Christian Wolff ve İlk Felsefe ya da Ontoloji/BEŞ

Transkript

Christian Wolff ve İlk Felsefe ya da Ontoloji/BEŞ
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
EDEBİYAT FAKÜLTESİ
FELSEFE BÖLÜMÜ
2013-2014 Bahar
Onsekizinci Yüzyılda Felsefe
(Christian Wolff ve Ontoloji/BEŞ)
KONU:
YETER NEDEN İLKESİ (II)
Doç. Dr. Doğan Göçmen
- Taslak -
Dördüncü dersimizde Christian Wolff’un ontolojiyi ve teolojiyi birleştiren geleneksel metafiziği
yıktığını, ontolojiyi “ilk felsefe” ve böylelikle felsefeyi bir bütün olarak dünyevi bir bilim (“dünya
bilgeliği”) olarak yeniden kurduğunu söylemiştik.
Wolff’un “dünya bilgeliği” olarak tanımladığı felsefe kavramını iki anlamda almak gerekir.
Bir; dünya bilgeliği olan felsefe, örneğin ortaçağ felsefesinden, yani amacı teolojiye hizmet etmek
olan Skolastik felsefeden farklı olarak gözlerini kendisinin asıl araştırma ve kavramlaştırma konusu
olan dünyaya, doğaya, insana ve topluma dönmüştür. İki; dünya bilgeliği olan felsefe, Rönesans ve
Reformasyon ile ortaya çıkan bütünlüklü insan ve insanlık kavramını temel almaktadır. Bundan
böyle felsefe artık ne sadece bir dini inanışın veya bazı inanışların, ne de herhangi bir ulusun veya
bazı ulusların hizmetindedir. Yeniçağ ile birlikte felsefe aynı zamanda gerçek anlamda bir insanlık
bilgeliği olmuştur. Wolff’un felsefeyi dünya bilgeliği olarak tanımlamasını en az bu iki anlamda
almak gerekir: felsefe dünya ve insanlık bilgeliğidir.
Bir dünya ve insanlık bilgeliği olarak felsefenin kendisini yeniden kurarken bunu elbette
dünyevi ilkelere dayandırması gerekir. Leibniz’in önerdiği yeter neden ilkesi ve çelişki ilkesi
modern felsefede bu kurucu işlevi üstlenir. Wolff, özellikle Leibniz’ten (fakat aynı zamanda
Descartes’tan da)1 hareketle felsefeyi yeni baştan kurarken yeter neden ilkesini temel alır ve çelişki
ilkesini yeter neden ilkesine içkin bir ilke olarak formüle eder. Yeter neden ilkesi doğada,
toplumda ve düşünde varolan her şeyin temelini oluştururken, çelişki ilkesi, bütün bu alanlarda
Christian wolff, yeter neden ilkesini ve çelişki ilkesini her ne kadar özellikle Descartes ve Leibniz’ten hareketle
modern felsefenin kurucu ilkeleri olarak temellendirse de; bu ilkelerin köklerinin antik Yunan ve eskiçağ Çin
felsefesine değin gerilere gittiğine işaret eder.
1
1
hareketin kaynağı/nedeni olarak iş görür. O halde, modern felsefi tasarıma göre varlık varolma
yeter nedenini ve hareket kaynağını kendine içkin olarak kendinde taşır, bunun için aşkın ya da
doğaüstü bir güce ihtiyacı yoktur. Wolff’a göre felsefe kendisini bu evrensel içkin ilkeler üzerine
kurabildiği oranda mitostan/efsaneden logosa ya da bilimselliğe geçiş yapmış olacak.
Yukarıda söylenenlerden anlaşıldığı gibi (dördüncü derste de tartışıldığı üzere) Wolff,
felsefeyi son derece kapsamlı bir bilim olarak tasarlamaktadır. Buna göre felsefe hem doğayı, hem
toplumu hem de düşünceyi (mantığı) kapsamak zorundadır. İlk felsefe olarak ontoloji, bütün bu
alanlarda temel ve temellendirici felsefi bir bilim olarak işlev görür.
I.
Christian Wolff’ta Yeter Neden İlkesinin Tanımı
Christian Wolff’un yeter neden ilkesine dair tanımı son derece sadedir: “Yeter nedenden bir şeyin
neden olduğunu kavramayı sağlayan şeyi anlıyoruz (129).” Wolff’un daha ileride (s. 159’da) yaptığı
tanımda kavramaktan çok varolmaya vurgu yapılsa da içerik bakımından pek bir fark
görülmemektedir. Şöyle diyor Wolff:
“Hiçbir şeyin yeter nedensiz, daha çok varolmamak yerine varolmasına dair
önermeye, yeter neden ilkesi denir (159).”
Görüldüğü gibi Wolff yeter neden ilkesine dair tanımını şeylerin varolmasını temellendirmesiyle
sınırlıyor. Geçen dersimizden hatırlanacağı gibi, yeter neden ilkesini ilk tanımlayan Leibniz ilkenin
tanımı çerçevesinde bir şeyin hem neden hem de nasıl olduğunu/varolduğunu (bir şeyin hem
