25 Temmuz 1957 - Bursa`da askeri uçak bir mahallenin

Transkript

25 Temmuz 1957 - Bursa`da askeri uçak bir mahallenin
“TÜRKMEN GOCASI” DARIVERENLİ MEHMET EMİN YARBAY
NECATİ ÇAVDAR
İÇİNDEKİLER:
ÖNSÖZ
1. BÖLÜM
DARIVEREN VE BÖLGENİN KONUMU
II. BÖLÜM
o DARIVEREN VE BÖLGENİN TARİHÇESİ
o Türklerden Önce Darıveren
o Tarih Öncesi Çağlar
o Korunma -Barınma İçin En Uygun Alan: Kazanas Vadisi
· Ormanlık Ülke
o Anadoluda İlk Cumhuriyet Bu Topraklarda Kuruldu
o Sağlık Tanrısı, Hamit Ovası’nda Korunur
o Hapishane’de Burada
· Antik Çağın Dericilik Merkezi
1
Selçuklular Dönemi
· Türkmenler, Uç Boyları
o Kazıkbeli Savaşı, Dönüm Noktası
o Server Gazi Ve Cankurtaran
· Fransa’nın En Güzel Çiçekleri, Şam Duvarları Altında Meyve Vermeden Kazıkbeli’nde
Solar
· Bölge, Türk’e Ebedi Vatan Olur
· Hamit Bey Bölgede, Selçuklu Vekili
· Gevşek Yönetim Kerhen Bağlılık
· Kırmızı Külah-Ak Külah
· İlk Türkmen Beyliği Karaağaç’da Kurulur
· Bölge Ası Karaağaç Olur
o Anadolu Beylikleri
o İbni Sait’in Tespiti:200 Bin Türkmen Var
o Uç Beyleri, Uç Türkmenleri Bölgede
Hamit Oğulları Hakimiyeti Ve Beylikler Dönemi
o İlhanlılar Selçukluyu Böler
o İbni Batuta, Hami Ovası’ndan Geçer
o Bölge, Osmanlı’ya Satılır
· Avşar Beyleri Türküsü
· Dil bilmez Adem
Osmanlı Yönetimi.
· Timur ve Meşhur Filleri Hamit Ovası’nda
· En Büyük İsyan
III. BÖLÜM:
MEHMET EMİN YARBAY'IN DOĞDUĞU ŞARTLAR
· Hacı Mısırlıların Bekir Ağa
· Hacı Mısırlılar
· İlk Hacı, Hacı Kapan
· Hatça Gelin
· Öşürcü Mehmet Emin, Hatça Gelini Kaçırır
· Derilen Ocak
· Hatça Gelin, Hırı Bekir’e Yar Olur.
· Doğumu Ve Şartları
· Osmanlı-İtalyan Harbi (Trablusgarp Savaşı )
· Balkan Harbi Patlar
· İkinci Balkan Savaşı
HIRI BEKİR, MUHTAR
2
· Darıveren’de Hasta Olmaya Ne Var? Orada Çıtlık Var
· Balkanlar Karışıktır.
· "O, Deli Yanaşmayın"
· Çeteler Ah Çeteler
· Git, Dağda Bul
· Bitten Jandarma Ölür
· Tavuk Getirin!
· Mührü Vermem
TİLKİ, PAZARA İNMEZ
· Efe Murat
· Efeler Garson Oldu
· Paşam Bunu Yapmayacaktın
ELLİK GAVURU
BALCI, ELLİK
.
BEKİR AĞA VEFAT EDER, İŞ MEHMET EMİNE’E KALIR
Kardeşleri
· Dayı Mesleği: Seyyar Manifaturacılık.
· Evlenmesi
· Okutma Dönemi
· Sipahioğulları Yurdu
· Karşıya Göç Var
· Salih Yarbay, Evleniyor
· “Serey”a Çatı
SİPAHİOĞLU ve MÜLTEZİM ..
· ”Hacıların Beygir, Kişniyor”
· Kaymakam = Yarbay
· Mehmet Emin Tutumlu- Salih Titiz
KÜRTLER, DARIVEREN’DE
MEHMET EMİN ASKER
Mustafa Kemal’e Su Verdi Mi?
TÜCCAR MEHMET EMİN:1940-60 DÖNEMİ
1940- 50 İNÖNÜ İKTİDARI
· Mehmet Emin- Abdurrahman Peker İzmir’de
· Yadigâr İzmir’de
· “Abe Kuzum, Sen Üç Kazan Suyla La Pişmezsin”
· Helva Ekmek
· Hacı İbrahim Hanı
· „Nedeceksın Başkasının Eşek Tıktığı Yerı?“
· Gökpınar Gölü Salda Gölü İle mi Bağlantılı ?
3
· Sıra Bir Hafta Sonra
· Aman “Deh’ De, Kara Kurtlar Geliyor
· Kızılhisar, Nasıl Serinhisar Oldu?
· Leblebi Ve Kiremit
· Haşhaş
· Kolcular
· Kaçak Silahları Nasıl Satıyorsunuz?
· Ey Ahali, Halimi Görün...
ALICI : ALİ, GÖNDEREN:ALİ
· TUNALI TARLASI, ARPA BEDELİNDEN
EZAN SUSTU, CAMİ CEMAMATSİZ KALDI
· Gizli Okul
· İhtiyar Talebe
· Deli Ali Muhtar
· Alaman Harbi
· Kıtlık Yılları ... Ahlat Ekmeği
· Ağa Toplanan Öşür Kayboldu.
· Bekle Ki Memur Gelsin
· Kendi Zahiremizi Çaldik
· Sayım Memurları
· “Para Ve Altın Yenmiyor, Ekmek Lazım”
· Hediye, Ekmek
· Fethiye’den Portakal
· Fenike’den Portakal
· Tuz Önemli
· Tuz Fethiye’den
ZORUNLU ÇALIŞMA DÖNMİ:
Yol Vergisi; Ya Gidip Çalışılaceek Ya Hapis Olceek.”
“Alem Vergisi” Başa Bela
Eti Yenmeyenin Vergisi Yenir Mi?
Pul Yoksa Dilekçe Hükümsüz
Halıda Yürümek Güzel
Darıveren Yaylası Elden Çıkıyor : “Deli Ali, Yaylayı Sattı
Ezeli Rekabet
NUMARALI HAYAT
· Bölgenin Esnafları:
· “Birlik Malı” Tatlı Ticaret Deli Ali, İsi Bilir :Duyduk Duymadık Demeyiiiiiiiin!...
· İlk Tuvalet, Deli Ali’nin Eseri
· Zırzır Deli -Hınzır Deli
· Ağlanlı Meşhur.
· „İşin Yoksa Ağalar Sokağından Geç“
4
· İlk Kilit Taşı Ve Ağların Maşası
· Odalar Sorumlusu
· Boğacıbekçiler
· Orman Askeri
· İlk Kamyon Geliyor
· İlk Madenci
· Kredi İle Traktör
· Amerikan Yardım Kurulu Önemli Aktör
MUHTAR , MEHMET EMİN YARBAY
· Geceler Uzun, Laf Kısa
· Haç Yasak, Yemen’e Gitmek Serbest!
· İyi Yere, Ben Oturacağım
· Şair Eşref (1846- 1912)Acıpayam’dan Geçer
· Mehmet Emin Yarbay: Benden Paso, Alın Mührü
· Yadigâr Evleniyor
· İlk Gemici Feneri
· Halk Evinde Radyo Dinlemek
· Darıveren’e Radyo Merhaba Der
· Dokumacılar
DÜNYA DEMOKRASİ BİRLİĞİ VE AVRUPA BİRLİĞİ TARTIŞMALARI
TÜM YÜK LÜTFİYE’NİNOMUZUNDA
· Lütfiye „Gelin Vefat Eder, Çocuklar Yetim Kalır
YÖRÜK KIZI FATMA GELİN
· Seferberliği Biz Gördük, Siz Görmeyin
· İslam Ahlakı
· Biri Hoca, Biri Şer
· Köyceğize Yolculuk
· Ben Keçiden Kıl Umarım, Keçi Benden Çul Umar“
· Sandıraz Dağlarında Yaşayanlar
· Muhammed Tas’dan Düşer
· Bana “Dağlı” Desinler
· Kilini Görmez
· II.Durak Darıveren
· “Dağlı Mustafa”
· Kıyamet Kopacak, Tavuk Alıcısı Gelmiş
· Keçilerin Sağlık Karnesi Nerde?
· Koyunda Punk Modası
5
DERİN KUYU
DARIVEREN’DE DİNI HAYAT CANLANIR
“ELHAMDÜLİLLAH” SÖZÜ, OVAYA CAN VERİR
· Selvi, Boy Veriyor
· Marşal Planı, Meyve Verdi
· Havuç Geldi ‘Salı’ Sona Erdi
· Meyve Satmak Ayıp
· Sulama Kanalı
· Kanallar Geldi, Manda Bitti.
· Ve Bir Hayal
TEPKİ- ETKİ DÖNEMİ:
“ÇOCUĞUMUN ADINI SANA MI SORACAĞIM”
ABDİ BAŞÇAVUŞ, VEFAT EDER
· Şafakla Pazarın Yolu Tutulur.
· Harman Yeri
· Satışlar, Harman Verisi
· Dariveren’e Kamyon Otobüs Menderes’le Geldi
· “Tapuyu Çattım”
· Oğul Bekir Evlendiriliyor.
· Erdönmez-Abdi-Ersönmez
· Darıveren, Belediyelik
DENİZLİ’YE EV YAPAR
· Hatça Ana Para Kazanıyor
· Ter Çürütür
· Kaymakam Olun
· Nuri Okumaya Gider, Gider Ancak
· ll.Abdi
· Işıma Çıra İle
· 1956-57’lerde Bile En Büyük Ateş Ve Isı Kaynağı Odun
DARIVEREN’DE EĞTİMİN ÜÇÜNCÜ DALGASI..
EĞİTİM DALGAYA GELMEZ
VE HATÇA NİNE’YE VEDA..
REFİK YARBAY, KİRACI
DENİZLİYE GÖÇ VAR
· Bakkaldan Ekmek yok.
· Oğlum Okuyacak: Böyük Adam Olacak
· Her Yıl Aynı Yolculuk
· Köye İlk Likit Gaz Ocağı Getirir
· Çocuklarını Ticaret de Dener
· Gazeteci Ersönmez
· Buldan’dan Diploma
· Canlı Havyan Bilgisi
6
· Darıveren’de Kompleks Yoktur
· Okulda Takip
· Sınıflarda Kontrol
· Baş Açmak Ayıp
· Başı Açık Gezen “Mucu Olur”
· Ersönmez Okur, Salih Çalışır
· Aynı il, Aynı Okul Aynı Yurt
· Masraf Az, Kazanç Bol Olacak
· Agbiler Gitti, Dudu Devam
· Baykuş Savar
ORMAN VE KEÇİ
AĞAÇ DEDE
· Bedava Dut Yiyorum
· Ayva, Kavun Satışı
· Gezgin Bakkallar, Bikar
· Destan Satanlar , Darendeliler
· Verem Büyük Tehdit
· Pancar Geldi, Çatılar Değişti
· 14 Mayıs 1950
· Şeker; Yok, Gaz; Yok
· Fiston Giydim Basmadan Ve Tarla Zengini
SABANDAN TRAKTÖRE
· Babamın Dövdüğü Mebus Oluyor
· Kız; Gitti, Traktör; Gitti
· Kamyoncu Cemal, Köprüye Bindirir
· Son Kontak Çevirme
DUDU KIZ GELİN OLUYOR:
· „Gelik, Gidik“
· Banka, Sağlam
· Düğün Ve Sürgün
· 30 Yilda Hiç Ters Düşülmez
· Dünürlerle İlişkiler:
· İlahi İle Düğün
· Aşaği Köy Yukari Köy Farki
· Şavklik Ve Elektirik
· Anasını Satayım
İKİ AĞA İKİ PARTİ
· Köy Komple Demokrat
· Menderes Ermiş
· Reşat Aydınlı, Darıveren’de
· En Meşhur Ev
· İnönü Ve Bayar’a Suikast İhbarı
7
· İlginç Tesadüf Ve 'Yalancı Kahraman'
· CHP Klasiği: Kanun Korsusu-Allah Korkusu
ELLER RENKLİ TV İZLER BIZ RADYOYYA HASRET
· Darbe Oldu, Köy Radyo Doldu
· Manufaturacılığı Terk
ÇİTÇİLİK DÖNEMİ
HAÇ YOLCULUĞU
HAS UN ÇIKTI, SU DEĞİRMENLERİ BİTTİ
ENİŞTELER HER YIL MİRAS İSTER
· Para Degil Ayva Gelecekti, Gelmedi
ÇOCUKLARIN VE GELİNLERİN ÖĞETMENİ VEFAT EDER..
· Ameliyat
DELİ DELİ AKAR DALAMAN ÇAYI
· Yaprakli Baraji
· Havuç Hayati Değiştirir
· Şeker
· Domates Meşhur
BİTMEZ TÜKENMEZ MAHKEMELER..
· Hakim, Rakam İster. Bilirkişi, Beş Kuruş Etmez Der
· Bu Adam Elinizdeki Tüm Tarlalari Alir
· Yumruk İşe, Yarar.
· Zehra, Kim? Ümmü, Adim Zühre“
· Sen, İdamlıksın Arkadaş!
· Dikilen Ağaçlari Sökülür.
· Tüfekle Saldiri
· Köyün İmami Devrede
· Ümmü Yenge, Hasta
· Ve Barış
· Kürekle Saldır, Birlikte Yemek Ye
· Hacılar Gibi
· Ev Yıkılır
· Bela Geldi.Gitti..İyilik Gelmiş, Gitti
AH DAMAT AH ...KIZIMIN CANINI AL“
· Mezarliklar Dolu Olurdu
· Cami İçin Yumruk
· .“Başkasina Çalişma”
ÇALIŞIR, HAKKINI VERİR:
· Nuri Algan: Ben Pes Ettim O Etmedi
· Israfi Sevmezdi.
8
HER AKŞAM TV’YE DÜNÜRÜNE GELİR
SOKAK OLAYLARI MEHMET EMİN YARBAY’IN TELEVİZYONU
· Güçlü Su Ve Küllü Su
· İlk Yanan Işik O’nun
· Tüfek Ve Kaza
· SON DÖNEM
· Bana Ne Oldu?
· Dilim Kopsa da Hastayım Demeseydim
· Oğula: At Kuyruğu Olma.. Kocaya: Ölümsüz Köy Yok
· Hem Barış Ve Kavga Anlik
· Benim Parti Burda Yok
· Hayatta Olmayanlar Var Olanlar Yok
· Hatiralar Canlanir
· O, Köyler Beni Tanir
· Vasiyetleri
· „Eşek Sattı Dedirtmem“
· Azrail, Mehmet Emin’e Git
· Para Vermeyeceksen Yüksek İcar Ver
· Bana Ait Yer:Şu Kil Çuvalin Kapladiği Alan
· Kim Önce Giderse, “Hoyraz “, O’nun
· Illa Namaz... Yine, Namaz!..
· 5 Gün 5 Yil
· Ilk Defa „Ayazlik“Tan Veda
· 40 Yaşindaki Genç
· Ya Uşcan Ya Düşcek
· Denizli’ye Son Gidiş
· İlk Kez Cuma’ya Gidemez
· Birinci, Bekle. Ikinci, Dur
· „Gelin, Gelse.. Ersönmez, Gelse!..“
· Regaip Selasi
· Sali - Teneşiri Hazir. Fakat
· „Hoyraz „ Tamam
· Cenazeye Katkatilanlar
· Hemen Isik Sönmesin
· Yemekli Mevlüt
· Hayat Devam Eder
· Cenaze - Dügün Bir Arada Olabilir Miydi?
· Alan Yok ki, Fiyatı Olsun
· Düğün Aileyi Yine Birleştirir
· Alt -Üst Parasi Hazir,Fakat..
KİŞİLİĞİ
DEDE- TORUN İLİŞKİSİ
9
· Yasin Adi, Onun
· Rüyada Fatma’yi Görür
· „Ananiz, Sizi Sattiğini Bilmiyor Mu?
· Dikilme Cezası
· Beyhan Arslan
· Doğru Aç
· Temekten Kaçiş
· Kedi Deliğinden Giriş
· Bir Dönüm Tarla Sulayamazsınız
· Okul- Tarim
· Torununun Torunu Gördü
SAĞLIK
Yemesi - İçmesi
VI.BÖLÜM
DARIVEREN’DE SOSYO KÜLTÜREL ÇEVRE VE İLKLER
· Dar-I Viran’dan Dariveren’e
· Karaağaç ‘Dan Acıpayam’a
· Zırai Devrim Başlıyor
· İlk Traktör
· İlk Kamyon
· Köy’de İlk Otobüs
· Havuç Hayatı Değiştirir
· Domates Meşhur
· İlk Radyo
· İlk Televizyon
· Bilgisayar
· İlk Telefon
· İlk Bakkal
· Et Alışkanlığı
· İlk Kiremit Çatı Ve İlk Döşenen Marsilya Kiremit
· İlk Kilit Taşı Ve Ağların Maşası
· Odalar Sorumlusu
· Darıveren’de Odalar
· Darıveren Belediyelik
· Elektrik
· Su
· Güçlü Su
· Değirmenler
· Güneş Enerjisi
KÜLTÜREL HAYAT
· Türbeler
10
· Mezarlıklar
· Dedeler
· Hamit Ovasının Manevi Sultanları Abdi Beyler
· Gabaardıç
· Mahalli İnançlar
· Halk Hekimliği
· Adak
· Yağmur Duası
· Bayramlar
ŞEHİT VE GAZİLER
· Kore’ye Gidenler
· Kıbrıs’a Gidenler
DARIVEREN, DİNDARDIR
· Darıverenli Sarhoş
· “Ula Verin!..”
· Kamu Gücü İle Yer Tamam
· Darıverenliler Camii
· Tarihi Yapı Ve Yatırlar.
· Mescit Ve Camiler
· Cuma Camii
DARIVERENDE “PEYGAMBER ÇOCUKLARI
· Al-İ Resul Ve Şerifzadeler
· Muhassıllar
· Darıveren Medresesi
DARIVERENDE İLK OKUL VE EĞİTİM
.
· İlk Okuyan Ve Çocuk Okutan Aile
· Eğitimin İkinci Devresi
· İlk Öğretmen
· Eğitimin Üçüncü Devresi
· Darıveren’de Eğitimin Dördüncü Halkası
DARIVERENLİ MEŞHURLAR
· İlk Bayan Öğretmen
· Solan Fidan
· Darıveren’de Okuyup Öğretmen Olan İlk Kız
· Kırık –Çıkıkçı
· Dişçi
· Hava Raporu
· Sıtma Savar
· Doktorlar
· Yapı Ustası
· Terzi
· Marangoz
· Yemekçi
11
· Saz Çalan
· Yeme –İçme
· İstatistikçi
· Kuyucu
· İlk Fotör Şapkalı
· Muhabbet Ehli
· Ayyaşı
· Kumarcı
· Çok Güldüren
· Ağaları
· Ağalık Soydan Olur
· Güreşçi
· Kağnı Yapan
· İlk Gramafon
· İyi Oynayan
· İlk Motorlu Araç Kullanan Bayan
· İlk Tüp gazlı Ocak
· İlk Madenci
· Kahvehaneler
· Köyde Tiyatro
· Yalancılık Testi
· En Meşhur Ev
· En Meşhur Yemek
· Tatlı
· Yukarı Mahallede İlk Okuyanlar
· İsimler
· Meşhur Deyimler (Darb-ı Meseller)
· Davulcu
· Filim Sahnesi
· Baş Açmak Ayıp, Başı Açık Gezen “Mucu Olur”
· Sinema
· Dedesil –Darıveren
· İlk Öğretmen Vefatı
· Cinayet
· Evlilikler
· Tasada Kıvançta Birlik
· Deprem
AVCILIK
· Dalaman Çayı’ndaki Silah.
· Ava Giden, Evde Avlanır
· Gaz Ahmet
· En Uzun Mesafe Taş Atan
· Arşivci
· Çörek Otu
DARIVEREN’DE SİYASET
12
· Belediye Seçimleri
· Belediye Meclis Üyeleri
· Muhtarlar
EVLENME ADETLERİ VE DÜĞÜN EĞLENCELERİ
· Kız İsteme Ve Söz Alma:
· “Kılını Bile Görmedim”
· Nişan Takılması
· Düğün Hazırlıkları
· Düğün Odunu
· Maşala
GİYİM – KUŞAM
· Üç Etek
GÜREŞLER
· Biraz Vakit Geçirelim De Yen
· Çam Köye Gadar Go Gari
· Yaşar Doğu
· Ana, Artık Sen Halledersin
DARI HEM KAZANÇ HEM EĞLENCE ARACI
· Arapaşı
· Güç Ölçüsü
YÖRESEL YEMEKLER
· Darıveren’de Uğurlamalar
· Darıveren’de Bulunan Resmi Kurumlar
· Dernek- Vakıflar
SÜLALELER
· Darıveren Kasabası’ndaki Soy Adları
· Boy Adıyla İlgili Olanlar
· Lakaplar
“DARIVEREN AĞZI"
· Darıveren Sözlüğü
· Kaynaklar
13
“TÜRKMEN GOCASI” DARIVERENLİ MEHMET EMİN YARBAY”
ÖNSÖZ
Ankara’dan çıkıp Darıveren istikametine giderken,
muhatabımın konuştuğu ağız dikkatimi çekiyor.
“Şimdi” demiyor, “Hindi” diyor. “Şura “ kelimesini “
Hura” olarak kullanıyor..
Ve başkaları..
Denizli’ye vardığımızda, bunun sadece o kişiyle
sınırlı olmadığını anlıyorum.
Lehçede ufak tefek ağız değişikliği olsa da doğup
büyüdüğüm yöre insanın ağız biçimiyle aynı. Yani
alfabesinde “Ş” yerine çok kere “H” harfi kullanılıyor..
Darıveren’e gitmek üzere Honaz dağı eteklerini
silerek yola devam edip bir zamanlar Kazıkbeli diye ünlenen Cankurtaran’ı geçince
Hamidiye Ovası’na erişiyorsunuz.
Sanki saklı bir yer. Bir şeylerin burada korunduğu hissini veren bir yapı. Çevresi dağlarla
çevrili.
Birisi Cankurtaran’dan Denizli’ye açılan boğaz.
Diğeri Gölhisar’a açılan kapı.
Bir başkası daha var.Gireniz Vadisi... Ancak Dalaman Çayı izin verirse, dağları dele dele
geçebilirsiniz.
Bu üç tabi yolun dışında Hamid Ovası kendine özel bir alan gibi.. Diğer bir dikkatimi
çeken konu ise, Hamidiye Ovasında yol alırken, dağların kenarlarında yer alan yerleşim
alanlarının isimleri.. Burada sayılan tüm isimler hemen hemen yine doğduğum yerlerdeki
yerleşim birimlerinin isimleri ile aynı.
Birisi Batı Torosların ucu diğeri Anadolu’nun tam göbeği...Türkçe’nin benzer ağızı
kullanılıyor ve yerleşim yerlerine benzer isimler veriliyor. Bu iki benzerlik iyice dikkatimi
çekiyor.
Hamidiye Ovası’nı geçerek dağların ova ile birleşmek için ovanın yükseldiği, dağların
ovaya akmak için eğildiği alanda kurulu bulunan Darıveren’e geldiğimizde karşımızda
98’ lik bir “Türkmen Gocası” ile karşılaştık. Biraz sıhhati bozulmuştu . Ancak tüm hayat
aktiviteleri, ilaç takviyelide olsa normal idi.
...
Bu ziyaret sonrasında Darıverenli Abdi bey’i yazmak için muhatabımla aramızda
konuşmalar oldu. Ancak sonraki gelişmeler bunu mümkün kılmadı.
....
Eylül Başında, gece bir rüya. “Hayırdır” dilekleri ile gece gördüğüm rüyayı yakınlarıma
anlatıyorum. Ve anı gün sabah saatlerinde Ersönmez Yarbay’dan bir telefon:
“Babam vefat etti.O’nun hakkında kitabı yazar mısın?”
Bir asır yaşamış, gün görmüş, belki ilim değil fakat irfan sahibi “Türkmen Gocası” artık
bedenini kalanların şerefine teslim ederek can kafesinden “Kurtulmuş”tu.. Kimilerine
göre ise yer yüzü mekânından çekilmişti. Böylece O’nun hakkında bilenenleri kaleme
almak, bize düştü.
Kitap için veri toplamak gerekti. Önce Ankara’da sonra Denizli, Acıpayam, Gölhisar,
14
Çameli yaylalarında ve Darıveren’de birçok insanla görüştüm. Bölge ile ilgili kitaplara
müracaat ettim. Internet sitelerine baktım. Olmadı Fransalara kadar uzanıp, doğrusunu
araştırma gayretine girdim.
Bu arada “O, insan vefat etmiş gitmiş. Bazı olayları deşmeye ne gerek var?.. O’nun
hayatında yazılacak ne varmış?”.. şeklinde sorularla karşılaştığım gibi “O, sıradan bir
insandı, bu kadar ünlü varken onları değil de Bunu yazmanın ne anlamı var?” diyenler
çıktı. Buna rağmen, bizim kitap çalışmasına hazırlık yaparken konuştuğumuz, kimi itirazı
olan “Tanınmamış bir insanının hayatı da yazılır mı?” diye soran insanlar içinde
sonradan biraz anlatınca “Evet yazmaya değer” görüşüne gelenler de olmadı değil.
Elbette, her insanin hayati bir destandır. Her insanin bir hikâyesi vardır. Biz, genellikle bu
hikâyeyi o insanla birlikte toprağa gömeriz. Gömeriz de neler kaybettiğimizi çok kere
düşünmeyiz. Oysa üstünü örttüğümüz sadece bir insanin hayatıyla sınırlı değil.
O, insanin hayati çerçevesinde toplum hayatında ne çalkalanmalar olmuş ne gibi
değişiklikler yaşanmıştır.
Umarım, bu çalışmayı okuyanlar, sadece “Türkmen Kocası Mehmet Emin Yarbay’ın
hayatını değil, yüzyıllık bir toplumsal delişimi, devinimi de takip etmiş olacaklar.
“Sıradan” insanların “sıradan olmayan” hikâyeleri ile karşılaşacaklar.
Yeğenleri, oğlu ve torunu ile siyasal hayatımıza önemli aktörler katmış olan Darıveren’li
Mehmet Emin Yarbay, diktiği on bin fidan ile de bu toprağa değer katan isimsiz
kahramanlar arasında yer aldığını, toplum hayatımıza önemli katkılar sunduğunu
görmüş olacaklardır.
Bizde elimizden geldiği, kudretimizin yettiği
kadar genç kuşaklara bu isimsiz
kahramanlardan birini sunmuş olmanın
mutluluğunu yaşamak isterken,
eksikliğimizin affı, noksanlarımızın ilerde
tamamlanmak üzere iletilmesi ricası ile;
Sipahioğlu Mehmet Emin Yarbay’a her şeyin
hâkimi, mutlak kudret sahibi Allah’tan
rahmetler dilerim.
Necati Çavdar
15
I. BÖLÜM:
DARIVEREN VE BÖLGENİN KONUMU
DARIVEREN VE BÖLGENİN KONUMU
Resmi kayıtlar; Mehmet Emin Yarbay için 01.07.1909 da doğduğu 11.08.2007 de vefat
ettiğini yazıyor. Bir insan için 98 yıllık resmi hayat süreci Burada bitmeli mi?
İnsanın, doğduğu yerin, bulunduğu toplumun, o toplumu şekillendiren olayların elbette
kişiye etkisi olacaktır.
Çünkü insan sosyal bir
varlık. Bizde bu
düşünceden hareketle, bir
asırlık hayat süren Mehmet
Emin Yarbay’ın doğduğu
yerler ve sosyal çevreye
göz atmak istiyoruz.
Mehmet Emin Yarbay’ın
doğduğu, evlendiği, askere
gittiği, torun sahibi olduğu
ve geçimini sağladığı yer
bugünkü adları ile
Denizli’nin Acıpayam
İlçesi’nin Darıveren beldesi.
Darıveren, yukardan
bakınca insanın göz
çukurlarını andıran ve
kenarlarındaki dağların göz kiplikleri gibi dikildiği bir yerde, Hamit Ovasının dağlara
yaslandığı güney ucunda yerleşik bir orman kenarı beldedir.
Darıveren arazisinin büyük bölümünü sulayan Dalaman çayı ovaya can veriyor.
Tepsilli eteklerinden inerek ilerde Bademli ve Köy derelerinin birleştiği yerde Koca yokuş
mevkiinin 5 km ötesinde meyilli bir arazi üzerine kurulmuş. Batı Torosların uzantısı olan
Gölgeli, Eşeler ve Güre Dağları ile Honoz dağına bakar Darıveren’ in İlçe Merkezi olan
Acıpayam’a uzaklığı 20 km, il merkezi Denizli’ ye uzaklığı ise 80 km. dir. Denizli –
Acıpayam –Çameli-Fethiye karayolu üzerinde yer almaktadır. Darıveren, Ege
Bölgesi’nden Akdeniz bölgesine geçiş yerinde ve Ege Bölgesi’nin Güney uçlarında yer
alan konumu gerekse iklim yönünden Ege, İç Anadolu ve Akdeniz Bölgesinin geçiş
yerindedir. Kasabanın bulunduğu alanda Göller Bölgesi iklimi hüküm sürmektedir.
Acıpayam’ın yerleştiği Hamit Ovası’nı doğuda bulunan Eşeler Dağı, 2230 metreyi bulan
yüksekliği ile bölgeyi Burdur ve Tefenni’den ayıran tabi bir set görevini yükleniyor.
Batıda ise, Hamit Ovasını Gölgeli Dağlar silsilesinde ki 2421Metreyi bulan yükseltisiyle
Bozdağ, Kırdağları ve Kızılhisar dağları sınırlıyor.
Kuzeyde ise yılın önemli bir zamanında başında adeta beyaz tül gibi duran karla 2528
metrelik Honaz dağı ve 1873 metreyi bulan yükseltisiyle Elma Dağı , Honaz’a eşlik
ediyor..
16
II. BÖLÜM
DARIVEREN VE BÖLGENİN TARİHÇESİ
Türklerden Önce Darıveren
Tarih Öncesi Çağlar
Darıveren çevresindeki yerleşim birimlerinde tarih öncesi çağlara ait buluntuların varlığı,
bu merkezlerin yakınlığı düşünülünce, Hamit Ovası ve çevresinin tarih öncesi çağlarda
da yerleşim için uygun bir yurt olduğu ortaya çıkmaktadır.
Acıpayam yakınlarındaki Yassıhöyük kazıları, M.Ö.2700’lü yıllara ait verileri ortaya
koymaktadır.
Yassıhöyük gibi irili ufaklı dokuz höyüğün varlığı bu bölgede, yerleşmelerin eskiye
dayandığını ispat etmektedir. Bilindiği gibi höyükler bir önceki yerleşim yerinin, deprem,
sel, yangın, istila gibi sebeplerle yıkılarak kaybolmasından sonra yeniden başkaları
tarafından inşa edilerek mesken tutulan ve yükseltileri bir apartman boyunu bulan
tepeciklerdir.
Tunç çağına kadar tarihi indirilen bu tepeciklerdeki yerleşmelerin Luwi, Hitit, Frig,
Helenistik, Roma dönemlerinde de devam ettirildiğini göstermektedir.
Kazanas Vadisi yani Hamit Ovası Pamukkale bölgesindeki ölüler şehrini ve hastalara
şifa dağıtan konumundaki ruhani merkezi Gölhisar da ki Kbyria’ya bağlayan geçiş yeri
aynı zamanda Kbyria’yı batıdaki Datça bölgesindeki Karya’ya ve Aspendos, Side gibi
Akdeniz’in kıyılarında bulunan merkezlere bağlayan geçiş yolları idi.
Darıveren yakınlarındaki İbecik köyü harabeleri, Gölhisar’da ki antik kent, Hamit
Ovası’nın bir ucunda Karahüyük deki tarihi Themmisonion ile Agethe Kome diye tarihte
isim alan ve Acıpayam Ovasına hâkim bir yerde Acıpayam sırtlarındaki Alacain gibi
bölgedeki tarihi miras bu durumu ispatlıyor.
Ormanlık Ülke
Darıveren’in içinde bulunduğu bölgedeki “Gölhisar”ın adı Hitit tabletlerinde “Arzawa”
şeklinde adlandırılır. Peki ; “Arzawa “ sözcüğü ne anlama gelir? “Arzawa” kelimesi “
Luwice” ilinde “ormanlık ülke” anlamındadır.
Özgürlüğüne düşkün Arzawa halkı, Hitit krallarına karşı devamlı savaşmıştır. Kaynaklara
göre 500 yıl Hititlerle savaşan yöre halkı, Hititleri bu kadar uğraştırmalarının nedeni
olarak bölgenin coğrafi özelliğini göstermektedirler. Hititlerle bağımsız olmak için
savaşmışlar savaşmasına da Mısır- Hitit savaşında da, Arzawa halkı, Mısırlılara karşı
Hititler yayında yer alırlar.
Tarihin kaydettiği ilk antlaşma olan “Kadeş antlaşması” tabletlerinde “Arzawa” halkının
ismi de kazınmış, tarihin sayfalarına...
Anadoluda İlk Cumhuriyet Bu Topraklarda Kuruldu
Anadolu’da ilk cumhuriyet bu topraklarda kurulur. Buranın ve kurulan medeniyetin adı
17
Kbyria’dır. Torosların ‘Aslan’ı. Kibyra.
Hızlı atların ve kahraman savaşçıların yurdu Kibyra, yüzyıllar öncesine ait bir Toros
masalı anlatır. Kibyra’da yapılan savunma duvarı bu döneme aittir. Hızlı atları ve keskin
kılıçları ile tanınan Kbyria yakınındaki üç şehir devleti ile birlikte KABALİA adını alarak
“YATAN ARSLAN” şeklini amblem olarak seçiyor.
Kabalia bölgesi bir müddet sonra Lidyalılara ardından Büyük İskender himayesine ve
Bergama Krallığına bağlanıyor. Antik çağda Bergama krallığı sona erince güçlenen
simgesi; yere uzanmış aslan figürü veya heykeli olan böylece güçlülüğün ve mağrur
halini göstermek isteyen Kbyria’nın bölgede elde ettiği çekim gücü ile M.Ö. 2.Y.Y da
Kbyria kenti komşu devletler olan Boubon, Balbaura, ve Oeno-anda şehirleriyle birlikte
“Tetrapolisi” yani “dörtlü” şehir” devleti şeklinde beraber yönetimi, katılımcı şehir
“cumhuriyeti” ni oluştururlar. Bu dört şehir tek meclisle idare edilerek Anadolu’da ilk defa
çok şehirli Cumhuriyet rejimini yaşatırlar. Kbiyra bu mecliste iki oya sahiptir. Çünkü 2000
atlı, 30.000 yaya askere sahiptir.0
Anadolu’da ilk cumhuriyeti, Tetrapolisi oluşturan diğer şehirler hakkında kısaca söz
etmek yerinde olur.
Balbaura
1500 rakımlı Asar Tepe üzerine inşa edilmiştir. Hitit kaynaklarında Lu-wi dilinde “Büyük
Walwa “ diye adlandırılır. “Wal-vva” nın anlamı bugün için bilinmemektedir. Kentin adı,
Hitit kaynaklarında sıkça geçer. Tetrapolislik dağıldıktan sonra Balbaura güvenlik
gerekçesiyle Lykia birliğine katılmıştır. Bizans dönemindeki kilise kayıtlarında kentin adı
geçmektedir. Ele geçirilen lahitlerde yatan aslan kabartmalarının bulunması Kibyra’nın
etkisini gösterir. Balbaura en güçlü zamanında, Söğüt Gölü ve çevresine kadar etkisini
göstermiş ve çevre köylere egemen olmuştur. Kentin agorası, tiyatro ve akropolü
günümüze kadar ulaşmıştır.
Boubon
Boubon sözcüğü eski Hellen dilinde “kasık” anlamındadır. Bu söz kasıkta çıkan çıbanı,
uru anlatmak için de kullanılırdı. Boubon antik kenti düşmanlara karşı savunma imkânı
veren İbecik ve Pırnaz ovalarına hâkim bir tepe olan 1305 rakımlı Dikmen Tepesi’nin
güney yamacına kurulmuştur. Bu konumuyla bölgede asayişi sağlamada önemli bir yere
sahiptir. M.Ö.200’lü yıllara ait bilgiler elde edilen ve çevredeki şehir devletleri ile “ Kibyra
Tetrapolisi” ne “Üçlü cumhuriyete” girer.
Boubon daha sonra diğer Tetrapolis şehirleri ile Lykia’ ya geçer. Yine diğerleri ile birlikte
M.Ö.43 yılında Roma eyaleti kurulur. BUBON (Boubon) şehir kalıntıları, yağmacıların
saldırısına uğramış olsa da Anfi tiyatrosu, kesme duvar taşları, kral mezarları, sütun
başlıkları Gölhisar’ın İbecik’de Dikmen Tepesi üzerinde hala yerli yerindedir.
M.S.2.yüzyıla tarihlenen birçok heykelle birlikte görkemli bronz Apollon heykeli
bulunmuştur. Bu buluntular Bubon’da antik çağlarda bir bronz heykelcilik okulu ve
atölyesinin varlığını kanıtlamaktadır. Kaçak kazılarda çok büyük tahribata uğramış
şehirde, günümüze kadar gelen kalıntılardan Agora, Tiyatro, su sarnıcı, çeşme ve
mabetlerin olduğu anlaşılmaktadır.
Oinonda
Luwi dilinde, Oinonda; üzüm, bağ, şarap anlamındadır. Oinonda kenti, Gölhisar’a bağlı
İncealiler köyünün 2 km batısındadır. Kent Kibyra ile Fethiye (Megri) yolu üzerindedir.
18
M.Ö.2 YYda Tetrapolise dahil oldu. Tiyatro, kaya mezarları, suru ve su sarnıcı
günümüze kadar ulaşmıştır.
Demir işçiliğinde ve at yetiştiriciliğinde bölge önemli bir yere sahiptir. Kibyra’nın
demircilik, debbağlık ve kerestecilik yönlerinden büyük gelişim göstermesi üzerine rakibi
Temizoniyom (Tefenni) önemini yitirir.
Kabalia da cumhuriyet rejimi yaşanırken Romalılar sınıra dayanıyor. M.Ö. 183 yılında
kuzeyde Bergama şehrinden gelen Romalı General Manius Aguilius, Kibyra önlerine
gelerek kenti kuşatır. Şehir yönetimi haraç vermek zorunda kalır. Romalı Generale 100
talent ve buğday vererek şehri savaştan kurtarılır. Daha sonra Romalılarla anlaşma
yapılarak 100 yıl şehir serbest bırakılır. Aynı zamanda Roma’da konsül olan Manius
Aguilius, Roma’daki siyasi işlerinden dolayı Anadolu’dan aniden İtalya’ya dönünce
Kibyra tekrar Bergama Krallığının eline geçer. Ancak M.Ö. 82 yılında Romalı komutan
Mu-rina, Mitritades Savaşıyla Kibyra’yı yeniden alır. Murina bir düzenleme yaparak,
Kibyra’nın oluşturduğu birliği, cumhuriyeti dağıtır.
???Kbirya’nın çevresindeki Boubon, Balbaura, Oinonda şehirleri ise Likya’ya bağlanır.
Roma Meclisi Kabalia’yı kendine eyalet yapıyor
Kbiyra ve çevresi, M.S. 23 yılında meydana gelen büyük bir depremle sarsılır. O zaman
Roma imparatoru Tiberius??? (15-37) bizzat Gölhisar’a gelerek Gölhisar’ı bölgede
eyaletin merkezi yapar. İmparator Tiberius şehre yardım ederek Kibyra’nın mali ve
mimari yönden güçlenmesi için beş yıl vergiden muaf tutar. Depremden sonra şehrin adı
Kaiseneus Kibirya oluyor. Şimdiki binalar o zaman yapılmıştır.
Şehirde Stadion, Agoro, Akropol, Nekrapol (mezarlık) yaptırıyor. Bugün ayakta duran
eserler bu zamanda yapılanlardır. İmparator Tiberius’un esas çalışması Kibyra’nın
etrafındaki bölgeleri ele geçirip, onları kontrol altında tutmak için oralara en kısa yerden
varılacak yollar yaptırması, yani Gölhisar’ı kavşak noktası yapmasıdır. Açılan;
1. yol: Gölhisar’ı Akdeniz’e bağlıyor.
Kibyra-İsinda-Termesseus-Attelia veya Pamfilya (Korkuteli-Güllük-Antalya)
2. yol: Gölhisar’ı İç Anadolu ya bağlıyor.
Kibiyra-Tefenni-Eğneş-Düger-Burdur Gölü-Baladız-Uluborlu
3. yol: Gölhisar’ı Ege ye bağlıyor.
Kibiyra-Karaağaç-Laodikya (Denizli)
4. yol: Kibiyra-Boubon-Balbaura-Oinonda şehir devletlerini kendi aralarında bir birine
bağlayan yoldur.
Bölge antik dünyada en parlak çağını Romalılar döneminde yaşar. Bu gün bölgede
rastlanan kalıntıları oluşturan tiyatro, agora, odeon, bazilika ve mezar yapılarının çoğu
Romalılar dönemine aittir. Roma parçalanıp, ikiye ayrılınca Kabalia ve yöre Doğu Roma
İmparatorluğu’nun (Bizans) eline geçer. Doğu Roma İmparatorluğu zamanında kent
kurulduğu tepelik alandan aşağıya doğru kaymaya başlar. Bölgeye artık Hırıstiyanlık
hâkim olur. Kafir Roma’dan çok çeken Hıristiyanlar, Pagan dönemde, antik döneme ait
heykel vs. deki ahlaksız buldukları simgeleri yok ederler ya da kırarak müstehcenliklerini
gizlerler.
M.S. 417’deki şiddetli deprem ise Hıristiyanlaşan ???Kibyra’nın sonunu hazırlayarak
yerle bir eder.
Kibyra’nın atları ve silahşörleri ünlüdür. Kibyra’da hayvancılık ileriydi. Aşağı agorada
19
dericilik yapılıyordu. Yakın zamana kadar işletilen maden ocakları ve arazinin doğal
yapısında bulunan demir madeni, Kibyra’da demircilik sanatının varlığının kanıtlarıdır.
Sağlık Tanrısı, Hamit Ovası’nda Korunur
Karahüyük’de ki tarihi Themmisonion kentinin aynı zamanda o dönemin kutsal
alanlarından olduğunu belirtmeden geçmeyeceğim. “Sağlık tanrısının” bu kentte
oturduğuna inanılırdı. Hamit Ovası’nın üç tane girişi vardır. Bir tanesi Denizli yönünden
Cankurtaran’dan giriş. Diğeri kendisi gibi korunaklı gözlerden, biraz daha yüksekte ki
Gölhisar’a geçiş. Diğeri ise Sandıraz ve Gölgeli dağlarını yararak bölgeden denize
ulaşan suyolu, Dalaman çayı.
Dalaman Çayı güzergâhı kolay geçit vermez. Denizli ve Gölhisar girişlerini de kapattın
mı, bölge tabi sur içine alınmış oluyordu.
Hapishane’de Burada
Antik çağda bölge hapishanesinin de burada olduğunu dair kayıtlara rastlanmaktadır.
Grekçe “Hapishane” anlamına gelen “Phylakaion” denilen, yerleşim biriminin de yine
Hamit Ovasın’da, Acıpayam’ın bu günkü yeri ya da yakınında Malı Dağı zirvesinde
olduğu tahmin edilmektedir.
Antik Çağın Dericilik Merkezi
Antik çağda, bölgede bulunan köylerin ve şehir devletlerinin deri ihtiyacı da bu bölgeden
sağlanırdı. Roma döneminde yün, dokuma ve bugün konfeksiyon ürünleri şeklinde öne
çıkan Pamukkale’de yoğunlaşan Laodikeia, Hieropolis şehirlerinin yanında o dönemde
Hamit Ovası’nda yetişen başta manda gibi hayvanların derileri işlenerek komşu şehir ve
devletlere satılarak önemli gelir elde ediliyordu.
Bugünkü Yeşilyuva kasabasının bulunduğu yerde kurulan Kaisareia kenti, dericiliğin ve
ayakkabıcılığın merkezi konumunda idi. “Ayakkabı imalatçıları esnafının en yücesi”
tarafından kentin ileri gelenlerinden birine yaptırılan büstteki yazı buradaki
ayakkabıcılığın ileri bir seviyede olduğunu göstermektedir.
SELÇUKLULAR DÖNEMİ
Hamit Ovası’ndaki esas iskân ve bugüne kadar gelen yerleşme dokusu Selçuklular
zamanında gerçekleştirilir.
Hamit Ovasında Türk akınları 1070 yılında Afşin Bey’in Honaz’a kadar Denizli ve
havalisine akıncılarıyla beraber gelmesiyle başlar.
1071 Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu’ya artık yerleşmek üzere gelen Türkler, çeşitli
akınlarla Batı Anadolu’ya önemli bir nüfus yığınağı yaparlar.
1080’lere doğru da Sahra-i Talamaniye yani Karağaç Ovası’nın fethi tamamlanır.
Deprem ve göçlerle Selçuklu’nun “Sahra-i Talamaniye” dediği Hamit Ovasında ve
civarında pek az yerli halk kalmıştır. Türkler burada genelde boş bir coğrafya ile
karşılaşırlar.
Bölgeye gelen Oğuz boyları artık burayı, “yurt” bilirler. Türkmen boyları, yarı göçebe yarı
yerleşik hayata başlarlar. Ya terk edilmiş yada depremlerle yıkılmış olan eski yerleşim
yerlerine değil çoğunlukla kendilerine uygun alanlara yerleşerek buralara Türkmen
boylarının isimleri verilir. Hamit Ovasında ondokuz Oğuz boyunun ismi geçiyor olması,
buralara yerleşen Oğuz boylarının özelliklerini koruma arzusu olarak görülebilir.
20
Türkmenler Uç Boyları
Horasan’dan hareket eden Anadolu’nun Toros eteklerine yayılan Avşar boyları düşman
saldırılarından dağlara çekilerek korunurlar. Diğer zamanlarda yurtlarına inerek tarım ve
hayvancılıkla uğraşırlar.
Kazıkbeli Savaşı Dönüm Noktası
1120’lerden sonra yüzyılın sonlarına kadar bu alanlar zaman zaman Haçlılarla bir olan
bölge devleti Bizans’ın eline geçer. Türkmenler, Hamit Ovası’nın savunmaya uygun
olması dolayısıyla Bizans’ı, Kazıkbeli geçidinden (Cankurtaran) ileri geçirmezler.
Kazıkbeli’nde Haçlı ordusu ve Bizans ordusu ile devamlı mücadele halinde olmuşlardır.
II.Haçlı seferi sırasında Anadolu’ya giren Haçlılar, 1147 yılında en kestirme yol
gördüklerinden Denizli’den Antalya’ya Hamit Ovası’ndan geçerek gitmek isterler.
Haçlıları, Selçuklu uç birliklerinden Avşarlar, Hamit Ovası’nin tabii giriş kapılarından olan
bugünkü Cankurtaran’da karşılarlar. Kazıkbeli Savaşı denen bu savaşta Haçlılar perişan
edilir. Gerek 1147 yılındaki Kazıkbeli savaşı gerekse 1176 yılında Çivril ilçesi
yakınlarında yapılan Miryakefalon Savaşı’ndan sonra Türkler Denizli ve çevresine hâkim
olarak bölgeyi yurt edinmeye başlarlar.
Server Gazi ve Cankurtaran
Cankurtaran mevkiinde 1147 yılında Türkiye Selçukluları’nın Fransız Kralı VII. Lui ile
Alman İmparatoru Konrad kumandasındaki Haçlı Ordusu’nu Kazıkbeli Savaşı’nda
darmadağın etmiştir. Bu savaşta komutanlardan Mehmet Gazi ve kardeşi Server Gazi
şehit olmuş, Server Gazi’nin türbesi Cankurtaran’da bulunmaktadır. Cankurtaran Honoz
dağının, Denizli’den Hamit Ovasına geçit veren tek boğazıdır.
Bölge, 1147- 1148 yıllarında haçlı seferlerinin akınlarına maruz kalır. Fransa Kralı VII.
Louis’in kumandasındaki ikinci Haçlı ordusu 1147 yılında Efes’e gelir. Oradan Menderes
nehri boyunca yürüyüşüne devam eder. Bu ordudan ayrılan ve daha çok Almanların
oluşturduğu bir Haçlı öncü kuvveti 1147 senesinin sonlarında Kazıkbeli’ne gelerek Hamit
Ovası’na geçmeyi denerler. Kazıkbeli’nde pusu kuran Hamit Ovası yöresinden toplanmış
Türk Kuvvetleri tarafından yok edilirler.
Bundan sonra 6 Ocak 1148 tarihinde yürüyüşe geçen Fransız kuvvetleri Kazık Beli’nin
alt tarafına gelirler. Planlarına göre Kazıkbeli geçidi, 7 Ocak 1148 tarihinde aşılacaktır.
Fransız Kralı VIIX???Louis; Haçlılar, Denizli’den çıkıp ilerleyerek Kazıkbeli’ne
geldiklerinde daha önceleri burada perişan edilen Alman haçlılarının cesetlerini görünce
savaş düzenine girerler. Birkaç gün önce Denizli yöresindeki yenilginin öcünü almak için
pusu kuran Türkler ise bölgeye başka yerden geçmenin mümkün olmadığını
bildiklerinden Kazıkbeli’nin tepesinden Haçlıların hareketlerini izlerler.
Haçlılar; savaşçı birliklerini, öncü ve artçı ikiye ayrılmış olarak Kazıkbeli’ne doğru
yürüyüp, planlarına göre öncüler hızlı bir şekilde Kazıkbeli’nin düzlük yerine varacak
orayı Emniyete alıp, çadırları kurarak kamp yerini hazırlayacaktır. Nitekim Geoffroi de
Rancon kumandasındaki öncü kuvvetleri bir mukavemetle karşılaşmaksızın Kazıkbeli’nin
en yüksek yerine varır. Fakat saat sabahın henüz dokuzudur. Öncü kumandanı bugünkü
yürüyüşü az bulmuştur. Bizanslı rehberleri de geçidi aşmayı tavsiye ederler. Ve Hamit
Ovasındaki Kızıl çukur ovasını kast ederek; “az uzakta kamp kurmaya elverişli bir ova
bulunduğunu” söylerler. Fransız öncü kuvvetleri Kazıkbeli’ni terk ederek, Kızılhisar
ovasına inip çadırlarını kurarak istirahata çekilirler. Türklerin kuvveti onlara göre az
21
olduğu için Haçlı öncü birliklerine hiç direniş göstermezler. Haçlı Ordusu’nun esas
kuvveti olan artçı birlikleri de önceden kararlaştırıldığı gibi Geoffroi’nin Kazıkbeli’nin
düzlüğünde durup çadırları kurduğundan emin ve orasının da çok uzak olmadığını
görerek hareketini ağırlaştırırılar. Nasıl olsa öncüler şarkılar söyleyerek elleri kollarını
sallayıp geçidi geçmişlerdir.
Fransa’nın En Güzel Çiçekleri, Şam Duvarları Altında Meyve Vermeden Kazıkbeli’nde
Solar
1147’deki Kazıkbeli, savaşını Haçlı yazarların günlüklerinden öğreniyoruz. Biz,
ecdadımızın ne yaptığını Fransız Keşişinin günlüklerinden çıkarmaya çalışıyoruz.
Kazıkbeli’nde Haçlı ordusunu perişan edenleri. Komutanları kim bilmiyoruz bile. Elimizde
kalan birkaç mezar olmasa, unutup gideceğiz.
1110-1162 yıllarında yaşamış bir keşiş ailesinden gelme Fransız yazar Odon de Deuil;
Bizans, Alman ve Fransa İmparatorluklarının Türkleri Anadolu’dan atmak ve tümüyle yok
etmek üzere yola çıktığı 1147’deki 2. Haçlı Seferinde bulunmuş.
Bu sırada birde roman yazan Odon de Deuil; Kazıkbeli savaşını şöyle anlatacaktır:
Dağ sarp ve kayalıktı, tepesi bulutlara değecek kadar yüksek bir dağın ( Honaz dağı)
yamacında yürüyorduk. Aşağıda vadinin derinliklerinde sular cehennem içine düşüyor
gibiydi. Ordu, bu arızalı yolda ilerledi. Savaşçılar, birbirini itiyor, kalabalık her geçen an
biraz daha büyüyordu, nihayet sıkıştılar ve süvarileri düşünmeden burada tıkanıp
kaldılar. Yük hayvanları düşerken sesleri uçurumun derinliklerinde akisler yapıyordu.
Kayalar yerinden kopuyor, düşerken insanları ve hayvanları eziyordu. Herkes yanlış bir
adım atıp uçuruma yuvarlanmaktan ve başkaları düşerken kendisine çarpmasından
korkuyordu. Türkler; bu kalabalığı ok yağmuruna tutarak kendilerini toplamalarına
meydan vermiyorlardı. Saatlerin ilerlediği zamanlarda Haçlılardaki karışıklık daha da
arttı, bu Türklere kâfi gelmedi, aksine daha cüretli oldular. Türkler, öncüden daha uzun
bir zaman için korkmadıklarından ve artçıyı da henüz görmediklerinden bize karşı
saldırdılar, birden atılarak hatlarımızı yardılar ve kalabalığı koyun gibi doğradılar.
Bundan gökleri ve kralımızın kulaklarını delen bir çığlık hasıl oldu. Kral şimdi felaketin ne
olduğunu gördü ama bu sırada gökten, yaklaşan karanlıktan başka bir yardım gelmedi.
Ancak karanlık çökerken Türk hücumunun tahribatı durdu.
Türkler, Haçlı kuvvetlerinin kargaşalığını görerek, hemen harekete geçip, Kazıkbeli
yolunu kestiler, Haçlılar, ancak Türklerin içinden geçerek yardıma koşabileceklerdi.
Türkler önce uzaktan şiddetli bir ok yağmuruna tuttular ve sonrada kılıçlarıyla saldırdılar.
İlk anda birçok kayıplar verdik. Türkler, Fransa kralından daha asil ve kudretli olan
Alman imparatorunun ordusunu yendiklerini söyleyerek savaşıyorlardı. Her iki tarafta
uzun müddet inat ve şiddetle dövüştü. Türkler Haçlıların birçoğunu öldürdü, büyük bir
kısmını da esir aldılar. Haçlı ordusu bu feci durumda iken sonradan Kral, başında
bulunduğu artçıyı göndermişti, onlara başımıza gelen bütün felaketi anlattım. Savaşçılar
heyecanla silahlarına koştular. Lakin yolun hayli kötü oluşu yüzünden süratle hareket
edemediler.
Bu sırada yanında bir miktar asil olduğu halde Kral, savaşın içine atıldı, bu mücadelede
atını kaybetti, yanındaki, kendisini koruyan şövalyeler de teker teker Türk oklarıyla
öldüler. Türkler; ağır zırh giymiş Haçlıların hareketine engel olmak için atları da
öldürüyorlardı. Kral ve şövalyelerin bu ani hücumu bir kısım haçlıların kurtulmasına yol
açtı fakat Kral, Türklerin arasında kalmıştı, bu çarpışmada Kral, sayıca az lakin pek ünlü
22
muhafızlarını kaybetti. Fakat soğukkanlılığını toplayıp bazı ağaç köklerine tutunarak
süratle bir kayanın üzerine çıktı.
Kral, kayanın üzerine çıkınca onu esir almak için Türkler de ardından tırmanmaya
çalıştılar. Uzaktan bazıları ok atıyordu. Zırhı oklardan kendisini korudu ve kayayı çıkmak
isteyenleri de kılıcıyla durdurdu. Türkler karanlık bastırmaya başladığı için ani bir
saldırıdan çekindiklerinden ganimet toplamak için dağıldılar. Kral daha sonra sahipsiz bir
ata binerek askerlerine iltihak edebildi. Fransa kralını Türklere esir düşmekten gecenin
ve ganimet arzusunu kurtardığı muhakkaktır. Kazıkbeli savaşında öyle çok mal ele
geçmiştir ki, Türk ülkesi Harçlılardan alınan ganimetlerle dolmuştu.
Kazıkbeli Savaşı diye adlandırılan bu savaş Haçlıları pek üzmüştü. Fransızlara göre
Fransa’nın en güzel çiçekleri Şam duvarları altında meyve vermeden solmuşlardı. Gece
hemen kendilerini toplamışlar daha ciddi tedbirler almışlardı. Türkler’de zayıflığımızı
öğrendikten ve epeyce ganimet aldıktan sonra daha kahramanca olarak bizi taciz
ediyorlardı. Buna karşılık Haçlılarda toparlanmışlardı. Türkler bu kalabalık orduya
saldırmak yerine geçecekleri yolu takip ederek Haçlıları yok etme yolunu seçtiler.
Haçlılar’da Kazıkbeli’nden hareketle Kızılhisar ovasından geçerek Acıpayam Ovası’ndan
ve kıyıları bataklık iki ırmaktan geçtiler. Ancak Haçlı ordusunda açlık baş göstermiş,
atları yiyen şövalyeler ve ordu güçlükle Gölhisar tarafından Antalya’ya varabilmişti.
Kazıkbeli savaşı hakkında bir başka kaynakta, şöyle değişik iki hikâye naklediyor:
Türkler muharebe meydanına hâkim olunca, çevrelerinde az Türk bulunduğu sırada
birkaç Fransız askeri, kralın atından tutarak onu yakında bulunan bir tepeye çıkardılar ve
geceye kadar orada kaldılar. Lakin herhangi bir yoldan inmenin Türkler içinde kalmaktan
daha akıllıca olduğuna hükmettiler. Kral her taraftan Türklerle çevrili idi. Ordusu
kaybolmuştu, kimse gidecek yolu bilmiyordu. Nihayet kalabalığın yaktığı ateşi fark
ederek oraya vardılar.
Diğer rivayet ise, kralın bir tepede yanında bir Haçlı kuvveti ile kaldığından bahseder.
Türkler onu tanımıyordu, kral bu tepede kendisini cesaretle savundu. Gecenin çöktüğü,
karanlığın dövüşleri ayırdığı sırada bir ağaç altına çekildi. Sonra dallarına çıkarak, uzun
zaman kendisini Türklere karşı müdafaa etti. Türkler karanlık ve kralın yardımına gelen
kuvvetlerden dolayı Kazıkbeli’n den uzaklaştılar.
Kim ne derse desin Haçlılar burada özellikle Hamit Ovası civarında Selçukluya uç
boyluğu yapan Türkmen beylerine yenilirler.
Sağ kalan Haçlılar Selçuklu ve Türkmenlere belirli bedeller ödeyerek hiçbir zarar
vermeden Antalya üzerinden gideceklerini belirtirler. Bu şartla kendilerine izin verilir.
Bu sırada Rumların, Fransız askerlerine hile ile hıyanet ettikleri görülür. Zira bir kısmı
yaralı, açlık, hastalık ve yoksulluk içinde ızdırap çeken Haçlılardan, dindaşları Rumlar
ellerindeki paraları tehdit ve hile ile alırlar ve onları hasta, aç olarak ölüme terk ederler
hatta bir kısmını da öldürürler.
Bu durumu gören Selçuklu ordusuna mensup Türkmenler, birkaç gün önce savaştıkları
bu askerleri himayelerine alırlar, açları doyurup ve hastaları tedavi ederler. Hatta Türkler,
Rumların Haçlılardan zorla ellerine geçirdikleri gümüşleri Rumlardan satın alarak fakir
Haçlılara dağıtırlar.
Bir vakânüvist (olayları görüp kayda alan tarihçi) olarak Fransız rahip ya da keşiş Odon
de Deuil’ ilave bilgiler vererek;
“Dindaşları, Rumların zulmünden kaçarak Müslümanların nezdinde emniyet, himaye ve
merhamet arayan Haçlılardan üç binden fazla gencin Türklere katıldığı söyleniyor. Ah
merhamet!.. Sen her türlü ihânetten daha zâlimsin!.. Müslümanlar onlara ekmek verdiler;
23
fakat dinlerini satın aldılar. Bununla birlikte Türkler, bu iyiliklerine karşılık hiç birini din
değiştirmeye zorlamadılar” diyerek onların Müslümanlığı kabul etmeye zorlanmadığını
söylüyor.
BÖLGE, TÜRK’E EBEDİ VATAN OLUR
1157’de Alaşehir’e gelen Bizans İmparatoru Manuel Kommones, Selçuklu desteğinden
yoksun Türkmen boylarını yağma ve tahrip ederek bütün etrafı yakıp yıktıktan sonra
İstanbul’a döner. Bölgedeki Türkmen boylarının bunun intikamını alacağını iyi bilen
Kommones Türk akınlarını önlemek için Homa ve Honaz istihkâmlarını tahkim ve teçhiz
etti ise de Türk kuvvetleri yollarının kapatılmış olmasından yılmadılar. 1158 senesinden
Karaağaç Ovası’ndan akınla ansızın Leodikya (Denizli) üzerine inerek Bizans
imparatorunun Türkmenlere ve Türk topraklarında yaptığı tahribin öcünü alırlar.
Bölgeye artık Türkler hâkim olurlar. II. Kılıç Arslan 1177’de yöreye yerleşmiş olan
Türkmenler üzerinde hâkimiyet sağlar.
Selçuklu hükümdarı II.İzzeddin Kılıçarslan Denizli, Uluborlu, Burdur ve Antalya’ya kadar
olan bölgeyi ve Türkmen aşiretlerini idaresi altına alır.
Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan ile Bizans imparatoru Manuel I Komnenos
arasında, Denizli yakınlarında(Çivril) Miryokefalon’da (Myriokephalon) yapılan savaş (17
Eylül 1176). İle bölge Türk’e ebedi vatan olur.
Kendine bağlı küçük beyliklerden yardımcı kuvvetler alan Kılıç Arslan’ın ordusu, hemen
hemen Manuel’in ordusuna eşit, ancak daha kötü teçhizatlıdır. Fakat Türk ordusunun
daha fazla hareket imkânı vardır. Bizans öncü kuvvetleri, zor kullanarak 17 Eylül 1176
da geçide girer.
Türkler, geri çekilerek dağlara saparak, sonra da imparatorluk ordusu dar yola girdiği
sırada yamaçlardan aşağı inip geçit içine saldırırlar. İmparatorun kayınbiraderi, bir süvari
alayı başında Türklere karşı saldırıya geçer. Fakat bütün adamlarıyla birlikte kılıçtan
geçirilir. Geçidin aşağısında bulunan askerler onun durumunu görürler, sıkışık durumda
oldukları için yardım edemezler. Manuel, cesaretini kaybederek paniğe kapılıp geçitten
çıkmak için geriye kaçar. Bunun üzerine, bütün ordu onu takip eder. Ağırlıklar yolu
kapamıştır. Bu nedenle askerler geriye çekilemezler ve Bizans ordusu askerlerinden çok
azı kurtulur. Akşama kadar süren savaş sonunda, II. Kılıç Arslan, Manuel’e bir haberci
göndererek, derhal geri dönmesi, Eskişehir (Dorylaion) ve Gümüşsu (Sublaion) kalelerini
yıkması şartıyla ona barış teklif eder ve kalan ordusuyla geçitten çıkmasına izin verir.
Miryokefalon savaşı, Selçuk ve Bizans tarihinin dönüm noktalarından biri olduğu gibi
Hamit Ovası ve civarına yerleşen Türkmenler içinde çok önemlidir. Zira bu olaydan
sonra artık Bölge Türkmen boylarının ebedi vatanıdır. Türklerin Malazgirt’ten sonra
Bizans’a vurdukları bu ikinci darbe sonucu Bizans, Anadolu’da üstünlüğünü kaybeder.
III.Haçlı seferinin atlatılmasından sonra Bizans topraklarına akınlar şiddetlenmiş,
Anadolu Selçuklu Devleti’nin desteği ile Sahra-i Talamaniye’nin yani Hamid Ovası’nın
tamamı kesin olarak fethedilmiştir. Bu fetih, Denizli’ye göre elli yıl öncelik arzederek
1192 den sonra Burdur ve Gölhisar yöresinde yine çatışırlar. Selçuklu beyi Hüsamettin
Bey, Çal Selçuklu Beylerinden Osman Bey ise Karaağaç yani bugünkü Acıpayam
yöresini Bizans’tan koruyarak hâkimiyeti altına alır.
Osman Beyin bir lakabı da Yatağan baba olup, Savaşa yata yata kazanmasından alır.
Osman beyin ordusunda bulunan bir Selçuklu veliahdının tedavi olduğu pınara Sultan
pınarı denilmiş, bölgedeki birçok köy isimleri bu fetihle ilgili olmuştur. Fetihden sonra
24
buraları bir veliaht ile komutan Osman Bey’e (Yatağan’a) verilir. Ve bu iki şahsiyet
vefatlarında Yatağan’a gömülmüşlerdir.
Hamit Bey Bölgede, Selçuklu Vekili
III. Kılıç Aslan Isparta’yı aldıktan ve 1205’de Gölhisar’ı içine alan havaliyi ele geçirdikten
sonra Hamit Bey idaresindeki Türkmenleri buralara yerleştirir.
Öte yandan ???Miryakefalon savaşı ve 12006-12007 de Leodikeia olarak bilinen
Denizli’nin kesin olarak feth edilmesi ve bölgede artık asayiş probleminin kalmamasıyla
bölge göçer haldeki Türkmen boylarının yerleşik düzene geçmesine zemin hazırlar.
Gevşek Yönetim Kerhen Bağlılık
Selçuklu yönetimi Türkmen aşiretleri üzerinde tam bir otorite sağlayamaz.
Bölge Anadolu Selçukluları tarafından itaat altına alınması için 1219 ve 1236’da I.
Keykavus ve Ala-addin Keykubat döneminde yeniden fetih hareketlerine sahne olur.
Böylece bölge kesinlikle Selçuklu hâkimiyetine girmiş oldu.
1257 yılında Selçuklu Devleti üç kardeş arasında pay edildi. Fakat II.Alaaddin Keykubat
ölünce, II.İzzeddin ve lV. Rukneddin Kılıçarslan arasında paylaşıldı. Ama iki kardeş
arasında çıkan savaşta Rukneddin yenildi ve Burdur kalesine hapsedildi.1259 tarihinde
hapisten çıkarak tekrar Selçuklu tahtına oturdu.
Rukneddin Kılıçarslan, hapis dönemi olaylarının intikamını almaya başladı. Bu yüzden
huzursuzluk arttı. Bu arada Baba İlyas ve Baba İshak isyanları da devletin otoritesini
sarstı. Ve nihayet Selçuklu Devleti 1303 yılında tamamen ortadan kalktı.
İlk Türkmen Beyliği Karağaç’da Kurulur
Bölge Asi Karağaç Olur
Bizanslılar kendilerine sığınan eski sultan İzzettin Keykavus’a taht mücadelesinde bir
miktar asker vererek yardımcı olur. İzzettin Keykavus’ta tekrar tahta çıkınca Bizans
İmparatoruna, Denizli havalisini terk eder. Bu durum hürriyetlerine düşkün ve yıllar yılı
“küffar”a kılıç çeken Türkmenleri tamamen kızdırır.
Bölgeye yoğun halde yerleşen Türkmenlerden Bizanslılar tutunamazlar ve Denizli yöresi
1259 senesinde tekrar Türkmenlerin eline geçer.
Antalya ve Denizli’nin Türk hâkimiyetine girmesinden sonra akın akın gelen aşiret ve
oymaklar, bilhassa Kayı, Avşar, Bayındır, Büğdüz, Yazır, Yiva ve diğerlerinin toplamı
200 bin çadıra ulaşmıştır.
Bu arada Orta-Asya’dan Moğol istilasından kaçan bir Türkmen kütlesi de Anadolu’ya
gelmeye başlamıştır.
Hamit Ovasi yöresine gelirken başlarında Mehmet Bey adında bir bey bulunan yaklaşık
60.000 kişilik bu Türkmen grubu, önce Burdur, Karaman, oradan da bir kısmı Karağaç
Ovasına inerek burada ( Sahra-i Talamaniye’de) yönetim ve nüfuzu ele geçirirler.
Çevre topraklarını eline geçiren Hamitoğulları, 1261’de Sarayköy’den Antalya-Alanya’ya
kadar olan bu bölgede Anadolu Selçuklu Devleti’nden bağımsızlıklarını ilân ederler.
Anadolu’da ilk Türkmen beyliğini kurulur.
Bağımsızlık ilânı ve Türkmenlerin Selçuklulara karşı bu tutumları, ne yazık ki zayıf bir
25
Selçuklu Devletini yaşatmak isteyen Moğollar tarafından iyi karşılanmaz. İlhanlı
Hükümdarı Hulagu, adam gönderip yanına çağırdığı halde gelmeyen Mehmet Beyi,
Rükneddin’in teşvikiyle “ASİ” ilân eder. HULAGU, Selçuklu Sultanı Rükneddin’e ve
Anadolu’daki Moğol kuvvetlerine ferman göndererek Mehmet Bey ve maiyetindeki
Türkmenler üzerine yürümelerini emreder. Müttefik Moğol ve Selçuklu ordusu,
Türkmenler üzerine yürüdüğü sırada Mehmet Bey’in damadı olan Ali Bey, eniştesine
kırılarak Selçuklulara iltihak eder. Ali Bey Türkmenlerin gizli geçitlerini bildiğinden
müttefik Moğol-Selçuklu ordusu tarafından yeni kurulan beylik ansızın bastırılır.
Türkmen kuvvetleriyle müttefik ordusu, Sahra-i Talamaniye de (Karaağaç Ovasında)
karşılaşırlar. Savaşı kendilerini ihanet eden Ali Bey yüzünden kaybeden Türkmenler,
dağlara kaçarlar.
Bu savaşın Karaağaç Ovasında meydana gelmesinden dolayı bölgeye ASİ’lik sıfatı
verilir.
Bağımsız beyliğini ilân eden Mehmet Bey, Hamit Ovası’nın güneyinde yapılan savaşda
yenilgiye uğratılarak öldürülür (1261).
Kimi kaynaklarda şöyle anlatır, Karağaç’ın Asikaraağaç olmasını şöyle anlatır:
“Türkmenlerin reisi Mehmet Bey savaştan sonra Bozdağ’a kaçmış ve burayı tahkim
etmiştir. Mehmet Bey ile diğer Türkmen Beyleri dağlardan inerek Selçuklu hükümdarı
Sultan Rükneddin’e itaat etmişlerdir.
Selçuklu Sultanı bu isyanı bastırıp Uç işlerini de yola koyduktan sonra Karaağaç
Ovası’ndan ayrılarak Uluborlu’ya geldiğinde Mehmet Bey’i öldürterek damadı Ali Bey’i
Türkmenlerin başına müstakilen Bey yaptı ve böylece Türkmenler Selçuklu ve
dolayısıyla İlhanlı hâkimiyeti altına girmiş oldu.
Ali Bey, sonradan Denizli’de bir beylik kuracak olan İnançoğulları’nın atasıdır.
Bölgedeki halkın genel kanaati ise “Asi”lik unvanın, bölgedeki Türkmenlerin Germiyan
hâkimiyetini kabul etmemesinden doğduğu görüşündedir.
Hamit Ovası yöresi Selçukluların idaresinde iken 1277 yılında Cengiz İmparatorluğunun
akınlarına da hedef olur. Cengiz İmparatorluğunun tanınmış şahsiyetlerinden
Ketykavlis’un ölümü ve 1300 yılında İlhanlı tahtına sahip Ebusait Bahadır Han’ın küçük
olması dolayısıyla bölge Gölhisar sultanlığı tarafından idare edilmiştir. Hamit Bey’i,
Dündar Bey kardeşi Mehmet Bey’i Gölhisar’a vali olarak gönderir.
Meşhur Arap Seyyahı Ibni Batuta’nın Gölhisar’a geldiğinde karşılaştığı Mehmet Bey
(Gölhisar Beyi) bu kişidir. Gölhisar sultanı Mehmet Çelebinin 1325 yılında ölmesi üzerine
1326 yılında Germiyanlılarla savaş ilan edilmiş ve bu sene içinde bölge Kütahya’da
bulunan Germiyanlıların eline geçmiştir.
Anadolu Beylikleri
Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın zayıflamasıyla çeşitli Türkmen aşiretleri beylikler
şeklinde teşkilatlanırlar.
