boş bir - Yeni Dünya İçin Çağrı

Transkript

boş bir - Yeni Dünya İçin Çağrı
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
OCAK/ŞUBAT 2014/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X167
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
2014 yılının ilk sayısı ile merhaba.
2013 yılı hem acıların hem de mücadelenin
yoğun olarak yaşandığı bir yıl oldu. 2013 yılına
damgasını vuran en önemli olay kuşkusuz Gezi
Direnişi idi. Gezi Direnişinin yankıları henüz
sürerken 2013 yılının son günlerinde Türkiye,
“Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” adı altında
egemenlerin yeni bir iktidar dalaşına sahne
oldu. Cemaat ile Milli Görüş arasındaki kavga
karşılıklı hamlelerle kıyasıya sürüyor. Bu sayımızın
ilk iki yazısında bu dalaşın biz işçi ve emekçiler
açısından ne anlama geldiğini irdeledik. İlgiyle
okuyacağınızı umuyoruz.
Ülkelerimizin bir diğer önemli gündemi yerel
seçimler. Bu konudaki görüşlerimizi “Yerel seçimler
ve tavrımız” başlığı altında bulabilirsiniz.
Sayfalarımızın devamında “Ustanın gerçek
hikayesi”nde RTE’nin yürüttüğü siyasetin gerçekte
ne olduğu ve kimlere hizmet ettiği detaylı bir
makale ile ortaya konuyor.
Halkların Kardeşliği sayfalarımızda Halkların
Demokratik Partisi (HDP)’ne yer verdik.
Kadın sayfalarımızda, güya esas olarak kadına
yönelik şiddeti önlemek için oluşturulan fakat
pratikte kadına yönelik şiddetin son hızla devam
ettiği Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri,
ŞÖNİM’leri ele aldık.
Panorama sayfalarında ilgiyle okuyacağınızı
umduğumuz iki değerlendirme yazısı var.
Birincisi mültecilerin “ölüm kapısı” olarak
nitelendirdiğimiz Lampedusa, ikincisi ise BM
İklim Konferansı...
Kasım ayında, bizim de panelistler arasında yer
aldığımız bir panelin notlarına yer verdik.
Geçen sayımızda bir okurumuzun “Teşhir Nasıl
Olmamalı” başlıklı çevre yazısına verdiğimiz cevap
yazısını bu sayıda okuyabilirsiniz.
Son olarak bir önceki sayıda birinci bölümünü
yayınladığımız “Bir devrimcinin anıları” başlıklı
yazının ikinci bölümünü yayınlıyoruz.
2014 yılının başarı ve mücadele dolu bir yıl olması
dileğiyle...
YDİ Çağrı
Ocak 2014 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
HUKUK MU, GUGUK MU?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
YEREL SEÇİMLER VE TAVRIMIZ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
“USTA”NIN GERÇEK HİKÂYESİ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
Keser Döner Sap Döner, Gün Gelir Hesap Döner . . . . . . . . . . . . . . . 20
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ (HDP) ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . 23
Rojava’daki mücadeleyle dayanışma kampanyası için çağrı. . . . . 29
YENİ KADIN DÜNYASI
KADINLARIN CAN GÜVENLİĞİNİN SAĞLANMASI
DEVLETİN GÖREVİDİR! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
2
PANORAMA
Avrupa Birliği’nin “ölüm kapısı”: Lampedusa! . . . . . . . . . . . . . . . . 34
Boş bir “BM İklim Konferansı” daha!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
“EKİM DERSLERİYLE GEZİ AYAKLANMASI”
PANELİNDEN NOTLAR… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 47
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
“TEŞHİR NASIL OLMAMALI?” BAŞLIKLI YAZI ÜZERİNE. . . . . . . . . . . 50
ICC’nin Tüm Üye Örgütlere İmzalamak İçin Çağrısı. . . . . . . . . . . . . 52
BİR PROFESYONEL DEVRİMCİNİN ANILARI II. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 54
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 167 · Ocak/Şubat 2014 • ISSN 1301692X167 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11
12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected]
gündem
CEMAAT MİLLİ GÖRÜŞ SAVAŞI BÜYÜYOR!
OPERASYONLAR VE KARŞI OPERASYONLAR
AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE!
Hükümetin hazırlıksız yakalandığı bu operasyonu, başta başbakan
RTE olmak üzere AKP, “devlet içinde paralel devlet olarak
yapılanmış bir işbirlikçi çetenin Türkiye’ye karşı dış güçler adına
gerçekleştirdiği bir operasyon” olarak değerlendirdi ve derhal karşı
operasyona girişti.
17
Aralık günü başlayan, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen “Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” kapsamında gözaltına
alınan toplam 91 kişiden 26’sı tutuklandı. Tutuklananlar arasında; İçişleri Bakanı Muammer Güler’in
oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın
oğlu Kaan Çağlayan, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan ve iş
adamı Reza Zerrab
da bulunuyor.
Operasyon
kapsamında gözaltına
alınan iş adamı Ali
Ağaoğlu, Fatih belediye Başkanı Mustafa Demir ve Erdoğan
Bayraktar’ın
oğlu
Abdullah Bayraktar,
nöbetçi
mahkeme
tarafından tutuksuz
yargılanmak üzere
“denetimli” olarak
serbest bırakıldı.
Hükümetin
hazırlıksız yakalandığı bu operasyonu, başta başbakan
RTE olmak üzere AKP, “devlet içinde paralel devlet
olarak yapılanmış bir işbirlikçi çetenin Türkiye’ye
karşı dış güçler adına gerçekleştirdiği bir operasyon”
olarak değerlendirdi ve derhal karşı operasyona giriş-
ti. Alelacele çıkarılan bir kararname ile herhangi bir
operasyona giren savcıların bunu başsavcıya ve bulundukları alanın en büyük mülki amirine bildirme
zorunluluğu getirildi.
Ardından emniyet içinde zaten başlatılmış olan
Gülen cemaatinin gücünün kırılması operasyonuna
hız verildi. “Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” içinde yer alan onlarca
emniyet şube müdürünün görev yerleri
değiştirildi. Altına
hakim olamadığı görülen İstanbul Emniyet Müdürü görevinden alındı. Yerine
yeni bir Müdür atandı.
Emniyet ve yargı
içinde örgütlü Gülencilerin bu operasyona cevabı yeni,
daha geniş bir “rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” için düğmeye basmayı denemek biçiminde geldi. Operasyon
başlarken medyaya servis edilen “bilgi”ler üzerinden
kamuoyu oluşturuldu. Hükümet kanadının buna cevabı “adli kolluk” olarak talep edilen polis gücünün
savcının isteğini yok sayması biçiminde geldi. Ope-
3
gündem
4
rasyonun düğmesine bazen savcı, isteğini yerine getirmeyen emniyet görevlilerine karşı da soruşturma
başlatacağını açıkladı. Ardından İstanbul başsavcısı
kendine danışılmayan hiçbir işlemin yapılamayacağını hatırlatan bir açıklama yaparak, operasyon savcısını açıkça uyardı.
Baş döndürücü bir hızla gelişen çatışmada aynı gün
Ankara’da TCDD de Hızlı Tren ihalelerinde büyük
yolsuzluk yapıldığı suçlaması ile soruşturma açıldığı
haberleri medyaya yansıtıldı; hatta kimi kanallarda
flaş haber olarak TCDD Genel Müdürünün gözaltına alındığı haberleri yayınlandı. Bunlar sonradan
tekzip edildi. Ankara Cumhuriyet başsavcısı TCDD
konusunda bir araştırma yapıldığını onayladı ve fakat bu konuda çıkan bütün gözaltı,
operasyon vb. haberlerin gerçekle
ilgisi olmadığını
açıkladı. Soruşturmanın gizliliğine işaret etti.
Paralel olarak
aynı günün sabahında oğulları İstanbul’daki “rüşvet ve yolsuzluk
operasyonu”nda
tutuklanan İçişleri Bakanı Güler’in
ve Ekonomi Bakanı Çağlayan’ın
istifa haberleri geldi. Her iki bakan da soruşturma
konusunda hiçbir suç ve sorumlulukları olmadığını,
operasyonun “Türkiye’ye karşı, Türkiye’nin çıkarlarına karşı, hükümeti zayıflatmak için, içte uzantıları
olan dış kaynaklı bir operasyon olduğu”nu, soruşturmanın selameti açısından istifa ettiklerini açıkladılar.
Öğleden sonra, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan
Bayraktar, NTV‘nin canlı yayınına telefonla bağlanarak, kendisinin soruşturma konusu olan suçlamaları
bütünüyle reddettiğini, bu bağlamda yaptığı bütün
işleri başbakanın bilgisi ve talimatları doğrultusunda
yaptığını belirterek, bakanlıktan ve milletvekilliğinden istifa ettiğini açıkladı.
Bayraktar açıklamasında ayrıca kendisine istifası
ve Erdoğan’ı rahatlatmak üzere bir deklarasyon yapmasını isteyen iki zarf geldiğini, kendisine baskı yapıldığını, bunu kabullenemeyeceğini de açıkladı ve
başbakanı da istifa etmeye çağırdı.
İlginç olan odur ki, Bakanlar Kurulunda 10 yeni
bakanın atanması ile açıklamanın yer aldığı 25 Aralık tarihli Resmi Gazete sayısında Bayraktar’ın istifa
etmediği, “başbakanın teklifiyle görevinden bakanlık
görevinden alındığı” açıklandı.
25 Aralık’ta gece yarısı RTE, Cumhurbaşkanı
Gül’ün de onayını alarak bakanlar kurulunda 10
bakanlığı kapsayan, AKP’nin bütün iktidar dönemindeki en büyük kabine revizyonunu açıkladı. Bu
revizyonda “rüşvet ve yolsuzluk” operasyonunda suçlamalara hedef olan 4 bakanın yanında, 6 bakanlıkta
daha seçimlerle ilgili yapılması zaten beklenen kimi
değişiklikler yapıldı. En önemlisi de, Başbakanın şimdiye kadarki danışmanlarından
meclis dışından
Efkan Ala İçişleri
Bakanlığına getirildi.
Bütün bu operasyonlar ve karşı
operasyonlar gösteriyor ki, Gülen
cemaati ile AKP
hükümeti , en başta da RTE arasındaki koalisyon bozulmuştur, kılıçlar
çekilmiş ve devlet içinde iktidar
kavgasında bunlar
kanlı bıçaklı bir mücadeleye girmiştir. Gülen cemaati RTE yi, RTE Gülen cemaatini –şimdilik- gözden
çıkarmışa benzemektedir. Bu it dalaşı önümüzdeki
günler ve aylarda da sürecektir.
Savaşın perde arkasında ne var?
İkisi de İslamcı olan Gülen cemaati ile Milli Görüş
arasında bir süredir yaşanan kavga, iktidar savaşı; savaşa yeni boyutlar eklenerek sürüyor.
Cemaat ile Milli Görüş arasında var olan çelişmeler,
önce “one minute” ve Mavi Marmara olayında açıkça
ortaya çıktı. Her iki olayda da hükümet üyelerinin sürekli olarak saygı duyduklarını ifade ettikleri “Hoca
efendi”, ABD ve İsrail ile ilişkileri bozabilecek bu gibi
eylemleri “hayırlı” olmadığı eleştirilerini getirdi. Yargı ve emniyette Gülencilerin egemen olduğu kesimin
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı PKK ile Oslo’da yapı-
Gülen cemaati ile Milli Görüş çalma, çırpma, rüşvet konusunda, birbirlerinden bir farkları yoktur.
Gülen cemaati “yolsuzluk operasyonu” ile iktidar
mücadelesi yürüttüğü RTE hükümetini yıpratmak/
devirmek istiyor. Gerçekte yolsuzluğa karşı mücadele
amaç değil. Yolsuzluk hükümeti yıkmak, yıpratmak
için araç olarak kullanılıyor.
Bu ülkede çalma­dan, rüşvet almadan, dolandırmadan vb. siyaset yapmak zaten mümkün olarak görülmüyor. Çalmak, rüşvet almak, dolandırmak; ücretli
kölelik sistemine dayalı sömürü sisteminin kaçınılmaz yol arkadaşıdır. “Gemisini yürüten kaptandır!”,
“Bal tutan parma­ğını yalar!”, “Su akarken testini dolduracaksın!” gibi özlü sözler egemenlerin kültürlerinde çok önemli bir yere sahiptir.
Şantaj da bu kültürün önemli
unsurlarından birisidir. Birbirlerine şantaj yoluyla geri
adım attırmak konusunda bayağı iyi çalışıyorlar. Son günlerde
birbirlerini seks kasetleriyle vurmaya
çalışan­
lar tam da
kültürlerine uygun
davranıyorlar!
Entrika da bunların
kültürünün
önemli parçalarından
biridir. Ecdatlarından
devralınmıştır. Bu konuda da ecdatlarına layık işler
yapmışlardır, yapmaya devam
ediyorlar.
Yalan, dolan, dolandırıcılık da bunların kültürünün parçasıdır. Bu konuda da yoktur birbirlerinden farkları.
Bunların kültüründe beddua da var!! Gülen karşılıklı gelen açıklamaların birinde ağır beddua etti!!
Şöyle dedi.
“Hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gi­
denler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm
atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar... Allah
onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, bir­
liklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, ön­
lerini kessin, bir şey olmaya imkân vermesin. O kadar
diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tah­
rik edildi, o kadar o ‘twit’lerde o mel’un düşünceler bir
yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim.
gündem
lan görüşmeler nedeniyle sorgulamak istemesi sürecinde bu çelişmeler iyice sertleşti. Bu aslında cemaatin RTE’ye karşı yönelttiği açık bir saldırı, bir “uyarı”
idi. RTE ve hükümet buna bir kararname ile cevap
verdi. MİT‘ten kişilerin sorgulanmasını başbakan
iznine bağladı. AKP bu noktadan itibaren Gülen cemaatinin iktidar ortaklığı ile yetinmediğini, iktidarı
istediğini görerek tedbirler geliştirmeye, emniyet ve
yargı içinde cemaatin gücünü kırmaya yöneldi. Yandaş medyada “paralel devlet” ten, “jüristokrasi”den,
(Yargı aristokrasisi ya da yargı vesayeti) yargının
hukuksuz işler yapmaya başladığından vs. söz edilmeye başlandı. Son dönemde Hükümetin cemaatin
önemli gelir kaynaklarından biri ve Türkiye’deki
kadro devşirme okulları konumunda
olan dershaneleri kapatma projesiyle kavga daha da büyüdü.
Dershanelerin kapatılma
girişimine karşı Gülen
RTE’ yi ve AKP’yi bir
medya kampanyası
ile açıkça teşhire
yöneldi.
Ağustos
2004 tarihli MGK
kararında RTE ve
Gül’ün “ıslak imzaları” belgesi piyasaya sürülerek, RTE ve
AKP’nin “dik durma”
iddialarının boş olduğu
gösterilmeye çalışıldı. Gülen medyası ile AKP yandaş
medyasında tam bir savaş başladı. Karşılıklı kasetler sürüldü piyasaya. Kirli çamaşırlar ortaya dökülmeye başlandı.
17 Aralık operasyonu ile Gülen cemaati bu kez AKP
hükümetini en zayıf ve halk desteğini en fazla sarsacak noktadan vurmaya yöneldi: Rüşvet ve Yolsuzluk!
Önce Erdoğan’ın en yakınındaki dört bakana yöneldi
darbe. Arkadan gerisinin geleceğinin de işaretleri verildi. Bu artık iktidar dalaşında geri dönüşü neredeyse imkansız olan bir noktaya gelindiğinin, karşılıklı
savaş ilanının işareti idi, işaretidir.
İki tarafta kılıçları çekmiş durumda. Bu savaş hükümet içindeki Gülen/Milli Görüş koalisyonunun
kendi içindeki iktidar savaşıdır.
Yürüyen savaşta her şey mubah olarak görülüyor.
Rüşvetten, şantajdan seks kasetlerine varana kadar
her silah kullanılıyor.
Bu ülkede çalma­
dan, rüşvet almadan,
dolandırmadan vb. siyaset
yapmak zaten mümkün olarak
görülmüyor. Çalmak, rüşvet
almak, dolandırmak; ücretli
kölelik sistemine dayalı sömürü
sisteminin kaçınılmaz yol
arkadaşıdır.
5
gündem
Şimdiye kadar demediğimi dedim.”
Başbakan RTE da bu bedduaya şu karşılığı verdi.
“Bu alçaklıktır, şerefsizliktir, namussuzluktur, ah­
laksızlıktır. Hem ‘dindarım’ diyeceksin, hem de gözü­
nü kırpmadan, üstelik en iğrenç biçimde masum in­
sanlara iftira atacaksın. Yazıklar olsun. Ne yaparsanız
yapın, bu dine zerre kadar zarar veremeyeceksiniz. Bu
din azizdir. Kitabımız korunmuştur. Bu alçaklıkları
yapanları, bunlara sahip çıkanları, bunlara kol kanat
gerenleri tek tek bulacak hukuk önüne çıkaracağız.”
(www.t24.com, 21 Aralık 2013)
Savaşın sonucu ne olacak?
Görünen
bir
süre daha iktidar savaşının
sertleşerek süreceğidir. Savaş sertleşecek,
fakat sonunda
iki tarafta uzlaşmak zorunda kalacaktır.
Birbiri ile savaşarak iktidarı
kaybetmektense,
uzlaşarak
iktidarı
paylaşmayı tercih
edeceklerdir. Bu
mümkün mü?
Zor ama mümkün!
Birbirleri hakkında demediğini bırakmayan burjuva siyasetçiler, yeri geldiği zaman çıkarları gereği
uzlaşmak zorunda kalır. Geçmiş geçmişte bırakılır.
Birbirleri hakkında söylenilenler unutulur. Bunların
ilkesi Demirel’in bir zamanlar sarf ettiği şu ünlü sözdür: “Dün dündür, bugün bugündür!”
Cemaat ile Milli Görüş arasında “ılımlı Müslüman”
olma konusunda, bu konuda izlenilen siyaset açısından bir fark yoktur. Fark iktidara kim sahip olacak,
iktidar kimin çıkarını koruyacak farkıdır. Bu farklılığın iktidarı bütünüyle kaybetme tehlikesi baş gösterdiğinde uzlaşmaya dönüşeceği açıktır.
Cemaat Milli Görüş’e, Milli Görüş cemaate
tercih edilemez!
6
Reformizmin, oportünizmin kötü ünlü ehven-i şer
tercihi, kötünün içinde biraz daha az kötü olanı tercih etme tavrı; bu iktidar savaşında da görüldü. AKP
hükümetini ne olursa olsun yıkmak isteyenler, siyaseti bu olanlar; şimdi umutlarını cemaat/hükümet
savaşına bağlamış durumda. Belki cemaatin yaptığı
“yolsuzluk operasyonu”nda hükümet yıpranır ve yıkılır. Şimdi burjuva muhalefet buna umut bağlamış
durumda. Bunun için cemaat şimdi gerçekten de yolsuzluğa ve rüşvete karşı savaş yürütüyormuş gibi görülüp gösteriliyor.
Biz cemaat ile Milli Görüş arasındaki iktidar dalaşında ve bu dalaşı kendi iktidar mücadelelerinin
aracı olarak kullanmaya
çalışan CHP-MHP
gibi partilerin
iktidar dalaşında taraf değiliz.
Bizim tarafımız
bellidir: Devrim
ve
sosyalizm
mücadelesi!
Şimdi ellerini ovuşturarak
Gülen/Milli görüş iktidar dalaşını izleyen ve
güya yolsuzluk
ve rüşvete karşı olan MHP ve
CHP’nin kendileri boğazlarına
kadar bu sistemin olmazsa olmazı olan rüşvet ve yolsuzluk batağının içindedirler. Yoktur AKP den, Gülen cemaatinden farkları.
Gülen cemaati ile Milli Görüş arasında, birini diğerine tercih etmeyi gerektirecek, CHP ve MHP’yi bunlara tercih etmeyi gerektirecek hiçbir farklılık yoktur.
İktidar savaşı yürütenleri, iktidara kim sahip olacak
kavgası yapanları, işçiler, emekçiler tercih etmemelidir. Bizim tercihimiz işçilerin, emekçilerin kendi
iktidarını kurma tercihidir. Bu iktidarı kurmak için
mücadele etmek, örgütlenmektir.
Görev egemenler arasındaki iktidar mücadelesinden bağımsız sınıf mücadelesini örgütlemek, yükseltmektir.
26.12.2013 ✓
güncel
HUKUK MU,
GUGUK MU?
Olan gerçekte yolsuzluğa ve rüşvete karşı mücadele vs. değil!
Varlığından hiç kuşku duymadığımız, Türkiye’nin herkesin bildiği gizi
olan, rüşvet, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma, yiyicilik vb. aslında
cemaatin AKP ile giriştiği “kimin dediği olacak?”, “iktidar kimde”
mücadelesinde, Tayyip’in cumhurbaşkanlığını önleme mücadelesinde
kullanılan bir araç yalnızca!
Y
ine herkesin ağzında “hukuk”, “hukuk devleti”,
“hukukun üstünlüğü” sakızı. Tayyip hükümetine karşı Gülen cemaatinin emniyet ve yargıdaki
örgütü üzerinden başlattığı 17 Aralık operasyonu
ertesinde bu sakız şimdilerde daha sık çiğneniyor.
Şişirip patlatıp, yeniden çiğniyorlar. Egemenlerin iktidar dalaşında bu dalaşın bütün tarafları kendilerinin hukuku, hukuk devletini, hukukun üstünlüğünü
savunur görüp gösterirken, hasımlarını hukuksuzluk
yapmakla suçluyorlar. Olan aslında Türkiye’de her
zaman iktidar mücadelesinde bir araç olarak kullanılan hukukun, yani gerçekte guguk olan hukukun,
bugün de aynı biçimde kullanılmasıdır. Yalnızca kullananlar değişmiştir, guguk guguk olarak kalmıştır.
17 Aralık operasyonu ve ertesinde hukuk adına yapılanlara kısaca bakalım:
17 Aralık’ta Gülen cemaatinin yargı içindeki uzantıları, iki yılı aşkın süredir sürdürdükleri takip, izleme
vb. ertesinde topladıkları (ne kadarını kendilerinin
imal ettiklerini hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz)
deliller temelinde hazırladıkları dosyalardan üçünü
aynı anda piyasaya sürüyor. AKP hükümetinin üç
bakanının oğullarının da içinde bulunduğu onlarca kişi yine Gülen cemaatinin polis içindeki örgütü
tarafından gözaltına alınıyor, sorguya götürülüyor.
Bu olurken aynı anda medyada dosyanın içeriği yayınlanmaya başlıyor. Söz konusu olanın Türkiye’nin
şimdiye kadar yaşadığı en büyük rüşvet ve yolsuzluk
operasyonu olduğunu medyadan hep beraber öğreniyoruz. Bu bağlamda en sağlam “bilgiler!” Gülen medyasında!
İki yıldır sürdürülen çalışmadan Gülen cemaati
haberdar, fakat soruşturmayı yürüten savcının bağlı
olduğu başsavcı bihaber!
Soruşturmanın gizliliği güya evrensel hukuk kuralı, ama dosya içeriği operasyon başlamadan belli gazetelerin, gazetecilerin elinde!
Zanlının suçluluğu mahkeme kararıyla ispatlanana, hüküm giyene kadar suçsuz kabul edilmesi, hukuk dilinde “masuniyet karinesi” ilk andan itibaren
yok. Medya polisle birlikte gidiyor gözaltılara. Gözaltına alınanlar en baştan teşhir ve mahkum ediliyor
halkın gözünde.
Yani Guguk! Guguk..
Olan gerçekte yolsuzluğa ve rüşvete karşı mücadele vs. değil! Varlığından hiç kuşku duymadığımız,
Türkiye’nin herkesin bildiği gizi olan, rüşvet, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırma, yiyicilik vb. aslında
cemaatin AKP ile giriştiği “kimin dediği olacak?”,
“iktidar kimde” mücadelesinde, Tayyip’in cumhurbaşkanlığını önleme mücadelesinde kullanılan bir
araç yalnızca!
Hükümetin buna cevabı ne oluyor? Derhal bir yönetmelik değişikliği yapılıyor! Bundan böyle savcılar
bir soruşturmaya başladıklarında bunu başsavcıya ve
bulundukları alanın en yüksek mülke amirine bildi-
7
güncel
recekler!
Yapılan bu yönetmelik değişikliği, kağıt üzerinde
güya bağımsız üç güçten biri olan yargının yürütmeye karşı sorumlu hale getirilmesi, ona bağlanması
anlamına geliyor! Diğer yandan bu değişiklik yürürlükteki kanuna da, anayasaya da ters! Ama olsun! Söz
konusu olan “Türkiye’ye karşı darbeyi engelleme” olduğuna göre olur böyle ufak tefek guguklar. Burası
Türkiye guguk devleti!
Cemaatin guguğu varsa, AKP’nin de kendi guguğu
var…
Düne kadar guguğu Türkiye’de Kemalist bürokrasinin, en başta
da ordunun iktidarına, “askerin
vesayeti”ne karşı
mücadelede ortaklaşa
kullananlar,
şimdi
kendi aralarındaki iktidar dalaşında guguğu
birbirlerine karşı
işletiyor!
Peki askeri vesayete karşı mücadelede yer yer
haklı olarak hukukun çiğnendiği konusunda
itiraz
getiren
CHP, MHP ne
yapıyor? Onlar cemaat/AKP çatışmasında kendilerine bir pay düşer umuduyla, cemaatin hukuksuzluklarına sahip çıkarken, AKP’nin hukuksuzluklarına,
yiyiciliğine, rüşvete, yolsuzluğa bindiriyor. Devlet
içinde düne kadar şikayetlendikleri F tipi örgütler
birden unutuluveriyor! Dün dündür! Ve “hafızayı beşer nisyan ile maluldür!”
Savaş sürüyor!
8
Yönetmelik değişikliği kimi Kemalist meslek örgütleri tarafından yürütmeyi durdurma talebiyle
Danıştay’a taşınıyor.
Genel geçer burjuva hukuk kuralları açısından yürüyen bir dava söz konusudur. Devlet organlarından,
yasama, yürütme ve yargı kurumlarından hiçbir müdahale olmamalıdır. Müdahale suçtur.
21 kişilik HSYK 13 kişi ile toplanıyor. Sekiz üye
Danıştay karanından önce açıklamayı yapıyor: Yönetmelik değişikliği anayasaya ve yasaya aykırıdır!
Yürüyen bir davaya açıkça müdahale! Guguk yani!
Bu arada başbakan açıklama yapıyor! Elimden gelse
HSYK’yı dağıtırım diyor. Guguk yani!
İstanbul’da ikinci bir dalga haberi medya üzerinden yayılıyor. Kimlerin neyle suçlandığı çarşaf çarşaf
yayınlanıyor. Soruşturmanın gizliliği? Hadi canım
siz de ..Guguk yani!
Soruşturmayı yürüten savcı hakim kararıyla gazetelerde isimleri yayınlanan zanlıların göz altına alınması için emniyete emir gönderiyor. Bu emrin yerine
getirilmesi yasal
zorunluluk. Bu
arada ama İstanbul emniyeti
hükümet tarafından Gülencilerden temizlenme ateşi içinde
hallaç pamuğu
gibi atılmıştır.
Savcının emrine
kemse uymuyor.
Guguk yani!
Ardından söz
konusu
savcı,
adliye önünde
basın açıklaması
yapıp, engellendiğini söylüyor.
Başsavcı onu
yalanlıyor. Savcı görevinden alınıp yerine başkaları
atanıyor. Guguk üzerine guguk yani…
Danıştay hükümetin “Adli Kolluk Yönetmeliği”nde
yaptığı değişikliğin yürütmesini durdurdu. Yani kanun uygulanacak! Ama kanunda ayrı bir adli kolluk
yok! Yani yargı gerçekte yürütmeye bağlı ! Her zaman
olduğu gibi. Guguk yani! Gücü olanın dediği olacak!
Yarın ne olacağı belli değil. Guguğun egemenliği,
hukuk adına gugukun uygulanacağı kesin olan tek
şey !
Hukuk devleti isteyen, hukukun üstünlüğünü savunan egemen sınıfların kendi içindeki it dalaşının
parçası olmaksızın, gerçek demokrasi için, halkın iktidarı için, devrim için mücadele etmelidir!
28.12.2013 ✓
güncel
YEREL SEÇİMLER
VE TAVRIMIZ
Burjuvazinin iktidarı şartlarında da yapılan seçimlerin mümkün
olan en demokratik biçimde, temsiliyette adaleti sağlayan, mümkün
olduğunca verilen hiç bir geçerli oyun, verildiği amaç dışında
kullanılmasını engelleyen bir seçim sistemi temelinde yapılmasının
mücadelesini vermeliyiz.
Y
erel seçimlere start verildi. Çalışmalar başladı.
Seçim atmosferine yavaş yavaş giriyoruz.
Yerel seçimler de, bütün seçimlerde olduğu gibi,
halk kendi yöneticilerini seçmesi için sandık başına
çağrılacak. Kapitalizmde seçimler gerçekte sömürü
sisteminin sürdürülmesinin halkoyuna dayandırılarak “demokratik meşruiyet“inin sağlanması için vardır. Seçimler yoluyla sömürü düzeninin özünde hiç
bir değişiklik yapmak mümkün değildir. Burjuvazi
eğer böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığını görürse, seçimler yoluyla iktidarını gerçekten kaybetme
tehlikesini görürse zaten seçim yapmaz.
Burjuvazinin iktidarı şartlarında yapılan seçimler işçilerin emekçilerin temel sorunlarını çözemez.
Seçimlerde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik propagandamızda; “Burjuvazinin egemen olduğu şartlarda
seçimler özde bir şey değiştirecek olsaydı, yapılmazlardı“ düşüncesini, özde değişikliklerin ancak işçi ve
emekçi yığınların kendi iktidarları şartlarında olacağını, bunun devrim gerektirdiğini merkeze koymalıyız.
Burjuvazinin iktidarda olduğu şartlarda komünistler açısından seçimler, eğer bu seçimlere işçilerinemekçilerin katılması, oy kullanması yönünde çağrı
yapılıyorsa, sonuçta işçi sınıfı ve emekçi yığınlar arasında komünist, sosyalist, devrimci düşüncelerin etki
alanını ölçmek için, işçi ve emekçilerin siyasi olgunluk derecesini ölçmek için bir araçtır. Daha fazlası
değil.
Komünistler seçimleri, komünist faaliyet açısından
dikkate almalı, her seçimi içinde bulunulan somut
şartlara göre değerlendirmeli, seçimlere katılınıp katılınmayacağı, katılanacaksa nasıl katılanacağını değerlendirerek uygun taktiği belirlemelidir.
Seçim ortamları halkın burjuvazi tarafından -kendi çıkarları bunu gerektirdiği için- en fazla siyaset
içine çekildiği, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde
ve arasında da siyaset üzerine en yoğun konuşulduğu ortamlardır. Bu ortam komünist düşüncelerin işçi
sınıfı ve emekçiler içinde propagandası için, aydınlatma ve örgütlenme faaliyeti için fırsatlar sunar. Bu
fırsatlardan maksimum yararlanmak komünistlerin
görevidir. Hangi taktik kullanılırsa bu ortamda komünist düşünceler daha yoğun bir biçimde halk içine
taşınabilir?
Bütün komünist faaliyette temel sorun, işçi sınıfı
ve emekçiler içine komünist düşünceleri, alternatifi,
burjuva düşüncelerle çatışma içinde taşımak, işçi sınıfının ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme seviyesini yükseltmektir. Hangi taktik bunun için daha
elverişli şartlar yaratır?
*Burjuvazinin iktidarı şartlarında da yapılan seçimlerin mümkün olan en demokratik biçimde,
temsiliyette adaleti sağlayan, mümkün olduğunca
verilen hiç bir geçerli oyun, verildiği amaç dışında
kullanılmasını engelleyen bir seçim sistemi temelinde yapılmasının mücadelesini vermeliyiz.
Bu şu demektir:
Her şart altında, 18 yaşını doldurmuş her vatandaşın seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu, serbest,
9
güncel
10
genel, eşit oydan; gizli oy- açık seçim ilkesinden yanayız.
Her türlü baraja karşıyız.
Seçilenlerin, seçenlere seçimler arasındaki dönemde de hesap verme yükümlülüğü olduğu ve seçmenlerin seçtiklerini iki seçim arasındaki dönemde de geri
çağrılabilecekleri, yerine yeni birini seçebilecekleri
bir sistemden yanayız.
Bunun için seçmenlerle adayları mümkün olan en
sıkı bağ içinde olabilecekleri dar bölgelerden yanayız.
Bunun ötesinde, seçmenlerin siyasi iradelerini tespit edilen bir süre için (dört yıl/beş yıl) bütünüyle
seçtiklerine devrettikleri sistemlere karşıyız. Seçimler arasındaki dönemlerde de bütün önemli projelerde
doğrudan ve tam bilgilendirme temelinde seçmenlerin oyuna başvurulduğu, referandumlar sisteminden,
doğrudan demokrasi unsurlarının sistem içine en geniş biçimde yerleştirilmesinden yanayız.
Bu temel düşüncelerden yola çıkarak
Mart 2014’de yapılacak yerel seçimler
konusunda
değerlendirmelerimiz ve
bu değerlendirmeler
temelinde izleyeceğimiz taktik şöyle olmalıdır:
*Mart 2014’deki yerel seçimler, yalnızca yerel yönetimler
açısından değil; yerel
seçimlerin hemen ardından gelecek olan
iki seçim için de bir test olarak -hakim sınıfların kendi içlerindeki iktidar mücadelesi açısından- belirleyici önemdedir.
*AKP yaptığı bir yasal değişiklikle esasında merkezi yönetimden yerel yönetimlere geçişte bir adım attı.
Hükümet henüz Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik
Şartını imzalamadı. Fakat yapılan yasal değişiklikle
sayısı 16‘dan 29’a çıkarılan Büyükşehir’lere, merkezden bağımsız olarak kendi topladığı vergileri kullanma hakkı verildi. Bu Büyükşehirler açısından esasında özerk yönetim yönünde atılmış bir adımdır. Gidiş
bu yöndedir. Bu çok önemlidir. Türkiye’de esasında
bugüne kadar ki aşırı merkeziyetçi sistemin çözülmesi yönünde atılan bir adımdır bu. Büyük şehirlerde
yaşayan nüfus Türkiye nüfusunun çoğunluğudur. Bu
yüzden bu yerel seçimlerde Büyük şehirlerin yönetimini kimin alacağı daha fazla önem kazanmıştır.
*Yerel seçimlerde % 10 barajı yoktur. Anda geçerli
olan yasaya göre: “İl genel meclisi ve belediye meclisi
üyelikleri için yapılan seçimlerde %1 baraj uygulamalı
nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise
çoğunluk sistemi” geçerlidir. “İl genel meclisi seçimleri
için her ilçe bir seçim çevresidir.” “Belediye başkanı ve
belediye meclisi üyeleri seçimleri için her belde bir se­
çim çevresidir.” “Büyükşehir belediye başkanının seçi­
minde seçim çevresi Büyükşehir belediye sınırlarından
oluşur.”
Yerel seçimlerde kullanılan sistem, anda genel seçimlerdeki sistemle karşılaştırıldığında temsiliyette
adaleti sağlama açısından biraz daha iyidir, fakat yine
de bu yeterli değildir.
Yerel seçimlerde seçim sistemi konusunda somut taleplerimiz
şunlardır:
-İl genel meclisi ve
belediye meclisi için
yapılan
seçimlerde
var olan % 1 barajı
kaldırılmalı, hiçbir
baraj olmaksızın nispi temsil sistemi geçerli olmalıdır.
-Belediye Başkanlığı seçimlerinde ise,
çoğunluk sistemi iki
turlu çoğunluk sistemi olarak işletilmelidir. Birinci turda %
50+1 i hiçbir adayın kazanamaması halinde, en çok
oy alan iki adayın katıldığı ikinci tur yapılmalıdır.
-Bu talepler bu Mart’taki seçimlerde pratik olarak
gerçekleştirilme imkanı olmasa bile, seçimlerde bu
düşüncelerin yaygınlaşması için propagandası yapılmalıdır.
*Yerel Seçimler bugünkü güç dengesinde egemen
sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşı olarak geçecek; esas olarak AKP ile AKP karşıtları cepheleri
arasında bir yarış yaşanacaktır. Burjuva muhalefet
partileri kendi cephelerini genişletip, karşı cepheyi
daraltmak için daha çok bir Anti Tayyip cephesi ile
seçimlere girmek istemektedir. Fakat AKP’yi bölme
çabalarının bir ürün vermesi bir umut ve hayalin
eder. Yoksullara bu hizmetleri ücretsiz sunmayı hedefler.
*Trafik siyasetinde toplu taşımacılığı ilerletmeyi;
kişisel özel araba trafiğini azaltmayı hedefleyen bir
siyaset izler.
* Her türlü ayrımcılığı kendi siyasetinde dışlar; bunun için en başta kadın erkek eşitliğine yönelik somut
“pozitif ayrımcılık” tedbirleri alır. Belediye işlerine
işçi almada % 50’lik kadın kotası vb. uygular.
Tek dilde değil, belediye sınırları içinde konuşulan
bütün dillerde imkanlar ölçüsünde belediye hizmeti
sunar; Tüm“ötekileştirilen”ler lehine pozitif ayrımcılık tedbirleri alır.
*Belediye hizmetlerini sunarken, dayanışmacılık
ruhunu, gönüllü hizmet ruhunu geliştirir, teşvik eder.
* Çevrenin korunmasını, yaşanabilir bir çevre yaratılmasını en önemli
işlerinden biri olarak
kavrar. Bütün projelerinde bu meseleyi çıkış noktası olarak alır.
Kısa süreli başarı değil, kalıcılık, gelecek
kuşaklara yaşanabilir
bir çevre bırakmak
belirleyici önemdedir.
Seçim propagandamızda, bu propagandanın merkezinde, şu
veya bu somutta aday
da göstersek, bir adaya oy vermeye çağrı
da yapsak, seçimlerle temel sorunların çözülmesinin
mümkün olmadığı, esas meselenin halkın iktidarını
kurmak olduğu düşüncesi durmak zorundadır. Seçim
dönemi yığınların siyasete en açık olduğu dönemlerden biridir. Bizim seçim çalışmamızın merkezinde,
şu veya bu adaya oy verme çağrısı yaptığımız durumlarda da, her zaman demokratik devrim propagandasını yaygınlaştırmak, gerçek demokrasi konusunda görüşlerimizi yaygınlaştırmak durmalıdır. Bir
devrimci insanın belediye başkanlığına veya belediye
meclisine aday olması, onun seçim kürsüsünü- seçilmesi halinde içinde yer alacağı kurumu- örneğin demokratik belediyecilik nasıl olabilir, nasıl olmalıdır
düşüncesini savunmak; yaygınlaştırmak için kullanmanın bir aracı olabilir. Daha fazlası değil.
05.12.2013 ✓
güncel
ötesine geçmemektedir. AKP’de önemli bir kopma,
bölünme beklentisi boş hayal olarak görünmektedir.
Biz egemenlerin bu cepheleşmesinde cephelerin birini diğerine tercih etmeyiz. Biz ne Anti Tayyip, ne de
Tayyip cephesinin hiçbir biçimde parçası, payandası,
dayanağı olma anlamına gelen bir tavır içine girmeyiz. Hiçbir egemen sınıf partisine ve onun adayına oy
verme çağrısı yapmayız.
Hepsini somut teşhir eder, bunlara oy verilmemesi
çağrısı yaparız.
*BDP/HDP diğer burjuva partilerinden farklı olmasına, burjuva demokrasisini savunma adına
onların hepsinden ileri olmasına, Türkiye/Kuzey
Kürdistan’da gerici burjuva demokrasisine geçişte
olumlu bir rol oynamasına rağmen, sistemi devrimle yıkma hedefi olmadığı için sonuçta sistem partisi
durumundadır. Onları da parti olarak
destekleme durumumuz yoktur. Ancak
tek tek belediyelerde
gösterdikleri şu veya
bu aday, somut olarak parti programı
dışında da daha ileri
demokrasi talepleri savunuyorsa, ona destek
çağrısı yapabiliriz.
Doğrudan aday çıkarmadığımız durumda, devrimci gruplarlarla ortak aday ve
HDP adaylarını desteklemenin bizim için önkoşulu,
ortak demokratik devrimci bir platform, devrimci
demokrat bir belediyecilik anlayışıdır; bunun yanında her örgütün ajitasyon propaganda özgürlüğüdür.
Bu temelde bir eylem birliğine, devrimci pozisyonlar savunan bir BDP/HDP belediye başkan adayını da
desteklemeye hazırız.
Demokrat/Devrimci belediyecilik:
*Siyasette katılımcılığı temel alır. Açıklık ve halkın
denetimi belirleyici önemdedir. Belediyenin bütün
işleri tüm halka açık toplantılarda görüşülür. Belediye Meclis toplantıları halka açık olur, doğrudan canlı
olarak yayınlanır vs. Bütün önemli projeler halkoyuna sunulur.
*Sağlık hizmetlerini ve kültür hizmetlerini en
önemli görevlerinden biri olarak kavrar; ona uygun
davranır. Bu hizmetlerin ödenebilir olmasına dikkat
11
güncel
“USTA”NIN
GERÇEK HİKÂYESİ
‘Usta’ 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinde, işbirlikçi özel sermayeli büyük
burjuvazinin ve batılı emperyalistlerin istediği siyaseti uygulamaya başladı.
‘Usta’, iktidara geldiği ilk dönemde Avrupa Birliği ile uyum politikalarını ön plana
çıkaran bir icraat sergilemişti. Çünkü henüz güçsüzdü, Avrupa’ya ihtiyacı vardı.
4
12
Eylül 2013’te Beyaz TV’de, ‘Ustanın Hikâyesi’
belgeseli yayınlandı. “Usta’nın Hikâyesi”nde
gerçekler yoktu, hep övgüler ve bol miktarda yıkama
yağlama vardı. ‘Usta’ya dizilen övgüleri izledikten
sonra, bu yazının yazılması elzem oldu. 2002- 2011
dönemi ‘usta’nın ‘acemilik’ ve ‘kalfalık’ dönemiydi!
