üçüncü türle yakın ılışkiler

Transkript

üçüncü türle yakın ılışkiler
STEVEN SPIELBERG
ISBN 975 - 405 -1224
Üçüncü Türle Yakın İlişkiler
www.webturkiyeforum.com
by Ayhan
TÜRKÇESĠ:
Nilgün Himmetoğlu
Bu kitap daha
önce
Yayınevimizce
BULUŞMA adıyla
yayınlanmıştır.
Ö NS Ö Z
İşhanı
Cağaloğlu . İstanbul
Tel: 522 40 45
526 8012
Kitabın Orijinal Adı CLOSE
ENCOUNTERS OF THE THIRD
KIND Yayın Hakları (c)
DELL PUBLISHING CO.
KESİM AJANSI
ALTIN KİTAPLAR
YAYINEVİ Kapak Resmi ve Düzenlemesi
SEDEF ŞEN
Dizgi ve Baskı ALTIN
KİTAPLAR
BASIMEVİ EYLÜL
1989
Bu kitabın her türlü yayın hakkı
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu
gereğince
Altın Kitaplar Yayınevi'ne aittir.
Adres
Celâl Ferdi Gökçay Sk. Nebioğlu
Üçüncü Türle Yakın ilişkiler (Close
Encounters of the Third Kind) adlı bu
kitapta anlatılanların tümü yalnızca
hayal ürünü olabilir mi? Bu sorunun
cevabı katin olarak «Hayımdır. Eğer
elimizdeki sayısız rapor ve bilgilere
inanıyorsak tabii...
Tanımlanmamış
Uçan
Cisim
Deneyimi (UFO Experience) adlı kitabın
onuncu bölümü Clost Encounters of the
Third Kind adını taşımaktadır. Bu
bölümde, Tanımlanmamı) Uçan Cisimler
ve sakinleriyle karşılaşan insanların,
gerçek
deneyimler olduğunu
ileri
sürdükleri birçok olayın öyküsü yer alır.
Dünyanın dört bucağından gelen haber,
mektup ve raporların bir derlemesi de
diyebiliriz buna. Dolayısıyla bu kitapta
anlatılan olaylar, kısmen gerçek bilgilere
dayanmaktadır. Romanda özellikle «bu
dünyaya alt olmayan» görüntüler, bize
gönderilen
raporlardaki
bu
tür
varlıkların tanımlanmaları temel alınarak
çizilmiştir.
Tanımlanmamış
Uçan
Cisimler ve sakinleriyle ilgili on bir bin
olayın yer aldığı bir katalogun varlığı,
romanın Üçüncü Türle Yakın İlişkiler
adındaki «üçüncü» sözcüğünü açıklığa
kavuşturmaktadır.
Gerçekten
de
Tanımlanmamış Uçan Cisimlerle olan
ilişkilerde,
bu
kitabın
konusunu
oluşturan
üçüncü
bir
tür
sözkonusudur.
Aynı şekilde birinci ve ikinci türler
de vardır. Birinci türde insanlar,
Tanımlanmamış
Uçan
Cisimlere
yaklaşmış, ama ne İçindekileri görmüş,
ne de onlarla herhangi bir ilişkide
bulunmuşlardır. İkinci türdey-
se Tanımlanmamış Uçan Cisimler varlıklarını belli
edecek açık bir işaret bırakmışlardır. Yer yer
yanmış topraklar, dertop edilmiş bitkiler, kırılmış
ağaç dalları, hatta radyasyon etkileri gibi...
Bazen bu belirtiler hayvanlarda da görülebilir.
Örneğin, Tanımlanmamış
Uçan
Cisimlerin
etkisinde kalan ineklerin olaydan sonraki günlerde süt vermedikleri olmuştur. Ya da cansız
dünyanın
da
bu
cisimlerden
etkilendiği
görülmüştür.
Hareket
halindeki
araçların
motorları, parlak ışıklar saçan cisim üzerlerinden
ya da yakınlarından geçtiği zaman ansızın
durmuş, o cisim uzaklaşınca yeniden çalışmaya
başlamıştır.
Yakın ilişkilerin ikinci türü özellikle bilimsel
açıdan ilginçtir. Çünkü bunlar la bora tu var
çalışmaları yapabilmemizi mümkün kılmış, yani
etkilenmiş toprakları veya bitki Örneklerini,
yanmış yaprakları ya
da dalları analiz
edebilmemizi sağlamıştır.
Tanımlanmamış
Uçan
Cisim
fenomeni
gerçekten vardır. Doğal cisim ve olayların yanlış
tanımlanmasına dayanan sahte bilgiler, şaka ya
da alay olsun diye verilen asılsız haberler bir kez
ayıklandı mı, geriye, ciddi bilimsel araştırmaya
sağlam ve
önemli bir temel oluşturan
açıklanmamış bilgi ve raporlar kalmaktadır.
Bunların yalnızca fizikçiler tarafından değil, aynı
zamanda sosyologlar ve psikologlarca, da bilim sel açıdan incelenmeleri gerekmektedir.
Tanımlanmamış Uçan Cisimlerin araştırılması
ve incelenmesi gerçekten çeşitli uzmanlık
dallarının işbirliğini gerektiren bir konudur. Ve
Tanımlanmamış Uçan Cisimler Araştırma Merkezi
İşte bu yaklaşımla Tanımlanmamış Uçan Cisimler
sorununu çözmeyi amaç edinmiştir. Eğer biri
çıkar da, «Neden bu sorunu çözmek gerekiyor?»
diye sorarsa, bilim tarihi yüzyıllar boyu bu tür
sorulara vermiş olduğu cevabı tekrarlar: Salt
bilimsel
araştırmalar
hemen
her
zaman
insansoyunun ilerlemesine ve refahına yol
açmıştır. Bilgiyi araştıran yolun bizi nereye
götüreceğini asla bilemeyiz ki...
Dr. T. Allen Hynek
Tanımlanmamış Uçan
Cisimler Araştırma
Merkezi Başkanı
BÎRÎNCÎ BÖLÜM
Çölün kum ve kuru otlardan oluĢan kör edici
anaforundan yedi belirsiz Ģekil çıktı. Görüntüleri, her
yönden püsküren kum deryası içinde bir görünüp bir
kaybolan yedi Ģekil... Küçük bir Kuzey Meksika
kasabası olan Sonoyita'nın hemen dıĢında ĢaĢkına
dönmüĢ üç federal polis bekleĢiyordu. Katırları bağlı
bulundukları yerde gitgide huysuzlaĢarak yularlarını
çekiĢtiriyor, çevrelerine çifteler atıyorlardı. Onlar da
olağanüstü bazı Ģeylerin varlığını sezmiĢlerdi sanki...
YaklaĢan Ģekiller Ģimdi çölün bu ıssız kavĢağındaki Ġlk
binayı belli belirsiz seçebiliyorlardı.
Tam tepedeki güneĢ vaktin öğle olmasına karĢın
kan kırmızıydı. Tıpkı tuğlalarla çevrilmiĢ vaha
Cantina' sında, çok eskiden kalmıĢ bir Coco-Cola
reklamındaki güneĢ gibi... Kum bulutundan çıkan ilk
Ģekil uzun boylu biriydi. Meksikalı polislere baĢtan
savma bir selam verip Ġspanyolcayı katlederek sordu.
«Ġlk gelenler bizler miyiz?» Haki renkte bir elbise
giymiĢ, Rommel gözlükleri takmıĢ olan adam yüzünü
bir deri parçasıyla örtmüĢtü. Hangi ulustan olduğu
belli değildi. Okulda öğrenilen Ġspanyol-casiyla, «Ġlk
biz mi geldik?» diye sorusunu yineledi.
STEVEN SPIELBERG
ġaĢkınlıktan dilini yutmuĢ gibi görünen polis
baĢıyla güneyi iĢaret ederek karĢılık verdi. O yönden
de sanki yoktan varolmuĢçasına baĢka bir kâĢif
grubu belirmiĢti. Böylece 1973 yılının ortalığı kasıp
kavuran kum fırtınasında, iki ekip Sonoyita"nın
hemen dıĢında buluĢmuĢ oldu. On dört kiĢi kısaca ve
sessizce el sıkıĢtılar.
«Fransız çevirmen yanınızda mı?» Yüzü örtülü
adamın sesinden Amerikalı olduğu anlaĢılıyordu.
ġivesi taĢralıydı; Ohio - Tennessee'den olabilirdi.
«Evet, efendim. Fransızca bilirim ama mesleğim
çevirmenlik değil.» KonuĢan ikinci grubun en kısa
boylusuydu. Sesinden de ha fif bir korku 'belirtisi
seziliyordu. Rüzgârın uğultusunu bastırmak için
sesini yükselten David Laughlin, Ģimdi daha bir
önemsenir olmuĢtu. «Mesleğim topografyadır. Yani
harita çizerim.»
«Ġyi Fransızca bilir misiniz, efendim? Ġngilizceden
Fransızcaya, Fronsızcadan da Ġngilizceye çeviri
yapabilir misiniz?»
«Eğer yavaĢ konuĢur ve asıl iĢimin bu olmadığını düĢünürseniz, evet.» O sırada baĢka biri öne çıkarak
araya girdi ve haritacıya elini uzatıp Fransız asıllı
olduğunu belli eden bozuk bir Ġngilizceyle konuĢtu.
«Siz Mösyö... Ģey... Loog-oh-line?» «ġey...
Laughlin,» diye kibarca düzelterek uzatılan eli sıktı
Laughlin. Fransızın sesinde karĢısındakini yumuĢak
ve dikkatli cevaplar vermeye davet eden bir hava
vardı.
«Ah, oui.» Fransız özür dilercesine kendi kendine
hafifçe güldü. «Oui, oui, pardon,» diye Fransızca
konuĢmasını sürdürdü. «Ne zamandan beri bizimle
çalıĢıyorsunuz. Bay Laughlin?»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER
Laughlin bu soruyu gururla ve sözcükleri dikkatle
seçerek yanıtladı.
«Ülkemin Fransızlarla birleĢtiği 1969 yılından bu
yana... Montsoreau görüĢmelerine katıldım, hani
Fransızların baĢarı kazandıkları o hafta vardı ya...
Sizi kutlarırn, Bay Lacombe.» Lacombe gülümsedi.
Bu arada ekip bunca yolu teperek görmeye geldikleri
Ģeye bir an önce ulaĢmak için sabırsızlanıyordu. Bunu
farkeden Lacombe hızlı hızlı yürümeye baĢladı. Bu
arada Laughlin'le de elden geldiğince hızlı
konuĢuyordu. Lacombe ekibin baĢka bir üye sine el
salladı. Lacombe'un fedaisi Robert Watts, birkaç
saniye içinde onlara yetiĢti.
«Robert, ecoute Mösyö Laugh-o-line.»
«Peki, efendim.»
«Size Ģimdi Fransızca söylediklerimi Robert'e
Ġngilizce olarak tekrarlayın, Bay Laugh-o-line. Alors.»
Lacombe çabuk çabuk Fransızca bir Ģeyler söyledi,
Laughlin de konuĢulan her sözcüğü hemen ardından
Robert'e Ġngilizce olarak aktardı.
«Söyleyeceklerimi
yalnızca
çevirmekle
kalmayacak,» diye tane tane konuĢtu Lacombe.
«Duygularımı da aktaracaksınız. Her Ģeyin tam
anlamıyla anlaĢılmasını istiyorum.»
Meksikalı federal polisler ilerde, Ģimdi saatte
yetmiĢ kilometre hızla esen rüzgârın altını üstüne
getirdiği bölgede bulunan bir Ģeyleri iĢaret ederek
bağırıp çağırıyorlardı. Herkesin gözü toz toprakla o
denli bulanıklaĢmıĢtı ki, arasıra görünüp kaybolan ilk
cismi on, on iki metre kanat açıklığı olan dev bir
kızböceğine bĢnzettiler. Adamlar yaklaĢtıkça, bu
hayalet Ģekil yirmi dört saat önce söylenti olarak
iĢittiklerini doğrulamaya baĢladı.
Üzerinde tekerleklere, kanatlara, kuyruğa ve
perva-
STEVEN SPiELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
neye benzer Ģeyler olan garip bir cisim yolun üstüne
oturmuĢtu sanki. Yan taraflarında iĢaretler ve
kanatlarında numaralar vardı. Arkasında da kızıl
rüzgârın kesilir gibi olduğu anlarda görülebilen, aynı
cisimden altı tane daha duruyordu. Bunlar Ġkinci
Dünya SavaĢından kalma. Deniz Kuvvetlerine ait
Grumman TBM Ġntikamcı tipi torpito bombardıman
uçaklarıydı.
. KeĢif ekibi kalakalmıĢtı. Lacombe beĢ, on adım
atarak tozlanmıĢ gözlüklerini alnına kaldırdı. Tuhaf bir
huzur içindeydi Ģimdi. Gördükleri onu pek etkilememiĢ
gibiydi. Fransızın yüzü seyrek kır saçlarına karĢın
genç görünüyordu. Burun deliklerinin iki yanından
ağzına doğru inen derin çizgiler vardı. Bu çizgiler ne
yapacağına karar verdiği zamanlarda daha da
derinleĢirdi. Lacombe derin bir soluk alıp elinin
tersiyle dilindeki tozu sildikten sonra, eline sterilize
edilmiĢ polietilen bir eldiven geçirerek La-ughlin'e ilk
emri verdi. Laughlin söylenenleri kısa bir süre
dinledikten hemen sonra baĢıyla onayladı ve orada
bulunanlara bağırdı.
«Motor gövdelerinin üzerindeki
numaraları
istiyorum.» Laughlin bir an için emri doğru çevirip
çevirmediği konusunda kuĢkuya düĢtü. Ama herkes
ne yapacağını anlamıĢtı. Birkaç saniye içinde on
dördü birden kanatlara ve kuyruğa tırmanıp,
ellerindeki tornavida ve, benzeri aletlerle kapakları
açmaya baĢlamıĢtı bile. Hepsinin elinde Playtex
eldiven vardı. Teknisyenlerden biri pilot mahallinin
camını geriye doğru kaydırarak açtı. Cam direnmeden kolayca açılıvermiĢti. Üzerinde kaydığı yataklar
ve bilyalar yeni gibiydi. Teknisyen polietilen eldivenli
elinde tuttuğu ameliyat kıskacıyla kontrol tablosunun
altına tutturulmuĢ olan bir takvimi çıkardı. Takvimin
üzerinde bir tanıtma yazısı okunuyordu: Trade Winds
Bar, Pensacola,
Florida. Ama en ilginç yanı üzerindeki tarihti.
«Bay Lacombe,» diye bağırdı teknisyen.
KeĢfinden, dolayı soluğu kesilmiĢti. «Mayıs ayını
gösteriyor bu.»
Lacombe söylenenleri çevirmesi için dosdoğru
Loughlin'in yanına gitti. Ama teknisyen daha çabuk
davranmıĢtı. «Takvim 1945 mayısından aralık ayına
kadar.»
Lacombe iĢte bu Ġngilizce sözleri çok iyi anlamıĢtı.
Laughlin'e dönüp sesini yükselterek konuĢtu.
Laughlin de söylediklerini herkese Ġngilizce olarak
tekrarladı.
«Bakın bakalım, yakıt var mıymıĢ depolarda?..
Bir de benzinin yanıp yanmadığını kontrol edin.»
Laughlin'in yanında duran fedainin ĢaĢkınlıktan
kolları iki yanına sarkmıĢtı.
«Tanrım, bu yavrular oldukları gibi duruyorlar!»
diye güneyli Ģivesiyle haykırdı. Sesi zaferle
çınlıyordu.
«AE 3034567. Tanrı cezasını versin! AE 29930404.
Yuh be! AE 335444536. Olur Ģey değil!» Laughlin
aradaki sözcükleri atlayarak numaraları çevirdi
yalnızca. Biri de bunları kâğıt üzerine yazılı ola nlarla
karĢılaĢtırıyordu.
«Motor gövdeleri üzerindeki numaralar birbirini
tutuyor. Kanat numaraları da.» Adamlardan beri
Grumman' in iniĢ ıĢıklarını denerken, Lacombe'un
gözleri parlıyordu. IĢıklar tozdan yoğunlaĢmıĢ havada
iki yarım daire oluĢturuyorlardı.
«C'est possible? Mümkün mü bu?» Lacombe
kollarını iki yanına vuruyor, Laughlin de sarhoĢ
olmuĢçasına Robert'i, fedaiyi dürtüyordu.
«Beni kendime getirir misin?» Robert öne eğilip
sır verir gibi, «UçuĢ numarası 19,» dedi.
«Evet?»
«UçuĢ numarası 19. Hatırlamadınız mı? 1945'in
mayıs ayında manevralar için Pensacola'don
hareket eden
STEVEN
SPIELBERG
filoydu bu. O günden beri onları bir daha gören
olmadı. Bugüne dek. DüĢünebiliyor musunuz?»
«Peki ama pilotlar nerede? Ya mürettebat?»
Robert bu sorunun yanıtını bilmiyordu kuĢkusuz.
Tam omuzlarını silktiği anda anlaĢılmaz bir
bağırıĢma koptu az ötede. Lacombe fırladı. Laughlin
de ardından. Meksikalı polisler birinin baĢına
üĢüĢmüĢlerdi. Birkaç metre ilerdeki binanın giriĢinde
küçük bir Ģekil ikibüklüm olmuĢ duruyordu. Polislerin
Ģamatayı kesmeye niyetleri yoktu. Paniğe uğramıĢ
gibiydiler. Lacombe yardım istercesine Laughlin'den
yana baktı; o da gülümsemek zorunda kalarak, «Je
ne parle pas espagnol. Français et anglais
seulement. Ġspanyolca bilmem. Yalnızca Fransızca
ve Ġngilizce,» dedi.
Bay Tennessee - Ohio konuĢtu. «Söylediklerine
göre bu adam buradaymıĢ. Ġki gündür burada
olduğunu söylüyorlar. Her Ģeyi görmüĢ.»
Lacombe ve ötekilerin umabileceklerini aĢıyordu
bu. Fransız bir dizinin üzerine çöküp son derece
yumuĢak bir hareketle adamın çenesini sterilize
eldiveniyle tuttu. Meksikalı hemen baĢını kaldırdı.
Adamcağız ağlıyordu ama Lacombe'u asıl ĢaĢırtan
bu olmadı. Adamın yüzünün ya rısı pancar gibi
kıpkırmızı ve alnından köprücük kemiğine kadar
fiske fiskeydi. Laughlin'in Ģimdiye dek gördüğü en
korkunç güneĢ yanığıydı bu. Hele Meksika'nın kızgın
güneĢine alıĢık köseleleĢmiĢ ciltler düĢünülürse...
Meksikalının elleri titriyordu. Lacombe'un burnuna
gelen pis bir koku, adamın kaskatı olmuĢ
pantolonuna bakmasına neden oldu. Bu pantolona
bir süre önce iĢenmiĢti. Meksi kalı konuĢmak için
baĢını kaldırdığında, iradesi dıĢında yeniden
iĢemeye baĢladı. Gözlerinde acının ötesinde bir
Ģeyler vardı. Dudaklarını oynatıyor, konuĢmak için
soluğunu
ses tellerinden çıkmaya zorluyor, bir
Ģeyler söy-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
lemeye çalıĢıyordu. Sonunda birtakım anlaĢılmaz
Ġspan yolca sözcükler mırıldanabildi. GözyaĢları da
aynı anda boĢanmıĢtı.
«Qu'est-ce qu´il dit? Ne diyor?» diye sordu
Lacombe soluk soluğa. Laughlin Ġspanyolca bilen
Amerikalıya döndü. Ama o da bir Ģey anlamamıĢ
olacak ki, ayaklarının dibinde yatan et ve kemik
yığınını sarsarak soru sormaya devam etti. Adamın
boğazından aynı anlaĢılmaz guruldamalar çıkıyordu.
Sidik kokusu da dayanılmaz bir hal almıĢtı. Lacombe
sabırlı bir adamdı ama Amerikalı her se ferinde
söylenenleri ısrarla kendine saklar gibiydi. Laugh lin
araya girdi. «Ne söylüyor?» Amerikalı kaĢlarını kaldırarak içini çekti. Ve adamın sözlerini çevirdi. «Dün
gece güneĢin geldiğini ve ona Ģarkı söylediğini
anlatmaya çalıĢıyor!»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLݧKİLER
İKİNCİ BÖLÜM
Dört
yaĢındaki
Barry Guiler
uykusunda
huzursuzdu. Yatak odasının yarı açık penceresinden
esen hafif Indiana meltemi perdeleri havalandırıyordu.
Odada yumuĢak ama sürekli bir uğultu vardı. Bu ses
Barry'nin uykusunu bölüyordu. Ansızın hafif kırmızı bir
ıĢık yüzünde dolaĢtı., Barry gözlerini açtı.
Yatağın yanındaki kerevetin üzerinde duran pilli
oyuncaklardan biri hareket etmeye baĢlamıĢtı. Bu bir
Frankenstein canavarıydı. Kulaç atmak istercesine
kollarını kaldırınca pantolonu düĢüyor, canavar
kıpkırmızı kesiliyordu.
Barry gözlerini Frankenstein'dan ayırmadan
yatağında doğruldu. Sonra oturup çevresine bakındı.
Oda oraya buraya atılmıĢ pilli oyuncaklarla doluydu:
Bir tank, roketler, sireni ve tepesindeki trafik ıĢığıyla
bir polis arabası, bir Boing 747 uçak modeli,
merdivenlere
tırmanan
itfaiyecileriyle
yangın
söndürme ekibi ve arabaları, sokak lambasına
dayanmıĢ, elindeki ĢiĢeyi kafasına diken bir sarhoĢ...
Tüm oyuncaklar harekete geçmiĢ, ıĢıklar ve uğultular
çıkararak çalıĢıyorlardı. Kendi kendilerine!
Barry bu durumdan pek hoĢlanmıĢtı. Bu arada
pikap
da çalıĢmaya baĢlamıĢ, Susam Sokağı adlı Ģarkıyı
çalıyordu.
Barry gülerek ellerini çırptı. Sonra yataktan
atlayıp açık pencereye koĢtu. DıĢarda, uzaklarda bir
yerde bir köpek havlıyordu. Ama arka bahçe tümüyle
karanlık ve sessizdi.
Barry'nin yatak odası koridorun en sonunda
bulunuyordu. ġimdi iyice meraklanan Barry koridoru
geçerek oturma odasına girdi. Oda küçük bir gece
lambasının mayi ıĢığı dıĢında karanlıktı. Barry bir
Ģeylerin her nasılsa farklı olduğunu, alıĢılmıĢın
dıĢında bazı Ģeyler döndüğünü seziyordu. Oturma
odasının bütün pencereleri açıktı ve gecenin soluğu
perdeleri çok garip bir biçimde havalandırıyordu. Ön
kapı da ardına kadar açıktı; avludaki ıĢık ge cenin
karanlığında daha parlak görünüyordu.
Tüm bu gariplikler küçük çocuğu korkutmadı.
Barry eğlenceye hazırdı. Açık pencere ve kapılardan
tuhaf bir koku geliyordu. Hani fırtınadan sonra havayı
saran o koku gibi. Ama Barry öyle bir fırtına
olmadığını biliyordu. Ne gökgürültüsü, ne de yağmur
sesi duymuĢtu. Sakin bir yaz gecesiydi. Üstelik
bunun niteliği de değiĢikti.
Barry bir de mutfağı kolaçan etmek istedi.
Burada da pencereler ardına dek açıktı, içeri dolan
rüzgâr daha sert esiyordu. Arka kapı da açıktı,
zincirini tıkırdatıyordu. Bu da önemli değildi. Ama
Bingo'nun girip çıkması için kullanılan kapının
altındaki kapak menteĢelerinden sökülmüĢ olarak
yerde duruyordu; köpek de buzdolabının yanındaki
yatağında yoktu.
Üstüne üstlük buzdolabının kapağı açıktı ve yerde süt ĢiĢesi, tereyağ, peynir ve yemek artıklarından
oluĢan bir yığın vardı. Yiyecek izleri buradan köpek
kapısına
STEVEN SPIELBERG
doğru gidiyordu. Barry yerden ya rısı erimiĢ bir
dondurma külahı aldı. Birden mutfakta baĢka Ģeyler
de dikkatini çekti. Barry ansızın döndü, elindeki
dondur-ma külahı yere düĢerek muĢambaya yayıldı.
Küçük çocuğun hızla geri dönmesiyle buzdolabının
kapağı kapanmıĢtı. ġimdi dikkat kesilmiĢ dıĢ kapıya
bakarak
bekliyor,
gözlerini
diktiği
yerden
ayırmıyordu. Derken Barry Guiler gülümsedi.
Gözlerindeki utangaç, muzip ifade oyuna bir çağrı
gibiydi. Bir karĢılık bekliyordu. Bir süre daha
baktıktan sonra kıkır kıkır güldü. BakıĢlarını bir an
baĢka bir yere çevirdi, sonra yeniden gözetliyormuĢ
gibi yaparak neĢeli sesler çıkardı. Bir gülüĢ, bir kaçıĢ
daha. Yeni bir oyun. Birden Barry ciddileĢti. Topukları
üzerinde maymun gibi bir öne, bir arkaya sallanarak
çevresinde döndü. Sonra baĢını yavaĢça bir sağa bir
sola döndürerek horoz gibi dikleĢtirdi. «Böyle mi?
Böyle mi?» Hiç korkmuyordu. Cesurdu. «Moo» diye
bağırdı. Yüzüne korkunç bir anlam vermeye çalıĢarak,
«Bööö... böööö!» diyordu. «Hırrr... Gırrr!»
Jillian Guiler yatak odasında uyandı. Bir haftadır
gripten yatıyordu. Kafası, yatağı ve odası
darmadağınıktı. Jillian'la Barry'nin yaĢadığı bu küçük
ev, Indiana'nın kırsal kesiminde, alçak bir tepenin
doruğundaydı. Gerçi evin idaresi kolaydı ama Jillian
kendini iyi hissetmediğinden ev iĢlerini bir süredir
ihmal etmiĢti.
Yatak odası dağınık olmasına dağınıktı, ama hiç
'olmazsa
aradığını bulabiliyordu. Evin öteki
bölümlerini dolaĢan rüzgâr birden Jillian'ın odasına
girerek, kâğıt mendilleri ve Barry'nin karakalem
yapılmıĢ portrelerinden bir-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN
ĠLĠġKĠLER
kaçını uçurdu. Yatağın baĢucundaki komodinin
üzerinde bir sürü ilaç kutusu, burun damlaları, yarısı
yenmiĢ bir sandviç ve bir Coco-Cola ĢiĢesi
duruyordu.
Jillian gribin neden olduğu o garip ruh haliyle
kendine gelir gibi oldu. Yorgundu ama uykusu yoktu;
düĢünebiliyordu ama kafası bulanıktı; yapması
gerekenleri biliyor ama harekete geçemiyordu.
Bornozuna sarınmıĢ halde yorganın altındaydı.
Televizyon açık kalmıĢtı. Jillian önce iĢittiği kıkırtılı
gülüĢün televizyondaki bir programdan geldiğini
sandı. Ancak aynı gülüĢü bir reklam sıra sında da
iĢitince, nereden geldiğini anlayıverdi.
***
Barry dıĢarıda gördüğü Ģeyi taklit etmeye
baĢlamıĢtı. Yüzünü Ģekilden Ģekle sokuyor, elleriyle
gözlerini 'bir açıp bir kapıyordu. «Ce-e, Ce-e.» Kendi
çevresinde bir topaç gibi birkaç kez döndükten sonra
baĢını bir sağa bir sola doğru dikleĢtirdi.
Barry olanlardan hoĢnut bir halde yüksek sesle
gülerken, kapıya, karanlığa doğru ilerliyordu. Kapıdan
çıkarken solgun, turuncu bir ıĢık yüzünü aydınlattı.
Barry gülerek kapıdan çıktı.
ĠĢte giderek uzaklaĢan bu gülüĢ, Jillian'ın
uyanmasına neden olmuĢtu. Bir de oyuncakların
gürültüsü.
Jillian yarı uyanık yatarken, onu neyin
uyandırdığını düĢünüyordu. Derken yavaĢ yavaĢ
gözlerini açarak yatağın içinde doğrulurken, bir
oyuncak polis arabası tepesindeki trafik lambasından
ıĢıklar saçarak odaya girdi.
Polis arabasının ardından topunun ağzından
kırmızı alevler saçan bir tank geliyordu. Arkasından
da uçuĢa hazır halde bir jumbo jet. Ve en arkada
pantolonu düĢmüĢ,
R:2
STEVEN
SPIELBERG
kollarını öne uzatmıĢ bir Frankenstein canavarı.
ġimdi Jillian tam anlamıyla uyanmıĢtı. Yorganı
fırlatarak yataktan kalktı. BaĢparmağının ucundan kıl
payı geçen polis arabası duvara çarpıp durmuĢtu.
Onun ardından öteki oyuncaklar birbirilerine
çarparak üst üste yığılıp kaldılar.
«Barry?» diye seslendi Jillian.
Sonra iĢittiği o gülüĢü anımsadı. Artık
duyulmuyordu ama anısı sessiz gecede asılı
duruyordu hâlâ.
Yatağın baĢucundaki saat 10:40'tı. Bu saatte
Barry ne yapıyordu? Yatalı daha iki saat olmuĢtu.
Jillian sendeleyerek koridoru geçip Barry'nin
yatak odasına girdi. Yatak boĢtu. Pencereler de
açıktı. Odadan koĢar adım çıkan Jillian yine koridoru
geçip oturma odasına gitti. Çılgın gibi çevresine, açrk
pencerelere, sokak kapısına ve avludaki ıĢığa>
bakıyordu.
ġimdi yanılmasına olanak yoktu artık. Barry"nin
gülüĢüydü bu ve evin dıĢından, gecenin karanlığında
bir yerlerden geliyordu. Jillian küçük bir çığlık attı,
ardından hap-Ģırdı.
GülüĢü yeniden iĢitti. Giderek uzaklaĢıyordu.
Aman Tanrım, diye düĢündü Jillian dehĢet
içinde. Sokak kapısından çıkıp avluda durdu. IĢığın
gerisindeki karanlığa gözlerini alıĢtırmaya, boĢ yere
bir Ģeyler görmeye çalıĢıyordu. Gözlerinden yaĢlar
boĢandı boĢanacaktı. Kendine hakim olmaya
çalıĢarak, «Barry! Barry!» diye bağırdı. Bir yandan da
karanlığın içinde, oğlunun gülüĢünün kaybolduğu
yöne doğru ilerliyordu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Yeryüzündeki
tüm
hava
trafik
kontrol
merkezlerinin içi gerçekdıĢı bir görünüm taĢır.
BirleĢik Amerika Devlet-leri'nin orasına burasına
serpiĢtirilmiĢ düzinelerle hava trafik kontrol merkezi
bulunmaktadır. Indianapolis yakınlarındaki yarı
yarıya toprağa gömülmüĢ olanıysa, birçoğu gibi pek
bir özelliği olmayan tipik bir hava trafik kontrol
merkezidir.
Bu kocaman beton yapıların içinde yaratılmıĢ
olan yapay dünyayı seçebilmek için dikkatle bakmak
gerekir. Çünkü ortalık loĢtur genellikle. Kapılarınnerede olduğunu belli belirsiz gösteren, üstleri
siperlikli ve düĢük vatlı ampullerden baĢka çevreyi
aydınlatan ıĢık bulunmaz.
Ġndiana uçuĢ bölgesini tarayan radar ekranlarının
ıĢığı hakimdir odaya. Ne gecenin, ne de gündüzün
belli olduğu, yalnızca yukarıdaki gerçek dünyada
olup bitenlerin elektronik bir görüntüsünü yansıtan
parlak radar ekranlarının yapay ıĢığı...
Ülkenin tüm hava trafiği burada gözden geçirilir,
radarla kaydedilir ve telsiz aracılığıyla sorguya
çekilir. Kendini tanıtmak, kimliğini doğrulamak, geçiĢ
izni ve gerekirse tavsiyeler almak yoluyla ya
Indiana'ya iner ya da ço-
STEVEN SPIELBERG
ğunluk saatte bin kilometreyi bulan bir hızla baĢka
baĢka yerlere doğru geçer gider uçaklar.
Bu loĢ dünya yapaymıĢ gibi görünmekle birlikte
asıl amaç, bütün hava trafik kontrolcularmın umduğu
gibi gerçek olaylara tümüyle uyabilen bir görünüm
sağlayabilmektir. Her kontrolcu ister bir jumbo jet,
isterse alçaktan uçan dört kiĢilik özel bir uçak olsun,
herkesin eyaleti sağ sağlim geçebilmesini sağlamak
üzere gerekli düzenlemeleri yapabilmeyi umar.
Ama umar yalnızca, çünkü bazen evdeki hesap
çarĢıya uymaz...
O hafta Harry Crain geceyarısı iĢbaĢı yapıyordu.
O saatlerde radar ekranlarının baĢında sadece beĢ,
altı kiĢi bulunurdu. Harry genellikle onların gerisinde
bir aĢağı bir yukarı dolaĢır, zaman zaman da yüksek
bir taburede otururdu. BaĢındaki kulaklığı uzun,
sarmal bir kabloyla telsiz aygıtlarına bağlıydı. Tam
ağzının önünde bulunan kıvrık bir plastik boru, sesini
mikrofon aracılığıyla yükseklerdeki gerçek dünyaya
iletiyordu.
O gece dört trafik kontrolcüsü ilk vardiyalarını almıĢlardı. Çifter çifter ve yanı yana radar ekranlarının
önüne oturdular. Hepsi de yakaları açık beyaz
gömlek giymiĢti. Gömleklerinin kolları da sıvalıydı.
BaĢlarının üstündeki hoparlörlerden hava trafiğinin
alıĢılagelmiĢ telsiz vızıltısı iĢitiliyordu. Vızıltılar Ģimdi
seyrekleĢmiĢti; çünkü In-dianapolis üzerindeki bölge,
aĢağıdaki hava trafik kontrol merkezindeki kadar
karanlık ve hareketsizdi.
«Hava Trafik Kontrol,» diye bir pilotun sesi
duyuldu ansızın. «31 Aireast'in uçuĢ alanında trafik
var mı?»
Harry Crain ekranlardan birine dikkatle baktı.
Veri bloklarından yalnızca üçü tümüyle, biri de
kısmen, doluydu. Aynı yönde giden uçaklardan ikisi
birbirlerinden yirmi
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
beĢ kilometre uzaktaydı. Bir baĢka yönde giden
üçün-cüsüyse, Aireast'ten oldukça uzakta kalıyordu.
Ekranın geri kalan bölümü boĢtu.
Harry mikrofonuyla devreye girdi. «31 Aireast,
uçuĢ alanınızda iki uçaktan baĢka trafik yok.
Bunlardan biri TWA'nin L-1011'i. Sizinle aynı yönde
ve yükseklikte. Arkanızda ve yirmi beĢ kilometre
uzakta kalıyor. Bir de Allegheny ġirketinin DC-9'u var.
O da önünüzde ve sizinle aynı yükseklikte ama
seksen kilometre kadar uzakta. Ayrılmayın. Bir de
geniĢ alan taraması yapayım.»
Harry uzanıp bir düğmeye bastı. Radar ekranı
dar alandan geniĢ alan taramasına baĢladı. Harry
ekrana bir göz attıktan sonra yeniden baĢka bir
düğmeye bastı. Bilgisayardan geçerek yansıyan
görüntüye bakıyordu. Aireast'in dolayında iĢaret
vermeyen bir uçak ya da baĢka bir hava aracı vardı
gerçekten. Harry ekrana daha dikkatle baktı. Tam o
sırada Aireast'in pilotu konuĢmaya baĢlamıĢtı. «31
Aireast'in önünde ve beĢle yedi kilometre uzağında
bir trafik var. Oldukça yüksekte ama alçalıyor.»
Kontrolculardan biri öne doğru eğilip ekrana
baktı ve pilotun sözlerini onayladı hayretle.
«31 Aireast,» diye mikrofona konuĢtu Harry.
«Evet, o konumda bir trafik ben de görüyorum. Ancak
yüksek irtifa trafiğinde böyle bir Ģey olmaması gerek.
Bir de alçak irtifayı kontrol edeyim.»
Harry iç haberleĢmeyi sağlayan adamına döndü.
«AĢağıdakileri ara ve bunun ne olduğunu bilip
bilmediklerini öğren...»
«31 Aireast'ten merkeze.» Pilot, Harry'nin
devresini keserek araya girdi yeniden. «Bu trafik
alçak irtifada de-ğil. Kuzeydoğumuzda ve alçalmaya
devam ediyor.»
«Ne tip bir uçak olduğunu söyleyebilir misiniz?»
STEVEN SPIELBERG
Pilotun sesi olağan geliyordu. ġu anda rapor
edeceği Ģeyi düĢünüyor olmalıydı. «Olumsuz. Belirli
dıĢ hatları yok. Ook da parlak. ġimdiye dek
gördüğüm en parlak ıĢık. Beyazdan kırmızıya
dönüĢüyor. Renkler de çok çarpıcı.»
ġimdi öteki kesimlerin kontrolcuları da Harry'nin
önündeki
ekrana
bakıyor
ve
konuĢmaları
dinliyorlardı. Harry'nin koordinatörü uzanıp bir
düğmeye bastı, birini arayarak ağzının
içinde
anlaĢılmaz bir Ģeyler söyledi.
Harry yüksek taburesinden radar ekranlarını
izledi bir süre. Sonra öteki uçakla bağlantı kurarak,
«517 TWA, durumu bildirin,» dedi.
Hoparlörden değiĢik bir ses duyuldu bu kez.
«Merkez, burası 517 TWA. Sözkonusu trafik Ģimdi
sanki çok parlak iniĢ ıĢıkları yakmıĢ gibi. Telsiz
konuĢmalarını duymadan önce bunları Aireast'in iniĢ
ıĢıkları sanmıĢtım.»
O sırada Aireast'in pilotu konuĢmaya baĢladı
yeniden. «517 TWA, sözlerinizi tekrar edin lütfen.»
TWA'nin pilotu ağır ağır ve net bir Ģekilde sordu.
«31 Aireast, iniĢ ıĢıklarınızı yaktınız mı?»
«Hayır, yakmadık.»
Harry araya girdi. «517 TWA, Ġndianapolis
Merkezi konuĢuyor. Aireast sizinle aynı yönde ve
yirmi beĢ kilometre uzakta, önümüzde, uçuĢ
yüksekliği de aynı. Durumunuzu bildirin lütfen.»
Harry koordinatöre dönerek, «Aireast kendisiyle aynı
irtifada olağanüstü bir trafik olduğunu iddia ediyor.
Ne olduğunu bilmiyorum.»
TWA'nin konumu ekranda belirmiĢti. Harry pilota
Aireast'i görüp görmediğini sordu.
«Olumlu, görüyorum.»
«517 TWA, Aireast'in yakınlarındaki trafiği de
görebiliyor musunuz?»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
«Evet,» dedi pilot ihtiyatla. «Görüyoruz ve onu
Ġzliyoruz.»
«Ne yapıyor Ģimdi?»
«Tam Aireast'in bildirdiği gibi hareket ediyor.»
31 Aireast araya girdi. «Trafik Ģimdi beĢ yüz
metre kadar altımıza indi. Bekleyin bir dakika...
Ayrılmayın... Tamam merkez. Trafik sağa döndü ve
tam üzerimize doğru geliyor. Biz de sağa dönüyor ve
üç-elli uçuĢ düzeyini terkediyoruz.»
Harry Crain taburesinden fırladı. LoĢ odada hava
gerginleĢmiĢti.
Koordinatöre dönerek, «Bana telefonda WrightPat-terson'u bul çabuk,» dedi. «Orada hangi
Tanrının cezası deneyi yapıyorlar acaba?»
«31 Aireast,» diye seslendi Harry hemen
ardından. «Aiçalın ve üç-bir-sıfır uçuĢ düzeyini
koruyun... Allegheny DC-9, siz de derhal otuz derece
sağa dönün... Aireast uçağı üç-bir-sıfır uçuĢ
düzeyine iniyor.»
Aireast'in pilotu hâlâ sakin konuĢuyordu. «Parlak
ıĢıklı trafik Ģimdi köĢeli iniĢe geçti ve balistik olmayan
bazı hareketler yapıyor.)
Harry'yle koordinatör birbirilerine baktılar
yalnızca.
«Tamam, merkez,» dedi Aireast'in pilotu. «Tra fik
Ģimdi son hızla geliyor. AĢırı parlak ve çok hızlı
hareket ediyor.»
«Burası 517 TWA,» diye bildirdi öteki pilot da.
«Trafikten uzaklaĢmak için biz de biraz sağa
kayıyoruz.»
«Tamam, 517 TWA.» dedi Harry Crain. «Sağa
sapma onaylandı.»
«31 Aireast'ten merkeze. Üç-bir-sıfır düzeyine
indik.
olmuĢtu.
STEVEN SPIELBERG
Trafik kuzeybatımıza geçti ve dört yüz elli metre
kadar uzakta. Çok hızlı hareket ediyor.»
Bu arada uçuĢ kulesi Ģefi loĢ odaya sessizce
girmiĢ, Harry'nin tam arkasında duruyordu. Ġlk kez
konuĢtu. «Sor bakalım onlara, resmi olarak rapor
vermek istiyorlar mı?»
«Merkezden 517 TWA'ya,» dedi Harry.
«Aireast'in yakınındaki trafiğin bir TanımlanmamıĢ
Uçan Cisim olduğunu resmi olarak rapor etmek ister
misiniz?»
Birkaç saniye parazitten baĢka bir Ģey
duyulmadı. Sonra cevap geldi. «Olumsuz... Rapor
etmek istemiyoruz.»
Harry bu kez öteki pilota' sordu. «31 Aireast,
yakını-nızdaki trafiğin bir TanımlanmamıĢ Uçan
Cisim olduğunu rapor etmek ister misiniz?»
Parazitler çoğalmıĢtı.
«Olumsuz. Biz ou tür bir rapor vermek istemiyoruz.»
«31 Aireast,» diye ısrar etti Harry. «Herhangi bir raporun resmi kayıtlara geçmesini istiyor musunuz?»
«Nasıl bir rapor vereceğimizi bilmiyoruz ki...» Harry
gülümsedi. RahatlamıĢtı. «Ben de bilmiyorum,» dedi.
«Trafiği varacağı yere kadar izlemeye çalıĢacağım.»
«Ve bize de üç-bir-sıfır uçuĢ düzeyinde yol
gösterin,» dedi pilot, sonra birden aklına gelmiĢ gibi
ekledi. «Uçağın arkasındaki görevli, trafiğin
yakınından geçtiğimiz zaman yolcuların resim
çektiğini söyledi.»
Harry Crain bölüm Ģefine dönerek yavaĢça,
«Bunları görmek Ġsterdim,» dedi. Sonra mikrofondaki
konuĢmasını sürdürdü. «Allegheny J-8'i kesecek
Ģekilde sağa dönün ve normal rotanızı koruyun.
TVVA'nın uçuĢ düzeyi üç-bir.»
Bölüm Ģefi yine geldiği gibi sessizce karanlıkta
kayboldu. UçuĢ kulesindeki gerginlik de azalır gibi
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Harry'nin koordinatörü sordu. «Bu tür bir Ģey için
kitap ne diyor?»
«Allah kahretsin, nereden bileyim?» diye
söylendi Harry. «Hava Kuvvetleri otuz yıl önce
yazmaya baĢlamıĢtı. Hele bitirsinler de görelim.»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Aireast 31, Roy Neary'nin evinin üstünden o
gece saat dokuz sularında geçti. Jetlerin gürültüsü
evin içinde pek duyulmadığından uçağın geçiĢi
kimsenin dikkatini çekmemiĢti.
Rey kent dolayındaki evinin oturma odasına
elko-yarak öyle bir döĢemiĢti ki, gören buranın
KurtuluĢ Ordusunun özel bir odası sanabilirdi.
Duvarlarda çeĢitli elektrikli araçlar asılıydı. Odanın
her köĢesinde de mekanik bir araç bulunuyordu. Bu
odada bulunan yetiĢkin oyuncakları, bir çocuğu
çocukluk döneminden yoksun bırakacak kadar çoktu.
Odadaki en dikkat çekici Ģey pingpong masasının
üzerine kurulmuĢ olan oyuncak tren takımıydı.
Demiryolları,
yapma
dağlardan,
göllerden,
köprülerden geçiyordu. Her Ģeyiyle tam bir maketti
bu.
O gece Roy Neary'yle sekiz yaĢındaki oğlu Brad
oturma odasında yalnız baĢlarına, yan yana
oturuyorlardı. Roy oğlunun matematik ödevine yardım
etmeye çalıĢıyordu. Ama ayakları dibinde bir yığın
aritmetik kitabıyla oturan Brad, toplama ve
çıkarmayla elektrikli trenlerden da ha az ilgilenir
gibiydi.
Neary'nin karısı Ronnie arasıra pingpong
oynamaktan hoĢlanırdı. Ancak Roy karısına dikkatli
bir dille oğlan çocuk yetiĢtiren ailelerde bu tür
elektrikli bir tren takımının bulunmasının ne denli
önemli olduğunu anlatmıĢtı.
Karısı da, «Tren takımı baba için önemli olabilir,»
karĢılığını vermiĢti. «Pingpongun anne için olduğu
gibi.»
Roy bu çekiĢmeyi tren takımını haftasonları
sökeceğine söz vererek önlemeye çalıĢmıĢ ama
nedense bundan sonraki aylarda söküleceğine, tren
takımına her gün yeni bir parça eklenmiĢti. ġimdi her
Ģeyi tamam olan bu oyuncağı çalıĢtırmak Neary'nin
boĢ zamanlarının çoğunu almaktaydı.
«ġu alt geçite kalkıp inen bir köprü koymaya ne
dersin, baba?» diye sordu Brad.
Neary'nin kaĢları çatılmıĢtı. «Aklının ev ödevinde
olduğunu sanıyordum.»
«Aritmetikten nefret ediyorum.» Çocuk elindeki
kurĢun kalemini fırlatıp atarak gözlerini karĢı koyucu
bir ifadeyle babasına dikti.
Neary sakin bir tavırla kalemi yerden alıp
çocuğun eline tutuĢturdu. «Diyelim ki,» dedi.
«Ġstasyon Ģefi sana on sekiz tane vagon verdi ve eĢit
sayıda vagonları bulunan iki tren oluĢturmanı istedi.
Ne yaparsın?»
Brad kalemini fırlatıp attı yeniden. Sonra elini
arka cebine sokarak küçük bir hesap makinesi
çıkardı. «Bu, hiç de zor değii.» dedi. «Hesap
makinesiyle bulurum. Nasıl olsa yanımda her zaman
bunlardan bir tane bulunacak.»
Roy içini çekerek tavana doğru baktı.
Aralarındaki uzun sessizlik altı yaĢındaki Toby
Neary'nin bir kasırga gibi odaya dolmasıyla bozuldu.
Toby odaya girerken önüne ne geldiyse devirmiĢti.
Pek de öfkeli görünüyordu. Ġri
STEVEN
SPIELBERG
mavi gözleri çakmak çakmaktı. Kirli elinin parmağını
Roy' un yüzüne doğru uzatarak, «Fosforlu boyalarımı
çalmıĢsın,» diye bağırdı.
«Bir Ģeyini çalmadım ben.»
«Ben senin Ģeylerini çalmıyorum ama.» Toby
inatla suçlamasını sürdürüyordu.
O sırada odaya giren Ronnie, Roy'un dikkatini
dağıttı. Ronnie gözleri kapalı, ellerini öne doğru
uzatmıĢ, bir uyurgezer gibi yavaĢça yürüyordu.
Uzun sarı saçlı, oval yüzlü, sivri çeneli ve de
genellikle her Ģeyden çabuk bıkan bir kadındı Ronnie.
Kızınca gözlerini iri iri açardı. KaĢları da kocasının
garip fikirleri karĢısında her zaman havaya kalkmaya
hazırdı. ġimdi gözleri görmeyen biri gibi, kollarıyla
çevresini yoklayarak yürüyordu. Üç yaĢındaki Sylvia
da annesinin eteklerine tutunmuĢtu. Ayaklarını iyfce
havaya kaldırıp sonra yavaĢça yere koyarak
ilerliyordu. Onun da gözleri sımsıkı kapa lıydı.
Neary hayretle, «Ronnie,» dedi.
Ronnie kocasına aldırıĢ etmeden, «Brad,» diye
seslendi. Gözleri hâlâ kapalı, yüzü ifadesizdi. «Brad,
iĢte sana bir aritmetik problemi. Eğer haftada yedi
gün varsa ve annen bütün bu günler evdeyse,
annene gezecek kaç gün kalır?»
, Bu kez Brad'ın hesap makinesine ihtiyacı
olmadı. «Sıfır.»
«Ronnie,» diye yineledi Neary. Olanlardan hiç
hoĢlanmamıĢtı. «Aç gözlerini.»
"Ronnie sordu. «Neden açayım? Hiç ihtiyacım
yok. Böyle bütün evi dolaĢabilir, yatakları yapar,
yemeğinizi piĢirip ortalığı temizleyebilirim. Hem de
hepsini gözlerim kapalı yaparım. Toby'nin kafesteki
sincabı gibiyim ben.»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
«Hiç de değil,» dedi Roy. «Gözlerini aç da Ģuna
bir bak.»
Ronnie gözlerini yavaĢça açtı. Roy ne olduğu
belirsiz bir Ģeyler mırıldanıyordu. Bu da halinden
memnun olduğunu gösterirdi. Neary tren takımının
kontrol tablosunda bir düğmeye bastı. Anneyle
çocuklar küçük bir yelkenlinin harekete geçerek
aynaya benzeyen bir gölde dolaĢmaya baĢladığını
gördüler. Yelkenli o sırada üzerinden trenin geçeceği
bir demiryolu köprüsüne yaklaĢıyordu. Tren tam
köprüye geldiği anda durdu. Köprü iki yana açılarak
yelkenliye yol verdi. Yelkenli titrek hareketlerle köprüden geçtikten sonra köprü kapanmaya baĢladı.
Ama tam kapanmasına fırsat kalmadan, tren
harekete geçip köprü üzerinde ilerleyince, madeni bir
ses çıkararak göle yuvarlanıverdi.
Neary'nin gülümsemesi kaybolmuĢtu. «Hımmm.»
Ronnie gözlerini trenden ayırıp kocasının yüzüne
dikerek, «Aman Roy.» dedi. Sesi anlamsızdı.
«Gerçekten müthiĢ bir gösteriydi.»
«Ama biraz önce böyle olmadı.»
«Tabii, hiç kuĢkusuz...» Gözlerini kocasından
ayırma-mıĢtı. ġimdi Toby'ninkinden daha çakmak
çakmaktı mavi gözleri. «Bu demiryolu oyununa iki
hafta daha tanıyorum,» dedi. «Ondan sonra doğu
zemin katındaki elektrikli tenis ve tuvalet takımı, öteki
Ģeylerin yanını boylayacak.»
«Ama bu haksızlık.»
«Daha bitmedi,» diye homurdandı Ronnie. «ġu
Tanrının cezası çiftliği de takımıyla birlikte arka
bahçeye kurabilirsin.» Ronnie hırsla gazeteleri
topluyor, ortalıkta eli ne geçirdiği öteberiyi bir köĢeye
yığıyordu. «Tanrım, bu ovde iĢten baĢka bir Ģey yok
mu? Hizmetçiden beter oldum.»
STEVEN SPIELBERG
«Geçen haftasonu dıĢarı çıkmıĢtık ama,» diye
Neary karısını yatıĢtırmaya çalıĢtı.
«Ġki sokak yürüyüp bir kahve içmek pek de
eğlenceli sayılmasa gerek.»
«Her gün Brad'i okula götürürken hava
alıyorsun.» Neary yine alttan alıyordu.
«AnlaĢılan Toby'yi okula götürmek ya da
Sylvia'yla süpermarkete uğramak da o sayılı
eğlenceler arasında. Ya da ne bileyim, arabayı lâstik
değiĢtirmek için garaja götürmek, ha?»
Neary içinin burkulduğunu hissederek, «Çok
tatsız bir tablo çiziyorsun,» dedi karısına.
«O zaman bana baĢka bir fırça ver.»
«Bak, eğer enerji Ģirketindeki iĢimin çok
eğlenceli olduğunu sanıyorsan...» diye söze baĢladı
Neary. Bir yan< dan da karısının ne denli öfkeli
olduğunu anlamaya çalı-Ģıyordu. Ronnie'nin öfkesinin
hangi boyutlara ulaĢabileceğini çok iyi bilirdi. «Bak,
dinle,» diye konuĢmasını sürdürdü. «Bozuk bir
transformatörü onardığın zaman tüm sistem
düzelebilir.»
Ronnie kocasına boĢ boĢ bakıyordu. Kafası baĢka
yerdeydi. «Herkesin sık sık sözünü ettiği yeni bir Ģey
olsa gerek bu.»
«Nedir o yeni .Ģey?»
,
«YaĢam biçimi. Biz de yaĢam biçimimizi
değiĢtirsek iyi olacak.»
«O dediğin zenginlerin harcı, sevgilim,» dedi
Roy. «Onlar bir dükkâna bir telefon açıp kendilerine
tümüyle yeni bir yaĢam biçimi sipariĢ ediverirler.»
«Belki de yaĢam biçimi değildir bu,» diye
mırıldandı Ronnie. «Belki de dergilerin sözünü ettiği
Ģeydir... Yani
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
yaĢamın niteliği. Hayatta herhalde süpermarketlerin
raflarında bir dolarlık tuvalet kâğıdı aramaktan baĢka
Ģeyler de olsa gerek...»
Neary uzunca bir süre sesini çıkarmadı. Ronnie
hiçbir
zaman
kocasının
yeterince
para
kazanamadığından yakınmamıĢ ya da maaĢının
azlığını kafasına kakmamıĢtı. Dolayısıyla Roy da her
Ģeyin yolunda gittiğini* sanıyordu.
«Ocakta zam aidim,» diye ihtiyatla söze
baĢladı.
Ronnie baĢını sallayarak, «YanlıĢ anladın,» dedi.
«Paradan söz etmiyorum. Dükkânlardan da özel
Ģeyler satın almak istemiyorum. YaĢamımda bazen
özel Ģeylere sahip olmak benim için yeterli. Ve Roy,»
diye ekledi. «Bilirsin ben kolay mutlu olan bir
kadınım.»
«Öyle mi?»
«Acapulco'da
bir
haftasonu
geçirmek
istemiyorum. Yalnızca özel bir Ģey olmasına öyle
ihtiyacım var ki... SözgeliĢi, bir gün bana bir çiçek
getirsen dünyalar benim olabilir. Bir tek gül...»
Neary'nin yine içi burkuldu. «Hep de unuturum.»
«Eğer istediklerimi bir anlayabilsen her Ģey
hallolacak.»
Canı sıkılan Tbby, «Babam fosforlu boyalarımı
aldı,» diye girdi araya. Dikkati kendince önemli olan
Ģeye çekmek istiyordu.
Ronnie gazetenin sinema sayfasını katlayarak
kocasına uzattı. «ġuna bir göz at.»
Neary o hafta oynayan film listesine baktı. «Hey!
Bakın ne var? Pînokyo gelmiĢ.»
«Kim?» diye sordu Brad.
Ronnie çantasını açmıĢ, kapağındaki aynada
yüzünü inceliyordu. «Çok gülümsüyorum,» diye
söylendi. «Ağzımın yanlarında kırıĢıklıklar belirmiĢ.»
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
«Pinokyo,» diye yineledi Neary. «Çocuklar, siz
Pinok-yo'yu hiç görmediniz. ġansınız varmıĢ!»
