Bıl m 2 - THBMER

Transkript

Bıl m 2 - THBMER
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
MEDDAH LÂL‹N KABA AÇILIfi OTURUMU
27
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
28
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
“TÜRK HALK H‹KÂYELER‹NDEK‹ ÖRNEK ‹NSAN T‹PLENR‹NDEN,
MEDDAH H‹KÂYELER‹NDEK‹ KUSURLU ‹NSAN T‹PLER‹NE GEÇ‹fi”
The Transition From The Superior Human Character In The Turkish
Folk Stories To The Inferior Type In The Eulogist/Meddah Stories"
Umay Günay
ABSTRACT
This article is a comparison of social values and the understanding of ethics in the
minstrel stories that have been formed in the historical period of 15th and the 16th centuries with the Istanbul centred eulogist/meddah stories which have been though to
emerged with its classical form in the 18th century.
When we look upon the common characters and the scenarios in the Folk Theatre/
Orta Oyunu, Karagoz and Eulogist/Meddah Stories at the decline period of the Ottoman Empire we can perceive the disperse in morality and upheaval in the society in
an exaggerated reflection to some degree. When folk stories and tales used create an
artificial world of idealised characters against the difficulties of life; folk theatre/ Orta
Oyunu, Karagoz and Meddah/Eulogist stories were displaying the weaknesses and
the defects of human behaviour and life in a generalized form. Folk stories and tales
are relating an escape to a perfect dream world from the difficulties and ugliness of actual life. In opposition to that, there is a display of acceptance of the mistakes of the majority and the cruelty of life in folk theatre / Orta Oyunu, Karagoz, and eulogist/Meddah stories. It is possible to observe the leap between the excess and the deficiency,
which exists, in the Turkish culture in these works.
Key Words: Folk Stories, Eulogist/Meddah stories, social values, ethical understanding
"Türk Halk Hikâyeleri" genel başlığı altında toplanan türler, Türk Halk
Edebiyatının en karmaşık ve tam anlamıyla çözümlenememiş, istisnası en
çok olan türüdür. Kaba hatlarıyla konularına göre kahramanlık , aşk ve dini hikâyeler başlıkları altında , kaynaklarına göre Türk, İran-Hint ve Arap gurupları altında, yaratıcılarına göre anonim ve âşık hikâyeleri, şekillerine göre
nesir – nazım karışık, bütünüyle nazım veya nesir gibi tasnifler yanında anlatıcının icrası ve sunumu göz önüne alınarak isimlendirilen "Âşık Hikâyeleri"
Meddah Hikâyeleri" veya "Realist İstanbul Hikâyeleri" (Elçin Şükrü, 1969s.4106; 1986-672) gibi karmaşık ve farklı ölçülerle sınıflandırmalar yapılmıştır.
29
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Bu kısa zaman ve bu bildiri sınırları içinde Halk Hikâyelerinin tür ve tasnif problemlerini tartışmayacağım. Tarihi süreç içinde 15 ve 16. yüzyıllardan itibaren teşekkül etmiş âşık hikâyeleri ile klâsik şekli 18. yüzyılda ortaya çıkan ve İstanbul merkezli kabul edilen meddah hikâyelerini toplumsal
değerlerin ve ahlâk anlayışının karakterlere ve konulara yansıyışları yönünden karşılaştıracağım.
Meddah hikâyeleri genellikle bir anlatıcı tarafından sunulması ve bir metne
dayanması sebebiyle "hikâye" olarak nitelendirilmekle birlikte meddah, sunduğu hikâye kahramanlarını canlandırarak ve onları karşılıklı konuşturarak
rol yapması , sınırlı da olsa mendil, baston, şapka gibi aksesuarlar kullanarak kılık değiştirmesi, ayrıca zaman zaman da yanına şarkı veya türkü icracıları ve saz heyeti de alarak, gerektiğinde efekt uygulamalarıyla seyirci önünde bir hikâye anlatıcısından öte tek kişilik bir tiyatro eseri sergileyen aktör
konumundadır. Hikâye metinlerinin dramatizasyonu konu ve şahıs kadroları
yönünden meddah hikâyeleri halk hikâyelerinden ziyade Halk Tiyatrosu alanını temsil etmektedir. Meddahlar da canlandırdıkları hikâye metnini çoğu kez
"taklit" olarak nitelendirmişlerdir. (Nutku Özdemir, 1978, s.61-65).
Meddahın dramatik bir sunucu, âşığın ise epik-estetik sunucu oluşu bu iki
türü birbirinden ayıran önemli bir farktır ve bu fark meddah hikâyelerinin içeriğini de etkilemiştir. Meddah hem oyunculuğu hem de sunduğu veya sundurduğu türkü ve şarkılarla anlatıklarınının gerçekliğini vurgulayarak seyirciyi
konuyla ve karakterlerle özdeşleştirirken hikâyeci-âşıklar hikâyenin gerçek
olmadığını dinleyicisine daima hissettirir. Hikâyeci – âşık da, gerektiğinde şive taklidi yapmasına rağmen kahramanlarını türkülerle konuşturarak şiir ve
müzikle lirik bir anlatımla dramatik olmayan epik üslûbu icra ederler ve böylece dinleyici-seyirciyi hikâyeye yabancılaştırırlar.
Meddah repertuarında bir kısım halk hikâyesi de yer almakla birlikte bu
metinlerin dramatizasyonu sırasında, metin, meddah hikâyesi formatına ve
sunumuna sokulmuş, karakterler deforme edilmiştir. Meddah hikâyelerinin en
çok ilgi çekenleri, meddahların kendi dönemlerinin günlük olayları ile ilgili
kurguladıkları metinlerdir. Bu yeni kurgulanmış senaryolara bazen eski ve
klâsik hikayelerin, masalların, destanların ve efsanelerin de eklendiği örnekler vardır. (Nutku Özdemir, 1978. s. 87-110; Elçin Şükrü, 1986, s.672).
Meddah hikâyelerinde, hikâye kahramanları Karagöz ve Orta Oyununda
olduğu gibi genellikle İstanbul’un varlıklı çevrelerine mensuptur. Bu kahramanların işleri ve meslekleri yoktur, çoğunlukla mirasyedilerdir ve yaşama
amaçları eğlencedir. Bu hikâyelerde mutlu son, Orta Oyunu ve Karagöz’de
olduğu gibi ya bir dükkân sahibi olmak veya varlıklı bir kadınla evlenmektir.
Halk hikâyelerinde ise kahramanlar, halktan veya bir bey / ağa oğlu olabilir,
ve mutlaka bir işleri ve tuttukları işte başarılı olmak mecburiyetleri ve ulaşmaları gereken idealleri ve amaçları vardır. Halk hikâyelerinin kahramanları serüvenlerini çeşitli coğrafyalarda yaşarlarken, meddah hikâyelerinin kahra-
30
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
manları nadiren mecburi sürgün veya küskünlükle terk etme dışında İstanbul’dan ayrılmazlar. Halk hikâyelerinin kahramanları , mesleklerini ve sanatlarını geliştirmek, rüyada gördükleri ideal sevgiliye kavuşmak, başka çevrelerin âşıklarıyla yarışmak, ün kazanmak ve kazanç sağlamak üzere uzun süreli
seyahatlere çıkarlar. Meddah hikâyesi kahramanları için İstanbul dışına çıkmak bir ceza olarak algılanır.
Meddah hikâyelerinde aşka engel olarak görülen kocanın öldürülmesi sıradan bir engeli ortadan kaldırmak gibi işlenir. Meddah hikâyelerinde şiddet,
vahşet ve acımasızlık yaygın olarak görülür. Halk hikayelerinin temel temi
olan mertlik, feragat ve fedakârlık meddah hikâyelerinde Orta Oyunu ve
Karagöz metinlerinde yoktur. Halk hikâyelerinde ihanet ve arkadan vurmak,
bencil davranmak gibi insani zaaflar hiç hoş görülmez ve affedilmeyen davranışlar arasında vurgulanır. Halk hikâyelerinde şiddet, acımasızlık ve vahşete yer verilmez. Mücadeleler, şövalyavâri üsluplarla yapılır. Kötü karakterli
düşmanlar, istisna gibi sunulur ve ayıplanarak yargılanır ve cezalandırılır.
Özellikle 18. yüzyıl Meddah senaryolarının dünyası, herkesin kendi için yaşadığı, başkalarını hiç düşünmeden yok ettiği karanlık, acımasız ve ahlâk dışı
bir dünyadır. Bu dünyada çıkarcı, günün adamı, iki yüzlü , dalkavuk, hırsız ve
mirasyediler ayakta kalabilmektedir. Böyle bir yaşama tarzı Halk Hikâyelerinin bütünüyle yabancısı olduğu ve ayıplayarak ret ettiği bir yaşama tarzıdır
(Nutku Özdemir, 1978, s. 111).
Halk hikâyeleri, masallar gibi dâima iyi, dürüst ve yetenekli insanların kazandığı kötülerin cezalandırıldığı, âdil bir toplum düzenin hâkim olduğu ideal
bir dünyayı anlatırlar. Bu idealleştirilmiş, kusursuzlaştırılmış dünyayı özenli
bir dille ve nazımla zenginleştirerek sunarlar. Meddah hikâyeleri ise Karagöz
ve Orta Oyununda olduğu gibi gerçek hayatın acımasızlığını hiç örnek, hatta
iyi insan tipleri yokmuşçasına abartarak insanî zaafları ve eğitilmemiş, olgunlaşmamış insan yaratılışını canlandırırlar. Bu çok kişili ve karmaşık ilişkili dünyayı meddah jest, mimik ve taklitlerle anlatıcılığı aşarak bir oyuncu
gibi dramatize eder.
Sanat, her zaman yaşanılan hayatın seçilmiş sahnelerini veya benzer kurguları aktarır. Toplumsal değişimle birlikte sanat eserleri de değişir. Meddahlık geleneği başlangıçta Araplardan Türklere dini hikâye anlatma geleneği
olarak geçmiş, önceleri Hz. Muhammed’in ve ailesinin övgüsü gibi dar bir işlev taşırken, Türk kültürü içinde giderek halifelerin, padişahların övgücüsü durumuna geçmiş daha sonra bu işlevi tamamen terk edilerek bütünüyle günlük hayata dâir senaryoları canlandıran gerçekçi bir anlatım türü haline dönüşmüştür.
Ana hatlarıyla Karagöz ve Orta Oyununda ve benzerlerini Meddah hikâyelerinde gördüğümüz karakterler şöyle gruplandırılmıştır ( And Metin, 1969,s.
276-305):
31
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Eksen Kişiler: Karagöz/ Kavuklu – Hacivat/ Pişekâr, Meddah hikâyelerinde bu dörtlünün, adı belli ve her metinde aynı şekilde ortaya çıkan belli bir
karşılığı olmamakla beraber bazı hikâyelerde bu tiplerin yansımalarını görmek mümkündür. Özellikle Kastamonu’lu, Lâz, Eğin’li Harput’lu tipleri Karagöz ve Kavuklu konumundadır. . Karagöz ve Kavuklu içe dönük, tepkilerini
düşünmeden anında dışa vuran, olduğundan başka görünme çabası içinde olmayan tiplerdir. Bu oyunların örnek kişisi gibi sunulan Karagöz ve Kavuklu’nun da ortağını dolandırmak, sıkışınca yalan söylemek, fırsat düşünce çapkınlık yapmak gibi kusurları bu eserlerde doğal davranışlar içinde değerlendirilir. Bu tiplerin dürüstlük gibi kabulleri ve açık sözlülükleri hem oyunlarda
hem meddah hikâyelerinde aptallık, patavatsızlık ve görgüsüzlük olarak nitelendirilerek sunulur. Düşündüklerini açıkça söyledikleri için başlarına çeşitli
problemler açılır. İki yüzlü davranamadıkları ve dalkavukluk yapmadıkları için
işleri rast gitmez, bu sebeple yoksuldurlar ve geçim sıkıntısından kurtulamazlar. Kolay kandırılırlar.
Hacivat ve Pişekâr ise herkesin huyuna suyuna göre gitme, yüze gülüp,
arkadan iş çevirme yanında arabulucu ve kavga yatıştırıcı gibi niteliklere sahiptirler. Her kalıba girebilen, kusurlara kolaylıkla göz yumabilen, işine geldiğinde susan, esnek kişiliklerdir. Görgü kurallarını önemser ve uygularlar. Hacivat ve Pişekâr, kârlı işlere ortak olarak, kiracı ve müşteri bulmak gibi aracılıklarla para kazanırlar. Geçim sıkıntıları yoktur ve varlıklıdırlar. Hacivat ve
Pişekâr’ın da meddah hikâyelerinde birebir karşılığı olmamakla beraber, Çelebi ve benzeri mirasyedi olarak sunulan bazı karakterlerde ortak nitelikleri
görmek mümkündür.
Kadınlar "Zenneler" başlığı altında toplanmıştır. Oyun argosunda "gaco"
diye de adlandırılan kadınlar, çeşitli yaş ve toplumsal sınıflardan olmakla birlikte hepsinin ortak özelliği hem oyunlarda hem de meddah hikâyelerinde, dalavera ve gönül işleriyle ilgili olarak ortaya çıkmalarıdır. Kadınların hepsi
olumsuz tipler olarak çizilmişlerdir. Hepsi ahlâk kurallarını çiğneyen, kocalarını aldatan, evlilik dışı pek çok ilişkiye giren, maddi çıkarlarını önde tutan,
kurnaz ve hafif meşrep kişilerdir. Hacivat ve Karagöz’ün eşleri ve kızları da bu
olumsuz niteliklerle görünürler. Ev kadınlarının dışında Kanlı Nigâr, Salkım İnci gibi özel isimlerle anılan orta malı kadınlar da hem meddah hikâyelerinin
hem de Karagöz ve Orta Oyunun repertuarında yer alır. Bu kadın tiplerinin
yaşlısı, genci hepsi dedikoducu, gönül eğlendirmekten başka hiçbir hedefleri
olmayan, cahil ve kötü insan örnekleri olarak işlenmişlerdir. Erkek karakterlerin her birinin olumsuz nitelikleri yanında bazı olumlu özellikleri bulunmakla
beraber kadınlarda hiç olumlu niteliğin bu eserlere yansımamış olması kadınların yalnız cinsel kimlikleriyle hayata katılmalarından kaynaklanmaktadır.
Büyük ölçüde 20.yüzyıla kadar kadınlar toplum içinde eş, sevgili ve ana gibi cinsiyete dayalı oluşturulan kimlikle var olabildikleri ve hayatın çeşitli faali-
32
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
yet alanlarına katılamadıkları ve etkin olamadıkları için bütün kültürlerde
küçümsenmişlerdir.
Anadolulu Kişiler: Lâz, Kastamonu’lu, Kayseri’li, Eğin’li, Harput’lu, Kürt.
Anadolu’lu tipler başlığı altında toplanan örnekler de Orta Oyunu, Karagöz ve
Meddah hikâyeleri repertuarlarında ortak kullanılan unsurlardandır. Anadolu’lu bu eserlerde Türk veya Hırbo olarak vasıflandırılmıştır. Kastamonu’lu
oduncu, Bolu’lu aşçı, yufkacı, kadayıfçı, yoğurtçu, gözlemeci veya ayakkabı tamircisi, leblebici, bekçi gibi çeşitli işlerden birinde çalışırlar. Türk tipinin boyunun uzunluğu , iri yarı yapısı alay konusu yapılır, bön, kaba ve görgüsüz olarak tasvir edilmişlerdir. Bu tipin, Orta Oyununda ve Meddah hikâyelerinde " İstanbul’un Taşı Toprağı Altın" örneğinde olduğu gibi baş rolde
olduğu metinler vardır. Lâz tipinin elinde bir kemençe vardır ve çok hızlı ve
durmadan konuşur, çabuk kızar ve hemen yatışır. Gemicilik, kalaycılık, hallaçlık, veya tütüncülük yapar. Kürt veya Harput’lu olarak adlandırılan tip, hamal, aşçı yamağı ve bekçilik yanında ağa ve toprak sahibi de olabilir. Yumuşak huylu çabuk öfkelenmeyen ancak söylenenleri zor anlayan, yetersiz ve
kaba bir tip olarak sergilenmiştir.
İstanbul Ağzı, Çelebi, Tiryâki, Bebe Ruhi. Orta oyunu ve Karagözde ağız
taklitleriyle tanımlanan bu tipler meddah hikâyelerinde de çoğu kez aynı
isim ve tasvirlerle yer almaktadırlar. Çelebi, kibar aile çocuğudur, nazik, züppe ve çıtkırıldımdır. Gençtir ve çoğu kez mirasyedidir veya kadın parası yiyerek hayatını sürdürür. Güzel konuşur, şiirler okur, gezmeye , eğlenmeye meraklıdır. Vefasız bir âşıktır. Gönül işerinde ustadır. Hoppa Bey, Züppe Bey,
Zampara Bey gibi lâkaplarla veya Rakıcızade Füruzan / Tarçın bey gibi özel
isimlerle de anıldığı olur. Meddah hikâyelerinin bir bölümü bu tip üzerine kurgulanmıştır.
Tiryâki, tütün, nargile, kahve, esrar gibi keyif verici madde bağımlısıdır.
Uyuşturucu kullandığından dalgın, ters, huysuz, tembel ve nobrandır. Belli bir
işi yoktur, boş gezer. Cüce olduğu için "Beberuhi" diye anılan özürlü tip de
yılışık ve terbiyesizdir. Çok küfür eder, lâf getirir götürür ara bozar.
Anadolu Dışından Gelenler: Rumelili/ Muhacir, Arnavut, Acem, Arap.
Acem, İran veya Azerbaycan’dan gelir, eli açık, mübalağacı, ve şiire düşkündür. Halı tüccarı, tömbekici, tefeci, veya antikacılık gibi iyi gelir getiren iş yerlerine sahiptir. Eğlence ve dalkavuklardan hoşlanır, bu hizmetleri verenlere
çok para verir. Arap tipi ak ve kara olarak iki gurupta canlandırılmıştır. Ak
arap, Suriye, Şam, Beyrut, Akabe, Yafa, Halep, Bağdat, ve Basra’dan gelenlerdir. Mekke kınası, kestane, baklava, fıstık gibi maddelerin ticareti yanında, kahve dövücülüğü, kökçülük, devecilik gibi meslekleri olanlar da vardır.
Elini şakağına koyup gazel okuması ve fırsatı düştükçe belli etmeden beddua
etmesiyle tanıtılır. Kara arap ise zenciler için kullanılan bir isimdir. Yarı Arapça yarı Türkçe konuşur, söyledikleri çoğu kez anlaşılmaz. Aptaldır ve her şe-
33
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
yi zor anlar veya hiç anlamaz. Bu tipin kadın örnekleri arap bacı, oyun dilinde Kayarto olarak nitelendirilir. Halayık, uşak, lala olurlar. Arnavut, dürüst,
mert ve sayıları bile bilmeyecek kadar cahil olarak kimliklendirilmiştir. Eziyet etmekten hoşlanan, çabuk kızan, atak ve kolay adam öldüren bir tip olarak tasvir edilmiştir. Cesur görünmekle beraber, sıkıntıya gelince kaçması ile
ünlüdür. Celeplik, ciğercilik, bahçıvanlık, bostancılık, koruculuk, bozacılık,
kaldırımcılık gibi işlerde çalışır. Rumelili veya muhacir diye isimlendirilen tip
ise pehlivan veya arabacı olarak ortaya çıkar. Çok övünen, başarısızlıklarına
bir kulp uyduran bir kişilik sergiler.
Müslüman Olmayan Kişiler/ Zimmî: Rum, Frenk, Ermenî, Yahudî. Osmanlı’da Müslüman olmayan erkekler zımmî, kadınlar zımmîyye olarak adlandırılmıştır. Orta Oyunu, Karagöz ve Meddah hikâyelerinde Frenk, Ermeni,
Rum ve Yahudi tiplemeleriyle ortaya çıkmışlardır. Yahudi, inatçı, cimri ve pazarlıkçı olarak tanımlanmıştır. Eskicilik, sarraflık, kuyumculuk, tefecilik Yahudi tiplerin meslekleri arasındadır. Korkak ve yaygaracıdır, kavga dövüşten kaçınır. Ermeni, başkalarını küçümseyen, kendini önemseyen, müzikten, şiirden
anlayan bir tip olarak canlandırılmıştır. Kuyumculuk, lâğımcılık, tuhafiyecilik,
müzik öğretmenliği gibi işler yapar. Frenk ve Rum, doktor, eczacı, meyhaneci, terzi veya tacirdir. İşinde usta, kendini akıllı ve üstün gören bir tiptir.
Özürlüler: Kekeme, Kambur, Hımhım, Kötürüm, Deli, Esrarkeş, Sağır, Aptal/ Denyo Bu tiplerin özürleri ve çevreleriyle uyumsuzlukları güldürü unsuru
olarak kullanılır.
Kabadayılar ve Sarhoşlar: Efe, Zeybek, Matiz, Tuzsuz, Sarhoş, Külhanbeyi.
Bu tipler oyunları sonuca bağlar. Güçleri ile yarattıkları korkuyla ortalığı yatıştırır ve geçici düzeni sağlarlar.
Eğlendirici Kişiler: Köçek, Çengi, Kantocu, Hokkabaz, Cambaz, Curcunabaz, Hayalci, Çalgıcı.
Olağanüstü Nitelikleri Olanlar: Büyücü, Cadılar, Cinler. Bu tipler olağan
üstü güçlerini büyü ile gösterirler.
Orta Oyunu , Karagöz ve Meddah hikâyelerinde ortak olan bu tiplere ve
senaryolara bakıldığında İmparatorluğun çözülme döneminde toplumda yaşanan kargaşanın ve ahlâki çözülmenin bu eserlere belli ölçülerde abartılarak
yansıtıldığı görülür. Halk hikâyeleri ve masallar, hayatın güçlüklerine karşı
idealleştirilmiş karakterlerle yapay bir dünya yaratırken, Orta Oyunu, Karagöz ve Meddah’ta hayatın ve insanların zaafları ve kusurları genelleştirilerek
sergilenmiştir. Halk hikâye ve masalları hayatın zorluk ve çirkinliklerinden
hayâli ve kusursuz bir dünyaya kaçışın öykülerini anlatırlar. Karagöz, Orta
Oyunu ve Meddah ise hayatın acımasız yönlerine boyun eğerek çoğunluğun yanlışlarını kabulü sergilemektedirler. Türk kültürünün ifratla tefrit arasında gidip gelişlerini bu eserlerde görmek mümkündür.
34
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
KAYNAKLAR
Prof. Dr. Şükrü Elçin, "Kitâbî Mensur, Realist İstanbul Halk Hikâyeleri" H.Ü. Sosyal
ve Beşeri Bilimler Dergisi, C. I, Sayı 1 Mart 1969. s. 4-106.
Prof. Dr. Şükrü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara 1986.
Prof. Dr. Özdemir Nutku, Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri, Ankara 1978.
Prof. Dr. Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ankara 1969.
35
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
TÜRK‹YE’DE SÖZLÜ KÜLTÜRDEN YAZILI KÜLTÜRE GEÇ‹fi
VE
MEDDAHLIK-MEDYA ‹L‹fiK‹S‹
The Transformation from Verbal Culture to Written Culture in Turkey
and
The Relation of Meddahs’ Tradition and The Media
Nebi ÖZDEMİR
ABSTRACT
In this paper, the transformation from verbal culture to written culture in Turkey is
determined and explained. Military, the statesmen, bureaucracy, education, urbanization, communication, the media, the printing books and other cultural associations have been accepted as the main dynamics of this process. Afterwards, studing the affects
of these dynamics, and particularly the media on the tradition of Meddahs (story tellers) is the aim of this paper.
Key Words: Turkey, Verbal Culture, Written Culture, Meddahs, The Media.
