Dil Kurumu, Güncel
Sözlük’te ifadenin birinci anlamını şöyle açıklıyor: “Her iki
yanında birer çarkı bulunan ve bu çarklarla ağır hareket eden
(vapur).” (ww.tdk.gov.tr). Sanayi devriminden sonra Avrupa’da
yapılan buharlı araçlardan biri de buharla çalışan makinelerdir.
Buharlı vapurlar da bu gelişmenin bir sonucudur.
Vapurun iki yanında birer çarkı vardır ve çarklar yavaş yavaş
dönerken vapur kıyıdan salına salına uzaklaşmaya başlar.
İstanbullunun yaşamının bir parçasıdır vapur ve vapur hatları.
Selim İleri her vapurun bir adı olduğunu belirtir: Sarayburnu,
Kalender, Göztepe, Kocataş, Halâs, Altınkum (2007).
Melih Cevdet’in “Şınanay” şiirinin orijinal hâli yandaki kutudaki
gibidir, ancak günümüzde şiir bestesinden dolayı daha çok “Şinanay”
olarak bilindiği için yazıda “Şinanay” söyleyişi tercih edilmiştir.
1
[email protected]
ŞINANAY
Ada vapuru yandan çarklı
Bayraklar donanmış cafcaflı
Simitçi kahveci gazozcu
Şınanay da şınanay
Müslümanı yahudisi urumu
İsporcusu ihtiyarı veremi
Kiminin saçı uçar, kiminin eteği
Şınanay da şınanay
1980’lerde Sezen Aksu tarafından seslendirilen “Şinanay”,
Onno Tunç tarafından bestelenmiştir. Onno Tunç’un bu şiiri
bestelemesini sağlayan neydi acaba? İstanbul’un vapurları
mı, yoksa şiirin sözlerinin bestelenmeye elverişli oluşu mu?
Yanıtını bilemiyoruz ancak belirtmek gerekir ki bestenin sözlerle
buluştuğu iyi bestelenmiş şiirlerden biri “Şinanay”.
Şairlerin, yazarların, ressamların eserlerine; İstanbul’un,
Boğaz’ın, denizin, vapurların ve daha pek çok imgenin yansıdığını
görüyoruz. Melih Cevdet’in “Şinanay” şiirinde de bu imgelerden
“ada vapuru” öne çıkmaktadır. 1851 yılında kurulan anonim vapur
işletmesi Şirket-i Hayriye 1945’e kadar İstanbul’da yolcu ve yük
taşımacılığı yapmıştır. Şirket-i Hayriye, yandan çarklı vapurlarla
uzun yıllar yolcularını taşımıştır. Bu nedenle “ada vapuru yandan
çarklı sözü” de dillere pelesenk olmuştur (Tanburacı 2009). “Ada
vapuru yandan çarklı” mıydı gerçekten, derseniz, evet gerçekten
yandan çarklıydı.
Hafize ŞAHİN
Estirir de Ada yeli estirir
Seni sevindirir beni küstürür
Lüküs kamarada kimler oturur
Şınanay da şınanay
Melih Cevdet Anday
Şirket-i Hayriye, 1944’te çıkartılan bir yasayla Denizyolları’na
devredilir. Kısa bir süre sonra da kömürle çalışan buharlı
vapurların yerini mazotla çalışan vapurlar alır. Böylelikle yandan
çarklı buharlı vapurlar da tarihe karışır (İleri 2007).
Yandan çarklı buharlı vapurlar, ulaşım aracı olarak günümüzde
artık kullanılmıyor. “Teğmen Ali İhsan Kalmaz” adlı son buharlı
vapur da hurda işlemine tabi tutulmak için 2009’da İzmir Aliağa
Tersanesine götürüldü.2 “Ada vapuru” imgesi ise Melih Cevdet’in
şiirinde yaşıyor ve hâlâ dillerde dolaşıyor…
http://www.canakkaleicinde.com/istanbulun-son-buharli-vapurualiaga-tersanesine-goturuldu.html
2
Kaynakça
Melih Cevdet Anday (2008), Sözcükler Toplu Şiirler, İstanbul: Everest Yayınları.
Selim İleri (2007), “Geçmiş Zaman Vapurları”, Zaman, 3 Mart:
(http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=793714)
Osman Tanburacı (2009), “Ada Vapuru Yandan Çarklı”, Yeni Şafak, 18 Nisan:
(http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=16331&y=OsmanTanburaciCumartesi)
www.tdk.gov.tr
http://en.wikipedia.org/wiki/Melih_Cevdet_Anday
15
TÜRKLERİN SÖYLEMEK
İSTEDİĞİ JAPONCA BİR CÜMLE:
アナタガスキデス。
-ANATA GA SUKİ DESU“Seni seviyorum.” Japoncada ne demek?
Bu soruyla sık sık karşı karşıya kalıyorum. Her
sorulduğunda da cevap vermekte zorlanıyorum,
“Acaba bu cümlenin bizdeki karşılığı nedir?” diye…
“Seni seviyorum.”, yani “I love you.” Bunu direkt
olarak Japoncaya çevirirsek 「(私は)あなたを愛
しています」 “(Watashi wa) anata o aishite imasu”
olur. Bu söz dünya çapında yaygındır, bir yerlerden
bulup söyleyenler de çok. Fakat bu söz sadece “aşk”
için geçerlidir. Türkiye’de “Seni seviyorum.”, sadece
âşık olunan kişiye değil, aile bireyleri, arkadaş gibi
sevilen herkese söylenir. Ama Japonya’da bu öyle
değil. Dolayısıyla 「(私は)あなたを愛してい
ます」“(Watashi wa) anata o aishite imasu” sözünü
kullanırken çok dikkatli olmamız gerekiyor. Bu söz,
film, dizi ve şarkılarda söylenir; günlük hayatta, hatta
sevgililer ya da karı koca arasında pek söylenmez.
Söyleyebilirsiniz ama sanki tiyatro sahnesinde
oynuyormuşsunuz gibi abartılı olur. Zaten bu sözü
birden bire söylerseniz karşıdaki kişi şaşırabilir ya
da şoka girebilir. Çünkü bu söz Japoncada çok ağır
bir anlam ifade eder. Ben bu sözü, şimdiye kadar ne
söyledim ne de bu söz bana söylendi.
Onun için “Seni seviyorum.” ifadesinin Japoncası
olarak 「あなたが好きです」 “Anata ga suki
desu” sözünü söylüyorum. Bu cümle hem aşk hem de
normal sevgi için kullanılabilir.
「愛しています」 “aishite imasu” ve 「好きで
す」 “suki desu” sözlerinin ikisi de “seviyorum”
anlamındadır. Fakat 「愛しています」 “aishite
imasu” sözünü sadece aşk için, 「好きです」
“suki desu” sözünü ise sevdiğiniz her şey için
16
Ryoko ASANO
[email protected]
kullanabilirsiniz. “Kebabu ga suki desu (Kebap
seviyorum)”, “Neko ga suki desu (Kedi seviyorum.)”
gibi; “isim ga suki desu” cümlesi ile de bütün
sevdiğiniz şeyleri ifade edebilirsiniz.
Biz Japonlar, duygularını göstermekten hoşlanmayan
ve bundan çekinen bir milletiz. Japonya’da Japonlara,
çocukluktan beri duygularını saklamaları öğretiliyor
ve duygularını ifade edenler hoş karşılanmıyor.
Japonlar, arkadaşlarına, âşık olduğu kişiye, yani
sevdikleri insanların yüzüne net bir şekilde “Seni
seviyorum.” diyemiyorlar, bunu söylemekten
çekiniyorlar. Dolayısıyla, 「あなたが好きです」
“Anata ga suki desu” sözünü de pek kullanmıyorlar.
Bunu söyleyince bazıları; “Japonlar ne kadar soğuk
insanlar.” der, fakat öyle değil. Biz Japonlar, sevgiyi
sözle ifade etmez; tavırla, dürüstlükle, masumiyetle
gösteririz.
Duygularını söylemekte zorlanan Japonlar için yılda
bir kez hiç çekinmeden hoşlandığı, âşık olduğu kişiye
「(私は)あなたを愛しています」 “(watashi
wa) anata o aishite imasu” diyebileceği bir gün var.
14 Şubat, yani Saint Valentine's Day (Sevgililer
Günü). Ama o gün sadece kızlar bu sözü söyleyebilir.
