Kıbrıs Sorunu ve Kofi Annan Planı Üzerine Muhtemel Senaryolar

Transkript

Kıbrıs Sorunu ve Kofi Annan Planı Üzerine Muhtemel Senaryolar
KIBRIS SORUNU VE KOFİ ANNAN PLANI ÜZERİNE
MUHTEMEL SENARYOLAR
Hakkı ATUN (Başkan) :
Sayın Rektör, değerli konuşmacılar, saygı değer hocalarım ve sevgili öğrenciler.
DAÜ-Sam olarak amacımız doğrultusunda bir başka etkinliği gerçekleştirmekteyiz. Gerek
zamanlama ve gerekse amaç bakımından bunun faydası ortadadır. Çünkü halkımız ayakta ve
büyük bir heyecan içerisindedir. Halkımız karşı tarafa ve bu konuyla ilgili olanlara bir mesaj
vermeye çalışmaktadır. Ancak bu çok önemli tarihi dönemeçte son derece dikkatli, sağduyulu
olmamız ve en doğru kararı vermemiz herhalde kaçınılmazdır. Biz karar verme
mekanizmasına bir nebze katkı koyabilirsek elbette bundan çok mutluluk duyarız.
Konuşmacılarımızı sizlere takdim etmek gerekirse, uzun yıllar önemli başkentlerde
(Atina, Cenevre, Tokyo gibi) görev yapmış Emekli Büyükelçimiz Sn. Gündüz AKTAN ve
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğr. Üyesi Sn. Doç. Dr. Hasan ÜNAL.
Konuşmacılarımıza geçmeden önce konuyla ilgili olarak bir kaç önemli noktaya
değinmek istiyorum. Kıbrıs Türk Halkı olarak kırk yıldan bu yana önce 1963 sonrasındaki
süreçte ve ayrıca 1974 sürecinden sonra Türkiye ile birlikte kendimize göre bir yönetim
biçimi, haklarımıza sahip çıkma konusunda yaklaşım ortaya koyarak “Nasıl bir güvence ve
kalıcı bir çözüm temeli yaratabiliriz?” biçiminde bir devlet kurduk. Öngördüğümüz politika
Türkiye ile birlikte, bunun bir kalıcı çözüme eşit, egemen zeminde bir anahtar olabilmesiydi.
Gerek 1963-1974, gerekse
sonraki süreçte bunu tanıtmamakla
ve yaşatmamakla, aynı
zamanda karşı tarafın meşru taraf kabul edilmesi nedeni ile önümüze bir çok engeller
çıkarılmıştır. Ve gelinen noktada Kıbrıs Rum kesimi
AB’ne alınırken biz halâ yaya
kalmaktayız. Bunlar olayın bir yönüdür.
1
Ambargolarla ve kendi hatalarımız neticesinde ekonomik durumumuzu geliştirmemiş
ve bunu karşı tarafa adeta bir avantaj biçiminde sunmuş bulunmaktayız. Halkımızın
sabırsızlığı ve heyecanı belki bu gerçek karşısında haklılığını göstermektedir. Ve bunun
arkasından da bir psikolojik harekat biçiminde adeta çözüme katkısı olacak taraf yalnız Türk
tarafıymış gibi bizden taviz istercesine, Annan Planının bir an önce imzalanması biçiminde bir
Kopenhag Zirvesi olayı yaşanmıştır ve o günden sonra her kademede bu konu alabildiğine
tartışılmaktadır. Ancak bunun daha da tartışılmaya ihtiyacı olduğunu ve açıklığa kavuşup
kalıcılığı saptanmadan imzalanmaması, son derece önemli tarihi bir görevdir.
4 Mart 1964’te imzalanan kararın hâla bizlere neye mâl olduğunu çok iyi bilmekteyiz.
Belki bir kelime daha eklenmiş olsaydı bugünkü durum farklı olabilirdi. Dolayısıyla bir
politikacı veya politik bir makam için siyasi karar verme yada bir toplumun ve milletin
kaderine imza koymak sonderece sorumluluk taşıyan bir olaydır. Bu sorumluluk öyle
büyüktür ki öldükten sonra bile o politikacının peşinden yıllarca belki asırlarca gidebilir.
Örnek olarak bugün rahmetli İnönü’yü bile bazı kararlar başka türlü olabilirmiydi diye
sorgulamaktayız.
Halkımızın kafasını karıştıran önemli sorunlardan bir tanesi de; 28 Şubat veya 24
Nisan 2003 tarihine kadar imza atılamadığı takdirde biz bir azınlık durumuna düşeriz ve karşı
taraf bu defa Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB’ne girmesini tescil etmiş olur ve biz tamamı ile
açıkta kalırız düşüncesidir. Bunun böyle olup olmadığını çok iyi araştırmamız, bilmemiz ve
sizlere duyurmamız gerekmektedir.
Tahmin ederim ki çok canalıcı bir nokta olduğu için bu konuyada açıklık gelecektir ve
son söz olarakta ikinci defa halkımızın barış ve çözüm isteğini dile getiren ve güçlü bir ses
veren mitingler olmaktadır. Demokrasiye inanan herkes elbette buna saygı duymak
durumundadır ve buna kulak vermelidir. Ancak bu mesajı ben karşı tarafa ve bütün dünyaya
da vermiş olduğumuza
inanıyorum, çünkü tek taraflı çözüm olmayacağına göre Rum
tarafının bu konudaki tutmununda bilinmesi, niyetlerinin uzun vadede saptanması ve bu
konuda tavır koymaları son derece önemlidir. Benim bilebildiğim kadarı ile Kopenhag’da bile
bu Annan Planını kabul ettiklerini bilmiyoruz, duymadık, böyle bir yaklaşımları olmadığını
hatta Rum halkının bu plana karşı olduğunu da kendi basınlarından bilmekteyiz. Dolayısı ile
bu konuda karşı tarafın hareketi bizler için son derece önemlidir. Bizi rahatsız eden unsurların
düzeltilebilmesi için bu unsurlar kadar ortaya koyacağımız iyi niyet ve çaba iki tarafın
2
karşılıklı bu adada çözüm isteniyor ve bir bütün halinde AB’ne girilecekse, sorumluluğu
paylaşmamız gerekmektedir. Ve bu mesajları “kendi içimize veriyormuşuz ve kendi
liderimizden taviz istiyormuşuz biçiminde algılanıp onlara fırsat vermemeliyiz” diye
düşünüyorum. Kaldı ki bugün imzalayalım ve kabul edelim dediğiniz belgenin, Sn.
Denktaş’ın kırk yıllık çabalarının bir sonucu olduğunu unutmamak gerekir. O sonuca varan
lidere şimdi güvensizlik beyan etmek elimizi zayıflattığı gibi zannedersem hiç kabul
edilemeyecek bir haksızlık olur diye düşünüyorum.
Sonuç olarak Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak en sağduyulu ve
soğukkanlı davranmamız gereken bir dönemden geçmekteyiz ve hatta olmak veya olmamak
gibi bir noktada bulunuyoruz.
Bu düşüncelerimden sonra sözü Emekli Büyükelçimiz Sn. Gündüz AKTAN’a
bırakıyorum. Hepinize saygılarımı sunarım.