2011 Haziran seçimlerinden sonra ‘usta’nın ‘ustalık’
dönemi başladı! ‘Acemilik’, ‘kalfalık’ ve ‘ustalık’ kavramları bizzat ‘usta’ya ve partisine aittir. ‘Usta’nın
gerçek hikâyesini yazmaya sayfalar yetmez. Onun
için gerçek öykünün kimi yönleri üzerinde durmak
istiyoruz. ‘Usta’nın hikâyesini bir de bizden dinleyin.
“Ustamız” hepimizin bildiği gibi günümüz TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. RTE ‚usta‘laştıkça
uzmanlaştı. ‚Usta‘laştıkça herşeyden anlar oldu, her
konuda fikir beyan etmeye başladı. RTE ‚usta‘laştıkça
daha da demagog oldu ve daha açık yalan söylemeye
başladı. Gezi eylemlerinde Cami‘de içki içildiğini bir
ay boyunca ağzından düşürmedi. RTE, ‚usta‘laştıkça
kendini padişah sanmaya başladı: benim bakanım,
benim valim, benim polisim vb. söylemlerinde olduğu gibi. RTE ‚usta’laştıkça gezmediği ülke kalmadı.
Türkiye ona küçük geldi, dünyaya nizam vermeye
kalktı. Şimdi “usta‘mızın” tarihi gelişimine bir göz
atalım.
‘Usta’ 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinde, işbirlikçi özel sermayeli büyük burjuvazinin ve batılı emperyalistlerin istediği siyaseti uygulamaya başladı. ‘Usta’,
iktidara geldiği ilk dönemde Avrupa Birliği ile uyum
politikalarını ön plana çıkaran bir icraat sergilemişti. Çünkü henüz güçsüzdü, Avrupa’ya ihtiyacı vardı.
Ayrıca, partisi iktidara gelmişti ama devlete henüz
egemen değildi. İktidar mücadelesinde Kemalist bürokrat burjuvazi ile mücadeleye girişti. Çok badireler
atlattı ‘usta’! Kendi iktidarına karşı geliştirilen tehlikelere karşı mücadele etti! Bürokrat devlet burjuvazisinin egemenliğini önemli ölçüde geriletti. Askeri
vesayet önemli ölçüde geriletildi. Birçok devlet kurumunda Kemalistlerin egemenliğine son verildi. Yüksek yargıda, Kemalistlerin mutlak egemenliği kırıldı,
fakat bu alanda AKP’nin kesin egemenliği de henüz
kurulamadı. İktidar dalaşı sürüyor.
‘Usta’nın iktidarına karşı girişilen hareketler bertaraf edildi. Darbe tezgâhlayanların en azından bir
bölümünün, açık darbe yanlılarının üzerine gidildi,
gidiliyor. Generaller, subaylar, onlara “hadi nerede
kaldınız” diye goygoyculuk yapan kimi sivil darbeciler hapishanelere konuldu. Ergenekon davasında ilk
kararlar verildi. Darbe tezgâhladığı ileri sürülenler
ağır cezalara çarptırıldı. Balyoz davası karara bağlandı. 28 Şubat ‘post modern’ darbesini yapanlardan
kimileri tutuklandı. Ama ölçü kaçmıştı. Kurunun
yanında yaşta nasibini almış ve ağır cezalar yemişti. ‘Usta’yı seçimle götürmeyi başaramayanlar hukuk
dışı yolları kullanmaya başlamışlardı. Görünürde
‘usta’nın hukuk dışı sisteme karşı olduğu vurgusu öne
çıkıyordu! Ama ‘usta’ darbe tezgâhlayıcılarını bertaraf etmek zorundaydı. Çünkü iktidarı tehlikedeydi.
27 Nisan 2007’de, dönemin Genelkurmay Başkanı
Yaşar Büyükanıt ‘usta’nın iktidarına muhtıra vermişti. Bu muhtıradan bir hafta sonra ‘usta’ 4 Mayıs
2007’de, Yaşar Büyükanıt ile Dolmabahçe’deki Başbakanlık çalışma ofisinde 135 dakika süren baş başa
bir toplantı yaptı. Bu buluşmada ne konuşuldu, na-
RTE: Emperyal Politikaların Hayata
Geçirilmesinde Usta!
‘Usta’ iktidara geldiğinde, komşu ülkelerle ‘sıfır sorun’politikasının hayata geçirileceğini açıklamıştı.
Sıfır sorun politikasının gerçek içeriği, Türk burjuvazisinin bölgedeki emperyal çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi, herkesle iyi geçinerek artan
ticari ilişkiler üzerinden Türk burjuvazisinin ekonomik gücünü arttırmak, dolayısı ile siyasi etki alanını
arttırmaktı. Türkiye bölgede batılı emperyalistlerin
kabullendiği “ılımlı İslam”cı bir siyasi güç olarak, İslam coğrafyasında çekim gücü, merkez olacaktı. Hedeflenen bu idi. Bu hedef bugün de AKP’nin (onun
arkasındaki Türk sermaye gruplarının, öncelikle
de kültürel olarak İslamcı/tutucu büyüyen Anadolu burjuvazisinin) Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun
“Stratejik Derinlik” kitabında formüle edilmiş hedefidir. Yapılmak istenen bir çeşit, bugünkü şartlara uygulanmış, yeni Osmanlıcılıktır. Bunda İslam,
Müslüman çoğunluklu ülkeler açısından birleştirici
ve onları merkeze koyan, millet yerine ümmeti öne
çıkaran, fakat İslam olmayan kesimlere de “toleranslı” davranan, İslam içi çatışmalarda Sünni ağırlıklı,
fakat Sünni olmayanlara karşı da çatışmacı olmaktan çok, kapsayıcı bir siyaset öngörülmektedir. Bu
yönde kimi adımlar da attılar. Örneğin İran konusunda Brezilya-İran- Türkiye üçlüsü olarak ABD ve
İsrail ile atom konusunda arabuluculuğa soyunarak,
İran’la arayı düzeltmeye çalıştılar. Bu örneğin ABD’yi
çok kızdırdı. Ve tabii olmadı. Örneğin Arap Baharı
Libya’da patladığında önce “kardeşleri” “Gaddafi”
yönetimine reform yapma çağrısında bulundular. Ve
Gaddafi yönetimine karşı bir NATO müdahalesine
karşı olduklarını açıkladılar. Sonra Gaddafi’nin kesin gidici olduğunu gördüklerinde tavır değiştirmek
durumunda kaldılar. Örneğin Suriye ile sınır konusunda olan “kadim düşmanlığı” bir kenara koyup,
Suriye Beşar Esad yönetimi ile iyi komşuluk ilişkileri
geliştirmeye başladılar. Esad kardeş ilan edildi. Arap
Baharının artçı dalgaları Suriye’ye vardığında önce
batının müdahale tehditine karşı Esad kardeşleri ile
görüşmeler yürütüp onu reformlar yaparak iktidarını
koruma ve sürdürme yönünde ikna etmeye çalıştılar. Olmadı. Örneğin Güney Kürdistan’da varlığı ret
edilen, küçümsenen defakto Kürt devleti ile iyi ilişkiler geliştirmeye yöneldiler. Bütün bu adımlar, batılı
“müttefik”ler tarafından kuşkuyla, kimi zaman açık
kızgınlıkla karşılandı. Çünkü bu adımlar “Batılı emperyalist güçlerin belirlediği” adımlar olmaktan çok,
Türk burjuvazisinin kendine relatif bağımsız bir yol
çizmeye çalıştığı adımlardı. Bağımsız bir dış siyaset,
bağımsız davranacak bir ekonomik gücü gerektirir.
Henüz buna sahip değiller. Olsalar zaten kendileri
emperyalist bir güç haline gelirlerdi. Ve en azından
bölgede emperyalist güçlerin önemli bir rakibi haline
gelirlerdi. Henüz bu durumda değiller. Olmak istiyorlar, o yönde çaba sarfediyorlar. “Komşularla sıfır
sorun”lu bir dış siyaset, ‘usta’nın dış siyasetidir. Bunda bir değişiklik yoktur.
Ancak Ortadoğu gibi bir coğrafyada “sıfır sorun”lu
bir dış politikanın bugünkü şartlarda mümkün olmadığı da açıktır. Önce komşu olmasa da, Ortadoğu’daki ilişkilerde şimdiye kadar dost ve müttefik
ilişkileri içinde bulunulan İsrail ile ilişkiler bozuldu.
Bunda AKP’nin Ortadoğu’da soyunduğu yeni, “mazlum Müslüman kardeşlere” - somutta Filistin davasına sahip çıkar görünmesi - (one minute) ve Mavi
Marmara ertesi, İsrail’den haklı özür talebi belirleyici
rol oynadı. (Geçerken söyleyelim: diplomatik alanda
en düşmanca davranılan dönemlerde bile, ticari ilişkilerin önemli bir bölümü sürdürüldü. Ve iplerin bütünüyle kopmaması içinde çalışıldı.)
Komşu olmayan, Ortadoğu coğrafyasında önemli bir konumu bulunan Mısır ile ilişkiler, Mısır’daki
güncel
sıl bir mutabakata varıldı, kimse bilmiyor. 27 Nisan
muhtırası hakkında şimdiye kadar gereken yapılmadı. ‘Usta’, Yaşar Büyükanıt’a dokunulmasına şimdiye
dek gerek görmedi.
‘Usta’ ağzını her açtığında, ‘halkın efendisi değil,
hizmetkârı’ olduğunu anlatıyor. ‘Usta’ doğru konuşmuyor. Sermayenin çıkarlarının korunması ve
burjuvazinin gelişmesi, geliştirilmesi ‘usta’nın temel
görevidir. Osmanlı padişahlarına özenen ‘usta’nın
emirleri demiri kesiyor. Tek adamın dediği oluyor.
‘Usta’ devletin tüm nimetlerinden faydalanıyor, konvoyunun geçeceği caddeler kapatılarak halka eziyet
ediliyor. Yüzlerce koruma ‘usta’nın koruyucusu ve
kollayıcısıdır. ‘Usta’nın yol güzergâhında, nutuk attığı toplantılarda, aykırı ses çıkaranlar hemen derdest
ediliyor ve kimileri tutuklanarak hapislere konuluyor. Bir eli yağda bir eli balda olan ‘usta’ ve ailesi lüks
bir yaşam sürdürüyor. 2007 yılında yaklaşık 4 milyon
dolar değerinde bir gemicik ve 2012 yılında 10 milyon
dolar değerinde başka bir gemi alarak yaşamını sürdürmeye çalışan ‘usta’nın oğlu zenginliği ile dikkat
çekiyor.’ Usta’nın kızı da yüksek ücretle (iddiaya göre
54 bin TL aylıkla) babasının danışmanıdır.
13
güncel
14
devrimci kalkışma ertesinde yapılan seçimlerde işbaşına gelen Mursi yönetimi döneminde öncesine göre
daha da sıkılaştı. Araya bir de “Müslüman kardeşler”
arası ilişkiler girdi. Mursi yönetiminin askeri darbeyle götürülmesinden sonra bu ilişkiler –şimdilik- düşmanca ilişkilere dönüştü. Burada bu düşmanlaşmanın temelinde “komşularla sıfır sorun” politikasından
vaz geçilmesi vs. yatmıyor. Mısır’da seçilmiş bir hükümetin darbeyle işbaşından uzaklaştırılmasına konulan doğru tavır yatıyor. Uzun vadede bu, “mazlum
Müslüman dünya”nın liderliğine soyunmakla bağıntılı ve sürdürülen bir tavırdır.
Komşu ülkeler bağlamında, ilişkilerde Irak merkezi
yönetimiyle ilişkilerde mezhep yaklaşımları temelinde kötüleşmeler olurken; Kürdistan bölge yönetimi ile
ilişkiler iyileşti. Bu bağlamda da Şii ağırlıklı merkezi
hükümetin kendi içindeki Sünni azınlığı tasfiyeye
kalkması belirleyici
rol oynadı.
Suriye Esad yönetimiyle
ilişkiler
ise kopma noktasına geldi. Bir zaman
kardeş ilan edilen
Esad yönetimi, Arap
Baharının artçı dalgaları Suriye’ye ulaştığında, AKP yönetiminin tavsiyelerine
uymayınca, düşman
ilan edildi. AKP hükümeti Esad yönetimini
devrilmesi
gereken “terörist” bir
rejim olarak ilan etti.
Suriye’deki iç savaşta açık taraf oldu. Burada da yine
“komşularla sıfır sorun” politikasının işlememesinin
temel nedeni Suriye’de ortaya çıkan gelişmelerdir. Ki
bu gelişmeler Türkiye’nin iç politikasında da etkileyici gelişmelerdir. Yalnızca yarım milyondan fazla
Suriyeli göçmen bile, Türkiye için Suriye politikasının gelinen yerde salt “komşu bir ülkeyle dış politika”
ilişkisi olmadığını göstermeye yeter.
Bu tavır AKP’ni dolaylı olarak İran’la da, Rusya
ile de karşı karşıya getirdi. Bu tabii her iki ülke ile
de ticari ilişkilerin sürdürülmesinin engeli değil. İzlenen Suriye politikası yer yer ABD ve diğer batılı emperyalist güçlerle AKP hükümetini karşı karşıya da
getiren bir siyaset! Siyasetin belirleyici unsuru ABD
ve batılı güçlerin çıkarlarından çok Türk burjuvazisinin çıkarları. Bunlar “genel” i itibariyle batılı emperyalist güçlerin çıkarları ile uyuşuyor ve uyuştuğu
sürece de sorun yok. Fakat uyuşmadığı yerde Batı ile
ters düşen işler de yapılıyor. Tabii güç oranında! Yer
yer aralarında kimi çelişmeler çıkıyor. Düne kadar
Esad ‘usta‘nın aile dostuydu, birlikte tatile çıkıyorlardı. Bugün ne değişti? “Esad halkına zulmediyor”
diyor. Esad halkına yeni zulmetmiyor. ‘Usta‘nın aile
dostuyken de zulüm vardı, bugün de var. Bugün olan,
Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesidir. ‘Usta’nın
iktidarı, bu dalaşın bir parçası olmak istiyor. Tüm
mesele budur.
RTE: Katletmede Usta!
‘Sıfır tolerans’ söylemini çok kullanıyordu ‘usta’. İşkenceye karşı ‘sıfır tolerans’ uygulanacaktı! ‘Usta’
bize öyle anlatmıştı.
İşkence bir devlet
politikasıydı ve sistematik olarak uygulanıyordu. ‘Usta’nın
iktidarı döneminde
de, işkencenin kimi
yöntemleri değiştirildi ama işkence
yaşamın her alanında uygulanmaya
devam edildi. İşkenceciler cazasız bırakıldı ve kimi işkenceciler terfi ettirildi,
mükâfatlandırıldı.
İşte kimi örnekler:
Festus Okey bir
göçmendi. 20 Ağustos 2007 tarihinde gözaltına
alındı. Beyoğlu Emniyeti’nde vurularak öldürüldü.
Türkiye’de yaşayan Nijeryalı göçmen Festus Okey,
Taksim’de bir gece gözaltına alındı; kötü muamele
ve işkenceye maruz kaldı. Festus Okey’in yürüyerek
girdiği İstanbul Beyoğlu Asayiş Büro Amirliği’nden
cansız bedeni çıktı.
Engin Ceber, İstanbul Sarıyer’de üç arkadaşıyla dergi dağıtırken 28 Eylül 2008 tarihinde gözaltına alındı.
Engin Ceber’e polis merkezinde işkence yapılması yeterli görülmedi. Metris hapishanesinde de Engin Ceber yoğun işkencelere maruz kaldı ve 7 Ekim 2008’de
yaşamını yitirdi. T.C tarihinde ilk defa ‘usta’nın Adalet Bakanı, Engin Ceber’in işkencede katledilmesin-
kaldı. ‘Usta’, polis şiddetinden kaçan göstericilere
kapılarını açan iş yeri sahiplerine tepki göstererek
bunun cevapsız kalmayacağını söyledi ve Twitter ve
Facebook gibi sosyal medya sitelerinin göstericiler ve
onları destekleyenler tarafından mesaj iletmek için
kullanıldığını söyleyerek bu siteleri kınayan açıklamalar yaptı. ‘Usta’ 24 Haziran 2013’te, „diyorlar ki,
polise talimatı kim verdi? Ben verdim“ açıklamasını
yaparak, polisin vahşetini ve yaşanan ölümleri sahiplendi. Polise “emirleri ben verdim” dedi. Polis vahşeti
‘usta’ tarafından ‘destan’ olarak açıklandı. ‘Usta’nın
11 yıllık iktidarı döneminde işkenceleri, işkence sonucu meydana gelen ölüm olaylarını anlat anlat bitmiyor. Bu anlatımlara sayfalar yetmiyor. Sözün bittiği bir noktadayız. İşte bu konu da ‘usta’nın gerçek
hikâyesidir.
“Faili
meçhul
kavramını ortadan
kaldırdık”
diyor
‘usta’. ‘Usta’ yine
doğru konuşmuyor.
‘Usta’nın
partisinin iktidara geldiği Kasım 2002’den
2012’ye kadar işlenen faili meçhul
cinayetlerin sayısı
145’idi.
Örneğin
Iğdır’ın Tuzluca ilçesinde 26 Ağustos 2013’te Barış ve
Demokrasi Partisi
(BDP) ilçe yöneticisi Ali Bulut elleri arkadan bağlı, ağzına cep telefonu
sıkıştırılmış olarak tavana asılmış halde bulundu.
Gezi’de öldürülenlerin bir bölümünün faili meçhuldur hâlâ. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporlarında ‘usta’ döneminin faili meçhul cinayetlerinin dökümü vardır.
Hrant Dink 19 Ocak 2007’de katledildi. Hrant’ın
öldürüleceği daha önceden devlet görevlileri tarafından biliniyordu. Agos’ta çıkan ‘Sabiha Gökçen’
haberinden sonra Genelkurmay muhtıra yayınlamıştı. Hrant, İstanbul Valiliği’ne çağrılıp MİT’çiler
tarafından ikaz edilmişti. Trabzon Emniyeti katili
de, azmettiriciyi de, Hrant‘ın nasıl öldürüleceğini de
1 yıl öncesinden biliyordu. Trabzon Jandarması cinayeti 6 ay öncesinden haber almıştı; silahın markasını
da öğrenmişti. Yani Hrant Dink, devletin ‘gözetimi
güncel
den dolayı özür dilemek zorunda kaldı.
Abdurrahman Sözen, 22 Temmuz 2009’da İzmir’in
Gümüşpala semtinde gözaltına alındı ve karakolda
öldürüldü. ‘Usta’nın kolluk güçleri, her ölüm vakasında olduğu gibi, Abdurrahman Sözen’in polisin silahını alarak intihar ettiğini iddia ettiler!
21 Ekim 2009’da Resul İlçin, Şırnak’ın İdil ilçesinde
gözaltına alındıktan sonra yaşamını yitirdi. Otopsi
raporunda başında 5 santimetrelik yarık ve vücudunun çeşitli yerlerinde çürükler olduğu saptandı.
‘Usta’nın polisleri, Resul İlçin’in düşerek öldüğünü
açıkladılar!
İstanbul Esenyurt ilçesinde 19 Kasım 2009’da “dur”
ihtarına uymadığı gerekçesiyle, polis ekibinin açtığı
ateş sonucu Alaattin Karadağ öldürüldü.
Kenan
Yılmaz,
22 Mayıs 2012 tarihinde, hakkında
yaralama
suçundan dolayı arama
kararı bulunduğu
gerekçesiyle polisler
tarafından gözaltına alınarak Sultangazi’deki Esentepe
Polis
Merkezi’ne
götürüldü.
Polis
merkezinde fenalaşan Kenan Yılmaz,
Bakırköy
Devlet
Hastanesi’ne
kaldırıldı ve yaşamını
yitirdi.
Gezi Parkı direnişi, bir grubun çevreye olan duyarlılığı ve ağaçların kesilmesini önlemek için başlamıştı. ‘Usta’nın polisi, çevre duyarlılığını sergileyen
gruba karşı yoğun biber gazı kullandı, çadırlar ateşe
verildi. Plastik mermiler kullanıldı. Hatay’da polisin
kullandığı gaz fişeğinin başına isabet etmesi sonucu
Abdullah Cömert’in öldürüldüğü Adli Tıp raporuyla kesinleşti. Ethem Sarısülük, Ankara’da ‘usta’nın
polisi Ahmet Şahbaz tarafından vuruldu. Ali İsmail Korkmaz Eskişehir’de dövülerek öldürüldü. Polis
şiddeti, dayak, tecavüz tehditleri, işkence ve kötü muamele sıradanlığını sürdürdü. Göstericilere yönelik
şiddet devam ederken, haber yapmak amacıyla orada
bulunan gazeteciler, yaralıları tedavi eden doktorlar
ve savunma haklarını üstlenen avukatlar da gözaltına alındı ve keyfi bir şekilde kötü muamaleye maruz
15
güncel
altında’ öldürülmüştü. Yargılama bir komediye dönüştürülmüştü. Komedi sonucunda, Hrant’ın katledilmesinde bir örgüt bulunamamıştı! Denilebilinir
ki, yargı ‚bağımsızdır‘, siyasi iradenin bir etkilemesi
yoktur! Öyle değildir ama öyle varsayalım…
Dönemin İstanbul valisi Muammer Güler ve Emniyet müdürü de Celalettin Cerrah’tı. Bu iki isim
Hrant’ın katledilmesinde sorumluydular. ‘Usta’nın
iktidarı, Muammer Güler’i önce milletvekili daha
sonra İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturttu. Celalettin
Cerrah, Osmaniye Valiliğine terfi ettirildi ve daha
sonra merkeze çekildi. Hrant‘ın öldürülme planlarının yapıldığı günlerde, Engin Dinç, Trabzon’da
İstihbarat Şube Müdürü idi. Polis memuru Muhittin Zenit, Engin Dinç’e bağlı olarak çalışıyordu. İkisi de, cinayeti 1 yıl öncesinden biliyordu. Bu iki zat,
Trabzon’dan tanışıyordu. Dönemin Trabzon Emniyet
Müdürü Ramazan Akyürek ve Engin Dinç birbiri ardına İstihbarat Daire Başkanlığı’na yükseldi. Dink’le
ilgili 301. maddeden suç duyurusunda bulunan Avni
Usta, Şırnak Emniyet Müdürlüğü’ne; Samsun’da katil Ogün Samast’la fotoğraf çektiren Yakup Kurtaran,
Malatya Emniyet Müdür Yardımcılığı’na getirildi.
Yargıtay’da Hrant‘ın ceza alması yönünde uğraş veren
Nihat Ömeroğlu Ombudsmanlığa atandı. Hrant’ın
öldürülmesinde şüpheli olan tüm kamu görevlileri
ödüllendirildi. Hrant’ın ölümünde şüpheli rol oynayanların, ‘usta‘ tarafından ödüllendirilmesi ‘usta’nın
gerçek hikâyesidir.
Roboski katliamı ne oldu ‘usta’? 28 Aralık 2011 günü
akşamı, Türk Hava Kuvvetleri’nin Şırnak’ın Uludere ilçesi yakınlarındaki Irak topraklarında F-16 savaş
uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 34 Kürt
vahşice katledilmişti. Dışarda ‘demokrat’ içerde otoriter bir sistemi uyguluyor ‘usta’. Suriye için ‘bir rejim
vatandaşlarını bombalar mı’ diye soruyor? Ama Kuzey Kürdistan’da, Kürtlerin öldürülmesi ve bombalanmasında bir sorun görmüyordu ‘usta’.
RTE: Hasta Mahkûmların Ölüme Terk
Edilmesinde Usta!
16
İHD Genel Merkezi Cezaevi Komisyonu’nun 10 Eylül 2013 tarihi itibariyle hazırlamış olduğu hasta
mahkûm listesinde, 154’ü ağır olmak üzere 526 hasta
mahkûm hapishanelerde bulunmaktadır. ‘Usta’nın
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba’nın “Hasta tutuklular ve hükümlülerin” durumuna ilişkin soru önergesine verdiği yanıtta, 19 Haziran 2013 tarihi itibariyle hapishanelerde
189’u hükümlü 55’i tutuklu olmak üzere sürekli hastalığı bulunan kişi sayısının 244 olduğunu açıkladı.
‘Usta’nın Adalet Bakanı Sadullah Ergin, CHP Manisa
Milletvekili Özgür Özel’in soru önergesine verdiği
yanıtta, hapishanelerde Adli Tıp’tan rapor bekleyen
14 mahkûmun öldüğünü belirtti. Hapishanelerin tıka
basa doldurulması ile yetinmeyen ‘usta’nın iktidarı,
mahkûmlar üzerindeki katmerli baskılarını sürdürmeye devam ediyor. Adalet Bakanı Haziran 2013’te
bir soru önergesine verdiği yanıtta, gelecek 5 yılda
207 yeni cezaevi yapımının planlandığını, bunlardan 75’nin inşaat, 53’ünün proje, 50’sinin planlama,
29’unun ihale aşamasında olduğunu kaydetti. Ülkelerimizin hapishane ağlarıyla örülmesinden gurur
duymalıdır ‘usta’.
RTE: Kadınlara Düşmanlıkta Usta!
‘Usta’ kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi bağlamında çıkardıkları yasalar ile övünmektedir! Kimi
yasaların çıkarıldığı doğrudur. Erkek egemen sistemini savunan, kadını ikinci sınıf insan olarak gören
‘usta’nın paradigması ve de toplumdaki egemen zihniyet değişmediği sürece, kadına yönelik şiddet önlenemeyecektir. ‘Usta’nın sistemi şiddet üzerine kurulmuştur. Hergün kaç kadının öldürüldüğünü, kaç
kadının tecavüze uğradığını okuyoruz. ‘Usta’nın kolluk güçleri, gözaltına aldıkları kadınları taciz ediyor.
Arama adı altında kadınlar çırıl çıplak soyunduruluyor. Tecavüzcülere ceza verilmesinden özenle kaçınılıyor. Tecavüz mağdurları ‘suç’lu ilan ediliyor. Kimi
tecavüzcülere ceza verilmesi, gerçek durumu ortadan kaldırmıyor. RTE ‘usta’laştıkça herşeye karışır
oldu. Kadınların yaşam alanlarına burnunu sokmaya
başladı. Kaç çocuk doğuracağına, nasıl doğuracağına, sezaryen ve kürtaj olamayacağına, karar veriyor!
Elele tutuşan kızları, erkeklerin kucağında oturanlar
diye aşağılamaktan geri durmuyor „usta“. ‚Usta’nın
yardımcısı Hüseyin Çelik, ATV’de yayınlanan bir
yarışma programında, bayan sunucunun giydiği kıyafetin aşırı olduğunu anlatıyor! ‚Usta’nın TRT’sinde
bir zat hamile kadınların sokağa çıkmamasını buyuruyor! Kadına değer vermediği yaptığı icraatlar da
açıkça görülüyor! Kadın/erkek eşitliğine inanmadığını saklamıyor ‚usta‘. İşte ‘usta’nın realitesi bu...
RTE: Basına Düşmanlıkta Usta!
Basın ve medya üzerinde baskıların had safhaya ulaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Öteki medya, cezalandırma, yasaklama, hedef gösterme, tehdit etme, korkut-
RTE: Emekçilere Düşmanlıkta Usta!
Ülkelerimizde iş kazalarında binlerce işçi ölüyor. İş
kazaları ‚usta‘nın döneminde ikiye katlanmıştır, maden kazalarını mesleğin kaderi olarak gören RTE
emek düşmanıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü(İLO),
her yıl hükümet, işçi ve işveren temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilen konferanslar yapıyor. ILO’nun
102. Konferansı 5-20 Haziran 2013 tarihleri arasında Cenevre’de yapıldı. Konferans sonucunda, Türkiye, ILO Aplikasyon Komitesi’nde kara listeye alındı.
ILO’nun kuruluş amacı işçilerin çalışma koşullarını
iyileştirmek ve hak ihlallerini engellemektir. ILO
yaptırım gücünü ülkelerin imza attığı sözleşmelerden
almaktadır. Bu sözleşmelere uymayanlar ise her yıl
Haziran ayında yapılan ILO konferansında Aplikasyon Komitesi’nin hazırladığı hak ihlalleri raporunda
ortaya çıkmaktadır. İşçi hakları konusunda, ‘usta’nın
ülkesinin sicili kötüdür. 2012’de Türkiye, sendikalar kanununun çıkmaması nedeniyle kara listedeydi.
2012’nin Kasım’ında 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu
İş Sözleşmesi Kanunu yürürlüğe girdi. Buna rağmen
Türkiye’nin ‘işçi haklarına saygı duymayan’ bir ülke
olduğu bir kez daha tescil edildi ve 2013’te de Türkiye
kara listeye alındı. Bu neyi gösteriyor ‘usta’? Sermayenin çıkarlarını koruduğunu, onların temsilcisi olduğunu gösteriyor.
‘Usta’ ekonomik başarılardan söz ediyor. Kapitalizmin geliştiği, küçük bir azınlığın zenginleştiği
doğrudur. Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak
halklarımız, zenginlikten alınan pay oranın düşmesi anlamında relatif olarak yoksullaşıyor. Alım gücü
azalıyor. Milyonlarca insan yoksulluk sınırında yaşıyor. Milyonlarca işçi asgari ücretle çalışıyor. 2002 yılında Dış Ticaret Açığı 15,5 milyar dolardı. Dış Tica-
ret açığı 2013’ün ilk altı ayında 31,9 milyar dolar oldu.
2002’de, toplam borç 221 milyar dolar idi. 2013’ün
ilk yarısı itibariyle, toplam borç 555 milyar dolara
yükseldi. 2002’de, icra dairelerindeki dosya sayısı 10
milyondu. 2013’de icra dairelerindeki dosya sayısı 20
milyonu aştı. 2002’de işsizlik % 10,3 idi. 2013’ün ilk
dört ayında ortalama işsizlik % 10,1 oldu. Kuşkusuz
işsizlik rakamları İş-Kur’a kayıtlı olanlar temel alınarak hesaplanmaktadır. Ülkelerimizde işşizliğin %20
civarında olduğu bilinmelidir. Ekonomik gelişme ile
ilgili bazı veriler böyle ‘usta’.
güncel
ma, aşağılama, engelleme saldırılarına maruz kalıyor.
Onlarca gazeteci hapishanelerde tutuluyor. ‘Usta’ hergün nutuk atıyor ve bu nutukları TV kanalları yayın
akışını değiştirerek canlı yayınlıyor. Ulusal medyanın önemli bir bölümü ‘usta’nın denetimine girmiş
durumdadır. ‘Usta’, denetimine alamadığı ulusalcı
medya üzerinde baskı uyguluyor. Gezi direnişine
destek veren onlarca medya çalışanı, gazeteci, muhabirin işlerine son verildi. Sosyalist basın üzerindeki
baskılar devam ediyor. ‘Usta’ ve adamları yazarların,
gazetecilerin işlerine son verilmesinde önemli rol oynuyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün 2013
yılı dünya basın özgürlüğü sıralamasında ‘usta’nın
ülkesi, 179 ülke arasında 154. sırada bulunuyor.
RTE: Darbeleri/Darbecileri Savunan Usta!
‚Usta‘ Mısır’daki iktidar dalaşında Mursi’ye karşı askeri darbe yapılmasına karşı çıkıyor. Darbelere karşı olma konusunda tutarlı olamıyor ‚usta‘. İyi darbe,
kötü darbe olmaz. Nerede yapılırsa yapılsın askeri
darbelere karşı çıkmak insanlık görevidir. Fikirdaşına karşı yapılan darbeye karşı çıkıyor ama kimi
darbecileri savunuyor ‘usta’. Ömer El Beşir, 1989’da
tuğgeneral rütbesiyle görev yaptığı Sudan ordusunda
kansız bir darbeyle hükümeti devraldı. Ekim 1993’te
cuntanın kendisini feshetmesinden sonra devlet
başkanlığına getirildi. Dünyaca tescilli aranan Darfur kasabı darbeci katil Ömer El Beşir, 19 Ağustos
2008’de Türkiye’de ağırlandı. El Beşir, 200 binden
fazla Müslüman olmayan Arap ve Afrika kökenli
insanın öldürdürülmesinden sorumlu tutuluyordu.
Uluslararası Ceza Mahkemesi, insanlığa karşı suç işlediği gerekçesiyle El Beşir hakkında 4 Mart 209’da
tutuklama kararı çıkartmıştı. Darfur kasabının
Türkiye’de ağırlanmasında bir sorun görülmüyordu.
Usta’nın iktidarı Uluslararası Ceza Mahkemesi antlaşmasını imzalamadı, imzalamıyor. İnandırıcı olamıyor ‘usta’.
Usta‘ 12 Eylül darbecilerinin yargı karşısına çıkartıldığını anlatıyor. 12 Eylül darbesine karşı olduğunu açıklıyor. ‘Usta‘, 12 Eylül faşist darbesinin 33.
yıldönümünde, TÜMSİAD Uluslararası Kobi Şurası
ve TÜMEXPO Genel Ticaret Fuarı’nın açılışında konuştu. Şöyle buyurdu ‚usta‘:
„Türkiye bu darbe nedeniyle çok ağır bedeller öde­
di. Sadece 12 Eylül günü ve sonrası değil, öncesinde
de Türkiye birikimlerini heba etti. Türkiye asıl büyük
bedeli 12 Eylül’den çok önce 27 Mayıs 1960 müdahale­
sinde ödemiştir. 27 Mayıs müdahalesinin karanlık bu­
güne kadar gitmemiştir. Açtığı yaralar iyileşmemiştir.
27 Mayıs’ın izleri silinmediği için 12 Eylül, 12 Mart,
28 Şubat olmuştur.“ Yaşar Büyükanıt’ın muhtırası
17
güncel
bir kenara koyuluyor. Darbe karşıtı söylemlerle, darbe karşıtı olunmuyor. Aradan 33 yıl geçmesine rağmen 12 Eylül’ün düzeni bugün de sürüyor. Neden? 12
Eylül darbesinin mimarları sadece iki general değil.
Darbe anayasası ile düzenini sürdürüyor ‚usta‘. 1982
darbe anayasasıyla gelen yüzde 10 seçim barajı, Siyasi
Partiler Yasası, aday belirleme usulü, çift başlı yargı,
Diyanet’in güçlendirilmesi, Sayıştay Kanunu, ifade
ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki kimi engeller
olduğu gibi duruyor. Ötekilere karşı düşman hukuku
uygulanıyor. Askeri vesayet geriletilmiş ama yerine
polise tanınan olağanüstü yetkiler sonucu polis vesayeti getirilmiştir.
RTE: Doğaya/Çevreye Düşmanlıkta Usta!
18
RTE ‚usta‘laştıkça kendini “çevreci” lanse eder oldu.
İstanbul’a 3. köprünün yapımı için yeşil alanın yok
edilmesi emrini verdi.
En büyük çevre düşmanı, geleceğin ipotek
altına alınması demek
olan atom enerjisine
evet diyendir. Atom
enerjisi riskini, tüpgaz
patlaması riski ile aynılaştıracak kadar demogogtur ‘usta’.
‘Usta’nın
iktidarı
ekonomik gelişme ile
övünürken, en büyük
çevreci olduğunu iddia
etmektedir! ‘Usta’nın
iktidarı doğayı korumayı temel almıyor. Osmanlı eserlerini koruyan, restore etmeye çalışan ‘usta’nın iktidarı, insanlık tarihi
ile ilgili bulguları ‘çanak, çömlek’ olarak adlandırmaktadır. Gezi direnişinde karizması çizilen ‘usta’,
iktidarı döneminde kaç ağaç dikildiğini açıklıyor.
Sorun sadece kaç ağacın dikilmesi meselesi değildir.
Çünkü sadece dikilen ağaç sayısı doğayı korumanın ölçütü değil. Erciş’te konut yapımı için kesilecek
ormanlar, sular altında kalacak olan antik kentler,
İstanbul’a yapılacak üçüncü köprü ve havaalanı, Akkuyu ve Sinop’ta yapılacak nükleer santraller gibi
onlarca yıkıcı ve tehlikeli projelere yönelim doğanın
yıkımına yol açacaktır. Doğayı koruma konusunda
gidişat her geçen gün daha kötüye doğru gitmektedir.
Kars’ta Aras nehri üzerine yapılması planlanan Tuzluca Barajı, Türkiye’deki kuşların yarısından fazlası-
nın bulunduğu ve konakladığı bir alanı yok edecektir.
‘Usta’ açısından çevre diye bir sorun yoktur. ‘Usta’nın
iktidarı, çevre duyarlılığını ekonominin önünde bir
engel olarak görmektedir. ‘Usta’ için önemli olan ekonomik gelişmedir.
RTE: Tek Tipleştirmede, Kendinden
Olmayanı Ötekileştirmede, Düşman İlan
Etmede Usta!
RTE önderliğindeki AKP iktidarının en büyük iddiası
Türkiye’de rejimi demokratikleştirme iddiasıdır. Demokratikleşmenin en önemli göstergelerinden biri,
devletin özel hayatlardan elini çekmesi, bireylerin
hayatlarını nasıl düzenleyeceklerine karışmamasıdır.
“Birey insan”ın özgürlüğüne ne kadar değer verildiği,
bir ülkede demokrasinin gelişme derecesinin ölçülmesi açısından en önemli kıstaslardan biridir. “Birey
insan” - başka birey insanların özgürlüklerine müdahale etmediğıi,
onların özgürlük alanlarına girmediği sürece
- sınırsız özgürlüğe sahip olmalıdır. Bireyin
özgürlüğü bağlamında
konuşulduğunda gelişmiş demokrasi, gerçek
demokrasi budur.
Türkiye’de bugüne
kadar siyaset “birey”
insanı değil, tek tipleştirdiği “kütle” yi temel
almış; siyasi iktidar
kimin elinde ise, o kesim kendinin doğru bulduğu
hayat tarzını “öteki”lere dayatmıştır. Devlet sürekli olarak bireylerin özgürlüklerini devlet – yani onu
kullanan, onun adına hareket eden egemenler -lehine
sürekli ve olağanüstü kısıtlamış, belirlemiştir. 2000’
li yıllara kadar siyasette kesin egemen olan kesim,
Kemalist asker-sivil-bürokrat bir elitti. Bunlar kendilerini içini „ batılılaşma“ olarak doldurdukları „modernleşme“ nin, “demokratikleşme”nin taşıyıcıları,
gerçek laiklikle ilgisi olmayan “laikçi” hayat tarzının
temsilcileri, ülkenin gerçek efendileri olarak görüyor,
öyle de davranıyorlardı. Bunlar bütün toplumu da bir
kalıba döküp kendilerine benzetmeye çalışıyorlardı.
Bunların tek tip insanı “Homo Kemalistus”tu. Anaokullarından başlayarak okunan “Ant” bu insan tipinin beyinlere kazınmasının aracı idi. Tabii ki bunun
gerçek anlamda demokrasi ile bir ilgisi yoktu. Siyasi
sistem gerçekte üzeri kaba bir parlamenter demokrasi
maskesi ile örtülmüş askeri faşist bir diktatörlük idi.
RTE önderliğinde AKP, 2002 yılı sonunda seçimlerde, Kemalist iktidarın seçim sistemininin de yardımıyla kazandığı çoğunlukla, adım adım var olan
askeri-sivil bürokrat elitin iktidarını geriletmeye başladı. Atılan bir dizi reform adımıyla gerçekten de asker- sivil bürokrasinin egemenliği geriletildi. Atılan
adımlar, öncelikle AB’ye üyelik sürecinde AB’nin de
dayattığı uyum yasaları üzerinden, yasalar düzleminde askeri faşist diktatörlükten, gerici burjuva demokrasisine geçiş yönünde adımlardı. Fakat bu adımları
atanların kendileri de aslında – burjuva anlamda da
alındığında - demokrat bir zihniyete sahip değillerdi, değiller. Bunlar için de, aynı öncüllerinde olduğu
gibi, demokrasi “rabbena hep bana” demokrasisidir.
Demokratik adımlar, kendi iktidarlarını kurmak ve
sağlamlaştırmak için gerekli ve zorunlu olduğu ölçüde iyidir. Bunun için atılır ve kullanılırlar. Fakat
iktidara yerleştikleri ölçüde, demokrasi giderek kendilerinin iktidarını tehdit etmeye başlar. O zaman,
kendilerinden olmayanlar “ötekileştirilir”, düşman
ilan edilir. Geçmişte karşı çıkar göründükleri “tek
tipleştirme” işine bu kez kendileri girişirler. RTE’ın
istediği demokrasi Homo Kemalistus‘un yerine bir
başka tek tip insanın, “Homo AKP- İslamicus”un
geçtiği bir “demokrasi”dir. En ileri noktasında bu demokrasinin varabileceği yer, zaten gericileşmiş olan
burjuva demokrasisinin de en gerici olanı, burjuva
demokrasisisinin yerleşik bir düzen olarak yüzyılı
aşkın süredir yaşadığı ülkelerdekinden çok daha geri
ve gerici olanı, faşist tedbir ve saldırıların çok daha
yoğun yaşandığı bir biçimi olacaktır.
Gezi eylemleri sırasında RTE ve onun şakşakçıları-
12.11.2013 ✓
güncel
Herkes tabii ki, kendi doğru bildiği
hayat tarzında yaşama özgürlüğüne,
evet, o hayat tarzında yaşamaya
çağrı yapma hakkına sahiptir.
Fakat hiç kimsenin, başkasının
hayat tarzını devlet üzerinden
düzenlemeye kalkma hakkı yoktur!
nın takındığı tavırlar bunu gösteriyor.
En son olarak RTE’nin başlattığı “ öğrenci evlerinde
kızlı erkekli kalma” tartışması bunu gösteriyor.
RTE kendilerinin “muhafazakâr demokrat” olarak,
genç kızların ve erkeklerin aynı evde kalmalarına göz
yummayacaklarını söylüyor. Aynı onun öncülü Kemalistlerin, mesela türbana kamuda göz yummayacaklarını söylemelerinin bir başka çeşidi bu. Yetişkin
kişilerin özel hayat alanını tek tipleştirmeye çalışma,
bunun için devlet iktidarını kullanma. Zihniyet aynı
zihniyet! Bu bağlamda, yoktur birbirlerinden özde
farkları. Birincilerle ikincilerin farkı, birincilerin
azınlık olarak çoğunluğa kendi hayat tarzlarını dayatmaları idi; ikinciler bunu çoğunluk adına yapmaya çalışıyor. Her ikisi de kendinden olmayanın özel
hayatına devlet müdahalesini gayet normal ve doğru
buluyor. Tabii bu müdahaleyi kendisi yaparsa! Demokratlık bu bağlamda kimden gelirse gelsin, bireysel haklara, özgürlüklere, özel hayata devletin müdahalesine karşı çıkmakla belirlenir.
