altZine - Üç Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi

Transkript

altZine - Üç Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi
altZine
Üç Aylık Edebiyat ve
Kültür Dergisi
Ücretsiz
İlkbahar 2015
Şehir // Eğlence
Sayı Editörleri
Su Başbuğu
Hande Ortaç
Önsöz - Su Başbuğu&Hande Ortaç
Yayın Kurulu
Ümit Aykut Aktaş
Su Başbuğu
Sanem Bozkurt
Özge Calafato
Hande Ortaç
Aylin Sökmen
Engin Türkgeldi
Gençliğim İzmir – Ayşegül Yaraman
Tasarım&Uygulama
Su Başbuğu
Görsel Katkıda Bulunanlar
Hekim Ali Babacan
Sena Başöz
Jean-Michel Bihorel
Balca Ergener
Levent Gönenç
Sevecen Tunç
Engin Türkgeldi
[email protected]
www.altzine.net
Tunalı’da Bira İçmek – Yekta Kopan
Yaşamın Akşam Suyu – Sevecen Tunç
Marka Kentte Şehirli Eğlence – Aylin Sökmen
Boş Zaman ve Eğlence Kültürü – Nial Tekin
Şeyler 2.0 – Özge Calafato
Başka Şehir Başka Sinema – Eylem Ertürk
Pinyata – Sanem Bozkurt
Yeni Hayat Üçgeni: Site-Plaza-AVM – Ali Ergur
Taksi – Hande Ortaç
Osmanlı’dan Günümüze Bir Kent Ögesi Olarak
Meyhaneler – Fikret İklima Yeşiltaş
Namık – Hekim Ali Babacan
Alternatif Müziğin İzleri Üzerine: Kod Müzik ve
Gece Servisi - Ekin Sanaç
Ankara Cidden Çok Eğlencelidir! – Tuğba Çelik
Urfa Postası – Engin Türkgeldi
altZine, 1998’den beri internet üzerinden yayın yapan bir
edebiyat dergisi. Hatta bu konuda alanında ilk demek daha doğru
olur. Başlangıç yıllarında altZine, hayal gücüne yeni bir boyut
kazandıran, erişimin ve dağıtımın ucuz ve kolay olmasından dolayı
daha demokratik olarak nitelendirilebilecek yapısıyla, internet’i
deneyimleme hevesindeki yaratıcı insanları bir araya getiren
bir platform oldu. 2010 yılına geldiğimizdeyse internet artık
birçokları tarafından keşfedilmiş, blogların açılmasıyla kullanımı
yaygınlaşmış ama ulaşılabilirliğin konforuyla elekten geçmeyen
paylaşımlarla kalabalıklaşan ve bu sebeple nitelikli metinlere
ulaşmanın güçleştiği bir hâl almıştı. Bu tarihlerde basılı edebiyat
dergilerindeki editöryel elemeyi internette de uygulamak ve belli
bir çizginin üstünde yazılmış metinleri içeren bir içerik havuzu
oluşturabilmek için altZine, editöryel yaklaşımın ön plana çıkarıldığı
bir platforma dönüştü. Dünyada internet erişiminde ve bilgisayar
kullanımında üst sıralarda olan Türkiye, aynı performansı kaliteli
ve özgün Türkçe kurmaca içerik için gösteremiyor ne yazık ki. Bu
15 yılı aşan yolculuk boyunca altZine’in, 292 yazarın 464 özgün
metniyle yer aldığı bir platform olarak bu boşluğu önemli ölçüde
doldurduğuna inanıyoruz.
Zaman, sanal alemde gerçekte olduğundan daha hızlı
geçiyor sanki. İmkânlar arttıkça ihtiyaçlar aynı hızda değişiyor ve
dönüşüyor. İnternet üzerinde yayın yapan bir dergi ya da platformun
bu değişime karşı koyması değil, akışla birlikte ilerleyerek gidişata
uyum sağlaması hatta müdahale etmesi gerekiyor ya da biz
kendimize böyle bir misyon biçiyoruz. altZine her ay belirlenen
tema çerçevesinde ağırlıklı kurmaca yayımlayan fakat bağımsız tüm
fikir ve yorum yazılarına açık olan bir metin deposuydu. Okunması
2
için keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce
metnin hevesli okuyucular tarafından
titiz bir çalışmayla incelenmesi
gerekiyordu. Okurlarımızın halen bu
metinlere ulaşma şansı var.
Yeni altZine tematik bir
dergi olma özelliğini koruyacak.
Fakat form olarak daha anlaşılır,
içerik olarak üstüne biraz daha kafa
yorulmuş, birbirini tamamlayan
metinlerin kavramsal bir çerçeve
içinde buluşabildiği bir yapıya
kavuşuyor. Bir yıl boyunca 4 sayı
olarak yayımlanacak olan altZine
Edebiyat ve Kültür Dergisi, yılın
başında belirlenecek olan bir tema
etrafında şekillenecek. Bu 4 sayı,
temayı 4 farklı açıdan irdeleyecek.
Her şey çok hızlı akıyor dedik
ya buna karşı durmanın da bir
marifet olduğuna inanıyoruz. Bir
yılı tek bir konu üstüne düşünüp
didiklemek de; zamanın, teknolojinin,
tüketim kültürünün anlık, geçici
ve akışkan yapısına bir nebze de
olsa direnmemizi sağlayacak. 4
farklı editör grubunun elinden
çıkacak 4 farklı sayı, yılın teması
üstüne derinlemesine düşünmemizi
sağlayacak. Yıl içinde 4 sayı olunca
yayın tarihlerimizi de mevsim
dönümlerine denk getirmek istedik.
21 Mart, 21 Haziran, 23 Eylül ve 21
Aralık tarihlerinde yeni sayılarımızı
yayımlayarak, başlayan mevsimin
tazeleyici ve dönüştürücü gücünden
faydalanmak istiyoruz. Yeni altZine’in
ilk sayısını da baharı karşılarken
yayımlıyoruz; 21 Mart 2015. İlkbaharın
yenileyici nefesinden güç alarak yeni
formumuzun altZine’in on yıllara
yayılan serüvenine ömür katacağını
umuyoruz.
2015 yılını kapsayacak ve
tüm sayılarımızın üst başlığı olacak temamız ŞEHİR, ilk sayımızın
konusu ise EĞLENCE. Bu iki
kavram arasındaki ilişkiyi günümüz
şehirlerinde hayat tarzı ekseninde,
eğlencenin tüketimi çerçevesinde
irdelemeye çalıştık. Kurmaca metinleri destekleyen anı-araştırma-tanıklık yazılarıyla birlikte; yeni kentlerin
sosyolojik boyutlarını inceleyen ve
hayat tarzı konusunda çözümlemeler
içeren çerçeve metinlere de yer
vererek, tarihsel arka plan ve
altmetin çalışmalarımızı görünür kılmaya gayret ettik.
Şehir//Eğlence
sayımız,
altZine’in kurucusu ve uzun yıllar
yürütücüsü olan Yekta Kopan’ın
selamıyla açılıyor. Yekta Kopan’ın
metnini, yine eski bir altZine ve
altKitap çizeri olan Levent Gönenç
resimledi. Dostlukları gibi altZine’in
yeni formunun da kalıcı ve yine onlar
kadar üretken olmasını diliyoruz.
Sadece şehirle kısıtlanamaz
ama futbol, toplumsal eğlence endüstrisinin en büyük temsilcilerinden
biri. Sevecen Tunç, İstanbul’da,
sektörün henüz naif yıllarında geçen
ve gerçek karakterlere dayandırdığı
yarı kurmaca metniyle sayımıza
katkıda bulundu.
Şehirdeki eğlence kültür
tüketimini kişisel tanıklıklarıyla zenginleştirerek anlatan, bir yandan
da değişen eğlence anlayışlarını
3
tarihselleştiren ve farklılıkları ustaca
ortaya koyan iki metnimiz var. İzmir’le
ilgili olan metin Ayşegül Yaraman
tarafından kaleme alındı. İzmir’in
çehresini değiştiren aile tarihiyle de
zenginleşen Yaraman’ın metni, İzmir
için hem sözlü bir tarih çalışması
hem de akademik bir çözümleme.
Tuğba Çelik ise Ankara’nın eğlence
tarihini titiz bir çalışma ve incelikli
gözlemleriyle günümüze kadar getiriyor. Çelik, Ankara hakkındaki birçok
önyargıyı yıkacağına inandığımız samimi bir yazıyla bu sayıya katkıda
bulunuyor.
Fikret İklima Yeşiltaş ise
meyhane kültürünün Orta Asya’dan
günümüze, toplumsal çelişkilerini
ve sosyolojik katkılarını ortaya koyan bir yazıyla bu sayımızın yazar
kadrosunda yerini alıyor.
altZine’in Şehir//Eğlence
sayısının kavramsal çerçevesini iki
önemli metin üzerinden tartışmaya
açıyoruz. Hayat tarzı kavramını inceleyen çerçeve metni Nial Tekin;
şehirdeki yeni hayat formlarını ve bu
formların tüketim motivasyonlarını
ortaya koyan metni Ali Ergur kaleme
aldı. Dergimizin tartışma konularını
belirlerken, bu iki yazarımızın farklı
metinlerinden faydalanmıştık, kavramsal arka planımızı görünür
kılan bu yepyeni iki metini keyifle
okuyacağınıza inanıyoruz.
Eğlence deyince müzik ve
sinemayı dışarıda bırakmak olmazdı.
Dinamiklerin çok hızlı değiştiği bu
iki sektörü, sektörün farklı kalmayı
başaran oluşumlarıyla konuştuk.
Sinema için Başka Sinema röportajını Eylem Ertürk; müzik için Kod
Müzik ve Gece Servisi röportajını ise
Ekin Sanaç gerçekleştirdi.
Hekim Ali Babacan, Sanem
Bozkurt, Özge Calafato, Hande
Ortaç, Aylin Sökmen ve Engin
Türkgeldi kurmaca metinleriyle;
Hekim Ali Babacan, Sena Başöz,
Jean Michel Bihorel, Balca Ergener
görselleriyle bu sayıya katkıda bulunup içeriğimizi zenginleştirdiler.
Çok kısa bir zamanda destek
çağrımıza olumlu cevap veren tüm
yazar, çizer ve sanatçı dostlarımıza
çok teşekkür ederiz. Dostluğumuz
altZine’in yıllar boyu bizleri bir
araya getiren, birlikte okumaya ve
tartışmaya imkân veren yapısından
ve misyonundan kaynaklanıyor.
Her zaman olduğu gibi
derdimiz tüm sözü söylemek değil,
ilk soruyu ortaya atıp birlikte
düşünmemizi sağlayacak tartışmalar
ve bunları özgürce konuşabileceğimiz mecralar yaratmak. Yeni
altZine’in yeni dostluklara vesile
olması dileğiyle…
Sayı Editörleri
Su Başbuğu § Hande Ortaç
4
Tunalı’da Bira İçmek
Yekta Kopan
Sulu bira içtiğimiz yıllarda bunlara paramız yetmezdi.
Şimdi cebimiz iki kuruş para gördü, biraz palazlandık ya, vuralım
dibine kafasındayız. Menüde kaç çeşit yabancı bira varsa hepsinden
içeceğiz. İkişer şişe. Bir Levent’e, bir bana. Sevdiğimiz bir marka
olursa birer tane daha patlatırız.
Parkın girişindeki ağaçların dallarına kırmızı-beyaz
fenerler asmışlar. Her fenerin tepesinde bir güvercin var; nöbetçi.
İlk iki şişe Belçika’dan geliyor. İlk iki şişenin sohbeti de gençlik yıllarından. Tam da burada... bu parkın bir kuytusunda okuduğumuz
bir şiir kitabı düşüyor aklımıza. Neyse ki, biraya ezberden şiir
meze yapanlardan değiliz. Gençlik dersen... onu da kendi haline
bırakmak lazım.
Birileri Tunalı’nın romanını yazacak diye bekledik durduk yıllarca. Umutla salaklık arasındaki sınırda, üçüncü şişeyi
Almanya’dan söylüyoruz. Beyaz bira. Tam da fenerler yandığında
aşk düşüyor masaya. Konuşulacakların hepsini yıllar önce konuşmuş, sır tutmayı bilen kuğulara anlatmışız. Susup masayı parlatmaya
devam ediyoruz.
Müzikten konuşmaya başladığımızda Japonya’dan bir bira
söylüyoruz. Taş gibi. Hani var ya, geceler boyu dinlediğimiz gitar
sololarından hiçbir farkı yok. Yudum yudum akıyor, gırtlaktan. Nota
nota beynimize akan şarkılar gibi. Yapamadığımız bestelere yer
açıyoruz masada. Kızarmış patateslerle kokoreçlerin tam ortasına.
Gece güzel iniyor Ankara’ya. Tunalı, hayal kokuyor.
Cadde boyunca yürürdük. Çoğu zaman nereye
yürüdüğümüzü düşünmeden. O yürüyüşün mezesi sohbetlerin
tadına varmaktan başka amacımız olmadan. Yorulduğumuzda,
oturur Kuğulu Park’ta bir banka, hayal kurardık. Cebimizde ne
5
varsa denkleştirip, biraya otururduk
Kıtır’da.
Hâlâ hayallerimiz var. Bizim
için şehir, o hayallerin imkânsızlığı.
Bizim için eğlence, o imkânsızlığa
âşık olmak.
Kaçıncı bira için elimizi
havaya kaldırdığımızı bilmeden
devam ediyoruz geceye. Şu parkta,
şu parkların hepsi için ayağa kalkan
çocuklara,
zamansız
ölümlere
içiyoruz. Canımız acıyor. O çocuklar
olmadan eğlenemez hiçbir şehir.
Ben peçeteye bir şeyler
karalıyorum, son biraları söylemeden
önce. Levent, üstüne bir desen
çiziyor. Fondip yapıyoruz.
Gecenin bir vakti, Kuğulu’dan Tunalı’ya uzun yürüyüşümüze
başladığımızda aklımıza geliyor,
peçeteyi masada unuttuğumuz. Ne
düşünüyorsak, ne hayal ediyorsak bir
kez daha Ankara’nın kuru soğuğuna
hediye ediyoruz.
Gülmeye başlıyoruz.
Çizim: Levent Gönenç
6
Yaşamın Akşam Suyu
Sevecen Tunç
Şeref Meriçli için...
Şeref Bey Amca yıllar sonra yeniden bu sabah, uykusundan
yorganı tekmeleyerek uyandı. Yetmiş altı yaşındaydı. Topa
vurmayalı nereden baksanız bir yirmi senesi vardı. Çocukluğunda
abisi ile sobanın kenarına serili dar döşeği iki ucundan paylaştığı
zamanlar, tekmeleri arada abisinin yüzüne isabet eder, her ikisi
de korku ve heyecanla yataktan fırlardı. Sabırlıydı Adnan abisi.
Kardeşinin düşsel şutlarını canı çok yanmadıkça sineye çeker, ‘Ah,
merkez muhacim, bu seferki gollük pası kime attın!’ diyerek alaya
bile alırdı.
Şeref Bey Amca’nın çocukluğu Karagümrük’te geçmişti.
Ama o semtin takımını değil, hayranı olduğu Tahtabacak İsmet’in
Vefa’sını tutardı. Abisine sorsanız Şeref Bey Amca vefasız mı
vefasızdı... Mahallesinin takımı dururken, öte mahallenin takımını
tutmak da ne oluyordu ki? Karagümrük çeyrek asırlık mazisiyle
İstanbul’un ve Cumhuriyet’in en eski kulüplerindendi. Her biri millî
takım namzeti futbolcusuyla İkinci Küme’de aslanlar gibi mücadele
ediyordu. Ancak ilgisizlikten yakınıyordu Karagümrüklüler. Cihan
Harbi bittiğinden beri kentte pıtrak gibi türeyen köksüz kulüplere
bile devletin eli uzanırken, kırmızı-siyahlılar kaç yıldır Halk Fırkası’nın
salonunu lokal olarak kullanıyordu. Üstelik o Halk Fırkası ki Maarif
Vekili Hasan Ali Bey, Karagümrük’ün Çukurbostan namı ile maruf
toprak sahasını Vefalılara peşkeş çekmişti de işte o günden sonra
iki komşu semtin arası iyice açılmıştı.
Ama tüm bunlar on ikilik Şeref’in umrunda mıydı? O,
Tahtabacak İsmet’e takmıştı bir kere. Bir vurdu mu topa, beş
minare boyu... Bir maç çıkışı Şeref’in ceketine Vefa’nın yeşil beyaz
çubuklu, mineli rozetini iliştiren de İsmet’ti. Karagümrük fakirdi,
Vefa okullu... Hem kaleci Faruk da doğma büyüme Karagümrüklü
7
olmasına rağmen Vefa’da oynamıyor
muydu? Öyleyse Adnan abisi neden
ona bu kadar kızıyordu?
Futbol
sevdası
başına
belaydı Şeref’in. Bir kere, futbolla
dersleri beraber götüremiyordu.
Okulla meşin top arasında muvazene
kurmak, Vefa’nın İngiltere’den getirdiği ecnebi takım karşısında
beraberlik golünü bulması kadar
zordu. Sonra, bu iptila yüzünden
en çok ana babasına zulmediyordu.
Anası, mahalle maçlarında çamura
batan okul formasını haftanın beş
günü temizlemekten bir nebze
şikayet etmiyordu da babası, yardım
edeceğim diye geldiği yorgancı dükkânından futbol topu yapmak için
elyaf ve pamuk aşırmasına tahammül
edemiyordu. Celal Usta pamukları
dövdüğü hallaç yayını alınca eline... “Profesyonel olunca,” diye
bağırmaya başlıyordu Şeref. “Sana
kapitone makinelerinden alacağım
da beni dövdüğün için kendinden
utanacaksın!”
Gelin görün ki Celal
Usta’nın utancı, oğlunun Vefa’nın B
takımıyla Şeref Stadı’na çıktığı bir
bahar günüyle sınırlı kaldı. O gün
oğlunu izlemeye Karagümrük’ün
amigosu Gardrop Fuat’la gitmişti.
Stadın denize nazır ahşap tribününde az sayıdaki şakşakçı, kâh bezik kâh
tavla oynayarak maçın başlamasını
beklerken, Celal Usta’nın gözleri
denizin sahayla, orta saha çizgisi
doğrunca buluştuğu noktada bekleyen kayıkçıya takılıvermişti. Ta ki
Gardrop, denize kaçan topları topla-
makla mükellef bir görevli olduğunu
açıklayıncaya kadar, Boğaz’ın akşam suyunda balık tutmak yerine
beyhude bekleyen bu balıkçıya bir
anlam verememişti.
Şeref Bey Amca, daha maçın
ilk dakikalarında, ahiretlik kahramanı
Tahtabacaklığa soyunup beş minare
boyu diktiği topu, Çırağan’ın pencerelerinden birine gönderdi. Celal
Usta o an kendi kendine, bu saraya
da bir top toplayıcı gerek, diye
söylendi. Pencerenin geniş pervazına
ilişmiş onlarca kuş bir anda havalanıp
kanatlarınca yaracaktı göğü.
İşte Şeref Bey Amca’nın,
Vefa rozeti gibi ömrü boyunca
taşıyacağı lakabına kavuşması da
böyle oldu. O günden sonra Yorgancı
Celal’in oğlu, Kuşçu Şeref namına
mazhar oldu.
O gün Şeref Stadı sanki
toprak bir saha değil; gayyanın
kuyusuydu. Yumruklar, tekmeler gırla
gidiyordu. Tribünden ise hakeme
yine o mahut terane okunuyordu. Ne
olduysa maçın bitimine yakın, rakip
takımdan iri kıyım bir oyuncunun
ayağını uzattığı meşin yuvarlağa
Şeref’in kafa topu diye yükselmesiyle
oldu. Aldığı darbe göz sinir sistemini
felç etti Şeref Bey Amca’nın.
Aylarca açamadığı sol gözüne, Surp
Pırgiç’teki en son ameliyattan sonra
yeniden kavuştu.
Bu maç böyle bitmeseydi
belki de Kuşçu Şeref ismini bir
Tahtabacak İsmet gibi, Mehmetçik
Basri, Baba Gündüz, Tenekeci Garbis
gibi herkes hatırlayacaktı! Hayat
8
Şeref Stadı
Mecmuası’nın sayfalarında boy
gösterecek, belki Varol Ürkmez gibi
beyaz perdeye bile konuk olacaktı.
Şeref Bey Amca isterdi ki Vefa’nın
A takımına çıksın, yeşil-beyazlı
mukaveleye
çıngıraklı
imzasını
çaksın, aldığı transfer parasıyla da
babasına kapitonesini alsın. Olmadı...
Onun futbol serüveni de pür amatör
olarak kaldı...
***
Şeref Bey Amca geçmişini
bu kadar berrak kılan şeyin
futbol olmasına şaşarak yataktan
kalktı. Yetmiş altı yaşındaydı. En
yakın zaman, en uzaktı onun için.
Çocukluğum, diye düşündü. Kör
Galip ile Tahtabacak’ın pasları gibi
seyyal... Ya şimdim? Geleceğim? İstanbul’da doğmuş, iki yıllık askerlik
ve birkaç küçük seyahat dışında tüm
anıları bu mavisel kentte birikmişti.
‘Bütün yaşamım’ dediği bir fotoğraf
çerçevesi ise o fotoğraftaki en net
yüz, İstanbul’un yüzüydü. Futbolun
bir de... Gerisi bulanıktı.
Şeref Bey Amca alelacele
üstünü giyinip, Kalfaefendi Sokağı’ndaki evinden çıktı. Asmalı’dan
aldığı sıcacık simitleri Surdibi’ndeki
kıraathanede demli bir çay eşliğinde
yemeyi düşünürken, aklına daha
parlak bir fikir geldi. “Şimdi, akşamki
Fener maçının kaç kaç biteceği
kahve ahalisinin tek istifhamıdır.
İddialara tutuşulur, bahisler oynanır.
Kaldıracak kafam yok gayrı,” diyerek Mumhane’nin Ayvansaray Caddesi’ne bağlandığı dar sokaklar boyunca dola düşüne Haliç’e indi.
Parktaki iki halı saha da
doluydu. İlkinde Eyüpspor’un minik
takımı antrenman yapıyor; diğerinde
ise hafta sonu tatilini fırsat bilen bir
grup veteran, Şeref Bey Amca’nın
futbol demeye dilinin varmadığı bir
top oyununu icra ediyordu! Minikleri
izlemeyi tercih etti Şeref Bey
Amca. Çocukluğunda Çukurbostan
sahasındaki idmanları izlemek de en
büyük zevkiydi. Hatırladığı kadarıyla
sahayı salı, çarşamba ve perşembe
günleri Vefa, pazartesi ve cumaları
ise Karagümrük kullanıyordu. Ah,
9
nasıl sevdalıysa, Vefa’nın antrenörü
Necdet Hoca’nın futbolcuları bile bıktıran kültür-fizik ve nefes
idmanlarını dahi kaçırmıyordu. Seneler geçmişti... Acaba çocukluk rüyalarının yılmaz jönlerinden kaçı hâlâ
yaşıyordu?
Şeref Bey Amca, eski
günlerde antrenmana dalıp akşam
yemeğine geciktiği gibi, bu defa
da kahvaltısını yapmayı unuttu.
Soğuyan simidini Dolmabahçe’deki
çay bahçesinde yemeye karar verdi.
Aheste aheste yürüdü durağa doğru.
Otobüsten Kabataş’ta indiğinde,
Dolmabahçe istikametine bir insan
selinin akmakta olduğunu gördü.
Aynı anda Beşiktaş’ın da bugün
Bursaspor’la maçının olduğunu hatırladı. ’Hey gidi, koca Mithatpaşa!’ dedi
İnönü Stadyumu’na dönerek yüzünü.
Duhuliyede Adnan abisinin omzunda
izlediği maçları anımsadı. 75 kuruşluk
toprak altı tribününden 125 kuruşluk
açık tribüne ancak liseden sonra,
fabrikada çalışmaya başladığı zaman
terfi edebilmişti. Kapalıda maç izlemek için ise, senelerce beklemesi
gerekecekti. Nerede olursa olsun, sol
gözündeki görme kaybından ötürü,
ve üstelik Gazhane’nin dumanları
arasında, oyuncuları seçmekte hep
zorlanıyordu.
Stadyuma akın edenler
arasında yeşil-beyaz atkılı gençleri
gördüğünde, seneler sonra Vefa’yı
Mithatpaşa’da izleyecekmiş gibi içi
bir hoş oldu. Neden sonra aklına
geldi; ‘Artık futbolun Vefa’sı yoktu...’
Tramvay yoluyla Dolmabahçe arasına
kurulu atkı tezgahlarından birinin
önünde durdu. Yüzlerce rengin
arasında gözleri hâlâ Vefa’nın yeşilbeyazını arıyordu. Sonra bir başka
yeşil-beyaz ilişti gözüne. Satıcıya on
lirasını uzattı. Önce denizin kıyısına
inip, saatlerdir bitiremediği simidiyle
martıları doyurdu. Sonra boynunda
Bursaspor atkısı, yakasında Vefa
rozeti ile stadyuma doğru yola
koyuldu.
Gazhaneli İnönü, Galip Haktanır Arşivi
Fotoğraf: Balca Ergener
10
Gençliğim İzmir
Ayşegül Yaraman
Yeniden samimiyet kurmaya çalıştığım doğum kentimi
bana bütün kayıplara rağmen eğlenceli kılan İzmirli arkadaşlarıma...
1980’li yıllarda Paris’te Türkçe dersi verdiğim Yunan
öğrencim, kökeni Yunanca olan nostalji sözcüğünün aslen memleket
özlemi anlamına geldiğini öğretmişti bana. İster dönüştüğü haliyle
geçmiş, ister aslıyla memleket özlemini anlatsın bu yazıda nostalji
yapacağım.
Hayatımda İzmirli kimliğimin vurgusunun artması
konjonktürel mi bilemiyorum. Nostalji, hafıza ve İzmir’in kesiştiği
son derece sübjektif anılar, aşağıda bir dönemin eğlence anıları/
anlayışı olacak. Otobiyografi, biyografi, anı ve statüsüne önem
atfedilmeksizin kişilerin sözlü tarihinin; köşeli, kuru, olanı değil
ideolojik egemenliğe göre olması gerekeni anlatan resmî tarihin
karşısında hümanist, demokrat, hakiki ve en önemlisi bilimsel tarih
olduğuna kariyerim boyunca ürettiklerimde de inandım. Ama bu
sefer kendi tarihime yolculuğun çekiciliği ağır basıyor.
Büyüklerin eğlencelerine tabi olduğum yıllar: 1960’lar
Ailem İzmir’e İstanbul’dan erken Cumhuriyet döneminde
göçmüş. İlk yerleşilen mahalle 1937’de Beyler Sokağı. Orası
itibar kaybedince Köprü, Güzelyalı ve Alsancak ikametgâh
mahalleleri olmuş. Ben Güzelyalı’yı çok az yakaladım. Temamız
eğlence olduğuna göre parktaki, adeta film kareleri sıklığıyla
çekilmiş fotoğraflarım; yazın Sahil, Vadi ve Gözümoğlu, kışın
Köşk sinemaları; Dondurmacı/lokmacı Rıza; yoğun komşuluk ve
ahbaplık; anne dedem Yüksek Mimar Mühendis Ferruh Örel’in 30
yıl ilk müdürü ve benim neslimi de belirleyen yapılarının mimarı
olduğu 20 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında açık kalan Fuar
gezmeleri erken çocukluk anılarımdan. Neredeyse İzmir’den uzun
soluklarla ayrıldığım 20’li yaşlarıma kadar eğlence deyince biz
11
İzmirlilerin aklına önce Fuar gelirdi.