Emekli Büyükelçi Gündüz AKTAN:
Sayın Rektör, sayın Başkan, değerli öğretim üyeleri ve sevgili arkadaşlar. Adet üzere
bende tarihi açıdan son derece önemli bir noktada toplandığımızı söyleyeceğim. Ama
gerçekten çok önemli bir noktadayız, ben Türkiyeden geliyorum, size sizin sorunlarınızn
hakkında ne düşündüğümü anlatacağım. Sorunlar sizin, siz yaşıyorsunuz bu sorunları ama
sorunlar bizide yakından ilgilendiriyor çünkü biz sizi kendimizden ,kendimizi de sizden
sayıyoruz.
Evvela dış politika konusunda çok basit bir kaç söz söylemek istiyorum. Soğuk
savaştan sonra sadece “Tarihin sonu geldi” denmedi, Türkiye’deki bazı arkadaşlarımız dış
politikanın da sonunun geldiğini söylediler. Artık barış vardı. Ulusal güç ve ulusal çıkar
politikasının gereği yoktu, Türkiye en nihayet AB’ne girecekti bu şartlarda dış politikaya
ihtiyaç yoktu. Dış politikanın olmadığı yerde strateji de olamazdı. Kıbrısın stratejik değeri ne
olabilirdiki, zira o da ortadan kalkmıştı zaten stratejide kimsenin anlamadığı, tanımı
yapılmamış bir kavramdı. Bu açıdan ben sayın başkana, merkezin içindeki o stratejik
kelimesini en kısa zamanda değiştirerek çağdaş bir görüntü vermesini tavsiye ederim.
3
Dış politika nasıl olduysa bizim kuşağımızda değişiverdi yani yazılı tarih onbin yıldır
devam etmektedir. Bir şey oldu, bir olağan üstü mucize, belki ben emekli olduğuma göre
bizim için önemli değil, ama sizin açınızdan baktığımızda artık dış politika tümüyle ortadan
kalkmış demektir. Yani bu dünyada ulusal güç için politika yapılmıyormu? Bunu
söyleyebilirmiyiz. Stratejinin önemi ortadan kalktı ise, barış dönemine girdiysek, bu Irak’ta
burnumuzun dibinde ne oluyor? Ada olarak sizin stratejik değeriniz yoksa Türkiyenin ne gibi
bir stretejik değeri var ki bütün dünya, “Dünyanın en stratejik yeri Türkiye’dir” diyor. Madem
önemi kalkmış, o zaman Türkiye’nin de stratejik değeri olamaz. Arkadaşlar, soğuk savaş
döneminin bitmesi ile ne tarih sona erer ne de dış politika sona erer. Bu, acı gerçeklerden
kaçmanın çok basit bir yoludur ve bunun kaçanlar açısından çok ciddi maliyeti vardır. Dünya
mücadele dünyasıdır. Ulus devletlerin hâla küresel dünyada çıkarları vardır. Bu çıkarlar için,
ordular durmaktadır, belki yarın burnmuzun dibinde Irak savaşı, belki o savaştan sonrada
belki bir başka yerde bir başka savaş çıkacaktır. Yani Kıbrıs sorununu biz stratejinin, dış
politikanın sona erdiği böyle hayali bir ortamda değerlendirerek, doğru bir sonuca ulaşamayız
ve kendi takip edeceğimiz hareketi sağlıklı bir biçimde saptayamayız. Bu ilk söyleyeceğimdi.
Şimdi bugün içinde bulunduğumuz durumu genel bir ifade ile parlak değil diye
nitelendiriyoruz o zaman parlak olmayan bu duruma nasıl geldik? Tabii ki bu tehlikeli bir
soru çünkü sizin artık ezbere bildiğiniz Kıbrıs’ın tarihçesini tekrardan anlatmak gibi bir risk
taşıyor ama ben onu yapmayacağım. Bir kaç konuya değineceğim.
1960 sistemi rahmetli Fatin Rüştü Zorlu ile Averoff tarafından kuruldu. Sn. Zorlu ile
karşılaşma imkanım olmadı ama Sn. Averoff ile tanıştım. İyi bir sistem kurdular çünkü 1960
sistemi iyi bir sistemdi. Ama talihsiz bir sistemdi, bir yandan sömürgeciliğin tasfiyesi
dönemine isabet etti ki o sırada sömürgecilikten kurtulan tüm uluslar, bu arada Kıbrıs’ta
yaşayan Rumlar ve Türkler de günün heyecanını yaşıyorlardı. Bağımsız olmak, kendi kaderini
tayin etme hakkı taşıyorlardı. 1960 yılında öyle bir karmaşık sistem kurulmuştu, dünyada
yerleşik demeokrasilerin dahi bu konuda ciddi bir tecrübesi yoktu. Daha yeni bağımsızlığını
kazanmış, sömürgecilikten yeni çıkmış olan bu Kıbrıs’taki iki halk, esasen çok büyük bir
tecrübe gerektiren sofistike bir sistem yaratmak zorunda idiler. Bunu söylemekten muradım
şudur; bu sistem 1963’te yıkıldı, bu yıkılışın nedeni: Kıbrıslı Rumların adaya tek başına
hakim olmak istemeleridir. Ama zaten bu sistemi yürütecek bir alt yapı, tecrübe ve olgunluk o
tarihlerde aranamazdı. Onun için çok fazla da haksızlık yapmamak lazım gibi geliyor. Onların
yaptığı kötü idi ama realist olarak bu sistemin yaşatılması da zordu.
4
1963-74 arasında burada çok kötü şeyler yaşandı, o dönem benim sizin yaş
ortalamalarınızda olduğum dönemdi. Bizim için çok acı idi, bu arada büyük bir mezalim
cereyan ediyordu ve Türkiye hiç bir şey yapamıyor uzaktan seyrediyordu. Siz kendi
ırkdaşlarınızın, kardeşlerinizin bir yerde öldürüldüğünü, aç bırakıldığını, ilaçsız bırakıldığını
seyredeceksiniz ve bir şey yapamıyacaksınız. Duyguların belkide en kötü ve acısı buydu. Tüm
acılar ve kötülükler unutulur. Bu söylediklerimin amacı Türkiyenin yaptığı hataları
söylemektir. Onbir yıllık bir mezalim burada cereyan etti, fakat Türk tarafından, ve
Türkiye’den hiç bir zaman resmi düzeyde en azından, Ey dünya! Burada insanlığa karşı suçlar
işlenmektedir sözü çıkmadı. Benim bakanlığımdan da çıkmadı çünkü çok basit bir nedenle
biz iyi bir hukuk bilerek yetiştirilmedik. Soykırım sözcüğünü sadece Sn. Denktaş, BM
Güvenlik Konseyinin Mart 1964’te aldığı 186 sayılı karardan sonra, hırsla kapıdan çıkarken
verdiği beyanatta kullanmıştır ve “Türkler’e karşı soykırım yapılıyor” demiştir. O tarihlerde
soykırım sözcüğü çok yaygın kullanılıyordu. On-onbeş kişi öldürülse soykırım yapıldı
deniyordu ama yıllar sonra Akritas planının soykırıma teşebbüs olduğunu gördük. Türkiye
bunuda kullanamadı 186 sayılı karar ile ilgili sayın Başkanın eleştrisi oldu, ben de aynen
katılıyorum.