14 Şubat’ta kızlar hoşlandıkları ya da âşık oldukları
erkeklere çikolata vererek 「(私は)あなたを
愛しています」 “(Watashi wa) anata o aishite
imasu” derler. Aslında bu, uzun yıllar önce bir tatlı
firmasının promosyonuydu. Daha sonra, bir Japon
kültürü hâline geldi. Son zamanlarda bu kültür biraz
garip bir şekilde gelişti ama bu gün yine de kızlar için
önemli bir gündür. Peki, erkekler bu sözü hangi gün
söyler? Onun kesin bir tarihi yok, ne zaman isterlerse
söylesinler çekinmeden…
Ryoko ASANO
Japonya’nın başkenti Tokyo’da doğdu. Kokugakuin Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Eski Japon Dili
alanında eğitim gördü. Japonca öğretmenlik sertifikası aldı. 1998 yılında Japonya’da düzenlenen Nagano
Kış Olimpiyatları’nda Türkiye takımı ile çalıştı. 2003 yılından beri Ankara’da yaşayan Ryoko ASANO,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Ana Bilim Dalında
yüksek lisansını tamamladı.
Ryoko ASANO, Türk-Japon Kültürünü Araştırma ve Dayanışma Derneği tarafından organize edilen
“Japonca Konuşma Kulübü” adlı Japonca kursunda yıllardır Japonca eğitimi vermektedir. Mart 2010
tarihinden itibaren de HÜDİL’de Japonca kurslarını (フディルのにほんごのクラス) yürütmektedir.
Ayrıca, Bursa Osmangazi Belediyesi tarafından düzenlenen ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen “Geri
Dönüşüm Dostu Okullar” projesinde, ODTÜ Spor Kulübünün düzenlediği 2007 Bilim Sanat ve Spor Yaz
Okulu gibi etkinliklerde anaokulu ve ilköğretim aşamasındaki çocuklara origami (kâğıt katlama sanatı)
eğitimi vermiştir.
Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) tarafından düzenlenen Türkçe eğitim programında Japonlara
Türkçe eğitimi verdi.
Yazı yazmayı ve kedileri çok seviyor.
HÜDİL Japonca Kursu:
http://www.facebook.com/photo.php?pid=1494508&id=1612321944&saved#!/pages/fudiru-no-nihongono-kurasu-HUDIL-Japonca-Kursu/116323758405417
17
Canan ÖKTEMGİL TURGUT
[email protected]
ADI BİLGİSAYAR OLSUN
Aydın Köksal Yazılarından Bir Seçki
TÜRKÇE KONUŞMANIN PÜF NOKTALARI
Spiker, sunucu, seslendirmen, öğretmen, yazar... Türkçe Konuşmanın Püf
Noktaları, Rüştü Erata’nın saydığımız tüm bu kimliklerinin ürünü olan
bir kitap. Erata, bu kapsamlı eserinde doğru, güzel ve etkili konuşmak,
yazmak isteyenler için çok sayıda “püf noktası” veriyor, okurlarını Türkçe Konuşmanın Püf
bilgi bombardımanına tutuyor. Yazım kurallarından doğru seslendirme Noktaları,
kurallarına kadar birçok bilginin bulunduğu kitapta, Türkçe kullanım Alfa Yayınları, 2010,
sorunları şu ana başlıklar altında tartışılmış: “Konuşmaya Nasıl Başlarız, 511 sayfa.
Nasıl Sürdürürüz?”, “Reklamlar-Reklamlar-Reklamlar”, “Televizyonların
Çeviri ve Seslendirme Dili”, “Başlıca Dil Terimleri ve Türkçenin Temel Özellikleri”, “Daha Daha Püf
Noktaları”, “Herkes Daha İyi Konuşabilir.” Bir hayli kapsamlı olan “Söyleyiş Kaynağı” adlı son bölümde
ise birçok sözcüğün vurgusu belirtilmiş, çok sayıda yabancı özel adın nasıl okunacağı gösterilmiş. Erata’nın
“‘7’den 77’ye’, ulusal dil yozlaşmasının karabasanıyla yüz yüze yaşamını sürdüren insanlarımıza bir mum
ışığı tutabilme umudunu” taşıyarak yazdığı bu eser, Türkçenin geleceğine yönelik umutlarımızı canlı
tutuyor.
FİZİK VE FİZİK MÜHENDİSLİĞİ TERİMLERİ
KILAVUZU
Günlük dilde yabancı sözcüklerin kullanımı, Türkçe duyarlılığı olan herkesi
rahatsız ediyor. Ancak bilimsel terimler söz konusu olduğunda bu rahatsızlığı
duyanların sayısında keskin bir düşüş görülüyor. Bilimsel konularda
konuşurken, yazarken yabancı terimler kullanmak Arapça dua okumak
kadar olağan ülkemizde. Oysa bilimin halka inebilmesi ve toplumumuzu
dönüştürebilmesi için halk tarafından anlaşılabilmesi gerekiyor. Bunun için
her şeyden önce Türkçe terimlerin kullanılması zorunlu. Ancak bu o kadar
kolay değil. Bilimsel terimlerin büyük bir kısmı İngilizceden alınıyor ve her
terimin kullanışlı bir Türkçe karşılığı çabucak bulunamıyor.
Fizik ve Fizik Mühendisliği Terimleri
Kılavuzu,
TMMOB Fizik Mühendisleri Odası
Yayınları, 2010,
381 sayfa.
Fizik ve Fizik Mühendisliği Terimleri Kılavuzu, bilim dilimizin
Türkçeleşmesinde önemli bir çabanın ürünü. Hacettepe Üniversitesi
Fizik Mühendisliği Bölümünde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Demir İnan,
bu kılavuzu, fizik dalında uğraş verenlerin, kendi ana dillerinde fiziği
anlayabilme ve anlatabilme zorunluluğu duyanların çabalarına katkıda
bulunmak amacıyla hazırladığını belirtiyor. İlk baskısı 1981 yılında yapılan
ve genişletilmiş 2010 baskısı Ekim ayında çıkan bu kılavuz, çok sayıda
İngilizce fizik teriminin Türkçe karşılığını veriyor. Çeşitli teknik terimlerin
de bulunduğu bu sözlükte, İngilizcesi artık yerleşmiş ve Türkçesini aramayı
unuttuğumuz, “energy” ve “quantum” gibi terimlerin de Türkçeleri bulunuyor.
Adı Bilgisayar Olsun, Türkçemize deniz feneri olan “bilgisayar” sözcüğü gibi, bilişim
alanındaki birçok terimin Türkçesini armağan eden, aynı zamanda Üniversitemizin Bilgisayar
Mühendisliği Bölümünün kurucusu Aydın Köksal’ın, 1971-2007 yıllarında yayımlanan
yazılarından kırkını içeren bir kitap. Köksal, yazılarını sekiz ana başlık altında toplamış.
Bu yazılarda hem bilişim kesiminin Türkiye’de kuruluş öyküsünü hem de bilişimin
Türkçeleşmesinin öyküsünü okuyorsunuz. Bu iki öykünün birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu
yazar şu sözlerle dile getiriyor: “Kanımca, 1966’da, ‘Bilişim teknikbilimini ülkemizin
kalkınması için bir araç olarak kullanacağız’ sözünü verip bu yeni mesleğin bütün temel
kavramlarına Türkçe adlar koymasaydık, bilişim toplumu’nu yaratmak üzere daha 1971’de
Türkiye Bilişim Derneği’ni kurup, Bilişim dergimizi 33 yıldır yayınlamayı başaramasaydık,
toplumumuzu şimdiden büyük çapta değiştirmeyi başaran bilişim teknikbilimindeki ulusal
mühendislik gücümüzü yaratamaz, Türkiye’yi e-dönüşüm’ün eşiğine getiremezdik” (s. 69).
Türkçenin gücüne inanan ve bu gücü çalışmalarıyla kanıtlayan Köksal, Türkçeyi bilim dili
olarak kullanmaktan vazgeçmeyenlere “Türkçe Bilim Sözleri: Bir Deneyim” adlı yazısında
ayrıntılı bir şekilde yol gösteriyor; bilimsel terimleri Türkçeleştirmenin yöntemini ve ilkelerini
anlatıyor. Her bilim adamının okuması gereken bu yazı İngilizce terimleri kullanarak bilim
yapmanın kolaycılığına dolaylı bir eleştiri getiriyor; “bilgisayar”ın “bilişim”in başarısının
rastlantısal olmadığını gösteriyor.
Adı Bilgisayar
Olsun
Aydın Köksal
Yazılarından Bir
Seçki,
Cumhuriyet
Kitapları, 2010,
504 sayfa.