varolma hem de varolma halini) gösteren nedeni anlamaktadır. Bu açıdan bakınca Wolff’un
önermiş olduğu tanımın Leibniz’in sunmuş olduğu tanımın sadece bir yanını kapsadığını görürüz.
Leibniz’in tanımı, hareket ve oluşum kavramını içerir, zira sadece bir şeyin neden varolduğunu
değil, aynı zamanda nasıl varolduğunu da kapsar. Buna karşın Wolff’un tanımı varolanın sadece
neden varolduğunu dikkate alır. Bu bakımdan Wolff’un tanımı tek boyutlu statiktir denebilir. O
halde, yeter neden ilkesinin tanımında Leibniz’in önerisini temel almak gerekir.
II.
Yeter Neden İlkesi ve ‘Neden’ Kavramı
Burada söz konusu olan yeter neden ilkesini etki/neden-sonuç ilişkisinde söz konusu olan neden
kavramıyla karıştırmamak gerekmektedir. Wolff’ göre, ‘yeter neden ilkesi’ ile ‘neden’ (Al. Ursache,
İng. cause) ilkesi arasındaki ayrım, ilk defa Leibniz tarafından yapılmıştır.2 Ne var ki Leibniz yaptığı
bu ayrımın tam olarak ne anlama geldiği üzerine açıklayıcı herhangi bir metin kaleme almamıştır.
Wolff açısından Leibniz’in bu iki kavram arasındaki ayrımı yapmış olması, kendisinin yapılan
ayrıma ilişkin açık ve seçik bir kavram kazanmasını sağlamıştır. Şimdi Wolff’un söz konusu
ayrımının neden gerekli olduğunu ve hangi anlamda alınması gerektiğini açıkladığı pasaja yakından
bakalım:
“Skolastikçiler hiçbir şeyin nedensiz olmadığı aksiyomunu çoktan beri kullanıyor. Fakat
bu önermenin hiçbir şekilde yeter neden ilkesiyle karıştırılmamalıdır, çünkü aşağıda
göstereceğimiz gibi, temel ile neden birbirinden dikkate değer oranda farklılaşır.
Skolastikçilerin fizikte nedensiz etki kabul etmemelerinin nedeni budur, fakat onu
(neden-etki ilkesini) yeter neden ilkesiz kabul ettiler. Örneğin mıknatısın içinde bir
çekim gücünün olduğuna dayanarak, mıknatısın çekiminin bir nedeninin olması
Dördüncü derste Leibniz’ten alıntıladığım yeter neden ilkesinin tanımına ve gerekçelendirmesine dair olan pasaja
bakınız.
2
2
gerektiğini kabul ettiler. Fakat onlar bu çekim gücü dolayımı ile mıknatısın çekim
gücünün kavranılabilir bir şekilde açıklanması gerektiğini düşünmedikleri için, bu
çekim gücünün elbette yeteri nedensiz olabileceği kanaatindeydiler (159-161).”
Görüldüğü gibi Skolastikçiler mıknatısın çekim gücünün, mıknatısta varolan bir çekim gücünden
kaynaklandığını, onu çekimin nedeni ve çekimi de o gücün sonucu (etkisi) olarak kabul ediyorlar.
Fakat Skolastikçiler mıknatısta varolan çekimin nedeninin, yani mıknatısın çekiminin taşıyıcısının
ne olduğunu, madde mi yoksa başka bir şey mi olduğunu mitosa alan yaratmak için araştırmayı ret
ediyorlar.3 Ama yeter neden ilkesi tam da mitosa alan açan yerin araştırılmasını ve kabul edilir bir
şekilde açıklanmasını talep etmektedir. Descartes, Leibniz ve Wolff gibi diğer tüm filozofları
Aydınlanmacı yapan tam da bu alanın araştırılması, açıklanması gerektiğini düşünmeleridir. Onları
Aydınlanmacı yapan tam da budur: her şey açıklanmalıdır, hiçbir şey karanlıkta kalmamalıdır.
III.
Yeter Neden İlkesi, Çelişki İlkesi ve Leibniz’in Paralelizmi
Wolff’un yeter neden ilkesinin tanımına dair son derece önemli katkısını görmek için, onun
yapmış olduğu tanımın kapsamını nasıl belirlediğine yakından bakmak gerekir. Zira Wolff bu
bağlamda Leibniz’in neredeyse tüm felsefi sistemine hâkim büyük bir sorunu çözüyor gibidir.
Geçen dersimizde işaret ettiğim gibi Leibniz çelişki ilkesini sadece epistemolojik ve mantıksal
sorulara uygulamaktadır. Yeter neden ilkesini ise ontolojik sorulara uygular. Hatırlayalım: çelişki
ilkesine göre iki karşıt iddiadan birisinin gerçek, diğerinin ise yanlış olması gerekmektedir. Yani
epistemolojik ve mantıksal sorularda bir şeyin kendi zıddını içermesi mümkün değildir. Bu
durumda Leibniz’in mantıksal alanda çelişki ilkesi dediği şey, aslında bugün sembolik ya da
