indirmek için tıklayınız. - Yeni Ufuklar Kültür ve Yardımlaşma

Transkript

indirmek için tıklayınız. - Yeni Ufuklar Kültür ve Yardımlaşma
Merhaba değerli okuyucularımız,
S
Av. Kemal ÖKKE
izlere derneğimizin ismiyle müsemma bir dergi hazırlamaya çalışıyoruz.
Bu sayımızda, 13 Ocak 2012 tarihinde kaybettiğimiz Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti kurucusu Rauf Raif Denktaş’ın bilmediğiniz yönlerini okuyacaksınız.
İstiklalin mücahidi ve şairi şahsiyetlerimizi bütün yönleriyle anladıkça, yeni
ufuklara yönelmemiz mümkün olacaktır. Derneğimiz ve dergimiz, bu bilinçle
gayret ve faaliyetlerini daha ileri taşımak azmindedir. Necmettin NURSAÇAN
ve Abdülkadir SEZGİN hocalarımızın derneğimizde verdikleri konferansların
metinlerini okuyunca bize hak vereceğiniz kanaatindeyiz.
Toplumların yozlaşmadan gelişmesi, ancak içinde yaşadığı zamanı ve
mekânı kendine uygun olarak düzenlemesiyle mümkün hâle gelir. Şehirlerimiz,
birlikte yaşadığımız mekânları daha yaşanabilir kılma amacına hizmet etmelidir. Bu sayımızda, şehir ve şehircilik üzerine yazılarımızı okuyacaksınız.
Geçen sayımızda birinci kısmını yayınladığımız Doğu-Batı Divanı mütercimi Senail ÖZKAN ile yapılan söyleşiye bu sayıda kaldığımız yerden devam
ediyoruz. İş adamı Refik AYDOĞAN’la Türkiye’de ticaret ve sanayicilik üzerine konuştuk.
Herkesin sosyal ve kültürel sorumluluklarını bilmesi ve yerine getirmesi,
toplum olarak önemli ihtiyaçlarımızın başında gelmektedir. Sağlık ve eğitim
alanlarındaki yazılarımızla bu sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz.
Bu sorumluluk bilinciyle, Prof. Dr. Fehmi MERCANOĞLU ile hekimlik
ve kalp sağlığı üzerine yaptığımız söyleşide hem sıhhatiniz hem de Türkiye’de
hekim olmak hakkında bilgi edineceksiniz. Geleceğimiz olan çocuklarımızın
okul öncesi eğitimi, yarınlarımızı emanet edeceğimiz gençlerin ise büyük ilgi
duyduğu internet bloglarına dair iki yazının dikkatinizi çekeceğini umuyoruz.
Sivil toplum kuruluşlarını tanıtmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz: Bu
sayıda “folklor”ümüzü yaşatmaya çalışan Motif Vakfı’nı tanıyacaksınız.
Sinema, kitap tanıtım köşemiz, derneğimizden haberler kısımlarıyla birlikte
işte 13. sayımız elinizde…
14. sayımızın da müjdesini vermek mahiyetinde, gelecek sayımızın üst başlığının hukuk olacağını bildirmek isteriz.
Her sayısı daha güzel bir dergide buluşmak ümidiyle…
Yeni Ufuklar
1
İÇİNDEKİLER
YENİ UFUKLAR DERNEĞİ
adına imtiyaz sahibi:
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Zekeriya Muhiddin Arık
28
Yayın Kurulu
PORTRE
Toplum Önderi Mehmet Akif
 Prof. Dr. Yakup ÇELİK
47
SOHBET
Dr. Abdulkadir Sezgin: Din, insan
için kullanma kılavuzudur
4
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Prof. Dr. Abdulkadir Yuvalı
Prof. Dr. Yakup Çelik
Prof. Dr. Gökhan Antalya
Zekeriya Kökrek
Nevin Özcan, Yeşim Dilek Acar,
Semih Arslan, Salih Ercan, Uğur Fora,
Nevin Pişkircioğlu, Cuma Ali Soysal
Tasarım
Ilgaz Babacan
PORTRE
30
Mücahit Denktaş’ın ölümü  Metin BOŞNAK
Reklam
Türkiye Yeni Ufuklar
Reklam Rezervasyon
0212 230 86 59
RÖPORTAJ
Özkan: Avrupa, bunalımına çare
arıyor  Zekeriya KÖKREK
Yayın Türü ve Periyodu
Yerel/Süreli
(3 ayda bir yayınlanır)
Baskı
18
23
34
54
İstanbul İmar ve Nazım Planları  Mehmet KÖKREK
Nursaçan Hoca: ‘İlim meclisleri cennet bahçesidir’
buyrulmuştur…
İşadamı Refik Aydoğan: Hayırda
yarışıyoruz  Erdem UMUDUM
Prof. Dr. Mercanoğlu: Hekimlik bir
sanattır  Almıla MARAŞ
MİMARİ
KONFERANS
Rauf Raif Denktaş’ı bir fotoğrafçı ve kültür himayecisi
olarak anlatmak Doç. Dr. Netice YILDIZ.................................................................... 6
Şimdi nerede aramak lazım kadim şehirlerimizin
asil ruhunu? Neşe KOÇAK......................................................................................... 16
Asya’dan Avrupa’ya bahar bayramı
olarak Nevruz Yrd. Doç. Dr. Mustafa AKSOY............................................................... 38
Sultan Nevruz Dr. Kudret ALTUN.............................................................................. 42
Okul öncesi eğitim Arş. Gör. Hilal İlknur TUNÇELİ.................................................... 57
Bloglar internetin geleceği Alperen TALASLIOĞLU.............................................. 60
Türk kültürüne hizmet eden bir vakıf: MOTİF............................................. 63
Öğrenciler için Kızılay ile el ele........................................................................ 66
Osman Sınav “Uzun Hikaye”yi anlatmaya başladı!................................... 71
İstanbul Film Festivali 31 yaşında................................................................... 72
Kitap: Eski İstanbul Kahvehaneleri................................................................. 73
EKONOMİ
SAĞLIK
Has Matbaacılık
Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Mas-Sit Matbaacılar Sitesi
3. Cadde 199 -A Bağcılar / İST.
Tel: 0212 629 02 49
Yönetim Yeri
Merkez Mah. Abide-i Hürriyet Cad.
Yonca Apt. 148 Kat: 3 Daire: 8
Şişli - İstanbul
0212 230 86 59 - 230 94 43
[email protected]
Kayseri İletişim
Cumhuriyet Mah. Tennuri Sok.
(Tennuri Geçidi) Hüsrevoğlu Kardeşler İşhanı
No: 20/3 Melikgazi - Kayseri
0352 221 30 60 (3 hatı)
[email protected]
68
SİNEMA
Fetih 1453:
mazrufu değil
zarfı anlatıyor  Coşkun ÇOKYİĞİT
Türkiye Yeni Ufuklar,
T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf ve haberlerin
her hakkı saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. İmzalı
yazılardaki ifadeler yazarlarına aittir.
MAKALE
MAKALE
Mücahit Denktaş’ın ölümü
Metin
BOŞNAK
Hüzünlüydü Denktaş
yıllardır. Tek başına da
kalsa Kıbrıs davasını
anlatacaktı. Anlattı.
“Rum”u anlattı,
Annan Planı’nı
anlattı, değiştirtti. Biz
onaylasak bile “Rum”
oyun oynayacak
diyordu. Oynadı.
4 Yeni Ufuklar
Ölüm fikrinin farkında olan tek
varlık insan belki. İnsan olduğunun
farkında olması da insana özgü.
Diğer canlılarda yaşamaya odaklı
bir algı ya da içgüdü varken, insan
doğumlarda bile ölümü hatırına getirebilen bir varlık. İstemeden doğarız,
ölürüz istemeden. Bize asıl üzüntü
veren ölümün soğukluğu değil, ölümün sevdiklerimizi alıp götürmesidir
esasen.
Mücahit Denktaş’ı aldı ölüm.
KKTC’ye hayat vermek için hayatını adadıktan sonra.
Kurşun ağırlığında yürek, eriyen
zaman içinde külçe külçe olur da bedeni sürükleyemez. Menziller arası
bir menzilde, menzillerce hasrettir
ölüm; ramak mesafede, sonsuzluk
çarpı ramaktır. Hayat zaten asi bir
kopuşla gelen muti atılmışlığın
sürgün hâliyle, bir tür ölümle başladı
evrende. Başlangıcın sonu kadar,
sonun da başlangıcı oldu ölüm. Her
ayrılık, onca ölümdür, her sürgün bir
ölümdür içinde, dışında.
Denktaş aslında yedi yıl önce ölmüştü. Cleopatra’yı kıyılarında ağırlayan
ada ona sürgün yeri olmuştu.
Mecnun’suz Leylâ sürgündür;
Leylâ’sız dünya cinnetin zindanıdır
Mecnun’a. Şems’ten ayrı Mevlânâ,
dosttan ayrı yüzülen posttur. İsterse,
güneşin ışığıyla varlığını ışıklandırsın, o gidince yine hilale dönüşür.
Işıyan çehresinden çok, kanayan
karanlıkları vardır.
Sezar gibi kanayan yarası çoktu
Denktaş’ın. Aleyhinde yürütülen
propaganda küçük adanın boyutlarından büyük, küresel ölçekteydi.
Mücahit Denktaş küresel anaforda savruldu. Adayı üstüne kuma
gelmesine dahi dayanamayacak
kadar seviyordu. O ada olmuştu.
Ada’nın sıkıntılarından, bir tür
Ergenekon’dan çıkmasını istiyordu.
Ancak birden bazı çevrelerin “Ergenekoncu” ithamlarına muhatap oldu.
Kahramanların “hain”leşmesini
anlamamış, rahmetli Erbakan’a serzenişte bulunmuştu. Türkiye Cumhuriyetini  “Rum” ağzıyla “işgalci
devlet” görenleri gördükçe ıstırabı
derinleşmişti.
Hasretin özeti, daralan göğüs
kafesidir, gözbebeklerinde küllenen
közdür, yürekte yanan özdür. Mil
çekilse de gözlerine, gözbebeklerinde beliriveren daralma, o gözlerle
göreni kapanarak içine almak ister,
göz ile göz kapağı da yaşar hüznün
güzelliğini. Gözkapakları tabut olur
gözlere.
Denktaş’a mezar oldu adası
sürgün sonrasında. Sürgünlüğünün
acısına, evlat acısı da binmişti zaten.
Yazılarına döndü, kamerasına,
papağanına anlattı derdini. Dinleyen
kalmamıştı Anavatanda.
Hüznün parmakları, bedendeki damarları ve sinirleri, kanunun
tellerine benzetir de, her vuslatı bir
münasip makamla şakır, tel tel eder.
İçinden yürek uçunca daralır, daralır
da, hatıraların arta kalanını çeperlerinde yakalamak, dermek ister.
Daralmanın hacmince kesilen nefes,
ancak yüreğin kafeste şakımasıyla
can bulur. 
Hüzünlüydü Denktaş yıllardır.
Tek başına da kalsa Kıbrıs davasını
anlatacaktı. Anlattı. “Rum”u anlattı,
Annan planını anlattı, değiştirtti. Biz
onaylasak bile “Rum” oyun oynayacak diyordu. Oynadı. Diplomaside
her konuda olduğu gibi Türkiye’nin
hafızası sıfırlanarak yaklaşınca,
“AB” önünde engel olmuştu Denktaş.
Ayrılıkların kokusu, ölümün kokusundan da acı gelir. Ölümle hayat
arasındaki nöbet değişimi, ayrılıkla
vuslat arasında yoktur. Ya vardır,
ya yoktur o! Varlık hayat, yokluk
ölümdür. “Bir ayrılık, bir yoksulluk,
bir de ölüm!” Mezarda ayrılanla iki
duvarın ayırdığı arasındaki fark,
mezardakinin ayrılığın bilincinde
olmamasıdır. Ayrılığın yastığına,
tenine, gömleğine sinen koku ise,
nesnelerden uzaklaşır, diğer tenin
özünü muhasara altına alır, istila
eder. Eyüb’ün tenine düşen kurtlar,
Yakub’un kokladığı gömlek onca
muhasara altındaydı.
Denktaş muhasara altındaydı.
Talat’ın ekibi ve Anavatan girişimleri sayesinde olan hasarı azaltmaya
çalıştı.
Zaman erir, yelkovan delirir. Sarkacın yüreği atar güm güm! Onunla
hemhâl andır yaşamak. Kendince,
kendini unutarak, onca var olmayı,
onunla var olmayı, O’nca var olma
derecesinde hissetmek. Yalnızlık bir
ölümdür, yalın kılıç dilim dilim ederek yeni “ben”ler çıkaran kendinden.
Her beni bir “sencileyin” var etmek.
Kalabalıkta kayboluş bir ölümdür;
“ben” râm olmuştur onlara. Aldanış
ölümdür, aldatış ölümdür. Hayat bir
aldanıştır Havva’ca. Ve ölüm uçmaktır. Uçmağa varmaktır…
Denktaş yalnızdı. Yalınkılıç yalnızlığında yaşıyordu yıllardır.
Ölüm neydi ki Denktaş’a?
Yapmayı planladıklarının yarım
kalmasıdır. Yazılan, okunan bir
kitap bitmeden mesela… Bir çocuğu
tastamam yetiştiremeden, Kıbrıs’ı
mükellef bir olarak görmeden.
“Hayat nedir?” sormadan, hayatın
anlamını hayattan kaçmak şeklinde
değil de hayatla bizzat yüzleşerek ve
ölümü de hayatı da “eyvallahsız” bir
şekilde ölmek ve yaşamak.  Ölmeyi
öldürmektir yaşamak. 
Yaşamak halvet hâlidir ölümle; ha-
yata darılmadan. Tekerlekli sandalyede en son bedeni bükülen ama başı
dimdik bir kahraman vardı. Darılmamıştı, daralmıştı.
Pişman olduğunuz her fiil bir nevi
ölmektir aslında. “Keşke!”ler lahdine defnedilen nice ölüm vardır! Ve
beraberinde tekrar yaşamaya dair
yapılan taahhütler, yeminler. Mesafe
ve zamanı kuşatmaktır yaşamak,
şimdisi ve “hemen!”i ile.
Kıbrıs’a dair keşkeleri yoktu
Denktaş’ın. İstikameti belliydi.
Kıbrıs’ı yaşadı ruhunda. Hayatın
coşkusuyla yatağına sığmayan sular
gibi, kâh başını kayalara vurmak belki kâh kayalardan - minnacık da olsa
- parçalar koparmak kayanın içine
işleyerek. Eritemese de, kayanın
ağırlığını artırmak, üzerinin yosun
tutmasını sağlamak. Belki kayalardan koparmak minnacık parçaları
ve özündeki toprağa dönüştürmek...
Yaşadıklarımızdan pişman olmadan,
kendimizle iç içe. İç içe olmayı bile
bir ayrılık mesafesi bilip, eriyerek
zaman içinde, zamanı içinde eriterek.
Denktaş’tan kopan ömrü oldu
sadece. Abidevi kişiliğinden kopan
olmadı. 
Denktaş öleli onca yıl oldu aslında. Arayan, soran, yazan, konu-
şan yoksa zaten ölümdür yaşanan.
Yaşadıklarımızla, kendimizle sınırlı
ise ölümdür bu. Yaşam alanı sadece
hatıralar ise, ölümdür. Ölüm kendini
aşmaktır tepeleri tepe tepe. O anlamda Denktaş kendini çoktan aştı,
ölmedi. Hakikatin yaşmağını sıyırıp,
yaşamanın derunî hüznünü özümüze giydirmekle varılan bir kendini
giyinme hâlidir onunki.
Korku ile değil cüretle, belki sevilenlerden sevilmesi gerekene bir
yolculuk. Meşgalenin bittiği an, istirahatın başladığı ve yeni enerjilerin
depolandığı an. Gidilecek yerde de
seveceklerimiz olduğunu bilerek. 
Aslında, her daim şikâyet eder gibi
olduğumuz ve fakat her nedense
yaşamayı hâlâ biyolojik fonksiyonlardan öteye algılayamadığımız bir
sürece son verilmesidir ölüm. Sevda
otağına girer gibi, karasevda gülleri
dermek için. Denktaş karasevdalı idi
Kıbrıs’a ve Türkiye’ye.
Ruhun şad olsun ey Mücahit Denktaş!
Musalla taşında saf tutanlardan epey yüreği daralanlar
olacak!
Yeni Ufuklar
5
PORTRE
Netice
YILDIZ *
*Doç. Dr. / Doğu Akdeniz Üniversitesi
6 Yeni Ufuklar
K
uzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin toplum
lideri, kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş yaşamında
pek çok önemli işlere imza atmış
bir devlet adamı olma yanında, daha
okul yıllarında deneme yazıları veya
şiirleri ile başladığı yazma serüvenine
meslek yaşamında yoğun temposu
içinde devam etmiş, Kıbrıs sorunu
yanında, erdemlilik üstüne çok sayıda
kimi kısa, kimi uzun kuramsal kitaplar, makaleler yazmıştır. Bu uğraşın
yanında çocukluğundan itibaren ilgi
duyduğu ve çalışırken bile elinden,
cebinden veya masasının üstünden
eksik etmediği fotoğraf makinesi ile
sürekli arşivine yeni resimler aktarmış, günümüze gerçek anlamı ile
kültürel varlıkların imgeleri yanında
tanıdığı, ya da ilk kez gördüğü çok
kişinin portresini ve ülkenin farklı anlardaki ve atmosferdeki coğrafyasını
ölümsüzleştiren çok sayıda görsel bir
dokümanı da geride bırakıp 13 Ocak
2012’de ebediyete göçtü.
Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş’ı yeni
kaybettiğimiz bu günlerde onunla
ilgili anılar şüphesiz paylaşılmakta
ve hakkında çok yazılar çıkmaktadır.
Yayımlanan hemen hemen her anı
yazısında onun şüphesiz Kıbrıs sorunu ile olan mücadelesinden, yazdığı
kitaplarından, köpek ve kuşlara olan
düşkünlüğünden ve fotoğraf çekme
merakından bahsedilmektedir. Bu
ortamına karşın birçok sanatçı ya da
akademisyeni, gerek yerli gerekse de
konuk olmalarına bakmadan makamında kabul etmiş, davetlerde onlarla
sohbet etmiş, her gönderilen mektuba, kutlama kartına, samimi ve nazik
yanıtlar vermiştir. Özellikle yerli
sanatçıların, ya da eserlerini sunmak
için Kıbrıs’ı tercih eden yurt dışında yaşayan Kıbrıslı ya da yabancı
sanatçıların, sergilerini açtırmak için
yaptıkları her ricayı olanaklar çerçevesinde kabul etmiş, onların eserlerini
dikkatle izleyerek, satın alma yönüyle
de destek vermiştir. Senelerce Rüya
Taner, Turgay Hilmi gibi müzik
alanında uluslararası ün yapmış bazı
müzik sanatçılarına da destek vererek
sanatlarını geliştirmelerinde himaye
etmiştir. Bunlara karşın o, 2004 yılı
sonunda Türk Bankası’nın “Kıbrıs’ın
siyasi tarihine yön vermesi, tarihi yaşayarak şekillendirmesi, şekillendirdiği tarihi kendi bakış açısı ile yazmış
olması ve 22 yılda 27 kitap yayımlamış olması” nedeniyle o yılın sanat
kültür ödülüne layık görüldüğünde,
onun 17-18 yaşlarından itibaren başladığı edebi veya akademik yazıları,
ya da fotoğraf sanatı ile olan uğraşısı
sanatsal olarak nitelenemeyeceği,
barışı engelleyen bir lider olduğu
iddiası ile köpüren, tepki gösteren ve
hatta aldıkları ödülleri iadeye kadar
giden farklı siyasi görüşteki çeşitli
basın mensuplarının ve sanatçıların
tepkisini sessizlikle karşılamış,2 yine
2 EMAA Haberler (2008) Sn. Denktaş’a
22. Türk Bankası Kültür Sanat Ödülü
ve Sanatta Ödül Sorgulaması; www.
emaaicyprus.org/haberler2005_14.html.
(20.03.2012); Rana Zincir Celal (2008); “Ne-
de hoşgörüsünü yitirmeden, sağlığı
elverdiğince sanatçılara desteğini
sürdürmüştür. Dünyanın kabul ettiği
devlet adamı misyonu içinde küçük
yaşından itibaren çok sayıda gazete
yazıları, bilimsel kitaplar ve erdemlilik üzerine kuramsal kitaplar yazmış, çocukluğunda başladığı ancak
yeterince zaman ayıramadığı fotoğraf
uğraşını ileri yaşlarında daha fazla
zaman ayırıp sürdürmüş, çevresinin
teşviki ile bu alandaki birikimini açtığı sergilerle ve yayımladığı albümleri
ile halkla paylaşmış, yurt dışında
Kıbrıs’ın tanıtılmasında etkin olmuş,
ancak yine de “Ben sanatçı değilim!”
diyebilmiştir.
Ben, Rauf Raif Denktaş’ı ilk
olarak ilk okul öğrencisi olduğum
yıllarda tanıdım. Daha o yıllarda
Hayat mecmuasında veya yerel
gazetelerde çıkan haberleri ve
okulda bize anlatılanlarla Denktaş,
çocuk aklımıza bir kahraman olarak
işlenir. Onun Kıbrıs’a kaçak gelmeye
çalışırken yakalanmasında duyulan
endişeler, daha sonra da ailesi ile
1967’de adaya döndüğü gün bir zafer
kahramanı olarak karşılanmasını
Girne Kapısı’ndaki törende heyecanla
izleyişimiz benim çocuk belleğimde
yerleşen önemli toplumsal anılardır.
Kendi kullandığı arabası ile çoğu kez
yolda gördüğümüz bu liderin karşılık bile beklemeden selam vermesi,
zaman zaman eşinin ya da kendisinin
babamın iş yerine gelmesi, küçük
Lefkoşa’da 1974 öncesi mütevazi
den İsimsiz Tarih”, EMAA, Nisan Mart 2008,
8,http://www.emaacyprus.org/sayi8_rana.
html (EMAA 8)(20.03.2012)
Fotoğraf: Rauf Denktaş
Rauf Raif Denktaş’ı bir fotoğrafçı
ve kültür himayecisi olarak anlatmak...
yazıda ben de Rauf Raif Denktaş ile
ilgili bazı anılarım yanında mümkün
olduğunca fotoğraf sanatı uğraşındaki
birikimlerinden söz edip, kendisi ile
birlikte oluşturduğumuz Kapılar/The
Doors kitabı ile ilgili bir deneyimimi
ele almayı amaçlıyorum. Değerli
dostlarım Prof. Dr. Hülya Argunşah ve Prof. Dr. Mustafa Argunşah
çiftinin isteği ile yazmaya başladığım,
ancak en az on yıldan beri yapmak
istediğim bu yazı, gerçekte onun fotoğraf sanatı, fotoğrafları ve kitaplarında sanat anlayışına açıklık getiren
kuramsal düşüncelerini de irdeleyen
uzun bir çalışmaya dönmüşse de,
benden anı niteliğinde kısa bir yazı
yazmam istendiği için, hazırladığım
ve henüz tamamlamadığımı hissettiğim yazıyı yeniden şekillendirip daha
kişisel anılarla onun sanat felsefesini
kısaca anlatmayı hedefledim. Dolayısı
ile bu kısa yazımda kişisel izlenimlerim yanında yine de fotoğraf albümlerinde ve değişik dergilerde çıkan
söyleşilerinden, kitaplarından, onu
tanıtan başka yazarların, araştırmacı
ve fotoğraf sanatçılarının yazılarından
da yararlanmadan noktayı koyamadım.
Denktaş, daha gençlik yıllarında
başladığı siyaset yaşamındaki amansızca sürdürdüğü uluslararası diplomatik etkinliği ile sesini dünyaya
duyurmuş ve dünyada en çok konuşulan Kıbrıslı Türk devlet adamıdır.
Kıbrıs’ın en sorunlu yılları olan 19551960 yıllarında Kıbrıs’ta görev yapan
Amerikan Elçisi ve eşi Belcher’ler,
o yıllardaki anı defterlerinde ondan
genç, yetenekli bir avukat ve ılımlı ve
modern görüşlü biri olarak bahsederler.1 Bunun yanı sıra çok farklı
ülkelerde açtığı fotoğraf sergileri ile
ülkesinin güzelliklerini objektifi ile
tanıtan bir kültür elçisi olma misyonu
ile birçok kayıtlara geçmiş bir şahsiyet olmuştur. Bu uğraşı ile yabancılarla iletişim kurmanın yanı sıra esas
kendi halkı ile de yakınlaşabilmiş,
çekinmeden tek başına Lefkoşa veya
Girne sokaklarında ya da diğer kent
ve köylerde fotoğraf çekmiş, insanların dertlerini dinlemiştir. Yoğun iş
1 David W. MARTIN ve Paul W. WALLACE
(ed.)(2000). The Final Days of British Rule
in Cyprus, Dispatches and Diaries of Consul
General Taylor Belcher and Edith Belcher,
New York: Greece and Cyprus Research
Centre,s. 74
Yeni Ufuklar
7
PORTRE
PORTRE
yaşamın simgesi olarak bu anılar
içindeki detaylardır. Sonraları doktora
eğitimimi bitirip adaya döndüğümde
seminer, konferans ve sergi açılışlarında onunla karşılaşmalarım sıklaşır.
Aile bireyleri ile tanışmama karşın
onu uzaktan sessizce izler, kısa selamlaşma ve hatır sormalarla yetinirdim. Ta ki bir gün benimle ilgili
çıkan bir yazıyı ve yayımlanan bir
makalemi okuyup benimle tanışmak
isteyinceye dek.
Elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz, benim de kolejden arkadaşım
olan sevgili Merhum Raif’in anısına
belli aralıklarla Doğu Akdeniz Üniversitesi tarafından düzenlenen ve bu
üniversite kadrosuna katıldığım 1987
Ekim ayından itibaren sürekli olarak
izlediğim Raif R. Denktaş Konferansları serisinde Kıbrıs Sorunu üzerine
verdiği konferanslar en ilgi görenler
olmuştu. Kıbrıs’ta verdiği tüm konferanslarına katılır, onu hayranlıkla
dinlerdim. Bunlardan bazılarında
konferansın sonunda ayrılan soru
cevap süresinde herkese yanıt verir,
sırf konuşma adına soru sorma yerine
kendi düşüncelerini söylemek için
45 dakika konuşup sonuçta bir soru
yöneltmeyenleri sabırla, saygı ile
ayakta dinlerdi. Bunun yanı sıra o
yıllarda üniversitemizce düzenlenen
Raif Denktaş konferansları serisinde
mutlaka bulunur, sonuna dek izler
ve konferans verene çiçek ve plaket
takdim ederdi. Ancak bu konferansları düzenleyenlerin dikkatsizliği onu
Kadın/Woman 2000 dergisinde her çıkan makalemi
satır satır okuyup yazdığı mektuplarda da bunu
ifade ederdi. Her görüşmemizde ülkemizdeki kültür
mirasını nasıl koruyacağımız ve ülkemizi yurt dışında
nasıl tanıtabileceğimiz konusunda sohbetler başlıca
konularımız olurdu.
üzmekte olduğunu fark eden, ancak
çaresiz kalan çok az insandan galiba
biri olmuş, eleştirilerimi üniversitede
ortaya koymaktan çekinmemiştim.
Çoğu kez alelacele düzenlenen bu
konferanslara henüz sanal iletişimin
olmadığı ortamda sadece protokol
davetiyeleri ile belli kişiler davet
edilir, basın yolu ile de duyurulur,
Lefkoşa’da yapılan etkinliklere Gazi
Magosa’daki üniversiteden kişilerin
gelmesini teşvik edecek düzenlemelere gidilmez, neredeyse salonda 10-15
kişi ile konferans dinlenirdi.
1988 yılı Haziran’ında Türk
İngiliz Derneği’nin davetlisi olarak o
zamanki ismi ile Girne View (Bugün
Avrasya) Otel’de doktora tezimin
bir parçası olan “İngiliz - Osmanlı
ilişkileri ve İngiliz Kültür Yaşamında
Türk Etkileri” konulu bir konferans
vereceğimde ona gönderdiğim davetiyeye karşılık çok nazik bir mektup
ile beni kutlamış ve katılamayacağından dolayı mazeretlerini ifade etmiş,
kendi adına konferansa bir danışmanını yollamıştı. Bu konferanstan
bir ay sonra değerli dostum Sayın
DENKTAŞ’IN OBJEKTİFİNDEN
8 Yeni Ufuklar
Ahmet Gazioğlu’nun editörlüğünü
yaptığı, ancak bu gün uluslararası
dizinlerde yer almadığı için ve hatta
yerel bir yayın olduğu için akademik
kriterlerde dikkate alınmayan Yeni
Kıbrıs/New Cyprus dergisinde Ali
Nesim hocamızın benim konferansım
hakkında yazdığı bir yazı ve benim
Osmanlı-İngiliz kültür ilişkileri ile
ilgili kısa bir makalemi3 okumasından
sonra beni makamına davet etmesi
ile iletişimimiz başlamıştı. Çalışmam
ve benim ailem ile ilgili sohbetimizden sonra bana eser tahribatı
ile ilgili UNESCO’nun ICOMOS
gibi kurumlarından gelen KKTC’yi
suçlayıcı bazı mektupları gösterip,
bu tür konulardan dolayı karşılaşılan
protestoları anlatmıştı. Bu sohbette
bana yönelttiği “Ali Nesim’in tanıdığı
kişiyi ben nasıl olur da daha önce
yakından tanıyamadım? Daha önce
niye benimle hiç görüşme isteğinde
bulunmadınız?” sorusu en ilginç
tarafı idi. Ben de kendisine neredeyse
3 Netice YILDIZ (1990). “The Anglo-Ottoman
Relations: Turkish Influences on British
Social Life and Art”, Yeni Kıbrıs /New Cyprus,
June 1990, VI (1), 15-16.
iki yıl önce bir mektup yazıp randevu
istediğimi, ancak bir ihtimalle yoğun
işleri arasında gözden kaçtığını söyleme gereğini duymuştum.
Bir süre sonra kurulan Kıbrıs
Araştırma ve Dayanışma Vakfı’nın
yönetim kuruluna Denktaş bey beni
değerli aile dostumuz merhum Necati Münür Ertegün vasıtası ile aday
göstermişti. Merkezi İstanbul’da olan
vakfın Kıbrıs kolunu oluşturacak
Kıbrıs (Lefkoşa) Araştırma Vakfı’nın
kurucu üyeleri Vedat Çelik, Ergün Olgun, Sabahattin İsmail ve C. Gazioğlu
idi. Vakfın yapılan ilk toplantısında
kurucu üyeler doğal olarak ilk dönem
yönetim kurulunda yer alacak, dokuz
kişilik yönetim kuruluna beş üye daha
seçilecekti. Bu adaylığa beklenenin
üstünde bir ilgi olmuş, yirmi bir aday
çıkmıştı. Bunlar arasında Perihan
Aziz ve benim kadın üyeler olarak
oy sayısı ile kazanmamız Vakfın
çağdaş bir anlayışla ve işbirliği içinde
çalışmasında önemli olmuştu. Sayın
Cumhurbaşkanı Denktaş ve Büyükelçi Ertuğrul Kumcuoğlu ile daha
sonra Büyükelçi olarak görev yapan
elçilik müsteşarı Ertuğrul Apakan bu
vakfın işleyişinde destek veriyorlar,
ancak kararlarına karışmıyorlardı.
Vedat Çelik (başkan), Ergün Olgun,
Ahmet C. Gazioğlu, Kaya Bekiroğlu,
Perihan Aziz, Netice Yıldız, Sabahattin İsmail, Erdal Camgöz ve Bilge
Öney’den oluşan bu vakıf, Denktaş’ın
da desteği ile bazı kültür etkinlikleri
de düzenler. Almanya’dan getirttiğimiz ve çok ailenin yardımı ile evlerde
misafir ettiğimiz 45 kişilik öğrenci orkestrasının çeşitli kentlerdeki konseri;
sadece bir iki sayı çıkabilen bir bülten; benim aynı anda iki dilde verdiğim ve İngiliz Yüksek komiserinin de
izlediği “Osmanlı Döneminde Kıbrıs”
konferansı gibi etkinlikler ile üç dört
yıl sürer. Vakfın gerisinde başlarda
maddi destek veren Asil Nadir vardır.
Sonraları maddi yetersizlikle ne yazık
ki vakıf sessizce sönüp gider.
Vakfın aktif olduğu bu yıllarda
Cumhurbaşkanı Denktaş sıklıkla bizi
konutuna davet eder, etkinliklerimize katılırdı. Her karşılaşmamızda
ona daha fazla hayranlık duymaya
başlamış, onun sanat âşığı ve ülkenin
tüm tarihini en küçük detayına kadar
bildiğini görmüştüm. Daha sonraki yıllarda da Kadın/Woman 2000
dergisinde her çıkan makalemi satır
satır okuyup yazdığı mektuplarda
da bunu ifade ederdi. Her görüşmemizde ülkemizdeki kültür mirasını
nasıl koruyacağımız ve ülkemizi
yurt dışında nasıl tanıtabileceğimiz
konusunda sohbetler başlıca konularımız olurdu. Yemekli sohbetlerimiz
ise oldukça eğlenceli geçiyordu. Ben
hep onu diyet yapması gereken biri
olarak düşünür, bazen yediklerini
ürkerek izler, bazen de onun gerçek
bir halk insanı olduğunu düşünürdüm.
Sofradaki kuru fasulye için, “Ben
bunu çok seviyorum, sen niye yemiyorsun, bunu en güzel ben yaparım,
ama aşçımın pişirdiği de benimkinden
aşağı değil” deyip önce bana servis
yapıp sonra kendi tabağına epeyce
bir miktar alırdı. Yine tabağımda
dokunmadığım ekmeği, ya da servis
tabağındaki kızartma sebzeleri
gösterip, “Netice hanım, galiba sen
bunları da yemeyeceksin, bari ben
bitireyim!” deyip alması, Vedat Çelik
bey’in evinde yediğimiz yemeklerde
kendi gibi onların da Baf kökenli
oldukları için Vedat beyin eşine
böreklerden dolayı yaptığı övgüler,
hep anılarımda kaldı. Zaten anılarını
anlattığı kitaplarda aile yakınlarını,
özellikle halasını anlatırken, sıkça
yemeklerinden, özellikle nor böreklerinden övgü ile bahsetmesi, kalp
sorunu ile ilk ciddi tedavisinden sonra
hastanede yazdığı ve 3 Nisan 1996’da
Yeni Ufuklar
9
PORTRE
PORTRE
Denktaş’ın sanatsal nitelikli fotoğraflarını
Cumhurbaşkanlığı konutu duvarlarında
görmüşsem de tam anlamı ile ilk kez pek
çok kişi gibi 15 Mart 1990’da Derviş Paşa
Konağı’nda açtığı sergide izleme şansım oldu.
Ortam Gazetesi’nde yayımlanan,
ayrıca Kalbimin Sesi kitabında da yer
alan “Sağlıklı Hayat İçin Bir Tavsiye” başlıklı yazısında, “Yemek sizi
hayatta tutuyor”, “Yemek sizi güzelleştiriyor”, “Yemek sizi neşelendirir”,
“Yemek büyümenize yardımcı olur”,
“Yemek sizi kuvvetlendirir”, “Yemek
sizi akıllandırır”, “Yemek sizi dengeli
beslenmeye iter” alt başlıkları, onun
yemek yemeyi bir eğlence olarak
görmesini açıkça yansıtır.
Denktaş, Kıbrıs arkeolojik alanları
ve kültür mirası ile ilgili çok değerli bir kitap yazan ve İngiliz Avam
kamarasından bir Lordun eşi olan
Lady Rosamond Henworth ile tanışmamı sağlamış, senelerce sürecek bir
dostluk yanında düşüncelerimi almak
üzere bana kitabının taslağını okutmuş ve benim Kıbrıs Uygarlık tarihi
derslerimin şekillenmesinde önemli
bir katkı olmuştu. Her Londra’ya
gidişimde, ya Surrey’deki evinde ya
da British Library’de buluşur, Kıbrıs’ı
ve Denktaş’ı konuşurduk. Yine onun
Alman hukukçu dostu Dr. Christien
Heinze ve eşi de Denktaş ve Ertegün çemberi içinde oluşan güzel bir
dostluk olur.
Kıbrıs Vakfı Yönetim Kurulu’ndaki görevimin sürdüğü bu dönemde
yine Yeni Kıbrıs /New Cyprus der-
10 Yeni Ufuklar
gisinde yayımlanan iki makalemin4
resimleri derginin kapak resimleri
de olunca, Sayın Denktaş’ın ilgisini
çekmiş ve satır satır okuyarak bana
bir mektup yazıp beni kutlamış, beni
makamına yeniden davet etmişti. Bu
resimlerden biri sonradan çok kişi
tarafından kopyalanan bir minyatürdü. Kapakta yer alan resim, Topkapı
Sarayı Kütüphanesi’nde tespit edip
özel izinle aldığım Şeyhname-is Selim
adlı yazmada yer alan Kıbrıs’ın fethini betimleyen dört minyatürden biri
idi ve Osmanlı ordusunun Larnaka’ya
çıkışını betimliyordu. Diğer kapak
resmi ise Lala Mustafa Paşa tarafından Kıbrıs’ta bir camiye vakfedilen
16. yy’a ait nefis bir el yazmasının
serlevhası idi. Bu da benim doktora
alanım dışında farklı konuda ilk yaptığım bir araştırma idi. Özellikle bu
dikkatini çekmiş, bu eserlerin ihmal
edildiğini sohbetimizde söylemiş,
kendinin de müze ziyaretinde resimlediği birkaç saydamı bana göstermiş,
fazla kopyalarını da vermişti. Bu buluşmamızda beni tebrik etme yanında
çalışmalarım ve projelerim hakkında
4 Netice YILDIZ (1992). “Belgeler Işığında
Kıbrıs’ta Osmanlı Dönemi: Kıbrıs Türk Mimarisine Kısa Bir Bakış”, Yeni Kıbrıs, Şubat
‑ Mart 1992, s. 15‑19; Netice YILDIZ 1991).
“Lala Mustafa Paşa Kur’anı”, Yeni Kıbrıs/New
Cyprus, Temmuz 1991, s. 22-25.
bilgi almış ve dahası bana o günlerde
yapmayı planladığım İstanbul’daki
Başbakanlık Arşivi’ndeki araştırmam
için Kıbrıs Türk Hava Yolları’ndan
uçak bileti ve o dönemin Büyükelçisi
Sayın Ertuğrul Kumcuoğlu vasıtası
ile İstanbul Valiliği’nin misafirhanelerinde düşük ücretle kalabilmem
gibi manevi bir destek sağlamıştı.
İstanbul’da Denktaş’ın yakını diye
bana iki ay boyunca bütün kapılar
açılmış, aylarca gelmeyen arşiv izinleri birkaç saat içinde halledilmişti.
Sözün gelişi belki şunu da eklersem
onun bilimsel kişiliğini de vurgulamış olurum. Dergideki yazımın
resimleri kapakta olmasa da dikkatini
çekecekti. Çünkü eline aldığı her şeyi
okurdu.
Ancak Denktaş’ın fotoğraf merakı
ile ilk tanışmam 15 yaşlarında iken
bir çay partisinde sevgili eşi Aydın
Denktaş hanımefendinin annem ile
sohbet için masamıza geldiğinde bize
görmemiz için verdiği çok sayıda
fotoğraflarla olmuştu. Çoğu aile
fotoğrafları idi. Bazıları mezun olduğum Maarif Koleji’nden tanıdığım
merhum sevgili Raif’in ve sonradan
öğrencim ve arkadaşım olan eşi
Mesude’nin nişan fotoğrafları idi. Resimler mutlu bir aileyi ve aileye giren
ilk gelini sevgi ile karşılamalarının
açıkça bir öyküsü idi. Bazı resimler
de yurt dışındaki gezilerde çekilmiş muhteşem manzaralardı. Çok
etkilenmiş ve kimin çektiğini Aydın
hanıma sorma gereğini duymuştum.
Denktaş’ın sanatsal nitelikli fotoğraflarını Cumhurbaşkanlığı konutu duvarlarında görmüşsem de tam anlamı
ile ilk kez pek çok kişi gibi 15 Mart
1990’da Derviş Paşa Konağı’nda açtığı sergide izleme şansım oldu.
Bu sergiden sonra Denktaş’ın
fotoğrafları 1991 yılından itibaren
takvim ve albümler olarak yayımlanmaya başlar. İlk olarak 12 fotoğrafın yer aldığı Türk Bankası 1991
Takvimi, Denktaş as a Photographer:
Images from Northern Cyprus (1991)
ve From My Album (1992) isimli
albüm kitapları çıkar.
Denktaş ile çeşitli ortamlarda
oluşturduğum bu iletişim sonunda
bir gün onunla ortak bir çalışmaya
imza atma mutluluğuna erişmem
ile sonuçlanır. Bu gün var olmayan,
Tuncabank’ın mali desteğinde 1995
yılı başında Denktaş’ın kültür boyutlu
Kapılar/The Doors isimli bir fotoğraf
albümüne Kıbrıs kapılarının tarihi ile
ilgili bir önsöz yazmamı ister. Bu benim akademik yaşamımdaki belki en
güzel anılarımdan biri olur. Bu sayede
Denktaş’ın tüm saydam albümlerini
tarama şansım olur ve özel kitaplığında defalarca çalışmam mümkün olur.
Uzun bir makalemin yayımlandığı
Türkler’in 19. cildinde5 KKTC için
ayrılan bölümde de, hem Denktaş’ın6
hem de beni ona tanıştıran Ahmet
C. Gazioğlu’nun makalelerinin7 yer
alması da yine onur duyduğum bir
başka yayınımdır.
Kapılar/The Doors albümünde
Denktaş’ın çektiği kırk yedi resim
yer alır. Bunlardan otuz biri tam
sayfa, farklı dönem ve yapı türlerine
aittir. Kitabın sol sayfalarında (9-69)
Denktaş ile söyleşi şeklinde sunulan
kapılar ve fotoğraf merakı ile ilgili
anıları, düşünceleri sağ sayfalarda ise
tam boy resim ve alt yazıları olacak
şekilde tasarlanır. Söyleşide bir sayfa
Türkçe bir sayfa İngilizce metin verilir. Kitabın son iki sayfasında (70-71)
üzerlerinde tarih, ay yıldız ya da haç
motifleri olan kapı üstü aydınlatma
açıklıklarını örten demir ızgara süslemelerinin resimleri 16 küçük kare
olarak tasarlanır.
Kapılar/The Doors (1995) kitabı,
Rauf Raif Denktaş’ın kültürel mirasa
olan duyarlılığını yansıtması ve
fotoğraf sanatına olan düşkünlüğünü
de belgeleyen uzun söyleşisi yanında,
Tuncabank Yönetim Kurlu başkanı
Şükrü Hasanoğlu’nun “Sunu” yazısı
(3-4), ve “Kıbrıs Kapılarının Öyküsü” başlığı ile önsöz niteliğinde
benim katkıda bulunduğum Türkçe ve
İngilizce makaleler ile metne açıklık
getirmesi açısından benim çektiğim
birkaç resim (5-8) de eklenince, sade
bir fotoğraf albümü olmaktan çıkmış,
önemli bir kültür yapıtı oluşuvermişti.
Denktaş daha önce yayımlanan
bir albümünde kapılar konusuna
olan ilgisinden kısaca bahsetmiş,
diğer albümlerinde ve sergilerinde
de kapı resimlerine yer vermişti. Bu
eserinde tamamı ile tematik olarak
yayımlanmasını istediği “kapılar”,
5 Netice YILDIZ (2002). “Kıbrıs’ta Osmanlı
Kültür Mirasına Genel bir Bakış”, Türkler,
Ed. H. Güzel, K. Çiçek ve S. Koca, Cilt 19,
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s.966-993.
6 Rauf Raif DENKTAŞ (2002). “Kıbrıs Meselesi
Halledilmeli”, Türkler, Ed. H. Güzel, K. Çiçek
ve S. Koca, Cilt 19, Ankara: Yeni Türkiye
Yayınları, s.887-896 .
7 Ahmet C. GAZİOĞLU (2002). “Osmanlı’dan
Cumhuriyete Kıbrıs”, Türkler, Ed. H. Güzel,
K. Çiçek ve S. Koca, Cilt 19, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 19, s.922-945, 946-965.
Yeni Ufuklar
11
PORTRE
PORTRE
gerçekte onu büyüten dedesi Şeherli8 Mehmet’e adanmış bir kitap idi.
Keşke bunu başta yazabilseydik.
Kitabın 27. sayfasında fazla süslemesi olmayan, 1912 tarihi ve sarı taştan
alınlığının kilit taşı üstünde kabartma
ay yıldız motifi olan bir kapı resminin
karşısındaki sayfada “Bu fotoğrafları çekerken neler düşündünüz? Bir
rastlantı mıydı, yoksa özellikle mi
çekildi?” sorusuna verdiği şu yanıtı
kapı fotoğraflarını çekme amacını
özetler:
“Bunlar gittikçe yıkılmakta, yok
olmaktadır. Kapılara ilgim, sanırım
küçüklüğümde başlar. Dedem Şeherli
Mehmet bana Türk evlerinin üzerinde, genelde, ay yıldız veya yıldız
olduğunu söyler ve bunların Türklere
ait olduğunu anlatırdı. Bazı kapıların
üzerinde, evin yangına karşı sigortalı olduğunu gösteren işaretler veya
plaketler de vardı. Daha sonra kapılar
üzerinde tarihler dikkatimi çekti.