Muğla’da Menteşe Beyliği, Denizli ve çevresinde İnançoğulları Beyliği kurulur, KonyaKaraman bölgesinde Karaman oğulları beyliği vardır. Isparta-Burdur yöresinde
Hamidiye-Hamit Oğulları - Beyliği hüküm sürer.
İbni Sait’in Tespiti: 200 Bin Türkmen Var
1261 yılında Karaağaç (Hamit Ovası’ndan) Ovasından geçen ve 1274’de vefat eden
Mağribli İbni Said’den nakillere yer veren Ebu’l Fida, “Kitab Bast-Ul Arz Fil-tul Vel Arz”
26
adlı eserinde Batı Anadolu’dan söz ettikten sonra bölgeyi şöyle tarif eder:
“..Bu bölgenin (Antalya ve havalisi) batısında Türkmen Dağları (Batı Toroslar) ve
Türkmen ülkesi bulunur… Bu Türkmenler Selçuklular devrinde Rum Diyarını fetheden
Türk soyundan çokluk bir kavimdir. ... Türkmenlerde başka yerlere gönderilen kilimler
yapılır. Buranın sahilinde Cun (kasaba) vardır. Buna Cun Marki (Marki-Fethiye) denir.
Buranın sahilinde Marki isimli bir körfez vardır, burası seyyahlarca meşhurdur. Buradan
İskenderiye ve başka yerlere odun (kereste) yollanır. Buraya büyük, derin bir nehir
dökülür. Bu nehrin Battal Nehri diye bilindiği söylenir. Bu nehrin üzerinde bir köprü
vardır, barış zamanlarında indirilir ve harp çıktığı zaman kaldırılır.
Köprü, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında sınırdır. Antalya’nın kuzeyinde ToğurluTokuzlu -Honaz- (Tonguzlu - Denizli) dağı vardır. Burada ve bunun etrafında 200.000
kadar hane ( Beyt-Çadır) Türkmen oturur ve bunlara Uç denir. Buralarda güzel yay imal
edilir” diyor..
Bu yer Karaağaç Ovası ile Beşler yaylasında Honaz dağına kadar olan kısımdır. Burada
bahsi geçen nehir halk arasında “Gireniz çayı” olarak adlandırılan ve Marki (Fethiye)
körfezinin batısında denize dökülen Dalaman (Damalan) Çayından başkası değildir.
Yine aynı yazar Türkmenlerden bahsederken şöyle devam eder: “...Denizli!den garbe
(batıya) doğru uzayan dağlar bu göçebelerin yaylaları olduğu için buralara Türkmen
Dağları (Cibat’üt-Türkmen) adı verilmişti. Eski İslam kahramanı Battal Gazi’nin hatıraları
ve ona ait destani rivayetleri bütün Anadolu Türkleri gibi bu göçebeler arasında da çok
canlı yaşadığı için Dalaman Çayı’nın kaynakları istikametinde bulunan mezarına “Seyyit
Gazi” atfıyla bu çaya da Battal nehri deniliyordu....”
Ebu’l-Fida’nın kaydında geçen köprü; Muğla il sınırları içindeki Gürleyik’teki “Akköprü”
olmalıdır. Nitekim başka geçit imkânının olmadığı bir yerde kurulan bu köprünün
Osmanlılar zamanında eski Bizans kalıntısı üzerine restore edildiği anlaşılmaktadır.
Bir başka kayıtta da bu bilgilerin Moğollardan evvelki devreye ait olduğu ve 1204’den
sonraki zamanlardır. İbni Said’in bu söyledikleri ile daha sonraki birçok tarihi hatıranın
karıştığı görülmüştür. Türklerle Rumlar arasında sınır olduğu belirtilen nehir bahsedildiği
gibi Karaağaç Ovasından çıkan Dalaman çayı olduğu kadar da Menderes Nehridir.
Nitekim bunun üzerinde kurulan ve 1243’de Türk ve Bizans garnizonları arasında irtibatı
temin eden köprü burada bahsedilen köprüdür. 1177’de aynı yerde köprübaşında Ata
Bey Bizanslılarla çarpışırken şehit düşmüştür.
Uç Beyleri, Uç Türkmenleri Bölgede
İlhanlı Hükümdarı Argunhan’a bir harita yapan Kubbeddin, Talamaniye dağlarının Uç
Türkmenleri elinde olduğunu yazar.
Hayli kalabalık olan Türkmen nüfusu, bu yörede Anadolu’nun en yoğun OĞUZ boylarının
yer isimlerini verirler. Mevcut bazı köylerin isimlerinden anlaşılacağı üzere bu
Türkmenler Avşar boyuna ve aralarında bazı Uç oklu boylar da bulunmakla beraber
daha çok Bozoklar’a mensupturlar. Bu yöre Türkmenleri arasında Kayılar da bulunur.
Yatağan- Söğüt Ova arasındaki yer Kayı yayla ismini taşımaktadır. Kayılar belki 1261
isyanına karışır. Menteşe yöresine gittiklerinden sonra hadiselere pek az karışırlar.
Avşarlar, diğer Türkmenler arasında öne çıkarlar. Önceleri konar, göçer yaşayan
Avşarlar daha sonra sınır boylarına kadar yerleşik hayata geçtiler. Hayatlarını
akıncılıktan ziyade kilim imal ve ticaretiyle sağlayan Türkmenler kilim imal sanatını orta
Asya’dan getirmiş olabilecekleri başka kayıtlarda da belirtilmektedir.
27
Türkmenlerin mahalli kabile (sülale) beylerinin idaresinde olduğu muhakkaktır. Bugün
dahi Karaağaç bölgesinde diğer yerleşim yerlerinde olduğu gibi Darıveren’de de
Türkmen Beyleri hanedanları, (ağaları) bulunması, asıllarının bu zamana kadar
uzadıkları intibaını vermektedir.
Avşarlar, Darıveren, Karahöyükavşar ve Kumavşarı denen yerlere yerleşirler. Diğer bir
faal boy olan Yazır beylerinin bölgede hakimiyet mücadeleleri 19’ncu yüzyıla kadar
devam etmiştir.
HAMİT OĞULLARI HAKİMİYETİ ve BEYLİKLER DÖNEMİ
Hamitoğulları Beyliğinin isim babası Hamit Bey, Harzemşahların, Yomut kabilesindendir.
Celaled-din Harzemşah’m yanında Anadolu’ya gelen Hamit Bey, O’nun 1231 yılında
öldürülmesi üzerine beraberindeki kuvvetler ile önce Suriye’ye geçer. Eski kaynaklarda
Hamitoğullarının, Mısırlı olarak gösterilmesi bu yüzdendir. Hamit Bey, Suriye’den sonra
Anadolu’ya geçerek Selçukluların yönetimine girer. Hamit Bey aşireti ile Selçukluların en
zayıf yeri olan Burdur-Denizli arasına gelir. Aşiret, bölgeye yayılır. Bundan dolayı Dinar’a
kadar olan çizgide Horzumlulara rastlanır. Bugün Anadolu’da yaşayan Horzumlular,
Harzemşahlıların torunları olsa gerektir.
1787’de Burdur kadısı ve Tirkemiş Hassı Voyvodasına gönderilen bir fermanda konargöçer Horzum Cemaatinden bahs edilmektedir. 1830’lu yıllara ait bir emirde de bir
kısmının Aydın-Kuyucak’ta bir kısmının da Burdur’da olduğu anlaşılmaktadır.
Avşarlar ise Acıpayam ve Gölhisar arasına yerleşmişlerdir. Darıveren’e yerleşenler de
Avşarlardır. Çamköy’ün çekirdek yapısını “Resul Avşarları” oluşturur. Bu yöredeki
Avşarlar özellikle Germiyanoğulları ile yaptıkları savaşlarla meşhurdur. Gölhisar’a ve
Dirmil’e ait eski türkülerde Avşarlara olan hayranlık belirtilir. Bu türkülerde Avşar kavramı
mertlik, adalet, dürüstlük ve kahramanlığın sembolüdür.
Hamitoğulları beyliğinin esas kurucusu Hamit Bey’in torunu olan Felekeddin Dündar???
Beydir. Türkiye Selçukluları Devleti yıkılmaya yüz tuttuğu sırada Isparta, Eğridir, Burdur
ve havalisinde bulunan Türkmenlerin reisi Felekeddin Dündar Bey, XIV. YY. başlarında,
Hamitoğulları beyliğini kurmuştur. Onun babası İlyas Bey ve büyük babası Hamit Bey,
Türkiye Selçuklularının uç beylerinden idiler. Bir “Uç” beyi olan Dündar Bey, beyliğini
Burdur’da ilan ederek beyliğinin adını dedesinin adına hürmeten “Hamitoğulları” olarak
ilân eder.
Hamitoğullarının en parlak dönemi Dündar Beyin zamanıdır. Dündar Bey, kuruluştan
sonra Gölhisar, Korkuteli ve Antalya’yı ele geçirerek ülkesinin hudutlarını güneye doğru
genişletir. O, Antalya’yı kardeşi Yunus Bey’in idaresine bırakır.
İlhanlılar Selçukluyu Böler
1314’de Anadoluya gelen İlhanlı beylerbeyi (Başvezir) Emir Çoban’a bağlılıklarını
bildiren Hamitoğulları İlhanlı fırtınasını kazasız, belasız atlatma yolunu bulur.
1317 yılında, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır döneminde, Emir Çoban büyük güç
kazanır. Ve oğlu Timurtaş’ı (Demirtaş) Anadolu Valisi olarak atar.
1318 tarihinde sonra da Anadolu Selçuklu Devleti tamamen varlığını yitirerek tarihe
karışır.
İlhanlılar’ın Anadolu valisi Timurtaş, Anadolu’daki beylikleri tek tek ortadan kaldırmaya
başarır. Hamitoğullarının da üzerine yürür. Dündar Bey, Antalya’ya kaçtı ise de yeğeni
28
Mahmut tarafından Moğollar’a teslim edilir. Timurtaş, Hamitoğulları hükümdarı Dündar
Beyi, 1323 yılında Antalya’da öldürür ve Hamitoğulları Beyliği’nin Isparta ve Eğridir
şubesi topraklarına sahip olur. Bu durum karşısında Dündar Beyin oğulları memleketten
kaçarlar. Bu hâkimiyet 1327’de Emir Çoban’ın ölümü ile Timurtaş yerine vekil olarak
???Alaaddin Eratna Beyi bırakarak Memlüklere sığınmasına kadar devam eder. Fakat
Hamit Ovası yöresi, gerek buradaki Türkmen boylarının özel durumu, gerekse bölgenin
korunaklı olması Timurtaş ve İlhanlıların bölgeye girmesine engel olur. Bu durum
ilhanlılardan kaçan ya da bunalan Anadolu’daki Türkmen boylarının ikinci bir göç dalgası
şeklinde Hamit Ovası ve çevresine yerleşmesine yol açar.
1327’de Timurtaş’ın Mısır’a kaçması üzerine Dündar Bey’in oğullarından Hızır Bey (öl.
tak.1330) Eğirdir’e gelerek Hamitoğullarının topraklarının bir kısmında hâkimiyet kurar.
Hızır Beyin ölümünden sonra yerine, Dündar Beyin diğer oğlu Necmettin İshak Bey (öl.
tak.1340’dan önce) beyliğin idaresine hâkim olur. İshak Bey, Eşrefoğulları arazisinden
bir kısım topraklar alarak Beyşehir ve Akşehir’e kadar beyliğin sınırlarını genişletir.
İbni Batuta, Hamiovası’ndan Geçer
Ünlü Arap seyyah İbni Batuta’da Hamit Ovasından geçer. Seyyah İbn-i Batuta 1333’de
Eğridir’e gelerek Hamitoğlu Beyliği’nin liderlerinden İshak Bey’le görüşmüştür. İbni
Batuta, babasının sağlığında İshak Bey’in biraderi Mehmet Bey’in Gölhisar beyi olarak
bulunduğunu yazmaktadır.
XIV. yüzyılın ilk yarısında Batuta, Antalya’dan geçerek, Denizliye gitmek üzere
Gölhisar’a uğrar. Gölhisar’ın o dönemde küçük bir yerleşim birimi olduğunu belirterek
Gölhisar’dan, hemen hemen hiçbir yerleşim yerine rastlamadan geçtiğini söylediği Hamit
Ovası yoluyla Denizli’ye ulaşır. 1332-1333’de Karaağaç ve Kızılhisar Ovası’ndan geçen
İbni Batuta Karaağaç Ovasının Türkmenlerle dolu olduğunu söylemektedir. Batuta,
Türkmenlerin yerleşik olduğunu değil konar, göçer olduğunu belirtmek için Karaağaç
Ovasının o dönemde yerleşmeye elverişli olmadığını kaydeder.
İbn Batuta Seyahatnamesi’sinde Karaağaç olarak nitelediği bölgeden geçtiği anlatarak
şöyle der:
“...Burası dört bir yanı su ile çevrili küçük bir kasabadır. Gölde bol miktarda kamış yetişir.
Kasabanın tek bir yolu vardır ki, bu da kamışlık ile göl arasında açılmış ve sadece bir
atlının geçebileceği köprü gibi bir yoldur. Kasaba suyun ortasında yükselen bir tepe
üzerinde kurulmuştur. Bu sebeple ele geçirilmesi güç, metin bir kale görüntüsündedir.
Burada ahilerden birinin tekkesine indik.
Gölhisar’ın hükümdarı Mehmet Çelebi’dir. Çelebi Türk dilinde “efendim” manasına gelir.
Bu zat, Eğridir hükümdarı sultan Ebu İshak’ın kardeşidir. Şehre indiğimiz vakit, orada
bulunmuyor idi. Burada birkaç gün kaldıktan sonra o da döndü ve bize geniş ölçüde iltifat
ederek yol harcımızı gördü, binekler verdi. Oradan Karaağaç yoluyla ayrıldık....”
Bölge, Osmanlı’ya Satılır
İbni Batuta’nın görüştüğü Hamit Oğulları beylerinden Mehmet Bey’in oğlu İshak Bey’in
1335’te ölümünden sonra Hamitoğullarının başına oğlu Emir-i Muazzam adıyla anılan
Muzafereddin Mustafa Bey geçer.
Onun da yerine oğlu Hüsamettin İlyas Bey 1349’da başa geçer. İlyas Bey, Karamanoğlu
Alaaddin Bey ile yaptığı savaşta yenilir. Daha sonra Germiyanoğulları’ndan Süleyman
29
Şah’ın yardımı ile Karamanoğulları’ndan kaybettiği toprakları geri alır.
İlyas Bey’den (öl. 1375’den önce) sonra yerine Kemaleddin Hüseyin Bey geçer.
Kemaleddin Hüseyin Bey, Karamanoğulları’nın saldırısına uğrar. Ama Osmanlılar ve
Germiyanoğulları’nın yardımıyla kurtulur. Bölge sürekli el değiştirmektedir. Halk bundan
bezgindir. Kim bölgeyi egemenliklerine almaya kalksa ellerinde tutamaz Eskiden beri
özgürlüklerine düşkün olan bölge halkı kolay kolay yabancıya boyun eğmez. Hüseyin
Bey, Sultan I.Murat’ın isteği üzerine Yalvaç, Karaağaç, Beyşehir, Seydişehir ve Alaşehir
gibi bazı yerleri 80.000 altın karşılığında Osmanlılara satar.
Avşar Beyleri Türküsü
Osmanlılar, Germiyanoğullarına çeyiz olarak Acıpayam dolaylarındaki “Yeşil Sahra”
denilen Eşeler bölgesini verirler. Germiyanoğulları, 5-6 bin atlıyla Yeşil Sahra’ya doğru
yola çıkarlar. Hamitoğulları da kuvvetlerini Yeşil Sahra’nın güneyine yığarlar.
Horasandan çıkıp kendilerine uygun yurt araya araya da buralara gelen tarihsel
Karaağaç Bey’in komutasındaki Avşar aşireti de aynı yere gelir. Karaağaç Bey ovayı
görünce ’tamam’ diye düşünür.’Sonunda bulduk yurdumuzu” der.
Karaağaç Bey, obanın büyüğü, bilgesi Albaba’ya akıl danışır. Albaba; “Bana kalırsa”
diye girer söze “Biz bu iki gurup arasında kavgaya tutuşmayalım, zaten Horasan’dan
kırıla kırıla geldik. 500-600 kişiyle bu kuvvetlere karşı koyamayız” der.
Karaağaç Bey, belki de hayatında ilk defa Albaba’yı dinlemeyip çok az kuvvetle,
Kazıkbeli’nde Germiyanoğullarını kırar geçirir. Haçlılara yol vermeyen Kazıkbeli,
Germiyanoğulları kuvvetlerine de set olur. Olayı haber alan Hamitoğlu, beyi ise ’Bu
adam buraları hak etti’ diyerek Karaağaç beyin komutasındaki Avşarlarla savaşa
tutuşmaktan vazgeçer.
O günden beri Yeşil Sahra, Avşar Beyliği’nin yurdu olur.
Isparta’da Şarki Karaağaç olduğu için burada ki yerleşim yerlerinin toplamına, yani
Hamit Ovası’na “Asi Karaağaç” denir. Meşrutiyet yıllarında ise buraya Isparta’daki Şarki
Karaağaç’dan ayırmak üzere “Garbi Karaağaç” denilir olmuş.
Osmanlı’nın sonlarında ve Cumhuriyet’ten sonra da ovadaki payam (acı badem)
ağaçlarından dolayı Acıpayam adı verilir.
İşte, Avşar beyi Karaağaç bey komutasındaki Avşarların, hiç ummadıkları bir zaman ve
yerde Osmanlı destekli Germiyanoğullarının önüne çıkarak, Hamit Ovasına girmelerini
engellenmesini o zamanın ozanları şöyle dile getirir:
“Adını da sevdiğim Avşar Beyleri,
Size de bir vezirlik yakışıp duru,
Topla dizgini tanı kendini
Karşında Germiyan’lar bakışıp duru
Kar mı yağmış, şu Avşar’ın düzüne
Sızılar mı imiş, kır atımın dizine
Selam söyleyin, Avşar Bey’in kızına
Kendi güler, beni ağlatıp duru
Hani benim ekmeğimi yiyenler,
Samur kürkümle, Kır atıma binenler,
30
Germiyanlar fermanına uyup ta,
Dövüşelim Avşar Beyi diyenler.
Avşar Beyi derler, bize ezelden
Bülbül yuva yapmış, gülden gazelden,
Sarı topraklar gitmesin, tez elden,
Çarpışalım der Avşar Beyleri.
Avşar Beyi derki, gelsin göreyim,
O nasıl yiğitmiş bende bileyim,
Armağan isterse, canlar vereyim,
Candan başka armağanım yok benim.
Aşağıdan çıktı Avşar Beyin kervanı,
Aşk ile savrulur güzellerin harmanı,
Gençlik elde iken, sürün demi dervanı,
Kocalıkta dem, devran sürülmez, Avşar Beyleri
Kahramanlar diyarına şaştılar,
Şafak söküp, gün doğmadan kaçtılar
Bizim bahçemize yad eller girmeden,
Kaçmayın, dövüşelim der Avşar Beyleri”
Dilbilmez Adem
Dünde bugünde “Avşar” lehçesini terk etmeyenler vardır. Bölgeden giderek Osmanlı
Sarayı’nda yükselen Mehmet Paşa, kendi değerlerini koruduğu konuşmasında yerel
ağzını değiştirmediği için “Dil bilmez adem” derler.
Katırcıoğulları;15.ve 16.Yüzyıllarda Kemer civarında yaşayan ve bu bölgeye adlarını
veren Salur Türkmenlerinden Tımarlı sipahi ailesidir. Kemer oğulları sonra Katırcıoğulları
adını almışlardır. Ünlü bir Celaliyken devlet hizmetine girip Anadolu Beylerbeyliğine
kadar gelen Mehmet Paşa bu ailedendir.
“Hamit Eli’ndendir “ kaydını düşen Tarihçi Naima’nın “Sadrazam Fazıl Ahmet Paşanın
arkadaşıydı. Birlikte birçok savaşa katıldılar. Kandiye (Girit) kuşatmasın da şehit düştü
(1668) Bir silahşördü. Oynadığı ciridi, devlet adamları seyretmek için alana
koşarlardı”şeklin de anlattığı ve Padişah huzuruna kabulünden sonra söylediği “Saadetlü
Hünkarımın gara gara gözlerini gördüğüm gibi ödüm sıda yazdı” diyen Mehmet Paşa’nın
konuştuğu Burdur Türkmen şivesini anlamayan saray çevresi ve bazı tarihçiler “dil
bilmez bir ademdi “derler..
OSMANLI YÖNETİMİ
Osmanlı yönetiminde bölge “Hamid livası”dır.
İstanbul Topkapı arşivinde bulunan 1522 tarihli “Defter-i Mufassal-ı Liva-ı Hamid”
31
1391’den sonra Osmanlı hâkimiyetine giren Gölhisar, Anadolu Beylerbeyliğinin merkezi
olan Kütahya’ya bağlandı. I. Murat’ın Hamitoğulları’n dan 80.000 altın karşılığında
Akşehir, Beyşehir, Yalvaç, Karaağaç ve Isparta şehirlerini satın alması üzerine, beyliğin
tamamen ağırlığı Antalya’ya kaymış. Beyliğin Antalya şubesi ise 1423’de son bulmuştur.
Gölhisar Gölü ortasında bulunan ve ilçeye ismini de veren ve Şahkulu isyanı sonrası
yıkılan kale (hisar) Hamitoğulları döneminden kalmadır.
Kosova savaşına (1389) giden Sultan Murat’a Hamid Oğulları beyi Kemalettin Hüseyin,
oğlu Mustafa idaresinde yardımcı kuvvet gönderir. Hamitoğullarının son beyi
Kemaleddin Hüseyin Beyin oğlu Mustafa Bey, Osmanlı komutanı olarak görev almıştır.
Kemaleddin Hüseyin Bey 1391 yılında ölür.
Böylece bölgede Osmanlı Dönemi başlamıştır.
1402 Ankara savaşında Osmanlıların yenilmesi üzerine Anadolu’da beylikler yeniden
canlanmaya başlar. Hamit Ovası yöresi, 1402 yılında Timur tarafından Germiyanoğulları
Beyliğine bağlanır.
1429 yılına gelindiğinde ise Kütahya’da bulunan Germiyanoğlu Yakup Bey
Osmanlılardan korkarak 2.Murat’a bir vasiyetname ile Germiyan Beyliğini ve Hamit
Ovası yöresini kesin olarak Osmanlı İmparatorluğuna bağlar.
En Büyük İsyan
Osmanlı Devleti yönetiminde bölgede en büyük kalkışma 1511’de baş gösteren Şah kulu
isyanıdır. II. Beyazıt zamanında Şah kulu ayaklanması ortaya çıkar. Şah kulu Şehzade
Korkut’un Antalya’dan Manisa’ya giden hazinesini yağmalayarak Antalya, İstanos,
“Almalı”, Burdur ve Keçiborlu’yu basarak, buraların kadılarını ve birçok insanı öldürür.
Şah Kulu, Elmalı’yı ele geçirdikten sonra, Gölhisar’a ulaşır. Hisarı kuşatır ve ele geçirir.
Gölhisar kadısının elli bin akçesine el koyduktan sonra Hisarı yağmalarlar. Şah kulu
kendisine destek vermeyen, Gölhisar köylerini de yağmalatır. Gölhisar’dan sonra
Burdur’a yönelen Şah Kulu, burada bulunan Osmanlı birliğini yenilgiye uğratır. Şah kulu
sonunda İran’a sığınır ve böylece tehlike ortadan kalkar. Diğer yerleşim birimlerinde
olduğu gibi isyana katılan Gölhisar’a ait köyler Arnavutluk’a sürülür. Şah Kulu isyanı,
Gölhisar’ın merkezi özelliğini yitirmesine neden olur. Zamanla Gölhisar’ın idari ve
ekonomik olarak bağladığı, Karaağaç, Tefenni ve Ma??? (Yeşilova) birer birer ayrılırlar.
1579 tarihli bir fermanla “Gölhisar Karaağacı” bu günkü Acıpayam Ovası bölgenin idari
merkezi olur. Buranın yönetim yeri ise Yatağan’dır.
1867 de idari yeniliklerinde Darıveren’ in İlçe merkezi Tefenni’dir.
Osmanlı Devleti 1914’te 1.Dünya Savaşına katılınca bütün yurtta seferberlik ilân edilmiş
ve aynı yıl göller bölgesinde şiddetli bir deprem olmuş, önemli dini yapıları bu depremde
yıkılmıştır. Savaşın başlaması ve depremden sonra kolera salgını başlamıştır.
1.Dünya Savaşının yenilgi ile neticelenmesinden sonra İtalyanlar Antalya’ya asker
çıkarırlar.
Darıveren İşgale Uğramaz
Kurtuluş Savaşı sırasında İtalyan askeri Gölhisara yakın Pırnaz’ın “Gavur Döndü”
mevkiine kadar gelip geri dönerler. Darıveren tarafına geçmezler.
Yunan İşgali sırasında, Ege ve Marmara bölgelerinde işgal edilmeyen tek şehir
Denizli’dir.
32
Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi efendinin öncülüğünde 1919 yılında kurulan Kuvai- Milliye,
düşmanı Denizli’ye 20 kilometre mesafedeki Sarayköy Köprübaşı’nda durdurmuştur.
III. BÖLÜM:
MEHMET EMİN YARBAY'IN DOĞDUĞU ŞARTLAR
Mehmet Emin Yarbay'ın babası, 1881 doğumlu Hacılar sülalesinden namı-ı diğer
Sipahioğulları’ndan “ Bekir’dir. Doğumların nüfusa kayıtları, devletin ihtiyaçlarına
göre yapılma işi Anadolu’nun her yerinde olan bir gerçektir. İnsanların devlete işi
düştükçe nüfus kayıtları yapılmıştır. Nitekim Bekir oğlu Salih 04.06.1918 doğumlu,
Bekir kızı Zehra 01.07.1918 olarak doğumları kaydedilmiştir. Aralarında bir ay vardır.
Zamanın birinde Dalıverenli bir genç askerlik yoklamasına gider. Gence doğum
tarihini sorarlar. Gencin cevabı şu olur:
“Asmalılı Molla Ahmed ile doğdum. Tarihini bilmiyorum”
Bekir’in babası Salih’dir. Anası Fatma’dır. Bekir, cılız ve zayıf olduğu için “Hıra
Bekir” derler. Bekir’i sağlık nedeniyle askere de almazlar.
İLK HACI, HACI KAPLAN
Mehmet Emin Yarbay’ın, baba tarafından hatırlayabildiği en büyük dedesi Hacı
Kaplan’dır.
Köyden İlk hacca giden, kişi de Sipahi oğullarından Hacı Kaplan isimli zaatır.
Mehmet Emin anlatıyor;
“Dedemiz tutma asker imiş.Devlet maaş ödemediği için bu bölgenin aşarının
toplaması işini dedeme vermişler.Tutma
asker olduğu için Yemen’e kadar
gitmiş.Yemen’e gittiğinde oğlu ile Hac yaptığı için de bize Hacılar demişler.
Sipahioğlu Kaplan, 1750’li yıllarda deve katarları ile aylar süren yolculukla,
Yemen’e ve Hacca gider ve gelir.
O yüzdende bu aileye Hacılar denmektedir.
Hacı Kaplan’dan bu güne kalan tek hatıra Mehmet Emin Yarbay’ın evinin
samanlığında takılı olan samanlığının kapısıdır.
Mehmet Emin Yarbay’ın evinde ki bu kapı, ambar ve pekmez sızdırma taşının da
200 –250 yıllık olduğu ve “Sipahi” dedelerinden kaldığını söyleyenlerde var.
Hacı Kaplan’ın mezarı Aşağı obadan Yukarı obaya giderken eski mezarlıkta
yolun sağında, köy çayının yakınında bir yerde olduğu söylenmektedir.
HATÇA GELİN ve
HACI MISIRLILAR(DARICILAR)
Mehmet Emin’in annesi ise Hacı Mısırlılar sülalesinden nam-ı diğer Darıcılar
sülalesinden Hatice’dir.
Mehmet Emin’in anne tarafından büyük dedelerinden Mehmet isminde bir genç
askere gider. Mehmet, askerliğini Mısır’da yapar. Mehmet,Mısır dayken Hacca da
gider.
Aslında büyük kardeşi de vardır, Mehmet’in.
Ancak o dönemde aile, iki kardeşten hangisini tercih ederse onu askere
gönderirmiş. Adet, kural öyle. Büyüğü varken kendisini gönderen ailesine kızar,
küser.
33
Uzun bir zaman sonra Mehmet, çok güzel bir atla Darıveren’e, baba ocağına
çıkar gelir, Süleyman. Fakat ana, baba çoktan ölmüş, ağabey, kardeş kalmamış.
Yeğenler ve köylüde tanımazlar, tanıyamazlar.
Hacca gitmek her dönem için mühimdir. Özellikle o dönemde gitmek her baba
yiğidin harcı değildir. Darıverenden, çıkıp ulaşılamaz yolları, deryaları geçip Mısıra
gitmiş, oradan da Hac yapmak için Hicaza. Kolay iş mi?
Mısırdan askerden dönen Mehmet’in Sülalesine artık “Hacı Mısırlılar” denir
olmuş. Hacı Mısırlılar konusu (1951'de) kaleme aldığı Acıpayam isimli kitabın yazarı
Yüreğil Muallimi Karahöyüklü, Ali ehbi'den (Aykota) hocanın aktardığı biçim şöyledir:
Mısırlılar: 1199 (1783 )doğumlu Süleyman ağanın oğlu 1233 (1817)Mehmet
efendi Mısırda askerlik yaparak orduda gösterdiği fevkalade yararlılıktan dolayı
yüzbaşı rütbesi verilerek Zabit(Subay) olmuştur. Türk ordusunda 18 yıl vazife görmüş
ve kol ağalığına (yüzbaşı)kadar yüksedikten sonra tekaüt (emekli) olarak
memleketine dönmüştür. Askerliği müddetince Mısır'da oturmasından Mısırlı
unvanıyla anılan bu zatın oğlu 1268 (1852) Hacı Süleyman her yönden iyi ve faydalı
olmayı kendine prensip edinerek idealini işimle*** ve insanlara saygı ve sevgisiyle
ispat ettiğinden doğru sözlü bir şahsiyet olarak tanınmıştır. Oğlu Mehmet de oda
bakmakta ve misafirleri konuklamakta babasının yolunu tutmuştur"
1324(1908) yılında Yüreğil’de kurulan MaarifCemiyeti’nin
ilk azalarından olan Petentelli Hacı iBrahim ağa, arkadaşı Mısırlı oğlu Süleyman,
Dağlı oğluAli ağa ve Meclis Azası Süleyman bey ile Yardımoğlu Mustafa Efendi’den
oluşan bir komisyon tarafından mektep binası yapılmasına ve çocukların usul-ü
cedit(yeni usul ile)üzere okuyup yazmalarına ön ayak olan ve Darıveren’de
maarifin(Eğtim-öğreteimn)temelini atanlar kişiler arasında canı gönülden
çalışanlardan birisidir.
DARICILAR SÜLALESİNDEN SÜLÜMAN’IN HATÇA.
Asıl adı Hatice’dir. Ancak bölge insanı diğerlerini ünlediği gibi O’nu da “Hatça”
diye ünler. Hatça 1880 doğumludur.Hatça,15 yaşında Yukarı obaya gelin olur. İlk
eşinden üç çocuğu olur. Nuri1312(1896),İsmet (veya ismail )1314(1898) ve Dudu..İlk
eşi, askere gider ama gelmez. Nerede ve nasıl öldüğü de bilinmez. Sadece “Askerde
kaldı” diye haber geldiğini söylerler. Hatça gelin, kucağına alıp bağrına bastığı
çocuklarına sarılarak O’na ağıtlar yakar.
ÖŞÜRÇÜ MEHMET EMİN, HATÇA GELİNİ KAÇIRIR
Ancak, “Mültezimlik” yapan Hacı Mısırlıların Mehmet Emin göz koyar Hatça
Gelin’e.
Salih oğlu 1872 doğumlu Hacıların Mehmet Emin’in durumu iyidir. O; “öşürcülük”
yapar. Yani vergi tahsil eder. Devlet, adına topladığı öşürleri, Denizli’de biriktirir.
Satar. Devlete vereceğini verir, kalanı kendisinin olur.
Mehmet Emin aslında ilk evliliğini Yazır köyünden yapar.Yazırlı gelin zengin
ailenin kızı imiş.O yüzden almış, üç yıl evli kalmış.
Mehmet Emin, iyi ata biner, çevrede kabadayılık yaparmış.Sekiz yıl da muhtarlık
yapmış.
Fatıların Hatça gelini üç çocukla dul kalınca Mehmet Emin, ağa Hatça gelinin
34
penceresi önüne gelir,”Pencereyi aç konuşalım”diye baskı yaparmış.
Hatça gelin durumu kayınvalidesine bildirip, “Birlikte kalalım” demiş.
Kayın valide de “Benim koca adam, senin çocuklarının gürültüsünü çekemez”diye
tersler.
Kayınvalidesinden destek bulamayan Hatça, daha bir korumasız kalır.
Mehmet Emin Hatça gelini alıp kaçırır. Koparır Fatılar’ın evden. İsmetinden,
Nurisinden..Dudu kızdan, çocuklarından..
SALİH DEDE
İsterseniz burada biraz soluklananlım..
Mehmet Emin’nin yeni evinin büyüğü Mehmet Emin’n de dedesi olan Salih
dededir.
Salih dedenin 1850 doğumlu olduğu tahmin edilmektedir.
Vefat tarihi ise 1916’dır.
Salih dedenin eşinin ismi Fatma’dır.
Fatma hanım’dan Abdurrahman, Emin, Bekir, Ümmü, Zeynep ve Emine isimli
çocuklaı olur.
Oğlu Abdurrahman askerden hasta gelmiş ve 25 yaşında vefat etmiştir.
Kızı Ümmmü,Haydarların Hacı Mehmet Ali’nin anasıdır.
Kızı Emine, Aykarların Süleymanla evlenmiş, Şahsanenin annesi olup 70 yaşında
vefat etmiştir.
Diğer kızı Zeynep, Hıdırların gelini, Hıdırların Mustafa ve Mehmet’in annesidir.
Yeni kayın Peder Salih dede, gelini Hatça’ya “Sen de namlı bir atanın kızıydın
fakat, Allah bir gelinimizsin...Sen dile düğünler kuralım..Davul, zurna çalalım..” Çok
geçmez, Mehmet Emin’de ölür. Ondan hiç çocukları olmaz. Fatılarda kalan oğlu
İsmet büyür. İsmet’de askere gider, babası gibi O’da gelmez, gelemez. İsmet’de
yazılır “Şehit” defterine.
Honaz’dan kopup gelerek, ovayı saran, Darıveren’den geçerek kademe kademe
sırtları geçip Tepsilli’yi yalayan deli poyraz susar. Aslında Poyraz susmaz. Fakat
söylediklerini anlayan çıkmaz.
Bir gün hatça gelin, ovadan gelirken yolda bir çocuk cenazesini mezarlığa
götüren cemaatle karşılaşır.”Acaba kimin çocuğu öldü ki”diyekendi kendine iç
geçirip, söylenir.Aslında cepheye gönderdiğinin emaneti Dudu kız da vefat etmiştir.
Biraz sonra annesi Fatma Sipahioğullarının eve gelerek kızı Hatça’ya, Fatıların
evdeki kızın Dudu ölmüş, duydun mu ?”diye haber verir. O yıllarda kolera kol gezer.
Dudu kız da koleradan tükenir ve ölür.
Annesiyle bereber eski kayınvalidesine gitmeye karar verirler.Kayınvalidesinin
eve yaklaştıklarında, kayınvalidesi onları görüp kapıyı kilitleyip, evden ayrılır.
Evlat acısıyla sarsılan Hatça gelin çaresiz, Sipahiooğulları evine döner.
Hatça gelinin iki oğlu ve bir kızından sadece Nuri ile kalmıştır. Hatça Gelin’in
Fatıların Nuri diye bilenen büyük oğlu, dedesinin yanında büyür, sonra evlenir.
Gelin’in ilk kayın pederi ihtiyar Mehmet Emin Yarbay’ın dayısı oğlu Bankacı
Süleyman Darıcı’nın eşi Hava hanım, “Hatça nene’nin oğlu Fatıların Nuri evli idi. Bir
kızı vardı. Güzel, uzunboylu idi. Nuri, bahçesinde rakı çıkarır, satardı” diyor.
Köyün en yaşlısı (Abdurrahman Cengiz Peker) Ağa dayıya göre ise Ağa Dayı ise
“Nuri tütün kıyardı. Tütünü havanda kıyardı. Kendi kabadayı idi. Gürbüz... Heybetli bir
35
genç idi. Bir defasında güreş oldu. Aliverenliler, bizim pehlivanları yendi. Nuri aslında
güreşçi değil. Onu söylediler. Nuri çıktı. Aliverenlileri yendi.” diye Hatça Nene’nin
Fatılar’dan olan Nuri’sini anlatıyor. Hatça Nene’nin ilk eşinden olan oğlu Fatıların
Nuri, genç yaşta ölür.Kızı Şadiye, babası Nuri öldüğünde henüz beşiktedir.
DERİLEN OCAK
Salih dede, hastalığı sebebi ile namaz kılamazmış,Sabaha kadar Allah’a “Vekilim
sensin” diye zikir edermiş.
Hatça hanımın kayın pederi kendisini çok sever. O’da onu çok sayar. Soğuk kış
günleri gelin Hatça; erkenden kalkar, ocağını bile yakamayacak kadar yaşlı
kayınpederin ocağını yakar. Bir gün gider ki ocak “derilmiş”..Yani yanıyor.
Kayınpeder, yakamadığına göre...
Kim yakmış olmalı ki?
Aklına bin bir soru gelir. Bir daha ocak yakmaya kayınpederin odasına gitmez.
Kayın baba Salih dede, “Hayralo Hatça, artık ocağı çatmaya gelmiyorsun?” diye
ne olduğunu sorar. O’da “Geldiğimde ocağın derilmişti.. Ben korkuyorum. Artık
gelmem ocak çatmaya-yakmaya” der. Bunun üzerine yaşlı Salih dede.”Velie velvekil”
duasını okur.
“HACILARIN BEYGİR, KİŞNİYOR”
Mehmet Emin, “Kaysarlı (Yeşilovalı) çakallara kefil olduğunu. Kızılhisar’ın
öşürünü toplayan bu ailenin parayı yeiğini.. Bu yüzden bütün tarlalarının icrada
satıldığını ve Salih dedenin üzüntüsünden hastalanarak sürekli at kişnemesi gibi
ilginç sesler çıkardığını,öldüğü zaman kendisinin 4-5 yaşlarında olduğunu.. Cenaze
ile bugünkü öğrenci yurdu yanına kadar gitiğini”söyler.
Salih dede evde otururken, yoldan geçerken
çıkardığı ilginç sesi duyan
köylüler; “Hacıların beygir, kişniyor” diye dalga geçerler. Mehmet Emin’in dedesi
Salih,
sigaraya başlıyor. Bol bol tütün içiyor. Bu arada can sıkıntısından tik
oluşuyor..
Dede, sigarayı çok içer. Torun küçük Mehmet Emin, dedesinin sıgara içişini“D
ede yandı, dede söndü“diyerek izlermiş.
Salih dedenin komşusu Sarı mustafa, hiç çalışmaz.Bir kekliği vardır.Onu alıp
Kızılalan denen yerde keklik avcılığına gider.Tek yaptığı iş keklik avlamak..Sarı
mustafa’yı yaşına bakmadan sürekli oyuna kaldırırlar.O2da daha çok
“serender”oyununu oynar.Müziğin ritmine uyamasa bile delikanlı gibi zıplar.Eşi Bülbül
nene ise, başka bir yiyecek bulamadığı için çocuklarını sadece kabak aşı ile büyütür.
Salih dedenin komşuları, eşeklerini ekin tarlasının içine bırakırmış. Salih dede de
çocuklara, “eşekler akıllansın”diye dayak attırırmış.”Eşeklere vurun terbiye terbiyedir,
bir daha gelmesinler”dermiş.
Bir güğn bir kadın Salih dedeye bağırıp çağırarak tartaklar.Gelini Hatice, kocası
Emin’e”Babanı kurtar” demiş.Emin, éKadın odada benim ocağımı yakıyor.Bize himet
ediyor” diye sesini çıkarmamış.Salih dede bu olay dolayısıyla oğlu Emin’e öyle içten
bir beddua ederki, dev gibi yakışıklı güzel adam iki hafta içinde hiçbir şeyi yokken
ölmüş.
Hatice gelin, “Babasının bed duasını aldı .Öldü”dermiş.
36
Mehmet Emin, kendi evinin misafir odası kapısı için;”Mehmet Emin gocabubam
yaptırmış”der.
HATÇA GELİN, HIRI BEKİR’E YAR OLUR.
Hatça gelin ile Mehmet Emin, sekiz yıl evli kalır. Bu evlilikten çocukları olmaz ve
35 yaşında iken hatça gelinin Sipahi oğullarındaki ilk kocası, Mehmet Emin
beklenmedik bir şekilde ölür. Hiç çocukları yok. Fakat Hatça eğer, evden çıkarsa mal
başkasına gidecek. Hem gelinden olacak aile, hem maldan mülkten.Toprak
önemlidir. Aile karar verir. Hırı Bekir ne güne duruyor? Kayın pederi, ben seni çok
seviyorum. Gitme...Bekir ile evlendirelim, Bekir ile evlen” diye yalvarmış.
Hem kaynanası hem anasının adı Fatma’dır. Kayınpederi Salih ve babası
Süleyman ..
İki Fatma anlaşır. Hatça’yı ikna ederler ve Salih amca ile Süleyman amca kararı
onaylar. 28 yaşına gelen Hatca gelin, Bekir'e (1908)nikâhlanır. Çaresizlik içinde
eşinin kardeşiyle evlenir. Evet, Hatça gelin, Hırı Bekir’i hiç sevmemiştir ancak yine de
olsun. Hırı bekir’de kendinden yaşça büyük ve dul olan Hatça ile evliliğini
benimseyememiştir.Bu sebeble evlilikleri hep kavga, gürültü ile geçer.ancak bu
durum, yedi çocuk sahibi olmalarınada engel olmamıştır.
1912-1922 Yılları arasında çekilen sıkıntıları en yoğun yaşayanlardan biridir.
Hırı Bekir ise,1882’de doğmuş.Askere gitmiş.Selanik’de askerlik yaparken
hastalanarak memlekete tebdil-i havaya (hava değişikliğine) gelmiş, bir daha da
askere dönmemiş ve hayatı boyunca hastalık çekmiştir. Bu nedenledir ki Hatça gelin,
ömrü hastalıklarla boğuşarak geçtiği için köyde kalan ve muhtar olacak kocasına,
her alanda yardım edecektir. Çünkü Bekir ağa, zayıf, çelimsiz. Hatça gelin ona
bakarak pehlivan. Çok erkeklerin kaldıramadigi buğday çuvallarını sırtlar, gidececeği
yere götürür. Bekir ağanın kaldıramadığı buğday çuvallarını o ambara taşır. Artık
kendisinin kocası ve çocukları vardır. Muhtar karısı ve fiili muhtar olarak.
DOĞUMU VE ŞARTLARI
1909 da Hatça gelin-Bekir çiftinden Mehmet Emin, neredeyse 5 milyon
kilometrekareye ulaşan koca imparatorluğun ferdi, bir “Osmanlı çocuğu” olarak
doğar.
Mehmet Emin’in Çocukluk dönemi, peşpeşe savaşların olduğuçeteler yüzünden
büyük kargaşalıkların yaşandığı, kıtlığın, yokluğun, salgın hastalığın bel büktüğü
çalkantılı bir bir zaman diliminde geçmiştir.İttihat Terakki Partisi 1909 da kendi
hükümetine karşı darbe yapar. Padişahın etkisini azaltarak kendi hükümetini kurar.
Daha sonra oldu, bittiye getirilir az sayıdaki milletvekili kararı ile Padişah 2.
Abdülhamit, 24 Nisan 1909’da tahttan indirilir. Yani iktidardan alınarak kardeşi Reşat,
suya sabuna dokunmaması şartı ile iktidara getirilir.
Mehmet Emin Yarbay’ın resmi doğum tarihinden sadece üç ay önce 24 Nisan
1909’da “Hal Kararı “ ile yönetimden tümüyle uzaklaştırılan tecrübeli padişah Sultan
Abdülhamit, (1876-1909), Selanik’e gönderilmiştir.
Yeni hükümet, kendini toplayayım çabasında iken İtalyanlar, Traplusgarb’a
(Libya’ya) çıkarma yaparak işgale başlarlar.
37
(TRABLUSGARP SAVAŞI )
OSMANLI - TALYAN HARBİ.
İtalya, ültimatomun cevap tarihi olan 29 Eylül 1911’de, Osmanlı Devletine harp
ilân ettiğini açıklar. İtalyan donanması, 36 000 kişilik bir ordu ile çıkarma yapmak
üzere 1 Ekim 1911 tarihinde, Libya sahillerini abluka altına alır. Şehirlere fazla
giremez.
İtalya bunu telâfi etmek için, donanmayla Rodos, On iki Adalar ve Boğazları işgal
etmek ister. Bununla, Osmanlı Devletini tehdit ederek bölgeye yardım gönderilmesini
engellemeyi düşünür.. İtalya, Osmanlı donanmasının bölgeye hareket etmemesinden
faydalanarak, Rodos ve On iki Adayı, 1912 baharında işgal edebildi. İtalyan
donanması, 1912 yazında, Çanakkale Boğazını zorladıysa da, kuvvetli müdafaa
karşısında geri çekilmek zorunda kalır.
BALKAN HARBİ PATLAR
Trablusgarp Harbi devam ederken, 8 Ekim 1912’de Balkan Harbi çıkar.
İtalya’nın bütün başarısızlıklarına rağmen, Balkan Harbi çıkınca, Osmanlı Devleti,
cephe sayısını azaltmak ve Trablusgarp meselesini halletmek üzere, Londra’da İtalya
ile görüşmeleri başlatarak Osmanlı-İtalyan Antlaşması, 15 Ekim 1912 tarihinde,
Lozan’ın iskelesi olan Ouchy’de (Uşi) imzalanır.
Bu antlaşmaya göre;
Türkiye, Trablusgarp ve Bingazi’yi, İtalya da işgal ettiği adaları derhal
boşaltacaktır.
Balkan Savaşları
8 Ekim 1912’de Karadağ Prensliği, Osmanlı Devletine savaş açar. Onu 18
Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan, birkaç gün sonra da Yunanistan takip eder.
Osmanlı ordusu, hazırlıksız yakalanır harbe. Seferberliğini çok geç yapar. Terhis
edilip Anadolu’ya gönderilen 120 taburu, savaşın sonunda bile yeniden silah altına
alamaz.
Savaşı idare kabiliyetinden mahrum Nazım Paşanın hiçbir hazırlığı olmayan
orduyu, hemen Bulgarlara karşı taarruza geçirmesiyle hezimet başlar ve artık arkası
alınamaz.. Osmanlı orduları, Bulgarlara karşı bütün Trakya’yı bırakarak, Çatalca’ya
kadar çekilmek zorunda kaldığı gibi, Sırbistan’a karşi Kumova’da yenilir.
6 Kasim’da Preveze’yi alan Yunanlılar, Veliahd Konstantin idaresindeki büyük
kuvvetlerini Selanik üzerine gönderirler. Selanik’i savunmakla görevli jandarma
paşası Tahsin Paşa, tek silah atmadan, muazzam kolordusunu bütün silahlari ile
beraber Yunanlılara teslim eder. Bütün Kuzey Arnavutluk da Sirp-Karadaglilar
tarafindan işgal edilir. Selanik’in düşmesinden 8 gün önce, artik “Hakan-ı sabık” diye
anılan Sultan İkinci Abdülhamid Han, İstanbul’a getirilmiştir.
Selanik’i ele geçiren Yunanlılar, daha sonra Ege adalarından Bozcaada, Limni,
Somatraki ve Taşoz adalarını işgal ederler. 22 Ekim 1912 tarihinden beri Şükrü Paşa
38
kumandasında Edirne’yi müdafaa eden Osmanlı birlikleri, İstanbul ile bağlantı kesik
olduğu için silah, mühimmat noksanlığı ve açlık gibi sebeplerle teslim olmak zorunda
kalırlar. Üst üste gelen mağlubiyetler üzerine Osmanlı Devleti, ateşkes ister. 3 Aralık
1912’de imza edilen ateşkes antlaşması (mütareke) ile silahlı çatışma durmuş olur..
Felaketlerin birini kovalaması ve memnuniyetsizliklerin artması İtiyatçıları
harekete geçirir. İttihatçılar kendi hükümetlerine karşı darbe yaparlar.
10 Ocak 1913 de düzenlenen “Babıali baskını” sırasında Başbakan Kamil
Paşa’nın beynine Kurmay Binbaşı Enver Beyin (Paşa)tabancayı dayar Kamil Paşa,
tabanca tehdidi altında sükunetle ve eli titremeden Başbakanlıktan istifasını yazarak
hükümetten çekilir. Balkan devletleri ile Osmanlı Devleti arasında antlaşma, 30 Mayıs
1913’te Londra’da imzalanır. Bu barış antlaşması ile Osmanlı Devleti, Ege adalarının
durumunun tayinini ve Arnavutluk’un sınırlarının çizilmesi işini büyük devletlere
bırakır. Girit’i hukuken Yunanistan’a terk etmekte ve Midye-Enez hattının batısında
kalan toprakları da Balkan devletlerine vermektedir.Bu antlaşma ile kendisini
kahramanca savunmasına rağmen yiyecek sıkıntısından düşman eline geçen Edirne,
Osmanlıya başkentlik eden “Sultan şehir”de Bulgaristan’a veriliyordu.. Böylece
Rusya’nın desteğindeki Bulgaristan, Kavala ve Dedeağaç arasındaki toprakları da
alarak Ege Denizine ulaşıyordu. Yüz binlerce Türk, bütün varlıklarını bırakarak, eriye
eriye, İstanbul’a erişerek ve Anadolu’ya dağılırlar. Daha sonra Darıverenden,
İşkodra, Yanya savunmalarında dövüşüp de dönen de olur. İbrahim Akyürek’in
babası onlardan biridir.
İKİNCİ BALKAN SAVAŞI
Ganimetin paylaşılmasında anlaşamayan Balkan devletleri, birbirine
düşerler.Sırbistan-Yunan birlikteliğine bozulan Bulgaristan, bu iki devlete tam
hazırlıklarını yapmadan önce 29-30 Haziran 1913’te saldırır. Ancak Bulgar ordusu,
Yunanlılar ve Sırplar tarafından Makedonya’dan çıkarılır.. Bu sırada Bulgaristan’dan
pay almak isteyen Romenler de savaşa girerler.Ve kisa zamanda Bulgar
Dobruca’sını ele geçirirler.Bulgar orduları, birkaç cephede savaşmak zorunda kaldığı
için yenilmeye başlar. Osmanlı Devleti de bu fırsatı kaçırmaz ve bütün özellikleri ile
bir Türk şehri olan Edirne’yi geri alır. Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında 29
Eylül 1913 tarihinde, imzalanan İstanbul Antlaşması ile Bulgaristan; Kırklareli,
Dimetoka ve Edirne’yi, Osmanlı Devletine geri verir. Osmanlı Devleti ile Yunanistan
arasında imzalanan 14 Kasım 1913 tarihli, Atina Antlaşması ile, Girit, kesin olarak
Yunanistan’a bırakılır.. Ege adalarının ne olacağı da büyük devletlerce
kararlaştırılacaktıır. Büyük devletler ancak 1914 Şubatında Londra’da bu adalardan
İmroz, Bozcaada ve Meis bir yana, diğerlerinin Yunanistan’a ve İtalya işgalinde
olanları da İtalya’ya kalmasına karar verirler.
Mehmet Emin daha dokuz yaşında iken Sultan Abdülhamit’in vefat ettiği 10 Şubat
1918’de ise Jön Türklere devrettiği, yüzölçümü neredeyse 5 milyon kilometrekareye
ulaşan koca imparatorluk kayıplara karışmış, . “Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın
ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf,
İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini
göstermektedir:
“Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i
anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların
39
hıyanetine uğradık!”
HIRI BEKİR, MUHTAR
1912-1922 Yılları arası. Köyden askere gidenler içinde dönenler vardır.Ancak
çoğu dönmezler. Ve savaşlar yüzünden köyde erkek kalmaz. Kalanlarda ya hasta, ya
muaf ya da kaçaktır. Kaçaklar "çete" olurlar, milletin başına. Jandarma onları
kovalar.. Onlar jandarmayı gözler. Köyde muhtarlık yapacak kimse kalmayınca,
muhtarlığı Hırı Bekir'e verirler. Aslında mühür Bekir’de, muhtarlık Hatça gelindedir.
Bu “Muhtarlık” işi Salih Yarbay’ın ifadesiyle” tam 21-22 yıl” sürer.
Hatça nine, akşam sabah köye gelen çetelere, askerlere ve misafirlere yemek
hazırlar. Her gün asayiş ve kaçak peşindeki jandarma.. Jandarma gider, çeteler
basar köyü.
O günlerde küçük olan Mehmet Emin, gün olur, harman dövülür.”Goca buba”
olur.
İşte bu dönemde, ilerlemiş yaşlarında torunu Yasin’e, geçirdikleri zorlu günleri
anlatırken;” Çok küçüktüm. Çok kötü dönemdi o dönem. Herkes seferberlik için
çağrıldı Köy de erkek yok..Babam. Muhtar. İki “Deştiman”ı- bekçisi - var ikisi de
hanım. Dağdaki eşkıya köye indi. Altınları istiyorlar. Anam kaçıyor. Kaçarken altınları
bana verdi. Anam kendisi böğürtlen çalılıkları arasına saklandı. Ben altınları
harmandaki mısır çeçine sakladım. Eşkıya gidince ben gidip anama haber verdim.
Fakat anamın saklandığı çalılıklar içinde biraz ilerde köpekler; leş yiyor, anam onları
görmüyor, köpeklerin çıkardığı sesleri eşkıyanın ayak sesleri zannediyor. Çok
korkuyor...Çeteler, köyün varlıklılarından zorla para, yiyecek ne bulursa alıyorlardı”
diyerek yaşanan sıkıntıları anlatacaktır.
Hem jandarmayı doyuracak, hem çeteleri doyuracaksın. Ev halkı, çoluk çocuk bir
tarafa tavukları, yumurtaları onlar için hazırlayacaksın. Ekmek, aş temin
edeceksin..Gel de yapma.Tüm bunlara yeter, tek başına Hatca Nine.. Birde kıtlık
belası, çık çıkabilirsen işin içinden.
İKİ BEKÇİ, İKİSİ DE AYŞE
Hacı Mehmet Emin Yarbay’ın son dönemlerinde de anlattığı gibi, babası muhtar
Hırı Bekir’in iki bekçisi vardır. İkisi de bayandır. Çünkü Köyde erkek yoktur. Var
olanda kendine yetmez insanlar. O yüzden bekçiler bayan. İlginçtir iki bekçinin ikisinin
de adı Ayşe’dir.
Birisi “Çoban ağşası”, diğeri Çiloğlan’ın karısı sade “Ağşa”.. Ancak kocası
çobanlık yaptığı için birisine “çoban” sıfatı takılarak bekçiler bir birinden ayrılabiliyor.
Kime ne dendiği fark ediliyor.
Köyün en yaşlısı (Abdurrahman Cengiz Peker) Ağa dayı,” Eli silah tutan askere
gitti. Kimse yok ki?..O gün için azada yok gari,... Bekçilerde hanımlardan oldu. Çünkü
köyde erkek yok bekçi olacak..” diyor ve ekiliyor, “Bekçisinin biri de “Ümmü aba” idi.
SU SU DİYE ÖLDÜ
İleriki tarihlerde Çoban Ayşe’nin kocası Abdullah hasat zamanı harmanda ölür.
40
Bu ölümle ilgili Darveren’de şu hikaye anlatılıyor:
Bekçi Çoban Ağşası’nın kocası Abdullah, Koçbaşı Harman Yeri’nde çeci var.
Susamış. Su en yakın Dalaman Çayı’nda. Ancak çeçi çalarlar diye Abdullah suya
gitmemiş. Suya giderde, ben gidince birisi çeçi çalarsa; ‘Hanımım, Çoban Ağşa’ya
hesap veremem, korku ve endişesiyle su içmeye gitmez. Su su diye çağırarak ölür.
HOCA, İTALYAYA KAÇACAK, HIRI BEKİR: OLMAZ HOCA
Müderris Mustağfendi, diye bilenen Mustafa Hoca, medrese eğitimi almış. Ders
veren hocalara verilen “müderris” sıfatına sahip. Köyün en yaşlısı (Abdurrahman
Cengiz Peker) Ağa Dayı, Müderris Mustafa Hoca efendi için,” Kuva-ı Milliye’de
köyün imamı idi. Çok bilgili, çok takva adımdı. Yatakları vs sarındı. Buradan kaçıp
gedecekti. Muhtar vardı. Mani oldu. Sen gidip, ben gidip, kimse kalmadıktan sonra
olmaz dedi. Hoca İtalya’ya kaçacaktı. İtalya gayri, bura bizim diyor ya.. Amma
Hoca’nın emsali yok. Çok takva adam. O kadar dürüst. O kadar şey...Çok bilgili. Çok
tahsil görmüş. Çok müderris (öğretici) adam idi. Katiyen yalan söylemezdi. 17-18
Yaşlarında idim. Çiftim iki idi. Dodurga’ya demir düzlemeye gittim. Akşam oluverdi.
Gelmemize imkân yok. Çünkü Çaydan geçilmiyor. Üç bölük yer var. O üç bölük
yerden geçip gittim. O sırada Hoca’da denk geliverdi. Şimdi gidemezsin. Haydi
gidelim. Bende oraya misafir geldim. Gece, Hacı Mehmet Ağanın orda misafir kalalım
dedi. Beni de alıp gitti, oraya. Dodurgalı Hacı Mehmet Ağanın odada gece misafir
kaldık. Akşam dama çıkıp ezan okudu. İmam oldu namaz kıldırdı. Birlikte gidip yatsı
namazı kıldık. Ben yorganı başıma çektim. Uyur gibi yaptım. O gece hiç uyumadan
Hoca kalktı. Kırmızı bir tesbih. 500 adet, belki daha fazla. Yorganın altından baktım,
onunla uğraşıp duruyor. Hiç uyumadı. Hacı Mehmet Ağa geldi. Hoca, kalk bakalım
diye seslendi. Hoca kalktı, abdest aldı. Bende kalkıp abdest aldım. Sabah namazı
için camiye gittik. Hoca yine ezan okudu. Ammedeki, kıyamet günü bütün mahşer
oraya toplanacak bölümü var. Hacı Mehmet Ağa, Hoca’dan sabah namazı o sureyi
okumasını istedi. ..Çok iyi adamdı.Hem Hacı Mehmet Ağa, hem Mustafa Efendi
coook iyi adamdı.Yani yalan söylemez imkanı yok..Ve birlikte Darıveren’e geldik.
Hocadan anladık gari. Biz İtalyanlara bağlıyız dedi. Buralar İtalyanın payına
düştüğü için Yunan gelemedi. Buralar İtalya’ya bağlı olduğu için buraların insanı
İtalya’ya kolay gidebiliyordu. Onun için hoca, Mustafa Efendi, ondan hazırlandı.
İtalya’ya geçmek istedi. . Kaçacağım dedi. Hazırlandı, gitmeye, amma o zaman
Muhtar olan Hırı Bekir, olmaz Hoca. Köy muhtarsız olmaz, imamsız olmaz. Giden
gitsin. Biz gitmeyelim..dedi. Evet, muhtar mani oldu. Bunu iyi biliyorum. Kulağımla
duydum. Gözümle gördüm” diyor.
DARIVEREN’DE HASTA OLMAYA NE VAR? ORADA ÇITLIK VAR
Mehmet Emin’in çocukluğunda yukarda anlattığımız gibi, Balkanlar karışıktır.
Arkasından İtalyanlar Traslupgarb’a asker çıkarıp, işgale kalkarlar. Sonra Balkan
harbi..Ve yenilgiler..
Bu arada bölgeyi sarsan deprem olur. Arkasından kolera salgını gelir. Ve
Çanakkale, Yemen, Filistin, Irak her biri bir taraftan sarılır.
Eli silah tutanlar, alınır askere, eşinden, aşından, anasından yarından koparılır
taze fidanlar. Kimi Yemene, kimi adını sanın bilmedikleri, duymadıkları Galiçya’ya,
41
kimi Çanakkale’ye, gitmek üzere yola çıkıp, kırılırlar. Kimi Kafkaslara ve daha ötelere,
Orta Asya fatihliğine soyunmaların ihtirasına, cehaletlerine kurban giderek 22 Aralık
1914-05 Ocak 1915’de AllahüEkber dağlarında, düşman yüzü görmeden soğuktan
kırılır.
Tarla vardır, sürecek adam bulunmaz. Kadınlar güç yetiremez. Çifte koşacak
öküz bulunmaz. Eşek koşarlar. Oda olmadı sabanı kadınlar kendileri çeker. Üretim
düştükçe düşer. Zengin evleri bile talan olur. Açlık diz boyu. Normal zamanlarda bile
zenginler buğday, orta halliler arpa-çavdar karışımı, fakirler çavdar ekmeği yerler.
Fakat saydığımız sebeplerden bunlara çoktan veda edilmiştir. Yinede bölgede
Darıveren'in durumu iyidir. İyidir.. Çünkü "Darıveren’de hasta olmaya ne var. Orada
çıtlık var" diye söylenir.
Durum o kadar kötüdür. İnsanlar gidip çıtlık, toplayıp yiyecekler, o bile yok. Oysa
çıtlık, suyu en az isteyen, kıraç yerlerde yetişen bir bitki, ottur. O bile bulunmaz Hamit
Ovası’nın çoğu yerinde. Bu anlamda Darıverenliler şanslı sayılır.
"O, DELİ YANAŞMAYIN"
Darıveren’de ***güzel bir kız ya da gelin vardır. Bereket versin ki köyün coğrafi
konumu gereği Darıveren işgale uğramaz. Yunan Sarayköy’e gelir. Ancak Denizli
tarafına geçmez. Yaşayan tarih,1326 doğumlu şu an 99 yaşındaki (Abdurrahman
Cengiz Peker) Ağa Dayı, “Yunan gelemedi. İtalyanlar mani oldu, Yunan Menderes’e
gelince. Bu taraf benim diye baskı yaptı. Yunan Menderes köprüsünden bu yana
geçemedi. Sarayköy’de durdu.” diyerek bölgenin Yunan işgalini görememesinin
nedenini İtalyanlara bağlıyor.
İtalyanlarda Çameli yaylalarını aşmaz. Gölhisar taraflarından da “gavur döndü”
denen yerden gerisin geri aşar, giderler.
Dolayısıyla Darıveren dahil Hamit Ovası yöresi düşman işgali görmez.
Yoksul olan halkın hayvanları “etlik” denilerek götürülür, öküzleri de askeri
araçları çekmek için toplanır. Kadınlar da kimi zaman eğer düşman görürse tiksinsin
diye yüzlerine kazanların altındaki yağlı islerden sürmüşler, sırtlarına da yastık
bağlayıp kambur ihtiyar görüntüsü vermeye çalışmışlardır…
Düşman yüzü görmeyen Darıveren ve bölgede yaşayanlar kimi zaman jandarma,
kimi zaman efe diye yola çıkan çetelerin zulmüne uğrarlar. Hırı Bekir çok zeki ve
tedbirlidir. Bir gün jandarmalar gelir. Muhtar, Jandarma ile muhabbet ederken
yakınlarda bir gelin, iş yapmaktadır. Çalışır gariban bir şeyden habersiz. Köyde erkek
mi kaldı ki, o gitsin evinin işine baksın? Onunda eri, kardeşi, ağabeysi, babası, yani
eli silah tutan koşmuştur cepheye.Ya da götürülmüştür. Vatan’ın namusunu, Sırp’tan,
Bulgar’dan, Yunan’dan, İtalyan’dan, Fransız’dan, İngiliz’den korumak için
Arnavutluklara, Makedonyalara, Çanakkalelere, Kafkaslara, Kenan diyarına ve
Yemen çöllerine giden Mehmetçiğin köyde ana, bacı ve yavuklusunun namusunu
koruyacak kimse kalmaz.
Çanakkale’de can veren Mehmet’in yavuklusuna göz koyarlar. Oynaklardan
Hüseyin Çavuş’un oğlu Mehmet de asker o zaman. Jandarma, güzelliği dillere destan
Hüseyin Çavuş’un oğlu asker Mehmet’in hanımı Şerife’yi gözetler, o değilden. Sonra
meramını ima ile anlatmak ister. Muhtar anlamazlığa getirir. "Muhtar! Bu kim? Kız
güzel" der. Hemen jandarmanın niyetini anlar. Muhtar Hırı Bekir;
" Sakın ha..Aman yanaşma. Çünkü o, delidir. Köyün delisi. Alim Allah, adamı
42
rezil eder. Elinden seni ben bile kurtaramam, delidir, ne yapsa yeridir" der.
Rezalet çıkmasından çekinen jandarma, vazgeçer kafasında kurduğu
hülyalardan. Böylece, Bekir ağa, kurtarır köyün güzelini, asker Mehmet’in hanımı
Şerife’yi bir başka askerin, jandarmanın elinden..
Ağa Dayı’nın Hırı Bekir’in o günlerdeki tutumu ile ilgili hatırladıkları şöyle:
“Hırı Bekir Ağa, Muhtar. Jandarma gelince, dışarı çıkmaz. Ben hastayım diye
gitmezdi. Hasta olmasa bile öyle derdi.” Böylece jandarmayı başından savar, kimi
dengeleri korurdu.
ÇETELER AH ÇETELER
Mehmet Emin Yarbay'ın oturduğu evin karşı tarafı eskiden beri Hacıların
odasıdır. Odaya gelen sorulmaz. Kim gelmiş ise, karnı doyurulur, hayvanına bakılır,
yemlenip, sulanır. İstirahat imkânı tanınır.
Mehmet Emin Yarbay'ın yeni yetişip geldiği ve Bekir Ağanın muhtarlığı
döneminde odaya hiç eksik olmayan misafirlerden gelenler olur. Misafirler, kendi
aralarında tartışırlar, içlerinden birini işkence ile öldürüp, atarlar. Meğer gelenler çete
imiş, kendi aralarında ki anlaşmazlığı bu şekilde sonuçlandırırlar.
Bu gün bile yaşayanlar; "Köy çayı, selden taşmıştır. Sel ne bulursa getirir.
Dağdan taştan odun, kaya ne varsa sürükler. Odun almaya çay yatağına indik ki
insan cesedi.
Çeteler, adamı öldürmüşler, dağa atmışlar. Yağmurdan sonra sel getirmiş. Sel
çekildikten sonra, odun vs. toplamaya gittiğimizde gözümüzle gördük" diyerek
ekliyorlar.
O nedenledir ki tam bir asır sonra bile o kara günleri hatırlayacak olan Mehmet
Emin Yarbay;
“İti, uğursuzu.. Eşkıya oldu. Millete eşkıya musallat oldu..Efe’lik taslayarak halka
eziyet ettiler” diyecektir.
GİT, DAĞDA BUL
Bir başka zaman Hatça ana oduna gider. Hırı Bekir “Zehra’yı da götür” der. Fakat
Hatça ana, ormanda çocuk küçük, onun için zor olur diye Zehra’yı komşuya bırakır.
Kadın odundan gelir. Daha yükler indirilmeden Hırı Bekir, tüfekle Hatça anaya
saldırır. Ben sana Zehra’yı götür demedim mi? Hiçbir şeyden haberi olmayan, Hatça
ana zanneder ki Bekir’in kızı bıraktığından haberi var, komşuya emanet edilen
çocuk, babasının yanına daha erken gelmiş. Hatça ana bahçeye kaçıp saklanarak
Hırı Bekir’den ve silahından kurtulur.
Köke Köylü Abdullah, askerden kaçıp çeteciliğe soyunur. Bir tane kadını
kaçırır.Alıp Darıveren’e gelir. Hatça Nine’ye sözde teslim eder. Kendisi, gizlenmek
için dağlara gider. Köke Köylü Abdullah, dağdan dönüp geldiğinde Hatça Nen,
haşhaştan yağ çıkarıp, kavururyordur. „Getirdiği karıyı sorar. Bana ver’ diye diretir.
Hatça Ana bu.. Kökeli Abdullah’n zorla kaçırdığı kadını kendisine vermez. „O dağlara
kaçtı. Burada yok. Git dağlarda bul“ der.
BİTTEN JANDARMA ÖLÜR
43
Konu jandarmadan, çetelerden açılmışken.. “Hacıların oda”ya kimler gelip gitmez
ki? Seferberlik zamanı. Aynı odada, jandarma ölür. Bu defa işkenceden değildir ölüm
sebebi. Bitler Jandarmanın kanını emer. O dönemde nerde su, nerde sabun?
Jandarmaya bit düşmüştür. Bir taraftan bit, bir taraftan hastalık onu zebun düşürür,
bitirir. Ve hayatla son vedası, Hacıların odada gerçekleşir. Jandarmayı defin için
soyduklarında tüm elbisesi vücudu bitle kaplıdır.
Kim bilir kimin kuzusu, vatanı nere idi? Yıkarlar, kefen diye bulduklarına sarıp,
Darıveren mezarlığına defnederler, misafir jandarmayı. Kendi evlatları kim bilir nerde
kalmış ***olan Darıveren’in misafiri olur, bitten ölen jandarma..
TAVUK GETİRİN!
Hırı Bekir, ya hastalığından veya başka sebeplerden ister gece ister gündüz
olsun tavuk kestirip onu tek başına yerdi.
Çocuklara mı? Hayır, gelenekler gereği babalarının sofrasına oturmaları,
yanaşmaları mümkün değildi. Çocuklar babalarından sonra kalan olursa onu yerlerdi.
Hatta oturulan evin odasındaki çul“ (kilim) vardır. Çocukların değil et yiyen Hırı
Bekir’in sofrasına yanaşması, kilime oturmaları mümkün değil. Sanki kilim değil,
mübarek demirperde sınırı.
Evin , tarlanın bütün iş yükü Hatça anadadır. Harmanı o kaldırır, ekini o biçer,
biçtirir. Hırı Bekir, sadece evde oturur. Mehmet Emin yeni yetişip geliyor. Oda davar,
sığır işlerine bakıyor.
Hırı Bekir, ömrünün sonuna doğru oğlu Mehmet Emin’e “Şu oğlağı kes yiyelim”
der.. Mehmet Emin, annesinin de baskısıyla babasının isteğini yerine getirmez. Kısa
bir müddet sonra babası vefat edince bütün hayatı boyunca o isteği neden yerine
getirmedim diye hayıflanıp durur.
Hırı Bekir, çok serttir. Evin önüne oturur. Şayet evin çevresindeki tarlalardaki
ekinlere komşuların malları, hayvanları girerse, hizmetkârlarını çağırarak, “
Hayvanları çok dövün, gönderin ki bir daha gelmesinler. Hayvanların sahipleri de
mallarına iyi baksın” derdi.
DARIVEREN ZENGİN, ORAYA GİDİN
Salih Yarbay, babasının muhtarlığını, anasının durumunu şöyle anlatıyor:
“Annem çok kıymetli di. Annem, misafiri çok severdi. Çok misafirimiz olurdu.
Acıpayam’dan, Köke köyünden çok misafir gelirdi. Dedesi fakir idi. Memura
bakamıyordu. Darıveren zengindi. Kaymakam hep buraya gelirdi. Bir paraya ihtiyaç
olsa, Darıveren’e gidin derlerdi.”
MÜHRÜ VERMEM
Hırı Bekir’den sonra Muhtarlık Mollaların Hacı Süleyman’a geçer. Fakat Hacı
Süleyman muhtarlıktan düşünce, mührü vermez. Ondan ne etseler mühürleri
alamazlar. Ağa dayı, “5-6 arkadaş karar etmişler. Yıkıverdiler, Süleyman dayıyı
çeşmenin çımık yerine.. Ben bakıyorum. Yıktılar, Hacı Süleyman’dan mühürleri
aldılar, zorla..” diyerek bu olayın canlı şahidi olarak anlatır.
44
TİLKİ, PAZARA İNMEZ
Şemsettin Sami, "Kamus-u Türki" adlı eserinde Zeybekliği hafif silahlı ve
güvenliği sağlamakla görevli eski bir sınıf asker olarak tanımlar.