Herkes tabii ki, kendi doğru bildiği hayat tarzında
yaşama özgürlüğüne, evet, o hayat tarzında yaşamaya çağrı yapma hakkına sahiptir. Fakat hiç kimsenin,
başkasının hayat tarzını devlet üzerinden düzenlemeye kalkma hakkı yoktur! “Demokratikleşme” nin
‚usta‘sı RTE ise tam da bunu tartışmakta, bunu tartıştırmaktadır.
“Gündem belirleme” konusunda gerçekten ‘usta’
olan RTE’nin başlattığı bu yeni tartışmadan özel kişilere ait konutlara genel devlet müdahalesi çıkmasa ve
bu tartışma bir seçim taktiğinin parçası olarak gündeme getirilmiş olsa bile, bu tartışmanın kendisi bir
zihniyeti göstermesi açısından, Türkiye/KK’da gerçek demokrasinin ancak işçilerin emekçilerin kendi
iktidarlarında mümkün olacağını gösterme açısından önemlidir.
‘Usta’nın gerçek hikâyesinin kimi yönleri böyledir. ‘Usta’nın hikâyesi kara bir tarihtir. Elbette bizler,
‘usta’nın gerçek öyküsünü anlatmakla yetinmiyoruz.
‘Usta’nın gerçek hikâyesini kitlelere anlatma ve kurtuluşun ancak sosyalizmle olacağını kavratmaya çalışıyoruz. Gerçekleri açıklama ve insanlığın gerçek
kurtuluşu için, yeni bir dünya yaratma mücadelemizi
geliştireceğiz, ilerleteceğiz. Er ya da geç, köhnemiş bu
düzene son vereceğiz. Görev; büyük insanlığın biricik umudu olan sosyalizm bayrağını daha da yükseklere kaldırmaktır.
19
güncel
KESER DÖNER SAP
DÖNER, GÜN GELİR
HESAP DÖNER
T.C hukuk devleti değil, kanun devletidir. Kanun devleti,
yöneticilerin toplum üzerindeki keyfi yönetimine dayanan bir
modeldir. Kanun devleti duruma göre değiştirilen yasalara dayalı,
bu anlamda keyfi bir modeldir. Kanun devleti, bireyin çıkarlarını
değil, devletin bekasını ön planda tutmaktadır.
B
20
aşlığa aldığımız “keser döner sap döner, gün
gelir hesap döner” sözü bir deyim. “Ne ekersen
onu biçersin“ deyimi ile eşdeğerdedir. Gün gelir, tüm
hesap ve beklentiler
tersine dönebilir. Bugün hukuktan bahseden iktidar sahipleri,
gün gelir yargılanan
olurlar, gün gelir
kendilerinin yarattığı hukuksuzluklara
da maruz kalabilirler.
Gün geldiğinde hukuk ve evrensel değerler akıllarına gelir. 17 Aralık 2013’te
İstanbul
merkezli
büyük rüşvet ve yolsuzluk
operasyonu yapıldı. Bu operasyonda, bakan çocukları, Halk
Bankası müdürü gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan 26’sı tutuklandı. Yapılan aramalarda, yatak
odalarından fışkıran milyon dolarlar, çelik kasalar,
para sayma makineleri, balya balya ayakkabı kutuları
içerisinde paralar bulundu. Operasyonun yapılış şekli
ve medyada ortaya dökülen bilgi ve belgeler sonucu,
AKP ve yandaşları evrensel hukuk kurallarını ve masumiyet karinesini hatırlamaya başladılar.
Masumiyet Karinesi Nedir?
Masumiyet karinesi
temel bir hukuk kuralıdır. Masumiyet
karinesi (suçsuzluk
karinesi) suç kesinleşmeyene
kadar
kişinin suçsuz olduğu anlamına gelir.
Herkes, adil yargılamanın asgari gereklerini içeren bir
yargılamayla hukuka
göre mahkum olmadıkça ve oluncaya
kadar, suçsuz sayılma
ve buna göre muamele görme hakkına sahiptir. (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 11. madde) Masumiyet karinesi, sadece duruşmalarda ve kanıtların değerlendirilmesinde değil, ilk soruşturma aşamasında
da uygulanmaktadır. Suçsuzluk karinesi, yargıçların
bir davada önyargıda bulunmaktan sakınmalarını
gerektirir. Bu aynı zamanda diğer kamu görevlileri-
T.C’de Masumiyet Karinesinin Pratik
Uygulamaları
AKP’nin 11 yıllık iktidarında, muhaliflere, devrimcilere, Kürt halkına, komünistlere karşı birçok operasyonlar yapıldı, yapılıyor. Bu
operasyonlar yapılırken
ve gece yarıları evlere
baskın verilirken hukukun temel ilkeleri
bir kenera koyuldu.
Yapılan kimi operasyonlar ertesinde, RTE
operasyonlar
hakkında yorum yaptı ve
masumiyet karinesini
ihlal etti. Daha yargılama başlamadan, iddianeme hazırlanmadan, hüküm
verilmeden medyada gözaltına
alınanlar suçlu olarak teşhir edildi.
T.C hukuk devleti değil, kanun devletidir.
Kanun devleti, yöneticilerin toplum üzerindeki keyfi yönetimine dayanan bir modeldir. Kanun devleti
duruma göre değiştirilen yasalara dayalı, bu anlamda
keyfi bir modeldir. Kanun devleti, bireyin çıkarlarını
değil, devletin bekasını ön planda tutmaktadır. AKP
hukuku, kanun devleti hukukudur. Devlet, millet, cemaat, vatan, ordu, bürokrasi, parti, şef, lider gibi varlıklar bireylerin mutlak anlamda üzerinde yer almaktadır. Yöneticilerin gücü devlet otoritesidir. Otoriteyi
sağlam temele dayandırmak için ekonomik kaynaklara olduğu gibi kültürel ve sosyolojik kaynaklara da
mutlak anlamda hükmetmek istiyorlar. Egemenler
ile ezilenler arasındaki bağ korku ve zora dayandırılmıştır. AKP hükümetinin en fazla ürettiği değer kor-
kudur. Bir yandan iç ve dış düşman korkusu, diğer
yandan iktidar gücünü kullanarak bir korku toplumu
yaratılmak istenmektedir. En üstün değer devlettir,
vatandır. Devlet hem hukukun yapıcısı, hem kaynağı hem de koruyucusudur. Recep Tayyip Erdoğan’ın
beyanları, emirleri, buyrukları kanunlar için önemli
bir referans olarak kabul edilmektedir. AKP hukukunda, yasaların amacı özgürleştirmek, temel hak
ve özgürlükleri genişletmek ve koruma altına almak
değil; devlete sorgulanamayan bir kutsallık atfetmek
ve devlet otoritesini bu kutsallık üzerinden topluma
hâkim kılmaktır. Devletin dostları ve düşmanları
vardır. Ötekiler “düşmandır”, “vatan hainidir” vb.
Devlet, korku mitosundan beslendiği için kendi bekasını sürdürmek için düşman üretmek zorundadır.
Sonuç olarak; uygulamaya bakıldığında,
Türkiye’de uygulanan hukuk, kanun devleti hukukudur. AKP
iktidarına karşı mücadele
edenler, başkaldıranlar
„dış güçlerin“ uzantıları
olarak değerlendirilmektedir.
17 Aralık 2013’te
yapılan
yolsuzluk
operasyonunda,
AKP, kendi bakanlarını vuran operasyon
karşısında ‘masumiyet
karinesi’ vurgusu yapıyor. Hükümet sözcüsü
Bülent Arınç, AKP sözcüsü Hüseyin Çelik, masumiyet
karinesini hatırladı. Bülent Arınç,
gözaltına alınanların sabahın beşinde alınmasına içerlenmişti. AKP sözcülerine göre yargısız
infaz yapılıyordu! Operasyondan haberlerinin olmamasına ve basından duymaları ağırlarına gidiyordu.
İnsan başına gelince hukuksuzluğun ne olduğunu
anlıyor galiba. Gezi direnişi olaylarında Abdullah
Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz öldürüldü. Gezi direnişçilerine polis Tomalarla saldırdı. Biber gazı kullanıldı. Plastik mermi sıkıldı,
pencerelerden evlerin içine gaz atıldı. Devletin terör
güçleri yeterli görülmediği için, elleri sopalı milisleri
devreye sokuldu. Yabancı öğrenciler “ajan” iddiasıyla gözaltına alındı. Atılan Plastik mermiler sonucu
insanlar gözlerini kaybetti. Biber gazı kapsülleriyle
beyin travması geçirenler, testisleri parçalananlar
güncel
ne de uygulanmaktadır. Bu hak, kamu görevlilerinin,
özellikle de savcı ve polislerin yargılama sonuçlanmadan önce sanık hakkında suçlu ya da suçsuz şeklinde açıklama yapmamaları anlamına gelmektedir.
Bu aynı zamanda kamu görevlilerinin, medyanın davanın esası hakkında açıklamalar yapmak suretiyle
davanın sonucunu etkileyecek haberler vermelerini
önlemekle yükümlü oldukları anlamını taşımaktadır. Masumiyet karinesinin tanımında herkes hemfikirdir. Ama uygulamaya bakıldığında temel hukuk
kuralı olan masumiyet karinesi bir kenera bırakılmaktadır.
Lice’de kalekolların
gölgesinde yaşamak istemiyoruz
diyen Medeni Yıldırım bir asker
tarafından vurularak öldürüldü. Medeni
‘uyuşturucu satıcısı’ olarak gösterildi!
Mahallelerini uyuşturucu ve kentsel talan
mafyalarından korumak için uğraşırken
öldürülen Hasan Ferit, çete içi
hesaplaşmanın kurbanı olarak
gösterildi.
21
güncel
22
oldu. Yakın mesafeden, hedef gözeterek yapılan atışlar yüzünden binlerce kişi yaralandı. Gaz kapsülü ile
başından vurulan Berkin Elvan’ın komalık durumu
devam ediyor. Polisin Gezi direnişçilerine uyguladığı
vahşet hakkında, RTE, polise talimatı bizzat kendisinin verdiğini ve polisin destan yazdığını söylüyordu.
AKP’nin 11 yıllık iktidarı döneminde yapılan hukusuzlukları, katliamları anlatmaya sayfalar yetmez,
yetmiyor. Sadece birkaç örnek verelim:
Uğur Kaymaz Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 21 Kasım 2004’te polisler tarafından evinin önünde vurularak öldürüldü. Uğur 12 yaşındaydı ve babası ile
birlikte “azılı bir terörist” olarak damgalandı. Uğur
Kaymaz ve babasını öldürmekten yargılanan 4 polis
memuru, açılan
dava sonucunda
“meşru müdafaa”
gerekçesi ile beraat ettirildi. Temyize giden beraat
kararı, Yargıtay
tarafından
da
onandı. Kararda
“eylemin meşru
müdafaa sınırları içinde kaldığı” vurgulandı.
Uğur ve babasının katledilmesi ve sonrasında yaşanan, yaşatılan hukuk katliamı
masumiyet karinesine uygunmuydu? AKP, Uğur’un
davasında neden masumiyet karinesine vurgu yapmıyordu?
28 Aralık 2011 Roboski’de TSK’ye ait savaş uçaklarının bombalaması sonucu 34 Kürt katledildi. 34
insanın hayatına mal olan bombalama emrini kim
verdi? T.C devleti, yargısıyla ve medyasıyla bir bütün olarak katliamın üstünü örtmeye çalıştı. Öyle
ki, katliam savaş uçaklarınca yapılmamış olsaydı suç
PKK’nin üstüne atılacaktı! Roboski katliamının aydınlatılması yerine üstü örtülmeye çalışıldı. Roboski
katliamının peşini bırakmayanlar ve sorumluların
yargılanmasını isteyenler aşağılandı. “Tazminatlarını verdik ” türü söylemlerle ailelerin gururları inciltildi. Kendi köyündeki mezarlara giderek katliamı bir kere daha protesto etmek isteyen ailelere bile
acımasızca tazyikli su ve biber gazı sıkıldı. Roboski
katliamının kimin emriyle uygulandığı, kime karşı
hukuki yaptırım gerekeceği soruları yanıtsız kaldı.
Roboski’de katliam emrini verenler, 34 Kürt’ü param
parça edenler, katliamın üstünü örtenler masumiyet
karinesinden bahsedemez, bahsetmemelidir.
Lice’de kalekolların gölgesinde yaşamak istemiyoruz diyen Medeni Yıldırım bir asker tarafından
vurularak öldürüldü. Medeni ‘uyuşturucu satıcısı’
olarak gösterildi! Mahallelerini uyuşturucu ve kentsel talan mafyalarından korumak için uğraşırken
öldürülen Hasan Ferit, çete içi hesaplaşmanın kurbanı olarak gösterildi. Hasan Ferit’in 3 gün cenazesinin kaldırılmasına izin verilmedi. ÇHD’li avukatlar Selçuk Kozağaçlı,Taylan Tanay ve arkadaşları
sabahın beşinde yaka paça onlarca polisle gözaltına
alınmıştı. Avukat olmalarına rağmen kötü muamele ve işkenceye maruz kaldılar. ÇHD
avukatlarına yapılan baskını haklı
göstermek için 11
çelik kapı yalanı
uyduruldu. Tutuklanan dokuz avukat
ancak bir yıl sonra
mahkemeye çıkarıldı. Devrimcilere
ve
demokratlara
yapılan tüm operasyonlar AKP tarafından desteklendi. Bu
operasyonlarda yapılan hukuksuzluklar ve masumiyet karinesinin ihlal edilmesi AKP’nin umrunda değildi. AKP’li bakanların çocuklarına ve yandaşlarına
yapılan operasyon sonrasında AKP’nin masumiyet
karinesini hatırlaması sahtekarlıktır.
Gülen cemaati ile AKP arasında iktidar kavgası
yaşanıyor. 17 Aralık 2013’te başlatılan operasyon ile
birlikte kılıçlar çekildi. İktidar kavgası başlayınca
kirli çamaşırlar da ortaya serilmeye başlandı. İktidar
savaşının kızışacağı ve önümüzdeki dönemde kimi
gelişmelerin yaşanacağı anlaşılıyor. İktidar için kapışanlar ve AKP’nin iktidarının son bulması için kapıda bekleyenlerin birbirlerinden farkları yoktur. Bu
köhnemiş ve kokuşmuş sistemin temelleri üzerinde
yükselecek bir iktidarı istemiyoruz. Bizim alternatifimiz demokratik halk devrimidir. Bu devlet yıkılmalı
ve yerine işçilerin-emekçilerin iktidarı kurulmalıdır.
Görev, yeni bir toplum ve yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele etmektir.
27 Aralık 2013 ✓
HDP’nin Oluşum Süreci
12 Haziran 2011 seçimleri arifesinde, 17 siyasi parti
ve örgütün içerisinde yer aldığı “Emek, Demokrasi ve
Özgürlük Bloğu” oluşturulmuştu.12 Haziran 2011’de
Türkiye’de genel seçimler yapıldı. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oylarını –daha önceki seç i m le rd e
B D P ’n i n
onunla
birlikte
hareket
edenlerin
oyuyla
karşılaştırıldığında– oran
olarak az
da
olsa
artırdı.
Millet vekili sayısı 22’den
3 6 ’ y a
y ü k seld i.
12 Haziran 2011
seçimleri arifesinde oluşturulan bloğun kalıcı hale
getirilmesi için Kongre Girişimi adı altında çalışmalara başlandı. Kongre Girişimi, 15-16 Ekim 2011‘de
820 delegenin katılımı ile Ankara‘da toplandı. İki
gün süren ve Büyük Kongre olarak adlandırılan
bu kongrede, Halkların Demokratik Kongresi’nin
kuruluşu ilan edildi. Büyük Kongre’de birçok ka-
rarlar alındı. Kongrenin amaçları ve hedefleri maddeler halinde sıralandı. HDK programı kabul edildi.
Kongre’de partileşme kararı da alındı. Halkların Demokratik Kongresi hakkında dergimizin 161-163. sayılarında tavır takındık. Bu yazımızda, HDK’nın bir
bileşeni olan HDP üzerinde durmak istiyoruz.
H D P ,
Ha l k la r ı n
Demok ratik Kongresi içerisinde yer alan
bir partidir. HDK,
kongresinde seçilen Genel
Meclis,
H D P ’n i n
kuruluş
h a z ı r l ı klarını yürüttü. Genel Meclis
Yür üt me
Kurulu, 9
Ekim 2012’de yaptığı toplantıda partinin isminin
Halkların Demokratik Partisi olmasına karar verdi.
Halkların Demokratik Partisi’nin kurucu eş başkanları olarak Fatma Gök ve Yavuz Önen belirlendi.
Ekim 2012’de HDP’nin kuruluş başvurusu Ankara’da
yapıldı. HDK, 10-11 Kasım 2012‘de Ankara Kocatepe
Kültür Merkezi’nde, 2. Genel Kurulu’nu yaptı. HDK
halkların kardeşliği için
HALKLARIN
DEMOKRATİK
PARTİSİ (HDP)
ÜZERİNE
✌
23
✌
halkların kardeşliği için
Genel Kurulu, yerel seçimlere tüm halk güçlerinin
birliğinin sağlandığı Halkların Demokratik Partisi
ile girmeyi hedeflediğini ilan etti.
Partiye katılanlar ile katılmayanlar arasında bir ayrıcalık gözetilmemektedir. HDK bileşenlerinin partiye katılımı ve partinin işleyiş kurallarına ilişkin usul
ve esaslar Genel Meclis’in önerisi ve HDK Genel Kurul kararıyla belirlendi. HDK ve meclislerin rolü aynen devam etmektedir. HDP, HDK içinde düşünülen
bir yapıdır. HDP, HDK’nın bütün ilkelerini ve politik
yaklaşımlarını benimsemektedir. HDP’nin yerel seçimlere, genel seçimlere, cumhurbaşkanlığı seçimine
katılma sürecinde etkin olması karara bağlanmıştır.
HDP ile HDK‘nın birbirinin alternatifi olmadığı,
HDP’nin HDK içinde bir yapı olduğu ve işlevlerinin
farklı olduğu belirtilmektedir. Kısaca HDP, HDK‘nın
seçimlerdeki siyasal koludur. HDP‘ye katılan HDK
bileşenlerinin kendi özgün faaliyetlerini sürdürmekte özgür oldukları vurgusu yapılmaktadır.
Seçimlere katılma konusunda BDP’de mi HDP’de
mi tartışmaları yürütüldü. Basına yansıyan haberlere göre, Öcalan’ın, Selahattin Demirtaş ve Pervin
Buldan’a “gidin BDP milletvekillerinin HDK’ye ka­
tılmasını ve HDP çatısı altında seçime girilmesini
tartışın” dediği öne sürüldü. 9 Eylül 2013’te HDK
bileşenleri, İstanbul’da Cezayir Restoran Toplantı
Salonu’nda düzenlenen basın toplantısında, 30 Mart
2014’te yapılacak yerel seçimlere Türkiye’de HDP,
Kuzey Kürdistan’da ise BDP ile gireceklerini duyurdu. Toplantıda HDP adına açıklama yapan HDK Yürütme Kurulu üyesi Betül Çobanoğlu, HDK olarak
başlattıkları seçim stratejisi tartışmalarının sonuçlandırdıklarını belirterek, “Yerel seçimlerde bölgede
BDP, batıda HDP ile giriyoruz. HDP ve BDP, politik iddiamızı hayata geçireceğimiz ortak adreslerimizdir. Her iki
partinin elde edeceği başarı, toplam başarımız ve ortak
kazanımlarımız olacaktır” dedi. Halkların Demokratik
Partisi Eş Genel Başkanı Yavuz Önen, “Yerel seçimlere BDP ile giriyoruz ama genel seçimde bu olmayacak.
Genel seçimlere tek parti ile gireceğiz ve bu parti HDP
olacak. BDP, genel seçimlerde aday göstermeyecek, bütün milletvekili adayları HDP’den olacak” açıklamasını
24
yaptı. 31 Ekim 2013’te BDP Grubu Başkanvekili İdris
Baluken yaptığı açıklamada, yerel seçimlerden sonra
BDP grubunun partiden istifa ederek HDP’ye geçeceğini açıkladı. Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlere
HDP ile girileceği anlaşılmaktadır.
27 Ekim 2013‘te HDP’nin “Büyük Kongre” olarak
nitelediği 1. Olağanüstü Kongresi Ankara’da yapıldı.
HDP kongresine davet edilen RecepTayyip Erdoğan,
kongreye telgrafla mesaj gönderdi. Kongreye mesaj
gönderen diğer bir isim de Abdullah Öcalan’dı. Öcalan mesajında, „71 devrimciliği devlete isyan devrim-
ciliğiydi. 40 yıldan sonra devletle müzakere önemlidir.
Zira devrimci mücadeleler ancak nitelikli müzakerelerle
kalıcı insanlık barışına dönüşebilir“ tespitini yapıyordu. „Kalıcı barış“ın sistemle uzlaşarak, sistemin temellerine dokunmadan sistem içerisinde olabileceğini savunan Öcalan’ın 71 devrimciliğine gönderme de
bulunması ilginçtir. Türk burjuvazisine vaatler sunan
Öcalan’ın Mahir Çayan’ın mirasçısı olduğunu söylemesi ilginçtir ve en azından açık reformist konumda
olan bugünkü PKK çizgisinin Mahir ile birleştirilmesi
ona haksızlıktır. Öcalan’ın çizgisi hakkında dergimizin önceki sayılarında tavır takındığımız için, burada
bir kez daha Öcalan’ın görüşlerini irdelemeyi gerekli
görmüyoruz. Konumuza geri dönelim. HDP 1. Olağa-
nüstü Kongresi’nde parti eş genel başkanlığına Sebahat Tuncel ve Ertuğrul Kürkçü seçildi. Buraya kadar
HDP’nin oluşum sürecini anlattık. Dergimizin 161.
sayısında Halkların Demokratik Kongresi’nin programı ve tüzüğü hakkında değerlendirmelerimizi yazmıştık. HDK’ya yönelttiğimiz eleştiriler HDP için de
geçerlidir. HDP’nin „Kuruluş Programı“ hakkında da
söylenmesi gerekenler var.
HDP’nin Kuruluş Programı Üzerine
HDP programında öne sürülen taleplerin büyük çoğunluğu doğru taleplerdir. Reform talepleri ile devrim
talepleri yan yana sıralanmıştır. Yanlış olan mevcut
sistem içerisinde gerçekleşmesi mümkün görülmeyen kimi taleplerin de gerçekleşebileceği anlayışının
propagandasıdır. Reform, kurulu düzen içerisinde
sistemin özüne dokunulmadan yapılan kimi değişikliklerdir. Elbette devrimciler/komünistler, mevcut
sistem içerisinde kazanımların elde edilmesi için çalışır, mücadele yürütür. Kazanımların elde edilmesi,
işçilerin-emekçilerin mücadele ve örgütlenme koşullarının iyileştirilmesine yarar. Komünistler, reform/
devrim ilişkisini doğru olarak ele alır. Burjuva sistem
içerisinde elde edilen kazanımların her an geri alınabileceğini ve kazanımların kalıcı hale gelmesi için
köhnemiş sistemin ortadan kaldırılması gerektiğini
savunur. Reformistler için belirleyici olan nihai amaç
değil, mevcut sömürü sistemi içerisinde kimi kazanımların elde edilmesi için mücadeledir. Burjuva
devleti dönüştürerek, yani reforme ederek işçi-emekçi kitlelerin yaşam koşullarının düzeltileceğini iddia
birleştirirler. Devam edelim:
„Partimiz, yoksulluğun ve sefaletin olmadığı, ada­
letin, eşitliğin ve özgürlüğün yaşam bulduğu, bütün
sorunların serbestçe tartışıldığı, kimsenin inanç­
sal ve etnik kimliğini gizlemediği, kimseye bu tür
kimliklerin zorla dayatılmadığı, tarihiyle ve bütün
komşularıyla barışık, özgür ve demokratik bir ülke
hedefinin güncelliğini tespit ederek; emek, etnik ve
dini kimlikler, kadın, cinsel yönelim ve cinsiyet kim­
liği, çevre ve doğal kaynaklar konusunda her tür
ayrımcılık ve sömürüye karşı olan her birey ve ör­
gütün, halkın kendi demokratik yönetimini kur­
masını sağlamak üzere biraraya gelmesini hedefler.
Partimiz, her ulustan, her dilden, kültürden ve inanç­
tan Türkiye işçi sınıfının, emekçilerin, üretici köylüle­
rin, küçük esnafın, emeklilerin, kadınların, gençlerin,
aydınların, sanatçıların, LGBT bireylerin, engellile­
rin, ezilen ve sömürülen tüm halk güçlerinin arzula­
dığı amaca varmak üzere güçlerini birleştirdikleri ve
demokratik halk iktidarına/yönetimine yürüyenlerin
partisidir.“(…)
„Partimiz, bu mücadeleleri politik bir eksende birleş­
tirir, yükseltir ve demokratik halk iktidarını hedefler.
Demokratik halk iktidarı, halk meclisleri temelinde
örgütlenir, halkın söz ve karar süreçlerine doğrudan
katılımını sağlar.“
Burada ileri sürülen talepler doğru taleplerdir.
Doğru taleplerdir ama reform talepleri ile bu sistem
yıkılmadan gerçekleşmesi mümkün olmayan kimi
talepler birbirine karıştırılarak, bir ayrım yapılmadan yan yana, arka arkaya konmuştur. HDP, T.C.
sistemi içerisinde, bir yandan seçimlere katılarak,
diğer yandan sistem içinde sisteme paralel oluşturulacak halk meclisleri üzerinden iktidara gelmeyi
hedeflemektedir. T.C. devleti emperyalizme bağımlı
orta derecede gelişmiş kapitalist bir ülkedir. T.C. kurulduğundan bu yana faşizm yönetim biçimidir. Son
yıllarda faşizm çözülme süreci içerisine girmesine
rağmen, andaki yönetim biçimi faşizmdir. AKP faşist
devlet aygıtını devralmış ve andaki durumda faşizmi
uygulamaktadır. Ülkelerimizde, devrim aşaması anti-emperyalist, demokratik halk devrimi aşamasıdır.
Demokratik devrim şimdiye kadar tamamlanmamış,
demokratik devrimin bir dizi temel görevi çözülmemiştir. Demokratik devrimin görevleri; emperyalizme bağımlılığa son vermek, feodalizmin kalıntılarını tasfiye etmek, ulusal sorunu çözmek, faşist devlet
iktidarını yıkarak gerçek demokrasiyi sağlamak, kadınların kurtuluşunun yolunu açmaktır. Demokratik
✌
halkların kardeşliği için
eden siyasal anlayışın adı reformizmdir. Günlük iktisadi ve siyasi mücadele ile nihai amaç arasındaki bağ
koparıldığı takdirde reformizme savrulmak kaçınılmazdır. HDP‘nin tipik özelliği, kısmi iyileştirmeler
için yürütülen mücadeleyi, faşist T.C devletinin devrimci yöntemlerle yıkılması amacına tâbi kılmamaları ve bu hedefle bütünleştirmemeleridir. Komünistler
için ilk hedef demokratik halk iktidarıdır. Reformlar
için mücadele bu ilk hedefe varmanın bir aracıdır.
HDP’nin bileşeni partiler içinde, kendine‚ sosyalist/
komünist diyen kimi partiler, gruplar ve kişiler yer
alıyor. HDP’nin programında “sosyalizm/devrim“
kavramları hiç kullanılmıyor. Kapitalist sisteme, emperyalizme, onların kurumlarına karşı mücadelede,
direniş partisi olarak kendilerini tanımlıyorlar. Devrim taleplerinin nasıl gerçekleştirileceği konusunda
HDP’nin programı yanıt vermiyor. HDP programında yazılanlar şöyle:
„Üzerinde yaşadığımız ve tüm sömürü aygıtıyla bir­
likte, inkârın, baskının, asimilasyonun egemen oldu­
ğu topraklarda ise emek mücadelesinin önündeki tüm
engellerin kaldırıldığı, halkların ve inançların özgür
olduğu, kadın erkek eşitliğinin yaşandığı demokra­
tik bir halk iktidarını hedefler. “Etnik kimliği, kültü­
rü, dili ve diniyle tek tip Türk milleti” dayatmalarına
karşı çoğul, farklılıkların eşit ve gönüllü beraberliğine
dayalı bir toplumsal yaşamı; özgürlükçü ve demokra­
tik bir Türkiye hedefini savunur.“ Burada yazılanlar
içerisinde HDP’nin „demokratik bir halk iktidarını“
hedeflediğini okuyoruz. „Demokratik halk iktidarı“
hedefine nasıl varılacaktır? Bu sorunun cevabı programda yoktur. Çünkü HDP’nin devrim diye bir sorunu yoktur. Amaç „demokratik bir halk iktidarı“nın
kurulması ise, bunun hangi yolla olacağının da açık
olarak yazılması gerekir. Burjuva sistem sömürü aygıtıyla donanmıştır. Emek mücadelesinin önündeki
tüm engeller, halkların gerçek anlamda özgürlüğü bu
sistemde mümkün değildir. Gerçek anlamda kadın
erkek eşitliğinin sağlanması ve erkek egemen sistemin ortadan kaldırılması devrimi gerektirir. Sömürünün ortadan kaldırılması, insanın insana kulluğunun sona erdirileceği söylemleri de bunların ancak
proleter devrim ile gerçekleşebileceği söylenmedikçe,
bilinçlerin karartılmasına hizmet eder. Köhnemiş bu
sistemin temelleri üzerinde yukarda sayılan sorunların hiçbiri çözülemez. Devrimciler, komünistler
sistemin kötü yanlarını düzeltme, işçilerin, emekçilerin daha iyi şartlarda yaşama mücadelesini reddetmeden, bu mücadeleyi sistemi yıkma mücadelesi ile
25
✌
halkların kardeşliği için
26
devrim işçi-köylü temel ittifakı temelinde, Komünist
Parti’nin önderliği ve proletaryanın hegomonyası altında, faşist diktatörlüğü yıkacak, emperyalizmden
bağımlılığı ve feodalizmin kalıntılarının tasfiyesini
gerçekleştirecek, ulusal baskıyı ortadan kaldıracak,
ulusal sorunu, en başta da Kürt sorununu çözecek,
işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kuracaktır. Halk iktidarının kurulmasının yolu
budur. Demokratik devrim aynı zamanda sosyalizme
giden yolu da açacaktır. İşçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü şartlarında sürdürülecek
sınıf savaşıyla, proletarya diktatörlüğü kurulacak,
proletarya diktatörlüğü altında sosyalizm inşa edilecek, bayrağında “herkesten yeteneğine göre, herkese
ihtiyacı kadar” yazılı olan komünist topluma yürünecektir. Faşist diktatörlük ancak işçilerin-köylülerin, tüm emekçilerin silahlı devrimi ile yıkılabilir. Bu
olmadan T.C. sistemi içerisinde, seçimlerle iktidara
gelerek gerçek anlamda halkın iktidarı kurulamaz.
Ülkelerimizde dört yılda bir parlamento seçimleri
yapılmaktadır. Egemen sınıflar, bu seçimlerde halka
hangi burjuva partisinin halkı parlamentoda “temsil edeceği” ve ezeceği sorusunu sormakta, gerçekte bunun için halkoyuna başvurmaktadır. Burjuva
parlamentosu, hangi biçimde olursa olsun hâkim
sınıfların, faşist devlet düzenini ayakta tutmanın bir
aracıdır. Komünistlerin sosyalizm mücadelesinde hedefleri burjuva parlamentarizmine bir bütün olarak
son vermektir. Elbette komünistler, burjuva parlamentosunu bir kürsü olarak kullanma taktiğini savunurlar. Komünistler, parlamentoyu devrim mücadelesi için bir kürsü olarak kullanırlar. Komünistler
esas hedefe varmak için, bizzat parlamentonun dağıtılmasını kolaylaştırmak için mücadele ederler. HDP,
parlamentoyu kürsü olarak kullanma adına, parlamentarizmin sınırları içinde hareket etmekle kendini
sınırlamaktadır. Bu sistemde gerçekleşmesi mümkün
olmayan taleplerin, gerçekleşebileceğini iddia ederek
kitlelere yanlış bilinç verilmektedir. Bu tavır, düzenin
değiştirilmesine değil, sürmesine hizmet eden reformizmdir. HDP programında şunlar yazılıyor:
„İşçi ve emekçilerin yaşadıkları sömürü koşullarını,
halklarımıza yöneltilmiş tüm baskı ve haksızlıkları
ortadan kaldırmak, barış içinde ve insanca yaşaya­
bileceğimiz bir Türkiye’yi kurmak üzere bir araya gel­
diğimiz günden bu yana sürdürdüğümüz mücadeleyi,
tüm siyasal süreçlere de müdahale edebilecek siyasi
partiyle zenginleştiriyoruz, güçlendiriyoruz.“ Neymiş?
HDP sömürü koşullarını ortadan kaldıracakmış! İn-
sanca yaşanabilinen ve barış içerisinde bir Türkiye
kurulacakmış! Nasıl yapılacak bu? Bir cephe partisi
kurulmuş, güçler birleştirilmiş ve iktidara geldiklerinde programda yazılanları hayata geçireceklermiş!
HDK programını irdelediğimiz 161. sayımızda şöyle
yazmıştık:
„Sömürü nasıl ortadan kaldırılacak? İnsanın insana kulluğuna nasıl son verilecek?
İşçi sınıfı, sömürücü sınıflara karşı sömürülenleri
kendi etrafında birleştirerek; sömürücülerin iktidarını yıkar. Yıkılan iktidarın yerine kimi ülkelerde önce
halk diktatörlüğü, sonra sınıf mücadelesi yoluyla devrim ilerletilerek proletarya diktatörlüğü iktidarı kurulur. Proletarya diktatörlüğünün kurulması demek,
proletaryanın siyasi iktidarının kurulması demektir.
Proletarya iktidarı ele geçirdiği andan itibaren üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyeti adım adım kaldırır
ve yerine sosyalist mülkiyeti adım adım kurar. Yani
burjuvazinin mülkü elinden çeşitli yollarla alınır,
yerine kamu mülkiyeti kurulur. Burjuvazinin sınıf
olarak tasfiyesi, sosyalizmin temel hedefidir. Sosyalist mülkiyetin hâkimiyetinin kurulduğu an, insanın
insan tarafından sömürülmesinin imkânlarının ortadan kaldırıldığı andır. Ülkelerimizde faşist devlet
yıkılmadan, burjuvazinin üretim araçları üzerindeki
mülkiyetinin yerine sosyalist mülkiyet kurulmadan,
sömürü ortadan kaldırılamaz. İnsanın insana kulluğuna son verilemez. Sömürü ve insanın insana kulluğuna son vermenin yolu budur.” (YDİ Çağrı, sayı
161, sf. 19) Sömürü koşulları, halklar üzerindeki her
türlü baskıyı kaldırmanın ve insanca yaşamanın yolu
budur. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet var
olduğu sürece, sömürü ortadan kaldırılamaz. Devam
edelim. Şöyle yazılıyor programda:
„Partimiz, mevcut merkeziyetçi, otoriter, anti-de­
mokratik siyasal sisteme/düzene itirazı olanların gücü­
nü açığa çıkarmayı ve bu gücü örgütleyerek, demokra­
tik ve özgürlükçü bir siyasal düzen yaratmayı amaçlar.
Bürokratik merkeziyetçi ve hantal yapıyı köklü biçim­
de değiştirmeyi, halkın yerelde karar alma ve uygula­
ma süreçlerine en geniş katılımını sağlamayı amaçlar
ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği
siyasi ve idari modellerin gerçekleşmesini hedefler.“
Yazımızın akışı içerisinde, HDP programında ortaya konulan görüşlerin ve tespit edilen taleplerin
büyük çoğunluğunun doğru olduğunu tespit ettik.
HDP’nin yanlışı kurulu sistem içerisinde, gerçekleşmesi mümkün olmayan taleplerin programa yazılmasıdır. Eğer bu talepler programa yazılacaksa, o
HDP Kürt Sorunu İçin Nasıl Bir Çözüm
Öneriyor?
HDP’nin programı HDK programının kopyasıdır. HDP programında yazılanlar şöyle:
“Kürt halkının istediği gibi yaşayabilme hakkını savu­
nan ve bunu ilkesel yaklaşım çerçevesinde değerlendi­
ren Partimiz, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana
çözümsüzlüğe mahkûm edilen Kürt sorununun, ba­
rışçı, demokratik, eşit haklara ve gönüllü birliğe dayalı
çözümünü savunur ve bunun için mücadele eder.
Emekçilerin ve halkların eşit ve özgür yaşadığı bir
Cumhuriyete ulaşmak için, Kürt halkının demokratik
özerklik kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli
bir girişim olarak değerlendiren Partimiz, Türkiye’nin
demokratikleşmesinde ve halkların özgür ve gönüllü
birliğinde önemli bir rol oynayacağı gerçeğinden hare­
ketle, demokratik özerkliğin yaşam bulması için mü­
cadele eder.“
Kürt halkının istediği gibi yaşayabilme hakkı savunuluyor. Kürt halkının istediği gibi yaşayabilmesinin ön şartı var olan zoraki birliğin ortadan kaldırıl-
masıdır. Kürt halkının gönüllü birlikte yaşamasının
ön şartı, zoraki birliklerin parçalanmasıdır. Gönüllü
birlikte yaşamasının ön şartı, uluslar arasında tam
hak eşitliğinin sağlanmasıdır. Kürtlerin birlikte yaşaması, eşitlerin özgür birliği temelinde olmalıdır.
Birlikte yaşamda, hiçbir ulusa, hiçbir dile imtiyaz
hakkı yoktur, olmamalıdır. Birlikte yaşamda, hiçbir
ulusal azınlığa sınırlama getirilemez. Kürtler, nasıl
yaşayacaklarına kendi özgür iradeleri ile karar vereceklerdir. Birlikte yaşam, ulusların kendi kaderlerini
kendilerinin belirlediği, bir ulusun nasıl örgütleneceğine kendisinin karar vereceği bir sistemdir. Birlikte
yaşam, her milliyetin kendi dilinde konuşma, eğitim
yapma ve bütün ilişkilerde dillerini kullanma hakkının sağlanmasıdır. Burada saydığımız kimi ilkelerin
pratiğe geçirilmesi bu sistemde mümkün değildir.
Kürt sorununun gerçek çözümü, Demokratik Halk
Devrimi ve onun devamında sosyalizmin zaferine
bağlıdır.
“Emekçilerin ve halkların eşit ve özgür yaşadığı bir
Cumhuriyete ulaşmak için, Kürt halkının demokratik
özerklik kararı” için mücadele edilecekmiş! Demokratik özerklik adı altında istenen şey aslında yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve kültürel kimi hakların
elde edilmesidir. Demokratik Özerklik, sistem içerisinde getirilen ve zoraki birliğin temellerine yönelmeyen bir modeldir. Talep edilen özerklik gerici burjuva
demokratik ülkelerdeki eyalet sisteminin bir versiyonudur. Özerk bölgeler veya eyaletler kültürel işlerle
meşgul olurken, merkezi otorite tüm gücünü sermayenin emrine vermektedir. Türkiye’de Demokratik
Özerklik talebi demokratik bir taleptir. Demokratik
özerklik, düne göre ileri bir adım olmasına rağmen,
ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü değildir. Bu
talep zoraki birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir. Kürt halkı için tek çözümün demokratik özerklik
olduğunun söylenmesi, gerçek kurtuluşun reformizm
uğruna heba edilmesidir.
Kürt sorununun düğüm noktası, ayrı devlet kurma
hakkına sahip olup olmadığıdır. Kürt sorunuyla ilgili
diğer tüm sorunlar bu hakkın varlığına, yokluğuna
bağlı ele alınacak sorunlardır. Eğer Kürtlerin ayrı
devlet kurma hakkı elinden alınmışsa, bu hakkını
özgür iradesiyle, özgür koşullarda kullanamıyorsa,
Kürt sorunu çözülmemiş bir sorun olarak kalır. Kürt
sorununun gerçek çözümü ancak tam hak eşitliğinin sağlanması ile olur. Tam hak eşitliğinin sağlanıp
sağlanmadığının temel ölçütlerinden biri de örneğin
hiçbir ulusun diğer ulus ve milliyetler karşısında her-
✌
halkların kardeşliği için
zaman bu taleplerin devrimle gerçekleştirilebileceği
de yazılmak zorundadır. Sisteme itirazı olan güçlerin
açığa çıkarılması ve hak arama mücadelesi içerisinde
örgütlenmesi doğrudur. „demokratik ve özgürlükçü
bir siyasal düzen” bu sistem içerisinde gerçekleştirilemez. Bürokratik hantal yapı ve devlet aygıtı parlamenter yolla değiştirilemez. Köklü değişim ve halkın
gerçek iktidarı, T.C. sistemi içerisinde kurulamaz.
T.C.’de yürütülen mücadele ile kimi kazanımların
elde edilmesi mümkündür. Biz demokrasiye, doğrudan demokrasi unsurlarının katılması için de bu
sistemde mücadele ederiz, etmeliyiz. Kimi kazanımlar için mücadelenin yürütülmesi ve kazanımlar elde
edilmesi, faşist T.C. devletinin yıkılacağı anlamına
gelmez. Tabii ki yürütülen mücadele ile kazanımlar
elde edilebilinir, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü
önündeki kimi engeller kaldırılabilinir. Özgürlükler
alanının sınırları genişletilebilinir. Tüm bu kazanımların elde edilmesinde belirleyici olan mücadeledir.
Komünistlerin/devrimcilerin görevi, örgütlenme ve
düşünce özgürlüğünün sınırlarını genişletmek için
mücadele yürütürken, gerçek demokrasinin işçilerin
emekçilerin iktidarında olduğunun propagandasıdır.
HDP ise, düzenin temellerine dokunmadan, sistem
içerisinde köklü değişimlerin yapılacağını ve halkın
iktidarının kurulacağını iddia ediyor. Bunun adı reformizmdir.