Koleksiyonuma koymak için en eski
kapıyı aramaya başladım. Böylelikle
ortaya ilginç bir koleksiyon çıktı.”
(26)
Dedesi Şeherli Mehmet, bir buçuk
yaşında iken kaybettiği annesinden
sonra onunla en yakın ilgilenen kişi
olmuş ve onu beş altı yaşlarında Lefkoşa sokaklarında gezdirirken 1878
yılında Osmanlı bayrağının nasıl
indirilip İngiliz bayrağının asıldığını
defalarca anlatmış ve kapılardaki
8 ‘Şeher’ başkent olan Lefkoşa anlamında,
‘Şeherli’ ise Lefkoşa kentinden kasabalara
ya da köylere göç edenlere verilen bir
lakaptır.
12 Yeni Ufuklar
ay yıldız motiflerini göstermişti.9
Denktaş anılarında bu olaydan sık sık
söz eder.
Bu kitabın teması olan kapılar,
günümüz surlar içi Lefkoşa’sı ile sınırlanmıştı. Kitapta yer alan resimler
herhangi bir kronolojik düzen kaygısı
gütmeden sıralanmış, eskiden kentin
surlar içine açılan üç kapısından biri
olan Girne Kapısı yanında, cami ve
konut mimarisine ait kapılar, Ortaçağdan 1930’lu yıllara kadar örneklerini
sunuyordu. Denktaş, söyleşide kapıların manevi yönleri üzerinde durmuş,
kapı ile ilgili dilimizdeki öz deyişlerden bahsetmişti. Ancak en eski kapıyı
aradığını belirtmişse de fotoğraflarında hangisi olduğu üzerinde yorum
9 Rauf Raif DENKTAŞ (1995). Kapılar/The
Doors, İstanbul: Tuncabank yayn. (Netice
Yıldız’ın Önsözü ile birlikte).
yapmayıp, yanıtını izleyiciye bırakır.
Benim yazdığım makalede bunların
yapılış teknikleri yanında sosyal
yaşamda kapının anlamı ve içe dönük
ev yaşamının batılılaşma sürecinde
dışarıya açılması irdelenmişti.
Kapılar/The Doors kitabındaki söyleşi şeklindeki anlatısında
Denktaş’ın sanatı ve sanatçıyı ifade
ettiği şu sözleri de buraya aktarmadan
geçemeyeceğim:
“Sanat tanrıya yaklaşım, onun
eserlerini terennüm, sanatçı ise
Allah’ın özel bir vergisiyle onurlandırılmış bir kişidir. Allah’ın yarattığı
her şey muhteşem bir sanat eseri
olduğuna göre, bunu yazan, çizen,
görüntüleyen, terennüm eden kişilerin
ruh itibariyle Allah’a yakın olduklarına inanırım”. (10)
Bu söyleşide Denktaş, kendi
fotoğraf uğraşını bir tutku, bir merak
olarak ifade eder. Fotoğraf çekmeye
küçük yaşlarda başladığı bu uğraşının
bir sanatsal yöne doğru meylettiğinin bilincine varmışsa da kendisini
sanatçı olarak niteleyemeyeceğini,
bunu izleyiciye bırakmayı tercih ettiğini dile getirmesi (30), gerçekte bu
uğraşının kişisel tatmin, dinlence ve
tutku olarak yaşamında yer aldığının
ifadesidir. Denktaş politik yaşam içinde olan kişinin de yoğun iş temposunda rahatlaması için bir uğraşa ihtiyacı
olduğuna inanır ve bu tür uğraşları
olmayanlardan korkar. (66)
Kapılar/The Doors kitabı, 1994
Ağustos ayında hazırlanmış, 1995
başında yayımlanmıştı. Kitabın
hazırlanması ve basılması inanılmaz
bir acele içinde yapılmış, benden bu
kitabın kültürel boyuta dönüşmesi
için kapıların tarihi ile ilgili bir hafta
içinde bir makale yazmam istenmişti.
Cenevre’de yapılacak Uluslararası
Türk Sanatları Kongresi’ne on gün
gibi kısa bir süre kalmış ve ben kendi
tebliğimi bitirmeye çalışıyordum. Pazartesi sabah Lefkoşa’dan Magosa’ya
üniversitedeki işime yeni gelmiş ve
Cumhurbaşkanı’nın benimle acil
olarak görüşmesi için Lefkoşa’ya
çağrılmıştım. Bana verilen sürenin azlığını anımsatmakla beraber,
kitabın baskısını yapan reklamcılık
şirketinin İstanbul’da olması nedeniyle Cenevre’ye giderken bir gün,
dönüşte de bir gün İstanbul’da kalıp
kitabın dizgisi ile uğraştım. Ancak
alelacele üretim yapan bu firma ne
yazık ki sadece bilgisayar kullanan,
ancak kitap tasarım deneyimi olmayan birkaç genç ile çalışıp, işi süratle
bitirmişlerdi. Cenevre dönüşünde
İstanbul’da şirket sahibinin hafta
sonu tatilinden dönmesini boş yere
beklemiş, zamanım heba olmuş, daha
sonra da belgegeçer ile gönderilen
metinde yapılmasını istediğim düzeltmeler yapılmamış ve kitap ufak tefek
hatalarla çıkmıştı. Ancak bu hatalara
üzüldüğümü gören Denktaş bey,
“Olur böyle şeyler. Canınızı üzmeyin.
Bakın, yine de ne güzel iş çıkarttık!”
diye beni teselli etmiş, yeni bir kültür
mirası kitabı yapmak üzere çalışmamızı istemişti.
Cyprus Today’de 2005 yılında
Kıbrıs evlerinin kapılar ile ilgilenip,
bir kitap arayışına giren ve sonra da
bu kitaptan yararlanarak aynı konuda
bir makale yazan Ralph Durber10
Kapılar/The Doors kitabının Kıbrıs
tarihi kapıları için kültür boyutu
ile önemli bir katkı olduğunu ifade
etmesi bu kitabın aranırlığını hem
bana hem de Denktaş beye anımsatmış ve böyle bir çalışmanın yeniden
yapılmasını düşündürmüştür. Ralph
Durber, “Kapıların Büyüsü” başlıklı gazete makalesinde geleneksel
kapıların Kıbrıs’ı betimleyen kısmen
turistik, kısmen sanatsal resimlerde
ele alınan en yaygın tema olmasına
rağmen bunlar hakkında Lefkoşa’nın
hem kuzeyinde hem de güneyinde
herhangi bir akademik yayın bulunmadığını, bu konuda Rauf Denktaş’ın
Kapılar/The Doors kitabı dışında
hiçbir araştırma yapılmamış ve
10 Ralph Durber (2005). “Magic of the Doors”,
Cyprus Today, January 8-14, 2005.
yazılmamış olduğunu, Denktaş’ın
fotoğrafları yanında Netice Yıldız’ın
önsözünü yazdığı makalenin bu alanda tek akademik çalışma olduğunu,
kitabın da tükendiği için hiçbir yerde
bulmanın mümkün olmadığını sözlerine ekler.11 Gerçekte de bu kitap artık
Avrupa veya Amerika’da sahaflarda
nadiren bulunmakta ve 100 dolar gibi
fiyatlara satılmaktadır.
Kitabın satışa sunulmamış olması
ve sadece Cumhurbaşkanlığı çevresindeki kişiler, yabancı misyon üyelerine ve bankanın prestijli müşterilerine armağan edilmesi sonucu bilim
dünyasında gerekli yerini alamadığına inanıyorum. Bunu elde edenlerin
de fotoğraflara bakmakla yetinmiş
olması, ya da referans vermeden
11 Makale için bkz. http://www.allcrusades.
com/CASTLES/CYPRUS/FAMAGUSTA/
TEXT/citadel-or-othellos-tower_2/doorstxt-1.html(12.03.2012)
Yeni Ufuklar
13
PORTRE
PORTRE
kullanması diğer üzücü olaydır. Bu
kitabın yayımı sonrasında fotoğraf
sanatçıları, ressamlar ve seramik
sanatçıları da bu konuya ilgi göstermiş, eserler üretmişti. Veysi Soyer’in
“Taç Kapılar” başlıklı bir makalesi12
gerçekte bu kitabı okumuş olduğunu
ima edip, benim yazdığım metinden
alıntılar yapmışsa da referans verme
gereğini duymaması, adeta kendi
tespitlerinin daha önemli olduğunu
iddia eder tarzda yazması bilimsel
bir reddediş, hatta intihal sayılır.
Yine çok sevdiğim seramik sanatçısı
dostum Semral Öztan’ın 1998’de
sergilediği “Kapılar” temalı seramik
dizisi de bu albümden esinlenmiş
çalışmalardan biri idi. Ancak hiçbiri
bu konudaki ilgiye bu kitaptan aldıkları esinlenme ile başladığını ifade
etmemişti. Ancak, bu tür durumlarda,
şimdiki yıllarda bile telif hakkı konusunda bilinçli olmayan bir toplumda,
yazınızın ilgi çektiğini, belki bunların
kültür mirası olarak dikkate alınarak korunabileceğine katkınız olur
düşüncesi ile teselli olmaktan başka
bir çare kalmıyor. Bu kitaptan sonra
yeni yapılan evlere konmak üzere bu
eski kapıların model olarak alınarak
yenilerinin üretilmesinin moda olması
fotoğrafların önemli bir işlevini de
anımsatmaktadır.
Benim Denktaş’a ait izlediğim ilk
fotoğraf sergisi yukarıda da bahsettiğim gibi 15 Mart 1990 tarihinde açtığı ve isimsiz bırakmayı tercih ettiği
etkinliğidir. Sergiyi ortak arkadaşımız
olan Fluxus Sanat Galerisi’nin sahibi
ve ona uzun yıllar danışmanlık yapan
Ergün Olgun ve eşi Netice Olgun
düzenler. Sergiye açılıştan sonra
da birkaç kez daha gitmiş, annemi
de götürmüş, bir eserini de seçip
almıştık. Kendi deyişi ile sergideki
eserler “Genç ya da yaşlı insanlar;
çiçeklerle bezenmiş ya da kıraç topraklar içindeki manzaralar; deniz ve
sandallar; deniz kıyısı ve yelkenliler;
kum ve rüzgâra karşı mücadele eden
kuşlar”’dır. Bu sergiyi bağımsızlıklarını korumak için kendilerini adamaktan çekinmeyen fotoğraflarında
yansıttığı bu adadan kişilerin yakınlarına adar; gelirini de oğlu anısına
kurduğu Raif Denktaş Vakfı’na ihtiyaçlı gençlerin eğitimi amacı ile verir.
12 Veysi SOYER (2002). “Taç Kapılar”, Benim
Kıbrısım, Ağustos-Eylül, 3 (24), s. 63-66.
14 Yeni Ufuklar
Denktaş 2011 yılında felç geçirip uzun süre hastanede
yatağa bağlı kaldığı süreye kadar ileri yaşına rağmen
hep genç ve dinamik kaldı. Çünkü ruhu hep genç,
beyni dinamik kalmış, daha fazla üretmesi gerektiğine
inanmıştır. fotoğraf çekimi ile insanlarla iletişim
kurmanın ayrı bir yöntem olabileceğini göstermiştir...
Denktaş’ın bu ve daha sonra açacağı
sergilerinde ve albümlerinde de portreler, tabiat resimleri ve tarihi eserler
yer alır. Belli teması olmadan seçtiği
bu fotoğrafları çekerken ne düşündüğünü ve fotoğrafı nasıl yorumladığını
sergi davetiyesine aşağıdaki sözlerle
de yazmaktan çekinmez:
“Bir fotoğrafı fotoğraf yapan, o
fotoğrafı çekeni yönlendiren içgüdüdür. Bazen şanslısınız; ışık istediğiniz
gibidir. Ama yine de, o günle ilgili,
farklı ve gayriihtiyari ölümsüzleştirdiğiniz bir şey vardır. Neden faklı?
Farklı, çünkü, ışık, o nesne üzerine
bir daha ayni şekilde düşmeyecektir!
Bence fotoğrafçılık da budur: Güne
yeni başlamışken ışığı yakalamak
ve günü bitirirken, bize, o doğanın
güzelliklerini görmemiz ve tadını
çıkarmamız için göz veren o kusursuz
ressamın, Evrenin Yaratıcısı’nın o
güzelim renklerini izlemek.”
Sergiden aldığım günbatımı konulu fotoğrafında yakalamak istediği
andaki düşüncelerini daha sonra
kitaplarını detaylı olarak okumaya
başladığımda anlamlaştırmış, onun
duygu yüklü dünyasını biraz daha
algılama şansım olmuştu. Farklı noktalarda defalarca çektiği günbatımı
fotoğrafları yanında, yazdığı pek çok
eserinde de bu konudaki kuramsal
düşüncelerine yer veren Denktaş,
bunları günün yorgunluğunu atmak
üzere artık dinlenme zamanı geldi
deyip işini bırakıp, az da olsa doğada
zaman geçirmek istediği akşam üstleri çektiğini anlatır. Bir söyleşisinde
şunları söyler:
“Mümkün olduğunca güneş
batımının muhteşemliğini izlemeye
giderim. An ve an değişen renkler,
ufukta ve dağların üstüne yansıyan
ışınlarla değişen renk cümbüşü, beni
Yaratan’ın gizemini düşünmeye
yöneltir ve kalbimi onun sevgisi ile
doldurur.”13
13 Denktaş as a Photographer: Images from
Ona göre gün batımı, ya da
akşam, inançlı biri için yaklaşan
karanlığın habercisi olmaktan çok, er
geç doğacak güneşin habercisidir.14
Evimin salonunda duran günbatımı
fotoğrafındaki gibi Gençlerle Sohbet
(1990) isimli kitabında da yer alan:
“Güneşin batışı gibi, bir renk ve
âhenk cümbüşü içinde arkada güzel
tablolardan meydana gelen bir hayat
çizgisi bırakarak binlerce, yüz binlerce, milyonlarca yıldızlardan oluşan
yarınlara huzur içinde bakabilmek ne
mutludur”(155) sözlerinin altında
apaçık onun için ölümün hiç de korkulu bir olay olmadığı gizlidir. Yine
diğer bir ifadesinde güneşin ufuk
çizgisinde kaybolmaya başladığı anı
betimleyen sarı, turuncu yeşilin her
tonu karşısında “Bu ne ihtişam, bu ne
tablodur ya Rabbim!” düşüncelerine
kapıldığı, çok sevdiği gün batımı
ile verimli geçen bir gün ve yeniden
verimli geçecek bir başka gün için
huzurlu, dinlenceli bir tün vaktinin
geldiğini, bunun sevinçle karşılanması gerektiğini ifade eder. Bunların
da ötesinde gerek yazdığı dizeler,
gerekse de karelere sığdırdığı bu ışık
oyunları, onun Tanrı inancını dile
getirdiği sözlerdir. Denktaş anlık görüntüleri, güçlü bir ışığı yakalayıp bir
fotoğraf karesine aktarırken, gerçekte
kafasından sık sık geçen hep anlamlı
sözler olur. Fotoğraf albümlerinde de
bunları özlü sözlerle anlatır. Belli ki
çeşitli sorunların düşüncesi ile geçen
yorgun bir günün sonunda kendisinin
de Tanrı’nın tüm insanlara bahşettiği
dinlenme saatini sevinçle karşılamasının ifadesi olarak bu gün batımı tablolarını karelerine sığdırarak, bu ışık
değişimlerini içine çekerek huzur ve
mutluluk bulur. Ancak beni en fazla
etkileyen resimleri yaşlı insanların ya
da köylü çocukların portreleri olur.
Northern Cyprus, Ed. Filiz Yenişehirlioğlu, s. 27
14 Rauf DENKTAŞ (1990). Gençlerle Sohbet,
4. Baskı, İstanbul: Yeni Asya Gazetecilik
Neşriyat Yayn, s. 155.
Denktaş 2011 yılında felç geçirip
uzun süre hastanede yatağa bağlı kaldığı süreye kadar ileri yaşına rağmen
hep genç ve dinamik kaldı. Çünkü
ruhu hep genç, beyni dinamik kalmış,
daha fazla üretmesi gerektiğine inanmıştır. “Fazla sosyal olamadım” diye
kendinden şikâyet etmesine karşın
fotoğraf çekimi ile insanlarla iletişim
kurmanın ayrı bir yöntem olabileceğini çevresine gösterdi. Bu da onunla
ilgili diğer gözlemlerim olur ve onun
bu genç ruhlu haline imrenmeme
neden olur.
Annesini bir buçuk yaşında, babasını 17 yaşında kaybeden Denktaş,
hem okul yaşamında hem de başta
babası ve dedesi olmak üzere aile
büyüklerinden aldığı yoğun eğitim
sonucu küçük yaşından itibaren yüklendiği hayat mücadelesi içinde önce
hayatını kazanıp babasının yapmasını
istediği hukuk tahsili ve iyi bir gazeteci olması hedefi ile çıktığı yolda
kısa bir sürede önemli bir toplum
lideri olur. Denktaş, gerçek mesleği
avukatlıktan uzaklaşmış olması nedeniyle üzüldüğü zamanlar olmasına
karşın vatanının bağımsızlığı için
mücadelesini önde tutma tutkusundan
ödün vermez. Emekliye ayrıldıktan
sonra da bu misyonunu ölüm döşeğine dek sürdürür ve baş koyduğu
Kıbrıs sorunu sonuca varmamış
olmakla beraber Türk toplumunun
güvenliğini sağlama adına imza attığı
birçok antlaşma ya da belge ile geriye
unutulmaz anılar bırakır.
Bu yazıyı yazarken bilinen ya da
bilinmeyen veya ismi değiştirilen
edebi denemeleri, şiirleri, siyaset
bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında çok sayıda akademik çalışmaları
olduğunu bir kez daha fark ettim.
Korkot Deresi adlı çocukluk anılarında ilk yayımlanan eserini tam
anımsamadığını, ancak yaz tatilinde
babasının kendisini çalışması için
yakın arkadaşı Remzi Okan beyin
matbaasına koyduğu sırada oradaki
yazıları izleyip, kendinin de yazarlığa
özenmesi sonucu yazdığını anlatır. Bu
şiiri farklı bir imza ile gönderdiğinde
yayımlanmayınca da Remzi beye yine
farklı bir imza ile tekrar duygusal bir
mektup yazarak bu yazının yayını
için yaptığı ısrarı sonucu yayımlandığını anlatır. Şiirin ne olduğunu tam
anımsamamakla beraber muhtemelen
gözleri görmeyen bir gencin feryadı
ile ilgili olduğunu yazar. Henüz 19
yaşında iken yazdığı Saadet Sırları15
kitabı ile derin yaşam felsefesine
sahip olduğu, özellikle evlilik, aile ve
karşı cinse duyulan sevgi konusunda
o yaşlarda beklenilenin üstünde bir
bilinçte olduğu, Kur’an’dan Yunan
klasiklerine, çağdaş Türk veya Batı
düşünürlerine varıncaya dek daha o
yıllarda çok sayıda kitap okuduğu,
15 Rauf Denktaş (1990). Saadet Sırları, 3.
Baskı, İstanbul:: Yeni Asya Gazetesi Yayn.
beğendiği yazarların özlü sözlerini
alıntılarla verip onlar üstüne kuramlar oluşturduğu, kadının çağdaşlaşmasına, eğitimine değer verdiği,
evlilik müessesine büyük bir saygı
duyduğu izlenmektedir. Belki bir ilk
olarak yaptığı boşanma hakkını eşine
devretmesi16 medeni kanunun geçerli
olmadığı 1949 yılında bir reform
niteliğinde bir davranıştır.
Denktaş, bir devlet adamının
yoğun yaşamı içinde, üstelik sorunlu
küçük bir adanın devlet adamı olarak,
yaşamında çok kişiye zaman ayırmış, ailesini ihmal ettiğini söylese de
hiçbir zaman ihmal etmemiş, eşine
ilk günkü aşkla ömür boyu sadık
kalmış, belli ölçüler içinde yaşamaktan sapmamış, başta babası, tüm aile
büyüklerini her zaman örnek almış
ve kendine gençliğinden itibaren uğraşlar edinerek dopdolu bir yaşamda
çok sayıda eser bırakıp göçmüşse de
hep anılarda kalacak, unutulmayacak
bir devlet adamı olarak ismi yaşayacaktır.
Denktaş’ın “Hayat baştan başa bir
şiir, her an değişen tablolarla dolu,
renkli, ahenkli bir şeydir” sözleri ile
bu yazıyı noktalarım.
16 Rauf R. DENKTAŞ (2008). Kıbrıs Elli Yılın Hikayesi,3. Baskı, İstanbul:Akdeniz Yayınları,
s. 126
EBEDİYETE UĞURLADIĞIMIZ
TÜRK MİLLETİNİN YİĞİT EVLADI
KIBRIS TÜRKÜ’NÜN BAĞIMSIZLIK
MÜCADELESİNDEKİ ÖNDERİ
RAUF RAİF DENKTAŞ’I
RAHMET VE
MİNNETLE ANIYORUZ
Yeni Ufuklar
15
MAKALE
MAKALE
Neşe
KOÇAK
“Bazı beldeler vardır
ki göbeklerini tarih
kesmiştir. Onların
doğuşu bütün insanlık
için bir başlangıç veya
bir son gibi bellenir.
Geçirdikleri çağlar
bugün bile herkesin
elinde bir ölçü, dilinde
efsanedir.”
16 Yeni Ufuklar
Şimdi nerede aramak lazım
kadim şehirlerimizin asil ruhunu?
Neden şehirlerimize baktıkça ve
onlar üzerinde düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum? Teknolojiyi
yaratıcı güç olarak addeden şehir
insanın ağır bir kültürel kirlenmeye tâbi tuttuğu şehirlerimiz ince
bir sızıya neden olurken içimde,
kaybedilmiş, tarihe gömülmüş, romanlarda, şiirlerde kalmış bir ruhu
aramaktan mı en çok yorgunluğum?
Bir çıkmaz sokak, bir eski mahalle, o mahalleye neşeli sesleriyle
hayat veren çocuklar, Arnavut
kaldırımları, birbirine yaslanmış
gibi duran cumbalı kâgir evler, taş
evler, her köşe başında yüce bir
ruhun ebedî istirahatgâhı türbeler,
kümbetler, döneminin taş işçiliğinin
görkemli yapıları camiler, hanlar,
hamamlar, medreseler, kervansaraylar, yoğurt, süt, meyve-sebze,
şerbet, boza satan sokak satıcıları,
kesme taş döşeli yokuşlardan yukarıya ağır adımlarla çıkan o semtin
kimliğine bürünmüş huzurlu insanlar, o şehrin gerçek sahipleri, hatta
her semtin kedisi köpeği, kuşu...
dost yüzler... yaşayan şehirler,
ruhu, kimliği, şahsiyeti olan “insan
yüzlü” şehirler.
Her şehrin olduğu gibi her
semtin de birbirinden farklı insanı
olur, her semt ayrı bir mana barındırırdı çıkmaz sokaklarında, tarihî
bir çeşme taşında, demir tokmaklı
gıcırtıyla açılan bir tahta kapıda.
Şehir orada yaşayanların ruhunu,
kimliğini, soyunu taşır, onlarla
bütünleşir, kaynaşırdı. İçlerinde
insan nefeslerinin sıcaklığı duyulan
ve taşlarında nesillerin nabızlarının atmaya devam ettiği şehirlerdi
bunlar (Mustafa Armağan).
Şimdi nerede insan yüzü, insan
sıcaklığı taşıyan şehirlerimiz?
Görmüş, geçirmiş, yıkılıp yeniden
yapılmış, savaşlara, yenilgilere
şahitlik etmiş, uygarlıkların beşiği,
insanlık tarihi kadar eski, “göbeğini
tarihin kestiği” bizim şehirlerimiz.
İstanbul millî ve manevi
hüviyetini kaybetmeye başlamamışken mesela, İstanbul şimdiki gibi
değilken daha, şöyle demiş Yahya
Kemal:
“İklimden anlayan gerçek ve
hassas bir san’atkâr, İstanbul’un
eski semtlerinden her hangi birini,
meselâ Koca Mustafa Paşa semtini,
yâhud Eyüb’ü, yâhud Boğaziçi’ni
henüz milli hüviyetini muhâfaza
eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek der
ki; Bu halk bu iklimde ezelden beri
sâkindir ve bu iklime bu mîmâriden ve bu halktan başka unsurlar
yaraşmaz. ”
Şimdi nerededir insana yakışan
mimari ve nerededir bu mimarinin
eğreti durmadığı şehir sakinleri?
Bir apartman dairesinin sağlayacağı modern hayat için tek katlı
bahçeli evlerini mi ruhlarını mı
sattılar müteahhitlere?
Nohut oda bakla sofa “ev”ler
yerine üstüste konulmuş kibrit kutularında mı oturur oldular ? Çatıları
bulutlara değen çirkin apartmanların
arasında mı kaldı avlulu taş evler,
eski sokaklar?
Şimdi nerede aramak lazım kadim şehirlerimizin asil ruhunu? Ya
da o ruhu canlandırmak imkânsız
mıdır geleneksel Türk mimarisini
yeniden yorumlayarak?
“Türk iklimine, Türk tabiatına,
Türk hayatına rahat bir ayakkabı
kadar uygun eski evlerden, yeni
hayatın icaplarına o derece uyacak,
fakat eski ile bağını, yerliliğini,
asilliğini kaybetmeyecek bir Türk
evi tipi meydana çıkarılamaz mı?”
diye sormuş Rahmetli Süheyl Ünver haklı olarak. Ve uzun emekler
sonucu hazırladığı böyle bir Türk
evi tipi için gerekli dokümanların
kendisinde olduğunu, ilgilenenler olursa yardımcı olacağını da
söylemiş. Belli ki Süheyl Ünver
Hoca böyle bir ev modelini çizmek
için beyhude emek sarf etmiş. Ne
yazık...
Bir asırdır modernleşme adına
yapılan reformlar ve kültür yoksunu şehircilik politikaları, kültürel
mirasımızın korunması, tarihî
kimliğimizin yeniden yorumlanması
şeklinde olsaydı şehirlerimizdeki
durum böyle içler acısı olmayacaktı.
Devlet organizmasının ana malzemesi olan şehirlerimizde insanlık
için, fakat insanı hiçe sayarak yapılan zevksiz yapılar, pek çok katlı
apartmanlar son yüz yılda hızla çoğaldı. Elbette bu yapılarda oturmayı
medenileşme addeden şehirli sayısı
da buna bağlı olarak arttı. Halbuki
“Ülkemizde bir ilerilik göstergesi
olarak algılanan yahut algılatılan,
apartmanda oturmak bizim gibi
kültürel yönden güdükleştirilmiş
ülkelere mahsus bir gerilik sembolüdür.” (Mustafa Armağan). Bizler
Anadolu coğrafyasında yaşayarak
derin izler bırakmış, uygarlıkların
mirasçısıyız, emanetçisiyiz. Bu
uygarlıkların, imparatorlukların
ruhunu, üslup özelliklerini taşıyan tabiata saygılı yapılar, insani
ölçülerde şehirler kurabilirdik,
kurulmuşları koruyabilirdik. Eski
şehirlerimizi unutmasaydık.
Nerede soyları unutulmuş
eski şehirler? Kimse hatırlamıyor.
Onlar ki Roma’nın, Danişmend’in,
Artuklu’nun, Selçuklu’nun,
Karamanlı’nın, Eretna’nın,
Osmanlı’nın asaletini taşırlardı.
Milletçe yaşanan bir hafıza
kaybıdır belki bu. Ciddi bir hastalık.
Binlerce yıllık geçmişe sahip şehirlerimizin soysuzlaşmasına sebep
olan modernizm hastalığı. Şehirleşmeyi aslını inkâr edip yok sayma,
aslını inkâr etmeyi modernizm
kabul etme hastalığı. Nereden
geldiğimiz, kim olduğumuz sorusunu anlamsızlaştıran, cumhuriyetin
ilanına kadar olan kısmını unutturan
bilinç bulanıklığı.
Şimdi gittikçe büyüyen, büyüdükçe köyleşen, yapaylaşan, tükenirken tüketen, hasta eden şehirler
var. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan
insanları saklıyor apartmanlar.
Sakinleri artık sakin değiller. Zira
kendi elleriyle kirlettikleri şehirlerden kaçmak istedikçe görünmez
bir girdaba kapılmış gibi daha çok
içine çekiliyorlar o şehrin. Ağır
bedeller ödetiyor şehir halkına.
Kirletilmenin, soysuzlaştırılmanın,
çirkinleştirilmenin, bedeli bu. Şehir
hastalıkları, buhranlar, intiharlar,
hiç bitmeyen yorgunluklar, sürekli bir yerlere geç kalma endişesi,
vakitsizlik, tatminsizlik... Neticede
tarihten ve tabiattan koparılmış,
asosyal, mutsuz insan. Koloniler
hâlinde yaşayan ama kapı komşusundan bîhaber, medeni olmak
adına teknolojininin esiri olan,
kendi kültür ve değerlerinden uzak,
zavallı şehir insanı.
Artık uğruna romanlar, şiirler
yazılacak şehirlerimiz yok. Çünkü
estetiğimiz, üslubumuz, zerafetimiz,
ahengimiz, duygumuz yok. Artık
şehrin ortasında geniş cadelere sıralanmış, birbirinin benzeri sevimsiz
fakat konforlu apartman blokları,
komşunun kapısını çalmaya lüzum
bırakmayan adım başı marketler,
yeni gezinti ve eğlence alanlarımız olan alışveriş merkezleri, her
tarafı istila etmiş otomobiller, nefes
olarak aldığımız egzoz dumanları,
geniş caddelerimiz, bulvarlarımız,
şehrin etrafında ise başka bir yüz,
başka bir âlem olan gecekondularımız var. İçlerinde barındırdıkları ve
kaybetme korkusuyla sıkı sıkı bağırlarına bastıkları ayakta kalabilmiş
tarihî yapılar da şehirlerin modern
görüntülerinin arasında mağrur
fakat aykırı bir şekilde duruyor.
“Bugün Tanpınarlar bize “Beş
Şehri” anlatamaz. Bugün artık yalnızca bir şehir anlatılabilir... Yahya
Kemal, bizi İstanbul’da bir semtten
diğerine geçerken, “bir yıldızdan
bir yıldıza” geçirmeye çağırıyordu;
oysa biz elli yıl içinde bırakın semtleri, şehirlerin bile birbirinin aynı
olması gerektiğini dünyaya ispat
ettik.” (Kürşat Bumin).
Peki nedir yanlış olan? Kontrol
edilemeyen, talepleri karşılanamayan hızlı büyüme ve bununla
bağlantılı çarpık çıkar ilişkileri mi?
Kim verebilir ki bu yozlaşmanın, soysuzlaştırmanın hesabını?
Tek parti döneminin yağmacı
zihniyeti, atalarının sanat dehasından bir şey almamış, gelmiş geçmiş
ve devam eden hükümetler, estetik
bakış açısından, tarih şuurundan
ve bilgisinden yoksun yöneticiler,
belediyeler, bilim adamları, acemi
mimarlar, mühendisler, şehir planlamacıları, eğitimsiz müteahhitler,
şehirde yaşayan fakat şehirli olamamış, makineleşmiş insan... suçlu
kim? Modernizme feda edilen
ruhlarımızı artık hangi teknolojik
tezahür arındırabilir?
Şimdi hangi şiirin satırları
arasında saklıdır şehirlerin ruhu?
Hangi sokak arasında, hangi köşe
başındadır? Belki de bir ince sızıdır
tarif etmekte yetersiz kaldığım.
Halbuki söylemek istediklerimin en doğru ifadesini tarihçi
ve sosyolog Lewis Mumford bir
cümleyle anlatmış:
“Binlerce yıl yaşamış bir şehri,
beş yıllık bir eğitim sonucunda
beş yaşındaki çocuğun hafızasına
sahip bir şehircilik okulu mezununun acemi ellerine teslim etmenin
günahını hiç bir sihirli deterjan
temizlemeyecektir.”
KAYNAKÇA:
Armağan Mustafa, “Alev ve Beton”.
Şule Yayınları, 2000, İstanbul
Armağan Mustafa, “İnsan Yüzlü
Şehirler”, Timaş Yayınları, 2006,
istanbul
Cansever Turgut, “İslamda Şehir
ve Mimari”, Timaş Yayınları, 2006,
İstanbul
Subaşı Muhsin İlyas, “Şehirname”,
Kayseri Büyük Şehir Belediyesi
Yayınları, Kayseri, 2011
Yeni Ufuklar
17
İMAR
İMAR
Mehmet
KÖKREK
Bu yazıda, Cumhuriyet
tarihi boyunca İstanbul
İmar ve Nazım Planları
dâhilinde değişen
İstanbul’u sanat tarihi
açısından inceleyeceğiz
Konunun hukuki ve
siyasi cihetlerine elzem
görülmediği sürece
girilmeyecek, konunun
bu cihetinden ziyade
yok olan eserler ve bu
eserlerin yok olmasına
neden olan imar
hareketleri incelenmeye
çalışılacaktır.
İstanbul İmar ve Nazım
Planları
İstanbul’un Cumhuriyet dönemindeki hali içler acısıdır. Cumhuriyetin ilanı ve Ankara’nın başkent
ilan edilmesi İstanbul için kötü
günlerin habercisiydi. Geçirdiği işgaller ve bakımsızlıktan dolayı tam
bir harabe halini alan İstanbul şehri
yeni rejimin sancılı kuruluş evresinde tam bir nisyana terk edilmek
zorunda kaldı. Zaten harap vaziyette olan şehir 1934 senesine kadar
kendi haline terk edildi. 1928 tarihli
Taksim anıtı ve benzeri faaliyetler
ise oldukça sığ kalıyor ve Atatürk’ü
tatmin etmiyordu. Ülke çapında
özellikle İstanbul ve Ankara’nın
tekrardan planlanması Atatürk’ün
30’lu yıllardaki en büyük isteklerinden birisiydi.
Atatürk tarafından büyük bir ilgi
gösterilen şehir planlamacılığı İstanbul için yeni bir fikir değildi. 19.
yüzyılın ilk çeyreğinde padişahın
daveti üzerine Almanya’dan gelerek
ordunun Erkan-ı Harbiye Reisliğini yapan Helmult von Moltke’nin
hazırladığı şehir haritası ve yine
Moltke tarafından hazırlanan imar
planı batılı tarzda atılmış ilk adım
sayılabilir. 1848’de yayınlanan
ilk imar mevzuatı olan “Ebniye
Nizamnamesi” ise İstanbul şehrinin
batılı şehirler gibi yönetilmesine
doğru atılan ilk adımdı. 1853 Kırım
harbi zamanında I. Abdülmecid
tarafından Fransa’daki “prefecture de la ville” örnek alınarak
bu kurumun “Şehreminliği” adı
altında Osmanlı’da tatbik edilmesi
ile devam eden şehircilik alanındaki
gelişmeler, 28 Aralık 1857 tarihinde
Paris’teki 6. Daire “Sixeme Arrondissement” örnek alınarak çıkarılan
“6. Daire-i Belediye Nizamatı”
Helmult von Moltke’nin 1852 yılında hazırladığı harita
18 Yeni Ufuklar
ve şehrin 14 bölgeye bölünmesi ile
devam etmiştir. Yukarıda bahsedilen bütün uygulamalar da göstermektedir ki İstanbul şehrinin yeni
bir yönetim şekline ve imar planına
ihtiyaç duyduğu 19.yy. başlarından
beri hissedilen bir durumdur.
Tarihler 1930’lu yılları gösterdiğinde İstanbul için yeni bir dönem
başlıyordu. Bu dönemde Atatürk
Avrupa’nın pek çok yerinden ünlü
şehircilik uzmanlarını, mimarları, mühendisleri İstanbul’a davet
etti. 1933 tarihinden itibaren şehre
Lambert, Agche ve Helgoetz gibi
önemli isimlerin gelmesi bu konuda
atılmış önemli adımlardandır. 1935
senesinde ise İstanbul’a M. Wagner ve H. Proust adlı iki uzman
davet edildi. M. Wagner İstanbul’da
iki sene boyunca araştırmalarda
bulunduktan sonra ülkesine geri
dönmüştür.
Evvelinde Türkiye Cumhuriyeti
Hükümetinin davetini geri çeviren
Fransız şehir planlamacısı Henri
Proust Atatürk’ün bizzat yaptığı
davete icabet ederek şehre geldi. Bu
Henri Proust’un İstanbul’a ilk gelişi
değildir. 1906 tarihinde çalışmalarda bulunduğu Villa Medici’nin
zorunlu “Geleneksel Doğu Gezisi
ve Mimari Araştırmalar Gezisi”ne
katılarak Bursa ve İstanbul’a
gelmişti. Bu tarihlerde Ayasofya
Cami’sinin restorasyonu hakkında
bir ön çalışma yapan Proust’un bu
çalışmaları sırasında çizdiği muhteşem Ayasofya kesiti bugün Paris
Mimarlık Akademisi’nin ana
salonunda sergilenmektedir.
1935 senesinde M. Wagner
ile İstanbul’a gelen Proust, 1951
senesinde kadar ikametgâhı olacak
olan Taksim, Lamatine caddesinde
ki 55 numaralı eve yerleşti. Daha
önceden fikir ve bilgi sahibi olduğu
şehir için bir imar planı hazırlama
işine hızlı bir şekilde koyuldu.
Hazırlanan bu imar planını anlamak
için Proust hakkında birkaç önemli
bilgiyi vermemiz gerekiyor.
Proust, Beaux-Art eğitimi
boyunca ve Villa Medici dönemlerinde birlikte çalıştığı Tony Garnier,
Jaussely ed Hebrard ile re-mode-
lage olarak adlandırılan bir takım
çalışmalarda bulunmuştu. Tarihi
bir şehrin sıfırdan inşa ve imar
edilmesi demek olan re-modalage
çalışmalarına Proust’un bu kadar
değer vermesinin altında II. Abdülhamid döneminde padişahın bizzat
gönderdiği teklif üzerine İstanbul
hakkında çalışmalarda bulunan
Joseph Antoine Bouvard olduğunu
söylemek eminiz ki yanlış olmayacaktır. Zamanında Paris Belediye
Başkanlığı da yapmış olan J. A.
Bouvard, Paris’i bugün bildiğimiz
Paris yapan kişi olarak tanınır.
Şehre geldiği 1935 tarihinden
Atatürk’ün ölüm tarihi olan 1938
tarihine kadar, daha sonraki tarihlerde Proust Planı olarak anılacak,
İstanbul Nazım Planı’nı hazırlamak için çalıştı. Proust planının en
önemli eksikliği planlama sırasında
Proust’un şehir hakkında tarihi,
sosyal ve iktisadi bilgilerin hepsine
erişememesidir. Bu dönemde küçük
çapta yol genişletme çalışmaları ve
şehrin muhtelif yerlerine dikilen
abideler ve heykeller dışında şehre
hiçbir yenilik yapılmamıştır. Bu dönemde Büyük Kovacılar Hamamı,
Murad Paşa Medresesi, Toklu Dede
Mescidi ve Aya Sofya Medresesi
gibi önemli tarihi eserler ortadan
kaldırılmıştır. Atatürk’ün hayatı
boyunca İstanbul Belediye Reisliği
görevinde bulunmuş olan üç isim
olan Ali Haydar Yuluğ, Emin Erkul
ve Muhiddin Üstündağ’ın İstanbul
şehir dokusunun korunması ve şehir
planlanması konusunda önemli bir
faaliyet göstermemesi İstanbul’un
kaderini Atatürk’ün ellerine bağlamasına sebep oluyordu. Atatürk’ün
de bu dönemler de oldukça yoğun
olduğu göz önünde bulundurulduğunda İstanbul’un tek ümidinin
Henri Proust olduğu görülüyordu.
Atatürk’ün ölümü üzerine 11
Kasım 1938’de TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilen İsmet
İnönü, Proust’un plan çalışmalarına
devam etmesini sağlayarak Atatürk
döneminde başlayan şehircilik
atılımının sekteye uğramamasını sağlamıştır. İsmet İnönü’nün
Cumhurbaşkanlığı döneminde
Yedikule’de bir cami
nin satımı hakkındak
i
kararname
İstanbul’da bulunan tarihi eserler
tamamen kendi hallerine bırakılmış
hatta birçok cami, tekke, medrese
gibi tarihi eserler 5 Haziran 1935
senesinde çıkartılan “Cami ve
Mescidlerin Tasnifine ve Mescid
hademesine Verilen Muhassat
Hakkında Kanun” delil gösterilerek gazete ilanlarıyla satılmış bir
kısmı ise CHP’ye tahsis edilmiştir.
Satılan veya CHP’ye tahsis edilen
tarihi eserler kadar şanslı olmayan
Uncu Hafız ve Firuz Efendi Medreseleri gibi tarihi eserler ne yazık
ki bu dönemde çeşitli nedenler
bahane edilerek yıktırılmıştır. İsmet
İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde ülke çapında üç bine
yakın tarihi eserin satıldığı bilinmektedir.
Bu dönemde İstanbul şehircilik
anlayışına hiçbir yenilik getirilmemiş hatta tarihi eserlerin satışı ile
şehrin tarihi mirası tahrip edilmiştir.
II. Dünya Savaşı ve ülke genelinde ortaya çıkan yokluk nedeni ile
İstanbul’a gereken ilginin verilemediği de düşünülebilir. Bu
döneme damga vuran isim
ise 1938 senesinde Belediye Reisliği’ne atanan
Lütfü Kırdar olmuştur.
Demokrat Parti
döneminde genişletilen Atatürk
Bulvarı’nı
Yeni Ufuklar
19
İMAR
İMAR
yaptıran Lütfü Kırdar Taksim
Meydanı’nı da yaptıran kişidir. Aslında Atatürk Bulvarı’nın bulunduğu istikamette bir yolun yapılması
ilk defa II. Meşrutiyet devrinde
şehre gelerek üç yıl boyunca şehir
planlaması hakkında çalışmalarda
bulunan dönemin Lyon Belediyesi
Başmühendisi Auric’in fikridir.
O’nu dönemin en konuşulan ismi
yapan olay ise 1940 tarihinde
hiçbir nedene dayanmaksızın tarihi
Taksim Topçu Kışlası’nı yıktırması
olmuştur.
1950 seçimlerinde CHP’nin
seçimleri kaybetmesi ve DP’nin
iktidara geçmesi Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihi ve İstanbul
şehri açısından oldukça önemli bir
olgudur. Ülke genelinde % 52.67
oy alarak iktidara gelen DP döneminin birinci senesinin tamamlandığı 1951 senesinde Henri Proust,
ülkesine geri döndü. Proust Planı,
iki bölümden oluşmaktaydı birinci
bölüm Beyoğlu ve Galata bölgelerini ikinci bölüm ise tarihi yarımadayı
kapsıyordu. Şehri geniş bulvarlar
ile süslemek tarihi dokuyu ortaya
çıkarmak ve en mükemmel perspektifi sağlamayı amaçlayan bu planın
bir çok maddesi günümüzde hala
uygulanmaktır. Örneğin; bugün Haliç üzerine inşa edilecek olan metro
Proust planında yer alan bir uygulamadır, aynı şekilde sur içinde halen
uygulanıyor olan 40m kotu Proust
imar planının kilit noktalarından biridir. Bu planı uzun uzun anlatmak
bizi konunun dışına iteceği için hızlı
bir şekilde geçmekte fayda görüyoruz. Son olarak Henri Proust’un
Paris Mimarlık Fakültesi’nde
verdiği bir konferansta İstanbul
imar hareketi ile söylediği şu sözleri
sizlerle paylaşmak isteriz:
“Yeni bir kent yaratırken, büyük bir sosyal gelişme içinde olan
antik bir başkenti yeni ekonomik
ve mekanik koşulların varoluştaki
koşulları değiştireceği bir geleceğe doğru yönlendirmek”.
Proust’un ülkesine dönmesinden
bir sene sonra yani 1952 senesinde dönemin Başbakanı Adnan
Menderes’in direktifleri doğrultu-
20 Yeni Ufuklar
sunda dönemin Belediye Başkanı
olan Fahreddin Kerim Gökay tarafından dört mimar Proust Planlarının revizyonu ile vazifelendirildi.