Bölgedeki Efelerden birde Tilki lakaplı olanıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Efelik yapan Tilki, aslında Yazır köyündendir. Fakat
Darıveren’e de mesken tutar. Hatta birde dost.. Darıveren civarında barınır. Gölhisar
Acıpayam arasında Kumkısık denen bölge, İbni Batuta’dan beri 1940’lara kadar hep
eşkıya yatağı olmuştur.Tilki’de o bölgelerde barınır.
Bölge tarihin her döneminde sığınma ve korunma vazifesini yerine getirmiştir.
Bulundukları yerlerde sıkıntı yaşayan, salgın hastalıktan kaçan, askerden kaçan veya
eşkıyalık (efelik) nedeniyle merkezi otoritenin takibinden kurtulabilmek için gelenler
hep bu bölgelere gelmişlerdir. Tepsili dağlarına, Batı Toroslara sığınmışlardır.
Bu nedenle Aydın'dan gelip, bu yörede efelik yapan insanlar takipten
kurtulabilmek için bölgede kalmışlar, geri gitmeyip kaldıkları için de yöre halkı
tarafından kalanlar anlamında ''Kalaklar'' adı verilmiştir. Çameli’ndeki Kalaklar, eski
efelerin devamıdırlar.
Tilki hapsaneye giriyor. Amcası oğlu, hanımına tecavüz ediyor. Tilki hapisten
çıkınca, Karahöyük pazarında tecavüzcü amcası oğlu ile karşılaşıyorlar. Amcası oğlu
bakıyor, Tilki ciddi ve işin ucunda ölüm var. Tilki’ye hiç değilse iki rekat namaz kılayım
diyor. Fakat namaz uzadıkça uzuyor, bitmiyor bir türlü. Tilki’nin sabrı tükeniyor. Tilki,
“Namazı bitirsen de öleceksin bitirmesen de “ diyor. Adamı vurup öldürüyor. Ver elini
dağlar. Böylece Tilki Efe oluyor.
...
Tilki, Darıveren’e de gelir. 5-10 kişi ile arkadaş olur. Güvendiklerine parasını
bırakır. Tilki iyice ünlendiği için onun adına para toplamaya kalkanlar olur. Tilki’ye
“Falanca senin için para topluyor” derler. Kendisi adına para topladı dedikleri Çoban
Ramazan Bağlan’ı yakalar. Diğer çobanlarda suçu hep onun üstüne atar. “Benim
namıma neden para topluyorsun” diye döve döve öldürür.
Ağa Dayı Diyor ki; “Tilki, Darıveren’e geldiği zaman Hacı Yüncü’de kalır. Hacı
Yüncü samimi arkadaşı. Bir seferinde yukarı kahveye gittim. Akşam karanlık.
Öğretmenler için yapılan evlerin, Ahmet Çapacı’nın evin yanında karşılaştık. Ancak o
beni bilemedi. Ben onu bilmedim. Geçtik gittik.
İresil (resül’ün) kızı Garağşa’nın evde çok eğlendi. Garağşa garısı idi, gari” diyor.
Tilki, Darıveren’de “Garaaşa” ile karı koca gibi yaşarlar.
Manavlık yapan Davut Hırtıç, Finike’de bir jandarma askerine denk gelir. Olaya
şahit olan ve işin içinde bulunan Jandarma askerinin Darıveren’li Davut Hırtış’a
anlatımına göre Tilki’nin yakalanışı şöyledir:
“Zenginleri basıp altın, gümüşünü alan, zenginden aldığını fakire veren, zenginin
korkulu rüyası Tilki, artık iyice yaşlanmıştır. Onu hasta yatarken bir mağarada
kıstırırlar. Tilki’ye “ kurtuluşun kalmadı, teslim ol” diyorlar. Gerçekten Tilki’nin artık
kaçabileceği bir delik yoktur. Tilki kafayı uzatıyor, mağaradan. Efe selamı ver
diyorlar. Tilki efe selamına durur. Hacıoğlu Ramazan Kayman Tilki’nin teyzesi oğlu ve
Tilkinin ekibinde. Tilki, teyze oğlundan çok korkar. Bunu ifade içinde, “Bir Allah’tan, bir
de teyze oğlundan korkarım der. Tilki yakalandıktan sonra Ramazan Kayman’ı
“Tilki’ye yataklık etmekten “ jandarma döver. O sebeple bir daha düzelemez ve 60
45
yaşlarında 1964’de ölür.
Ramazan’ın oğlu Gümüş köylü Hasan Kayman, Acıpayam bölgesinden 1961 de
Avrupa’ya ilk giden işçidir.
EFE MURAT
Fatıların Hacı Murat (Fatı oğlu Murat) da Çanakkale’ye gider. Ancak, askerden
kaçarak gelip eşkıya olur dağa çıkar. Sonra gelip Darıveren’de ölür. Komşusu
Nazların Halil’in babasını kesip, parasını alır. Dağa çıkar. Ceza görmez Ağa
Dayı,”Cezayı nerden görecek? Buradan Tefenni’ye kaçsan gitsen arayan yok soran
yok, hükümet yok.” diyor.
“Kınıkyerli.. ile 1973’de hacca gittik. Arkadaşım seferberlikte çocukken çobanlık
yaptığı sırada şahit olduğu bir olayı bize şöyle anlatmıştı” diyen Darıverenli Hacı
Hüseyin Çapacı Efe Muratla ilgili duyduklarını şöyle anlatıyor:
“Dedbağlı Efe, Darıverenli Efe Murat ve başka bir efe ile gelerek, arkadaşım olan
bir çocuk çobana “Seç bakalım, şuradan bir erkeç’ diyor. Ve kendileri gözlerine
kestirdikleri erkeci alıyorlar. Çocuk, “O bizim ve başka da yok” diye direnerek vermek
istemiyor. Dedbağlı Efe çocuğu dövüyor. Darıverenli Efe Murat ile Gölhisar
yakınındaki Çakmak Yaylası’na gidiyorlar. Yarım saat sonra Jandarma yüzbaşısı ekip
olarak geliyor. Elinden zorla erkeci alınan çoban çocuğa, “Efeler geldi mi ?” diye
soruyor. Çocuk, “Evet geldiler. Bizim erkeci alıp götürdüler” diyor.
Yüzbaşı atının terkisine çocuğu alarak, Çakmak Yaylasına , efelerin peşinden
gidiyorlar. Askerler efeleri çeviriyorlar. Darıverenli Efe Murat banyo yapıyor, diğerleri
kaçıyor ama Murat kaçamıyor. Askerler, Murat’ı vuruyorlar. Kafasını kesiyorlar.
Çoban çocuğu Kınıkyeri’ne davarlarının başına getirip, Murat’ın kesik kafası ile
gidiyorlar.
ELLİK GAVURU
Ellik gavuru eskiden Ege’de yerleşik Rumlara verilen addır. Yöre halkının “ellik
gavuru” dediği Osmanlı tebaasından gayr-ı Müslimler vardı.
Sivas gibi Orta Anadolu şehrinde, Maraş’ta halk, yerli Ermenilere “Ellik Gavuru”
dediği gibi Ege’de Eğret köyü Ulucamiyi yapan ustaya dendiği gibi Afyon’da da
Rumlardan ziyade orada yaşayan Ermenilere “Ellik gavuru” deniyor.
Eskiden, Osmanlı döneminde Müslümanlar "hakim millet" kabul ediliyor, Gayrı
Müslimlere gavur deniyordu.
Ege'de Rumlar; Yunan işgal birliklerine, Adana, Maraş, Antep'de Ermeniler;
İngiliz, Fransız işgal birliklerine yataklık yapar. Maraş'ta yerli işbirlikçilere “ellik
gavuru” denir ve onlara, uzaktan gelen işgalciden daha olumsuz bakılır. Ermeniler,
yıllardır Türklerin hoşgörülü yönetiminden yararlanarak yaşıyorlardı. Ancak Maraş’ın
işgali sırasında bu acı günde bizi sırtımızdan hançerler. Onlar işgalciyi şehrin dışında
davul zurna ile karşılar, sonra da şehirde eşrafın, ileri gelenlerin, direniş organize
edeceklerin üstüne sürerler. Ellik Gavuru Ermeniler, şehre giriş ve kışlaya gidiş
sırasında haddi aşan taşkınlık ve çılgınlıklarda bulunarak "yaşasın İngilizler, yaşasın
Ermeniler, kahrolsun Türkler" diye avazları çıktığı kadar bağırırlar. Onlar, işgalcilerin
yerli halkı sindireceğini, ebediyen orada kalacaklarını ve şehri de kendilerine teslim
edeceklerini düşünürler. Onun için Milli Mücadele, işgalcilerle birlikte bu yerli
46
işbirlikçilere karşı da verilir.
Eskiden Darıveren’dede varmış Ellik gavuru. Ancak Darıveren’dekiler de Yunan,
İzmir’de denize dökülünce çekip gitmişler, kalanlarda mübadelede yer değiştirmişler.
Darıverin’in Hacı Emin Yarbay’dan sonra ki en yaşlısı Ağa dayı, “Bizim köyde Ellik
Gavurun’dan dört aile vardı” diyor.
Adnan Durmaz “Ateş Çiçeği-9” İsimli Şiirinde
”Bir kıran yeli gibi eserken zaman
Bir bedenin kolları / bir ağacın dalları gibi
Kardeşçe yaşardı ellik gavuruyla Müslüman
Biz Darıveren’de mezarlıkları dahil “Ellik Gavuru’ndan bir iz bulamadık. Ancak
gerek o günü yaşayanların anlatımından gerekse tarla, yer isimlerinden var oldukları
kesin. 1522 tarihli tahrir defterlerinde Acıpayam köyünün adı “”Gedüklü eşşehir beAkçaklise” diye geçmektedir. Bu gün ismi cismi kalmayan kilisenin, “Kerise” dinilen
mevkide bulunduğu ve Acıpayam’ın “Akçakilise” denilen bir şehrin kalıntıları üzerinde
kurulduğu sanılıyor.
Köyün en yaşlısı (Abdurrahman Cengiz Peker) Ağa dayı, Darıveren ‘deki “Ellik
Gavurlarını” anlatıyor:
“Ellik Gavuru, burada otururdu. Kız çocukları ölmüş. Birbirine muf diye,
boyunlarına peşkri sürerek ağlarlardı. Kabristana koydular, para korlarmış, Vezir
Mehmet Alisi, kabiri deşip parayı almış derlerdi. Köyümüzde ellik gavuru 4 aile idi.
Gara Osmanların odanın yanda, Temur diye biri vardı. Bazıları önden, bazıları
sondan gitti.”
....
1316’lı Hacı Ali Molla’nın büyük Ağabeyi Ahmet, seferberlikte savaşa katılıp geri
gelir. Fakat çok yaşayamaz. Darıveren’de ölür.
Ağmed, Ellik Gavuru’na denk gelmiş (Karşılaşmışlar) Gavur, Ahmed’e kızmış.
Ahmed’de Gavuru ovada koca çama sarmış, ateşlemiş”
........
KOLAYSA SEN OL
Ellik Gavur’larını görenlerden biri de Mustafa Akyürek. Mustafa amca anlatıyor:
“Ellik Gavurlarından, Marya isminde bir kız var. Çok sıkıntılı ve zorda kalmış.
Tarladan başak toplarmış. Yörük Hüseyin’in Ali’nin hanımı Fatma, Marya ile arkadaş.
Sürekli birlikte çalışır, Fatma’nın işlerini görürdü. Marya, Fatmalara pekmez kaynatır,
ev işlerinde çalışır. Fatma, Marya’ya diyor ki; “Sizinkiler gitti. Sen tek kaldın. Gitme
imkânında yok. Müslüman ol. Sana dolu dolu ekin vereyim. Burda kal rahat edersin.
Bizimle yaşarsın” Masum duran Marya, öyle bir şahlanıp, Fatma’ya hücum ederek
ve şu cevabı verir: “Kolaysa sen Hıristiyan ol.”
BALCI, ELLİK
Ellik Gavurlarından biri balcılık yapar. Boyacıların Fevzi’ye bal satar (Fevzi dayı
47
1910 doğumludur). Fevzi, borcunu ödemez. Ellik, Fevzi’nin eve “borcunu öde” diye
gelir gider. Fevzi’den hareket yok. Her gelişinde Fevzi’yi sorunca “Namaz’da”
cevabını alır. En son canına tak diyen Ellik Gavuru; “Molla Fevzi !.... Molla Fevzi!..
Gelirim Namaz’dasın ..Giderim Namaz’dasın, benim borcu öde, istediğin kadar
namaz kıl” şeklinde bağırır.
HIRI BEKİR VEFAT EDER, İŞ MEHMET EMİNE’E KALIR
Hırı Bekir, 1929 da vefat eder. Hırı Bekir’in bilinen zayıf durumuna ilaveten
bağırsak hastalığı vardır. Bu hastalık onu ölüme götürür. Hırı Bekir ağa vefat
ettiğinde 20 yaşına gelen Mehmet Emin bekardır. Hırı Bekir hasta olduğu için iş yükü
Hatça ananın ve büyük oğlu Mehmet Emin’in üzerindedir.
KARDEŞLERİ
Sipahioğlu Bekir - Darıcıoğlu Süleyman kızı Hatça Hanım birlikteliğinden
Mehmet Emin Yarbay’dan başka şu çocuklar dünyaya gelir:
Fatma (1911) , Ümmü (1914), Salih (04.06.1918), Zehra ( 01.07.1918), Abdi
(1920-Vefatı:25.08.1957).
DAYI MESLEĞİ : SEYYAR MANİFATURACILIK.
Delikanlı Mehmet Emin, dayısı darıcı Mehmet ile pazarlara çıkar. Köylere gider.
Çünkü dayısı, darıcıların Süleyman’ın Mehmet, hem çiftçilik yapar hem seyyar
tüccardır. Manifaturacılık yapar. Toptancılardan Nazilli basmalarını alır. At, eşek
sırtında getirip, götüren gezgin tüccardır. Pazarlara, kimi zaman da köylere gider.
Mehmet Emin’de rençperlikten boş kaldığında dayısıyla pazara gider.
EVLENMESİ:
Babasının vefatından sonra Mehmet Emin Karahasanların Hacı İbrahim’in kızı
Lütfiye ile evlenir. Mehmet Emin, Darıveren'den Lütfiye hanım ile 1929 yılında evlenir.
Bu evlilikten iki tane çocuğu olur. Zaten öldükleri için kayda alınmazlar. Askerlik
öncesi iki çocuğu daha olur. 1931’de Yadigar ve 1936’da Bekir dünyaya gelir.
Mehmet Emin Yarbay askere gitmeden doğan ancak o askerde iken ölen
çocuklardan birinin adı, Hatça Nene’nin adıdır.
Mehmet Emin, askere gidince herkes Salih’in evde, “Seray”da toplanır. Zaten
Hatçe Nene de oradadır.
Mehmet Emin, askere gidince Lütfiye’yi de yanına alır. Hatça bebek, Salih
Yarbay’ın Seray’da daha çocuk olan Yadigar’a emanet edilir. Lütfiye ile Salih
amcanın hanımı Ümmü yenge oraklarını alıp, doğru ovaya ekin biçmeye giderler.
Fakat Yadigar’da çocuk, unutur beşikteki bebeği. Çocuk aklına geldiğinde hiç sesi
çıkmayan Hatça bebeğin yüzünü açar bakar ki farklılaşmış. Meğer bebek çoktan
ölmüş. Çevreye, komşulara haber verilir. Lütfiye gelin gelir. Çırpınarak, çocuğu
beşikten çözer. Fakat iş işten çoktan geçmiştir.
OKUTMA DÖNEMİ
48
Müderris Mustafa Efendi, onun kardeşi Ömer Efendi, Sarı Ömerlerin Ali Hoca gibi
önderler köyde bilgi kültür yönü ile iyi bir temel atarlar.
1930’larda köyden okuyarak ekmek kazanan insanları görürüz. Bunlardan biri de,
Hatça ananın yetim kalan yavrusu, Mehmet Emin Yarbay’ın küçük kardeşi Abdi
Yarbay’dır.
Fakat daha öncesi de vardır. Müderris Mustafa Efendi’nin oğlu Turgut, Mustafa
Efendinin kardeşi Ömer Hoca’nın oğlu Hilmi ve Oğuz okur. Bunlar köy ve yakın
yerlerde öğretmenlik yaparlar.
Abdi, dayısı Hacı Molla Mehmet’in oğlu Süleyman ile köyden 3-4 delikanlı
okumaya gidiyor. Bu gidiş de dayısının Süleyman’ı göndermesi etkili olduğu gibi,
muhtarlık döneminde okumanın kıymetini kavrayan Hatça ananın büyük payı ve
teşviki olur. Köyde henüz üç sınıflı ilkokul vardır, 4.ve 5.sınıf yoktur. Abdiler, ilkokulun
1-2-3. sınıfları Darıveren’de okurlar. Abdi Yarbay, 4.-5. sınıfları yakındaki köyde,
Dedisil’de (Dedbağ) okuyarak ilkokuldan “şahadetname” -diploma- alır. Dayısı
Mehmet Darıcı’nın oğlu Süleyman’ı ise Acıpayamlı öğretmenleri Sungur bey,
Acıpayam’a götürüp orada okutur.
Sonra Abdi Yarbay orta ve lise için dayısı oğlu Süleyman ile Denizli’ye giderler.
Önce Süleyman gider kayıt olur. Sonra Abdi gelir. Süleyman gidince Hatça Nene
imrenir, oğlu Abdi’yi de okula yazdırmak üzere Denizli’ye götürür. Abdi, Süleyman’ın
sayesinde okula verilir.
Dayıoğlu Süleyman ile Abdi, Denizli’de aynı evi paylaşır. Başlarına Hatça ana
gelir. Hatça Ana, çocukların başında durur. Geliş gidişler o yıllarda zordur. Mehmet
Emin, İzmir’e, Denizli’ye alışveriş için gelip gittiğinde uğrar. Çocukların kaldığı ev
kiralanır. Yazın okullar tatil olunca Süleyman, Abdi ve Hatça ana, yükü alıp, at
arabası ile Darıveren’e gelirler.
Onlar evden çıkınca, kaldıkları ev başkasına kiraya verilir. Gelecek eğitim
döneminde yeni ev aranır, bulunur. Hatça ana, ev işini tanıdıklar yardımı ile kolayca
halleder. Ortaokulda Abdi, Süleyman ve kardeşi Mustafa aynı evi paylaşarak birlikte
okurlar. Daha sonra Abdi, hava astsubayı, Süleyman bankacı, Mustafa’da polis
olacaktır.
Yıl 1935 Denizli’de halkın tek eğlencesi sinema.
Çocuk Esirgeme Kurumu’nun Osmanlı’dan kalma adıyla “Himaye-i Etval
“derneğinin çay bahçesi -çocuk bahçesi-vardır. Bu bahçe içinde kimsesiz çocuklar
yararına bilet satılarak sinema getirilip oynatılır. Fakat Ne Süleyman’ın ne Abdi’nin
sinemaya gidecek paraları yoktur. Hiç gidemezler. Onlar okuldan eve, evden okula
giderek, köyden getirdikleri kışlık yiyecekler ile Hatça ananın yaptıklarını yemekten
başka çareleri yoktur.
Mehmet Emin, kardeşi Abdi’nin okuması için büyük destek olur. Abdi, İzmir’e
okumaya giderken ağabeyi Mehmet Emin, 20 lira verir. Abdi, o 20 lira ile idare eder.
Bir altı ay sonra 20 lira daha gönderilir ya da “çaput almak” için gittiğinde, kendisi
ziyaret edip harçlığını verir. Bu 20’liralar, Abdi beyin borç hesabına kaydedilip ilerde,
Mehmet Emin Yarbay’a tarla olarak dönecektir.
SİPAHİOĞULLARI YURDU
Darıveren 3 parça-obadan kuruludur. Bu obalardan mezarlığın (eski mezarlığın)
49
alt tarafına kurulana Aşağı Oba ya da “Aşağı Köy” deniyor. Mezarlığın üst tarafına
kurulana ise üstünde kurulan Yukarı Oba’ya “Yukarı Köy’de deniyor. Köy Deresi’nin
batısına kurulan yere de Memiler Obası ismi veriliyor.
1327 (1911)doğumlu 2. dünya harbinde ihtiyat olarak askere giden dört
Mustafa’dan birisi olan Hüseyin Çavuşların ya da Mıcıların Mustafa’nın anlatımına
göre;
“Yukarı Oba’ya önce Yassı Höyüklüler gelerek yerleşir. O yüzden bu bölgeye
Hüseyin Çavuşların yurdu denmiş. Daha sonra onları Hacılar takip eder. Kayıklar da
gelir. Ve Çolaklar gelerek bugünkü Yukarı Köy camii yanına yerleşir. “Yukarı Oba” ya
da Yukarı Köy denen bölge böylece Acıpayam’dan Çameli’ne, Fethiye’ye giden yol
üstüne dizilen evlerle oluşur. Burada 1918’lerde sadece 7
hane varmış.
Sipahioğulları bu 7 hane içindedir.
KARŞIYA GÖÇ VAR:
Bekir ağa vefat edince ve su konusunda problem başlayınca köy deresinin
karşısına taşınılacaktır. Burası tam köy deresinin başıdır.
İLK KİREMİT ÇATI VE İLK DÖŞENEN MARSİYLA KİREMİT
Köyde üç tane “oba” vardır. Aşağı oba, Yukarı oba, Ve Memiler obası..
Toprak damdan “seray”a,
Darıveren’de toprak damlı eve “Dambaşı”, iki katlı eve ise “Seray” deniyor.
Yıl 1933. Hatça ana idaresinde “Bismillah” diyen Sipahioğulları, kolları sıvayıp
karşıya, “Memiler Obası” denen yerdeki suyun ve Çameli yolunun başına temeli
kondururlar. Artık Çameli’nin yolu, eski evin yanından değil, Memiler Obası’ndan
geçer. Salı günü Acıpayam pazarına insanlar deve ve katır yükleri ile mal götürür,
getiriler. Artık eski evin olduğu yerin yıldızı sönmüş burası Darıveren’de yıldızı
parlayan bölge olmuştur. Memiler Obası’nda başlanan ev için taş duvar üstüne,
kerpiçten iki kat çıkarlar. Alt kat hayvanların barınağı, üstleri insanların olacaktır.
Mehmet Emin gider, beyaz taştan bir kitabe yaptırır. Ve yeni yapının yoldan taraf
alnına yerleştirir. Binanın ikinci katında tek taş vardır. Oda bu kitabe taşı. Kitabede,
yapının tarihi ve “Sipahioğlu Mehmet Emin” yazısını bugün bile görmek mümkün.
Salih amcanın söylediğine göre; genç Salih ibraz uçarıdır. Ağabeyi Mehmet Emin
daha bir oturaklı. Salih, para harcar. Mehmet Emin para tutar. Salih yerine göre hava
basar. Mehmet Emin, tevazu sahibidir. Aynı ana babadan devam eden farklı iki
kişilik..
Bir süre “su başına” kondurulan yeni “Seray”da oturulacak. Sonra Salih evlenince
ayrılık düşünülecektir. Fakat Salih, hemen ayrılmayı ister. Yeni ev, yani Seray ona
kalmalıdır. Dediğini de eder. Daha evlenmeden yeni “Seray’a el kor.
Mehmet Emin, Lütfiye’si ve henüz iki yaşındaki Yadigar bebek ile Hırı Bekir’den
kalan eski, toprak damlı evde kalır.
Salih, dayısı kızı ile baş göz edilir. Darıveren’de, Oğlunu evlendirip ayırmayan
babaya iyi baba gözü ile bakılmaz. Yetişip evlenen gençleri “kendin terle, kendin
çalış” diye ayırırlar. Mehmet Emin-SalihYarbay’ın ayrılığında da bu düşüncenin
olduğunu söylemek için, Yadigar Hanım “O yüzden amcamla ayrıldık” diyecektir.
Hatça Ana için küçük oğlan Salih’in “Seray”da oda verilir. İlk dönemler daha çok
50
Salih’de kalırken, gelin Lütfiye’nin ölümü üzerine, çocuklara bakmak adına daha çok
“dambaşı’ndan artık O’da “seraylı” olan Mehmet Emin’de kalacaktır. O günleri
hatırlayan Yadigar Hanım şöyle anlatır:
“Bekir çocuk. Ben de çocuk. Bekir’le ben, koşar giderdik Salih amcamın eve.
Oradan gelmek istemezdik. Evimiz, kazançlarımız ayrı idi. Fakat, işlerimiz birlikte idi.
Tarla işlerini birlikte görürdük. Bizimkini bitirir, onlarınkini yapar. Onlarınki biter
bizimkine başlarındı. Tarlalar yan yana olduğu için hangi mevkie gitmişsek oradaki
tarlalarımızı birlikte eker, birlikte ekinleri orakla biçerdik.Bizim Salih amcamızın evine,
Hatça nenemize koşup gitmemize bakarak Babam, ‘Bunlar çulu toplayıp gitmek
istiyorlar’ derdi.”
SALİH YARBAY, EVLENİYOR
Salih Yarbay, dayısı Mehmet’in kızı Ümmü ile evlenir. Dayısı ile sayısız
yolculuklar yapmış, birlikte İzmir “maceraları” olmuştur. Bu maceralarından birini
şöyle anlatıyor:
“ İzmir’e gittik. Komşu Hacı Ahmet vardı. Kayınpeder Mehmet, ben ve kardeşim
Abdi İzmir’de garı oynattık”
İşte bu Mehmet Darıcı Salih’e kızı Ümmü’yü uygun bulur. Onu da Salih ağadan
dinleyelim:
“Her sene yaylaya gider, bir ay kalırdık. Davar ve malımız çoktu. Yaylada çadırda
kalırdık. Yayla da Ümmi’yü bana verdiler”.
“SERAY”A ÇATI
Bölgede, iki katlı ve kiremit çatılı evlere saray anlamında “Seray” denmektedir.
Salih Yarbay, ev yapıldıktan 20 yıl sonra serayının damına çatı kurmaya karar
verir. Gezdiği kimi yerlerde gördüğü kiremit hoşuna gider. Her kaç para ise verip onu
döşetecektir serayın üstüne. Yerli kiremitleri tek olukludur. Şimdiki zamanda yaygın
kullanılan kiremit modeline o dönem “Marsilya” cinsi kiremit derler. Ancak çatı nasıl
yapılacak? Onu bilen usta yok.
Hacı Yusufların Hacı Ahmet, İzmir’de kiremit çatı yapıldığını görmüş. O tarif eder,
ustalar yapar. 1953-54’de Darıveren köyünde kiremit çatı yoktur. Salih Yarbay’ın çatı
köy için hem “kiremit çatısı” hem de “kiremit cins” bakımından bir ilktir. Ya da ikinci
kiremitli ev Salih Yarbay’ın serayıdır.
SİPAHİOĞLU ve MÜLTEZİM ..
“Sipahioğlu” dan “Yarbay”a giden yola bir göz atalım.
Sipahiler:
Osmanlı toplumu asker ve reaya diye iki katmana ayrılmıştır.
Askeri kesim; ya geçimlerini devletin verdiği maaşla sağlar ya da" kendileri
kazanç sağlıyorsa devlet bunların kazancından vergi almazdı. Bunlar, padişah
iradesiyle imkânlara kavuşan ya da imkânları ellerinden alınabilen imtiyazlı sınıflardı.
Reaya denen kesim, esnaf, sanatkar, çiftçi ise ürettiklerinden vergi vermek
durumunda olan toplum kesimlerini oluştururdu.
51
Osmanlı toplum düzenin en iyi kayıtları Tahrir Defterleri ve Şeriye sicilleridir.
Halk arasında söylenen kimi sıfatlar, lakaplar, hikâyelerde anlatılanların yanında
Tahrir Defterleri ve Şeriye Sicilleri’ndeki kayıtlardan Hami Ovasında olduğu gibi
Darıveren’de de imtiyazlı (ayrıcalıklı) sınıflara
mensup aile ve
insanlar
bulunulduğunu öğreniyoruz.
1478 yılı tahrir defterinde, Hamit Ovasında 7 sipahi emeklisi, 6 tanede sipahizade (Sipahi oğlu) bulunduğu bunların her birinin ayrı ayrı köylerde yerleştiği ve bu
köylerin Darıveren, Bedirbey, Dodurga, Yazır, Yumrutaş ve Kızılhisar olduğu kaydına
rastlanıyor.
1522 yılı kayıtlarında ise tüm bölgede sipahilerin önemli artış gösterdiği, bu
kayıtlara göre 27 rakamı ile en fazla sipahi neferini (askerini) Bedirbey barındırırken,
Darıveren’de 9 sipahi askeri olduğunu görüyoruz.
Acıpayam’da yaşayan Sipahioğullarının soyadı, Akıncılar olarak devam
etmektedir.
Peki ne idi Sipahi? Tımar sahibi, süvari askeri.
Osmanlıların kuruluşunda ordu, aşiret kuvvetlerinden meydana geliyordu.
Fetihlerin genişlemesiyle, gönüllülerin fethedilen yerlere iskânıyla, Türkmen bey ve
kuvvetlerinin katılmasıyla asker miktarı artıp, teşkilâtlanmaya gidildi. Beylik, akıncı ve
gönüllü kuvvetlerine ilâveten Birinci Murâd Han zamânında 1361 yılında yaya
(piyade) ve müsellem (süvari) olmak üzere muntazam ve daimî ordu teşkilâtı kuruldu.
Sipahiler, Osmanlı ordusunun yeniçerilerle birlikte önemli unsurlarından birini
oluşturdu. Ve Sipahilerin Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında
büyük hizmetleri görüldü.
Tımar her eyalette bulunmaz, çoğunlukla Türk nüfusunun bulunduğu eyaletlerde
tımar ve zeâmet teşkilâtı yapılmıştır. Tımarlı sipahi, tamâmen Türk soyundan gelirdi.
Tımarlı sipahiler, devşirmelerden oluşan kapıkulu sınıfları gibi maaşlı değildi.
Leventler ve akıncılar gibi ganimetlerle de geçinmezler, yaşamaları için devlet toprak
verirdi. Kapıkulları devşirmelerden, Sipahiler yerlilerden oluşurdu. Kapıkulları,
gerektiğinde mahkeme edilmeden yöneticilerin kararı ile iadesiyle idam edilebilirken,
Sipahiler padişah iradesiyle bile idam edilemez, mutlaka mahkeme kararı aranırdı.
Çünkü Bunlar, tıpkı Selçukluyu meydana getirdikleri gibi Osmanlı’nın öz çekirdeğini
meydana getiren Türkmenlerden oluşuyordu.
Toprağın üzerinde “reaya” denen ve ürettiğinden vergi veren köylü, vardı. O
köylüden vergiyi tımarlı sipahi toplar. Bununla hem kendini geçindirir, hem de atları
ve silahları devamlı hazır bulundururdu.
Ayrıca kendilerine “Dirlik” adı verilen topraklarından elde ettikleri gelirleriyle
geçinip, savaş zamanında daha önce belirlenen sayıda “Cebelü” denilen askerleri
donatarak sefere katılanlarda vardı.
“Tımar” ve “Dirlikler” kendilerinin ve adamlarının harbe hazır olmaları, sefere
çıkarıldığında hazineye yük olmadan getirdikleri silâh, malzeme ve yiyeceklere
karşılık ödenen bir maaş gibiydi.
1-TIMAR: Tımar sistemine göre savaşta sivrilmiş, tımar beyi olma özelliği kazanmış
sipahilere verilen 3-20 bin akçe yıllık vergi geliri olan dirliklerdir.
2-ZEAMET: Savaşta üstün yetenek göstermiş olan tımar sahipleri ile devlet
merkezindeki divân çavuşlarına, müteferrika ve kâtipler ile eyalet ve sancaklardaki
ileri gelen devlet görevlilerine verilen yıllık vergi geliri 20-100 bin akçe arsındaki
52
dirliklerdir.
3-HAS: Padişah ve ailesine, sadrazam, vezirler, beylerbeyi ve sancak beylerine
verilen geliri 100bin akçeden fazla dirliklerdir.Tımar sahipleri ilk 3 bin, zeamet
sahipleri ise ilk 20 bin akçesini kendi geçimleri için ayırırlardı. Buna “Kılıç hakkı”
denirdi. Tımar sahipleri geri kalan gelirin her 3 bin akçesi, zeamet ve has sahipleri ise
her 5 bin akçesi için tam teçhizatlı bir atlı asker yetiştirmek ve gerektiğinde bunlarla
birlikte savaşa katılmak zorundaydı. Bu askere “Cebelü” denirdi. Dirlik sahipleri
kendisine verilen toprakları köylüye 50-150 dönümlük topraklar halinde dağıtır. Ve
hasat zamanında köylünün yetiştirdiği ürünün vergisini (öşür ya da harac) alırlardı.
Dirlik sisteminde toprağın; mülkiyeti devlete, vergisi dirlik sahibine, kullanım hakkı
köylüye aittir. Tımarlı Sipahi; toprağı sebepsiz yere terk eden, gerekçesiz yere 3 yıl
üst üste ekmeyen, vergisini vermeyen köylüden toprağı geri alabilirdi. Tımarlı
Sipahinin , köylüye karşı görevleri de vardı. Bunlar; Köylünün güvenliğini sağlamak,
Köylünün tohum,gübre vb. ihtiyaçlarını temin etmek, köylünün vergisini en kolay
şekilde ödemesini sağlamaktı.
Dirlikler, gelirleri bakımından üçe ayrılırdı. Yıllık geliri 19.999 akçaya kadar olan
dirliğe, tımar; 20.000 akçadan 99.999 akçaya kadar olan zeâmet; 100.000 akçadan
îtibâren gelir getirene de has denilirdi.
Burada gelirden maksat; ürünün gerçek değeri değil, üründen elde edilen
kazancın üzerinden üreticinin devlete verdiği vergi değeridir. Bu vergiyi, diğer bazı
vergilerle berraber toplamak hakkı dirlik sahibi sipahiye ait idi. Sipahiler, bulundukları
yerlerde devlet adına bazı şeylere müdahale edebiliyorlardı.
“Ednâ” denilen küçük tımar sâhipleri er ve erbaş; “evsâf” denilen orta tımar
sâhipleri astsubay; “âlâ” denilen büyük tımar sâhipleri küçük rütbeli subay
derecesindeydiler.
Küçük zeâmet sâhipleri binbaşı, orta zeâmet sahipleri yarbay, büyük zeâmet
sahipleri albay derecesinde yüksek rütbeli süvâri subaylarıydı.
Bu sonunculara alay beyi deniliyordu. Sancakbeyi tümgeneral ve beylerbeyi
orgeneral rütbesindeki kişilerin dirliğine “hâs” deniliyordu.
Bir tımarın ilk üç bin “akçe”lik kısmına “kılıç” gerisine “terakki” denilirdi. Zira her üç
bin akça için sipahi yanında kendisi gibi atlı ve teçhizatlı bir asker getirmeğe
mecburdur. Cebeli denilen bu erler, sipahinin çocukları, kardeşleri, akrabası olacağı
gibi, toprağı işleyen herhangi bir kimse de olabilirdi. Sipahi, tımarın bulunduğu
topraklarda yasar, köylülerden vergisini genellikle mal olarak alır ve bu geliri kendisini
ve cebelilerini geçindirmek için kullanırdı.
Köylerdeki düzeni korurdu.
Savaş emri alıp da katılmayan sipâhinin elindeki tımar alınır, başkasına verilirdi.
Savaşa götürmek mecburiyetinde oldukları süvari miktarını getirmeyenler ve götürüp
de kaçanların yerlerine diğerlerini temin edemeyenlerinde elerindeki tımar alını,
başkasına verilirdi.
Tımar ve zeâmet; sahibi ölünce, ekseriya büyük oğluna, yoksa kardeşine veya
yeğenine verilirdi. Fakat bunun için tımar ve zeâmetin bağlı olduğu alay, varisin
toprağı idare edebilecek kabiliyet ve şartlara sahip olmasına bakardı. Zaten bir sipahi
subayı, yerine geçecek birini yıllar boyunca hazırlayıp, yetiştirirdi. Bu yolla dirlik
tecrübesiz insanların eline geçmezdi.
Tımar ve zeâmet sahipleri, arazileri üzerindeki toprakları üç yıldan fazla
işlemezlerse, dirliklerini kaybederlerdi. Toprak işlememek, Allah’a karsı bir günah
53
sayılırdı. Zira toprak sayesinde Allah’ın kulları beslenirdi.
Tımarlı sipâhiler 17. yüzyıla doğru bozulmaya baslar. Kuruluşlarından beri
Osmanli Devletinin tarihinde büyük bir rol oynayan tımarlı sistemi, yeniçeriler için
olduğu gibi kanlı ve ızdırapli bir tasfiyeden ziyade, sessiz sedasız bir surette ve
herhangi bir sarsıntıya sebep olmadan ortadan kalkar.
Tımarlı sipahilerin 17. asrin son yıllarında, hele 18. asırdan itibaren sayıları
önemli ölçüde azalır.
Kapıkulu süvârilerinin ehemmiyet kazanması ile Sultan Abdülmecit (1839-1865),
19 Ocak 1841 fermanı ile birçok tımarlı sipahiyi emekliye sevk eder. Fakat tımarlarını
hayatlarının sonuna kadar ellerinde bırakır. 1844’te bir kısım tımarlı sipahisi, atlı
jandarma olarak hizmete alınır. Zaten uzun müddetten beri ne sipahi olarak, ne saray
mensubu olarak kimseye tımar verilmiyor, ölen tımarlı sipahilerin çocukları ise
İstanbul’a getirilip, askerî mekteplere veriliyordu. 1850’den sonra tamamen -Osmanlı
mülkünün hiçbir yerinde - tımar da, sipahi de kalmaz.
Sipahioğulları, sipahilik ortadan kalkınca “Mültezimlik” yaparlar. “Sipahi” oğlu
ayrıcalığı “Mültezim”e dönüştürülür. Yani devlet adına vergi toplarlar. Artık sipahilik
işe yaramayınca sipahiler, “mültezimlik” yaparak halktan vergi toplar, devlete
vereceğin verir, geri kalanı kendisinin olacaktır. Şayet vergiyi karşılayamaz ise tüm
malına, mülküne el konur.
Osmanlı İmparatorluğunun gerileme döneminde vergi, bir nevi özelleştirilir.
Devlet, vergi gelirlerini, ihale yoluyla satma olarak tanımlanan “iltizam” usulü ile
toplar. “İltizam”, devlete ait bir gelirin ihale yoluyla şahıslara verilmesidir. 16.
yüzyıldan sonra uygulamaya konulan bu sistemde devlete ait bir gelir genellikle 3
yıllık bir süre için açık artırmaya çıkarılır, en yüksek bedeli verene devredilir.. Bu
ihaleyi kazanan kişiye “Mültezim” denirdi. Mültezimlere dirlik sahiplerine verilen
haklar tanınmıştı. Zaman içinde tımar topraklarının “mukataa” haline getirilip
mültezime verilmesi yaygınlaşmıştır.
Devlet'in her türlü ticari, zirai ve sınai gelirleri açık artırma yoluyla ihaleye
çıkarılıyor, böylece bu gelirlerin toplanma işi bu günkü anlamda özelleştiriliyordu.
Özelleştirilen bu gelir kaynaklarına "Mukataa", bunların tahsil işini devlet adına
üstlenenlere "Mültezim" , bu sisteme de "İltizam" usulü denecektir. Bu sistemin en
önemli yararı, devletin acil para ihtiyacını karşılamasıdır.
18.Y.Y. itibariyle İstanbul'da 2000 mültezim ve onların taşra uzantıları - ki bu
uzantılara "şahna" deniliyor- ile birlikte yaklaşık 10.000 kişilik bir sınıf ortaya çıkar.
Mukataaların iltizama verilmesi İstanbul'da müzayede yoluyla yapılır. Mukataa
alan kişi İstanbul'da bir kefil gösterir, tahmini vergi gelirinin ilk taksidini "muaccele" adı
altında peşin olarak yatırdıktan sonra devlet adına bölgedeki yükümlülerden mukataa
konusu vergileri toplar ve öteki taksitleri bu gelir içinden ödedikten sonra kalanı
kazanç olarak kendi alır.
KAYMAKAM = YARBAY
Sipahioğullarına soyadı kanunu çıkınca Yarbay soyadı uygun bulunur.
Mülki idarede kullanılan kaymakam kelimesiyle askeri rütbe karşılığı kullanılan
kaymakam sıfatının karıştırmamak gerek. İkisi aynı manayı taşımaz. Çünkü, askeri
54
rütbe kaymakamla (bugünkü karşılığı olan yarbayla), mülki unvan kaymakam
arasında uzaktan yakından hiçbir alaka yoktur. Aradaki tek benzerlik mülki unvan
kaymakamın sancakta eyalet valisinin vekili olması, askeri rütbe kaymakamında alay
komutanı yani miralayın vekili veya yardımcısı olmasıdır. Yani bu iki unvanın tek
ortak noktası, “kaymakam” “ kelimesinin ” vekil anlamına geliyor olmalarıdır.
MEHMET EMİN TUTUMLU - SALİH TİTİZ
Aslında Mehmet ve Salih Yarbaylar ‘zengin’ çocuklarıdır. Malları mülkleri
kendilerine yeter, el kapılarında hiç ama hiç çalışmazlar. Zaten köyde en büyük
toprak o sülalelinindir. Mehmet emin tutumludur. Salih ise hayatı yaşar. Giyimine
kuşamına önem verir. Öyleki temiz olsun diye ev içinde otururken bile omuzlarında
havlu vardır. O alışkanlık o gün bugün sürer. Hala omuzlarında havlu taşır.
KÜRTLER, DARIVEREN’DE
Birgün çadırları ile birileri çıkar gelir. İçlerinden bazı yetiştkinler, bilir Türkçeyi.Onu
da zar zor konuşurlar. Bu yeni sakinlere „Kürt „derler.
1938 Dersim isyanında, kimi bölgelerden koparılan insanlar, orta Anadoluya, Batı
Anadolu’ya dağıtılır.Darıveren’e de bir kaç aile düşer. Ağa Dayı anlatıyor:
„Bizim köyde Kürtler vardı. Beş oğul. Öncelikle bizim odada eğleşti. Babaları
ahırdan abdest alırdı. Neden çeşmeden temiz sudan abdest alıyırsun deyince; Ha o
su, ha bu su ne fark eder? Derdi. Bizim odaya sığmadılar. Yarısı Hamzalar odasına
gittiler. En büyük oğlu Abdulmecid. Mehmet Emin vardı. Cinci idi. Babaları camiye
gelirdi. »
Mustafa Akyürek ise şöyle hatırlıyor Darıveren’li Kürtleri :
İsimleri Temur Şit ve Zeynep oğlu Tahir diye okula gelen cocukları vardı. Kasap
Mehmet ile okurlardı.Yaş olarak ileri, boy olarak büyüktüler. Devlet tarla verdi.Çitçilik
yaptılar. 1950 de ilan edilen Umumi Af’da kendilerine verilen tarlaları satarak
memleketlerine döndüler.
MEHMET EMİN ASKER
Mehmet Emin askere hemen gitmez. Devlet o zamanlar tarıma önem verdiği için
bir evden aynı zamanda iki asker alınmasına müsaade etmez. Kardeşlerden biri
askere gittiği takdirde diğer kardeşin askerlik yaşı gelmiş bile olsa, diğer kardeş
askerden gelene kadar askerlikten muaftır. Salih, evlenmeden askere gider, döner.
Mehmet Emin geç gider. Ta ki 1937 kadar erteler. Askerliği Denizli'de yapar.
Seferberlik ve kurtuluş savaşını en son 1317'liler (1901) görür. Mehmet Emin
Yarbay, 1325 (1909) doğumlu olduğu için savaşı görmez. Savaş için askerliğe
götürülmez. Savaşları çocukluk ve gençliğe geçiş dönemlerinde yaşar. Mehmet
Emin, 13 yaşında iken kurtuluş savaşı biter.
Denizli’de iki alay vardır. Birisi 33. Topçu Alayı. Diğeri ise 51.Piyade Alayı.
Mehmet Emin’i 33. Topçu Alayına verirler.
Mehmet Emin, geç gitmiştir ya akranları çoktan askerliği bitirmiştir. Mehmet Emin
Yarbay’ın emir erliği konusunda torunu Beyhan Arslan şöyle konuşacaktır;
“Bunlar sipahioğlu olduğu için devlet güveniyor. Dedemi o nedenle emir eri
55
yapıyorlar”
Darıveren’li Mehmet Emin’in kız kardeşi Ümmü, Köke köyünde evli olduğu için bir
ayağı zaten Köke köyündedir. O yüzden Abdullah Acarları sülalece tanır. Abdullah,
51. Piyade Alayı’ndadır. Ve oda emir eri olmuştur. Köke köylü Abdullah Acar ile
Darıveren köylü Mehmet Emin’in birbirlerine gidiş - gelişleri kolay olur. Onunla birlikte
gezerler, onunla birlikte dolaşırlar.
Bu arada kardeşi Abdi, havacı astsubay olmak üzere ortaokuldan sonra İzmir’e
gitmiştir. Fakat dayısı Darıcıların Mehmet’in oğlu Süleyman Denizli Lisesi’nde
okumaktadır. Onun yanına, kaldığı eve Abdullah’la birlikte evci çıkarlar. Cumartesi,
Pazar günleri gezerler, Pazar akşamı Köke Köylü Abdullah ile gider, birliklerine teslim
olurlar.
Ayrıca zaten Topçu Alayı, Denizli Lisesi’nin hemen yakınındadır. Mehmet Emin,
emir eri olduğu için her çarşıya gittiklerinde dayısı oğlu Süleyman’ı görme imkânına
da sahip olur.
Fakat Abdullah Acar, emir erliğinden rahatsızdır. Emir eri olduğu subayın
hanımından emirler alması, onun ev işlerine yardım etmesi, odunu kesmesi, sobasını
yakması çok ağırına gider.”Kibrine yediremez”..Bir erkeği bir hanım nasıl olurda emir
verir. Anası onun için mi doğurmuştur. O vatana hizmet etsin, nöbet beklesin diye
göndermiş. Oysa Abdullah’ı, subayın karısına hizmetçi etmişlerdir. Abdullah bu
düşüncelerini arkadaşları ile paylaşmaktan geri kalmaz. Hata her geldiğinde
kahrından ağlar.
O günleri iyi bilen Süleyman Darıcı, “Mehmet Emin Yarbay, emir eri değildi.
Topçu Alayı’nda normal askerdi. Topları o dönem beygirler çekerdi. Abdullah emir eri
idi ” diyor.
MUSTAFA KEMAL’E SU VERDİ Mİ?
Mehmet Emin Yarbay’ın kızı Yadigar’ın oğlu İsmet Aslan’dan aldığımız bir başka
rivayette şudur:
Mustafa Kemal , Abdi’yi okulda görür.. “Sen harp okulana git, subay ol“ der.
Abdi’nin sağlık proplemi vardır. O’nu söyler. Mustafa Kemal, “Önemli değil, tedavi
ettiririz. Sen Harpokuluna git“ der.
Bu arada Salih Yarbay’da oradadır.
O’na da „O’da sana buraları veririz, “ „Gel Denizli’ye yerleş „deyince Salih
Yarbay, „Netcem ben Denizli’de, gari“ diyerek aç kalabileceğini ima eder.
Salih Yarbay’a sorduğumuzda; „Atatürk, okul müdürüne bunu teyyareye gönder
dedi“ diyor.
MAREŞAL İÇKİ KADEHLERİNİ KALDIRTIR
***Ancak Mareşal Fevzi Çakmak’ı görür. Osmanlı Devleti Milli Müdafaa Vekili ve
Türkiye Cumhuriyeti orduları Genel Kurmay Başkanı Maraşal Fevzi Çakmak,
Denizli’ye gelir.
Paşa’ya ziyafet çekilecektir. Masaya içki bardakları konur. İçkiler hazır edilir.
Millet malının çarçur edilmesini, millet kesesinden alem yapılmasını hiç hoşlanmayan
56
Fevzi Çakmak, getirelen içkileri ve masaya konan içki bardaklarını kaldırtır.
O sırada Mehmet Emin Yarbay, askerdir. Olayı bizzat gözleri ile görür. Kulakları
ile işitir. Paşaya hayranlığı bir kat daha artar. Bu olayı damadı, Akif Arslan ve
başkalarına defalarca anlatır.
Okuma yazma bilmeyen Mehmet Emin, askerlik döneminde okuma yazmayı da
öğrenir. Mehmet Emin'in Lütfiye ile evliliğinden asker dönüşü bir çocuğu daha olur.
01.01.1941’de Nuri doğar.
TÜCCAR MEHMET EMİN: 1940-60 DÖNEMİ
1940- 50 İNÖNÜ İKTİDARI
Mehmet Emin’in evlenmesiyle birlikte dayısından bağımsız tüccarlık yapmaya
başlaması hemen hemen aynı yıllardır. Manifaturacılık yapar. At, eşek sırtında
mallarını getirip götüren gezgin tüccardır.
Zaman zaman pazarlara, bazen de köylere gider. Mehmet Emin yine de kimi
zaman dayısıyla birlikte iş yapar, birlikte toptan alıp perakende satarlar. Çavdur ve
Gölhsara gider denk denk buğday ve mısırı alır. Denizli’ye götürüp satar. Oradan da
basma, elbiselik kumaş,..Alaman pazeni alır, genç kızlar için. Erkekler ve yetişkin
kadınlar için de Amerikan bezi alır, iç çamaşırı yapmak için..Bunları getirip
pazarlarda satar.
Cuma
: Çameli
Cumartesi: Horzum(Gölhisar)
Pazar
:
Çavdır
Salı
:
Acıpayam
Çarşamba:
Karahöyük.
Perşembe:
İşgen
Pazarları kurulur. Mehmet Emin bu pazarları takip ederek, İzmir’den Denizli’den
getirdiği manufatura eşyalarını buralarda satar. Buralardan aldıklarını da Denizli’de
satar. Manifaturacılığının son dönemlerinde Cuma günleri, köylerine kurulan pazarda
da kumaş ve basma satar.
İŞGEN PAZARI:
İşgen’de Pazar, tamamen boş arazide kurulur. Belki de Karahöyük pazarı ile
birlikte Hamit Ovası’nın en eski pazarı. Ve ilginç pazarı. Antik çağda da “Eriza”
adıyla
Denizli- Antalya bağlantısı üzerinde kurulan ve Selçuklu ile Osmanlı
döneminde de faaliyetini sürdürür İşgen pazarı. Henüz yerleşik hayata geçmeyen
bölgedeki Türkmen aşiretleri bir birleri ile ticareti burada yaparlar. Sonrada bu
gelenek
bozulmaz.
Devam
eder
açık
arazide.
İşgen Pazarı, yer olarak Darıveren-Dedebağ köylerinin biraz altı ve Bostan Köyü’ne
yakın bir alanda kurulur. Kanuni dönemi kayıtlarına göre dükkânların bulunduğu
İşgen pazarında yakın zamanlara kadar yanında tek bir binadan başka yerleşim yeri
57
yoktur.
Köyün en yaşlısı (Abdurrahman Cengiz Peker) Ağa dayı, Mehmet Emin
Yarbay’ın sayısız mal satmak için tezgah açtığı İşgen pazarının durumunu şöyle
özetliyor:
“Boş arazide kurulan İşgen pazarında kocaman bir bina vardı. Tüccarlar buraya
toplanır, çevre köylerden gelenlerle kurulan pazarda mal alır satarlardı. O binayı
1964’de Yumurtaşlılar yıktı.”
Mehmet Emin Yarbay’ın ismini aldığı, amcası, babası olacak Hatça Hanımı
kaçıran Mehmet Emin, mültezimlik yapar. Topladığı öşürü, Denizli’de depo eder.
Kardeşi Hırı Bekir’de köyde Muhtar. Sipahioğlu Mehmet Emin (amca), İşgen Pazarını
kapatır, kapattırır. Acıpayam’a alır. O ölünce tekrar İşgen Pazarı yerinde kurulur.
Karahöyük (Garuk pazarı) çok eski bir Pazar ve yerleşim yeri. Antik çağdan,
Selçuklu, Hamitoğulları ve Osmanlıya uzanan mazisi olan bir yerleşim yeri ve pazarı.
Bir ara Garbikarağaç’ın merkezi konumunda olmuş.
MEHMET EMİN - ABDURRAHMAN PEKER İZMİR’DE
Abdurrahman Cengiz Peker (Ağa Dayı) ve Mehmet Emin Yarbay, birlikte İzmir
yolculuğu yaparlar. Bu yolculuğu Ağa Dayı şöyle anlatıyor:
“Ben 9 Eylül Bayramları için İzmir’e giderdim. Tam hatırlayamıyorum 1931 veya
1941 yılında (1941 olması daha muhtemel) birlikte İzmir’e gittik. Köyden yaya çıktık.
Acıpayam’a vardık. Acıpayam’da Topal Osman’ın jeepi var. O’nunla Denizliye
indik.Denizli’den tren ile İzmir’e vardık. Mehmet Emin, İzmir’de Fincancı Oteli’nde
yatardı. Ben biraz daha pahalı fakat daha emniyetli olan Aksaray Oteli’nde yatardım.
Aksaray Otelin’de isteyene biraz fazla para verince özel oda veriyorlardı. O İzmir’de
alışverişini yapar, tüccardan aldığı malı trene verirdi. Bu mallar, Zifir, kaput, Nazilli
Basması olurdu. Denizli’den Acıpayam’a at arabası çalışırdı. Ya köye ya da
Acıpayam’a kadar at arabası ile yüklerini taşırdı. Onlarda pahalı diye, yük taşıma işini
Darıveren’den buğday satmak için Denizli’ye gidenleri kollar, onların gelişlerine denk
getirirdi..
9 Eylül Bayramı (İzmir’in kurtuluş günü şenlikleri için) İzmir’e gittiğimizde, birlikte
mal almak için uğradığımız Yahudi tüccar; ’Sen bir teneke su ile pişmeyeceksin. Sen
bir tayin (ekmek) alda kendini denize at’ dedi. Mehmet Emin Yahudi’ye ile çok
pazarlık edermiş. Zor iş kesmiş”
Darıveren’de iyi pazarlıkçı sadece o değildir. Ekizlerin Osman Hoca pazara gider.
Sabah pazara varır. Bir malı beğenir. Başlar Pazarlığa. Pazar dağılacak Osman
Hoca hala pazarlık ediyor. Mal sahibi “Git başımdan da malımı satayım” diyor.
YADİGAR İZMİR’DE
Tüccar Mehmet Emin, İzmir’e sık sık gelip mal alır. İzmir’e ilk gidişi tüccarlığı
öğrendiği dayısı Mehmet Darıcı iledir. Kardeşi Abdi’nin İzmir’de astsubay okulunda
okuması, sonra astsubay olarak İzmir’de çalışmasıyla , bir ayağı İzmir’de dense
yeridir.
Bu defa annesi Hatça Nene de artık İzmirli’dir. Özellikle işlerin bittiği güz
aylarında gider, kışın İzmir’de kalır. Hatça Nene, torunlarını çok sever. Sade birini
değil tümünü sever. Mehmet Emin Yarbay’ın çocuğu Yadigar, ilk torunudur. Daha
öncesi var, ancak o yaşamaz.Yadigar, yaşayanlar içinde ilktir. Kendi ismini verilim
58
diyenlere karşı -Mehmet Emin-Lütfiye çiftinin ilk kız çocukları öldüğü için ikinciye“Hediye” anlamında “Yadigar” ismini verir Hatça nene. Bir anlamda, Hatça nene’nin
gözünün nurudur.
Hatça Nene, “İzmir’de uçsuz bucaksız suyu olan deniz var der.” Yadigarın aklı
almaz o kadar
suyu. Hemen her gün nenesinin gözetiminde geçip gittiği,
değirmenleri döndüren Köy *** Çayı’ndaki suyu düşünür.”Kör çay’dan da mı çok..?”
der.
“Çok” deyince Hattça nene. Küçük Yadigar, “Dalaman Çayı’ndan da mı çok suyu
var? diye sorar. Çünkü Hatça nene, bazı Yörüklerden duymuştur ki Yörük, bulutla
denizin birleştiği bir anda denizi görünce; 'Ulan şuraya bak.. Allah Allah'..Ulan ne
güzel koyun yayılacak.. Bi otlak varımış ama, orayı su basmış.. demiş. Adam
bilmiyor ki, denizin ne olduğunu.. Adam köye gelip, 'Biz depelerin içinde oturuyoruz..
İzmir’de öyle düzlükler vardır ki. Binlerce davarın yatıp, yayılacağı yerleri nedense su
doldurmuşlar..”
diye
anlatmış.
Hatça Nene, her gidiş gelişte, İzmir’i, saat kulesini anlatır. Denizi, saat kulesini,
Darıveren’den Aliveren’e kadar uzanır dediği Eşrefpaşa çarşılarını... Evlerden böyük
diye anlattığı, Yadigar’ın Salih amcamın “Seraydan da mı büyük?” diye bir türlü
kafasında yerleştiremediği gemileri görsün. Yadigar’da görsün denizin ne
olduğunu..İzmir’i tanısın. Amcası’nı bilsin ister.
Yadigar’ın elinden tutar, Yadigar’ı da İzmir’e götürür. Fakat Hatça Nene, kararını
vermiştir. “Yadigar, İzmir’e gidecek.” Amcasını görecek. Amcası O’nu İzmir’de
gezdirecek.. Tepsili dağı kadar yüksek Kadife Kale’ye
çıkaracak.. Denizi
seyredecekler.
Hatça Nene’nin bu kararı karşısında, heyecandan Yadigar’ı uyku tutmaz. Azıklar
hazırlanıp, Abdi’ye götürülecek erzak derlenip “haydin” dendiğinde, Mevlüt Dayı, at
arabasıyla çoktan yanaşmıştır Tüccar Mehmet Emin’in kapıya. Atlarlar, Hatça Nene,
Kucağında Yadigar, Mehmet Emin, Arabacı Mevlut Dayı’nın at arabasına.
O zamanlar henüz otobüs yok. Bırakın otobüsü üstü açık kamyon yok. O
zamanlar Yadigar 6-7 yaşlarında, at arabasıyla Denizli’ye inerler. Trene binip, İzmir’e
giderler. İzmir’e vardıklarında faytonla doğru Abdi amcasının kapıya yanaşırlar.
İzmir’de birkaç gün kalırlar. Mehmet Emin Yarbay, alışveriş ettikleri esnaflardan
“Çaput alır”.
Abdi beyin İzmir’e gittiği dönem için Salih Yarbay;
“Önceleri yaya gittik. Sonra trenle yolculuk yaptık. İzmir’e gidişlerde önceleri
odunla çalışan trenlerle yolculuk yapardık. Sonradan trenler mazotla çalışmaya
başladı. Abdi’nin evi Kadifekale’de idi” diyor.
Salih ağa, ağabeyinin işi ile ilgili olarak da, “Biz birlikte iken rençperlik, çobanlık,
malcılık yaptık. Ağabeyim ayrılınca tüccarlık yaptı” diyor.
“ABE KUZUM, SEN ÜÇ KAZAN SUYLA PİŞMEZSİN”
Mehmet Emin, çok pazarlıkçıdır. Mal alırken öyle pazarlık eder ki, satıcıyı iyice
yorar. Çünkü, Mehmet Emin Yarbay’a göre mal alınırken kazanılır, satarken değil.
Ucuza alacaksın, alırken kazanacaksın. Pahalı alıp pahalı satmayacaksın. Satarken
de ucuza satacaksın ki sürüm olsun.
59
Mehmet Emin’in bu sıkı pazarlıkçı halini, ifade etmek için İzmir’deki Yahudi
tüccar, “A be kuzum. Mehmet Ali. Sen üç kazan suyla bile pişmezsin. -Çok pazarlıkçı
ve istediğini almak için çaba gösterip kendi istediği fiyattan alan, tuttuğunu
bırakmayan anlamında - Sen çok sinirsek bir adamsın. Sana mal verdiğimde kâr
edemiyorum, benden uzak dur” der.
HELVA EKMEK
Bir gün Mehmet Emin Yarbay, yanına oğlu Bekir’i de alarak Denizli’ye gider.
Eşeklere de buğday sarılmıştır. (yüklenmiş). Yola şafak vakti çıkılır. Dedebağ’ı
geçince Kızılarık mevkii bataklıktır. Buradan geçmek çok dikkat ve özen ister.
Hayvanları tek sıra, biraz sertleşmiş bölgeden geçireceksin.
Onları uygun bir vaziyette geçirmek için Bekir, babasına çok fayda sağlamıştır.
Ovada bataklık bitmez ki. Bedirbey’i geçerler, Seller Söğütleri denen yer yine
bataklık. Aynı eziyeti orda da yaşarlar. Nihayet dört saat sonra Acıpayam’a gelinir.
Kızılhisar’ı geçerler, takriben 2 km ötede Darıveren’e 50 km. mesafede bulunan
Çay’lının Han’da mola verirler. Han iki katlıdır. Alt katta ahırlar vardır. Üst katta ise
insanların yattığı odalar.
Mehmet Emin ise iktisatlı.. Çaylının Han’da mola verirler. Çünkü akşam
olmuştur. İleri gitseler Kazıkbeli’nde (Cankurtaran) birde “Goca garı”nın han vardır.
Goca garı hanına iyi baktığı için Çaylının Han’a göre bakımlı ve daha iyidir. Ancak,
orası pahalıdır.
Kazıkbeli ne o dönem iyi yol yok. Kazıkbeli’ne ulaştıran yol çok sonraları “mecburi
yolda çalışma” yöntemi ile yaptırılacaktır.
En iyisi yarı yolda Çaylının Handa mola vererek ertesi gün şafakla yine yola
devam etmek.
At arabası ile arpa, buğday çekenlerde vardır. Hep birlikte zorunlu çalışma
döneminde kazma kürekle yapılan yola dizilirler.
Artık Denizli görünmüştür. Hatta tüm heybetiyle ayaklar altındadır. Öyleye
kalmadan Denizli’ye Delikli Çınar’ı geçip buğday pazarına inerler. Bekir, ilk defa bu
kadar büyük bir yer görür. İlkokula da başlamamıştır. Ancak babasına yardıma
çoktan başlamıştır. Mehmet Emin Yarbay’ın tanıdıkları çoktur. Her zaman alışveriş
ettiklerine kolayca buğdayları satarlar.
HACI İBRAHİM HANI
Akşama geri dönülemez, Darıveren’e. Denizli’de kalmak gerek. Kale içi, yanında
Bayram Yeri’nden girişde sürekli gittiği iki han vardır. Bugün Bayram Yerindeki
“Pamukkale İşhanı’nın olduğu yerde bulunan Hacı İbrahim Hanı. Bu hana ne kadar
gidip gelmiştir Mehmet Emin Yarbay. Yaya at ile, eşekle her geldiğinde, İzmir’e gidip
60
döndüğünde bu handa misafir olur. Otel vardır elbet. Ancak otel pahalı, han,
iktisatlıdır.
O bölgede yakında Ahmet Çavuş’un hanıda vardır.Ancak orada yer yatak. Bit
çok, bu defa yine çok zaman olduğu gibi Hacı İbrahim’in handa kalmaya karar verilir.
O daha temizdir.
Hacı İbrahim’in hana büyük koca kapıdan avluya girerler. Han iki katlı. Geniş
avlunun kenarlarına ahırlar sıralanmış. Alt kata eşekler, atlar, ve diğer hayvanlar
bağlanıyor.
Hana gelen bir çok insan atlarını, beygirlerini çözüp ahırlara alıyorlar.Bekirler’de
öyle yaparak yüklerini indirip eşeklerini bağlarlar. Hancı, onlara mevsimine göre
saman, yem veriyor. Eşekleri aşağıya bağlayıp kendileri yukarıya çıkarlar. Orada
aynı ve komşu köylerden birçok insanla karşılaşırlar.
Hoş gelirken azık getirmişlerdir.Ancak, Mehmet Emin, oğlu Bekir’e bir kıyak
yapmak ister. Mehmet Emin oğlu Bekir’i Kaleiçine helvacı dükkânına götürür. Tahin
helva ve ekmek alır. Geçerler, Bayramyeri’ne. Bir ağacın dibine. Helva ekmek ile
karınlarını doyururlar.
Ertesi günü, eşeklere yükledikleri buğdayları, buğday pazarına indirirler. Eşekle
gelen, öküzle, at ile hatta deve ile gelenler vardır. Buğdaylara iyi fiyat veren birine
satarlar. Gelip geçtiği yerde herkese selam veriyor. Buğdayları sattıktan sonra
çarşıda alişveriş yaparlar. Basma, elbiselik kumaş vs. Birazda ev ihitiyacı, tekrar
çıkarlar, ertesi gün şafakla Darıveren yoluna.
Bu defa eşeklerde buğday değil, kumaş yüklüdür. Eşeklerin yükleri hafilediği için
birine de Baba Mehmet Emin biner..Yine akşam üzeri gelirler Çaylının Han’a.
Ertesi gün şafakla çıkarlar yola Darıveren’e. Bekir, bu yolculuğu ve yediği fırın
ekmeği ve helvayı hiç unutmaz..
O’da başlar yavaş yavaş babasına pazarlarda eşlik etmeye. O zamanlar, at
arabasıyla Denizli’ ye gidiş kişi başı; bir lira. Isparta’ya 310 guruş.
„NEDECEKSİN BAŞKASININ EŞEK TIKTIĞI YERİ?“
Hacı İbrahim’in handan bahsettik ya. Mehmet Emin Yarbay’ın burada çok
hatıraları olur. Dayısı oğlu Denizli Kaleiçi Zıraat Bankası Müdürlüğünden emekli
Bankacı Süleyman Darıcı anlatıyor:
„Hacı İbrahim Hanı, bir ara satılık olur. Bunu duyan Mehmet Emin, fiyat araştırır.
Kaç para eder, kaça verirler, diye sorar soruşturur. Düşünür en uygun ortak
olabileceği kişi dayısı Mehmet’tir. O sıra dayısı Mehmet Darı’cı da tücarlık yapar.
Parası vardır. Çevrede tanınır, kredisi yüksektir. Darıveren’e heyecanla döner.
Münasip bir lisanla adayısına meseleyi açar. Kârlı bir iş yapacaklarını söyler.
Mehmet dayının cevabı kesin ve nettir:
-Ne yepcaksın? Başkasının eşşek tıktığı hanı, ben ne yapayım.“
Böylelikle Denizli’nin merkezindeki Hacı İbrahim’in Hanı alamazlar. Dayı oğlu
Süleyman, hanın şu andaki yerinde Pamukkale İşhanı’nı görüpde iç geçirmeden de
edemez.
Alsalardı,“Sülalemiz kurtulurdu“ diye.
Halbu ki, oğlu Süleyman Darıcı’nın ifadesiyle; „Evde oğlan durmasın nerde
durursa dursun. Yeterki, benim işlerime ayak bağı olmasın, beni engellemesin, uzak
olsun“ düşüncesiyle Önce Denizlide, sonra İstanbul, İzmirlerde okutan Süleyman
61
Mehmet Darıcıya, Süleyman; „Baba, buba hurdan ev aldesek, alcek. Babam
cehennemde aydın olsun. Elindeki hovardalık yaptıkları hariç, 4 defa evlendi. Dul
Şerife’yi babam olcek aldı.Aşağaya ev yaptı. Şerifeyle beni barıştırmak için de küçük
yaşda olduğum halde seni evlendireyim dedi. 9 bizden, 4 şerifeden çocuk oldu. Birisi
ölmüş de Nenem rahmetli anlatıveriğidi, gari. ‚Bir yukarı obaya, bir aşağı obaya
seyirdiveriğ. Böylece o dilber oğlanı yedi’ derdi“ diyerek anlattığı babası Mehmet
Darıcı, tam tersi mizaçdaki Mehmet Emin ile nasıl uyuşacaktı? Zor.
SIRA BİR HAFTA SONRA
Hacı Mehmet Emin ve tanıdıkları, satacakları buğdayı Denizli’ye at, eşek yada at
arabası ile götürüp satarlar. Ancak hemen götürüp satmak yok. Satacakları kişi,
Denizli’de değirmeni olan ya Mevlit Aslan ya da Mehmet bey diye bir başkası. Bunlar
buğdayı alıp, öğütür, satarlar.
Yalnız hemen satmak yok. Bir hafta önceden sıra alınacak. Onlar elindeki
buğdayı un yapacak. Satacak. Sıra gelirse Mehmet Eminlerin buğdayını alıp un
yaparak parasını ödeyecek.
Bu işlem için en az bir hafta sıra beklenir.
AMAN DEH’ DE, KARA KURTLAR GELİYOR
Mehmet Emin, Salih Yarbay kardeşler bir Denizliye bir yolculuk zamanı
Kızılhisar’dan çıkınca akşamüzeri, Çamurlu Burun mevkiine geliyorlar. Geliyorlar
fakat kara kara kurtlar yolun üzerinde hayvan leşini parçalamış, yiyorlar. Bu durum
kendilerini ürkütüyor. Nasıl geçeceklerini düşünürken, arkalarından at arabalarını
şangırdatarak silahlı insanlar geliyor. Kurtlar, gelen at arabasının şangırtısından
ürküp kaçarak dağılıyorlar.
Böylece, yarbay kardeşler önlerinde leş yiyen kurtlardan kurtulup yola devam
ediyorlar. Tabii kurtlar yanaşmasın diye atlarına yüksek sesle “ deh” diyerek. Aksi
halde kurtlar peşlerinde gelecek..
HAŞHAŞ
Darıveren’de bir zamanlar aile gelirinin bir parçası da haşhaş sakızıdır.
İlkbaharda ovayı saran beyaz, mor, pembe çiçekleriyle haşhaş tarlaları çok güzel
görünürler.
Haşhaş çiçekleri tarlaları bir gelin başı gibi süsler.. Çiçekleri dökülüp koza ortaya
çıkınca sakız almak için zaman gelmiştir. Kozaları bıçakla çizer akan süt bir gün
bekletilip koyulaştırılır sonra bıçakla kazınır. Bu haşhaş sakızını devlet alır.
KOLCULAR
Herkes tütün eker..1970’lerde bile en önemli gelir kaynağı tütündür. Bahar geldi
mi herkes tütün diker. Hasattan önce kolcu gelip tahmini verim yazar.
Tütün kesilir. Ancak eksper aynı anda tütün fiyatını açıklamaz. Buda köylüyü
büyük sıkıntıya sokar. Genelde köylünün kaldırdığı tütün yazılandan çok daha fazla
62
olur. Yazılan kadarını devlete verirler. Devlet fazla üretilen tütüne para vermez hatta
yakmak için sembolik bir para bile keserdi.
Mehmet Emin Yarbay’da uzun yıllar sigara içer. Tarladan koparılan tütün
yapraklarını bıçakla kıyar, güneşte kurutulur., ince sigara kâğıdıyla bu tütünleri sarar
içer. Sarmak bir hüner ister. Herkes yanında bir tabaka taşır. dikdörtgen metal bir
kutu, içine tütün konur, kapağına da ince sigara kâğıtları konur.
Kolcu geldi mi tabakayi yakalatmamak lazım, cezası 20 liradır. Bu para o günün
ölçüleri içinde çok büyük paradır. Bazen kolcular tabakaları almak için atla, köylüleri
kovalar.
KAÇAK SİLAHLARI NASIL SATIYORSUNUZ?
O dönemin en önemli satış malzemesinden biri tütün, diğeri silahtır. Bunu
kaçakçılar yaparlar. Bir gün köy odasında silah pazarı kuran silah kaçakçısına
Mehmet Emin Yarbay sorar;
„Hiç bir yerde kalmaz isen Finike, bir günlük, Deniz’li iki günlük mesafe. Siz bu
mesafeyi nasıl kat ediyorda yakalanmadan getirip satıyorsunuz. Halbuki biz de
tüccarlık yapıyor, geziyoruz. Yollarda bir sürü jandarma görüyoruz. Siz nasıl oluyorda
bunlara yakalanmadan, bu kadar silahla dolaşıyorsunuz, buralara kadar geliyorsunuz
i?“
Kaçakçı cevaplar,“ Onlarında hakları var. Verirsin haklarını yollar açılır. Yoksa
kuş uçmaz…Tabi bununda bir yöntemi var. Bizde o yöntemi biliyoruz. Ne onlar bizi
nede biz onları tanırız. Herkes hakkını alır ve yoluna gider. Anladın mı Mehmet Emin“
derler..
EY AHALİ , HALİMİ GÖRÜN...
