Untitled - YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi

Transkript

Untitled - YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
1
YDÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
İÇİNDEKİLER / CONTENTS
Berker Bank
Gramsci’nin Devlet ve Hegemonya
Kavramlarının Kuramsal Çözümlemesi -------------- 2
Direnç Kanol
Does Exposure To Violence
Increase or Decrease Support For
Politıcal Violence? ---------------------------------- 41
Ece Öztan
Setenay Nil Doğan
Gendering Science, Technology and
Innovation: The Case of R&D in Turkey-------------- 56
Gökhan Ak
Post-Cold War Era: A Coercive Coexistence
and Cooperation of Realism, Liberalism and
Trade Expectations Theories? --------------------------- 84
Hakan Özdemir
Yahya Demirkanoğlu
6360 Sayılı Yasaya Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin Muhafazakâr Demokrat Kimlik
Tanımı Üzerinden Bakış: Pekişen İktidarla
Merkezileşen Yönetime Doğru ------------------------- 114
Nihan Özgüven Tayfun
Perakentecilikte Müşterilerle İletişim
Yönteminin Seçimi: Promethee Karar Tekniği
ile Bir Uygulama ------------------------------------------ 150
Özcan Karahan
Evren İpek
Türkiye’ye Yönelik Finansal Sermaye
Akımlarının Tasarruf ve Yatırım Üzerine Etkisi ----181
Utku Beyazıt
Duyan Mağden
Üniversitede Öğrenim Gören Erkek
Öğrencilerde Aşırı Cinsiyet İdeolojisi ve
Babalık Rolü Algısı Arasındaki İlişkinin
İncelenmesi------------------------------------------------- 207
2
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
GRAMSCİ’NİN DEVLET VE HEGEMONYA
KAVRAMLARININ KURAMSAL ÇÖZÜMLEMESİ
Berker BANK ∗
__________________________________________________________________
ÖZET
Gramsci, sivil toplum, devlet, faşizm, sınıf gibi, Batı Avrupa siyasal düşünce tarihi içinde gelişen bir dizi
kavram setini hem Marksist siyaset teorisinin geleneksel öndeyişi içinde yeniden inceleyerek hem de bunların
yerine yenilerini geliştirerek Marksist teorinin gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. O’nun
çalışmaları İtalyan toplumunun özgün koşularının incelenmesinde ve mevcut sorunların çözümüne yönelik
yaptığı çalışmalarla sınırlı kalmayıp, farklı kapitalist toplumsal oluşumların ortaya çıkardığı tarihsel
blokların incelenmesine dönük önemli açılımlarda da bulunmuştur. Bu çalışmaya konu olan temel sorunsal,
tarihsel koşullar tarafından belirlenmiş verili bir toplumsal oluşuma bağlı olarak gelişen bir “tarihsel
blok”un sürekliliğini sağlaması açısından, “devlet”in ve “hegemonya”nın toplumsal işlevini anlamaya
yönelik bir girişimi ifade etmektedir. Hedeflenen bu çerçevede, Gramsci’nin temel tartışma metinleriyle
bağlantılı olarak, kapitalist devlet, hegemonya, karşı hegemonya, mevzi savaşı kavramları üzerinde
durulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Hegemonya, Karşı Hegemonya, Devlet, Mevzi Savaşı, Manevra Savaşı, Sivil Toplum.
ABSTRACT
THEORETICAL ANALYSIS OF STATE AND HEGEMONY CONCEPTS OF GRAMSCİ
Gramsci made a huge contribution in the development of Marxist theory by both re-examining a series of
concept set such as civil society, state, fascism, and class, which have progressed in Western Europe political
intellectual history, within conventional prologue of Marxist political theory and developing the new ones
instead of those aforementioned. His studies were not limited to the studies he had implemented for the
solution of existing problems and the review of genuine circumstances of Italian society, and have made
important developments about the review of historical blocks created by different capitalist social formations.
The main research question which is the subject of this study reflects an attempt for understanding the social
function of “state” and “hegemony” in respect of enabling the continuity of “historical block” which
progresses based on a given social formation determined by historical conditions. In this targeted context,
based on the main debate texts of Gramsci, concepts of capitalist state, hegemony, counter-hegemony, war
of positions are emphasized.
Keywords: Hegemony, Counter-Hegemony, State, War of Positions, War of Manoeuvre, Civil Society.
_______________________________________________________________________________
∗
Yrd. Doç. Dr., Siyaset Bilimci ([email protected])
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015)
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
3
Giriş
Bu çalışmaya konu olan temel sorunsal, tarihsel koşullar tarafından
belirlenmiş verili bir toplumsal oluşuma bağlı olarak gelişen bir tarihsel blokun
sürekliliğini sağlaması açısından “hegemonya”nın ve “devlet”in toplumsal işlevini
anlamaya yönelik bir girişimi ifade etmektedir. Sınırlarını Gramsci’nin
çalışmalarının belirlediği böylesi bir arayış, Marksist teori içinde yaygın bir tartışma
olarak kabul gören ve bu çalışmanın temel sorunsalıyla doğrudan bağlantılı olan
yapı-üstyapı arasındaki ilişkiye de ışık tutmaktadır.
Marksist teori içinde yer alan en önemli tartışma konuları, ekonomik temel
ile toplumsal üstyapı kurumları arasındaki ilişkinin niteliği ve toplumsal değişimde
veya bu sürecin karşıtı olarak toplumun bütünlüğünün muhafaza edilmesinde, bir
üstyapı aracı olarak ideolojinin oynadığı rolün belirlenmesi şeklinde ortaya çıkar.
Bu kuramsal çerçevede şekillenen iki temel görüş belirir: Birincisi, temel yapının
üstyapıyı tek yönlü belirlenimini esas alan görüş; ikincisi, üstyapının temel yapıdan
bağımsız veya özerk olabileceği şeklindeki görüş. Tarihsel materyalizmin iki kurucu
kertesini ifade eden temel yapı ile üstyapı arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı
şeklindeki kuramsal bir arayış, çeşitli vesilelerle farklı tartışmalara kaynaklık etmiş
olsa da, bu tartışmaların kitlendiği ana nokta kertelerden hangisinin esas olarak
belirleyici olduğudur. Tek yönlü belirlenimi esas alan bir kavrayış temelinde temel
yapının ön plana çıkarılması ekonomizm, reformizm, sınıf indirgemeciliği, mekanik
materyalizm; üst yapının ön plana çıkarılması idealizm, tarihsici biçiminde çeşitli
eleştirilere uğramışlardır. Dolayısıyla, Marksist kuram içinde geliştirilen siyasi
analizlerin birçoğu −genel bir kaide olmamakla birlikte- bu iki ön kabulden biri
üzerinde şekillenmiştir.
Ekonomik belirlenimcilik düşüncesinin sınırlarını belirlediği en keskin
ifade, ekonominin her şeyi belirlediği iddiasında somutlaşır. İnsan maddi malların
üretimi olmadan hayatını devam ettiremeyeceğine göre, üretim biçimi ve bununla
bağlantılı toplumsal işbirliği diğer bütün faktörlerin temel dayanak noktasını
oluşturur. Kuşkusuz, üretim araçları ve üretim ilişkileri zamanla karmaşıklaştıkça,
ekonomik yapıyı sürdürmek ve düzenlemek için yeni kurumlara ihtiyaç
duyulacaktır. Bu kurumlar ne kadar karmaşık bir hale bürünürse bürünsün, ne kadar
bağımsız veya özerk bir görünüme kavuşursa kavuşsun, onların asli görevi üretimi
gerçekleştirmeye yönelik olacaktır.
Ekonomik belirlenimcilik düşüncesinin bir de siyasal boyutu vardır. Her
toplum varlığını ortak üretim sayesinde gerçekleştirir. Ne var ki, kapitalist toplumun
4
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
dayandığı üretimin özel biçiminde, küçük bir azınlık yaptığı toplumsal katkıdan çok
daha fazlasını elde eder. Bu küçük azınlığın toplum içindeki avantajlı konumunu
muhafaza etmesi ve onu sürekli kılması, çoğunluğun zorunlu ihtiyaçlarına erişim
sağlama yollarını kendi sınıf çıkarlarına hizmet edecek biçimde kullanmasıyla
mümkün olur. Çoğunluğun maddi ihtiyaçlara olan erişimi piyasa ilişkilerinin
dayandığı iktisadi koşullar altında gerçekleşir. Zorunlu ihtiyaçlara olan erişim, emek
ve yeteneklerin gelir için değiş tokuş edilmesiyle sağlanması ve bu küçük azınlığın
üretim araçlarına sahip olmasına bağlı olarak istihdam mekanizmaları üzerinde etkin
denetim kurması, egemen grup veya sınıfın toplum içinde hakim bir pozisyona
ulaşmasına yol açar. Bu küçük azınlığın elinde topladığı iktisadi zenginliğin
kaynağı, kapitalist üretim tarzına içkin olan “artı değer”in (surplus value)
üretilmesinden kaynaklanır. Dolayısıyla, egemen konumdaki azınlığın sınıfsal
iktidarına son verip, daha adil bir gelir dağılımını kurmak; üretim araçları üzerindeki
kapitalist mülkiyete son vererek, üretimin denetiminin ele geçirilmesiyle, bir başka
ifadeyle, yeni bir üretim tarzının kurulmasıyla olanaklı olabilir.
Ekonomik belirlenimcilik düşüncesini esas alan bu kuramsal
çözümlemelerden farklı olarak, üstyapının toplumsal işlevine öncelik kazandıran
karşı görüşler de ileri sürülmüştür. Üstyapı uğrağını geliştirilen kuramsal
çözümlemelerin merkezine koyan bu görüşler; toplumsal hareketliliğin çeşitli
yönlerini ekonominin bir yansıması olarak tanımlayan indirgemeci bakış açısının,
üstyapı kurumlarının modern kapitalist toplumdaki karmaşık yapısını ve kendi
başlarına yarattıkları toplumsal etkileri yeterince dikkate almadığı gerekçesiyle
temelden reddeder. Althusser’in, üstyapının işlevini “görece özerk” temelde
açıklaması (2013: 161-162); Poulantzas’ın kapitalist devleti toplumsal formasyonun
çeşitli düzeyler ve kerteler arasındaki tutunumu (cohesion) sağlayan bir işlevi yerine
getirecek şekilde tanımlaması (2014: 46) ekonomik belirlenimciliğe karşı üstyapının
önemini vurgulayan kuramsal düşüncelerdir. Üst yapının önemine işlerlik
kazandıran bu görüşlere göre, egemen sınıf veya grup siyasal iktidarını ve toplum
üzerindeki denetimini sahip olduğu ekonomik güç sayesinde sürdürdüğü ileri
sürülebilir, ancak, bu süreç çok daha fazla ve etkin bir biçimde üstyapı kurumları
aracılığıyla sağlanır. Modern kapitalist toplumlarda bireyler, çeşitli üstyapı
kurumlarıyla farklı düzeylerde ilişki içerisine girerek, çoğulcu demokratik sistemin
sunduğu olanaklar çerçevesinde çeşitli kurumlarda yer alarak, toplumun dokusuyla
o kadar uyumlu hale gelirler ki, toplumsal denetimin sağlanmasına yönelik
ekonomik belirlenimcilik düşüncesi temelinde yapılan tüm açıklamalar yetersiz
kalır. Bunun yerine, bir toplumsal denetim aracı olarak “rıza” kavramı öne çıkar. Bu
düşünceye göre, egemen sınıf toplum üzerindeki otoritesini tehlikeye sokacak bir
şekilde sürekli baskı uygulayarak varlığını koruyamaz. Bu noktada, toplumsal
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
5
“rıza”ya çok büyük ölçüde ihtiyaç duyulur. Bu da, bir takım toplumsal hak ve
sorumlulukların, belli olanaklardan yoksun bırakılmış çoğunluğun içinden çıkan
gruba devredilmesiyle veya paylaşılmasıyla gerçekleşir. Egemen sınıf veya grup
kendi siyasal iktidarını birlikte paylaştığı bu kişilerin kurumsal yapının çeşitli yasal
faaliyetleri içerisinde etkin bir şekilde yer alma oranı arttıkça, toplumsal meşruiyet
ve “rıza”nın sözde gönüllü bir şekilde oluşuyormuş gibi, bu süreçteki payları da
artar. Böylece, egemen sınıf genişleyen otoritesini, toplumsal “rıza”nın bir türevi
olan meşruiyet sayesinde pekiştirme imkânına kavuşturmuş olur. Ekonomik
belirlenimcilik düşüncesinin öncül dayanaklarının oluşturduğu temel varsayımlara
benzer bir şekilde üretim araçlarının özel mülkiyetine son verip, kamu yararını
dikkate alan denetim ve örgütlenme mekanizmalarının geliştirilmesi toplumsal
dönüşüm süreçlerinde nihai hedef olarak görülse de, üstyapı kurumlarının denetim
altına alınmasının gerekliliği öncelikli bir yere sahiptir.
Kapitalist toplumsal formasyonda var olan iktisadi sömürünün aldığı özel
biçim −ekonomik belirlenimciliği esas alan düşünceden farklı olarak- devrimci
hareketin gelişmesi için gerekli bir ölçüt sayılabilir, ama bu potansiyelin hayata
geçmesi mutlak bir ilke gibi addedilemez. İktisadi sömürü toplumsal değişimin ön
koşulu olabilir, ama bu, insanların içinde bulunduğu toplumun eşitsiz yapısıyla
doğrudan bir bağlantı kurabileceğini garanti etmez. Toplumsal dönüşüm, geniş
kitlelerin iktisadi sömürünün bilincine varmasına ve onu değiştirme iradesini
gerçekleştirme kararlılığına bağlıdır. Çoğulcu demokratik sistemin kurumsal yapısı,
toplumun çok farklı katmanlarını içine çekerek mevcut sorunların çözümüne
yönelik tartışma olanakları yaratması ve belli noktalarda uzlaşı sağlaması; geniş
kitlelerin aktif katılımına dayalı bir toplumsal dönüşümün doğrudan güç kullanarak
devrimci yöntemlerle gerçekleşebileceği yönündeki bir düşünceyi olanaksız kılar.
Dolayısıyla, toplumsal değişim aniden gerçekleşmesi mümkün olamayacağına göre,
bu değişim stratejisi uzun erimli bir toplumsal mücadeleyi temel alarak aşamalı ve
ikna edici bir şekilde olmalıdır. Bu da, devrimci mücadelenin esas belirleyeni olarak
üstyapının çeşitli uğraklarının ön plana çıkmasına yol açar.
Gramsci, Birinci Dünya Savaşı’nın genç kurmaylarının birbirine rakip savaş
stratejilerini farklı bakış açılarından hareketle, yeni tartışmalara zemin oluşturacak
bir şekilde yorumlayıp, faşizmin etkisi altındaki savaş sonrası İtalya’sının özgün
koşulları altında sınıf politikalarını hayata geçirmek amacıyla önemli ölçüde dersler
çıkarabileceğini düşünmüştür. O’nun kapitalist devlete ilişkin geliştirdiği kuramsal
çözümlemelerinin önemi, İtalya’nın siyasal ve toplumsal pratiğinin bileşenlerinde
ortaya çıkan tarihsel deneyimin kesiştiği noktalardan hareketle, modern kapitalist
devletin işlevine yönelik özgün ve özgül düşünceler geliştirebilmiş olmasıdır. Çeşitli
6
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
bileşenlerin bir araya gelerek Gramsci’nin düşünsel bütünlüğünü oluşturduğu
tarihsel blok, hegemonya, mevzi savaşı, pasif devrim gibi zengin kavram seti, bir
toplumsal oluşumun analizinde önemli bir açılım sunar. O’nun sosyalist bir
devrimin gerçekleştirilmesi amacıyla stratejik temelde geliştirdiği kuramsal
çözümlemelerinin odak noktasını, tarihsel blok kavramıyla bağlantılı bir şekilde
geliştirdiği “entegral devlet” kavramı oluşturur.
Gramsci, tarihin evrelerini ifade eden zaman çizgisini kırdıkları için
Bolşevikleri selamladığı Kapital’e Karşı Devrim adlı makalesinde, evrimsel
belirlenimciliğin bir türevi olan yazgıcılığa karşı bir itirazı dile getirmekte idi. Ekim
Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan olaylara işaret ederek şöyle diyordu Gramsci:
“…olaylar ideolojiyi alt etti. Olaylar, Rusya tarihinin tarihsel materyalizmin
kanunlarına göre ne şekilde açıklanacağını belirleyen eleştirel şemaları berhava etti”
(2010: 40). Gramsci, Rusya’da kapitalist üretimin hâkim üretim tarzı haline henüz
gel(e)memiş olmasına karşın sosyalist bir devrimin gerçekleşmiş olmasından
hareketle, üstyapının ayrıntılı bir analizinin gerekliliğine işaret etmekteydi. Üstyapı
uğrağından hareketle nesnel gerçekliğin anlaşılmasına yönelik bir kuramsal
çözümleme, Marksist teori içinde nasıl yapılabilirdi. Zira Marx, gelecekte sosyalist
bir devrimin gerçekleşmesi için gerekli toplumsal koşullara işaret ederken,
ekonominin gelişmişlik düzeyine denk düşen mülkiyet ilişkilerinin ulaştığı ileri
düzeyi bir ön şart olarak düşünmüştü. Bunun anlamı, kapitalist üretim ilişkilerinin
tarihsel seyri içinde ulaştığı gelişmişlik düzeyinin aldığı özgül biçimin, verili
mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin dönüştürülmesi anlamında sosyalist bir devrimin
gerçekleştirilmesi yönünde uygun bir zemin yaratabileceği idi. Gramsci’nin
çalışmaları yöntemsel açıdan değerlendirildiğinde toplumsal oluşumun iki kurucu
kertesi arasındaki ilişkinin kuruluş biçimi dikkatten kaçmamalıdır. Bazı düşünürler,
Gramsci’nin üstyapıyı ayrıcalıklandırdığını, dolayısıyla da Marx’ın kuramsal
çözümlemelerinden belli noktalarda ayrıldığını iddia etmiştirler. Ancak, Gramsci,
üstyapı uğrağında ortaya çıkan çeşitli olayları görüntü ya da olgu konumuna
indirgeyen ekonomik belirlenimciliğin her çeşidini reddeder (Merrigton, 1999: 356359). Gramsci, ne temel yapıyı ne de üstyapıyı birbirleri karşısında ayrıcalıklı bir
konuma yükselten kuramsal çözümlemeleri kabul eder. O’na göre, bir toplumsal
oluşumun iki kurucu kertesi arasındaki ilişki diyalektik ilişkiyi ifade eden organik
bir bütün içinde kavranmalıdır. Dolaysıyla, bir tarihsel blokun analizi kertelerin
birbirinden yalıtılmışlığı temelinde yapılamaz. Gramsci, sivil toplum, devlet,
faşizm, sınıf gibi Batı Avrupa siyasal düşünce tarihi içinde gelişen bir dizi kavram
setini hem Marksist siyaset teorisinin geleneksel öndeyişi içinde yeniden
inceleyerek hem de bunların yerine yenilerini geliştirerek İtalyan toplumunun özgün
koşullarının incelenmesinde ve mevcut sorunların çözümüne yönelik yaptığı
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
7
çalışmalarla Marksist teorinin gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlamıştır. O’nun
bu kuramsal çözümlemeleri İtalyan toplumunun verili ilişkileri ile sınırlı kalmayıp,
çeşitli tarihsel blokların incelenmesine yönelik özgün bir açılım da sunar. Bu
çerçevede Gramsci, bir toplumsal grup veya sınıfın toplumun büyük çoğunluğunun
“rıza”sını kazandığı sürece egemen konuma gelebileceğini ileri sürer. Gramsci, daha
sonraki çalışmalarında tarihsel bloku, “güç” ve “rıza” diyalektik birliğinin bir ifade
şekli olarak geliştirdiği “hegemonya” kavramı altında inceleyerek, çalışmalarına
daha derin bir anlam kazandır.
Bu makalede, yaptığı çalışmalarla farklı Gramsci değerlendirmelerine yol
açan iki önemli düşünür olarak kabul edilen Perry Anderson ve Norberto
Bobbio’nun çalışmalarından hareketle, Defterler’de geçen en önemli paragrafların
ışığında devlet ve hegemonya kavramlarının toplumsal işlevleri açısından bir
değerlendirmesi yapılmaktadır. Hedeflenen amaç, Gramsci’nin çalışmalarına
yönelik yapılan hatalı değerlendirmelerin nedenlerini açıklayıp, kendi içinde tutarlı
bir kapitalist devlet kuramının geliştirilebileceğini göstermektir. Daha sonra, tarihsel
blokun sürekliliğini sağlaması açısından hegemonyanın ve devletin toplumsal işlevi
üzerinde durularak, karşı hegemonyanın oluşum süreci incelenmektedir.
Tartışma Evreni
Gramsci’yi diğer Marksist düşünürlerden ayırt eden en temel özelliği,
üstyapıyı temel yapı karşısında içerik ve işlevsel açıdan ayrıntılandırıp, onu tarihsel
dönüşüm süreçlerinde aktif bir uğrak olarak kuramsallaştırmış olmasıdır. Üstyapının
farklı uğraklarında ortaya çıkan çeşitli görünüm ve etkinliklerin belli bir yönteme
dayandırılarak yapılan bu ayrıntılı analizi, O’nun düşüncelerinin ekonomik-politik
ya da sınıfsal niteliğinin temel dayanağını oluşturur. Bu kuramsal çözümleme,
hegemonya kavramının sadece sivil toplumla sınırlandırılmayıp, ekonomik
boyutuyla birlikte kavranması gerektiğini gösterir. Sonraki yıllarda Althusser ve
Poulantzas da benzer bir şekilde üstyapıyı, sivil toplumu da içine alacak bir biçimde
genişleterek, devletin ideolojik aygıtları bağlamında değerlendireceklerdir. Her ne
kadar Gramsci ve Althusser, üstyapının ayrıntılı bir çözümlemesini esas alan bir
araştırma çabası içerisine girmişseler de, bu onların düşüncelerini aynı felsefi
temellere dayandırdıkları anlamına gelmez. Her şeyden önce Gramsci tarihsici
(historisizm) bir düşünür iken, Althusser ise yapısalcı olarak kabul edilmiştir
(Texier, 1985: 13, 38, 47).
Defterler’de geliştirilmeye çalışılan kapitalist devlet kuramının biri pratik,
diğeri teorik olmak üzere iki ayrı düzlemde ilerlediği söylenebilir. Birincisi, tarihsel
8
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
deneyimin yorumlanmasıyla ilişkilidir; ikincisi, belli bir dönemle sınırlandırılamayacak olan evrensel sorunların kuramsallaştırılmasına yöneliktir (Yetiş, 2009:
130). Devlet-sivil toplum ikiliği konusundaki kuramsal yaklaşımın yöntembilimsel
belirleyicileri, yukarıda ifade edilen düzenlemelerden ikincisinin içsel
zorunluluklarına uygun olarak, geleneksel söylemde pek rastlanmayan tarihsel blok
kavramı üzerinden biçimlenir. Tarihsel blok kavramı sadece devletin işleyiş biçimini
açıklamaya yönelik bir girişimi ifade etmesi açısından değil, aynı zamanda
Defterler’de geçen farklı inceleme alanlarının içeriğini oluşturduğu diğer
bileşenlerin açıklanmasına yönelik olarak da önemli bir yere sahiptir. Buna göre,
“…yapılar ve üstyapılar bir tarihsel bloku biçimlendirir. Yani, yapıların karmaşık,
çelişkili düzensiz bütünlüğü, üretim ilişkilerinin toplumsal bütünlüğünü yansıtır”
(Gramsci, 1971: 366). Bu noktada, yapı-üstyapı ilişkisinin organik bir bütünlüğü
yansıttığını söyleyebiliriz. Ayrıca, tarihsel blok kavramı, bir toplumsal oluşumun
çözümlenmesinin bütünselci bakış açısına dayandırılmasına olanak sağlar.
Gramsci, bir toplumsal oluşumun çeşitli düzey (level) ve kerteleri (instance)
arasındaki ilişkileri tek yönlü nedensellik ilişkisine dayandırarak açıklayan mekanik
materyalizmin düşünsel öncüllerinden farklı olarak, tarihsel blokun çeşitli kerteleri
arasındaki “zorunlu karşılıklılık” durumunu diyalektik bir süreç olarak tanımlar:
“…yapı üstyapı arasındaki zorunlu karşılıklılık” (necessary reciprocity), gerçek
diyalektik bir süreçtir” (1971: 366). Bu diyalektik süreç, tarihsel blokun kerteleri
arasında kurulan ilişkiyi tanımlamakta sınırlı kalmayıp, sivil toplum ve politik
toplum ikiliğinin (dichotomy) kuramsallaştırılması açısından da geçerlidir.
Ekonomik alandan siyasal alana diyalektik geçişi önemseyen bir perspektif, ancak,
kuramsal düzeyde üretilen soyut gerçekliğin farklı kerteleri arasındaki organik
birliğin kurulmasıyla olanaklıdır (Yetiş, 2009: 131). Yapılan bu açıklamalar
çerçevesinde, tarihsel blokun çeşitli kerteleri arasındaki ilişkiyi diyalektik bir ilişki
olarak belirledikten sonra, belli bir soyutlama düzeyinde üretilen soyut gerçeklik
organik bir bütünlük içinde düşünülmelidir. Dolayısıyla, Gramsci, üstyapının iki
kurucu kertesi şeklinde konumlandırdığı “sivil toplum” ve “politik toplum”
arasındaki ilişkiyi çatışkılı (antinomy) bir ilişki şeklinde değil de, diyalektik ikilik
(dichotomy) olarak yorumlar. Defterler’de dağınık bir şekilde ifade edilen kapitalist
devlete ilişkin kuramsal çözümlemeler, Gramsci’nin geliştirdiği bu yöntem
temelinde kavranmalıdır.
Ancak, Gramsci’nin devlete ilişkin geliştirdiği bu kuramsal çözümlemeleri
farklı noktalarda odaklanan çeşitli eleştirilerin gelişmesine zemin hazırlamıştır.
Özellikle de Anderson ve Bobbio’yu iki önemli Gramsci eleştirmeni olarak ifade
edebiliriz. Her iki düşünür de Gramsci’yi bir üstyapı teorisyeni olarak
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
9
nitelendirmiştir. Anderson, Defterler’de dağınık bir biçimde geçen çeşitli pasajlara
dayandırarak geliştirdiği kuramsal düzeydeki eleştirilerini, Gramsci’nin kullandığı
diyalektik yöntemi dikkate almaksızın geliştirdiği iki farklı devlet modeli üzerinden
yürütür. Bu modellemelerden ilkini, üstyapının iki kurucu kertesini ifade eden sivil
toplum ile politik toplumu birbirinden ayırarak farklı uçlarda konumlandığı devlet
kuramı; ikincisini, iki kertenin birliği şeklinde tanımladığı devlet kuramı oluşturur.
Anderson’ın Gramsci değerlendirmelerine temel dayanak oluşturduğu,
kapitalist devletin işleviyle bağlantılı bir şekilde geliştirilen ve çeşitli tartışmalara
konu olan ana temaların tanımlanması konumuz açısından önemli bir yer
tutmaktadır. Bu noktada, Gramsci’nin stratejik ve taktik bağlamda ele alarak
geliştirdiği “manevra savaşı” ile “mevzi savaşı” arasındaki farkı dile getirdiği en
önemli pasajlarının birinden başlayabiliriz: “…vaktiyle manevra ama artık mevzi
savaşına inanan askeri strateji uzmanları manevra savaşının askerlik biliminden
çıkarılmasını talep etmiyor kuşkusuz. Savundukları, sanayi ve toplumca daha
gelişmiş devletler arasındaki savaşlarda manevra savaşına daha önceki
dönemlerdekinin aksine stratejik değil, taktik bir işlev verilmesidir” (1971: 234-35).
