BİR - Tavır Dergisi

Transkript

BİR - Tavır Dergisi
1-15pages_easy.pdf 1 5.11.2015 02:25:54
Sahibi
Tavır Yayınları adına
Bahar Kurt
Sorumlu Yazı işleri Müdürü
Yeliz Yılmaz
Genel Yayın Yönetmeni
Gamze Mimaroğlu
Yayın Danışmanları
Veysel Şahin
Naciye Yavuz
Yazışma Adresi
İstanbul
Mahmut Şevket Paşa Mah.
Mektep Sk. No: 4-B
Okmeydanı - Şişli / İstanbul
İletişim
Tel: (212) 238 81 46
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
[email protected]
www.tavirdergisi.org
(facebook-twitter)
Ankara
İdilcan Kültür Merkezi
General Zeki Doğan Mah.
İmam Alim Sultan Cad. No: 12/19
Mamak
Tel: (312) 391 37 75
Hesap no (TL)
1043-0784672
Gizem İbak
İş Bankası Paşabahçe/İST
Hesap No (EURO)
1043-0539521
Gizem İbak
İş Bankası Paşabahçe/İST
Fiyatı (DÖVİZ)
Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro
Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro
İsviçre: 7,5 Frank İngiltere: 4 Sterlin
Posta Çeki Hesap No
Gizem İbak
1195 28 23
Abone Bedeli (Yıllık)
50 TL
Baskı:
Gülmat Matbaacılık
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi
1 NE 4
Topkapı- Zeytinburnu / İST.
Yayın Türü: Yerel Süreli
IÇINDEKILER
EYLÜL 2015
3
Mete YILMAZER
28 Özgür Tutsalar
4
Mehmet ESENLER
30 TAVIR
6
Leyla GÜNEY
8
Devrim SAVAŞ
10
İdil Halk Tiyatrosu
12
Sanat Cephesi
13
Hasan BAKIR
16
18
Sanat Meclisi
19
Yasımızın Rengi Kırmızıdır
Binboğa’nın Dileği
Cizre Halkının Yanındaydık
Yıl 2015 Erdal EREN Bir Kez
Daha Katledildi
Kuşlar Meclisi
Demokrasi ya da
Seçimler ve Meclis
Eşcinsellik
Sempozyuma Çağrı
Sinan GÜMÜŞ
Korkuyu Ateşe Verip
Karanlığı Aydınlatmak
Eda ÇALIŞKAN
Dev-Genç’li Olmak
Şeyh Bedreddin Yol Göstermeye
Devam Ediyor
İdil Halk Tiyatrosu Üzerine
31
Mehmet ESATOĞLU
Üç Kuruşluk Opera Bir Kez Daha
33 Hayati AZİM
Somadan Berkinlere
34 Levent NAVRUZ
Neruda Bir Halktır
37 Leyla GÜNEY
38 TAVIR
Kitap: Düzen Çürütür Devrim Yaşatır
Oya Aslan İle
Metris Belgeseli Üzerine
40 Gamze ŞENYİĞİT
Madımak’ı Anlatamamak
42 Murat Selim KARAYEL
Mizzahın Anavatanı Neresidir
45 Fazıl AKTAŞ
Tesla’nın Bobini
20 Sevgi YÜKSEL
47 Özgür Tutsaklar
22 Berrin SOYDAŞ
48 YİTİRDİKLERİMİZ
25 Şadi Naci ÖZBOLAT
50 HABERLER
Nereye Gider Nerden Çıkar Bu Tırlar
Özgür Tutsakla 10 Dakika
15 Kurşun
Kitap: Hükümet
1
1-15pages_easy.pdf 2 5.11.2015 02:25:56
MERHABA
C
Ekim-Kasım 2015 ıssn 1303-9113
M
2015/10-11 sayı:153 2.50tl
. “bu suçla iktidara. gelen. hain için”
BIR CEZA ISTIYORUM
Y
CM
MY
2015 yılının sonuna doğru yaklaşırken, 35. yılımızın da sonuna geliyoruz. Bu sayımızda
Ekim-Kasım sayısı olarak geliyoruz yanınıza. Fakat yine ölümler, yine kayıplarımızla…
Suruç'un ardından Cizre, Hopa, Ankara, Dilek… Bitmiyor. İktadarın tek yönetme biçimi
haline geldi, katliamlar… Birinin acısı dinmeden diğerinin haberini alıyoruz. Acılarımızı
yaşamamıza izin vermiyorlar. Öfkemiz dağlar kadar büyük… Dağlar gibi sıra sıra…
Alınacak hesaplar birikiyor. Bir ceza istemekle kalmayacak bu halk. İsteyecek ve aynı
zamanda verecek. Hesaplar mahşere kalmayacak...
Ankara'da yitirdiklerimizi, Cizre'den ve Hopa'dan izlenimlerimizi, Dilek'in saf ve tertemiz
yüzünü yazdık dergimize… Neyi yazalım şaşırdık… Acımızı mı, direnişi mi, öfkemizi mi…
Hangi birini… Ama herşeyi anlatmalı.
CY
Tarih sorumluluklar yüklüyor omuzlarımıza… Yitirdiklerimize layık olma sorumluluğu
her geçen gün artıyor. Bu sorumluluğu hisseden her insanımız eline kalemi alıp yazmaya
başlıyor hemen. Tavır'ın sayfaları her dönem olduğu gibi yine sonuna kadar açılıyor
okuyanlarına… Onlar da yüreğini ve hünerini döküyor sayfalarımıza.
CMY
K
Yine sanatçılarımızı yitirdik. Ne çok elveda diyen oldu. Yitirdiklerimizi kısaca yazdık ama
daha çok yazacağız. Hep bakacağız yazdıklarına, konuştuklarına, oyunlarına… Hep
bakacağız ve tarihimize kattığı emeklerinden ötürü saygı ile anmaya devam edeceğiz…
Sanatçılar ilk kez tüm disiplinlerin sorunlarını tartışmak için biraraya geliyor. Sanat Meclisi, tüm sanatçılarımızı heyecanlandıran ve
umutlandıran bir sempozyuma imza atıyor. Biz de Tavır olarak öncesinden ve sonrasında sayfalarımızı ayırdık bu sempozyuma.
Şiir, tiyatro, sinema, kitap tanıtımı, eleştiri, değerlendirme, denemelerle Ekim-Kasım sayısı ile karşınızdayız.
Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere…
Dostlukla...
NOT:
Değerli okurlarımız Tavır’a göndermek istediğiniz her türlü çalışmalarınızı “[email protected]” adresine gönderebilirsiniz.
Dergi Tasarım: Barış Onur DENİZ
2
1-15pages_easy.pdf 3 5.11.2015 02:25:57
Yasımızın Rengi Kırmızıdır
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
10 Ekim 2015...
Ankara...
Ey halkım unutma bunu, Ey ülkemin
sanatçısı unutma bunu!
Bir kenara yazmak için değil, yıllar sonra bir
karanfille anmak için değil. Yarına
bırakmadan hesabını sormak için. Ellerimizle, tırnaklarımızla hesap soralım. Kalemimiz hesap sorsun. Yeni ağıtlar yazalım, isyan
dolu. Şarkılarımız meydanlardan dağlara
çıksın, saraylara ulaşsın. Nice İnce
Memedler doğurmuş bu halk gösterelim
düşmana. Döktükleri kanda boğalım.
Sesimizi birleştirelim, bir deprem gibi
sallasın saraylarını. Yasa boğulma zamanı
değil, ağıtlarımız isyan olsun, siyahları
çıkaralım, ağıtımızın rengi Kırmızıdır.
Demirci Kawa'dan bu yana dökülür kanımız
ama yine büyür isyanımız. Kerbela'da bir
avuçtuk, ama yok olmadık. Nice zalimler
geldi ama hiçbiri kalmadı. "Dünya Sultan
Süleyman'a Kalmadı" derler. Kalmadı, ne
sarayları kaldı Osmanlı'nın ne saltanatları.
Bundan sonra da kalmayacak.
Yakın tarihteki en büyük katliamlardan
birini yaşadık. Sendikaların, meslek
odalarının ve partilerin Ankara'da düzenlediği mitingin ortasında iki bomba patlatıldı.
Yüzün üzerinde insan katledildi, yüzlerce
kişi yaralandı. Mitinge gidenler, başından
itibaren polisin ortalıkta olmamasını
garipsemişlerdi. Her mitingde, daha kendi
illerinden yola çıkarken polis tacizleri
aramaları eksik olmazdı. Ankara'ya
mitingler için, gösteriler için gidenler
bilirler. Ankara'nın girişinden itibaren polis
karşılar ve nefes aldırmadan, etrafı
kuşatırlar.
10 Ekim'de ise öyle olmadı, mitinge
gidenler hiç polis görmemişlerdi. Yürüyüş
başladı yine polis yoktu... Bombalar
patladıktan hemen sonra, ambulanstan
önce polisler, tomalar meydanı doldurdu.
Yaralıların olduğu bölgeye toma ile su
sıktılar, gaz bombaları attılar. Bütün
yaşananlar gerçek katilin kim olduğunu çok
açık şekilde gösteriyor. Katliamı IŞİD
örgütünün üstüne yıkıp sorumluluktan
kaçmaya çalışıyorlar. Suç belli, suçlu malum;
AKP iktidarı ve Amerika. AKP iktidarı krize
girdikçe, yönetemedikçe halka karşı
saldırılarını arttırmaya devam ediyor.
Bombalar önce komşu halklarımızı katletti.
Tırlar dolusu bomba sınırdan geçirildi. On
binlerce ruh hastası IŞİD, El Nusra vb.
islamcı örgütlere katılmak için Türkiye
üzerinden geçirildi. Sınırları rahatlıkla
geçtiler, ülkemizin hastanelerinden,
ulaşımından yararlandılar. Askeri üsler,
kamplarda eğitim yaptılar. Sınırlardan
tonlarca bomba Suriye halkını katletmek
üzere geçirildi. Suriye'de Devlet'in direnişi
sürdükçe AKP'nin ve Amerika'nın planları
bozuldu. İktidarda kalmak için, daha fazla
sömürü için katlettiler. Birer birer, onar
onar, yüzer yüzer katlediyorlar. Çünkü halka
düşmanlar, çünkü çok çaldılar, çünkü çok
öldürdüler. Ve o kadar hesap birikti ki,
eldekilerini kaybetmemek için işlemeyecekleri cinayet yoktur. Öldürdükleri
insanlarımızın hesabını vermemek için
yapmayacakları katliam yoktur.
Neden Katlediyorlar?
Çünkü halka verebilecekleri hiçbir şey yok.
"Çözüm Süreci" diye söyledikleri sadece bir
aldatmadan ibaret. Kürt halkının direnme
dinamiklerini yok etmek istiyor. Anadolu
toprakları, nice isyanlara ve Osmanlı
oyunlarına tanık oldu. Direnişleri yok etmek
için her tülü hile, her türlü aldatma yoluna
gittiler. İktidarlarla uzlaşan bütün isyan
önderleri aynı kadere mahkum oldular,
arkadan hançerlendiler. AKP iktidarının
"Çözüm Süreci"nden anladığı işte budur.
Her ne olursa olsun direnme dinamiklerini
yok edip, Kürt halkını teslim almak
istiyorlar. Bu katliamlar sadece Kürt halkına
yönelik değil, bütün halkımıza yönelik
yapılıyor. Ve AKP için esas sorun da bu; Gezi
Ayaklanmasında halkın öfkesinin
büyüklüğünü gördü. Tekrar aynı şeyi
yaşamamak için, bütün halklarımızı tehdit
ediyorlar. "Sokağa çıkmayacaksınız,
meydanlarda gösteri yapmayacaksınız,
yoksa katlederim" diyor.
Bütün halkımıza, sanatçılarımıza,
aydınlarımıza gözdağı veriyor AKP iktidarı.
Önce tek tek tehdit ediyordu, şimdi kitle
katliamları yapıyor.
Ey halkım unutma!
Nice dökseler de kanımızı, biz varız. Biz
varız ve milyonlarız. Onlar ise bir avuç,
adlarını tarih bile unutacak. Ama biz
yaşadık, Yavuz Sultan Selim katletti... yok
edemedi bizi. Maraş'ta katlettiler bitiremediler bizi. Dersim'de 38 de binlercemizi
katlettiler, sürgün ettiler bitiremediler bizi.
Ve bu yüzden korkarlar ve sokağa bir
orduyla çıkarlar.
Biz halkız ve tükenmeyiz, Pir Sultan bugün
yaşıyorsa, Bedreddin yaşıyorsa, Dadaloğlu
hala savaşıyorsa, umut bizde. Onlar
korksun, dilimiz, elimiz yumruk olsun.
GELECEĞE DAİR
Gelecek,
Sadece zaman değil
Mekan değil
Hayattır yaşanmaya değer
Ve şimdilik
Ve sadece
Ve ancak
Yumruğun kadar yer tutar
Zamanın ve mekanın içinde
Gelecek
Yumruğunun içindedir çünkü
Sağlam tut
Ve dalgalandır
Yumruğunu tarihin şerefine
İşte ancak o vakit
Geleceğin gelmekte oluşunu
Görür dost düşman herkes
Dostlar sevinir
Düşman korkar
Korkuları zulümdür büyür
Kar etmez fakat ecellerine
Gelecek
Çıkıp gelir çünkü kondulardan
Asalak gırtlakların peşine düşen
Aç bir bıçak gibi hem de...
Metin YILMAZER
3
1-15pages_easy.pdf 4 5.11.2015 02:25:57
Binboga’nın Dilegi
Nereden başlamalı bilmiyorum ki... Neyi
anlatmalı? Nasıl anlatmalı? Bir acıyı mı, bir
cinayeti mi, bir direnişi ya da bir zaferi mi?
Yoksa bir cenaze törenini mi?... Yok, yok...
Belki de bir düğünü anlatmalı...
Dilek’in ağzından çıkan “Galoş giy!”
sözünden sonraki her saat her dakika,
her saniye insanlık mücadelesini adeta
birer taşını oluşturuyor, Küçükarmutlu’dan Sarkız Çayırı’na uzanan yolda...
“Galoş giy!...” öyle katiller sürüsünün
yalnızca kirli ayakkabılarını işaret eden
basit bir söz değildir...”
“Galoş giy!...” bir emirdir katiller
sürüsüne. “Burası bizim evimiz, burası
bizim onurumuz, namusumuz
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
“Galoş giy!...” Seni görüyorum... Seni
tanıyorum. Senin sadece ayakkabın değil
beynin, yüreğin, duyguların kirli... Bak
silah tutan elinden kan damlıyor, ellerin
kirli... Senin geçmişin kirliydi, bugünün,
yarının kirli. Senin açık ve gizli bütün kirini
görüyorum.
“Galoş giy!...” düşmanın yüzüne karşı,
ölümüne atılan tokat gibi bir slogandır.
Katillerin gözlerine gözlerine bakarak
attığımız diğer sloganlar gibi... “İşkence
yapmak şerefsizliktir” ya da “Polis simit
sat, onurlu yaşa...” gibi sert, cüretli,
yüzlerine yekten söylenen slogandır.
“Galoş giy!...” düşmanın kirli yüzü, kanlı
eli, atmayan kalbine haykırılmış küfür
denginde bir sözdür. Öyle ya ağzına
küfrün çirkinleşmeden yakıştığı şairimizin
dediği gibi “Küfür burjuvazinin ağzında
lağım çukuru işçi sınıfının ağzında açan
çiçektir.
Düşman yeni bir slogan duymuştur.
“Galoş giy!...” Katiller bastıkları her evde,
her yürüyüşte, her mitingde, her
eylemde, her duvar yazısında duyacaklardır adtır bu sözü... Slogan, küfür, uyarı
ve teşhir niyetine.
“Galoş giy!...” irade savaşının aysbergidir.
Senin baskını, zulmünü, emirlerini
tanımıyorum. Silahına, postalına, tomana,
tankına rağmen demektir...
“Galoş giy!...” Yürüyüş dergisi dağıtırken
İbrahim Çuhadar ile çektirdiğiniz
4
fotoğrafı öyle güzel tamamlıyor ki...
Senin “Kirliler, çirkefler, pislikler dediklerini temizlemekti çünkü amacı... İdeolojik
birlik; onur, ahlak bütünlüğü bu işte...
dedim ya söz ağızdan çıktı bir kez. Ve
tarihe geçti... Şimdi düşmanı sarsan o söz
onlarca sanat eseri üretmeye aday cüret,
onur, haklılık ve doğruluk dolu özlü bir
söz artık.
Sen hastanedeyken başladılar saldırmaya. Sahip çıkmayalım, korkalım, susalım
ve sadece acımızı yaşayıp, bağrımıza
basalım istediler. Saldırıları, tacizleri
sökmedi...
Ve senin bedenin, ciğerini parçalayan
düşmanın kirli kurşunun yarasına
dayanamadı. İşte şimdi birlikte dergi
dağıttığın Çuhadar’ın ölümsüzlük
dünyasındansın artık...
Şehit düştüğünü, yoğun bakımın
kapısında bekleyen arkadaşlarına,
yoldaşlarına, ailene dahi haber vermeden
kaçırdılar, utanmadan. Utanmadan
demek bile yakışmıyor onlara. Senin
cesedini bile vermek istemediler...
Sessizce, kimsesizce gömmek adeta
ailenden ve yoldaşlarından kurtulmak
istediler.
Tarihimizi çaresizliklerinden ve arsız,
haysiyetsizliklerinden unutuyorlar olsa
gerek. Oysa bu büyük ailenin değil sağ
olanın cesedimizin tırnağı için dahi yani
bedeller ödeyerek sahiplendiğimizi kim
bilmez... Dayımızı nasıl geleneklerimize
göre uğurladık, Hasan Ferit’i, Günay’ı
nasıl sahiplendiğimiz gün daha dün gibi
değil mi?
Adlı Tıp’ın önündeki sahiplenişimizden
sonra vermek zorunda kaldılar
Dilek’imizi. Dilek’imizi gecenin yarısında
aldık. Araba korteji eşliğinde Armutlu’ya
vardık. Akşam Armutlu halkına ve
cemevine kadar sloganlarla yürüdük.
Sabaha kadar ateş başında, cemevinde,
morgun kapısında ve Armutlu sokaklarında nöbette ve yürüyüşlerdeydik.
Sabah toplanmaya başladı insanlar.
Yoldaşların, arkadaşların, akrabalar
komşular, duyarlı insanlar...
Hazırlıklar başladı. Yemek hazırlıkları, kızıl
bayrakların sopaları, tektiplerin ütüsü,
bez afişler, kalbimize dün akşamdan
gömdüğümüz Dilek'imizin yaka fotoğrafları hazırlanıyor. Yüksekçe bir duvarın
yanına kurulan iskelenin üstünde “Dilek
Doğan Ölümsüzdür - Halk Cephesi”
yazan yaşı elliyi aşmış bir ressam... Kırmızı
duvar üstünde sarı boyalı fırça gidip
geldikçe birer ikişer damla boya damlıyor
beton zemine... Bir elinde boya kutusu,
bir elinde fırça... Göz yaşlarını silemiyor
ressam... Gizliden damlayan gözyaşlarının
çıkardığı sesin, boya damlalarının
çıkardığı sesten farklı olduğunu yalnızca
kendisi biliyor.
Cenaze töreninin en dayanılmaz anlarından biri '' Rahmetlinin evinden helallik
alınmasıdır.'' Zira bu ölümsüzlüğe ulaşan
insanın evinden – barkından, kolu
komşusu, hısım - akrabası, çiçekleri, sırtını
dayadığı duvarı, perdeye sinen kokusu,
insanın gözünde kalan görüntüsünden
son ayrılmasıdır. Cansız da olsa işte bu
ayrılık anı ciğerin bir kurşun mermisiyle
parçalanmasından daha ağır, bir top
mermisinin insanın ciğerini söküp
koparması gibidir. Bu duygu çığlıklarla
dile gelir. İlle de ananın çığlığı, ille de ana,
ah Aysel ana.
Çığlıklarla vuruyoruz tekrar kalabalık, kızıl
bayraklı, zılgıtlı, sloganlı yürüyüş kolunu
Armutlu’nun dile yakışlarına...
Otobüslere binmek için son durağa
geliyoruz. Vakit öğleden sonra üç gibi
yola düşüyoruz. Yolculuk Maraş'a, Afşin
ilçesinin Sarkız Çayırı köyüne Maraş'a.
Doğup büyüdüğümüz, başına kısaltılmış
''K.'' Yazıp da kahraman diyemediğimiz,
kanlı Maraş, katil Maraş dediğimiz
Maraş'a gidiyoruz. Kanımızın döküldüğü,
hamile analarımızın süngülendiği, canlı
canlı yakıldığımız... Faşizmin sivil katillerinin toplu katliamlarla kanımıza buladığı
Maraş'a.
Bu mevsimde geceler sert olur, soğuk
olur, bizim buralarda... Sabah altı gibi
vardık Sarkız Çayırı’nın girişine. Sonra
köye girdik. Evlerden yükselen zılgıtlar,
ağıtlar, çığlıklar “Hoşgeldin”inimiz oldu.
Siyah renk başka hangi coğrafyada acıyı,
hüznü, yası bu kadar kesin ifade eder.
1-15pages_easy.pdf 5 5.11.2015 02:25:58
Anadolu’nun dışında. Siyahın en koyusunu
hiçbir renk kartelasında göremezsiniz bu
cenaze töreninden başka... Çünkü bu
siyahlık gözünüzden yüreğinize kadar
karartır renk algınızı. Siyah giysilerden
başlar; ağıtlara, zılgıtlara, dizleri dövmelere,
saçları yolmalara, “Ah keşke ben ölseydim”
yakarışlarına kadar gider.
Dilek’im bedenin teneşirdeyken Kürtçe –
Türkçe ağıtlar yükseliyor kerpiç evlerin
duvarlarında... Analar – bacılar ağıt yakar...
Ya babalar... Babaların ağıt yaktığına Sarkız
Çayırı’nda şahit oldum. Baban Metin’in
yakarışını duydum. Teyzelerine, halalarına
“Hava soğu” diyordu. “Kızımın saçını iyi
kurulayın... Hava Soğuk...” Bir babanın
bundan daha ağır ağıt sözü olabilir mi? Bu
ağıta kadınlar karşılık veriyorlardı, çığlıklar
eşliğinde...
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Sonbaharın soldurduğu yeşil ve çoğalan
sarı rengin ortasında açmış, kızıl bir karanfil
gibi kızıl bayrağımıza sarılmış Dilek’imizin
tabutu yoldaşlarının, köylülerinin
omuzlarında yeni kurumuş nemli toprak
yoldan köyün meydanına ve yanındaki
mezarlığa doğru ilerliyor.
Önde sancak, ardında bayraklar, dövizler,
sloganlar acıyı öfkeye, kine dönüştüren
kararlı, dik duruşlu dostları...
Böyle bir cenaze törenini bu dağın
eteğinde ilk kez görenler şaşırıyor. Kimi
biraz ürkse de gözlerinin içi çakmaklanıyor,
heyecanlanıyorlar.
Burjuva politikacılar gelmişler, televizyonlar
gelmiş. Röportajlar yapıyorlar. Hafif kulak
kabartıyorum. Onca katliamdan, baskıdan,
zulümden bahsettikten sonra hala ısrarla
barış vs. diye kıvrım kıvrım kıvranıyorlar.
Düşmana sitem edip, küsüyorlar... Hangi
mideyle, hangi kültür, hangi ahlakla anlamakta zorluk çekiyoruz. Üstelik ciğeri düşman
tarafından parçalanan Dilek’imizin cenazesini
daha daha kaldırmadan... Bu dostların içine
düştükleri düşkünlük durumuna üzüleyim mi,
kınayayım mı şaşırıp kalıyorum biraz.
Sonra yoldaşların ve abin Emrah konuşuyor
basına... Abin Emrah diyor ki '' Katilleri
tanıyoruz, onları açığa çıkaracağız, hesap
vermekten kaçamayacaklar, halkın adalete
ihtiyacı var?... Aklımda kalan bunlar, uzun
söze ne gerek... İşte adalet talebi, işte
onur...
İnsanın ''Ölsem de gam yemem'' dediği
anlar vardır ya... Yoldaşların ve abini
dinlerken bu anı bu duyguyu yaşıyorum. Ne
iyi ki böyle onurlu, cüretli bir aileye ve bir
büyük aileye sahipsin.
Mezarlığın yanındaki meydandayız. Bu
dağın başında bu nasıl düzenli, düzeyli bir
cenaze töreni dedirtecek duyarlı, örnek
davranışlar, konuşmalar... Önce temsilci
yoldaşın konuşuyor, sonra dini törene
geçiliyor. Dede Alevi inancına göre kısa bir
tören düzenliyor.
Sonra... Yüksek sarp kayaların dağı
Binboğa’nın eteğindeki topraklarımızın
bağrına yatırıp Binboğa’ya emanet
ediyoruz Dilek'imizi... Toprağından toprak
alıyoruz, İstanbul’daki yoldaşların mezarına
bir “selam sabah” niyetine serpmek için...
Mezar başında tekrar yoldaşların konuşuyor. Devrim şehitleri için saygı duruşunda
bulunuyoruz.
Cemevinde verilen yemekten sonra evlere
çekildik, demli çayla eşliğinde sohbetlere
koyulduk akşama kadar. Akşam üstü
İstanbul’a dönmek için vedalaştık aileyle,
köylülerle, kalan dostlarımızla.
Otobüsümüz köyden uzaklaşırken çayırının
mezarlığındaki kızıl filamalarımız uğurladı
bizi...
Anasının kınalı kuzusunu, babasının
bakmaya doyamadığı yavrusunu
Binboğa’nın başeğmezliğine emanet ettik.
Dağlar yiğittir, dağlar gururludur, dağlar
başeğmez. Dağlar yiğitlerin başeğmeyenlerin evidir, yanıbaşı, arkasıdır. İsyankarların yoldaşıdır dağlar.
Binboğa’nın etekleri kavga, yokluk,
yoksulluk, haksızlık doludur. Bunların
olduğu yerde, tabi isyanları, isyankarları
olur. Halk ozanları da isyanlar değil mi?
Tarihi gerçeği sazıyla, sözüyle yaşatanlar
değil mi? İşte bu yüzden Binboğa’nın
etekleri halk ozanı doludur. Söylediği ağıtı
yavrusunu kaybeden ana yüreğinin acısıyla
söyler. Söylediği marşı da zaferden sonra
bayrağı kale burçlarına diken bir nefer gibi
söyler.
Bunlardan biri de işte şu Sarıkız Çayırından
çıkarken karşıda görünen düz kıraç ovanın
ortasındaki Berçenek köyünün dünyaya
gönderdiği Aşık Mahzuni Şerif 'tir.
Halkların dili, duygusu, hissi olan Mahzuni
Şerif tam dediğimiz gibi halkı, devrimleri
Binboğa’dan dile getirir ve halkların her
halimi dile getirir. Acılarını, sevinçlerini,
endişelerini, korkularını, kahramanlığını...
Hadi lafı uzatmadan Mahzunu Şerif'in acı
çekerken bütün analar için söylediği ağıtı
dinleyelim, Dilek’in anası, şimdi hepimizin
anası Aysel ana için dileyelim.
'' Gene yükseklerden uçarsın gönlü
Binboğa dağında kar olmaz şimdi
Bahar gelsin mor çiçekler açsın
Yaylalar yaş tutar yar olmaz şimdi
Dilek’in ve Dilek'in büyük ailesinin acıyı
mücadeleye dönüştürdüğünü
düşündüğümüzde Aşık Mahzuni Şerif'in bir
yiğitlik türküsünü de Binboğa’nın
eteklerinde daha önce şehit düşen dostlara
ve Dilek'e istiyelim.
''Anlı çizgi çizgi zafer oyuklu
Göğsü toprak toprak öfke yayıklı
Kartal pençelidir, kara bıyıklı
Yiğitler, yiğitler bizim yiğitler
Onu bilir Binboğalar, ceritler.
Mehmet ESENLER
Binboğa’da öyle. Binboğa dağları yüksektir,
uludur, yareni çoktur. Biryanı Akdeniz’de
Toroslara Amanoslara dayanırken önünde
Tecer dağları onu doğuya kadar ulaştırır.
5
1-15pages_easy.pdf 6 5.11.2015 02:25:58
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
CİZRE HALKININ YANINDAYDIK
Günlerce "Cizre'de çatışma" haberleri
izledik televizyon ekranlarından.
Gözümüzün ekranda gördüğü, barikat
görüntülerinden ibaretti sadece.
Barikatların ardındaki yanmış yıkılmış
şehri, devletin katliamcılığını gösterme
cüretine sahip bir gazeteci çıkmamıştı.
Tüm ülkeye "teröristlerin güvenlik
güçlerine saldırdığı, ortalığı karıştırdığı"
haberleri yayılıyordu. AKP'den aldıkları
talimatlarla kaleminden kan damlayan
haberler yapan burjuva medya, gazetecilik mesleğinin gereğini yapıp bir kez
olsun "Peki ya bu 23 insan nasıl öldü? 35
günlük çocuk da mı barikatta polise
saldırırken vuruldu?" sorusunu sorsaydı,
gerçeğe giden yola girmiş olacaktı. Ama
yapmadılar. Bilerek ve isteyerek
yapmadılar. Kürt halkına bir mesaj
vermek istedi AKP faşizmi. Ya tam
teslimiyet ya da imha. Direnirsen
katlederim, taş taş üstünde koymam,
yatacak bir dam bile bırakmam. Mesaj
buydu. Mesajın yerine ulaşması için
başladılar katliama.
Cizre'de sokağa çıkma yasağı ilan
edilerek bir şehir hapishaneye çevrildi.
Sabahın 5'inde çöp atmaya çıkan dedeleri
vurdular. 10 gün boyunca bir halkı
elektriksiz, susuz, yiyeceksiz bıraktılar.
Cizre'de Kürt halkımız katledilirken
internet başında beklemek olmazdı
elbet. Yaşanan katliamı tespit etmek,
şehit ailelerine başsağlığı dilemek için
6
İstanbul'dan yola çıkan Halk Cephesi
heyetiyle beraber biz de yola çıktık.
Heyetimizde Dev-Genç'ten, Halkın
Hukuk Bürosu'ndan, Devrimci İşçi
Hareketi'nden, Kamu Emekçileri Cephesi'nden ve Kazova İşçileri'nden
arkadaşlarımız vardı.
300 - 400 kişi vardı. Nereden geldiğimize
ilişkin açıklama yaptı bir arkadaşımız.
Direnişi selamladı, dayanışma için
geldiğimizi anlattı, başsağlığı diledi.
Mikrofondan dua okuyan, konuşmalar
yapan kişi bizi tanıttı. Ardından Halk
Cephesi adına dualar okuttular. Sonra da
bize konuşma yapmamız için söz verdiler.
13 Eylül gecesi Cizre’ye doğrudan giden
otobüs bulamadığımız için Urfa üzerinden önce Diyarbakır’a, sonra Cizre’ye
gitmeye karar verdik. Geç vakit
Diyarbakır’a ulaştığımız için o gece
Diyarbakır’da kaldık. Salı sabahı bir
minibüs kiralayıp 9.30 gibi Cizre’ye yola
çıktık. Saat 12.30 gibi Cizre’ye vardık.
Arkadaşımız konuşmasında “Acılarını
paylaşmaya geldiğimizi, düşmanımızın
AKP faşizmi ve onu besleyen Amerika
olduğunu, halkların kardeş olduğunu ve
bize yasatılanların hesabını hep birlikte
soracağımızı” anlattı.
Cizre’ye on beş kilometre kala jandarma
durdurup kimlik kontrolü yapmak istedi.
Avukatlarımız yanımızdaydı. Önce kimlik
istedi, sonra geri geldi ve “Araçta delici,
kesici alet var mı” diye sordu. Sonra
kimlik kontrolünden vazgeçti ve kimlik
vermeden geçtik.
Cizre’de yaşayan bir arkadaşımızın ailesi
ile birlikte, direnişin yaşandığı Nur
Mahallesi’ne geçtik. Gittiğimizde mahalle
hala abluka altındaydı. Sokak başlarını
zırhlı araçlar tutuyor, ara ara sokak
ortalarına geliyorlardı. Mahalleyi baştan
sona dolaştık, evlere girdik, girdiğimiz
her eve İstanbul’dan geldiğimizi, devrimci
olduğumuzu anlattık.
Cizre’ye ulaştığımızda ilk iş olarak taziye
evine gittik. Belediyeye ait bir binayı
taziye evi yapmışlar; bayraklar, şehit
resimleri asmışlar sokağa. Bütün şehit
aileleri orada, halk da orada. Şehit aileleri
gelenleri ayakta karşılıyor, tek tek
herkesin elini sıkıyor. Yorgun, bitkin ama
dimdikler. Biz de hepsiyle tek tek
selamlaştık, güç aldık onlardan.
Burjuva basından izlediklerimiz ile
gördüklerimiz, dinlediklerimiz arasında
uçurum vardı. Bir mahalleyi yerle bir
etmişler. Neredeyse oturacak ev
kalmamış mahallede. Bütün binalar delik
deşik, duvarlarda koca koca delikler var,
binlerce kurşun izi var. Duvarlardaki
büyük deliklerin nasıl oluştuğunu sorduk;
"top atıyorlar" dediler. Bütün evlerin
1-15pages_easy.pdf 7 5.11.2015 02:25:59
kapısı kırık, panzerlerle dalıp kırmışlar
tüm kapıları.
Esnafın dükkanlarını, duvarları da
panzerlerle yıkmışlar. Evin içinde onlarca
kişi varken roket atmışlar, havan kullanmışlar. Evler tahrip olmuş, bir çok ev
tamamen yıkılmış, bir ev tamamen
yanmıştı.
Her taraf paramparça. Halk sokakta ya da
sağlam kalan bir odada onlarca kişi
yatıyor. Özellikle evlerin yiyecek depolarına ve marketlere saldırmışlar, yiyecek
içecek tükensin diye. 8 gün boyunca ne
su, ne elektrik ne de internet, hiçbir şey
yokmuş. Su depolarını da özellikle
patlatmış özel harekatçılar.
Buldukları çamurlu suları içmiş halk
susuzluktan. Cizre çok sıcak bir yer. Nur
Mahallesi’nin sokakları hayvan leşleri
yüzünden çok kötü kokuyordu. Susuzluktan hastalıklar baş göstermiş.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Bir eve roket atmışlar, roket attıkları
sırada evdekiler ve oraya sığınan
komsularla birlikte 17 kişi roketin girdiği
odanın yanındaki odada uyuyorlarmış.
Nur Mahallesi’ni karşıdan gören bir tepe
var. Belediye bu tepenin üzerine Mem-u
Zin Kültür Merkezi yapmış ama daha hiç
kullanılmadan karargaha çevirmiş polis
burayı. Keskin nişancılar oranın üst
katından hedef alıp katletmişler halkı.