Bu kitabını yakın gelecekte Türkiye’yi bilimde, teknikte, sanatta, uygarlıkta en öne taşıyacaklarından kuşku
duymadığını belirttiği gençlerimize adayan Aydın Köksal, yaşamıyla ve yazılarıyla gençlerimize deniz feneri
olmaya devam ediyor ve onları yabancı dille öğretim tuzağına düşürme anlayışına karşı anadili ile eğitimi
şu sözlerle savunuyor:
Anadili ilk kez dünyayı keşfettiğiniz dil anlamına gelir. O dil kişiliğinizin oluşmasını sağlamıştır.
Agop Dilaçar’ın deyimiyle, “Doğa kişinin başvurduğu bir sözlük gibidir. O onu anadiliyle
okur.” Kavramları, değer yargılarını o dille tanır, benimser, kişiliğimizi o dille oluştururuz.
Ondan sonra bu temel kavramları bütün dillerde anlatabilir, yeni kavramlar da öğrenebiliriz.
Anadilini iyice öğrenememiş, kendi kişiliğini geliştirememiş bir kişinin, yabancı dille doğayı
tanıması, keşfetmesi, başkalarıyla iyi iletişim kurması olanaklı değildir. Bu özgürlük-kölelik
ilişkisi gibidir. Özgürlük, kendiniz olmakla başlar; ancak özgürseniz düşünce üretebilirsiniz.
Böyle yetişmiş mühendisleriniz yoksa, hiçbir proje bitmez, o zaman da “bizde iş yok, bu işi en
iyi Amerikalılar yapar” dersiniz. İngilizce eğitim yapan üniversiteler açarak kendi çocuklarınızı
tekniğin ve bilimin uzaktan bir izleyicisi, bir çevirmeni konumuna sokarsınız. (s. 435-436)
“Okuma sanatı -çoğunlukla- hayatı kitaplarda tekrar bulmak, kitaplar
sayesinde hayatı daha iyi anlamak sanatıdır.” Andre Maurois
Bu çalışmadan dolayı Prof. Dr. Demir İnan’ı ve Fizik Mühendisliği Bölümünü
kutluyor ve Üniversitemizdeki her bölümden bir sözlük bekliyoruz.
18
19
DEDE KORKUT
HİKÂYELERİ’NDE KADIN
Gülnaz ÇETİNKAYA
[email protected]
D
estandan halk hikâyesine geçiş dönemi eserlerinden sayılan Dede Korkut Hikâyeleri, Oğuzlara ait on iki
destansı hikâyeden oluşmaktadır. Hikâyelerde, eski Oğuz Türklerinin yaşam tarzı, gelenek ve görenekleri,
hayat felsefesi ve inanç yapısı ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Esere adını veren Dede Korkut (Bazı
kaynaklarda “Korkut Ata”, “Dedem Korkut” olarak da geçer.) efsanevi bir Oğuz ozanıdır. İsmin başında yer alan
“Dede” ifadesi onun bilgeliğini vurgulamaktadır. Hikâyelerde, gelecekten haber veren, keramet sahibi biri olarak
görülmektedir. Nazım kısımlarında yer alan pek çok soylamada Dede Korkut; ad veren, dua eden, geleneği ve görgüyü
aktaran kişi olarak yer alır:
Resul aleyhisselam zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı.
Oğuzun o kişi tam bilicisi idi. Ne derse olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi. Hak Taala
onun gönlüne ilham ederdi (Ergin 1997: 73).
Dede Korkut Hikâyeleri’nin giriş bölümünde; inançla ilgili unsurlar, genel kabuller, yaşanmışlıklar, gelenek ve
göreneklerle ilgili ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Bu ifadeler; pek çok değerin, davranışın nedenlerini, oluşumunu
açıklamada yol göstericidir. Sosyal yaşam içerisinde yer alan her bir sözel unsur, aklın yol göstericiliğinde gönülden
gelen kabullerle birleşerek davranışa dönüşür. Tarihî, mitolojik ve geleneksel bilgileri aktaran sözlü ifadelerin kimi
atasözü olarak kabul görür, kimi de davranışın altında yatan nedenin dışa vurulmayan sembolik bir ifadesi olur:
Allah Allah dimeyinçe işler onmaz, kadir Tanrı virmeyinçe er bayımaz. Ezelden yazılmasa
kul başına kaza gelmez, ecel va’de irmeyinçe kimse ölmez. Ölen adam dirilmez, çıhan can
girü gelmez. Bir yigidün kara tağ yumrısınça malı olsa yığar direr taleb eyler, nasibinden
artuğın yiye bilmez. Urlaşuban sular taşsa deniz tolmaz. Tekebbürlik eyleyeni Tanrı sevmez,
könlin yüce tutan erde devlet olmaz. Yad oğlu saklamağ ile oğul olmaz, böyüyende salur
gider (…) (Ergin 1997: 73).
Eski Oğuz Türklerinin inanç sistemleri ve toplumsal kurallarının özeti niteliğinde olan bu sözler, geçmişin değerlerini
günümüze taşıyan ve geleceğe aktaracak olan sözel formüller olarak belleklere kazınır.
Hikâyelerdeki toplumsal değer ve kabuller içinde kadın ile ilgili olanlar oldukça önemlidir. Hikâyelerin başında
yer alan bölümde kadınlarla ilgili açıklamalarda kadınlar “solduran sop”, “tolduran top”, “niçe söylerisen bayağı”
ve “ivün tayağı” olarak dörde ayrılmaktadır. Giriş bölümünde yer alan, davranışları eleştirilen kadınların ortak
özellikleri, toplum tarafından onaylanmayan ve değersiz görülen değerlerin somutlaştığı tipler olmalarıdır. Burada
kadınlar; doğruyu, iyiyi, yapılması gerekeni ve kabul gören unsurları ortaya çıkarmak için kullanılan semboller olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Toplum tarafından onaylanmayan elindeki ile yetinmeyip şikâyet etme durumu, giriş kısmında yer alan “solduran
sop” olarak adlandırılan kadın tiplemesinde somutlaşmaktadır:
20
Sabadança yirinden örü turur, elin yüzin yumadın tokuz bazlamaç ilen bir külek yoğurd
gözler, toyınça tıka basa yir, elin bögrine urur aydur: Bu ivi harab olası ere varaldan berü
dahı karnum toymadı, yüzüm gülmedi, ayağum paşmak yüzüm yaşmak görmedi dir (Ergin
1997: 76).
“Tolduran top” tiplemesinde eleştirilen davranış ise kadının evi ile ilgilenmemesi, sabahtan akşama kadar gezip dedikodu
yapmasıdır:
Depidinçe yirinden örü turdı, elin yüzin yumadın obanun ol uçundan bu uçına, bu uçından ol
uçına çarpışdurdı, kov kovladı, din dinledi, öyledençe gezdi; öyleden sonra ivine geldi. (…)
(Ergin 1997: 76).
“Niçe söylerisen bayağıdur” tiplemesinde ise erinin sözünü dinlemeyen, gelen misafiri ağırlamamak için türlü bahaneler
uyduran kadın tipi eleştirilir:
Öte yazıdan yabandan bir odlu konuk gelse, er adam ivde olsa, ana dise ki: Tur etmek getür
yiyelüm, bu da yisün dise, pişmiş etmegün bakası olmaz yimek gerekdür; avrat aydur:
Neyleyeyim, bu yıkılacak ivde un yok, elek yok, deve degirmeninden gelmedi dir. (…) (Ergin
1997: 77).
Toplum tarafından makbul olan kadın “ivün tayağı (evin dayağı)” olarak nitelendirmekte ve beklenmedik bir anda gelen
konuğu yediren, içiren, ağırlayan kişi olarak anlatılmaktadır. Bu durum kadının, kutsal sayılan ocağın ve evin sahibi olarak
kazandığı değeri ortaya koymakta, makbul olan davranış sözel unsurlarla (dualarla) kutsanmaktadır:
Ozan ivün tayağı oldur ki yazıdan yabandan ive bir konuk gelse, er adam ivde olmasa, ol anı
yidürür içürür, ağırlar, azizler gönderür. Ol Ayişe Fatıma soyıdur hanum. Anun bebekleri yetsün.
Ocağuna bunçılayın avrat gelsün (Ergin 1997: 76).