Bazen hayatınızda şu bir adımı atsaydım dersiniz ve o adım atılmamış olur. Hepimiz
hayatı buna benzer atılamamış adımlarla doludur. Orada atmadığımız bir adım bizim
bugünlere gelmemize neden olan unsurların başındadır. Kıbrıs’ta o zaman bir isyan olduğunu
kabul ettik ve Rumların bir hükümet olduğunuda kabul ettik. Bunun nedeni bir an önce BM
Barış Gücünü buraya getirip katliamı durdurmaktı. Evet katliamı durdurmak için acele etmek
lazımdı ve acele ettiğimiz içinde bu iki hatayı yaptık ve bugün başımızda tanınmamış bir Türk
tarafı ve tanınmış Rum tarafı mevcuttur. Bu dönemi 1974’ teki müdahale ve ondan sonraki
müzakere dönemlerini de arka arkaya koyduğumuzda, hata olarak yaptığımız iki şeyi de
söylemek gerekmektedir. Bunlarda birincisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edildi
tanıtamadık ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanına tepki olarak buraya ambargo
kondu, engelleyemedik. Ambargo BM yasasına aykırı olarak konuldu bunu savunamadık ve
başımıza Devletler Hukukunu ayaklar altına alan bir ambargo ortaya çıktı. Tanımadılar ve
ambargo uyguladılar, yani bir küçük topluma yapılacak en kötü şeyi yapmış oldular. Buna
Türkiye açısından hatamı yoksa başarısızlık mı demek gerek bilemiyorum ama bugünün
sorunlarını işte bu konular yarattı.
Diğer bir hususta, 1991’de Rum tarafı BM müzakere sürecinden umudunu kesti ve AB
üyeliğine müracaat etti. Ciddiye almadık, böyle bir saçmalık olamazdı. Bölünmüş bir adanın
5
güneyi AB’ne müracaat edemezdi. Üstelik garanti anlaşmasının açık hükümlerine aykırı bir
durumdu ama tüm itirazlarımıza rağmen AB Komisyonu herhangi bir hukuk çalışması bile
yaptırmadan, BM Güney Kıbrıs’ı tanıyor, onun için ben bu müracaatı kabul ediyorum dedi. O
andan itibaren bugüne kadar bir çok vesile ile sözlü ve yazılı olarak hukukun üstünlüğüne
inanmış ve bu temelde kurulmuş olan AB’nin Kıbrıs’ta hukuk ihlali yaptığını her zaman
söylemiştir. Bu konuda da kimseyi ikna edemedik. 1991 Mart’ında AB Rumlar ile
müzakerelere başladı. 1997’de Lüksemburg Zirvesinde bizim AB adaylığımızı reddettiler
adaylığımız ancak 1999 Helsinki Zirvesinde kabul edildi. Şimdi orada hepimizin bildiği bir
şey var 2002 yılı sonuna kadar Kıbrıs sorunun çözülmesi lazım 2004’e kadar da Ege sorunun
çözülmesi veya çözümlenemez ise La Haye Adalet Divanına gitmesi lazım. Türkiye’nin
üyeliği bu iki şarta bağlandı.
Şimdi günümüze geliyorum; Annan paketi önümüzde, Sn. Denktaş hasta ve paketin
son şeklini müzakere etme durumuna sahip değiliz. Helsinki kararına göre 10 Aralık tarihine
kadar imzalanması gerekiyordu. Türkiye’de ve Kıbrıs’ta, Türk tarafı bu planı imzalamadığı
için planın kabul edilmediği yolunda genel bir kanaat oluştu ama bu kanaat yanlış bir
kanaattir.
10-13 Aralık tarihlerini hatırlayın; Türk tarafı Kopenhag’da bir odada bulunurken
karşısında Rum tarafı yok, onların yerine Amerikan, İngiliz ve BM temsilcileri var ve
“imzala” diyorlar. Türk tarafı imzalamak için çok basit bir iki şey istiyor, karşı taraf
reddediyor ve olduğu gibi imzalanmasını istiyor. Bunu Türk tarafının kabul etmesinin imkanı
yoktu. İçeride Türk tarafının neler istediği ve neler verilmediğini tartışacak değilim. Gelecekte
bu işin sorumluları tarafından sizlere açıklanması gereken bir husustur, fakat bu hususu
öğrendiğinizde eminim benim kafamda beliren soru işaretleri sizin kafanızda da belirecektir.
Niye bunları bize verip imzamızı almadılar? Çünkü istenenler çok basit seylerdi. Ve
karşımızda da Rumlar yoktu, sanki onlar adına konuşma yetkisine sahip Amerikalılar,
İngilizler ve Sn. Desoto vardı. Acaba bunlar imzalamamamızı mı istiyorlar? Şöyle bir senaryo
kurabiliriz; biz bunu imzaladık diyelim. Artık bundan sonra söyleceklerimin hepsi şartlıdır.
Annan paketini imzaladınız ve siz Güney Kıbrıs’la birlikte AB’ne girdiniz, biz dışarıdayız.
2004’te bize müzakere tarihi verileceği söyleniyor, birkaç yıl sonra verilir ve müzakere altı
yedi yıl sürer. Türkiye 2012-2015 arası bir tarihte AB’ne üye olur. Siz bu arada yalnız
başınıza AB’nin içindesiniz, Annan planın uygulandığı bir ortamda. Yani Türkiye tarafından
hiç bir şekilde korunmuyorsunuz. Buna karşılık, bırakalım İngiltere’yi, Yunanistan AB
koşullarından yararlanarak bütün gücüyle Kıbrıs Rumlarının arkasında. Zaten yanı başımızda
6
sizinkinden 17 kat daha büyük bir ekonomi var, siz ambargonun altından yeni kalkacaksınız
ve AB üyeliğine hazırlanmak için hiçbirşey yapmadınız. Kıbrıs Rum tarafı dışarıda AB’den
aldığı paralar ile ekonomisini hazırladı, hatta Yunanistan’ın arkasında Yunan diasporasının da
sermayesi mevcuttur. Onlarla karşı karşıyasınız ve kendinizi koruyacaksınız, ayrıca bize
2004’te tarih verileceği de garanti değil. Bu durum Kopenhag Zirvesi vesilesi ile tüm basına
yansıdı Avrupa basınını takip eden herkes bilir; bize tarih vermemelerinin sebebi Kopenhag
şartlarının yerine getirmediğimiz için değildir bunun nedenleri Türkiye’nin Avrupalı olduğuna
inanmamaları, Türkiyenin çok büyük olması, müslüman olması ve farklı bir kültüre sahip
olmasıdır. Nerede ise utanmasalar farklı bir ırktan olduğumuzu ileri sürecekler.
Diğer yandan Kıbrıslı Türkleri üyeliğe alacaklar çünkü siz onların nazarında
önemsizsiniz. Onlara göre siz ikiyüzbin kişilik ufak bir toplumsunuz, zaten yerleşiklerinde
yarısını Türkiye’ye gönderip sizi yüzellibin kişi olarak AB’ne alırlar. Ama bizi almamak için
şimdiden gerekçeleri söylüyorlar. Demek ki sizin yalnız başınıza girmenizi öngörüyorlar.
O zaman Türkiye’nin önünde iki tane seçenek var; birincisi Annan planını öyle hale
getiririz ki Türkiye üye olmadan Kıbrıslı Türkler AB’ne üye olur ama o plan çerçevesinde
varlığı tam olarak korunur. Ekonomisi geliştirilir ve siyasi yapısı korunur bu son derece zor işi
Kıbrıslı Türkler yapacak ve Türkiye ile Sn. Denktaş Annan planını bu hale getirecek, bu
mümkün mü? Karşı taraf bunu kabul eder mi? Bu Annan planının çerçevesinde hakikaten
Kıbrıs Türkleri varlığını koruyabilir mi? Buna bakmak lazım yani Annan planını şurası eksik
burası
fazla
olarak
değil
bir
bütün
olarak
değerlendirmeliyiz.