Hala sokaklarda çatışma hazırlığı yapıyor
halk, hendek kazıyor, kum torbalarını
dolduruyor.
Cizre halkı katliama rağmen moralli,
direnmenin gururunu taşıyor.
Savaş, halkları saflaştırıyor, bilinçlendiriyor...
Bizim bir arkadaşımızın dayısı da evinin
önünde beklemiş, orada nöbet tutmuş.
Her bomba atımında sokaklara çıkıp
birileri zılgıt çekiyormuş. Birileri tava
tencereye vurarak gürültü yapıyorlarmış.
Hem halka moral vermek hem de
düşmana korku uyandırmak için yapıyorlarmış.
Mahalledeki görüşmeler bitirince HDP
ilçe binası önüne geldik. Yöneticilerden
birisi dışarıdaydı, kişi kişi kendimizi
tanıttık.
HDP binasının da kapısı parçalanmıştı.
Bize “Burayı nasıl buldunuz?” diye
sordular.
“AKP, kriz içinde, sürekli saldırıyor. ABD
ile anlaştığı için daha azgınca saldırıyor.
İntikam almaya çalışıyor, bunun karşısında direnmek dışında bir seçenek
sunmuyor. Direnmeliyiz, onlara teslim
olmamalıyız, bu saldırı ancak daha büyük
bir direniş ile püskürtülebilir. Burada biz
de direnişi gördük, halkın direndiğini
gördük” dedik.
Taziye evinin orada açıklama yaptık.
Açıklamaya iki şehit babası da katıldı ve
konuşma yaptılar.
12 yaşındaki kızını 4 gün peynir için
kullandıkları buzdolabında saklayan baba
konuştu. Onların söyledikleri her şeyin
bizim için önemli olduğunu, ne anlatırlarsa bizim de onu herkese anlatacağımızı
söyledik, yoksa konuşacak halde
değillerdi.
Basın açıklamasının ardından, bize
Cizre'ye adım attığımız andan itibaren
bize sadece rehberlik değil, aynı
zamanda yoldaşlık, dostluk yapan,
savaştan çıkmasına rağmen misafirperverliğini eksik etmeyen ailemizin evine
gittik. Hep birlikte yemek yiyip sohbet
ettikten sonra Diyarbakır’a doğru yola
çıktık. Ertesi gün de Diyarbakır’da basın
açıklaması yaptık. Bir gün önce açıklamanın çağrısını yapmıştık zaten. Cizre’de
çektiğimiz fotoğraflardan 5 tane döviz
yaptırdık, izlenimlerimizi yazdığımız bir
açıklama yazdık ve Diyarbakır’ın Ofis
denen yerinde açıklama yaptık.
Biz gittiğimizde yığınak yapmışlardı.
Akrep, TOMA, çevik kuvvet bekliyordu.
Çok kibar ve esprili davranmaya çalışıyorlardı. O yılışık yüzlerin ardındaki katillerin
halka neler yaptıklarını düşününce
hepimizin yüreğini nefret kapladı.
Yıllar önce bestelediğimiz bir türkü Em
Ne Bin Ketine... Bugün Cizre halkının
yangın yerine dönmüş evini, ocağını,
direngenliğini ve başeğmezliğin getirdiği
gururunu anlatıyor sanki;
Yenik Değiliz!
Bahar KURT
7
1-15pages_easy.pdf 8 5.11.2015 02:25:59
YIL 2015
C
ERDAL EREN
BİR KEZ DAHA
KATLEDİLDİ
M
Y
CM
MY
CY
Taşan nehir, kayan toprak, yıkılan evler,
balçığa gömülmüş yuvalar, ölen ve hala
kayıp insanlar… Burası Hopa. Burası
katliamın orta yeri.
CMY
K
Bu ülkede katliam yapmak için ille top
tank silah mermi gerekmiyor. Bazen bir
deprem bazen bir sel bazen de yağmur
alıyor canımızı.
"Be kardeşim hep mi bizi buluyor" dersek
"Evet, hep bizi buluyor".
Bizimkinden ucuz hayat mı var? Bir HES
kadar para eder mi canın? Hayır.
Tutup da biz ölmeyelim diye HES
yapımını durdurup, dereleri temizleyip,
dere yataklarına ev yapımını durduracak
halleri yok ya.
"Devlet sana başını sokacağın bir dam
vermiş mi, vermiş. Bu da başına yıkılıversin, nedir bu haykırış. Nedir bu isyan." İşte
böyle tembih ediyor AKP’nin uşağı, Hopa
köylerinin imamları, cami hocaları.
Hopa’daki köylerin tamamında okulları
yıkmışlar, imamı hocayı tutmuşlar halkı
bilinçlendirsinler diye. AKP sevici ve
sevdirici imamlar kader çığırtkanlığı
yaparak halkın isyan duygularını bastırmaya çalışıyorlar.
Hopa’ya yola çıkmadan önce biz de
televizyonlardan gördüğümüz kadarını
8
biliyorduk. Sayın valimiz Hopa’da
kimsenin bir şeye ihtiyacı olmadığı
açıklamasını yapmıştı. Valiye kalırsa böyle
bir felaket hiç olmamıştı. Valimize
güvenimiz sonsuzdu ama biz yola
koyulduk.
Rize il sınırında dünya kadar bir tabela
karşıladı bizi. Tayyip sırıtıyor ve altında
cumhurbaşkanımızın memleketine hoş
geldiniz yazısı. Sanırsın koca bir şehri
satın almış. Cumhurbaşkanımızın şehri
olduğu için terörist girmesin diye klasik
kimlik kontrolleri... Sağ salim atlattık ve
yola devam ettik. Ve Hopa… İşte geldik.
On kişiyiz. İçimizde avukat, memur, işçi,
grup yorum üyesi ve İstanbul'un mahallelerinden Halk Meclisleri'nden bir
insanımız var. Ellerimizde çok bir şey yok
ama Hopa halkının yüreklerindeki acıyı
paylaşmaya hazır geldik. Ve sonra tekrar
gelecektik o yaraları sarmaya..
Çünkü Hopa’da gördüğümüz manzara
unutulabilecek cinsten bir manzara
değildi. Mutlaka tekrar geri dönmeliydik
buraya. Çocuğunu eşini kaybetmiş, yıkık
evin başında bekleyen ağabeyler, ablalar;
evindeki balçığı temizlememiz için
gözümüzün içine bakan amcalar... Çay
toplamak zorunda olduğu için yıkık
evlerin arasından çay toplamaya çalışan
işçiler. Katliamın üzerinden on gün
geçmişti ama hiçbir yara sarılmamış.
Sözde devlet yetkilisi olan bir allahın kulu
gelip de neye ihtiyacınız var diye
sormamıştı. Köyleri gezmeye başladık.
Apo Amca, n'olursunuz evimi balçıktan
temizleyin, dedi bize. Temizlememek
olur muydu, yardım eli uzatmamak
mümkün değil. Çaresiz bir başına
bırakmak olmazdı. Su motoru bulmaya
koyulduk. Bir tane bulduk fakat su
çamurla ve odunla karışık olduğu için su
motorunun bir yararı olmadı. Hemen
belediyeye koştuk vidanjör istedik. Ama
odunlar da içerde olduğu için vidanjörün de
çekemeyeceğini öğrendik. Temizlenmesi
için belediyeden yardım edecek insan
ayarladık. Köyleri gezmeye devam ettik.
1-15pages_easy.pdf 9 5.11.2015 02:26:00
Yoldere köyü.. Bir ev vardı ki bu köyde, üç
canı yutmuştu. Bir ev vardı ki, tarihin
tekerrür ettiğinin kanıtı olmuştu. Bir ev
vardı ki, Erdal Eren'imize bir kez daha
mezar olmuştu. Yeşilin her türlü tonu
arasında gri kalan ve hiçbir zaman
renklenemeyecek bir ev…
Erdal Eren… Yıl 1980, Erdal Eren 17
yaşında… Faşist cunta tarafından yaşı
büyütülen Erdal bir daha büyümedi.
Çünkü Erdal’ı astılar. Bir çocuğu astılar.
Ülkeyi yıkacağından ülkenin düzenini
bozacağından korkan devlet büyüklerimiz, Erdal’ın katlini vacip buldular. Ve yıl
2015 Erdal Eren hala 17 yaşında… Onun
yaşını büyütme gereği bile duymayan
AKP iktidarı Erdal’ı bu kez asmadı. Diri diri
toprağa gömdü. Annesi yengesi ve Erdal
bir çamur yığını altında kalıp can verdi.
C
Erdal Eren’in babasını ve amcasını
gördük. Hala evin başındalar. Babası
anlatıyor Erdal’ı. ‘Oy benim oğlum,
Erdal'ım... Çok özel bir çocuktu. Erdal
Eren'in neden yaşının büyütülüp asıldığını
ve devrimcileri merak ederdi. Grup
Yorum dinlerdi. Oy Erdal’ım, oy Eren'im...
Adı gibi kaderi de benzedi’.
Büyü de baban sana büyü de büyü
Acılar alacak yokluklar alacak
Büyü de baban sana
Büyü de baban sana büyü de büyü
Bitmez işsizlikler açlıklar alacak
Büyü de baban sana
Büyü de baban sana büyü de büyü
Baskılar işkenceler kelepçeler gözaltılar
Zindanlar alacak
Büyü de baban sana büyü de büyü
Büyüyüp de on yedine geldiğinde
Baban sana idamlar alacak.
Büyüyemedi Erdal... Berkin gibi, Armutlu'da panzer altında kalan Sevcan gibi,
kıyıya vuran Suriyeli Aylan bebek gibi,
Cizre’de ölü bedeni buzdolabında
saklanan Cemile çocuk gibi büyüyemedi.
Çünkü büyüseler zalimin göğsüne hançer
olacaklardı belki. Büyüseler biz de
büyüyecektik. Ama izin vermediler. Arap’ı
boğdular, Laz’ı gömdüler, Kürdü kurşuna
dizip Türk’ün beynini sokağa akıttılar.
Haydutun dini, dili, ırkı yoktur. Kendinden
olmayan çocuk dahi olsa yaşam hakkı
tanımaz. Tanımadı işte. Katletti.
Katledilen her çocuğun hesabını yeni
Kapıları çalan benim, kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem, göze görünmez
ölüler.
Hiroşima’da öleli oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,büyümez ölü
çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı
kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya
savruldu.
Benim sizden kendim için hiçbir şey
istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan
çocuk.
Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin şeker de
yiyebilsinler.
doğan çocuklarımız soracak. Çocukların
öldürülmediği hiçbir doğal afetin
katliama dönmediği günleri bir gün
mutlaka göreceğiz. Ellerimizle getireceğiz.
Dilan BALCI
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
9
1-15pages_easy.pdf 10 5.11.2015 02:26:01
Kuslar
. Meclisi
Kuşlar meclisi, her ay düzenli olarak
toplanır, yeni bir konu meclisin gündemini
oluştururdu. Bu şekilde kuşlar familyası,
hep birlikte ortak sorunlarını çözerlerdi...
Meclise çoğu zaman huma kuşu başkanlık
ederdi. Huma Kuşu’nun çok yükseklerde
uçuşu kuşlar arasında ona bir saygınlık
kazandırmış, bu nedenle başkanlık görevi
kendisine verilmişti. O da bu görevi büyük
bir özveriyle ifa etmeye çalışırdı...
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Her sorun huma kuşunun başkanlığında
kuşlar arasında etraflıca konuşulup
değerlendirilir, oy birliği ile karara
bağlanırdı. Böylelikle kendi adaletini kendi
sağlardı Kuşlar Meclisi.. (Halk inancında
huma kuşu, göğün yükseklerinde uçması
nedeniyle "cennet kuşu" olarak da bilinir.
Eskiden bir hükümdar ölünce halkın bir
meydanda toplandığı ve humanın
gölgesinin üzerine düştüğü kişinin
hükümdar olacağı inancı da bu kuşun
"hükümet kuşu" ya da "talih kuşu" olarak
adlandırılmasına neden olmuştur. Ülkemizde ise eşsiz bir uzun havadır, Erzurum’un
karlı dağların da yankılanır her zaman:
‘Yavru yavru huma kuşu yükseklerden
seslenir..’ Türküler gibi hür; adı türküler gibi
sonsuza kadar yaşayacaktır böylelikle..)
Huma kuşu, toplantıyı başlatmak üzere
kürsüde yerini alır. "Herkes geldiyse
toplantımıza başlayalım arkadaşlar..”
Meclisin, ”Başlayalım, başlayalım başkan.”
sözleri salonda yankılanır. “Ama bi dakika, bi
ayak sesi geliyor, kim bu ağır ağır gelen?
“Keklik atlar söze, biraz alaycı bir tavırla,
“Tavus Kuşu tabi ki..” Tutmazlar kendilerini
gülerler art arda... Huma Kuşu uyarır: “Evet
gülmeyelim arkadaşlar, sessiz olalım,
başlıyoruz. Geçen ay ki toplantımızda
dostumuz atmaca söz almış, sıkıntılarını
dile getirmişti..” Ebabil yerinden kalkarak
müsaade ister. “Afedersiniz başkan
nelerden bahsedilmişti, mazeretim vardı
katılamamıştım toplantıya..” “Hatırlatmak
isteyen var mı? Hatırlayan var mı
arkadaşlar?” Boran, “Merhaba arkadaşlar,
Atmaca kardeşimiz bizlere yaşam alanındaki temel sorunlardan bahsetmişti...
Hidroelektrik santraller zaten uzun süredir
gündemimizi oluşturmakta, bir yenisi de
Rize'de gerçekleştirilmek istenilen ‘Yeşil Yol
Projesi’.. Geçen ay yeşil yol projesini
konuşup değerlendirmiştik meclisimizde..”
Ebabil: "Neler önerdik, nasıl bir karar aldık
10
peki?" “Hava ana gibi bizler de direnecek,
Atmaca ailesine destek olacaktık.” “Doğru
bir karar daha alınmış öyleyse...”
Huma Kuşu, ayağa kalkar. (Huma Kuşu’nun
bu hareketi meclis için bir sessiz komuttu
adeta, başkanın sözlerini eksiksiz
duyabilmek için herkes kulak kesilirdi.)
“Evet kardeşlerim, zor günlerden
geçiyoruz. Yeryüzü de gökyüzü de
insanların zalim olanlarına yetmiyor.
İnsanlar doğanın sahibi değil bizler gibi
birer parçasıdır sadece. Ama gelin görün ki
zalimlerin yasaları böyle işlemiyor. Midesi
delik böylesinin, tüm dünyayı yese
doymuyor. Bizim türümüzü değil insan
türünü de yok edecekler böyle giderse.
Zalimler, mazlumların kanıyla besleniyor.
Kusura bakmayın tutamadım kendimi yine.
Söz almak isteyen var mı?”
Turna söz almak ister, başkanın sözlerinden
sonra daha da cesaretlenerek. “Merhaba
kardeşlerim, ölümsüzlük denilmiş adıma,
turna olup göğe yükselirmiş ölenler. Hz.
Ali’nin sesi olmuşum, Hacı Bektaş ile
sırdaş... Uçuşumdan esinlenmiş halk,
semaha dönmüş, adımı bir semaha
vermişler. (Sesi titremeye başlar, sözü
ilerledikçe mahzunlaşan hali gözlerden
kaçmaz.) Haberci kuşu olmuşum. Anadolu’nun çoğu türküsünde, deyişinde adım
vardır. Sevdiği, değer verdiği kişilerle
aramda bir bağ kurmuşlar yüzyıllardır,
benimle dertleşirler yani. Ama gelin görün
ki artık pek türkü söylemez oldu bu halk, ya
da söylediği şeylerde adım geçmez,
gençler beni tanımaz, ben de onların
dilinden anlamaz oldum.” Mahzun hali
daha da artmıştır Turna’nın. Bu durumu
fark eden Karga, hem arkadaşını hem
salonu neşelendirmek üzere söze girer.
“Çok edebi konuştun yine ‘Telli Turnam’.”
Amacına ulaşır herkes basar kahkahayı...
“Lütfen arkadaşlar, niye gülüyorsunuz!
Dememiş miydik herkesi dinleyeceğiz
diye...” Kukumav dayanamaz söze atlar,
“Doğru söylersin Turna kardeş ama bu halk
sana umut bağlamış, yolunu gözlemiş
yüzyıllardır. Bir sürçen atın başı kesilmez,
derler. Dur bakalım hele, hemen karalar
bağlama öyle peşin peşin.” Turna cevap
verir hemen, “Sen de doğru söylersin
Kukumav kardeş ama ne yalan söyleyeyim
ben de seni de pek konuşkan gördüm
bugün, şark bülbülü gibisin maşallah!
Herkes kendi arasında fısıldaşmaya,
gülmeye başlar tekrar.
“Evet eveet ciddi olalım!... Başka söz almak
isteyen var mı kardeşlerim?” Su kuşu
kanadını açar. “Evet seni dinliyoruz su
kuşu.” “Su çulluğu diyecektiniz başkanım
öyle anlaşmıştık..” “Bağışla. Evet seni
dinliyoruz su çulluğu.” “Selam kardeşlerim,
benim şikayetim de Atmaca’nınkinden
farklı sayılmaz. Yaşam alanım gittikçe
daralmakta; su kaynakları, sazlıklar gittikçe
tükeniyor, yok oluyor. Var olanlar da su
olmaktan çıktı vesselam.. Böyle devam
ederse şayet zorunlu göçe mahkum
olacağım..” Kelaynak Kuşu: “Benim için de
aynı şey geçerli kardeşim, koruma altında
olduğumu söylüyorlar ama birkaç hayırsever dışında yüzümüze bakan yok.” Alıcı Kuş
söze karışır: “Kelin ilacı olsa kendi başına
sürer, diyorsun.”
Başkan sesini yükselterek, “Lütfen lütfen
arkadaşlar gülmeyelim, Serçeler siz de
oturur musunuz yerinize! Sen de Alıcı Kuş
lütfen böyle şakalar yapma bir daha.
Müsaade almadan kimse söze girmesin
artık.” Konuşurken Leylek’in müsaade
istediğini farkeder. “Evet seni dinliyoruz
Leylek kardeş.” “Başkanım, siz de bilirsiniz
ki birçok arkadaşım gibi baharın habercisiyim ben de... Ama semasına ulaştığım çoğu
yerde, eskisi gibi karşılamaz oldu beni
insanlar; sıcak memleketler, üzerinde ardı
ardına patlayan bombalarla daha bir
kavurucu oldu, göz gözü görmüyor deyim
yerindeyse, her yer feryat figan.. Anlayacağınız zor kanat açar oldum sıcak
memleketlerime. Gözüm arkada kalıyor,
gönlüm dar düşüyorum buralara... Ahh!
Buralar da pek farklı sayılmaz ya!.. Ayrıca
baharın geldiğini bizler de anlayamaz olduk
öyle değil mi Ebabil kardeş?” Başını sallar,
derin bir of çektikten sonra, “Evet evet..
Her gün attıkları bombalarla adına ‘ekolojik
denge’ dedikleri şeyi kendi elleriyle,
kendileri bozuyor Leylek kardeş.” Karga,
1-15pages_easy.pdf 11 5.11.2015 02:26:01
muzip bir gülümsemeyle Ebabil’e bakarak,
“Nuh’un gemisi de yok artık ne yapmayı
düşünüyorsun?" Herkes dayanamaz güler
yine. Huma Kuşu bir hışımla sandalyesinden
kalkar, sesi salonu inletecek kadar
yükselmiştir artık, “Böyle bir konuda nasıl şaka
yapabiliyorsunuz hala, bombalardan
bahsediyoruz kardeşlerim bombalardan!
Lütfen kendimize gelelim... Durun bir dakika,
bu ses de nedir?” Herkes meraklı gözlerle
sesin geldiği yere bakar. “Angut kardeş galiba
gelen. Evet evet o.” “Of! Bir kere de düzgün
bir iniş yap be kardeşim ne o öyle yuvarlana
yuvarlana!" “Ne yapayım, fıtratımda var
başkan. Geç kaldığım için özür dilerim
kardeşlerim." Karga fırsatı kaçırmaz,
“Abdestsiz sofuya namaz dayanmazmış o
hesap.” “Evet karga kardeş, anlaşıldı... Bugün
şakaların sonu gelmeyecek. Neyse başka söz
almak isteyen yoksa eğer asıl meselemize
geçmek istiyorum. Söz almak isteyen var mı
arkadaşlar?” Kimseden ses çıkmaz.
C
M
Y
CM
MY
“Evet başlıyorum öyleyse.. Siz de biliyorsunuz
ki bu son dönemde bir arkadaşımız
hepimizden daha fazla yorulmakta, yıpranmakta.. Ve bu müşkül hali bizleri çok
üzmekte.." Muhabbet Kuşu kanat çırparak,
“Aaa kimmiş o çok merak ettim.” “Lütfen
sabırlı olur musunuz arkadaşlar!” O zamana
kadar sesi çıkmayan Pepuk Kuşu (Guguk
Kuşu): “Afedersiniz başkan.” Huma kuşu
güvercini göstererek, “Evet sözü arkadaşımıza
veriyorum şimdi.”
CY
CMY
K
“Merhaba kardeşlerim merhaba... Başkanımın
da ifade ettiği gibi gerçekten çok yorgunum.
Bir çözüm sürecidir sürüp gitmekte...
İnsanların yöneticileri tarafından oradan
oraya koşturulup durmaktayım.." Baykuş
bütün yırtıcılığıyla, söze girer, “İnsanları
yönetemeyenler tarafından mı desek...” “Evet
evet çok yoruldum, bakın tüylerim nasıl
dökülmüş sıkıntıdan... Bir şey çözdüğüm,
çözeceğim de yok!" Angut biraz şaşkın bir
ifadeyle, “Niye ki kardeşim, kimse istemiyor
mu barışı?” Boran: “İstemekle oluyor muymuş
her şey? Öncelikle bunu konuşalım madem.”
Huma kuşu, “Konuşalım öyleyse, buyrun
arkadaşlar. Ama güvercin kardeşimizi biraz
daha dinleyelim ne dersiniz?" “Anadolu
halkları için değerliyizdir arkadaşlar, hatırlayın
çok değil elli sene önce hep beraber yaşardık.
Açık bir cam bulduk mu konuverirdik içeri
davetsiz. Avlularında, bahçelerinde bize de
yer vardı her zaman; her türküsünde,
oyununda, bazen de halısının nakışında... Baş
tacı yapmışlardır bizi, biliriz... Ama şimdilerde
kendi karnını doyuramayan, açlığın, yoksulluğun pençesinde kıvranan halk, bizi nereye
kondursun. Halka bu zor günlerinde yardım
etmek istemez miyiz?”
Leylek: “Sadece Anadolu olsa... Ne yazık ki
dünyanın her yerinde aynı açlık, aynı sefalet
diz boyu... İnsanlar kuş sürülerinden farksız
umudun peşinde oradan oraya koşmakta
ama vardıkları her yerde kapılar teker teker
yüzlerine kapanıyor. Umudun mavisi, onlara
mezar oluyor..” “Evet öyle, çok üzülüyorum bu
duruma öyle çok üzülüyorum ki... Ama
kahretsin elimden bir şey gelmiyor kahretsin!" Huma kuşu, güvercinin kafasının bu
kadar karışık olmasına bir anlam veremez
biraz da çaresiz haline kızarak, “Üzülme
güvercin kardeş üzülme, sana bu kadar
üzülmeyi kim öğretti hem? Ben yüzyıllardır
yeryüzünde insanların emek vermeden bir
hak elde ettiğini görmedim arkadaşlar, sen
gördün mü Anka Kuşu söyle.” Zümrüt-ü Anka,
“Hayır ben de görmedim, hatta en ufak bir
hak için, haklı talepleri için diri diri yanan
insanlar gördüm her defasında.” “Bir saniye
bir saniye! Nasıl yani illa kan mı aksın
istiyorsunuz, bu savaş merakınız nedir böyle
anlamıyorum. Bakın bir halkı nasıl evlerine
hapsettiler ve evlerinde katlediliyor insanlar.
Barış gelse güzel olmaz mı? İnsanlar, çocuklar
ölmesin lütfen.” Boran, çok sevdiği arkadaşı
Tavus Kuşu’nun bu sözleri karşısında hayrete
düşerek, “İnsanların ölmesini en son biz isteriz
herhalde. Teşbihte hata olmazsa bir örnekle
anlatmaya çalışayım durumu. Hepimizi bir
kafese koysalar, kocaman altın bir kafese ve
bizi gece gündüz besleseler çatlayana kadar
yesek hani... Sırası geldiğinde de bizi satın
alacak insanları buyrun siz seçin deseler... Yani
sadece seçme hakkı tanısalar. Şimdi çok
değerli kardeşlerim soruyorum sizlere, biz bu
durumda artık özgürüz, özgür olduk diyebilir
miyiz?" Meclis tek bir seferde, “Hayıır, tabiki
hayııır!” “Ne zaman özgür oluruz peki, bütün
gücümüzle kafesi kırdığımız zaman değil mi?
Güvercin kardeşimizin meselesi de buna
benzer işte... Barış; isteyenlerin değil onun için
mücadele eden, emek harcayan, bedel
ödeyen insanların olacaktır sadece.” “Evet,
ayrıca savaş diyenden barış istemek ya da
haksız olandan hak talep etmek niye ki?." der
Huma Kuşu. Tavus kuşu biraz ikna olmuş bir
şekilde, “Peki barış ne zaman inecek
yeryüzüne?" “Toplantının başında insanların
zalimlerinden bahsetmiştim ya sizlere... İşte o
zalimler yeryüzünden silinene kadar savaş
devam edecek.. Gölgem devlet hakanlarını
değil masum insanları koruyacak her
zaman..." “Ve onların elindeki silahlar,
bombalar bitene kadar, halk da silahını
bırakmayacak..” der Boran. Huma kuşu
saatine bakar, “Karar için başka önerisi olan
var mı, konumuzu toparlayalım yavaş yavaş..”
Pepuk, “Bence başkanım, güvercin
kardeşimizin gagasında zeytin dalı yerine
başka bir şey olmalı.” “Nedir mesela? Ne
olmalı?” “Düşünelim hep beraber..” Ebabil,
“Evet katılıyorum sana Pepuk kardeş. Bence
kızıl bir fular olmalı, ne dersiniz?” Meclis büyük
bir heyecan ve coşkuyla, “Evet eveet! Güzel
olabilir.” “Olabilir mi, olur mu?” Meclis net
cevaplar vermeliydi her zaman... Karga yine,
“Olur da beş yıldan başlıyor cezası..” Meclis,
“Of karga of!” “Başka öneriniz yoksa
oylamaya sunuyorum kardeşlerim, evet yok
sanırım, kızıl fular kabul diyenler?” Meclis, tek
bir ağızdan, “Evet kabul kabul!” Huma kuşu,
bu sefer karar için yerinden kalkar, kanatlarını
açmadan evvel tüylerini şöyle bir düzeltir,
“Evet, kararı açıklıyorum kardeşlerim.” Herkes
ayağa kalkar. “Güvercin kardeşimiz, gagasında
zeytin dalı değil kızıl fularla dünya halkları
mücadelesinin sembolü olacaktır artık..”
Meclis, bir ay sonra toplanmak üzere dağılır.
İdil Halk Tiyatrosu
11
1-15pages_easy.pdf 12 5.11.2015 02:26:03
D ÜZEN NE Z AMAN DEMO K R A S İ DEN B A H S EDER S E ,
HALK A DAH A ÇO K ZU LÜ M E DEC E K L E R DE ME K T İ R .
Mİ L L ET VE K L İ S EÇ İ ML ER İ İ L E ,
HANGİ PARTİNİN H A L K I S Ö MÜ R EC EĞ İ N E İ L İ Ş K İ N OY K U L L AN I L I R .
DEMOKRASİ ya da SEÇİMLER VE MECLİS
Bütün halkı aşağı gören, ayaktakımı gören
sömürücü sistemin, 800bin kikşilik ordusu,
250 bin kişilik polisi, silahı varken, bunca
güçlüyken neden 4 yılda bir milletvekili
seçimleri yapar? Neden sürekli Demokrasi'den bahseder.
En özet haliyle söylersek demokrasi; halkın
yönetime katılmasıdır. Demokrasi kelimesi
eski yunan köleci devletinden gelir. Köle
olmayan özgür yunanlılar oy kullanma
hakkına sahipti. Varlıklı, soylu yunanlılar da
seçilerek meclise katılabilirlerdi.
şartsız milletindir, yazar. Ancak meclisin
dizginleri büyük sermayenin elindedir.
Bugün çocuğa sorsanız, ülkeyi kim
yönetiyor? cevabı çok basittir, Amerika
yönetiyor. Yani TBMM yönetmiyor, onun
hakları, yetkileri sınırlıdır. Amerika'nın ve
onun işbirlikçi patronlarının izin verdiği
kadar yetkileri vardır. Mesela, bağımsızlık
isteyemezler, İncirlik üssünün kapatılmasına ilişkin önerge bile veremezler... Bu
nedenle, meclisteki hiçbir partinin birbirinden farkı yoktur. Marks, düzenin meclisi için
"burjuvazinin ahırıdır" derken, bu gerçeği
ifade etmiştir.
Peki halk yönetime katılabiliyor mu?
— Hayır, Koca bir Yalan!
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Ülkemizde TBMM, başka ülkelerde ise
farklı isimlerdeki meclislerin esas işi, halkı
aldatmak. Halkın yönetime katıldığı
izlenimi vermektir.
Halka oy hakkı tanınması 19. yüzyılın
ortalarına denk düşer. Büyük sermaye
sahipleri pek istemese de, halka oy hakkı
verirler, ardından kadınlar oy hakkı
kazanırlar. Bu elbette halkın mücadelesi
sonucu kazanılmış bir haktı... Ama
egemenler bunu iktidarlarını meşrulaştıracak bir araç haline getirdiler. Ezen sınıf
Meclis aracılığıyla, egemenliğini gizler.
Büyük reklam kampanyalarıyla, sürekli
halkı aldatan politikacılar ortaya çıkar ve
Amerika kimi seçtirmek isterse, halkı
etkileyerek, o parti oyların çoğunu alır.
Milletvekili seçimleriyle Büyük sömürücü
firmalar, büyük sermaye sahipleri iktidarlarını sağlama alırlar. Demokratik cumhuriyetlerde parti değişiklikleri, hükümet
değişiklikleri sermayenin iktidarını ve
gücünü sarsamaz. Tersine ona güç verir,
çünkü halkın bütün ilgisi meclise
yönelmiştir. Bununla birlikte, milyonlarca
insan ilkokullardaki zorunlu eğitim
sayesinde, yapılan propagandalar
sayesinde Büyük sermaye sahiplerine,
Meclise saygı duygusuyla yetiştirilir. Yani
birçok yönden halkın üzerinde etki
bırakırlar.
TBMM duvarında, egemenlik kayıtsız
12
Demokrasi yalanlarıyla oy topluyorlar, halkı
aldatıyorlar. Biz, bu demokrasi, seçim, oy
hakkı vb. aldatmacalarıyla halkın oyalanmasına karşı çıkıyoruz. Bütün seçimler,
sömürü düzeninin sürmesine fayda
sağlıyor.
Biz bağımsızlık istiyoruz, bunu başarabilecek tek güç ise halkın gücü. Demokratik
Halk Cumhuriyetinin kurulmasını istiyoruz.
Halkın yönetimle tek ilgisi 4 yılda bir, bir
kağıt parçasına mühür basmak, oy atmak
olmamalı. Halk kendi kendini yönetebilir,
çok daha iyi yönetir. Halkın yönetime
katılımı 4 yılda bir yapılan seçimlere
indirgenemez. Halk bizzat yönetime
katılmalıdır, meclisler aracılığıyla yapmalıdır.
Halk ayaklanması sırasında İstanbul’da ve
birçok yerde kurulan forumlar ve meclislerde gördük. 15-17 yaşında binlerce genç
karar aldı ve uyguladı. Kendi mahallelerinde parklarda toplandı. Kültür faaliyetinden, semtlerine dair ne sorun varsa her
sorunu bu forumlarda, meclislerde tartıştı.
Hayal edelim, oturduğumuz semti
düşünelim, sokağımızın komitesi, mahallemizin komitesi sürekli toplantılar yapar,
kararlar alır, eğitimden, sağlığa aklımıza
gelecek her konu hakkında işbölümü
yaparız. Bu meclislerin seçeceği temsilciler,
ilçe meclislerinde daha genel konular için
halkın kararını iletir. İl meclisleri ve en son
ülke meclisinde kararlar alınır. Halk
doğrudan yönetime katılmış olur.
Ülkemizde bunun örnekleri yaşanmıştı,
1996 yılında Gazi'de, kontrgerilla tarafından kahvehane taranarak alevi dedesi
katledilmişti, ardından polis onlarca
devrimciyi silahla tarayarak katletti. Gazi
halkı bu katliama karşı ayaklandı. Bu
ayaklanmanın ardından halk örgütlendi
Gazi Halk Meclisi kuruldu. Halk birçok
sorununu Gazi halk meclisi ile çözmeye
başladı. Akmayan sular, bozuk yollar
yaptırıldı. Hırsızlık sorununa karşı nöbet
tutmaya başlandı. Aile içi sorunlara kadar
birçok sorunu çözmüştü.
Elbette, iktidarların en çok korktuğu şey
gerçekleşiyordu, halk kendi kendini
yönetmeyi öğreniyordu. Bu nedenle
defalarca polis baskınları, operasyonlar
yaparak Gazi Halk Meclisi’nden yüzlerce kişi
gözaltına alındı, onlarcası tutuklandı.
Ardından, birçok yerde benzer halk
meclisleri, halk komiteleri kuruldu. Öğrenci
meclisleri üniversitelere öğrencilerin
sorunları için çalışmıştı. Sanat Meclisi, birçok
sanatçıyla bir araya gelerek, sanatçıların
kendi sorunlarını tartıştığı, festivaller
örgütlediği bir örgütlenme yarattı.
Sonuç olarak, demokrasi aldatmacalarına, 4
yılda bir yapılan milletvekili seçimlerine
aldanmamalıyız. Halkı aldatmalarına izin
vermemeliyiz. Bulunduğumuz her alanda
kendi kendimizi yönetebileceğimiz
komiteler, komisyonlar kurup, Halk
Meclisleri, Öğrenci Meclisleri, Memur
Meclisleri, Esnaf Meclisleri kurabiliriz. Yani
insanın olduğu her yerde, üç kişi varsa,
orada komisyonlar, komiteler kurarak,
karar almayı, aldığımız kararları uygulamayı
öğrenmeliyiz.
Sanat Cephesi
1-15pages_easy.pdf 13 5.11.2015 02:26:03
C
M
Y
CM
MY
CY
EŞCİNSELLİK
CMY
K
Eşcinsellikle ilgili birçok şey yazıldı çizildi.