Brad kaĢlarını çattı. «Ama bu haftasonu golf
oynayacağımıza söz vermiĢtin, baba.»
«Tamam, golfe söz vermiĢtin,» dedi Toby de. Bu
kez nasılsa bir Ģeyi onaylamıĢtı.
«Ama Pinokyo çok ünlüdür,» dedi Neary.
«Dudaklarım da inceliyor,» diye Ronnie kendi
kendine yüksek sesle konuĢtu. «Ve de ifadesi
aksileĢiyor. Tıpkı anneminki gibi...»
Brad içini çekerek, «Bebekler için yapılan o
budalaca miki filmini kim görmek ister?» dedi.
«Kaç yaĢındasın sen?» diye sordu babası.
«Sekiz.»
«Dokuz olmak ister misin?»
«Tabii.»
«O zaman yarın Pinokyo'yu seyredeceğiz.»
Ronnie aynadaki görüntüsüne bakarak söylendi.
«Çocukların kafasını çeliyorsun.»
«ġaka ediyordum,» dedi Neary. «Ama benim
çocukluğum Pinokya'yla geçti. Çocuklar her zaman
aynıdır. Çok hoĢlanacaklarından eminim.» Bir süre
kendi kendine bir melodi mırıldandı, sonra Ģarkının
sözlerini söylemeye baĢladı. «Yıldızlardan bir dileğin
varsa... Ne olursa olsun...» Neary durdu.
Söylediklerinin ne karısı, ne de çocuklar için bir Ģey
ifade etmediğini anlamıĢtı.
«Siz haklısınız.» dedi ellerini açarak. «Kararınızı
siz verin. Kimseyi etkilemek istemem. Yarın minyatür
golf oynayabilirsiniz. Bu da sırada beklemek, ufak bir
topu küçük bir deliğe sokmak için çabalamak
demektir. Ayrıca hiç de sayı yapmayabilirsiniz. Ya da
Pinokyo'yu seyredersiniz. Bu da ömrünüz boyunca
anımsayacağınız müzik,
hayvanlar ve sihirli olaylar demektir.» Bir an
umutsuzluğa kapılarak, «Oya koyalım,» dedi.
Üç çocuk bir ağızdan, «Golf,» diye bağırdı.
Neary alındığını belli etmemeye çalıĢtı. «Tamam, ya rın golf oynuyoruz,» dedi. «Ama Ģimdi yatma zamanı.
Hemen yatağa.»
«Hayır, bir dakika,» diye karĢı çıktı Toby. «Bu
gece TV'de On Emir filmini seyredebileceğimizi
söylemiĢtin.»
O sırada telefon çaldı. Ronnie yerinden kalkarak
cevap vermeye gitti. Telefonun alıcısını kaldırırken,
«O film dört saat sürüyor,» dedi. «Alo? O merhaba
Earl.»
Neary kendi kendine konuĢur gibi, «On Emir'den
beĢini görebileceklerini söylemiĢtim onlara,» diye
mırıldandı.
«Bir dakika Earl,» dedi Ronnie telefona. «Bütün
bunları aklımda tutamam ben. Sen en iyisi Roy'a
söyle.» Telefonu kocasına uzattı. «Bak bir Ģeyler
olmuĢ.»
Neary yerinden kalkıp pingpong masasının
çevresini dönerken, «Çocuklarım Pinokyo'yu
görmek istemiyor,» diye söylendi. «Ne günlere
kaldık.»
Roy telefonun yanına geldiğinde, Ronnie alıcıyı
kocasının eline vereceğine bir eliyle onun kulağına
tuttu, sonra sokulup öteki kulağını öptü. Neary
karısının ani ruhsal değiĢmelerine alıĢıktı. Eğilip
kulağını öpmek için sabırsızlanan Sylvia'yı da
kucağına aldı.
«Ne oldu, Earl?» diye enerji Ģirketindeki iĢ
arkadaĢına sordu.
«Enerji gönderim merkezinden telefon ettiler.»
Earl'in sesi endiĢeli çıkıyordu. «Ana voltajda büyük
bir kaçak var.»
«Ana voltajda mı? Nasıl olur?»
STEVEN
SPIELBERG
«Gilmore Ġstasyonundaki transformatörlerin yarısı
devreden çıktı.» Earl mümkün olduğu kadar çabuk
anlatmaya çalıĢıyordu. «Her an elektrik kesilebilir.
Onun için elektrik varken üzerine bir Ģeyler giyip
hemen gel.»
«Earl, neler oluyor?»
«Haydi çok konuĢma, hemen Gilmore'a gel,
Roy.»
Roy telefonu kapattığında hat çoktan kesilmiĢti.
«Duydun mu?» diye sordu karısına dönerek.
O anda ev karanlığa gömüldü ve her Ģey sustu.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Eğer yeryüzünde bir Moog Synthesizer (*) de
karmaĢık değilse, baĢka hiçbir Ģey karmaĢık değildir.
Bu aygıtlardan hâlâ dünyada çok sayıda yok. Pek az
kiĢi de bu aygıtı yapmasını ve çalıĢtırmasını bilir. Yine
daha az kiĢi synthesizer'lerle ne yapılabileceğini ya
da yapılamayacağını ve onun gücünü gnlayabilir.
Dolayısıyla iki yıl önce Stevie Wonder için
yapılmıĢ oları bir synthesizer'i değiĢtirmek üzere
acele emir geldiğinde, bu esrarengiz iĢlerden anlayan
sakallı, bıyıklı, gözlüklü bilim adamları biraz da
ĢaĢkın bir çabayla kolları sıvadılar.
ġaĢırmıĢlardı, çünkü Bay Wonder, daha önce
müzik
(*) Moog Synthesizer: İlk kez Robert Moog adlı bir bilgin
tarafından imal edilmiştir. Yapısındaki ses
titreşimlerini oluşturan audio-sinyal endükleme
bobinleri sayesinde her türlü basit sesi ve karmaşık
tınıları elektronik sentez yoluyla çıkaran bir aygıttır.
Elektronik
yapısı
bilgisayar
tarafından da
programlanmaya elverişli olduğundan çok karmaşık
ve seri olarak çalışabilir. (Ç. N.)
STEVEN
SPIELBERG
dünyasında hiç adları geçmeyen bir gruba Moog'unu
ödünç ya da tümüyle vermiĢti. Peki ama, neden
'böyle yapmıĢtı? Bu adamlar uzun menzilli nükleer
baĢlıklı
kıtalararası
balistik
bir
füzeyle
yapamadıkların! bir Moog Synthesizer'le nasıl
becereceklerdi?
ALTINCI BÖLÜM
Roy içeri girdiğinde, Ike Harris iki telefonla birden
konuĢuyordu. Biri, Ģirket baĢkanı Grimsby'nin kapalı
kaldığı asansörle, öteki de aynı derecede öfkeli olan
dıĢ dünyayla bağlantılıydı.
Harris tam bir panik içindeydi. Bir yandan
telefonda Grimsby'ye, «Gilmor'dakl A 27-KV hattı
gitti,» diyor, bir yandan da Neary'ye durumu
açıklıyordu. «Bütün devreler açık, merkezde her Ģey
normal ama yine de enerji varması gereken yerlere
ulaĢmıyor. Sanki bir kaçak var. Durmadan enerji
kaybediyoruz. Tolono karanlıkta. Crystal Gölü de.
Ne? Evet, efendim. Siz de karanlıktasınız.» Harris bir
an Neary'ye baktı, sonra gözlerini tavana kaldıra rak
Grimsby'nin telefondan ona gönderdiği olumsuz titreĢimleri Neary'ye aktarmaya çalıĢtı.
Grimsby'nin bağırmaları bir an için durunca,
«Tamam, anladım,» dedi Ike. «Öteki telefondan
haberleri alıyorum. 890 megavatlık hat tümüyle
gitmiĢ. Belediyenin elektrik iĢlerinden onarım için
yardım istedim. Ancak 500 KV'lık kule yeniden
çalıĢmaya
baĢlayıncaya
dek oraya
kimseyi
gönderemiyoruz Ģimdilik. Efendim? BaĢüstüne.»
Harris telefonu eliyle kapatarak, «Neary, o
bölgedeki
STEVEN SPIELBERG
normal hat gerilimi ne kadardır biliyor musun?» diye
sordu.
«Rüzgârsız havada hat baĢına normal gerilim on
beĢ bin libredir. Birkaç yıl önce o bölgede
bulunmuĢtum.»
Ike elini telefondan çekerek, «Oraya Ģimdi
Neary'yi gönderiyorum,» dedi.
«Öyle mi?» Roy ĢaĢırmıĢtı.
Harris boĢ olan eliyle Neary'ye kontrol odasından
çıkmasını iĢaret etti. «Çabuk davran. Fırla hemen.
Hayır, hayır size söylemiyorum, Bay Grimsby.»
Roy kapıya doğru yürürken, Ike'ın öteki
telefondan birine bağırdığını iĢitti. «Belediye
baĢkanına söyleyin on dakikaya kadar enerji
sağlanacak.»
On beĢ dakika sonraysa Neary kırsal kesimin
karanlık' yolunda ilerliyordu. Karanlıkta yolun adını ya
da numarasını göremediğinden, hemen hemen
kaybolduğundan emindi. Arabası evindeki çalıĢma
odasının küçük bir modeliydi. Haritayı direksiyona
yaymıĢ, ağzında tuttuğu bir el feneriyle yönünü
belirlemeye çalıĢıyordu.
Bu durumda araba kullanması yeterince
tehlikeliydi. Bir de uzun dalga radyosundan gelen
polis konuĢmaları dikkatini çekiyordu.
«Burası Ģerifin bürosu. Reva Yoluna yakın bir
yerde devriye arabası var mı?»
«Alo? Burası dağyolu altı-on devriye arabası.
Re-va'ya gidiyoruz. Size yardım edebilir miyiz?»
«TeĢekkür ederiz. Reva Yolunda iki - on birdeki
ka-dını görün. Kapısının dıĢındaki ıĢıklara bir Ģeyler
olduğunu söyledi. Gidip neler olduğunu anlayın.»
Polis radyosundaki konuĢmalar kesilmiĢti. Neary
arabasını yolun kenarına çekip durdurdu. Reva
Yolunun To-lono'da olduğundan emindi. Ama Ike,
Tolono'nun tümüyle,
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
karanlıkta olduğunu söylememiĢ miydi? Roy telsiz
telefona uzandı.
«TR. seksen sekiz - on sekizden arıza Ģefine.»
«Evet, arıza Ģefi.» Ike'ın sesinden durumunun on beĢ
dakika öncesinden farklı olmadığı anlaĢılıyord u. «Ne
istiyorsun?»
«Tolono'daki arıza giderildi mi?»
«ġaka mı ediyorsun? Ġlk karanlıkta kalan yer
Tola-no'ydu.»
«Polis radyosundan Tolono'da ıĢıklar olduğunu
duydum ama.»
«Tanrım!» diye bağırdı Harris. «Böyle bir gecede
polis konuĢmalarını mı dinliyorsun? Her Ģey durdu,
Neary. Tüm Ģebeke bozuk.»
Harris'in konuĢması birden kesilmiĢti.
Neary yola çıktı yeniden. Birkaç dakika sonra
ilerde dönen sarı ıĢıklar görünce, içinin biraz
rahatladığını hissetti. Ama çok değil. Neyse
kaybolmamıĢtı. Roy arabasını onarım ekibinin
arkasına çekip durdurdu. AĢağı indi. iki ekip vardı.
DurmuĢ kendilerine emir verecek bir yetkilinin
gelmesini bekliyorlardı. Karanlıkta belli belirsiz görünen kulenin yanında, adamları yukarıya kaldıracak
olan sarı bir vinç vardı.
Neary kendini rahatsız hissediyordu. Daha önce
böyle bir hat onarım ekibine baĢlık etmemiĢti hiç. Bu
adamların çoğu tecrübeliydi iĢinde. Roy bir zamanlar,
hat
onarımında
çalıĢmıĢtı ama
buradakiler
kendisinden en az on beĢ yaĢ büyük ve on kat daha
tecrübeliydiler. Enerji sistemini masa baĢından
yönetmesi, bu adamlar için hiç önemli değildi; ayrıca
vereceği emirleri -eğer verebilirse tabii- otomatik
olarak yerine getirmeleri anlamına da gelmezdi.
STEVEN
SPIELBERG
Roy tanıdık bir yüz seçti. Zenci biriydi. Earl
Johnson ona daha önce telefon etmiĢti.
«Merhaba Earl,» dedi Neary. «Ne oluyor?»
«Neler olmuyor ki,» diyerek gülümsedi zenci.
Sarı ıĢıkta bembeyaz diĢleri parlıyordu. «Sence
adamın biri neden iki mil uzunluğundaki bir nakil
hattını çalar?»
«ġaka ediyorsun.»
Earl cevap vereceğine elindeki altı voltluk feneri
yukarı kaldırarak ıĢığını kulenin tepesine ayarladı.
Sonra iki kalın bakır telin bulunduğu yere tuttu ıĢığı.
Ama tel yoktu.
«Tel kopmamıĢ.» dedi Earl. «Tümüyle yok olmuĢ.
Ġki direk arasında hiçbir Ģey yok.»
«ġu iĢe bak...» Neary çok ĢaĢırmıĢtı. «Belki bakır
fiyatlarının yüksekliği yüzünden çalınmıĢtır.»
Durumu rapor etmek için Neary'nin arabasına
doğru yürüdüler.
«Olabilir,» dedi Earl. «Çalınan tel bir servet eder.
Ben yetkililere kabloları toprak altına döĢemeyi
önermiĢtim.»
«O zaman kuĢlar nereye konarlardı?» diye
sordu Neary.
Arabanın içindeki telsiz telefona uzandı. Ama Ike
Harris'le bağlantı kurmadan önce polis radyosundan
gelen haberi dinlemek Ġçin durdu. «Tolono... dağ
eteklerinde bulunan devriye arabalarına... Bir ev
kadını mutfağındaki lambanın garip ıĢıklar saçtığını
rapor ediyor...»
«Nerede dedi? Tolono'da mı?» diye sordu Earl. «Bu
Tolono'dan gelen ikinci haber,» dedi Neary de. «Tam
olarak anlayamıyorum.» Polis adresi almaya
çalıĢıyordu. «Dört-bir beĢ-beĢ Osborne Yolu mu?»
«Ama Tolono'da ıĢık yok,» dedi Earl.
Roy telsiz telefonu alırken, «Belki...» diye
mırıldandı. «TR seksen sekiz - on sekiz, lke'la
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
konuĢmak istiyorum.»
Earl'e haritayı uzattı. «Osborne'u bulsana. Bu
haritalarda bir Ģey bulamıyorum ben.»
Harris telefona gelmiĢti. «Neary! Ne oldu?» «Ben
burada on numaralı kuledeyim. Bütün teller yok
olmuĢ. On bir numaralı kuleye giden teller yok. Tüm
direkler boĢ.»
«Ne olursa olsun,» diye Ike sözünü kesti. «Bütün
sistemi bir saatte onarmalıyız.»
Neary bağırdı. «Bir saatte mi? Aklını kaçırmıĢsın
sen. Burada kilometrelerce uzanan direkler var.
Olanaksız bu!»
«Patronun asansörde kapalı kalınca olanaksız
diye bir Ģey olmaz.»
Roy bıyık altından gülerek, «Ike, Tolono'nun
ıĢıklarını onardınız mı?» diye sordu.
«Sana söyiedim. Ġlk karanlıkta kalan yer
Tolono'ydu. Orası Ģimdi Grimsby'nin asansörünün içi
kadar karanlık.»
«Bir dakika,» diye dikkatle söze baĢladı Neary.
«Beni iyi dinle. Polis Tolono'da ıĢıklar olduğunu rapor
ediyor. Eğer o hatlarda enerji varsa ve bu sizin veri
tablonuzda gösterilmiyorsa, terminalinizde biri bir
hata yapıyor olmalı. Gliroy olayını hatırlıyor musun?»
«Ben ve iki bilgisayar, Tolono'nun senin kafanın
içi kadar kapkara olduğunu söylüyoruz,» diye bağırdı
Harris.
Earl Johnson bu hakareti duymamıĢ gibi
davrandı.
O sırada polis radyosundan konuĢmalar duyuldu
yeniden. «Güney Tolono bendine Noel süslemesi
için takılan ıĢıklar yanıp sönmeye baĢlamıĢ.»
«Duydun mu? Noel ıĢıklarından söz ediyorlar.»
«Ne Noel'i yahu? Aralıkta değil mayıstayız.»
Harris eski neĢesini bulmuĢ gibiydi. «Bu karanlıkta
Noel Ģenliği filan olamaz. Olsa olsa Azizler Günü
kutlanır.» Roy'un ce-
STEVEN SPIELBERG
vap vermesini beklemeden telefonu kapatmıĢtı
Harris.
Neary, Earl Johnson'a döndü. «Bu adama da ne
oluyor böyle? Gilroy olayında da yalıtıcılarda bir
araza olduğu anlaĢılmıĢtı sonradan.»
«Ne dediğini iĢittin, Roy,» dedi Earl. «Sana hattı
onarmanı söyledi.»
«Tamam.»
Neary kendi kendine anlaĢılmaz bir Ģeyler
mırıldanarak bir süre durdu. Sonra Earl Johnson'a
eğilip sır verir gibi, «Söyle Earl, sen bu iĢi bir saatte
yapabilir misin?» diye sordu. Ama onun cevabını
beklemeden, arabasına bindi, kapısını kapatıp
motoru çalıĢtırdı.
«Ben mi? Bu iĢi ben; mi yapacağım? Beni kim
dinler? Burada yetkili ben değilim. Beyaz bile değilim
üstelik. Bu iĢi böyle bırakamazsın, Roy. Seni
baĢımıza onlar gönderdi.»
«Earl, eğer Ike yanılıyorsa, Tolono'daki bazı
adamlarımız ölebilir.»
«Eğer yanılmıyorsa da, seni o olmayan tellere
ayaklarından asarlar.»
Neary arabayı hareket ettirmiĢti. «Tolono hangi
yolda?» diye sordu. «AltmıĢ altı numaralı yoldan
yetmiĢ numaralı yola mı geçeceğim?»
Roy uzaklaĢıyordu.
Johnson ne yapacağını bilmez bir halde
Neary'nin ardından bağırdı. «O zaman Clncinatl'ye
gidersin. YetmiĢ' ten altmıĢ altı'ya geçeceksin.»
Neary, Johnson'a el salladı. YetmiĢ'ten altmıĢ
altı'ya.
Az sonra gece Roy'un arabasını yutmuĢtu.
Earl Johnson arabanın arka lambalarının
uzaklaĢarak gözden kaybolmasını seyretti. Ġçini çekti
derin derin.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Sonra kendisini meraklı gözlerle seyreden adamlara
doğru yürümeye baĢladı.
Earl ne söyleyeceğini bilmeden adamların
önünde durdu. Yeniden derin bir soluk alıp eliyle
ilerdeki kuleyi göstererek, «Onarın,» dedi yalnızca.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
YEDİNCİ BÖLÜM
Aireast Havayollarının 31 uçuĢ numaralı uçağının
tekerlekleri gece saat 11:40'da pistin asfaltına değdi.
Ġn-dianapolis Havaalanının uçuĢ kulesi uçağa, pist
üzerindeki üç dakikalık taksirut'u için her zamanki
talimatını veriyordu.
Hava limanının güvenlik polisi terminalin
giriĢindeki pist kenarını çevrelemiĢti. Görevlilerin
ellerindeki portatif telsiz kutularından gargara
yaparmıĢ gibi sesler geliyordu. Hoparlörlerden yankılı
bir ses, beyaz Ģeritli yolların yalnızca uçaktan acil
olarak indirilecek yolcular için kullanılacağını
duyurmaktaydı.
Siyah lüks bir Lord LTD gecenin bu geç
saatlerinde toplanan kalabalığı hızla yararak hava
limanı güvenlik devriyesinin tam yanında durdu.
Arabanın lastiklerinden dumanlar yükseliyordu. Bu
durumda, arabanın neden olduğu gürültü ve tehlike
karĢısında hangi polis olsa hemen ceza yazmak
üzere defterine sarılırdı.
Ne var ki, bu kez güvenlik görevlilerinden biri
arabanın yanına koĢarak arka kapısını açtı. Arabadan
üç adam indi. Önemli bir Ģirketin yöneticileri kılığına
girmiĢ sporcular mıydı bunlar? Pahalı elbiseleri iri
bedenlerinin üze-
rinde ütülenmiĢ gibiydi. Adamların ikisinin güneĢ
gözlükleri vardı. Üçüncüsünün de kır bıyıkları, kısa,
sarı saçlarıyla pek uyuĢmuyordu.
Terminalin elektrikli kapılarından koĢarak çıkan
dördüncü bir adam yanlarına geldiğinde soluk
soluğaydı.
«Ġndi!»
«Ne zaman?»
«Bir dakika önce... Nerede kaldınız? 55A
numaralı park yerine doğru ilerliyor.»
Dört adam açılmasına yetiĢemedikleri elektrikli
kapıları omuzlayarak ana terminale ek olarak
yapılmıĢ binaya koĢtular.
Yürüyen merdivenin basamaklarını ikiĢer ikiĢer
atlayarak yukarı çıkıyorlardı. Üs kata geldiklerinde en
öndeki adam bir kadına çarptı. Kadın onların
geldiklerini görmemiĢti. Öteki üçü az kalsın
blrbirilerlnin üzerine bindireceklerdi. Tatsız bir
kazadan kıl payı kurtulmuĢlardı. Öndeki adamın
çarptığı kadın da gebeydi galiba. Ayağı kayarak yere
düĢmüĢtü.
Adam binlerce özür sözcüğü sıralayarak kadının
ayağa kalkmasına yardım etti. Bir yandan da kadını
bir Ģey olmadığına inandrrmaya çalıĢıyordu. ġaĢkına
dönmüĢtü kadın. Aceleyle arkadaĢlarına yetiĢmeye
çalıĢan adamın ardından bakakaldı. Adamın
boynundaki ince metal bir zincirin ucuna asılı olan
plastik kartta gördüğü yüzü anım-samıĢtı.
Kadına çarpan adam arkadaĢlarına yetiĢti. Hep
birlikte güvenlik önlemi olarak konmuĢ metal
detektörlerin önünden geçip görevlilere boyunlarında
asılı olan plastik kartları gösterdiler. ġimdi yitirdikleri
zamanı kapatmak istercesine uzun koridorda koĢar
adım ilerliyorlardı. Koridorun sonunda giriĢ - çıkıĢ
kapıları vardı.
STEVEN
SPIELBERG
Grup bu kapılardan çıkacak yerde üzerinde
yalnızca küçük bir 6 sayısı olan kapının önünde
durdu birden. Vurmaya filan gerek görmeden daldılar
içeriye.
Birkaç saniye sonra dört adam yanlarında üç
havaalanı görevlisi olduğu halde dıĢarı çıkmıĢtı.
Görevliler ĢaĢkın görünüyorlardı. Onların da
boynunda fotoğrafları bulunan plastik kimlik kartları
vardı. Ama hiç de o sporcu görünüĢlü adamlara
benzemiyorlardı.
Aceleci grup kızgındı ve görevliler ceplerini
yoklaya-rak uçuĢ kulesinin giriĢindeki kapının
anahtarını ararlarken kızgınlıkları giderek artıyordu.
***
Bir 727 olan Aireast Havayollarının 31 uçuĢ
numaralı uçağı pist trafiği yüzünden otuz saniye
duraklamak zorunda kalmıĢtı. ġimdi 55A numaralı
park yerine doğru ilerliyordu. Uçak birden fren
yaparak durmadan önce, öne doğru bir kez
silkelendi. Sonra ön tekerlek hızla sağ tarafa doğru
dönmeye baĢladı.
Uçağa yol gösteren yer görevlisi ıĢıklı iĢaret
sopalarını baĢının tam üstüne kaldırmıĢtı. DonmuĢ
gibi bir süre o konumda kaldı. Ama dev jet dönmeye
devam ediyordu. Görevli kaygıyla iĢaret sopalarını
salladı. «Hey buraya! Buraya!»
Yer görevlisi çaresizlikle iĢaret sopalarını indirdi,
pistin kenarında bekleĢenjere doğru omuzlarını
kaldırdı. ġimdi herkesin gözü uçuĢ kulesindeydi.
Herhangi bir iĢaret bekliyorlardı.
O sırada alanın baĢka bir yerine Lacombe'un
uçağı inmek üzereydi. UçuĢ kulesiyle havaalanındaki
bu garip karıĢıklıktan tümüyle habersiz, ama yine de
o olağanüstü
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
olayların baĢ sorumlusuydu Lacombe.
Askeri jet ana pisti geçerek az kullanılan özel bir
park yerine gelip siyah bir Cadillac'ın yanında durdu.
Jet motorları ıslıklar çalarak durunca, ön kapı açıldı,
ince yapılı Fransız hızlı ama telaĢsız adımlarla
merdivenleri inip Cadıllac'a doğru yürüdü. Az sonra
Lacombe arabanın arka koltuğuna kurulmuĢtu.
Önde asker üniforması giymiĢ sürücü ve sivil
kıyafetli bir adam oturuyordu.
Lacombe ağırbaĢlı ve kontrollü tavrıyla yolculuğu
ve benzeri konularla ilgili ön konuĢmaları bir yana
bırakarak doğrudan sordu. «Hazırlar mı?»
«Evet, efendim,» diye cevap verdi sivil elbiseli
adam.
ġoför arabayı yolcu terminalinin az ötesindeki
bagajların toplandığı binaya doğru sürdü. Burada
farları sönük, motorları çalıĢır durumda park etmiĢ
dört araba vardı. Cadillac önlerinde durunca,
arabalarda birinim kapısı açıldı, içinden genç bir
adam çıktı. Hızlı adımlarla Cadillac'a yaklaĢıp
sürücünün yanındaki pencereden ba Ģını uzatarak,
«Mösyö Lacombe?» diye sordu. Laughlin' di bu.
31 Aireast'in içindeki yolcular artık Ģikâyet
edemeyecek kadar bitkindiler. Bir yandan da bu
uzun yolculuğun sonuna gelmiĢ ve nihayet
Indianapolis'e varmıĢ oldukları için rahatlamıĢlardı.
Yorgun gözlerle hostesin ön kapıyı açısını
izliyorlardı. Altı iri yarı adam uçağa yanaĢtırılan
merdivenden çıkarak içeriye girdi.
Adamlardan takım elbise giymiĢ olan ikisinin
uçağa girmesiyle pilot kabinine dalması bir olmuĢtu.
DeğiĢik renk
STEVEN
SPIELBERG
pantolon ve ceket giymiĢ öteki dördü, açık kapının
tam ağzında, sanki çıkıĢı engellermiĢ gibi duruyordu.
Kravatlarının üzerinden sarkan plastik kimlik kartları
vardı.
ġimdi kırk yolcunun gördükleri karĢısında
merakları yorgunluklarını bastırmıĢtı. Pilot kabinine
giren takım elbiseli iki adamın eĢliğinde birinci ve
ikinci pilot, telsizci, uçuĢ mühendisi uçağı terk
ediyorlardı. Pencerelere üĢüĢen yolcular uçuĢ
ekibinin pistte beklemekte olan iki arabaya binerek
uzaklaĢmasını hayretle seyrettiler. Öteki dört adam
merdivenden çıkarak uçağa girdi yeniden.
Adamlardan ikisi koltukların arasından arkaya
doğru yürüyerek yolculara küçük kurĢun kalemler ve
IBM kartları dağıtmaya baĢlamıĢtı. Biri de hostesten
bir mikrofon istedi. Hostes mikrofonu getirip ona
uzattı. Adam mikrofonun konuĢma düğmesine
basarak tam bir halkla iliĢkiler görevlisine özgü
yapmacık dostça tavrıyla konuĢmaya baĢladı.
«Sayın yolcular, ben Jack DeForest, Hava
Kuvvetleri AraĢtırma ve GeliĢtirme Bölümü adına, b u
beklenmeyen gecikmeden dolayı özür diliyorum.
Umarız, bu rötar özel programlarınızı çok
aksatmamıĢtır. Hepinizin elden geldiğince çabuk
yolunuza devam etmenizi gerçekten istiyo ruz.»
KonuĢmasına bir an ara verip sözlerinin etkisini
ölçmeye çalıĢtı. Kimsenin sesi çıkmıyordu. «Hiç
kimsenin hatası değil bu,» diye konuĢmasını
sürdürdü Jack DeForest. «UçuĢ sırasında,
politunuzun ve Aireast Havayollarının bilmediği bir
hava koridorundan geçti uçağınız. Bu alan Hükümet
ve Hava Kuvvetlerinin özel deney bölgesidir.»
Yolcular arasından mırıldanmalar yükseldi.
Bazıları, «Ben tahmin etmiĢtim zaten,» gibi laflar
ediyordu.
Jack DeForest yine yalnızca karĢısındakileri
düĢünen
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
bir görevli tavrıyla, «Sizi daha fazla burada tutmak
istemiyoruz, inanın,» diye ekledi. «Sayın yolculardan
yanlarındaki fotoğraf makinelerini, banyo edilmiĢ ya
da edilmemiĢ tüm filmlerini, ses alma aygıtlarını ve
benzeri eĢyalarını bize teslim etmelerini rica
ediyoruz...»
ĠĢte bu kez sözleri yolcularda ani tepkiler
uyandırmıĢtı. Kızgın kızgın söyleniyorlardı. DeForest
elini havaya kaldırmıĢ, onları susturmaya ve
dikkatlerini yeniden üzerine çekmeye çalıĢıyordu
ama hostesten baĢka gören yoktu onu.
«Bunları geçici olarak alıyoruz kuĢkusu,» dedi
Jack DeForest. «En geç iki haftaya kadar tekrar
elinizde ola-, cak. Söz veriyoruz. ġimdi ellerinizdekl
kartlara isim, adres ve Hava Kuvvetlerine verdiğiniz
eĢyanın cinsini yazıp bize verin. Bunları geri
alacağınızdan da emin olun, lütfen.»
Jack DeForest yolcuları, yakınmalarının sona
ermesi için kendi hallerine bıraktı. O sırada Lacombe
uçağa girdi. Tam arkasında da Laughlin vardı.
Yolcuların
söylene
söylene
IBM
kartlarını
doldurmalarını seyrediyorlardı.
Locombe, Laughlin'e dönerek Fransızca bir
Ģeyler fısıldadı.
Laughlin, «Bay DeForest,» diye söze baĢlayınca,
yolcular gözucuyla onları izlemeye baĢladılar. «Uçak
personeline söyleyin, uçuĢ raporunu tam olarak
istiyoruz. Bir Ģey daha var...»
«Evet?»
«Uçak temizlenmesin.»
Laughlin bu sözleri düĢünmeden Ġngilizceye
çevirmiĢti. Ama yolcuların giderek arta n endiĢe ve
korkularını fark edince, bunu uçuĢ ekibiyle özel
olarak konuĢmanın daha doğru olduğu kanısına
vardı.
STEVEN
SPIELBERG
Bir uçakta hiç kimsenin görmek istemediği bir
ifade
belirmiĢti
yolcuların
yüzünde.
Uçağın
temizlenmemesi konusu birtakım kuĢkulara yol
açmıĢtı.
Kötü bir andı. Kimseden ses çıkmadı. Belki çok
yorgundular. Belki de neler döndüğünü gerçekten
bilmek istemiyorlardı. O gün olanlar yetmiĢti onlara
anlaĢılan.
Lacombe, Laughlin, DeForest ve öteki görevliler
hiç olmazsa iki, üç yolcunun ertesi gün olayı basına
yansıtacağını biliyorlardı. Ancak bu tür, yalnızca
gözleme dayanan haberlerin de önemli dergi ve
gazetelerde yer almayacağından emindiler. Yine de
hepsinin bildiği bir Ģey vardı: Bu gece olanların önüne
geçmenin, onları durdurmanın hiçbir yolu yoktu. Ve
sadece bir baĢlangıçtı bu.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Roy arabadaki telsiz telefon bağlantısını kesti.
Ike Harris'in onu aramasını Ġstemiyordu. Tolono'ya
doğru karanlıkta yol alırken, hendeklerden yükselen
sise karĢın, gökyüzünü bir yorgan gibi kaplayan
yıldızları görebiliyordu. Sakin bir ilkbahar gecesiydi.
Farları alçaktan kalan siste kayboluyordu.
Neary yalnız sayılmazdı. Polis radyosu ona eĢlik
etmekteydi.
«U-5. Memur Longly konuĢuyor. Tamam.»
«Evet, devam et.»
«Cornbread Yolu 10-75 ile Middletown Pike'a
gidiyorum. Sokak ıĢıklarında bir gariplik olduğu rapor
edildi. Halk cumartesi gecesiymiĢ gibi sokaklara
dökülmüĢ... Ama pijamalarıyla...» diye Longly polis
radyosunda gözlemlerini anlatmayı sürdürüyordu.
Neary'nın arka camında bir çift parlak ıĢık belirdi.
Önündeki haritayla meĢgul olduğundan, otomatik
olarak yan pencereden kolunu uzatıp 'geç' iĢareti
verdi. Araba yanından geçerken, biri bağırdı. «Yolun
tam ortasından gidiyorsun, sersem herif!»
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Neary direksiyonun üzerine serdiği haritada
Cornbread ile Middletown'un yerini buldu. Sonra gaza
basarak hızlanınca, tekerlekler asfaltta acı acı öttü.
Kasabaya girdikten beĢ dakika sonra Neary yolu
kaybettiğini anlamıĢtı. Ne yapması gerektiğini
düĢünerek arabasını yiyecek satan bir dizi karanlık
dükkânın önüne çekti. Evlerinden çıkan halk park
yerlerini istilâ etmiĢti. Neary' nin üzerinde elektrik
Ģirketinin, amblemi yazılı arabasını gören bir grup
ellerinde fenerleriyle yaklaĢtı.
«IĢıklar söndükten sonra hiç yandığı oldu mu?»
diye sordu Neary.
«Sen mi bize soruyorsun?» diye terslendi saçları
bi-gudili, önlüklü bir kadın. «Bu senin iĢin değil mi?»
«Sokak ıĢıklarını soruyorum. Söndükten sonra hiç
yandığı oldu mu? Hani bazen yanar söner de...»
Çok bilmiĢ tavırlı bir çocuk el fenerini Roy'un tam
yüzüne tuttu. Elindeki feneri yakıp söndürerek, «Böyle
mi?» diye sordu. IĢık Neary'nln gözlerini almıĢtı.
«Evet, böyle.»
«Hayır,» dedi çocuk muzipçe gülerek.
Neary Bayan Bigudi'ye sordu. «Burası neresi?
Tolo-no mu?»
O sırada polis radyosundan Memur Longly'nin
sesi duyuldu. «Burada ıĢıklar yanıyor. Bu sokak
lambaları... sanırım cıva buharlı. Ama sabit
yanmıyorlar. Rüzgârda dönüyorlar sanki. AĢağı yukarı
hareket ediyorlar. Bazen de biraz yana doğru
kayıyorlar...»
«Olur Ģey değil,» diye mırıldandı Neary.
«Longly, bize bulunduğun yeri söyle.» KarĢı
taraftaki polisin sesinden canının sıkıldığı belliydi.
Neary pencereden uzanarak, «Bana da
bulunduğum yeri söyleyin,» dedi.
Longly bulunduğu yeri bildiriyordu. «Ingelside
Ġlkoku-lu'nu geçin, kuzeydoğu yönünde ilerleyin...»
Neary yine pencereden uzanarak, «Ingelside
Ġlkokulu nerede? Hey, söyleyecek kimse yok mu?»
diye telaĢla bağırdı.
«Kolay orası,» diye karĢılık verdi bir adam.
Elinde bir tüfek tutuyordu. «YetmiĢ numaralı yola geri
dön, sonra...»
«Hayır, bir saniye bekleyin,» dedi Longly.
«Daytona' ya doğru kuzeybatı yönünde gidin.»
«Daytona nerede? Çabuk söyleyin!» diye Neary
tüfekli adama bağırdı.
«Orası
daha
da
kolay.»
Adam
da
heyecanlanmıĢtı. «Buranın güneyinde kalan herhangi
bir yola gir. Çiftliklere gelinceye kadar durma. Sonra
üzerinde 'GeliĢmemizi BağıĢla Tanrım' yazılı bir
tabela göreceksin...»
Neary arabayı geri vitese takıp arka arka
giderken adam anlatmasını sürdürüyordu.
BeĢ dakika sonra Neary yeniden yolunu
kaybetmiĢti. Kırsal kesimdeki bir yoldaydı ve daha da
yoğunlaĢan o uğursuz sis çevresini sarmıĢtı. Tekerlek
izleri bulunan bir kavĢağa gelince durdu. Seyyar
projektörünü yol levhasına tuttu. Allah kahretsin!
Tekrar haritaya baktı. Tanrı belasını versin! Geri geri
giderek arabayı yolun kenarına çekti. Bu arada iki
çukura da girip çıkmıĢtı. Motoru durdurup haritayı
direksiyonun üzerine serdi, arabanın içindeki ıĢığı en
parlak durumuna getirdi.
Neary arka pencereden gelen ıĢ ıklardan bir
aracın yaklaĢmakta olduğunu anladı. IĢıklar tam
arkasında durdu. Arabanın dikiz ve yan aynalarından
yansıyordu ıĢık. Önündeki haritanın mikroskobik
yazılarıyla uğraĢan Neary, ıĢıklara sinirlenerek baĢını
kaldırmadan ko-
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
lunu pencereden uzatıp arkadaki araca geçmesini
iĢaret etti.
Bir an için hiçbir Ģey olmadı. Bir kamyonun uzun
farlarını andıran ıĢık Ģimdi Neary'nin gözlerine
giriyordu. Weary sabırsızca 'geç' iĢareti verdi
yeniden.
Hiç ses çıkarmadan yavaĢça hareket etti ıĢıklar.
'Geç' iĢaretine uyar gibiydiler. Sonra... sonra
gökyüzüne doğru uzaklaĢıp gözden kayboldular.
Arkalarında yalnızca karanlık kalmıĢtı.
Roy Neary haritayla meĢgul olduğundan bunu
görmedi. Bilinçaltı o parlak ıĢıkların artık kendisini
rahatsız etmediğini belli belirsiz kaydetmiĢti. Ancak
bilincine yansıyan duyduğu o garip ses oldu. Teneke
tıkırtısı gibi bir sesti bu. BaĢını kaldırıp çevresine
bakındı, sonra projektörünü yol levhasına tuttu.
Yol levhası o denli titriyordu ki, harfler çoğalıp
birbirine karıĢıyordu. Neary farkında olmadan bir 'uh'
sesi çıkararak yeniden levhaya baktı. Sonra arabanın
içindeki ampul, kontrol tablosunun ön farların ıĢıkları
zayıflayarak amber rengine dönüĢtü ve birden hepsi
sönüverdi.
Ansızın çevresindeki bir dönümlük alan sessiz bir
ıĢık patlamasına uğradı. Aklın alamayacağı kadar
parlaktı bu ıĢık. Her taraf birden gündüz gibi olmuĢtu.
Neary açık yan pencereden dıĢarıya bakmaya çalıĢtı
ama ıĢık o denli parlaktı ki, baĢını hemen içeriye
çekmek zorunda kaldı. Birden bir yanma hissetti
yüzünde;
pencere
tarafında
kalan
yanağı
karıncalanıyordu. Neary telsiz telefonun bağlantısını
taktı ama aygıt çalıĢmıyordu. Polis radyosu, da
susmuĢtu.
Neary Ģimdi kımıldanamayacak kadar büyük bir
dehĢet içindeydi. Yalnızca gözleri hareket ediyordu.
Elleriyle gözlerini kapatarak torpito gözünden güneĢ
gözlüklerini
alıp takmayı baĢardı. Ancak gözlüklerin Ģakaklarında
yot levhası gibi titrediğini farketti korkuyla ürpererek.
O anda torpito gözünün kapağı kendi kendine
açıldı. Takırtılar çıkararak titriyordu. Birden madeni
her Ģey birbirine yapıĢmaya baĢladı. Bir ataĢ kutusu
torpito gözünden düĢerek açılınca, bütün ataĢlar
Neary'nin baĢının etrafından uçuĢarak arabanın
tavanına yapıĢtı.
GüneĢ gözlükleri de ısınmıĢ, Neary'nin derisini
yakıyordu. Gözlükleri çıkarıp yan koltuğa bırakmak
istedi.. Ama gözlükler havalanarak tavana yapıĢtı.
Neary yakıcı ıĢığa karĢı gözlerini kapattı. Kül tablası
arabanın dıĢından gelen bir hava akımı emmiĢ gibi
kendi kendine boĢaldı ve...
Birden kızgın ıĢık kayboldu. AtaĢlar tavandan
Roy'un baĢına yağmaya baĢladılar. TitreĢimler de
durmuĢtu. Neary bir an gökyüzüne, yıldızlara baktı. O
anda sanki dev bir tepsi kayar gibi gökyüzüne
yükseldi. Kenarlarda kalanlar dıĢında tüm yıldızları
örttü. Oval biçimde karanlık bir yuvarlak oluĢmuĢtu
gökyüzünün ortasında. O dev tepsi yeniden kayarak
uzaklaĢınca, yıldızlar görünmeye baĢla dılar.
Uzaklardan duyulan bir tıkırtı Neary'nin baĢını
pencereden içeri sokup arkasına dönmesine neden
oldu. Birden arabanın ıĢığı, farlar ve projektörün ıĢığı
geri gelmiĢti. Yolun sonunda dört yol ağzını gösteren
levha duruyordu. ĠĢaretler o denil Ģiddetle titriyordu
ki, çevrelerindeki metal çerçevenin uçları kıvrılmıĢtı.
Bir an için ortalık o yakıcı ıĢıkla aydınlandı. Ama
ancak bir saniye kadar sürmüĢtü. Sonra titreĢimler
de durdu.
ġimdi her Ģey çok sakindi.
Polis radyosu bîrden çalıĢmaya baĢlayınca,
Neary korkuyla bir çığlık attı.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
STEVEN
SPIELBERG
Radyodan ĢimĢek çaktığı zaman duyulan
parazite benzer sesler geliyor, Roy konuĢulanları
tam anlayamı-yordu.
«Ben de bilmiyorum. Sana soruyorum. Bu gece
dolunay mı?» diye polisin biri sordu.
«Hayır,» dedi karĢı taraftaki. «Ayın on üçünde
dolunay.»
«Haydi canım. Yanımdaki arkadaĢımla Signal
Tepesinden gördük onu. Herkes çığlık çıglığaydı. Hiç
kuĢkusuz o ay...» KonuĢma parazitle kesildi. «Dur bir
saniye. Tamam. ġimdi hareket ediyor. Batıdan
doğuya doğru.»
«Tolono polisi konuĢuyor,» diye araya yeni bir
ses girdi. «Onu biz de seyrediyoruz. Hiç kuĢkusuz
aydır bu. Ancak hareket etmiyor. Hareket eden
arkasındaki bulutlar. Onlar ayı hareket ediyormuĢ
gibi gösteriyor.»
«Siz nerede astronomi okudunuz, Tolono?» Roy
araya giren sesi tanıdı. Longly konuĢuyordu.
«Bulutların ayın arkasında hareket ettiği duyulmuĢ
Ģey mi?»
«Yerinizi bildirin,» diye merkez sordu.
«Telemar Ekspres Yolundan Ģimdi ayrıldık.
Güneye, Harper Vadisine doğru gidiyoruz.»
«Oh Tanrım!» dedi Roy Neary. «Orasını biliyorum.»
Neary uzun ve karanlık bir tünele girerken, yüzünün
yanında yine o karıncalanmayı hissetti. Ve orada,
yolun kenarında ne denli korkmuĢ olduğunu anımsadı.
ġimdi onu böylesine korkutan Ģeyin ardından
gidiyordu. Aslında geri dönmeli ve Earl'le öteki
adamların yanına gitmeliydi. Ancak Ģimdi Neary
korkudan çok heyecan hissediyordu. Çocukluğuna
geri dönmüĢtü sanki. Artık duramazdı. Geç kalmıĢtı.
Çok eğleniyordu. Polis de.
«IĢıklarını görüyorum, Charlie! Yakalayacağım
onları!»
«Değeri neyse onu alırsın. Bunlar Detroit'te imal
edilmiyor.» KonuĢan Longly'ydi.
«ġimdi yavaĢlıyor.
Neden yavaĢladıklarını
bilmiyorum, ama yaklaĢıyoruz. Üç yüz metre var.»
«Yakalayabilir misin?»
«Sanmıyorum. Ġki yüz metre kaldı. Bu av benim.
Acele etmemeliyiz, diye düĢünüyorum.»
«Bütün S-dönüĢlerini, bütün yolları izliyor.»
«Radar saatte elli kilometre hızla gittiklerim
kaydetti.»
«Allah kahretsin. Geçtikleri yer okul bölgesi.»
«Trafik ıĢıklarına bak. Tam yol ağzına
geldiklerinde yeĢil yandı.»
Bir sürü parazit...
«Evet efendim... Dosdoğru doğuya, Harper
Vadisine gidiyorlar.»
Neary tünelden çıkmıĢtı. Saatte yüz elli kilometre
hızla bir dönemeci alınca araba savruldu. Neary
güçlükle direksiyona hâkim olarak dönemecin
korkuluk demirine bindirmekten kıl payı kurtuldu.
Sonra iki anayolu ayıran hendeğe de dalmaktan
kurtulup arabayı toparladı. Az sonra bir tabela çarptı
gözüne. DOĞU HARPER VADĠSĠ ÇIKIġI — 4
KĠLOMETRE yazıyordu üzerinde. Neary ayağını*
gazdan çekerek yavaĢladı. Uzaktan Harper Vadisinin
çıkıĢı görünmüĢtü.
Neary frene basıp iyice yavaĢlayarak ç ıkıĢ
yoluna girdi. Yol ilerde ikiye ayrılıyordu. Hangisine
sapacağını düĢünürken ilerde bir Ģey görür gibi oldu.
Bir çocuk!
Neary hemen fren yaptı. O anda da bir kadın
koĢarak yola çıktı ve çocuğu yakaladı. ġimdi
tekerlekler çılgınca
kayıyor, Roy direksiyonla
beceileĢiyordu. Çocukla
STEVEN
SPIELBERG
kadın yoiun ortasında donup kalmıĢ, kendilerine her art
yaklaĢan farlara bakıyorlardı. Doğru tekerleklerin
altına gireceklerdi.
Neary direksiyonu olanca gücüyle sola kırdı.
Kadınla çocuğa değecek kadar yakından geçmiĢti.
Araba yolun kenarındaki bir çite girdi ve durmadan
önce çiti de beraberinde sürükledi.
Uzunca bir süre kendi soluğunun dıĢında her Ģey
susmuĢtu Neary için. Motoru durdurdu. Kol kasları
titriyordu. Kapıyı açmak için üç hamle yapması
gerekti.
Sonunda uzun otların içinden geçerek yolun
«ortasına çıktı. Kadın çocuğa sarılmıĢ, görmeyen
gözlerle Neary'e bakıyordu. Üzerlerine doğru gelen
farların ıĢığından korumak istermiĢ gibi çocuğun
gözlerini elleriyle kapatmıĢtı.
«Hanım,» diye baĢladı Roy. «Çocuğunuzu böyle
yolun ortasına...»
Jillian Guiler birden patladı. «Saatlerdir onu arıyor dum. Evden çıkıp gitmiĢ... Saatlerce aradım. ĠĢte
öyle •kaçıp gitmiĢ... Saatler, saatler boyu onu...»
«Anladım,» dedi Roy. «özür dilerim ben...» «Çok
tehlikeli bir dönemeçtir bu,» dedi bir ses Neary' nin
arkasından.
Neary arkasını dönünce eski bir kamyonetin
içindeki yaĢlı çiftçiyle ailesini gördü. Ġki oğlu ve
karısının ellerinde dürbünler, küçük bir oğlan
çocuğunun kucağında da oyuncak bir teleskop vardı.
«Tıpkı kasabaya bir sirkin geliĢi gibi,» dedi yaĢlı
çiftçi elindeki ĢiĢeden bir yudum alarak. «Gece
geliyoriar... Kasaba halkını rahatsız etmemek için
gece geç vakit gediyorlar...»
Ani bir rüzgâr Jillian'ın saçlarını arkaya doğru
uçur-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKİN İLİŞKİLER
du. Roy da kendi saçlarının aynı yöne doğru
uçuĢtuğunu; hissetmiĢti. Yüzünü çite çevirdi; Ģimdi
rüzgâr çitte ıslıklar çalıyordu.
Ġlerde, çite takılı duran arabadan polis
radyosunun, konuĢmaları iĢitildi.
«Onlara yetiĢebilir misin?»
«...Belki yeniden arayı kapatabilirim.»
«Yolu izledikleri sürece...»
«Burası Randolph kesimi. Acil yayın dalgasından
sizi; dinliyorduk. Neler oluyor orada?»
Neary yolun Mersinden bir Ģeylerin gelmekte
olduğunu gördü. Alçaktan uçan bir kuĢ sürüĢüydü
bunlar. Bir Ģeyden kaçıyorlardı sanki. Ufukta
parlayan bir Ģeyden...
O sırada kulaklarını kısmıĢ bir tavĢan sürüsü
koĢarak yanlarından geçti.
«ĠĢte yine geldiler,» dedi yaĢlı çiftçi.>>
Neary hızla dönerek yolun sonuna baktı.
«Tanrım,» diye mırıldandı kendi kendine. «Güzel
Tanrım...»
Ciğerlerinden soluğu emilmiĢti sanki. Derinden
geleno gümbürtü göğüs boĢluğunu doldurmuĢ, güm güm
atıyordu. Ansızın tüm gürültü salt sessizliğe
dönüĢmüĢtü. Hiç ses çıkarmadan ve son hızla bir Ģey
yaklaĢıp geçti üzerlerinden. Tıpkı gece saat ikide
doğan bir güneĢ gibi doğudan batıya doğru uçmuĢtu.
Roy düĢünmeden bir eliyle yüzünü kapamıĢ,
öteki eliyle de kadınla çocuğu yakalamıĢtı. Jillian
yüzünde ve boynunda önce bir yanma, sonra da
karıncalanma hissetti. Yaz gurubu gibi parlak, çeĢitli
renkler saçan o ıĢıltı üzerinden geçtiğinde, üçü
birbirine sarılmıĢ duruyordu. Renk ıĢıltılarından
oluĢmuĢ küremsi cisim yolun sonuna doğru
yavaĢlamıĢtı. IĢıktan parmaklarını uzatıp al-
STEVEN
SPIELBERG
tındakı yola dokunuyordu.
Derken ikinci bir cisim daha yaklaĢıp
üzerlerinden geçti. Neary bunu Aleaddin'in Sihirli
Lambasına benzetmiĢti. Çünkü çeĢitli renklerden
oluĢmuĢ ıĢık mozaikinden -çıkan her ıĢın birleĢip
uğursuz bir yüzü biçimlendiriyordu hayal meyal. Ama
cisimler durmadan biçim ve renk değiĢtiriyor, bunu
insan
beyninin
algılayamayacağı
bir
hızla
yapıyorlardı.
Ġki cisim yan yana alçalıp yolu paralel olarak izlediler. Dönemeçte, sanki bir otomobilin stop
lambaları gibi, hepten kırmızıya dönüĢerek üç kez
yanıp söndükten sonra gözden kayboldular.
Neary'yle Jillian'ın gördükleri karĢısında korkudan
solukları tutulurken, küçük Barry sevinçle zıplıyor,
«Ne güzel! Ne güzel!» diye bağırıyordu gülerek.
Kamyonetin içinde oturan yaĢlı çiftçi yerinden
kıpırdamadan, olağan bir tavırla, «Tabii,» dedi.
«Ayın çevresinde istedikleri kadar tur atabilirler ama
bu dağyolunda bizim trafik kurallarımıza uymak
zorundalar.»
Bu sözler Jillian'la Neary'nin tahammüllerinin
ötesindeydi artık. BakıĢları kilitlenmiĢti ama
düĢünemiyor, konuĢamıyorlardı.
Neary bir Ģey söylemek, bir ses çıkarmak
istermiĢ gibi yutkundu. Yoldan bir Ģey daha geliyordu.
Ani bir hamleyle Jillian, Barry ve kendisini yolun
kenarına attı.
Tam zamanında hareket etmiĢti.
Çünkü saatte yüz seksen kilometre hızla giden iki
polis arabası yanlarından uçarcasına geçip gitti.
Neary arabasına doğru yürümeye baĢladı.
«Buralardan ayrılma,» dedi yaĢlı çiftçi Neary'ye.
«Bir saat önce görmeliydin cümbüĢü sen asıl.»
«KoĢun, koĢun, belki yakalarsınız,» diyerek
gülümsedi
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
Neary yanından baĢka bir polis otomobili geçerken.
YaĢlı çiftçi de polis arabasının arkasından,
«SarhoĢum ama onlar: izleyecek kadar değil.» diye
bağırdı.
Bary yine gülüyordu.
Neary arabasına bindi. Arka arka giderek arabayı
çitten ve uzun otlardan kurtarmaya çalıĢtı. Önceleri
tekerlekler boĢa dönüyordu. Sonra yavaĢ yavaĢ araba
çitten kurtularak yola çıktı.
«Neredeyiz?» diye Neary, Jilllan'a sordu.
«Harper Vadisinde.»
Neary arabayı ilerletti.
«Yalnızca oyun oynuyorlar,» diyordu Barry,
annesinin eteğini çekiĢtirerek.
«Ne dedin Barry?»
«Çok güzel oyun oynuyorlar.»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
DOKUZUNCU BÖLÜM
Gaz pedalı yere yapıĢmıĢtı. Neary kamburunu
çıkararak ön cama
doğru eğilmiĢ,
yolun
dönemeçlerini ve ilerde, yukardaki kırmızı parıltıları
izliyordu.
Dağyoluna
girerken
polis
radyosunda
konuĢmalar baĢladı. Ama honüz görünürlerde polis
arabaları yoktu.
«Onlara yaklaĢıyorum, Rob!».
ġimdi Neary'nin baĢı neredeyse ön cama
değecekti. Biran geri çekilip hız göstergesine baktı:
180... 185... 190 kilometre.
«... ilerde Ohlo'ya giriĢ turnikeleri var...»
Neary uzaktan en arkadaki devriye arabasının
kırmızı ve sarı ıĢıklarını görebiliyordu. Arabalar uzun
dönemeçleri alırlarken Neary biraz hız kesti. Ġzlediği
parlak ıĢıklar hâlâ ondan çok uzaktaydı ve sanki
yerçekimi yokmuĢçasına kayarak ilerliyorlardı.
Ġlerdeki turnike kulübeleri terkedilmiĢ gibi
göründü Neary'ye. Elektriklerin kesilmesi nedeniyle
onların da neon lambalarının mavi ıĢığı sönmüĢtü.
Gecenin bu saatinde Indiana'yla Ohio arasında pek
trafik yoktu.
Turnike kulübelerinin birinde nöbetçi taburesinde
uyukluyordu. Daire biçimindeki iki parlak kırmızı ıĢık
ya-
vaĢça turnikenin üzerinden geçti. ĠĢte o zaman da
kıyametler koptu. Otomatik alarm harekete geçerek
kırmızı ıĢıklar yanıp sönmeye baĢladı. Sirenlerin sesi
sessizliği yırtıyordu. Uyuklayan nöbetçi birden
uyanıvermiĢti. Serserinin biri para ödemeden
turnikeden geçeceğini sanmıĢtı anlaĢılan. Göz açıp
kapayıncaya dek polis arabaları ye tiĢti. Öndeki araba
turnikeden yıldırım hızıyla geçip gitti. Arkasındakinin
sirenleri ve tepesindeki trafik ıĢığı çılgın ca
çalıĢıyordu. Üçüncünüyse Neary yakından izlemekteydi.