Lozan Kapısı yakınındaki ABD
Pavyonu’nda lokmayı ilk kez çiçek
yağında tatmıştık. SSCB Pavyonu,
dedemin sere serpe uzanan kadın
heykelleriyle belleklere kazınmış
olan gölü geçince solda kalırdı ve
iki kutuplu soğuk savaş yıllarının
Amerikan etkisine rağmen mutlaka
ziyaret edilirdi. Lozan Kapısı’nın sol
yanındaki Pakistan Pavyonu’nun
tipik mimarisi çekici gelirdi. İlk
gençlik yıllarımda galiba diskotekti.
Tam karşısında İtalyan Pavyonu
olurdu. Tüketim yılları olmadığı için
ülke pavyonlarında genellikle satış
yapılmaz, bol bol bizim için o dönem
çok lüks olan kuşe kağıtlara basılmış
broşür dağıtırlardı. Dükkânlar, kendilerini aşağı bırakmak için önünde
kuyruklara giren insanlara şaşırdığım
Paraşüt Kulesi etrafına dizilirdi.
Stantlara yaklaşmak, yürümek zordu.
En büyük risk ise çığırtkanların
reklam için üzerinize boca ettiği
Gizli Çiçek ve Beyaz Zambak kolonyalarına hedef olmaktı; zira bu
ağır ve sabit kokular üstünüzden
günlerce çıkmazdı. Annem, bana
her yıl muntazaman, genişleyen parmağıma göre mavi taşlı bir yüzük
alırdı; tahaccümden dolayı bulana
kadar akla karayı seçerdik. Tenceretava satılan bölgeler de vardı ama bu
benim seçkim.
Lunapark’ı es geçmek mümkün değil. Şimdiki gibi tüm yıl kurulu
kaldığını hatırlamıyorum; galiba yalnızca aynalar sabitti. En önemlisi ise
genellikle İtalya’dan gelen dünyaca
meşhur sirklerdi. Ben o tarihlerden
beri sirkleri pek sevmem. Hayvan,
ahır ve tezek kokuları, benimle
birlikte asgari dört nesildir büyük
şehirli olan ailemin verdiği görgüden
çok uzaktı. Trapezcilere ve her
nedense palyaçolara ise çok acır,
eğlencenin zevkini çıkaramazdım.
Genelde Fuar, özelde Lunapark çok
kalabalık olduğundan lafla taciz bir
yana, elle sarkıntılık çok yaygındı.
Bu yüzden fazla dolaşmaktan imtina
ederdik. Tariş’in uzun kuyruğu kimseyi caydırmazdı, çünkü buz gibi şıra,
manolya kokulu sıcak İzmir gecesinde
herkesi ferahlatırdı. Ne mutlu ki
şıra geleneği Fuar’da hâlâ devam
ediyor. Büfelerde naylon torba içine
pipet konarak satılan ayranlar artık
yok. Bana zaten içirilmezdi. SEK
Pavyonu açıldığında ilk pastörize
ve kaymaksız yoğurdu orada tattım.
Sunilik döneminin bu başlangıcı,
kokuyor diye saf tereyağı yemeyen,
sokak sütü ağır diye içemeyen benim
gibi boğazsız bir çocuk için büyük
bir mutluluktu. Genellikle Fuar’ın
çıkışında her çocuğa alınan ve bileğe
bağlandığı halde her nasılsa uçup
karanlık gökyüzüne karışan balonları
çoğumuz buruk bir hasretle hatırlarız.
Birkaç renk olurdu da, her birinin
tepe bölümü mürekkep gibi kokan
bir başka boyaya batırıldığından
daha koyuydu. Tavşan şeklindekiler
çıktığında ben de çocukluktan çıkmıştım. Artık onlar da yok.
Gazi İlkokulu’ndayken okul
gezisi olarak gittiğimiz Hayvanat
Bahçesi ve Sağlık Müzesi’ni de
12
Bu yazıyı okuyorsanız ve internet
bağlantınız varsa tıklayın.
Ateş Böceği - Yönetmen: Osman F. Seden - 1975
atlamayayım. Sağlık Müzesi’nin yolu, çevresinde Türk büyüklerinin
büstlerinin bulunduğu havuzun
oradan geçerdi. Bu bölgenin
Fuar gecelerinde çok romantik
bir aydınlatması olurdu. Hayvanat
bahçesinin yine kokusu burnumu
yakar ve melul mahzun dar alanlara
kıstırılmış hayvanlar içimi acıtırdı.
Çok daha sonraki yıllarda, kızımın
Bahadır’dan dolayı İzmir’de en sevdiği
yerlerden biri oldu. Fuar, sadece
İzmirlinin değil, Ege Bölge halkının
ve yerli turistlerin de buluşma
noktasıydı. Ve dolayısıyla özellikle
çocukluğumda Türkiye’nin tüm sınıfsal, kültürel farklarını birleştirirdi.
Epeydir kalburüstü İzmirliler Fuar
açıkken neredeyse hiç gitmiyor.
Aslında karşılaşma noktalarımız azaldıkça kutuplaştık. Benim hatırladığım dönemlerin Fuar denilince akla
gelen en önemli eğlencesi gösteri
sanatlarında yoğunlaşırdı. Gazino
kültürünü, klasik şarkıcıların dışında, iki-üç şarkı ezberleyerek sinemadaki ünlerini sahneye taşıyan film
artistleri ve uvertür şarkıcıların
yoğunluğuna bakarak gösteri sanatı olarak tanımlamam doğru mu
bilemiyorum ama Kenterlerden
Dormenlere, Sururi ailesinin İstanbul Tiyatrosu’ndan Nejat Uygur’a
tüm tiyatrolar İzmir’e akardı. Çeşitli
gazinoları/bahçeleri/gece
kulüplerini/tiyatroları besleyen ünlülerin
keselerine göre geceledikleri yerler
değişse de en kalburüstü mekân
Efes Oteli’ydi ve ilk gençlik yıllarımın
arkadaşlarıyla havuz ve akşamüstü
kokteyli saatlerinde bu açık gösteriyi
kaçırmak istemezdik. Zeki Müren’i
Manolya Bahçesi’nde neredeyse
her yıl izlerdik. Gece yarılarına
kadar süren program nedeniyle
çocukken uyuklardım. En son Göl
Gazinosu’nda 1979’da seyretmiştik
ailece. Müzeyyen Senar Çamlık
Senar’da olurdu genellikle. Onu
son izleyişim ise üniversite yıllarının
yaz tatilinde artık arkadaşlarımla
birlikte, Kübana’dadır. O dönemde
sahneye çıkan neredeyse herkesi
seyretmişimdir, gece yarılarına kadar. Hatta kış aylarında Benelux
Pavyonu’nda saz olurdu. Oraya da
13
ailece giderdik. Daha çok radyo
sanatçıları çıkardı. Pop, alaturka
müzik türlerine yatkınlığımda payı
büyüktür ve küçümseyenlere inat,
zenginlik sayarım.
Alsancak’a taşındığımızda
7 yaşındaydım. İzmir Sineması henüz yoktu ama Tayyare Sineması
kışın; Ar, Ünüvar, Dünya, Güneş,
Kemahlıoğlu sinemaları yazın sıklıkla gidilen eğlence yerleriydi.
Ar Sineması’nın önündeki seyyar
çiğdemci pek meşhurdu da önünde
kuyruklar olurdu. Kış geceleri yine
komşuluklar, ahbaplıklar yoğundu.
Sevinç Pastahanesi’nden alınan hazır
salep koşa koşa eve getirilir, misafire
ikram zenginleştirilirdi. Bir de yemek
konusunda pek seçici olduğum halde
Sevinç’in mozaik pastasını severdim.
İlk olarak Kıbrıs Şehitleri’nde
küçük bir mekânda açılan Efes
Pastahanesi’nin hazır kekleri de ev
ürünlerine taş çıkartan başka bir
ikramdı. Reyhan’ın meşhur ve güzel iki
katlı mekânında, yanılmıyorsam ikinci
katında zaman zaman piyanoyla canlı
müzik olurdu. Gündoğdu’da Pampam
vardı ve kaşar rendeli domates
çorbası ünlüydü. İlk Coca Cola’yı,
Gündoğdu’dan Kordon’a çıkan sol
köşedeki Burçak’ta içmiştim. Gerek
Fuar gazinolarına gerek son söz
ettiğim yerlere ahbaplar çoluk çocuk
giderlerdi.
Tabii kulüplerin bir de
matineleri vardı. Kordon’da şimdiki
limana yakın bölgede bulunan Sibel’de dans müziği yapan Alpay’ı
izlemeye pazar gündüzleri beni de
götürürlerdi. Çapa Öğretmen Okullu,
Atatürkçü, muasır medeniyet tutkunu
anneannemin arkadaşlarıyla bir çarşamba günü kadınlar matinesinde,
1960’lı yıllarda Fransa’nın ünlü revüsü Madam Arthur’un gösterisini izlediğini hatırlıyorum. O yıllar için
çok aykırı olan travesti şovu o kadar
çok anlatıldı ki. Yine Sibel’de striptiz
gösterileri de olurdu galiba.
Hafta sonu ise teyzemle
yürüyerek Alsancak Stadı’na maça
giderdik. Fuar Müdürü’nün kızını evvel ezel herkes tanıdığı için mi, yoksa
o devrin nezaketinden mi bilinmez,
1955 golf şampiyonu teyzemi ve
yanındaki küçük kız çocuğu olan
beni kimse rahatsız etmez; futbol
taraftarlığı üzerinden tatlı sataşmaları
da kimse ihmal etmezdi. Söylememe
gerek yok herhalde, o devirlerde
rakip takımların taraftarları bir arada
maç seyrederlerdi ve müsabakalar
genellikle pazar öğleden sonraları
olurdu.
1971’de İzmir’de yapılan
Akdeniz Oyunları’nın da tadını
yediden yetmiş yediye layıkıyla çıkardığımızı hatırlıyorum. İzmir’e
pek yakışmış ve sporda, özellikle
Akdeniz Oyunları’nın, 6 Ekim 1971’de, İzmir Atatürk
Stadyumu’ndaki açılış gösterileri.
14
yüzmede çağ atlatmıştır.
Ergenlikten İlk Gençliğe: 1970’ler
Büyüyüp kendi eğlencelerimizi yaşamaya başladığımız ergenlik yıllarının en cazip ve kolay
ritüeli Kordon’da tur atmaktı.
Herkes aynı eğlenceyi tercih ettiği
için yaşdaşların en harc-ı âlem
karşılaşma noktalarındandı. Daracık
bir kaldırımda sadece Sisi’nin, daha
Heykel’e doğru da Ömerağa’nın
masaları dururdu. Yol belli saatlerde
trafiğe kapatıldığı için sere serpe
tüm Akdenizliliğimizi yaşardık. Deniz
ise şimdiki çimenlerin başladığı yere
geliyordu henüz. Akşam saat 6’da,
o zamanki NATO’da bayrak töreni
olurdu ve o civardaysanız mıhlanıp
kalmak zorundaydınız. Eve dönüş
vakti yaklaştıkça turlanılan mesafe
daha
küçülür;
Gündoğdu’dan
başlayan tur neredeyse Tayyare
Sineması’nın köşesinde bitmeye
başlardı.
Çok sık gitmemiş olmama
rağmen Plevne Bulvarı’nda Gazi
İlkokulu’nun arkasında bulunan
Kantin’in mütevazı yapısıyla benim
neslime çok hizmet verdiğini
unutmamam gerekir.
O zamanlar cumartesi de
yarım gün okul olduğu için, kış hafta
sonlarının en büyük eğlencesi olan
14:30 seansında İzmir Sineması’na
gitmenin amacı da sadece film
izlemek değildi. Hatta ne oynadığının
da pek önemi yoktu. Söz konusu olan
yine bir karşılaşma noktasıydı. O
zaman hemen hemen tüm okullar
erkek-kız ayrı eğitim verdikleri
için de, özellikle erkek ve kızların
karşılaşma mekânıydı. Bir adım ötesi
flört edenlere buluşma imkânı.
Alsancak’ın dışına hele hele şehir dışına, örneğin Narlıdere,
Kilizman ve Çeşme’ye lisenin son
yıllarında erkek arkadaşlarımızın da
bulunduğu gruplarımız olduğunda
çıkmaya başladık. Ama nadirdir.
Karşıyaka’ya, Güzelyalı’ya, Hatay’a
da gitmezdik. Oralarda oturanlar da
Alsancak’a pek gelmezlerdi. Şimdiki
gibi Alsancak tüketim ve eğlence çılgınlığının merkezi olmamıştı. Köhne
Alsancak çarşısında (şimdiki Kıbrıs
Şehitleri) dolaşmak aklımıza bile
gelmemiştir herhalde.
Topçu’nun, o zaman İzmir’in
ünlü pavyonlarınca çevrili ‘sakat’
ve gariban mekânında hep aklımız
kalırdı; zira ne ailelerimizle ne
arkadaş grubumuzla gidebileceğimiz
bir yer değildi. En yakın arkadaşımla,
ikimizin de evlendiği ilk senelerde,
ben İzmir’e gelip görüştüğümüzde
‘kocalarımız sayesinde’ hevesle oraya
gittiğimizi hatırlıyorum.
Yıllarca
Altay
Lokali
olarak denize uzanan tahta iskele
biz liseyi bitirirken Karina Disko
olmuştu. Atatürk Spor Salonu’ndaki
diplomalarımızı aldığımız kep töreninden sonra oraya gitmiştik. Çok
uzun süre mi açık kalmadı, yoksa biz
mi rağbet etmedik bilemem, pek sık
gitmedik. Efes Oteli’ndeki mezuniyet
yemeği sonrasında ise geleneksel
olduğu üzere Mogambo’ya gidilmişti.
Bir havuz üzerinde istiridye şeklin15
deki pistini dedem çizmişti ve
Mogambo benim hep en sevdiğim
mekân oldu. Onun uzantısı Disko
Saffet’e de üniversiteliyken çok sık
gider olmuştum. Hem arkadaşlarım
artık mekânın yönetimini sahibi olan
babalarından devralma sürecine
girdikleri, hem de hepimizin yaşı
oraya gidecek kadar büyüdüğü
için. Yine Disko Saffet dönemimde
geceleri İkiçeşmelik’teki çorbacılara
dadandığımızı hatırlıyorum; çorba
sevmezdim ama gece yarısının hafif
alkollü açlığıyla kelleye bayılırdım.
İstanbul’daki üniversitemden İzmir’e tatile geldiğim yazlarda İkinci Kordon’da SSK’nın
apartmanının
altında
bulunan
Bonjour’a takılır olduk. Daha önce
doğum günü pastalarımızın ve
Christmas çöreklerimizin alındığı bu
‘seçkin’ ve hafifçe ‘yaşlı’ mekânda
Yaman Okay’la tanıştık. Ankara
Sanat Tiyatrosu’nun en devrimci
yılları. Yaz boyu İzmir’de kaldılar ve
Elhamra’da Ana, Dimitrof, Nereye
Payidar, Kanlı Düğün oyunlarını
sergilediler. Oyunlar çok oturmuş
olmasına rağmen, her gün en az
birkaç sahneyi yeniden geçerlerdi
ve biz de provaların müdavimi
olmuştuk. Onlarla öğrendiğimiz
yerlerin başında gündüzleri açık
olan eski balık halinin içindeki salaş
meyhaneler vardı. Bir de Özsüt’ün
Kemeraltı’ndaki ekşi süt kokulu
dükkânında peynir tatlısının üzerine
kazandibi koyarak yemeği Yaman ve
arkadaşları öğretmişti bize.
O yıllardan sonra manen
ve fiilen ve en önemlisi mecburen
oldukça uzak kaldım İzmir’den.
1990’lardan sonra sık gelip gitsem de aile önceliğinin dışına
çıkamadım. İki yıldır İzmir’i tekrar
yakalıyorum. Bambaşka. Derslerde
İzmir’in yerleşim düzenini anlatırken
Bostanlı/Üçkuyular arasındaki hilalde yaşayanların içlerine pek göç
sızdırmadıklarını ve de kendilerinin
sahili bırakmadıklarını söylerim. Kentsel gerilimin önemli bir nedenidir bu
durum ama paradoksal olarak aynı
gerilimin günlük yaşamda değil, fiktif bir tehdit gibi kalmasına neden
olur. Bu yerleşim şeklinin benim için
en cazip yanı herkesi, üç aşağı beş
yukarı, bıraktığım yerde bulmuş olmak. Çünkü onlardan başka hiçbir
şey bıraktığım yerde değil. Başta
annem ve deniz, ki deniz psikanalizde anne sembollerindendir.
16
Marka Kentte
Şehirli Eğlence
Aylin Sökmen
“Ne güzel işte, ucuza gelecek bu tatil,” dedi kadın
sevgilisine dönüp.
Kalacakları otelden bedava araba yollamışlardı. Bir tek
son dakika aldıkları uçak biletine aslında hak ettiğinden fazla para
vermişlerdi çünkü alt tarafı Kars’a gidiyorlardı.
Onları havalimanından karşılayan Hyundai marka metalik arabanın şoförü, “Nasıl İstanbul? Özledik biz de valla, bir ayağımız hep oradadır,” diyerek başladı konuşmaya. Osmanbey ve
Avcılar’dan aldığı tekstil ürünlerini otelin altındaki dükkânında
satıyordu. İş hanından bozma binanın üst katlarını bu sene otele
çevirdiklerini, odalardaki tüm malzemelerin İstanbul’dan geldiğini
ballandıra ballandıra anlattı. Sıra sıra kuyumcuların dizili olduğu kısa
cadde üzerinde durduklarında, “Kars’ın en marka caddesindeyiz
biz,” dedi. “İlk kışımızı geçiriyoruz bu sene...” Daha sonra odanın
pencereleri yere kadar cam olduğu için geceleri yaşanan ısı
kaybını iliklerinde hissedip, otel müdürünün o açıklamayı laf olsun
diye yapmadığını anlayacaklardı.
Otelin lobi olarak kullanılan asma katında işlemlerin
yapılmasını beklerken, mesleği mimarlık olan adam etrafı incelemeye başladı. Altın varakla ve oymalarla bezenmiş çevirmeli
telefonun fotoğrafını iPhone’u ile çekerken ‘Antika özentisi, biraz
kitsch...’ diyerek kendi kendine mırıldanıyor, kadın da kalacakları
odanın nasıl olacağını düşünüp ‘Temiz olsun yeter’ diyordu ki, otel
müdürü suratı düşmüş bir şekilde yanlarına geldi.
“Yalnız,” dedi ve kısa bir süre ikisine de ayrı ayrı
baktıktan sonra “evlilik cüzdanı olmadan aynı odayı veremiyoruz,
biliyorsunuz.”
Bilmiyorlardı. Daha doğrusu akıllarının ucuna gelmişti
17
ama kırklı yaşlarının başında olduklarından böyle olası bir duruma kafa
yormak istememişlerdi.
“Söylemediler mi size yer
ayırtırken?”
Söylememişlerdi. Kadının
sevgilisine, başka otel mi baksak bakışını yakalayan otel sahibi, “Bütün
oteller böyledir burada,” dedi. “Yani
İstanbul’da, Ankara’da da çoğu otel
öyledir. Ama madem söylemediler,
biz de sizi mahcup etmeyiz, tek
oda parası alırız ayrı odalara. Yani
kusurumuza bakmayın, ben izin
versem de Karslı abilerim var, yani
üstümüz var...”
Daha sonra valizleri taşıyan
genç otel görevlisi “En üst kata
yerleştirelim sizi, bir tek kişilik,
bir çift oda. Valizleri ayrı odaya
yerleştirirsiniz sonra akşam kimse
bakmaz zaten, istediğiniz gibi
takılırsınız,” dedi göz kırparak.
Gülümsediler. Müdürünün
yanında mülayim ve sessiz gözüken
gencin, takılırsınız, kelimesini kullanması hoşlarına gitmişti. Belli ki modern ve kafa biriydi. Çıkarken bahşiş
veririz, diye düşündüler.
Otel lobisinden aldıkları
‘Kars’ta görülecek yerler’ broşürünü
takip ederek camileri, kiliseleri,
hamamları, Rus mimarisi belediye
binalarını gezerek Kars Kalesi’ne
doğru çıkarken yan yamaca sıralanmış TOKİ evlerini gördüler. Kayak
kıyafeti giymiş aileler, sırt çantalı
gençler, birkaç tane de marka çanta
taşıyan kadından oluşan yerli bir
turist grubunun yanından geçtiler.
Rehberin İnsanlık Anıtı’ndan bahsettiğini duyar gibi oldular.
“N’oldu yıkıldı di mi sonunda?” dedi adam.
“Evet öyle biliyorum. Rezillik
ama resmen! ”
Kale içinde piknik yapmak
yasaktır tabelası gördüklerinde nefes nefese kalmışlardı ama buna
değeceğine emindiler. Ne var ki,
kalenin tepesinden çıplak gözle
baktıkları karlı dağların kucağına
oturmuş kent ve doğa manzarası,
adamın iPhone kamerasıyla çektiği
resimlerde bir türlü gerçekte
gözüktüğü gibi güzel çıkmıyordu.
Kendi gördüğünün tıpkısının aynısını
başkalarına gösteremeyecek oluşunun hayal kırıklığını yaşayan adam bir
anda arkadan gelen rocky şarkısıyla
irkildi. Lunaparklarda kendine yer
bulamayacak derecede dökük bir
boks makinesi belli aralıklarla kendi
kendine çalışıyor, rocky şarkısı
çalarken kış aylarında terkedilmiş çay
bahçesinin camlarına soluk renkler
yansıtıyor ve bir anda susuyordu.
Kaleden aşağı inerlerken turla gelen
grubun anca tırmanmaya başlamış
olduklarını gördüler.
“Bak işte, onlar daha nerede, uzun uzun anlatıyor rehber,
ne gerek var aynı şeyleri biz de
gördük,” dedi adam. Taş köprünün
karşısındaki tepedeki karlar erimeye
başlamıştı. “Bak bak,” dedi, köprünün
bitimindeki boyaları kabarmış duvarı
gösterip.
saçlarının
tonu
hangi
kahveye ait bilmiyorum
18
ama,
gözlerindekilerin hatrı 40
yılı aşacak gibi
#şiirsokakta
ben seni severim
sen başkasını
geberir gideriz
#şiirsokakta
İlerleyen iki gün boyunca
şehrin sokaklarında floresan turuncu kayak montuyla dolaşırken
üzerine çevrilen bakışlardan biraz
utandı kadın. Orhan Pamuk’un Kar
romanından sonra daha da bir merak
etmişti Kars’ı. Kitabı çıkar çıkmaz
satın almış ama yarısına gelmeden
sıkılıp bırakmıştı. Sinema manyağı
bir arkadaşı Kars’a gideceğini
duyduğunda heyecanlanmış, Reha
Erdem’in Kosmos’u da orada çekildi,
demişti. Kadın internetten filmi
araştırmış, afişindeki güzel ve gizemli
kadın oyuncunun çığlık atan tuhaf
hallerini görünce filmi izlemekten
vazgeçmiş fakat sonradan Kars
Çayı’nın kenarındaki yamaçlarda
tıpkı onun gibi poz vererek resim
çektirmeyi ihmal etmemişti. Kadın
illa ki de bir köye gitmek istiyordu.
Yakınlarda şöyle enteresan bir köy
yok mu diye lobideki görevliye ve
taksicilere sorduğunda her seferinde
şaşkın bakışlarla karşılaşıyordu. ‘Yani
napıcaksınız ki köyde abla?’ diyen bir
taksiciye ‘Hayvanları, çocukları ve
oradaki ahalinin resmini çekeceğim,’
diyemedi.
Ertesi gün çevreyi gez-
mek için kiraladıkları taksinin
şoförüne İstanbul’dan geldiklerini
söylediklerinde daha onlar sormadan,
bir oğlunun Erzurum’da yabancı dil
okuduğunu, zamanında her şeyi
görsün diye ona çobanlık yaptırdığını,
buralarda anca büyükbaş hayvancılık
yapabileceğini, çocuklarına bir şeyi bir kere söylediğini ve onların
da sözünden çıkmadığını, laf
dinleyen akıllı kızının lisede bu
sene takdir getirdiğini ve doktor
olmak istediğini uzun uzun anlattı.
Arabanın çamurlanmış camından
etrafı görmeye çalışırken, şoforü
bir antropolog edasıyla dinlediler
ve duyarlı sorularıyla vicdanlarını
rahatlattılar. Son senelerde özellikle
Sarıkamış ve kışları tamamen donan
karlı Çıldır Gölü’ne Türkiye’nin
dört bir yanından turist geliyordu.
Aslen Ardahanlı olan şoför, ‘Çıldır
Ardahan’ın abla, hâlâ Kars diyen
var,’ diye yakındı. Büyüleyici Ani
Harabeleri’nin resimlerini çekip
Instagram’a koyarken yer bilgisinde
Ermenistan Sınırı demeyi de unutmadılar. Sınırdalardı çünkü. Ülkenin
sınırlarında olmak havalıydı. Taaaa
Doğu Anadolu’nun en ucuna kadar
gitmiş olmanın verdiği haz, bir
başkaydı. Taksi ile uçsuz bucaksız
beyazlığın
arasından
geçerken
uzaktan Ağrı Dağı’nın ucunu bile
gördüler. Avrupa’ya herkes gidiyordu bir şekilde artık, ama az
kişi ta İstanbul’dan kalkıp Kars’a
gelirdi. Nitekim birkaç tanıdıktan
‘Ne işiniz var orada?’ diye şaşkınlık
yorumu aldıklarında daha da gurur
19
duymuşlardı kendileriyle.
Akşam yemeği için gittikleri
meşhur kaz evinde etsiz mantı
hengel, buğdaydan yapılmış haşıl
yemeğine ek olarak paylaşmak üzere
kaz ve dana kavurma istediler. Kadın
etli kavurmanın tadına baktı ve suratı
buruştu.
“Bildiğin
canlı
hayvan
kokuyor bu... Taze herhalde, yiyemeyeceğim ben.” Neyse ki kaz
kokmuyordu, çok da lezzetliydi.
Yemekten sonra sigara
içmeye çıktığında yanına gelen
lokantanın sahibi kadına döndü,
“Gerçekten çok lezzetliydi,
elinize sağlık. Orhan Pamuk’tan
sonra çok insan gelmeye başlamış
buraya, öyle mi?” dedi.
“Ya evet, arttı biraz turist.
Orhan Pamuk’un Kar romanının izinde, diye günlük turlar da var.”
“Orhan Pamuk buradayken
gördünüz mü siz? Tanıştınız mı?”
“Yok, ben o ara buralarda
değildim ama olsaydım kesin kaz
yemeğe gelirdi lokantama. Bütün
devlet büyüklerini, büyükelçileri
ağırladık. Kaz işini ben başlattım
burada, sonra herkes yapmaya başladı. Ta İzmir’e, İstanbul’a kaz yolluyoruz
buradan özel siparişle. Köydendir
kazlarımız, çok talep var ama kaz az,
her yerden geliyorlar marketlere
istiyorlar ama o zaman bu lezzet
olmaz. Ben ticaret lisesi mezunuyum,
dernek kurucusuyum, sürdürülebilir
Kars Kazı diye bir de projemiz var
inşallah, bu işi geliştireceğiz... Bu
gece şanslısınız, âşıklar atışması var,
birazdan başlarlar...”