Osmanlı kent kültürünün temel aktörlerinden olan meddahların gündelik
yaşamdaki konumlarını yitirmesi ve yeniden farklı tip/lerle ortaya çıkmalarında kitle iletişim araçlarının, sanıldığından daha fazla etkisi bulunmaktadır. Osmanlı kentli yaşamında yazılı kültürün yaygınlaştığı, diğer bir ifadeyle dinlemenin yerini gitgide okumanın aldığı, 19.asrın ortalarından itibaren gazete ve
dergiler, sözel kültür temsilcileri meddahların güldürme ve eğlendirme, haber
verme, bilgilendirme, düzensizlikleri eleştirme, kamuoyu yaratma vb. işlevlerini yüklenmeye başlamıştır. Diğer dinamiklerle birlikte bu gelişme, Türk meddahlık geleneğinin yaşam alanını daraltmış ve sonunu hazırlamıştır. Buna karşılık, önce radyo daha sonra da televizyon, meddahlık geleneğinin uzun süre
klasik biçimiyle yaşatılmasını ve daha sonra da çağdaş çeşitlemelerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu bildiride söz konusu etkileşimin belirlenerek açıklanması amaçlanmaktadır. Bu çalışma, bir bakıma sözel kültür-yazılı kültür
dönüşümünü açıklama çabası olarak da değerlendirilebilir.
Giriş:
Yaşamın ve dolayısıyla toplumun farklı olarak oluşturulduğu ve işletildiği
bu iki farklı kültür bağlamı arasındaki ilişkinin başladığı ya da yoğunlaştığı dönemlerin, özellikle incelenmesinde çok yönlü yararlar bulunmaktadır. Bu dönemler, aynı zamanda sözlü kültür ürünlerinde değişme ve yok olmaların, yer-
36
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
lerini yazılı kültürün yaratılarının aldığı, oldukça dinamik yıllardır. Böyle dönemler, "kültürel çatışma-dönüşüm dönemleri" olarak da adlandırılabilir.Türk
kültürü açısından bu dönem, matbaanın kurulduğu 18.asrın ilk çeyreğiyle
başlatılmaktadır. Bir asrı aşan bu silik, diğer bir ifadeyle "kuluçka dönemi"ni,
Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla hızlanan "yazılı kültürün ideolojik yerleşim dönemi" izlemiştir. Bu sürecin son aşamasını, "yazılı kültürün toplumsal yaygınlaşma dönemi" olarak da adlandırılabilecek Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşu izlemiştir. Türk toplumunun sözel kültürden yazılı kültüre geçiş tarihini de
oluşturan ve yaklaşık üç asrı kapsayan bu dönem, çok kere "Batılılaşma,
Çağdaşlaşma"kavramlarıyla da ifade edilmiştir.
Bu süreçte, sözel kültürün bütün diğer alanlarında olduğu gibi, özellikle de
edebiyat ve tiyatro alanlarında çeşitli değişiklikler, dönüşümler ve yok olmalar meydana gelmiştir. Nitekim, iki kültür arasındaki soyut çatışmaların(düşünsel alan) öncelikle yazın ve basın alanında; somut çatışmaların(uygulama
alanı) da tiyatro alanında ortaya çıktığı görülür. Meddahlık geleneği de bu çatışma-dönüşümden etkilenmiş temel alanlardandır. Yaşamın diğer alanlarında
olduğu gibi, meddahlık gibi kültürel gelenekler de alan dışı dinamiklerin etkisi altındadır. Bu türden karmaşık etkileşimlerin açıklanabilmesi, yaşamın diğer alanlarındaki gelişmelerin de araştırılmasını gerektirmektedir.
Türkiye’de sözel kültürden yazılı kültüre geçiş/geçilememe ya da tam anlamıyla yazılı kültürün özümsenememesi olgusu, Türk kültür bilimi kapsamında ayrıntılı olarak tartışılmalıdır. Ulaşılabilen verilere göre, Türkiye’de bu konuyu temel alan kongre, sempozyum vb. büyük ölçekli bir toplantı, büyük gerekliliği ve elverişliliğine karşın, henüz yapılmamıştır. Bu konuyla özellikle
1990’lı yıllardan itibaren sözel tarihçiler, onlar da kent kültürü kapsamında, ilgilenmeye başlamışlardır.
Sözel geleneğin peşindekiler (halkbilimci veya halk edebiyatı uzmanları),
yapısalcı monografik çalışmalar ile uğraşmayı yeğlemekte ve nüfüsun yaklaşık %80’nin kentlerde yaşadığı günümüzde dahi köylerde (sanki sözlü gelenek
ve edebiyat sadece köylere özgüymüş gibi, ki buralar da günümüzde "elektronik köyler" haline gelmektedir) arkaik yaratıları derlemeye çalışmaktadırlar.
Kuşkusuz bu yaratılar da kültür biliminin(özet bilgi için bkz. Böhme v.d. 2002)
araştırma konularıdır. Ancak, yaşamda değişim ve dönüşüm esastır. Gelenek
kavramı da aslında bu dönüşüme, değişime vurgu yapmaktadır. Bu kapsamda geleneği, hele de sözlü geleneği inceleyen bir bilim dalında çalışanların,
toplumun "öncü, özgün" araştırmalar yapan bilim insanları olmaları beklenirken, tutuculuklarının açıklanması zordur. Kentler, sosyologlara, sosyal antropologlara, eğitim bilimcilere, sosyal tarihçilere, iletişim bilimcilere bırakılmış
gibidir. Halkbilimi "kent dışındaki/ köylerdeki kültürel yaratılarını inceleyen bir
bilim dalı" olarak tanımlanır hale gelmiştir. Asırlardır Volkskunde adı altında
pek çok özgün araştırmaya imza atan Alman folklorcuları, hiç düşünmeden
son birkaç yıldır yaşamdaki ve temelde de Avrupa’daki politik ve sosyo-eko-
37
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
nomik oluşumları dikkate alarak, bu terimin yerine "Avrupa Etnolojisi" kullanmaya başlamışlardır(sözü edilen dönüşüm için bkz.Kaschuba 2003; WeberKellermann v.d.2003). Buna karşılık Türkiye’deki üniversitelerin pek çok bölümünde sorgulanmayan ve dönüşüme kapalı müfredat programları takip
edilmektedir. Bu nedenle de bilim alanları, "donmuş" içerik ve yaklaşımların
tekrarlandığı dersleriyle statik bir nitelik taşımaktadır. Donmuş programların
yarattığı sıkıntı ise, iç dönüşümler ve açılımlar yerine, yeni bilim dalları açılarak giderilmektedir. Bu, Türkiye’deki akademik alan enflasyonunun da temel
nedenlerinden biridir. Dünyanın çağdaş üniversitelerinde en kolay değişen,
müfredat programlarıdır. Bu nedenle de akademisyen yaşamdaki değişmeleri, hatta gelecekteki muhtemel dönüşümleri yakalama, tanımlama, açıklama
ve de yönetme peşindedir. Oysa dünyanın bazı ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de sosyal bilimciler, geçmişle uğraşmayı seçmektedirler.Özetle Türkiye’de bilimsel yetersizlikten kaynaklanan bu akademik tutuculuk ve doğal sonucu olarak da siyasallaşma, sosyal bilimlerin önündeki en büyük engellerden
birini oluşturmaktadır.
Bu bildirinin konusunu, meddahlık örneğinden hareketle, kentlerde son bir
buçuk asırda gerçekleşen ya da gerçekleşemeyen sözel kültürden yazılı kültüre geçiş olgusunun çeşitli açılardan tartışılması oluşturmaktadır. Bu, bir anlamda sözel kültürün diğer türleri için de mutlaka yapılması gereken bir tartışmayı açma girişimidir. Türk sözlü geleneği, kentlerdeki bölümü ya da köylerden kentlere taşınan bölümleri dışlanarak açıklanamaz. Keza, yerelin sözel
kültüründeki değişme ve yok olmaların nedenlerinden önemli bir bölümünün
kentli dinamikler olduğu da unutulmamalıdır. Özetle Türk sözlü kültürü (birincil), kentli ve küresel dinamikler de dikkate alınarak değerlendirilmelidir. İnternetteki köy sitelerinde kimin kiminle evleneceğinin ya da nişanlanacağının
duyurulduğu bu çağda, "bilimsel yerellik" dönemi kapanmalıdır ve geçmişan- gelecek yeniden okunmalı, değerlendirilmeli ve kurgulanmalıdır. Araştırma kapsamına kentin ve küreselin katılması, alan dışı pek çok ve çeşitli unsurun da irdelenmesini gerektirmektedir.
Dünyada kentleri genellikle yazılı kültürün egemen olduğu yerleşim birimleri olarak algılama eğilimi ağır basmaktadır(sözlü kültür- yazılı kültür hk.bkz.
Goody 1987, Ong 1995 ve Toth 2000). Kentlileşme ya da kentleşme olgusu,
temelde yazılı kültüre vurgu yapmaktadır. Buna karşılık sözel kültür de, daha
çok göçebe, yarı göçebe ya da köylü toplum ya da topluluklara özgü olarak
değerlendirilmektedir. Aynı şekilde bugün Türkiye’de olduğu gibi dünyanın
pek çok büyük kenti, geçmişte yarı sözelken bugün tamamen kitle iletişiminin yarattığı ikincil sözel kültürün(ilkinden farklı olsa da/ elektronik kültürün)
ya da birincil sözel kültürle bağlantısı olsa da, kentlerde oluşturulan sözel kültürün egemenliğine girmektedir. Özellikle radyo, televizyon, sinema ve telefon
(ceplere kadar giren telefon) ve internet, kentlerdeki bu dönüşümün baş aktörleridir. "Şimdi sanal/elektronik ortamda dinleme, izleme ve konuşma za-
38
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
manıdır" komutları, farklı bir sözel kültürü inşa etmekte ve tükettirmektedir.
Artık birinci/önceki sözel kültürün yaratım, tüketim ve ürünlerinin yerini, kitle kültürünün sözelliğini yitirmemiş ya da yazılı kültürü içselleştirememiş toplumlar (bizim gibi) için ürettiği mamüller almıştır. Aşığın yerini Eminem, Güzellemenin yerini Hip hop türü müzik eserleri, aşık kahvehanesinin yerini sanal sohbet siteler/tv. stüdyoları, gelenekteki meraklının yerini "izler kitle" almıştır.
Yazılı ve sözel kültür ayrımındaki temel ölçüt/ler, coğrafi olmaktan çok,
üretim-ürün-tüketim etkinlikleri ve süreciyle ilgilidir. Bu sürecin yazılı veya sözel nitelik taşıması, belirtilen ayrımın temelini oluşturmaktadır. Söz konusu
kültürel süreçte, ürünlerin üretim aşamasındaki yazılı ya da sözel niteliklerinde, özellikle de okur-yazarlığın özümsenmediği toplumlarda, değişiklikler olabilir. Diğer bir deyişle, yazılı bir yaratı zamanla sözelleşebilmekte, ya da sözlü
bir yaratı yazılı bir yaratıya dönüşebilmektedir. Süleyman Çelebi tarafından
kaleme alınan ve üretildiği anda "yazılı kültür" niteliği taşıyan eser, zamanla
"(ezberden)okunan(makamla söylenen) Mevlid"e dönüştürülerek Türk sözel
kültürünün temel yaratılarının biri haline getirilmiştir. "Gazel-han, Şehnamehan vb." terimler edebiyat alanındaki söz konusu değişimi belirtmektedir. Yazılı kültürün içselleştirilmediği dönem ve toplumlarda (Türk toplumu da benzer nitelikler taşımaktadır), yazılı ürünlerin pek çoğunun sözelleştirilerek (biçiminde sözel tüketime uygun olarak değişiklikler yapılarak) tüketilme olasılığı
bulunmaktadır. Bu dönüşüm, yaratının yani ürünün yapısını ve tüketim biçimini de kapsamaktadır. Gerçekte pek çok kültürel yaratı(özellikle sanat kaygısı taşıyanlar), üretim aşamasında tüketilme/tükettirilme iddiası taşımasa da,
zamanla yaşamdaki değişikliklere (günümüz tüketim toplumunda söz konusu
sürece sokulmayan ürün yok gibidir) paralel olarak üretim-tüketim sürecine
dahil edilmektedir. Yine, pek çok sözel yaratı (sözlü edebiyat kapsamındaki,
türküler, destanlar, ağıtlar, efsaneler...) zamanla yazılı yaratılara (roman, öykü, tiyatro eseri vb.) dönüşebilmektedir. Elektronik kültür ortamında (televizyonda, radyoda, internette) bu ürünlerin yeniden sözelleştirildikleri, dönüşümdeki sürekliliğinin gösterilmesi bakımından, burada belirtilmesinde yarar vardır (sözel ürünün, yazılı ürüne ve yeniden sözel ürüne dönüşümü). Bütün bu
değerlendirmeler, kültürel yaratım aşamasının yanında, bazı ürünlerde belki
de daha fazla, tüketim aşamasının da önemli olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Türkiye’de edebiyat eserleriyle ilgili kültürel çevre ya da muhit araştırmalarının yapılması(çoğu sadece üretim aşamasını içerse de; çünkü bu türden araştırmalar okuru yani tüketiciyi dışlayarak, yazarın çevresiyle ilgilenir),
bu süreklilikten kaynaklanmaktadır. O halde hangi aşama, kültürel yaratıya
"sözel ya da yazılı" niteliğini vermektedir? Klasik anlamda Meddahlık gibi bütün aşamalarının sözel nitelik taşıdığı gelenek ve yaratılar için bu sorun çözülmüştür. Ama yazılı kültüre dönüştürülebilme yeteneği olan diğer kültürel yaratılar için en tutarlı yaklaşım, sürecin tamamını içeren bir değerlendirme olacaktır.
39
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Burada değinilmesi gereken bir diğer konu da, farklı duygu ve düşüncelerden hareketle pek çok sözel yaratının, derlemeciler ya da araştırmacılar tarafından "yazılı metne" dönüştürülmesidir. İcracılarını ve bağlamlarını yitiren
Türk sözlü edebiyatı kapsamında pek çok yaratı, bu gün sadece metin olarak vardır. On yıl sonra bu ürünler, bir romanı ya da televizyon dizisini, sinema filmini, dinleme kitabını oluşturduklarında, hangi niteliğe sahip olacaklardır?
Sonuç olarak Meddahlık, elektronik kültür çağındaki yeşermesi(ki yeşermesindeki temel sebep doğmacaya dayalı sözelliğidir) de dahil olmak üzere,
üretim-tüketim süreçleri ve bu süreçte yaratılan ürünleriyle(gösterimler) bütünüyle sözel nitelik taşıyan bir gelenektir.
I. Türkiye’de Sözel Kültürden Yazılı Kültüre Geçiş:
‘Kalıplaşma, genelleme, erillik, dirençlilik, yoğun kodlamalı gösterim ve
sembolik anlatımlarla bezenmişlik" gibi belirgin özelliklere sahip sözel kültürden "sürekli değişimi, dönüşümü, artık değer üretimini" savunan yazılı kültüre geçiş süreci ya da geçilememe sorunu, karşılaştırmalı ve çok türlü verilerle açıklanabilecek bir olgudur (bir "medeniyet sorunudur"). "Birinci sözlü kültür- yazılı kültür(Uygur dönemi yazılı kültürü/ yazmalar dönemi- basmalar dönemi-)- ikinci sözlü kültür/elektronik kültür/-sanal kültür (görüntü kültürü/sanallaşan yazılı-görüntülü- sözlü kültür)" şeklinde tanımlanabilecek kültür dönüşümün gerçekleşmesi, geçişler/ dönüşümler sırasındaki çatışmalar, bu çatışmaları yaratan dinamiklerin çok türlülüğü gibi konular, sorunu daha karmaşık hale getirmektedir. Burada öncelikle birinci sözel kültürden yazılı kültüre
geçiş olgusu tartışılacaktır. Bu, daha doğru bir ifadeyle kültürel üretim ve tüketim sürecindeki biçim ve içerik farklılaşması/dönüşümüdür. Bu dönüşüm,
"yaratıcı, ürün, tüketici, sunum-tüketim biçimi/ortamı"nın yeniden oluşturulması, biçimlenmesi demektir. Önceleri yazı, daha sonra matbaa (yazının teknolojileşmesi ve yazının/yazılı ürünlerin tüketim kitlesinin genişletilmesi) ve
kitle iletişim araçları (gazete, radyo, tv, internet) bu değişme ve dönüşümün
temel dinamiklerindendir. "Kültür, iletişimdir" genel tanımı da dikkate alındığında, insanlar arası iletişim biçimi ve araçları, kültürel alanı oluşturmaktadır.
Sözü edilen dönemde hangi araç baskınsa, kültürel alanı o biçimlendirmektedir. Geçmişin söz ve sözün usta ya da yaratıcılarının yerini, zamanla yazılı ve
elektronik kültür dünyasının aktörleri ve ürünleri almıştır. Şaman, ozan-baksı,
aşık, meddah, köşe yazarı, tiyatrocu, radyocu, televizyoncu ve programcı, bu
süreçte etkileyici ve belirleyici olmuş ve olmaktadırlar. Bu arada belirtilmesi
gereken bir nokta da fen/teknik bilimcilerin aksine, sosyal bilimcilerin bu süreci planlamak, kurgulamak yerine, hep takip etme durumunda kalmalarıdır.
Birinci sözel kültür dönemiyle ilgili olarak Türkiye’de pek çok veri sağlayıcı nitelikte çalışma yapılmış ve yapılmaktadır. Bu nedenle bu çalışmada matbaa ve kitle iletişim araçlarının, kültür üzerindeki dönüştürücü, değiştirici ve
yok edici etkilerinden bazılarıyla ilgili bazı değerlendirmelerle yetinilecektir.
40
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Türklerde yazının varlığı, Kurday ve Esik kurganlarından elde edilen verilere göre, M.Ö.IV.asra kadar götürülebilmektedir. Esik kurganında ele geçen
bir gümüş çanak içindeki Orhon alfabesi ile yazılmış iki satırlık kitabenin M.Ö.
I- V. asır arasındaki bir döneme ait olduğu belirtilmiştir(Binark 2002: 443).
Orhun Abideleri ise Türklerde yazının 8.asırdaki işlekliğini ortaya koyan tarihi kanıtlardır. Yazılı kültür kapsamında yazının icadı ve kullanımı, önemli aşama olmakla birlikte bütün içinde çok az yer işgal etmektedir. Bu yazıtlar, kağan ve vezir gibi yönetenlerin ifadeleriyle sınırlıdır ve Göktürk gündelik yaşamının, dahası okuma-yazmanın yaygınlık ve yazılı kültürün etkinliğinin berlirlenmesi açılarından fazla bir öneme sahip değildir.
Göktürklerin hakimiyetine son veren Uygurlar, Türk yazılı kültür tarihi açısından çok önemlidir. Yerleşik bir yaşam tarzını benimseyen Uygurlar(M.S.VIIIX.asırda), sert ağaçtan yapılmış müteharrik harfleri(kalıp yöntemini değil,
çağdaş basım yöntemini) kullanarak gelişmiş bir matbaa sanatına sahip olmuşlar ve bastıkları kaliteli kitap ve kütüphanelerle etkili bir yazılı kültür ortamı oluşturmuşlardır. Bu dönemde Uygurca zengin bir edebiyat ve kültür dili
haline gelmiş ve etkisini de 15.asra kadar Türklük coğrafyasında sürdürmüştür. Turfan, Beş-Balık, Karahoço, Yarkent, Hoten gibi Uygur kentlerinde bulunan freskler, minyatürlü, tezhibli, özel tekniklerle ciltlenmiş yazma ve basma
kitaplar, bu gelişmişliğin kanıtlarıdır. Uygurlar, yüksek bir kitapçılık sanatına(ince ve kaiteli kağıdın elde edilmesi, işlenmesi, çift yaprak üzerine basılması, sayfanın sağ üst köşesine sayfa numaralarının yazılması, süslenmesi,
ayrıntılı resimlenmesi, renklendirilmesi, geniş yaprağın ortadan bükülerek çift
yaprak şeklinde ciltlenmesi ve muhafazası) sahiptiler(Binark 2002: 441-447).
Bu kadar gelişmiş bir kitap sanatının, okuma-yazmanın geliştiği, kitabın talep
edildiği, tüketildiği, özetle yazılı kültürün özümsendiği bir toplumda var olabileceği açıktır. Ancak bu yazılı kültürün özellikle basım-yayım açısından Türklüğün daha sonraki dönemlerinde devam ettirilememesi, geliştirilememesi, bir
yönüyle yazının, yazmanın, yazıcının adeta kutsallaştırıldığı, seçkinleştirildiği,
sözel kültür seçkinlerinin egemen olduğu farklı bir medeniyete (İslam Medeniyeti) girişle açıklanabilecek bir olgu olsa gerektir (Her ne kadar yazılı metinler olsa da, Türk toplumu, yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi yeni dinini
de, sözel kültür bağlamında algılama, öğrenme, benimseme, uygulama ve
yayma yolunu seçmiştir; bu nedenle de çok kere sureleri Arapça olarak ezberden "okuyan", ancak anlamlarını çok kere ifade edememe durumu ile karşılaşılmıştır; sözel kültürün Türk toplumundaki dirençliliğinde ya da sözlü kültür-yazılı kültür çatışmasında yeni dinin eğitim-öğretim biçiminin etkisi, mutlaka müstakil olarak araştırılmalıdır).
Anadolu Türkleri için matbaanın, yazılı kültürün yeniden tartışılması için
18.asrı beklemek gerekmiştir. Osmanlı dönemindeki bu durum, "talebe dayalı arzın esas olduğu ekonomik yapı, yazıcı esnafının direnci, iç- dış politika,
basım işinin zorluğu ve eleman eksikliği, ulemanın baskısı, eğitim-öğretim sis-
41
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
temi, yükselme devrinin psikolojik yansımaları, yüksek kağıt fiyatları, savaşlar, ayaklanmalar vb." açılardan açıklanmaya çalışılmıştır. Sonuç olarak da
Osmanlı’da matbaa, toplumu sözel kültürden yazılı kültüre taşıyan bir "kültürel araç" olarak, dahası bir "medeniyet sorunu" olarak nitelendirilmiş ve değerlendirilmiştir (Kaplan 1999).
Anadolu Türklerinin tarihinde yenileşme, Batılılaşma, çağdaşlaşma hareketlerinin özünü, bir açıdan yaşamda sözel kültürün yerine yazılı kültürü yerleştirmek/egemen kılmak oluşturmaktadır. Asırlık sözel kültür kurum, aktör
ve sistemlerinin sorgulanması, düzenlenmesi ve değiştirilmesi, Anadolu Türklüğünün son iki buçuk asırlık yaşamına damgasını vurmuştur. Bu dönemdeki
pek çok sosyo-kültürel, idari, askeri, siyasi, ekonomik olgu, matbaa ile ilintilendirilerek değerlendirilmiştir.
Türkiye’de Batılılaşma, daha yerinde bir deyişle "yazılı kültüre geçiş" adlı
sürecin incelenmesi farklı, ancak birbirini izleyen, doğuran ve birbirinden beslenen olguların tartışılmasını gerektirmektedir:
Askeri ve siyasal nitelikli faaliyetlerinin yaşamın bütün alanlarını sardığı
kuruluş dönemi hariç tutulursa, yükselme döneminde Osmanlı-Batılı devletler
arasındaki ilişkilerin kültürel alanda da gerçekleştiği görülür. "Fatih’in Venedikli ressam Benllini’yi İstanbul’a daveti(1480); 1543’te Fransız- Osmanlı antlaşması şerefine İstanbul’da Fransız orkestrasının üç konser vermesi,
1582’deki III.Murad döneminde Atmeydanı’nda düzenlenen Şehzade Mehmet’in sünnet düğünündeki bale ve pandomim gösterileri, 17.-18.asır Osmanlı sarayında icra edilen operalar, 1675’deki Edirne sünnet ve evlenme töreninde Batı müziğine yer verilmesi"(Sevda Şener, Cumhuriyet’in 75 Yılında Türk
Tiyatrosu, İş Bankası Yay., 1998:19-20), bu ilişkinin Osmanlı yakasındaki
yansımalarından bazılarıdır.