modern mantıkta “çelişmezlik ilkesi” denilen şeyi çağrıştırır. Buna karşın Leibniz ontolojik
sorularda, yani şeyler dünyasında bir şeyin zıddının mümkün olduğunu kabul eder. Buna göre
düşün dünyasında ve şeyler dünyasında birbirini dışlayan iki ayrı ilke işler. İşte buna ‘Leibnizçi
paralelizm’ denir.
Wolff’un çelişki ilkesini ele alış biçimine yakından bakınca birçok bakımdan Leibniz’in
paralelizmini aşamadığına dair bir izlenim uyanır. Fakat Wolff, Leibniz’ten farklı olarak
muhtemelen Konfüçyüs’tan esinlenerek yeter neden ilkesini hem düşün, hem değerler, hem de
edimler dünyasına (topluma doğaya) uyarlar. Onu güçlü kılan bu yanıdır. Bu ona bütün alanlarda
aynı ilkeyi işlettiği için Leibniz’in paralelizmini aşma olanağı sunar.
Wolff, yeter neden ilkesinin neden ontolojik ilkelere dâhil edilmesi gerektiğini açıkça
temellendirmeye girişen ilk büyük filozoftur. Şöyle der:
“Biz bu ilkeyi bütün bilgi edinimimizin temellerini kesin ve sarılmaz yapabilmek
için ondan en az çelişki ilkesi kadar kullanabileceğimiz nedeniyle ontolojik ilkelere
dâhil ettik (159).”
Wolff, bu kısa ve öz gerekçesini ileri sürdükten sonra, matematikten, doğadan ve ahlaki alandan
seçtiği örneklerle açıklamaya ve temellendirmeye çalışır. Kısaca belirtecek olursak:
Felsefe tarihinde mıknatısın değişik çok ilgin işlevleri olmuştur. Felsefenin ‘kurucu babası’ olarak görülen Thales
mıknatısın çekim gücünü panteist duruşun temellendirici gerekçesi olarak görmüştü. Skolastikçilere geldiğinde
mıknatıs artık materyalist felsefenin de temellendirici gerekçesi olarak kullanılabileceği kanaati uyandırmış olmalı ki
çekim gücünün yaratıcı nedenini ve taşıyıcı nedenini açıklamayı ret ediyorlar.
3
3
1. Üçgen Örneği
Wolff, yeter neden ilkesinin matematikte geçerli olduğunu göstermek için üçgen örneğini verir.
Birbirine doğru eğilen iki çizginin birleştiği yerde açı oluşur. Fakat iki çizgi üçgen kavramının
oluşması için yerli değildir. Bunun için birbirine doğru eğilmiş olan iki çizginin diğer uçlarının da
birleşmesi gerekir –ki ancak bu durumda üçgen kavramının şart koştuğu iç açı oluşmuş olur.
Böylelikle birbirine doğu eğilen üç çizginin birleşmesi ile üçgen kavramının şart koştuğu üç açı
oluşmuş olur. Bu durumda birbirine doğru eğilen ve üç açı oluşturan üç çizgi üçgenin yeter neden
ilkesini yerine getirir, çünkü hem onu var ederler, hem de taşırlar.
2.
Y eter Neden İlkesi Tinimizin Doğasına Aykırı mıdır?
Uzun yüzyıllar boyunca psikolojide, fizikte, felsefede bile birçok şey yeter nedensiz kabul edilmiş
olsa da, bugün dahi hala bazı şeylerin yeter neden ilkesiz olabileceğini ileri sürenlere karşı yeter
neden ilkesi tinimizin ya da ruhumuzun doğasına aykırı değildir. Tersine, çelişki ilkesi ruhumuzun
doğasına ne kadar uygunsa yeter neden ilkesi de ruhumuzun doğasına o kadar uygundur. Buna
karşın bilimciler arasında hala yeter neden ilkesi ret ediliyorsa, bu, onların ellerinde yeter neden
ilkesine karşı güçlü argümanlar olmasından çok, onlarda “gerçeğe dair sevginin” olmayışından, ün
tutkusundan ve başka türlü düşünenlere karşı kin ve nefretten kaynaklanmaktadır (171). Oysa
içimizde bizi yeter neden ilkesine iten “doğal bir iti” vardır (173). Bunu en başta çocuklarda
gözleriz:
“Her halde, bu varolanın neden varolduğunu sorma eğiliminde olduğumuzu kim
bilmez, çünkü bunu çocuklarda erken gençlik dönemlerinde aklı kullanma başlar
başlamaz gözleriz. Hatta eğer insanlar, çocuklar kötü bir şey yaptığı zaman kızmak
isterlerse, bunu neden yaptıklarını sorarlar ve burada herhangi bir şeyi yanıt olarak
kabul etmezler ve sadece verili durumda iradenin o şekilde belirlenmiş
olabileceğini kabul edebilecekleri öyle bir neden (duyunca –DG) rahat bırakırlar
(169).”
Wolff bu gözleminden şu sonuca ulaşır:
“Bu nedenle bir şeyin yeter neden ilkesi olmadan olabileceğini kabul etmek aynı