«Arayı kapatıyorum,» diye konuĢtu polisin biri.
«Çok hızlı gidiyor. Yola yapıĢmıĢ sanki!»
Önlerinde keskin bir dönemeç vardı. Kovalanan
aracın ıĢıkları ilk kez yoldan ayrılarak yükseldi ve yol
korkuluğunun üzerinden havalanarak uçup gitti. Az
sonra bu ıĢıkları izleyen en öndeki polis arabası da
yol korkuluğunun üzerinden havalanarak uçtu. En az
saatte yüz seksen kilometre hızla giden araba Ohio
uzayında bir takla attıktan sonra bir mısır tarlasının
ortasına düĢüverdi. Tekerleklerle kapıları yerlerinden
fırlamıĢtı.
«DeWitt! Ne oldu? DeWitt! Nasılsın?» diye biri
bağırıyordu radyoda.
Ġkinci poiis arabası kulak tırmalayan ani bir fren
yapınca
birden yalpaladı ama
devrilmekten
kurtulmuĢtu. Roy arabadan fırlayan iki polisin
korkuluğu atlayarak tersyüz olmuĢ arabaya doğru
koĢtuklarını gördü.
Neary'nin izlediği üçüncü polis arabası da
durmuĢtu. Öteki polisler de korkuluğun öte yanına
geçtiler. Neary gökyüzüne bakıyordu. Parlak ıĢık
küreleri yükselerek bir bulut kümeside girmiĢti. Bir an
bulut kümeleri alev almıĢ gibi aydınlandı, sonra
giderek sönükleĢti. Doğal gece geri gelmiĢti.
STEVEN SPIELBERG
Neary geri dönerek Indiana yolunu tuttu. Yolun
iki yanındaki turnikelerin fioresan lambaları göz
kırpar gibi yanıp sönüyorlardı. IĢıklar gelmiĢti
anlaĢılan.
Roy ufukta ıĢıktan bir gergef gördü. O uzak kent
yeniden geliyordu. Ama nereye? Tolono'ya? Harper
Vadisine?
**
Devriye Roger DeWitt'in durumu parçalanan
arabasından kat kat daha iyi sayılırdı. Kırık bir burun,
pek çok yara bere ve birkaç burkulmayla kolay
sıyırmıĢtı paçayı. Ertesi gün karakola geldiğinde,
belki bir saat her önüne gelene dün gece olanları
anlatmıĢ, 'Tanrının Gerçeği'ni gördüğünü söylemiĢti.
ġimdi de YüzbaĢı Rasmussen'in odasında olanları
sözlü olarak rapor etmekteydi. O sıra da Devlet
Dağyolu Devriye Karakolunda Roy Neary ile öteki
polisler, olağanüstü gecenin raporunu hazırlıyorlardı.
Öğleden sonra saat üç buçuk olmuĢtu. Neary'nin yorgunluktan gözleri kapanıyordu. Ġnsan vücudunda ne
çok depo edilmiĢ adrenalin olmalı, diye düĢündü.
Canı bir fincan acı kahve istiyordu ama bulanık bir
çaya razı oldu. Karakolda yeterince daktilo
olmadığından Neary raporunu kurĢun kalemle
yazıyordu. Ağrıdan çatlıyordu baĢı da.
«Aspirini olan var mı?» diye sordu odadakilere.
Hiç kimse ona aldırmadı.
«Eğer Longly benimle olmasaydı,» diyordu
polislerden biri arkadaĢına. «Dosdoğru bir psikiyatri
uzmanına giderdim.»
Longly sırıtarak, «Bu raporu dosyalamak değil,
yayınlamak isterim» dedi.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Tam o sırada odanın karĢısındaki kapı yıldırım
hızıyla açıldı ve DeWitt topallayarak yüzbaĢının
odasından çıktı. Ardından da kapıyı kapatmak istedi,
ama yüzbaĢı onu iterek dıĢarı fırlamıĢtı.
«Ġnsan sağduyusuna bir hakarettir bu!» YüzbaĢı
odadaki herkese hitap ediyordu. «Sıradan insanlar
polisten bu tür garip raporlar istemezler!»
«Ama benimkisi Tanrı'nın Gerçeği,» diye kendini
savunmaya çalıĢtı DeWitt.
«Bu olay hakkında basına tek Ģey sızmasını
istemiyorum.» Rasmussen daktilolarının gerisine
büzülmüĢ olan Longly ve öteki polislere baktı.
«AnlaĢıldı mı?» Herkesi tek tek süzerek, «Eğer 'Uzay
Yolu' raporunuzu bitirirseniz, ba na getirin hemen!»
dedi.
YüzbaĢının kapısı hı/la kapanınca, odaya ölüm
sessizliği çöktü.
«Acaba arabanın gelecek hafta taksiye
çıkarılacağına mı kızdı dersin?» diye polislerden biri
DeWitt'e takıldı.
Ama DeWitt'in Ģakadan anlayacak hali yoktu hiç.
ġaĢkın olduğu kadar hakarete uğramıĢ gibiydi.
«Tanrım» diye mırıldandı. «Ona her Ģeyi anlattım.
Hiçbir Ģey saklamadım. Yıldırım hızıyla geçen
yıldızlar... O ıĢıklar... Onları ben uydurmadım ki...
Sonra kalkmıĢ bana... Ģey... veriyor...»
«Ne veriyor?»
«Ġki haftalık görevden uzaklaĢtırma cezası.»
«Nee?» Odadaki tüm polisler iĢlerini bırakıp
DeWitt'e diktiler gözlerini.
DeWitt topallayarak kapıya doğru yürürken, «Ne
biçim dünya bu?» diye söylendi. «Birine gerçeği
söylüyorsun sonuç olarak bütün gününü televizyon
baĢında geçirmek zorunda kalıyorsun.»
STEVEN SPIELBERG
Roy polislerin daktilolarına döndüklerini ve az
önce yazdıklarını okuduklarını gördü. Bazıları göz
göze
gelince
zoraki
biçimde
birbirilerine
gülümsüyorlardı. Sonra birden sanki görünmez bir
kuklacının iplerini çektiği kuklalar gibi, beĢ el
daktiloların Ģarjörüne uzanarak 'beĢ kâ ğıdı çıkarıp
buruĢturarak çöp sepetine attı.
«Evet, siz ne istiyorsunuz?» diye polislerden biri
Roy'a sordu. Bir yandan da boĢ boĢ bakarak
daktiloya yeni bir kâğıt takıyordu.
Neary kendine bir yandaĢ bulma umuduyla
gözlerini odada dolaĢtırdı. Ve hemen durumu anladı.
Ayağa kalkarak karakoldan çıktı.
ONUNCU BÖLÜM
Nary o gece eve vardığında saat dördü geçmiĢti.
Yeni .bir tür enerjiyle dopdolu olarak yatak odalarına
giden koridordan geçerken, «Ronnie! Ronnie!» diye
bağırıyordu. Kendini kontrol edemez olmuĢtu.
Vücudundaki tüm kaslar adrenalinin etkisiyle titreĢim
halindeydi. Heyecandan midesi bulanıyordu. Ġkinci
sesleniĢi Ronnie'yi yataktan fırlatmıĢtı.
«Uyan, sevgilim!»
Ronnie'nin mavi gözleri korku dolu, uzun sarı
saçları karmakarıĢıktı.
«Ne var? Ne oluyor? Çocuklar... yangın mı...?»
«Bir Ģey yok. Çocuklar Ġyiler,» diye onu yatıĢtırdı
Neary. «Sevgilim, inanmayacaksın ama...»
Ronnie soluğunu tutarak fosforlu saate baktı.
«Doğrusu beni gecenin bu saatinde uyandırdığına
inanamıyorum.»
«Neler olduğunu bir bilsen kulaklarına
inanamazsın.»
«Seni dinlemiyorum,» diye kesin bir ifadeyle
konuĢan Ronnie yorganı baĢına çekti.
«Tamam, dinlemek zorunda değilsin.» Roy'un
solukları, Ronnie'ye küçük Toby'nin tatlıları aç kurt
gibi yutu-
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Ģunu anımsattı. «Hiçbir gürültü çıkarmıyorlar. Yalnızca
hava akımı ve hafif bir hıĢırtı... Kırmızı... Küçük bir
hıĢırtı... Tanrım!»
Ronnie bir süre yorganın altından Roy'un
çıkardığı hıĢırtılı sesleri dinledikten sonra, «ġirket
seni arıyor,» dedi. «Seni bir türlü bulamamıĢlar.»
«Tabii bulamazlar, telsiz telefonu kestim.» Ronnie
artık iyice uyanmıĢtı. «Roy bunu yapmamalıy dın.
Seninle mutlaka konuĢmaları gerekliymiĢ. Her Ģey
arapsaçına döndüğü bir zamanda... ġimdi hatırladım.
Hemen telefon etmeni istiyorlar.»
Anlattıklarının etkisiz kaldığını gören Neary, karısını
ellerinden tutup çekerek yataktan çıkarmaya çalıĢtı.
«Haydi, çık Ģu yataktan. Üzerine bir Ģeyler giy. Çabuk
ol. GüneĢ yıldızları söndürecek!» «Roy! Neden söz
ediyorsun sen?» «BoĢver. Kendi gözlerinle görünceye
dek hiçbir Ģey söylemeyeceğim. Ronnie, oh Ronnie.
Bu öyle önemli ki... Onu seninle birlikte görmem
gerekli. Gerçekten Ģimdi sana ihtiyacım var.»
Ronnie kocasının yüzünden bütün bunların Ģakayla
ilgisi olmadığını anlayınca, hemen tavrını yumuĢattı.
«Tamam gelirim ama çocukları yalnız bırakamayız.»
«Gocuklar... evet, çocuklar... Gocuklar!» Ronnie ve
çocuklar giyinirlerken, Neary de eline geçirdiği
fotoğraf makinelerini, dürbünleri, battaniyeleri topluyordu.
«Açık hava sinemasına mı gidiyoruz?» diye Brad
sordu yarı uykulu.
Toby, «Fosforlu boyalarımı çalmıĢtın,» diye hatırladı.
«Boyalarını bulacaksın!» Neary çok neĢeliydi.
«Hem
de renklerin en parlağını. Her yer renk ve ıĢık dolu
ola-
cak.»
Neary herkesi önüne katarak evden çıkarmaya
çalıĢıyordu.
Mutfağa
geldiklerinde,
Ronnie
buzdolabına doğru yürüdü. Kapağını acık sebze ve
meyva çekmecesini çekti. Buzdolabının soluk yeĢil
ıĢığı hiç de iĢtah açıcı değildi.
«Bu yeĢil ıĢık midemi bulandırıyor,» diye söylendi
Toby>>
«Üç kilo daha verdikten sonra değiĢtireceğim.»
Ron- nie bunu belki yirminci kez söylüyordu.
Neary onları evden çıkmaya zorladı yeniden.
Kendisi önden, hep birlikte çıktıkları zaman
kullandıkları steyĢin-vagona doğru yürüyordu.
Neary bir an önce çocukları otomobile sokmaya
çalıĢıyordu.
«Bu oyun burada bitse iyi olacak,» diye söylendi
Ronnie ön kapıya gitmek üzere arabanın çevresini
dönerken.
«Golf oynayacağımıza söz vermiĢtin,» dedi orta
koltukta oturan Toby. Gözleri Ģimdiden kapanmaya
baĢlamıĢtı.
Sonunda herkes yerine yerleĢti. Ronnie kapısını kapatmamıĢtı, arabanın Ġç ışığı yanıyordu. ĠĢte o anda
gördü. Neary'nin yüzünün bir yanı kırmızıydı, hem de
iyice «Roy, ne oldu? Yüzün güneşten yanmıĢ.» Neary
dikiz aynasında yüzünü inceledi. Gördüğü Ģey yüzünün
daha da kızarmasına neden olmuĢtu. «ġu iĢe bak,»
diye mırıldandı. «Sanırım gece uyurken tatil yapmıĢım.»
«Ama yüzünün yalnızca bir yanı yanmıĢ.» Neary cevap
vermedi. Arabayı park yerinden çıkarmakla meĢguldü.
Kafası da heyecanının kaynağı olan o yerle...
Arabayı hızla sürerek birkaç saat önce gördüğü o
ga-
STEVEN
SPIELBERG
rip olayların olduğu yere geldi. Arabayı yolun
kenarına çekerek yıkılan çitin önünde durdu. YaĢlı
çiftçiyle ailesi gitmiĢti. Durdukları yerde boĢ kutular
ve ĢiĢeler vardı.
Neary motoru durdurduktan az sonra Ronnie ve
çocuklar uyuyakaidılar. Bu uyku senfonisinin arasında
Roy gözleri apaçık oturuyordu. Arada bir dıĢarı çıkıp
temiz sabah havasını içine çekiyordu. Ve bekliyor...
bekliyordu. Ama neyi? O görüntünün yeniden
gelmesini bekliyordu. Ne olur yine gel, diye sessizce
yalvardı. Bu denli korkunç bir Ģey, nasıl olur da böyle
büyüleyici bir hal alabilirdi?
Polis radyosu da susmuĢtu Ģimdi. Roy yalnızdı
orada. Acaba tek baĢlarına bekleyen insanlardan
daha mı çok hoĢlanırlardı? Öylesi daha mı kolaydı?
Bir Ģey Ronnie'yi uyandırmıĢtı. Arka koltuğa baktı.
Çocuklar birbirlerine sokulmuĢ uyuyorlardı. Roy da
arabanın çevresinde sinirli sinirli dolaĢıyor, gözlerini
gökyüzünden ayırmıyordu. Ronnie dıĢarı çıkıp kapıyı
yavaĢça kapattı, kocasının yanına geldi.
«Burada ne iĢimiz var, Roy? Neyi beklediğimizi
bana neden söylemiyorsun?»
«Gördüğün zaman anlarsın.» Neary'nin öyle
kendinden pek emin bir hali yoktu bunları söylerken.
«Haydi, Roy,» dedi: Ronnie. «ĠĢte buraya seninle
bir- likte geldim. Olanları anlayıĢla karĢılıyorum. ġimdi
bana anlat. Gördüğün Ģey neye benziyordu?»
Roy bir an durup bekledi, yolu bir aĢağı bir
yukarı adımladı, uzunca bir süre gökyüzüne baktıktan
sonra, «Bir tür Ģeye... dondurma külahına
benziyordu,» dedi.
Artık bu kadarı Ronnie için fazlaydı. «Ne renk?»
diye sordu masum görünen bir tavırla.
Ama Neary onun sözlerini ciddiye alarak,
«Turuncu,» diye karĢılık verdi. «Turuncuydu... ve de
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
dondurma külâ-
hı gibi değiidi gerçekten... Bir tür midye ya da istiridye
gibi... böyle...» Ġki elini bitiĢtirip taklit etmeye çalıĢtı.
«Böyle ama daha yuvarlak ve büyük... ve bazen... ġeye
benziyor... Ģeye... Hani dün yediğimiz francalalar
gibi...»
«Pideler gibi mi?»
«Hayır, akĢam yemeğinde yediklerimizden değil.»
Neary artık karısının onunla alay ettiğini ve sabrının
da tükenmekte olduğunu anlamıĢtı ama her ne
pahasına olursa olsun anlatmaya çalıĢıyordu inatla.
«Sabah kahvaltıda yemiĢtik onlardan. Ne diyordun o
francalalara? Hani uçları kıvrıktı.»
«Yani ayçöreklerlnl mi söylemek istiyorsun?» diye
bağırdı Ronnie. Sözcük bulmacası oynayan bir çocukla
konuĢur gibiydi.
«Tamam!» dedi Roy. Tüm benliğini heyecan
sarmıĢtı yine. «Ayçörekleri, evet ama ıĢık saçan
ayçörekleri...»
Artık Ronnie'nin sabrı Ġyiden Ġyiye tükenmiĢti.
Pazar çantasından bir havuç alıp hırsla yemeye
baĢladı. Neary ondan uzaklaĢarak az ötede bir
kayanın üzerine oturup gözlerini de gökyüzüne dikti.
Ronnie kaygıyla kocasını seyrediyordu. Roy'un
olağanüstü bir Ģeyler yaĢadığı kuĢkusuzdu. Onun
anlayamadığı, belki de hiç anlayamayacağı bir
Ģeyler... Ve bunlar Roy için çok önemli olmalıydı.
Belki de kocasına haksızlık ediyordu.
Neary'nin yanına yaklaĢıp sesine en yumuĢak
tonu vermeye çalıĢarak, «Bütün bunlara iyi
dayandığımı düĢünmüyor musun?» dedi.
Roy cevap vermedi. Ama ayağa kalktı. Gözleri
hâlâ giderek aydınlanmakta olan gökyüzündeki yavaĢ
yavaĢ parlaklığını kaybeden yıldızlardaydı,
Ronnie de gökyüzüne baktı ve hafifçe titredi.
Nede-
STEVEN SPIELBERG
nini bilmediği hafif bir korku duyuyordu. Biraz garipti
bütün bunlar... Yok biraz değil hem de çok.
«ÜĢüdüm,» dedi Roy'a.
Neary kolunu karısının omzuna atarak onu
kendine çekti. Ronnie de kollarıyla Neary'nin beline
sarılıp hafif hafif kulağını öpmeye baĢladı.
«Bu tür yerlere yalnızca birbirimizi seyretmek için
geldiğimiz zamanları anımsıyorum,» dedi kocasına.
Neary karısının yüzüne baktı. O da eski güzel
günleri hatırlamıĢ gibiydi. Gülümsedi. Ronnie de ona
gülümseyerek dudaklarına bir öpücük kondurdu. Roy
da ona karĢılık verdi. ġimdi öpüĢmeleri daha
hararetlenmiĢti. Ama Neary kendisini tümüyle
veremiyordu bu seviĢmeye, öpüĢürken gözucuyla
gökyüzüne bakmaktan kendini alamıyordu. Tüm
düĢünceleri, benliği oradaydı. O sessiz, parlak, kızgın
ve rengârenk ıĢık patlaması aklını baĢından almıĢtı.
Neary uzakta kaybolan kırmızı ıĢıkları, görünce
yerinden fırladı. Ama Ronnie bunların uzaklaĢan bir
treylerin stop lambaları olduğunu biliyordu. Az sonra
Roy da istemeyerek böyle olduğunu kabul etti.
Büyü bozulmuĢtu.
Ronnie kocasını denemek için, «Eğer o Ģeylerden
biri Ģimdi buraya gelse ve kapısı açılsa, içine girer
miydin?» diye sordu.
Roy bu varsayım karĢısında kendinden geçmiĢ
gibi, «Tanrım, tabii,» diye bağırdı. Sonra Ronnle'nin
alındığını görerek, «Kim olsa binerdi,» diye ekledi.
Ama olan olmuĢtu. Ronnie kocasının kollarından
sıyrılarak arabaya doğru yürümeye baĢladı. Roy
hemen ardından gidip ona yetiĢti.
Ronnie ona dönerek, «Bize ne yaptığını biliyor
mu-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
sun?» diye bağırdı. «Bütün bunların anlamı nedir?
Bizi sabaha karĢı uyandırıp buralara getirdin... Her
Ģeyi altüst ettin. ġimdi çocuklar bütün gün uyuklayıp
duracaklar. Sylvia gece birden önce yatağa girmek
istemeyecek. Bütün bunlar niçin? Çünkü babaları
gece uçan turuncu ay-çörekleri görmüĢ de ondan.»
Ronnie soluklanmak için bir an durdu, sonra
daha alçak bir sesle, «Bir daha sakın böyle bir Ģey
yapmaya kalkıĢma,» diye tehdit etti kocasını. «Biz
senin aileniz. Ve de bu davranıĢın hiç do normal
değil.»
Ronnie bundan daha kesin bir Ģey söyleyemezdi;
Neary bunu biliyordu. Tabii normal değildi. Ama
Neary öyle bir keĢfin eĢiğindeydi ki, o güne dek
gerçek olarak bellediği normallik tanımı geçersizdi
artık...
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIM İLİŞKİLER
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Benares'e çabucak ulaĢacak bir yol yoktur.
Hindu-ların bu eski ve en kutsal kentine ancak
imanla ulaĢmak mümkündür.
Hele buraya askeri bir uçakla gelmek sözkonusu
bile olamaz. Hindistan'ın havalarından geçecek olan
herhangi bir savaĢ ve bombardıman uçağı, yalnız
tarafsızlığın mili tanları sayılan Hintlileri öfkeden
çıldırtmakla kalmaz, daha da önemlisi planın
gizliliğini tehlikeye sokabilirdi.
David Laughlin kendi kendine, eğer zaman
olsaydı Lacombe, Benares'e gerektiği gibi giderdi,
diye düĢünmüĢtü. Üzerinde bir peĢtamal, elinde bir
değnek ve yalınayak yani... Bununla birlikte Laughlin
Alsace Havayollarından kiraladıkları on dört kiĢilik
küçük Corvette jet uçağından memnundu. Paris'ten,
Rangoon'a yarım günde varmıĢlardı.
Uçaktan indikten yarım saat sonra da bir Vertol
helikopteri onları güneĢ batarken Benares'in kuleleri
ve kubbelerinin üzerinden geçiriyordu. AĢağıda ağır
ağır akan kutsal ırmağın suları bulanıktı.
Dağ yamaçları kentten birkaç kilometre
uzaktaydı. Pilot helikopteri belirli bir yükseklikte
dolaĢtırarak inecek yer arıyordu. Buraya iniĢ hiç de
koiay değildi.
«ġunlara bak!» dedi Laughlin. «Binlerce!»
«On binlerce,» diye Lacombe düzeltti.
«Olağanüstü. Ben...»
Lacombe pervanenin gürültüsünü bastıracak
kadar yüksek sesle ama kibarca Laughlin'in sözünü
kesti. «Sa-du çok kutsal bir kiĢidir. Aynı zamanda da
iyi bir uygulamacı. O da bir cevap arıyor, yaĢamı
boyunca. Yıllardır dinliyordu. Ona göre sorun imanın
da ötesinde. Sonuçlara bakıyor sadu.»
Laughlin bu sözleri bir süre düĢündükten sonra,
«Ama Hinduların baĢka bir yolu seçtiklerini
sanıyordum,» diye bağırdı. «Nirvana burada değil.»
Lacombe omuzlarını elikti.
O sırada helikopter iki Mercedes turist
otobüsünün yanındaki boĢluğa iniyordu. Pilot motoru
susturdu, pervane
de
yavaĢlayarak durdu.
Çevrelerinde ayaklanan toz toprak yatıĢmaya
baĢladı. Lacombe helikopterden indik-ten sonra,
Laughlin ve Ġki teknisyenle bir an durup parlak
gurubu seyretti.
GüneĢin kan kırmızı ıĢınları Ģimdi hemen hemen
yatay olarak geliyordu. Bu alev alev yanan ateĢ
küresinin ıĢınları, bir süre atmosferin sonsuz toz
zerrecikleri tarafından süzüldükten ve bozulduktan
sonra batıdaki sıradağların ardında kaybolacaktı.
«Haydi gidelim,» dedi Lacombe.
Laughlin teknisyenlere iĢaret edince, onlar da
mikrofonlarını, Nagra teypi, pil çantalarını ve 16
mm.Iik Arrif-lex kameralarını yüklendiler. Dört adam
yavaĢça hacı kasabalığının arasından ilerledi.
Ġnsanlar küçük halıların üzerinde birbiriierine
yakın yakın oturmuĢlardı. Yanlarında da yiyecek
sepetleri duru-
STEVEN SPIEI.BERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
yordu. Tam bir aile olarak gelenler de vardı. Hatta
çok yaĢlı görünen (ama herhalde kırk yaĢından fazla
olmayan) büyükbabalar da gelmiĢti. Hastalık ve açlık
onları çabuk çökertmiĢ olmalıydı.
Batılı grup sadu'nun oturduğu, çevresi boĢ alana
doğru adımlarını sıklaĢtırdı. Sadu bağdaĢ kurmuĢ
oturuyordu. Gözleri kapalıydı. Ellerini bitiĢtirmiĢ,
dirseklerini yana doğru açık tutuyordu. Garip,
düĢünen bir kuĢ gibiydi.
Lacombe'un yaklaĢtığını gören beyaz takım
elbise giymiĢ, zayıf bir Brahmin ayağa kalktı.
Teknisyenler aletlerini yerleĢtirirlerken, Laughin de
çeviri yapmak için yanlarına geldi.
«GüneĢin batıĢına yarım saat var,» dedi Brahmin
Lacombe'a.
Adamın Ģivesi Laughlin'in dikkatini çekmiĢti.
Gayet düzgün Oxonian Ġngilizcesi konuĢuyordu. Ġyi
parlatılmıĢ deri çizmeler, beyaz muslinden gömlek ve
keten bir ceket giymiĢti genç Brahmin. Bulunduğu
yere aykırı düĢen kent soylu bir görünüĢü vardı. AĢırı
düzgün konuĢması da biraz yapmacıktı. Ancak en
kutsal kiĢilerin bile bir menajere ihtiyaçları vardır,
diye düĢündü Laughlin.
Sadu hiç kıpırdanmadan oturuyor, gözkapakları
bile oynamıyordu. Çevresindekilerin farkında değil
gibiydi. DıĢ dünyadan tümüyle kopmuĢtu sanki. La
combe bir an düĢünceli bir sessizlikle durdu, sonra
kutsal adamın yanına bağdaĢ kurup oturdu. Ancak
sadu'dan saygılı bir uzaklıkta oturmaya dikkat
etmiĢti.
ġimdi mikrofonlar hazırdı. Lacombe, Arriflex'in
sehpasına konmaması konusunda ısrar etmiĢti.
Makinenin omuzda taĢınmasının hareket eden
Ģeylerin fotoğrafını çekmede kolaylık sağlayacağını
söylemiĢti.
Gözleri kapalı oturan Fransız, sırtının dimdik
durmasına
karĢın
gevĢemiĢ,
rahatlamıĢ
görünüyordu.
Dudaklarını
fazla
oynatmadan
Fransızca bir emir mırıldandı La-ughlin'e. O da
teknisyenlerden
birine
dönerek,
«Nagra'nın
muhafazaya alınmasını Ġstiyor,» dedi.
«Neden?» diye sordu teknisyen. «Herhangi bir
elektrik devresine yakın değiliz ki?»
«Daha önce baĢına buna benzer bir olay gelmiĢ
de. Teypinin motoru ansızın durmuĢ ve kayıt baĢlıkları
da magnetikliğini kaybetmiĢ.»
«ġaka ediyor olmalı» dedi teknisyen. «Ama
madem öyle istiyor, dediğini yapalım bari.» Teknisyen
alet kutusundan bakır bir muhafaza çıkararak Nagra
teypin üzerine geçirdi. Muhafazanın bakır tellerinin
uçlarını da toprağa soktu.
Lauglin daha önce de düĢündüğü gibi, bu garip
yerde ne yaptıklarını, bu binlerce insanla birlikte
neden... neyi beklediklerini merak etti. Gelen raporda
olayın inanılmazlığından söz ediliyordu Ancak
Lacombe ona inanmanın ve inanmamanın sınırlarını
göstermiĢ, inanılmazlığa açık olması gerektiği!
söylemiĢti.
Laughlin arkasını dönerek alev küresinin alt
ucunun batıdaki sıradağlara değiĢini seyretti. Çok
kısa bir sürede güneĢin yarısı kaybolmuĢtu. Sadu
yavaĢça yerinden kalktı.
Ondan sonra olanlar Laughlin'e ağır çekim bir
film gibi geldi. Sadu'nun açık dirseklerini göğüs
kafesine doğru kapatıĢını seyrediyordu. Avuçiçlerini
bitiĢik tutan sadu, sadece parmak uçları birbirine
değecek Ģekilde ellerini yavaĢ yavaĢ ayırdı.
Kutsal adamın gözkapakları pencerelerden
kepenk-lerin kalkması gibi ağır ağır açıldı. Yalnızca
beyaz bir hal-
STEVEN SPIELBERG
kanın çevrelediği bu gözler çok iri ve kapkaraydı.
Beyaz halkayı da siyah gür kirpikler çevreliyordu.
Sadu'nun vücudu hareket etti, sanki hiçbir güç
har-camıyormuĢçasına
yavaĢça
bağdaĢ
durumundan ayağa kalktı. Aynı anda da kentli
'Brahmin dizlerinin üzerine çöktü. Laughlin de
farkında olmadan oturmuĢtu. Sanki orada ayakta
durmaya tek hakkı olan kiĢi sadu'ydu. Laughlin
gözünün ucuyla kameramanla ses teknisyenin de diz
çöktüklerini gördü. Onların ne yaptıklarının farkında
olmadıklarından emindi.
Sadu'nun çıplak kolları ağırbaĢlı bir kararlılıkla
vücudunun iki yanına açıldı. Havalanmak için güçlü
kanatlarını açan bir kuĢa benziyordu. Arkasında
kalan güneĢin Ģimdi ancak üst ucu bir çizgi halinde
görünmekteydi. Derken o da kayboldu. Ortalık
ansızın kararmıĢtı.
Sadu'nun uzun kolları Ģimdi omuz hizasında iki
yana açık olarak duruyordu. Sonra yavaĢ yavaĢ
yukarıya kalkarak kırıĢ kırıĢ olmuĢ el üstleri baĢının
üzerinde bitiĢti. Bu konumda da biraz durduktan
sonra kollarını tıpkı bir orkestra Ģefinin hareketi gibi,
birden aĢağı indirdi.
Aynı anda on, yirmi bin gırtlaktan alçak, melodik
bir nota duyulmuĢtu. Bu ses öylesine güçlüydü ki, bir
anda Laughlin'in beyninde çınladı. Lacombe'un
gözlerini açtığını, yana dönerek teknisyenlere
baktığını gördü. Laughlin iĢaret edince, teknisyen
Nagra'nın düğmesine bastı. ġimdi muhafazanın
içinde
Nagra'nın
bandlarının
döndüğünü
görebiliyordu Laughlin.
Sadu kollarını yeniden kaldırarak baĢka bir nota
seslendirdi. Ġlkinden daha yüksek perdedendi bu
nota. Ġki ezgi tüm dünyayı dolduruyordu sanki.
Müritler bunları ya sırayla tek baĢlarına ya da ikisini
birarada seslendiriyorlardı.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Sadu arka arkaya üç nota daha seslendirdi.
ġimdi Laughlin bu kadar çok sesin kulak tırmalayıcı
uyumsuzluğu karĢısında melodi duygusunu yitirmeye
baĢlamıĢtı. Altındaki toprak seslerin yoğunluğuyla
titreĢiyordu. Bu sesler Batılı kulaklara garip gelen
melodisiz notalardı. Raporda ya zılanlara göre, bu
sesler dört gece önce yıldızlardan yeryüzüne gelmiĢ
ve o andan beri sadu'yla müritleri her ge ce aynı
sesleri çıkarıyorlarmıĢ.
Notalar arasındaki perde farklarının hiçbir
biçimde bir bütün oluĢturmadıklarını farketti Laughlin.
Bunlar yarıya, çeyrek seslere bölünüyor, mikroton
aĢamalarını andırıyordu. Her Ģarkıcı bir ĠnleyiĢ
katarak notaları hafifçe değiĢtiriyordu. Sesler Ġlahi bir
Ģarkı
gibi
gökyüzüne
yükseliyor,
üzerinde
bulundukları toprağı ve so luk aldıkları havayı
titreĢtiriyordu.
ġimdi tropik gecesi bastırmıĢtı. Nemli bir karanlık
herkesi kucaklıyordu. Sadu'yu artık görememelerine
karĢın binlerce kiĢi Ģarkıyı sürdürüyor, aiderek
dayanılmaz bir yoğunluğa eriĢmeye zorluyorlardı.
Yıldızlar da görünmeye baĢlamıĢtı. Laughlin
çevresini saran Ģarkının vahĢiliğinden ve gücünden
etkilenerek yıldızlara bakıyordu, özellikle Büyük
Ayı'nın ucundaki yıldız dikkatini çekmiĢti. Bir parlıyor,
bir sönükleĢiyordu. Bu parlama ve sönmelerin bir
ritmi vardı. Sanki Mors alfabesiyle bir mesaj
yolluyordu. Ve yıldız birden patladı.
Parlak kırmızı bir ıĢık baĢlarını göğe doğru
kaldırmıĢ olan kalabalığın yüzlerini aydınlattı. ġimdi
Lacombe da ayağa kalkmıĢ, sadu'nun yanında
duruyordu. Kameraman omuzundaki Arriflex'i
gökyüzüne çevirmiĢti.
Kırmızı ıĢık dönen bir sütun haline gelerek önce
turuncu oldu; sonra sarıya, sonra da soluk yeĢile
dönüĢtü. Gökyüzünde dolaĢıyordu. Ansızın beĢ
nota duyuldu
STEVEN SPIEIBERG
gökyüzünden. Saf. Melodik. Net. Müritle r sustu. Ve
gökyüzü bir kez daha onlara aynı ezgiyi tekrarladı.
«Aman Tanrım!» dedi kameraman.
AteĢ sütunu kayboldu, Ģarkı sona erdi.
Müritler yerlerine oturup yüzlerini toprağa
koydular. Sadu Lacombe'a döndü. «Gökyüzü,» dedi
ince bîr sesle. «Gökyüzü bize Ģarkı söylüyor.»
Ġki
adam
birbirine
sarıldı.
Fransızın
yanaklarından gözyaĢları akıyordu. Heyecandan sesi
boğuklaĢmıĢtı.
«Hepimize söylüyor, dostum,» dedi.
ON İKİNCİ BÖLÜM
O cumartesi sabahı geç vakit, Neary uykulu
gözlerle banyodaki aynaya bakıyordu. TraĢ olmaya
baĢlamadan önce kendine gelmeye çalıĢtı. Sonunda
traĢ köpüğü tüpünü alarak sağ elinin ovucuna bir
miktar sıktı. Avucunda beyaz bir tepecik oluĢmuĢtu.
Elini otomatik olarak yüzünün hizasına kaldırdı.
Birden kafası karıĢmıĢtı.
Neary elindeki beyaz tepeciğe gözlerini dikmiĢ
bakıyordu. BaĢını dikleĢtlrerek sabun köpüğünü göz
hizasına getirdi. Sonra sol elinin orta parmağıyla
tepeciğe belli belirsiz bir Ģekil vermeye çalıĢtı
«Hayır, böyle değil,» diye kendi kendine
konuĢtu. Aslında ne dediğinin ya da ne yaptığının
pek farkında değildi. Ama bu Ģekil ona bir Ģeyi
anımsatıyordu; kafasının eriĢemediği bir Ģeyi...
Çıldırtıcı bir duyguydu bu. Neary bu Ģekli çok iyi
biliyor ama yine de bildiği Ģey ondan milyonlarca
kilometre uzaktaymıĢ gibi bir duyguya kapılıyordu.
Umutsuzca gözlerini kırpıĢtırdı. Herkes böyle bir
duyguya kapılabilir, diye düĢündü. Hani bir an bir Ģey
size çok yakın ve tanıdık gelir... Aslında hiç görmediğiniz bir yüzü ya da hiç gitmediğinizi bildiğiniz bir
yeri daha Önce görmüĢ gibi bir duyguya kapılırsınız
ya... Bazı psikanaliz uzmanları bu tür duygulara dejâ
vu derler. Ama her Ģey birkaç saniyede olup biter.
Neary'nin de bu
STEVEN SPIELBERG
duygusu geçmeye baĢlamıĢtı. Ama gözleri hâlâ
sabun köpüğüne dikiliydi.
Banyo kapısında duran Ronnie'nin aynaya
yansıyan görüntüsü Neary'yi daldığı âlemden çekip
çıkardı.
«Ronnie,» dedi. «Bu sana neyi hatırlatıyor?»
Kadın onun elindeki sabun köpüğünü tümüyle
görmezden gelerek kesin bir tavırla konuĢtu. «Bu
akĢam partide soranlara ultraviole lambasının altında
sağ
tarafına
dönmüĢ
olarak
uyuyakaldığını
söyleyeceksin.»
«Ne? Neden?»
«Toplantıda o saçma sapan Ģeylerden söz etmeni
istemiyorum,» dedi Ronnie. «Hiç olmazsa neden söz
ettiğini bilene dek.»
Neary iĢi mantık açısından ele almaya
çalıĢıyordu. «Eğer ondan söz etmezsem neyi
bileceğimi nasıl anlarım?»
«Böyle Ģeyleri iĢindeki arkadaĢlarına anlat ama
parti-dekilere değil.»
«ĠĢ arkadaĢlarımın hiçbir Ģeyden haberleri yok ki.» Bu
tartıĢma sırasında Brad ile Toby de banyoya gelmiĢlerdi.
«Baba, onlar gerçek mi?» diye sordu Brad.
Ronnie sert bir dille, «Hayır, değiller,» diye
kestirip attı.
«Böyle söyleme ona,» dedi Neary.
Brad ısrar ediyordu. «Ama anne, ben
inanıyorum.»
«Hayır, inanmıyorsun.»
«Ama babam öyle diyorsa...»
«Baban öyle demiyor,» diye çocuğun sözünü
kesti Ronnie. Sonra yalvarır gibi kocasına bakarak,
«Öyle değil mi, Roy?» dedi.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKĠN ĠLĠġKĠLER
«Ben sadece neler olup bittiğini anlamaya
çalıĢıyorum,» diye Neary karısının ima ettiği anlamı
kabul etti. Sağ avucundaki sabun köpüğünü hâlâ
tutuyordu.
Ronnie tartıĢmayı sonuçlandırır gibi, «ĠĢte bu da
olağan Ģeylerden biri,» dedi doğal çıkmasına çalıĢtığı
bir sesle.
«Hangi Ģeylerden?»
«Artık bundan söz etmek istemiyorum.»
Toby sordu. «Onlar ayda mı yaĢıyorlar?»
«Ayda üsleri var onların,» diye cevap verdi Brad.
Konuya kendini iyice kaptırmıĢ gibiydi. «Böylece
geceleri pencerene gelip perdeleri çekiyorlar.»
Ronnie gözlerini kapadı. «Bu saçmalıkları
dinlemiyorum artık. Tek kelimesini bile.»
«Geçen gece,» diye söze baĢladı Neary elinden
geldiğince
sakin
görünmeye
çalıĢarak.
«Açıklayamayacağım bir Ģey gördüm.»
Ronnie gözlerini birden açarak öfkeyle aynadan
Ne-ary'ye dikti. Mavi gözleri hırstan irileĢmiĢti. «Dün
gece saat dörtte ben de öyle bir şey gördüm ki,
gerçekten bunu açıklayamayacağım. Kocaman bir
adam...»
Ronnie çocukların birden dikkat kesildiğini fark
ederek sustu.
«Bu gece oraya yine gideceğimi pekâlâ
biliyorsun,
Ronnie. Hem de çok iyi.»
Kadın arkasını dönerek gitmeye hazırlanırken,
alçak sesle, «Hayır, gitmeyeceksin,» dedi.
Neary'nin cevabı kesindi. «Evet, gideceğim.»
O sırada telefon çalmaya baĢladı.
Ronnie kocasına dönerek, bu kez Ģakacı bir
tavırla, «Hayır gitmiyorsun,» dedi. Sonra banyoya
girip Ray'un yanına geldi. Sağ bileğini yakalayarak
avucunu onun yü-
STEVEN S PIELBERG
züne bastırdı. Sabun köpüğü Neory'nin yüzüne
bulaĢmıĢtı Bu haliyle palyaçoya benziyordu.
Roy aynadaki görüntüsüne dikti gözlerini.
Yüzündeki, beyaz köpük yanağının kırmızımsı rengini
büsbütün belir-ginleĢtirmiĢti. TraĢ köpüğünü yüzünün
öteki yerlerine dağıtırken, kendi kendine, «Allah
belamı versin ki, ay yanığı değildi.» diye mırıldandı.
Ronnie'nin
görüntüsü
tekrar
aynaya
yansıdığında, Neary traĢ olmaya baĢlamıĢtı. Kadının
yüzünde kötü bir haber almıĢ gibi bir ifade vardı. Kapı
eĢiğincfe durmuĢ titriyordu. Gözleri dolu doluydu.
«R-Roy,» diye kekeledi. «Telefon eden
Grimsby'ydi.» «öyle mi?»
«ĠĢten
atıldığını
söyledi.»
Ronnie
artık
gözyaĢlarını tutamıyordu. Hıçkırarak kocasına sarılıp
yanağını yanağına bastırdı. GözyaĢları sabun
köpüğüne karıĢıyordu.
«Sen...
seninle
konuĢmaya
bile
gerek
görmemiĢler. ġimdi ne yapacağız? Neden iĢten
kovuldun? Neler oluyor, Roy?»
Neary ĢaĢkın bir halde, «Tanrım,» diyebildi ancak.
Elinde usturası, kendisine sarılmıĢ ağlayan karısı,
sabun köpüğüne bulanmıĢ yüzüyle öylece duruyordu.
Aynadaki bu görüntüye görmeden bakıyordu. «Roy, ne
yapacağız Ģimdi?»
Neary taĢ kesilmiĢ, hiçbir Ģey duymuyordu.
Gözleri boĢluğa dikiliydi. Derken banyonun açık
kapısından görünen yatak odasındaki beyaz bir Ģeye
bakıĢlarını yoğunlaĢtırdı. Yatağın üzerinde duran bir
yastıktı bu. Ġki yanından sıkıĢtırılarak bırakılmıĢtı bir
yastık... Tıpkı az önce avu-cundaki sabun köpüğüne
benziyordu.
«Hayır,» dedi Neary. «Böyle de değil.»
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Neary ertesi gece oraya gitti tabii. Ve hiçbir garip
cisim ya da renk görünmeyince, kendi kendine her
Ģeyi unutacağına söz verdi. Ne var ki, bir sonraki
gece yine oradaydı.
Neary artık oradaki Ġnsanları da tanımaya
baĢlamıĢtı.
Eski
dost
gibiydiler.
Birden
kaynaĢmıĢlardı. YaĢlı çiftçi elinden eksik etmediği
viski ĢiĢesiyle eski kamyonetinde oturuyordu.
Sailanan sandalyesini de birlikte getiren kadın oturup
beklerken, zamanını boĢa harcamamak için örgü
örüyordu. Neyi beklerken? Artık herkes onlara 'gece
olayları' adını takmıĢtı. BaĢka yaĢlı bir kadın onlar'ın
fotoğraflarından bir albüm yapmıĢtı. Albümde baĢka
yerlerdeki 'gece olayları'nın resimleri vardı.
Uzaklardan duyulan bir ses herkesin kuzey
yönünde gökyüzüne bakmasına neden oldu. Belki de
çok uzaklardan geçen bir jetin gürültüsüydü bu.
«Bütün gece de beklesek, burada olacağız,» dedi
yaĢlı kadın.
Roy seksen yaĢlarındaki kadının yanına diz
çökmüĢtü. «Bu gece gelecekler mi?» diye fısıldadı.
Büyülü sözlerdi bunlar. Kadın birden gençieĢmiĢ gibi
gülümsedi. Neary
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
ona yaĢamın sırrını vermiĢti sanki. «Dilerim Tanrıdan
gelsinler,» dedi. «Ya siz?»
«Tüm kalbimle,» diye cevap verdi Neary büyük bir
ciddiyetle.
YaĢlı kadın onun içtenliğini anlamıĢ gibi göz
kırptı, sonra deri kaplı albümü kucağında doğrultarak
ilk sayfayı açtı.
«Bunları kendim çektim,» dedi çok bilmiĢ bir
tavırla. «Mahalle okulundayken her gece gökyüzünü
gözlerdim.»
Neary renkli resimlere baktı. Kâğıda sıçrayıp
dağılmıĢ sarı boyayı andırıyordu fotoğraflardan biri.
Bir baĢkası yarık gibi uzanan beyaz bir çizgiydi.
Hayal meyal görünen mavi bir lekeyi gösteriyordu
baĢka biri de. Ancak fotoğraf makinesi kullanmasını
bilmeyen biri, ilk çektiği resimlerde bu tür hatalar
yapabilirdi.
Neary resimlerin hiçbirinde, olanları anlamak için
kendisinin duyduğu o tutkuyu sezemedi. Bunlar bir
seyircinin gözlemleriydi. Tıpkı sirklerde alev yutan
göstericiyi izleyen ama bunu nasıl yaptığını merak
etmeyen seyirciler gibi... Seyretmek onlar için
yeterliydi.
'Gece olayları'nın görüldüğü gecenin bir sonraki
gecesi oldukça büyük bir kalabalık toplanmıĢtı.
Neary'nin daha önce görmediği kimseler de vardı. Ve
ilk kez o gece yolunun üzerine çıkan çocukla genç
kadının orada olduğunu gördü.
Neary kalabalığın üzerinden genç kadını
selamladı. Küçük oğlunun elinden tutan genç kadın
Neary'nin yanına geldi. «Bizi hatırladınız mı?»
«Nasıl unutabilirim ki?»
Genç kadın elini uzatarak, «Adam Jillian Guiler,»
dedi. «Bu da Barry.»
«Ben Roy Neary. Oldukça heyecanlı bir gece,
değil mi?»
«Kalabalık kolay dağılacağa benzemiyor.»
Kadın Neary'nin yanağına dokundu. «GüneĢten
yanmıĢsınız.»
«Bu gece de öteki yanağımı yakmayı
umuyorum.»
«Benim de göğsüm ve boynum yandı.» Genç
kadın bluzunun düğmelerini çözerek göğsünün üst
kıvrımını ve boynunun çukur yerini gösterdi. Ama
Neary'nin kızardığını görünce, «Özür dilerim,» diyerek
bluzunun düğmelerini kapattı. «Sizi birden kendime
çok yakın hissettim de... Tıpkı çok eski bir dost gibi...»
Güldü. «Böyle bir yaĢantıyı paylaĢmak dost olmaya
yeterli, değil mi?»
Neary baĢıyla onayladı. Artık utanmıyordu. O
sırada kısa pantolonlu, güleryüzlü bir adam yanlarına
gelip bir flaĢ parlattı. Parlak ıĢıkta yüzlerinin yanığı
daha belirgin olarak görünmüĢtü. Bu adamın hoĢuna
gitmiĢ olacak ki, resimlerini çekti. Jillian göllerini
kırpıĢtırarak adama döndü. Ama kısa pantolonlu
adam Ģimdi çitin yanında oturmuĢ bir çamur
tepeclğlyle oynayan Barry'nin resmini çekmeye
hazırlanıyordu.
Jillian aceleyle amatör fotoğrafçının yanına gidip,
«Onu rahat bırakın,» dedi. «Böyle iĢlere karıĢtırılmak
için çok küçük daha...» Genç kadın kızmıĢ
görünüyordu.
Adam özür diler gibi hafifçe öksürdü. Barry'ye
bakarak, «Nereden o?» diye sordu.
Jillian kızgın kızgın, «Yeryüzünden,» dedi. Bir
yandan da Barry'nin yüzündeki toz toprağı siliyordu.
Çocuk çamurları sıkıĢtırarak uzun, koni biçiminde bir
tepecik yapmakla meĢguldü.
«Benim... Ģey... bu yaramazlardan üç tane var
evde.» dedi Neary.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
STEVEN SPIELBERG
Jillian, «Gördüklerinizi karınıza anlattınız mı?»
diye sordu.
«Tabii.»
«Nasıl davrandı?»
«AnlayıĢ gösteriyor,» dedi Neary biraz alaylı.
Sonra ekledi. «Tam bir anlayıĢ.»
Jillian da alaylı bir gülümsemeyle karĢılık verdi.
«Ben de anneme anlattım. Bütün bunların yalnız
yaĢamamın ürünü olduğunu söyledi.» Genç kadın bir
an sustu. Neary onun utandığını hissetmiĢti. Tıpkı az
önce Jillian'ın göğüslerini gördüğü an kendisinin
olduğu gibi.
«Tabii tümüyle yalnız sayılmam,» diye Jillian düzeltmeye çalıĢtı. «Barry var, sonra komĢular... Gerçekten
tam anlamıyla yalnız sayılmam.» «Ya Barry'nin
babası?»
«öldü.» Jillian susarak gözlerini Neary'den
kaçırdı. «YaĢasaydı, bütün bunları karınızdan daha
iyi anlayacağını sanmıyorum. AnlayıĢ göstereceğini
de...»
O anda Noary'nin aklına söyleyecek bir Ģey
gelmiyordu. Barry'nin yanına çömelip çamurları
sıkıĢtırmasına yardım etti. «Gecenin bu saatinde çok
sıkı çalıĢıyorsun, oğulcuk, ha?»
«Aslında çoktan yatmıĢ olması gerekirdi.»
Jillian'ın ses tonundan bir suçluluk duygusu
seziliyordu. «Ama önceki gece evden kaçtığından beri
gözümün önünden ayırmak istemiyorum.»
Neary genç kadının sözlerini baĢıyla onayladı.
Ama gözleri küçük çocuğun yaptığı çamurdan
tepecikteydi. Eline ince bir dal alarak tepeciğin
yamaçlarına yivler açmaya baĢladı. «Hımm.»
Yakındaki birkaç çakıl taĢını alarak Barry'ye uzattı.
«Bir de bunlarla dene.»
Barry çakıl taĢlarını koni Ģeklindeki tepeciğin
etek-
lerine yerleĢtirdi. Tıpkı volkandan püsküren donmuĢ
lavlar gibi duruyorlardı taĢlar.
«ġimdi daha iyi oldu,» dedi Neary. Garip ama
çocukla annesi Neary'nin davranıĢını çok doğal
karĢılamıĢlardı.
Birden ĢaĢıran Neary sordu. «Hey, bu sana neyi
hatırlatıyor?»
Jillian bir an derin derin düĢündüyse de, bu Ģeklin
kendisine neyi anımsattığını bulamadı.
Birden çevreye garip bir sessizlik çökmüĢtü.
Gençler ve yetiĢkinler dürbünlerlylo fotoğraf
makinelerini gökyüzüne doğru çevirdilör. Birinin el
radyosundan Eagles'ın söylediği, 'Desperado' adlı
Ģarkı ĠĢitiliyordu.
Jillian, gökyüzünü iĢaret ederek, «iĢte orada!»
dedi.
Topluiğne baĢı kadar Ġki bulanık ıĢık öne arkaya,
aĢağı yukarı hareket ediyor ve karanlıkta giderek
parlak-laĢıyordu.
Neary fotoğraf makinesini kaldırdı. «Bu kez
hazırım.»
Genç kadın elini Neary'nln koluna koyarak,
«Titriyorsun,» diye fısıldadı.
«Biliyorum.» Neary aldırmazmıĢ gibi güldü.
«Gözlerin yanmıyor mu?»
«Hem de nasıl... özellikle Ġki gündür.»
«Benimkiler de.»
«Ama bir tür çılgınlık bu.» Neary'nin diĢleri
birbirine çarpmaya baĢlamıĢtı.
ġimdi ıĢıklar tüm Ģiddetleriyle onlara eriĢiyor,
gitgide büyüyorlardı. Kör edici, acımasız, seyretmesi
acı veren ıĢıklar...
«Bu bir tehdit mi?» diye sordu Jillian.
Neary kamerasını ayarlamıĢtı, ama o denli
titriyordu ki, doğru dürüst çekebileceğinden
kuĢkuluydu. Jillian'a dönerek sordu. «Eğer o Ģeyler
buraya gelir ve kapılarını açar-
SftVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
larsa, içeri girip onlarla birlikte gider misin?» «Hiç
düĢünmeden,» cevabını verdi Jillian. Neary, «Dinle,»
dedi, «Bu ses... dinle.» O garip ses havadan
süzülerek kulaklarına çarptığında, kalabalıkta bir
hareket oldu. Rüzgâra karĢı esen ritmik bir gürültüydü
bu. ġimdi daha da artmıĢtı. Ve birden giderek hızını
da artırmaya baĢladı. Tüm tahminleri aĢan bir
çılgınlığa ulaĢmıĢtı Ģimdi. Bir iç patlamayı andıran
bu gümbürtüyü anlamaya, yorumlamaya hiç kimsenin
gücü yetmiyordu. Korkuya kapılmıĢlardı. Kör edici iki
ıĢık dünyayı yuttu. Havanın niteliği değiĢmiĢti.
Gökyüzü bir yaz günü öğlen vakti gibi aydınlıktı.
Birden aydınlığın içinden iki helikopter çıktı. Bunlar
Hava Kuvvetlerine ait Huey helikopterleriydi. Sıcak
hava püskürterek kalabalığın üzerinden geçiyorlardı.
Hem de çok yakından. Tam bir pani ğe yol açmıĢlardı.
Sarmal manevralar yapıp çok alçaktan geçtiklerinden,
oluĢturdukları hava akımı bütün tabak ça nağı
yiyecekleri, peçeteleri uçuruyordu. Az sonra alüminyum sandalyeler, portatif masalar, battaniyeler de bu
anafora kapılarak dört bir yana saçıldı.
Neary ĢaĢkınlık, kızgınlık ve biraz da tiksintiyle
birkaç metre üzerlerinde uçuĢan Hava Kuvvetlerinin
helikopterlerini seyrediyordu.
YaĢlı kadın albümden dağılan fotoğraflarını
toplamak için oradan oraya koĢuĢarak helikopterlere
lanetler yağdırıyordu. Resimler dört bir yana saçılarak
uzaklara uçmuĢlardı.
Barry birden bir çığlık atarak koĢmaya baĢladı.
Jillian çocuğu güçlükle zaptedebildi. «Barry, bunlar
helikopter, korkma,» diyordu.
«Evet bunlar bizden,» diye bağırıyordu Neary
de, o toz toprak ve gürültü karmaĢasında.
Yol levhaları da titremeye baĢlamıĢtı. Neary bir
süre bu titreĢimleri seyrederek, geçen gece
gördüklerini düĢündü. O gece de yol levhaları
titremiĢti. Ama o kez daha Ģiddetliydi titreĢimler.
Doğaüstüydü belki. O titreĢimlere belki de 'gece
olayları' neden olmuĢtu.
Oysa Neary Ģimdi yol levhalarının titreĢimine,
delice manevralar yapan helikopterlerin oluĢturduğu
hava akımının neden olduğunu açıkça ve düpedüz
görebiliyordu. Bütün bunlar tam orada, yüz tanığın
önünde oluyordu.
Ve bu çılgın olayda, Neary ilk kez yalnızca görmüĢ
olduklarından değil bu konuda tüm düĢüncelerinden
kuĢku duymaya başladı.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Çölde yıldızlar büyük ve iri elmas gibi parlaktı.
Ufka en yakın olanları, kumlardan yükselen yakıcı
çöl sıcağının etkisiyle kıvılcımlar saçar gibi
parlıyordu.
California, Barstow'da geceyarısıydı. Goldstone
Rad-yoteleskobunun parabolik dev kulağı gökyüzünü
dinliyordu. 14'üncü istasyon sözde onarım için
sökülmüĢtü, ama asıl olayı gizlemek için bir
bahaneydi bu. Çünkü uzay araĢtırmaları Ġçin gerekli
araçlar buraya taĢınmıĢlardı. Viking, Helios, Plonser,
Mariner, Jupiter, Saturn ve Voya ger deneylerini
izleyen ve denetleyen aynı araç burada derin uzay
araĢtırması konumuna getirilmiĢti.
Gözleme binasının içine girer girmez Ģu yazı göze
çarpıyordu: VERĠ GELĠġTĠRME ÇALIġMALARI.
YALNIZ GÖREVLĠ PERSONEL GĠREBĠLĠR. 5883 MC
CORSCON'A DANIġIN. Elektronik düzenle açılıp
kapanan kapının önündeki otomatik parmak izi aygıtı,
giriĢi bir nöbetçi gibi korumaktaydı.