Hikâyelerde kadın, evin ve ocağın sahibi olduğu gibi, erliğin mekânı olan meydanlarda da hünerini ve gücünü sergileyecek
derecede fiziksel güce sahiptir. “Kam Pürenin Oğlu Bamsı Beyrek” adlı hikâyede Bamsı Beyrek, bir yiğidin fiziksel açıdan
sahip olduğu özellikleri ortaya çıkaracak yarışı, evleneceği kızla yapar:
İkisi atlandılar, meydana çıkdılar. At depdiler, Beyrek atı kızun atını kiçdi. Oh atdılar, Beyrek
kızın okın yardı. Kız aydur: Mere yiğit menüm atumı kimse kiçdügi yok, ohumı kimse yarduğı
yok, imdi gel senin ile güreş tutalım didi (Ergin 1997: 123).
Dede Korkut Hikâyeleri’nde kadın, iç ve dış mekânda fiziksel özellikleriyle yer aldığı gibi zor durumlarda eşinin bazı
kararları almasına yardımcı olan, yol gösteren “bilge tipi” olarak da karşımıza çıkmaktadır. “Dirse Han Oğlu Buğaç Han”
hikâyesinde Dirse Han, eşini; döneminin güzellik anlayışını ve kadının toplum içerisindeki saygınlığını ortaya koyacak
şekilde şöyle tasvir eder:
Berü gelgil başum bahtı ivüm tahtı
İvden çıkup yorıyanda selvi boylum
Topuğında sarmaşanda kara saçlum
Kurılu yaya benzer çatma kaşlum
Koşa badem sığmayan tar ağızlum
Güz almasına benzer al yanaklum
Kavunum viregüm düvlegüm
(…)
(Ergin 1997: 79).
Dede Korkut Hikâyeleri’nde kadın; toplumsal yaşamda aldığı kararlarla, eşinin zor zamanlarında yanında olmasıyla, ev
içinde ocağın sahibi, meydanlarda yeri geldiğinde hünerini ve gücünü sergileyen fiziksel donanımı ile karşımıza çıkmaktadır.
Kaynak
Muharrem Ergin (1997), Dede Korkut Kitabı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
21
HÜDİL
Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi
Uygulama ve Araştırma Merkezi
TEL: (0312) 297 83 51
Web: www.hudil.hacettepe.edu.tr
ETKİLİ İLETİŞİM ve TÜRKÇE
KURSU
İclal DOĞAN
Alman Dili Öğretmenliği 1. Sınıf
KURTULUŞ SAVAŞI MÜZESİ (I. TBMM BİNASI) GEZİSİ
Ulus Meydanı’nda bulunan I. Türkiye Büyük Millet Meclisi Binası, Türk İstiklal Savaşı’nın kazanıldığı,
Cumhuriyet’in ilan edildiği bir mekân olması nedeniyle tarihimizde büyük bir yere sahiptir. Bugün Kurtuluş
Savaşı Müzesi olarak kullanılan bu binayı gezerken yaşadığım duygu yoğunluğunu anlatmakta zorlanıyorum.
Ankara’da Meclis’in toplanabilmesi için gerekli büyüklük ve donanımda bir bina olmadığından, İttihat
ve Terakki Fırkasına ait kulüp binası olarak inşa edilmiş olan bu yapının Meclis’e tahsis edilmesi
kararlaştırılmıştır.
Projesi Vakıflar İdaresi mimarı Salim Bey tarafından hazırlanan binanın temeli 1915 yılında atılmıştır.
Yapımında Ankara taşı olarak bilinen pembe-mor renkli yerel andezit taşı kullanılmıştır.
Gerçek demokrasinin ilk adımlarının atılmasına tanıklık eden bu bina, sade yapısıyla dikkat çekmektedir. İlk olarak
1961 yılında “Büyük Millet Meclisi Müzesi” adıyla ziyarete açılan binanın ismi 1981 yılında “Kurtuluş Savaşı
Müzesi” olarak değiştirilmiştir.
Binada; İdare Odası, Başkâtip Odası, Genel Kurul Salonu, Reis Odası, Mescit, Kâtipler Odası, Encümen Odası,
Kulis, Şeriye Encümeni Odası, Riyaset Divanı Odası bulunmaktadır. Bu odalarda o dönemde kullanılan çeşitli
eşyalara rastlamak mümkündür.
Müzeyi gezdiğinizde buram buram tarih kokusunu hissediyorsunız.
CUMHURİYET MÜZESİ (II. TÜRKİYE
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ) GEZİSİ
Cumhuriyet Müzesi, her ne kadar 1923 yılında
Mimar Vedat Tek tarafından Cumhuriyet Halk
Fırkası Mahfeli olarak inşa edilmiş olsa da
I. TBMM binası yeterli gelmeyince işlevi
değiştirilerek meclis olarak düzenlenmiş;
1924 yılında da hizmete açılmıştır.
Türk siyasi tarihinde önemli bir yeri olan II.
TBMM binası; işlevini 36 yıllık bir dönem
boyunca sürdürmüş, 1981 yılında Cumhuriyet
Müzesi olarak ziyarete açılmıştır.
YRD. DOÇ. DR. MAHİR KALFA
İçinde bulunduğumuz iletişim çağında, bireyin mesleki başarısı ve içinde yaşadığı toplumdaki etkinliği açısından
iletişimin temel aracı olan dili doğru ve etkili kullanabilmesinin önemi tartışılamaz. Düzgün ve etkili dil kullanma becerisi, eski
tabirle hitabet sanatı, eskiden genellikle Tanrı vergisi bir yetenek olarak kabul edilirdi. Bugün ise kuralları belirlenmiş ve yöntemi oluşturulmuş bir eğitimle kazanılan ve geliştirilen bir beceri olarak görülmektedir. Dilin etkili ve düzgün kullanımı ile
elde edilen kazanımlar, artık herkesçe kabul gördüğünden buna yönelik eğitim programlarına talep gün geçtikçe artmaktadır.
Bu kursun amaçlarını; anlaşılır ses çıkarabilme, heceleri doğru vurgulayabilme, düzgün cümle kurabilme, doğru vurgu ve tonlama yapabilme, etkili konuşma planı yapabilme, konuşmayı beden dili ile destekleyebilme, soluk alma kurallarını
tanıma, konuşmada doğru söz noktalaması yapabilme, ses organlarını tanıma, nefesini idareli kullanabilme, soluk alırken
diyaframı kontrollü kullanabilme ve nefesi kullanma tekniklerini tanıma becerilerini kazandırma olarak sıralayabiliriz.
22
Binada Mustafa Kemal Atatürk Odası,
İsmet İnönü Odası, Celâl Bayar Odası,
Genel Kurul Toplantı Salonu, Başbakanlık
Çalışma Odası, Cumhurbaşkanlığı Çalışma
Odası, Cumhurbaşkanlığı Kabul Salonu,
Meclis Başkanlığı Odası ile İdare Amirleri
ve Daire Müdürlüğü odaları yer almaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün giymiş olduğu
giysiler, kullandığı birçok eşya, zamanın
milletvekillerinin kullandığı eşyalar odalarda
sergilenmiştir.
Girişte görevliler tarafından verilen elektronik
rehberle odalarda bulunan tüm tarihî
eserler hakkında bilgi edinilebileceğini de
hatırlatalım.
23
MİRAS
Gazi Üniversitesine yaptığımız bu müze gezisi; bu zamana
kadar geçmişimizde neler bırakıldığını, atalarımızın,
dedelerimizin neler yaşadıklarını buruk bir mutlulukla
vurdu yüzüme. Geçmişe ait gibi görünse de aslında
hayatımızın içinde olan bu ögeleri görmek beni çok
duygulandırdı. Ufacık bir eşyanın hayatımızdaki yerinin ne
demek olduğunu, ne anlamlar içerdiğini daha iyi anladım.
Türklerin doğumdan ölüme kadar yaşadıkları, yaşamlarını
devam ettirebilmek için yaptıkları meslekleri ve hatta
günümüzde kullanılan deyimlerin nasıl ortaya çıktığını
öğrendim. Tüm bunların içinde benim en çok dikkatimi
çeken, deyimlerin nasıl ortaya çıktığı oldu. Deyimlerin
mecaz anlamlı olduğunu söyleriz fakat nasıl ortaya çıktığını
ve hayatla nasıl iç içe olduğunu çoğunlukla bilmeyiz.
Bunları öğrendikten sonra hepsinin gerçek temellere
dayandığını anladım.