Yine aynı mimarlar 1953 senesinde
kurulan ve şehrin nazım ve imar
konusundaki tek otoritesi olan “Müşavirler Heyeti” adı altında, 1955
senesine kadar İstanbul nazım planı
ve şehrin planlanması hakkında
çalışmalarda bulundular. Müşavirler
Heyeti’nin dört azasının da istifa etmesi sonucunda heyet dağıtıldı. Bu
olaydan hemen bir sene sonra yani
1956’da İstanbul nazım ve imar
planlamasının başına Prof. Högg ve
Cevat Erbel getirildi. Aynı tarihte
İller Bankası Planlama Müdürlüğü,
İmar ve Tatbikat Müdürlüğü gibi
farklı farklı müdürlüklerin kurulması İstanbul için oldukça çileli
zamanların yaşanmasına yol açmış
ve bir arpa boyu kadar ileri gidilmesinden öte gün geçtikçe daha
da geriye gidilir olmuştur. Aynı
sene içerisinde 6785 sayılı İmar
Kanunu 9 Temmuz 1956 tarihinde
kabul edilerek 16 Temmuz 1956
tarihli Resmi Gazetede yayınlanmış
ve imar çalışması boyunca istimlak
edilecek arsaların ne gibi işlemlere
tabi tutulacağını tespit eden 6830
sayılı İstimlak Kanunu 31 Ağustos 1956’da çıkartılmış ve 8 Eylül
1956 senesinde Resmi Gazetede
yayınlanmıştır. İstanbul için tam bir
felakete dönüşecek olan imar faaliyetinin önünde artık hiçbir engel
kalmamıştır. 23 Eylül 1956 tarihli
bir basın toplantısında dönemin
başbakanı Adnan Menderes İstanbul
İmar faaliyetleri hakkında şöyle
diyecektir:
“İstanbul’un imarı bir
memleket meselesidir”
Bu “memleket meselesi” için
hummalı bir çalışma başlatılmıştı.
Cemil Topuzlu tarafından yıktırılan Taksim
Topçu Kışlası (M.Kökrek Arşivi)
İstimlak edilen bir kabristanın taşları
nakil edilirken.
Adnan Menderes imar faaliyetlerini denetliyor (İstanbul’un Kitabından)
Ne pahasına olursa olsun şehrin
merkezi noktalarına geniş bulvarlar
yapılacak, gösterişli meydanlar açılacak hatta Bayrampaşa’da 100.000
kişilik bir stadyum projesi kabul
edilecekti. Dönemin başbakanı
Adnan Menderes bütün bu imar
faaliyetleri ile bizzat ilgileniyordu. Bu ilgi ve alakası dönemin
Belediye Başkanı Fahreddin Kerim Gökay tarafından 1 Temmuz
1957’de İstanbul Fahri Belediye
Reisi unvanı ile taçlandıracaktı.
İstanbul ahalisi tarafından çok sevilen bir isim olan Fahreddin Kerim
Gökay Zeytinburnu ve Kazlıçeşme
bölgelerini adeta ihya ederek isminden sıkça bahsettirmiştir. Kısa boyu
nedeniyle İstanbul ahalisinin “mini
mini Valimiz ne olacak halimiz” tekerlemesini yakıştırdığı Gökay aynı
zamanda Üsküdar ve Kadıköy gibi
semtlerde plajları yaygınlaştırarak
şehir hayatına önemli bir katkıda
bulunmuştur. Demokrat Parti imar
faaliyeti bazı değişiklikler yapılsa
dahi Proust Planı’na sadık kalınarak
gerçekleştirilmeye başlandı. Yapılması planlanan Vatan, Millet, Ordu,
Ankara, Londra Asfaltı, Marmara
Sahil yolu gibi geniş ve büyük çapta
tarihi eser kıyımına yol açacak
projeler teker teker hayata geçirildi.
Daha önce bahsetmiş olduğumuz
tarihi eserlerin satılığa çıkarıldığı
dönemde cami, tekke, medrese, kilise v.b. eserleri satın alıp yıkılmasını
veya ibadethane dışında kullanılmasını önleyen halk teker teker
bu eserleri belediyeye hibe ediyor
İstanbul’da tam bir Lale Devri yaşanıyordu. Bu dönemde yazarı meçhul
bir kitap olan “İstanbul’un Kitabı”
Belediye’nin teşvikleri ile bastırılarak dağıtıyor, basılı ve yazılı basında Adnan Menderes İstanbul’un
ikinci fatihi olarak tanımlanıyor ve
her yerde bu imar faaliyetinin açık
bir propagandası yapılıyordu. Dini
görüşünden dolayı halkın çoğunun karşı çıktığı CHP’den sonra
muhafazakâr kimliği ile ortaya
çıkan DP halkın bütün güvenini
arkasına alarak İstanbul’da bir
tarihi eser katliamına başlıyordu.
Özellikle sur içinde bulvar açma
Naccarzade Tekkesi’nin yıkılması. Sağ tarafta görülen cadde bugünkü Barbaros Bulvarı.
(İbrahim Hakkı Konyalı Arşivi)
Millet Caddesi yapım çalışmaları (İstanbul’un
Kitabından)
faaliyetleri yüzlerce cami, tekke,
medrese, kilise, sebil v.b. tarihi
eserlerimizin yok olmasına neden
olduğu gibi şehrin tarihi ve kültürel
yapısında da telafisi mümkün olmayan yaralar açıyordu. Şehrin merkezine inşa edilen geniş cadde ve
bulvarlar bu bölgeler için bir çekim
merkezi haline getiriyor ve özellikle
bu bölgelere aşırı bir iskân sürecinin
başlamasına neden oluyordu. İstanbul ahalisi yol açma bahanesi ile
tarihi eserlerin yıkılmasına yabancı
değildi. Meşrutiyet döneminde
İstanbul Şehremini’si olan Server
Paşa tarafından tramvay hatları
açılması için Şeyh Osman Türbesi,
Sakine hatun sebili yıkılırken (Oktay Aslanapa
Arşvi)
Rüstem Paşa Sebili ve Ebu’l-Fazl
Medresesinin bir kısmı gibi tarihi
eserler ortadan kaldırılmıştır. Millet
Caddesi açılırken ortadan kaldırılan
önemli tarihi eserlerimizden Molla
Gürani Mescidi, İsarı Musa Cami,
Nakşi Tekkesi, Deniz Abdal Türbesi gibi eserlerin yanı sıra Vatan
Caddesi çalışmalarında da Yeni
Bahçe Mescidi ortadan kaldırılmıştır. Atatürk Bulvarı
açılırken ise Baba Hasan
Camii, Oruç Gazi
İsmail Ağa Camii,
Mimar Ayas
Camii, Elvan
Çelebi Camii
Yeni Ufuklar
21
SOHBET
İMAR
gibi önemli tarihi eserler yıktırılmıştır. Bütün bunların yanı sıra
çeşitli yol açma ve çeşitli nedenler
bahane edilerek Davut Paşa İskele
Cami, Ebe Kadın Cami, Sultan
Cami, Çakırağa Camii, Hekimbaşı
Ömer Efendi Medresesi, Kubbe
Tekkesi, Avcıbey Cami, Et Yemez
Tekkesi, Kepenek Cami ve 1956
senesinde yıkılarak yerine Elektrik İdaresi yapılan Hatice Usta
Mescidi bu dönemde İstanbul’da
yok edilen önemli tarihi eserlerdendir.
Halkın Demokrat Parti iktidarına tepki vermemesi şehir ahalisinin tarihte gösterdiği tepkiler
bilinildiği zaman pek de şaşırılacak bir durum olmadığı ortaya
çıkar. Server Paşa’nın tramvay
yolu açmak için yıkılmasını
emrettiği tarihi eserler hakkında
bakın dönemin en önemli gazetelerinden Tasvir-i Efkar ne diyor:
“…Az çok bir kıymet-i târihiyye
ve sınâ’iyyesi bulunan ve eslâfdan bergüzâr kalan âsâra hürmet
vâki’a elzem ise de şehrimizin
vesî’it-i nakliyye noksanı ve hattâ
fıkdanı yüzünden ma’rûz kaldığı
müşkilât insâf ile düşünülecek
olursa değil tranvay ferşiyatı,
hatta dört arşunlık bir sokak
küşâdı içün bile bir iki Mahmud
Efendi Medresesini fedâ etmekde,
hatta tereddüd göstermek câ’iz
değildir”
Osmanlı devletinin gerilemeye
başlaması ile İstanbul halkının
da giderek fakirleşmesi yabancı
sefirlerin veya seyyahların Avrupa
şehirlerini allayıp pullayıp anlatmaları umulur ki İstanbul ahalisinde büyük bir eziklik yaratmış
ve ta Meşrutiyet’ten bu yana bu
eziklikten kurtulmak için Avrupa
şehirleri model alınarak sadece
yüksek ve gösterişli yapılar yapılmıştır. Modern olmak için tarih
ve kültür mirasının yok edilmesi
belli bir azınlık dışında kimsenin
umurunda olmamıştır.
Yol güzergâhı üzerinde
bulunduğu için yıktırılan İbrahim
Paşa Hamamı, Karaköy Cami gibi
tarihi eserlerimizin yanında yol
güzergâhı üzerinde bulunmadığı
halde tamamen keyfi bir şekilde
yıktırılan Mimar Ayas ve Süheyl
Bey Camileri gibi tarihi eserler de
ne yazık ki mevcuttur.
İstanbul tarihi ve kültürel
yaşamında olduğu kadar siluetinde de büyük izler bırakan bu
imar faaliyeti Orgeneral Cemal
Gürsel’in başını çektiği ve tarihte
27 Mayıs İhtilali olarak isimlendirilen 1960 askeri darbesi ile son
buldu.
Demokrat Parti döneminde
zirve noktasına ulaşan tarihi eser
tahribi bu dönemden sonra da
devam etmiştir. Özellikle Turgut Özal’ın başında bulunduğu
ANAP Döneminde uygulamaya
konulan Boğaziçi imar faaliyeti
ve II.Boğaz Köprüsü İstanbul
Boğazı’nın doğal ve tarihine
büyük bir darbe vurmuştur. Bütün
bunların yanı sıra 60’lı yıllardan
günümüze kadar ortadan kaldırılan Saray Hamamı, Emir Buhari
Tekkesi, Haydarhane Tekkesi,
Alaca Hamam, Baba Ali Şah
Zengi Tekkesi gibi tarihi eserlerin
yanında Çapa ve Cerrahpaşa Tıp
Fakültelerine tahsis edildikten
sonra ortadan kaldırılan Gülşeni Tekkesi, Kürkçübaşı Camii,
Mihrişah Hatun Tekkesi gibi
İstanbul tarihi için oldukça önemli
eserler de ne yazık ki bu tarihi
eser kıyımına uğramıştır. Ortadan
kaldırılan yüzlerce eserin yanında
sonradan yapılan uygulamalar
sonucu orijinalliğini kaybetmiş
bir çok eser bulunmaktadır. Ayrıca
ortadan kaldırılan tarihi eserlerimizin içerisinde bulunan eşsiz hat
levhalar, çiniler v.b. sanat eserleri
de ne yazık ki tarihe karışmıştır.
Bugüne kadar, Eminönü’nde
344 Fatih’te 398 sivil mimarlık
örnekleri ortadan kalkmış eski
kaynaklardan tespit edilebilen
kayıp eserlerle birlikte sur içinde
toplam 1811 kayıp eser tesit edilebilmiştir. Unutulmamalıdır ki bu
sayılara yansıyan eserler sadece
harita ve belgeler ışığında ortaya
çıkartılabilen tescilli eserlerden
ibarettir. Gerçek sayının bunun
daha da üstünde olması gerekir.
Yeni Ufuklar Derneği’nde
konferans veren
Necmettin Nursaçan Hoca:
‘İlim meclisleri
cennet
bahçesidir’
buyrulmuştur…
Mevlana diyor ki, “Çok uzaklardan
buğdayı görmek iyi ama tuzağı
göremeyen gözü neyleyim ben?”
Dünyada mutlu olup da ebedî hayatta
mutlu olamıyorsan onu neyleyim ben.
Efendim aile sağlamsa millet sağlam,
aile çürükse millet çürük olur. Millet
bünyesinin hücresi ailedir. Allah
hücreler arasına bir ahenk koymuş.
O ahenk bozulursa tıp da tedavide
muvaffak olamaz.
S
Edirnekapı haricinde Emir Buhari Tekkesi (Encümen Arşivi)
22 Yeni Ufuklar
EYRANİ der ki “Hak yoluna
gidenlerin asa olam ellerine, er
pir vasfın edenlerin kurban olam
dillerine” Peygamber efendimiz de
der ki ”İnsanlara teşekkür etmeyen
Allah’a da şükretmiş olmaz.” buyuruyor. Bir başka hadis-i şerifte “Cennet
bahçelerine uğrayınca çok faydalanın.”
buyurur. “Ey Allah’ın elçisi nere cennet
bahçesidir?” sorusuna “İlim meclisleri
cennet bahçesidir.” cevabını verir.
Yeni Ufuklar Derneği’nin düzenlediği
bu toplantıya uzaktan yakından teşrif
eden muhterem hazirun, güzel bir
ilim meclisi, Cennet bahçesi meydana
getirdiniz. Bu yüzden bu güzel heyeti
ve beni buraya davet eden ve buraya
Nursaçan Hoca Yeni Ufuklar Kayseri Şubesi’nde konferans verirken...
uzaktan yakından teşrif edenlere şükranlarımı sunarak sözlerime başlamak
isterim.
‘Alemleri yaratan Allah Güzel’
Hangi konudan bahsetsem diye düşünüyordum. Bir süredir bir televizyon
programı yapıyorum. Bu programda
beş aydır aile konusunu bir türlü geçemedim. Hele bugün canlı yayına bir
hanımefendi girdi. Verdiğim cevapla
o an tatmin olmadı. Mümkünse tekrar
özel olarak görüşelim, dedi. Ben de
cumadan sonra telefon ettim. İnanın,
gözyaşları yüreğimi deldi. Siz de
dinleseniz dayanamazdınız. Ne demek
istiyorum, ailemizde de bütün dünyada
da sancı var. Düşünün, Amerika’da
taksilerin üzerinde bir reklam var ve
uzun zamandan beri yapılıyor bu reklam. Affedersiniz, babayı tespit firmasının reklamı. Baba yok ama birtakım
hukuki işler için de babanın bulunması
gerekiyor. Bu yüzden bu firma “siz
bana gelin, ben babayı bulurum” diyor.
Amerika’da yüzde altmış üç boşanma
oranı, bir milyon kişi de -affedersinizresmen eş değiştirme kulübüne üye bulunuyor. Yani dünya genelinde sıkıntı
var. Bize de sancı girmiştir. Yüzyıllar
boyunca bizim Dede Korkut öğütlerimiz şöyledir. “Şakağında ağırsa baba
güzel, ak sütünü doya doya emzirse ana
güzel, helal ne güzel, yan tarafta yaYeni Ufuklar
23
SOHBET
SOHBET
pılsa gelin odası güzel, sevgide kardeş
güzel, hiç birine benzemeyen cümle
âlemleri yaratan Allah güzel.” der.
Aile gibi bir serveti yitirdik
Almanya’da ziraat doktorası yapan
bir oğlumuz Türkiye’ye döneceği gün
Alman Profesör bir ziyafet veriyor ve
diyor ki: “Almanya gözlerini kamaştırdı.” “Vallahi öyle oldu” der. “Ormanlarınız, fabrikalarınız, iş hayatınız, trafik
düzeniniz gözlerimi cidden kamaştırdı.” “Bırak sen bunları, sizde bir servet
var, sizde bir devlet var. Biz onu kaybettik, bizde aile bitti, aile. Sizde aile
kutsaldır. Dön, memleketinin kadrini
kıymetini bil.” diyor. Öyle diyor ama
bizim ailemize de sancı girmiş vaziyette. Birkaç yıl öncesine kadar Ankara’da
aile mahkemesi beş iken şimdi on bir
olmuş. Bizim şehrimizde de keza yeni
aile mahkemeleri kurulmakta. Efendim
yüce rabbimiz şöyle buyuruyor: “Şu da
benim varlığıma delil ki kendi cinsinizden, cin değil melek de değil, kendi
cinsinizden eş verdim, huzur bulasınız
diye.” Mutluluk nikâh gölgesindedir.
İngiltere’de bir profesör hanım emekli
olduğu gün öğrenci kızlara bir konuşma yapıyor: “Çocuklar, unvanları
aldım, şöhretlere erdim ama mutlu
olamadım. Sebebi, vaktinde bir yuva
kurmadım. Size tavsiyem o ki vaktinde
yuva kurunuz.” Kur’an, “Erkekler, siz
kadınlara örtü, kadınlar, siz de erkeklere örtüsünüz.” Erkek gönlünün kadına,
kadın gönlünün erkeğe ihtiyacı vardır.
Ama bu nikâhla, meşruiyet dâhilinde
olacaktır. Yüce Rabbimiz bize bir dua
öğretiyor. “Kullarım, benden şunu
isteyin. O cennet yolcusu müminler
şöyle derler. “Ya Rab, bize göz nuru,
gönül süruru eş ver, evlat ver, saygıda,
sevgide, huzurda, güvende ve mutlulukta bizi örnek aile eyle, yarabbi.”
Mutlu olmak isteyenler, huzurlu olmak
isteyenler bizim yaşayışımıza baksınlar, bizim yaşayışımızdan örnek alsınlar, ibret alsınlar diye Kur’an bize dua
öğretiyor. Namazdan çıkarken, tavaf
biterken yine Allah’ın öğrettiği şu duayı okuyoruz “Rabbena atina fid dünya
hasene ve fil ahirete hasene.” Ya Rab,
bize göz nuru, gönül süruru eş ver,
evlat ver, çocuklarımla, eşimle güler
yüzlü, tatlı dilli, mutlu, meşru bir yaşayış. Sadece dünyada değil ya Rabbi.
“ve fil ahireti hasene” Ebedî hayatta da,
sadece dünyada değil. Biz evlenirken
24 Yeni Ufuklar
Mekke’de oturan “Ehl-i beyt”e mensup bir adam, Arapça
ve İngilizce’nin dışında da bir dil bilmeyen biri, “Dünya
Müslümanlarının tamamı Türk ordusunun varlığına
dayanarak yüksek sesle Müslüman olduğunu söyleyebilme
hakkına sahip” diyor.
çok defa “Allah sizi bir yastıkta kocatsın” deriz. Bir yastık dediğin kaç sene?
50-60 sene sonra ayrılsınlar mı? Öyle
değil. Bakın bir hadis-i şerifte “cennet
için de cennet”, nelerdir? Müminler
mekândan münezzeh olduğu halde
Allah’ı görecekler, sevinçten pırıl pırıl
yanacak. Eşine dönünce hanımı diyor
ki; “Efendi, hayran oluyorum yaha, bu
güzellik ne, sendeki bu nefis kokular
ne? Hanım, “Aynı hali ben de sende
görüyorum.” diyecek. “Âşık oldum ben
Allah’ın adına, doyamadım lezzetine,
tadına, bana Allah gerek, cihan kâr
etmez, benim gönlüm didar ister.”
Tuzağı görmeyen gözü neyleyim
Mevlana’nın şu hikâyesine bakın.
Akbabayla doğan havada uçuyor. Akbaba diyor ki, “Benim gözlerim o kadar
keskin ki bak, yeryüzü ile aramızda şu
kadar mesafe var, ben buna rağmen tarladaki buğday taneciğini görüyorum.”
“Yahu bu nasıl bir gözmüş? Demek ki
bu kadar mesafeden buğday taneciğini
görüyorsun.” “İnelim de göstereyim.”
Hırsla iniyor ve buğday taneciğini
yakalıyor. Meğer o da tuzağın içindeymiş, tuzak da akbabayı yakalıyor. Mevlana diyor ki “Çok uzaklardan buğdayı
görmek iyi ama tuzağı göremeyen gözü
neyleyim ben?” Dünyada mutlu olup
da ebedî hayatta mutlu olamıyorsan
onu neyleyim ben. Efendim aile sağlamsa millet sağlam, aile çürükse millet
çürük olur. Millet bünyesinin hücresi
ailedir. Allah hücreler arasına bir
ahenk koymuş. O ahenk bozulursa tıp
da tedavide muvaffak olamaz. Sonra
yuvada, baba güneş, ana ay, çocuklarda
yıldızlar durumundadır. Milletin temeli
aile, ailenin temeli de sevgi, saygı,
sabır ve sadakattir. Rabbimiz sevgili
peygamberimizi örnek gösteriyor.
Allah’ın hoşnutluğunu, ebediyet yurdunun mutluluğunu arzu edenler için
Allah’ın elçisinde size örnekler vardır.
Bakın ben Hatice sevgisi ile rızıklandırıldım. Böyle buyuruyor. Hatice
annemizin saygısı nasıl? Peygamberi-
miz Cebel-i Nur’un zirvesindeyken iki
elinde yemek kabıyla dağa tırmanıyor.
Vahiy meleği geliyor, peygamberimize
diyor ki: “Hatice sana yemek getiriyor.
Cenab-ı Hak benimle Hatice’ye selam
söyledi. Allah’ın selamını söyle bir,
benim selamı mı söyle iki, sana olan
saygısı münasebetiyle şeffaf bir cennet
sarayı ile seni müjdeliyor.”
Ahde vefa imandandır
Hatice anamızın vefatından sonra
iki buçuk sene devrede bir başka
annemiz yok, sonra Ayşe annemizle
evleniyor. Şu vefaya bakın. Bir gün
Hz. Ayşe ile beraber bulunurlarken Hz.
Ayşe’nin gönlünden şunlar geçiyor:
“Gencim, güzelim, bilgiliyim, dünyanın en değerli erkeğinin nikâhındayım,
var mı benim gibisi...” derken kapı
çalınıyor, ihtiyar bir kadın, sesi de Hz.
Hatice’nin sesine benziyor. Hatice’nin
kardeşi diyerek içeri alınıyor. Kadına
izzet ü ikram ediliyor. Hz. Hatice ile ilgili hatıralar anlatılıyor. Sonra bu yaşlı
hanım uğurlanıyor… Uğurlanınca Hz.
Ayşe’nin dili çözülüyor: “Ya Resulullah, sana Allah benim gibi bir eş verdi.
Hz. Hatice’nin kardeşi geldi diye kaç
defa Hatice lafı ettin!” “Ayşe, herkes
benim karşımda yer alırken bana iman
eden Hatice’ydi. Servetini benim
davam uğruna kullanan Hatice’ydi.
Hatice benim çocuklarımın anasıdır. O
dünyadan ayrıldı diye onun hatırasına
saygı göstermeyecek miyim?” Ahde
vefa imandandır. Zamanla efendimizin
evinde kurban kesiliyor. Bir budunu
fakire gönderiyor. Hatice namına hayır
yapmaktan geri kalmıyor. Mekke’nin
fethi günü peygamberimiz Mekke’ye
gelişinde ilk işi Hz. Hatice’nin kabrini
ziyaret oluyor. Ve karargâhını da Hz.
Hatice’nin kabrine oldukça yakın bir
yere yaptırıyor.
Ana yadigârını evlada bağışlamak
Hz. Fatma’nın nikâhlandığı gün
Hz. Ali efendimizin ağladığı görülüyor. Hz Fatma diyor ki: “Babacığım,
Ali senin elinde, senin evinde yetişmiş
birisidir. Onun yiğitliği herkesçe malumdur, pişman mı oldunuz beni Ali’ye
nikâhladığınız için? Bu mutlu günümde bu ağıdın anlamı ne?” “Kızım, bu
ağıdın sebebi annen, der. Bu mutlu
gününü görseydi, çeyizini hazırlasaydı.
Onu düşündüm de. Onun hatırası dolayısıyla böyle.” Bedir Savaşı sonunda
esirler alındı ya, peygamberimizin
kızı Hz. Zeynep’in eşi Ebu-l As da o
anda Müslümanlara silah çekmiş değil,
ama Müslümanlar arasında da değil,
müşrikler cephesinde, o da esirler
arasında. Peygamber damadı esirler
arasında. Esirlikten kurtulabilmesi için
belli bir bedel ödemesi gerekiyor. O da
yok. Hz. Zeynep’e haber gönderiyor,
bir şey gönder ki onu vereyim, buradan
kurtulayım. O da annesi Hz. Hatice’nin
gerdanlığını gönderiyor. Ebul-As da
onu tellalın eline veriyor. Peygamberimiz tanıyor, gerdanlığı görünce
heyecanlanıyor, gözü yaşarıyor, hani
ben başkomutanım, başkanım, dediğim
de değil, “Ashabım, bir ana yadigârını
evladına bağışlamak daha münasip
olmaz mı?” “Elbette ya Resulallah, parası olmadığı için serbest bıraktığımız
esirler var, Ebul-As’ı da o vesileyle
serbest bırakalım ve o gerdanlığı da
Hz. Hatice’nin kızı Hz. Zeynep’e iade
edelim.” Yani sevgili peygamberimizin
vefasına dair bu örnekleri arz etmiş
oldum.
Demek ki yuvada karşılıklı sevgi,
saygı olursa çiçek ortamı, gül ortamı
olmuş olur. Hayrülhalef nesil yetişir.
Yuvada öfke olur, nefret olursa, diken
biter, ayrık biter, onlar da başa bela
olur. Yani bizim analarımız çocuklarına ninni çalarken “Huu huu bir Allah,
sen iyilikler ver Allah, sen iyilikler
verirsen, yavrum büyür inşallah. Yattım sağıma, döndüm soluma, sığındım
Sübhanıma, melekler şahidim olsum
dinime imanıma. Yattım Allah, kaldır
beni, nur içine daldır beni, ölürsem
iman üzere öldür beni, kalırsam sabah
namazına kaldır beni. Kızımı öyle
terbiye ettim ki ölürse yer beğensin,
kalırsa yâr beğensin. Erkek evladı ise
vatan hizmetine gönderirken, “haydi
oğlum, haydi git, ya gazi ol ya şehit,
haydi oğlum, anan seni bugün için
doğurdu, hamurunu yiğitlik duygusuyla
yoğurdu.” derler. Hepsi de ne kadar
anlamlı, değil mi?
Muhtargilin Ahmet şehit olmuş
Ben askerlik yaparken üsteğmenimle birlikte onbaşı adaylarını seçiyoruz.
Yozgatlı bir asker, askerde hemşerilik
havası olur ya, hemşeri havasına girdi.
“Ne olur beni onbaşı seçme.” “Onbaşı edeceğiz, düz er olmaktan onbaşı
olmak daha iyi değil mi, niye seçmeyelim?” “Anam beni asker ocağına gönderirken oğlum nöbet tut, dedi.” Şu saf
inanca bakın. “Yahu oğlum, onbaşının
nöbeti nöbet değil mi, çavuşun nöbeti
nöbet değil mi?” Ama ana öyle demiş
ya, ananın terbiyesi o, asker ocağına
ihanet yakışmaz. Benim için de nöbet
tut demiş ya. Bakın işte bu sağlam
ailenin Millî Mücadele dönemindeki
şu destanına bakın. Hasan Çavuş’un
anası mektup yazıyor: “Geçen gece
ben bu cengin rüyasını görmüştüm.
Sevincimden ağlayarak hayır diye
yormuştum. Sağ elinde yükselmişti o
sancak. O sancak ki Müslümanın şanlı
namus gömleği. Cana minnet bilin arın
nurunda ölmeyi. Sen düşünme millet
bize canı gibi bakıyor. Bolluk şükür zat
zahire, her taraftan akıyor. Eğer köyde
ölen kalan var mı diye sorarsan, eşi
dostu hatırlayıp anarsan, muhtargilin
Ahmet şehit olmuş, haber geldi dün.
Şenlik oldu, mevlit oldu, düğün oldu
bütün gün, köy giyindi kuşandı hep,
namazgâha gittiler, o şehidin -rahmetullah- duasını ettiler.” Ya oğul, senin
de şehitlik haberin gelirse, benim de
yapacağım şey budur. Oğlunu yüreklendiriyor.” Bakın, şehit Ahmet’in
Yeni Ufuklar
25
SOHBET
Yeni Ufuklar Derneği bana sahabe-i kiramdan Musab ibni
Umeyr’i hatırlatıyor. Musab zengin bir ailenin oğluydu. Aile,
bu oğlan gider, Müslüman olur, diye kaygılandı. Yanına
genç kızlar, ipekli giysiler, envai çeşit gıdalar koydular ki
onlara takılsın kalsın, ama korktukları başlarına geldi...
kardeşi ne diyor? “O kadar yandı mı
bağrın ey çocuk, / ecelin sunduğu şarabı içtin, / sırayı saygıyı unuttun çabuk,
/ sebep ne ağandan ileri geçtin.” Önce
ben şehit olmalıydım, sonra sen şehit
olmalıydın. Nişanlısı ne diyor: “Dedi
Ahmet artık beni ahrette beklesin, / ben
onunum, utanmasın, beni Hak’tan istesin, / kaderim bu, şehit olmuş benim
şanlı yiğidim, / kıskanırım varmam ere,
ben de canlı şehidim.” Demek İslam
terbiyesi almış, devlet, millet, vatan
sevgisi ile yetişmiş bir ailenin fotoğrafını arz etmiş oldum. Bu duygularla
demek ki bu coğrafyayı da biz yaratana
hadim, yaratılmışa şefkati aileleştiren,
sembolleştiren bu eserlerle biz bu
coğrafyayı vatan haline getirmiştik.
Evliyayı yurdu toprak, şüheda burcu
bu yer, bir yıkık türbesi üstüne Mevla
titrer.
Münih tren istasyonunda bir
bayanla tanıştım, misyonerdi galiba.
Vardım, “Türkiye’den geldim, din görevlisiyim, sizinle tanışmak istiyorum,
siz ne yapıyorsunuz?” dedim. Bu kış
günü bu adamlar üşümüşler, çay istediler, çay veriyorum, sıcak yemek isteseler onu da verirdim.” cevabını verdi.
“Burada sıcak yemek göremiyorum!”
“Bu çevrede altı tane rahibe okulu var.
Onlara telefon ederim, hangisinde varsa getirttiririm. Bunu yaparken de Hıristiyan-Müslüman ayırmam.” Ben de
şunları anlattım: Bizim ülkemizde de
yollar üzerinde kervansaraylar vardır,
hâlâ ayaktadır bu kervansaraylar. Yolcuların şahıslarının, binitlerinin ihtiyaçlarını parasız olarak görürler. Birer
konaklık mesafede bu kervansaraylar
yer almaktadır. Şöyle İç Anadolu’yu
göz önüne getirelim, şurada bizim
Sultan Hanı, Konya’ya doğru gidelim,
Ağzıkara Han, Tepesidelik Han gibi
hâlâ ayakta olan bu abideler hakikaten
bizim medeniyetimizin eserleridir.
Kadının çok ilgisini çekti. “Memnun
oldum, hayran oldum dedi, ama bunu
unuturum, bunu yazan bir kitap verebilir misiniz?” dedi. O anda bir ilmihal
vardı elimde, namaz nasıl kılınır, oruç
26 Yeni Ufuklar
nasıl tutulur, kültürümüzü, medeniyetimizi anlatan bir şey yoktu.
Yeni Ufuklar Derneği bana
sahabe-i kiramdan Musab ibni Umeyr’i
hatırlatıyor. Musab zengin bir ailenin
oğluydu. Aile, bu oğlan gider, Müslüman olur, diye kaygılandı. Yanına
genç kızlar, ipekli giysiler, envai çeşit
gıdalar koydular ki onlara takılsın
kalsın, ama korktukları başlarına
geldi, peygamberimizi görünce Musab
Müslüman oldu, tırnaklarına kadar
imanla doldu. Ama annesi bir bodruma hapsetti onu. Bir yolunu bulup
ordan çıktı, Habeşistan’a gitti ama bu
sefer de peygamber ayrılığına dayanamadı. Sonra geldi, Medine’den
gelip de Müslüman olan kişiler vardı.
Onlar dediler ki: “Biz Müslüman
olduk ama Müslümanlığı bilmiyoruz,
bize Müslümanlığı öğretecek birini
görevlendirsen...” Peygamber efendimiz yirmi beş yaşındaki bu delikanlıyı
görevlendirdi. Medine’ye geldi, orda
başına topladığı birkaç kişiye Kur’an’ı
anlatıyor. Kabile lideri Hüseyin ibn
Hudeyin geldi, dedi ki, “Şu mızrağımın
kalbini delmesini istemiyorsan sen bu
eskilerin masallarını bırak, defol git
buradan.” Hz. Musab dedi ki, “Sen
bir kabile liderisin, böyle tehdit size yakışıyor mu? Lütfen oturun, ben masal
filan anlatmıyorum. Yaratan, yaşatan
Allah’ın mesajını söylüyorum. Size de
bir iki ayet okuyayım, hoşunuza giderse devam edeyim, hoşunuza gitmezse
bırakıp gideyim. Ben buraya kavga
etmeye gelmedim.” Şu üsluba bakın,
şu metoda bakın. Ve böyle bir söz
karşısında oku bakayım hadi, ne çıkacak? Bir iki ayet dinler dinlemez sanki
cereyana çarpılmış gibi derhal bana
iman telkin edin, dedi, gitti. İkinci bir
kabile reisi Saib bin Muazz’a söyledi,
o da geldi, aynı sözleri ona da söyledi,
o da iman etmekle kalmadı, “Akşama
kabilemden Müslüman olmadık kim
kalırsa boynunu uçururum. Bütün
kabile Müslüman olmalı.” dedi. Yani
üslubuna, metoduna bakın. Bir yılsonunda peygamberimize verdiği rapor
şu: “Ya resulallah, İslamın anlatılmadığı kişi, İslam imanının girmediği ev
kalmadı.” Ve bu zat Uhud Savaşı’nda
şehit düştü. Kefen bile bulunamadı.
“Ya resulallah, bir koyun postu var,
başını örtsek ayakları açık, ayaklarını
örtsek başı açık. Ne yapalım?” “Başını
örtün, ayak taraflarını da otlarla örtün.”
Şehit naaşı üzerinde peygamberimiz şu
ayeti okuyordu: “Müminlerden nice er
kişiler Allah’a verdikleri sözü yerine
getirdiler, niceleri de o günü bekliyor.”
Millî şairimiz Akif bu olayı Çanakkale Destanı’mızda tablolaştırdı: “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın,
/ Ne büyüksin ki kanın kurtarıyor tevhidi / Bedr’in arslanları ancak bu kadar
şanlı idi.” Tarihe gömelim desem tarihe
sığmıyorsun. Sana nasıl bir türbe yapayım? Ufuklar türbenin duvarları olsa,
yedi kandilli sürreyya yıldızı avizesi
olsa, masmavi gökyüzü tavanı olsa,
“Bu taşındır diyerek Kâbe’yi diksem
başına, / Ruhumun vahyini duysam
da geçirsem taşına”, Kâbe’yi mezar
taşın etsem, tarihler yazsam, destanlar
dizsem, “Tüllenen mağribi akşamları
sarsam yarana / yine bir şey yapabildim
diyemem hatırana. Ey şehit oğlu şehit,
isteme benden makber / Sana ağuşunu
açmış duruyor peygamber. Yani Hz.
Musab’a olan ilgisiyle paralellik teşkil
ediyor. Ve Çanakkale Destanı’nı böyle
yazıyor millî şairimiz.
Yeni Ufuklar Derneği gençlerimizin yetişmesi için çalışıyor. Bu yıl ilkokul yapılmış, öğrencilere burs veriliyor.
Yeni talebe yurdu yapma teşebbüsü
var, güzel bir dergi çıkarıyor. Toplumumuza, insanlığa, milletimize hizmet
için elbette fedakârlık yapan insanlar
gerekiyordu ve “İçinizde insanları
Hakk’a, hayra davet edenler bulunsun.”
buyuruyor yüce Rabbimiz. Bu dernek
bunu yapıyor, siz de buna güç veriyorsunuz. Cenab-ı Hak cümlemizi Hakk’a,
hayra hadim eylesin, yuvalarımıza,
yurdumuza huzur ve mutluluklar ihsan
eylesin. Güzel ülkemizi kuraklık, kıtlık,
terör, deprem gibi afet ve musibetlerden uzak eylesin.
Yeni Ufuklar
27
MAKALE
MAKALE
Toplum Önderi Mehmet Akif
Yakup
ÇELİK*
Mehmet Akif,
Hakkın Sesleri
şiirlerinde tükenmeye
başlamış bir toplumu,
deyim yerindeyse
diriltmek amacıyla vecd
halindeki şair tavrıyla
karşımızdadır. Koca bir
imparatorluğun nasıl
çökmeye başladığından
insanlarımızın ve
yöneticilerimizin
acziyetine dair
düşüncelerini
temennilerini dobra
dobra haykıran bir şair.
*Prof. Dr. / Yıldız Teknik Üniversitesi
28 Yeni Ufuklar
Mehmet Akif Ersoy, Türk
toplumunun felaket yıllarında
yaşamış, tartışmaların, kavgaların, toplumsal değişimlerin
merkezinde olmuş bir şahsiyettir.
1873 – 1936 yıllarında yaşamış
olan İstiklâl Marşı şairimiz; bu
bakımdan II. Abdülhamit Dönemi
(1876 – 1908), İttihat – Terakki
yılları (1908-1915), Birinci Dünya
Savaşı (1914 – 1918), Mütareke
Yılları (1918 – 1920), İstiklal
Savaşı (1919-1921) ve Cumhuriyet
Dönemi (1923 sonrası) toplumumuzun yaşadığı bütün sıkıntıların
ve acıların içerisinde bulunmuştur.
Onun Safahat’ta bulunan şiirleri,
yazıldıkları dönem de göz önüne
alınırsa, bu toplumsal değişimlerin
ve acıların ürünü olarak değerlendirilebilir. Safahat’ın her bölümü,
Türk toplumunun yaşadığı bir
dönemin panoraması, duyarlı bir
aydının yaşanan sıkıntılara gösterdiği tepki ve topluma sunduğu
kurtuluş reçetesidir.
Mehmet Akif şiirinin bütün
özelliği samimiyettir. Okuyucuya samimi duygularıyla seslenir.
Servet-i Fünûn döneminde şiirin
sanat endişeleriyle donanması,
toplumun problemlerinin dışına
çıkması ve gözyaşına boğulması
söz konusu idi. Bu tarz şiir, II.
Meşrutiyet döneminde etkisini sürdürmektedir. Mehmet Akif’in bu
beğeniye, bu tarz şiirin benimsenmesine tepkisi vardır. O’na göre
edebiyat, sokağın daha doğrusu
toplumun dili olmalıdır.
Akif şiirin, gelişmiş veya
geliştirilecek bir düşünceyi temsil
etmesinden yanadır. Hayalin,
sembollerin tamamen devre dışı
bırakılarak maksadın belirtilmesine dayalı bir şiir anlayışı. Akif’in,
Gölgeler’deki bazı şiirler dışında, hemen bütün eserlerinde bu
düşünceye bağlı kalarak yazdığını
görüyoruz.
Safahat’ta döneme ait eleştirilerini mekândan ve insan ilişkilerinden hareketle dikkatlere sunan
Mehmet Akif; yine mekândan
ve insan ilişkilerinden hareketle
yaşadığı dönemi sorgular. Birinci
Safahat’ta İstanbul, bütün değerlerinden uzaklaşmış, çökmüş, harap
olmuş, kendini kaybetmiş bir
mekân durumundadır. İnsanlar da
birbirinden uzaklaşmış, ilişkilerini
çıkarlarına göre yönlendiren bir
hâl almıştır.
Kurtuluş reçetesi
Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde
Akif, burada yine sorgulayan eleştiren bildiğini söylemekten çekinmeyen özelliğiyle karşımıza çıkar.
Düşüncelerini Camide va’z eden
Abdürreşid İbrahim’e söyletir. Abdürreşid İbrahim, İslâm dünyası ve
Çin’e kadar uzanan Rusya topraklarını gezer, izlenimlerini, düşüncelerini dile getirir. Türk ve İslâm
dünyasının insanlarına hâkim olan
tükenmişliği, yoksulluğu, acıyı,
mağduriyeti, İslâm’ı ve milliyeti
tanımamazlığı hatta bütün insanî
değerlerden uzaklaşmışlığı anlatır.
Mehmet Akif’in bu şiirde yaptıkları yalnızca bir vaizin Rusya’da
gezip gördüklerini yorumlaması,
böylece de Türk dünyasına sinmiş
olan çürümüşlüğün ifadesi değildir. Müslümanların artık birleşmeleri, İslâmî ve insanî değerlere
sarılmaları gerektiği vurgusu yapılır. Ayrıca, gerçek bir aydın olarak, içinde bulunmasına rağmen,
Hürriyet düşüncesiyle gelmiş olan
İttihat ve Terakki’ye eleştiri vardır.
Denilebilir ki Süleymaniye Kürsüsünde, 1908 sonrasında yol ayrımı
projeleri yapan toplumumuza
önemli bir uyarıdır hatta geliştirilecek bir tekliftir.
Mehmet Akif, Hakkın Sesleri
şiirlerinde tükenmeye başlamış
bir toplumu, deyim yerindeyse
diriltmek amacıyla vecd halindeki
şair tavrıyla karşımızdadır. Koca
bir imparatorluğun nasıl çökmeye
başladığından insanlarımızın ve
yöneticilerimizin acziyetine dair
düşüncelerini temennilerini dobra
dobra haykıran bir şair.
Bu şiirler, bir başka açıdan
Milli uyanışın ilk adımları olarak
değerlendirilmelidir. Çünkü Akif,
toplumda, insanlarımızda, yöneticilerimizde gördüğü ikiyüzlülükleri,
sahtekârlıkları ve bezginliği haykırır.
Milleti uyanışa çağırır.
Safahat’ın dördüncü kitabı Fatih
Kürsüsünde’de, yine kürsüye çıkmayı kurgu haline dönüştürerek va’z
eden konumuna geçer ve toplumun
kurtuluş reçetelerini dikkatlere
sunar. Batı dünyası ile toplumumuzu karşılaştırır. Onların çalışarak
yaptıklarını, bizim oturduğumuz
yerden hükmetmeye çalıştığımızı;
ilimden uzak duruşumuzu yorumlar.
Çalışmayan insanların Müslümanlıklarının ve İslâm’a verdikleri zararın
dökümünü bütün Fatih Kürsüsünde
boyunca dile getirir. Bu arada sanat
düşüncesini, aile birliğine, çocuk
eğitimine, ülke yönetimine, Balkanlara dair görüşlerini de vaizin
ağzından dikkatlere sunar.
Akif’in insan modeli
Beşinci Safahat Hatıralar’da şiirler
konularını, Mehmet Akif’in 1914-1915
yıllarında yaptığı Arabistan, Medine,
Mısır ve Berlin gezilerinin izlenimlerinden almıştır. Asım ise Milli Mücadele yıllarının ürünüdür. O yıllarda insanların içine düştüğü sıkıntılar anlatılır.
Akif, Asım’da Cumhuriyet ile birlikte
yeni bir neslin de yetişmesi gerektiğini,
tiyatroyu hatırlatan bir anlatımla teklif
eder: İnsani ve manevi değerlere bağlı
insan modeli. Safahat’ın son cildi olan
Gölgeler’deki şiirler, hem İslâm dünyasının sıkıntılarını dile getiren hem de
lirizmin üst seviyede karşımıza çıktığı
şiirlerdir.
İnsan sevgisine, insanın sosyal hayattaki durumuna acısına, yoksulluk ve
acılarla içerisindeki çocuklara, adaletsizliklere tepki gösterir. Haksızlıkların
karşısında dimdik durur. Denilebilir ki
Mehmet Akif; topluma yol göstererek,
haksızlıkların karşısında durarak, zamana ve güce göre tavrını değiştirmeyen, bilgi ve birikimini korkmadan dile
getiren bir aydındır, toplum önderidir.
Mehmed Âkif oğulları Emin ve Tahir beylerle, kızları Feride ve Suad hanımlar (altta)
Eşi İsmet Hanım
Yeni Ufuklar
29
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ
Doğu Batı Divanı’nın mütercimi
Senail Özkan söyleşisinin ikinci
kısmı…
Bitti denilen
Avrupa, çağın
bunalımına
çare arıyor
Sosyolojide, felsefede, tarihte, her
alanda yine onlar var. Küçümsemeyle
bir yere varamayız, onları nazarı
dikkate almamız lazım. Nereye
koşuyorlar, ne söylüyorlar?
Anlayabilmemiz için, önce bunların
arkasındaki birikimi anlamamız
lazım. 21. asrı anlayabilmemiz için
20. asrı anlamamız lazım, 20. asrı
anlayabilmek için 19. asrı, 18. asrı
anlamamız lazım...
Röportaj:
Dr. Zekeriya KÖKREK
B
üyük milletleri nasıl anlayacağız? Onlarla nasıl yarışacağız?
Onların zihni birikimleri, düşünceleri -felsefe, edebiyat, musiki, tarih
her alanda- ortaya koyduğu eserleriyle açığa çıkmaya başlar. Bunu anlamak için onları okumak lazım. Onları
okumadan, o milleti tanımak doğrusu
mümkün değil. Şöyle söyleyeyim:
Mesela bizde Mehmet Akif, biliyorsunuz “Alınız ilmini garbın alınız
30 Yeni Ufuklar
Senail Özkan çalışmalarını İSAM kütüphanesinde sürdürüyor
san’atını/ Veriniz hem de mesainize
son sür‘atini” der... Bunu adeta,
“emr-i bi’l-ma’ruf” olarak, iyiliği
emretme gibi sunar. Biz de, doğrusu
budur, o milletin ilmini, tekniğini
almak için işinin peşine düşeriz. Oysa
tekniği almak değil, o tekniği oluşturan zihni birikime ulaşmak gerekir. O
tekniği oluşturan zihni birikimi ortaya
koyan düşünceye nüfuz etmek lazım,
onu anlamak lazım. Hazırı tüketmek
değil. Ayrıca bu uyanıklığın fazla da
bir getirisi yok. Tüketirsiniz biter.