Âşıklar atışırken, onlar da
porsiyonu 60 TL’den yedikleri enfes
kaz yemeğini, 0’ları atmayı reddeden
yerel bakkaldan beş buçuk milyona
aldıkları Antep fıstığını, gecekonduların olduğu ara bir sokağa
girdiklerinde peşlerine takılan ‘erkek
kuaförü’ sahibini, kiliseden bozma
camiyi gezerken yanlarına yanaşıp
‘Meryem Ana Meryem Ana buradan’
diyerek istavroz çıkardıktan sonra
‘Türkçe biliyor musunuz?’ diye soran
adamı, kıraathanelere iki metreden
fazla yaklaştıklarında içeriden birinin
‘buyrun’ diyerek ayaklanmasını,
Çıldır Gölü’nde turistler için buzları
kırarak balık avlayan köylünün en
az 250 TL ücret talep ettiğini, çay
boyunca peşlerinden korkakça
yürüyen tatlı kangal yavrusu köpeği nasıl da İstanbul’a getirmek istediklerini, âşıklardan birinin vakti
zamanında Turkcell reklamına çıkmış
olduğunu, çalıp söylerken habire
cep telefonunun çaldığını ve her
defasında üşenmeden telefonunu
açıp ‘He söyle, yok arıcam ben
seni programdayım şimdi’ deyişini
dönüşte arkadaşlarına anlatmak üzere zihinlerinin bir ucuna kazıdılar.
***
Dönüş günü onları havalimanına bırakan otel müdürü “Nasıl,
beğendiniz mi Kars’ı?” dedi.
“Evet evet, çok güzel...”
“Şu sınır kapımız bir açılsa...
Güvenlidir de burası, kapkaçı hırsızlığı yoktur, bir utancımız geçen sene,
duymuşsunuzdur, Mert Aydın.”
20
İsim hiç de yabancı
gelmemişti ama duraksayıp birbirlerine baktılar. Son yıllarda sürekli
hatırlanan diğer isimler arasından
hangisi olduğunu tam çıkaramadılar.
“E peki, nasıl buldunuz
yeni binayı? Artık havaalanı değil
havalimanıyız! Yurt dışı seferlerimiz
de var,” dedi gururla.
Ege ve Akdeniz’deki havaalanlarını düşündü kadın. Hakikaten
de çoğuna kıyasla çok Avrupai
duruyordu. “Evet evet, güzel olmuş,
birçok şehirdekinden çok daha iyi!”
dedi sevinçle.
Arabadan indiklerinde havalimanına tekrar baktı adam: “Sonuçta
Kars iyi hoş da, ne bileyim...”
Kadın, son dakika yolda
durup eşe dosta aldıkları Kars
gravyeri paketlerini valize tıkıştırdı,
zorla fermuarını kapadıktan sonra
sevgilisine döndü: “Fena mı işte,
gelişiyor onlar da... Hem herkesten
farklı bir şey yapmış olduk!” dedi ve
yanağına bir öpücük kondurdu.
21
Boş Zaman ve
Eğlence Kültürü
Nial Tekin
Boş zaman, çalışma zamanına karşıt olarak konumlanmış
modern bir kavramdır. Marksist çerçevede, iş gücünün yeniden
üretilmesine karşılık gelen bu zaman birimi, birey tarafından,
toplumsal bir etkinlik olan çalışmanın neden olduğu ‘yıkıntıların’
giderilmesi arzusuyla biçimlendirilir. Buna karşılık, şayet ‘boş
zaman’ın ekonomik ve politik araçların etkisine girebileceğini kabul
edersek, bu kavramın ideolojik anlamlara gebe olduğunu görürüz.
Endüstrileşme süreciyle birlikte, kilisenin şekillendirdiği
zamansallık, fabrikaların üretim disiplinine göre, rasyonel bir algı
ile yeniden şekillendi. Eğlence ve dinlencenin, zaman israfı olduğu
doktrinini benimseyen püriten ahlakın, rasyonelleşme karşısında
etkisini yitirmesiyle1, sosyal hayat ve çalışma dışı zamanın
düzenlenmesinde yeni eğlence ritüelleri oluştu. Bugün artık
eğlence etkinlikleriyle anlamlandırılan iş dışı zaman birimi, yeni
üretim alanları yaratarak, ekonomik olanın, operasyonel bir aracına
dönüştü. Bir diğer anlatımla, insanın dünyaya çalışmak için geldiği
yönündeki çileci söylemler yerini hayatın zevklerinden faydalanma
anlayışına bıraktı. Zira, kapitalist üretim biçimi, üreten insan kadar
tüketen insana da ihtiyaç duymakta. Yani, toplumsal örgütlenmede
birey, artık sadece bir işgücü olarak değil; kültür, eğitim, boş zaman
ve hatta hastalıklarıyla da yerini alır.2
Bir dönem ayrıcalıklı bir kesimin imtiyazında olan eğlence
etkinlikleri, herkesin ulaşabileceği şekilde popülerleşti. II. Dünya
Savaşı’nın ertesinde, OECD ülkelerinin yaşadığı ekonomik büyümeye paralel olarak, yasallaşan hafta sonu tatilleri ve ücretli izinlerle
1 Bu noktada, şüphesiz, ağır çalışma saatlerinin azaltılması yönünde yapılan önemli
işçi hareketlerinin altı.
2 Laclau, Ernosto, Mouffe, Chantal, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çeviri Ahmet
Kardam ve Doğan Şahiner, Birikim Yayınları: İstanbul, 1992, s. 197. 22
birlikte ücretli kesimin iş dışında
geçirdiği zaman artarak düzenlendi.
Hatta çalışan kesim, 1960’lardan
itibaren, ücretlerin artışından ziyade,
çalışma saatlerine dair düzenlemelere çok daha hızlı tepki verdi.3
Dolayısıyla, her ne kadar eğlence
kültürü, sanayi sonrası toplumlardaki
tüketimci ve hedonistik değerlerle
analiz edilse de, özetlenen sosyotarihsel bağlamdan da anlaşılacağı
üzere, boş zamanın şekillenmesine
paralel olarak, eğlence tamamen
endüstriyel toplumların üretimidir.
Bu nedenle de, boş
zaman etkinlikleri, üretim süreciyle
eşbaşlı bir dönüşüm yaşar. Modern
zaman çalışanının, emek sürecinin
baskısından da kaçmak için eğlenceyi
aradığını söyleyen Horkheimer ve
Adorno, Kültür Endüstrisi kavramıyla, böyle bir kaçısın neden
mümkün olmadığını anlatır: “Zira,
(emek sürecinde) otomatikleşme,
eğlenmeye yarayacak ürünlerin üretimini öylesine derinden belirler ki,
insanoğlu, boş zamanında, bu sürecin
kopyasından, yani emek sürecinin
yeniden üretilmesinden başka bir
şeye tutunamaz.”4 Dolayısıyla, boş
zaman, çalışma zamanının karşıtı
değil, onun ‘gölgede kalmış uzantısı’
halini alır.5
3 Teboul, René, Culture et Loisir Dans La
Société du Temps Libre, Edition L’Aube: La
Tour d’Aigues, 2004, s. 10.
4 Horkheimer, Max ve Adorno, Theodore, La
dialectique de la raison, Editions Gallimard:
Paris, 1974, ss. 145-146.
5 Adorno, T. W., The Culture Industry:
Selected Essays On Mass Culture, ed. J. M.
Bernstein, Routledge: London and New York,
2001, s. 194.
Bugün artık, boş zaman
endüstrileri, kendi başına bir
ekonomik alan yarattı. Yani, eğlence
etkinliklerinden oluşan ve önemli
kâr oranları sağlayan, önemli bir
hizmet sektörü oluştu ve bu sektör
özellikle dünya metropollerinin
merkezinde yerini aldı. Zira, farklı
yaşam biçimlerine (life style) gebe
olan kentler, bireyleri tüketim
etkinliklerine yönlendirecek şekilde
planlanmıştır. Üstelik, bu durum
sadece 21. yüzyıla özgü değildir.
Mesela, café bourgeois olarak
adlandırılan sosyalleşme alanları 17.
yüzyıldan itibaren ortaya çıkmıştır. Bu
bağlamda, kentleşme, yeni kültürel
kodların ve normların benimsendiği
bir süreçtir aynı zamanda.
Eğlence alanında yaratılan
ürünleri anlatırken kullandığımız,
endüstri kavramı sadece ilk anlamı
olan üretim sürecini değil, kültürel
ürünlerin standardizasyonu, dağıtım
tekniklerinin rasyonelleştirilmesini
ve tüketilmesini anlatmak amacıyla
da kullanılır. Bu standartlaşma
içerisinde, boş zamanını değerlendirmek isteyen rasyonel bireyin,
maliyet/verimlilik üzerinden biçimlenen eğlence tatmini, aslında iş
disiplinin bir uzantısıdır. En kısa
zamanda en fazla kâra ulaşma
prensibi, belirlenmiş olan boş zaman
biriminde gerçekleştirilen tüketim
etkinliklerinin de merkezindedir.
Bauman, bu durumu anlatmak için
bugün artık tüketimde ‘ihtiyaçlardan
arzulara bir geçiş’ olduğunu söyler.
İhtiyaç nesnesi temelde, bizi bizim
23
dışımızda var olan, nesnel bir
gerçekliğe gönderir, oysa arzu
nesnesi, arzunun kendisidir, tekrar
tekrar arzulamaktır. Kapitalist üretim
prensibi (Marx’ın anlattığı biçimiyle
herhangi bir ihtiyacın tatmini değil,
artı değerin artması prensibi) ihtiyaç
yerine hiç doyurulamayacağına
inanılan arzuyu tüketimin merkezine koyar. Arzu, nesnelerin yüzeyselliğinden öteye geçmeden, onlarda kendi yansımasını gördüğü kısa
anın zevkini çıkarır. Hiçbir nesne,
arzuyu tatmin edemez, zira yaşanan
an çoktan bitmiş ve arzu bir diğer
nesnede yansımasını bulmuştur
bile. Dolayısıyla arzunun bu kaygan,
değişken ve maddi olmayan
temelinden ötürü kapitalist üretim
ihtiyaçtan ziyade, kendisini ebediyen
canlı tutacağına inandığı arzuya
yatırım yapmaktadır. Bu bağlamda
özne ise; zevk ve performans
Bugün
yaşanan,
öznesidir.6
1960’lardaki şeyleşme (réification)
eleştirilerinde
sıkça
yapıldığı
şekliyle öznenin şey’e indirgenerek,
yadsınması ya da reddi değil, tersine
öznelliğe olan vurgunun artması,
öznelliğin tikelliğinin teşvikidir.7
Öznelliğe yapılan vurgu ise; üretim
boyutunda müşteri merkezli ürün
metoduyla somutlaşır. Bugün her
ürün bireysel bir hava taşır. Hatta
bireyselliğin kendisi, şeyleştirilerek
sunulan nesnenin yansımasında
var olur. Fetişleşerek özneden
6 Laval, C., Dardot, P., La Nouvelle Raison du
Monde, La Découverte, 2009.
7 Fischbach, F., La Privation de Monde.
Temps, Espace et Capital, Vrin: Paris, 2011.
bağımsızlaşan nesne, hayattan kaçıp
saklanılacak bir sığınak yanılsaması
yaratır ve bu nesnede yaşayan birey,
kendi zamansallığından kopan, sonsuz bir şimdiye sıkışan öznedir. Zira,
sermayeye özgü değerin zamanı
zorlayıcı bir şimdidir.
Bu algı içerisinde, genel
eğilim, niteliksel zamanın, fiziki olanın
zamanının genelleşmiş zorlayıcılığı
içinde inkârıdır. Bir diğer anlatımla;
yaşanan
deneyimin
zamanının,
ölçülebilir, hesaplanabilir olan zamanda olumsuzlanmasıdır. Zira
geçen zamanın, ona sayısal bir değer
atfettiğimiz için kontrol edilmesi,
kazanılması halinde elle tutulur
bir şeye dönüştüğü algısı vardır.8
Yani, boş zaman etkinlikleriyle
şekillenen yaşam biçimini anlatmak
için, şöyle diyebiliriz: “Deneyim
epizotlarında gittikçe zenginleşirken,
yaşanan deneyimlerde gittikçe yoksullaşıyoruz.”9 Kontrolsüz bir ritimde
yaşarken yaptığımız sadece bizde iz
bırakmayan, kişiliğimizi oluşturacak
anlatılar kurmayan deneyimleri biriktirmektir.
8 Hall, E. T., La Vie dans de la Vie. Temps Culturel, Temps Vécu, 1983, Points Seuil: Paris,
1992, s. 60-61.
9 Benjamin, Walter, Expérience et Pauvreté,
Petite Bibliothèque Payot: Paris, 2011.
24
Şeyler 2.0
Yazı ve fotoğraflar: Özge Calafato
Çok sıkılmıştık. Hayat üstümüze üstümüze geliyordu.
Sıkıntı bir türlü bitmiyordu. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu.
Halimize şükretmekle daha fazlasını istemek arasında
gidip gelmekten başımız dönmüştü. Kendimizi mutlu hissetmemiz
gerektiğine ikna olmuştuk ama daha fazla yaşamak istiyorduk,
bu kesin. Bazen de hızla ölmek istiyorduk ki güzel şöhretimiz
bozulmasın.
Bir yerlerde tanıştık ama şimdi ikimiz de hatırlamıyoruz.
Hafızamız kayboldu, tortusuyla avunuyoruz. Birbirimizi nasıl
bulmuştuk? Böyle harika rastlantılara nasıl da bayılıyorduk.
Sıkıntıdan sıyrılmanın tek yolunun her gittiğimiz şehri
bir eğlence yerine çevirmek olduğunu çok başlarda anladık.
Eğlendikçe her şehir bizim oldu.
Eğlenmek için o kadar çok sebep vardı ki. Bize her yer
panayır.
25
Şehrin yağmurları
Şiddetle yağan yağmurda damlaları içerek sırılsıklam koşturup
kahkaha atarken çok eğleniyorduk.
Rio de Janeiro
Şehrin sabahları
Sabahın en erken saatlerinde yollara dökülüp mahmur ve meşgul
şehirlilerin afiyetle yediği bütün kahvaltıları düşleyip acıkıyorduk.
26
Şehrin Geceleri
Gece şehrin üzerine çöktüğünde dünyayı değiştireceğimize dair
kuvvetli bir hisle içimiz titriyordu. Şehrin ara sokaklarında sürekli
kaybolmak istiyorduk.
Şehrin metinleri
Şehri her an devrim oldu olacak hissiyle yaşıyorduk. Duvar
yazılarının peşinde saatler harcıyorduk.
27
Şehrin sisleri
Sisli günler favorimizdi. Bir gözün diğerini görmediği o irkilten
günlerde adeta birer detektif gibi çözülmemiş cinayetlerin izlerini
sürüp heyecanlanıyorduk. Her sisli gün bir korku filmiydi bizim için.
Şehrin mantık hataları
En büyük eğlencelerimizden biri nesnelerin kendisiydi. Dükkân
dükkân gezip anlamlandıramadığımız her nesneyi kendimize
eğlence konusu yapmakta üzerimize yoktu.
28
Şehrin insanları
Şehrin insanlarının da şehrin nesnelerinden pek bir farkı olmuyordu
bazen. Sokaklar en eğlenceli defilelerdi. Ama erkeklerden çok hep
kadınlar ilgimizi çekiyordu.
Şehrin mabetleri
Şehrin deşifre edilmesi zor sanat sergileri otoportre çekmek
için müthiş fonlar sunuyordu. Galeri açılışlarında bedava kokteyl
kanepeleriyle karın doyurup sonu gelmez selfie’ler çekerek çok
eğleniyorduk.
29
Sarmaş dolaş oldukça her şehri tekrar tekrar yaşıyorduk.
30
Başka Şehir
Başka Sinema
Söyleşi: Eylem Ertürk
Zaman içinde değişen tüketim alışkanlıklarımız, şehirle
olan ilişkimizi ve sinemaların durumunu da etkiliyor. Bir tarafta
sayıları gittikçe azalan bağımsız sinema salonları var. Teknolojik
değişikliklere uyum sağlayamayan tekil salonlar izleyici kaybediyor,
ekonomik zorluklar kentsel dönüşüm baskısıyla birleşiyor, şehrin
hafıza mekânları yavaş yavaş ortadan kayboluyor. Diğer yandan
AVM’ler içinde yaygınlaşan yeni tüketim alışkanlıkları sinemaları da
etkisi altına alıyor. Mekânları değişse de, sinema salonları şehirdeki
kültürel hayatın, sanat ve eğlence tüketiminin önemli durakları
olmayı sürdürüyor...
İmre Tezel ve Emre Akpınar’la Türkiye’de sinema salonları,
değişen film tüketim alışkanlıkları ve Başka Sinema’yı konuştuk.
Film izleme alışkanlıkları, özellikle de son yıllarda, hızla
değişti. İzleyiciyi ve sinema salonlarını etkileyen bu dönüşüm
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aslında Türkiye’deki sinema bileti satışlarında kayda
değer bir artış var. Mesela 2014’te 60 milyon bilet satıldı. Bunun
%60’ını ticari yerli filmler oluşturuyor. Bu %60’ın %75’lik kısmını ise
vizyona giren 108 yerli filmden 10 tanesi oluşturuyor. Bu da sinema
salonlarının, öncelikli olarak bu ticari yerli filmleri tercih etmelerine
sebep oluyor. Dijitalleşmeyle birlikte artık 35mm filmlerin yerini
DCP dediğimiz hard diskler aldı ve kopya yaratmak için gerekli
olan maliyetler düştü. Bunun da etkisiyle çok hasılat getiren filmler
sinema salonlarında çok yaygın olarak yer alabiliyor. Eskiden 200
kopyayla vizyona giren ticari bir yerli film, bugün 800 salonda
yer bulabiliyor. Türkiye’de 2000 sinema salonu olduğu gerçeğine
dayanarak, 800 salonda ticari bir filmin gösterildiği bir ortamda,
31
geriye kalan 1200 salonu da 30-40
film alıyor. Sonuçta yüksek kopya
sayısıyla vizyona giren yabancı ve
yerli filmler nedeniyle, bağımsız
filmlerin
programlanabileceği
salon sayısı gittikçe azalıyor. En
büyük değişimi burada yaşıyoruz
aslında. Bu da seyirciye sunulan
seçeneğin azalmasına, art arda
benzer filmlerin vizyona girmesine
ve genele baktığımızda daha farklı
bir kültürel yapının oluşmasına
sebep oluyor. Öte yandan da bu
dönüşüme ayak uyduramayan birçok
bağımsız salonun kapandığını veya
kapanma tehlikesiyle karşı karşıya
olduğunu görüyoruz. Başka Sinema
elinden geldiği kadar bu işin yönünü
değiştirmeye çalışıyor aslında. Şu an
seyirciyle buluşan birçok film, Başka
Sinema olmasaydı vizyona çıkma
şansı bulamayacaktı. Bu hem yerli,
hem de yabancı filmler için geçerli.
Sinema salonları şehrin
kültürel hayatının önemli bir
parçası.
İstanbul’da
sadece
Beyoğlu bölgesine baktığımızda
bile, bağımsız filmlerin vizyona
girebildiği eski sinema salonlarının
kentsel dönüşüme direnemediğini
görüyoruz. Sinema sektörünün
içinden bakarak, bu değişimin şehrin
kültürel hayatı üzerine etkisini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Yıllarca festivallere ev
sahipliği yapan Emek Sineması akla
geliyor ilk önce. Orada film izlemek
apayrı bir deneyimdi, ama artık
insanlar bu deneyimi yaşayamayacak.
Hem tarihi ve mimari dokusu hem
de uzun yıllar kültürel hayatın
yapıtaşlarından biri olması nedeniyle,
Emek Sineması’nın yok olması büyük
bir kayıp. Bu yok oluş kültürel
çeşitliliğin yok olmasına giden bir
süreç aslında. Biz tekil salonlarda
film izlemenin farklı bir deneyim
olduğunu düşünüyoruz ve bu
salonların yaşamasını destekliyoruz.
Ama bir yandan da hayatımızın içinde
var olan gerçekliği de kabul etmeliyiz.
Artık ne yazık ki tekil sinema sayısı
yok denecek kadar az. Bu nedenle
de AVM’lerin içindeki salonlarda yer
almak zorundayız. Çünkü ortada bir
gerçeklik var ve biz bunun içinde
bulunan insanları dışlamak yerine, o
yapının içine katılıp oradaki insanlara
da ulaşmak zorundayız. Başka
Sinema’nın amacı en basit haliyle iyi
filmleri her türden, her yerden, her
bakıştan, her düşünceden insanla
buluşturmak. Bu sebeple AVM’lerin
içinde de varız. Bir şekilde oradaki
tek tipleşmeyi kırmayı deniyoruz.
Zaman içinde izleyici ilgisinin arttığını
da gözlemliyoruz. Öte yandan,
birçok AVM sineması da Başka
Sinema’yı bünyelerine dahil ederek
bu kültürü ve çeşitliliği tutmanın ve
insanlara yeni seçenekler sunmanın
peşindeler. Bu da bir yandan umut
verici.
Kasım 2013’te yeni bir
program anlayışıyla hayatımıza giren
Başka Sinema nasıl bir ihtiyaçtan
doğmuştu?
Yurt içi ve yurt dışındaki
32
festivallerde çok ses getiren ve
izleyici tarafından büyük ilgi gören
birçok film, ne yazık ki vizyonda
yer bulamıyordu. Bunun nedeni de
sinemalarda gişeye yönelik yerli
filmlerin ve blockbuster Amerikan
filmlerinin yer kaplamasıydı. Ya da
arthouse diyebileceğimiz bu tür
filmler bir hafta içinde vizyona girip
kalktığı için seyirci bu filmlerden
haberdar olamıyor, dolayısıyla bu
filmler seyircisine ulaşamıyordu.
Başka Sinema’nın öncelikli amacı, bu
tip filmlerin hak ettiği süre vizyonda
kalabilmesini sağlayabilmek oldu.
Tüm dünyanın dijitale geçtiği ve
35mm teknolojisinin yok olduğu bir
dönemdeyiz. Türkiye’deki sinemaların
çoğu bu dijital teknolojiye yatırım
yapabilmişken, tekil sinemalar böyle
bir şansları olmadığı için zorlanmaya
başlamışlardı. Başka Sinema’nın
yapısını oluştururken amaçlarımız
arasında tekil salonların bu filmleri
göstermeye devam edebilmelerini
sağlamak da vardı. Bu nedenle de
sinema salonlarına gerekli olan
yatırımı Başka Sinema kapsamında
gerçekleştirdik.
Aslında
daha
geniş bir açıdan bakarsak, yerli film
yapımcılarının bu filmleri yapmaya
devam edebilmeleri, yabancı film
ithalatçılarının bu tip filmleri almaya
devam edebilmeleri, M3 Film gibi
dağıtımcıların bu filmleri dağıtmaya
devam edebilmeleri ve bağımsız
salonların bu filmleri gösterebilmesi
için de böyle bir yapıya ihtiyaç vardı.
Bir yaşam alanı açtık diyebiliriz belki
de.
Başka Sinema’ya benzer
programlama modellerinin farklı
ülkelerde de örnekleri var mı, yoksa
bu tür alternatif arayışları Türkiye’ye
özgü bir durum mu?
Aslında var ama sinemalar
özelinde: New York’ta IFC veya
Paris’teki birkaç salon gibi. Arka
arkaya birçok film izleyebileceğiniz,
eski filmlerin ve kült filmlerin
oynatıldığı salonlar var. Fakat
bildiğimiz kadarıyla bir dağıtım
modeli olarak Başka Sinema bir ilk.
Çünkü Başka Sinema’nın içeriğini
oluşturan şirket, M3 Film, bir
dağıtımcı. Bir dağıtımcının bu yola
girip bu işi yapması, sanırız dünyada
bir ilk, en azından bildiğimiz kadarıyla.
Türkiye’de
şu
anda
5 şehirde 13 sinemada Başka
Sinema var. İstanbul dışında hangi
şehirlerdesiniz? Bunu artırmayı
düşünüyor
musunuz?
Farklı
şehirler ve yeni salonları neye göre
belirliyorsunuz?
İstanbul
dışında
İzmir,
Ankara, Bursa ve Eskişehir’deyiz.
Tabii ki kuruluşumuzdan beri en
büyük amacımız olabildiğince fazla
şehirde olmak, İstanbul’da da salon
sayımızı
artırmak.
Görüşmeleri
devam eden şehirler arasında
Diyarbakır,
Mardin,
Erzurum,
Trabzon, Samsun, Kıbrıs gibi yerler
var. Buralarda da olmayı çok istiyoruz.
Öncelikle salonların yerlerine ve
potansiyellerine bakıyoruz. Salonun
yeri, kapasitesi, daha önce oynayan
filmlere göre nasıl çalıştığı önemli
33
göstergeler. Şehrin kendi sosyopolitik ve ekonomik yapısını göz
önüne alarak, hem Başka Sinema’nın
seyirci potansiyelini geliştirmeye
uygun olan şehirleri hem de kapasite
açısından uygun olan sinemaları
seçmeye özen gösteriyoruz. Tabii ki
en önemli etkenlerden biri sinemanın
da bizi istemesi. Dolayısıyla öncelikle
bu yönde görüşmeler yapmamız
gerekiyor.
Bulunduğunuz şehirlerde
sinema tüketim alışkanlıklarına
nasıl
bir
etkiniz
olduğunu
düşünüyorsunuz?
Başka
Sinema’nın
ana
amaçlarından biri, izleyiciye yeni bir
seçenek sunabilmek. Yani tamamen
festival havasındaki bir programı, her
ayın başında bir program dahilinde
izleyiciye sunup onların tepkisini
görmekti ilk amacımız. Başka
Sinema’nın marka haline gelmesinin
hem nedeni hem de sonucu seyircinin
bu program altında gösterilen
filmlere güven duyması oldu. Bir
film Başka Sinema seçkisindeyse iyi
olduğunu düşünüp o filme gelmesi
ya da kendi zevklerine uygun bulması
bizim için çok önemli. Seyirciye
böyle bir seçki dahilinde çeşitlilik
sunulmadan beğeniler konusunda
yorum yapmak sağlıklı değil. Film
izleme alışkanlığını yaratmak ve
çeşitlendirmek önceliğimiz. Bu
da bir kültürün kaybolmasının
önüne geçmek demek. Çok daha
yaygın hale gelmek istememizin
de en önemli nedenlerinden
biri bu. Aklıma ilk gelen örnek
İzmir Karaca Sineması. Kapatıp
başka bir yapıya dönüştürmeyi
düşünüyorlardı sinemayı. Fakat hem
bizim uğraşlarımız, hem oradaki
kültür sektörünün baskıları, hem
de seyircinin yoğun isteği üzerine
bu sinema kapanmaktan kurtuldu
ve şu anda çok iyi bir Başka Sinema
salonu haline geldi. Bunda oranın
programını yapan kişinin de çok
büyük emeği olduğunu söylemek
gerek. Hassasiyetle üstünde durup
direndiğimiz zaman bu filmler Mall
of İstanbul gibi, Haramidere gibi
daha periferide yer alan bir sürü
yerde de seyircisine ulaşıyor. Aslolan
önyargılardan sıyrılıp denemek,
hem filmlere hem de izleyiciye bir
şans vermek, yeni bir alan açmak ve
seçenekler sunmak. Sadece Beyoğlu
gibi kemikleşmiş izleyici kitlesi
olan yerlerde değil, Türkiye’nin
birçok yerinde Başka Sinema’nın
yaygınlaşacağına,
izleneceğine
ve alışkanlık haline geleceğine
inanıyoruz. Seyirci geliştirmek de bu
demek zaten. İleride bu dönüşümü
daha açık ve güçlü bir şekilde
göreceğimize inanıyoruz.
Başka Sinema bundan
sonra nasıl devam edecek, yeni
planlar var mı?
Amacımız
daha
çok
şehirde ve sinemada olup, daha
çok insana ulaşırken, bir yandan
da içerik konusunda daha çeşitli
olmak, programa yeni etkinlikler ve
söyleşiler eklemek, beklenmedik
34
yerlerde
insanların
karşısına
çıkıp Başka Sinema heyecanını
sürdürmek.
Tanıtım
anlamında
her filmle tek tek ilgileniyoruz.