Siz
varlığınızı
koruyabilirmisiniz yoksa şimdi “biz göç etmek istemiyoruz” diyen arkadaşların yanında acaba
aileleride mi göç ederler? Bunları değerlendirmemiz lazım.
Eğer planı değiştiremezsek ne yapabiliriz? O zaman şunu yapabiliriz, müzakere
ederiz, değiştirebildiğimiz kadar değiştiririz sonra döner deriz ki Türkiye’nin ekonomik gücü
ile Annan planının eksikleri ve yanlışları dengelenir. Ne zamana kadar olur bu: Türkiye’yi ne
zaman AB üyesi yaparsanız o zaman olur, olduktan sonrada Annan planını çok hızlı
uygulamaya koyabilirsiniz. 28 yılda olacak iş 18 yılda olur. Hızlandırılmış bir Annan planı
temelinde ama Türkiye ile birlikte bir çözüm, bu Türkiye’nin AB’ne girmesini de
kolaylaştırır.
Pekala Rum tarafı bundan ne kazanacaktır? AB’ne girmeyi kazanacaktır, buyursun
girsin. Ama orada bir hüküm bulunması lazım; o da şudur ileride Türkiye’nin üyeliği
sırasında Kuzey Kıbrıs ta AB’ne girdiğinde, parça devlet haline dönüşmek üzere ortak devlet
7
yetkilerini kullanır. Annan planının ayrıntılarını bir kenara bırakıyorum şimdi ise bu işin nasıl
yapılacağına dair bir kaç şeyden bahsedeceğim.
Bunlardan birincisi eğer ben Sn. Denktaş’ı biraz tanımışsam, bunca yıllık
mücadeleden sonra Sn. Denktaş Kuzey Kıbrıs’ın, içinde Türkiye’nin olmadığı bir AB’ne
girmesini ama varlığını koruyacak bir Annan paketinin ortaya çıkmamasını nasıl karşılar?
Benim düşünceme göre Sn. Denktaş böyle bir paketi imzalamaz. O zaman ne olacak? Bir çok
insan “Ne olursa olsun Annan planı imzalansın, biz AB’ne girelim, ekonomik ve siyasi
geleceğimizi AB’de arıyoruz” diyorlar. Ama Sn. Denktaş böyle bir paketi imzalamayabilir. O
zaman ne yapılacak?
Başka bir şey anlatayım size; 1960 sistemini Averoff-Zorlu ikilisi kurmuştu,
Kıbrıs’taki 1960 düzenini adadaki toplumlar kurmadı, kim kurdu peki? Türkiye ve
Yunanistan. Toplum liderleri çağrıldı ve imza edildi. O zaman hiçbir noktaya itiraz hakları
yoktu. 1974’te Türkiye, Garanti Anlaşmasına dayanarak Silahlı Kuvvetleri ile müdahale etti.
Garanti Anlaşmasına göre Silahlı Kuvvetleri ile müdahale edip mevcut rejimi 1960 Anayasal
rejimine döndürme yetkisine sahip bir garantör ülke, bundan sonraki düzeni de tayin
edebilir.Türkiye’de yeni hükümetimiz çözüm için ve imza atması için Sn. Denktaş’a baskı
yapmaktadır. Yeni hükümete tavsiyem, aynı Zorlu-Averoff’un yaptığı gibi eğer Annan
paketinin Türkiyenin geleceği için hayırlı bir paket olduğunu düşünüyorlar ise, bu paketi
kendileri
imzalasınlar.
Sokaklarda,
meydanlarda
Sn.
Denktaş’ın
istifasını
isteyen
arkadaşlarımız Sn. Erdoğan’dan da bu metni imzalamasını isteyebilirler buna hakları vardır
belki de işin doğrusuda budur. Yani paketin imzalanmasını Türkiye’den talep edebilirsiniz
ancak bu paketi imzalayacak ve böylesi tarihi vebal altına girecek bir hükümet ve onun
başkanını bulursanız.
Şimdi son noktayı söyleyeceğim; sorun aslında sizin AB’ne girmenizle bitmiyor sorun
Türkiye’nin AB’ne girişi ile ilgilidir. Türkiye’nin AB’ne girişini şu veya bu şekilde
sağlayacak olsak sizin Annan paketi bizi çok fazla sıkıntıya sokmaz. Türkiye’nin içinde
bulunduğu bir AB’de size hiçkimse hiçbirşey yapamaz.
O zaman biz nasıl AB’ne gireceğiz; biz ancak sizle beraber hareket edebilirsek
girebileceğiz. Bugüne kadar belki Türkiye sizi belâlardan kurtardı ve korudu, sizleri ne kadar
mutlu etti bilemem ama bundan sonra eğer Türkiye’nin gerçekten AB’ne girme şansı varsa,
bu Kıbrıs Türkü’nün bizimle birlikte hareket etmemesi halinde gerçekleştirilemez. Eğer siz
biz Türkiye ile birlikte üye olacağız demezseniz çok muhtemelen sizi alırlar ama bizi
8
bırakırlar. İlk defa öyle bir duruma geldik ki küçücük bir Türk toplumu koca bir ülkenin
kaderinde bu kadar etkili olabilir. Bu arada gösteri yapan arakadaşları saygı ile karşılıyorum
ama Türkiye’nin kendilerine ihtiyacı olduğunu da bilmeliler.
Teşekkür ederim.
Doç. Dr. Hasan ÜNAL:
Sayın Başkan, sayın öğretim üyeleri ve değerli öğrenciler. Aslında Gündüz Bey aşağı
yukarı söylenebilecek herşeyin çerçevesini çizdi, ben de o çerçevenin içini doldurmaya
çalışacağım. Son zamanlarda Kıbrıs’ta konuşulan hususlara dikkat çekmek lazım. Bu
husularda birisi mesela “Barış İstiyoruz”. Şimdi bu söz adeta adada bir savaş ortamı olduğu
düşüncesini beraberinde getiriyor, oysa benim bildiğim bu adada 1974’ten beri nerede ise tek
kurşun bile atılmadı. Dolayısıyla adada bir barış olmasını istemek çok ta mantıklı değil, çünkü
adada zaten barış mevcut durumda. Çözüm kelimesi de yanıltıcı çünkü çözümden Kıbrıs Türk
halkının ve Rumların anladığı şey birbirinden çok farklıdır. Diğer bir konuda zaten her iki
tarafında adada kendi çözümleri mevcut dolayısıyla şöyle demek gerekiyor. “Her biri kendi
çözümünü oluşturmuş iki toplum acaba bir anlaşmaya yeniden gidebilir mi?” Zamanla adanın
bütünleşmesine ve belki yavaş yavaş bir devlet olarak hareket etmesine fırsat verecek bir
anlaşma olabilir mi? Ama bu anlaşma hem Türkiye’nin ada üzerindeki hak ve çıkarlarını
koruyacak, aynı şekilde Yunanistan’ın hak ve çıkarlarını koruyacak yani iki garantör ve
Anavatan ülkenin ve ayrıca adadaki Türk ve Rum toplumlarınında hak ve çıkarları koruyacak.
Aslında iki tarafın çözümden anladığı şey ve adanın geleceğine ilişkin hedefleri
birbirine o kadar zıt ki, bunları bir araya getirmek sihirbazlık gerektirecek kadar zor bir şey.