27
✌
halkların kardeşliği için
hangi bir imtiyaza sahip olmamasıdır. Demokratik
özerklik, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkına
sahip olduğu, bu hakkı özgür iradesiyle ve özgür koşullarda kullandığı; kendisinin nasıl yaşayacağına
karar verdiği yerde önemlidir. Türk ulusu ile Kürt
ulusu arasındaki eşitsizliğin sürdüğü koşullarda,
Kürt halkının mücadelesi sonucu Türk hâkim sınıflarının zorunlu kalarak Kürt ulusuna özerklik tanıması, Kürt sorunun belli bir çözümüdür ama gerçek
çözüm değildir. Kürt sorunun gerçek çözümü bir
devrim sorunudur.
HDP Tüzüğü
HDP’nin tüzüğü de HDK tüzüğünün bir versiyonudur. Tüzükte önce parti tanımı yapılmakta ve partinin amaçları açıklanmaktadır. Parti programında
tespit edilen hedefler bir kez daha tüzüğe yazılmıştır.
HDK’yı değerlendiren yazımızda, tüzük hakkında
görüşlerimizi belirtmiştik. HDP tüzüğünün 14. maddesi şöyledir:
„Genel Başkan, Parti Meclisi asil üyeleri, Merkez
Disiplin Kurulu asil üyeleri ve üyeliği devam eden
parti kurucuları ile partili milletvekilleri, bakanlar,
partili büyükşehir ve il belediye başkanları ile il ge­
nel meclis başkanları Kongre’nin doğal delegeleridir.
Parti kurucularının sayısı, Genel Kongre’nin seçilmiş
delegelerinin yüzde on beşinden çoksa, kurucular
aralarında toplanarak, bu oranı sağlamak üzere, de­
legelerini seçerler. Genel Kongre’nin doğal delegeleri
İl Kongreleri’nde ayrıca Genel Kongre delegesi olarak
seçilemezler.“
HDP programında bir çok kez, „eşitlik, adalet“ kavramları kullanılmaktadır. HDP’ye önerimiz, öncelikle eşitliği ve adaleti kendi içlerinde sağlamalarıdır.
Gerçek demokrasi isteyenler, ayrıcalıklara karşı mücadele etmek zorundadır. İçinde yaşadığımız sistem
ayrıcalıklar ve imtiyazlar üzerinden beslenmektedir.
Doğal delegelerin listesi oldukça kabarıktır. Doğal
delege diye adlandırılanların, delege seçimlerine tabi
tutulmamaları ayrımcılıktır. Sisteme muhalif olarak
ortaya çıkanların ayrımcı uygulamalardan vazgeçmesi gerekir. Ayrımcılığın ve imtiyazların başladığı
yerde eşitlikten sözedilemez. Ayrımcılık reddedilmelidir.
Sonuç
28
HDP programı reformist bir programdır. BDP’nin
çizgisi HDP’ye yön vermektedir. Reform talepleri ile
devrim talepleri yan yana sıralanmıştır. HDP iktidara
geldiğinde, programına yazdığı tüm talepleri gerçekleştireceğini savunmaktadır. HDP programında bir
takım doğruları yazmak yetmiyor. Önemli olan bunların
nasıl gerçekleştirileceğidir. Bu konuda programda tavır
yoktur. Kimi doğru tespitler reformizmin üzerine geçirilmiş incir yaprağı görevini görmektedir. Bu durum da reformizmi gizleyememektedir. Güçlerin birleştirilmesi ve
halk iktidarının HDP önderliğinde kurulacağı hedefleniyor. Oysa böyle bir parti veya cephe — adı ne olursa olsun
— demokratik devrim süreci içerisinde, ancak Komünist
Partisi’nin önderliği altında, devrimden menfaatleri olan
sınıf ve katmanların cepheye katılması ile oluşur. KP’nin
önderliği olmadan oluşan cephe, demokratik devrimin
cephesi değil, küçük-burjuva devrimcilerinin cephesidir.
Biz YDİ Çağrı dergisi olarak, HDP bileşenleri içerisinde yer almadık. HDP bileşeni olmamamızın iki temel
nedeni var. HDP programı devrimci değil, reformist bir
programdır. Bundan da önemlisi HDP içerisinde gerçek
anlamda demokrasi, bileşenlerin gerçek anlamda bağımsızlığı, ajitasyon ve propaganda özgürlüğü yoktur. HDP
içinde, kamuoyu önünde açık ideolojik mücadeleye izin
verilmemektedir. Biz kamuoyu önünde açık mücadeleden,
doğru/yanlışın mücadelesinin açık yürütülmesinden yanayız. Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü, HDP somutunda
sadece HDP bileşenlerinin kendi örgütsel yapılarını korumak ve kendi propagandalarını yapması değildir. Ajitasyon
ve propaganda özgürlüğü, HDP bileşenlerinin birbirlerini
de kamuoyu önünde açıkça eleştirme hakkının da olması
demektir. HDP’nin temel metinlerinde, bununla ilgili bir
açıklama yoktur. HDP bileşeni olmamamız, HDP ile ve
içersinde çalışmayacağımız anlamına gelmez, gelmemelidir. HDP bugün sonuçta Türkiye ve Kuzey Kürdistan‘da
burjuva demokrasisi yönünde gerçek anlamda reformları
savunan ve ciddi bir desteğe sahip olan tek legal partidir.
Gücümüz oranında, HDP’nin eylemlerine katılır ve doğru
görüşlerin mücadelesini yürütürüz.
Ülkelerimizin demokratikleştirilmesi, gerçek demokrasinin sağlanması, zoraki birlikteliğin dağıtılması, hâkim
sınıfların iktidarına son verilmesi devrimi gerektirir. Köhnemiş sistemin yıkıntıları üzerinde şekillenen, yamalanan
bir sistem istemiyoruz. Biz başka bir dünya istiyoruz ve
bunun için mücadele ediyoruz. Reformlar için yürüttüğümüz her mücadele, bu mücadelenin bir parçası ve ona bağlı
olarak, bu mücadeleyi ilerletmek için yürütülmek zorundadır.
REFORMLAR İÇİN MÜCADALEYE EVET!
REFORMİZME HAYIR!
08. 12. 2013 ✓
30 Ekim 2013
Rojava’daki mücadeleyle dayanışma
kampanyası için çağrı
✌
halkların kardeşliği için
ICOR
Devrimci Partiler ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu
Her türlü emperyalist saldırganlığa karşı –
Rojava (Kuzey Suriye’deki Batı Kürdistan)’da
kurtuluşun yolunu
ve demokratik inisiyatifi savunalım
“
İki seneden fazla bir zamandır Suriye’nin geniş ke­
simlerinde silahlı mücadeleler devam etmektedir.
Arap ülkelerinde halk ayaklanmalarının başlattığı öz­
gürlük, insan hakları ve 1963’ten bu yana devam eden
sıkı yönetimin kaldırılması hareketinden kısa zaman­
da askeri bir çatışma doğdu. Suriye’deki savaşta Rus­
ya, Çin ve İran’ın desteklediği Baas-Rejimi ile Batılı
emperyalistlerin, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın
desteklediği “Özgür Suriye Ordusu” gibi çeteler ve pa­
ralı askerler karşı karşıyadır. Bu emperyalist temsilci
savaşında iki sene içinde 100 binden fazla insan öldü.”
(İCOR’un 23 Haziran 2013 tarihli Avrupa Kıtasal
Konferansı Bildirgesi).
Bugünlerde ABD-emperyalizmi, İngiltere ve Fransa, NATO vasıtasıyla Suriye’de yeni bir savaş saldırganlığına hazırlanıyorlar. Geride bıraktığımız günlerde gerçekleşen kimyasal silahların kullanıldığı
gaddarca savaş caniliği ABD için sadece bir bahanedir. Bizzat ABD-emperyalizmi en korkunç silahları
ve aynı zamanda kendi savaş propagandası için yalanları da kullanmakta hiçbir sakınca görmemiştir.
Bununla ilgili olarak İCOR’un çağrısı şöyledir:
ABD ve NATO Suriye’den elinizi çekin!
Tüm kimyasal silahlar yasaklansın ve imha edilsin!
Her türlü sömürgeci ve emperyalist saldırganlığa
karşı mücadele! Rojava’dan elinizi çekin!
Halk kitlelerinin antiemperyalist ve devrimci kurtuluş mücadelesiyle dayanışma!
İCOR bildirgesinde devamla şunlar söyleniyor: “
Buna paralel olarak ülkenin kuzeyinde, Batı Kürdistan (Rojava)’da Kürt özgürlük hareketi ayaklandı,
Suriye’deki Kürt bölgelerini kurtardı ve siyasi, toplumsal, ekonomik, askeri ve kültürel alanlarda özyönetim yapılarını inşa etmeye başladı. Batı Kürdistanlı Halk Savunma Güçleri bu kazanımları düzenli
Suriye Ordusu’nun askeri saldırılarına ve özellikle
Türkiye’nin teşvikiyle Kürt bölgesine sızmaya çalışan
silahlı çetelere karşı savunmaktadır.
İCOR, Rojava’da halkın kendi demokratik özerkliği ve öz-yönetimi için mücadelesiyle ve onun ulusal
ve sosyal kurtuluş mücadelesiyle dayanışma içindedir. Suriye’ye her türlü emperyalist müdahaleyi ve
bölgenin gerici devletlerinin müdahalesini mahkûm
etmektedir ve Suriye halklarının, kendi kaderlerini
kendilerinin tayin etme hakkını; böylece bununla
kendi gelecekleri hakkında bizzat kendilerinin ka-
29
✌
halkların kardeşliği için
30
İCOR, Rojava’da halkın kendi
demokratik özerkliği ve öz-yönetimi için
mücadelesiyle ve onun ulusal ve sosyal
kurtuluş mücadelesiyle dayanışma
içindedir. Suriye’ye her türlü emperyalist
müdahaleyi ve bölgenin gerici
devletlerinin müdahalesini mahkûm
etmektedir...
rar verebilmelerini savunmakta ve Rojava’ya karşı
uygulanan ambargonun derhal kaldırılmasını talep
etmektedir.”
İCOR-Avrupa’nın üye örgütü AMLP’nin bir açıklamasında şunlar deniyor: “Bu öz-yönetim bünyelerinin inşa edilmesinden bu yana Rojava’da halk, hem
Suriye-rejimi ordusunun ve hem de Türkiye’den gelerek eylem yapan çeteler ve paralı askerlerin, bunların
başında El Nusra (El Kaide’nin bir türevi) çetesi olmak üzere, gittikçe artan saldırılarına maruz kaldı.
Burada sadece Kürt kentlerine ve köylerine tanklarla,
havan toplarıyla ve yüzlerce silahlı savaşçılarla yapılan alçakça saldırılar değil, aynı zamanda halkı baskı altına almak için sivil insanları kaçırmak da söz
konusudur. Şu anda yüzlerce insan, her şeyden önce
kadınlar ve çocuklar zorba çetelerin elindedir. Satın alınmış çeteler ve Kürt Halk Savunma Birlikleri
(YPG) arasında her gün çatışmalar olmaktadır.
Çatışmaların yanı sıra her şeyden önce çok yönlü
ambargo ile Kürt öz-yönetimi teslimiyete zorlanmaktadır ki, bundan en çok Rojava halkı zarar görmektedir. Güney-(Irak) ve Kuzey Kürdistan (Türkiye)
sınırları demokratik özerklik yapılarının inşa edilmesinden beri kapanmıştır. (…) Suriye tarafından da
Kürt bölgesine en gerekli malzemelerin temin edilmesinin hemen hemen hiç olanakları yoktur. Tüm
bu saldırılara ve engellemelere karşın Rojava halkı,
başlattıkları demokratik özerklik ve öz-yönetim yolunda ilerlemek ve kazanımlarını savunmakta kararlıdır.”
Her türlü sömürgeci ve emperyalist saldırganlığa
karşı çıkalım!
Rojava’daki demokratik özerkliği savunalım!
Bütün antiemperyalistleri, ilerici ve devrimci insanları, örgütleri ve partileri Rojava için dayanışma
kampanyasına katılmaya ve bunu kendi eylemleriyle
ve düşünceleriyle ileriye taşımaya ve büyütmeye çağırıyoruz. Bizim pratikteki dayanışmamız Batı Kürdistan halkına onun kurtuluş yolunda bir dayanak
olmak durumundadır.
• Mitingler, gösteriler, protesto eylemleri örgütleyin!
• Rojava’daki durum üzerine toplantılar ve paneller düzenleyerek bilgilendirin!
• Bağış toplayın! İlaçlara da gereksinim vardır.
İCOR partileri ve örgütleri çeşitli ülkelerde toplama
yerleri oluşturacaktır.
• Dayanışma kampanyasının güncel haberleri ve
Rojava’daki durum hakkında bilgiler için İCOR Web
sayfasını kullanın! - www.icor.info
Rojava yalnız değildir!
Uluslararası dayanışma ambargoyu kıracaktır!
Bütün ülkelerin proleterleri birleşin!
Bütün ülkelerin proleterleri ve ezilen halklar birleşin!
Yaşasın Uluslararası Dayanışma!
Aşağıdaki ilaçlara acilen ihtiyaç vardır:
Antibiyotikler (Örneğin: Amoxicillin, Metronidazol, Clarithromycin), Antidota
Dezenfeksiyon ilaçları, ishale karşı ilaçlar
İnfusyon, tuz solüsyonu, kan yerine
İbuprofin, Salbutamol, Ramipril
Diclofenac, Metoclopramid, Ranitidin, Amlodipin,
Metformin
İlk yardım çantası
Yara ve sargı malzemeleri
Steril Eldivenler
Kan transfüzyon takımları / sistemleri
Dayanıklı bebek yiyeceği
Banka Hesap Numaraları:
Heyva Sor a Kurdistanê Solidarität International
Schäferstr. 4 / Niederkassel - Grabenstr. 89- 47057
Duisburg / Almanya
Bankanın Adı: Kreissparkasse Köln
Bankanın Adı: Frankfurter Volksbank
Bankanın Adı: Neumarkt:18/24 / Hesap-No: 6100
800 576 Almanya
IBAN: DE 49 370 502 99 000 40 10 481 Bankleitzahl:
501 900 00
BIC / SWIFT Nummer: COKSDE 33
Kodu: “ICOR ROJAVA” Kodu: “ICOR ROJAVA”
Email: [email protected]
Website: www.icor.info ✓
KADINLARIN CAN
GÜVENLİĞİNİN
SAĞLANMASI DEVLETİN
GÖREVİDİR!
K
adınlara yönelik erkek şiddetinin boyutları hakkında fazla söz sarfetmeye gerek yok. Durumun
vahimliği herkesin gözü önünde. Gün geçmiyor ki,
bir kadın eski kocasının-sevgilisinin vs. vahşi saldırısıyla öldürülmesin.
Kadınların can güvenliğinin sağlanması sözkonusu
olan. Ve bu devletin
en temel görevlerinden biri. Ancak
bu kadar da değil.
Şiddete maruz kadınların korunması ve onlara şiddet
ortamlarından bağımsız bir yaşam
kurmada psiko-sosyal-ekonomik-hukuksal desteğin verilmesi de devletin
görevi. Devletin bu
görevini yerine getirip getirmediği de izlenmek ve talepler ileri sürülmek
zorunda. Demokrasi mücadelesine soyunmuş her bireyin ve örgütün bu konuda kendi payına düşeni de
yerine getirmesi gerek.
Ülkelerimizde kadına yönelik şiddet bağlamında
devletin bütün yamukluklarının üstüne gitmeye çalışan, bu konuyu ve taleplerini gündemde tutmaya
yeni kadın dünyası
Erkek Şiddetine Hayır!
çalışan az sayıda bağımsız kadın örgütleri var. Sorunun gerçekten de peşini izliyor, yapılması gerekenleri yapmaya çalışıyorlar. Bu anlamda kadına yönelik
şiddetin önlenmesi mücadelesinin öncülüğünü az sayıdaki bu bağımsız kadın örgütleri yürütüyorlar. Ancak şurası açık, bu alanda çok daha fazla şey yapılmak
zorundadır.
Hükümet
ne yapıyor?
Uygulama
nasıl?
Mayıs 2011’de AKP
hükümeti, Avrupa
Konseyinin imzaya açtığı “Kadınlara Yönelik Şiddet
ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve
Bunlarla Mücadele” sözleşmesini ilk
imzalayan ülke olarak kayda geçti. Türkiye Sözleşmeyi imzaya açıldığı gün imzalamış ve 24.11.2011
tarihinde onaylamıştır. “İstanbul Sözleşmesi” olarak
tanınan bu sözleşme 10 üye ülkede onaylandığında
yürürlüğe girecek. Türkiye’nin ilk imza atan ülke olması, hükümet tarafından bu konuya verdiği önemi
gösterdiği biçimde propaganda ediliyor. Ve bu bağ-
31
yeni kadın dünyası
32
lamda diğer ülkeler tarafından da dikkatle izleniyor!!! kıntı yok, çok iyi çalışıyoruz” diyor... 17 milyonluk
İstanbul Sözleşmesinin ardından AKP hükümeti, İstanbul’da bir tek Bakırköy’de ŞÖNİM var !!!
kadına yönelik şiddete karşı mücadeleyle ilgili TC
ŞÖNİMlere başta Mor Çatı olmak üzere bağımsız
tarihinin en kapsamlı yasası olan 6284 sayılı yasayı kadın örgütlerinin tepkisi ve uygulamalara ilişkin
çıkardı: “Ailenin korunması ve kadına karşı şiddetin yoğun eleştirileri var. ŞÖNİMlerin eksikliklerine,
önlenmesine dair kanun” (Kabul Tarihi: 8/3/2012)
yetmezliklerine ve hatalı konsepte dikkat çekilmesi,
Bağımsız kadın örgütlerinin bu yasaya ilişkin en yani hükümetin adımlarının izlenmesi anlamında bu
temel ve haklı eleştirisi, yasanın başlığına “Ailenin eleştiriler çok gerekli ve çoğunlukla haklı.
Korunması” ibaresinin yerleştirilmesidir, ki bu genel
Bakanlık bu eleştiriler karşısında şöyle bir savunyaklaşım ve yönelimin ne olduğunun açık ifadelen- ma içine giriyor: ŞÖNİMler 14 ilde pilot proje olarak
dirmesidir. Şiddete karşı mücadelenin esas alındığı başlatıldı. Bu pratikte Türkiye nüfusunun yarısının
bir yasada “ailenin korunması” ibaresinin yer alması ikamet ettiği şehirlerde ilk adımın atılmış olması
terstir, çünkü kadınlar bizzat aile içinde şiddete uğra- demektir. Başlangıç zorlukları yaşanıyor, hala bilgi
maktadırlar. Bu yasa koyucunun muhatoplama ve nasıl çalışılacağına ilişkin yöfazakar aile yapısının propagandanetmelik hazırlama aşamasındayız.
sı ve kadınları eninde sonunda
Maddi zorluklar ve uzman kadBağımsız kadın örgütleri
aileye yönlendirmesinin ifaroların sağlanması konusunŞÖNİMlere tepkili ve eleştirel
desidir.
da zorluklar var. Ancak bu
yaklaşıyorlar.
Devletin
iş
yapmış
6284 sayılı kanunun
konuya yüklü bir bütçe
yürürlüğe girmesiyle
ayrılması sözkonusu.
olmak gibi gösteriş yaptığını, konseptin en
birlikte 14 pilot ilde
Amaç gerçekten de nübaştan sakat olduğunu ileri sürüyorlar. Bu
“KOZA” adı da verilen
fusun yarısını kapsakonularda
en
başından
beri
öncü
ve
motor
güç
“Şiddeti Önleme ve İzyan büyük illerde 6284
rolü oynamış bağımsız kadın örgütlerinin hiçe sayılı kanunun gerekleleme Merkezleri -ŞÖNİM” kuruldu: Adana,
rinin etkin biçimde uysayılması, deneyim, uzmanlık birikiminin
Ankara, Antalya, Bursa,
gulanması, yani şiddete
değerlendirilmemesi haklı ve üzerinde
Denizli, Diyarbakır, Gauğrayan kadınlara 7 gün
ivedilikle durulması gereken bir
ziantep, İzmir, Malatya,
24 saat danışmanlık, rehMersin, Samsun, Şanlıurfa,
berlik ve koruma hizmetinin
eleştiridir.
Trabzon. ŞÖNİMler ilk başvuverilmesidir.
rulacak yer ve şiddete uğrayan kadına
Bu arada 6284 sayılı kanunun ŞÖrehberlik yapacak merkezler olarak planlanNİMde çalışacak personelin “tercihen kadın”
mış. Bunlar sığınma evi değil. Buraya başvuran ka- olmasını öngördüğünü, dolayısıyla bazı illerdeki ŞÖdınlara (belediyelere ait) sığınma evinde ya da başka NİMlerde erkek sosyal hizmet uzmanlarının çalıştıbir şekilde yer bulunması dahil, psikolojik, sosyal, ğını not etmek gerek. Bu, şiddete ve cinsel şiddete mamaddi ve hukuksal hizmetlere ulaşmasında rehber- ruz kalan kadınların yaşadıkları travmayı, utanma ve
lik görevine sahip. ŞÖNİMler 7 gün 24 saat hizmet güvensizlik durumlarını hiç dikkate almayan bir uyverecek.
gulamadır. Bu alanlarda kadın uzmanların çalışması
Ankara’daki seminerde Ankara, Bursa, Antep, İs- mutlak gerekliliktir. Bütün Avrupa ülkelerindeki uytanbul, İzmir ve Samsun ŞÖNİMlerinden sosyal hiz- gulamalar da bu yöndedir, standart budur!
met uzmanları vardı. Dolayısıyla bunların çalışmaları, sıkıntıları vb. hakkında ilk elden bilgi edinme Bağımsız Kadın örgütlerinin pozisyon ve
eleştirileri
olanağı oldu.
ŞÖNİMler yaklaşık 7-8 aydır açılmış, ancak görev- Kadına yönelik şiddetin durdurulması için amansız
lerini yerine getirebilecek altyapı henüz yok ya da çok bir mücadeleye koyulmuş, sorunun peşini izleyen
eksik. 14 ilde birden pilot proje başlatılmış, ama nasıl bağımsız kadın örgütlerinin başında İstanbul Mor
çalışacakları konusunda yönetmelik henüz hazırlan- Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Ankara Kadın Dayanışma
mamış. Buna bağlı olarak her ilde durum da farklı. Vakfı, Uçan Süpürge, Antalya Kadın Sığınağı KolekAnkara henüz bilgi toplama aşamasında... İzmir “sı- tifi, İzmir bağımsız kadın örgütleri, Mersin İŞTAR
Böyle olmaz!
- ŞÖNİM’ler “tek merkezden çözüm” şeklinde düşünülüyor, ama hem bunu yapacak durumda değiller,
hem de bağımsız kadın örgütlerini dışlıyorlar.
- ŞÖNİM’lerde uzman kadro yok, erkekler çalışıyor. Bu olmaz!
- ŞÖNİM’lerde Kürtçe konuşan sosyal hizmet uzmanları yok!
- Kadınlara yönelik danışmanlık ve rehberlik hizmeti veren kadın merkezlerinin çalışanları bizzat
devletin şiddetine uğruyor. Bu devlete güvenimiz yok!
- Devlette kadrolaşma var, koca-müdür-denetçi hep
birlikte cuma namazına gidiyorlar. Kimi kime şikayet
edeceksiniz?
Kadınlara
yönelik
şiddete
karşı
mücadele Avrupa’da ve
Türkiye’de bağımsız/feminist kadın
hareketinin öncülüğüyle başlamış
ve gelişmiştir. Dün
olduğu gibi bugün
de bu mücadelenin
öncü ve itici gücü
bağımsız kadın hareketidir.
Kadınların aile
içi şiddete ve cinsel
şiddete karşı korunması, kadınların can güvenliğinin
sağlanması „ileri demokrasi“yi hedeflediğini söyleyen devletin en temel görevlerinden biridir. Devlet bu
konuda görevini yerine getirmek zorundadır. Bağımsız kadın hareketi ağlarını sıklaştırarak, bu alanda
devleti izlemek, tabandan zorlamak zorundadır. Tabii
ki bu salt kadın hareketinin değil, aynı zamanda ve
bizzat işçi sınıfı hareketi ve tüm demokratik hareketin görevidir!!!
Bu anlamda bize de düşen görev, çevremizde bunun
propagandasını yapmaktır. 6284 sayılı yasanın getirdiği hak ve imkanların tanınması ve bunların kullanılabilmesi için gerekli kurumların zorlanması bizim
görevimizdir. Çevremizde şiddet mağduru kadınları
ŞÖNİMlere yönlendirmek ve verilen ya da verilmeyen hizmetin peşini izlemek bizim görevimizdir.
yeni kadın dünyası
kadın merkezi, VAKAD Van Kadın Derneğini saymak mümkün.
Bağımsız kadın örgütleri ŞÖNİMlere tepkili ve eleştirel yaklaşıyorlar. Devletin iş yapmış olmak gibi gösteriş yaptığını, konseptin en baştan sakat olduğunu
ileri sürüyorlar. Bu konularda en başından beri öncü
ve motor güç rolü oynamış bağımsız kadın örgütlerinin hiçe sayılması, deneyim, uzmanlık birikiminin
değerlendirilmemesi haklı ve üzerinde ivedilikle durulması gereken bir eleştiridir. “Demokratik”leşmeye
önem verdiğini açıklayan bir devlet bu konuda sivil
toplum örgütlerinin deneyim ve birikimlerine gerekli
değeri biçmek zorunda, onları bu işin içine katmak
zorundadır. Ancak, TC devletinden bunu beklemek
abesle iştigal oluyor tabii ki...
Bağımsız kadın
örgütlerinin ideolojik-siyasi eleştiri
ve pratikteki deneyimlerden çıkardıkları sonuçlar
ve eleştirileri şöyle
özetleyebiliriz:
Bu
pederşahi
devlette, bu muhafazakar hükümetle (aynı şekilde
“sosyal demokrat”
hükümetlerle
de) kadınlara yönelik şiddete karşı gerçek mücadele
mümkün değildir. Hükümet bir taraftan Avrupa Yasalarına hızla imza atıyor, ŞÖNİMler açıyor, diğer taraftan ama kadın erkek eşitsizliğini her gün yeniden
üreten ve hatta derinleştiren bir ideolojik-siyasi politika izliyor. Muhafazakar aile ve sosyal politikalarla
kadına yönelik şiddete karşı mücadele etmek mümkün değildir. Bu devlet politikasıyla, bu ŞÖNİMlerle
olsa olsa tek tek sinekler öldürülür, ancak bataklığı
kurutmak mümkün değildir!!!
- Hem yasanın çıkarılması aşamasında ve buna
bağlı olarak da ŞÖNİMlerin kurulması aşamasında
Hükümet bağımsız kadın örgütlerinin eleştiri ve deneyimlerini dikkate almamıştır. Halbuki bağımsız
kadın örgütleri çok uzun yıllardan beri bu konuda
faaliyet gösteriyorlar.
- 14 ilde birden pilot proje ve yönetmelik bile yok...
Yeterli kaynak yok, uzman kadro yok... bu hükümetin iş yapma gösterişi peşinde koştuğunun ifadesidir.
Kasım 2013 ✓
33
panorama
PA NOR A M A
AVRUPA
BİRLİĞİ’NİN
“ÖLÜM
KAPISI”:
LAMPEDUSA!
N
34
- İTALYA/ AB -
azım Hikmet’in dediği gibi “yaşamak güzel
şey be kardeşim!” Yaşamak güzel de, bu dünya, hiç de güzel yaşanacak bir dünya değil.
Dünyanın her yerinde sermayenin egemenliği, barbarlık hüküm sürüyor! Emperyalist dünyanın egemenleri sürekli ve sistemli olarak “büyük insanlığa”
karşı yürütülen bir dalaş ve savaş içinde.
Olanaklara, toplumsal zenginliğe bakıldığında,
dünya nüfusunun tümüne yetecek kadar; hiç kimsenin işsiz, yoksul, eğitimsiz, konutsuz vb. kalmayacağı
bir toplumsal zenginlik ve evet herkese yetecek ürün
var bu dünyada. Buna rağmen, dünya nüfusunun
yaklaşık %80’i yoksulluk ve açlık sınırında yaşam
mücadelesi içinde. Günde onbinlerce insan açlıktan,
bakımsızlıktan, ilaçsızlıktan vb. vb. ölüyor. Milyonlarca insan işsiz ve milyonlarca insan da zorunlu göç
yollarında, mülteci durumunda. Bu göç yollarında da
binlercesi yaşamını yitirmektedir. Hayatta kalanları da, gittikleri yerlerde sayısız ve değişik baskılarla,
zorluklarla, önemli bir bölümü de kaçmak zorunda
kaldıkları yerlere geri sürgün edilmekle karşı karşıya
kalmaktadırlar. Kısacası bu dünya, bir yandan muazzam bir zenginliğin var olduğu ve diğer yandan da
büyük bir yoksulluğun yaşandığı bir dünya!
BM Mültecilere Yardım Kurumu’nun (UNHCR)
verilerine göre 2012 yılı sonu itibariyle 45,2 milyon
insan göç yollarında, bunun 15,4 milyonu uluslararası statüye göre mülteci olarak kabul edilmektedir.
Mültecilerin yaklaşık %81’i kalkınmakta olan ülkelerde yaşamaktadır. Sözkonusu verilere göre göç yollarında olanların 28,8 milyonu yaşadıkları ülkelerde
“iç göç” yollarında... ve komşu ülkelere kaçmış göçmen durumunda, 937.000 insan da iltica arayışında.
Aynı hesaplara göre günde ortalama 23.000 insan
“evini barkını” terketmek zorunda kalmaktadır. Bu
verilerin de eksik veriler olduğu, sürekli değiştiği, göç
yollarında olanların sayısının gerçekte daha yüksek
olduğundan yola çıkılması gerektiği de bilinçlere kazınması gerekiyor. Bilinçlere kazınması gereken bir
olgu da gelişmiş, ya da sanayi ülkesi olarak tanımlanan ülkelerdeki göçmen/ mülteci sayısının toplam sayıya göre düşük olduğudur. Örneğin UNHCR
verilerine göre 2012 yılı sonundaki hesaplara göre
Avrupa’da 1.799.800 mülteci yaşamaktadır.
Kabaca ortaya konduğunda durum böyledir. Evet,
emperyalizmin barbarlık olduğunu görebilmek için
aslında “derin teorilere” ihtiyaç yoktur. Dünyamızda olup bitenleri izlemek ve burjuvazinin borazanı
medyanın gerçekleri manipüle etmesinin kurbanı olmadan, bağımsız biçimde yaşananlara bakmak, emperyalizmin barbarlık olduğunu görmek için yeterlidir. Ne yazık ki “büyük insanlığın” beyni, bağımsız
LAMPEDUSA VE ÖLÜMLER...
Lampedusa’nın adı son aylarda medyada yeniden sıkça anılır oldu! Nedeni, bu 20 km karelik alanı olan
adanın uranyum, petrol, altın ya da “nadir maden”
kaynaklarının olduğunun keşfedilmesi vb. değildir.
Lampedusa’yı işgal etmek için herhangi bir devletin
İtalya’ya savaş ilan etmesi durumu da yaşanmadı. Bu
açıdan bakıldığında herhangi bir paylaşım, ele geçirme dalaşı ve savaşı sözkonusu değil. Ama Avrupa
Birliğ’nin, kendi sınırları içinde görmek istemediği
insanlara karşı bir mücadelesi, evet klasik anlamda
olmasa da bir “savaşı” sözkonusudur.
Somutta Lampedusa’nın adı, son yıllarda hep Afrika kıtası üzerinden Avrupa Birliği’ne kaçmaya, “sığınmaya” çalışan göçmenlerin acı sonları –teknelerinin
alabora olması ve Akdeniz’de boğularak ölmeleri- ve
ölümden kurtulanlara karşı uygulanan kötü muamelelerle ilişkin gündeme geldi, geliyor. Güncel olarak
medyada Lampedusa’nın gündeme gelmesine vesile
olan gelişme ise 3 Ekim 2013 tarihinde yine bir “göçmen teknesi”nin Lampedusa yakınında alabora olup
batması ve en az 366 insanın yaşamını yitirmesi olayıydı.
Akdeniz’de Avrupa Birliği’nin sınırlarında teknelerin batması, insanların yaşamını yitirmesi her seferinde böyle bir tartışma yürütülmesinin vesilesi olma
durumunda değil. Bunların dökümü uzun bir listeyi
gerektirir. Bu sefer, olay üzerinde tartışma yürütülmesine yol açan esas şey, ölenlerin sayısının yüksek
olmasıydı. Kimi açıklamalara göre batan teknede 545
kişi varmış. Bunlardan 155’i –çoğu balıkçılar tarafından- sağ kurtarılmıştır. Denizden/ tekneden çıkarılan ceset sayısı 366 olarak açıklandı. 545 sayısı doğru
ise ölenlerin sayısı 390’dır. Ama AB’nin Akdeniz sınırlarında gerçekten ölenlerin sayısının ne kadar olduğu belli değildir. Kimi tahminlere göre son 25 yılda
19.000, kimi tahminlere göre de 25.000 civarında insan Avrupa’ya ulaşmak amacıyla çıktığı yolda yaşamını yitirmiş, Akdeniz bir mezarlığa dönüşmüştür.
Kuşkusuz sözkonusu ölümler sadece Lampedusa’ya
gitmeye çalışanlar ya da Lampedusa kıyılarıyla sınırlı
değildir. Burada bir bütün olarak Avrupa Birliği’nin,
Türkiye – Yunanistan sınırından (Ege ve Akdeniz)
Fas – İspanya sınırına (Cebelitarık Boğazı’na) kadar
sınırlarının tümü sözkonusudur.
3 Ekim 2013 tarihindeki facia sonrasında ölülerin
cesetlerinin aranması sürerken ve “timsah gözyaşları” dökülürken yeni facialar yaşandı. Yine ölü sayısı
tam belli olmayan “tekne batmaları” yaşandı. Örneğin 11 Ekim 2013 tarihinde Libya kolluk güçlerinin
engellemeye çalıştığı; geri Libya sahiline dönmeye
zorladığı tekneye, sözkonusu kolluk güçleri tarafından ateş açıldığı, yaşanan panik nedeniyle teknenin
devrilmesi sonucunda 268 insanın öldüğü bilgisi
medyaya yansıdı. Medyaya yansıyan diğer bir habere
göre de Libya kolluk güçlerinin İtalya kolluk güçlerinin yönetiminde bunu gerçekleştirdiğidir. Malta’ya
ait uçaklar olaydan ancak dört saat sonra yardıma
gelmiş ve 200’den fazla insanı kurtarabilmiştir. Ölü
sayısı esasında çıkarılan cesetler hesaplanarak değil,
teknede kaç insan olduğu konusunda kurtarılanların
verdiği sayılara göre tahmin edilmiştir. Sonuçta ölenlerin sayısının Avrupa Birliği’nin egemenleri için,
esasında istatistiki rakam olmanın ötesinde bir anlamı yoktur. Onlar için önemli olan kendi sınırlarının
“güvenliği”dir. Bu “güvenlik” de mümkün olduğunca
istenmeyen insanların, göçmenlerin/ mültecilerin –
onlar bunu “sınırlar ötesi kriminel olaylara ve illegal
göçe karşı mücadele” olarak lanse ediyorlar- AB topraklarına ayak basmasını önlemektir! Tam da onların
bu “güvenlik” önlemleri sonucu Akdeniz’de ölümler
giderek artmıştır. Medyaya yansıyan kimi haber ve
değerlendirmelere göre dünyanın başka hiçbir sınırı,
AB’nin Akdeniz sınırı kadar sıkı kontrol edilmemekte ve dünyanın hiçbir başka sınırında bu kadar ölüm
yaşanmamaktadır.
3 Ekim 2013 tarihindeki faciadan sonra AB yetkililerinin tartışmalarına ve attığı adımlara bakmadan
önce, kısaca da olsa AB’nin sınırlarını gözetleme/
kontrol etme konusuna yakından bakalım.
panorama
düşünme yetisi, burjuvazinin borazanı medya tarafından işgal edilmiş ve en basit gerçeğin bile farkına
varılmasının yolu kapatılmış durumdadır.
“AVRUPA KALESİ”NİN KORUNMASI!
“Şengen Anlaşması” olarak bilinen anlaşmanın geçmişi ya da çıkış noktası 1980’li yıllara dayanmaktadır. 14 Haziran 1985 tarihinde “Benelüx Ekonomi
Birliği” ülkeleri olan Belçika, Luksemburg ve Hollanda ile Almanya ve Fransa hükümetleri arasında, taraf
devletlerin adım adım “ortak sınırları”nda kişi kontrollerini kaldırma anlaşması imzalandı. Buna “Şengen I” de dendi sonradan. Pratik uygulama açısından
da 19 Haziran 1990 tarihinde “Şengen II” de denilen
“Şengen’i uygulama hakkında anlaşma” imzalandı.
Bu anlaşma formel olarak 1 Eylül 1993 tarihinde yürürlüğe girse de, pratikte uygulanması açısından ger-
35
panorama
36
çekte 26 Mart 1995 tarihinde yürürlüğe girdi.
Bu anlaşmaların doğrudan AB ile ilişkisi yoktu. AB
üyesi olmayan ülkeler de bu anlaşmayı imzalayabilir
ve onaylamasıyla birlikte üye olabilirdi. Buna bağlı
olarak da 1995’te yürürlüğe girdiğinde, İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan da anlaşmayı imzalamışlardı. Daha sonra da yeni üyeler anlaşmayı imzalayarak
“Şengen Bölgesi”ne katıldılar. İsviçre, İzlanda, Lichtenstein ve Norveç AB üyesi olmadıkları halde “Şengen Anlaşması” üyeleridir.
1997’de “Amsterdam Anlaşması”yla “Şengen Anlaşması” AB’nin etkin alanına entegre edildi. Bu değişiklik ise 1 Mayıs 1999 tarihinden itibaren yürürlüğe
girdi. Bu tarihten itibaren “Şengen Anlaşması”, AB’ye
üye olan yeni üye devletler için de geçerli oldu. Bu
anlaşma “özgürlüğün, güvenliğin ve adaletin bölgesi”
AB’nin temel direklerinden biri olarak lanse edildi.
AB üyesi olmayan kimi ülkelerin bu anlaşmada yer
alabilmesi gibi, AB üyesi devletlerin de yer almama
durumu var. Örneğin İngiltere, İrlanda “Şengen”de
yer almamaktadır.
Bu anlaşmalara bağlı olarak 1995’ten itibaren üye
devletler arasındaki sınır kontrolleri kaldırılmaya
başlandı.
Detayları bir kenara bırakırsak, sözkonusu devletlerin sınırlarında kişilerin kimlik kontrollerinin
kaldırılması, sözkonusu devletlerin vatandaşları ve
oturma izni, herhangi bir ülkenin verdiği vize sahibi
olanlar için “sevindirici”, “rahatlatıcı” bir gelişmeydi.
Bu ama sözkonusu devletlerin genelde kontrolleri
gevşettiği, azalttığı anlamına gelmiyor. Tersine, değiştirilen kontrol ve denetim yöntemleriyle, mekanizmalarıyla –özellikle de tekniğin geliştirilmesiyle- insanların daha çok ve yoğun kontrol edilebildikleri bir
durum sözkonusudur. Ayrıca sınırlarda kimlik kontrolleri, isteyen devlet tarafından geçici olarak da uygulanabilmektedir. Örneğin Almanya ve Fransa 2009
yılında 20 Mart ile 5 Nisan tarihleri arasında “Şengen
Anlaşması”nı dondurmuş, serbest geçiş yerine kelimenin gerçek anlamıyla belli bölgelerde sıkıyönetim
uygulamıştır. Avrupa Futbol Kupası, G8 Zirvesi ya
da BM İklim Konferansı gibi etkinlikler, toplantılar
döneminde de “Şengen” geçersiz kılınmaktadır. Ya
da Sarkozi’nin başkanlık döneminde İtalya’da turist
vizesi verilen göçmenlerin/ mültecilerin Fransa’ya gidişini engellemek için Fransa tarafından sınır kontrollerinin yeniden uygulanacağı yönlü açıklama ve
uygulama da sözkonusu kontrollerin kaldırılmasının
nemenem bir şey olduğunu göstermektedir. Sonuçta
kontrollerin zorlaştığı durum ve yerde sınır kontrolleri yeniden devreye girmektedir. “İstenenler” ve “istenmeyenler” ya da “ötekiler” ve “bizimkiler” ayrımı
kalkmamıştır.
Bu ayrıma bağlı olarak da gelişmenin öbür tarafında, giderek hep daha çok AB’nin sınır kontrollerini
yoğunlaştırmak, önlemleri geliştirip güçlendirmek
vardı. “Şengen Bölgesi”ndeki sınır kontrollerinin kaldırılması “demokrasi ve barışın örneği” olarak gösterilip emperyalist dünyada kapitalizm koşullarında
savaşların son bulacağı teraneleri yaygınlaştırılırken;
AB’nin “dış sınırları”nda kontroller, hiçbir dönem
olmadığı kadar yoğunlaştırıldı. AB’ye gitmek isteyen yoksullara karşı askeri ve polisiye önlemler alındı! Dış sınırlar bağlamında aldıkları tüm önlemler,
AB’ye mültecilerin gitmesini engellemeye, AB’yi bir
“Avrupa Kalesi” haline getirmeye yöneliktir. Bu “kaleye” başka ülkelerden de zenginler “hoşgelmiş”tir ve
bunların da “kaleye” giriş yolları açıktır. Ama yoksullara bu “kalede” yer yoktur!
Tek tek anlaşma ya da karara atıfta bulunup içeriklerini ortaya koymak kuşkusuz ki yazımızın çerçevesini aşar. Ama kesin olan bir şeyi bilince çıkarmak
gerekiyor: “İllegal göçe karşı”, “terörizme karşı” ve
“sınırlarötesi kriminel/ cinai edimlere karşı mücadele” adına tartıştıkları ve sonuçta aldıkları tüm kararlarda, imzaladıkları tüm anlaşmalarda temel çıkış
noktası AB’nin sınırlarının geçilmez surlara dönüştürülmesidir. Kararlaştırdıkları önlemler ve attıkları
adımlar da bunu gerçekleştirmek içindir.