Bu sayfalarda bir şeyleri tekrarlamaktan
ziyade, meselenin geneline katkıda
bulunabilecek bir detay üzerine
tartışalım istedik. Yani uzun uzadıya
eşcinselliğin kökenini tartışmak yerine
"Nasıl oluyor da eşcinsellik çok sıradan,
doğal ve geniş kitleler tarafından
benimsenmiş bir şey gibi lanse ediliyor?"
sorusunu sorarak başlayım istedik.
Gerçekten eşcinsellik yani l,g,b,t veya i
olabilme durumu toplumlar için çok mu
normal?
Neredeyse toplumların kültürlerinin bir
parçası gibi gösterilen eşcinsellik, her
zaman egemenlerin sapkın bir fiili ve halk
kitlelerini uyutmada kullandıkları bir
politika unsuru olmuştur. Antik Roma'da
eşcinsellik mevcuttu fakat bu sapkın
cinsel eğilim yöneticiler tarafından
benimsenmişti. Benzer bir şekilde
Osmanlı'da padişahlar ve beyler arasında
bu eğilim çok normaldi. Günümüzün
Osmanlıcıları bunu ne kadar akıllarına
getirmek istemese de saray ahalisinin
hemcinslerine düşkünlüğü hiç de
anormal karşılanmıyordu o zamanlar.
Bunu kanıtlayan el yazmaları, anılar,
direktifler ve tavsiyeler bugün hala
okunabilir. "Yaz olunca avratlara, kışın
oğlanlara meylet ki, vücutça sağlam
olasın. Zira oğlan teni sıcaktır, yazın iki
sıcak bir araya gelirse vücudu bozar.
Avrat teni ise soğuktur, kışın iki soğuk,
vücudu kurutur." diye öneriyordu bir
saray eşrafı. Ayrıca o dönemde yapılan bu
konuyla ilgili minyatürlere baktığımızda
işin nerelere vardığını görebiliyoruz.
Peki, saray ve beyler, paşalar arasında bu
kadar yaygın bir şekilde eşcinsel ilişkilerin
mevcut olmasının nedeni nedir? Bu
sorunun bir kısmına şöyle cevap verebiliriz: Egemen sınıf, halktan ve onun
değerlerinden tamamen kopmuştur ve
tatminsiz cinsel duyguları sapkınlık
derecesine varmıştır. Bunu destekleyecek bir kaç örnek verebiliriz: Osmanlı
Padişahlarının olağandışı bu cinsel
tercihleriyle ilgili kaynaklar, (Hammer ‘in
kitabının 285. Sayfası, Alfanso De la
Martin’in Osmanlı Tarihi kitabının 1.cilt
114.s, Reşet Ekrem Koçu’nun Osmanlı
Padişahları eserinin 207.s, Çağatay
Hoca’nın T.T.K yayınlarından çıkan
kitabının 43.s, Rıza Zelyut ’un Osmanlıda
Karşıt Düşünce ve İdam Edilenler
kitabının 108.s, Erdoğan Aydın’ın Fatih ve
Fetih adlı kitabında)
“Padişah yakınlarında bulunan ve iç
sarayda çalışan içoğlanları, yakışıklı ve
parlak gençlerden seçilir ve yüzleri peçe
ile kapatılırdı” ve bunu İslam hukukunda
şu sözlerle meşrulaştırıyorlardı;
“Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve
bıyığı bitmemiş çocuklarla fazla yalnız
kalmasın. Zira nefis, insanları kötülüklere
sevk edebilir. Hatta bu tür gençler
yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür
gençlere şabbemret denilir”.
Padişahlar cinsel ilişkide bulunmak için
güzel oğlanları toplatıp hareme alıyorlardı.
(Osmanlı tarihi, Alphonse de Lamartine,
Cilt 1, S:114)
Fatih sıkı bir oğlancıydı. (Reşad Ekrem
Koçu, Osmanlı padişahları, S:207-221)
4. Murat'a annesi oğlan bulurdu. (Reşad
Ekrem Koçu, Osmanlı padişahları,
S:207-221)
13
1-15pages_easy.pdf 14 5.11.2015 02:26:03
Vezir Ahmet Paşa, padişahın özel
hareminde bulunan ve cinsel ilişkide
olduğu oğlanına aşık oldu diye öldürüldü
(St. Shaw, 1, S:203)
Ayrıca Osmanlı padişahlarının ölüm
nedenlerini ortaya koyan bir kaynakta 4.
Murat'ın bir gün "İstanbul'un en şişman
kadınını" bir başka gün ise " İstanbul'un
en zayıf kadınını" haremine istediği bilinir.
Ayrıca 4. Murat'ın iç oğlan Musa Çelebi'ye
olan aşkı da resmi belgelerde yer almıştır.
Saray şairleri bu düşkünlüğü dizelerine
bile taşımışlardır. İşte bir kaç örnek:
Burada küçük bir kıyas yapacak olursak
halkın dönemin halk şairlerinde ya da
edebiyatçılarında böyle bir şeye rastlayamazsınız.
Kapitalist toplumda ise eşcinsellik
piyasaya ve burjuvazinin çıkarlarına
hizmet eden durumdadır. Kapitalist
sistemin doğal bir sonucu olan
yabancılaşma bu konuda da karşımıza
çıkar.
Marks, 1844 Elyazmaları adlı eserinde
insanın çalışmasını hayvanlardan ayıran
özellikleri ortaya koymaktadır: Bir, hayvan
“Kızoğlan kızı nâzın, şehlevend âvâzı âvâzın,
Belâsın ben de bilmem, kız mısın, oğlan mısın kâfir.”
“Ben olsam bir de mutrib, bir de tarf-i cûy-bâr olsa
Hoş imdi bir de farzâ bir cüvân-i şîvekâr olsa.”
(Benimle birlikte bir çalgıcı olsa ve bir ırmak
kenarında olsak; örneğin yanımızda
bir de işveli bir oğlan olsa...)
C
M
Necati Divanı’ndan;
“Ben kocaldım gam-ı aşkınla yiğitlik bu mudur
Hele ey pîr olası yâr-i civânım Şeyhî.”
Y
CM
MY
CY
CMY
K
(Aşkının üzüntüsüyle kocadım ey yaşlanası
oğlan sevgilim Şeyhî, senin yiğitliğin bu mudur?)
Cem Sultan Divanı’ndan:
“Cihân rindi oluptur Cem ki her dem
Gözü gönlü şarâb ile püserde.”
(Cem, dünyada vurdumduymaz bir kalenderdir;
gözü-gönlü şarap ile oğlan çocuklarındadır.)
Hamdullah Hamdi’den
"Hammâmına bârid idim Göynük’ün ammâ
Hammâmcısını gördüm hammâmına ısındım."
(Göynük’ün hamamına pek soğuktum ama
Hamamcısını görünce hamamına ısındım.)
14
“yalnızca” kendisi ve yavrusu için doğrudan gereksinim duyduğunu üretir. Başka
bir deyişle “hayvan” tek yanlı üretirken,
insan evrensel bir üretimde bulunmaktadır. İki, hayvan “yalnızca” doğrudan
fiziksel gereksinim egemenliği altında
üretir. İnsan ise, üretimde böyle bir
gereksinimden özgürdür... Üç, hayvan
“yalnızca“ kendisini üretir. İnsan üretim
faaliyeti içinde tüm doğayı yeniden
üretir. İnsan, doğanın bir parçasıdır.
Marks şöyle ifade ediyor bunu: “İnsan
doğa ile yaşar, bu şu demektir, doğa,
onun ölmemesi için, birlikte, doğayla iç
içe kalmak zorunda olduğu vücududur
1-15pages_easy.pdf 15 5.11.2015 02:26:04
insanın fiziksel ve ruhsal yaşamının doğa
ile ilgisinin olmasından başka bir anlama
gelmez. Çünkü doğa insanın bir
parçasıdır.” Oysa bugün kapitalizm insanı
doğaya karşı da yabancılaştırmıştır.
Bu durum aynı zaman da zincirleme
olarak birbirini tetikleyen bir durumdur.
Emeğine yabancılaşmış insan, giderek
doğaya da yabancılaşmakta, doğaya
yabancılaşan insan bir süre sonra kendi
kendisine, insanın etkin işlevine, yaşamsal faaliyetlerine yabancılaştırılmaktadır.
Bu da zamanla kendi türüne de
yabancılaşan insanı yaratmaktadır.
Eşcinsellikle ilgili sorunu da bu kapsamda
ele almak gerekir. Eşcinsellik bu
yabancılaşmanın sonucudur. Ve kitleler
arasında medya kullanılarak, her türlü
ideolojik propaganda ile özel olarak
yaygınlaştırılmaktadır.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Eşcinselliğin egemen sınıfların içinden
halk kitlelerinin arasına girmesi özellikle
2. Paylaşım Savaşı'ndan sonra karşımıza
çıkar. Bu durumun Emperyalist 2.
Paylaşım Savaşı'ndan sonra gelişmesi
dikkat çekicidir. Çünkü emperyalizmin
iktidarını kaybedeceği korkusu en çok bu
yıllardan sonra onu sarmıştır. Ve tarihte
olmadığıkadar her alanda önlemler
almaya çalışmıştır. Çünkü kitleler
sosyalizm ve sosyalizmin kazanımlarıyla
birlikte kapitalizmin çirkin, çürümüş,
asalak, insanlık düşmanı yüzünü daha iyi
kavramaya başlamış, Sovyetler'in faşizme
karşı verdikleri insan üstü mücadele
büyük ve geniş bir sempati yaratmıştır.
Kitlelerin düzene karşı memnuniyetsizliği
artmıştır. Dünyanın 1/3'ü emperyalist
pazarın dışına çıkmıştır. Birbiri ardına
gerçekleşen devrimler emperyalizmin
sömürü ağını parçalanmıştır.
Lenin, daha 1900’lü yılların başında ilan
etmişti bu durumu: Çağımız emperyalizm
ve proleter devrimler çağıdır! Emperyalistler bu tehlikeye karşı her alanda
ideolojik, kültürel, fiziki, sosyal... saldırıya
geçecek, tarihin akışını engellemeye,
sonunu geciktirmeye çalışacaktı. Yazılı ve
görsel medya bu alanda etkin olarak
kullanılmaya başlanmıştır. Kitleler iktidar
hedefinden koparılmakta, daha fazla
depolitize etmek için cinsellik, pornografi
belirli merkezlerden, sinema, dizi, reklam
vb yöntemlerle bombardımana
tutulmuştur.
Ülkemizde bu tarz filmlerin sinemalarda
yer alması 1975'li yıllardır. Zeki Müren'ler
bu dönemlerde ortaya çıkmıştır ve
pohpohlanmıştır. 1975-79 yılları Yeşilçam
sinemasının düzeysizleştiği, seks
filmlerinin yaygınlaştığı yıllar olmuştur.
Aynı şekilde gazino ve pavyonlarda
eşcinsel, travesti ve transseksüeller artık
çoğunluğu oluşturmaya başlamıştır.
Ülkemizde eşcinselliğin, cinsel sapkınlıkların ve yozlaşmanın devlet politikası
olarak özel olarak yaygınlaştırılması,
meşrulaştırılmasında 12 Eylül 1980
Amerikancı Askeri Faşist Cunta bir
dönüm noktasıdır. Türkiye halkları
eşcinsel, homoseksüel, travesti, gay,
lezbiyen, heteroseksüel gibi kavramlarla
12 Eylül 1980 Amerikancı Askeri Faşist
Cuntası sonrasında tanıştı. Zeki Müren'in
mini etekle uçaktan indiği görüntüler
herkesin aklındadır. Eşcinsellik artık
sanatçı alameti olarak sayılmaya başlanmış, Zeki Müren, Bülent Ersoy gibi “sanat
güneşlerimiz“ ortaya çıkarılmıştır.
12 Eylül faşist cuntası aynı günlerde “bir
silindir gibi” halkın üzerinden geçmeye
çalışıyordu. 12 Eylül askeri faşist cuntası,
yükselen devrimci muhalefeti ezmeye
çalışırken, bir yandan da eşcinsellik
yaygınlaşmaya, bir kimlik kazanmaya
başlamıştır. Bu dönemde eşcinsellik
emperyalizm tarafından bir ihraç malı
olarak topluma dayatılmıştır.
12 Eylül askeri faşist cuntasının yüz
binlerce kişiyi gözaltına alıp, işkencelerden geçirirken, yüzlerce devrimci,
ilericiyi sokakta, dağda, hapishanelerde,
işkencehanelerde katlederken eşcinsellik
konusunda “özgürlükler“ bahşetmesi
noktasında, “NEDEN?“ sorusunu
sormadan geçemiyoruz. Bu kadar kişi
işkenceden, katliamlardan geçirilirken,
eşcinselliğin böyle pazarlanması,
üzerinde düşünülmesi gereken bir
noktadır. Ve belirtmeden geçemeyeceğimiz bir noktada şudur: Türkiye
solunun büyük kesimi, 12 Eylül 1980
Faşist Cunta yıllarında “kadın sorununu”
keşfetti. Özellikle 2000’li yıllarda ise
“eşcinselliği” keşfetti. Bu durum da
üzerinde düşünülmesi gereken bir başka
noktadır.
Açıktır ki eşcinsellik burjuvazi tarafından
zorla yaşamımıza sokulmakta, hatta bir
direniş mevzisi gibi gösterilmektedir.
Kökü kökeni bu kadar belliyken biraz
düşünsek sahi eşcinselliğin yaygınlaşıp
normalleşmesi, kendi kültürel şekillenişini yaşamlarımıza empoze etmesi hangi
sınıfın çıkarlarına yarıyor?
Hasan BAKIR
15
16-31pages_easy.pdf 1 5.11.2015 02:26:25
Halkımızın yaşadıklarının benzerlerini
sanat alanında da yaşıyoruz hiç kuşkusuz.
En ufak bir muhalif sesin susturulmaya
çalışıldığı bir düzende sanatçıların da
kendi sorunları etrafında toplanmaya,
örgütlenmeye, çözümler üretmeye
ihtiyacı var.
C
M
Geldiğimiz süreç artık sadece tiyatrocuların kendi aralarında, sadece müzisyenlerin, sinemacıların kendi aralarında
örgütlenmelerinin yetersiz olduğunu
göstermiyor mu? Yani birlikler, örgütlemeler, dayanışma için kolları sıvamanın
vakti geldi de geçiyor bile. Hem de
hemen, hem de AKP’nin bir saldırısı daha
gerçekleşmeden…
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Sanat kurumlarının kapatılarak alışveriş
merkezlerine çevrilmesi, ödeneklerin
kesilmesi, sanat eserlerine ve sanatçılara
sözlü ve fiziki saldırıları, düşüncelerinden
dolayı işten atmalar, sosyal haklarının
bulunmaması… Emek hırsızlıklarından
hak gasplarına, sanat alanına yapılan
politik ve estetik saldırılara dek bir dolu
sorun, sanat alanını her geçen gün
acımasız bir biçimde kuşatıyor. Sorunlar
üst üste yığılarak bir karabasan gibi
üzerimize çörekleniyor.
Sanat alanının insanları özellikle 60’lı
yıllardan bu yana toparlanıp sorunları ele
alıp tartışmaya yapıcı çözümler bulmaya,
sanat alanına yapılan saldırılara göğüs
germeye çalıştılar. Bunun için yapılan
sayısız eylem, basın açıklaması,
sanatçıların kendi disiplinleri içerisinde
kurdukları örgütlülükler olsa da tüm
sanat disiplinlerini biraraya getiren, ortak
sorunlara ortak çözümler üreten bir
pratik gelişemedi. Ya da kısır kaldı.
Son yıllarda yaşanan saldırılar ve çevremizi kuşatan sorunlar ise alanımızın
varlığını ölümcül bir biçimde tehdit eder
hale geldi.
Sinema, müzik, sahne sanatları, edebiyat,
plastik sanatlar ve görsel sanatlar
alanında her geçen gün kabul edilmesi
mümkün olmayan saldırılar değişik
biçimlerde yoğunlaşıyor. Devlet baskısın-
16
dan, yapımcı terörüne; sosyal haklar
sorunundan sanatın estetik sorunlarına
kadar her türlü sorunu masaya yatırıp,
çözüm önerileri üretmeliyiz ve bu alanın
kendine ve geçmişine güvenini
yaratıcılığımız ve dayanışmamızla
birleştirip o önerileri birer birer hayata
geçirmeliyiz.
Alanın sorunlarını çözmek üzere
kurulmuş sanat örgütlerinin büyük
çoğunluğu; ne yazık ki süreç içinde
tabanlarından kopuk alanın sorunlarına
boş bakan, halktan uzaklaşmış, toplumsal
olaylar karşısında sadece bir twit atarak
geçiştirici tavırlarıyla duyarsızlık noktasına gelmiş ve aslında özünde birer tabela
örgütü, bir “internet alanı” örgütü halini
almışlardır. Sanat alanının ekonomik,
kültürel ve siyasi hiçbir sorununa köklü
çözümler getiremeyen, üretmeyen
örgütler yığını oluşmuş.
Sanat Meclisi; alandaki sorunlara radikal
çözümler aramak, bulmak, önermek ve
sanatın tabanında yer alan sanat
örgütleri ve sanatçılarla kol kola vererek
öncelikle alanı korumak, ardından
kangren olmuş sorunlara kalıcı çözümler
bulmak hedefiyle kuruldu.
Sanat üretenlerin sorunları içinde
boğulup kalmaları yerine çevrelerindeki
sanatçılar, sanatseverler ve izleyicileriyle
kol kola vererek harekete geçmesini
öneren Sanat Meclisi, Gezi olaylarının
ateşli günlerinde onlarca sanatçının
harekete geçmesiyle kuruldu.
O günden bugüne toplumun ve sanatın
sorunları için yollara düşen Sanat Meclisi
katılımcıları alanın sorunlarını konuşmak,
tartışmak ve kalıcı çözümler bulma
hedefiyle 6-7 Kasım 2015 günlerinde bir
“Sanat Sempozyumu” düzenliyor.
Sempozyum sahipsiz bir alan gibi
gösterilmeye çalışılan sanat alanına
öncelikle sahip çıkmak ve alanın sorunlarını tartışıp el ele çözümler üretmek için
yola çıkıyor.
Sanat alanı ülkede olup bitene kendi
çeperinden sesini yükseltmeli, sanat
alanında yer alan taban harekete geçmeli
ve sorunların nihai çözümü için kolları
sıvamalıdır.
İki gün sürecek sempozyumda sorunlara
topluca bakıp, bu sorunların çözümü için
geçmiş yıllarda yapılanları değerlendirip
günümüzde yaşanan süreci tüm sanat
dallarından sanatçıların katılımıyla ele
almaya çalışacağız. Sanat alanının
insanlarının tüm beyinlerini çalıştırmak
amacımız. Ve esas olarak kapitalizmin bizi
çözümsüz bırakamayacağını hem
sanatçılara hem yeni sanatçı adayları
gençlerimize hem da halkımıza göstermektir. Düşünelim, tartışalım, katılalım ve
çözelim. Kendi emeğimizin, ideolojimizin
AKP iktidarı tarafından çarçur edilmesine, üretmede ve yaygınlaştırmada bir
engel olmasına izin vermeyelim diyoruz.
Sempozyum yeni bir mücadele sürecinin
başlama vuruşunu yapma iddiasındadır.
Suskunluk, kırgınlık, kenara çekilme tavrı
bu ülkenin sanatçısına yakışmaz. Bu
topraklarda binlerce yıl her alanda sanat
üretmiş sanatçılara, ustalarımıza
borcumuz da var üstelik. Her koşulda,
faşizmin en azgın koşularında bile
üretmeye deva eden aydın tavrı
gösteren ustalarımıza…
Geçtiğimiz günlerde binlerce insanımızla
uğurladığımız yazar Yaşar Kemal’in dediği
gibi “Anadolu toprağı yüzlerce kültürün
yaratıldığı, gelip geçtiği, kaynaştığı,
kültürlerin birbirlerini aşıladığı, beslediği
kadim bir kültür toprağıdır.” Bu toprakların sanatçısı yaratıcılığını, üretkenliğini
ortaya koymuş, alanını var edip korurken
de bedeller ödemiştir. Sanat Sempozyumu 2015 yılında tüm sanat alanına çağrı
yaparken gücünü bu birikimden almaktadır.
6-7 Kasım 2015 günlerinde halkımızı,
aydın ve sanatçılarımızı, sanatçı
adaylarımızı buluşmaya, konuşmaya ve
alanın sorunları için çözüm bulmak için
yola çıkmaya çağırıyoruz.
16-31pages_easy.pdf 2 5.11.2015 02:26:25
Sempozyum
6 Kasım Cuma
11.00 / 12.00 - AÇILIŞ
- Video Kurgu / Armağanlar
Açılış Konuşması: Selma Altın (Grup Yorum) & Barış Güney (Müzisyen)
12.00 / 14.00 1.OTURUM - SANATTA MESLEK ÖRGÜTÜ SORUNU
Moderatör: İbrahim Karaca (Şair)
- Meslek örgütü nedir? İşlevi ve işleyişi nasıl olmalıdır? - Konuşmacı: Selçuk Kozağaçlı (Avukat)
- Günümüzde meslek örgütleri, işlevini ne kadar yerine getiriyor? - Konuşmacılar: Fırat Tanış (Oyuncu) / Mehmet Çırıka (Müzik-Sen)
- Bütün Sanatçılar ve Meslek Örgütleri Arası Dayanışma ve Güç Birliği - Konuşmacılar: Şebnem Sönmez (Oyuncu) / Efkan Şeşen (Müzisyen)
14.00 / 14.30 - ARA
14.30 / 16.30 2. OTURUM - SANATTA İŞ GÜVENLİĞİ / İŞ GÜVENCESİ SORUNU
Moderatör: Selma Altın (Grup Yorum)
- İleri Demokrasi: "Düşün ama Açıklarken Bana Sor!" - Konuşmacı: Enver Aysever (Gazeteci - Yazar)
- Taşeronlaşma: Sanatçının "Satılışı" - Konuşmacı: Ragıp Yavuz (Tiyatro Yönetmeni)
- Sözleşme Terörü: Yasal ama Gayrımeşru! - Konuşmacı: Hüseyin Turan (Müzisyen)
17.30 / 19.30 3. OTURUM - SANAT ama KİMİN İÇİN?
Moderatör: Mehmet Esatoğlu (Tiyatro Yönetmeni)
- Ruhumuza Sızmaya Çalışan Bir Truva Atı: Sam Amca Sanatı - Konuşmacı: Zerrin Taşpınar (Şair)
- İktidarın Dev(!) Sanat Faaliyeti: ‘AK’layıp ‘P’aklamak! - Konuşmacı: Müjdat Gezen (Oyuncu - Tiyatro Yönetmeni)
- Sanatçının Tarafsız Olması Mümkün müdür: Faşizme Karşı Bir Taraf Değil Bi-Taraf Olma Sorunu - Konuşmacı: Özgür Başkaya (Yönetmen - Tiyatro Eğitmeni)
- Işık İhtiyacı: Korkuyu Ateşe Verip Karanlığı Aydınlatmak! - Konuşmacı: Veysel Şahin (İdil Halk Tiyatrosu)
- Halktan Yana Sanat ama Halkın İçinde: İnsan Ruhunun Mimarı Olmak - Konuşmacı: Caner Bozkurt (Grup Yorum)
7 Kasım Cumartesi
11.00 / 11.30 SELAMLAMA
- Sanatta Enternasyonalizm: Büyük İnsanlık; Anlatılan Senin Hikayendir! - Konuşmacı: Ataol Behramoğlu (Şair )
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
11.30 / 13.00 1. OTURUM - SANATTA İŞ SAĞLIĞI SORUNU
Moderatör: Osman Genç
- Fiziksel Koşullar: "Ölümüne" Sanat! - Konuşmacılar: Vedat Özdemir (Görüntü Yönetmeni) / Aytekin Birkon (Kurgucu)
Özcan Erkişi (Müzisyen) / Murat Başaran (Dizi Müziği - Tonmaister)
13.30 / 15.30 2. OTURUM - SANAT ama NASIL?
Moderatör: Kemal Tufan (Heykeltraş)
-Yozlaşma’nın Şeytan Üçgeni: Geçmişten Kaçış, Batı Hayranlığı, Yabancılaşma - Konuşmacı: Cengiz Gündoğdu (Yazar)
-Yenilikçilik: Dün ile Beslenip Yarına Varmak - Konuşmacı: Ayça Telgeren (Ressam)
-Ustalaşma, Gelişme Sorunu / Popülerlik ve Yetinmecilik: Star Mezarlığında Bir ‘Garip’ Olmak - Konuşmacı: Erkan Oğur (Müzisyen)
-Sanatçının Özgürlüğü Nerede Başlar, Nerede Biter: Özgürüm ama Kafesim Dar! - Konuşmacı: Mehmet Aksoy (Heykeltraş) / Mehmet Sinan Kuran (Ressam)
-Sanat Üretiminde Bireysellik ve Kolektivizm: Tek Elin Nesi Var? - Konuşmacı: Barış Pirhasan (Senarist - Yönetmen)
15.30 / 16.30 YEMEK ARASI
16.30 / 18.30 - 3. OTURUM - SANAT ÜRETİMİNİN ve YAYGINLAŞTIRILMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER VE ÇÖZÜMLERİMİZ
Moderatör: İnan Altın (Grup Yorum)
- Piyasa: Böyle Yaparsan Satar! - Konuşmacı: Emrah Serbes (Yazar)
- Sanat - Sermaye Çelişkisi: Fırsat Eşitsizliği - Konuşmacı: Hüseyin Karabey (Yönetmen)
- Sansür - Otosansür: Sanatta Gizli - Açık İşgal, İçsel Olgu - Konuşmacı: Meral Gökoğlu (FOSEM)
- Elitizm - Halktan Kopukluk: Kimse Beni Anlamıyor! - Konuşmacı: Orhan Şallıel (Müzisyen)
- Yüzünü Halka Dönmek: Kaynağa Yolculuk - Konuşmacı: Mehmet Özer (Fotoğraf)
18.30 / 19.00 ARA
19.00 / 19.30 KAPANIŞ - BÜTÜN SANATÇILAR BİRLEŞİN!
Konuşmacılar: Selma Altın & Barış Güney
ARA PERFORMANSLAR
Resim performans (Ayla Turan, Buket Onat…) / Vedat Sakman / Barış Güney / Tiyatro: Osman Genç
Festival
8 Kasım Pazar
16:00 Sibel Yalçın Parkı
Erkan Oğur
Hüseyin Turan
Grup Yorum
Barış Güney
Selçuk Balcı
Niyazi Koyuncu
Efkan Şeşen
Erdal Bayrakoğlu
Ozbi
İbrahim Karaca
Osman Genç
Tiyatro Simurg
İdil Halk Tiyatrosu
17
16-31pages_easy.pdf 3 5.11.2015 02:26:26
Korkuyu Ateşe Verip Karanlığı Aydınlatmak
Bizim gibi emperyalizmin yeni sömürgesi
olan ülkelerde krizler hiç bitmez. Tüm
zenginliklerimiz emperyalistlere akıp
gittiğinden, ülkemizin her karış toprağı
emperyalizmin pazarı haline geldiğinden
ve tüm alış verişimizi onlardan
yaptığımızdan; ekonomik ve ona bağlı
olarak siyasi kriz hep var olur. Marksist
literatürde buna milli kriz diyoruz.
Ülkemizde milli krizin sürekli olarak var
olması, ülkemiz egemenleri açısından bir
yönetememe sorunu ortaya çıkartır.
Sürekli yeni yöntemler, yeni hükümetler,
yeni kurumlar arar dururlar. Öyle olmadı
bir de böyle deneyelim, şimdi bir de bu
şekilde bakalım… Bir deney tahtası gibi
kullanırlar ülke yönetimini. Olan her
defasında yoksul halka olur…
C
M
Y
Ekonomik ve siyasi açıdan nispeten rahat
olunan dönemlerde bir demokrasicilik
oyunu oynanır örneğin. Ülkede çok şeyin
değiştiğinden, özgürlüklerin her alanda
kullanılabildiğinden bahsedilir.
cılızlaşma olur genelde. Zaten icazet
altında, çizilen sınırların içinde, ürkekçe
yapılan muhalefet tümden ortadan
kalkar.
Esas olarak devrimciler meydan okur bu
azgın teröre. Onlar her türlü bedel
ödemeyi göze alarak aynen sürdürürler
mücadelelerini. Çünkü bilirler nedenlerini…
Peki aydın sanatçılar ne yapar böyle
dönemlerde? Ve ne yapmalıdır?
Halkın en geri kesimleri gibi kabuğuna mı
çekilmelidir? Evinden dışarı burnunu bile
çıkarmamalı mıdır? Etliye sütlüye
dokunmamalı mıdır? Biraz ‘rölantiye’ mi
almalıdır? Ortalığın durulmasını mı
beklemelidir?
Genelde olan budur. Düzen içi muhalefette olduğu gibi aydın sanatçılar içinde
gözle görülür bir gerileme yaşanır böyle
dönemlerde.
CM
MY
CY
CMY
K
Ama gün gelir herşey rafa kaldırılır.
Faşizm gizli gizli değil açıktan uygulanır.
Herşey yasaklanır. Baskılar, işkenceler,
linçler, tutuklamalar had safhaya ulaşır.
Bazen ordu, bazen polis eliyle bir terör
estirilir ülkede… Görülür ki değişen bir
şey yok. Çünkü yine sömürgesindir, buna
bağlı olarak sömürge tipi faşizm ile
yönetilmektesindir.
Oysa ki kitlelerle bağı, kitleler üzerinde
yönlendiriciliği, ‘rol modeli’ özelliği
oldukça güçlüdür. Ondaki korku ve
karamsarlık katlanarak ulaşır halka.
Tersinden kendine güveni, halka güveni,
teslim olmaması, direnmesi de yine
büyük bir moral güç olur. Faşist terörün
alt edilmesinde belirleyici bir rol oynayabilir.
Çözümsüz kaldıklarında egemenler
hemen korkuyu devreye sokarlar.
Korkutarak, sindirerek yönetmeyi… En
kolayı budur. Kitlelere aba altından değil
açık açık gösterilir sopa. Haddinizi bilin,
gıkınızı çıkarmayın denir… Bu dalga
dalga yayılır bütün ülkeye…
Böyle sessizliğe bürünülen bir dönemde
bir tiyatro oyunu, bir film, bir konser, bir
şiir, bir şarkı… Çok şeyin değişmesini
sağlayabilir.
Böyle dönemlerde muhalefette bir
18
Aydın olan, sorunların kaynağını
görebilendir. Ve kaynağı gören
çözümünü de bilir. Bu bildiği çözümü
halka da gösterir. Eğer sorunun kaynağını
göremiyorsa, çözüm gücü yoksa, genel
aldatmacaya, yalandan şişirilmiş güç
gösterisine kanıyorsa, halkın en geri
kesimleri ile paralel hareket ediyorsa
orada aydın olmaktan söz edilemez.
Sanatçı aydın olmak zorundadır. Bunun
için apolitik değil politik olmak zorundadır. Doğru düşünen, doğru sorgulayan
olmak zorundadır. Bunu başaran bir
aydın - sanatçı üretime de dönüştürebilir.
İşte o üretimlerle büyük bir umut
yayabilir. Halka moral verebilir. Vermelidir.
Sanatçı en kötü koşullarda coşkusunu,
umudunu yitirmeyendir. Bunalımlardan
bunalımla sürüklenmek, umutsuz,
karamsar olmak, halka güvenmemek bir
sanatçı tutumu olamaz. Halktan alıp yine
halka vermek zorundadır.
Başa dönecek olursak; bir şiir hatta bir
mısra, bir şarkı, bir konser, bir film, bir
oyun, bir sergi… Bazen çok ama çok
önemli bir araç olabilir.
Emperyalizm insanı istediği gibi yeniden
şekillendirmek, insanı insan olmaktan
çıkarıp kendisine yabancılaştırmak için;
kısacası yozlaştırmak için sanatı nasıl
kullanıyorsa; biz de aynı şekilde insanı
insan yapmak, güçlendirmek, korkuları
yenmesini sağlamak için kullanmalıyız.
Bu nedenle sanat korkuyu ateşe verip
yaktığımız, zifiri karanlığı devirdiğimiz bir
araçtır aynı zamanda…
Ben yapsam ne olur yapmasam ne olur,
söylesem ne olur söylemesem ne olur,
oynasam ne olur oynamasam ne olur
denilmemeli. Unutmayalım ki tek bir
mum devirir geceyi…
Sinan Gümüş
16-31pages_easy.pdf 4 5.11.2015 02:26:26
Dev-Genç’li Olmak!
Dev-Genç 46 yaşında. Kısacık ömürlerine koca yürekler taşıyarak çıktılar bu
yola. Gözlerini kırpmadan feda ettiler
kendilerini. Halkı, vatanı sevmenin adı
Dev-Genç oldu. Mahir’in ektiği tohum
büyüyüp serpildi; 46 yıllık koskoca
onurlu, şanlı bir tarih oldu. İçinde nice
yiğitler besledi, kaç yüreğe sevda oldu,
umut oldu, çocukların gözlerinde ışık
oldu şafak şafak baktı, bahtiyar
bahtiyar güldü.
Mahirlerden bugüne feda kuşağının
adıdır Dev-Genç. Nerede bir adaletsizlik
yaşansa, kılıcın kestiği yerde Dev-Genç
vardır.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Bu düzen kirletir insanı, bir bataklığa
saplanmış gibi içine çeker seni. Çocuk
yaşta uyuşturucu kullandırır, çocuk
yaşta tecavüz eder, çocuk yaşta
çalıştırır, çocuk yaşta evlendirir; bu
düzenin hakkı-hukuku yoktur, tek bir
hak vermez sana okumak haramdır,
doyasıya gülmek eğlenmek haramdır.
Hepsi bir savaş aslında.. Bir savaş var
evet, çetin bir savaş, yaşama savaşı... Bu
savaş anne karnında başlıyor. Daha
anne karnında açlığı, yoksulluğu
görüyor, katliamı görüyor el kadar
yürek. Anne karnından bıçakla çıkarılıp
alınıyor. Daha gülmeyi öğrenmeden,
daha bir adım bile atmamışken, daha
yüreğine sevda düşmemişken görüyor,
duyuyor, işitiyor.
yaşadığı, birinin kafasını sokacak yer
bulamadığı bir dünya vardır. Bu
dünyada hangi tarafta olmak adildir,
hangi tarafta olmak onurlu, namuslu
yaşamaktır? Susmak mıdır yoksa doğru
olan? Üç yaşında kıyıya vurmuşken
Aylan bebek, hak mıdır susmak, sesini
çıkarmamak, göz yummak? Hak değildir
elbette. Bu yüzden vardır bu savaş,
haklıyla haksızın savaşı, ezenle ezilenin
savaşı... Bu savaşta haklıdan yana,
ezilenden yana olmak en namuslu
yerde olmaktır. İşte Dev-Genç Bedrettinlerden, Pir Sultanlardan bu yana
ekilen bu tohumu büyüttü bizim
topraklarımızda. Zalimin zulmüne karşı
durmayı, dayanışmayı, paylaşmayı bu
topraklarda büyüttü. Berkin de bu
topraklarda büyüdü bu halkın bağrında
bir fidan oldu. Elif, Şafak, Bahtiyar hepsi
tek tek işlendi yüreklerimize.