Gramsci’nin, Batı’da geçerli savaş stratejisine ilişkin yaptığı değerlendirmelerin
odak noktasını manevra savaşının yerini mevzi savaşına bırakması şeklindeki
düşünce oluştururken, manevra savaşı taktik anlamda önemini hâlâ korumaktadır.
Pasajın devamında, “…hiç değilse sivil toplumun pek karmaşık bir hale
geldiği ve dolaysız ekonomik öğenin (kriz) tahripkâr saldırılarına karşı dirençli
olduğu…” (1971: 235) şeklindeki değerlendirmesi, farklı tartışmalara kapı
aralayacak şekilde yorumlanmıştır. Gramsci, yaptığı bu değerlendirmesinde,
ekonomik alanı zaman içinde daha karmaşık bir hale gelmiş olan sivil toplumun
dışında bırakmıştır. Kuramsal düzeydeki bu kavrayış, sivil toplumu üstyapının iki
uğrağından biri haline getirecektir. Ancak, Hegel’den beri Marx ve Engels dahil
olmak üzere sivil toplum kavramı, maddi ihtiyaçlar alanının tanımlandığı ekonomik
ilişkileri içeren çeşitli etkinlikler şekilde düşünülmüştür.
Pasajın devamında, “…sivil toplumun üstyapıları modern savaşın siper
sistemleri gibidir. Savaşta şiddetli bir topçu hücumunun düşmanın bütün savunma
sistemini tahrip etmiş gibi göründüğü olur; oysa yalnızca dış yüzey tahrip edilmiştir;
görünüşe aldanıp saldıranlar hâlâ etkili bir savunma hattıyla karşı karşıya kalır. Aynı
şey büyük bir ekonomik buhran sırasında siyasette de görülür. Kriz, saldıran güçlere
zaman ve mekân içinde yıldırım hızıyla örgütlenme yeteneği sağlamaz; savaşma
ruhu da bahşetmez” (Gramsci, 1971: 235). Yapılan bu alıntıda görüleceği üzere
devlet ile sivil toplum arasındaki ilişki bir “denge” (balance) biçiminde ele alınıp,
10
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
devlet bir “dış yüzey” (outer perimeter) şeklinde tanımlanmıştır.
İkinci pasajda Gramsci, Rusya ile Batı’daki sivil toplum-devlet ilişkilerini
işlevsel açıdan kıyaslayarak, Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi boyunca geçerli
devrim stratejisi ile Batı’da uygulanması öngörülen sosyalist devrim stratejisini
karşı uçlara ayırır. O’na göre, Doğu’da devlet her şey olup sivil toplum daha filiz
halinde ve peltemsiydi. Batı’da devletle sivil toplum arasında kendine has bir ilişki
vardı ve devlet sarsıldığında sivil toplumun sağlam yapısı derhal ortaya çıkıyordu.
Devlet arkasında güçlü bir istihdam ve tabya sisteminin bulunduğu bir dış hendekti
(outer ditch) sadece: ülkeler arasındaki farkların her ülke için titiz bir keşif
gerektirdiği açıktı (Gramsci, 1971: 236-238). Batı’daki devlet şimdi sivil toplumun
siperleriyle çevrelenmiş bir üst karargâh olmak yerine, arkasında bir iç çekirdeğin
olduğu bir dış tampon bölge olarak sivil toplumun ilk versiyonundaki yerini almış
durumdadır (Thomas, 2013: 89).
Ancak, Anderson’a göre, ikinci pasaja daha yakından bakıldığında kendi
içinde tutarlılığı olanaksız kılacak bazı çelişkiler söz konusudur. İkinci pasajda
devletin her şey olduğu Doğu (Rusya) ile sivil toplum ve devletin “kendine has bir
ilişki” (proper relation) içinde bulunduğu Batı arasında bir kıyaslama yapılmaktadır.
Kıyaslamaya ölçüt oluşturacak Batı’daki bu ilişki ilk bakışta “dengeli” (balance) bir
ilişkiyi çağrıştırır niteliktedir. Hatta Gramsci’nin yazdığı bir mektupta, politik
toplum ile sivil toplum arasındaki bir dengeye de vurgu yaptığı görülecektir (1976:
10). Ne var ki, ilgili pasajın son satırları dikkate alındığında, sivil toplum ile devlet
arasındaki ilişkinin bir “denge” biçiminde kurulabileceği noktasında Anderson’ın
bazı çekinceleri vardır. Pasaj, Batı’da, mevzi savaşında devletin (yıkımına karşı
direnebilen) sivil toplumun yalnızca bir “dış hendeğini” oluşturduğu mecazı ile
devam eder. Anderson bu alıntıdan hareketle Batı’da devlet, sivil toplum ile kendine
has bir ilişki içindeyse nasıl oluyor da, aynı anda “dış hendek” olabiliyor? şeklindeki
bir sorunun, metnin iç tutarlılığının sağlanmasını olanaksız kıldığı gerekçesiyle,
Gramsci’nin kuramını kendi içinde tartışmalı hale getirdiğini ileri sürer (1976: 10).
Anderson’a göre, birinci pasajda, sivil toplum ile politik toplum arasındaki
ilişki bir denge biçiminde kurulurken; ikinci pasajda sivil toplum ayrıcalıklı hale
getirilmiş bir uğrak durumundadır. Anderson, devlete ilişkin bu kavrayış temelinde
geliştirdiği kuramsal eleştirilerinin ilkini birinci model altında formüle ederek
eleştirir. Bu çerçevede, Anderson, Gramsci’den yaptığı çeşitli alıntılardan hareketle
sivil toplum ile politik toplum ve bu bağlamda kullandığı kavram setini birbirinden
kopararak, zıtlıklar temelinde konumlandırır (1976: 23).
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
11
Anderson’un yaptığı bu değerlendirmelere dayanak oluşturan Defterler’deki
çalışmalara bakıldığında sivil toplum-devlet ikiliği (dichotomy) temelinde
geliştirilen belli bir kavram setinin her iki uğrağa denk düşecek şekilde dağıtıldığı
görülmektedir: “Devlet burjuvazinin sömürülen sınıflara baskı veya silahlı
tahakküm alanı, sivil toplum ise, burjuivazinin kültürel yönlendirme veya gönüllü
hegemonya alanıdır; rıza ile zor, baskı ile ikna, devlet ile kilise, politik toplum ile
sivil toplum arasındaki zıtlık” (Gramsci, 1971: 170).
Gramsci’nin devlete ilişkin yaptığı tamamlayıcı nitelikteki diğer açıklamalar
bir bütün olarak dikkate alınmadığı için, Anderson’ın Gramsci değerlendirmeleri de,
yapılan bu eksik açıklamalar üzerinde mekanik bir ilişkiyi tanımlayacak şekilde
gerçekleşir. Böylece, tarihsel blokun her kertesi ve onunla bağlantılı her ikilik
diyalektik bir ilişki şeklinde değil de, çatışkılı bir ilişki olarak yorumlanmasına
neden olur.
Yöntemsel açıdan yapılan bu hatalı yoruma bağlı olarak Anderson, gelişmiş
Batılı kapitalist toplumlarda sivil toplumun devlet karşısındaki üstünlüğünü,
burjuvazinin temel iktidar tarzı olarak hegemonyanın baskı karşısındaki
üstünlüğüyle bir tutacak şekilde tanımlar. Böylece, hegemonyanın salt sivil topluma
özgü olduğu ve sivil toplumun da devlete baskın olduğu dikkate alındığında,
kapitalist toplumsal düzenin istikrarını temelde sağlayan şey de, yönetici sınıfın
kültürel üstünlüğü olacaktır.
Gramsci’nin düşünceleri bu çerçevede yorumlandığında sosyalist
mücadelenin gelişmiş Batılı kapitalist toplumlardaki stratejik anlamı da, siyasal
iktidarın ele geçirilmesi sürecinde sivil toplum uğrağında hegemonya mücadelesinin
başarıyla yürütülmesine indirgenmiş olacaktır. Eğer Gramsci’nin hegemonya
kavramı, Anderson’ın kuramsal çözümlemelerinde ön gördüğü üzere sivil toplum
uğrağında üretilen hegemonya mücadelesinin başarısına indirgenerek açıklanacak
olunursa; sosyalist mücadelenin zaferi devletin askeri yönünün ortadan kaldırılması
sonrası iktidarın ele geçirilmesi şeklinde değil de, işçi sınıfının ideolojik açıdan
dönüştürülmesi sayesinde sermaye sınıfının egemenliğine olan bağlılıktan
kurtulması anlamına gelecektir.
Anderson, yaptığı bu hatalı Gramsci yorumlarının geçerliliği kabul edildiği
takdirde ortaya çıkabilecek pratik sonuçlardan pek memnun görünmemektedir.
Daha açık bir ifadeyle, Anderson, birinci modelin geçersizliğini kuramsal düzeydeki
açıklamalarla sınırlamayıp, verili ilişkiler üzerinden hareketle göstermeye çalışır.
Böylece, Anderson, bir yandan Gramsci’yi eleştirirken, diğer yandan da modern
12
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
kapitalist devletin işlevine yönelik kendi özgün düşüncelerini açıklama fırsatı bulur.
Ancak, O’nun bu değerlendirmeleri, Gramsci’ye yönelik yaptığı yanlış
değerlendirmelerin bir uzantısı şeklinde ortaya çıkar. O’na göre, Gramsci,
burjuvazinin toplumsal denetiminin devletin baskı kurumlarından ziyade, sivil
toplum kurumları ve pratikleri aracılığıyla sağlandığını, ama aynı zamanda
proletaryanın rızasını almayı sağlayan şeyin, fiziksel güç tehdidi yerine düşünsel
ikna yöntemlerinin olduğunu düşünür.
Anderson, Gramsci’nin, burjuva sınıf iktidarının baskı ve rıza şeklinde sivil
toplum ile devlet arasında paylaştırılmasını hatalı bulur. Çünkü, bütün vatandaşların
hukuksal toplamı olan Batılı parlamenter sistemin temel biçimi kapitalizmin
ideolojik aygıtlarının faaliyet merkezini oluşturur. Dolayısıyla da düşünsel “rıza”nın
birinci kaynağını, parlamenter sisteme etkin ve gönüllü katılım sağlar.
Anderson, sosyalist bir devrimin gerçekleştirilmesi sürecinde yürütülen
siyasi mücadelenin odak noktasını, sivil toplum uğrağındaki hegemonya
mücadelesine indirgeyen bir stratejik kavrayışın geçersiz olduğunu düşünür. Batılı
gelişmiş kapitalist toplumlarda burjuva siyasal iktidarının ideolojik kaynağının, sivil
toplum uğrağındaki hegemonyaya bağlı olarak gerçekleştiğini kabul etmek, devletin
demokratik potansiyelini tarafsızlaştırır. O’na göre, bu kavrayış tarzı Gramsci’nin
düşüncesinin en zayıf noktasını oluşturur (1976: 27). Temsili esaslara dayalı
örgütlenmiş demokratik sistemin karakterize ettiği burjuva demokrasisinin bizatihi
kendisi ideolojik bir araç olup, iletişim araçları ile kültürel denetimin diğer
mekanizmaları onun merkezi ideolojik etkisini pekiştirir. Burjuva demokratik
sistemin ifade ettiği özgürlük kavrayışı, Batı kapitalizminin en önemli ideolojik
dayanağını oluşturur; sivil toplum uğrağında üretilen toplumsal denetim
mekanizmalarının çeşitli uygulamaları ise bu merkezi ideolojik etkiyi güçlendirip,
daha da sağlam kılar (1976: 27).
Anderson’a göre, kapitalist üretim tarzının ayırt edici özelliği olan hukukun
özgür ve eşit kişiler arasında yapılan ücret sözleşmesinin arkasında yatan gerçek,
sınıflar arasındaki farklılıklar oluşturur. Burjuva devleti, tek tek ve eşit yurttaşlar
olarak –toplumu farklı sosyal sınıflara bölünmüş gerçekliğinden soyutlanmış
olarak- biçimsel anlamda bütün nüfusu eşit biçimde temsil eder. Böylece, sivil
toplumun farklı sosyal sınıflara bölünmüşlük gerçeği, devlet uğrağında biçimsel
anlamda eşitlenir. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkardığı sınıflar
arasındaki eşitsizlik, halkın iradesinin özgür bir ifade şekli olarak belli aralıklarla
düzenli olarak yapılan seçim sistemi sayesinde, kendi kendini yönetiyormuş
görünümü altında üstesinden gelinmeye çalışılır. Kapitalist üretim tarzına içkin olan
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
13
ekonomik sömürünün yol açtığı yurttaşlar arasındaki çatışkılı (antonomy) ilişkiler,
hukuk aracılığıyla maskelenir ve sömürülen kesimler parlamenter faaliyetten ayrı
kılınır, ona katılamaz hale gelir (1976: 28-29). Parlamenter sisteme dayalı burjuva
devletinin varlığı egemen sınıfının diğer bütün ideolojik mekanizmasının şekli
çerçevesini oluşturur. Burjuva demokrasisi, toplumsal ilişkilerin sürekliliğinin
sağlanmasının varlık nedeni haline gelir. Burjuva demokrasisinin öğelerini oluşturan
eşitlik ve özgürlük vurgusu, yani yurttaşların hukuki düzeydeki eşitlik ilkesi ile
genel oy şeklindeki siyasi haklar, ideolojik düzeyde yaratılan bir yanılsama olmayıp,
siyasal pratiklerle sürekli tekrarlanıp somut düzeyde yaşanılan bir gerçekliğe
sahiptir (1976: 29).
Anderson’ın, eleştirilerin odağına birinci modeli koyarak yaptığı bu
değerlendirmelerle göstermeye çalıştığı şey, devletin ideolojik etkisinin sivil
toplumda üretilen ideolojik etkiden çok daha fazla ve siyasal iktidarın dayanağını
oluşturması açısından çok daha belirleyici olduğudur. Sivil toplum uğrağında üretilen
toplumsal rızanın maddi bileşeni durağan olmayıp, kısa sürelidir. Buna karşılık
parlamenter devlet tarafından yerine getirilen rızanın yasal-siyasal bileşeni çok daha
istikrarlıdır. Çünkü, kapitalist devletin yönetim şekli sivil toplumda üretilen toplumsal
rızanın uğradığı değişimde olduğu üzere aynı konjonktür değişikliklerine tabii
değildir (1976: 29-30). O’na göre, burjuva demokrasisinin ideolojisi her türlü
reformdan daha güçlüdür ve kapitalist devlet tarafından sağlanan toplumsal
mutabakatın sürekli bağlamını oluşturur. Eğer rızanın sağladığı istikrarın sivil
toplumda üretilenden çok daha fazlası devletin ideolojik etkisinin bir sonucu olarak
gerçekleşiyorsa, Gramsci’nin geliştirdiği modelde olduğu üzere, burjuvazinin sınıf
iktidarının ideolojik işlevini sivil toplum ile devlet arasında bölmek mümkün
olmayacaktır (1976: 30). Anderson’a göre, sivil toplum uğrağında üretilen kültür
toplumsal denetimin sağlanmasında her ne kadar önemli bir role sahip olsa da, rıza ile
baskının farklı uğraklara uygun düşecek şekilde dağıtılması gerekmez (1976: 30-31).
Özetle, Anderson’a göre Gramsci’nin düşüncesi, sosyalist mücadeleyi sivil
toplum uğrağında hegemonya mücadelesine indirgeyen, sınırlarını burjuva
demokrasisinin belirlediği çoğulcu bir sisteme dayandırmaktadır. Dolayısıyla,
burjuva hukukunun üstünlüğünü esas alan bir siyasal düzende sosyalizmin iktidar
mücadelesi sivil toplumda yürütülen karşı hegemonyanın başarısına bağlanması,
devletin tüm sınıflar karşısındaki tarafsızlığıyla açıklanabilir. O’na göre, sivil
toplum uğrağında üretilen toplumsal denetim aracı olarak “rıza”nın önemi ne
abartılmalı ne de devletin ideolojik kültürel rolünün karşısına konulmalıdır.
İdeolojik hegemonyanın gerçekleştiği uğrak olarak düşünülen sivil toplumdan çok
daha fazlası devlet uğrağında gerçekleşir.
14
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Anderson’ın diğer bir itirazı ise, devlete ilişkin olarak geliştirdiği ikinci
modele yönelik yaptığı eleştirilerde somutlaşır. İkinci modele ilişkin
değerlendirmelere geçmeden önce Anderson tarafından yöntemsel açıdan yapılan
hataların bir benzerinin, Bobbio tarafından geliştirilen Gramsci eleştirilerine
kuramsal açıdan hangi noktalarda temel dayanak oluşturduğunun ortaya konulması
konumuz açısından ufuk açıcı bir katkı sağlayacaktır. Bobbio, Marx’ın
düşüncelerinin Gramsci tarafından iki tersine çevrilme işlemine uğradığını iddia
eder. Birincisi, altyapıya oranla üstyapı uğrağının; ikincisi, üstyapı içinde devlete
oranla ideolojik uğrağın ayrıcalıklı duruma getirilmesi dir. O’na göre, Marx’ın
düşüncesinde ifade bulan yapı-üstyapı uğraklarından ilki birincil ve koşullandıran
uğrak, ikincisi ikincil ve koşullandırılan uğrak iken; Gramsci’de ise bunun tam tersi
geçerlidir. Ayrıca, Bobbio yaptığı bu değerlendirmede üstyapıya atfettiği ayrıcalıklı
konumu daha da pekiştirerek ona “etkin” ve “olumlu” bir anlam kazandırır (Bobbio,
2004: 101-103, 105-107). Ne var ki, yapılan tüm bu eleştiriler boyunca, Gramsci’nin
üstyapı uğraklarının hem kendi arasındaki ilişkisinin hem de yapıyla olan ilişkisinin
diyalektik niteliğine Defterler’de yaptığı kayda değer vurgu hiçbir şekilde dikkate
alınmamıştır. Gramsci’nun, yapı-üstyapı arasındaki ilişkinin ele alınış biçimine
yönelik
yöntemsel
temelde
yaptığı
değerlendirmeler
göz
önünde
bulundurulduğunda, Bobbio’nun bu eleştirisini kabul etmek olanaksız
görünmektedir.
Gramsci, Marx’ın çalışmasında ifade bulan bir takım değerlendirmelerinden
(1993: 1-3) hareketle temel yapıya ilişkin olarak iki ilke saptar. (a) Bir toplum
kendine, gerekli ve yeterli koşulları ya da en azından belirleme ve gelişme yolunda
bulunan koşulları henüz var olmayan hiçbir görev saptayamaz. (b) İlişkilerinde
örtük olarak içerilmiş bulunan bütün yaşam biçimlerini geliştirmedikçe, hiçbir
toplum dağılmaz ve yerini bir başka topluma bırakamaz (Texier, 1985: 62). Gramsci,
bu yorumunu üstyapı hakkında yaptığı değerlendirmelerle birleştirir: “…insanların
ekonomik dünyada kendilerini gösteren çatışmaların bilincine ancak ideolojiler
alanında vardıkları…”(1985: 63). Böylece, Gramsci, üstyapının çeşitli uğraklarında
ortaya çıkan çelişkilerin sınıfsal temellerinin ekonomik alandaki hareketlilikle
diyalektik bir bütün içinde açıklamış olur.
Yapılan bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere tarihsel blokun iki kurucu
kertesi arasındaki ilişki, Anderson ve Bobbio’nun değerlendirmelerinde görüldüğü
biçimiyle, ne mekanik bir ilişki ne de kertelerden birinin diğeri karşısındaki
ayrıcalıklığını ön plana çıkaran bir ilişki şeklinde nitelendirilebilir. Kerteler
arasındaki bu ilişki diyalektik bir ilişkidir. Bobbio’nun kuramsal çözümlemelerine
içkin olan bu belirleyici yanlış başladığı noktada kalmamakta, geliştirdiği diğer
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
15
farklı yorumlara da dayanak oluşturmaktadır. Bu çerçevede, tarihsel blokun
üstyapısının iki kurucu kertesinden biri olan sivil toplum birincil ve olumlu uğrak,
politik toplum ise ikincil ve olumsuz uğrak olarak düşünülür. Sivil toplumun bu
ayrıcalıklı konumundan hareket edildiği takdirde, iktidarın bağımlı sınıflar
tarafından fethinin salt sivil toplum uğrağında yürütülen etkinliklere bağlı olduğunu
kabul etmek gerekir.
Ne var ki, sivil toplum kavramı, “entegral devletin” zorlama aygıtı olarak
salt politik toplumu değil, hegemonya aygıtı olarak sivil toplumu da kapsayan,
iktidarı elinde bulunduran egemen sınıf sayesinde tüm toplumu kendi onaşmasıyla
yönettiği devlet teorisinin bir yönünü ifade ederken; dar anlamda devlet, sınırlı
hükümet aygıtı anlamında üstyapısal etkinliğin bir yönünü niteler. Dolayısıyla,
entegral devlet sivil toplum ile politik toplumun tümünü ifade eden çeşitli
etkinlikleri kapsar. Gramscigil devlet anlayışının bu şekilde ortaya konuluşu, tüm
üstyapısal etkinliklerin sınıf niteliğinin kavranmasını olanaklı hale getirir.
Dolayısıyla, özel örgütlerin oluşturduğu hegemonya aygıtı olsun, hükümet aygıtı
olsun ekonomik aygıta yeni bir yönelim vermeye girişen yeni toplumsal grubun, tüm
toplumu kendileri aracılığıyla yönettiği ve egemenlik altına aldığı sınıf aygıtlarıdır
(Texier, 1985: 74).
Bobbio da tıpkı Anderson’ın çalışmalarında olduğu üzere sivil toplumu
politik toplum karşısında ayrıcalıklı bir şekilde konumlandırır. Gramsci ise sınıfsal
bir niteliğe sahip olan üstyapı uğrağında ortaya çıkan tüm etkinlikleri ekonomik alan
ile organik bir ilişki içinde tanımlamıştır. Dolayısıyla, üstyapıyı oluşturan bu çeşitli
kerteleri birbirinden ayırmamak ve bu kerteler arasındaki yöntembilimsel ayrımı
organik bir ayrıma dönüştürmemek gerekir. Sivil toplum ile politik toplumun birliği
edimsel (actual) gerçeklik içinde özdeşleştirilerek kavranmalıdır (Texier, 1985: 7475). İki düzeyin bu özdeşliği, devletin politik topluma indirgenmiş olmadığını açık
bir şekilde göstermektedir. Tüm üstyapısal etkinliklerin ekonomik-politik ya da
sınıfsal niteliği, onları kesin olarak birbirinin karşısına dikme olanaksızlığını ortay
koyar.
Anderson’ın ikinci model altında geliştirdiği devlet eleştirisine dönebiliriz.
Gramsci’nin çalışmaları bir bütün olarak dikkate alındığında, önceki modelle
bağlantılı olarak devletin ikinci görünümü, sivil toplum ile politik toplumun bir
sentezi olarak ortaya çıkar. Ancak, Anderson, devletin bu ikinci görünümünü
oluşturduğu çeşitli bileşenlerin somut düzeye uygun düşen kuramsal
çözümlemelerle bağlantılı olduğu gerçeğini dikkate almaksızın eleştirdiği için,
Gramsci’nin bu noktadaki iç tutarlılığını kavrayamamıştır.
16
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Politik toplum ile sivil toplumun bir sentezi biçiminde ortaya çıkan devletin
bu ikinci görünümünü nesnel gerçeklik düzeyiyle olan bağlantısı dikkate
alındığında, Gramsci’nin tarihsel açıdan devletin, sivil toplumun özerkliğini ortadan
kaldıracak şeklinde genişleyen etkisi ile sosyalist mücadelenin izlemesi gereken
stratejik açıdan iki önemli noktaya vurgu yaptığı görülecektir. Gramsci, nesnel
gerçeklik düzeyinde oluşturduğu devletin ikinci görünümü ve bununla bağlantılı bir
şekilde geliştirdiği sosyalist devrimci stratejinin tarihsel açıdan öncül dayanağını;
1871 Komün deneyiminin başarısızlığının bir sonucu olarak devletin etkinliğinin
sivil toplumun özerkliğini ortadan kaldıracak şekilde genişlemesiyle ilişkilendirerek
açıklar. Ekonomik ve siyasal açıdan gelişmiş Batılı kapitalist toplumlarda geçerli
olduğu düşünülen sosyalist mücadelenin özgünlüğü bu çerçevede kavranmalıdır.
Gramsci, sürekli devrim teorisi hakkındaki görüşlerini ifade ettiği paragrafta
bazı önemli noktaları şu şekilde değerlendirir: “Sürekli devrim kavramı büyük kitle
partilerinin ve sendikaların olmadığı, toplumun birçok bakımdan akışkan olduğu bir
döneme aittir. O dönemde taşra çok daha geriydi; siyasal iktidar ile devlet gücü
sadece birkaç- hatta tek- kentin elindeydi. İlkel bir devlet aygıtı karşısında sivil
toplum özerk bir niteliğe sahipti. Ayrıca, (…) dünya piyasalarındaki ilişkilerinde
ulusal ekonomiler bugünkünden çok daha özerkti. 1870 Sonrası sömürgeciliğin
yayılmasıyla birlikte bütün bu öğeler değişmeye başladı. Devletin uluslararası
ilişkileri ile iç ilişkileri daha karmaşık ve kapsamlı hale geldi, 1848’e ait bir kavram
olarak sürekli devrim formülü genişletilip “sivil hegemonya” şeklinde aşıldı.
Askerlik sanatında olan değişiklik siyaset sanatında da olmakta, manevra savaşı
giderek mevzi savaşına dönüşmekte… Mevzi savaşı için cephenin sürekli
istihkâmları ne anlama geliyor ise, siyaset sanatı için modern demokrasilerin devlet
organları ile sivil toplumdaki karmaşık kurumlardan oluşan büyük kitle yapıları o
anlama gelir” (1971: 242-243). Komün deneyiminin başarısızlığı “manevra”
savaşından “mevzi” savaşına doğru bir değişimi ortaya koyarken, bu durum sivil
toplum ile devlet arasındaki değişime de uygun düşer. 1848’de sivil toplum
yeterince güçlü olmayan devlet karşısında özerk durumdadır. 1870 sonrasında
devletin iç yapısı çok karmaşık hale gelmiş, sivil toplum da aynı oranda gelişmiştir.
İşte “sivil hegemonya” da burada ortaya çıkar (Anderson, 1976: 26).
Her ne kadar Gramsci, Batı’da siyasal ve toplumsal düzeyde ortaya çıkan
değişime bağlı olarak sürekli devrim stratejisinin geçersizliğinden hareketle
“manevra savaşı”nın yerini “mevzi savaşı”na bıraktığını göstermeye çalışmışsa da,
O’nun sosyalist bir devrimi gerçekleştirme sürecinde şekillenen düşüncelerinin
ağırlık merkezini, Batı Avrupa’da devletin 19. yüzyıl sonlarından itibaren nüfus
alanının artmasıyla bağlantılı bir şekilde ortaya çıkan, siyasal ve toplumsal
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
17
düzeylerdeki değişim oluşturur. Artık, sivil toplum devlet karşısında sahip olduğu
özerkliği çok büyük ölçüde yitirmiş durumdadır. Devletin etkinlik alnının sivil
toplumun özerkliğini ortadan kaldıracak şekilde genişlemesi, Gramsci’nin “entegral
devlet” yorumunun önemli bir aşamasını oluşturur.