Sizin üretmeniz için onu anlamanız lazım. O tekniğin arkasındaki
mesaiyi, zihin gücünü anlamanız ve
kavramanız gerekir.
Bu zihin birikimini ve mesaisini
nasıl anlayabiliriz?
Onu anlamamız için Kant’ı,
Hegel’i, Schiller’i, Shelling’i,
Fichte’yi… Sayabildiğiniz kadar
sayalım… Shopenhaouer, Nietzsche… Günümüze gelirsek; Heidegger,
Gerhard Schmidt, Josef Simon…
Yüzlerce sayabileceğiniz isim var.
Bunları okumadan, bu zihni mesaiyi,
felsefi birikimi tanımadan anlayamazsınız. Arkasında bu felsefe olmadan
anlayamazsınız, dolayısıyla teoloji,
musiki, bunların hepsi felsefedir. Bu
felsefi birikimden teknik düşünce,
matematik düşünce doğuyor. Felsefe, teoloji, musiki, hepsi felsefe…
Beethoven’i anladığınız zaman onun
bir felsefe olduğunu anlıyorsunuz.
Giordano Bruno’yu okurken, teoloji
mi okuyorsunuz? Teoloji mi felsefe
mi okuyorsunuz, sonra fark ediyorsunuz.
Bunların hepsi iç içe… Fark etmek için de güçlü bir dikkat, irade
ve ihtimam gerekiyor; anlamak için
felsefe gerekiyor herhalde…
Kant’ı, Hegel’i okuduğunuzda bütün sanatları da birlikte okuyorsunuz.
Buradan felsefe yapıyorlar. Musikiden, mimariden, şiirden… Bütün
bu alanlarda yeni açılımlarla ve yeni
yorumlarla bir yerlere açılıyor. Felsefesini, varlık anlayışını, ontolojisini
bu alanda kuruyor. Onları anlayınca
matematiğe ve fiziğe geçiyorsunuz.
Bu ilimlerde, tabii ilimlerde de
derinleştiğiniz zaman, son merhalede
önünüze yine felsefe çıkıyor. Artık
felsefe ile bakmaya başlıyorsunuz
fiziğe, matematiğe... Birçok filozof
da, biliyorsunuz Jasper tıptan, Husserl
matematikten, Carl Friedrich von
Weizsäcker fizikten, Haller Garden
biyolojiden geliyor… Bunların hepsi
iç içe. Bunları anlamadan batının
tekniğini alamazsınız ve alsanız da
işinize yaramaz. Niye, bugün dünya,
neden bir Mercedes üretemiyorsunuz? Yoksa basit, herkes de yapabilir,
ama yapamıyor. Arkasında yüzyılların
birikimi var, tecrübesi var. Bunu bilmeden olmuyor, evvela Kant çıkıyor,
Hegel çıkıyor… Bir tefekkür ortaya
koyuyor, bir sistem getiriyor. Sonra o sistem Mercedes’i, Siemens’i,
Yahya Kemal’in şiirlerini düz olarak biz de ifade edebiliriz.
Çok bilgi dolu şeyler değil. Ama adam onu şiirle öylesine
söylüyor ki, işte onu ifade edemiyorsunuz. O üslup, tarz,
ritm, heyecan, hissediş… “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi
şendik”… Bir heyecan, coşku salıyor içinize.
Krupp’u kuruyor. Bu sistem aynı
zamanda şehirciliği teşvik ediyor,
mimariyi geliştiriyor. Bunlar olmadan
olmuyor, derinlemesine tahlil etmek
gerekiyor…
Son iki asırdır Batının ilmini,
fennini, sanatını taklit etmekle sıkıntılarımızı aşmaya çalışmışız ama
neticeler ortada! Hâlâ başkalarının
ürettiklerini kullanmayı büyük
bir marifetmiş ve meziyetmiş gibi
takdim ediyoruz…
Aslında bu tecrübeyi daha önce
yaşadık. Bu tefekkürün, bu birikimin
neticesinde bir hayat zenginliğinin
fışkırdığını biz yaşadık bizzat…
Onuncu, on birinci, on ikinci, on
üçüncü ve on dördüncü asırlara
geri gidelim. Farabi, İbni Sina, İbni
Rüşd’ün yaşadığı asırlara geri gidelim. O dönemde görüyorsunuz ki, felsefi düşüncenin gelişmesi sayesinde,
hem adamakıllı zengin bir devlet ortaya çıkıyor, hem bütün sanatlarda en
ön plandasınız - mimaride, musikide
- fevkalade yaratıcısınız. Teknikte de
öyle… İbni Sina’nın yazdığı Kanun
Paris Üniversitesinde Latince ders
kitabı olarak okutuluyor. Felsefeyi,
yani düşünceyi siz ürettiğiniz zaman
Senail Özkan araştırmacı, tarihçi ve yazar Mehmet Niyazi Özdemir ile hem gönül hem de
kütüphane arkadaşı. İSAM’ın kitap bahçesi onlar için hayat membaı gibi ...
arkanızdan ötekiler geliyor… Bunu
öğrenmeden olmuyor… Dekart (=Decartes), Leibniz; İbni Sina ve Farabi
olmadan imkânsızdı. İbni Sina ve
Farabi, Eflatun olmadan imkânsızdı.
Gazali de onlar olmadan imkânsızdı.
Gazali’yi Paris’te Albertus Magnus
okuyor. Hıristiyan Ortaçağı onu
anlamaya çalışıyordu. Onun felsefesini öğretiyordu üniversitelerinde.
Albertus Magnus, Gazali hakkında
doktora yapıyor. Birçok düşünür, o
dönemde, tamamen o düşünceden
besleniyor. Merak ediyor. Hatta
bazıları vardı ki, sadece o düşünceyi
anlamakla, hayran olmakla kalmıyor, zahiri olarak da, şekli olarak
da o Müslüman mütefekkire benzemek istiyor; giydiğini giyiyor, onun
kıyafetiyle dolanmaya çalışıyor…
Bu noktaya varan hayranlık doğuyor,
bugün bunun tersini yaşıyoruz. Tarih
tekerrürden ibaretse, biz bunu da
yaşıyoruz. Dolayısıyla, bir düşünce
üretmeden zenginleşmenin bir manası
yok, geçicidir bu. Eğer o zenginliği
biz düşünceye kanalize edebilirsek,
onu bu alanda yatırıma dönüştürebilirsek, bu güzel bir şey, ama maddi
alandaki zenginlik tek başına bir şey
değil… Adam Mercedes’e binmekle,
ona sahip olur ama anlamaz! Nasıl
anlamaz? O davranışına yansımaz,
hayatına yansımaz, şehir anlayışına
yansımaz, sokağına yansımaz, evine
yansımaz. Eğer, o tekniği ortaya
koyan düşünceyi kendine mal ederse
bir millet, o zaman, o hayatın her
alanında yaratıcı olur. Çok manalı
eserler ortaya koyabilir. Her alanda
çok manalı eserler ortaya koyabilir.
Türkiye’de ciddi bir lisan problemi var. Tembelliğimiz mi var?
Ciddiyetsizliğimiz mi var? Felsefi
fukaralığımız mı var?
Düşünce üretemiyoruz. Düşünce
kelimelerle üretiliyor, dille üretiliyor.
Bir dili bilmek, kültürünü bilmek
demektir. Kendini tanımak demektir.
Kendisine hâkim insan demektir.
Yeni Ufuklar
31
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ
Kendisine hâkim olan insan da, nerede
ne yapacağının gayet iyi bilincindedir.
Bu önemli. Heidegger, “Dil, varlığın
evidir” diyor… Hakikaten, söylediklerimiz, her alanda, tarih, mimari, musiki,
şehircilik bütün her alanda söylediklerimiz, ifade ettiklerimiz, bütün ontolojik
alan, varlık alanı dildedir. Dil kendi
varlığımızın, kendi şuurumuzun farkına
varmaktır, her şeyden önce… Dil zenginliği demek, varlık alanın zenginliği
demektir. Daha doğrusu hepsi, bütün
ontolojik alan, dildedir. Yaratılan eserler
bir şekilde dile irca olunmak zorundadır.
Tarih, mimari, musiki, şehircilik… Bunların hepsi bir dildir,
diyebilir miyiz?
Bunların hepsi bir dil. Bunların
hepsi niye var? Bizi ifade etmek için
var. Kendi iç dünyamızdaki zenginliği,
kımıldanışı, yaratma enerjisini, yaratma
yolundaki arzularımızı, isteklerimizi,
ihtiraslarımızı ifade etmek için vardır.
Selimiye, Sinan’ın ihtirasını dile getirir.
Onun orada yaratma iradesini dile getirir. Dolayısıyla, bu dildir. Sinan kendini
mimaride ifade eder. Nevakâr Itrî’nin
musikideki dehasını, yaratma iradesini,
ihtirasını ifade eder. Onun Tekbir’i
dildeki bütünlüğü ifade eder. Nasıl bir
Tekbir altında bir milleti toplamış. Bir
besteyle bunu başarmış. Fuzulî, Şeyh
Galip, bunların hepsi dille ebedîleşmişlerdir. Bunlar düşünce zenginliklerini
ancak bu şekilde, dille, dil vasıtasıyla
ifade etmişlerdir. Bu bakımdan, bunun
için, dilin dışında varlık alanı, zaten
metafizik olur.
Spengler, matematik bütünüyle metafiziktir, diyor… Bunu nasıl
anlamalıyız?
Matematik mücerret, soyut bir ilimdir. Büsbütün metafiziktir. Matematik
olmadan hiçbir şey olmuyor. Matematiğe can ve ruh veren de mistisizmdir.
İnsanın gaipten bir şeyler algılamasıdır.
Onun için, bizde bazı şairlere, mesela
Hâfız’a, gaybın dili derler. Mesela,
Mevlana’ya gaybın dili deriz. Gaybı biliyor. Gaybı bildiği nedir, sanki
gaipten alınmış gibi… Yoksa kimsenin
gaybı bilmesi mümkün değildir. Ama
söyledikleri o kadar esrarengiz, o kadar
olağan dışı, bizim zihnimizdekilerin
dışında ki, sanki bize, gaipten haber
veriyormuş gibi gelir. Metafizikten
haber veriyormuş gibi gelir. Değil mi?
Zaten yenilik de odur. Söylediklerinizin
metafizik bir derinliğinin, anlamının
32 Yeni Ufuklar
olması lazım… Bilinen her şey zaten
ortada… Öyle şeyler söylemelisiniz
ki, yeni olması lazım; yeni olması ve
insanlara istikamet göstermesi, enerji
vermesi, ruh ve heyecan vermesi lazım.
Yahya Kemal’in şiirlerini düz olarak biz
de ifade edebiliriz. Çok bilgi dolu şeyler
değil. Ama adam onu şiirle öylesine
söylüyor ki, işte onu ifade edemiyorsunuz. O üslup, tarz, ritm, heyecan,
hissediş… “Bin atlı akınlarda çocuklar
gibi şendik”… Bir heyecan, coşku
salıyor içinize. Damarınıza ateş veriyor,
ateşliyor sizi. Dil, bu işi yapıyor. Bu işi
yapabilmek aceminin işi değil… Her
alanda ustanın işi…
Başkalarının ürettiği düşünce ma-
mullerine dayanan mamulleri kullanmayı ve pazarlamayı bir marifet ve
meziyet sanıyoruz. Aslında uyanıklık
zannettiğimiz şey aslında cehaletimiz
ve gafletimiz gibi görünüyor. Millî
mirasımızı ve servetimizi nasıl tükettiğimizin farkında değiliz. Teknolojiye
esir mi oluyoruz?
Bütün dünyada teknikte hatta kültürlerde bir standartlaşma var. Amerikalının davranışıyla Türkiye’dekinin davranışı aynileşiyor. Bu insanlığı bunalıma
sürükler. Tek tip, monotonluğu getirir;
monotonluk yaratıcılığı öldürür. Buradan da felaket çıkar ancak. Her milletin
kendi estetiğini ortaya koyması gerekir.
Başkaları yapıyor mu, bence yapıyor.
Avrupa’daki milletler bunu beceriyorlar. Kendi yaratmadığı şeylere mesafeli
duruyorlar. Kendisi yapıyorsa, biliyorsa,
bütün hayatını kaplamıyor, kaplayacağı kadar yer ayırıyor. O işine yarıyor.
Adam tiyatroda yaratıcı… Kendisini
sürekli yeniliyor. Başkaları bunu yapıyorlar mı, ona göre yapıyor, yapıyorlar.
Avrupa’daki milletler bunu beceriyorlar.
Ama adam tiyatroda yaratıcı… Devamlı
yenileniyor. Sofokles’ten beri tiyatrodaki
gelişmeleri takip edin, hep Avrupa’da.
Bizde tiyatro yok; tamam! Şiir de mi
yok? Bizde de şiirde bir yenilik olur,
ilahiyat alanında bir yenilik olur!
Bizde, İslam akaidin ötesine geçmiyor.
İslam’ın şartlarını öğreten bir ilim sanki.
İlahiyat bu değil ki! Bu alanda neden bir
eser verilmiyor. Şimdi Avrupa Hıristiyan diye böbürlenmenin, onlara tepeden
bakmanın bir manası yok… Görüyoruz,
Avrupa’da Hıristiyan teologların nasıl
eserler yazdıklarını, kütüphanelerinin
zenginliklerini görüyoruz. Dolayısıyla
bizde de bunların olması lazım.
Biz de bunlar olabilir mi?
Bizde de gayet tabii ki olabilir.
İlahiyat çok verimli bir alan... Bütün
zenginlik 10. asır, 11. asır, Hazreti
Peygamber’den 150-200 senden sonra
geliyor mezhepler… Ondan sonra
meydanda bir şey yok… Ne mezhep ne
felsefe ne tartışma… Bugün varsa yoksa
Kur’an öğretiliyor, bir de İslam akaidi
öğretiliyor. İlahiyat fakültelerindeki
tezlere bir bakın…
İsterseniz bakmayın!
Dolayısıyla her alanda çok kısır kaldık, çok geri kaldık; edebiyat, felsefe,
ilahiyat, musiki, mimari… Doğru dürüst
bir beste çıkıyor mu? Klasik musikimiz… Bir Alaattin Yavaşça var hayatta.
O da gitti mi, sanki göçtük gibi… Kimse de anlamıyor. Kimse de eser ortaya
koymuyor.
Üniversitenin yeri nedir bu konuda?
Üniversitede kantite arttı… İşte,
dediğimiz gibi… Elbette, eğer bunları
Türkiye, kültürel sermayeyi dönüştürebilirse, bu zenginliği dönüştürebilirse,
sadece tüketimde değil de yaratıcı, üretici bir duruma dönüştürürse, üniversitelerimiz de sadece ilim tüketmek değil de
ilim üretme yerine dönüşürse, o zaman
bir şeyler olabilir. Neden olmasın? Ben
hayretler içerisindeyim. Üniversitelerimizden maalesef önemli bir düşünce
neş’et etmiyor? Yine bakıyorsun, dışarı-
Ben hayretler içerisindeyim. Üniversitelerimizden
maalesef önemli bir düşünce neş’et etmiyor? Yine
bakıyorsun, dışarıda olanların yazdıkları kültür hayatımızı
canlandırıyor. Üniversitelerden maalesef bir şey çıkmıyor.
Ben mi göremiyorum. Niye olmasın?
da olanların yazdıkları kültür hayatımızı
canlandırıyor. Üniversitelerden maalesef
bir şey çıkmıyor. Ben mi göremiyorum.
Niye olmasın? Hangi felsefe kitabı
çıktı? Bu kadar üniversite var. Her
üniversitenin felsefe bölümü var. Oranın
profesörleri, doçentleri var. Peki eser?
Neden yok? Bunlar doktora yapıyorlar,
doktora yaptırıyorlar; öğrenci okutuyorlar. Öğrencileri var, ne okutuyorlar?
Makale yazan yok. Derslerde, işte bir
şeyler anlatıyorlar. Hocalarımız kusura
bakmasınlar ama bir şeyler üretsinler,
diyorum. En azından üretmiyorlarsa bile, hiç olmazsa tercüme etsinler
kardeşim, para alıyorlar devletten, maaş
alıyorlar. Hiç olmazsa tercüme etsinler
de öğrenciler düşünceyle tanışsınlar…
Deniyor ki Avrupa da bitti, bir şey yapılmıyor, filozof da yok… Yok öyle bir
şey! bunalımına cevap arayanlar yine
Avrupa’daki düşünürler. Sosyolojide,
felsefede, tarihte, her alanda yine onlar
var. Küçümsemeyle bir yere varamayız,
onları nazarı dikkate almamız lazım…
Onları, en azından takip etmemiz gerekir. Nereye koşuyorlar, ne söylüyorlar.
Ama bizim bunları anlayabilmemiz
için, önce bunların arkasındaki birikimi anlamamız lazım. Bugün 21. asrı
anlayabilmemiz için 20. asrı anlamamız
lazım, 20. asrı anlayabilmek için 19.
asrı, 18. asrı anlamamız lazım. Böyle,
geçmişi anlamadan geleceği kurmak
mümkün değil… Geçmiş, kendimiz
için kendi kültürümüzü anlamamız için
lazım, en azından. Kendi kültürümüzü
de maalesef anlayamıyoruz. Bir şekilde,
mesela, Osmanlı dönemine nazarlarımızı çevirelim: Fuzûlî’yi bile anlayan yok.
Fuzûlî’nin Leyla ile Mecnun’u bizde anlaşılmıyor. Buna karşılık Azerbaycan’da
operaya gittim. Azerbaycan’da Fuzûlî
yaşanıyor; orta halli halk, operayı,
tiyatroyu dolduruyor; yaşıyor o düşünceyi, anlıyor. Biz, bir şekilde buradan
da koptuk, bu dünyadan da koptuk. Bir
şekilde koptuk; his olarak, düşünce dünyası olarak, dil olarak koptuk… Yeniden
dönüş lazım bize… Yeniden… İleri
gitmek için, evvela geriye, şöyle geriye
yaylanıp da hızlanmak lazım…
Bazı aydın ve akademisyenlerimiz, biz kavram üretemeyiz ve üretmemeliyiz, batının hazır kavramlarını
kullanmalıyız diyor. Biz kavram oluşturmaz mıyız? Bizim kavramlarımız
yok mu?
Birinin dümen suyunda gideriz.
Bizim oğlan bina okur, döner döner
yine okur. Bir daha okuruz, ama bir
şey anlamayız. Biz orijinal halimize,
aslımıza dönmeliyiz. Ben de bunu kast
ettim. Bu kavramlar bizde yok değil,
var. Ama bu kavramlar farklı boyutlarıyla, farklı münderecatlarıyla, içeriğiyle
kullanılmış.
Bir ömür vererek aradığınız, bulduğunuz ve aktardığınız gerçeklerin
daha geniş kişilere ulaştırılması için
bir şeyler yapılması gerekmez mi?
Sadece kitapla değil, sohbet ve konuşmalarla, konferans ve panellerle,
buna benzer başka yollarla bunların
aktarılması gerekmez mi?
Biz zaten konuşmayı çok seven
bir milletiz. Bizde laf çok da üreten
yok. Ben meydanda dolanmaktan
hazzetmem; çok göze görünmeden,
ama zamanı iyi değerlendirerek bir
şeyler ortaya koymayı tercih ediyorum.
Kalan ömrümü de inşallah böyle bir
mesai içinde geçirmek istiyorum. Fazla
bir zamanımız da kalmadı doğrusunu
söylemek gerekirse… Yapacak tabii çok
iş var. Tam işte söyleyecek noktaya geldik, tam iş yapacak duruma geldik, neyin önemli neyin önemsiz neyin nerede
ve nasıl bulacağımızı öğrendik, bunlar
için gerekli enstrümanlara sahibiz. Ama
zaman çok az kaldı. İnşallah, bu şekilde
birkaç eser daha bu şekilde yazabilirsek… Bütün maksadım bu. Latince bir
atasözü var. Ars longa, vita brevis! yani
sanat uzun hayat kısa… “Söz uçar, yazı
kalır” diye de bir Latin atasözü var.
Yeni Ufuklar
33
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ
Refik Aydoğan, ekonomiyi
ve yardımlaşma faaliyetlerini
değerlendirdi
Aydoğan, Türkiye’nin şu anda çok rahatlıkla yerli araba
üretebilecek konumda olduğu görüşünde: “Renault’un
belli bir otomobil serisi ve ufak ticari vasıtaları Türkiye’de
üretiliyor. Ford’un ticari vasıtaları, transit serisi, connect
serisi ve kamyon serisi tamamen Türkiye’de üretiliyor.
İşadamları
hayırda
yarış halinde
Ticaret her gün zorlaşıyor ama
kuralına göre davranınca, rahat
şekilde yürümesi mümkün.
Zorlaşmadan kastım ise tahsilatın
zorlaşmasıdır. Yoksa Türkiye olarak şu
anda kalkınıyoruz...
Türkiye’de tüccarlık, sanayicilik çok
zor. Çünkü attığınız taşlar
oturmadı mı, çok büyük zararlar
ediyorsunuz. Türkiye’de iş ahlakının
biraz daha iyi olmasıyla iyi yerlere
gidilebileceği düşüncesindeyim.
Röportaj:
Erdem UMUDUM
Ö
ncelikle sizi tanıyabilir miyiz
Refik Bey?
Kayseri 1955 doğumluyum.
Kayseri Talas’ta doğmuşum. Sonra da
Ankara’ya geldim. Belli bir müddet
Ankara’da kaldım. Ticarî hayatım
Ankara’da başladı. Tahsil hayatımın
tamamı Ankara’da geçti. 1978 yılında
İstanbul’a geldim. 1978 yılından beri
İstanbul’da çeşitli sektörlerde iş yapıyorum.
Bu sektörler nelerdir?
34 Yeni Ufuklar
Türk işadamlarının bugün dünya devleriyle yarışır durumda olduğunu belirten
Refik Aydoğan bazı sıkıntıların altında bu gerçeğin yattığını söylüyor.
Otomotivdeyiz; otomobil bayiliğimiz var, ayrıca showroom, satış, yedek
parça 3S dediğimiz plazamız var. Bu
plazada bu işleri ikame ediyoruz. Bunun
haricinde tekstil piyasasındayız. Tekstille ilgili bir fabrika var. Çöp sektöründeyiz. Çöp topluyoruz, çöplerle haşır
neşiriz. (Gülüyor). Çöpten enerji elde
etmeye çalışıyoruz. Yine çöplerle ilgili
birtakım geri dönüşüm projeleri var.
Devletin men etmediği her türlü işleri
yapmaya çalışıyoruz.
Ticarete Ankara’da başladığınızı
söylemiştiniz. Biraz daha bahseder
misiniz ticarete başlamanızdan.
Evet, ticarete Ankara’da çok küçük
yaşlarda başladım. Rahmetli babamın
yanındaydık ve o zaman okula gidiyorduk. Okul ile ikisini birlikte götürmeye
çalıştık. Gerçi Kayserililerde bildiğiniz
gibi iki aşamalıdır. Ya okursunuz ya
ticaretle ilgilenirsiniz. Ama ben hem
mektepliyim hem alaylıyım. Her ikisini
birlikte götürmeye çalıştım.
Otomotiv sektörüyle ilgili şu anda
Türkiye’de ve Dünya’da durumu
nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’de şu anda otomotiv sektörü bildiğiniz gibi belli bir seviyede. Adet
bazında ihracatla birlikte iyi bir yerde.
Fakat otomotivde çok fazla kâr marjı
olmayan ancak devamlılık arz etmesi,
bizim de senelerdir otomotiv işinin
içerisinde olmamızdan dolayı bu işi
seviyoruz ve severek de yapıyoruz.
Yerli otomobil üretecek seviyede
miyiz şu anda?
Türkiye şu anda çok rahatlıkla
isterse bunu üretebilir. Şu an bildiğiniz gibi Renault’un belli bir otomobil
serisi ve ufak ticari vasıtaları tamamen
Türkiye’de üretiliyor. Onun haricinde
Ford’un ticari vasıtaları, transit serisi, connect serisi ve kamyon serisi
tamamen Türkiye’de üretiliyor. Sadece
otomobil olarak burada değil. Ben Ford
bayisi olmam sebebiyle fabrikada şu an
istenirse çok rahatlıkla üretilebileceğini
söyleyebilirim. Sadece Ford olarak değil, TOFAŞ da üretebilir bunu, Renault
da üretir. Hyundai’nin fabrikasını gezip
görmedim, bilmiyorum ama inşallah
o da üretir. O da ülkemizin malıdır. İş
istihdamı sağlanmış olur böylece.
Biraz da “çöp”ten bahseder
misiniz?
Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin
çöplüğünü kiraladık. Bu çöplükten
çıkan metan gazını, doğaya zararlı bir
gazdır biliyorsunuz, faydalı bir hale
getiriyoruz. O gazdan enerji üretiyoruz.
1.2 megawatt elektrik üretiyoruz. Bunun
yanında şu an ilkel metotlarla devam
eden ama en kısa daha profesyonel
makineler yardımıyla yapmayı planladı-
ğımız çöpün ayrıştırılması var.
Çöpün içerisinde plastik, cam,
alüminyum gibi ayrıştırılması ve doğada
kaybolması çok zor metaller var. Biz
şimdi bu çöpleri ayrıştırıp evsel çöpü
gömüyoruz, öbürlerini geri dönüşümle
tekrar ekonomiye kazandırıyoruz. Çöpün içerisindeki camın doğaya karşıması yanılmıyorsam 200 yıl, alüminyumun
30-35 yıl gibi bir süre istiyor. Bunların
gömülmesinin doğaya faydası yok
zararı var. Hiç olmazsa geri dönüşümle
ekonomiye tekrar kazandırılıp katkı
sağlanıyor.
Elektrik üretiminde de hedefimiz
üretimi 6.8 megawatta çıkarmak. Yavaş
yavaş, kademe kademe yapılıyor.
Çünkü; 25 yıldır aynı yere dökülen bir
çöpün içerisinde böyle bir şeyin yapılması çok kolay olmadı. Aşağı yukarı
2,5 yıl gibi bir zamanımızı aldı. Daha
meyvesini 31.10.2011 tarihi itibarıyla
almaya başladık. Daha da yatırıma
devam ediyoruz.
Enerji ile ilgili başka projeleriniz
var mı?
Kojenerasyon dediğimiz doğalgaz
dönüşümlü enerji santrali projemiz var.
Sadece o santralden enerji üretimiyle
değil, o santralden çıkan buharla da
enerji üretimi yapmayı planlıyoruz. Bu
projelerimiz de devam ediyor.
Bunun haricinde termal enerji dediğimiz sudan enerji üretme projemiz var.
O konuda da şu an çalışmalar devam
ediyor. Onun için de inşallah bu yıl bir
faaliyete başlayacağız. Çünkü; zemin
etüdü yapıldı, lisansları alındı. Lisanslarla ilgili de zaman kayıpları var.
Enerji piyasasında üç tip faaliyetimiz var velhasıl. Bir çöpten metan
gazından; iki kojenerasyon dediğimiz
doğalgazdan; üç termalden.
Peki Türkiye’de tüccar olmanın,
sanayici olmanın sıkıntıları nelerdir?
Çok zor, Türkiye’de tüccarlık
sanayicilik çok zor. Çünkü attığınız
taşlar oturmadı mı çok büyük zararlar
ediyorsunuz. Türkiye’de iş ahlakının
biraz daha iyi olmasıyla iyi yerlere
gidilebileceği düşüncesindeyim.
Eskiden bir çek yasası var. Çeklerden bir korku vardı. Çek Yasası’nda
değişiklikler olunca ben şahsım adına
“Çek olmazsa kime nasıl mal satacağız?
Tahsilatı nasıl yapacağız?” diye endişe
duyuyorum.
Tabii burada şunu belirtmek lazım:
Ticaret her gün zorlaşıyor ama kuralına
göre davranınca, sistem kurulunca rahat
bir şekilde yürür inşallah diye düşünüyoruz. Zorlaşmadan kastım tahsilatın
zorlaşmasıdır. Yoksa Türkiye olarak şu
anda kalkınıyoruz. Veriler ortada, ben ne
desem boş. Geçtiğimiz günlerde ihracat
rakamları açıklandı, belli bir büyümenin
olduğu görünüyordu. Bununla beraber
Türkiye’deki yatırımlarda belli bir
büyüme var. Geçenlerde sayın başbakanımızın anlattığı gibi belli sektörlerde
belli seviyelere ulaştığımız aşikâr. Ama
dünya ile yarıştığımız için birtakım
sıkıntılarımız var tabii ki.
Kolay bir şey kalmadı, eskisi gibi
değil artık. Eskiden “bir kasa, bir masa”
çalışırken; şu an mesela bizde 20002500 insan çalışıyor. Şu an bu plazada
235 insan çalışıyor.
Peki “yaklaşan bir kriz var”
söylentilerinin yansımalarını sektörde
hissediyor musunuz?
Tabii ki genel konuşursak “Bir
kriz geliyor.” deniliyor ama nasıl bir
krizdir bilemiyoruz. Bekleyip göreceğiz,
çünkü detayını bilmek zor. Daha önceki
yıllarda bu ülke değişik krizleri atlattı.
İnşallah bu krizi de çok fazla yara
almadan belli bir şekilde atlatırız. Sizin
de bildiğiniz gibi zaten bugün ve dün
açıklamalar yapıldı. Doğalgaza gelen
Yeni Ufuklar
35
MAKALE
RÖPORTAJ
büyük bir zam ve doğalgazla birlikte
elektriğe gelen zam, bu iki zam sektörü
etkileyecek. Bunlar kilit şeyler, elektrik
ve doğalgaz zammının sanayide de
mutlaka bir etkisi olacaktır.
Sosyal sorumluluk projesi kapsamında galiba bir lise yaptırdınız. Bir
üniversitenin de yapımına katkıda
bulundunuz…
Doğrudur. Kayseri Talas’ta rahmetli
babamın adını vererek bir ilke imza
attık. İlk dememin sebebi de Kayseri’de
Anadolu Öğretmen Lisesi adı altında yapılan ilk lise olmasıdır. Sayın
valimizin ve milli eğitim müdürümüzün
tavsiyeleriyle böyle bir şey yapılması
söylendi. 25+5 derslikli lise şu anda
Kayseri’de Talas’ta öğretime başladı.
Bu sene ikinci yılı. İnşallah bir tane
daha yapacağız. Yapmayı planlıyoruz,
yapacağız inşallah. Elimizden geldiğince ülkemize, memleketimize faydalı
olmaya gayret ediyoruz.
Neden hassaten okul?
Ben sizden yaşça büyüğüm. Yaşlı
olmam sebebiyle de şöyle bir tavsiyede
bulunayım: “Önce eğitim.” Önce insanları eğitmemiz lazım. İnsanları eğitmediğimiz müddetçe hiçbir şey öğretemeyiz. Hepimizin de geçtiği sıralar oralar.
Eğitimi öğrendiğimiz takdirde eğitimle
nereye varılacağını çok daha iyi biliyoruz. Eğitimsiz hiçbir şey yapılamaz.
Bugün geri kalmış ülkelerin %85’i
eğitimsizlikten bu hale gelmiş. Avrupa
ülkelerinin nerelere geldiğini görüyoruz.
Eğitim ile bir yerlere gelinmiş. Bugün,
bir zamanlar komünist olan ülkeler bile,
bir zamanlar kapalı kutulardı, eğitimlerini ve alt yapılarını iyi yapmış olduklarından dolayı neredeyse bizleri geçmeye
çalışıyorlar. Çünkü alt yapı dediğiniz
zaman yol, elektrik, su, eğitim hepsini
kapsıyor. Bugün komünist ülkede en az
iki lisan biliyor insanlar veya iki üniversite bitirmiş oluyorlar. Bizim ülkemize
baktığınızda, şu anda okumuş sayısı çok
az, hele doğu bölgelerimizde çok az.
Hani inşallah oralara okullar yapılırsa,
okullarla beraber eğitim fazlalaşırsa,
istihdam artırılırsa buralarda da iyi bir
yerlere gelinir diye düşünmekteyim.
Sosyal sorumluluk projesi kapsamında başka ne tür planlarınız var?
Demin de belirttim. Bir lise daha
yapmayı planlıyoruz Kayseri’de. Onun
dışında aş evi projemiz var. Sokaktaki
insanların doyurulabilmesi lazım, o
insanları topluma kazandırmamız lazım.
36 Yeni Ufuklar
“Önce eğitim... Önce insanları eğitmemiz lazım. İnsanları
eğitmediğimiz müddetçe hiçbir şey öğretemeyiz. Hepimizin
de geçtiği sıralar oralar. Eğitimi öğrendiğimiz takdirde
eğitimle nereye varılacağını çok daha iyi biliyoruz. Eğitimsiz
hiçbir şey yapılamaz.
Aş evi projesiyle ilgili düşüncelerimiz
var. Ama öncelikle bir tane daha okul
düşünüyoruz. Ona da annemizin adını
vermeyi düşünüyoruz. Biraderler olarak
bunun kararını verdik, o da yine inşallah
Kayseri’de olacak, yine Talas’ta olacak.
Rahmetli babamız Talas’ta bir okulun
olmasını çok istiyordu. Ondan dolayı
Talas tercihimiz. Türkiye’nin her tarafı
da aynıdır ama öncelikle memleketimize yapalım da diyoruz, ondan sonrasına
da bakarız inşallah.
Diğer meslektaşlarınızın sosyal
sorumluluk projelerine olan ilgisini
beğeniyor musunuz?
Benim çevremdeki arkadaşlar bu
hayır işlerine gerçekten çok ilgililer,
duyarlılar. Ellerinden geldiği şekilde
faaliyetlerini sürdürmeye çalışıyorlar.
Benim çevremdeki insanları kastediyorum tabii. Bütün meslektaşlarımı
sorarsanız, tamamı değil.
Arkadaşlarınız da kendi memleketlerine mi yapıyorlar bu hayır
faaliyetlerini?
Kendi memleketleri derken, benim
rahmetli babamın çok arzusuydu, ondan
dolayı biz bunu Kayseri Talas’ta yaptık.
Biliyorsunuz Türkiye’nin her yerinde
Kayserili iş adamları var. Ama kendi
memleketlerinde bu hayır işleriyle ilgili
bir nevi yarış içerisindeler. Kayseri’ye
gittiniz mi bilmiyorum. Kayseri’deki
üniversitelerin her fakültesinin ismi bir
hayırseverindir. Bir hayırsever yapmış-
tır. Bizim gözümüzde Türkiye’nin her
yeri eşit, ama bizim rahmetli babamızın arzusundan dolayı böyle bir tercih
yaptık biz.
Kayserili iş adamları dışarıda bir
şeyleri kazanmış ama memleketini
unutmamış. En önemlisi de bu. Ben
de Kayseri’de işi yapıyorum şu anda.
Enerji sektörüyle ilgili birtakım yatırımlarımız var Kayseri’de. Geri dönüş gibi
oldu bir şekilde.
Kayseri ailesi tutucu ailedir. Kayserili milliyetçidir. Kayseri halkı kendisiyle barışıktır. Kayseri hem sosyal yönden
hem ticarî yönden hep fayda getiren bir
ildir. Misafirperverdir Kayserili. Kayseri
bugün kalkınmada en ileri gelen şehirlerimizden bir tanesi. Eskiden Antep’ti,
Konya’ydı, hepsini geçti ve şu anda bir
numarada Kayseri. Aynı zamanda çok
da göç alıyor Kayseri, bu yüzden nüfusu
da bayağı artıyor. Hele o organize
sanayideki tesisleri görünce insanların
içi açılıyor. Kayseri’de üniversite sayısı
beşe çıktı. Bunlardan bir tanesi de Abdullah Gül Üniversitesi. Ben Abdullah
Gül Üniversitesi’nde mütevelli heyetindeyim. Temelleri atıldı, belli bir yere
geliyor zaten.
Çok teşekkür ederiz bize zaman
ayırdığınız için.
Ben teşekkür ediyorum.
Yüksel
KALKAN
Kayseri’nin sevilen son eşkıyası Bozahmet’in
Osman 1897 yılında Kayseri’de doğar. 1934 yılında
Karahisar’da arazi yüzünden bir kişiyi vurarak kaçan
Bozahmet’in Osman, bir şikâyet üzerine yakalanır, kısa
süre Kayseri Cinlioğlu Konak Hapishanesinde kalır, daha
sonra Malatya Cezaevine gönderilir. 1935 yılında Develili
bir jandarmanın yardımıyla Malatya Cezaevinden kaçarak Erciyes eteklerindeki Yılanlı Dağ’ı mesken tutar.
Şehrin son efesi olan bu yiğit, dağlarda gezmesinden dolayı ‘eşkıya’ diye anılır. Yılanlı Dağ’da on yıl
boyunca jandarma ile âdeta köşe kapmaca oynar, birkaç
kez yaralanır, jandarma çemberini yarar fakat askere tek
kurşun bile sıkmaz.
O yıllarda dağlarda birçok eşkıya barınmaktadır.
Bu düzenbaz, sahte eşkıyaların korkulu rüyası olan
yürekli, sarışın Osman, 1920 yılında Kuva-i Milliyeci
olarak Fransızlar ve Ermenilere karşı gönüllü iki yüz
kişiyle birlikte Adana Hacın savaşına katılmıştır. Ağalık
düzenine başkaldıran bu son eşkıya zengin ağalardan
alıp fakir fukaraya dağıtır, bekâr gençlerin evlenmelerine yardımcı olur.
Kayseri halkı kapılarını her zaman Osman’a açmış,
onu bağrına basmıştır.
Geçimini sağlamak için birilerinden para istemek
yerine Halep ve Antep taraflarından kaçak mal getirip
ilçelere, köylerde satmış; çevre köylerde koyun ortakçılığı etmiştir.
Kaçak mal getirmek için Halep’e gittiğinde bir Türk
kahvehanesinde işgalci Fransız subayın Türk bayrağını
duvardan indirip atmasına sinirlenen Osman, bu subayı
bir tokatla yere serer, boynunu keser.
Yılanlı Dağ’da bulunan Kardeş Kaya, Minare Kaya,
Kazan Kaya, Ak Evler, İnecik, Demirci Yazısı, Seygalan,
Taşlı Burun, Gölgeli Kaya’nın son efesinin yoldaşı at,
oyuncağı tüfek olur. O eğilmez bir baş, bükülmez
çelikten bir demir, bozkırın yalnız efesi Bozahmet’tin
Osman’dır.
Kıratıyla rüzgârlarla yarış eden iyi bir süvari,
attığını vuran yiğit yürekli, çelik bilekli bir civandır
Bozahmet’in Osman…
Soğuk algınlığı neticesinde 1945 yılında, 48 yaşında, Kayseri’nin Çifteönü semti, Karaimam Mahallesinde
34 numaralı evinde vefat eder. Kalabalık bir cemaat
tarafından şehir mezarlığına defnedilir.
Çok sevdiği eşi Nimet Hanım onun ölümü üzerine
”Ağla Nimet ağla Osman deyi” ağıtını yakar. Bu ağıt şehir
düğünlerinde 1970 yılına kadar okunur. Akşam oturmalarında uzun yıllar Bozahmet’in Osman’ın hikâyeleri
anlatılır durur.
Yılanlı Dağ’ın son eşkıyası
Bozahmet’in Osman
maya başlamıştı. Yavaş yavaş Yılanlı Dağ’ın zirvelerinde
kendisini hissettiriyor, dağa yansıyan güneşin renkli
ışıkları halı deseni gibi kayalara vurmaya başlıyor, nemli
hava sabah seherinin rüzgârıyla beraber hem karşıdan
esiyor, hem de üstten vuruyordu. Günün ilk ışıkları ile
birlikte rüyalarından uyanan kuşlar ötüşmeye başladılar.
Yaz günü geceler kısa olduğundan hava erken ağarıyordu. İnsanlar birbirilerini görür olmuş, vadi güneşin
doğmasıyla birlikte usta bir ressamın fırçasından çıkan
tablo misali, alımlı, bin bir renk motifleri ile etrafa ışıklarını saçmaya başlamıştı. Yılanlı Dağ’ın tepesinde güneşin
vurmasıyla oluşan renk cümbüşü, ebemkuşağı ışıltıları
parlar olmuştu. Virane eve teklifsiz girerek ortalığa ölüm
sessizliği getiren gece serinliği utanarak kaçıp gitmek
zorunda kalmıştı.
Yeryüzü canlanmıştı. Börtü böcek adeta hayata
tutunmak, mutlu olmak için ellerinden gelen gayreti
gösteriyorlardı.
Kuşların sesi daha da artarak, yeşil yaprak dalları,
“hu!” çekercesine sallanmaya başladı.
Üzüm asması yapraklarının rengi bir başka gizemli
görünüyordu.
Ağaç dallarına konan kuşlar seslerini duyurmak için
yarışa giriyor, sevinçlerinden birbirilerine kur yapıyorlardı. Kayalardan kayalara üst üste gelip yarış eden sığırcık
kuşlarının ayaklarını karınlarına çekip ok gibi süzülerek
uçmaları, dağların yiğit efsanesi Efe Osman’ın yüksek
tepelerde olduğunu söylüyor, kendilerini emniyette
hissediyorlardı.
Akşam sabah ağzından duayı eksik etmeyen
Osman, atının üstünde yol alırken namazını kılıyordu.
Nurkülekçi soyundan Ali Hoca Efendi, Osman’ın
namını duymuş hayran kalmış yanına çağırtmıştı.
Osman’a, “Şehrimizde kimsenin namusuna kem gözle
bakmayan yiğitsin. Fakir fukaraya yardım etmeye
devam et, seni tehlikeden koruyan bir dua yazdım. Bunu
üzerinden eksik etme.” demiş, o da hayatı boyunca duayı
üzerinden eksik etmemiş.
Elbisesinde kurşun geçirmez efsunlu hamaylı
duasıyla atılan kurşunlara aman dememiş.
Yılanlı Dağ’ın efesi Osman, Malatya cezaevinden
kaçıp dağlara çıkalı kaç sene olmuştu, kendisi de
bilmiyordu.
Bol oksijenli temiz havadan dolayı o gün yine
sabah kuşların sesi ile uyandı, Sabah namazını kıldı, bir
süre tabiatı izledi.
Dağdan dağa esen temiz havayı ciğerlerine doğru
çekti. Erken kalkmak Osman’ı zindeleştiriyordu. Yuva
kurmak için kendisi ile evlenen çok sevdiği yüreğindeki
eşi Nimet, ikinci eşi Leyla, yeğeni ve akrabaları aklına
geldi.
Dağlarda yalnız yaşamak zordu.
Jandarma kolluk kuvvetleri ile bazen çatışma
oluyor, bazen aralarında kıratının üzerinde kovalamaca
oynuyordu. Osman kışları Erciyes eteklerinde, Tomarza,
Sarız, İncesu, Tahirinli, Yuvalı, Kuşçu, Kızık, Kulpak,
Şıhşaban, Karpuzsekisi, Kızılören, Gelbula, Elmalı,
Dokuzpınar ve Sakar’a gider, buralarda hatırı sayılır
dostlarına konuk oluyordu…
Nimet Hanım’ın kocası
Osman’a yazdığı ağıt
AĞLA NİMET AĞLA OSMAN DEYİ
Evimizi sorarsan sokunun başı
Yeni tıraş olmuş parlıyor kaşı
Üstümüzde dönen ayrılık kuşu
Ağla Nimet ağla Osman’ım deyi
Yaptırdım odayı oturamadım
Göverttim bostanı yetiremedim
Bir Sabit’e gelin getiremedim
Ağla Nimet ağla Osman deyi
Dağların serdarı aslanım deyi
Verin fotoğrafım Sabit de baksın
Ela gözlerinden kanlı yaş döksün
Dayım geliyor diye yoluma baksın
Düştüm bir şıvgına yol belli değil
Ellerim kelepçe gün belli değil
Kapımıza geldim kapı kilitli
Yılanlı dibinden jandarma söktü
Sabit ela gözlerinden kanlı yaş döktü
Ağla Nimet ağla Osman’ım deyi
Dağların serdarı aslanım deyi
Bozahmet’in Osman’ın hikâyesinden…
Güneş, Erciyes Dağı’nın zirvesine al kızıl renklerini
sıvamaya başlayıp, kundakta kaygısızca yatan şirin bir
bebeğin kundağını şefkatle yumuşak hareketlerle okşaYeni Ufuklar
37
MAKALE
MAKALE
Mustafa
AKSOY *
Sultan Nevruz günü canlar uyanır
Hal ehli olanlar nura boyanır
Muhip olan bu gün ceme dolanır
Himmeti erince Nevruz Sultan’ın
(Pir Sultan)
*Yrd. Doç. Dr. / Marmara Üniversitesi
38 Yeni Ufuklar
Asya’dan Avrupa’ya
“Nevruz”, yıl başı, yeni gün ve
bahar, anlamlarıyla Türkiye, İran,
Orta Doğu ve Asya’yı çağrıştıran bir
kavramdır. Türk ve Fars dil grupları
tarafından kutlanılan bayram Kazak
inançlarına göre Kuzu yıldızının
görünmesinden bir gün sonra yani
21 Mart’ta kutlanır.
Türk ve Fars kültür coğrafyasında
bayram olarak kutlanılan “nevruz”
2010 yılında Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu’nun gündemine girdi ve 21
Mart gününü uluslararası nevruz
günü olarak kabul etti.