Güzelliğin, iyiliğin mayası vardı
yüreklerinde. Ne ben daha çocuğum
dediler, ne benim daha önümde
yapacak çok şeyim var, hayallerim var
dediler, ne de benden artık geçti bu
yaştan sonra benden bir şey olmaz
dediler. Zalimin zulmünün yaşı yoktur
dedik, Dev-Genç’linin de yaşı yoktur. 10
yaşında çıkar zalimin karşısına gerer
kollarını, hadi buradayım der. “Ne
tankın, ne tüfeğin beni bitiremez beni
yok edemez” der. 51 yaşında kurşunu
bittiyse taşla cevap verir. Teslim olmam
ben der sen teslim ol, asıl siz
suçlusunuz, sizsiniz halkın kanını emen,
halkın üstüne bombalar yağdıran, 35
günlük bebekleri kundağında katleden.
Dev-Genç’li olmanın yaşı yoktur.
Dev-Genç’li olmak bir ruhtur.
Dev-Genç’li olmak halkına, vatanına
kendini hesapsız sunabilmektir. Bu bir
kültürdür, yüzyılların direnme
geleneğidir. Her an her yerde haksızlığın, adaletsizliğin olduğu her yerde
bir Dev-Genç’li yüreği atar. Geleceği
umutla kuracağımız yarınlarda bir
umuttur Dev-Genç.46 yıl boyunca
direnen, düşmandan tek bir aman
dilemeyen, işkencelerden geçirilen,
kurşunlara tutulan ama vazgeçmeyen
bir Dev-Genç’imiz var ne mutlu bize.
Eda ÇALIŞKAN
Bu düzenin yaşı yoktur. Açlığın,
yoksulluğun yaşandığı bir yaş da
yoktur. Ezenlerin ve ezilenlerin yaşadığı
bir dünya vardır. Birilerinin saraylarda
19
16-31pages_easy.pdf 5 5.11.2015 02:26:26
Nereye Gider Nereden Çıkar Bu Tırlar!
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Bir tır çıktı bir şehirden yola, varacağı
şehir nere?
— Gizli, söylenmez.
Kim götürüyor?
—Sır!
Kim gönderiyor, kim bekliyor?
—Bilinmez…
— Peki ne vardı o tırların içinde, ne
taşıyorlardı bu kadar sırla, nereye
götürüyorlardı? Kaç tır kalktı böyle?
3 mü, 5 mi, 10 mu?
— Sır, devlet sırrı, çok gizli…
Ne vardı o tırlar da anlatayım mı sizlere.
Gerçi işini bilir(!) bir asker çevirdi o tırları
sonra bin türlü dert aldı başına. Neydi o
askerin derdi net değil ama asker görevinden alındı ve ondan sonra bu tırların
hikâyesini yazan, çizen herkes tehdit
üstüne tehdit aldı. Nasıl olurda devlet sırrı
ortaya çıkartılırdı.
Ama ne yapsalar da ne etseler de saklayamayacakları gün gibi ortada gerçekler
20
vardı. Üstünü örtmeye çalışsalar da,
gizleseler de yalanlasalar da saklayamayacakları, gizleyemeyecekleri gerçekler.
Bu gerçekler hiç beklemedikleri bir an gelip
kıyıya vurdu. Hazırlıksız, ani yakalandılar ve
o an bir muhabir bastı deklanşöre. Ve o
sakladıkları, gizledikleri tırlar bir bir yansıdı
karelere. Muhabirin fotoğrafları düştü
dünya gündemine… Ülkemizin dört bir
yanında yüklenip sınır kapılarından geçen
tırlar, beslenen büyütülen IŞİD çeteleri
gerçeği Bodrum’da kıyıya vurdu.
Gerçek artık ortadaydı. Susamazlardı. Ama
ne diyeceklerdi? Benim tırlarımdı o cansız
bedenler, ben yaptım, o tırlarda silahlar,
mermiler vardı diyecekler miydi? Hayır.
O halde yine yalan, yine üste çıkma vakti.
Ağlanma, sızlanma, gözyaşı dökme vakti.
Tırlarım yakalandı diye ağlayanlar, kuduranlar timsah gözyaşları dökmeye başladılar
bu sefer de Aylan bebekler için.
“ 3 yaşında bir çocuk, bu savaşın sorumluları
hesap vermeli.
Tüm dünya tüm insanlık bunun karşısında
suçlu.
İnsanlık kıyıya vurdu.”
Sonra çağrılar yapmaya başladılar, tüm
dünyaya çağrılar yaptılar, toplantılar üstüne
toplantılar örgütlediler;
- Bu kan bitmeli, durmalı. Ne olacak bu
insanların “mültecilerin” hali.
Biri tır gönderir, öbürü uçak, diğeri kamyon.
Birinin kıyısına vurur, birinin kapısına gelir
dayanır. Tabi Avrupa bu duruma nasıl sessiz
kalsın, kalamaz. Kucak açar “mültecilere”.
Bu dramın son bulması için herkesin
vicdanına seslenirler. Bu ayıba son
verilmelidir. 3 yaşında bir çocuk nasıl kıyıya
vurur. Görmezden gelinemez artık, bu
insanlık ayıbı, bu dram son bulmalıdır.
Sahi ne oldu bizim tırlara, kimdi 3
yaşındaki çocuk?
Bilir misiniz Ege’yi, Ege denizini?
16-31pages_easy.pdf 6 5.11.2015 02:26:26
Sabahın seherinde sakin sakin, yavaş yavaş
kıyıya vurur Ege. Yavaş yavaş dalgalanır. Kaç
can aldı, kaç cana kıydı bu yıl Ege?
Ege sessiz ama içinde fırtınalar. Kaç
vakittir böyle Ege. İçinde canlar taşır. Ah
çabucak ulaştırsa canları, ah durmadan
solukları varsa kıyıya… Ama çoğu kez
olmaz, yapamaz, yetmez gücü.
İşte yine bir sabah onlarca can taşıdı
kıyıya ama soluklarını yetiştiremedi.
Cansız bedenleri bırakıverdi usulca kıyıya.
Çoluk çocuk onca insan. Hele biri vardı
içlerinde öyle yatağında uyur gibi
yüzükoyun süzüldü toprağın üstüne
avuçları açık göğe bakar. 3 yaşında Aylan
bebek sessizce yatıyordu kıyıda, haberi
yoktu olan bitenden. Ondan az ileride
abisi 5 yaşında Galip sonra annesi,
akrabaları… Onlar Yunanistan’a varmak
için çıkmışlardı yola ama şimdi derin bir
uykuda Bodrum kıyısında. Şimdi
yurtlarındaydılar belki, kendi ülkelerinde
Suriye’de. Evlerinde, sokaklarında… Ama
şimdi onlar Ege’de vurdular Bodrum
kıyısına ve cansız bedenleri takıldı bir
muhabirin kamerasına.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
3 yaşında bir çocuk tatilde miydi Ege’de
abisi, annesiyle. Yüzlerce, binlerce
Suriyeli neden küçücük, güvensiz bir bota
sayısından fazla binip ulaşmak istiyordu,
Yunanistan’a, Avrupa’ya?
Neden terk eder bir insan yurdunu,
neden onca risk alıp kaçar ülkesinden.
Suç Egenin mi? Suç insanlığın mı?
Yıllardır yanıyor Suriye, yıllardır Suriye
halkının üstüne yağdırılıyor bombalar.
Suriye’ye boyun eğdirmek için,
Ortadoğu’da kendi politikalarını hayata
geçirmek için katlediyorlar halkı emperyalistler. Her yolu deniyorlar, her yola
başvuruyorlar yeter ki düşsün Suriye. Işid
çetesini besleyip büyüttüler el birliğiyle.
Işid azgınca, ahlaksızca saldırdı Suriye
halkına. İç savaş var dediler, Esad
diktatör, Suriye halkını kurtarmak gerek
deyip, Suriye halkını katlettiler. Binlerce
Suriyeli Işid çetesinden kaçarak önce
sığındı Türkiye’ye. Sonra olmadı Yunanistan’a, Avrupa ülkelerine. Ülkelerini terk
etmek zorunda bırakıldılar. Çoluk cocuk
Suriyeliler düştü yollara ve kaçış
yollarının yine ölüm tehlikesiyle dolu
olduğunu bile bile. Yaşayabilecekleri,
sığınabilecekleri, çocuklarını daha iyi
büyütebilecekleri bir ülke umuduyla…
Dayandılar bu yüzden Avrupa kapılarına.
Oysa onları bu göç yollarına düşüren
onların vatanlarında, topraklarından
eden aynı ülkeler değil miydi?
O gün Bodrum’da kıyıya vuran elbette
insanlık değil di o gün kıyıya vuran
emperyalizmdi. Dünyayı parselleyerek,
katliam planlarıyla, yalanlarla ülkelere
saldıran, savaşlar açan emperyalizm ve
onun işbirlikçileri. Ülkeler deviren,
düzenler yıkan, katliamlar örgütleyen,
yozlaştırma politikalarıyla kültürleri iğdiş
eden, dini ve milli duyguları körükleyerek
halkları birbirine düşürenlerdi Aylan’ın ve
binerce Suriyelinin katili… Emperyalizmin gerçek yüzüydü kıyıya vuran.
Ne var ki suçlu malum ama kabul edemez
suçunu onun “fıtratında” yalan, dolan,
aldatma, kandırma var yaptığına yaptım
diyemez. Ama o fotoğraf, 3 yaşında ki
Aylan bir şey demeliydiler kendi kanlı
yüzleri ortaya çıkmadan hemen kapatmalıydılar üstünü o yüzden suçlu tüm
insanlıktı, hiç kimse kimseye söylenmemeli, başka suçlu aramamalıydı çünkü suçlu
tüm insanlıktı. O yüzden “İnsanlık kıyıya
vurdu!” dediler. O yüzden vicdanlara
seslendiler.
İşte, Aylan bebek için insanlık suçu
diyenlerin gerçek yüzü… Kim bunlar?
Başta ABD olmak üzere Fransa, İngiltere,
Almanya, tüm emperyalist ülkeler ve
onlarla işbirliği içinde olanlar. Bizde şimdi
diğer adı AKP. Gizli servisleri, polisleri,
orduları, medya tekelleri, besledikleri
çeteler.
Oysa dünyanın her karış toprağına savaş
üstleri dikmekte üstlerine yoktur. Onların
icadıdır işkence tezgahları, gaz odaları,
toplama kampları, atom bombaları,
kimyasal silahlar… 60 milyon insanı
vatanlarından göç etmek zorunda
bırakırlar.
Ve tüm bu sebeplerledir ki suçlu biz
değiliz, Suriye’de halkı katleden, çeteleri
besleyen, halkı ülkesinden göç etmeye
zorlayan emperyalizmdir. Suriyeli
göçmen krizine çözüm aramaları, Aylan
bebek sonrası ayağa kalkmaları hepsi
aldatmaca. Ne bekliyor Suriyelileri
Avrupa’da, ne yaptılar Türkiye’de? Ne
sağladı Türkiye onlara Avrupa ne
sağlayacak? Kendi kültürlerini, kimliklerini kaybedecek, ucuz iş gücü olarak
çalışacak daha fazla sömürülecekler.
Umut kapısı gördükleri Avrupa onları
yerlerinden yurtlarından etmekle
kalmayıp emeklerini de daha fazla
sömürecek.
Bizim utanacak hiçbir şeyimiz yok biz
utanmıyoruz, kıyıya Aylan’ın küçücük
bedeniyle emperyalizm vurdu. Savaşı
başlatan onca insanı yerinden yurdunda
eden emperyalizm... Utanarak onların
üstlerinden suçlarını almayacak, suçlarına
ortak olmayacağız. Ve yalanlarını
anlatmaya devam edeceğiz. Ne devlet
sırları, ne tırlarla gönderdikleri silahlar ne
onca tehditleri… Eğer bu zorbalığa karşı
susuyorsak işte o zaman utanmalıyız
insan oluşumuzdan.
Sevgi YÜKSEL
Ülkelerin yer altı yerüstü zenginliklerini
çalarlar savaşlarla, ekonomik anlaşmalarla, açlıktan insanlar ölüyorsa bu dünyada
hala sebebi emperyalist politikalarıdır.
Her türlü başkaldırıyı, ulusal mücadeleleri, bağısızlık mücadelelerini kanla
bastırır; onlar terörist biz kurtarıcı, size
demokrasi getireceğiz yalanları ile
ülkelerin her şeyine karışırlar. Dini ve
milliyetçiliği körükleyerek halkları
birbirine düşman ederler. İyi bakın her
savaş kararının altında onların imzaları
vardır. Sonra da barış elçisi olurlar güya.
21
16-31pages_easy.pdf 7 5.11.2015 02:26:26
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
.
ÖZGÜR TUTSAKLA 10 DAkıKA
Hapishanedeyseniz eğer, önceden
belirlediğiniz bir kişi ile haftada 10 dakika
telefonla görüşme “hakkına” sahip
olursunuz. Bu öyle bir haktır ki; büyük
bedeller ödenerek, açlık grevleri, ölüm
oruçları yapılarak, duvarlara karşı ısrarla
sloganlar atarak, diş ile tırnak ile verilen
bir mücadelenin ardından kazanılmıştır.
Hapishanelerde "tretman" denilen bir
uygulama var. Senin neyi ne kadar
yiyeceğini, hapishanenin hangi alanlarını
kullanabileceğini ve hatta yakınlarınla,
sevdiklerinle hangi zamanda ne kadar
konuşabileceğini, hangi renk kıyafet
giyeceğini... hapishanede tretman
belirler. Tüm bu yöntemlerin tek bir
amacı vardır: siyasi tutsağı düşüncelerinden vazgeçirmek. Düzenin ehlileştirdiklerinden birisi haline getirmek... Yok,
siyasi tutsaklar kabul etmezler bunu,
hele özgür tutsaklar asla. İdarenin verdiği
her türlü alçakça rüşveti reddederek,
suratlarına fırlatırlar. 10 dakikalık
görüşmeler, mektuplar, sevdiklerinin sesi
yüzü, onlara sıkıca sarılabilme, dışarıdan
gelecek haberler ve hatta kitapları...
Bunların hepsinden vazgeçebilir, daha
doğrusu hepsinden mahrum kalır ama
düşüncelerinden asla vazgeçmezler. Bu
haklar için direnirler ama asla bunların bir
şantaj malzemesi yapılmasına da izin
22
vermezler. İnsanlık onurlarını çiğnetmezler. "İyi halli", "uyumlu" değil, "iyi bir
devrimci, iyi bir özgür tutsak" olmak için...
Ve her türlü “gerekçe” ile elinizden
alınabilir bu hak. Hapishanedeki her
kazanılmış hak, hapishane idaresi eliyle
iktidarlar tarafından elinizden alınacak
haklardır. Hakkı almak kadar sahip
çıkmak da direnişle mümkündür.
Mesela bazı hapishaneler dinlemeyi
sağlıklı yapamadıkları ortamlarda çat
diye kesebilirler. İkaz etmeden, haber
vermeden, cümlenin tam ortasında, çat
diye... Saatlerce arar ve tartışırsınız o 10
dakikalık hakkınız için. Sizin için en çok
beklenen anlar için, karşınızda kuru,
donuk, ruhsuz bir ses cevap: “Kalabalık
bir ortam orası dinleyemiyoruz.” Evet,
saniye saniye dinlenir. Aslında üç taraf
vardır görüşmede: siz, tutsak yakınınız ve
hapishane idaresi. Bunu bilerek konuşursunuz hep.
Ya da bazı hapishaneler "ıslah aracı"
olarak kullanmaya çalışır. Telefon
görüşmesi tarafların karşılıklı birbirlerini
tanıtması ile başlamalılar. “Merhaba ben
falanca, filanca ile mi görüşüyorum.”,
“Evet ben filanca” Bu tanıtma olmazsa
hemen telefon kesilir ve dııııııt diye bir
ses, adamı ahizeyi fırlatacak kadar
sinirlendiren bir öfke, ah şimdi o telefonu
kesen karşımda alacak kiiii” dersiniz. Ama
nafile. Geriye kalan “Bu düzenin F’sine
de, D’sine de, E’sine de….” cümleleri ve
dağ gibi büyüyen bir öfke olur. Bir
sonraki görüşmeyi beklersiniz. Şikayet
etme hakkınız vardır. Hapishanedeki
tutsak dilekçeler yazar. Dışarıda ise
seninle aynı haksızlıkları yaşayanlarla
örgütlenme ve hem hapishane idaresine
hem de iktidara karşı aklınıza gelebilecek
envai çeşit eylemle tutsaklara yaşatılanları anlatmaktır iş.
Bu 10 dakika ilginçtir. Sohbetin giriş
gelişme sonuç kısımları yoktur. Coşkulu
bir giriş. Heyecanlı ve tedirgin gelişme ve
hızla gelen bir bitiş. Bazen üç dört cümle
ile bazen hızlı hızlı söylenmiş onlarca
cümle ile geçer. Ama hepsi dopdoludur.
Sanki dışarıda özgürce, yüzyüze yapılamayan yüzlerce saatin acısını çıkarırcasına yapılan görüşmelerdir bunlar. 1
haftayı (10080 dakikayı) 10 dakikaya
sığdırırcasına konuşursunuz. Olmaz mı?
Olur… Eğer içerideki bir “özgür tutsak”sa
ve eğer dışarıdakinin bir yanı tutsaksa
onunla birlikte, olur. Sığar, sığdırılır. Eğer
hiç görüşemese bile aynı şeylere
güldüğünüz ağladığınız yoldaşınızsa
hapishanedeki, olur.
16-31pages_easy.pdf 8 5.11.2015 02:26:26
İşte o 10 dakikalardan birisi… Devrimci
sanatçı, özgür tutsak Grup Yorum
elemanı Muharrem Cengiz ile yaptığımız
bir telefon görüşmesi. Özete gerek yok
tabi. Sadece 10 dakikalık bir görüşme için
Tavır’ın sayfaları oldukça geniş.
Önceden haberli ve bekler halde
olduğunuz için çalınca hemen ele alınır
telefon. Bir kere çaldı. İki… Aç hemen…
-
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Alo
Alo, merhaba.
Merhaba, Muharrem.
Ooooo merhaba merhaba. Nasılsın?
İyiyim sen nasılsın?
Bomba gibi.
(Bu altı satırlık görüşme o kadar yüksek
sesle yapılmıştır ki çınlatır kültür
merkezimizin duvarlarını. Mutlaka
duyarsınız. Sağdan soldan, odalardan,
kapalı kapıların ardından koşarak gelinir
ve telefonun başına toplanılır. Sanki
telefon yeni icat edilmiştir de ilk kez ses
uzaklara iletilirmiş gibi heyecanla bakılır
konuşana.
Sonra uzun süren gülmeler… Sadece
gülersiniz. Nereden başlayacağınızı
bilemeden gülersiniz. En güzel şeydir
telefonda tutsak gülüşü dinlemek ve
gülme sesini karşıya ulaştırmak. Gülerken
açılan dişleri, kırışan yüzü, parlayan
gözleri gelir gözlerimizin önüne.
Aslında günler öncesinden planlanmıştır
neler konuşulacağı. Madde madde
aklınızdadır. Ama o anda telefonun diğer
ucundan gelen hasret dolu, umutlu, dört
duvar arasında ama özgür insanın sesi,
nefesi sizi heyecanlandırır ve uçup gider
o madde madde konular. Gülersiniz.
Gülersiniz, gülersiniz… Bir coşku, bir
umut, bir hasret seli alır götürür sizi.
Aradan 10 saniye geçer. Bu on saniyede
Muharrem tutsak düşmeden önceki,
beraber geçirdiğiniz anlar, anılar geçer
aklınızdan. Aynı şeye gülersiniz aslında.
Beraber çalmalar söylemeler, yapılan
espriler, katıldığınız eylemler, onun
yaptığı bir konuşmanın ayrıntısı… Onun
da aklından yüzdeyüz aynı anılar geçer,
bilirsiniz. Siz susarsınız ama o telefon
telleri konuşmaya devam eder, siz
telefonun iki ucunda iki kişi dinler ve
birlikte gülersiniz. Sanki dört duvar
arasında değil de hemen yanıbaşınızdadır. O kadar mutlu olursunuz. Kalp
hem sıkışır öfkeden, hem açılırsınız
dostluktan yoldaşlıktan.
Sonra aklınıza zaman gelir. Zaman…
Sadece 10 dakika. Sadece 10 dakika. 10
dakika. Bitebilir, hemen bitebilir. Sonra
çeneler çalışmaya başlar.)
- Arkadaşlar nasıllar?
- İyiler iyi.
- İyi.
Bu arada birkaç kişi vardır telefonun
başında. Kulağını ahizeye dayayıp aradan
duymak isteyenler de vardır. Konuşana
bakarlar pırıl pırıl gözlerle. Konuşan,
Muharrem’in verdiği cevabın olumlu ya
da olumsuz olduğunu mimikleri ile
çevresindekilere aktarır. Konuşanın
çevresini saranlar, cevabı duymazlar ama
anlarlar. İlk açan kişi en uzun konuşan
olur, çünkü acil konuşulacakları hemen
konuşan da o olur.
- Ya ben hemen şeyi söyleyeyim de.
Geçen ay olduğu gibi, aynı şekilde hücre
aramasına askerler geldi. Yine aynı
şekilde kabul etmediğimizi söyledik,
işkence ile bizi havalandırmaya sürüklediler. Bunu avukatlarımıza da haber
verirsiniz. Biz suç duyurusunda bulunduk.
Alçaklar her aramada saldırıyorlar. (1)
- Tamam haber veririz, nasılsınız,
sağlığınız nasıl peki?
- İyidir iyi.(Hep iyilerdir zaten. Hiç
kötüyüz demezler.)
- Basına, köşe yazarlarına her hafta
mektup yazıyoruz saldırılarla ilgili. Bu
durumu anlatıyoruz.
- Onu bize de fakslayın, maille de
yollarız herkese. Biz de açıklama yaparız.
- Tamam çok güzel olur. Yarın fakslarız.
- Tamam bekliyoruz.
(Hiç kötüyüz demezler zaten. Hep iyiler,
hep canavar gibiler. Dört duvar arasında
bedenlerinden ve beyinlerinden başka
silahları olmayan tutsaklara saldırırlar.)
Sonra bir süre hapishanede yaşanan hak
gasplarını, işkenceleri anlatır Muharrem.
- Siz nasılsınız, neler yapıyorsunuz?
Konser nasıl geçti?
- İyiyiz, iyiyiz. Konser oldu, çok güzel
geçti. Muharrem, çok kalabalık oldu. Sana
da şarkı yolladık, duydun mu?
- Duydum duydum. Sağolun.
- Yasaklayan İdare mahkemesinin
önünde, Çağlayan önünde eylemler oldu.
Konser Pazar günüydü. Biz izni cuma
günü aldık. Yasağın kaldırıldığını duyurmak için bir gün kaldı yani. Çok güzeldi
konser, aslında pekçok insan yasak
olduğunu bilerek geldi.
- Bizim konserimiz de güzel geçti.
Burada milyonlar olduk diyebilirim. Yani
milyonlarca yürek...
Bu arada bilmeyenlere söyleyelim.
Yorum ne zaman büyük konserler verse
hapishanelerde aynı gün ve saatte
konserler olur. Dışarıdaki kadar dolu
dolu, dışarıdaki kadar detaylı
hazırlanılmış konserlerdir bunlar.
Konuşmalar yapılır, sesi güzel ve tabi tüm
hücrelere ulaşacak kadar güçlü olan
arkadaşlarımız verir sesini havaya.
Konserin detaylarına giremezsiniz,
aslında hiçbir şeyin detayına
giremezsiniz. Tutsaklarımızın hayal
güçleri o kadar güçlüdür ki siz genel
hatlarıyla anlatınca gerisini o doldurabilir.
Telefonda detaylardan ziyade en genel
durumları söylersiniz, gerisi mektuba
kalmıştır.
- Mektup yollamıştım ......'a, .......'e ve
İdil'e aldınız mı?
- Aldık. Cevap yazıyoruz. Haftaya elinde
olur.
- Yani tutuklanan arkadaşlar getirildi
buraya. Onlara Tavır gönderebilirsiniz.
İsimlerini mektupta yazdım ben.
- Tamam.
- Tamam kayıt cihazı hazır mı?
- Tamam sen söyle telefon kaydediyor
zaten.
- O .... bestesinin ara ezgisi vardı ya,
orası için birşeyler düşündüm.
Mırıldanarak söyleyeceğiz. Bunu keman
gibi uzun sesler çalan bir enstruman
çalabilir belki, bakarsınız işe yarar mı?
- Tamam, söyle sen.
İşte tüm seslerin sustuğu an. Çıt çıkmaz,
demin aralarda sesler veren, Muharrem
ben de burdayım diyenler... Herkes dut
23
16-31pages_easy.pdf 9 5.11.2015 02:26:27
yemiş bülbül gibi susar. Muharrem o
hapishane duvarlarını aşarak, ezgilerini
bize ulaştırıyor. Hani demişiz ya: Kör
baskılar, karanlıklar, demir kapılar, taş
duvarlar olsa da dört bir yanımda,
söylerim türkümü sana. Kuş sesinden,
dağ yelinden ulaşır sana. O en güzel
yarınlarda erişir sana.
Mücadelemizin gelenekleri,
ustalarımızdan öğrendiklerimiz, koskoca
direniş gelenekleri sığdırılır 10 dakikaya.
Her koşulda üretmek... Hapishanede de
olsak, faşizmin en azgın koşullarında dahi
üretmeye devam etmek... Dört duvar
arasından gelen Yorum ezgilerini
kaydediyoruz telefona...
C
Böyle birşeyler geldi aklıma
bakarsınız. Bu arada burda arkadaşlar var,
enstruman çalmak isteyenler var. Onlarla
ilgileneceğim. Belki bazı ihtiyaçlarımız
olabilir. Mektup yazarım ya da haftaya
telefonda söylerim.
Tamam.
Ya bir de bize Yorum'un şarkı sözleri
akorları lazım. Burda çok ihtiyaç oluyor.
Sözleri hepberaber katlediyoruz.
Elimizde olursa iyi olur.
M
Y
CM
Böyle sürüyor bu konuşma. Hangi
kitaplara ihtiyaç olur belirleniyor.
Enstrümanlar belirleniyor.
MY
CY
CMY
K
Bak burda kalabalığız. Sana selam
vermek isteyenler var.
Muharrem abi merhaba. Ben ....
Ooooo merhaba merhaba, nasılsın?
İyiyim abi.
Ne yaptın gitarı? Nasıl gidiyor.
İyi abi, çok çalışamıyorum şu sıralar.
24
Bak ya, olmaz. Ben çıkana kadar bitir
şu işi. Bak görüyorsun, biz bi orda bi
burda. Hep lazım birileri. Hemen hızlandır
bence.
Olur abi, çıkınca birlikte çalarız abi.
Tabi canım, çalarız tabi. Çok güzel
olur.
Abi, .... burda ona veriyorum.
Tamam.
Alo, Muharrem. Nasılsın?
İyiyim. Sağol. Bak en başta
söylemeyi unuttum. Sana söyleyeyim,
önemli. Bu hafta mutlaka...
Alo. Alo... Kesildi ya...
Silivri Hapishanesi son yapılan hapishanelerden birisi. Ve çok yoğun derecede bir
tecrit uygulaması var. Henüz alfebatiklerden değil. F mi, D mi, E mi belli değil.
Aslında bir pilot hapishane. Devrimciler
buraya getirilmeye başlandığından beri
tecrit duvarlarını delmek için eylemlere
başladılar. Aylarca görüş yapamayan
aileler var. Ve demin bahsettiğimiz gibi
telefon yasakları, mektup cezaları geliyor
üstüste. Silivri Hapishanesi'nde dayatılan
bir uygulama da aramaların gardiyanlar
değil, askerler tarafından yapılmaya
zorlanması. Bir tutsağın anlatımından
kısa bir bölüm: “Aylık aramaya asker
geldi. Bu şekilde aramayı kabul etmeyeceğimizi, askerin nezaret edebileceğini,
ancak aramanın gardiyanlar tarafından
yapılması gerektiğini söyledik. Bunun
üzerine 60–70 gardiyan hücreye girdi.
Bizi zorla havalandırmaya çıkardı işkence
ile ellerimizi ve ayaklarımızı çapraz
şekilde ters kelepçeledi. Bu halde bizi
sürükleyerek süngerli odaya götürdüler.
Orada da kelepçelerimizi çıkarmadılar.
Yaklaşık 1 saat sonra bizi aynı şekilde
hücreye geri getirdiler ve kelepçelerimizi
hücreye getirdiklerinde çıkardılar. Bize
işkence talimatını aramada hazır olan 2.
Müdürlerden kısa boylu esmer biri verdi”
“ Aramaya geldiklerinde Cafer görüşteydi. Hücrede yaşananlar sırasında orada
değildi. Buna rağmen görüş bittikten
sonra onu da aynı şekilde kelepçeleyerek
işkencelerle süngerli odaya attılar. Biz 8
kişiydik 4 erli gruplar halinde iki süngerli
odaya attılar.”
“İki haftadır telefon hakkımız engelleniyordu. Sebebi maktu form olan telefonla
görüşme dilekçesindeki “arz ederim”
kelimelerini çiziyor olmaz. Biz çizdiğimiz
için tartışma çıkıyor ve telefon hakkımız
gasp ediliyordu. Biz de suç duyurusunda
bulunduk. Bunun üzerine sorunu
görüşmek üzere 1. Müdür hücreye geldi
ve ne yaptığınızı bana da gösterin dedi.
Bizde arz ederiz yazısını çizdik ve bunu
yapıyoruz dedik. O da bir şey değilmiş
dedi ve gitti. Aynı gün (Çarşamba günü
24.6.2015) öğleden sonra arama
bahanesi ile bize işkence yaptılar. Bizde
bize yapılanları protesto etmek için
Perşembe günü 1 günlük açlık grevi
yaptık”
“Hepimizde gerek kelepçe izlerinden,
gerekse de yaptıkları işkencelerden
yaralar oluştu. Aynı gün tek tek revire
çıkıp işkenceyi raporlattırdık”.
“Bize işkence yapılırken diğer hücrelerde
bulunan bütün siyasi tutsaklar bunu
protesto emek için kapı dövüp slogan
attılar. Deyim yerinde ise hapishane
inledi”.
Berrin SOYDAŞ
16-31pages_easy.pdf 10 5.11.2015 02:26:27
C
M
Y
15 KURŞUN
CM
MY
CY
CMY
K
Deli, çılgın ve belki acımasız
Sayıyorlar bizi
Ölüm üstüne söylüyoruz diye
En güzel türkülerimizi
Kınıyorlar bizi
Sahte ve ikiyüzlü yaşamlar üstüne
Büyütmüyoruz diye
Hayallerimizi
Gerçek neyse o
Biz verip en değerli canlarımızı
Gerçeğe dönüştürüyoruz
Cennet hayali yarınlarımızı
IVur ulan
Yezit'in tohumu
Dehak'ın soyu
Biz,
Vurularak çoğalanlardanız
Yak ulan
Nero'nun piçi yak
Biz biliriz
Yangınlardan korkmak
Anlamsız
Biz,
Patlamalardan
Volkanlardan
Küllerinden yeşeren
Doğayız
Halkız,
Muhteşemdir fıtratımız
Vurulduğumuz yerden
Fışkırırcasına yerden
Yeniden ve yeniden
Dogarız...
Bedenimizde 15 kurşun
Savaşın kuralları kafamızda açık
Vurgun olduğunca kavgamıza
Vurulursun
Tabancan yok
Tüfeğin yokmuş
Önemi yok
Tepeden tırnağa silah
Tepeden tırnağa cephane olursun
Faşizmin karşısında
Vatan savunmasında
Halk ordusu kararlılığında
Dimdik durursun
Tabancan yok tüfeğin yok
Önemi yok
Yankee'si de uşağı da bilir
Her Parti- Cepheli savaşçı
İdeolojisiyle
Tepeden tırnağa silahlı bir
Neferdir
Ve biliyoruz ki biz
Olmasa da yanında
Tabancan, tüfeğin
Yaşanan yine de savaştır
Ve bedenimizde 15 kurşun
Olsun
Biliyoruz ki biz
Düşse de bedenimiz
Dimdik ayaktadır ideolojimiz
IIİdeoloji
„ İdeolojik davranmak“
„ İdeolojik davranmamak“
„ İdeolojik tavır“
İdeoloji dediğin Günay'dır
Her adımına
Sokaklarda
Yırtık pantolonları
Aç karınları
Yalın ayaklarıyla
Çocuklarımız katılır
Her adımında
Açlar, yoksullar
Her adımında
Emeği çalınanlar
Irgatlar
Her adımında
Tarihimiz
Kültürümüz
İsyanlar
Her adımında bize ait her şey
Vatanımız
Ve halkımız vardır
İdeolojimiz bizim
İdeolojisi/ emeğimizin
Günay olmaktır
III15 kurşun
15 karanfil
25
16-31pages_easy.pdf 11 5.11.2015 02:26:27
15 karanfil patlar semada
15 bin tohum saçılır toprağa
15 bin beden boyverir
15 bin Günay
Faşizmin karşışında yeşerir
15 kurşun
15 karanfil
15 adım olur halka
15 adım olur kavgamızda
15 adım olur zafer halayımızda
15 kurşun yarasından
15 sel olur kanımız
Patlar zulmün saray duvarlarında
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
IVVücudunda 15 kurşun
15 onur izi
Halka sıkılmıştır biri
Bildik bileli
İnsan olarak kendimizi
Kavga,
Halka düşman olanla
Halk arasında
Zorba
Zorla elkoyuyor hakkımıza
Zorba kurşun sıkıyor isyanımıza
Zorba
Bir kurşun değiyor alnımıza
Sınıf kavgasıdır işlenen
Alın yazımıza
Vücudunda 15 kurşun
Karanfilden 15 yara
Kurşunlardan birini
Sıktılar korkularına
Korkusu suçluların
Korkunçtur
Bilemeyeceği ölçüde suçsuzların
Korkusu suçluların
Korkunçtur
Bilemeyeceğiniz ölçüde sizin
Korkusu oligarşinin
Korkusu vatanını satanın
Korkusu halkını satanın
Korkusu ihanet edip halkına
Yağmacının yatağına yatanın
Korkunçtur
Sen bilemezsin
Şairin dediği gibi
Hiçbir korkuya benzemez
Onların korkusu
En hayvani korku
En vahşi hayvanın
Ölüm korkusundan daha canavar
Ve bir kurşun
Ölüm korkularına sıktılar
Vücudunda
15 kurşun
Vuruldun
Onlar
Ölüm korkularından kurtulamadılar
Vücudunda 15 kurşun
Anlamını çok iyi biliyoruz
15 kurşunun
15 kurşundan biri
26
Hedef aldı
Militan mücadelemizi
Dağlarda susturamadılar sesimizi
Sokaklarda susturamadılar
Meydanlarda susturamadılar
Durduramadılar
Militanca direnişlerimizi
Şehirlerde kıramadılar
Tetik çeken elimizi
Durduramadılar devrime ilerleyişimizi
Biliyoruz ki
Kurşunlardan biri
Bunun içindi
Dinle Günay
Huzurla yattığın yerden
Bu mesaja cevabımızdır
Silahlarımızın
Daha gür çıkan sesi
Vücudunda Günay
15 kurşun
15 onur izi
Sanadır biri
Zulme ilk sözümüz
Spartaküsümüz
Köleleştirilmemizdir
Sınıf kavgasında ilk çelişkimiz
Fizigimiz insan
Adımız?