SineBebe, Başka Çarşamba gibi
programlar yaratıyoruz. Örneğin
SineBebe seanslarında Rexx dolup
taşıyor. Büyük bir ekibimiz ve sonsuz
bütçemiz olmadığı için yavaş yavaş
ilerleyebiliyoruz, ama yaptığımız
her şeyin iyi ve kalıcı olmasını
hedefliyoruz.
Son
olarak
eklemek
istediğiniz bir şey var mı?
Başından
beri
birlikte
ilerlediğimiz en büyük destekçimiz
Kariyo & Ababay Vakfı’na, diğer
destekçilerimize ve heyecanını
yitirmeyen seyirciye çok teşekkür
ederiz. Her türlü yeni fikre açığız.
Bu yazıyı okuyorsanız ve internet
bağlantınız varsa tıklayın.
35
Occupy Zvezda
Editörlerin notu
Belgrad’da Avrupa’nın en eski sinema salonlarından biri olan Zvezda (Yıldız)
Sineması, Devlet tarafından özelleştirme kapsamında Sırbistan’ın en zengin
iş adamına satılmış ve kaderine terk edilmişti. 21 Kasım 2014’te, bir grup genç
film yapımcısı ve kültür sanat çalışanı, bu efsanevi sinema binasını işgal etti,
temizledi, düzenledi ve Belgrad vatandaşları için ücretsiz film izleyebilecekleri
bir salona dönüştürdü.
Faturaları ödedikleri takdirde şu an için binada kalmalarına izin verildi.
Bütçelerini gönüllerden toparladıkları bağışlarla oluşturuyorlar. Direnişi takip
etmek için altcine’nin web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Akla harabe halinde yıkılmayı bekleyen Alkazar Sineması ve altZine’in bu
sayısında da bahsedilen daha bir çok salon geliyor.
Zveda (Yıldız) Sineması - Belgrad - 2014
Alkazar Sineması - İstanbul - 1944
36
Pinyata
Sanem Bozkurt
Banyodan su sesi geldikten sonra içinden yirmiye kadar
saydı. Mutfağa geçip musluğu açtı. Yüzünde bir gülümseme
belirdi. İçinden bu kez ona kadar saydı, Ali’nin kızgın ama çaresiz
sesi yükseldi.
“Musluk mu açtınız yine? Buz gibi oldu su!”
“Hayır, musluk falan açık değil. Şofben bozuk. Oyalanma
da çık bari.”
“Hayret bir şey ya… ” diye başlayıp giden söylenmesi su
sesinin içinde kaybolurken kendisine kahve hazırladı. Kahvesini
yudumlarken musluktan akan suya bakarak duşun altında Ali’nin
bir o tarafa bir bu tarafa kaçarak şampuanlı saçlarını durulamaya
çalıştığını hayal etti. İçerde suyun sesi kesilir kesilmez musluğu
kapatıp Damla’nın odasına doğru yöneldi.
“Küçük prensesim. Kalk bakalım. ”
“Kalkmak zorunda mıyım?”
“Hımm, bir bakalım. İstersen uyuyabilirsin. Parti yapmayalım o zaman.”
“Parti, parti partiiii!” diye yataktan fırladı Damla. “Giydirin
beni hemen.”
Bu sırada Ali giyinmiş ve bu kez parfümle duş almış
şekilde odaya girdi. O gelince Damla kollarını uzatıp “Babaaa!”
diye seslendi. Ali, nadide ve kırılgan bir vazo gibi dikkatle Damla’yı
kucakladı.
“Güzel kızım uyanmış mı? Saçlarını tarayalım mı prensesimin?”
Pınar, “Kıyafetini hazırladım, koltuğun üzerinde,” diyerek
uzaklaşırken cevap yerine ikisinin gülüşmesi geldi.
Doğum günü partisi brunch olacaktı. Damla’nın sınıf
37
arkadaşları, kendi çocukları olan
arkadaşları derken yirmi beş kişi
olmuşlardı. Ali, ‘Nişan mı yapıyoruz
mübarek amma para tutuyor,’
diye çok söylenmişti. Tabi Pınar’a
söyleniyor Damla’ya ise ne isterse
kızım onu yaparız, palyaço da olur,
pinyata da, diyerek anlayışı sonsuz
bir baba oluveriyordu.
Henüz kimse gelmeden
garsonlardan birinin eline tutturdukları telefonla, Ali’yle sıkı sıkı
sarılıp
Damla’yı
kucaklayarak
#BugüngünlerdenDamla pozu verdiler. Sonra gelenleri karşılama
merasimi başladı. Damla dâhil sekiz
prenses kıyafetli kız çocuğu, dört
örümcek adam kıyafetli oğlan, iki tane
de kovboy vardı. Damla kendisinden
başka bu kadar prenses olmasından
pek hoşnut gözükmüyordu, özellikle
sınıf arkadaşı Nazlısu’nun maşayla
kıvrılan saçlarını, renkli lipstickle
kızaran dudaklarını ve pembe ojelerini gören Damla’nın yüz ifadesi
fırtına öncesi sessizliği andırıyordu.
Pınar’ın yanına gelerek “Ben de pembe oje istiyorum,” diye fısıldadı.
“Şimdi nereden bulayım ojeyi sana? Eve gidince süreriz olmaz
mı?”
“Olmaz ben şimdi istiyorum.”
“Damla’cım bak ne güzel
bir parti. Bir sürü hediye getirdi
arkadaşların. Haydi, gidip oynayın
biraz.” Bu son cümleyle beraber
Damla Pınar’ın eteğine yapışarak
ağlamaya başladı. ‘Pembe oje istiyorum dedim!’ cümlesini oluşturan
kelimelerin araya serpiştirildiği
hıçkırıklarla ağlıyordu.
Bunu
duyan
Nazlısu
yanlarına gelerek, “Bu pembe
değil ki Damla, fil dişi üzerine
sürülmüş açık somon zaten,” demesiyle Damla’nın ağlama sesi biraz
daha tiz bir tona taşındı. Pınar
çaresizce etrafına bakındı, Ali yoktu.
Damla’nın gözyaşları yanaklarından
süzülüyordu. Birden “Pembe oje yok
ama sana rimel sürelim istersen?”
dedi.
Eliyle gözyaşlarını silen
Damla sakince “Tamam, haydi
sür anneciğim,” diye cevap verdi.
Tuvalete gidip ayna karşısında rimel
sürdüler.
“İşte bak, çok güzel oldu,”
dedi Damla’ya. ‘Yaptığım doğru değil
ama kriz yönetiminde bazen böyle
tavizler gerekiyor,’ dedi kendine
de. Böylece işlerini bitirip partiye
katıldılar.
Çocukların hiçbiri yerine
oturmuyor, kimisi balonlarla oynuyor,
kimisi birbirini kovalıyordu. Damla
nihayet sakinlemiş, arkadaşlarının
yanına gitmişti.
Ali yanına gelerek kulağına
eğildi “Şunlara bak!” diye Serap’ı
işaret etti. “Kendi gelmiş, kocasını
getirmiş, iki çocuk bir de bakıcı.”
Gözlerini kısarak dudaklarını oynatmaya başladı.
“Çok belli ediyorsun,” dedi
Pınar.
“Neyi belli ediyorum?”
“Beşle yüz otuz beşi çarptığını.”
38
Bu sırada masaya içecek
servisi başlamış, herkes mutlu
gözüküyordu. Pınar “Şşişt” diye bir
ses duydu, sağında solunda kimse
yoktu. Aşağıya doğru bakınca,
bir örümcek adamın kendine
seslendiğini gördü. Gülümseyerek
çocuğun hizasına eğildi. “Buyurun
sayın süper kahraman?”
“Hani palyaço yok mu?
Kim eğlendirecek bizi?” diye sordu
çocuk.
Önce yüzündeki tükürükleri
sildi Pınar. “Geliyor merak etme,
yolda şimdi,” diye yanıtladı. Çocuk
şüpheli gözlerle bakarak örümcek
adam kalabalığının içine karıştı.
Geliyor demişti demesine
ama çocuk haklıydı. Çoktan burada
olmalıydı. Çok kısa bir zaman içinde
bu çocuk kalabalığı mekânın altını
üstüne getirirdi. Verilen her zarar
hesaba eklenir ve Ali ile sonsuza
uzanan başka bir kavga konuları
olurdu. Aceleyle şirketi aradı.
“Metin Bey, merhaba… Hayır
gelmedi… Nasıl başka birisi mi? O
da iyidir diyorsunuz. İnşallah. Ama
acil gelmesi gerekiyor… Ararsanız
sevinirim. Bulamadıysa ben tarif
ederim… Tamam, bekliyoruz.”
Çok geçmeden kapıda
göbekli, orta yaşı geride bırakalı
epey olmuş, bıyıklı bir adam belirdi.
Az önce son nefesini çekmiş olduğu
sigaranın kalan dumanını savurarak
içeri girdi. Burnunda kırmızı bir
ponpon vardı.
İnanmaz gözlerle bakan
Pınar’ın yanına gelerek kendini
tanıttı.
“Merhaba. Muhsin ben.
Animatörüm. Bana da geç haber
verdiler, bu yüzden geciktim. Beş
dakika içinde hazır olurum.”
Pınar şok içindeydi. Ali’ye
bakındı. Yoktu. Ne diyeceğini
düşünüyordu ki yanlarına gelen
Nazlısu
Muhsin’in
patlamaya
hazır balon gibi duran göbeğini
parmağıyla dürterek, “Palyaço sen
misin yani? Bıyıklı palyaço olmaz ki
ama…” dedi. “Sen bu işleri iyi biliyorsun
herhalde küçük hanım. Zaten
boyanmışsın da. İstersen sen ol
palyaço. Ne dersin?” diye cevap
verdi Muhsin. Fildişi üzerine somon
ojeleriyle “Anneee!” diye bağırarak
uzaklaştı Nazlısu.
Tuvalet tarafını gösterdi
Pınar, “Şu tarafta hazırlanabilirsiniz.”
Pınar’ın yanına gelen Ali “Bu mu
eğlendirecek çocukları? Şirketi
hemen arıyorsun Pınar.”
“Yeni birini gönderecek
olsalar bile artık çok geç. Ona
bir şans verelim bence. Şu anda
elimizdeki en iyi seçenek bu zaten.”
“Öff. Parasıyla rezil olmak böyle bir
şey herhalde.”
Cevap vermeden masaya
geri döndü Pınar. Açlıktan bayılmak
üzereydi. Damla da doğru düzgün
bir şey yememişti daha. Kendine
hızlıca bir tabak hazırladı. Bu
sırada Muhsin kostümünü giymiş
çocukları az ilerdeki boş alana
toplamaya çalışıyordu. Nazlısu’yla
olan konuşmasını duyan birkaç kız,
39
gelmelerini söyleyen Muhsin’in
sözünü ikiletmeden peşine takılmıştı.
Oğlanlarsa oralı olmuyor birbirlerini
kovalıyorlardı. Koşarken bir tanesi
gelip Muhsin’e tekme atıp “Şişko,”
diye bağırarak uzaklaştı. Bu az önce
Pınar’a palyaçoyu soran çocuktu.
Muhsin sakince çocuğa
dönüp “Omzundaki ne senin? Gel
yaklaş bakayım,” dedi. Pınar merakla
olan biteni izliyordu. Çocuk telaşla
omuzlarına bakmaya başladı.
Kafasını çevirdikçe “Öbür
tarafa geçti. Şimdi sırtında. Bak diğer
omzunda,” diyen Muhsin, “Aman
korkma ya. Altı üstü örümcekmiş,”
dediğinde çocuk zıplayarak “Örümcek, örümcek!” diye bağırmaya
başladı. Kahkaha atan Muhsin,
“Örümcekten korkan örümcek adam
demek böyle oluyormuş. Korkma bir
şey yok omzunda. Sana küçük bir
şaka yaptım sadece,” dedi. Çocuk
rahatlamıştı ama hâlâ öfkeliydi.
Diğer arkadaşları da çocuğa
“Sen nasıl örümcek adamsın?”
diyerek Muhsin’in yanına doğru
ilerleyince çaresiz peşlerinden gitti.
Balondan at yapan Muhsin, kalbi
kırık örümcek adama bunu hediye
ettiğinde barışmışlardı.
Pınar karnını doyurmuştu,
çocukların sesi kesilmişti, Ali para
ile ilgili konuşmayı bırakmıştı. Pınar
neşeyle çayını yudumladı. Damla’nın
sınıf
arkadaşlarının
anneleriyle
sohbet etmeye koyuldular. Yanlarına
gelen garson Pınar’ın kulağına
pastanın ne zaman kesileceğini
sordu. “Birazdan,” dedi Pınar.
Bu huzur dolu dakikaların tadını
çıkartmak istiyordu.
“Damla bir şey yedi mi?”
diye sordu Ali.
“Pek sayılmaz canım ya.
Bir şeyler hazırlayacağım onun için
şimdi.“
“Sen burada kendi karnını
doyur. Ben yediririm kızıma. Nasıl
annesin anlamıyorum,” diyerek
uzaklaştı Ali.
Neye uğradığını anlamayan
Pınar etrafındakilere belli etmemeye
çalışarak lavaboya doğru yöneldi.
Tuvaletlerden birine girip kapısını
kapattı, klozetin kapağını kapatıp
üzerine oturdu, sifonu çekti sesi
duyulmasın diye. Sonra dışarı çıkıp
yüzünü yıkadı.
Masada herkesin keyfi
yerinde gözüküyordu. Hava almak istedi. Mekândan dışarı çıktı.
Soğuktan dolayı boş kalan masalardan birine oturup park etmiş
arabaları izledi bir süre.
“Oturabilir miyim?” dedi
birisi arkasında. İrkildi Pınar. Dönüp
baktı gelen Muhsin’di. “Tabii,” dedi.
“İçer misin?” diye sigara
uzattı Muhsin. Damla’ya hamileliği
ile beraber bırakmıştı Pınar. Zaman
zaman kaçamak yapıyordu ama
Ali’nin asla haberi yoktu bundan.
Kesinlikle yasaklamıştı sigarayı.
Maazallah Damla’ya kötü örnek
olurdu falan.
“Evet,” dedi Pınar, “bir tane
iyi olur.” Dışarıdan gören olsa ne der,
diye geçirdi içinden. Palyaço kıyafetli
bir adamla eksi beş derecede sigara
40
İllüstrasyon: Jean-Michel Bihorel
içiyorum.
Konuşmadılar. Pınar bir
iki nefes alıp bu garip durumu
uzatmamak için teşekkür edip içeri
geçti. Masanın etrafındaydı herkes,
happy birthday şarkısı çalıyor, Damla
babasıyla beraber mumu üflemeye
hazırlanıyordu. Pınar’ın üç hafta önce
sipariş ettiği, kızına layık olanı bulmak
için altı ay önceden yerli yabancı
demeden onlarca blog takip ederek
uğraştığı ve nihayet karar verdiğinde
bu kez kimin en güzel yapacağını iki
ay araştırdığı pastanın önünde, baba
kız gülücükler saçıyorlardı. Yanlarına
gitti.
“Nerdesin sen?” diye çıkıştı
Ali.
“Neden beni beklemediniz?”
“Bakındım sana aslında, göremedim.”
“Büyük nezaket gerçekten
bana bakınman.”
“Hazırlanana kadar gelirsin
diye düşündüm sonra. Damla da çok
sabırsızlandı, ne yapsaydım?”
“Buraya
bakın!”
diye
seslendi Serap, “Bir de üçünüzü
çekelim.”
“Bari bugün asma şu
suratını,” dedi Ali. “Hem ortadan
kayboluyorsun hem de surat bir
karış geliyorsun.” Başını Pınar’ınkine
yaklaştırıp, “Sigara mı içtin sen?”
dedi.
Derin bir nefes aldı Pınar,
“Defol git!” demek istedi ama sustu.
“Pasta enfes olmuş şekerim.
O ne güzel tasarım. Tadı da bir harika,”
konulu tebrikleri kabul etti bir süre.
Pastalarını bitiren çocukları Muhsin
büyük sürpriz için çağırdı. Pinyata
onları bekliyordu. Bütün çocuklar
birer kez vuracak birkaç turun
sonunda pinyatanın parçalanmasına
yakın, sopa Damla’nın eline verilecek
böylece doğum günü çocuğu eşek
şeklindeki pinyatayı parçalayacak
ve çocuklar da etrafa saçılan şeker,
çikolata, küçük oyuncaklardan oluşan
ganimetleri toplayacaklardı.
Pinyata bu kadar sağlam
çıkmasaydı olması gereken buydu.
Dakikalar geçiyor pinyata bir türlü
bana mısın demiyordu. Anne babalar
daha hızlı diye tezahürata başladılar.
Çocuklar var güçleriyle vuruyor ama
olmuyordu.
“Bozuk senin pinyatan,” dedi
örümcekten korkan örümcek adam.
Damla’nın yüzü asıldı. Gelecek olanı
sezen Pınar ortaya atılıp Damla’nın
elinden sopayı aldı.
“Seni inatçı eşek!” dedi.
“Gel bakalım.”
Çocuklar, “Haydi, haydi!”
41
diye el çırpıp tempo tutmaya
başladılar.
Ali Pınar’a bakıyordu. Pınar
da dönüp Ali’nin yüzüne dikkatlice
baktı, fotoğrafını çeker gibi. Sonra
dönüp eşeğe baktı ve hırsla vurmaya
başladı.
Bir yandan vuruyor bir
yandan eşekle konuşuyordu. “Bunu
nasıl buldun?” diyordu, “Başına bunun geleceğini tahmin etmemiştin
herhalde?”
Konuklardan neşeli kahkahalar yükseldi.
“Alemsin Pınar.”
“Eşeğin yerinde olmak istemezdik!”
Vurmaya ve konuşmaya
devam ediyordu Pınar, “Bunun için
para ödemek zorunda değilsin üstelik. Tamamen bedava!”
“Süper ya!”
“Pınar’ın içindeki vahşi çıktı
ortaya.”
“Bir tane de bizim için vur o
haddini bilmez eşeğe.”
Bir tek Ali’den ses çıkmıyordu. Kollarını kavuşturmuş Pınar’ı
izliyordu.
“Ne oldu sevgili eşek hiç
sesin çıkmıyor?” dedi Pınar ve tekrar
vurdu. Pinyata’nın karnından şekerler
etrafa saçıldı. Büyük bir alkış koptu.
Çocuklar heyecanla yerdekileri
toplamaya başladılar. Pınar sopayı
Muhsin’e uzattı.
Vedalaşma faslı kısa sürdü.
Çoğunun yetişmeleri gereken tenis,
piyano ve bale dersleri vardı. Ali
hesabı öderken Pınar da parasını
ödemek için Muhsin’i aradı.
“İyi idare ettiniz gerçekten,”
dedi Pınar.
Gülümsedi Muhsin ve bir
kutu uzattı. “Pinyatanın parçalarını
koydum. Sizin için anlamı olduğunu
düşünüyorum,” dedi. Pınar başını
sallayarak kutuyu aldı, çantasına
koydu. “Sopayı da hediye edebilirim
isterseniz.”
“Teşekkürler,” dedi Pınar.
“Hiç gerek yok. Bana bu yeter.” El
sıkışarak ayrıldılar.
Arabaya bindiklerinde Damla’nın kucağı şekerlemelerle doluydu.
“Ne partiydi! Çok eğlendim!” dedi
Damla “Siz de eğlendiniz mi?” Pınar
arkaya Damla’nın oturduğu araba
koltuğuna döndü, eline uzandı.
“Tatlım, çocuklar iyi vakit
geçirince anne babalar da mutlu
olurlar biliyorsun. Sen eğlendiysen
biz de çok eğlendik,” dedi.
Önüne döndü, gülümseyerek çantasına sarıldı.
42
Yeni Hayat Üçgeni:
Site - Plaza - AVM
Ali Ergur
Hermetik Yaşam Döngüsünde Lefebvre’i Yeniden Okumak
Kentsel mekânın dönüşümü, küreselleşme sürecinin
içinde ve finans kapitalizminin yönlendiriciliğinde yeni bir
siyasi olan-toplumsal olan bağlamı oluşturmuştur. Buna göre,
Veblen’in, o dönemde henüz yalnızca yükselmekte olan bir
finans burjuvazisinin özelliği olarak teşhis ederek 19. yy. sonunda
duyurduğu tüketim-temelli yaşam biçimlerinin, genel bir toplumsal
özellik haline geldiğini görmekteyiz. Üretimin görünmezleşmesi,
üretim ilişkilerinin ve sömürünün de görünmezleşmesi, hatta
tam tersi görüntüye bürünmesi, sanayi-sonrası çağın temel
özelliklerindendir. Bu yazıda, finans kapitalizminin cinsinden
yeniden yapılanan kent mekânının, Foucault’nun modern çağın
özelliği olarak kuramlaştırdığı kapatma, öz-disiplin ve merkezi
gözetim özelliklerinin ötesine geçerek, atomlaşmış gözetim haline
geldiğini iddia edeceğiz. Sanayi modernliğinin denetim unsuru,
üretimin merkezi gözetimi idiyse, sanayi-sonrası modernliğininki
tüketim eksenli sıvılaşmış ya da bulutsu bir gözetim sürecidir. Buna
mukabil, kurumsal kapatmanın yerini alan ya da onunla birlikte
işlemeye başlayan gönüllü katılıma dayalı bir hermetik yaşam
döngüsünün ortaya çıktığını iddia edebiliriz. Tüketim-gözetimmekân ilişkisini yeniden değerlendirirken, çağımızın kentbilim
yazınına temel katkıları olmuş bir düşünürün, Henri Lefebvre’in,
yapısalcılığa da, kültüralizme de mesafeli duran dengeli tavrının
felsefi izdüşümlerini izlemeye çalışacağız.
Türkiye’nin yapısal dönüşümlerinin önemli bir dönüm
noktası 1945 sonrası tarımda makineleşme olgusuysa, bir diğeri
1980’lerden itibaren küresel ekonomiyle bütünleşme aşaması
olmuştur. Tarımda makineleşme kısa sürede emek arzı fazlası
43
açığa çıkarmış, böylece kırdan kente
denetimsiz bir göçü tetiklemiştir.
Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllar, bu
sürecin kentte maddi ve maddiolmayan
sonuçlarının
açıkça
görülmeye başlandığı dönemdir.
Tarımsal üretim ve köylülükten
çıkış
olarak
adlandırılabilecek
bu süreç, 1960’lı yıllarda özel
sermayenin sanayi atılımları ve
küresel ekonomiyle ilk buluşma
girişimleriyle birleşince, başlangıçta
kırın itmesiyle ivmelenen göç ve
kentleşme, 1960’lardan sonra kentin
çekimini de içinde barındırmıştır.
Kentlerin fiziksel yapılanmasındaki
iç içe geçen sayısız sorunun yanı
sıra, bu sürekli göç ve yeniden
yerleşme hareketinin üst derecede
siyasileştirilmesi, hızlı bir toplumsal
heterojenleşme, kültür yaşamının
çeşitli boyutlarında yeni bileşim
ve çatışmaların izlerinin git gide
daha kuvvetli bir şekilde yansıması
gibi
sonuçlar
gözlemlenmiştir.
1980’lere gelindiğinde ise, bu
karmaşık ve çatışmalı dönüşüm
süreci önemli bir mecraya girmiştir.
Neo-liberal
politikaların
dünya
çapında yaygınlaşması, 24 Ocak
1980 kararlarıyla Türkiye’de de
yankı bulmuştur. 12 Eylül 1980
darbesi ise, emekçi kitlelerinin,
özellikle 1961 Anayasası sonrasında
kazandıkları
hakları
ellerinden
alabilecek, sermayeye hızlı büyüme
sağlayabilecek uygun siyasi ortamı
sağlamıştır. 1983 sonrasında Turgut
Özal hükümetleriyle başlayan neoliberal politikaların benimsenmesi
ve küresel kapitalizmle bütünleşme
süreci,
Türkiye’nin
toplumsal
yapısının bir kez daha köklü bir
dönüşüme girmesine yol açmıştır.
Artık toplumsal dönüşüm yalnızca iç
değişkenlerle değil, aynı zamanda,
hatta daha ziyade dış değişkenlerle
belirlenir hale gelmiştir. Hatta iç ve
dış kavramlarının anlamsızlaşmaya
başladığı
bir
küresel
eylem
mantığının, bu bağlamda ortaya
çıktığının altını çizebiliriz. Buradaki
tartışmamızda, bu sürecin çok boyutlu
sonuçlarının her birine girmek gibi bir
iddiamız olmamakla birlikte, küresel
kapitalizmle bütünleşmenin sonucu
olan, dünyanın farklı toplumlarında
da benzer bir şekilde gözlemlenen
yeni bir toplumsal katmanlaşmanın
yol açtığı, kent mekânının ayrışma
sürecine
dair
mütevazi
bir
çözümleme yapmayı hedefliyoruz.
Bugün
İstanbul’un
bir
çeşit ideal-tip oluşturduğu kentsel
dönüşüm süreci, Türkiye’nin irili ufaklı
birçok kentinde son derece hızlı ve
çatışmacı bir gelişim izlemektedir.
Bu sürecin genel yönünün tedrici
olarak daha kapalı hale gelen,
gönüllü katılıma dayalı bir kapanma
sahaları oluşumuna doğru olduğunu
ifade etmek yanlış olmaz. Hermetik
yaşam döngüsü adını verdiğimiz
bu model, insan-insan ve insandoğa ilişkisini önemli ölçüde (1)
bireyselleştirmekte,
(2)arzulanan
bir ayrışmaya dağıtmakta, (3)iyi
denetlenen, belli sınırlarda kendi
kendine yeterli yaşam alanları olan
kapalı site, kapalı işyeri ve alışveriş
44
merkezi üçgenine sıkıştırmaktadır.
Bu sistemin ateşleyici gücü tüketimgözetim eklemlenmesidir. Bu üçlü
kapalı alan modeli yine üç temel
araçla birbirine bağlanır: Otomobil,
kredi kartı, cep telefonu. Hermetik
yaşam döngüsü, kendi içinde git
gide daha çok kapanma eğilimi
gösterirken, kentin bütün aktörlerini,
farklı toplumsal ekonomik özellikleri
olan ve farklı kapalılık dereceleri arz
eden kapanma sahalarına kapatma
eğilimindedir. Böylece kentle steril
temas adını verdiğimiz bir mekânsal
ayrışma ve kentin organik dokusuyla
temasın yitimi olgusu, insan-mekân
ilişkisini kökten dönüştürmektedir.
Hermetik yaşam döngüsünün temel
özelliklerini,
Lefebvre’in
kentin
dönüşümünü anlamak için geliştirdiği
kavramsal araçlardan bazılarını takip
ederek tartışmaya çalışacağız.
Lefebvre,
öncelikle
Marx’tan ödünç aldığı tümellik
(totalité) kavramı ekseninde kenti
ve onun gündelik yaşamını tartışır.
Buna göre, kapitalist kent, yalnızca
insanın mekânla kurduğu ilişkiyi
düzenlemekle kalmaz, gerçeği (gerçek olanı – le réel) tanımlayarak
insanı manevi anlamda da kuşatır. Bir
anlam dünyası ya da kısaca dünya
olarak saydam bir ideoloji haline
gelir. Böylece bütün etkinlikler
yani onların aktörleri olmaları
hasebiyle bireyler şeyleşirler; bu
onların diğer şeylerden farklı olarak, birbirlerinden ayrılmalarını
getirir. Hermetik yaşam döngüsü,
homojenleşme eğiliminde kapalı
Görseller: Sena Başöz, Doctoring, 12’09’’, 2010
45
dünyalar kurarak bu şeyleşmenin
hızlandırıcısı niteliğini kazanır. Kapalı
sitenin dışında güvenilir bir kentsel
varoluş, kapalı işyerinin dışında
verimli bir çalışma biçimi, alışveriş merkezinin dışında özgür bir
toplumsallaşma tahayyül edilemez
hale gelir. Lefebvre, ekonomi
politiğin insani olanı bir üretim
aracına indirgediği kanısındadır.