O dönemde suçlulara, bize şimdi ilginç gelen cezalar verilir. Şayet birisi kazan
çalsa, bu kazanla yakalansa. O şehrin pazar gününde, en kalabalık olduğu zamanda,
suçlunun sırtına kazan asılır. Suçlu, görevliler eşliğinde hem çarşıda dolaştırılır hem
de bağırtılır:
„Ey ahali. Bakın benim halimi görün. Ben kazan çaldım. Bu hale geldim“
ALICI : ALİ
GÖNDEREN:ALİ
Türkler, cesur , atak insanlara „Deli“ derler. Çanakkale Şehidi Musluoğlu
Hüseyin’in oğlu Ali’de korku yoktur. Onu öldürebilirsiniz ancak dövemezsiniz. Hacı
Mehmet Emin’in komşusu, birlikte büyüdükleri, yakın arkadaşıdır Deli Ali.
İlerde Darıveren’in hayatında iz bırakacak olan Deli Ali, 1935-36’larda askere
gider. Ağrı’da jandarmadır. O dönemde jandarmaya atı için ayrıca arpa parası verilir.
Deli Ali, atına aldığı arpa parasından iktisat eder, biriktirir. Biriken para 150 lirayı
bulur. O zamana göre büyük paradır 150 lira.
Askerlik bitmek üzere düşünür Deli Ali, bu parayı üzerimde götürsem soyarlar. Ya
da kaybederim. En iyisi posta ile göndermek. Fakat ne kardeş var. Ne baba. En iyisi
kendi kendine göndermek.
63
Nasıl olsa buradan gönderir, askerlik dönüşü onu alır. Öyle yapar. Gider
postanaye
„Gönderen: Ali Gürel.,
Alıcı :Ali Gürel „diye yazar.
Askerden döner.Para postanaye gelmiş.Ancak postane müdürü; „Ne bileyim
senin Darıverenli Ali Gürel olduğunu. Şahit getirmeden vermem“ diye diretir.
Darıveren’den Acıpayam’a yerleşen Hamdi Peker’i bulur. Onun şahitliğinde 150
lirasını postanaden çeker.
TUNALI TARLASI, ARPA BEDELİNDEN
Muhtar Deli Ali’nin Babası Musluoğlu Hüseyin Çanakkale’de kalır. Musluoğlu
Hüseyin, Askere Tefenni’den gider. Deli Ali, babasını askere giderken hatırlar. Bir
daha yüzünü göremez. Hanımına giderken “Çocuklarımı rezil etme, iyi bak” diyen
Musluoğlu Hüseyin’in gidişi o gidiş.
Hanımına yaş sırası ile Ayşe, (Deli)Ali, Fatma, İkbal ve Hacer isimli 4 kız bir
oğlan 5 yavru bırakır gider. Musluoğlu Hüseyin’in ağabeyi Mustafa, askere gider
ancak o dönenlerdendir. Mustafa hem Balkanlarda, hem de Yemen’deki hatıralarını
anlatırmış. Ancak kim kimin kaydını tutacak ki? Akılda kalan Musluoğlu Mustafa’dan,
bugün Adriyatik kıyılarında bulunan ve Bursa, Edirne kadar bizim şehirlerimiz olan
milli şairimiz Mehmet Akiflerin doğduğu topraklardan İşkodra ve Yanya’dan
bahsettiğidir.
Babalarından kalan 70 dönüm tek tarla. Yarısı Balkan-Yemen Gazisi Mustafa’nın
yarısı gidip dönmeyen Musluoğlu Hüseyin’den kalan 5 yetimin. Musluoğlu Mustafa
ve Deli Ali’nin anası sıkışınca bu tarlayı çok az bedelle Kadir Tıkaç’ın büyük dedesi,
Deli Ali’nin kayınbaba tarafından akrabası olan Hüseyin Çavuş’a satar.
Darıveren’deki “Ellik Gavurları” mübadelede çeker gider. Tarlaları boş ve sahipsiz
kalır. “Gavurun Geni” denilen yerler Dalıverenlilerin değil, bu giden “Ellik Gavurlarına”
aittir. Buralar boş olduğu için köyün ortak malı haline gelir. Köy ihtiyar heyeti
“Çukuryer”deki tarlayı satılığa çıkarır.
Deli Ali’de askerden getirdiği para vardır. Deli Ali kayınpederi Mehmet Tıkaç’a
giderek, Ellik Gavurundan kalma Çukuryer’deki tarlayı almak istediğini söyler.
Kayınpederi ise; “Sen ne yapacaksın elin gavurunun tarlasını. Sen dedelerinin
tarlasını al” diyor.
Deli Ali, amcası Musluoğlu Mustafa’nın sattığı ve Tunalı Tarlası diye bilinen 70
dekarlık tek tapulu tarlayı Hüseyin Çavuş’dan kendisine intikal eden kayınpederi
Mehmet Tıkaç’dan 90 liraya geri alıyor.
EZAN SUSTU, CAMİ CEMAMATSİZ KALDI
Cumhuriyetle birlikte, kıyafetten yazıya, ölçüden tartıya çok şey değiştirilir. Ülke
de medreseler kapatılır. Kur’an eğitimi yasaklanır. Ezan aslı gibi okutulmaz, Türkçe
okutulur.
Bu dönemi bizzat yaşayan Mustafa Akyürek; “1940-50 arasında camide cemaat
yok. Müezzin bulmakta bile zorlanılıyordu. Müderris Mustafa efendi, Tanrı Uludur diye
bağırıyor. Ancak camiye gelen yoktu. Millet namazlarını kendi aralarında ve evlerinde
kılmaya başlamıştı. Yasak döneminde insanlar öğreneceklerini yazıdan değil de
64
dilden öğrenirlerdi.” diyerek dönemin atmosferini anlatıyor.
GİZLİ OKUL
Darıveren’de Müderris Mustafa Efendi ve Kardeşi Ömer Efendi, “yasaklar”
üzerine sürdürdükleri eğitim işini mecburen bırakırlar.
Hüseyin Paçacı’nın babası Hoca Mehmet, Osmanlıda devlet okullarında okumuş.
Talebe okutması konusunda belgesi vardır. Kur’an eğitimi yasaklanınca, Hacı
Mehmet, bütün tehlikesine rağmen evinde okutur. Kendisinden ders almaya 30-40
kişi gelir. Hoca , talebelerini gizlice okutur.
Darıveren’de evler mektep olur. Köyde adeta ev okulları vardır. Kayaların
Süleyman, Nebilerin Osman dayı, Molla Mustafa(Molumusta), Yahyaların imam
evlerinde mektep şeklinde faaliyetlerini sürdüren hocalardır.
Mehmet Emin Yarbay, kendisi okumamıştır. Zamanla Çapacıların Mehmet
hocaya giderek Kur’an okumayı öğrenir.
İHTİYAR TALEBE
İlerde Hacılar’ın Mehmet Emin Yarbay ve ailesi için evin her şeyi olacak olan
Ramazan Koç, Mehmet hocanın dizi dibine Mehmet Emin Yarbay ile birlikte otururlar.
Ramazan koç 1937 doğumlu. Mehmet Emin Yarbay, 1909. Aralarındaki yaş farkı, 2830 dur. Mehmet Emin Yarbay, evli barklıdır. Çoluk çocuğa karışmış, tüccarlık yapmış
diyar diyar aşmış, yaşı kemale ermiştir artık. Fakat kendisinden 30 yaş küçük
çocuklarla aynı yere diz çöker. Ve Mehmet Efendi dediği Mehmet Hocadan Elif
öğrenir.
Öğrenmek için hiçbir komplekse girmez. O,sağın solun demesine değil “Oku”
diyenin emrine bakar.
Bir anlamda okul arkadaşı olan Mehmet Emin Yarbay ile Kur’an okuma,
öğrenmelerini şöyle anlatacaktır, o günün çocuğu Ramazan Koç:
1947’lerde Kur’an okumak, okutmak yasak idi. Ezan “Tanrı uludur” diye
okunuyordu. Çapacıların Mehmet hocadan Kur’an öğrendik. Hacı dayı (Mehmet Emin
Yarbay), hocamıza
“Mehmet Efendi “derdi. Biz yukarı mahalleden hocamız
Çapacıların Mehmet ‘e Hacı dayı (Mehmet Emin Yarbay)ile birlikte giderdik. Hacı
dayı eliften başladı. Biz tecvit okuyorduk. “Zor ama öğreneceğim” diyordu. Sonra
öğrendi.
Hacı Mehmet Efendi ‘de “ Bravo, bu yaşta okumayı söktün” derdi. O’na Kur’an
okuturdum. Çünkü ben ondan okumada ilerde idim. Hocamız Mehmet Efendi, bizden
yaşlı idi ancak Hacı Emin ile aynı yaşta idi.”
Darıveren çocukları ve başka köylerden Kur’an okumak için Hüseyin Çapacı’nın
babası Mehmet Hocaya gelirler. Fakat Hüseyin Çapacı, kendi Kur’an okumak için
başka köylerin yolunu tutar. Olayı Hüseyin Çapacı şöyle anlatır:
“1940’da ilkokulu bitirdik. Babamın okuttuğu talebeler vardı. Fakat babam kızınca
ben ağlardım. Onda okumak istemedim. Gırgırlı’da Bahçemiz var. Bahçede
çalışıyoruz. İki arkadaşım, Abdullah ve Nebilerin Ali Çavuş’un Muhammet. “Biz
Armutlu’ya Kur’an okumaya gidiyoruz” dediler. “Bende gidebilirim “ dedim. “Gidelim”
dediler. 30 km ilerdeki Armutlu’ya vardık. Orada Osman Hoca diye bilinen hocanın
65
evinde kaldık. Evde yatılı kalan öğrenci 7-8 kişi idik. Hoca 70 yaşlarında. Koca karı
vardı. Bizden hiç para pul almadılar. Hocamız, “Evlatlarım. Sizden istediğim üç ihlas
bir Fatiha” derdi.
Bizden ücret almaz. Yemeklerimizi yaşlı kadın yapardı. Biz sadece giderken mısır
unu götürürdük. Cumartesi Gölhisar’da Pazar kurulurdu. Hocamız 40-45 talebeyi
peşine takar 7 km ilerdeki pazara giderdik.
Et alırdı. Et parası olmaz ise tavuk alırdı. O şekilde bize bakardı. Gizli okurduk.
“Tanrı Uludur” diye ezan okunurdu. Okurduk.
Önce Armutlu’da okudum. Sonra babamdan. Babam dört evladının dördünü de
okuttu. Torunlarının da tümünü okuttu. O yüzden bizim çocuklar iyi Kur’an okurlar.
DELİ ALİ MUHTAR
Darıveren’de tüm muhtarlar “ağalardan” seçiliyor. Fakat garibanlar muhtardan
bıkıyorlar. Ali Gürel’in eniştesi Mustafa Tıkaç, askerden yeni gelir.
„Yukarı Köy“ ya da“ Yukarı Oba“, 1940 seçimlerinde muhtarlık için genç
Mustafa’da ısrar ediyor. Zaten Mustafa’nın kendisi de zengin çocuğu. Ağaların adayı
da Himli bey.
Böylece köyde iki taraf oluşur. Hava gerginleşince Ağalar, muhtarlık elden
gitmesin diye orta yol için Yukarı Mahalle’den Hacı Bekirlerin odasında toplanırlar.
Muhtarlık meselesini tartışırlar.
Adeta seçici kurul oluşturulur. Bunların seçtikleri, muhtar seçilecek. Önde
gelenler; „iki adayıda çekelim“ derler. Ve bir orta yolda anlaşarak bunların yerine Deli
Ali’yi (Ali Gürel’i) seçelim diye karar verirler.
Yukarı mahalle dindar yada muhafazakar.Aşağı mahalle ise CHP’li.
Yukarı mahallenin adayı Mustafa Tıkaç, çekilirse Deli Ali kayınçosu olduğu için
Ali’nin adaylığına itiraz etmez. Çünkü akraba-hısım. Ağalarda itiraz etmez. Çünkü
Deli Ali, koyu CHP’li.
Böylece iki aday da çekiliyor. Deli Ali( Gürel) aday yapılarak " ittifakla“ muhtar
olup, mührü eline alıyor.
CHP’nin, “tek parti tek şef” anlayışı döneminde CHP’li muhtar, yerelde “Devlet”
anlamına gelen parti temsilcisi ve onun tek otoritesi olarak yönetimi ele alan Deli Ali
Darıveren’e adeta mühür basıyor.
ALAMAN HARBİ
1939-45 Alaman harbi denen 2. Dünya Harbi yılları. Devlet harbe girmez, ancak
harbin tüm sıkıntılarını millet yaşar. Askere giden 4 kura, terhis edilmez. 24 ay olan
askerlik olur 48 ay, tam dört yıl.
Almanlar dayanır Edirne’ye, sınırlarımıza. Silah altındakiler yetmez daha önce
askere gidenler çağırılır, vatan savunmasına. Darıveren’dende ihtiyata gidenler olur.
Bunlar;
Omarların Iramazan, Sarı Durali, Turcanların Mustafa, Omarların Mustafa,
Mıcıkların Mustafa(Tıkaç), Yahyaların Mustafa.
Ağa Dayı: «Ovada mısır suluyordum. Oğlum Ali, geldi. ‘Seni askere istiyorlar’
dedi. Hemen tarlayı bıraktım. Geldim ki bizim künye tutmamış. Biz yukarda kaldık.
Askere 27’lilleri aldılar.»
66
KITLIK YILLARI ... AHLAT EKMEĞİ
Mehmet Emin, askerden dönmüştür. Dünyada dönem “Şeflik dönemi”
Almanya’da Fühler, Hitler, İtalya’da Duçe, Mussoloni, Rusya’da yegane otorite Stalin
olurda Türkiye’de “şef ” neden olmasın. O sırada İnönü, iktidar. Ebedi şef gitmiş,
İnönü “Milli Şef ” olmuştur.
Ne de olsa dünyada yönetim olarak genel geçer idrak ve anlayış o yönde.
Türkiye’de genel bir kıtlık, üretim düşüklüğü ve askerdeki gençlerin terhis edilmemesi
hatta ihtiyatların alınmasıyla üretimde ki işgücünün piyasadan, ocağından,
tarlasından çekilmesi insanları çok sıkıntıya sokar.
Birde bölgede tabi afet yaşanır. 1941 yılı Nisan ve Mayıs aylarında yağmur
yağmaz. Kıtlık olur. Önce kuraklık, sonraki yıllarda da çekirge sürüleri yeşil namına
bir şey bırakmaz. Ekinlerin yapraklarını yer. Kurutur ortalığı. Dualar edilir yinede
yağış gelmez.
Tüm Hamit Ovası ve yöresindeki halk arpanın veya buğdayın içine çöğür
armudu, mısır koçanı öğütüp yerler. Arpa, buğday bulamayan tamamen çöğür
armudu unundan yapılan ekmeği yerler.
Mehmet Emin Yarbay, o çekilen sıkıntıları ömrü billah unutmaz, unutamaz. Onun
için hep tedbirli olur. Ambarında daima buğday bulundurur. Çünkü o dönem öyle
dönemdir ki zengininde de yok, fakirinde de yok.
Ve o yıllarda yabani armut ve ahlatları kurutarak un yaparlar, ahlat unu yerler.
Taşlıca armudunu öğütür, un yaparlar. Kimileri de hayvanların, ineklerin dışkılarını
temizleyip, buğday vs. temin ederek onu öğütür yerler.
AĞA KAPISI
40’lı yılları yaşayan herkesin armut unu yediklerini söyleyen Vural Gürel, 1964-65
yıllarında Dalaman Çayındaki köyün ağası Salih Peker’in kardeşi Goca beyinAbdurrahman Peker- değirmenine gittiğinde Dedebağ’dan gelen birisinin yaptıkları
sohbette iki gözü iki çeşme ağlayarak anlattıklarını onun ağzından şöyle naklediyor:
“2. dünya savaşında üç gün aç kaldık. Bir şey yeyip içemedik. Darıveren’in ağası
Salih Ağa’nın (Salih Peker) yanına gittim. Salih ağa ile karşılaşarak selamlaştık.
Salih ağa;
-Nereye gidiyorsun? Diye sordu. Bende, “Senin yanına geliyorum..Üç gündür
açız .. “ dedim. “Git Ümmühan Bılla (Ağaların hanımlarına verilen sıfat) 5 dolu melez
(5 gaz tenekesi yada 16 kiloluk 5 ölçü, arpa+buğday+mısır+çavdar karışımı ) versin.
Al git” dedi.
Verilen miktarda melezi alıp götürdüm yedik.”
Hamit Ovası köylerinde arpa ekmeği yemek adettir. Daha fakirler darı ve çavdar
ekmeği yer. Orta halliler darı ve çavdara arpa katarlar. Zengin ekmeğidir arpa
ekmeği. Hem arpa ekmeği beyaz olur. Onun için “ağ ekmeğim gözüne dursun” derler,
haylaz oğlana, inatçı geline..
İnsanlar buğday yemezler. Buğday satılmak içindir. O nedenledir ki; “Kıtlık
buğday yedirir, yokluk kumaş giydirir” diye söylenir olmuştur. Çünkü buğday gelir
getiren bir mahsuldür. Onun için çiftçi buğdayının tohumluktan fazlasını satar diğer
geçimini temin ederdi. Fazla mahsulü olanlar bir kısmını ambarda saklar. Fevkalade
67
bir zaruret hissetmedikçe narçiçeğine kadar satmaz, şayet diğer hububat tükenir ya
da kuraklık basar, kıtlık baş gösterirse çaresiz olarak bu buğdayı yemekliğe sarf
ederlerdi.
Bu kıtlık zamanı 50 kuruş olan buğday tam 18 liraya çıkmış. Ümmihan Bılla, Salih
ağaya, “Ağa buğday bu kadar para ediyor. Sat paraya çevir” diyor.
Salih Ağa, “Hanım ..Bu kapı ağa kapısı.. Bu kapıya gelen boş dönmeyecek.
Dağıtacağım” demiş.
Tarlası bol, suyu bol olan Darıveren’de bile 1960’larda melez ekmeği yeniyor.
Çok az aile buğday ekmeği yiyor. 1940’larda tarlalar ortaklaşa sürülüyor. Tek eşek bir
komşunun, tek eşek diğer komşunun.
“Öte yandan Alaman harbinde Darverende kendi ürettiği zahire ile geçinen ev
sayısı 20’yi geçmez. Kalanları ekmek için arpa toplar. Buğday, yenmez. Satılır. İğne
iplik alınır..
O dönemde yumurta en lüks yemektir” diyen Mehmet Akif Arslan, 1950’lere ait bir
hatırasını şöyle anlatır:
“Eve öğretmen misafir geldi. Hanım misafir için yumurta yaptı. O dönemde
çocuklar yemek yemez, kalan artığı yerler. Beyhan gelerek deyus, yumurtanın
hepsini yiyecek misin?“ dedi.
Kahve bilen yok. Vari ise eğer kahvenin dibini yalardık. Kahve bulunan ev 10’nu
geçmez.“
Mehmet Emin Yarbay, eli sıkı ve tutumlu diyorlar. Tutumlu ve tedbirli olmasında
hep bu sıkıntıların etkisi var.
TOPLANAN ÖŞÜR KAYBOLDU
Türkiye savaşa girmez. Ancak 2. Dünya savaşının etkisi ülkede çok ağır
hissedilmiştir. Zamanın Cumhurbaşkanı, Milli Şef İsmet İnönü 1950 seçimlerinde
kaybedince sokakta bir kadın ona; „Sen ne yüzle buralarda dolaşıyorsun, bizi aç ve
sefil biraktın“ der.
İnönü’de ona „Kızım, ben seni ve aileni elimde olmadan belki aç bıraktım ama
seni babasız büyütmedim“ der.
BEKLEKİ MEMUR GELSİN
Köyün en yaşlısı (Abdurrahman Cengiz Peker) Ağa dayı, köyün öşürünü toplama
konusunda şöyle diyor:
„Köyün öşürünü eskiden köyün zengini alır. En eski mültezim, Nebioğlu Hacı
Ahmet. Aşar (öşür) borcundan dolayı tüm mülkü satıldı. Sülale tarlasız kaldı. Salih
Ağa, Ağa dayının amcası Salih Peker) Yazırın ağşarını almış“ ***
40-45’li yıllarda Devletten memur gelir. Tınazı (tahıl yığını) ceç üzerene damgayi
basar. Çeker giderler. Ne zaman geleceği belli olmaz. Gelip alsalar iyide. Gelmezler
bir türlü. O mahsülü kaldıramazsın. Kaldırsan suç. Vergi kaçırma cezası, sonuç
hapislik. Vereceksin istediklerini. Ancak. Memur gelmez. Büyük sıkıntı. Sonra gelip
mahsulün -yasal olan kısmını ondabirini- alıp gider. Ne miktar alacağına kendisi karar
vererek.
KENDİ ZAHİREMİZİ ÇALDIK
68
Bugün 71 Yaşında olan Davut Osmanlar sülalesinden Hacı Ali Molla’nın oğlu
Mustafa Öşür yıllarında ; “1940’larda bir eşek için 25 kuruş alırlardı. İnsanlar bu
parayı veremezlerdi. O yüzden mallarını davarlarını götürüp ormanda saklarlardı.
Hasat zamanı, zahire için memur gelip mühür basar. Devletin hissesini alıp
götürürdü.
Fakat
bununla
yetinmezler.
Kışında gelip basarlardı.
O yüzden dama kuyu kazdık. İçine zahire koyup kuyuyu kapattık. Zahireyi
böylece sakladık. Bu kuyu sonra yeni ev yapınca avlunun içinde kaldı. 20 yıl sonra bir
kış 4 manda öldü. Bu kuyuya onları gömdük. İnönü döneminde zahire saklamak için
açtığımız çukur o işe yaradı. Öşür yıllarında Göveren ekini tespit ederler ve vergiye
alırlardı. İster hasat yap, ister yapma. İster mahsül versin, ister vermesin. Göveren
ekinden vergi alırlardı“ diyerek İnönü dönemini anlatıyor.
SAYIM MEMURLARI
Milli Şef döneminde sayım memurları gelir. Sayım Memurları köylere gelip
koyunları keçileri, eşekleri, öküzleri sayarlar. Bunlar atla geçerken bütün sürüyü
hemen sayı verir, söyledikleri kanun. İstedikleri tamam olacak, istersen temin etme,
ocağına incir ağacı dikerler.
Yanlış hayvan sayısı bildirip vergi kaçırmanın cezası büyüktür. Muhtar, CHP
temsilcisi vs. ne derse o. Onun için o zamanlar köylerden jandarmada eksik olmaz.
İstediklerini istedikleri şekilde döverler. Malını alır giderler. Bahane de hazırdır ;
« 10 keçisi var, iki keçi » dedi. Sayıcılar, muhtar yada parti görevlisi «Aslında 10
keçisi var» dedimi iş biter.
“PARA VE ALTIN YENMİYOR, EKMEK LAZIM”
Ekmek konusunda belki de şehirden köylü daha iyidir. Onların durumu kötü
ancak, şehirli daha zorda.
Mehmet Emin, sırtına eşinin koyduğu azığı sırtlamış İzmir’in yolunu tutmuştur.
Gittiği yerde aç kalmasın, para harcamasın diye azık hazırlar, koyar Mehmet Emin’in
heybesine. Kara tren ile Denizli’den İzmir’e ulaşan Mehmet Emin, alış veriş yapacağı
dükkânları dolaşıp, ucuza alacağı malları trene atacak oradan Denizliye, Denizli’den
Darıveren’e ve oradan çevre pazarlara çıkarak kâr etmeyi düşler.
İzmir, Eşref Paşa’da dükkânları dolaşırken daha önce tanıdığı bir Yahudi tüccar,
“Mehmet Emin, heybende ekmek var değil mi?” der. Oda evet. İzmir’de sizin evleriniz
var, bulursunuz. Ben ekmeği nerden bulayım. Köyden getirdim der. Yahudi daha
yumuşak bir eda ile „Gel Mehmet Emin, girer dükkâna zaten tanıdıktır. Yıllarca
dükkânından alışveriş ettiği, merhabası olan adam, iyiden iyiye dükkanı içerden
kilitliyor. Mehmet Emin biraz korkar, fakat bozuntuya vermez. Darıveren’li tücar
Mehmet Emin’nin tek korkusu ardır. Oda cebinde, kuşağında sakladığı mal almak için
getirdiği paradır. Mehmet Emin’i götürür kasasının başına, yorum yapmadan kasayı
açar. İçi para ve altın dolu. « Al, kaç para alacaksan, al“ der.
“Bana ekmek lazım. Çünkü bu para ve altın karın doyurmuyor, bunlar
yenmiyooooor , Mehmet Emin.. Yenmiyooor. Kaç gündür açım. Ekmek yok. Ne
ekmek bulabildik, ne zahire » deyince gerçekten Mehmet Emin şaşırır.
69
Nasıl olur sizin karneniz var. Bizim yok. Siz istediğinizde fırına gidip karne ile
alıyorsunuz?
“Evet Mehmet Emin, bizim karnemiz var. Ekmek karnesi. Ancak günde bir aileye
bir ekmek. Her gün bir ekmek alıp götürüyorum. Evdekilere yetmiyor. Bende üç
gündür açım”
Köylünün karnesi yoktur, ancak yiyecek ekmeği olmasa, Darıveren’de çıtlık
vardır..
HEDİYE, EKMEK
Çocuklar, babaları Acıpayama, Denizli’ye yada başka bir şehire giderlerse „
bazar ekmeği“ ister. Getirebilenler, çocuklarına beyaz, yumuşak içi pamuk gibi „bazar
ekmeği“ getirir. O dönemin en güzel hediyesidir bu ekmek.
FETHİYE’DEN PORTAKAL
***Hiç bir yerde kalmaz ise Fethiye, bir günlük, Deniz’li iki günlük mesafe.
Portakal Darıveren’ de Hamit Ovasında, Denizli’de yetişmez. Portakal kıyılarda
yetişir, iç bölgelere getirip satılır. Portakalın yetişmediği yerlerde de portakal, lüks
sayılır ve çok heves edilir.
Ortalama olarak üç çocuğa bir portakal düşer. Paylarına düşen bu nadide
meyveyi hemen bölüşüp yiyerek heba etmek istemeyen çocuklar ocakta ısıttıkları
maşayla üzerine süslemeler yaparak günlerce oynarlar ve ancak oyundan sıkılınca
ya da portakalın başına bir hal gelince üleşip yerler. Portakal sadece hastaya, oda bir
tane olarak götürülebilen bir “acayip” varlıktır. Köylü ancak ürettiğini mevsiminde
yiyebilir. Portakal yemek şehirli işidir, aslında.
Mehmet Emin Yarbay arkadaşı Hacı Ali Şüphesiz ile Fethiye, Faralya’dan dört
eşek yükü portakal alırlar. İbecik pazarına giderler.Satamazlar. Gölhisar, Çavdır
pazarlarına uğrarlar. Portakal satılmıyor bitmez.
Darıveren’e gelirler, satmaya çalışırlar, bitmez. Eşeklerde portakal yükü ile
Kızılhisar-Serinhisar - pazarına yol alırlar, bitmez. Çaylı’nın Hal’da mola vererek
sabah ezanı çıkarak ikindi ezanı zamanı vardıkları Denizliye kadar satamazlar.
Denizli’de de kilo ile satamazlar. Ancak şapkalarına doldurdukları portakalları
kahve kahve, bakkal bakkal, dükkan dükkan dolaşarak dolaşarak ancak birer tane
olmak kaydı ile satabilirler.
FENİKE’DEN PORTAKAL
Mehmet Emin Yarbay, eşekle yola çıkar. 8 saat ilerde İbeçik köyü vardır. Orada
yatar. Köy odasında misafir kalır. Köy odası her saniye açıktır, gelecek misafirler için.
Şayet yayında ekmek götrmüşse, onu yer. Götürmemişse hane sahipleri gelen
misafiri ağırlamayı boyunlarına borç bilirler. Bu tücardır deyip, para pul
istemezler.Yiyeceğini sunarlar, evlerinden getirerek.
Sabah namazla birlikte yola çıkar. 2. gün ikindi de portakalın bol olduğu yere
Paşalı’ya iner. Orada da odada kalırlar. Misafir için para geçmez..Orada da yemek,
içmek yerli halka, oda sahibine aittir. Çünkü memleketlerine gelen, odalarına konuk
70
olan odalarına Tanrı misafiridir. Misafiri aç bırakmak ayıp, hatta günahtır. Misafire
yedirip içirirler, gelip gittiği yerlerden haber alırlar. Orada olanları adeta teslim
ederlerki başkalarına ulaştırsın diye.
Yük hayvanları düşünülür. Onlarda rahat ettirilir. Varsa misafirin eksiklikleri
giderilir. Akşam misafir odasına muhabbet için gelenlerle alınır. Portakal için bağlantı
kurulur. Aslında hem portakal alınır, hem muhabbet alınıp satılır.
Gece yatılır odada. Sabah çıkıp tarladan portakal sarılır, yük hayvanlarına. Bu
defa yük ağır, yol yavaş alınır. O nedenle ibecik’e gelinmez hemen. Grain’de (Karain)
mola verilir. Orası beldir. Orada bulunan kayalar insanı gizler. Yağmurdan, yaştan
korur. Tabii sığınaktır yolcular için.
Sabah ezanı Karainden yürünür. İbecik’den geçilir. İbecik’den geçerken yol
arkadaşı anlatıyor:
“Osmanlılar zamanında Medine Vakfı’na ait olan ve Yörükler’in otlakiye parası
karşılığı İbecik yaylaları otlak olarak kullanılır. Padişah sarayında askerliğini yapan
Muğlalı Hasan Pehlivan pehlivanlığı nedeniyle gerek devrin padişahı, gerekse Valide
Sultan tarafından çok sevildiği için terhis olacağı zaman Medine Vakfı toprakları
kendisine hediye olarak verilir. Hasan Pehlivan’in ölümünden sonra oğulları bu
toprakları satar. İbecik köyü toprakları dönümü bir altına, üzerinde yaşayanlarca satın
alınır.
Hızlı gelinmişse akşam ezanı, yoksa yatsı ezanı ile Darıveren’e ulaşılır. Ertesi
gün sepetlere konan portakallar tanesi 2,5 guruştan tane tane satışa sunulur. Çünkü
kilo ile alan olmaz, olamaz.
TUZ ÖNEMLİ
Mehmet Emin Yarbay’ın 4 ambarı vardır. Her biri 100’er dolu alır. İkisi zaten
babadan kalmadır. Her zaman anbarda gelecek yıla yetecek zahire bulunur. Bu yılın
zahiresi satılmaz bir önceki yılın zahiresi satılır. Hep tedbirlidir, Mehmet Emin Yarbay.
Çünkü gerek 1. gerek 2. dünya savaşı sırasında yaşanan kıtlığı bizzat görmüştür.
Kendilerinde un , buğday olsa bile konu, komşunu çektiği sıkıntıları iyi bilir.
Fakat vefat ettiği yıl olan 2007 kurak geçince. Aman der. Söyleyin icarcıya 10-20
dolu buğday koysun ambara. Ne olur ne olmaz. Ankara’dakiler belki ekmek bulamaz.
Köye geldiklerinde hazır buğdayları olsun. Öğütür yerler der. 10 dolu buğdayı getirtip,
ambara koyunca rahat eder.
Çünkü Mehmet Emin Yarbay, statünüz ne olursa olsun, paranız ne kadar olursa
olsun memleketin genel bir kıtlık durumunda hiç bir şeyin para etmediğini para ile
karın doymadığını iyi bilir.
İzmir Eşrefpaşa’daki Yahudi tüccarı gözü önünde canlandırır. Sadece o mu?
Hatca nine de hep derki, „Aman ambara buğday ve tuz koyun. „Biz seferberlikte acı
tuz alıp, acı tuz yedik. Bunu da bulduğumuza şükrettik.” Ve ambarın birisini tuz
doldurtur.
TUZ FETHİYE’DEN
Buğdayı anladık ta, tuz neyin nesi demeyin. Tuz şehirden alınmaz. Çünkü çok
71
pahalı. Ayrıca tuzu kazması, taşıması zordur. 1950’lerde bile Darıveren’de tuz
yüzünden domates ekme tartışması yaşanır. “Domates ekmeyelim. Çünkü tuz çok
gider” deniyor. Tuz yüzünden domatesten vazgeçilebiliyor.
Köye ve çevre köylere Yörükler, deveyle tuz getirirler. Uzun bir deve zinciri
görülür. Önünde eşekle sahibi gider, yolda ahenkli bir çan sesi duyulur. Bu çan
sesleri çok uzaklardan duyulduğu için ha bilmem kimin develeri geliyor derler.
Develer yalnız tuz değil, ceviz, zeytinyağı ve sabun da getirirler.
Ayrıca buğday veya arpa satmak isteyenler malları fazlaysa bu develerle
mallarını şehre naklederler. Şimdiki kamyon kiralar gibi.
Tuzu satın almak, Darıveren’de ayıp sayılır. Özellikle gençler, erkekler ne güne
duruyor? Yıllık tuzunu temin edeceksin. Fakat para harcamadan, kendin üreteceksin.
Gidip kazacak ve getireceksin. Tuz Fethiye’den gelir. Fethiye’ye gidilir kaya tuzu
kazılır. Tuz kazmaya gidenler, kazdıkları tuzu eşek, at, katır sırtında köye getirirler.
Eğer o günün şartlarında nakliye aracın, atın, katırın, eşeğin yoksa sırtında
getireceksin.
Hüseyin Erkal bey, „Fethiye’den
sırtımızda tuz getirirdik. Arkadaşlarla
gittiğimizde kendi aramızda; 15 kilo alalımda yolda avlanarak mı gidelim. Yoksa 30
kilo alalımda yoldan mı gidelim diye konuşarak ne kadar getireceğimize karar
verirdik” diye Darıveren’lilerin o günlerdeki tuz macerasını anlatıyor.
Zaten fakirlikte var. Yine o yıllarda bir adam dağdan kekik topluyor, bir yandanda
hanımına „İ çine acı biber koy. Yoksa çabuk tükeniverir“ diyor, demek zorunda
kalıyor.
Odun da önemli. Onu da sen kendin kesecek, getireceksin. O yüzden şu söz
atasözü gibidir. “Kışı geçirmek için 40 kütük, 40 kabak gerek.” Bunlar bulundu mu, o
kış rahat edersin. Aksi halde büyük sıkıntı var demektir.
ZORUNLU ÇALIŞMA DÖNEMİ:
YOL VERGİSİ; YA GİDİP ÇALIŞILACEEK YA HAPİS OLCEEK.”
1921 yılında çıkartılan "Tarik Bedeli Nakdisi" adlı yasa ile konulan “Yol Vergisi”
icat edilir. 18-60 yaş grubundaki erkeklerin, “4 iş günü çalışmak veya bunun yerine
dört işçi gündeliği” bedelini vermeleri mecburi hale getirilir.
Bu vergi 1925 yılında" Yol Mükellefiyeti Kanunu" ve 1929 yılında "Şose ve
Vergiler Kanunu "ile tekrar düzenlenir ve 10 gün çalışma veya 8 Lira ödeme şeklinde
uygulanır.
Kanun Demokratların iş başına gelmesiyle 1952 yılında "Akaryakıtlardan
Alınacak Yol Vergisi" hakkındaki kanun ile eski yol vergisi dolaylı bir vergi haline
dönüştürülerek “Yol Vergisi” uygulaması kalkar.
Müslümanlara uygulanır, Müslüman olmayanlara da.
Bu ilginç kanunlardan yol vergisi, Tek şef “döneminde Darıveren’ bölgesinde de
tüm şiddetiyle uygulanır.Yol vergisini sadece köylü ödemeye mecbur tutulur. Şehirliye
böyle bir mecburiyet yok.
Peki zamanı ne zaman? Yazın hasat zamanıdır. Yollar da yazın yapılır. Hasat
zamanı vergi tahsildarı jandarmayla birlikte köye gelir, köylüden yol vergisi için para
72
ister. Hasat zamanında köylünün cebinde parası yoksa yandı.18 yaşını doldurmuş
her erkekten alınan “ Yol vergisi”, kişi başı 6 liradır. Akif Arlan; “Son zamanlarda bu
miktar tam üç kat artırılarak 18 liraya çıkarıldığını” belirtiyor. İşçi yevmiyesi ise “Beş
lira” dır.
Şimdi, küçük bir para gibi görülen bu miktar o gün için “ödenemez “ bir miktardır.
Zaten bunu köydeki vatandaşların çoğu ödeyemez yolda amele olarak çalışırlar. Tabii
ki ne kadar çalışacağı o zaman ki müteahhitin insafına kalmıştır. Ama bu en az 15
günü bulur.
“Altı lira yol parasını veremeyen on sekizi nerden bulcek? Bazılarının yok,
veremiyo, n'apecek, ya gidip çalışeceeek ya hapis oleceek.”
Yasa, “yol vergisini ödemeyen kişi bir ay yolda çalışır” diyor. Köylüyü harman
yerinden alır, yolda çalışmaya götürür. Jandarma onun için oradadır.
O zaman Bayındırlık ya da Nafia Bakanlığı’nın elinde bugünkü gibi iş makinaları
yoktur. Kol gücü ile yollar yapılır, yollar açılır. Köylü çalıştırılır.
Eski Darıveren, Denizli yolunun özellikle Kazıkbeli mevkiindeki dere kenarındaki
bölümler böyle kazma küreklerle açılarak yol haline getirilir.
Yol Vergisi’nden muaf olanlar, daha doğrusu mutlaka yola gitmek zorunda olan
yerler vardır. Bunlardan biride Acıpayam-Tavas halkıdır. Onlar parası olsa da “Yol
vergisi” vermezler, veremezler, mutlaka yol yapmaya giderlerdi. Süre mi, asgari bir
ay.
Darıveren’liler azığını, bulabilirlerse yorganını, yastığını sırtlayıp doğru yolda
çalışmaya giderlerdi. Acıpayam-Tavas yolunun yapımında çalışırlardı.
Yol vergisinden kurutuluşun yolu yok mudur?. Vardır elbet. O zamanın hükümeti,
nüfus çoğalmasını teşvik etmek için, “Beş çocuk sahibi” olanlar yol vergisinden de,
yolda çalışmaktan da muaf tutulur der. O zaten çalışabildiği kadar çalışmış, devletine
vazifesini yapmıştır!
Çünkü “Devletin hakkı yetim hakkından daha kötüdür.” Tahsildar mutlaka alır,
alamaz ise jandarma dayanır kapıya.. O yüzden “Devletin hakkı boynumuzda
kalmasın” diye vatandaş vergisini vermek için çalışır ya da çocuk yaparak bu
“Devletine karşı vazifesini” fazlasıyla yerine getirir.
BİZİM GARI DOĞURDU, GARİ; OĞLUM OLDU !
Jandarma köyün yol vergisine tabi erkeklerini alır götürür. Bir tanesinin hanımı
hamile. Dört çocuk var, beşincisi yolda. Yine de götürürler, yola. Adamı alıp
götürmüşler. Yolda çalışıyor. Bir kulağı gelecek haberde. Bu arada elleri patlıyor,
sonra nasır oluyor, balyozuyla taş kıra kıra.
Yine bir gün köyden azık getiren bekçiyi görmüş adam, sormuş, 'Len n'oldu, daha
bizim garı doğurmadı mı, gari. Benim ellerim, patladı, bacaklarımın dermanı kesildi. "
diye. Bekçi cevap verir “Doğurmadı daha işte, doğurmadı, ne yapıyım, gari.'
Üç beş gün sonra bizimkinin hanımı doğurmuş. Bekçi, biner atına haberi uçurmak
için soluğu doğru, yol yapılan yerde alır.
“Oldu, oldu. Müjde bi oğlun oldu'. Keldudunun gızı doğurdu” diye müjdeyi verir
Bekçi.
Ayrıca yol yapımında çalışanlara bu çalışmalar karşılığı belgeler verilip,
makbuzlar kesilir ki vatandaş çalıştığını belgeleyebilsin. Köylü, yetişkin adam başına
73
6 ila 18 lira yol vergisi ödemek zorunda bırakılır. Yıllık toplam yol vergisi en az 50 lira
olan bir aile, borcunu karşılayabilmek için, okkası 4 kuruştan 1250 okka buğday
satacak da vergisini verecek.
Bu yol vergisi o zaman büyük bir tepki toplar. Sonunda değiştirmeye mecbur
kalırlar ama, işe jandarma ve tahsildar baskısı da eklenince köylü nezdinde
itibarlarını da kaybeder CHP.
“ALEM VERGİSİ” BAŞA BELA
Millet 'alem' diyor, ancak yukarda bahsettik gerçek adı “Ağnam” vergisi yani
hayvan vergileri tespit edilip, tahsil edilecek.
ETİ YENMEYENİN VERGİSİ YENİR Mİ?
Darıveren kahveleri, neşe kaynağıdır köylü için. Ağnam vergisi", nin halk
arasında bir diğer adı da “Sayım vergisi” dir. Çünkü tahsildar sayar, tahsildar karar
verir, ne miktar olduğunu.
Eğer tahsildar ve muhtar, hiç koyunu , keçisi olmayana “100 tane var dese” kim
yok diyebilecek ki, vergiyi vermezsen jandarma dayanacak kapıya. Doğru hapse. Bu
vergi koyun, keçi, inek, öküz gibi hayvanlardan alınır, at ile eşekten alınmazdı. Vergi
alınacak hayvan eti yenen “musmul” olacaktı. Eti yenmeyenin “murdarın” vergisi
yenir mi?
Bir gün birisi kahvede otururken hasta olan eşeğinden söz ederek; “Eşek ölürse
deriyi yüzüp ineğin sırtına geçireceğim ki sayım -ağnam - vergisinden kurtulayım,
gari” der.
Onu dinleyen başka bir muzip ise ; Sen o deriyi kendi sırtına geçir ki yola
çalışmaya gitmekten kurtulasın.”
Kahvedekiler basar kahkahayı.
PUL YOKSA DİLEKÇE HÜKÜMSÜZ
Eski ve yeni anayasalara göre ; “Dilekçe verme hakkı” insan ve vatandaşlık
haklarından birisi olarak kabul edilir.
Fakat vatandaşlardan, dilekçe başına pul istenmesi, demokratik bir hakkın ancak
para ödenerek kullanılabilmesi manasına gelir. 1950 yıllarının ortasına kadar,
vatandaşlar; her ne sebeple olursa olsun, resmi bir makama, dilekçe verdikleri zaman
15 kuruşluk damga pulu ve bir kuruşluk tayyare (uçak) pulu yapıştırmak zorunda
kalırlar. Bu dilekçeler için istenen 1 kuruşluk tayyare pulu her yerde bulunmaz. Bu
yüzden çekilen sıkıntıların biri bin eder. O günleri sorduğumuz Salih Yarbay’dan şu
cevabı alıyoruz:
“Atatürk döneminde para azdı. Sonra çoğaldı. İsmet’te para yoktu. Harp, çoktu.
Menderes gelince her şey para etti. Ne satar, ne alırsan para etti.”
HALIDA YÜRÜMEK GÜZEL
İsmet Paşa’nın Denizli’ye gelişini devrin şahidi Ağa Dayıdan dinleyelim:
„İsmet Paşa, Denizli’ye geldiğinde tren yolundan Belediyeye kadar halı
74
yaymışlardı. Üzerinden yürüyerek Belediyeye ulaşan Paşa, „Biz o kadar aciz değiliz:
Şükür olsun“ diye nutuk söyledi.“
DARIVEREN YAYLASI ELDEN ÇIKIYOR : “DELİ ALİ, YAYLAYI SATTI”
Darıveren yaylası, Tepsili dağının Kuruca ova mevkiinde Kınıkyeri’nin hemen
üstündedir. Baharla yazın buluştuğu mevsimde ovadan sıkılan Darıverenliler, Kınık
Yeri’nde Tepsili dağının Kuruca Ova mevkiindeki yaylalarına çıkarlar.
Daha önceleri İlkbaharda yayla hazırlığı yapılır, davul zurna eşliğinde tüm köy
halkı davar sürüleri ile birlikte yola çıkarlar. Aliveren geçilir. Kınıkyeri’nin berisinde,
yaylaya çıkarlar. Havaların soğuması ile beraber sürülerde ovaya iner böylece
kasaba halkı eski Avşar törelerini yerine getirirler.
İyice yerleşik hayata geçince her yaz başı en az bir ay yaylaya çıkılır.
Hıdırellez’de yaylaya çıkanlar, gündönümü ile mısır ekimi başlayınca inerler. Yaylada
çadırlar kurulur. Çadırların çokluğun gören çevredeki Yörükler, Darıveren, yaylaya
çıkmış” derler.
Son dönemlerde yaylaya çıkma süresi bir çok ev için 10-15 güne inse de bu
durum yayla Darıveren’de iken 1950 öncesine kadar devam etmiştir.
Yayla yüzünden Aliverenliler ile Darıverenlilerin arası açıktır. Darıveren
ağalarında iki tane tüfek var. Daha doğrusu uzun menzilli mavzer. Bu yüzden
Aliverenlilere üstünlük kuruluyor. Bir defasında yine kavga başlıyor iki köy arasında.
Darıverenliler silahlarla gidip Alıverenlilere zarar veriyor. Onunla da kalmıyorlar,
sürülerini, sığırlarını çekiyorlar Darıveren’e.
Köy halkının bir kısmı, „ Bu hayvanları Aliveren’e vermeyelim, yiyelim, iyi bir
zararları olur. Bizden yaylayı isteyemezler” diyor.
Diğer bir kısmı ise, „Olmaz, günah. Nasıl yiyeceksiniz. Bu gasp ve hırsızlık
sayılır. Olduğu gibi iade edelim“ diyor.
Köy ikiye bölünüyor. İş ülemaya düşüyor. Darıveren üleması toplanıp uzun uzun
tartışıyor. Ve sonuçta Fetva çıkıyor:
„Başka köylerin malları olsa kesin kes haram. Fakat Aliveren’in malları helaldir.
Çünkü Aliveren’in olunca iş değişiyor. Aliveren ile Darıveren savaş halindedir.
Getirelen mallar savaş ganimeti sayılır. Aliveren’in mallarını yemek caizdir.“
Darıveren ülemasınca „Savaş ganimeti „sayılan Aliveren’e ait koyunlar, keçiler ,
danalar afiyetle yenir. Aliverenliler, „Bin davar gitti“ iddiasını ileri sürerken,
Darıverenliler ancak 76 tanecik davar teslim ederler.
Aliverenliler bu ziyana ve aşağılamaya cevapsız kalmazlar. Darıveren aşağıda
Aliveren yukarıda. Onlarda toplarlar Darıverenli çobanların önünden sığırları.
Bağlarlar ağaçlara, sallandırırlar dallara hayvanları. Canlı canlı soyarlar postlarını.
Darıveren’in Muhtarı Deli Ali önderliğinde yaylaya sahip olmak için farklı farklı
teniklerde düşünülür, yeni yeni planlanan hareket tarzı dereye sokulur.
Bunlardan biri şudur:
„Yaylanın tarla olmaya elverişli yerlerini sürelim. Aliveren’de yayladan
faydalanmasın. Tarla bize kalır“ derler. Aliveren sürdürmez. „Yayla olduğu gibi
kalsın, bizim olsun“ der. Üstelik, yayla Aliveren’e yakın ve özellikle o gün için
sürebilecek fazla toprağı yok. Aliveren orman köyü. Darıveren’in sürülebilecek
toprağı çok.
75
Darıverenli Kadir Oymak, der ki; ”Yaylayı sürmeyin, aksi halde davayı
kaybederiz. „Yine de Darıveren’den 4 kişi icarlayarak sürüp tarla yaparak ekerler
yaylayı. Üstelik yaylaya evde yapıyorlar. Ve sonuçda, işe müdahil olan Devlet, bir
daha sürdürmez yaylayı. Darıverenliler kaybederler davayı.“
Darıveren’in yaylayı sürmesi üzerine, davacı olan Aliverenlilerin şikayetiyle
Acıpayam Kaymakamı, işe el koyar. Keşfe gelir. Çıkarlar yaylaya. Yayla sürülmüş.
Sürenler Darıverenliler.
„Yapmayın, dağlar sizin değilki sürdünüz. Dağlar Devletin diyerek“ engeller
Darıverenlileri. Ve bunu bir kararı zabıt altına alırlar. Basarlar kaymakam ve iki
muhtar imzayı ve mührü.
İsterseniz buradan sonrasını Ağa dayı anlatsın başlarından geçenleri:
„Acıpayam Jandarma Karakolu komutanı Ahmed Başçavuş, yaylaya yapılan
evleri yktırdı. Ve yaylayı icar ederek sürenleri „dama“ tıktı. Muhtarı tekdir etti (kızdı).
Ağzayız ya. Niye tekdir (kızıyorsun) ettin dedim. Seni de nezarete (tuttularım)
alırım dedi. Tartıştık. Bana karşı geliyorsun diye benide nezarete aldı. Acıpayam’da
hancılık yapan Yüreğilli Ahmed Ağa, bana yatak getirdi. Ertesi gün, mahkemeye
çıktık. Mahkeme, meranın sürülmesi konusunda ‘idare heyeti kararı yok’ diye bizi
bıraktı.»
Ancak kabak Deli Ali’nin üstüne patlar. Deli Ali’nin kaymakamlık kararına imza
atması dolayısıyla o gün bu gün Darıveren’de „Yaylayı Deli Ali, Aliveren’e sattı“
sözleri yankılanır durur.
Böylece Aliverenliler yaylayı Ali Gürel’in diğer namı ile Deli Ali’nin (1940-45)
muhtarlığında alırlar. Yaylaya göç ve yaylada çadırda kalma işi, Aliveren’liler yaylayı
alınca kendiliğinden ortadan kalkar.
Köyün en yaşlısı Ağa Dayı, Darıverlillerin Yaylaya çıktıkları zamanı şöyle anlatır :
«Köyde işi olmayan herkes giderdi. Yaylaya gider 15-20 gün eyleşirdik.Yaylada
soğuk sular vardı. Güreş yapılırdı.
Ardıçtan evler yaparlar. Bu evlerin önünde kapı olur. Kapı önüne oturulur. Mısır
kavurgası, oğlak etinden kebab..-Eğer olan varsa- Şeker katar. Kavurga kaşıkla
yenir, misafirlere ikram edilirdi.»
EZELİ REKABET
Aliveren ile artık Darıveren dost. Yayla gider, kavga biter. Fakat hemen her
alanda Darıveren ile Dedebağ, rekabet halindedir.Bu rekabet nüfustan tutunda her
alanda yaşanır.
NUMARALI HAYAT
Köylüler, o zaman Sümerbank’tan numara alır alışverişlerini oradan yaparlar.
Aynı mal dışardan da alınır ancak çok daha pahalıdır. Kiminin ihtiyacı vardır kiminin
yoktur. O yüzden tüccarlar gelir, „Size verilen kuponu, bize verin kârını sizlere veririz“
diyerek vatandaştan kupon toplayıp, götürür vatandaşa Sümerbank’tan devletin
tahsis ettiği miktarı alırlar. Renk desen seçme yok. Ne veriliyorsa o alınır. Başka
yerde de bulunmaz zaten. Kimine 10 metre tahsis edilmiştir. Kimine ise üç metre
elbiselik basma. Adamın ihtiyacı 20 metre. Fakat verilir 3 metre. Geri kalan, tahsis
yapılıp da ihtiyacı olmayandan tamamlanır. Üstelik yüksek bedelle. Tahsisli mala
76
„Birlik Malı“ deniyor. Tüccarlar „Birlik malı” nı tahsis edilenler adına alıp, pahalı
satıyorlar.
Eğer muhtarla işbirliği içinde isen işin iş. Çünkü „Birlik malı „ tahsisatını o yapıyor.
İhtiyaçları o belirliyor. Köyde yazacak adam kalmayınca, ölülere de yazarlar, yedi
metre, on metre kumaş. Sümerbank, nerden bilecek, ölüyü diriyi. Zaten onun adına
muhtar yada tücar gidip parasını yatırıp almıyor mu?
BÖLGENİN ESNAFLARI:
O dönem Tahsisli Mal alabilen bölgenin önemli manifaturacı esnafları şunlardır:
Gölhisarlı Halit Efendilerin Hafız Kesmen, Gölhisar Armutlu Mahallesinden Hacı
Sait Ekinci, Yusufçalı Karamemet, Gölhisarlı Gökmusa, Darıverenli Mehmet Emin
Yarbay.
“BİRLİK MALI” TATLI TİCARET
Devletin verdiği tahsisli mal anlamına gelen “Birlik Malı” ticareti kazançlı bir iştir.
Bu kazançtan istifade etmek için Darıveren’de Mehmet Emin Yarbay’a özenip
esnaflığa soyunanlarda vardır. Darveren’de Mehmet Emin Yarbay’dan sonra Hacı
Aligilin Hacı Ali (Tüccar Ali), Hacı Emin Boyacı, ve sonradan değirmencilik yaptığı için
adı “Değirmenci Hüseyin” diye bilinen Hüseyin Çapaçı’da manifaturacılık yaparlar.
Hüseyin Çapaçı’nın Mehmet Emin Yarbay ile “köylüsü ve komşu” olmasının
ötesinde ilişkileri olur. Bir süre birlikte manifaturacılık yaparlar. Aynı gün evlenirler.
Hüseyin Çapaçı’ın düğünü olduğu gün, Mehmet Emin Yarbay’da ikinci hanımı
Fatma’yı Darıveren’e getirir. Hüseyin Çapacı’nın kızı Zehra ile Mehmet Emin Yarbay
oğlu Ersönmez’in evlenmesiyle dünür olurlar.
Hüseyin Çapaçı, Birlik Malı, ile ilgili teşebbüsünü şöyle anlatır:
“Bende 1951’de manifaturacılığa başladım. Devlet, ‘Birlik Malı’ verirdi. Birlik malı,
çok ticaretli idi. Bende Birlik malı alıp satacağım, karnem yok. Birlik Malı Devletten
tahsisatlı, onu alıp satmak için devlet karne veriyor. Hacı Emin dayı “Kayıtlı” idi. O
gidip malı Aydın’dan alıp getiriyor. Buralarda satıyor. Karnem olmadığı için ben
alamıyorum. Hacı Emin dayıya parasını verdim. Kendi adına alıp, bana verdi. Bende
satmaya başladım. manifaturacılığı üç yıl yaptım, 1953’de bıraktım.”
Darıverenli manifatura tüccarlarından Hüseyin Çapacı ile aynı pazarlarda yan
yana tezgah kuranlar Hacı Alilerin Hacı Ali’nin ağzı, iyi iş yapar. Pazarlara çıkarlar.
Hacı Ali, daha iyi iş yapar. Müşteriler Hacı Ali’den mal alırlar. O’na fiyat bile
sormazlar. Yırt basmadan 8 metre.Yırt şundan üç metre, yırt berikinden on metre
kıza fistanlık..Yırtar, Hacı Ali, müşteriler yırtılan malları alır korlar, çantasına,
heybesine yüküne. Fiyat bile soramazlar Hacı Ali’ye. O, fiyatı kendi hesaplar.
Hacı Ali forslu. Vatandaş üç liralık mal alır. Hacı Ali, üç lira dese. Güya müşteri
ikram bekleyerek “ 5 lira oluversin!” der. Hacı Ali’de “tabii olsun. Lafımı olur” diyerek
sözde müşteriyi kırmaz.
Müşterilerin verdikleri fiyatı kabul etmiş olur. Ancak müşterinin yüksek fiyatına da
sevinerek, “Sizin bu ağızlar değil mi, beni buraya getiren” diye müşteriye sözde iltifat
eder.
Tutumundan güzel sözünden memnun olan müşteri, Hacı Ali’nin tezgâhtan
77
mutluk içinde ayrılır. Hacı Ali’de müşterinin isteyerek yükselttiği fiyattan mal satmanın
keyfini sürer.
Bu rekabete dayanamaz, Hüseyin Çapçı, başka iş bakmak üzere manifaturacılığı
bırakır, gider. Yeni bir rızk kapısı aramak üzere hem de taaa Almanyalara kadar.
ALİVEREN MUHTARI İSİ BİLİR : DUYDUK DUYMADIK DEMEYİİİİİİİİN
Darıveren’in tüccarı, Mehmet Emin İzmirlerden kumaş, kaputbezi, basma, pazen,
elbiselik kumaş getirip pazarlarda, köylerde satıyor. Mehmet Emin, birgün Aliveren’e
gider. Aliveren Muhtarı „Beraber İzmir’e gidelim, mal getirelim“ der. Mehmet Emin,
mal almak için parasının olmadığını söyler. Aliveren muhtarı bulur çözümü. „Ben o
parayı sana bulurum”. Aliveren muhtarı, bekçilerini çağırıp talimatı verir; “Hökümattan
emir geldi. Bozuk delikli paralar var ya. Onlar bundan gari geçmiyecekmiş. Kim
muhtara getirir verirse. Muhtar onu hükümata götürecek. Bu paralar yeni çıkan para
ile değiştirilecek. Kimden kaç para alınmışsa yeni para olarak verilecek.“
Bekçiler giderler, Kahvelerde, sokak aralarında bağırlar. “ Duyduk dulmadık
demiyen... ..guruşlar bundan gari geçmiyor. Kim elindekini getirir mıhdara verirse.
Mıhdar onu değiştirip getiriveceeeeeeeeeeek..Yoğsam, bundan gağri onlar
geckmeceeeeeeeek“
Bunu duyan Aliverenli’ler koşarlar muhtarın yanına. Saklayacağı üç beş kurnuş,
ya
yastık altında, yada dam ve samanlıkta koşmadadır. Bulabildikleri,
toplayabildikleri paraları muhtarın önüne yığarlar. Aliveren muhtarı, bütün ciddiyeti ile
her bir verenin toplam kaç para verdiğini not eder.
Aliveren muhtarı ile Mehmet Emin İzmir’e mal almaya giderler. Dönüşte muhtar
“Paralar değişip geldi, isteyen gelsin alsın” diyerek köylülerin parasını teslim eder.
İLK TUVALET, DELİ ALİ’NİN ESERİ
1940-44 arası muhtarlık yapan Deli Ali döneminde köye hizmette getirilir. Onun
zamanında ilk defa köy meydanına umumi tuvalet yapılıyor. Mezarlık çevriliyor.
Dağda yangın çıkmış. Kahveye gelip halka “Yürüyün” diyor. Köylü gidip yangını
söndürüyor. Fakat yangın söndürmeye gidenler birer yük odun getiriyor. Orman şefi,
muhtarın evinde. Odun getirenleri görüyor. İlla bunlara ceza yazacağım diye
tutturuyor.
Deli Ali; “Ben bunları döve döve ormana yangın söndürmeye gönderdim. Dağdan
eşeği ile boş gelene gülerler. Yapma.Cezayı filan ağzına alma” der.
Fakat ormancı dinlemez. Muhtar Ali, laplangıyı (evraağcı) eline alır. “Şimdi seni
damın içine katarım laplangı ile nasıl zabıt tutulur gösteririm” diyor. Ve ormancı zabıt
tutmaktan vazgeçiyor.
ZIRZIR DELİ -HINZIR DELİ
Hacı Mustafa Akyürek (71) anlatıyor: “Küçük iken Mehmet Emin Yarbay ve Deli
Ali (Ali Gürel) oyun oynuyor. Ali Gürel’in babası Musluoğlu Hüseyin, onları görünce
derki;
“İkinizde delisiniz ya. Biriniz hınzır deli, biriniz zırzır deli.”
78
İŞİN YOKSA AĞALAR SOKAĞINDAN GEÇ“
Köyde „ağalar „diye isim yapmış sülale vardır. Kimileri de „Carcarlar“ diyor. Bir
zamanlar „Köyün işleri“ onlardan sorulur.
Eğer tarlaya, başka yere gideceksen, geçersen ağalar sokağından işe
gidemezsin. Çünkü, ağalar «Odun kır» dedi mi bitti. Gidemezsin işine gücüne. Onun
için köyde meşhur söz haline gelmiş „işin yoksa ağalar sokağından geç » diye.
Kimileride der ki, bunlar o çok konuştuğu için «Carcarlar» diyorlar. Adı üstünde
Carcarlar, çok konuşur. Eğer onlardan birine denk gelirsen seni lafa tutarlar, işinden
kalırsın onun için demişler «İşin yoksa ağalar sokağından geç“ diye.
Mısır isterler, yazın vermek üzere. Ağalar verir de. Ancak geri “ne miktar
alacaklarına“ onlar karar verir. Ağadan kışın yok zamanı bir eşek yükü al. Kaç eşek
yükü vereceğini bilmezsin. Yaza kaç eşek yükü alacağını ağa bilir.
Hasat zamanı, borçlunun harmanına dokuz katırla gelir Osman Ağa. Doldurur
çıkan ürünü. Alacağı miktar insafına kalmış. Vermişse bir dolu , alabilir on dolu. Ağa
bu, verirde alırda..
İLK KİLİT TAŞI ve AĞLARIN MAŞASI
Darıveren’e ilk kilit taşını köylüye imece ile döşeten Ağalardan Muhtar Ahmet
oğlu Mustafa Peker’dir. Mustafa Peker, yollara okuldan kendi evine kadar taş döşetir.
Ovaya yeni yollar açtırır. Dönem zulüm dönemidir. Taş döşemeyenleri, döver, eziyet
eder.
Ocak karıştırılan maşaya “ıskıran” denir. Mustafa ağa, kilit taşında çalışmayan
köylüyü ıskıran ile öyle döver ki, “Ağaların ıskıranını” unutana aşk olsun, vurdu mu,
Osmanlı tokatı gibi şaklar.
Böylece ağa zulmünden bıkan köylüler, muhtarın emri ile bekçiler eliyle
“değnekten geçtikleri” için “ağalardan muhtar” seçmemeye karar veriler. Çok
çekmişler. Fakat yeniden Ağalardan Hilmi beyi muhtar seçerler. Hilmi bey, üç dönem
15 yıl muhtar olur. Sokaklara taş döşetmeye devam eder, ettirir.
Ağalar zulmünden en çok çekende, Yörük Hacı Ali dayıdır. Ağalardan birisi
muhtar adayı olur. Köylüden oy ister. Şimdi ki muhtar Mehmet Balan; “Sana oy
vermem. Çünkü yeniden taş döşetirsiniz” diye şaka yapar. Tabii her şakada bir
gerçek payı olduğu düşünülerek. Bu olayı sorduğumuz, Köyün en yaşlısı
(Abdurrahman Cengiz Peker) Ağa dayı ise; “Taşı muhtar Mustafa döşetti. Fakat
köylüyü dövmemiştir. Ama kalbini kırmıştır. Çünkü ufak yapılı bir adamdı” diyor.
ODALAR SORUMLUSU
Darıveren’in ağaların odaları hep yanmalı. Hep odunu bulunmalı. Bunun içinde
sorumlu gerek. Çünkü odada sürekli gelen yolcu, yolda kalanlar ve diğer misafirler
için hep kazan kaynatılır.
Odalardan “İmam Ağa” sorumludur. Dağdan odunu getirtir. Kırılacakları köylüye
kırdırır. İmem (İmam) Ağa’nın işi ve “Ağalar” ailesi hiyerarşisinde konumu sobanın
her zaman yanar halde bulunmasını temin etmesidir.
Köye sadece kilit taşı döşetilmez. Darıveren’e gelen öğretmenlere evler köylü
79
tarafından imece ile yapılır. İmeceye gelmeyene ceza verilir. Ceza dayaktır. Aslında
mesleği kumarcılık olan Cansızoğlu Bekçi’dir. Öğretmen evi imece ile yapılıyor. Köylü
işçilik yapar. Mazlum Nene’nin Halil İbrahim geç kalır. Boğacı (kablumbağcı) Hüseyin
Ali, Halil İbrahim’i öldüresiye döver.
Aslında Boğacı kısa boylu, zayıf bir adam. Bekçi önemli. Asayiş ondan sorulur.
Boğacı bekçi olunca eve gider, hanımına; “Sen sıradan bir adamla evli değilsin. Az
çok bir memurun karısısın. Öyle sıradan insanlarla konuşma” Köyde mazlumlara
“zulmü” ile anılan Boğacı, İzmir’e gidep yerleşir. Orada fakir kalır. Prostat ameliyatı
geçirir. Köye gelir. Elinde bir kese, pantolonsuz şekilde köyde dolaşır. Çok sefil bir
şekilde ölür. En zalim bekçilerdendir Cansızoğlu Hüseyin Ali’dir. Kilit taşı yüzünden
zulmü ile anılır. Kilit taşı ile öyle özdeşir ki ona kilit anlamına gelen “Görlek Hüseyin
Ali” denerek Boğacılığının yanına yeni unvanlar katar. Görlek Hüseyin Ali, 1943-50
arası ya bekçi olarak yada aza olarak çıkar köyün karşısına.
ORMAN ASKERİ
Ormana ilk önce asker bakarmış. Köyde ormanı korumak üzere bir karakol
kurulmuş. Karakol dedikse, ormandan odun kesip getirenleri yakalamak üzere birkaç
asker. Bu askerler, köyde boş olan bir evde yatar kalkarlar. Acıpayam ile orman
askerleri arasında bir telefon vardır. Bir şey olursa manyetolu telefonla durumu
merkeze bildirirler.
Köye ilk gramafonu da Kesikkulak ve Konyalı Hacı Eyüp (veya Hacı Eyip
Konyalı) diye bilinen
bu orman askerleri getirir. Köyün delikanlıları, orman
askerlerinin gramafondan çaldırdığı türküleri dinlemek için adeta onların kapıları
önünde nöbete kalırlar.
Orman askeri uygulaması 5-10 sene sürerek 1949-50’li yıllara kadar devam eder.
Sonra Orman İdaresi kurulur. Ve askerde çavuş olanlar “Ormancı” yazılırlar.
Darıveren’de düğün odunu önemli. İster küs ister barışık ol, düğün odununa
gideceksin. O yüzden bir gittin mi 40-50 eşekle gidilir. Ormancı gelir, 40-50 eşek.
Bunun hangisini yakalayacak? Köyün tümünü de götürecek hali yok. Zaten yiyeceği,
içeceği, hayvan yemi köylüden. Köyün tümünü küstürmek bindiği dalı kesmek olur.
Köylü, orman kesmiş çok mu der ve vazgeçer yakalamaktan. Hiç birine bir işlem
yapmaz, yapamaz.
İLK KAMYON GELİYOR
1946-48 arası Denizli- Acıpayam arasında kamyon çalışıyor. Darıveren’e de ilk
kamyonda bu dönem gelir (kimileri 1950’ler de geldi diyor). Bizim Deli Ali, üç ortak
daha bularak kamyon alır. Ford marka ve 12 bin liraya alınan kamyonun ortakları
şunlardır: Osman Oymak, Hüseyin Erkol, Hüseyin Yardım, Ali Gürel (Deli Ali).
Darıveren; 4 ortağın aldığı kamyonla ilk kez tanışır. Fakat sonra ortaklar
geçinemez ayrılırlar. Diğerleri çekilir kamyon Deli Ali’de kalır.
İLK MADENCİ:
Mustafa Akyürek Anlatıyor:
“Acıpayam’ın Akalan köyünde
krom madeni var. Akalan’lı Kel Hüseyin,
80
madenden zengin oluyor. Deli Ali’de maden çıkarmaya heveslenir. Maden aramaya
çıkar. Aydın Kaymak diye bir maden müteahhidi vardır. Gider onun çavuşu olur.
Ortaca’ya gezmeye gittik. Fethiye’nin Karacuhla köyünde ikindi namazı kıldık.
Cemaatten biri ile tanıştık. Bize köyümüzü sordu. Darıveren deyince. “Ben bu köyün
en doğrusu, en hacı oğlu hacısıyım. Darıveren’de arkadaşlarım var.
Kim arkadaşın Darıveren’de? Darıverenli Deli Ali, Acıpayamlı Tosdak Osman,
Yazırlı Deli Osman”
Ah dayı senin konuştuğun hep mesnetsiz adamlar. İnşallah sen iyi olursun
dedim. Deli Ali sonradan Bodrum’un Anbarcık’da maden bulup işletmiş.”
KREDİ İLE TRAKTÖR
Marşal planı çerçevesinde kredilendirilen Darıveren’de ilk traktörü Deli Ali alır.
Mustafa Akyürek, traktör uzmanı. Çünkü o, 1952’de Antalya Aksu’da traktör kursu
görür. Bugün (2007) 71 yaşında olan Mustafa Akyürek „İlk traktörün gaz ile
çalıştığını ve „COCSHUL“ marka manyetolu idi“ diyor.
MUHTAR MEHMET EMİN YARBAY
Muhtarlık için Mehmet Emin’i bulurlar. Mehmet Emin aday yapılır seçilir.
GECELER UZUN , LAF KISA
Mehmet Emin Muhtar. Askerlik Şube Reisi, Çameline gitmektedir. Bölgeye kar
yağmış, Tepsili Çameline geçit vermez. O dönemin en iyi ulaşım vasıtası at. Güzel mi
güzel, besili bir at ile Muhtarın odasına iner, şube reisi.
Muhtar Mehmet Emin’e mecburi misafir olan Şube Reisi ile başlarlar muhabbete.
Ancak geceler uzun laf kısadır. Konuşurlar konuşurlar, konuşacak yeni ve ilginç bir
şey bulamaz Mehmet Emin. Zaten sıkıntıda olan Şube reisini uyku tutmaz.
Muhabbete devam etmek ister. Muhtar Mehmet Emin’de sarf edecek kelam kalmaz.
Şube reisi; “Muhtar böyle olmuyor. Ben uyuyamayacağım. Geceler uzun. Konuşacak
bir adam bul” der.
Çıkar karda, tipide yakın komşulardan birini bulur getirir, sıcak soba başına. Şube
reisi, biraz muhabbet eder. Oda kesmez, reis beyi. Muhtar Mehmet Emin, gider bir
başkasını bulur., Reis; “ Bu da olmadı” demiş.
Mehmet Emin Muhtar’ın aklına köyün en nüktedanı, sohbet adamı Hacı
Yusufların Amet aklına geliyor. Onun oturduğu ev yada şuan sohbette olduğu oda
uzak. Kış çetin. Fakat varsın olsun. Kurtarsa kurtarsa beni o kurtarır diye koşar, Hacı
Yusufların Ahmet’e. Ahmet (Şüphesiz) geliyor. Başlıyorlar muhabbete. Şube reisi,
unutuyor dışardaki kışı. Mehmet Emin’e derki:
-“Muhtar, şimdi buldun, adamı.” Ve Hacı Yusufların Ahmet ile Acıpayam Askerlik
Şube Reisi arasında başlayan sohbet, sabaha kadar sürer.
HAC YASAK, YEMEN’E GİTMEK SERBEST!
Askerlik Şube Reisi ayrılırken, Hacı Yusufların Ahmet’e “Benden bitecek bir işin
olursa, mutlaka yardımcı olacağım” diyerek memnuniyetini ve minnetini ifade eder.
81
O dönemde, bir çok dini faaliyetde olduğu gibi hacda yasak. 1948’de bu yasak
kalkıyor. Hacı Yusufların Ahmet “Oğlum, ben Hacca gideceğim. Bana yardım
edersen et” diyor. O dönemde, köyde bulunan orman askerlerinin telefonu var. Reis,
“Ben 15 gün sonra Muhtara telefon ederim” deyip gidiyor.
Gerçektende Reis, muhtarı arar. Reis, “Ahmet amcaya selam söyle. Yemende
kardeşim kayboldu. Onu aramaya gideceğim diye valiliğe dilekçe versin”der. Hacı
yusufların Ahmet Şüphesiz, durur mu? Kar kış demez, normal zamanlarda sadece
gidiş iki gün süren Denizli’ye koşar. Elinde, “Kardeşim Yemen’de kayboldu. Aramaya
gitmek istiyorum” şeklinde yazılıp, usulüne uygun pulu yapıştırılmış dilekçe ile Vilayet
kapısına dikilir.
Valilik’ten “Yemen’de kardeşini aramak” üzere Ahmet Şüphesiz’e izin çıkar.
Hacca gitmek üzere hazırlanır. Ahmet Şüphesiz,
yola çıkar, ulaşır menzili
maksuduna. Ve döner gelir, Darıveren’de yakın zamanların en eski, “Tek şef
döneminin” yegâne hacısı olarak.
İYİ YERE BEN OTURACAĞIM
Darveren’in en nükteden insanı ile ilgili olarak şu hatıra hala dillerdedir:
“Hacı Ahmet Şüphesiz’in evine ağır misafirler gelir. Üzerine koyun yününden
yapılmış yatak serilerek taht haline getirilen divana kurulurlar. Bu misafirlerden birisi
ise hemen kapının önüne, sulukluk denen yere ilişiyor. Ahmet şüphesiz, “Oğlum,
kalk şuraya otur” diye daha iyi bir yer göstererek misafirine ikramda bulunuyor.