Köle dediğin
Pazarda satılan
Tarlada, tarımda, hizmette çalıştırılan
Hayvandı
Sahiplerimiz vardı
Köle dediğin „sahip“ beylere
Köle dediğin „sahibe“ hanımlara
Yatakta da zevk sunardi
Fiziğimizle insandık
Gerçek insan olma adımımızı
Bin yıllar süren kavgamızla attık
„Romalı sahipler“ karşısında
İnsanlığa hak kazandık
Ve insan adımızı
Tarihe
„Spartaküs“ diye
Yazdık
Bin yıllardan bu yana
Her sınıf kavgasında
Yeniden kılıç sallarlar yarana
Ölümsüzlük iksiri olmalı kavga
Zulme karşı savaşımızda
Öldüremediler seni hala
Her keskin çelik darbesi
Çelikleştirdi seni
Bir başka daha
Vücudunda 15 kurşun
15 yara izi
Patronların itlerinden biri
Devrime sıktı
Kurşunlardan birini
Yüzyıllardan beri
Her sıktıkları kurşunda
Yağdırdıkları bombalarda
Katil sürüsü
Ordularıyla
Öldürmek istediler
Devrim diyen ideolojimizi
Marksizm-Leninizmi
Boşuna
Çürümüş ideolojilerinin karşışında
Kızıl yıldızımız parildıyor semada
Verdiklerinde sana
Günay ismini
Tanımlamak istediler belki
Kalbinin aydınlık güzelliğini
Vücudunda 15 kurşun
Tam kalbine sıktılar birini
Vurmak istediler Mahir, Ulaş ve
Cevahirimizi
Vurmak istediler
Dayımızı
Sinan, Sabo, Niyazi abimizi
Öldürmek istediler
Devrimci önderlerimizi
Yanıldılar
Dinle kalbimizi
Ki;
„mahir hüseyin ulas
Kurtulusa kadar savas“
„yasasin önderimiz dursun karatas“
Diye atar
Her parti-cephe neferinin kalbi
Yolumuzu ciziyor hala
Önderlerimizin ayak izleri
Vucudunda 15 kursun
15 yara izi
Beynini hedef aldi biri
Öldürmek istediler bilincimizi
Öldürmek istediler
Burjuvaziye sinif kinimizi
Tersine
Burjuvaziye
Daha büyük bir kinle
Bakiyoruz simdi
Vucudunda 15 kursun
15 onur izi
15 kursundan biri
Hedef aldi
Mayis'in 1'ini
Susuturmak istediler
1886 mayis'inda
Sikago haymarket meydani'nda
Gür sesimizi
„suskunlugumuzun
Bugün sesimizi bogan gücten
Cok daha kuvvetli oldugu zaman
Gelecektir“ (august spies)
O zamana
O
Zalimi, zulmü yok eden
O
Tüm güzellikleri yeserten
Aglayani güldüren
O
Tüm dünya halkllarini
Mutlu eden muhtesem zamana
Yüzyillar öncesinden hasret
Sikago iscilerinin sesini
Sesimizi
16-31pages_easy.pdf 12 5.11.2015 02:26:36
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Katletmek istediler bir kez daha
Bizi
1977 taksim'ini
Öldürmek istediler
89 1 mayis' inda
Öldüremedikleri dalci'mizin
Taksim'i zaptetme cüretini
Öztürk'ü, salih'i
Ugur'u, sengül'ü, levent'i
Siktilar bir kursun daha
1 mayis'a
Vuramadilar, vuramazlar
Kursunla öldürülemez
Proletaryanin kavga günü
1 mayis'lar
Vücudunda 15 kursun
Dersim'in yigit kizi
Vurulursun
15 kursunun biri
Hincidir fasizmin
Isyankar topragina
Munzur'un daglarina
Derelerinde kan akitsalar da
Gögü bombalarla karartsalar
Her karisini
Kanimiz renginde boyasalar
Da
Munzur yine türkü söyler
Sesimizi kesemediler
Gittikce gürlesti
Munzur'un doruklarinda cicekler
Munzur
Yine coskun, yine heybetli
Gözelerinden cemo'lar su icer
Vücudunda 15 kursun
15 kursundan biri
Hedef aldi irademizi
Irade hayat verir
Düsünceye
Iradeyle gecer
Düsünce eyleme
Saldirdilar
Devrime hayat veren
Irademize
Ölüm kustular kizildere' de
Kirilmadi irademiz
Coskuyla yürüdük
Yeni kizildere'lere
Biz tam yedi yil
Aclikla yürürken ölümün üzerine
Saskinlikla teslim oldular
Sarsilmaz irademize
Sosyalizmi tarihe gömmek
istediklerinde
Kan gölüne cevrildi ülkeler
Kanimizla sulandi anadolu'da
Zindanlar, daglar, sehirler
Tek milim sarsilmadik
Adimiza
Sosyalizmin iradesi dediler
Vücudunda 15 kursun
Biri
Kizlarinda oldugu icin sabo'nun
Sabo
Marksist-leninist kadindir
Anadolu topraklarinda yasayan
Ve on yillardir
Burjuvaziye karsi savasan
Adlari
Clara, rosa, tanya
Sabo'nun kizi
Hamiyet, eda, perihan
Savasta ve fedada
En öne atilan
Sabo'nun kizi idil'dir, sibel'dir
Asuman' dir, ayse' dir, adalet' tir
Fidan' dir, fatma' dir, feride' dir
Gülay' dir, gülseren' dir, gülser' dir
Hülya, hatice, hamide' dir
Sabo'nun kizi
Songül, sevgi, serpil
Isimleri her harften
Sayilari binlercedir
Sabo'nun kizlari
8 mart kadinlari
Kadin iscilerin patronlara isyani
Sabo'nun kizlari
Süt sagan elidir kadinin
Hali dokuyan eli
Makinalarda
Tarlalarda calisan eli
Temizlikci elidir kadinlarin
Ve savasan eli
Sabo'nun kizlari
Kadinlari
Alip
Öküzümüzden sonra gelen yerlerinden
Tasiyandir
Kavgamizin n öündeki yerlerine
Vücudunda 15 kursun
15 yara izi
Acisi
Dagladi cigerimizi
Vuruldum
15 kursundan biri
Hedef aldi beni
Karanfilimiz
Kalbimiz
Beynimiz
Halkiz biz
Biliriz
Sana sikilan her kursun
Hedef alir bizi
Sana sikilan her kursun
Örse inen cekic misali
Dövüyor yüregimizi
Büyütüyor
Fasizme öfkemizi
Kinimizi
Direnme bilincimizi
Sana sikilan her kursunda
Inan
Ilerledik bizbir adim daha
Vücudunda 15 kursun
15 yara izi
Kursunlardan biriyle
Katletmek istediler
Adaletimizi
Susturamadilar
Adalet isteyen sesimizi
Kursunlardan biriyle
Katletmek istediler
Türkülerimizi
Kursunlardan biriyle
Katletmek istediler
Ahlakimizi, degerlerimizi
Kursunlardan biriyle
Katletmek istediler
Ve biliriz
Hep kursunlariyla katletmek isterler
Bizi „biz“ yapan herseyi
Ve biliriz
Katiller sürüsünün
Katletmekle bitmeyen caresizligini
Ve biliriz biz katlettikce onlar
Devrim irmagi daha gür
Daha gür
Daha gür akar
Şadi Naci ÖZBOLAT
29 Agustos 2015
27
16-31pages_easy.pdf 13 5.11.2015 02:26:36
Seyh
. Bedreddin Yol
Göstermeye Devam Ediyor
Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ve
geleceğe uzanan bir bilgedir Şeyh
Bedrettin. Ömrünü sömürünün
olmadığı, tüm halkların eşit, özgür ve
kardeşçe yaşayabileceği bir düzeni
kurma mücadelesine adamıştır.
Resmi tarih kitaplarında tam da bu
adanmışlığından dolayı bozgunca ve
din düşmanı olarak anlatılır. Halkların
direniş tarihinde bir meşale olması da
yine bu adanmışlığın sonucudur.
Simavna Kadısı İsrail Bey’in oğlu
olarak 1364 yılında doğan Bedreddin,
çocukluğunu ve gençliğini çağının en
ileri bilim insanlarından eğitim alarak
geçirmiştir. Öğrendikçe öğrenme
isteği artmış, hiçbir zaman bildikleriyle yetinmeyerek hep bir arayış içinde
olmuştur. Arayışı O’nu bildiklerinin
hayata geçirilmesi mücadelesine
itmiştir.
C
M
Y
CM
Bilmemek cahilliktir ama bilip de
söylememek namussuzluktur (!)
MY
CY
Bildiklerinin özü, adaletli, eşitlikçi ve
sömürünün olmadığı bir düzenin
mümkün olduğunu gösterir Bedreddin’e. Fakat bunun büyük ve kanlı bir
mücadele ile gerçekleşeceği de
kaçınılmazdır. Bedreddin bunu
anlamış ve uzun soluklu bir mücadeleye atılarak halka bu gerçeği taşımaya koyulmuştur.
CMY
K
Yaşanan dönem, Osmanlı Devleti’nin
çürüme ve yozlaşma içinde olduğu bir
dönemdir. Osmanlı Devleti’nin
başında Yıldırım Bayezid vardır.
Padişah ve çevresi her türden sefahat
içindeyken halk yoksulluk altında
ezilmektedir. Yıldırım Bayezid’in
1402’de Ankara’da Timur’a yenilmesiyle halkın çektiği acılar daha da
artmıştır. Fetret Devri olarak bilinen
bu dönem taht kavgalarıyla geçmiştir.
İktidarda yaşanan belirsizliğin sonucu
olarak çeşitli egemen kesimlerin
sömürüsü ve yağmacılığı ile halkın
yaşamı katlanılamaz hale gelmiştir
Anadolu’da.
28
İşte Bedreddin Anadolu’da bunlar
yaşanırken, genç bir öğrenciyken
gittiği Kahire’den ülkesine
dönmüştür. Ve bu dönüş yolculuğunda hem halkın yaşadığı acılara tanıklık
etmiştir hem de halkın eşit, adil bir
düzen için mücadeleye hazır
olduğunu görmüştür. Anadolu her
inançtan, kültürden insanların
yaşadığı topraklardır. Ve tüm insanlar,
etnik köken ya da inanç ayrığımı
olmaksızın benzer acılar yaşamaktadır. Dönüş yolculuğu Anadolu
halklarının da önceden ününü
duydukları Şeyh Bedreddin’i daha
yakından tanımalarını sağlamıştır.
İnsanlar O’nun hak ve adalet üstüne
düşüncelerinden etkilenmiş ve
düşüncelerini benimsemiştir.
Taht kavgası esas olarak Yıldırım
Bayezid’in iki oğlu Çelebi Mehmet ve
Musa Çelebi arasında yaşanmaktadır.
Musa Çelebi Rumeli’de hüküm
sürmektedir. Bedreddin bu süreçte
Rumeli Kazaskeri olarak görev
almıştır. Kazaskerliği sırasında halktan
yana kararlar alsa da görmüştür ki
sömürü olduğu gibi durmaktadır. Ki
taht kavgasında Çelebi Mehmet galip
gelince Bedreddin de İznik’e
sürülmüştür.
Sürgündeyken de hak ve adalet
mücadelesini örgütleyen olmuştur
Bedreddin. Anadolu halkı açlık,
yoksulluk ve acı içindedir. Kendisi
İznik’ten çıkamaz ama kurduğu
örgütlenme ile çetin bir mücadeleyi
başlatır. Börklüce Mustafa, Anadolu
Şeyhi olarak Aydın, İzmir, Urla ve
Karaburun yöresine; Torlak Kemal de
Börklüce’nin komutasında Manisa’ya
gönderilir. Başta hak ve adalet
üzerine propaganda yapar Bedreddin
yiğitleri. Halka iki yıl boyunca
sömürünün nedenlerini, nasıl yok
edileceğini anlatır, beylerin zulmünü
gösterip teşhir ederler. Bir yandan da
Ege’de hüküm süren beylerin askeri
güçlerine karşı gerilla tarzı saldırılar
gerçekleştirirler. Örgütlenme
faaliyeti durmaksızın sürer. Fakat
Beyler, baskıdan vazgeçmezler,
aksine alınan vergiler arttırılarak halk
daha yoğun bir şekilde sömürülür,
16-31pages_easy.pdf 14 5.11.2015 02:26:37
baskı da buna paralel olarak arttırılır.
Bunun üzerine halkta zaten varolan
tepki ayaklanmaya dönüşür ve bu
ayaklanma giderek yayılır. Ayaklanma
Aydın – Karaburun’da ortakça bir
düzenin temellerinin atılmasını da
sağlar. Bu düzen “yârin yanağından
gayrı her yerde her şeyde hep
beraber” diyenlerin hakikat düzenidir.
Ezen ve ezilen, sömüren ve
sömürülen yoktur bu düşüncede. Her
dinden, inançtan, kökenden insanlar
eşit olduğu gibi kadın ve erkekler de
eşittir. Kadınlar üretimde olduğu gibi
savaşta da yer alırlar. “Hakikat
Bacıları” olarak kendi örgütlenmelerini de yaratırlar.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Egemenler yaşananların ciddiyetini
görmüşlerdir. Çünkü ne sadece
yaşanan bir adaletsizliğe ne de
sadece bir beyin vergileri artırmasına
karşı tepkidir. Bu ayaklanma düzenin
kendisine karşıdır. Bir beyin yerine
başka bir beyin gelmesi değil,
beylerin. Sultanların düzenini kökünden yıkıp hakça bir düzen kurulmak
istenmektedir. Hakikat Düzenini
yakmak için Batı Anadolu’ya hem sayı
olarak hem de silah gücü olarak güçlü
bir ordu ile saldırıya geçer Bedreddin
Yiğitleri. Börklüce Mustafa ve Torlak
Kemal önderliğinde saldırılara
dirense de Osmanlı ayaklanmayı
bastırır. Karaburun’da Börklüce
Mustafa’ya bağlı güçler Manisa’da ise
Torlak Kemal ve Savaşçıları Osmanlı
ordusuna yenilir. Savaşçılar büyük bir
kalkacaktır. Tanık olunuz ki, bunu kaç
kez söylediğimiz gibi yine belirtiyoruz. Yaşamı bugünden yarına kendi
küçümencik ömrüyle bir tutanlar
belki anlayamazlar. Ama tarihin
geleceği insanlığı buna hazırlamaktadır. Tüm toprak işleyenin, tüm
tezgahlar üretenin, tüm sular kullananın ve dahi egemenlik salt emekçilerin olacaktır. Siz çocuklarınıza
iletiniz, bugün olmazsa bile, çocuklarınız çocuklarına iletsinler. Hükümdarlıklar, taçlar nice görkemli
Bedreddin ayaklanmayı Rumeli’ye
yaymak için İznik’ten sürgün hayatına görünseler de üstünde durdukları
başlar için giderek taşınamaz olmakson vererek Edirne’ye doğru yola
tadır. Bir gün mutlaka insanlar
çıkar. Deli Orman’da savaşçı toplar
başlarından egemenleri atacaklardır.
fakat Osmanlıda oyun çoktur. Ve
Bedreddin tutsak edilir. Osmanlı idam Sultanların, kralların, ruhbanların
etmek ister Bedreddin’i. Fakat, “katli yerini birbirine kenetlenmiş, dayanmış ve her işi dayanışma üzerine
vaciptir” diye biten fetvaya kimse
mührünü basamaz. “Bir kişi inancı için kurmayı alışkanlık haline getirmiş
emekçilerin egemenliği alacaktır.” (2)
vuruşurken ölmüşse, inancı da
doğruysa o ölü sayılmaz” diyen
Bedreddin fetvaya kendi mührünü
(1) Albert Einstein
basar. Ve 1420 yılında Sezer’in
(2) Azap Artakları / Erol Toy (CumhuriBakırcılar Çarşısı’nda idam edilir.
yet Kitap Syf: 1005)
Bedreddin bugün fiziken aramızda
değildir fakat sömürüsüz bir düzenin KIRIKKALE F TİPİ HAPİSHANESİ
kurulacağına olan inancıyla hala
ÖZGÜR TUTSAKLAR
kavgada yaşamaktadır. Ve şu sözleriyle, mücadele edenlere yol göstermeye devam etmektedir.
vahşetle katledilir. Sağ ele geçirilenler, işkence edilerek pişmanlığa
zorlanır. Börklüce Mustafa da onlardan biridir. Sonra kerpetenle parmaklarını teker teker kırarlar. Fakat boyun
eğdiremezler Börklüce’ye. Boyun
eğdiremeyince de ölü bedenini sokak
sokak dolaştırarak halka gözdağı
vermeye çalışırlar. Torlak Kemal ise
Manisa Kalesi’nin duvarında idam
edilerek öldürülür.
“İnsanlar... Tanık olunuz ki, bugün
olmazsa yarın, mutlaka sömürünün
tüm çarkları kırılacak, nice direnirse
dirensin sömürgen yeryüzünden
29
16-31pages_easy.pdf 15 5.11.2015 02:26:37
İdil Halk Tiyatrosu İle Bedreddin Oyunu
Soru 1: Öncelikle bize İdil Halk
Tiyatrosu'ndan ve çalışmalarından
kısaca söz eder misiniz?
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
İdil Halk Tiyatrosu, 2006 yılında
oluştu. Ama o yılla tiyatroya başlanılmadı elbette İdil Kültür Merkezi
bünyesinde. Geçmişi çok eskilere
Ortaköy Kültür Merkezi’ne, Ortaköy
Halk Sahnesi’ne dayanır. Sonrasında
da Ayşe Gülen Halk Sahnesi’ne… İşte
bizler İdil Halk Tiyatrosu (Ki önce İdil
Tiyatro Atölyesi” idik, mütevazı
adımlarla Halk Tiyatrosu olduk)
olarak, onların geleneğini devam
ettirmeye çalışıyoruz. Onların
birikiminden yararlanıyor, onlardan
öğreniyoruz. Bize her zaman onurla
taşınması gereken bir miras bıraktılar
Ayşe Gülenler, Ayçe İdiller, Ayşe
Niller… Onların ayak izlerinden
yürüdük bugüne kadar. Sayısız sokak
oyunu oynadık mahkeme önlerinde,
grev alanlarında, pazarlarda ve
ülkenin dört bir yanında festivallerde,
şenliklerde… Ürettik hayatın ta
içinden; işçiden, emekçiden, öğrenciden, devrimciden yana oyunlar…
Devrimci sanatın, sosyalist sanatın,
halk için sanatın örneklerini sunduk
elimizin ulaştığı yerlerde, dilimiz
döndüğünce… Şimdi de bir ilki
yaşıyoruz idil Halk Tiyatrosu olarak.
İlk kez iki perdelik bir oyun oynayacağız. “BEDREDDİN’DEN BERKİN’E /
Hakikat Savaşı Sürüyor” adlı bir oyun
bu… Şeyh Bedreddin’i yeni nesillere
tanıtmak, onun ortakça bir yaşam için
neler yaptığını, zulme karşı mücadele
ettiğini anlatacağız oyunumuzda.
Soru 2: Biraz Bedreddin oyunu
üzerine sohbet edelim isterseniz?
Oyunla İlgili çalışmalarınız nelerdir?
Nasıl hazırlanıyorsunuz oyununuza?
Nerelerden faydalanıyorsunuz?
Bir önceki soruya verdiğimiz cevapta
da belirttiğimiz gibi, Şeyh Bedreddin’in o yıllarda verdiği mücadele,
bugünümüze ışık tutan bir mücadele.
Nihayetinde biz de onun düşlerini
gerçeğe dönüştürmek için
savaşıyoruz. Devrim için sosyalizm
için sanat yapıyoruz. Mücadelemiz
ortak yani Bedreddin ve yoldaşlarıyla… Nazım Hikmet, Bursa Hapishane-
30
si’nde öğrenmiş Bedreddin’i. Onun
için ne kaüar geç bir zaman değil mi?
Ama Bedreddin’i en güzel en politik
halde o resmetmiş dizelerle. Biz de
dilimiz döndüğünce sahneden
anlatmaya çalışacağız onu. Onun
kavgasının sınıfsal olduğunu, basit bir
iktidar savaşı olmadığını, çağını çok
çok aşan bir hedef içerdiğini anlatmaya çalışacağız… Ne kadar başarabiliriz
bilemiyoruz ama büyük bir şevkle
çalışıyoruz, büyük bir heyecan
duyuyoruz. Umarız verilen emek
karşılıksız kalmaz. Oyunumuz iki
perdelik olacak. Danslarla, oyunlarla,
projeksiyondan yansıtılacak
görüntülerle zenginleştirilmiş bir
oyun olacak. Kostümleriyle de
yansıtmaya çalışacağız o dönemi. Titiz
bir çalışma içerisindeyiz bu konuda
da… Kolektivizmin, yardımlaşmanın
ve dayanışmanın güzel örnekleri de
yaşanıyor oyunumuzda. Dostlarımız
dekor ve kostümlerde yardımcı
olacaklar. Müzisyen dostlarımız
oyunun ana müziğini ve iki adet
semahı besteleyecekler. İrili ufaklı
birçok konuda birçok dostumuz bu
oyunu güzelleştirmek için ellerinden
geleni yapıyorlar bizimle birlikte.
Soru 3: Bir dönem oyunu oynuyorsunuz. O dönemi yansıtmakta
zorlanmıyor musunuz? Kostüm,
dekor, dil…
Bizim sanatımızı da ihtiyaçlarımız ve
olanaklarımız belirliyor diğer konularda olduğu gibi. Yani ihtiyacımız olanı,
olanaklarımız çerçevesinde
karşılıyoruz. Kendi gerçekliğimizle,
kendi ilke ve kurallarımızla, hiç
ikmseden, burjuvaziden, düzenden
etkilenmeden hareket ediyoruz.
Kostümlerde de böyle olacak.
Dekorda da, dilde de abartıya
kaçmadan sadeliğin gücüyle hareket
edeceğiz oyunumuzda. Dilimiz o
önemin dili olmayacak, günümüzün
dilini kullanacağız, anlaşılır olmaya
çalışacağız çünkü. Anlatmak
istediğimiz şeyi herkesin anlayacağı
şekilde sunmak sanatımızın da ana
ilkesidir çünkü… Elbette estetiğe de
önem vereceğiz, mümkün olanın en
iyisini hayata geçirmeye de çalışacağız.
Soru 4 : Bedrettin oyunu ile neyi
hedefliyorsunuz? İzleyiciye neyi
anlatmak istiyorsunuz?
Bedreddin oyunuyla en başta halkımıza Şeyh Bedreddin hareketini anlatmak istiyoruz demin dediğim gibi.
Ama o hareketi bugüne Berkin
üzerinden bağlama gibi bir hedefimiz
de var. Çünkü sadece anlatmak
yetmiyor Bedreddin’i, onu bugüne
taşımak, Bedreddin’lerin bugün elde
silah zulme karşı savaşmaya devam
ettiğini de anlatmak gerekiyor.
Bugüne kadar çok Bedreddin oyunu
oynandı, birileri onu mücadeleden
soyutlamaya çalıştı, içini boşalttı ama
buna izin vermeyeceğiz. Bedreddin
bizimdir, halkındır, onun mirasını
devam ettirmek bugün zulme karşı
savaşmaktır, o noktada da bugün
buna kimin hakkı var herkes görüyor.
Bedreddin bizimdir, bizim rehberimizidir, önderimizdir, değerimizdir.
Soru 5 : İleriki dönemlerde nasıl
çalışmalar hedefliyorsunuz? Neler
yapacaksınız?
Yine tekrar etmek istiyoruz.
İhtiyaçlarımız ve olanaklarımız
sanatımızı belirleyecek. Biz Şeyh
Bedreddin’i prova ederken,
günümüzde yaşanan her olaya
tepkimizi veriyoruz. Devam eden
adalet kampanyasına küçük bir
oyunla katıldık örneğin. Bunu sokaklarda, sahnelerde, festivallerde,
yurdun birçok yöresinde sergiledik.
Bundan sonra da böyle küçük
oyunlarla gündeme müdahale
etmeye devam edeceğiz. Çok uzun
vadeli planlar yapmıyoruz çünkü ülke
gündemi her an değişiyor, faşizmin
katliamları yaşanıyor, açlık yoksulluk
giderek büyüyor, böyle bir ülkede çok
uzun vadeli sanat programı çıkarmak
ancak sanat tüccarlarının işi bizce.
Bizim sanatımız pazara çıkacak bir
sanat değil, halk için üretiyoruz biz
sanatımızı… Bize kendimizi anlatma
fırsatı verdiğiniz için tüm Tavır
emekçilerine sevgilerimizi sunuyor,
yayın hayatınızda başarılar diliyoruz…
TAVIR
16-31pages_easy.pdf 16 5.11.2015 02:26:38
Üç Kuruşluk Opera
Bir Kez Daha
İstanbul Şehir Tiyatrosu Alman yazar
Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sını sahneliyor. Ülkemizde değişik
yönetmenlerce sahnelenen oyunun
yönetmen koltuğunda bu kez Zeliha
Berksoy var.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Brecht ülkemizde oyunları dönem
dönem yoğun bir biçimde gündeme
gelen bir yazar. Dünden bugüne
sergilenen oyunlar listesi “Kural ve
Kural Dışı”, “Carrar Ana’nın Silahları”,”
Üç Reich’ın Korku ve Sefaleti”, “Cesaret
Ana ve Çocukları”, “Küçük Burjuva
Düğünü”, “Bay Puntila ve Uşağı Matti”,
“Sezuan’ın İyi İnsanı”, “Kafkas Tebeşir
Dairesi”, “Galilei’nin Yaşamı” diye
uzayıp gidiyor.
Her ne kadar onu ülkemizde gündeme
getiren, tanıtıp anlatan yazar, yönetmen Vasıf Öngören “aslolan sahneye
getirdiği” yöntemidir” diye yırtınsa da
ülke tiyatrolarımız onun sahne yöntemini bir yana bırakıp oyunlarını kafasını
gözünü yara yara sahnelemeye
giriştiler. Kimi oyunlarda rastlantısal
başarılı “an”lar yakalandıysa da genelde
“Brecht güme gitti”.
Ülkemizde Brecht oyunları sahnelerde
60’lı yılların başında kendini gösteriyor.
İstanbul Şehir Tiyatrosu 1962-1963
döneminde yazarın “Sezuan’ın İyi
İnsanı” oyununu dağarcığına alırken
Yıldız Kenter ve Müşfik Kenter yönetimindeki Kent Oyuncuları da “ Üç
Kuruşluk Opera” yı sahnelemek üzere
kolları sıvıyorlar. 1965’de ise Dormen
Tiyatrosu “Bay Puntila ve Uşağı
Matti’yi” sahneliyor.
Dilimizde Brecht yöntemine ilişkin iki
satır bilgi ortada yokken ne sahneleyenlerin ne de oyuncuların onun
yöntemine ilişkin en ufak bilgileri
yoktu. Brecht’in diyalektik yönteminden bihaber yönetmen ve oyuncular
oyundaki çarpıcı değişimleri, diyalektik
sıçramaları ne kendileri anlayabildiler
ne de izleyicilerine ‘göster’ebildiler.
Brecht öncelikle sahnede Katharsis’e
karşıydı. Onun yönteminde aslolan
değişebilirliğin gösterilmesiydi. Ama
sahnede buna ilişkin en ufak bir iz
yoktu.
Brecht’ten bi haber oyuncular rolleriyle
özdeşleşme içinde büyük bir gayretkeşlik içinde oynarken gerek reji gerekse
dekor ve kostüm Brecht’in en çok karşı
durduğu atmosfer yaratma yarışındaydılar.
Üniversite toplulukları ve amatör
tiyatrolar ise bu konuda daha özenli bir
yol izlediler. Almanca’dan ellerine
geçirdikleri kimi metinleri çevirip
kavramaya çalışarak kendilerine
sahnede bir yol açmaya çalıştılar.
60’ların başlarında Üniversite toplulukları ve amatörlerce sergilenen “Kural ve
Kural Dışı”, “Carrar Ana’nın Silahları” ve
“Küçük Burjuva Düğünü” oyunları kimi
kulaktan dolma Brecht önermeleri
içerse de, içtenlikle sahnelenen
çalışmalar oldular.
Brecht sahnelemek ülkemizde kolay
değildi.
1962 yılında Beklan Algan’ın sahnelediği “Sezuan’ın İyi İnsanı”na dinci-gerici
bir güruh saldırı düzenledi. 1970 yılında
Yılmaz Onay’ın Ankara Sanat Tiyatrosu
(AST) da sahnelediği “Hitler Rejimin
Korku ve Sefaleti” yasaklandı. 1976 da
yine aynı topluluğun sergilediği
“Komün Günleri” nin İstanbul Atatürk
Kültür Merkezi’nde oynanması engellendi.
“Üç Kuruşluk Opera” nın serüvenine
gelince; John Gay’in uzun yıllar
İngiltere sahnelerinde sergilenen
“Dilenciler Operası”ndan yola çıkılarak
Bertolt Brecht ve Elisabeth Hauptmann
tarafından yeniden yazılan oyun,
Londra’nın yoksul ve karanlık kesimlerinin yaşam mücadelesi verdiği Soho ve
Whitechapel’de geçiyor.
Dilenciler kralı bay Peachum insanların
acıma duygusunu paraya dönüştüren
bir işadamıdır. Yeraltı dünyasında
kapışıp durduğu mafya çetesi yöneticisi
Macheath onun kızı Polly’yle evleniyor.
Bu olayın ardından iki “güç” arasındaki
büyük kavga başlıyor. Kavga sırasında
polisten, ülkeyi yöneten kraliçeye tüm
yönetim güçlerinin de ipliği pazara
çıkıyor.
Dünyanın dört bir yanında perde açan
“Üç Kuruşluk Opera” ülkemizde bir özel
tiyatroda ilk kez sahneye 1964-65
sezonunda geldi. O günlerin gözde
topluluklarından Kent Oyuncuları,
Yıldız Kenter, Müşfik Kenterli, Şükran
Güngörlü bir kadroyla oyunu sahneye
getirdiler.
Tuncay Çavdar’ın dilimize çevirip
sahnelediği oyun, Brecht’in “diyalektik
tiyatro” önermesinin tam tersine
dramatik bir üslupla sahnelendi. Oyunda
değişen her sahne yeni bir atmosfer
31
31-48_easy.pdf 1 5.11.2015 02:47:10
oluşturma üzerinden ilerliyordu.
1964 deki bu sahnelemenin ardından
oyun uzun süre sahnelenmedi.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda 70’lerin
sonunda yerinden yönetim günlerinde
oyun bir kez daha gündeme geldi.
1979 yılında “kolektif bir yönetim” le
sergilenmeye çalışılan oyun üzerinde
önce uzun tartışmalar oldu. Sonunda
oyunun orijinal metni yerine bir
adaptasyon olarak sergilenmesine
karar verildi. Dünyaca ünlü müzikleri de
değiştirildi. Besteci Semih Fırıncıoğlu
oyun için yeni besteler hazırladı.
Oyunda Mustafa Alabora Macheath,
Erdal Özyağcılar ise Dilenciler kralı
rolündeydi.
1979’da Brecht ve yöntemi konusunda
uzunca yollar alınmış, onun yöntemine
ilişkin kitaplar ve yazılar yayınlanmıştı.
C
“Beş Para Etmez Oyun” adı altında
sahnelenen oyuna “el” yordamıyla
yapılan dramaturgi ve oyunculuk
önermeleri onu ‘kurtarma’ya yetmedi.
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Macheath rolünde Mustafa Alabora
geçmişte Vasıf Öngören’le birlikte Brecht
yöntemi üzerinde çalışmalar yaptığından
en doğruya yakın sosyal jestlerle rolünü
yorumlarken Erdal Özyağcılar da kimi
sahnelerde dilenciler kralının tutumunu
başarıyla sergiledi.
Ancak metinde yapılan adaptasyon
oyunun tüm sınıfsal içeriğini, değişimi ve
diyalektik işleyişi alt üst etmişti.
Oyunun yaşadığı bir başka talihsizlik de
bir kısım Şehir Tiyatrosu oyuncuları
tarafından oyun sonu yuhalanması oldu.
“Üç Kuruşluk Opera’nın bir başka
sahnelenmesi de İstanbul Devlet
32
Tiyatrosu’nda gerçekleşti. 1988-1989
sezonunda yönetmen Yücel Erten
tiyatronun önde gelen oyuncularından
bir kadro ile oyunu sahneledi.
Engin Şenkan, Işıl Yücesoy, Tuncer
Necmioğlu’nun başlıca rolleri paylaştığı
oyunda ilk kez Kurt Weill’in besteleri
sahnemizde seslendirildi.
Bir çok yanıyla başarılı bir yapım olan
Erten’in “Üç Kuruşluk Opera” sahnelemesi sahne kenarında oturtulan Brecht
tiplemesi ya da yarım perdeye yazılan
“Bu Perde Ortodoks Brechtçiler İçin”
gibi oyuna yeni bir katkı sunmayan
zorlamalar dışında eli ayağı düzgün
yapımlar içinde yerini aldı. Oyunun bir
başka aksayan yanı da göstermece
oyunculuk üslubundan kopuk oyunculuk sergileyen, koyu bir dramatik
havada oynayan kimi oyunculardı.
1997 yılında ODTÜ ( Ortadoğu Teknik
Üniversitesi) Oyuncuları “Üç Kuruşluk
Opera” için kolları sıvadılar. Yönetmen
Abdullah Cabaluz titiz bir ön çalışma ile
oyunu sahneye taşıdı.