Osmanlı cephesinde "Batı’nın Batılılaşmaya dönüştürülmesi projesi, öncelikle askeri alanda başlamış, daha sonra da toplumun diğer alanlarına yayılmıştır. Özellikle Karlofça ve Pasarofça antlaşmalarını getiren başarısızlıklarla
başlayan ve daha sonra 19.asırdaki iç ve dış gelişmelerle (Balkanlardaki milliyetçilik akımını güçlenmesi ve başlayan ayaklanmalar, Mısır’daki Mehmed
Ali Paşa’nın başkaldırısı) kendini iyice hissettiren "bir kurtuluş ve güçlenme"
projesine ihtiyaç, "Batılılaşma" genellemesi ile karşılanmaya çalışılmıştır. Bu
kapsamda, Batılı devletleri gelişmişliğe taşıdığına kanaat getirilen siyasal ve
kültürel modellerin uygulanmasına"(Taner Timur, "Osmanlı ve Batılılaşma",
Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ans. İletişim Yay., 1.c.:139-152) girişilmiştir. 1839’daki halkın önünde okunan (bir metinden okuma/daha önce duyurulurken; yazılı kültürü egemen kılmadaki sembolik vurguya dikkat edilmelidir) Tanzimat Fermanı ile, sultanın haklarında bazı kısıtlamalar yapılmasını,
idare ve hukuk sisteminde, insan hak ve özgürlükleri alanında iyileştirmelere
gidilmesini sağlamış, buna karşılık Batılı ülkelerin Osmanlı iç işlerine karışmasını, hatta denetlemesini de beraberinde getirmiştir. Yeni düzen, bürokrat ke-
42
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
simi güçlendirmiş, yenilikçi düşünce ve reformist kadroların yetişmesini sağlamış, ancak yabancılara ve azınlıklara verilen ayrıcalıklar ve güvencelerin de
etkisiyle ekonomik alanda başarıyı getirmemiştir (Emre Kongar, 1976). Özet
olarak bu proje, Batılı aydınlanma ve kalkınmanın temeli olan yazılı kültürün
tüm toplum kesimleri tarafından özümsenmesini sağlayamamıştır.
Batılılaşma, Osmanlı’da bir kesim "Batılı toplumların kurumlarını, işleyiş
düzenini, yaşama biçimini hazır model olarak alıp kullanmak, diğer bir kesim
de Batı’ya karşı direnmek, kendi durumunu korumak için Avrupa’nın bilim ve
tekniklerinden yararlanmak olarak algılamıştır. Batılı ülkelerin çıkarı ve istekleriyle benimsenen liberal ve dışa açık ekonomi ve dış yardıma dayanan devlet düzeni, erken dönem Türk tüketim kültürünün oluşmasına neden olmuş,
ancak gerekli sanayileşme atılımını gerçekleştirememiştir. Bu arada geleneksel meslekler de yok olmaya başlamıştır. Eğitim, yönetim, hukuk, sanat ve
edebiyat alanında yapılanlar, Batılı gelişmişlik modelinin temeli olan yazılı
kültür sayesinde toplumda rasyonel ve eleştirel bakış açısının yerleşmesini
sağlayamamıştır. Şener’in ifadesiyle "Batılılaşma yüzeysel bir değişimden ibaret kalmış", Feroz Ahmad’ın deyimiyle de "saat ithalatı, zaman bilinci kazandırmamış"tır. Okur-yazar kitlenin önemli bir kesimi, attıkları Batılılığın sembolü imzalarının yanına, gelenekselliğin/sözel kültürün sembolü "mührü" de basmayı ihmal etmemişler(Eldem 1993: 12-26), okur-yazar olmayan kitleler ile
kentli kadınların büyük bir bölümü, "parmak basmaya" devam etmişlerdir.
Taner Timur, Osmanlı Kimliği adlı kitabında, Batı ve Osmanlı’daki aydın
üretimini karşılaştırmaktadır. Bu kapsamda "bağımsız aydın"(siyasal iktidardan bağımsız, kritik espri sahibi ve özgür düşünceli bireyler) tipinin Osmanlı’da bulunmayışının nedenlerini açıklamaktadır. Modern çağlara kadar aydınların düzenin meşruluğunu ve işlerliğini sağlayıcı fikirler üretme işlevine sahip
olduklarını; Osmanlı toplumunun Batıda yeni aydın tipinin ortaya çıktığı dönemde bile, geleneksel alimlerini (alim, ulema/19.asırdan sonra münevver)
üretmeye devam ettiği vurgulanmıştır. Bunun nedenlerini Timur, bir yönüyle
kapitalizmin "mal bolluğu(artık değer yaratıcı)" özelliğine dayanarak açıklamaktadır. Bu mal bolluğu, yeni aydın tipinin üretilmesi bağlamında "kitap bolluğu" şeklinde ortaya çıkmıştır. Timur bu gelişmeyi, "kitap üretimi ve onunla
ilgili olarak basın ve yayın faaliyetleri kapitalist işletme şeklini alınca, kültür
de kitle boyutları kazanmış ve ‘aydın’ için yeni olanaklar, yeni işlevler doğmuştur" sözleriyle açıklamaktadır. Yeni ideolojilerin üretilmesinde(yazılı kültürü oluşturan ideolojiler) ve dolayısıyla yeni aydın tipinin(yazılı kültürün aktörleri olan aydınlar) oluşumunda kitap, temel araçlardan biri olarak işlev görmüştür. Bu da ancak kitapçılığın karlı bir üretim dalı haline gelmesi ve kitle
boyutları kazanması ile mümkün olabilmiştir. Osmanlı’da kapitalist sistemin
gelişememesi, kültürel gerilik, Ortaçağ skolastiğinin egemenliğini koruması
şeklinde ortaya çıkmıştır. Avrupa’da kilise-okul (neoplotanist sentez esprisi
içinde aksiklopedik bilgilerin aktarıldığı, Arista’nun tasnifinden hareketle yedi
43
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
bölüme ayrılan bilimler dini dogmalarla uyum içinde öğretildiği, usta-çırak
ilişkisinin geçerli olduğu kilise okullarına Scolac adı verilmiştir; bu eğitim yönteminde de "skolastik" denilmiştir) birlikteliği ve daha sonra çatışması, yeni
aydın tipini yaratmıştır. Osmanlı düzenini sınırlarda "kılıç", merkezde ve kentlerde "cami-medrese" ikilisinin simgelediği belirtilmiştir. Ulema, Osmanlı’da
önemli işlevlere sahip bir zümre(Batı’daki aristokrasi benzeri) idi. Bu zümre
neoplatonist düşüncelerle İslami akideleri birleştirerek Osmanlı skolastiğini
oluşturmuştur. Osmanlı eğitim sisteminde de, tüm ilimlerin amacının insanları Tanrının hizmetine hazırlama ilkesinin, dolayısıyla bireyci felsefenin toptan
inkarının üstad-şakird ilişkilerinin, müzakere/mübahese/münazara tekniklerinin(buradaki sözel kültürün egemenliğine dikkat edilmelidir), icazet sisteminin geçerli olduğu bir sistemdi. Bu sistem 19.asrın sonlarına kadar geçerliliğini korumuştur. Daha doğru bir ifadeyle "sözde" yazılı kültürün aktörleri, sözlü
kültürlerini devam ettirmişlerdir. Rönesans’tan itibaren(bilimin, düşüncenin
teolojik kabuktan kurtulması) Batı’da bağımsız, eleştirel düşünce, gelişmeye
başlamış ve Aydınlanma Çağı’nda da, egemen hale gelmiştir. Timur bu süreçte matbaanın icadına ve basın-yayın alanındaki faaliyetlere dikkat çekmektedir. Bu kapsamda çalışmasında, Fransız tarihçi R. Mandrou’nun "matbaacılığın hızla teknik ilerlemeler sağlaması, yeni tip aydınları çıkarmıştır" şeklindeki sözlerine yer vermiştir. Hümanistler denilen bu aydınlar, bir bakıma basınyayın alanındaki müteşebbislerin himayesinde gelişmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nda, basın-yayın alanının müteşebbislerinin çok kere yazarlar olduğu ve bunların da sık sık iflas ettikleri, yazarlığın bir geçim kaynağı olarak kabul edilmediği düşünülünce, benzer gelişmelerin olmaması doğal karşılanmalıdır. Batı’da kapitalizmin gelişmesi, Ortaçağın feodal düzeniyle birlikte eğitimini ve gündelik yaşamını da değiştirmeye başlamıştır. Zihniyetlerin, alışkanlıkların değişmesi, yeni ihtayaçları ve dolayısıyla yeni üretim-tüketim biçimlerini de ortaya çıkarmıştır. Özetle Batı’da laik düzen ve kapitalist sistemle(kağıt, yazın, basın-yayın sektörleri) kültürel alan birbirlerini desteklemişler ve
geliştirmişlerdir. Bu gelişmelerin sonunda Batı aydınlanma ve sanayileşme
dönemlerini yaşamıştır. Benzer gelişmeler Osmanlı’da yaşanmamıştır, iktisadi gerikalış ile kültürel gerikalış Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Ancak, burada matbaanın kuruluşu ile kitleselleşmesi arasında uzun bir sürenin geçtiğini de belirtmek gereklidir. Batı’da 18. asırda basılan kitapların büyük bir bölümü 2000 nüshadan az satılabiliyordu. Bu asrın sonunda kağıt sektöründeki
gelişmeler ve 19.asrın sanayi devrimi ile basım-yayın alanında gerçek bir atılım yaşanmıştır (bu paragraftaki görüşlerin ayrıntısı için bkz. Timur 1986:
106-118). Bu, Batı’da yazılı kültürün egemenliğinin ilanı, anlamını taşımaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda kağıt ihtiyacı, Yalova’daki (1741/1744; ki buradaki fabrikanın emini de İbrahim Müteferrika idi), Kağıthane’deki(17891807), Beykoz(1804-1832; 1893) ve İzmir’deki(1843-1863) imalat denemelerinden yüksek maliyet, kuruluş ve işletme sorunları, Batı’lı rakiplerle rekabet edememe gibi nedenlerle verim alınamaması üzerine, genellikle ithal edi-
44
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
lerek (önceleri Venedik’ten, Kuzey İtalyan Limanlarından, Livorno’dan, Elikorne’den-buradan getirilen kağıtlara Alikorna kağıdı denilmiştir ve bunlar Karagöz perdesinin yapımında da kullanılmıştır-, daha sonra 16.asırda Fransa ve
İngitere’den ...) karşılanmıştır (Kabacalı 1989: 123; Arıkan 1998: 300-314).
Osmanlı’da matbaa ve dolayısıyla basım-yayın ürülerinin kitlesel tüketimini
sağlayıcı gelişmeler, Meşrutiyet dönemindeki kıpırdanma dönemi de dahil olmak üzere, yaşanmamıştır. Basılan kitapların fiyatları, yazma kitaplar kadar
olmasa da, üst seviyede bürokratların dahi alamayacağı kadar pahalıdır (Örneğin İbrahim Müteferrika bastığı 24 kitabı alabilmek için 677,5 gün çalışması gerekiyordu; Kabacalı 1989: 115). Bu durum, Türkiye’de yazılı kültürün gelişmesi üzerinde geciktirici bir etki yaratmıştır.
Sözel Kültürden Yazılı Kültüre Geçişte Etkili Olan Temel Dinamiklerden Bazıları:
a.Askerlik ve Askeri Teknoloji:
Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılı ülkelerin gelişmişliğinin ya da Batı medeniyetinin üstünlüğünün öncelikle askeri alanda algılandığı genel kabul görmektedir. Savaş alanında alınan yenilgilerin sonuçları olan Karlofça(1699) ve
Pasarofça(1718) antlaşmaları, gerileme döneminin başlangıcı olduğu kadar,
aynı zamanda Osmanlı toplumunda "öteki"nin, yani Batılı devletlerin tartışılmaya başlandığı tarihtir. Bu tarihten önce de, Osmanlı elitlerinden bazıları,
Batının gelişmesinin farkındaydılar. Örneğin 1655 yılında Katip Çelebi, Avrupa’da yazılmış bazı eserlerden çevirilerle meydana getirdiği ve Batı dinleri,
devlet yapıları v.d. konuları işlediği İrşad al-hayara ile Ta’rık al-Yunan ja’l-Rum
ja’l-Nasara adlı kitabını "müslümanları ihmal uykusundan uyandırmak" için
yazdığını belirtmektedir (Akbulut 2002: 919). Temeşvarlı Osman Ağa’nın Almanca’dan çevirdiği Avusturya tarihiyle ilgili kitap da benzer kaygıları taşımaktadır. Ancak bu aydınların sayıları oldukça sınırlı kalmıştır. 1480-1609 tarihleri arasında, sadece Fransa’da Osmanlı’yı bilimsel olarak inceleyen 80 yayının bulunduğu göz önüne alındığında, 18.asır öncesi Osmanlı ileri gelenleri
ve aydınlarının dünyadaki gelişmeler karşısındaki kayıtsızlığı daha iyi anlaşılmaktadır (Akbulut 2002: 919).
III.Ahmet ve Sadrazam Damat İbrahim Paşa dönemi, bu kayıtsızlığın farkına varıldığı ve Batı ile aradaki gelişmişlik farkının giderilme çabalarının yoğunlaşmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir. Osmanlı tarafında,
Batı karşısındaki askeri başarısızlığın nedenleri ve çareleri, öncelikle askeri
alanda ve askeri teknoloji sahasında aranmıştır. Batının askeri başarısında,
matbaanın(yazının teknolojileşmesi) 15.asırdan itibaren bilginin üretimini, biriktirilmesini ve tüketimini farklılaştırıcı, dönüştürücü etkisi, yani yazılı kültürün katkısı büyüktür. 18. yüzyıla kadar, daha doğru bir deyişle 19.asrın başlarına kadar Osmanlı ileri gelenleri, görünüşteki unsurlarla ilgilenerek, bu gerçek dinamik ve dönüşümü atlamışlardır. Buna karşılık askeri alanda yapılanlar bilinçsiz de olsa, Türk yazılı kültürü açısından önemli kabul edilmelidir. Ni-
45
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
tekim, yeni askeri eğitim kurumları (Hendese Mektebi/ Humbarahane/ 1734,
Mühendishane-i Bahri-i Hümayun/1773, Mühendishane-i Berri-i Hümayun/1795, Mekteb-i Ulum-i Harbiye/1825-1826, askeri idadiler/1845-, askeri rüştiyeler/1875; Baltacı 2002: 458-460) medresenin sözellik üzerine kurulu sisteminden farklı olarak, yazılı, dahası basılı kitaplarla eğitim vermeye
başlamışlar ve kendi basımevlerinde(Müteferrika matbaasından sonra Osmanlı’da açılan ilk matbaa olan Mühendishane-i Berri-i Hümayun matbaası
vb.) farklı türde kitaplar da basarak, yazılı kültürün toplumda yayılmasına ve
kökleşmesine, dolaylı da olsa, katkıda bulunmuşlardır. Bu okullardan yazılı
kültür temelinde yetiştirilen yeni tip aydınlar, Osmanlı kültürel değişiminde
önemli roller üstlenmişlerdir.
Silah (top, tüfenk), moda, yönetim sistemi, ticaret ve benzerini kültür elemanı olarak tanımlayan ve kültürler arası ilişkilerin sürekliliğine işaret eden
Prof.Dr. İnalcık, Osmanlı kültürünün değer-sistemini, görünür bütün yaşam biçiminde ifadeye özen gösterdiğini vurgulamaktadır. "Osmanlılar’da Batı’dan
Kültür Aktarması Üzerine" başlıklı yazısında İnalcık, kültür unsurlarını, değersistemini, "dinle bağımlı olanlar ve yansız/neutre olanlar" diye ikiye ayrılmasına katıldığını, Osmanlı’nın da yansız alanda (teknik ve teknolojik araçlar,
pozitif ilim, top, tüfenk yapımı, para basımı, gümrük idaresi vb.) Batı’dan hiç
korkmadan kültür aktarması yaptığını ifade etmiştir. Hatta bu çalışmada,
1444 yılında Haçlı saldırıları sırasında, Osmanlı idarecilerinin, düşmanın silah
ve savaş taktiklerini (tüfenk, tabur-cengi denen Wagenburg Savaş taktiği) kolaylıkla benimsedikleri belirtilmiştir. Sonuç olarak Prof. İnalcık, Osmanlı- Türk
tarihinin "zaruretler karşısında bir yenilikler ve modernleşme tarihi" olduğuna
dikkat çekmektedir. Batı, 18.asırdan itibaren beğenilen, taklid edilen bir
"prestige-culture" olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bu kültürden alıntılarda öncelik, savunma alanına(askeri ilimler ve okullar, okul kitapları/askeri
mühendishane vb.) verilerek belirli bir hiyararşinin bulunduğu görülmektedir.
Bu seçici, ancak pek de işlerliği olmayan kabulün, "Batı’dan bilim ve teknoloji alalım, gerisini almayalım" şeklinde günümüzde de taraftar bulduğu bir
gerçektir. Var olma mücadelesi, sosyal-psikolojik faktörler ile değer sisteminin (keza, düşmanı yenmek için onun silahını ve taktiğini taklit etmek dine aykırı değildir, şeklindeki hüküm de bu tutumu destekler) önüne geçmiştir. Askeri alanı, Batı’dan çevirilerle tıp ve coğrafya alanı izlemiştir (İnalcık 1993:
425-430). Askeri alandaki çalışmalar, 18.asırdan sonra da yoğunlaşarak devam etmiştir. Nitekim askeri okullların ihtiyaçlarının giderilmesi amacıyla, Batı’dan kitaplar çevrilmiş ve basılmıştır. Bu amaçla oluşturulan yayın ve çeviri
kurullarını, sözel kültürün sarmaladığı Osmanlı toplumunda yazılı kültüre doğru bir yönelişin farklı alandaki yansımaları olarak değerlendirilebilir. Bunların
genelde kışla ile sınırlı kaldığı ve toplumsal alanda fazla etkili olmadığı kabul
edilse de, buralardan yetişenlerin getirildikleri makamlarda ve özel yaşamlarında, Batı kökenli bu yazılı kültürün toplumda yaygınlaşması için çaba harcadıkları bilinmektedir. Ayrıca bu dönemden itibaren, askerlerin Türk toplumunun Batılılaşmasında (daha sonraki dönemlerde) çağdaşlaşmasında
46
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
önemli roller üstlenmeye başladıkları görülmektedir. Bir diğer ifadeyle bu durum, özellikle Osmanlı kentli yaşamında sözel kültürün en önemli koruyucu
ve destekçilerinden(Yeniçeri Ağalarının Aşık Edebiyatı üzerindeki etkisi), belki de en etkilili kesimlerinden birinin saf değiştirmesi olarak da yorumlanabilir. (Burada Türk kültür tarihi kapsamında, sözel kültür ve yazılı kültürün "patronaj ve gücün elde edilmesi, kullanılması ve korunması" açılarından araştırılmaya değer konular olduğu, açıkça görülmektedir.)
Prof. İnalcık, Osmanlıların Batı yaşam tarzı ve değer sistemi ile ilgili unsurları Viyana bozgunundan sonra almaya başladıklarına işaret etmektedir. Nitekim 18.asrın başından itibaren, başta Yirmisekiz Mehmet Çelebi olmak üzere
Osmanlı idareci ve seçkinlerinin "Batı kültür ve medeniyetine hayranlıklarını"
ifade etmeye başlaladıkları görülür(İnalcık 1993: 426-427). Bu bağlamda
özellikle sosyo-kültürel alandaki bilgilendirme ve aktarmalar, yazılı kültür ile
ilgilidir (Avrupa matbaaları, tiyatroları hakkındaki vurgular, bu konuda dikkat
çekici kanıtlardır).
Batı’dan Osmanlı’ya kültür aktarmaları sırasında "savunma gereği, taklit,
prestij ve ekzotizm-yabancı kültürlere merak ve hayranlık- gibi sosyo-psikolojik faktörlerin yanı sıra, maddi bakımdan sosyal teması sağlayan ticaret, dış
ticarete açık liman şehirleri (Galata, İzmir, Selanik, Beyrut), aracı gruplar (Batılı tüccarlar, levantenler, Rum, Ermeni, Yahudiler, mühtediler), sürgün, göç,
din değiştirme ve yabancı uzman istihdamı, kapitülasyonlar" etkili olmuştur
(İnalcık 1993: 428). Bütün bu faktörlerin özde, yazılı kültür temelinde toplumu yeniden kurgulayıcı ve işletici amaç taşıdıkları görülmektedir("Ticaret" de
yapılacaksa, yazılı kurallar-ticaret hukuku- ve belgelerle yapılması gerekmiştir; ancak halkın büyük bir bölümü, "alış-verişini" sözel kültür bağlamında
yapmaya devam etmiştir; farklı bir deyişle, Türk toplumunun geneli, sözel
kültürü sembolize eden "alış-veriş"ten, yazılı kültürü temsil eden "ticaret"e
geçmek için Cumhuriyet dönemini beklemek zorunda kalmıştır).
b.Devlet Adamları ve Bürokrasi:
Genel Osmanlı tarihinde, dolayısıyla kültür tarihinde, reform taraftarı padişahlar, (III.Ahmet, II.Mahmut, III.Selim...) himayesindeki üst makamlardaki
bürokratlar (sadrazam, paşa, müteferrika, elçi vb.) daima önemli roller üstlenmişlerdir. Nitekim Kemal Karpat ve İlber Ortaylı gibi bilim adamları her vesile ile son dönem, özellikle de Tanzimat sonrası Osmanlı bürokrasisi ve aydınlarının, Osmanlı Devleti’nin dönüşümünde oynadıkları rolün önemini vurgulamışlardır(ancak bunların tamamına yakınının devlet kurumlarında görev almalarının, Osmanlı aydınlanma çağını başlatacak eleştirel düşünceye sahip
bağımsız aydın tipinin ortaya çıkmasının önündeki temel nedenlerden biri olduğu da ifade edilmiştir). Sened-i İttifak büyük ayanın(gelenekçilerin, yani sözel kültürün), buna karşılık Gülhane Hattı ise merkeziyetçi devlet idaresinin/bürokrasinin(modernliği savunanların, yani yazılı kültürün) mutlak bir şekilde yönetime el koymasını belirtmektedir (İnalcık’tan atfen Şenyapılı 1998:
47
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
301-316). Ulemanın, şeriatın mutlak bütünlük ve denetimini sağlamaya ve
sürdürmeye yönelik çabalarına karşın, bürokratlar devlet ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayıcı pragmatik çözümler üretmeye çalışmışlardır. İlk dönemdeki savunma ağırlıklı ıslahat çalışmalarının etkisizliği, bürokratlar tarafından
18. yüzyıldan sonra anlaşılmıştır (İnalcık 1993: 429). Sözelliğin, gelenekselliğin, usta-çırak ilişkisinin egemen olduğu askeri alana getirilen yenilikler, istendik sonuçların elde edilmesinde yetersiz kalmıştır. Beklenen gelişmelerin
elde edilmesinin, ancak müsbet ilimlere dayalı bir eğitim sisteminin yerleştirilmesi ile mümkün olacağı kanaati uyanmıştır. Bu tarz bir eğitim sistemi ise,
özel anlamda savunma ve eğitim alanında, genel anlamda toplumda yazılı
kültürün yerleştirilmesi anlamını taşımaktadır. Gerçekte Batı kültürü temelli
bu eğitim sistemi özünde yazılı kültürü, yaşamın her alanında egemen kılıcı
bir ideoloji taşımaktadır. Daha yerinde bir ifadeyle, "Doğululuğu temsil eden
sözel kültürün yerine, Batılılığı simgeleyen yazılı kültürü yerleştirmektir". Reformist Osmanlı yöneticileri, eğitim alanında Batılı sistem, araç ve de elemanları kullanarak, öncelikle sözel kültürün askeri alandaki hakimiyetini (Acemioğlanlar Ocağı, Yeniçeri Ocakları, Enderun’un) kırmaya çalışmışlardır. Nitekim bu yeni eğitim sisteminde yetişenler, Osmanlı’nın aydınlanma mücadelesinde önemli görevler üstlenmişlerdir. Sözel kültür-yazılı kültür çatışması, bir
yönüyle, Osmanlı’da kışlada başlamış daha sonra toplumun diğer kesimlerine (bürokrasi, edebiyat ve sanat alanları vb.) yayılmıştır. 18.asırda başlayan
ve ancak 19.asrın başında Yeniçeriliğin ilgasıyla ilk sonucu ortaya çıkan bu
mücadelenin, oldukça çetin geçtiği de ortadadır.