Buradan şuraya gelmek istiyorum: Türkiye’de özellikle 3 Kasım seçimlerinden sonra iktidara
gelen AKP yöneticilerinin, özellikle de Sn. Tayyip Erdoğan’ın “40 yıldır çözümsüzlük
siyaseti izliyoruz” sözleri üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Bir defa kırk yılla
çözümsüzlük kelimesini yanyana getiridiğimizde ortaya çok ilginç tablolar çıkıyor. Mesela
kırk yıl öncesine gidersek 1963 senesi oluyor. 1963’te Rumlar 1960 Anlaşmaları ile
oluşturulmuş olan Anayasal düzeni silah zoru ile ortadan kaldırdılar ve onbir yıl sürecek olan
etnik temizlik harekatına başladılar. 1963 yılında acaba Türkiye Rumlara tepki vermeye
başlarken, 1964’te çıkarma tehdidinde bulunurken ve hava kuvvetlerini gönderirken, 1967’de
9
tekrar müdahala tehdidini ortaya koyarken çözümsüzlük için mi adımlar attı? Kırk yıldır
çözümsüzlük siyaseti izlediğimize göre demekki bunları yapmak yanlıştı. O zaman bunun
alternatifi ne idi? Direnmeyeceksiniz ve kimliğinizden vazgeçeceksiniz veya adayı bırakıp
Türkiye’ye gideceksiniz.
Şimdi buradan da Türkiye’deki liberal söyleme geçersem, artık ne kadar liberal
olduğu üzerinde de konuşmak lazım ama burası onun yeri değil. Bu AB meselesi burada öyle
bir şekilde ortaya konuyor ki Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde insanlığın ve
insanların nihai hedefi AB vatandaşı olmaktır, yani bundan daha üstün bir değer olamaz.
Dolayısıyla bugüne kadar yaptığımız herşeyi aslında AB içinde bir fert olabilmek için de
yapmalıydık, yani bunun içine millet olarak ve toplumsal kimliğimiz ile girmemiz falanda o
kadar önemli değildi. Bu mantık ile bakacak olursak Kıbrıslı Türkler direnmeseydi ve ada
Yunanistan ile birleşseydi, Yunanistan 1981’de AB üyesi olunca bu adada AB’ne girmiş
olacaktı.
Bu görüşe göre ben Türkmüşüm, diğeri Rummuş vs. bunları tartışmak anlamsızdır.
Çünkü sonuçta sizin gittiğiniz yer insanlığın ulaşabildiği en yüksek nokta olan AB’dir.
Dolayısıyla buna neden itiraz olsun, bu mantık ile bakarsak o zaman Kurtuluş savaşımızda
saçmalıktır, Anadolunun zaten yarısı Yunan işgalindeydi. O topraklarda 1981’de Yunanistan
ile birlikte AB üyesi olurdu. Ayrıca zaten bu liberal çizginin geliştiridiği giderek AKP üst
yönetiminin ve özellikle Sn. Tayyip Erdoğan’ın benimsediği bu söylemin bir sürü mahsurları
da mevcuttur.
Mesela diyorlar ki artık strateji denilen kavram soğuk savaş döneminde kalmıştır, bu
Kıbrıs adasının da ozaman bir değeri falan yoktur. Fakat her ne hikmetse bu ada İngiltere
açısından çok stratejik bir öneme haiz ve İngiltere adadaki üstelerini bırakmamak için elinden
geleni yapıyor. Üstelik şimdi ada AB’ne alınırken İngiltere kendi üslerinin AB sistematiğine
alınmayacağına dair anlaşmaya şerh koyuyor. Yani İngiliz üsleri Avrupa Güvenlik ve
Savunma Kimliği’nin dışında bırakılacaktır. Bunuda İngilizlere sorduğumuzda, diyorlarki
“Bu ada stratejik bir yerde, Doğu Akdeniz’i, Türkiye’yi, Suriye’yi ve İsrail’i kontrol ediyor
yani böyle bir adayı bırakıp gitmek enayiliktir” fakat aynı İngilizler başka bir ortamda bize
sizin açınızdan buranın stratejik değeri olmaması gerekir diyorlar. Nasıl olsa hepimizin
buluşma noktası AB, bugün Kıbrıslı Türkler giriyor ve yarın değilse öbürgün belki siz de
gireceksiniz ve orada buluşacağız.
10
Oysa bakıyoruz AB’de Türkiye ile ilgili konular Türkiye’nin AB üyesi olacağı
varsayımı üzerine inşa ediliyor. Yani Türkiye ile ilgili konularda, Kıbrıs olsun AGSP olsun
yapılan planlar Türkiye’nin bir gün AB üyesi olacağı varsayımı üzerine inşaa ediliyor.
“Bundan daha tabi bir şey olabilir mi diyorlar.” Şimdi Annan paketinde sanki Türkiye on
yıldır AB üyesi, Yunanistan zaten üye, o zaman AB içinde beraberiz, ama burada çözülmeyen
bir sorun var, kafa ağrıtıyor nedir o sorun? Diyor ki; ikinizde AB üyesisiniz oysa Türkiye’nin
AB’ne nezaman ve hangi şartlarda üye olacağı konuşulduğu zamanda AB yetkilileri adeta
ateş püskürüyor: “ Ne münasebet, sizin AB’ne üye olacağınızı kim söyledi?”. Türkiye ile ilgili
bir konunun tartışılacağı noktalara doğru gidilirken, mesela Kopenhag Zirvesinde olduğu gibi,
Avrupa basınında müthiş bir kampanya başlıyor. “İşte Türkiye AB’ne üye olamaz çünkü ayrı
bir kültüre mensupturlar, coğrafi konumları elverişli değil veya Türkiye’nin jeopolitik
coğrafyası ile AB’ne alınması mümkün değildir. Efendim Türkler AB’ne alınmamalı çünkü
nufusları yetmiş milyon ve her yıl bir milyonda artıyor ve yirmi yıl sonra AB’nin en kalabalık
üyesi durumuna gelirler ve AB kurumlarında en geniş temsil yetkisi kazanırlar.” Dolayısıyla
bizim aslında kurmak istediğimiz AB fikri sulandırılmış olur, biz bunu yapamayız. Bu
tartışmaların Kıbrıs’a yansıyan kısmını Kopenhag’da gördük çünkü bu zirveye gidilen
haftalarda Türkiye’ye ısrarla şunu dediler “Efendim siz Kıbrıs meselesini çözerseniz, AB’den
müzakere tarihi almanız nerede ise garanti hale gelir ama çözmezseniz yani Annan planını
imzalamazsanız böyle bir şeyi hayal dahi etmemeniz gerekir”.
Oysa artık biliyoruz ki Kopenhag’da o oluşturulan odada Türk tarafının çok basit
taleplerinden bir tanesi de “Biz Annan planına imza atarsak, Türkiye’nin üyeliği ile ilgili
süreçte bir iyileşme olacak mı?” çünkü Türkiye’ye daha önceden Kopenhag’da ne verileceği
önceden söylenmişti, daha önceden Alman-Fransız modelinde önerilen tekilifinde gerisine
düşüldü dolayısıyla Türk tarafının pazarlık veya nabız yoklama amacı ile yaptığı bu
girişimlere de şöyle denildiğini bilmekteyiz “Hayır kardeşim siz bir defa Kıbrıs ile
Türkiye’nin üyelik sürecini niye bağlantılı hale getiriyorsunuz ki bizim Kıbrıs ile olan
politikamız belli, biz Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla müzakere ettiğimiz Rumları herhalukârda
AB’ne alacağız, siz bu plana ister imza atın veya atmayın. Sizin ne zaman üye olacağınıza
gelince bu karanlık bir konu, bugünden yarına verilecek bir karar değil.” Şimdi burada bu
husus çok önemli çünkü hem Kuzey Kıbrıs’ta hemde Türkiye’de yürütülen psikolojik
harekatta bunu yapan insanlar ısrarla şunu söylemektedirler: “Türkiye’nin AB yolunu açmak
için Annan planına imza atması gerekmektedir” yani Annan planına sadece adadaki sorunu
çözmek için değil aynı zamanda Türkiye’nin AB yolunu açmak için de imzalamalıyız diye bir
hava yaratılıyor.