Örneğin “Avrupa’nın Ortak İltica Sistemi”ni oluşturma adına AB Konseyi’nin 18 Şubat 2003 yılında
kararlaştırdığı “Dublin II Mevzuatı” ya da kararnamesi, gerçekte mültecilerin iltica taleplerini reddetmek için kullanılmaktadır. Bu mevzuatın en temel
yaklaşımlarından biri, herhangi bir mültecinin AB
topraklarına girdiği ülkede iltica talep etmesini öngörmektedir. Fakat örneğin Yunanistan ya da İtalya
üzerinden –AB’nin dış sınırındaki herhangi bir ülke
de olabilir- AB’ye giden bir mültecinin Yunanistan ya
da İtalya dışında herhangi bir ülkede iltica başvurusu yapma hakkı yoktur. Bu kural özellikle çevresi AB
üyesi ülkelerle çevrili ülkelere –örneğin Almanya’yayaramaktadır. Herhangi bir iltica başvurusunda ilk
yapılan iş, sözkonusu başvuru yapan kişinin hangi
yolları kullanarak geldiğinin tespit edilmesidir. Eğer
bir başka AB üyesi ülke üzerinden gelmişse, sözkonusu kişi o ülkeye sürülmektedir. Bu uygulama mültecilere/ iltica başvurusu yapanlara karşı demoklesin
ordinasyon ve işbirliğine kadar geniş bir alanı içermektedir.
“Frontex”in kendisine ait uçak, helikopter ve deniz
botları var. 13 Eylül 2011 tarihinde AB Parlamentosu
çoğunluk oyuyla “Frontex”e daha çok yetki verme kararı aldı. Buna göre örneğin “Frontex” kendisine ait
“sınır korumacı”lar talep edebilir. Lampedusa’daki
faciadan sonra da “Frontex”in daha fazla güçlendirilmesine karar verildi.
“Frontex” 1 Mayıs 2005’ten beri birçok harekata
bulaşmış durumdadır. Bu harekatlarda –özellikle
Ege ve Akdeniz’de- ne kadar mültecinin öldürüldüğü
belli değil ve bu yönlü veriler sümenaltı edilmektedir. İnkar edilemeyen eylemleri arasında ise, 3 Haziran 2009 tarihinde Viyana’dan Nijerya’ya, 8 Haziran
2009 tarihinde de Berlin’den Hanoi’ye kitlesel sürgün
örgütlemesi ve finanse etmesi vardır. Ekim 2013’te
“Frontex” müdürü İlkka Laitinen’in itirafına göre
“Frontex” yılda birçok kez mültecilerin teknelerini
ablukaya almış ve mültecileri şiddetle tehdit etmiş ve
AB iltica mevzuatına göre iltica etme başvurusu hakları olup olmadığını gözden geçirmeden mültecileri
geldikleri yere sürmüştür. Bu konuda AB’nin kendi
yasası geçersiz sayılmıştır.
“Frontex”in Türkiye Cumhuriyeti devletiyle de ilişkileri mevcuttur. Özellikle Türkiye – Yunanistan ya
da Bulgaristan sınırları bağlamında işbirliği içindedirler. 2012 yılı Haziran ayında “Frontex” ile Türkiye arasında ortak çalışmanın yoğunlaştırılması için
anlaşma imzalandı. Buna karşılık AB, T.C. vatandaşlarına vize kolaylığı sağlamayı vaat etmişti ve bu da
“Frontex” üzerinden yürüyor! Sözkonusu bu vaadin
16 Aralık 2013 tarihinde T.C. ile AB arasında imzalanan “Geri kabul anlaşması” ve “Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni” temelinde gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir durum sözkonusudur. Başbakan
Erdoğan’ın deyimine göre 3-3,5 yıl sonra T.C. vatandaşlarına yönelik vize uygulaması kalkacakmış!
Bu arada ama AB’nin kendi sınırlarını korumak
için anlaşma yaptığı “komşu” ülkeler arasına Türkiye
de katılmış oldu. Fas, Cezayir, Mısır ve Libya üzerinden AB’ye gidişlerin önlenmesi, yani AB’nin korunacak sınırının Afrika kıtasına, Mağrib’e kadar uzatılması olgusuna bir de Türkiye’ye kadar uzatma olgusu
eklendi. Bu da somutta Türkiye’nin “Doğu ve Güneydoğu”, yani Kuzey Kürdistan’ın Doğu, Güney ve Batı
Kürdistan ile sınırlarının, AB’ye mülteci kaçışını engellemek için daha yoğun bir kontrole tabi tutulacağı,
bu sınırlarda mülteci ölümlerinin, faciaların çoğala-
panorama
kılıcı gibi kullanılmaktadır. Bu aynı zamanda ama
AB üyesi ülkeler arasındaki çelişki ve dalaşı da göstermektedir. “Dublin II Mevzuatı”nın da uygulanmadığı sayısız örnekler vardır. Bu mevzuat daha çok
tüm engelleri aşarak AB sınırlarını geçen insanların
yaşamını daha da zorlaştırmak ve çoğunun iltica talebini reddederek geldiği yere sürmenin, bir nevi “içerinin arındırılması” mevzuatıdır.
Bu, içeriye yönelik uygulamada kendi aralarında
varolan çelişkiler, dışa karşı “korunmada” ortadan
kalkmaktadır. Dışa karşı “korunmada” çıkan çelişkiler de esasen kimin ne kadar sorumluluk yükleneceği,
kimin kime kuralları dikte edeceği vb. konulardadır.
Bu bağlamda Avrupa Birliği içinde çıkar dalaşı ve çelişkiler üzerine tartışmalar esasında kamuoyu önünde değil, kapalı kapılar ardında yürütülmektedir.
AB’nin tek tek üye devletlerinin sınır koruma güçlerinin ötesinde ortak bir “dış sınırı koruma polisi”
oluşturma adımı, kısa adı “FRONTEX” olan acentanın kurulmasıyla atıldı. AB Konseyi’nin 26 Ekim
2004 tarihli kararnamesiyle kurulan “AB üyesi devletlerin dış sınırlarında müdahaleci ortak çalışma
için Avrupa acentası” olan “Frontex” 1 Mayıs 2005
tarihinde çalışmaya başladı. Merkezi Varşova’dadır.
Çalışanlarının sayısı 300 civarında diye anlatılmaktadır. Bütçesi hakkında da yıllık 88 milyon Avro
dense de gerçek miktar çok daha fazladır. Hukuki
statüsü “Özgün haklara sahip Avrupa’nın kamusal
kuruluşu”dur. Bu “özgün haklar”, esasında sınırların
korunması adına gerek duyulduğunda AB’nin resmi
kanunlarının da dışında keyfi uygulamalara izin verilmesi için verilen “haklar”dır.
“Frontex”in görev alanı genelde ifade edildiğinde
AB’nin dış sınırlarının korunması için gerekli görülen her işin yapılmasıdır. Bu, risiko ve tehlike tahlillerinden, denetleme ve güvenlik kaynaklarının sınır
boyunca dengeli biçimde dağıtılmasına; sınırları
gözetlemede üye devletler arasında müdahaleci ortak çalışmayı koordine etmekten üye devletlerin sınır koruma memurlarını eğitmede yardımcı olma ve
ortak geçerli eğitim standartını yürürlüğe koymaya;
güvenlik teknolojisi alanındaki araştırmaları takip
etme, üye devletlerin güvenlik organlarını modern sınır güvenliği teknolojisi hakkında bilgilendirmekten
üye devletlerin teknik ve personel ihtiyaçları durumunda onları desteklemeye; üçüncü ülke vatandaşlarının geri iade edilmesini, sürülmesini örgütlemede
üye devletlere yardımcı olmaktan Europol ile birlikte
çalışmaya ve üçüncü ülkelerin güvenlik güçleriyle ko-
37
panorama
cağı demektir... Yunanistan ve Bulgaristan ile ortak
güvenliğe rağmen, T.C. sınırlarına “doğudan” girenler AB surlarını aşarlarsa, bunlar da geri Türkiye’ye
sürgün edileceklerdir. Vizeyi kaldırma amaçlı mutabakat metni, mültecileri “geri kabul etme” anlaşmasının, gerçekte AB’nin sürgün politikasını onaylama
anlaşması olduğu gerçeğinin görülmesini engellemek
için de kullanıldı, kullanılıyor.
“Avrupa Kalesi”nin gerçekleştirilmesi için öne çıkan
kimi noktalara değindikten sonra, Lampedusa’da 3
Ekim 2013 tarihinde yaşanan facia sonrasında AB’nin
egemenleri ve temsilcilerinin tartışmalarına ve aldığı
önlemlere bakalım.
TİMSAH GÖZYAŞLARI VE “EUROSUR”!
38
3 Ekim 2013 tarihinde 545 insanı taşıdığı söylenen
teknenin alabora olup batması haberi kamuoyuna
yansıdığında, ölenlerin sayısı 90 civarında gösteriliyor, ama bu sayının artabileceği bilgisi de haberlere
ekleniyordu. Acil olarak yapılması gerken
iş, teknedeki insanları kurtarma çalışmasıydı. En azından
yaşamını yitirenlerin
cesetlerinin denizden/ tekneden karaya
çıkarılması gerekiyordu. Bu yardım işi
gecikmeli de yapıldığından ölülerin sayısı
artmıştır. Böylesi bir
ortamda AB İçişleri Komiseri Cecilia
Malmström, AB üyesi devletlere/ yetkililerine “İnsanların umutsuzluğunu sömüren insan
kaçakçılarına (mültecileri AB sınırlarına sokanlar
anlamında BN.) karşı mücadelede çabalarımızı ikiye
katlamak zorundayız.” talebinde bulunuyordu! Böylece facianın esas suçluları olarak insan kaçakçıları
gösterilip sınırlardaki kontrollerin daha da yoğunlaştırılması gündeme getiriliyordu. Tartışmaların esası
batan teknede olan insanların durumu üzerine değil,
kurtarılanların ihtiyaçlarının ne olduğu, neler yapılması gerektiği üzerine değil, AB’ye mültecilerin sokulmasına karşı mücadelede daha neler yapılabileceği
üzerine yürütüldü.
Bu noktada yapılan öneriler arasında mültecilerin
AB’ye gelmesini önlemek için geldikleri ülkelerde siyasi ve ekonomik durumun “iyileştirilmesi” için destek verilmesi gerektiği önerisi de vardı. Sanki şu ya
da bu devlette istikrarlı bir siyasi yapının ve ekonomik kalkınmanın o ülkelerdeki yoksulların yaşamına birebir yansıyacakmış gibi bir düşünce de propaganda edildi, ediliyor. Bu propaganda aynı zamanda
Avrupa’nın, özellikle de kimi emperyalist ve geçmişte
sömürgeci devletlerin Afrika ülkelerinin kaynaklarını talan etmesi olgusunu, günümüzde de birçok ülkeye askeri, ekonomik ve siyasi müdahale ve savaşlarla
da sözkonusu ülkelerdeki siyasi ve ekonomik durumun yaşanmaz kılındığı gerçeğinin üzerini örten bir
propagandadır.
Kuşkusuz kamuoyunu yanıltmak, insanlık düşmanı gerçek yüzlerini gizlemek için timsah gözyaşları da dökülmedi değil! AB İçişleri Komiseri Cecilia
Malmström bu timsah gözyaşı dökenlerin başında
geliyordu. AB üyesi devletlere, mülteciler için daha
fazlasını
yapmaya
çalışın
çağrısında
bulundu... Bu arada
Akdeniz’de sınırları geçilmez kılacak
önlemlerin alınmasını, “mülteci teknelerinin denizde acil
yardım durumunda
tanınması ve kurtarılması” ediminin
güçlendirilmesi olarak pazarlamaya çalıştı! Mültecilere karşı aldıkları önlemleri
mültecileri kurtarma
olarak gösteren sahtekarlıkları değişik biçimlerde sürdü. AB İnsani Yardım Komiseri Kristalina Georgieva koltuğuna uygun
olduğunu gösterircesine, “Biz Avrupalılar sadece
kalpleri ve para cüzdanlarını değil, bilakis sınırlarımızı da açmak zorundayız.” talebinde bulundu!
Georgieva, sanki gerçekte mülteciler için kalpler ve
para cüzdanları açılmış da, sınırların açılmasını da
istiyordu! Sahtekarlık böyle de olabiliyor işte!
İtalya Başkanı Napolitano, yeni bir iltica siyaseti
talep etti ve “Yasalar insanlığın ve dayanışmanın te­
mel ilkelerine uygun olmak zorundadır.” açıklamasını
yaptı. Bu arada İtalya’nın “mülteci sorununda yalnız
bırakılmaması” gerektiği yönlü açıklamalar da orta-
lin II Mevzuatı”na dokunulmadı. Adı verilmeyen bir
diplomatın deyimiyle: “Pandora kutusunu açacak kadar çılgın” değillerdi! Tersine AB’nin sınırlarını gözetleme/ kontrol etme programı “Eurosur”un bir an
önce onaylanması gerektiğine karar kıldılar. 10 Ekim
2013 tarihinde de Avrupa Parlamentosu’nda yapılan
oylamada 101 hayır oyuna karşı 479 evet oyuyla “Eurosur” programının 2 Aralık 2013 tarihinde başlatılması kararını verdiler.
2 Aralık 2013 tarihinde de bu AB sınırlarını kontrol/gözetleme sistemi uygulaması başlatıldı. “Eurosur” “Frontex” ile sıkı işbirliği içinde çalışmaktadır.
İlk başta 18 AB üyesi devlette ve Norveç’te uygulanacak ve bir sene sonra da diğer AB üyesi devletler bu
uygulamaya katılacak. “Eurosur”un başlatılmasının
esas amacı AB’ye doğru yola çıkan mültecileri mümkün olduğunca erkenden tespit etmek ve mültecilerin
hareket alanları konusunda bilgi toplamak, buna göre
de AB sınırlarına yaklaşmadan onları engellemek
için gereken önlemleri almak, aldırmak vb. vb.dir.
En gelişmiş teknik imkanlar kullanılarak mültecilere karşı “savaşı” AB sınırları dışında yürütmenin bir
yeni aracıdır “Eurosur”. Bu gerçeğin üzerini örtmek
için de konuya “teğet” geçerken bir amacının da zor
durumda kalacak mültecileri “kurtarmak” olduğu
tespit edilmektedir. 20 Aralık 2013 tarihinde medyaya yansıyan bilgiye göre Avrupa’nın yerküreyi gözetleme satelitlerinin (Esa, Avrupa’nın uzay acentası)
sadece hava, deniz kirliliğini, kasırgaları, fırtınaları
gözetlemiyor, aynı zamanda “Frontex” ve “Eurosur”a
da –özellikle de AB’nin Akdeniz’deki sınırlarını gözetleme konusunda- verileri, bilgileri veriyor. 2014
yılı ilkbaharında adı “bekçi” olan yeni bir satelit varolanlara eklenecek.
Evet kısaca ortaya koyduğumuz bu tavırlar, önlemler 3 Ekim 2013 tarihinde Lampedusa önlerinde
yaşanan facia sonrasında mültecilere karşı alınan
önlemler içinde öne çıkanlardır. Bunlar bile AB egemenlerinin ve yetkililerinin nasıl bir insanlık düşmanı siyasetin sürdürücüleri ve uygulayıcıları olduğunu
göstermeye yeter ve artar bile... Bu insanlık düşmanı
siyasetleri, tüm engelleri aşıp AB’ye ulaşan insanlara
karşı da uygulanmaktadır.
panorama
lıkta dolaşmaya başladı... Almanya Cumhurbaşkanı
Gauck ise Lampedusa’da 3 Ekim’de yaşananları “bizim Avrupa değerlerimizi hiçe saymaktır” diye göstererek, sorunu “AB değerleri” içinde ele aldı. İyi de,
eğer sorunu “değerler” ya da etik ifadelerle ele alırsak, tam da yaşanan AB’nin “değerlerine” uygundur.
AB’nin en temel “değerleri”nin başında metaların,
paranın, sermayenin serbest dolaşımı gelmektedir,
insanların serbest dolaşımı değil. Sınıflarüstü ve sınıfların çıkarlarından bağımsız, ayrı bir “değerler”
yoktur. Burjuvazinin “değerleri” onların çıkarlarıdır,
onların çıkarlarına ters gelen her şey “değersizdir”.
AB sınırlarına sokulmak istenmeyen mültecilerin ölmeleri de onların bu “değerleri” içindedir. Gerçeklik
bu olduğundan da insanlar için değil, insanlara karşı
önlemler alındı, alınıyor.
AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmström’ün önlemler açısından yaptığı öneri somut olarak şunları da
içeriyordu. Aralık ayı başında “Avrupa Sınır Kontrol Sistemi”nin (Eurosur) işlerliğe konması, bunun
mültecilerin sıkça kullandığı küçük tekneleri tespit
etmesi (burada yine sahtekarlık yapılarak bu tespit
etmenin mültecileri kurtarmaya hizmet edeceği biçiminde lanse edilmektedir), bu sistemin bilgi transferi
ve ortak yer tespitinde tüm üye devletlere yaraması.
Bunun yanısıra “Hareketlilik ortaklığı” adına AB’nin
Fas ile yaptığı gibi diğer Kuzey Afrika (Mağrib) ülkeleri ile ve de başka “üçüncü ülkelerle” anlaşma yapılması da, Malmström’ün “ilticacılar için daha fazla”
ne yapılabileceği önerileri arasındaydı. Bu önerilerin
ve önlemlerin mülteci haklarını daha çok korumak
ve mütecilerin legal yollarla Avrupa’ya gelmesini sağlamakla hiçbir alakası olmadığı, tersine bu önlemlerin tam da AB’nin kapılarını mültecilere mümkün
olduğunca kapatmak için alınan önlemler olduğu,
birazcık bağımsız düşünebilen herkes için aşikardır. Kimi burjuva gazetecilerin bile tespit ettiği gibi
bunların şimdiye kadarki parolası (AB üyesi devletler
sözkonusudur) “Herkes kendisi için ve hepsi birlikte
bize gelmek isteyenlere karşı”dır.
Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak da yükselen “yeni bir Avrupa mülteci siyaseti” talepleri dilek
ve istek talebi olmanın ötesine varamadı. AB üyesi
devletlerin İçişleri Bakanları’nın 8 Ekim 2013 tarihinde Luxemburg’ta yaptıkları toplantıda “Birliğin
iltica politikasında herhangi bir değişiklik” olmayacağına karar verildi. 24-25 Ekim 2013 tarihlerinde
Brüksel’de yapılan AB Zirvesi’nde de değişen bir şey
olmadı. Mülteci ve iltica siyaseti bağlamında “Dub-
AB, MÜLTECİLERİN SÜRÜ(NDÜRÜ)LDÜĞÜ
BİR “BİRLİK”!
“Dış sınırları” kapatma siyasetinin “içteki” siyasete
yansıması çok çeşitlidir. Her AB üyesi devletin mültecilere, iltica başvurusu yapanlara karşı uygulamaları
39
panorama
da farklı farklıdır. “Dublin II Mevzuatı” temelinde de
AB üyesi devletler arasındaki çelişki ve dalaş da kendisini, yine iltica başvurusu yapanları oradan oraya
sürgün etme biçiminde göstermektedir. Bu bağlamda
genel uygulamalarla özel uygulamaları ne anlatabilmek, ne de kelimenin gerçek anlamında barbarlığın örnekleri olan bu uygulamalara isyan etmemek
mümkündür. En zor olanı da, yaşanan barbarlığın
farkında olmak, ama bu barbarlığı sona erdirmek
için o anda fazla bir şey yapamamaktır. Politikadan
uzaklaşıp sorunlara diyalektik materyalist temelde
yaklaşımı terkedip yaşananlara sadece insani duygularınızla baktığınızda, psikolojinizin bozulmaması
ve güçler dengesinin engellediği çözümü bulamadığınızda “terörist” olmaya karar vermemek çok zor...
Yukarıda bahsettiğimiz “Dublin II Mevzuatı” gereğince, AB sınırlarına girilen devlet dışındaki bir
devlette –örneğin Yunanistan üzerinden AB’ye
girenlerin Almanya’da iltica başvurusu yapması vb.- iltica başvurusu
yapanların hemen hemen hepsi geri sürgün edilmektedir. Mültecilere istedikleri
devlette iltica başvurusu
yapma hakkı bile tanınmamaktadır. Bu yönlü
sürgün, resmileştirilmiş
“ortak sürgün” siyasetinin
sürekli ve sistemli uygulanmasıdır.
Diğer sürgün yolu da iltica
başvurularının reddedilmesi ve iltica başvurusu yapanların AB dışındaki
“üçüncü” bir ülkeye sürülmesidir. “Mülteci akını”
vb. demagojik propagandalarla “cephe gerisi”, “yabancı” düşmanlığına kışkırtılmakta ve açık ırkçı, faşist kesimler desteklenmektedir. Mülteciler genelde
“güvenliği tehdit” unsuru olarak gösterilmektedir.
Kendilerinin “güvenliğini” tehdit edenlere karşı da
“güvenlik önlemleri” alıyorlar. Kendi devletlerinde
mültecilerin sayısını ne kadar azaltırlarsa, “güvenliklerini” de o kadar sağlamış oluyorlar! Mültecilere,
ilticacılara karşı siyasetlerine bu yaklaşım egemen olduğundan da iltica başvurusu yapanlara hayatı “dar”
etmektedirler... İltica başvurularının büyük bölümü
reddedilmektedir. Örneğin Almanya 2011 ve 2012
yıllarında başvuruların sadece %15 oranını kabul
etmiştir. %50 ile 70 arası oranda –yıllara göre değişen oran- ret kararı verilmiş, diğer kesim de değişik
nedenlerle ilticası kabul edilmeden geçici olarak kalma müsadesi almıştır. Avusturya ise ise 2012 yılında
17.000 iltica başvurusundan sadece 3680’ini kabul etmiştir. Üçte bir oranda iltica başvurusu kabul eden
devletler en çok başvuru kabul edenler arasında sayılmaktadır. Burada şu olguya da dikkat çekmek gerekiyor: Dünya çapında ele alındığında en çok mültecinin
geldiği ülkeler, 2012 sonu verilerine göre ilk altı sırayı Afganistan, Somali, Irak, Suriye, Sudan ve Kongo
Demokratik Cumhuriyeti oluşturmaktadır. AB’nin
emperyalist güçleri doğrudan bu ülkelerde yürütülen
savaşlarda yer almaktadır.
AB’nin mülteci ve iltica siyasetinin sembollerinden
biri haline gelen Lampedusa, aynı zamanda AB sınırlarındaki engelleri aştıktan sonra, nelerle karşılaştıklarını da gösteren bir örnektir.
Kimi burjuva gazetecilerin bile “insanlıkdışı”
olarak değerlendirdiği yaşam koşulları, daha
Lampedusa’ya ayak basar basmaz başlıyor. Adanın tek kayıt merkezi var.
Kendilerinin belirlediği kurala
göre burada kayıt altına alınan mültecilerin 48 saat
içinde başka merkezlere
götürülmesi gerekiyor,
ama bu kural çoğunlukla
uygulanmıyor. Kimi mültecilerin
Lampedusa’da
aylarca kaldığı bilgisi verilmektedir. Kayıt altına alınanların yerleştirildiği “kamp”
2011 yılı sonbaharında yangın sonucu 250 kadar kişiyi barındırabilecek
duruma gelmiştir. Buna rağmen 250 yerine 1000 ve
daha fazla insan burada toplatılıyor. Eskiden varolan
ranzaların, herhangi bir isyan durumunda mülteciler tarafından –ranzaların demirlerinin- silah olarak
kullanılabileceği gerekçesiyle kaldırılması sonucunda da hem yatak sayısı azalmış, hem de yerde yatmak
zorunda kalınmıştır. Küflü, kirli ve sağlık açısından
hijyen olmayan bir durum sözkonusudur. Kelimenin
gerçek anlamında bir “insan ahırı” ve hastalık kaynağı olmasına rağmen mültecilerin sokaklarda, yağmur
altında uyumak zorunda kaldıkları durumlar da istisna değildir. Bu duruma karşı mülteciler haklı olarak yer yer protesto eylemleri gerçekleştirmektedir.
Kayıtları yapıldıktan sonra ister Lampedusa’da
kalsın isterse de İtalya’nın başka mülteci kampına
götürülsün, mülteciler hakkında İtalya’ya “illegal gi-
Kimi burjuva
gazetecilerin bile
“insanlıkdışı” olarak
değerlendirdiği yaşam koşulları,
daha Lampedusa’ya ayak basar
basmaz başlıyor. Adanın tek
kayıt merkezi var.
40
yansıyan resim ve haberler barbarlığın ne kadar yaygınlaştığını yeniden belgeliyordu. Suriye kökenli bir
mültecinin cep telefonuyla gizlice kayıt ettiği videoya
göre Lampedusa’daki mülteciler kışın soğuk havasında çırılçıplak soyulup hortumlarla fışkırtılan ilaçla
“dezenfekte” edilmektedirler. Bu tür insanlık düşmanı uygulamalar, “demokrasinin ana/babayurdu”
olarak lanse edilen Avrupa’nın gerçek barbar yüzünü
ortaya koyuyor. Medyaya konuşan kimi mülteciler bu
durumu “Bize hayvanlar gibi davranıyorlar” diye ifade ettiler. Kimi siyasetçiler de bunu “Toplama Kampı uygulamalarına benzer muamele” olarak değerlendirdiler. Kuşkusuz ki Hitler faşizminin toplama
kamplarıyla karşılaştırılması doğru olmaz, ama bu
yapılanlar da toplama kamplarını hatırlatma durumundadır. Yapılan muamele herhalükarda insanlık
düşmanı bir uygulamadır. Bu muameleye maruz kalan mültecilerin bitlendiği ve “dezenfekte” olması gerektiği iddiası doğru bile olsa, bunun tıbbi yollarla ve
muayenehanelerde yapılması gerekir. Üstüne üstlük
sözkonusu “bitler”, insanca barınma olanağı sunulmadığından, 250 kişilik kapasitede olan bir kampa
1000’den fazla insan yerleştirildiğinden, küflü, kirli
yerde ve döşeklerde yatmak zorunda bırakıldığından
mültecilere bulaşmıştır. Yani hem mültecilere “bit”
bulaştırıyorlar, hem de onlara “hayvan gibi” muamele
yapıyorlar. Bu arada ırkçılığı körüklemede kullanılan
“mülteciler kirli, hastalıklı” vb. yalan ve demagojilere
de yeni bir malzeme sunulmaktadır.
Neresinden bakılırsa bakılsın, karşımıza hep çıkan
şey barbarlıktır!
Evet, yeniden Nazım Hikmet’in “yaşamak güzel şey
be kardeşim” tespitine dönersek, başta da tespit ettiğimiz gibi, “Yaşamak güzel de, bu dünya, hiç de güzel yaşanacak bir dünya değil. Dünyanın her yerinde
sermayenin egemenliği, barbarlık hüküm sürüyor!”
Evet bu dünya, üzerinde insanca yaşanacak bir dünya
değil! İnsanca yaşanacak bir dünya yaratmak, sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratmak da yine
“büyük insanlığın” elindedir! “Büyük insanlık” kendi konumunun bilincine vardığında ve özgürlüğün
gerçekleştiği bir dünya için mücadeleye sarıldığında,
emperyalist barbarlığa son vermek de mümkün olacaktır. ÇAĞRImız sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz Yeni
Dünya İçin’dir!
“... ve güneş doğarken hiç umut yok mu?
Umut, umut, umut,
umut insanda.” (NH)
24 Aralık 2013 ✓
panorama
riş” yapıp yapmadığı konusunda savcılık soruşturma
açmaktadır. Hakimler bile bu durumda karar vermeyi doğru bulmasalar bile, “illegal giriş” yaptığı kararı verildiğinde mültecileri 5000 Avro’ya kadar para
cezası beklemektedir. Pratikte mültecilerden bu paranın alınamayacağı bilindiği halde, bir tehdit ve terörize etme unsuru olarak bu kanun kullanılmaktadır. İtalya’da mültecilere göreceli yüksek oranda (1/3
civarında) oturum izni verilmektedir. Fakat oturum
izni alanlar “kendi hallerine” bırakılmaktadır. Bu da
çok az sayıda insanın iş ve ev bulmasına, çoğunluğun işsiz ve evsiz kalmasına yol açmaktadır. Boş ve
yıkık binalarda, eski trenlerde, sokaklarda, parklarda
ölmeme mücadelesi verilmektedir. Sağlık hizmetlerinden yoksundurlar. Irkçıların saldırılarıyla karşı
karşıya kalmakta, tarlalarda veya inşaat işlerinde
herhangi bir iş bulduklarında da ucuzun da ucuzu
işgücü olarak kullanılmakta ve kadınlar da fuhuşa
zorlanmaktadırlar.
Yunanistan’da binlerce mülteci hapislere tıkılmakta, “kötü muamele”ye maruz kalmaktadırlar. Avrupa Yüksek Mahkemesi’nin değerlendirmesine göre
bile “insana laik olmayan” yani insanlıkdışı bir durum sözkonusudur. Yunanistan’daki durumun “AB
normlarına” uymadığı gerekçesiyle kimi durumlarda
“Dublin II Mevzuatı”nın “ilk geldiği ülkeye sürgün
etme” uygulaması dondurulmaktadır.
Macaristan’da da tutuklama merkezlerinde hapsedilen mültecilere sopalarla, gözyaşartıcı gazla saldırılmakta, hamile kadınlar doğum yapacağı güne
kadar hapiste bırakılmaktadır. Bu durumlara karşı
yer yer yapılan açlık grevleriyle protestolar gerçekleştirildi.
Bu örnekler kabaca özetlenmiş az sayıdaki örneklerdir. Kimi burjuva kurumlar bile mültecilere, ilticacılara yönelik bu uygulamaları “bir insanlık felaketi”
olarak değerlendirmektedir. Evet, gerçekten de bunlar bir insanlık felaketini ortaya koymaktadır. Fakat
bu insanlık düşmanı uygulamalar ve felaket sadece
Macaristan’da, Yunanistan’da uygulanan “istisna”
felaketlerle sınırlı değildir. Bu, şu ya da bu yetkilinin
kötü niyetinin sonucu da değildir. Bir bütün olarak
emperyalist-kapitalist sistemin ürünü, yol arkadaşı
olan bir felakettir! Emperyalizmin kendisi barbarlıktır ve “büyük insanlık” için felaketin ta kendisidir!
Burada aktardığımız örnekler ve değindiğimiz mesele bu barbarlığın sadece bir safhasıdır.
Bu yazımızı yazdığımız günlerde Lampedusa’da
mültecilere yönelik uygulamalar hakkında medyaya
41
panorama
BOŞ BİR
“BM İKLİM
KONFERANSI”
DAHA!
- VARŞOVA / POLONYA -
Genel sonucu açısından yine boş bir BM İklim Konferansı
yapıldı. Konferanstan beklentilerin yerlerde süründüğü
bir durumda bile, sonucun “hayal kırıklığı” yarattığını
tespit edenlerin sayısı hiç de az değildi.
B
42
M İklim Konferansı (COP 19/ CMP 9) 11
– 23 Kasım 2013 tarihlerinde Polonya’nın
başkenti Varşova’da yapıldı. Konferansa
BM üyesi 194 devletin temsilcileri, heyetleri katıldı.
Toplam temsilci katılım sayısı 9000 olarak açıklandı.
Konferansın başkanlığını BM İklim Çerçeve Anlaşması Genel Sekreteri Christiana Figueres ile Polonya
Çevre Bakanı Marcin Korolec yaptı. Polonya 8 – 23
Kasım tarihleri arasında iklim konferansı nedeniyle “Şengen Anlaşması”nı “dondurdu”, sınır/ kimlik
kontrollerini uyguladı. Böylece BM’nin böylesi toplantılarında iklimi, doğayı korumak için ciddi adım
atılmaması olgusunu protesto edenlerin Polonya’ya
girişi engellenmek isteniyordu. Ayrıca Polonya, Ekonomi Bakanlığı aracıyla 18-19 Kasım tarihlerinde
“Dünya Kömür Birliği”ni davet ederek kömür sanayisinin tekellerinin toplantısını da örgütledi.
İklim Konferansı’ndan herhangi önemli bir karar
alması beklenmiyordu. Beklentiler en alt seviyeler-
deydi. Öyle ki konferans öncesindeki durumun korunması bile “başarı” olarak sayılabiliyordu. Bu seferki konferansın gündeminde esas olarak 2015 yılında
Paris’te yapılması planlanan COP21/ CMP 11’de kararlaştırılması istenen iklim anlaşmasının ön hazırlıklarının yapılması vardı. Kimi yorumcular konferansı haklı olarak bir “çalışma toplantısı”, “hazırlık
konferansı” vb. olarak değerlendirdiler. Buna göre
anlaşmanın taslağının köşe taşları 2014 yılında Peru/
Lima’da yapılacak konferansa kadar belirlenmesi,
yol haritasının somutlaştırılması gerekiyordu. Bu da
BM üyesi devletlerin zehirli gaz salınımını azaltmak
için kendi hesap ve planlarını, taahhüt ya da yükümlülüklerini ortaya koymalarını içeriyor. “Yeşil İklim
Fonu” ve 2009 yılında Kopenhag’da gelişmekte olan
ülkelere zehirli gaz azaltımı için 2020 yılına kadar
yıllık 100 milyar dolar sözü, “Adaptasyon” vb. mali
konularda tartışmak ve sorunu açıklığa kavuşturma
gibi konular da gündemdeydi.
anlaşmasına hazırlık ve onun üzerine pazarlık yapılmasının temeli olarak düşünülen bu raporda, durumun olduğundan iyi gösterilmeye çalışıldığının da
mümkün olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır.
Deniz sularının yükseldiği, dünya tarihinin son
800.000 yıllık tarihinde karbondiyoksit yoğunlaşmasının hiçbir dönem bugünkü kadar yüksek olmadığı,
2012 yılında yeni bir rekorun kırıldığı, bunun özellikle sanayileşmenin başlanmasıyla doğrudan ilişkisi olduğu, küresel ortalama sıcaklığın 1880’den beri
0,85 derece yükseldiği, 1900 yılından bu yana deniz
sularının 19 santim yükseldiği vb. vb. tespitler yapılmaktadır.
Germanwatsch tarafından hazırlanan ve iklim
konferansı sırasında açıklanan “Küresel İklim Risiko Endeksi 2014”te de 1993 –2012 yılları arasındaki
“aşırı hava olayları”na, yani doğrudan iklim değişikliği sonucu olan
kasırgalar,
tufanlar, aşırı sıcaklıklar,
kuraklıklar, su/ sel
baskınları vb. vb.
sorunlara da değinmektedir. Ele alınan
dönemde
yaşanan
15.000’den fazla bu
“aşırı hava olayları”
sonucu ölen insanların sayısı 530.000’dir.
Maddi kayıplar ise
2,5 Trilyon Dolar kadardır. 2003 yılında
Avrupa’da aşırı sıcaklar sonucu ölenlerin sayısı 70.000
olarak verilmektedir.
Ele alınan dönemde “aşırı hava olayları”ndan en çok
etkilenen ülkeler Honduras, Myanmar ve Haiti’dir.
Her sene sıralamada belli değişiklikler olsa da, sözkonusu dönemde en çok etkilenen ilk on ülkenin sekizi
gelişmekte olan, düşük ve orta düşük gelirli ülkelerdir. Endeks’te Varşova’da yapılan iklim konferansına
da doğrudan değinilmekte ve tartışılan konularda talepler öne sürülmektedir. Örneğin sanayileşmiş ülkelerin yoksul ülkelere yeterli maddi ve kurumsal yardımda bulunmaları gerektiği de bu talepler içindedir.
“Uluslararası Enerji Ajansı”nın 12 Kasım’da yayınladığı “2013 Dünya Enerji Görünümü” raporunda ise,
andaki enerji siyasetinin devam etmesi durumunda,
panorama
Konferansın açılışına damgasını vuran Filipin’i kasıp kavuran ve 5260 insanın yaşamına mal olan “Haiyan” tayfunuydu! Filipin Delegasyonu Başkanı Alicia
İlaga “Her seferinde ben bu konferanslara geldiğimde,
biz yeni bir felaketle karşı karşıya kalıyoruz” diyerek
sorumlulardan iklimi korumak için adım atmalarını
talep ederken, delagasyon üyelerinden Naderev Yeb
Sano “Haiyan”ın etkilerini anlatırken “durdurun bu
çılgınlığı” çağrısını yaparak, konferansta anlamlı bir
uzlaşma sağlanana kadar açlık grevi (oruç tutacağını)
yapacağını ilan etti. Konferansın son gününe kadar
da dediğini yaptı. Bu arada önemli ölçüde destek de
aldı.
Dünyamızın ikliminin durumunu ise BM’ye bağlı “Devletlerarası İklim Değişikliği Komisyonu”
(IPCC) Eylül ayı sonuna doğru yayınladığı raporla
ortaya koydu. Sözkonusu raporun hazırlanmasında
son altı senede 3000
kadar bilim insanının yer aldığı, 54.000
yorumun bu çalışma
sürecinde gözönüne
alındığı bilgisi verilmektedir. Rapor,
durum tespiti, iklim
değişikliğine karşı
alınabilecek önlemler ve 2014 yılı Ekim
ayı sonuna kadar da
bitirilmek
istenen
“Sentez –Rapor” ile
tamamlanacakmış.
Bu da 2015 yılında
Paris’te yapılacak iklim konferansında
kararlaştırılmak istenen anlaşmanın pazarlığının
temeli olacakmış... Bu nedenle de konferans gibi bu
rapor da 2015 Paris konferansına hazırlık olarak da
ele alınması gerekiyor.
Raporun medyaya yansıyan verileri (Raporun kendisi çok geniş, 2000 sayfa civarında) iklimimizin
durumunun giderek kötüleştiğini göstermektedir.
Örneğin son sekiz (8) senede CO2 salınımının ikiye
katlandığı belirtilmektedir. Buna rağmen, kendilerinin de açıklayamadığı nedenlerle atmosferin ısınmasının “mola verdiği” anlatılmaktadır. Ölçümleri
kontrol edebilecek durumda değiliz. Bu açıdan tersini iddia edebilecek konumda da değiliz. Ama tüm
ülkeler için bağlayıcı olması düşünülen yeni iklim
43
panorama
hedeflenen atmosferin ısınmasını 2 derecede sınırlandırmanın mümkün olmadığı, ısınmanın 3,6 dereceyi
aşacağı uyarısı yapılmaktadır. Kimi tahminler bunun
4 derece kadar olabileceğine işaret etmektedir.
Bu raporlar aslında önlem alma bağlamında sonuçlarına bakıldığında özde yeni bir şey ortaya koymamaktadır. Ama durumu bilince çıkarma ve detayları
görme açısından yine de bakılması gereken raporlardır. Mesele bu raporların BM İklim Konferansı’na
katılanlar tarafından ciddiye alınıp bu verilere uygun
iklimi kurtarma, koruma için gerekli önlemlerin alınıp alınmadığıdır. Olgulara baktığımızda, cevabın
hayır olduğu açıktır.
Bu raporların yanısıra konferans döneminde, İngilizce gazete “Guardian”, daha önce “Climatic
Change”de yayınlanan bir araştırmanın sonuçlarını
rapor ederek yayınladı. Buna göre 90 tekel/ holding
1751–2010 yılları arasındaki dönemde atmosfere salınan karbondiyoksit ve metan gibi zehirli gazların
%63’ünün sorumlusudur. Bu 90 tekelin 83’ü petrol,
gaz ve kömür, yani fosil enerji tekelleridir. Diğer 7’si
de çimento dalındaki tekellerdir. Bu verilere bağlı olarak da yürütülen tartışmada kimi araştırmacılar, eğer
2 derece ısı hedefi tutulmak isteniyorsa, anda varolan
fosil enerjinin en az %80’inin “yerin dibinde” kalması
gerektiğine dikkat çekmektedirler. Bu durum da iklimi koruma/ kurtarma bağlamında ciddi bir adımın
atılabilmesi için öncelikle, sadece değil, öncelikle, bu
fosil tekellerinin çıkarlarına dokunulması gerektiğini
de göstermektedir.
ÖNE ÇIKAN KİMİ GELİŞMELER,
SONUÇLAR...
44
BM İklim Konferansı’nın (COP 19/ CMP 9) ev sahipliğini yapan Polonya, somut olarak elektrik enerjisinin
%91’ini kömürden (%69 linyit ve %22 de taşkömürden) elde etmektedir. AB coğrafyasında atmosfere en
fazla zehirli gaz salınımı yapan linyit kömür fabrikası
Belchatow’daki fabrikadır. Devlet, “Polonya Enerji
Grubu”nun hisse senetlerinin çoğunluğuna sahiptir.
Doha/ Katar’da geçen sene yapılan iklim konferansında ve sonrasında da AB’nin kendi içindeki tartışmalarda zehirli gazların salınımını azaltmaya karşı
çıkan Polonya idi, halen de öyledir. Kendi aralarındaki çelişki çözülmedi, ertelendi... Bu durumun farkında olanlar bu seferki konferansın Varşova’da yapılması kararına karşı çıkmışlardı ama itirazları bu
kararı değiştirmeye yetmemişti. Bunlara ek olarak
da Polonya, konferansa ev sahipliği yaparken bir nevi
“gövde gösterisi” de yaptı! 18-19 Kasım tarihlerinde
Ekonomi Bakanlığı’nın davetiyle ve örgütlemesiyle
bir “Uluslararası Kömür ve İklim Zirvesi” gerçekleştirdi. Ayrıca konferansa katılmak için yapılan başvurularda “sivil toplum örgütleri” temsilcilerinden çok,
petrol, gaz, kömür... kısacası sanayi temsilcilerine
daha fazla yer verildi. Bu da “Konferansa katılmak
için başvuru yapan herkese konferans kimliği verilse pazarlık yapan taraflara yeterli alan kalmayacaktır” diye açıklandı. Ekim ayı başında Polonya Çevre
Bakanı’nın basın toplantısında adını verdiği iklim
konferansının 12 sponsoru içinde “ArcelorMittal”
gibi dünyanın en büyük çelik tekeli/ holdingi, “Polonya Enerji Grubu”, araba tekelleri BMW ve General
Motors, enerji tekellerinden “Alstom” veya hava yollarından “Emirates vb. tekel ve holdingler vardı. Yani
konferansta “yeterli alan” verilmek istenen “pazarlık
yapan taraflar”ın kimler olduğunu tahmin edebilirsiniz!