Deyimler içinde bana en farklı gelen “dolap çevirmek”
24
Nermin Gülberk ÖKTEM
Fen Bilgisi Öğretmenliği 1. Sınıf
deyimi oldu. Osmanlı’nın harem-selamlık döneminde
hizmetkârlar arasında olabilecek etkileşimleri önlemek
amacıyla şark köşesi ve mutfak arasına, tahtadan oyulmuş
dönen bir dolap konurmuş. Mutfaktan konan yemekler
dolabın diğer ucundan erkek hizmetkârlar tarafından
alınarak servis edilirmiş. Bu dolap amacına ulaşamamış ve
hizmetkârlar arasındaki ilişkileri önleyememiş. Kadınlar
işledikleri mendilleri, erkeklerse yazdıkları manileri
koyarmış dolaba, bu şekilde aşklarını yaşarlarmış. Gizliden
yapılan işler nedeniyle bu deyim ortaya çıkmış ve günümüze
kadar gelmiş.
Bunun gibi birçok deyimi öğrenip çeşitli materyalleri
gördükten sonra ne kadar zengin bir geçmişimiz olduğunu
anladım. Kendimle, geçmişimle, atalarımla bir kez daha
gurur duydum.
Keşke tüm Türk vatandaşları böylesine değerli olan
müzelerimizi, tarihî eserlerimizi gezip görse; belki o zaman
benliğimizi daha iyi kavrar, millî mirasımıza daha çok sahip
çıkarız.
EĞİTİM FAKÜLTESİ ÖĞRENCİLERİ CAZ ANASANAT
DALI AÇILIŞ KONSERİNİ DİNLEDİ...
Hafize ŞAHİN
[email protected]
Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğrencileri,
Hacettepe Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezi M
Salonunda Hacettepe Senfoni Orkestrasının 26 Kasım
2010 tarihindeki Caz Anasanat Dalı Açılış Konserini
zevkle dinledi… Şef Profesör Erol Erdinç ve Şef
Doug Richards tarafından yönetilen konser iki bölüm
olarak kurgulanmıştı. Konserin birinci bölümünde;
“Amapola”, “I wish you love”, “Sun rise sunset”,
“Autumn leaves”, “Yemen Türküsü”, “Çayeli” parçaları
ve ikinci bölümünde; “Ben seni”, “Reincarnation of a
Lovebird”, “Army Brat”, “Chicken Ice Cream”, “Ben
Seni Sevdiğimi Dünyalara Bildirdim” adlı parçalara yer
verildi. Şef Profesör Erol Erdinç, Şef Doug Richards’ın
besteciliğinden övgüyle söz etti. Ayrıca sekiz Amerikalı
sanatçı da Erol Erdinç ve Doug Richards’a eşlik etti.
Piyanoda Bob Hallahan, perküsyonda Howard Curtis,
Tim Collins ve Emre Kartari, gitarda Adam Larrabee,
basta Mike Richmond, saksafonda Skip Gailes ve
trompette Rex Richarson dinleyicilere keyifli anlar
yaşattı.
25
BÜYÜK ÖĞRENCİ PROJESİ
KAPSAMINDAKİ ÖĞRENCİLER HÜDİL’DE
Reşide GÜRSU
[email protected]
1
982 yılından beri, farklı birimlerce yalnız
Üniversitemize kayıtlı yabancı uyruklu öğrencilere
verilen Yabancılar İçin Türkçe Öğretimi derslerinin,
Ağustos 2009’da HÜDİL’in kurulması ile birlikte yurt
içinden ve yurt dışından ilgilenen kişi ve kurumlara da
açık olacağını duyurmuştuk. Bu isteğimiz Millî Eğitim
Bakanlığınca da kabul gördü ve Büyük Öğrenci Projesi
kapsamında Türk Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba
Topluluklarından devlet burslusu statüsünde ülkemize
gelen öğrencilerden bir grubun eğitimi Merkezimize
verildi. Şimdi Moğolistan, Türkmenistan, Gürcistan ve
Ürdün’den konuk öğrencilerimiz var. Bu öğrenciler,
2010-1011 öğretim yılında hazırlık sınıflarımızda
Türkçe öğrenimlerini tamamlayıp yerleştirilecekleri
üniversitelerde öğrenimlerine başlayacaklar.
Türkçe yapılan dersleri izleyebilme, kendi alanlarındaki
kaynakları okuyabilme, derslerde verilecek yazılı ve sözlü
ödevleri hazırlayıp sunabilme becerilerini kazanmaları
hedeflenmektedir.
Öğrencilerin akademik becerilerini geliştirmelerinin
yanında Türkiye’yi ve Türk kültürünü tanımalarına da
önem veriyoruz. Bu bağlamda, MEB devlet burslusu
öğrenciler, Üniversitemize kayıtlı ve bu öğretim yılında
hazırlık sınıflarında Türkçe öğrenen diğer yabancı
uyruklu öğrenciler ve öğretim elemanlarımız 9 Kasım’da
Anıtkabir’i ziyaret ettiler. Anıtkabir ziyaretinin ardından
öğrencilerimiz HÜDİL’de yapılan “Hoş Geldiniz.”
partisinde Müdürümüz, Müdür Yardımcılarımız ve hocaları
ile bir araya geldiler.
1992-1993 öğretim yılında uygulamaya konulan ve Türk
Cumhuriyetleri ile Türk ve Akraba Topluluklarının, yetişmiş
insan gücü ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı olmayı,
Türkiye dostu genç bir nesil yetiştirmeyi, Türk Dünyası ile
kalıcı bir kardeşlik ve dostluk köprüsü kurmayı, Türkçeyi
öğretmeyi ve Türk kültürünü tanıtmayı amaçlayan Büyük
Öğrenci Projesinin amaçlarına uygun olarak planlanan ders
ve etkinliklerle konuk öğrencilerimizin Üniversitemizdeki
günlerini başarılı, sağlıklı ve mutlu geçirmelerini
sağlamaya çalışıyoruz.
Öğrencilerimiz, düzey belirleme sınavının ardından
başlangıç ve orta olmak üzere iki ayrı düzeyde Türkçe
eğitimi almaktadırlar. Türkçe hazırlık sınıflarımızdaki
dil eğitiminin amacı, öğrencilere, üniversitede lisans
ve yüksek lisans düzeyinde bölüm derslerine etkin bir
biçimde devam edebilmelerini sağlayacak temel dil
becerilerini kazandırmaktır. Bu amaçla programımız,
iletişim ve akademik dil becerilerini geliştirmeye odaklı
yürütülmektedir.
Türkçe hazırlık eğitiminin sonunda, öğrencilerin Türkçeyi
doğru biçimde kullanabilme, Türkçe iletişim kurabilme,
26
hazırlanan, Üniversitemizin Mehmet Akif Ersoy ve K
salonlarında düzenlenen ve Anadolu’daki çeşitli yörelerin
doğum, düğün, kına gecesi ile ölüm gibi geleneklerini
anlatan “Anadolu’nun Renkleri Doğum, Düğün, Ölüm
Belgesel Film Gösterimi”ni izlediler. “Fotoğraf Sergisi”ni
gezip “Kültürel Değerlerimiz ve Belgesel Sinema” başlıklı
panele dinleyici olarak katılarak kültürümüzü tanıma
fırsatı buldular.
Yardımcılarımızın da katıldığı bu partiye öğrencilerimiz ile
Merkez Müdürümüz ve öğretim elemanları da katıldılar.
Rektörümüz Prof. Dr. Uğur Erdener, yaptığı konuşmada,
Üniversitemizde lisans ve yüksek lisans programlarına
kayıtlı dokuz yüzü aşan yabancı uyruklu öğrenci
bulunmasından mutluluk duyduğunu belirtti. Bu sayının
dünyanın 64 ülkesine dağılmasının Hacettepe Üniversitesi
açısından önemli bir farklılık olduğuna değinen Erdener,
bu sayıyı iki üç katına çıkarmayı planladıklarını söyledi.
Öğrencilere, “Sizler hem Hacettepe Üniversitesinin, hem
Türkiye’nin kendi ülkenizdeki elçileri olacaksınız!” diye
seslenen Erdener, Üniversitemize kayıtlı yabancı uyruklu
öğrencilerle ve MEB’in devlet burslusu öğrencileriyle
bir araya gelmekten duyduğu mutluluğu dile getirerek
öğrencilere “Hoş geldiniz!” dedi. Rektörümüzün yaptığı
konuşmadan sonra sergilenen dans gösterilerinin
ardından öğrenciler gönüllerince dans edip eğlendiler.