11
Oysa Türkiye’nin AB’ne giden yolu hiç te bu kadar kolay değildir. Mesela diyelim ki
Annan planına imza attık ve Kıbrıs meselesinden kurtulduk. Ege meselesini de diyelimki La
Haye Adalet Divanı’na, Yunanistan’ın istekleri doğrultusunda hazırlanacak bir Tahkimname
ile götürdük. Emin olun ki karar aleyhimize olacaktır. Ama bütün bu tavizlere rağmen
Türkiye’nin üyelik süreci ilerlemeyebilir.
Mesela 2004 yılına kadar AB’ne üye olacak ülkeler Türkiye’nin müzakere sürecini
engelleyebilirler yani bu üyelerden bir tanesinin bile engelleme yönünde gerekçeler ortaya
koyması fazlasıyla yeter. İkincisi 2006 yılında Almanya’da muhafazakarların iktidara
geleceği gün gibi ortadadır. Yani muhafazakarlar da Türkiye’nin üye olmasına ideolojik ve
kültürel gerekçelerle karşı çıktıklarına göre, Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde taviz vermesi
veya Ege sorununda Yunanistan’ın istediği yolu takip etmesi Türkiye’yi AB üyesi yapmaz.
Şimdi burada Gündüz Bey sizlere dedi ki: “Bizim size ihtiyacımız var”. Bence bu
ihtiyaç iki yönlü çünkü Kuzey Kıbrıs’ında Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Neden? Kıbrıs Türk
toplumu küçük bir topluluk olarak AB’ne girecek ve bu arada Anadoludan gelenlerin bir
kısmının anlaşma gereği geri dönmesiyle bu sayı daha da azalacak ve sonuçta AB içinde yüzyüzelli bin civarında bir Kıbrıs varlığı olacaktır. Belki şunu temin etmeye de katkıda
bulunacaksınız zira AB sizi emsal göstererek “Ben Hıristiyan klüp değilim, işte böyle Kıbrıslı
Türkler gibi içimde müslümanlar da var” diyecek.
Şimdi Balkanlara ilişkin genişleme sürecini hızlandıracaklarmış, Şubat’tan itibaren
AB de bu yönde bir süreç Batı Balkanlar’dan başlayıp, Doğu Balkanlar’a doğru devam
edecekmiş. Çünkü Hırvatistan’a Şubat ayında üyelik müracaatında bulunmasını tavsiye
etmişler. Ardından belkide Bosna’yı da alacaklardır. Bunlar küçük nüfuslar olduğundan AB
tarafından alınmaları ve kabul edilmeleri Türkiye gibi büyük bir ülke ile kıyaslanmayacak
kadar kolay. Dolayısıyla böyle küçük müslüman nüfuslar AB’ne entegre edilirse, AB’nin
kendisine yöneltilen Hıristiyan kulübü suçlamasından da kurtulma fırsatı bulacaktır. Ama
sizin bize ihtiyacınız olan nokta şudur: Siz bu anlaşmayı imzalayacaksınız ve anlaşma hemen
uygulamaya girecek, diğer yandan AB hukuku da devreye girecek, sadec Annan planı
hükümleri değil Annan planının AB hukuku ile çelişen kısımlarının da Rumların istediği
şekilde AB müktesabatına uygulanması ile birlikte, sizin, kimliğinizle ayakta kalma
mücadelenizde daha geniş zorluklar yaratacaktır.
12
Siz Türkiye’nin üye olmadığı ve belkide hiç giremeyeceği bir AB’de Rumlar
tarafından yutulmaktan kendinizi nasıl koruyacaksınız? Yani şöyle düşünün ki; sizin
üçkatınızdan fazla bir Rum nüfusu yanıbaşınızda, üstelik sizinkinden onyedi kat daha fazla bir
ekonomisi de var, eğer nüfusunuz azalırsa bu dengesizlik daha da büyüyecektir. Yani siz
bunun içinde kendinizi ayakta tutma mücadelesi vereceksiniz. Çünkü AB’nin sistematiğine
dahil edilmiş bir Kıbrıs’a Türkiye’nin bundan sonra müdahale etmesi mümkün olmayacaktır.
İkinci bir nokta bu karşılıklı birbirimize olan ihtiyacımızla ilgili olarak, bir de
birbirimizin ihtiyacını destekleyen hak ve çıkarlarımız var. Yani Türkiye’nin 1960
anlaşmaları çerçevesinde bu adanın tamamı üzerinde hakları mevcuttur. Sizinde burada Türk
toplumu olarak haklarınız ve çıkarlarınız mevcuttur. Şimdi Türkiye’deki bu AB ve
Yunanistan konusunda psikolojik harp yapan çevreler ve buradaki muhalafet partileri başta
olmak üzere sivil toplum örgütleri gibi unsurlar, “Denktaş Bey git bu planı imzala” diye baskı
yapıyorlar. Bence Denktaş Bey bu planı imzalama hakkına ve yetkisine sahip değildir. Çünkü
bu planın imzalanması ile birlikte Türkiye 1960 anlaşmalarından doğan tüm haklarından
feragat etmiş oluyor.
Şimdi Denktaş Beyi çözümsüzlükle suçlayan ve baskı yapan Tayyip Erdoğan ekibi,
aslında planı kendileri imzalamakla yükümlüler. Zira Türkiye’nin haklarından feragat edecği
bir anlaşmayı Denktaş Bey imzalayamaz. Denktaş Bey de zaten ahlaki açıdan böyle bir
belgeyi imzalamaz. Denktaş Bey Türkiye adına, Türkiye’nin haklarından feragat manasına
gelen bir anlaşmayı imzalamaz. Dolayısıyla eğer Sn. Erdoğan bunu yapabiliyorsa, Simitis’le
elele verip “Ben 1960 anlaşmaları ile Türkiye’nin elde ettiği tüm hakları sana devrediyorum
beni ilgilendirmiyor, strateji diye bir şey yoktur, bu bir soğuk savaş kavramıdır. Ben artık
dünyaya farklı bir gözle bakıyorum” demelidir ve bunun siyasi sorumluğunuda üstlenmelidir.
Bu anlaşmanın Kıbrıs Türk toplumu adına birisi tarafından imzalanması gerekiyorsa,
bunu Denktaş Bey yapmayacağına göre başka birini bulup yaptırmalıdırlar. Ama esas
sorumluluk Sn. Erdoğan’ın ve AKP’nin omuzlarında kalır. Yani Sn. Erdoğan Kıbrıs’ı vermek
istiyorsa vermelidir, Ege’den vazgeçiyorsa onu da vermelidir ve Türkiye’yi AB’ne bu
hükümet döneminde sokmalıdır. Sokamıyorsa o zaman yetmiş milyon bunun hesabını
soracaktır. Dolayısıyla şu noktaya geliyorum bu iş bir polemik konusu haline getirilerek
çözülecek bir iş değildir, bu çözümsüzlük kelimesini Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin siyasetine atfetmek kadar büyük bir yanlışlıktır.