Cabaluz nerdeyse 40 yıldır çıkmaz
sokaklarda dolanıp duran oyunu bu kez
gerek metin, gerek sahneleme gerekse
oyunculuk açısından doğru ayaklara
oturtmayı başardı.
Brecht’in “ Beş Paralık Roman” adlı
yapıtından da bölümlerin yer aldığı
oyunda Cabaluz, oyunun özüne katkılar
yapan buluşlarıyla izleyiciden tam not
almayı başardı.
Örneğin Macheath için çekişmeye giren
yaşamındaki iki kadının çatışmasının bir
tenis maçına dönüşmesi ya da emniyet
müdürünün emrindeki güvenlik
görevlilerinin çatışmalar şiddetlenince
vurucu bir time evrilmesi oyunun
boyutlarını bambaşka bir yere taşıyordu.
Bu kez sahnede doğrudan çıkarları için
yalın bir üslupla savaşan bir Peacheam
ve Macheath vardı. Emniyet müdüründen gangster çetesi üyelerine dek
toplumun çeşitli sınıfsal katmanlarına
yapışmış figürler sürekli bir değişim
geçirerek izleyiciyi şaşırtmayı başarıyorlardı.
Oyunculuk olarak bambaşka bir düzey
yakalayan Polly’de Aybeniz Ece Cinkılıç,
Mac de Bülent Dedeoğlu’nu kaplan
Brown’da Levent Öztürk’ü ve bay ve
bayan Peacheam’da Murat A. Aydın ve
İmra Dinçer’i unutmak mümkün değil.
İkibinli yıllarda “Üç Kuruşluk Opera”nın
adeta kısmeti açıldı. Ödenekli kurumlardan üniversitelere bir dolu topluluk
peşpeşe oyunu sahnelerine taşıdı.
Kocaeli Büyükşehir Tiyatrosu’ndan
Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro Ana
Sanat Dalı’na, Bilkent Üniversitesi’nden
Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve
Coğrafya Fakültesi’ne, Timis Oyuncuları, Akdeniz Üniversitesi Tiyatro
Topluluğu’ndan Robert Kolej’e, Basisen
İzmir Tiyatro Grubu’na, İstanbul Ataköy
Lisesi’ne bir dolu topluluk değişik
yorumlarla “Üç Kuruşluk Opera”lar
sergilediler.
Şimdi İstanbul’un orta yeri Harbiye’de
Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’ndan
yükselen “Üç Kuruşluk Opera”nın o
ünlü ezgileri bizleri çağırıyor. Haydi
hazırlanın Bertolt Brecht’in “Üç
Kuruşluk Opera”sı pek yakında başlıyor.
Mehmet ESATOĞLU
31-48_easy.pdf 2 5.11.2015 02:47:10
DÜZEN ÇÜRÜTÜR DEVRİM YAŞATIR
hem de gelecek umutlarını çalıyorlar.
Beyinleri dumanlı hale getirilen halkımızın,
sömürü düzenine karşı direnmeyeceğini
hesap ediyorlar. Uyuşturucu, sömürü
düzeninin devamı için yaygınlaştırılıyor. Bu
nedenle yozlaşmaya karşı mücadele,
devrimcileşme sürecidir de.
Uyuşturucuyla karartılan binlerce hayat ne
olacak? Bu ülkenin devrimcileri, düzenin
çarkları arasında yozlaşan, düşünemez
hale gelen yoksul halk çocuklarına
sırtlarını mı dönecekler? Elbette hayır.
Düzenin insanlıktan çıkardığı halk
çocuklarına, kendilerini bu hale getiren
düzene karşı savaşmayı öğretiyor devrimciler.
Uyuşturucu sorunu halk için ne kadar can
yakıcı bir sorunsa, devrimciler de bu
sorunu o kadar ciddi ele aldılar. Örgütlü
olunan mahallelerde yozlaşmaya karşı
kampanyalar yürütüldü. Bu kampanyalar
sırasında polisin ve çetelerin saldırılarına
uğradılar. Devrimciler, mahallelerinde
uyuşturucu satıcılarına izin vermedikleri
için tutuklandılar. Devrimciler ise bu
yozlaştırma saldırısına karşı cevapsız
kalmadılar, kendi alternatiflerini yarattılar.
Örneğin; Hasan Ferit Gedik Uyuşturucuya
Karşı Savaş ve Kurtuluş Merkezi, Gazi Halk
Meclisi tarafından belediyeye ait eski bir
nikah salonu işgal edilerek kuruldu ve
bugün hala uyuşturucunun zehirlediği
onlarca genci tedavi ediyor.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Düzenin çürüttüğü, beyinlerini çaldığı
insanlarımızın kurtuluşu, bu düzeni
ortadan kaldırmakla olacaktır. Uyuşturucu
bağımlılığından kurtulmak; tıbbi, teknik bir
sorun değil, düzenin değiştirilmesi
sorunudur.
Boran Yayınevi'nden çıkan "Düzen Çürütür
Devrim Yaşatır" kitabı gerçek bir hayat
hikayesini anlatıyor. Kitapta anlatılan
sıradışı bir hayat hikayesi değil belki ama
düzen içinde yozlaştırılmış bir hayatın
yepyeni bir hayata nasıl adım adım
yaklaştığını gözler önüne seriyor.
Köyünden kalkıp İstanbul’a gelmiş ve
uyuşturucuya bulaşmış yoksul bir gençtir
Ali. Ali’nin düşe kalka da olsa yoz bir
hayattan devrimci bir hayata geçişini
anlatıyor kitap. Bir kısmımız televizyonlarda izlediğimiz “Uyuşturucu madde
kullanımından öldü” haberlerine üzülmüş,
bir kısmımız sokakta görüp şaşırmış, bir
kısmımız ise bir yakınımızın bağımlı
olmasıyla beraber çok daha yakından
tanımışızdır bu illeti. Ali’nin hayat hikayesi,
uyuşturucunun, “benim işim olmaz”
diyene bile çok yakın ve bir o kadar da
herkesin kurtulabileceğini gösteren bir
örnek.
Uyuşturucu, halkları sömüren, açlığa
sefalete mecbur bırakan bu düzenin
bekasını sağlamak için bulunmaz bir
nimettir. Uyuşturucu kullanımı AKP iktidarı
döneminde kat be kat artmıştır. Birkaç yıl
öncesine kadar sadece zenginlerin
ulaşabildiği bonzai, Artık neredeyse sigara
kullanımı kadar yaygın. Tüm ülkeyi saran
uyuşturucu çetelerinin tamamı ya polise
bağlı çalışıyor, ya da doğrudan polisler
içlerinde yer alıyorlar. İlkokul önlerine
kadar uyuşturucu satıyorlar. Önce bedava
dağıtıp bağımlı yapıyor, sonra hem halkın
sağlığını hem cebindeki üç kuruş parayı,
Savaş ve Kurtuluş Merkezi’ne adını veren
Hasan Ferit Gedik, 7 Ekim 2013 tarihinde
Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerinin
yoldaşlarına saldırdığını duyunca, yaşadığı
Küçük Armutlu mahallesinden çıkıp hiç
düşünmeden Gülsuyu’na koştu ve burada
çetecilerin açtığı ateş sonucu kafasından
yaralanarak, kaldırıldığı hastanede şehit
düştü.
Kitabın son sayfalarında yer alan fotoğraf
albümünde Hasan Ferit Gedik ve onun
adına açılan Savaş ve Kurtuluş Merkezi'nin
fotoğrafları yer alıyor. Bu fotoğraflarda
gördüğünüz faaliyetler sayesinde bugüne
kadar onlarca bağımlı kurtuldu.
Kitapta hikayesi anlatılan Ali gibi binlerce
Ali var. Ve Ali gibi binlercesi kavganın
içinde arınıp yeni insana ulaşacak.
Leyla GÜNEY
33
31-48_easy.pdf 3 5.11.2015 02:47:10
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
‘’Yüreğim bu kavganın içinde /
Kazanacak halkım / Bütün halklar
kazanacak bir bir ‘’
Şili'de demiryolu işçisi bir baba ve
öğretmen bir annenin çocuğu olarak
12 Temmuz 1904’te Şili’nin Parral
şehrinde dünyaya geldi.13 yaşındayken yerel "La Mañana" gazetesindeki bazı makalelerle katkıda
bulunmaya başladı. İlk kitabını on
dokuz yaşında, babasının armağan
ettiği saati satarak çıkardı.
Neruda ilk ve orta öğrenimini
Temmuco'da yapar.1917-20 arasında
ilk şiir denemeleri zamanıdır.Şöyle
yazar o denemelerin birinde : “Ve o
zaman oldu bu.. Şiir / Aramaya geldi
beni. Bilmemki nerden /çıkıverdi,
kıştan mı ırmaktan mı? / Bilmem ki
nerden, ne zaman?” 1920'de "Selva
Austral" isimli edebiyat dergisinde
"Pablo Neruda" adıyla yazmaya
başladı. Asıl adı Ricardo Neftali Reyes
Basoalto’dur. İlk şiirlerini böyle
imzalar. On dört yaşına geldiğinde,
edebiyatla ilgilenmesini istemeyen
babasından dergilerde yayınlanan ilk
şiirlerini gizlemek için kendine bir
takma ad aramaya koyulur. Bulur
da!1920’de Çek yazar Jan Neruda’nın
adını bir dergide görür. Bundan
esinlenerek Pablo Neruda adını
kullanmaya başlar şiirlerinde. Aradan
yıllar geçer ve yolu bir gün Prag’a
düşen Şilili şair Pablo Neruda bir
demet çiçek bırakır, Çek yazar
34
Neruda’nın sakallı heykelinin
ayaklarının dibine…
şiirini, “Oğulları Ölen Analara
Türkü”yü kaleme alır:
1920’de Şili’nin başkenti Santiago’ya
giderek üniversiteye yazılır. Fransız
dili ve edebiyatı okur. O yıl “la cancion
de la fiesta- Bayram Şarkısı” adlı
şiiriyle Okul Öğrenci Birliği’nin açtığı
yarışmada birincilik kazanır.1923
yılında “Akşam Alacası” ve 1924
yılında “Yirmi Aşk” şiiri ve “Bir
Umutsuz Şarkı” yayınlanır. Böylece
kısa bir zamanda ünü tüm Şili ve hatta
diğer Latin Amerika ülkelerinde
yayılır.
“Onlar ölmediler yok,
Ateş fitiller gibi:
Dimdik ayakta,
Barut ortasındalar!
1925 yılından sonra büsbütün şiire
adar kendisini. “Sonsuz İnsan Girişimleri”, “Yerleşik Adam ve Umudu”,
“Halklar” ardarda yayımlanır.
Pabo Neruda 1927’den ’45’e dek
Birmanya’da, Seylan’da, Kalküsta’da,
Java’da, Buenos Aires’de , Bercelona
ve Madrid’de konsolosluk yapar. 1936
yılında İspanya İç Savaşı başladığında
Madrid’de konsolostur. Bu dönemde
Şiirin Şehir bir dergi çıkarmaktadır.
Neruda Madrid’in yazgısını
değiştirmek için mücadele eder.
Franco taraftarlarına karşı Cumhuriyetçilerle saf tutar. Bir yanıyla da
kendi yazgısını da değiştirir. Şili
hükümetince görevden alınır bu
yüzden. O da istifa eder. Kara Ada
şiirinde o günlere dair, “Belki de ben
o zaman değiştim” der. İlk politik
Doğan ulu günün ortasına bakın:
Bu topraktan güler ölüleriniz.
Kalkık yumrukları titrer
Buğdayın üstünde
Bilesiniz.”
Sonra “Yürekteki İspanya”yı yazar.
Kitap Cumhuriyetçiler tarafında
İspanya’da basılır. Ancak yenilgi gelir
ardında. Sürgündeki savaşçıların
cebindedir Neruda’nın kitabının
nüshaları. “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”da şöyle yacaktır: “Tellerinden
şarkılar yerine kanlar akan İspanya
gitarlarına ilk kurşunlar atıldığında,
benim şiirim bir hayalet gibi sokaklarda dolaşıyordu. Sonra yavaş yaş içime
kökler sokuldu ve damarlarımda kan
akmaya başladı. İşte o günden sonra
herkesin yolu benimde yolum oldu.
Yalnızlığın güneyinden kuzeyine göç
ettiğimi görüyorum. Orada yaşıyor
insanlar, benim alçakgönüllü şiirlerimi
kendilerine kılıç yapacak, büyük
ızdıraplar arasında terini silecek
mendil diye açacak, ya da ekmek
savaşında silah olarak kullanacak…”
Neruda sonra Paris’e yerleşir. Dünya
31-48_easy.pdf 4 5.11.2015 02:47:11
Ozanları İspanya’yı Savunuyor adlı bir
dergi çıkarır orada. Dostu ozan
Ceasar Vallejo ile birlikte İspanya’ya
Yardım İçin Avrupa-Amerika Grubu’nu
kurar. O suretçe Şili’de Halk Cephesi
adayı cumurbaşkanı seçilir. Neruda
yurduna dönmüştür. Cumurbaşkanı
Pedro Aguirre İspanyol sürgünlerini
Şili’ye getirmekle görevlendirir Pablo
Neruda’yı... Neruda’nın çabaları
sonucu 1939 yılında kadar iki bin
kadar İspanyol göçmeni Şili’ye
getirilir.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
bunlar, sürekli genişleyen bir topluluk
içinde bir gün gerçeklikle düşleri
bütünleştirecek bir eylemde
korumaktır. Çünkü böyle uyumludur.”
1939’da Maxico başkonsolosu olarak
atanır. Orada Meksika sanatının
büyük ustaları; Orozco, Rivera,
Siqieros ve daha birçoğu ile tanışıp
dost olur. 1941 yılında nazizmin
saldırısına uğrar. 1943’te kaleme
aldığı Stalingrad Şarkısı şiiri Mexico
kentinin duvarlarına büyük afişler
halinde aşılır.
artık komünist partilidir. 1971’de
Nobel Ödülü aldığında yaptığı
konuşmada şöyle diyecektir: “Şairin
görevlerini mantıki sonuçlarına
ulaşarak doğru ya da yanlış bir karar
vardım. Toplumda ve yaşamda
yükümlülüğüm alçakgönüllü bir
partilininki kadar olmalıdır. Zor olan
ortak sorumluluk yolunu seçtim ve
bireye sistemin merkezindeki güneş
gibi tapındığımı yinelemek yerine
tüm alçakgönüllü hizmetimi büyücek
bir orduya, zaman zaman hatalar
yapabilecek ama ödünsüzce ilerleyen,
inatçı gericilerin, sabırsız ve habersiz
olanların karşısında günden güne
ilerleyen güce adamayı yeğledim.
Çünkü inanıyorum ki, şair olarak
görevim, kardeşliği, yalnızca gül ve
uyum ile, mağrur sevda ve sonsuz sıla
özlemi ile değil, şiirime kattığım o
cefalı insan sorumluluklarıyla da
kucaklamaktır.”
1943’te siyasete atılır. ‘45’te ise
Şili’nin kuzey kesiminde, maden
ocakları yöresinde senatör seçilir.
Maden işçilerin mücadelesini savunur.
1948'de "Yo Acuso” (Suçluyum)
diyerek, parlamentoda Kongre'de
cumhurbaşkanı önünde tarihi bir
konuşma yapmıştır. İşçileri
savunurken milletvekilliğini
düşürmek isteyen hükümete karşı
net konuşur. Kürsüye yumruğunu
vurur ve meydan okur: "Cumhurbaşkanını bu kürsüden sendikal
örgütleri yok etmek için şiddet
kullanmakla suçluyorum (...) beni ise
halktan başka kimse ihraç edemez!"
Şili Komünist Partisi’ne üye olur. O
Yolunu seçen Neruda’nın sürgün,
hapis kaçaklık yılları gelir ardında.
1949’da And Dağları’nı at sırtında
aşarak yurdundan ayrılmak zorunda
kalır. Yanında politik şiirlerin en
görkemlerinden biri olan “Evrensel
Şarkı”nın taslakları vardır. Kaçaklığında tamamlar şiirini. O gün için sonra
“Şiirin reçetesini bu uzun yolculukta
buldum” diyecektir. “Toprağın ve
ruhun verdiği armağanlar ile kutsanmıştım. İnanıyorum ki, şiir yalnızlık ile
birliğin, duygu ile hareketin, kişinin
özel dünyasının eşit ölçüde katkıda
bulunduğu heybetli ve kısa süreli bir
iştir. Yine inanıyorum ki, kişi ve
kendini adadığı gaye, kişi ve şiiri, tüm
O yıl Paris’te toplanan Dünya Barışseverler Kongresi’ne başkan seçilecektir. Rusya, Polonya ve Macaristan’a
gider. 22 Kasım 1950’de Varşova’da
yapılan Dünya Barış Kongresi’nin
ikinci toplantısına Nazım Hikmet de
davet edilir. Şaire, Pablo Neruda,
Pablo Picasso, Paul Robeson Ve
Wanda Jakuboswka’yla birlikte Barış
Ödülü verilecektir. Nazım Hikmet
hapishaneden olduğu için törene
katılamaz. Ve ödülü ona iletmek
üzere Neruda alır. İki şair 1951 yılında
Moskova’da bir araya gelirler ve
Neruda bir yıl sakladığı ödülü Nazım
Hikmet’e verir.
Neruda yeraltında, illegal olarak
mücadelesine devam edecektir. O
günlere dair “Yaşadığımı İtiraf
Ediyorum”da şöyle yazacaktır:
“Hemen her gün başka yerlerde
kalıyordum. Her yerde beni saklayacak insanlar kapılarını seve seve
açıyordu. Bunlardan çoğu hiç
tanımadığım kimselerdi, birkaç gün
içinde olsa beni saklamayı arzu
ettiklerini söylüyorlardı. İster bir saat,
isterse bir hafta olsun vatandaşlarım
bana kollarını açıyordu. Böylece
saklandım; limanlarda, tarlalarda,
şehirlerde, depolarda, köylülerin,
mühendislerin, avukatların, denizcilerin, doktorların ve maden ocağında
çalışan işçilerin evlerinde.”
35
31-48_easy.pdf 5 5.11.2015 02:47:11
Neruda ard arda eserlerini yayınlamaya devam eder. “Üzümler”, “Rüzgar”,
“Kaptanın Dizeleri”, “Temel Övgüler”
ve daha nicesi yayınlanır. Barış
Ödülü’nden sonra ‘53’te Stalin
Ödülü’nü kazanır.
1955’te genç yaşta evlendiği ilk eşi
Delia del Cari’den boşanır ve “Yüz Aşk
Sonesi”nin esin kaynağı Matilde
Urritia ile evlenir. “Yirmi Aşk Şiiri” ile
yükselen, “Yeryüzü Konukluğu” ile yol
alan şairlik serüveni, “Evrensel Türkü”
ile doruğa ulaşır. Geriye sayısız yapıt
ve dize bırakır bizlere Neruda…
Neruda, benim özüm şiirdir, der.
“Belki de şairin yükümlülükleri her
dönem aynıdır. Şiir sokaklara taşımak,
çarpışma üstüne çarpışmada yerini
almak için saygı gördü. İsyancı diye
anıldığında şairin gözü korkutulamadı. Evet, şiir isyandır. Şair, yıkıcı
diye çağrılsa bile alınmaz…”
C
M
Y
CM
Bu konuda Nobel töreninde de
şunları söyleyecektir: “Yalnız ateşli bir
sabırla tüm insanlara ışık, adalet ve
onur saçacak mükemmel kenti
kuracağız. Böylece şiir boşuna
yazılmış olmayacak…”
MY
CY
CMY
K
Neruda’nın şiirleri boşuna yazılmış
olamazdı. Şili’den bütün Latin
Amerika’ya, oradan dünyanın bütün
ezilen haklarına uzanan dizeler,
aslında o “mükemmel kenti kurmaya”
adanmıştır.
Nazım Hikmet, Avrupa’daki bir
arkadaşına telefon açar ve ondan
Neruda’nın adresini ister. Neruda’yı
ziyarete gidecektir. Bu istek, bir gün
bile yaşamaz yorgun yüreğinde.
Nazım Usta; çok değil ertesi gün sırtı
duvara dayalı bir şekilde yere oturur
ve kalakalır öylece. Son nefesinde
yıllardır uzak kaldığı memleket özlemi
ile dostu Neruda’ya gitme arzusu el
ele tutuşur böylelikle. Daktilosunun iç
cebinde el yazsıyla yazdığı Neruda’nın
ev adresi vardır.
İspanyol dilinin ve dünyanın en büyük
şairlerinden Pablo Neruda ise,
“Mükemmel kenti kurma”
serüveninde 23 Eylül 1973 yılında
ölümsüzleşti. 11 Eylül Şili’deki
sosyalist Salvador Allende yönetimi
devrilmiş ve Allende öldürülmüştü.
Neruda’nın yakın dostuydu Allende.
Neruda seçimde partisinden aday
36
olmuş ama daha sonra Allende lehine
çekilmişti. Bir süredir prostat kanseriydi zaten. Dostunun ölüm haberine
dayanamadı. Yakınları komaya
girmeden Neruda’nın “Onu katlediyorlar. Onu katlediyorlar!” diye
bağırdığını söylüyor. Ölmeden evini
yağmalayan faşist Pinochet yönetimi,
Neruda ölünce üç günlük yas ilan
eder. Faşist Pinochet yönetiminin
timsah gözyaşları bunlar. Cenazesine
katılan işçiler, emekçiler, öğrenciler
“Neruda Yaşıyor” diye haykırdılar.
Neruda; şiiri, zulüm ve zorbalara karşı
bir mücadele silahı olarak kullandı,
buna yürekten inandı. Dünyanın tüm
ezilen hakları için yazdı:
“Ne kitaplar beni ağulasın diye
yazdım
Ne de zambak peşinde koşan;
Acemi çaylaklar için’/ ayı ve suyu
dinleyin
Basit kişileri için yazdım:
Düzen isteyen, emek ve şarap isteyen
Basit halklar için
Halk için yazdım,
Şiirimi köylü gözlerle okumayan.
Yaşantımı zehir zıkkım eden hava
Başını kaldıracak basit emekçi
Ve taşlarla döğüşen madenci gülümseyecek
Balıkçı
Ve elleri tutuşacak
Ve biraz yıkanınca
Kokulu sabunlar içindeki çarkçı
Bakacaklar şiirime
‘Belki bir arkadaştı’ diyecekler başka
taç istemem
Bu bana yeter…’’
Kendisinin Picasso için söylediğini biz
de Neruda için söyleyelim: “Neruda
bir halktır. Onun kalbinde güneş asla
batmaz. “Şiiri ve mücadelesi ile ezilen
hakların arkadaşı olan Pablo Neruda’yı saygıyla anıyoruz.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
*Yaşadığımı İtiraf Ediyorum Pablo
Neruda
*Onurlu Aydın Biyografileri -2 Tavır
Yayınları
Fotoğraflar: Çağlar Mirik Dostumuzdan…
Levent Navruz
31-48_easy.pdf 6 5.11.2015 02:47:11
Üzerine...
li
e
s
e
lg
e
is B
n ile Metr
la
s
A
a
y
O
Av.
C
M
Y
Metris ile ilgili bir belgesel yapma
ihtiyacı neden duydunuz?
CM
MY
CY
CMY
K
Metris hapishanesi tarihi pek bilinmiyor. Daha doğrusu devlet,
oportünizm özellikle yok sayıyor,
gizlemeye çalışıyor. Çünkü metris
hapishanesi içerisinde yaşanan
direniş başka hiç bir hapishanede
yaşanmamıştır. Baştan sona iradi bir
direnişin gerçekleştiği tek hapishane
örneği olması yönüyle önemli bir
hapishanedir metris hapishanesi
tarihi.
80 cuntası özellikle ilericileri, devrimcileri sindirmek, siyasi düşüncelerini
değiştirmek için kitlesel tutuklamalar
gerçekleştirdi. Tutukladığı insanları
devletin iradesini kabul ettirmeye,
kişiliğini ezmeye, düşünemez ve
sorgulayamaz bir durumu getirmek
istedi. Halkın en ileri güçleri ezilmiş
olursa, halkın teslim alınması için
uygulayacakları politikalarda daha
rahat yaşama geçecekti.
Devrimciler olmazsa, emperyalizmin
yeni sömürgesi ülkemizde halk çok
sömürülecek, daha çok ezilecekti.
Emperyalizm sorun yaşamadan bütün
politikalarını yaşama geçirebilecekti.
İşte Metris Hapishanesi’ndeki
devrimci tutsaklar, devrimci iradenin
teslim alınmasının aslında bir halkın
teslim alınması demek olduğunu
bildikleri için direndiler.
İnsan iradesinin bir sınırı var mıdır?
vatanına ve halkına sevdalı, geleceğe
inanan, tarihin mirasını yüklenmiş
insanın aşamayacağı engel, yıkamayacağı duvar yoktur. Metris hapishanesi
direnişi bunu çok iyi anlatır.
Metris hapishanesi direnişi ve
mahkeme süreci içerisinde yaşanan
onlarca olay, çeşitli direnişler hem bir
çok derslerle doludur, hem de her biri
tek tek ele alınması gereken hikayelerle doludur.
Biz ne yazık ki sadece bir özet geçtik.
Metris hapishanesinde dört büyük
açlık grevi yapılmıştır. Her açlık grevi
kendi içinde bir çok ayrıntıyı taşır.
Deneyim ve kazanımları vardır. Ne
yazik ki hepsini anlatmak mümkün
olamadı.
gelenekleri, değerleri ve kazanımları
anlatmak istedik. Bugünü besleyen
geleneklerin damarları çok güçlüdür.
Bugünü anlamak, geleceği inşa
etmek tarihi bilmekle mümkündür.
Tarihsel miras güç ve güven verir.
Tarihimizi bilmeliyiz.
İkinci, bu tarihi yaratan şehitlerimiz
mutlaka tanınmalıdır. Bilinmelidir
diye düşündük.
Üçüncüsü, büyük bir saldırı büyük
bedeller ödenmeden püskürtülemez.
cunta tüm halkı teslim almaya
çalıştığı bir dönemde devrimciler
bedenlerini ölümü yatırdılar. 84 ölüm
orucu direnişi, bizi yok edebilirsiniz
ama düşüncelerimiz yaşamaya devam
edecek, son insanımıza kadar
direneceğiz kararlılığını gösterdiği
için cuntaya geri adım attırmıştır. bu
geri adım hem hapishane içerisinde
cuntaya geri adım attırmıştır hem de
dışarda halk muhalefetinin güçlenmesine, halkın devrimci mücadeleye
katılımını sağlamıştır.
Belgeselle ne anlatmayı hedefliyorsunuz?
Belgeseli nasıl gerçekleştirdiniz,
belgesel oluşurken yaşadığınız
süreçler neler?
Belgesel ile direniş tarihini açığa
çıkartmak istedik. Direniş ile yaratılan
Belgesele başlamadan önce, metris
37
31-48_easy.pdf 7 5.11.2015 02:47:11
hapishanesi tarihi ile ilgili tüm
kitapları okuduk. Belgeseli yürütecek
arkadaşlarımızla birlikte bir araya
gelerek ön plana çıkartılması gereken
yönleri tartıştık. Önce ne anlatmamız
gerekir sorununa cevap verdik. Ne
anlatacağımıza karar verdikten sonra
o tarihi yaşanan tutsaklarla, ailelerle,
dışardan davaları izleyenlerle bir
araya gelip tartıştık.
Belgesel çalışma ekibinde bulunan
arkadaşlarım Elif Ergezen ve Namık
Cibaroğlu eldeki imkanlarla belgeseli
tamamlamaya çalıştılar. Ben döndükten sonra tekrar ele alıp bitirmeye
çalıştık. Çok uzadığı için kurgusal
anlatım tarzından vazgeçtik. Namık
abi ve Elif belgeselin kurgularını
bitirmişlerdi.. Tekrar birlikte değerlendirip son haline karar verdik...
Sonra belirlediğimiz tanıklarla
kayıtlar almaya başladık.
Az imkanla, engellerle anlatmaya
çalıştığımız bu tarih elbette eksik
kaldı. Tamamen içimize sindiğini
söyleyemeyiz... Ama devamını
getirmek isteyenler için hem bir
ilham hem de bir öneri sunması
açısından başlangıç olarak kabul
edebiliriz diye düşünüyorum...
Bununla birlikte arşiv biriktirmeye
başladık. O dönem gazete haberlerini
bulmaya çalıştık. Görüştüğümüz
kişilerden fotoğraflar istedik...
C
Belgeseli daha canlı, daha kurgusal
bir tarzda anlatmak istiyorduk. Önce
stüdyo kurma, canlandırma yapma
gibi bir projemiz vardı. Tanıklarla
kayıtları bitirdikten sonra kendi
stüdyomuzu nasıl kuracağımızı
araştırmaya başladık ve bazı girişimlerde bulunduk..
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Bu esnada Suriye devletine karşı
emperyalizmin başlattığı savaş
devam etmekteydi. Suriye'deki halka
karşı işlenen suçları tespit etmek için
ÇHD başkanı Selçuk Kozağaçlı ile
birlikte Suriye'ye gittik. Biz orada iken
hakkımızda yakalama kararı çıkartıldı.
Ben hakkımda verilen hukuk dışı
kararı tanımayıp geri dönmedim...
Belgesel çalışmaları kısmen durdu.
Kimlerden destek aldınız?
İdil Kültür Merkezi, TAYAD'lı ailelerimiz,
Mithat Alan film merkezi gibi
kurumlardan destek aldık.
İlk gösterimi oldu, izleyicilerden, o
dönemi birebir yaşayan insanlardan
nasıl tepkiler aldınız?
O tarihi yaşayanların tepkilerini
merak ediyordum en çok. Tayad'lı
aileler beğenecekler mi diye merak
ediyordum... Onlara anlatabildik mi
acaba? sorusunu sorduğumuzda
olumlu cümleler duyduğumuzu
söyleyebiliriz... Eksik midir? Elbette
hem de çok eksik kalacağını biliyorduk. Ancak döneme damgasını vuran
önemli olayları anlattığımızı, eşi
benzeri olmayan direnişleri
yansıtabildiğimizi düşünüyoruz.
Aldığımız tepkilerde bu yöndeydi.
Metris tarihinden bilgisi olmayan
genç arkadaşlarımız, bir solukta
izlediklerini, izlerken sıkılmadıklarını
hatta hızlı geçtiğini söylediler.
O tarihi yaşayanlar ise, önemli
noktaları atlamadığımızı, genel olarak
görmek istediklerini gördüklerini
söylediler. Ki bizim içinde önemli olan
buydu.
Son olarak söylemek istedikleriniz
nelerdir?
Sinemacı arkadaşlara şunu söyleyebilirim... Metris tarihi içinde anlatılmayan onlarca hikaye vardır. Ne
anlatacağını bilmeyen, konu arayışı
içerisinde olan sinemacı arkadaşlar
olduğunu biliyorum. Bizim tarihimiz
çok zengin, bizim anlatamadığımızı
anlatmalarını bekliyorum.
Belgeseli izleyen arkadaşlarımız, "Bir
direniş odağı metris", "Bir dava, Bir
savaş ve zafer", "Direniş, Ölüm
Yaşam" kitaplarını da okuyabilir. Eksik
bıraktığımız yerleri oradan tamamlayabilirler diye düşünüyorum.
Ve insana onurunu kazandıran şey
direnmesidir. Direniş insana saygınlığını kazandırdığını gibi engelleri de
aşar.
Metris tarihini yaşayan her tutsak
onca işkencelere rağmen gururludur.
Ezik değil daha da güçlüdür. Umutsuz
değil, umutlu ve güçlüdür. Bu güç,
umut, onur direnişin sonucudur...
TAVIR
38
31-48_easy.pdf 8 5.11.2015 02:47:11
Madımak’ı Anlatmak
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
“Yıllardan 1993'tür ve kadının toplumdaki yerini araştırmak için genç bir araştırmacı olan Carina Cuanna Türkiye'ye
gelir. Temmuz ayında Sivas'ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne
katılmak için aralarında Aziz Nesin'in de
olduğu geniş bir yazar-müzisyen-gazeteci ve şairler topluluğu ile yola çıkar. Fakat
gerici güçlerin provokasyonu sonucu
konakladıkları Madımak oteli önünde
tansiyon artar. Çıkartılan yangın sonrası
yaşanan katliamda Carina da yaşamını
kaybeder. Fakat son nefesine kadar her
anını günlüğüne kaydetmeyi başarır...”
Filmin konusu internetteki sinema
sitelerinde böyle veriliyor... Bir kere
Türkiye tarihinin en büyük devlet
katliamlarından birini “gerici güçlerin
provokasyonu” olarak değerlendirmek
en hafifiyle apolitik bir düşünce yapısını
yansıtıyor bize ama yine de belki
yönetmenin, senaristin böyle bir
değerlendirmesi yoktur, sinema
sitelerinin işgüzarlığıdır diyoruz ve filmi
izlemeden bir karar vermiyoruz. Ancak
korktuğumuz başımıza geliyor, film
Madımak Katliamı’nın politik karşılığı
olamıyor, oyunculuklar açısından da reji
açısından da, müzik açısından da
velhasıl film bütünüyle vasatın çok
altında seyrediyor. Yaşadığımız hayal
kırıklığından başka bir şey değil...
Bazı sahneler çok gereksiz, filmde
devamlılık sorunu yaşanıyor, çoğu
sahne arasında kopukluk var ilk yarı ile
ikinci yarı arası bağlantı yok! Filmin
genelinde net bir kurgu yok zaten..
Belli ki dar bir bütçe ile çekilmiş film
ama dijital efektlerle otelin yanması
yönetmenin işine ne kadar saygısız
davrandığının göstergesi...
Kurgusuna tekrar dönecek olursak;
film Hollandalı Carina’nın Türkiye’de
kadının sosyo-ekonomik yeri üzerine
yaptığı araştırma ile başlıyor. Hollanda’da iken Türkiye’den bir aile ayarlayarak -“Hollanda’da geçen sahnelere
gerek var mıydı?” diyorsunuz tabi
sonra- Türkiye’de kalıyor. Burada iki
genç kız ile tanışıp onlarla ceme gidiyor
ve Alevilikte kadının yeri ve rölüne
merak sarıyor. Carına şakır şakır Türkçe
konuşuyor önce ama sonrasında bir
gece kız arkadaşlarla şarap içerken
duygusallaşıyor sevgilisini hatırlayarak
eski anılarından bahsediyor ve İngilizce
konuşmaya başlıyor.. İnsan duygusal
anlarda anadiline dönebilir deyip bi
sabır daha çekiyorsunuz.. Gelgelelim
cemevinden, cemden karelere..