18.asrın başlarında Batıya, ilk kez gönderilen elçiler, Osmanlı yazılı kültürünün oluşumunda, sanıldığından daha fazla etkiye sahiptirler. Elçiler öncelikle askerlik alanında veri toplmakla birlikte, Batının yazılı kültür temelinde
oluşturduğu sosyo-kültürel yapısına(kentleşme, ulaşım, tiyatro, opera vb.) da
kayıtsız kalmamışlardır.Örneğin Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve oğlu Said Efendi’nin Paris izlenimleri, bu konuda anlamlıdır. Nitekim, Sait Mehmet Çelebi’nin
İstanbul’a dönüşte, İbrahim Müteferrika’nın ilk Osmanlı matbaasını kurmaktaki çabası ve desteği dikkate alındığında, Osmanlı elçilerinin yazılı kültür tarihi açısından "öncü" işlevler üstlendikleri kolaylıkla söylenebilir. Bu arada, ilk
Osmanlı matbaasını kuran İbrahim Müteferrika’nın da, çok kereler Osmanlı
hariciyesinde önemli görevler üstlendiği hatırlanmalıdır. Osmanlı hariciyesi
içinde ya da denetiminde kurulan tercüme kurullarının faaliyetleri de Osmanlı yazılı kültür tarihi açısından önemlidir. Özellikle 19.asrın ikinci yarısından itibaren Tercüme Odası’nda yetişen Osmanlı aydınlarının çabaları (yazın alanındaki çeviri, uyarlama ve telif eserleri; basın-yayın faaliyetleri vb.) dikkat çekici örnekler olarak gösterilebilir. Daha sonraki yıllarda da dış işleri teşkilatı
mensuplarının, Batılı anlamda yazılı kültürün toplumda kökleşmesindeki çabalarının devam ettiği görülür.
48
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Uluslararası ilişkiler kapsamında incelenmesi gereken bir diğer konu da,
İstanbul’daki yabancı elçiliklerin yazılı kültür temelli faaliyetleridir. Bunlar
(Fransız büyükelçiliği matbaası ve yayınları/gazetesi, bülteni vb.), yayınlarıyla, Osmanlı sosyo-kültürel yaşamında belirleyici olmaya çalışmışlardır. Nitekim Osmanlı matbaasının kurulmasından önce, tıpkı gayri-müslim toplulukların dini kurumları gibi, yabancı elçilikler de (Fransa büyükelçiliği vb.) basımevleri kurmuşlar ve kendi vatandaşlarına, daha doğrusu kendi çıkarlarına
yönelik olarak yayın ve dağıtım faaliyetleri yapmışlardır. Her ne kadar Müslüman ve Türk Osmanlı toplumsal yaşamı dışında kabul edilse de bu kurumlar,
yazılı kültürün Türkiye’de tanınmasını sağlamışlardır.
c.Eğitim ve Diğer Kültür Kurumları:
Osmanlı kültür kurumları, 18.asrın sonu ile 19.asrın başından itibaren değişmeye başlamıştır. Yeniçeriliğin ilgası ve Tanzimat Fermanı gibi tarihi olaylar, bu dönüşümü hızlandırmıştır. Klasik ve daha sonraki dönemlerin genelde
sözel nitelikli (18.asra kadar) örgün (sıbyan mektepleri, medreseler) ve yaygın eğitim ve öğretim sistem ve kurumları (cami, tekke, kütüphane, sahaf,
lonca, saray, ev, kıraathane, muvakkithane, rasathane), dahası "kültür kurumları" (İlber Ortaylı’nın ifadesiyle "yaşam biçimini kalıba döken kurumlar")
ya da "kurumlaşmış kültürel gelenekleri (Encümen-i ülfet -devlet ileri gelenlerinin konaklarında hanegi denilen müdavimlerin katıldığı kültürel sohbetler, cami dersleri, tekke toplantıları, Tanzimat konakları ve onların uzantısı sahilhanenelerdeki siyasi, sosyal ve kültürel sohbetler, helva sohbetleri, Has Bahçe’de düzenlenen çırağan alemleri; Necdet Sakaoğlu)" bu dönüşümden etkilenmişlerdir (bkz. Toprak, Ortaylı ve Sakaoğlu 1995: 149-173).
Geleneksel Osmanlı toplumsal yaşamın merkezini oluşturan bu sözel kültür kurumlarının etkisini yitirmesi veya yok olması, meddahlık gibi pek çok
sözel geleneğin de yaşamdan çekilmesini gerektirmiştir. Bu tür kurumları ve
gelenekleri, sözel kültür yaratım, himaye ve aktarım, yaşatım bağlamları/sistemleri olarak algılamak daha yerinde olacaktır. Yeni dönemde kültür kurumlarının yazılı kültür temelinde kurgulanması ve işletilmesi, farklı bir kültüre ve
medeniyete geçişi, üretim ve tüketimi ifade etmektedir. Bu yeni kültürel yapı,
yönetilebilme ve planlanabilme özelliklerine sahiptir. Sözel kültüre özgü anlıklık, çeşitlilik ve özgünlük ortadan kalkmaya başlamıştır. Özetle, altyapısı
18.asırda atılan Tanzimat, Osmanlı’nın çoktürlü sözel dokusunun da çözülmeye başladığı dönem olarak kabul edilmektedir (Toprak 1995:156). Nitekim bu
sürecin sonunda "ulusal devlet" modelinde yeniden var olma ve gelişme projesi ortaya çıkmıştır. Bunda eğitim yoluyla sözel kültürün egemenliğine son
verilmesi ve onun yerine yazılı kültürün tesisi, belirleyici olmuştur.
Medreselerin eğitim-öğretim programlarının değiştirilmesi, rüştiyelerin/1839-, Daru’l- Muallimin’in/1848-, Daru’l- Funun’un/1846, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane’nin/1859, ıslah edilen sıbyan mekteplerinin ve yeni ibtidai mekteplerinin/1862, idadilerin/ 1869, sultanilerin /1868, Hendese-i Mülkiye Mekte-
49
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
bi’nin/1883, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin/1867, Mekteb-i Hukuk-i Şahane’nin, Ticaret Mektebi’nin/1882, Daru’l- Muallimin-i Sıbyan’ın/1868, mesleki medreselerinin/1913 açılması, bu dönüşümün ilk ve önemli göstergeleridir
(Baltacı 2002: 446-462). Bu döneme, çıktıları bakımından tartışmaya açık olsa da, eğitimdeki "Şahaneler Dönemi" de denilebilir. Özellikle idadi ve rüştiyelerin sayısının bütün İmparatorluk sathında artması, mesleki yüksek okulların açılması, yazılı kültür ekseninde faaliyet gösteren "yeni insan tipinin" yaratılaması için gerekli altyapının sağlanması anlamına geliyordu. Medrese,
tekke ve camilerin dini içerikli geleneksel eğitim tekellerinin kırılması, sözel
aktörlerinin konumlarını ve nüfuzlarını, önceleri yazılı kültürde yetişen aktörlerle paylaşmalarını, daha sonra da onlara terketmelerini gerektirmiştir. Bütün
bu çabalara karşın, 19.asrın başında genel müslüman nüfüsun ancak % 2-3’ü
okur-yazardı. Aynı yüzyılın sonunda bu oran, özellikle kentlerde ancak, %
15’lere çıkarılabilmiştir. Bu durum, sözel Osmanlı kültürünün etkisini sürdürdüğünü ortaya koymaktadır (Quartaert 2000:167). Bu noktada, sözel kültürün "dirençlilik" özelliğiyle birlikte, sözel kültürden yazılı kültüre geçişin asırları alan bir süreç olduğuna da dikkat çekmek gereklidir.
Osmanlı eğitim sisteminin skolastik yapıdan/sözellikten kurtarılarak, yazılı kültür temelinde yaniden kurgulanması ve işletilmesi, farklı türde bir insan
ve toplum tipinin ortaya çıkması demekti. Bunun basın-yayın (kitap, gazete,
dergi) açısından anlamı, "okur"un yani, kitlesel boyuttta tüketicinin yaratılmasıdır. 19.asırda bu yönde istendik gelişmeler sağlanamamış, gerçek atılımlar
için Cumhuriyet dönemi beklenmek zorunda kalınmıştır (Osmanlı Eğitim sistemi hk.bkz. Baltacı 2002: 446-462).
Bu kapsamda sözel kültür toplumunun eğitim dışına ittiği ya da "hane"ye
hapsettiği kadınlar, sınırlı da olsa, 19.asrın ikinci yarısından itibaren örgün eğitimden yararlanmaya başlamıştır.19.asrın sonunda yaklaşık 5000 devlet okulunda öğrenim gören 650.000 öğrencinin sadece % 10’dan daha azını kız öğrenciler oluşturuyordu (Quartaert 2000:167). Yazılı kültürün bir topluma yerleşmesinde kadınların, sanıldığından daha büyük etkilere sahip olduğu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında daha iyi anlaşılmıştır. Sözel kültürün eril düzeni, Türk
toplumunda kadının yazılı kültürde yetişmesini engellemiş ve engellemeye de
devam etmektedir. 1980’lerde dahi okuma-yazma seferberliği denilince, akla
öncelikle kadın ve genç kızlar gelmesi bunun kanıtıdır. Yazılı kültürün toplumda yaygınlaşması, kadının kimlik sorunlarının çözümünün, erkeklerle eşit yaşam konumlarına sahip olmasının da yolunu açmaktadır. Belki de bu yüzden,
sözel kültürün baskın aktörleri "erkekler", kadınları örgün eğitimin dışında tutma çabası içindedirler. Özetle yazılı kültür, cinsiyet ayrımcılığının ortadan
kalkmasında önemli işlevlere sahiptir.
Osmanlı son dönem eğitim düzenlemeleri, spor alanında da farklılaştırıcı
etki yapmıştır. O zamana kadar "güreş, okçuluk, atçılık, cirit gibi" geleneksel
ve "eril" sporların yanında, "beden eğitimi, eksrim, yüzme" gibi spor etkinlik-
50
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
leri, askeri okullardan başlayarak eğitim programlarında yer almaya başlamıştır. Bu arada futbol da, Osmanlı’nın giderayak bıraktığı miraslardandır
(Atabeyoğlu "Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Spor", Tanzimattan Cumhuriyet’e
Türkiye Ans., 6.c.: 1474-1518). Ancak burada "görsel kültür"ün de önemli bir
bölümü olan spor türlerinin(özellikle futbol), toplumda hala etkisini yitirmemiş
olan sözel kültürü pekiştirici nitelik taşıdığı da unutulmamalıdır. Eril ideolojinin egemenliğindeki günümüz medyasının da, özellikle spor alanında sözel
kültürün etkisini devam ettirici etkisi bulunmaktadır. Futbol örneğindeki gibi,
"sözel kültür futbolu, futbol da sözel kültürü" beslemektedir. Bu sav, sporun diğer alanları için de sınanabilir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, Osmanlı modernleşmesi kapsamında tartışılan, ancak bir türlü yaşama geçirilemeyen ya da etkinleştirilemeyen atılımları, kesin ve geri dönüşü olmayan bir şekilde gerçekleştirmiştir. Sistemin ve dolayısıyla kültür ve eğitim kurumlarının laikleştirilmesi, bilim ve akılıcılık temelinde yeniden oluşturulması, eğitim birliğinin sağlanması, yeni alfabenin kullanılmaya başlanması, yazı ve konuşma dili arasındaki farkın ortadan kaldırılması, başlatılan okuma-yazma seferberlikleri, Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi
kurumlarla kent dışındaki halkın eğitimine büyük önem verilmesi, bu yönde
atılan adımlardan birkaçıdır. Atatürk’ün liderliğinde gerçekleştirilen bütün bu
devrimlerin özünde "toplumu, sözel kültürden yazılı kültür temelinde oluşturulan çağdaş medeniyete taşımak" ülküsü yatmaktadır. Burada dil devriminin
öneminin mutlaka vurgulanması gereklidir. İslamiyet’e girişle birlikte Türk,
"ailesine Türkçe, Allah’ına Arapça, sevgilisine de Farsça seslenmeye" başlamıştır (Turan 1994: 51). Dil alanında görülen bu farklılaşma, aydın-halk ikilemini oluşturmuş ve pekiştirmiş, toplumsal sınıflar arasındaki iletişimi zorlaştırmış, okuma-yazmayı meslekleştirmiş, azınlık bir kısım okur-yazar kümenin
dışında halkı sözelliğe mahkum etmiştir. Toplumda cehaletin ortadan kaldırılması ve yazılı kültürün yaygınlık kazanması, öncelikle kolaylıkla okunabilen
bir yazı sisteminin (yani alfabenin) kullanılamasını gerektirmiş.1928 Harf
Devrimi, kesin olarak sözel Osmanlı sisteminin terkedilmesi, yazı seçkinlerinin döneminin kapanması, buna karşılık da yazılı kültürün bütün toplum kesimleri tarafından özümsenmesi anlamını taşımaktadır. Bu tarihten sonra sözel kültür gelenekleri, gerilemeye ve yok olmaya başlamıştır. "Yazılı kültürü
yerleştirmeyi ve kökleştirmeyi" hedefleyen Cumhuriyet ilke ve devrimlerinin
"gelenek/ sözlü gelenek/ sözlü kültür/ sözlü edebiyat" üzerindeki etkilerinin
ayrıntılı olarak araştırılması ilginç yorum ve veriler sağlayacaktır.
d. Kentleşme, Ulaşım ve Haberleşme:
Halkbilimi araştırmalarında kentleşme, birkaç kültür değişmesini ele alan
çalışmanın dışında, pek önemsenen bir etmen olarak benimsenmemiştir. Oysa ekonomik, sosyal, siyasi ve idari boyutlarının yanında, kültürel yanı da olan
kentleşme, kültür bilimi özellikle de Türk kültürü üzerine çalışan araştırmacıların, mutlaka yararlanması gereken bir dinamiktir. 1950’lerde 5 milyon kent-
51
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
li varken, 1990’larda bu rakam 33 milyonu aşmıştır. Yerellikten küreselliğe
geçiş sürecinde kentleşme olgusunun etkisi büyüktür. Kentlerin ve bölgelerin,
mekanların hızla değiştiği, yeni biçim, anlam ve işlevler kazandığı çağımızda
kültür bilimci, değişimin, dönüşümün (ki bu dönüşüm, göç, kentsel şiddet,
çarpık yapılaşma, arazi mafyası, yanlış kentleşme, kent kültürü, kentleşememe, kozmopolitizm, yozlaşma, çoktürlülük, kitleselleşen kültür, gecekondu/göçmen kimliği, ekonomik güç-üreten ve tüketen-, siyasal-oy depoları,
ideolojik altyapı- ya da sorun yaratıcı, sözel kültürü sürdürücü güç olarak kente gelenler, yabancılar, ötekileşme, demokratikleşme, yerel demokrasi, yerellik gibi pek çok olguyu içermektedir) araştırılması ve yönetimi aşamasında
mutlaka yer almalıdır.
"Geçmişten geleceğe değerlerin, birikimlerin mekansal boyutunu oluşturan" kenti, Türk kültür tarihi açısından önemli bir faktördür. Türklerin özellikle 9.asırdan beri, gelişmiş kültür merkezleri, yani kentler kurdukları, pek çok
kültür tarihi çalışamasında ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Klasik dönem Türk
kentleşme tarihi, bu bildirinin kapsamı dışındadır. Bu araştırmada Tanzimat
sonrası Türk kentleşme tarihi ile ilgili verilerden yararlanılacaktır ve yorumlar
da bu dönemle ilgili olacaktır. Ancak Uygurlar dönemindeki kentlerin, hukuk,
ticaret, sanayi, sanat ve kültür alanında gelişmişliklerinin Batı’daki dünya
kentleşme tarihi araştırmaları kapsamında hala takdir edildiğinin de burada
vurgulanması gereklidir. Kuşkusuz Uygurların kentleşme alanındaki bu gelişmişliklerinde, matbaanın ve dolayısıyla yazılı kültürün tüm toplum tarafından
benimsenmesi ve özümsenmesinin katkısı büyüktür. Çünkü kentler, öncelikle
yerleşikliğin daha sonra da yazılı kültür kurumlarının oluşması ve benimsenmesini gerektirmektedir. Diğer bir deyişle kentleşme tarihi, bir yönüyle "yazılı kültür(e geçiş) tarihidir".
Kent devletleri geçmişine ve geleneğine sahip Avrupalılar, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişle birlikte eski anlamından farklı olarak kentlileşme, kent/li kimliği gibi kavramları tartışmaya başlamıştır. Batı’daki kentleşme
kapsamındaki değişiklik ve gelişmeler, 18.asırdaki elçilerin değerlendirmeleri
dışarıda tutulursa, ancak 19.yüzyılın başından itibaren Osmanlı yönetim ve
kent sistemi üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Yukarıda ifade edildiği gibi,
Tanzimat’la birlikte merkeziyetçi anlayışın ağırlık kazanması, yenilikçi ya da
reformist yönetici ve bürokratların, idare, askerlik, hukuk, ticaret gibi alanların yanında kent yaşamını da düzenleme, biçimlendirme çabası içinde oldukları görülür. Bu durum, Osmanlı’daki "kadılık, ihtisap ağalığı, mimarbaşılık,
dini vakıflar"ın oluşturduğu geleneksel şehir idaresinin yerine, Batı tarzı belediyecilik anlayışına göre yönetim sisteminin getirilmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Özellikle 1838 tarihli İngiliz Ticaret Antlaşması ile Osmanlı ekonomisinin dünyaya açılışı ve 1839’deki Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile taçlanan ıslahat çabaları ve arayışları, Osmanlı kentlerinde küçük ölçekli dönüşümlerin
yaşanmasını sağlamıştır(ayrıntılı bilgi için bkz. Ökmen 2002: 505- 526). Ta-
52
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
rım toplumundan sanayi toplumuna geçemeyen(ki bu da çok kereler belirtildiği üzere sözel kültürden-yazılı kültüre geçiş anlamı da taşımaktadır) Osmanlı’da genelde bu değişim gerçekleştirilememiştir. Bazı kentlerin hareketli ticaret merkezleri haline gelmesine, kolluk ve denetim işlerindeki başarıya karşın,
altyapı alanında istenilen gelişmeler ortaya çıkmamıştır. Kent yöneticileri ve
çalışanları yasaklayıp, kısmen de kenti temizlemekle yetinmişler, yol, kaldırım, kanalizasyon, ulaşım gibi konularda gerekli ve istendik atılımları atamamışlardır (Batı tarzı kentleşme tartışmalarının 21.asır Türkiye’sinde sürmekte
olması, ilginçtir.)
Nüfus artışı, yeni ekonomik düzen ve ilişkiler, hukuki ve idari düzenlemeler, Tanzimat sonrası İstanbul’unun "geleneksel mahalle kültürü" merkezli
kent yaşamında değişmeler meydana getirmiştir. Osmanlı kent yaşamının ve
dolayısıyla geleneksel Osmanlı kentli kültürünün temel kurumları durumundaki "cami, bedesten, hamam ve hane"den (bunlara tekke ve sokak da eklenebilir) oluşan mahallelerin, homojenlikleri ortadan kalkmaya başlamıştır
(Şener 1999: 22). Bu, etnik, dini ve özellikle de sözel nitelik taşıyan Osmanlı
mahalle kültüründe, dolayısıyla meddahlık gibi gösterim sanatlarında çözülme ve değişmelerin yaşanması anlamına da gelmektedir. Bu arada varlıklı kesimin(tüccar, yüksek seviyeli bürokrat vb.) Avrupai lüks ithal mallar satan,
vitrinli, tiyatro binalı, tramvaylı, cafeli semtleri ile yoksul kesimin mahalleleri
arasındaki uçurum gittikçe derinleşmiştir. Bir tarafta Avrupa modası yakından
takip edilirken, sarık yerine fes, şalvar yerine setre pantolon giyilirken, vapurlarla gidilen Boğaziçi’nde, Adalardaki yazlıklarda kadınlı erkekli partiler, balolar düzenlenirken, fayton ve kayık sefaları yapılırken, zenci dadı ve yabancı
mürebbiyeler eve alınırken, havuzlu, kameriyeli bahçelerde gezinilirken, çalgıcı gazinolarda, lokantalarda, kafelerde eğlenilip sohbet edilirken; diğer tarafta yoksulluk, salgın hastalık ve yangınlarla mücadele edilmeye çalışılmaktadır. Batılılık(yazılı kültür !) "lüks"lük, geleneksellik (sözel kültür) de "yoksulluk" olarak, Osmanlı kentli yaşamında algılanır hale gelmiştir. Özetle 19.asır
Osmanlı başkentinde "saatin yarısı alafranga, yarısı alaturka" göstermiştir.
Ulaşım ve haberleşme (asrın sonunda yaygınlaşan telgraf kullanımı, gazetelerin yaygınlaşması) alanlarındaki gelişmeler, sadece uluslararası değil, ulusal ve dolayısıyla yerel her türlü yapı üzerinde büyük etkiler yapmıştır. Bu öncelikle mal, hizmet ve sermaye dolaşımı şeklinde yaşama yansısa da, özde
"ulusal ve uluslararası bilginin üretim ve aktarım"ındaki farklılaşmayı ifade etmektedir. Sanayileşme ve aydınlanma sonrası Avrupa’da yazılı kültür temelinde bilgi üretim, aktarım ve tüketim alanlarında köklü değişmeler ortaya çıkmıştır. Sözlü kültür aktörleriyle ve yazıcı esnafının tekeli kırılmış ve bilgi üreticisinden bağımsız hale gelmiştir. Sanayi alanında yaratılan bilgi ürünleri,
(basma kitap, gazete, dergi vb.) deniz ve kara taşımacılığındaki (buharlı gemi ve trenler) gelişmelerle kolaylıkla farklı coğrafyalara taşınmış ve tüketimi
sağlanmıştır. Bu durum, Batılı biçim ve içeriğe sahip yazılı kültürün yaygınlaş-
53
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
ması olarak değerlendirilmelidir. Başta İstanbul, İzmir, Selanik, Kahire olmak
üzere liman kentleri, 1800’lü yılların yazılı kültür merkezleri olarak dikkat çekmektedir (bkz. İzmir ve Kahire’deki gelişmiş basım ve yayın hayatı; çıkan gazetelerin, yayınların sayısı; Selanik’teki düşünce hareketleri vb.). 1800’lü yılların son çeyreğine damgasını vuran bir diğer gelişme Anadolu’dan geçetek
Hicaz’a kadar uzanan demiryolu’dur. Demiryolları, kırsal alandaki sözel kültürün etkisini azaltan, gizli dinamiklerden biridir.
e. Matbaa ve Basma Kitap Alanındaki Çalışmalar:
Osmanlı İmparatorluğu’nda müslüman ve Türk toplumuna yönelik olarak
1720’lerin sonunda kurulan ilk matbaanın işlerlik kazanması, gerekli etkiyi
yapabilmesi için yaklaşık bir asrın geçmesi beklenmiştir. Bu gecikmenin nedenleri olarak "Osmanlı yöneticilerinin dini kabulleri ve politik anlayışı (özellikle geciktirildiği, matbaanın ve dolayısıyla yazılı kültürün imparatorluk içindeki dini ve etnik çatışmaları körükleyeceği, bağımsızlık hareketlerini başlatacağı endişesiyle; bu konuda bkz. Kaplan 1999: 230-237), eğitim sistemi, yetişmiş eleman yetersizliği, ekonomik düzen ve anlayış (Osmanlı ekonomisinin
"talebe göre arz" temelli yapısı), yazıcı esnafının direnci(hattat/ müstensih,citlçi, müzehip/tezhipçi, nakkaş vb.), yazma eserlere olan ilgi, kağıt teminindeki dışa bağımlılık, maliyet yüksekliği nedeniyle yayınların pahalılığı vb."
gösterilmiştir.
Matbaanın ilk kez Uzak Doğu’da (Koreliler, Çinliler, Uygurlar), Avrupa’da
ise ilk kez Johann Gütenberg(1440, Mainz’da, 42 satırlık İncil’in basımında)
tarafından kullanıldığı kabul edilmektedir.
Uygur dönemi matbaacılık tarihi yukarıda açıklanmıştır (Binark 2002:441448). Osmanlı İmparatorluğu’nda matbaacılığın tarihi, İspanya’dan gelen Yahudilerin İstanbul’da 1493’te ilk matbaalarını kurmalarıyla başlatılmaktadır.
1510-1520 yıllar arasında yahudilere ait 9, 16-18.arasında da Selanik, Halep,
Edirne, Şam ve İzmir’de 30 dolayında matbaa vardı ve buralarda "din, tarih,
toplumsal yapı" ile ilgili kitaplar yayımlanmıştır. 1481-1512 yılları arasında
Yahudiler, İstanbul ve Selanik’teki matbaalarında 50 kitap basmışlardır (Akbulut 2002: 920). 1564-67 yılları arasında ilk Ermeni matbaası hizmete girdi.