Özel bir geceydi bu. EndiĢe ve bekleyiĢlerin kol
gezdiği bir gece... GiriĢteki aygıta altı el basılmıĢ ve
parmak izleri tanımlandıktan sonra kapı tıslayarak
açılmıĢtı. Burası görev denetimi yapan bir bilgisayar
merkezinden çok
depoyu andırıyordu. Bu çalıĢmalar baĢlamadan önce
de boĢ ve karanlık bir depoydu zaten.
Ġçerdeki faaliyetin ana merkezi, deponun tam
ortasındaki düz bir treyler üzerine yerleĢtirilmiĢ olan
küp biçiminde bir uzay araĢtırma aracıydı.
Gömleklerinin kollarını yukarıya kadar sıvamıĢ iki
düzine proje elemanı uzaydan alınan algıları
bilgisayara programlayan araçların önünde harıl, harıl
çalıĢmaktaydı. Telemetreler, kumanda tabloları, verici
ve alıcı ünitelerin arasında onlara hiç uymayan bir
aygıt vardı: Bir mini Yamaha syntheizer'i... Ve Claude
Lacombe klavyede boĢ notanın egzersizini yapıyordu.
Bir mesaj yollar gibiydi. Her ses birbirinden ayrı
olarak tek baĢına çıkıyordu ama bunlar kuĢku
götürmez
biçimde
Hindistan'daki
Benares'de
duydukları ezginin aynısıydı. Gökyüzü müziği.
Sonunda bu müzik varsayımsal ama cına hizmet
etmekteydi
Ve bir süre sonra karĢılık geldi. Bilgisayardan
metrelerce kâğıt çıkmaya baĢladı ve bir anda yerleri
kapladı. Tüm proje elemanları sıraya dizilerek kâğıt
Ģeritleri okumaya çalıĢıyordu. Kâğıtlarda bir sürü sayı
vardı. On beĢ dakika süreyle de birtakım noktalar
görüldü. TitreĢimler, sonra duraklamalar, uzun
aralıklar ve sonra yeniden çok hızlı iletiĢimler.
Lacombo bir tür haberleĢmenin kurulduğundan
emindi. Bilgisayarın önündeki sandalyeye otura rak
avucunu alnma dayadı. Derin bir soluk alıp hafifçe titreyerek ciğerlerindeki havayı boĢalttı. Bu kapalı yerde
ay-gıtların gürültüsü bazı genç kulaklar için sağır
edici gibi gelebilirdi ama asıl gürültü kesilince,
Lacombe'un kafası umutsuzlukla uğulduyordu. iletiĢim
yeniden baĢlayınca La-combe sandalyesinin arkasına
dayanıp gülümseyebildi ancak.
«Tamam, beyler!» KonuĢan operasyon
danıĢmanıydı.
STEVEN SPIELBERG
«ĠĢte iletiĢim modeli burada. Ġki on beĢ dakikalık
yayın aldık. Yüz dört çabuk titreĢim, son beĢ saniyelik
ara. Kırk dört titreĢim ve beĢ saniyelik duraklama.
Sonra otuz RP ve altmıĢ saniyelik ara. Bundan
sonrakiler tümüyle farklı iĢaretler. ġöyle: Kırk artı
beĢ. Otuz altı artı beĢ. On, sonra altmıĢ ve
duraklama. Sonra tekrar yüz dört titreĢim-lik
baĢlangıç.»
Lacombe yeniden o beĢ notayı çalarak
göndericiye verdi. DanıĢmanlardan biri hemen, «Buna
karĢılık ne olacak?» diye sordu. Lacombe ona
bakarak omuzlarını silkti. Belki yarın bu notaların ne
anlama geldiğini öğrenebileceklerdi. Ama Ģimdi
iletiĢim yarıĢı sürmekteydi ve yirmi dört proje
elemanının çalıĢmayı, hiç aksatmadan saat gibi
yürütmesi gerekliydi.
Tekrarlanan sayıları ayıklayan adamlardan biri,
«Bu
hiç de
sosyal sigorta
numaralarına
benzemiyor,» dedi. «Çok rakam var.»
BaĢka biri bu Ģakaya katıldı. «Belki McDonald
Mağazalarının geçen haftaki satıĢ listesinin
dökümüdür.»
Lacombe'un dıĢında herkes güldü. Yapılan Ģakayı
anlamadığından Laughlln'o bakarak Fransızcaya
çevirmesini bekledi. Ama çevirmen hiçbir karĢılık
vermedi. Laughlin iĢverenine bakmıyordu bile. Kâğıt
yığının Ġçine gömülmüĢ Ģeritleri inceliyordu. Lacombe
ona dikkatlice baktı. Laughlin bir Ģeyle uğraĢıyor, onu
bulmak Ġçin ter döküyordu. Çevirmen baĢını kaldırdığı
zaman herkes baĢka yöne bakıyordu ama
Lacombe'un gözleri ondaydı. Fransız Laugh-lin'e
baĢını sallayarak düĢündüğü Ģeyi söylemesi için cesaret vermek istedi. Laughlin de öyle yaptı zaten.
«Bir dakika!»
O anda aralarında konuĢuyor ve o büyük soruya
bir
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER
cevap arıyorlardı. Laughlin sesini yükselterek, «Bir
dakika beni dinleyin,» diye yineledi.
Birden oda sessizleĢmiĢti.
«ġey... Fransızca çevirmenlik yapmadan önce asıl
mesleğim haritaları okumaktı. Bu sayılar tona
uzunluk belirtir gibi görünüyor.»
Kimse yerinden kıpırdamadı. Anlamsız gözlerle
Laugh-lin'e bakıyorlardı. Çevirmen devam etti. «Ġki
dizi üç sayı var, tamam mı? Ġlk sayının da üç
aĢaması. Son ikisi altmıĢın altında.»
Laughlin ayağa kalkarak Lacombe'un yanına gitti.
Lacombe da ayağa fırlamıĢ ve neredeyse 'Eureka' diye
bağırmaya hazırdı. Odadakller ĢaĢkın sessizliklerini
sürdürüyorlardı. Sonra herkes aynı anda buluĢu
kavrayıverdi. ġimdi heyecan merkezi Laughlin ve
Lacomb'du. Proje elemanları onların çevresinde bir
halka oluĢturmuĢtu.
«Belki...» diye biri söze baĢladı. «Belki de bize
gökyüzündeki
yerlerini
anlatıyorlar,
galaktik
koordinatlarını veriyorlar.»
«Olamaz,» diye atıldı teknisyenlerden biri.
«Çünkü bunlar bizim 'Büyük Kulak'ın yönüne
uymuyor. Haritacı haklı. Biz uzay değil yeryüzü
koordinatlar alıyoruz.»
ġimdi herkes bir harita bulma telaĢı içindeydi.
Hep birlikte tüm aygıtları iĢler bırakmıĢ, operasyon
baĢkanının odasına giden koridorda koĢuyorlardı.
Büronun içinde çelik ayaklığı üzerinde duran
büyük bir yerküre vardı. Birden kapı açıldı ve
koridorun ıĢığı içeriyi aydınlattı. Proje elemanları
Rand McNalIy'nin yerküresinin baĢına üĢüĢtüler.
Çocuklar gibi heyecanlıydılar. BaĢkanın odasını altını
üstüne getirdiklerinin farkında bile değillerdi.
Yerküreyi önce ayakiığıyla birlikte götürmeyi
denedi-
STEVEN SPIELBERG
t
ler. Ama çok ağırdı. Sonra bir matematik uzmanı
küreyi omuzladığı gibi ayaklığından çıkardı. Hep
birlikte koridora taĢıdılar.
Yerküre voleybol topu gibi elden ele taĢınarak
iletiĢim odasına getirildi. Masanın üzerine konunca
Laughlin ötekilerin parmaklarını bir yana iterek Kuzey
Kutbundan itibaren ölçüleri uygulamaya baĢladı.
«Antartlka, okyanus... okyanus... okyanus...
Easter Adasını atlıyor, Sala-Y Gomes Adasını da
geçiyor. Meksiko'daki Landfall. Puerto Valarta'yı da
atlıyor... New Mek-dika'dan geçerek Carlsbad
Cavern'lara ulaĢıyor, ama devam ediyor ve...»
Bir baĢka adamın parmağı da BirleĢik
Amerika'nın ortasından geçerek batı yönüne doğru
baĢka bir çizgiyi izliyordu. «Maine... New
Hampshire... Great Lakes... Minnesota... Güney
Dakota...»
Derken parmaklar bir eyaletin kuzeydoğu
köĢesinde birleĢti.
«Wyoming?» Laughlin, Lacombe'o baktı.
«Wyoming.» Bir süre uzayan sessizlik ekip liderinin
Teksaslı Ģive-siyle bozuldu. «Tamam, ne bekliyoruz
artık. Bana Wyo-ming'in haritasını getirin.»
. O arada Lacombe yerine oturarak kulaklıklarını
takmıĢ, o beĢ notayı çalıyordu. Bunları büyük
gönderici aracılığıyla gökyüzüne yayıyor, bekliyor ve
dinliyordu. KarĢılık yok. Yeniden Yamaha'nın
klavyesine dokundu. Yine bir Ģey yoktu. Lacombe
öne doğru eğilerek dikkatini yo-ğunlaĢtırıp yeniden
çaldı. Ancak bu kez de sesler yirmi dört proje
elemanının Ġlk kesin baĢarılarını kutlamaları arasında
kayboldu. Ama artık o sessizlik perdesi yırtılmıĢtı.
ON BEŞİNCİ BÖLÜM
Oyuncak ksilofonun akordu çok bozuktu. Bu
yüzden Barry aletiyle o beĢ notayı çaldığında, böyle
garip sesler çıkarıyor olmalıydı.
Çocuk bu notaları bir anda çıkarmamıĢtı. Jillian
yan odadan onu dinliyordu. Barry bu ezgiyi
buluncaya dek sürekli çalmıĢ, sonunda istediğini elde
etmiĢti.
illian'ın kulağına bu ezgi çok garip gelse de,
J Barry' in kendi kendine gülüĢleri onun tatmin
olduğunu gösteriyordu. BulmuĢtu ve mutluydu. Bu
beĢ notanın garip dizisi -böyle Ģeyler çocukların
nereden de akıllarına gelirdi?-tuhaf bir biçimde insanı
rahatsız ediyordu. Ama oyuncak ksilofonlar,
kuĢkusuz sesleri doğru olmaları gerektiği gibi
çıkaracak kadar hassas değillerdi. Bunlarla
olağandıĢı sesler çıkarmak kolaydı.
Jillian bir önceki gün gibi, bugünü de pastel ve
karakalem resimler yapmakla geçirmiĢti. Bitmez
tükenmez kabataslak resimlerdi bunlar. Büyük
kentlerden çok uzakta oturması, sanat eğitimini
bırakmasına
neden
olmuĢtu.
Ancak
bu
alıĢkanlığından vazgeçmesi zordu. Kendini, Barry'nin, bir sandalyenin ya da üzerinde kirli tabaklar,
tuzluk
STEVEN SPIELBERG
ve biberlik olan bir mutfak masasının resmini
çizerken bulurdu zaman zaman.
Bugün Jillian manzara resmi, özellikle dağlar
çiziyordu. Düzgün olmayan diĢler gibi garip aralıklı
dorukların uzaktan görünüĢü, nedense Jillian'a,
Barry'nin ksilofonda ısrarla tekrar tekrar çaldığı
ezgiyi anımsatıyordu.
Dağların bu görünüĢü tümüyle rasgele bir
seçimin en katıksız biçimiydi. Volkanik patlama,
yerçekimi ve yüzyıllar boyu rüzgârın etkisi birleĢerek
olasılığa en saf biçimini vermiĢti.
Ve yalnızca rasgele bir seçim sonucu Barry bu
beĢ notayı bulabilirdi. GeliĢigüzel seçmiĢti bunları.
Ama bir kez de bulunca, onlara o denli bağlı kalmıĢtı
ki, duyan bunların rasgele varlığından kuĢku duyardı.
Sanki bilerek seçilmiĢ gibiydiler. Yine de nasıl bir
yaprağın damarları yalnızca o yaprağa özgü ve
baĢka yapraklarda görülmezlerse ya da bir
kumsaldaki her çakıltaĢı nasıl büyüklük, biçim, renk
ve özgüllük bakımından ötekilerden farklıysa, Bu notalar da öyleydi.
Ayrıca
Barry'nin
nolaları çalıĢında,
bu
geliĢigüzellik aracılığıyla bir mesai Ġletmek ister gibi
bir anlatım vardı.
Jillian temizleme ve ayıklama amacıyla, çizdiği
resimlerin çoğunu atmıĢtı. Ancak bir tanesini,
kendisine bir Ģey anımsattığı için saklamıĢtı. Tam
olarak neyi anımsattığını da bilmiyordu aslında. Son
derece uzun ve ince olan özel bir dağın resmiydi bu.
Kum ve rüzgarın bir volkan lavının çevresindeki
yumuĢak tabakayı aĢındırarak oluĢturduğu bir çöl
minaresini andırıyordu.
Dağın yamaçları derin ve dar oluklarla yarılmıĢtı.
Bu terkedilmiĢ, ıssız çevrede, güneĢin gözüne doğru
suçlayıcı ifadeyle kaldırılmıĢ bir parmak gibi
yükseliyordu.
Yakınlardan, bir gökgürültüsü duyuldu. Jillian
hafifçe
ÜÇÜNCÜ
TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
ürpererek yağmurun gelip gelmediğini görmek için
koĢarak dıĢarı çıktı. Bulutlar batıda kümeleniyor,
güçsüz güneĢi sanki kurĢun yığınlarıyla örtüyorlardı.
Jillian bulutların arkasında ĢimĢekler çaktığını gördü.
Esaslı bir fırtına yaklaĢıyor olmalıydı. Gelgelelim
ĢimĢeğin ıĢıltıları sanki donmuĢ gibi uzunca bir süre
gökyüzünde kalıyordu. Uzaklarda, küçük ıĢık
noktacıkları buluttan buluta atlıyorlardı.
Hava
toplanan
arıların
vızıltılarıyla
yoğunlaĢmıĢtı. ġimdi bulutlar aĢağı doğru hareket
eder gibiydiler.
Evet, gerçekten aĢağı ve Jillian'a doğru
geliyorlardı. Ġçlerinde renkli, garip ıĢıltılar bir buluttan
ötekine sekiyordu.
«Olamaz,» dedi Jillian alcak sesle.
Yuvarlanan
dağları
andıran
bulutlar,
yeryüzünden göğe eriĢmek ister gibiydiler Bu koyu
bulut yığını yükseldikçe geniĢleyen bir sütunu
andırıyordu. Tıpkı bir... bir ka sırga gibi...
Jillian kendini savunmasız hissetti. Aynı The
Wizard of Oz (Oz'un Büyücüsü) adlı kitapta dev bir
kasırganın Kansas ufkunu kapladığı zaman
Dorothy'nin kapıldığı duyguya benziyordu bu,
Jillian kendi kendine, ama burası Kansas değil,
diye anımsattı. Ve de buluttan buluta seken bu
parlak ıĢıltılı Ģeyler gerçek değildi. Yoksa gerçek
olabilirler miydi? Ama kuĢkusuz gerçektiler ĠĢte.
Ansızın korkuya kapılan Jillian, «Hayır, olamaz,»
diye bağırdı. Evinin ne denli korunaklı olabileceğini
anlamak istermiĢ gibi çevresine bakındı. Sonra
yavaĢça arkasını döndü, evin arka kapısına çıkan on
beĢ basamak-Iık merdivene
doğru yürüdü.
Merdivenleri çok ağır çıkıyordu. O anda yeterince
dehĢete düĢmüĢtü. Bir de koĢarak panik yaratmak
istemiyordu. Ağır çekim film gibi eve
STEVEN SPIELBERG
doğru ilerleyip içeri girdi. Sonra yine istemli olarak
yavaĢ hareketlerle dıĢ kapıyı kapattı, kilitledi.
Jillian oturma odasına girerek jaluzileri, perdeleri
kapatmaya baĢladı. Odadan odaya geçtikçe
hareketleri de istemeden hızlanıyordu. Önce
yürürken sonra hızlı adım atmaya, en sonunda da
koĢmaya baĢlamıĢtı. Son jaluziyi ka patırken artık
tam bir panik içindeydi. Ellerine hâkim ola mıyordu.
BeceriksizleĢmiĢti.
Bir an hareketsiz durup neler olduğunu düĢünmeye çalıĢtı. (Gök gürüldemiĢti, değil mi? ġimĢek de
çakmıĢtı, Evet. O uzaktan duyulan arı kümelerini andıran vızıltının da fırtınayla bir ilgisi vardı. Sonra
bulutlar üzerine doğru gelmeye baĢlamıĢlardı. Jillian
daha önce bulutların böyle hareket ettiğini
görmemiĢti hiç...
Barry gülüyordu. Zaten en Ģiddetli fırtınalardan
bile korkmazdı. Jillian böyle olduğuna Ģükretti
içinden. Ama Ģu anda gökgürültüsü camları
zangırdatır, ĢimĢekler odanın içinde alev gibi
parlarken, çocuğun kahkahalar atarak Ġçten gülüĢü,
onu rahatsız ediyor, dayanılmaz geliyordu. Ama
haksjzdı Jillian. Çocuğun bu denli mutlu olmaya
hakkı vardı.
Doğru Barry'nln odasına gitti. Çocuk ksilofon
çalmayı bırakmıĢ, evde perdesi açık kalmıĢ tek
pencerenin önünde duruyordu. Büyük bir dikkatle
gözlerini gökyüzüne dikmiĢti ve gördüğü Ģey ona
neĢe veriyor gibiydi.
Derken Barry birden fırlayıp koĢarak evi
dolaĢmaya,
jaluzileri
kaldırmaya,
kapıları,
pencereleri açmaya baĢladı.
«Hayır, Barry! Yapma!» diye bağırıyordu Jillian
ardından koĢarken. Bir yandan da çocuğun açtığı
perdeleri, pencereleri, kapıları kapatıyor, kilitliyordu.
Çocukla annesi oturma odasında buluĢtular.
Barry tam o sırada jaluziyi açmıĢtı.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Jillian çocuğu yana doğru iterek jaluziyi çekip
indirdi. Sanki buna tepki gibi, o anda ev korkunç bir
gökgürül-tüsüyle sarsıldı.* Perdenin arkasında çakan
ĢimĢeğin ıĢığı o denli yoğun bir turuncuydu ki, tüm
duvar bir anda alev almıĢ gibi oldu. Aynı anda yoğun
bir vızıltı ortalığı sardı.
Jillian bu sesten ürkerek büzülmüĢtü. Ama Barry
ellerini çırparak gülüyordu. ġimdi ev karanlıktı.
DıĢarda uğultuyla çakan ĢimĢeğin ıĢığı zaman zaman
aydınlatıyordu odayı.
Jillian, Barry'nln elinden tutarak kendi odasına
götürdü. Sonra rehberi alıp Roy Neary'nln telefon
numarasını aramaya baĢladı.
Numarayı tam bulduğu Hırada, turuncu bir ıĢık ve
gökgürültüsü eve dev bir yumruk gibi indi Televizyon
çalıĢmaya baĢladı. Pikap da. Elektrik lambaları yanıp
sönüyorlardı. Jillian uzaktan temi/Ġlk dolabındaki
elektrik süpürgesinin de çalıĢtığını duydu.
Barry annesinin elinden kurtularak pencereye
koĢup perdeyi bir çekiĢte açtı. Bir yandan da sevinç
çığlıkları atıyordu. Derken garip bir sakinlik çöktü
ortalığa. Televizyon ve pikap susmuĢtu. Elektrik
süpürgesi de çalıĢmıyordu artık. Hiçbir ses yoktu,
hatta rüzgârın uğultusu ya da arıların vızıltısı bile.
Sonra Jillian onu iĢitti. Bu bir pençe sesine
benziyor
du.
.
Çatıdaydı. Kiremitlere tırmanıyordu. Yabani
hayvan ya da yırtıcı kuĢ pençeleri... Uzun, keskin
tırnaklar hızlı hızlı tırmıklıyordu.
Jillian tam üzerindeki tavana bakıyor, gözleri
tırmık seslerinin gittiği yönde hareket ediyordu.
Sesler bacada
STEVEN
SPIELBERG
bir an durdu. Sonra bacadan aĢağı doğru gelmeye
baĢladı.
Jillian oturma odasına koĢarak deli gibi baca
kapağını aramaya baĢladı. Ne olursa olsun bacayı
kapatması gerekliydi.
Barry de Jillian'ın ardından dolaĢıyor, neĢeyle,
«Ġçeri gelin, içeri gelin,» diye bağırıyordu.
Jillian baca kapağını bulup odasına geldiğinde,
pençe sesleri de bacadan oldukça aĢağı inmiĢti.
Kapağı yerine takıp iyice sıkıĢtırdı,
Aynı anda kulakları tırmalayan bir gürültü evi
sarstı. Turuncu ıĢık odanın tüm köĢelerini dolaĢtı.;
Bütün jaluzi-ler ve perdeler bir anda açılıverdi.
Jillian yere çökmüĢ, elleriyle kulaklarını tıkıyordu.
Televizyon sonuna kadar açık sesle çalıĢmaya
baĢlamıĢtı. Pikap da dönüyor ve hoparlörlerden,
'Chances are' Ģarkısını söyleyen Johnny Mathis'in
sesi aslan kükremesi gibi geliyordu.
Jillian, Barry'yi de yanında sürükleyerek telefona
koĢtu yeniden.
Korkudan
gözleri
ĠrileĢmiĢti
Neary'nin
numarasını buldu, alıcıyı kaldırıp kulağına götürdü.
Ama alıcıdan düdük sesi yerine Barry'nln ksilofonla
çaldığı o beĢ notalı ezgiyi duyuyordu. Jillian
düğmeye basarak telefonu kapatıp açtı, kızgın
arıların vızıltısı gibi bir ses alınca, Neary nin
numarasını çevirmeye baĢladı.
Odanın ıĢıklarına bir Ģeyler oluyordu. Birden
sönük-leĢerek bulanık bir kırmızıya, sonra
parlayarak gözleri yakacak kadar keskin mavi beyaza dönüĢüyorlardı.
KarĢı tarafta telefon çalmaya baĢlamıĢtı.
Bir kadın sesi, «Alo?» dedi.
«Roy?» Jillian'ın sesi korkudan kısılmıĢtı.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
«Evde yok,» dedi Ronnie gayet olağan bir sesle.
«Ben karıĢıyım. Kim arıyor?»
O anda aydınlanma öyle Ģiddetliydi ki, odanın
havası bile kızgın turuncu renkte aleve dönüĢtü;
korkunç bir vızıltı sesiyle birlikte ev elektrik çarpmıĢ
gibi oldu. Sanki binlerce volt elektrik yüklü dev bir
yüksek gerilim kulesi evin üzerine
yıkılmıĢ ve
elektrik akımını ona geçirmiĢti.
Elektrik süpürgesi, hıicrede iĢkence gören bir
mahkûm gibi dehĢetle haykırıyordu. Hoparlörler
titreĢimlere dayanamayarak patladı.
Metal bir kültablası havaya yükselerek bir an
ortalıkta dolaĢtı. Korkunç bir sıcaklık saçıyordu.
Jillian damda o pençe seslerini yeniden duydu
Artık neler olup bittiğinin ucunu kaçırmıĢtı genç
kadın. Telefon elinden düĢtü, kendisi de kayarak
döĢemeye yığıldı. Barry neredeydi?
«Barry!»
Elektrik süpürgesi kontroldan çıkmıĢ bir robot
gibi odada çılgınca turlar atıyordu. Jillian'ın üzerine
doğru gelmeye baĢlayınca genç kadın yerinden
fırlayıp yana çekildi. Süpürge gerileyip tekrar
saldırıya geçti. Jillian önünden çekilerek koĢmaya
baĢladı.
Çatırtı, gıcırtı, gümbürtü ve kör edici ıĢık
patlamaları Jillian'ın aklını baĢından almıĢtı. Artık ne
olduğunun farkında değildi. Tek düĢünebildiği
Barry'ydi.
«Barry!»
Jillian tüm gürültüye karĢın uzaklarda bir yerden
Barry'nin neĢeli kahkahalarını duyabildi. Mutfaktan
geliyordu. Yürüyecek hali yoktu Jillian'ın. Yerde yarı
emekleyip yarı sürünerek mutfağa doğru ilerledi.
Buzdolabı yoğun bir titreĢim içindeydi. Kapısı
açılmıĢ içindekiler Ģangırdıyor, elektriği yanıp
sönüyordu.
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Derken Jillian oğlunu gördü. O da yerde
emekleyerek kapının altındaki köpeğin çıkıĢ deliğine
doğru ilerliyordu. Kapıya eriĢince, o dar delikten
çıkmak için vücudunu kıvırıp bükülmeye baĢladı.
Jillian ileriye atılarak Barry'nin ayağını yakaladı.
Sıkıca tutup kendine doğru çekmeye çalıĢtı. Olanca
gücüyle asılıyordu. Barry muĢambada ona doğru
kaymaya baĢlamıĢtı. Havanın madenimsi bir kokusu
vardı ve elektrik yüklüydü.
Sonra bir Ģey Barry yi çekerek Jillian'dan
uzaklaĢtırdı. Bir güç onu evin dıĢına sürüklüyordu.
«Bırak onu!» diye bağırdı Jillian çığlık çığlığa.
Genç kadın diĢlerini sıkarak Barry'yi kendine
doğru çekti yeniden. Çocuğun bedeni on beĢ, yirmi
santim kadar öne ve arkaya doğru gidip geldi.
Jillian çocuğun ayağına tüm gücüyle yapıĢmıĢtı.
Ve de bırakmamaya kararlıydı. Tâ ki, bırakmadığı
takdirde
çocuğun
ayağının
kopabileceğini
anlayıncaya dek... Birden hıçkırmaya baĢladı. Pençe
halini almıĢ elleri gevĢedi ve Barry muĢambanın
üzerinde kayarak ondan uzaklaĢtı. Sonra kapının
altındaki delikten dıĢarı çıktı.
Bir anda Barry yok olmuĢtu.
Jillian yerden doğrulup mutfak kapısını koparır
gibi açtı. Tökezlenerek avluya çıktı. Barry görünürde
yoktu. Genç kadın kasırga bulutu gibi bir oluĢumun
evin üzerinde durduğunu gördü. Sanki oraya park
etmiĢ, küçük ıĢık patlamalarıyla aydınlatılmıĢ gibiydi.
Az sonra bulut yavaĢ yavaĢ çökmekte olan
karanlığa doğru ilerlemeye baĢladı. Artık gerçekten
ne yaptığını bilmeyen ve hiçbir Ģeye aldırmayan
Jillian da onu izliyor, ardından gidiyordu. Derken
sonsuz karaltı dev kollarıyla genç kadını sardı.
Jillian'ın tüm soluğu ciğerlerinden emiimiĢti
sanki. Bir mısır tarlasının yerdeki saman yığını
üzerine düĢtü.
Olduğu yerde büzülüp kendisine dolanan Ģeye
baktı. Ġçi saman dolu bir korkuluğun yüzünü gördü.
Üzerine doğru eğilmiĢ budalaca sırıtıyordu. Kolları
da iki yanında sallanmaktaydı. Jillian bu kolları
kendinden uzaklaĢtırdı.
Jillian kaybetmiĢti.
Barry yoktu artık.
Genç kadın bir süre olduğu yere oturup öfke ve
acıyla ağladı. Sonra baĢını kaldırıp yıldızlara baktı.
BaĢının üzerinde yalnız bir yıldızın beyazdan
maviye, sonra kırmızıya dönüĢtüğünü gördü.
Ve yıldız kayboldu.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
ON ALTINCI BÖLÜM
«Garajın damında ne yapıyordun?» diye Ronnie
sordu.
Neary içeri girdikten sonra doğru banyoya gitmiĢ
yıkanıyordu. «Biraz marangozluk,» diye suyun sesini
bastırmak için bağırarak cevap verdi.
Ronnie mutfak penceresine giderek garajın
damına baktı. Neary damın tam tepesine platform
gibi bir Ģey yapmıĢtı, üzerinde de açılır kapanır bir
sandalye duruyordu.
«Bu bir gözetleme yeri, değil mi?» diye seslendi.
Ronnie arkasını döndüğünde, Neary'yi yüzünü
havluya gömmüĢ kurulanırken buldu.
«Roy diyorum ki, böyle platform yapacağına...»
Sözünü bitiremedi. Susmayı yeğlemiĢti. ĠĢ
bulması için kocasının baĢının etini yiyen bir eĢ
durumuna girmek istemiyordu. Ancak bütün gün ve
gece damın üzerindeki platformdan gökyüzünü
izleyerek o ayçöreğine benzeyen Ģeylerin gelmesini
bekleyen bir koca da istemiyordu. KomĢuların diline
düĢmesiyse ayrı bir konuydu.
«Sana biri telefon etti,» dedi Ronnie.
Neary onu duymamıĢ gibi yüzünden havluyu
çekerek, «Harper Vadisinin üzerinde büyük bir
fırtına var,» dedi.
«Çok uzak olmasına karĢın buradan bile
görünüyor.»
«Telefon eden kadın adını vermedi.»
«Kadın mı?»
«Ya da vermek iĢine gelmedi.» Ronnie ölçülü bir
tavırla içini çekti. «Aradığı adamın karısıyla
konuĢmaktan çekiniyordu anlaĢılan.»
«Kim?»
«Telefondan çok gürültü geliyordu... Sonra hat
kesildi.»
Neary'nin kafası baĢka yerdeydi. ġöyle bir baĢını
sallamakla yetindi. BakıĢlarını mutfak saatine
çevirerek, «Fazla vaktimiz yok,» dedi. «Oraya
gitmek zaten bir saat alır. Çocuklara bakacak kadın
geldi mi?»
«Geldi,» dedi Ronnie, yeniden ölçülü bir tavırla
içini çekerek. «Roy, Ģey... anlayacığını umarım...
Sen iĢsizken çocuklara bakacak kadına filan para
harcamasak daha doğru olmaz mı? Yalnızca sen iĢ
buluncaya kadar...»
Neary suçlu bir tavır takınacak kadar sağduyu
ve iyiniyete sahipti. «Biliyorum, Ronnie. Bu konuda
gösterdiğin anlayıĢa da teĢekkür borçluyum.»
«Ama bir Ģartım var.»
«Nedir o?»
«Bu toplantı bittikten sonra artık her Ģeyi
tümüyle unutacaksın. Zaten Hava Kuvvetlerinin
düzenlediği toplantının amacı da bu değil mi?»
Yüz yirmi kilometrelik yolda zaman geçmek
bilmedi. Neary karısının canının pek konuĢmak
istemediğini fark etmiĢti. Hava Kuvvetleri tesislerine
vardıklarında, toplantının baĢlamasına on dakika
vardı. Toplantının günü ve
STEVEN SPIELBERG
saati, günlerdir radyo ve televizyonlardan halka
duyuruluyordu.
Kapıdaki nöbetçileri geçtikleri sırada Ronnie
koltuğuna iyice gömülerek Neary'ye, «Eğer burda
tanıdık birine rastlarsak, seni ömrüm boyunca
bağıĢlamam,» dedi.
Roy nöbetçiye Sivil Haber Merkezinin yerini
sormak için durakladı. «Büyük cam yapı,» dedi
nöbetçi arabanın ön camına ziyaretçi kartı iliĢtirirken.
«Yolunuzun üzerinde. Görmemeniz olanaksız.»
«Tabii bulurum,» dedi Neary de. Bina kocaman,
düz ve inceydi. Bir kibrit kutusunu andırıyordu. Her
yanı camla kaplıydı ve pencere pervazları da
anodize edilmiĢ ali-münyum doğramayla süslenmiĢti.
Neary eski bir çiftlik kamyonetinin yanına park
etti. O kamyonette de ziyaretçi kartı vardı.
Bir cam kuleyi andıran yapının bekleme odası
çok büyük, uçsuz bucaksız gibiydi. GiriĢteki masada
oturan sivil elbiseli bir kadın, Neary'nin adını
kaydederek yakasına takması Ġçin üzerinde ismi
yazılı bir kart verdi. Ġçerde otuz kadar ziyaretçi
oturuyordu.
«Bu insanlar,» diye fısıldadı Ronnie, Neary'nin
kula-ğına. «Hepsi de baĢtan çıkarılmıĢ.»
«ġiĢĢ.»
Yan yana iki kanepeye oturdular.
Ronnie söylendi. «Böyle olacağını biliyordum
zaten.»
Neary sert bir dille karısına, «Sen neden söz
ettiğini bilmiyorsun,» diye fısıldadı.
Ronnie yine fısıltıyla, «Asansörlerin yanında
duran Ģu kadına bak,» dedi. «Gösterdiği kadın elli
yaĢını geçmiĢ biriydi. Yüzüne özensiz bir makyaj
yapmıĢtı; karmakarıĢık beyaz saçları omuzlarına
dökülüyordu. BakıĢları da eski
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN
İLİŞKİLER
mezar taĢları gibi donuk ve boĢtu.
«Bu çoktan öte tarafa geçmiĢ,» diye mırıldandı
Ronnie.
«GörünüĢe aldanma.»
Tam o sırada Jllllan Guiler kapıdan girdi.
Odadaki gazeteciler canlanarak bir anda genç
kadının çevresini almıĢlardı.
«Bize bir açıklamada bulunmayacak mısınız.
Bayan Guiler?» diye bir televizyon muhabiri sordu.
Spotlar Jilli-an'a çevrilmiĢ, fotoğraf makineleri
çalıĢmaya baĢlamıĢtı.
Jillian ĢaĢkın ve çok yorgun görünüyordu. Bir
Ģey söylemedi.
«Polise anlattığını/ olay... Ģey... gerçekten soluk
kesiciydi. Televizyon programını altıya aldık. Çünkü
on birde genç seyircilerimiz yatmıĢ oluyor.»
Jillian söylenenleri iĢitmemiĢ gibiydi.
Bir gazeteci baĢka bir meslektaĢına, «Bu o
kadın, değil mi?» dedi. «Hani bulutlarda uçan
kadın.»
«Anladığımız
kadarıyla
fidye
talebinde
bulunulmamıĢ, değil mi?»
Televizyon muhabir, konuĢmayı sürdürmeye
çalıĢtı. «FBl'ın verdiği bilgi doğru mu? Çocuğunuz
gerçekten kayıp mı? Poiise böylo rapor etmiĢsiniz.
Bunu bir kez de televizyon se yircilerimiz için
tekrarlar mısınız acaba?»
Jillian paniğe uğramıĢ gibiydi. Sorulan sorular
kızdırıcı, kötüniyetli ve mantıkdıĢıydı. Genç kadın
asansörlere doğru gelirken, odanın öte yanındaki
Neary'yle göz göze geldi. Tam asansör geldiğinde
Jillian, Neary'ye bakarak, «Onu aldılar,» diyebildi.
«Ne dedin?» Roy kadının sözlerini iĢitmemiĢ,
ama Ronnie çok iyi anlamıĢtı. Asansörün kapıları
açılıp Jillian'ı yutarak gözden kaybederken, Ronnie
kocasını ödül alabi-
STEVEN
SPIELBERG
lecek kadar baĢarılı bir 'kötü bakıĢ'la süzüyordu.
Tepeden tırnağa üniformalı bir baĢçavuĢ odaya
girdi.
Odada bulunanlara, «Tamam, Ģimdi içeri
gelebilirsiniz,» dedi. «3655 numaralı oda. Beni
izleyin.»
Neary ile Ronnie'nin önden gittiği Tolono grubu
koridora doğru yürümeye baĢladı. Bu kez televizyon
kameraları onları tam kapıların giriĢinde yakaladı.
Reflektörlerin parlak ıĢığı yüzlerine çevrilmiĢti.
Ronnie sanki tutuklanmıĢ biri gibi çantasını
yüzüne kapatarak, «Tanrı belanı versin, Roy» diye
tısladı çantasının ardından.
Otuz kadar sivil tanık odanın tavanına kadar
yükselen reflektörlerin parlak ıĢığı altında pek kılıksız
görünüyordu.
Hava Kuvvetleri grubu arkalarında gazeteciler,
televizyon muhabirleri ve fotoğrafçılarla odaya
girince, Neary bu toplantıdan ne ummuĢ olduğunu ve
Hava Kuvvetlerinin halka neyi açıklamak Ġstediğini
anlayıverdi. Öyle olsun. Bu kez o ve askeri güç karĢı
karĢıyaydı. Neary olanları tüm dünyanın bilmesini
istiyordu. Birden kendini iyi hissetti.
Ancak bu iyilik duygusu Hava Kuvvetleri
sözcülerini görünce biraz bulanır gibi oldu. Adamlar
sivil giyinmiĢler ve odanın tabanından biraz
yüksükçe bir platformdaki sünger koltuklarına
rahatça yerleĢmiĢlerdi. Arada biraz boĢluktan sonra
gönüllü tanık sandalyeleri platformu çevreliyordu.
Tanıkların çoğu günlük iĢ ya da çiftlik giysileri içinde
rahatsız, kamuoyunun bu denli dikkatini çekmek için
de hazırlıksız hissediyorlardı kendilerini.
«Ben Albay Benchley,» diye tanıttı kendini
grubun en genç görüneni. «Ve bu da,» diye de vam
etti. Elinde boyaları dökülmüĢ yuvarlak bir cisim
tutuyordu. «Tanımlan-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
mamıĢ Uçan Cisim. Tıpxı bir tavaya benziyor, değil
mi?» Herkes dikkat kesilmiĢti. Arada 'ah' ya da 'oh'
diye sesler çıkaranlar vardı. Kimisi de, «ĠĢte benim
gördüğüm Ģey bu,» diyordu.
Dinleyicilerin
heyecanı
yatıĢtıktan
sonra,
«Kalaydan yapılmıĢ,» diye Benchley konuĢmasını
sürdürdü. «Üzerinde de 'Made in Japon' yazıyor.
Çocuklarımdan biri arka bahçeye atmıĢ. Sözlerime
bu örnekle baĢlamamın nedeni, size ne denli
yanılabileceğinizi göstermek içindi. Değinmek
istediğim baĢka bir nokta daha var. Geçen yıl Amerikalı vatandaĢlar bu konuda yedi milyar resim çekti.
ġimdi size sormak isterim, bunlardan hangisi acaba
çevrede görmüĢ olduğunuz o olağanüstü Ģeylerin ya
da olayların tartıĢılmaz bir kanıtı olabilir?»
Tanıklar dillerini yutmuĢ gibi sessiz duruyorlardı. Gazetecilerden biri atıldı. «O zaman Ģöyle bir soru da
sorulabilir. Beklenmedik bir Ģey olduğunda, hangimiz
tam zamanında kameralarımızı ayarlayabiliyor ve
olayı tümüyle saptayabiliyoruz? Kaç tane gerçek
otomobil ya da uçak kazası filme alınıp akĢam
haberlerinde gösterilebiliyor?»
Tolono grubundan onaylayıcı sesler geldi.
Aralarından aklı baĢında görünen biri ayağa
kalkarak söz aldı. «TanımlanmamıĢ Uçan Cisimlerle
ilgili kanıtları reddetmek, gördüklerimizden ya da
yaĢadıklarımızdan
duyduğumuz
korkuyu
yatıĢtırmayacaktır.»
«Ben mantıklı bir insanımdır,» diye söze baĢladı
al-bümlü yaĢlı kadında. Kucağında dağılan
albümünden kalmıĢ resimleri tutuyordu. «Mantıklı
ınsanımdır,» diye yineledi sözlerini. «Tüm bildiğim,
Ģimdiye dek görmüĢ olduğum Ģeyler benzemeyen bir
Ģey gördüğümdür.»
Bir an kimse sesini çıkarmadı. Neary elini
kaldırdı.
STEVEN SPIELBERG
«Bırak baĢkası konuĢsun,» diye fısıldadı Ronnie.
Bir eliyle de kolundan çekiyordu.
Ama Roy ayağa kalkmıĢtı. «Bakın efendim. Sizin
iĢi
niz gökyüzüyle ilgili, değil mi? Hiç bu yakınlarda
gökyü
züne baktınız rnı? Geceleri gökyüzünde garip Ģeyler
olu
yor.»
.
«Size tekrar ediyorum,» dedi albay. «Hava
Taktik Ha-beralma Örgütü ve Özel AraĢtırmalar
Bölümünde on yıl çalıĢtıktan sonra size kesinlikle
söyleyebilirim ki, bu Ģeylerin fizik varlıklarını
kanıtlayabilecek somut bir Ģekil yoktur.»
«Hangi Ģeylerin?» diye sordu Neary.
Albay Benchley eğilerek meslektaĢlarıyla bir
Ģeyler
fısıldattı.
Sonra
doğrularak
Roy'un
yakasındaki isme baktı. «Lütfen beni anlamaya
çalıĢın Bay Neary. Sizin yalan söylediğinizi öne
sürmüyorum...»
«ġimdi beni bir yana bırakın da, bize sadece
neler olduğunu anlatın.»
«Tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Ancak
gördüklerinizin baĢka bir gezegenden gelen keĢif
araçları olmadığını söyleyebiliriz.»
«O zaman herhalde dünyadan gönderilen keĢif
balonları da değildi.»
Tanıklardan çoğu güldü. Ronnie gülmeyenler
arasındaydı.
«Diyelim ki, bunlar yabancı teknoloji ürünleridir,»
dedi albay uzlaĢtırıcı bir tavırla. «Yabancı demekle
neyi kastettiğimi biliyor musunuz?» Benchley
baĢparmağıyla da gökyüzünü gösteriyordu.
«Harika! Bilmez olur muyum hiç,» diye karĢılık
verdi Neary. «Peki, diyelim ki, bunları Ruslar yaptı ve
uçuruyor-lar, Ama Indiana göklerinde ne arıyorlar
dersiniz?»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Buna artık herkes gülüyordu. Hava Kuvvetleri
grubu, siviller, basın ve tanıklar...
Albay Benchley ortalığın sakinleĢmesini bekledi.
Sonra anlatmaya baĢladı. «Hava Kuvvetleri yakın
çevrede bazı yüksek irtifa deneyleri yapmaktadır.
Bunun da yüksek statik elektriğe, dolayısıyla ısı
ıĢınlarına neden olduğu bilinmektedir. Ayrıca ısı
dönüĢmesi denilen bir hava tabakası kalır.»
Neary çevresine bakınarak alaycı bir ifadeyle, «Siz
bu toplantıyı bize olağanüstü olaylarla ilgili
açıklamalarda bulunmak için yaptıgınızı
söylemiĢtiniz. Ama burada bütün öğrendiğimiz hava
raporları oluyor.» «Siz neler duymak isterdiniz Bay
Neary?» Ronnie elinden çekerek Neary'yl yerine
oturtmak istedi yine. Ama Neary elini kurtararak,
«BirleĢik Amerika Hava Kuvvetlerinin bildiklerini
duymak ve onlara inanmak isterdim,» karĢılığını
vardıktan sonra yerine oturdu. «Toprağıma yapılan
zararı kim ödeyecek?» Albay Benchley göllerini
kırpıĢtırdı. «Efendim?» «Bu insanlar her gece benim
toprağımda toplanıp oturuyorlar.» Bunları söyleyen
Roy'un daha önce dikkatini çeken iyi giyimli, bir
adamdı. «ġuradaki adam,» dedi Neary' yi iĢaret
ederek. «Geçenlerde çitimi yıktı. Metrelerce tel
parçalandı. Bu insanlar toprağımda bütün gece
kalıyorlar. Arkalarından ortalık çöplüğe dönüyor.
Yemek artıkları, bira kutularından geçilmiyor. Bütün
bunları kim ödeyecek?»
Albay Benchley parmağıyla toprak sahibini
iĢaret
ederek, «Siz geceleri bir Ģey gördünüz mü?» diye
sordu.
Adam güldü. «Bu topraklar seksen yıldır bizim ve
orada oturuyoruz. Hiçbir Tanrının cezası Ģey
görmedik.»
STEVEN SPIELBERG
Televizyon kameraları toprak sahibine dönmüĢtü
hemen. Neary toplantının yozlaĢtığını fark ediyordu.
Eğer çabuk davranmazsa,
konu
büsbütün
dağılacaktı.
Yüksek sesle, «Durun bir dakika,» diyerek ayağa
fırladı. Ronnie'nin sabrının taĢtığını seziyordu ama
aldırmadı. «Ben bir Ģey gördüm,» dedi. ġimdi:
kameralar ona çevrilmiĢti. «Bu gördüğüm Ģey de
iĢime maloldu. Durumun benim için ne denli ciddi
olduğunu anlarsınız artık. Bana ve baĢkalarına bazı
Ģeyler oldu; bazı Ģeyler gördük. Bunların ne
olduğunu bilmek istiyoruz.»
Benchley, Neary son sözlerini söylerken
'konuĢmaya baĢlamıĢtı. «Eğer kanıt yeterliyse,
araĢtırma yapılacak ve konu halkın bilgisine
sunulacaktır. Bu olağanüstü konunun ciddi olarak
ele alınması için yeterli kanıt gerekmektedir.»
«Kanıt bizleriz!» diye bağırdı Roy. «Ve de
ciddiye alınmak istiyoruz.»
«Lütfen, Bay Neary.»
«Lütfen Albay Benchley,» diye onu taklit etti.
«Deli olmadığıma inanmak isterdim. Bu odada
benim gördüklerimi gören baĢka insanlar da var.
Onlar da delirmedikle-rine inanmak isterler. Bu, o
denli mantık dıĢı bir istek mi?»
Albay uzunca bir süre sesini çıkarmadı.
Yeniden söze baĢladığında hazırlıksız konuĢuyordu.
«Sanırım, birçok Ģey vardır ki, onlara inanmak
gerçekten eğlenceli olabilir. Örneğin, zaman içinde
yolculuk etmek gibi. Ben de inandığımı görmek
isterim. Evrende hayat olduğuna inandığımdan, yıllar
boyu gökyüzünde bir Ģey görmek için çır-pındım
durdum. Ama ne yazık ki, bulgularımız hayat olduğuna iliĢkin hiçbir ipucu vermedi. Uzayda hayat
olması zaten birçok olasılıkları bulunan bir
varsayımdı. ġimdi biz sorunlarımızı çözecek bir
mucizeye kanıt bulmaya çalıĢı-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
yoruz. Bu, duygusal bir tutumdur. Ve biz esrarengiz
Ģeyler değil, somut cevaplar da aramaktayız.»
Neary açılır kapanır alüminyum sandalyesine
çöktü.
«O zaman bize söyleyebilir misiniz?.. Hava
Kuvvetleri Toiono bölgesinde herhangi bir deney
yapıyor mu? Bilirsiniz... Hani Ģu gizil deneylerden?»
Albay Benchley yeniden duraksadı, sonra
doğrudan Neary'ye bakarak, «Size yalan söylemek
kolay olurdu,» dedi. «Bu sorunuza 'evof cevabı
verebilirdim ve siz de ömrünüz boyunca size yeterli
olabilecek bir karĢılığa ka vuĢmuĢ olurdunuz. Ama
olan bu değil. Ve sizi kandırmak istemiyorum.
Doğruyu söylemek gerekirse, ne gördüğünüzü
bilmiyorum.»
Neary gülümsedi. «Bizimle aynı görüĢü
paylaĢıyormuĢ
gibi
davranarak
inandırıcı
olamazsınız ve bizi kandıramazsınız.»
Herkes birden kahkahalarla gülmeye baĢladı.
Neary
bir an için ĢaĢırmıĢtı. Çünkü söylediğini Ģaka olsun
diye
değil, gerçekten ifade etmek
istediği
anlamda
söylemiĢti.
Benchley de gülüyordu. Scnra elini kaldırarak
sessizliğin sağlanmasını Ġstedi, «ġimdi hepiniz beni
çok iyi anlamalısınız,» diye söze haĢladı. «Burada
sözkonusu olan baĢka konular da var. Bir tür
toplumsal isteri sözkonusu. Bazı okul çocuklarının
ateĢle oynarken ciddi Ģekilde yandıklarını hepiniz
bilirsiniz. Bu akĢam Harper Vadisinden bir kadın dört
yaĢındaki çocuğunun kaybolmasından o sizin
gördüğünüz Ģeyleri sorumlu tutuyor.»
ĠĢte bu noktada yaĢlı çiftçi deneyimlerini
ötekilerle paylaĢmaya karar verdi. «Bir keresinde
Büyük Ayağı görmüĢtüm. 1951 yılında Sequonia
Ulusal Park'taydı. Topuktan baĢparmağa on metre
vardı. Ömrümde bir daha hiç iĢitmediğim bir ses
çıkarmıĢtı.»
STEVEN SPIELBERG
Elinde Gideon Ġncilini tutmakta olan mavi-beyaz
saçlı bir kadın lafa karıĢtı. «Üç bilge adamı Ġsa'ya
götüren küçük Bethlehem, yıldızına ne dersiniz, ya?
Bu yıldız hiçbir zaman astronomlarca tatmin edici bir
biçimde açıklanamadı.»
Televizyoncular için bulunmaz fırsattı bütün bunlar.
Ama toplantı sona ermiĢti. Kalabalık yavaĢ yavaĢ
kapıya, doğru yürürken, Albay Benchley, Neary'nin
yanına geldi.
Sağ elini uzatarak, «Bay Neary,» diye baĢladı.
«Size Ģunu söylemek isterim...»
«O gece neden helikopterleriniz hiçbir uyarıda
bulunmadan kalabalığın üzerine geldi?» diye bağırdı
Neary. «Bu rezaletin anlamı nedir?»
«Roy!»
«Neden söz ettiğinizi anlayamadım, Bay Neary.
Ben sadece size...»
«Size inanmıyorum,» diye patladı Neary.
«Söylediğiniz hiçbir Ģeye inanmıyorum, Benchley!»
Benchley bu patlamaya ĢaĢırmıĢtı. Çabucak
arkasını dönerek uzaklaĢtı.
Ronnie iki eliyle Neary'yi çekerek oradan
uzaklaĢtırmaya çalıĢıyordu. «Roy, yeteri Yeter
artık!» Ronnie kocasını kalabalığın gidiĢ yönünde
sürükleyerek bir Coca-Cola makinesinin önünde
bıraktı, kendi de geri dönüp albaydan Roy'un adına
özür dilemeye gitti.
Neary makineye bozuk para atıp bir Coca-Cola
ĢiĢesi aldı. Elinde tutarak koridorda bir aĢağı bir
yukarı dolaĢmaya baĢladı. Bir yandan kızgınlığını
geçiĢtirmeye çalıĢıyor, bir yandan da neden böyle
davrandığını
düĢünüyordu.
Çünkü
kendisine
saldırmayanlara karĢı böyle davranmazdı. Bu ani
patlayıĢının sebebi neydi? Gerçekte Benchley ona
kötü bir Ģey yapmamıĢ, söylemiĢti. Alt taraft
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN
İLİŞKİLER
adam görevini yapıyordu.
Roy uzun duvardaki küçük bir aralığa bakmakta
olduğunu farketti. Coca-Cola'sını yudumlayarak
duvardaki bu dolaba benzeyen girintinin önünde
durup kapısını ardına dek açtı. Ġçerde yüzlerce devre
kesici aygıttan oluĢmuĢ bir ana elektrik dağıtım
kutusu vardı.
Dolabın kapağına da binanın elektrik Ģebekesini gösteren bir Ģema asılmıĢtı Noary'nin iĢaret parmağı Ģemanın
üzerinde
dolaĢıyordu. Sonra
çabuk
hareketlerle bazı aygıtları kapattı, bazılarını açtı. Bir
yandan Ģemaya danıĢıyor, bir yandan da binanın
bazı odalarının ıĢığını söndürüp bazılarını da
yakıyordu. «Roy!» Ronnie yanına gelmiĢti. Neary
Ģimdi gülümsüyordu Dolabın kapağını kapattıktan
sonra Ronnie'nln kolundan tuttu. Binadan çıkıp park
yerine gittiler.
«Roy, neyin var senin?»
«Gayet iyiyim. Her Ģey yolunda, hem de nasıl,»
Neary kendini çocuk gibi mutlu hissediyordu.
Motoru çalıĢtırdı, arabayı park yerinden
çıkararak nöbetçi kulübesine doflru sürdü. Burada
bir dizi araba durmuĢtu. Sürücüler, askeri ve sivil
ziyaretçiler arabalarından çıkmıĢ, o yüksek cam
yapıya bakıyorlardı. Neary fre ne basıp arabayı
durdurdu. Ronnie'yle birlikte onlar da arabadan
dıĢarı çıktılar.
Neary'nin tam Ġstediği gibi olmuĢtu. Hava
Kuvvetlerinin kilometrelerce uzaktan görünen cam
gökdeleninin bütün ıĢıkları sönmüĢtü, ancak bazı
pencerelerinde ıĢık vardı. Bunlar da o Ģekilde
düzenlenmiĢlerdi ki, TanımlanmamıĢ Uçan Cisimler
sözcüklerinin baĢ harflerini oluĢturuyorlardı.
STEVEN
SPIELBERG
Gazeteciler,
televizyon
muhabirleri
ve
fotoğrafçılar kapının önünde duran bir haftalık
açılmamıĢ gazetelere, bozulmuĢ süt ĢiĢelerine ve
birbirilerine bakıyorlardı. Ön bahçeyi geçip Jillian
Guiller'in evinin kapısını çaldılar.
Zile birkaç kez basıp bir hayli bekledikten sonra
kapıyı yumrukladılar. Yine bekleyip bir sonuç
alamayınca bu kez pencerelerin dıĢından, perdelerin
aralık yerlerinden içeriyi gözetlemeye çalıĢtılar.
Sonra arkaya dolanıp mutfak kapısını denediler.
Ama hepsi yararsızdı. Ne var ki, Jillian'ın bu karanlık
evin bir yerinde olduğunu biliyorlardı. Yazı iĢleri
müdürlerinin, FBI ve polis kaynaklarından öğrendiğine göre Jillian evdeydi. Sonunda uğraĢmaktan
vazgeçip gittiler.
Jillian gerçekten içerdeydi ve tüm pencereleri tahtayla kapatmıĢtı. Yatak odaları gibi oturma odası da
darmadağınıktı. Mutfağı biraz toplamaya çalıĢmıĢtı
ama öteki odalar gücü dıĢındaydı. Yatağını
düzeltmesi bile ona olanaksız görünüyordu.
Dolayısıyla ev Barry'nin kaçırıldığı geceki ve ertesi
gün polisle FBI görevlilerinin! didik didik aradığı gibi
öylece duruyordu. Görevliler yalnızca evi aramakla
kalmamıĢ, bir ipucu buluruz umuduyla evin çevresindeki tarlaları ve ormanı da karıĢ karıĢ aramıĢlardı.
Jillian evdeki tüm telefonları da prizden çıkarmıĢtı.
Polis ve FBI görevlileri Jillıan'a hiçbir Ģey
söylemiyorlardı. Zaten Barry'nin kaybolduğu geceden
sonraki bir hafta boyunca söyleyebilecekleri bir Ģey de
olmamıĢtı. «Çocuk fidye için kaçırılmıĢ olsa,
kaçıranlar bir iki gün sonra anneyle iliĢki kurarlardı
mutlaka,» demiĢlerdi. Barry'nin 'ba Ģına neler geldiği
konusunda düĢündükleri olasılıkları da söylemiyorlardı.
Ama Jillian onların ne düĢündüğ ünü biliyordu. Barry
gece evden çıkıp uzaklaĢmıĢ, ya ayağı bir ye re takılıp
düĢmüĢ ya da korkuya kapılarak kaybolmuĢtu ve
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
Ģimdi ormanın bir yerindeydi. Ölü olarak.