Hermetik yaşam döngüsü, böyle bir
araçsallaştırmayı içerir; ancak onu
daha öteye taşıyarak, bireyi tüketim
faili olarak varolma seçeneğinin
plebisitine yönlendirir. Kapatma
kurumlarının baskınlığından kapanma
sahalarının
yükselişine
geçen sanayi-sonrası toplum koşullarında Lefebvre’in de altını çizdiği
tümellik iradesi (la volonté de
totalité), gönüllü katılımın temel
ideolojik zeminini döşemektedir.
Zira bu irade ya da istek sayesinde
üretimin
görünmezleşmesine
katkıda bulunup kentsel ayrışmaların, sahte-dünyaların (pseudomondes) kurulmasına, hakikatin
tematikleştirilmelerini
yasallaştırmaya katkıda bulunmaktadır.
Hermetik yaşam döngüsü, kent
mekânının organik ilişkiselliğini
kırarak, onu tematikleştirilmiş (ikamet, çalışma, toplumsallaşma, tüketme, eğlenme, vb.) bir işlevselliğe
bölmektedir.
Lefebvre, insanın tümelliği
kavramının birincil özelliği olarak
gereksinimi sayar. Ona göre insan
bir gereksinim varlığıdır (un être de
besoin). Hatta insan gereksinimlerle
insanileşir; çünkü gereksinimler,
onun doğaya oranla yapay özelliğini
belirler. Böyle bir saptama bizi
kolaylıkla salt tüketimin meşruiyetine
götürebilirdi.
Ancak
Lefebvre,
gereksinimin
bu
insanileştirici
özelliğini, insanın çalışması bağlamında anlamlandırır. Çalışma ise,
diğer türlerde gördüğümüzden farklı
olarak yalnızca maddi emek değil,
emeğe katılan anlamı da barındırır.
Sanayi-sonrası
çağda
üretimin
görünmezleşmesi; yapılan işlerin
doğasının, maddeden kopuş üzerine
olduğu kadar, sanallık, varsayımsallık
ve erekselliği kendisinden başka bir
şey olmayan bir dolaşım ekseninde
tanımlanmasıyla doğrudan ilişkilidir. Diğer yandan, Lefebvre,
gereksinimin toplumsal bir kategori
olduğu kanısındadır; onun bireysel
deneyimlenişi arzu yoluyla olur.
Diğer bir deyişle bireyselleşmiş
gereksinim arzudur. Ancak bu sonsuz
ve ben-merkezli bir arzu değildir;
zira biçimlenişi sırasında kontroller,
izinler, ket vurmalar, olanaklar
etkili olur; bunlar, toplumsalın
sınırlarını bireye hatırlatırlar. Arzu,
belirsizlik ve sınırlılıklar arasında bir
diyalektikte oluşur. Oysa hermetik
yaşam dünyasını harekete geçiren
arzu, önemli ölçüde öznelleşmiş,
toplumsalın rasyonel çerçevesinden
dışarı taşan, ben-merkezli salt
yöneltimdir.
Tüketimin
nesnesi
olan şey ya da etkinlik, hatta belki
insan, regresif bir itkiyle arzulama
eyleminin hedefidir. Bu anlamda
arzu ya da arzulama, bir üretim
46
sürecinin içerdiği emeğin hak ettiği
ödül olmaktan ziyade, kendinde
tanımlı, kendi söylemsel ekseninde
meşrulaşan ve salt öznellik ifadesi
olan bir duygu durumudur. Özetle
Lefebvre, insanı gereksinim-çalışmaarzu üçlemesinin bileşimi olarak
kavramsallaştırır. Hermetik yaşam
döngüsünde bu üçlüden çalışma
(üretim)
eksiltilmiştir.
Geriye
gereksinim ve arzu ikilisi kaldığı
zaman, varlık alanını imleyecek
yegâne strateji, üretimden bağlantısı
kopmuş tüketim olacaktır. Lefebvre,
hazza (la jouissance) yönelmemiş bir
çalışmanın kuru bir eylem olduğunu,
ama çalışmanın sonucu olmayan bir
hazzın da asalak bir yaşam anlamına
geldiğinin altını çizer. Oysa hermetik
yaşam döngüsü, modern kentin
ölümü dışlaması gibi, çalışmayı
hazdan uzaklaştırır.
Lefebvre, mekân kavramına,
fizik gerçeklik ve işlevsel yapılanma
olma özelliklerinden öte, bir toplumsal
boyut katan toplumbilimcilerdendir.
Yirminci Yüzyıl’ın ikinci yarısında,
modernliğin
ileri
aşamasında,
artık mekân toplumsal mekândır;
üstelik toplumsal zamandan ayrı
düşünülemez. Bu noktada toplumsal
mekân, bir dizi yapısal ve anlık ilişki
biçiminin sürekli olarak etkileşerek
diyalektik bir yaşam kurgusu
oluşturması anlamına gelir. Bu
noktada, mekân ve onun simgelediği
gerçeklik ne De Certeau’nun
iddia ettiği kadar anlıksallığa ve
kendiliğindenliğe
dayanır,
ne
işlevselcilerin ortaya koydukları gibi
yapılanmıştır. Lefebvre hem bu iki zıt
güç hem zaman ve mekân arasındaki
diyalektik ilişkinin önemini vurgular.
Ancak hermetik yaşam döngüsü, bu
ilişkiselliği önemli ölçüde parçalar.
Lefebvre’in toplumsal mekânda
var olduğunu düşündüğü öznel
ve nesnel boyutları, ikinci lehine
bütünleştirir. Özel grubun varlık alanı
olarak toplumsal mekân, git gide
küçülmekte, gözetim ve teknolojik
olarak sarılmışlık, öznel toplumsal
mekânı tedricen daraltmaktadır.
Zaman ve mekân ise, hermetik
yaşam döngüsünde diyalektik bir
tamamlayıcılıktan ziyade, zamanın
mekânı biçimleyen bir çeşit plastik
malzemeye dönüşmesine neden olur.
Cep telefonu, bu anlamda, bireysel
stratejiler içinde, mekânı model
hamuru gibi yoğurabilme olanağını
sunar. Kapanma sahaları, kendilerini
var eden kurucu mantık olan gönüllü
katılım süreci içinde praxis’in
içerdiği düşünümsellik ve anlıksallık
diyalektiğini silmektedirler. Onun
yerine, Lefebvre’in altını çizdiği
yapmanın (le faire) otomatikleşmesi
yaygınlaşmaktadır. Hermetik yaşam
alanı, çeşitliliği ticari hareketliliği
sağlayacak kadar çok ve tüketim
merkezli, toplumsallaşmayı indirgeyecek kadar az ve eğlence
güdümlü hale getirir. Görüntüsü
çeşitlilik, renklilik, duyusal uyarı,
zamanın hem fazla boş hem fazla
dolu biçimlenmesine dayalı bir alışveriş merkezi, sayısız benzerinin
yalnızca bir biçimsel çeşitlemesidir;
öngördüğü toplumsallaşma modeli,
47
hayli indirgenmiş, homojenleştirici
ve toplumsal tahayyülü şemalaştırıcı
özelliktedir.
Hermetik
yaşam
döngüsü, üretimi yüceltmez ancak
eylemselliği öne çıkartır. Mekânın
kuruluşu ve kapanma sahası olarak
işleyişi, münhasıran performansın
yegâne geçerlilik ölçüsü haline
gelmesiyle mümkün olur. Lefebvre,
bireysel pratik eylemi başarı
ölçütüyle değerlendiren pragmatizmi
eleştirirken, günümüzün performanskaygılı eylem düzlemini de işaret
etmiş oluyordu. Zira ona göre, bu
pragmatizm, toplum yaşamında
olduğu kadar birey yaşamında
da çok önemli bir boyutu, dramı,
sorunların derinliğini sistemli olarak
göz ardı eder. Her zaman yüksek
performansta olmak, hermetik yaşam
dünyasının en önemli esaslarındandır.
Aynı dramatik unsur Bachelard
tarafından da, başka bir bağlamda
vurgulanmıştır; ânı damgalayan
özellik, dramatik olana açılan bir
derinlik sağlamasıdır. Performansın
yegâne varoluş ölçüsü ve kimlik
stratejisi aracı olduğu bağlam,
teknolojik olarak inşa edilmektedir;
buna Lefebvre teknokratik pozitivizm
adını vermektedir.
Lefebvre praxis’in toplumsal ilişkiler üretmek anlamına
geldiğinin altını çizer. Üretmek
yalnızca dolaşıma değişim ve
tüketim fırlatmak değildir; aynı
zamanda toplumsal ilişkiler üretmeyi
de içermelidir. Hermetik yaşam
döngüsü, üretimin yalnızca maddi
boyutunu göz önüne alarak, kentin
organik dokusuyla, öngörülmemiş,
anlıksal olanla ilişki yerine, kapanma
sahasının kendi içindeki (hermetik)
ilişkisellik biçimlerini cesaretlendirir;
bunların büyük çoğunluğu tüketim
eksenlidir. Bu ilişkilerden ya da ilişki
olasılıklarından tüketimi çektiğimiz zaman, geriye neredeyse
maddi olmayan hiçbir şey kalmaz.
Bu noktada Lefebvre, üretici
güçlerle maddi doğa üzerindeki
eylemi
birbirinden
ayırmanın,
diğer bir deyişle praxis’i diğer bazı
nesnelerden, onları ayrıcalıklı kılarak
ayırmanın, o nesneleri fetişleştirmek
anlamına geldiğinin altını çizmiştir.
Metâ ve para bu ayrıcalıklı nesnelerin
başında gelir; kapanma sahaları ise bu
ayrıcalıklılaştırma ve fetişizm üzerine
inşa edilmişlerdir. Üretim, Lefebvre’e
göre yalnızca üretilen ve yeniden
üretilen ürünler anlamına gelmez;
toplumsal gruplar ve onların ilişkileri
de üretilmiş olur. Bu bağlamda
mekânın üretimi, ona içkin toplumsal
ilişkiler yumağının da üretimi
anlamına gelecektir. Bununla birlikte,
hermetik yaşam döngüsündeki
praxis, değişim değerini öncelediği
hatta onu yegâne geçerlilik ve üretim
koşulu haline getirmeye kurgulanmış
olduğu için, ürettiği toplumsal
grup ilişkileri, tüketimin anlıksal,
uçucu, tarih-dışılaştırıcı karakterinin
cinsinden tanımlanır.
Lefebvre, bireyin kendisinin
dışında kalan gerçekliği tanımlamak
için kullandığı ‘dış dünya’ kavramının
yanıltıcı olduğundan bahsetmiştir.
Buna göre bireyin bilinci, ona
48
dışsalmış gibi görünen, praxis
tarafından üretilmiş bir dünya
yansıtır. Oysa praxis, iç ve dış
dünyalar yaratmaz; bunların ayrımını
vurgulamaz. Praxis bir insani dünya
(monde humain) biçimler. Yapmalarla
oluşan bu insani dünya insani olanı
barındırdığı kadar, insani olmayanı da
(nesneleri, eserleri, anlamları) içerir.
Hermetik yaşam döngüsü Lefebvre’in
işaret ettiği bütünlüğü hem içerir
hem dışlar. Zira kapanma sahalarında
toplumsallaşma, praxis’i sayısız
işlevin organik bütünlüğü ile bireyin
bu öz-yeterlilik balonu içindeki
varoluş deneyimiyle özdeşleştirdiği
için bütüncül bir dünya kurmaktadır.
Ancak bu bütünsellik münhasıran
tüketimin, üstelik gözetimle desteklenmiş olarak, bir çeşit hakikat rejimi
haline gelmesiyle mümkün olur.
Bununla birlikte, Lefebvre’in işaret
ettiği türden bir bütünlükten tam
anlamıyla da bahsedemeyiz; çünkü
o praxis’i belirgin bir şekilde üretim
paydasında tanımlamaktadır. Diğer
yandan kapanma sahaları, doğaları
gereği, üstelik yaygın bir gönüllü
katılıma dayandıkları için, çok kesin
bir iç ve dış ayrımı yaparlar; varlıkları
ve toplumsal meşruiyetleri, bu
ayrımı, hem de çok keskin maddi
ve maddi-olmayan göstergelerle
yapmaları sayesinde mümkün olur.
Mimari tasarımlarının git gide daha
cüretkâr, kentin kapalı olmayan
ilişkiler dünyasına aşamalı olarak
daha fazla kapanan, estetik iddiası
daha meydan okuyan bir özerkliği
(hermetizmi) işaret etmesi, bize
bu eğilimi gösterir. Ankara’daki,
özellikle Söğütözü civarındaki birçok
yeni alışveriş merkezi, İstanbul’da
özellikle Zorlu Center bu iddiayı
fazlasıyla barındırır. Devasa boyutlar,
genel bir kapsayıcılığı işaret ederler.
Buradaki temel iddia, bir dünya
yaratmanın ötesine geçer; dünyanın
ta kendisi, dünyanın tamamı olduğu
önermesinin altı kalın çizgilerle
çizilir. Hermetik yaşam döngüsünde,
praxis’in, Lefebvre’in vurguladığı bir
diğer özelliği de belirsizleşmektedir:
Yineleyici praxis (praxis répétitive)
ile yaratıcı praxis (praxis créatrice)
arasındaki fark, hermetik yaşam
döngüsünde görünmez hale gelir.
Toplumsalın
üretimi,
kapanma
sahasının kurucu mantığında, yineleyici praxis’i öne çıkarır; kapanma
sahası bildik yinelemelere, bunların
epeyce yapılaşmış eylem kalıplarına,
öngörülmez ve anlıksalın mümkün
olduğunca sistemli bir dışlanmasına
dayanır. Örneğin sanat, sermayenin
kamusallığı kapsamında, kapanma
sahalarında çok büyük oranda piyasanın mutlak yönlendiriciliğinde
ortaya çıkabilir. Bir kamu hizmeti
olarak İstanbul’da bir konser salonu
inşa edilemeyip mevcut en büyük
ve görkemlisinin Zorlu Center’da
içerilmiş olması bu açıdan önemlidir.
Bütün bu yalıtma arzusuna karşın,
elbette dışarıda hep yeni ve muhalif
unsurlar kalır (sokak müzisyenliği,
flash-mob’lar, grafiti, street art vb.).
Ancak kent toplumsallaşmasının git
gide daha ağırlıklı bir kısmı hermetik
yaşam döngüsüne dâhil olduğu için,
49
onun (1)sayısal bir üstünlüğü, (2)
iç ve dış ayrımını keskinleştirerek,
muhalefeti
münhasıran
dışta
bırakması yönündeki eğilim, Lefebvre’in insani dünya kavramının
yarılmasını işaret eder.
Kentsel alan, bugün ciddi
anlamda
ayrışmakta,
gündelik
yaşamın mekânda örgütlenen maddi ve maddi-olmayan unsurları,
gönüllü katılım esasına dayalı
bir kapanma sahaları gelişimiyle,
değişim değeri cinsinden yeniden
yapılanmaktadır. Tüketimin kimlik
stratejisi olduğu böyle bir hermetik
yaşam döngüsünde, anlıksallık, tarihdışılama ve en önemlisi üretimden
kopuk bir iç-dış ayrımı esastır. Kentin
mekânı zaten homojenleşen parçalar
halinde ayrışmaktayken, bunların
üzerine, ayrıca hermetik yaşam
döngüsü eklemlenerek, mekân-insan
ilişkisinin organikliğinin aşındıran bir
yalıtma/gözetim çemberi oluşmaktadır.
Kaynakça
Lefebvre, Henri, Critique de la Vie
Quotidienne II, Fondements d’une
Sociologie de la Quotidienneté,
Paris: L’Arche Éditeur: Paris, 1961.
Lefebvre, Henri, La Vie Quotidienne
dans le Monde Moderne, Gallimard:
Paris, 1968.
Lefebvre, Henri, Le Droit à la Ville
Suivi d’Espace et Politique, Éditions
Anthropos: Paris, 1974.
Lefebvre, Henri, Espace et
Politique, Le Droit à la Ville II, Paris:
Anthropos, 2000.
50
51
Resim: Sena Başöz
Taksi
Hande Ortaç
Arnavutköy’ün dar yokuşlarından ince topuklarının
izin verdiği hızla sahile indi. Arkasında yoğun bir parfüm bulutu
bırakıyordu. Birkaç kedi kokunun cazibesine kapılıp kadının peşine
düştü. Sonra sıkıldılar. Karanlık bir köşede buldukları ne olduğu
belirsiz kemikleri sıyırmayı tercih ettiler. Kadın tenha sokaklarda
yankılanan topuk sesinden sıyrılıp Boğaz’ın ışıklı görüntüsüne
daldı. Ana caddeye inmesiyle boyut değiştirmişti sanki.
“Vay! Boğaz’ı övdükleri kadar varmış!”
Elini bile kaldırmasına fırsat vermeden yoldan geçen
taksilerden ikisi önüne kırdı. O da en yakında olanın arka koltuğuna
kuruldu. Her yeri görmek istiyordu, tam ortaya oturdu. Oturduğu
gibi dikiz aynasından sarkan maşallah’ı gördü. Gözlerini biraz
yukarı kaldırınca çember sakallı şoförün aksiyle karşılaştı.
“Selâmün Aleyküm,” şoför taksimetreyi çalıştırıp gaza
bastı.
“Kuruçeşme’ye lütfen.”
“Ooo! Abla o tarafa çok trafik var, yukardan dolanalım.”
“Yok ben manzarayı seyretmek istiyorum, sahilden
gidelim.”
“Hasupannallah!” derken kafası seyiren şoför, radyonun
sesine abandı.
Taksinin içi arka hoparlörlerden yükselen bir ilahiyle
doldu. Dikiz aynasından sarkan maşallah deli gibi sağa sola sallanıp
çırpınıyor, adamın gözleri sinirden kısılmış, kadına aynadan kesik
atıp duruyordu. Kadın oralı olmadı. Keyfini bozmaya hiç niyeti
yoktu. Yıllar boyu takside içilmiş sigaraların; sarhoş yolcuların
hiç istemeyerek çıkardıkları kusmukların; şoförün oturmaktan
kilitlenen bağırsaklarından yanlışlıkla ve sessizce kaçan gazın;
52
sıcaktan ya da trafiğin stresinden
terleyen vücutların; yollarda yenmek
zorunda kalınan dürüm döner, dürüm
çiğ köfte, dürülmüş lahmacunun
ve aracın bagajının üçte ikisini
kaplayan lpg tüpünün içeri yayılan
sarımsaksı kokusunu bastırmak için
kullanılan en ucuz araba kokusu
kadının parfümünü bastırmıştı bile.
Ama kadın hiçbir şeyi umursamadı.
Sol yanında davetkâr bir şekilde
akmakta olan İstanbul manzarasının
tadını çıkarıyordu. Ara ara ağaçlarla
ve binalarla kesilen Boğaz’ı izledi.
Sadece iki dakika için… Sonra araç
yavaşlamaya başladı, yavaşladı,
yavaşladı ve korna seslerinin arasında
durdu.
Kadının suratı stop lambalarıyla kırmızıya boyanmıştı.
“Neler oluyor burada şoför bey?! Kaza mı olmuş?” dediği
anda şoförün sinirli ne kazası yahu
düpedüz trafik, biz de boka batar
gibi battık içine bakışları ok olup
aynadan fırladı. Kadın bozuntuya
vermeden yanlarında duran araçları
izlemeye başladı. Bu arada radyodaki
ilahi sona ermiş, sesi yapmacıklı derecede arınmış bir adam ‘İçinizin
temizliği yüzünüze yansımış üstadım
ama ne acıdır ki dinleyenlerimiz nur
yüzünüzü görmeye nail olamıyorlar,’
diyerek stüdyo konuğuyla hoşbeşe
başlamıştı. Kadın taksimetrede yanıp
sönen kıpkırmızı 7 TL’yi gördü.
Taksi durduğu gibi farların
beyaz koridorlarından sıyrılan, yüzlerini stop lambalarının kırmızıya
boyadığı savaşçılar gibi camsilci
çocuklar araçların etrafını sardılar.
Bir tanesi de taksiye yanaşmış,
şoförün yanındaki aynayı kara bir
bezle silmeye başlamıştı. Şoför
kaşlarını çatıp camı tıklattı.
“Sittir hadi!” dedi belli
belirsiz. Çocuk bu uyarıyı umursamadan yaptığı işe devam etti.
Elindeki şişeden şoförün camına biraz
sabunlu su fışkırttı, adamın gözünün
içine baka baka köpüklü suyu, kara
bezle güzelce camın yüzeyine yaydı.
Bu pervasızlık karşısında şoför
yerinde hopladı. “Piç! Sittir dedim,”
diye camın ötesine bağırdı. Çocuk
duymadı ya da duymamazlıktan
geldi, istifini hiç bozmadan devam
etti. Beline sıkıştırdığı cam çekme
sopasını çıkarıp pisliği camdan
sıyırmaya başladı. Şoförün ağzı açık
kalmış, şaşkın şakın çocuğu izliyordu.
Radyodaki günahlarından
arınmış ses temiz temiz anlatmaya
devam etti, ‘İçimizin güzelliği dışımıza sözlerimizle yansır, bizler de
sözlerimizle karşımızdakini kucaklamalıyız.’
“Bozuk yok, yok işte! Yok!
Senin gibi piçe verecek PARA
YOK!” Şoförün sesi camda patladı.
Çocuğun suratında hâlâ en ufak
bir tepki oluşmamıştı. Adam hızını
alamadı, otomatik camı indirdi ve
camdan sarkıp çocuğu ittirmeye
çalıştı, yetişemedi. Bu sefer de
kapıyı açtığı gibi biraz önce kaçmayı
başaran çocuğu yakalayıverdi. Çocuğun suratına bir tane tokat patlattı.
Çocuk ağlamadı bile, sadece diziyle
adamın apış arasına bir tekme
53
geçirdiği gibi koşarak kaçtı.
‘Ellerimiz birbirinin içine
geçmiş, ruhlarımız zikir coşkusuyla
buluşmuş, hak yolunun neferleri
olarak …’
Şoför zar zor toparlanıp
çocuğun peşinden koşmaya başladı. Kadın hayretler içindeydi.
Arabanın anahtarı kontakta ve araç
çalışır vaziyette trafiğin ortasında duruyordu. Kadının gözü taksimetreye takıldı. 8,15 TL. 1 lira 15 kuruş
arasında her şey kontrolden çıkmıştı.
Şoför çocuğu iki araba ötede
yakaladı. Kulağından tuttuğu gibi
bir tokat daha patlattı. Kadının ağzı
açık kalmıştı ki şoförün yanındaki
yolcu koltuğunun kapısı açıldı. Kareli
gömlekli, kotlu bir adam araca girip
ön koltuğa yerleşti.
“Pardon,” dedi kadın, “görmüyor musunuz, yolcu var?!”
“Hanfendi, gördük tabii,
görülmeyecek gibi değilsiniz maşallah! Korkmayın canım, sizin
güvenliğinizi sağlamak için yanınıza
geldim.”
“Şu anda yardıma ihtiyacı
olan ben değilim. Herif ulu orta
çocuk dövüyor! Baksanıza!”
Kadın
dehşet
içinde
parmağıyla şoförün çocuğu tartaklamasını gösterirken, koltukta oturan
adam hiç istifini bozmadan cevap
verdi.
“Merak etmeyin, benim
sizi koruduğum gibi o çocuğu da
koruyup kollayanlar vardır.”
Biri “Eşşoğluu!” diye seslenince şoför dehşet içinde arkasını
döndü. Bir elinde kocaman bir sopaya
tutturulmuş pamuk helvalar olan bir
satıcı, diğer elinde tuttuğu satırla
şoförün üstüne doğru koşuyordu.
Şoför çocuğu bıraktı. Çocuk aynı
ifadesiz suratla adamlara boş boş
baktı sonra ortadan kayboluverdi.
Şoförse kaçması gerektiğini ancak
idrak etmişti. Koşmaya çalışırken
ayakları birbirine girdi. Önce yere
kapaklandı, beli açıldı. Pantolonunu
toparlamaya çalışırken yerlerde
süründü. Kalkmayı becerip kaçmaya
başladı, araç selinin içinde kayboldu.
Artık sadece onu takip eden pamuk
helvacının
sopası
görülüyordu.
Sopanın üstünde pamuk helvalar
hoplayıp duruyorlar ve sanki zıplaya
zıplaya trafiğin derinlerine doğru
kendi başlarına ilerliyorlardı.
Radyoda yeni bir ilahi
başlamıştı ki arabaya yeni binen
adam, radyoyu sert bir hareketle
kapattı. Kadın pamuk helva sırığından
gözünü almayı başardığında, ön
koltukta oturan adamın iyice arkasını
dönmüş kendine baktığını gördü.
Herif enikonu kadını süzmeye
başlamıştı. Önce V yakalı bluzundan
belli belirsiz gözüken dekoltesine,
sonra dizlerini açıkta bırakan eteğine
ve biraz kaykılıp ayakkabılarına kadar
kadını derinlemesine tetkik etti.
“Beyefendi benim korunmaya ihtiyacım yok, lütfen beni yalnız
bırakır mısınız?”
Adam kadına doğru biraz
daha eğildi ve kaykılınca belindeki
tabanca ortaya çıktı.
“Aaa bu istediğinizi yapa54
mam çünkü bu, görevimi ihmal etmem demek.”
Gözü tabancaya takılmış
olan kadın, “Polis misiniz?”diye sordu.
“Şişt!” dedi adam fısıldayarak
“sivil görevdeyim.” Suratında sinsi bir
ifadeyle, “Şoförün araca döneceğini
zannetmiyorum artık. Biz nereye
gidelim fıstık?” derken adamın eli
kadının dizine doğru uzanıyordu.
Kadının kalbi küt küt atmaya
başladı. Taksimetre 9,30 TL’de yanıp
sönüyordu. Kuruyan bir meyve gibi
gövdesini içine çekmeye çalıştı. 9,35
TL. Nefesini tutup görünmez olmak
istedi. Adam yavaş yavaş ona doğru
eğildi. İkisi birden alevlenen korna
sesleriyle irkildi. Adamın dışarıdaki
bu yeni hareketliliğe odaklanmasını
fırsat bilen kadın kapıya doğru
yöneldi. Tam tutup kapıyı açacağı
sırada sürücü kapısı açıldı, içeriye bol
makyajlı bir kadın girdi, panik içinde
arabanın kapılarını kilitledi.
“Hemen buradan gitmeliyiz!
Hemen! Bana yardım edin!”
İçeri atlayan kadın çığlık
çığlığa bağırıyordu. Sivil polis kadına
bir tokat çarptı.
“Sussana orospu!” Bağırıp
çağıran kadın sakinleşti birden, bir
karşısındaki adama baktı, bir arkada
oturan diğer kadına ve sinirleri
boşalıp bu sefer de ağlamaya başladı.
“Süleyman abi ya elini
ayağını öpeyim yardım et bana.”
“Neriman, bak iş üstündeyim, hadi kızım çek arabanı.”
“Abi vallaha benim suçum
yok.” Bir yandan hıçkırıyor, bir yandan
da kesik kesik anlatmaya çalışıyordu.
“Önce ful muamele, sonra sikiş, eee,
ödemeye gelince yarım yövmiye!
Neden?! Ben de çektim bıçağı çizdim
herifi!”
“Kızım neresini çizdin adamın?”
“Ayy ay geliyor abi, geliyor
valla! Saklayın beni!”
“Ah Neriman vah Neriman!”
Kadının paniğinin tersine sivil polisin sesi sakindi, dalga geçiyordu.
“N’aptın yavrucum sen? Her elin
adamını böyle böyle yola getirecek
miyim sandın?” Süleyman’ın eli
bu sefer hayat kadınının baldırına
yöneldi.