Bunu daha sonra Ermeni Patrikhanesi’nin 1697’deki açılışı izledi. 18.asırda
İmparatorluk içinde pek çok Ermeni matbaası bulunmaktaydı. Buralarda "din,
eğitim, tarih" kitapları yayımlanıyordu. Aynı şekilde İlk Rum matbaası da İstanbul’da 1627 yılında açıldı (Bu konuda bkz. Akbulut 2002: 920-921)
Özetle 17.asır başlarında İmparatorluğun başkenti dışındaki pek çok yerinde, azınlıklara ait çok sayıda matbaa vardı. "Arap harfleriyle kitap basmamaları ve kışkırtıcı yayın yapmamaları" şartıyla bunların çalışmasına izin verilmiştir. Bu sınırlama nedeniyle 1728 yılına kadar Osmanlı coğrafyasında hiçbir Arapça ve Türkçe kitap basılmamıştır (Akbulut 2002: 920). Osmanlının,
azınlık matbaalarını ve dolayısıyla burada basılan çoğunluğu dini yayınları, iç
54
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
barışın ve ülke bütünlüğünün sağlanmasında siyasi bir taktiğin parçası olarak
kullandığı savı, pek çok kişi tarafından paylaşılmaktadır. Diğer taraftan gayrimüslim azınlıklar, matbaa aracılığıyla, özellikle Rönesans sonrası Batılı toplumlar ile daha etkili iletişim kurmuşlar ve müslüman kesime göre yaşam ve
kültür düzeylerini yükseltmişlerdir. Daha sonraki yıllardaki gelişmeler (dini ve
ulusal ayrılık hareketlerinde propaganda aracı olarak matbaalarda basılan yazılı ürünlerin kullanılması ve sık sık gündeme gelen matbaa kapatma olayları; II.Mustafa dönemindeki Cizvitlerin Arapça, Osmanlıca kitap basmaları; Katolik mezhebinin Ermeniler arasında yayılmak istenmesi ve tahrif edilmiş incil
basımı vb. nedenlerle matbaa yasağı getirilmesi/fıkıh, kelam, tefsir, hadis
ilimlerinden başka ilimlere dair kitapların basılacağına yönelik sınırlama/fetva
değil, hatt-ı hümayun ile ...) Osmanlı’nın bu konudaki politikasının pek işlevsel olmadığını göstermiştir.
Matbaanın Avrupa’da yaygın olarak kullanılmasından sonra, biraz da yukarıda belirtilen sınırlama nedeniyle, İslam dünyası ve Osmanlı üzerine Batı
dillerinde(1480-1609 arasında sadece Fransa’da 80 kitap basılmıştı; Akbulut
2002:919) ve Türkçe kitaplar (ilki Arapça olarak 1514’te İtalya’nın Fano kasabasında basılmıştır; 1584’de Kardinal Ferdinando de Medici, Papalığın İslami eserleri basması isteğine uyarak Roma’da bir basımevi kurmuştur ve burada ilk basılan eser İbni Sina’nın el-Kanun fi’t-Tıb adlı eseridir; Akbulut 2002:
920 ve Nuhoğlu 1999: 221) da basılmıştır. Bunlar, daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’na getirilmiş ve satılmıştır. Nitekim Branton ve Orazio Bandini adlarındaki iki italyan tüccar, 1588 yılında III.Murat’tan aldıkları fermanla, hariçte bastıkları Arapça ve Türkçe kitapları (Öklides’in Kitab-ı Tahrir-usul-i Öklides- Roma 1594-; Hieronymus Megiserus’un Innstitutionum Linguae Turcicae
Libri Quator-Leibzig 1612-, Meninski’nin sözlüğü -1680- vb.) gümrük resminde muaf olarak, İmparatorluk içine getirmişlerdir.
Müslüman ve Türklere yönelik olarak ilk matbaa, 28 Mehmet Çelebi’nin
oğlu Sait Efendi’nin de yardımı ile III.Ahmed zamanında ve Damat İbrahim Paşa’nın da desteğiyle ve devletin himayesinde, aslen bir Macar olan İbrahim
Müteferrika (1674’de Macaristan’ın Kolojvar şehrinde doğmuş, 1745’te İstanbul’da ölmüştür/Türk-Avusturya savaşları sırasında esir alınıp İstanbul’da köle olarak satıldığı ya da Unitarianlığı nedeniyle Osmanlı’ya sığındığı şeklinde
rivayetler bulunmaktadır/ Almanca, Latince, Fransızca, Yunanca, İtalyanca ve
Türkçe biliyordu ve elçilik, tercümanlık, müteferrikalık ünvanları ile Osmanlı
devletinde önemli görevler üstlendi) tarafından, Basmahane yahut Daru’t-Tıbaati’l-Amire adıyla, 1727 (Müteferrika tahta kalıp ile 1719 yılında Marmara,
1924’te Karadeniz haritalarını basmıştı) yılında (Vesilet’ut-Tıbba adlı risalenin/dilekçenin verildiği tarih) kurulmuştur. Daha sonra Müteferrika Matbaası
olarak anılan bu matbaanın makinalarının çeşitli yerlerden (makinaların Hollanda’dan getirildiği ve harflerin İstanbul’da döküldüğü; makinaların İstanbul’daki bir Ermeni’den satın alındığı bunlara daha sonra Fransa’dan getirilen-
55
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
lerin eklendiği şeklinde rivayetler bulunmaktadır) temin edildiği belirtilmiştir(Akbulut 2002: 922). Matbaanın işletilmesinde, "Yona adlı bir yahudi ustadan, Almanya’dan getirilen usta işçilerden yardım alındığı, Müteferrika’nı beş
oğlunun bizzat çalıştığı" belirtilmiştir (Kabacalı 1989: 46). Bu matbaada ilk
olarak, Arapça-Türkçe bir sözlük olan Vankulu Lugati, basılmıştır (1729, kitabın basımının bittiği tarihtir/Vesilet’ut-Tıbba risalesinin haritaları bu tarihten on
sene önce basılmıştır.Bkz. Nuhoğlu 1999: 223). 1731’deki Patrona Halil
Ayaklanmasıyla koruyucularını yitiren matbaa (1718-1731 Lale Devri’nin sonunu getiren, III.Ahmed’in tahtan indirilmesi ve Damat İbrahim Paşa’nın öldürülmesi ile sonuçlanan bu ve benzeri ayaklanmaların sözel kültür kökenleri
mutlaka araştırılmalıdır) 1734-1739 yılları arasında kapalı kalmıştır. Nihayet
Ferheng-i Şuuri’nin 1742’deki basımı ile Basmahane’deki Müteferrika dönemi
sona ermiştir. İbrahim Müteferrika, 1745 yılındaki ölümünden sonra geriye 23
ciltlik 17 matbu eser bırakmıştır (toplam 12 700 nüsha). Bu dönem içinde
"savaş (deniz savaşları, Afgan-İran savaşı hk.), tarih (Timur dönemi, Mısır Kölemen dönemi, Irak-İran-Rum-Şam- Mısır, dünya tairihi; Naima, Raşid, Çelebizade tarihleri; Bosna tarihi, Amerika’nın keşfi ve sonrası 50 yıllık dönem
hk.), teknik (pusula hk.), coğrafya (Katip Çelebi’nin 40 haritayı içeren Kitabı Cihannümas’sı), dil (Fransızlara Türkçeyi öğretmek amacını taşıyan gramer
kaitabı, Arapça- Türkçe ve Farsça-Türkçe sözlükler) ve yönetim sistemi üzerine kitaplar basılmıştır. Bunlardan Amerika’nın keşfiyle ilgili Tarih-i Hind-i
Garbi adlı kitap, içerdiği 13 resim ile (ağaç oyma-kalıp tekniği ile), Türkiye’deki ilk "resimli kitap" olma özelliğine de sahiptir. Katip Çelebi, iki kitabı
birden basılan ilk Osmanlı yazarıdır (Tuhfet’ül-Kibar fi Esfari’l- Bihar, Cihannüma). İbrahim Müteferrika, Füyuzat-ı Mıknatısiye (pusula hk.) ve Usulü’l
Hikmet fi Nizami’l- Ümem (askerlik, savaş, devlet yönetimi üzerine) adlı çeviri (latinceden) kitaplarını basarak döneminin ötesinde bir şahsiyet olduğunu
göstermiştir.
Müteferrika Matbaası, Müteferrika’nın kalfası İbrahim Efendi ve Ahmed
Efendi’nin çabalarıyla bir süre daha faaliyet göstermiştir. Matbaa, 1756-1783
tarihine kadar kapalı kalmıştır. Teknik eleman yetersizliği, Venedik’ten gelen
kağıdın pahalılığı nedeniyle 19.asrın başına kadar matbaa verimli olarak işletilememiştir. 1719- 1794 yılları arasında toplam 23 kitap (bunların 17’si Müteferrika döneminde) basılmış ve geriye 27 000 nüsha kalmıştır. İğrabü’l-Kafiye (Güzelhisarlı Zeynizade Hüseyn’in) adlı Arapça gramer kitabı, Türkiye’de
basılan ilk ders kitabıdır (1785). Yine 1785 yılında basılan Fenn-i Harb, Fenni Lağım, Fenn-i Muhasara adlı çeviri kitaplar, askerlik alanın ilk yayınlarındandır.
1796(ya da 1798) yılında Mühendishane Matbaası, ilk devlet matbaası olarak kurulmuştur. Burada basılan eğitim amaçlı kitaplarda (geometri, İstanbul
suları, sözlükler-Arapça/ Farsça-Türkçe sözlükler-) çeşitli resim ve şekiller de
bulunmaktadır. Bu matbaayı, daha çok genel kitapların basılması amacıyla
56
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
1803 yılında açılan Üsküdar Matbaası takip etmiştir. Osmanlı devletinin ilk
resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi’nin basımı için, 1831/ 1832 yılında, Takvimhane Matbaası oluşturulmuştur. Bu matbaa, gazete yayını için kurulan ilk
basımevidir ve Türk basın tarihi açısından oldukça önemlidir.
Kabacalı’nın da belirttiği gibi, döküm harflerle baskı yöntemi müslüman
Osmanlılar tarafından Avrupa’dan yaklaşık 2,5 asır sonra kullanılmaya başlanmasına karşın, "taşbasmacılığı" tekniği (Alois Senefelder 1796 yılında bu
taşbasması tekniğini buldu, 1809’da da Münih’te ilk taşbasması atölyesini açtı) hemen hemen eşzamanlı olarak benimsenip uygulanmıştır (Kabacalı 1989:
92). Bunda, taşbasması tekniğinin seriliğinin yanında, döküm harflerin monotonluğuna nazaran bir dereceye kadar eski Osmanlı yazma kitap çeşnisinde
(yaldızlı ve renkli) matbu kitapların basılmasına olanak vermesi de etkili olmuştur. Nitekim 19.yüzyılın ikinci yarısında açılan özel matbaaların(1840-50
yıllarında İstanbul’da açılan matbaaların sayısında göreceli olarak artış yaşanmıştır) pek çoğu taşbasması tekniğini kullanmışlardır (Nuhoğlu 2002: 928929). Ayrıca, Tanzimat sonrası yazın ve basın alanlarındaki yazılı kültür ürünlerinden büyük bir bölümü, bu teknikle basılmıştır. Özetle, taşbasmacılığı tekniğinin basım alanında kullanılmasının yazılı kültür geleneğinin toplum tarafından tanınmasında ve benimsenmesinde, süreci hızlandırıcı bir etkiye sahip
olduğu görülür.
19. asırda kurulan ve yaygınlaşan vilayet matbaaları ve buralarda basılan
salname ve gazeteler genel Türk tarihi, özellikle de Türk basın tarihi ve dolayısıyla da "yazılı kültür tarihi" bakımından oldukça önemlidir (Nuhoğlu 1999:
222). Yerel gazetelerin, gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet dönemi yazılı
kültür geleneğinin toplumsal yaygınlık kazanmasındaki katkıları büyüktür. Bu
gazeteler, bir taraftan sözel kültüründen beslenmekte, diğer taraftan da yazılı
kültür geleneğinin toplum tarafından özümsenmesine katkıda bulunmaktadır.
"Sözel geleneğin, yerel yazılı bellekleri" durumundaki bu tür yayınların, söz
konusu dönüşüm üzerindeki etkileri, geniş çaplı araştırmalarla ortaya konulabilir.
1820 yılında, Kavalalı Mehmed Paşa tarafından kurulan Bulak Matbaası’nda basılan kitaplar, oldukça yekün teşkil etmektedir. Mehmed Paşa bu
matbaada basılan kitapları, yenileşme ve bağımsızlık hareketlerinde etkin bir
araç olarak kullanmıştır.1729-1842 yılları arasında Osmanlı’da basılan toplam 536 kitabın, 243’ü Bulak matbaası tarafından basılmış olması, bu matbaanın önemini göstermektedir (Kabacalı 1989: 100-101).
Türk matbaacılığının kuruluşu ve gelişmesi hakkında karar verilebilmesi
için bazı karşılaştırmalı yaklaşımlara da ihtiyaç vardır. 1480-1610 yılları arasında Fransa’da basılan 419 kitap, 16. yüzyılda tüm Avrupa’da yayımlanan
2463 kitap Türklerle ilgiliyken, 1729- 1939 döneminde Osmanlı’da basılan
kitap sayısı sadece 434’tür (Selim Nüzhet bu sayıyı 500 küsur olarak vermiştir; Erdem 1999: 731). 1844 sayımına göre Osmanlı İmparatorluğu’nda
57
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
35.350.000 kişi (bunların da yaklaşık 21 milyonu müslüman nüfustu) yaşıyordu. Bu hesapla, kişi başına 0.025- 0.041 kitap düşüyordu. Basılan bu kitaplar, İslam dini(63), İslam felsefesi (17), askerlik (75), sözlük (50), dil (49),
nazım (47), tarih (32) alanlarıyla ilgilidir. Kabacalı bu kitapların Batı’yı örnek
alan yenileşme hareketlerinin yolunu açmak amacına uygun olarak basıldığını belirtmiş olsa da (Kabacalı 1989: 107), eleştirel yaklaşımlardan yoksun
olan bu yayınların istenilen oranda etki yaratmadığı görülmüştür. Bununla birlikte Tanzimat öncesi ve sonraki dönemlerde bazı çeviri kitaplarının basılmasının, Arapçanın yerine Türkçenin bilim dili haline gelmesine katkıda bulunduğu da söylenebilir.
Bu arada 1785 yılında faaliyete geçen Fransa elçiliği matbaasında Türkiye’deki ilk gazete olan Bulletin de Nouvelles (Doğu’deki Fransızları bilgilendirmek, Türklere de Fransa çıkarlarını koruyu nitelik taşıyıcı haberler, bilgiler
aktarmak amacıyla) yayımlanmaya başlamıştır. Bu gazete 1798’de kapanmıştır. Ancak belirli bir dönem propaganda amaçlı da olsa bu gazete, İstanbulluyu yazılı basınla tanıştırmıştır. Bu gazeteyi daha sonra Le Spectateur Oriental (1821, Fransızca, İzmir’de), Le Smyrneen (1824, Fransızca, İzmir), Le
Courrier de Smyrne (1828, Fransızca, İzmir) ve Vakayi-i Mısriye (Mısır’da yarısı Arapça, yarısı Türkçe çıktı) izlemiştir.
Matbaa ve yazılı kültürün Türkiye’deki durumuyla ilgili, karşıt nitelikli görüşler de ifade edilmiştir. Yaşamın her alanındaki "Avrupa merkezci" yaklaşımların egemenliğine vurgu yaptığı yazısında Kaplan, matbaayı sözlü kültürden ve yazılı kültüre geçiş sürecinde bir "medeniyet krizi" olarak değerlendirmiştir. "Avrupa’da matbaanın icadı ile sözlü kültürle yazılı kültür arasındaki
ilişkilerin tartışılmaya başlandığı; matbaanın sözlü kültürleri bastırdığı, Batı
Avrupa’da geliştirilmiş anlamıyla yazılı kültürün fiziki gerçekliği, salt görülebilir olanı, kontrol edilebilir olanı ve rasyonaliteyi ontolojinin, ahlak ve siyasetin
temel paradigmaları haline getirdiği; bunların dışındakileri yok saydığı", bu
makalede belirtilen diğer görüşlerdir (Kaplan 1999: 230-237). Bu ve diğer bazı yayınlardaki bu yöndeki değerlendirmeler, Türkiye’deki yazılı kültür geleneğinin "Batılı" kökeni üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Kitapların basımı kadar, bunları tüketecek okur kitlesinin de yaratılması,
Osmanlı reformistlerinin çözümlemesi gereken bir sorundu. Ne yazık ki, basım alanına gecikmeli de olsa gösterilen ilgi ve özen, tüketici kesimin yani
okurun yaratılmasında pek gösterilmemiştir. Eğitim alanındaki çabalar, talep
yaratıcılığı ve artık değer üretimi üzerine kurulan bir ekonomik yapının gelişmemesi, dolayısıyla basının ve yayının ekonomik bir sektör haline gelememesi gibi yapısal sorunlar nedeniyle sonuçsuz kalmıştır.
Medreselerdeki kitap ihtiyacı, bizzat öğrencilerin tarafından giderilmiştir.
Softa ya da mürid, ihtiyacı olan kitabı kendisi çoğaltarak temin etmiştir. Keza
bu yöntem, medrese sisteminin ilk döneminde temel eğitim-öğretim metodu
olarak kulllanılmıştır.
58
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Osmanlı yazmalar döneminde kitap ihtiyacı, sahhaflar tarafından karşılanmıştır. "Mushaf, Hadis Kitabı, Enam-ı Şerif, Amme Cüzü, Delail-i Hayrat, Kaside-i Bürde, Marifetname" gibi dönemin tutulan eserleri, sahhaflar ya da onların birlikte çalıştıkları, yazıcı esnafı (hattat/müstensih, tezhipçi, mücellitler/ciltçiler, kağıt aharlayıcılar/parlatıcı/ tabaklayıcıları, divitçiler, mürekkepçiler) tarafından çoğaltılmıştır. Yazmalar döneminde çoğaltılan kitapların dil,
sözlük, gramer, tarih, tıb, İslami ilimler, fal, astroloji alanında yoğunlaştığı görülmektedir. Ayrıca yabancı seyyahlar İstanbul’daki Bedesten’de bulunan hikaye ve masal yazmalarının çokluğuna dikkat çekmişler, ve özellikle kış mevsiminde ve Ramazan’da bu tür kitapların çok satıldığını belirtmişlerdir. 1844
yılında İstanbul’daki sahhaflar çarşısı hakkında ayrıntılı bilgiler aktaran Albay
Charles White, bir sahhaf dükkanında ortalama 700, çarşıda/Bedesten’de ise
yaklaşık 30 000 kitabın bulunduğunu, buralardaki basma kitapların, kıyıda
köşede tutulduğunu, yazmalara özel bir ihtimamın gösterildiğini belirtmektedir. Arap harfli metinlerin tümüne mukaddeslik atfedilmesi (ki bu nedenle
18.asırda Arap harfli yazmaların yabancılara satışı yasaklanmıştır), zanaatkar
elinden çıkması gibi nedenlerle kitabı, bir sanat eseri, savaş ganimeti, değerli bir eşya olarak kabul eden Osmanlı insanı/klasik aydını, uzun süre basmalara rağbet etmemiştir. Eskinin kitapçıları olan sahhaflar, hafız-ı kütüplerle birlikte, Osmanlı kitap sektörünü biçimlendirmişler ve yönetmişlerdir. Bunlar,
herhangi bir katalog kullanmadan, daha çok yazmalar alanında var olan eserler hakkında ayrıntılı bilgiler verebililiyorlardı. Türk sahhaflarının dükkanlarında Latince, Yunanca ya da Avrupa’nın diğer dillerinde kitap satışının yapılmadığı, daha çok dini ve skolastik düşünce temelinde oluşturulan kitapların satıldığı(19.asır) belirtilmiştir. Basmacılar, ilk dönem onların bu eğilimlerine göre kitap basmaya çalışmışlar, ancak yine de istenilen talebi yaratamamışlardır. Osmanlı okuru güzel bir yazmayı, basmaya tercih etmeye devam etmiştir.1840’ların ünlü kitap kurtları olarak devrin ünlü paşa, efendi, bey ünvanlı
kişileri gösterilmiştir (Ahmed Vefik Paşa, Bekir Paşa, Emin Paşa, Yahya Bey,
Derviş Efendi, Akif Efendi, Hekimbaşı Abdullah Efendi, Şeyhzade Esad Efendi vb.ricaldan kişiler). Salnameler, şeriye sicilleri ve tereke sicillerinden anlaşıldığına göre halkın büyük bir bölümünün evinde kitap bulunmadığı, rastlananların da Mushaf gibi dini kitaplar olduğu belirtilmiştir(Sakal 1999: 732738). Ayrıca bu kitapların da çok kere "okunmaktan çok, kutsal bir nesne olarak" kabul edildiği ve okunmadan muhafaza edildiği de unutulmamalıdır.
Çünkü sözlü kültürde din, yazılı eserlerden çok sözel bağlamlarda, sözel aktörlerden, sözlü olarak öğrenilmektedir. Sözel kültür ve aktörleri dinin öğrenilme ve kabul sürecini belirlerken, din ve dini aktörler de, sözel kültürün devamlılığını sağlayan temel dinamikler olarak ortaya çıkmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine kadar sahhaflar, talep doğrultusunda basmadan çok yazmalara önem vermişlerdir. Bu nedenle, sahhaf sözcüğü bugün dahi yazma eser vurgusuna sahiptir. Tanzimat sonrası dönemde
üretilen basma kitaplar, sahhafların arka raflarının yanında, matbaalarda, cilt-
59
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
çilerde, gazete müvezzilerinde, kahvehanelerde, tönbeki, tütün ve kahve dükkanlarında satılmıştır (ayrıntılı bilgi için bkz.Erdem 1999: 720-731). Tanzimat’ın ilk yıllarında kitap basımı sınırlıydı (İstanbul’da yılda sadece 11 kitap
basılmaktaydı). 20.asrın başlarında basım alanında bir patlamanın yaşandığı
(II.Meşrutiyet’in ilanından sonra, 1908) görülür. Bu dönemde 99 matbaada
285 kitap basılmıştır. Aynı şekilde II.Abdülhamid döneminde gazetelerin toplam tirajı, 12-15 bin arasında değişirken, 1908’den sonra bu rakam 40-60 bine çıkmıştır. Bu veriler, okur kitlesindeki artışın 1908’den sonra gerçekleştiğini göstermektedir (Quartaert, 2000: 167-168). İlber Ortaylı, Osmanlı’nın 30
000 basma kitaplık bir mirasını bulunduğunu, buna karşın 1700-1917 arası
Rusya’sında 250.000’i aşkın kitabın basıldığını vurgulamıştır (Ortaylı, Toprak
ve Sakaoğlu 1995: 150-173).
20.asırla birlikte sahhaflar ve yazıcı esnafı, işlek çarşılardaki ve sokaklardaki yerlerini, yeni düzenin aktörlerine terk ederek, arka sokaklara, cami kenarlarına(Beyazıt Camii kenarı gibi) çekilmeye başlamışlardır(19.asır ikinci
yarısından sonra Beyazıt Meydanı’ndan/Serasker Kapısı Meydanı’na bakan
dükkanlardan Tavukpazarı’nın arka caddelerine/Bedesten’deki sahhafların
Hakkaklar Çarşısı’na taşınmaları gibi). Aslında kültür değişmeleri, öncelikle
kentin çarşı ve ana caddelerinden anlaşılır. Ana caddede, vitrinde olan, en son
talep edilen, tutulan, rağbet görendir.
Osmanlı’da kütüphaneler, daha çok dini yapıların bir parçası ya da bölümü olarak oluşturulmuş ve vakfiye sistemi içinde bağışlarla zenginleştirilmiş,
hafız-ı kütüplerce de işletilmiştir. Yönetici ve medrese hocalarının kitap bağışlarıyla külliye, cami, mescid, dergah, tekke(19.asırda sadece İstanbul’da 300
tekke vardı; Ortaylı 1995: 153), medreselerin bir bölümü kütüphane olarak
düzenlenmiştir. Buralarda daha çok dini, tasavvufi kitaplar toplanmıştır. İlk
dönemde bu kütüphanelerde genellikle 100 civarında kitap bulunmaktaydı.