Konferans sürecinde atmosferi esas zehirleyenlerin
“fosil endüstrisi”nin pazarlıkları belirlediği, konferansı işgal ettiği yönlü eleştiriler kamuoyuna da yansıdı. Bu gelişme sonucunda BM İklim Konferans’ları
tarihinde ilk kez, WWW, Greenpeace, Oxfam, Action Aid, Friends of the Earth, BUND gibi sivil toplum
örgütleri birlikte konferansı terkettiler. Alman Çevre
Birliği (BUND) şefi Hubert Weiger “Boykotumuzla,
şimdiye kadar bu biçimde hiç olmayan Ekonomik
birliklerinin iklim koruma sürecine etkisine dikkat
çekmek istiyoruz.” Ve “Fosil enerji iklim konferansını
işgal etti”, özellikle de kömür lobisi için “kırmızı halı
serildi” biçiminde açıklama yaptı.Kimi diğer STÖ
temsilcileri de “Varşova’da yaşanan maskaralığın
daha fazla parçası olmak istemiyoruz” diyerek protestolarının nedenini açıkladı. Uluslararası İklim ve
Enerji Girişimi (WWW) temsilcisi de diğer şeylerin
yanısıra “BM sürecini ve iklim değişikliği gerçeğini
değil, kirli sanayinin menfaatlerinin insan ihtiyaçlarının önüne koyulduğu Varşova’daki bu konferansı
terkediyoruz.” diye tavır takındı. Bunları söyleyenlerin sömürü sisteminin, kapitalizmin sınırları çerçevesinde hareket eden ve iklimi koruma sorununa da
bu çerçevede çözüm bulmaya çalışan kesimler olduğu
bilince çıkarıldığında, konferansta pazarlık yapanların kimlerin temsilcileri olduğu ve gidişatı kimin
belirlediği de tespit edilebilir. Kimi burjuva basın
mensupları bile “kömürün iklimi yendiği”, “paranın
iklimden daha güçlü olduğunun Varşova’da kesin biçimde açığa çıktığı” yönlü tespitler yapma durumun-
Konferans tartışmalarında öne çıkan konuların başında “Kayıp ve Zarar” başlığı altında ele alınan tartışma vardı. Bu iklim değişikliğinden kaynaklanan
kayıp ve zararlara karşı nasıl davranılacağı konusundaki tartışmaydı. Her şeyden önce de sanayileşmiş
ülkelerin gelişmekte olan ülkelerin kayıp ve zararlarını gidermede yardım etmesi gerektiği sözkonusuydu.
Nasıl ki başta Çin olmak üzere Hindistan, Brezilya
gibi ülkeler atmosferin zehirlenmesinden öncelikle
sanayileşmiş ülkelerin sorumlu olduğunu söyleyerek
kendilerine ayrı ölçü kullanılması gerektiğini savunarak tüm ülkeleri bağlayıcı bir anlaşmayı zora sokuyorsa, sanayileşmiş ülke olarak sayılanlar da bu
“kayıp ve zarar”lar konusunda yükümlülük almayı
reddediyor, reddetti. Sonuçta, tüm tartışmalara ve
fakir ülkelerin temsilcilerinin de taleplerine rağmen
alınan karar, “Varşova Mekanizması” adı altında yeni
bir mekanizma oluşturma kararıydı. Somut olarak
bu, bir çalışma grubu oluşturmaktan başka bir anlama gelmiyor. Konferansın son gününde fakir ülkelerin temsilcilerinin itirazlarıyla kızışan tartışmalar
sonucunda 2016 yılında bu mekanizmanın nasıl ele
alınacağı ve çalışacağı konusunda yeniden tartışılacağı üzerine varılan uzlaşmayla konferans kurtarıldı!
Sözkonusu “Varşova Mekanizması” konusunda, 2014
yılında Lima’da yapılacak konferansta bu mekanizmanın yürütme komisyonunun bileşimi ve çalışma
kurallarının karar bağlanması, çalışma grubunun
2015 yaz’ına kadar bu mekanizmanın uygulama
programını hazırlaması gerekiyor. Bu konudaki tartışmaların somut olarak adım atmayı ertelediğinin
bilincinde olan kimi konferans katılımcıları haklı
olarak “Bu konferans, kayıp ve zararlar olarak tarihe
geçecek” tespitini yaptı.
Bu tartışmaların yürüdüğü süreçte Japonya daha
önce taahhüt ettiği
karbondiyoksit vb. salınımını azaltma hedefinden vazgeçtiğini
ilan etti. Açıklaması da
Fukuşima
felaketinin
enerji alanına etkisi...
Avusturalya’da ise seçilen yeni hükümetin yaptığı ilk iş, iklim vergisi
yasasını iptal etmesiydi.
Kanada da bunlara alkış tuttu. Konferans’ta
“KYOTO 2”nin 2020
yılına kadarki salınım azaltma hedefleri konusunda
somut ve baylayıcı bir karar alınmadı.
Konferans sürecinde ilginç olan bir gelişme de,
konferansa başkanlık eden Polonya Çevre Bakanı’nın
yapılan kabine değişikliğiyle bakanlık görevinden
alınmasıydı. Buna rağmen konferansa başkanlığı
sürdürdü... Konferans öngörülen tarih ve saatte (22
Kasım saat 18.00) bitirilemedi, sonuç belgesi üzerine
tartışmalar bir günden fazla uzadı... Sonuçta “en küçük paydada” uzlaştılar! Bu uzlaşmada zarar gören de
yine iklimimiz oldu!
2015 yılında Paris’te yapılacak COP 21/ CMP 11’de
bütün ülkeleri bağlayan iklim anlaşmasının sonuçlandırılması ve 2020 yılında bu anlaşmanın yürülüğe
girmesi konusunda hemfikir olunduğu yeniden açıklandı.
Bunun için ama gerekli olan devletlerin atmosfere
zehir salınımını azaltma hedeflerini ne zaman BM’ye
sunması gerektiği konusunda çelişki yaşandı. Sonuçta özellikle Çin’in itirazıyla, 2014 Eylül’ünde BM’nin
devlet ve hükümet başkanlarının katılacağı özel zir-
panorama
da kaldı.
Evet, pazarlıklarda taraflar arasındaki çelişkiler
geçmiş konferanslarda olduğu gibi varlığını sürdürdü. Taraflar kim? Genel ya da kaba bir tespitle
açıklanırsa: Zengin ve fakir ülkeler! Fakir ülkelerin
temsilcileri de, o ülkelerin zenginlerinin temsilcileri!
Gidişatı belirleyenler ise zengin ülkelerin zenginlerinin temsilcileri! Sanayileşmiş, eşikteki ve gelişmekte
olan ülkeler bu açık ve anlaşılır “taraflar” durumunu
biraz karıştırıyor. Çin gibi büyük emperyalist bir güç
ve anda atmosfere en fazla zehirli gaz salan bir güç
bile kendisini eşikteki, hatta gelişmekte olan ülkeler
arasında göstermeye çalışıyor. Gelişmekte olan ülkelerin temsilcisi olarak pazarlık yapıyor!
45
panorama
46
veye sunma yerine, en geç 2015 Mart ayı sonuna kadar,
o da isteyen devletlerin hedeflerini sunması gerektiği
konusunda uzlaştılar. Özellikle bu karar, 2015 yılında
Paris’teki konferansta iklim anlaşmasının sonuçlandırılmasını soru işareti haline getiren bir karardır.
Bu, sadece tarih değişikliğinden kaynaklanan bir değerlendirme değildir. Sonuç belgesi üzerine yürüyen
tartışmalarda daha önce devletlerin salınım azaltımı
konusunda, taahhüt veya yükümlülük sözkonusuydu.
Yani sözkonusu devletler ne kadar salınım azaltacağı
konusunda hedeflerini ortaya koyarken, bu hedefe
ulaşmak için kendisini yükümlü kılacaktı. Ama öyle
olmadı. Özellikle Çin ve Hindistan temsilcilerinin
itirazıyla bu taahhüt etme “katkıda bulunma” olarak
değiştirildi. Bu da eğer ertelenmeden 2015 yılında iklim anlaşmasının sonuçlandırılması sağlanırsa, anlaşmanın iklim değişikliğine karşı önlem
almada radikal bir
değişikliği sağlayabilecek bir anlaşma
olmayacağına işaret
etmektedir.
“Yeşil İklim Fonu”
vb. konularda 2020
yılına kadar verilen
sözlerin yerine getirileceği konusunda
yeniden söz verilmesi dışında somut bir
adım atılmadı. Gelişmekte olan ülkeler
en azından 2016 yılına kadar 100 milyar
olan hedefin 70 milyarının fona aktarılmasını talep
ettiler ama talepleri reddedildi. Mali meseleyle ilgili
olan diğer noktalarda da esasında ciddi önlem alacak
hiç bir karar verilmedi.
Bu konferansta olumlu olarak gösterilebilecek tek
karar ormanları korumayla ilgiliydi. Bu konuda ormanlık alanların azaltılmasını, yani kesme veya yakma vb. edimlerle ormanlık alanlarını yok etmenin
azaltılmasını, karbondiyoksit salınımını düşürmek
için en ucuz önlem olacağı, 2006 yılında yayınlanan
“Stern Raporu”nda ortaya konmuştu. Bu konuda uzlaşabilmelerini sağlayan esas hesap da buydu. Buna
göre ormanlık alanlarını koruyarak mali yardım alabilmek için önkoşullar belirlendi. Her devlet ne kadar
ormana/ ormanlık alana sahip olduğunu ve senede
bu alanın ne kadarının yok edildiğini tespit etmesi
gerekiyor. Mali yardım da bu veriler ölçü alınarak
yok edilen alanın azaltılması bölümüne göre hesaplanacaktır. Bunun için açılan fona ABD, İngiltere ve
Norveç 280 milyon Dolar aktaracaklarını vaat ettiler.
Sonuçta, iklimi koruma bağlamında, atmosfere
zehirli gaz salınımını azaltma işi, adımları yine ertelendi. 2015 yılında Paris’teki konferansa kadar pazarlıklar değişik biçimlerde, toplantılarda devam edecek. Şimdiden kamuoyuna açıklanan toplantıların
başında, 2014 Eylül ayında BM’de devlet ve hükümet
başkanlarının davet edildiği “zirve” ile 2014 yılı sonuna doğru Peru’nun başkenti Lima’da yapılacak BM
İklim Konferansı gelmektedir.
Genel sonucu açısından yine boş bir BM İklim Konferansı yapıldı. Konferanstan beklentilerin yerlerde
süründüğü bir durumda bile, sonucun
“hayal kırıklığı” yarattığını tespit edenlerin sayısı hiç de az
değildi. “En küçük
paydada” uzlaşmaları ve geriye gidilmediği bir durumu da
“başarı” olarak değerlendirenler oldu.
Biraz gerçekçi düşünenler ise, 2015 yılı
sonunda iklim anlaşmasını sonuçlandırmak için “trenin
çok geç kaldığı”nı
tespit ettiler.
Bakalım ne olacak? Ne olacağını kuşkusuz ki takip
edeceğiz. Ama iklimi, doğayı koruma işini ve görevini “büyük insanlık” kendi eline almazsa, sermayenin egemenliğine son vermezse, insanların doğanın
bir parçası olarak doğayla uyumlu bir yaşam biçimini, sınıfsız, sömürüsüz yeni bir dünyayı yaratmazsa,
dünyamızın barbarlık içinde çöküşe gideceği garantilidir! Bu nedenle de “Ya barbarlık içinde çöküş ya
sosyalizm!” sloganı, durumu en kısa ve açık biçimiyle
ortaya koyan slogandır. Sosyalizm için mücadele aynı
zamanda dünyamızın kurtarılması için de mücadeledir. Bunun için haydi mücadelemizi daha da güçlendirmeye, yükseltmeye!
25 Aralık 2013 ✓
ÖZ gazetesi tarafından “Ekim devrimi tartışmaları 2013: Gezi’den Rojava’ya devrim ve ayaklanma” üst başlığı altında organize edilen iki panel, 17
Kasım Pazar günü Okmeydanı Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’nde yapıldı.
“Ekim dersleriyle Gezi ayaklanması” konulu birinci panelin konuşmacıları: İlknur Birol (Halkevleri),
Murat Özyavuz (KÖZ), Çetin Desde (YDİ Çağrı) idi.
İlk konuşmayı YDİ Çağrı gazetesi adına Çetin Desde yaptı.
Desde konuşmasında Ekim Devriminin bazı derslerini öne çıkararak Gezi direnişi ile karşılaştırdı.
“Ekim Devrimine önderlik eden, iki aşamadan ge­
çen, işçi sınıfının öncüsünü kazanan, fabrikalarda iş­
letme hücreleri temeline dayanan, işleyen bir örgüte,
sağlam kadrolara sahip, sınıf mücadelesi içinde çelik­
leşen Bolşevik Parti vardı. Gezide bu niteliklere sahip
Bolşevik tipte bir parti yoktu. Gezide ML, komünist,
sosyalist iddiası taşıyan bir dizi grup, parti, örgüt var­
dı. Bunlardan hiçbiri Rusya’daki BP’si gibi niteliklere
sahip değildi. Harekete önderlik edecek Bolşevik tipte
bir parti yoktu. Temel eksiklik budur.
Ekim devrimi sadece öncünün kazanılmasının ye­
terli olmadığını, geniş halk kitlelerinin çoğunluğunun
öncüyü destekleme durumuna gelmedikçe devrimin
mümkün olmadığını gösterdi. Bunun için de sadece
propaganda, ajitasyon yetmez, kitlelerin kendi öz siya­
si tecrübeleri gereklidir.
Kendiliğinden gelişen Gezi direnişine katılan örgüt­
süz kitlelerin siyasi tecrübesi sadece hükümete yöne­
liktir. Hükümete tepkidir. Sistemi sorgulama, sistemi
değiştirme, devrim talebi kitlelerin talebi değildir.
Ekim devrimi kapitalist toplumda yalnızca prole­
taryanın burjuvaziyi iktidardan uzaklaştırma, kendi
devleti aracılığıyla sınıfları ortadan kaldırarak tüm
ezilenlerin kurtuluşuna önderlik etme yeteneğine sa­
hip olduğunu gösterdi.
Kuzey Kürdistan Türkiye’de işçi sınıfı sendikal an­
lamda bile örgütlü değildir. İşçi sınıfı hareketi ile sos­
yalist hareket ayrı kulvarlarda yürümektedir. Gezi di­
renişine işçi sınıfı örgütsüz olduğu için sınıf olarak yer
almadı. Üretim durmadı. İlan edilen 2 genel grev sınıf
bu durumda olduğu için propaganda genel grevi oldu.
Üretim devam etti. İşçi sınıfı sokağa çıkmadı.
Gezi eylemi, doğaya, kendi doğal yaşam alanına,
kentine sahip çıkan; kendi yaşam alanı hakkında ken­
dilerine danışılmadan karar alıp uygulanmasına tep­
kili, kimi bağımsız sivil toplum kuruluşlarında çalışan
kentli orta sınıf gençliğinin küçük bir bölümünün de­
mokratik, barışçı bir direniş hareketi olarak başladı.
Bu eylemi hükümetin faşist şiddetle ezmeye kalması,
küçümsemesi, “üç beş çapulcu” söylemi, “siz ne yapar­
sanız yapın, oraya Topçu Kışlası yapılacak” tavrı; hü­
kümete karşı biriken öfkenin patlamasına vesile oldu.
Hükümet hareketin kendisini yıkmaya doğru yönel­
diğini gördüğü noktada geri adım attı. Gezi Parkına
Topçu Kışlası yapma planını durdurdu. Bu noktadan
itibaren gezi direnişi/hareketi başlangıçtaki talebinden
uzaklaşarak egemen sınıflar arasındaki iktidar müca­
delesinin bir aracına dönüştü. Hareket içindeki ulu­
salcı güçler hareketi darbe ortamını hazırlamak için
kullanmaya çalıştılar.
Gezi hareketinde bugüne kadar siyaset sahnesinde
kendini ifade etmeyen kimi kesimler bu hareket ile
kendilerini ilk kez ifade etmişler, şu veya bu partinin,
örgütün örgütlü insanı olmayan onbinlerce insan si­
yasete doğrudan müdahaleci hale gelmiştir. Bu gezi
hareketinin en önemli olumlu yanıdır. Uzun vadede
Türkiye’ni demokratikleşme hareketinde Gezi’nin ka­
lıcı yanı, itiraz için korku sınırının aşılmış olmasıdır.
Bunlar gezi hareketinin kalıcı olan kazanımlarıdır.
Geldiği yerde karşı devrimin kendi içindeki iç iktidar
dalaşına alet edilme durumunda da olsa, Gezi hare­
keti bu yanıyla Türkiye’de burjuva demokrasisi yö­
nünde gelişmenin önemli bir kilometre taşıdır. Öyle ki
örneğin bugün bütün sol, dün burun kıvırdığı, tepeden
baktığı çevre koruma siyasetini keşfetmek zorunda
kalmış, çevreci kesilmiştir. Bu bile yalnız başına büyük
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
K
✒
“EKİM DERSLERİYLE
GEZİ AYAKLANMASI”
PANELİNDEN NOTLAR…
47
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
48
bir kazanımdır. Düne kadar konuşulmayan, suskun­
lukla geçiştirilen kimi konular bugün toplumda açıkça
konuşulmaktadır. Düne kadar toplumda görünmez
olan LGBT’ler, Gezi’de varlıklarını göstermiş, hareke­
tin taşıyıcıları olmuştur vb. bunlar Türkiye için yeni
olan şeylerdir. Ve burjuva demokrasisi yönünde taban­
dan gelişmelerin ifadesidir. Gezi hareketi bunun ya­
nında başlangıç aşamasında siyaset içine espriyi sokan
yaratıcı tavrıyla, hoşgörüyü, değişik görüşteki, yaşam
tarzındaki ihsanların birbirine tahammül etmesini sa­
vunan tavrıyla da siyasette yeni bir kültürün habercisi,
demokratik gelişmenin habercisi olmuştur.
Gezinin bir olumsuzluğu şudur: Toplumda demok­
rasi bilinci yoktur. Farklılıkları içselleştirme, saygı
duyma yoktur. Kendisinden olmayanı düşman gör­
me tavrı vardır. Bu durum Gezi’ye de yansıdı. Gezi de
yer alanların büyük çoğunluğu için halk kendileridir.
AKP’ye oy verenler halk değildir.
AKP açısından da kendilerine oy verenler halktır, di­
ğerleri değildir. Onlar içinde, kendilerinden olmayan­
lar “öteki”ler düşmandır!
Toplum kutuplaşmıştır. Bunun değişmesi gerekmek­
tedir. AKP’ye oy verenler de kazanılmadan devrimin
olması mümkün değildir. Devrim kitlelerin eseridir.
Kitlelerin çoğunluğu hareket katılmadan devrim ol­
maz. Gezi’ye katılan kitleler de çoğunluk değildi.”
2.konuşmayı KÖZ adına Murat Özyavuz yaptı. Özyavuz Gezi direnişini Ekim devriminden ziyade 1905
devrimi ve 1917 Şubat devrimi ile benzeştirilebilineceğini savundu. Gezinin “ayaklanma” olduğunu savunan Özyavuz şunları söyledi:
“Gezi Ayaklanması’nda sol örgütler ayaklanmanın
seyri konusuna belirleyici müdahalelerde bulunamadılar hatta kitlelerce sevk edildiler. Ancak bu sol
örgütlerin Gezi’ ye hiçbir katkısı olmadığı anlamına
gelmiyor. Ayaklanmanın farklı mahallelere taşınmasında yani genişlemesinde, polisle yaşanan çatışmalarda ve ayaklanmanın bu kadar uzun sürmesinde
örgütlerin etkisi oldu. Diğer bir deyişle devrimciler
Gezi’nin rüzgarını farklı yerlere taşıdılar ve eylemin
ömrünü uzattılar. Bu nedenle Gezi Ayaklanması’nda
AKP’ ye geri adım attırılmışken, Gezi’den yerel forum gibi minimal düzeyde halk meclisleri çıkmışken
ve hala hükümet karşıtı hareketler devam ediyorken
AKP’ i geriletmek ve bunu yaparken de CHP’ ye yol
vermemek gerekiyor.
Bugün bizim önümüzde duran asıl sorun kitleler
ayaklandığında buna müdahale edecek bir parti yaratılması sorunudur. Ayaklanmadan devrim için fay-
dalanan bir parti lazım.”
3.konuşmayı Halkevlerinden İlknur Birol yaptı. Birol hareketin direnişle başladığını halk isyanına dönüştüğünü savundu. İsyanın sınıf karakterinin olduğunu savunan Birol şunları söyledi:
“Türkiye devrimci hareketi işaretlere rağmen Gezi’yi
öngörememiş ve bu harekete gerekli dinamizmle kar­
şılık verememiştir. Dolayısıyla bu isyan bütün sol ör­
gütlerin kendilerini yeniden değerlendirmelerine vesile
olmuştur. Sol örgütlerin kitlelerle bağ kurma konu­
sunda sorunları olduğu ortaya çıkmıştır. Kitlelerin ör­
gütlenmesinde rol oynanması gerekmektedir. Gezi’yle
başlayan süreçte işçi sınıfının örgütlü olmasına ve mi­
litanlığına ihtiyaç duyuluyor. İsyanı sandıkla terbiye
etmeye çalışanlara karşı bütün tedbirleri almalıyız.
Sokak hareketlerinin içinde daha çok bulunmamız ge­
rekiyor. Sandık dışı denetleyici mekanizmalar örgütle­
mememiz gerekiyor.”
Birol Gezi “isyanının 1905, 1917’den önce 1830,
1848 ayaklanmaları ile benzerlik gösterdiğini, yeni
devrimci atılımlar çağının başladığını, hiçbir şeyin
artık eskisi gibi olmayacağını, mülksüzleştirilen,
yoksullaştırılan orta katmanların isyana katıldığını,
bunların yeni işçi sınıfını oluşturduğunu” savundu.
Sorular bölümünde şu önemli sorular soruldu:
-Öncü rolünü yeterli oynayamayan, halkın peşinden giden, kitleselleşemeyen devrimci örgütler özeleştiri yapmalı mıdır?
-Gezi nedir? Direniş midir? Ayaklanma mıdır?
Devrim midir?
-Yeni işçi sınıfı ne demek?
-Geziden dersler çıkararak bundan sonra ne yapmak lazım?
-Devrimci önderliği oluşturmak için plan, programınız var mı? Vb.
Sorulara cevap bölümünde kendisine sorulan sorulara Çetin Desde cevap verdi. Desde şunları söyledi:
“Gezi direnişinin temel eksiği işçi sınıfının öncüsünü
kazanmış, işçi sınıfı içinde örgütlü, fabrikaları kalele­
ri haline getirmiş bir komünist partinin yokluğudur.
Bu iddiaya sahip bir dizi grup, parti var. İddia olması
farklı, partinin olması farklı bir şeydir. Bu temel eksik­
liği gidermek için işçi sınıfı içine güçlerin esasını yo­
ğunlaştırmak lazım. Bu temel görev çözülmeden belki
gelecekteki kitle hareketlerinde biz oturup yine aynı
şeyleri konuşacağız.
Gezi’ye uyan en iyi tanımlama direniştir. Lenin’in
devrimci durum tanımını temel aldığımızda geziye
rağmen Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimci durum
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
mu olanağı varken, bu olanağın gerçekleşmediğini
Rojava’da gerçekleştiğini savunan Dilber, Rojava’dan
Baas rejimin askeri güçlerini çektiğini de ifade etti.
Konuşmacılara soru sorma bölümünde YDİ Çağrı adına bir yoldaşımız kısa bir konuşma yaptı. Konuşmada şu noktalara vurgu yapıldı: “Arap Baharı
Suriye’ye yansıdı. Kitle gösterileri başladı. Baas rejimi
bu gösterileri şiddetle bastırmaya çalıştı. Gösterileri
batılı emperyalist güçler rejimi yıkmak için kullanmaya çalıştı. İç savaş başladı. Kürtler Baas rejimine
karşı savaşan güçlerle birlikte hareket etmedi. Kürtlerin Esad rejimine karşı silahlı mücadele verme tavırları da olmadı. Kürtler demokratik Suriye’de Kürtlere
otonomi verilmesini istiyorlar. Savaşa ve dış müdahaleye karşılar. Bu dönüşümün demokratik yollardan gerçekleşmesini istiyorlar. Baas rejimi Rojava’da
Kürtler bu konumda olduğu için, Kürtleri kendisi için
tehlikeli görmediği için askeri güçlerini geri çekti.
Doğan iktidar boşluğunu Kürtler iyi kullandı. Kendi
özyönetimlerini kurmaya başladılar.
Devrim ister dar anlamda olsun, isterse geniş anlamda olsun bir siyasi iktidarın, rejimin, halk hareketi sonucu zor kullanılarak yıkılmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Rojava’da olan devrim değildir. Rojava’da
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etmek için haklı
bir savaş yürütmesi, devrim olarak tanımlanmadan
da desteklenmelidir, savunulmalıdır. Enternasyonalizm bu haklı savaşta Kürtlerin yanında olmayı
gerektirir. Varsa güç gidilir, Kürtlerin yanında savaşılır. Devrimciler, komünistler oldukları her alanda
Rojava’yı desteklemek için propaganda ajitasyon yapmalıdırlar.”
YDİ Çağrı adına konuşan yoldaşın bu tavrı sonucu,
her üç konuşmacı da konuşmasında Rojava’da devrim olduğunu tavrını yineledi.
Arzu Demir: “Eski alışkanlıklarımız değişmiyor. Gezi’den sonra bunları tartışmamak gerekiyor.
Rojava’da Esad rejimine dair bir şey yok. Orada bir
devrim yaşanıyor.”
Filiz Koçali: Devrim iktidara el koyma, ele geçirme
anlamında değil. Rojava’da devrim süreci yaşanıyor.
Öcalan’ın programı hayata geçiriliyor. 4 parçada tek
siyasi çizgi var. Bu tek siyasi çizginin Rojava’da PYD
tarafından hayata geçirilmesi devrimdir.”
Orhan Dilber: “Rojava ayrı bir ülke. Suriye ile
birlikte düşünmemek lazım. Esad düştü, düşmedi
Suriye’yi ilgilendirir. Rojava’da Kürtler egemenliklerini ilan etti. Bu bir devrimdir.”
18.11.2013 ✓
✒
yoktur. Gezi hareketine katılan kitlelerin talebi belli
bir noktadan sonra hükümetin istifasıdır. Harekette
olmayan özellikler affedip sonra tartışmak yanlıştır.
Hareketin düzeni sorgulaması, hükümetin istifasının
ötesine geçme durumu yoktur. Haziran ortasından
sonra da hareket başlangıcındaki talebinden uzaklaş­
mış, egemenlerin iktidar dalaşının bir uzantısına dö­
nüşmüştür. Bu noktada biz bu hareketin parçası olma­
yacağımızı açıkladık. Olduğumuz alanlarda hareket
doğru görüşlerini taşımak için olacağımızı söyledik.
Gezi Direnişi ne 1905 devrimine ne de 1917 Şubat
devrimine benzetilemez. Her iki devrimde de parti var.
İşçi sınıfı sınıf olarak var. Bu iki temel şey gezi de yok­
tu. Ayrıca Gezi’nin rejimi yıkma talebi ve yönelimi de
yoktu.
Devrimci örgütlerin artık 40 yıllık çalışma tarzını,
mücadele tarzını, kendisini halk yerine koyarak müca­
dele anlayışını terk etmesi lazım. Gezi’nin öğrenilmesi
gereken önemli bir yan da budur.”
Diğer konuşmacıların konuşmalarından sonra panel sona erdi.
Panele 100 civarında bir katılım oldu.
***
Verilen aradan sonra ikinci panel “Ekim devrimi
ışığında Rojava devrimi” paneli başladı.
Bu panelin konuşmacıları Arzu Demir (ETHA, Etkin Haber Ajansı), Filiz Koçali (BDP), Orhan Dilber
(KÖZ) idi.
Arzu Demir gazeteci olarak Rojava’ya yaptığı gezi
izlenimlerini aktardı. Rojava’da devrim yaşandığını
örnekler vererek anlatan Demir; bu devrimin aynı
zamanda kadın devrimi olduğunu belirterek, Rojava devriminin nasıl yaşatılacağının önemli olduğunu, Rojava’ya yiyecek yardımı yaparak değil, Serkan
Tosun’un gittiği yoldan gitmenin önemli olduğunu
belirtti.
Filiz Koçali konuşmasında Kürdistan’ın 4 parçaya
bölündüğünü, Kürdistan’ı bütün olarak görmek gerektiğini, mutlak sınırları savunmanın milliyetçilik
olduğunu savundu. TC’nin Rojava’da silahlı çeteleri destekleyerek ateşkesi bozduğunu anlatan Koçali;
Öcalan’ın demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü
bir sistemi savunduğunu, bu sistemin Rojava’da hayata geçtiğini anlattı.
Orhan Dilber konuşmasında; ya devrimler emperyalist savaşları önler ya da savaşlar devrimlere yol
açar Leninist tezinin Rojava’da devrime yol açtığını savunan Dilber; 1991 Körfez Savaşı döneminde
Güney Kürdistan’da daha geniş devrim olma duru-
49
yaşam temellerini koruma mücadelesi
“TEŞHİR NASIL
OLMAMALI?” BAŞLIKLI
YAZI ÜZERİNE
AKP ve RTE yalanlarının boyutu ve etkilediği kitleler açısından sorun
küçümsenmemelidir. Okurumuz burada yalanın boyutunun kitleleri
nasıl etkilediği sorununa çok iyimser yaklaşmaktadır. RTE demagoji
taktiğini doğru değerlendirememektedir. Yazıdaki derdimiz sırf Tayyip
değil, yazımızın başlığında dediğimiz gibi “AKP’nin çevreciliği yalan ve
talan üzerinde yürüyor!” Yani tüm AKP’dir. Okurumuz bunu göz ardı
etmektedir.
Y
50
Dİ Çağrı sayı 166’da bir okurumuzun “Teşhir
nasıl olmamalı?” başlıklı bir eleştiri yazısı yayınlandı. Bu yazıda okurumuzun 165. sayımızda
“AKP’nin çevreciliği yalan ve talan üzerine yürüyor!”
başlıklı yazıya getirdiği eleştirilere kısaca tavır takınacağız.
Okurlarımızın YDİ Çağrı’da yayınladığımız yazıları eleştiri gözüyle okumalarını, yanlış buldukları tavırları eleştiren yazı yazıp iletmelerini oldukça
olumlu buluyoruz. Eleştiri, tartışma, özeleştiri bizi
geliştiren bir yöntemdir.
Gelelim eleştiri yazısına.
Okurumuz yazısının girişinde “AKP’nin çevreciliği
yalan ve talan üzerine yürüyor!” başlıklı yazıyı şöyle
değerlendiriyor:
“Fakat yazının kendisi, nereden bakılırsa bakılsın,
dergimizin genelde itinalı, verilere, olgulara daya­
narak sorunları ortaya koyma bilimsel yaklaşımına
uygun olmayan bir yazıdır. Bu açıdan en başta şunu
belirtmek istiyorum: Bu yazı egemenleri teşhir etmeye
çalışırken, teşhirin nasıl olmaması gerektiğini gösteren
bir yazıdır.”
Okurumuzun bu genel değerlendirmesi ile hemfi-
kir değiliz. Yazıda eksiklikler, yanlışlar bulunabilir.
Bunun ne olduğu somut olarak eleştirilir, gösterilir.
Fakat bu şekilde genel değerlendirme yapmayı doğru
bulmuyoruz.
“Teknik açıdan ele alındığında alıntıların çoğunun
kaynağı verilmiyor.” Eleştirisi haklıdır. Alıntıların
kaynağının verilmesi, bu konuda itinalı olmak gerektiği yaklaşımı doğrudur. Fakat bu doğrudan yola çıkarak, “Ajitatif yazma adına “atmasyon”la” bizi eleştirmek de doğru değildir. Yazıda aktardığımız tüm
veriler çok kolay ispatlanabilecek günlük gazeteler ve
resmi makamlardan aktarılan verilerdir. Atmasyonla
hareket etmedik. Bu yöntemimiz değildir.
Ağaç dikme sorunu
AKP ve RTE yalanlarının boyutu ve etkilediği kitleler açısından sorun küçümsenmemelidir. Okurumuz
burada yalanın boyutunun kitleleri nasıl etkilediği
sorununa çok iyimser yaklaşmaktadır. RTE demagoji
taktiğini doğru değerlendirememektedir.
Yazıdaki derdimiz sırf Tayyip değil, yazımızın başlığında dediğimiz gibi “AKP’nin çevreciliği yalan ve
talan üzerinde yürüyor!” Yani tüm AKP’dir. Okuru-
Nükleer enerji sorunu
*Türkiye’nin mi, hakim sınıfların mı Atoma ihtiyacı
var tartışması, gereksiz bir tartışmadır. Çünkü bahsi
geçen ülke Türkiye’dir. RTE’da TC’nin Başbakanıdır.
Sorun Türkiye’de atoma ihtiyaç olduğunu kim söylüyorsa yalan söylüyor ve hem de büyük yalan söylüyor.
Dert bu yalanı teşhirdir. Yazımızda bu yapılmaktadır.
*“Her 7-10 yılda bir enerji tüketimimiz ikiye katlanacakmış!”, enerji tüketimi bağlamında; bizim de
tartıştığımız enerji tüketimidir. Veriler bu enerji tüketiminin katlanıp katlanmadığının ispatı için verilmiştir. Çünkü fikir sahiplerinin dayanağı da sanayileşmedir. Konuyu yanlış mecralara çekmeye gerek
yoktur.
*Ucuz enerji üretme bağlamında bizi armut ve soğanı karıştırmakla suçlama haksızdır. Burada eksik
bıraktığımız RTE/AKP’nin armutla soğanı karıştırdığına vurgu yapılmamasıdır.
*Atom ve dışa bağımlılık bağlamında tartışmayı başka alanlara çekmeye hiç gerek yok! Tartışılan
Türkiye’nin enerjideki dışa bağımlı olmasıdır, bu bağımlılığın atom ile sona ermeyeceği bilakis daha da
fazlalaşacağına vurgumuzda haklıyız.
*”Uranyuma sahip değiliz.” Tespitimize okurumuzun getirdiği eleştiri haklıdır. Uranyum rezervi
ile ilgili MTA Genel Müdürlüğü’nün verdiği rakam
doğrudur. 9 bin 129 ton rezerve ile 5 bin MW’lık bir
santral ancak 10 yıl çalışabilir. (www.globalenerji.
com.tr) Her halükarda Uranyum kullanımındaki
uluslararası denetime de yer vermemiş olmamız bir
eksikliktir. Ama bu eksiklik esas soruna yaklaşıma
zeval getirmemiştir. Sonuçta uranyum hammaddesiyle ilgili bir bağımlılığa da vurgumuz yanlış değildir.
*İstihdam meselesinde biz doğru tartışıyoruz. Dert
yapılacak istihdam ise bu anlamda vurgumuz doğrudur. Biz bakanın getirdiğine
alternatif sunuyoruz. Derdimiz bakanın
pa lav ra sı n ı n
ötesidir.
*Türkiye’de
Enerji tüketiminin 10 yılda 540 milyar
KW/h yükseleceği AKP’nin
pa lav rasıd ı r.
Bizde gelişen
sanayinin ortaya çıkarabileceği tüketim miktarını ortaya koymaya çaba sarf ederek bir palavranın teşhirini yapmaya
çalışıyoruz. Bu noktada eleştiri haksızdır.
*“Elektriğin üretildiği alanlara göre yüzde olarak” verdiğimiz dağılım rakamlarında okurumuzun dikkat çektiği gibi bir karışıklık söz konusudur.
30.09.2013 tarihi itibariyle Türkiye’de elektrik enerjisi kurulu gücü yüzde olarak şöyledir:
Hidrolik barajlı % 25,5, Hidrolik akarsu % 9.2,
Rüzgar % 4,4, Kömür % 20,2, Doğalgaz % 31,4,Termik-diğer % 8,9, Jeotermal % 0,4 (www.emo.org.tr)
* “Yazının kendisi hep bu temelde ilerliyor, hemen
hemen hiç bir noktada gerçekte verilere dayalı, soru­
nu proletaryanın sınıfsal bakış açısı temelinde ortaya
koymamaktadır.“
Yazımızın bakış açısı proletaryanın sınıf bakış açısıdır. Çevre konusunda daha önceki tavırlarımızdan
temelde farklı şeyler söylemiyoruz. Veriler/kaynak
konusundaki daha itinalı davranmamız gerektiği
eleştirisi doğrudur.
yaşam temellerini koruma mücadelesi
muz bunu göz ardı etmektedir.
Ağaç hesabındaki verdiğimiz rakamlar en iyimser
rakamlardır, derdimiz okuyucuyu rakamlarla bilimsellikle boğmak değildi. 1 dönüme 100-250 ağaç dikilmez demekle yetinelim. Ağaçlar arasında 5-6 metre mesafe normal bir dikim yöntemidir.
12.12.2013 ✓
51
yaşam temellerini koruma mücadelesi
ICOR
Devrimci Partiler ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu
23 Eylül 2013
Uluslararası Koordinasyon Komitesi
ICC’nin Tüm Üye Örgütlere
İmzalamak İçin Çağrısı:
ICOR’un 16 Kasım 2013’deki Doğal
Çevrenin Kurtarılması İçin Uluslararası
Mücadele Gününe İlişkin Çağrısı
Dünya İklim Konseyi’nin en yeni hesaplamalarına göre deniz seviyesi 5 derecelik bir
ısınmada 97 santimetreye kadar yükselebilir. Kara buzlarının erimesi halinde deniz
seviyesinin hatta metrelerce yükselmesi mümkündür. Böylesine felaketli bir gelişme
yüz milyonlarca insanı göçe sürükleyebilir; kimi büyük kentleri ve kimi ülkeleri
bütünüyle haritadan silebilir. İklim kuşaklarındaki kaymalar Sibirya, Alaska,
Kanada ve Grönland’ın geniş alanlarındaki derin donmuş bölgelerde erimelere yol
açıyor.
D
52
ünya iklim felaketine doğru dönüşüm gittikçe daha tehlikeli bir hal alarak hızla ilerliyor.
ABD’deki Hava- ve Okyanus bilimi Kurumu NOAA
Mayıs 2013’de, dünyadaki karbon dioksit gazı miktarının bundan en son 10 milyon yıl önce bulunan
bir seviyeye ulaştığını tespit etti. Yeryüzünün geniş
kesimleri gittikçe daha fazla sıklıkla şiddetli sıcaklık
ve kuraklık felaketleri, korkunç orman yangınları ve
fırtınalar yaşadılar. BM, bu on yıl içinde 370.000 insanın iklim değişikliği nedeniyle öldüğünü bildirdi.
Bunun gelecekteki sonuçları daha da korkunç olacak:
Dünya İklim Konseyi’nin en yeni hesaplamalarına
göre deniz seviyesi 5 derecelik bir ısınmada 97 santimetreye kadar yükselebilir. Kara buzlarının erimesi
halinde deniz seviyesinin hatta metrelerce yükselmesi mümkündür. Böylesine felaketli bir gelişme yüz
milyonlarca insanı göçe sürükleyebilir; kimi büyük
kentleri ve kimi ülkeleri bütünüyle haritadan silebilir.
İklim kuşaklarındaki kaymalar Sibirya, Alaska, Kanada ve Grönland’ın geniş alanlarındaki derin donmuş bölgelerde erimelere yol açıyor. Buzulların erimesi de dramatik boyutlara vardı. Tüm bunlar zaten
lerinin inşasına karşı olsun, veya ister Şili veya Brezilya’daki yağmur ormanları ve tarım alanlarının
yoğun bir şekilde kaybedilmesine neden olan imha
edici baraj projeleri olsun – milyonlarca insan hem
kendi yaşamları hem de toprak ananın yaşaması için
mücadelede aktifleştiler. Köylüler ve yerli halklar ile
birlikte kendi sorunları ve çevreyi korumak için çaba
gösteren maden işçilerinin mücadeleleri gelecek açısından yol göstericidir.
İCOR, İCOR’un bu yılki uluslararası çevre mücadele gününde mücadeleci gösteriler ve geniş eylem
birlikleri hazırlamaya ve gerçekleştirmeye çağırıyor.
İCOR 16 Kasım’da Varşova’da bir büyük yürüyüş düzenliyor.
İklimi korumak için gerekli kapsamlı
önlemlerin geciktirilmesine
izin verilmemelidir!
Sera
gazı emisyonları 2020 yılına
kadar yüzde 70
– 90 oranında
dü ş ü r ü l me l idir. Ormanların,
özellikle
tropik yağmur
or ma n la r ı n ı n
kesilmesi radikal bir şekilde
durdurulmalı;
büyük alanları
kapsayan ağaçlandırma programları gerçekleştirilmelidir. Dünya
denizlerinin korunması için derhal uygulanmaya koyulan uluslararası antlaşmalar yapılmalıdır.
Masrafları işletmeciler tarafından karşılanmak
üzere tüm atom tesislerinin çalışmaları derhal – dünya çapında – durdurulmalıdır!
Tüm atom silahları derhal ve koşulsuz imha edilmelidir! Çevreyi tekellerin açgözlülüğünden kurtaralım!
Doğal çevreyi koruma mücadelesinde uluslararası
aktif direniş cephesi için!
İnsan ile doğanın birliğinin yeniden kurulabileceği
sosyalist bir toplum için mücadele! ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
başlamış bulunan küresel bir çevre felaketine dönüşmeyi hızlandırıyor!
İklim felaketinin önüne set çekmek için gerekli
acil önlemler derin dünya ekonomik ve mali krizinin belirtileri içindeki uluslararası tekeller ve onların
emperyalist hükümetleri tarafından salt kâr nedenleriyle geciktiriliyor, engelleniyor ve hatta mücadele verilerek kabul ettirilen önlemler yeniden geri alınıyor.
Kasım ayı ortasında Varşova’da yeni bir dünya
iklim konferansı toplanıyor. Bu BM tarafından toplanmaya çağrılan çevre konferansları yoluyla, bir
yandan sahtekârca iklim sorununun ciddiye alındığı
gösterilmeye çalışılırken ve diğer yandan tekelci kâr
ekonomisinin
küresel iklim
değişikliğinin
esas sorumlusu olduğu gerçeğinin üzeri
örtülmeye çalışılıyor. Böylesi
kon fera nsla r,
emper yalist
hükümetlerin
iklimi kurtarmak için canla
başla çaba sarf
ettikleri imajını yaratmaya
hizmet etmektedir. Gerçekte
ise uluslararası
mali sermaye
ekoloji ve ekonominin birleştirilebilirliği hakkındaki sahtekârca burjuva sloganı
ile insanlığın varlığını gittikçe daha fazla riske atıyor.