“İşimi yaptım hakkımı arıyorum Süleyman abi!”
“Nerde şimdi it?” Süleyman’ın sesi iyice yumuşamıştı, Mini
etekli hayat kadınının baldırlarını
okşuyordu.
Kadınsa
iki
elini
direksiyona koymuş, açık bir yolda
hızla ilerliyormuş gibi ileriye bakıyor,
sanki
kendine
dokunulduğunu
hissetmiyordu.
“Arkamdan
geliyordu.
Saklanmak için arabaya atladım.”
Hayat kadını takip edildiğini hatırlamışçasına arkasına baktı.
“Geliyor! Geliyor! Alacak
beni.” Elini vitese attığı gibi gaza
bastı. Hoop ne oluyor demeye
kalmadı, önlerinde bekleyen araca
bindirdiler.
Sivil polis kapının koluna
tutunmuş bas bas bağırıyordu. “Ulan
orospu, ulan aklı kıt. Dursana!”
Neriman durmadı, bu sefer
55
vitesi geriye taktı ve yine gaza bastı.
Bu sefer de arkadaki araca küt diye
bindirdiler. Süleyman korkudan ödü
patlamış halde kadına bir tokat daha
attı. Direksiyondaki bileğini kavradı
ve kadının elini simitten ayırmaya
çalıştı. Neriman çıldırmış gözlerle
polise baktı. Diğer elinde minicik bir
şey parıldadı.
“Öldürecek beni anlamıyor
musun?!” Tek hamlede adamın suratını çizip arabadan dışarı atladı ve
kaçmaya başladı. Süleyman önce ne
olduğunu anlamadı. Sonra yüzündeki
sıcak ıslaklığı hissetmiş olacak,
parmaklarıyla yarasına dokundu.
Gözlerinden alev saçarak, “Ben senin
ananı da ebeni de bellerim,” deyip
arabadan atladı ve Neriman’ı takip
etmeye başladı.
Kadın arabanın arka koltuğunda oturup kalmıştı. Olanlara
inanamıyormuş gibi boş gözlerle
karşıya bakıyordu. Eteğini dizlerine
doğru çekiştirdi, oturduğu yere biraz
daha yerleşti. Derken sağ ve sol
arka kapılar açılıp içeri birer adam
girdi. Kadının iki yanına oturdular.
İyi giyimliydiler, ekşi ve keskin
kokulu parfümleri kadının başına
saplandı sanki, hafif bir ağrı başladı.
Biri iç cebinden bir sigara çıkarıp
kadına ikram etti. Kadın istemediğini
söyledi, diğeri sigarayı kabul etti.
Kadının üstünden sigaralarını yakıp
içmeye başladılar.
“Eğlenmeye
gidiyorsun
değil mi?” dedi biri.
Diğeri “Hem de en iyi gece
kulüplerinden birine.”
“Henüz varamadım ama
amacım öyle. Başarabilirsem.”
“Önemli olan mekân değil
biliyorsun değil mi?”
“Önemli olan nasıl bir
eğlence aradığın?”
“Nasıl yani?”
Sağındaki adam ceketinin
cebinden deri bir portföy çıkardı.
Portföyü açtı, farklı büyüklüklerde
elle sarılmış sigaralar yan yana
dizilmişler, ince bir lastikle portföye
tutturulmuşlardı.
Solundaki adam “Turuncu
rengi mi seversin, yoksa lacivert rengi
mi tercih edersin?” diye sordu.
Kadın anlamaz gözlerle
bakıp “Turuncu” diye cevap verdi.
Portföydeki hazır sarılmış
sigaralardan orta büyüklükte olan
bir tanesini kadının dudaklarına
yerleştirdiler. Çakmağı çakıp ateşi
sigaranın ucuna yaklaştırınca sigara
bir anda alev aldı, arabanın içi sarı bir
ışıkla aydınlandı. Kadın sigarayı içine
çekip alevi tütüne hapsetti. Sigara için
için yanmaya başladı. Yoğun turuncu
bir duman sigaranın ucundan ağır
ağır yükseliyordu. Kadın sigaradan
derin bir nefes daha aldı ve nefes
ciğerlerini ağır ağır işgal ederken
aracın dışından gelen sesleri daha iyi
duymaya hatta anlamaya başladığını
fark etti. Arka araçtaki şoförün çişi
gelmiş söyleniyordu, yan arabadaki
kızın çorabı kaçmıştı, naylon çorabını
pürüzsüz bacağından aşağıya doğru
yavaşça sıyırdı. Çıt diye bir çantanın
tokası açıldı. Çorap hışırtıyla çantanın
dibine koyuldu. Ön arabadaki
56
adam ciklet çiğniyordu, Boğaz’da
minik bir balıkçı teknesi karanlığa
saklanarak pancar motorunu patlatarak yol almaya çalışıyordu. İki
adam da kadının gözlerinin içine
bakıyorlardı. Beğendi mi acaba?
Kadın tam sigarayı dudağına bir
kez daha götürüp sigaranın tadını
çıkaracak, sol yandaki cam tıklatıldı.
O tarafta oturan adam konuşmak
istemedi ama dışarıdaki ısrarla camı
tıklatmaya devam etti. Gelenden
böyle kurtulamayacağını anlayan
adam camın otomatik düğmesine
dokundu, cam aşağıya kayarak
açılırken kıpkırmızı güllerle dolu bir
buket camdan içeri girdi.
“Bu güzel ablaya bir demet
çiçek almak ister misiniz abilerim?”
“Hadi çek arabanı! Görmüyor musunuz meşgulüz!”
“Abicim bu güzel ablanın
hatrına! Kadınlar çiçektir.”
“Uzatma da git, uğraştırma,
kötü olur!”
Kadın tam turuncu dumandan bir fırt daha almak için sigarayı
ağzına yaklaştırırken buket dışarı
çekildi ve aynı anda çiçekçi kadının
başı camdan içeri girdi.
“Ablacım ucuza gitme,
amma güzelsin ablacım, bu abiler
senin kıymetini bilsin, sana çiçek
gibi davransın, benim öküz gibi
davranmasınlar ablacım, sen istersen
alırlar, bir demet gül ablacım sana
layık değil ama, bak bütün gece
burada dikildim, bir bu demet kaldı
ablam, Allah aşkına bak Allah’ın
adını ağzıma aldım, eğer bir kötülük
varsa kafamda almam vallaha almam,
ama daha eve gideceğim, son buket
ablam, çocuklar evde aç bekler, hadi
güzel gözlü ablam, bırak da sana bir
kıyak yapsınlar, ha ablam…”
Solda oturan adam hızla
ve kuvvetle çiçekçinin başını içeri
uzattığı kapıyı açtı, kadın ne olduğunu
anlayamadan geri çekilmeye çalışırken kapının çerçevesi başına şiddetle
çarptı. Çiçekçi arabanın dışında
acıyla kıvranırken, otomatik cam
yukarıya doğru sessizce kapandı.
“Uğraşma dedik, anlamadı!”
Çiçekçi küfredip uzaklaştı.
Arabadaki kadınınsa daha fazla sabrı
kalmamıştı. Eğlenmek istiyordu.
Hazırlanmış gelmiş bir taksinin arka
koltuğunda kapalı kalmıştı. Tuzak
gibi… Oooff. Şu sigaradan bir fırt daha
alacak ve gecesinin bundan sonrasını
harika bir şekilde geçirecekti.
Yanında yakışıklı sayılabilecek eğlenceden anlayan iki adam vardı. İşte
tam sırasıydı. Kadın bir nefes daha
almak için sigarayı dudaklarının
arasına oturttu. İçine çekmeye çalıştı,
çekti, çekti duman filan gelmedi.
Kadın yanındaki adamlara umutsuzca
baktı. Tekrar tekrar denedi, ama bir
türlü olmuyordu. Sonra birden her
yer çiğ bir ışıkla oldu. Çok uzaklarda
bir yerde 15,00 TL kırmızı kırmızı
parladı ve söndü hemencecik. Yoğun
ışıkta gözleri kamaşmıştı. Etrafındaki
her şey bir anda yok olmuştu.
***
“Neler oluyor?!” diyerek
yattığı yerden doğruldu. Bembeyaz
bir odanın ortasındaydı. Ön tarafında
57
gözlük şekli verilmiş bir ekran olan
başlığı kafasından çıkardı.
“Neden bitti anlayamıyorum?” diye tekrar seslendi. “Daha
eğlenmeye bile başlayamadım.”
Metalik bir ses duvarların
ötesinden cevap verdi. “Üzgünüm,
ödediğiniz para ancak bu kadarına
yetti.”
“Ama nasıl olur? 2010’lu
yıllar İstanbul’u çok eğlenceli dediler
bana. Siz de izlediniz işte, daha hiçbir
şey olmadı ki!”
“Hanımefendi biliyorsunuz
bu modellemeler on binlerce kişinin hafıza kayıtlarından gerçeğe
uygun olarak yaratılıyor. Bizim bir
müdahalemiz olmuyor. Bu tarihler
için yaratılmış olan modelimizde bu
ücret aralığında ancak bu kadar bir
eğlence alabiliyorsunuz. Devamı için
bir bu kadar daha ödeme yapmanız
gerekli.”
“Yani bu gecelik bu kadar,
öyle mi?” Çok büyük bir hayal kırıklığı
yaşıyordu, sinirli bir şekilde çantasını
kaptığı gibi kapıya yöneldi.
“Bir dahakine aynı yıllardaki
Uzak Doğu eğlencelerini deneyeceğim. Umarım beni İstanbul
gibi hayal kırıklığına uğratmaz,”
diye söylenerek uzaklaşırken topuk
sesleri koridorda yankılanıyordu.
58
Osmanlı’dan Günümüze Bir Kent*
Kültürü Ögesi Olarak Meyhaneler
Fikret İklima Yeşiltaş
“Kalbi âşık gibi viran ettiler meyhaneyi
Bivefalar ahdına döndürdüler peymaneyi” 1
Nevî
Türkler Anadolu’ya göç etmeden ve hatta yerleşik hayata
geçmeden evvel, pek çok hastalığın şifası olarak niteledikleri kımızın
eser miktarda dahi olsa alkol barındırması nedeniyle, İslamiyet’in
kabulünden önce alkol tüketiminden tamamıyla uzak değillerdi.
Buna rağmen, ilk dönemlerde göçebe hayatın etkisi, ardından
da İslamiyet’in kabulü ile meyhane kültürünü içselleştirememiş;
ancak İstanbul’un fethiyle beraber, Bizans İmparatorluğu’ndan
miras alınanlar içerisinde meyhanelerle yakından tanışma fırsatı
bulmuşlardır.
İlber Ortaylı İstanbul’da meyhanelerin o dönemlerde
nerelerde bulunduğunu “Sanıldığının aksine, sadece Galata Beyoğlu’nda değil, İstanbul’un her semtine dağılmıştı. Kuşkusuz
her köşeye meyhane açılamazdı. Dini yerlere, mezarlık, tekke,
türbe, cami civarına bugün de içkili lokanta açılamıyor.”2 şeklinde
açıklamış, bir yandan ne kadar yaygın olduklarına dikkat çekerken;
öte yandan da Müslüman halk tarafından kabul görmüş olsa dahi,
inanç sistemleriyle meyhaneler arasındaki sınırın korunması için
çabalandığının altını çizmiştir.
Şüphesiz bu dönemden Tanzimat Devri’ne kadar
meyhanelerin
yöneticileri
çoğunlukla
gayrimüslimlerden;
özellikle Ermeni ve Rumlardan oluşmuş; lakin bütün dinlerin
mensupları İmparatorluk süresince içki yasakları ve serbestisi
arasındaki gelgitlerden etkilenmiştir. İçki içmek ve meyhane
açmak birçok padişah döneminde defaten yasaklanmış; ancak
* Kent sözcüğü burada sosyolojik anlamda sanayileşme sonucu ortaya çıkan
yerleşim birimini değil, ticari, kültürel, toplumsal yönüyle kırsal ile benzerlik göstermeyen yerleşim birimini işaret etmektedir.
1 “Aşığın kalbi gibi meyhaneyi viran ettiler
Vefasızlar kadehi kendilerine benzettiler “
2 Ortaylı, İlber, İstanbul’dan Sayfalar, Hil Yayınları: İstanbul, 1986, s.170.
59
İstanbul’da Bir Meyhane, 17.Yy., Minyatür
zaman zaman Yeniçerilerin yasağa ilişkin hoşnutsuzluğu ve
meyhanelere konan ağır vergilerin
hazineye sağladığı gelir göz önünde
bulundurulduğunda, tekrar serbest
bırakılmak durumunda kalmıştır. Bu
yasaklar çoğu zaman Anadolu’da
Bektaşi
fıkralarının
doğmasına
olanak hazırlamış; ayrıca Ankara
yöresinde alkol ihtiyacını gidermek
için
bozahanelere
gidenlerin
sayısında kayda değer artışlar
gözlemlenmiştir.3 Tüm bu süreli
yasakların asıl sebebi İslam’ın
içkiyi haram kılmasından ziyade,
meyhanelerin zaman içinde politik
eleştiri merkezleri haline gelmesi
olmuştur.
Öte yandan, İstanbul meyhaneleri ilerleyen vakitlerde bazı
3 Oğuz, Burhan, Türkiye Halkının Kültür
Kökenleri 1, İsis Yayınları: İstanbul, 1976, s.733734.
ritüellere sahip olmaya başlamış ve bu
ritüellerin görünür bir şekilde devam
ettirilmesi Müslüman çoğunluğun
da bu durumu içselleştirdiğinin
göstergesi olarak ele alınmıştır.
Ortaylı, “Ramazanın bitiminde, yani arife günü meyhaneci gedikli
müşterilerine özel bir davetiye
gönderirdi. Midye yahut uskumru
dolmalarından oluşan bu davetiyeye
unutma bizi dolması deniyormuş.
İstanbullu alkolik değildi, ama
töreniyle ve mezesiyle, özgün sohbetleriyle içkiyi ve meyhane hayatını
severdi.”4 diye aktarırken bu aleniliğe
dikkat çekiyor.
Meyhanelerde şimdilerde
görmeye alışık olmadığımız bir başka
adet ise, fiske şamdanı yakmaktır.
“Saki meyhaneye gelen müdavimleri
kulağında bir çiçek olduğu halde
karşılar, ‘Buyurun efendim, buyurun’
diyerek içeriye davet ederdi. Bu
arada tanıdığı misafirlere adlarıyla
hitap ederdi. Sofra kurulduktan
sonra barba5 kendi eliyle fiske
şamdanı sofraya koyar, sofradakileri
‘Ağalar, sefa geldiniz!’6 diyerek
selamlardı.” Ardından meyhanedeki
çubuktârın7 getirip yaktığı tütün
çubuğu, mezelerin dizilişi, meyhane
ustasının akşamcılar masasına ‘derdinize yanın’ diyerek diktiği mum;
İstanbul meyhanelerinin kendilerine
has niteliklerinin göstergeleridir.
Bugün hâlâ kullandığımız
4 Ortaylı, İlber, ibid, s.88.
5 Meyhane sahibi, yöneticisi. 6 Zat, Vefa, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Meyhaneler maddesi, C.5, Kültür
Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayınları, s.437.
7 Bazı kaynaklarda ateşoğlan diye geçiyor.
60
pek çok kelime ve söz öbeğinin
kökeninde de İstanbul meyhanelerinin bu ritüelleri bulunmaktadır.
İçkiyi fazla kaçırıp yürüyemeyecek
halde olanları evlerine götürmek
için, meyhane önlerinde bekleyen
hamalların olması ‘küfelik’ tabirini;
aslan
kabartmalı
bardaklarda
sunulan rakının renginin de süt
rengine benzemesinden ‘aslan sütü’ dolaylamasını ve sarhoş olan
kişinin, normalde konuşmaktan
imtina edeceği meseleleri açıklıkla
anlatabildiği rakı sofrasına ‘çilingir
sofrası’ isminin verilmesi bu zengin
ritüeller sayesinde gerçekleşmiştir.
18. yüzyılda, Batılılaşma
hareketlerinin
ivme
kazandığı
dönemde, Osmanlı Devleti, özellikle
İstanbul’da altyapı, onarım ve
şehirleşme çalışmalarına yönelmiştir.
Böylelikle kent hayatı dönüşmeye,
yeni mekânlar gün yüzüne çıkmaya
başlamıştır.8 Tanzimat Döneminin görece özgür ortamı içerisinde meyhane
sayılarında artış görülmüş, ancak
genele bakıldığında bu artış yalnızca
meyhanelerle sınırlı kalmamış, Batı
tarzı ve hatta Batılılarca açılan
içki mekânlarına da ilk kez bu
dönemde rastlanmıştır. Böylelikle,
artık meyhanelerin ticari anlamda
rekabet etmek zorunda kaldığı yeni
oluşumlar, yavaş yavaş meyhane
kültürünün de dönüşmesine yol
açmış; sözgelimi, Batılı yaşam tarzına
öykünmenin arttığı bu dönemde,
8 Hamadeh, Shirine, Public Spaces and the
Garden Culture of Istanbul in the Eighteenth
Century, Cambridge University Press: Cambridge, 2007 s.283.
gedikli9 meyhanelerin geleneksel
sini-tabure düzeni, yerini çağdaş
masa-sandalyelere bırakmıştır.
Bu yeni gelişmelerin meyhaneler açısından önemini ise
Ortaylı şöyle anlatıyor: “1850 yılı
Ocak ayında, İstanbul meyhanecileri
sadrazama başvurdular; ağır vergiler
veriyorlardı, bu vergilerin taksite
bağlanmasını ve bir bölümünün affını
istiyorlardı. Asıl önemlisi şehrin dört
bir tarafını, punçci denen ve bazılarını
yabancı uyrukluların işlettiği dükkânlar sarmıştı. Punçci dediğimiz;
bildiğimiz İngiliz punch’ını, yani çay
ve sıcak şerbeti romla karıştırıp satan
dükkânlardı. Aynı işi şekerlemeciler
de
yapıyormuş.
Meyhaneciler;
punçci ve şekerlemecilerin içki
sattığından, ama kendileri gibi vergi
vermediklerinden, hele bazılarının
yabancı uyruklu olup adamakıllı yükü
tuttuklarından şikâyet ediyorlardı.”10
Cumhuriyet’in ilanıyla beraber, alafranga ve alaturka arasındaki
çatışma her alanda olduğu gibi
eğlence ve toplumsal mekânlarda
da kendisini göstermiş; toplumsal
yaşama, üst sınıfların rağbet ettiği
birer alafranga meyhane formu
olarak giren gazinolar ve birahaneler
alaturkalaşmış ve gelenekselden
neredeyse tamamen kopuk yeni
meyhanelerin ortaya çıkışına da
zemin hazırlamıştır.11 Zira Cumhuriyet
9 Osmanlı’da 3 tür meyhane vardı. Gedikliler,
devlet izni ile açılanlar; Koltuk Meyhaneleri,
izbe yerlerde, kaçak işletilenler ve son olarak;
sokakta kıyafetinin iç bölümüne sakladığı içki
dolu hazne ile içki sunan Ayaklı Meyhaneler.
10 Ortaylı, İlber, ibid, s.172.
11 Zat, Erdir, Yay. Yön., Rakı Ansiklopedisi,
61
Hatay Meyhanesi Defterleri, Kapak, Yapı Kredi Yayınları, 2003.
Dönemi’nin eğlence hayatına baloları
taşıyan üst sınıflar, bu dönüşüm
içinde tercihlerini pahalı mezelerin
satıldığı sosyete meyhanelerinden
yana kullanmış; böylece meyhane,
hemdem sofrası12 olmaktan çıkmış,
onun yerine yemek için gidilen
gurme mekanlar haline gelmişlerdir.
Meyhanelerin eski ritüelleri
zaman içinde tamamen ortadan
kalksa da sanat çevreleriyle ilintisi,
Cumhuriyet döneminde de tam
anlamıyla kopmamış, nasıl Divan
Edebiyatı’ndan pek çok şair onlara
methiyeler düzmüşse; Cumhuriyet
Dönemi şairleri için de meyhaneler
hep önemli olmuştur. Öyle ki,
aralarında Cemal Süreya gibi
pek çok şair, ressam ve yazarın
bulunduğu, İstanbul Bostancı’daki
Hatay Meyhanesi müdavimlerinin,
meyhanenin defterine tuttukları
notlardan Hatay Meyhanesi DefterOverteam Yayınları: İstanbul, 2010, s.381 12 (genellikle sohbet kastedilerek) paylaşılan,
kaynaşılan sofralar.
leri isimli bir kitap dahi derlenmiştir.
Osmanlı Devleti’nin geleneksel meyhanelerinin padişahlarca
birçok kez kapatılmasına neden
olan ‘devlet sohbetleri’ yani siyasal olanın eleştirisi; bugünün
meyhanelerinde yerini bulamaz
yahut meyhaneler artık bireylerin
toplumsallaştığı ender alanlardan
olmadığı için göze çarpar nitelikte
değildir. Aynı şekilde, geçmişte sahip
olduğu ritüel ve anlam bütünlüğüyle
karşılaşmak da günümüzde pek
mümkün değildir. Meyhaneler artık,
yerel-maddî unsurların bir imaj
etiketi olarak kullanıldığı (bardak,
sini, alaturka müzik, vb.) yerelin/
gelenekselin yalnızca bu maddî
unsurlar üzerinden iyi ya da kötü,
basit ya da karmaşık bir biçimde
taklit edildiği ve pazarlanabilirliğinin
önemsendiği ticarî eğlence, yemeiçme mekânlarına dönüşmüştür.13
Tüm
bunlara
rağmen,
Vefa ZAT; İstanbul’da meyhane
geleneğini yaşatmaya çalışan yerler
arasında Tepebaşı’nda Despina,
Asmalımescit’te Refik ve Yakup,
Balıkpazarı’nda Cumhuriyet, Kumkapı’da Kör Agop isimlerini saymıştır.
Yine de adı geçen meyhanelerden
pek çoğunun tabelalarında meyhane
değil, Restaurant ibaresinin yer
alması; bu mekânların da mevcut
dönüşümden tam anlamıyla kaçamadığının ibaresi olsa gerektir.
13 Özdemir, Nebi, Cumhuriyet Dönemi Türk
Eğlence Kültürü, Akçağ Yayınları: Ankara,
2005, s.110.
62
Namık
Hekim Ali Babacan
Beş saattir elinde tutmaktan 40 derece olmuş şişedeki
‘yerli içki’ ancak yarılanmıştı. Son 20 lirasını ‘giriş artı bir yerli içki’
için harcamıştı ve başka parası yoktu. Abartma değil gerçekten
50 kuruşu dahi kalmamıştı. Eve de yürüyerek gidecekti. ‘Keşke
Bağlar’dan tutsaydım evi’ diye düşündü. Bütün öğrenciler öyle
yapıyordu halbuki. Emek’teki evi rahmetli babasının bir arkadaşı
tutmuştu o gelmeden. Bir senelik kontrat olmasa şimdi bırakır
çıkardı o evi. Pek de anlaşamadığı iki arkadaşı daha vardı evde.
İkinci yıl daha kafa dengi birilerini bulmaktı planı.
Şişesini kaldırıp iki saattir dans etmekte olan kıza kaldırdı.
Bu üçüncü denemesiydi. Kız yine oralı olmadı. Kıvırcık kızıl saçlarını
savurarak arkasını döndü.
Belki de geldiğinden beri aynı şişede olduğu için ilgisini
çekmiyordu kızın. Halbuki arada bir ortadan kaybolup yeni bir şişe
alıp gelmiş gibi yapıyordu ama belli ki kız bu numarayı yutmamıştı.
Eskişehir’in musluk suyu içilse tuvaletten su doldurup onu içecekti
midesi şişene kadar ama içilmiyordu ki işte meret!
Ne olursa olsun çok eğlenmeliydi o gece. En belalı dersleri
bile hallettiyse finallerde, eğlenmek onun da hakkıydı.
Sahnedeki grup ara verdiğinde o da bir ara verip sigara
içmek için dışarı çıktı. Neyse ki nerdeyse dolu bir paketi vardı. O
geceki tek dayanağı dolu paketiydi. Daha yeni yakmıştı sigarasını
ki “Ateşi verebilcen mi?” diyen sesi duydu. Kıvırcık kızıl saçlı
kızdı bu. Yanında da kısa mavi saçlı bir kız vardı. Kızı tanıyordu.
Mimarlık’tandı. Daha cebine koymamış olduğu çakmakla iki kızın
da sigaralarını yaktı.
“Kaçıncı bu?” diyerek elindeki şişeyi gösterdi kız.
Dudağının kenarından alaycı bir gülümseme gelip geçti inceden.
63
Çizim: Hekim Ali Babacan
Mimarlık’taki kız da hafiften kıkırdadı.
Kafa buluyorlardı onunla. Kimsenin
gecesini mahvetmesine izin vermeyecekti. Eğlenmeye gelmişti ve
eğlenecekti. İçkisi olsun ya da
olmasın.
“Yedi galiba,” dedi tereddütsüz.
“Hiç yedi tane içmişsin gibi
değil halin,” dedi mavi saçlı kız ve
yine kıkırdadı.
“Alkol eşiğim yüksektir,”
dedi yine tereddütsüz ama sert bir
şekilde.
Bir süre konuşmadılar.
“Yalnızsın galiba,” dedi kızıl saçlı
olan. Cevabı dikkatli vermeliydi. İçki
ısmarlatmaya çalışıyor olabilirlerdi.
Normalde ısmarlardı elbette ama
şimdi hovardaca davranılacak bir
gece değildi. Ustaca bir cevap
vermeliydi.
“Evet, yalnızım. Kendime
özel bir kutlama,” dedi. Pek ustaca
bir cevap olmamıştı ama işe yaramıştı
galiba. Çünkü kızlar sigaralarını
aceleyle bitirip içeri girdiler.
Derin bir oh çekti. Aslında
ev arkadaşlarıyla çıkacaktı dışarı.
Akışkanlar’a nispet yaparcasına
geceye beraber akacaklardı. Ama
biri finaller biter bitmez memlekete
gidecek kadar ana kuzusuydu.
Diğerinin ise iki gün önce teyzesi
vefat etmişti. Arkadaşları olsaydı
gecesi elbette daha eğlenceli
olacaktı. Onlar kendisine göre daha
paralı kimselerdi. Para bakımından da
kendilerince gayet cömerttiler. Oysa
onun annesi ev hanımıydı. Babasının
maaşıyla zar zor geçiniyordu kadın.
Bağkur emeklisi dedesinden ise para
isteyemezdi. İstese verirdi adam ama
istemezdi işte. Aksi gibi Başbakanlık
bursu da geç kalmıştı.
Her şey üst üste gelmişti.
Ama bu gece eğlenmeye kararlıydı.
Hem de çok…
Grup tekrar sahneye çıkmıştı içeri girdiğinde. Deminki
kızları aradı gözleri. İki çocuğun
yanında olduklarını gördü. Kızlara
asılan çocukların yanında başka bir
kız daha vardı. Yancı gibi onların
gülüşmelerine erken veya geç ama
bir türlü senkronu tutturamayarak
gülüyordu.
Bir süre sonra kız da
64
gözleriyle etrafı kesmeye başlamıştı.
Yavaştan dörtlünün yanından ayrılıp
bara doğru geldi. Kız yaklaşınca onu
da gözünün bir yerden ısırdığını fark
etti. Ama çıkaramıyordu. Gözlerini
kısmış hatırlamaya çalışırken elinde
bir birayla yanına yaklaştı kız.
“Tanıyamadın di mi?” diye
sordu.
“Efendim?” dedi.
Gülümsedi kız. “Sanat tarihi
almıştık bir ders. Bizden başka seçen
olmayınca ders açılmadı ya,” diyerek
göz kırptı.