Ancak misafiri, “İyi iyi, burası iyi” diyerek Ahmet Şüphesiz’in ikramını geri çeviriyor.
Bakıyor, misafir daha iyi yere geçmiyor. Canı sıkılıyor. Rahat edemiyor. Bunun
üzerine misafirine “O zaman kalk evladım. Ev benim değil mi, iyi yere ben
oturacağım. Sen gösterdiğim yere otur” diyor.
ŞAİR EŞREF (1846 - 1912) ACIPAYAM’DAN GEÇER
Şair Eşref, 14 Ağustos 1893’te Garbi Karaağaç (Acıpayam’a) atanarak 1
Mayıs 1894’de Buldan’a tayin olana kadar Kaymakamlık yapar. Acıpayam’da
yazdığı şiirler ile şairlik şöhreti yayılmaya başlar.
Eşref, Kaymakam olarak Acıpayam’a atandığında gelmiş bir bakmış ki ne
karşılayan var, ne arayan ne soran. Kaymakamlıktaki memurlara sorduğunda;
“ -Belediye Başkanı Nerde?
- Şehir dışında.
- Meclis azaları nerde?
- Dağda, bağda. Onna aaşama gelirlee. “cevabı.
Ve “Kazara kaza olmuş Acıpayam Kazası,
Sığır gütmekten gelir Belediye Meclis Azası” diyerek durum tespiti yapar.
”Acıpayam’da var bir bakkal ile bir fırın,
Peynir-ekmek yiye yiye ne ağız kaldı, ne burun” diyerek mevcut durumu
resmediyor.
“Hiç insaf kalmamış ben-i ademde,
Anamız ağladı Acıbadem’de” diyerek sıkıntılarını haykırıyor.
Acıpayam’ın o dönemde ilçe merkezinden büyük olan Karahöyük köyünde
antik çağdan beri kurula gelen yörenin de en büyük hayvan pazarı kurulurmuş. Şair
82
de Karahöyük pazarına gitmiş ve hayvan pazarına uğramış. İçindeki nüktedanlık
duyguları kabarır. Etrafına bakınarak köylülere laf çarptırmak isteyerek;
“Üf amma da çok eşşek var”, der. Çarıklı Erkan-i Harp lafın altında kalmaz ve
cevabı yapıştırır:
- “Doğrudur beyim, hemide eşeğin hası İstanbul’dan geliyoo”
PAŞAM, EŞEK “KAMİL”DİR
“Eylemem ölsem de kizbi ihtiyâr,
Doğruyu söyler, gezer bir şâirim;
Bir güzel mazmun bulunca, Eşrefâ!
Kendimi hic eylemezsem kâfirim...”
Diyen Şair Eşref, kimleri hicvetmez ki?
İzmir Valisi eskiden iki kez başbakanlık yapan ve gelecekte iki defa daha
başbakan olacak olan Kamil Paşa ile Eşref’in arası oldukça iyidir. Kamil paşa
ilçeleri denetlemeye çıkacaktır. Yola çıkmadan önce denetime çıkacağını,
Acıpayam’a da uğrayacağını telgrafla Eşref’e bildirir. Paşa yola çıkar, uğradığı
yerlerden Eşref’e telgraflar gönderir: Aydın’dayım, sana uğrayacağım”,
“Nazilli’deyim, sana uğrayacağım” “Denizli’deyim, sana uğrayacağım”... Derken
Acıpayam’a uğramadan Gölhisar’a geçer ve oradan da bir telgraf: “Gölhisar’dayım,
sana uğrayacağım”. Artık Eşref dayanamaz ve bir cevap telgrafı gönderir:
“Paşam dönüşte inşallah “kaza”ya uğrarsınız”.
Paşa kazaya uğramadan Kaza’ya uğramıştır, görüşürler, birlikte yola çıkarlar.
Eşref Denizli’ye kadar eşlik eder. Paşa at arabasında, Eşref de eşekte. Birlikte
muhabbet ederek yol alırlar. Yolda kenarı uçurum olan yollarda Kamil Paşa arabayı
Şair Eşref’in üzerine sürer, uçuruma doğru yol kenarına doğru adeta iteler. Sonra
da:
“Dikkat et Eşref, uçuruma düşeceksin” der. Eşref bu lafın altında kalır mı,
hemen yapıştırır cevabı:
“Merak etmeyin Paşam, eşek “kamil” dir, yolunu bilir”
MEHMET EMİN YARBAY: BENDEN ALIN MÜHRÜ
Muhtar seçildikten altı ay sonra (kimine göre üç ay) istifa ederek muhtarlığı
bırakan Mehmet Emin’in gerekçesi farklıdır. Damadı Akif Arslan, kayınbabasının
gerekçesini şöyle özetler “Haram karışıyor” dedi ayrıldı.
Kimileri de, yanındaki azalarla anlaşamadı ayrıldı diyor. Kim bilir, belki de
manifaturacılık ve çiftçiliğine ayak bağı olacak, bu iş diye düşünmüşte olabilir. Fakat
kardeşi Salih Yarbay bu konuda “Ağabeyimin parası kıymetli idi. Muhtarlık masraflı.
Vazgeçti” diye noktalıyor.
YADİGAR EVLENİYOR.
Mehmet Emin’in kızı Yadigar’ı ilkokula kayıt yaptırırlar. Ancak devam edemez.
Durumu idare etsin diye öğretmene, bulgur ve tavuk verilir. Fakat Yadigar,
okuyamamıştır ancak iki mürebiye ona hayatın tüm işlerini öğretmiştir. Hatça Nenesi
83
ve Annesi Lütfiye..
Adeta hayatın çemberinden geçen Yadigar, artık 15 yaşını geçmiş 16’sına
gitmektedir.
Taliplileri arasında Lütfiye gelinin ablası Fidan’da vardır. Fidan ve Lütfiye,
Darıveren’de Karahasanlardan İbrahim ve Hayri’yenin çocuklarıdır. Fidan Dedesil’de
( Dedbağ’da) evlidir. Fidan hanım kız kardeşi Lütfiye’nin kızı Yadigar’ı «öğretmen
çıkmış» olan oğluna ister. Mehmet Emin, çok düşünür. Lütfiye gelin, kızının rahat
edeceğini hesap eder.
Hatça nine, okumuşu çok sever. Hatta hayrandır da. Onun için öğretmen Akif ile
evlenmesini en çok o «münasip görür ». Yadigar’a sormak, düşüncesini almak?
Bu sorular Darıveren ve çevrede o dönem ve yakın zamanlara -1975-80’lere kadar evlendirilecek kız için akla gelebilecek sorular değildir ki..
Münasip görülür, o kadar. O yüzden artık torun torba sahibi olmuş 76’lık Yadigar
ablaya «Size sormadılar mı?» sorusunu yöneltiğimizde
«Evllik için ..Bize
sorarlarmı?» cevabını alıyoruz. Ve Yadigar, babasının muhtarlık döneminde 1947’de
16 yaşında iken 17 yaşındaki öğretmen Akif Arslan’a, teyzesi oğluna gelin olur.
İLK GEMİCİ FENERİ
Mehmet Emin Yarbay, biricik kızı Yadigar için çeyizine “Gemici Feneri” alır.
Gemici feneri o dönemin en lüx ev eşyasıdır. İnsanlar lamba yerine, yanan ocağın
ateşi ile ışınırlar. Akif Arslan,”Darıveren’de 1950’lerde bile idare lambası kullanan ev
sayısı o dönemde 10 evi geçmezdi” diyerek kayınbabasının çeyiz olarak aldığı
“gemici feneri”nin önemini anlatmak ister.
1940lı yıllarda gaz karne ile ve memura verilen bir ayrıcalıktır. Belki bu ayrıcalığı
doya doya kullansın diye Mehmet Emin Yarbay, memur olan Akif Arslan ile evlenen
kızı Yadigar’ın çeyizine gemici feneri alır.
Mehmet Emin Yarbay, kızının çeyizine «Gemici feneri» gaz lambasını almıştır
ancak, Aliveren’in genç öğretmeni, Mehmet Akif Arslan o gün en önemli teknolojik
aleti sayılan radyoyu 1946’da alarak, evin baş köşesine çoktan kondurmuştur.
Yadigar hanım evlendiğinde evinde radyo vardır.
HALK EVİNDE RADYO DİNLEMEK
Dedebağ’da, CHP’nin yan kuruluşu Halkevi bulunur. Halk evine daha 1940’da
radyo verilir. Darıverenliler de radyo dinlemek için Dedebağ’a, Halk Evi’ne inerler.
Dambaşına dikilen ağaç direklere çekilen antenler ve hemen hemen kendisi kadar
büyük bataryaları ile birazdan “ajans” (haber) verecek olan lambalı radyo başına
toplanan Dedebağ ve Darıveren halkı, radyoda spikerin sesi geldikçe “Sen gibi, ben
gibi sesi geliyooo. Nelcek. Kıyamet alameti. Ahir zaman” yorumları yaparlar.
Haberlerde söylenenleri elbette çoğu anlamaz. Öğretmen Osman, radyodan
aldıklarını halkın anlayacağı kıvamda onlara tercüme eder.Haberlerden önce yada
sonra halkın en çok dinlediği program, türkülerdir.
Radyonun türkü saatine henüz vakit vardır, başka program devam ederken halk,
“Haydi söyle. Başla haydi gari..” diyerek sözde radyoyu gaza getirip hızlandırmak
isterler. Fakat radyo bu, onların istediği değil kendi saatinde türkülere başlar. Eğer
türkü programı çok sürmüş ise “Ne deyon, gari” diye kızarlar ya da sevmedikleri
84
türküler olur ise, radyoyu kapatmak yerine “Kes gari, başımız ağrıdı” diye radyoya
seslenirler.
DARIVEREN’E RADYO MERHABA DER
İlk radyoyu Darıveren’e köyde öğretmenlik yapan Nazım Sürücü getirir. Nazım
Sürücü Darıveren’de aynı zamanda iç güveyi.
Darıveren’e radyo alınmasıyla,( 1946’ dan sonra) Dalıverenliler; Dedebağ’a
gidip, ajans ve türkü dinleme zahmetinden kurtulurlar.
Köyden ise 1950’lerde ilk radyo alan dokumacı Goca Velilerin Hatça hanım alır.
DOKUMACILAR:
1940’larda köyde dokuma işi yapanlar vardır. Bunlar alım satım yaptıkları için
nakitleri de olur.***Köyden ise 1950’lerde ilk radyo alan dokumacı Goca Velillerin
Hatça hanım alır. Hatça hanım, duldur ve dokuma işi yaptığı için eli para görür. O
nedenle radyoya para verebilir.
İnsanlar bir kilo et alamazken tezgahçılar satılmak üzere kesilen davarın yarısını
alıp giderler. Çünkü onlarda para vardır. Darıveren’de dokuma işi yapan tezgahçılar
şunlar: Goca Velilerin Hatca, Şehlerin(Şeyhlerin) Hacı İbrahim, Şehlerin (Şeyhlerin)
Memet, Gozak Ahmat, Nazlların Halil, Nazların Süleyman, Şabanların Memet Ali.
1950’den sonraki tezgahçı ise Hacımağların Mehmet (Erkal). Daha sonra ise
Deli Mehmet, tezgahta dokuma işini sürdürür.
TÜM YÜK LÜTFİYE’NİN OMUZUNDA
Lütfüye hanım öldüğünde en büyük oğlu Bekir, henüz 15-16 yaşlarında. Kocası
Mehmet Emin, ticaret yapıyor. O pazar senin bu pazar benim. Günü birlik gittiği gibi
haftalarca dönmediği de olur. Kah, İzmir’e, Denizli’ye mala gider. Kah diğer
pazarlarda verisiye verdiği paraları almaya..
Sırtlanır tüm yükü Lütfüye gelin . Çifti de o sürer, orakla ekini biçer. Kavunu,
karpuzu o kaldırır. Lütfiye gelen çok çalışkan bir hanımdır. Orağı ya da bel küreğini
aldı mıydı, sabahtan akşama kadar tarlada çalışır.
Zaman zaman tarım işlerinde Cıngılıoğlu,Karaosman. Ev işlerinde de bunların
hanımları yardımcı olur. Ekin saplarını, Lütfiye’nin bacısının kocası, Mehmet Emin’in
bacanağı Hacıağların Ali (Çetinkaya) getirir.
Salih ağanın hanımı Ümmü ve gelini ile arası çok iyidir. Zaman zaman karşıdan
karşıya çağırır, birlikte iş görürler.
LÜTFİYE „GELIN“ VEFAT EDER, ÇOCUKLAR ÖKSÜZ KALIR
Bir gün çift sürerken, ayağına çivi batar, Lütfiye gelinin. Bu çivi zaman oluyor,
tetenoza çeviriyor. Ve lütfiye bu yüzden hastalanıyor. Kimise de berberler kan almış,
mikrop kapmış, tetenoz olmuş diyor. Emin Acar’a göre ise; „Doğumda berber küflü
iğne ile iğne yapıyor. Bu daha sonra tetenoza çevirmiş. O yüzden ölmüş“
2-3 gün önce Mehmet Emin Yarbay ile hanımı Lütfiye, ağaç dikmeye giderler. O
sırada kendisini iyi hissetmez. Gittikçe ağırlaşır. Acıpayam’da hastaneye götürler.
85
Faydasız. Tetenoz, kanı çoktan zehirlemiş. Damadı Akif Hoca, Denizli’ye götürür.
Zamanında ışın tedavisi olacakmış, fakat süre geçmiş. Bilinmemiş.Yıl 1952.. Hatça
Nine’nin „Lütfiye Gelini“ vefaat eder. Ve Denizli hastanesinde „17.03.1952 günü,
Lütfiye’nin vefatı” kayıtlara geçiyor.
Damadı, Akif Arslan, gelip Denizli’den cenazeyi Darıveren’e getiriyor. Lütfiye
hamın, 1911 doğumludur.
Darıveren’li Karahasanlardan Hayriye ile İbrahim’in kızı Lütfiye hanımın babası
daha önce evlenmiş, ondan Fidan, Gülüzar, Maya ve Ömer (oymak) dünyaya gelir.
Babası İbrahim, sonradan Hayriye hanımla evlenir. Bu evlilikten de ana baba bir kız
kardeşleri Ayşe, Fadime (Fatma) ve Lütfiye dünyaya gelir. Oğlan kardeşleri
kendisinden önce ölmüştür. Lütfiye gelin hayatta iken anneanne olmuştur. Kızı
Yadigâr’ın oğlu Beyhan 1948’de, İbrahim 1951’de doğmuşlardır. Oğulları; Bekir,16,
Nuri, 11 yaşlarında öksüz kalır.
Hatça Nine tüm çocuklara analık eder. Ve tüm çocukların okuması için başında
bulunur. Önce Bekir’in. Bekir, çok zekidir. Acıpayam’da ortaokulla gider. Ortaokulu
birincilikle bitirir. Fakat ilerisi gitirilemez. Öğretmenleri çocuk çok zeki, okusun diyor.
Babası Mehmet Emin, ticarete atılsın, Manifaturacı olsun istiyor. Daha sonra Nuri,
Acıpayam’da orta okul okuyacaktır. Hatça Nine onunda başına gidecektir.
Akif Arslan’ın „Osmanlı kadındı. Manen imanlı, evine ,işine bağlı, dürüst. Evlat, eş
münasabetlerini ayarlayan kişi“ şeklinde nitelidiği Hatça Nine, çocuklara masal
anlatır.
Mehmet Emin Yarbay’ın “Hoca Kızı Fatma Gelin” ile evlenmesi, bir yıl sonra
gerçekleşecektir.
Salih Yarbay, “Lütfiye yengem vefaat edince, Ağabeyime dağdan bir gelin
getirdik” derken damat Mehmet Akif Arslan’da “Yeni hanımını Kınıkyeri’nden
kendisinin getirdiğini” söylemektedir.
Mehmet Emin, ilk eşi Lütfiye hanımın mezarını ömrü boyunca mutlaka ziyaret
eder, hiç ihmal etmez.
Yadigâr Hanımın bir kızının adı teyzesinin yani eşi Mehmet Akif Arslan’ın anası
Fidan’ın adıdır. Diğer kızları öğretmen emeklisi Lütfiye, ise kendi anasının adıdır.
Diğer taraftan da baba Akif Arslan’ın teyzesinin adı. Böylece Mehmet Akif ArslanLütfiye ikilisinin evde iki ana ve iki teyze de yaşatılır.***
FATMA GELİN
Fatma gelinin hikâyesi bir başkadır. Fatma gelinin bildiği üç göbek hoca oğlu
hocadır. Babası Mehmet Hoca, Onun babası Ali, hoca. Onun babası Ahmet, o da
hoca..
Yörük Kızı Fatma gelin, ileriki dönemde „Aile geleneği bozulmasın“diye
evlatlarından en az birinin „Hoca „ olmasını ne kadar da isteyecektir. Ama olan
olmamıştır.
Büyük dede Ahmet’in babası Mehmettir.
SEFERBERLİĞİ BİZ GÖRDÜK, SİZ GÖRMEYİN
Fatma Gelin’in dedesi Ali Hoca, iki defa evlenir. Önce Fatma hanım ile o
ölüncede Hörü (Huri) hanım ile evlenir. Ali hoca’nın, birinci eşi Fatma’dan Mehmet,
86
Ahmet adında iki çocuğu olur. Fatma hanım ölür. Ali hoca’nın birinci hanımı Fatma,
öldüğünde kardeşi Hörü, başkası ile nişanlıdır. Ancak ablasının çocukları perişan
olup rezil olmasın diye nişan bozulur, Hörü, eniştesi Ali Hoca’ya verilir.
Ali hoca ile Hörü evlendiğinde oğul Mehmet, babası Ali Hoca’ya sağdıç olmuş.
Ali Hocanın ikinci hanımı Hörü’den Sadık ve Aziz dünyaya gelir. Birde kız kardeş
Adige vardır. Adige hanım, Çameli’nin Kalatlar köyüne gelin gider, orada yaşar ve
ölür. Adige’nin torunlarından biri iflas ettiği için intihar eder. Adige’nin diğer torunu bu
gün Denizli’de oturur.
Aziz, vefaat ettiğinde, eşi Fatma geline : “Kızım, amcan namaz kıla kıla öldü“
diyerek onun çok namaz ehli bir kişi olduğunu söyler. Fatma Gelin’in babası Mehmet
Hoca’da derki: “Aziz, hepimizden çok okudu. Çok bilir. Ama bildiğini satmaz.“
I.Cihan savaşına katılmamız dolayısıyla ilân edilen „Seferberlik“e en son 1315
liler katılır. Büyük harpte müttefikimiz olan Almanlar, yenilince Çanakkale’de tarihin
en büyük direnişini gösteren Osmanlı’da yenik sayılır. Hayatta kalan askerler terhis
edilir. Kendi bölgeleri, İtalya’ya düşmüş. Ancak henüz oralarda „Gavur“ yoktur.
Ali Hoca’nın büyük oğlu Ahmet, Çanakkalede kalır. Dönemez. Küçük oğlu
1317’li Mehmet Hoca’da(Mehmet Emin’in kayınpederi) koşar gider vatan savunması
için İstiklal savaşına.. Doyamadan eşi „Ağşa“sını-Ayşe’yi- ocağını bırakıp, gider
askere. Ali Hoca, yalnız kalır köyde. Eli tutan askere gitmiş, çalışan erkek yok. Çete
ve asker korkusundan insanlar tarlaya, bahçeye gidemiyor. Tarlalar işlenmiyor. Bu
yüzden üretim yok. Köyde kalanlar sıkıntı içinde.
Fatma Gelin’in dedesi Ali Hoca, Kınıkyeri’de hali vakti yerinde, kendine yeter
insanlardandır.
O dönemde çeteler rahatsız eder, köy de kalanları. Eli silah tutan erkekler savaşa
giderler. Yaşlılar, çocuklar kalır köyde. Kınık yerinde sadece üç ihtiyar erkek kalır.
Kır bekçisi bu yüzden kadındır.Cenazeyi kadınlar defneder.Köyleri sık sık çeteler
rahatsız eder. Ali hoca, eşkıya baskınları nedeniyle sürekli tepelere nöbetçi kor.
Onlar gelen eşkiyayı haber verdiği için rahatça tedbir alırlar.
Ali Hoca’nın kızıl bir köpeği vardır.Geceleri bu köpeğin sesini duyan çocuklar ve
kadılar çil yavrusu gibi dağılarak saklnırmış.İnsanlar jandarma ve çete baskınlarından
bir gün bile toplu olarak akşam yemeği yiyemezlermiş.
Fakat bir gün çok yağmur yağar. Aylardan Ramazan. Koca köyde sadece üç kişi
cemaat kalmış, onlarda teravih namazındalar. Ali Hoca’yı camide namazda
yakalarlar.
Ali Hoca’nın evde iki kız bebek vardır. Birisi Huri hanımdan kendi çocuğu Dudu,
henüz kundakta. Diğeri ise askerdeki oğlu Mehmet’in gelini Ayşe hanımdan yeni
doğan ve adıkonmamış torunu .
Eşkiyalar camiyi basarak cemaatten iki tanesini öldürürler, toplam cemaat hoca
dahil zaten üç kişidir. Hoca’yı hemen öldürmezler.
Bu hadiseler olurken Ali hoca’nın eşi Hörü ve gelini Ayşe evden kaçarlar. Hörü bi
yerlere gizlenirken, Ayşe, görümü Dudu bebek ve daha ismi konmamış kendi bebeği
olmak üzere iki bebekle birlikte gece Cumaalanı Köyüne ulaşır. Cumaalını köyünden
iki üç kişi alarak yeniden dönen Ayşe gelin, Kınıkyeri Mezarlığına gelir. Cumaalından
gelenler elle ıslık çalınca çete baskına uğradık diye kaçar.
Tavas’ın Nikfer’den liderleri Ümmet Efe olan asker kaçağından oluşan dört kişilik
çete, Ali Hoca’yı sorgularlar. Ve şehit ederler. Cemaatten iki kişiyi öldüren eşkiyalar,
Ali Hoca’yı;
87
“Para nerde, silahın nerde, eşin nerde” diye sıkıştırırlar. Söylemez Ali hoca,
paranın ve silahın yerini. Fakat çeteler zalim.Keserler kulaklarını. „Para torbası
nerde?“ derler.
Ali hoca aslında tedbirli ve silahı olan bir kişidir. Eğer, camide yakalamasalar.
Evde silahına, fişeklerine kavuşsa , yapacağı bilir. Çeteler para yanında var olduğunu
bildikleri tüfek ve fişekleri de isterler. Ali Hoca, gümüş para verir. Onlar, altın parayı
isterler. Yanındaki hizmetçi kızı da öldürürler. Yine de söylemez, Ali hoca, keserler
ellerini.
«Gelin nerde » diye iki Dudu’yu alarak çoktan Cumaalanına gitmiş olan Ayşe
gelini, vatan namusu beklemek üzere diyar diyar aşan Mehmedi’nin hanımını
isterler. Kendi hanımı Hörü’yü isterler, « Karın nerde » diye gözü dönmüş vahşiler.
Söylemez. Öldürürler, işkence ile Ali Hoca’yı. Hocayı Şehit ederler.
Çeteler, evlerini ararlar. Sandıktaki her şeyi yere saçarlar. Düğünlerde o dönem
gelinlerin başlarına karafil takarlar. Asker Mehmed’in düğünü yeni olduğu için yeni
gelin Ayşe’nin karanfillerini takarlar. İlerde Yörük kızı Fatma Gelin’in anası olacak
Ayşe gelinin kaşağını, kuşanırlar. Ne buldularsa alıp giderler. O sıra erkek çocuklar
evde olduğu için tüm olanları görürler.
Su testisi su yolunda kırılır. Bir kaç gün sonra Ümmet ve adamları düşerler
birbirlerine. İçlerinden birisi: „Kaçın Devlet geliyor“ der. Kaçarken Ümmet’i vurur,
öldürür.
Köyü basan eşkiyanın üçünü de çok geçmez uyurken diğer arkadaşları vurup
öldürür.
Her halde boşa dememiş atalar: „Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste..
Tabi bu hadiselerin önceside vardır.
Bu çeteler; Garbigaarğaç’da (Acıpayam) da karakol basarlar.Ve bir jandarma
onbaşısını öldürürler. Müfrezeler çeteleri takibe çıkar. Ali Hoca, jandarmalara
rehberlik yapar. Jandarma ile birlikte çetelerin peşine düşerler Sandıraz dağlarında.
Çeteler bunlara silahla karşılık verir. Bunlarda onlara. Ve Ali hoca, eşkiyadan birisini
bacağından vurup, yaralar.
O yüzden eşkiya, Yalnız buldukları Ali hoca’yı mübarek ramazanda teravih vakti
camide kıstırıp yakalarlar.
Ali Hoca’nın kundaktaki kızı Dudu ölür. Yeni doğan torun bebeğe dedesi Ali
Hoca, henüz isim koyma zamanı bile bulamamıştır. Bebek isimsizdir. Ayşe gelin,
asker Mehmed’in bebeğine de çeteler Kınıkyeri’ni basınca birlikte sırtlanılıp kaçırılan
kundakdaki halanın ismi konur. Dudu.
Bu sıkıntıları bire bir yaşayan Fatma gelinin anası, Ayşe; “Seferberliği biz gördük.
Siz görmeyin kuzularım“ diye dua ederdi..
İSLAM AHLAKI
Kinikyerli Ali Hoca’nın oğlu Mehmet, savaşırken düşman çok yakındır. Mehmet
Hoca,
nöbet beklerken düşman mevzilerinden düşman askerleri „Ahmet!..
Mehmet!..Gel, burada Fatma var..“diye bağırılar. Mehmet Hoca,“Bunlar beni nerden
tanıyor, ismim nerden biliyor diyerek, nöbet yerinden kaçar.
Düşman bizimkilerin yarıdan fazlasının isminin Ahmet, Mehmet, Ali olduğunu
bildiğinden moral bozmak için psikolojik harp taktiği gereği „Ahmet!.. Mehmet!..Gel,
burada Fatma var.“ diyerek moral bozmaya çalışmaktadırlar.
88
Yunan askeri bozulunca, bizim işbirlikçi Rum vatandaşlarda başlar kaçmaya.
Bir gün Kınıkyerli Mehmet, kendilerine tehlike olacak „gavur“ var mı diye
bakarken bi evin kapısını açıyor ki bir „gavur karısı“..oturuyor. Düşünüyor bu kadın,
saldırgan değil. Ve bu hali ile zarar vermez. İslâm’ın, savaş durumunda emri;
Çocuklara, yaşlılara ve kadınlara, size teslim olmuşlara dokunmayın” olunca, Mehmet
bu emir gereği yaşlı kadını öldürmez.
Böylece “koca gavur karısına“ dokunmayıp, zarar gelmesin diye kapısını
kapatıp çıkar gider.
Mehmet hoca vatan kurtulunca askerden döner. Babasının şehit edildiğini
öğrenir.
...
Bu şartlarda Kınıkyeri köyünde doğar Fatma gelin..Ve Ali Hoca’nın ilk eşi,
Mehmet Hoca’nın anasının adı verilir doğan kıza. Köyde okul olmadığı için Fatma
okuyamaz.
BİRİ HOCA, BİRİ ŞER
Ali Hoca’nın Hörü Hanım’dan olan oğlu Aziz babası, dedesi gibi hoca olur. Fakat
kardeşi Sadık, şer bir insandır. Davar çalar.Başkalarının karısını kaçırır, oynatır.
Ağabeyi Mehmet Hoca’nın hanımı Ayşe, bu huylarından dolayı onu kızar,
eleştirir. Bir gün Sadık yengesi Ayşe’ye „Gel yenge et yiyelim“ diye yemeğe davet
eder.
Güzelce hazırlanmış keçi etini yedikten sonra, gülerek “Yenge, ben bu keçiyi
çaldım“ der. Ayşe hanım, ömrü sonuna kadar „Ben nasıl hata ettimde, o keçinin etini
yedim“ diye üzülür.
Kınıkyerinde adı çıkan, herkesin oynattığı bir „ayak kadını“ vardır. Fatma Gelin
henüz çocuk iken amcası Sadık, bu ayak kadınına gitti diye, Kınıkyeri köyünde
kıskançlık yapan bazı köylüler tarafından dövülüp yaralanıyor. Ağabeyi Mehmet
Hoca, Aliveren köyünden iki at, bir sal getiriyor. Yaralı Sadık’ı sala koyarak Denizli’ye
götürüyorlar. O zamanlar Denizli’ye Kınıkyeri’den tam bir haftada gidilip gelinebiliyor.
Denizli’ye kendisini götürmek üzere getirilen at kişneyince salın üstündeki Sadık,
“Ah ah. Hayatım boyunca böyle güzel bir ata binemedim“ diyerek iç geçirir. Bu arada
Sadık’ın oğlu Ali, babasının haline ağlar. Onu ağlar Gören Fatma Gelin’in anası Ayşe
hanım, „Seni ağlatanlar da ağlasın“ der.
Sadık’ın hanımı Deli Güllü, dedikoducu bir kadındır. Eşi Sadık’ın yaptığı,
yapmadığı işleri her yerde anlatır durur. Sadık, hastahaneye götürülürken Deli
Güllü’de ağlar. Mehmet Hoca, „ Hiç ağlama Güllü, bizim oğlanı yiyen sensin. Allah,
senin nasibini bu evden kessin“ diye dua eder.
Denizli’ye götürülen Sadık, hastanede ölüyor. Denizli’ye defnediliyor. Kınıkyeri
köylüleri MehmetHoca’ya „başın sağolsun“ ziyaretinde bulunmazlar. Hoca çok kızar.
Şüphelileri mahkemeye verir. „Gelip acıma ortak olsalardı mahkemeye
başvurmazdım„ der. Sadık’ı dövenler suçu „ayak kadınının“ üstlenmesini sağlarlar.
Hoca bu uğurda bir tarla, bir at satarak mahkeme masraflarını karşılar. Sonuçta kadın
ve iki kişi ceza alır. Ceza alanlardan biri cezaevinde ölür. Diğeri çıkar ancak hastadır,
yatalaktır. Hiç ayağa kalkamayarak ölür.
Sadık’ın eşi Deli Güllü eşi ölünce başka bir köye kocaya gider, bir daha köyüne
dönmez.
89
Evlenme yaşı gelince Cumaalanı köyünden Arapoğlu Mustafa diye bilinen kişi
oğlu, Mehmed’e Fatma’yı ister. Aile uygun bulur. Fatma, gelin edilir, Cumaalında
Arapoğlu’nun evine. Fatma Gelin’in gelin olduğu Arapoğlu, Yörük’tür. Fatma Gelin’in
beyinin adı Muhammed’dir.Arapoğlu Mustafa çevrenin ölçülerine göre zengindir.
Arapoğlu Mustafa iki kardeştir. Diğer kardeşi Süleyman Belevi Köyü’nde iki
evlidir. Belevi’nde şu anda torunları yaşar. Çameli’nin Cumaalını köyündeki yaylada,
kayınpederi Arapoğlu’na ait Cumaalanı’nda Sarımsaklı mevkiinde iki katlı bir ev
vardır.
Sarımsaklı’da bir de çayın ötesinde Gebeşler’in evi vardır. İki ev arasında suları
buz gibi akan çeşme bulunur. Yazın oralarda hayvanlara bakılır. O evde kalınır. Kışın
ucu görününce, aileye ait keçi, koyun, inek sürülerini katarlar koşum hayvanlarına
yükleri yüklerler ver elini Köyceğiz, Zeytinalanı.
Kınıkyeri,Cumaalanı köyüne yaya yarım saat. Fatma Gelin, Cumaalanı’ndan
Köyceğiz Zeytinalanındaki kışlaklarına tam üç günde giderler, kona göçer..
Cumaalanlı Arapoğlu, 8 yıl askerde kalmış. Bu sekiz yılın dört yılını kaçmış, dört
yılında da harplere girerek askerlik yapmış. Arapoğlu, askerlik hatıralarını anlatırken
„Ölü hayvanın etini çiğ çiğ yiyen askerler gördüğünü“ söylermiş.
KÖYCEĞİZE YOLCULUK :
Yörük oba ve cemaatlerinin toplanıp cuma namazı kıldıkları yer olan Cumaalanı
zamanla yerleşmelerle köy halini almıştır.
Çameli ilçe merkezine de bu yüzden bir ara Cumayanı denildiği gibi, Cumaalanı
Köyüne de bu ismin verilmesinin sebebi bölgede bulunan Yörüklerin hep birlikte
burada Cuma namazı kılmak için toplanmalarından kaynaklanır. 1957'deki idari
düzenlemeler sırasında Cumayanı (Karaman Köyü) ilçe yapılarak adı Çameli olarak
değiştirilir. Cumaalanı Çameline bağlıdır.
Çameli ve çevresindeki Karamanlılar yaylak-kışlak hayatı gereği kâh Dalaman'da
kâh Çameli yaylasında yaşarlar.
Cumaalını’ndaki Yörükler Köyceğiz’e gitmeye devam etmişlerdir. Çameli,
Cumaalanı’nda göçebeliği bırakmazlar taaki 1980’lere kadar. Oğlu Cemal Yörük
hayatını sürdürerek 1997’de bırakır. 200 koyunu ile 1997’ye kadar her yıl gider ve
gelir Köyceğiz, Cumaalanı arasında... Koyun, keçi, davar, deve ne varsa Ekim ayında
Köyceğize indirirler, Nisanda Çameli’ne, Cumaalanı’na gelirler. Cemal gün anlatıyor ;
“Köyceğize 5 günde giderdik. İlk gün Kirazlı Yayla’da Değne’de kalırız. Ikinci gün
durağımız Gürleyik. 3. gün Dalaman Çayı üzerindeki meşhur Akköprü’deler. 4. gün
Çalhisar’a kalırlar. 5. gün sonunda koyun keçi, at, eşek,öküz, sığır,köpekleri ile deve
ve katır haricindeki diğer hayvanlarla Zeytinalanı köyüne ulaşırlar.“
Fatma Gelin’lerin deve ve katırları yoktur. Ancak o dönem Köyceğiz Yörüklerinde
deve ve katır bulunur.Konakladıkları yerlerde Yörük hanları vardır. Hayvanlar Hanın
ağıllarında dışarda kalır, insanlar bu hanlarda kalırlar. Yağmur yağdığında mutlaka
handa olmalılar. Sarıyerde, Kızılbelin’in dibinde Atköpüğü hanında kalırlar. Şayet
yağmurlu ise hava, ne ileri ne geri gidilir.Han ve çevresinde havaların açmasını
beklerler. Gidiş ve dönüşlerde en lüx ayakkabı çarık. Çarıklar bir gün dayanır.
Çarıkları katranlarsan dayanıklılığı uzar. Yoksa kurur kalırlar. Ayaklara giyilemez,
cendere haline gelir. Yumuşasın diye toprağa gömerler. O zamanda köpekler alır.
Kalırlar yalın ayak, yapıldak yola devam. Yolda, çakal, kurt ve sırtlanlar tuzak kurar.
90
Bu tuzaklardan geçebilmek de ayrı maharet ister. Sırtlan Köyceğizi mesken tutarken
Canavar-kurt Cumaaalanı’n da yörüklerin rakipleridir.
BEN KEÇİDEN KIL UMARIM.
KEÇİ BENDEN ÇUL UMAR“
Şimdi Zeytinalanı bağ, bahçe olur. Yörüklerin yetiştirdiği ana hayvan kıl
keçisidir. Bahar aylarında keçiler kırkılır, kılları alınır. Fakat hava birden soğuduğunda
keçiler çok zorlanır. Üşüyüp ölenler olur. O nedenle;
„Ben keçiden kıl umarım.
Keçi benden çul umar“ deyişi meşhurdur.
SANDIRAZ DAĞLARIINDA YAŞAYANLAR
Fatma gelin Bati Toroslarda Sandıraz dağlarında 1945 lerde yıkanma bilmeyen
insanlarla karşılaşır. Onlar dağlarda bu faaliyeti yaparken dağların yükseklerinde
yaşayan „Sandırazlılar“ la sık sık karşılaşırlar.
Sandırazlı Dağları’nda, Kızılbel taraflarında yaylalardayız. Bir Adam geçti...
Simsiyahtı. Eli öyle kara idi ki, çavdar ekmeği onun yanında kıpkırmızı kalır. O adam
geçtikten sonar, bir kız çocuğu ünlüyor;
‘ Çobanaaan.. Koyun keçi gördün müüü? Buradan koyun keçi gitti miiii. „
Görmediğimizi söyledik. Meğer adam koyun, keçi arıyormuş.
Hiç hırsızlıklarını filan görmedik. Kendi hallerinde yaşayan zararsız insanlardı.
Ancak sobadan çıkan isle boyanmış gibi simsiyah.Yıllarca arınmamış durumunda
idiler. Kendilerine neden yıkanıp arınmadıkları sorulduğunda, arınsak nolcek. Yine
bize Sandırazlı derler..’ diyorlardı.. Dağlarda yaptıkları barınıklarda hayvanları ile aynı
yerde yaşarlardı diye anlatıyor.
MUHAMMED TAŞ’DAN DÜŞER
Fatma gelin, Selvet ve Cemal iki çocuğu, önünde sürüler. Kocası Muhammed,
kayınpederi Arapoğlu Mustafa. Köyceğiz Zeytinalanı ile Çameli Cumaalını arasında
mekik dokuyarak geçinir gider. Cumaalın, Köyceğiz arası 200 km. Hayatından
memmundur.
1950’de her zaman olduğu gibi kışın Köyceğiz Zeytinalandalar. Köyceğizde hala
Cemallerin evleri var. O dönemde ottan. Çünkü bölge sazlık. Bol saz olur. Sazdan
yapılmış bir iki göz evler.
Fatma gelin’in ev ottan. Cemal’in hatırlayabildiği dönemlerde Zeytinalanında 100
hane var. Fakat her oba 7 -8 hane oluşturacak şekilde dağılmışlar araziye. Fatma
ana,
„Dalaman’da narın, kestanenin, zeytinin sahibi yoktu. Kırlardan nar toplar, ekşi
yapardık“ diye o günkü Dalaman’ın genel durumunu anlatıyor.
Bahar aylarında arılar oğul verir. Yeni verilen oğul anayurttan ayrılarak kendisine
yeni bir yurt arar. Bu yurt daha çok bir kaya deliğidir. Muhammed, dağda hayvan
otlatırken arı oğlunun kayaya girdiğini görüyor. Kayadan arı oğlunu almak istiyor.
Alıp sepete koyacak.Ve Muhammed, ayağı kayıp kayadan düşüp yaralanıyor.
Dağdan sal ile köye, Zeytinalanı’na getiriyorlar. Köye jeep çağırıyorlar. Jeep ile
91
Muğla’ya hastaneye taşıyorlar. Teşhis: „Muhammed’in kayadan düşmesi sonucu beli
ve omiriliği kırılmış“.
Oğlu’nun başında pervane olan Arapoğlu Mustafa’ya, doktorlar; „Senin oğlunu
yaşatsak yaşatsak ilaç ile bir ay yaşatırız“ diyorlar. Yani umut yok.
Acılarını dindirmek için tuzlanmış koyun derisine sarılır. O tuzlu deri daha çok
ızdırap verir. Bu acılara dayanamayan Muhammed bir hafta sona vefat eder.
BANA “DAĞLI” DESİNLER
Dul kalmış olan Fatma gelin, bir gün Cumaalını köyü’nde buğday suluyor.
Dayısı oğlu geliyor yayına. O zannediyor ki bana göz kulak olacak, dayanak olacak
bu dağ başlarında.
Dayısı oğlu; “ Sizin ekin mi güzel bizimkisi mi?” diye soruyor. Kalbinde bir şey
olmayan Fatma hanım, gerçeği dile getirmek Hak’kı teslim etmek üzere “Sizin
buğdaylar güzel” cevabını veriyor.
Dayısıoğlu, “ Senin güzelliğin yayında buğdayın sözümü olur.Buğday senin
olsun” diyor.
Bu olay üzerine çok düşünür Fatma hanım. Dayısı oğlu bile göz koyar. Köyde
dul kadın olmak zor...En yakını dayısı oğlundan gördüğü teklif. Başkalarının laf, söz
ve işaretleri bıktırır Fatma gelin’i karar verir. Kim olursa olsun evleneceğim.
Darıveren’de hanımı öldüğü için üç çocukla dul kalan Mehmet Emin Yarbay ile
Cumaalanı köyünde kocası öldüğü için iki çocukla dul kalmış Fatma evlenirler.
KILINI GÖRMEZ
Yıllar sonra bu durumu „Ellerin yediğinden yedim. Giydiğinden giydim. 9 köy aşıp
evlendim“ diye izah eden Fatma Ana;
“Benim hiç bir şeyim yok. Cumaalanı’nda evlendiğim Muhammed, taştan düşüp
öldü. Başında çobanın olsun diye verdiler, öyle evlendim“ diyor.
Mehmet Emin Yarbay’ın eşi, Fatma nine;“ Ben iki adama vardım. İkisini de
evlenmeden önce hiç görmedim. Değil boyunu, posunu evlenmeden önce kılını bile
görmedim” diyerek tamamen bilmedikleri, ancak ailenin istediği kişiyle
evlendirildiklerini söylemektedir. Sen falancaya gidiyorsun denir o kadar. Kendi
köyündense iyi - kötü, bir yerlerde karşılaşılmıştır.
Fatma Gelin’de de bu usul uygulanmış, kiminle evlendiğini bilmeden Darıveren’e
doğru yola çıkarılmıştır.
II. DURAK DARIVEREN
Fatma gelin, gelir Darıveren’e. Fatma Gelin’nin ilk kocası Muhammed ölünce,
oğlu Cemal ve kızı Selvet, dedesi Arapoğlu Mustafa’da, Cumaalanı köyündeki kalır.
Mehmet Emin ile zaman zaman pazarlara giden Bekir, artık büyür. Evlenme
yaşına erer. Bekir’i evlendirirler. Nuri henüz küçüktür.
Annesi Fatma, dedesi Arapoğlu kızı Selvet’i Darıveren’e yanına getirir. Fatma
gelin, Cumaalanı köyüne her sene iki kez oğlu Cemal’i görmeye gider.
Selvet hanımın ifadesiyle; „Cemal’i sığdıramam. O, oğlan çocuğu buraya
sığdıramam. Fakat kızı oralarda bırakamam“ der. Selvet’i yanına alır. Cemal’i
92
getirmez, getiremez. Fatma Gelin’in kızı Selvet Darıveren’e geldiğinde Mehmet
Emin’in yanında Nuri vardır. Bir de Hatça Nine.
Selvet, artık evin kızıdır. Selvet Kesmen hanım bu konuda; „Kendi çocukları ile
beni ayırmazdı. Beni çok sever. Çok beğenirdi. Annem ile senin evlat benim evlat
diye tartışma olmazdı. Nuri okumaya gitti. Yazın gelirdi. Hiç kavgamız yoktur. Bekir
Ağabeyi ve Yadigârla da . Sen sonradan geldin filan denilmedi. Farklılık hissetmedim“
diyecektir.
Peşpeşe Ersönmez, Lütfüye, Salih ve Dudu doğarlar. Çocuklara Selvet bakar.
Çünkü Mehmet Emin Yarbay, eskiden başladığı manifatura işini sürdürmektedir.
Fatma gelin ise tarlada, bağda, bahçededir.
Mehmet Emin Yarbay için;
„Mehmet Emin amca, anamı aldığı zaman
manifaturacı yükü vardı mal satardı“ diyen ve 20 yaşına kadar Darıveren’de anasının
yanında kalan Selvet hanım, Darıveren’de geçen hayatı ile ilgili hatıralarını şöyle
paylaşıyor;
“Anam rençberlik yapardı. Çocuklara ben bakardım. Ersönmez mıymıntı idi.
Dünyayı başıma yük ederdi. Salih, sessizdi. Mahallenin çocukları Ersönmez’e çocuğu
Salih’i götüreceğiz derlerdi. Çocuğumuzu götürmesinler diye başlardı ağlamaya.
Salih mızmız değildi. O emekleyerek yürüyüp‚ ben eşeğim’ diye taklit yapardı.
Mehmet Emin amca, eski hanımını hiç yanımızda anmazdı. Herhangi bir işe kafa
takmazdı. Olanı olmuş. Biteni bitmiş bilirdi.
O zaman yaya yolculuk zamanı. Çok tanıdığı olurdu. Onu tanıyarak gelenler evde
kalırlardı. Misafiri boldu. Mehmet Emin baba, kahveye gider ama az kalırdı. Hiç
namazını geçirmedi. Sabaha kadar namaz kılardı. Tutumlu idi. Bizden sonra bir tarla
aldı. Daha evvel çok tarla almış. Tarlaların çoğu babasından düşmüş. Kızların ve
Abdi’nin yerlerin de Mehmet Emin Amca aldı. Köke’deki kızlar tarlaları satılığa
çıkarmışlar. Salih değil Mehmet Emin amca almış. Ve ellerinden de senet almış.
Salih amca ucuz aldı diye sıkıntı çıkarırdı. Hemen her üç günde mahkemede idi.
Kardeşlerimin senedi var, bir şey olmaz derdi. Salih amca kızsa bile evine gider
gelirdik.
Salih amcanın oğlu Refik, siz ona bakmayın der. Bizimle ve amcası Mehmet
Emin ile ilgilenirdi.
Hatça nene, çok zenginmiş. Daha önce birisiyle evlenmiş. Çocukları olmuş. Hırı
Bekir çok hasta imiş. Mızmızmış. Et alır gelir, kendisi yermiş. Çocuklarına vermez,
onun et yemesine bakanları, isteyenleri kovalar, çocuklara et vermemek için çulun
ötesine geçirmezmiş. Ben fakirlik çekmeyeyim diye Hırı Bekir’in kahrını çektim derdi.
Ersönmez, mızmızlık ederdi de Hatça Nene,“Hırı Bekir’e mi çektin“ derdi.
Darıveren’e 10 yaşında gelip 20 yaşına kadar kalan ve Gölhisar’dan Enver
Kesmen ile evlenen Selvet Kesmen’e Darıveren’de yaşadığı 1954-64 dönemi ile ilgili
olarak sorular sorarak şu cevapları aldık:
Nasıl aydınlanıyordunuz?
-Lamba: Camlı lambadır. Her gün camı silinir. Akşam yakılır.
Gazyağı: sırça şişe (cam şişelerde) gelir.
Dışarı gidilirken, dama taşa gidilirken çıra kullanılırdı. Ama bizde el feneri vardı.
Her evde olmazdı.
Ne ile yemek pişiriyordunuz?
-Ocak: Kara ocak.
-Kazan: “Gara haranı”
93
Kışın ne ile ısınıyordunuz?
-Soba: Teneke soba
-Odun : Kaçak, dağdan.
Mehmet Emin amca hiç yakalandı mı?
-O yakalanır mı kurnaz. Onu hiç ormanı yakalamadı. Ormancılar köyde otururdu.
Her yıl konup göçmeyi, Cumaalanı’ndan, Köyceğize gitmeyi Kınıkyeri’nde de her
yıl yaylaya çıkmayı adet eden, Fatma hanım, artık yerleşik hayata geçer. Hep ev işi,
bağ bahçe ve tarla işi yapar. En azından yörüklükten, konar göçerlikten kurtulmuş.
Sabit işi, sabit evi vardır.
O yüzden Fatma gelin baharı iple çeker. Çünkü Arapoğlu Mustafa, Cemali’de alıp
yaylaya çıkacak, Cumaalına gelecektir. Mehmet Emin Yarbay ile birlikte bahar olunca
koşar Cumaalınına, Cemali ziyarete. Dönüş hazindir. Cemal birlikte gitmek ister,
anasının peşinden koşar ağlar. Onlar Kınıkyerine doğru yol aldıkça Cemalin çığlıkları,
dağları deler. Fakat hayat. Fatma gelin, yeni eşi ile yeni bir dünyaya yol alır.
Cumaalının da kalan oğlu Cemal’de Darıveren’e annesine zaman zaman gelir,
gider.
Bu geliş gidiş zamanlarını anlatan Cemal Gün; “Hacı hiç kızmazdı. Bir kere kızdı.
Afyon çapalarken Nuri, 2 çapa ile çapalalam için bendeki çapayıda aldı. Ben vermek
istemedim. Çünkü Nuri’nin çapası var. Bizi izleyen Hacı, „Ver çapayı“ dedi. Bu bence
haksızlıktı. Buna küstüm...Mustafa dedem, at ile ziyarete gelmişti. Herzaman gitmek
istemez, annemde kalmak için can atardım. Bu defa Mustafa dedemin peşine koşa
koşa düştüm. Ayrıldım. Bir daha da gitmedim“ diyerek anasıdan kopuşunu anlatıyor.
Cemal okula bile gidemez. Dedesi mal güttürür Yörük oğluna. Cemal Gün; “Anam
düğünde bir 50’lik altın yapacağım dedi. Yapmadı“ diyerek özetler.
.....
Selvet evlenir, Gölhisar’a gelin olur. Bu evliliği damat Enver Kesmen şöyle
anlatıyor:
“Babam burada manifaturacı, toptan mal verirdi. Mehmet Emin amca, babama
gelir giderdi. Babamın dostu esnaf olarak tanışıyoruz. Selvet kızıdır, o vesileyle
evlendik. Yılda bir iki kez Darıveren’e giderdik. Sevmediğimizden değil, dünya
işlerinden gidip gelemezdik.”
Selvet hanım da şöyle konuşacaktır:
“Evlerinde çok çalıştım fakat Mehmet Emin amca, bana çeyiz vermedi. Bize
destek olmadı. Çünkü ben onun çocuğu değilim. Yadigâr’a da yardım etmezdi. Etse
de az ederdi. Anam gizlice vermedi. Çalmadı. Anam kendine düşen yeri bile bize
vermedi. Çocuklarım okudu yardımcı olmadı. Kızlarım üç tane. Lise okudu. Bir damat
polis, bir tanesi öğretmen, diğeri köy hizmetlerinde tamirci.
Oğlumun biri İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. Zonguldak’ta hâkim, birisi
Tefenni’de Öğretmen, diğeri İstanbul’da bir yıllık polis.
Selvet hanım, düğünü olup Gölhisara gidince, Fatma hanımın Darıveren’de
doğan çocukları büyür. Bu defa da o çocuklarını yanına alıp 10 km mesafeyi
yürüyerek Kınıkyeri’ne giderler. Kızı Dudu, hep yanında olur. Bazen de oğulları
yanındadır.
Fakat Mehmet Emin Yarbay, bu yolculuğa hiç iştirak etmez. Yalnız, kayın
biraderleri Gölhisar’a göçtüğü için oraya gider, orada gerektiği zaman kalırdı.
Çok kerede traktör aldıktan sonra traktör kasasına kavun-karpuzları koyup,
94
Gölhisar’da onları satarken hanımı Fatma hanım ve çocukları da Gölhisara’a gelmiş
olan kardeşlerini, kızı Selvet’i ziyaret ederler. Akşam dönerler. Traktörle gelmişlerse
oğulları Ersönmez, Salih yoksa kızı Dudu sürer.
“DAĞLI MUSTAFA”
Fatma Gelin, 8 kardeştir. 4 oğlan, 4 kız. 4’ü ölmüş. 3 kız, bir oğlan kalmış.
Ağabeyisini dana süsmüş. Ağbiyi hastaneye götürürler, «Ağbi neren ağrıyor?»
diye sorar Fatma gelin. O’da « Bizim kız, neden ağrıyor deme. Ağrımayan yerin var
mı ?’ diye sor »der. Ağabeyi 3 gün sonra Denizli Hastanesinde ölür.
Fatma Yarbay’ın kardeşi Mustafa Oymak, Gölhisar’da yaşıyor. Kınıkyeri’nden
1960’larda gelip Gölhisar’a yerleşmişler. Gölhisar’da da “Dağlı Mustafa” demez
iseniz kimse tanımaz. O, ‘Dağlı Mustafa” diye ünlenmiş.
Tıpkı Darıveren’de Fatma hanıma “Dağlı Gelin” dedikleri gibi. Bilenenin aksine
gerek Fatma Yarbay’ın gerekse kardeşi Mustafa Oymak’ın doğdukları Çameli’nin
Kınıkyeri Köyü’nde “Yörük”lük yoktur. Kınıkyeri yerleşik köylerdendir.
Gölhisarda yaşayan ve ismi Dağlı Mustafa diye çağrılan Fatma Gelin’in kardeşi,
Mustafa Oymak, bu durumu « Bizde Yörüklük yok. Kınıkyeri’nde Yörük yok.
Dalaman’dan gelen Yörükler yaylaya çıkarlardı. Onlar muhtara üçer kuruş verip,
yaylada otururlardı. Cumaalanı’n da enişteler köyceğize gider gelirlerdi.» diye
açıklıyor.
Yörük Kızı Fatma Gelin, Dağlı Gelin gibi sıfatlara Fatma Yarbay’da babası,
dedesi ve onun dedesinin “Hoca” olduğunu ileri sürerek kızıyor. Sadece O, mu?
Ersönmez Yarbay’da çocukken, anası için kullanılan bu sıfatları bir küçük görme gibi
değerlendirip söyleyenlere kızar, söylendiği zaman üzülürmüş.
Eskiden beri tüccarlık yapan Mustafa Oymak, Gölhisar’da besicilik yapıyor. Hem
de iyi besici. Kardeş Mustafa Oymak, zamanında tüccarlık yaparken başına gelen
pişmiş tavuğun başına gelmemiş. İsterseniz, 1940-60 arasında geçen birkaç anısına
yer verelim:
KIYAMET KOPACAK, TAVUK ALICISI GELMİŞ
Dağlı Mustafa’dan tavuk isterler. Gider köylerden tavuk toplar. Yolu Arıkaya
köyüne düşer. Tavuk aldığını söyleyerek, kendisine tavuk satmalarını ister köylüden.
Bunu duyan kadının birisi dama çıkar;
“Amanın, köye tavuk alıcısı gelmiş. Kıyamet kopacak” diye bağırır.
Dağlı Mustafa, köylüden bir Kuruş’a satın aldığı tavukları 6 kasaya 20şer tane
olmak üzere yük yaparak katıra yükler. Denizli’ye götürüp satacaktır. Yol uzak. 120
tavuk ile Dedebağ Köyü’ne gelir. Orada mola verir. Odada misafir olur. Köylüler
akşam yemek getirler. Gece olup da köylü dağılınca, çıra yakarak, ışığında odadaki
sergileri toplar. Kasalardan tavukları çıkarıp bolca yemler. Yemek tabakları ile de
onları sular. Karınlarını doyurup, suyunu içirdiği tavukları kasalara yine yerleştirir.
Sabah, odanın yaygılarını, kilimlerini yeniden yerlerine serer.
Yol bitmez ki? Kızılhisar’da mola verir. Aynı şeyleri yine tekrarlar. Tavuklarla
Denizli’ye varır. Şerbetçioğlu Hanı’na iner. Sırtına aldığı tavuklarla Bayram Yeri’nden
Çınar semtine kadar taşır. Bugünkü Belediyenin bulunduğu meydanda kurulan
pazarda tavukları iyi fiyatla, her birini 100 Kuruş’a satar. Yani tüm tavukları 120
95
kuruşa alır, 120 liraya satar.
KEÇİLERİN SAĞLIK KARNESİ NERDE?
Dağlı Mustafa, Fethiye köylerinden keçileri satın alıp, Gayrük Avşarı (Karahöyük
Avşarı) pazarına getirir. Orada satamaz. Sarayköy’de iyi para eder derler. Sürer
oraya. Ancak o dönemde Acıpayam’dan sadece Pazar kurulan günler için bir kamyon
çalışır. Onu da kaçırdınsa yandın demektir. Dağlı Mustafa keçileri ile gider Sarayköy
pazarına. Fakat bir süre sonra zabıta dikilir karşılarına.
“Bunların sağlık karnesi nerde?”
Dağlı Mustafa hiç duymamıştır, sağlık karnesini. Hatta insanlar için bile.
“Yahu ne bileyim. Eğer bilse idim, sahiplerinden isterdim. Ben bunları Fethiye
taraflarından aldım. Şimdi sahiplerini nerden bulayım?” dese de dinletemez.
Çekerler azardan keçileri, doğru veterinere. Veteriner tam üç gün keçilere iğne
basar, hastalıklara karşı korunmaları için. Üç gün sonra “Buyur, keçiler senin olsun”
derler.
Fakat ne pazar kalmıştır, ne de alacak insan. Dağlı Mustafa,
Sarayköy’de
gördüğü muamele karşısında “Keçileri kaçırmamak” için zararına verir gelir, keçileri..
KOYUNDA PUNK MODASI
Dağlı Mustafa ve ağabeysi Ahmet bir başka zaman koyun sürüsü ile Dedebağ’a
giderler. Orada mola vererek, sabah şafakla birlikte çıkıp Acıpayam’a ya da Denizli’ye
yol alacaklardır. Bir odada kalırlar. Koyunları ağıla çekerler. Gece şafakla birlikte
koyunları ağıldan alırlar. Sırtlarına dokunarak tek tek sayarlar. Davar tamamdır.
Ancak gün ağırmaya başlayınca bakarlar ki koyunlarda farklılık var. Yanında kardeşi
de vardır, bir koyunlara bir kendilerine bakarlar, gözlerinin gördükleri gerçektir. Gece
koyunları kırkılmış. Kırkılmış ancak belli olmasın diye de koyunların sırtları yünlü
bırakılarak yan tarafları tümden kırkılmış.Ne yapacaklarını şaşıran iki kardeş,
koyunları pazara götüremezler. Ancak dağlı Mustafa’nın kardeşi Ahmet, koyunların
kalan tüylerini kırkarak, kendilerini zor duruma düşürenlere bol bol küfür eder.
DERİN KUYU
Darıveren’de mahalle çeşmeleri vardır. Mahalle çeşmelerinin suyu özellikle yaz
aylarında akmaz olur. Bu sebeple varlıklı aileler derin su kuyusu açarlar. Su kuyusu
olmayanlar aileler ise su ihtiyacını dereden sarnıçlara doldurarak dinlendirilen
yerlerden karşılarlar.
Mehmet Emin, 1940’larda evin önüne su kuyusu açar. Su bir hayli derinden
çıktığı için gayet soğuk içmeye müsaittir. Kuyudan hem içme hem kullanma hem de
hayvanların sulanması için istifade edilir. Kuyudan komşularda yaralanırlar.
DARIVEREN’DE DİNi HAYAT CANLANIR
Darıveren’e Antalya’lı Nifli Kamil Hoca gelir, vaazlar eder. Halkı camiye çağırır.
Daha sonra Dedebağlı İbrahim Hoca dini hizmet kervanına katılır. Onlara Yatağan
Medresesinde okuyan Darıverenli Ali-Mustafa Bilgiç, 1950-60 arasında katılır.
96
Bunlar Darıveren’de dini hayatın canlanmasında etkili olur. Ali Hoca para almaz,
marangozluk yaparak geçimini sağlardı. Mustafa Bilgiç Hoca, kağnı yapar, saban
kurar ve talebe okutur. Fakat para almazdı.
“ELHAMDÜLİLLAH” SÖZÜ OVAYA CAN VERİR
Darıveren’de sürü çoktur. Dolayısıyla ovada hemen hemen hiç yeşillik yoktur. Ne
varsa köy içi ile sınırlıdır. İnsanlar sadece köy içindeki bahçelerine ağaç dikerler.
Dalaman çayı kenarında kendi kendine yetişen filizleri ise sürüler yok eder.
Keçiler yer bitirir.
Ali (Bilgiç) Hoca ile Acıpayamlı Mehmet Ali usta değirmen kurarlar. Ali Hoca,
yemekten sonra “Elhamdülillah” diyor. Acıpayamlı Mehmet Ali usta ise “Hoca ne vardı
da neye şükrediyorsun? Kuru ekmeği yiyerek Elhamdülillah diyene kadar, bağ
diksende parmak gibi üzüm yiyerek şükretsen daha iyi olmaz mı?” diye sorarak ikaz
eder.
Çevrenin verimli olmasına rağmen boş olmasına dikkat çeker. Hocayı meyve
konusunda uyarmış olur. Bu sözden etkilenen Ali hoca, Eşenbükü mevkiine bağ
diker.
Köyün manevi önderlerinden Mustafa Efendi, Dilki beleni mevkine bağ diker.
Mustafa Çapacı’da Gırgırlı mevkine bağ dikmeye başlar. Ve bu ekim işini tüm köylü
takip eder. Yeşili korur. Keçiyi yavaş yavaş ovadan çeker. Ova yeşille buluşur.
Böylece Ali Hocanın bir “Elhamdülillah “ demesi, ovanın canlanmasına,
Darıveren’de zihniyet devrimine sebep olur.
SELVİ BOY VERİYOR
Yine ovada hiç ama hiç ağaç yoktur.
Mustafa Efendi’nin kardeşi Osman Hoca’nın oğlu Hüseyin Yardım, Ümmetlerin
Bük’e bağ diker. Kenarlarına da selvi. Tarlanın içine ev yaparak bağı ve kenarındaki
selvileri bekler. Beklemese diktiklerini yaşatmazlar. İnsanlarda yeşili, ağacı koruma
diye bir kültür yok.
Hüseyin Yardım, bekleyerek servileri büyütür. 1955-60 yılları arasında yetiştirdiği
selviyi 600 liraya satar. 600 lira o devirde görülmüş duyulmuş bir şey değildir.
Darıverenlillerin dudakları uçuklar. Hüseyin Yardım 600 lira kazandı diye. Paranın
kokusunu alan Darıverenliler, selvi dikme seferberliğine koşarlar. O günleri Selvet
Kesmen şöyle anlatır:
“Çocukluğumuzda Dalaman Çayı çok akardı. Vatandaş geçebilmek için köprü
yapardı. O zaman Dalaman Çayı kenarında ağaç azdı. Bazen yağmur yağar. Gider
bakarlar ki çay kenardaki toprakları oyarak çay köprüyü tutan toprağı alıp götürmüş.
Köprü boşta kalmış. Sürüklenerek yer değiştiren köprü bir kenarda duruyor. Köylüler
yeni den köprü yapardı. Sonradan ağaç dikildiği için tarlalar çaydan kurtuldu. Ağaç
konusunda Mehmet Emin Amca köye örnek oldu. Çok selvi dikti. Para kazandı.”
Darıveren’de kredi alarak ilk meyve diken Ali GÜREL’dir. Fehmi ÖZKAYA’da çok
meyve ağacı dikenler arasındadır.
HAVUÇ GELDİ ‘SALI’ SONA ERDİ
97
Darıveren’de tarla bir yıl ekilir bir yıl bekletilirdi. Buna bazı yörelerde nadas
dendiği gibi Darıveren bölgesinde “Salı” deniyor. Salı, bir anlamda ekim nöbeti.
1955-60’larda halk havuç ekmeye başlar. Ve havuçdan sonra tarlalar salıya
kalmaz. Her yıl ekilmeye başlanır.
Pancar ekimi 1954’lerde başlar. Tütün 1953’lerde ekilir. Böylece havuç, pancar
ve tütünle ürün çeşitlenince tarlaların “salıya” bırakılması sona erer. Salı olduğu
dönemde her şey toplu yapılır. Öyle tek başınıza hasata başlayamazsınız.
Çünkü köyde hayvancılık çok önemli ve yaklaşık 10 sürü var. Hasat edilen yere
giren sürüler diğer ekinlere, mahsüllere zarar verir. O nedenle Muhtar, hasat gününü
ilan eder. Hep birlikte hasat dönemine başlanır. Böylece tarlalar aynı anda biçildiği
için sürülerin zararından korunmuş olunur.
İlân edilen güne uyulmaz hasat başlanırsa, hasata başlayan kişinin kağnısı
kırılarak ceza verilir. Cezayı İhtiyar Heyeti verir. Bekçi uygular.
MEYVE SATMAK AYIP
Darıveren’de insanlar üretimini kendileri için yaparlar.Kendi yiyeceklerini kadar
üretirler. Dışardan almak sıkıntılı. Satmak ayıptır. 1960’lı yıllara kadar meyve sebze
satmak adet değildir. Hatta ayıp sayılır.
SULAMA KANALI
196O yılında “Avşar Sulama Kanalı” açılır. Darıveren’de sulanan arazi iki katına
çıkar.
Verim artar, ürün çeşitlenir.
KANALLAR GELDİ, MANDA BİTTİ
Darıveren’de en çok öküz ve sığır bulunur. Ancak eskilerde sütü için camız, gücü
için Manda da beslenirdi. Manda, camız suyu sever. Dalaman Çayın’dan daha iyi
istifade için sulama kanalı açılınca mandalrın yaşama alanı daralır ve biter.
TEPKİ- ETKİ DÖNEMİ:
“ÇOCUĞUMUN ADINI SANA MI SORACAĞIM”
Köylü Demokratların iktidarında, partizanlıkla karşılaşır. İsterseniz bu yöndeki
iddiaları Akif Arslan’dan dinleyelim:
“Tabancanın cezası 6 aydır. Yakaladılar götürdüler. Eğer DP’li isen, parti teşkilatı
devreye girer. “Bu bizden der”, bürokrasi boynu kıldan ince bırakırlar adamı.
Tabancayı ata ata köye girer. Eğer CHP’li isen alırsın cezayı. Çünkü “Hakim ,
mebusun esiri”
Akif Arslan, Köy öğretmeni yetiştirme okulu, Eğitim Enstitüsünde okurken, bazı
öğrenciler sınıfta kalır. Sınıfta kalanlardan biri de sonradan “Karaçaylı Öğretmen”
olarak bilinen Mustafa Artan’dır.
Mustafa Artan, arkadaşı Akif Arslan’a “Ben komünistliği kabul etmedim. Onun için
sınıfta kaldım. Sen komünistsin. Çünkü sınıfta kalmamışsın” der.
Akif Arslan, hemen cevabı basar; “Ben aptal mıyım, ki sınıfta kalayım”
98
İşte bu Akif Arslan Mehmet Emin Yarbay’ın kızı Yadigar’dan olan oğluna “İsmet”
ismini verir. Bir süre sonra görev yaptığı okula müfettiş gelir. Sorar müfettiş;
”Çocuğun adı ‘İsmet’ diyorlar?”
Bunun anlamı, neden “İsmet koydun, Muhalefet lideri İsmet paşa taraftarı mısın?”
demektir. Akif Aslan bu. Eğitim Enstitüsünde “komünist” suçlamasına verdiği hazır
cevaplılıkla müfettişe basar cevabı:
“Çocuğumun adını sana mı soracağım?”
Acıpayam pazarında Mehmet Emin Yarbay, tezgâhını açmış manifatura satıyor.
Akif Arslan, kayınbabasının yanına, tezgâhına gelir. Hatır sormaya..Fakat Namaz
vakti gelmiştir. Pazarın hemen yayındaki camiden ezan okunur.
Mehmet Emin Yarbay, damadı, Akif Arslan’a “Hele şuraya biraz bakar ol. Ben
şimdi gelirim” deyip namaza, camiye koşar.
İki Yörük tezgâhın başına dikilir. Kaput bezlerini evirir çevirirler. Tam istedikleri
gibidir. Fiyatını sorarlar. Ne yapacak Akif Hoca, hiç fiyat bilmiyor. Yörüklerin acelesi
var. Belki de tezgâhın sahibi birazdan gelecek dese, Yörükler başka yere gidecek,
müşteri kaçacak. Kafadan sallar Akif Hoca, “Metresi 80 kuruş” Yörükler, “Tamam
der, istedikleri metreden tirili sarar. Parayı alıp cebe koyar.
Namazdan dönen kayınpedere, neler sattığını söyler. Mehmet Emin Yarbay, Akif
Arslan’a “Kaça sattın?” deyince “80 guruşa” cevabını verir.
Mehmet Emin Yarbay, yüzünü buruşturup, “Olur mu, bu 35 guruştu..Adam nerde,
kim “ idi diyerek çevreye bakınır. Ancak adamları göremez.
ABDİ BAŞÇAVUŞ, VEFAT EDER
Abdi, bey astsubay olmuş, evlenmiş ve iki çocuğu vardır. İzmir’e ev yapar. Ev
yaparken sıkışır, yardım için Darıveren’e gelir. Hatta olmaz ise hissesine düşen
tarlayı satmayı düşünür. Ancak tarla satması işi olmaz, geri döner. Zaten zor
durumda olan Abdi beyin yol parasını Hatça nine zor bulup, denkler.
Abdi bey, o yaptığı evde hiç oturamaz. Daha taşınmadan tayini çıkar İzmir’den.
Abdi bey, İzmir’den tayinle Diyarbakır’a gider. Diyarbakır’da hastalanır. Ankara’ya
getirilir. Abdi beyin başında bir hanım hemşire vardır. Onun yardımı ile bir mektup
yazar eski okul ve ev arkadaşı Dayısı oğlu Süleyman Darıcı’ya. Kısaca biraz
durumundan bahsederek mektupda derki “Gözlerim kararıyor, fazla yazamıyorum”.
Mektup ellerine geçince Ankara’ya gitmek gerekir. Ancak Mehmet Emin çok
sıkıdır. O gitmez. İçlerinde en müsaidi ve sağı solu bileni damadı, Akif Arslan’dır. O,
yol masrafını verin gideyim der. Ancak, masrafı verilmez. O’da gidemez, Ankara’ya
ziyarete. Diğer ağabeyi Salih’e de sen yol-iz bilmezsin, Ankara’da nerde bulacaksın
derler göndermezler.
Ankara Askeri Hastanesinde 25.8.1957’de vefat eder Abdi bey, Ankara’da
defnedilir.
Resmi kayıtlarda 1922 Darıveren doğumlu, Hava Teknik Okullar Komutanlığıİzmir’de görevli ve 1942-1804 sicil no.lu, Hava Muhabere Kd.Bçvş.Abdi Yarbay” diye
geçen Abdi, ölmüş, Hatça Nene’nin dünyası başına yıkılmıştır.
Abdi beyin, Ayla (1949) ve Aysun (1951) isimli iki kızı olur. Anneleri Perihan
hanım, amcaları Nuri ile evlenince, anneannede kalırlar. Anneanne sağ iken çocuklar
Darıveren’e gelir giderler.
Ayla bir polisle evlenir ve Aysun’da bir subayla evlenir. Aysun 2007’de amcası
99
Mehmet Emin Yarbay’dan altı ay önce 19.02.2007 ölür.
ŞAFAKLA PAZARIN YOLU TUTULUR
Mehmet Emin, şafakla çıktığı yolculuk, gün olur Horzum (Gölhisar) pazarı. Gün
olur Çavdır, gün olur Dimril pazarında son bulur. Oradan döner, Çameli, Fethiye
pazarına gider.
Fatma gelin iki yaygı açar. Her birine satılacak, basmalar, entarilikler, kumaşlar
özenle yerleştirilir. Bağlanır. İple ata, eşeğe sarılır. İki yana iki eşit denk yapılır.
Düşülür yola. Ata, eşeğe binmek yok. Çünkü hayvanların sırtında yük vardır. O kadar
yol yaya tepilir.
Mehmet Emin Yarbay, kış günleri pazarlara gitmez artık. Sadece yaz ayları gider.
Hasat ve ekim zamanları ise pazar kurulmadığı günler tarlada çalışır.
HARMAN YERİ
Darıveren’de dört yerde umumi « harman yeri » vardır. Bunlar : Yukarı Mahalle
Hacı Ahmet’in çamı yanı, Kıllının Harman Yeri, Sığır önü Harman Yeri, Cinli Çeviz
Harman Yeri dir.
Mehmet Emin Yarbay’n kendi evinin önünde harman yeri vardır. Darıveren’de
kendi evinin yanında harman yeri olan ender kişilerden biridir.
SATIŞLAR, HARMAN VERİSİ
Hayvanları şehre götürmek köylüye zor geldiğinden hayvan tüccarları köye gelir,
uzun pazarlıklardan sonra malı alıp giderler. Çoğunlukla hiç para vermeden harman
yerinden sonra ödemek şeklinde ya da sattıktan sonra öderler. Çocuklar için bu
satışlar dram olur. Çünkü yıllarca alıştıkları öküzden veya inekten ayrılmak çocuklara
o kadar zor gelir ki ardından günlerce ağlayanlar olur. Bundan dolayı bir çok insan
için her seferinde mal satmak adeta işkence olurdu.