Farslara göre Nevruz, İran’ın
tüm sosyal kesimleri arasında en
eski zamanlardan beri günümüze
dek çeşitli şekillerde kutlanan bir
gelenektir. Farsların İslam dinini
benimsemeleri ile birlikte eski
gelenek Nevruz, apayrı bir manevi
ve ruhani bir havaya büründü
ve İranlı kimliğini korumanın
yanı sıra İslami değerlerle
de süslenmiştir.
Nevruz bayramı eskiden
beri İran’ın yanı sıra, Hindistan, Orta Asya, Ortadoğu,
Kafkasya, Balkanlar, Karadeniz bölgesi gibi yerlerde
kutlanan bahar bayramıdır.
Ayrıca Almanlarda da Gün-
dönüm Bayramı (Sonnenwendefeier)
diye bilinen, Cermenlerin Hristiyanlık
öncesi kültürlerine dayanan, bahardan yaza geçerken kutlanan bir
bayramları vardır.
Eski Türkler, ilkbahar ve güz
aylarında Hunlardan beri bayram
kutlarlardı. Türklerin bu bayramları, “menşei bakımından tabiatın
dirilmesi şerefine yapılan cihanşümul
ayinlerdendir”. “İlkbahar bayramı”na
“örüs sara” (sürüleri otlatmaya çıkarma ayı) bayramı denir ve 9 Mayıs’ta
yapılırdı.
Yine Hristiyan âleminden
Rusya’da Petro tarafından çıkarılan
bir kanuna kadar ocak ayı sıradan
bir ay olup, kiliseye göre yeni yıl 1
Mart’ta başlıyormuş. Musevilere göre
de yeni yılın başlangıcı Nisan ayıdır.
Nevruz kavramının bu görünümünden başka bir de mitolojik ve
folklorik özelliği vardır. Folklorik ve
mitolojik unsurların rastgele ortaya
çıkmadığı, bu nedenle de, keyfiyete
göre değil; belirli metodik anlayış ve
kurallara göre ele alınması gerektiğini hatırlatarak, konu ile alakalı bazı
görüşleri, aşağıda kültür sosyolojisi
çerçevesinde analiz etmeye çalışacağız.
Nedense nevruz konusu,
bahar bayramı olarak
Türkiye’de yazılı basında, genelde iki
açıdan ele alınmaktadır:
-Yazarların ve araştırıcıların kendi
ideolojik anlayışlarına göre ele alınmakta.
-Dinî anlayışı Alevilik-Bektaşilik
olanlar (Bazı Sünni olanlar da bu
görüşü savunmaktadırlar) tarafından
ele alınmakta.
Oysa nevruzun bir de bahar
bayramı açısından ele alınması gerekir. Çünkü nevruz her şeyden önce
baharlar ve toprakla ilgilidir.
Nevruz’un dinî temelleri konusundaki tartışmalarda en çok göze
çarpan
husus bu
bayramın
Nevruz’un bir
daha çok
“Kürt” bayramı
Alevilerce,
olduğunu ifade
hatta bizim
edenler metodik
sahada
hataları daha
derlediğida çoğaltarak
miz bilgilere
sergilemektedirler.
göre, Alevi
bayramı
Bu görüşü
olarak kutsavunanların
lanmasıdır.
temel dayanağını
Alevilerce
Firdevsi’nin
nevruz
“Şehname” adlı
günü yani
eserinin birinci
Perşembeyi
cildindeki ifadeler
Cumaya
oluşturmaktadır
bağlayan
gece yapılan cemden
başka nevruz hangi güne denk
geliyorsa o gün özel olarak “Nevruz
cemi” yapılır.
Yukarda ifade edildiği gibi,
nevruz bahar bayramı olarak çeşitli
topluluklar tarafından kutlanmaktadır. Fakat her sosyal grup, nevruzun
muhtevasını farklı belirlemektedir.
Meşhur tarihçi ve edebiyatçımız Köprülü’nün yıllar önce yazdığı
bir makalesinde konuyla ilgili şu
bilgiler verilmektedir: “Nevruz’un
millî bayram addedilerek tes’idi,
şüphesiz, eski İran ari annelerindendir. Mu’ahharan, İslamiyet’in İran’da
intişar ve tekarrüründen sonra bu
ananenin devamı ise, galiba “Şiilik”
sayesinde olmuştur. Bugün yalnız
İranlılar değil Şii mezhebindeki Türkler de “nevruz”u “bayram” addetmektedirler” .
Bütün bu ifadeler sahada derlediğimiz görüşleri doğrular niteliktedir.
Çünkü nevruz Zerdüşt dini ile ilgili
bir bahar ve yılbaşı bayramı olup,
İranlıların tesir sahasına giren sosyal
gruplar tarafından yeni yorumlarla
kutlanmaktadır. İran Şiiliği’nin Bektaşilik-Alevilik anlayışına kısmen tesirinden dolayı da bu sosyal gruplarda
nevruz daha canlı kutlanmaktadır.
Süheyl Ünver de nevruz konusunda şöyle der: “Nevruz yeni gün
demektir. En doğrusu Şark’ta gece
ile gündüzün bir yani on ikişer saat
olduğu anın tesbitiyle başlıyan
itibari bir yeni zaman... Nevruz, beş
bin yıl şark dünyasınca
malum.
Menşei de Orta Asya,
Orta Asya Türklüğünün bayramı çünkü
dünya bugün
kurulmuş, senenin
birinci günü. Şimdi
yalnız İran’da resmî
ve millî bayram. İran
kültürü tesiriyle bize
de gelmiş. Orası malum ya
Şii’dir. Her nedense bu iki mezhebin aynı günde Millî Bayramı olmamış. Bu ifadelerde
cevaplandırılması gereken soruların başında, nasıl olmuş da
nevruz, Türkler’den İranlılara,
onlardan da tekrar Türklere
geçmiş? Bilgilerimize göre
böyle bir sosyo-kültürel hareketliliği
ya da yayılmayı ifade eden kültür
teorisine sahip değiliz.”
Osman Turan, ise Türklerde yılbaşının Ocak-Şubat arasında olması
gerektiğini belirterek Çin kaynaklarına göre “... her yıl asilzadeler
ataların çıktıkları mağaraya gidip tasdik
merasimi yapıyorlardı; bundan
başka halk, yılın
beşinci ayın
yirmisinde
aynı dağa,
Ötüken’e
giderek
Semanın
ruhuna
ibadet
Yeni Ufuklar
39
MAKALE
MAKALE
ediyorlardı denilmektedir” der.
...Bir başka hata da Bahaeddin Ögel’e göre de Türklerin
nevruz ile mihrigan
bayramlarının
aralarındaki yedi
aylık farka rağmen
karıştırılmış olmasıdır.
En büyük yanlışlık
ise Dahhak ile
nevruz arasında ilişki
kurmaktır.
40 Yeni Ufuklar
yılbaşı baharla birlikte başlar ve “Çin
tarihçilerine göre Hunlar ile Göktürkler, yılın beşinci ayında büyük bir
bayram yaparlardı. Çin takviminin
beşinci ayı, aşağı yukarı bizim mayıs
ayımızı karşılardı. Bu da bize, nazaran
baharın daha geç geldiği Orta Asya
için, bir “bahar bayramı” sayılırdı” Ayrıca Ögel’e göre “Büyük Hun” devletinde üç büyük bayram vardı. Bunlar
sırasıyla “Yeni Yıl bayramı”, “İlkbahar
bayramı” ve “Güz bayramı”dır. Mehmet Niyazi de De Groot’un 1921’de
yayınlanan “Die Hunnen der Worsehrifthehenzeit” adli eserine atfen bu
görüşe katılır. Diğer taraftan Mehmet
Niyazi ye göre, Hunlar’da yılın ilk ayı
“ocak” ayıdır. Hunlar, diğer yandan
“Ocak, Mayıs ve Eylül” aylarında
olmak üzere yılda üç defa büyük
“kurultay-kengeş” yaparlardı. Ögel de
Çin kaynaklarına atfen, eski Türklerin
Ergenekon’dan çıkış bayramını “Mayıs” ayında kutlandıklarını yazar.
Kısaca her kavimde olduğu gibi,
Türkler’de de yaratılış efsanesi ya da
yılbaşı saydıkları önemli gün ve ayları
olabilir-olması gerekir ve bunlar
başka kavimlerin bayram günlerine
de denk gelebilir. Fakat hiç kimse bu
benzerlikten hareketle kaynaklarının
aynı olduğunu söyleyemez. Ayrıca
yukarıdaki bölümlerde de ifade
ettiğimiz gibi Abdurrahman Güzel
de Nevruz’un İran kaynaklı olduğunu
belirterek, Türkler’de nevruzla ilgili
doğrudan bir kaynağın olmadığını
ifade etmiştir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi
Köprülü de nevruzun Şii kaynaklı
olduğunu kabul eder. Ayrıca Köprülü, bu konuyla ilgili Nizam’ülMülk’ün “Siyasetname” adlı eserinde
ve İmamı Gazali’nin “Nasihatû’l-
Mülük”ünde, Sasaniler zamanındaki
nevruz âdetleri hakkında bilgiler
olduğunu belirtir.
Nevruz’un bir “Kürt” bayramı
olduğunu ifade edenler metodik
hataları daha da çoğaltarak sergilemektedirler. Bu görüşü savunanların
temel dayanağını Firdevsi’nin “Şehname” adlı eserinin birinci cildindeki
ifadeler oluşturmaktadır
Şehname’de: “Her taraftan bir
padişah, her yerden ileri gelen bir
adam çıktı ve asker toplayıp savaşa
hazırlanarak, Cemşid’e karşı düşmanlık gösterdi. Askerler birer birer
İran’dan çıktılar ve Arapların memleketine doğru yol almağa başladılar.
Orada, ejderha yapılı büyük bir
padişah olduğunu haber almışlardı.
Kendilerine bir padişah arayan bütün
İran süvarileri hep birden Dahhak’a
gittiler. Onu padişahlıkla övdüler ve
İran’a padişah olarak kabul ettiler.
Bunun üzerine bu ejderha yapılı padişah rüzgâr suretiyle geldi.
İran’da saltanat tacını başına koydu...
Dahhak, saltanat tahtına oturduktan
sonra, bin yıl padişahlık etti. Bütün
dünya onun idaresi atına girdi...
Her gece, ister halktan veya isterse
yiğitler soyundan olsun, iki delikanlıyı aşçı, padişahın sarayına götürür
ve bunlarla onun derdine derman
bulmak isterdi. Bunları öldürür,
beyinlerini çıkarır, yılanlara yiyecek
yapardı. (Padişahın soyundan-memleketinden olan iki insan en azından
iki insandan biri kurtarmak amacıyla
saraya aşçı olarak girerler ve)... Bir
koyunun beynini çıkarıp, öldürdükleri gencin beyni ile karıştırdılar.
Ötekinin canını bağışlayarak ona,
‘git, bir yerde gizlen, canını kurtar!
Mamur şehirlerde yaşama. Bundan
sonra senin yaşayacağın yer, dağlar
ve ovalardır’ dediler... Bu suretle, her
ay otuz genç canlarını kurtarıyorlardı. Zamanla kimin nesi oldukları
belirsiz olan bu gençlerin sayısı iki
yüzü buldu... İşte bugünkü Kürt
kavminin aslı bunlardan türemiştir ki,
bunlar mamur şehir nedir bilmezler.
Bunların evleri, çöllerde kurulmuş
çadırlardan ibarettir. Kalplerinde hiç
Tanrı korkusu yoktur”.
Bir gün Dahhak halkı toplayarak
kendisinin adalet hususunda kusur
etmediğini halka anlatarak onların
da kendisini onaylamasını ister, bu
esnada halk arasından biri “Padişahım ben adalet isteyen Gave’yim!...
Benim dünyada on sekiz oğlum
vardı. Bu on sekizinden şimdi ancak
bir teki kaldı” diyerek padişahtan
adalet ister ve padişahtan korkusunun olmadığını ve adalet anlayışını
onaylamadığını söyleyerek kızgın
şekilde padişahın huzurundan ayrılır,
bu esnada halk etrafını sarar. O da
“mor, kırmızı, sarı” renklerden olan
demirci önlüğünü mızrağına geçirerek halkı Feridun etrafında toplanmaya çağırır.
Diğer yandan Dahhak’ın yenilmesiyle kutlanan bayramla nevruz
bayramının hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü
“Mihrimah bayramı” Feridun’un tahta
geçtiği gün iken, nevruz aşağıda
da ifade edeceğimiz gibi Cemşid’in
tahta geçtiği gündür.
Mihrimah, Eylül’ün 16-21, nevruz
ise Mart’ın 21–24’ü arasında kutlanır.
Mihrimah bayramının nevruz’dan
farklı olduğunu ve nevruz’un
Dahhak’la ilgisinin olmadığını İslam
Ansiklopedisi’nde yazdığı “Mihr”
maddesinde Plessner de ifade
etmiştir. Kısaca “nevruz” ile Dahhak ve demirci Kava olayı arasında
bir ilişki yoktur. Bu ilişkisizlik hem
zaman, hem mekân, hem de dinî
açıdandır. Mesela zaman açısından
Cemşid, Dahhak’tan çok önce yaşamıştır, mekân açısından da Cemşid
Azerbaycan’da tahta çıkmış. Dahhak
ise Beytülmukaddes’de (Kudüs)
yakalanarak ölüme terk edilmiştir.
Din açısından da Dahhak dönemi,
İslam sonrasını, Cemşid’in dönemi
ise İslam öncesi ifade eder.
Şerefname’de Nevruz: Bu
konuda bazen kaynak gösterilen “Şerefname”deki bilgiler de
“Şehname”ye dayanmaktadır.
Yukarıda ifade edildiği gibi bir
başka hata da nevruz ile mihrigan
bayramlarının aralarındaki yedi aylık
farka rağmen karıştırılmış olmasıdır.
En büyük yanlışlık ise Dahhak ile nevruz arasında ilişki kurmaktır. Yukarıda
değinildiği gibi, Dahhak’ın nevruzla
hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla nevruzun menşeini Zerdüşlük ile Cemşid
olayının dışında aramak tamamen
ilmî anlayışın dışına çıkmak demektir.
Sonuç olarak, nevruzun tarihî,
mitolojik ve folklorik özelliğinden
dolayı bu kavramlar dikkate alınmadan nevruz hakkında sağlıklı bilgiler
ifade etmek, önemli ölçüde mümkün
değildir. Ayrıca konu bilimler arası
bir anlayışla, karşılaştırmalı olarak değerlendirilmediği takdirde, bugüne
kadar olduğu gibi bundan sonra da
siyasal zeminde tartışılmaya devam
edecektir.
Yeni Ufuklar
41
MAKALE
MAKALE
Sultan Nevruz
Kudret
ALTUN*
Baharın müjdecisi
Nevruzumuzu
askerlerimizin inşa
ettiği Türk çeşmesi ve
parkında kar taneleri
atıştırırken kutluyoruz.
Asıl akşama doğru
gideceğimiz ‘Sultan
Nevruz’da aklım; diğer
taraftan yaşayan bir
Osmanlı tekkesinin
nasıl bir yer olduğu
merakı içindeyim…
*Dr. / Bosna-Hersek Zenica Üniversitesi
42 Yeni Ufuklar
‘Bu Salı Kaçuni’de Sultan
Nevruz için bir tören var hocam,
siz Osmanlı Edebiyatı ve Osmanlı
Türkçesi hocası, ben Divan Edebiyatı hocası olarak öğrencilerimizi
götürelim mi? Bir Osmanlı tekkesi
görsünler öğrencilerimiz’
Konuşan meslektaşıma şaşkınlıkla bakarken Sultan ve Nevruz
kelimelerini birleştirmeye çalışıyordum; acaba yanlış mı anlamıştım
burada Osmanlı medeniyetinin
büyüyemeyen çocuğu, Bosna’da
Nevruz mu kutlanıyordu, başındaki
Sultan ile ilgi nasıl kurulabiliyordu?
Bunu anlamaya çalışırken Amina
Hanım tekrar konuşmaya devam
ediyordu:
‘Otobüs için Tika’dan ya da
buradaki şirketlerden yardım isteriz,
olmazsa hallederiz birlikte ama Sultan Nevruzu görmek gerek, senede
bir kez geliyor ne de olsa’ diyerek,
sevimli kahkahalarından birini
koyuverdi.
Tamam yanlış anlamamıştım
gün yüzünü, gülleri, reyhanları tedai
ettiren, gözümün önünde taze çiçekler açtıran iki kelimeyi birlikte
kullanmıştı. Sultan Nevruz… Ne
de güzel birbirlerine yakışıyorlardı.
Birisi medeniyetimin, birisi tarihi-
min kültürümün yadigârı. Heyhat ki
Türk kültürünün devamı bu asude
bayramımız, Nevruzumuz sevgili
vatanımda, Türkiye’mde, art niyetle
layık olmadığımız kavramlara
alet edilmeye çalışılırken; burada
Sultan sözcüğü ile âdeta nişanlanıyordu. Ne de güzel yaraşıyorlardı
hakikaten. Ferahfeza bir rüzgâr
yüreğimdeki ağırlığı alıverdi, anları
ve mekânları bir atın terkisinde
aşarak yıllardır incinen yüreğimi
onarıverdi birden:
Aynalarda kalsa da vazgeçilmez güzelliğin
Sen de bir gün elbet ferâhfezâ’yı seveceksin
İçinde yorgunluk bulutları belki biraz da kin
Pişmanlıkların dumanıyla kararmış olsa da için
Sen de bir gün elbet ferâhfezâ’yı seveceksin
“Tabii mutlaka yapalım” dedim,
Zeybekler gibi hayalimde diz vurup
dimdik ayağa kalkan bu iki mutena
kelimeyi yıllardır kullanıyormuşçasına Sultan Nevruz’u kutlamalıyız
öğrencilerimizle, hocam ne gerekiyorsa yapalım.
Günlerden pazartesi, aylardan
Mart 21, yıllardan 2007, Osmanlının yetimi Bosna-Hersek;
Türkiye’nin büyük emeklerle kurmaya çalıştığı Türkoloji projesinin
bir parçası olan Zenica Türkoloji
bölümünün öğretim üyesi olarak
bulunduğum Bosna-Hersek’te
olağan dışı bir gün olacak, belli.
Bindiğim taksiciye neden yolu uzattığını sorduğumda etrafı göstererek
‘Çimburiyada’ diyor, anlamadığımı
anlayınca da içinde ‘Çimburayada’
olan bir sürü cümle sıralıyor ve
sonunda bağırıyor: ‘Çimburayada’
Turska benim Türk olduğumu biliyor ama hâlâ anlayamıyorum.
Derse giriyorum, öğrenciler ders
düzeninde değil, zaten rahat olan
tavırları iyice rahatlamış. ‘Hocam
ders yok gidiyoruz Türk Parkına.’
İçimden şimdi bir ders yapalım da
kararı siz mi veriyorsunuz görelim
demeye kalmıyor birisi hocam
‘Çimburayada’ Nevruz bugün
Türk Bayramı, askerler davet etti,
pilav yiyeceğiz, oynayacağız Türk
parkında’ deyiverince, anlıyorum.
Tabii yaaa, bugün burada bulunan
Türk taburu da program yapmıştı
ve biz de davetliyiz. ‘Haydı öyleyse
gidiyoruz.’ Hocalarımız ve iki
sınıftan ibaret öğrencilerimizle
yürüyüşe geçiyoruz. Tam yürüyüşe geçmek deyimi, küçük gruplar
hâlinde Türkçe ve Boşnakça şarkılar söyleyerek küçük şehrimizin
parkına ulaşıyoruz. Parkta insanlar
masalara oturmuş piknik yapıyorlar,
askerlerimiz çadırlarını kurmuşlar,
bizi görünce mutluluklarını gizlemiyorlar, siz gelmeseniz mahzun
olacaktık diyor Binbaşımız, hoş
geldiniz diyor, bize jest olarak da
öğrencilerin sevdiği müzik parçaları
çalmaya başlıyor, bir kısmı oynamaya başlarken bir kısmı da dönerli
pilav kuyruğunda… Ateş biraz
sonra yanacak ama işin tuhaf tarafı
kar atıştırmaya başladı; benim içim
sıcacık, kimse keyfimizi bozamaz
artık. Avrupa’nın ortasında Nevruz
kutluyoruz. Daha ne olsun, buradaki
insanlar yüzyıllardır bu bayramı
Türk bayramı diye kutlamaya
devam ediyorlarsa artık diyecek ne
kalıyor…‘Duy sesimizi Anadolu,
burada da uzantıların var, burada
da yansımaların var.’ Kimse cedlerimizin kültürünü, dilini yaymadığını, bırakmadığını söylemesin,
Boşnak dilinde 6 bin Türkçe kelime
var. Osmanlının buraya getirdiği
kelimeler ve hâlâ büyük bir kısmı
kullanılmakta, kökünün Arapça,
Farsça olması önemli değil, buradaki insanlar bu kelimelere Türkçe demişler, Türkçe tabii, biz getirmişiz
bu kelimeleri tıpkı İla-yı Kelimetullahı getirdiğimiz gibi, tıpkı gökteki
yıldızın önüne hilali getirdiğimiz
gibi… İki nesil önce bütün dedeler,
nineler Türkçe biliyormuş; bazen
Osmanlı Türkçesine ait kelimeleri
kullanırken çocuklarım ‘dedem nenem kullanıyor’ bunu deyiveriyor.
Yine daldınız Hocam diyor
Sadık Yüzbaşı, haydi öğrencileriniz
halay çekiyor, gelin siz de katılın.
Düşüncelerim nerelere götürdü
bilseniz Yüzbaşım, diyorum. Haydi
Hocam, haydi diye bağırıyorlar
uzaktan ögrencilerimiz… Ne
demek hay hay; haydi arkadaşlar
halaya, diyerek halkayı tamamlıyoruz.
Baharın müjdecisi Nevruzumuzu askerlerimizin 1994 yılında
buraya geldikten sonra inşa ettiği
Türk çeşmesi ve parkının yanında
kar taneleri atıştırırken kutladıktan
sonra bölüme dönüyoruz.. Asıl
akşama doğru gideceğimiz Sultan
Nevruzda aklım, ikinci sınıfları
götürüyoruz. Divan Edebiyatı ve
Osmanlı Edebiyatı dersleri için
de inanılmaz güzel olacak, diğer
taraftan da yaşayan bir Osmanlı
tekkesinin nasıl bir yer olduğunu
ben de merak ediyorum...
Mostar yakınlarındaki Poçiteli
köyü ve Sarı Saltuk Ata’nın kurduğu Blagay tekkesini düşünüyorum.
Acaba oraya benziyor mu? Orası
gerçekten zamanın ve mekânın
aşıldığı bir mekân, bütün Avrupalı
ve Türk turistlerin ilk uğrak yeri
olup Bosna’nın hâlâ gözbebeğidir.
Fatih Sultan Mehmed Han’ın bu
topraklara gelmesinden önce Alperenlerimiz gelip buralara inançlarından gelen ferahfezayı getirmişler,
gönüller fethetmişler. Sonra da fetih
doğal olarak gerekleşmiş barış ve
huzurla, savaşla değil.
Poçiteli köyü ve tekkesi, Buna
nehrinin tam doğduğu yere inşa
edilmiş. Buna nehrinin doğduğu pınardan, çağlayanlar hâlinde yanına
yöresine yüzyıllarca barışı, huzuru,
sevgiyi ulaştıran tekke bugün de
aynı asudelikle canımıza can katıyor, tam bir gönül evi. Kaynağın
tam da üstüne yapılmış gerçek bir
kaynak, Göze.
İste bu kaynak ileride Mostar’ın
bir hilal gibi birleştirdiği Neretva
ile birleşiyor. Neretva da yıllardır
bize hasretiyle akmam diye bağıran
Tunaya dökülüyor. 1400’lü yıllarda
o zamanki imkânlarla buralara nasıl
gelindi ve nasıl otağ kuruldu, aklın
sınırlarını zorluyor ama gönlün
değil. Yüreğin sınırları yok zira.
Buna nehri burada doğuyor ve
sonra Tuna’yla birleşiyor, işte tam
da ideallerimiz gibi, ülkülerimiz
gibi. Poçiteli Mostar’ın yakınında
hâlâ mistik ve hâlâ Türk köyü…
Havasıyla, suyuyla ekmeğiyle ve
insanı ile…
Acaba Kaçuni nasıl diye düşünüyorum. Kaçuni yasayan bir tekke,
hâlâ ritüellerin icra edildiği, şeyhi
olan bir tekke. Gerçi meslektaşım Amina Hanım bu tekkenin ilerisinde eski Osmanlı
tekkesinin bugün müze
olarak kullanıldığını,
yasayan bu tekkenin de yine Osmanlıdan gelen
uç beylerinin,
Yeni Ufuklar
43
MAKALE
MAKALE
akıncıların yani geleneğin devamı
olduğunu söylemişti; yine de
heyecanlanmamak mümkün değil.
Hâsılı Türkiye’den oldukça farklı
olduğunu hissettiğim bu mistik
kasabaya gitmek hepimiz için güzel
bir deneyim olacak.
Öğrencilere soruyorum, daha
önce gittiniz mi, bana biraz fikir verebilir misiniz? Hiç birisi gitmemiş,
bilemiyorlar ne yazık ki, burada da
Batı rüzgârı, burada da çok etkili
benım sam yeli dediğim bu rüzgâr
bizim ferahfezamızı incitmiş, sökememiş köklerinden ama yapraklarını dökmüş; bu ülkede bunu daha
bariz görüyorsunuz. Hiçbirisinin
bir fikri yok ama bugün daha güzel
giyinmişler, başörtü almışlar kızlarım yanlarına, demek ki farkındalar
bazı şeylerin.. Nihayet yola revan
oluyoruz, Saraybosna’dan gelen
arkadaşımız Alper, otobüste yanıma
geliyor ‘Hocam teşekkür ediyorum davetiniz için, düşünebiliyor
musunuz bugün burada, Avrupa’da,
Boşnak halkıyla Türk bayramını
geleneksel olarak büyük bir doğallıkla kutluyoruz ama biz Türkiye’de
nelerle uğraşıyoruz. Ya bu isme ne
demeli, ‘Sultan Nevruz’ sultan ve
nevruz harika, muhteşem diyerek
yanımdan uzaklaşıyor Alper. Tıpkı
incecikten yağan kar ve baharın gelişine sevinen bizler gibi…
44 Yeni Ufuklar
Birbirine hasret gibi gorünen bu
güzellik nasıl oluyor da bize sevdalı
elifin süzülüşünde, sadeliğinde ve
asaletinde bahar olup ıtırlarını bize
kadar ulaştırabiliyor ?
Elif’in uğru nakışlı
Yavru balaban bakışlı
Yayla çiçeği kokuşlu
Kokar Elif Elif diye
Elif kaşlarını çatar
Gamzesi sineme batar
Ak elleri kalem tutar
Yazar Elif Elif diye
Haklısın diyorum, demek ki
Osmanlı bu eski Türk geleneğini elifler gibi buraya getirmiş ve
getirmekle kalmamış, İslamla
birleştirmiş ve hediye edip gitmiş.
Tıpkı Gazi Hüsrev Bey Camii, tıpkı
Başçarşı, tıpkı Mostar köprüsü ve
sayamadığımız diğer armağanlarıyla…
En güzeli de her şeye rağmen
bütün etnik temizleme oyunlarına
rağmen, bütün savaşlara rağmen
Osmanlının bıraktığı her şey burada
yaşıyor ve yaşatılıyor, inanılması
güç ama hiç ara verilmeden, hiç zincirlerde kopma olmaksızın yaşıyor
işte.
Başçarşı’nın ve Saraybosna’nın
gözbebeği, Gazi Hüsrev Bey Camii
için şu hikâye anlatılır: Gazı Hüsrev
Bey, II. Beyazıt Han’ın halasının
oğludur. Balkanlara geldiğinde bir
külliye yaptırmaya karar verir. Medresesi, kütüphanesi, kahvehanesi ve
camisiyle zamanları aşacak inancını
sonsuza kadar taşıyacak, ebediyet
abidesi olacak bir eser, tıpkı ileride
Mimar Sinan’ın yapacağı gibi…
Hedefini tespit eder ve çalışmaya
koyulur, bir sürü engeli asarak
olmazları olur yaparak.
Anadolu’dan, Rumeli’den
mimarlar başlarlar çalışmaya.
Ama Gazi Husrev Bey’in bir âdeti
vardır. İnşaata başladığı günden
itibaren cami inşasının olduğu yerde
her gün sabah namazını müteakiben işçileriyle Kuran hatmine baslar
ve hatim biter bitmez işe koyulurlar. Her birinin bir cüz okuyarak
tamamladığı Kuran hatmini her
sabah namazını müteakip tamamlamadan asker ve işçiler asla ise
başlamazlar… Himmet ve gayretle
yapılan hangi eser tamamlanmaz ki!
Nihayet Külliye de tamamlanır. Hedefine ulaşmıştır Gazi, mutludur,
şükreder, Allah’ın lütfuyla armağanını sunar Bosnalılara, külliye ve
şaheser camisiyle.
O cami ki sonsuza kadar dimdik
duracak, ezan daima Allah’ın
birliğini haykıracaktır. Gazi Husrev
Bey, sonsuza kadar hatırlanacak,
Saraybosna’nın gözbebeği, yüzyıllardır aynı isimle devam eden
Başçarşı olacak, bu isim ve Osmanlı
Çarşısı sonsuza kadar devam edecek, onun yüreği de Gazi Husrev
Begova Camii’nde atacaktır. O cami
ki soykırımın yapılmaya çalışıldığı
günlerde, Avrupa’nın ortasında
Müslüman diye yok edilmeye çalışılan bir ulusun insanlarının yanı
başında, ‘Ben burayım, üzülmeyin,
gevşemeyin’ diye fısıldayacak ama;
lisan-ı hâl ile daima haykıracak,
onlara destek verecektir.
Şimdi bir vasiyeti vardır, bir
isteği vardır artık Husrev Bey’in Saraybosnalılardan. Dualarla yapılan
kutlamadan sonra vasiyetini dile
getirir:
‘Kıyamete kadar her şart ve
ahvalde bu camide ‘her gün’ en az
bir kez Kuran hatim oluna, buranın
ahalisinden tek isteğim budur, aksi
halde hakkım helal degüldür’. Bosnalılar söz verirler Allah’ın adıyla.
O gün bugündür süregelen bu gelenek devam etmektedir ve sonsuza
kadar devam edeceğinden kimsenin
şüphesi yoktur. Savaş yıllarında
bombaların yağmur gibi yağdığı
günlerde dahi, bu güzel geleneğe
bir gün bile ara verilmemiştir.
Onun istemediğini kimse isteyemez mucibince rivayet edilir ki
bu duaların, bu vasiyetin himmetiyle savaşın devam ettiği o zor günlerde hedef o olmasına karşın bir
tek kurşun, bir tek bomba isabet
etmeden tertemiz, gururlu ve muhteşem güzelliğiyle dimdik ayakta
durmuştur Gazi Hüsrev Bey Camii.
Şimdi de bütün olanları sineye
çekercesine dünyanın her yerinden
gelen insanları hiç ayrım yapmadan ağırlamaya devam etmektedir,
azamet ile.
Yine daldınız hocam, diyor,
Saraybosna’dan ferahfeza neyiyle
gelen arkadaşımız Cüney’in ‘Ne
düşünüyorsunuz, yoksa Kayseri’yi
mi?’ sorusunu ‘Hayır, senin şehrini,
Saraybosna’yı’ diye cevaplıyorum. Kaçuni’ye ulaşmak üzereyiz
hocam, diyor, bu hazırlanın demekti herhalde, kar yağarken köy
yollarının tadı başka oluyormuş,
bir masala doğru gidiyor gibiyim,
gerçek bir masal.
Nihayet otobüsümüz konağa
benzeyen iki buçuk katlı ve kanatlı
bir evin önünde duruyor. Yapının
dışarıdan görüntüsü evle konak
arasında. Kapıda çocuklar karşılıyorlar bizi, merdivenlerden çıkıp
yarım kat yukarıya çıkıyoruz, salon
muhteşem. Hat sanatının mutena
örnekleriyle bezenmiş tablolar,
abartılmadan yerleştirilmiş antik
eşyalar ve her anlamda temizlik
ve huzur girer girmez insana tesir
ediyor, âdeta her şey ışıkla beraber
bizi karşılıyordu. Sağ tarafımızda
bir tablo Esmaülhüsna, Fetih Suresi,
edeple ilgili beyitler Türkçe. Usta
bir hattatın elinden çıktığı aşikâr.
Ayakta beklemeye koyuluyoruz,
ancak görünürde kimse yok. Tercü-
man vasıtasıyla tekkenin sorumlusunun nerede olduğunu soruyoruz.
‘Şimdi gelecek’ diyor, ‘kendisi veya
yardımcısı karşılayabilirdi bizleri’
diye düşünüyorum. Ne de olsa haberli ve de okul olarak geliyorduk.
Bu düşünceler içinde merdivenlerden inecek olan yaşlı, kara cübbeler
içinde, sakallı, kısık gözlerle bize
küçümseyerek bakan hayalimdeki
şeyhi beklemeye koyuluyorum. Ne
gelen ne giden var. Olsun, bu boşlukta odayı daha iyi inceliyorum,
pencerelerdeki perdeler tül değil,
kaneviçe işi, bembeyaz işlenmiş,
sapsade bir şekilde takılmış, ileride
köşede iki sedir ve kilimlerle
bezenmiş köşecik, ortasındaki
pirinç ya da bakır cezvesi ile kahve
içmeye çağırıyordu, sağ tarafta ise
mutfak gibi ama sadece cam Türk
bardakların ve fincanların olduğu
raflar pek şirin görünüyorlardı.
Pencerenin beyaz kaneviçe perdesini araladığımda gördüğüm manzara
belki de hayatta bir daha göremeyeceğimi hissedecek kadar büyüleyici. Düzenle yığınlanmış saman
koçanlarının arasından horozlar
öterek kaçışıyor, yerin üstünde ve
altında her canlı mutlulukla hareket
ediyor sanki; koskoca alanda yeşil
zeminin üzerine inciler yağıyor,
dinerek, dönerek hangi yere düşsem
de onurlandırsam dercesine… Biraz
nazlanıyorlar, sonra çimenlerin
üzerine düşüyorlar inciler. Bin
nazla aylardır beklenen ama bu yıl
bir türlü yağmayan kar 21 Martta
misafir olmaktaydı köye. Türk işi
beyaz kaneviçe perdenin arkasında
gerçek bir masal seyrediyorum.
‘Selamun Aleyküm’ sesini duyunca içeriye dönmek zorunda kalıyorum. Merdivenlerden 40 yaşlarında, üzerinde cübbe olmayan, gayet
temiz ve sade giyimli, ışıklı bir
insan bize doğru gelerek Profesoriza diyor, meslektaşım öne çıkarak,
‘Biziz efendim’ cevabını veriyor,
yanına Türkçe bilen öğrencimizi de
alarak hemen konuya giriyor. ‘Biz
buraya öğrencilerimizi yaşayan bir
tekkeyi tanımaları için getirdik,
tekkenin tarihçesi, işlevleri, yukarıdaki Osmanlı müzesi, nasıl bir yol
izliyorsunuz, neler yapıyorsunuz,
adap ve erkânda kime bağlısınız,
yukarıdaki müzenizi de görmek
istiyoruz ve tekkenin sorumlusuyla
da tanışmak istiyoruz yani şeyhinizle, sonra da dönerek tercümana,
tercüme et oğlum diyor.
İçimden keşke selam ve tanışma faslından sonra isteklerimizi
söyleseydik diye düşünüyorum
.Ama hoca hızlı girdi bir kere.
Gülümseyerek dinleyen insanın
yüzü sanki bulutlanıyor:
‘Efendim buyrunuz. Hoş geldiniz, hepsini anlatacağım, merak
etmeyiniz, tekkenin sorumlusu
aslında babamdır. O rahatsız olduğundan ben devam ettirmeye çalışıyorum. Sizleri yukarıdaki Osmanlı
Müzesine de göndereceğim, merak
buyurmayınız, ancak öğrencilerimizden ya da sizden namaz kılmak
isteyenler varsa buyrun yukarıya
çıkalım, ikindi vaktidir namazlarımızı kılalım’ diyor. Meslektaşım
ve ben donakalıyoruz, işte yine
ferahfeza rüzgârı. Başımı
önüme eğiyorum, gözlerimi kimsenin görmesini
istemiyorum; hem
yaşla dolu olan hem
de biraz utanan
bakışlarımı.
Konuşan zat,
Yeni Ufuklar
45
SOHBET
MAKALE
hiç aksanı olayan İstanbul Türkçesiyle devam ediyor Hoca da
şaşkınlığını gizlemek için olsa
gerek Türkçeyi çok güzel konuşuyorsunuz, nerede öğrendiniz diye
konuyu değiştiriveriyor.
-Ben Mimar Sinan Üniversitesi Geleneksel El sanatları Bölümünü bitirdim.
Şaşkınlığım iyice artıyor,
içimden bu tabloların hikmeti
anlaşılıyor, acaba o mu yazdı diye
düşünüyorum.
Ancak, hâlâ kara cübbeli
şeyhi göremeyen ben, cesaretimi
toplayarak, ‘Tekkenin sorumlusu şu anda siz iseniz, şeyh siz
misiniz’, diye soruyorum. O
gülümseyerek, ‘Hayır efendim,
ben sadece ev sahibiyim, daha
doğrusu hiçbir şeyin sahibi değilim, sizi ağırlıyorum’ diyor. Yine
mahcup oluyorum derken gözüm
bir tabloya takılıyor, tanıdık bir
ses gibi mutlu ediyor beni: Bu da
geçer YA HU.
Sonra teker teker odaları
gezmeye koyuluyoruz. Hat, ebru
ve muhteşem levhalarla bezenmiş salonun ilerisinde küçük bir
odaya giriyoruz; el işlemesi eski
peşkirler, yazmalar, çevreler, lale
ve gül desenlerinin dansettiği ipek
örtülü yatağın başucuna özenle
dizilmiş. Salondaki ihtişamın
yerini sadelik ve asudelik alıyor,
sanki gülümsüyor her şey sade ve
asil, Osmanlı gibi.
Bu odada uyuyan bir bahtlı
olmuş mudur, diye düşünürken,
misafirlerimizi bu odada ağırlıyoruz diye bir ses duyuyorum, herhalde latife ediyordur, bu odada
uyunmaz, sabaha kadar seyredilir
yahut şiir yazılır. Sonra eski daha
doğrusu kadim haritaların olduğu
oda, Hümayun-name, Ahid-name
ve Fatih Sultan Mehmed’in o haşmetli portresi… Sultan Mehemmed yazılı levhalar, Osmanlı Türk
sancakları, mehteran ve diğerleri.
Fatih Sultan her yerde sanki, o
da bugün gülümsüyor portresinde, hissediyorum, Hoş geldiniz,
neden bu kadar geciktiniz diye
fısıldıyor gözlerime bakarak...
46 Yeni Ufuklar
Bu topraklarda kaleme alınan
Sultan Fatih’in Ahidnamesi’nden
yüksek sesle okumaya başlıyorum:
“Ben Fatih Sultan Han,
bütün dünyaya ilan ediyorum ki
kendilerine bu padişah fermanı
verilen Bosnalı Fransıskenler
himayem altındadır ve emrediyorum: hiç kimse ne bu adı
geçen insanları ne de onların
kiliselerini rahatsız etmesin ve
zarar vermesin, imparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna
düşen insanlar özgür ve güvenlik
içerisinde yaşasınlar imparatorluğumda, kendi şehirlerine dönüp
korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık
eşrafından ne vezirlerden veya
memurlardan ne hizmetkârlarımdan ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların
onurunu kırmayacak ve onlara
zarar vermeyecektir, hiç kimse
bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın,
hor görmesin, veya tehlikeye
atmasın; hatta bu insanlar başka
ülkelerden devletime birisini
getirirse onlar da aynı haklara
sahiptir. Bu padişah fermanını
ilan ederek burada, yerlerin,
göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah’ın elçisi aziz
peygamberimiz Muhammed ve
124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum
ki; emrime uyarak bana sadık
kaldıkları sürece tebaamdan hiç
kimse bu fermanda yazılanların
aksini yapmayacaktır. “
Alper, tamam sultanımız, hiddetlenmeyiniz, buyruğunuz yerine getirilecektir, diyor, kendince
latife ile gülümseyerek; elimdeki
emektar defterime cevap yerine
şunları yazıyorum.
Ey Dünya, ey Ruzigâr;
İnsan hakları bildirgesinden
485, Fransız İhtilalinden 326 yıl
önce bu ferman yayımlanmış bu
topraklarda. Hiç kimsenin diline
dinine seyahatine karışmamış
Türk Hakanı, insanlar mutluymuş,
hiç mi hatırı yok bunların, hiç
mi hafızası yok tarihin, hiç mi
vicdanı yok Batının ki burada 15
yıl önce yaptıklarını unutarak bizi,
Türk milletini yapmadıklarımızla
hatta düşünmediklerimizle suçluyorlar, bu mudur 21. yüzyılın
adaleti, hâlâ Irak’ta kan ağlayan
çocuklar var, bakınız, yüzyıllar
sonra bile Osmanlı saltanatının
izleri bizleri karşılıyor, sarıp sarmalıyor, gurur veriyor. Yalnız bizi
değil, bütün anlayanları, anlamak
isteyenleri mest ediyor… Ama
nerede feraset sahibi, basiretli
insanlar… Aaahh...
Ey kalem, her şeye rağmen
artık emin oldum ki kâinatta hiçbir emek boşa gitmiyor,
hiçbir şey boşuna olmuyor,
emek sevgidir ve emek yüzyıllar
sonrasına temiz sular gibi akıyor.
Aynı Bosna’nın nehirleri gibi,
Neretva’nın Buna’ya Buna nehrinin Bosna’ya, sonra Tuna’ya;
Tuna’nın da Karadeniz’e
ulaşması gibi. İşte Balkanlar’da
şehit olan dedelerimizin haykırışı buralarda aksini buluyor ve
bencileyin garip bu topraklarda
Sultan Nevruz’u buluyorum, ferahfezayı duyuyorum ve ELİF’i
seviyorum.
kadehler parıldardı zengin tambûrla kanundan
lâleler düşerdi körfeze şâir nedîm’in ruhundan
ölüme doldursa da yalnızlığı çınlamalarla zaman
son gülümseme bir ömrün özeti olduğundan
sen de bir gün elbet ferâhfezâ’yı seveceksin*
*Şiir Attila İlhan'a aittir
Saraybosna - Mart 2007
Emekli Diyanet İşleri Baş Müfettifişi
Dr. Abdülkadir Sezgin
Din,
insan için
kullanma
kılavuzudur!
Yeni Ufuklar Derneği’nde bir sohbet
toplantısına katılan Dr. Abdülkadir
Sezgin, her kelimesi bir paslı kilidi açan,
ruhu dinlendiren, zihni aydınlatan
konuşmasıyla gönülleri yine fethetti.
Sezgin, hangi ırktan, renkten, dilden
ve dinden olursa olsun dünyaya gelmiş
her bir insanın Allah katında muhterem
olduğunu, peygamberimizin sünneti
ile bunu bize anlattığını belirterek,
bir Çingene kızı olan Hz. Marya’yı
peygamberimizin nikâhladığını
hatırlatarak yine ezber bozdu.
B
ANA göre din, Allah’ın insan
adıyla dünyaya gönderdiği ruh
ve bedenden müteşekkil varlığın
kullanma kılavuzudur.
Yani aldığımız elektronik aletin
yanında verilen prospektüs gibidir. Yani
Allah tarafından gönderilmiş dinlerde
din, ruhumuzu ve bedenimizi daha iyi,
daha doğru kullanma kılavuzudur.
Böyle anlayacak olursak hem ruhumuzu hem bedenimizi doğru kullanacağız. Bu bakış tarzı bize farklı ufuklar da
açabilir.
Dinî telakkilerimizde gittikçe
bozulan, yozlaşan şahıslara, cemaatlere,
tarikatlara, siyasi partilere göre bir din
algılaması, bir Müslümanlık tarifinin
Diyanet Denetim Elemanları ve Uzmanları Derneği Genel Başkanı
Sosyolog Dr. Abdülkadir Sezgin
ortaya çıktığı dönemde yaşıyoruz. Aslında bu yozlaşma kendiliğinden olmuyor.
Bunu kuran ve topluma sunan birileri
var.
Küresel Güçler ve Din Stratejileri
George Walker Bush’un Amerika
Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı
olduğunda (20 Ocak 2001) düşünce ve
istihbarat örgütleri bir fikir geliştirdi:
Tanrı dünyayı ve insanları nasıl
yönetiyorsa Amerika da öyle yönetmelidir. Çünkü dünyanın en büyük süper
gücü Amerika’dır. Amerikan Başkanı bu
gücün sahibidir. Bu güç de Tanrı gücü
gibidir. Bunun için bir “strategy God
”Tanrı Stratejisi” geliştirdiler.