Parmağıyla işaret etti kıza.
Amerikan filmlerindeki ‘bingo’ işareti
gibi yaparak.
“He. Şimdi hatırladım,” dedi.
“Hangi bölümdeydin sen?”
“İktisat,” dedi. “Sen?”
“Makine.”
Elindeki şişeyi kaldırıp
tokuşturalım dercesine bir hareket
yaptı. Tokuşturup şişelerinden birer
yudum aldılar.
“Hangi dersi seçtin sonra?”
diye sordu kız.
“Beden,” diye yanıtladı
kan sıcaklığındaki birasını sıkıca
kavrarken. “Sen?”
“Teknoloji.”
Kız fena değildi aslında.
Ama onunla ilgilenir gibi değildi.
Biraz muhabbet ilerler diye umut
etmişti ama tıkanmıştı mevzu. Bir
süre konuşmadan boş boş oturdular.
Sonra telefonu çaldı kızın; açtı.
“Naptın?... Ne zaman?…
Hemen gelirim nolcak… Yemin et!...
On dakkaya ordayım.”
Kız telefonu cebine soktuğu
gibi ayağa kalkıp, başını hafifçe ileri
iterek “Görüşürüz,” diyerek uzaklaştı.
Şişenin dibine baktı. Ancak iki
parmak bira kalmıştı. Hırsla kafasına
dikti şişeyi. İçindeki sıvı o kadar azdı
ki sanki boğazına değmeden kayıp
gitmişti midesine. Çay gibi sıcaktı
bira. Memnuniyetsizlikle buruşturdu
yüzünü.
Ayağa
kalktı.
Dans
konusunda dünyadaki en yeteneksizlerden biriydi muhtemelen. Ama
eğlenmeliydi. O da eğlenebilirdi.
Tamam, sıkıcı biriydi ama o da
eğlenebilirdi. Hem bunun için öyle
çok paran olmasına da gerek yoktu.
Kötü dans ettiğinin bilincindeydi.
Muhtemelen dışarıdan bakıldığında
daha kötü görünüyordu ama
aldırmadı buna.
Yerine oturduğunda ter
içinde kalmıştı. Tuvalete gitti. O
kadar az bira içmişti ki çişi bile yoktu.
Atması gereken vücut ifrazatını zaten
dans ederkenki terlemesi sonucunda
dışarı atmıştı. Elini yüzünü yıkayıp,
ağzını çalkalayıp tuvaletten çıktı. Bir
arkadaşına “Yarın dışarı çıkalım mı?”
diye mesaj attıktan sonra çıktı dışarı.
Hava çok güzeldi. Çoğu
uyuyan ama tek tük açık olan
tekellerin önünde az da olsa hâlâ
gezinen
köpeklerin
arasından
üniversitenin ters yönünde ilerlemeye başladı.
Doktorlar’ın ortalarına geldiğinde “Namık!” diye seslendiğini
duydu birinin. Arkasını döndü.
Rasta saçlı bir çocuk ve kız
65
arkadaşı vardı arkasında.
“Bana mı dedin?” diye sordu.
“Yok moruk,” dedi rastalı.
“E Namık dedin…”
“Köpeği çağırdık biz hacı,”
dedi kız.
Sarı bir köpek yanaştı çiftin
yanına.
Kız diz çöktü. “Namık! Ooo
çirkin bu çirkiiin,” diyerek köpeği
sevmeye başladı.
Köpek olan Namık kızın
kolları arasında mest olurken asıl
kızların yanında olması gereken insan
olan Namık dönüp yoluna devam etti.
Emek’e gidene kadar daha çok yolu
vardı.
Eve girdiğinde saat dördü
biraz geçiyordu. Sokaktaki köftecinin
dumanı, açık olan balkon kapısından
içeri dolmuştu. Uykusu zaten yoktu.
Televizyonu açtı. Kendini kanepeye
fırlattı. Kanallar arasında gezinirken
bir magazin programının tekrarına
rastlayınca durdu.
Adamlar iyi eğleniyordu.
Kanal değiştirdi. Siyah
beyaz bir film buldu. Daha önce
izlediği bir filmdi. Yeni başlamış
sayılırdı. Bu sırada bir mesaj geldi:
“Olur. Çıkabiliriz.”
Gülümsedi. Kanepeye daha
da yayıldı.
Yarın çok eğlenecekti.
66
Alternatif Müziğin İzleri Üzerine:
Kod Müzik ve Gece Servisi
Söyleşi: Ekin Sanaç
Kod Müzik’in dükkânı Atlas Pasajı’ndaydı. Benim ortaokul
lise yıllarında okul çıkışlarımda gidip başka yerde olmayan bir
dolu müzikle tanıştığım, kaset çektirdiğim, plak aldığım yer. O
zamanlar underground müzik keşifleri birkaç müzik dükkânı ve o
müzik dükkânlarındaki kişilerin rehberliğiyle yapılırdı. Başka bir
yolu yoktu. Ve müzik her şeydi. Müzikle nefes alır, müzik üzerinden
arkadaşlıklar kurar, her şeyi müzikle yaşardık; ben ve arkadaşlarım.
Dolayısıyla bizler için Kod Müzik’in önemi büyük.
Kod Müzik organizasyonuyla 1996’dan beri eskiden hayalini kuramayacağımız çok fazla isim Türkiye’ye konsere geldi ve
halen gelmeye devam ediyor. Çok uzun yıllar özel seçki müzikleri
buradaki insanlarla buluşturmuş, bu müziklere duyduğu tutkuyu
paylaşmış ve dinleyiciyi bu yönde beslemiş olan bu oluşumun, Kod
Müzik Plak Şirketi olarak da çok iyi isimleri basmışlığı var.
Kod Müzik’ten iki önemli isim, Müge Turan ve Necati
Tüfenk 10 yılı aşkın bir süredir Gece Servisi isimli rock’n roll müzik
ağırlıklı bir radyo programı yapıyorlar Fakat bu uzun soluklu
programı artık sonlandırmaya karar verdiler. Bu kararlarını ve on
yıllara yayılmış müzik piyasası hakkındaki gözlemlerini konuşmak
için buluştuk.
Ekin: Lisedeyken sokaklarda benim dinlediğim müzikleri dinleyen insanların gittiğini düşündüğüm yerler vardı.
Kadıköy’de, Beşiktaş’ta... Hatta insanları görünce, ayakkabısından,
saçından, müzik dinlediğinin anlaşıldığını düşünüyordum. Müziğin dışavurumları vardı. Şu an düşününce çok yadırgadığım
düşünceler bunlar elbette ama o zaman resmen öyleydi... Hiç
unutmuyorum, Orta 2’de takip ettiğim yabancı dergilerin birindeki
67
okuyucu mektuplarını okuyordum.
Bir genç şöyle yazmıştı: “Bir grubu
seviyorsan onu mutlaka canlı izlemiş
olman gerekir. Bir grubun konserini
izlemeden o grubu seviyorum diyemezsin, hayranı olamazsın”. Bunu
okuyunca o kadar sinirlenmiştim ki
çünkü o zaman dinlediğim grupların
konserine gitmek aklımda olan bir
kavram bile değildi. Sinirlenmem de
çok saçma tabii, sonuçta İngiltere’den
bir dergi! Ama içimi çok büyük bir
öfke kaplamıştı. Sonrasında o gruplar
İstanbul’a konser vermeye gelmeye
başladı. Bu güne kadar sayısız konser
organizasyonu yapan Kod Müzik
bana böyle bir şeyler ifade ediyor
işte. 20 yıldır konser yapıyorsunuz.
Yaşadığımız yer için çok uzun bir
süre. Dolayısıyla hislerinizi, nasıl
dönüşümler gözlemlediğinizi merak
ediyorum. Konserlerin, festivallerin, genel anlamda eğlencenin
tekelleştiği
bir
süreçten
de
geçiyoruz. Çoğunlukla İstanbul’da
organizasyonlar yaptınız, ama mesela
Ankara üzerine düşüncelerinizi de
merak ediyorum.
Müge: Bir grubu konserinden tanımak, albümünü almak
gibi mevhumla büyümedim. Bırak
sevdiğimiz toplulukları izlemeyi,
konser nedir bilmiyorduk. Bir grubun
gelip de sahne efektleri, ışıklarıyla
konser vermesi… Ben de çok geç
keşfettim ama belki de çok çabuk
alıştık. 3-5 konser olunca tabii ki
de ‘konsere giden insanlar’ olduk,
ama aslında o ilk gidilen konserler
unutulmaz
konserler
oluyor.
Stadyum konseri de olabilir, küçük
bir mekândaki pub konseri de.
Dolayısıyla bir kuraklıktan, kıtlıktan
çıktık diyebiliriz. Bunun tarihi de
tespit edilebilir. 1990, 1991, 1993’tür
aslında. Şimdi herkes hep birden
girişiyor. Mekânlar açılıyor. Biri küçük
biri büyük grupları getiriyor. Farklı
müziklere yöneliyor. Müzik türleri
gelişiyor. Eskiden kaç müzik türü
çalıyordu ki barda? Bırak canlı müziği,
bir yerde rock çalar, bir yerde metal,
ya da dans müziği çalan kulüpler
vardı. Ortası yoktu. Çok farklı müzik
türlerin çalındığı yerler yoktu. Biz
gençler olarak hep bir yerlerdeydik
ama müziğin belirlediği yerler
değildi onlar. Belki bir kimliği vardı
ama bir Karga değildi örneğin. O
yüzden o kuraklıktan sonra böyle bir
dönem yaşadık. Bugün mekânların
seyirci potansiyellerini tam olarak
ölçemiyorum. Bu çok çeşitlilikte
bir konsere kaç kişinin geleceğinin
algılayamıyorum, bunun sinyallerini
alamıyorum.
Necati: Bence seyirci potansiyeli anlamında herhangi bir
şey değişmedi. Herhangi bir şey
büyümedi. Bir kere bunu kesinlikle
masaya koymamız gerekiyor. Yani arz
fazla ama talep artmadı. Diyeceksin
ki o zaman neden bu kadar grup
gelebiliyor. İşte arz fazla ve buradaki
talebe göre daha fazla grup
getiriliyor. Cepten para harcanıyor.
Hep aynı büyüklükte, belirli bir
kesim var. 20’li 22’li yaşlarda gençler
de var, ama aynı oranda 30-35
yaşında, aileye karışıp kopanlar da
68
var. Kimisi kopuyor, kimisi ekleniyor.
Aslında sayı hep aynı. Türkiye’de
eğlence anlayışının aslında çok
tutucu olduğunun düşünüyorum.
Yani metalciler de çok tutucu. Dans
müziği dinleyenler de çok tutucu.
Maceracı olmak isteyenlerin sayısı
çok az. Hep majör, ortalama isimler
geliyor. Ankara ve İzmir’i düşünecek
olursan, orada oranlar daha da
düşük. İstanbul’daki durum hem
nüfus büyük olduğundan, hem de
teknik olarak daha kolay. Bir de ben
eskiden İzmir’e, Ankara’ya birilerini
getirdiğimde insanlar daha bir aç
olurdu. Şimdi daha zor. Kültür hayatı,
eğlence hayatı İstanbul’da daha
bir aktif oldu. Ankara’ya eskiden
konserleri daha rahat götürürdük,
şimdi riskli.
Ekin: Benim birkaç sene
önce İzmir’de olan arkadaşlarımın
neredeyse hiçbiri şu an orada değil,
hepsi kaçtı.
Necati : Bu işler nasıl devam
eder, bilemiyorum?
Müge: İnsanlar günün sonunda yine bir şekilde dışarı çıkıp
müzik dinleyecekler.
Ekin: Bana aslında hep
birçok şey değişirken bir yandan
da bazı şeyler hiç değişmiyor gibi
geliyor. 15 yaşımda gündüz punk
konserlerine gidiyordum. En son
2004’te gitmiştim bir gündüz punk
konserine. Ve şimdi bu hafta sonu
Peyote’de de bir gündüz punk
konseri var.
Müge: Altkültürler küçük de
olsa kendilerini koruyorlar. Hip hop
örneğin, eminim girişin 3 lira, 5 lira
olduğu hip hop etkinlikleri oluyordur.
Necati: Hip hop zaten çok
başka bir şeye evrilmiş, güçlü bir
alan.
Müge: Kulüp kültürü de böyle bir şey mesela. Kulüp kültürünün
de bir geçmişi var.
Necati: Tabii, 19 ve 20 gibi
mekanlar vardı.
Ekin: Bir de onların efsaneleşmiş bir yazlık mekânları varmış
2019 diye. Tabii ben yaş itibariyle hiç
gitmedim.
Müge: Araba hurdalarının
içinde. Mad Max gibi bir ortamdı.
Tabii bizim de yaşımız çok küçüktü,
16 filandı. Ateşler yanar, meşaleler...
Çok güzel fikirdi. Avrupa’nın en
büyük açıkhava gece kulübüydü.
Necati: Aslında zaten Radyo
Eksen, Radyo 2019. Kullanılan mikser
de 2019’un mikseriydi.
Ekin: Kimindi o?
Necati: Radyo 2019 Kaya
Çilingiroğlu’nundu.
Müge: Bazı mekânlar var bir
daha var olamayacak mekânlar...
Ekin: Ne çalıyordu bu
mekânda?
Necati: DJ’ler dışarıdan geliyordu. Herhâlde daha çok Hollanda
house’u denebilir. Sadece DJ’ler
değil, şov yapan kadın dans grupları
da vardı.
Müge: Ben neler gördüm
orada, drag queen şovları...
Necati: Peki şu anda orası
ne oldu biliyor musunuz? Maslak Venue oldu. Sonic Youth’un çaldığı yer
69
yani.
Müge: Böyle tikel şeyler
üstünden bakarsak, aslında bir endüstriden bahsedemeyiz, sadece
girişimci birtakım adamlar var diyebiliriz.
Ekin: Ve kadınlar!
Müge: Evet. Ve böyle birtakım DJ’leri getirmek için varını
yoğunu ortaya koyanlar ve batanlar
vardı.
Necati: Şu an dans müziğinde neler oluyor ben bilmiyorum, o
defteri kapattım.
Müge: Dans müziği kültürünü bildiğimiz şekliyle sürdüren Mini
Müzikhol var. Ama konuştuğumuz bu
eski mekânların kayıtları YouTube’da
var mıdır diye merak ettim. Hani
biri hayır için koymuştur belki. Çok
istedim o günleri bir daha görmek.
Çünkü insanın kafasında görüntü
parçacıkları var. Şimdi ne kadar
gerçek ne kadar doğru ondan bile
emin olamıyoruz.
Ekin: 15 yıla yakın bir süredir
radyoda yapmakta olduğunuz müzik
programı Gece Servisi’ni sonlandırıyorsunuz. Bu kararı nasıl aldınız?
Neden bu doğru bir karar? Ne
hissediyorsunuz?
Müge: Gece Servisi’ni
sanırım
Ekim
2001‘den
beri
yapıyoruz. Yola çıkış sebebimiz sanıyorum net; müzik dinlemektense
müzik paylaşmak. Radyo bunun için
her zaman iyi bir araç oldu. Radyo
Eksen’de başladık ilk olarak, sonra
Açık Radyo’da devam ettik. Radyo
Eksen’de 2 saatlik bir program
yapıyorduk ve o 2 saati özene bezene hazırlardık gerçekten. Şimdi
gururla tekrar arşivlere baktığımda
görüyorum ki güzel programlarmış.
Eksen’in açılışına denk gelmesi
aslında bir anlamda iyi oldu. Eksen
de alternatif rock müzik dünyasında
bir yenilik olarak çıkmıştı o zamanlar.
Necati: Barbaros Devecioğlu da oradaydı o zaman. Yani
onun şekillendirdiği, her şeyi baştan
belirlediği bir radyo olarak çıkmıştı.
Müge: Doğuş Holding’in
bir yayını olduğunu bilerek orada
başladık. Ama yine de belirli bir
duruşu olan çizgisini koruyan, en
azından korumaya niyetli bir radyo
kanalıydı. Bizim program her ne
kadar Barbaros tarafından fazla
akademik bulunsa da...
Necati: Akademik bulunması derken belirlenmiş şarkı formatının
dışına çıkıyorduk. Ya iyice gürültülü
şeyler ya da 6-8dk’lık parçalar çalıyorduk.
Müge: Veya Türkçe parça
çalıyorduk.
Ekin: Eksen’de Türkçe parça
çalmak yasaktı nitekim.
Necati: Evet, aynen öyleydi.
Radyo ve eğlenceyi konuşacak olursak…
Ekin: Mesela radyo benim
için ortaokul, lise zamanları akşam
dışarı çıkıp arkadaşlarımı görmeye
iznim olmadığı için, resmen bir
70
buluşma alanıydı. Pazartesi şu
program, salı bu program, cuma
o program... Aslında odamda tek
başıma radyo dinlerken sosyalleştiğimi filan zannediyordum.
Müge: Radyo bir anlamda
çok da kişisel bir şey. Müzik
dükkânından o anlamda çok farklı.
Kod Müzik’te birebir buluşma, direk
bir iletişim vardı. Tepki gibiydi bizim
dükkân. Ben de müziği hep kendi
odamda dinleyen biriyken, dört
duvar arasında bir deneyimken dükkâna gitmek orada takılmak, müzikle
hafiften kafayı yormuş sıyırmış
tiplerle konuşmak çok daha başka bir
şeydi.
Necati : Çok güçlü bir şey.
Ekin: Evet Kod Müzik’in
dükkânı ben ve bazı arkadaşlarım gibi
kaset toplayarak başlayıp üniversitede MP3’le tanışan arada kalmış
kuşağın doğrudan bağ kurduğu
yerdi.
Necati: Açıkçası radyo biraz
ölmekte olan bir format. Şuraya bak
burada bir tane cd çalar, pikap ve
amfi var. Radyo yok. Eskiden vardı.
Ama radyo artık çok dijital olmuş ve
kişiselleşebilmiş bir şey.
Müge: Şu anda herkes
bir radyo programcısı olabilir. Her
blogger aynı zamanda bir DJ’dir.
Kendine ait bir programı vardır
denebilir.
Necati: Yapılabildiğinin örnekleri de mevcut. Mesela Mete
Avunduk’un kurduğu Standart FM ya
da Radio Fil.
Müge: Ama artık insanlar
müziği
bilgisayardan
dinlediği
için belki kendini ayrıksı bir yere
koyamıyor radyo.
Necati: Elinin altında her
zaman dinleyebilir. Atacak soundcloud’a sonra açarım diyecek. Yani
biz her çarşamba gidiyoruz Açık
Radyo’ya ama o eski hissini kaybetti. Yani insanlar çarşamba günü
saat 19:00’da radyonun başına geçmiyorlar.
Müge: Ya da daha doğrusu
biz afaki konuşuyoruz. 10 yıl önce
bizi kaç kişi dinliyordu. Şimdi kaç kişi
dinliyor. Bunu bilmiyoruz.
Necati: Biz hiçbir zaman
popüler radyo sanatçıları olmadık.
Müge: Nefesimiz biraz tıkanmış durumda. Öyle bir şey var.
Biz bu programı günün sonunda yine
öncelikle kendimiz için yaptık. Hep
bence öyle oldu. Bizim gibi birileri
de varmış oralarda, biz de o insanlara
ulaştık. Bizim yorulmamızda kişisel
sebepler de vardır. Yani programcılar
olarak belki başka bir yola girmek
istedik diyebiliriz.
Necati: İnsanların eğlenme
ya da müziği tüketme şekli de değişti.
Bu yüzden algı da değişti.
Müge: Ama yine de birilerinin senin için seçtiği müzikleri
dinlemek gibi bir ihtiyaç yok mudur?
Bir yandan müzikle olan ilişki aslında
değişmedi. Müziklerini dinleyenler
var, keşfedenler var. Hani o keşif
sürecinde radyo bir araç. Bu durum
korunuyor ama eğlence dünyasının o
organı çürümüş durumda. Paylaşma
ortamı zayıfladı. Kimliğini kaybetti.
71
Rengini kaybetti. Değiştirilebilecek
bir şey ama yine de ben bunu
değiştireyim desem nasıl bir şey yaparım bilmiyorum. Sanki o ivmemizi
kaybettik.
Ekin: Ben birçok konuda
şöyle benzer bir duygu yaşıyorum.
Genel
olarak
toplum
olarak
hafızamızın
olmaması
üzerine
yetiştirilmemizin
etkisini
hissediyorum. Mesela 33 yaşındayım ama
sokağa çıktığımda 17 yaşındayken
gittiğim herhangi bir yeri bulma
ihtimalim yok. Oralar artık yok çünkü. Hiçbir şey süremiyor gibi. Hastalık
gibi. Beni hep bu düşündürüyor. Bir
şeylerin izini sürmek istiyorsan aşırı
mesai harcamak zorundasın.
Müge: Böyle her şeyi evinde
küçük dolaplarında saklayacaksın,
her şeyi koruyacaksın. Öbür türlü çok
mücadele vermen gerek. O yüzden
böyle yazıp çizenler o her şeyi bilenler
not alanlar vardı ya, onlar daha doğru
yapmışlar. Çünkü kayıtlı hiçbir şey
yok. Yani bizim hafızalarımızdaki bir
takım eski şeyler bir takım hatıralar
var ve onlar üzerinden konuşuyoruz.
Sadece herkesin birbirine anlattığı
hikâyeler var gibi. Belki terapi grubu
gibi bunların konuşulduğu gruplar
olabilir! ‘Hatırlayalım grubu’. Çünkü
yoksa her şey hep unutmaya yönelik
gibi...
Ekin: Mekanlarda DJ’lik
yapma nasıl gidiyor? Çalıyor
musunuz? Oradaki hissiyatınız nasıl? Nasıl etkileşimler yaşıyor, geri
dönüşler alıyorsunuz?
Necati: Ben DJ’liğe dön-
düm. Siyah müzik çalıyorum. Geçtiğimiz cumartesi çaldım. Bambaşka
şeyler bence.
Müge: Geçen gün Earth
konserinden önce bir saatlik bir
seçki çaldık. Bayağı bir insan konser
öncesinde dinledi.
Necati: Çünkü senin o anda
çaldığın şey ambiyansı belirliyor.
Müge: Gelip ne çaldığımızı
soruyorlar. Dükkânın amacı da buydu
aslında. Birine bir şeyi sevdirmek,
heyecanını görmek çok müthiş bir
şey.
Necati: Beyza’yı hatırlar
mısınız? DJ Beyza. Hatta onun
üzerine bir arkadaş belgesel yapmıştı. Beyza da buralarda Moda’da
otururdu. 1997’den beri DJ’lik yapıyor.
Elektronik müzik alanında önemli
işler yaptı. Beyza’da mücadele ruhu
vardı. Bana anlatmıştı hatırlıyorum,
Beyza Maltepe’de falan DJ’lik yapıyordu.
Müge: Günün sonunda
bir erkek dünyasıydı. Sabah 4’lere
kadar dans plaklarını taşı, koy, çal.
Hani DJ’in tanrı konumunda olduğu
zamanlar o zamanlar. Kendisi büyük
mücadele verdi. Aslında bir yandan
kadınlığını korumaya çalışıyorsun bir
yandan da kadınlığını kullanıyorsun.
Kulüp ortamında bikiniyle DJ’lik
yapılırdı. O dünyada kendin olmaya
çalışmak bence başlı başına bir
savaş. Şimdi daha farklı tabii ki. Şimdi
kadınlar birçok yerde çalabilir. Ama
o zamanlar öyle değildi. Beyza’yı
o yüzden hepimiz çok iyi tanırız.
Dinlememiş olan bile tanır tabii ki.
72
Ankara
Cidden Çok Eğlencelidir!
Tuğba Çelik
Ankara’nın adı çıkmış; gri, sıkıcı, soğuk, beyaz yakalılar…
Bu söylenenlerin doğruluk payı yok değildir. Ancak geçmişten beri
eğlenceli bir kent olmak için çok uğraştığı da gözden kaçmamalıdır.
Devlet kurumlarıyla iç içe bir kent ne kadar eğlenebilirse; o da o
kadar eğlenir işte.
Ankara’nın başkent olmasıyla başlayan modernleşme
öyküsü, onun eğlence anlayışına da yön verir. Ankara’nın modern
eğlence tarihi çok uzakta değildir, daha dünle yani 1920’lerle
başlar. Onun öncesinde, Ankara’nın kendi halinde bir yerleşim yeri
olduğunu hepimiz biliriz.
Kent merkezi 1923’ten 1950’ye kadar Ulus’tu. Çünkü,
Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Meclisi, Sümerbank gibi devlet
binaları Ulus’taydı. 1950’den sonra ise kent merkezi şimdi Kızılay
dediğimiz Yenişehir’e doğru kayar. Bu semte zamanla bu adın
verilmesinin nedeni, buraya Kızılay binasının yapılmasıdır; 2011’de
Kızılay binasının yerine çok katlı bir AVM yapılmış olsa da neyse
ki semtin adı aynı kalır. 1980-2000 yılları arasında Ankara’nın kalbi
Çankaya-Gaziosmanpaşa’ya kayar. 2000’den sonra ise Çayyolu
eksenli yeni bir kent merkezi oluşumundan söz edebiliriz. Kent
merkezinin sürekli yer değiştirmesi insanların birbiriyle etkileşim
biçimini değiştirdiği gibi Ankaralıların ürettiği eğlence anlayışının
da gelenekselleşmeyip sık sık değişmesine neden olur.
Batılılaşmayı seçen Türkiye Cumhuriyeti, Batılı eğlence
anlayışını da tanımaya çalışır. Bu süre zarfında ülkenin lideri Mustafa
Kemal, rol modeldir. Onun öncülüğüyle başlatılan cumhuriyet
balolarında, kadın erkek dans etmeyi dener. Seçkin ailelerin genç
kızları, delikanlıları bu balolara ebeveynleriyle katılır, müzik dinleyip
dans ederler.
73
Milletvekillerinin, sanatçıların, memurların gidebilmesi için
Ankara’da açılan ilk lokanta-gece
kulübü, Ulus’taki Sümerbank binası
olarak bilinen yapının yerinde
bulunan ve Taşhan’ın iç avlusuna
bakan Şehir Lokantası’dır. Sahibi
Bolşevik İhtilalinden kaçıp ülkemize
gelen Juri Georges Karpovitch’tir.
Karpovitch daha sonra Ulus’ta
Merkez Bankası’nın yanına Karpiç
Restoran’ı açar. 1950’lere kadar Baba
olarak anılan Karpiç, Ankara’nın en
gözde eğlence yeri olur. Müşteriler,
yer ayırtma çabasına girmeden
eşleriyle birlikte ya da yalnız
başlarına akşam yemeğine buraya
gelirlerdi. Çünkü müşterilerin hepsi birbirini tanır ve tıka basa dolu
mekânın
kapısından
girenlere
‘Gelin, bizimle oturun’ teklifinde
bulunurlardı. Beyaz masa örtü ve
peçeteleri, orkestra müziği, güzel
yemekleriyle o devirde Karpiç’in
rakibi yoktur. 1928’de Eski Meclis’in
karşısına açılan Palas Otel’deki bütün
çalışanlar Fransız’dır. Söylenenlere
göre burada Avrupa’nın bütün
yemeklerini, ünlü şarap markalarını,
Bomonti Birası’nı, Erenköy – Çankaya
– Kavaklıdere Şaraplarını, Karahisar
Madensuyunu bulmak mümkünmüş.