17.asırdan sonra, müstakil kütüphane binaları Osmanlı’da görülmeye başlanmıştır. Ancak bir iki büyük medrese kapsamı dışındaki (buralarda genelde
1000-2000, 1752’de 31 medreseye sahip Halep’in en büyük kütüphanesinde
3000 cilt bulunmaktaydı; Quartaert, 2000: 167-168), kütüphaneler genellikle 300-350 kitaplık koleksiyonlara sahipti. Bu sayı 19.asrın başlarına kadar
fazla değişmemiştir. Topkapı Sarayı’ndaki 400 yıllık koleksiyondaki Türkçe
yazma kitapların 3000 civarında olduğu, bunların da çoğunun mükerrer olduğu, gerçekte 100 kadar yazmanın var olduğu belirtilmiştir (Sakaoğlu 1995:
166). Basma eserler ise, III.Ahmet döneminden itibaren birkaç adet olarak kütüphanelere girmeye başlamıştır (18.asrın sonunda bu sayı önemli kütüphanelerde 50’ye yükselmiştir). 18.asırda kütüphanelerin ibadet mekanı işlevlerini sürdürdükleri görülür. I.Mahmut döneminde, kütüphanelerden eğitim amaçlı olarak yararlanılmaya başlanmıştır. II. Mahmut döneminde kütüphanelerdeki koleksiyonların sayımı ve denetlenmesi yolunda adımlar atılmıştır. 18.asrın
sonları ile 19.asrın başlarında kütüphaneler, 5-6 gün açık tutulmuştur(güne-
60
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
şin doğuşundan bir saat sonra, batışından da 1 saat önceye kadar).(Ayrıntılı
bilgi için bkz. Erünsal 1999: 699- 719).
f. Gazete ve Dergiler:
Matbaacılık ve basma kitap alanındaki gelişmelerden sonra ortaya çıkan
gazete ve dergiler ile sözel kültürden yazılı kültüre geçiş arasında doğrudan bir
ilişki bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda eğitim alanında yapılan Batı
merkezli dönüşümlerle, yazılı basının kurulması ve gelişmesi, hemen hemen
eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. 19. asrın ikinci yarısından sonra yoğunlaşan eğitim ve yazılı basın alanındaki faaliyetler, Osmanlı toplumunun yazılı
kültür temelinde yeniden kurgulanması ve işletilmesi, diğer bir ifadeyle sözel
kültürden kurtarılması amacını taşıyordu. Eğitim, yazılı basın için gerekli olan
okur kitlesinin yaratılmasını,yazılı basın da okur-yazarlığı geliştirerek eğitimin
yaygınlaştırılmasını ve kalitesinin artırılmasını sağlamıştır. Bu nedenle Türk
yazılı basın tarihiyle ilgili bilgiler, doğal olarak Türk yazılı kültür tarihini de
açıklayıcı nitelik taşımaktadır. (Aşağıdaki tasnif ve değerlendirmelerdeki "ilk"
ibaresi, Selim Nüzhet’in Türk Gazeteciliği, adlı yayını temel alınarak, kullanılmıştır. Bu tür tanımlamanın eksikliği peşinen kabul edilmektedir)
1.Gazeteler:
İlk resmi gazeteler: Türk yazılı basın tarihinin başlangıcı, resmi nitelik taşımaktadır. Fransız elçiliğinin ve Mısır’daki Kavalalı Mehmed Paşa’nın gazeteleri sayılmazsa, Türkiye’de ilk gazete, Esad Efendi’nin eminliğinde (Yeniçeriliğin lağvini Sultan Ahmed Meydanı’nda okuyan kişi) ve İzmir’den getirilen
Fransız gazeteci Alexander Blacque’ın yönetiminde, 1 Kasım 1931(Fransa’da
ilk çıkan gazeteden tam 200 yıl sonra) tarihinde, Takvim-i Vekayi başlığı ile
yayımlanmıştır. "1878’e kadar sürekli, l908’e kadar da 4608 sayı çıkan bu
resmi gazete, devletin projelerini halka ve Batılılara anlatmak, Osmanlı’nın
çıkarlarını savunmak amacına hizmet ediyordu. Resmi gazete çıkarma geleneği Osmanlı’da, Ceride-i Askeriye(1863’te Ahmet Mithad Efendi yönetiminde çıkarılmıştır) ile devam etmiştir.
İlk özel gazete: Tanzimat’tan sonra çıkan ilk özel, Türkiye’de çıkan 2. gazete, Ceride-i Havadis’tir ve sahibi de İngiliz, Wiliam N. Churcill’dir. 1840’da
yayımlanmaya başlayan bu gazete çeşitli ara ve değişikliklerle 1919 yılına kadar yaşamıştır. Kırım Savaşı’ndan gönderilen haberler, bir dönem gazetenin
tutulmasını sağlamıştır. 1860’larda bu gazetede, İbnülemin Kemal Beyefendi,
Ebüzziya Tevfik, Ahmed Rasim yazılar yazmıştır.
İlk haber, fikir, sanat, edebiyat gazeteleri: Tanzimat Hareketi’nin basın alanındaki yansımaları yaklaşık yirmi yıl sonra görülmeye başlamıştır. Nitekim,
Agah Efendi(o sıralar Atina Sefiri olan) ve Şinasi’nin liderliğinde yayımlanan
Tercüman-ı Ahval, ancak 21 Ekim 1860’ta okuruyla buluşabilmiş ve 1866 yılına kadar yayın faaliyetine devam etmiştir. Bu gazetede özellikle Şinasi’nin
halkın anlayacağı dilde yazılar yazarak, okur kitlesini genişletmeğe çalıştığı
61
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
görülür. Bizdeki ilk tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi’nin tefrikası ve sözlü kültürü iyi tanıyan Ahmed Vefik Paşa’nın yazıları, bu gazetenin tutulmasında etkili olmuştur.
1861 yılında Şinasi’nin çıkardığı bir diğer gazete Tasvir-i Efkar’dır. "Medeniyet yolunda millete hizmet amacıyla" çıkarılan bu gazetenin 200. sayısından
sonrası Namık Kemal tarafından çıkarılmıştır. Ancak Şinasi bu gazetede yazmaya devam etmiştir. Demokratikleşme, millet gibi kavramlar ile edebiyat-dil
ilişkisinin işlendiği Tasvir-i Efkar’da, eğitim, hayır işleriyle ilgili ilanların da ücretsiz olarak yayımlandığı görülür. Okurun dikkatinin çekilmesine yönelik bu
tür yayınlarıyla gazete, 830 sayı çıkmıştır.
1866 yılında çıkan Muhbir’de ise daha çok inkılap yanlısı yazılar yayımlanmıştır. Gazetenin sahibi Ali Suavi’nin Girit’te felaket gören halka yardım toplamak amacıyla, gazeteyi yarı fiyatına dağıtması, genel okur kitlesi üzerinde
dikkat çekici bir etki yaratmış olmalıdır.
Bu gazeteleri, Muhip, Utarit (1867), Terakki (1868) izlemiştir.
İbret (1871’den sonra 132 sayı çıktı) ise, Ahmed Mithad, Ebuzziya Tevfik
gibi yazarlarından çok Namık Kemal’in vatan, millet fikirlerinin savunulduğu
bir gazete olarak tanınmıştır. Vatan yahut Silitre piyesiyle ilgili yayınından dolayı kapatılmış, yazarları da sürgüne gönderilmiştir. Namık Kemal’in bu dönemde Türkçe matbuatın öneminden bahsetmesi, önemlidir.
1875 yılında, Teodor Kasap, kitap ciddiyetinde İstikbal adıyla günlük bir siyasi gazete yayımlamaya başlamıştır. Bu gazetede, eğitim, siyaset, bilim, ahlak ve edebiyat konuları işlenmiştir. Aynı yıl çıkmaya başlayan Vakit gazetesinde (kurucusu Filip Efendi, çekirdekten gazetecidir) de "kamu yararına",
eğitim ve edebiyat alanlarındaki yazı ve haberlere yer verilmiştir.
Dönemine göre 3000’lik bir tiraja ulaşmayı başaran ve yazı kadrosunda
Namık Kemal’in de bulunduğu Sadakat ise 1875 yılında "bütün müslümanların ve Osmanlıların gazetesi" sloganıyla yayımlanmıştır.
Müsavat, Umran, Selamet, Hakikat, Osmanlı, Tercüman-ı Şark (Şemseddin Sami’nin önceki Sabah gazetesinden sonra 2.gazetesidir) adlı gazeteler,
1880’lerdeki Osmanlı basınının diğer yayınlarındandır.
1881-1908 yılları Türk basın tarihinin suskun yıllarıdır. II.Abdulhamid’in
baskısından kaçan Ziya Paşa, Ali Süavi, Ahmed Rıza Efendi gibi fikir adamları, "hürriyeti elde etmek, milleti uyandırmak, ayağa kaldırmak" amacıyla yurtdışında "Ahali, Anadolu, Beberuhi, Doğru Söz, Emel, Hak, Hilafet, İntabah, İnkılap, İstikbal, İttihat, Laklak, Muhbir, Meşrutiyet, Kanuni Esasi, Osmanlı, Sancak, Rumeli, Terakki, Şark, Tokmak, Zuhuri, Tuna, Türk, Yeni Fikir, Yıldırım,
Yıldız" başlıklarıyla çeşitli gazeteler çıkarmışlardır. Beberuhi, zuhuri gibi Türk
gölge tiyatrosunun temel tiplerinden birinin adının ve teriminin(Karagöz’e, Zuhuri Kolu da dendiği dikkate alındığında), siyasal eleştiri niteliği taşıyan gazetelere isim olarak seçilmesi, rastlantı değildir.
62
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
1908 yılında Meşrutiyet’in ilanı, Türk basın tarihi açısından oldukça önemli bir yıldır. Bu dönemde "gazetenin etkin bir güç olduğu anlaşılmış" ve gazeteler toplumun her kesimi tarafından okunmaya başlanmıştır. Meşrutiyet’in
özgürlük havası, 31 Mart Vakası’ndan sonra bozulmuş ve sansür yeniden etkili olmaya başlamıştır. Vakit (1917; Mehmet Asım’ın, Anadolu Hareketi yanlısı), İkdam (Ahmed Cevdet, Yakup Kadri, Ahmed Rasim’in yazılarının da bulunduğu Abdullah Cevdet’in gazetesi, iç- dış haberleri, yazı, fotoğraf zenginliği nedeniyle tutulmuş, yılda 30.000’lik satış rakamına ulaşmıştır; tarih, bilim
ve edebiyat alanındaki yazılarda öğretici, edebi bir üslup kullanılmıştır; 1894), Akşam (1918; Falih Rıfkı ve Necmeddin Sadak; 1928’deki Harf Devrimin
destekleyerek yarısı Arap harfleriyle yarısı da latin harfleriyle basılmıştır),
Cumhuriyet öncesi dönemin önemli gazetelerindendir (İnuğur 1992).
İlk haber ağırlıklı gazeteler: 1864 yılında yayımlanmaya başlayan Ruzname-i Ceride-i Havadis, Osmanlı yazılı basınının ilk haber ağırlıklı gazetesidir.
Daha sonra yayımlanan Hakayik’ul Varakayi ise, daha çok savaş haberleri ile
doludur(1870).
İlk mesleki gazeteler: 1865 yılında, Hasan Fehmi tarafından yayımlanmaya başlayan Takvim-i Ticaret, Osmanlı’nın ilk mesleki süreli yayınlarındandır.
Mecmua-i Maarif (1866), Şark (ilk maliye/ekonomi/bankacılık gazetesidir;
1874), Vasıta-i Servet (1878; fenni ziraat ve baytarlıkla ilgilidir) ve Ziraat
(1880) adlı gazeteler, daha sonraki dönemin önemli mesleki yayınları olarak
değerlendirilebilir.
İlk resimli gazete: 1866 yılında çıkarılmaya başlanan ve daha çok bir mecmua formatı taşıyan Ayine-i Vatan/Vatan, Osmanlı toplumunun ilk resimli gazetesidir. Bu gazete, resimleri hakkedecek sanatkarların bulunamaması, çıkan
resimlerin de pek iptidai olması nedeniyle kısa bir süre sonra kapanmıştır.
İlk gündelik gazete: 1868 yılında yayımlanan Terakki, Osmanlı’nın ilk gündelik gazetesi’dir. Terakki’de Ebüzziya Tevfik Bey, Kemal Paşazade Sait Bey,
Recaizade Ekrem’in yazı ve tercümeleri ile iktisadi alanla ilgili yazılar yayımlanmıştır.
İlk kadın gazeteleri: Terakki adlı gazetenin(1868) hafta sonlarında, Osmanlı’da ilk kez kadınlara özgü bir gazete/ya da ek çıkarması, hedef kitlenin genişletilmesi kaygısı taşımaktadır. Siyasi bir nitelik taşıyan Vakit’in, kadınlara
yönelik nüshalarının da bulunması, dikkat çelici bir gelişmedir(1875).
İlk çocuk gazeteleri: 1869 yılında siyasi nitelikli bir gazete olarak yayın hayatına katılan Mümeyyiz’in sahibi Sıtkı Efendi, daha sonra aynı adla çocuklara mahsus bir gazete çıkarmaya başlamıştır. Yazılı basın Mümeyyiz’le yeni bir
okur kitlesine hitap etmeye başlamıştır. Renkli kağıda basılmış olarak çıkan
bu gazete, daha çok eğitici içeriğe sahiptir. Lisanının sadeliğiyle ve bulmacalarıyla dikkati çeken Mümeyyiz’de, dayağın kötülüğü gibi konular üzerine ya-
63
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
zılar da yayımlanmıştır. İkinci müstakil çocuk gazetesi, Ebüzziya Tevfik tarafından 1873 yılından itibaren Hadika adıyla yayımlanmaya başlamıştır. Başlığındaki "çocuklara mahsustur" ibaresi, Türk çocuk kültürünün incelenmesi
bakımından önemli bir vurgudur. Namık Kemal’in de yazılarını içeren ciddi bir
gazete olan Sadakat ile birlikte, içinde ilmi konular ile hesap eğlencelerinin
yer aldığı çocuklara mahsus nüshalar da dağıtılmıştır. Aynı dönemde çıkan
Etfal, Sadakat’in çocuk nüshasına benzemektedir(1875). Bahçe ise 1870’li
(1878) yılların 3. önemli çocuk dergisidir.
İlk mizah gazeteleri: Müstakil mizah gazeteleri yayımlanmadan önce, diğer
gazetelerin mizah eklerini okurlarına özellikle hafta sonlarında dağıttıkları belirlenmiştir. Örneğin Terakki (1868), Letaif-i Asar adıyla haftalık bir mizah eki
yayımlamıştır. Bu eklerin tutulması, bir taraftan diğer gazetelerin de bu yönde
ekler vermelerini diğer taraftan da müstakil mizah yayınlarının ortaya çıkmasını sağlamıştır.Bu gelişmelerin, sansürün ağırlaştığı dönemlerde ivme kazandığı görülür (II.Abdülhamid dönemi ve II. Meşrutiyet’in ikinci yarısı).
İlk müstakil mizah gazetesi, Diyojen 1869 yılından itibaren, Teodor Kasap
Efendi tarafından yayımlanmaya başlamıştır (Bu gazete daha önce Fransızca
ve Rumca yayımlanmaktaydı). İçinde küçük fıkralar ve genel eleştiri yazıları
mevcuttur. Diyojen’de, Voltair’in Mikromegası da tefrika edilmiştir. 120. sayıdan itibaren gazetede, karikatürlere de yer verilmeye başlanmıştır.
İkinci en önemli mizah gazetesi Hayal, Teodor Kasap tarafından 1872 yılından itibaren yayımlanmaya başlanmış ve aynı yıl kapanmıştır. Bu gazetede, her konuyu latifeye dökerek eleştiren yazılar yayımlanmıştır. Bu gazetenin
yerine çıkan Çıngıraklı Tatar ise fazla yaşayamamıştır. 1873 yılında çıkmaya
başlayan Latife adlı bir diğer mizah gazetesi, her nüshada bir karikatür yayımlamasıyla okur üzerinde etkili olmaya çalışmıştır.
Bu ilk yayınları, Şafak ve Kahkaha (1874) adlı iki mizah gazetesi takip etmiştir.
1875 yılında Geveze (Tevfik Bey çıkarmıştır) ve Meddah adlı iki mizah gazetesi daha yayımlanmaya başlamıştır. Bunlardan Meddah, sadece 1,5 ay yaşayabilmiştir. Gazetenin adının meddah olması, kitle iletişim araçlarının sözel
kültürün geleneklerini etkin bir şekilde kullanmaya çalıştığını göstermesi açısından ilginçtir. Türk mizah basınının kurucularından Mehmet Tevfik Bey’in
1876 yılında çıkardığı Çaylak adlı bir diğer mizah gazetesinde ise daha çok
edebi nitelik taşıyan mizah yazıları yayımlanmıştır.
Halk tiyatrosunun bir diğer geleneği Karagöz adıyla, Halit Bey tarafından
bir mizah gazetesi yayımlanmıştır. Bu, Osmanlı dönemi basını, mizahı ve geleneksel tiyatro türleri arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bir diğer kanıttır.
İlk bilim/fen gazeteleri: Hadika ise Osmanlı’daki ilim ve fen içerikli süreli
yayınların öncüsü olma niteliğine sahiptir. Basiret, ise 1869 yılından itibaren
hükümetin isteği ile yayın hayatına katılmıştır.
64
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
İlk mahalli gazeteler: Bu arada(1870’lerde) merkez dışında vilayetlerde çıkan "Girit, Konya, Hüdavendigar, Ankara, Aydın, Edirne, Diyarıbekir, Rumeli,
Yemen, Seyhan, Fırat, Tuna, Suriye, Selanik vb." başlıklı gazeteler, yerel basın tarihi kadar, yazılı kültür tarihi açısından da önemli koleksiyonlardır.
İlk tiyatro gazetesi: 1874’te tiyatro alanıyla ilgili olarak yayımlanmaya başlayan ilk gazete, Tiyatro’dur. Bu gazete, Türkiye’de tiyatronun etkinliğini göstermesi açısından anlamlıdır. Agop Baronyan Efendi tarafından 18 sayı çıkarılabilen Tiyatro’nun açılış kapağında bir Karagöz muhaveresine yer verildiği
ve karikatürlerle süslendiği görülür.
İlk magazin gazetesi:1874 yılında ilk magazin gazetesi, Medeniyet yayımlanmaya başlamış ve üç yıl yaşamıştır. Gazeteden çok bir mecmuayı andıran
bu süreli yayını, Türkiye’de resimli neşriyatın babası sayılan Arif Bey çıkarmıştır. Türkiye fotoğrafçılık sanatının (1856 yılında, ilk profesyonel stüdyoyu
İstanbul’da açan kimyager Rabach’ın çırakları) ilk dönemindeki önemli isimleri Abdullah Biraderler, gazetedeki fotoğrafların hazırlanmasında katkıda bulunmuşlardır (Fotoğrafçılık sanatını Türkiye’deki gelişimi için bkz. Nuhoğlu ve
Çolak 2002:933-943). Gazetede o zamanın ricalinin fotoğrafları ve yaşam hikayeleri yayımlanmıştır. Bu gazete ile birlikte, bir de eğlence nüshası/eki
okurlara verilmiştir.
2. Dergiler:
Türk dergicilik tarihinin başlangıç dönemindeki süreli yayınların daha çok
"tıp, fen, eğitim, askeriye, denizcilik, fikir ve edebiyat" alanlarına özgü olduğu
görülür. Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesinden sonra yayımlanan dergilerden bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
Vakayi-i Tıbbiye (1850), Mecmua-i Fünun, Mir’at (1862), Mecmua-i Askeriye (1864), Mecmua-i İbretnüma (1865), Mecmua-i Maarif, Ayine-i Vatan
(1866), Mecmua-i Ulum, Sıhhatnüma, Tuhfetü’l- Tıb(1867), Ravzatü’l Maarif,
Dağarcık, Ceride-i Tıbbiye-i Askeriye (1871), Cüzdan, Mazbutülfünun(1872),
Dolap, Armağan, Sandık, Çanta, Hayat, Revnak, Kasa, Asarı Perakende, Kırk
Ambar, Öteberi, Mecmua, Çekmece (1873), Medeniyet(1874), Keşkül, Cihan, Muharrir (1874), Derme Çatma, Medrese-i Edeb (1877), Yadigar(1878),
Maariften Bir Seda (1879), Arkadaş, İbni Sina, Hafta (1880), Bahriye-i edebiyat ve Mütenevvia-i ulum ve Hikayat ve Mudhikat (1881).
"Dolap, sandık, çanta, keşkül, kırk ambar, kasa, cüzdan hayat, öteberi,
çekmece, derme çatma" gibi sözel kültür ve gündelik yaşamla ilgili unsurların, yazılı kültürün temel alanlarından olan dergicilikte kullanılması, okur kitlesinin dikkatini çekme amacı taşıdığı da açıktır. (Osmanlı dönemi basını
hk.bkz. Selim Nüzhet 1931; Ekinci 2002: 675-680; Göçgün 1992:379-391;
Ercilasun 1992: 424-442).
Yukarıdaki değerlendirmeler, resmi bir nitelikle başlayan yazılı basının, zamanla çeşitlendiğini (içerik, biçim bakımından), renklendiğini ve yaşamın her
65
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
alanına nüfuz etmeye, dahası sözel gelenek ve aktörlerin yerine talip olmaya/sahip olmaya başladığını ortaya koymaktadır. Yazılı basın geleneksel sözel
kültürü yok edip, kendi yarı-yazılı/yarı-sözel kültürünü egemen kılmaya çalışmıştır.
II. Meddahlık ve kitle iletişim araçları araçları arasındaki ilişki:
a.Kitle iletişim araçlarının klasik meddahlık geleneği üzerindeki olumsuz
etkileri:
Yukarıda aktarıldığı üzere Tanzimat Fermanı’nın öncesinde ve sonrasında
yapılan siyasi, idari, mali düzenlemeler ile eğitim ve özellikle basım ve yayıncılık alanında gerçekleştirilen reformlar, Osmanlı kentli toplumun (İstanbul)
sözel kültür yapısında çözülmelere neden olmuştur. Örneğin, Yeniçeriliğin ilgasıyla birlikte, sahiplerinin çoğu yeniçeri ağası olan İstanbul kahvehanelerinin önemli bir bölümü kapanmıştır. Geriye kalan kahvehanelerden bazıları da
çalgıcı ya da semai kahvehanelerine dönüşmüştür. Ayrıca yeni dönemin cafe,
tiyatro gibi mekanları, sözel kültürün sarmaladığı kahvehanelerin müşteri sayısında azalmalara neden olmuştur. Bu 19.asır meddahlarının, en önemli icra
ortamlarından birinin ortadan kalkması ya da farklı biçim ve içeriğe sahip olması anlamına gelmekteydi.
Aynı şekilde eğitim alanındaki düzenlemeler, kentlerdeki okur ve yazar sayısını artırmaya başlamıştır. Bu, dinleme ve konuşma üzerine kurulu sözel düzeni sarsmış, meddahlar başta olmak üzere sözel kültür aktörlerinin etkisizleşmesine sebep olmuştur. 1860-1870 yılları bir taraftan Osmanlı kentli yaşamında gazetelerin yaygınlaşmaya, diğer taraftan da başta meddahlık olmak
üzere pek çok sözel kültür geleneğinin etkisizleşmeye başladığı bir dönemdir.
1840’la başlayan ve yaklaşık yirmi yıl süren, biri resmi ve diğeri yarı-resmi iki
gazetenin biçimlendirdiği hazırlık döneminden sonra, Osmanlı toplumu İbrahim Şinasi, Agah Efendi, Namık Kemal gibi öncü şahsiyetlerin çıkardığı siyasi, fikri, edebi yanı ağır basan gazetelerle tanışmıştır. Bu gazeteler sayesinde
yeni fikir ve edebiyat akımları (Fransız İhtilali’nin ve Romantizm akımının doğurduğu vatan, millet, hürriyet vb. kavramlar...), toplumu yazılı kültür temelinde değiştirmeye başlamıştır. Sözel ve sınırlı haberleşme sistemlerinin işlevini, gazeteler üstlenerek, haberi ve bilgiyi daha bağımsız hale getirmişlerdir.