Bunun fazla abartıldığı kanaatine
varılmış olacak ki, biraz gevşettiler ve
“strategy of Religions” Din Stratejisi”,
ya da “dinler strateji”sini geliştirdiler.
Yönetmek istedikleri, sömürülmek
istenen kitlelerin Hıristiyan veya Museviliğe mensup olanlar değil, Müslümanlar olduklarını gördüklerinde de yeni bir
tanım ortaya çıktı. “Strateji of İslam”
yani İslam stratejisi.
Bu strateji, İslam’ın hangi coğrafyada, ne zaman, hangi mezhep veya
anlayışının kime veya kimlere karşı nasıl
kullanılacağı üzerine yapılmış çalışmaları içeriyor.
Ülkemizde din stratejisi, ya da İslam
stratejisi üzerine yapılmış çalışmalar
Yeni Ufuklar
47
SOHBET
SOHBET
Mekke’de oturan “Ehl-i beyt”e mensup bir adam, Arapça
ve İngilizcenin dışında da bir dil bilmeyen biri, “Dünya
Müslümanlarının tamamı Türk ordusunun varlığına
dayanarak yüksek sesle Müslüman olduğunu söyleyebilme
hakkına sahip!” diyor.
göremiyoruz. Bugün savaşların devam
ettiği bütün coğrafyalar Müslümanların
yaşadığı coğrafya, iç karışıkların yaşandığı yerlere bakarsak; bahardı, yazdı,
kıştı, sıcaktı, hepsi Müslümanların yaşadığı yerlerdir. Bu yerlerin eski Osmanlı
toprakları olduğu da hatırlanmalıdır.
Ve bütün tartışmalarının çıktığı, din
anlayışının yozlaştırılarak karışıklıkların
yaşandığı alanlar İslam coğrafyasıdır.
Tam bu noktada şunu söylemek
lazım: din algılamasından başlayarak,
her şeyi yerli yerine oturtmak ve geçmişimize dönerek ve kendimize gelerek
meseleye yeniden bakmak zorundayız.
Ehl-i Kıble ve
Ümmet-i Muhammed
Bugün kaybettiğimiz, aramızda
yaşarken unuttuğumuz birtakım tanımlar
var. Eskiden “ehl-i kıble” vardı. Ehl-i
Kıble’yi kâfir sayamazdık, aleyhinde konuşamazdık. Çünkü aynı kıbleye birlikte
yöneliyor, aynı ibadetleri yapıyorduk.
Ümmet-i Muhammed tanımı vardı,
Ümmet-i Muhammed’in aleyhinde bulunulmazdı. Hepimiz “Allah’ın kulu” ve
Hz. Muhammed’in “ümmeti” olduğumuzun idraki içindeydik.
Şimdi artık “bizim cemaat iyi”,
“sizin cemaat kötü”, “bizim tarikat iyi”,
“sizin tarikat kötü”ye döndük, hatta
cemaat ve tarikatlar da iç kavgalara,
bölünmelere sürükleniyor.
Herkesin dini –nerdeyse- kişileşti.
Menfaate dayalı dinler zuhur etmeye
başladı, ya da menfaate dayalı dinler
çıktı, yeni Müslümanlıklar zuhur etti.
Bunların kendiliğinden çıktığı kanaatinde değilim. O zaman bizim toparlanıp
yeni baştan Müslümanlığa bakmamız ve
yeni baştan Ümmet-i Muhammed’e ve
“Ehl-i Kıble”ye dönmemiz lazım.
Ehl-i Kıble içerisinde Şiimiz var,
Sünnimiz var, Vehhabimiz var, başka
türlü inançlara sahip olanlarımız da var.
“Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” demek asıl değil mi? Tevhit asıl
değil mi?
“Allah, kendi yolunda, yan yana,
kurşunla kaynatılmış gibi” Mü’minler
48 Yeni Ufuklar
olmamızı istiyor (Saf Suresi, ayet:4).
Müslümanlar olarak gelin hep birlikte sadece ibadette değil, yüreklerimizde
ve hayatımızda da “Kıble”ye dönelim ve
“Ehl-i Kıble” olduğumuzu, hep birlikte
“Ümmet-i Muhammed”e mensubiyetimizi yeni baştan ilan edelim.
Basit Gibi Görünen
Önemli Sorular
Bütün hadis kitaplarında Ebu Zer
Gıfâri hadisi diye bilinen bir hadis var.
Ebu Zer Gıfâri soruyor:
“-Ya Resulallah, kim cennete gidecek?”
“- Lailahe illallah diyen gidecek.”
“- Ya Resulallah, bir adam şu şu
günahları işlese de gider mi?
“- Gider.”
“- Abdest almasa da gider mi, namaz
kılmasa da gider mi?” “Şunları, şunları
yapanlar da gider mi?”
“- Gider.”
En sonunda, Resulullah, buyuruyorlar ki Arapça’da “burnu sürtülesi” diye
bir tabir var. (Mehmet Sofuoğlu -Allah
rahmet eylesin- onu Türkçe bir tabirle
hoş bir tercüme yapmış):
- Ebu Zer’in aklı alsa da almasa da
“Lailahe illallah” diyen cennete gider.
Allahın Resulü’ne başka bir yerde
soruyorlar:
“- Kim cennete gidemez?” Cevap
veriyor:
“- Yalan söyleyen cennete gidemez.”
Demek ki “Lailahe illallah” diyen ve
yalan söylemeyen herkes cennete gider.
Bunun Alevi olması, Kürt olması, Şii
olması, Çingene olması önemli mi?
- Hayır.
Pertavsızı elimize alıp topluma baktığımızda, Türkiye’de üç grubu aşağıladığımız görülür: Halkımıza sorarsan,
“- Kimin kestiği yenilir?” Cevap
hazırdır:
“-Müslüman’ın ve Ehl-i Kitab’ın
kestiği yenilir.”
“- Peki, kimin kestiği yenmez?”
“- Kadının kestiği yenmez,
Çingene’nin kestiği yenmez, Alevi’nin
kestiği yenmez”.
Alevi, Çingene, Kadın eşit olmuyor
mu?
Bu ne biçim Müslümanlık?
Hani Müslüman’ın kestiği yeniliyordu?
Sünni köyünde de, Alevi köyünde de
aynı. Alevi’nin, Çingene’nin, Kadın’ın
kestiği yenmez.
Konya’dan Bir Hatıra...
var.
Konya’da yaşadığım hoş bir hatıram
Konya’da mevsim kış iken sokağın
başında, bir elinde bir tavuk, diğer elinde
bir bıçakla bekleyen teyzeye rastladım.
- Hayırdır ne bekliyorsun, dedim.
- Bir erkek gelsin de şu tavuğu kestireyim, diye bekliyorum.
- İzin verirsen ben keseyim,
- Olur yavrum, dedi.
Sonra yüksek bir sesle tekbir getirip,
“Bismillah” diyerek hayvanı kestim.
Kanı akınca da, “buyur teyze, afiyet
olsun” dedim. “Çok sağ ol yavrum, eline
koluna sağlık”, deyip dua etti.
- Teyze beni tanıyor musun, diye
sordum.
- Yok yavrum, dedi.
- Ben Aleviyim, dedim.
Teyze, Konya ağzıyla önce bir
“vıyh” diye garip bir pişmanlık sesi
çıkardı ve:
- Al şu tavuğu, götür de sen ye, helali
hoş olsun, ben bir tavuk alır, keserim,
dedi.
Şimdi bu algılama doğru mu?
Hıristiyan, Ehl-i kitaptır diye keserse
yeniliyor, Alevi’nin kestiği yenmiyor veya kadının kestiği yenmiyor,
Çingene’nin kestiği yenmiyor.
- Bu doğru bir Müslümanlık mı?
Kafalarda bu fikirler varken, eşitlik,
kardeşlik, Hak hukuk toplumda nasıl
gerçekleşebilir?
Aman efendim bunlar çok teferruat şeyler, denilebilir. Necip Fazıl’ın
anlattığı hoş bir şey var. Demiryollarında
makasçı, en aşağıdaki memurdur. Bakandan, genel müdürden sıraladığınızda
ona sırada yer bile kalmaz. Ama o bir
hata yapar da, yanlış makasa yol verirse,
bir değil birkaç tren birbirine çarpar ve
binlerce insan ölebilir.
Teferruat bazen asıldan daha önemlidir. Onun için Müslümanlığı doğru anlamak, doğru algılamak birinci işimizdir.
İslam Dünyası ve Küresel Güçler
Sovyetler Birliği 1990 yılı sonunda
çöktüğü zaman bir tek mantar tabancasının patlamadığını herkes bilir.
Öyle bir strateji uyguladılar ki, insanlar birbirlerine düştü, ekonomi çöktü ve
hiçbir masraf etmeden Sovyetler Birliği
dağıldı.
Aynı şeyi İslam coğrafyasında yaşayan insanlara da yaşatmak istiyorlar.
Ve bunu da Müslüman’ı Müslüman’a
kırdırarak ve üstelik Müslümanlara
fabrikalarını işletecek silahları satarak
yapmak istiyorlar. Eğer Müslümanlar
olarak bu oyuna gelirsek ne dünyada ne
de ahirette yerimiz olur.
Ben hacca gittiğimde, Diyanetçilerden ve diğer hacılardan farklı olarak
Mekke’de ve Medine’de araştırma yapmak için birtakım vakıflara, derneklere,
dergâhlara gittim. Bana en orijinal gelen,
Mekke’de oturan 5.400 aile olarak bildirilen, Hz. Hasan ve Hüseyin’in soyundan
gelen insanların aile reislerinin kurdukları bir vakıf var. Arapçası “vakfu ruesai
aleviyyin”. Türkçesi “Hz. Ali Evlatları
Aile Önderleri Vakfı”.
Tanışmak için telefon ettiğimde,
“Ehl-i beyt sevgisinin İslam kardeşliği
ve İslam dünyasının güçlenmesinde
rolü ne olabilir meselesini konuşmak istiyorum”, dedim. Geçen sene vefat eden
Seyyid Prof. Dr. Abdullah Attas, “hay
hay, ne zaman gelirseniz ben sizi misafir
ederim”, dedi.
“Konuşmak istediğin konu çok
önemli” dedi. Ben soru sordum, o anlattı.
Kendisi 70 yaşında, emekli olmuş, hukuk
profesörü. Üç günlük konuşmamızın
sonunda;
- Şu konuşmalarımızı bir özetleyelim. Bak kardeşim, dedi, dünyada
İslam ülkesi diye bir ülke yoktur. İslam
dünyası diye bir şey sanal olarak var.
Emperyalizm öyle güçlü ki İslam ülkeleri gibi görünen ülkelerin hepsi emperyalizme batmış görünüyor. Sadece Türkiye
boynundan yukarısı, dışarıda; boynundan
aşağısı batmış, onun için Türkiye’nin
emperyalizmden kurtulma ve öteki Müslümanları da kurtarma şansı var.
Şimdi, bir başka şey söyleyeceğim.
İnsanlar hangi dilden, hangi coğrafyadan, hangi milletten olursa olsun, arkasında bir gücün var olduğunu bilmese,
Müslümanlar üzerinde, emperyalizm
öyle bir baskı kurmuş ki, hiç kimse
bulunduğu yerde yüksek sesle ‘ben
Müslüman’ım’ diyemez veya açıktan,
yüksek sesle “kelime-i Tevhid” veya
“Şehadet”i söyleyemez.
Böyle bir gücün var olduğunu
bilmesek, biz Kâbe’nin içinde bile
yüksek sesle “lailahe illallah” diyemeyiz,
emperyalizm bu derece etkilidir.
Ben heyecanlandım. Bu güç bölgesel
mi, insan mı, hayvan mı, ruhani mi,
nedir bu, diye sordum.
“-Tarihî ve kültürel mirasdan alınan
bir güçtür”, dedi.
-Adı var mı bunun, dedim.
- Var, var, dedi. Ceyş-ül Etrâk.”
Yani Türk Ordusu. Fakat kadere bakın,
Türkiye’nin İslamcıları bunun farkında
değiller”, diye ekledi.
Mekke’de oturan “Ehl-i beyt”e
mensup bir adam Arapça ve İngilizcenin dışında da bir dil bilmeyen biri
dünya Müslümanlarının tamamı Türk
ordusunun varlığına dayanarak yüksek
sesle Müslüman olduğunu söyleyebilme
hakkına sahip diyor.
- Bundan Türkiye’de kaç kişi haberdar, bilemiyorum.
Şimdi biz Müslümanlık anlayışı ve
algılamamızı küçük, dar grupların tanımlarından, ekonomik, siyasi, ticari menfaatlerden uzak “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” çizgisinde, “Ümmet-i
Muhammed” kavramında ve “Ehli kıble”
anlayışında; yani “ben Müslüman’ım”
diyen herkesi, öz kardeşimiz gibi kabul
eden bir anlayışla değiştirmemiz; yanlış
anlayışlarımızı düzeltmemiz lazımdır.
- Niye lazım? Çünkü küresel güçler
var, özellikle bizim dünyamız da, ŞiiSünni kavgası çıkartmaya elverişli hale
gelmiş veya getirilmiş bir ortam var.
Bu ortamın ıslahı ve İslamileştirilmesi,
birliğin sağlanması gerekmiyor mu?
Bu endişeyi yüreğimizde hissettiğimiz için biz dedik ki şu İranlılarla bir yol
bulalım. Ve onlarla bir irtibat kura-
Yeni Ufuklar Derneği Genel Merkezi’nde gerçekleştirilen sohbet toplantısında
konuklar Dr. Abdulkadir Sezgin ile ayaküstü sohbetinde de bulundular. .
Yeni Ufuklar
49
SOHBET
SOHBET
lım. Kum’da, Tahran’da bir konuşma
yapalım. Onlar da gelsin İstanbul’da,
Ankara’da konuşmalar yapsın. İslam
kardeşliğini kuvvetlendirecek, mezheplerimizin aleyhine söylediklerimizi
hatırlatmayacak şeyler söyleyelim. Bir
üniversiteyle irtibat kurduk. “Aman”
dediler “ne kadar hoş”.
Önce bizim kendi içimizde bölünmüş Müslümanları “Ehl-i Kıble” olarak
birleştirmemiz lazım. Etnik ve ideolojik
kaygıları bir kenara koymadan bu nasıl
sağlanabilir?
Tartışmadan doğruyu bulmak
mümkün değil. Onun için bir araya gelip,
konuşup, tartışmalı, eteğimizdeki taşları
boşaltmalıyız.
Şu anda özellikle Risale’ye mensup
arkadaşlarımız birkaç aydır İslam Birliği
üzerine toplantılar yapıyorlar. Onlara da
gittim, bir konuşma yaptım. “İslam Birliği” ile ilgili bir değerlendirme yaptım.
Şimdi ondan bir özet yapmak istiyorum.
İslam Birliği Hz. peygamber zamanında ihtilafsız var, Hz. Ebu Bekir
zamanında var, Hz. Ömer zamanında
var. Hz. Osman döneminde tartışma
başlamış. Hz. Ali döneminde Müslümanlar birbirlerine kılıç çekmişler. Cennetle
müjdelenmiş 10 kişinin yarısı bir tarafta,
yarısı karşı tarafta olmuş.
Hz. peygamberin eşi “Validemiz” Hz
Aişe, Hz. Ali karşısında komutan olmuş.
İslam birliği çatlamak üzereyken Allah
lütfetmiş, çatlak sargıyla bağlanmış, Hz.
Ali’nin şahadeti, Hz. Hasan’ın “aman
fitne çıkmasın” isteği…
O dönemde Müslüman milletler tek
devlet; Çin hududundan Kafkasya’ya,
Arabistan’a, Kuzey Afrika’ya kadar en
büyük devlet.
Hz. Hasan’a göre iç harp çıkarsa, bu
çatlak kırılır ve İslam Birliği bozulur.
Onun için Muaviye’ye “anlaşalım,
senin lehine feragat edeyim”, diyor, işi
Muaviye lehine bırakıyor. Ama Muaviye anlaşmaya sadık kalmıyor, anlaşma
şartlarını bozuyor.
İşte o tarihten itibaren İslam birliği
bozuluyor. Ne zamana kadar yok, miladi
1055 tarihine kadar. Bağdat’taki Abbasi
Halifesi Kaim Biemrillah’ın, Büyük
Selçuklu Hakanı Tuğrul Beye mektup
yazarak, “gel beni kurtar”, dediğinde
Ağustos 1055’te Tuğrul Beyin Bağdat’a
girişine kadar İslam birliğinden söz
edilemez.
Profesör Osman Turan’ın çok güzel
anlattığı gibi, Tuğrul Bey, Bağdat hali-
50 Yeni Ufuklar
fesini kurtarıyor ve Büveyhoğulları’nı
Bağdat’tan kaçırıyor. Büveyhi Devleti
sona eriyor.
“Yedi iklimin, yedi cihanın Hakanı
ve İslam dünyasının Halifesi unvanı” ile
Halife tarafından tek yakada yedi kaftan
giydiriliyor ve “Hilafetin Ortağı” ilan
ediliyor.
Yavuz’dan 500 yıl önce Hilafet
Türklere geçiyor.
İslam Birliği Tuğrul Beyle birlikte
yeniden tesis olundu ve yaklaşık 900 yıl
Türklerin sancaktarlığında devam etti.
Osmanlı Devletinin parçalanması ile bu
birlik ortadan kalktı.
Türk’ten Kurtulma Projesi
20. yüzyıl projesi Amerikalı
sosyolog papaz Profesör Dr. Lezrop
Stutdart 1921’de Newyork’ta yayımlanmış, 1922’de Atatürk’ün, Mustafa
Kemal Paşanın tavsiyesiyle, “aman bu
kitabı tercüme edin, herkes bunların ne
yapmak istediğini öğrensin”, tavsiyesi ile
tercüme ettirilip bastırılanı “Yeni Alem-i
İslam” adlı bir kitap var. Yeni harflerle
neşredilmedi. Lezrop Stutdart beş yıl
İslam dünyasını baştan aşağı geziyor. 20.
yüzyılın İslam dünyasının nasıl teşekkül
etmesi lazım geldiğini anlatıyor.
Temel problem Türk’ten kurtulma
problemi. Diyor ki bu sosyolog, Türkler
Müslüman oluncaya kadar dünyada
Yahudi, Hıristiyan-Müslüman dengesi
vardı. Türk öyle bir barbar ki, öyle bir
eşkıya ki, öyle bir kan görme meraklısı
ki, İslam sancağını eline alır almaz Arapları, Farsları itti, batıya yöneldi. Önüne
ne geliyorsa yaktı, yıktı, astı, kesti. Kan
gördükçe daha çok kan görmek için
uğraştı. Aslında Müslümanlığın orijinalliğini de bozdu.
Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi’nin
tek derdi var: Türk’ten kurtulmak.
Anadolu’da, büyük çukurlar kazarak
Türkler toptan imha edilmeli, bu başarılamazsa, geldikleri Tanrı Dağlarına
sürülmelidir. Şu anda bazı batı gazeteleri
Yunanlıların Anadolu’da zulüm yaptığını
yazıyorlar. Bunlar Türklerin Anadolu’da
ne yaptıklarını bilselerdi devede kulak
kaldığını göreceklerdir.
Yazar, “İslam’ın yaşanılabilir, hoş,
makul, insana hizmet edebilen, medeniyete hizmet eden bir din olduğunu
anlatıyor. Arapların Türk’ten kurtulduktan sonra bunu arayıp bulmaları
çok zaman alacaktır. Merak etmesinler,
Abdulvahab’ın kurduğu Vahhabilik işte
Türk’ten önceki gerçek İslam’dır.
Vahhabilerin devlet kurmasını biz
sadece İngiliz organizasyonu zannediyorduk, meğerse arkasında Amerika da
varmış.
Ilımlı İslam ve Türk Kültür
Coğrafyasında Mezhep
Şimdi yeni dünyada da ılımlı İslam,
folk İslam, … şu İslam, bu İslam gibi
İslamlar zuhur ediyor ve bildiğimiz
Sezgin ile sohbet konferanstan sonra Dernek salonunda devam etti...
kendi dinimiz, kendi meselemiz, kendi
anlayışımız dışında yeni şeyleri bize
kabul ettirmek için ellerinden gelen her
şeyi yapıyorlar.
Diyanet yöneticileri yaklaşık on
yıldır “İslam’ın herhangi bir mezhebine
İslam” diyemeyiz, diye bir “nakarat”ı
tekrarlıyorlar.
Onun için bütün mezhepleri toplayıp,
yeni bir şeyler yapmak veya “mezhepler
üstücülük” gibi bir takım garip anlayışlarla, akademisyenler aracılığı ile “Yeni
bir İslam” pazara sürmek isteyenler sokaklarda ve TVlerde sık sık görülüyorlar.
Bu tür çalışmalar “leylekten kaz”
veya “ördek çıkarma” amaçlıdır. Uzun
gagası ve bacakları kesilince, leylekten
gaz veya ördek elde edeceklerini zannedenler yanıldıklarını anlamalıdır.
Öyle bir şey yapmak mümkün değil.
Mezhep kurmak, biraz kabak, biraz
patlıcan ve domatesle türlü yapmaya
benzemiyor.
Mezhepler kültürel coğrafyaya göre
teşekkül etmiş, din algılaması ve uygulamasıdır. En az bin üç yüz yıllık birikimi
ve tecrübe geçmişi vardır.
Bütün dinler evrensel olma iddiası ile
kültürel coğrafyalara göre farklı mezhepler oluşturmuşlardır. Bütün insanlığı hedef almış bütün dinlerde mezhep vardır.
Mezheplerin ortaya çıkışındaki en güçlü
sebep, kültürel farklılıklardır. Onun için
de mezhepler kültürel coğrafyalara göre
teşekkül etmiştir. İslam mezhepleri de
bu farklı kültürlere mensup milletlerin
İslam’ı din olarak seçmelerinden sonra
ortaya çıkmıştır.
Nerede bir Türk varsa, Erbil hariç,
Sünni olan Türk Hanefi mezhebindendir.
Şii – Caferi Olan Türkler de –genellikleAyetullah Hoyî, Ayetullah Tebrizî gibi
Türk Müctehidlerin bağlısıdır.
Erbil Türkmenleri çok orijinal, bilenler vardır, Şiiler Osmanlı döneminde,
bunlar Şiidir İran’la ilişkisi vardır diye
öğretmen oluyor, okul müdürü olamıyor.
Kaymakamlıkta memur oluyor, kaymakam olamıyor, Sonunda Türkmen beyleri
toplanıyorlar, “o da İslam mezhebi, bu
da İslam mezhebi, gelin şu Osmanlı’nın
mezhebine geçelim”, diyorlar.
Fakat İstanbul’un mezhebini
öğretecek kimse bulanamıyor. “Şafii
Mezhebi”ne geçiyorlar.
Dünyada Sünni olup Şafii olan tek
Türk grubu Erbil Türkmenleridir.
Bununla ilgili Doktor Rich diye
bir İngiliz seyyahın İngilizce yazılmış,
Osmanlıcaya da çevrilmiş hatıraları
var. Orada bununla ilgili Türkmenlerin
çektiği sıkıntıları anlatan olaylar da
anlatılmış.
Demek ki Hanefilik Türk kültür
coğrafyasının ürünüdür.
Hanefilik - Maturidilik
Ebu Hanife “Numan bin Sabit” ile
ilgili yayımlanmış, daha çok Arapçadan
tercüme edilmiş pek çok kitap vardır.
Ne yazık ki Diyanet İşleri Başkanlığının tercümesi dâhil, İmam-ı Azam’ı
anlatırken Acem diye yazıyorlar. Acem
Arapçada, Arap değil demektir. Ama
Türkçede Fars demektir.
Ebu Hanife Kâbil doğumludur,
deyince Millet Afganistan’daki Kâbil
zannediyor. Aceme de yakın. Orada
Farsça da konuşuluyor.
Halbuki Ebu Hanife’nin ailesi
Buhara’nın bugün bulunmayan Kâbil
kasabasında bir aileye mensuptur. Dedesi
Zota veya Zevta, iki türlü okunuyor
Arapça yazı, ipek tüccarı, Müslüman da
bir Türk.
Hz. Ali’nin başşehrine; İslam’ın
başşehrine geliyor. Orada mağaza açıyor
ve Hz. Ali döneminde, Hz. Ali ile de tanıştığı Muhammed Ebu Zehra’nın bütün
kitaplarında var.
Bir 21 Mart gününde gençlere para
dağıtıyor. Farklı mahallelerde ateş yaktırıp “sin sin” oynatıyor”. Onlara hediyelerde, ikramlarda bulunuyor.
Büyükçe bir cam kapla da sütlaç
yaptırmış, Hz. Ali’ye de ikram etmiş.
Hz. Ali diyor ki, -bugünkü deyimi ile
söyleyeyim,- Sponsorluk yapıp gençleri oynatıyorsunuz. Kimse farkında değil ama ben
meseleyi öğrendim. Bu neyin nesi, niye
yaptırıyorsunuz?
Zota Cavep veriyor:
-
Efendim bugün bizim orada
Nevruz Bayramı. Yıllardır Nevruz
aklıma geliyordu. Bu defa çocuklar
ne olduğunu bilmezler, ama o bayram
aynen burada uygularlar diye çocuklara
para verdim. Kendime göre memleket
havası yaşıyorum.
Hz. Ali diyor ki, “bu Nevruz Bayramı dediğin şeyde bu tatlı mutlaka olur
mu?” Zota, “Olur” diyor. Hz. Ali’ de:
- O zaman her günümüz Nevruz
olsun diyor.
Zota’nın uzunca bir süre çocuğu
olmamış. Bir gün gelip, “Ya İmam,
senin duan kabul olur. Bana dua et de
çocuğum olsun” diyor.
Hakikaten Hz. Ali’nin duasından
bir süre sonra İmam-ı Azam’ın babası
Sabit dünyaya geliyor. Ehl-i beyt ailesi
ile İmam-ı Azam ailesinin akrabalık
kadar yakın ilişkisi başlıyor. İmam-ı
Azam Ebu Hanife, İmam-ı Bakır ile,
oğlu İmam-ı Cafer Sadık ile ve İmamı
Cafer’in oğlu İmam-ı Zeyd ile görüşmeler yapıyor ve İmam-ı Zeyd ile de çok
yakın arkadaşlık kuruyor.
Abbasi idaresi Ehl-i beyt’e karşı
İmam-ı Azamı kullanmak, onlar aleyhine
fetvalar almak için ülke çapındaki Başmüftü yapmak istiyor. Ebu Hanife kabul
etmiyor.
İmam-ı Zeyd’e para gönderiyor ve
“Silahımı alıp senin yanına gelip, senin
yanında mücadele edemediğim için lütfen beni bağışla” diye mektup yazıyor..
Ehl-i beyt’e bu kadar yakın bir “mezhep” büyüğümüz var.
İnanç mezhebimiz, yani neye inanıyoruz, niçin inanıyoruz, nasıl inanıyoruz
sorularına bugüne kadar verilmiş en
etkin, en doğru cevapları ondan daha
iyisi vermediği için iman esasları bakımından “İmam Muhammed Maturidi’nin
kurduğu kabul edilen “Maturidi” mezhebindeniz.
Maturidi aslen Semerkantlı, kitaplar
Semerkant’ın Maturid köyü diye yazıyor.
Şimdi Maturidi Mahallesi.
Sovyetler Birliği, ilk önce Maturid
köyünü, Maturidi Medresesini, türbesini,
her şeyi imha ediyor. Yerine Yahudi Mahallesi kuruyorlar. Özbekistan’ın Bağımsızlığından sonra, Cumhurbaşkanı İslam
Kerimov’un, yaptığı ilk ve en önemli iş o
mahalleyi kaldırmış olmasıdır.
İslam Kerimov, Maturidi Türbesini eski yerine, daha ihtişamlı şekilde
yeniden yaptırmış, medresesinin ve diğer
tesislerinin de yapılacağı söyleniyor. Ben
orayı ziyaret etmek saadetine nail oldum.
Bütün Orta Asyalılar, hangi mezheptensin, dendiği zamanlar “Hanefiyim
çünkü İmam-ı Azam Türk’tür” diyorlar.
Evet, İmam-ı Azam’ın ailesi
Buharalı’dır, Maturidi de Semerkantlı.
Bunu niye anlatıyorum. Bizim kültürel
coğrafyamızda herkes inanç bakımından
Maturidi. Amel (ibadetlerin yapılışı)
bakımından Hanefi mezhebindedir.
Türkiye’de Çingenelerin de tamamı
Müslüman’dır ve Hanefi’dir.
Türkiye Alevileri, Ağrı’dan İzmir
Bergama’ya, Edirne’den Hakkâri’ye
kadar nerede bir Alevim diyen varsa
Yeni Ufuklar
51
SOHBET
SOHBET
(bir kısmı bu konudaki bilgi eksikliği
yüzünden bilmese de) bu iki mezhebin
mensubudur, tarikat bakımından da Hacı
Bektaş Veli’ye bağlıdır.
Alevilik ayrı din, ayrı mezhep falan
da değildir.
İlahiyat Akademisyenleri
Dini Ne Kadar Bilir?
Bizim ilahiyatçılar da, halkımız da
dini, akademisyenlerin çok iyi bildiğini
zannederler. Herkes. İlahiyat profesörü
olunca, -hocalardan özür diliyorum-,
herkes branşında bir şeyler bilir. Yoksa
her ilahiyatçı akademisyen dinin her
şeyini bilmez. Buna imkân da ihtiyaç da
yoktur.
Biz de dinin yürütmesi ile ilgili
konuların uzmanlarıyız. Uygulamacıyız.
Ne yazıktır ki, dinle mezhebi ayıramayan
Mezhepler Tarihi hocalarından tutun da,
kendi bilimsel alanını bile yeteri kadar
tanımamış bilim adamı(!) ilahiyatçı
sayısının az olmadığı kanaatini taşıyoruz.
Çok meşhur, herkesin bildiği bir
adamdan bahsetmek istiyorum: Sarı
Saltuk diye bir zat var. Sarı Saltuk ailesi
Tunceli’lidir. Tunceli’de Sarı Saltuk
Ocağı var, onlardan bir kol.
Sarı Saltuk balkanları Müslüman
eden, Balkan yerli ahalisini Müslümanlaştıran, Hanefileştiren adamdır. En az
yedi yerde türbesi vardır.
Bunun bağlı olduğu Tunceli’deki
Sarı Saltuk ocağını inceleyen Marmara
Üniversitesi mezhepler tarihinde bir
mastır öğrencisinin yazdığı tez pekiyi
derece ile kabul ediliyor. Çok yüksek not
alan bu tezde Sarı Saltuk ocağının Şii,
Caferi olduğunu, Alevi demenin Şii/Caferilik anlamına geldiğini yazıyor.
Ben komisyonun kıdemli profesörünü aradım. Tezi aman çok iyidir, hoştur,
Diyanet bassın, diye göndermişler.
Sevgili hocam, bu nasıl oluyor, Hıristiyanlar veya İranlılar eline belge vermek
için özel bir gayret mi sarf ettiniz?
Tunceli’de bir adama sorsanız, “Şii misin sen”, “hangi Ayetullaha inanıyorsun”
desen yedi sülalene söverler. Bunu nasıl
yaparsınız? - Ya, ben okumadım tezi,
falan arkadaş okudu, dedi.
Böyle ilim olur mu? Yani mezhep
ile tarikatı ayırt edemeyen mezhepler
tarihindeki bir bilimsel çalışma, bilimsel
çalışma olarak nasıl kabul edebiliriz?
Her Şeyin Başı Sevgi
Sevgi olmadan kaya bile yerini sev-
52 Yeni Ufuklar
Herkesin bildiği bir adamdan bahsetmek istiyorum:
Sarı Saltuk diye bir zat. Tunceli’de Sarı Saltuk Ocağı var,
onlardan bir kol. Sarı Saltuk Balkanları Müslüman eden,
Balkan yerli ahalisini Müslümanlaştıran, Hanefileştiren
adamdır. En az yedi yerde türbesi vardır.
miyorsa, yerinden yuvarlanır, yuvarlanan taş yosun tutmaz. Onun için insanın
önce sevmeyi öğrenmesi lazım. Kuran-ı
Kerim’de Ahzap Suresi 6. ayetinde,
“Peygamber, mü’minlere kendi öz
nefislerinden, canlarından, birbirlerinden daha yakındır, daha ileridir. Eşleri
mü’minlerin anneleridir” diyor.
Hem peygamberi kendi canımızdan
fazla seveceğiz, hem de bütün din kardeşlerimizi, “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” diyen herkesi, kanı
kanımızdan, canı canımızdan olan öz
kardeşimiz gibi seveceğiz.
Zenci olması, beyaz olması, yeşil
olması, kabilesi, oymağı, etnik yapısı
ne olursa olsun, şu fraksiyondan, bu
mezhepten olması hiç önemli değil,
Kelime-i Tevhidi demesi yeterli olmalıdır.
Hz. Peygamberin eşlerinin de annelerimiz olduğunu unutmayalım.
Şimdi bizim tarihimize bakalım. İlk
Müslüman Türk devleti Abdülkerim
Satuk Buğra Han devletinden başlayarak Karahanlılar, Büyük Selçuklular,
Anadolu Selçukluları, Osmanlılar ve
Türkiye cumhuriyeti... Bu topraklarda
çoğunluğu oluşturan, devleti kuranlar
Müslümanlardır.
Yukarıda sayılan bütün devletlerde Müslim çoğunluk, gayrimüslim
azınlıktır.
Lozan’da da Türk adı yazılmadı,
Müslümanlık yazıldı. Bunu yazdıranlar
başında Halife-i Müslimin bulunan, Osmanlı kültür ve medeniyetiyle yetişmiş
devlet adamlarıdır. Osmanlı subaylarıydı Lozan’a katılanlar. Selçuklu’da
da, Osmanlı’da da Müslim çoğunluk,
gayrimüslim azınlıktı.
Ben Müslüman’ım diyen Arap’ı,
Kürt’ü, Bulgar’ı, Arnavut’u, Hırvat’ı,
herhangi birisini ayırmamız mümkün
mü? Çingene’yi ayırmamız mümkün
mü, değil. Hatta Araplarda Çingene en
aşağı insan sayılırdı.
Size şimdi şoke olacağınız bir şey
söylemek istiyorum. Krallık geleneğine
göre, Mısır kralı Hz. Peygambere 8-10
tane kız köleyi, cariye olarak. hediye
gönderdi, Krallık geleneğine, o günün
hukukuna göre, hediye gönderilen
devlet başkanı kabul ederse dost, kabul
etmezse düşmandır. Onlardan birisiyle
evlenirse, yeni terimle stratejik dost
oluyor.
Hz. peygamber de Arap, Berberi,
Çingene ve başka kabilelerden gelen bu
hanımlar içerisinden Çingene’yle evlendi. Hz. Marya diye bir hanımı var, Hz.
peygamberin oğlu İbrahim’in annesi.
Arapçası Kıpti, Türkçesi Çingene, batı
dillerinde Roman’dır.
Ülkemizde Türkçe olan Çingene
yerine “roman” kelimesinin kullanılmasının yaygınlaştırılması bir AB
projesidir. Müslüman, Türk Çingene’yi
AB ülkelerindeki gibi, önce Romanlaştırmak, sonra da boyunlarına “Haç”ı
takmak istiyorlar.
Marya ile evlenmekle Hz. Peygamber, Araplara şunu dedi: Siz kendinizi
üstün ırk, ötekileri alçak ırk gibi görüyorsunuz, bu yanlıştan kurulmanız için
size bir Çingene’yi ana yaptım.
Bu, Yahudi kültüründe Yahudiler
üstün ırk sayılır. Yahudi olmayanlar,
ötekidir. Araplarda da benzeri vardır.
Kur’an’ diyor ki, “Peygamberin
eşleri bütün müminlerin anasıdır”.
Bunu görün, utanın ve insanlar arasında
yüksek alçak ayrımı yapmayın.
Bir Kur’an kursunda denetim
sırasında, yaşlı hanımlar geliyor Kur’an
kurslarına biliyorsunuz, 80 yaşının
üstünde de hanımlar gördüm, çok hoşuma gitti, Kur’an okumaya geliyorlar,
ama öğrenmeleri çok zor. Kurslarda o
yaşlı hanımları seçerek konuşuyoruz,
hanımın birisine dedim ki, bu dünyada
torpile alıştık ya, adam kayırmaya, tanıdığa, bildiğe, günahımız da var, mahşer
kurulmuş, ahiret olmuş, dedim. Şimdi
sana bir şey soracağım.
Sen de oradasın, birisi dedi ki, şurada peygamberimizin hanımı var, gidip
ondan şefaat isteyelim. Gittiniz Hz.
Marya diye bir hanıma denk geldiniz.
Sana sordu:- dünyada hangi ülkede
yaşadın?
-Türkiye’de yaşadım, dediniz.
- Neresinde? Dedi. -Falanca vilayetinde diye cevap verdiniz..
- Ha, şu benim akrabaları kovanlardan mısın? dese ne cevap vereceksin?
dedim.
Kadın başladı ağlamaya. Müfettiş, benim Çingeneleri sevmediğimi,
eve koymadığımı birisi mi söyledi, ne
olur kurban olayım, ben kendimi nasıl
affettireceğim?
Ya hanım dur ağlama, Allah için
kendine gel, ben laf olsun diye sormak için öyle dedim. İlk gördüğün
Çingene’yi evine götür, bir çay içir,
Allah affeder, dedim sonunda.
Biz, insanlara Hz. Marya’yı hatırlayarak insan gibi muamele edersek bir
şey kaybeder miyiz?
Çingene birisine, “sen peygamberimiz Hz. Muhammed’in akrabasısın, Hz.
Marya’nın soyundan geliyorsun, onun
için İslam ahlakıyla ahlaklanmak benden önce sana düşer”, diye saygı göstersek bir şey kaybeder miyiz? Etmeyiz.
Daha çok itibar kazanırız.
Bunun için insanlara “insan diye”
hürmet eder, üstüne de Müslüman diye
bir hürmeti daha yaparsak, baklavanın
üstüne kaymak koyar gibi artırırsak kim
kazanır?
Yok efendim, o bizim şeyhe gelmiyor, bizim zikre katılmıyor, bizim gibi
giyinmiyor dersek mi daha iyi Müslüman oluruz?
Bunu anlatmak için bu konuşmaya
ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bizim
geleneğimizde, kültürümüzde insanı
tahkir etmek, aşağılamak hatta dilinden,
fakirliğinden ayırmak çok ayıp bir şey
ve onu yapmayız.
Bugün bir arkadaşımız çok hoş bir
şey anlattı, onu tekrarlamak istiyorum.
Zevk aldım dinlerken. Kayseri’nin
yakın bir yerinde, buralarda eskiden yamalı elbiseler, süvarili elbiseler olduğu
dönemde, ceketlerin ters çevrildiği, bir
daha dikildiği, parlak görünsün, temiz
görünsün denildiği dönemde mahallenin zengini de fukaralar gibi eski pantolonuna süvarilik diktirir, yani dizlerine
yama yaptırır, öyle gezermiş.
Bir gün çocuklar babalarına demiş
ki, ya baba, bu amca niye böyle fakir
fukara gibi geziyor?
- Oğlum, mahallede bir tek zengin
o, insanlar gıpta etmesin, imrenmesin,
çekemezlik doğmasın diye ben de onların giyindiği gibi giymek istiyorum,
diyor. Onlarla beraber görünmenin bana
Hz. Peygamberin gönderilme sebebi ahlâk, şu anda en
önemli problemimiz de ahlâk. Yalan söylemeyen önder
şahsiyetlere ihtiyacımız var. Çok namaz kılan insanımız
var, çok oruç tutanımız var, çok hafızlarımız var, ama yalan
söylemeyen ve hak yemeyen adam sıkıntımız var.
ne zararı var?
Bununla gelmek istediğim nokta
ahlak meselesi. Hz peygamber, ya da
peygamberlerin hiçbirisi insanlara namaz öğretmek için gelmemiştir, Ahlak
öğretmek için geldiler. Peygamberimiz,
“ben ahlâk-ı kemâli yani ahlâki olgunluğu tamamlamak için gönderildim,”
diyor.
Hz. Peygamberin gönderilme sebebi
ahlâk, şu anda en önemli problemimiz
de ahlâk. Yalan söylemeyen önder
şahsiyetlere ihtiyacımız var. Çok namaz
kılan insanımız var, çok oruç tutanımız
var, çok dua okuyanımız, çok Kur’an
okuyanımız, çok hafızlarımız var, ama
yalan söylemeyen ve hak yemeyen
adam sıkıntımız var. Asıl problem bu.
Başkasının Emeği ve Alın Terini
Yemeyen Adam
Şimdi bu konuda bir Kızılbaş
hikâyesi anlatmak istiyorum. Gerçek
hikâye. Eski bir Diyanet İşleri Başkanı
tarafından bana, hacca misafir olarak
götürülmek üzere birkaç Alevi vatandaşı davet etmem rica edildi. Ben de
Hacıbektaş’a gittim, bir zatı ailesiyle
birlikte hacca davet ettim, kendisinden
izin almadığım için adını söyleyemiyorum.
Dedi ki, “bir dakika, tamam hacca
davet ettin de sen bizim evimize,
ailemize babamın zamanında da gidip
geldin, geleneğimizi, göreneğimizi
biliyorsun, önce bir hatırlatma yapıp,
peşinden bir soru sormak istiyorum”,
dedi.
- Biz, çocuklarımız büyüyüp 13-14
yaşına geldiğinde çağırıp deriz ki, evlat,
bütün Müslümanlara haram olanlar
bize de haramdır, ancak biz seyidiz,
peygamber soyundan geliyoruz. Müslümanlara haram olanların bir kısmı bize
özellikle haramdır, onun için artık sen
çocukluktan çıktın, bundan sonra elinin
emeği, alnının teri olmayan hiçbir şeyi
yemek sana helal değildir. Hayatın boyunca iyi gününde de kötü gününde de
unutmayacaksın, elinin emeği, alnının
teri olmayan hiçbir şeyi yemeyeceksin,
şimdi soruma geliyorum, dedi.
- Muhterem Diyanet İşleri
Başkanı’nın davetini kabul edersek,
bize harcayacağı para helal para mıdır?
Dilim damağım kurudu, şoke
oldum. Çünkü böyle bir soruyu hiç
kimse sormamış, hiç kimse duymamış.
Eski başkanlar, bakanlar, yeni bakanlar, Danıştay üyeleri, Yargıtay üyeleri,
Sayıştaycılar, bir sürü zevat, bürokrat,
aristokrat, siyasetçi davetli kontenjanıyla hacca gitmiş. Hatta bir kısmına da
bol miktarda hediyeler alıp bavullarla
vermişiz. Hurması zemzemi, tespihi,
takkesi vesaire hac hediyeleri...
Hiç kimse, yahu bunu niye aldınız? Ben fukara bir adam değilim. Ben
kendim alırım, filan da dememiş. Bir
Kızılbaş, Alevi diyor ki; bu daveti kabul
edersem bize harcayacağınız para helal
para mıdır?
Bir dakika kendimi toparlayamadım. Daha sonra dedim ki, “biz bu parayı hacca gidecek adamlardan biraz fazlaca, hem de epeyce fazlaca alıyoruz.
Nereye harcayacağımızı da vatandaşa
söylemiyoruz. Onun için helal olduğu
kanaatinde değilim”.
- Peki dedi.
- Siz gittikten sonra eşimle konuşacağım, bu sene gitmeye karar verirsek
bütün paralarımızı tamamıyla ödemek
kaydıyla bizi misafir sayar mısınız?
- Şeref duyarım, dedim. Çok mutlu
olurum ve rehberliğinizi de ben yapacağım, dedim. Kısmet olmadı o sene.
Daha sonra da Diyanet bir daha davet
etmedi.
İşte bu soruyu sormak Müslümanlıktır. Bu soruyu soran, her yediği
lokmayı helal mi haram mı diye sorarak
yiyen, başkasının emeği ve alın terini
yemeyen adama muhtacız.
Saygılar sunuyorum efendim.
Yeni Ufuklar
53
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ
Kardiyoloji uzmanı
Prof. Dr. Fehmi Mercanoğlu:
Hekimlik,
değer
biçilemeyen
bir sanattır!
Hekim, hasta, sağlık ve para
münasebetleri en eski zamanlardan
beri tartışılan bir konudur. Her şeyden
önce şunu ifade etmek gerekir ki,
sağlığın bir fiyatı yoktur! İnsana
tarif edilmez ıstıraplar veren hatta
muhakemesini bozan şiddetli bir
ağrıyı geçirmenin karşılığı nedir?
Hava açlığı içinde boğulma hissinin
bütün dehşetini yaşayan bir kalp
veya akciğer hastasını rahatlatmanın
bedeli ne olabilir? Aslında bir sanat
olan hekimliğin değeri ölçülemez.