Gramsci’nin, önceki açıklamalarından farklı, ancak tamamlayıcı nitelikteki
politik toplum ile sivil toplumun sentezi şeklindeki açıklaması, devlete ilişkin
yapılan değerlendirmeleri farklı bir düzeye taşınmasına yol açar. Buna göre, “Genel
devlet fikri sivil toplum fikrine atıfta bulunacak öğeler taşır. Öyle ki şu söylenebilir:
devlet=sivil toplum+polik toplum, yani devlet=zor ile pekiştirilmiş hegemonya”
(1971: 263). Artık, devlet, iki uğrağın bir sentezi şeklinde tanımlanmaktadır. Bu
alıntı, “entegral devlet” anlayışının en yetkin ifadesi olarak kavranmalıdır. Devletin
nesnel gerçeklik düzeyindeki bu ikinci görünümü ayrı bir devlet modeli olmayıp,
Gramsci’nin organik bir bütün içinde birleştirdiği, devletin daha somut düzeydeki
bir ifadesidir. Dolasıyla, Anderson’ın, Gramsci’nin çalışmalarından hareketle
geliştirdiği, birbiriyle çelişen iki farklı devlet modeli çıkarsamasını kabul etmek
olanaksızdır.
Anderson yaptığı bu değerlendirmelerden sonra kuramsal çözümlemelerini
iki uğrağın sentezinin geçersiz olduğu düşüncesi üzerinden yürütür. Tıpkı birinci
modelde olduğu gibi ikinci modelin de pratikle olan ilişkisini kurarak, geçersizliğini
göstermeye çalışır. O’na göre, Gramsci bu ikinci modelde, toplumsal kontrol
araçlarını ayrı ayrı değil de, devlet ile sivil toplumdaki ideolojik kontrol araçlarının
birliği şeklinde kavrar. Önceki modelde hegemonyanın üretimi sivil toplumla
sınırlandırılmışken, bu sürece devlet de dahil edilir. Böylece, hegemonyanın etkinlik
alanı kültürel üstünlük faaliyetinin gerçekleştiği ideolojik aygıtlar ile sınırlı
kalmayıp, devletin baskı aygıtına da dahil olacak şekilde genişlemiş durumdadır.
Anderson, bu bakış açısının da hatalı olduğunu düşünür. Zira, zor kullanma
hukuken devletin elinde toplanmıştır (1976: 31-32). O’na göre, Gramsci, “zor” ve
“rıza”nın birliğine hem devlette hem de sivil toplumda yeni bir işlerlik kazandırır.
Anderson, iktidarın rıza ve zor işlevlerinin dağılımında yapısal bir simetrisizlik
olduğunu düşünür. O’na göre, ideoloji, sivil toplum ile devlet arasında paylaşılması
gerekirken, baskı ise sadece devlete özgü bir faaliyettir (1976: 32).
Anderson’un bu açıklamalarını kabul etmek doğru değildir, çünkü
Gramsci’nin değerlendirmelerinde vurguladığı üzere sivil toplum kurumlarında
ideoloji hakim bir öğe olmakla birlikte baskı öğesi de uygulanabilir. Örneğin, çeşitli
inanç biçimlerinin (dini veya felsefi) insanlar üzerindeki manevi etkisi her ne kadar
18
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
güçlü olsa da, muhalif olanlar üzerindeki etkisi de fiziksel bir etki kadar tahripkâr
sonuçlar duğurabilir. Eğitim kurumları, toplumun geneli üzerinde eğitici ve öğretici
bir niteliğe sahiptir, ancak, disiplinin sağlanması açısından çok defa “zor”a
başvurulduğu görülebilir. Benzer bir şekilde, sivil kurumlarda ırk ve cinsiyet
ayrımcılığı, yasal zor biçiminde ortaya çıkmasa da, kişiler üzerinde yıkıcı sonuçları
vardır (Ransome, 2013: 190). Ayrıca, aile fertleri arasında da, çeşitli derecelerde
fiziksel baskı ortaya çıkabilir (2013: 191). Anderson, Gramsci’nin kullandığı
diyalektik yöntemi dikkate almadığı için, baskıyı devlete, ideolojiyi de salt sivil
topluma indirger. Ne var ki, rıza ve baskı diyalektik birliği, üstyapının iki kertesine
dağıtılmıştır. Baskı öğesi devlet uğrağında hâkim bir durumda ideolojiyi içerirken,
ideoloji öğesi ise sivil toplumda hâkim durumda baskı öğesini içerir.
Gramsci, soyut hareket yasalarını tanımlamakla ya da kapitalist devletin
zorunlu biçim ve işlevlerini ortaya çıkarmakla ilgilenmedi. Bunun yerine, belli bir
konjonktürdeki devlet iktidarını uygulayan çoğul toplumsal güçler arasındaki
karmaşık ilişkileri belirlemeye çalıştı. O’nun kuramsal çözümlemelerinin dayandığı
nokta hükümet aygıtı ile sivil toplum arasındaki organik ilişkiye yapılan vurgudur
(Jessop, 1990: 51).
Tarihsel gerçekliğin bir uğrağını ya da bir görünümünü ifade eden sivil
toplum kavramı, gerçeğin basit ama tamamlayıcı yönünü adlandıran kavramlardan
ayrılmaz bir niteliğe sahiptir. O halde tarihsel blokun analizi onu oluşturan çeşitli
kerteler arasındaki diyalektik ilişkiler bağlamında ele alınarak değerlendirilmelidir.
Hükümet aygıtı olarak dar anlamıyla devletin karşısında, yönetici sınıfın
hegemonya aygıtı olarak sivil toplum; güç ve diktatörlük uğrağı karşısında, ikna ve
onaşma uğrağı bulunur. Altyapıyı dönüştüren ekonomik-politik savaşım uğrağı
karşısında, kültürel ya da etik politik yayılma uğrağı yer alır. Bu üstyapılar
teorisinde, sivil toplum politik toplumdan ayrılmaz bir şekilde “entegral devlet”
olarak nitelenirken, ekonomiyle diyalektik bir ilişki içindedir. Bu üstyapılar
teorisinin kendisi, tarihin yaşayan diyalektiğini kendi bütünselliği içinde kavramayı
amaçlayan daha geniş bir bütünün parçasını oluşturur. Zira, yapı-üstyapı diyalektiği,
ne ekonomik güçlerin kısmi tarihi, ne de etik-politik bir yapılanma uğrağıdır.
Öyleyse üstyapılar teorisi aslında temel yapı ile üstyapılar ilişkisi teorisi, onların
birliği teorisi, onların oluşturdukları tarihsel blok teorisidir (Texier, 1985: 49). Bu
tarihsel blok teorisi olmaksızın bundan doğan ekonomi ile kültürün birliği ve kültür
ile politikanın birliği olmaksızın Gramscigil üstyapılar teorisi anlaşılamaz.
Gramsci’nin kendine özgü düşüncesini kavramak için yöntembiliminin özünde olan
“temel zorunluk” ilkesine uymak gerekir.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
19
Birinci temel zorunluk ilkesi yapı-üstyapı diyalektik birliğini, ekonomik
uğraktan politik uğrağa geçişi, tarihsel hareketin doğuşu ve “praksis”in yön
değiştirme ve etik politik yayılma uğrağına uzanan gelişmesini kavramak için
tarihsel blok kavramından hareket etmeye dayanır (Texier, 1985: 51).
İkinci temel zorunluk ilkesi, tarihsel blokun iki kurucu kertesi arasındaki
ilişkiyi değil, ama üstyapının çeşitli uğrakları ya da görünümleri arasındaki ilişkiyle
ilgilidir. Bir araştırma kuralı olarak politik toplum ile sivil toplum arasında yapılan
ayrım, iki uğrağın ayrımının kesinlikle olanaksız olduğu organik gerçekliğin en iyi
çözümlenmesini sağlayan bir yöntemdir. Politik toplum ve sivil toplum
kavramlarına yönelik analitik düzeyde yapılan ayırma işlemi, toplumsal denetimin
yeniden üretiminde “zor” ve “rıza” ilişkilerinin ayrıştırılmasına yardımcı olur.
Yöntembilimsel ikilik çerçevesinde değerlendirildiğinde, sivil toplum ikna,
kendiliğinden rıza, oydaşma, hegemonya ve entelektüel ahlaki liderlik işleviyle
nitelenirken; politik toplum ise, bu işlevlerin diyalektik karşıtı olan zor, tahakküm
ve diktatörlük olarak nitelendirilir (Yetiş, 2009: 132). Bu ikiliklerin birincileri
devletle, ikincileri sivil toplumla ilişkilendirilir. Bu kavramların ikilikler biçiminde
oluşturulması kapitalist toplumsal formasyonun çelişkili ve karmaşık yapısını
açıklamaya yönelik bir soyutlamayı ifade eder. Dolayısıyla, devletin dar ve geniş
temelde yapılan ayrımın ilki analitik metodolojik düzeydeki ayrımını, diğeri nesnel
tarihsel gerçeklik düzeyindeki birliğini yansıtır.
Üçüncü temel zorunluk ilkesi, üstyapı ile yapı arasındaki diyalektik birliğin,
tek etkeni çeşitli biçimler altındaki insansal etkinlik olan bir süreçten başka bir şey
olamayacağını kabul etmektedir. Bu süreç Gramsci’nin felsefi terimle ifade ettiği
nesnelden öznele, nitelikten niceliğe, zorunluluktan özgürlüğe bir geçiş olarak
betimlendiği, kendi bütünlüğü içinde düşünülen tarihsel diyalektiktir (Texier, 1985:
54). Toplumsal üretici güçlerin gelişmesi ve insanların siyasal etkinliği, olanaklı
olan bütün koşulları yarattıkları zaman tarihsel diyalektik devirli olarak praksisin
yön değiştirmesine ve yeni bir tarihsel blokun oluşumuna yol açar (1985: 54-55).
Gramsci’nin düşünsel matrisi içinde sivil toplum ile politik toplum
arasındaki ilişkinin ele alınış biçimine yönelik katedilen bu aşamada şunu
söyleyebiliriz: Devletin birinci görünümü çerçevesinde sivil toplum ile devlet
(politik toplum) arasındaki ayrıma yönelik yapılan her açıklama yöntem bilimsel
temelde yapılan bir ayrımı ifade etmektedir. Burada geçen devlet kavramı, yöntem
bilimsel temelde ele alınarak sivil topluma ait özelliklerden soyutlanıp sırf baskı
aygıtı konumuna indirgendiğinden politik toplum kavramıyla ifade edilmiştir.
Devletin ikinci görünümü ise, sivil toplum ile politik toplumun organik birliği
20
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
şeklinde ortaya çıkar. Burada da devlet iki uğrağın bir sentezi olarak “entegral
devlet” biçiminde tanımlanmıştır.
Emperyalizmle bağlantılı bir şekilde gelişen entegral devletin iki
görünümünü belirledikten sonra, bir toplumsal denetim aracı olan “hegemonya”
kavramının çözümlemesine geçebiliriz.
Hegemonya
Gramsci’nin çeşitli başlıklar altında incelediği konular arasında geçen
hegemonya kavramıyla ne kastettiğine ilişkin çok farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Ancak, genel olarak üzerinde uzlaşılmış bir nokta varsa, o da bu kavramla
Gramsci’nin toplumsal güç ilişkilerini ve bu ilişkilerin belirli somut yaşam
biçimlerini incelemeye çalıştığıdır (Crehan, 2002: 146). Gramsci, hegemonya
kavramını, ne bir ideoloji ne de toplumsallaşmanın diğer biçimlerine indirgenebilir
bir kavram olarak düşünmüştür. Bu çerçevede, ideolojinin “baskı”ya dayalı
özelliğiyle hegemonyadan ayrıldığını söyleyebiliriz. Hegemonya ideolojiyi kapsar,
ama ona indirgenemez (Eagleton, 2000: 163-164). Gramsci, ideoloji kavramını
içerik itibariyle olumsuz bir anlama gelecek şekilde kullanılmasının, üstyapıyı
önemsizleştiren ekonomik indirgemeciliğe yol açtığı gerekçesiyle reddeder
(Mchellan, 1999: 46). Hegemonya kavramı, Gramsci’nin siyaset ve ideolojiyle ilgili
düşüncelerinin örgütleyici odağını oluşturur (Barrett, 1996: 62). Hegemonya,
öncelikli olarak, politik bir ilke ve stratejik bir önderlik biçimidir.
Hegemonya kavramının Gramsci’nin düşünsel matrisi içindeki kullanımı bir
bütün olarak değerlendirildiğinde, verili bir toplumsal formasyonu oluşturan çeşitli
bileşenlerin “rıza”ya dayalı bir şekilde sürekliliğini sağlaması açısından belirleyici
bir öneme sahip olduğu görülecektir. Bu çerçevede bir toplumsal denetim biçimi
olarak hegemonya, egemen sınıfların bağımlı sınıflar üzerindeki “rıza”ya dayalı
iktidarını sürdürme kapasitesi olarak tanımlanır. Bu anlamda hegemonya politik bir
niteliğe sahiptir. Hegemonya, aynı zamanda politik bir hareketin, gelişmiş Batılı
kapitalist toplumlarda sosyalist dönüşüm sorununa yol gösterecek şekilde
kavranmasına imkân sağlar (Buci-Glucksmann, 2012: 123). Bu da, hegemonyanın
stratejik anlamdaki önemine işaret eder. O halde Gramsci’nin, bu kavramı, bir
ülkenin “Hegemonizm”inin diğer ülke veya ülkeler üzerindeki egemen olma
arzusunu ifade ettiği, uluslararası ilişkilerdeki yaygın kullanımından farklı olarak,
daha özel bir anlama gelecek şekilde kullandığını söyleyebiliriz (Sassoon, 2012: 97).
Hegemonya kavramının stratejik açıdan kullanımı, Ekim Devrimi’ne giden
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
21
tarihsel süreç içinde işçi sınıfının burjuva devrim uğrağında, sınıflar arasında
derinleşen ideolojik saflaşmaların somut bir nitelik kazandığı özgül koşullar altında
üstlenilmesi gereken öncü role ilişkin ileri sürülen, çeşitli öneriler çerçevesinde
yapılan tartışmalar bağlamında ortaya çıkmıştı. Kuramsal temelde yürütülen bu
tartışmaların esas olarak varlık nedeni, burjuva devrim uğrağında işçi sınıfının
tarihsel rolü ve farklı sınıflar karşısındaki konumlanışı meselesi olduğundan,
sosyalist devrimle birlikte işlerliğini büyük ölçüde yitirdi.
Hegemonya kavramının bu sınırlı kullanımı tarihsel gerçekliğin somut bir
görünüme büründüğü İtalya’nın kuzey-güney eşitsizliğinin verili koşulları altında
sermayenin toplum üzerinde artan baskılarına karşın, proletaryanın diğer sömürülen
kesimleriyle birlikte yürüttüğü, özellikle de köylülerle kurulacak sınıf ittifakını ifade
etmek amacıyla kullanılmıştı. Ancak, kavramın başlangıçta sınırlarını belirlediği
tartışma evreni sınıflar arasında kurulması amaçlanan ittifaklarla sınırlı kalmayıp,
içeriği zamanla genişleyerek farklı bağlamlarda kullanılıp, verili bir tarihsel bloka
bağlı olarak gelişen toplumsal olguların kuramsal çözümlemesinin odak noktası
haline gelecektir. Gramsci’nin siyasal örgütlenme ve eylem teorisinin yenilikçi
tözünü sağlayan şey, işçi sınıfı öncülüğünde toplumun diğer sömürülen kesimleriyle
birlikte kurulması amaçlanan sınıf ittifakının dayandığı hegemonya kavramının
önceki dar kullanımından farklı olarak, yeni bir tarihsel bloku oluşturan çeşitli
bileşenleri ve onun sürekliliğini sağlayan temel dinamikleri tanımlayacak şekilde
kapsamının daha da genişlemiş olmasıdır. Hegemonya kavramının bu genişleyen
içeriği çerçevesinde değerlendirildiğinde, Lenin ile Gramsci arasında bazı
noktalarda benzerliklerin olduğunu söyleyebiliriz. Bu benzerlikler hegemonyanın,
(a) sınıfsal bir tabana dayanması; (b) entelektüel bir örgütlenme olması; (c)
toplumsal tabanda bağlaşık gruplara dayanması; (d) hegemonik bir sistem
içerisindeki güç ilişkilerinin çözümlenmesine dayanması (Portelli, 1982: 71-72),
biçiminde özetlenebilir. Ancak, iki düşünür arasında belli noktalarda kurulan bu
benzerlik mutlak anlamda bir düşünce ortaklığı biçiminde de yorumlanmamalıdır.
Gramsci, düşüncede kültürel ve ideolojik yönelimin ön plana çıkması noktasında,
Lenin’in düşüncesinden ayrılır. Lenin’in, tekelci devlet kapitalizminin sosyalist bir
düzene geçişe olanak sunduğu şeklindeki düşüncesine Gramsci’de rastlanmaz
(Thomas, 2009: 191). Lenin için özsel olan devlet aygıtının “zor”a dayalı yöntemler
ile devrilmesidir. Hedeflenen amaç politik toplumun devrilmesi olduğundan, politik
hegemonyanın kurulması zorunludur. Gramsci’nin stratejik düşüncesinde ise sivil
toplum ön plana çıkar ve politik toplum karşısında üstün gelir (Portelli, 1982: 73).
O’na göre, yönetici sınıfa karşı savaşımın özsel alanı sivil toplumda yer alır. Sivil
toplumu denetleyen grup hegemonik gruptur ve politik toplumun fethi onu devletin
(entegral devlet) tümüne yayarak hegemonyayı tamamlar. Leninist kuramsal
22
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
çözümlemede “proletarya diktatörlüğü”nün kurulması devletin “zor”a dayanan
fethini öncelerken; Gramsci’nin düşüncesinde, işçi sınıfının ideolojik yönetimi
(hegemonya, sivil toplum) ve politik militer egemenliği (diktatörya, politik toplum)
olarak düşünülmüştür (Portelli, 1982: 73-74). Belli bir konjonktür anında tarihsel
gelişmelere bağlı olarak sınıf mücadelesinin ağırlık merkezi bazen devlet (politik
toplum) bazen sivil toplum uğrağında yoğunlaşabilir. Nitekim, Gramsci, Ekim
Devrimi sürecinde mücadelenin sivil toplumun zayıflığından ötürü doğrudan
devlete yönelik gelişmesini olumlu karşılamıştı. Dolayısıyla, Gramsci ve Lenin’nin
düşüncesinde politik toplum ile sivil toplum arasındaki ilişki ikilik (dichotomy)
olarak düşünülmüştür; çatışkı (antagonizm) değil. Gramsci’nin hegemonya
kavramını bir bütün olarak anlamak için onun tarihsel süreç içinde hangi
bağlamlarda kullanıldığının kavranması gerekir.
Gramsci, hegemonya kavramını, modern kapitalist devletin işlevini, belli bir
tarihsel dönem içerisinde analiz etme çalışmalarına bağlı olarak geliştirdi (Sassoon,
2012: 98). O’nun modern devletin işlevine yönelik geliştirdiği kuramsal
çözümlemeleri, kapitalizmin tarihsel açıdan gelişiminin belli bir uğrağında ortaya
çıkan, siyasal ve toplumsal değişimlerin yarattığı çelişkili etkiler ve bu değişimlerin
bir yandan emperyalizm ve tekelci sermayeyle, diğer yandan da Ekim Devrimi’yle
ortaya çıkan somut sorunlarla sınırları belirlenen sosyalizme geçişe uygun devrimci
bir stratejinin yorumlanmasına ilişkin temel sorunları analiz etmeyi tasarladığı bir
amacın parçasını oluşturmakta idi (Sassoon, 2012: 99). Bu çerçevede, hegemonya
kavramının tarihsel bağlamının birinci yönünü, finans kapital ve tekellerin
egemenliğinin biçimlendirdiği emperyalizm aşamasındaki devletin özgül niteliğini
kavramaya yönelik stratejik temelde bir arayışın uzantısı olarak ortaya çıkarken;
ikinci yönünü ise, Ekim Devrimi’nin ardından sosyalist devlet kuramının pratikle
olan bağının kurulduğu ölçüde toplumsal sorunların bir çözüme kavuşturulması
amacına yönelik çabalar oluşturur (2012: 101).
Hegemonya kavramının tarihsel bağlamını oluşturan iki yönünü
belirledikten sonra, emperyalist aşamanın ayırt edici özelliklerini ve bu aşamaya
uygun düşen devletin işlevini değerlendirmeye başlayabiliriz. Gramsci’nin
hegemonya kavramına “zor” zırhı giydirerek “entegral devlet” biçiminde
tanımladığı modern devlet dönemi (1971: 263), “manevra” savaşının yerini “mevzi”
savaşına bıraktığı 1870 dolaylarında başlamaktadır (1971: 242-243). O’nun ifade
ettiği emperyalist aşama, devletin genişleyen etkinliğiyle birlikte sivil toplumla olan
ilişkilerinin köklü bir değişime uğradığı bir döneme uygun düşmektedir. Devletin
etkinliğinin sivil toplumun özerkliğini ortadan kaldıracak şekilde genişlediği bu
dönem, sendikalar ve siyasi partiler düzeyinde geniş kitle örgütlenmelerinin ivme
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
23
kazandığı bir döneme de denk düşmektedir (Sassoon, 2012: 102). İşçi sınıfının yeni
tipte bir devlet kurma potansiyelinin tarihsel açıdan bir örneğini oluşturan Paris
Komün’ü, kitlelerin aktif bir şekilde siyasetin içinde yer aldığı, siyasi partilerin kitle
tabanıyla birlikte parlamentoda temsil edilme imkânına kavuştukları yeni bir
dönemin başlangıcı olarak tanımlanır. Siyasi öznelerin görevlerini yerine getirmeleri
için, kitlelerin iktisadi ve siyasi açıdan örgütlenmeleri yeterli ölçüde gelişmiş
düzeyde olmasa da, artık onlar yeni bir toplum kurma anlamında siyasi bir müdahale
potansiyeli taşırlar (Sassoon, 2012: 106). Bu yeni dönemin özgünlüğü, kitle
hareketlerinin egemen sınıf hegemonyasına yönelik karşı hegemonya oluşturabilme
potansiyeli taşıması açısından belirleyici bir nitelik kazanmış olmasıdır. Emperyalist
aşamada devletin değişen rolüyle bağlantılı bir şekilde gelişen kitle hareketleri, bu
yeni dönemin kalıcı özelliğini oluşturur. Bu kitle hareketlerinin önem kazandığı
uğrak, “sivil toplum” şeklinde tanımlanır. Egemen ve bağımlı sınıflar arasında geçen
hegemonya mücadelesi de, bu uğrakta yürütülen sınıf mücadelesi çerçevesinde
değerlendirilmelidir.
Gramsci’nin emperyalist aşamada devletin işlevine yönelik yaptığı
çözümlemeler birçok noktada tekelci devlet kapitalizmine dayalı yorumlardan
ayrılır. Tekelci devlet kapitalizmini tanımlayan en yaygın ifade devletin,
emperyalizm çağında tekelci sermayenin gerici ve dolayısıyla sermayenin sivil
toplum üzerindeki tahakkümünü devam ettirmesinin bir aracı olduğudur (Clarke,
2004: 91). O’na göre, sermayenin üretim ve yeniden üretim sürecinde aldığı
görünüm ile kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı çeşitli krizler (ekonomik, siyasal
ve ideolojik) arasındaki bağlantı yeterince dikkate alınmamıştır (Hardt ve Negri,
2003: 209). Dolayısıyla, tekelci devlet kapitalizmi temelinde yapılan değerlendirmeler devleti, iktisadi açıdan ayrıcalığı elinde bulunduran küçük bir azınlığın
basit bir baskı aracı haline indirgemiştir.
Lenin, emperyalizmi modern devletin evrimi sürecinde yapısal bir aşama
olarak görme eğilimindeydi. Buna göre, modern devletten emperyalist devlete geçiş
zorunlu ve doğrusal bir tarihsel ilerlemeyi ifade ediyordu. Bu gelişmenin her bir
aşamasında devlet popüler uzlaşmasının yeni araçlarını keşfetmek zorundaydı.
Bunun anlamı çeşitli toplumsal katmanların oluşturduğu modern kapitalist
toplumun sürekliliği salt baskıya dayalı yöntemlerle gerçekleşemezdi. Dolayısıyla,
emperyalist devlet çokluğu ve onun kendiliğinden sınıf mücadelesi biçimlerini
ideolojik devlet yapısına katmanın bir yolunu bulmak, “çokluğu” bir “halka”
dönüştürmek zorundaydı. Bu düşünce Gramsci’nin kuramsal çözümlemelerinin
merkezi teması haline gelecek olan hegemonya kavramının ilk politik analizidir
(Hardt ve Negri, 2000: 247).
24
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Gramsci’ye göre, emperyalist aşamada devletin ekonomiyle olan ilişkisi
(refah sistemi biçimleri) toplumsal örgütlenmelere müdahalesi eşliğinde ve bununla
bağlantılı olarak geniş kitleleri örgütleme ihtiyacı, klasik liberal devletin rolüne
ilişkin temel bir değişimi gösterir (Sassoon, 2012: 105). Farklı bir ifadeyle,
kapitalizmin “rekabetçi” aşamasından “tekelci” aşamasına geçiş sürecinde yaşanan
toplumsal değişim devletin rolüne ilişkin bir takım değişimi de ortaya çıkarır.
Ekonomiden çekilen, rolünü bekçi işlevle sınırlayan, ideolojik açıdan uzlaştırılabilir
ölçüt olarak sunulan çeşitli toplumsal çatışmaları tarafsızlık görünümü altında
denetlediği devletin geleneksel liberal kavranışı, kapitalizmin gelişiminin belli bir
uğrağında ortaya çıkan devletin yeni rolü tarafından tasfiye edilir. Devletin rolüne
ilişkin ortaya çıkan her değişim, farklı düzey ve biçimlerde hegemonya krizine yol
açar. Devlet ve toplum arasındaki ilişkinin ortaya çıkardığı değişime bağlı olarak
gelişen devletin bu yeni rolü, siyasal sınıf egemenliğinin aldığı biçimin her yönüyle
incelendiğinde anlaşılabilir (Sassoon, 2012: 106). Emperyalist aşamadaki devletin
bu yeni rolü, onun tüm faaliyet ve etkinlik alanlarında kendisini gösterir. Eğer
entegral devlet “zor” ile “rıza”nın bir sentezi ise, devlet sadece bir sınıfın baskı aracı
olarak değil, aynı zamanda üretimin toplumsal ilişkilerinin yeniden üretilmesini
sağlayan tüm alanlardaki değişik faaliyet ve etkinlikler olarak da düşünülmelidir:
“… her devlet (…) geniş halk yığınlarını belirli bir kültür ve ahlak düzeyine
yükseltmiş olması ölçüsünde ahlakçıdır. Bu düzey, üretici güçlerin gelişme
ihtiyacıyla ve giderek yönetici sınıfın çıkarlarıyla uyum içindedir. Olumlu eğitici
işlev olarak okul, baskıcı ve olumsuz eğitici işlev olarak da mahkemeler bu anlamda
devletin en önemli etki alanlarıdır: (…) bu amaçla işleyen başka birçok girişim ve
etkinlik de vardır (...) bunlar yönetici sınıfın siyasal ve kültürel hegemonya aygıtını
oluşturmaktadır” (1971: 256). Devlet üretimin toplumsal ilişkilerini yeniden
üretimine yönelik bu yeni rolünü gerçekleştirebilmek için etkinliğini geniş bir alana
yaymak zorundadır. Bu nedenle ideoloji, kültür, felsefe ve onların örgütleyicileri –
entelektüeller- hegemonya nosyonuna özgüdür (Fontana, 2013: 272-273). Zira,
hiçbir iktidar varlığını salt baskıya dayandırarak sürdüremez. Devlet, geniş kitlelerin
gönüllü desteğine bağlı bir şekilde oluşan toplumsal “rıza”ya ihtiyaç duyar.