Yenilenebilir enerjilere hızlı bir şekilde dönüşüm
mümkün olmasına rağmen egemenler hâlâ fosil enerjileri yeğliyorlar veya Çernobil ve Fukuşima’da çekirdek erimesi devam ederken kendilerinin atom programlarını üstüne üstlük demagojik bir şekilde iklimi
koruma argümanı ile gerekçelendiriyorlar. Sonuç:
CO2-salınımı 2012 yılında % 4 oranında artmıştır.
Oysa dünya halkları çevre felaketiyle mahvolmak
istemiyor. İşçi hareketi ve halk kitlelerinin Japonya’daki mücadelesi Japon emperyalizmini 52 atom
santralinin tümünün çalışmasının geçici olarak durdurmaya zorladı. İster Hindistan’daki atom santral-
53
BİR PROFESYONEL
DEVRİMCİNİN ANILARI II
“...Sonbahar ‘38’de kitlesel tutuklamalar oldu ve babamın ait olduğu
parti hücresi de darmaduman edildi. Bu insanların büyük bir
bölümü temerküz kampında katledildi. Akrabalarımız içindeki hain
bereket versin ki babamın bu işlere karışmadığını söyleyecek kadar
aile dayanışmasına sahip idi. Babam hayatını böyle kurtardı. Ben o
zamanlar tüm siyasi bağlantılarımı kaybettim. Her ne kadar babam
kimi bağlantılara sahip olsa da, bunun üzerine konuşmadı...”
Çelişkili bir zamanda, bir MarksistLeninist’in çelişki dolu deneyimleri
54
(AMLP sekreterinin geçen sayıda yayınlamaya başladığımız anılarının II. Bölümü)
…
Benim en erken siyasi deneyimlerimden biri babamın bir keresinde erkek kardeşiyle bir tartışma yürütmesi ve sonrasında çok hayal kırıklığına uğramış
olarak anneme, gerçekte erkek kardeşinin bütünüyle
basit bir sosyal-demokrat olduğunu söylemesiydi. O
zamanlardan beri, sosyal-demokrat olmanın çok kıtıpiyos bir şey olduğunu biliyordum.
1928’de babamın çalıştığı Floridsdorf lokomotif
fabrikasında bir toplantı vardı ve orada enternasyonal marşı söylendi. O zamanlar bu marş söylenirken,
ayağa kalkılırdı ve şapka veya kasketlerin de çıkarılması âdetten idi. Babamın amiri “Bay yönetim kurulu başkanı” şapkasını çıkarmamıştı. Bunun üzerinde
babam ona doğru gitti ve şapkasını çıkarttı. Bunun
sonucu, babamın işten atılması ve 10 yıl boyunca işsiz kalması ve her türlü yardımdan dışlanması oldu.
Ertesinde en acı yoksulluğu çekti.
Biz o zamanlar dört kişi yaklaşık 8 metre karelik
bir küçük odada yaşıyorduk. Bu nedenle babam daha
sonra içinde bizim oturduğumuz şeker kasalarından
boş bir tarlada küçük bir baraka inşa etti. Neredeyse
200 metrelik bir çevresinde sadece tarlalar bulunduğundan daha çok uzaktan birisinin geldiği izlenebiliyordu. Bundan ötürü babamın mensubu olduğu komünist gruptan yoldaşlar onunla ve annemle birlikte
bu barakanın altında iyi kamufle edilmiş iki bodrum
ve bunlarla bağlantısı olan bir kuyu kazdılar; oraya
bir baskı makinesi ve çeşitli siyasi malzeme koydular
ve sakladılar. Orada aynı zamanda babamın mensubu bulunduğu komünist grubun illegal toplantıları
gerçekleşti.
Tabii ki çocuk olarak bu görüşmelere katılamazdım; ama daha ilkokul öğrencisi iken o zaman var
olan kitapların başına çöktüm. Önceleri sadece şu üç
yazı vardı: “Komünist Manifesto”, “Gotha Programının Eleştirisi” ve “Sosyalizmin ütopyadan bilime
doğru gelişmesi”. Daha sonra buna Lenin’in “Devlet
ve Devrim”i eklendi. Bunların dışında başka kitap
yoktu; ama bunları okudum ve bunlardan öylesine
etkilendim ki, kendime göre bir parti programını bile
yazmaya başladım. Yazdığım bu program epeyi gaddarcaydı.
O zamanlar çok küçük olduğumdan Temmuz
1927 üzerine hatırladığım hiçbir şey yok. Oysa Şubat
1934’ü hâlâ iyi hatırlayabiliyorum. O zamanlar yol-
daşlar çok heyecanlı bir şekilde bize geldiler; bir sürü
şeyleri alıp paketlediler ve çekip gittiler. Landwehrkışlasının yakınındaki demiryolu hattındaki rayları
ve demiryolun makası üzerine, askeri nakliyatı engelleyebilmek için beton dökmeye başladılar. Sonra
Laar-dağına çıkıp, orada mevzilendiler. Bundan sonra babam iki ay tutuklu kaldı. Benim başlangıcımla
ilgili olarak sadece bu kadar. Ben bunları sizin benim
nasıl bir dünyanın içine doğduğumu bilmeniz için
anlatıyorum.
Tanıdığım ilk komünistler beni korkunç derecede
etkilediler; bana göre onlar gerçek kahramanlardı.
Daha sonraları böylesi insanları hemen hemen hiç
tanımadım.
Onlar 18-25 yaşları arasındaydılar. Babam grubun
en yaşlısı idi ve onlar damardan komünistlerdi. Kanımca teorik olarak çok okumuş değillerdi, ama davaya ellerinden gelen tüm çabalarla bağlıydılar. Neredeyse hepsi Hitler döneminde katledildiler.
Daha kısa bir süre önce “Akıma karşı” da “Kapital”i
incelememiş bir komünistin ciddiye alınacak bir
kimse olmadığını okudum. Oysa onlar benim gözümde, yaşamımda tanıdığım en mükemmel komünistlerdi. Benim için bir acı yaşanmışlık ta bir o kadar
sarsıcı idi. Başka bir komünist gruba mensup olan bir
amcamın bir hain haline geldiği ortaya çıktı. O uzun
yıllar işsiz idi ve Avusturya Hitler Almanya’sı tarafından ilhak edildiğinde, birdenbire parası iyi bir iş
buldu ve Nazi oldu. Bunun üzerine eski dostlardan
hiçbiri artık onun yüzüne bakmadı. Karısı da onu
terk etti. Bu genel aşağılama bu adamı nihayetinde
intihara sürükledi. Bu da o zamanlar egemen olan
atmosferi gösteriyor.
1938’de yoldaşlar için benim henüz çok genç olmam ve polisin benden birçok şeyi öğrenebileceği korkusuna sahip olmaları sorunu vardı. Ve beni
daha güçlü bir şekilde bağlamak ve yükümlü kılmak
için, daha henüz 14 yaşında bile olmamama rağmen,
Ekim 1938’de beni Komünist Gençlik Birliği’ne aldılar ve bana gerekli davranış kurallarını öğrettiler. En
önemlisi, “ötmek”tense dövüle dövüle öldürülmeyi
yeğlemek idi. Bir vecize şöyleydi: “Evet dersen, orada
kalırsın, hayır dersen eve gidersin!” Komünist grupta
bir yoldaş vardı, genç bir yoldaş, Franz Schambocky
adında, bu yoldaş gerçekten Naziler tarafından dövülerek katledildi ve buna rağmen konuşmadı. O bizim
idolümüzdü.
Şimdi gelelim ‘38 ile’45 arasındaki benim siyasi etkinliklerime.
Sonbahar ‘38’de kitlesel tutuklamalar oldu ve babamın ait olduğu parti hücresi de darmaduman edildi.
Bu insanların büyük bir bölümü temerküz kampında
katledildi. Akrabalarımız içindeki hain bereket versin ki babamın bu işlere karışmadığını söyleyecek
kadar aile dayanışmasına sahip idi. Babam hayatını
böyle kurtardı.
Ben o zamanlar tüm siyasi bağlantılarımı kaybettim. Her ne kadar babam kimi bağlantılara sahip olsa
da, bunun üzerine konuşmadı.
1941’de Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırdı ve ben ilk
bildirimi çıkardım. Eski bir daktilo ile kopya kâğıdına
birçok kopyalı olarak yazıldı ve sonra güzelce kesildi
ve tramvayların biniş-iniş basamaklarına, duraklara,
tuvaletlere vs. bırakıldı. Bildiriler kötüydü, çünkü
bunlarda ben Kızıl Ordu’nun üç ay içinde Hitler-Ordu gücünü tarumar edeceğini öngörmüştüm.
1942 sonunda lise bitirme ve öğretmenlik sınavını
başarıyla geçtim. Başlarda savaş hizmetinden muaf
tutuldum ve Aşağı Karent’te (Kärnten) küçük bir
köyde ilkokul öğretmeni olarak işe başladım. Öğretmen olabilmem, Nazilerin fethedilen ve “Almanlaştırılan” bölgelerde acil olarak öğretmene ihtiyaçları
olmasıyla bağlantılıydı ve bu nedenle belli bir ölçüde yetenekli olanların yükseköğrenim yapmalarını
mümkün kılmak için her şeyi yaptılar. Aşağı Karent’teki Damtschach köyünde daha birkaç haftalık
öğretmen iken, çocuklara, Almanca mı veya Slovence
mi konuştuklarının sorulması yönünde direktif geldi. Sınıfta 63 öğrencim vardı, bunların büyük bölümü
Sloven idi. Çocuklara evde hangi dilde konuştuklarının sorulması isteniyordu. Slovence konuşan insanlar
için bunun çok kötü bir şey olduğunu, sürgün edilme
ihtimalini içinde taşıdığını biliyordum. Bu nedenle
okulun 63 öğrencisinin tümünün evlerinde Almanca
konuştuklarını bildirmekten başka yapacak bir şeyim
yoktu. Beni derhal hesap vermeye çağırdılar ve ‘sen
bizi herhalde aptal yerine koyuyorsun’ dediler. Bundan bir hafta sonra dağ avcıları birliğinde askerlik
yapma emri geldi. Çünkü ben iyi bir sporcuydum.
Rus Cephesine geldim ve firar edip karşı tarafa
geçmek istedim, ne yazık ki bu o kadar basit değildi. Almanlar hiçbir savaş esiri almadılar, tüm tutsakları kurşuna dizdiler. Ve Kızıl Ordu mensupları
bunu gördüler. Bu nedenle, daha ben birkaç sözcük
Rusça konuşmadan ölecek olmamdan endişe ettim.
Bu durumda kendimi kişisel yaşamımı kurtarmakla
sınırladım. Ağır bir mide hastalığı numarası yapma
kararı aldım. Bu bağlamda ilkel, ama zorlu bir yön-
55
56
temi uyguladım. Bir enjeksiyon iğnesi ile kendimden
düzenli olarak kan aldım ve bunu içtim. Bu nedenle
tüm mide içerik muayeneleri, kuşkusuz bir şekilde
midede kanamalar olduğu sonucunu verdi. Bu konuyu ben çok bilimsel bir şekilde uyguladım ve hekimlerin nasıl yanıltılabileceğine dair bir dizi yöntemler
de keşfettim.
O zamanlar ilk broşürümü de yazdım. Bu broşür
ciddi bir mide hastalığı numarasının nasıl yapılabileceği ile ilgiliydi. Bu broşürden az sayıda dağıtabildim;
kanımca, yöntemlerimin uygulanması pek kolay olmadığından bu hiç kimsenin işine de yaramadı. Ne
de olsa yine de bizzat kendim için cephede savaşmaya
elverişsiz/çürük olarak kaydedilme amacına ulaştım;
sonra Admont’a büyük bir kışlanın idari işlerine bakılan bölümüne geldim. Bu, olağanüstü bir şans idi.
Admont kışlasında siyasi yaşamım yeniden başladı.
Orada Alman Ordusunun tüm formülerlerine ulaşma imkânına sahiptim ve bunların nasıl kullanıldıklarını öğrendim. Ve bu bilgileri ve istenilen miktarda
formüler ve matbu kâğıtları babama teslim ettim. O
ise gerekli mühürleri bizzat kendisi üretti; metal işçisi olarak bunu yapabilecek durumdaydı. Ve böylece
daha sonra yoldaşlara verilen tüm kimlikler üretilebildi. Admont’ta önemli bir iş becerdiğim görüşündeyim. Ama buna paralel olarak kaçışımı da hazırladım. Kasım ‘44’de Kızıl Ordu’nun Macaristan’da bir
yarma hareketini başardığı ve Viyana yönüne doğru
hareket halinde olduğunu öğrendiğimde, bir sürü
sahte kâğıtlarla, bunların içinde iki sahte Alman ordu
kimliği de vardı, donanmış olarak kaçtım. Bu kaçışta
yarbayımın kendisinin kaçışı için hazırladığı ve sakladığı bir motosikleti kullandım. Şansıma iyi ki bunu
öğrenmiştim.
Motosiklet ile Enns’e kadar geldim ve KleinReifling’de mola verdim. Orada tesadüfen kendisi
Nazi dostu olmayan bir köylü ile tanıştım. Ona, bu
motosikleti senin samanlığında saklayalım, beni ihbar etmezsen, motosiklet senindir, beni ihbar edersen, motosikleti senden alırlar ve yapabilirsem, ben
seni vururum, dedim. Motosiklet adamın çok hoşuna gitmişti ve bundan dolayı ağzını sıkı tuttu ve beni
kendisinin dağlık otlağındaki bir yemlikte barındırdı.
O zamanlar bir kayalıktan aşağıya doğru sürekli
olarak Enns’i izledim ve Kızıl Ordu’yu bekledim. Günün birinde geldi de, ama daha ilerilere gitmedi; Enns
nehrinin karşı yakasında durdu. Orada Demarkasyon Hattının (Kızıl Ordu ile müttefik ordular arasın-
daki ayrım/sınır hattı – ÇN) olacağını bilmiyordum.
Bu yüzden bir sandal çalmak ve onunla geceleyin kürek çekerek karşı yakaya Kızıl Ordu’ya ulaşmak zorundaydım. Kasketinde Sovyet yıldızı olan ilk askere
sahip olduğum az Rusça bilgileriyle tekmil verdim ve
ona, ben bir komünistim ve Lenin ve Stalin’in bir taraftarıyım, dedim. Ve bir kez daha şansım yaver gitti.
Birliğin komutanı beni derhal kendi yanına getirtti
ve beni benim Marksizm-Leninizm hakkında neler
bildiğimi sınava tuttu. Herhalde çıkan sonuç onu
memnun etti. Bir geçiş izni belgesi aldım, bununla
Viyana’ya kadar engelle karşılaşmaksızın gidebildim.
Bu, savaşın resmen sona ermesinden biraz önceydi.
Ve Viyana’da arsadaki barakadayım. Ben, orada alt
alta iki bodrumun bulunduğunu biliyordum. Gerçekten anne-babam orada saklanmışlardı. Yeniden
buluştuktan hemen sonra babamla birlikte, oturduğumuz semtte, Kaiser-Ebersdorf’ta komünist bir parti örgütünü inşa etmeye başladık. Kaşla göz arasında
200’ün üzerinde giriş başvurusuna ulaştık. Ne var ki
bunların çoğu iyi insanlar değildi. Buna rağmen bölgede en büyük grup haline geldik ve ben merkez komitesine çağrıldım. Orada kötü bir sürpriz yaşadım.
Kadro bölümünde, isminin Nürnberger olduğunu
hâlâ bildiğim, ayakları yazı masasının üstünde, sakız
çiğneyen bir adam oturuyordu ve bana, bu işler o kadar basit değil, dedi. Biz bu semt örgütünü tanımıyoruz. Komünist isen, o halde hâlâ niye yaşıyorsun.
Bunun üzerine bölge örgütünde bir öfke fırtınası esti
ve Bay Nürnberger pes etmek zorunda kaldı.
Ve tam 8 Mayıs’ta, Hitler Almanya’sının kapitülasyonu gününde, KPÖ (Avusturya Komünist Partisi –
ÇN)’nün ilk parti okulu başladı. Bu okul, 19. Viyana
bölgesinde Vegagasse’de, “İmparatorluk Gençlik Önderi” Baldur von Schirach’ın büyük bir villasında idi.
Ben, bu Kızıl Ordu tarafından en iyi şekilde bakımı
sağlanan ve gündüz ve gece en iyi şekilde korunan
parti okuluna katıldım ve bu okul sona erdiğinde
Ernst Fischer beni kendisinin yanına çağırdı. Ernst
Fischer o zamanlar eğitim bakanı, aynı zamanda siyasi büro üyesi ve KPÖ-Merkez Komitesi nezdindeki propaganda ve eğitim bölümünün yönetici idi. O
bana geleceğim hakkında ne düşündüğümü sordu.
Ve ben Ona her halükârda bir profesyonel devrimci olmak istediğimi söyledim. İsteğim örgütlenme
alanında çalışmaktı. Oysa Ernst Fischer, sen parti
okulunda kalıyorsun ve parti okulunda öğretmen
olacaksın, dedi. İkinci parti okulunda artık seminer
yöneticisi idim ve konferans konularını da üstlendim.
Bu, büyük bir meydan okuyuş idi ve ben bu konuda
henüz az bilgiye sahiptim; ama bu iş herhangi bir
şekilde yürüdü. Bundan kısa bir süre sonra Merkez
Komitesi’nin propaganda ve eğitim bölümüne alındım ve partinin teorik organı “Weg und Ziel” (Yol ve
Hedef –ÇN)’in redaktörü oldum. Deyim yerindeyse,
fakat benim kazanımım olmayan, nefes kesen bir kariyer, yineliyorum, bu, benim içinden çıkıp geldiğim
koşulların bir sonucu idi.
Şimdi gelelim 1945 yılındaki KPÖ içindeki duruma. Kısa bir süre sonra burada dört farklı grubun bulunduğunun farkına vardım.
Avusturya’da hâlâ mevcut bulunan, çok az sayıdaki
hayatta kalan kadrolar en zayıf grup idi. Bunlardan
hiçbiri yönetime alınmadı. Onlar en iyi halde en alt,
alt ve orta düzeydeki kadrolar oldular ve onlara karşı kuşkulu davranıldı. Onları şüpheli haline getiren
“hataları” sadece hâlâ yaşamakta olmaları idi.
İkinci grup Batıya iltica edenlerden geri dönenlerdi.
Her şeyden önce İngiltere, Fransa, çoğu ABD’ne iltica etmiş insanlardı. Hemen hemen hepsi entelektüel,
neredeyse hepsi büyük burjuva aile kökenli, pratik
olarak hepsi Yahudilerdi. Mümin Yahudiler değillerdi, ama Yahudi ailelerdendiler. Zaten bu yüzden iltica etmişlerdi. Her şeyden önce gerçekten anti-faşist
biricik güç olduğundan KPÖ’ne geldiler. Onlardan
hiçbirinin işçi sınıfı ile gerçekten etkin bir bağı vardı.
Ve tam da onlar tüm ajitasyon ve propaganda seksiyonunu üstlendiler. Ernst Fischer zaten çok kısa bir
süre içinde görevini, kulağa çok Yahudice gelen ismini değiştiren batı mültecisi Franz Marek’e devretti.
Üçüncü grup, Sovyetler Birliği’nden gelmiş olan
doğu mültecileri idi. Onların tüm örgüt aygıtı üzerinde mutlak egemenliği vardı ve en önemlisi, kasa,
onların elindeydi. Kadro bölümü de pratik olarak
onların denetimindeydi. Ernst Fischer de bu doğu
mültecilerine mensup idi, ama O çok acayip bir rol
oynadı.
Ve üçüncüsü ile sıkı bağ içinde bulunan dördüncü
bir grup Merkez Komitesi’ndeki Ekonomi ve Temin
Etme Bölümü idi. Onların görevi, partiye para ve gıda
maddeleri sağlamaktı. Ve bu işi benim çok sıkça hayret ettiğim bir tarzda yaptılar. Etkinliklerini kısmen
Rus üniformaları giyerek ve Rus plaka numaraları
taşıyan orduya ait kamyonlarla gerçekleştirdiler. Kızıl Ordu herhalde buna izin verdi. Kazançlarının bir
kısmını karaborsa pazarına çok aranan akla gelen her
türlü malı sunarak elde ettiler. Bu iş gizli kalamazdı; doğal olarak bazı haberler gericilere ulaştı ve bu
bağlamda partiye çok zarar veren, ama aynı zamanda
Sovyet işgal gücü aleyhine yoğun kışkırtmacaya malzeme sunan bir dizi skandal söz konusu oldu. Birçok
insan doğal olarak parti kasası yerine daha fazla kendi ceplerine de çalıştılar. En büyük üçkâğıtçının adı
Liebling (sevgili –ÇN) idi; bu aklımda kaldı.
Bu dört grup içinde, iki grup arasında var olan ciddi
anlaşmazlıklar, direk düşmanlıklara varan rekabetler
belirleyici önemde idi. Bu gruplar batı mültecileri ve
doğu mültecileriydiler. Hep tekrarlanan ilkesiz sürtüşmeler, entrikalar, iktidar didişmeleri ve çelişkiler
vardı. Bir yanda Franz Marek, diğer yanda ise Friedl
Fürnberg başı çekiyordu. Daha sonra Fürnberg’in
sekreteri Richter beni bir tür muhbir olarak kazanmaya çalıştı. Oysa bu iş benim için çok pis bir şeydi.
Ben Marek-grubunda Truva atı olmak istemedim.
İnsanların mültecilikleri sırasında kendi aralarında kurdukları bağlantılar Avusturya’da da sürdü ve
bugünkü dilde konuşursak, birbirine düşman takımlar ve taraftar grupları oluştu. Birbirlerini mültecilik dönemlerinden tanıyan kişisel dostlar çevreleri,
başkalarının içine alınmadığı klikler ortaya çıktı.
Onlar yalnızca siyasi çalışmayı değil, aynı zamanda
boş zamanı da bir arada geçirdiler. Kendi evlerinde
toplantılar, eğlenceler, doğum günü partileri ve ne
bileyim ne düzenlediler. Ve bu bir araya gelmelerde
aslında partinin belirleyici kararları ortaya çıktı veya
en azından hazırlandı.
Ben bu gruplardan hiç birinin içine girmedim ve bu
yönde bir hırsım da olmadı. Deyim yerindeyse ben
her zaman bir ‘dışarda kalan oldum’ ve bu tabii bir
dizi dezavantajları beraberinde getirdi. Böyle ‘dışarda
kalan’ ların “arkasında” sırtını dayadıkları hiç kimse yoktu ve onlara buna uygun olarak davranıldı. Ne
var ki “Weg und Ziel”deki makalelerim ve verdiğim
konferanslarla belirli bir itibar edindim.
Partinin siyasi-ideolojik konumu da 1945 ve hemen
sonrasında çok sorunluydu.
Avusturya’nın halk demokrasisi ve oradan da sosyalizme gitme yolunda bulunduğu söylendi. Ve bu
düşünce, 1945 ilk Avusturya hükümetinde, komünist Franz Horner’in içişleri bakanı, aynı zamanda
Siyasi Büro üyesi Ernst Fischer’in de eğitim bakanı
olduğuna dayandırıldı. Hatta KPÖ-başkanı Koplenig
hükümette başbakan-yardımcısı idi. Tek tek bakanlıklarda komünist devlet sekreterleri vardı ve polisin
tümü pratik olarak KPÖ’nün elindeydi. Doğal olarak
bu, artık sosyalizm yolunda epeyi yol aldığımız ve barışçıl tarzda, silahlı ayaklanma ve iç savaş olmaksızın
57
devrim düşüncesini besledi. Aslında bütün bunlar
faşistler üzerindeki zaferle gerçekleşmişti. Bu unutuluyordu. Yani KPÖ somutunda, Kruşçof’un 20. Parti
Kongresinin “sosyalizme giden barışçıl yol” revizyonist saçmalığı dışarıdan KPÖ içine sokulmuş değildi.
Tersine bu düşünce, deyim yerindeyse zaten ilk Avusturya Cumhuriyeti’nin doğum gününde hazır ve nazırdı. Mayıs 1945’de bu düşünce zaten vardı.
Bu düşünce resmen vardı ve partinin temel örgütlerinde, aslında anti-faşist önlemlerle sosyalizme ulaşılabileceği propaganda da edildi. Kapitalistlerin hepsi
pratik olarak faşisttiler, o halde onlar faşist mazileri
nedeniyle mülksüzleştirilirse, belki de cezalandırılırsa vs. bu yeterli olurdu. Sistematik olarak
büyük sermaye böyle iktidarsızlaştırılabilirdi. Bu, bir tür salam taktiği ile yapılmalı; sermayeden
birbirini izleyen dilimler
kesilmeliydi. Aslında bunun tam anlamı, bir devrime gerek olmadığıydı.
Gayri resmi olarak
başka gerekçelendirmeler de vardı ve dendi ki:
Avusturya Kızıl Ordu
tarafından geniş çapta
işgal edildi ve Kızıl Ordu
bir kez girdiği yerden, asla
çıkmaz. O halde gericiliğin
eli-ayağı bağlanmıştır. O bir
şey yapamaz; buna karşı biz tüm
imkânlara sahibiz. Gericilik karşı koyamaz, çünkü Kızıl Ordu onun tepesindedir ve
şımarırsa, ondan tokadı yer.
Bu, bütünüyle yanlış bir yönelimdi. Ama bu konuda ben o zamanlar çok berrak değildim; çünkü ilk
bakışta bu bayağı kabul edilebilir görünüyordu. Gerçeğin ne olduğunu birçokları ancak 1950 Ekim Grevinde kavradı.
Parti içinde delice hayaller de vardı. Bu hayaller
nedeniyle Avusturya’da çok erken, daha 1945’de seçimlerin yapılmasına izin verildi. Partinin oyların %
25’i kadarını alacağı tahmin ediliyordu. Gerçekte ise
% 5’ini aldı.
Buraya gelirken Melk Manastırı önünden geçtik ve
ben karakteristik bir episodu hâlâ anımsayabiliyorum:
Toplantılarda konuşmalar yapmak için biz her zaman otomobillerle taşraya götürülürdük. Bir kez,
1945 Yazında, bizim evet “West Sirki” olarak da adlandırdığımız, tüm bu işin esas sorumlusu Franz
West de otomobilde bulunuyordu ve Melk Manastırını geçerken tüm ciddiyetiyle bu manastırın bir gün
KPÖ’nün parti okulu olacağını söyledi. Öyle olsaydı,
bu tüm dünyanın en büyük parti okulu olurdu.
Böylesi ve benzer hayaller nedeniyle de parti devasa
bir aygıt inşa etti. Merkez Komitesi, Stalin Meydanına, - bugün yine “Schwarzenberg Meydanı” -, bazı
taşınmalardan sonra güçlü
büyük bir binaya yerleşti ve sonra da Merkez
Komitesi’nin ikametgâhı olarak Wiener HöchstädtMeydanında yedi katlı bir bina inşa etmeye başladı.
Bu devasa binanın bir de zaman zaman
600 çalışanı bulunan bir matbaası
vardı. Partinin 100 den fazla otomobili ve 50-60 kişilik maaşlı
şoförü vardı. Bölge örgütleri
5 kişiye kadar profesyonel
çalışana sahipti. Partinin
Viyana Ormanı içinde,
6 aya kadar süren kursların yapıldığı, hepsi
yatılı kursları vardı. Ve
partinin binlerce üyesi
bu okullara yollandı.
Bu devasa aygıt partinin gerçek gücüyle göze
batar bir şekilde çelişki oluşturuyordu. Bu, partinin bizzat
kendisinin dolaysız olarak kazanmadığı parayı har vurup harman savurması anlamına geliyordu. Fürnberg bir keresinde
üyelerimizden aldığımız üye aidatları ile Merkez Komitesi binasını bile ısıtamayacağımızı söyledi. Yani
üye aidatlarından elde edilen gelir bu devasa binanın
ısıtma giderlerine yetmez bir büyüklükteydi. Ve bu,
ekonomi bölümünün, ama her şeyden önce, KPÖ’nün
gittikçe daha da büyüyen iktisadi imparatorluğunun,
muazzam miktarda para bulmak ve para kazanmak
için tipik kapitalist yöntemler kullanmak zorunda
kalmasını açıklar.
Bir geniş kapsamlı ilkesizlik partinin diğer alanlarında da mevcuttu.
Friedl Fürnberg bir keresinde yarı şaka, yarı ciddi
başarıya götürmek koşuluyla, siyasette ve aşkta her
şeyin mubah olduğunu söyledi. Bunu tüm ciddiyetiyle söylemedi, ama gerçekte bu ilke doğrultusunda
davranıldı.
Merkez Komitesi aygıtı
içinde çalışan kadrolar,
MK-eğitim uzmanları olarak
orada çalışmalara katılmak, pratik
kazanmak için senede en az bir ay
boyunca herhangi bir parti örgütüne
gitmek zorunda idiler. KPÖ içinde
böyle olumlu bir uygulama
vardı.
58
O zamanlar zihnimi çok kurcalayan birkaç örnekten bahsedeyim.
Naziler Avusturya’da daha 40’lı yıllarda yeniden
örgütlenmeye başladılar ve kısa bir süre içinde “Bağımsızlar Birliği - VdU” adı altında bir parti kurdular. SPÖ-yönetimi buna güçlü bir şekilde yardım
etti ve bu tarzla burjuva kampın bölünebileceği ve
böylece zayıflayacağı bahanesini uydurdu. Peki,
KPÖ ne yaptı? O, Sovyetler Birliği’nde savaş tutsağı
iken, kısmen anti-faşist okulları ziyaret etmiş, belirli bir dereceye kadar tanınmış bir dizi eski Nazi’yi
bir araya getirdi. VdU’ya karşısında bir parti kurmak ve olasılıkla bunları parçalamak için bu unsurları “Ulusal Lig” adı altında bir grupta topladı. Bu
“Ulusal Lig”in, NSDAP’in (Alman faşistlerin Ulusal
Sosyalist Alman İşçi Partisi, Nazi Partisi –ÇN) “Völkischer Beobachter” (Almanya’da Nazilerin günlük
gazetesi –ÇN) atıfta bulunarak “Österreichischer
Beobachter” adını taşıyan bir merkezi organı vardı.
Bu gazete, bu ‘Österreichischer Beobachter’, Almanlar ve Ruslar birlikte hareket ederlerse, o zaman deyim yerindeyse dünya onlara ait olur’ düşüncesinin
propagandasını yaptı. Bu gazetenin baş yazılarında “halk topluluğu:Volksgemeinschaft” propaganda edildi. Sermayenin iki grubu arasında, yararlı
“yaratıcı”(schaffende) sermaye ile kötü “kapkaççı/
açgözlü=raffende” sermaye arasında fark gözetildi.
Bu, açıktan açığa, güya “Rus dostu”, aynı zamanda
yoğun bir şekilde anti-İngiliz ve anti-Amerikan bir
Nazi-ideolojisi idi. VdU’nun böyle içten yıkılması hesaplanıyordu. Oysa bu pek tabii olarak başarılmadı;
çünkü daha sonra içinden Haider’in FPÖ (Avusturya Özgürlükçü Partisi –ÇN)’sü çıkan VdU, ‘Ulusal
Lig’in arkasında kimin bulunduğunu ve onun neden
kurulduğunu tabii ki biliyordu. Bunu bizzat yaşadım;
çünkü bir keresinde Marek benim yanıma gelerek “şu
anda elimizde ‘Ulusal Lig’ var ve ‘bunlar ‘ – kelimesi
kelimesine aynen – bizim yaratıklarımız ve bunlara
en azından biraz Marksizm-Leninizm öğretmek lazım, hepsi eski Nazi takımı, ama bunların en azından
Marksizm-Leninizm konusunda biraz haberdar olmaları gerekli’”, dedi. “Ve Struppi, - o zamanlar kullandığım isimdi bu -, sen, bunu yapabilecek tek kişisin, çünkü biz bu eski Nazilere öğretmen olarak bir
Yahudi’yi veremeyiz. Fırsatı geldiğinde senin büyük
Ari ırka mensup olma kanıtına sahip olduğuna değinmeyi unutma, bu, bu insanları çok etkileyecektir.”
Sonra bu insanlarla Marksist-Leninist bir eğitim
yapmaya gerçekten çalıştım. Yani bu iş epeyi komik,
neredeyse korkunç bir şeydi ve bütün bunun arkasında bulunan insanı aşağılama beni çok rahatsız
eden şeydi. Diğer taraftan bu grubun yöneticisinin
adı tesadüfen Haider idi. Bu kişi daha sonra otomobil ticareti yapan biri olarak Türkiye’ye gitti ve orada
tutuklandı ve Sovyet casusu olarak müebbet hapse
mahkûm oldu. Sonra hapishanede öldü. Ve “Österreichischer Beobachter” in başyazarı Walter Truger
daha sonra KPÖ’nün teorik organı “Weg und Ziel”de
benim halefim oldu. Bu bana benim kovulmamdan
daha fazla acı verdi.
İkinci Örnek:’48’de SPÖ’de Erwin Scharf adında bir
genel sekreter vardı. Ve bu kişinin ayağı, o zamanlar
“solcu” olarak görüldüğü için sistematik bir şekilde
kaydırıldı. Gerçekte ise o yalpalayan bir yarım solcuydu. Scharf, kendisinin yavaş, ama kesinlikle halledileceğini gördüğünde, saldırıya geçti ve bazı ifşalarda
bulunduğu “susmamam lazım” adlı bir broşür yazdı.
SPÖ’den derhal ihraç edildi ve sonra kendisinin özgür
iradesiyle parlamento milletvekilliğinden feragat ettiğini gazetede okuyabildi. Ve bu Erwin Scharf kendisinin birkaç dostu ile birlikte yeni bir parti kurdu. Bu
partinin ismi “Avusturya Sosyalist İşçi Partisi - SAP”
idi. Buraya kadarı iyi, hoş. Ama sonrası nasıl devam
etti? Bu olay Erwin Scharf’ın defakto KPÖ’nün yaratıklarından birine daha dönüşmesiyle süre gitti. Her
ufak-tefek şey için Merkez Komitesine gitti ve orada
kendisine söyleneni yerine getirdi. Şunu da bizzat
kendimin şahit olduklarımdan biliyorum: Günün
birinde Marek yanıma geldi: “Struppi, SAP için bir
program yazmalısın. Bunun için sadece Otto Bauer’i
incelemelisin, uygun alıntıları arayıp bulmalı ve boktan bir şeyin geldiği her yere üç noktacık koymalısın.
Çünkü Otto Bauer aslında şu yönteme sahipti: her
cümlede önce iyi, doğru bir şey yazar ve bu cümleden
sonra gelen tümcede hepsini yeniden tersine çevirir
ve ortadan kaldırır ve tam da burada doğru yerde üç
noktacık konmalıdır.” Ben böyle bir program yazdım
ve Erwin Scharf kendisinin parti kongresinde bunu
kendi programı olarak sundu ve bu program herhangi bir değişikliğe uğramaksızın kabul edildi. Daha
sonra bu hikâye ile Erwin Scharf’a şantaj yaptım ve
bu nedenle O bana karşı her zaman liberal idi. Marek,
bana benim SAP-programını iyi becerdiğimi söyledi
ve iki olasılık vardır; bundan dolayı ya bir madalya
veya profesör unvanı alırsın ya da kurşuna dizilirsin.
Ne biri ne de öteki gerçekleşti.
Çok rezil ilkesizliğe bir üçüncü örnek daha.
Stalingrad’da Hitler Ordusu’nun özel bir bölümün-
59
60
de yarbay olan ve orada pratikte SS-işlevleri yürüten
Hans Grümm isimli bir adam vardı. Bu Grümm
Stalingrad’da Kızıl Ordu tarafından esir alındı ve bir
anti-faşist-okula geldi. İnançlı bir Nazi iken, orada en
iyi şekilde eğitilmiş bir “Marksist-Leninist”e devşirildi. Ve tam da bu insana Avusturya’ya geldiğinde parti
okulunda komünist ahlak üzerine konferanslar verme görevi verildi. (…) Grümm çok zeki bir adamdı
ve ustaları gerçekten ezbere biliyordu. KPÖ hesabına
ona Atom Fizik’i öğrenimi yaptırıldı ve bu öğrenimini bitirdiğinde ADC’indeki Alman Atom Araştırma
Merkezine gitti. Sonra 1953’de ADC’de karşı devrimci huzursuzluklar baş gösterdiğinde Bay Grümm
alelacele Avusturya’ya kaçtı. “Tehlike” geçtiğinde bu
Stalingrad kahramanı yeniden ADC’indeki yerine
döndü. Oysa şimdi bu Stalin-kahramanı artık istenmiyordu ve onu işten attılar. Bunun üzerine bu adam
Hıristiyan olup, Katolik haftalık dergi “Furche= Saban İzi”ye gitti ve orada KPÖ’ne karşı bir yazı dizisi
döktürdü. Daha sonra Seibersdorf’daki Avusturya
Atom Araştırma Merkezinde güzel bir iş buldu ve nihayetinde BM’in Atom Komisyonunda müfettiş olarak işe alındı. Ayrıca Avusturyalılar, Rusların artık
savaş yürütmemeleri gerektiğine dair uyarı anıtını
Stalingrad’da diktiklerinde bu Bay Profesör Grümm
doğal olarak orada hazır ve nazırdı.
Bu Hans Grümm örneğinde çok önemli bir sorun
kavranabilir. Önceleri benim kapsamını berraklıkla
görmediğim, ama gittikçe daha iyice anladığım belirleyici bir problem. Bu, İDEOLOJİK eğitim, komünist
bilinçlendirme için neredeyse hiçbir şey yapılmazken, KPÖ’de eğitim adına bol miktarda teorik bilgi
öğretilmesi, bunun da daha çok ikincil kaynaklarla
yapılması sorunuydu. Pratik içinde kendini kanıtlamaya da önem verilmedi. Fedakârlık ta pek itibar
görmedi, nasıl olsa partinin yeteri kadar parası vardı.
Ama en kötüsü KPÖ içerisindeki kadroların defakto
emir kulları, aletler, yani Marek’in ‘yaratıklar’ diye
adlandırdıkları olmak üzere eğitilmeleri idi. Defakto yukarıdan gelecek direktifleri bekleyen ve bunları
eleştirisiz uygulayan aparatçikler – çok okumuş, iyi
eğitilmiş aparatçikler – olarak yetiştirildiler. Bu problem, bütün partinin içinde bulunduğu koşullar sayesinde daha da kötü hale geldi. Gerçekten meslekten
devrimciler yoktu; bunun yerine çok miktarda ‘parti
hizmetlisi’ vardı. Ve bir parti hizmetlisi ile bir profesyonel devrimci bir ve aynı şey değildir.
Şimdi KPÖ içindeki Kruşçof-çizgisinden çok daha
önceki üye kazanma yöntemine bakalım. Tüm on
yıllar boyunca üye kazanma üyeler arasında rekabeti
körükleme biçiminde uygulandı. Daha fazla imzalanmış üye giriş beyannameleri getiren üye yarışmayı
kazanıyor ve takdirname veya ödül alıyordu. Yükselmek isteyen bir üye örneğin nine ziyaretine gidiyor,
bir hoş beşten sonra önüne bir üye giriş formu koyuyor ve nine bana bir iyilik yapıver de şu formu imzalayıver, diyor ve böylece yine bir üyeye daha sahip
olunuyordu. Ne yazık ki bu hiç abartı değildir; bu
gerçekten oldu. Ve kahvehanede iskambil oynarken
oradaki insanların önüne üye giriş beyannamesini
uzatıp, sana bir bardak şarap ısmarlıyorum, hesabı
benden, imzala şunu denemesi birçok olayda gerçekleşti. Böylesi üyelerin nasıl bir değere sahip olduğu,
herhalde düşünülebilir. Onlar partiye en başından itibaren deyim yerindeyse sadece kâğıt üzerinde kayıtlı
olarak, kâğıt üzerindeki üyeler olarak geldiler.
1945’ten 1955’e kadar Avusturya’da Sovyetler tarafından idare edilen USİA-işletmeleri bulunduğu unutulmamalıdır. Bu işletmelerde parti, maaşı iyi olan
işleri, hatta müdürlük koltukları verme imkânına
veya böylesi yerleri vermeyi vaat edecek imkâna sahip
idi. Yani bir bölge sekreteri veya daha yüksekçe bir
konumdaki bir parti fonksiyoneri, “dostum, KPÖ’ye
üye olursan, sana parası iyi bir işi USİA’da bulurum”
deme imkânına sahipti. Parti üyesi olarak sahip
olunan kişisel avantaj çoğu kez reklam aracı olarak
kullanıldı; yükümlülükler üzerine hemen hemen hiç
konuşulmadı. Böylece kısmen sadece maddi yararlar yüzünden partide yer alan, ama kısmen de hiçbir
çalışmaya katılmaya hazır olmayan, bilakis yalnızca
sürekli olarak başa iş açan üyelere sahip olundu. Bunlara düzenli olarak gidilmek ve aman partiden ayrılmasınlar diye onları işlemek zorunda kalındı. Çoğu
kez bunlar aslında üye aidatı olarak küçük bir miktar
ödesinler diye ikna etmeye çalışmak zorunda kalındı.
Bir de parti içinde partiye içi boş bir sırt çantasıyla
gelmiş ve dolu bir sırt çantası ile yine çekip gitmiş olduklarından “sırt çantası komünistleri” diye adlandırılan yüksek yüzde oranında kariyeristler vardı.