Gazeteler, böylelikle Batı kökenli yazılı kültür ideolojilerinin Osmanlı toplumuna yerleştirilmesinde etkili olmaya başlamışlardır. Bu arada çıkmaya başlayan
tıp, fen, ziraat, baytarlık, maliye gibi konuları işleyen mesleki süreli yayınlar,
Osmanlı toplumunun ve ahilik temelinde örgütlenen geleneksel zanaat kesiminin dışında, yeni kesimlerin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Bu dönemde
çıkarılan ekler ve haftalık gazeteler sayesinde, kadınlar ve çocuklar, okur kitlesi olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Böylelikle, eril bakış açısıyla sözlü
kültür temelinde kurgulanan Osmanlı toplumsal düzenindeki çözülme ve dönüşümler, hızlanmış ve yaygınlık kazanmıştır.
66
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Kitapçılık alanında, özellikle taşbasmacılığı tekniğinin yaygın olarak kullanılması ile birlikte yazmacılık sisteminin sınırlayıcı, seçkinci ve tekelci yaklaşımları aşılmaya başlamıştır. Roman, öykü, tiyatro gibi yeni anlatım türleri
kapsamında basılan ve ucuz olarak satılan kitaplar, klasik edebiyatın nazım,
sözel edebiyatın kentlerdeki hikaye alanındaki hakimiyetine son vermiştir. Bu
dönüşümde, yeni türlerde kaleme alınmış eserlerin bölümler halinde gazetelerde tefrika edilmesi etkili olmuştur. Belirli ve farklı türde bir okur kitlesinin
(gerçek anlamda ilk okur kitlesinin) yaratılmasından sonra, yeni türlerde kaleme alınmış eserler, müstakil kitaplar halinde yayımlanmaya başlamıştır.Yeni ve yazılı formda anlatım ürünlerinin ortaya çıkması, sözel anlatım aktörü
meddahların dinleyici kitlesini yavaş yavaş kaybetmesine de neden olmuştur.
Benzer durumla, Cumhuriyet döneminde 1950’lerden sonra, kırsal kesimin
sözel kültür aktörleri olan aşık hikayecilerin karşı karşıya kaldıkları görülmüştür. Osmanlı kentli sosyo-kültürel yaşamında, özellikle de İstanbul’da, bu dönüşüm, 19.asrın son çeyreğinde gerçekleşmiştir.
Osmanlı devlet adamlarının ve üst bürokratlarının, klasik edebiyatın yanında, nadir de olsa sözel kültür aktörlerini himaye ettikleri, pek çok kaynakta
belirtilmiştir. Padişahlar, saraylarında medddahlar başta olmak üzere geleneksel anlatım ve gösterim geleneğinin ustalarının gösteriler yapmasına izin vermişlerdir. Pek çok padişahın sarayında görevli nedim ve mukallidler bulunmaktadı(Nutku 1997). 1800’lü yılların başından itibaren üst yönetici kesimin
Batılı yöndeki tercihleri yüzünden, geleneksel anlatım ve gösterim aktörleri,
önemli hamilerini kaybetmeye başlamışlardır. Saraylarda opera, operetler, bale gösterileri, yabancı tiyatro topluluklarının oyunları sergilenmeye başlamıştır. Bu dönüşüm, Tanzimat sonrası dönemde iyice hızlanmış, sarayda kurulan
tiyatro binalarında oyunlar oynanmaya başlamıştır. 19.asrın başında, Yeniçeri ağalarının patronajlığını da kaybeden meddahlar, sözel kültürün hala egemen olduğu kıyı mahallelere sığınmaya başlamıştır.
Osmanlı aydınının sözel kültür karşısındaki tutum ve davranışlarında, dönemler değişse de benzerlikler bulunmaktadır. Batılılaşma öncesindeki aydınlar, Arap ve fars kökenli unsurların sarmaladığı dünyası içinde sözel kültürü
yok saymıştır. Bu tutum nedeniyle, ne kırsalın Oğuz Kağan Destanı, Dede
Korkut ve Köroğlu Hikayeleri gibi romantik ve epik anlatılar sunan aşıklarına,
ne de kentin Bilgiç Subaşı, Hançerli Hanım, Billur Köşk Masalları gibi realist
hikayeler anlatan meddahlarına ilgi göstermiştir. Batılaşma adlı sürecin başlamasından sonra da Osmanlı aydınları, genelde Batı medeniyeti (temelde
Fransız kültürünün) penceresinden dünyayı algılamış ve değerlendirmiş, İslami ve Doğu dünyasına ait yaratıları(Hamzaname, Battalname, Şehname, Danişmendname, Binbir Gece Masalları, Kırk Vezir Hikayeleri, Leyla ile Mecnun
vb.) anlatan kentlerdeki sözlü kültür aktörleri olan meddahlara kayıtsız kalmıştır. Ahmet Mithat, Ahmet Vefik Paşa gibi aydınlar bu yargının dışında tutulmalıdır. Ancak onların da medahlık geleneğine ait anlatıları ve anlatım tekni-
67
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
ğini, yazılı kültür geleneğine uyarlayarak okur kitlesi yaratmaya çalıştıkları ve
böylelikle klasik meddahlık geleneğinin okur-yazar meraklı kitlesini farklı kültür bağlamına taşıyarak sözel kültürün etkisizleşmesine neden oldukları söylenebilir.
Osmanlı kentli toplumunun yazılı kültür temelinde yeniden kurgulanması,
anlatım ve gösterim geleneklerinin biçim ve içeriklerinde değişmelerin yaşanmasını da beraberinde getirmiştir. Doğu ve İslam anlatıları ile realist İstanbul
hikayelerini kullanan dramatik anlatıcılar olan meddahlar, yeni dönemin veya
toplumun ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmiştir. Yeni dönemde, farklı aktör, biçim, tür ve içeriklerin (romancı, gazeteci, tiyatrocu; roman, öykü, gazete, tiyatro, bale; vatan-hürriyet kavramları, ıslahat düşüncesi, batılılaşma vb.)
yer aldığı yeni bir anlatım ve gösterim dünyası kurulmaya başlanmıştır. Ne
yazık ki yeni dünya da meddah gibi eski olarak nitelenen aktörlere yer yoktur. Keza, 19. asır meddahların büyük bir bölümünün "kültür ve eğitim açısından pek parlak olmadığı" (Nutku 1997:145) düşünüldüğünde, böyle bir dönüşümün olanaksızlığı da ortadadır.
Tanzimat sonrası dönemde hızlanan kentli yaşamdaki dönüşümden, eskinin geleneksel kentli kurumları da etkilenmiştir. Cami, tekke, bedesten, hamam, hane ve sokak arasında kurgulanan dini-etnik mahallelilik anlayışındaki çözülmeler, meddahlık gibi sözel geleneklerin ömrünü de belirlemiştir. Yazılı kültürün en önemli kurumlarından biri olan ilk öğretim okullarının, kentlerdeki mahallenin ve kırsal kesimin sözel kültürü üzerindeki etkisi, sanıldığından
daha güçlüdür.
Kentli Osmanlı toplumunun mizahı ve geleneksel tiyatro türleri, 18601870’li yıllarda yoğunluk kazanan Batı tiyatrosu ve mizah gazeteciliği alanındaki çalışmalardan olumsuz yönde etkilenmiştir.Bu dönemdeki gazeteler ve
dergiler, Batı tiyatrosu geleneği kapsamındaki eserleri (Şair Evlenmesi, Vatan
yahut Silistre başta olmak üzere; Batı edebiyatlarından yapılan tercümeler,
Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Mithad Efendi’nin uyarlamaları, telif tiyatro eserleri) tefrika ederek, yerleşik ya da gezici tiyatro topluluklarının programlarını ve
onlarla ilgili haberleri yayımlayarak, geleneksel tiyatro türlerini yeren, Batılı tiyatro geleneğini savunan yazılara sayfalarında yer vererek, böyle bir sonucun
ortaya çıkmasında etkili olmuşlardır. Osmanlı tiyatrosunun yaratılamasında
geleneksel türlerden de yararlanılması fikri dahi, dönemin heyecanı içinde,
şiddetli şekilde eleştirilmiştir.
Litaifnameler dışında, nedim, lafebesi, mukallid, meddah, karagözcü, ortaoyuncu gibi adlarla anılan sözel kültür aktörlerinin egemenliğindeki Türk mizahı, 1868 yılından itibaren yeni aktörlerin farklı formdaki ürünleriyle zenginleşmeye ve değişmeye başlamıştır. Batı tarzı tiyatro geleneğinin komedi türündeki çeviri, uyarlama eser ve gösterilerle birlikte, Teodor Kasap Efendi,
Tevfik Bey ve Halit Bey’in öncülüğünde çıkarılmaya başlanan mizah gazete ve
degileri, Osmanlı mizahına farklı boyutlar kazanmıştır. Yukarıda belirtildiği
68
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
üzere, önceleri ciddi gazetelerin (Terakki gibi) hafta sonunda dağıtılan mizah
ekleri, daha sonra müstakil haftalık gazete ve dergiler halinde yayımlanmaya
başlamıştır. Diyojen’le başlayan mizahi gazetecilik geleneği, Hayal, Çıngıraklı Tatar, Latife, Kahkaha, Meddah, Çaylak ve Karagöz’le devam ettirilmiştir.
Hayal, Meddah ve Karagöz adlı mizah gazetelerini çıkaranlar, geleneksel öğeleri kullanarak, sözel kültür ortamının müdavimlerini ve tutkunlarını, yazılı
kültür geleneğine çekmeyi, ya da mizah temelinde farklı türde bir okur kitlesi
yaratmayı amaçlamış olmalıdırlar. 1875 yılında "halkın gazete okumaktaki
rağbetine güvenerek" çıkardığı Meddah adlı gazetenin ilk sayısında Mehmet
Tevfik Bey amacını, "ötede beride masal söyleyip samileri güldüren meddahlar gibi, fikre ve hale muvafık gelen hikaye ve fıkralar yazmak ve onu mütalea edenlerden ne kadar rağbet görürse kalemini o kadar yormaktır" (Selim
Nüzhet 1931: 69) sözleriyle okuruna açıklamıştır.Bu sözler özetle, yazılı kültür
geleneği aktörlerinden birinin, sözlü kültürü dönüştürmek amacını ifade etmektedir. Bu arada, ciddi gazetelerdeki köşe yazılarının (ki bunlara, önceleri
"fıkra" adı verilmiştir; en ciddi konuların dahi mizahi açıdan küçük anekdotlarla, nüktelerle, halk dilinde işlendiği bu tarz gaztecilik anlayışı, günümüzde
Hasan Pulur, Çetin Altan, Selahattin Duman gibi köşe yazarları tarafından sürdürülmektedir) mizahi bağlamda sözel kültüre sık sık başvurdukları da unutulmamalıdır.
Tanzimat döneminden sonra, asrın başından itibaren İstanbul’u ziyaret
eden yabancı kumpanyalar ile İstanbul’da yerleşik tiyatroların gösterileri yoğunlaşmış (bunlardan bazıları Anadolu’ya da turneler düzenlemiş), Osmanlı
tiyatrosu kurulmuş ve gösterilerine başlamış, tiyatro alanındaki telif, uyarlama
ve çeviri eserlerin sayısı artmış, yeni tiyatro binaları kurulmuş(Beyoğlu’nda
1826’da halka açılan ilk tiyatro olan Fransız tiyatrosunu yenileri takip etmiş;
Şark Tiyatrosu, Gedikpaşa’daki Osmanlı Tiyatrosu vb.), gazetelerde sık sık
Batılı anlamda tiyatronun gerekliliğini savunan yazılar yayımlanmaya başlamış, tiyatro toplululukları cazip yöntemlerle (komedilere ağırlık vermek, kadınlı-erkekli sanatçıların yer aldığı gösteriler, müzikaller; reklamlar, promosyon-ücresiz ya da yarı fiyatına biletlerin satılması- vb.) izleyici kitlesini genişletmeye çalışmışlardır. Bu yöndeki çabalar, Osmanlı Tiyatrosu’nun kurulması
gelişmesinde de büyük katkıları olan Agop Efendi’nin 1874 tarihinde yayımladığı Tiyatro adlı gazete ile daha da yaygılık kazanmaya başlamıştır. Bütün
bu gelişmeler, Osmanlı başkentinde yazılı kültür bağlamında, geleneksel tiyatrodan farklı bir tiyatro ortamının doğmasına neden olmuştur. Ahmet Fehim, Müsahibzade Celal, Mardiros Mınakyan, Burhaneddin Tepsi, Ertuğrul
Muhsin, Raşit gibi tiyatro adamları sayesinde Meşrutiyet döneminde hızlanan
çalışmalar, Darülbedayi’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır (Şener 1998:19-43).
Bütün bu gelişmeler içinde geleneksel tiyatro türleri yer almamış, sadece bazı duyarlı tiyatro adamları tarafından hammedde olarak kullanılmıştır. "Eğitici, kalkındırıcı" işlevine de vurgu yapılarak Batı tarzı tiyatro anlayışının sosyokültürel yaşama yerleştirmeye çalışıldığı bu dönemlerde, "sadece eğlendiren,
69
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
hoşça vakit geçirten(!)" geleneksel tiyatronun ustalarına pek ilgi gösterilmemiştir. Osmanlı kentli yaşamında görülen ikilik, bu alanda da kendini hissettirmiştir. Yazılı kültür bağlamında yaşayan toplum kesimi (Yönetici, bürokrat,
aydın, asker, tüccar vb.) ile sözlü kültür bağlamında yaşayan halkın büyük bir
bölümü arasında yaşam biçimi, sanat ve eğlence anlayışlarında farklılık bu
dönemlerde de devam etmiştir. Batı tarzı oyunlar Beyoğlu’nda, geleneksel tiyatro kapsamındaki gösteriler Direklerarası’nda sergilenmiştir. Sultanahmet,
Laleli, Aksaray, Şehzadebaşı semtlerinde meddah ve karagözcüler, bir süre
daha yaşama olanağına sahip olmuşlardır. Ancak, Batı tarzı tiyatroların geleneksel tiyatrolar üzerindeki dönüştürücü etkisi gittikçe artmıştır. Nitekim
1875’lerde bu baskıların sonucunda tuluat tiyatrosu ortaya çıkmıştır. Ortaoyuncular, Batı tarzındaki oyunların konularını kendi yapılarına uyarlamışlar,
güldürmeye yönelik doğaçlama karakterini koruyarak bu ara türü yaratmışlardır (Şener 1998: 32, 40). Bu baskı meddahlık geleneğinde "anlatının gittikçe azalması, taklitlerin gösterilerde daha sık yer verilmesi, hatta gösterilerin
tamamının taklitlerden oluşması" şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu, içerik çözülmesiyle birlikte klasik meddahlığın ilke ve yöntemlerindeki dönüşüme de işaret etmektedir.
Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer konu, yazılı kültür aktör ve ürünlerinin etkili propaganda çalışmalarına(birlikte ve birbirlerini destekleyici hareket etme, tutum geliştirme) karşın, sözel kültür aktörlerinin elinden fazla bir
şey gelmemesidir. Yeninin gücü ve etkili yöntemleri, eskinin bütün çekiciliğinin zamanla unutulmasına da neden olmuştur. Toplum, özellikle de gittkçe genişleyen okur-yazar kesim, tercihini güçlüden yana kullanmıştır. Sözel kültür
de toplumsal yaşam üzerinde fazla etkili olamayan kesimler arasında yaşamaya çalışmıştır. Meddahlar saraylardan, konaklara, oradan da kahvehane ve
mahalle aralarındaki küçük icra ortamalarına taşınmak zorunda kalmıştır. Mahallenin de değişmesiyle klasik anlamda meddahlık, kültürel bir kalıntı halini
almış, yazılı kültür ya da ikinci sözel kültür bağlamında değerlendirilmeyi beklemiştir.
Gazete ve dergiler, öncelikle kendi okur kitlesini genişletmek amacıyla sözel kültürden yararlanma yolunu seçmişlerdir. Bu nedenle, İbrahim Şinasi,
Ebuzziya Tevfik, Teodor Kasap, Agop Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Filip Efendi,
Ahmet Mithat Efendi, Sıtkı Efendi, Halit Bey, Arif Bey gibi Tanzimat dönemi
aydınları, "halkın dilinde, halk adına, halka yönelik" gazete, dergi çıkarmayı
ilke olarak benimsemişlerdir. Bu ilke, sözel kültüre vurgu yapmakta, asıl
önemlisi "sözel kültürün yerine talip olunduğunun açıklanması" anlamını taşımaktadır. Gazete ve dergilerin sayfalarında, yenilerinin yanında kentli sözel
kültürün konu, ürün, motif ve dil unsurlarına yer verilmiştir. Tanzimat dönemi
aydınları, yurt içi ve dışında çıkardıkları gazete ve dergilere, "Beberuhi, Tokmak, Zuhuri, Karagöz, Hayal, Geveze, Meddah, Kırk Ambar, Kasa, Cüzdan,
Sandık, Perakende, Öteberi, Çekmece, Keşkül, Derme Çatma vb." sözel ve
70
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
gündelik kültür kökenli başlıklar seçmişlerdir (Selim Nüzhet 1931). Yazılı kültür aktörleri, böylelikle meddahlık da dahil olmak üzere sözlü kültürün pek
çok unsurunu, yazılı kültür bağlamında dönüştürmeye başlamıştır. Bu geleneksel ürünün, farklı bağlamda kullanımı ya da kendi bağlamından koparılması demekti. Böylelikle geleneksel ürün ve bağlamlarda, yazılı kültür temelinde çözülmeler(içerik ve biçim değişmeleri vb.) ortaya çıkmıştır.
1874 yılından itibaren fotoğraflı magazin türü gazeteciliğinin başlaması,
bulmacalar, hesap oyunları, eğitim, sağlık, bilim ve fen alanındaki icatları konu alan yazı ve haberler, kadın-çocuk sayfaları ve ekleri, fıkralar, mizah yazıları, yemek tarifleri, roman tefrikaları, karikatürler, mülakatlar, gezi notları vb.
pek çok unsurla zenginleştirilen gazeteler karşısında geleneksel aktörlerin anlatım ve gösterimleri çekiciliğini yitirmeye başladı.
Yukarıda birkaç paragrafta vurgulanmaya çalışıldığı üzere, Osmanlı kentli
yaşamında yazılı kültür temelinde gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşüm, geleneksel tiyatronun diğer türlerinde olduğu gibi meddahlık geleneği üzerinde de
olumsuz (etkisizleştirici, hatta yok edici etki) etkiler yapmıştır. Bu dönüşüm
öncelikle "sözel kültür bağlamlarında çözülmeler" şeklinde ortaya çıkmış, zamanla meddahlık geleneğinin tüketici kitlesinin azalmasına, tüketim ortamlarının kaybolmasına ve anlatım-gösterimlerin modasının geçmesine neden olmuştur. Siyaset, askerlik, ticaret, yönetim, kentleşme, haberleşme, fikir, sanat, edebiyat, basın ve yayıncılık alanındaki gelişmeler, özetle yaşamın yazılı
kültür temelinde yeniden kurgulanması ve işletilmesi yönündeki çabalar ve
gerçekleştirilen dönüşümler, Osmanlı kentli sözel kültürünün diğer alanlarında olduğu gibi, meddahlık geleneği üzerinde de köklü değişimler ortaya çıkarmıştır. Bütün bu gelişmelerin ve 20.asrın ilk çeyreğindeki savaş ve buhran ortamının da etkisiyle, klasik meddahlık geleneği, Türk anlatım ve gösterim tarihinin özgün bir bakiye geleneği durumuna gelmiştir.
b. İkinci sözlü kültür bağlamında çağdaş meddahların ortaya çıkışı:
Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilke ve inkılapları, daha önce de belirtildiği
üzere, yazılı kültürü toplumun bütün kesimlerini kapsayacak şekilde yaygınlaştırmak amacına da yöneliktir (Laiklik ilkesi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu1924-, tekke ve zaviyelerin kapatılması-1925-, kadın haklarıyla ilgili gelişmeler, Harf Devrimi -1928-, Millet Mekteplerinin açılması -1928- ve başlatılan
okuma yazma seferberlikleri, üniversitelerin kurulması, basın- yayın alanındaki gelişmeler-Anadolu Ajansın’nın kuruluşu, özellikle harf devriminden etkilenen gazetelerin desteklenmesi, yeni gazete ve dergilerin yayın hayatına atılması vb.-, Batı klasiklerinin çevrilerek yurt genelinde okunmasının sağlanması, halkevleri ve köy enstitülerinin kurulması vb.). Daha sonra da devam ettirilen bu reform faaliyet ve çabalarına karşın Türk toplumundaki sözel kültürün etkisi bir türlü ortadan kaldırılamamıştır. 21.asrın ilk çeyreğinde dahi "biz
nasıl bir toplumuz?" sorusuna hala hemen hemen her alanda (siyaset, ticaret,
eğitim vb.)"sözel bir toplumuz" cevabı verilebilmektedir. Tanzimat’la başla-
71
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
yan, II.Meşrutiyet döneminde gelişen ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki heyecanla Türk toplumu tam yazılı kültüre geçiş sürecini tamamlayacakken, önce
magazinel ve bulvar gazeteleri, daha sonra da işitsel(radyo; 1930’lu yıllar) ve
görsel-işitsel (televizyon; 1970’li yıllar) kitle iletişim araçlarının sözelleştirici
etkisiyle karşı karşıya kalmıştır. Batılı toplumların birkaç asırda gerçekleştirdikleri dönüşümü(sözel kültürden yazılı kültüre geçiş), Türk toplumu, Cumhuriyet dönemindeki yoğun ve bilinçli çabalar dikkate alınırsa, birkaç on yılda
başarmaya çalışmıştır. "Uzun bir kayıtsızlık döneminde kaybedilenlerin, zamanın hızla tüketildiği, hiperaktiviteninin egemen olduğu birkaç yılda giderilmesi" şeklindeki girişimler, Türk toplumunda sıklıkla görülen bir alışkanlıktır
(bu alışkanlığın son örneği AB-Türkiye ilişkilerinde gözlenmektedir). Bu nedenle Türk toplumu, yazılı kültürü içselleştiremeden, gerekli altyapıyı oluşturamadan, toplumsal aydınlanma dönemini yaşayamadan, ikinci sözel kültür
bağlamında çağdaşlığı yakalama açmazı ile karşı karşıya kalmıştır.
Osmanlı kent (özellikle de İstanbul’daki) toplumunu yazılı kültür temelinde
yeniden yapılandırılmasında önemli roller üstlenen yazılı basın olmuştur. Aynı
yazılı basın, 20.yüzyılda, çok kere "halk adına, halktan daha halkçı" bir anlayışla sözel kültürü sürdürücü bir dinamik haline gelmiştir. Özellikle çok partili yaşama geçişle birlikte "köylülük" moda haline gelmesi, iç göç gibi olguların da etkisiyle birlikte, pek çok sözel kültür unsuru, yazılı basında kullanılmaya başlamıştır. Bu durum, son yıllarda turizm ve küreselleşme bağlamında yerelliğin yeniden keşfi ile daha da yoğunlaşmış, daha uç bir tanımlama ile
"medya, yerelleşmiştir".
Vakit, İkdam ve Akşam’ı Cumhuriyet döneminin Cumhuriyet(7 Mayıs
1924), Milliyet (11 Şubat 1925) gibi ciddi gazeteleri izlemiştir. Daha sonra da
fikri, siyasi yönü ağır basan pek çok gazete dergi yayımlanmıştır. Burada sözel kültürü sürdürücü etkisi bulunan magazin, mizah ve bulvar basınının gelişimi dikkat çekicidir.