Ancak Jillian, Barry'nin kendi baĢına dolaĢmaya
çıkmadığını ve de kaybolmadığını biliyordu. ÖlmüĢ
olmadığından da emindi. Yalnızca bekliyor ve onlar'ın
Barry'yi kendisine geri getireceklerini umuyordu.
Böylece bekliyor, umuyor ve dua ediyordu. ĠĢte bu
nedenle kapıları, pencereleri tahtalarla kapatmıĢ,
telefonları prizden çekmiĢti. Kimseyle de konuĢmak
Ġstemiyordu. Ne polis, FBI, basın,, komĢular, ailesi,
ne de milyonlar ve milyonlarca meraklıyla... Yalnızca
bekliyordu. Barry'yi ve onunla ilgili herhangi bir
iĢareti...
Bu bekleme dönemini sağlıklı bir biçimde
atlatmak için resim yapması gerektiğini biliyordu
Jillian. Çıldırma-rnası için zorunluydu bu, Oturma
odasının bir köĢesine resim sehpasını ve boyalat im
yerleĢtirmiĢ, yanına da ayaklı bir lamba koymuĢtu.
IĢık pek iyi değildi ama bununla ye tinmek
zorundaydı. Bir hafta boyunca harıl harıl resim
yapmıĢtı. Günde on altı »aat çalıĢtığı oluyordu.
Jillian aynı resmi tekrar tekrar yapmaktaydı. Bir
tek dağın resmini. Bu kez sıradağların değil, özel bir
dağın resmini çiziyordu sürekli olarak. Dağın kat kat
yamaçları ağaç ve çalılarla kaplıydı. Jillian bu dağın
resmini o ana dek yirmi, hayır otuz kez değiĢik
açılardan çizmiĢti. Bu davranıĢını saplantı olarak
değerlendirmiyordu genç kadın. Hatta ona garip bile
gellmiyordu. 8u dağın resmini, olma sını istediği
biçimde olde edinceye ya da Barry'yle ilgili' bir iĢaret
alıncaya dek çizecekti.
Böylece Jillian Guiler zillerin çalmasını, kapıların
yumruklanmasını,
pencerelerin
tiklatılmazmı
gerçekte hiçbir Ģey iĢitmeyerek dinliyordu. Nasıl olsa
bir süre sonra gideceklerdi. Her zaman da öyle
oluyordu. Ve Jillian o dağın resmini yapmayı
sürdürüyordu.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
ON YEDİNCİ BÖLÜM
Teksas'ın Huntsville yakınlarındaki terkedilmiĢ bir
metal levha fabrikasında kıyamet gibi bir faaliyet
vardı. Fabrikanın boĢ zeminini dolduran treyler ve
kamyonlara, iĢçiler acele acele tahta kutular,
kartonlar ve sandıklar yüklemekteydiler. Küçük
parçalar taĢıma kayıĢlarıyla, büyük-leriyse küçük
vinçlerle yükleniyordu. Bir köĢede laboratu-var
önlükleri giymiĢ adamlar, metal kutuları içi köpük
kaplı ambalajlara yerleĢtiriyorlardı. Bunların üzerinde,
'Dikkat Kırılacak EĢya' yazılıydı.
Fabrikanın dıĢ kapısında bir dizi i ip bekliyordu;
üzerlerinde hiçbir iĢaret ya da yazı yoktu. Aynı Ģekilde
monte edilmemiĢ ağ Ģeklindeki bir yapı iskelesinin
yanında duran camyünü modüllerinin de üzerinde bir
Ģey yazmıyordu.
Bir Volkswagen otobüs fabrikanın depo
bölümünün önünde durdu. Ġçinden Lacombe indi.
Arkasından da Laughlin ve Robert. Adamlar koĢup
otobüsün arkasından birkaç bavul indirdiler.
«Bay Lacomb'un bavullarından istediği bir Ģey var
mı acaba?» diye iĢçilerden biri Laughlln'e sordu.
«Mümkün olduğu kadar çabuk uçağa binmek
istiyoruz,» dedi Laughlin,
Lacombe sorulan sorunun büyük bir bölümünü
anlamıĢtı.
TeĢekkür
eder
gibi
gülümsedi.
Çevresindeki etkin çalıĢmaları izliyordu. Laughlin bu
ince yapılı Fransız için endiĢeliydi. Çünkü Lacombe
otuz saattir gözünü kırpmadan çalıĢıyordu.
«Tam içimde bir heyecan duyuyorum!» demiĢti
Lacombe çevirmenine. «O heyecan son bulduğu
anda uyku da bastıracak.»
Laughlin onun hakkında ne denli az Ģey bildiğini
düĢürtüyordu. Bu gidiĢle Fransız doksan altı saat
daha uyumayacak demekti.
Gürültülü çalıĢmalardan uzak bir köĢede iki
düzine kamyon sürücüsü bir danıĢma masasının
çevresinde
toplanmıĢtı.
Kılıkları
açısından
karmakarıĢık bir gruptu bu. Kimisi askeri
üniformalarını çıkarıp ĠĢ elbisesi ve kasketi giymekle
meĢguldü, DanıĢma masasında duran yüzbaĢı elinde
tuttuğu uzun bir bopayla BirleĢik Amerika haritası
üzerinde bir Ģeyler ĠĢaret ediyordu. Sürücüler
çevresinde sık bir halka oluĢturmuĢlardı. Bazıları
çiklet çiğniyordu.
«Siz ağır yük sürücüleri dosdoğru gideceksiniz.
Size verilen haritalardakl ĠĢaretli kestirme yolları
kullanın. Geri kalanlarınıza, yolunuzun üzerindeki tartı
istasyonları hakkında gerekli bilgiyi edinir edinmez,
kullanabileceğiniz değiĢik yollar konusunda haber
ulaĢtıracağız. DeğiĢik yollar izlemenizi istememizin
nedeni, hepinizin varılacak yere aynı anda gelmenizi
önlemek içindir. Ġki Ģey daha ek lemek istiyorum.
Birincisi CB antenli araçlardan uzak durun. Ġkincisi
programınızda olmayan yerlerde hiçbir ne denle
durmayın. Eğer sıkıĢırsanız, eh, ne yapacağınızı biliyorsunuz artık.»
O gürültü patırtının yukarısında kalan bir yerde
de ellerinde kahve fincanları ve sigaralar olan bir
grup adam
STEVEN SPIELBERG
birbirine bakıyordu. Kısa kollu gömlekler giymiĢlerdi.
Yüzlerinde sıkkın bir ifade vardı. BinbaĢı Walsh
önlerindeki masanın çevresini dolaĢarak yüklenen
kamyonlara baktı. Walsh ana vatanda böyle
sorumluluk
taĢıyan
bir
görev
anlacağını
düĢünmemiĢti hiç. Tanzanya, Zaire ve Angola' da
gerek açık olarak, gerekse elaltından yürütülen Özel
Kuvvet Operasyonlarından döneli bir yıl olmuĢtu.
Yapılacak iĢ konusunda kendisine her Ģeyin
yeterince açıklanmamıĢ olmasına öfkeleniyordu.
Böyle sorumluluk isteyen bir iĢde her Ģeyi bilmesi
gerekmez miydi? Önündeki çöp sepetine bir tekme
atarak üzerinde kahve ve sigara bulunan masadan
uzun bir Chesterfield sigarası aldı.
«Yer sarsıntısı olacağına dair bir uyarı aldık
desek, onu da yutmazlar,» diye homurdandı BinbaĢı
Walsh. Parmaklarına dek yanmıĢ sigarasından derin
bir nefes çekerek, «ġimdiye kadar böyle bir Ģey
olmamıĢ çünkü,» diye söylendi. «Bunlar büyükbaĢ
hayvanlar... koyunlar, sığırlar ve kızılderililer. Sonra
dağınık yaĢıyorlar.»
Yorgun görünüĢlü bir adamı kollarını ensesinde
kavuĢturarak sandalyesinde geriye doğru gerindi.
Esnemesi arasında, «Ben sel felâketini tercih
ederdim,» diye mırıldandı.
Bir baĢkası sordu. «Peki, suyu nereden
bulacaksın, arkadaĢ?»
«Havza bölgesinde bendleri ve su depolarını
inceleriz. Sonra halka bunların taĢacağını söyleriz.»
BinbaĢı Walsh gömleğini pantolonunun içine
sokarak Disneyiand'ın ellinci yılından hatıra olarak
aldığı kemeri sıkıĢtırdı.
«Öyle inceleme falan yapacak zamanımız yok.
Siz de biliyorsunuz bunu. Bilmiyorsanız bile Ģimdi
öğrenmiĢ olmalısınız.»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN
İLİŞKİLER
Spidel Twist-o-Flex'i on bir kez bükerek rekor
denemesine giriĢmiĢ olan biri öksürerek söze karıĢtı.
«Hastalık var desek? Bazı hastalıklar salgındır,
bilirsiniz.»'
Bu öneri piposunu temizlemekte olan birinin
dikkatini çekti. Temizleme ĠĢine ara vererek,
«ġiripençe çıbanı,» di ye bir teklif attı ortaya.
«Wyoming'de sürüyle koyun var değil mi?»
BinbaĢı Walsh bir Individuale sigarası yakarak
yerine oturdu. Sigaradan derin bir nefes çekip,
«Fena fikir değil,» dedi dumanları üflerken. «Ama bu,
herkesin bölgeyi terket-mesine yetmeyecektir.
Bundan çok kuĢkuluyum. Mutlaka içlerinden bir sivri
akıllı çıkıp hastalığa bağıĢıklığı olduğunu iddia
edecektir. Beş yüz elli kilometrelik alandaki her
Hıristiyanın yaĢadığı yeri terketmesi için yeterli korku
yaratacak bir neden gerekli bana.»'
AĢağıdaki
kargaĢanın
tam
ortasındaysa,
Lacombe birçok iĢçinin dev levhaları treylerin gümüĢî
renkteki
boĢ
yanlarına
doğru
kaldırmasını
seyrediyordu.
Levhalarda,
'Piggly-Wiggly
Süpermarketleri 'Coca-Cola,' 'Kinney Ayakkabıları,'
'Folgor Kahvesl' ve 'Baskin - Robbins Baharatı'
yazıyordu. Canı tatlı bir Ģey isteyen Fransız ağ zına
bir Listermint atarak Amerikan yaĢam tarzına gülümsedi kendi kendine. Derken terkedilmiĢ fabrikanın
çelik kapıları açıldı ve biri, «Haydi Batıya!» diye
avazı çıktığı kadar bağırdı.
Konvoy harekete geçmiĢti.
ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
«Hayır, anne, inan gerekmez,» diyordu Ronnie
telefonda. «Tek baĢıma idare edebilirim, sanıyorum.
Yine de teĢekkür ederim.»
Ronnie
alıcıyı
kulağıyla
omzu
arasına
sıkıĢtırmıĢ, bir yandan da fırının üzerindeki tencereyi
karıĢtırıyordu.
Sonra yarım dönerek serbest eliyle telefonun
ağızlığını kapatıp Toby'e, «Babana söyle yemek
neredeyse hazır,» dedi.
Toby durak8adı. Mutfak kapısında öylece
durmuĢ, annesini seyrediyor, telefon konuĢmasını
dinliyordu.
«Bize hiç yardım etmiyorsun, anne,» diye
sızlandı Toby. «Zaten hiçbiriniz etmiyor. Babam
doktora gitmedi daha. Hiç kimseyle de görüĢmüyor.»
Ronnie baĢını çevirip mutfak penceresinden
baktı. Roy garaj damının üzerine yaptığı platformdaki
açılır kapanır sandalyesine oturmuĢ, dürbünlerini de
gözüne yapıĢtırmıĢ, baĢını yavaĢ yavaĢ bir sağa bir
sola çevirerek ufku tarıyordu.
«Evet, hep bakıyor,» diye yakındı Toby
annesine. Bütün gününü orada dürbünle bakarak
geçiriyor... ÇalıĢacak yerde... Değil mi anne? Tabii
babam bizi seviyor ama...»
Ronnie baĢını sertçe 'evet' anlamında sallayınca
az kalsın telefon düĢüyordu. Hemen yakaladı. Sonra
Toby" nin hâlâ kapı eĢiğinde durduğunu fark ederek,
«Toby, sana ne söylemiĢtim? Babanı yemeğe
çağır,» dedi. Sonra yine telefona konuĢtu. «Sen de
anne, bana hiç yardımcı olmuyorsun...»
Genç kadın yavaĢ yavaĢ uzaklaĢan oğlunun
ardından baktı.
«Anne, Ģimdi telefonu kapamam gerek,» diyen
Ronnie karĢıdan cevap beklemeden alıcıyı yerine
koydu.
Toby'nin ince sesini evin dıĢından duyuyordu.
Çocuk komĢuların onu duymasından çekinir gibi
sesini yükseltmemiĢti.
«Annem yemeğin hazır olduğunu söylüyor,
baba.»
Ronnie pencereden çekildi. Toby'nin seslendiğini
duymamıĢ gibiydi Roy. Zaten bugünlerde kimseyi,
hiçbir Ģeyi iĢitmiyordu. Yan evdeki komĢusu Bayan
Harris arabasını bitiĢik park yerine soknrak
otomobilden indi. Roy ne ara bayı fark etmiĢ, ne de
Bayan Harris'in onu her gözetleme yerinde gördüğü
zaman çıkardığı o küçümseyici 'hıh' sesini iĢitmiĢti.
«Lütfen, baba,» diye sızlandı Toby.
Neary dürbünleri kucağına bırakarak yavaĢ
yavaĢ loĢlaĢan ıĢıkta en küçük oğluna baktı. Ronnie
mutfak penceresinden bile Roy'un yüzünün ıslak
olduğunu görebiliyordu. Dürbünlerin arkasında
ağlamıĢ olmalıydı. Genç kadın önce kocasının
yanına gitmek istedi ama sonra vazgeçerek ocaktaki
yemeklerin altını kıstı.
Bir süre sonra Neary aĢağı inip eve girdi.
Mutfağa geldi, bir an karısına baktı. Ronnie onun kan
çanağı gibi olan gözlerini kurulamıĢ olduğunu fark
etmiĢti. Neary'nin birkaç gündür traĢ etmediği
sakalları da uzuyordu. Yılgın
STEVEN SPIELBERG
bir görünüĢü vardı. Roy tek kelime söylemeden karısının yanından geçip yemek odasına gitmek üzere
oturma odasına girdi.
Neary minyatür tren takımının önünde durdu. Kır
kesiminin ortasına konmuĢ küçük, kahverengi bir
dağa dikmiĢti gözlerini. Çevresindeki birkaç küçük
ağacı alıp dağın üstüne koydu. Dağın yanlarını
bastırıp
yamaçları daha
dikleĢtirdi; boyunu
yükselterek doruğu daha sivrileĢ-tirdi. Neary
kafasındaki dağın görüntüsünü elde etmek için
çalıĢırken, beyninin vücudundaki tüm enerjiyi kullandığını ve içinin bayılacakmıĢ gibi olduğunu
hissediyordu.
«Hayır, böyle değil,» diye kendi kendine
mırıldanarak odayı terketti.
Yemeğin
gecikeceğini
anlayan
Ronnie
buzdolabını açıp salata tabağını tekrar içeri koydu.
Buzdolabına taktığı yeĢil lamba içerideki yiyecekleri
iĢtah kapayıcı bir hale getiriyordu. Bu görüntü
karĢısında yüzünü buruĢturdu Ronnie. Birkaç hafta
önce ona dâhice gelen bu buluĢ Ģimdi kocasının
garip davranıĢları karĢısında o denli önemsiz ve
budalaca geliyordu ki...
Ronnie çabucak buzdolabının kapağını kapadı.
Neary sofraya geldiğinde ne yıkanmıĢ, ne de
üstünü değiĢtirmiĢti. Ronnie çocukların ondan
çekinerek uzaklaĢtıklarını hissediyordu. Ronnie
masada her zaman Roy'un karĢısında otururdu.
Çocuklar da masanın yanlarında. ġimdi çocuklar
sandalyolerini annelerinin oturduğu yere doğru
yanaĢtırmıĢlardı. Roy masada bulunduğu sırada da
seslerini çıkarmayacak kadar tedirgin oluyorlardı.
Ronnie yemeği tabaklara koyuyordu. Kocasına
bir tabak dolusu füme somon balığı, haĢlanmıĢ
sebze ve patates püresi verdi. Neary sanki
tabağındaki yiyeceği ne
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
yapacağını bilmezmiĢ gibi duruyordu. Gözleri tabağa
dikiliydi.
Ronnie çocukların dikkatle babalarını izlediklerini
farketti. Roy çatalıyla tabağındaki patates püresini
karıĢtırıyordu. Patatesleri küçük bir tepecik haline
getirmiĢti. «Yeterince büyük değil,» diye mırıldandı
Roy. Patates pü-resiyle oynarken somon balığının
bir parçası masa örtüsüne dökülmüĢtü.
Çocuklar hayretten donmuĢ gibiydiler. Neary
masanın karĢı köĢesine uzanarak patates püresinin
servis tabağını aldı. Tabağına bir kaĢık dolusu daha
koyup yaptığı tepeciği büyüttü. ġimdi donmuĢ gibi tabağına bakıyordu. Hayır, daha olmamıĢtı, yeterince
büyük değildi. Patates püresinden bir kaĢık daha...
Yine yetmezdi. Neary böylece tüm patates püresini
kendi tabağına boĢalttı. Sonra çılgın bir çömlekçi gibi
elleriyle iĢe giriĢerek patates püresine Ģekil vermeye
çalıĢtı. Bileklerine kadar püreye batmıĢtı ama
aldırmıyordu bile.
Ronnie hızlanan soluğunu tutmaya çalıĢtı. Neary
baĢını tabağından kaldırınca Ronnie ve çocukların
taĢ kesilmiĢ, kendisine baktıklarını gördü. Roy
onlarla konuĢmak, derdini anlatmak, onlara
dokunmak ve her Ģeyi düzeltmek istiyordu.
Kendini zorlayarak gülümsedi. Sonra yaptığıyla
alay eder gibi bir ifade vermeye çalıĢtı yüzüne.
«Artık hepiniz babanızın garip ve gülünç iĢler
yaptığını gördünüz,» dedi. Sanki yaptığı her Ģeyin
farkınday-mıĢ gibi kendi haline gülüyordu. Sonra
ciddileĢti. «Ama kaygılanmayın ben hâlâ aklı
baĢında bir babayım.»
Neary masanın üzerinden uzanarak Sylvia'ya
dokunmak istedi, ama küçük kız ondan daha da
uzaklaĢarak annesine doğru yanaĢtı.
STEVEN SPIELBERG
Bir kez daha denedi Neary. Ġçinde bulunduğu
durumu çocuklarına açıklamak, anlatmak istiyordu.
«Hani bazen size de olur. Bir müzik parçasının
ezgisini bilirsiniz de sözleri hatırınıza gelmez. Ne
düĢündüğümü nasıl anlatayım bilmem ki...»
Tabağındaki patates püresinden oluĢmuĢ te peciği
gösterdi. «Bunun bir... bir anlamı var... Ve de çok
önemli.»
Ronnie'ye baktı. Genç kadın kendine hâkim
olmaya çalıĢıyordu. Roy'un ağzı oynadı. «Ben
iyiyim,» diyordu sessizce. «Bir Ģeyim yok.» Ama
kelimeler sesli hale gelememiĢti.
Sonra Neary ayağa kalkarak odadan çıktı.
ġimdi çocukların gözleri annelerine çevrilmiĢti.
Ronnie durgun ve üzgün görünüyordu. Ama
çocuklara sert bir sesle, «Yemeğinizi yiyin,» diyerek
önündeki tabaktan bir çatal alıp ağzına attı.
ġimdi hepsi duĢun açıldığını duyuyordu. Su
sesinin arasında ağlayan bir erkeğin düzensiz
hıçkırıklarını da iĢitmekteydiler. Boğulur gibi seslerdi
bunlar.
Ronnie ayağa kalktı. Çocuklara, «Yerinizden
kıpırdamayın,» diye emir verdikten sonra odadan
çıktı.
Genç kadın bir süre banyo kapısında durup
içeriyi dinledi, sonra kapıyı yavaĢça Ġki kez
tıklatarak, «Roy... sevgilim, kapıyı aç lütfen,» dedi
yumuĢak bir sesle.
Cevap yoktu; yalnızca o tüyler ürpertici boğulur
gibi hıçkırıklar duyuluyordu. Ronnie kapının
tokmağını çevirdi. Ama içerden kilitlenmiĢti kapı. Eli
tokmakta öylece duruyordu orada. «Ray!» diye
seslendi bu kez daha yüksek sesle. «Roy!»
Neary karĢılık vermedi. Belki de onu
duymamıĢtı...
Ronnie birden ne yapması gerektiğine karar
verdi. Mutfağa koĢarak alet çekmecesinden ince bir
bıçak kaptı.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Tekrar banyoya doğru yollanırken, çocuklara,
«Yemeğinizi bitirin!» diye bağırdı.
Ronnie yapacağı iĢi çok iyi biliyordu. Ne de olsa
çocukların zaman zaman yatak odası ya da banyoya
girip kapıyı kilitleyerek içerde kalmalarına alıĢıktı.
Bıçağı kapıyla çerçevesi arasına sokarak yavaĢça
kilidi açtı. Sonra tokmağı çevirip itince, ardına dek
açıldı kapı.
Banyo oldukça karanlıktı. Musluktan lavaboya su
akıyordu. Banyo teknesi de yarı yarıya dolmuĢtu.
DuĢtan akan su Ģıpırtıiı sesler çıkarmaktaydı. Neary
karanlıkta bir köĢeye büzülmüĢ, elleriyle ağzını
örterek hıçkırıklarını engellemeye çalıĢıyordu.
Ronnie lavabonun musluklarını kapattı. Ama duĢu
açık bırakmıĢtı.
Neary
karısına
gülümsemeye
çalıĢtı.
Omuzlarının sarsılması yavaĢlamıĢtı. «Bu... bu tıpkı
hıçkırık gibi,» dedi alçak ve çocuksu bir sesle. «Bir
baĢladı mı durduramıyo-rum artık. Ne oluyor bana?»
Ronnie kendine hâkim olmaya çalıĢarak, «Sakin
ol, Roy,» dedi. «Annem sana yardımcı olabilecek
birinin adını verdi. Bir doktor...»
«Cok korkuyorum...» diye mırıldandı Roy. «Ve
nedenini bilmiyorum.»
Sonra ayağa kalkarak duĢa doğru eğildi, baĢını
suyun altına tuttu. Bir süre öylece durduktan sonra
geri çekildi. Ronnie muslukları kapatarak kocasına
bir havlu verdi. Aslında ona sarılmak ve gözyaĢlarını
silmek istiyordu ama bunu yapamayacak kadar
korkmuĢtu.
Neary Ģimdi
titriyor, gözyaĢları
yanaklarından akıyordu. Bu sessiz ağla ma krizinden
sonra, ilaç dolabının kapısını açarak bir kutu aspirin
aldı. Titreyen elleriyle kutudan iki aspirin çıkarıp
ağzına atmayı becerdi nasılsa. Ama aspirinleri yuttuktan sonra kutu elinden lavaboyu düĢüp
parçalandı.
STEVEN SPIELBERG
«Bak bana Roy,» dedi Ronnie sakin ve mantıklı
görünmeye çalıĢarak. «Bu doktor ailece tedavi
yapıyor. Hepimiz gideriz. Tek baĢına kalmayacaksın.
Zaten belki de bu yalnızca sana özgü bir hastalık
değildir.»
«Bazen belki bütün bunlar bir Ģakadan baĢka bir
Ģey değildir, diye düĢünüyorum,» dedi Roy. Bitkin ve
umuts'uz görünüyordu. «Ama
bu güldürmeyen,
ağlatan bir Ģaka.»
«Roy! Doktora gitmelisin. Söz ver bana
gideceğine.» Ronnie bunları söylerken, birden
kocasıyla da, çocuklarıyla olduğu gibi konuĢtuğunu
farketti. YanlıĢ bir Ģey yaptıkları ya da hasta oldukları
zaman çocuklarına da böyle davranırdı. «Söz ver
bana, Roy.»
Birden yarı aralık duran banyo kapısı ardına dek
açılarak içeriye gürültü patırtıyla Brad girdi.
«Sulugözsün sen!» diye babasına bağırdı. Neary'nin
omuzları daha da çökmüĢtü. «Sulugöz! Sulugöz!»
Brad banyodan fırlayarak kendi odasına doğru
koĢtu. Odasının kapısını menteĢelerinden sökmek
istercesine beĢ kez çarptı.
«Biliyorsun, Brad sana kötü bir Ģey söylemek
istemedi, Roy. Sadece seni her zaman güçlü görmeye
alıĢık da...»
Ronnie kocasının banyodan çıkmasına yardım
etti. ġimdi Neary ağlamıyordu artık. Ama yataklarına
çökerken titremesi artmıĢtı.
«Benim doktora değil, sana Ġhtiyacım var,» dedi
karısına.
Ronnie bu sorun karĢısında ne yapması
gerektiğini bilmiyordu. Tam anlamıyla çaresizdi.
Yumruklarını sıkıp yatak örtüsüne vurdu. «Ben sana
yardım edemem, Roy,» diye bağırdı. «Çünkü hiçbir
Ģey anlamıyorum!»
«Ben de anlamıyorum.»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
«Bütün bu saçmalık evimizi altüst etti» diye
yakındı Ronnie. Ama bu sözlerin hiçbir yararı
olmayacağını biliyordu.
Neary
karısının
sağ
eline
sarılarak,
«Korkuyorum,» diye fısıldadı.
Ronnie elini çekmeye çalıĢtı ama Roy
bırakmıyordu.
«Seni böyle görmekten nefret ediyorum,» dedi.
Ronnie paniğe kapılmaya baĢlamıĢtı.
Roy uzanıp onu yatağa, kendisine doğru çekti.
«Sarıl bana.» dedi. «Bütün yapman gereken Ģey
bu. Sarı! bana... Tut beni... Bana ancak böyle yardım
edebilirsin.»
Ronnie ondan uzaklaĢmaya çalıĢıyordu. «Artık
dostlarımız bile kapımızı çalmıyor,» diye yakındı
kocasının yüzüne bakmamaya çalıĢarak. «İşten
çıkarıldın... Ve buna hiç aldırmıyorsun Roy. Seni
anlamıyorum. Ne durumda olduğumuzu görmüyor
musun?» Ronnie artık kendini tutamıyordu. Panik
içinde bağırdı. «Bizi felâkete sürüklüyor-sun!»
Neary yeniden uzanarak karısına sarıldı. Tüm
vücudu titriyor, Ronnie bu titreĢimlerin kendi
vücuduna geçtiğini hissediyordu. Birden artık bu
duruma dayanamayacağını hissetti.
Dayanma
sınırını aĢmıĢtı gerçekten.
«Oh, yapma,» diye hıçkırdı genç kadın. «Lütfen
yapma. Bırak doktora telefon edeyim. Oh Roy...
Lütfen, de-dim.»
Ama Neary onu duymamıĢ gibi ellerini vücudunda
dolaĢtırıyor,
titreyen
parmakları
giysilerinin
düğmelerini çözmeye çalıĢıyordu.
«Senden nefret ediyorum! Nefret ediyorum!» diye
bağırdı Ronnie. Kocasının ona değmesinden
tiksiniyor, böyle bir yakınlaĢma için hiç de hazır
olmadığını hissediyordu.
STEVEN SPIELBERG
Neary bluzunu omuzlarına indirmiĢ, çıkarmak için
çekiĢtirmekteydi. Bluz yere doğru sarkmıĢtı. Ama kol
düğmeleri açılmadığından tümüyle çıkmıyordu.
Neary sutyenin askılarını omuzlarından aĢağı indirdi.
Ronnie'nin beline düĢtü sutyen. Göğüsleri çırılçıplak
meydandaydı.
Birden Neary'nin titremesi ve korkulu hali
geçmiĢti. BaĢını yana doğru eğerek göğüslerin
yandan görünüĢüne dikti gözlerini.
Bu kez Ronnie titremeye baĢlamıĢtı. DiĢleri
birbirine
çarpıyor,
tüm
vücudu
hıçkırıklarla
sarsılıyordu. Çaresiz ve dehĢet içindeydi genç kadın.
Ama Neary bu görünümden kendince bir Ģeyler
çıkarmaya çalıĢıyordu. Yapıcı bir Ģeyler!
Neary'nin kafası son hızla çalıĢıyordu. Bir
çözüme ulaĢmamıĢtı ama yakındı. ġimdi aradığı Ģeye
ne denli yaklaĢmıĢ olduğunu seziyordu. Ve birden
Ronnie'nin çok güzel bir vücudu olduğunu farketti.
ON DOKUZUNCU BÖLÜM
Denver'de akĢam hava açık ve serindi. Koskoca
treyler dağyolundan kuzeye doğru yokuĢ aĢağı
Ġnmeye baĢlamıĢtı. Rüzgâr CB anteninde ıslıklar
çalıyordu. AkĢam karanlığı çökerken, dev treyler
güneĢin son ıĢıklarıyla bir an alev almıĢ gibi kıpkırmızı
kesildi. Alüminyum gövdenin yanlarında 'Folger
Kahvesi' yazılı kocaman bir levha vardı.
Yine yanlarında 'Piggly-Wiggly Süpermarketleri' ya
zılı iki treyler de o anda Oakland'ın otuz beĢ kilometre
do
ğusunda bulunuyordu. Giderek hızlanan treylerlerin
önün
de altı yüz on metre yükseklikteki Altomont Geçiti
vardı.
GüneĢ Denver'de olduğu gibi ufukta
kaybolmamıĢtı
daha. Sürücüler gece olmadan Tracy'ye varmayı
umuyorlardı. Oradan da yollarına güneĢin batıĢ
yönünde devam edeceklerdi. Önlerinde, dizel
motorunun gürültüsü ve du-manlarıyla dolu bir gece
uzanıyordu.
Boise'nin güneydoğusundan geçen 80 numaralı
eyaletler arası yol ise Ģimdi iyice karanlıktı. Güçlü
dizel motoru arkasındaki treyleri saatte yüz kırk
kilometre hızla çekiyordu. Idao, Hammett ve
Mountain Home'a doğru yol almaktaydı. Treylerin
yanında 'Kinney Ayakkabıları' yazılıydı ve bir de
ayakkabı modeli vardı. Ama yanından ge-
STEVEN SPIELBERG
çen araçların farlarının ıĢığı vurduğu zaman dıĢında
yazılar karanlıkta okunmuyordu.
BaĢka bir dev treyler yakıt almak için Montana
Bil-lings'in tam güneyindeki bir benzin istasyonunda
durdu. Ġki sürücü de. biraz durup bir fincan kahve
içmek istiyordu ama program dıĢı molaya izin yoktu.
Custer SavaĢ Anı-tı'ndan geçerek Sheridan'a. oradan
da Wyoming'e varmaları gerekiyordu.
Treylere dizel yakıtı dolduran adam yandaki
levhaya bakarak, «Bu markayı da hiç duymamıĢtım,»
dedi.
Sürücülerle benzinci bir an durup treylerin
yanındaki levhada yazılı olan 'Tidewater Homes of
Virginia' sözcüklerine baktılar.
«Evden oldukça uzaktasınız, ha?» diye sordu
benzinci.
Sürücülerden biri 'ne yaparsın,' gibilerinden
kaĢlarını kaldırmakla yetindi. Oysa ikisinden,
insanlarla daha çabuk ve rahat iliĢki kurabilen oydu.
YİRMİNCİ BÖLÜM
O gece Neary doğru dürüst uyuyamamıĢtı. Ġkide
bir Ronnie"yi de uyandırıp duruyordu. Sabaha doğru
saat beĢ sularında karısının solukları derlnleĢince,
Neary yavaĢça yataktan kalkarak oturma odasına
gitti.
KızarmıĢ
gözlerini
odanın
etrafında
dolaĢtırıyordu. Son birkaç gün içinde odayı
gerçekten de yaymacı pazarına döndürmüĢtü.
Gazetelerde TanımlanmamıĢ Uçan Cisimlerle ve
nedeni belirsiz elektrik kesilmeleriyle ilgili ne
bulduysa keserek duvarlara asmıĢtı. ġimdi odanın tüm
duvarlarının Ģurasından, burasından gozete kupürleri
sarkmaktaydı.
Neary inleyerek bir sandalyeye çöktü. Dirseklerini
üzen rinde tren takımının kurulu olduğu pingpong
masasına dayamıĢtı. Bu karmakarıĢık dünyasında
tren takımı ne denli ölçülü, ne denli düzenliydi. Orada
durmuĢ, onu bekliyordu sanki. Neary'nin yeniden
yaptığı o garip tepe, dağdan çok bir karikatüre
benziyordu Ģimdi. Hantal ve biçimsizdi. Demiryollarına, küçük vadi ve göllere uğursuz bir göz
gibi bakıyordu. Tehdit edici bir görünüĢü vardı.
Neary gözlerini ondan ayırmadan 'baĢını
sallayarak, «Hayır, böyle değil,» diye mırıldandı.
STEVEN SPIELBERG
«Baba...»
Neary arkasını dönünce küçük kızının kapıda
durduğunu gördü. Sylvia'nın gözleri uykuluydu. En
gözde bebeğini de kolundan sürükleyerek birlikte
getirmiĢti. ġu çiĢ edeni yani.
«Tatlım, daha çok erken,» dedi Roy. «Biraz daha
uyu-malısın.»
«Babacığım, bugün bizi yine azarlayacak mısın?»
Neary küçük kızın Saf ve dürüst gözlerine baktı.
ĠĢte o babasını böyle görüyordu: Bir azarlama
makinesi. Ve de babasını çok sevdiği için onu
azarlamasını kabullenmeye hazırdı.
Neary içinin piĢmanlıkla burkulduğunu hissetti.
öne doğru eğilerek kızı kaldırıp kucağına oturttu.
«ġimdi iyiyim, tatlı bebeğim.» Küçük kızını alnından
öptü. Kendini tutmasa ağlamaya baĢlayacağını
biliyordu.
Neary mutsuz gözlerle odanın acınacak haline
baktı.
«Bütün bunlara bir son vereceğim. Tanrı adına
yemin ediyorum. Son vereceğim.
Neary çocuğu kucağından indirip duvardaki
gazete kupürleriyle fotoğrafları klipslerinden çıkararak
toplamaya baĢladı. «Bak, ne yapıyorum,» diyordu bir
yandan da. Sonra hepsini çöp sepetine atarak, «ĠĢte
gördün mü?» diye sordu.
Sylvia
babasının
neden
söz
ettiğini
anlayamıyordu tabii. Ama babası mutlu görünüyordu
ya, o da mutluydu.
Neary tren takımının ortasına yapmıĢ olduğu o
garip tepeyi yıkmaya baĢlamıĢtı Ģimdi. Önce biçimsiz
doruğunu eliyle sımsıkı yakalayıp koparmak için
çekiĢtirdi. Ama dağ doruğunu vermemek için
direniyordu sanki. Neary iki elini kullanarak yana
doğru çekmeye baĢladı.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Hop!
Dağın doruk bölümü kopmuĢtu. ġimdi tepesi
kesilmiĢ bîr ağaç gövdesini andırıyordu. Kopan bölüm
bir tür plato oluĢturmuĢtu.
«Sylvia!» diye bağırdı
Neary. «Evet baba?»
Roy'un gözleri tepesi kopmuĢ dağa dikilmiĢti.
«Sylvia,» diye bağırdı yeniden. «ġimdi oldu!»
Neary'nin baĢkalarını ııyundırması olanaksızdı.
Ronnie geç uyumuĢtu zaten. O günün olayları
genç kadını bitkin düĢürmüĢtü. Roy'un sinir krizi,
Ronnie'nin kocası için ağlanacak bir omuz olmaktan
öteye bir Ģey yapamaması yeterince hırpalayıcıydı.
, ġimdi saat sabah on olmuĢtu. Ronnie çocukların
tiz sesine ve bağırıĢmalarına uyandı. Bir an için
öylece yatıp dinlendi. Tüm aile neĢeyle gülüyordu.
Roy da. O sırada Ronnie bir dal parçasının yatak
odasının penceresinin önünden geçtiğini hayal meyal
gördü ya da gördüğünü sandı.
Yorganı fırlatıp yataktan kalktı, üzerine bir
sabahlık geçirip yatak odasından çıktı. Hem yürüyor
hem de kemerini bağlıyordu. Tam mutfağa girecekti
ki...
«Oh, Tanrım.» Genç kadının soluğu kesilmiĢti.
Oturma odasının pencereleri ardına dek açıktı.
Perdeler raylarından çıkarılmıĢ, pencerenin önündeki
duvara dıĢardan bir merdiven dayanmıĢtı. Ronnie
öylece kalakalmıĢ bakarken, pencereden içeriye
üzeri toz toprakla kaplı bir ortanca fidanı atıldı.
Yerdeki öteki dallardan, çalılardan
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
oluĢmuĢ kocaman yığının üzerine düĢtü fidan. Her
taraf pislik, toprak içindeydi. «Roy!»
Ronnie mutfak kapısına koĢtu. Tam o sırada
Brad'la Toby bir açalya fidanını köklemiĢ, babalarına
götürüyorlardı. Roy da fidanı yüklenip merdivenlerden
çıktı ve pencereden odanın içine attı.
«Durun!» diye bağırdı Ronnie.
«Haydi, çocuklar.» Roy da oğullarına bağırıyordu.
Ronnie kocasını elektriklerin kesildiiğ o uğursuz
geceden
beri
böylesine
mutlu
gördüğünü
hatırlamıyordu hiç.
Toby neĢeli kahkahalarla pencereden içeriye
avuç avuç toprak atan babasına yardım ediyordu.
«Bu iĢ bittikten sonra benim odaya da toprak
atabilir miyiz?» diye sordu babasına.
«Durun! Yeter artık! Durun!» Ronnie çılgın gibi
bağırıyordu ama ona pek aldıran yok gibiydi.
Genç kadın koĢarak bahçeye çıktı. Bir yandan da
komĢuları Bayan Harrls'ln tüm olanları ikinci kattaki
penceresinden seyrettiğinin farkındaydı. Yolun
karĢısındaki evde oturan bir baĢka komĢu da elinde
çim kesme makinesi, bahçenin ortasında heykel gibi
donup kalmıĢ, ağzı bir karıĢ açık olanları
seyrediyordu. Ronnie, Toby'nin ellerindeki toprağı bir
vuruĢta yere atıp kocasının yanına gitti.
«Eğer böyle yaparsan,» dedi Roy, avucundaki
toprağı pencereden içeri, atarken. «O zaman
gerçekten bir doktora ihtiyacım olur.»
«Böyle yaparsam mı? Siz ne yapıyorsunuz peki?»
«Ronnie sonunda kafamdakini buldum. Eğer bir Ģeye
sadece bir açıdan bakarsan, çılgınlık gibi görünebilir.
Ama
onu baĢka biçimlerde de görebilirsen, tam anlamına
kavuĢabilirsin.»
«Yapma Roy! Bizi korkutuyorsun!»
Ronnie'nin böyle sert çıkması çocukları biraz
korkutmuĢtu. Neary bir ıtır çiçeği fidanını
çekiĢtirmekle meĢguldü o sırada. Bir an durup sanki
karısını ilk kez görüyormuĢ gibi baktı. «Korkacak bir
Ģey yok, sevgilim. Kendimi çok iyi' hissediyorum. Her
Ģey yoluna girecek artık, emir» ol.»
Roy ıtır çiçeğini sökmekten vazgeçmiĢti. ġimdi
alüminyumdan küçük açılır kapanır bahçe masasına
bakir yordu. Sonra masayı kaldırdığı gibi oturma
odasının penceresinden içeri attı. Masa düĢerken ses
çıkarmamıĢtı.
Odanın
zemininde
gürültüyü
önleyecek kadar dal ve toprak yığını vardı anlaĢılan.
Ronnie, «Bana her Ģeyin iyi olacağı masalını
anlatma artık,» diye bağırıyordu kocasının ardından.
«Hele bahçeyi odaya taĢırken!»
Roy koĢarak evin çevresini dönüp ön bahçeye
gitti. Otomobili park ettikleri yerin çıkıĢında iki tane
büyük plastik çöp bidonuna göz koymuĢtu. O sırada
eve bir çöp kamyonu yaklaĢıyordu ve iki çöpçü
kamyondan atlamıĢ, Ne-ary'nin çöp kutularını
boĢaltmaya hazırlanıyorlardı. Roy hızlanarak çöp
kutularına onlardan önce eriĢti ve kutuları kaldırdığı
gibi yolun kenarına boĢalttı. Sonra hiçbir Ģey olmamıĢ
gibi Ronnie ve çocukların yanından hızla geçerek eve
doğru koĢtu. Ardında bir ona, bir de yolun kenarındaki
çöp yığınına bakan iki ĢaĢkın çöpçü kalakalmıĢtı.
Neary yüksek engelli koĢuya girmiĢ bir yarıĢçı
gibi dizlerini kaldırarak koĢuyordu. Pencerenin altına
eriĢince iki elindeki çöp bidonlarını içeriye doğru
fırlattı. Bidonlar daha önce içeriye atılmıĢ olan
alüminyum bahçe masa-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN
STEVEN SPIELBERG
İLİŞKİLER
sına çarparak toprak ve fidan yığınının üzerinden
oturma odasının zeminine yuvarlandılar.
Ansızın Roy'un aklına yeni bir fikir gelmiĢti.
«Bahçe teli.» diye bağırdı.
Ronnie kocasının, arabalarını park ettikleri yerle
yan evi ayıran aiçak çiti çekiĢtirmesini seyrediyordu.
Derken Roy'un gözü Harris'lerin açık garaj kapısının
önünde duran tel rulosuna takıldı. Pencereden baĢını
uzatmıĢ, olanları seyreden Bayan Harris'in meraklı
bakıĢları altında, Neary tel rulosunu kaptığı gibi
taĢımaya baĢladı.
«Ne yapıyorsunuz öyle?» diye Bayan Harris cıyak
cıyak bağırıyordu. «Yaptığınız Ģey yasaya aykırı!»
Ronnie umutsuzca kadını yatıĢtırmaya çalıĢtı.
«Merak etmeyin, Bayan Harris. Geri getireceğiz.»
ġimdi çocuklar annelerinin yanındaydılar. Genç
kadın hiçbir Ģey söylemeden, babalarına bu çılgınca
iĢde yardım etmelerinin son bulduğunu hissettirmiĢti
onlara. Brad'la Toby biraz da korkmuĢ olarak
annelerinin eteklerine sarılmıĢ, babalarını Ġzliyorlardı.
Neary, Bayan Harrls'e, «Merak etmeyin telinizin
parasını ödeyeceğim,» diye bağırdı.
Bayan Harris elindeki saç kurutma makinesini bir
ta-banca gibi Roy'a doğru tutarak, «Aman al, senin
olsun!» dedi.
ġimdi küçük Sylvia ağlamaya baĢlamıĢtı, ama
Neary' nin onu duyduğu filan yoktu. Elindeki tel
rulosunu pencereden içeriye attıktan sonra, bahçede
baĢka yeni malzeme bulmak için gezinmeye baĢladı.
Orayı burayı karıĢtırarak deli gibi aranıyordu. Ronnie
çevresine topianıp eteğine sarılan çocuklarla birlikte
Roy'un yolunu kesmeyi becerdi.
«Roy, çocukları annemin evine götürüyorum.»
Genç kadın ağlıyordu.
Neary ise artık son hızla çalıĢmaya giriĢmiĢti.
Birden öne doğru ilerlemesinin engellendiğini farketti.
Ani bir duruĢ yapmasaydı, Ronnle'yle çocukların
üzerine düĢecekti. «Çılgınlık bu,» dedi gayet mantıklı
bir sesle. «Siz giyinmemiĢsiniz ki...»
«Ne? Ne dedin?» diye avaz avaz bağırdı Ronnie.
«Ne yapmamıĢız?»
ġimdi artık hızlı hareket etme sırası Ronnie'ye
gelmiĢti. Sylvia'yı kucağına alıp oğlanları da ardından
sürükleyerek arabaya doğru yürüdü. Kararlılığı
yüzünden belliydi.
Roy arkalarından giderken, «Durun!» diye
bağırıyordu.
Genç kadın arabanın arka kapısını açıp çocukları
içeriye tıkıĢtırdıktan sonra Roy'a dönüp; «Bunu
yapmak gerek ve yapacağım da,» dedi. Sonra
arabanın arka penceresini kapatıp kapının kilit
düğmesine bastı. Kendi de öne dolaĢıp direksiyonun
baĢına oturdu.
«Ronnie,» diye yalvarıyordu Roy kapalı camın
ardından. «Lütfen gitme Ronnie. ġu anda terketme
beni... Sana ihtiyacım var.»
«Neden kalayırh?» Sesi kopalı camın ardından
boğuk çıkıyordu Ronnie'nin. «Senin deli gömleği
giydirilip götürüldüğünü görmek için mi?»
Roy arabanın kapalı camlarıyla kapılarını
yumruklu-yordu. Ronnie motoru çalıĢtırarak geri
vitese taktı.
Neary kapıları yumruklamaktan vazgeçip, Ronnie
arka arka park yerinden çıkarken arabanın önçamurluğuna atladı. Araba çıkıĢın önündeki çöp
yığınının üzerinden geçerken Ģöyle bir sarsılınca, Roy
düĢecek gibi olarak an-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKİN İLİŞKİLER
STEVEN
SPIELBERG
tene sarıldı. Çocukların korkudan irileĢmiĢ gözlerle
babalarının kaputu yumruklayarak avazı çıktığı kadar
bağırmasını
dehĢet
içinde
izlediklerini
de
farkediyordu Neary. Ama arabayı bırakmaya niyeti
yoktu.
Ronnie bu sahneden tüm kalbiyle nefret
ediyordu. Bir an önce Neary'den kurtulmalıydı. Park
yerinden caddeye çıkarken birden hızlanıp ansızın
fren yaptı. Roy ön çamurluktan kayarak kaldırıma
düĢtü. Ronnie tüm gücüyle ga za bastı; araba son
hızia ileriye atılarak caddenin sonundaki dönemeçte
kayboldu.
Neary toz toprak içinde, kirli pijamalarıyla
kaldırımda yatıyordu. Bir yerine bir Ģey olduğundan
değil, ĢaĢkınlığından ayağa kalkamamıĢtı. Ötesi
berisi sızlayarak yavaĢça ayağa kalktı. Çevresine
bakınınca, altı, yedi kadar arkadaĢıyla komĢusunun
tüm olaya tanık olduğunu fark etti ilk kez. DurmuĢ,
olayın nasıl sonuçlanacağını merak ediyorlardı.
Neary ne beklediklerini anlayamadı önce. Sonra elini
sallayarak hepsine selam verdi.
«Ġyi sabahlar!»
YavaĢça dönerek uzun adımlarla çimenliği geçip
merdivenin dayalı durduğu pencereye doğru ağır
ağır yürümeye baĢladı. Bir an durup yolunun
üstündeki bahçe hortumunu yerden aldı, takılı
olduğu musluğu açtı. Elindeki hortumla birlikte
merdivenleri tırmandı, hortumdan akan suyla kendini
ve çevresindeki her Ģeyi ıslattıktan sonra
pencereden içeri atladı, ardından da merdiveni
çekerek içeriye aldı.
Roy içeri girdikten sonra sanki sarayın kapılarını
ka-patıyormuĢ gibi bir tavırla pencereyi kapatıp
perdeyi çekti. KomĢular ve tüm dıĢ dünyayla iliĢkisini
kesmiĢti böylece.
ġimdi oiay oturma odasında sürüyordu ama
neyse
ki buna Neary'den baĢka tanık olan yoktu. Yemeden
içmeden bütün gün sürekli çalıĢtı durdu. Odanın bir
köĢesindeki televizyonun hafif açık sesinden baĢka
insan sesi duyulmuyordu. Bütün gün dizi filmler, açık
oturumlar, müzik programları, reklamlar biribirini
izledi
Neary televizyonun açık olduğunun bile farkında
değildi. Orada, oturma odasında Neary için her
Ģeyden çok daha önemli, günlük yaĢamın sınırlarını
aĢan bir Ģeyler oluyordu. Tam bir yapı mühendisi
gibi iĢe koyulmuĢtu. Çöp bidonlarıyla bahçe
masasını yaptığı Ģeye bir tür temel ya da destek
olarak kullanıyordu.
Sonra Bayan Harris'in teliyie yapısının dıĢ
hatlarını belirledi. Bu iĢ destek yapmaktan daha
karmaĢıktı. Teli isteği biçime sokunca, çamurla
sıvayarak yapıĢtırdı.
Yine de tatmin olmamıĢtı. Bu kez eski gazeteleri
ıslatarak teli sıvadığı çamurun üstüne örttü. Böylece
mukavva gibi sert bir yüzey elde etmiĢ oluyordu.
Sonra gazetelerin üzerine de çamur bulaĢtırarak
modelini yapmakta olduğu o esrarengiz Ģeye
benzetmeye çalıĢtı.
AkĢam üzeri saat beĢe doğru «Hayır, olmadı
daha,» diye mutsuzca mırıldandı Neary.
Yaptığı Ģey boyunu aĢmıĢ, neredeyse tavana
değecekti. Ġki buçuk metre boyunda vardı.
Çevresinden çamura gömülmüĢ olan dal ve fidan
kökleri çıkıyordu. Dorukta birleĢen dik eğimli
yamaçlar katmer katmerdi. Ama Neary yaptığı iĢten
tümüyle hoĢnut olmamıĢtı; henüz tamam değildi.
Tren takımının manzara düzenine takıldı gözü.
Minyatür ağaç ve çalılıkları yerlerinden aldı. Bir süre
satranç taĢları gibi elinde tutarak bunların durmaları
gereken yerleri bulmaya çalıĢtı. Evet, tam böyle.
ġuraya da iki çam. Tastamam. Ve buraya bir çalı
dizisi. Evet, evet tam yeri burası.
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKĠN ĠL5KĠLER
Neary, «Tamam,» dedi sonunda. «ĠĢte tam
olması gerektiği gibi.»
Aslında ne yaptığını durup düĢünecek zamanı
olmamıĢtı. SözgeliĢi, yapmıĢ olduğu bu modeli üç
baĢarısız denemeden sonra gerçekleĢtirdiğini
anımsamıyordu.
Birincisinde
traĢ
köpüğüyle,
ikincisinde o gece Barry'nin yol kenarında yaptığı ve
kendisinin yeniden biçimlendirme ye çalıĢtığı garip,
konik tepeciği oluĢturan çamurla, üçün-cüsündeyse
tümüyle baĢarısız olduğu patates püresiyle aynı Ģeyi
yapmaya çalıĢtığının farkında değildi.
Ama artık baĢarmıĢtı. Gerçek gibi, diye düĢündü.
Gazete kâğıtlarının üzerindeki çamur kuruyarak sert
bir yüzey oluĢturmuĢtu; oraya buraya serpiĢtirilmiĢ
ağaç ve çalılarla gerçekten aslına benziyordu.
Derin oluklu yamaçlar dik eğimle yükselip
tepedeki platoda son bulmaktaydı. Tepenin bir
yanında bir kanyon vardı. Bu kanyonun dibindeki
sakin vadi tren takımının yeĢillikleriyim süslenmiĢti.
Neary bütün gün canı çıkasıya çalıĢmıĢtı. ġimdi
eserinin çevresinde ağır ağır dolaĢıyor, iyice gözden
geçiriyordu. Ġncelemesi olumlu sonuçlanıp hiçbir hata
bulamayınca, ilk kez rahat bir soluk aldı. Ve yine bu
Ģeyi yapmak ihtiyacı tüm benliğini kapladığından,
tüm düĢüncelerini tutsak ettiğinden bu yana ilk kez
Ģimdi kendini huzura kavuĢmuĢ hissediyordu.
Neary durup tepedeki platoya bir göz attı. Bu
yapay tepenin arkasında kalan pencereden,
komĢuların
dıĢarıda
günlük
yaĢamlarını
sürdürdüklerini görüyordu. Bir araba durdu, içinden
insanlar çıkıp karĢj eve doğru yürüdüler. Ev sahipleri
onları kapıda karĢılayarak içeri buyur etti. Öte ki
komĢulardan kimisi çimlerini biçiyor, kimisi bahçe
çitleri-
ni buduyor ya da suluyordu. Gelip geçen arabalar...
oyun oynayan çocuklar...
Neary kirli parmaklarını saçlarının arasından
geçirerek önünde yükselmekte olan dağa dikti
gözlerini. Bunu o yapmıĢtı. Ama ne pahasına?
BaĢarmıĢtı yine de. Ve bunun mutlaka bir anlamı
olmalıydı, değil mi?
Ancak uğrunda bunca fedakârlık yaptığı Ģey iĢte
önünde duruyor ve ona hiçbir Ģey açıklamıyordu.
Tümüyle anlamsızdı...
«Tanrım,» dedi Neary yüksek sesle. «Bir
biiebilsem... Bu benim eĢerim ve de her Ģey bende
baĢlayıp bende bitiyor.»
Neary yaĢamının en kötü noktasındaydı. Derken,
sanki tier Ģeyi daha dayanılmaz hale sokmak
istercesine, o budalaca ve yapay olarak yaratılmıĢ
normal dünyayı yansıtan reklam programları baĢladı
televizyonda.
Neary televizyonun
sesini
iĢitiyor
ama
dinlemiyordu. Bir koltuğa çökerek ona bunca Ģeye
malolan Ģeyin tepesindeki düz platoya bakmaya
baĢladı.
Televizyonda saat baĢı verilen haber özetlerini
de dinlemiyordu. Televizyonu radyo gibi kullanıyor,
küçük hoparlörden çıkan ince insan seslerini duymak
için açık bırakıyordu onu.
Haber özetleri: Sığır hırsızları Ponderosa'yı iĢgal
ederekyangın çıkarmıĢlardı... Mahkemede Perry
Mason'un iman vermeyen soruları karĢısında sanık
suçunu itiraf et-niĢti. Robert Young ıĢıklar kesildiği
sürede baĢarılı bir açık kalp ameliyatı yapmıĢtı...
Saat dokuz sularında Neary yerinden kalkıp
buzdolabına giderek bir ĢiĢe bira aldı. Kapağını
açarken, karanlıkta baĢarıyla yapılan kalp ameliyatını
düĢünüyordu. Bir an durup gözlerini kırpıĢtırdı. Sonra
elindeki kapağı açıl-
STEVEN
SPIELBERG
mıĢ bira ĢiĢesini masanın üzerine bırakarak telefona
gitti, bir numara çevirmeye baĢladı.
«Onunla konuĢmak istiyorum,» dedi karĢı taraf
cevap verince.
Ronnie telefona geldi. Neary boğazını temizleyip
dikkatle konuĢtu. «Bunu yapman gerekli miydi
Ronnie? Lütfen... bir dakika... telefonu kapama...
lütfen... dinle... lüt...»
Telefon kapanmıĢtı.
«Madge, çöreklerinin bu denli kabarmasının
sırrını bana anlatır mısın?»
«ĠĢte en çok terlediğim zaman bile kendimi
bununla güvende hissediyorum.»
Neary yine televizyonu seyretmiyordu ama
reklam programlarının sesi kulağına daha az
süzülerek geliyordu. O hâlâ yaptığı -ne dese?- dağı
incelemekle meĢguldü.
«Kıtır kıtır ve yağsız olmalarını istiyorsanız bunu
kullanın.»
Neary ayağa kalkarak telefona gitti yeniden.
Ronnie' nin annesinin numarasını çevirdi. «Ronnie'yi
telefona verin lütfen.»
«Roy, özür dilerim ama seninle konuĢmak
istemiyor.»
«Siz çağırın onul» diye bağırdı Neary.