Toplumsal denetim araçlarının kitleler üzerinde artan baskısına karşın, sivil
toplum uğrağındaki çeşitli düzeylerdeki politik örgütlenmelerin gelişmesi, sosyalist
anlamda bir toplumsal dönüşümün temelini oluşturur. Kapitalizmin çelişkili
etkilerinin ortaya çıkardığı tüm bu toplumsal sonuçlar, tarihte ilk defa kitlelerin öz
yönetimi için bir potansiyel yaratmıştır. Gramsci’nin, mevzi savaşını dikkate alarak,
kuşatma karşılıklıdır şeklindeki ifadesi (1971: 239), hegemonya ve karşı hegemonya
mücadelesine yönelik bir vurgu biçiminde yorumlanmalıdır. Sivil toplum uğrağında
gelişen bu hegemonya mücadelesi boyunca işçi sınıfı savaşacağı alanı seçemez,
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
25
fakat, kitle örgütlenmelerinin varlığı bu alanın yaratılmasında merkezi derecede
önemli bir yer tutar. Devletin genişleyen bu yeni rolü dikkate alındığında, işçi
sınıfının mücadele etmek zorunda kaldığı yeni tipteki devletin adı entegral devlettir
(Sassoon, 2012: 106). Entegral devletin bir taraf olarak mevzi savaşında yer
almasının tarihsel sebepleri vardır. Emperyalizm döneminde kitleleri ekonomik
olarak örgütleyen devlet, istemeden de olsa, bir takım siyasal örgütlenmeler
gerçekleştirerek toplumu dönüştürme potansiyeli için uygun bir zemin hazırlar
(Sassoon, 2012: 107). Fabrikalarda disiplinin sürekli kılınması, üretimim
gerçekleşmesi, asgari ölçütlerde anayasal bir düzenin kurulması işçi sınıfının
göstereceği asgari bir “rıza”nın oluşmasına bağlıdır. Bu da, sendika ve siyasi partiler
düzeyinde gerçekleşecek olan örgütlenmeler sayesinde mümkün olabilir.
Dolayısıyla, geniş kitlelerin politik düzeyde devlete toplumsal bir zemin sağlamak,
farklı bir ifadeyle, hegemonya oluşturmak amacıyla örgütlenmesi gerekir. Kitlelerin,
siyasi düzeyde örgütlenme faaliyetlerinin içeriği, var olan toplumsal formasyonun
yerine bir diğerini koyma görevi için yeterli ölçüde gelişmiş bir düzeye ulaşmamış
olabilir. Hatta, hegemonik bir mücadeleye giremeyebilir. Ancak, bu, dezavantajlı bir
durum olarak değerlendirilmemelidir. Zira, kitlelerin politika içindeki varlıkları
onların özerkliklerinin ön koşuludur. Dolayısıyla, “entegral devlet”, emperyalist
aşamada kitle hareketlerinin gelişmesinin egemen sınıflar açısından sürekli tehdit
durumunun hüküm sürdüğü bir dönemin ürünüdür.
Devlet, kapitalizmin tekelci aşamasında, yeni rolünü toplumsal düzeyde
gerçekleştirebildiği ölçüde, egemen sınıfların hegemonyasını kurar ve toplumsal
“rıza”nın oluşmasına bağlı olarak tarihsel blokun sürekliliğini sağlar. Ne var ki,
devletin kapitalist toplumsal formasyonun sosyal, siyasal ve ekonomik gelişimini
temsil edebilme yeteneği, tekelci kapitalizmin egemenliği döneminde giderek
azalmaktadır. Parlamento ve siyasi partilerin geleneksel rollerinde ortaya çıkan
değişimin işaret ettiği temsil krizi, hegemonya krizinin temelini oluşturur (Sassoon,
2012: 108). Eğer devlet, bu aşamada, yeni rolünü gerektiği gibi yerine getiremezse,
ortaya çıkacak olan hegemonya krizi, söz konusu ülkenin, siyasal ve toplumsal
gelişiminin ortaya çıkardığı tarihsel deneyimin birikimiyle bağlantılı bir şekilde
geliştirebileceği farklı siyasal pratikler aracılığıyla üstesinden gelmeye çalışacaktır.
Hegemonik krizler, yönetici sınıfların devlet aracılığıyla gerçekleştirdiği ve
halkın hoşuna gitmeyen eylemlerin ya da önceden edilgin olan kitlelerin artan
siyasal eylemliliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Her iki durumda da bir otorite
krizi söz konusudur. Ortaya çıkan bu durumu Gramsci, hegemonya krizi ya da
devletin genel krizi şeklinde adlandırır (1971: 210). Egemen sınıf artık “yönetici”
değil, sadece “egemen” durumda ise, salt zorlama gücünü kullanıyorsa, bunun
26
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
anlamı büyük kitleler geleneksel ideolojilerinden kopmuşlardır ve eskiden
inandıklarına artık inanmamaktadırlar (Corney, 2001: 266). Hegemonya bunalımını
yansıtan bu kriz dönemleri, kitlelerin kendi ifade biçimleri olarak kabul ettikleri
siyasi partilerden koptukları bir tarihsel uğrağa uygun düşer. Egemen sınıf
hegemonyasını korumak amacıyla devleti kullanmanın geleneksel yöntemleri artık
işe yaramaz hale gelir.
Gramsci, söz konusu hegemonya krizinin salt ekonomik krizin bir sonucu
olduğu yönündeki bir düşünceyi reddeder. O’na göre kriz, ancak kitle bilinci varsa
ve harekete geçmeye hazırsa eyleme yol açabilir. Bir başka ifadeyle, toplumun
devrimci değişikliğini getirecek olan kitlelerin bilinç düzeylerinin gelişmesidir:
“Kriz, saldıran güçlere (…) yıldırım hızıyla örgütlenme yeteneği vermez; onlara
savaşım ruhu da pek kazandırmaz. (…) savunmadakiler de morallerini bozmadıkları
gibi ne mevzilerini terk ederler (…) ne de kendi güçlerine ve geleceklerine olan
güvenlerini yitirirler” 1971: 235).
Gramsci’ye göre, tekelci kapitalizm çağında ortaya çıkan kapitalizmin
organik krizleri, kapitalizmin temel problemlerini ya da kapitalizmin çöküşüyle
ortaya çıkan problemleri çöz(e)meden ilerler. Bu krizler (çok daha çarpıcı olanı
konjonktürel krizler) işçi sınıfının müdahaleleri için hep değişen bir alan açar ve
yeni bir hegemonik rol için fırsatlar yaratır. İşçi sınıfı bu fırsatları kendi sınıf
çıkarları için değerlendiremezse, burjuvazi kendi egemenliğini farklı biçimler
altında yeniden tesis eder (Sassoon, 2012: 120). Bu da, ekonominin yeniden
örgütlenmesine ve kapitalist devleti destekleyen, onu tüm mekanizmalarıyla
yeniden üreten tarihsel blokun devamı anlamına gelir. Böylece, aşağıdan gelen halk
inisiyatifleri önlenecek ya da tam anlamıyla etkisizleştirilecek, yönetenlerle
yönetilenler arasındaki çelişkili ilişki korunacak veya yeni bir toplumsal örgütlenme
dayatılacaktır (Jessop, 2004: 217). Kapitalizmin farklı biçimler altında ortaya çıkan
krizlerine hegemonik düzeyde verilecek bir cevap, işçi sınıfı mücadelesinin bir
ürünü olan ve toplumun tüm kesimlerini de etkileyen bu krizi farklı bir çözüme
kavuşturacak tek yoldur. Bu çözüm, kapitalizmin kriz koşulları altında somut
imkânlar tanıdığı bir dönemde toplumu sosyalizme götüren sürecin bir parçası
olarak düşünülmelidir.
Hegemonik mücadele, Gramsci’nin politik olarak nitelediği tek eylem
biçimidir (Sassoon, 2012: 116). Bir sınıfın birlik olarak çıkarlarını temsil etmek
amacıyla salt parlamentoya katılması gerçek anlamda politik eylem değildir (1971:
181-182). Politik mücadelenin hegemonik bir nitelik kazanması gerekir, bu da
toplumun çeşitli kesimleriyle varılacak uzlaşılarla mümkün olabilir. Kısacası,
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
27
hegemonik mücadeleye politik niteliğini kazandıran şey, mücadelenin hangi alanda
olduğu değil, siyasi mücadelenin şeklidir: “…devlet, tikel bir grubun azami
genişlemesi için koşullar üretmeye mahkûm bir organ olarak görülür. (…) bu tikel
grubun gelişmesi ve genişlemesi evrensel bir gelişmenin ya da bütün “ulusal”
enerjilerin motor gücü olarak algılanır ve sunulur” (1971: 182). Bu çerçevede,
devlet, üretimin toplumsal ilişkilerini yaratmada ve yeniden üretme kabiliyetini göz
önünde bulundurduğunda belirli bir sınıfın aracıdır. Ancak, devletin bir sınıf aygıtı
olarak taşıdığı anlam, siyasi güçlerin sürekli değişen güç ilişkisi ve egemen grup ile
yapılması gereken uzlaşılarla şekillenir. Gramsci, egemen üretim biçiminin
sürdürülmesi için yapılan bu uzlaşıların birbiriyle ilişkisini hegemonyanın,
ekonomik ilişkiler alanından ziyade, salt bir ideolojik mücadele ya da herhangi bir
anlaşma tipi olmadığını vurgular: “Şüphesiz ki hegemonya gerçeği, hegemonyanın
uygulandığı grubun eğilimleri ve çıkarlarının hesaba katılmasını ve de verimli bir
uzlaşı dengesinin kurulması gerekliliğini öngörür…” (1971: 161).
Bir sınıf başarılı bir şekilde hegemonyasını uygulayabilme kapasitesi, tüm
toplumun evrensel çıkarlarını temsil etme ve kendisini bir ittifak grubuyla
birleştirme yeteneğine bağlıdır. Hegemonya ile sınıf bağlaşmasını özdeşleştirmek
büyük bir hata olur. Bu iki kavramın sınırlarını belirlediği toplumsal pratiklerden
hareketle temel farklılıkların kavranması gerekir. Yönetici sınıf iki açıdan üstün
durumdadır. Her şeyden önce yapısal düzeyde ekonomik bir sınıftır; üst yapısal
düzeyde, entelektüel blok aracılığıyla ideolojik yönetimi elinde tutar. Bağlaşık
gruplar ise tarihsel blokun her iki düzeyinde de ikincil rol oynar. Yönetici sınıfın
ekonomik ve entelektüel düzeylerde kurduğu üstünlük uzlaşılan gruplarla kurulan
ilişkilerde bir eşitsizliğe yol açar. Gruplar arasında kurulacak bir uzlaşma veya
ortaklık ilişkisi, ideolojik blokun oluşma biçimine göre ya bir “katılma” ya da bir
“soğurulma” şeklinde gerçekleşir (Portelli, 1982: 91). Ne var ki, gruplar arasında
kurulması amaçlanan uzlaşma veya ortaklık ilişkisi tüm gruplar için geçerli değildir:
Ast sınıflar bu ortaklıktan dışlanır.
Yönetici sınıfın verili toplumsal ilişkiler temelinde geliştirdiği hegemonik
üstünlüğü iki görünümde somutlaşır. Birincisinde, yönetici sınıf hegemonyasını
tercih etmez, fakat, diğer grupları etkisizleştirmekle yetinir. Yönetici sınıf
hegemonyasının yeğlendiği ikinci durumda ise uzlaşma, onun kendi sınıf çıkarlarına
zarar vermeden gerçekleşir. Hegemonik sistem içerisinde temel sınıfın yönetici bir
sınıf olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Ancak, bu yönetici sınıfın sürekliliği geniş bir
toplumsal tabana dayanmasıyla mümkün olabilir. Gramsci tarafından bağlaşık
gruplar olarak nitelendirilen bu sınıflar sayesinde temel sınıf, hegemonyasını
pekiştirme olanağına kavuşur (Portelli, 1982: 91-92).
28
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Bağlaşık gruplar, yönetici sınıf hegemonyasını kurup sürdürmesi için her ne
kadar gerekliyse de, bu durum onların ideolojik bakımdan denetiminin sadece
aydınlarını soğurarak değil, aynı zamanda onların öz çıkarlarının da göz önünde
bulundurulmasıyla mümkün olabilir (Portelli, 1982: 93). Hegemonik sistem bu
anlamda bir bağlaşma olarak nitelendirilebilir. Zira, egemen grup bağımlı grupların
genel çıkarlarıyla somut olarak eşgüdümlenmiştir. Yönetici grubun çıkarları
bağlaşık grupların bazı çıkarlarıyla belli noktalarda örtüşebilir. Eğer, yönetici
gruplarla diğer gruplar arasında bir bağlaşma varsa, bu, somut olarak yönetici sınıf
tarafından diğer gruplar üzerinde uygulanan ekonomik, ideolojik, politik
hegemonyadan başka bir şey değildir (1982: 93-94).
Gramsci’nin hegemonya çözümlemesi tarihsel blok içinde yer alan
toplumsal grupların ayırt edilmesine yol açar: (a) Hegemonik sistemi yöneten temel
sınıflar; (b) hegemonyanın toplumsal tabanını oluşturan ve hegemonik personel için
yetişme alanı hizmetini gören yardımcı gruplar; (c) hegemonik sistemden dışlanmış
ast gruplar (Portelli, 1982: 94). Hegemonik sistem içerisinde yönetici sınıf ile ast
sınıflar arasındaki ilişkinin biçimlendirdiği normal rejim “egemenlik”, yani politik
toplumun baskın olduğu ya da bu baskı boyutunun mutlak anlamda kullanıldığı bir
rejimdir. Yönetici sınıf ile ast sınıflar arasındaki ilişkinin zorlayıcı yönü üç görünüm
altında ortaya çıkar. Birincisi, ast sınıfların yönetici sınıfı kendi amaçlarını ve hattâ
gerçek olanaklarını aşma zorunda bıraktıkları bir durum olabilir. Örneğin, Fransız
Devrimi boyunca Jakoben hareket halkın zorlaması altında, burjuva
hegemonyasının toplumsal tabanını büyük ölçüde genişleterek, burjuva amaçlarını
aşmışlardır (Portelli, 1982: 95). İkincisi, transformizm, yani politik toplumun sivil
toplum üzerindeki üstünlüğünün vurgulanması. Egemen sınıf, ast sınıfları siyasal
edilginlik içinde tutarak, onlar üzerindeki etkisini kurup sürdürmekle yetinir.
Böylece, egemen sınıf onları kendi siyasal sınıfı içinde eriterek, önderlerini de
barışçıl yoldan etkisizleştirir (1982: 95). Üçüncüsü, doğrudan diktatoryanın
uygulanması. Ast sınıfları egemenlik altında tutmak için salt politik toplumun
kullanılması durumudur. Bu koşullar altında, egemen grubun hegemonyasını
uygulayabilmesi son derece zordur. Çünkü, bir toplumsal denetim aracı olarak
politik toplumun ön plana çıkması egemen grubun sivil toplumu denetim altında
tutamadığını, dolayısıyla da geniş kitleler nezdinde toplumsal “rıza”nın
sağlanamadığını gösterir (1982: 96).
Siyasal iktidarın ele geçirilmesi sürecinde karşı hegemonya oluşturma çabası
proletaryanın yürüttüğü mücadele açısından önemli bir yer tutar. Gramsci,
hegemonya kavramını toplumsal denetimin ikinci sıradaki olumlu yönleri açısından
da tanımlar: “Toplumsal bir grup üstünlüğünü (supremacy) iki biçimde gösterir:
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
29
egemenlik (dominace) ya da düşünsel ve ahlaki liderlik olarak. Toplumsal bir grup
hükümet gücünü (govermental power) elde etmeden önce liderliğini gösterebilir,
(…) iktidarını uygularken sonradan egemen haline gelir, ancak bu iktidarı elinde
tutarken liderlik etmeye devam etmelidir” (Portelli, 1982: 161). Böylece,
hegemonya kavramının iki yönü daha tanımlanmış olur. Birincisinde, hegemonya
liderlik gerektirir. Ağırlıklı olarak konsensüse dayalı toplumsal denetimin ifade
ettiği hegemonik denetim kendiliğinden ortaya çıkmaz, bilfiil yaratılması gerekir.
İkincisinde, toplumsal bir grup veya sınıf siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve
sürdürülmesi anlamında amacına ulaşmak istiyorsa, toplumsal bunalım öncesinde
liderliğini göstermelidir. Hangi boyutta liderlik edebileceği ise, birleştirici ve ortak
amaca yönelik sınıf ittifakının, yani toplumsal grupların tarihsel blokunu ve onların
amaçlarını gerçek anlamda hayata geçirebilecek ölçüde sahip olunan kapasiteye
bağlıdır (Ransome, 2010: 57-58). Siyasal iktidarın, gelişmekte olan tarihsel bloku
oluşturan parçaların kendi çıkarlarını aşan evrensel bir bakış açısı geliştirmedikçe
ele geçirilmesi zordur. İttifakı oluşturan toplumsal gruplar arasındaki çıkarlar
ekonomik olsa da, bu konular siyasi ve ahlaki alanlara da yansıyacaktır. Farklı bir
ifadeyle dile getirecek olursak, alternatif bir hegemonya hem ekonomik hem siyasal
üstyapı bünyesinde pratik ve düşünsel sorunların farkında olan ve bunlarla bağ
kurmaya hazır, yeni ekonomik, siyasal ve ahlaki liderliğin önderliğiyle gelişebilir.
Hegemonyanın genişleyen anlamı çerçevesinde uzlaşı, ekonomik anlamda
proleter sınıfa dostça yaklaşan diğer toplumsal gruplarla verimli bir iletişim
geliştirme ve onları özümsemeyi içerir: “Proletaryanın müttefikleri üzerinde
hegemonya kazanması için taviz ve fedakârlıklarda bulunması oldukça önemlidir.
Hegemonya uygulanacak kesimlerin çıkar ve eğilimlerini dikkate almayı ve uzlaşma
dengesinin kurulmasını gerektirir. Bu çerçevede, önder grup, ekonomik-korporatif
fedakârlıklarda bulunmalıdır. Hegemonya ahlaki ve siyasi olmanın yanı sıra
ekonomik de olmalıdır” (Ransome, 2010: 181). Proletarya, toplumun çok farklı
kesimlerinin temel problemlerini çözmeye adım atan alternatif projeler etrafında
birleştirme başarısı gösterebilirse, toplumun bir bütün olarak evrensel yayılımını
temsil edebilir. Sosyalist mücadeleyi kendi sınıf çıkarlarıyla sınırlamak, bireylerin
toplumsal ve ekonomik konumlarıyla ilişkisini kurmadan onları eşit birer vatandaş
olarak tanımlayan resmi burjuva tavrının üstesinden gelebilecek bir stratejinin
yaratılmasına engel olur. Eğer işçi sınıfı mücadelesini salt kendi sınıf çıkarlarıyla
sınırlarsa, ortaya koyduğu talepler, yaptığı anlaşmalar, yeni bir toplumsal blokun
kurulmasına yardımcı ol(a)maz.
O halde işçi sınıfı kendi ortak çıkarlarının ötesine geçen farklı toplumsal
güçleri birleştirebilecek bir düzeye ulaşmadıkça, siyasi müdahalesini tam anlamıyla
30
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
gerçekleştiremez. Farklı sosyal sınıflar arasında kurulması hedeflenen bu uzlaşılar
ise, alternatif bir tarihsel blok ve yeni bir devlet kurmaya başlamanın tek yoludur.
Gramsci, yapısal ekonomik çelişkilerin üstyapı kurumlarıyla bağlantılı
değişikliklerle çözülebileceğini kabul etse de, yapı-üstyapı ilişkisine, özel olarak
tarihsel blokun özellikleri açısından atıfta bulunur: “Tarihsel blok kavramı yani doğa
ve tin bütünlüğü (yapı ve üstyapı), karşıtlar ve ayrımlar bütünlüğü” (1971: 137)
oluşturur. Defterler’in bir başka yerinde de yapılar ve üstyapılar bir tarihsel bloku
oluşturacak (1971: 366) şekilde tanımlanır. Hegemonya her zaman tarihsel bloktan
doğar, ancak her tarihsel blok hegemonik olmak zorunda değildir (Ransome, 2010:
182). Zira, toplumsal sınıflar karşılıklı çıkarlara dayanan birbirinden çok farklı
ittifaklar veya bloklar silsilesi üretir, içlerinden çok azı egemen duruma gelir. Bu
tarihsel ittifakın krizlere bağlı olarak sürekli değişikliklere uğradığı
unutulmamalıdır. Tarihsel blok ile hegemonya arasındaki kaçınılmaz olmayan
karşılıklılık toplumsal sınıfların bünyesindeki içsel eksikliklere ilişkin bir durumu
gösterir. Daha açık bir ifadeyle, düşünsel ve ahlaki bir blok oluşturan toplumsal
sınıfların, diğer gruplarla kurulan siyasal ittifakı hegemonik olabileceği gibi,
olmayabilir de. Dolayısıyla, bir sınıfın hegemonik bir sınıf haline gelebilmesi için
liderliğin olası toplumsal değişiklikten önce gerçekleşmesi gerekir.
Rızaya dayalı yöntemlerle hegemonik olamamış bir sınıf ittifakının siyasal
iktidarı ele geçirdiği yerde, kurmayı amaçladığı toplumsal düzeni sürdürmesi zor
hale gelecektir. Zira, hegemonyasını kuramamış bir siyasal iktidarın meşruiyeti
eksiktir, kurulması hedeflenen toplumun kırılgan ve istikrarsız bir yapıya sahip
olması kaçınılmaz olacaktır. Hegemonyanın inşa edilememiş olmasının ortaya
çıkardığı siyasal iktidarın meşruiyetten yoksunluğu, toplumsal oluşumun
sürdürülmesi zorunluluğu karşısında güç/rıza diyalektiğinin “zor” boyutunun ön
plana çıkmasına yol açacaktır. Varlığını ve sürekliliğini salt “zor”a dayandıran bir
tarihsel blok hegemonya üretemez. Gramsci’ye göre, iktidar olan sınıf egemen hale
gelir, fakat liderlik etmeye de devam eder (1971: 57). Devrim sonrasındaki aşamayı
ifade eden hegemonik önderlik ortadan kalkmaz, devrim öncesi durumda olduğu
gibi devam eder, ama niteliği değişir. Hegemonyanın inşası toplumsal değişimin ön
koşulu olduğu gibi, devrim sonrasında ortaya çıkabilecek olası tepkilere karşı bir
savunmadır da.
Sonuç olarak, Gramsci tarafından geliştirilen hegemonya kavramının kendisi
hangi toplumsal güç ilişkisine seslendiğine bağlı olarak farklı şekillerde
kullanılmıştır. Birincisi, bir süreç ve evrimi betimleyen hegemonya kavramının esas
olarak toplumsal ilişkiler içinde gelişen organik bir süreç olduğu unutulmamalıdır.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
31
Hegemonya bağımlı sınıfların duygu ve zihin dünyasındaki denetimi sağlamak
amacıyla çeşitli araçlarla yürütülen aktif mücadeleyi ifade eder. Bu bağlamda
düşünüldüğünde hegemonya egemen sınıflar ile bağımlı sınıflar arasında hiç
bitmeyen bir mücadeledir. İkincisi, hegemonyanın temsilcileri bilinçli ve düşünce
üreten kimselerdir, dolayısıyla hegemonya, toplumsal öznelerin etkinliğinin dışında
bir kavram olmayıp, gerçek bireyler tarafından bilfiil yaratılır, muhafaza edilir ve
yeniden üretilir. Üçüncüsü, hegemonya bilinçli bir zihinsel derinlemesine dönüşme
ve sentez sürecini ifade eder. Bu süreç, maddi gerçekliğin daha fazla anlaşılmasına,
siyasal strateji ve eylemin yeni bir biçiminin gelişmesine öncülük eder. Bu anlamda
hegemonya bir “praksis” biçimidir. Daha açık bir ifadeyle, bilinçli eylem yoluyla
bir gerçekleştirim, eleştirel öz düşünümdür (Ransome, 2010: 176).
Mevzi Savaşı
Gramsci’ye göre, burjuvazinin başarılı bir şekilde devrilebilmesi, bu sınıfın
iktidarı elinde nasıl tuttuğunun tatmin edici bir çözümlemesine bağlıdır. Böylece,
hegemonya, siyasal sınıf egemenliğinin örgütlü meşru dayanağını oluşturması
açısından iktidarla ilişkilendirilmiş olur. Artık, hegemonya kavramı, işçi sınıfının,
toplumun farklı kesimleri arasında kurulan ittifakı anlatmanın bir ifade şekli olarak
ortaya çıkan çeşitli yorumların ötesine geçerek, iktidarın ele geçirilmesi ve sürekli
kılınması temelinde rızaya dayalı ideolojik egemenlik biçimi olarak tanımlanır.
O’nun bu kavrayış tarzı, ekonomik açıdan gelişmiş Batılı kapitalist toplumlarda
stratejik bir zorunluluk olarak hegemonya kavramının “mevzi savaşı” ile
ilişkilendirilerek ele alınmasına yol açar (Ransome, 2010: 179-180).
Mevzi savaşının tarihsel açıdan birinci belirleyeni, sivil toplumun
gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan geniş kitle hareketlerinin özerk bir nitelik
kazanması oluştururken, diğer bir belirleyeni ise, Batı Avrupa’da sosyalist
devrimlerin başarısız bir takım deneyimle sonuçlanmasının, nihai bir zafer için
iktidarın ele geçirilmesinde tek başına yeterli olamayacağını göstermiş olmasıdır.
Dolayısıyla, mevzi savaşının gerekliliği, hegemonyanın oluşum sürecinde stratejik
açıdan önemli bir yere sahiptir. Gramsci, kitle ve siyaset arasında gelişmeye
başlayan bu yeni ilişkilerin içeriğini, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan
devrimci hareketlerin başarısız bir takım deneyimle sonuçlanmasına bağlı olarak
geliştirdiği, savunmacı bir stratejiye indirgemiş görünür. Ancak, faşizmin, işçi sınıfı
üzerinde ortaya çıkan yıkıcı sonuçlarına bizzat tanık olmuş bir kişinin, sosyalist
mücadeleyi reformist bir anlayışa indirgediğini iddia etmek doğru bir değerlendirme
olmayacaktır. Gramsci, yeni koşulların ileri ittiği mevzi savaşını: “…Doğu’da
başarıyla uygulanan manevra savaşından Batı’da tek mümkün yol olan mevzi
32
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
savaşına geçmenin gerekli olduğu…” (1971: 237-238) şeklinde ifade eder. Bu alıntı,
Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde siyasi ve ekonomik sistem derin bir kriz
içinde olduğundan, o dönemi basitçe devrimci sayan tüm sol görüşlerin bir öz
eleştirisi biçiminde okunabilir. Sosyalist bir devrimin gerçekleştirilmesine ilişkin
stratejik temelde yapılan bu değişimin, Batı merkezli okumasından kaçınılmalıdır.