DARIVEREN’E KAMYON OTOBÜS MENDRERESLE GELDİ
Köy’de ilk otobüs sahibi Osman Oymak’dır. Mehmet Akif Arslan, “Herşeyi
Menderes, öğretti:” diyerek şöyle devam ediyor:
“Hayvanların, yüklerin taşındığı kara vagonda ayaktasın. Eğer mevkiin, paran
yoksa seni insan yerine koymuyorlar. Hayvan gibi kara vagonda ayakta gidiyorsun”
diyerek “gazın bile memurlara verildiği”, “Birlik Malı” denen basmanın tahsisli olduğu
yılları hatırlıyor.
Ve ekliyor; “40’lı yıllarda askerlerde kara vagonda taşınırdı. Aksi halde askerler
kaçıyordu” Osman Oymak’ın aldığı “Onamak” marka otobüs, Darıveren için tarihi bir
hadisedir.
TAPUYU ÇATTIM
100
Akif bey, köyün okulunda öğretmendir. Asıl adı Mehmet Akif Arslan’dır. Ancak
“Mehmet” ismini kullanmaz, bilmezler. Ona kısaca “Akif” derler. Kimileri ona “Akif
Hoca” der, Akif öğretmen kabul etmese bile bu sıfat yakıştırılır. Kimilerine göre ise
yüzüne karşı söylemese de yapıp ettikleri, söyledikleri kafasına yatmayanlar için
onun adı “Deli Akif”tir.
Akif Arslan, Dedebağ’da (Dedesil) doğmuş, Köy Enstitüsü denen Denizli Köy
Öğretmeni yetiştirme okulunda okumuştur.
Darıveren’de kağıt oynamayı, kumar bilenler olur. Akif Hoca için kahve bir hayat
tarzıdır, bu gün bile arasanız sigara dumanından nefes alamayacak hale gelinen
kahvede bulursunuz.
Zaman zaman Akif, hoca tek maaşla geçim zorluğu da çeker. Kayınpeder
Mehmet Emin, Lütfiye ana ölmeden az evvel kızının hatırı için, arsa alır. Kızına köye
ev yaptırmak ister. Akif Arslan, bu arsaya ev yapacaktır. Yapılacak ev kerpiçten
olacağı için kerpicin diğer hammaddesi samana ihtiyacı vardır. Kayınpederden ister,
Mehmet Emin Yarbay vermez. Fakat Köy Enstitülü ve CHP’li olarak bilinen öğretmen
Akif Arslan’a Demokrat Partililer samanı verir. Akif Arslan kayınpederinin bu tavrını
hiç unutmaz.
Ev yapılan arsanın tapusu olmadığı için düzenlenen köy senedini kendi saklar.
Akif Arslan borçlanır. O dönemde ödeme gücü yok. Kayınpederden istenir. Mehmet
Emin Yarbay, oralı bile olmaz. Yardım etmez. Ancak Akif Hoca, borcunu ödemek
zorundadır. Çaresiz evini satılığa çıkarır.
Kayınpeder Mehmet Emin’e “Aman ha..kumar borcundan satıyor. Sattırma kızın
eli kuru yerde kalır. Torunların perişan olur.”derler. Ve Akif Hoca, Darıveren’de ki evi
üç bin liraya satar. Ancak yeni ev sahibine tapu vermek gerek. O dönemde köyde
kadastro yok, tapu yerine senet yapılır. Eski senedi vermek gerek, senet kayınpeder
Mehmet Emin’dedir. Çünkü senet, Mehmet Emin adınadır.
Aslında hukuken Akif Hoca, kendine ait olmayan ancak kullandığı bir malı
satmıştır.
Çetrefili bir durum söz konusu olur. Ev satılmış, parası Akif Hoca tarafından
alınmış ancak ortada iki tane mal sahibi var. Birisi Mehmet Emin Yarbay diğeri evin
yeni sahibi.
Senedi İster, Akif Hoca... Kayınpeder sırf satmasın, kızım ve torunum ortada
kalmasın diye,” Senedi çattım” der. Bunun anlamı “Senet yok, ocakta yaktım..”
demektir.
Mehmet Emin Yarbay için satma kelimesi çok farklı anlam ifade eder. O, eğer
kazanç varsa satar. Aksi halde asla. Hele hele toprak gibi bir mülke sahip olunacak
ve satılacak, O’nun kitabında öyle bir kavram bile yoktur. Çünkü mülk satmak için
değil almak için, elden çıkarmak için değil, sahip olmak için vardır.
Bin bir türlü çabadan sonra, çıkarır senedi verirde, hem evin yeni sahibi, hem de
parayı alıp çoktan kullanan Akif Hoca, “ohh” der..
Böyle bir para olayı da, Denizli’deki evi yaparken olur. Söylenenlere göre,
Mehmet Emin Yarbay, damadına ev yaparken malzeme al diye para verir. Oda gider
kahvede ezer..
O yüzden Mehmet Emin Yarbay ile kayınpeder birbirine fazla yakın durmazlar.
Büyük damadı Akif Arslan’la yıldızları barışmaz. Fazla sevmez.
Fakat Akif Hoca’nın aykırı sözlerini de ciddiye alıp küsmez. Sadece güler. Akif
Hoca, zaman zaman “Bize miras kalır, rahatlarız” anlamına “ölsen iyi olur” der.
101
Kayınpeder Mehmet Emin, bu sözlere güler geçer.
Tüm bunlara rağmen, kızı Yadigâr’ı her fırsatta ziyaret eder. Nerede olursa olsun
köy, şehir fark etmez mutlaka evine uğrar. Mehmet Akif bey, 1945-46’larda
Aliveren’de öğretmenken, Mehmet Emin Yarbay damadına sık sık gelir ve kalır.
OĞUL BEKİR EVLENDİRİLİYOR
Bekir baş göz edilir. Çok az kalırlar baba ocağında. Kısa zamanda çarşıya yakın
ev yapılıp, gençler yuvalarına kavuşturulur. Yıllar sonra oğul Bekir, hasta olur.
Denizli’de hastanede çalışan halası oğlu Emin Acar, Bekir’le çok ilgilenir. Emin Acar,
İzmir’e göğüs hastalıkları hastanesine götürür. Orada bir ay yatar. Bekir
tüberkülozdur. Mehmet Emin Yarbay, bir zamanlar hem ticaret hem de Hava
Astsubayı kardeşi Abdi’yi ziyaret için gittiği İzmir yollarını bu defa Bekir için tekrar
aşındırır. Fakat oğul Bekir, İzmir’de hastanede daha da ağırlaşınca Darıveren’e
getirirler. 01.09.1936’da Darıveren Köyü’nde doğan oğul Bekir Yarbay 01.04.1970’de
yine Darıveren Kasabası’nda 34 yaşında vefaat eder. O’da anası Lütfiye hanım gibi
genç yaşta bu aleme veda eder.
O zaman yaşında olan Hacı Mehmet Emin Yarbay, acıların en büyüğü evlat
acısını ilk defa tadar. Bekir’in geride Ahmet, Osman, Lütfiye, Hatice ve Fatma isimli
beş çocuğu kalır. Ahmet’e Darıveren’de “İbrahim” derler. İbrahim bir gün dedesinin
traktörünü alıp gider. Kaza yapar ve gözünde bu kaza nedeniyle özür kalır.
ERDÖNMEZ-ABDİ-ERSÖNMEZ
“Erdönmez-Abdi-Ersönmez” isimlerini Mehmet Emin Yarbay’dan duyan yabancı
biri zanneder ki Mehmet Emin’in üç tane oğlu var. Oysa oğlan tek, isim üç.
Mehmet Emin’in astsubay olan kardeşi Abdi’nin, bir oğlu olur. 05.06.1947 İzmir
doğumlu oğluna “Erdönmez” ismini verir. Hatça Nine çok sevinir bu doğuma. Fakat
uzun sürmez Erdönmez, henüz bir yaşına gelmeden ortalıkta duran hapları içerek
16.01.1948’de ölür.
Beklenir, ailede bir erkek çocuk olsun da ona ismini verilim diye. Ancak yıllar
geçer, sülalede hep kız bebek olur, erkek çocuk olmaz.
17.03.1952’de çok sevdiği gelini Lütfiye vefat eder. Mehmet Emin, yeniden
evlenir. Yeni hatunu Kınıkyerli Fatma’dan 15.11.1953 de bir erkek çocuğu olur. Yeni
bebeğin hayırlı - kudümlü gelmesi için Darıveren’de “gövet” dedikleri lokum dağıtılır.
Yakın akrabalar “Gövet” karşılığı hediye veya para verirler.
Yeni doğan çocuk için Hatça nene “gövet” lokumunu dağıttıracak, fakat isim?
Sipahioğullarının direktörü, Hatça nine, yıllardır “aklındaki” ismi verecek bebeği
bulmuştur. Bu çocuk, “Erdönmez olcek” der..Çocuk, Erdönmez olarak büyür..
Nüfusa kaydı için gidildiğinde, Erdönmez denir ancak nüfusçu kayda Ersönmez
yazar. Kimsede ismine bile bakmaz. Erdönmez, nerden bilsin bir gün Ersönmez diye
çağırılacağını?
1942-1804 sicil nolu, Hava Muhabere Kd.Bçvş.Abdi Yarbay,Ankara’da ölür.
Erdönmez’in oğlunun ismini taşıdığı Abdi amcası 25.8.1957’de ölür. Hatça Nine,
delilere döner. Hangi uçak geçse, Abdi o uçakta sanır. Gerçeği düşünür, ağlar,
yanar, kavrulur. Torun Erdönmez’in acısını, oğul acısı bastırır. Gün görmüş,
çillelerden geçmiş Hatça Nineyi, Abdi ateşi sarar.
102
Bekler bir erkek çocuk olsun. Fakat, yine sülalede bir erkek çocuk olmaz. Karar
verir. Erdönmez’i Abdi diye çağırmaya başlar. Emri verir: “Bu çocuğa bundan sonra
Abdi denecek” der.
Abdi okula başlar, ismi “Erdönmez” diye kayıtlarda okunur. Hala bir çok insan
“Abdi” diye hitap ediyor. Erdönmez, Darıveren ilkokulundan mezun olur. Erdönmez,
Denizli Merkez Ortaokulundan mezun olur. Diplomasını Erdönmez YARBAY olarak
alır. Denizli Lisesine kayıt yaptırırken nüfus cüzdanındaki isimle diplomadaki isim
aynı değil der kayıt memuru. Acıpayam nüfus idaresine gidilir. Nüfus Müdürlüğü ismin
doğrusunun Ersönmez olduğuna karar verir. Denizli Lisesine kayıt Ersönmez
YARBAY diye yaptırılır. Ailede ve köyde hala Abdi ismi kullanılır. Resmiyette
Ersönmez YARBAY’dır. Erdönmez artık unutulmaya yüz tutmuştur.
DARIVEREN, BELEDİYELİK
Darıveren muhtarı Osman Oymak, Demokrat Partili Ağalardandır. Osman
Oymak’ın ömrünün sonuna kadar devam eden birçok özelliği vardır. Dostuna da
düşmanına da aynı samimiyetle selam verir.
Kılık kıyafeti düzgün, konuşması naziktir. Her gelen misafiri mutlaka beyaz
gömlekle karşılar. Kimse onu farklı bir gömlekle misafir kabul ettiğini görmez,
göremez.Bu tavırlarını ölene kadar bozmaz.
Muhtar Osman ağa,Demokrat Partili’dir. İktidarda da Demokratlar var.
Demokratlar sevdikleri Osman Ağayı kırmazlar. 1957’de Osman Oymak hatırına
Darıveren’i kasaba yaparlar. Osman Oymak, seçilerek ilk Belediye Başkanı olur. Ve
Darıveren’de belediye teşkilatını o kurar.
Zaten eski muhtar CHP’li Deli Ali, bu değişikliği hiç ama hiç kabullenmez. Ve
derki, “Osman OYMAK, kendisine muhtar denmesini hafif gördü. Köylü ve
muhatapları kendisine ’Reis bey ‘diye hitap etsinler diye, Demokrat iktidara kendisi
için Darıveren’i kasaba ilân ettirerek belediye yaptırdı”.
DENİZLİ’YE EV YAPAR
Mehmet Emin YARBAY mesleği gereği sık sık Denizliye gider gelir, 1950’lerde
köylerden şehirlere göç başlamıştır. Belki şehre yerleşiriz, yerleşmesek de kira getirir
diye Denizli’de ev yapmaya karar verir. Akrabası Ahmet TÜNEY’le birlikte Denizli
Devlet Hastanesi yakınlarında iki arsa alırlar, burası Denizli’nin merkezi bir yerindedir.
1950’de aldığı arsanın üzerine aynı yıl kerpiçden bir ev yaptırır. Evleri üç aileye
kiraya verir. Biri Konyalı, ikisi Malatyalı.
HATÇA ANA PARA KAZANIYOR
Hatça Nine’nin her günü Abdi ağıdı işle geçer. Mehmet Emin Yarbay, kurnazdır.
Çözüm üretir. “Anamı Denizli’deki eve koysak, belki Abdi’yi daha az hatırlar. Burada
ağlayıp durmasın. Hatırlayıp üzülmesin diyerek Denizlideki evin bağımsız odasına
yerleştirmek ister. ‘Git rahat et. Git kiracıların başında dur. Evimize göz kulak ol’”
diyerek ikna eder.
Denizli’deki evin bağımsız tek odasına yerleştirir, zayıf, ince bir yapıda fakat çok
çalışkan Hatça Neneyi. Hatça Nene, eve kiracı bulur. Kiraları alır. Kirayı vermeyen
103
kiracıyı çıkarır. Kira vermeden gidenleri takip edip, parasını alır. İşi o dur artık. Şeker
sarar. Para kazanır.
TER ÇÜRÜTÜR
Mehmet Emin, 1982’de Denizli’deki kerpiç evi yıkıp yeni beton arma ev yapar.
1983’de giriş ve 1.katın ruhsatlarını alır. İkinci katı kaçak yaptın diye ruhsat
vermezler.
Mehmet Emin Dayı, öyle çalışır ki köye geldiğinde giydiği gömleğin terden
çürüdüğü görülür. Onun için Denizli’den dönüşünde üzerindeki elbiseler bir işe
yaramaz, Fatma Ana, elbiseleri ocakta yakar.
Bu arada bir mühendisle anlaşır, işi ona yaptıracaktır. Nizami olsunda başımıza
iç açılmasın der. Mühendise malzeme alımı için o günün parası ile 100 bin lira verir.
Ancak mühendis bu parayı batırır. İlk etapta temel atılıp kolanların çıkması için
gerekli olan ve mühendisin getirmesi gereken demir yok, para da yok. Değil demir,
harç için su bile alınamıyor. Devreye damat Akif Arslan girer, Denizli’de çevresi
vardır. Kendisi başka yerde kiracı. Belki biterse taşınırlar!. Bu düşüncelerle sağdan
soldan malzemeleri temin edip yükler traktöre. Akif hoca, her gün gidip betonu sular.
İnşaatı takip edip evi, bitirirler.
KAYMAKAM OLUN
Mehmet Emin’in ilk hanımı Lütfiye’den olan son çocuk Nuri, köyde ilkokulu
bitirince, devamını okumak Hatça ana alır Acıpayam’a götürür.
Nuri, için
Acıpayam’da tutulan ev, Kaymakamın eve yakındır. Torunlarının okuyup kaymakam
olmalarını ister. Beyhan Arslan o günleri şöyle hatırlıyor:
“Nenem çok ileri görüşlü biri idi. Okuyanı çok severdi. Hatça Nenem, oku
kaymakam ol” diyordu. Neden dediğimizde ise; “Baksana Kaymakam, ne güzel karı
almış. Oku da kaymakam ol. Böyle güzel hanım al” şeklinde bize yol gösteriyordu.
Bu yol gösterme ile bende gidip burs alarak kaymakam olmak istedim.
Kaymakam olmak bana nasip olmadı. Fakat torunu Ersönmez’e kısmet oldu. O
göremedi.
NURİ OKUMAYA GİDER
Acıpayam Ortaokulu’nu bitiren Nuri, köyde eğitmenlik (yedek öğretmenlik) yapar.
Sonra torun Nuri’de, amcası Abdi bey gibi havacı olmak üzere Gaziemirde’ki
astsubay okulunu kazanarak, oraya yazılır. O’da Abdi amcası gibi okuyacaktır.
Hatça Nenesi, onu 1957 yılında bir*** uçak kazasında ölen oğlu Abdi’nin eşi
İzmir’de yaşayan Perihan gelinin yanında okutur. Kendisinden on yaş büyüktür
yengesi ve buda bilindiği için ailenin içi rahattır. Ama Nuri, 1960’da ailenin haberi
olmadan Abdi beyin, dul eşi Perihan hanım ile evlenir.
Okul bunu öğrenir. O dönemde askeri öğrencinin evlenmesi, birisiyle karı koca
gibi yaşaması yasak ve okuldan atılmayı gerektiren suçtur. Nuri, yakayı ele verir.
Üniforması içinde, ailenin, Mehmet Emin ve özellikle Hatça ninenin şehit yavrusu
Abdi’yi hatırlatması dolayısıyla çok sevdikleri Nuri, tam rütbe takma aşamasında iken
okuldan “atılır”. Nuri, ailenin hayallerini yıkar. Çünkü kendinden on yaş büyük
104
yengesi ile evlenmesi, Darıveren’de anlatılacak, izah edilecek bir olay değildir.
Nuri, köyüne gelir. Nuri, artık eşi olan yengesini de getirmiş, çocukları Aygün
(1960 İzmir) ve Aydın’da (1965 Şanlıurfa) vardır. Abdi beyin çocukları ise Karakuyu
köyündeki anneannede kalırlar.
Nuri çaresiz, gündelik işlere bakar. Onun bunun işine gider. Ancak Nuri, ağabeyi
Bekir’in yanına bir ev yapıp başını sokar. İzmirde ve köyde herkesin gözünde „hanım“
olan eşi, artık köyde „ırgat“ karısıdır. Hatta Abdi’nin eski hanımı, köyde sırtında
kerpiç taşırken görülür.
Nuri’nin askeri okulda geçen süresi askerlik sayılmaz, yeniden askere alınır.
Askerlik dönüşü polis olur. Doğu hizmetini bitirince Muğla Güllek’e tayini çıkar.
Oradan da Datça’ya gönderilir ve emekli olur.
Nuri, yeniden evlenir. Datça’da işlerini ilerleterek “mühim bir iş adamı” olacaktır.
Son eşi Fatma Gülşen’den ise Datça’da yaşayan Aykan (1973) isimli bir oğlu vardır.
Nuri, Şanlıurfa’dan gelerek Datça’ya yerleştikten sonra Mehmet Emin Yarbay,
Nuri’nin yanına 3-4 defa ziyarete gider. Nuri köyden gittikten sonra bir daha
görünmez. 01.07.1928 Rize doğumlu Perihan hanım, Nuri’yle boşandıktan sonra
Darıveren’e hiç gelmez. 17.12.1991’de vefat eder. 2000’lerden sonra Nuri’de
Darıveren’e yılda iki kez babasını ziyarete gelir, gider olur. Hemen hemen her
bayram yarım saat de olsa gelmeye çalışır. Babasının vefat ettiği gün yanındadır
Nuri.
II. ABDİ
Hatça Nene için her şey Abdi’dir ya. Salih’ten torunu, Refik ile Zehra’dan torunu
Fatma evlidir. Onların bir oğlu dünya gelir. Yıl 1964..Bir Abdisi vardır, çağıracağı.
İki Abdi olsa çok mu? Hatta bütün cihan Abdi olsa, oğul Abdi’nin acısını dindirir
mi? Sülalede hazır bir erkek çocuk daha olmuştur. Kararını verir ismi Abdi olmuştur.
IŞIMA ÇIRA İLE
1956-57’LERDE BİLE EN BÜYÜK ATEŞ VE ISI KAYNAĞI ODUN
Ev içinde bir odadan bir başka odaya geçişler çıra ile. Ahırdakilere bakmak ve
diğer işler hep çıra aydınlığında gerekleşir. Elektrik 1968’lerde gelecektir Darıveren
kasabasına.
DARIVEREN’DE EĞİTİMİN ÜÇÜNCÜ DALGASI..
EĞİTİM DALGAYA GELMEZ
Çocuklarına, torunlarına, yakınlarına “Oku da adam ol. Çitçilikten kurtul. Biz
rezillik çekiyoruz. Sen çekme „ diyen Mehmet Emin herkesi okumaya yönlendirir.
Sami Arslan, Yadigar’ın kayın biraderi. İlkokuldan sonra Kur'an Kursunda okudu.
Isparta imam-Hatip Okuluna kaydoldu. Ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünü
bitirerek, şimdi (1963-1966) Denizli müftüsü olan Sami Arslan, Mehmet Emin
YARBAY için çocuklarına göstereceği iyi bir örnektir.
Sami hem okumuş, önemli bir makama gelmiş, hem de dindar namazında,
niyazında olan bir insandır. Köyde diğer okuyanlara benzememektedir. Okuyanların
çoğu dine ve geleneklerine yabancılaşmıştır. Sami Arslan, Mehmet Emin YARBAY’a
105
Abdi’yi Kur’an kursuna gönder, biz yakında Denizli İmam Hatip okulunu açacağız
oraya kayıt ettirelim der. Sami Arslan’ın sözü tutulur. 1964-65’de Darıveren ilkokulunu
bitiren Abdi Darıveren Kur’an kursuna gönderilir. Ancak 1966 2.sömetsrede açılan
Denizli İmam Hatip Okulu öğretim yılı başında ortaokula kayıt yaptıran öğrencileri alır.
Abdi ortaokula kayıtlı olmadığı için İmam Hatip okuluna gidemez.
1966-67 öğretim yılında Denizli Merkez Ortaokuluna kayıt yaptırılır.
Ersönmez’e bir anlamda model olacak olan Sami ARSLAN (1934 Dedebağı),
1969 da Adalet Partisinden Denizli milletvekili seçilir. 1973’de de Demokratik Partiden
Denizli milletvekili seçilir. Sami Arslan, yazdığı “Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı”
isimli kitabıyla toplumun önemli bir kesiminin kalbinde taht kurar. Gerek bu gerekse “
Fazilet Yarışı, Madde Çukurunda Kanayan Yara, Zilletten izzete, Zulmetten Nura”
isimli eserleri uzun zaman “hit “ olarak, kütüphanelere, evlere girer, elden ele baş ucu
kitabı olarak dolaşır.
Abdi, “Sağlam temel” alsın diye Darıveren’de 1957’lerde temeli atılan, 1960
darbesinde bir ara ara verilen Darıveren Kur’an kursuna gönderilir. Mehmet Emin
Yarbay’ın sabahları elinde maşa, Ersönmez, Lütfüye ve Salih’i dizleri üstüne çökertip,
Süphaneke’den, Elemtere’ye kadar Namazda okunacak süre ve duaları kendisi
öğretmektedir.
VE HATÇA NİNE’YE VEDA..
16.01.1966’da köyün Hatça Ninesi vefat eder. O sırada Ersönmez, yani Hatça
ninenin Erdönmez ve Abdi’si Kur’an Kursuna gidiyor.
Fatma Gelin ile 13 yıl birlikte geçinen Hatça Nine, bir gün bütün dostlarını ziyaret
eder. Mehmet Emin’in evine gelir. Büyük bir memnuniyetle çok dolaştığını, herkesi
ziyaret ettiğini yorulduğunu söyler. Ertesi gün hastalanır.13 gün yatar ve vefat eder.
Selvet’in anlatımına göre:
“ Sürekli istemediğim, sevmediğim halde evliliği yürüterek ben fakirlik
çekmeyeyim diye Hırı Bekir’in kahrını çektim” diyen Hatça Nene, dünyanın kahrından
“ Kurtulur.”
REFİK YARBAY, KİRACI
20 km ötede, Acıpayam’da ortaokul bulunmasına rağmen, evimiz var diye
Mehmet Emin, çocukları; Ersönmez, Salih ve Dudu’yu Denizli’de okutur.
1965’de Sümerbank’da çalışan yiğen Refik Yarbay, Denizli’deki evde kiracıdır.
1966-67 öğretim yılında Denizli’deki evin bir odasına yerleşerek okumaya başlayan
Ersönmez ve Salih’e Refik ağabeyleri ve Fatma yengeleri yardımcı olur.
Fatma yengeleri yemeklerini yapar. Yeri gelir çamaşırlarını yıkar. Aratmazlar
analarını, babalarını. Hep birlikte evde kilo başına 10 kuruşa şeker sarıp para
kazanırlar.
Refik 1969’de Almanya’ya gider. Fatma yenge ve çocukları Darıveren’e dönerler.
Oğlu Abdi, beş yaşlarında iken Denizli’deki evden ayrılırlar. Abdi, o günlerden evin
önündeki dut ağacını hatırlar. Birde para kazanmak için evde fason olarak şeker
sarılmasını ..
DENİZLİYE GÖÇ VAR
106
Önce Ersönmez ve Salih gider yerleşir, Denizli’deki eve. Başlarlar okula. Sonra
harmanı kaldırıp, kış hazırlığını yapan diğer aile efradı birlikte tutarlar Denizli’nin
yolunu.
Mehmet Emin-Fatma çifti, eşek hariç bütün hayvanlarını satarlar. Eşek komşuya
emanet edilir. İhtiyaç oldukça yükünü, odunu taşıyacak.
Alırlar yanlarına, kışlık nevaleleri, düşerler Denizli’nin yollarına kışı çocuklarının
başında geçirmek, onların eğitimi ile ilgilenmek üzere. Tamamen geldikleri içinde
kızları Dudu’nun kaydını Dalıveren’deki okuldan alarak Denizli Katip Çelebi İlkokulu
3. sınıfa kaydettirip, artık burada okula devam etmesi sağlanır.
BAKKALDAN EKMEKYOK.
Fatma Yarbay :
“Mehmet Emin, sağa sola para harcamazdı. Gerekli yerlere verirdi.Eğer harcasa
idik, Denizli’ye ev yaptıramazdık. 9 yıl gidip gele çocuk okuttuk. Çocukların ekmek ve
yiyecek ihtiyaçlarını otobüsle köyden gönderirdik”.
O yüzden Fatma nine şöyle der” Çocuklara köyden ekmek gönderdikse yediler,
yoksa aç kaldılar..”
OĞLUM OKUYACAK: BÖYÜK ADAM OLACAK
Fatma Ana, tanıdıklara, soranlara, “Çocuklar okusun yeter diye peşlerine düşüp
geldik” demektedir. Ana Darıveren’den getirdiği un ile hemen hergün, sobada ekmek
yapıyor ve yine köyden getirdiği malzeme ile tencere kaynatıp, çocukların önüne
getiriyor. Nasıl olsa pekmezde var. Banar çıkar yersin.
HER YIL AYNI YOLCULUK
Eşek öyle herkese emanet edilmez. İtimat edilir insan lazımdır. Hayratların
Ramazan Koç iyi insandır. Eşek ona bırakılır. O hem eşekle odununu getirir,
değirmene gider hem de yaza kadar ona bakar.
Yanlarında bir kışlık yiyecek, yakacak, yatacak eşyalarla gelirler Denizli’ye. Eşya
çok olduğu için, Mehmet Emin, farkı neyse verip otobüsü eve kadar getirir. Eşyalar
eve indirilir.
Bu yolculuk, Salih ve Ersönmez’in ortaokula adım atmasıyla başlar. Orta ve lise
dönemlerinden geçerek onları üniversiteye yolcu edene kadar tam yedi yıl sürer.
Kasım ayında Denizli’ye gelen aile, tarla işlerini çıkmasıyla birlikte Nisan’da
Darıveren’e döner.
Ramazan Koç ve hanımı Şehre, Mehmet Emin Yarbay’a ölümüne kadar yakın
olan insanların başlarında gelir. Sanki evlatları dağılmış, Mehmet Emin ailesinin yakın
çocukları gibi. Her dediklerini yerine getiren insanlar. Bir yerlere gitse evlerini emanet
ettikleri sadık ailedir Koç ailesi.
KÖYE İLK LİKİT GAZ OCAĞI GETİRİR
107
Denizli’ye gidince ispirto ile yakılan gaz ocağı alırlar. Ocağın yanması için zaman
zaman pompalanması gerekir. Fatma Ana:
“Denizlide gaz ocağı yakmadım. Sobada ekmek yaptım. Ekmeği has undan değil,
buğday unundan yapardım. Odun sobasında ekmeği kendimiz yapardık. Dışardan
ekmek almazdık. Eğer böyle yapmasa idik bu noktaya gelmezdik. Milangazı
Denizli’de aldık. Köye getirdik. Köyde ilk defa bizde ocak oldu. Hiç bozulmadı hala
duruyor. Radyo evde yoktu. Komşularda vardı. Çocuklar üniversitede, hadiseler
oluyor, merak ediyoruz. Haberleri dinlemek için gidiyordum. Komşuya gider, haberleri
dinler gelirdim. Sonra ben böyle olmaz her gün her gün gitmek sıkıntı verir dedim,
radyoyu aldırdım. Radyoyu Denizli’de aldık. Radyoyu eğlence olsun diye almadık.
Çünkü bizde oynamak yok. Çalışmak var.” Diyerek Denizlideki hayatlarından kesitler
veriyor.
ÇOCUKLARINI TİCARETTE DENER
Bayram öncesi Ersönmez ve Salih biz çorap satacağız derler. Giderler çorapları
alırlar. Bir hafta bayram yerinde seyyar tezgâh kurup satarlar. Ancak her çorap
satışından sonra tatlı alıp yerler. Bayram sonunda çorap toptancısıyla hesap
görülürken, çok zarar ettiklerini görürler. Çünkü kârlar tatlıya ve gazoza gitmiştir.
GAZETECİ ERSÖNMEZ
Ortaokul’da Ersönmez çalışıp sınıfı geçer. Ancak. Salih, hep bütünlemeye kalır.
Sonra tek dersden sınav hakkı tanınır, her sene tek dersden ikmalden sınıfı geçer.
Ersönmez, lisede Bizim Anadolu Gazetesinin Denizli muhabirliğini yapmaya
başlar. “Ersönmez ağabeyim, çok gazete okurdu. Salih ağabeyim okumazdı.
Gazetecilik yaptığı için, babam çok severdi. Ersönmez ağabeyim, muhabirlik yaptığı,
yazı yazdığı için maçlara ve sinemaya bedava girerdi. Salih ağabeyim ve ben
gidemezdik” diyen Dudu hanım, babasının sinema konusundaki tavrını “Sinemaya
gittiğini babam duysa, her halde kızardı. Fakat biz söylemezdik. Siyasetçilerin yanına
giderdi. Evde hiç durmazdı. Sürekli Milli Türk Talebe Birliği’ne (MTTB) giderdi.
Babam, ağabeyime hiç ders çalış demezdi. O işini bilir derdi.” diye ortaya koyacaktır.
BULDAN’DAN DİPLOMA
1971’de darbe olur. Yazın Ersönmez’i, köyde iken bir ifade için Denizli Emniyet
Müdürlüğünden ararlar. Emniyet Müdürlüğünde öğretmenleri olan Mustafa AKBAŞ’ın
sınıfta ne söylediği, hangi kitapları okunmasını tavsiye ettiği konusunda bilgi alırlar.
Öğretmeni bu sebeple başka bir okula sürürler. Lise ikinci sınıfta eşi Melda hanım
Ersönmez’in edebiyat ve kompozisyon öğretmeni olur. Melda hanım, edebiyat
derslerinde Ersönmez’e hakkı olan notları verir. Ancak I.dönem kompozisyon
derslerinde üç yazılı ve bir kurtarma sınavı yapar, dört sınavın sonucu da dörttür.
II.dönem, birinci ve ikinci sınavların sonucu yine dörttür. Ersönmez: “Hocam, bütün
sınav sonuçları dört geliyor neden” diye sorar. Melda hanım: “Yazın çok kötü
okuyamıyorum” der. Üçüncü yazılı da Ersönmez özene, bezene yazar. Sınav sonucu
açıklanır yine dörttür. Ersönmez: “Hocam, bu sefer yazıma dikkat ettim yine dört
108
geldi, neden üç veya beş değil” deyince Melda hanım sınıfı terk eder. Doğru okul
müdürünün odasına gider. Ağlayarak : “Ersönmez, sınıfta hakaret etti” der. Müdür
Ersönmez’i çağırır: “Neden hocana saygısızlık ettin” diyerek, kulaklarını çeker, iki
tokat atar. Kurtarma yazılı yine dörttür. Kompozisyondan ikmale kalır. İkmalde yine
dört alır. Tek ders hakkını Denizli Lisesinde kullanmaz. Kaydını Buldan Lisesine
götürür. Köylüsü Vural GÜREL, Buldan Lisesinde Fen öğretmenidir. Onun yardımıyla
Buldan Lisesine kayıt yaptırır. Kompozisyon sınavından sekiz alarak sınıfı geçer.
Kaydının tekrar bin bir uğraştan sonra Denizli Lisesine aldırır.
CANLI HAVYAN BİLGİSİ
Darıverenli eski muhtar Deli Ali’nin oğlu Vural GÜREL, Ege Üniversitesi Fen
Fakültesi Biyoloji bölümünü bitirerek Biyoloji Öğretmeni olur. Darıveren ilkokulunu
bitiren Vural Gürel, 1960’da Acıpayam Ortaokulunu bitirir. Denizli Lisesi’ne kaydolur.
1962’de İzmir Namık Kemal Lisesine gider. 1965’de buradan mezun olur. Daha sonra
Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji bölümünde okuyarak 1970’de mezun olur.
DARIVERENDE KOMPLEKS YOKTUR
Bugün “Bizim köyümüzde özenti ..Kompleks yoktur. Bunun en güzel örneği
Ersönmez Yarbay’dır. Darıverenliliğini hiç kaybetmeden yaşamıştır” diyen Vural
Gürel, Mehmet Emin Yarbay içinde şöyle devam eder:
“Hehe hele o, adam...Oğlu 8 yıl vekillik yaptı. Bir Allah kulu yayında benim oğlan
Milletvekili dememiştir.”
Ne Fatma ana, ne de Mehmet Emin dede, „Milletvekili anası, babasıyız” diye
böbürlenmezler.
Anadolu insanın aldığı terbiye, edep dolayısıyla öyle ulu orta eşinin ismini
kullanmaz hala «Mehmet Emin» demeyen, diyemeyen Fatma nine bu durumu şöyle
izah eder:
“Dede, alçak gönüllü idi. Oğlumuz milletvekili filan oldu diye sevinmedik.
Büyüklük yapmayız, yapamayız. Geçenlerde birine ‘Ersönmez’in anasıyım ‘dedim.
Sonra pişman oldum. Büyüklük yaptım mı ki diye korktum“.
OKULDA TAKİP
Mehmet Emin ağa, zamanı gelince Dudu’ya “Sen okuluna git. Bende Darıveren’e
gitmek üzere çıkıyorum” der. Dudu babasının gittiğini zanneder. Dudu, okula gitmek
üzere evden çıkıp Hastanenin köşesine geldiğinde bir bakar babası, sepetini
bırakmış, kaçırmamak için adeta koşarak kendisini takip ediyor.
Kocaman kız oldum. “Neden babam, bana güvenmez hala. Beni takip eder” diye
kızar içinden.
Babanın maksadı kızının okula gidip gitmediğini kontrol etmektir. Ancak takip
ederken Dudu’yu gözden kaybeder, okula gidip kapısında bekler, bulamaz. Dudu,
derslerini bitirip akşam eve döner ki babası gitmemiş, evde.
Fakat Mehmet Emin ağa, kızını bulamama, gittiği yeri bilememe, kaybetme
duyguları ile kızgınlık ve üzüntüden simsiyah olmuş. Dudu’ya neredesin diye sorar.
Okulda olduğunu söyler ancak inanmaz. Bu okula kesinlikle gitmedi. Ne yapacağız?”
109
diye sorar. Abdi, yani Ersönmez. Vaziyeti kavrar. İş ciddidir.” Neden gitmesin.
Gitmiştir. Gitmese bile yarın karnesinde görülür.” Diyerek işi soğutmaya ve zamana
bırakmaya çalışır.
Dudu ise, babasını hiç görmemiş gibi “Sen beni nasıl takip edeceksin. Sonra,
hangi yoldan gittin ki?” diye sorar. Mehmet Emin ağa, kızının okula gitmediğinden
gayet emin bir şekilde “Her zamanki gibi Hapsane yolundan gittim. Sen bir süre gittin.
Fakat sonra inşaatın orda ne oldu ise oldu kayboldun” diyerek çok fena kızar. Dudu
ise “Baba başka yol var. Hemen köşeden dönüp. Saltak yolundan, caminin yanından
okuluma gittim” der. O yolu iyi bilen Ersönmez, “Yinede ben okuldan sorarım. Merak
etme” diyerek babasını ikna eder.
SINIFLARDA KONTROL
Sadece
Dudu, takibe uğramaz. Salih’de takipten nasibini alır. Bir gün,
Darıveren’den gelen Mehmet Emin ağa, garajda iner inmez soluğu hemen yakındaki
Denizli Ticaret Lisesinde alır. Maksadı, oğlu “Salih Yarbay, derslerine devam mı
ediyor, okulu mu asıyor?” sorularına cevap bulmaktır.
Oğlunun hangi sınıfta okuduğunu bilmeyen Mehmet Emin Yarbay, tüm sınıfları
sıra ile açıp bakar. Oğlunu bulamayınca diğer sınıfların kapılarını şapkasını çıkarıp
eline alarak saygı ile açar. Göremeyince öğretmenlere bir şey demeden tekrar
kapatır.
Sınıfın birisine yine aynı tarzda, şapkası elinde girdiğinde bakar Salih, sırasında
oturuyor.
Öğretmene, “Oğlum, sen işine devam et. Ben oğluma baktım. O da orada
oturuyor” diyerek çıkar.
BAŞ AÇAMAK AYIP
BAŞI AÇIK GEZEN “MUÇU OLUR”
Darıveren’de eskiden köyde erkeklerin başı açık, gezmesi hoş karşılanmaz, ayıp
sayılırdı. Hatta başı açık olana edepsizlik yapıyor anlamına kullanılan “Muçu” derler.
Başı açık olan “Mucu olur” diye çocuklarına iyice belletirler ki çocuklar hiç başı
açık gezmesin. O nedenledir ki sarıktan şapkaya zorla geçiş de, başında mutlaka bir
şey olmalı anlayışındaki köylü başını açık kalmaktansa, şapka takmayı zorunluluk
hisseder.
Mutlaka, devrin anlayışına göre şapka ya da başka bir başlık türü ile örtülür. Başı
açık gezmek o kadar kötüdür ki..Bu durumu Mehmet Akif Arslan’ın şu tespiti ortaya
koymaktadır:
„Hasan Korkmazcan, Demokrattik parti için seçim gezilerinde. Millet dinliyor. Oda
iyi konuşuyor. Fakat başı açık. Onu dinleyenler, iyi konuşuyorda dürzünün başı açık
olmasa..“Kafanı örtde ne ile örtersen ört. İster kanun yoluyla giydirilen şapka ile,
istersen Süleyman Demirel gibi fötr şapka ile. Başı açık olmak ayıp. O yüzden olsa
gerek, Mehmet Emin Yarbay, hiç başı açık gezmez.
Önceleri şapka takar. Sonraları, bere benzeri takke takar.
ERSÖNMEZ OKUR, SALİH ÇALIŞIR
110
Genellikle Salih tarla işlerine gider, Ersönmez, çobanlık yapar, koyun otlatır.
Ersönmez, koyun otlatırken kitap okur. Ne bulursa onu okur. Takvim yapraklarını bile
okur.
EŞEK KAÇAR
Ersönmez’in
yaz tatilini ve babasının tavrını isterseniz, Dudu hanımdan
dinleyelim:
“Ersönmez abim, bizim gibi ekin biçmez, iş işlemezdi. Elinde bir kitap koyun
güderdi.
Bu arada koyunları ve eşeği kaybederdi. Biz eşeğin kazığını iyi çakardık. Sağlam
bağlardık. Ersönmez ağabeyim, eşeğin bağlı olduğu sicimin kazığını iyi çakmazmış.
Eşek kaçtı. Bu duruma babam fazla kızmazdı da, annem bağırırdı.”
AYNI İL, AYNI OKUL, AYNI YURT
Nuri Algan, Denizli Lise’sini bitirip Gazi Ticari İlimler Akademisi’ne kaydolarak
üniversiteye başlar.
Ankara- Ulus’da Sanayi Caddesi, Sanayi Han’daki Anadolu öğrenci yurdunda
kalır. 1977 sonbaharı. Yurt’ta sabah namazını kıldıktan sonra arkadaşları, „Sizin
Denizli’den başka biri var. Şu anda kütüphanede ders çalışıyor“ derler. Nuri,
kütüphanede ders çalışanı görür görmez tanır. O Salih Yarbay’dan başkası değildir.
MASRAF AZ, KAZANÇ BOL OLACAK
Mehmet Emin kendi bahçesinden topladığı ve köyden komşulardan aldığı
cevizleri getirir, Denizli’de Kale İçi’nde ki tanıdık esnaflara, dolu hesabı verir.
Denizli’de kalırken de, tüccardan kırılmamış ceviz, badem alır. Onları evde
kırdırır, tücardan kırma parasını alır. Bu kırım işi ailede yapılır. Çocuklar derslerini,
günlük kırım işi bittikten sonra yaparlar.
Ayrıca Çaputçu denen şeker fabrikasının şekerlerini getirirler yine ailece ona
kağıt sararlar. Çaputçu’dan şeker getirme işini Fatma ana yapar. Gidip çuvalla şekeri
alır. Onu sırtlar eve getirir. Kağıda sardıktan sonra yine sırtlayıp, fabrikaya götürür.
AĞABEYLER GİTTİ, DUDU DEVAM
Dudu, Denizli’de PamUkkale orta okulu’na yazılıyor. Birinci sınıfta kalıyor.
Mehmet Emin Yarbay, kızı Dudu’nun orta okulda kalmasını, „Dudu, her yaz köye
gidip geliyor. O yüzden şehirde oturan çocuklara uyum sağlayamadı olsun. Sonra
açılır, okusun.» diyerek anlayışla karşılıyor.
Sonra bu okuldan mezun oluyor. Dudu’nun ağabeyleri artık yok. Onlar
üniversiteye gitmişlerdir. Dudu’da büyümüş. Yemek yapıyor, elbiselerini yıkıyor.
Kendi işini kendi yapar hale gelmiştir. O yüzden artık, baba Mehmet Emin ve anne
Fatma hanım, daha önceki yaptıkları gibi okul sezonunda göçüp Darıveren’den
Denizli’ye gelmezler. Denizli Ticaret Lisesi’nde okuyan Çamelin’den iki kız, Dudu ile
aynı verde kalırlar. Öbürleri kiracı, Dudu ev sahibidir.
111
BAYKUŞ SAVAR
Darıveren’de saksağan, kırlangıç, serçe, karga ve çeşitli kuşlar yaşar. Geceleri
öten, ötüşleri pek de hayra yorulmayan baykuşlar yaşar.
Denizli’ye çocuk okutmak için gidişlerde uzun kalındığı için Darıveren’deki eve
geldiğinde tavan araları baykuş yuvalarıyla doludur. Baykuşlardan hazzetmez
Mehmet Emin Yarbay. Baykuşlar « uğursuz sayılır ». Ötmesi hoş görülmeyen
baykuşların yuva yapması hep den uğursuzluğa işarettir. O evin kapanıp viran
olacağına işaret diye düşünülür.
O nedenle her Denizli dönüşü evi mesken tutan baykuşlar avlanır. Evi işgal eden
baykuşlara ceza verilmiş olunur. Mehmet Emin Yarbay, yakaladığını öldürür.
Bu durumu gören mahalle camii, Ekizler Cami İmamı Osman Ekiz,
«Baykuşlarında diğer kuşlardan farklı olmadığını, onların kendi güvenlikleri için boş
evleri seçtiğini, her hangi bir uğrsuzluk yapmalarının sözkonusu olmadığını ve
Allah’ın diğer yaratıkları gibi bir yaratık olduğunu » söyler. Hocanın sözlerine büyük
değer veren Mehmet Emin Yarbay, bir daha baykuş öldürmekten ve onlara şiddet
uygulamaktan vazgeçer.
ORMAN VE KEÇİ
Eskiden yakacak ormandan temin edilirdi. Herkes gider, eşeklerle odun keser
gelirdi. Bu yüzden köyde orman jandarması otururdu. Orman jandarması için ev
açılırdı.
Sonra ormancı geldi. Yinede orman kesilirdi, orman azalıyordu. 1970’lere kadar
yıllarca yakacak büyük sorundu. Her türlü şey odunla karşılanıyordu. Şimdi köylerde
yemek tüp gazla, sıcak su bazı evlerde güneş enerjisiyle sağlanıyor, sadece soba
için odun gerekiyor fakat o yıllarda her türlü şey odunla yapılıyordu.
AĞAÇ DEDE
Mehmet Emin Yarbay, ağaç dikmeyi çok sever. İnsanlar serinlesin, kurt, kuş
barınsın, meyvesini yesin diye en az on bin ağaç diker. Diktiği ağaçların bir çoğu
yetişerek kendisinden önce ölür, kendisi ağaçlardan uzun yaşar.
Uzun zaman yanında kalan üvey kızı Selvet hanım; “Evlerinin yanında çalılar
vardı. Mehmet Emin Amca, çobanlara çalıları koyunlara yedirmeyin diye bağırırdı.
Çok çalıştı... Çok ağaç dikerdi. Sabah olur kalkar. Her gün ağaç dikmeye, budamaya
giderdi. Selvi, üzüm, elma, armut, bağdem, ceviz, iğde dikerdi.
Tüm Darıverenliler, Mehmet Emin Yarbay için „en iyi bildiği şey ağaçtı „ diyorlar.
Diktiği çamlar, şimdi kocaman oldular. Ölürken bile „Ceviz ağaçlarını suladınız mı?“
diye sorar.
98 yaşında iken, ölmeden az önce kızılcık ağacına aşı yaptığı muşmula fidanını
elleri titreyerek su götürüp, kendisi sular. Fidanın yanında kanal vardır. Onu geçerken
düşer diye korkan hanımı Fatma Nine; “Sen kanala düşersin. Ben sularım sonra“
diyerek ihtiyar halinde gidip gelip sulamasını kesmesini ister. Fakat o vazgeçmek bir
yana, ağacı sulamak için çaba gösterir. Kurutulmaması içinde vasiyet eder. Oğlu
Salih’e; „Aman kurutmayın“ der.
112
BEDAVA DUT YIYORUM
Hacı Mehmet Emin Yarbay’ın sağlık proplemi vardır. 1997’de milletvekili oğlu
Ersönmez Yarbay’a gider. Tetkik vs. derken uzun kalır bu uzun ziyarette. Ersönmez
Yarbay’ın 7 yaşındaki kızı Fatma, dedesine çok ilgi gösterir. Onu TBMM’nin
ORAN’daki lojmanlarında camiye götürüp getirir. Bu ilgiden memnun olan dedenin
Fatma’ya karşı daha bir muhabbeti artar.
1998’de Fatma Darıveren’dedir. Evin yanında dut ağaçları vardır, dutlar
olgunlaşmıştır. Ankara’da bedava adım atılmayacağını, hiç bir meyvenin parasız
yenmeyeceğini bilen küçük Fatma bol bol dut yer. Ve dedesinin bahçesinden yediği
bu bedava dutları, dolayısıyla mutluğunu neşesini ta Ankaraya müjdelemek ister.
Açar telefonu anasına, babasına; “Aloo..Biz burada bedava dut yiyoruz” diyerek
duygularını iletir.
AYVA, KAVUN SATIŞI
Mehmet Emin Yarbay yetiştirdiği kavunu ve karpuzu civar köy ve ilçelerde
satmaya gider. Bazen bu satışı oğulları, Ersönmez ve Salih yapar.
Gölhisar’da yaşayan Abla Selvet, „ Salih ile Ersönmez Gölhisar pazarına gelirler.
Bize kavun, karpuz, üzüm getirirlerdi. Bizde 6 çocuk vardı. Onlar gelecek diye yol
beklerlerdik.“
GEZGİN BAKKALLAR, BIKAR
O yıllarda şehre gitmek zor olduğundan köylere çerci denen bakkallar gelir. Ayna,
tarak, iplik, şeker ve ne varsa satarlar. Bunlar para yoksa sattıklarına karşı yumurtada
alırlardı.
Genellikle at arabasıyla gelirlerdi. Herkes çercinin başına toplanır saatlerce
pazarlıklar yapılırdı. Mehmet Emin Yarbay çerçicilerle iyi pazarlık yapar, söyledikleri
fiyatın üçte birini teklif ederdi. Fatma ana hiç pazarlık etmez, söylenen fiyattan mal
alırdı. Satıcılarda Fatma Ananın gelmesini isterlerdi.
VEREM BÜYÜK TEHDİT
O zaman verem bir girdimi evde insan bırakmaz derler. Verem savaş
dispanserinden her ay bir sağlık memuru köye gelir, çalışmalarını yapar ve kapının
arkasına asılı kâğıdın o ayki kısmını imzalar gider.
Gelen bu kişiler sağlık memuru da değillerdir. Çoğu askerliğini sıhhiye olarak
yapmış ilkokul mezunu kişiler. Ama köylüler onlara doktor der. Elinde koca çanta
dolusu ilâçla gelir, herkesi muayene eder ilaçlar verir, kimisinden para alır kimisinden
almaz. Her ay muntazam gelirler. Dişi ağrıyan, bacağı sızlayan, midesi ekşiyen, başı
ağrıyan herkes dört gözle onun yolunu beklerler. O gittikten sonrada bana yeşil bir
hap verdi hemen başımın ağrısı geçti, bana bir şurup verdi boğazımın ağrısı geçti gibi
birbirlerine anlatırlar.
Köyünde doktorları vardır. Köyün sağlık işlerine bakanlara doktor derler.Bunlar:
- (Dr)Ali Rıza Erkol, belediye başkanlığı da yapar, (Dr.)Osman; askerde
113
sıhhıyelik yapmış, belki de
tanıştıran ilk kişiydi.
sağlıkçı… muskadan kurtaran köylüyü modern tıpla
PANCAR GELDİ, ÇATILAR DEĞİŞTİ
Menderes’in Başbakanlığında köylü para görür. Darıveren, bu dönemde pancar
eker. Çünkü Burdur şeker fabrikası açılır. Pancar para demektir. Pancar oraya verilir.
Ve Darıveren’liller pancardan ve tütünden aldıkları paralarla «Dambaşı»ndan
«Seraya» geçerler.
Tek katlı üstü, toprak damlı evler artık, iki kat ve çatılı olur. « 26 Nisan 1954’e
temeli atılan Burdur Şeker Fabrikası'nın 23 Eylül 1955’de üretime geçmesiyle”
birlikte bölgede pancar üretiminde hareketlilik başladı.
ŞEKER YOK, GAZ YOK
Eskiden her evde gaz ve şeker bulunmazdı. Çay içmek için pekmez bile
kullanılırdı. Kahve ise sadece ağalarda olur.
Yukarı köyden Hüseyin Çavuş’un kahve içme imkânı var. Torunu (2.Cihan
Harbinde ihtiyata giden) Hacı Mustafa (Tıkaç) askere gider. Gittiği yerdeki paşa, kim
kahve yapmasını biliyor diye sordurur. Mustafa, dedesinden gördüğünden “Ben
biliyorum” der. Böylece Mıcıkların Mustafa’yı “Bunun kahveciliği var” diye paşa
yanına “emir eri” olarak alırlar.
FİSTAN GİYDİM BASMADAN VE TARLA ZENGİNİ
Mehmet Emin Yarbay artık zengindir. Manifaturacılığı yanında arazisi çok olduğu
için iyi çiftçidir.Köyün ölçüleri içinde en iyi durumda olanlardan biridir.Babasından,
anasından kalanlarla yetinmemiş, kardeşlerinin ve başka satanların tarlalarını alarak
birçok kimseyi geçip, tarla zengini haline gelmiştir.
Bu zengin olmanın yollarından birini de „Kızlara tarla verilmeyip, kendilerinin
zenginleştiğini“ söyleyerek izah edenler de yok değil.
Mesela hem kız kardeşi Zehra’yı (Zühre) çalıştırıyor. Hem de fistan verip, ona
düşen Demirciler Bağı’ndaki tarlayı, Zehra’dan alıyor.
Diğerlerine de ya parayı gönderdim diyerek ya da elbiselik vererek razı ediyor
veya zamanında az para alanlar utandığından bir daha kendilerine düşen payı
isteyemiyor.
SABANDAN TRAKTÖRE
Mehmet Emin Yarbay, karasabandan pulluğa, öküzden, traktöre terfii eder.
Ersönmez ve Salih yaz aylarında öküz arkasında çift sürerler. Çocuklar başlarlar
babalarına baskıya; “Al şu traktörü. Hem sen kurtul hem biz” derler.
O yıllarda insanlar yavaş yavaş evlerini yenilemekte, selviye talep artmaktadır.
Avşar’dan çıkıp gelirler. Mehmet Emin Yarbay’a selviyi satmasını teklif ederler. Satar
selvileri denkleştirir traktör parasını. Alır traktörü.
Traktörü daha çok Salih kullanır. Zaman zaman da Dudu traktörün üstündedir.
Dudu hanım, babasının evinde traktörle çok çift sürmüştür.
114
Değirmenci Hüseyinin en büyük çocuğu kızı Zehra’dır. Değirmenci Hüseyin
Almanya’dan gelince ilkönce traktör alır. Sonra değirmen alır, inekleri ve koyunları da
vardır. Evde oğlan küçük kızı Zehra traktörü kullanır. Bir kızın traktör kullanması o
dönemde Darıveren’de çok dikkat çekicidir. Kadınlar ilk traktör kullanan Zehra’dır.
Zehra, değirmeni çalıştırıp unu öğütür. Zehra hanımın Avcılığıda vardır. Zehra
şoför, değirmenci Hüseyin ve kaynı Mehmet gece tavşan avına çıkarlar. Zehra,
tavşana motoron ışığını tutar, babası Hüseyin ve Mehmet ışıktan sersemleşen
tavşanı avlarlar.
Zehra hanım, bu alanda Dudu Yarbay içinde model olur. Mehmet Emin ağa,
Dudu kıza, “Bak Değirmenci Hüseyin’in kızı Zehra traktör kullanıyor. Sende istersen
öğrenebilirsin” der. Bu teşvikle Dudu kız, Salih ağabeyinden traktör sürmesini öğrenir.
Tarlaya, ovaya gider gelir. Daha önce Zehra’nın sürmesine alışkın olan köylü,
Dudu’nun sürmesini de garipsemez.
İlerde Zehra, Mehmet Emin YARBAY’ın gelini olacaktır.
Önce traktörü kendi parası ile piyasadan alır. Onu kullanır. Ancak sonradan
“Senin tarlalar çok. Tarım kredi ucuza veriyor, ucuza alabilsin” derler. Eski traktörü
satarak yeni, portakal renkli Fiat 480’lik traktör alır.
KIZ GİTTİ TRAKTÖR GİTTİ
Mehmet Emin Yarbay’ın çocukları hep dışardadır. Kendisi traktör sürmeyi
öğrenemez. Getir götür işi için traktör gereklidir. O işleri de Dudu yapar. Ancak Dudu,
evlenince traktörü süren kimse kalmaz. Mehmet Emin ağa, traktörü satarak fiili
çitçiliğe paydos der.
DUDU KIZ GELİN OLUYOR:
DUDU , MTTB DERGİSİNDE
Nuri Algan’ın kader çizgisi Denizli’de Ticaret Lisesi bahçesinde sadece gördüğü,
birkez de konuşmalarına katılan Salih’le, Ankara’da Anadolu Yurdu’nda ve aynı
okulda bir kez daha kesişir. O sabah namazı vakti tanışmaları ilerler. Arkadaş olurlar.
Aynı yurtta kalırlar, ancak yurdun şartları çok kötüdür.
Sanayi Han’ın alt katındaki imalathanelerden çıkan kötü kokular, Han’ın her yerini
sarar. Tahliye içinde Han’ın son katındaki Yurt’tan gökyüzüne yol bulur.
Aynı zamanda, yurt çok soğuktur. Gündüz dükkanlar, işyerleri açık olduğu için
yakılan kalorifer gece söndürülür.
Ersönmez’de aynı yurttu kalır. Okul başladıktan iki ay sonra Ersönmez Siyasal’ın
yayında Cumhuriyet Yurdu’na yerleşir.
2. sınıfta Salih Yarbay, Nuri Algan ve Vedat isimli üç arkadaş, Salih’in ayarladığı
özel eve çıkarlar.
Denizli’de Lise’de okuyan Dudu Yarbay, MTTB dergisine yazı yazar. Yazı
yayınlanınca Salih, kız kardeşinin yazısını ev arkadaşlarına okutur. Nuri’nin aklında
Dudu, böylece yer eder.
Gel zaman git zaman, Nuri ve Salih mezun olurlar. Hayata atılırlar. Nuri Algan,
Gazi Ticari İlimler Akademisi’nde okurken bu arada Niğde’de öğretmenlik yapmaya
başlar. Ve 1978’de bitirdiği Akademi imtihanları ve başka sebeplerle Ankara’ya gelip
115
geçtikçe Salih’e uğrar, irtibatı kesmez.
Ve iş hayatına atılmasıyla birlikte anası O’nu evlendirmek için kız bakar.
Denizli’nin Kale ilçesi, Ortaköy köyünde oturan anası Ümmühan hanım, babası Ali
dayı „illâ evlen“ diye baskı kurar.
Nuri, evlenme işini sıkı tutan ailesine bir şey demez, ancak MTTB; dergisine yazı
yazan Salih’in kız kardeşi Dudu’yu da unutmaz. 1977 Bayram tatilini fırsat bilerek
Salih’i görme bahanesiyle hiç gitmediği Darıveren’e yol alır.
Aslında niyeti Salih’i ziyaret değil, Dudu’yu görmek ve görünmektir. Nuri,
evlerinin yanına vardığında Salih ve Ersönmez’in anaları Fatma hanım, evin
yayındaki harman yerinde çalışır bulur. Fatma ana eve buyur edip, yukarı çıkarlarken
artık olgun bir genç kız olan Dudu hanım, traktörle çıkıp gelir.
GELİK GİDİK
Köylerinden komşuları Ağşan teyze (Ayşe teyze) bu iş için bulunmaz biri.
Durumu söylerler „Giderim“ der.
Geçen gelen Nuri, Salih’in arkadaşı için Dudu kıza gelmek istiyoruz , nedersiniz
diyerek niyeti söyler. Aile bakalım, bir düşünelim der. Ayşan teyze, gelir. Tamam
derler. .
Ancak, Darıveren’e geldiklerinde 8 bilezik alındığını duyan Mehmet Emin ağa,
„Bu kadar bileziğe gerek yoktu“ diyecektir.
Ve gittiği yerden alsın diyerek damadına düğünde buzdolabı parasını ayrıca
verir.
BANKA, SAĞLAM
Düğün elbisesi görmeye gidildiğinde paranın yetmemesini, Dudu hanım şöyle
açıklıyor:
„Babamda hep para olurdu. Ama az harcar. Az para verirdi. Fazla parasını
bankaya yatırırdı.“
DÜĞÜN ve SÜRGÜN
Dudu-Nuri Algan çiftinin düğünü 1 Nsan 1978 de gerçekleşir. Hemen düğün
sonrası Nuri’nin görev yaptığı Niğde’ye gider genç çift. 1976’da göreve başlayan Nuri
Algan, Ecevit’in Köy-Kent’lerinden Bolu-Mudurnu-Taşkesti köyüne tayin edilir.
Buradan eşyalarını toplayan çift,10 Mayıs 1978’de Bolu –Mudurnu’ya intikal
ederler.
Ecevit, bu prestij projeye büyük önem verir.
Taşkesti’ye Sunta fabrikası, prefabrik bir binaya Pratik Sanat okulu, Sağlık ocağı
ve Tavukçuluk kooparatifi kurulur. Ve Ecevit, eserini yerinde görmek ve işleri
ilerletmek adına bir yılda üç kez bu köye uğrar. Nuri Algan, bir zamanlar solun efsane
adamı Ecevit’i yakından görür.
Baba Mehmet Emin ve Ana Fatma hanım, Dudu-Nuri Algan çiftinin ilk
çocuklarını görmek için 1979 Ocak ayında yola çıkarlar. Önce Ankara’da bulunan
Ersönmez’e uğrarlar. Sonra her tarafın buz kesen bir havada Mudurnu-Taşkesti’deki
116
kızlarına giderler.
Nuri Algan, Denizli Adalet Partisi Teşkilatından referans alarak Ankara’nın
yollarını düşer. Hiç tanımadığı milletvekillerinden Atıf Sofuoğlu’na durumunu söyler.
O’da „Hoca bu dilekçeni Milli Eğitime’e kendim elden götürüp takip edeceğim.Merak
etme“ der.
Gerçektende Nuri Algan daha 15 tatili bitirmeden kararnamesi Bolu Taşkesti’ye
gitmiştir. İlişiğini kesen Nuri Algan Denizli’ye yerleşir.
30 YILDA HİÇ TERS DÜŞÜLMEZ
30 yılı bulan Nuri Algan- Dudu Yarbay bereberliğinden üç kız çocuk olur. Üçü de
evlenir. Bu 30 yıllık süredeki Mehmet Emin Yarbay-Damat ilişkisini şöyle özetler Nuri
Algan:
„30 yıla yakın geçen sürede çocuklarından daha senli benli idik. Aramızda hiç
ters düşen bir olumsuzluk olmadı. Tek kelime ile bile şu şöyle, olmamış, olmaz
demedi. Belki bazı sürtüşmeleri çocukları ile yaşadı. Fakat benle hiç bir olumsuzluk
yaşamadı."
İLAHİ İLE DÜĞÜN
Oğul Salih Yarbay’ın eşi köyde ağalardan, Oymaklardandır. Gelin İmren hanımın
babası Asım Oymak, kızına 10 bilezik yapılmasını ister. Mehmet Emin ağa, bu
kadar israfa gerek yok diye itiraz eder. Birde düğünde davul isterler. Mehmet Emin
ağada son oğlunun düğününü ilahi ile yapmak arzusundadır. Davul olsun olmasın
konusunda iki taraf, uzlaşamaz. Hatta iş kopma noktasına gelir.
Mehmet Emin ağa, bu gelini getirmeyelim diye resti çeker. Ancak Salih razı
olmaz, nişanlısından vazgeçmez. Bakar oğlunun gönlü, İmren kızdan yana. Ozaman
tek davul yetmez iki davul olsun der. Ve hiç davul çaldırmak istemeyen Hacı Mehmet
Emin ağa, son oğlunun düğününü çift davul dövdürerek yapar. Daha sonraki
dönemlerde aralarında hiç bir proplem yaşanmaz.
ŞAVKLIK VE ELEKTİRİK
Elektrik, 1968’de Dudu ilk okulda iken gelir. Elektiriğin gelmesine çok sevinirler.
Her evde „şavklık“ denen bir özel yer vardır. Çıra, tıpkı mum gibi buraya yerleştirilir.
Orada yakılarak ev aydınlatılır. Şayet bir yerden bir yere, diğer odalara, dama,
samanlığa gidilirse yine aynı şekilde çıra ile aydınlatma sağlanır.
KÖY KOMPLE DEMOKRAT
Tek parti dönemini anlatan Akif Aslan;
“O dönemde jandarmaya bile hoş geldin demek için ya muhtar ya da öğretmen
olacaksınız. Halk jandarmayı görünce samanlıklara kaçardı.” diyecektir.
Akif bey; “Köyde halk, İsmet Paşa’yı sevmezdi. Çok partili hayatta CHP’nin oyu
50’yi geçmemiştir” diyor. Hızlı CHP’liler vardır. Bunların başında Mehmet Emin
Yarbay’ın kız kardeşi Zehra’nın kocası Kasap Süleyman’dır. Yani enişteleri.
CHP’liller genelde köyün aşağı mahallesinde toplanmışlardır. Darıveren
Demokrat Parti döneminde Belediyelik olunca hep Demokratlar ve onu takip eden
117
sağ siyasetçiler Belediye Başkanı olurlar. Sadece iğneci Ali Rıza Erkol, CHP’den
Belediye Başkanı seçilir. Bu seçimde CHP’den çok iğneci Ali Rıza’nın şahsiyetine oy
verilmiştir.
REŞAT AYDINLI, DARIVEREN’DE
Reşat Aydınlı, Demokrat Parti’nin milletvekili adayı olarak bölgede dolaşır,
Darıveren’e de uğrar. O kendilerini anlatarak CHP’den neden ayrıldıklarını söylerken,
söze zamanında İzmirlere kadar giderek pavyon kapattığı söylenen Süleyman
Darıcı’nın babası Mehmet Ağa girer.
Sonrasını Darıveren’de öğretmenlik yapan Arslan’ın anlatımı ile izleyelim:
"Reşat Aydınlı gelmişti. Aydınlı konuşurken söze Mehmet Darıcı katılarak;
„Reşat bey; CHP komunist. Fakat Demokrat Parti’yi bilmiyoruz. Reşat Aydınlı, bir
son versin“ deyince
Reşat Aydınlı, ‘ Peki ne istiyorsunuz ? ‘ diye sordu.
Mehmet Darıcı sayar ; „Medeni kanun, değişsin. Eski yazı, ihya edilsin. Fes,
yeniden giyilmeli“
Reşat Aydınlı bu talep karşısında şöyle dedi.
„Allah’a şükür, büyük sözleri duyar olduk“
EN MEŞHUR EV
Demokrat Parti Milletvekili adayı, Reşat Aydınlı’nın gelerek Darıveren’de evine
misafir olduğu Haci Yusuf’un Ahmet `Vilayetler içinde bizim vilayet (Denizli), köyler
içinde bizim köy (Darıveren), evler icinde bizim ev diye` kendi evini övmüştür.
İNÖNÜ VE BAYAR’A SUİKAST İHBARI
Reşat Aydınlı, Mehmet Emin Yarbay’dan bir yıl sonra 1910’da Acıpayam'da
doğar. Reşat Aydınlı, Gazi Terbiye Enstitüsü ve Hukuk Fakültesi'ni bitirir.
Sekizinci dönemde Millet Partisinden seçilerek, istifa eder ve Demokrat
Parti’nin Denizli Milletvekili olur. Ege'de tanınan bir hukukçudur. Sonra
müteahitlik yapar.
DARBE OLDU, KÖY RADYO DOLDU
Köylerde durumu iyi olanlar 27 Mayis 1960 darbesinden sonraki mahkemeleri
dinleyebilmek için radyo satın alırlar. Nuri Yarbay’da köye ilk radyo getirenlerden olur.
O zaman radyolar büyük bataryaya çalışırlardı, arkadan bir tel binanın dışına
gömülürdü. Radyolar şimdiki gibi transistörlü değil, lambalı sistemdi. Tek radyo, tek
ses döneminde reklâm olmazdı. Reklâm ayıp bir şeydi. Ancak devlet, hükümet
bildirileri yayınlanmak içindir radyo. Birde devletin verdiklerini, halkın alması için.
MANUFATURACILIĞI TERK
Manifaturacı, Mehmet Emin Yarbay, 1960 ihtilali ertesinde manifaturacılığı
bırakıyor. Çünkü artık motorlu dönem başlamış. Pazarlara, köylere, traktör ve
118
kamyonlarla mal getiren tücarla rekabet etme şansı kalmamıştır.
Mehmet Emin Yarbay, büyük oğlu Bekir’e Denizlide dükkan açar. Çünkü Bekir,
babası ile pazarlara gitmiş, cuma günleri de kendi köylerinde kurulan pazarda kumaş,
basma satmıştır. Bildikleri iş manifaturadır. Dükkanın başında Bekir kalacak, baba
Mehmet Emin Yarbay, köyde rençberlik yapacaktır.
Kiralarlar dükkanı, içine biraz sermaye ile mal korlar. Zaten mallar, Mehmet Emin
Yarbay’ın sürekli müşterisi olduğu toptancıdan alınır.
Mehmet Emin ağa genelde İzmir’e gider mal almaya. Daha ucuzdur orası. Fakat
Denizli’li tüccar derki, „İzmir’e gitme..Oranın fiyatı ile biz verelim.“
Böylece artık malı, Denizli esnafından temin eder. Fakat işler, istenilen ölçüde
yürmez. Bekir bey iflas eder. Mehmet Emin Yarbay bunun üzerine artık tüccarlık
yapmaz.
Mehmet Emin Yarbay’ın evin uzağında, çarşıya yakın yerde ev yapılıp,
evlendirilen oğul Bekir, uzun yaşamaz. 1936’da Mehmet Emin Yarbay, daha askere
gitmeden 1936 da ilk eşi Lütfiye’den doğan Bekir, 1970’de Hatça Nine’sinden
sadece üç yıl sonra 34 yaşında vefaat eder.
Mehmet Emin Yarbay, genç yaşta kaybettiği, ilk erkek çocuğu, oğlu Bekir için
çok üzülür. Bekir’in ölümü ile, evlat acısını tadacak ve artık yetim dedesi olacaktır.
Kendisinden önce 2003’de 67 yaşında vefat eden gelini Arzı ile oğlu Bekir’den;
Ahmet (1955), Osman (1956), Lütfiye (1961), Mevlüt (1962-1971) isimli dört çocuk
kalır. Mevlüt, 1971’de vefaat eder.
ÇİTÇİLİK DÖNEMİ
Çiftçilik dönemini 1960-85 dönemi olarak kaydetmek mümkün.
MARŞAL YARDIMI VE SÜT TOZU NESLİ
1960’dan sonra okullarda Amerika’dan gelen süttozu içilmeye başlanır. Torbalar
içerisindeki süt tozu kazanda kaynatılır. Öğrencilerin evlerinden getirdikleri bardaklara
doldurularak süt verilirdi. İsteyen tekrar alabilirdi. Bu sütleri cocuklar 3-4 yıl her sabah
içtiler.
HAC YOLCULUĞU
Yıllardan 1963 tarihine gelinir. O yıl köyden epeyce insan Hac’a gitmek isterler.
Mehmet Emin Yarbay’da hacca gider. Bir firma götürür. Babüroğlu Turizim’in
organizesi ile gidilir. Köye gelerek bindikleri otobüslerle karayolundan Şam- Kudüs
üzerinden Hicaz’a giderler.
O dönemde henüz Kudüs Müslümanların Ürdün’ün elindedir. Köyün aşağısına
kadar hacılar, tekbir ve dualarla yolcu edilir.
Bu arada kızı Dudu 4-5 yaşlarında, küçüktür. Babaannesi Hatça Nine ile birlikte
hacıları uğurlarlar. Su gibi git gel anlamına Hac’ca gidenin arkasından su dökerler.
Hac dönüşü, başta Yadigâr olmak üzere aile Denizli’de karşılar Hacıları.
Babüroğlu Turizmin otobüsü aldığı gibi yine köye getirir Hacıları ve köylü yine
gönderdikleri gibi köyün girişinde karşılar. Dualar edilir. Hac’dan gelenlerin Hacerül
119
Esvet taşına (Cennetten geldiğine inanılan Kabe duvarındaki siyah taş anlamına)
ellerini sürdüler diye hacıların ellerinin içi öpülür. Tekbirlerle komşular ve akrabalarla
birlikte yürüyen Hacıların her biri kendi evine girene kadar eşlik edilir.
Kimin evine gelinmiş ise konvoydaki hacı ve akrabalar ayrılır. Onlar, o hacının
evinde kalır. Diğerleri aynı şekilde yaparak son Hacı’yı evlerine götürüne kadar bu
şekilde toplu yürüyüş ve tekbirler eşliğinde sürdürülür.
Hacı evinin önüne gelenci daha önce hazırlanan kurban kesilir. Hacı Kurban kanı
üzerinden geçer.
Hacı Emin’in kurbanı bir koçtur. Hacı Emin zaten hacca gitmeden kurbanını
hazırlamıştır.
Hacı Emin, daha önceleri hep kurbanlaırnı koyunlardan seçer. Ancak son 20- 30
yılda keçilerden kurban keser. Evin etrafinda ovada ağaç bol olduğu için keçi
beslemek kolaydır.
Haç dönüşü anlattıklarını isterseniz damadı Akif Arslan’dan dinleyelim:
„Kayınpeder Mehmet Emin Hac’ca gitti. O zaman fazla Hacı yok. Anlattıkları
ilgiyle dinleniliyor. Bizim
kayınpederde gördüklerini, anladıklarını naklediyor.