Bağlama sesi ile yaşlı teyze ve amcaların hakkıyla döndüğü bir semah
sahnesi arıyor gözleriniz ama maalesef
yok.. Verilen semahlar çok kötü ve
yetersiz.. Bari bunların hakkı verilseydi...
Daha sonra cemevindeki gençlerle
Carina, Sivas’a Pir Sultan Abdal Festivali’ne gitmeye karar veriyor. Gençler,
gençliklerine yakışır şekilde neşe dolu,
sazlı sözlü yola koyuluyorlar.. Bağlamaya
çalınıyor, bağlamaya ara verildiğinde
otobüsteki gençlerden ikisi canlandırma
yapıyor biri Süleyman Demirel oluyor
diğeri sunucu olup ona sorular yöneltiyor.. Alevilikte bağlama çalınan bir yerde
böyle ahlaksızca şakalar dile gelir mi diye
düşünüyor insan ve böyle bir şeyin
mümkün olmaması gerektiğini
bildiğinizden kanınız donuyor .. Sonrasında festifal alanında ayağında terliklerle
biri sahnede yer alıyor bağlama o kadar
kötü ki otobüsteki gençlerden biri
herhalde diyorsunuz.. Meğerse sahnedeki Hasret Gültekin’miş.. Bu kadar saygısızlığa pes diyorsunuz. Yaşasaydı eğer
bugün belki de bağlamanın en büyük
isimlerinden biri olacaktı.. Eğer canlandırma yapıyorsanız böyle birine öğrenci
bağlaması çaldıramazsınız filmizin her ne
kadar öğrenci filmini aratmıyor olsa da..
Festivalde öğrenci ve yazar, şair, yönetmen vs. tanışıyor ama aralarında
isteyenlere imza vermek dışında
herhangi bir diyalog geçmiyor, bir sohbet
ortamı oluşmuyor. Merhaba, merhaba..
39
31-48_easy.pdf 9 5.11.2015 02:47:12
Filmde kötü çok kötü, iyi çok iyi.. Kör
kör parmağım gözüne misali..
Canlandırmalar çok kötü, özellikle de
Tansu Çiller.. Katliam din kisvesi altında
üç dört gerici tipin depodan cami
avlularına girip fetva vererek iki sözüyle
anında galeyana gelen insanların oteli
yakma girişimine doğru devam ediyor.
İşte tam da burada sormak gerekiyor,
görünen böyle olabilir ama bu
görüntünün arka planı nerelerde
yapılıyor? Kimler planlıyor, kimler
talimatlar yayınlıyor, velhasıl kim
örgütlüyor bu katliamı? Bütün bunların
aktarılması gerekmiyor mu diye
sormak gerekiyor yönetmene. Klasik
gazetecilik kuralıdır, 5N1K’nın verilmesi
lazım doğru bir haber için. Filmin
bütününde buna hiç riayet edilmiyor
desek abartı olabilir ama büyük oranda
böyle ne yazık ki...
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Otel yanıyor, katliam başlıyor.. Otelin
içindeki insanlarımız ne mi yapıyor?
Usul usul ölümü bekliyorlar, ağlayanlar
var onları atlamayalım ama kimse
yerinden kımıldamıyor.. Yönetmen,
doğal olanı aktarmıyor, insanın doğası
gereği yapması gereken hal ve
davranışları da akıl almaz bir şekilde
engelliyor. İnsan can havliyle kurtulmaya çalışır; üst katlara ya da cama,
pencereye yönelir vs. ama hiçbiri yok..
Filmin en sonunda gerçek görüntüler
verilmiş tahminimizce izleyenlerin tek
duygulandığı sahne burası olmuştur.
40
Ama bu kare öfkemizi daha da arttırmalıydı.. Ve bir de filmin son sahnesinde alakasız bir uzun hava giriyor,
ajitasyon gereği düşünülmüş sanırız!
Ama ne gerek vardı?..
Ailelerden yönetmene gerekli araştırma ve gerçeğe bağlı kalmama, yönetmen sorumluluğu ve aydınlığına
yakışmayan bir duruş ve konuşulduğu
gibi bir film olmadığı hususunda eleştiri
gelmiş.. Yönetmen ise belgesel değil
“kurmaca” film çektiğini belirterek
kendinisini savunmuş.. Evet hepimizin
hafızasında canlı bir katliam gerçeği ile
yaşamaktadır Madımak.. Yani uzun
uzun araştırmalar, yıllar süren çalışmalar yapmasına gerek yok yönetmenin.
Biraz zahmette bulunup aileler
dinlenilse bile daha ciddi bir çalışma
ortaya çıkabilirdi.. Bir de Madımak öyle
her tarafa çekilecek, eğilip bükülecek,
kurmacayla ters anlamlar yüklenecek,
hedef şaşırtılacak bir film değil.
Karikatürize edilecek bir şey değil en
başta...
Yönetmen-senarist Ulaş Bahdır’ı kendi
gerçekliği içersinde değerlendiririz
elbette.. Bu filmi önemsediğimizden,
Madımak Katliamı’nın Türkiye tarihindeki öneminden yola çıkarak eleştiriyoruz biz bu filmi yoksa sinema tekniği
vs. ön planda değil bizim için.. Konusu
üzerinde hassasız biz.. Birileri gibi ne
olursa olsun ne kadar kötü olursa da
olsun böyle önemli bir konu da film
çektiği için yönetmenimize teşekkür
edecek değiliz asla..
Devletin ne ilk ne son katliamıdır
Madımak.. Aydın ve sanatçılara, Alevilere, düzene muhalif tüm güçler üzerinde
korku yaymanın, insanları baskı ile devlet
terörü ile teslim almanın, 1000 operasyonun adıdır Madımak. Bu ciddiyetle ele
almak gerekir. Ulaş Bahadır, filmin
senaryosunu yazarken ülke tahlilini çok
iyi yapmalıydı, Madımak’ı çok iyi analiz
etmeliydi. Kurgusuna, canlandırmalarına,
ana konuya zarar vermeyen filme
eklediği “süslemelere” itirazımız olamaz,
sanatına da karışmıyoruz, film diline de
-ki karışabiliriz de o ayrı ancak konu
Madımak olunca gerçekten bu konular
tali kalıyor- ama apolitikliğe, hedef
saptırmaya, konunun önemini azaltmaya
elbette söyleyecek sözümüz olur.
Tavsiyemiz politik film yapmaya
kalkmadan önce konuya vakıf olmalı Ulaş
Bahadır. Madımak’lar bugün hala devam
ediyor. Suruç’ta, Ankara’da,
Diyarbakır’da... Berkin’de, Günay’da ve en
son olarak da evinde polis tarafından
vurulan Dilek’te Madımak’ın yansımaları
var. Ulaş Bahadır Madımak’ı bugünle
birleştirme yoluna gitmeliydi, çağına
tanık olmalıydı bir aydın olarak. Naçizane
beklentimiz odur kendisinden...
Gamze ŞENYİĞİT
31-48_easy.pdf 10 5.11.2015 02:47:12
Mizahın Anavatanı Neresidir?
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
ANADOLU MİZAHIN
ANAVATANIDIR DİYEBİLİR MİYİZ?
Bu sorunun cevabı için, bir Nasreddin Hoca
fıkrasına bakılmasını öneriyoruz:
Nasreddin Hoca’ya cevaplayamayacağını düşünerek sormuşlar:
“Dünyanın merkezi neresidir?” diye.
Hoca cevap veremeyecek, bunun
üzerine soruyu soran ukalalar da,
küçümseyeceklerdir Nasreddin
Hoca’yı. Güya! Elindeki değneği
toprağa sokup “işte burasıdır”
demiş Nasreddin Hoca.
Kıssadan hisse: Anadolu mizahın
harman olduğu yerdir. Coğrafi ve
kültürel anlamda kavimler köprüsü
olan Anadolu’da bir çok halk ve
onların değişik özellikleri varolmuştur. Bu çeşitlilik, hayatın içine,
gülümseten çelişkiler taşımıştır.
Bektaşi fıkralarından, Nasreddin
Hoca’ya, Karagöz ile Hacivat’tan
meddahlara, orta oyunlarına... bu
zenginliğin izleri görülür. Ki Anadolu
halklarında olaylardan komedi
yaratma gücünün dram yaratma
kabiliyetinden daha etkili olduğu,
folklor bilimlerinin tespitidir.
Sözkonusu olan, halkın mizah gücü
ve zenginliğidir. Türkülerinde
“Manda yuva yapmış söğüt dalına”
diyen halkı, yeri gelince de meddahlarla, Bekri Mustafa, İncili Çavuş,
Neyzen Tevfik, Şair Eşreflerin
hicivleriyle egemenleri taşa tutmuş,
buna da “Taşlama” demiştir.
Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Sabahattin
Ali’lerin çıkardığı “Markopaşa”
mizah dergisi, sürekli yasaklanmasına rağmen, gazetelerin satış
rakamlarının 10 bini bulamadığı
1940-50’lerde 50 bini aşkın
okuyucuya ulaşabilmiştir. 45 milyonluk nüfusa sahip 1980’lerin Türkiye’sinde “Gırgır” mizah dergisi,
Sovyetler Birliği’ndeki Krokodil ve
ABD’deki bir derginin ardından 500
bine ulaşan satış rakamıyla
dünyanın üçüncü büyük mizah
dergisi olmuştur. Bugün de,
eleştirdiğimiz yanları şimdilik bir
yana, Gırgır’ın ‘torunu’ sayabileceğimiz mizah dergileri yayınlanmakta ve ayakta kalmaktadırlar...
MİZAH NEDİR?
Sözlükler şu tanımı yapar ısrarlı bir
şekilde: Hayatın güldürücü yanlarını
ortaya koyan sözlü ya da yazılı sanat
türü. Gülmece.
Yukarıdaki tanım, sınıfsallık
içermediği için eksiktir. Ezen ve
ezilen arasında süregelen bir kavga
olan hayatın içinde mizah, mazlumun zalimden intikam alma aracıdır
ki mizahın NE olduğu, NASIL
olacağını da belirler.
Mizahı, sanat haline getiren, hayatın
güldürücü yanlarını ortaya koyması
değildir sadece. Hayatın güldürücü
yanlarına, hayatın içinde gülümseriz
zaten. Mizah bundan ötesidir.
Hedefi vardır. Ve bu hedefe göre
biçimlernir...
GÜLÜNÇ OLAN İLE MİZAHİ OLAN
AYNI “ŞEY” MİDİR?
Değildir. Mizah, gülünç olanı içerir
ama her gülünç olan şey mizah
sayılmaz. Örneğin, bir kedinin kimi
hareketleri de gülünç bulunmaktadır ama bu durum, o kedinin
mizah yaptığını göstermez. Bir şeyi
gülünç bulmak psikolojik bir olgu
iken, mizah yapmak estetik bir
olgudur. Kısaca, mizah sanattır, hem
de ince bir sanattır ama gülünç
durumlar için aynı şey söylenemez.
İradesinden bağımsız olarak bir
insan gülünç duruma düşebilir.
Mizah ise iradi olarak yapılır. Zeka
ürünüdür. İğneleyicidir, sorgulayıcıdır, eleştireldir ve sivri dille
teşhir edendir...
MİZAHIN KAYNAĞI NEDİR?
İnsan, toplumsal bir varlıktır.
Mizahın kaynağı da bu toplumsallıktadır. Bir diğer ifadeyle, mizahın
kaynağı toplumsal çelişkidir. Mizah,
çelişkiden kaynaklanır. Çelişki
ortaya koyup işleyerek güldürür.
41
31-48_easy.pdf 11 5.11.2015 02:47:12
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Kaynaklandırğı çelişkiyi de sorgulatarak düşündürür.
Düzeni mizah yoluyla sorgulayıp
teşhir etmek, tarih boyunca ezilenlerin işi olmuştur. Ezen-ezilen,
sömüren-sömürülen çelişkisi sınıflı
toplumlarda hayatı belirleyen temel
çelişkidir. Hayatın içinde yaşanan
bütün insan ilişkileri de bu temel
çelişki üzerinde şekillenir. Ve bu
şekillenişe bağlı olarak, irili ufaklı
zıtlıklar içerir. Mizah, işte bu
zıtlıklardan beslenir.
Ağlamak ve gülmek, diyalektik bir
bütündür. Üzüldüğü zaman ağlayabilen insan, hoşuna giden şeyler
karşısında gülümser. Sınıflı toplumlarda ise halktan insanları üzen
temel olgu, egemenlerin sömürü ve
zulüm düzeni olmuştur. Böyle
olduğu içindir ki, mizah sınıfsal bir
içerik kazanarak mazlumun zalimden intikam alma aracına
dönüşmüştür...
şekillendirdiği toplumsal hayatın
bütün çarpıklıklarını ve bu
çarpıklıkları yansıtan insan ilişkilerini değişik biçimleriyle konu edinir
kendisine.
Mizahın konusu, hayattır. Mizah
hayatı sorgulayarak varolandan
olması gereken doğru süregiden
tarihsel ilerleyişe güç verir. Mizahın
içinde eleştiri, sorgulama ve ders
çıkartma vardır. Mizah, güldürürken
eğitir, eğitirken de güldürür.
Mizah, açıktan söylemenin cesaret
gerektirdiği gerçeğin güldürünün
açıklığı içinde dile getirilmesini
içerir. Egemenler halka dilini
tutmasını dayatır. Halk ise mizah
dilinin sivriliği ile bu türden bütün
dayatmaları parçalar. Yeri gelince,
egemenlerin yalan ve yaygarasına
karşı, gerçeği mizahın sivri diliyle
haykırmasını bilir halk. Karikatüristlere bu kadar çok dava açılmasının
sebebi de budur...
MİZAHIN TARİHSEL GELİŞİMİ
NASIL OLMUŞTUR?
Hakkında araştırma-inceleme
kitapları yazılan genişlikte bir
konudur bu sorunun cevabı. Biz
burada kısaca değineceğiz:
Köleler, ‘efendinin’ kasıntı, küstah,
kibirli, ukala, zalim hallerini ve
alçaklığını gizlice taklit ederek
birbirlerini güldürürlerdi. Ayrıca
‘efendiye’ yaranmak için yalakalık
yapan köleleri de taklit ederek
eleştirirlerdi. Mizahın keskin dilli bir
sanata dönüşmesi ise Antik Çağ
Atinası ve Ege kıyılarında olmuştur.
Anadolu’nun değişik yerlerinde
binlerce yıllık tiyatro harabeleri
vardır. Binlerce kişilik tiyatrolarda,
trajediler kadar komedi oyunları da
oynanmıştır.
Ortaçağ Avrupası’ndan ise ’jonglör’
denilen öykü anlatıcıları, kralları ve
kiliseyi mizah yoluyla yerden yere
vurarak halkı eğlendiriyordu. Gezici
tiyatro ekipleri kentlerde kurulan
panayırlarda sahnelerini açarak,
halkın güleceği şekillerde
egemenleri teşhir ederlerdi.
Ksıaca, halkın olduğu her yerde
mizah da olmuş ve halk düşmanlarına mizahla da vurulmuştur. Bu
vuruşların estetik biçimleri değişse
de, özü hep aynı kalmıştır...
ZALİMLERİN MİZAH ANLAYIŞI OLUR MU?
MİZAHIN KONUSU NEDİR?
Mizah, sömürü ve zulüm düzeninin
42
Zalimin mizahı olmaz, soytarıları
olur. Egemenler mizahtan hoşlanmazlar. Çünkü, mizahın hedefi
kendileridir. Halk düşmanları
kendilerine dalkavukluk yapılmasından hoşlanırlar. Avrupa saraylarında
soytarılar, Osmanlı saray ve
köşklerinde dalkavuklar bu nedenle
varolmuştur. Mizah ile dalkavukluk
apayrı şeylerdir.
Soytarılar egemene yalakalık
yaparak onun beğeneceği şeyleri
söyler ve bu kapsamda zalimi
överken halkla alay edip aşağılar.
Mizah, halkın sanatıdır. Halkın sivri
dili, iğneleyici yergisidir. Soytarılık
ise egemeni eğlendirmek için
yalakalık yapmaktır. Ki Osmanlı
saraylarında, konak ve köşklerinde
hizmet veren ve sergiledikleri
hünere göre ücrete tabi olan
dalkavuklar bulunurdu.
Dalkavuklar ‘esnaf’ sayılırlardı ve
ücret tarifeleri vardı. Toplum içinde
belli olsunlar diye kavuklarına bir
şey sarmadıkları için bunlara
“dalkavuk” (çıplak kavuk) denirdi.
Osmanlı’yla birlikte dalkavuk esnaf
loncası ortadan kalksa da, dalkavuklar hiç tükenmediler. Halk düşmanlarına soytarılık yaparak para
kazanan dalkavuklar bugün de
işbaşındadır...
MİZAHIN “MAZLUMUN ZALİMDEN
İNTİKAM ALMASI” OLMASINDAN
NE ANLAŞILMALIDIR?
Hayatın içinde ‘egemenlik’ taslayan
zalimlerin o kanlı ve kirli gerçeğini
mizahla paçavraya çevirip intikam
alır mazlumlar. Halk düşmanlarının
mazlumların beyinlerinde kurmaya
kalktığı ideolojik egemenliğin etkili
bir panzehiridir mizah. Zalimler
hayatın içinde egemen olabilirler
ama esas olarak, halkın zihninde
egemen olmak isterler. Mizah, işte
bu egemenliğe izin vermez.
Mazlumun mizahı, zalimin kılıcından
keskindir. Öyle bir yara açar ki,
zalimi kudurtur. Çünkü, ne denli
korkutucu olmaya, ne denli güçlü
görünmeye çalışırsa çalışsın, zalim
için halkın kendisine güldüğünü
31-48_easy.pdf 12 5.11.2015 02:47:12
bilmek, dayanılmaz bir yıkımdır.
Çünkü, halkın mizahı, yaşadığı
acıların sorumlusunun kim
olduğunu bildiğini ve onu hedefe
koyduğunu gösterir.
Halklar zalimlerden iki türlü intikam
alır: Silahla ve Sanatla... dövüşerek
ve gülerek... Dövüşmek silahın,
gülmek mizahın eylemidir. Silah,
zalimin hayatın içindeki otoritesini,
mizah da akıllardaki otoritesini
sarsar ve yıkar. Mizah, halkın ortak
aklının halk düşmanlarına karşı
dirildiğini gösterir...
C
M
Y
CM
MY
CY
KARAGÖZ VE HACİVAT NEDEN
ÖLDÜRÜLDÜ?
Bu sorunun görsel cevabı için,
yönetmen Ezel Akay’ın aynı adlı
filminin izlenmesini öneririz. Ki
Anadolu’nın halk kahramanlarından
olan Karagöz ve Hacivat’ın Osmanlı
padişahı Orhan’ın emriyle katledilmesi, mizahın muhalif karakterinin tarihe kanla yazılan bir örneği
olmuştur.
Bursa’daki Ulu Cami’nin inşaatında
çalışan iki işçi olan Hacivat ile
Karagöz, diğer işçi arkadaşlarının
hoşça vakit geçirmesi için bir tür
meddahlık yaparak onları eğlendiriyorlardı. Elbette, sivri dillerinin ucu,
egemenlere de dokunuyordu. Bu
CMY
K
12
durum saray çevresini rahatsız eder.
Çünkü, mizah, burnundan kıl
aldırtmayan egemenlerin o “kılını”
çekip atar. Bir diğer ifadeyle, mizah
egemeni komik duruma düşürür.
Eleştiri konusu yapar.
Sarayın burnu, sınıfsal bir duyarlılıkla, Karagöz ile Hacıvat’ın mizahındaki eleştiriyi hemen hisseder. Hangi
söz ve davranışın kendi otoritelerini
sarstığını farkettiler. İşte bu yüzden
ferman çıkartıp Karagöz ile
Hacivat’ın kellesini uçurdular.
Ve fakat kendi içinden çıkardığı bu
kahramanların yok edilmesine izin
vermedi halkımız. Hayal Perdesi
kurup Hacivat ile Karagöz’ü yaşattı.
Yaşayan halkın mizahıdır...
BURJUVAZİ, MİZAHA NASIL
YAKLAŞIYOR?
Burjuvazi dokunduğu her şey gibi
mizahı da “meta” haline getirip
‘eğlence sektörü’nün ürününe
dönüştürdü. Bunu yaparken;
mizahın olmazsa olmazı durumundaki toplumsal eleştiriyi kaldırıp
yerine kaba hareketler, argo, küfür,
yoz cinsellik kullanmak için “kültür
endüstrisi” oluşturdu. Bu ‘endüstri’,
sanatı hem halkın zihnine yozlaşma
empoze eden bir silaha hem de
burjuvaziye kar getiren bir metaya
çevirmiştir. “Eğlence sektörü” de bu
endüstrinin etkili bir parçasıdır. Ki
artık sözkonusu olan mizah değil,
eğlencedir. Ve böylece, burjuvazi,
topluma bir eğlence anlayışı dayatır.
Dahası, bundan para kazanır.
Emperyalislerin halklar üzerinde
kurmak istediği ideolojik kültürel
hegomanyanın bir parçası olan
eğlence anlayışı, özellikle 1980’li
yıllardan itibaren ülkemiz halklarını
da kuşatmıştır. Böylece, Kemal
Sunal filmlerinde bir biçimiyle
varolabilen toplumsal eleştirinin
zerresi “Recep İvedik”lerde görülmez olmuştur.
Öldürüldükten sonra içi boşaltılıp
saman doldurulan geyikler vardır.
Burjuvazinin eğlence sektörü mizahı
da bu hale getirir. Öldürür, içini
boşaltır ve içini kaba hareketler,
argo ve yoz cinsellik ile sıradan
insanın gülünç duruma düşürülmesini koyar. Bundan ötesi de Cem
Yılmaz “geyiklerinin” mizah diye
pazarlanmasıdır.
Burjuvazinin empoze ettiği
“eğlence anlayışı”, büyük oranda
mizah dergilerini de teslim almıştır
denebilir. İki ve üçüncü sayfalar, bir
tür iktidar eleştirisine ayrılırken
diğer bütün sayfalar, köşeler,
çizimler Cem Yılmaz ile Recep İvedik
arasındaki bir yelpazenin ürünü
olmaktadır. İşin kolayına kaçılmaktadır. Deyim yerindeyse, mizahın
sivri diline burjuvazinin ‘eğlence’
sakızı çiğnetilmektedir.
Kısaca, burjuvazi, mizaha mizahı
öldürmek için yaklaşmıştır...
NE YAPACAĞIZ?
Görev, devrimci sanatçılarındır.
Çağımızın meddahları olup burjuvazinin yalan ve yaygarasına karşı
mizahın sivri dilini kuşandıracağız
halk saflarına. Yeter ki zemini
hazırlayalım, halkımızın içinden ne
mizahçılar çıkacaktır ve halk
düşmanlarını mizahlarıyla da yerden
yere vuracaklardır.
43
31-48_easy.pdf 13 5.11.2015 02:47:12
F Tipleri’nde çıkartılan tutsak
dergiler bilinir. Bunların bir kısmı da
“MASALA” vb. gibi mizah dergisidir.
Çizerleri bu işe başlamadan önce bir
kez bile karikatür çizmiş insanlar
değillerdi ama giderek ustalaştılar.
Dememiz o ki, halkımızın mizah
damarının ortaya çıkacağı bir zemin
yaratıldığında, koşullar ne kadar
önemsiz olursa olsun sonuç alınır.
Burjuvazi mizahı öldürmek istiyor,
biz yaşatacağız. Çünkü, mizah,
mazlumun zalimden intikam
almasının aracıdır. Emperyalistlerin
“eğlence sektörünün” karşısına
halkın mizahını çıkartacağız.
Amerikan ‘komedi’ dizilerinin
vazgeçilmez parçası gülme efekti
olmuştur. Böylece, Amerikan
emperyalizmi dönüp halklarına
neye nerede güleceğinin terbiyesini
vermeye soyunmuştur: Espri budur
ve gülmek gerekir... Şimdi
gülünecek, gül!
Bugün Amerika ve Avrupa’dan alınıp
adaptasyonu yapılan bulvar komedilerinden stand-uplara, gülme
efektli Amerikan dizilerinden
“Güldür Güldür Show”lara hemen
hepsi eğlence sektörünun
metasıdır. Ki böylece, halkın neye
gülmesi gerektiği belirlenmektedir.
Sahi, neye gülmeli halk?
Bu soruya cevap olarak, burjuvazinin önümüze koyduğu ‘eserler’
malum: Yoz cinselliğe, aldatma
içerikli kadın-erkek ilişkilerine, kaba
hareketlere, argoya, hayatın
anlamsızlığına, halktan insanların
çaresizliğine...
Bir diğer ifadeyle, faşizmin izin
verdiği ve burjuvazinin eğlence
sektörünü imal ettiği şeylere
gülmemiz isteniyor. Böylece,
toplumsal gerçeklik ve çelişkilerin
önündeki perde, daha bir karartılmak isteniyor ki burjuvazinin
eğlence sektörü ile halkın mizahı
arasındaki fark budur.
Halkın mizahı, egemenlerin otorite-
sine çekilmiş bir kılıçtır.
Burjuvazinin eğlence sektörü ise
halkın zihnini hedef alan bir
hançerdir.
Ülkemizde devrimci mücadelenin
yükseldiği 1960-70’li yıllarda güçlü
örnekler yaratılmıştır. Keşanlı Ali
Destanı’ndan, Rumuz Goncagül’e,
Zengin Mutfağı’ndan Brecht
uyarlamalarına uzanan örnekler
hayli öğreticidir. Ki Vasıf Öngören’in
“Zengin Mutfağı” oyunu bugün bile
sergilendiğinde egemenlerın
hışmını çekip saldırıya uğramıştır.
Kısaca, tok-burjuvazinin aç-halkın
neye güleceğini belirleyip belirleyememesi, burjuvazinin halk üzerindeki ideolojik-kültürel hegomanyasının ölçülerinden sayılır ki
Haziran Ayaklanması, bu yanıyla da
halkımızın mizah damarının diriliğini
ve sivri dilini göstermiştir bir kez
daha. Bu mizah damarı işlendiği
oranda, mizahımız bir kez daha
mazlumun zalimden intikam
almasının keskin kılıcı olacaktır...
C
MİZAHIN ANAVATANI ANADOLU
MUDUR?
Konuya girerken bu soruya Nasreddin Hoca yardımıyla bir cevap
vermeye çalışmıştık. Uyup
uymadığına siz karar verin, ama
daha açık bir cevap gerekirse şöyle
deriz: Halkların yaşadığı her yer,
mizahın anavatanıdır.
Mizah, halkların eseridir. Her halk,
biçimlenişi farklı olsa da, mizahını
keskin bir kılıç olarak zalimlere
yöneltmesini bilmiştir. Anadolu
halkları da bunu yapmıştır. Ve
dahası da şu ki, mizahın anavatanı
dünya halklarının hayatıdır. İşte bu
gerçeklik içinde, diyebiliriz ki:
Anadolu, mizahın harman olduğu
yerdir.
Ve Nasreddin Hoca haklıdır:
Dünyanın merkezi, hocamızın
değneğini sapladığı yerdir. Amerika’nın NASA’sı uzaydan, Avrupa’nın
CERN’i yeraltından, oligarşinin
TÜBİTAK’ı uyduruktan ölçebilir. Ama
sonuç değişmez: Nasreddin Hoca,
haklıdır! Çünkü bizim hocamız
eşeğine ters binse de doğru yolda
gider. İnsan kafası kesmez,
oturduğu dalı keser. Ne zulüm, ne
de hırsızlık eder...
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Murat Sevim Karayel
44
13
31-48_easy.pdf 14 5.11.2015 02:47:12
Tesla’nın
bobini
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
“Sırp kökenli Amerikalı mucit, fizikçi ve
elektrofizik uzmanı. Aslında dünyadaki
bilim ve teknoloji yapısını tam anlamıyla ‘kökünden’değiştirebilecek birçok
‘kullanılan ve kullanılmayan’ deneye/buluşa da imza atmıştır. Özellikle
'elektriğin kablosuz taşınabilmesi' gibi
bir buluşu ve bunu kanıtlaması onun ne
kadar benzersiz bir mucit olduğunu
açıklar. Thomas Edison ile arasında
amansız bir bilimsel mücadele
geçmiştir. Elektrik üzerine yaptığı
sayısız deneyler ve buluşlar vardır. 7
Ocak 1943 itibarıyla, yirmi altı ülkede
kendisine ait üç yüze yakın patenti
bulunmaktaydı. New York'da ve çoğu
eyalette 10 Temmuz, Tesla Günü olarak
kutlanır.” deniliyor internette Nikola
Tesla’nın biyografisinin girişinde... Üç
yüze yakın patenti olan bir bilim
adamından bahsediyoruz. Bir dahiden,
bilim ve teknoloji alanında eşsiz bir
dehadan... Stalin’e sormuşlar “Dahiler
hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye,
“Onlar üretim hatası” demiş büyük
usta. Evet bizim de dehalara ihtiyacımız
yok. Kolektivizm elimizde silah olarak
sonsuza dek duracak olduktan sonra
çözemeyeceğimiz sorun da olmayacaktır. Kahramanlara, zeka seviyesi
220’lerde gezinen ayaklı bilgisayarlara
ihtiyacımız hiç olymayacaktır. Ancak
Tesla’dan söz ediyoruz şimdi. Onun
icatlar peşinde koşarken belki hiç
düşünmediği bir geleceği, sosyalizmi
savunanlar olarak, insanlık adına,
sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya adına
çok önemli bir proje yaratmış birinden
söz ediyoruz... Politik görüşlerinden
bihaberiz, bu yazı için çok da gerekli
değil zaten ancak, tek bir merkezden
elektrik üretip, bunu radyo dalgaları
benzeri bir yöntemle tüm dünyaya
ücretsiz dağıtma projesi gibi insanlık
adına yararlı bir şey düşünen ama
elektrik dağıtım tekelleri tarafından
engellenen yakın tarihin en önemli
bilim adamanıdan söz ediyoruz.
Tesla, Sırp halkından bir elektrik
mühendisi. Bir köy evinde doğuyor,
anasının baskısı altında büyüyor ve
baskıya dayanamayarak(!) günde 20
saat çalışan bir öğrenci haline geliyor.
Elektriğe olan ilgisi takıntı haline
geliyor ve tüm dünyaca bilinen bir
deyimle "elektriğin tanrısı" oluyor.
Hayatı boyunca yapmak istediği şey,
elektrik dalgalarını, aynı hertz
dalgalarında (bildiğimiz radyo dalgaları)
olduğu gibi atmosferde iletebilmekti.
Böylelikle tüm insanlık için bir
merkezden üretilen, bedava elektrik
sağlanmış olacaktı. Sürekli bu hedef
üzerine çalıştı durdu, ancak Amerikan
elektrik dağıtım tekelleri bu fikri pek
beğenmediler (Önce Thomas Edison'un
şirketi, sonra da Tesla’nın çalıştığı şirket
olan Amerikan Westinghouse). Ona
verdikleri destekleri bir bir çektiler,
oysa Tesla ta o zamanlar kısıtlı imkanlarıyla şimşekten dahi güçlü arklar
yaratmayı başarmıştı, şu ünlü Tesla
bobini aracılığı ile...
Tesla bobinine özel vurgu yapmanın ve
biraz mühendislik bilgisi vermenin tam
sırası... Tesla, bu bobini yüksek voltaj,
düşük akım ve yüksek frekansta
alternatif akım üretmek amacıyla 1891
yılında üretiyor. Tesla bobininde
kabloyu bir hortum, elektriği bu
hortumun içinde akan su, elektrik
akımını suyun akışı ve voltajı da suyun
basıncı olarak düşünebiliriz. Hortumun
ucuna bir ağızlık eklendiğinde ters
orantılı bir şekilde suyun akış hızı
azalırken basıncı da artar. Tesla
bobininin çalışması da bu şekilde
gerçekleşir. Tesla, bobini oluştururken
birkaç konfigrasyon denemiştir ve bu
alet genellikle bir araya gelen iki ya da
üç çift rezonans elektrik devresinden
oluşmaktadır. Tesla bu bobinleri
elektrikle aydınlanma, fosforesans,
röntgen ışınları üretimi, yüksek
frekanslı alternatif akım, elektroterapi
ve kablosuz elektrik üretimi gibi
alanlarda yenilik getirecek deneyleri
için kullanmıştır. Tesla bobinleri
1920'lere dek kablosuz telgraf için
spark-gap radyo vericilerinde kullanıldı.
Tesla'nın bugün günlük yaşamda
kullandığımız her şeyde doğrudan payı
vardır; bilgisayar, televizyon, radyo,
internet... Hatta o kadar ki, radyoyu
Tesla'nın bulduğunu Amerikan yüksek
mahkemeleri ‘50'li yıllarda kabul
45
31-48_easy.pdf 15 5.11.2015 02:47:13
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
etmişti. Bugün evlerde kullandığımız
alternatif akım (AC) yine tam olarak
onun icadıdır; ac şebekeler sayesinde
Tesla, Edison'un doğru akım (DC)
sistemini darmadağın etmiş ve elektriği
uzak mesafelere iletmeyi başararak, bu
büyük buluşu her eve sokmuştur.
Thomas Edison, çağın en büyük
mucitlerinden biri olarak bilinir ve tüm
kitaplarda onun adı geçer ama Tesla’ya
yapılan çok büyük bir haksızlığın ve
adaletsizliğin sonucudur bu. Edison, bu
dahi genci yanında işe aldıktan sonra,
onun ürettiği, yarattığı birçok buluşu
kendi tekeline alarak “ün” yapmış
biridir. Resmi tarihe hiçbir zaman
inanmamak gerektiğinin bir örneğidir
bu aynı zamanda.
Edison ile Tesla, birbirlerine taban
tabana zıt kişiliklerdir. İkisi de büyük
birer mucit olmalarına rağmen, Edison
çekirdekten yetişmedir, oysa Tesla
Avrupa’da ciddi bir mühendislik
eğitiminden geçmiştir. Edison, olaylara
bir iş adamı edasıyla bakıp, bir teknolojinin yatırım ve getiri hesaplarını
yapmakta, oysa Tesla para konularına
fazla kafa yormayı sevmemekte ve işin
işletme boyutu ile pek de ilgilenmemektedir. Onun için heyecan verici olan
yeni bir şeyler bulmaktır. Bu nedenle
de zaman zaman parasal konularda
ciddi sıkıntılar yaşayacak, bazen
kafasındaki bir hayal uğruna milyonlarca doları gözünü kırpmadan harcayacaktır. Edison ve Tesla’nın arasındaki bu
temel ayrılıklar günden güne birlikte
çalışmalarını zorlaştırmaktadır. Edison,
bir gün Tesla’dan bozulmuş olan bir DC
jeneratörünü tamir etmesini ister ve
karşılığında 50 bin dolar ikramiye
önerir. İcadını geliştirmek için yüklüce
paraya ihtiyaç duyan Tesla, jeneratörün
tamirini beklenenden de önce tamamlar. Parasını almak için Edison’un
karşısında çıktığında, Edison büyük bir
soğukkanlılıkla kendisini süzer ve
kahkahalar arasında “Sende Amerikan
espri anlayışından eser yok Tesla!” der
ve mükafat olarak mucidin haftalık 10
dolar olan maaşını 18 dolara çıkardığını
söylemekle yetinir. Edison’un kişiliğini
görmek için çarpıcı bir örnektir bu.