Ve beklemeye baĢladı. Hat açıktı. Ama telefona
kimse gelmiyordu, ne Ronnie, ne de annesi. Aslında
telefondan bir Ģey iĢitmek için kıvranıyordu Neary.
Bir ses, bir tartıĢma bile... Ama yalnızca hat açıktı.
Alıcının ağızlığına üfledi. Ses yoktu.
Böylece
Ronnie'nin
telefonu
kapamadığı
anlaĢılıyordu. Demek ki hâlâ umut vardı. Dakikalar
geçti. Neary mutfak saatine bir göz attı: Ona
bir vardı. Sanki bu
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
dakikayı bekliyormuĢ gibi alıcıyı yavaĢça yerine
koydu. Sonra yeniden numarayı çevirdi.
MeĢgul iĢareti... Ronnie telefonu fiĢten
çıkarmıĢtı.
Neary bira ĢiĢesini alıp oturma odasına geçti. On
haberleri baĢlamıĢtı. Saçları kulaklarını kapatacak
biçimde kabarıkça taranmıĢ genç bir adam
kameraya doğru anlamlı bir bakıĢla bakmaya
çalıĢıyordu ama gözlerinin gi dip geliĢinden ilerdeki
ekranda yazılı haberleri okuduğu belliydi.
«Ġyi geceler! Bu gece en önemli haberimiz bir
demiryolu kazasıyla ilgili!» Neary'ye spiker sanki
söylediği sözlerden garip bir zevk alıyormuĢ gibi
geldi.
«Hava Kuvvetlerine ait kimyasal gaz yüklü bir
vagon raydan çıkarak devrilmiĢtir. Gazın çok tehlikeli
oluĢu yüzünden bölgenin tümüyle boĢaltılması
gerekmektedir. Silahlı Kuvvetlerin tehlikeli madde
taĢımacılığında meydana gelen bir kaza nedeniyle
yapılan en büyük boĢaltma harekâtı olacaktır bu.
Sözkonusu bölge Wyoming'in ġeytan Kulesi denilen
uzak bir bölümündedir. ġu anda Charles McDonell
size olay yerinden bilgi verecek.»
Neary'nin gözleri dalmaya baĢlamıĢtı ama
televizyon
ekranına
bakmayı
sürdürüyordu.
McDonnel üzerinde bir trençkot, elinde bir mikrofonla
duruyordu. Arkasında, uzakta kalan bir yoldan
kamyonların gidip geldiği görülmek teydi. Daha da
geride gökyüzüne yükselen dağ dorukları vardı.
«ġu anda Wyoming'in kızgın ufkunda güneĢ
batmak üzere,» diye söze baĢladı McDonnell. «Ve
binlerce sivil yurttaĢ felâket bölgesini terketmektedir.
Tehlikeli G-M sinir gazı yüklü yedi vagon, gazın
kimyasal araçlarla güvenceli bir Ģekilde yok edileceği
yere giderken Walkash? Needles KavĢağında
raydan çıkarak devrilmiĢtir...
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
«Aslında Wyoming'in vahĢi dağ eteklerinde
kasabalar ya da büyük yerleĢme merkezleri
bulunmadığından, yalnızca tatil kampları ve dağ
evleri
boĢaltılmaktadır.
Askeri
kamyon
ve
helikopterler. ġeytan Kulesi diye bilinen dağın
doruğu merkez olmak üzere çapı yüz yetmiĢ metreyi
bulan bir alanı taramaktadırlar.»
Kamera geriye çekilerek bir kamyon konvoyunu
gösterdi. Sonra görüntü ansızın değiĢerek dağın
uzaktan teleobjektifle görünüĢü belirdi ekranda.
«ġeytan Kulesi'nin yalçın sırtları,» diyordu
McDonnell. «Dünyanın dört bucağından gelen
dağcılar için iyi bir deney alanı oluĢturmaktadır ve...»
«Tanrım!»
Neary ayağa fırlamıĢtı. Bir atlayıĢta gidip
televizyon, ekranının önüne diz çöktü. ĠĢte az önce
yapmayı bitirdiği dağ karĢısında duruyordu. Orada,
ekranda. Ve Neary'nin oturma odasının içinde..."
Aynı derin ve dar oluklu yamaçlar... Aynı düz,
pla-tolu tepe... Ağaçlar bile aynı konumdaydılar.
Neary bir ekrana, bir odanın ortasındaki kendi eliyle
yaptığı modele bakıyordu.
Yüzünde ağzını kulaklarına vardıran bir sırıtıĢ
vardı.
Evet, gerçekten yaptığı Ģey anlamlıydı demek.
Bir çılgınlık ürünü değildi. Ancak henüz her Ģeyi tam
anlamamıĢtı. Yalnızca bu Ģeyi yapmak için duyduğu o
korkunç dayanılmaz arzunun bir anlamı olduğunu
biliyordu. Bu hasta bir beynin rasgele ürettiği bir Ģey
değildi.
Bir mesajdı bu.
Neary kendine hâkim olmaya ve yavaĢ hareket
etmeye çaba göstererek numarayı doğru çevirdi.
Ve yine o meĢgul iĢaretini alıyordu.
Yüzünden gülümsemesi silinmiĢti. Oturma
odasına
doğru dönerek ġeytan Kulesi'nin yapmıĢ olduğu
modeline baktı bir süre. Indiana'nın batısı buradan
çok uzak, diye düĢündü. Çok yorucu bir yolculuk
olacaktı. Hele yalnız hiç çekilmezdi, o bitmez
tükenmez yollar...
Neary açık duran telefon rehberine boĢ boĢ
bakıyordu. Sonra rasgele sayfalarını çevirmeye
baĢladı. Birden dikkati yoğunlaĢtı ve Harper Vadisi
bölümüne gelince artık ne aradığını biliyordu. Gold.
Gowland. Guber. Guiler, J.
Jillian'ın ev numarasını çevirdi. Daha önce
Barry'yi sormak için bir kez daha telefon etmiĢ ama
telefon sürekli meĢgul çıkmıĢtı.
«Özür dilerim,» dedi teype alınmıĢ bir ses bu defa.
«Aramakta olduğunuz bu numara bir süre için
devreden çıkarılmıĢtır. Otomatik cevap vericiye
bağlıdır.»
Neary telefonu kapatıp bir daha açtı ama yine
otomatik teyp cevap verdi kendisine.
Gerçekten uzun ve yorucu bir yolculuk olacaktı,
ama bunu yalnız baĢına yapmaktan baĢka çaresi de
yoktu.
Jillian Guiler bu günler süresince evden hiç
çıkmamıĢtı. Aslında yatıp uyumak, tuvalete gitmek,
düzensiz olarak bir Ģeyler atıĢtırmak dıĢında, oturma
odasından da çıkmamıĢ, resim sehpasının baĢından
ayrılmamıĢtı.
Genç kadın iyi de görünmüyordu. Barry evden
uzaklaĢtırıldığından beri hayli kilo kaybetmiĢti.
Bunların da ötesinde Jillian'ın gözlerinde akla
gelebilecek en büyük kayba uğramıĢ ve onun acısını
çeken insanlara özgü bir hüzün vardı.
Tüm gün ve gecelerini geçirdiği oturma odasının
o
STEV£N
SPİEISERG
köĢesi, düzensiz bir sanat galerisini andırıyordu.
Karakalem ve yağlıboya resimler üstüste yığılmıĢtı.
Hepsinde de Roy Neary'nin modelini yapmıĢ olduğu
dağın çeĢitli görüntüleri vardı. Öz aynıydı ama bakıĢ
açıları değiĢikti. Sonra Jiilian yağlıboya resimlerinde
göz tırmalayan çiğ renkler kullanmıĢtı.
Jillian da eve kapandığı o hafta boyunca, pek
dinlememesi ya da seyretmemesine karĢın zaman
zaman televizyonu açmıĢtı. Ama Ģimdi tüm dikkatiyle
akĢam haberlerini dinliyordu. Neary'ninkinden baĢka
bir istasyon açıktı. Derken Jillian o sihirli kutunun
aracılığıyla ilk kez ġeytan Kulesi'ni gördü.
«Silahlı kuvvetler ve jandarma birlikleri
boşaltmaya gözcülük etmektedir. Evlerinden
barklarından edilen halka, tehlikenin yetmiş iki saat
içinde ortadan kalkacağı garantisi verilmiştir. Zehir
yoğunluğunun bu süre içinde zararsız hale geleceği
tahmin, edilmektedir. Bu durumda bölge sakinleri
haftasonunda evlerine dönmüĢ olacaklardır, ilgililer,
çevrede yaşayan kasaplık hayvanların etlerinin
hiçbir zarar görmeyeceğini garanti etmektedirler.»
Araya reklamlar girince, Jillian resimlerinin
baĢına döndü. Sehpada duran resim, televizyon
kamerasının gösterdiği açıdan bakıyordu dağa.
Jillian'ın resmiyle kameranın gösterdiği görüntü
arasında hiçbir fark yoktu; dağın eteklerindeki
ormanlık bölgelerin üzerinde dolaĢan askeri
helikopterler dıĢında. Jiilian resme dalıp gitmiĢti. Kendine geldiğinde haberler çoktan bitmiĢ, müzikal bir
film oynuyordu. Genç kadın kendini toparlayarak
yatak odasına gidip gerekli Ģeyleri alarak banyoya
girdi. Ne yapacağını bilen birinin kesin tavrıyla
hareket ediyordu. Bir saat tamircisinin küçük, usta
hareketleriyle duĢ yaptı, saçını
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
taradı, yüzünü boyadı, bavulunu topladı ve evden
çıktı. Jillian, kendisini Barry'ye ulaĢtıracak yolda
olduğunu umarak, dua ediyordu.
***
Neary birkaç gündür hiç uyumamıĢ birinin
böylesine
uzun
yola
çıkmaması gerektiğini
düĢünüyordu. Ama dayanmak zorundaydı. Titreyen
kaslarını kontrol altında tutmaya çalıĢıyor, kendi
kendine durumunun hiç de umutsuz olmadığını
tekrarlıyordu.
Cüzdanında yirmi doları vardı. Ronnie hırsızın
aklına gelmeyeceğini düĢünerek buzluğun arkasına
saklardı paralarını. Bir yirmi dolar daha bulmuĢtu
orada. Neary suçluluk duygusuyla kıvranarak Brad'ın
kumbarasını açıp içindeki dört dolar ve bozuklukları
da almıĢtı.
Saat sekiz buçukta bankaya giderek kırk iki
dolarlık hesabından kırk dolar çekti. Saat dokuzdaysa
baĢka bir bankada, veznedara yüz dolarlık bir çek
uzatıyordu. Veznedar hesap kartlarını kontrol ettikten
sonra çeki Neary'ye geri verdi.
«Özür dilerim ama kredi görevlisini görmeniz
gerekiyor. Kendisi Ģura...»
Neary çeki küçük parçalar halinde yırttıktan sonra
bankadan çıktı. Kötü Ģans iĢte... Derken yolun
karĢısındaki içki satan dükkânı gördü. Bir umut!
Elinde tuttuğu küçük kâğıt parçalarını konfeti gibi
havaya savurdu.
Dükkân yöneticisi, kuĢkulu bir nezaket ve
görülmemiĢ bir ağırkanlılıkla Neary'nin yeni yazdığı
çeki bozdu. Bu davranıĢı aslında hiçbir Ģey yapmak
istemeyiĢinden ileri geliyordu. Nezaket ve yavaĢlığın
kin dolu bir birleĢimiydi
STEVEN SPIELBERG
bu. Tek yakınması da, «Bütün yirmiliklerimi
tükettiniz, Bay Neary,» oldu.
Dokuz on beĢte kalkan otobüs, Neary'yi saat on
birde Cincinnati'ye ulaĢtırdı. Neary havaalanına
vaktinde yetiĢerek rezervasyon görevlisine danıĢtı.
Görevli, Denver'e aktarmasız bir uçuĢ sağlamak için
iki rehber, üç liste karıĢtırıp Ģefine de danıĢtıktan
sonra, Neary'nin rezervasyonunu yaptı. Ayrıca
varacağı yerde Neary'ye bir de kiralık araba
ayırtmıĢtı.
Rezervasyon görevlisinin iĢi ağırdan aldığını
Neary farketmemiĢti önce. Ancak kadının biraz
gerisinde duran iki nöbetçiye bakıĢını yakalayınca,
bu yavaĢlığın kasıtlı olduğunu anladı.
Neary nöbetçilere yüzünü döndü. Adamların
halinden ne yapacaklarına daha karar vermemiĢ
oldukları anlaĢılıyordu. Bütün havaalanı güvenlik
görevlileri gibi, bunlarda da tanımlama nesnel
ölçülere dayanmaktaydı. Zararlı tip ler Ģöyle giyinir,
böyle bakar ya da Ģu Ģekilde konuĢurlardı. Neary
güvenlik görevlilerinin ona 'yankesici' ya da 'terörist'
gibi önceden belirlenmiĢ etiketlerden birini ya kıĢtırmak üzere olduklarını farketmiĢti.
Neary yeniden rezervasyon görevlisine dönerek,
«EĢyalarıma birkaç dakika gözkulak olur musunuz,
lütfen,» dedi. «ġimdi dönerim.»
Sonra el çantasını alarak en yakın tuvalete gitti.
Ġki güvenlik görevlisi Neary'yi izlemiĢ, ama peĢinden
tuvalete
girmemiĢti.
Neary
içerde
yüzünü
sabunlayarak çabucak bir traĢ oldu. TiĢörtünü
çıkararak mavi bir gömlek giyip koyu kahverengi bir
kravat taktı. Saçlarını özenle taramayı da ihmal
etmemiĢti.
Tuvaletten çıkıp güvenlik görevlilerinin oldukça
yakınından geçti.
Adamlardan sadece biri onu
tanımıĢtı.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Neary'nin rezarvasyon bölümüne gidiĢini gözleriyle
izlediler. Ġkisi de yerinden kıpırdamamıĢtı.
Neary, istenilen kılığa girmek göründüğünden
daha kolay, diye düĢündü.
ĠĢin parasal yanı da kolaydı. Neary traĢın, temiz
elbiselerin ve kredi kartının, ödeme gücü
konusundaki kuĢkuları
ortadan kaldırdığını
öğrenmiĢti artık.
ġimdi iĢin güç yanına sıra gelmiĢti. Neary biletini
aldığı görevliden birkaç mektup kâğıdı ve pul istedi.
Sonra bir köĢeye çekilerek oturdu. Nasıl
baĢlayacağını bilmiyordu. Zarfa Brad, Tobby ve
Sylvia Neary'nin adlarını ve adresi yazarak oyalandı.
Bu adlar ona bir garip görünüyordu. Neary Ģimdiye
dek çocuklarına hiç mektup yazmamıĢtı.
'Sevgili çocuklarım. Ben bir süre uzakta
olacağım. Eğer geri gelir...'
Neary bir an durup düĢündü, sonra 'eğer'
sözcüğünün üstünü karalayarak yazmaya devam
etti. 'Geri döndüğümde size anlatacak çok Ģeyim
olacak. ġimdi gitmek zorundayım. Anlamam gereken
Ģeyler var ve anlamanın tek yolu da bu.'
GörüĢü
bulanmıĢtı.
Gözlerinin
yaĢlarla
dolduğunu farketti. Brad'ın hakkı vardı; gerçekten
sulugözün biri olup çıkmıĢtı. Neary kendisini
seyreden biri var mı, diye çevresine bakındı. Neyse
yoktu. Gözlerini silerek yazmaya devam etti.
'Oğullarım, annenize yardım edin. Siz iyi,
güvenilir çocuklarsınız ve...' Durdu. Ġçinden,
babanızdan daha güvenilir, diye geçirdi.
'Çok kısa bir zamanda yeniden evde olacağım ve...'
Çocuklara yalan söylemeye hakkım yok, diye düĢündü. Onları yeterince tedirgin ve huzursuz
et-
miĢti: ġu anda babalarından nefret ediyor
olmalıydılar ya da yakında edeceklerdi. Onlara her
Ģeyi daha uygun bir zaman ve durumda açıklaması
gerekiyordu. En azından onlara borçluydu bunu.
'Bütün bunların sizin için pek bir anlamı yok'
diye yazdı. 'Hatta anneniz için bile. Ama bu Jiminy
Cricket'in Ģarkısı gibi. Sizi Pinokyo filmine SürmüĢ
müydüm? Gidip gitmediğimizi hatırlamıyorum..
Gözlerini ovuĢturdu. 'Herkesigizli bir dileği
vardır Bunu açıklayamam. Bütün söyleyebileceğim,
bu dileğin her Ģeyden daha güçlü oluĢudur,
Yıldızlardan bir dileğin varsa...'
Mektup dizinin üzerinden kayarak yere düĢtü.
Neary orada çaresizce oturuyor, gözyaĢları sel gibi
boĢanıyor-du. Mektuba sanki denizin dibindeymiĢ
gibi umutsuzca baktı.
Sonra gücünü toplayarak eğilip yerden aldı.
Tekrar okumadan, 'Sevgilerimle, Babanız diye
imzaladı Kâğıdı zarfa tıkıĢtırarak ayağa kalkıp posta
kutusuna doğru yürüdü. YaĢlı bir adam ya da ağır
yükü olan bir dalgıç gibi yavaĢ hareket ediyordu.
Mektubu kutuya attıktan sonra gözleri uzunca
bir süre kutunun üzerindeki yazıya takıldı. ABD
POSTA ABD POSTA ABD POSTA ABD POSTA...
Neary
uçağının
kalkıĢı
hoperlörden
duyurulduğu zaman hâlâ orada duruyordu. Ġkinci
kez duyuru yapıldığında, yavaĢça döndü, sırtını
biraz dikleĢtirerek çıkıĢ kapısına, oradan da piste
doğru yürüdü.
YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM
BirleĢik Amerika Devletleri'nin bu bölgesindeki
Hertz' in kiralık taksi istasyonlarında o alıĢılagelmiĢ
sarı ve siyah renkli bir büro, içinde de yine sarılı
siyahlı bir üniforma giymiĢ, yüze gülen genç bir
kadın yoktu. Wyoming'in bu kesiminde Hertz'ln
bürosu Suggs'ın Garajında bulunuyordu ve
gerçekten o ufak sarı siyah iĢareti görmek için çok
dikkatle bakmak gerekliydi.
Motorlarla uğraĢmanın dıĢında, Suggs bir garaj
iĢletmenin öteki iĢlerinin hepsinden nefret ediyordu.
Benzin doldurmak,
lastik değiĢtirmek, buji
temizlemek ve Hertz arabaları kiralamaktan hiç
hoĢlanmıyordu. Dolayısıyla daha Roy Neary'yl
görmeden çok önce ondan nefret etmiĢti.
«Evet, sen Neary'sin.» dedi garajcı Roy'a
yiyecekmiĢ gibi bakarak. «Buraya gelmek için
Tanrının belası yolları tepmiĢ olmalısın epey.»
«Bir jip ayırtmıĢtım.»
«Jip değil bir otomobil,» dedi Suggs kin dolu bir
sesle. «Bu Tanrının cezası yerde jip filan kalmadı,
Neary. Yine de Ģanslı herif sayılırsın Ģu külüstürü
bulduğun için.
STEVEN SPIELBERG
Elimde kalan son araba o. Onu çoktan kiralamıĢ
olabilirdim ya... Hatta son anda bile yirmi müĢteri
çıkardı.»
Neary sordu. «Halk bu bölgeyi boĢaltıyor, değil
mi?»
Suggs onun sorusuna aldırmadan, «Depo dolu,»
dedi. «O külüstürü getirdiğinde ben burada
olmayacağım.
Anahtarları
Ģuradaki
tablaya
bırakırsın.»
Suggs, Neary'nin bir Ģey söylemesine fırsat
bırakmadan garaj kapısından çıkıp gitti. Neary
tezgâhta duran anahtarları daha almamıĢtı ki, garafcı
çoktan.eski Ford' una atlayıp ardında bir toz bulutu
bırakarak gözden kaybolmuĢtu bile.
Neary de bavulunu ve arabanın kira sözleĢmesini
alarak dıĢarı çıktı. Kiraladığı araba garajın yan
tarafında duruyordu. «Bir Vega,» diye söylenerek
arabaya binip motoru çalıĢtırdı. Sonra hemen
radyoyu açtı.
«... binlerce kiĢi evsiz barksız kalmıĢtır.» Neary
radyoyu açar açmaz karĢısına bu haber çıkmıĢtı.
AnlaĢılan Wyoming'de boĢaltma olayından baĢka bir
Ģeyden söz edilmiyordu.
«ABD Silahlı Kuvvetleri Levazım Komutanlığı yeni
kısıtlamalar getirmiĢtir. 25 numaralı eyaletlerarası
otoyolun üzerinde ve Grovvher'ın kuzeyinde bulunan
tüm arayollar, Meestestse'nin batısına giden bütün
yollar,
Cody'nin kuzeyinde
ve
Burlington'un
doğusunda ya da Yellowstone Gölünün batısında
kalan çakıllı yollar dahil tüm yollar ve arayollar tehlikeli
ve Kırmızı Bölge ilan edilmiĢtir. Herkesin buralar...»
Neary radyonu kapatarak, Suggs görmeden
garajdan aldığı karayolları haritasını inceledi. Yeni
yasaklanmıĢ yolların yerlerini saptadı ve onları
Tetons'daki ġeytan Ku-Jesi'ne dek izledi,
Neary yasaklanmıĢ yerlere gidebilecek, arada
sırada
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
açık olan tali yolları düĢünerek bir süre oyalandı.
Sonra da arabaya atlayıp yola koyuldu.
Reliance'da hava açık ve güzeldi; tam piknik
yapılacak bir gündü.
Bölgeyi
boĢaltan
halk
belirli
yerlerde
toplanmaktaydı. Uzunca bir süredir araba kullanan
Neary farkında olmaksızın batı yönünde Terons'a
doğru yol alıyordu. Doğuda kalan yollarda trafik
sıkıĢıktı. Reliance'da yakıt alıp, yo luna devam etmeyi
düĢünüyordu ama ilk kez askeri birliklere rastlamıĢtı.
Demiryolu istasyonunun sağında kalan yolda bir
barikat vardı. Ulusal güvenlik askerleri sırtlarında
tüfekleri, kızgın güneĢ altında oraya buraya koĢuĢarak
istasyona toplanan halkı gruplara ayırıyorlardı.
Yüzleri ter içinde kalmıĢtı.
«ġimdi yalnızca mavi kart taĢıyanlar trene
binecek,» diye bağırıyordu bir çavuĢ elindeki
megafona. «Mavi kartı olanlar acele etsinler. Kırmızı
kartı olanlar da barikatın bu yanında toplansınlar. Siz
bir sonraki trene bineceksiniz.»
ÇavuĢ
boğazını
temizlemek için
durup
konuĢmasına ara verdi. Sonra hak-tuu diye yere
tükürdü.
Elindeki
megafonu
ağzından
fazla
uzaklaĢtırmomıĢtı.
Çıkardığı
sesler
istasyon
bölgesinde yankılandı. «Sırayı bozmayın! Hepiniz
bineceksiniz trene. Sıranızda bekleyin yalnızca. ġimdi
mavi kartlılar biniyor...»
Neary arabasında oturmuĢ, uzun boylu çavuĢun
onu fark etmesini bekliyordu. ÇavuĢ Neary'nin
arabasını görünce, yüzünde inatçı bir ifadeyle hantal
hantal yürüdü ona doğru. Ama yanına yaklaĢamadan
barikatın öte yanından gelen bir hayvan sürüsü
yolunu kesmiĢti.
Sürüde koyunlarla sığırlar bir aradaydı. ÇavuĢun
Neary'ye doğru ilerlemesi olanaksızdı bu durumda.
Orta-
STEVEN SPIELBERG
lığı yoğun bir gübre kokusu sarmıĢtı. Sürünün
arasındaki çobanlarla hayvan sahipleri birbirileriyle
çekiĢiyorlardı. Ortalık tam bir anababa günüydü.
Hava Kuvvetlerine ait bir helikopter geviĢ getiren
sürünün üzerinde dolaĢarak hayvanların ürküp yolun
sağına soluna kaçıĢmalarına neden oldu. Yol
açıldıktan sonra helikopter yükselen bir balon gibi dik
açıyla gökyüzüne çıkıp yüksek Tetons tepelerine
doğru uzaklaĢtı.
ÇavuĢ yanına geldiğinde, Neary gitmek için
dayanılmaz bir arzu duyduğu yönde uzaklaĢan
helikopterin ardından bakıyordu. Askerin dev gölgesi
üzerince düĢünce Neary irkildi.
«Tehlikeli bölgede bir akrabanız mı var?» diye
sordu çavuĢ.
«Sue-Ellen adındaki küçük kardeĢimi arıyorum.»
«Soy adı nedir?» ÇavuĢ arka cebinden bir liste çıkardı.
«Hennersdorfer.»
ÇavuĢ küt parmağını listedeki Ġsimler üzerinde
dolaĢtırarak H harfi bölümünü gözden geçirdi.
«Hennersdorfer diye biri yok.»
«Tanrım', o zaman kızcağız hâlâ evde,» diye
bağırdı; Neary.
«Dün öğleyin herkesi evinden çıkardık.»
«Ama küçük Sue - Ellen kaldı.»
«Olanaksız.»
ÇavuĢ
kesin
bir
ifadeyle
konuĢuyordu. «Herkes dıĢarı çıkarıldı. Ev ev dolaĢtık.
Küçük Sue-Ellen falan kalmadı içerde.»
«O halde kendim gidip bakmalıyım,» dedi Nearry.
«Annemle babam beni asla bağıĢlamaz, eğer
tembellik edip Sue-Ellen'i evden almazsam...»
«Hey,» diye onun sözünü kesti çavuĢ. «Sen
Ġngilizce;
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
anlamıyor musun? Orada kimse kalmadı diyorum.
Herkes trene biniyor. Eğer ortalıkta dolaĢan çopulcu
olursa vur-, ma emri aldım. Kalın kafana girdi mi
Ģimdi, Hennersdorfer?»
Neary budalaca sırıttı. «GörüĢürüz,» diyerek arabayı
geri geri yapıp oradan uzaklaĢtı. Ama gitmeden önce
çavuĢun bir baĢka askerle konuĢtuklarını duymuĢtu.
«Bir çapulcu, ha?» diye sordu adam. ÇavuĢ
böbürlenerek, «Tabii, nerede olsa alırım on-ların
kokusunu,» dedi.
Neary demiryolu istasyonundan uzaklaĢırken
sırıtmıyordu artık. Adamların tahmin ettikleri gibi
çapulcu ya da yağmacı değildi, ama orada
bulunmasının asıl nedeni sorulacak olsa ne cevap
vereceğini de bilmiyordu. 'AraĢtırmacı' denilebilir
miydi? Ya da 'meraklı biri?' Belki de o... 'davetli bir
konuk'tu.
Evet, böylesi daha iyi, diye düĢündü. Çünkü
normal yaĢamını altüst etmesine, sevdiklerini
gücendirmesine ve ġeytan Kulesi'nin modelini
yapmasına neden olan o çılgınca güdüyü ve gücü
kendisine kim veriyorsa, Neary'e açık ve yalın bir
mesaj gönderiyordu. Ona bütün bunları yaptıran
gücün bir amacı olmalıydı. Ve bu mesajın bir amacı
da onu ġeytan Kulesi'ne çağırmaktı.
ġimdi bütün sorun oraya nasıl ulaĢacağıydı.
ġeytan Kulesi'nden seksen kilometre uzakta
bulunuyordu. Yürüyerek gitse kaybolma ya da
vurulma tehlikesi vardı. Ayrıca G-M sinir gazından
nasıl kaçınacaktı? Bu konuda hiçbir bilgisi yoktu. Gaz
taĢıyan vagonların devrildiği doğru muydu? Neary
artık neye, kime inanacağını bilmiyordu. Yalnızca
önemli bir Ģeye ulaĢmak üzere yola koyulmuĢtu ve
bilinçsizce ilerliyordu.
STEVEN
SPIELBERG
Neary arabasını park ederken, bir adam, «Sizi
korkutmak istemiyorum,» diyordu çevresindekilere.
Sıska, kabak kafaiı biriydi. Sanki çok
konuĢtuğunu kanıtlar gibi kocaman bir ağzı vardı.
Çevresine ufak bir grup toplanmıĢtı. Ama Wyoming'in
o bölgesinde paniğe kapılmanın eĢiğinde olan halk
için dünyada en kolay Ģey toplanmaktı.
«Size zaten bildiğiniz bir Ģeyi anımsatmama izin
verin,» diye koca ağız konuĢmasını sürdürüyordu.
«G-M sinir gazı renksiz ve kokusuzdur. Ona
dokunduğunuzun ya da içinize çektiğinizin dünyada
farkına varmazsınız. Ama az sonra...» Adam
dinleyicileri kızıĢtırmak ister gibi sözlerine ara verdi.
«Gözleriniz yanmaya, burnunuz akmaya baĢladığı
zaman kendi kendinize soracaksınız, 'Ah Tanrım,
neden onlardan bir tane satın almadım?' diye. 'O
adam bize bunların önceden uyarıda bulunduğunu
söylemiĢti' diye dövüneceksiniz. Ama- o zaman
yakınmanın
hiçbir
yararı
olmayacak.
Son
piĢmanlık...»
ġimdi adamın çevresine otuz kadar insan
toplanmıĢtı. «... Ağzınızdan ve burnunuzdan salyalar
akmaya baĢlayınca,» diye anlatmaya devam etti
adam.
«Kaslarınız
gevĢeyip
pantolonunuzu
ıslattığınızı görünce, bu basit önlemi almadığınıza
piĢman olacaksınız. Size garanti ediyorum ki...»
Adam elindeki kafesi yukarı doğru kaldırdı. Ġçinde
bir kamıĢa tünemiĢ, küskün duran bir kuĢ vardı. «Bu
kanarya size bir saat öncesinden sinir gazının
çevrede bulunup bulunmadığını haber verecektir.
DüĢünün hele, güvenlikte olacağınız tehlikesiz bir
saat... Bunu size Tanrı yollamıĢtır. Ve fiyatı elli
dolardır.»
Neary arabasından çıktı ve yoldan karĢıya
geçerek kuĢ satıcısının çevresindeki kalabalığa
karıĢtı. Adamlar-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
dan bazıları para sayıyorlardı. Satıcının karısı da
uzatılan paraları alıp kanarya kafesini veriyordu.
«Kanarya almaya paranız yetmiyor mu?» diye
yüksek sesle sordu satıcı. Sanki hiçbir çaba
harcamadan
konuĢuyor,
sözcükleri
ağzından
kendiliğinden dökülüyor gibiydi. «O zaman sizin için
özel güvercinlerim var. Kanaryalar kadar iyi değiller
kuĢkusuz ama size kırk beĢ dakika öncesinden
uyarıda bulunurlar. Zaten fiyatları da elli dolar de ğil,
otuz dolar. Verin parayı, alın güvercininizi.»
Neary kafes yığının üzerinden uzanıp, «Bana iki
kanarya verin,» dedi.
Etkisi bir taneden daha iyidir. Güvercinse hiç
yoktan iyidir. Son olarak da tanesi yirmi dolara
tavuklarım var. Sizi yarım saat öncesinden
uyarırlar.»
Neary elini cebine sokup para çıkardı, kadına
uzatarak öteki eliyle de içinde iki kanarya bulunan
kafesi aldı. Kafesleri arabaya taĢıdı ve tam
binecekken birinin ona seslendiğini iĢitti.
«Roy!»
Hemen dönüp çevreyi araĢtırdı. «Roy!» diye
sesleniyordu bir kadın sesi. Trene binmek için
rampada itiĢip kakıĢan kalabalığa baktı. KuĢkusuz
ses oradan geliyordu ama...
«Roy!»
Derken insan selinin ters yönünde kendine yol
açmaya çalıĢarak ona doğru ilerleyen Jillian' ı gördü.
O anababa gününün tüm karabasanı ikisinin
üzerine çökmüĢtü sanki. Aralarındaki uzaklğı
kapamaya çalıĢıyorlar ama insan seli onları
ayırıyordu.
Askerler megafonlardan bağırıyor, koyunlar
oradan oraya koĢuĢuyor, arabalar kalabalığı yarıp
anacaddeye
STEVEN SPIELBERG
ulaĢmaya çalıĢıyor, kuĢ satıcısı son gayret avaz
avaz bağırıyordu.
Bütün bunların üstünde de güneĢ rahatsızlık
verecek kadar kızgındı.
«Bu tarafa doğru gel». diye bağırdı Neary. Jillian
tehlikede olduğunun farkında değildi. Kalabalık Ģimdi
trene
binememe
endiĢesiyle
çılgınca
itiĢip
kakıĢıyordu. Onların ters yönünde ilerlemeye çalıĢan
Jillian kalabalığın arasında düĢüp çiğnenme
tehlikesiyle karĢı karĢıyaydı.
Neary kalabalığa doğru atıldı, önüne gelelileri
yana iterek kendine yol açmaya çalıĢtı. Jillian da
yana çekilmeye uğraĢıyordu. Sonra yarı düĢer gibi
rampadan atladı.
Neary onu tam zamanında yakalamıĢtı. Ġnsanlar,
çocuklar, sığırlar, koyunlar, kuĢ kafesleri taĢıyanlar,
kucağında kedisiyle yaĢlı bir kadın, kulağına
yapıĢtırdığı transistorlu radyosuyla bir genç,
yastığına sımsıkı sarılmıĢ bir kadın iki yanlarından
akıp geçerlerken, Roy'la Jillian bir-birilerine
kenetlenmiĢ duruyorlardı. KarĢılıklı iĢitmedikleri
Ģeyler söylüyor, anlamsız sesler çıkarıyor ve çılgınca
gülüyorlardı. Sonra kalabalıktan yavaĢ yavaĢ
kurtularak kenara çekildiler. Kaldırımdan giden bir
dizi koyunun yanında geçip Roy'un arabasına
varabildiler sonunda.
Jillian kendini ön koltuğa atarak eliyle gözlerini
kapadı. Neary de direksiyona geçip arabayı
çalıĢtırdı. Jillian'a, «Kafesleri tut,» dedi eğimli yoldan
aĢağı inerken. «Orada zehirli gaz olduğuna
Ġnanmıyorum. Ya sen?»
«Roy,» diye inledi Jillian. «Seni gördüğüm için
öyle mutluyum ki.»
«Ben de,» dedi Roy gülerek.
«Karın, çocukların nerede?»
Neary bu kez sesini çıkarmadı. ġimdi
Reliance'dan çıkmıĢlar, güneye doğru giden uzun
araba dizisine katıl-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
mıĢlardı. Bir yol ağzında Neary arabayı yolun
kenarına çekti. Yolun ağzında iki Ulusal Güvenlik
görevlisiyle bir jip duruyordu.
«Buradan dönemezsiniz,» dedi onlardan biri.
«Yola devam edin.»
«Biraz dinleniyorduk,» diye görevliye cevap verdi
Neary. Sonra Jillian'a dönerek, «Beni terkettiler,»
dedi. «Ronnie çocukları alıp annesinin evine gitti.
Onlar için bu dünyaya ait olmamaya baĢlamıĢtım
galiba.»
Jillian dudak büktü. «Evet, buna benzer bir Ģeyi
bana FBl'ın adamları söylemiĢti. Adamların
söylediklerime
inanmadıklarını
gözlerinden
okuyordum.»
«Beni dinle, Jillian,» dedi Neary. «ikimiz de
Wyoming'e kadar bunca yolu, buradan geri dönmek
için gelmedik.»
«Ama askerler yolları kapatmıĢlar.»
«Mutlaka baĢka yollar vardır. Çünkü büyük bir
ülke burası...»
Jillian bir süre sesini çıkarmadı. Sonra Neary'nin
elini tutarak yanağına götürdü. «Yeniden birlikte
olmamız öyle güzel ki...»
Ve Neary o anda aramakta olduğu tali yolu
bulmuĢtu. Yol, boĢ arazi ve tarlalardan yalnızca
dikenli bir telle ayrılıyordu. Bu tel de yor yor
paslanmıĢtı. Neary arabayı geri alıp arazi vitesine
taktı. Sonra gaz pedalına sonuna kadar bastı. Araba
kükreyerek ileri atıldı, arka lastikler yerdeki tozu
toprağı ayağa kaldırdı.
Arabanın ön çamurluğu çite gömüldü. Dikenli
teller kopan gitar teli gibi bir ses çıkararak
parçalandı.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM
ġimdi Neary'nin arabası boĢ arazide sarsılarak
ilerlemekteydi.
Lastikler
çukurlara,
kemirici
hayvanların açtığı deliklere,- küçük erozyon
oluklarına girip çıkıyordu. Jillian güvenlik kemerini
takmıĢ, kanaryaların kafesini kucağında tutuyordu.
Yine de sallantıdan rahatsız olan kuĢlar kafesin
içinde çılgınca uçuĢuyorlardı.
«Polis Barry"yl bulmak Ġçin bütün ırmağı taradı,»
diye Jillian anlatmaya baĢladı. «Onlara Barry'nin
ırmakta
olamayacağını,
söyledim.
Orada
olmadığından eminimi Çevredeki tüm evleri dolaĢarak
kilerlere kadar aradılar. Sonra -bana çevrede
yabancı kiĢiler görüp görmediğimi sordular. Ne büyük
budalalık Tanrım!»
Neary çukurlara girmemek için direksiyonu deli
gibi sağa sola çeviriyordu, önünde uzanan engebeli
araziyi daha iyi görmek için de oturduğu yerden yarı
ayakta durur gibi doğrulmuĢtu.
Ama değil yol, hayvan sürülerinin açtığı patikalar
bile yoktu. Neary'nin tüm umudu, lastiklerin ve
amortisörlerin onları ġeytan Kulesi'nin eteklerine
götürünceye kadar da-yanabilmesiydi.
Neary araya giren tepelerin arkasından yükselen
ġey-
tan kulesi'ni görebiliyordu. Çevresine bakındı Ģöyle
bir. Uzaklardaki doğyolunda güneye doğru ilerleyen
uzun bir araba konvoyu vardı. Dikenli teli kopararak
çiti yıktığını kimsenin görüp görmediğini düĢünüyordu.
Eğer biri görmüĢ olsa bile Ulusal Güvenlik
görevlilerine rapor etme zahmetine katlanır mıydı?
ĠĢte bundan kuĢkuluydu.
ġimdi o engebeli araziden daha düzgün görünen
bir yere gelmiĢti. Neary frene basıp yine vites
küçülttü ve baĢka bir çiti yıkarak geçti. Araba
sarsılarak dosdoğru ġeytan Kulesi'ne giden çakıllı bir
yola çıktı.
Neary bodur bir çam kümesinin gölgesinde durup
kanaryaları inceledi. Hayvanlar durgun görünüyorlardı
ama bu hallerinin sarsıntıdan mı, yoksa baĢka 'bir
Ģeyden mi olduğuna karar veremedi.
Araba çakıllı yolda daha d üĢük bir hızla
ilerliyordu. Yol Ģimdi daha yüksek bir zemine çıkmıĢtı.
Oradan da devamlı yükselen dağ eteklerine doğru
uzanıyordu.
Bir dönemeci aldıkları sırada, Ġkisi d© aynı anda
gördü. Araba sanki kendi baĢına yolun kenarına gidip
duru-verdi.
Jillian'la Roy arabadan Ġndiler, yolun kenarındaki
korkuluğa dayanıp onu... yüksekliği iki kilometreyi
bulan ġeytan Kulesi'ne baktılar.
«Güzel Tanrım,» diye mırıldandı Jillian.
«Tam benim...» Neary durup dudaklarını yaladı.
«Tam benim düĢlediğim gibi...»Yine
durdu.
Duygularını sözcüklerle anlatması çok zordu.
Sonunda onu tam düĢlediği gibi bulduğunu ve her
Ģeyin biraraya gelerek bir anlam kazanmaya
baĢladığını Ġfade edemiyordu. Belki de dile getirilmesi
olanaksız bir sezgiydi bu.
Ġkisi de sessizce durmuĢ, bu huĢu verici
görünümü seyrediyordu. Dağın çevresindeki hiçbir
Ģey tüm hayal-
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER
lerini,
benliklerini
dolduran
bu
görüntüye
benzemiyordu. ġeytan Kulesi tek baĢına, benzersiz
ve eĢsiz olarak karĢı-larındaydı. O denli kendine
özgü bir görünüĢü/ vardı ki, Neary onun varlığını bile
bilmeden bir modelini yapabildiğini düĢündükçe
arkasından doğru ürpermeler geliyordu.
Boğazını temizleyerek, «Yolumuza devam etsek
iyi olur,» dedi. «Yoksa bizi yakalayabilirler.»
Jiilian'ın bakıĢları bir an için dağdan uzaklaĢarak
daha aĢağılarda gezindi. «Orada,» diyerek çakıllı
yolun ilerisinde bir yeri gösteriyordu. «Orası bir
benzin istasyonu değil mi?»
Birkaç dakika sonra Neary arabayı terkedilmiĢ
bir benzin istasyonuna soktu. Burada sandviç ve
hatıra eĢya satan küçük büfeyle benzin pompasından
baĢka bir Ģey yoktu. Neary hortumu alarak pompayı
iĢletti. «Elektrik var hâlâ,» diye mırıldandı. Depoyu
doldurduktan sonra hortumu yerine takarak, «Dokuz
dolar ediyor,» dedi yine alçak sesle.
«Roy.» Jllllan uzaklardan duyulan bir helikopter
sesinin giderek yaklaĢtığını ĠĢitmiĢ, Roy'u uyarıyordu.
Neary genç kadını arabadan çıkardı ve ikisi birden
büfenin kapısını siper aldılar. Helikopterin onları fark
etmeden uzaklaĢacağını umuyorlardı.
Yolcu
taĢıyan
helikopterlerden
bir
filo
üzerlerinden tehlikeli bir alçaklıkta geçmekteydi. Ġki
yanda ve ötekilerden daha yüksekte uçan iki
helikopterin altındaki yük ta Ģıma yerinden demet
halinde bağlanmıĢ kutular sarkıyordu. En arkada da
Hava Kuvvetlerine ait bir Cheyenne vardı. Tüm filoya
gözcülük eder gibiydi.
Birdenbire Cheyenne yana doğru kaydı ve tam
büfenin damının üzerine ani, düĢer gibi bir iniĢ yaptı.
Neary kapıyı açıp Jillian'Ia birlikte içeri girmeye fırsat
bulamadan.
helikopterdeki adamlardan biri Polaroid bir kamerayı
onlara doğru tuttu. Adamın gözünde uçuĢ gözlükleri,
ağzında da bir solunum maskesi vardı.
Neary omuzlarını silkerek adama doğru sırıttı.
Fotoğrafçı çok yakın bir zum yapabilmek için özel
mercekleri ayarlıyordu galiba. Neary büfenin
kapısından uzaklaĢarak güneĢ ıĢığına çıktı. Elini
cebine sokup bir on dolarlık çıkardı ve helikoptere
doğru salladı. Sonra benzin pompasının üzerine
koyup bir de taĢ yerleĢtirdi üstüne.
«Tamam mı?» diye de bağırdı.
KarĢılık olarak pilot fotoğraf çeken adamın
koluna Ģöyle hafifçe vurdu, sonra helikopteri balon
gibi gökyüzüne doğru yükseltti. Araç ġeytan Kulesi
yönünde ilerlemeye devam etti. O yöndn giden öteki
helikopterler gözden kaybolmuĢlardı.
«ĠĢte bu kadar,» denli Neary. «Atla Jillian.»
Neary çakıllı yoklu (imhayı yüz onla sürüyor,
dönemeçleri adeta iki tekorlok üzerinde dönüyor,
gökyüzünde bir helikopter belirdiği zaman da
ağaçların altına siper alıyordu. Bir seferinde Neary
arabayı ağaçların altında durdurmuĢ, bir helikopterin
uzaklaĢmasını beklerken, yolda sırtüstü, ayakları
havada yatan bir kuĢ gördü. Sessizce Jillian'a kuĢu
iĢaret etti.
«Geri dönmemizi Ġster misin?»
«Onu ne öldürmüĢ olabilir, Roy?»
«Kanaryalarımız sağlıklı görünüyorlar. Sana
söyledim, bütün bu G-M sinir gazı olayı uydurma gibi
geliyor bana.»
«Öyleyse yolumuza devam edelim.»
Jillian'Ia Neary bir süre konuĢmadan oturdular.
Sonra ikisi de mendillerini çıkarıp burun ve ağızlarını
örtecek biçimde bağladılar. Neary yineden arabayı
hareket ettirerek
STEVEN
SPIELBERG
bu kez daha ihtiyatlı ve yavaĢ sürmeye baĢladı.
ġeytan Kulesi'nin eteklerine yaklaĢıyorlardı.
Keskin bir dönemeçte Neary frene bastı. Sonra
ayağını frenden kaldırmadı, çünkü arka arkaya
durmuĢ nefti renkli dört kapalı kamyonet yolu
kapatmıĢtı. Neary hemen arabayı geri vitese takıp
arkasını görmek için baĢını pencereden çıkardı. Ama
tam geri geri gitmeye baĢlamıĢtı ki, dört kamyonet
daha gelip arkasında durdu.
Jillian'la Neary hiç konuĢmadan arabanın
pencerelerini kapatıp kapılarını kilitlediler. Bir süre bir
Ģey olmadı. Sonra kamyonetlerin kapıları açıldı ve
içlerinden birtakım garip kılıklı adamlar inmeye
baĢladı. GüneĢ ıĢığında öyle sine parlıyorlardı ki,
gören altından adamlar sanabilirdi.
Tek parça plastik lameden astronot tipi giysiler
vardı üzerlerinde. Plexiglas"dan balon baĢlıklar ve
sırtlarına da solunum tüpleri takmıĢlardı. Her yanları
metal taklidi parlak plastikle kaplanmıĢ gibiydi. Neary
onların, yemek piĢirmekte kullanılan alüminyum kâğıt
reklamı yapanlara benzediklerini düĢündü bir an.
Adamlardan biri ihtiyatla ilerleyerek Neary'n'm
arabasının önünde durdu. Elinde küçük bir karatahta
tutuyordu. Yukarı doğru kaldırınca Jillian'la Roy
tebeĢirle yazılmıĢ yazıyı okudular.
«KENDĠNĠZĠ NASIL HĠSSEDĠYORSUNUZ?»
Sorunun anlamsızlığı Neary'nin çoktandır biriken
geriliminin patlamasına neden olmuĢtu. Yanındaki
camı açarak, «Çok iyi,» diye bağırdı. «Ya siz
palyaçolar?»
Altın giysili adam elindeki karatahtayı indirip eliyle
onlara arabadan çıkmalarını iĢaret etti.
«Tanrı topunuzun belasını versin,» diye diĢlerini
gıcırdattı Neary. «Bu çevrede bulunan zehirli gaz
sizin osuruğunuzdan baĢka bir Ģey değil.»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
Sağ kolunda Kızıl Haç iĢareti olan altın giysili
baĢka biri, arabanın penceresinden uzanarak
Jillian'ın kucağındaki kuĢ kafesini aldı. Kanaryaların
ikisi de sırtüstü, hareketsiz yatıyorlardı.
Neary teslim olmuĢtu.
Jillian'la Roy arabadan çıkar çıkmaz kendilerine
birer gaz maskesi verildi ve ayrı ayrı kamyonetlere
bindirildiler. Jillian'ın bindiği kamyonet hareket
edince, Neary «Hey» diye bağırdı. Ama hemen sonra
onun kamyoneti de ötekileri izlemeye baĢladı.
Kamyonetlerin Ġçi seyyar tıbbi yardım araçları gibi
donatılmıĢtı. Neary bu altın giysili adamların sağlık
ekibi olduklarını düĢünmeye baĢlamıĢtı Ģimdi. Çünkü
bunlar güvenlik görevlilerinden çok doktor gibi
davranıyorlardı.
Kamyonetin
yanları
kapalı
olduğundan Neary'nin dıĢarıya bakmasına olanak
yoktu, Bir süre sarsılarak yol aldılar.
Sonunda
yolculuk
bitince,
altın
giysili
adamlardan biri inip kamyonetin kapısını açtı. Neary
güneĢin batmakta olduğunu gördü. Kum taĢıma
araçlarının konakladıkları küçük bir kamp yerine
gelmiĢlerdi. Çevrede yeĢil çadırlar ve az önce
bindiklerinin eĢi kapalı kamyonetler vardı.
Hava kararmaya baĢlamıĢtı. Neary uzakta
birtakım adamların, büyük bir yarım daire oluĢturan
çok sayıda treyleri boĢalttıklarını belli belirsiz
seçiyordu. Ama daha fazla bakmasına vakit yoktu.
Neary'nin doktor olduğunu tahmin ettiği altın
giysili adam, onu kolundan tutarak her tarafı
kapatılmıĢ treylerden birine bindirdi. BaĢında balon
baĢlığı olduğundan adam bir Ģey söylememiĢti. Neary
de. Yandaki sıraya oturup beklemeye baĢladı.
Zaman geçiyordu. Neary saatine bir göz attı. Yedi
olmuĢtu.
Treylerin içindeki hava özel bir aygıttan
sağlanıyordu.
STEVEN
SPIEtBERG
GiriĢte de kapıyla treylerin içindeki odayı ayıran bir
boĢluk vardı.
Ansızın treylerin iç kapıları ardına dek açıldı.
Maskeli iki kiĢi içeri girince, altın giysili adam hemen
dıĢarı çıktı. Neary muyane sırasının ucunda
oturuyordu. Adamlar maskelerini çıkarırlarken, Neary
önce ince uzun, gri saçlı adama, sonra yanındaki
daha genç olanına baktı.
«Evet,» dedi Neary. «AnlaĢılan patron sizsiniz.»
Kır saçlı adam kaĢlarını çatarak yanındakine
döndü. Fransızca olarak, «Bu adam kendini ne
sanıyor?» diye sordu.
Öteki adam sırıtarak, «Büyük lokma,» diye
karĢılık verdi. Sonra Neary'e döndü. «Çok az
zamanımız var, Bay Neary.» Eliyle yanındaki adamı
iĢaret ederek, «Bu, Bay Lacombe'dur.» dedi.
«Sizden çok dürüst, kısa ve öz cevaplar bekliyoruz.»
«Ben de,» diye karĢılık verdi Neary. «Jillian
nerede?»
«ArkadaĢınız tehlikede değil,» dedi Laughlin.
Lacombe,
Neary'nln
karĢısındaki
sıraya
oturmuĢtu. Mavi-yeĢil gözlerini hafifçe kırpıĢtırıyordu.
Neary bunu kızgınlıktan mı, yoksa ĢaĢkınlıktan mı
yaptığını
kestireme-di.
Lacombe
Fransızca
konuĢuyor, hemen birkaç hece arkasından da
Laughlin ingilızceye çeviriyordu. «Sizin ve arkadaĢınızın nasıl bir tehlikeye atıldığınızdan
haberiniz var mı?»
Ġngilizce ve Fransızca konuĢmalardan Neary'nin
kafası karıĢmiĢtı. Kime cevap verseydi? Fransızca
konuĢan yetkili kiĢiye mi, yoksa Ġngilizce konuĢana
mı?
«Ne tehlikesi?» diye sordu.
«Bu bölgede zehirli gaz var.>> diye cevap verdi
ikisi de.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
«Ama
yaĢıyoruz biz.
Gördüğünüz gibi
hayattayım ve konuĢuyorum.»
Laughlin hızlı çevirisini sürdürüyordu. «Eğer
rüzgâr doğu yönünden esmeye baĢlasaydı, bu
konuĢmayı yapamazdık.»
«Havada hiçbir Ģey yok,» diye inatla diretti
Neary.
Fransız parmaklarını seyrek gri saçlarından
geçirdi. Sonra ceketinin cebinden bir kurĢun kalem
çıkardı, sıranın öteki ucunda duran bloknotu aldı.
«Bazı sorularımız olacak. Bay Neary. Bunlara bir
itirazınız var mı?»
«Ne tür sorular?»
Lacombe bloknotun sayfalarına göz gezdirirken
bir Ģeyler söyledi. Laughlin, «Örneğin, uykusuzluk
çeker misiniz?» diye çevirdi.
«Hayır.»
«BaĢağrısı?»
«Hayır.»
«Hiç akıl hastalığı tedavisi gördünüz mü?»
«Henüz değil.» Neary'nin hafif gülüĢüne karĢılık
veren olmadı. «Hayır.»
«Peki, ya ailenizden biri?»
«Hayır.»
Lacombe'un kalemi kâğıda iĢaretler koyuyordu.
«Kâbus görür müsünüz?»
«Hayır.»
«Son zamanlarda herhangi bir cilt rahatsızlığınız
oldu mu?»
«Hayır. Tâ ki...»
«Evet?» diye atıldı Fransız.
«Bir tür güneĢ yanığı. Yalnız bir yanağımda.
Üstelik güneĢe de çıkmamıĢtım.»
O delici mavi-yeĢil gözler bir an için düĢünceli
dü-
STEVEN
SPIELBERG
Ģünceli
Neary'ye
baktı.
Laughlin
Fransızın
söylediklerini çevirdi. «Kâbus görüp görmediğinizi bir
daha düĢünmek ister misiniz?»
«Hayır. Ama...» Neary durdu. «Aklımda bir Ģey
var... sürekli olarak...»
Lacombe'nin kalemi bekliyordu. «Daha somut
konuĢabilir misiniz, lütfen?»
Neary omuzlarını silkti. «Çok önemli değil
gerçekten... Yalnızca bir fikir.»
Fransız kaĢlarını çatarak saatine baktı. Kalemi az
aĢağıya kayarak öteki sorunun üzerinde durdu. «Hiç
sesler duyduğunuz oluyor mu?»
«Hayır. Küçük yeĢil adamlar da görmüyorum.»
«Bay Neary,» diye Lacombe yavaĢça ve : dikkatlice
söze baĢladı. «Hiç olağanüstü ya da çok garip bir
Ģeye rastladığınız oldu mu? Ya da böyle bir Ģeyle
iliĢkiniz?»
ĠĢte bu soru Neary'nln kafasında ufak bir çan
çaldı. Yarım yamalak gülümseyerek, «Siz kimsiniz?»
diye sordu. Neary onlardan birkaç somut gerçek
istiyordu. Kemiği onların elindeydi. Ama önüne parça
parça atıyorlardı.
Lacombe baĢını kaldırdı ve bir parça daha attı.
«Kulaklarınız çınlıyor mu?» diye çevirdi Laughlin.
«Sizi rahatsız etmeyen, hatta bazen hoĢa giden bir
çınlama. Çok özel melodik bir ezgi ya da ezgi
dizisi?»
«Siz kimsiniz?» diye ısrar etti Neary.
Lacombe, Laughlin'e bir Ģeyler fısıldadı.
Fransızca, konuĢuyorlardı. Neary Ġse kendini tecrit
edilmiĢ gibi hissederek orada öylece oturuyordu.
Birden bağırdı. «Bu mu? Bana bütün soracağınız
bu mu?» Son haftalarda duyduğu baskı artık
taĢıyordu içinden. «Evet, Ģimdi... benim de birkaç
Tanrının cezası sorum olacak! Siz buranın baĢı
mısınız? Bir Ģikayette bulun-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
mak istiyorum. Ġnsanları delirtmeye hakkınız yok
sizini Eğer bütün mesele zehirli gaz hikâyesiyse, o
zaman hiç buraya gelmediğim halde bu dağı tüm
ayrıntılarıyla önceden nasıl bilebilirim?»
Neary sihirli sözcükleri söylemiĢti. Bu kez
kafasındaki çan çaları Lacombe oldu.