Röportaj:
Almıla MARAŞ
H
ekimlik tarihi, geleneği, ilkeleri olan bir meslek… Bir ilim
alanı… Bir eğitim ve araştırma
alanı… Ne olduğu, ne yaptığı ve nasıl
yapıldığı bilinmeyen işler ve meslekler
var. Hekimliğin itibarı, haysiyeti, şerefiyle ilgili hususlarda ciddi meseleler
yaşanmaktadır. Birincisi, hekim olduğu
halde tüccarlaşan meslektaşlarımız
var. Kendisi işveren, işadamı ve tüccar
olarak düşünmekte, davranmakta
ve sanmaktadır. Bir diğer yandan,
54 Yeni Ufuklar
Tıbbi teknolojide baş döndürücü gelişmelerin olduğuna dikkati çeken Prof. Dr.
Fehmi Mercanoğlu, “Gelişmeler kalp hastalıklarının tedavisinde önemli “ diyor.
sermaye sahipleri sağlık alanında
yatırım yapmakta, hekimlere ve sağlık
çalışanlarına sağlık hizmetinin ilke ve
kuralları dışında davranmasını istemektedir. Buna uyan, bunun bahanesini ve mazeretini bulan meslektaşlarımız var. Buna direnmeye çalışanlar da
var. Bunun en güzel örneği, var olan
itibarı ve itimadı suiistimal ederek,
para toplanması ve hayır işlerinin
yapılmasıdır. Bunun sağlık alanındaki
etkilerini görüyoruz. Bugün insanların
sağlık endüstrisi ve teknolojisi kullanılarak aldatıldığını görüyoruz. Bugün
teknoloji ile sağlıkları hakkında kesin
karar verileceğini, hekim olmadan
tetkik ve tahlillerin kendilerini sağlam
ve sağlıklı tutacaklarını sanıyorlar.
Bu teknolojiyi kendilerine sunanlara
koşuyorlar. Ancak hekimlik ahlaktan
ve hukuktan ayrılınca bambaşka bir
şey oluyor. Kardiyoloji alanında bunun
örnekleri çoktur.
Damarlarımız ve kalbimiz ne
işe yarar? Bedenimizde kalbin ve
damarların vazifesi nedir?
Kalbimiz ne işe yarar sorusunu
bir yazara, edebiyatçıya sorarsanız
size şiiriyet veya başka edebî ifadeler
için ilham kaynağı olur, diyecektir.
Bir mutasavvıf muhtemelen “Orası
Hakk’ın nazar ettiği yerdir; her türlü
nefsaniyetten berî olmalıdır ki tecelliye
mazhar olsun” diye cevap verecektir. Âşık için kalp sevgilinin hüküm
sürdüğü makamdır. Biyolog veya
hekimin cevabı, “Bırakınız eksikliğini
birkaç dakika çalışmaması halinde
bile hayatın mümkün olamayacağı,
dolaşım sisteminin merkezinde yer
alan organ” şeklinde olacaktır. Bu
böyle sürer gider. Herkesin kalp ile
ilgili tecrübesi, hatırası velhasıl söyleyecek bir sözü vardır. Diğer kültürlerde
de kalbe mecazi ve manevi anlamlar
yüklenir. Ancak kültürümüzdeki kadar
şümullü bir anlamlandırmaya az rastlanır. Söz konusu hususu deyimlerden de
anlamak mümkündür. “Kalp kırmak,
kalbe girmek, kalbini yapmak, kalbi
kararmak, kalbi yumuşamak, kalp
kalbe karşı gelmek, kalbi taş kesmek
vs”. Bu soruyu bana sorduğunuza
göre tıbbi izahatta bulunacağım. Zaten
diğer izahlara girmek haddim değil.
Kalp vücudumuzda belli bir düzen ve
ritim içinde çalışan yegâne organdır.
Öyle bir uzuv ki daha anne karnındaki ceninde ilk aylarda çalışmaya
başlayan kalbin faaliyeti ömrümüzün
sonuna kadar aralıksız devam eder.
Kalp ve bağlantılı damar sistemi; her
organ için gerekli olan oksijen ve diğer
molekülleri kan vasıtasıyla söz konusu
organlara ileten dolaşım sistemi adını
verdiğimiz bir sistemi oluştururlar.
Kalp bu sistemin merkezinde yer alır
ve ilgili damarlarla birlikte dolaşımın
kesintisiz ve uygun basınçla idamesini
sağlar. Her organın kan dolaşımı farklı
özellikler gösterir. İşte kalp ve dolaşım
sistemi hem bu özelliklere hem de bazı
şartlarda değişen ihtiyaçlara göre son
derece karışık mekanizmalarla cevap
verir.
Kalbimizin damarlarında oluşan
tıkanmalar, harabiyet ve hasarlar
hangi sonuçları doğurur?
Tabii kalp hastalığı deyince aklımıza ilk gelen kalp krizi yani kalbi besleyen “koroner arter” denilen damarların tıkanması ile oluşan hastalıklar
oluyor. Gerçekten de gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde başta gelen ölüm
sebebi kalp krizi ve bununla bağlantılı
hastalıklar, yani koroner arter hastalığıdır. Koroner arter hastalığı büyük
ölçüde bazı risk faktörlerinin etkisiyle
meydana gelen ve halk arasında damar
sertliği tabir edilen “ateroskleroz” sürecinin kalbi besleyen damarları ciddi
derecede daraltması veya tıkamasıyla
ortaya çıkar. Söz konusu risk faktörlerinin başlıcaları ailevi temayül, sigara
kullanımı, diyabet, hipertansiyon, kan
yağlarındaki yükseklik, fazla kilo,
nisbeten hareketsiz (sedanter) hayat ve
stres gibi faktörlerdir.
Dikkat edilirse söz konusu faktörlerin çoğu sanayi ve teknoloji toplumunun hızlı, rekabete dayalı hayat tarzı ile
yakından ilgilidir. Kalp hastalıklarının
önemli bir kısmı refah ve stresin at
başı gittiği söz konusu hayat tarzının
sonucudur. Bunun en büyük delili
sanayi toplumu olmayan ve az gelişmiş
olarak nitelenen fakir ülkelerde kalp
hastalığının önemli bir sağlık sorunu
teşkil etmemesidir.
Kalbimizin çalışmasında ortaya
çıkan aksaklıkları nasıl bilebiliriz?
Kalp hastalıklarının başlıca be-
lirtileri göğüs ağrısı, nefes darlığı ve
çarpıntı gibi şikâyetlerdir. Şüphesiz söz
konusu şikâyetleri olanların tamamında
kalp hastalığı vardır demek yanlış olur.
Bu şikâyetler başka hastalıklara bağlı
olarak da gelişmiş olabilir. Dolayısıyla, bu ve benzeri sıkıntılar meydana
geldiğinde bir hekime müracaat etmek
en uygun davranıştır. Daha da önemlisi
belli bir yaştan sonra tıbbi kontrolleri
mutad olarak yaptırmaktır. Yukarıda
sayılan risk faktörlerinin yoğun olması
halinde bu kontroller de daha fazla
önem arz eder.
Kalbimiz ile ilgili teknolojik
gelişmeler nelerdir? Bu konudaki
teknolojilerin geleceği ne olacak?
Bunun hayatımıza yansıması nasıl
olacak?
Çok değil, 30-40 sene öncesiyle
bile mukayese edildiğinde teşhis ve
tedaviye yönelik tıbbi teknolojide
baş döndürücü gelişmelerin olduğu
görülür. Söz konusu gelişmelerin diğer
disiplinlerde olduğu gibi kalp hastalıklarında da önemli faydaları olduğu
aşikâr. Tabii bu gelişmeler bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir.
Mesela mühim yanılgılardan biri bu
gelişmelerin tümüyle klasik tetkik ve
tedavi yaklaşımlarının yerini alması
zannıdır. Tıp talebelerinin ve genç
hekimlerin hasta ile ayrıntılı görüşme
ve ayrıntılı muayene yöntemlerinden
önemli ölçüde vazgeçerek daha başlangıçta pahalı ve zahmetli teşhis yöntemlerine yönelmesi bu yanılgının sonucu-
KİMDİR?
Prof. Dr. Fehmi Mercanoğlu
1963 yılında İstanbul’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da yaptı. 1986 yılında Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi’nden tıp doktoru olarak mezun oldu. Aynı
yıl Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim
Dalı’nda başladığı İç Hastalıkları uzmanlık eğitimini
1991 yılında tamamlayarak İç Hastalıkları uzmanı olduktan sonra1991-1993 yılları arasında Tokat, Reşadiye
Devlet Hastanesi’nde mecburi hizmetini yaptı. İstanbul
Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı’nda 1993
yılında başladığı kardiyoloji uzmanlık eğitimini 1995
yılında tamamladı. 1998 tarihinde doçent, 2005’te
profesör unvanını aldı. İngilizce bilen Prof. Dr. Fehmi
Mercanoğlu evli ve bir çocuk babasıdır.
Yeni Ufuklar
55
EĞİTİM
RÖPORTAJ
dur. Oysa hasta ile görüşme (anamnez)
ve muayene yöntemleri hekimliğin
temelini teşkil eder. Hekim ile hasta
arasındaki irtibat ve karşılıklı güven
tesisi bu temelin başlıca yapı taşlarıdır.
Hiçbir ileri teknoloji ürünü inceleme
söz konusu klasik yaklaşımların yerini
alamaz. Bir taraftan teknolojiden azami
derecede faydalanma isteği diğer taraftan hasta yoğunluğunun bir sonucu
olarak hastanın hekim ile geçirdiği zaman azalmakta, buna mukabil hastanın
hastalığı ile ilgili harcadığı zamanın
çoğu karmaşık tetkiklerin gerçekleştirilmesi sürecine hasredilmektedir. Bu
durum çoğu kere çok sayıda teşhis, ilaç
ve tedavi alternatifleriyle karşı karşıya
kalmış hastanın hastalığı ile ilgili basit
gerçekleri dahi bilmemesi gibi garip
ve tuhaf bir duruma yol açmaktadır.
Hepsinden önemlisi, söz konusu gelişmelere karar veren ve yönlendiren ana
unsur hekimlik ile ilgili otoritelerinden
çok sanayi kaynaklıdır. Diğer taraftan, sağlık bütçelerini ciddi ölçülerde
artıran gelişmeler çoğu kere teşhis ve
tedavi ile ilgilidir. Halbuki, koruyucu
sağlık tedbirlerinin hem maliyeti düşük
hem de faydası azamidir. Milattan
önce 2600’lerde tıp ile ilgili ilk Çin
yazılı metinlerinde geçen ibare bugün
de geçerliliğini korumaktadır : “En
iyi hekimler hastalığı ortaya çıkmadan önce önleyenler, orta derecedeki
doktorlar hastalık aşikâr hale gelmeden
tedavi edenler, alt seviyedeki hekimler
ise hastalık bütün tablosu ile ortaya
çıktıktan sonra hastalıkla mücadele
edenlerdir.”
Kalbimizin damarları tıkanınca
ortaya çıkacak geri dönüşümü olmayan aksaklıkları ve hasarları anında
müdahale ile gidermek mümkün
mü? Bunlar nelerdir?
Kalp krizi geçirmekte olan bir hasta
erken dönemde müracaat ettiğinde,
kalp krizi (miyokard enfarktüsü)
hasarını asgari seviyeye indirmek veya
tamamen ortadan kaldırmak mümkündür. Kalp krizi kalbi besleyen koroner
arterlerin aniden tıkanması ile ortaya
çıkan tablodur. Hastaya damar açıcı
tedaviler (damardan uygulanan pıhtıyı
eriten ilaçlar veya anjiyografik yolla
yapılan balon ve/veya stent) ne kadar
erken tatbik edilirse hasar o kadar az
olur.
Sağlığın ticarete konu edilmesine
ve ticari bir faaliyet olarak görülmesine ne diyorsunuz? Reklamlar,
artık bilimsel bilgilendirme olarak
takdim ediliyor, televizyonlar ve
gazeteler bunu bilimsel bir faaliyet
alanı olarak makul ve mantıklı hale
getirerek meşru göstermeye çalışıyorlar. Hekimlerimizin bir reklam
oyuncusu konumuna düşmesine,
tanıtım ve halkla ilişkiler uzmanlarının oyuncağı haline gelmesine
ne dersiniz? Kazanmak için her
şey mübah mı? Bu sağlıkta olunca
sonuçları ne olur?
Hekim, hasta, sağlık ve para
münasebetleri sadece bugünlerde değil
çok uzun zamandan beri tartışılagelmiş
bir meseledir. Her şeyden önce şunu
ifade etmek gerekir: Sağlığın bir fiyatı
yoktur ve olamaz. İnsana tarif edilmez
56 Yeni Ufuklar
ıstıraplar veren hatta muhakemesini
bozan şiddetli bir ağrıyı geçirmenin
karşılığı nedir? Hava açlığı içinde
boğulma hissinin bütün dehşetini
yaşayan bir kalp veya akciğer hastasını rahatlatmanın bedeli ne olabilir?
Göremeyen bir hasta kısmen de olsa
görme kabiliyetini yeniden kazanmak
için neler vermez? Dolayısıyla, meşhur
bir ressamın eserine değer biçilememesi gibi aslında bir sanat olan hekimlik mesleğinin de değeri ölçülemez.
Herhangi bir şekilde takdir edilen ücret
ancak sembolik anlam taşır. Bununla
birlikte, söz konusu gerçek insaf ve
vicdan ölçülerinin terk edilmesini
gerektirmez. Ancak günümüzde bu
hususun hem hekim hem de hasta tarafından istismar edildiğine sıkça şahit
olmaktayız. Daha çok kurumsal bazda
olmak üzere hastanın çaresizliğinden
veya bilgisizliğinden istifade ederek
insafsız bir şekilde hasta ve yakınlarının manen ve maddeten istismarı âdeta
mutad bir muamele haline gelmiştir.
Bu noktada sağlık otoritesinin etkili
denetiminin devreye girmesi gerekir.
Denetlenmesi gereken diğer bir husus
sizin de işaret ettiğiniz gibi yazılı ve
görsel medyada bazı tedavi yöntemlerinin mucize tedaviler olarak reklamının
yapılmasıdır. Söz konusu yöntem ve
ilaçların çoğunun hiçbir ilmî geçerliliği
olmadığı halde bu türlü yayınlar ciddi
rağbet görmektedir. Tabii bunu en
büyük sebebi hekime güvenin azalması
ile birlikte; geleneksel ve dinî motiflerle süslenen söz konusu tedavilerin
cazip hale getirilmesidir.
OKUL ÖNCESİ EĞİTİM
Hilal İlknur
TUNÇELİ*
Bir ülkenin var olmasında en
önemli etken toplum olarak düşünüldüğünde, toplumu oluşturan
bireylerin ne tür niteliklere sahip
olduğu önem kazanır. Nitelikli insanlar yetiştirmenin en temel yolu iyi bir
eğitim sürecidir. Eğitim etkinlikleri
ne denli nitelikli olursa toplumda o
kadar nitelikli olur. Eğitimin bu denli
önemli olduğu insan yaşamında
eğitim etkinliklerine ne kadar erken
yaşta başlanırsa gelecekte sağlıklı ve
nitelikli toplumların oluşması muhtemeldir.
Türkiye’de okul öncesi
eğitim okullaşma
oranı MEB’in 20102011 eğitim öğretim
yılı verilerine göre
%29,8’dir. Bu oran Olumlu etkileri var
birçok Avrupa ve Dünya
Yapılan araştırmalara göre; okul
ülkelerinin çok çok öncesi döneme yönelik eğitim
altındadır. programlarının çocuklar ve ailele*Araştırma Görevlisi / Sakarya Üniversitesi
ri üzerinde olumlu etkileri vardır.
Çalışmalar, erken çocukluk eğitimi
programlarına yapılan yatırımın art-
tırılması üzerine yoğunlaşmaktadır
(Myers,1996). Okul öncesi eğitimin
bireylerin gelecek yaşantısını olumlu
yönde etkilediği araştırmalarla kanıtlandıkça tüm dünyada okul öncesi
eğitim kurumları önem kazanmaya
başlamıştır. Öneminin ortaya çıkmasının yanı sıra belirli nedenlerden
dolayı okul öncesi eğitime gereksinim duyulmuştur. Toplumsal ve kültürel nedenlerden dolayı okul öncesi
eğitim gereksinimi ülkeden ülkeye
farklılık gösterse de, okul öncesi
eğitim gereksiniminde birçok ortak
neden bulunmaktadır. Bu nedenler
şunlardır;
1. Geniş aileden, çekirdek aileye
dönüşen aile yapısı.
2. Köyden kente gelişle birlikte
akraba ve yakınlarının çocuk bakımı
ile ilgili desteğinin azalması.
3. Kadınların artan eğitim düzeyi
Yeni Ufuklar
57
EĞİTİM
EĞİTİM
Dünyaya gelen tüm
çocuklar, eşit hak ve
fırsatlarla yaşamlarını
sürdürmeyi hak
etmektedir. Ancak;
günümüzdeki durum
hiç de öyle değildir...
Yanlış bakış açılarının
değişmesi için okul
öncesi eğitimin
yaygınlaştırılması,
toplumsal farkındalığın
yaratılması
gerekmektedir.
zenlemeler yapılıyorken ülkemizde
ki durum ise maalesef ki üzücü
noktalardadır. Türkiye’de okul öncesi eğitim okullaşma oranı MEB’in
2010-2011 eğitim öğretim yılı verilerine göre %29,8’dir. Bu oran birçok
Avrupa ve Dünya ülkelerinin çok çok
altındadır.
Bakıcı gibi görülüyor
ve bununla birlikte evin dışında çalışma fırsatlarının artması.
4.Kültürel eşitsizliklerin, eğitimde
fırsat eşitliğini engelleyici yönünün
dengelenmesi.
5. Özellikle şehirleşme ile birlikte
artan sınırlı mekânlara sahip apartman tipi yaşama geçilmesi, böylece
çocukların yaşıtları ile birlikte bulunmalarının ve hareket imkânlarının
büyük ölçüde sınırlanması.
6. Ailelerin, çocuklarının eğitiminde bazı yetersizliklerinin bulunduğunu fark etmeleri.
7. Çocuk psikologlarının araştırmalarından ortaya çıkan sağlık
ve büyüme ile ilgili bilgi ve fikirler
(Oktay,1999: 185 – 189). Dünyaya
gelen tüm çocuklar, eşit hak ve fırsatlarla yaşamlarını sürdürmeyi hak
etmektedir. Ancak; günümüzde pek
çok çocuk eşit olmayan koşullarla
58 Yeni Ufuklar
yaşama başlamakta ve yaşamlarını
bu şekilde sürdürmektedir. Koşullardaki bu eşitsizlikler okul öncesi
eğitimi gerekli kılan toplumsal bir
olgudur. Okul öncesi eğitime yapılan
yatırımlar yoksulluk, sosyal eşitsizlik
gibi diğer çocuklardan dezavantajlı
sayılan çocuklara iyi bir başlangıç
vererek bu eşitsizliğin giderilmesine
yardımcı olur.
mamlanır. Çocuklar doğru ve uygun
şekilde desteklenmezlerse okul
öncesi dönemdeki eksiklikleri ileriki
eğitim-öğretim hayatları ve hatta
tüm hayatları boyunca giderek büyüyecektir.
Dünya’da okul öncesi eğitimin
bireyin hayatında bu kadar önemli
bir role sahip olduğu kabul ediliyor
ve bunun için gerekli bütün dü-
7 yaş çok geç
Ülkemizde zorunlu temel eğitim
çocukların sadece kronolojik olarak
6 yaşını doldurmaları ile başlamaktadır. Ancak yedi yaş çocukların
öğrenme ihtiyaçlarına eğilmek için
çok geçtir çünkü erken yaşlar (0-6
yaş), insan hayatının diğer dönemlerinin temelini oluşturan, çocuğun
kişilik ve diğer gelişim alanlarının
gelişiminin % 80’i bu dönemde ta-
Maalesef ki birçok aile
tarafından okul öncesi
eğitim kurumları
hâlâ bakım evi, okul
öncesi öğretmenleri
de bakıcı olarak
görülmektedir.
MEB son yıllarda okul öncesi eğitimin temel eğitim başlığı altına alınmasını ve zorunlu hale getirilmesini
sağlamak amacıyla çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar sayesinden
okullaşma oranında ve toplumsal
farkındalıkta artış olduğu aşikârdır
ancak yeterli değildir.
Okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması ve okullaşma oranının artması için sadece devlet kurumlarının
değil toplumun, toplumun en küçük
yapı taşı ailelerinde konu hakkındaki
farkındalıkları arttırılmalıdır.
Maalesef ki birçok aile tarafından
okul öncesi eğitim kurumları hala
bakım evi, okul öncesi öğretmenleri
de bakıcı olarak görülmektedir. Bu
bakış açısı nedeniyle okul çıkışları
çocuklarını almaya gelen veliler “çocuğum bugün neler öğrendi?” yerine
“yemeğini yedi mi ?”, “uyudu mu?”
sorularıyla öğretmenlerden bilgi
almaya çalışmaktadırlar. Karşısındaki
öğretmeni ve kurumu sadece bir
dadı yerine koyan bu tutum doğal
olarak toplumda öğretmenliğin
saygınlığını özellikle okul öncesi
öğretmenliğinin saygınlığını azaltmaktadır.
En önemli basamak
Tüm bu yanlış bakış açılarının
değişmesi için okul öncesi eğitimin
yaygınlaştırılması, toplumsal farkındalığın yaratılması gerekmektedir.
Çağın gereklerine
uygun, milli ve kültürel değerlerine
sahip nitelikli, yetişmiş bireylerin topluma kazandırılması için
eğitime ihtiyaç vardır. Bu
eğitimin ilk ve en önemli
basamağı okul öncesi
eğitimdir. Bu nedenledir ki
artık 7 ÇOK GEÇ…
* Myers, R. (1996). Hayatta
Kalan On iki, Erken Çocukluk Eğitimi Programlarının
Güçlendirilmesi, (Çev.:R.Ağış
Bakay, E.Ünlü), AÇEV, Yayın
no:5, İstanbul.
* Oktay, A. (1999) . Yaşamın Sihirli Yılları: Okul
Öncesi Dönem, Epsilon
Yayınları, İstanbul.
Yeni Ufuklar
59
BİLİŞİM
BİLİŞİM
Geçen bunca yılın ardından
konseptleri, tarzları ve yapıları değişse de blogların
yaşamımızdaki yeri hiç değişmedi ve önemi gitgide arttı.
Alperen
TALASLIOĞLU
BLOGLAR
İNTERNETİN
GELECEĞİ
Son tahminî rakamlara
göre şu an dünya
üzerinde yaklaşık
1 milyar blog
bulunmaktadır ki bu
her altı kişiden birinin
blog sahibi olduğunu
gösteriyor. Kimileri
zevk için, keyif için
blog tutarken kimileri
bu yoldan çok büyük
paralar kazanabiliyor.
60 Yeni Ufuklar
WEB 2.0 terimini çoğumuz hiç
duymamış olsak bile hayatımızın
bu kadar içinde olan bir olgunun
belki de başlangıç noktası, temel taşı
olarak sayabileceğimiz “Blog” kavramını ve özelliklerini bu yazımızda
sizlerle ele alacağız. Bloglamak yani
bir blog sahibi olup bir yazar olmak
belki ücretsiz belki de çok düşük
bir bedel; fakat, sizlere katabileceği
faydalar gerçekten paha biçilemez!
Yazımın girişinde bahsettiğim
WEB 2.0 kavramına ufak bir girişle
sizlere blog dünyasının kapılarını
açmaya çalışacağım. Daha önceki
yazımda sizlere anlatmaya çalıştığım
“Sosyal Medya” kavramının temelinde bloglar olduğunu söylemiştim
fakat bu WEB 2.0 da nedir? nerden
çıktı? dediğinizi duyar gibiyim. 2004
yılından sonra ortaya çıkan bu kavram, web sitelerinde gerçekleşen
devrimsel yeniliklerden sonra ortaya
atıldı. Eski yıllarda mevcut olan web
siteleri oldukça statik ve ziyaretçilerin siteyle etkileşimi nerdeyse hiç
yoktu. 2004 yılı ve sonrasında ortaya
çıkan ve siteye girenlerin veya üye
olanların etkileşimini artıran bu yeni
web site konseptlerine WEB 2.0 denmektedir. Tabii ki 2004 yılında bir
anda ortaya çıkmadı, uzun ve sancılı
bir internet döneminin ardından
2004 yılında ilk kez isimlenmeye ve
resmî otoriteler tarafından kullanılmaya başlandığı için aslında 2004
yılı bir milattır web için. Yani daha
önce sadece gazete gibi sadece bir
şeyleri iletmeye yarayan ve kullanıcıları katamayan siteler artık
tamamen kullanıcı ve ziyaretçi etkileşimi içerisinde ilerleyerek tam
gaz gelişiyor. Ve bu
etkileşimde bloglar çok ama çok
etkin rol oynuyor.
Blog kelimesinin nerden geldiğini anlatmak istiyorum ilk olarak.
“Weblog” kelimesinde bulunan bir
hece dikkatinizden kaçmamıştır diye
düşünüyorum. Blog kelimesi web
günlüğü anlamına gelen “Weblog”
kelimesinden koparılan bir heceden
türetilen bir web jargonu ve olgudur. Günümüzde Sosyal Medyanın
temelini oluşturan bloglar ilk olarak
kişilerin kendi fikir ve düşüncelerini
paylaşmak için yayın aracı olarak
kullandıkları basit statik web içerikleriyken; ziyaretçilere yorum yapma,
oylama, anketlere katılabilme gibi
özellikleriyle sağladığı pekçok karşılıklı etkileşim sayesinde zamanla
küçük topluluklara ve daha sonraları
yani günümüzde yüz binlerce insanın takip ettiği ve yazılar yazdığı
uçsuz bucaksız bir dünyaya dönüştü.
Şu an öyle bir yer edindi ki hayatımızda bazı şirketlere iş başvurusunda bulunurken başvuru formunda
blog adresiniz bölümü bulunmakta
ve boş bırakırsanız kesinlikle kabul
edilmemektesiniz. Bir blog sahibi
olmak ona bir şeyler karalamak, belki de belli bir takipçi kitlesi bile edinmek sizce de çok hoş değil mi?
Bayanların ilgisi
Son tahminî rakamlara göre şu
an dünya üzerinde yaklaşık 1 milyar
blog bulunmaktadır ki bu her altı
kişiden biri blog sahibi anlamına
geliyor, basit bir orantı kurarsak.
İnternet
dünyasında
hem sosyal hem
ekonomik hayatın
tam merkezinde
bir teknoloji
ama bunca blog
ve paylaşımın
ekonomik
boyutunu
düşünmek hiç
aklınıza geldi mi?
Dünyanın en büyük
şirketleri neden
blog tutuyorlar?
Kimileri zevk için, keyif için blog tutarken kimileri bu yoldan çok büyük
paralar kazanabiliyor. Ülkemizde en
çok tutulan bloglar bayanların daha
çok ilgi gösterdiği moda blogları
ve sağlıklı yaşam bloglarıdır. Moda
blogları daha çok moda tasarım
öğrencilerinin de tasarımlarını sergilemek için kullandıkları oldukça
güzel siteler hâline dönüştükleri
için vakit geçirmek zaman zaman
çok keyif verebiliyor. Tabii ki yemek
tarifi paylaşımlarının olduğu blogları
da unutmamak gerekir. Şu an tanınırlık olarak ilk sıralardaki blogların
çoğu hobi olarak notlarını orda
tutan insanların paylaşımlarıyla bu
duruma gelmiş bulunmaktalar. Şu
an sayısı pek fazla olmasa da önceki
yıllarda aşk ve sevgi üzerine bloglar
oldukça modaydı. Eski dönemlerde
daha kaliteli blogların olduğunu da
söylemeden geçemeyeceğim. Her
durumda söylediğimiz klasik “Ah
nerde o eski günler?” sözü internette
de geçerli. O eski günleri ben de çok
özlesem de değişim kaçınılmaz ve
ayak uydurmak, vazgeçilmez olmak
zorunda biz teknoloji severlere.
Zorunlu hale geldi
Bir de blogları kullanan kurumsal
büyük firmalar ve şirketleri görüyoruz artık yaygın olarak. Dünyanın en
büyük markaları bile yeni ürünlerini,
prototiplerini ve gelişmeleri bizlere
artık hep resmî bloglarından veya
oralarda çalışan yetkililerin kendi
bloglarından duyuruyorlar. Örneğin
bir ürün çıkartmadan önce bazı yazılım şirketleri beta yani deneme sürümünden bir önceki test sürümlerini
takipçilerinin test edip eksiklik veya
yeniliklerini anlayabilmeleri açısından bloglarında paylaşıyorlar. Nasıl
wikiler yani web ansiklopedileri artık
olmazsa olmaz bir kullanım aracıysa
Yeni Ufuklar
61
VAKIF
BİLİŞİM
Eskiden defterlerde
gizli gizli tutulan,
kimselere
gösterilmeyen ve
yok olup giden
günlükler artık
elektronik ortamda
tamamen açık
olarak herkese
sunuluyor. Sadece
kişisel günlükler
manasında değil
bilimsel çalışmalar
da öyle...
bloglar da firmalar için zorunlu bir
araç konumuna gelmiş durumda.
Aslında farkında olmadan ne kadar
da hayatımıza girmiş bu bloglar da
biz gözümüzün önünde duran bu
teknolojiyi görmemişiz.
Internet dünyasında hem sosyal
hem ekonomik hayatın tam merkezinde bir teknoloji ama bunca blog
ve paylaşımın ekonomik boyutunu
düşünmek hiç aklınıza geldi mi? Bugün gıda sektöründen tutun bilişim
sektörüne kadar dünyanın en büyük
şirketlerinin çoğu neden blog tutuyorlar, neden bizlere belki de vakit
kaybı gibi gözükse de onlar sürekli
62 Yeni Ufuklar
yazılarla paylaşımlarda bulunuyorlar,
hiç düşündünüz mü acaba? İnternetin bu kadar yaygın olduğu bir
dönemde yaşarken böyle bir aracı
üstelik nerdeyse hiç masraf bile yapmadan kullanmamak zaten komik
olmaz mıydı? Öncelikle bir blogu
olan firma size daha samimi ve sıcak
gelmez miydi, hiç düşündünüz mü?
Kolay ve etkili araştırma
Normalde büyük masraflar ile
yapacağı saha araştırmalarını ve
müşterileriyle iletişimi blog sayesinde doğrudan başaran firmalar, bu
sayede kendileri hakkında oldukça
kolay ve etkili şekilde araştırmalar
yapabiliyor, online düzenledikleri yarışmalar, paylaşım ve pek çok etkinlik
sayesinde de firmalarının reputasyonunu artırıyorlar. Hem ekonomik
hem etkili hem de samimi. Sizce
daha ne yapılabilir ki? Hem de sizin
normal hayatta hiçbir şekilde ulaşamayacağınız çok büyük holdinglere
bir yorum yazarak, bir mesaj atarak
ulaşabiliyorsunuz.
Bilimin de hizmetinde
Yazımızın sonlarına doğru bir
de aslında gözümüzden de kaçan
önemli bir noktaya değinmek istiyorum: “Değişen Günlük Kültürü”. Eskiden defterlerde gizli gizli tutulan,
kimselere gösterilmeyen ve yok olup
giden günlükler artık elektronik ortamda tamamen açık olarak herkese
sunuluyor. Sadece kişisel günlükler
manasında değil bilimsel çalışmaların da yapıldığı günlüklerde artık
kâğıt üzerinde değil an be an online
olarak paylaşılıyor. Yapılan deneyleri
adım adım takip edebiliyoruz. Bir
ya da iki kişiye değil, artık günlükler
tüm dünyaya açılıyor. Sadece bugüne değil bundan sonraki gelecek
yeni nesiller için de birer kaynak ve
hazine anlamına geliyor. Oluşan bu
çevrimiçi bilgi havuzunda günlükler
havuzu hızla doldurmaya devam
ediyorlar. Ve bu yeni kültür ve bilgi
ekosisteminde değişimin her zaman
olduğu gibi etkisini sürdürmeye devam edeceği kesin ve gelecekte kim
bilir bugünlere nasıl bakıp yorumlar
yapacağız, herşeyin hızla geliştiği bu
yeni çağda.
Uzun lafın kısası, geçen bunca
yılın ardından konseptleri, tarzları ve
yapıları değişse de blogların yaşamımızdaki yeri hiç değişmedi ve önemi
gitgide arttı. Bir blog yazmak için
Google’ın ücretsiz olarak sunduğu
“Blogger” sistemini kullanabilirsiniz.
Blog yazmaktan, beni kimse takip
etmez gibi endişelerden tamamen
kurtulun. Bu işe gönlünüzü verin
ve hiç yılmadan yazın. İlerde kazanacağınız başarılar ve edineceğiniz
dostluklar sizi bambaşka yerlere
taşıyacaktır, emin olabilirsiniz. Bunca
sözden sonra sanırım artık internet
dünyasında benim de bir sözüm
olsun deme cesaretini gösterip bir
blog ile siz de sözünüzü masaya
koyarsınız. Bence geç kalmadınız
ama dünya sizi daha fazla bekleyemez, bizi sabırsızlandırmayın ve o ilk
adımı artık atın!
Motif Halk Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı ile Motif Dergisi’nin “Motif Halk Bilim Ödülü“ kültürel,
toplumsal ve sanatsal alanda önemli hizmetlerde bulunmuş kişi, kurum ve kuruluşlara dağıtılıyor.
Motif Halk
Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı
TÜRK KÜLTÜRÜNE
HİZMET EDEN BİR KURULUŞ:
1988 yılında hukukî olarak
kurulan, 2004 yılında Motif
Halk Oyunları Eğitim ve
Öğretim Vakfı adını alan
kuruluşun ana felsefesi
dil, din, ırk, cinsiyet, gelir
ve eğitim düzeyi ayırımı
yapmadan, öğrencileri aynı
ekiplerde toplayıp, “omuz
omuza” getiriyor…
Haber:
Süleyman Orhun
ALTIPARMAK
K
ÜRESELLEŞEN dünyanın
getirdiği teknolojik üstünlükle
birlikte götürdüğü değerler
bütünü kültürdür. Popülarite edilen
toplumların değişen hareket ve düşünce sistemi, öz yapılarını yok olmaya
mahkûm bırakmaktadır. Arananın ve
ulaşılması gerekenin yine kendisinde olduğunu unutan kavimler, tarih
boyunca yok olmaya maruz kalırken,
evrensel kaidelere uymak amacıyla
hareket eden günümüz toplumları da
bu yönde hızla ilerlemektedir.
Kendisini tanımaya ve tanıtmaya
çalışan kişi ve kuruluşlar, yeni bir
medeniyet inşa ederlerken, bunun para
getirmeyeceğini düşünenler, kendilerini yüksek katlı “medeniyet” inşasında
bulurlar. “Kendini bilmek Rabbini
bilmektir,” derler ya, hani sayfalarca
yazılacak tüm cümlelere bedeldir.
Önce kendini bilmelisin. Yok, eğer
bilmiyorsan bilenlere de hak ettikleri
değerleri vermelisin. Kendi kültürümüzü korumak, kollamak ve yaşatmak
görevi de işte kendimizi bilmektir.
Çünkü burası eşi ve benzeri bulunmayan ata toprakları olan; Anadolu’dur!
Anadolu coğrafyasında zengin
motifler vardır. Ve bu motifler bir
ahenk içerisinde hareket eder; tıpkı
insan vücudundaki damarlar gibi.
Damara basmaya çalışanlar ile kurtarmaya çalışanlar arasında da amansız
mücadele gün geçtikçe artmakta ve
etki-tepki yaratmaktadır. Kurtarmaya
çalışanların gittikçe azaldığı, güç kaybettiği bu dönemde, bize de vatanın
her köşesinde bir “değer” yattığını
hatırlatacak, belki de öğretecek, “halk
kültürüne hizmette önce halk” sözünü
düstur edinmiş, özel ve tüzel kuruluşlar lâzımdır.
Bu noktada Motif Vakfı’nı, hiçbir
Yeni Ufuklar
63
VAKIF
VAKIF
karşılık beklemeden, gücünü Türk
milletinden aldığı destek ve güçten bulan tüm çalışmalarının tek gayesi  geçmişinden aldığı birikimi geleceğine
taşımak olan bir kurum olarak buluyoruz.
Türk halk oyunlarını bilimsel ve
sanatsal ortamlarda inceleyen, araştıran, yaşatan ve sergileyen Motif Vakfı, kendisini bilip tanıyan geleceğin
büyüklerini yetiştirmeyi hedeflemekte.
Bunu yaparken de zamanın kısaldığını
bilerek hızını artırarak gün geçtikçe
alınan mesafeyi artırmakta. Bunu,
yapmış olduğu çalışmalarında ve nihai
ürünlerinde görmek çok da zor değil.
1988 yılında hukukî olarak kurulan
ve bu zamana dek ismini ve faaliyet
alanını yaygınlaştıran  bu değerli kurum, 2004 yılında Motif Halk Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı olarak
karar kılmış ve günümüze kadar da
bu isimle varlığını devam ettirmiştir.
Kalbî büyüklüklerinin fizikî büyüklüklerine de yansıması, en büyük temennimizdir. İlk günden beri dil, din, ırk,
cinsiyet, gelir ve eğitim düzeyi ayırımı
yapmadan, ülkemizin her yöresinden
gelen öğrencileri aynı ekiplerde toplayıp, “omuz omuza”, halk oyunlarını ve
halk kültürünün tüm ögelerini koruma,
yaşatma ve geleceğe aktarma amacıyla
kurulan Motif Vakfı, günümüze kadar
yetiştirdiği toplam 20.000 öğrencisiyle, ne kadar büyük bir kitleyi temsil
ve bir onunla orantılı olarak da ne
kadar büyük bir kitleye hizmet ettiğini
göstermiştir. Çalışmalarını uluslararası alanda gösteren Motif Vakfı
Uluslararası Dünya Halk Oyunları
yarışmasında 2 defa dünya birinciliği
kazanmıştır. 2010 yılında da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
“2010 Yılı Üstün Hizmet Ödülü” ile
ödüllendirilip, “Üstün Hizmet Beratı”
ile onurlandırılmıştır. Ayrıca, 2011
yılında Azerbaycan devleti tarafından
Azerbaycan Folkloruna Yüksek Hizmet Ödülü ile ödüllendirilmiştir.
Motif Vakfı, “Söz uçar, yazı kalır,” düşüncesiyle hareket ederek,
faaliyetlerini sadece halk oyunlarıyla
sınırlandırmamıştır. Yazılı kaynaklar
da yaratarak, çalışmalarını daha kalıcı
hâle getirmektedir. Bunlar; hakemli
dergi olma özelliğini taşıyan Motif
Dergisi, bilimsel anlayış çerçevesinde
hazırlanan Motif Akademik Dergisi
ve bunlara ek olarak Motif Vakfı Ya-
64 Yeni Ufuklar
la geçen bir bölümünü hızla atlayarak
üniversitedeki çalışmalarına gelirsek
bu aşamada Görkem’in hayatının bu
yeni safhasında da ilmi başarılara imza
attığına şahit oluruz…
Üniversite yılları
Kayseri Erciyes Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Görkem’in
Motif Vakfı’ndan ödül aldığı törenden kareler...
yınları olmak üzere üçe ayrılmakta.
Düzenlediği sempozyumlar ve eğitim
seminerleriyle, sertifikalı eğitim programlarıyla çalışmalarını bu alanda da
sürdüren Motif Vakfı; insana insan,
milletine millet olduğunu öğretecek
karşılıksız eylemlerin önemini hatırlatacak çok verimli faaliyetlerde
bulunmakta. Bu gibi kurumların hak
ettikleri değer, milletimiz tarafından
fazlasıyla verilmekte.
18 yıldır, Motif Halk Oyunları
Eğitim ve Öğretim Vakfı ile Motif
Dergisi’nin geleneksel hâle getirdiği
Motif Halk Bilim Ödülü Dağıtım Töreni halka açık şekilde gerçekleştirilerek
kültürel, toplumsal ve sanatsal alanda
önemli hizmetlerde bulunmuş kişi,
kurum ve kuruluşlara ödül dağıtılıyor.
Böylece devlet protokolü, sanat camiası, akademisyenler ve halk, bir arada
toplanıyor, herkesin milletimizin ortak
değerlerini paylaşması sağlanıyor.
Kuruluşundan bu yana sempozyumlarında toplam bin 137 akademisyeni bir araya getiren, böylece
kültürel motiflerin ilmi çalışmalarla
desteklendiğinde daha faydalı olacağını gösteren Motif Vakfı, bu sene ki
Motif Halk Bilim Ödülü Töreninde,
şehir eşrafımızdan Prof. Dr. İsmail
Görkem’e ödül verdi. Bu kadar önemli bir faaliyet alanında hizmet veren
İsmail Görkem bey aklı selim sahibi
insanları etkileyecek ve imrendirecek
bir portre… 
Başarıdan başarıya...
Motif Halk Bilim Ödülü’ne layık
görülen Prof. Dr. İsmail Görkem, 20
Nisan 1953 tarihinde Adana’nın Ceyhan ilçesinin Mustafabeyli kasabasında doğmuştur. İlkokulu doğduğu kasabada, ortaokul ve lise öğrenimini ise
Ceyhan Lisesi’nde tamamlayan (1969)
Görkem, aynı yıl Trabzon-Fatih Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümün’e girdi
ve yatılı okuyarak mezun oldu. Okuldaki davranışları kadar derslerinin kalitesi de onun, Akademik Bölüm Kurulu tarafından Öğretmen Okullarında
öğretmen olarak görev yapmak üzere
Millî Eğitim Bakanlığına teklif edilmesine sebep oldu. Hayatının başarıy-
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsünün ‘Türk Dili ve Edebiyatı’
ana bilim dalı ‘Türk Halk Edebiyatı’
bilim dalında yüksek lisans programına başladı (1986) ve 16.06.1987
tarihinde Elâzığ Efsaneleri Üzerinde
Araştırmalar (Metinler ve İncelemeler) adlı yüksek lisans tezini savunarak buradan mezun oldu. Daha sonra
aynı üniversitede açılan ‘Türk Dili ve
Edebiyatı’ ana bilim dalı ‘Türk Halk
Edebiyatı’ bilim dalı doktora programına kayıt oldu (1987) ve 26.10.1990
tarihinde Yukarıova (=Çukurova) Ağıtları Üzerine Mukayeseli Bir Araştırma
adlı doktora tezini savunarak buradan
mezun oldu. Fırat Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ‘Türk Edebiyatı’ ana
bilim dalında ‘yardımcı doçent’ kadrosuna atandı (1991) ve bu görevini
26.03.1997 tarihine kadar devam ettirdi. 05.11.1997 tarihinde ‘Türk Halk
Edebiyatı’ ana bilim dalında ‘doçent’
oldu ve 26.03.1998 tarihinde de aynı
üniversitenin söz konusu bölümüne
atandı. 17.11.1997 tarihinde aynı
fakültede ‘Dekan Yardımcılığı’na,
26.01.1998 tarihinde de ‘Halkbilimi’
ana bilim dalı başkanlığına atandı.
1999 yılı Eylül’üne kadar bu görevleri
devam etti.
1999 yılının Eylül ayında Erciyes
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne
‘doçent’ olarak nakli yapıldı. Erciyes
Üniversitesi tarafından 14 Mart 2003
tarihinde ‘Halkbilimi’ ana bilim dalı
kadrosuna ‘profesör’ olarak ataması
yapıldı. Erciyes Üniversitesinde göreve başladığı 1999 yılı Eylül ayından
beri ‘Halkbilimi’ ana bilim dalı başkanı ve öğretim üyesi olarak görevine
devam etmektedir. Ayrıca 2000-2003
yılları arasında Rektörlük-Türk Dili
Bölümü Başkanlığı görevini yürütmüştür.
İlmi çalışmaları ve yayınları
Prof. Dr. İsmail Görkem, 1996
yılında bugüne kadar, 12 yüksek lisans
ve 6 doktora tezini yönetti. Doktora
talebelerinden ikisi ‘doçent’, ikisi
ise ‘yardımcı doçent’ olarak çeşitli
üniversitelerde görev yapmaktadır.
Türk Halkbilimi alanıyla ilgili bilimsel
makaleleri yayımladı. Ayrıca millî ve
milletlerarası nitelikteki çeşitli kongrelere tebliğli olarak katıldı. Bu yayınların toplam sayısı 60’a ulaşmaktadır
ki, ilmi araştırma ve yayına hazırlama
niteliğinde basılmış ve yayına hazır
kitap çalışmaları pek çoktur.
İsmail Görkem’in proje danışmanlığında, Düziçi Öğretmen Okulu’ndan
eski öğrencisi, şimdi Aydın-Didim’de
noter olarak görevli Bekir İşlek ile
birlikte Osmaniye-Düziçi ilçesinin
folklor ürünlerini, 2007-2010 yılları arasında görsel ve işitsel olarak
derlendi. Bu projeye dayalı olarak
şimdiye kadar ilki İsmail Görkem ile
Ozan Tülüce’nin Biyografik Türkülü
Hikâye: Çukurovalı Karacaoğlan:
Osmaniye-Düziçi Rivayetleri/ İspir
Onbaşı- Karayiğit Osman (Çatı Yay.,
İst. 2008) adlı eseri ve, diğerleri ise
Bekir İşlek imzasıyla Tekeden Teleme
Çalmak (Çatı Yay., İst. 2009), Bir Cerene Av Olmak (Çatı Yay., İst. 2010)
ve Seksen Kapıya Doksan Değnek
Vurmak (Çatı Yay., İst. 2011) kitapları
yayınlandı. Yöreden derlenen sözel
malzeme üzerinde İsmail Görkem, ayrıca lisansüstü çalışmalar yaptırmakta
ve Haber Akademi ve Kanal Kültür
adlı internet sitelerinde hâlen yazıları
yayınlanmaktadır.