Daha ilk iki parti okulunda bazı şok edici olaylar
yaşadım. Parti okullarının hepsi bilindiği üzere kaçan Nazi-büyüklerinin villa veya şatolarında gerçekleşti. Vega-Gasse’deki ilkinden daha önce söz etmiştim. Bu villa hâlâ bir sürü pahalı tablo, mobilyalar ve
daha birçok bilmem nelerle donatılmıştı. Dört hafta
sonra tüm bu değerli eşyaların yerlerinde yel esiyordu. Hepsi çalınmamıştı, ama çalan, çırpan ve villanın
içini boşaltan haddinden fazla kişi mevcuttu. Ben şaş-
kınlıkla kendime böylesi insanlar hiç komünist olabilecekler mi diye sorup durdum. Prater mevkiindeki
Laufberger-Gasse’deki Schott-Schöbinger-villasında
durum daha da vahimdi. Schott-Schöbinger, orada
harikulade bir şekilde donatılmış neredeyse şatoya
benzer bir villaya sahip olan büyük bir Nazi-oyuncusuydu. Bu villayı bir parti okulu olarak hazırlamak
için villaya gittim; ama oraya partinin temel bir örgütü geçici olarak yerleşmişti. İlk kez oraya gittiğimde
değerli tablolar ve halılara varana kadar tüm değerli eşyaların hepsi henüz orda bulunuyordu. İki hafta
sonra ise villa boşaltılmıştı. Değerli eşyaların hepsi
götürülmüştü ve hırsızların ortaya çıkarılması için
kimsenin kılını kıpırdattığı yoktu. Böylesine rezil
unsurların parti içinde bulunması en kötüsü değildi;
bundan daha berbat olan şey, parti yönetiminin buna
karşı hiçbir şey yapmamasıydı. Bunun hakkında bir
skandal çıkardığım zaman, sadece omuz silkildi ve “
evet, bizim daha önce boşaltmamız gerekirdi” dendi
bana...
Merkez Komitesi aygıtı içinde çalışan kadrolar,
MK-eğitim uzmanları olarak orada çalışmalara katılmak, pratik kazanmak için senede en az bir ay boyunca herhangi bir parti örgütüne gitmek zorunda idiler.
KPÖ içinde böyle olumlu bir uygulama vardı. Seçimlerden önce de MK aygıtı içinde çalışan kadrolar ve
eğitim uzmanları, herhangi bir yerel parti örgütünde
parti çalışmasını örgütlemek için altı hafta veya iki
ay çalışmak zorunda idi. Bir dizi kadro türlü-çeşitli bahanelerle tabandaki bu çalışmadan kaytardılar;
oysa bu benim hoşuma gitti. Bu sayede pratikte tüm
Avusturya’yı dolaştım; en azından bir kez gitmediğim
eyalet kalmadı; özellikle en önemli bölge ve merkezlerde koşulları tanıyabildim. Doğal olarak her yerde
gerçekten iyi kadın ve erkek yoldaşlar vardı; ama tam
da yönetimlerde haddinden çok fazla kötü unsurlar
bulunuyordu. Böylece berbat uygunsuzlukların tüm
parti içinde yayılmış olduğunu ve hatta bölge sekreterlerinin kişisel olarak kendilerini zenginleştirdiklerini gördüm. Bunlar tek tük görünümler değildi,
bilakis nedenleri tüm sistemin içinde yatıyordu. Kariyerist ve üçkâğıtçıların bu kriminel çalıp-çırpmalarına parti yönetiminin reaksiyonu, her şeyi örtbas
etmek, “gürültü-patırtı çıkarmayın, yaygara yapmayın!” demek, herhangi bir şekilde yoz uzlaşmalarla
işleri “yoluna koymak” çabası, idare-i maslahat idi.
Bu açık bir şekilde doğru gitmeyen işleri radikal bir
şekilde ortadan kaldırmak değil, bilakis üstünü örtmek ve örtbas etmek şeklindeki bir burjuva yöntemi
idi. Partinin Merkez Komitesi üyesine kadar varan
herhangi bir yüksekçe fonksiyonerin kendi cebi için
çalıştığını ve partiyi dolandırdığını ve çaldığını çoğu
kez yaşadım. Ve bu olayların çoğunda bu kişilere bir
USİA-işletmesinde yüklüce maaşlı müdür makamları
verildi ve bunlar en iyi halde kendilerinin yüksek maaşlarının bir kısmını zarar-ziyanın karşılanması için
partiye ödemekle yükümlü kılındı. Bu tavırların, bu
konuda biraz bilgi sahibi olanların tümünün nezdinde nasıl korkunç bir etki bıraktığı tasavvur edilebilir.
Böyle birçok olay vardır. Sadece birini daha anlatalım: Merkez Komitesi’nde uzun süreden beri zimmetine para geçiren bir bayan kasadar vardı. Ve marifetleri ortaya çıkmasın diye günün birinde evine
gitmeden önce dolaba bir mum yerleştirdi, bunu yaktı ve evine gitti. Geceleyin odanın tümünde yangın
çıktı. Merkez Komitesi binasının tümünün alev alıp
yanması tehlikesi vardı. Bu kasadar kadın telefonla
arandığında, bu kadın önce nelerin yandığını sordu.
Bu kadının akıbeti ne oldu? Kadın parti üyesi olarak
kalmaya devam etti; bir kadın örgütüne yollandı. Ve
Viyanalı komünist bir fonksiyoner ve seçilmiş temsilci olan kocası da görevinde kaldı ve karısını savundu.
Her şey örtbas edildi, hiçbir şey yapılmadı. Kadın
kocasının bilgisi dâhilinde veya değil parti merkezini
ateşe verdi; ama neyse ki yangın erken fark edilerek
söndürüldü ve sadece bir oda yandı.
(Zaman planı içinde kalmak için her ne kadar diğer örnekleri bir kenara bırakmak istesem de, yine de
bazı karakteristik örnekleri belirtmeliyim.)
Çok uzun bir süre tüm kapsamıyla kavramadığım
parti içindeki durum için karakteristik olan benim,
Almancası “FürFür” (İçinİçin –ÇN) demek olan, bizim “SaSa” diye adlandırdığımız Komünist Enformasyon Bürosu’nun gazetesi, “sürekli barış için, halk
demokrasisi için” Gazetesi ile yaşadığım bir olaydı.
Bu gazetede en önemli parti önderleri uzun makaleler yazıyorlardı ve ben de bu gazete için bir kez küçük
bir kitap değerlendirmesi yazdım. Bu yazı belki 20
satırdı ve yazı yayımlandı. Belli bir süre sonra 7. kata
çağrıldım; ben 6. katta çalışıyordum. 7.katta deyim
yerindeyse partinin önde gelenleri, Koplenig, Fürnberg vs. nin ofisleri bulunuyordu. Ve orada bir de
ikinci bir kasa vardı. Ve bu kasanın kadın yönetmeni
Hansi idi ve bu bayan beni yukarı çağırarak aylık maaştan daha yüksekçe miktarda bir parayı bana ödedi.
Ne için? Senin “SaSa”daki kitap değerlendirmesi yazın için. Bu bir paragraf için mi diye sordum. Evet,
bu o yazının ücretidir, sana aittir. Ben, bu olmaz geri
61
62
vermeliyim diye düşündüm; hayır, hayır sende kal- mıştı. Başlangıçta 5, sonra 4, daha sonra da hiç sayısın, dendi. Böylece ortaya çıktı ki, örneğin Koplenig daki partinin parlamento milletvekilleri milletvekili
veya Fürnberg “SaSa” için bir makale yazdıklarında, maaşlarını ceplerine indirmekle kalmadılar, üstüne
bunun için orta sınıftaki bir otomobilin satın alına- üstlük parti maaşını da iç ettiler. Onların bu gelirlerbileceği miktarda bir ücret alıyorlardı! Bana dendi den herhangi bir parti vergisi ve ne kadar ödeyip ödeki, evet, katkıya göre ödeme ilkesi geçerlidir ve “SaSa” mediklerini öğrenmek mümkün değildi. Korkarım,
için bir makale yazmak çok önemli bir iştir, o halde bu konudaki durum çok kötüydü. Ve bu konuda mübu iş de buna uygun olarak ödenmelidir. Savunulan dahalede bulunduğumda, bana, bu her ne kadar bir
görüş buydu.
karar olsa da, gönüllülük temeline dayanmaktadır,
Daha sonra bu koşullara daha titizce ilgi gösterdim dendi. Oysa diğer taraftan her şeyden önce vekillerin
ve böylece, her ay 6. kattaki normal kasadan para alan özel yükümlülükleri ve gereksinimlerinin bulundubir dizi insanın daha sonra 7. kattaki ikinci kasaya ğu, doğal olarak ta parti maaşı ile karşılanamayacak
çıktığını, oradan da büyük ihtimalle alt kattakinden özel giderlerinin de olduğu da dikkate alınmak zodaha fazla para aldığını öğrendim. Örneğin
rundadır.
Franz West 6. katta benimkinden biraz
Burada apaçık bir şekilde iki farklı
daha yüksek bir maaş alıyordu;
ölçek kullanıldı ve yönetici fonkama O radyo komisyonunun
siyonerler basitten orta dereceüyesi idi ve bu nedenle 7. katdeki kadrolara dek gizlenen
“Ocak 1953’de, tanınmış
ta parti maaşından daha
yoğun imtiyazlara sahiphekimlerin Stalin’i katledecekleri
yüksekçe olan bir maaş
tiler. Olgu olarak bu,
daha alıyordu. Bu bübir yolsuzluk atmosferi
söylenen, “Hekimler suikastı” oldu.
tünlüklü bir sistem idi
idi. Resmi olarak çok
Büyük
bir
skandal
gerçekleşti
ve
gerçekte
ve belli bir süre benim
küçük parti maaşları
neler olduğu, ne numaraların döndüğü
de bu sistemin içine
vardı, ama gayri resmi
düştüğümü söylemek
olarak belirli kişiler
bütünüyle belirsizdi. Parti bu konuda hiçbir pek
zorundayım.
Aslınte güzel kazandıbilgi
vermedi.
5
Mart
1953’de
Stalin
yoldaş
da ben “Rus Saati” için
lar. Bununla ilgili olayazdım. Radyoda her
rak
dahası parti kendi
öldü ve dört hafta sonra bu hekimlerin
gün sabahları “Rus Saati”
iktisadi imparatorluğunu
itibarları yeniden “ iade edildi”.
çerçevesi içinde siyasi bir
inşa ettiği koşullar altında,
sabah programı vardı. Bunlar
sadece bir dizi büyükçe değil,
5 dakika, yani yaklaşık 2 daktilo
her şeyden önce Doğu Ticareti ile
sayfası süren, işletmelerdeki işçilere
meşgul olan özel, ama onun (partigerekçeler ve mücadele ruhu sunması gereken
nin – ÇN) mülkiyetinde bulunan işletmeler
programlardı – çok mükemmel bir konu. Programı kurdu; bir de üstüne üstlük on yıl boyunca USİA-işyöneten Felix Kreissler, benim tesadüfen kayınçom- letmelerinin personel politikasını geniş çapta yönetti;
du. Fakat kesinlikle bu akrabalık ilişkisi yüzünden düzinelerce yüksek maaşlı müdürlük mevkileri vedeğil, radyo yazılarımı çok iyi bulduğundan yazma- rebildi; bu, çifte tabanlılık, kararlara açık-seçik ters
mı istedi. Bu programlar iyi bir yankı sağladı ve bun- uygulamalara göz yumulması, gizli-kapaklı ayrıcaları ben seve seve yazıyordum. Ve böylece haftada iki lıklar, evet, bu imtiyazlarla ticaret yapma atmosfeveya üç kez bu program için yazdım ve bununla, be- ri gerçekten korkunç etkiliydi. Bu bağlamda elbette
nim küçük parti maaşımın tuttuğundan en azından devasa para miktarları söz konusuydu. Örneğin
iki mislini bu “Rus Saati” yazıları ile kazandım.
Avusturya’da birçok yıl boyunca bir KPÖ-parti firPartide, parti fonksiyonerleri ve milletvekilliği gö- masının veya böylesi bir şirketin müdürünün yağlırevi yapanların sadece parti maaşı almaları gerek- ballı kazanç sağlamadığı tek bir kömür parçası olmatiğine dair bir karar vardı. Onların bunun dışında mıştır.
herhangi bir yerden kazandıkları para parti kasasına
Parti üyesi kitlesinin bu durumlar hakkında hageri verilmeliydi. Oysa bu karar, benim ancak birçok beri yoktu; en iyi halde belki sezmiş olabilir; çünkü
yıl sonraları farkına vardığım üzere hiç uygulanma- “Omerta” gibimsi bir susma yükümlülüğü vardı. Ve
bunun farkına varanlar içlerine kapanarak ve hayal
kırıklığına uğrayarak partiyi terk ettiler. Bir bölümü
ise aptal olmak istemediler ve fırsatını bulduklarında
onlar da keselerini doldurmaya, zenginleşmeye çalıştılar. Bunlardan birini, belli bir süre önce bir benzin
istasyonunda Jaguar marka otomobilinin yanında
gördüm. Ona, “yahu Leo, burada ne işin var” diye
sorduğumda sadece güldü ve bana bu benzin istasyonunun büyük tabelasını gösterdi. Bu tabelada onun
ismi yazıyordu; oysa bu isim daha bir sürü benzin istasyonu ve ticari firmalarda bulunuyordu.
Burada yeniden GdS (Akıma Karşı –ÇN)’e geri dönüyorum. Bu insanlar, onların resmi belgelerini inceleyerek revizyonist hale gelmiş partilerin hatalarını
kanıtlamaya çalışıyorlar. Bu çok zordur. Teorik olarak
yazılıp çizilenlerden çok pratikte uygulanan önemlidir. Belirleyici, özsel olanı ortaya çıkarmak gerekir.
Partiyi, partinin yaşamını, onun tüm pratiğini en derinliğine kadar tanımalısın; yoksa şunun veya bunun
neden mümkün olduğunu ve nihai olarak ta bütününün yozlaştığı hakkında berrak bir resim oluşturamazsın. Sadece belgelerin incelenmesi temelinde en
iyi halde yozlaşmanın etaplarını tanırsın; ama onun
nedenlerini değil. Çünkü en iyi kararlar ve belgeler,
eğer onlara uyulmamış ise veya tersine çevrilmişlerse, ne işi yarar? Bununla ilgili sadece bir örnek:
“Eleştiri ve Özeleştiri” sorunu söz konusudur. Bu
konu ile ilgili olarak KPÖ’de yazılmış ve karar altına alınmış olan her şey hatasız görünüyor; neredeyse
% 100 doğrudur. Açık, özgürce eleştiriyi kime ve ne
zaman yöneltmenin gerekli olduğu; herkesin korkusuzca kendi görüşünü söylemesi; partinin, eleştiri ve
özeleştirinin gerekliliği hakkında Lenin ve Stalin’in
söyledikleri ve yazdıkları temelinde sarsılmaz bir şekilde durduğu. Oysa küçük bir çengel vardı; burada
her halükârda küçük bir “AMA” bulundu: AMA eleştiri yardım edici, olumlu, inşa edici olmalıdır; darmaduman edici olmamalıdır. Böylece iki tür eleştiri
vardı; biri izin verilen, diğeri verilmeyen. Olumlu,
inşa edici ve yardım edici olana izin vardı; dağıtıcı
olan yasaktı, olumsuzdu ve bizi geriye atardı. Neyin
yardımcı, neyin yardımcı olmadığını kim belirliyordu? Doğal olarak bunu parti yönetimi belirliyordu. O
halde eğer yönetimin bu kararları doğrultusunda ise
yardım ediciydi. Eğer eleştiri bu anlamda değilse, belki de bu kararları hatta eleştirmişse ve sorgulamışsa,
o zaman bu yıkıcıdır. Bu sorunda neredeyse kıl payı
tökezleyip ihraç edilecektim.
Aralık 1949’da Stalin yoldaşın 70’inci doğum günü
kutlandı. KPÖ devasa bir hediye hazırladı; bir dizi
KPÖ’li sanatkârlar tarafından yapılan, hepsi üst düzeyde sanatsal, yani ateş pahası pahalılıkta ustaca
kakma işlemeli, kıvrak ayaklı, türlü çeşitli süslü-püslü
vs. li Stalin için komple bir çalışma odası donatılacaktı. Sanatçılar bu işten iyi kazandılar. Parti, bu çalışma
odasını doğum gününde Stalin’e armağan etmek için
Avusturya çapında, hatta ticaret erbabından da para
topladı. Samimi bir şekilde görüşünü söyleyen, özgür, açıkça eleştiri taraftarı ben bir parti toplantısında hiç utanmadan şöyle dedim: “Bu benim hoşuma
gitmiyor, ben olsam Stalin yoldaşa, doğum gününde
devrimci bir bayrak veya mesela yüksek bir ideolojik
değere sahip bir hatıra verirdim, hiç te böylesi bir Fildişili ve buna benzer şeyler gibi gösterişli bir çalışma
odası donanımı değil. Böylesi bir odaya belki imparator Maria-Theresia oturur, ama Stalin oturmaz.”
Bu söylediklerim eşek arısı yuvasına delik açmış gibi
oldu. Hakkımda “yıkıcı eleştiri yoluyla parti kararlarını ihlal etme” nedeniyle parti soruşturması açıldı.
Franz West, beni Merkez Komitesi aygıtından ihraç
ettirmek için derhal bütün araçları harekete geçirdi
– Aynı West daha sonra Bay Bacher ( genel müdür
– ÇN)’in ORF(Avusturya Radyo Televizyon Kurumu
– ÇN)’ ne “örnek komünist” olarak görevlendirildi.
Fakat o zamanlar Marek ile West arasında bu konuda
mutabakat yoktu ve Marek benim günahımı affetti. MK içinde kalmaya devam etmemi bu raslantıya
borçluyum.
Tüm bu yıllar içindeki benim yaşadığım en büyük
olay Ekim 1950 Grevi’ydi. Barışçıl yolun pratikte nasıl
göründüğünü o zamanlar yaşadım. Grev başladığında Merkez Komitesi binası birden elektriksiz kaldı;
telefon bağlantıları da sık sık kesiliyordu. MK, dört
işgalci gücün hepsinin birlikte bulunduğu, yani Kızıl
Ordu’nun birçok şeyi engelleyebilmesiyle bir dereceye
kadar rahatsız edilmeksizin çalışılabilen bölge olan 1.
Bölgedeki Fleischmarkt’a taşınmak zorunda kaldı. Ne
var ki bu taşınma hazırlanmamıştı ve böylece her şey
doğal olarak gericiliğe yarayan kaotik bir şekilde yürüdü. Bu zamanda kamyonları işçilerin üzerine süren
ve kamyonların üzerinden insanları döven, daha sonra içişleri bakanı olan İnşaat Sendikası’nın o zamanki
şefi Franz Olah’ın vurucu-kırıcı çeteleriyle yaşanan
deneyim bende çok derin bir etki bıraktı. Olah’ın
bu vurucu-kırıcılarının gaddarlığını insan tasavvur
edemezdi. Bu çeteler kamyonlarla doğrudan yürüyüş
ve grev halindeki işçi konvoylarının üzerine gittiler.
Böylesine çok sayıda ölü olmaması bir mucizedir;
63
64
çok sayıda yaralı vardı. Polis de doğal olarak grevci
ve yürüyüşçülerin üzerine kadife eldivenlerle gitmedi; oysa Olah’ın saldırıcıları herkesi geçti. Ve belirli
bir süreden beri, o zamanlar Avusturyalı gericilerin
Amerikalılarla beraber Avusturya’nın olası her yer ve
köşesinde silah stokları, illegal silah depoları kurdukları biliniyor ve bu silahlar devlet anlaşmasının imzalanmasından ve Kızıl Ordu’nun geri çekilmesinden
sonra gerekli görüldüğünde kullanılacaktı da.
Bunu berbat yıllar, aslında benim anımsadığım en
zifiri karanlık yılları izledi.
Ocak 1953’de, tanınmış hekimlerin Stalin’i katledecekleri söylenen, “Hekimler suikastı” oldu. Büyük
bir skandal gerçekleşti ve gerçekte neler olduğu, ne
numaraların döndüğü bütünüyle belirsizdi. Parti bu
konuda hiçbir bilgi vermedi. 5 Mart 1953’de Stalin
yoldaş öldü ve dört hafta sonra bu hekimlerin itibarları yeniden “ iade edildi”. O zamanlar ne olup bittiğini
bugüne kadar bilmiyorum. Stalin’in ölümünden sonra parti önderliğinin merkezi kısmının hiçbir şekilde
üzüntü göstermemesi, bilakis daha ziyade rahatlamış
görülmesi, hatta Stalin’in ölümü vasıtasıyla ortaya çıkan yeni olanaklar keşfetmesi sarsıcı idi. Parti yönetimindeki olası sağcı unsurların hepsi örgütlenmeye ve
çok pervasızca ön plana çıkmaya başladılar.
KPÖ, Stalin’in ölümünden birkaç hafta sonra
Avusturya’nın kesin tarafsızlığı için mücadele edileceğinin ilan edildiği bir kararla ortaya çıktı. Sonra
1955’te devlet antlaşması gerçekleşti. Bu antlaşmada
Avusturya’nın şimdi “özgür” olduğu söylendi. İşgalci
askeri birlikler çekildi; USIA-işletmeleri Avusturya
hükümetine devredildi. Ve KPÖ içinde tam bir felaket durumu meydana geldi. Partiden kitlesel bir şekilde istifalar, kimi örgütlerin bütünlüklü bir biçimde
kendilerini dağıtmaları gerçekleşti. Çoğu kez sadece
parti aygıtı geriye kaldı. Parti örgütlerinin tabanı
pratikte bir gecede kayboldu. Önceleri partinin en alt
örgütünde “seksiyonlar” vardı ve birçok seksiyon bir
araya gelip bir “bölge” oluştururlardı. Şimdi birdenbire seksiyonların çoğu ve onlarla birlikte parti örgütlerinin en alt düzeyi de gitmişti. Şimdi artık bölge
örgütleri partinin asıl temel organizasyonları idi.
Mart 1957’deki KPÖ’nün 17. Parti Kongresi’nde
parti daha önceki parti kongrelerindeki kadro ve
fonksiyoner sayısından daha az üyeye sahipti. Birçok
şey örtbas edilmişti, bu konuda parti kongresinde
hiçbir sayı verilmemişti, ama örneğin siyasi yayın
dağıtımının artık var olmadığı söylendi. O zamanki
parti kongresinde verilen bir bilgi ilginçtir. Ortala-
ma mücadele fonu aidatı, yani üyelerin her ay partiye
yaptıkları bağış miktarı bir şilinden daha azdı. Bölge
örgütlerinin tümünde artık bunu toplayacak kimse
kalmadığından pratikte artık hiçbir üye aidatı alınmıyordu. SBKP’nin 20. Parti Kongresi, Kruşçof’un
parti kongresi bu durumda gerçekleşti.
Ben o zamanlar acayip bir durumdaydım. Viyana’daki Eski Belediye Sarayında sosyal demokrat “
teoriler”in anlamsızlığı ve ikiyüzlülüğü, özel olarak
ta “sosyalizme giden barışçıl yol”un ve bu konudaki sosyal demokrat zırvalıkların imkânsızlığı hakkında bir konferanslar dizisi yapıyordum. Ve şimdi
birdenbire bunun tam tersini söylemem gerekecekti.
Bu 180-derecelik bir kıvırışı yapmadım ve yapmaya
doğal olarak hazır değildim. Stalin yoldaşın eserinin,
öğretilerinin ve kişiliğinin değerlendirilmesi ile ilgili
180-derecelik dönüşü de yapmam olamaz bir işti. O
zamanlar KPÖ’nün merkezi organı “Volksstimme”
(Halkın Sesi -ÇN) Kruşçof’un “gizli Rapor”unun
bir Amerikan sahtekârlığı olduğunu yazdı ve bunun
“Volksstimme” de yazıldığı sırada, aynı zamanda Friedl Fürnberg merkez komitesinde kendisinin bu raporu Macaristan’da okuyabildiğini ve bunun gerçek
olduğunu açıkladı.
Ben parti içinde bir infial fırtınası bekledim, ama
bu olmadı. Bizim, aylarca özellikle de “sosyalizme
giden barışçıl yol” un imkânsızlığı üzerine eğittiğimiz binlerce parti öğrencisinden neredeyse biri bile
20. Parti Kongresi’nin saçmalığı hakkında bir şey
söylemedi, bunu protesto etmedi. Neredeyse hepsi
bunu yedi, yuttu; Ben artık dünyayı anlamaz oldum.
Sadece tek tük direnişler oldu; bunlar da iki yöntemle yerle bir edildi. Bunlardan biri Koplenig’in sloganı idi: “Sovyetler Birliği’ne kesin sadakat. Sovyetler
Birliği’ne sadakat bir komünistin sahip olduğu en
yüce şeydir; yani onun (bir komünist -ÇN) Sovyet
önderliği ile arasında su sızmamalı ve her şeye katılmalıdır.” Diğeri ise 20 Parti Kongresi’nin içeriği ile
yöntemi arasında fark gözetilmelidir diyen Marek’in
demagojik çizgisi idi. Buna göre, yöntem, mazur görülmez, seviyesiz, feciydi. Ama içerik esas olarak ne
yazık ki Stalin ile ilgili söylenenler doğruydu. Partinin başında bulunanlar bunların çoğunu zaten çoktan biliyordu veya en azından seziyordu; ama “bizler
bu konuda konuşamazdık”. Sonra ben MK’deki bir
parti toplantısında konuşma yapan Friedl Fürnberg’e
şunu sordum: “ “Peki, bunun üzerine niye konuşamıyordunuz, oysa eğer durum gerçekten böyle idiyse, siz
konuşmak zorundaydınız!” Fürnberg’in yanıtı şöyle
oldu: “ Bizler kurbanların sayısını gereksizce yükseltmek istemiyorduk.” Bu, eğer onlar sözde veya gerçek
hakikati söylediklerinde kendilerinin başlarına çok
kötü şeyler geleceği hakkında korkuları vardı, demekti. Böylesi “ önderler”in peşinden sadece tek bir
adım bile gidilebilir mi?
Daha sonra her şey peş peşe geldi. 1953’de DDR
(ADC- ÇN)’de karşı devrimci ayaklanma oldu. (Bu
arada o zamanlar Beria da görevinden azledilmişti.) Haziran 1956’da Polonya’da karşı devrimcilerin
ayaklanması ve sonunda Ekim 1956’da Macaristan’da
karşı devrim oldu.
O zamanlar Avusturya aslında karşı devrimin arka
bahçesi olarak parlak bir şekilde kendisini kanıtladı.
Sınırlar açıldı ve gelmek isteyen herkes gelebildi. O
zamanlar hiç kimse yabancı sayısını dert etmiyordu;
teknenin zaten dolu olduğu üzerine hiç
kimse cazgırlık yapmıyordu. Hiç
kimse, bunların hiç te sadece
yabancı değil, topunun cani
vs. olduklarını söylemiyordu. Hayır, tersine katıksız hepsi kahramandı.
Onları sevinçle selamladılar; onlara evler
verdiler, onları yerleştirmek için okullar ve
kışlaları boşalttılar;
onlara bir “insanlık”
ve “dayanışma” dalgasıyla yemek, giyecek,
para temin ettiler; onlardan bazılarına da yağlı ballı
mevkiler verildi. Yani bu güruha memnuniyetle kucak açtılar.
Aniden sınırları aşarak gelen bizzat resmi verilere göre 120.000’e yakın kişi vardı.
Macaristan’da komünistler kitlesel bir şekilde vahşice katledildiklerinde Sovyet Ordusunun müdahale
etmesini bekledik. Ve evet, Kızıl Ordu müdahale ettiğinde bunu sevinçle selamladık. Hatta daha o zamanlar işin başında bulunan Kruşçof’a yeniden biraz sempati bile duyduk. Epeyi hatası var, ama şimdi
oysa dürüst davranıyor, diye düşündük. Bugün bunu
daha farklıca görüyorum.
O zamanlar pekâlâ bir nedenle Macaristan’dan kaçan insanlar, Avusturya’da buldukları bu dostça kabul edilişe şükranlarını da gösterdiler. Onlar sadece
Viyana’daki KPÖ-lokallerini
darmaduman etmekle kalmadılar; aynı zamanda
Stalin Meydanındaki KPÖ-MK’nin binası önünde
anti-komünist vahşi bir yürüyüş de düzenlediler.
Bugün çok az sayıda insan bu yürüyüşten ve MKbinasının zor kullanarak kuşatılmasından biraz bilgi
sahibidir. Cam-çerçeveler alaşağı edilmekle, büyük
giriş kapısı kırılmaya çalışılmakla kalınmadı, aynı
zamanda bina içinde pratik olarak hapis tuttukları
bizi linç etmeyi düşündüklerini de açıkça gösterdiler.
Polis güzel bir şekilde geri planda durdu ve güvenlikli
bir uzaklıktan bizi seyretti.
Bizler binanın girişine, dış dünya ile bağlantıyı sağlamak için yan kısmından sadece yan yan sıyrılabilecek şekilde geniş bir kamyonu koymak zorunda kaldık. Oysa linç edilmekten korktuğundan hiç kimse
dışarı çıkmaya cesaret edemedi. Ve büyük kapıyı sadece küçük bir aralık bile açmak çılgınlık
olurdu. Biz, zaman zaman elektriksiz, susuz ve telefonsuz kapalı
kalmıştık. Üç gün sürüp giden bu karşı devrimci macera medya tarafından
tamamen tehlikesiz bir
şekilde gösterilmeye
çalışıldı, kısmen de
büyük çapta sessizlikle geçildi.
Ve aynı zamanda
parti içinde sağların
saldırıları başladı. O
zaman hepsi de Merkez Komitesi üyesi olan
üç Fischer-kardeşler, Ernst,
Otto ve Walter Fischer gerçek
yüzlerini gösterdiler. Bazı bölge
sekreterleri bütünüyle maceracı sağ projeler ve görüşleri ile öne çıkarken, en açık revizyonistler “Volksstimme” de defakto yönetimi ele geçirdiler.
Bunlardan bazıları hatta ÖAAB (ÖVP – Hıristiyan
Avusturya Halk Partisi’nin İşçi, Hizmetliler Birliği –
ÇN) ile ortak iş yapmak istiyordu. Bir de Hıristiyanlar ile İşbirliği İçin Çalışma Ortaklığı ve buna benzerleri kuruldu. Bu konuda bu kadar yeter; bunları
sadece sizin, benim o zamanlar komünist profesyonel
devrimci olarak nasıl bir durumda olduğumu anlamanız için belirtiyorum.
Ben başından beri şimdiki Kruşçof partisinin 20.
Parti Kongresi kararlarına karşı idim. Ama ne yazık
ki tutarlı değildim; bu kararlara cepheden karşı çık-
“Macaristan’da
komünistler kitlesel bir
şekilde vahşice katledildiklerinde
Sovyet Ordusunun müdahale etmesini
bekledik. Ve evet, Kızıl Ordu müdahale
ettiğinde bunu sevinçle selamladık. Hatta
daha o zamanlar işin başında bulunan
Kruşçof’a yeniden biraz sempati bile
duyduk.”...
65
madım; bilakis sadece onların kimi parçalarını eleştirdim ve bazılarını devrimci anlamda yorumlamaya
çalıştım. Bu da saçmalıktı aslında. Bunu parti toplantılarındaki konuşmalarımda da yaptım; ama 20. Parti Kongresi ile ilgili konulardaki toplantılarında artık
beni görevlendirmediler ve sonunda konuşmacı olarak hiçbir toplantıya beni yollamadılar. Her ne kadar
“Weg und Ziel” için hâlâ biraz, her şeyden önce tali
sorunlarda yazdım ve bu arada işsizdim. O zamanlar yüklü bir maaş zammı aldım ve deyim yerindeyse
çok konforlu bir yaşamım vardı. Hiç kimse ne zaman
işe gelip gittiğimi sormuyordu. Aman ha aman ağzımı çok fazla açmazsam, bundan herkes memnundu.
Ve bir süre buna tahammül ettim. Normal olarak saat
10.00’da geliyor, sonra bir saat büfede oturup biraz
gazeteleri okuyor ve sonra Eski Tuna kıyısında yaşlı
emeklilerin iskambil oynamalarını seyrediyor veya hava güzelse yüzmenin
keyfini çıkarıyordum. Ne var ki
tam zamanında düzenli olarak
aylık maaşımı gidip aldım ve
bu durumdan herkes memnun görünüyordu. Arada
sırada şefim Marek yazı
masama redakte edilmek
üzere bir makale koyuyordu; ama bununla bir, iki
saatten fazla meşgul olmuyordum.
Bu durumun yıllarca böyle
sürüp gideceği görünüyordu.
Oysa bu durum bana sürdürülemez göründü ve dürüst değildi.
Kendime eğer böyle devam edersem, ben
de diğerleri gibi bir otlakçı olacağım dedim. Her ne
kadar sürekli bağlantı bulmaya çalışsam da, az başarı
elde ettim. Neredeyse sanki biricik hoşnut olmayan
benmişim gibi görüntü vardı. Bana sen tüm dünya
hareketinden daha mı akıllısın diyenler de oldu. Tüm
komünist ve işçi partileri 20. Parti Kongresi ile hemfikirdiler ve bundan en iyisini yapmaya çalıştılar; sen
ise karşı geliyorsun, tüm dünya komünistlerinin en
akıllısı sen! Böylesi itirazlar bazen evet, biraz şüpheye
düşürüyor ve frenliyordu; ama işin koktuğu benim
için berrak idi.
Durum ancak Ekim 1961’de değişti. Kruşçof,
SBKP’nin 22. Parti Kongresi’nde Arnavutluk Emek
Partisi’ne karşı azgın bir saldırı başlattı. Çu-enlay
bunu protesto etti ve parti kongresini erken terk etti.
O misafir olarak davet edilmişti. Ama Koplenig tüm
Avusturyalı komünistler adına Kruşçof ‘u destekledi, Arnavutluk partisinin önderleriyle alay etti ve
Arnavutluk’u lanetledi. Kruşçof’un rotasına karşı
yoğun bir direniş olduğunu o zaman anladım ve bu
bana yeni bir güç verdi. İlk olarak Koplenig Viyana’ya
döndüğünde ona hesap sordum. Ona, seninle hemfikir değilim, ben de Avusturyalı bir komünistim,
benim adıma da konuşup konuşamayacağını bana
sordun mu dedim. Koplenig hemen kavramadı; ama
sonra döndü ve bir şey söylemeden odasına gitti. O
zamanlar Salzburg eyalet sekreteri Vodratzka “Weg
und Ziel” de Arnavutluk Emek Partisi aleyhine bir
makale yazdı. Bundan birçok ay önce O Arnavutluk
Emek Partisi’nin 4. Parti Kongresi’nde Arnavutluk’ta
misafir idi. Geri döndü ve Arnavutluk üzerine coşku
doluydu. Bu arada yeniden Arnavutluk’ta
bulunmayan bu aynı Vodratzka şimdi önceden bilgi verdiği şeylerin
tam tersini içeren Arnavutluk’a
karşı bir makale yazdı. Marek
üstüne tuz-biber ekerek bu
çirkefçe makaleyi birkaç
şirret notla bir de “parlattı”. Ve ben bu makaleyi
redakte etmeli ve sorumlu
redaktör olarak buna ismimi vermeliydim. Ayrıca
Marek bu siyasi büro kararı
olduğundan makalede tek kelime bile değiştirilemez olduğu
konusuna benim dikkatimi çekti.
Bunun üzerine Marek’e bu makalenin bir alçaklık olduğunu; bunun için
adımı vermeyeceğimi söyledim. Marek hemen şöyle
yanıtladı: Ne, senin ismin “Weg und Ziel” için çok
mu yazık? O halde kasaya git ve hesabını al!
Odamdan bazı özel eşyalarımı alıp koridordaki bir
köşeye koymam için yarım saat zamanım vardı. Sonra artık bu odaya giremezdim. En gerici kapitalist firmadan daha kötüydü. Ben derhal Fürnberg’e gittim
ve O Marek ile onun odasında belli bir süre pazarlık
yaptı. Dışarı çıktığında bana, Struppi, parti aygıtında
artık sana ihtiyacımız yok. Çünkü ben ne önersem
önereyim fark etmez, Marek buna vetosunu koyacak
ve bu halde çalıştırılamazsın. Biliyorsun, Siyasi Büro
ancak oy birliği ile karar alabilir. Daha önce söyleseydik, o zaman bir yol bulunurdu; oysa sen hemen
infilak ettin; bundan dolayı şimdi hiç olmuyor. Rich-
“Derhal iş aradım, ama
neredeyse tüm mesleki
yaşamım boyunca KPÖ-Merkez
Komitesi’nin güvenilir bir elemanı
olmak şeklindeki bonservisimle doğal
olarak iş bulamadım. Sonunda
küçük bir firmada elektro montör
olarak çalışmaya başladım.”
66
ter adındaki Fürnberg’in sekreteri sonra bana, benim
için evet, hatta çok ilginç bir olanağın bulunduğunu,
bunu kendi başına örgütleyebileceğini söyledi: Sana
bir parti şirketinde senin yeteneklerine uygun bir iş
vereceğiz; şimdi aldığından beş misli fazlasını kazanırsın ve senin mi partinin mi haklı olduğunu düşünmeye zamanın olur.
Ama ben artık istemiyordum ve yani ayrıldım.
Kellifelli bir tazminat alabildim; gerekli olanın hepsi
bana hemen ödendi. Bu güzel bir miktardı ve buna ne
kadar gereksinim duyacağımı o zaman henüz bilmiyordum.
Derhal iş aradım, ama neredeyse tüm mesleki yaşamım boyunca KPÖ-Merkez Komitesi’nin güvenilir
bir elemanı olmak şeklindeki bonservisimle doğal
olarak iş bulamadım. Sonunda küçük bir firmada
elektro montör olarak çalışmaya başladım. Oradan
yeniden bağlantılar kurmaya çalıştım ve bazı başarılar da elde ettim. Böylece modern revizyonizme
karşı bir mücadele yürütmek isteyen ve 20. Parti
Kongresi’ne karşı olan insanlarla ilk bir araya
gelmeler gerçekleşti. Başlangıçta bu epeyi renkli bir grup idi; onlardan sadece küçükçe bir bölümü
benim düşüncelerime uygundu. Bir araya gelerek bir
şeylerin karıştırıldığını tez elden Merkez Komitesi
de öğrenmişti. Sadece birkaç gün sonra Richter beni
MK’ne çağırdı ve bana bir parti şirketinin müstakbel
müdürü olmak şeklindeki yeni teklifi yaptı. Ve bu kez
ben, memnuniyetle müdür olmak istediğimden değil,
bilakis KPÖ’nün ekonomik imparatorluğunun nasıl
göründüğünü gözlemlemek amacıyla kabul ettim; diğer taraftan daha baştan bir gazete çıkarmak niyeti
bulunduğundan paraya ihtiyacım vardı. Aslında bu
işin birkaç ay boyunca temelli bir şekilde hazırlanması gerekirdi; oysa olaylar birbiri üstüne geldi. Aslında
o zamanlar seviyesi çok düşük olan anti-revizyonist
bildiriler çıkaran Herbert Parkas adında bir adam
vardı. Bu adam Arnavutluk Elçiliği ile ilişkilere sahipti. Bu durumda planlanan gazeteyi zamanından
önce çıkarmaya, Parkas’ı kolektifin içine almaya ve
bununla onu disiplin altına almaya karar verdik. Kızıl Bayrak (KB)’ın ilk sayısı, birinci satırından sonuncu satırına kadar benim tarafımdan yazılmış, ama
benim adım anılmaksızın Parkas’ın ismi ve adresi ile
böyle çıktı. İkinci sayıdan sonra Parkas’ı kendi başına
hareket ettiği için kovduk. Oysa bu iş bütünüyle biraz aceleye getirilmiş ve harala gürele olmuştu. Her
halükârda 300 parti üyesinin adreslerini toplayabildik ve onlara KB yolladık; doğal olarak birkaç adet te
Çin KP ve Arnavutluk Emek Partisi’ne gönderdik. Ve
bunların gerçekleşmesinin hemen akabinde yanında
çalıştığım ve resmen Bay Maimann’ın sahibi olduğu,
ama gerçekte ise partinin malı olan Turmöl firmasına MK’den bir telefon geldi. Telefon eden Richter
idi: Struppi, derhal MK’ne gel, çok acil bir şey var.
– Hayır, bunu yapamam, bilindiği gibi ben özel bir
şirketteyim, önce şefe sormalıyım diye cevap verdim.
Biraz bekle, dedi Richter ve bundan beş dakika sonra
Maimann şahsen bizzat beni telefonla aradı: Bay …..,
Sizin özel bir işiniz olduğunu şimdi duydum, bunu
hallediniz, çok rica ederim. MK’ne gittim; baktım
ki partinin önde gelenlerinin yarısı birlikte uzun bir
masa etrafında oturuyorlar. Fürnberg’in önünde Kızıl Bayrak’ın birinci sayısı duruyor.
O şöyle dedi: Biz iki cümle okuduk ve bunu sadece
senin yazmış olabileceğini hemen anladık. Ne denebilir ki; ben de elbette bunu ben yazdım dedim, arkasında duruyorum. West, bu her türlü tartışmayı
gereksiz kılıyor, diye bağırdı ve diğerleri omuzlarını
silktiler. Turmöl firmasına geri döndüm ve orada
bana hemen şu söylendi: Bay ……, kasaya gidiniz
ve evraklarınızı alınız. Şimdi bunu ikinci kez duyuyordum; ama bu kez bu beni neredeyse neşelendirdi.
Hatta bu benim hoşuma bile gitti; çünkü artık Kızıl
Bayrak’ın birinci sayısı çıkmıştı ve şimdi tüm güçle
gazeteye yoğunlaşmak ve onun yardımıyla bir örgüt
yaratmak gerekliydi.
Bu sırada Büyük Polemik te zaten başlamıştı. Çinli
yoldaşlar, benim sadece kulaktan duyabildiğim birçok broşürü çıkarmışlardı bile. Bu durumda derhal
Çin’e yazdım ve yığınla malzeme aldım. Akabinde
daha büyükçe miktarlarda da geldi ve bunları gümrükten almak ve geçirmek zorunda kaldık. Oysa nihayetinde bizler Balkanlar’ın buradan başladığı söylenen Avusturya’da yaşıyoruz. Yani gerekli “bahşiş”
ile gümrüğün bize bunları “ zaten bütünüyle değersiz
siyasi reklam malzemesi” olarak formalitesiz vermelerine çalıştık. Sonra her şey tereyağından kıl çeker
gibi oldu. Avusturya’da her Hofrat (Habsburg hanedanlığından kalma yüksek saray/devlet memuru/
müşaviri unvanı –ÇN)’ın belirli bir fiyatı vardır. Ama
ne çok az ne de çok fazla ödememen için bunun ne
kadar olduğunu sadece bilmek zorundasın. Sonuçta
biz soğukkanlılıkla bekleme kuyruğunun yanından
otomobille geçtik ve bize büyük şirketlerin şefleri gibi
hizmet edildi.
Devam edecek ✓
67
ROBOSKİ
UNUTMAYACAĞIZ

Benzer belgeler