Zemzem kuyusundan su alıyoruz. Su bir gidiyor bir geliyor. Allah’ın işi. Su hiç
kesilmiyor.O kadar Hacı’ya yetiyor.İçiyoruz hepimiz kanıyoruz. O’nun tabi bir olayı
Allah’ın işi diye anlatmasına ben gülerdim. O’da bana kızardı.“
Hacı Emin, ikinci haccını eşi Fatma hanım ile 1987’de gerçekleştirir.
Ve o yıl kaldırdığı mahsülün parası ile eşi Fatma Hatun ile birlikte Ağustos
ayında yola çıkarlar. Dönüşleri Eylül olur.
Bu defa uçakla giderler. Hac yolculuğu 40 gün sürer. Giderken ve gelirken
Denizli’ye kadar gelebilenler, Atatürk Caddesinden uğurlayıp, karşılar. Gelemeyenler
ise Darıverende uğurlarlar ve karşılarlar.
Ancak eşi Fatma Nine, gittikleri dönemin sıcaklığını anlatmak için; „Rüzgar,
yüzümüzü yakacak gibi çalıyordu“ diyecektir.
O yıl bazı tarlalarına damadı Nuri, kendi adına anason eker. Ekerken damadına
yardım eder. Onlar hacca gidince, hem ektikleri mahsüle hemde evve bakarlar.
Böylece hacca giden Mehmet Emin-Fatma Yarbay çiftinin evleri için gözleri arkada
kalmaz. Kızı Dudu ve damadı Nuri Algan, evlerine bakarlar.
HAS UN ÇIKTI, SU DEĞİRMENLERİ BİTTİ
Değirmenler, daha eskiden olduğu gibi Mehmet Emin Yarbay’ın gençlik ve orta
yaşlılık döneminde önemli bir sanayi kuruluşu ve gelir getiren müsseselerdi.
Köyde; Köy Çayı’nda (Kör Çay) çalıştırılan dört hatta beş adet su değirmen
vardır.
Bunlar ;
1-Terzi Ahmet,
2-İsmail,
3-Bekir Efendi,
4-Hüseyn Çavuş,
5- Hacı Yünlü’ye ait olmuşladır.
Hacı Yünlü’nün değirmenin geçmişi, Hacı Mehmet Emin Yarbay’ın dedelerine
uzanır. Hacı Mısırlı’nın değirmen Hacı Mehmet Emin Yarbay’ın dayısı Mehmet
120
Darıcı’ya geçer.
Mehmet Darıcı’dan da kız kardeşine miras olarak intikal edip Hacı Yünlü’ye
verilir. Hacı Yünlü’den Salih Yarbay alır.
Değirmenlerin varlığı Darıveren için çevre köylere göre olumlu anlamda farktır.
Dört tane bulunması daha bir farklıdır. Çünkü çevre köylerde bu değirmenlere gelerek
unlarını öğütür. Geliş gidişlerde tanışıklıklar artar. Köye ek bir gelir sağlanır. Köy
Çayı’ndaki su değirmenleri, 1970’lere kadar çalıştırılır.
O günlerde değirmen işleten Salih Yarbay’ın oğlu Refik Yarbay, „İnkılaptan sonra
sular kesildi. Bizim değirmen kapandı“ diyerek 1960 darbesinden sonra Köy Çayı’nda
suların azaldığını, buradaki değirmenlerin faalietlerini durdurduğunu ifade ediyor.
O nedenle Dalaman Çayına kurulan değirmenlerin yıldızı parlar. Dalaman
Çayı’nda;
Goca bey Abdurrahman Peker, Osman Özdoğan, Kasap Süleyman’na (Baysal)
ait olmak üzere üç tane değirmen vardır.
Bunlarda elektirikler gelince teknolojiye yenik düşerek kapanırlat. Denir ki has un
çıktı, su değirmenleri bitti.
1980’li yıllara gelindiğinde; Sarı Osmanların İsmail ( Bilgiç) köye ilk elektirikli
değirmeni kurar.
Onu Bayacıların Ömer (Boyacı, Mustafa Soyal ortaklığında kurulan değirmen
takip eder.
Şoför Ahmet (Bağlan) da getirir elektirikli değirmeni. Almanya’dan gelen Hüseyin
Çapacı, evinin yanına değirmen kurar.
ENİŞTELER HER YIL MİRAS İSTER
Darıveren’li (Hırı) Bekir Ağa zengin. Köke Köyünden Murat Ağa’da zengin. Bir
birlerine gelir giderler. Ahbablıkları vardır. Dolayısıyla dönürde olurlar. Kızları verirler
ancak torunların ifadesiyle “Hiçbir çekirdek vermezler.”
Mehmet Emin Yarbay’ın bir kız kardeşi Zehra hanım, Darıveren’li Kasap
Süleyman’dadır. Diğer iki kız kardeşi Fatma ve Ümmü ise Acıpayam’ın Köke köyünde
evlidirler. İki enişte de Osman ve Murat, Köke Köyündendir. Hemen her yıl Mehmet
Emin ağadan tarla için para isterler. Bazen kızlar girer devreye. ;“Ağabey, ev
huzurumuz kaçıyor“ diye .Aşağı yukarı her yıl para sızdırır, damatlar.
Peki kardeşi Abdi’nin malı yok mu?
Ona ne vermiştir?
Mehmet Emin ağa, bunu şöyle izah eder ; « Abdi’yi ben okuttum. Masraf
ettim.Tarlaları bunun karşılığı bana verdi. »
Abdiye altı aydan altı aya 20 lira verdiğine şahitlik edenler var. Bu 20 liralar gün
gelir, Mehmet Emin’e Abdi’den tarla olarak dönüverir.
PARA DEĞİL AYVA GELECEKTİ GELMEDİ
Miras paylaşımını isterseniz birde yeğen Emin Acar’dan dinleyelim.
« Evin büyüğü benim. Tarlayı bölmek için Emin dayım çağırdı.Gittik. Aldık elimize
urganı Yeser’deki tarlayı urganladık. Taksim ettik. Emin dayım vazgeçti. Sonra Salih
dayım dava açmış, mahkemelik oldular. Dayım bir gün ayva getirdi sağdan, soldan
konuştuk.
121
“Dayı, senin dilinin altında bir şey var söyle dedim. O’da “Seni tarla için şahit
yazdırdım” dedi.
Dayım beni şahit yazdırmış. Bana « Anamın hakkı yok diye söyle » diyor.Bende
“anam bilir” dedim.
1977’de üç ay sonra anamı çağırdılar. Anam gitti. “Ben hakimden bıktım. Hiç
hakkım yok” dedi.
Dava yıllar sürdü… 25 yıl..Anam mahkemeden ve dayımın ısrarından bıktı.
Tapular, kadastrodan çoktan çıkmış.
Murat bey, reis (Murat Acar, o dönem Acıpayam Belediye Başkanı). Komşusu
hakim. Hakim bey, “İstersen ben anneyin darlasını size alırım” der.
O’da „ Annem bizi karıştırmaz. Ben onlarla uğraşamam“ der.
Fatma Köksal teyzem’de çok bıktı. Salih dayım gelir giderdi, bize... Fakat tarla
konusunu hiç açmazdı.“
Denizli’ye ev yapalı 15 yıl oldu. Emin dayım bir daha bize uğramadı. Salih dayım
geldi. Mehmet Emin dayım, anam ölünce köye geldi. Fakat bizlere gelmedi. Salih
Dayım geldi.
Murat’ın cenazesinde de köye geldi buraya gelmedi. Bizler gelir giderdik. Anam
ile kırgınlıkları hiç yoktu.. Anam; „Bu dünyanın öteside var Gardaşla kırgınmı olalım„
derdi. İhtiyacı yoktu. Tok biri idi.
Emin Acar’ın anası Ümmü hanım; „Ben Darıveren’den 12-13 yaşlarında çıktım.
Nerede
ne var, bilmiyorum. Ben ne diyeyim“ der.
AMELİYAT
Mehmet Emin Yarbay, kolay kolay hastalığa yenik düşmez. Mücadele eder. Hep
ayaktadır. 1962’de prostata yakalanır. Denizli Devlet hastanesinde bacısının oğlu
Emin Acar, sağlık memuru olarak görev yapar. Onun yardımı ile muayene olur.
Teşhis konur. Çaresiz ameliyat olacak.
Ameliyatı gerçekleştirilir. Bir hafta yatar. Çıkıp gelir Darıveren’e. Emin Acar, diyor
ki;
”Dayımın damar tıkanıklığı varmış. Birisi ayva yaprağı iç demiş. Beş yıl içti.
1967-68’de ben muayene ettirdim. Bir sey çıkmadı.
HAVUÇ HAYATI DEĞİŞTİRİR
Darıveren’de 1960’larda tahıl ve mısır ekilir. Sonra havuç üretimi başlar. Köylü
havuçla birlikte ilk defa para ile tanışır. Havuç’un hayatı nasıl etkilediğini ifade için
Emekli Biyoloji Öğretmeni Vural Gürel şu örneği veriyor;
“Bir adam vardı. Bir gün dağda kekik topluyor. Hanımına‚ içine biber koy yoksa
çabuk tükeni verir“ diyor.
Bu adam havuç ekildiği dönemde birgün evden gelmiş. Kahvede oturmuş,
yorgunluk kahvesi içmiş. Sonra bir motorsiklet çağırıyor. 2,5 lira verip motorsiklet ile
evine gidiyor.
122
ŞEKER
Vural bey devam ediyor havuçun Darıveren ekonomisine etkisini anlatmaya;
„Havuç ekmeden önce bir ailenin şeker tüketimi ömründe 10 kgmı geçmez.
Çünkü alacak para yoktur. Varlıklı aileler Ramazan ve Kurban bayramlarında sadece
iki sini tatlı (baklava) yaparlar. Her birine bir kilo şeker koyarlar. Bütün yılda tüketilen
şeker ancak bu şekilde sarf edilen iki kilo şekerdir. Kadir Tıkaç, babası ile Çavdır’da
havuç satar sonrada parası ile kebap yerler.
DOMATES MEŞHUR
Hamit Ovası’nda Dalaman çayından en rahat su kullanan yerleşim birimi olan
Darıveren’de önce havuç sonra biber meşhur olur. Şimdi ise tadından dolayı «
Dometes »le anılıyor Darıveren.
BİTMEZ TÜKENMEZ MAHKEMELER..
Anaları Hatice Nine’nin sağlığında kendilerine miras kalan tarlaları anlaşarak
bölüşüp, kendilerine düşen payları 40 yıl eker, biçerler.
Ancak köye kadastro gelip tapu kayıtları 1978 de kesinleşince tüm tarlalar için
kardeşi Salih itiraz eder. Ve mahkemeye düşerler...
25 (kimilerine göre 27) tarla, 270 dönüm için ayrı ayrı mahkemelere koşarlar.
Mahkemeler mahkemeleri kovalar..
Hakimler değişir, memurlar emekli olur. Davalar bitmez. Yıllar yılları kovalar.
Bazen bir ayın 20 gününü mahkemede geçirmek kaydı ile onlarca yıl sürer..Mehmet
Emin-Salih Yarbay mücadelesi... Ancak tüm mahkemeleri Mehmet Emin kazanır,
Salih hiç birini kazanamaz.
1974 de bir anlaşmazlık olur,1978’de 25 tarla için ayrı ayrı mahkemelik olurlar.
İsterseniz, yeğenlerin, amca çocuklarının “Babaların hatırı için birbirlerine tedirgin
bakmasına hatta küs durmasına” neden ola Salih ve Hacı Mehmet Emin Yarbay’ın
yıllarca bıkmadan usanmadan sürdürdüğü mahkeme macerasına, şöyle bir göz
atalım.
Tüm anlatanların şahitliği “Salih Yarbay’ın mahkemelerde bağırıp çağırıp,
sinirlendiği halde, Mehmet Emin’in uslu uslu oturduğu ve kızmadan sakinliğini
koruduğu” yönündedir.
HAKİM, RAKAM İSTER. BİLİRKİŞİ, BEŞ KURUŞ ETMEZ DER
Acıpayam’da davalarına bakan Hakim’in adı, Orhan bey’dir. Hakim Orhan bey, “
Bu dava konusu tarlalar ne kadar eder? Bunun tespiti için bilirkişi gerek „ der.
Bilir kişi olarak Darıveren’li „Kel Ağmadi“, çağırılır. Mahkemede ;« Ahmet ağa, bu
tarla ne kadar eder? « diye sorulur.
« Kel Ağmad »;
-„Vallaha da beşkuruş etmez.“ Der.
Tekrar sorar: Ahmet ağa, bu tarla sence ne eder?
« Ağmad ağa » bu iddasından vazgeçecek değil ya « Dönüp bakarsam
123
namerdim. Gavur parası ile beşkuruş etmez“ diyerek kestirip atar.
İyide mahkeme gavur parası ile hesap yapıp harç işletemez ya. Ona kesin
rakam verecek adamgerek. Bilirkişiyi değiştirir. Değiştirilen „Bilirkişi „gelir.
Mahkemede onada sorar hakim; „Bu tarla kaç lira eder?“
Yeni bilirkişi, „Tarla olsa ne olcek? Kağıttan beş kuruş etmez. Kavga etmeye de
değmez. » diye diker atar.
Bakar Hakim, bilirkişilerden hayır yok. Elle tutulur bir rakam vermiyorlar. Onlar
adına ortalama bir bedel yazarak, mahkeme harcını işletir.
BU ADAM ELİNİZDEKİ TÜM TARLALARI ALIR
Salih Yarbay tarlaları dava etmesi bir anlamda diğer mirasçılara yarar. Bundan
en fazla enişte Kasap Süleyman istifade eder. Kız kardeşi ***Zehra’nın kocası da
daha önce Mehmet Emin Yarbay’a mirasdan paylarını satar. Parasını alır. Tarlayı
yIllarca Mehmet Emin Yarbay sürer. Fakat Kasap Süleyman sattığı tarlanın parasını
yeniden ister.
„Ya tarlam, ya para“ der.
Mehmet Emin, daha önceden “ödedim” diyerek istenen ek parayı vermeye
yanaşmaz. Kasap Süleyman , mahkemede de ister. Salih Yarbay, sinirli, gürültücü.
Enişte Kasap Süleyman kızgındır. “Görürsün senden söke söke alacağız. Hele bir
verme tarlalarıda gör“ edasındadır. Mehmet Emin Yarbay’ın sakin tavrına bakan
hakim „Bıraksanız bu adam elinizdeki tarlanın hepsini alır“ demekten kendini alamaz.
Bir başka davada da hakim Yarbaylar ile Pekerlerden bıktım der.
YUMRUK İŞE, YARAR
Enişte Kasap Süleyman, köyün en belalı adamıdır. Efesidir. Daha önce sattığı
ve Mehmet Emin Yarbay’ın elinde satış senedi bulunan tarlayı, gider sürer. Mehmet
Emin Yarbay, zorla sürülen tarlası için dava açar. Acıpayam Adliyesi’nden bir bayan
hakim keşif için gelir. Durumu yerinde görür. Tarlayı süren bellidir. Mehmet Emin’in
elinde senet vardır. Bilirkişilerden birisi Hüseyin Çapacı.
O arada Kasap Süleyman, hakimin yanında kayınbiraderi Mehmet Emin
Yarbay’a
söver Mehmet Emin Yarbay, susar. Herşey Kasap Süleyman’ın
aleyhinedir.
Durumu yerinde görerek; şahitleri, bilirkişileri dinleyip ve diğer delilleri inceleyen
Acıpayam’ın Bayan Hakimi yasa ve vicdani kanaatine göre „Türk milleti adına“ kararı
verir. “Tarla Mehmet Emin Yarbay’ın. Kasap Süleyma’nın tarlaya el koyması yasal
değil.”
Kasap Süleyman, bakar ki mahkemeden de kendileri için iyi bir sonuç
çıkmayacak işi şiddete vardırır. Köyde bir tartışma anında Kasap Süleyman,
kayınbiraderi Hacı Mehmet Emin’e bir kaç yumruk atar. Sonuçta Kasap Süleyman
istediğini Mehmet Emin’den kopararak, yeniden para alır. Tarla Mehmet Emin’de
kalır.
Kasap Suleyman Mehmet Emin Yarbay’ın kardeşi ***Zühre, üzerine Şerife isimli
bir bayan alır. Şerife maddi ve manavi yönden iyi bir hanımdır. Kasap Süleyman
Şerife’yi de tarlasını satması için sürekli döver.
Kasap Süleyman -Mehmet Emin Yarbay ilişkisi konusunda Emin Acar, şöyle
124
diyecektir:
“Zühre*** teyzem sağ idi. Süleyman dayı, Emin dayıma bıçak çekti. Refik’n kayın
babası Kasap Süleyman, köyde olduğu için tarlalarına sahip çıktı.
ZEHRA, KIM ? ÜMMÜ, ADIM ZÜHRE“
Bitmez tükenmez miras davasına erkek kardeşler, kızları da dahil etmiştir. Kızlar
hem mirasçı hem şahitlerdir. Zehrayı, Kasap Süleyman, yeni tarla gelecek diye
uçurarak getirir mahkemeye. Ümmü gönülsüzdür. Fatma ordadır..
Köke Köyünden gelen Fatma ve Ümmü ile Darıveren’deki Zehra, uzun
zamandır görüşemediklerinden bir araya gelmenin keyfini çıkarır. Tam sohbete
dalmışken mübaşir bağırır:“Zehra...” Oralı olmaz kimse. Mübaşir, aradığını
bulamamanın verdiği hisle daha yüksek sesle bağırır: “Zehraaaaaaaa” Kimse yok.
Burda diye harektelenmeler olur.
„Seni sesliyorlar..Haydi gelsene gız „ diyerek Salih Yarbay seğirtir. Mübaşir
yeniden bağırır. „Zeharaaaaa“
Kendilerine doğru yönelen Salih Yarbay’dan çağrılanın kardeşi olduğunu anlayan
Ümmü, „ Zühre gız, seni çağırıyorlar“
Zühre cevap verir, „ O başkasını ünlüyor, Ümmü aba, benim adım neden Zehra
oldu? Ben Zühre değil miyim?“
Onlarca yıl Darıveren’de „Zühre’ diye çağırılan insan, bir anda adliye koridorunda
„Zehra“ oluverir. Ve bir an isim şaşkınlığı yaşayan kardeş Zehra, kendini mahkeme
salonunda bulur.
Bulur bulunmasınada hakimin karşısına dikilince yaşlar unutulur. O der ben
Fatma abamdan şu kadar yaş küçüğüm, öbürü der ben Ümmü den .. yaş büyüğüm.
Beriki der Mehmet Emin ağbimden küçük, Salih’den büyüğüm.. Öyle değilmi Zühre?.
Dışarda millet duruşmaların kendilerine gelmesini bekleye dursunlar,
Sihapahioğullarının kızlarının yaş tespiti bile dakikalar sürer. Tıpkı davanın yıllar
alacağı gibi.
Mahkemeye gelgitler senelerce sürer. Zaman olur, kızlar bıkar geliş gidişlerden
„malında senin olsun“ der. Hacı Mehmet Emin Yarbay, „49 mahkemem vardı.
Hepsinden haklı çıktım“ diyerek gururlanır.
Yadigar -Akif Arslan çiftinin öğretmen emeklisi Kızı Lütfiye, bitmek tükenmez
mahkemelik dönemlerini hatırlarken; „Babam Acıpayam’da öğretmendi. Dedem
Mehmet Emin geliyor mahkeme..
Salih amcam geliyor mahkeme..
Mahkeme..mahkeme. Ben küçüğüm. O zamanki aklımla „Bu iki kardeş niye
mahkemelik oluyor diye düşünür, bir türlü aklım almazdı“ diyecektir.
SEN İDAMLIKSIN ARKADAŞ!
Şevketlerin Hacı Şevket’te mal davası için hep mahkemelerde olur. Hacı
Şevketlerin Şevket, harpten kaçar. Yıllar sonra duyar ki 1917’lillere maaş bağlıyorlar.
Hacı Şevket , çok zengin. Yine de, bende askere gitmiştim diyerek maaş almak için
gider. İlgililer deftere, kayıtlara bakarlar. Maaş isteyen, Şevket ağa askerlik
yapmamış, kaçmış.
125
Derler ki; “Sen idamlıksın. Hala yaşıyor musun?”
DİKİLEN AĞAÇLARI SÖKÜLÜR
Kardeşi Salih ağa ile Mehmet Emin Yarbay’ın tarlaları yanyana. Salih ağanın
tarla 5 dönüm ise onunkisi -satın almalarla -olmuş 20 dönüm. Küslük ve kin o
raddeye gelir ki, bir gün bağ testeresini alıp gider Salih ağa. 1985’de ***Gırgınrlı’daki
çam fidanlığına sabahın seherinde varır. Mehmet Emin’in diktiği ağaçları, çam
fidanlarını keser. Kimilerin de dipten söker. Mehmet Emin Yarbay, fidanlığa varır ki
hiçbir fidan kalmamış.
1987’de Fatma-Mehmet Emin Yarbay ikilisi Hac’dadır. Çayın kenarlarındaki iki
üç yıllık ağaçlardan 70 tanesini kesip, yere serer.
TÜFEKLE SALDIRI
Salih ağa hızını alamaz. Tüfeği kaptığı gibi soluğu Mehmet Emin ağanın evde
alır. Tüfeği dışarı saklar Mehmet Emin’in “Buyur “ diye açtığı salona dalar. Yıllar varki
Salih ağa, o eve uğramamıştır. Mehmet Emin, sezer bir terslik olduğunu. Kızgınlıktan
küplere binmiş olan Salih ağa, olanca hiddetiyle sorar; „Sen benden ne istiyosun ?”
Ancak, gayet sakin olan Mehmet Emin; “Ben senden bir şey istemiyorum.. Geç
bizim oğlan horaya -şuraya- otur” diyerek onun oturmasını, rahatlayarak konuşmasını
ister.
Bakarlar, iş ciddi. Hoş, Mehmet Emin ağa’nında babadan kalma çift kırma silahı
hep duvarda asılı durur. Fakat evini basmaya gelen Salih ağa için kullanmaya
niyetleri yoktur.
Fatma Ana fırlar karı, koca bir olup Salih ağayı yere yatırırlar. Evin “ayazlık”
denen yere çıkan Fatma Ana,”Yetişin komşular. Salih bizi öldüreceeeeek “ diye
bağırır.
Gerçektende, Salih silahlı gelmiş salona girerken silahı dışarıda bırakmıştır.
Fatma Ana görür silahı, onu da alır.
Yetişip gelen komşular olaya şahit olurlar. Olayın şahidi Saffet Hoca ; «Hacı
Fatma yenge, evinin ayazlığına çıkmış, yetişin diye avazı çıktığı kadar bağırıyor.
Vural Gürel ile gittik. Tüfeği, Hacı yengem almış. Jandarmaya haber verdik.
Jandarma geldi. Bunlar ağbi, kardeş diye orada da barıştırdık.“
Bağırış çağrışlara anlam veremeyerek koşup gelen komşu Hızarcı Hüseyin Kayık
ise, gelirki mahkemelerde devam eden kardeşler kavgası eve taşınmış.Yeni bir
mahkeme yolu göründü, silaha şahit olmayayım diye, tüfeğe bakmaz. Kardeşleri sulh
etmemin yollarını arar.
KÖYÜN İMAMI DEVREDE
Mahkeme mahkeme dolaşan Hacı Mehmet Emin Yarbay, işi başka bir metotla
çözmeye çalışır. Köyün İmamını devreye sokarak. Satın aldığı tarlalar, tapu olmadığı
için köy senedi ile alınmıştır.
Darıveren’de 18 yıl İmamlık yapan Molla Ömer’in Torunu Mehmet Ertan’da köy
imamı olarak mahkemede bulunur. Hacı Mehmet Emin Yarbay, mahkemeye
bunlarıda diker. Bir defasında Mehmet Ertan yukarıda anlattığımız hakimin
126
„Bıraksanız bu adam elinizdeki tarlanın hepsini alır“ sözlerine şahit olur. Söylerler
senetlerin doğru tanzim edildiğini. Ancak bunlar davayı hemen sonuçlandırmaz,
mirasçıları tatmin etmez.
Mehmet Emin Yarbay’a,“ Sen iyisin, senin tarlan çok biraz versen de bu davalar
son bulsa“ diye kendisini ikna ederler. Ve kendi rızası ile biraz fazla vermesi
konusunda senet yaparlar. Hakime o senetle çıkar Mehmet Emin Yarbay. Çünkü
Mehmet Emin Yarbay, her zaman 10 tane dal tutar, biri kırılırsa, öbürünü tutar.
Kayıtları çok iyi tutarak, oğluna, torununa ihtiyacı olmaz. Kendi işini kendi halleder ve
tüm davaları kendi lehine sonuçlanacak şekilde bitirir.
ÜMMÜ YENGE HASTA
Salih ile Mehmet Emin birbirlerine küstür ama eşler Ümmü ile Fatma birbirlerine
gider gelirler.
Yıl 1997 iki kardeş küs. Ancak duyuluyor ki Salih ağanın hanımı „Ümmü“ çok
hasta.. Ümmü, Mehmet Emin’in hem yengesi hem de dayısı kızıdır. Bir türlü
gidemiyorlar. Gidecek, ya Salih?. Ters bir şey olursa. Komşularına rica ediyor.
Birlikte gidelim. Komşu ile Mehmet Emin, hanımı Fatma Ana, birlikte Salih Ağanın
eve hasta ziyaretine giderler. Salih ağa “Hoş geldin” demez ziyaretçilere. Barış
sağlansın iki kardeş arasında. Fatma Ana, kaynına sorar:
“Hoşgeldin demedin, neden? O’da „Hasta bakmak zordur“ diyerek sıkıntıdan
aklına gelmediğini anlatmak ister.
Fakat onların yanında komşu Emine hanıma da „ Sen bunları neden getirdin“
diyerek çıkışmadanda edemez.
Hastalığı artınca Ümmü hanımı İzmir’e götürürler. İzmir dönüşü bir gün sonra
vefaat eder. “Zalim erkeğin alim karısı olur“ derler Ümmü hanım işte öyledir. Ümmü
hanımın hastalığı ilerleyince, Salih ağa; “Alın kızlarının yanına götürün” demiş. Ancak
şimdi hergün “Ümmü rüyası” görüyor..
VE BARIŞ
Salih amca ile Mehmet Emin Yarbay arasındaki bir meseleyi çözmek üzere
Acıpayam Kaymakamı köye gelir. Köyde keşif yaparlar ve bir karara varırlar.
O günün Kaymakamlık Özel Kalem müdürü Baki Bıyıklı’da oradadır; “1982 idi.
Keşfe gittik. Biri uysal ve çok sessiz. Mehmet Emin, benden ne istiyorsa vereyim. O
şekilde yapayım dedi” şeklinde köye keşfe gittiklerini anlatan Baki bey, Kaymakam
onları barıştırdı, diyor.
Aynı şeyi, “Kaymakam barıştırdı” diye Beyhan Arslan’da söylüyor. Fakat zorla
yapılan her barış kısa sürüyor, belki diller barışıyo ama gönüller barışmıyor.
127
KÜREKLE SALDIR, BİRLİKTE YEMEK
Mahkemeye düşmedende zaman zaman tatsızlıklar olur ikili arasında. Mehmet
Emin-Salih Yarbay ikilisinin tarlaları yan yana. Tarlalar aynı anda işlerin hasat, nadas
dönemlerinde.***
Salih ağa kızmıştır yine. Küplere biner. Çeker küreği, orağı. Saldırır Mehmet
Emin’e, ağbeyine. Mehmet Emin sakindir. Araya girer çocuklar. Barıştırır, bu defa
oturur birlikte yemek yerler.
Günlerden 4 Mart 2001 günüdür. Kurban bayramı arefesi.. Ersönmez Yarbay,
Darıeren’de dir. Babası Mehmet Emin Yarbay ile birlikte öğle namazına “Cami
çıkışında Ersönmez amcası Salih’in elini öperek hatırını soracaktır. Zaten amca,
yeğen arasında kötü bir durum olmamıştır ki.
Ne Salih’in çocukları, “Goca bubabalı” Mehmet Emin amcaları ile küstür. Ne de
Mehmet Emin’in çocukları Salih amcaları ile. Yalnız bazen ikisinin kırılmasından
128
çekinerek mesafeli davrandıkları olmuştur.
Yeğen, amca buluşunca ..Ağabey, kardeş de konuşurlar, merakla izleyen
cemaatin bakışları önünde.
Adettir; arefe günü mezarlık ziyareti. Ve camiden çıkanların yönü mezarlık
olacaktır. Mezarlığa gitmek üzere Ersönmez’in arabasına birlikte binerler önce eski
mezarlığa giderler, babalarının ve daha eskilerin. Mehmet Emin Yarbay’ın ilk eşi
Lütfiye’nin mezarı buradadır. Birlikte ziyaret ederler. Sonra iki kardeş Analarının
mezarına “Yeni Mezarlığa” geçerler birlikte aynı araba ile.
Zira 16.01.1966 da vefat eden Hatice Ana, Köyün Hatça Ninesi, yeğenlerin “Goca
Ninesi” henüz yeni açılan bu mezarlığın giriş kapısının sağ tarafına defnedilmiştir. İki
kardeş, analarının huzurundadır. Birlikte dua ederler. O gün, Mehmet Emin ve Salih
amcayı birlikte görenler; “Keşke daha önce böyle olsaydınız” diye hayıflanmaktan
kendilerini alamazlar. İki kardeşin 1974 de başlayan küslükleri yıllarca sürer. 27 yıl
dile kolay.
Barış ancak 4 Mart 2001 tarihinde, Kurban bayramı arifesinde gerçekleşecektir.
EV YIKILIR
***Salih Yarbay’ın evinin duvarında ki tas levha Refik’in astsubay damadının
dikkatini çeker. Damat kayınpederi Refik Yarbay’a taşdaki « Sipahioğlu Mehmet
Emin » yazısını okur. Refik Yarbay; «Aman Ersönmez. Eğer babam böyle yazdığını
duyarsa evi tümden söker soylemeyin der »
Memeler obasında ki evlerinin yanında Hacı Mısırlı Mehmet’in odası vardır. Refik
Yarbay Denizli’den dönünce kendi evi yapılıncaya kadar bu odada oturmuştur. Ancak
Hacı Mısırlının odasında Salih Yarbay’ın „Sarayının“ alnına çakılmış duran taş
benzeri bir taş vardır. Aynı yapıda, aynı cinsten bir kirli beyaz taş Refik Yarbay, oda
sökülünce o taşı da muhafaza etmiş, saklamıştır. Tasta arapça harlerle yazılı bir
metin vardır ama bu metni okuyacak kimse yoktur.
BELA GELDİ GİTTİ, İYİLİK GELMİŞ GİTTİ
Mehmet Emin Yarbay’ın yeğini Refik, babası Salih Yarbay ile amcası Mehmet
Yarbay ilişkisini ve karakter farkını şöyle anlatıyor:
„Eskiden de bazen çit sürerken ikisi düvüşürdü. Ancak mahkemeye düşünce
iyice küstüler. Hacı Emin, çok sakindi. Babam (Salih) çok kinli. Babam bağırıyor.
Herşeyi kaybediyordu. O kaybetmiyordu. Amcama sövsen kızmazdı. Hanımı Lütfiye
öldü. Evlendi. Oğlu Bekir öldü. Kızı Lütfiye öldü. Bunlara hep dayandı. Başına ne
geldi ise dayandı. Tüm dertler vız gelirdi. Öyle olcek. Tamam der bitti. Fatma Yengem
ağlarken o, sakindir. Ve ‘Senin kızın ise benimde kızım.Yat uyu. Bela gelmiş, gitti.
İyilik geldi, gitti’ der rahat uyurdu.
Kendisini kızdırarana kızmaz. Fakat unutmazdı. Fırsatını bulunca kendi elini
yakmayacak şekilde hallederdi. Babam (Salih Yarbay) söver sayar, kendi
kaybederdi.“
AH DAMAT AH ...KIZIMIN CANINI AL“
Mehmet Emin’in Fatma hanım’dan olan 1955 doğumlu kızı Lütfiye evlidir. Ve
129
sülalede doğan ilk kız çocuğu olduğu için üç yıl önce vefaat eden ilk eşi Lütfiye’nin
ismi verilir. Fazla okumaya meraklı olmayan hatta bu konuda kabiliyeti görülmeyen
Lütfiye, 5. sınıftan sonra okumaz ve evlendirilir.
Bir akşam üzeri Lütfiye, ovadan çalışmış evini dönüyor. Anası Fatma hanım
kızına, « Gel.. Akşam yemeğini bizde birlikte yer, sonra gidersin“ diye eve çağırıyor.
Lütfiye, anasının davetini kabul ederek, yemeğe kalıyor. Ancak vakit geçiyor, ortalık
kararıyor. Karşı taraftan ne arayan ne soran var. Ya ovada kalsa?
Hasta olabilir. Uyuyyabilir. İşi uzayabilir. İnsan hiç mi merak edip bakmaz. Oysa
daha yeni evlidir. „Gece oldu, bu adam, hiç mi merak etmiyor?.. Bu adam, adam
olmaz” diye sinirlenen Mehmet Emin Yarbay, kızı Lütfiye’yi o gece evine göndermez.
Lütfiye, ana evindi kalır. Sabah merakla arayan soran beklenir. Kimse gelip
gitmez. Lütfiye nerde kaldı diye sormazlar bile.Ancak ertesi gün damat Ali, anası
Hacı Asiye ve babası Halil, birlikte gelirler. Lütfiye’ye “Niçin gelmedin?” diye sorarlar.
Bu arada Mehmet Emin Yarbay, “Sen arayıp sorma. Böyle adam mı olur?” diye
çok kızar. Fakat damadı Ali’de kayınpederine sert çıkar.
Mehmet Emin Yarbay, “Kızı sana vermeyeceğim. Git artık. Evimden defol“
diyerek damadı evden kovar. Yukarıda kavga olurken, Lütfiye, aşağı inip merdiven
altına saklanır. Ana, babası evde zannediyorlar.
Ve damat Ali, annesi babası ile giderken Lütfiye’de birlikte gidiyor. Onlar gidince
akılları başlarına gelen Mehmet Emin - FatmaYarbay eve, dama, samanlığa,
bahçeye bakarak Lütfiye arıyorlar. Ancak tüm aramalara rağmen Lütfiye yok. Lütfiye,
damat Ali ile iyi geçindiği ve babam vermeyecek diye korktuğundan kocası ile çoktan
gitmiştir. Bu arada Mehmet Emin Yarbay, “Sen kıza sahip çıkmadın” diye, eşi Fatma
hanıma kızar. Hatta döver.
Kendisinin tutumu aksine hereket ederek, kocasının peşine düşüp gitti diye
Lütfiye‘ye küser. ”Onu artık eve almayacaksınız” diye tenbih eder.
Babası çarşıya pazara gidince gelir, ana evine. Baban geliyor diye söylerler.
Kalkar gider Lütfiye.
Bu tür ilişki tam iki yıl sürer. Sonunda Ersönmez, barıştırır.Lütfiye ile babasını.
Mehmet Emin Yarbay, 100 yıllık hayatı boyunca ne acılar görmüş, ne sıkıntılara
katlanmıştır. Bir baba olarak "evladının acısını tatmak zor iştir”.
İlk eşinin ismini verdiği kızı Lütfiye, evlenme yaşına geldiğinde Darıveren’de HalilAsiye çiftinin Ali ismindeki oğlu ile evlendirilir. Fakat bir süre sonra Ali’nin hareketleri
Mehmet Emin Yarbay’ın hoşuna gitmez.
Ali’nin kız kardeşini bir delikanlı kaçırıyor. Ali, bu kaçma işine ses çıkarmıyor,
perde arkasından seyrediyor. Bu durumu duyan Mehmet Emin Yarbay, damadı Ali
için ; « Bu çocuk kızımın namusunu koruyamaz. » der.
Damadı Ali’nin kızının namusunu koruyamayacağını düşünen kayınpeder, kızı
içinde « Allah’ım, kızımın canını alda kurtulsun » diye yalvarır.
Gün olur Lütfiye hastalanır. Tedavi için Acıpayam, Denizli, Ankara ve İzmir’de
doktorlara götürülür. Hastanelerde gezdirilir. Çare yoktur. Hastanelerde ilgisini
esirgemeyen Emin Acar, “ Kızı Lütfiye böbrek hastası idi. Üre çok yüksekmiş.
Denizli’de doktor iki aylık ömrü var dedi. Ankaraya götürüldü. Orda da üre yüksek
çıkmış” diyerek Lütfüye’nin hastalığı konusunda bilgi veriyor.
Doktorlar “Böbrekleri iflas etmiş. Yapacak bir şey yok. Evinize götürün” derler. Ve
Lütfiye 27 yaşında genç bir hanımken 1982’ de “üreden” vefaat eder. Geride Gönül,
Sevim. Filiz isimli üç kız bırakarak.
130
Mehmet Emin Yarbay’ın ağladığını hiç görmeyenler Lütfiye’nin ölümü üzerine
gözünde üç dört damla yaş görürürler. Fatma ana, “Babanın duası geçer..Lütfiye için
Allahım kızımın canını al dedi. Lütfiye öldü.’
Nuri içinde; „Dünya kadar malın olsun, ağzında tadın olmasın“ derdi. Nuri’de öyle
oldu” diyerek baba bedduası almamaları konusunda çocuklarını ikaz eder.
MEZARLIKLAR DOLU OLURDU
Zaman zaman köylülerle de dargınlığı olmuş, kimileri ona çok kızmıştır.
Gok Murat gün olur, Mehmet Emin’e kızar. Ve köyün içinde sağda solda ben
Mehmet Emin ’yi öldüreceğim der. Bu sözler Mehmet Emin’in kulağına gider.
„Aman dikkat et, Gok Murat bu. Ne yapacağı belli olmaz” diye ikaz ederler.
Her zamanki soğukkanlığını koruyan Mehmet Emin; “Tüm Mehmet Emin’i
öldüreceğim diyenler, beni öldürselerdi. Mezarlıklar dolardı” diyerek cevap verir.
CAMİ İÇİN YUMRUK
Hep tarla için dövüşülmez ya. Zaman zaman cami cemaati arasında da kavgalar
çıkar. Yok pecereyi oraya takmayalım. Yok imam, şöyle okudu…
Birgün cami ile ilgili bir tartışma çıkar cemaat arasında. Ve Mehmet Emin,
Emirlerin Hasan’ın görüşü tarafında yer almaz, o karşı görüştedir. Sinirlenen
Emirlerin Hasan, Mehmet Emin Yarbay’a yumruğu vurur.
BAŞKASINA ÇALIŞMA
Mehmet Emin Yarbay, hep kendi işini yapmış, başkasında çalışmamış,
başkalarını çalıştırmıştır. Hep “Siz işçi olmayın. Patron olun. Elin işini işlersen adam
olmazsın. Kendi işini yap. Kendi işini büyüt” diye öğütler.
Dudu hanım; “Babam memurluğu çok severdi. O zaman için memurluk kıymetli
idi” derken Nuri Algan şu eklemelerde bulunuyor;
“Kırsal kesimde okuyup, kendi işini yaparak varacağı yer belli olduğu için; illa
memur derler. Çiftçi, 200-300 dönüm ekip biçse bile ekonomik güç oluşturamıyor.
Ama şehir esnafı için öyle değil. Okuyun, fakat kendi işinizi devam ettirin diyorlar”
Esnaflığı bırakıp çiftçilik yaptığı dönemde artık „Pancar, tütün” gibi ağır işleri
yapmaz, arpa, mısır, buğday, nohut, anason gibi kuru mahsulleri eker. Daha önceleri
havuçta ekmiştir.
Tarlası çok olduğu ve dolayısıyla ekim işide çok olunca hasat zamanı, çalışacak
insan, “yevmiyeci” tutup, işleri onlara gördürür. Kendisi de başında çalışır.
ÇALIŞIR HAKKINI VERİR
Fiili çiftçilik yapmayıp, tarlaları ortağa verdiği dönemde hatta ömrünün son
demlerine, eşeği satana kadar Cuma günü dahil her sabah kalkar, eşeğine biner
ovaya, en çok da „iğdeli bük“ denen yere gider. Çalıştığı zamanda işinin hakkını verir.
Dünürünün oğlu Mehmet Çapacı, ile nohut sulamaya giderler. İsterseniz Mehmet
Emin amcanın nasıl çalıştığını Mehmet Çapacı’dan dinleyelim:
« Taşlı yerdeki tarlada ekili nohudu birlikte suladık. Fakat hava çok sıcak, 40
131
derece sıcaklık var. Tarlayı bitirdik, artık biran önce bırakıp gitmemiz gerek. Hayır.
Tarlanın kesekleri üzerinde biten nohutları da sulamak için sabırla bekledi. Oysa
keseklerin çevresine su gelmiş sadece üst kısımlara çıkmamıştı. Nadası başkasına
yaptırdığı için tarla kesekli olurdu. Suların keseklerin üstündeki nohutlara ulaşması
için adeta savaş verdi. Ve tüm nohutları suladı. Ondan sonra gönül rahatlığı ile
tarladan ayrıldı. Hasatda yere bir tane dene düşse onu almaya çalışırdı. Harmanda
da çok dikkatli idi. İsraf etmemeye çok dikkat ederdi. Kendisi titizdi ancak, Kavga
etmezdi.
NURI ALGAN BEN PES ETTİM O ETMEDİ
1978 Ekim sezonunda Mehmet Emin Yarbay’ın bazı tarlalarına damadı Nuri
Algan, kendi hesabına anason eker. Birlikte anason sularlar. Çok zaman geçer. Hem
usanırlar, hem yorulurlar. İsterseniz o sıralar 69-70 yaşlarındaki ihtiyar delikanlı olan
Mehmet Emin Yarbay’ın tavrını damat Nuri Algan’dan dinleyelim:
“Anoson sularken ben pes ettim. Artık kalanı kalsın dedim, o pes etmedi.
Sabahtan akşama kadar ayakta kaldı. En son fidanı bile kürekle suladı. Tezek ve
keseklerin üzerinde olanları bile sabırla bekleyip suladı.
Haşhaş ekmiştim. Benimle birlikte sabaha kadar kalarak onu da suladı. O sulama
işi, herkesin tahammül edebileceği bir iş değildir. Fakat o tahammül ederek suladı.
Eğer kalırsa. su başkasına geçecek. Ve kalan yerler kuruya bilir onun için hiçbirini
bırakmadan tamamını suladı.
ISRAFI SEVMEZDİ
Mehmet anlatıyor: „Ovadan geç geliriz. Yemek yiyeceğiz. Yemeğimiz pekmez ve
yoğurt.
Kızlar kavga eder. Pekmez ve yoğurdu dökerler. Hacı dayı Kızlara; „Yazık değil
mi“ diye kızmıştı.Kimseye yük olmazdı. Okuyanla çok ilgilenirdi. Ersönmez’in ev
Ankara Ayrancı’da idi. O zamanlar Sincan çok uzak sayılıyor. Bizim eve, Sincan’a
gelince Hacı Hüseyin’e bir kızayım. Çocuğu atmışlar Ankara’nın dışına“ dedi. O sıra
hasta olduğu için Ankara’ya geldi dediler..
Bende adam 100 yaşında dahamı hasta olmayacak dedim. Ersönmez oğlu; „Yok
yüz değil 90 yaşında dedi.“
HER AKŞAM TV’YE DÜNÜRÜNE GELİR
Televizyon yayını, 1974 yılında Darıveren’e de merhaba der. Ve Davutların
Kahvesi’nde heyecanla 1974 Kıbrıs Barış Harekatı haberleri izlenir. O günleri
anlatan, (Deli Süleynan’ın) Muhtar Mehmet Bağlan; “Ovada idik. Gelip Kıbrıs
Çıkarmasını Davutlar’ın Hacı Kör’ün Kahve’de izledik” diyerek ilk televizyonun kimde
olduğunu belirtiyor.
Dünürü Hüseyin Çapacı ile iyi anlaşırlar. Kendinde televizyon yok iken her akşam
dünürü Hüseyin’e gider. Fakat Hacı Fatma Anne ile Hacı Mehmet Emin varken her
zaman televizyon açılmaz. Sadece haber saatlerinde açılır ve kapanır. Sohbetlerde
ekim, dikim işleri konuşulur.
Yatsı namazına birlikte camiye gidilir. Hanımlar evde muhabbet eder. Yatsı
132
namazı dönüşü fazla kalınmaz; evlerine giderler.
SOKAK OLAYLARI MEHMET EMİN YARBAY’IN TELEVİZYONU
„Radyoyu Denizli’de aldık. Televizyonu köyde aldık. Çocuklar üniversite okuyor“
diyerek televizyon alışlarının gerekesini açıklıyor Fatma (Yarbay) Ana.
Nasıl almasınlar ki, hergün üniversitede olaylar oluyor. Filinta gibi gençlerin
öldürülüşleri anlatılıyor. Belki çocuklarımızdan haber alırız diye televizyonu baş
köşeye konduruyorlar.
Hacı Mehmet Emin ve ailesi 12 Eylül yönetimi sayesinde 'örgüt üyesi olmak' tan
aranan, “devlete karşı gelen, devlet adamı” konumuna düşen Ersönmez için kaç kez
'Evde yok' demiş, oğlunun “Filistin askısında işkence görmemesi için “yerini
bilmediğini,
görmediğini”
söylemiştir.
Kendilerine geçici 15. madde ile dokunulmazlık zırhı sağlayan darbeciler,
Darbeciler, adı geçici ama kendi kalıcı olan bir maddeyle hâlâ korunurken Mehmet
Emin Yarbay’ı derinden üzen Ersönmez’in evliliğine olmuş, çocukları sıkıntı çeker.
Çünkü Ersönmez, Kaymakamlık’tan ayrılmak zorunda kalır. 12 Eylül rejiminin
oluşturduğu olağanüstü mahkemelerce “Örgüte üyelikten” yargılanmak üzere
arandığı zaman diliminde geçimini “Bal ticareti” ile sağlar. Eşinin ailesi ise, “ Biz
kızımızı Bal tüccarına değil, Kaymakama vermiştik” derler. Bu evlilik yürümediği için
oğul Ersönmez, iki çocuk olmasına rağmen birinci eşinden ayrılmak zorunda kalır.
Böylece Mehmet Emin Yarbay’ın yakından yaşadığı ve üzüldüğü çocuklarının
sorunlu evlilik kervanına Ersönmez’de dahil olur.
GÜÇLÜ SU ve KÜLLÜ SU
Temizlik için bilinen temizlik maddeleri yanında yakın zamana kadar Darıveren’de
“Küllü Su” kullanılırdı. Suya Meşe külü katılır, kaynatılır, kaynatılan suda kül dibe
çöker suyu ile insanlar banyo yapar veya çamaşır yıkardı. Küllü su ile yıkanan
insanın saçları ipek gibi olur. İnsanların eli yüzü kıpkırmızı.
Küllü suyun haricindeki temizlikte kullanılan normal suya ise “Yoz su” denirdi.
Küllü suya ise „Güçlü Su“ adı verilirdi.
Çamaşır, yassı taşlar üzerine konarak tokaç ile döverek yıkanırdı. Meşe külü
önemli olduğu için Darıveren’de kül atılmaz, bir kapta saklanır. İhtiyacı olan
komşudan ister, karşılıksız alınır.
TÜFEK ve KAZA
Mehmet Enin’in geceleri evinin kapısı açık olarak durması mümkün değildir.
Köyde birçok ailede kapılar 24 saat açık olduğu halde onun kapısı hep kilitlidir.
Özellikle avlu kapısını dışardan gelen açmasın diye arkadan bir dayakla kapatır.
Merdiven başı ve yukarı evin giriş kapısı mandalla kilitlenir.
Avlu duvarı bir akrabasının dediği gibi „Kale duvarı gibi“ en azından birinci kata
kadar ne olduğu görülmeyecek şekilde yüksektir.
Ayrıca babadan kalma Fransız dolması çifte tüfek hep dolu durur. 1970’lere
kadar dolu çifte hep duvarda asılıdır. Sonra kendi yattığı odada duvara dayalı
133
bekletilir. „Evde silah şart. Bulunması gerekir. Bizi zengin sanarlarda eve hırsızlar
girer“ der.
14 Haziran 2002’de Ersönmez Yarbay’ın eşi ve kızı Darıveren’e giderler. Evde
temizlik yapılırken Ersönmez’in torunu, Neslihan’ın oğlu Ömer, her zaman duvarda
dolu olarak dayalı duran tüfeği alır, oynar. Tüfeği dolaştırırken düşürüp patlatır. Yan
odada temizlik yaptıkları için aslında kurtulan Fatma Ana, gelini Zehra ve torun
Neslihan hanımlar patlayan tüfeğin sesine koşup gelirler ki tüfgeğin saçmaları
yerdeki halı ve altındaki hasırı ikiye ayırmış, Ömer’in yüzünde barut izleri oluşmuş.
SON DÖNEM
BANA NE OLDU?
Cebinde aspirini eksik olmayan, « Kan durultur » diyerek çiğneyen Hacı Mehmet
Emin, 1975 yıllarında her zaman olduğu gibi tarlaya gider. Biraz çalışır. Başı dönüp
düşer. Kendinden geçip orada uzun bir zaman yatıp kalır. Sonra “Ne yatıyorum“ diye
kalkar. Eşeğine binip eve gelir. Bir daha bir sıkıntı yaşamaz. Yaşadığı olayında ne
olduğunu bilmez bile.
1997’de „halsizlik“ halinden şikayet eder. Denizli’ye kızı Dudu ve Damadı
Nuri’nin yanına gider. Baba Mehmet Emin’i alıp Devlet hastanesinde Dahiliye
doktoruna gösterirler. Şikayeti dinleyen doktor, göğüs hastalıkları bölümene yollar. Ali
Zahit Bolayır isimli doktor, muayene eder. Doktor, „Hiç kalp krizi geçirip geçirmediğini
sorar.“ Mehmet Emin ağa düşünürken „sende kalp proplemi var „ diyen Doktor Ali
Zahit Bolayır, Hacı Mehmet Emin’e kalp krizi geçirdiği yönünde teşhis koyar.
Kalp yetmezliği vardır. 1975’de tarlaya düştüğü günden beri
kalp riski
sözkonusudur. „Üç dört ay ömrü kalmış.
DİLİM KOPSADA HASTAYIM DEMESEYDİM
Mehmet Emin Yarbay’ın durumunun kritik olduğunu öğrenen kızı Dudu ve
damadı Nuri, durumu o dönemde Refah-Fazilet Partisi Milletvekili olan oğlu
Ersönmez Yarbay’a bildirirler.
1997 de kalp muayenesi için kızı Dudu ile Ankara’ya Ersönmezlere gelirler.
Bayındır Hastanesinde iyice bir „cek-up“ dan geçer. Tahliller sonucu,teşhis aynıdır.
Hacı Mehmet Emin’in sağlığı için kuşak kullanır.
Bayındır Hastanesindeki Doktor, muayene etmek için „Soyun amca deyince
başlar kuşağı çözmeye. Mehmet Emin amca için büyük meşakkattir, doktor önünde
soyunup giyinmek“ Sıkılır. Teşhisin doğruluğunu teyit etmek için başka doktorlara da
muayene ettirilir. Muayene ve tetkiklerden çok sıkılan Mehmet Emin, „Keşke Buraya
gelen ayaklarım kırılsa, dillerim kopsa idi de hastayım demese idim. Başıma bu işleri
açmasaydım“ der.
Ersönmez, Milletvekili iken, Ankara’ya tedavi amaçlı getirildiğinde OR-AN’daki
TBMM’nin lojmanlarında kalırlar. Ersönmez’in kızı torun Fatma, henüz küçüktür.
Dedesini camiye götürüp getirir. Ankara dönüşü ilâçlarını kullanır. Rahatlar.
Kontrol için Denizli’deki doktor Ali Zahit Bolayır’a gidilir. Doktor; „Durum iyi.
İlâçlarına ölene kadar devam et“ der.
134
Doktora , perhiz filan olacakmı diye sorar damat Nuri ve kızı Dudu. Doktor
Bolayır, „ Bu yaşta. Bu sağlıkta.şunu yap bunu yap diyemiyorum. O kendi reçetesini
uygulamış, yapmış. O kendi ihtiyacını ayarlayıp, biliyor“ der.
Yaz kış; Limonu, pekmezi yada pekmez şerbetini hiç eksik etmez. Devamlı kekik,
zeytin yağı, zeytin, süt, yoğurt yemeye bakar. Su yerine ayran ve pekmez şerbeti
içer.Yemeklere, çaya, sıcak suya limon sıkar. Günlük bir limon tüketir. “Karın
ağrısına iyi geliyor kanı durultuyor “ diyerek ayva yaprağını baharın toplar, kurutur,
kışın içer.
OĞULA: AT KUYRUĞU OLMA
KOCAYA: ÖLÜMSÜZ KÖY YOK
Fatma gelin, artık güngörmüş „Goca ana“ olmuştur. Onun sözü kanundur. Sürekli
siyaset peşinde koşturan Ersönmez Yarbay’a öğütler verir.
Fatma Ana; „Atın kuyruğu olma. Hayatın hep at kuyruğu olmakla geçti. Sen hiç at
olmadın. Kuyruk olup sinek kovaladın. At otladı. Beslendi.”
Mehmet Emin Yarbay, kıştan iyice korkar. Darıveren çok soğuk. Daha ılıman
yerlere Denizli’ye, Datça’ya gitsek diye düşünür. Bu nedenle Fatma Ana, 100 yaşına
merdiven dayamış MehmetEmin Yarbay’ada gönderme yapar. Ve derki; Baban
ölümsüz köy arıyor. 90 sene köyde yaşamış, havası suyu kötü olmamışda. Şimdi mi
kötüleşti. Ölümsüz köy bulemayacaksın. Ölümsüz köy yok.”
HEM BARIŞ HEM KAVGA ANLIK
21 Şubat 2002 günü bayram arefesi. Mehmet Emin ve kardeşi Salih yeni
mezarlıktan Ersönmez’in arabası ile eve dönerlerken kardeşine eve gidelim diye
davette bulunur.
Ancak Salih ağa sert bir şekilde; “Sus sen karışma” diyerek bağıırır. Çaresiz Salih
ağayı çarşıya bırakarak eve dönerler
22 Şubat 2002 Cuma namazını baba, oğullar Mehmet Emin-Ersönmez - Salih
Yarbay, evin hemen yakınındaki İkizler Camii’nde kılarlar. Cami çıkışı, komşuları,
çocukluk arkadaşları Mustafa Gürül’in davetini ret etmeyerek evine gidip kahve
içerler. O tarihlerde Mehmet Emin Yarbay gayet dinçtir.
BENİM PARTİ BURDA YOK
2002 seçimlerinde oğlu Ersönmez Yarbay AK partinin Ankara adayıdır. Seçim
günü sandığa gider, sırası gelipde oy kabinine girince, bir türlü çıkmaz. Hatta
kuyrukta oy kullanmak için sıra ekleyenler; “Hacı amca, öbür kapıdan çıkıp gitmiş
olmasın“ diye söylenip, şaka yaparlar. Mehmet Emin Yarbay’ın hanımı Fatma ana,
„O oy kullanacağı yeri bilememiştir. Yardım edin“ der. Hacı Mehmet Emin, elinde oy
pusulası ile kabinden çıkarak, sandık kuruluna „Benim oy kullanacağım parti yok.“
Sıkıntılı bir durum.
En iyisi oy pusulasındaki tüm partiler tek tek okunmalı, Hacı Amcada kendi
partisinin, yerini bulmalı. Öyle yaparlar. Hacı Amca oy kullanacağı AKP’nin yerini
135
öğrenmiş olur.
HAYATTA OLMAYANLAR VAR OLANLAR YOK
5 Aralik 2002 Ramazan Bayramı çok ziyaretçileri olur. Hayatta olmayanların yani
Lütfiye’nin ve Bekir’in çocukları, torunları koşar gelir. Fakat hayatta olan Yadigâr,
Nuri, Servet ve Cemal kendileri olmadığı gibi çocuklarıda yoktur telefonla bayramları
kutlanmıştır. Ersönmez ve Salih ile her bayram mutlaka Darıveren’de olurlar..
HATIRALAR CANLANIR
Hacı Mehmet Emin gençken arabaya binmeyi sevmezdi ,yürümeyi yada eşekle
gitmeyi severdi. İyice yaşlanınca arabaya binip, eskiden gezip gördükleri yerlere
götürülmekten hoşlanır.
6Aralık 2002 Ramazan Bayramı 2.günü. En küçük oğlu Salih Yarbay, arabasına
babasını alır. Önce kabiristanı ziyaret ederler. Sonra Aliveren köyüne giderler. Ancak
dağda buzlanma olduğu için yoldan dönerler. Bu yolculuk anında her geçilen yerde
arabayı durdurup, o yerle ilgili hatıralarını anlatır.
O KÖYLER BENİ TANIR
Vefatına beş, altı yıl kala „Ölünce Dedebağ, Aliveren, Kınıkyeri, Yazır, Dodurga,
Avşar ve Acıpayam’da, sela verilsin diye vasiyet eder. Tek gerekçesini açıklar, „O,
köyler beni tanır“
VASİYETLERİ
Vasiyetlerini mahalle camii imamı Osman Hocaya yazdırır. Komşuları Ramazan
Koç ve Halil Çetin Kaya’ya da şahit olarak imzalatır.
Ölünce Sela verilsin . Altım , üstüm yapılsın (Namaz ve Oruç borçlarım için
fakirlere para verilsin.)
Bütün köyün ve tanıdıkların davetli olduğu bir yemek verilsin. Eğriyer yerdeki tarla
satılıp bu işler için harcansın artan para olursa yol köprü gibi yerlere harcansın.Bu
vasiyetlerinin parasını ayırır. Hiç borcunun olmamasını ister.
Ölmeden önce düşünür.Birisine borclu kalır. Evin yakınında birisine arsa satar.
Adam arasını verir ancak gelip tapusunu almaz. Aradan 15-20 yıl geçer. Arsayı alan
sahiplenmez. Tapusu Hacı Mehmet Emin’de kalır.
Onun parasını ödemek ister, rahatsız olur. Oğlu Salih’e „Bu işi hallet“ der. Salih
gidip adama söyler, adam yaklaşmaz. Ancak yinede adamı yanına çağırtıp, o gün
aldığı parayı altına vurur. Helalleşmek için 800 milyon lira verdirir. Bütün vasiyeti
vasiyet ettiği tarlaya ihtiyaç kalmadan geride braktığı parası ile yerine getirilmiştir.
EŞEK SATTI DEDİRTMEM
Son 4-5 yıllık dönemlerine kadar her gün ovaya, tarlalarına gider gelir. Son
yıllarda en çok gitiği yer bahçesidir. İğdelerinbaşı denilen bahçeye her gün gider gelir.
Yine son yıllarında semerden düşüyorum diye semersiz eşşeğe binmeye başlar.
136
2000’li yılların başında eşeğini satar. Bir eşeği vardır. Artık iyice yaşlanmış, ovaya
gidemez ve eşeğe bakamaz hale gelmiştir. Komşulardan eşeğini almak için talipli
çıkar. Ve kendisine o gün için 20 milyon lira vermek isterler. Mehmet Emin amca,
„Ben yirmi milyona eşek satıp parasını aldı“ dedirtmem diye, eşeği isteyene hediye
eder iyi bakması şartı ile.
AZRAİL, MEHMET EMİN’E GİT
Mehmet Emin’den bir yaş küçük olan Abdurrahman Peker (Azraile diyorumki
benden yaşlı Mehmet Emin var benden önce oraya git) der Peker’in bu dileği
gerçekleşir ve Azrail Mehmet Emine gelir; ve halen Abdurrahman Peker köyün en
yaşlısıdır.
BANA AİT YER: ŞU KIL ÇUVALIN KAPLADIĞI ALAN
Son dönemlerinde Mehmet Emin, bir gün avlu kapısının önünde oturur altında bir
kıl çuval vardır. Komşu Şerife selam verir hal hatırdan sonra derki babamdan, 22
dönüm tarla düştü bana ben hep çalıştım tarla aldım, 300 dönüme çıkardım fakat
şuan hiçbirine gidemiyor, bakamıyor ve işleyemiyorum bana ait olan, faydası olan şu
üzerine oturduğum kıl çuvaldan başkası değildir.
KİM ÖNCE GİDERSE “HOYRAZ “ O’NUN
Son dönemlerde iki kardeş arası iyi olmuş, bayramlarda ve diğer zamanlarda
artık Salih Amca, ağabeysi Mehmet Emin Yarbay’ı ziyaret eder halini, hatırı sorar. Bu
durum oğullar ve torunlara da yansır. Herkes rahatça „Goca Buba“yı ziyaret eder.
Yeğen Refik Yarbay’ın hanımı Fatma Hanım, kız kardeşi Zehra’nın kızıdır. Yani
iki yeğen evli. O nedenle zaten „Goca buba“ ile irtibat hiç kesilmemiştir. Ve köyde
oğullar, yeğenler içinde en büyük Refik’dir. Son yıllarında ne işi olsa Refik yetişir.
Birgün Refik Yarbayı’ı çağırır. Mühim diyecekleri vardır « Goca bubanın ».
Refik gelir. „Bak oğlum… Ölürsem... Beni anamın hoyrazına gömün. Çocuklar
belki geç gelebilir. Bunu sana emanet ediyorum. »
Refik, meseleyi anlar. Refik, Goca bubaya, „Tamam ..Merak etme.“ der.
Fakat bir mesele vardır. Babası Salih’de aynı arzudadır. Ve herkese, „Ölürsem
anamın hoyrazına-poyrazına-kuzeyine - aynısını söylemektedir. Ne yapacak, Refik?
Bir yanda baba, bir yanda baba gibi sevdiği, değer verdiği Goca buba.. Babaanne
Hatça Nine’nin mezarının hoyrazı. Poyrazı, yani kuzeyinde tek kişilik yer var. Kimse
vasiyetinde para pul istemiyor, başka bir şey demiyor. Anasının kucağına yatmak
istercesine « Anamın hoyrazı » diyor.
« Hele bir yol bulunur. O gün gelsin » ilk ölenin vasiyeti yerine gelir diye içinden
geçirir.
İLLA NAMAZ... YİNE NAMAZ!
1987’de ikinci Hac’cını yaptıktan sonra her gece kalkar, bir günlük namaz kılar.
137
Sonra Kur’an okur. Önceleri namazı Fatma hanım kılar. Sonra Mehmet Emin
Yarbay’da alışır.
Kış günleri, iki katlı evin alt katına iner avludaki odunlardan getirir. Ancak soba
yakmasını bilmez. Fatma Nine yakar.
Her kimle konuşsak „Namaz, illa da namaz“ dediğini söylüyor..
Ölümünden iki ay önce kızı Dudu’nun Denizli’de ki evindedir. Dede Hacı Mehmet
Emin, torunu “Fatma’ya kızım. Benden nasihat istiyorsan namazını kıl. Gerisi boşa“
der.
5 GÜN 5 YIL
Mart ayında kalp için doktora götürüp getirirler. İlâçlar alırlar. Fazla rahatsızlığı
yoktur. 5 gün Denizli’de, kızı Dudu’da kalır. Fazla kalmak istemeyip Darıveren’e
dönmek ister. Bir daha da gitmez. Çünkü ; daha önce kaldığı o 5 gün Onun için 5 yıl
kadar uzun gelir.
Darıveren’e gelerek ilâçlarını içmeye devam eder. Fakat ilâçlara rağmen pek
fazla bir şey değişmez. Gece uyuyamama, sıkıntı ile kalkma. Gündüzde dışarıdan ev
içine girememe sıkıntısı yaşar. Rahatsızdır. Ancak sokaklarda gezer. Canı sıkılır,
içeri girmek istemez.
İLK DEFA „AYAZLIK“TAN VEDA
Bu rahatsızlığı nedeniyle gidip görmek ve bir süre babasına bakmak için 27
Mart 2007 akşamı Ankara’dan yola çıkan AK Parti Ankara Milletvekili Ersönmez
Yarbay, gece yarısı Darıveren’e ulaşır.
Ancak ana-baba ihtiyardır o saatte rahatsız etmemek için babasına değil,
kayınpederi Hüseyin Çapacı’da kalarak sabah babasının eve gitmek ister.
Ama birileri anasına, Ersönmez’in yolda olduğunu çoktan söylemiştir bile. Zaten
uyuyamayan baba Mehmet Emin’in uykusuz gecelerine ana Fatma hanım da ortak
olur. Sabahı zor eder.
Meraktan daha fazla bekleyemez sabah ezanı Ersönmez’i arar: “ Nerde kaldın?..
Merak içindeyiz. Zaten baban uyumuyor. Bende uyuyamadım“ diye.
Eve gittiğinde babası görüntü olarak iyidir, yatak da değil ayaktadır. Ancak
ilâçlara rağmen sıkıntı içindedir. Evde duramıyor, kendini dışarı atmak istiyor. Anne
Fatma Nine ise, başına bir hal gelse, bir yerini kırsan nasıl bakacağım diyerek gözü
önünde durmasını, dışarı çıkmasını istemez.
30 Mart 2007 Cuma günü birlikte Cuma Namazı’na giderler. 31 Mart 2007
Cumartesi günü Ersönmez, babasını sağlık ocağına götürmek ister. “Acaba, sıkıntısı
tansiyon yüksekliğinden mi kaynaklanıyor diye.“
Yağmurlu bir Mart gününde fazla yardım almadan Mehmet Emin amca
Ersönmez’in arabasına biner. Ersönmez, babasının oturduğu arka kapıyı kapatır. Her
hangi bir olumsuz durum yoktur. Fakat Mehmet Emin amcanın kendisini sağlama
almak üzere arabanın ön kapısı kenarından tutan babasını elini fark edemeyen
Ersönmez, arabanın ön kapısını kapıtınca parmakları kapıya kısılır. Fark eder ancak
çok geçtir. Mehmet Emin amcanın daha önceden sakat olan parmağı biraz
kanamıştır.
Sıkıntılı olan Mehmet Emin amcanın parmağını kanattığı için Ersönmez, büyük
138
acı duyar. Darıveren sağlık ocağına götürerek parmak sardırılır. Tansiyonu ölçülür.
Tansiyonu; 12/6’dır.
Ankara’ya götürmek ister ana-babayı. Anne Fatma Hanım, „Düşerde daha kötü
olur. Bir yerlerini kırar. Yatalak olur diye korkuyorum. Eğer Ankara’da bakımı kolay
olacaksa. Götürün“ der.
Fakat „Hayır oğlum, şehirlere değil, beni dağlara götürün “ diyen baba Mehmet
Emin, teklifi kabul etmez. Sıkıntı içindeki baba, şehirlerde dahada daralacağını
düşünür. O’na havalı yerler gereklidir. Köyünden haber alacağı, bir tanıdığın hatır
soracağı, selam vereceği köyü, onun için en iyi yerdir.
1 Nisan 2007 pazar günü Ersönmez Yarbay, baba ocağından Ankara’ya gitmek
üzere ayrılır. Her zamanki gibi yolcu edilir. Tek farkla. Şimdiye kadar hep, iki katlı
evden aşağı inilir. Büyük kapıdan çıkılarak vedalaşılırdı. Bu defa evde vedalaşılır.
Ersönmez’i uğurlamaya inmezler, inemezler.
Bu Ersönmez’in dikkatlerinden kaçmaz. Çünkü ilk defa olan bir şeydir, yukarıda
„ayazlık“ da durarak uğurlama.
Tansiyonu iyidir. Fakat sıkıntısı devam etmektedir. O nedenle ilâçlara rağmen
sıkıntısı azalmayınca damadı Nuri ile hanımı Fatma Nine yine doktora götürürler.
Denizli’deki EGE Hastanesinde kalp doktoruna giderler. Dede için doktor; „Bunun bir
şeyi yok“ diyerek serum verir. Doktor gerekli muayeneyi yaparak kendi alanında
„durum iyi“ diye nörolojiye sevk eder.
Nöroloji doktoru, bir kağıttan ya da levhadan rakamları gösterir: 1,2,4,5 Mehmet
Emin dede rakamları bilir. Günlerden ne olduğunu sorar, „Salı“ der Onuda bilir.
Psikoloji doktoruna muayene ettirip ilâç alırlar. Bu ilaçları kullanan Mehmet Emin,
sakinleşir. İlaç iyi gelir. Nöroloğun verdiği ilaçlar gününde rahatsızlığını keser. Akşam
hapı alır, uyuyamayan Mehmet Emin ağa, gece sabaha kadar güzel uyur. Sıkıntıları
gider.
19 Haziran 2007 günü Ersönmez Yarbay, yine Darıveren’e gider. Babası
Mehmet Emin Yarbay’ı çok zayıflamış bulur. Annesi Fatma hanımın dizlerinde
proplem vardır. Fakat bu defa bacaklarını daha bir zor kullanıyordur.
22 Haziran 2007 Cuma günüdür. Mahalle camisi olan ikizler Camii’ne birlikte
namaza giderler. Giderler gitmesine de artık Hacı Mehmet Emin çok zorlanıyordur.
40 YAŞINDAKİ GENÇ
Vefatından iki ay önce yiğeni Refik Yarbay ve komşusu Hüseyin Kayık, muayene
ettirmek üzere Acıpayam’da Dr.İsa Tuğcu’ya götürürler. Dr. Tuzcu, sorar: “Amca
yaşın 40 varmı?“ Mehmet Emin Yarbay, „ Var var“ der.
Refik Yarbay, „100’den az eksiği var“ diye cevaplar. Doktora rahatızlığının
sebebini sorarlar, „ Gençliğinden“ cevabını alırlar.
Bugün AK Parti Acıpayam İlçe Başkanlığı yapan Mehmet Kırgıl,
oğlu
Ersönmez’le okul ardadaşıdır. Hacı Mehmet Emin Yarbay’a ait hatırasına anlatan
Kırgıl şöyle diyor:
„Darıveren’e Çameli’inin köylerinden gelerek okuyan talebeler var. Köylerine yaya
olarak dönen öğrenciler toplu halde giderken bakarlar ki Hacı dayı, kapı önünde
düşmüş çabalıyor. Arkadaşlar hep birlikte koşup kapıdan kurtarırlar. Hacı Dayı,
eşekle gelirken inmemiş. Goca gabıdan eşek üstünde geçmek istemiş.O sırada
düşerek gapıya gısılmış. Kendi kendine kurtulamayarak çabalıyor, öğrenciler
139
kurtarıyor. „
.....
Mehmet Emin Yarbay’ın vefaatından iki ay evvel Hüseyin Kayık ve Refik
Yarbay’ın Hacı Mehmet Emin’i doktora götürdüklerini duyan Mehmet Kırgıl, kendisini
ziyarete gelir. Ziyarette ihtiyacı olup olmadığını sorar. Mehmet Kırgıl’a; „Çok ihtiyacı
olmadığını, halsizlik hissettiğini, bundan rahatsız olduğunu“ söyler.
Mehmet Kırgıl’a babasını sorar. Çünkü Mehmet Kırgıl’ın babası da rahatsızdır.
Mehmet Kırgl’a babasını ziyaret etmek istediğini söyler. Mehmet Kırgıl, bu isteğine
„Sen biraz iyi ol. Babama götürürüm o zaman“ der.
Doktorun verdiği ilâçlarını ne zaman içilip içilmeyeceğini sorar. Mehmet Kırgıl,
tarif eder. Emin olmak için ayrıca bilenlere yinede sorar. Mehmet Kırgıl, “Tarif ettim.
Yine de günde arayarak hangi ilâcı nasıl kullanacağını sorardı” diyor.
Hacı Mehmet Emin’i yakından tanıyan komşusu Hüseyin Kayık’ın kendisiyle ilgili
söyledikleri şöyle: “Kış aylarından çok şikayet ederdi. Yaz gelse iyileşirim der, yazın
gelmesine can atardı. Şehire gitmeyi istemezdi. Evden, köyden çıkmayı istemezdi.“
YA UŞCAN YA DÜŞCEK
Son bir iki yılda, yaşlı olmasına rağmen hızlı yürür. Fatma Ana; “Hızlı gitme.
Düşeceksin” diye sık sık ikaz eder. O’da “Gitmeyecem. Ama benim arkamdan
kaktırıyorlar. Ya uşcan ya düşcen” der.
Vefatından yaklaşık bir ay önce 9-10 Temmuz 2007’de gece saat 11’e kadar
yatsı namaszını bekler Fatma Nine ile. Sonra kılıp yatarlar. Fatma Nine 12’de
uyanıyorki, dışardan bir ses geliyor. Fatma Ana, dışarı çıkar. Bakar Mehmet Emin
yok.
Oraya buraya bakınıp araken birde ne görsün. Mehmet Emin, merdivenin dibinde
yatıyor. Meğer Mehmet Emin Dede, merdiven korkuluğunun üstünden
atlamış.Merdivenin alt tarafına düşmüş.