13
Tekrar geriye dönecek olursak, 1975 yılında adada BM gözetiminde nüfus
mübadelesi yapılmış ve iki kesimlilik oluşmuş daha sonra adaya bizim müdahalemiz
sayesinde geri dönebilen Makarios ile Sn. Denktaş oturmuş ve 1977’de bir çerçeve anlaşması
imzalamıştır. 1979’da bu defa Kyprianou ile ilk anlaşmayı teyid eden bir anlaşma daha
imzalanmış ama Kyprianou bu çerçeve anlaşmasının içeriğine uymayacağını açıklamıştır. BM
Genel Sekreterinin iyiniyet misyonu çerçevesinde görüşmeler başlamış ve genel sekreter
Perez De Cuellar tıpkı bugünkü Annan paketi gibi bir çözüm paketi hazırlamıştır. Bu paketi
Denktaş bey incelemiş ve kabul etmişken karşısındaki Kyprianou, Denktaş Beyin imza
koyduğunu görünce Yunanistan’a gidip on gün kalmış ve döndükten sonra paketi kabul
etmeyeceğini açıklamıştır. BM Genel Sekreteri Kıbrıs Rum tarafını suçlamış, o da yetmemiş
kendi Dışişleri Bakanı Rolandis, Rum gazetelerinde federasyon istemediklerini bile bile
federasyon istiyormuş gibi masaya oturduğu ve masadan kaçmak için sürekli bahane
aradıklarını söyleyerek Kyprianou’yu eleştiren yazılar yazmıştır.
Daha sonra Butros Gali Fikirler Dizisine gelinmiş, Denktaş Bey Fikirler Dizisindeki
91 paragrafı kabul ettiğini, kalan 9 paragrafı da Vasiliu ile müzakere etmek istediğini
belirtmiştir. Denktaş Bey’e “Paketin tamamını imzalaması gerektiği, zira bu Fikirler
Dizisi’nin, Kıbrıslı Türkler’in alabileceği azami hakları içerdiği ve daha fazlasının mümkün
olmadığı” söylenmiştir. Bunun üzerine Denktaş Bey planı imzalayabileceğini ama yine de
Vasiliu ile görüşmek istediğini belirtmiş, bu arada Vasiliu başta ABD ve BM olmak üzere
herkese “Ben bunun tamamına imza atarım” demiştir. Ama masaya oturulmuş ve Denktaş
bey, Vasiliu’ya “ Sen bunun tamamını imzalıyor musun?” diye sorunca, “Bütün paragrafları
müzakere edeceği” cevabını almıştır. Daha sonra, paket müzakere edilirken Kıbrıs Rum
Kesimi’nde pakete karşı muhalif bir grup oluşmuştur. Bu red cephesinin başkanlık
seçimlerinde aday gösterdiği Klerides seçimleri kazanınca yaptığı ilk iş bu Fikirler Dizisi’ni
ortadan kaldırmak olmuştur. Bu arada siyasete bir daha gireceğini düşünmemiş olmalı ki,
anılarında bu Fikirler Dizisi ile Kıbrıs’ın bir Helen Adasına dönüştürülemeyeceğini yazmış ve
bunun tek yolunun AB çerçevesinde bir çözümden geçtiğini anlatmıştır. Zaten kendisi de
göreve geldikten sonra bunu başlattı ve AB’nin işe karışmasıyla, Kıbrıs ile ilgili parametreler
de değişmiştir.
2002 yılında Denktaş Bey’in insiyatifiyle adada doğrudan görüşmeler başlamış ve
Türk tarafı iki defa Rum tarafının önüne global çözüm önerileri koyduğu halde Rum tarafı
bunları reddetmiştir. Bunları şunun için söylüyorum. Çözümsüzlük siyaseti derseniz sanki
Rum tarafı kucaklarını açmış ta biz gitmiyoruz gibi anlaşılır ama kucaklarını açıp bizi
14
beklemedikleri de ortada. Liberal taraftan Denktaş Bey’e muhalif bir yazarımız bile bunu
kabul ediyor ve “ Bu kadar bölünürsek bir şey elde edemeyiz” diyor.
Dolayısıyla karşınızda adayı Helen adası yapmayı hedefleyen ve bunun için yeni
neslini kiliselerde Türk düşmanlığı eğitiminden geçiren bir toplum var. Çözümsüzlük
kelimesini çözüme dönüştürmek, bu topluma önerilerinizi kabul ettirmekten geçiyor ama biz
öyle bir noktaya geldik ki, haklarımızı savunmak adına Rum tarafının kabul etmediği bir
öneriyi ortaya attığımızda, çözümsüzlüğü destekleyen taraf oluyoruz. Ve bu taktiksel olarak
çok büyük bir hatadan başka bir şey değil.
İkinci bir nokta da şudur. Böyle uzun süreli mücadelelerde taraflar mücadeleden eşit
derecede zarar görmeye başlayıp her iki tarafta da farklı görüşler ortaya çıkmaya başlarsa ve
çıkarlarından taviz verecek duruma gelirlerse yeni pozisyonlar oluşabilir. Şimdi taraflardan
biri temel görüşlerinden ve çıkarlarından taviz vermek istemezken, öbür taraftan sadece
çıkarlarından değil temel haklarından da büyük tavizler vermesi istenmesi ve bununda çözüm
yanlısı görüş olarak takdim edilmesi taktiksel olarak büyük bir yalnışlıktır. Buradan şu
noktaya geliyorum. Diyelim ki Türkiye’nin AB üyeliği ümidi vardır, belki günün birinde
olacaktır ve olmalıdır da ama bu arada çok önemli bir meseleyle karşı karşıyayız; Kıbrıs Türk
Toplumu’nun AB sistemi içerisinde kısa sürede yitirilmesi ile sonuçlanabilecek bir süreçle
karşı karşıyayız.
Bu arada Türkiye, AB üyesi olacağım diye Ege gibi konuları da kaybetmesin. Bu
noktada bazı Amerikalı iktisatçılar “Eurozone, yani AB’nin Euroyu uyguladığı alan, 15 yıl
içinde iktisaden çökebilir” diyorlar. Yani Türkiye’nin AB üyeliğinin gündeme geleceği süre
belki de 15 yılla sınırlı. Yani diyelim ki, Kıbrıs’ta ve Ege’de AB’ne gireceğiz diye büyük
tavizler verdik, ama AB 15 yıl sonra dağılma sürecine girebilir, veya en azından Türkiye için
üyelik bügünki kadar cazip olmayacak. Mesela bugünki AB üyeliği 1980’deki kadar cazip
değil. Yinede pozitif düşünmeye çalışalım. Diyelim ki, hem Türkiye’nin AB yolu tıkanmasın,
hem de Kıbrıslı Türklerin Rumlar tarafından yutulma sürecinin önü açılmasın. Ne yapılabilir
bu konuda? Denktaş Bey bunu değişik vesilelerle ifade etti. Diyor ki, “ Eğer Annan planına
imza atılacaksa, o zaman şunu da ilave edelim: bu plan ancak Türkiye AB üyesi olduktan
sonra ve
hızlandırılarak uygulanır. Türkiye AB üyesi olana kadar uygulanmaz.” Yani
Türkiye ile Kıbrıs’ın AB’ne eşzamanlı üyeliği. Bu teze bugüne kadar getirilen en büyük
eleştiri şudur: “Niye Rumlar sizi beklesinler ki? Yani tüm hazırlıklarını yapmış ve
müzakereleri tamamlamışken niye sizi beklesinler?”