zamanda tinimizin doğasına aykırıdır Bu aykırılık bilimlerle tanışık olan insanlarda,
onu yeter nedene götüren tinin doğal itisi, öğrenmenin doğru bir yöntemiyle
muhafaza edilirse, olanın nedenini görüp ortaya çıkarmaya alışık olanlarda daha
çok gösterir(169).”
O halde, insan bilmek için sürekli neden sorusunu sormadan edemediği için, yeter neden ilkesi
insanın tininin ya da ruhunun doğasına aykırı olması şöyle dursun, tam tersine, onun “doğal itisi”
tarafından yeter neden ilkesine götürülür.
3. Yeter Neden İlkesi Deneyime Aykırı mıdır?
Yeter neden ilkesinin evrensel ontolojik bir ilke olduğunu kanıtlamak için, Wolff, ilkenin
deneyimimize yani pratiğimize aykırı olup olmadığını sorar. İlkenin deneyimlerimize ve daha genel
olarak pratiğimize aykırı olduğunu ileri sürmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Gözlemini şöyle
sürdürür Wolff:
4
“Varolduğu gözlenen ne kabul edilirse edilsin, araştırmaya başlar başlamaz ya onun
temeli tespit edilir ya da en azından temelinin olmadığı hiçbir şekilde kanıtlanamaz,
tersine, onun bulunamadığı teslim edilmek zorunda kalınır. Fakat onda temel
olmadığı gösterilebilen bir örnek getirilemediği sürece yeter neden ilkesinin
deneyime aykırı olduğu ileri sürülemez. Bu, yeterince aşikâr olduğu için, hiçbir
şekilde başka bir kanıta gerek yoktur (163).”
Wolff’un iddiası açık. Varolan her şeyin varlığı, varoluşunun mümkün kılan bir yaratıcı ve bir de
taşıyıcı nedenin olduğunun kanıtıdır. Wolff’a göre bu kendinden aşikârdır. Aşikârdır olan başka
bir şey de bu yaratıcı ve taşıyıcı nedenin açıklanmak zorunda oluşudur. Bu nedenle evrende
varolan her şeyin varolma nedeninin ve varolma biçiminin açıklanması gerekmektedir. Bilimin ve
felsefenin amacı budur ve bu konuda istisna tanımaz. Bilimsel felsefi duruş açısından kendinden
aşikâr olan bir şey varsa, o da her şeyin açıklanmak zorunda oluşudur.
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında anaakım felsefeciler arasında Aydınlanmacı felsefenin
her şeyin açıklanmasını talep eden bu bilimsellik kıstası ağır eleştirilere tabi tutuldu. Fakat sonuç,
bilimselliğin temeli ve kıstası olarak duyguya, önseziye, içgüdüye ve sonunda basitçe tahmine
inanca dönüşten başka bir şey getirmedi. Fakat ne felsefe ne de bilim, inancı temel alabilir.
Muayene olmak üzere ziyaret edilen doktorun tahmin üzerinden reçete yazması düşünülebilir mi?
Ne var ki son yıllarda felsefenin ve bilimlerin içinde bulunduğu durumdan çıkabilmesi için tekrar
yeter neden ilkesine dönüş söz konusudur. Örneğin Georgetown Üniversitesi’nden Alexander R.
Pruss felsefenin yeter neden ilkesini yabana atamayacağını, tersine, ilkeyi yeniden sahiplenmesi
gerektiğine işaret eder, ilkenin araştırılmasını ve açıklamasını salık verir. Aslında yeter neden
ilkesinin anlamı son derece açıktır –ki Pruss YNİ olarak kısaltır: “Bizi ilgilendiren YNİ biçimi,
oldukça basit bir önermedir -ki her olumsal önermenin bir açıklaması vardır der.”4
IV.
Varlık ve Hiçlik: Felsefe Neyle Başlamalıdır?
Wolff’un yeter neden ilkesine dair tartışması soruyu doğal olarak felsefenin neyle başlaması
gerektiği sorusuna götürür, çünkü yeter neden ilkesi tartışması felsefenin temellerini
ilgilendirmektedir. Bu bağlamda sadece felsefe tarihinde değil, aynı zamanda teoloji tarihinde de
son derece anlam yüklü iki kavramla: ‘birşey’ (Al. Etwas, İng. Something) ve ‘hiçbir-şey’ (Al. Nichts,
İng. Nothing) ve en azından fikirsel köken olarak Romalı şair ve filozof Lukretius’a (MÖ 99 – MÖ
55) dayandırılan bir önermeyle karşılaşırız: “hiçbir şey yoktan varolmaz” (ex nihilo fit nihil, tam
olarak: “hiçbir şeyden hiçbir şey olur”). Wolff, orijinal metinde Latince özdeyişin aynı anlama gelen
biraz değiştirilmiş bir halini kullanır: “ex nihilo nihil fieri” (139) ve bu ilkenin felsefede başlangıç