Mevzi savaşı, salt Batılı ülkelere özgü bir devrim stratejisi olmayıp, tüm sosyalist
devrim stratejilerinin önemli bir veçhesini oluşturur. Egemen sınıf iktidarının
temelini “zor”dan çok kitlelerin “rıza”sını almaya dayandığından, işçi sınıfının
mevzi savaşı süresince “zor”u yedeğine alan bir hegemonyayı tercih etmesi
doğaldır. Ancak, siyasal iktidarın devrimci yöntemlerle ele geçirildiği ülkelerde bile,
hegemonik bir güç olmayı başaramayabilir. Dolayısıyla, hegemonyaya ilişkin temel
sorun siyasal iktidarın nasıl ele geçirildiği sorusu değildir, rehber ve lider olma
anlamında onların nasıl benimsenecekleridir. Hegemonya, Batı’da olduğu kadar,
siyasal iktidarın “zor”a dayandığı toplumlar için de geçerlidir (Hobsbawn, 2012:
27). Manevra savaşı bütünüyle görmezden gelinmemesi gerekse de, mevzi savaşı
Gramsci için daha önemli bir odaktır. Dolayısıyla, aktüel bir savaşta olduğu gibi,
manevra savaşının başarısı ya da başarısızlığı son kertede mevzi savaşına bağlı
olacaktır (Ives, 2011: 171).
Batı’da devlete doğrudan saldırının stratejik açıdan dikkate alındığında
başarılı olması mümkün değildir. Sivil toplumu oluşturan karmaşık örgütlenmelerin
tortulu tabakaları entegral devleti hem siyasal bakımdan güçlü hem de ideolojik
bakımdan dirençli kılar (Fontana, 2011: 52). Mevcut düzenin yerine sosyalist bir
düzenin kurulabilmesi için mevzi savaşı, yani ideolojik, kültürel ve entelektüel
mücadeleyi gerektirir. Batı’da radikal anlamda toplumsal ve siyasal değişim, amacı
toplumun etik politik ve ideolojik yapıları zayıflatmak olan sosyokültürel ve
sosyoekonomik alanlarda mevzi savaşını gerektirir. Batı’da mevzi savaşını yürütme
zorunluluğu, devletin ikna ve rızaya dayalı –dolayısıyla eğitime dayalı- yapısına
işaret eder. Devletin bir eğitimci halini alması, ahlaki, entelektüel ve kültürel gücü
kullanıyor olduğu anlamına gelir: İktidarı, kendisini etik-politik, dar iktisadi ve
sosyal çıkarlar ile sınıf çıkarlarından bağımsız evrensel değerlerin temsilcisi olarak
tanımlayarak ifa eder (2011: 53). Böylece, hâkim sınıflar, bütün toplumu –bağımlı
sınıflara- özgün ve sınırları belli “kişilik”lerini aşılarlar. Eleştirel veya hegemonik
bir bilenin oluşmasına paralel olarak yönetilen sınıf içerisinde ortak bir dil ve ortak
bir söylem yapısı gerekir (2011: 54). Gramsci’ye göre bu çaba, hegemonik dünya
anlayışının filizlenmesi ve oluşması için önemlidir.
Gramsci’nin geliştirdiği mevzi savaşının dört önemli öğesi vardır: Birincisi,
her ülkenin tarihsel gelişiminin ortaya çıkardığı özgün duruma yapılan vurgu. Mevzi
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
33
savaşı, dünya sanayi işçisinin eşzamanlı olarak devlete cepheden saldırısını esas
alan sürekli devrim düşüncesinin enternasyonalist konumlanışına karşı ulusalcı bir
anlayışa dayanır. Gramsci, her ülkedeki komünist hareketin kendi toplumunun
özgünlüğünü dikkate alarak devrimci bir strateji geliştirmesi gerektiğini düşünür
(Carney, 2001: 268). Mevzi savaşının bu ulusalcı yönü Gramsci’nin tek ülke
sosyalizmi tercihini de ortaya koyar (Vacca, 2012: 42).
İkincisi, mevzi savaşı devletin bir karşı hegemonya ile kuşatılması
düşüncesine dayanır. Bu karşı hegemonya, işçi sınıfının kitlesel örgütlenmesi
tarafından ve işçi sınıfının kültürünün gelişmesiyle yaratılabilir. Dolayısıyla,
Gramsci, sosyalist devrim öncesinde, işçi sınıfı öncülüğünde karşı hegemonyanın
geliştirilebileceğine inanır: “Bir toplumsal grup hükümet erkini kazanmadan önce
de önderlik yapabilir yani hegemonik olabilir…” (1971: 207). O halde yapılması
gereken şey, devlete cepheden saldırmak değil, işçi sınıfının norm ve değerlerinin
birliğini ifade eden kültürünün dayanaklarını oluşturacak kurumları meydana
getirmektir.
İşçi sınıfı bilinci üzerinde yürütülen ideolojik savaşımı; karşı hegemonyanın
yeni üstyapısı devlet dahil eski üstyapıyı kuşatıncaya kadar, burjuva hegemonyasına
karşı devam eder. Ancak, bu aşama, devlet iktidarının alınması sonrasında anlam
kazanır. Çünkü, işçi sınıfı devlet aygıtını kullanarak toplumsal norm ve değerleri
yeni bir toplumu kurabilecek ölçüde denetim altına alabilir. Gramsci için
kapitalizmin yıkımı ve sosyalizmi inşa etme mücadelesi esas olarak bir sürekliliktir,
iktidarın fiili devri ise sadece bir uğraktır (Hobsbawn, 2012: 25). Proletarya iktidarı
aldığında ise, mevzi savaşı yeni devletin doğal temeli durumuna gelecektir; bu da,
proletarya hegemonyası kurulmadan önce gerçekleşmesi olanaksızdır.
Gramsci, proletarya hegemonyasını burjuva devletini kuşatmanın bir aracı
olarak değil, yeni proleter devletin temeli olarak da ileri sürer. Mevzi savaşının
yürütüldüğü süreçte proletarya hegemonyasını oluşturan kurum ve örgütlenmeler
yeni ahlaki ve entelektüel düzenin temeli durumuna gelir. Manevra savaşı ise,
devleti baskı yönüyle sınırladığı için, devletin ele geçirildiği zaman toplumun
gelişmesinde bir boşluk bırakmaktadır. Ne var ki, işçi sınıfının karşı hegemonya
mücadelesi çoğulculuğun ön koşuludur.
Üçüncüsü, mevzi savaşı, işçi sınıfının bilincine yönelik bir savaşımdır. İlk
bilinç düzeyi, mesleki özdeşleşmedir. Meslek grubunun üyeleri grubun birlik ve
türdeşliğinin, onu örgütlenme gereksinmesinin bilincindedir. İkinci bilinç düzeyi,
ekonomi alanında, üretimle bağlantılı olmak koşuluyla bir toplumsal sınıfın bütün
34
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
üyeleri arasında çıkar dayanışmasına ilişkin bir bilinç ortaya çıkması şeklinde
gelişir. Bu bilinç düzeyinde içi sınıfı, egemen gruplar karşısında siyasal ve hukuksal
eşitlik talep eder. Üçüncü bilinç düzeyinde birey, kendi korporatif çıkarlarının
iktisadi bir sınıfın dar korporatif sınırlarını aştığını ve bu bağımlılığın diğer bağımlı
sınıfları da içine alacak şekilde bir karşı hegemonya oluşturarak aşılabileceğini
kavrar (Carney, 2001: 271).
Dördüncü öğe, bu ideolojik gelişme topolojisinin eyleme dönüşmesidir. Bu
da doğrudan partiyle ilgilidir. Gramsci’ye göre, devrimci bir partiyi tanımlayan şey
sınıftır (Holst, 2013: 79). O’nun parti teorisinin özgünlüğü, parti tarafından
uygulanması gereken ikili perspektif anlayışıdır: “rıza” ve “zor”un diyalektik birliği
(Molyneux, 1982: 197). Bu düşünceye göre, rıza gösterme unsuru zorun
kullanılmasında ve zor unsuru rıza gösterilmesinin sağlanmasında daima ortaya
çıkar (1982: 198). Devrimci partinin ikili perspektif izlemek zorunda kalmasının
nedeni, hâkim sınıfın aynı yöntem ile politik devlet iktidarında ve sivil toplumda
ayrı ayrı kurumsallaştırılmış bir diktatörlük ve hegemonya birleşimi ile varlığını
sürdürmesidir (1982: 199). Baskıcı devlet iktidarı ve sivil toplum kurumları, bütün
ülkelerde eşit olarak gelişmez ve aynı ilişki içinde kalamaz. Dolayısıyla, devrimci
parti bunun somut analizini yapmalı ve stratejiyi buna göre geliştirmelidir. Sivil
toplum uğrağında gelişen hegemonya mücadelesi daha önce hiç görülmemiş bir
yoğunlaşmayı gerektirdiğinden karşılıklı bir kuşatmayı ifade eder. Karşı
hegemonyanın gerçekleşmesi üç ilinti düzeyinde gerçekleşir: (a) sınıf ittifakları
sistemin yaratılmasını; (b) partinin kendi güçlerini eğitmesini; (c) ilk ikisinin
başarısı ise, entelektüellerin mücadelesine bağlanması (1982: 202-203). Bunun iki
yönü vardır. Birincisi, işçi sınıfı ile organik entelektüeller tabakası yaratmak
zorunludur. Gramsci, devrimci partiyi bir bütün olarak işçi sınıfıyla ilişkilendirir:
“İşçi sınıfının (…) kendi safları arasından kendi organik aydınlarını oluşturabilme
yeteneğinde olduğunu; ister kitle ister öncü partisi olsun, siyasal partinin işlevinin
de, bu organik aydınların etkinliğini yönlendirmek ve emekçi sınıfla geleneksel
entelijansiyanın belirli kesimleri arasında bağlantı sağlamak” (1971: 4) İkincisi, işçi
sınıf ile mevcut entelektüeller arasında güçlü ilişkilerin kurulması (1971: 203-204).
Sonuç
Gramsci’nin başta Marksist düşünce olmak üzere çeşitli alanlarda birçok
konu üzerinde yaptığı araştırmalarının büyük bir kısmı İtalyan faşizminin egemen
olduğu hapishane koşullarında gerçekleşti. Dolayısıyla, O’nun bazı yazılarının
anlaşılmasında karşılaşılan en önemli zorluk içinde bulunduğu baskı koşullarının
sınırlayıcı etkisinden ötürü şifreli bir dil kullanmak zorunda kalmış olmasıdır.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
35
Gramsci’nin ölümünden çok sonra Defterler adı altında derlenen çalışmalarının
Marksist aydınların yanı sıra liberal aydınlar arasında da popüler olmasının
nedenlerini, uluslararası alanda ortaya çıkan siyasi gelişmelerden bağımsız olarak
değerlendiremeyiz. Sovyetler Birliği döneminde Polonya ve Yugoslavya’da ortaya
çıkan yurttaş inisiyatifleri şeklindeki toplumsal hareketlerin gelişmesi unutulmuş bir
kavramın yeniden ortaya çıkmasına zemin hazırladı: sivil toplum. Bu kavram ve
onun karakterize ettiği toplumsal muhalefet, Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve
siyasal etkisinin azalmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni ideolojik iklime koşut olarak
uluslararası çevreler tarafından kabul gördü ve çokça desteklendi.
Marksist aydınlar arasında sivil toplum kavramına verilen destek iki önemli
kaynağa dayandırılarak yapıldı. Birincisi, Marx’ın ilk çalışmaları; ikincisi,
Gramsci’nin defterleri. Ön plana çıkan bu klasik metinlerin ortak noktası kapitalist
devleti sivil toplumla ilişkilendirerek ele almış olmasıydı. Gramsci’nin düşüncesine
yönelik yöntem bilimsel açıdan yapılan en temel yanlış, O’nun kavramlar arasında
kurduğu ilişkinin niteliğinin anlaşılamamış olmasıdır. Gramsci, verili bir toplumsal
yapının kuramsal çözümlemesini kavramlar arasında kurduğu ikilikler temelinde ele
almasına rağmen, bu ilişkiler bir çatışkı biçiminde düşünüldü. Böylece, kapitalist
devlet, sınıf niteliğini yitirmiş tarihsel bağlamından koparılarak salt bir baskı aygıtı
konumuna indirgenmiş oldu. Özgürlük kavramı da, sivil toplum uğrağında devlete
karşı yürütülen mücadele sürecinde kazanılacak bireysel haklar temelinde
tanımlanmaya başlandı. Bu kavrayış, sınırlarını piyasa ilişkilerinin belirlediği
burjuva özgürlük anlayışını aşmak bir yana, bir üretim tarzı olarak kapitalizmi tüm
toplumların tarihsel gelişiminin nihai bir evresi olarak mutlak hale getirdi.
Ne var ki, Gramscigil “sivil toplum” ile “devlet” arasındaki ilişki kapitalist
mülkiyet ilişkilerini aşmaya yönelik yeni bir “tarihsel blok”a işaret etmektedir.
Gramsci’yi diğer Marksist düşünürlerden ayırt eden en temel özelliği, üstyapıyı
temel yapı karşısında içerik ve işlevsel açıdan ayrıntılandırıp, onu tarihsel dönüşüm
süreçlerinde aktif bir uğrak olarak kuramsallaştırmış olmasıdır. Gramsci, sivil
toplum uğrağında devlete karşı yürütülen toplumsal muhalefeti burjuva
entelektüalizmin dar sınırları içine hapsetmez. Sivil toplum kavramı, “entegral
devletin” zorlama aygıtı olarak salt politik toplumu değil, hegemonya aygıtı olarak
sivil toplumu da kapsayan, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıf sayesinde tüm
toplumu kendi onaşmasıyla yönettiği devlet teorisinin bir yönünü ifade ederken; dar
anlamda devlet, sınırlı hükümet aygıtı anlamında üstyapısal etkinliğin bir yönünü
niteler. Dolayısıyla, entegral devlet sivil toplum ile politik toplumun tümünü ifade
eden çeşitli etkinlikleri kapsar. Gramscigil devlet anlayışının bu şekilde ortaya
konuluşu, tüm üstyapısal etkinliklerin sınıf niteliğinin kavranmasını olanaklı hale
36
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
getirir. Dolayısıyla, özel örgütlerin oluşturduğu hegemonya aygıtı olsun, hükümet
aygıtı olsun ekonomik aygıta yeni bir yönelim vermeye girişen yeni toplumsal
grubun, tüm toplumu kendileri aracılığıyla yönettiği ve egemenlik altına aldığı sınıf
aygıtlarıdır.
Gramsci, rıza-baskı diyalektik birliğinin bir ifade şekli olarak geliştirdiği
hegemonya kavramı üzerinde de durur. Hegemonya bağımlı sınıfların duygu ve
zihin dünyasındaki denetimi sağlamak amacıyla çeşitli araçlarla yürütülen aktif
mücadeleyi ifade eder. Bu bağlamda düşünüldüğünde hegemonya egemen sınıflar
ile bağımlı sınıflar arasında hiç bitmeyen bir mücadeledir. İkincisi, hegemonyanın
temsilcileri bilinçli ve düşünce üreten kimselerdir, dolayısıyla hegemonya,
toplumsal öznelerin etkinliğinin dışında bir kavram olmayıp, gerçek bireyler
tarafından bilfiil yaratılır, muhafaza edilir ve yeniden üretilir. Üçüncüsü, hegemonya
bilinçli bir zihinsel derinlemesine dönüşme ve sentez sürecini ifade eder. Bu süreç,
maddi gerçekliğin daha fazla anlaşılmasına, siyasal strateji ve eylemin yeni bir
biçiminin gelişmesine öncülük eder. Bu anlamda hegemonya bir “praksis” biçimidir.
Daha açık bir ifadeyle, bilinçli eylem yoluyla bir gerçekleştirim, eleştirel öz
düşünümdür
Gramsci, işçi sınıfının sivil toplum uğrağında stratejik temelde yürüttüğü
mücadeleyi mevzi savaşı şeklinde tanımlar. Mevzi savaşı, dünya sanayi işçisinin
eşzamanlı olarak devlete cepheden saldırısını esas alan sürekli devrim düşüncesinin
enternasyonalist konumlanışına karşı ulusalcı bir anlayışı ifade eder. Mevzi savaşı
devletin bir karşı hegemonya ile kuşatılması düşüncesine dayanır. Mevzi savaşı, işçi
sınıfının bilincine yönelik bir savaşımdır. İlk bilinç düzeyi, mesleki özdeşleşmedir.
Mevzi savaşı ideolojik gelişme topolojisinin eyleme dönüşmesidir. Bu da doğrudan
partiyle ilgilidir.
Marx ve Gramsci, kendilerinden önceki düşünürlerden farklı olarak, devletsivil toplum arasındaki ilişkiyi diyalektik çelişki olarak ortaya koyar. Devlet, sivil
toplum uğrağında ortaya çıkan eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için bu alana
müdahale edebilir. Ancak, devletin bu alana müdahalesi Hegel’in devleti
mutlaklaştırıp, sivil toplum uğrağındaki mevcut ilişkileri koruduğu biçimiyle değil,
bizzat kendisini de sönümlendirecek olan yeni bir “etik politik” projenin temelini
oluşturarak yapar.
Marx’ın çalışmaları bir bütün olarak değerlendirildiğinde birbirinden farklı
kuramsal statüleri olan iki önemli kavram arasında ayrım yaptığı görülmektedir:
“sivil” olan ile “siyasal” olan. Feodal ilişkilerin hâkim olduğu verili toplumsal
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
37
yapıda ekonomik gücü elinde bulunduran sınıf siyasal gücü de elinde bulunduran
sınıftır. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte ekonomik alan siyasal alandan ayrılır.
Devlet özerk bir nitelik kazanır. Marx’ın kavramlar arasında yaptığı bir diğer ayrıma
işlemi ise “sivil toplum” ile “toplum” arasında ortaya çıkar. Toplum, sivil toplumu
aşarken; sivil toplum, toplumun bir bölümünü oluşturur. Böylece Marx, insanın
türsel kurtuluşunu özel mülkiyetle sınırlayan liberal düşüncenin öncül
dayanaklarından farklı olarak, onu sivil topluma indirgemekten çıkarır. Bir başka
ifadeyle, Marx, insan hakları söylemine toplumsal bir nitelik kazandırarak, onu
bireysel çıkarların çatıştığı sivil toplumun ötesine taşımış olur.
Tüm bu açıklamaların Gramsci’nin çalışmalarındaki izdüşümü yeterince
açıktır. Marx’ın sivil toplum-toplum diyalektiği, Gramsci’nin sivil toplum-politik
toplum diyalektik birliğine denk düşmektedir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde
Gramsci, tarihsel blok çözümlemesinde ifade bulan sivil toplum-politik toplum
ayrımındaki sivil toplum vurgusu insanın tikel varoluşuna denk düşerken; sivil
toplum-politik toplum diyalektik birliğindeki “politik toplum” vurgusu insanın
türsel varoluşuna denk düşmektedir. Dolayısıyla, Gramsci, sivil toplumu, sınırlarını
burjuva dünya görüşünün belirlediği bireysel hak ve özgürlüklerin sırf devlet
karşısında korunması gereken bir uğrak olarak kavramaz. O’nun için sivil toplum
uğrağında yürütülen mücadele insanın türsel varoluşunun uygun düştüğü politik
toplumun devrimci dönüşümünü hedeflemektedir. Ancak, siyasal iktidarın ele
geçirilmesi, karşı hegemonyanın başarılı bir şekilde üretilmesine bağlı olduğundan
uzun erimli bir mücadeleyi zorunlu kılar. Dolayısıyla, bu süreç içerisinde devletin
ve hegemonyanın toplumsal işlevini kavramak, stratejik ve taktik temelde yeni
politikalar geliştirmek bir zorunluluktur. Kısacası, Gramscist sivil toplum
mücadelesi, hegemonya mücadelesi temelinde kapitalist mülkiyet ilişkilerini
ortadan kaldırmayı hedefleyen yeni bir “tarihsel blok”a işaret etmektedir.
38
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
KAYNAKÇA
Althusser, Louis (2003), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp
Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları.
Anderson, Perry (1976), “The Antinomies of Antonio Gramsci”, New Left Review,
(No.1/100): 5-77.
Barrett, Michelle (1996), Marx’tan Foucault’ya İdeoloji, çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Mavi Ada Yayınları.
Bobbio, Norberto (2004), “Gramsci ve Sivil Toplum Kavramı”, Keane, John (ed.),
Sivil Toplum ve Devlet Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar, çev. Mehmet Küçük, Ankara:
Yedikıta Yayınları.
Buci-Glucksmann, Christine (2012), “Hegemonya ve Rıza: Politik Bir Strateji”,
Anne Showstack Sassoon (der.), Gramsci’ye Farklı Yaklaşımlar, çev. Mustafa K.
Coşkun, Ankara: Dipnot Yayınları.
Carnoy, Martin (2001), “Gramsci ve Devlet”, çev. Mehmet Yetiş, Praksis, (No, 3,
Yaz): 252-277.
Clarke, Simon (2004), “Marksizm Sosyoloji ve Poulantzas’ın Devlet Kuramı”,
(der.), Simon Clarke, Devlet Tartışmaları, Marksist Devlet Kuramına Doğru, çev.
İbrahim Yıldız, Ankara: Ütopya Yayınları.
Crehan, Kate (2002), Gramsci Kültür Antropoloji, çev. Ümit Aydoğmuş, İstanbul:
Kalkedon Yayınlar.
Fontana, Benedetto (2011), “Hegemonya ve Retorik: Gramsci’de Siyasal Eğitim”,
Carmel Borg, Joseph Buttigieg ve Peter Mayo (der.), Gramsci ve Eğitim, çev. Selim
Sezer, İstanbul: Kalkedon Yayınları.
Fontana, Benedetto (2013), Hegemonya ve İktidar, Gramsci ve Mahiavelli
Arasındaki İlişki Üzerine, çev. Onur Gayretli, İstanbul: Dipnot Yayınları.
Hobsbawn, Eric J. (2012), “Gramsci ve Marksist Politik Teori”, Anne Showstack
Sassoon (der.), Gramsci’ye Farklı Yaklaşımlar, çev. Mustafa K. Coşkun, Ankara:
Dipnot Yayınları.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
39
Holst, John D. (2013), “Gramsci’nin Hapishane Öncesi Eğitsel, Siyasal Teori ve
Pratiğinde Devrimci Parti”, Peter Mayo (der.), Gramsci ve Eğitsel Düşünce, çev. Onur
Gayretli, İstanbul: Kalkedon Yayınları.
Hardt, Michael ve Antonio Negri (2003), Dionysos’un Emeği, Devlet Biçiminin Bir
Eleştirisi, çev. Ertuğrul Başer, İstanbul: İletişim Yayınları.
Hardt, Micheal ve Antonio Negri (2000), İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Ives, Peter (2011), Gramsci’de Dil ve Hegemonya, çev. Ekrem Ekici, İstanbul:
Kalkedon Yayınları.
Jessop, Bob (1990), State Theory, Putting Capitalist States in Their Places, London:
University Park.
Jessop, Bob (2004), “Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve Hegemonya Projeleri”,
Simon Clarke (der.), Devlet Tartışmaları, Marksist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev.
İbrahim Yıldız, Ankara: Ütopya Yayınları.
Gramsci, Antonio (1971), Selecrion from The Prison Netebooks, ed. ve çev. Quintin
Hoare ve Geoffrey Nowell Smith, Londra: Lawrence and Wishart.
Gramsci, Antonio (2010), “Kapital’e Karşı Devrim”, David Forgacs (der.), Gramsci
Kitabı Seçme Yazılar 1916-1935, çev. İbrahim Yıldız, Ankara: Dipnot Yayınları.
Molyneux, John (1982), Marksizm ve Parti, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Belge
Yayınları.
Marx, Karl (1993), A Contribution of the Critique of Political Economy, çev. S. W.
Ryazonskaya, Moskow: Zodiac.
Morton, Adam David (2011), Gramsci’yi Çözümlemek, çev. Barış Baysal, İstanbul:
Kalkedon Yayınları.
Mclellan, David (1999), İdeoloji, çev. Ercüment Özkaya, Ankara: Doruk Yayınları.
Merrington, John (1999), “Gramsci’nin Marksizm Anlayışında Kuram ve Uygulama”,
Kemal Saybaşlı (der.), Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar, İstanbul: Doruk Yayınları.
40
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Poulantzas, Nicos (2013), Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, çev. Şule Ünsaldı,
Ankara: Epos Yayınları.
Portelli, Hugues (1982), Gramsci ve Tarihsel Blok, çev. Kenan Somer, Ankara: Savaş Yayınları.
Ransome, Paul (2010), Antonio Gramsci Yeni Bir Giriş, çev. Ali İhsan Başgül,
Ankara: Dipnot Yayınları.
Sassoon, Anne Showstack (2012), “Hegemonya, Mevzi Savaşı ve Politik
Müdahale”, Anne Showstack Sassoon (der.), Gramsci’ye Farklı Yaklaşımlar, çev.
Mustafa K. Coşkun, Ankara: Dipnot Yayınları.
Texier, Jacques (1982), Gramsci ve Sivil Toplum, çev. G. P. Mishara, Ankara: Savaş
Yayınları.
Texier, Jacques (1985), Gramsci ve Felsefe, çev. Kenan Somer, Ankara: Birey ve
Toplum Yayınları.
Thomas, Peter D. (2010), Gramsci Çağı Felsefe Hegemonya Marksizm, çev. İlker
Akçay ve Ekrem Ekici, Ankara: Dipnot Yayınları.
Thomas, Paul (2009), Yabancı Politik, Marksist Devlet Kuramına Yeniden Bakmak,
çev. İbrahim Yıldız, Ankara: Dipnot Yayınları.
Vacca, Giuseppe (2012) “Aydınlar ve Marksist Devlet Teori”, Anne Showstack
Sassoon (der.), Gramsci’ye Farklı Yaklaşımlar, çev. Mustafa K. Coşkun, Ankara:
Dipnot Yayınları.
Yetiş, Mehmet (2009), “Devletin İki Görünümü”, Mülkiye, (No.264, Kış): 129-153.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
41
DOES EXPOSURE TO VIOLENCE INCREASE OR DECREASE
SUPPORT FOR POLITICAL VIOLENCE?
Direnç KANOL ∗
__________________________________________________________________
ABSTRACT
This paper argues that the relationship between exposure to violence and support for political
violence is not linear. These variables rather have a U-curved relationship. Exposure to violence,
until a certain threshold, increases empathy. Empathy, in turn, decreases support for political
violence. Once that threshold is passed, however, one can argue that exposure to violence should
induce support for political violence. The paper uses the Afrobarometer (2008) data. It focuses on
Liberia which has not been explored by scholars working on attitudes towards political violence
before. The findings provide support for the hypothesis.
Keywords: Exposure to Violence, Liberia, Support for Political Violence.
ÖZET
ŞİDDETE MARUZ KALMA SİYASİ ŞİDDETE DESTEĞİ AZALTIR MI, ÇOĞALTIR
MI?
Bu makale şiddete maruz kalma ve siyasal şiddete destek arasındaki ilişkinin doğrusal değil ters
çevrilmiş bir U-eğrisi şeklinde olduğunu savunur. Şiddete maruz kalma bir dereceye kadar siyasal
şiddete desteği azaltmakta, fakat bu dereceden sonra çoğaltmaktadır. Yazar bu hipotezi test etmek
için Afrobarometer (2008) verilerini kullanmış ve daha önce siyasal şiddete karşı tavırlar ile ilgili
bir çalışmanın yapılmadığı Liberya’ya odaklanmıştır. Bulgular hipotezi desteklemektedir.
Anahtar kelimeler: Şiddete Maruz Kalma, Liberya, Siyasal Şiddete Destek.
_______________________________________________________________________________
Introduction
Recently, there is a surge in the research on attitudes toward political
violence in post-conflict societies (Claasssen, 2014a; 2014b; Hirsch-Hoefler et al.,
2014; Wohl et al., 2014; Canneti et al., 2015). Due to the complexity of the reasons
Yrd. Doç. Dr., Yakın Doğu Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü ([email protected])
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015)
∗
42
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
why some people are more prone to accept political violence as a means to an end,
scholars have had to work with models which have very low explanatory power and
ambiguous results (see Mousseau, 2011; Victoroff et al., 2012; Hayes and
McAllister, 2005). Such findings suggest that the task at hand is far from complete.