Fransız durup bu garip Amerikalıyı inceledi. Kapı
vuruluyordu. Kötü bir zamanlama. Kolunda Kızıl Haç
iĢareti bulunmayan baĢka altın giysili bir adam girdi
içeriye.
«Kumanda
merkezi
bunları
Reliance'daki
boĢaltma bölümüne götürmemizi, oradan aa otobüsle
evlerine yollanmalarını istiyor,» dedi balon baĢlıklı
adam. Sonra treyleri terketti.
Lacombe yerine oturdu, Neary ile Laughlin'e de
aynı Ģeyi yapmalarını iĢaret etti. ġimdi Lacombe
heyecanlanmıĢ görünüyordu. «Bana demiĢtiniz ki,»
diye ağır ağır ve dikkatle Ġngilizce konuĢtu. «Bu dağın
varlığından haberiniz bile olmadan önce görüntüsünü
kafanızda canlandırdığınızı söylemiĢtiniz, tamam mı?
Size bu hayal çeĢitli biçimlerde göründü. Duvardaki
gölgeler, bazı fikirler, geo-metrik Ģekiller size tanıdık
geliyor, çok iyi bildiğiniz bir Ģeyi anımsatıyor, ona
doğru götürüyordu ama siz bunun ne olduğunu bulup
çıkaramıyordunuz, değil mi. Ray Neary? Bu da size
sıkıntı, üzüntü veriyordu. Derken bütün bu anlamsız
görünen Ģeyler birden açıklanıverdi. Sonunda
aradığınızı bulmuĢtunuz!»
Neary gözyaĢlarını zorlukla tutuyordu. Umutsuzca
baĢını evet anlamında salladı.
«Ve siz...» Lacombe durdu. Tam sözcüğü
arıyordu. Sonunda buldu. «Ġçinizde buraya gelmek
için dayanılmaz bir istek duydunuz, değil mi?»
«Evet, böyle de diyebilirsiniz.» Roy bunları daha
önce
STEVEN SPIELBERG
sahip olduğunu bilmediği gizli bir alaycılıkla
söylemiĢti.
Lacombe bunu anlamazlıktan geldi. David
Laughlin' den bir zarf alıp içinden on iki tane kadar
renkli Paloroid resim çıkararak Neary'e uzattı.
«Bu insanlar... hepsi de sizin gibi o dağa
ulaĢmaya çalıĢıyorlardı. Onları tanıyor musunuz?»
Roy bütün resimlere baktıktan sonra, «Hayır,»
dedi elinde tuttuğu Jillian'ın resmini yukarıya doğru
kaldırarak. «Biri dıĢında hepsi yabancı.»
Lacombe resimleri ondan alıp zarfa koyarak
Laugh-lin'e geri verdi.
«Burada olduğunuza göre, ne bulmayı
umuyorsunuz?» diye Fransız sakin bir tavırla sordu.
Neary onun sorusuna «Bunun bir tür delilik
olduğunu düĢünüyorsunuz, değil mi?» diye karĢılık
verdi.
Lacombe gitmek üzere ayağa kalktı. «Hayır, Bay
Neary. Delilik değil.» Kapıya varınca çabucak dönüp
Neary' ye, «Size yalnız olmadığınızı söylemek
isterim,» dedi. «Bunu bilmenizi arzu ediyorum.
Birçok arkadaĢınız var ve... Sizi kıskanıyorum.»
Üç adam giriĢteki boĢlukta durup baĢlıklarını
taktılar. Duvarın yanında duran masada beĢ, altı
tane gaz maskesi, uzun lastik eldivenler ve bir de
kuĢ kafesi vardı. Kafesin içindeki iki kanarya birbirine
sokulmuĢ, köĢede duruyor ve Neary'nin hareketlerini
aĢırı parlayan gözleriyle seyrediyorlardı. Laughlin
treylerin dıĢ kapısını açtı ve üç adam dıĢarı çıktı.
Gökyüzü batıda hâlâ kıpkırmızıydı ama
baĢlarının üzerindeki gök koyu kadife mavisine
dönüĢmüĢtü. Neary gökyüzüne kaldırdı baĢını.
Salkım salkım yıldızlar hafif dağ havasında
parlamaya baĢlamıĢlardı.
Lacombe'la çevirmeni Neary'yi bir Huey saldırı
heli-
ÜÇÜNCÜ * TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
kopterine doğru götürdüler. Helikopterin motoru
çalıĢıyor ama pervanesi dönmüyordu.
«Hayır, olmaz!» diye bağırdı Neary. «Geri
dönmem. Hiçbir biçimde eve dönmüyorum!»
Eldivenli bir el helikopterin kapısını açtı. Neary
içerde maskeli yedi ya da sekiz sivilin oturduğunu
gördü. Jillian sanki tüm enerjisi tükenmiĢ gibi bitkin
bir tavırla elini kaldırdı. Neary helikoptere bindi.
Pilotlardan biri aĢağıda durmakta olan Laughlin'e bir
tomar kâğıt uzattı.
Laughlin kâğıt ve kartonlardan oluĢmuĢ tomarı
Ģöyle bir gözden geçirdikten sonra Lacombe'a verdi.
«Görüyor musunuz? Hepsi de buraya gelmeden
önce ġeytan Ku-lesi'nin resmini düĢledikleri gibi
çizmiĢler.»
Fransız resimleri Ġnceledi. Bazıları dalgınlıkla
çizilmiĢ kabataslak resimlerdi, bazılarıysa renkli
kalemle ya da keçe uçlu kalemle dikkat ve özenle
yapılmıĢtı. Uzunca bir süre sonra Lacombe baĢını
kaldırıp helikopterin açık ka pısından içerdekilere
baktı. BakıĢlarını pilota çevirerek Laughlin'e
Fransızca bir Ģeyler söyledi.
«Havalanmayacaksınız,» dedi Laughlin pilota
kısaca.
«Komutanlık bölümünden emir aldım ama,
efendim.»
«ġimdi benden emir alıyorsunuz. Buradan
ayrılmayacaksınız.»
«Özür dilerim, efendim,» dedi pilot direnen bir
sesle. Bu özür dilemede tam tersini yapıyormuĢ gibi
bir ifade vardı. 'Efendim' sözcüğünüyse küçümseyici
bir hitap gibi kullanmıĢtı.
«BeĢ dakika bekleyin öyleyse!» diye uzlaĢtı
Lacombe.
Pilot yumuĢayarak üç parmağını havaya
kaldırdı.
Lacombe'la Laughlin, ġeytan Kulesi'nin yüz
metre yakınında duran haberleĢme aygıtlarının
bulunduğu treylere doğru koĢarak uzaklaĢtılar.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HaberleĢme
treylerinin
bir
ucu
radar
görevlilerinin ekranları izleyebilmeleri için karanlık
bırakılmıĢtı. Öteki uçtaki pencereden uzakta
bekleyen helikopterler görünüyordu. Lacombe'la
çevirmeni içerde proje güvenlik görevlisiyle
tartıĢmaktaydılar.
BinbaĢı Walsh, Lacombe'un yaĢlarındaydı. Dave
Laughlin onun ellisine yakın olduğunu ya da kaç
yaĢında
olursa
olsun
öyle
göründüğünü
düĢünüyordu. BinbaĢı Walsh kısa boylu, tıknaz ve
gürültücü biriydi. Tekdüze, tatsız bir ses tonu vardı.
Sözcükleri de uzata uzata konuĢuyordu. Ona göre,
insanlar arasındaki yüz yüze konuĢma bir tür
sözcükler trafiğiydi. Belirli bir düzeni vardı bu trafiğin,
tıpkı yaklaĢan bir uçakla uçuĢ kulesinin ya da NASA
Görev Denetim Merkeziyle astronotların arasındaki
konuĢmada olduğu gibi.
«Onları geri gönderemezsiniz!» diye patladı
Lacombe, çevirmenin Ģimdiye dek görmediği bir telaĢ
ve öfkeyle. «Onları burada alıkoyma sorumluluğu
bana ait.»
«Mayflower'in bu kesiminde sizin" hiçbir
sorumluluğunuz yok,» diye cevap verdi BinbaĢı
Walsh hemen hemen otomatik olarak.
Fransız, «BinbaĢı Walsh,» diye söze baĢladıysa
da, Walsh onun sözünü kesti. «Buradan beĢ
kilometre uzakta patron sizsiniz. Tanrım, o üssü
kurmak bize yeterince pahalıya maloldu. Milyarlarla
bile ifade edilemez. Sizin borunuz orada öter ancak.
Burası benim bölgem.»
«Anlamıyorsunuz,» dedi Laughlin iki addm
arasında giderek uzlaĢmaz bir hal alan çatıĢmayı
durdurmak için. «Burada, aĢağıdaki kampta ne
yapıyorsanız hepsinin bir tek amacı vardır, o da Bay
Lacombe'un projesinin yukarıda programlandığı gibi
yürümesini sağlamaktır.»
«Bunu anlıyorum.» BinbaĢı Walsh'in yuvalarına
gömülmüĢ yarım ay biçimindeki gözleri, yüzünü
buruĢturunca hemen hemen kapanmıĢtı gibiydi.
«Ama siz de askeri disipline uymak, anlayıĢ
göstermek zorundasınız.»
«Bu insanların buradan uzaklaĢtırılmasını
istemiyorum,» diye yineledi Fransız.
BinbaĢı Walsh derin bir soluk aldı sabırla. «Üç
haftadır bir kumanda zinciri uygulamaktayız,» diye
yeniden derdini anlatmaya çalıĢtı. «Bu, kampa bir
sızmadır, gizli liğe bir saldırıdır... Hem bunların
sabotajcı, terörist, anarĢist ya da baĢka bir amaca
bağlı fanatikler olmadıklarını nereden biliyorsunuz?
Ancak bu kumanda zinciri sayesinde böyle bir
sızmayı engelleyebilir, gizliliği koruyabiliriz. HoĢ, artık
bunun için de geç kaldık sayılır ya.»
«Bu insanlar küçücük bir grup,» dedi Lacombe.
Cok yavaĢ konuĢuyor ve arasıra da Laughlin'e
dönerek yardımcı bir sözcük bekliyordu. Lacombe
heyecanlandığı zaman Fransızca sözcükler kullanır,
Laughlin de bu sözcükleri duygu ve anlam
bakımından tam karĢılayan Ġngilizce-lerini büyük
ustalıkla anında bulup Lacombe'un yardımına
koĢardı. Lacombe pencereden beklemekte olan
helikopteri göstererek, «Bu insanlar ortak bir Ģeyi
paylaĢıyorlar,»
STEVEN SPIELBERG
dedi. «Ve neden buraya gelmek için dayanılmaz bir
arzu duydukları da, hem onlar, hem de benim için
bir sır.»
BinbaĢı Walsh bir boğa gibi omuzlarını
dikleĢtirmiĢti. «Bu sırrı açıklamak için de benim
baĢımı belaya sokacaksınız.»
Fransız cevap yerine binbaĢıya elindeki kâğıt
tomarını uzattı. Resimlere Ģöyle bir göz atan
binbaĢı, «Neden bunlar bana son dakika öncesine
kadar gösterilmedi?»
BinbaĢı Walsh resimleri maĢanın üzerine
yayarak bu kez daha dikkatle inceledi. ġaĢırmıĢ
görünüyordu. «Ġlginç,» diye mırıldandı.
«Bu insanlar hakkında çok az Ģey biliyoruz,»
dedi Lacombe. «Yalnızca sorularımıza verdikleri
cevaplar kadar tanıyoruz onları. Ama gerçekte kim
bunlar?
Neden hepsi bu resimleri çizdi?
Televizyonda ġeytan Kulesi'ni gördükten sonra,
neden buraya gelme zorunluluğunu duydular?»
Tıknaz adam omuzlarını silkti. «Rastlantı olmalı.»
Ama kendi de bu cevaptan yeterince tatmin
olmamıĢtı ki, küt parmaklarıyla resimleri karıĢtırmayı
sürdürüyordu. «Bunlar rasgele biraraya gelmiĢ
insanlar,» dedi. «Hiçbir özellikleri yok. ġu sizin
konuĢtuğunuz Neary ukalanın teki. Yanındaki kadın
da küçük oğlunu aradığını söylüyor. Doğru mu
bakalım? Kimbilir?» «Buna ne dersiniz?» diye sordu
Lacombe daha büyükçe ve ayrıntılı olarak çizilmiĢ bir
resmi iĢaret ederek. BinbaĢı resmin arkasını çevirip
yapanın adını okudu. «Larry Fownen. Kim olduğunu
araĢtırdık. Los Angeles'den. Emlak alım satımı
yapıyor. Eskiden kovboy filmlerinde rol almıĢ. Hiçbir
özelliği olmayan biri.»
«Peki, ya bu?» diye sordu Fransız. BinbaĢı Walsh
renkli kalemle yapılmıĢ kargacık burgacık resme
bakarak, «Kansas City'den Bayan Rosen»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
dedi. «Bir büyükanne. Kocası da onunla beraber.
Adam emekli. Tatil yapıyorlar. Bütün bu insanları
araĢtırdık. Hiçbirinin özel bir durumu yok. Birkaçının
trafik suçu var ama ağır suç iĢleyene rastlamadık.»
«Bu kim?»
«George Fender. Teksaslı. Bir garajda tamirci
olarak çalıĢıyor. Eski asker. Ġkinci Dünya SavaĢına
katılmıĢ. Guadalcanal'da yaralanmıĢ.»
«Peki bu?»
«Bunlara harcayacak zamanımız yok,» dedi
binbaĢı. «Sözüme güvenin. Bu insanların gerçekten
özel bir yanları yok.»
«Bu kim?» diye ısrar etti Lacombe.
«Elaine
Connelly.
Öğretmen.
Maryland,
Bethesda'da oturuyor. Dul. Bir oğlu ve üç torunu
var.» BinbaĢı sabrı tükenmiĢ gibi soludu. «Herhalde
geriye kalan iki kiĢiyi de öğrenmeden bu iĢden
vazgeçmeyeceksiniz?»
«Tabii!» diye Lacombe cevap verdi.
«Bay ve Bayan Arthur Penderecki. Adres
Michigan, Hampramck. Adam kasap, kadın da
sekreter. Balayında-lar. Kadın ayrıca pazar okulunda
ders veriyor.» BinbaĢı «Yeter!» diye patladı
sonunda.
«Ama aralarında hiçbir iliĢki yok,» dedi Fransız.
«Olup olmaması umurumda değil. Benim
görevim onları buradan uzaklaĢtırmaktır. Hem de
hemen Ģimdi!»
«Ama siz, kendiniz de söylediniz. Bunlar
zararsız kimseler diye. Hiçbir özellikleri yok.»
«GörünüĢte öyle» diye hatırlattı binbaĢı.
«Üstünkörü bir araĢtırmadan elde ettiğimiz bu.»
«Bu dokuz kiĢi de aynı hayali kurmuĢ.»
«Öyle diyen sizsiniz.»
STEVEN SPIELBERG
«Hepsi de buraya gelmek için aynı Ģiddetli isteği
duymuĢ.»
«BoĢuna zaman yitiriyoruz,» diye kontrollü bir
sesle bağırdı binbaĢı. «Yitirilen benim değil, sizin
değerli zamanınız. Çünkü iĢin baĢ noktasında olan
sizsiniz. Ama benim sorumluluk bölgeme girdiğiniz
an bu iĢ biter. Gidiyoruz. Hemen Ģimdi.»
Lacombe uzunca bir süre sesini çıkarmadı. Bu
tartıĢma sırasında kır saçlı baĢı arkaya doğru
gerilmiĢti. ġimdi biraz rahatlamıĢ görünüyordu. «Bu
insanların buraya gelmek Ġçin duydukları o Ģiddetli
isteğin anlamını bulmalıyım. Neden buraya gelme
zorunluluğunu hissettiler? Belki...»
«Bu iĢ bitti.»
«Neden binlerce insan içinde yalnız bunlar
seçildi? Neden yainızca bunlara böyle bir duygu
aĢılandı?»
«Sadece bir rastlantı,» diye fikrinde ısrar
ediyordu binbaĢı.
«Hayır, bir toplumsal olaydır,» diye Fransız onun
sözünü düzeltti. «Hem de hayret verici ölçüde önemli.
Bu insanların neden Wyoming'e geldikleri sorusuna
cevap bulabilirsek, bu, projenin tümünün geliĢiminde
belki de elde edeceğimiz en önemli bilgi olacaktır.»
«Bu konuĢmayı sona erdiriyorum ben.» Lacombe'un
kolu uzandı, parmakları BinbaĢı Walsh' in ceketinin
önünü kavradı. «ġimdi teni dinleyeceksiniz. BinbaĢı
Walsh.»
Walsh'in gözleri büyüdü. Harp Akademisinden
yüzbaĢı olarak çıktığından bu yana, hiç kimse böyle
ceketinin önünü tutmamıĢtı.
YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Büyük Huey helikopterinin içinde, kampın
gizliliğine saldırıda bulunmaya teĢebbüs etmiĢ sayılan
Neary, Jillian ve öteki siviller sessizce, uyuĢmuĢ gibi
oturuyorlardı. Yüzlerinde maske olduğundan, yalnızca
gözleri baĢlarına neler geleceğini anlamak istercesine
bir oraya bir buraya hareket ediyordu.
ġimdi ne olacağı gün gibi açık, diye düĢündü
Neary. Birkaç dakika sonra havalanacaklar ve bu da
o tüm çılgınca olayın sonu olacaktı. Bu dağın ne
anlamı olduğunu asla öğrenemeyecekti Neary. Jillian
da hiçbir zaman Bar-ry'sini bulamayacaktı. Ötekilerse
bu konuda asla hiçbir Ģey bilmeyeceklerdi.
Ve bütün bunlar kampın ziyaretçilere kapalı olma
stratejisinin
katılığı
yüzündendi.
Radyo
ve
televizyonlardan ilan edilen sinir gazı tehlikesi doğru
olabilirdi. Silahlı Kuvvetler aĢırı kuĢkulu insanları
kandırmak için belki oraya buraya biraz gaz
püskürtmüĢtü. Bu da yabani hayvanları öldürmeye
yeterli olabilirdi... Yoksa yalnızca uyuĢturmayo mı?
Neary treylerin giriĢindeki masanın üzerinde gördüğü
o ucuz türden kafesin içindeki kuĢları anımsadı. Bunlar kimindi? Onun kuĢları mı? Ama ona kuĢlarının
ölmüĢ
STEVEN SPIELBERG
olduğunu göstermiĢti o altın giysili adam. Yoksa
ölmemiĢ-ler miydi?
Neary, Jillian'ın yanında oturuyordu. Genç
kadının gözleri kapalıydı. Kalçaları birbirine
değiyordu. Bunca uzun ve yorucu yolu boĢuna geldi,
diye düĢündü Neary. Buraya ulaĢmak için hepsi
neleri göze almıĢtı kimbilir?.. Ve Ģimdi her Ģey
baĢladığı gibi birdenbire sona erecekti.
Neary ayağa kalktı. Ötekiler ona bakıyorlardı.
Jillian' ın da gözleri açılmıĢ, onun üzerindeydi.
Neary yavaĢça ve büyük bir dikkatle gaz
maskesini çıkardı yüzünden. Klipslerinden kurtulan
lastik bağlar kurĢun vızıltısı gibi ses çıkarmıĢlardı.
Neary maskeyi yüzünden sjyırarak yere attı. Eğer bu
yaptığı çok yürekli bir davranıĢsa, o denli de kolay bir
ĢeymiĢ gibi gelmiĢti ona.
Derin bir soluk aldı.
Ötekiler dehĢet içinde kalmıĢlardı. Sonra Jillian
da maskesini yüzünden çıkarıp attı. Neary'nin
yanında durarak o da derin bir soluk aldı.
«Zehirleneceksiniz,» diye yetmiĢ yaĢındaki ufak
tefek adam onları uyardı.
Neary yaĢlı adama dönerek, «Havada hiçbir Ģey
yok,» dedi. «Yalnızca Silahlı Kuvvetler burada tanık
istemiyor, o kadar..»
YaĢlı adamın karısı titrek bir sesle, «Eğer ordu
bizi burada istemiyorsa, o zaman bizi ilgilendirmez
bu iĢ,» diye karĢılık verdi.
«Biz yalnızca o dağı görmek istemiĢtik,» dedi
yaĢlı adam Neary'den özür dilermiĢ gibi. «Dağın
resmini çizmem de bir rastlantıydı... Kimse bize
burada zehirli gaz olduğunu söylemedi ki...»
«Burayı nasıl buldunuz?» diye sordu Jillian.
«Hiç de zor olmadı. Güney Yarımküresindeki
Ünlü
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Dağlar adlı bir ansiklopediden buldum. BaĢkan
Theodore Roosevelt'in bu dağı ülkemizin ilk ulusal
anıtı olarak ilan ettiğini bilir misiniz?.. ġeyde... 24
ġubat 19...»
Kırk yaĢlarında bir adam da ayağa kalkarak
baĢlığını, çıkardı. Bronz teni, uzunca saçları vardı.
Halinden de paralı biri olduğu anlaĢılıyordu. Derin bir
soluk alıp verdikten sonra, «Tanrım, buranın havası
Los Angeles'den daha temiz,» dedi.
Bir adamla bir kadın daha ayağa kalkıp sinirli,
titreyen parmaklarıyla bağlarını çözerek baĢlıklarını
çıkardılar. Yüzleri süzgün ve çöküktü; üzerlerinde
aylardır toplumsal eleĢtiriye uğramıĢ insanların
çekingenliği ve bezginliği vardı. Gözlerini dıĢarıya
dikmiĢ, Neary ya da ötekilerin yüzüne bakamaz
gibiydiler.
Roy yüzünü tüm dostlarına döndü. Makinelerin
gürültüsünü bastırmak için yüksek sesle, «Kimler
dönmek istemiyor?» diye sordu.
Jillian elini kaldırdı. Sonra o Los Angeles'li adam.
En son olarak da yaĢlı çift. Ötekiler gözlerini
kaçırdılar.
«Tamam,» dedi Neary. «Sizler arkamdan gelin
ve çok hızlı koĢmaya çalıĢın.»
O anda helikopterin kapısı kayarak kapandı. Roy
kapının kapanmasını önlemek için araya kolunu
sokmuĢtu. DıĢardaki nöbetçi neden kapanmadığını
anlamak için kapıyı açınca, içerdekilerin baĢlıklarını
çıkarmıĢ olduklarını gördü. Nöbetçi ne olduğunu tam
anlamadan Los Angeles'li adam Neary'nin yanına
doğru atıldı.
«Haydi,» diye bağırdı Roy da. «Dağa doğru koĢun!»
Ötekiler kapıyı iterek yarı açmıĢlardı ki, Neary dıĢa rıya
doğru bir hamle yapıp ayağıyla nöbetçinin tam baĢlığının altına gelecek biçimde boynuna vurdu. Roy,
Jillian.
STEVEN
SPIELBERG
ve Los Angeles'li yerde yatan nöbetçinin üzerinden
atlayıp ağaçlıklara doğru koĢtular.
Ağaçların
iki
yanında
'Piggly-Wiggly
Süpermarketleri' ve 'Baskin Robbins' levhalı treylerler
duruyordu. Teknisyenlerin treylerden boĢalttıkları
elektronik araçların
ve sandıkların
üstünde
'Lockheed ve Rocwell-Dikkat Kırılacak EĢya'
etiketleri vardı. Teknisyenler ne baĢlık takmıĢ lar, ne
de koruyucu giysiler giymiĢlerdi. Roy, Jillian ve Los
Angeles'li ağaçların arasından koĢarlarken, bütün bunları bir anda gördüler.
YaĢlı çift ve son anda kaçmaya karar vere n
ötekiler nöbetçi tarafından kapıda durdurulmuĢlardı.
Tüm gücüyle koĢan Neary ,son haftalarda
yaĢamının her anına girmiĢ olan dağa baktı. ġimdi bu
karabasanın
sırnnı
çözme
olanağını
bulabileceklerdi...
***
HaberleĢme treylerinin içinde, BinbaĢı Walsh'in
cahilliği ve inatçılığı karĢısında sabrı iyiden iyiye
tükenen Lacombe bozuk bir Ġngilizceyle, «Siz yok
anlamak,» dedi. Sonra makineli tüfek hızıyla
Fransızca konuĢmaya baĢladı. «Bu dağ bir
anahtardır. Ve Meksika çölündeki kalıntı da bir ipucu.
Bunlar bizim düĢüncelerimizi açmamız ve onları
içeriye almamız içindir.»
Laughlin çeviriyi bitirirken, Lacombe'un aklına
yeni bir düĢünce gelmiĢti. Kendi kendine
Fransızcadan
tercüme
etti.
«Onlar
buraya
çağırıldılar. Davet edildi onlar!»
Bu sözcüklerin BinbaĢı Walsh için bir Ģey ifade
etmediğini Laughlin anlamıĢtı.
O sırada dıĢarda bir Ģey Lacombe'un dikkatini
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
çekti.
Pencereye yaklaĢıp üç kiĢinin ağaçlıklara doğru
koĢtuğunu gördü. Hiç sesini çıkarmadı ama belli
belirsiz bir gülümseme yayılmıĢtı yüzüne.
Artık iyice kararmıĢtı ortalık. Neary, Jillian'la Los
An-geles'linin önünden dağın eteklerindeki çalılığa
doğru koĢuyordu. Oraya varınca yere yatarak
soluklanmak ve arkadaĢlarının ona yetiĢmesini
sağlamak için bekledi. Yanına geldiklerinde, Roy
üzerindeki uzay giysisini çıkarmakla meĢguldü.
Onlara da aynı Ģeyi yapmalarını iĢaret etti.
Neary eldivensiz, elini LoĢ Angeles'liye uzatarak,
«Adım Roy,» dedi.
«Benim de Larry Butler.»
Hâlâ soluk soluğa olan Neary, «Burada
kalamayız,» dedi. «Ġlerdeki Ģu ağaçlığa gidip beni
bekleyin.»
Larry ile Jillian hemen hareket ettiler. Roy bir süre
daha durup soluklandı, bir yandan da aĢağıya,
kamptaki çalıĢmalara bakıyordu. Sonra a da iki yüz
metre ilerdeki ağaçlığa doğru koĢarak dağa çıkmaya
baĢladı.
Karanlıkta bir siren sesi acı acı inliyordu.
Projektörler de helikopterlerin iniĢ alanını taramaya
baĢlamıĢlardı. HaberleĢme treylerinin kapısı ardına
dek açıldı birden. BaĢlığının içinde soluyan bir
nöbetçi girdi içeriye.
«Kaçtılar, efendim!»
«Kaç kiĢi?» diye bağırdı BinbaĢı Walsh.
«Üç. Üçü kaçtı, efendim, ötekileri durdurduk.»
BinbaĢı Walsh masanın üzerinden bir dürbün
kapıp Lacombe'la Laughlin'e Ģöyle bir kötü bakıĢ
fırlattıktan sonra aceleyle treylerden atladı. Ötekiler
de onu izlediler.
Treylerin arka tarafında kalan üç helikopter güçlü
tarama
projektörlerini
yakarak
havalanmaya
baĢlamıĢlar
STEVEN SPIELBERG
ve Los Angeles'ii yerde yatan nöbetçinin üzerinden
atlayıp ağaçlıklara doğru koĢtular.
Ağaçların
iki
yanında
'Piggly-Wiggly
Süpermarketleri' ve 'Baskin Robbins' levhalı treylerler
duruyordu. Teknisyenlerin treylerden boĢalttıkları
elektronik araçların ve sandıkların üstünde 'Lockheed
ve Rocwell-Dikkat Kırılacak EĢya' etiketleri vardı.
Teknisyenler ne baĢlık takmıĢlar, ne de koruyucu
giysiler giymiĢlerdi. Roy, Jillian ve Los Angeles'ii
ağaçların arasından koĢarlarken, bütün bunları bir
anda gördüler.
YaĢlı çift ve son anda kaçmaya karar veren
ötekiler nöbetçi tarafından kapıda durdurulmuĢlardı.
Tüm gücüyle koĢan Neary ,son haftalarda
yaĢamının her anına girmiĢ olan dağa baktı. ġimdi bu
karabasanın
sırrını
çözme
olanağını
bulabileceklerdi...
***
HaberleĢme treylerinin Ġçinde, BinbaĢı Wafsh'in
cahilliği ve inatçılığı karĢısında sabrı iyiden iyiye
tükenen Lacombe bozuk bir Ġngilizceyle, «Siz yok
anlamak,» dedi. Sonra makineli tüfek hızıyla
Fransızca konuĢmaya baĢladı. «Bu dağ bir
anahtardır. Ve Meksika çölündeki kalıntı da bir ipucu.
Bunlar bizim düĢüncelerimizi açmamız ve onları
içeriye almamız içindir.»
Laughlin çeviriyi bitirirken, Lacornbe'un aklına
yeni bir düĢünce gelmiĢti. Kendi kendine
Fransızcadan
tercüme
etti.
«Onlar
buraya
çağırıldılar. Davet edildi onlar!»
Bu sözcüklerin BinbaĢı Walsh için bir Ģey ifade
etmediğini Laughlin anlamıĢtı.
O sırada dıĢarda bir Ģey Lacornbe'un dikkatini
çekti.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Pencereye yaklaĢıp üç kiĢinin ağaçlıklara doğru
koĢtuğunu gördü. Hiç sesini çıkarmadı ama belli
belirsiz bir gülümseme yayılmıĢtı yüzüne.
Artık iyice kararmıĢtı ortalık. Neary, Jillian'la Los
An-geles'linin önünden dağın eteklerindeki çalılığa
doğru koĢuyordu. Oraya varınca yere yatarak
soluklanmak ve arkadaĢlarının ona yetiĢmesini
sağlamak için bekledi. Yanına geldiklerinde, Roy
üzerindeki uzay giysisini çıkarmakla meĢguldü.
Onlara da aynı Ģeyi yapmalarını iĢaret etti.
Neary eldivensiz. elini Los Angeles'liye uzatarak,
«Adım Roy,» dedi.
«Benim do Larry Butler.»
Hâlâ soluk soluğa olan Neary, «Burada
kalamayız» dedi. «Ġlerdeki Ģu ağaçlığa gidip beni
bekleyin.»
Larry ile Jillian hemen hareket ettiler. Roy bir
süre daha durup soluklandı, bir yandan da aĢağıya,
kamptaki çalıĢmalara bakıyordu. Sonra o da iki yüz
metre ilerdeki ağaçlığa doğru koĢarak dağa çıkmaya
baĢladı.
Karanlıkta bir siren sesi acı acı inliyordu.
Projektörler de helikopterlerin iniĢ alanını taramaya
baĢlamıĢlardı. HaberleĢme treylerinin kapısı ardına
dek açıldı birden. BaĢlığının içinde soluyan bir
nöbetçi girdi içeriye.
«Kaçtılar, efendim!»
«Kaç kiĢi?» diye bağırdı BinbaĢı Walsh.
«Üç. Üçü kaçtı, efendim, Ötekileri durdurduk.»
BinbaĢı Walsh masanın üzerinden bir dürbün
kapıp Lacombe'la Laughlin'e Ģöyle bir kötü bakıĢ
fırlattıktan sonra aceleyle treylerden atladı. Ötekiler
de onu izlediler.
Treylerin arka tarafında kalan üç helikopter güçlü
tarama
projektörlerini
yakarak
havalanmaya
baĢlamıĢlar-
STEVEN
SPIELBERG
di bile. Bir düzine kadar komando da yarı otomatik M14 tüfeklerini dolduruyordu.
BinbaĢı Walsh dürbünüyle ağaçlıkları taradı.
Askerler helikopterlerin iniĢ alanının yanına alelacele
kurulmuĢ olan karargâhı arıyorlardı. BinbaĢıyla
Lacombe iki sahra telefonunun baĢındaydı.
Walsh, «Onları bir saat içinde dağdan
uzaklaĢtırırım,» diye bağırıyordu elindeki telefona.
Araya giren bir ses, «Kuzey yüzünün fotometrik
analizi yapılsın. Kızılötesi ıĢık kullanın,» dedi.
«Bu emir verilmiĢ bulunuyor.»
«Saat 08'e kadar dağdan uzaklaĢtırılamazlarsa,
kuzey yüze E-Z Dört sıkın. Ve bana haber verin.»
«Bu... E-Z Dört nedir?» diye sordu Lacombe
telaĢlanarak.
«Uyku veren bir püskürtücü,» diye açıkladı
BinbaĢı Walsh. Birbirlerinden yüz metre kadar uzakta
olmalarına karĢın telefonla konuĢuyorlardı. «Hani
çevredeki kuĢları ve yabani hayvanları uyuttuğumuz
madde. Çok çabuk etki yapar, çevreye dağılma
tehlikesi yoktur, birkaç saat içinde de zehirli etkisi
kaybolur. Altı saat soğukta uyuyacak ve Ģiddetli bir
baĢ ağrısıyla uyanacaklar.»
Fransız dikkatli bir Ġngilizceyle telefona konuĢtu.
«Bu yeri biz seçmedik. Zamanı da. Bu insanları
buraya gelmeleri için biz zorlamadık. ġimdi onları
durdurmak da bizim seçimimizin dıĢında kalıyor.»
«Ama onlar piĢmiĢ aĢa su katıyorlar,» diye
söylendi Walsh.
«Onlar bizden çok buraya aitler,» dedi Lacombe
hüzünle.
Köknar ağaçlarının arasından, akĢam göğüne
yükse-len ġeytan Kulesi'nin doruğu görünüyordu. Üç
kaçak için
ÜÇÜNCÜ TÜRLE
YAKIN İLİŞKİLER
eriĢilmez gibiydi orası. Roy, Jillian ve Larry dik
yamaca yorgun argın tırmanırlarken, ayakları çam
iğneleriyle kaplı yumuĢak toprakta kayıyordu.
Jillian bir ara tökezlenip yere düĢtü ve sırtüstü
aĢağıya doğru kaydı. Ama bir ağaç köküne tutunarak
kaymasını durdurdu çabucak. Larry Butler de
düĢmüĢ ama hemen ayağa kalkmıĢtı. Roy durup
onların kendisine yetiĢmelerini bekliyordu. Derken
artık iĢitmeye alıĢmıĢ olduğu gürültüyü duydu baĢının
üzerinde.
Sonra birden bulundukları yerin oldukça ilerisi,
dağın, yukarı bölümleri aydınlanıverdl. Helikopterler
yarı gizli kalmıĢ bölgelerin üzerinde manevra
yapıyorlar,
oralara
parlak
arama
ıĢıklarını
tutuyorlardı.
«Bize epey zaman tanıdılar,» dedi Larry soluk
soluğa«Dağdaki Ģu dar geçiti görüyor musunuz?» dedi
Ne-ary karanlıkta bir yeri iĢaret ederek.
Gerçekten de öteki tarafa doğru uzanan dar bir
geçit vardı.
«Belki tam zamanında oraya ulaĢabiliriz.» Neary,
Jil-lian'la Larry'yi umutlandırmaya çalıĢıyordu.
Butler bir hamle yapmaya hazırlandı. «Sporu hiç
bırakmamalıyım,» diyerek sırıttı.
Helikopterlerin kırmızı ve yeĢil ıĢıkları tepedeki
platonun üzerinde dolaĢtıktan sonra gözden
kayboldular. Butler tam geçide doğru atılacaktı ki,
Jillian onu durdurdu, «ĠĢte dört tane daha geliyor.»
Genç kadın bir an durup düĢündü, sonra, «Tepeye
çıkan dar ve derin bir dere yatağı da ha var,» dedi
duraksayarak. «Tırmanması da daha kolaydır.
Kuzeydoğu yönünden baĢlayıp...»
«ĠĢe yaramaz,» dedi Neary kesin bir tavırla.
«Tepede birdenbire kırk metrelik sarp bir iniĢ
yapıyor. Burayı aĢmak için tecrübeli dağcılar
olmamız gerek. ġuradan gi-
STEVEN SPIELBERG
deceğiz. Orası kademe kademe alçalarak öteki
tarafa gediyor.»
«Sence öteki tarafta ne vardır?» diye Butler sordu.
«Ağaçlarla çevrelenmiĢ bir kanyon var. Patikalardan
ilerleyebiliriz.»
Jillian,
Neary'ye
baktı.
«Bunu
hiç
düĢünememiĢtim. Dağın yalnızca oir yüzünü
renklendirmiĢtim resimlerim-de.>>
«Benim çiziktirdiklerimde de kanyon yoktu,» diye
Larry de Jillian'a katıldı.
Neary, «Bir dahaki sefere maketini yapmayı
deneyin,» dedi.
Açıktaki karargâhta, bir grup ordu mühendisi on
ga-ilonluk paslanmaz çelikten E-Z Dört tenekelerini,
beklemekte oian helikopterlere yerleĢtiriyorlardı.
Uğuldayan pervanelerin altında sessizce çalıĢan
adamlar, tenekeleri her an yere düĢüp Ġçindekiler
etrafa saçılacakmıĢ gibi dikkatle tutuyorlardı. BinbaĢı
Walsh kenarda durmuĢ, çalıĢmaları izliyordu. Saatine
bir göz atıp dağa doğru baktı. Komando birliğinin Ģimdi dağa tırmanmakta olduğunu biliyordu.
Yardımcılarından biri telefonu uzattı binbaĢıya.
«Piramit'ten Bahama'ya.»
«Burası Bahama,» diye Walsh cevap verdi.
«Devam edin.»
«Orta istasyondan rapor edecek bir Ģey yok.
Platonun yanına ulaĢırken, saklanacak binlerce yer
bulabilirler. Tüm çevreyi bir saatte kaplamak için
bunun üç katı kuvvete ihtiyacım var.»
BinbaĢı Walsh bir an için telefonu kulağından
uzaklaĢtırıp düĢündü. Sonra çabucak, «Karargâha
dönün,» diye emir verdi.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Walsh alıcıyı yardımcısına uzattı. Biraz daha
düĢündükten sonra, «Herkes kuzey yüzden çekilsin,»
dedi. «Yukarıya
haber
verin,
püskürtücüyü
kullanıyoruz.»
Lacombe haberleĢme treylerinden çıktı. Elinde bir
askıya asılmıĢ, naylon bir torba içinde spor bir ceket
tutuyordu. Alanı geçip beklemekte olan bir taĢıma
helikopterine doğru yürüdü. Laughlin de onu izliyordu.
Fransız bir an durup E-Z Dört yüklü helikopterlere
emir veren BinbaĢı Walsh'i seyretti. KalkıĢ durumuna
geçen üç helikopterden biri havalandı, sonra ötekiler
teker teker onu izlediler. Yanıp sönen kırmızı ve yeĢil
ıĢıkları karanlıkta uzaklaĢarak kayboldu.
Fransız binbaĢıya kızgınlıktan çok kederli gözlerle
bakıyordu. Sonra Laughlin ve sivil giyinmiĢ öteki
görevlileri izleyerek helikoptere bindi. Kapı hemen
kayarak kapandı, kargo helikopteri dik açıyla
yükselerek karanlığın içine daldı.
Öte yandan dağda Roy, Jillian ve Larry artık
yorgunluğun da ötesine geçmiĢlerdi. Hemen hemen
dağın arka tarafına ulaĢmıĢ sayılırlardı. Neary'nin
yapmıĢ olduğu modelden anımsadığına göre kanyon
uzakta olamazdı. Helikopterler hakkındaki tahmininde
de yanılmamıĢtı. Dağın bu kesimine ilaç
püskürtmüyorlardı. ġimdilik.
Ġlerde bir açıklık vardı.
Neary, «Orayı koĢarak geçelim,» dedi Jillian'la
Larry' ye.
Jillian soluğunu harcamamak için sadece baĢını
salladı. Ama iyice soluğu kesilmiĢ olan Larry, «Siz
gidin. Ben yetiĢirim size,» dedi.
«Tamam, açıklığın öteki yanında bekleriz seni.»
Roy ikibüklüm, yere sürünürcesine koĢmaya
baĢladı. Jillian da arkasındaydı. Bir dakikadan kısa
bir sürede açık
STEVEN SPIELBERG
alanı geçmiĢ, kendilerini öbür yandaki çam
iğnelerinin üzerine atmıĢlardı. Göğüsleri körük gibi
inip kalkıyordu. Çok da susamıĢlardı. Her yerlerinden
ter damlıyordu; elleri, yüzleri dal ve çalı çizikleriyle
doluydu. Ayrıca Neary' nin helikopterin kapısına
sıkıĢtırdığı koluyla omzu ağrıyordu. Kendini dinlediği
zaman sancının hayli Ģiddetli olduğunu hissediyordu.
Artık o kolunu pek kullanamaz olmuĢtu.
Midelerinin üzerine yatarak Larry'yi gözlemeye
baĢladılar.
«ĠĢte orada,» diye fısıldadı Jillian sol tarafı
göstererek.
Yüz metre aĢağılarındaki ağaçlıklardan Larry'nin
çıktığını gördüler.
«Larry!» diye bağıdı Roy. «Bu tarafa!»
Ama sesini ani bir ses ve ıĢık patlaması
örtmüĢtü. Larry'nin az önce altında bulunduğu ağaç
tepelerine sür-tünerek geçen helikopter, güçlü
projektörlerini açıklığa doğru tutuyordu.
ġimdi Roy'la Jillian ayağa kalkmıĢ, Larry'ye
kendilerine doğru gelmesi için el sallıyorlardı. Gürültü
giderek artıyordu ama yine de Neary bağırdı. «Dikkat
açıktasın... Seni yakalayacak!»
Helikopterdekiler Larry'yi görmüĢ olmalıydılar.
Larry hem helikopteri, hem de Neary'yi duymuĢtu.
Soluğunun tüm gücüyle bağırdı. «Ne yapacak?
Üzerime mi konacak?»
Helikopter Roy'la Jllllan'ın üzerinden geçip geri
döndü ve alçalarak açıklığa doğru inmeye baĢladı.
Geçtiği
yerlerdeki
ağaçlardan
kuĢlar
yere
düĢüyorlardı. Neary'yle Jillian aracın uyutucu ilaç
sıktığını anlamıĢlardı. ġimdi geçitten otuz metre
kadar uzaktalardı. BaĢka bir Ģey yapa-
mayacak kadar bitkin olduklarından emeklemeye
baĢladılar.
Arkalarında, helikopter tam Larry'nin üzerinde
uçuyordu. Larry olanlardan tümüyle habersiz gibiydi.
BaĢparmağını otostop yapan biri gibi helikoptere
doğru uzatmıĢ, «ġunlara bakın ağaçları ilaçlıyorlar.»
diye bağırıyordu avazı çıktığı kadar.
Jillian'la Roy geçidin baĢına ulaĢmıĢlar, aĢağıda
olanları seyrediyorlardı. Larry Butler hâlâ yürüyordu
ama vücudu kasılmalarla bükülmeye baĢlamıĢtı. Önce
baĢı, sonra kolları. Sendeliyordu.
Jillian ayağa kalkmıĢ, tam Larry'ye doğru
koĢmaya hazırlanıyordu ki, Neary onu yakaladı.
«Hayır, olmaz, Jillian,» diye bağırdı. «Bakma
aĢağıya.» Genç kadın olduğu yere çöktü.
Larry'nin yere düĢüĢünü, tekrar ayağa kalkmaya çabalayıĢını, açıklığın ortasında kıvranmasını ve
sonunda hareketsiz kalıĢını çaresizlikle seyrettiler.
«Onu orada bırakamayız,» dedi Jillian. «Eğer
uyuyorsa ha orada, ha burada olmuĢ farket-mez
onun için.»
«Ama ya ölüyorsa?» diye Jillian sordu. «Eğer
ölüyorsa...» Neary derin bir soluk aldı. «Yapa.cağımız bir Ģey yok.»
Jillian, Neary'nin koluna girerek baĢını öne eğdi.
Yüksek çam ağaçlarının arasından geçerek dar oluğa
doğru ilerlediler. Neary'nin çamur, gazete kâğıtları ve
telden yaptığı modelden aklında kaldığı kadarıyla, bu
geçit kanyonun çevresini dolaĢan üstü ağaçlarla
korunan dar bir balkon gibiydi.
Geçide gelmeden önce, tam altından çok güçlü
bir ıĢığın geldiğini farkettiler. Karanlık gecede, temiz
havanın
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
STEVEN SPIELBERG
içindeki su buharı damlacıklarından yansıyordu bu
sürekli ıĢık parıltısı. Geçidin kenarına yaklaĢtıkça
karınlarının üstüne yatıp sürünerek ilerliyorlardı.
Bir metreye yakın geniĢliği olan çok dik bir
yokuĢtu bu. Neary helikopterin dağın çevresini
dönerek geri geldiğini duyuyordu. Kendini yukarıya
doğru çekmek için bir dala uzanıp tutunmak istedi
ama baĢaramadı.
YokuĢtan aĢağıya kaydı. «Roy!» diye bağırıyordu
Jillian geçidin tepesinden. «Haydi, Roy! Yukarı gel!
Yapabilirsin bunu!»
Neary ter içinde kalmıĢtı; bacakları ağrıyordu.
Parmakları da kavrama gücünü yitirmiĢ gibiydi.
«Lütfen, haydi, Roy! Helikopter yaklaĢıyor.»
Neary yukarıya bir göz attı. Jillian yokuĢtan
aĢağıya doğru uzanmıĢ, elini yakalamak Ġçin
bekliyordu. Neary emeklemeye baĢladı. Bedenindeki
her kas ona acı veriyor, tüm çabasına karĢın ancak
santim santim yol alabiliyordu.
«Roy, biraz daha gayret... az kaldı... Sonra öbür
tarafa kayacağız.»
Helikopterin gürültüsü artmıĢtı. Neary alnından
gözlerine akan terlorden önünü göremiyordu. ġimdi
Jillian'ın kendisine uzanmıĢ elinden yarım metre
uzaktaydı. Yalnızca yarım metre...
Pervanenin gürültüsü çok yakındı; dev bir kuĢun
kanat çırpmasını andırıyordu. Her an gazın ıslık çalan
sesi duyulabilirdi. Neary'nin tüm bedeni kasılarak
gerildi, öne doğru bir hamle yaptı. Jillian elini
yakalamıĢtı.
Neary'nin kendini yukarıya çekmesine yardım etti
Jillian. ġimdi öteki taraftaki iniĢten aĢağı düĢe kalka
kayıyorlardı. AĢağıdaki kanyonun tam kenarında
zorlukla durabildiler.
Helikopter yükselerek geri dönmüĢtü. Neary terin
bu-lanıklaĢtırdığı
gözleriyle
helikopterin
uzaklaĢmasını izledi. Ġlaç püskürtülmemîĢti. ġimdi
kanyonun yakınında ve güvenlikteydiler.
Neary içini çekerek temiz havayı ciğerlerine
doldurdu. Sonra Jillian'la kanyonun ucundan öteye
bakmak için ilerlemeye baĢladılar. Birlikte tepesi
kopmuĢ platonun kenarına eriĢip aĢağıya baktılar ve
gördüler. Beyinlerinin kavrama gücünü aĢıyordu
aĢağıdaki görünüm.
«Tanrım!» diye soludu Neary.
«Güzel Tanrım!» diye bağırdı Jillian da.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM
Doğanın yaratıcılığının son bulduğu yerde,
insanoğlu devralmıĢtı görevi.
Bir hava limanına benziyordu. Ġnsanoğullarının
yaptığı bir tür kozmik çağrı limanı... Ufka doğru
uzanan sekiz ki lometrelik yol boyunca sıralanmıĢ iniĢ
ıĢıkları vardı. Bu inanılmaz üssün tam ortasında,
çevresi küçük ıĢıklarla donatılmıĢ çok büyük bir iniĢ
alanı bulunuyordu. Neary'ye burası, sanki bir Ģeyin
üzerine konacağı varsayılarak yapılmıĢ gibi geldi.
Dinamitlenip buldozerlerle düzieĢtirilen üs
bölgesi uzun metal direklerin üzerine yerleĢtirilmiĢ
büyük stadyum ıĢıklarıyla çevrelenmiĢti. Bu parlak
ıĢıklar altında, Roy'la Jillian bütün üssün iki metre
yüksekliğinde çelikten bir duvarla çevrilmiĢ olduğunu
görebiliyorlardı. Ġçerde üç düzey vardı; her düzeyin
üzerine de hepsinde iki kapı bulunan, bazıları büyük
pencereli, bazıları penceresiz birçok müs takil kübik
modül yerleĢtirilmiĢti. Farklı büyüklükte ve yük seklikte
olan bu modüller, metal ayakların üzerinde oturuyor
ve merdivenle çıkılıyordu bunlara.
Yerden biraz yüksekte bulunan kocaman bir
arenanın tam ortasında da, sesleri renkle
değerlendiren, on iki
metre uzunluğunda ve iki metre geniĢliğinde bir sesrenk tablosu vardı. BeĢ metre yükseklikteki ayaklar
üzerinde duran bu ses - renk tablosu, biraz
aĢağısındaki büyük bir Moog synthetizer'e birçok
kablo ve kanalla bağlanmıĢtı.
Neary gözlerini üsten ayırmadan, «Görüyor
musun?» diye sordu Jillian'a.
«Oh, evet,» diye fısıldadı genç kadın da.
«Çok Ģükür,» dedi Neary. Hayal görmediğini ya da
en azından yalnız kendisinin hayal görmediğini
kanıtlayan bu onaylama onu rahatlatmıĢtı.
Roy'la Jillian Ģimdi, kanyonu oyarak yapılmıĢ, iki
ucu açık büyük stadyumun altmıĢ, belki de seksen
metre yukarısında bulunuyorlardı. Gözleri ve
beyinleri aĢağıdaki bu olağanüstü görünüme biraz
alıĢtıktan sonra, ikisi de bir Ģey söylemeden biraz
daha aĢağıya inip daha yakından bakmaya karar
verdiler. Granit kayalardan on beĢ metre kadar
aĢağıya dikkatle inip çalılıkların mükemmel bir siper
oluĢturduğu bir yerde durdular.
ġimdi modüllerin çevresinde ve içinde çalıĢan
teknisyenleri daha iyi seçebiliyorlardı. Hepsi de tulum
giymiĢti. Tulumları beyaz olanların sırtlarında
'McDonnell -Douglas,' mavi olanlarda 'Rockwell' 've
kırmızılardaysa 'Lockheed' yazılıydı. Modüller küçük
birer laboratuvar gibi donatılmıĢtı. Roy'la Jillian bütün
bu donanımın ne iĢe yaradığını bilmiyordu ama lazer
aygıtını, biyokimyasal araçları, ısı ve elektromanyetik
ölçerleri, üçlü ayaklıkları üzerinde bazukalara
benzeyen iki tane spektrografik çözümleyiciyi tanımıĢlardı. Ve daha ne olduğu belirsiz Ģeyleri ölçecek
ve denetleyecek birçok karmaĢık aygıt vardı.
Modüllerden üçünün içinde askeri personel
tarafından korunan, siyah giysili, karagözlüklü
adamlar oturuyorlardı. Neary üsde Ģimdiye dek
asker olarak yalnızca
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKĠN ĠLĠġKĠLER
bu
nöbetçileri
görmüĢtü.
Üssün
çevresine
yerleĢtirilmiĢ büyük radar antenleri sürekli çevreyi
tarıyor, arasıra bir an duruyor, sonra yeniden hareket
etmeye
baĢlıyorlardı.
Her
yerde
televizyon
monitörleri vardı. En azından yüz kadar film
kamerası, elli tane sabit kamera ve fırdöndülerin
üzerine yerleĢtirilmiĢ yirmi beĢ tane de videoteyp TV
kamerası bulunuyordu. Belki otuz teknisyen bu
kameralarla ilgilenmekteydi. Geri kalanlarsa uzaktan
kontrol ediliyordu ve izleyici radara bağlanmıĢtı.
Alan büyüklüğüne karĢın hem dolu, hem de
darmadağınıktı. Oraya buraya rasgele konmuĢ CocaCola ve hazır yiyecek makineleriyle dolu küçük bir
kantin vardı. Üzerinde McDonnell - Douglas,
Rockwell, Lockheed yazılı açılmamıĢ bir sürü ambalaj,
kâğıt bardaklar, peçeteler, tabaklar, boĢ ĢiĢeler vb.
gibi öteberiden geçilmiyordu yerler. Tulum giymiĢ bazı
ĠĢçiler yerleri süpürmekteydi. Beyaz saçlı bir adamın
önderlik ettiği karagözlük takmıĢ 'bir grup yönetici
çevreyi dolaĢıyordu.
Bir grup teknisyen de Moog synthetizer'in baĢına
toplanmıĢtı. Ġçlerinden biri ötekilerin ısrarı üzerine
büyük klavyenin önüne oturup tek parmakla 'Moon
River'i çalmaya baĢladı. Ġnce, uzun sesler kanyonda
yankılanırken, yukar-daki dev tabloda da belli belirsiz
renkli ıĢıklar yanıp söndü. Ama baĢka teknisyenler
araya girerek bu konsere son verdiler.
«Bunun ne olduğunu biliyorum,» dedi Neary.
Jillian' dan çok kendi kendine söylemiĢti bunu. «Evet,
biliyorum. Ġnanılmaz bir Ģey!»
. AĢağıdan yumuĢak ve uyumlu bir çan sesi
duyuldu.
Sonra, «Baylar ve bayanlar...» diye bir ses iĢitildi
hoparlörlerden. KonuĢan kiĢi modüllerden birinin
içinde olmalıydı; belki de bilgisayarların bulunduğu
iletiĢim modü-
lünden konuĢuyordu. Ama hayır, Ģimdi onu
görebiliyorlardı.
Beyaz tulum giymiĢ bir adam elinde küçük bir
mikrofon
tutarak
arenanın
ortasına
doğru
yürümekteydi. «Baylar ve bayanfar. Yerlerinizi alıp
lütfen. Bu bir deneme değildir. Tekrar edi yorum, bu
bir deney değildir. Arenadaki ıĢıkları yüzde altmıĢa
indirebilir miyiz? Yüzde altmıĢ, lütfen.»
Stadyum ıĢıkları yavaĢ yavaĢ loĢlaĢırken, iniĢ
ıĢıkları da güçlendi. Roy'la Jillian sekiz kilometre
uzunluğunda sıralanmıĢ ufka doğru uzanan ıĢıkların
parlayıĢını seyretti ler. Sonra modüllerin içindeki
bilgisayar ve öteki aletlerin ıĢıklarının beyazdan
kırmızıya dönüĢtüğünü gördüler. ġimdi bütün
modüllerden kırmızı çalıĢma ıĢıkları yansıyordu.
Bir tören yöneticisi gibi davranan mikrofonlu
adam, «Ġyi, çok iyi.» dedi coĢkun bir tavırla. «Bundan
daha güzel bir akĢamı istesek de bulamazdık, değil
mi? ġimdi herkes hazırsa...»
Neary birkaç yüz bilim adamının ve teknisyenin
bir süredir her gece tetikte beklediğini ve her gece de
deneme alarmı verildiğini anladı. Hiçbir Ģey olmamıĢ,
hiç kimse gelmemiĢti. ġimdi Neary bütün radar
antenlerinin durup tek bir odak noktasına, tam
kendilerinin bulunduğu yöne ayarlandıklarını farketti.
«Bize bakıyorlar,» diye soluğu kesilmiĢ gibi
fısıldayan Jillian önündeki kayanın ardına iyice
büzüldü.
«Bize değil, gökyüzüne bakıyorlar. ġuraya bak.»
Roy'la Jillian yüzlerini yıldızlara döndürdüler.
Bir Ģey baĢlıyordu.
Önce Neary'yle Jillian bunun ne olduğunu
anlayamadı. Gözleri parlak stadyum ıĢıklarından zifiri
karanlığa
yavaĢ
yavaĢ
alıĢıyordu.