Şapkasını alan Tesla, ardına bakmadan
Edison’un yanından ayrılır bu sözle
üzerine.
İki dahinin savaşından insanlığın galip
çıkması beklenir doğal olarak ama ne
yazık ki bu savaştan da egemenler,
sömürücüler galip çıkmış, Thomas
Edison’un şirketi General Elektrik,
Tesla’nın çalıştığı Westinghouse
karşısında yenilmiştir. Westinghouse,
AC akımlı ürünler piyasaya sürerek
buradan çok büyük paralar kazanmıştır.
Tesla ile imzaladığı telif sözleşmesine
göre satılan her üründen 2,5 dolar
alması gerekirken, şirket sahibi ondan
telif hakkından vazgeçmesini çünkü
krizde olduğunu söylemesi üzerine, sırf
AC akımlı ürünleren yayagınlaşmasını
istediğinden dolayı bir kalemde çizer
sözleşmenin üzerini... Dahi bulur,
yaratır, üretir, kaymağını patronlar yer.
Tesla da bu “kader”den payını almış
biridir yani...
Kapitalizmde her şey paradır, daha
fazla kazanç için her şey satılır, her şey
pazara çıkarılabilir... İnsanlık ve insani
değerler bile... Tesla, bu vahşi sömürü
düzeninde, kendini korumayı bir ölçüde
başarmış biridir ve çok büyük paralar
kazanma olanağına sahipken deyim
yerindeyse sürünerek ölmüştür. Onun
sırtından büyük tekeller çok çok büyük
rakamlar kazanmış, başka bir deyişle
sömürü sistemini daha da azgınlaştırmışlardır.
Bir gün Tesla’nın düşü elbette
gerçekleşecek. Dünya üzerinde sömürü
sistemi kalktığında, ezen ile ezilen
çelişkisi artık tümüyle bittiğinde, bütün
sömürücü takımı tarihih çöplüğüne
atıldığında, Tesla’nın dünyanın bütün
her yanına dalgalar yoluyla bedava
elektrik akımı verilecektir. Sınıfsız ve
sömürüsüz bir dünyada gerçekleşebilecek bir düşüncedir Tesla’nınkisi.
Kendisi sömürü dünyasında bunu
göremedi ama bizler biliyoruz ki
geleceğin sömürüsüz dünyasında
yaşayan nesiller onun adını bilecekler.
Bu, insanlığın vefa borcudur Tesla’ya...
Fazıl AKTAŞ
K
46
31-48_easy.pdf 16 5.11.2015 02:47:14
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Emperyalizmin yeni sömürgesi olan
ülkeler birbirlerine o kadar benzer ki,
dünyanın en doğusundaki Malezya,
Filipinler ve Bangladeş’le en batıdaki
Latin Amerika ülkeleri ve ortada Türkiye
birbirlerine karıştırılabilir, adeta birbirlerinin suretidirler. Şehirleri, dağları, tarlaları
ve tabi siyasetçileriyle. Hepsinin de kendi
bayrağı, kendi meclisi, seçimleri, kendi
dillerinde okulları, ulusal bayramları,
bağımsızlık marşları vs. vardır. Ama hiçbiri
bağımsız değildir.
Emperyalizmin yeni sömürgesi olan
ülkeler birbirlerine o kadar benzer ki,
hepsi yoksuldur. Aynı anda birinde yaz,
birinde kış vardır ama hepsinde çocuklar
yazın tarlada, fabrikada ne kadar çalışırsa
çalışsın, kışın okul çantası alamazlar ve
ayakkabılarından içeri su girer. Okulda
değil, dışarıda öğrenirler hayatı, erken
tanırlar yaşamı. Bu ülkelerin hepsinin
eğitim ve sağlık politikaları IMF ve Dünya
Bankası imzalıdır. Böylece onlara eğitim
de, sağlık da yoktur. Hepsinin ormanları,
madenleri, suları başkasına, yabancılara
aittir.
Emperyalizmin yeni sömürgesi olan
ülkeler birbirlerine o kadar benzer ki,
tarlada ve fabrikada işçiler en fazla süre
çalışıp en az ücreti alırlar. Hayatları o
kadar ucuzdur ki, her gün ölürler ama
yerlerine hep yenileri gelir koşarak.
Hepsinde de “amele pazarı”, simsarlar,
elçiler, dayıbaşlar vb. vardır ve işçiler
halen alınır ve satılırlar.
Bu ülkeler birbirlerine o kadar benzer ki,
hepsini de emperyalizme hayran ve
onları uygar, kendi halkını ilkel gören
hükumetler yönetir. Bu hükumetleri de
bizzat sömürülen işçiler ve köylüler seçer.
Çünkü hepsinin seçim sistemleri aynıdır.
Halkını, vatanını seven partilere ve
önderlere asla seçilme ve yönetme hakkı
tanınmaz. Gazeteleri ve televizyonları
buna hizmet ederi.
Ve hepsi o kadar benzer ki birbirlerine,
ABD’nin ödü kopar hepsinin de halkından. Durmadan silahlandırır işbirlikçi
hükumet ve ordularını. Ama korkunun
ecele faydası olmaz.
İşte bu kitabı okuyanlar bu benzerliklere
şaşıracaktır. Çünkü anlatılanlar çok
tanıdık gelecektir.
Meksika’nın Tayyipleri
Kitap bir kurgu ama Meksika’da onlarca
yıl iktidarda kalmış ABD işbirlikçisi başkan
Porfiria döneminde geçiyor anlatılanlar.
Ve işbirlikçi burjuva hükumetin tüm
katmanlarıyla halkı nasıl sömürdüğü
anlatılıyor.
“Bütün öteki ‘jefe politicalar (valiler –bn)’
gibi don Casimira da en başta kendi
çıkarlarını düşünüyordu. Ülkesine onun
yararı için değil, onun hesabına kendine
kazanç sağlamak için hizmet ediyordu...
kendi işlerini yoluna koyduktan sonra
ailesini düşündü. Sonra yakın dostları
geliyordu. Bu dostlar onun bu göreve
geçmesine yardımcı olmuşlardı. En
yakından en uzağa dek tüm hısımları
-yeğenler, biraderler, amcalar, kardeşler,
kuzenler ve oğulları- bir yerlere yerleştirilmişlerdi. Kimi vergi toplayıcısı, kimi
komiser, kimi adalet görevlisi (yargıç –bn)
atanmışlardı ve kendisi görevini koruyabildiği sürece onlar da bu görevlerde
kalacaklardı. Bu sayede, o ne yaparsa
yapsın, tüm hısımlar, dostlar ondan
yanaydılar. Dilediğince çalıp çırpmasına
göz yumuyorlardı. Yeter ki kendileri çalıp
çırptığında o da onlara soruşturma
açmasın.
Öte yandan, yasalara uygun olsun
olmasın, yaptıkları her şey onun gözünde
yerinde bir davranış olarak kabul edilmek
zorundaydı.
Halkın selameti için böyle hizmet etmek
en tepede başkan Porfiria ile başlıyor,
aynı biçimde generaller, valiler ve en alt
kademelere kadar tam tamına aynı
biçimde büyüklerin yaptığını yapıyordu.
Ve bu sisteme gazetelerde ve okul
kitaplarında cumhuriyet adı veriliyor, en
akıllı, en düzenli örgüt olarak nitelendiriliyordu.” (Syf 7-8)
Tayyip Erdoğan’ın Şubat ayında başkanlık
sistemini araştırmak için neden Meksika’ya gittiği ve Meksika’yı örnek gösterdiği bu alıntıyla daha iyi anlaşılıyor.
İşte böyle bir hükumet sekreteri
(kaymakam –bn) olan Bujvilum adlı
bağımsız bir yerli kasabasına gelen aç
gözlü don Gabriel’in burjuva oyunlarıyla
saf ve temiz yerlileri sömürmesi
anlatılıyor ilk bölümlerde. Yerlilerin kendi
seçtikleri reis işbirliğine zorluyor ve
reddederse asker çağırıp köyü yerle bir
etmekle tehdit ediyor. Aklımıza, yakılan
Kürt köylerini getiriyor bunlar. Ama zoe
masraflı oldupu için, daha çok “yeni
sömürge” yöntemleriyle, burjuva
oyunlarıyla sömürüyor onları.
Bu köy gibi köylerde yaşayan yüzbinlerce
yerlinin en huzurlu ve mutlu zamanları,
başkenttekilerin birbirine düşüp köylülerle uğraşamaz oldukları zamanlardır. (Yani
bakmayın bizdeki “koalisyon kurulamazsa” laflarına. Koalisyon kavgaları ne kadar
uzarsa, halkımız için o kadar iyidir.)
İşte bu nedenle Bujvilum köylüleri de don
47
31-48_easy.pdf 17 5.11.2015 02:47:14
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Gabriel’den önceki sekreteri öldürdükten
sonra uzun süre rahat etmişlerdi. Ama
don Gabriel gelir gelmez yasallık ve
denetim sorunu olmaksızın Deli Dumrul
misali kendi koyduğu vergilerle ve üç
kağıtlarla köylünün elince avcundakileri
alır, yetmez bir de borçlandırır.
Kitapta ayrıca girişte genel olarak
belirttiğimiz yeni sömürge ülkelerdeki
eğitim, ekonomi ve seçim sistemini
Meksika ve başkan Porfirio örneğiyle çok
açık ve sade biçimde anlatılıyor. Uydurma
istatistiklerle ABD ve dünya gazetelerine
Meksika’da eğitim ve ekonominin çok iyi
olduğu, seçimlerin çok demokratik
yapıldığını anlatırken, gerçekte halkın
yüzde ellisi okuma yazma dahi bilmiyor.
Hazine gittikçe doluyor, ulusal gelir
artıyor, ama ne hikmetse yoksulluk,
cehalet, bozulma da artıyor.
Don Gabriel de görevi gereği köydeki
126 çocuk için okul açıyor. Kalem, defter,
sıra... hiçbir şey yok. Alfabeyi bile
öğretemedikleri çocuklara Meksika
ulusal marşını, İspanyolca “Günaydın
bayımé demeyi, müfettiş gelip “Meksika
nedir?” diye sorduğunda “Meksika özgür
ve bağımsız bir cumhuriyettir, yaşasın
Meksika” demeyi öğretiyorlar, daha
doğrusu ezberletiyorşar. Ve bir de
“Dikkat” denildiğinde ip gibi sıraya
girmeyi. Ve o günkü istatistiklere bu 126
çocuk da “başarılı” olarak geçiyor.
Kitabın son bölümlerinin iki ana konusu
var. Simsarlık (yerlilerin borçlandırılarak
yabancı şirketlerin iş kamplarına çalışmak
için satılması) ve yerli kabilelerindeki
seçim sisteminin hükumetçe sakıncalı
ilan edilişi anlatılıyor.
Don Gabriel kendisinden daha kurnaz bir
arkadaşının simsarlıktan kazandığı para
miktarını görünce sekreterliği bırakıp
simsarlığa başlıyor. Bu simsarlık Soma’da
gördüğümüz dayıbaşlığa ve taşerona
benzer bir işçi tüccarlığı. Modern/ücretli
kölelik de denen özel istihdam
bürolarının ilkel hali hiyebiliriz. Sistem
şöyle işliyor: Arkadasına valileri alan
sekreterler yerlileri köydeki gelirleriyle
ödeyemeyecekleri kadar çok borçlandırır.
Sonra da işbirlikçi simsarlara verirler.
Simsarlar ABD’li şirketlerin Meksika
ormanlarında kereste ve maun mobilya
ürettiği “monteria”lara onları satar. Bunu
da yerlilere imzalattıkları yasal sözleşmelerle yaptıkları için yerlilerinhiçbir karşı
çıkma koşulu yoktur. Ama ağır koşullar
yüzünden 4-5 yılda ölürler, ama onları
soran kimse olmadığı, yerlerine sürekli
yeni işçiler geldiği için hiç işgücü sorunu
yaşanmaz. “Meksika yurttaşı özgürdü.
Kölelik yasaklanmıştı. Ama borçlandırma
kölelik değildi. Kimse de zorla
borçlandırmıyordu. Ama borçlar
48
ödenmeliydi.” (syf. 128)
Açgözlü simsarların zulümleri aşırıya
kaçıp toplu ölümler ve nadiren şikayetler
olduğunda, simsarların tek savunması
vardı: Vatanseverlik. “Asla ticaret
yapmıyoruz. Para hırsıyla değil, katıksız
yurtseverlik yapıyoruz ne yapıyorsak.
Çünkü başkan Porfirio nakit para
karşılığında yabancı şirketlere değerli
ormanlarımızı işletme imtiyazı verdi.
Ormanlar ne kadar çok işletilirse
ülkemizin piyasa itibarı o kadar çok artar.
Yatırım ve krediler artar. Şirketler iş
gücüne sahip olmazsa bu nasıl olacak?
Onlara emekçi sağlamak yurtseverlik
görevidir. Bu bir savaştır ve gerekirse
zorla gelmeliler.”
Böyle bir savunmaya hiçbir yargıç karşı
koyamaz, çünkü yargıç da devletin yani
Porfario’nun memurudur. (syf. 135)
Çevrecilere “doğalgaz lobisi” diyen
Çwvre Bakanımız, Soma-Yırca köylülerini
adeta vatan hainliğiyle, ajanlıkla suçlayan
Enerji Bakanımız, Soma’ya “bu işin
fıtratında var” diyen Erdoğan aklımıza
geliyor bu savunmalarla.
Monterialardan kaçan işçiler sözleşmeyi
bozmuş olurlar ve tutuklanırlar. Yargılama masrafları da işçiye ödetilir. Grev
ihracatı azalttığı için yasaktır. İşçilerin
ölünceye kadar köle gibi çalışmaktan
başka şansı yoktur.
Kitabın son bölümünde yerlilerin
seçim-yönetim sistemi ile Meksika
hükumeti arasındaki karşılaştırma örneği
var.
“Yönetme, hükumet etme sanatı sadece
devrimcileri ürkütmek ve halkın bu işi
yapmak için çok bilgi ve yeteneğe ihtiyaç
olduğunu sanması için hep gizemli bir iş
gibi gösterilir... Bu ancak başkan Porfirio
gibilerie (bizde RTE, Baykal ve diğerlerine) özgü bir meziyettir. Kendisinin
yeryüzünün en akıllı, en büyük devlet
adamı olduğuna inanır. Bu yüzden tekrar
tekrar seçilmesi gerekir.” (syf.178)
Birçok burjuva hükumetleri gibi Porfirio
hükumeti de kendini 4 yılda bir seçtiriyor.
Oysa 15 bin nüfuslu, 4 kabileli Pebvil
yerlileri reislerini 1 yıllığına ve her
defasında farklı kabileden seçerler. İşte
bu sistem Pebvil’deki hükumet sekreteinin işine gelmez. Mevcut reisi zayıf
karakteri sayesinde etkisi altına almıştır.
Hiçbir reis halkına ihanet etmez, ama
ihanet ettiğinin farkına varmadığı sürece
sekreter için sorun yoktur. Reisi kullanmayı beceren sekreter zalim yönetimi,
vergi ve para cezalarıyla halkı inim inim
inletmektedir. Ama 1 yıllık süresi dolan
bu reisin yerine başkası gelince, sekreter
cebini dolduramayacaktır. Bu nedenle,
reisin görevde kalması için yerlilerin
seçim sisteminin değişmesi için hemen
valiye bir rapor yazar. Raporda başkan
Porfirio’nun onlarca yıllık yönetimini
örnek gösterir. Yöneticilerin işi öğrenmeden değişmesinin yanlış olduğunu, en
kötüsünün de bu sistemin kötü örnek
olduğunu yazar. Her yıl vali ya da başkan
değişirse halkın herkesin yönetme
yeteneğine sahip olduğunu sanacağını
anlatır. Ve vali hemen kararname çıkarıp
mevcut reisin görevde kalmasını
emreder. Sekreter emri köylülere
gösterir, ama köylüler “Ne Meksika
Cumhuriyeti, ne de başkan bölgemizde
uygulanan sistemi bizim iznimiz olmadan
değiştiremez. Bizim geleneklerimiz yalnız
bizi ilgilendirir. Kimseyi bizim geleneklerimi uygulamaya zorlamıyoruz. Bu
nedenle, yararı denenmemiş bir sistemi
de kimse bize zorla kabul ettirme
hakkına sahip değildir...” derler.
Sekreter:
- Ama Porforio 32 yıldır başkan ve hep
yeniden seçiliyor. Çok başarılı, vali de
öyle.
Köylüler:
-Bu sistem sizin için yararlı olabilir. Ama
biz binlerce yıllık bir ulusuz ve bizi kendi
sistemimiz ayakta tuttu. Reisimizi her yıl
değiştiririz. Yeni reisin deneyimi yoksa,
daha önceki reislik yapmış olanlar
severek yardım ederler. Hiçkimse
ulusuna hizmet için bilgisini, deneyimini
sakınmaz. En basit adam bile kabilesinin
yaşlı kişilerinin güvencesini almışsa 1
yıllığına reislik yapabilir. Ve yeni seçilenler
genellikle daha iyi yönetmiştir. Çünkü
herkes kendinden öncekinden bir şeyler
öğrenir. Bizim amacımız mümkün
oldukça çok kişinin yöneticilik yapmasıdır.
Senin hükumetinin sisteminin sakıncası,
seçilen adam eğer halkın güvenini
sarsarsa kolayca kenara itilemeyebilir.
Dolaplar çevirip hükumette kalmak
isterse bu halkın huzurunu bozar ve
çürümeye neden olur. (syf. 189)
Sekreter onları dinlemez ve mevcut reisi
korur. Yeni reisin göreve başlama
şenliğinin günü gelmiştir. Eski reis
sekretein koruması ve tehditi altındadır
ve reislik asasını yeni reise vermez. Böyle
olunca da maskeli silahlı yerliler eski reisi
öldürüp asayı alırlar.
Don Gabriel, hani eski sekreter yeni
simsar, tam bu olaydan sonra askerleriyle
köye gelir. Olayla ilgisi dahi olmayan 14
yerliyi tutuklatır ve monteriaya satar.
Kitabın son sayfasındaki şu cümle de
burjuva hükumet mantığını bize göstermektedir. “Elinde yetki olup da ondan
yararlanmayan kişi, aptaldır.”
Ve yeni sömürge ülkeler birbirlerine o
kadar benzer ki, bu cümlenin aynısın
bizim zübüklerin ağzından da duyulmaktadır.
Özgür Tutsaklar
31-48_easy.pdf 18 5.11.2015 02:47:15
Yitirdiklerimiz
Yılmaz Köksal
Sinema oyuncusu Yılmaz Köksal hayatını kaybetti. 76 yaşındaki Köksal, uzun süredir kanserle mücadele ediyordu.Kırşehir'de
1939'da doğan Yılmaz Köksal, Tophane Sanat Enstitüsü'nde okudu. 1965'ten 2005'e kadar 180'in üzerinde filmde oynayan sanatçı,
"On Korkusuz Kadın", "Çalıkuşu", "Beş Fındıkçı Gelin", "Malkoçoğlu", "Şeyh Şamil", "Kan Davası", "Asılacak Kadın", "Leyla ile Mecnun",
"Kardeş Kurşunu", "Yahşi Batı", " Adanalı" ve "Zagor" gibi filmlerde rol aldı.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Memduh Ün
Sinemanın önemli yönetmen ve oyuncularından Memduh Ün, 11 Ekim sabahı tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. 95
yaşındaki yönetmen Memduh Ün, geçtiğimiz yıl 11 Kasım’dan bu yana Bodrum’da Acıbadem Hastanesi yoğun bakım servisinde
kalıyordu. Sinema Bir Mucizedir / Büyülü Fener – 2005, Yer Çekimli Aşklar – 1995, Zıkkımın Kökü – 1992, Bütün Kapılar Kapalıydı –
1990 ve Gün Ortasında Karanlık gibi onlarca filmin yönetmeni olan Ün, aralarında Orta Direk Şaban, Vah Başımıza Gelenler – 1979,
Köşe Kapmaca – 1979, Bekçiler Kralı – 1979 ve Derdim Dünyadan Büyük’ün de olduğu bir çok filmde de oyuncu olarak yer almıştı.
1951’de Arşavir Alyanak’la birlikte Yakut Film adlı bir şirket kurdu. Yönetmenlik deneyimini geliştirince bu kez kendi adına Uğur Film adında bir
şirket kurarak çalışmalarını sürdürdü. Oyunculuk, yönetmenlik ve yapımcılığın yanı sıra, film senaryoları ve film müzikleri de yazdı.
Tomris İncer
Kanser tedavisi gören tiyatro, sinema ve TV oyuncusu Tomris İncer, 67 yaşında 5 Ekim 2015 tarihinde hayata veda etti. İncer'in vefat
haberini, sinema ve tiyatro oyuncusu Levent Kazak, Twitter hesabından duyurdu.16 Mart 1948 Bulgaristan doğumlu olan Tomris
İncer çeşitli tiyatro, dizi ve sinemalarda rol aldı. 1974 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları kadrosuna girdi.Tomris İncer en son Racon
dizisinde rol almıştı.
49
31-48_easy.pdf 19 5.11.2015 02:47:15
Sennur Sezer
Şair, yazar Sennur Sezer, İstanbul’da eşi Adnan Özyalçıner’le birlikte yaşadığı evde 7 Ekim sabah saatlerinde yaşamını yitirdi. Sezer 12
Haziran 1943’te Eskişehir’de doğdu. 1959’da İstanbul Kız Lisesi’nin ikinci sınıfından ayrıldıktan sonra Taşkızak Tersanesi’nde çalışmaya
başladı. 1965 yılında Varlık Yayınları düzelticiliğine geçti.1967 yılında Adnan Özyalçıner ile evlendi. 1982 yılına kadar çeşitli yayınevlerinde
ve ansiklopedilerde düzelticilik, metin yazarlığı yaptı. Gerçek ve müstear isimle özellikle Yeşilçam’a çok sayıda senaryo yazdı. Evrensel
Gazetesi ve Evrensel Kültür olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlanan Sezer’in yayınlanmış çok sayıda kitabı var.Sezer'in
başlıca şiir Kitapları şöyle: Gecekondu (1964), Yasak (1966), Direnç (1977), Sesimi Arıyorum (1982), Kimlik Kartı (ilk üç kitap, 1983), Bu
Resimde Kimler Var (1986), Afiş (1991), Kirlenmiş Kağıtlar (1999), Bir Annenin Notları (Seçme Şiirler 2002), Dilsiz Dengbej (2001), Akşam
Haberleri (2006), İzi Kalsın (2011)
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
LEVENT KIRCA
İlk kez 1964'te Ankara Devlet Tiyatrosu'nda sahneye çıktı. Ankara Birlik Tiyatrosu ve Halk Oyuncuları'nda çalıştı. Nasreddin Hoca Oyun
Treni, Siz Olsaydınız Ne Yapardınız?, Bu Oyun Nasıl Oynanmalı?, Sağlık Olsun!, Ne Olur Ne Olmaz gibi televizyon dizilerinin yapımcılığını
üstlendi. 1978'de Altınşehir adlı filmle sinemaya geçti. “Ne Olacak Şimdi? ve Mavi Muammer” adlı filmlerde oynadı. Hodri Meydan
Topluluğu adlı Tiyatro Grubu'nu kurdu. Eski eşi Oya Başar ile birlikte “Güzel ve Çirkin ve Sefiller” adlı oyunları sergiledi. “Üç Baba
Hasan,Kadıncıklar” adlı oyunları sergiledi. 1988'de başlayıp 22 yıl süren “Olacak O Kadar” adlı televizyon programını hazırladı. İlk sinema
yönetmenlik denemesini Son adlı filmle yaptı. Daha sonra “Şeytan Bunun Neresinde” adlı filmi yönetti. Karaciğer kanseri sebebiyle
kemoterapi görmekte olan usta tiyatrocu 12 Ekim 2015 günü saat 02.40 sularında hayatını kaybetti.
PROF DR. NURHAN KARADAĞ
Ülkemizin önde gelen sanat insanlarından yönetmen, araştırmacı ve öğretmen Prof. Nurhan Karadağ'ı yitirdik. Karadağ 60'lı yıllarda
Ankara'da halkevlerinde tiyatro çalışmalarına başlamış, ardından 1968'in kavga günlerinde Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde
okumuş ve mezun olmuştu. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde özellikle Anadolu Köy Seyirlik oyunları üzerine bilimsel çalışmalar yapan
Karadağ halkın zengin kültürel, sanatsal birikimini de ortaya koymuş bir sanatçıydı. Başta Ankara Deneme Sahnesi olmak üzere Devlet
Tiyatroları ve İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda da oyunlar sergileyen Karadağ, tiyatro alanındaki çalışmalarını konu alan onlarca makale ve
kitap kaleme aldı. Geçirdiği kalp krizi sonucu 22 Ekim 2015 Perşembe günü Ankara'da hayatını kaybetti.
50
31-48_easy.pdf 20 5.11.2015 02:47:15
HABERLER
5. Doğançay ve Anadolu Halk Festivali Yapıldı.
C
M
Y
CM
MY
CY
Bu yıl Anadolu Halk Festivali ile 5. Doğançay festivali ile
birleştirilerek 26 ve 27 Eylül günlerinde Doğançay'da düzenlendi. Halkın kültürünün yaşatıldığı günler olan festivalde yine aynı
şekilde halkla birlikte burjuvazinin yoz kültürüne alternatif
olarak düzenlenen etkinlikler vardı. Festival kentsel dönüşüm
paneliyle başladı. Panelin ardından Çocuk Atölyesi'nde köyün
çocuklarının yüzleri boyandı. Saat 19.00’da ise sahnede bu sefer
solo zeybek gösterisi vardı. Ege'nin şahanlarını anlatan zeybek
oyununu halk büyük bir ilgiyle izledi. Grup Yorum Halk
Korosu'nun sahneyi almasıyla halaylar tutulmaya başlandı. Grup
Yorum parçalarıyla alandaki coşku da artmaya başladı. Ardından
sahneyi Tiyatro Simurg aldı. "Nerede Bu Adalet" adlı oyununu
sergileyen Simurg köy halkı tarafından büyük bir ilgiyle izlendi.
Tiyatro gösteriminin ardından son olarak sahneyi Grup Yorum
aldı. "Türküler Susmaz Halaylar Sürer" sloganlarıyla karşılanan
Grup Yorum marşları ve türküleriyle kitleyi coşturdu. Halayların
durmadığı, sloganların susmadığı konser "Cemo" ve "Çav Bella"
marşlarıyla bitirildi. Festivalin 2. günü yine panelle başladı.
"Alevi Kültürü ve Dayanışması" konusunun işlendiği panelin
ardından akşam 19.30’da İmranlı Yardımlaşma ve Dayanışma
Derneği Semah Ekibi sahneye çıktı. Semah gösterisi yapan ekip
alkışlarla sahneden indi. Ardından sahneyi Umudun Çocukları
Korosu ve Grup Yorum Halk Korosu aldı. Çocukların şarkılarıyla
eğlenen kitle, Grup Yorum Korusu'nun türküleriyle bir kez daha halaya durdu ve öfkesini biledi. Daha sonra İdil Halk Tiyatrosu
"Adalet" oyununu oynadı. Ülkemizdeki adalet sisteminin gerçekte halktan yana işlemediğini, sesini çıkaran, muhalif olan herkesin
nasıl hapishanelere konulduğunu anlatan oyun adalet sloganlarıyla bitirildi. Oyunun ardından sahneyi Grup Abdal aldı. En sevilen
türkülerini seslendiren Abdal halaylarıyla da coşturdu. Abdal ile festival sona erdi.
CMY
K
Levent Üzümcü İstanbul Şehir Tiyatrosu Önünde Basın Açıklaması Yaptı
İstanbul Şehir Tiyatrosu'ndan ihrac edilen oyuncu Levent Üzümcü 9 Ekim 2015 günü Harbiye'de
tiyatro binasının önünde bir basın açıklaması yaptı. Konuşmasında yaşadığı haksızlığı ve
hukuksuzluğu anlatan Üzümcü, hukuki sürecin başladığını duyurdu. Tiyatrodan atılmasının
hiçbir yasal dayanağı olmadığını belirten Üzümcü'ye Oyuncular Sendikası da bir bildiri ile destek
verdi. Şehir ve Devlet, tiyatrosundan yönetmen ve oyuncuların katıldığı eyleme Bakırköy
Belediyesi'nden özel ve amatör tiyatrolardan oyuncular da destek verdi.
Sanat Meclisi Ankara Katliamında Yitirdiklerimizin Ailelerini
Taziye Ziyaretine Gitti
10 Ekim’de Ankara Gar’ındaki patlamayla 102 insanımız yaşamını yitirmiş
yüzlerce insanımız da yaralanmıştı.Bu katliam AKP’nin ne ilk ne de son
katliamıdır.Sanat Meclisi üyeleri 22 Ekim Perşembe günü patlamada yaşamını
yitirenlerden Binali Korkmaz ve Dicle Doğan’ın ailelerini ziyaret etti. Sanat
meclisi katliamla ilgili yaptığı açıklamada şunları belirtti: “Bütün bir baskıcı
yönetimlerin değişmez bir yöntemi vardır. Halkın isyanını kan ve ateşe boğmak!
Ülkemiz yıllardır kan ve ateş içinde. Ülkenin dört bir yanı katliamlar yaşıyor.
İşçiler, köylüler, her yaştan çocuklar ve ülkenin göz bebeği gençlerimiz bir de
kadınlarımız şiddetin hedefinde her gün can veriyorlar. 60’larda 70’lerde tek
tek öldürülürken insanlarımız, son yıllarda toplu kıyımlarla katledililiyor. İşte
Suruç, İşte Ankara! Sabah evinden çıkan işe koşan her insan ölümün nereden
geleceğine korku içinde bakıyor. Çünkü mitinglerde halaya duran, caddelerde
isyanını haykıran onlarca insanımız bombalarla paramparça edildi. Her
katliamın arkasından barış istemekle ne katliam bitiyor ne de ölümler duruyor. Katliama, baskıya karşı mücadele etmedikçe bu
acıların bitmeyeceği gün gibi aşikar. Bütün sanatçı dostlarımıza ve halkımıza sesleniyoruz: Katliamları durdurmak mı istiyorsunuz?
Ellerimiz var birbirimize verecek!”
51
31-48_easy.pdf 21 5.11.2015 02:47:16
Sanat Meclisi Dileğin
Yanındaydı
Sanat Meclisi üyesi sanatçılar
19 Ekim’de , Dilek Doğan'ın
tedavi gördüğü Okmeydanı
Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne giderek Dilek Doğan'ı,
ailesini ve yakınlarını ziyaret
etti. Aralarında Grup Yorum,
Mehmet Esatoğlu, Efkan Şeşen,
Osman Genç ve Barış Güney'in
de olduğu sanatçılar, aileden bilgi aldıktan sonra doktorlarla da görüştüler. Hayati tehlikenin devam ettiğini öğrenen Sanat Meclisi
üyeleri, hastane kapısı önünde basına bir açıklama yaptılar. Yaptıkları açıklamada “AKP'nin halkı bazen tek tek, bazen gruplar halinde,
bazen meydanlarda, bazen evlerde, bazen yerin yedi kat altında, sürekli katlettiğini, halkı katletmenin bir yönetme tarzı hale
geldiğini belirttiler. AKP'nin katliamcılığı karşısında bu halkın teslim alınamayacağını belirten sanatçılar, tetiği çeken polisin derhal
tutuklanması gerektiğini belirttiler.v
Cizre'de yaşanan katliamı protesto etmek için Taksim Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması
yapan Grup Yorum eylemine polis saldırdı, 11 kişi gözaltına alındı.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
tarıhında saat 20:00'da Beyoğlu Galatasaray Lisesi önünde bir basın açıklaması yaparak Cizre'ye yaptığı ziyareti ve gözlemlerini
anlattı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi: "AKP, iktidarını korumak için terör demagojileriyle katletmekten, linçler örgütlemekten
çekinmiyor. Terör söylemleri her geçen gün halklar arasındaki dayanışmayı bölmeye, yok etmeye yönelik bir hal alıyor. Terör, sokağa
adımını atan herkesi kurşun yağmuruna tutmaktır. Bir kenti evine hapsedip, elektriksiz, susuz bırakmaktır. Cizre'de Kürt halkımız Özel
Harekat polisleri tarafından katledilen insanlarının cenazelerini buzlu sularla saklamaya çalışıyor. AKP halka karşı açtığı savaşta her
türlü ahlaksızlığı yapıyor. Kürt ve Türk halklarını birbirine kırdırmak istiyorlar. Çünkü biliyor ki Kürt, Türk, Arap, Ermeni... Halklar birlikte
olunca yolsuzluklardan, katliamlardan hesap sorulur. Bu hesaptan korkuyor AKP. Halkların tek çıkar yolu, katillerle pazarlığa oturmadan, ellerini sıkmadan sonuna kadar mücadele etmektir. Tek çıkar yol, halkların gerçekten barış içinde yaşadığı sosyalist bir ülkedir.
İşte bu gerçekten korkuyor AKP."
Açıklamanın ardından "Em Ne Bınkati Ne" isimli şarkısını söyleyen grup üyelerine Denge Hevi ve Umudun Çocukları Orkestrası
elemanları da destek verdi. "Cizre'de AKP katlediyor. Kürt halkı teslim alınamaz" yazılı pankart açan grup üyeleri sloganlarla eylemine
son verdi.
Eylemi sona erdirdiği sırada, sivil polisler kimlik kontrolü yapmak istedi. Grup Yorum üyeleri, kendilerinden başka kimseye kimlik
kontrolü yapılmadığını, uygulamanın keyfi olduğunu savunarak, kimliklerini vermeyeceklerini söyledi. Bunun üzerine, Çevik Kuvvet
ekibi grup üyelerinin etrafını sararak çember oluşturdu. Kimliklerini göstermemekte ısrar eden grup, polis tarafından işkence ile
gözaltına alındı. Bu sırada Çevik Kuvvet polisleri kalkanlarını havaya kaldırarak basın mensuplarının görüntü almasını engellemeye
çalıştı. Aralarında Grup Yorum, Denge Hevi ve Umudun Çocukları Orkestrası elemanlarının yeraldığı 11 kişi gözaltına alındı.
24 saat süren gözlatının ardından adliyeye getirilen 11 kişi serbest bırakıldı.
K
52

Benzer belgeler