One factor that produced contradictory results is exposure to violence. Some
scholars argue that violence begets violence (Hayes and McAllister, 2001; Cannetti
et al., 2015; Miguel et al., 2010; Hobfoll et al., 2006; Chemtob et al., 1994; Miller
et al., 2003; Herrmann et al., 1999). When people are exposed to violence from a
certain group, they develop feelings of revenge. This, in turn, increases the
likelihood of accepting political violence as a means to alleviate their pain.
Moreover, exposure to violence may disturb the psyche of an individual, making
them more inclined to express violent behaviour, irrespective of having feelings of
revenge. On the other hand, some scholars argue that exposure to violence reduces
the likelihood of accepting political violence (Staub, 2003; Staub and Vollhardt,
2008; Vollhardt, 2009). This argument is based on the logic of empathy. When
people face unpleasant behaviour, they build empathy towards other people who are
exposed to similar behaviour. Hence, they are less likely to wish such violence to
occur to anybody, including their former enemies.
In this paper, we argue that both of these arguments are only partly true.
Exposure to violence and acceptance of political violence do not have a linear but a
U-curved relationship. We state that exposure to violence until a certain threshold
increases empathy, which then decreases acceptance of political violence. Once that
threshold is passed, however, we expect that exposure to violence should induce
acceptance of political violence. This hypothesis is tested by survey analysis
technique, using Liberia as a case study which was not explored in political violence
literature so far. Section 1 reviews the literature and formulates the hypotesis.
Section 2 discusses the methodology and section 3 presents the results. Section 4
summarizes the findings.
Past Suffering and Support for Political Violence
Political socialization literature shows that the childhood period is crucial as
what is learned during this period defines behaviour in adulthood (Greenstein 1965;
Whiting and Child 1953; Harrington and Whiting 1972; Fornari 1975). Whereas
warmth and affection received during childhood period is linked to socially desirable
behaviour, harsh socialization experiences create or exacerbate violent behaviour
(Winnicott, 1965; Russell 1972; Eckhardt 1975). For instance, Miguel et al. (2010)
found that civil war exposure is directly correlated with violent behaviour on the
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
43
football pitch measured by yellow and red cards each player receives. Moreover,
losing a home, incurring a serious injury or having a loved one killed may trigger
psychological disorder and violent behaviour (Hayes and McAllister, 2001). These
individuals may continue their lives by constantly living under stress, anxiety and
depression, which in turn, triggers aggression (Landau et al., 2010; Hobfoll et al.,
2006). This is true, regardless of the feeling of revenge against a certain group. When
the desire for revenge is taken into account, violent behaviour and support for
violence may increase considerably (see Agnew, 2010; Victoroff, 2005). Certain
deeds that are done to a group of people create an urge to ‘right’ the wrong that has
been done to them.
On the other hand, we find a group of scholars who argue that past suffering
may, in fact, help people to grow empathy towards the others. These individuals are
more likely to renounce violence and become altruists as a result of this empathy.
According to Staub (2003), once they heal or partially heal, they devote themselves
to other people. They work to make sure that they do not suffer the same way as
they did. In a similar line, Staub and Vollhardt (2008) argue that people who become
victims of violence may, in time, understand what led others to engage in violence,
become resilient and show signs of posttraumatic growth. An extensive review of
the ‘altruism born of suffering’ argument is provided by Vollhardt (2009). The author
shows that there is enough evidence to suggest such a relationship between being
victims of violence and being against violence.
There is evidence for both seemingly contradictory findings. However, no
one has yet attempted to account for this contradiction. We argue that this paradox
can be explained only when we take the level of violence exposed into consideration.
Can one assume that inflicting a minor injury or having property damaged is the
same thing as losing a loved one? We doubt. Suffering has degrees and it is not
certain why we are to assume that all degrees of suffering should have the same
consequence in regard to support for political violence. A more plausible approach
is to suggest a U-curved relationship between suffering and support for political
violence. People who suffer from minor injuries, damaged property etc. are much
more likely heal and show signs of what Staub (2003) calls ‘altruism born of
suffering’. However, one can argue that people who suffer terrible things, especially
when these things are inflicted upon them by a certain someone or a certain group
are more likely to grow feelings of revenge and anger. This argument is in line with
the findings of Gould and Klor (2010) who stated that terror attacks in Israel
increases the acceptance for territorial concessions to the Palestinians. However,
terror attacks beyond a certain threshold has the opposite effect. To our knowledge,
44
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
no one has yet tested past suffering and support for political violence in a non-linear
fashion. We will put this hypothesis to test after we explain the method to be used
in the next part.
Method
The preferable method, like in most other political psychology research is
lab, survey or field experiments (see for example Green et al., 2013; Avkiran et al.,
forthcoming; Kanol, forthcoming amongst others). However, one difficulty in
conducting experiments in political violence research is to set up ethical studies
(Littman and Paluck, forthcoming). As the challenge to randomly assign subjects
into different groups and subject them to violence or even prime them with the
feeling of violent behavior can be quite difficult, observational survey research
might be used alongside carefully designed experiments to test hypotheses regarding
attitudes towards political violence. Therefore, we run a multivariate regression with
relevant controls as discussed in the next paragraph. Since the dependent variable is
ordinal with a 5-point scale, the analysis is first conducted with ordered logistic
regression analysis. However, the results are qualitatively the same with Ordinary
Least Squares (OLS) analysis. To make the interpretation of the results clearer, we
report the results of the OLS analysis. Liberia, which has not been previously used
in support for political violence literature is used as a case study. Liberia experienced
horrible, violent events for almost two decades. Violence dropped steeply after 2003.
In 2011, violence stood at its lowest since 1997 (Dowd and Raleigh 2012;
International Crisis Group, 2012). However, the situation is still fragile and an
inquiry into the attitudes of the public toward political violence is necessary.
Afrobarometer (2008) data is used to operationalize low-level of suffering and highlevel of suffering. This is a probabilistic survey conducted with 1200 Liberians faceto-face. Support for violence is measured by asking the Liberians if use of violence
can be justified for a cause. Property damaged is used as a proxy to measure low
level of victimhood and suffering. Family loss is used as a proxy to measure high
level of victimhood and suffering.
A set of control variables is introduced in the model based on the literature.
Question wordings and possible answers with the numbers used for coding can be
found in the appendix. Some scholars argued that relative deprivation, that is the
discrepancy between achievement optimum and actual achievement, should
increase support for political violence (Zaidise et al., 2007; Canetti et al., 2010).
Relative deprivation is measured by asking the Liberians to rate their living
conditions compared to other Liberians. Muller (1972) stated that citizens who have
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
45
deep rooted negative attitudes toward the political authority are more ready to
embrace political violence. Trust in parliament is used to capture attitudes toward
the political authority. The relationship between religiosity and support for political
violence is ambivalent. Some found that religious people are more likely to support
political violence, whereas others found proof on the contrary (Saudis et al., 2007;
Funderburk, 1986). Religiosity is measured by asking Liberians how important
religion in their lives is. Hayes and McAllister (2005) and Haddad (2009) argue that
young males are more likely to support political violence. Age is measured as an
interval variable and Gender is measured as a dichotomous variable. Also, the more
educated one is, the more likely that they will renounce violence as a plausible way
of realizing one’s goals (Silke, 2008; Khashan, 2003; Hayes and McAllister, 2005;
Humphreys and Weinstein, 2008). Education is measured as an ordinal variable.
Cohen et al. (2006), Noor et al., (2008) and Noor et al., (2012) show that strong
loyalty to in-group is positively correlated with out-group violence. Hence, the more
in-group/out-group distinction for an individual, the more the chances of support for
political violence. In other words, the more somebody identifies himself/herself with
their ethnic group rather than with the country as a whole, the more likely they are
to accept political violence (Noor et al., 2008). In-group identity is measured by
asking people if they identify themselves more with their ethnic group or as a
Liberian. General strain theory suggests that conditions disliked by individuals are
likely to lead to violence (Agnew, 2010). When a group of people feel that they are
being discriminated (Victoroff et al., 2012; Silke, 2008) or when they feel powerless
as a direct result of not being listened to by their governments, they should be more
likely to accept political violence (Humphreys and Weinstein, 2008). Group
discrimination is measured by asking people how often they think that their ethnic
group is treated unfairly by the government. Political efficacy is measured by asking
Liberians how easy or difficult it is to have their voices heard between the elections.
Results
Figure I shows that the dependent variable is not normally distributed. Most
Liberians do not embrace violence as a means to achieve political goals. Table I
provides a correlation matrix. These correlations are moderate at best. Hypothesized
relationships between low level and high level of suffering and support for political
violence are in the expected direction (-0.04 for property damaged and 0.07 for
family loss). Table II provides the findings from the multivariate OLS model. Rsquared shows that only 4% of the variance is explained (see table II). This proves,
once again, that support for political violence is a very complex phenomenon and
any attempt to explain it should be done with modesty. As the literature provides
46
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
contradictory findings, we deemed it more appropriate to calculate the p-values as
two-tailed.
In line with the expectation in this paper, people whose property was
damaged in the civil war are less likely to support political violence. Having
property damaged in the civil war decreases support for violence by 0.20 units on
the 5-point scale. However, this finding is significant only at the 90% confidence
level. Also, in line with the expectation in this paper, Liberians who lost a family
member are more likely to support political violence. Losing a family member in
the civil war increases support for violence by 0.31 units on the 5-point scale. This
finding is significant at the 99% confidence level.
Results also show that younger people are more likely to support political
violence (significant at 90% confidence level). Education decreases support for
political violence (significant at 90% confidence level). Liberians who identify
themselves more with their ethnic group than with their nationality are more likely
to support political violence (significant at 99% confidence level). The feeling of
political efficacy decreases support for political violence (significant at 95%
confidence level). Unexpectedly, Liberians who feel to be discriminated as an ethnic
group are less likely to support political violence and those who trust the parliament
more are more likely to support political violence (significant at 99% confidence
level and 90% confidence levels respectively).
0
10
20
Percent
30
40
50
Figure I – Support for Political Violence (Histogram)
0
1
2
supportviolence
3
4
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Table I – Correlation Matrix
47
48
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Table II – Ordinary Least Squares Regression
Age
Gender
Education
Religiosit
y
In-group identity
Relative deprivation
Group
discrimination
Trust in parliament
Political efficacy
Property damaged
Family
loss
Model fit
N
R-squared
Beta
-0.01
0.05
-0.03
P-values
0,06**
0,56
0,1*
-0.07
-0.12
-0.04
0,48
0,01***
0,24
-0.14
0.06
-0.09
-0.20
0,01***
0,08*
0,02**
0,07*
0.31
0,01***
1052
0,04
Note: * significant at p<0.1 level, ** significant at p<0.05 level, *** significant at p<0.01 level (twotailed).
Conclusion
Data presented in this paper suggests that exposure to violence does have an
effect on support for political violence. However, this relationship seems to be far
from being linear. Low-level of suffering such as having property damaged or minor
physical injuries may lead to renouncing political violence. High-level of suffering
such as losing a family member, however, leads to supporting political violence. We
should warn the reader that this study should be replicated in other contexts with
alternative measurement strategies in order to be certain about the causal
relationship. In particular, there may be measurement issues with the
operationalization of the independent variable due to the use of single-item
measures. Nevertheless, the paper makes a contribution to the literature by moving
away from the somewhat simplistic linear argument and suggesting a U-curved
relationship between past suffering and support for political violence.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
49
Appendix
Support for violence: Which of the following statements is closest to your view?
Statement 1: The use of violence is never justified in Liberian politics today.
Statement 2: In this country, it is sometimes necessary to use violence in support of
a just cause. (0) Agree very strongly with statement 1. (1) Agree with statement 1.
(2) Agree with neither (3) Agree with statement 2. (4) Agree very strongly with
statement 2.
Gender: Respondent’s gender: (0) Female. (1) Male.
Age: How old are you? …
Education: What is the highest level of education you have completed? (0) No
formal schooling. (1) Informal schooling only (including Koranic schooling). (2)
Some primary schooling. (3) Primary school completed. (4) Some secondary
school/high school. (5) Secondary school completed/high school completed. (6)
Post-secondary qualifications, other than university e.g. a diploma or degree from a
polytechnic or college. (7) Some university. (8) University completed. (9) Postgraduate.
Religiosity: How important is religion in your life? (0) Not at all important. (1) Not
very important. (2) Somewhat important. (3) Very important.
Relative deprivation: In general, how do you rate your living conditions compared
to those other Liberians? (0) Much worse. (1) Worse. (2) Same. (3) Better. (4) Much
better.
Trust in parliament: How much do you trust each of the following, or haven’t you
heard enough about them to say: The National Legislature? (0) Not at all. (1) Just a
little. (2) Somewhat. (3) A lot.
In-group identity: Let us suppose that you had to choose between being a Liberian
and being a … (respondent’s ethnic group). Which of the following best expresses
your feelings? (0) I feel only (respondent’s ethnic group). (1) I feel more
(respondent’s ethnic group) than Liberian. (2) I feel equally Liberian and
(respondent’s ethnic group). (3) I feel more Liberian than (respondent’s ethnic
group). (4) I feel only Liberian.
50
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Group discrimination: How often is the (respondent’s ethnic group) treated
unfairly by the government? (0) Never. (1) Sometimes. (2) Often. (3) Always.
Political efficacy: How easy or difficult is it for an ordinary person to have his voice
heard between elections? (0) Very difficult. (1) Somewhat difficult. (2) Somewhat
easy. (3) Easy.
Property damaged: Now I would like to ask you some questions about your
experiences during the two civil wars that occurred in Liberia between 1989 and
2003. As you know, during the civil wars there was violence in many parts of the
country. During the civil wars, please tell me if YOU PERSONALLY were affected
in any of the following ways: Damage to your personal property: (0) No. (1) Yes.
Family loss: Now I would like to ask you some questions about your experiences
during the two civil wars that occurred in Liberia between 1989 and 2003. As you
know, during the civil wars there was violence in many parts of the country. During
the civil wars, please tell me if YOU PERSONALLY were affected in any of the
following ways: Loss or death of a personal family member due to conflict: (0) No.
(1) Yes.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
51
BIBLIOGRAPHY
Agnew, R. (2010), “A General Strain Theory of Terrorism”, Theoretical Criminology,
Vol. 14, No. 2, pp. 131-153.
Avkiran, N. K., Kanol, D. K. and Oliver, B. R. (Forthcoming). “Knowledge of
Campaign Finance Regulation Reduces Perceptions of Corruption”. Accounting and
Finance.
Canetti, D, Hobfoll, S. E., Pedahzur, A. Adisa, E. (2010), “Much Ado about Religion:
Religiosity, Resource Loss, and Support for Political Violence”, Journal of Peace
Research, Vol. 47, No. 5, pp. 575-587.
Canetti, D., Elad-Strenger, J., Lavi, I., Guy, D., and Bar-Tal, D. (2015). “Exposure to
Violence, Ethos of Conflict, and Support for Compromise: Surveys in Israel, East
Jerusalem, West Bank, and Gaza”. Journal of Conflict Resolution. Early View. 1-20.
Chemtob, C.M. Hamada, R. S., Roitblat, H. L. and Muraoka, M.Y. “Anger, Impulsivity,
and Anger Control in Combat-related Posttraumatic Stress Disorder”. Journal of
Consulting and Clinical Psychology, Vol. 62, pp. 827-832.
Claassen, C. (2014a). “Group Entitlement, Anger and Participation in Intergroup
Violence”. British Journal of Political Science Early View, doi:
10.1017/S000712341400012X.
Claassen, C. (2014b). “Who Participates in Communal Violence? Survey Evidence
from South Africa”. Research & Politics, 1(1), 2053168014534649.
Cohen, T. R., Montoya, M. R. and Insko, C.A. (2006), “Group Morality and Intergroup
Relations: Cross-cultural and Experimental Evidence”, Personality and Social
Psychology Bulletin, Vol. 32, No.11, pp.1559-1572.
Dowd, C. and Raleigh, C. (2012), “Mapping conflict across Liberia and Sierra Leone”,
Accord: An International Review of Peace Initiatives, No. 23, pp. 13-18.
Eckhardt, W. (1975), “Primitive Militarism”, Journal of Peace Research, Vol. 12, No.
1, pp. 55-62.
Fornari, F. (1975), The Psychoanalysis of War, Indiana University Press, Bloomington.
52
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Funderburk, C. (1986), “Religion, Political Legitimacy and Civil Violence: A
Survey of Children and Adolescents”, Sociological Focus, pp. 289-298.
Gould, E. D. and Klor, E. F. (2010). “Does Terrorism Work?”, The Quarterly
Journal of Economics, Vol. 125, No. 4, pp. 1459-1510.
Greenstein, F. I. (1965), Children and Politics, Yale University Press, New Haven.
Green, D. P., McGrath, M. C., & Aronow, P. M. (2013). “Field Experiments and the
Study of Voter Turnout”. Journal of Elections, Public Opinion & Parties, 23(1), 27-48.
Haddad, S. (2009), “Lebanese and Palestinian Perspectives on Suicide Bombings:
An Empirical Investigation”, International Studies, Vol. 46, No. 3, pp. 295-318.
Harrington, C. and Whiting, J.W.M. (1972), “Socialization Processes and
Personality”, in Hsu, F. L. K. (Ed.), Psychological Anthropology, Schenkman,
Cambridge, pp. 469-507.
Hayes, B.C., and McAllister, I. (2001), “Sowing Dragon’s Teeth: Public Support for
Political Violence and Paramilitarism in Northern Ireland”, Political Studies,
Vol. 49, No.5, pp. 901-922.
Hayes, B. C. and McAllister, I. (2005), “Public Support for Political Violence and
Paramilitarism in Northern Ireland and the Republic of Ireland”, Terrorism and
Political Violence, Vol. 17, No. 4, pp. 599-617.
Herrmann, R., Tetlock, P. E. and Visser. P. (1999). “Mass Public Decisions on Going
to War: A Cognitive-interationist Framework. American Political Science Review,
Vol. 93, pp. 553-574.
Hirsch-Hoefler, S., Canetti, D. Rapaport, C. and Hobfoll, S.E. “Conflict will Harden
your Heart: Exposure to Violence, Psychological Distress, and Peace Barriers in
Israel and Palestine”. British Journal of Political Science. Early View. doi:
10.1017/S0007123414000374.
Hobfoll, S. E., Canetti-Nisim, D. and Johnson, R.J. (2006), “Exposure to Terrorism,
Stress-related Mental Health Symptoms, and Defensive Coping among Jews and
Arabs in Israel”, Journal of Consulting and Clinical Psychology, Vol, 74. No. 2, pp.
207-218.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
53
Humphreys, M. and Weinstein, J. M. (2008), “Who Fights? The Determinants of
Participation in Civil War”, American Journal of Political Science, Vol. 52, No. 2, pp.
436-455.
International Crisis Group. (2012), “Liberia: Time for Much-Delayed Reconciliation and
Reform” available at: http://www.crisisgroup.org/en/regions/ africa/westafrica/liberia/
b088-liberia-time-for-much-delayed-reconciliation-and-reform.aspx
(accessed
14
October 2013).
Kanol, D. (Forthcoming). “Civil Society at the Negotiation Table, Legitimacy Beliefs,
and Durable Peace”. Peace and Conflict Studies.
Khashan, H. (2003), “Collective Palestinian Frustration and Suicide Bombings”, Third
World Quarterly, Vol. 24, No. 6, pp. 1049-1067.
Landau, S. F., Gvirsman, S. D., Huesmann, R. L., Dubow, E. F., Boxer, P., Ginges, J. and
Shikaki, K. (2010), “The Effects of Exposure to Violence on Aggressive Behavior: The
Case of Arab and Jewish Children in Israel”, in Österman, K. (Ed.), Indirect and Direct
Aggression (2010): Peter Lang, Frankfurt am Main, pp. 321-343.
Littman, R. and Paluck, E. L. (Forthcoming). “Understanding Individual Participation in
Collective Violence”. Advances in Political Psychology.
Miguel, E., Saiegh, S. M. and Satyanath. (2011), “Civil War Exposure and
Violence”, Economics & Politics, Vol. 23, No. 1, pp. 59-73.
Miller, M. W., Greif, J. L. and Smith, A. A. (2003). “Multidimensional Personality
Questionnaire Profiles of Veterans with Traumatic Combat Exposure: Externalizing and
Internalizing Subtypes”. Psychological Assessment, Vol. 15, pp. 205-215.
Mousseau, M. (2011). Urban Poverty and Support for Islamist Terror Survey Results of
Muslims in Fourteen Countries. Journal of Peace Research, 48(1), 35-47.
Muller, E. N. (1972), “A Test of a Partial Theory of Potential for Political Violence”, The
American Political Science Review, Vol. 66, No. 3, pp. 928-959.
Noor, M., Gonzalez, R., Manzi, J. and Lewis, C.A. (2008), “On Positive Psychological
Outcomes: What Helps Groups with a History of Conflict to Forgive and Reconcile with
Each Other?”, Personality and Social Psychology Bulletin, Vol. 34, No. 6, pp. 819-832.
54
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Noor, M., Schnabel, N., Halabi, S. and Nadler, A. (2012), “When suffering begets
suffering: The psychology of competitive victimhood between Adversarial groups
in violent conflicts”, Personality and Social Psychology Review, Vol. 16, No. 4, pp.
351-374.
Russell, E.W. (1972), “Factors of Human Aggression: A Cross-cultural Factor
Analysis of Characteristics Related to Warfare and Crimes”, Cross-Cultural
Research, Vol. 7, No. 4, pp. 275-312.
Silke, A. (2008), “Holy Warriors: Exploring the Psychological Processes of Jihadi
Radicalization”, European Journal of Criminology, Vol. 5, No. 1, pp. 99-123.
Staub, E. (2003), “Notes on Cultures of Violence, Cultures of Caring and Peace, and
the Fulfillment of Basic Human Needs”, Political Psychology, Vol. 24, No. 1, pp. 121.
Staub, E, and Vollhardt, J. (2008), “Altruism Born of Suffering: The Roots of Caring
and Helping after Victimization and Other Trauma”, American Journal of
Orthopsychiatry, Vol. 78, No. 3, pp. 267-280.
Victoroff, J. (2005), “The Mind of the Terrorist A Review and Critique of
Psychological Approaches”, Journal of Conflict Resolution, Vol. 49, No. 1, pp. 342.
Victoroff, J, Adelman, J. R. and Matthews, M. (2012), “Psychological Factors
Associated with Support for Suicide Bombing in the Muslim Diaspora”, Political
Psychology, Vol, 33, No. 6, pp. 791-809.
Vollhardt, J.R. (2009), “Altruism Born of Suffering and Prosocial Behaviour
Following Adverse Life Events: A Review and Conceptualization”, Social Justice
Research, Vol. 22, No. 1, pp. 53-97.
Whiting, J. W. M. and Child, I. L. (1953), Child Training and Personality, Yale
University Press, New Haven.
Winnicott, D. W. (1965), The Maturational Process and the Facilitating
Environment, International Universities Press, New York.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
55
Wohl, M. J. A., King, M. and Taylor, D. M. (2014). “Expressions of Political
Practice: Collective Angst Moderates Politicized Collective Identity to Predict
Support for Political Protest (Peaceful or Violent) Among Diaspora Group
Members”, International Journal of Intercultural Relations, Vol. 43, pp. 114-125.
Zaidise, E., Canetti-Nisim, D. and Pedahzur, A. (2007), “Politics of God or Politics
of Man? The Role of Religion and Deprivation in Predicting Support for Political
Violence in Israel”, Political Studies, Vol. 55, No. 3, pp. 499-521.
56
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
GENDERING SCIENCE, TECHNOLOGY AND INNOVATION:
THE CASE OF R&D IN TURKEY
Ece ÖZTAN ∗
Setenay Nil DOĞAN ∗∗
_______________________________________________________________________________
ABSTRACT
Research and development (R&D) involves innovative studies conducted systematically to increase
knowledge and practices (Keleş, 2007: 45). While Turkey’s R&D intensity score is below the European
average, it has increased continuously since the 2000s. Meanwhile, development of human capital in
R&D has become one of the aims of Turkey’s National Strategy of Science, Technology and Innovation.
This paper will focus on the gendered dynamics of careers in R&D, a field with a wide gender gap, through
interviews conducted with employees in a university technopark and some of Turkey’s large R&D centers
to explore the relationships between science, technology, innovation and gender.
Keywords: R&D, Gender, Science, Innovation, Technology, Turkey.
ÖZET
BİLİMİ, TEKNOLOJİYİ VE İNOVASYONU CİNSİYETLENDİRMEK:
TÜRKİYE’DE AR-GE ÖRNEĞİ
Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge), bilgi birikimini ve uygulamalarını artırmak amacıyla sistematik olarak
yürütülen yenilikçi çalışmaları ifade eder (Keleş, 2007: 45). Ar-Ge yoğunluğu Türkiye’de AB ortalamasının
epey gerisinde seyretmekle birlikte, 2000’li yıllardan itibaren sürekli bir artış trendi göstermiştir. Ar-ge insan
kaynağının geliştirilmesi de Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisinin temel hedeflerinden biridir.
Bu makale, bir üniversite teknoparkının ve Türkiye’nin büyük AR-GE merkezlerinin çalışanlarıyla yapılan
görüşmeler aracılığıyla geniş toplumsal cinsiyet uçurumlarının olduğu kabul edilen AR-GE alanındaki
kariyer deneyimlerini toplumsal cinsiyet açısından inceleyerek bilim, teknoloji, inovasyon ve toplumsal
cinsiyet arasındaki ilişkilere bakmayı hedefliyor.
Anahtar Kelimeler: AR-GE, Toplumsal cinsiyet, Bilim, İnovasyon, Teknoloji, Türkiye.
_______________________________________________________________________________
Arş. Gör. Dr, Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Öğr. Gör. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015)
∗
∗∗
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
57
Introduction
Research and development (R&D) involves innovative studies conducted
systematically to increase knowledge and practices (Keleş, 2007: 45). In the long
run, R&D is an essential factor for increasing wealth and efficiency (Jones &
Williams, 2000). R&D intensity, the percentage of money spent for R&D and R&D
human capital are each considered to be basic measures of progress in this field.
While Turkey’s R&D intensity of 0.84% is quite far below the EU’s average
intensity score of 1.97%, it has increased continuously since the 2000s. Meanwhile,
development of human capital in R&D has become one of the basic aims of Turkey’s
National Strategy of Science, Technology and Innovation, and National Innovation
System 2023.
R&D is considered a field with a wide gender gap. A similar pattern of
vertical gender differentiation in the academy can be observed in related scientific
activities in the private sector. In the private sector, however, the gender gap is wider,
with the percentage of female researchers in the universities (41%) decreasing to
24% in the private sector (Meulders & O’Dorchai, 2013; 31-33). Though half of
undergraduates and graduates are female in Turkey, there is a widening gender gap
in terms of employment in R&D (Meulders & O’Dorchai, 2013; 44). Given this
background, this paper 1 will focus on the gendered dynamics of careers in R&D
through interviews conducted with 25 female and 25 male employees working in a
university technopark, and in some of Turkey’s large R&D centers in several sectors,
such as electronics and automotives. Focusing on some aspects of gender differences
in terms of career experiences in R&D and innovation, it explores the relationships
between science, technology, innovation and gender.
Focusing on the gendered dimensions of career experiences such as
curricular decisions in science, technology and engineering fields, role models and
employment patterns, this paper explores gender segregation in Turkey’s R&D
sector.