1874 yılında Arif Bey’in Medeniyet adlı gazetesi, Türk toplumundaki magazin ve bulvar basınının da ilk yayını olarak kabul edilmektedir. O tarihten
sonra pek çok ciddi gazete de, satış kaygısı yüzünden, magazin gazeteciliği
unsurlarından yararlanmaya başlamıştır. Daha önce belirtildiği üzere, kadınçocuk- sağlık vb. sayfalarını, hafta sonu ekleri, daha sonra da müstakil magazin gazeteleri takip etmiştir. Hatta pek çok ciddi gazete, zamanla magazin
gazetesine/dergisine dönüşmüştür. Önceki dönemlerde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de benzer gelişmeler yaşanmıştır. Örneğin Cumhuriyet döneminin ilk akşam gazetelerinden Son Saat, "Cumhuriyet’e hizmet amacıyla" 16
Mart 1925 tarihinde çıkmaya başlamış; 1929 yılından sonra da, bol resimli bir
magazin dergisine dönüşmüştür. Yine bu dönemin ciddi gazetelerinden Cumhuriyet’in 30 Ocak 1930’li nüshasının sayfalarında "mizah, kadın, spor, çocuk, haftalık radyo programalarına(burada,yazılı medyanın, işitsel medyayı
geliştirici etkisine dikkat edilmelidir; bu etki daha sonra televizyon için de söz
72
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
konusudur)" yer verildiği belirlenmiştir. 1930’dan sonra çıkan Son Posta ise,
siyasal boyutundan çok, "dış haberleri, karikatürleri, çizgi resimli hikayeleri,
kırmızı-siyah puntoları, köşeleri (Sabahtan Sabaha, Memleket Manzarası, Ev
Doktoru, Okuyucu Köşesi, Tarihten Sayfalar, Tiyatro Köşesi vb.), magazin haberleri, bulmacaları, şiir, roman, hikaye, deneme tefrikaları, araştırmaları,
dünya ekonomisiyle ilgili haber ve yazıları, moda ve kadın sorunlarını ele alan
ekleri, edebiyat yazıları" ile oldukça fazla bir okuyucu kitlesine ulaşmayı başarmıştır. Nuri İnuğur(1992), çeşitli nedenlerden dolayı 1931-1938 arasında
çıkan gazetelerin magazin, aktüalite roman ve hikaye türünde yazılar ile dış
haberlere ağırlık verdiklerini, özellikle de roman tefrikalarınının gazetelerin satışlarını artırdığını, pehlivan tefrikalarınının dönemin gazete sayfalarında bol
bol yer bulduğunu belirtmektedir (1992: 161-162). 1931 yılında çıkarılan
matbaa kanunuyla, "piyango, tombala gibi oyunların, lotaryanın yasaklanmış
olması, 1990’ların gazeteler arası promosyon mücadelelerinin tarihine olduğu
kadar, dönemin basın anlayışına ışık tutmaktadır.
Gerçek anlamda renkli, yüksek tirajlı gazeteciliğin, magazin ve bulvar basının Türkiye’de gelişmesinde, Sedat Simavi’nin önemli bir yeri vardır. Hande
(Almanca- Türkçe dergi; 1916), Diken (Mizah dergisi; 1918), İnci (aylık, kadın ve salon dergisi; 1919), Hanım (haftalık magazin dergisi; 1921), Dersaadet Gazetesi (1920; günlük; Sedat Simavi kendi yazı ve karikatürlerini de yayımladı), Payitaht (günlük gazete) ve Güleryüz (1921; haftalık mizah dergisi),
Resimli Gazete (1923; haftalık bol resimli gazete; 44 bin tiraja ulaşmıştır), Yıldız (haftalık aile dergisi), Meraklı Gazete (haftalık), Yeni Kitap (aylık, edebi,
aile ve salon dergisi), Bravo (bol resimli, her konudan bahseden haftalık dergi), 7 Gün (1933; kaliteli baskı tekniği ve yazıları ile 54 binlik tiraja ulaşmış,
18 yıl yaşamış Türk dergiciliğinin en uzun ömürlü ilk dergisi) adlı yayınları da
çıkaran Sedat Simavi, 1 Mayıs 1948 tarihinden itibaren başlığının altındaki
"günlük, müstakil, siyasi gazete" ibaresiyle Hürriyet gazetesini yayımlamaya
başlamıştır. Sedat Simavi,"kullanığı renkli/sonra ofset baskı tekniği ile haberi, fotoğraflarla kanıtlayan, ağır ve uzun makaleleri kaldıran, en ciddi siyasi ve
toplumsal konuları dahi halkın anlayabileceği dilde sunan, okurunun hoşça
vakit geçirmesi için çizgi romanlara sayfalarında" yer veren yaklaşımıyla, Türkiye’de yüksek tirajlı gazeteler dönemini başlatmıştır (1951’de 100 000 adetlik satış). Sedat Simavi, Türk basınının ustalarından Ahmet Mithat Efendi’nin
"halka dönük gazetecilik" anlayışını, Cumhuriyet döneminde savunarak oldukça geniş bir okur kitlesine ulaşmıştır (İnuğur 1992: 113-119, 231-236).
Aynı gazetenin iki binli yıllardaki çizgisi, genel yayın yönetmeninin "hem popüler, hem ciddi; hem renkli, hem prestijli; hem siyasi, hem hayatın her alanını kapsayan; hem ağırbaşlı, hem hercai; hem statükocu, hem de alabildiğine yenilikçi" sözleriyle açıklanmaktadır. Özetle bu sözleri "hem sözel kültür,
hem de yazılı kültür" şeklinde de yorumlamak mümkündür. Gazeteler, bir bakıma yaşamın, kültürel yapının aynasıdır. Özetle basında sözel kültür işlenmeye ve sürdürülmeye devam etmektedir.
73
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Sedat Simavi’nin açtığı yol, Haldun ve Erol Simavi tarafından devam ettirilmiştir. 1966’lardaki "bol resimli, kısa, ilginç, çarpıcı haberli, insan merkezli, magazin ağırlıklı bir gazete olan Son denemesinden sonra Haldun Simavi,
Türkiye’deki gerçek anlamda bulvar gazeteciliğinin ilk örneği olan Günaydın’ı
çıkarmaya başlamıştır(26 Kasım 1968). Veb Ofset baskı tekniği ile kokulu
olarak basıldığı için, halk arasında "Kokulu Gazete" de denilen Günaydın’ın
sayfalarını, dehşet verici, heyacan uyandırıcı iç-dış haberler, bol resimli adliye haberleri, ilginç renkli sürmanşetler, röportajlar, gezi yazıları, fotoromanlar,
çizgi romanlar, fotoğraflı magazin haberleri, geniş spor haberleri(iki sayfayı
bulan), televizyon haberleri(tam sayfa; böylelikle televizyon haberciliği bu gazete ile başlamıştır) süslemiştir. Gazete, sözel kültür-yazılı kültür aralığında yer
alan halkın büyük kesimi tarafından büyük bir ilgiyle karşılanmıştır ve gazete
kısa sürede 250-300 bin gibi dönemin en yüksek satış rakamlarına ulaşmıştır. Amerikan tabloit türündeki yayınlardan etkilenen Haldun Simavi, gazeteyi
çıkarırken muhabir ve yazarlarına söylediği "vapurda, tuvalette, banyoda, dolmuşta, kısaca her yerde okunabilecek bir gazete istiyorum, ahkam kesmek
yok" sözleri ilginçtir. Resimlerin, yazılardan çok yer kapladığı bu gazete, kısa
sürede iki kültür arasında sıkışmış kesimlerin gazetesi haline gelmiştir (İnuğur
1992- 411-416).
Günaydın’ı, Tan’ın yayımı izlemiştir. Günaydın’dan ayrılan ve gerçekte
Türk bulvar basınının kurucularından olan Rahmi Turan, birkaç arkadaşı ile
birlikte kurdukları Tan’la 700 binlere yaklaşan bir satış rakamına ulaşmışlardır. Bunda bulvar gazeteciliğinin ilkelerini ve tekniklerini kullanmalarının yanında, gazeteyi ucuz olarak satmaları da etkili olmuştur.
İnuğur(1992:469-470), 1970-1980 dönmeninde önceleri sayfalarını artırmak, ekler ve ilginç moda-magazin haberleri vermek süretiyle okur çekmeye çalışan gazetelerin promosyon furyasına (ansiklopedi, ev, araba, seyahat
bileti, top, fırın, kumaş, televizyon, oyuncak, altın, bilgisayar, televizyon, tabak, tencere vb.) dikkat çekmektedir. Bu durum, sözel kültürden yazılı kültüre geçememiş kesimlerin, farklı yöntemlerle ilgilerinin çekilmesi girişimidir.
Buna ek olarak 1960’lı yılların fikir ağırlıklı gazetelerine karşın, 1970-1980’lerin gazete ve dergileri, anarşik ortamın da etkisiyle siyaset dışı konulara ağırlık vermeye başlamışlardır. Bu dönemde bulvar, magazin, mizah dergiciliği ve
gazeteciliği büyük bir gelişme göstermiştir. Basım yayın alanındaki polika dışı kalma eğilimi, 1980’lerin ilk yıllarında da devam etmiştir.
1982 yılında, bulvar gazeteciliği alanında "Bulvar" adıyla ilk gazete "okurun hem gözüne, hem de gönlüne hitap etmek" amacıyla yayımlanmıştır(10
Ocak 1982). Bu gazete, "bol resimlerin, resimli romanların, moda haberlerinin, fal tablolarının, giysi patronlarının, dert ve sağlık köşelerinin" süslediği
sayfalarıyla, geniş halk kesimleri tarafından ilgiyle karşılanmıştır(İnuğur 1992:
482).
74
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
7 Mart 1989 yılında yayımlanmaya başlayan Bugün gazetesinin amacı,
Rahmi Turan’ın Tokmak adlı köşesindeki "Uyan ayağa kalk, artık yalnız değilsin" başlıklı yazıda şu sözlerle ifade edilmiştir: "Gazeteniz (Bugün), sizin
haklarınızı savunmak, sesinizi duyurmak, haksızlıkların, arsızlıkların tepesine
inmek için çıkıyor. Uğursuzlar, hırsızlar, ahlaksızlar, ülkedeki tüm davullar
korksun. Çünkü topmak artık sizin elinizde...Ey Millet, bundan böyle daha gür
çıksın sesin, uyan ayağa kalk, artık yalnız değilsin, boş laflara aldanıp dertli
başını yolma, olacaksan tokmak ol, sakın ha davul olma" (İnuğur 1992: 510511). Bu sözler, Türk siyaset kültürünün yanı sıra, basın kültüründeki sözel
altyapıyı da ortaya koymaktadır. Daha sonraki dönemlerde de, bol sözel kültür unsurlarıyla bezeli, yarı görsel, az yazılı, "halktan yana, haklıdan yana, çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu cesaretle gözler önüne sermek amacındaki pek
çok yiğit gazete ve dergiler" sayesinde sözel kültürün egemenliği devam ettirilmiştir.
Birinci sözlü kültürde Türk toplumu, sadece söze, çok kere de söz-müzik
birlikteliğine tutkundu. Sözlü-yazılı kültür aralığından bir türlü kurtulamayan
Türk toplumu, bu defa bol resimli, az yazılı, daha sonra da bol görüntülü
ürünlere rağbet etmeye başladı. Bu nedenle, bulvar ve magazin gazeteleri,
dergileri, fotoromanlar, çizgi romanlar, karikatür dergileri, spor gazete ve dergileri Türkiye’de en çok satılan yayınlardandır. Bu türden yayınlarda çok kere, sözel kültürün temel niteliklerinden de olan, "erilliğin gıdıklandığı" ve "şiddet öğelerinin öne çıkarıldığı" görülür. Bu tespit, Türk toplumunun günümüzdeki pek çok sorununu açıklayıcı nitelik taşımaktadır.
Diyojen’le başlayan, Aydede, Akbaba vb.ile gelişen mizah yayıncılığı(gazete ve dergiciliği), Gırgır’la olgunluk dönemine ulaşmıştır. Gırgır, son dönem
Türk mizah yayıncılığının temel okulu olarak işlev görmüştür. Burada yetişenler daha sonra Fırt, Çarşaf, Limon, Gümgüm, Leman, Lombak" adlarıyla çeşitli mizah dergileri çıkarmışlardır. Bu tür yayınlarda, sözel kültürün ve gündelik yaşamın pek çok unsuru(tip, konu, motif vb.), mizahın malzemesi olarak
kullanılmıştır (Örnek için bkz.Uran 2002). Özetle mizah dergileri, farklı formlarda da olsa, sözlü kültürü yaşatıcı etkilere sahiptirler. Son dönemin çağdaş
meddahlarından biri olarak tanımlanan, Heredot Cevdet’in(Hasan Kaçan) ve
Cem Yılmaz’ın da bu ortamdan çıkması ve tutulması rastlantı olmasa gerektir.
Gerçekte, hangi türden olursa olsun sözel kültürün egemenliğini savunan,
yazılı medyanın önemli bir bölümü gibi, radyo ve daha sonra da televizyon,
sözel kültürün araştırılmasında mutlaka göz önünde tutulması gereken temel
dinamikler olarak kabul edilmelidir. Bu iletişim araçları, yazılı medyanın da
hazırladığı zeminde, bir taraftan birinci sözel kültürden yararlanmış, diğer taraftan da ikinci sözel kültürün oluşmasını, dahası sözel kültürün devamını sağlamıştır. İletişim araçlarının bu yaklaşımında, halkın kitleselleştirilerek tüketmekle yetinen, sorgulamayan yığınlara dönüştürülmesi" fikrinin yattığı sıklık-
75
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
la dile getirilmektedir. Bu bağlamda halk, kitle iletişim araçlarının izin verdiği
ölçüde yazılı kültüre geçebilecektir. Son asrın çeşitlenen medyası için halkın,
sözlü-yazılı kültür aralığında kalmasında büyük yarar bulunmaktadır. Bu değerlendirmeler, Türkiye için de geçerlidir. 1930’lu yıllardan itibaren gerek bölgesel ve gereksel ulusal yayınlarında radyolar, sözel kültürün pek çok yaratısını (halk hikayesi, türkü, masal, fıkra, gelenek ve görenekler, inançlar, efsaneler vb.) değerlendirmişlerdir. Radyo, bir taraftan sözlü geleneğin keşfini,
yaygınlık kazanmasını ve yaşatılmasını sağlarken, diğer taraftan da sözlü gelenekteki çözülmeyi, dönüşümü, değişimi hızlandırmıştır. Aynı değerlendirmeler, 1970’li yıllardan sonra yaygınlaşan televizyon için de söz konusudur(Ayrıntı için bkz. Özdemir 2001 a, b). Medyanın bu etkili iki aracının, sözel kültürün diğer gelenekleri gibi, geleneksel tiyatro türlerini kendi bağlamlarında değerlendirdiği görülür. Bu araçlar uzun süre, özellikle yılın belirli zamanlarındaki yayınlarında (genellikle Ramazan aylarında), geleneksel tiyatronun diğer
türlerinin (Karagöz, Ortaoyunu, Kukla gibi) yanında Medahlık geleneğindeki
gösterilere de yer vermiştir. Bu tür yayınlarda, söz konusu tiyatro gelenekleri,
genellikle klasik biçim ve içerikleriyle sunulmaya, daha doğru bir tanımla yaşatılmaya çalışılmıştır. Bazı yayınlarda ise o anki gündelik yaşama özgü, acemice uyarlamalar yapılmıştır. Konu, tipleşme, teknik özellikler bakımından
klasik yapıya sadık kalmaya özen gösterilmiştir (benzer yaklaşımın tiyatro
oyunu, müzikal, sinema filmi, çizgi roman ve film, kitap formundaki yaratılarda da var olduğu belirlenmiştir). Ancak bu uyarlamalar, ne geleneği canlandırabilmiş ne de, halktan (çocuklar da dahil olmak üzere) beklenen ilgiyi görebilmiştir. Her dönemin, kendi insanıyla birlikte kendi sanatçısını da yarattığı
gerçeği, romantik kültür anlayışının etkisinde, uzun süre görmezden gelinmiştir. Radyo ve televizyonun bu tür kullanımlarla, klasik meddahlığı, yaşamın dışına itici, hatta bu yönde oluşabilecek küçük merakları da yok edici etki yaptığı, söylenebilir.
Daha önce belirtildiği mizah basını, sinema, tiyatro gibi alanlardaki faaliyetlerin de katkısıyla, radyo ve televizyonun ikinci sözel kültür ortamında,
meddah benzeri, farklı anlatım ve gösterim ustaları ortaya çıkarmaya başlamıştır. Özde sözel kültürü (birincil ya da ikincil) yaşatıcı güç olarak kitle iletişim araçları, yeni çağın meddahını yaratan temel dinamikler olarak algılanmalı ve araştırılmalıdır. Çok kere bu durum, klasik meddahlık geleneğinin,
farklı bir biçim ve içerikte yeniden canlandırılması olarak yorumlanmıştır. Ancak, ikibinli yılların halkına seslenen bu kültür aktörlerinin klasik meddahlık
hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıklarını ve bu yönde de bir eğitim almadıklarını belirterek bu türden değerlendirmelere katılmadıkları belirlenmiştir. Gösterim tekniği bakımından (tek kişilik anlatım-gösterim, doğaçlamaya başvurma, taklitlerden yararlanma, eleştirel bakış, yabancılaştırma vb.) benzerlikler
taşısa da, her dönem kendi sözel anlatım ve gösterim aktörünü yaratmış ve
yaratmaktadır.
76
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Döneminin meddahı olma gibi bir nitelemeye karşı çıkan Cem Yılmaz, bu
bağlamda mutlaka incelenmelidir. Gösterilerinde meddahın sopasını, sehpasının yerine kılıç ve koltuk kullansa da, argo ve cinsellik unsurlarını gösterilerinde sıkça başvursa da O, farklı bir kültürel bağlama ve döneme aittir. "Gösterilerinde kendini anlatan, kafasına takılanları izleyicilerle paylaşan, yaşamın
çarpıklıklarını, garipliklerini, düzenliliklerini, tekdüzeliğini, normalliğini, erotologyasını, söylen(e)meyen yanlarını" ortaya koyan biri, klasik meddahlarla
olan bütün benzerliğine karşın, farklıdır ve kendine/dönemine özgüdür. Bu
kapsamda radyolardaki dj ve vj olarak tanınan yayıncıların da, dönemlerinin
farklı biçimlerdeki lafebeleri, kıssahan ve meddahları(anlatım ustaları) olarak
işlev üstlendikleri rahatlıkla söylenebilir. Nitekim, Kadir Çöpdemir, 1990’lı yıllar radyo ortamında yetişmiş, daha sonra Ekmek Teknesi adlı diziyle televizyon ekranlarına taşınmış, Gerçeğin Ta Kendisi adlı programındaki kendine
has üslubuyla başarılı olmuş "çağdaş bir meddah"tır. Sadece ulusal değil, yerel radyolarda da benzer çağdaş "lafebeleri" dinleyicilerine hitap etmektedir.
Sözel kültürden, yarı-yazılı, daha sonra da ikinci sözlü ve sanal kültüre geçiş bağlamında kitle iletişim araçları, meddahlık geleneği üzerinde olumlu ya
da olumsuz olarak nitelenebilecek çeşitli etkiler yapmıştır.
Sonuç olarak kültür bilimci, klasik formları ve gelenekleri devri dışında
aramaktan, incelemekten ve yaşatmaktan çok, dönüşümleri, değişimleri inceleyerek elde ettiği veriler doğrultusunda geleceği yönetmeyi amaçlamalıdır.
Bu amaçla kültür bilimci, "genetik buluşların ya da gelecekteki icatların, sosyo-kültürel yapıyı biçimlendirici etkileri"ni şimdiden tartışamaya başlamalıdır.
KAYNAKLAR
Akbulut, Mustafa; "İbrahim Müteferrika ve İlk Türk Matbaası", Türkler, 14.c., 2002:
919-926.
Arıkan, Zeki; "İzmir Kağıt Fabrikası 1843-1863", Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Problemler, Araştırmalar, Tartışmalar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İst., 1998: 300-314.
Baltacı, Cahit; "Osmanlı Devleti’nde Eğitim ve Öğretim", Türkler, 11.c. 2002: 446462.
Böhme, Hartmut, P. Matussek, L. Müller; Orientierung Kulturwissenschaft, Rowohlt
Taschenbuch Varlag, Hamburg, 2002.
Ekinci, Necdet;"Türk Basın Tarihinden Kesitler", Türkler, 14.c., 2002:675-680.
Eldem, Edhem; "Batılılaşma, Modernleşme ve Kozmopolitizm: 19. Yüzyıl Sonu ve
20. Yüzyıl Başında İstanbul", Osman Hamdi Bey ve Dönemi (Yay.Hzl. Zeynep Rona),
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İst. 1993.
Ercilasun, Bilge; "Servet-i Fünun Edebiyatı", Türk Dünyası El Kitabı, TKAE Yay.
Ank. 1992: 425-442.
77
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Erdem, Yahya; "Sahhaflar ve Seyyahlar", Osmanlı, 11.c., 1999: 720-731.
Erünsal, İsmail E.; "Osmanlılarda Kütüphane ve Kütüphaneci Geleneği", Osmanlı,
1999: 699-719.
Faroqi, Suraiya; Osmanlı’da Kentler ve Kentliler(Kent Mekanında Ticaret, Zanaat
ve Gıda Üretimi 1550- 1650), Tarih Vakfı yayınları, İst., 1993.
Goody, Jack; The Interface Between The Written and The Oral, Cambridge University Press, 1987.
Göçgün, Önder; "Tanzimat Devri Türk Edebiyatı", Türk Dünyası El Kitabı, TKAE
Yayn. Ank. 1992: 379-391.
İnalcık, Halil; Osmanlı İmparatorluğu, Toplum ve Ekonomi, Eren yayınları, İst.
1993.
Kabacalı, Alpay; Türk Kitap Tarihi 1(Başlangıç’tan Tanzimat’a Kadar) , Cem Yayınevi, İst. 1989 (2.bsk.).
Kaplan, Yusuf; "Osmanlılarda Matbaa: Bir Medeniyet Krizi Sorunu", Osmanlı, 7.c.,
1999: 230-237.
Kaschuba, Wolfgang; Einführung in die Europäische Ethnologie, Verlag C.H.Beck,
München, 2003.
Kongar, Emre; İmparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Cem Yayınevi, İst, 1976.
Nuhoğlu, Hidayet; "Müteferrika Matbaası ve Bazı Mulahazalar", Osmanlı, 7.c.,
1999: 221-229.
Nuhoğlu, Hidayet ve Orhan Çolak; "Osmanlı’da Fotoğrafçılık", Türkler, 14.c.,
2002: 933-943.
Nutku, Özdemir; Meddahlık ve Meddah Hikayeleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1997
Ökmen, Mustafa; "Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de Kent ve Kentleşme",
Türkler, 17.c., 2002: 505-526.
Ong, J. Walter. Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi,(Çev.S.Banon), İstanbul, Metis Yayınları, 1995.
Özdemir, Nebi (a); "Türkiye’de Halkbilimi/Kültürbilimi- Medya İlişkisi", Türkbilig,
2001/2: 110-117.
Özdemir, Nebi (b); "Halkbilimi/Kültürübilimi- Medya", Milli Folklor, 49, 2001: 8793.
Quartaert, Donald; The Ottoman Empire 1700-1922, Cambridge University Press,
2000.
Sakal, Fahri; "Osmanlı Ailesinde Kitap", Osmanlı, 11.c., 1999: 732-738.
78
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Selim Nüzhet; Türk Gazeteciliği (1831-1931) Devlet Matbaası, İst. 1931.
Şener, Sevda; Cumhuriyet’in 75 Yılında Türk Tiyatrosu, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1998.
Timur, Taner; Osmanlı Kimliği, Hil yayınları, İst. 1986.
Timur, Taner; "Osmanlı ve Batılılaşma", Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ans.
İletişim Yay., 1.c.:139-152.
Toprak, Zafer, İ.Ortaylı ve N. Sakaoğlu; Salı Toplantıları: Anatomi Dersleri, Osmanlı Kültürü/ Osmanlı’da Kültür Kurumları, Yapı Kredi Yayınları, 1995: 150-173.
Toth, Istvan György; Literacy and Written Culture in Early Modern Central Europe,
Budapest, 2000.
Turan, Şerafettin; Türk Kültür Tarihi, 2.bsk., Bilgi Yayınevi, Ankara, 1994.
Uran, Sinan; "Leman Dergisi’nin Kültür Bilimi Açısından İncelenmesi", Hacettepe
Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Türk Halkbilimi Anabilim Dalı (Danışman:
Doç. Dr.Nebi Özdemir) Lisans Tezi, Ankara, 2002.
Weber-Kellermann, Ingeborg, A. C. Bimmer, S. Becker; Einfürung in die Volkskunde/ Europäische Ethnologie, Verlag J.B. Metzler, 2003.
79
MİTTEN MEDDAHA TÜRK HALK ANLATILARI ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
80