ilkesi olarak temel ve çıkış noktası olarak alınması gerektiğini düşünür. Gerekçelerine yakından
bakalım.
Genellikle mutlak anlamda hiçbir-şey kavramının varolanı değillediği ve birşey kavramının
ise varolanı onayladığı düşüncesinden hareket edilir. Fakat Wolff’un bu iki kavramı birbiriyle
ilişkili olarak tartışmasının ontolojik ve epistemolojik olarak iki boyutu vardır. Ona göre, ‘hiçbirşey’, kavramı olmayandır: “kavramı olmayanı, hiçbir şey olarak adlandırırız (131).” Bu belirlemesini
açıklamak için Wolff üçgen örneğine geri döner. Birbirine doğru eğilen ve birleştirilmeleri sonucu
Pruss, A. R., The Principle of Sufficient Reason: A Reassessment (Yeter Neden İlkesi: Bir Yeniden Değerlendirme), Cambridge
University Press, New York vd., 2006, s. 191.
4
5
üç açı meydana getiren üç çizgiyi ya da üç çizginin oluşturduğu bir şekli düşündüğümüzde
zihnimizde bir üçgen kavramı oluşur. Şimdi, kavramı ortadan kaldırdığımızı ve yerine hiçbir şey
koymadığımızı düşünelim: geride kalan hiçbir-şey olacaktır:
“Bunun sonucu olarak hiçbir-şey, bir kavram kaldırılırsa, geride kalan ya da konan olarak
da tanımlanabilirdi; ya da eğer kavrama kavram tarafından tasavvur edilen zihnin
dışında ona denk gelen benzer birşey varsa, bir şeyin alınması sonucu geride kalan ne ise
o olarak (tanımlanabilir) (133).”
Zihindeki kavram ortadan kaldırılırsa ve yerine yeni bir kavram konmazsa ya da yerine hiçbir-şey
konursa geride hiçbir-şey kalır. Bu, hiçbir-şey tanımının epistemolojik boyutuyla ilgili olandır.
Diğer taraftan aynı şekilde eğer kavrama zihnin içinde değil de zihnin dışında bir şey denk
geliyorsa ve o şey ortadan kaldırılıyorsa ve yerine bir şey konmuyorsa geride hiçbir-şey kalır. Bu da
hiçbir-şey tanımının ontolojik boyutuyla ilgili olan yanıdır.
Aradaki bir farka dikkat etmek gerekmektedir. Hem ontolojik hem de epistemolojik düzey
söz konusu olduğunda kavram ve kavrama denk gelen olmak üzere iki düzey söz konusudur.
Epistemolojik boyut söz konusu olduğunda kavram da, kavrama denk gelen de zihne içkindir. Bu
durumda kavrama denk gelen zihnin dışında olanlarla ancak dolaylı bir şekilde ilişkilendirilebilir.
Ontolojik boyut söz konusu olunca; kavram zihne içkindir, fakat kavrama denk gelen zihnin
dışındadır. Burada söz konusu olan kaçınılmaz olarak kurulan iki düzeyli oluş bilgi teorisi
açısından son derece önemlidir. Zira örneğin George Berkeley (1685 – 1753) gibi teologlar
varlığın algılanmaktan ibaret olduğuna dair (esse est percipi) son derece öznelci bir yaklaşım
sergilerler. Bu öznelci yaklaşıma karşı, yeter neden ilkesine dayalı ‘nesne(l)-temelli-öznel’
yaklaşımdan hareket eden Wolff, tarihsel ve geleceğin felsefesi bakımından anlamı yeterince
vurgulanması mümkün olmayan şu belirlemeyi yapar:
“Eğer A’ya denk gelen kavram bilinmiyorsa, bu nedenle A hiçbir-şey değildir. Yani eğer A’ya
denk gelen kavram bilinmiyorsa, bu, ona denk gelen bir kavramın anlamına
gelmez. Bilmediğimiz birçok şeyin olduğunu kimsenin gözden kaçırması mümkün
değildir. O halde, A, A’ya denk gelen kavram bilinmediği için, hiçbir-şey değildir
(139).”
Görüldüğü gibi Wolff’a göre nesnel olan kavramın kökeni ve belirleyenidir. Kavramın bir içeriğe
sahip olabilmesi için ona denk gelen nesnel bir şeyin olması şarttır. Bu, doğrudan veya dolaylı
nesnel bir karşılığı olmayan kavramın (boş kavramın) olmasının da mümkün olmadığı anlamına
geliyor. O halde, felsefenin ve bilimlerin ne hiçbir-şeyi ne de boş kavramları başlangıç olarak
alması mümkün değildir.
Alıntılanan Kaynaklar
-
Pruss, A. R., The Principle of Sufficient Reason: A Reassessment (Yeter Neden İlkesi: Bir Yeniden
Değerlendirme), Cambridge University Press, New York vd., 2006.
-
Wolff, Chr., Erste Philosophie oder Ontologie (İlk Felsefe ya da Ontoloji (Latince-Almanca)), yay. Dirk Effertz,
Felix Meiner Verlag, Hamburg, 2005.
6