Gendering Science, Technology and Innovation
Scholars have pointed out that the very definition of the knowledge society
This paper is based on a project funded by TÜBİTAK (The Scientific and Technological Research
Council of Turkey).
1
58
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
is gendered (Walby, 2011), as it often revolves around technology that traditionally
has been dominated by men and discourses of masculinity (Wajcman, 1991).
Cockburn (1985) sees masculinity as central in the definition of technology and
technological competition and notes the conflation of technology and machinery
with masculinity and domination. Besides the gendered constructions of science and
technology, horizontal gender segregation is also seen across various scientific
disciplines. Schiebinger (1989), for instance argues that in natural sciences women
have been guided to fields such as biology or botany which are seen to fit traditional
assumptions regarding femininity, while Keller (1983) points out the exclusion of
women from other fields such as physics. Horizontal segregation in science
therefore requires a detailed analysis based on scientific fields and economic sectors.
In the fields of science, technology, engineering and mathematics (Science,
Technology, Engineering and Mathematics-STEM) in Western Europe and North
America, there is a vast empirical and theoretical literature on gender relations and
career experiences (Sonnert and Holton, 1995; Evetts, 1997; 1998; Eisenhart and
Finkel, 1998; Hersch, 2000; Byko, 2005; Etzkowitz and Kemelgor, 2001; Huyer and
Westholm, 2007). In this literature, vertical segregation is explored via the concept
of the “glass ceiling” regarding the obstacles women face gaining access to decisionmaking processes in both the private and public sectors, and also access to income,
prestige, job security, etc. It is complemented by the concept of the “sticky floor”,
denoting the dynamics that keep women “stuck” in the lower echelons of
organizational hierarchies (Maron & Meulders, 2008, in Meulders & O’Dorchai,
2013; 86). That is, while the glass ceiling focuses on gender gaps in the higher
echelons, the sticky floor explores widening gender gaps at the lower levels. Another
analogy used to explore the participation of female researchers in commercial
activities is that of the leaky “gender pipeline”, which represents how the ratio of
women falls as a scientific field’s commercialization increases. The concept has also
been adopted in studies on women and entrepreneurship, using the concept of the
“leadership pipeline.”
R&D is considered to have a wide gender gap. Various studies have focused
on both empirical and theoretical aspects of gender in innovation, research and
development in Western Europe and North America (Keller, 1992; Kirkup and
Keller, 1992; Wynarczyk and Marlow, 2010; Wynarczyk, 2010). These studies show
that the number of women in this field is small, and that female survivors in the field
have either similar or higher performance levels than their male counterparts
(Whittington & Smith-Doerr, 2005; 366). They underline the need to explore the
structural and institutional dynamics of the filtering processes in the field of
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
59
innovation. The role of women in society and certain cultural issues, such as early
marriage, the gender employment gap and violence against women, and several
indicators of the general economic, social and family environment affecting women
all significantly reduce women’s involvement in innovative activity (Carrasco,
2014).
The literature on gender and innovation also reveals the need to critically
explore established definitions of innovation that favor men and spheres of industry
and production dominated by men, as well as the need to enlarge the understanding
of innovation in order to include both women and spheres dominated by women
(Ljunggren et al., 2010; Marlow & McAdam, 2012; Treanor & Henry, 2010).
In terms of policy making, scholars distinguish between three approaches
taken over the past three decades (Schiebinger, 1999; 2008): the first focuses on
programs designed to increase women’s participation; the second seeks to increase
women’s participation by transforming research institutions; the third focuses on
overcoming gender bias in science and technology by designing gender analysis into
all phases of basic and applied research, from setting priorities to funding decisions,
from establishing project objectives and methodologies to transferring ideas to
markets (Schiebinger & Schraudner, 2011:155).
In line with policy making approaches, the various research paths and
questions that can be pursued in the field of gender and innovation focus first on
gender differences and similarities in innovation, secondly on gendered
constructions of innovation, and finally on gendering processes of innovation
(Müller et al. , 2011.) This paper explores gender differences and similarities in
careers in R&D and innovation.
Studies on gender and STEM fields are based either on macro-cultural
theories of gender segregation or micro-level studies with psychological models that
emphasize the role of self-perceptions and role models. However, it is also critical
to link the two levels in line with gender perspectives. This paper therefore focuses
on gender differences and similarities in career experiences in the field of R&D in
Turkey.
R&D and Women in R&D in Turkey
In contrast to the tendency in Western academia, where natural sciences are
generally male-dominated fields, in Turkey, these fields have the most female
60
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
academicians (Köker, 1988). With the establishment of the new nation-state in place
of the Ottoman Empire, the “woman question” was considered by many actors
during the modernization processes, being regarded as intertwined with the project
of modernization and educational reforms. The ideals of the new regime pertaining
to modern women were symbolized in the universities that were considered as
visible representations of modernization and westernization. Hence, universities in
Turkey developed as part of the modernization processes with an emphasis on the
importance of education for women.
Various studies have focused on the employment of women in academia in
Turkey (Öncü, 1979; Köker, 1988; Acar, 1991; 1993; Günlük-Şenesen, 1996;
Özkanlı and Korkmaz, 2000; Özkanlı and White, 2009; White and Özkanlı, 2010;
Healy, Özbilgin and Aliefendioğlu, 2005; Özbilgin and Healy 2004; Sağlamer et al.
2013) and the career experiences of women working in engineering (TantekinErsolmaz et al., 2006; Özkale, Kuşku and Özbilgin, 2005; Zengin-Arslan, 2002;
Smith and Dengiz, 2010; Kuşku, Özbilgin and Özkale, 2007.)
Though the development of human capital in R&D has been one of the basic
aims of National Strategy of Science, Technology and Innovation, and National
Innovation System 2023 of Turkey, there are few studies on gender dynamics in
research in the private sector. One of the indicators of gender asymmetry in R&D
is the relationship between R&D intensity - the proportion of R&D expenditure in
GNP - and the proportion of female researchers. the European Commission’s report,
She Figures 2012, on gender dynamics in research and innovation found that
countries with low R&D intensity had the most female researchers in R&D while
countries with high R&D intensity had the fewest female researchers in R&D
(Meulders and O’Dorchai, 2013; 122). Likewise, Turkey has a relatively low R&D
intensity but many female researchers in R&D. While R&D intensity in Turkey at
0.84% is quite a lot lower than that of European countries (1.97%), it has increased
since 1996, with Turkey being fourth in Europe in terms of increase in R&D
expenditures (European Commission, 2012). Given this rise in R&D intensity and
Turkey’s national goals to improve human resources in R&D, it is critical to include
a gender equality perspective in the policy making process.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
61
Proportion of Female Researchers by Economic Activity (NACE Rev. 2) in the
Business Enterprise Sector (BES) in Turkey and EU, 2009
Manu
factu
ring
Manufacture of
Manufacture of basic
chemicals,
pharmaceutical
chemical products products and
pharmaceutical
preparations
Services
of the
business
economy
Oth
er
Turkey
22.6
44.3
63.8
24.9
22.9
EU
14.6
26.9
45.4
19.3
26.2
Source: She Figures 2012, p. 74.
Proportion of Female Researchers by Sector in Turkey in 2009
Higher Education Government
Sector
Sector
Proportion of Female
Researchers (%)
41
29
Private Sector
24
Source: She Figures, pp. 31-33.
Another aspect of gender asymmetry in R&D concerns the sectoral
distribution of female researchers. In the EU, the private sector, which has the largest
R&D budgets, has the fewest female researchers at 19%. However, the distribution
of female researchers by sector in Turkey differs from the European pattern, in that
the public sector has the highest R&D spending levels in Turkey yet the proportion
of female researchers in the public sector is higher than that of female researchers
in the private sector. On the other hand, higher education has the lowest spending in
R&D but the proportion of female researchers is the highest. In R&D in the private
sector the proportion of female researchers has declined since the 2000s despite the
continuous increase in the number of researchers: while the proportion of female
researchers was 26% in 2000, it fell to 23.5% in 2012 (European Commission 2007:
81). These dynamics underline the need to scrutinize the developments in science
and technology in Turkey from a gender perspective.
Research Methodology
This article is based on interviews conducted for a larger mixed methods
research project, “Career Paths and Gender in R&D and Innovation”. The research
62
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
project focused on gender differences in the career experiences in R&D and
innovation, with a focus on entrance to the innovation sector, career ladders, career
interruptions and strategies, mobility, participation in projects, patent applications
and acquisitions, and home-work balance. One university technopark (officially
known as a Technology Development Region 2) and three of Turkey’s largest private
R&D centers were chosen as the field of our research. In-depth interviews were
conducted with 25 female and 25 male R&D employees working in the R&D centers
and technopark firms.
Curricular Decisions
Women are less likely than men to enter science, technology, engineering,
and mathematics (STEM) fields (Hill, Corbett, & St. Rose, 2010). Male-dominated
fields can be unwelcoming to women on two dimensions: the first concerns the
extent to which there are more men than women in a field. A disproportionate gender
ratio can activate negative stereotypes about women’s abilities (Cheryan et al.,
2011). Although there have been increases in the number of women joining the
engineering profession over the last two decades, women engineers are still in a
minority in all countries (Hersh, 2000). The second unwelcoming dimension of
male-dominated fields that is is the extent to which the field is assumed to embody
stereotypes that are incompatible with female gender roles (Cheryan et al., 2009;
2011). Thus, Maskell-Pretz and Hopkins (1997) point to deep-seated gender
barriers, rather than male domination, as the main reason for the current situation.
As mentioned earlier, the proportion of female STEM students, professionals
and academics is higher in Turkey than in most European and other industrialized
countries. For instance, even in manufacturing, the private sector female researcher
ratio is 22.6% in Turkey compared to the EU average of 14.6%. Although all these
percentages are more equal than most industrialized countries, the Turkish case has
some particular characteristics in terms of gender regimes. The current study found
that approximately 13-15% of researchers were female in automotive sector R&D
centers, 22% in consumer durables manufacturing sector R&D centers and 30% in
the university technopark. 3
2
Several Technology Development Regions have been established since 2001 under the guidance of
Development Plans (Technology Development Regions Law, No. 4691, 26,6.2001).
3
Although the female employee ratio of the university technopark includes only R&D employees,
from our interview data it was obvious that not all R&D employees were doing R&D jobs or tasks
in technopark firms. In order to compare this women’s ratio, a clear picture of the participation of
women in technology development regions may be drawn from the number of female entrepreneurs
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
63
As far as women’s occupational choices are concerned, those males and
females from an individual’s family or social environment who work in the fields of
engineering, mathematics and science are critical role models. Especially those
figures who are educated or are working in these fields caused women to
significantly change their perceptions of these fields at an early age: these include
“the parents who are both physics teachers,” “the friend who entered a computer
engineering program in university with a high score in the university entrance
exams,” “growing up in a world of engineering” or having “a relative doing lab
experiments”. It is also widely accepted that female role models are more effective
than male role models in inspiring girls and women to enter STEM fields (Cheryan
et al., 2011).
In terms of male researchers’ occupational choices, engineer fathers,
brothers and other men in the social environment were role models. These were
reported as being more critical by women in developing their scientific curiosity.
For instance, Ceren 4 explains her interest in science with reference to her physics
teacher parents:
“My mother and father are physics teachers. Even at breakfast we talk about parallel
universes, quantum physics; we make fun of it. This is because they are physicists,
and I still read physics. The fact that they were buying the magazine Science
Technic and that I read it made me have an interest in astronomy. At the age of 12,
I told them that I was going to buy a telescope and I did. My family started
scheduling their holidays according to solar eclipses. We went to Bartın for the solar
eclipse of 1999. There is a space camp in İzmir; I told them to take me there and
they did. This all happened with their support. They could have said “no”, they
could have regarded a telescope as unnecessary.”(Ceren, 27 years old, Computer
Engineer, Software Developer, ICT firm in University Technopark)
The literature, however, emphasizes that stereotypical role models,
regardless of the role model’s gender, “may evoke in other women feelings of
dissimilarity and create contradictory self-views, despite their shared gender
(Cheryan et al., 2011), although this applies to women who have not yet chosen the
domain. For women who have already chosen the domain or are otherwise highly
in technoparks. However, it was impossible to obtain this ratio in these regions through officially
available data. Evidence shows that the number of female entrepreneurs compared to male
entrepreneurs in Turkey is markedly low. The share of female entrepreneurs is only 14%. The share
of female entrepreneurs represents only 13.1% of the female workforce compared to 35.4% for men
(Ozar, 2003).
4
All the names are pseudo-names.
64
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
identified with it, female role models improve their attitudes toward STEM (Stout
et al., 2011) and protect their performance when negative stereotypes are salient
(Marx and Roman, 2002).
Another gender difference in terms of role models pertains to the teacher as
a role model. In women’s narratives on occupational choice, encouraging teachers
(e.g. chemistry, mathematics or physics high school teachers and university
advisors) are regarded as vital. For instance, Demet’s teacher in high school was
critical as her role model and source of motivation towards her occupational choice:
“…I had a teacher in high school who I loved so much. I still meet her sometimes.
She motivated me that I was a strong, smart person capable of doing anything that
I would like.” (Demet, 31 years old, Electrical Engineer, Technopark ICT firm)
Similarly, Nurcan’s teacher, who encouraged her to participate in scientific
projects and competitions, influenced her occupational decisions:
“..My role model is my chemistry teacher in high school. we used to have extra
projects and our high school was an active school and our principal supported us.
We were doing projects and I enjoyed that very much. I became fond of doing
projects, winning awards, and I was keen on chemistry.” (Nurcan , 27 years old,
Chemical Engineer, Electronic-R&D Center)
The importance of teachers in the formation of students’ perceptions on
educational and disciplinary decisions has been noted in various studies. For
instance, one international comparative study on students’ science-related attitudes,
the Relevance of Science Education (ROSE) project, found large differences in
students’ attitudes, which suggests that schools and teachers play a pivotal role in
stimulating students’ attitudes (Sjoberg and Schreiner, 2005). According to another
survey conducted in a Turkish technical university, career services and family
members are the two major influences on students’ occupational decisions (Bucaka
and Kadırga, 2011).
Another gender difference in terms of occupational decisions was the
common emphasis of male researchers on their interest and enthusiasm in
technological fields starting from a very early age, whereas only one female
interviewee, Demet, mentioned an early interest in natural sciences and technical
fields. In this case, positive role models and their encouragement were critical.
While the women develop an affinity for these fields through various teachers,
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
65
relatives and family members during their educational years, male researchers
underline their early curiosity for science, research and technology in their narratives
on natural sciences and technical fields. This emphasis on curiosity without any
reference to role models, as being “automatic,” or a “childhood passion” is a
gendered narrative. Invention appears to be a male childhood dream as far as the
narratives in our research showed:
“…When I was a child, I was known as the inventor. I had activities in very different
fields, such as models, aero planes, machines, chemistry. ...Therefore, everybody
was already expecting me to be an engineer.” (Cem, aged 43, Structural Design
Engineer, Durables Manufactıres R&D)
“…When I was a child, there was a TV series called “The Wheels.” In the program,
they were designing automobiles. There were some scenes that displayed the works
of those designers in the field of aerodynamics. I liked it very much; I liked the
construction of a machine. The machines with the greatest amount of spirit, I
believe, are cars. I believe I have a special competence and talent for machines and
design. After my circumcision, people gave me some car toys. I used to open their
covers and examine them; I used to try to make other cars similar to them. I was
fond of mechanics.” (Demir, aged 45, Mechanical Engineering, Automotive R&D)
In cases with no role models, women’s narratives on engineering are often
explained strategically, such as by “the choice of the successful student” or
“choosing the university with the highest score.” Among the engineers, technicians
and expert women, we did not encounter any narratives about being inclined towards
science starting from a very early age. Stereotypes that men are naturally more
talented and interested in mathematics and science are thought to influence the
science, technology, engineering and mathematical aspirations and achievements of
boys and girls, men and women (Nosek et al., 2009).
Although most successful female and male students are encouraged towards
science and mathematics due to their high university entrance exam marks, female
narratives about “having a capacity in mathematics” are quite different from male
narratives about “growing up with an enthusiasm for science.” This difference can
be explored with reference to the fact that women tend to underestimate their
abilities to be successful in STEM fields (Cheryan et al., 2011; Sikora and Pokropek,
2011). For instance, Correll shows that males assess their mathematical competence
more positively than females of equal mathematical ability (Correll 2001; 2004).
Exploring gender segregation in adolescent science career plans for 50 countries,
including Turkey, based on data from International Student Assessment Survey,
66
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Skora and Pokropek (2011) found that, almost everywhere, boys have more
confidence in their scientific ability than girls, even after science performance is
taken into account. The gender difference in terms of their narratives on their
interests and choices confirms the existence of “biased self-assessment”, which can
be explained with reference to dominant prejudices and stereotypes in STEM fields.
In discussing their career choices, male and female researchers with similar
educational backgrounds and similar workloads evaluated their scientific abilities
differently.
A substantial proportion of the interviewees working in R&D centers were
educated in special public high schools with a foreign language of instruction,
usually English, or in natural sciences oriented special schools (16 out of 19
interviewees). Hence, the central examination system to enter these special schools
can be critical in minimizing science gender biases, at least in undergraduate
education.
Women educated in male-dominated fields also report the existence of
academic staff who participated in reproducing gender stereotypes and regarded
women in the field as secondary. For example, in mechanical engineering, female
graduates noted that the ratio of female students was below 10% in their
departments, that the department was “the natural social environments of their male
friends”, and that some professors believe that women are not capable of being a
mechanical engineer:
“…Therefore we lived amongst the men. When you have a campus, there are other
girls from other departments. But we spend our 4 years with men simply tolerating
their rude behavior... In the lectures, you can sense that some professors did not like
girls. Old-generation professors from the German tradition used to believe that
women cannot undertake that occupation. (Pelin, aged 35, Mechanical Engineer,
Durables Manufactures R&D)
Especially in interviews with female researchers educated in “masculine”
engineering departments (Zengin, 2002), such as mechanical, metallurgical,
electrical and electronics, deep-seated gender biases and stereotypes were often
emphasized. According to Zengin, engineering departments can be categorized into
three groups: the first is the masculine departments listed above; the second is the
“feminine” engineering departments, such as food, chemical and environmental; and
the third is a “mixed sex group”, including geological, industrial, mining and
computer engineering (Zengin, 2002). Ayşe’s choice of chemical engineering shows
us how engineering stereotypies are deep-seated:
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
67
“…Yes, there was a school that I wanted to go. There were departments that I was
thinking about. But, if you ask me why you chose chemical engineering instead of
mechanical or civil engineering... I can say since I thought that I was inclined to
chemical engineering as a lady, I simply chose it. Yes, maybe, it was the only
criterion. Besides this, there was not such a situation as if I definitely wanted to
become chemical engineer or I had role models.” (Ayşe, aged 30, Chemical
Engineer, automotive R&D)
Gender segregation in occupations is mostly described in two ways. One
concerns horizontal gender segregation, which implies that “men and women have
different occupations, work within different sectors, have different employers and
different places of work” (Berggren, 2008:25). The second is vertical gender
segregation, which is about gendered career making, where men are more likely to
reach the highest positions. Though “successful” and “hardworking” female
students are encouraged to register in the natural science departments, deep-seated
prejudices and stereotypes in the field of STEM are still critical in terms of shaping
women’s choices in engineering departments. Industrial, chemical, textile and
environmental engineering are the “feminine engineering departments”, with higher
ratios of women. Filiz’s narrative on her occupational choice exemplifies the
dynamics that lead successful female students to engineering departments and
horizontal segregation:
“…Well, I never wanted to be an engineer with all my heart. My father is an engineer.
Back then, I was open to guidance and I was a hardworking student. You know that
students in the science branches were regarded as better students; there was such
guidance. ... I could have been an electronic engineer. I checked its courses but they
were not… It is as if I, as a lady, am more interested in clothes; that choice is a result
of this. When I checked its courses, they attracted me.” (Filiz, aged 36, Textile
Engineer, Durables Manufacturing R&D)
In our research, female researchers also reported being encouraged by their
families towards ICT, electronics and computer engineering. ICT and computer
engineering are regarded as safe future jobs that are accessible by women too.
Turkey’s ICT sector, with a female ratio of 32.7% 5 has proved to be a field where
the desires of families for a promising job for their girls and boys can be fulfilled.
Similar results are shown by research on the Bulgarian ICT sector by Gharibyan
(2006), who explains Bulgarian women’s strong representation in computer science
5
For the Turkish Information Technology Sector Association’s (TÜBİDER) latest research on the
wages of ICT employees, see: http://www.tubider.org.tr/?p=2342
68
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
programs through “the absence in that culture of an expectation that one will “love”
one’s job.” Instead, both men and women are attracted to computer science because
of its potential to provide a financially secure future” (in Charles and Bradley, 2009:
959). Charles and Bradley (2009), in a comparative study of 44 countries regarding
sex segregation by field of study found a general tendency for greater segregation
of academic fields in more economically developed contexts. In other words, sex
segregation by field of study is, on average, more pronounced in advanced industrial
societies. According to Charles and Bradley, “instrumental goals of material security
and national economic development are decreasingly central to curricular decisions
(by students themselves, parents, family members, and educational gatekeepers) as
national prosperity grows” in developing countries.
In Turkey, the proportion of female researchers in the STEM fields is higher
than in Western countries, which requires us to scrutinize the gender segregation
regime with a focus on occupational career paths in the STEM fields.
Gendered Segregation among R&D professionals in the Workplace
The interviews for this study, conducted in R&D centers and a university
technopark, focused on women’s career experiences in R&D and innovation. Acker
distinguishes occupations from jobs: “An occupation is a type of work; a job is a
particular cluster of tasks in a particular work organization.” According to Acker,
“‘job’ is the relevant unit for examining segregation in organizations”. Acker refers
to research indicating that “sex segregation at the job level is more extensive than
sex segregation at the level of occupations” (Wharton, 2005; 97 in Acker 2006:446).
In this study, we focused on R&D jobs in 3 large private sector R&D centers
and university technopark firms. Differences between these two company structures
had a significant effect on different gender-based career experiences. The companies
in the technoparks are generally active in the ICT sector and have weaker
organizational hierarchies and structures. As Valenduc et al. (2004) note, ICT
organizations have a flat structure with little hierarchy, which leads to an informal
working environment. In contrast, R&D Centers operate in the field of
manufacturing, with more hierarchical institutionalized structures, where more
detailed career ladders are defined.
In the in-depth interviews, female researchers in the R&D centers were more
positive in terms of employment, career processes, motivation and home-work
balance than their counterparts in the university technoparks. Though they have
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
69
more informal and vertical structures, small R&D and innovation companies and
start-up firms tend to have negative implications for female researchers. In our
interviews, female researchers in small-sized innovative enterprises mentioned
problems such as the “one man’s firm” structure, lack of seniority and promotion
balance, short and even non-existent career ladders, tight old-boys networks as a
way of doing business, high turn-over rates among employees, irregular working
hours, masculine working environment and gender bias, and unpredictable
workloads. Filiz, who was employed in such a small innovative enterprise after
graduation, underlines the difference between two structures:
“…Well, the orders should be quickly delivered; when something is delayed, there
is more of a panic; it is a boss’s company. It was all chaos. I would like to have had
a more organized, planned job. For instance, we could have a project funded by
TUBİTAK and we have deadlines set beforehand that I will follow during my
work.” (Filiz, aged 36, Textile Engineer, Durable Manufacturing R&D)
Similarly Fahri, a male software specialist in an ICT firm in the technopark,
explores the differences in terms of gender dynamics between different company
structures:
“…I think that there is a negative approach towards women in this sector in Turkey
- especially in small firms. In more institutional settings, there is a more
homogenous structure since they are more institutional. With less segmentation, the
number of women is smaller. It is an unjust situation that they have the idea that
women cannot fulfill this task.”(Fahri, aged 23, Math Engineer, University
Technopark ICT firm)
In a study on the gender gap in Germany’s information technology sector,
Ben (2007) also concludes that working conditions in small software enterprises are
much more precarious and that the life–work balance is very difficult in these
organizations. The accounts of female researchers in corporate R&D centers differ
from female employees in small and medium sized technopark firms in terms of
career paths, regularity and specificity of tasks:
“…In terms of mechanical engineering, we can see that there is an increase in
workplaces in which women can feel more comfortable. As I have mentioned, R&D
is a field in which gender discrimination is less effective. The increase in R&D
spending, the expansion of the fields of mechanical engineering, the increasing use
of mechanical engineering in industry makes mechanical engineering popular
irrespective of gender.” (Mustafa, aged 34, Mechanical Engineering, Durable
70
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Manufacturing R&D)
“Working in a corporate firm really has its good sides. You have additional rights,
and it is like getting employed by the state. It is open to rotation, you can move to
somewhere else if you are bored. The firm gives a lot of confidence.” (Melek, aged
28, Textile Engineering, Durables Manufacturing R&D)
Similarly, Wickham et al. (2008) challenge the argument that bureaucracy is
inherently patriarchal and, through a study of software firms in Ireland, claim that
bureaucratic companies benefit women more than non-bureaucratic, individualized
companies, which tend to be more hostile to women. In an early research, Mcllwee
and Robinson (1992) also concluded that women’s career mobility is greatest where
the masculine culture of engineering is minimized by bureaucracy.
However, in the Turkish case, our research highlights that the main reason
why women positively assess more institutionalized structures of R&D and
innovation is not the opportunities for upward mobility but their general perception
of R&D as a safe, well-planned and regular job. Though career ladders don’t often
lead to the higher levels for female researchers, R&D nevertheless offers women the
opportunity for getting regularly promoted. However, it seems still very hard for
women to gain promotion to managerial levels: for instance, in the three R&D
centers in our research only 1 in 10 executives was female, while in the technopark
companies only 4 out of 54 executives were females. This aspect of the private
sector is similar to academia in terms of its employment patterns (Sağlamer et al.,
2013). Female researchers explained their distance from middle and upper
management levels:
“…Here, the structure is that all the directors and executives are male. Furthermore,
career paths in R&D are fewer, slow and different....Your options in other sectors
such as marketing etc. are closed. You remain as an R&D person.” (Müjde, aged
43, Electronics Engineer, Durables Manufacturing, R&D Center)
“…I don’t have huge ambitions about leadership, but when you look at the situation
you are promoted less.” (Filiz, aged 36, Textile Engineer, Consumer Durables, R&D
Center)
Internal Gender Segregation
According to Sou (2004, in Berggren, 2008; 25), jobs, occupations and tasks
may be internally segregated by gender, meaning that “men and women who hold
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
71
the same occupation, and work at the same place, are steered toward different types
of tasks or have chosen different specialties.” Acker (2006) underlines the necessity
to scrutinize the gender division of labor at different levels; that is, the reproduction
of the gender differentiation of jobs and tasks in the same occupational field which
leads to the reproduction of gender division of labor in the institutional level and
regimes of gender inequality.
In our study, instances of internal segregation in R&D and innovation include
female employees in the automobile sector who graduated from engineering
departments like male employees but who are employed in cost finding, planning
and reporting tasks. In the manufacturing sector (consumer durables and home
appliances), female employees are employed in the food technologies and cleaning
technologies departments, while in the field of ICT they are mostly employed in
marketing and those fields which include customer relations and soft skills:
“…Well, it is like “you have communicative skills, you can do it much better.” I
don’t know whether I should think of this as gender discrimination. Indeed it can
be a prejudice. But I should also accept the fact that nobody ever told me I was
incapable of doing anything as a woman. After getting to know me, there was some
guidance in the form of “you are good at these tasks and these tasks are hard for
software engineers who are fond of software, developing codes, etc., but not willing
to communicate with people. But you can do both. So can we take you this side
please?”(Demet, aged 31, Electrical Engineer, Technopark ICT firm)
The horizontal segregation that we mentioned in curricular decisions is
reflected in the organization of R&D work. This segregation is based on beliefs that
construct women as innately “more competent than men in service, nurturance, and
social interaction” (Charles and Grusky, 2004; 15), whereas men are assumed to be
naturally more adept at problem solving, analytical tasks, and complex abstract
reasoning” (in Acker, 2006; 446).