“Büyük Öğrenci Projesi” kapsamında 2010-2011 EğitimÖğretim yılında Türk Cumhuriyetleri ile Türk Akraba
Topluluklarından Ülkemize ilk defa gelen öğrencilere
yönelik olarak 30 Kasım 2010 Salı günü, T.C. Ankara
Valiliği İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve Gazi Üniversitesi
TÖMER iş birliği ile tanışma ve bilgilendirme toplantısı
düzenlendi. Bu toplantıya öğrencilerimiz ile Merkez
Müdürümüz ve öğretim elemanları da katıldılar.
Öğrencilerimiz, 25 Kasım 2010 Perşembe günü saat
13.30’da Türkiye Bilimsel ve Kültürel Araştırma Merkezi
(TÜBİKAM) ile Maltepe Üniversitesi iş birliği ile
Üniversitemiz Uluslararası Öğrenci Ofisi, 12 Aralık
2010 Salı günü saat 17.30’da Sıhhiye Yerleşkesi Öğretim
Üyeleri Kafeteryasında “Uluslararası Öğrencilerle Tanışma
ve Dayanışma Partisi” düzenledi. Rektör ve Rektör
Öğrencilerimiz, 21 Aralık 2010 Salı günü Üniversitemiz
Türkiyat Enstitüsü tarafından düzenlenen “Türk-Japon
İlişkileri ve Japon Kültürü” adlı etkinlikte resim sergisini gezip
daha sonra ”Türkçe-Japonca: Aynı Dil Ailesinden mi?” ve
27
OYUN SOKAĞI
“Ertuğrul Faciasının Ardından Türk-Japon İlişkileri” başlıklı konferansları dinleyerek dil ve tarihimizin başka bir
boyutuyla tanıştılar. “Koto Eşliğinde Sado Çay Töreni” ve “Kendo Gösterisi”ni ilgiyle izleyen öğrencilerimiz “Japon
Alfabesi ile İsim Yazma Uygulaması”nda kendi isimlerini yazdırmaktan memnundular.
Orta düzey grubunda eğitim alan yüksek lisans öğrencileri Türk edebiyatının önemli eserlerinden biri olan Çalıkuşu’nu
okudular. Aynı eserin TRT tarafından çekilen dizisini de seyredip kitap ve diziyi karşılaştırdıkları bir çalışma hazırladılar.
Öğrencilerimize kültürel ve sosyal destek sunmak üzere yapılan tüm bu etkinlikler onların başarısını artırmayı,
iletişimlerini güçlendirmeyi ve farklı kültürlerle kaynaşmalarını hedeflemektedir. Dergimizin gelecek sayılarında onlar
için düzenlediğimiz etkinliklerin yanı sıra onların ürettikleri ile de karşınızda olacağız.
28
Orta direk tabir edilen memur-esnaf ailelerin, orta halli evlerinde
büyüyen ortalama çocuklardık. Üstümüz başımız dökülürdü,
cılız ve bakımsızdık ve engellenemez bir neşeye sahiptik.
Yüzlerimizi mutlulukla ışıldatmak için, içimizden birinin
annesinin elimize tutuşturduğu bir bisküvi veya uzak akraba
birilerinden gelen döküntü bir bisiklet yeterdi. Binmeye sıra
gelmezdi çokluk ya; asfaltsız, pis, çamurlu sokakta peşinden
koşmaya da razıydık.
Babalarımız işe giderdi. Annelerimizin çoğu ev hanımı,
birkaçımızın ablası, ağabeyi okulluydu. Mahalle nüfusunun
çoğunluğunu benim de dâhil olduğum henüz okulla tanışmamış
çocuk grubu oluşturuyordu. Serbest, özgür, sokaklardaydık.
Eğitim sisteminin cesaret kıran, benliksizleştiren, tek tipleştiren
çarkları henüz üstümüzden geçmemişti. Bir acıkan olup da
açlığımız aklımıza gelmezse, sabahtan akşama oynardık
sokakta. O oyundan bu oyuna koşturan şen çocuklardık daha.
Sokağımız dünyanın en güzel sokağıydı bize göre, en macera
dolu, en eğlenceli. Şehirden uzak; ağaçlar, tarlalar, terk edilmiş
birkaç bağ evi arasında ıssız ve yalnız bize ait bir sokak. Çöp
bidonlarında kediler gezerdi, çamuruna ayakkabılarımızı
kaptırdığımız, başıboş köpeklerin gerinerek gezindiği çocuk
dolu bir sokaktı, bizim sokağımız…
Sokağın bir tarafını yeni olmasına rağmen döküntü görünen,
kalitesiz inşaat malzemelerinin, zevksizliğin, parasızlığın,
sembolü; kimi bitmiş kimi henüz inşaat halinde yan yana
pinekleyen küçüklü büyüklü bakımsız kooperatif evleri
kaplıyordu. Aralarda çekilmiş diş gibi sırıtan daha inşaatı
başlamamış tek tük boşluklar. Gözün alabildiği açıda başka
bir yerleşim yeri görünmezdi. Mahallemiz şehrin yeni yeni
oturulmaya başlanan, gözden uzak bir yerindeydi. En yakın
bakkal, sokağın sonunda yolun karşısındaydı. Ekmek almaya
bile 3-4 kişilik birlikler halinde gidilirdi korkudan.
Sokağın diğer tarafı, bir köşesinde bahçesi ve duvarıyla koca
bir hastaneyi de içine alan, kocaman otların bürüdüğü, çevresi
yüksek duvarlarla kuşatılmış, sokak boyunda bir araziden
ibaretti. Yüksek duvarların üzerindeki demir parmaklıkların
arasında geçilebilecek kadar bir boşluk bulsak bile giremezdik
bu dımdızlak araziye. Girmek yasaktı ve her yasak gibi sonunu
bir türlü öğrenemediğimiz efsaneleri göze almayı gerektiriyordu.
O zamanlar terkedilmiş, gözden çıkarılmış bu arazi kimi zaman
çocukların kaçırıldığı, esir alındığı, tehlikeli, uçsuz bucaksız
mekânlar olurdu kimi zaman hazine gömülü gizemli topraklar.
Ara sıra duvarı tırmanıp bu tarafa geçen bir kertenkele, bir
çift fare ve gelincik kokuları sevimli kılsa da ciddi bir cesaret
gösterisine mecbur kalmamış hiçbir çocuk o tarafa geçmezdi.
Oraya kaçan toplardan, balonlardan ümit kesilir, sahibi büyük
bir vakarla durumu kabullenirdi.
Sokak boyunca ağaçlar vardı. Üzerine tırmanıp çıkabildiğimiz,
kedileri bizden kurtaran ve bazı mevsimlerde ortalığa enfes
kokular yayan ağaçlar… Çok eskiden bu mahalle piknik alanı
gibi bir yermiş. Binaların arasındaki boşluklar; bir tür çöplüğe,
hafriyat boşaltma yerine dönüşmüştü çoktan ya olsundu. Biz
oradaki en ilginç şeyleri bulup çıkarırdık. Bundan güzel keşif
mi olurdu? Terkedilmiş bir meşrubat kamyonunun paslı rafları
arasından en hızlı geçmek, kamyonetin tepesine çıkıp taşlı dikenli
yere atlamak bizler için en güzel oyundu. Buradan değişik renkte
taşlar toplar, şekli uygun olanlarla; yama gibi duran çimenlerin
üzerine oturup beştaş oynardık. Yağmurlu sabahların ardından
balçığa belenmeye aldırmadan çamurdan hayvancıklar, tabak
çanak yapardık. Çimen ve taşların aralarındaki büyüklü küçüklü
Yaratıcı Yazarlık
deliklerin hangi hayvanın yuvasının ağzı olduğunu bulmaya
çalışırdık. Bazen bir sokak köpeğinin getirip oraya bıraktığı
devasa bir kemiğe dair tahminlerde bulunurduk ürpererek.
Kovalaşıp zıplayacak, yerlerde debelenecek kadar alanımız
vardı ve bu her şey demekti. O sokak bizim jimnastik, drama,
heykel, yaratıcılık kursumuzdu.