Benzer belgeler

Christian Wolff ve İlk Felsefe ya da Ontoloji/DÖRT

Christian Wolff ve İlk Felsefe ya da Ontoloji/DÖRT Fakat Wolff, daha sonra gelecek bütün klasik Alman felsefecileri gibi, sentezi, rasyonalist felsefi geleneği temel alarak gerçekleştirmek istemektedir. 17. yüzyılın ortalarından itibaren felsefenin...

Detaylı

Laikliğin Felsefi Temelleri

Laikliğin Felsefi Temelleri birtakım yasalara dayandığını göstermeye çalışır. Bu bakımdan Rousseau’nun daha çok pratik felsefenin derin teorik felsefi temelleri daha keşfedilmeyi bekliyor denebilir. Mitos ve Efsane Dünyası mı...

Detaylı

Nutku U. Leibniz`in Monadlar Teorisinin Tarihsel Önemi. Kilikya

Nutku U. Leibniz`in Monadlar Teorisinin Tarihsel Önemi. Kilikya önceden kurulduðunda, sonradan müdahale gerekmemektedir. Occasionalistlerin her algýlamayý hep yeniden saðlayan, ruhun cismi algýlamasýný her defasýnda müdahale ile mümkün kýlan Tanrýsý, Leibniz’e ...

Detaylı