Kaldırıp eve çıkarır. Fakat, düştüğü yerde 15-20 dakika yatıp kalan Hacı Mehmet
Emin, hiç bir şey hatırlamaz. İki katlı evin, üst kat merdiveninin başından zemine
düşen ve küçük sıyrıklarla bu olayı atlatan Hacı Mehmet Emin, daha sonra „Ben
buradan denize atlar gibi atladım, uçtum“ der.
Evin balkonundan merdiven üstüne 3 metreden düşmüş. Karşı duvara başı
değmiş. Zaten „Dışarı çıkma, başına bir iş gelir“ diye sürekli ikaz eden Fatma Ana,
onu bu halde bulunca, “Daha ölmedin mi“ diye bağırarak, sözünü tutmadığı için
kızgınlığını haykırır.
Oğulları Ersönmez ve Salih’i, kızı Dudu’yu arar. Salih’e ulaşır. Ersönmez’e
ulaşamaz. Salih Yarbay, hararetle Ersönmez’i arar. Ancak O da ulaşamaz.
9,30 gibi ulaştığında da „ Seni arayan nerde bulur?. Cebin cevap vermiyor. Ev
cevap vermiyor “ diye sitemle söze başlar Salih,“ Babam merdivenden. 4 metre
yüksekten düşmüş..“ der.
Ersönmez hemen Anası Fatma hanım ile görüşür. Fatma Ana, durumu izah
eder. Kırık filan yok ancak kafasında morluklar vardır. Ve damadı gelmiş hastaneye
götürmektedirler.
„Siz gelmeyin şimdilik. Doktordan sonuç alalım. Eğer kendimize bakamayacak
olur isek o zaman gelirsiniz“ der.
140
DENİZLİ’YE SON GİDİŞ
Hacı Mehmet Emin’in düştüğünü öğrenen damadı Nuri Algan, Denizli’den
gelerek kayınpederini hemen Denizli’ye doktora götürür. Kendisini muayene ederek
sadece 250 gr serum takan doktor, „Önce müşahedeye alalım 24 saat izleyelim.
Sonra gerekirse hastaneye yatıralım“ der. Denizli’de evimiz var deyince müşahade
için kalır. Denizli’de iki gün Damadında kalırlar. Sonra 12 Temmuz 2007’de
Darıveren’e damadı bırakır, gider.
Komşuları sürekli ziyaret ederler. Artık bu son bir aylık zaman dilimidir. Bu bir ay
içinde de namazını terk etmez. Namazını evde kılar.Yatağa düşüncede yatağında
namaz kılmaya çalışır.
İLKEZ CUMA’YA GİDEMEZ
O nedenle 13 Temmuz 2007 günkü Cuma namazına da gidemez. Terk ettiği ilk
cuması o hafta gerçekleşir. 19 Temmuz günü oğlu Cihangir ile Ersönmez Yarbay
Darıveren’e giderler. Gittiklerinde baba Hacı Mehmet Emin; halsizdir. Yüzündeki bazı
yaralar iyileşmiş, ancak kollarında ve yüzünde yer yer morluklar vardır.
20 Temmuz günü tekrar düşerim endişesi ile merdivenden inmediği için geçen
hafta cumaya gidemeyen Mehmet Emin, bu sefer kendinde güç bulur. Kahvaltıda her
zaman olduğu gibi çorba başta olmak üzere peynir, zeytin, çay vardır.
20 Temmuz 2007 Cuma günü yardımcuya ihtiyaç olmadan bir hayli dik ve uzun
olan merdivenden kendisi iner. Ersönmez ve Cihangir Yarbay ile birlikte İkizler
Camiine yürüyerek gider.
Oturarak kıl tekliflerine uymayarak ayakta namazını kılar. Ve Cuma namazı
sonrası 5-6 yıldır sürekli birlikte camiye gidip geldikleri Esvet ile komşuları Mustafa
Gürel’in eşliğinde eve dönerler.
BİRİNCİ BEKLE İKİNCİ DUR
Hacı Mehmet Emin’in düşerek rahatsız olduğunu duyanlar ziyaret ederler.
Ziyaretine gelenlerden biri de Üvey evladıdır. Fatma Ananın birinci beyinden olma
Cumaalanı’ndaki oğlu Cemal Gün ve hanımıdır.
20 Temmuz 2007 Cuma günü onlarda gelirler. Anlatır Cemal Gün başından
geçenleri. Cemal Gün’ün Dilek isminde bir kızı vardır. O bir hafta önce birsiyle
evlenmek üzere kaçar. Kaçtığı, kişi aslında Dilek’in birinci nişanlısı. Gece dört kişi ile
gelir, Dilek aşağı iner arabaya bindikleri gibi çeker giderler. İş karakola intikal eder.
Bulurlar kızı, ancak Dilek kız; “Ben kendi isteğimle gittim“ deyince yapılacak bir işlem
yoktur.
Zaten kızın yaşı 26. Aslında Dilek şimdi kaçtığı kişi ile önceden nişanlıdır. Ancak
anlaşamazlar nişan bozulur. Bir başkası ile nişanlanır. Ve iş düğün sahasına gelir.
Düğün günü belirlenir. Nişanlısı Marmaris Belediyesin’de çalıştığı için Marmaris’de ev
tutarlar. Dilek anası, babası giderler eşya beğenirler. Evi döşerler. Bir hafta sonra
düğün olacaktır. Fakat Dilek kız, fikir değiştirir. Kendinden beş yaş küçük olan eski
nişanlısına kaçar.
Kız kaçınca Cemal Gün ve hanımı, çok zor durumda kalırlar. Onlar ikinci nişanlısı
ile düğün yapmak isterler. Ama kız birinciyi tercih eder.
141
Cemal ve hanımı da damada ne almışlarsa tüm eşyayı ona bırakırlar. Başkası ile
evlensen de bu bizim hediyemiz olsun sana derler.
Baba Cemal gün kızı Dilek’e bu yaptığından dolayı beddua ederken, annesi de
„Bizim olduğumuz yere gelemez. Çünkü damada çok ayıp oldu“ der.
Dudu Algan ise; „Öyle söyleme. Bir müddet sonra iyileşirsiniz“ diye cevaplar.
Aslında 16 Temmuz günü. Salih Yarbay, ağabeyi Ersönmez’i arayarak „Cemal’in
kızının kaçtığını, nasıl yardımcı olmaları gerektiğini„ sorar. Olayı duyurarak yardım
ister. Ersönmez Yarbay, kızın yaşını sorar. Kızın yaşının 26 olduğunu öğrenince
verdiği cevap ilginçtir:
“Geç kalmış“ Ve bu durumda Cemal’e yardımcı olamayacağını söyler.
Denizli’nin Çameli ilçesi Cumaalanı köyünde yaşayan üvey kardeşi Cemal,
Darıveren’e babasını ziyarete geldiğinde Ersönmez ile karşılaşıp, bu olayı anlatır.
Ersönmez’de; „Salih’i arayıp söylemişsin. Neden bana direk söylemedin?“ diye
sorunca, Cemal; “Sen bizi hiç aramıyorsun. Salih her zaman arar“ diye cevaplar.
20 Temmuz 2007 Cuma günü birlikte Hacı Mehmet Emin, oğlu Ersönmez ve
üvey oğlu Cemal Gün ile gider cuma namazına. Helalleşirler. Ve bu ziyaret Cemal
Gün, için son vedalaşmadır. Zira 20 gün sonra Hacı Mehmet Emin’in vefat haberini
alarak cenazesinde bulunmak için koşarlar Cumaalanından..
GELİN GELSE.. ERSÖNMEZ GELSE
Son günlerinde
geleni gideni çoğalan Mehmet Emin, artık ağırlaşınca
çocuklarına haber verilir.
Kızı Dudu, 1 Ağustos günü kendisinin köyde olduğunu söyleyerek babasının
„Tuvalete gidemediğini, yemek yiyemediğini söyler. Ve Salihler’in geleceğini bildirerek
“Size gelin -gelmeyin demem“ der.
O sıra Ersönmezler Mersin – Silifkede (TİSAN) tatildedirler. Tatili kesip gidelim
mi yoksa Salihler den sonra gidip yalnız bırakmayalım mı diye tartışır aile, sonra
gitmeyi uygun bulurlar.
Salih gelmiştir. Salih’le, Nuri Denizli’de görüşürler. Damat Nuri, birlikte gidelim,
görüp geleyim der. Salih ise, „Ben izin aldım. İzin bitene kadar kalayım. Sonra siz
kalırsınız. Sonra da ağabim. Babamın başını böylece boş bırakmayız„ der. Nuri ve
Dudu böylelikle gelmez. Salih tek başına Darıveren’dedir. Fakat, hep „Gelin gelse,
Ersönmez gelse de konuşsak“ diyen baba Mehmet Emin “O, gider. Öbürü gelsin“ der.
10 Ağustos günü durum ağırlaşınca tüm çocuklarına telefon edilerek haber verilir.
Asırlık çınarın son durumu elektiron hızında yakınlara ulaşır. Haberi alanlar, bir an
önce ulaşmak, „Belkide son kez görebilmek“ ümidiyle Darıveren yollarına dizilirler.
MİRAÇ SELASI
Evde olanlar sağa sola haber vere durur, bir ara Hacı Mehmet Emin; „Sela
veriliyor. Der.Telaşe içinde günün ne olduğunu idrak edemeyenler „Ne selası?“
diyerek inanmazlar. Hastanın ağırlaşarak şuurunu kaybettiğine yorarlar. Hatta oğul
Salih, „Sen ölmedin ki, sela verilsin“ diyerek cenazeden sonra sela verileceğini
hatırlatır.
Ancak gerçekten de yarım saat sonra Darıveren Camilerinden „ Essatü
Vesselam“ diyerek adeta kaniata son Peygamber, büyük önder Allah’ın en sevgilisi
142
Hz. Muhammed Mustafa’nın güzel ismi haykırılır. Selamlar gönderilir. Yaratan,
öldüren, dirilten, tüm nimetleri veren Allah’a hamd edilir. Günün farklı, gecenin
anlamlı olduğunu anlatmak üzere “Sela” verilir. Çünkü o gün Miraç gecesidir.”
Ve farkında olan insanlar Miraç için koşarlar. Bu olaya, yani Miraç Selasından
yarım saat önce “Sela veriliyor” diyen Hacı Mehmet Emin’in bu haline şahit olanlar;
“Yarım saat önceden sela ona malum oldu” diyerek yorum yaparlar.
Nuri ve Dudu aynı akşam saat 20:30 sularında Darıveren’e ulaşırlar. 22:00-23:00
gibi oğlu Nuri Datça’dan gelir. Saat 20:00 gibi Ersönmez’i arayan Fatma Ana; „Baban
kötüleşti. Gelseniz iyi olur“ der.
O sırada Ankara-Gölbaşı’ndaki bahçede bulunan kızı Fatma ve Eşi Zehra’yı,
Cihangir’le birlikte gidip alarak yola düşen Ersönmez, Denizli’ye hareket eder. Bu
arada Salih’in oğlu Yasin, Dudu hanımın kızı Nilüfer ve Neslihan da başka bir araba
ile Ankara’dan yola çıkarlar.
Gece boyunca hasta, zaman zaman kendinden geçer zaman zaman iyileşir gibi
olur. Damat Nuri, başında Kur’an okur.
Yol boyunca Darıveren ile telefon temasını sürdüren Ersönmezler, gece saat
04.00 gibi köye gelirler.
Geldiklerinde baba ocağının ışıkları yanıyordur. Işıkların yanması her zaman
anlamlıdır. Fakat böyle durumlarda ışığın yanması, bir telaşenin, bir sıkıntının
varlığına işarettir.
İçeri girdiklerinde ise, apar topar eve giren Ersönmezler, Hacı Mehmet Emin’i
soluna dayanmış yatarak bulur. Dudu ve eşi Nuri, Salih, Salih’in hanımı İmren, büyük
abla Yadigâr, ağabi Nuri evdedir. Bu kez son defa babalarını başında pervane
olduklarını bilmeden evdedirler. Ankara’dan gelenlere „Akşama göre iyileşti“ derler.
Günler öncesinden „GELİN, GELSE.. ERSÖNMEZ, GELSE!..“diyen Mehmet
Emin’e evdekiler, Abdi geldi“ deyince, baba Hacı Mehmet Emin; “Ersönmez mi ?“
diye karşılık verir.
Böylece uzun süre „Abdi“ diye hitap ettikten sonra milletvekili olduğundan bu
yana oğlunun resmi kayıtlara geçirilen adını kullanan „Goca Buba“ Mehmet Emin,
farkı fark etttiğini açıkça beyan etmiş olur.
Şururu yerindedir. Diğer oğlu, Nuri Yarbay’ı da tanır. Sipahioğlu Hacı Emin, bir
ara « Beni kaldırın » der.
Umutla kaldırırlar. Arkasına yastık dayarlar. Ayaklarını uzatması için sandalye
koyarlar. Böylece doğrularak oturur. Sipahioğlu Hacı Mehmet Emin, son nasiplerini
toplarcasına su ister. Kızı Dudu, birkaç çay kaşığı su verir. Bir müddet sonra bozulur.
Nefessiz kalır. Hemen yatırırlar. Nuri Yarbay, babası için « Kurtuldu » der. Yani yalan
dünyanın ızdırabından, cefasından kurtuldu, öldü anlamında kullanılır.
Fatma Ana, bu haller yaşanırken eşinin ikide bir kaldırılmasına « yorulur, yorralar
» diyerek karşı çıkıyor ve « Herkes iş biliyor » diye söyleniyor.
Hacı Mehmet Emin’in öyle nefessiz kalması, hareketsizce yatırılması ve oğlu
Nuri, « Kurtuldu » sözleri üzerine artık umut kesilir. Ve «Çenesini bağlayalım” derler.
Fakat Fatma Yarbay ; « Sabırlı olun.Bekleyin » der. Gerçekten biraz sonra nefes
almaya başlar ve normala döner. Kızı Dudu, gelinleri İmran ve Zehra, dudaklarını
ıslak mendil ile ıslatarak rahatlamasına çalışırlarken « tuvalete götürün » der.
Salih ise, « Rahat ol. Altına yapabilirsin » diye cevap verir.
Dudu ile İmren Kur’an okurlar.
Ersönmez, sabah namazını kılar, yol yorgunluğu ve babasının iyileşmiş halinin
143
rahatlığı ile uyur.
Diğerleri de dağılmıştır başından. Sabah 8,5 da başında sadece iki Nuri vardır.
Birisi damat diğeri oğlu Nuriler. Diğerleri de evdedir. Ancak Hacı Mehmet Emin’in
yattığı odada sadece iki Nuriler vardır. Su ister gibi yapar. İkisi birden « Su mu
içecen? » diye sorarlar.
Hafifce „evet“ anlamında başını sallar gibi olur. Damat Nuri bardakla suyu verir.
Bir iki yudum alır. Nuri Algan „Suyu aldı ama boazından geçip geçmediğini
bilemiyorum. İçer gibi oldu“ diyor.
Damat Nuri, akşam gititğinde kayınpeder Mehmet Emin, Nuri’nin orada olup
olmadığının farkına varamaz. Ancak sabah su verdikten sonra (pekmez) „Şerbet
iscen mi?“ diye sorduğunda içerim işareti yapar.
Damat Nuri, pekmez şerbetini eline verir. Şerbet bardağını dudağına götürüp
dokunur dokunmaz « içmem » işareti ile iade eder. O anda damat Nuri’nin orada
olduğunu farkına varır.
„Eliyle birlikte „hoşgeldin“ işareti yapar gibi tebessüm etti“ diyen Nuri Algan, „Hala
gözümün önünde nur gibi bir hali vardır. Oturuyordu. Tümü bir dakika içinde oldu.
Yatağına uzandı. Akşamda bir iki sefer öldü. Ve iyileşir duruma gelmişti. Bu hali bizde
iyileşecek intibağı uyandırdı.İyileşme emaresi belirdi. Bende aşağı oturdum. Gece
boyu uyuyamadığım için yanı üzerime yaslandım.O arada uyuya kalmışım.“diye son
dakikaları anlatıyor.
Saat 9:00 gibi Ersönmez geldiğinde; „ Tekrar hayata döndü. Tamamen iyileşti“
derler.
Salih’e „ Bezi alın“ der. Altını değiştirirler. Sağa dönük yatar haldedir. Saat 9:30
sularında „Beni kaldırın „ der.
Ersönmez, Nuri, Salih ve Yadigâr.. Babalarını kaldırmak üzere harekete geçerler.
Ancak yine kaldırırken geceki gibi olur diye korkarlar. Fakat oturmak için kendiside
çaba sarf ederek yardımcı olur. Yani kendisini tamamen bırakmamıştır.
Yine arkasına yastıklar koyarlar. Ayaklarını uzatması için sandalye koyarlar. Yine
aniden kötüleşir.
Gözleri sabitlenip, dikili kalır. Hemen yatırırlar. Fakat nefes alıp vermeden
soluksuz durur. Oğul Nuri, „Ölüm, bukadar basitmi..Olamaz“ diye söylenir.
Ersönmez, yine eskisi gibi olacak, uyanacak umuduyla „Sesiz olun“ der.Ufak
tefek çığrışmalar olur. Bu çırışmalara beş dakika geçmeden Damat Nuri, uyanır.
„Öldü“ derler.
Birisi gözlerini kapatarak „kurtuldu..Çenesini bağlayın“ der.
Ersönmez, „Bir müddet daha bekleyelim „
Ancak „Damat Nuri, Daha önceden tecrübem vardır. Kontrol ettim. Ayaklarını
uzatmış. Bence öldü. Sela verilsin dedim. Kayın Valide gecede böyle bir kaç defa
oldu. Bekleyelim dedi. Fakat öldüğü beli idi“ diye anlatıyor.
Ayaklarını kollarını düzeltirler.15 dakika kadar beklerler. Hareket yok. Artık
ümitler bitmiş. Emri hak vaki olmuştur.
Çenesini bağlarlar. Fatma Ana yüksek sesle ağlamaya başlar. Saat 10:00
olduğunda bile hala Ersönmez Yarbay’da „Uyanabilir“ diye bir beklenti vardır.
Defin işi konuşulur. İkindi namazı sonrası defin uygun görülür. Dodurga, Avşar
ve Acıpayam’da, beş altı köyde sela verilsin „ deyirek sürekli vasiyet ettiği için öğle
namazına müteaakip çevre köylerde sela verdirilir. Gölhisar’dan kızı Servet torunları
ve kayınbiraderlei gelir.
144
SALI - TENEŞİRİ HAZIR FAKAT
Ersönmez Yarbay’ın „Babam vefaat etmek için tüm çocuklarının gelmesini
beklemiş. Tümü gelince ruhunu Allah’a teslim ettti » dediği, Hacı Mehmet Emin
Yarbay, asırlık ömrü içinde sayısız defa indiği merdivenlerden bir battaniye içine
konmuş bir halde son kez indirilir. Saat 15.30 da gelen belediye cenaze yıkama
aracına konur.***
İkizler camiii ve Yurakı Mahalle Camii İmamları ile oğlu Salih, Hacı Mehmet
Emin’i „Cenaze aracında*** son kez yıkarlar. Tertemiz göndermek zere guslunü
aldırırlar.“
Kefenlenirken Ersönmez, Salih, Nuri, Cemal ve damat Nuri ile Gölhisar’dan gelen
Mesut Hoca son kez görürler.
Namazdan 20 dakika öncesi cenaze aracı ile Çarşı Cami’ine inerler. Tam saat
17.00’de ikindi ezanı okunur. İkindi namazı için camiin içi kapıya kadar yaklaşık 350400 kişi ile tamamen doludur.
Cemamat Cenaze namazını kılar. Hellalik verir. Cenaze namazında; Denizli
Milletvetvekili Salih Erdoğan, Akparti il başkanı Bilal Bey, Denizli Ak Parti İl Bakanı
Bilal bey, TRT Daire Başkanlarından Mustafa Karakaya, Ankara’dan,
Server Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Mehmet Tezel, Server Vakfı Yönetim Kurulu
Başkanı Mehmet Ali Bulut, Hizmet -İş Basın Müşaviri Yahya Düzenli’de hazır
bulunurlar.
HOYRAZ TAMAM
Mehmet Emin Yarbay, kardeşi Salih’den önce emaneti sahibine teslim etmiştir.
Mezar için vururlar kazmayı, anasının, bir zamanlar koca köyü idare eden, herkesin
“Goca Nene” diye saygıda kusur etmediği Hatça Nine’nin “hoyrazı”na. Cenazeye
katılan cemaat, taputu getirip yere koyar. Bu arada kardeşi Salih ağa mezarlığa
gelir.
Mezar
kazılmış.
”Bu kimin mezarı? diyerek yandaki mezarın kime ait olduğunu sorar.
Damat Nuri’den „Hatça Ana’nın „cevabını alır. „Bu o değil.Lütfiye filan olmasın“
der.
Hatice Nine’nin denince;”Eyvah burası benim olacaktı. Buraya ben
gömülecektim. Hakkımı yediniz. Buradada bana haksızlık yaptınız. Ben anamın
hoyrazına yatacaktım. Benden önce gelip yattı. Tüh „ der.
Yeğeni Salih ise; „ Ne yapalım. Sırası gelen alıyor. Önce sen ölse idin senin
olurdu. Amca » diye cevaplar.
Üç aylar içinde Miraç gecesi vefaat eden Hacı Mehmet Emin, Anasının yanına
ebedi istirahatgâhına müminlerin duaları ile yerleştirilir. Cumartesi günü defin
gerçekleştiği için katılanlar işinden gücünden kalmaz. Bu anlamda da Hacı Mehmet
Emin kimseye yük olmaz.
CENAZEYE KATILANLAR
Ankara’dan; OSTİM Başkanı Orhan Aydın, AK Parti Eski İl Yönetim Kurulu Üyesi
145
Ahmet Özen, Devlet Kalkınma Bankası Şube Müdürü Fatih Şahin ve G.A.P idaresi
başkan yardımcılarından Dr. Hacı Bayram Bulgurlu, Fethiye’dende AK Parti Ankara İl
Yönetim Kurulu Üyesi Mehmet Emin Gürbüz gelerek mezarlıkta definde bulunurlar.
Nuri Yarbay’ın çocukları Aygün ve Aydın İzmir’den, Aykan Datça’dan gelerek
cenaze definine yetişirler. Ancak Beyhan Aslan yetişemez.
Kızı Yadigar - damadı Akif Arslan, Kızı Dudu- damadı Nuri Algan ve cocuklar;
Fatma Nilüfer, Kzı Selvet, eşi Enver, Oğlu Cemal gün ve eşi, oğlu Nuri Yarbay,
oğulları ve gelinleri; Ersönmez-Zehra Yarbay, Salih İmren Yarbay, kızı Lütfiye’nin kızı
Sevim, Ersönmez’in çocukları Cihangir, Fatma, Neslihan, Selvet hanımın altı
çocuğunun altısı, cenazede hazır bulunurlar.
Lütfiye’nin diğer kızı Gönül ise ertesi gün gelir. Cenazede, oğlu Bekir’in
çocuklarından Ahmet, Fatma ve Lütfiye bulunurken Osman bir gün sonra gelir.
Bekir’in kızı Hatice’nin aynı gün Selçuk’da kızının nişanı olduğu için gelemez.
Dudu- Nuri Algan ve cocukları; Fatma ve Nilüfer cenazede bulunurlar, Rabia,
Amerika’da olduğu için gelemez.
Kayınları Ali, Kamil ve (Dağlı) Mustafa hazır bulunurlar.
Cenazede bulunanlara ayran ve pide dağıtılarak, “Gelenleri aç göndermeyin”
vasiyeti yerine getirilir. Ertesi gün Ankara’dan başsağlığı için Nuri Yüksel, Şenol
Sazak, Demir Katar ve Ahmet Şahin de gelirler.
...
Hacı Mehmet Emin’in cenazesinden sonra Darıverenliler 16 Ağustos’da
mezarlıkta bir daha toplu halde buluşacaklardır. Bu defa ecel, Eselerin evine
ziyaretçidir. Eselerin çocuğu kanserden vefaat eder. Bu vesile ile mezarlığa giden
Ersönmez ve Salih, babalarını ziyaret ederler.
....
17 Ağustos 2007 Cuma günü İzmir’den açılan gelen bir telefonla Salih’in
dünürünün yani kızının kayınpedirinin beyin kanamasından vefaat ettiği öğrenilir.
Böylece bir hafta ara ile İmran hanımda kayınpedirini, kızı Betül’de kayınpederini
kaybeder. Salih Yarbay’da bir hafta önce babasını, bir hafta sonra dünürünü
kaybetmiş olur.
HEMEN IŞIK SÖNMESİN
Oğulların, gelinlerin torunların dönme vakti gelir. Fatma Ana’nın tek başına
kalması zordur. Oğullarının yanına Ankara’ya gitmesi, orda kalması uygun görülür.
Zaten sağlık proplemi de vardır. Dizlerindeki kireçlenmeden dolayı yürümesi iyice
kısıtlanmıştır.Tedavi edilmesi gerekir.
„Hacı Mehmet Emin öldü Sipahilerin ocak, ışık söndü mü didirtecek Fatma ana.
Hayır kabul edemez. Babanız ölür ölmez hemen ayrılıp gidemeyiz. Zamamında
hemen giden herkesi kınadım. Kınadığım işi yapamam. Hiçdeğilse Ramazan sonuna
kadar kalmalıyım“ der.
Halbuki hayatı boyunca hiç yalnız kalmaz. Ama yinede yalnız kalmayı göze alır.
Analarının gelmem ısrarı karşısında çaresiz kalan Salih 18 Ağustas’da, Ersönmez ise
19 Ağustos’da babalarına ve Darıveren’e veda ederler.
YEMEKLİ MEVLÜT
146
30 Ağustos 2007 günü Ersönmez ve Salih Yarbay, çocukları ile birlikte
okutulacak mevlüt için Darıveren’e giderler. Ertesi gün okutulacak Kur’an ile Mevlüt
ve sonrasında verilecek yemek için hazırlık yapılır.
31 Ağustos Cuma günü, Darıveren’de farklı bir telaş vardır. Trafik yoğun, yollar
sürekli insan taşır. Dışardan gelenlerle kalabalıklaşmıştır Darıveren. O gün Hacı
Mehmet Emin için yemekli mevlüt okutulur.
Darıveren Çarşı Camiinde öğle namazından önce başlayan Kuran ve Mevlüt
okunması, dua 45 dakika sürer. Sonra yemek verilir. Yemeği Kibaroğlu, yemek
firması hazırlar. Yemek; Mercimek çorbası, pirinç pilavı, köfte, çoban salata, tulumba
tatlısından oluşur. Yemek sonrası vişne şerbeti ikram edilir. 4.300YTL’ye mal olan
yemek için; 75 Kg. pirinç, 180 Kg. kıyma, 30 Kg irmik, 900 adet ekmek alınır. Yemek
firmasına göre 1600 kişi yemek yer.
Mevlüt için Darıveren dışından gelenler arasında; Ankara Denizliller Derneği
Başkanı Adnan Özkul, Şaban Tekin, Yusuf- Osman Avcı, Mehmet -İsmet Kesmen,
Selvet, Yadigâr, Dudu, Ersönmez, Salih, Nuri,Osman, Ahmet Yarbay’lar, Cemal Gün
eşi ve oğlları, Datça’dan Lütfiye ve Osman, Selçuk’dan Hatıce ve Ömer, Yadigâr’ın
kızları Fidan ve Lütfiye, oğlu İsmet, Fatma Ananın kardeşleri Mustafa -Ali dayı ve eşi,
Fatma Ananın eniştesi, Meryem Teyze’nin eşi bulunurlar.
HAYAT DEVAM EDER
CENAZE ve DÜĞÜN BİR ARADA OLABİLİR MİYDİ?
Dudu-Nuri Algan çiftinin küçük kızı Fatma’nın resmi nikâhı mevlüt günü
yapılacaktır o nedenle erken ayrılmak durumunda kalırlar.
Fatma nişanlıdır. Önce düğünü yapmak için 12 Ağustos 2007 kararlaştırılır.
Ancak ortanca kız Rabia, Amerika’dadır. Rabia, „Düğüne geleceğim“ deyince düğün
tarihi 2 Eylül’e ertelenir. Fakat dede Hacı Mehmet Emin 11 Ağustosda vefat eder.
Eğer düğün ertelenmese idi cenaze ile düğün karışmış olacaktır.
Yine Mevlüt günü, bir başka torun evlenir. Hacı Mehemet Emin’den yıllarca önce
vefaat eden oğul Bekir Yarbay’ın oğlu Ahmet Yarbaydan torunu Melüt Yarbay’ın aynı
gün köyde düğünü vardır. Ersönmez’in arabası gelin arabası yapılır. Ersönmez’in
oğlu Cihangirde şoför olur.
ALAN YOK Kİ FİYATI OLSUN
30 Ağustos 2007 günü Ersönmez ve Salih çocukları ile birlikte okutulacak mevlüt
için Darıveren’e giderler. “Hazır tüm aile bir araya gelmişken bu konuyu halledelim
derler. Çünkü bir daha varisleri toplamak zordur.
Mehmet Emin ölünce ev ve evdeki herşey miras malı olmuştur. Biran önce
paylaşım yapılmalıdır ki herkes rahat edebilsin. Ersönmez ve Salih gidip cevizleri
silker. Fakat içleri rahat değildir. Eskiden babalarının malı ve babaları sağ idi.Ya
şimdi. Onlarda miras malıdır. Bir başka konuda şudur. Babaları sağ iken tarlaları
ekenler, yine ekmek için talip olurlar.
Fakat, kim kimin adına « olur » verecektir ki ? „Ek „ denemiyor. 14 varisten
Sevim hariç hiç kimse köyde kalmamaktadır. O nedenle satarak, ya da almak isteyen
miraçılara vererek paylaşım yaplmalıdır. Acaba hangi tarla ne kadar eder ki ? Bunu
147
bilse bilse Ersönmez’in kayınpederi Hüseyin Çapacı bilir?
İki kardeş akşam ona giderler. Tarlaların fiyatını sorunca; «Alan yokki..Fiyatı
olsun..Fiyatlar üç sene önce iyi idi. Alan satan vardı.
Şimdi alanda yok satanda yok. Zaten tarlaların yarısı boş duruyor, ekilmiyor »
diyen Hacı Hüseyin Çapacı ekliyor :
« Köyde tarlaların büyük bölümü sulu. Fiyatlar o nedenle birbirine yakın. Susuz
alanlarda dönümü 250YTL, sulu alanlarda ise dönümü 1000 YTL eder.”
Ertesi gün Datça’ya dönmek üzere olan Nuri Yarbay’a durumu söylerler. Nuri, „
Hemen acelesi ne? Bu konu henüz erken. Sonra bizi ayıplarlar. Kurbanı Darıveren’de
keseceğim. Miras konusunu Kurban Bayramı’nda konuşacağım„ diyerek miras
konusunun şimdilik açılmaması gerektiğini söyler.
Ancak Salih ve Ersönmez „ Ağabi sen bunu Yadigâr ablam ile konuştun mu“ der.
„Evet “ diyen Nuri Yarbay’ın sözleri üzerine „ Ersönmez „Pekala“ diyerek, konuyu
Kurban bayramına bıraklar. „
DÜĞÜN AİLEYİ YİNE BİRLEŞTİRİR
Hacı Mehmet Emin Yarbay’ın cenazesi nedeniyle bir araya gelen aile bir defa
daha toplanır. Bu seferki toplantı Dudu-Nuri Algan çiftinin son kızı Fatma’ın düğünü
nedeniyledir.
Düğün dolayısıyla Denizli’de anasıyla da buluşan Ersönmez Yarbay; „Anamın
merdivenlerden inişi hoşuma gitmedi. Anam, babamdan sonra iyice kendini bıraktı.
Korkarım yatalak durumuna düşecek“ der. Gerçekten Fatma Ana, düğün salonunun
merdivenlerinden kendisi çıkar ancak çok zorlanır.
Düğün için, Denizli’ye giden Ersönmez-Salih kardeşler, babalarının mezarını da
gelmişken yaptırırlar. 4 Eylül günü, 750 YTL’ye mal olan mezar yapılır.
ALT ÜST PARASI HAZIR FAKAT..
Hacı Mehmet Emin’in mevlüdü okunmuş. Yemek verilmiş. Mezarı yapılmıştır.
Ancak „Altımı üstümü yaptırın“ diye vasiyeti vardır. Hacı Mehmet Emin Yarbay,
sağlığında bu olayı önemser.
Alt-üst meselesi çok tartışmalıdır. Dini otoroteler, bu işin islami bir temeli
olmadığını söylerler. Hacı Mehmet Emin’in bu vasiyetide yerine getirilerek,
hesaplanan 7-8 yüz liralık bedel fakirlere dağıtılır. Zaten rahmetli ölümlük-kalımlık
diye bir kenara 8 milyar ayırmıştır.
Muhafaza ettiği yer biraz ilginçtir. Paranın yarısını samanlıkta, diğer yarısını
damda (çatıda) saklar. Hemde yıllarca. Yani paranın yarısı alta diğer yarısı üsttedir.
Evet oğulların durumu iyidir. Kızlar kendini kurtarır. Bulunur sakladığı yerlerdeki
paralar. Sayılır. Fakirlere pay edilir. Fakat fakirlere dağıtılınca eline parayı alanlar ne
görsün, Hacı Mehmet Emin’in 20 milyonları tedavülden çoktan kalkmış, yerine 20
YTL’ler gelmiştir.
Parayı adeta el sürmemek üzere bir an önce fakirlere ulaştırma derdine düşünler,
20 milyonların yeni çıkan 20 YTL ile değiştirilmediğinin farkına bile varmazlar.
Kendilerini uyaranların ikazı ile anlarlarki babaları Mehmet Emin, sakladığı 20
milyonları yenileri ile değiştirmeyi unutumuş.
Hiç borç bırakmayan. Her vasiyetinin karşılığını ayıran Hacı Mehmet Emin’in
148
ölüm kalım akçesi olarak ayırdığı parada bu tuhaflıklar yaşanmıştır.
KİŞİLİĞİ
Söz tutmadıklarında çocuklarını döverdi, zıtlaşınca hanımını da döverdi hem de
her yaşta. Cocukları döverken, hanımı elinden almaz. Aksi halde onada fırcayı
basar. Çünkü eşlerden biri atarken diğeri tutmasın der.
Pek ağlamaz. Belkide ağlarda kimse görmez. 1965-66 da anası Hatça Nnenin
vefatında ağlarken görürler. Fakat 90 yaşından sonra aleni ağladığı sık sık görülür.
En sevdiği hayvan öküzdür.
Köye ilkez tüp gazla çalışan ocağı o getirmiştir ancak her çıkan yeniliği almaz.
Traktörü ve televizyonu çocuklarının istemesiyle alır.
At, katır, deve gibi binek hayvanları içinde ulaşım için en çok bindiği hayvan ise
eşektir.
Gittiği yerde kalmayı sevmez hemen evine, işine döner. Genelde de kendi gider,
eşini götürmez.
Kağıt, okey gibi oyunları hiç bilmez.
Okuma yazmayı 29-30 yaşlarında askerde, Kur’an okumayı ise bizzat hocaya
giderek 60’lı yaşlarında öğrenir. Kur’anı Kerim’i çok sık okur.Boş zamanlarında ve
istirahat anlarında hep Kur’an okur.
Tarlada, evde bedeni çalışma dışında spor yapmaz, ava gitmez.Ağaç dikmeyi
çok sever.
Herkesi okumaya yönlendirir. Okuyanın mesleğine karışmaz. Yeter ki okusun
„Büyük adam olsun“ der.
Kucağına çocuk almaz, ancak uzaktan ve içinden sever. Çocuklar okşarken
gören olmaz.
Başarıyı tebrik etmez. İşini, vazifesini yaptı diye değerlendirir.
Haramdan çok kaçar. Gerek Mehmet Emin, gerekse eşi Fatma hanım,
çocuklarının harama düşmemesi için çok ama çok titizdir. Bir lokma haram yiyenin 40
gün namazı kabul olmaz. 40 gün damarlarda durur, kandaki haram temizlenmez
diyerek haram yemeyi dinden çıkma gibi ağır bir suç olarak görürler. Kendi
çocuklarının bir şey çalmaması için gayret ederler, kendilerine zarar vereni af eder.
Ancak borcunu zamamında vermeyeni takip eder, almaya çalışır.
Hatta tüccarlığı bıraktıktan sonra veresiye defteri ortalıkta 25 yıl dolaşır. Mehmet
Emin amcanın vereceği olmaz alacağı çok olur. Tücarlığında her akşam hesap yapar,
kâr ve zarara bakar öyle yatar.
Ne getirilmiş ise onu yer, esktra bunu şunu isterim diye tuturmaz.
En sevdiği yemek Pırasa. Turp..Tarhana.. « Geçen yılda turp ektirmediniz diye
kızdı. » diyenler « Bu yıl turp ve pırasa diktik. Ancak nasip olmadı » diyorlar. » O, iş
koliktir. Son dönemlerine kadar bahçede çalışır. Son dönemlerinde tarlaları
ekemeyince,“ovalarda tarlalar bakımsız diye canı sıkılır. Hatta toprak işlensin diye
icara bile vermez, isteyene ektirir.
Mehmet Emin Yarbay’ın eli sıkıdır. Çocuklara harçlık olarak küçük paralar verir.
Çocuklar için „Yokluğu görsün, öğrensin „ der. Çocukları sıkarak büyütür. Hanımı da
öyledir.
Çocuk analarından korkmaz ise bir şey olmaz anlayışındadırlar. Karı koca iş için
149
kavga ederler. Hanımını kavga ederek çalıştırır.
Borçlu kalmamaya, Helale- harama ve komşu haklarına çok dikkat eder. Öyleki
bir tarladan diğerine geçerken ayakkabılarını çıkarır, o tarlanın toprağını oraya
bırakır. Komuşunun toprağı tarla geçecek diye çekinir.
Başı açık hiç gezmez. Önceleri şapka takar. Sonraları, bere benzeri takke.
Kimseye yük olmak istemez. Hep parası olur. Hatta ölüm sonrası içinde bir miktar
ayırmıştır.
Kefen, hoca parası vs masraflarını karşılamak üzere para ayırmıştır. Ölünce,
kendisini tanıyanlar tarafından “Hayatı boyu kimseye yük olmadı. Ölünce de
olmadı” denir. Gerçektende bir Cumartesi günü vefat ettiğinden, tatil dolayısıyla
cenazeye katılanların kimseden izin alma, riskine girmemesi de yine aynı şekilde
yorumlanır. Ölünce de kimseye yük olmadı.
Okuyan çocuk görünce, “ Diğerlerini bilmem. Türkçe, matematik kaç?” diye
sorar
TUTUMLU:
Biri borç isterse, parası olsa dahi alacaksa verir. Yoksa batakçıya para vermez.
AFERİN YOK
Her başarıyı “Hayırlı olsun” kelimesiyle karşılar. Başka tepki vermez. Başarıyı
tebrik etmez. Çocukları, okulda sınıflarını geçse yine tebrik etmez. İşini yaptı gözüyle
bakar. Yapması gerekeni gerçekleştirdi diye değerlendirir.
Salih, ortaokulda ikmale kaldı diye kızıyor. O nedenle Salih, babam kızacak hatta
dayak atacak diye eve gelmiyor. Bahçeye saklanıyor.
Kendi çocuklarına hiç karne ödülü vermez. Fakat son zamanlarda torunlarına
verdiği olur.
Ersönmez Yarbay, cumhurbaşkanı adayı olunca komşular “Hayırlı olsun” diye
gelirler. Mehmet Emin dede, her zamanki soğukkanlığını koruyarak; “Hayırlısı olsun.
Umut yok ama” der. Ve ekler: “Dağa taş atarsın, belki tutan olur.”
Torunu Beyhan Arslan milletvekili olur, ANAP Gurup Başkanı olur. “Aferin “
demez. Belki de diyemez..
Çocukları, torunları için hem okumalarını hem de bu arada ticaret yapmalarını
arzuladığını zaman zaman söyler.
Misafire çok önem verir. Misafir gelince hemen sofra getirin, yemek verin der. Mi
safirliğe gelmeyen tanıdıklarına kızar, sitem eder. Kendisine daha fazla misafir
gelmesini ister. Misafirler, Ersönmez’in köye gelmesiyle artar, ancak bir çokları için
„Sen gelince geliyorlar, sen gidince gelmiyorlar diye“ üzülür.
Akşam saat 20-20:3’da yatar. Gece saat 02.00’de kalkar. Gece namazı kılar.
Tekrar yatar. Hiç kimse son 50 yılında üzerine güneş doğduğunu göremez. Sabah
ezanı ile ayaktadır. Mutlaka sabah namazına camiiye gider.
1960 dan 2005 yılına kadar sabah ve yatsı namazlarını cemaatle camide kılar.
Onun için namazda tembellik ve gevşeklik yoktur. Son iki cuma namazına gidemez.
Ölmeden önceki son cuma namazında ise oğlu Ersönmez ile birlikte gider. Ayakta
kılma, oturarak kıl derler ancak, kabul etmez ayakta kılar namazını.
Çocuklarının, torunlarının değil, içki kumar gibi kötü alışkanlıklarına müsamaha,
150
sigara içmelerine bile büyük tepki verir. Bu konuda duygularını gizlemez.
DEDE- TORUN İLİŞKİSİ
Torunlarla konuşur. Onları dövmez, kızmaz. Hoşlanmadığı davranışlarına sitem
eder.
Onlara bayramlarda ne çok, ne de az harçlık verir. Daha çok dönemine göre
tedavüldeki en yüksek madeni parayı tercih eder. Onlar küçükken neyin farkında
olup olmadıklarını, kontrol için verdiği harçlığın kaç para olduğunu sorar, bilip
bilmediklerini öğrenmek için.
Torunlarının dersleri ile ilgilenir, sınava girenlerin sonucunu sorar ne durumda
oldukların öğrenir. Onun için eğitim önemlidir.
Yakınlarının, çocuklarının ve torunlarının kendisinden en çok duyduğu söz,
çalışmakla ilgilidir. Çalış, çalış. O, işkoliktir.
Torunları kitapokurken, ders kitabı olduğunu öğrenince sevinir.
Kim olursa olsun, büyük yada küçük. Oğul, torun, gelin, kız fark etmez eve bir
misafir gelince misafir gibi oturana, hizmet etmeyene kızar, söylenir. Çocuklara bir
şey demez, ancak onun anne ve babalarına “Bunları nasıl yetiştiriyorsunuz, niye
hizmet etmiyorlar?“ diye ikaz eder.
Kız torunlarına daha farklı bakar, onların çok çalışmasını ister. Kız torunlarına
karşı sevgisi daha fazladır.
İşini iyi yapar, kurban keserken çok titizlenir.
Mehmet Emin amcanın evi iki katlıdır. Birinci kat ambar, ahır ve samanlık olarak
kullanılır. İkinci katta bir salon, mutfak ve bir misafir odası vardır. Salih’in yıllık izni
uzundur. Ancak siyaset yapan Ersönmez’de izin yok. O nedenle köye Salih erken
gider, Ersönmezler daha geç gelirler. Bu nedenle Salihler odaya, Ersönmezler
mutfağa yerleşirler.
Mehmet Emin amca torunlarını eşeğe bindirip ovaya götürmeyi, gelirken üzüm ve
meyve getirmeyi çok sever.
Ovadan gelirken üzüm, elma, ayva gibi mevyeleri yol boyu karşılaştığı çocuklara
ikram eder. Onları sevindirir. Kendisini ovadan gelirken gören çocuklar, Mehmet
Emin amcanın ne getirğini bilerek, kendilerine vereceğinden emin oldukları için
özellikle yoluna çıkarlar.
Cihangir’i camiye götürür. Cihangir camide ezan okur. Mehmet Emin ağa bundan
mutluluk duyar. Kendisi camiye giderken torunlarda arkasından gelcek mi diye bakar.
Gelmelerini arzu eder. Torunların namaz kılmaları için babaanne zorlar, ancak dede
zorlamaz.
Önceleri yatarken ışık vs. yakmaz. Ancak son dönemlerinde gece lambasını hiç
söndürmez.
Türkü, şarkı söylemez. Ancak torunları içinden mırıldandığını bir kaç kez görürler.
Babaanne evde tv açtırmaz. Çocuklarda anneannelerine koşar, onun için
Mehmet Emin dedenin evde durmazlar. Torunların, Mehmet Emin dede de
durmamalarını bir sebebide; onun yanında ayaklarını uzatamaz. Öyle yapana kızar.
“Terbiyeli, saygılı olsunlar“ der. Oğullarına, kızlarına çocuklarla yakın ilişkiye giripde
şımartmayın der.
SABIR TAŞI
151
Dede, son dönemlere kadar yanından hiç eksik etmediği siyah çakı bıcağı ile
elmayı soyacak torunlara elmayı paylaştıracaktır. Hiç „acım, susadım“ demez, bu tür
işler için acele etmez ve kızmaz.
YASİN ADI ONUN
Oğlu Salih’in bir erkek çocuğu olur. Çocuğa isim konacaktır. Yasin, Asım, Fatih
isimlerinde karar kılarlar. O Kur’anı açar.Yasin suresi çıkar. Ve torununa “Yasin“,
ismi verilmesini ister.
Ancak oğul Salih ve diğerleri Asım ve Fatih üzerinde de dururlar. Mehmet Emin
dedeyi küstürmek olmaz. En iyisi kura çekmek. Bir kaç kura çekilir her defasında
Yasin ismi çıkar, çocuğa „Yasin“ ismi konur.
Yasin ismini o seçtiğinden olacak ki torunu Yasin’i çok sever. Hatta ileride
arkadaş gibi olurlar. Zaten mahallenin çocuklarıda O’na
„Yasin’in dedesi“
demektedirler.
BEYHAN ARSLAN
En büyük torunu, kızı Yadigâr, Akif Arslan çiftinin oğlu Beyhan Arslan’dır. En
küçük torunu ise oğlu Salih’in kızı Ayşe Nur.
Torun Beyhan Hukuk Fakültesini bitirir. Serbest avukatlık yapacak, yazıhane
açmak için paraya ihtiyaç duyulur. Baba öğretmen maaşı ile bunu karılayacak
durumda değildir. Dede Mehmet Emin varlıklıdır. Kızı Yadigar, köye gider. Babadan
para ister. Kızı ilgi görmez baba ocağında. Hatta geceyi başka evde geçirir. Gerekli
para başkalarından temin edilir. Yazıhane açılır.
Beyhan Arslan, hem serbest avukatlık hem de siyaset yapar. İl başkanı derken
mücadele eder, 1991’de kılpayı kaçırdığı TMBB yolculuğunu 1999’da yeniden
yakalar ve ANAP’dan milletvekili seçilir. ANAP Grup Başkanvekili olur. Dede Mehmet
Emin, „Çok emek çekti. Allah’a şükür seçildi „ diyerek sevincini gösterir.
Tabii, yıllar süren arazi davalarında hukukçu olan torundan destek de görür.
RÜYADA FATMA’YI GÖRÜR
Birgün Mehmet Emin Dede, uykudan uyanır. Gözleri uyku tutmaz, sağa sola
döner. Eşi Fatma Nine’yi uyandırır. „Rüyamda Fatma’yı (Ersönmez’in kızı) gördüm.
Onu kucaklayıp indirdiler. Fatmaya bir şey oldu.“
„ Rüya bu. Hele yat „ der Fatma Nine. “Yoo.Gözüme uyku girmiyor. Hep
gözümün önünde Fatma var. Uyku tutmuyor“ der Mehmet Emin dede. Dedenin
telaşına Fatma Nine’de katılıp „Öyleyse O’na bir şey oldu. Fatma’yı kaçırdılar.
Çaldılar Fatmayı „der.
Sabahı zor eden ikili, telefona sarılır. Gerçekten Fatma, dolmuştan inerken ayağı
burkulur. Kucaklayıp doktora götürürler, korkulacak bir şeyi yoktur.
Ancak, „Şu an Fatma’yı hopturup, indiriyoruz“ diyerek onun ağrılardan dolayı
sızlandığını söylerler. Rüyada, Fatma’nın sıkıntı içinde olduğu dedeye malum olur..
ANANIZ SİZİ SATTIĞINI BİLMİYOR MU?
152
Gelinler biraz çalışsa. Kayınvalide Fatma hanıma, „Bunları çok çalıştırıyorsun.
Biraz az çalıştır. Sürekli ayaktalar, hiç oturtmuyorsun“ diye kızar.
Köye gidince gelin ve torunların kendi evinde oturmalarını, birlikte kalmalarını
ister. Ersönmez ve Salih” in çocuklarının anne tarafı dede ve nineleri de köydedir.
Torunlar, gelinler onlara da giderler. Dünürleri ile arasının çok iyi olmasına rağmen,
oralarda kalmasını arzu etmez, hemen eve dönmelerini bekleyen davranışlara girer,
“esas eviniz burası“ anlayışını yerleştirmek ister.
İki gelin
Darıveren’e gelmiştir. Anaları çabuk gelin derler. Fakat nasıl
kayınpederin evden kaçacaklar, ne bahane bulacaklar?
İkisi kendi aralarında plan yaparlar bir an önce analarına gitmek için. Gelinler
kendi aralarında konuşurken, o konuşmaları dinliyormuş. Böylece kaçış planından
haberi olur, Mehmet Emin dedenin .. Ve gelinlere; „Ananız sizi sattığını bilmiyor mu?“
der. Her iki gelinde bir şey diyemez ve plan suya düşer.
Birgün, oğlu Salih’in eşi ve kızı kayınpederlerinde imiş. Mehmet Emin dede,
Salih’in kızı Fatma’yı anneannesinin evinin yakınlarında görür. Onu, „Eviniz burası mı
?“ diyerek bastonla kovalayarak kendi evine getirir.
Gelinleri, eşlerinin yanında görmek ister.Bir ara kız torunlarından biri eşini
bulundukları şehir ya da ilçede bırakıp gelir köye. Aradan bir kaç gün geçer.
Torununa sorar „Siz burada kaç gün kalacaksınız, orada bıraktığınız kim?” Bu şekilde
eşlerinden ayrı durmamalarını, eşlerini yalnız bırakmamalarını, onların perişan
olmamalarını ister, öğütler.
BEYHAN ARSLAN
Torunu Beyhan Arslan , 1948 doğumlu. Hem en büyük torunu hem de torunları
içinde en uzun süreli birliktelik yapan kişi. Beyhan Arslan’dan Mehmet Emin Yarbay’ı
dinleyelim:
“Dedem çift sürer. Boynuzu kırık olan öküzünün adı „celek“, diğeri ise
„Karaoğlan“. O sürer. Ben onun arkasından mısırı çiziye atarım. Dedem, „Hoo“ diye
öküze övendire ile dürter. Ben arkada kalınca övendereyi, ani modulu bana çevirirdi.
Dedeme kızamazdım. Sert adamdı.
Hasat zamanı buğdayı, mısırı çocullara doldurup ambara götürecek. Bunları
çuvala doldurmak için bir kişinin çuvalın ağzını açması, diğerinin ona bir kap ile mısır
yada buğdayı doldurması gerek. Eğer çuval ağzı düzgün açılmaz ise, dolduran insan
yere dökebilir, işi uzar. Çuval ağzı açmak da zor ve sabır ister. Ben zaman zaman
çuvalın ağzını uygun şekilde açamazdım, açmazdım ki; „Doğru aç. Doğru aç“ diye sık
sık uyarırdı.
...
Döven sürerken, dövene koşulu hayvanların pisliklerini dökmeyeceksin. Aksi
halde dövenin altında sap birikir.Yığıntı oluşur. Döven sürme işini engeller. Onun için
öküzün altından pisliğini almak üzere bir tabak dövenin önünde hazır olur.
Dövendeki insanın ona dikkat ederek, öküzler pislik yaapacağı zaman yanaştırıp
tabakla, yada ona göre hazırlanmış kürekle alması gerek. Eğer, zamanında
almayıpda döven yığıntı yaparsa Dedem, bu duruma da çok kızardı.“
TEMEKTEN KAÇIŞ
153
Beyhan Arslan, arkadaşları ile Mehmet Emin Dede’nin karpuz tarlasına giderler.
Karpuz yiyecekler. Fakat hangisi olgun? O dönemde bilmiyorlar. Onun icin „hangisi
iyi“ diye gözüne kestirdikleri karpuzların bıçakla oyup bakarlar. Köye gelince,
Mehmet Emin dede sorar ;
“Karpuzlar nasıl?“
-„Dede, karpuzların hepsi olmuş“ cevabını verirler, bilmiş bilmiş.
-„Peki nasıl anladınız?
-„Hepsini oyup baktık.“
Durumun vehameti karşısında sinirlenen Mehmet Emin dede, „Şimdi ben sizi
oyacağım“ der ve arkadaşı ile birlikte Beyhan Arslan’ı ahıra kapatır. Yaramazlar,
temeği (ahırdan dışarı hayvan güpresi atılan pencere) açıp, kaçarlar.
Mehmet Emin dede ceza olarak ahıra kapattığı misafirleri ziyarete gelirki, zorunlu
misafirler çoktan gitmiş.
KEDİ DELİĞİNDEN GİRİŞ
Mehmet Emin dedeler kavunu, karpuzu eve doldururlar. Bunu bilen Beyhan
Arslan ve kardeşi İbrahim eve girip kavun yemek isterler.
Ancak kapı kilitli. Nasıl girecekler? Kapı altında kedilerin girip çıkması için konan
deliğe gözleri takılır. Afacanlar bu deliği kendileri girecek şekilde kazarlar. Kedi
deliğinden Beyhan, eve girer. Fakat Beyhan delikten bir türlü çıkıp kurtulamaz.
Mehmet Emin dede görecek diye de akılları çıkıyor. Çaresiz, çıkış yok. Artık işi
kanıksarlar. Ne olacaksa olacak. Hiç değilse kavunları yeyip, başlarına ne gelecekse
onu çeksinler. Beyhan içerde kavunları yemeye başlar. İbrahim’de dışarıda,
Beyhan’ın kedi deliğinden uzattığı kavunları yer.
Bereket Mehmet Emin dede gelmeden Hatça Nine gelip, kapıyı açarak;
“Dedelerinin görmesi halinde fena olacağını, bir daha böyle şeyler yapmamaları
gerektiği” tembihi ile torunu Beyhan’ı kendi kendini hapsettiği delikden kurtarır.
BİR DÖNÜM TARLA SULAYAMAZSINIZ
Milletvekili oldum. Dedem ; «Oğlum. Ne yapacaksın. İşini yapsaydın » dedi.
«Oğlun (Ersönmez Yarbay), torunun (Beyhan Arslan), kaynının oğlu (Sami Arslan),
milletvekili oldu. « Ne mutlu sana. » dedim. Dedem şu cevabı verdi : « Olsanız ne
olcek ?..Bir dönüm tarla sulayamazsınız »
Onun için Salih Yarbay daha muteber, o tarla ve ev işlerinden iyi anlıyor.
OKUL-TARIM
Buğdaylar henüz yeşil. Arpa mı, buğday mı belli olmuyor. Ya da ben
bilemiyorum. Kendisine ne olduğunu sorunca ; « Dedesil’in arpalığında büyüdün.
Mektebe gittin bozuldun. Okula gideli arpayı, buğdayı karıştırıyorsun. Akif ağa,
öğretmedi mi?“ dedi. Akif ağa diyerek kinaye yaptığı damadı, köy ensttüsü mezunu,
Beyhan Arslan’ın babası, öğretmen.
TORUNUNUN TORUNU GÖRDÜ
154
Mehmet Emin Yarbay, bir asırlık ömründe torununun, torununu gören ender
insanlardandır.
Kızı Yadigâr’ın oğlu İsmet’in kızı Aslı hanım, „Sude“ isimli bir çocuk dünyaya
getirir. Sude, Mehmet Emin Yarbay’ın torunu, İsmet’in torunudur. Sude, 40 günlük
olunca Mehmet Emin dedeye götürürler.
Vefatında Sude, 4 yaşındadır.
İbrahim Arslan’ın oğlu Alparslan’ın kızı Asya (Başkomser) küçükken dedesi ile
ovaya gider, birlikte ekin getirirler. Torunların yanında oynamasını, bir işe
yararamasına sevinir.
Köye gelen torunlarını harmanda çalıştırır, onlara dövenden önce sapların
ezilmesi için yapılan „Çatma“ denen işleri yaptırır. Eğer koşum hayvanları sapları
yerse, çocuklara kızar.Yedirmeyin çalıştırın hayvanları der.
SAĞLIK
Önceden çok sigara içer..Ancak 1957’lerde bırakır. Tüm ömrü hastalıkla
mücadele ile geçer. 50 yıl romatizma hastalığı sürer. Kiremidi kızdırıp ağrıyan
yerlerine tutar. Yaz aylarında ise Darıveren’de çay kenarında kuma gömülür.
Böylece kendisini tedavi etmeye çalışır.
Her yıl yalnız kendisi kuma gömülmeye, termale gidiyor..Ancak son yıllarda
hanımını da götürüyor.
1964 de prostat ameliyatı olur. Kalp yetmezliği vardır. 1975 yıllarında tarlada
düşüyor. Kendinden geçiyor. Sonra ayılarak “Ne yatıyorum“ diye kalkıp, eve geliyor.
Daha sonra gittiği doktor o tarihde kalp krizi geçirdiğini söylüyor.
Ayva yaprağını kurutup içer. Limonu çok sever, çok tüketir. 1950 den sonra
romatizma ilâçları, 1975 den sonrada kalp ilâcı kullanır. Ancak sık sık doktora gitmez.
Az yer. Doyarak sofradan kalkmaz. Eğer hasta olursa hastalanmadan önce
yediği yemeğe bağlar, o yemeği yemez.
1960-1965 arasında daha önce askerde sıhhıyelik yaptığı için köyde Dr.Osman
denilen kişiye ağrılarından dolayı dişlerini kelpetenle tümden söktürür. Ömrünün
yarısını takma dişle geçirir, takma dişten memnundur.
1997 de kalp muayenesi için Ankara’ya gelir. Sağlığı için kuşak kullanır. İyice
sarılır. Betona basmaz. “Beton insan yapısı. Allah yapısı toprak varken betonda
yürümem“ der. Kaldırımın kendisini hasta edeceğine inanır.
Tüm hayatında en sık olarak 2007’de 4 defa doktora gider. Ve tüm hayatında
toplam ongün hasta yatar ve ölür.
YEMESİ - İÇMESİ
Bitki çayı sever. Yayladan topladığı çayı, ayva, ceviz gibi kendi ürettiği
meyvelerin yapraklarını toplayıp kurutur, sonra kaynatıp içer.
Pekmez eksik olmaz. Özellikle pekmez şerbeti içer. Ancak şerbeti sıcaklarda,
bitki çayını soğuklarda içer.
Cebinde mutlaka -kendi yetiştirdiği bağdan elde edilen- kuru üzüm bulundurur.
Yemeklerde bal bulundurmaya gayret eder. Karpuzun kabuğuna yakın „et“ denen
yeri kabuğa iyice yakın gelecek şekilde çakısı ile keser orayıda yer, atmaz. Ve
155
„burası toprağa en yakın yer. Çok besleyicidir, çok faydalıdır“ diyerek adeta kabuktan
kazıyarak çıkarıp yer.
Çok dengeli beslenir. Hep sağ eliyle yer. Çarşıdan pazardan et almaz. Kendi
yetiştirdiği tavuk, koyun ve keçiyi kesip yerler. Ramazan arefesinde mutlaka bir koyun
veya keçiyi geçmişlerin ruhuna hediye edilmek üzere kurban eder.
Sevmediği değilde pehriz ettiği yemekler vardır. Bulgur ve fasülye için pehriz
yapar. Eğer komşuda, misafirlikte ise, kesinlikle bir bardak açık çay içer, ikincisini
içmez. Az yer ve az içerdi.
BEYHAN ARSLAN:
Dedem, çok tutumlu idi. Az para verirdi. Paraya ihtiyacımız olsa; Dedem’den
para istemeye cesaret edilemezdi. Kendiside -biz para sahibi olunca- bizlerden
istemezdi.
Nuri dayım, Datça’da çok zengin. 20-30 milyon doların sahibidir. Ondan da
istememiştir. O hiç kimseden bir şey istememiştir. Hayyatta borçlu olmamıştır. Borç
nedir bilmez. Veresiye mal almaya ve borçlu olmaya kızar.
CİHANGİR- YASİN
Cihangir, dedesinin vefatını şöyle anlatır:
„Son zamanlarında gitti geldi...Dedem gidiyor dediler. Ölümü aklımıza gelmedi.
Her zaman olduğu gibi rahatsızlığı geçer, tekrar canlanır beklentisinde idik. Dedemin
yanından ayrılıp, biraz yatmıştık. Sesleri duyunca geldim. Vefat etmişti. Ağladım..
Kur’an okur, çok namaz kılardı.“
Yasin: „Osmanlı tarafı olduğu için çok dikkat eder. Arkadaşlarını çok iyi seç. Kötü
arkadaşa kapılırsan kurtulamazsın der. Kötü bir şey olursa arkadaştan olur“ derdi.
Dedesiz kaldım. Ama Dedemi gördüm şanslıyım. Dedem, zaman zaman rahatsız
olur. Sonra iyi olurdu.Yine aynı beklenti içinde idik.
Darıveren’e sabaha doğru vardık. Geldim dedim. Duymadı. Ağırlaşmıştı. Elini
öpemedim. O benim içimde ukte kaldı. Babama ve amcama baktım. Önce
ağlayamadım. Sonra ağladım.
SALIH YARBAY
Çok sabırlıdır. Bu konuda ağabim, babama çok çekmiş. Her hangi bir konu olur
da, sorulursa Abdi, orada ona soralım der, güvenir. Her hangi bir konuda açık tavır
almaz. O işi geçiştirir.
ABDİ YARBAY (Yiğeninin oğlu)
En belirgin özelliği ; Odun ve buğday stoku. 2-3 yıllık stoku sürekli bulundurur.
Goca Bubam, çok az konuşurdu. Her görüştüğümüzde aman okuyun der, gönderirdi.
Uyanık ve akıllı idi. Arazi kavgalarında, Goca Bubam sakin, dedem Salih çok
konşurdu. Mehmet Emin Amcam kazanır, dedem Salih kaybederdi.
FATMA YARBAY(EŞİ)
156
Çok alçak gönüllü idi. Hep çalışırdı. Çok ağaç dikerdi. Kavga ederdik, hiç
dövüşmezdik “Ben öleyim sen sürün derdim. İnşallah tersi olur derdi”. Tersi oldu.
Sağa sola para harcamazdı gerekli yere verirdi.
ZEHRA YARBAY
Çok akıllı adamdı. Kızdı mı, bakışından anlardık.
ENVER OYMAK
İleri görüşlü (çocuklarını okutmuş),yardımsever, doğru-dürüst, temiz bir insandı.
ŞAHİN GÜREL
Babam Ali Gürel’e çocuklara dam kürütme. Sonra çocuklara dam küretenin oğlu
derler. Aman çocukları okut derdi.
AKİF ARSLAN
Zeki adamdı. Kimin ne alıp sattığını bilir. Uysal, herkesle geçinirdi. Laflarımı
ciddiye almaz, gülerdi. Darıveren’de muhtar seçimi iddialı ve zor oluyordu. İyi yönleri
olmasa Darıverenliler muhtar seçmezlerdi. Hacılığının hakkını verirdi. Yanlış yaparsa,
bilerek değil bilmeyerek yapardı.
KADİR TIKAÇ
Kendi halinde. Çok fazla cemiyete karışmayan, olayları anlama ve yorumlamada
son derece zeki, çok fazla konuşmayıp işin özünü anlatan insan.
Torunun, oğlunun milletvekili olması onun hayatında hiçbir değişiklik yapmamış,
özel hayatında hiçbir değişiklik olmamıştır. Oğlunun ve torunun geldiği mevkileri
siyaset ve iktidar aracı olarak kullanmamıştır.
Köyde eve bir yük odun getirmiyorsa, bir dönüm çift sürmüyorsa, mevsiminde
pekmez kaynatmıyorsa, bunları becermiyorsa onun gözünde kim hangi mevkiye
gelirse gelsin bir değeri yoktur.
Hiçbir tavassutta bulunmamıştır. Hakkımızda çeşitli söylentiler hatta iftiralar oldu.
“Sen bunlara bakma. Bunlar gelir ve geçer. Sen işine bak” derdi.
VURAL GÜREL
Bir gün bana “okul” danışmaya geldi. Dedim ki danıştığın adama bak. Senin akıl
kaybolsa. Benimkini müjde diye verirler. Hakikaten Hacı dayı öyle biri idi çok zeki idi.
TORUN LÜTFİYE KOLANCI
Torun Lütfiye hatıralarını şöyle anlatacaktır:
« Dedem, harman zamanı bizi dövene bindirirdi. Öküzler pisleyeceği zaman
157
tabak tutardık.
Emin dedem Acıpayam’a pazara gelirdi. Bize çok gelmezdi. Salih amca çok
gelirdi. Anne annem lütfiye 33 yaşında ölmüş. Bekir dayımda 34 yaşında ölmüş. Bu
durum bende ölürmüyüm diye saplantı olmuştu. 33’ü geçince rahatladım.
Ben anneanne sevgisi görmedim. Çocukken anneannesi olanları çok
kıskanırdım. Çocuklarım anneanne sevgisini çok iyi yaşadı.
Dedem duygularını dışa vuran biri değildi. Kızım şöyle oldu, böyle oldu demezdi.
Sevgisini belirtmezdi. Kızdığında ise çık çık sesi çıkararak başını sağa sola sallardı.
Bağırdığını hiç duymadım.
Hatça nene bizleri çok severdi. Çocukların karınları açtır doyurun derdi. Onun
yatağına girerdik.
Biz Acıpayamda iken (Babam orda öğretmen) bize gelir,yatardı. Son yılları idi.
Artık 90 aşını çoktan devirmişti. Yemek yiyordu.Yoğurtlu pekmez. Öyle bir karıştırıp
yedi ki. Gençler bile yiyemezdi. Çok şaşırdım.
Dedem el öptürmezdi. Öpmeye çalışırdım. O, toka yapardı. El sıkardı. Öyle güçlü
sıkardı ki..
Dudu ile aynı yıl evlendik. Onların 1 Nsan 1978 de, bizim 4 Kasım 1978’de
düğünümüz oldu. Dedem düğünümüze gelmedi. Torun Lütiye’nin eşi Ali Kolancı:
„Hastalığıınn son haftası idi. Kayınvalideyi (Kızı, Yadigâr hanım) almaya gittim.
Sesi çıkmıyordu. Ama elimi öyle bir sıktı ki.. Zaten el öptürmez, elimizi sıkardı.“
ENVER KESMEN
Çok sıkı pazarlık yapardı. Kendine yarayacak malı alırdı. Ticarette başarılı idi. Çok
güvenilir. Sözüne sadık. “Her şeye karşı tedbirli olmalı. Kıtlık, harp olur...Evde zaire
olmalı” derdi.
KAYNAKLAR:
- Fatma Yarbay, hanımı
- Ersönmez -Zehra Yarbay oğul-gelin
- Salih - İmren Yarbay oğul-gelin
- Abdi Yarbay yeğen Em.Md.
- Beyhan Arslan torun, 21.Dönem Denizli Milletvekili
- Yasin Yarbay torun üniversite öğrencisi
- Ayşe Nur yarbay en küçük torun
- Cihangir Yarbay torun üniversite öğrencisi
- Enver Oymak Emekli Genel Müdür
- Yadigar Arslan kızı
- Mehmet Akif Arslan damadı
- Dudu- Nuri Algan kızı -damadı
- Ali İhsan Erkol
- Mehmet Ertan, Emekli İmam, Yüsek İslam Enstt.Mezunu
- Kadir Tıkaç, Darıveren 1994-2004 dönemi Belediye Başkanı
- Davut Oymak, Darıveren Belediye Başkanı
- Ömer Tıkaç komşu, esnaf
158
- Vural Gürel komşu, emekli Lise Müdürü
- Hüseyin Erkol
- Ali Tıkaç, komşu
- Hüseyin Çapacı, dünür
- Mehmet Kırgıl AK Parti Acıpayam İlçe Başkanı
- Hüseyin Kayık komşu
- Turan Kayık komşu doktor
- Ramazan-Şehre Koç komşu
- İbrahim Akyürek Ziraat Mühendisi
- Fatma Hanım Akyürek Emekli Öğretmen
- Mustafa Akyürek
- Mustafa Akdağ (29)
- Cemal Gün, üvey oğul
- Ağa Dayı (Abdurrahman Peker-98), Darıveren’in en yaşlısı
- Saliha Peker, Ağa Dayının hanımı
- Ahmet Çapacı, komşu
- Refik -Fatma Hanım Yarbay, yeğenler
- Osman Ekiz, Ekizler Camii eski İmamı
- Ahmet Yatkın (73), komşu
- Hasan Nas(74), komşu- Abdullah Yakkın(83), komşu
- Safet Meydan , komşu
- Selvet-Enver Kesmen, üvey kız -damat
- Mehmet Tosun, Sağlık Memuru
- (Dağlı) Mustafa Oymak , Kayınbirader
- Musa Yılmaz, Saadet Partisi Acıpayam İlçe Başkanı
- Mehmet Putgül, İslamoğlu Tesisleri
- Lütfiye -Ali Kolancı, torun ve eşi
- Şahin Gürel, komşu
- Mustafa Gürel, komşu
- Mehmet Biçer, Acıpayam Taşıma Kooperatifi
- Ramazan Duran, Acıpayam Taşıma Kooparatifi
- İsmat Arslan, torun
- Fidan, torun
- Süleyman Darıcı, Dayı oğlu,Emekli Bankacı
- Fatma Darıcı, Süleyman Darıcı’nın eşi
- EminAcar, yeğen, sağlıkçı
- Hacı Hasan Turan (74)
- Muhammed Bağlan, komşu
- Doğan Özkan, Serinhisar
- Halil Alçiçek, Serinhisar
- http://tr.wikipedia.org/>
- http://www.zeytinburnu.com.tr/>
- http://www.acipayam.bel.tr/>
- http://bayrambozokaliveren1.azbuz.com/>
- http://www.serinhisar.bel.tr/>
- -Hayati KUZUCU:http://www.burduranbarcikkoyu.com/burdurtarihihususiyetleri.htm>
159
- http://serinhisar.meb.gov.tr
- http://www.hbektas.gazi.edu.tr/portal/
- http://www.cameli.gov.tr
- http://www.golhisar.com
- http://www.thy.com/tr-tr/corporate/skylife/article.aspx?mkl=21>
- http://www.geocities.com/pir_imugan/koybilgi.html>
- http://www.dariveren.com.tr.tc/>
- http://www.adalet.hypermart.net/forum/showthread.php?t=4844>
- http://tr.wikipedia.org/wiki/Serinhisar,_Denizli>
- http://www.forumel.biz/turk-tarihindeki-butun-savaslar-ve-seferler- http://diyanet7.diyanet.gov.tr/turkish/weboku.asp?sayfa=4&yid=11>
- http://tubious.com/eudes-de-deuil>
- ADNAN DURMAZ
- http://antolojimiz.com/siirdetay.jsp?siirId=1644&fRecord=0>
- http://www.anitkayaulkuocagi.blogcu.com/+Ellik+gavuru
- http://www.mustafaislamoglu.com/makaleler
- http://:www.elbeyli.org/
- http://www.icisleri.gov.tr/_icisleri/TurkIdareDergisi/ -Ali Vehbi Aykota, Acıpayam Tarihi,
Ankara: Çankaya Matbaası. (1951).
- Hulusi TURGUT :
- www.byegm.gov.tp/yayinlarimiz/ayintarihi/1949/mayis1949.htm - 318k - "Türk siyasetinde Anadolu Fırtınası Osman Bölükbaşı"- Deniz Bölükbaşı - Doğan Kitap
- http://www.zengile.net/content/view/78/9/
- http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=204953&tarih=19/11/2006>
- http://antolojimiz.com/siirdetay.jsp?siirId=1644&fRecord=0
- www.yenisafak.com.tr/arsiv/2003/temmuz/07/atasgetiren.html+Ellik+gavuru
- www.elbeyli.org/Ellik+gavuru
- www.marasliyiz.biz/site/kahramanmaras/kahramanmaras-tarihi/ingilizlerin-maras-agelisi.
- Cihan Baykara/ http://www.adalet.hypermart.net/forum/www.antolojim.com/Ellikgavuru
160

Benzer belgeler