Havayı siyah bir ise bürüyen kömürle ısınan, asansörsüz
binalarımızın balkonundan ara sıra sarkan bir anne iyi miyiz
diye kontrol ederdi bizi. Yabanıl otlardan başka pek bir şey
olmayan ekinliklerden karınca avlar, kavanozlara doldurur ve
kiminki çok diye yarışırdık. Yanımızdan geçen tek tük büyük
(yetişkin anlamında kullanıyorum; o zamanlar büyükler diye
tanımlamak yeterdi, bir büyükler vardı bir de biz!); kâh işten
öğle yemeğine gelen biri, kâh komşuya gezmeye giden bir
anne veya evlerinden sokağın bu tarafı görünmeyen telaşlı bir
nine olurdu. Okuldan dönen ablalar, ağabeyler, birkaç baloncu,
küçücük arabasıyla seyyar dondurmacı amca, bıçak bileyicisi,
plastik sepet satan çingenelerden başka kimseyi görmeden
gün geçerdi. Onlar da oyunumuzu bozmadıkları sürece mesele
değildi. Oyundan önemli bir şey yoktu çünkü…
Sokağın en ürkütücü eğlencesi, binaların arka tarafının baktığı
küçük bir bahçe içindeki hayalet evdi. O hayalet evle ilgili
ürettiklerimiz bugün bile rüyalarıma girer. Tezlerden birine
göre; o evde ölen yarı deli kızın yasını tutan anne babası bu
güzel köşkü terk etmişti ama kızın hayaleti evi terk etmediği
için de başka kimse oturamamıştı. Bir başkasına göre o evde
hâlen yaşayan kimsesiz bir adam vardı ve merak edip eve giren
çocuklarla besleniyordu. Biz buraya taşınmadan hemen önce
bir çocuğu kaçırıp o evde öldürdükleri için uğursuz bir evdi
ve kimse oturmak istemiyordu. Kocasını aldatan bir kadının
zavallı kocası o evde karısını öldürüp sonra da intihar etmişti
vs. vs. Dönem dönem bu söylentilerden biri popüler olur ve
mahallenin tüm çocukları bu söylentinin etrafında öyküler
üretirdi. Evle ilgili merakımız hiç azalmaz günün belli bir
bölümünü evi izleyerek, yorumlar yaparak geçirirdik. Kırık
camlarıyla açık bir pencerenin kapanmış olması, rüzgârla eve
yapışmış bir gazete parçası, evi belleğimizde bambaşka şekillere
sokardı. Hava akımıyla hışırdayan çer çöp, evden fırlayan bir
kedi, sebebini hâlâ bilmediğimiz, duyup duymadığımdan bugün
bile emin olamadığım sesler, bu evi sokağın en büyük bilinmezi
yapıyordu. Mahalleden taşınmamızdan kısa bir süre önce burayı
yerle bir eden dozerleri ve inşaatın temelini açan kepçeleri,
perili evin hayaleti ancak gözlerimizle görürsek inanacağımız
doğaüstü bir cezaya çarptıracak diye günler boyu izlemiştik.
Sonra… Hemen hepimiz ailelerimizle birlikte birer ikişer
taşındık mahalleden; başka semtlere, illere, ülkelere göçtük.
Şimdi çocukluğumun geçtiği bu sokak şehrin en hareketli yeri
olmuş. O koca araziye devasa bir alışveriş merkezi kondurulmuş,
sokaktaki evler değerlenmiş, doğalgaza geçildiğinden her yer is
bulutunun arkasında değil, sokağa kaldırım taşı döşenmiş, her
yer tertemiz, ışıl ışıl… Ama perili köşkün yerine dikilen koca
apartmanı izleyen, gülüp koşturan hülyalı çocuklar da yok
şimdi.
Bilgi Şafak DUGAN
29
KOOP BLUES
Kapalı bir alışveriş merkezinde, kahve zincirlerinin
birinde rahatlatıcı müzik dinlemek, modern insanın
tuhaflıklarından biri. Dizüstü bilgisayarını fişe takıp
bütün gün baktığı ekrana bu kez daha yüksek bir tavanın
altında bakınca rahatlıyor insan. Fonda alışveriş merkezi
gürültüleri ve biraz daha yüksek perdeden yan masadaki
iki adamın konuşma sesi. Arkamda oturan kız, elektronik
müzik dinlemeye başlıyor kendi bilgisayarından; tam da
ben mekânda çalan müziğe dikkat etmeye çalışırken. Ne
ayıp, diyorum, sesini kıssaydı bari biraz. Kahveci yuvarlak
bir alanda açmış dükkânını. Metalik sütunlar masaların
bulunduğu çemberi çevreliyor. Ve sütunların etrafında
dönerek yükselen katlar modern hayatın gökyüzü taklidi
beyaz floresan ışığından tavanda son buluyor. Ah her şey
nasıl da bir yanılsamayı tamamlıyor...
O sırada günümü kurtaracak şarkı başlıyor havada
yayılmaya. Ve uzun zamandır hafifletemediğim zihnim,
notaların peşine takılmayı beceriyor. Yeni moda Chill Out
deniyor buna. Rahatlatıcı müzik. Üflemeliler döne döne
yükseliyor en yüksek kata. Ritim de onları destekliyor.
Bir tek saksafon ayaklarını yere basarak kafa tutuyor
olan bitene. Ve o yumuşak kadın sesi… Sahne aldığı anda
minik dokunuşlarını hissetmeye başlıyorum zihnimde.
Unuttum artık nerede olduğumu. İnsanlar gelip gidiyor,
onlar da dönüyor etrafımda, bense notaların peşine
takılmış floresan tavana giden sarmalı çıkıp aşağıdaki
kendime bakıyorum. Derken hafif şarkım bir anda bitiyor
ve kadın mı erkek mi anlamadığım bir ses klasik tarzda bir
ağıt söylemeye başlıyor. Çok sevmedim bunu. Bana pek
ilham vermiyor. Çalışanlara az önceki şarkının adını sorup
bir kenara not ediyorum ve işlerime geri dönüyorum.
Ertesi gün işyerimde yine bilgisayarın başındayım. Dünden
aklıma takılmış dönerek yükselen notaları internette
buluyorum. Korsanlığımdan utanıyorum ama şu aralar
alışveriş merkezindeyken bile alışveriş yapmaya ayıracak
vaktim yok. Sebebi yine modern hayatın cilvelerinden biri:
Bulaşıcı vakitsizlik. Kulaklığımı takıp şarkımı çalmaya
başlıyorum yeniden. Dalga sesleri de varmış girişinde.
Hemen peşinden bir mandolin ve bir akordeon sevimli bir
Akdeniz melodisine başlıyormuş. Gerisini biliyorum. Tam
melodi sizi yakalamışken o yumuşak kadın sesi şarkıya
katılıyor. İşte o sırada zihnimde yine bir dans başlıyor,
hatta elimde olmadan oturduğum yerde sallanarak ritme
uyuyorum. Minik kalça hareketleri ve buna eşlik eden
belli belirsiz bir kafa sallaması. Ah şimdi deniz kenarında
bir yaz partisinde olmak vardı. Elimde buzlu bir kokteyl.
Deniz kenarında sakin geçen günün ardından eğlence
zamanı. Romantik bir roman okuyormuşum o günlerde.
Saçlarımda bir tutam tuz tadı. Yuvarlak melodiler devam
ediyor, ben artık iyiden iyiye kıvırmaya başlıyorum.
Şimdi de saksafon yükseliyor ve akordeon bu kez ağdalı
melodisiyle yere bastırıyor ayakları. Ve yumuşak kadın
sesi… Sözlere kulak kabartınca anlıyorum ki bu bir
pişmanlık şarkısıymış meğer. Yumuşak ve davetkâr sesli
genç kadın bir zamanlar gülümseyerek ayrıldığı aşkını
şimdilerde nasıl da aradığını yine gülümseyerek anlatıyor.
Çocukluk aşkından bahsediyor olmalı. Melodiler bir yaz
akşamında denizden esen hafif rüzgârlar gibi tekrarlayan
ritimlerle minik dalgalarını vuruyor sahile. Tekrar ve tekrar
başa alıyorum. Neredeyse eminim bu girişi bir Almadovar
filminde duyduğumdan. Yoksa Cinema Paradiso’dan mı?
A. Esra ÖZKAN ÇELİK
ADAPAZARI’NDA BİR SOKAK, ÜÇ
ZAMAN
1960’larda mayıs ayında ılık bir sabah… Bir ucu park,
diğer ucu istasyona ulaşan işlek bir cadde ile sınırlanmış,
kendi hâlinde bakımlı bir sokak: Şafak Sokak. Arnavut
kaldırımlı yolun etrafında sağlı sollu, bahçe içindeki tek
katlı evlerin kimi sokağa yakın bir girişkenlikte kimi
kendi bahçesinin ıssızlığında kimi ise duvarını komşusuna
dayamış öylece durmakta. Sokağın parka yakın ucunda
iki minik dükkân: Mahallenin tüm haberlerinin nitelik
kazandığı erkek berberi ve sokağa sabah akşam hoş bir
rayiha yayan kurukahveci. Dükkânların önündeki derme
çatma ahşap sandalyede oturup çayını yudumlarken
bir yandan gelen geçene laf atan adam. Evler kalabalık,
anneler babalar gelinler torunlar…
Merdiven korkuluğu mavi boyalı evin açık camından örtü
30
silkeleyen saçı bigudili güzelce bir kadın. Üstünde sokağın
tozları oynaşan güneşten kopmuş geniş ışık hüzmesi,
bahçesinin ortasındaki verandalı evin mutfak camından
içeri girmeye çalışıyor.