Önce
Samanyolunu, sonra Yay Bur-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
STEVEN SPIELBERG
cunun takımyıldızlarını gördüler. Daha önceleri sık
sık gördükleri bu takımyıldızlara Ģimdi çok daha
dikkatle bakmaya baĢlamıĢlardı.
Yıldızlar hareket ediyorlardı.
Burcu oluĢturan yıldızlar önce yavaĢça, sonra
hızla yer değiĢtirdiler; daha sonra da burçtan
uzaklaĢmaya baĢladılar.
Neary gözleriyle gökyüzünü araĢtırdı, öteki
ufukta bir baĢka Yay Burcu daha gördü.
«Asıl Yay Burcu bu,» dedi Roy, Jillian'a göstererek.
Sonra yeniden değiĢen takımyıldızlara baktılar.
ġimdi burç baĢka bir Ģekil almıĢtı; 'yıldızları' -artık
yıldız olmadıkları açıkça anlaĢılmıĢtı- sürekli olarak
yer değiĢtiriyordu. Bazıları düzgünce kıvrılmıĢ bir
çizgi oluĢturdular. Sonra ötekilerden üçü sanki bu
yay tarafından çekime uğramıĢ gibi son hızla ucuna
eklendiler.
Büyük Ayı takımyıldızı.
Neary gülmeye baĢladı. Artık içindeki o korku
geçmiĢti. Yalnızca mutluluk duyuyordu.
AĢağıdaki yüzlerce bilim adamı ve teknisyen
havai fiĢekleri seyreden sıradan Ġnsanlar gibi 'oooh',
'aaah' gibi hayret ünlemleri çıkarıyorlardı. 'Büyük Ayı'
tümüyle tamamlanınca da çılgınca alkıĢlamaya
baĢladılar.
«Bütün bunları bilen yalnızca onlar,» dedi Neary.
«Olanları gördün mü?» diye Jillian'a sordu.
Gördüklerinin gerçek olduğunun onaylanmasını
istiyordu.
«Evet,» diye cevap verdi Julian.
«Güzel.»
Birdenbire batı yönünden yanan meteor gibi üç
yıldız göründü. Tam baĢlarının üzerine gelip fren
yapmıĢ gibi ansızın durdular. Bir anda bilinen tüm
fizik kurallarını
altüst etmiĢlerdi. Yıldızlar tam yüz seksen derece
dönüĢ yaptıktan sonra, her ıĢık noktası dört ayrı
noktaya ayrıldı ve karanlık gökyüzünde geldikleri gibi
yıldırım hızıyla kayboldular.
Stadyumdaki seyirciler çıldırmıĢtı sanki.
Roy'la Jillian birbirilerine baktılar.
«Olanları gördün mü?»
«Evet.»
«Güzel.»
Ama gösteri daha bitmemiĢti. Aslında daha yeni
baĢlıyordu.
Üssün üzerinden bir bulut geçti. Sıradan, tek
baĢına gezinen bir buluta benziyordu. Ama içinde
ona eĢlik eden çok parlak mavi iki nokta vardı. Sonra
bu noktalar bulutun çevresinde dönmeye baĢladılar.
Bulut Ģeklini kaybederken, noktalar gitgide daha hızlı
dönüyorlardı. Sonunda gökyüzünden yansıyan
ıĢıklarla aydınlatılmıĢ bulut parçası, bir sarmal
nebula oldu.
Mavi ıĢık noktalarından birisi nebulanın içine
girerek onu daha da parlaklaĢtırdı. ġimdi bulut,
içinden aydınlatılmıĢ gibiydi. Artık mavi değil, koyu
amber rengine bürünmüĢtü. IĢık noktalarından
ötekisi de, sarmalın üst üç noktasına yerleĢerek
yanıp sönmeye baĢladı.
Bu, olağanüstü bir görünümdü. IĢıltılı ve dönen
bu görüntünün bir anlamı vardı mutlaka ama
kavrayabilenier için... Hiç kuĢkusuz bir Ģeyi
göstermeye çalıĢıyordu. Ama neyi? YaĢadığımız
dünyanın kozmik galaksideki yerini mi? Evet... Belki
de öyleydi. Gezegenimizin uzaydaki yeri! Ġnanılmaz!
Roy'la Jillian konuĢmuyorlardı. Soluklarını
tutmuĢ, bu görüntüleri sindirmeye çalıĢıyorlardı. Öne
doğru uzanmıĢ bir çıkıntının üzerine çömelmiĢlerdi.
Arkalarında karanlık
STEVEN SPIELBERG
gökyüzünden baĢka bir Ģey yoktu. Ansızın
arkalarından iki yanlarına doğru bulutlar hareket
etmeye baĢlamıĢtı. Bulutlardan ısı ĢimĢeğine
benzeyen bir ıĢık parladı. Ancak ıĢıltı sönmeyip
gökyüzünün ortasında donup kaldı.
Derken hâlâ bulutun bir bölümünde duran ıĢık
giderek daha parlaklaĢtı. Sonra buluttan patlarcasına
ayrılıp son derece yoğun turuncu bir nokta haline
geldi. Hızla yaklaĢırken, ardından iki tane daha
turuncu parlak nokta onu izliyordu. Bir anda ıĢıklar
inanılmaz hızlarıyla onlara doğru gelirken Roy'la Jillian
ancak yüzlerini kollarıyla örtecek zaman bulabildiler.
Cisimler yavaĢlayarak tam baĢlarının üzerinden
geçtiler.
Bunlar geceler önce Indiana tepesinde gördükleri
cisimlerdi. 0 yakıcı olanı, rengârenk ıĢıltılar saçanı ve
Ale-addin'in Lambası'na benzeyen bir hayalet yüz...
Bu kanatsız, motorsuz, hatta fizik varlığı
olmayan, parlak renkli ıĢık arabaları, Ġnsanın
güvenliğini, kendi varlığına ve yaĢadığı dünyanın
gerçekliğine olan inancını da alıp götürmüĢtü.
Araçlar büyük bir hava ve ısı akımına neden
oluyorlardı. BaĢlarının üzerinden geçerken, Jillian'la
Roy'un tüm saçları her yöne doğru dikilmiĢti. Neary
statik elektrik yüzünden kollarındaki ve göğsündeki
tüylerin diken diken olduğunu hissetti.
O kavurucu sıcağı yeniden derilerinin üzerinde
duydular. Yine ciğerlerinden solukları emilmiĢ gibi
oldu. Cisimler baĢlarının üzerinden geçerken soluk
alamaz olmuĢlardı. Korkunç, .insanüstü sesler
duyuluyordu. Sanki milyonlarca peri bir anda yas
tutarak ağlıyordu. Bu sesler yoğun sıcaklığa karĢın
sırtlarını ürpertmiĢti.
Jillian'la Roy, gözlerindeki yaĢ ve tozlar biraz
temizlenince, parlak renkli ıĢık arabalarının alçaktan
stadyumun
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
üzerinden geçtiğini, bilim adamlarıyla teknisyenlerin
bir korunak bulmak için koĢuĢtuklarını gördüler.
Fırdöndülerin üzerindeki kameralar arabaları izliyor,
radar antenleri hızla kendi çevrelerinde dönüyorlardı.
Parlak cisimler kendiierine
ıĢıklarla iniĢ
koordinatları verilen alanın üzerinden geçtiler. Beton
pistin yüz metre kadar ötesine gidip kimsenin
bulunmadığı bir yerde fren yapmıĢ gibi duran
cisimlerin parlak ve 'hemen hemen bakması
olanaksız', renkli ıĢıkları değiĢmemiĢti. ġimdi ıĢık arabaları pistin asfaltına inecek gibi sekiz metre kadar
yükseklikte duruyorlardı. Sonra birden elli metre
yüksekliğe fırladılar. Yine alçaldılar. Sanki yerle
oynaĢıyor, onu yokluyor, tadına bakıyor, sonra
korkmuĢ gibi kaçıp yükseliyor-lardı.
Neary aĢağı inip onları daha yakından seyretmek
istiyordu ama Jillian'ın yerinden kımıldayamayacak
kadar aklının baĢından gitmiĢ olduğunu farketti.
O arada Neary bu tarihsel an için daha önceden
planlanmıĢ ve binlerce kez prova edilmiĢ bir Ģeyin
baĢlamakta olduğunu gördü. Ağızlarının önünde bir
mikrofon tutan baĢlıklar giymiĢ bir grup teknisyen
synthetizer'in çevresini almıĢtı. Arkalarından uçları
bir tabloya takılmıĢ olan mikrofon kablolarını
sürükleyerek biraraya toplandılar. Ellerinde küçük bir
fenerle aydınlatılmıĢ yazı tahtaları vardı.
Ekip baĢkanı olduğu belli bir adam adeta dinsel
bir saygıyla, «Tamam, beyler. BaĢlayabiliriz,» dedi.
Bir kulübede oturan ses teknisyeni önündeki
mikrofona, «TC stereo. Zaman ve direnç... Auto
hazır,» diye konuĢtu.
BaĢka bir teknisyen de, «Tamam. BaĢlayın!»
dedi.
Beyaz tulumlar giymiĢ olan Lacombe'la
Laughlln
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
STEVEN SPIELBERG
synthetizer'in ayar tablosunun yanında duruyorlardı.
Çift klavyenin önünde de William Shakespeare'e
benzeyen genç bir adam oturmuĢtu. Sinirli olduğu
halinden belliydi. Sık sık alnında ve ellerinde biriken
terleri mendiliyle sili-yordu. Korkunç sorumluluğunun
tüm bilincindeydi.
Tören baĢkanı ona yumuĢak bir sesle,
«BaĢlayabilirsiniz,» dedi.
, Shakespeare ilk notaya bastı.
. Kulübedeki teknisyen önündeki mikrofona, «Renk
tablosu, tamam,» dedi.
Dev tabloda amber renkli bir ıĢık göründü. Ġlk
nota kanyonda yankılanıp hafiflerken, ıĢık da giderek
sönük-leĢerek gözden kayboldu.
Tören baĢkanı «Tam tona çıkın,» diye emir
verince Shakespeare ikinci notaya bastı.
Renk tablosu koyu pembe bir ıĢıkla aydınlandı.
Üçüncü nota ve üçüncü renk. Bu kez menekĢe
mavisi.
«Bir oktav düĢün.»
Dördüncü nota yankılanırken, tabloda çok güzel
koyu mavi bir renk oynaĢtı.
«BeĢinciye çıkın.»
Son nota duyulup kaybolurken, renk tablosunda
da parlak kırmızı bir ıĢık ıĢıldayıp söndü.
«Hiçbir Ģey. Hiçbir Ģey olmadı,» dedi ekip
baĢkanı.
Tören baĢkanı da «Tekrarlayın lütfen,» dedi
Shakespeare'e.
Yine o beĢ nota ve renk tekrarlandı.
Kulübedeki teknisyen, «Re ikinciye, Mi üçüncüye.
Do bire. Do bir buçuk bir. Sol beĢe,» diye emir verdi.
Notalar ve renkler tekrarlanıp sona erdiği halde
üç cisimden hâlâ bir karĢılık gelmiyordu. IĢık
arabaları sırrına
eriĢilmez bir biçimde piste yaklaĢıp uzaklaĢarak
oynaĢıyor, ıĢıltılar çıkararak göz kırpar gibi yanıp
sönüyorlardı.
Lacombe synthetizer'e doğru yaklaĢıp, «Tekrar.
Bir kez daha,» dedi.
BeĢ notalı ezgi geceyi seslendirip yankılandı, beĢ
renk tabloda oynaĢıp dans etti yeniden.
«KonuĢ benimle, konuĢ bana,» diye yalvarıyordu
ekip baĢkanı.
Lacombe emretti. «Daha canlı, daha canlı.»
Shakespeare emri yerine getirdi. Bu kez renkler
ve notalar arenada çağladı.
Yüksekteki çıkıntının üzerinde Jillian Guiler bu
beĢ notalı ezgiyi kendi kendine iki kez mırıldandıktan
sonra, «Bunu biliyorum,» dedi Neary'ye. Tanrım, bu
Barry'nin Ģarkısı, diye düĢündü. Gözleri yaĢlarla
dolmuĢtu ama Neary farketmedi.
AĢağıda Lacombe, «Daha çabuk, Jean Claude,»
diyordu. «Daha çabuk. Plus vite.»
ġimdi
Shakespeare'in
alnındaki
terler
synthetizer'in klavyesine damlıyordu. Notalar çok hızlı
ve yüksek seste çalınıyor, tablodaki renkler amberden
pembeye, mora, maviye, kırmızıya dönüĢüyordu.
Lacombe iniĢ alanının yüz, yüz elli metre
kenarında duran ve hiçbir tepki göstermeyen
cisimlere doğru yürüdü. Kulübedeki teknisyen Moog
synthetizer'in sesini sonuna kadar açmıĢtı, sesler
kanyonun
duvar
gibi
yükselen
kayalarında
uğulduyordu.
Fransız da son derece sabırsızlanmıĢtı. «Qu'estce qui se passe? Ne oluyor?» diye soruyordu
cisimlere. «Al-lez allez, allez. Allonsy. Haydi, cevap
verin! Haydi!» Lacombe beĢ parmağını piyano çalar
gibi oynatarak Moog' dan yana bağırıyordu.
STEVEN SPIELBERG
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
Lacombe ıĢık arabalarına ellerini salladı;
müzisyene de, «Plus vite, daha hızlı!» diye bağırdı.
Sonra Moog synt-hetizer'e doğru yürümeye baĢladı.
Shakespeare tüm gücüyle çılgın gibi çalıyor,
renk tablosu ultraviole'den kızılötesi ve ikisi
arasındaki tüm renkleri ıĢıldatıyordu.
Ve birdenbire cisimler karĢılık verdiler. Ama sesle
değil renkle. Tablodaki renkleri tekrarlamaya
baĢladılar. Her cisim tabloya doğru parlayan renkleri
kendi baĢına çıkarıyordu. Shakespeare durdu. Sesler
kanyonda yankılanıp susunca, tam bir sessizlik çöktü
ortalığa. Uzunca bir süre kanyondan aĢağı doğru
esen rüzgârın sesinden baĢka bir Ģey iĢitilmedi.
Sonra Lacombe, Shakespeare'e iĢaret ederek,
«Haydi, durmayın, çalmaya devam,» dedi.
Ekip baĢkanı da adamını gayrete getirmek için,
«Haydi oğlum. Çöz Ģunların dilini,» diye teĢvik etti.
Mühendis-müzisyen çok ama çok hızlı çalmaya
baĢladı. Renk tablosuyla üç cisim Ģimdi tam bir
senkron içinde aynı renkleri çıkarıyorlardı. Herkes
dikkat kesilmiĢ, bu karĢılıklı renk iletiĢimini izlemeye
çalıĢıyordu. Ġçleri mutluluk ve sevinç doluydu.
Gerçekte mutluluktan da öte bir Ģeydi bu... Daha
önce hiçbir insanoğlunun yaĢamadığı ya da
tanımlamadığı olağanüstü bir deneyimdi. Çünkü bu,
yazılı tarihte ilk iliĢki kuruluĢuydu, ilk buluĢma...
Ve ansızın cisimler karĢılık vermeyi kestiler.
Yalnızca uçup gitmiĢlerdi. Hepsi de ayrı yöne. Biri
dosdoğru yükselerek ıĢıkları büyük bir buluta girip
görünmez oldu; öteki ikisi kanyonun ucuna doğru
gidip gözden kayboldu.
Müzik de durmuĢtu. Renk tablosu kara nlıktı.
Sessizlik. Ve rüzgar.
Birden arenada kıyamet koptu. Herkes çılgınca
alkıĢlamaya ve çığlıklar atmaya baĢlamıĢtı. O
ağırbaĢlı, soğukkanlı bilim adamları ve teknisyenler
yerlerinde zıplıyor, birbirleriyle kucaklaĢıyor, el
sıkıĢıyor, birbirilerinin sırtlarına vuruyorlardı. ġimdi
stadyumun ıĢıkları tam yanmıĢtı. Tulum ya da sivil
elbise giymiĢ adamlar modüllerinden çıkıyorlardı. Her
Ģey bitmiĢ gibiydi.
Kulübelerdeki
teknisyenler
de
çıkmıĢ,
Lacombe'la ekip baĢkanını arıyorlardı.
«Çok güzel,» dedi ekip baĢkanı. «Çok baĢarılı.»
Lacombe da Ġngilizce olarak, «Bu akĢam çok
mutluyum,» dedi Laughlin'e.
Ekip baĢkanı herkesin elini sıktıktan sonra,
«Tebrik
ler,» dedi. «Hepiniz çok iyiydiniz.»
Bu kutlama sahnesinin az ötesindeki kaya
çıkıntısında, Roy göklerde uçuyordu; Jilîian da sevinç
gözyaĢları içindeydi. «Bu ezgiyi biliyorum,» diyordu
boyuna. «Biliyorum, daha önce iĢitmiĢtim onu.»
AĢağıda, radar iletiĢim modüllerinin içindeki
göstergeler hedefleri iĢaret etmeye baĢlamıĢtı. Radar
antenleri sağa sola dönmüyordu; Neary'yle Jillian'ın
üzerindeki dağa yönelmiĢlerdi. ġeytan Kulesi'nin
ardında kalan gökyüzünde bir Ģeyler oluyordu.
Arenadaki teknisyenlerden biri Fransızın yanına
yaklaĢarak, «Bay Lacombe,» dedi parmağını yukarıya
doğru kaldırarak.
Lacombe'la Laughlin biraz yürüyerek adamın
gösterdiği yöne, gökyüzüne baktılar.
«Nedir o?» diye sordu Laughlin. «Ne oluyor?»
«Bilmiyorum.»
ġimdi Roy'la Jillian da dönmüĢ, aĢağıdaki
adamların
STEVEN SPIELBERG
iĢaret ettikleri yöne bakıyorlardı. Sonra onlar da
gördüler. .
Dağın üzerindeki gökyüzünde büyük kümülüs
bulutları toplanmıĢtı. Bulutların içinde olağanüstü bir
havai fiĢek gösterisi vardı. Bu eiektrik fırtınası Ģimdiye
dek gördüklerinden çok farklı, gürültü ve boyut
açısından korku vericiydi.
Aynı anda Jillian'la Roy hiç konuĢmadan
gökyüzünden uzaklaĢmaları gerektiğine karar
vererek tehlikeli yoldan inmeye baĢladılar. Jillian çok
korkmuĢtu. IĢıltılar saçan bulutlar ona Barry'nin
kaçırıldığı o korkunç günü anımsatmıĢtı birden.
Bulutlar
alçalarak
dağın
tepesine
çok
yaklaĢmıĢlardı. Ansızın bulutlardaki kıvılcımlardan biri
büyüyüp parlakla-Ģarak arenanın üzerinden geçti ve
daha önceki yerinde durdu. Sonra birden tümüyle
kırmızıya dönüĢerek üç kez parladı.
Bu açıkça bir tür iĢaretti.
Bulut kümesinin en büyük bölümü de üç kez
kırmızı olarak parladı. Sonra beyaz ve mavi olarak
üç kez daha.
Kısa bir ara oldu; teknisyenler birbirileriyle
huzursuzca bakıĢtılar. ġimdi sırada ne vardı?
Derken gösteri baĢladı.
Bulutlardan dıĢarıya doğru bir Ģey patladı ve
hemen elli kadar toplu iğne baĢı gibi ıĢık
küreciklerine dönüĢtü. Bunlar yine çabucak içbükey
Ģekiller ve göz kamaĢtırıcı renkler oluĢturdular. Bu
olağanüstü gösteri araçları, seyircileri için düĢük
düzeyli hünerlerini gösteriyor gibiydiler.
Üçü bir an havada durduktan sonra yere doğru
düĢtü. Ama tam yere düĢmelerinin büyük etkisi
beklenirken, birdenbire durdular. AĢağı düĢerken
neden oldukları büyük
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
hava akımı kanyonun üzerinde kükre yip gürledi,
gümbürdedi.
Cisimler kendi baĢlarına gürültü yapmıyorlardı
Ģimdi. Ama yerçekimini hiçe sayan manevraları,
modüllerin içlerindeki aletleri sarsan, birçok
bilgisayarın kısa devre yapmasına neden olan bir
gümbürtü yaratıyordu. Sonra o ıĢıklar ve ısı!
Üsdekiler beyinlerinin kafataslarının içinde sarsıldığını hissediyorlardı. IĢık arabaları çok alçaktan
geçtikleri zaman çöp sepetlerindeki kâğıtlar alev
alıyordu.
Oyun oynuyorlardı... Ġki cisim karĢılıklı
birbirilerine doğru ilerlediler. Artık herkes tam
çarpıĢmaları kaçınılmaz, diye düĢünürken, iki cisim
birbirinin içinde eriyerek yükseldi, sonra bir varilin
yuvarlanması gibi alçaldı.
Derken elektrik ızgarasına benzeyen parlak
kırmızı yeni bir cisim çok yavaĢ olarak üssün
üzerinde dolaĢmaya baĢladı. Magnetik olarak
boĢlukta duran bütün metalleri kendine çekiyordu.
Yerden teneke kutular, kalemler, insanların
gözünden gözlükler, teknisyenlerin baĢından kulaklıklar, ceplerinden sigara tablaları, çakmaklar
havalanıyordu. Teknisyenlerden biri ansızın eliyle
ağzını kapattı. GevĢek bir diĢ dolgusu uçarak
ızgaranın altına yapıĢmıĢtı.
Birdenbire ızgara biçimindeki cisimden mavi bir
ıĢık parladı ve üzerine yapıĢan her Ģey yere düĢerek
bir yığın oluĢturdu.
Lacombe cismin altına doğru ilerledi. Tam altına
gelince elini uzatıp bu garip cisme dokundu. Sıcak
değildi ama Lacombe dokunur dokunmaz cisim sanki
gıdıklanmıĢ gibi olduğu yerde sıçradı ve
sıçramasıyla birlikte ellerinde kamaraları ve ısıya
hassas aletleriyle Lacombe'u izle yen teknisyenlerin
dört bir yana dağılmaları bir oldu. Ve cisim
gökyüzüne doğru o denli hızlı uçtu ki, ardında bıraktığı
gümbürtü,
modüllerin camlarının
kırılmasına ve
STEVEN SPIELBERG
herkesin aklının baĢından gitmesine neden oldu.
Neary korkmaktan çok büyülenmiĢ gibiydi. «Daha
ya-kına gitmeliyim,» dedi Jillian'a.
«YaklaĢmak istediğini biliyorum,» diye karĢılık
verdi JĠillian. «Ama bu yakınlık benim için yeterli.»
«Mutlaka aĢağıya inmeliyim. Sen de biraz daha
inmek istemez misin?»
«Hayır, Roy. Ben seni burada bekleyeceğim.»
«AĢağıya inmem gerek,» dedi Roy yeniden, özür
diler gibi.
«Biliyorum,» diye karĢılık verdi genç kadın.
«Gerçekten biliyorum. Ne yapmak istediğini
gerçekten biliyorum.»
Birbirilerine çok yakından baktılar üzgün gözlerle.
Ve birbirilerini tanıdıklarından bu yana ilk kez
öpüĢtüler.
Sonra ayrıldılar.
Jillian yeniden yukarıya, daha korunaklı ve
aĢağıdakiler tarafından görülmesi daha zor olan o
ağaçlıklı yere çıktı.
Neary uzun ve tehlikeli yoldan aĢağıya inmeye
baĢlamıĢtı bile...
YİRMİ ALTINCI BÖLÜM
Neary dağın kenarından güçlükle aĢağıya inerken,
gösterinin son bulmuĢ olduğunu farketti. Sanki bir
iĢaret verilmiĢ gibi bütün cisimler geceye geri
çekilmiĢlerdi.
ġimdi uzaklarda, alçak bulutların içinde yüzlerce
ıĢık noktası kanyonun elli kilometre dolayında
parlıyorlardı. ĠĢık noktalarının en azından yirmi beĢ
kilometre uzakta durmalarına karĢın, Neary'ye sanki
bu ıĢık arabaları üssün dolaylarını korumak için
nöbet tutuyorlarmıĢ gibi geldi. ġimdi gökyüzüne
yükseldikçe ıĢıkları da donuklaĢmıĢtı. Roy ıĢık
noktalarının gerisindeki karaltıları zorlukla seçebiliyordu.
Ne var ki, her Ģey hâlâ bir garipti.
AĢağıdaki stadyumdaysa herkes bitkin düĢmüĢtü
artık. ġaĢkınlıktan sersemlemiĢ, dillerini yutmuĢ
gibiydiler. Hepsi tam anlamıyla bir kültür Ģoku
geçirmiĢti ve her biri bunu kendince yorumlamaya
çalıĢıyordu.
ġu anda kimsenin konuĢtuğu falan yoktu. Rüzgâr
da tümüyle durmuĢtu. Tam bir sessizlik hüküm
sürüyordu.
Neary durmaksızın iniĢini sürdürmüĢtü; Ģimdi
dağın eteğinden üssün dolayına doğru ilerliyordu.
Birden bilme-
STEVEN SPIELBERG
diği bir duygu durmasına ve gökyüzüne bakmasına
neden
oldu.
Dağın arkasından, bir bulutun içinden kapkara
bir Ģey çıkıyordu. Çok da kocamandı. Hatta o denli
büyüktü ki, Neary boyutlarını kavrayamadı. Bu dev
kara Ģekil dağın tepesinden geçip yaklaĢırken, ayın
ıĢığını tümüyle örttü ve gölgesi bütün kanyonu
kapladı. Neary bir an için kendinden geçeceğini
sandı.
Üssün içinde tören baĢkanı, «Aman Tanrım,»
diye mırıldandı.
Laughlin ne söylediğinin farkında olmadan bîr
küfür savurdu.
Lacombe gözleri sabitleĢmiĢ olarak, «Mon Dieu!»
diye fısıldadı. Eğer bu Ģekli ölçebilseler, geniĢliği iki
kilometreye yakın olabilirdi, uzunluğuysa tüm
gökyüzünü kaplaya-bilirdi, çünkü henüz sonu
görünmemiĢti.
Birden o kara Ģey öteki tarafını döndü. Bu
yüzünü uzun, ince bir ıĢık Ģerltl çevriliyordu. Derken
bir Ģey açıldı, bir ıĢık dairesi patladı.
Bir kent büyüklüğünde, diye düĢündü Neary.
Tepesi kocaman tankları, boruları ve her yerde yanan
çalıĢma ıĢıklarıyla bir petrol rafinerisini andırıyordu.
Kanyonun üzerine doğru kayan bu dev hayaletin eski
ve pis bir görünüĢü vardı. Sanki binlerce yıl
gökyüzünde dolaĢan eski bir kent ya da uçsuz
bucaksız eski bir gemi gibiydi. Ne Neary, ne bilim
adamları ya da teknisyenler, ne de yeryüzündeki herhangi bir insan, böyle bir Ģey görmüĢ, hatta hayal
etmiĢti.
Tam üssün üzerine geldiğinde kemer Ģeklinde çok
büyük bir ıĢık patlaması oldu arka tarafında ve bu
ıĢık kemeri binlerce parlak ateĢböceğine benzeyen
küçük parçacıklara bölündü. Her 'ateĢböceği'
römorkör gibi hare-
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN ĠLĠġKĠLER
ket eden birer araçtı ve çeĢitli renkler saçıyordu.
Derken binlercesi biraraya gelerek rengârenk bir
ayaklık oluĢturdular. Ġki kilometre geniĢliğinde ve dört
kilometre uzunluğunda olan dev hayalet bu ayaklığın
üzerine yerleĢti. Renkli ıĢınlar saçan ayaklık onu
aĢağıdaki iniĢ yerine taĢırken hafifçe yana yattı.
Neary iki metre yüksekliğindeki çelik duvarı
aĢarak, gördüklerinden taĢ kesilmiĢ bilim adamlarıyla
teknisyenlerin arasına karıĢmıĢtı.
Ayaklık o dev kitleyi aĢağıya indirirken, bir buçuk
kilometre boyunca uzanan ĠniĢ koordinatları veren
ıĢıkları tuzla buz etti. O denli büyüktü ki, alana
konduğu zaman bütün üssün üzerini bir dam gibi
kaplıyordu.
Dev kitle negatif bir yerçekimi alanı yaratmıĢtı ve bir
an içinde her Ģey, herkes ağırlığının yüzde kırkını
yitirdi. Bu da herkesi neĢelendirmiĢti. Zıplamaya,
havada sallanarak dolaĢmaya, daha atletik olanlar
havada daireler çizmeye, perendeler atmaya
baĢladılar. Bazıları da bu inanılmaz Ģeyin resmini
çekmek için zıplayarak koĢuyordu. Ġlk kendine
gelenler Lacombe'la ekip baĢkanı oldu. Ama o da
kısmen. Tekerlekli ayaklar üzerinde duran Moog
synthetizer'i dev kitleye yaklaĢtırmaya karar verdiler.
Aleti yirmi beĢ metre kadar itmiĢlerdi ki, kendilerini
hâlâ baĢka bir dünyada sanan ekip üyeleri yardıma
koĢtular.
Tören baĢkanı da elinden geldiğince sakin
görünmeye çalıĢarak elindeki mikrofona «Bu evrede
çalıĢan bölümler iki kez düdük çalsınlar,» dedi.
Düdük sesleri kanyonda yankılanarak sessizliği
bozdu.
Kulübedeki teknisyen, «Ses çözümleyicisi hazır
mı?» diye sordu.
STEVEN SPIELBERG
Tören baĢkanı Ģimdi iyide kendine gelmiĢti artık,
«Eğer ayın bu karanlık yüzünde her Ģey hazırsa, beĢ
notayı çalabiliriz.»
Shakespeare çok yavaĢ olarak beĢ notayı çaldı.
Hayalet kitleden hiçbir karĢılık gelmedi.
«Encore,» diye emir verdi Lacombe.
BeĢ nota tekrar gecede yankılandı.
Dev gemi bir ses çıkardı. Domuz homurtusuna
benziyordu.
«Bir anlamı olmalı,» dedi ekip baĢkanı sinirli
sinirli.
Mühendis - müzisyen yeniden çaldı.
Bu kez de cevap yoktu.
«Tekrar,» dedi ekip baĢkanı.
Shakespeare yeniden çalmaya baĢladı.
Birden son iki nota hayalet gemi tarafından
tamamlandı. Gürültü inanılacak gibi değildi. Ġnsanların
topukları üzerinde geriye doğru eğilmesine ve
modüllerin tüm camlarının kırılmasına neden oldu.
Kulübedeki teknisyenler kırılan camlardan korunmaya
çalıĢtılar. Bazılarının orası burası kesilmiĢti ama bunu
farketmeyecek kadar meĢguldüler.
Ekip baĢkanı ancak bir süre sonra, «Tamam,»
diyebildi. «Yeniden çalın.»
Moog synthesizer çaldı ve gemi cevap verdi. Bu
kez gemiden renk tablosununklne uyan renkli ıĢıklar
da çıktı.
Jillian Guiler bütün bunlara artık yalnız baĢına
dayanamayacağını anlamıĢtı. Korkuyordu. Bu
durumda aĢağıya inip Neary'yi bulmasının daha iyi
olacağına karar verdi. Genç kadın Roy'un geçtiği
yerleri izleyerek aĢağıya inmeye baĢladı.
Tören baĢkanı, Shakespeare'e ve kulübedeki
teknisyene, «Ona altı sekizlik ver ve bekle,» dedi.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER
Müzisyen notaları çaldı.
Gemi bu notaları tekrar ettikten sonra hiçbirinin
daha önce duymadığı yeni bir dizi nota çaldı.
Kulübedeki teknisyen, «Bize dört sekizlik verdi.»
dedi. «Bir beĢ sekizlik gurubu. Bir dört yarım- sekizlik
grup.»
Shakespeare geminin notalarını taklit etti.
Gemi beĢ yeni nota ve değiĢik ıĢık daha ekledi.
Bilgisayar modellerindeki teknisyenler Nirvana'ya
ulaĢmıĢlardı artık. Gemi onlara kendi ses ve renk
sözcüklerini öğretiyordu.
Bu karĢılıklı değiĢ - tokuĢun hızı ve karmaĢıklığı
giderek artınca bilgisayarlar görevi Shakespeare'den
devraldılar. Mühendis - müzisyen ellerini klavyeden
çekince, Moog synthesizer bilgisayarlar tarafından
çalınmaya baĢladı. Tıpkı kendi kendine çalan bir
piyano gibi.
Tören baĢkanı kulübedeki teknisyene. «Bu
Hanım-efendi"den
her Ģeyi
öğrenin,»
dedi.
«Verdiklerini nota nota izleyin.>>
Gemiden ses ve ıĢık patlamaları geliyordu.
Bilgisayar ve renk tablosuna bağlanmıĢ olan Moog,
renk tablosu ve dev gemi bir tür kozmik ıĢık ve müzik
gösterisindeymiĢler gîbi coĢkunlukla birbirilerine
kilitlenmiĢlerdi.
Çok garip bir müzikti bu. Bir an melodik, sonra
hemen atonal oluyor, bazen cazı sonra kovboy
Ģarkılarını andırıyor; hemen ardından da o denli
garip, gülünç ve müzik dıĢı oluyordu ki, dinleyenin
kulaklarını tıkayası geliyordu.
Neary kendini kaptırmıĢ gülümsemekteydi. O
sırada Jillian'ın kalabalığın arasından kendine yol
açmaya çalıĢtığını farketmemiĢti. Teknisyenlerden
bazıları alkıĢlıyor, bazıları da baĢlarını tutuyorlardı.
Lacombe'un yüzündeyse dalgın, sersemlemiĢ bir
ifade vardı.
STEVEN SPIELBERG
Dev gemi ansızın iletiĢimi kesti. Bir iki homurtu
çıkardıktan sonra sessiz kaldı. Bütün ıĢıkları da
sönmüĢtü.
Üs birkaç dakika için derin bir sessizliğe ve
karanlığa gömüldü.
Sonra gemi açılmaya baĢladı.
Geminin tüm alt yanı önce ince ve uzun bir ıĢıkla
çevrelendi, sonra bir fırın kapısı gibi aralanıverdi.
Herkes arkasını döndü. Karagözlüklerini takıp
yeniden yüzlerini çevirdiler. GüneĢ gözlükleriyle bile
bu parlak ıĢığa doğrudan bakmak zordu.
Açılan yer geniĢledi.
AĢırı güçlüydü ıĢık. Herkes hızla gerilemeye
baĢladı. Bir buçuk metre geniĢliğindeki bu kör edici
ıĢıktan uzaklaĢmaya çalıĢıyorlardı.
Açılan yer geniĢlemeye devam ediyordu.
Önce Lacombe, sonra Neary, daha sonra da
ötekiler yeniden öne doğru ilerlediler. Ama o beyaz
ıĢık yoğun bir ısı çıkarınca durmak zorunda kaldılar.
Bu sıcak ıĢığın Ġçinde birtakım hareketler
olduğunu görebiliyorlardı.
IĢık o denli parlaktı ki, her yöne alevler saçıyor
gibiydi. ġimdi ıĢıktan sekiz farklı Ģekil oluĢmaya
baĢlamıĢtı. Beyaz ıĢıkta bu Ģekiller tavan süpürgesini
andırıyordu.
Sonra Ģekiller gemiden ve ıĢıktan uzaklaĢıp öne
doğru çıktılar.
Lacombe onlara doğru yürüdü.
O ve ötekiler Ģimdi bunların... Ġnsan olduklarını
görmüĢlerdi.
«Ben Claude Lacombe'um,» dedi Fransız, dev
gemiden çıkanlara.
Adamlar da tam bir ĢaĢkınlık içindeydiler.
1940'ların
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
denizci ceketleri giymiĢlerdi. Hepsi çok gençti.
Bazıları elinde deri baĢlıklar ve uçuĢ gözlükleri
tutuyordu.
Tam bir Ģok içinde uyuĢmuĢ gibi öne doğru
yürümelerini sürdürdüier.
En öndeki adam durdu yarı selam verir gibi
yaparak kendini tanıttı. «Frank Taylor. Teğmen.
BirleĢik Amerika Donanması. 064199.»
Tören baĢkanı öne çıkıp adamın elini sıktı.
«Teğmenim vatana hoĢgeldiniz. ġöyle buyrun
lütfen.»
Ġki kiĢi teğmeni götürdüler.
Neary bütün bunları anlamakta zorluk çekiyordu.
Ġlk kez üzerine yüz kadar siyah beyaz fotoğraf
yapıĢtırılmıĢ ıĢıklı bir tabioyu farketti.
«Harry Ward Craig. YüzbaĢı. BirleĢik Amerika
Donanması, 043431.»
«YüzbaĢım, lütfen Ģöyle gelir misiniz?»
Ekip baĢkanı, «Donanmaya hoĢgeldiniz
yeniden,»
dedi.
Sivil giysili biri, «Craig, Harry Ward,» diye
tekrarladı. BaĢka biri de elindeki kâğıtlara baktıktan
sonra, «YüzbaĢı, BirleĢik Amerika Donanması
043431,» diye ekledi. «Chicken kıyılarında kaybolmuĢ.
UçuĢ numarası 19.»
Ġlk konuĢan sivil giysili fotoğrafların bulunduğu
tabloya giderek Craig'in resminin üzerine ufak bir
band yapıĢtırdı.
«Matthew McMichael. Teğmen. BirleĢik Amerika
Donanması 0909411.»
«Teğmenim, geri döndüğünüze sevindik.»
ġimdi o yoğun ıĢıktan baĢkaları da çıkmaktaydı.
Sivillerden biri iyice afallamıĢ bir halde, ekip
baĢkanına, «Hiç yaĢlanmamıĢlar,» dedi. «Einstein
haklıymıĢ.»
«Einstein da büyük bir olasılıkla onlardandı.»
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER
STEVEN SPIELBERG
Dev gemiden inenlerin sayısı iki yüzü aĢmıĢtı
Ģimdi. Gelenlerin çevresi hemen teknisyenler, tıbbi
personel ve bazı sivil görevlilerce alınıyor ve
penceresiz modüllere gö-türülüyorlardı. Neary bu
modüllerin üzerinde bir kancayla halka bulunduğunu
gördü. Herhalde bu modüller içindekilerle birlikte her
Ģey sona erdikten sonra büyük askeri helikopterler
tarafından taĢınacaklardı.
Neary arkasını dönünce, Jillian Guiller'in gemiye
doğru koĢtuğunu gördü. Küçük bir Ģekil ıĢıktan
koĢarak çıkıyordu. Barry'ydi bu.
Jillian çocuğun üzerine doğru atılırken, hem
gülüyor, hem ağlıyordu. Barry'yi sımsıkı kucakladı.
«Evet. 'Evet.'»
Barry de annesine sarıldı. Neary onlardan az
uzakta heyecandan titriyordu.
Jillian küçük oğlunu kucağında kenara götürerek
alçak bir masanın üzerine oturttu. Barry,
«Gökyüzüne gittim, oradan bizim evi gördüm.» dedi.
«Ben de seni gökyüzüne giderken gördüm,» dedi
Jillian da. «Arkandan koĢtuğumu da gördün mü?»
«Tabii..»
Roy Neary o ana dek kendisini farketmemiĢ olan
La-combe'a doğru yürüdü. Fransız onu burada
görmekten memnun olmuĢa benziyordu.
«Mösyö Neary,» dedi. «Ne istiyorsunuz?»
«Gerçekte neler olup bittiğini öğrenmek istiyorum
yal
nızca.»
Lacombe ona doğru cevap vermesi gerektiğini
düĢündü. Günkü Neary'nin bu tarihsel olayda can
alıcı bir etken olduğundan emindi. Neary'yi orada dey
gemiyi seyrederken bırakıp Laughlin ve birkaç
Mayflower Projesi görevlilerinin toplandığı yere gitti.
«Bay Neary'nin durumunu konuĢmamız gerek,»
dedi Fransızca olarak.
Laughlin bu sözleri çevirirken, hepsi geminin
altındaki büyük açıklığın kapanmakta olduğunu
farketti.
Barry de görmüĢtü. «Gidiyorlar mı?» diye sordu
annesine.
«Evet, gidiyorlar Barry. Sen benimle kalacak
mısın?»
«Evet.»
«Büyüyünceye kadar ve her zaman mı?»
Küçük çocuk cevap vermedi, yalnızca neĢeyle
güldü.
Lacombe, Laughlin ve Mayflower görevlileri
hararetli bir tartıĢmaya giriĢmiĢlerdi; hepsi aynı anda
konuĢuyordu. Laughlin susmalarını sağlamak için elini
kaldırdı. «Bay Lacombe, bu olağan insanların
olağanüstü koĢullar altında olduğunu söylüyor. Onlar
özel kiĢiler değil.»
Lacombe hızlı hızlı Fransızca konuĢtu.
Laughlin de çevirdi. «Bu insanlar hayatlarını
tehlikeye sokarak, ailelerini terkederek onca yolu
aĢıp bu buluĢma için geldiler buraya. Onlara bu yerin
varolduğu bilgisi aĢılanmıĢtı. Bu güdü ve güven
getirdi buraya onları. ġimdi Bay Neary'nin mümkün
olduğu kadar çabuk ve gönüllü olarak bu projeye
katılması çok önemlidir.»
Geminin açılan yeri tümüyle kapanmıĢtı..
Barry ağlamaya baĢladı. «Güle, güle,» diye
bağırıyordu. «HoĢçakalın.» Küçük ellerini gemiye
doğru sallarken, Jillian da ağlamaya baĢladı.
Lacombe önerisinde baĢarı kazanmıĢ olacak ki,
gruptan ayrılarak yeniden Neary'nin yanına yaklaĢtı.
ġaĢkın ĢaĢkın duran Amerikalının elini sıktı. «Sizi
kıskanıyorum, Bay Neary.»
O anda dev gemi ses ve ıĢık patlamas ıyla
yeniden açıldı. Sanki 'dikkat, dikkat' demek ister gibi
BĠNG-BONG
STEVEN SPIELBERG
diye sesler çıkarıyordu. Bu sert sesten üsdeki tüm
metal Ģeyler takırdamaya baĢladı.
Yıldız gemisinin fırına benzeyen içinde bir Ģeyler
kaynaĢıyordu yine. Sarmal dönüĢler yapan enerji
patlamaları birbirileriyle birleĢiyor, giderek daha
belirgin Ģekiller oluĢj turuyorlardı.
Bir Ģekil belirginleĢip durdu. Sonra bir baĢkası.
Derken üçüncüsü.
Öne doğru bir adım attılar. Gemiden tek bir ses
duyuldu ama binlerce trampetin çalıĢı gibiydi bu. Üç
Ģekil bir adım daha attı.
Çok uzun, iki buçuk, üç buçuk metre
boyundaydılar. Son derecede ince. Bir insan
vücudunun iç organları için aĢırı inceydiler. Ġnsanlara
benzeyen yanları, bacak gibi Ģeylerle hareket
etmeleri ve salladıkları Ģeylerin de kollara
benzemesiydi.
Jillian
kendisine
karĢı
koyan
Barry'yi
kucaklayarak üssün arka tarafına doğru götürdü
çabucak. Bu kez iĢi oluruna bırakmak, istemiyordu.
Barry'ye kavuĢtuktan sonra her Ģeye karĢ:
koyabileceğini hissediyordu ama bu ya ratıklar ona
fazla gelmiĢti artık.
Yaratıklar bir adım daha attıktan sonra durdular
ve birbirlerine dokundular. Dokundukları anda da
tepeden tırnağa ıĢık saçmaya baĢlamıĢlardı. Orada
duruyor, bir-birilerine dokunuyor, sallanıyor ve ıĢık
saçıyorlardı. Sonra içlerinden biri o kola benzeyen
uzantılarından birini Roy'a doğru uzattı. Onu iĢaret
ediyor gibiydi.
Neary ne yapacağını bilmez gibi kola benzeyen
uzantıdan birkaç adım geriye çekildi. Ama uzantı onu
izledi. ġimdi Roy'u iĢaret ettiği açıkça belliydi.
Lacombe da cesaret vermek istermiĢçesine Roy'a
baĢını sallayıp iĢaret etti.
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER
Tören baĢkanı «Bay Neary, sizden tam bir iĢbirliği
bekleyebileceğimiz söylendi bana.» dedi. «Ne tür bir
kanınız var?»
«Hiçbir fikrim yok,» diye cevap verdi Neary.
Tören baĢkanı Roy'u modüllerden birine götürdü.
Ġçeri girdiler.
«Doğum tarihiniz?»
«4 Aralık 1945.»
«Difteri, kızamık gibi hastalıklara karĢı aĢı
oldunuz mu? Ailenizde karaciğer rahatsızlığı olan
var mı?»
Jillian kucağında Barry'yle üsten çıkmıĢtı.
AĢağıdan yeni bir ses duyduğunda dağa
tırmanıyordu. Durup geri dönerek aĢağıya baktı.
Büyük uzay aracından çok yüksek tonda
Ģakımaya benzeyen sesler çıkıyor, bulunduğu çevre
enerjiden titri yordu. Fırın gibi ağzından küçük Ģekiller
çıkmaya baĢladı.
Bir metre boyundaydılar. Kol ve bacaklar gibi
uzantıları ve balonumsu baĢları vardı. Ama bunları
tam olarak seçmek çok zordu. Çünkü ona aracın göz
alıcı sarı - beyaz ıĢığa altında ancak siluetleri
görülebiliyordu. Kolları ve bacakları da insanlarınkine
oranla inanılmayacak denli esnekti.
Lacombe
az
sonra
bunların
sonsuzca
uzayabilecek-lerini keĢfetti. Ufak ziyaretçilerden biri
kolunu Lacombe'a dolamıĢtı, bu kol Fransızın tüm
belini saracak biçimde uzayıp durdu.
Önceleri ziyaretçilerde özel bir deneme merakı
göze çarpıyordu. Kendi Ģekillerini insanlarınkiyle
karĢılaĢtırır gibiydiler. Ama insanların onlara
gösterdiği tepkileri de inceliyor, deniyorlardı.
DokunuĢ anahtardı. Her yere, her Ģeye
dokunuyorlardı. Ancak dokunuĢ her insanda değiĢik
tepkiler uyandır-
STEVEN SPIELBERG
dığından tulumlu teknisyenlerden bazıları ürkerek geri
çekilirken, kimisi daha dostça tepkiler gösteriyordu.
Ġçerisi küçük bir kilise olarak hazırlanmıĢ büyük
mo
düllerden birinde garip bir ayin yapılmaktaydı.
Sırtlarında
yaĢam desteği araçları, ellerinde baĢlıkları bulunan
on
iki
kırmızı tulumlu adam, beyaz tulum giymiĢ baĢka bir
ada
mın önünde diz çökmüĢlerdi.
«Tanrıya her zaman Ģükürler olsun,» dedi rahip.
«Tanrı yolumuzu açık etsin,» diye karĢılık verdi
astronotlar da.
«Tanrı bize sizin yolunuzu göstersin.» «Ve sizin
yolunuzda bize öncülük etsin.» BaĢka bir modülde
Neary astronotlarınkinin aynısı olan kırmızı bir tulum
giyiyordu.
Tören
baĢkanı,
«Bay
Neary,»
dedi.
«Adamlarımız sizin imzanız gereken birkaç belge
hazırladılar. Bunlardan ilki, Mayflower Projesi'nde
kendi isteğinizle görev aldığınızı ve bu iĢbirliğine
hiçbir baskı görmeden gönüllü olduğunuzu
belirtiyor.»
DıĢarıda dokunuĢlar artık genel olmaktan
çıkmıĢ, özel ve belirli olmuĢtu. Ziyaretçiler insan
eklemlerini, yüzlerini ve sırtlarını yokluyorlardı. Eğer
dokundukları kiĢi bundan hoĢlanmazsa, hemen onu
bırakıp hoĢlanan birine dokunuyorlardı. Ama
dokundukları kiĢi de onlara dokunarak karĢılık
verirse, insansı ziyaretçiler bir an için kendilerinden
geçer gibi oluyor, parlayıp sönen çeĢitli renkli ıĢıklar
çıkarıyorlardı.
Ġnsansı yaratıkların 'dostlar'ı arasında olduğuna
akılları kestikten sonra, artık bu dokunuĢ, okĢama,
sıvazlama çığrından çıkarak bir orji halini aldı.
Kanyonun üzerindeki çıkıntıdan Jillian'la Barry
bu olağanüstü olayları seyrediyorlardı. Jillian el
çantasından
UÇUNCU TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER
küçük bir fotoğraf makinesi çıkarıp resim çekmeye
baĢladı. Barry küçük kahkahalar atarak annesine
aĢağıdaki arkadaĢlarını anlatıyordu.
Lacombe Ģimdi bu insansı ziyaretçilerin ilgi ve
yakınlık merkezi olmuĢtu. Çünkü tıpkı onlar gibi
hareket ediyor, donulunca o da dokunuyor, okĢanınca
o da okĢuyordu. Hem de gülüyordu. Yanındaki David
Laughlin de aynı Ģekilde meĢguldü.
Kilisenin içindeyse rahip duasını sürdürüyordu.
«Tanrı size meleklerinin gözcülüğünü bağıĢladı. Siz,
hacılara iyi yolculuklar ihsan etsin.» Ne var ki, on iki
astronotun dikkatini sık sık büyük pencere çekiyordu.
DıĢardaki olağanüstü olayları Ģöyle bir görüyor,
iĢitiyorlardı.. Yıllarca bu konuda eğitim görmüĢ
olmalarına karĢın yine de böyle bir Ģeye yeterince
hazırlıklı değildiler.
Neary'nin modülündeyse tören baĢkanı hâlâ
anlatıyordu. «Bu son belge sadece bir formalite.
Artlarsınız ya, bu kanyon bölgesi dahilinde ve
astronomimizin sınırları dıĢında hukuki bir sorunla
karĢılaĢabiliriz. Sizin... Ģey... teknik olarak söylemek
gerekirse ölü olduğunuza dair bir dava açılabilir. Bu
belge, eğer böyle bir karar verilirse, bunu kabul
edeceğinizi belirtiyor. Yalnızca bir formalite
kuĢkusuz.»
Roy ne adamın konuĢtuklarından bir Ģey anlıyor,
ne de imzalamakta olduğu kâğıtların hangi amaca
hizmet ettiklerini biliyordu.
On iki astronotun küçük kiliseden çıktıklarını
gördü. Sonra kendisi de tören baĢkanıyla onlara
katıldı. Tören baĢkanı Roy'a bir teyp ve kaset
kutuları verirken ayaküstü eğitimini sürdürüyordu. O
arada da Neary'nin son muayenesi yapılmaktaydı.
Bir tıbbi teknisyen stetos-
STEVEN SPIELBERG
kobuyla kalbini dinliyor, bir baĢkası giysilerindeki
elektrod-ları kontrol ediyordu.
ġimdi rahip yeniden dua etmeye baĢlamıĢ, sıra
ha-linde duran astronotları teker teker kutsuyordu.
Küçük ziyaretçiler papazla astronotların çevresini
almıĢ, bu ağır davranıĢlardan sabırsızlanmıĢ gibi yanıp
sönen küçük ıĢıklar ve çıtırtılar çıkarıyorlardı. Rahip
kutsama iĢini sürdürüyordu ama halinden çok
korkmuĢ olduğu belliydi.
Neary'nin iĢi bitince iki insansı yaratık onun
çevresini alıp ötekilerden ayırdı. Sonra sanki 'karar
vermekte özgür olduğunu anlatmak istermiĢ gibi onu
orada yalnız bırakıp çekildiler. Neary çevresine
bakınarak Jillian'la Barry'yi aradı. Ama bulamamıĢtı.
Sonra Lacombe'u gördü. Ġki adam uzunca bir süre
birbirilerine baktılar ve Fransız Roy'a cesaret vermek
istercesine baĢını sallayıp gülümsedi.
Roy döndü ve öne doğru ilk adımını attı. Sonra
gemiye giden rampada yavaĢ yavaĢ yürümeye
baĢladı. Geminin negatif yerçekimine ve fırın gibi
ağzına yaklaĢtıkça hızlanıyordu. On iki astronot da
onu izlediler.
Tek sıra halinde yürüyen astronotlar parlak
ıĢıklarla aydınlatılmıĢ merdivenden dev geminin fırını
andıran içine doğru çıkarlarken, onlara eĢlik ediyordu
insansı varlıklar.
Küçük yaratıklardan biri gruptan ayrılarak
Lacombe' un yanına geldi ve kola benzeyen
uzantısını öne doğru kaldırıp ilk notanın karĢılığı olan
el iĢaretini yaptı. Bundan çok etkilenmiĢ olan
Lacombe da karĢılık verdi. Böylece Fransızla yaratık
karĢılıklı öteki dört el iĢaretini de tamamladılar.
Lacombe aĢağıya doğru... onun 'yüzü'ne baktı.
Bu, sürekli bir değiĢim
içindeydi: Embriyonik,
biçimlenmemiĢ
ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN
İLİŞKİLER
-bir Ģeyden bin yıl yaĢlı bir Ģeye dönüĢüyordu. Birden
Lacombe, bu araçları yapıp binlerce ıĢık yılı yolculuk
etmelerini sağlayan tüm bilgeliği, süper zekâyı ve
deneyimi bu olağanüstü yaratığın yaĢlı bakıĢlarında
ve... evet, gülümsemesinde buldu. Lacombe da ona
gülümsedi.
Sonra
küçük
ziyaretçi
ötekilerin
arkasından hayalet gemiye bindi. Neary hemen
hemen içeri girmiĢ sayılırdı. ġimdi kafasında bir Ģarkı
vardı. Pinokyo'dan bir Ģarkı.
Yıldızlardan bir dileğin varsa,
Kim olursan ol
Kalbinin dileği ulaşacaktır sana.
Neary rampadan içeriye, yıldız gemisinin fırına
benzeyen merkezine doğru bir adım daha attı.
Çevresini saran parlaklık gözleri kör edecek kadar
Ģiddetliydi ama her Ģeyi... her Ģeyi görebiliyordu.
Kafasının içindeki müzik de giderek yükseliyordu.
Tüm yüreğin düĢündeyse,
Gerçek olur dileklerin...
Roy öteki astronotların halâ onunla birlikte olup
olmadıklarını anlamak için durup arkasına baktı.
Sonra son kez Lacombe'a, Jillian'a ve Barry'ye el
salladı. Kendisini hâlâ görebildiklerini umuyordu.
Rampanın sonundaki Neary, astronotlar ve küçük
yaratıkların Ģekilleri ıĢık ve enerjiye dönüĢüyordu.
Mavi bir yıldırım gibi Kader
gelip bulur sizi.
STEVEN SPIELBERG
Yıldızlardan bir dileğin varsa...
Gerçekleşir mutlaka.
Neary yeniden öne doğru, bilinmezin yakıcı
özüne, doğru yürümeye baĢladı.
Büyük, parlak kapı kayarak kapanıyordu.
Lacombe, Laughlin ve ötekiler sessizce durmuĢ
seyrediyorlardı.
Ve hayalet gemi önce yavaĢ, sonra daha hızlı
hareket ederek ıĢıktan ayaklığı üzerinden kalktı.
Ayaklık da biçim değiĢtirerek çevresinde yükselmeye
baĢladı. Çok geçmeden gökyüzüne uzanan parlak,
rengârenk
bir
merdiven
oluĢmuĢtu.
ġimdi
kenarlarından ıĢıklar saçmaya baĢlayan dev gemi
yavaĢ yavaĢ bu merdivenden yükseldi. Bulutları
tabaka tabaka aĢtı, tâ ki bu büyük kent gökyüzünde
en parlak yıldızların en görkemlisi oluncaya dek...
Jillian'la Barry birlikte seyrediyorlardı. Jillian son
resmini çekti, dünya tarihindeki en önemli resimlerin
en sonuncusunu.
SON
www.webturkiyeforum.com
by Ayhan

Benzer belgeler