Orta düzey gelirli Ankaralılar ise özel
günlerde Karaoğlan Mahallesi’nde
bulunan Zevk, Smyrna, Lezzet, Yıldız,
Gümüş Kepçe lokantalarına Türk
mutfağının yemeklerinden tatmaya
giderler. Ankara, pastanelerle de bu
dönemde tanışır. Atatürk Bulvarı’nın
üzerinde açılan Özen, Kutlu adındaki
pastaneler, sokağa kadar taşırdıkları
masa ve sandalyelerle bugün açık
havayla temas eden kafelerin
temelini atarlar.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında
halka açık, ücretsiz pek çok eğlence
ortamı yaratılmıştır. Çağdaş Türkiye’de ulaşılmak istenen şey,
yaşamayı seven, açık görüşlü, eğlenerek dünyayı saran ülke insanları
yetiştirmekti. Bu nedenle yoksul
halkın çabucak ulaşacağı eğlence
ortamları tasarlanmaya özen gösterildi. Çabaların boşa gittiği
söylenemez. Pembe Köşk’ün önünde
yapılan at yarışlarına halkın ilgisi
her zaman çok yoğun olmuştur.
Ulus Meydanı’nın yakınındaki Millet
Bahçesi’nde çalan hafif batı müziğiyle
gençler dans ederlerdi. Memurlar da
iş çıkışında Anafartalar’da yürüyüş
yaparlar, eve gitmeden önce bir
kahveye oturup bir şeyler içerlerdi.
Bugün dolmuşlarla, düzensiz yapılaşmasıyla kaotik bir görünüm
çizen Bentderesi’nde, geçmişte
Cumhuriyet Bahçesi bulunurdu. Yine
Hamamönü’ndeki bayram yeri de
eski Ankaralıların gezip dolaşmaya,
çocuklarıyla koşup oynamaya gittikleri bir yerdi. 1925 yılında ise koca bir
bataklık Mustafa Kemal’in talimatıyla
yemyeşil hale getirilerek Atatürk
Orman Çiftliği (AOÇ) kurulur.
Böylelikle çorak bir kasabadan
başkente dönen Ankara’ya uçsuz
bucaksız bir mesire yeri kazandırılır.
Genç kızlar ve erkekler AOÇ’de
ata binerler, yürüyüş yaparlar, top
oynarlar. Bugün bile Ankara’da
74
önce 1930’larda Orhan Veli, Ankara
Erkek Lisesi’nden arkadaşları Melih
Cevdet ve Oktay Rıfat’la Garip şiir
geleneğini başlatır Ankara’da. Yani
siz bakmayın griliğine, durgunluğuna;
Ankara insana fena halde şiir
yazdıran bir kenttir. Orhan Veli’nin
en sık gittiği iki meyhane Ulus’taki
Kürdün Meyhanesi ile Anafartalar
yokuşundaki Üç Nal’dır. Kürdün Meyhanesi herkesin birbiriyle samimi
olduğu, veresiye defteri tutulan,
hesabı ödemeyi geciktirenlere garsonun servisi yavaşlattığı meşhur bir
meyhanedir. Orhan Veli’nin dışında
meyhanenin
müdavimleri
arasında Melih Cevdet Anday, Oktay
Rıfat, Ahmet Muhip Dıranas, Aka
Gündüz, Cahit Sıtkı Tarancı, İlhan
Berk, Nurullah Ataç, Çetin Altan ve
Fikret Otyam vardır. Meyhane, şiire,
yazıya ilk başlayan gençlerin de
kendini gösterme yeridir. Ankara’nın
entellektüelleri buraya geldiğinden
burada sivil polis eksik olmazmış.
Üç Nal Lokantası ise dönemin
Ankara’sında kadınların da gelip içki
içebildikleri yerlerden biridir. Kürdün
Meyhanesi’ne devam eden yazar ve
sanatçıların hemen hepsi buraya da
gelir. Kadınlardan söz açıldı madem,
Üç Nal’a Azra Erhat’ın, Cahide
Yeni Hayat Lokantası (Kürdün Meyhanesi)
geçirebileceğiniz en sakin hafta
sonu seçeneklerinden birisi, AOÇ’ye
gidip bir şeyler yemek, yürüyüş
yapmak ve TİVMAŞ’tan alışveriş
yapmaktır. 1930’larda Ankaralıların
piknik yapmak için seçeneği az
değildir. İncesu deresinin yakınları,
Çubuk barajı... Varlıklı Ankaralıların
ise bugün apartmanlarla, işyerleriyle
dolu olan Çankaya, Dikmen,
Keçiören, Ayrancı, Etlik’te bağ evleri
vardı.
1930’larda insanların rahatça
gezip görmeleri için toplu taşıma
seçenekleri oluşturulmaya çalışılır.
Örneğin otomobillerin rahatça
ulaşım sağlaması için geniş bulvarlar
yapılmış ve yollar asfaltlanmıştır.
Böylelikle Cebeci, Kızılay, Ulus,
İstasyon, Etlik arasında otobüs
işletilmeye başlanmıştır. İnsanlar
toprak yoldan asfalt yola geçerek,
otobüs kullanarak evlerinden ya
da işlerinden çıkıp gezmeye başlamışlardır.
1930’lardan 1960’lara kadar
meyhane kültürü Ankara’da devam
eder. Meyhane deyip geçmeyin,
buralarda Türk edebiyatının iki
önemli şiir dönemeci yani I. Yeni
(Garip) ve II. Yeni şiiri doğar. Cemal
Süreya’nın ‘17 dergi batırdım. İşte
Papirüs, üç kez batırdım,’ dediği
Papirüs dergisinin kuruluşu 1960’ta
Ankara’da gerçekleşir; derginin her
sayısı iki yaprak halinde çıkar. Turgut
Uyar, Cemal Süreya, İlhan Berk şiire
Ankara’da başlarlar; yazdıklarını
birlikte yiyip içtikleri kahvelerde,
meyhanelerde paylaşırlar. Onlardan
75
Sonku’nun da geldiğini söyleyelim.
1930’da Ankara’da sinema
dönemi başlar. İlk sinema filmleri
önce Taşhan’da izlendi, sonra Yeni
Sinema açıldı. İçinde Mustafa Kemal’e ayrılmış bir loca da bulunan bu
sinema, 1956 yılında yıkılır. Yeni açılan
TRT radyosunda fasıllar, tangolar,
konçertolar çalmaya başlar. 1930’da
bugün için şaşırtıcı olabilecek bir
başka mekân Gar Gazinosu’dur.
Avrupalı sahne yıldızlarının ve revü
gruplarının sahne aldığı bu gazinoya
yalnızca kravatlı ve takım elbiseli
erkekler ile şık giyimli bayanlar
müşteri olarak kabul edilir.
1946’da
açılan
Gençlik
Parkı Ankara’ya ‘deniz getirme’
girişimlerinin ilkini oluşturur. 1950’li
yıllara kadar hafta sonları Gençlik
Parkı’nda halk, sandal ve plaj
eğlenceleri yapardı. Gençlik Parkı,
aynı zamanda halkın dönemin önemli
müzisyenlerini ücretsiz dinleyebildiği
bir yerdi. Aynı dönemde Dikmen’de
buz pateni gösterileri yapılır, halk bu
gösterilerin de takipçisi olurdu.
1949’da Ankara Devlet
Tiyatrosu, Büyük Tiyatro ve Küçük
Tiyatro olmak üzere iki sahneyle
perdelerini açar. Şinasi, Akün,
Altındağ sahneleri daha sonraki
yıllarda adım adım açılır. Devlet
Tiyatroları Ankara’da bir gelenek
oluşturmuştur. Yıllar içinde oyunculuk, yönetmenlik, sahne tasarımı
gibi pek çok meslek Ankara’da
derinleşmiş, çeşitlenmiştir. Şimdilerde sahnelerin birer birer kapatılması
söz konusu olsa da bugün Ankaralılar
tiyatrolarının izleyici koltuklarını ısrarla tıka basa doldurmaktadırlar.
1950’lerle bütün ülkeyi
etkileyen köyden kente göçler
Ankara’yı da etkiler. Bu dönemde
Ulus’ta pavyonlar, tavernalar açılır. Ancak buralar Cumhuriyet Ankara’sının ideallerine uymaz. Dar
gelirli, modern eğlence dünyasına
yabancı, daha çok erkeklerin
doldurduğu pavyon ve tavernalar,
kentin devlet destekli çağdaşlaşma
eğilimli kurgulanan sosyal yaşamını
olumsuz anlamda değiştirir. Elektro
bağlamayla söylenen türküler ve
arabesk bu mekânlarda dinlenen
esas müzikleri oluşturur. Bu dönemde Gençlik Parkı’ndaki eğlence
anlayışı da değişir, giriş ücretli hale
gelir. Bunun anlamı halkın nitelikli
eğlenme
ortamlarına
bundan
böyle
erişemeyecek
olmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında nitelikli
eğlenceyle iç içe olan halk artık
kendi haline terk edilmeye başlanır.
Kalabalıklaşan
nüfusla
birlikte
kentte tüketim artar, daha fazla
konut, işyeri planlamasıyla Kızılay,
Maltepe ve Sıhhiye popüler semtler
haline gelir. Bu yeni semtlerde hızla
76
gerçekleştirilen yapılaşma ve bu
şok yapılaşmanın içine eklemlenen
restoran-eğlence mekânları doğar.
1960’lar tüm dünyanın rock
müzikten etkilendiği bir dönemdir.
Dolayısıyla bu dönemde Ankara’da
rock
müziğin
dinlenebileceği
mekânların da arttığı görülür.
Bu dönem Ankara’daki ‘aile ile
birlikte eğlenme’ geleneğinin değişip ‘gençlerin tek başına ya da
arkadaşlarıyla’ eğlenmeye başladığı,
anne babanın eğlencesiyle gençlerin
eğlencesinin ayrıştığı bir dönemi
oluşturur. James Brown, Beatles,
Led Zeplin, The Jackson Five, Rolling
Stones, Ray Charles, Stevie Wonder,
The Doors dünyayı sallarken Ankara
da bu müzikten etkilendi.
1970’lere gelindiğinde Ankara arabeske teslim olur. Bu yıllarda
fantezi müzik yaygınlaşır. Ferdi
Özbeğen, Ümit Besen orglarının
başında her telden şarkılar, türküler
çalarlar tavernalarda. Buna karşın
1970’lerde televizyonun Türkiye’ye
gelmesi, dünya kültürünün de
Ankara’ya
ulaşmasının
kapısını
aralanmış olur. Japon ve Çin
restoranları açılır Çankaya’da. TRT
televizyonunda ekrana getirilen
yabancı müzik gruplarının şarkıları
ise gece kulüplerinde çalınmaya
başlanır. Artık gece eğlencelerinde
canlı orkestra müziği yerine kayıttan
müzik dinlemeye geçilir; bugünkü
DJ müziğine giriş yapılır diyebiliriz.
Türkiye eğlence tarihinde uzun süre
konuşulacak olan gazino geleneği
de Ankara’da çok etkili hale gelir bu
yıllarda. Fahrettin Aslan Ankara’da
bu dönemde üç gazino açar: Maksim,
Başkent ve Göl gazinoları.
Yine de 70’lerde de Ankaralı
entellektüellerin sığınacakları bir
iki liman kalmıştır. Tavukçu ve Körfez Lokantası. Esnaftan memura,
öğrenciden piyango bileti satıcısına
uzanan müşteri portföyüyle iç içe
kurulu bir aydınlar lokalidir bu iki yer.
Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncularının
çok sık gittiği Tavukçu’ya Aziz Nesin,
Rıfat Ilgaz, Ahmet Arif, Yaşar Kemal,
Uğur Mumcu, Rutkay Aziz gibi
değerli insanların çok sık uğradığı
bilinir.
1980’lerde Yüksel Caddesi
ve Sakarya’da barlar, kafeler açılır.
Buralara yetişkinlerden çok gençler
gelir. Bu semtlere Tunalı, Bahçelievler
7. Cadde de eklenir. Buralar gelir
durumu daha yüksek bir genç kitlenin
hedefi haline gelir. Düşündürücü
olan durum, yetişkinlerin ilgisini
çekecek
eğlence
duraklarının
giderek azalmasıdır. Bir zamanlar
eğlence, her yaştaki Ankaralı için bir
ihtiyaçken 80’lerden sonra yalnızca
gençlere has bir eyleme indirgenir.
1980 darbesiyle devlet, eğlenceye
dönük politika geliştirmekten çok
uzaklaşmıştır. Ankara başkent olduğundan devlet politikalarından
en çok etkilenen kent olmuştur ama
Ankara da tüm halet-i ruhiyesini, İç
Anadolu Bölgesi başta olmak üzere
tüm Anadolu’ya yayar. Ankara’nın ve
Ankaralının kaygılı yüzü bu iletkenlik
ve sorumluluktan ileri gelir.
1990’lardan itibaren zengin
77
ve eğitimli ailelerin çocuklarının
gittiği özel üniversitelerin Ankara’da
açılmasıyla birlikte yeni açılan
mekânlar daha çok üst gelir grubuna
ait gençlere yönelik olmaya başlar.
1990’lar hamburgerin Ankara’da
franchising sistemiyle yaygınlaştığı
bir dönemdir. O zamandan beri
Ankara’daki yemek merkezleri her
yıl katlanarak artar. Herkes bilir
ki Ankara’da aç kalmak mümkün
değildir. Her cebe, her ağız tadına
uygun yemekler yiyebilirsiniz Ankara’da.
Gelelim bugünlere, yani
2000’lere.
Anlatacak
büyük
bir
hikâyeniz varsa ve bu hikâyeyi
yalnızca arkadaşlarınıza değil, daha başka insanlara da anlatmak
isterseniz adresiniz Kızılay Konur
Sokak’taki Mülkiyeliler ve çevresidir.
Ankara’nın kent merkezi şimdilerde
başka semtlere kayıyor görünse de
Ankaralı entelektüellerin Kızılay’dan
ayrılması şimdilik olanaksızdır. Yazarlar, ressamlar, gazeteciler hâlâ orada
çok koyu sohbetlere dalarlar. Parlak
fikirler bulup, başka yerlerde yazıp
söylemeye devam ederler. Orhan
Veli gibi, Turgut Uyar gibi, Azra Erhat
gibi…
Ankara yıllardır bir okul
kentidir. Bu nedenle kentin eğlence
dünyasını özellikle üniversitelilerin ve
liselilerin belirlediğini söyleyebiliriz.
Eğlence için önce okuldan çıkmak
gerekir ama. Saat 16.00 sularında
Ayrancı, Kızılay, Tunalı, Ulus öğrenci
kaynar. Otobüsler, dolmuşlar yollar
gırla eğlencedir. Hoca taklitleri, maç
tahminleri, yeni çıkan rock müzik
grubunun cep telefonu kulaklığı
marifetiyle tanıtımı, cam kenarında
test çözeni dürtme ya da elinden
testi alıp saniyesinde çözme,
ardından kopan kızlı erkekli kahkaha
tufanı. Gürültüden başı beyni
patlayan memur emeklisi Ankaralı bir
hanımefendi ‘Evladım, birazcık sessiz
olabilir misiniz?’ diye sesleniverir. Bir
anlık susulur ama tümden sessizlik
sağlamak imkânsızdır, yeniden başlar
bu döngü. Ankaralı hanımefendi de
bilir sonucun böyle olacağını, ama
ne yapsın! Baktı olmuyor o da çıkarır
cep telefonunun kulaklığını, başlar
dinlemeye alaturkaları. Ankaralı
emekli hanımefendiler yenilikleri
sever, izler; giyimlerine özen gösterir;
düzgün bir dille çevrede olup biten
yanlışlarda seslerini çıkarmayı iyi
bilirler. Rengârenk sesler, otobüsün
camlarından Atatürk Bulvarı’nın
üzerindeki gökyüzüne dağılır. Bir
de bahar mevsimiyse ağaçlar çok
mutludur, tepelerinde kuşlarla.
Kızılay çok güzeldir, kalabalığıyla.
Kızılırmak
Sineması’ndan
Kocatepe’ye tırmanırken sağlı sollu
uzanan, mütevazı, iyi müzikler çalan
kafeler vardır. Bu kafelerde kitaplar
konuşulur, filmler tartışılır. Kafelerde
oturan sinemacılara, öykü yazarlarına,
şairlere rastlarsınız. Ankara okumuş
yazmış insanların birbirine kolayca
değebildiği,
sohbetle
eğlenen
insanlarla doludur. İtalyanca kursuna gitmek, Olgunlar’dan kitap
almak, Karanfil pasajında fotokopi
78
çektirmek, tez bastırmak işte neyse
gerekçeniz Karanfil’de sevgilinizle
ya da arkadaşınızla buluşursunuz,
Dost Kitabevi’nin, Mülkiyeliler’in,
metronun Yüksel Caddesi çıkışının
önünde. Sonra sarmaş dolaş olursunuz buluşulanla, derken ver elini
sokaklar. Ankara sokak doludur tıkış
tıkış.
Kızılay’da
eline
gitarı
kapan gençlerin sahne aldığı küçük mekânlar vardır. Bu müzikli
mütevazı yerler alkollü ya da alkolsüz
olabilirler. Günün en popüler Türkçe
pop şarkıları ile başlayan gece, Yeni
Türkü ve Ezginin Günlüğü ile devam
eder, Ankara’nın Bağları ile sona erer.
Buralar daha çok şarkı söylemeye,
gerekirse kalkıp dans etmeye
‘müsait’ yerlerdir. Kurstan çıkışta eve
gitmeye üşenip biraz da arkadaşlarla
takılayım, yerleridir.
Eski tüfekler Sakarya’daki
barlara takılırlar. Öğleden sonra
başlanıp gece yarılarına kadar
süren politik tartışmalar, şiirin hası
toplumcu mudur ikinci yeni midir,
kadınlar neden bu kadar karmaşıktır
meseleleri tartışılır durulur. Her gece
bir ders çıkarılır, bir şeyler öğrenilir,
bu zorlu ülkenin yeni maceralarına
da güç toplanır. Buralar daha çok
muhabbet, tartışma mekânlarıdır.
Müzik arkadan belli belirsiz akar,
sözünüzü kesen arkadaşınızın sözü
bitince lafa nereden başlayacağınızı
bilirsiniz. Bir gecede birbirinize
fikren düşman olup aynı gecede
kucaklaşır kardeş olursunuz. Buralarda çok iyi bildiğimiz yazarlara,
şairlere, gazetecilere rastlamak
pekâlâ mümkündür. Onları görünce
yadırgamazsınız, fakat yanına oturup iki çift laf etmek isteseniz ters
de
karşılanmazsınız.
Ankara’da
herkes biraz ‘çok bilir’ olduğundan
sizin onların sözüne karışmanız
dert değildir, lakin bu işi adabıyla,
nezaketle yapmalısınız.
Tunalı’dan Akay’a inen Bestekar Sokak bugün çoğunlukla lise
ve üniversite öğrencilerinin gittiği
rock barlarla doludur. Red Hot Chili
Peppers’tan Freddie Mercury’ye,
Abba’dan Arcade Fire’a uzanan
ve sokaklara yayılan müzik sesleri
kaldırımda bile kendi eğlencenizi,
muhabbetinizi yaratmanıza izin
verir. ‘Buradan nereye gidiyoruz?’
sorusunun sorulabileceği bir sokaktır
ismiyle müsemma Bestekar Sokak.
Ankara
maalesef
aynı
zamanda bir AVM kenti. Her yıl
daha büyük bir AVM yapmak
isteniyor. AVM eğlencesi nasıl mı
yapılır? Cumartesi ya da Pazar günü
erkenden kahvaltı yapılır. Bol trafikli
uzun bir araba yolculuğu yapılır.
Uzun süre AVM’nin otoparkında
park yeri aranır. Bütün mağazalar tek
tek gezilir, gerekli gereksiz dünyanın
masrafı yapılır. Alışveriş poşetleri
arabaya bırakılıp geri gelinir. Spotlar,
aşırı para harcamanın suçluluğu baş
ağrısı yapar. Gişe filmlerinden biri
seçilip gidilir. Çıkışta, tatsız tuzsuz
bol patatesli, hamurlu bir yemek
yenir. Evin yolu tutulur. Eğlenceden
çok, eziyettir AVM.
AVM eğlencesinden sıkılan
79
kadınlar giderek çoğalıyor mu,
bana mı öyle geliyor bilemiyorum.
Günlerden cumartesiyse bir duş alıp
Tunalı’ya koşan kadınlar var hâlâ.
Pasajlarda kısacık etekler, taşlı tuşlu
bluzlar, küçük şık şapkalar arıyorlar.
Dönüp dolaşıp o beyaz tişörtü
alıyorlar ama maksadın gezmek
olduğunu bildiklerinden mutlular.
Tepedeki güneşi görüyorlar, ağaçtan
yere dökülen yaprağı görüyorlar.
Ankara’nın bazı semtlerinin
çocukları
yaşadıkları
kentten
korkmazlar. Mesela Cebeci. Bağrış
çağrış top koşturur; susayınca
büfeden su, köşedeki simitçiden
simit alırlar. Fakat çocuklar ara
sokaktadırlar, görmek için başınızı
uzatmanız gerekebilir. Sokakların iki
tarafı da dizi dizi arabalarla doludur;
kendilerine kalan ip gibi yolda da
olsa futbol, yakan top vs. oynayan
‘Ankara bebeleri’ sokağın sakinlerinin
kafalarını şişmeye devam ediyorlar.
Cebeci gibi, Ayrancı gibi semtlerde
maç günleri erkekler kızlarla kafede
maç izlemeye giderler. Derbi günleri
her kafe aslında bir mini stadyuma
döner. Küfür edenden ters bakış
esirgenmez.
Kızların
yanında
küfretmek olmaz Ankara’da.
Bazı erkekler ve kadınlar,
hatta lise öğrencileri yalnızca Akün
Sahnesi’nde, AST’ta Büyük Tiyatro’da,
Küçük Sahne’de tiyatro izlemek için
evden çıkıyorlar. Cumhurbaşkanlığı
Senfoni Orkestrası’nın konserleri hiç
boş geçmiyor. Ayakta alkışlıyorlar
oyuncuları, müzisyenleri... Devlet
Opera ve Balesi’nin konser tak-
vimini kol çantasında, ofisinin çekmecesinde saklayan Ankaralı çok.
İstediği oyuna gitmek için aylarca
bilet arayan gençler tanıyorum. Bu
insanlar, cumhuriyetin ilk yıllarındaki
Ankaralıların eğlence anlayışı ruhunu
taşıyorlar. Eğlenmeyi öğrenmekten
ayırmıyorlar.
80
Urfa Postası
Engin Türkgeldi
Fotoğraf: Engin Türkgeldi
İlk kez şehre iniyorum. Çarşı izni. Stabilize yolun uğultusu
tüm minibüsü dolduruyor. Koltuklar dolu. Son anda bindiğim için
sandıktan bozma bir tahtanın üzerinde oturuyorum. Pencereden
dışarı baktığımda uçsuz bucaksız fıstıklıkları görüyorum sadece.
Düzenli aralıklarla ekilmiş kısa ama güçlü fıstık ağaçları. Ova
boyunca başka hiçbir şey yok. Sanki bir kaç dakikalık bir film
pencerede tekrar tekrar oynuyor.
Sıkılıyorum. Minibüsün içine dönüyorum. Şoför mahalli ile
yolcu bölümü arasındaki kirişi Atatürk barajı, karınca duası, bir çift
kadın gözü, çayırda seken bir kuzu, turkuaz renkli tropik bir deniz,
İbrahim Tatlıses ve her sarsıntıda sallanan kehribar bir tespih
süslüyor. Bir de hava karardığında tüm bunları mora boyayacak
siyah lamba.
81
Urfa’ya üç-dört kilometre
kala iki genç minibüse el ediyorlar.
Duruyoruz. Kapı açılıyor. Önce bir
çuval ve bir Çikita muz kutusu,
ardından yirmilerinde iki adam
minibüse biniyorlar. Ayakta seyahat
ediyorlar. Yüzleri gülüyor. Bıyıklı olan
boştaki eliyle çuvalın ağzını kavramış,
diğeri kutuyu bacaklarının arasında
sabitlemiş. Yeniden yola koyuluyoruz.
Çuvalda bir hareketlilik
farkediyorum. Bir sağı bir solu
inip kalkıyor. Kulak kabartıyorum.
Derinden bir ‘guuu’ sesi. Çikita
kutusundan da aynı sesin geldiğini
duyuyorum.
“Ne var bunların içinde?”
diye soruyorum bıyıklıya.
Tavuk, civciv, veyahut tavşan
gibi bir yanıt beklerken adam
“Güvercin,” diyor. Şaşırıyorum.
“Ne yapacaksınız bunları,
satacak mısınız?” deyince dünyanın
en doğal olayından bahseder gibi
“İddiaaa,” diyor. Yabancılığım bir
damga gibi üzerimde. Ben sormadan
anlatıyor. Posta güverciniymiş bunlar.
Çuvaldakiler kendisinin, kutudakiler
arkadaşının.
Şehir
girişine
geldiklerinde güvercinleri havaya
salacaklarmış. Eve ilk dönen kuşun
sahibi iddiayı kazanacakmış.
“Para var mı işin içinde?”
diye soruyorum.
“Yok,” diyor bıyıklı ama ben
inanmıyorum.
ŞANLIURFA
Nüfus: 498000
Rakım: 518
Tabelayı geçtikten az sonra,
adamlar şoföre inmek istediklerini
söylüyorlar. Bıyıklıya yarışı izleyip izleyemeyeceğimi soruyorum. Başıyla
onaylıyor. Beraber minibüsten iniyoruz. Selim’le buluşmamıza geç
kalacağım ama olsun.
Yol kenarındayız. Bekliyoruz.
Neyi bilmiyorum. Bu sefer leb
demeden leblebiyi anlayan diğeri
oluyor, “Biraz bekleyelim ağabey,
kuşlar sakinleşsin.”
Konuşacak bir şey bulamıyorum. Yanımızdan geç vuran
rüzgârlarıyla kamyonlar geçiyor.
Keskin bir yanık mazot kokusu.
Derken, uyarmadan veya hazırlık
yapmadan bir anda çuvalın ağzı
ve kutunun kapağı açılıyor. Beyaz,
gri, lekeli, siyah, kahverengi,
çeşit çeşit kuş havalanıyor. On
beş-yirmi tane kadar. Kanatlarını
gürültüyle çırpmalarında bir şaşkınlık hissediliyor. Tam olarak ne yapacaklarını bilmeden yükseliyorlar.
Sonra bir kaç kez daireler çizerek
tepemizde dönüyorlar.
“Bir ikisi hâlâ şaşkın,” diye
mırıldanıyor bıyıklı, “Hepsi dönmez
geriye.” Üçümüz de başımızı arkaya
atmış halde kuşları seyrediyoruz.
82
Gözümü onlardan ayırmadan “Sık olur mu bu?” diyorum.
“Bazen,” diye cevaplıyor
öbürü “İki üç tanesi kaybolur
gider.” Biz konuşurken güvercinler
geldiğimiz yere, kuzeye doğru
yöneliyorlar. Ellerimi siper edip
kuşları takip etmeye çalışıyorum.
Diğerlerinin dürbünlerini çıkarmalarını, yarışı takip etmelerini bekliyorum. Fakat ikisi de başlarını tekrar
yere indiriyorlar. Güvercinler siyah
noktalara dönüşüp gökyüzünde
kayboluyorlar. Yarışı neden izlemediklerini, yanlarında neden dürbün
getirmediklerini soruyor, yakından
takip etmenin daha eğlenceli olacağını anlatıyorum. İzlenmeyen yarış
mı olurmuş!
“İşin eğlencesi orada değil
ki ağabey,” diyor bıyıklı. Ses tonunda
kendilerini asla anlamayacak yabancılara duyulan hoşgörü var.
Çabuk bir ‘Allaha ısmarladık’tan sonra hiçbir şey olmamış
gibi ellerinde boş bir çuval ve muz
kutusuyla yolun diğer tarafına geçiyorlar. Geri dönmek üzere minibüs
beklemeye başlıyorlar. Yüzlerindeki
mutluluk bu taraftan bile seçiliyor.
83
84

Benzer belgeler