15
Peki, beklemesinler o zaman şöyle yapalım: Kıbrıs Rum Kesimi bu şekilde AB’ne
Annan Planındaki iki parça devletten birisi olarak girsin. Yani AB üyelik anlaşmasında Annan
Planına doğrudan atıfta bulunulsun ve anlaşma AB müktesebatına uygun hale getirilsin. Bu
arada Kıbrıs Rum tarafı AB’ne girer girmez, birliğin Kıbrıs Türk parça devleti ile
müzakerelere başlaması gerekiyor. Çünki burada AB müktesabatına hazırlık adına en ufak bir
hazırlık bile yapılmadı. Bir düşünün, Rum tarafı AB’ne tam üyelik başvurusunu 1991’de yaptı
ve muhtemelen 2004’de üye olacak, yani 13 yıllık bir hazırlık dönemi geçirmiş olacaklar.
Kıbrıs Türk tarafının da belki bu 13 yıla ve hatta daha fazlasına ihtiyacı vardır, AB’ne
dışarıda hazırlanmak için. Zaten AB’nin, Rum tarafına hiç bir ciddi hazırlık yapmadan “Gelin
AB’ne girin” demesi ilk defa oluyor. Yani müktesebatın uygulanması hakkındaki
müzakerelerde en ufak bir ilerleme yaşanmıyor ama AB, Rumlara doğrudan üyelik teklif
ediyor. İşte bunlar kafa karıştırıcı noktalar.
Biraz önce söylediğim gibi Kıbrıs Rum tarafı AB’ne ‘parça devlet’ sıfatı ile girsin. Bu
arada, Kıbrıs Türk tarafının muktesebata uyumu sağlanır. Bu süre içinde AB’nin doğrudan
Türk tarafına, iki toplum arasındaki ekonomik uçurumu azaltmak için, yeterli miktarda fon
aktarsın ki iki parça devlet AB içinde buluştuklarında iki taraf arasındaki ekonomik
dengesizlik minimuma inmiş olsun. Şimdi böyle bir süreç ki Denktaş Bey buna moratoryum
diyor, ve bu bir çok problemi çözüyor. Mesela bunlardan birisi garanti sistemi.
Şimdiki Annan Planına göre garanti sistemi o kadar uydurma bir hale gelmiş ki,
Türkiye’nin garantörlüğü güya kalıyor ama ne hale geliyor. Öncelikle, Türkiye AB üyesi
değil ve belki hiç olamayacak ama Türkiye, Kıbrıslı Türklerin ve Rumların üyelikte kalmasını
garanti eder duruma geliyor. Şimdi az önceki senaryodan hareket edersek, AB onbeş yıl sonra
iktisadi problemlerden dolayı parçalanma sürecine girerse ve Kıbrıs devleti de Türklerle
birlikte AB’den çıkıp, bir nefes almak isterse biz Türkiye olarak müdahalede bulunup “Hayır
AB üyeliğinde kalacaksın diyeceğiz” böyle bir saçmalık olmaz!
AB üyesi olmayan bir ülke, bir halkı AB içinde kalmaya nasıl zorlayabilir. Ama bizim
konuştuğumuz moratoryum modelinde garantiden korkmaya gerek kalmıyor, çünkü Türkiye
de AB üyesi olunca ve herhangi problem kalmamış olacak. Bu plana göre Türkiye’den gelmiş
ve geri gönderilme durumunda olan insanların durumuda çözüme kavuşuyor, çünkü herkes
otomotikman AB vatandaşı oluyor ve kimse geri gönderilmiyor. Planın uygulanmasında
Kıbrıs Rum tarafı stratejık gerekçelerle buraya sistematik bir biçimde mesela yüz veya
16
ikiyüzbin kişi yerleştirip sizin kimliğinizi ortadan kaldırmaya kalkarsa bizde o zaman
beşyüzbin kişi yerleştiririz. Yani bunlar şimdi senaryo gibi geliyor ama o zaman biz de
Rodos dahil olmak üzere tüm adalara ve hatta Yunanistana on milyon Türk gider yerleşiriz ve
hatta Yunanistan’daki seçimleri de kazanır ve bakarsınız bir gün Hasan Ünal Yunanistan
Başbakanı olarak karşınıza çıkabilirim. Bunlar saçma gelebilir ama sonuçta bir senaryodur.
Şimdi bunlar şuna işaret ediyor, yani bizler hepimiz şuna kafa patlatıyoruz, minumum
bir ihtimalde olsa Türkiye’nin AB’ne girme ihtimali vardır. Ama bu ihtimal Kopenhag Zirvesi
ile azalmıştır ve dahada azalması mümkündür. Türkiye’nin AB’ne üye olması ise hiç
kimsenin şüphesi olmasın ki iyi bir şeydir. Kıbrıs Türk halkı açısından kendi kimliğini
kaybetmeden üyelik doğru mudur? Doğrudur.
Dolayısıyla yapılması gereken proje üretmektir. Herkes yani muhalefet partisi, liberal
aydınlar vs. proje üretmekle yükümlüdür. AB bir medeniyet projesidir dolayısıyla önemli olan
bunun içine girmektir deyip projeleri bir kenara bırakmak doğru değildir. Böyle sürekli gazete
köşelerinde Sn. Denktaş’a hakaret eden yazılar yazmak ve onu çözümsüzlükle suçlayan parti
lideri olmak hiç mi hiç devlet adamlığı sorumluluğu ile uyuşmaz.
Şimdi bizim hem Türkiye’de hem burada önümüzde olan bir meselemiz var ve önemli
bir dönüm noktasındayız. Bu noktada birliğimizi bozmadan hep birlikte plan ve proje
üretelim. Kıbrıs Türk halkının yutulmasına izin vermeden Türkiye’nin AB üyeliği ihtimalini
sürdürerek bu süreci nasıl geliştiririz? Bu gayet makul bir müzakare pozisyonudur. Ama ben
ne Kıbrıs Türk muhalefetinden, ne de Türkiye’deki liberal çevrelerden en ufak bir proje
duymadım. Söyledikleri tek şey şu “Neden Kıbrıs Türk halkı Türkiye’nin üyeliğini beklesin”
ancak burada zaten Türkiye üye olmadan önce AB’ne girmekten endişe duyan taraf Kıbrıs
Türk halkının kendisi, o zaman Kıbrıs Türk halkını hem AB sürecine hazırlamak ve bu
aradada AB fonlarından yararlandırmak lazımdır yoksa başka türlü olmaz. Kendi kendimize
bedava AB sürecine hazırlanamayız.
Şimdi bize “Türkiye üye olmasa da Kıbrıs Türkleri AB’ne girmelidir ve Kıbrıs sorunu
bir an önce çözülmelidir” diyorlar. Bu ne biçim projedir ve ne biçim bir mantıktır. Bu ancak
Türkiye ile Kıbrıs Türk toplumu arasında bir kutuplaşma yaratmaktan başka bir işe yaramaz
ve zaten mesele üzüm yemek değil de bağcıyı dövmeye dönüşmüştür. Kimin ne söylediği
değil de sadece kimin söylediği önemli hale geldi yani ne kadar mantıklı da konuşsa, Sn.
17
Denktaş bir şeyler söyleyince karşı taraf ne söylendiğine bakmadan hemen karşı çıkıyor ve
sonradan neden karşı çıkılması gerektiğine dair gerekçeler icat ediliyor.
Bu çok yanlış bir süreçtir ve devam ettiği takdirde hiç kimse bundan kazançlı
çıkmayacaktır.
Teşekkür ederim.
18