Prof. Dr. İsmail Görkem’in ilmi çalışmaları
1-İsmail Görkem, Halk Hikâyesi Tahlilleri/ Çukurovalı Âşık Mustafa Köse ve Hikâye Repertuvarı, Akçağ
Yayınları, Ankara 2000, IX+332 s. (ISBN: 975-338316-9). [=Doçentlik takdim tezi].
2-Baha Said Bey, Türkiye’de Alevî-Bektaşî, Ahî ve
Nusayrî Zümreleri, (Genişletilmiş 2. baskı), Kitabevi
Yayınları, İstanbul 2006, 327 s. (ISBN: 975-917319-0).
3-İsmail Görkem, Türk Edebiyatında Ağıtlar: Çukurova Ağıtları (İnceleme- Metinler), Akçağ Yayınları,
Ankara 2001, XVIII+422 s. (ISBN: 975-338-336-3).
[=Doktora tezi].
4-İsmail Görkem, Yeni Bilgiler Işığında Dadaloğlu: Bütün Şiirleri, (Genişletilmiş 2. baskı), E Yayınları,
İstanbul 2006, 526 s. (ISBN: 975-390204-2). [=Profesörlük takdim tezi].
5-İsmail Görkem, Elâzığ Efsaneleri (İnceleme-Metinler), Manas Yayıncılık, Elâzığ 2006, 289 s. (ISBN:
975-6089-04-0). [=Yüksek lisans tezi].
6-İsmail Görkem- Ozan Tülüce, Biyografik Türkülü Hikâye: Çukurovalı Karacaoğlan: Osmaniye-Düziçi
Rivayetleri/ İspir Onbaşı- Karayiğit Osman, Çatı Yayınları, Ankara 2008, 152 s. (ISBN: 979-975884514-9).
7-M. Kaya Bilgegil, Saz Şiirinin Kadroları, (Yayına Hazırlayan: İsmail Görkem), Fenomen Yayınları,
Erzurum 2011, 210 s.
8-Ahmet Şükrü Esen, Anadolu Âşıkları: Karacaoğlan, (Yayına Hazırlayan: İsmail Görkem), İstanbul:
Türkiye İş Bankası yayınları (=2012 yılında basılacak).
9-Ahmet Şükrü Esen, Anadolu Âşıkları: Dadaloğlu, (Yayına Hazırlayan: İsmail Görkem), İstanbul:
Türkiye İş Bankası Yayınları. (=2012 yılında basılacak).
10-Tahir Alangu, Türkiye Folkloru El Kitabı, (Genişletilmiş 2. baskı),(Yayına Hazırlayan: İsmail Görkem), Yapı Kredi Yayınları. (=2012 yılında basılacak).
Yeni Ufuklar
65
ETKİNLİK
ETKİNLİK
Türkiye’de değil dünyada
da yardıma koşar Kızılay.
Kızılay din, dil, ırk, sosyal
yaşam, siyasal görüş, kadın
erkek farkı gözetmeden
tüm insanlığa yardım eder.
Diğer derneklerden, diğer
kuruluşlardan farkı budur.
Kayseri’de de 1915 yılında
kurulmuş.
“Sevgi Bohçası”
çalışmaları
Yeni Ufuklar Derneği Kayseri Şube Başkanı Prof. Dr. Kuddusi Erkılıç, Kızılay Şubesi Kadın Komisyonu Başkanı Asuman İçerlioğlu, iki derneğin yöneticileri ve
öğretmenler anlamlı günün ardından birlikte fotoğraf çektirdi.
Prof. Dr. Kuddusi Erkılıç, Kızılay’ın yardımları
için Kayseri Şube Başkanı Ayhan Uzandaç’ın
şahsında tüm camiaya teşekkürlerini
bildirerek, eğitime yardımların devamlı
olmasını istedi.
Y
ENİ UFUKLAR DERNEĞİ ve Kızılay Kayseri
Şubesi’nin işbirliğiyle Yeni
Ufuklar İlköğretim Okulu
öğrencilerine giyim ve
kırtasiye yardımı yapıldı.
Okulda yapılan törene
Yeni Ufuklar Derneği Kayseri Şube Başkanı Prof. Dr.
Kuddusi Erkılıç ile Kızılay
Şubesi Kadın Komisyonu
Başkanı Asuman İçerlioğlu
ile her iki derneğin yöneticileri, gönüllüler, okulun
öğretmen ve öğrencileri
katıldılar.
Yapılan ön görüşmelerde, Kızılay Şube Başkanı
Ayhan Uzandaç, Yeni Ufuk-
66 Yeni Ufuklar
lar Derneği’nin Kayseri’de
yaptığı yardım faaliyetlerini takdirle karşıladıklarını,
özellikle eğitime yapılan
katkının değerinin ölçülemeyeceğini belirtmiş,
okulda ihtiyaç sahibi öğrencilere her türlü giyim ve
kırtasiye yardımı yapılması
sözünü vermişti. 15 Mart
2012 Perşembe günü
Sakaltutan köyünde bu
malzemelerin öğrencilere
dağıtım töreni yapıldı. Kızılay Şube Başkanı Ayhan
Uzandaç’ın katılamadığı
törende gönüllü çalışanlar
adına konuşma yapan
Kadın Komisyonu Başka-
Öğrenciler için
Kızılay ile işbirliği
nı Asuman İçerlioğlu,
Kızılay’ın 1868 yılında kurulmasından bu yana ülkemizdeki her türlü felakete
ilk koşan kurum olduğunu,
son yıllarda yardım faaliyetlerinin ülke sınırlarını
aştığını, Somali’ye kadar
uzandığını belirtti. İçerlioğlu konuşmasını şöyle
sürdürdü:
Dünyanın yardımına
koşuyor
“Kızılay 1868 yılında
Osmanlıda “Yaralı ve Hasta
Askerlere Yardım Cemiyeti”
adı altında kurulmuştur.
Daha sonra Hilal-i Ahmer
adını almış, 1935 yılında
ulu önder Atatürk, bu adı
Türkçeleştirmiş ve Kızılay
adını vermiştir. Kızılay,
nerde bir doğal afet olsa
hemen oraya gider, yiyecek, giyecek, çadır, mutfak,
hastane gibi yardımlar götürür, oraya yerleşir. Yıkılan
binalar varsa tamir eder.
Biliyorsunuz, son Van depreminde Kızılay Van’da yetmiş bin adet çadır kurdu.
Mevlana Evleri yapılmıştır.
Halen yardımlara devam
etmektedir. Doğal afetlere
ilk giden de Kızılay’dır son
ayrılan da Kızılay’dır. Doğal
afetler olduğunda sadece
Bizler Kızılay’da çalışan
gönüllüleriz. Başkanımız,
gönüllüler ve biz çalışanlar hiçbir ücret talep
etmeden gönüllü olarak
çalışmaktayız. İhtiyacı olan
herkese ulaşmaya çalışıyoruz. Ayrıca sevgi bohçası
adı altında bir çalışmamız var. Kayseri Doğum
Hastanesi’yle anlaşmalı
olarak yürütmekteyiz.
Doğum yaptıktan sonra
çocuklarını saracak herhangi bir şeyleri olmayan
ihtiyaç sahibi annelere bu
hazırladığımız bohçalar
doğum evi başhekimliği
tarafından verilmektedir.
Bu bohçaların içerisinde
bebek giysileri, battaniye,
havlu, annenin pijaması,
biberon gibi malzemeler
bulunmaktadır. Bu da bir
yıldan beri devam etmektedir. Ayrıca köy ilkokullarına gitmekteyiz. Bugün
bazı köy ilkokullarında
sınıflar çok kötü durumda,
yerlerin taşı yok, affedersiniz lavaboları, tuvaletleri
yok doğru dürüst. Böyle
okullarda da onların bu
ihtiyaçlarını karşılıyoruz.
Kızılay bağışlarla ayakta
durmaktadır. Kızılay’ın
devletten veya başka
bir yerden geliri yoktur.
Bağışçılarımız bağışlarda
bulunurlar. Bunlar maddi
olabilir, tarla, arsa, işyeri
gibi kira getiren yerler
olabilir. Türkiye genelinde
750 tane şubemiz var.”
Daha sonra Yeni Ufuklar Derneği adına konuşan
Şube Başkanı Prof. Dr.
Kuddusi Erkılıç, yardımlarından dolayı Kızılay’a
teşekkür etti. Erkılıç konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Ben sayın müdürümüze biraz önce sizler gelmeden önce ilkokulun bu
görüntüsünü özlemişim,
dedim. Şöyle bir dolaştık
sınıfları, bir küçük sınıfa
girdik, gençlerle tanıştık,
bizi yaklaşık kırk beş yıl öncelere götürdü. Ben gençlere öncelikle Yeni Ufuklar
Derneği’nin Kayseri’deki
merkez Kayseri yanında
İstanbul’da da şubesi
olduğu bilgisini vereyim.
İleride inşallah büyüdükleri zaman kendilerinin de
bu şekilde çok güzel sivil
toplum örgütlenmeleri
içerisinde yer alırlar.
Sevgili arkadaşlar,
sizlerle burada bulunmamızın vesilesi olan başta
Asuman İçerlioğlu hanımefendi olmak üzere Kızılay Kayseri şubesinin başkanı Ayhan Uzandaç beye
ve gönüllülerine teşekkür
ediyorum. Sağ olsunlar,
Yeni Ufuklar Derneği’nin
önayak olduğu ve yaptırdı-
ğı Yeni Ufuklar İlköğretim
Okulu’nun sevgili öğrencilerine Türk Kızılayı’nın
yardımlarını ulaştırdılar.
Biz de onlara aracı olduk,
Derneğimiz adına, kendilerini burada görmekten
çok mutlu olduğumuzu
söylemeliyim. Böyle pırıl
pırıl gözleri olan, geleceğe
umutla bakan siz değerli
öğrencilere şunu söylemek
istiyorum: Hepimiz sizin
geçtiği sıralardan geçtik.
Bakın hanımefendiler biraz
önce söylediler, gerçekten
şanslısınız, şu an bulunduğunuz okul çok güzel
yapılmış, kıymetini biliniz
ve ileride siz de böyle
mekânları yapacak yerlere
gelmek için lütfen uğraşınız. Sizlerin yaşınızda
iken bizim belki buralarda
sizlere bu konuşmaları
yapacağımız aklımıza
gelmeyebilirdi ama bakın
ben de sizler gibi bir köy
okulundan mezun oldum.
Şu an binlerce ailemize,
hocalarımıza ve ülkemize,
yöneticilerimize gerçekten
teşekkür etmemiz gerekiyor. Çeşitli zorluklardan
geçerek olsa da şu an bir
üniversite öğretim üyesi ve
aynı zamanda hem öğrenci hem de göz doktoru yetiştiren hem de bu tür sivil
örgütlenmelerin içerisinde
topluma yardımcı olmaya
çalışan hocanız olarak
sizlere bu güzel, pırıl pırıl
gözlerinizi görmekten çok
mutluyum. Göz deyince
tabii ki göz hocası olarak
gözlere bakıyorum ama
şunu biliniz ki göz ve kalp
bizim konuştuğumuz lafların, söylediğimiz şarkıların
içerisinde en çok söylenen
iki kelimedir.
Gözünüz, gönlünüz
açık ve ferah olsun. Bu güzel organizasyon için sayın
Asuman İçerlioğlu hanıma
ve Türk Kızılayı Kayseri
şubesi başkanı Ayhan
Uzandaç beye teşekkür
ediyorum.
Yeni Ufuklar
67
SİNEMA
SİNEMA
Coşkun
ÇOKYİĞİT
Aksoy ve ekibinin,
yaşanmış, olup bitmiş
bir hadiseyi yeni baştan
kurgulamasının ilk akla
getirdiği şey, “Bu sizin
fetih algınız efendim!
Herkesinki kendine!”
şeklinde bir reddiyedir
ki, bu yaklaşım doğru
bir yaklaşımdır. Çünkü
fetih olayı, okyanuslar
büyüklüğünde bir
vakıadır ve onu
yaşamamış olan her
insan derya kenarında
tasını doldurmaya
çalışan bir fani olarak
kalacaktır…
Fetih 1453: mazrufu değil
zarfı anlatıyor
Fetih 1453, çekimine başlandığı
günden ilk gösterimine, vizyondaki
ilk üç günlük rekora ve şu ana kadar
yaptığı hâsılata kadar sürekli olarak
gündem oluşturdu, kendinden
söz ettirmeyi başardı. Şu satırları
kaleme aldığım dakikalarda, 400 salonda 7’inci haftasını dolduran ve 6
milyon küsur kişi tarafından seyredilerek kırılması güç bir rekora imza
atan Fetih 1453, Türk sineması,
Türk tarihi, yönetmenin politik ve
estetik duruşu, halkın sanata yönelik
davranış biçimi gibi pek çok konuda
söz söylemeyi gerektiriyor…
Bunlardan ilki şudur: Sinema
tüm politik ve estetik duruşunun
yanında elbette entertainment
(eğlence) sektörünün altın yumurtlayan tavuğudur! Bu çerçeveden
bakıldığında Fetih 1453, Türklerin
dünyayı değiştirdikleri bir tarih
kesitini sinema sanatının kurallarına
bağlı kalarak (halkı eğlendirmek
amacı ile) çekilmiş ticari bir filmdir;
bu duruşunun doğruluğunu gişede
yaptığı hâsılat ile ispatlamıştır...
Başta Hollywood olmak üzere Çin,
Hindistan, Japonya ve pek çok Batı
Avrupa ülkesinin “sinema sektörü”
böyle çalışmaktadır… Türkiye’deki
sinema salonlarında gösterilen filmlerin en çok hâsılat yapanları gişe
için çekilmiş filmlerden oluşmaktadır. Salonlarda, bir yıl boyunca
yapılan 80–100 civarında yerli filme
karşılık, yaklaşık 150 civarında ithal
film gösterilmektedir.... Alışveriş
merkezlerindeki cep sinemaları bilhassa bu türden ticari yapımlara yer
vererek insanların sanat algılarını,
kültür kalıplarını değiştirmekte,
tüketim heveslisi tiplere dönüştürmektedir.
Konfeksiyon ürünleri gibi...
Sinemanın insanlar üzerindeki diğer etkilerinden biri elbette
estetik ve politik yönüdür. Fetih
1453 bu bağlamda ele alındığında
estetik algısı ve dilinin tamamen
ticari sinemanın algı ve kalıplarına
esir olduğu görülüyor.. Filmin, gişe
başarılarına imza atmış Hollywood
yapımlarını örnek aldığı su götürmez bir gerçek. Bu tür filmler ister
kurmaca, ister uyarlama, ister bilim
kurgu olsun veya tarihi bir olaydan
yola çıkarak çekilsin, muayyen kalıplar içinde kalırlar. Tıpkı konfek-
İstanbul Surları animasyon teknikleri ile yeniden canlandırılıyor. Surları kuşatan askerlerin
çokluğunu yansıtabilmek için de bilgisayar hilelerine başvuruluyor.
siyon ürünleri gibi, tıpkı seri halde
pizza, hamburger veya kızarmış
tavuk üreten lokantalar zincirlerinin formülleri gibi… Sözün kısası,
Fetih 1453 market konseptinde
üretilmiş, giriş, gelişme ve sonuç
bölümleri defalarca denenmiş ve
farklı filmlere uygulanmış başarılı
kalıplardan müteşekkildir. Mesela,
tarihi gerçekliğe uymadığı halde
“baba travması”, sevgisiz büyüme
kalıplarının kullanılması gibi... Bunların yanında yine pek küçük yaşlarda gelecekte gerçekleştirilmek üzere
konulan bir hedef, bu hedefin baş
kahramanı, yardımcı karakterleri,
hedefe giderken karşılaşılan çözümü
imkânsız gibi görünen güçlükler,
mucizevî çözümler, harikuladelikler
vs., vs…
“Biz bu filmi seyrettik” dedirtecek kadar tanıdık kalıplar. Adeta
masal kalıpları gibi: bir varmış,
bir yokmuş… Evvel zaman içinde
kalbur saman içinde…
Zihinsel sıçrama
Fetih 1453 bugüne kadar dünya sinemasının kullandığı tüm aksiyon tekniklerini kopyalayarak, Türk
sineması adına gişe filmlerinde bir çıta oluşturdu.
68 Yeni Ufuklar
Burada durup Fetih 1453’ün
yola çıktığı “geçmiş gerçekliğe”
baktığımızda, İstanbul’un fethi hadisesinin aslında hiçbir sanat aracına
muhtaç olmayacak kadar büyük bir
hikâye olduğunu görürüz. Fatih ve
etrafındaki kutlu insanlar, tarih boyunca sömürgeci ve kahhar bir imparatorluk olmuş Büyük Roma’nın
bakiyesi Doğu Roma’nın başkentini
çevreleyen surları yer ile yeksan
ettiklerinde, günümüzde kullandığımız anlamda olmamakla birlikte o
çağa göre bir “açık toplum” temeli
atıyorlardı. Bunu yaparken, gerçek
ve güzel bir macera yaşıyorlardı.
Tıpkı “gül”ün bizim gerçek ve
güzel algımızdan bağımsız biçimde
gerçek ve güzel oluşu gibi! Fetih
de günümüzdeki her türlü algıdan bağımsız, fevkalade bir olay,
fevkalade bir macera, fevkalade bir
fiziki ve zihni sıçramadır… Çağına
rağmen, çağdaşlarına rağmen ve
bugün postmodern bir biçimde her
şeyi eğip büken, değiştirip dönüştüren sanat algısına rağmen!
Politik ve estetik duruş!
Günümüz sinemasının estetik
algısı, adeta gülü, güzeli ve gerçeği
bir araya getirerek çeşitli mecazlar oluşturur gibi Fatih’i, fethi,
kronolojik bilgiyi bir araya getirerek
“sanal heyecan” yaratıyor. Aksoy
ve ekibinin, yaşanmış, olup bitmiş
bir hadiseyi yeni baştan kurgulamasının ilk akla getirdiği şey,
“Bu sizin fetih algınız efendim!
Herkesinki kendine!” şeklinde bir
reddiyedir ki, bu yaklaşımım doğru
bir yaklaşımdır. Çünkü fetih olayı,
okyanuslar büyüklüğünde bir vakıadır... Onu yaşamamış olan her insan
derya kenarında tasını doldurmaya
çalışan bir fani olarak kalacaktır…
Fetih 1453’ün politik ve estetik
duruşu bu genellemelerden anlaşıldığı gibi olumlu görülebilecek bir
duruş değildir ama şunu biliyoruz
ki, Fetih 1453 sonuçta hakemli bir
tarih dergisinde yayınlanan makale de değildir. Bilim kongresinde
sunulan ve bugüne kadar bilinmeyen bir belge etrafında fethi yeniden
yorumlama girişimi de değildir. O
halde neden olumlu bulmuyorum
Fetih 1453’ün politik ve estetik
duruşunu?
Yerli film örneği sayılır mı?
Birincisi, eğer Fetih 1453’deki
İslam ve Türklük ile ilgili görsel
malzemeleri kaldırıp filmi İngiliz dilinde ve Konstantiniye,
Bizans vs. gibi kelimeler
geçmeden izleseniz
bunun bir Türk filmi
olduğunu söyleyebilme-
Yeni Ufuklar
69
SİNEMA
SİNEMA
niz mümkün değildir… Gökyüzünü karartan ok yağmurları,
kalkanların oklara siper edilmesi,
yürüyen kuleler, mancınıklar,
surlardan dökülen kızgın yağlar,
koçbaşları ile kapıların dövülmesi,
yan karakterlerin karmaşık dramatik hayatları, cihat arifesinde
gayrı meşru halvetler, düşmanın
kötünün kötüsü biçiminde zayıf
karakterler olarak aşağılanıp seyirciyi tava getirme taktikleri, zırh
kuşanmalar ve çok başarılı olsa da
sürek avında öfke patlaması veya
birebir kılıç savaşları...
Bunlar, 300 Spartalı, Ölümsüzler vs. gibi Hollywood, Uçan
Hançerler, Kralların Savaşı,
Kahraman vs. gibi Çin filmlerinde kullanılmış ve gişede başarılı
olmuş kalıplardır. İşte bu bağlamda da Fetih 1453’ü yerli sinema
örneği sayabilmek mümkün
değildir.
Savaş sanatını yazdırmak
Politik duruşa gelince: Türkler
Müslüman olup Orta Doğu coğrafyasında, bir merhamet, bağışlama, esenleme ve hoşgörü dini
olan İslamiyet adına Fars ve Arap
aşağılamalarına maruz kaldıklarında, o güne kadar insanlığın
biriktirdiği tüm dünyevi ve dini
bilimler konusunda büyük çaba
göstermiş bir milletti. Askerlik ve
savaşçılık konularındaki büyük
deha, kabiliyet ve cesaretleri, o
güne kadar mahalle kavgaları
çapında cereyan eden savaşların meydanlara taşmasına sebep
olmuştu.
Çinli bilginlere oyun oynar gibi geliştirdikleri savaşma
teknikleri ve yenilmezlikleri
yüzünden Savaş Sanatı (Lao
Tzu) kitapları yazdıran bu millet
Orta Çağda mümkün dünyaların
en mükemmel bilgileri ve ilimleri
sayılan bilim kapısı önünde selam
durmuştu.
Divanü Lugati't-Türk,
Kutadgu Bilig,Muhakemetü’lLugateyn gibi kitaplar bu yüzden
yazılıyor, Türkistan’da yaşayan
Türk boylarından kopan göğsü
70 Yeni Ufuklar
lekesiz ve saf bir imanla dolu
gencecik çocuklar Bağdat, Basra,
Kufe, Şam vs. gibi binlerce yıl
boyunca artık kirli bir akvaryuma
dönüşmüş Mezapotamya topraklarına ilim okumaya geliyorlardı…
Hatta kadim Orta Doğu milletlerinin kültürünü o kadar önemli
sayıyorlardı ki, yok olup gitmek
üzere olan İran kültürünü, Sultan
Gazneli Mahmut, Şehname için
döktüğü altınlarla yeniden diriltiyordu…
Karahanlı’lardan Gazneli’lere,
Gazneli’lerden Selçuklu’ya ve
nihayet Osmanlı’ya kadar bütün
Türk idarecileri, hakanlar, yabgular, tarkanlar, beyler, varlık sahibi
ağalar hep ilmin peşinden koşuyorlardı… İlk resmi medreseyi
(Üniversiteyi) Selçuklu Sultanları
yaptırtıyorlardı…
Bilgi ve hikmet peşinde
Fatih Sultan Mehmet Han
da, Fetih 1453’de gösterildiği gibi
babasız büyümenin travması ile
İstanbul’u alma saplantısını hayata
geçiren bir hakan değil, bilgi ve
hikmet peşinde koşan bir hakandı
(ki filmde bir kere bile ona Han
diye seslenilmez).
Fatih, bu yüzdendir ki başında daima ulemaya mahsus olan
sarıkla dolaşırdı. Bu yüzdendir
ki, Mirzaların sarayından Timur
Rönesansı’nın yarım kalmasını
fırsat bilerek âlim ve sanatkâr
talep ederdi. Bu yüzdendir ki,
İstanbul’u fethettiği zaman bir
bebek suratı okşamaktan çok daha
fazlasını yapmıştı: Askerlerine,
“Tüm şehir sizin Aya Sofya
(Yüce Hikmet) benim. Dokunanın kellesi gider!” ihtarını
çekmişti… Bu yüzdendir ki, Doğu
Roma’dan kalan bilge kişileri şehirde tutmak için çok çabalamıştı.
Bu yüzdendir ki, ilk işi Sahn-ı
Seman Medreseleri’ni yaptırmak
olmuştu. Bu yüzdendir ki savaş
onun için arızî yani ikincil bir
şeydi... “Hakanî, Sultanî, Emperyal gelenekleri” birleştirerek
dünyanın tüm idari, akli, siyasi
ve bilimsel birikimini bir araya
getirmeyi hayal ediyordu…
Fetih sahilinde tası doldurmak
Politik ve estetik duruşu pek
çok bakımdan tenkit edilecek bu
filmin hiç mi iyi tarafı yok diye
sorulabilir. Şunları söyleyebilirim;
Fetih 1453, bir Fatih Aksoy
ürünüdür. Aksoy, fetih denizinin
sahilinde durmuş ve tasını doldurmuş… Tasında ne varsa bizlere
sunduğu o. Zaten ürünün adından
yukarıda sıraladığım şeyleri anlatmayacağı, anlatamayacağı belli
değil mi? Filmin adı, Fatih değil,
Fetih 1453! Yani Aksoy, ruhun
değil aksiyonun peşinde…
Mazruftan çok zarfı anlatıyor.
Bu da bir şeydir diyebiliriz. Fatih
Aksoy, en azından gişeyi yükseltti
diyebiliriz. Türk aksiyon sinemasında bir devrimdi, diyebiliriz.
Hatta filmin tüm zamanların en
çok iş yapan filmi olarak sinema
tarihine geçmesini hazmedemeyen
sureta Türk ve Müslüman olan
“Batının Yeniçerileri”nin hasetliğine bakıp filme sahip çıkasımız
bile gelir…
Yönetmen Osman Sınav, usta edebiyatçı
Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikaye” isimli
eserini beyazperdeye aktarıyor. Osman Sınav
ile Kenan İmirzalıoğlu’nu, uzun bir sürenin
ardından bir araya getiren, Yiğit Güralp
tarafından senaryolaştırılan yeni filmi; çok
sayıda usta oyuncunun yer aldığı oyuncu
kadrosuyla dikkat çekiyor.
Osman Sınav
“Uzun Hikâye”yi çekmeye başladı!
1940’lı yıllardan 1970’lerin sonuna uzanan öyküsü
ile kimi zaman hüzünlü, kimi
zaman neşeli ve coşkulu,
kimi zamansa heyecanlı ve
romantizm yüklü “Uzun
Hikaye”nin yönetmenliğini
Osman Sınav üstleniyor.
Filmin senaryosu ise Yiğit
Güralp’e ait. Film; senaristinin tanımıyla; “uzayıp giden
demiryollarında, kasaba
kasaba dolaşarak geçen
ömürleri boyunca, “Sen
nerelisin” diye sorulduğunda “Sevda köylüyüm”
diye yanıtlayan çok ama
çok iyi insanların; ölümsüz
aşklarını, adalet, doğruluk
ve eşitlik üzerine bir yaşam
kurma mücadelelerini”
anlatıyor.
Osman Sınav ve Kenan İmirzalıoğlu’nun 10
yıla yakın zamandır hayata
geçirmek istedikleri, Mustafa Kutlu’nun ölümsüz
eserinden uyarlanan “Uzun
Hikaye”de İmirzalıoğlu;
alışılmışın dışında bir rolle,
yuvasına son derece düşkün, hayata daima kocaman
ve aydınlık bir gülümsemeyle bakan, onurlu ve âşık
bir aile babası olarak seyirci
karşısına çıkacak.
Geniş bir oyuncu kadrosuna sahip olan “Uzun
Hikaye”; usta oyuncular
Altan Erkekli, Güven Kıraç,
Zafer Algöz, Cihat Tamer,
Mahir Günşıray, Kürşat
Alnıaçık, Şener Kökkaya,
Osman Alkaş, Cengiz Bozkurt, Mustafa Üstündağ,
Erkan Avcı, İsmail Hakkı
Ürün, Bora Koçak, Ferdi
Kurtuldu ve Ufuk Karaali
ile büyük yankı uyandıracak.
Çekimleri başlayan filmde,
bu usta isimlere, yine son
dönem Türk sineması ve
televizyonlarının genç ve
başarılı oyuncuları Tuğçe
Kazaz, Ushan Çakır, Damla
Sönmez, Taner Ölmez,
Batuhan Karacakaya, Elif
Atakan, Buğra Bahadırlı,
Başak Kasacı, Taha Yahya
Tan, Fatima Betül Cordal
ve daha birçok sürpriz isim
eşlik edecek.
Mekân, kostüm ve
oyuncular için 6 aya yakın
ön hazırlık çalışması yapılan
filmin çekimleri, İstanbul dışında 6 ayrı kasaba ve istasyonda gerçekleşecek. “Uzun
Hikaye”nin ekibi, çekimlerin
başlamasıyla 2 aylık zorlu ve
yoğun bir çalışma sürecine
girdi. Yapımcılığını Osman
Sınav’a ait Sinegraf’ın, dağıtımını UIP’nin üstlendiği
“Uzun Hikaye”; konusu,
oyuncu kadrosu, müzikleri
ve senaryosu ile gelecek
sezonun en çok konuşulan
filmlerinden biri olmaya
aday gösteriliyor…
Yeni Ufuklar
71
KİTAP
SİNEMA
İzmir film festivaline kavuşuyor
12. Uluslararası İzmir Film Festivali 21-28
Nisan 2012 tarihleri arasında körfezde
yeniden sinema rüzgârları estirecek.
K
öklü tarihsel geçmişi,
kültürel mozaiği ve farklı
kültürleri bir arada barındıran yapısıyla tanınan İzmir,
sinema dünyasını yeniden
ağırlayacak.
Dokuz Eylül Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Mehmet
Füzün tarafından yapılan
açıklamada Uluslararası İzmir Film Festivali’nin, 21-28
Nisan 2012 tarihleri arasında
düzenleneceği belirtildi.
1989-2000 yılları arasında “Uluslararası İzmir
Film Festivali” olarak düzenlenen ve İzmir’in sinema
alanında önemli bir açığını
kapatan etkinlik; Başbakanlık Tanıtma Fonu, Kültür
ve Turizm Bakanlığı, İzmir
Kalkınma Ajansı destekleri
ve İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı ve Dokuz
Eylül Üniversitesi Rektörlüğü
işbirliğiyle 11 yıl sonra yeniden hayata geçiriliyor.
Güçlü bir destekle ve
deneyimli bir ekiple yola
çıktıklarını söyleyen Prof. Dr.
Mehmet Füzün yaptığı açıklamada şöyle dedi:
“Festivalin, uluslararası
ve ulusal çaptaki filmleri,
sinema sanatçılarını İzmir
halkıyla buluşturmayı, gelişen sinema sektörüne genç
yetenekleri kazandırmayı,
perdelere yansıyamayan
eserlerini izleyiciye ulaştırmayı amaçladığını.”
Prof. Dr. Füzün, “Uluslararası Festivalin sadece
İzmir’e değil, Ege Bölgesine,
Türkiye’ye ve Dünyaya hitap
edeceğini ve böylelikle Expo
2020’ ye de hazırlanan güzel
İzmir’i bir kültür odağı haline getirmeyi” hedeflediğini
vurguladı.
İlk filmlere dikkat
2011-2012 yapımı filmlerin
katılabildiği Ulusal Film
Yarışması’nda ilk filmler
dikkat çekiyor:
72 Yeni Ufuklar
Gönül ne kahve ister
ne kahvehane,
Gönül ahbap ister,
kahve bahane…
G
Âlim Şerif Onaran’ın
adına özel ödül...
Yarışmalı bölümde ayrıca
Âlim Şerif Onaran Akademi
Ödülü de verilecek. Oğuz
Onaran, Oğuz Adanır ve
Mutlu Parkan’dan oluşan
Akademi Jürisi’nin belirle-
yeceği bir kategoride ve
bir filme verilecek bu ödül,
Dokuz Eylül Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Film
Tasarımı Bölümü kurucu hocası ve Türkiye’nin ilk sinema
profesörü olan Âlim Şerif
Onaran’ın adını taşıyor.
İstanbul Film Festivali 31yaşında
İKSV tarafından Akbank sponsorluğunda
düzenlenen 31. İstanbul Film Festivali, 31
Mart Cumartesi günü
başladı. İki haftalık
programda 200’ün
üzerinde filmin yanı
sıra ünlü konuklar,
usta sinemacıların
katılacağı söyleşiler, atölye çalışmaları, sinema
dersleri ve konserler yapıldı.
Festivale ko-
ESKİ İSTANBUL KAHVEHANELERİ
nuk olan Terence Davies,
John Madden, Jens Lien,
Helvécio Marins Jr, Morteza Farshbaf, Carl Bessai,
Marius Holst, Tony Kaye,
Morten Tyldum, Robert
Wieckiewicz ve Benno
Fürmann gibi yönetmen ve
oyuncular katıldı.
Shakespeare in Love /
Âşık Shakespeare filminin
Oscar ödüllü yönetmeni
John Madden Festivalde
Sinemaseverlerin Shakespeare in Love / Âşık Shakespeare ve Captain Corelli’s
Mandolin / Corelli’nin Mandolini gibi filmleriyle yakından
tanıdığı İngiliz yönetmen
John Madden de Festivalin
konukları arasındaydı. John
Madden’in “Akbank Galaları” kapsamında gösterilecek son filmi The Best Exotic
Marigold Hotel / Marigold
Oteli’nde Hayatımın Tatili,
bir grup emekli İngiliz’in
emekliliklerini geçirmek
üzere Hindistan’a gidişleri ve
bu seyahatte aşkı yeniden
keşfetmelerini konu alıyor.
ünlük hayatımızın
vazgeçilmezidir kahve.
Yaşlılar kıraathanesine gider,
gençler “cafe”sine fakat kimse gittikleri yolu, varacakları
yeri merak etmez. Herkes
kendi dünyasında yaşadığını zanneder fakat herkes
tek dünyaya zorlanmıştır
ve bunu henüz fark etmeye
uğraşacak zamanı yoktur.
“Nedir?” diye sormuyorsak
da hiç olmazsa sorana kulak
vermekte fayda var.
Kahvehane ve kıraathanelerin ülkemize girişi,
büyümesi, anlam kazanması
ve değer bulmasıyla ilgili tarihsel gelişim sürecini, Cem
Sökmen bize “Eski İstanbul
Kahvehaneleri” adında ciddi
bir eserle vermiş. Sade, anlaşılır ve akıcı bir dil kullanan
yazar; farklı kaynaklardan
karşılaştırmalarıyla zihin
muhakemelerini zorluyor.
1500’lü yılların başında
Anadolu’nun kahveyle tanışıklığı başlar ve günümüze
kadar anlamını yitirmeyecek bir serüven oluşturur.
Fakat halkın kahveyle olan
ilişkisiyle kahvehaneyle olan
ilişki arasındaki fark oldukça
dikkat çekici. İstanbul’un
fethinden 100 yıl sonra başlayan kahvehane kültürünün
modernlik ve muhteşemlik
uğruna nasıl yok edildiğini,
yazarımız sayesinde temaşa
ediyorsunuz.
İlk kahvehaneler,
İstanbul’un toplumsal hayatında etkili olan; çekirdek
aile ve akrabaların birleşiminden oluşan aile, ibadet
hayatının mekânı cami ve
tekke, ticari hayatın organize
edildiği çarşı, yani kısaca
aile-cami-çarşı üçlemesinin
alternatifi olarak doğmuştur.
Alternatif özelliği taşımasını
sağlayan en büyük faktör ise
bu üçlemeden farklı olarak
içe dönük iletişimden dışa
dönük iletişimin söz konusu
olmasıdır. Sözlü kültürün
oluşturduğu bu sohbet
ortamları yazılı kültürden
pek de uzak değildir. Çünkü
buralarda konuşulan dil
atasından bağımsız olmadığından kahvehanelerde
okunan, okur-yazar bilmeyenler tarafından da dinlenen
eserler Mevlana’nın Mesnevisi, Yunus Emre’nin Divanı,
Fuzuli’nin Divanı ve Taberi
gibi insanların düşünce ve
fikir hayatını doyurucu eserler oluyor. Böylece tüketim
mekânıyken sohbet mekânına, yazılı yayın organlarının
dahil olmasıyla birlikte de
kültürel bir ortama çevrilmiştir.
Mehmed Niyazi der
ki: “İstanbul Türkiye’nin
kalbi, Tarihî Yarımada da
İstanbul’un şah damarıdır.”
Kitapla birlikte bunu daha
iyi anlıyorsunuz. Çünkü
bahis olan mekânlar Beyazıt,
Babıâli, Şehzadebaşı ve
Beyoğlu’nda. Ağırlığın şah
damarda olduğunu fark
etmek pek de zor olmuyor.
Bu ağırlık ve güzelliğin tarihî
yarımadada özellikle camilere göre şekillenişi şüphesiz
günümüz insanının din anlayışını değiştirecek nitelikte.
Kısaca; din ile akademinin,
sanatın, edebiyatın arasındaki “görünmez eli” burada
“görüyorsunuz. Bu nasıl gerçekleşiyor? Edebiyatçıların,
sanatçıların, akademisyenlerin buluşma noktasının burası
olmasıyla başlıyor. Buralarda
buluşma sebebi yine ilk kahvehanelerdeki gibi karşılıklı
ilişkiler üzerinedir. Fakat
kıraathanelerin farkı konuşulan dil ve üzerinde durulan
sohbetlerden dolayı seviyenin yüksekliğidir. Bu millete
mal olmuş eserler buralardan
çıktığı gibi bazı eserler de
oluştuğu bu düşünce ortamına ithaf edilmiştir.
Kıraathane olarak ilk anılan yer Sarafim’i, “akademi”
diye adlandırılan Küllük’ü,
Türk edebiyat tarihinde bir
kıraathanenin öyküsünü
anlatmaya yönelik yazılan
ilk ve tek roman “Dahiler
ve Deliler”de Marmara’yı
ve bunlara benzer birçok
mekânı buluyorsunuz. Her
birinde ayrı bir keyif, tat ve
doku var. Çıraklar ve onların
ustaları var. Yeni yetme
çırak ve onların ustalarıyla
olan ilişkilerini ve gelişmelerini görüyorsunuz. Fakat
günümüz insanının çırak
olmadan kalfalığını ilan edişiyle karşılaştırınca bir hoş
oluyorsunuz.
Modernize ekseninde kendisine pazarlamacı
mantığını kazanan bireylerin
sohbeti de pazarlama hâline
getirmesi anormal görülemez. Günümüzde meşhur
kitapların dizi hâline getirilip
satılması gibi kahvehane
kültürünün de yok oluşu
bunu andırmaktadır. Kapanan
kahvehaneleri aynı isimle
hizmet üretimine açmak, çok
satmasını ummak arz edeni
etkilediği gibi tüketicinin de
dengesini bozmuştur. Sohbeti arayan, aranan insanlar
ahbaptan uzaklaşıp kahvenin
tadına erişmeye çalışmışlardır. Materyal dünyanın değişmez gerçeğine ayak uydurmaktır bu. Ve eğer kahveniz
istenilen tadı bırakmazsa,
o damaklarda tat bırakacak
hotel, restaurant ve bankalarla doldurursunuz dört bir yanınızı. Zevk duyunuz makine
gibi çalışmaya başladıktan
sonra bilgi bilenden, sermaye
ve mallar şahıslardan,
şahıslar mekânlardan ayrılır.
İçi boşaltılmış mekânlarda
sınırsız ihtiyaçlar ile doldurulur. Evi odalara böldüğünüz
gibi insanları da gruplara
bölerek bunu yönlendirmeniz
kolaylaşır.
Bu naçiz yazıyı kahvehaneyle ilgili söylenmiş güzel
sözlerden birisiyle sonlandırıp sizlere veda etmek
isterdim fakat herhangi bir
üstadımızın sözünü aldığım
zaman diğer üstadlarımıza en
çok da Cem Sökmen’e büyük
bir saygısızlık yapacağımı
düşünmemden, sonuç olarak
sizlere sadece kitabı yaşamanızı öneriyorum…
Süleyman Orhun ALTIPARMAK
Yeni Ufuklar
73
KİTAP
TÜRKİYE’DE DİLLER VE ETNİK
GRUPLAR
P
amacı ile kaleme alındığını
bildiren müellifleri, asıl
amacın ise “Türkiye’deki
dilleri tespit etmek” olduğunu vurguluyorlar. Çünkü
diyor eser sahipleri, diller,
etnik-kültürel kimliklerin
oluşmasında ve bu kimliklerin tespit edilmesinde birinci derecede önemlidir”.
Kitabın ilk bölümlerinde Türkiye’nin etnik yapısı
inceleniyor. Daha önce
yapılan bazı araştırmaların
verileri değerlendiriliyor ve
müelliflerin kendi tespitleri
Prof. Dr. Ahmet Buran
ompeius Meala (M.
Ö. I. YY) : Azak
Denizi’nin kuzeyinde yaşayan halka “Turcea” denir!
Prof. Dr. Ahmet
Buran ile Berna Yüksel
Çak’ın birlikte hazırladığı
“Türkiye’de Diller ve Etnik Guruplar” isimli eser
de yine Akçağ yayınları
arasında neşredilmiş bir kitap. Eserin, “Türkiye’deki
diller ve etnik gruplar konusunda daha önce yapılan
çalışmalarda görülen kimi
yanlışlıkların giderilmesi”
çerçevesinde Türkiye’deki
etnik gruplar belirlenerek
sıralanıyor.
İkinci bölümde dil ve
dil türleri hakkında genel
bilgiler veriliyor. Türkçe ile
birlikte, Türkiye’de ana dili
olarak kullanılan yerel ve
azınlık dilleri tespit edilip
değerlendiriliyor.
Kitabın üçüncü bölümünde ise Türkiye’deki
ana dilleri, 1965 yılı genel
nüfus sayımı sonuçlarına
göre ele alınıyor. Çeşitli
istatistikler, tablolar bulunuyor. Ortaya çıkan tablolara göre dillerin coğrafi
dağılımı haritalar üzerinde
gösteriliyor.
İşte kitabın daha ilk
sayfalarından size birkaç
satır:
Türk adı, boy ve millet
adı olarak, Türkler tarafından yazılan Türkçe
belgelerde ilk defa MS
VIII. Yüzyılın ilk yarısında
dikilen Orhun yazıtlarında
(Türk Bodun) geçmektedir.
Başta Çince kaynaklar olmak üzere, başka halkların
yazılı belgelerinde ise
çok daha eski tarihlerde
görünmektedir. MÖ. 1328
yılında Çincede “Tu-Kiu”
biçiminde geçmekle birlikte bugünkü söyleyişe en
yakın yazılış, Romalı Pompeius Meala’nın M. Ö. I.
yüzyılda Azak Denizi ‘nin
kuzeyinde yaşayan halktan
söz ederken kullandığı
“Turcea” biçimidir.
Akçağ Yayınları tarafından basılan Türkiye’de
Diller ve Etnik Gruplar”,
318 sayfa olup adeta
indeksi andıran detaylı
bir içindekiler bölümüne
sahip. www.akcag.com.
tr. / [email protected].
adresi veya 0312.432.17.98
numaralı telefonla yayınevine ulaşılabiliyor.
EMPERYALİZM, HEGEMONYA, İMPARATORLUK
Emperyalizm, Hegemonya, İmparatorluk, uluslararası politik ekonomi
literatürünün en önemli
başlıklarını, Irak’ın ABD
tarafından işgalini merkeze alarak tartışıyor.
Mehmet Akif Okur’un
kitabında bu üç kavram,
önce sırtlarında taşıdıkları
zamandışılık zırhlarından
Gramscigil/Coxgil tarihselciliğin nezaretinde
sıyrılıyorlar. Ardından da
Braudel’i hatırlayarak bir
buçuk asrı aşan uzun vade
boyunca ardışık dünya
düzenlerinin başlıca karakteristiklerini özetliyorlar.
74 Yeni Ufuklar
Bu yolculuk sırasında Batı
yayılmacılığının kolonyalist ve emperyalist evreleri,
Marksist ve Liberal geleneklerin eleştirisi etrafında
inceleniyor. Daha rafine
iktidar mekanizmalarının
mercek altına yatırıldığı
hegemonya ve imparatorlukla ilgili kısımlarda
da, kuruluş döneminden
başlayarak Amerikan
hâkimiyet mantığının
temel kodları ve içine
düştüğü kriz üzerinde
duruluyor. Yapılan tüm değerlendirmelerin ışığında,
fikirler ve çıkarların işgal
kararında nasıl buluştuğu
sorusu ise son bölümde
cevaplanıyor. Burada yalnızca Avrupa’nın özgürlük
arayışı, Batı dışı dünyanın
yükselişi ve ulusaşırılaşmadan oluşan dinamikler
demetiyle “emperyal
eylem” arasındaki bağlantı sorgulanmıyor. Söz
konusu sistemik çerçeveyi
anlamlandıran tarihsel
bloğun ana bileşenleri de
tahlil ediliyor. Hristiyan
Sağı, Hristiyan Siyonistler
ve Yeni Muhafazakârlar
gibi grupların oluşum ve
koalisyon kurma süreçleri, kendi alt zamanlarına
odaklanılarak anlatılıyor.
Yayınevi: Ötüken; Fiyatı:
30 TL.
76 Yeni Ufuklar
Yeni Ufuklar
77
DERNEĞİMİZE KATKILARINIZI BEKLERİZ
78 Yeni Ufuklar
DERGİMİZE KATKILARINIZI BEKLERİZ
Yeni Ufuklar
79
80 Yeni Ufuklar