Cadde tarafından bir sütçü beygiri görünüyor; çıngıl çıngıl
zil sesi, geldiğini duyuruyor. Birazdan tenceresini kapan
kadınlarla dolacak çevresi, olağan sabah muhabbetiyle
şenlenecek sokak. Okul yaşı gelmemiş, dizlerinden yarası
eksik olmayan acar çocuk, sütçünün ahşap arabasına
tırmanıyor. Sokağın her günkü ritmine duyarsız miskin bir
sokak köpeği, tek kaşı havada sokağı bekliyor.
Hayat akıp gidiyor…
1980... Sokak aynı yerde. Adı değişmiş: Sait Faik Sokak
olmuş. Eski fotoğraftaki çocuklar şimdi birer genç.
Çoğu dava adamı. Sokağın park tarafı artık ortasında
manolya ağaçlarının süslediği kocaman bir bulvar. Evlerin
yenilenip büyümesine 67’deki deprem sebep olmuş. Hatta
İstasyon Caddesi tarafında, sokağın gururu iki apartman
dikilmiş karşılıklı. Temeli atılmış inşaat için de bir
söylentidir almış gidiyor, Sait Faik anısına kültür merkezi
yapılacakmış. Bahçeler yine sokağın en belirleyici yanı...
Berber kapanmış, yerine sokağın tam ortasında kendi
adıyla anılan bir bakkal açılmış: Hüdaverdi. Önünde gazoz
içen gençler, onların yanında güç bulan çocuklar. Köpek
yok artık, onun boşluğunu onlarca kedi doldurmuş. Sütçü
de modernleşmiş; sütlerini ve yanında sebzelerini motorlu
bir taşıtla getiriyor ve geldiğini megafonla duyuruyor.
Kurukahveci aynı yerde.
Mayıs ayında tozu dumana katıp esen lodos, caddedeki
sesleri taşıyor. Gençler kavga ediyor, tek tük sokağa
kaçanlar, onları kovalayan polisler, sokağın sakinlerine
endişe yayıyor. Bütün ülke karışık, bu sokak da karmaşada
kendi nasibini alıyor.
2010... İki büyük deprem, iki askerî darbe, onlarca
ekonomik krizden geçen sokak aynı yerde öylece
BİR ŞEHİR
Hayat başkaydı burada, bir sürü yaşanmışlık vardı hem de
yüzyıllar öncesinden. Ben yaşamamıştım tabiî ama her şey
hâlâ ordaydı ve esas sahip oydu. Gelip geçenler değişmişti,
kaldırımlar ayak izinden şekil değiştirmişti, taşlar
pürüzsüzleşmişti ve parlıyordu artık. Oymaları aşınmış
ahşap kapının demir kulpunu kim bilir kaç kişi tutmuştu;
hem de ne kadar farklı şeyler düşünerek... Sokaklar,
evler, direkler, ağaçlar her şey eskiydi bu şehirde; eski
ve kıymetli. Belki bizim gibi yeni ve modern binalarda
yaşamaya heveslendirilmiş insanlara garip geliyor ama bu
eskilik öyle kıymetli ki… Her sabah üniversiteye ulaşmak
için yürümek zorunda olduğum, çoğu Çinlilerden oluşan
etten duvarı yararak geçtiğim yol, meşhur eğri kulenin
bahçesiydi. Yüksek surları geçip köşeyi dönünce önce
güneş ışığı, ardından -düşmesin diye halatlarla bağlanmışPisa Kulesi, önünde büyük katedrali bütün ihtişamıyla
beliriyordu.
Arka sokaklardan geçip giderken bir sabah koca bir fare
geçti önümden, dedim ya, bu şehrin üstü de altı da çok eski.
Birkaç metre ötede yeni çıkan bütün kitapların bulunduğu
gerçek bir libreria… Kitapçı diyemiyorum çünkü bizim
bildiklerimize benzemiyor. Dışı ne olaylara şahitlik etmiş,
içiyse olacaklara... Bir film sahnesinde hissettim kendimi,
hani az sonra kabarık etekli birileri çıksa yoluma hiç
şaşırmazdım. En sevdiğim lokanta, çok eskiden hayvan
kesim yeriymiş. Duvarda kancalar hâlâ duruyor, şimdi
çantalarımızı asıyoruz. İnsanların hayatlarına, bastıkları
durmakta… Biraz bakımsız, biraz yaşlı. Evlerin çoğu çok
katlı apartmana dönüşmüş. Merdiven korkuluğu mavi
boyalı ev de kalmamış, camındaki güzel kadın da... İki
büyükçe apartmanın arasında sıkışıp kalmış, bir zamanlar
mis kokulu çiçeklerin yetiştiği bahçeye arabalar park
etmiş. Üstünde şen çocukların korkusuzca seksek, yakan
top oynadığı, ip atladığı Arnavut kaldırımının yerine,
kimliksiz, gri asfalt serilmiş. Hiç çocuk yok sokakta.
Kediler çoğalmış, çocuk sesi çıkararak efeleniyorlar
etrafta. Sokağın başında çakmak gazı dolduran yaşlıca
adam yoksulluğun sembolü gibi karşılıyor buraya
yolu düşenleri. Bakkal yok, alışveriş bulvardaki süper
marketten yapılıyor uzunca bir süredir. Tenekeden yağ
kutularına ektiği bitkilerle yeşillendirdiği dükkânında, teni
kırış kırış bir adam dizindeki yorganı dikmekte. Kültür
merkezi hevesiyle yapılan heybetli bina tam da sokağın
orta yerinde yükseliyor; Sait Faik Abasıyanık İş Merkezi
yapılmış, üstada saygıdan. Zamanın getirdiklerine direnen
birkaç ev aykırı, virane, hüzünlü bir iz bırakıyor, sokaktan
geçenlerin yüreklerinde.
A. Esra ÖZKAN ÇELİK
toprağa bu denli sahip çıkmaları beni öyle şaşırttı
ki… Bir gün yolda yürürken kaldırım taşlarını özenle
numaralandıran bir işçi gördüm. Yıkmadan kırmadan
toprağın altındaki işini yapıyordu, numaraladığı taşları
bozduğu sırada tekrar yere yapıştırdığını gördüm dönüşte.
Oysa yıkıp yenisini yapmak ne kadar kolaydı. Şehri ikiye
bölen Arno ırmağının iki yanında bir iki katlı, birbirlerine
yapışık, yol boyu bloklar vardı. Hastane şehrin en güzel
yerindeydi. Kulenin karşısında, müzenin yanında ve en az
onlar kadar kıymetli tarihî bir binanın içinde.
Her şey gerçekti bu şehirde dün gelip yerleşmiş
diyebileceğiniz çok az şey vardı. Yaşamış bütün bedenler
göçüp gitmiş olabilirdi ama sesleri, izleri, gölgeleri
oradaydı.
Bu şehrin, insanı kabul eden, çağıran,
kucaklayan bir hâli vardı, belli ki insana alışıktı.
Her geçen an şuna biraz daha inanıyorum. Üzerinde
medeniyetler, savaşlar, barışlar, aşklar yaşanmış topraklar
bunların izini, etkisini, avantajını ya da dezavantajını
geleceğe mutlaka taşıyor, yani tarih geleceği biliyor.
Burada hayatın sürekliliğini hissettim. Korumak, saklamak,
müzelere, camdan kafeslere koyarak olmuyordu. Aksine
her şey yaşandığı için anlamlıydı. Ama tüketmeden…
Semra GÜNDÜÇ
31
SORULARLA
EVLIYA ÇELEBI
insanlık tarihine yön veren
20 kişsiden biri
Ülkü ÇELİK ŞAVK
ISBN 978-975-491-309-5
EVLİYA ÇELEBİ
32
400 YAŞINDA

Benzer belgeler

hüdil - Hacettepe Üniversitesi

hüdil - Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç: (312) 297 83 51 E-posta: [email protected] www.hudil.hacettepe.edu.tr

Detaylı