“…It is like you cannot cook half of the meal today and half of it tomorrow. The
product is brought to me from the grocery store; I take care of it in its every moment
from preparation till cooking. (Esma, aged 36, Food Technologist, Durables
Manufacturing R&D).
Acker acknowledges that there is less gender segregation than 30 years ago
within the broad level of professional and managerial occupations. However,
research indicates that “sex segregation at the job level is more extensive than sex
segregation at the level of occupations” (Wharton 2005, 97 in Acker, 2006, 446).
72
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Acker concludes that the apparent reduction in segregation may in reality only be a
reconfiguration: “Reconfiguration and differentiation have occurred as women have
entered previously male-dominated occupations” (Acker, 2006; 446). In the R&D
centers in the durable goods and home appliances manufacturing sectors where we
conducted our interviews, though more than 70% of the employees in the field of
cleaning technologies are female, there are very few women in the thermodynamics
field. The gendered differentiation of the mechanics of the oven and the refrigerator,
and the technologies of cooking and keeping the food indicates a similar
reconfiguration in the organization of engineering.
Another pattern our study found for women from the STEM fields was that
they are either guided to or tend towards less technical fields based on social and
personal relations. This inclinations seems especially so for women in ICT and
software:
“…In my previous job, I asked them not to be in customer related tasks and it was
a good for me. And now I never asked for my current job, they offered me because
they thought that I could be successful.” (Demet, aged 31, Electrical Engineer,
Technopark ICT firm)
One of the basic reasons for women to have a career in R&D is the difference
between R&D engineering from site engineering. As Ismail (2003) notes,
historically, the image of engineering has been heavy, dirty and involving
machinery, with women’s success often depending on adopting an explicitly male
career pattern. These images of the masculine engineering areas not only affect
departmental employment policies but also career paths in different engineering
fields. In particular, female employees in corporate R&D centers defined their
professional field and their choices for R&D in terms of “the difference from site
engineering”:
“…When I was a graduate, R&D seemed to be very unreachable for us. There was
something utopian like “the companies are making R&D, they are researching and
developing.” When I started my vocational training in this company… when I
gained a level of competence in the field and enjoyed being in my firm, especially
when compared to industry with stressful working hours.” (Nehir, aged 29,
Chemical engineering, Consumer Durable Sector R&D Center)
In their narratives, women who chose R&D engineering often emphasized
regular working hours, “clarity in task,” “planned tasks,” “respectable working
environment,” “distance from the factory,” “qualified team members,” flexibility,
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
73
academia-like work and staff.
“…The closer is the sector in which you work to home, the higher is the ratio of
woman. For instance, some civil engineers have to work on site. Those who work
in the office rather than the site are a very small group within the labor force. Same
for the mechanical engineering, they work on construction sites, in factories. I don’t
know the percentage of women here but they are not too many. Given this, why
should one hire the employee with fewer opportunities? Although… ladies are
responsible for all the things in the house. However modern it is, Turkey is not ready
for it. This is why our proportions were equal since we were going to work in the
office.”(Defne, aged 26, Math. Engineering, Automotive R&D)
Defne’s definition of a job “which is not far away from home” refers not to
a physical distance but rather the distance between technical and site engineering
and R&D. Through this narrative, Defne accepts the narrow space in which women
are compressed in the field of engineering. According to one survey of engineering
departments, female students believe that they have fewer opportunities than male
peers and acutely feel the lack of role models (Smith and Dengiz, 2009).
Furthermore, male employees in the male-dominated R&D departments
employ gendered stereotypes in the field of engineering, referring to fields that are
“suitable” for women and those that are not:
“…When you graduate from mechanical engineering, you generally become
someone working in the manufacturing of a machine. In those production sites,
those people you work with are socially and culturally different from you. As that
level decreases, the attitudes towards women start to change. According to me, this
also leads to women’s discomfort with employees in the lower levels. … But in our
field, since we are distanced from manufacturing, we have an office setting.”
(Kıvanç, aged 31, Mechanical Engineer, Consumer Manufacturing R&D)
Though the horizontal, vertical and internal segregation in the fields, jobs
and occupational decisions among R&D employees in Turkey display some
similarities with those discussed in the literature, they also display some peculiar
characteristics of the gender regime in Turkey. Career paths in R&D are also the
reflections of bargains with, and strategies vis-a-vis the gender regime.
Women from STEM fields distant from site engineering and conscious of
their distance from the managerial positions, are concentrated in R&D fields in
which, they believe, they can be at ease with their work and home balance, and do
74
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
jobs and occupy positions that require more indirect, supportive and soft skills.
Conclusion
Turkey enjoys one of the highest proportions of women in engineering,
comprising 27% of the engineering workforce, compared to approximately 11% in
the United States. However, the higher numbers in STEM fields in Turkey can be
explained with reference to some aspects of education, economic and sociopolitical
dynamics and the characteristics of the gender regime in Turkey rather than gender
equality. First, given the fact that there is a negative relationship between R&D and
innovation spending and the proportion of women in these fields, the high
proportion of women in innovation is a result of Turkey’s status in the global market
for innovation and R&D. Secondly, the fact that Turkish women have in recent
decades gained access to good quality public education in foreign languages via a
central and gender-neutral university entrance examination seems to have led to a
comparatively egalitarian dynamic as far as gender and class are concerned 6.
Thirdly, universities and public education in Turkey had been organized so
as to include women in natural sciences and engineering fields in the early years, as
seen for instance in the relatively higher number of women in natural sciences and
engineering in established universities such as Ankara University (Köker, 198;
Sağlamer vd., 2014).
However, these egalitarian dynamics are limited by neoliberalization in
education policies and the characteristics of the gender regime in Turkey. The
decrease in schools providing good quality public education in foreign languages in
the last decade will inevitably result in an increase in class and gender inequalities
in STEM fields in Turkey.
In addition to those tendencies, approaches which define women first and
foremost through motherhood and family are critical in terms of their effects on
women’s career experiences. Social policies in Turkey, starting from the early years
of the Republic, have perceived women not as an essential component of the labor
force but through a family model in which men are regarded as the breadwinner
(Öztan, 2014).
A job in corporate R&D that is usually achieved by “hard-working girls,”
6
However, changes in the education system (in school systems regarding the public schools and the
expansion of private education at all levels) in the last decade may reverse this relatively egalitarian
aspect.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
75
educated in public schools and encouraged by their families and teachers, is a result
of a bargain with the patriarchy. As 30% of the engineering labor force is female,
some women in engineering are oriented towards corporate R&D because it is a
“respectable,” “homely,” “proper” and “qualified” field of work. Within this field,
in terms of terms of tasks and responsibilities, women are further concentrated in
more “feminine” departments and positions. In particular, women employed in small
innovative firms are oriented towards fields that require soft skills, such as customer
relations and marketing.
One of the reasons for women’s orientation towards R&D and innovation
pertains to the gender regime in Turkey. In the West, gender differentiation in STEM
fields relates to scientific competence and qualifications as a result of essentialist
gender arguments. In Turkey, however, rather than an essentialism based on the
exclusion of women from reason and science, this is an essentialism that defines
them through body, chastity and family. Hence, what matters in Turkey is not
whether or not women can be mechanical engineers or aeronautical engineers but
that they work in “proper” settings and in “proper” ways. Therefore, women prefer
fields that are more “sterile”, “close to home,” distant from the factory and its
masculine character, and that will not put pressure on the home-work balance.
However, in these fields, female employees tend to experience distance from
managerial positions and feminine tasks. Rather than an occupational segregation,
we can observe a reconfiguration of job fields and the formation of new segregation
forms that reproduce gender inequalities. Hence many job fields in engineering are
post-graduation jobs for women to gain experience before they get married or have
children. These experiences of the R&D female labor force are further consolidated
by a gender regime in which only a small group of educated women works in the
formal sector and in white-collar jobs, in which even women with occupations leave
the job market at a late age, and in which the female labor force is small.
76
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
BIBLIOGRAPHY
Acar, Feride (1991): “Women in Academic Science Careers in Turkey”. Women in
Science: Token Women or Gender Equality, pp. 147–171.
Acar, Feride (1993): “Women and University Education in Turkey”. Higher Education in
Europe 18(4), pp. 65–77.
Acker, Joan (2006): “Inequality Regimes: Gender, Class, and Race in Organizations”.
Gender & Society 20(4), pp. 441–464.
Azagra-Caro, J.oaquin M.; Carayol, N.icolas; Llerena, Patrick (2006): “Patent Production
at a European Research University: Exploratory Evidence at the Laboratory Level”. The
Journal of Technology Transfer 31(2), pp. 257–268.
Berggren, Caroline (2008): “Horizontal and Vertical Differentiation within Higher
Education,Gender and Class Perspectives”. Higher Education Quarterly 62(1-2), pp. 20–
39.
Bozeman, Barry; Gaughan, Monica (2007): “Impacts of Grants and Contracts on
Academic Researchers’ Interactions with Industry”. Research Policy 36(5), pp. 694–707.
Byko, Maureen (2005): “Challenges and Opportunities for Women in Science and
Engineering”. JOM Journal of the Minerals, Metals and Materials Society 57(4), pp. 12–
15.
Carrasco, Inmaculada (2014): “Gender Gap in Innovation: An Institutionalist
Explanation”. Management Decision 52(2), pp. 410–424.
Charles, Maria; Bradley, Karen (2009): “Indulging Our Gendered Selves? Sex
Segregation by Field of Study in 44 Countries”. American Journal of Sociology 114(4),
pp. 924–976.
Charles, Maria; Grusky, David B. (2004): Occupational Ghettos: The Worldwide
Segregation of Women and Men: Stanford University Press Stanford, CA .
Cheryan, Sapna; Plaut, Victoria C.; Davies, Paul G.; Steele, Claude M. (2009): “Ambient
Belonging: How Stereotypical Cues Impact Gender Participation in Computer Science”.
Journal of Personality and Social Psychology 97(6), p. 1045.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
77
Cheryan, S., J. Oliver, M. Vichayapai, B. J. Drury, S. Kim, (2011): “Do Female and
Male Role Models Who Embody STEM Stereotypes Hinder Women’s Anticipated
Success in STEM?”. Social Psychological and Personality Science 2(6), pp. 656–664.
Cockburn, C. (1985): Machinery of Dominance: Women, Men and Technical Knowhow: Pluto Press London.
Correll, Shelley J. (2001): “Gender and the Career Choice Process: The Role of
Biased Self-Assessments”. American Journal of Sociology 106(6), pp. 1691–1730.
Ding, Waverly W.; Murray, Fiona; Stuart, Toby E. (2006): “Gender Differences in
Patenting in the Academic Life Sciences”. Science 313(5787), pp. 665–667.
Eisenhart, Margaret A.; Finkel, Elizabeth (1998): Women’s Science: Learning and
Succeeding from the Margins: University of Chicago Press.
Emerging Economies, Academy of Business Administrative Sciences, International
Conference Proceedings Book (2000).
Etzkowitz, Henry; Kemelgor, Carol (2001): “Gender Inequality in Science: A
Universal Condition?”. Minerva 39(2), pp. 239–257.
Etzkowitz, Henry; Ranga, Marina (2011): “Gender Dynamics in Science and
Technology: From the ‘‘Leaky Pipeline’’ to the ‘‘Vanish Box’’. Brussels Economic
Review 54(2/3), pp. 131–148.
European Commision, Researchers’ Report 2012, DG Reseach and Innovation,
Deloitte, (2012).
(http://ec.europa.eu/euraxess/pdf/research_policies/121003_The_Researchers_Rep
ort_2012_FINAL_REPORT.pdf)
European Commision (2007), She Figures 2006, Brusells.
research/science-society/pdf/she_figures_2006_en.pdf)
(http://ec.europa.eu/
Evetts, Julia (1997): “Women and Careers in Engineering: Management Changes in
the Work Organization”. Women in Management Review 12(6), pp. 228–233.
Evetts, Julia (1998): “Managing the Technology but not the Organization: Women
and Career in Engineering”. Women in Management Review 13(8), pp. 283–290.
78
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Ezzedeen, Souha R.; Zikic, Jelena (2012): “Entrepreneurial Experiences of Women
in Canadian High Technology”. International Journal of Gender and
Entrepreneurship 4(1), pp. 44–64.
Gharibyan, Hasmik (2006): “Work in Progress-Women in Computer Science: Why
There is no Problem in One Former Soviet Republic”. Frontiers in Education
Conference, 36th Annual. IEEE, pp. 19–20.
Greene, Patricia G.; Hart, Myra M.; Gatewood, Elizabeth J.; Brush, Candida G.;
Carter, Nancy M. (2003): “Women Entrepreneurs: Moving Front and Center: An
Overview of Research and Theory”. Coleman White Paper Series 3, pp. 1–47.
Günlük Şenesen, G. (1996): “Türkiye Üniversitelerinin Üst Yönetiminde Kadınların
Konumu”. Akademik Yaşamda Kadın, pp. 209–244.
Haeussler, Carolin; Colyvas, Jeannette A. (2011): “Breaking the Ivory Tower:
Academic Entrepreneurship in the Life Sciences in UK and Germany”. Research
Policy 40(1), pp. 41–54.
Healy, Geraldine; Özbilgin, Mustafa; Aliefendioğlu, Hanife (2005): “Academic
Employment and Gender: A Turkish Challenge to Vertical Sex Segregation”.
European Journal of Industrial Relations 11(2), pp. 247–264.
Hersh, Marion (2000): “The Changing Position of Women in Engineering
Worldwide”. Engineering Management, IEEE Transactions on 47(3), pp. 345–359.
Hill, Catherine; Corbett, Christianne; St Rose, Andresse (2010): Why So Few?
Women in Science, Technology, Engineering, and Mathematics: ERIC.
Hong, Wei; Walsh, John P. (2009): “For Money or Glory? Commercialization,
Competition, and Secrecy in the Entrepreneurial University”. The Sociological
Quarterly 50(1), pp. 145–171.
Hunt, Jennifer; Garant, Jean-Philippe; Herman, Hannah; Munroe, David J. (2013):
“Why are Women Underrepresented Amongst Patentees?”. Research Policy 42(4),
pp. 831–843.
Huyer, Sophia; Westholm, Gunnar (2007): Gender Indicators in Science,
Engineering and Technology: An Information Toolkit: UNESCO.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
79
IEEE (2006): Frontiers in Education Conference, 36th Annual.
Ismail, Maimunah (2003): “Men and Women Engineers in a Large Industrial Organization:
Interpretation of Career Progression Based on Subjective-career Experience”. Women in
Management Review 18(1/2), pp. 60–67.
Keller, George (1983): Academic Strategy: The Management Revolution in American
Higher Education: JHU Press.
Keller, Evelyn Fox (1992): “How Gender Matters, or, Why It’s So Hard for us to Count
Past Two”, Kirkup, Gill; Keller, Laurie Smith (ed), Inventing Women: Science, Technology
and Gender: Polity Press Cambridge.
Köker, Eser (1988): Türkiye’de Kadın, Eğitim ve Siyaset: Yükseköğrenim Kurumlarında
Kadının Durumu Üzerine Bir İnceleme. Unpublished Ph. D Thesis, Ankara University,
Ankara.
Küskü, Fatma; Özbilgin, Mustafa; Özkale, Lerzan (2007): “Against the Tide: Gendered
Prejudice and Disadvantage in Engineering”. Gender, Work & Organization 14(2), pp. 109–
129.
Ljunggren, Elisabet; Alsos, Gry; Amble, Nina; Ervik, Ragna; Kvidal, Trine; Wiik, Ragnhild
(2010): “Gender and Innovation. Learning from Regional VRI-Projects”. NF-report 2, p.
2010.
Marlow, Susan; McAdam, Maura (2012): “Analyzing the Influence of Gender upon Hightechnology Venturing within the Context of Business Incubation”. Entrepreneurship
Theory and Practice 36(4), pp. 655–676.
Marx, David M.; Roman, Jasmin S. (2002): “Female Role Models: Protecting Women’s
Math Test Performance”. Personality and Social Psychology Bulletin 28(9), pp. 1183–
1193.
Maskell-Pretz, Marilyn; Hopkins, Willie E. (1997): “Women in Engineering: Toward a
Barrier-free Work Environment”. Journal of Management in Engineering 13(1), pp. 32–37.
McDonnell, Martina; Morley, Chantal (2015): “Men and Women in IT Entrepreneurship:
Consolidating and Deconstructing Gender Stereotypes”.. International Journal of
Entrepreneurship and Small Business 24(1), pp. 41–61.
80
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
McIlwee, Judith S.; Robinson, J. Gregg (1992): Women in Engineering: Gender,
Power, and Workplace Culture: SUNY Press.
Meulders, Danièle; O’Dorchai, Sile Padraigin (2013): She Figures 2012: Women
and Science: Statistics and Indicators. ULB: Universite Libre de Bruxelles.
Murray, Fiona; Graham, Leigh (2007): “Buying Science and Selling Science:
Gender Differences in the Market for Commercial Science”. Industrial and
Corporate Change 16(4), pp. 657–689.
Müller, Jörg; Castano, Cecilia; Gonzalez, Anna and Palmen, Rachel (2011): “Policy
towards Gender Equality in Science and Research”. Brussels Economic Review 54
(2/3), pp. 295-316.
Nissan, Edward; Carrasco, Inmaculada; Castaño, Maria-Soledad (2012): “Women
Entrepreneurship, Innovation, and Internationalization”. Women’s Entrepreneurship
and Economics: Springer, pp. 125–142.
Nosek, Brian A.; Smyth, Frederick L.; Sriram, N.; Lindner, Nicole M.; Devos,
Thierry; Ayala, Alfonso et al. (2009): “National Differences in Gender Science
Stereotypes Predict National Sex Differences in Science and Math Achievement”.
Proceedings of the National Academy of Sciences 106(26), pp. 10593–10597.
Owen-Smith, Jason; Powell, Walter W. (2003): “The Expanding Role of University
Patenting in the Life Sciences: Assessing the Importance of Experience and
Connectivity”. Research Policy 32(9), pp. 1695–1711.
Öncü, Ayşe (1979): “Uzman Mesleklerde Türk Kadını”. Türk Toplumunda Kadın,
Ankara: Türk Sosyal Bilimler Derneği.
Özar,
Ș. (2002):
Barriers
to Women’s Micro and Small Enterprise Success in Turkey.
Draft Research Paper, Center for Policy Studies, Central European University and
Open Society Institute.
Özbilgin, Mustafa; Healy, Geraldine (2004): “The Gendered Nature of Career
Development of University Professors: The Case of Turkey”. Journal of Vocational
Behavior 64(2), pp. 358–371.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
81
Özkale, L.; Küskü, F.; Özbilgin, M. (2005): Beliefs on Gender and Engineering Choice:
The Case of Istanbul Technical University. The 34th Engineering Education Syposium,
Design of Education in the 3rd Milenium, pp. 12–15.
Özkanlı, Özlem; Korkmaz, Adil (2000): “Turkish Women in Academic Life: Attitude
Measurement towards Gender Discrimination in Academic Promotion and
Administration”. Emerging Economies, Academy of Business Administrative Sciences 2000
International Conference Proceedings Book, p. 56.
Özkanli, Özlem; White, Kate (2009): “Gender and Leadership in Turkish and Australian
Universities”. Equal Opportunities International 28(4), pp. 324–335.
Öztan, Ece: “Domesticity of Neoliberalism: Family, Sexuality and Gender in Turkey”.
Turkey Reframed, Akça, İ. A. Bekmen and B. A. Özden (ed.), Pluto Press, pp. 174–187.
Ranga, Marina; Etzkowitz, Henry (2010): “Athena in the World of Techne: The Gender
Dimension of Technology, Innovation and Entrepreneurship”. Journal of Technology
Management & Innovation 5(1), pp. 1–12.
Rosa, Peter; Dawson, Alison (2006): “Gender and the Commercialization of University
Science: Academic Founders of Spinout Companies”. Entrepreneurship and Regional
Development 18(4), pp. 341–366.
Ruiz Ben, Esther (2007): “Defining Expertise in Software Development while Doing
Gender”. Gender, Work & Organization 14 (4), pp. 312–332.
Sağlamer, G., M. G. Tan, H. Çağlayan, (Eds.) (2013): Türk Yükseköğretiminde Kadın
Katılımı Üzerine Bir Araştırma. Türkiye’de Bilim, Mühendislik ve Teknolojide Kadın
Akademisyenler Ağı. İstanbul: Cenkler Matbacılık.
Schiebinger, Londa (1999): Has Feminism Changed Science? USA, Harvard University
Press.
Schiebinger, Londa (2008): Gendered Innovations in Science and Engineering. Stanford,
Stanford University Press.
Schiebinger, Londa; Schraudner, Martina (2011): “Interdisciplinary Approaches to
Achieving Gendered Innovations in Science, Medicine, and Engineering”. Interdisciplinary
Science Reviews 36(2), pp. 154–167. DOI: 10.1179/030801811X13013181961518.
82
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Sikora, Joanna; Pokropek, Artur (2012): “Gender Segregation of Adolescent
Science Career Plans in 50 countries”. Science Education 96(2), pp. 234–264.
Sjøberg, Svein; Schreiner, Camilla (2010): The ROSE project: An Overview and Key
Findings. Oslo: University of Oslo.
Smith, Alice E.; Dengiz, Berna (2010): “Women in Engineering in Turkey: A Large
Scale Quantitative and Qualitative Examination”. European Journal of Engineering
Education 35(1), pp. 45–57.
Sonnert, Gerhard; Holton, Gerald James (1995): Who Succeeds in science?: The
Gender Dimension: Rutgers University Press.
Stout, Jane G.; Dasgupta, Nilanjana; Hunsinger, Matthew; McManus, Melissa A.
(2011): “Steming the Tide: Using Ingroup Experts to Inoculate Women’s Selfconcept in Science, Technology, Engineering, and Mathematics (STEM”). Journal
of Personality and Social Psychology 100(2), p. 255.
Şenesen, Gülay Günlük (1996): “Türkiye Üniversitelerinin Üst Yönetiminde
Kadınların Konumu, 1990-93”. Akademik Yaşamda Kadın, pp. 209–244.
Tantekin-Ersolmaz, S. Birgül; Ekinci, Ekrem; Saglamer, Gülsün (2006):
“Engineering Education and Practice in Turkey”. Technology and Society Magazine,
IEEE 25(2), pp. 26–35.
Treanor, Lorna; Henry, Colette (2010): “Gender in Campus Incubation: Evidence from
Ireland”. International Journal of Gender and Entrepreneurship 2(2), pp. 130–149.
Wajcman, Judy (1991): Feminism Confronts Technology: Penn State Press.
Walby, Sylvia (2011): “Is the Knowledge Society Gendered?” Gender, Work &
Organization 18(1), pp. 1–29.
White, Kate; Özkanlı, Özlem (2010), “A Comparative Study of Perceptions of
Gender and Leadership in Australian and Turkish Universities”. Journal of Higher
Education Policy and Management 33(1), pp. 3–16.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
83
Whittington, Kjersten Bunker; Smith-Doerr, Laurel (2005): “Gender and
Commercial science: Women’s Patenting in the Life Sciences”. The Journal of
Technology Transfer 30(4), pp. 355–370.
Wickham, James; Collins, Gráinne; Greco, Lidia; Browne, Josephine (2008):
“Individualization and Equality: Women’s Careers and Organizational Form”.
Organization 15(2), pp. 211–231.
Wynarczyk, P. (2010): “Still hitting the Ceiling”. Society Now 6(2), p. 9.
Wynarczyk, P., Marlow, S. (2010): Innovating Women, London: Emerald.
Zengin-Arslan, Berna (2002), “Women in Engineering Education in Turkey:
Understanding the Gendered Distribution”. International Journal of Engineering
Education 18(4), pp. 400–408.
84
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
POST-COLD WAR ERA: A COERCIVE COEXISTENCE AND
COOPERATION OF REALISM, LIBERALISM AND TRADE
EXPECTATIONS THEORIES?
Gökhan AK ∗
___________________________________________________________________
ABSTRACT
No single international relations theory identifies, explains or understands all the key structures and
dynamics of international politics today. In this sense, this article offers a new theory to build upon
liberal and realist approaches to economic interdependence and war via interaction of trade
expectations theory. In the new world order following Cold War, not a single IR theory has impacts
on international politics. In this regard, this paper focuses on the evaluation how a new mixture of
some basic IR theories affects the post-Cold War era’s international relations and tries to analyze the
possible coercive coexistence and cooperation of three selected basic IR theories, which likely affected
each other during Post-Cold War era. In this frame, the essay will be shaped on three main sections.
The first will call upon an conceptual analysis of selected IR theories: Realism, Liberalism and Trade
Expectations. The second will analyze closer ties of Neo-realism and Neo-liberalism in general. The
third will try to put forward both interdependency and war among them following the Cold War.
Finally, we will make our comments and consideration in the context of conclusions.
Keywords: Post-Cold War Era, IR Theories, Realism, Liberalism, Trade Expectations.
ÖZET
SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEM: REALİZM, LİBERALİZM VE TİCARİ BEKLENTİLER
TEORİLERİNİN ZORLAYICI BİRLİKTELİĞİ VE İŞBİRLİĞİ Mİ?
Günümüzde, uluslararası siyasetin temel yapıları ile dinamiklerinin tümünü tanımlayabilecek,
açıklayabilecek veya anlayabilecek tek başına hiçbir uluslararası ilişkiler teorisi mevcut değildir. Bu
anlamda çalışma, liberal ve realist yaklaşımların, devletlerarası ekonomik bağımlılık ve mücadeleye
yönelik yeni pozisyonlarını, ticari beklentiler teorisinin de yarattığı etkileşimler bağlamında analiz
ederek, yeni bir teori ileri sürmektedir. Bu çerçevede çalışma, bazı temel uluslararası ilişkiler
teorilerinin yeni bir karışımının, Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerini nasıl etkilediğine
yönelik bir değerlendirme üzerine odaklanmış ve Soğuk Savaş sonrası dönemde birbirlerini etkilediği
düşünülen ve bu meyanda seçilen üç uluslararası ilişkiler teorisinin muhtemel zorlayıcı birlikteliği ve
Yrd. Doç. Dr., Nişantaşı Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
([email protected])
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015)
∗
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
85
işbirliğini analiz etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda çalışma, üç ana bölüm üzerinden şekillendirilmiştir.
Bunlardan ilki, seçilen realizm, liberalizm ve ticari beklentiler başlıklı uluslararası ilişkiler
teorilerinin kavramsal bir analizini yapacaktır. İkinci bölüm, neo-realizm ile neo-liberalizm
arasındaki yakın bağları analiz edecektir. Üçüncü bölüm, Soğuk Savaş sonrasında bu üç teori
arasındaki içsel bağlantı ve mücadeleyi ortaya koymaya çalışacaktır. Nihayetinde de, bu analizler
ışığında yapacağımız yorum ve değerlendirmelerle çalışmanın sonucu bağlanacaktır.
Anahtar Kelimeler: Soğuk Savaş Sonrası Dönem, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Realizm,
Liberalizm, Ticari Beklentiler.
_________________________________________________________________________
“Be convinced that to be happy means to be free and that to be free means to be
brave. Therefore do not take lightly the perils of war.”
Thucydides, c. 411 BC
Introduction
All theories of International Relations (IR) have to deal with the state and
nationalism, with the struggle of power and security, and with the use of force, but
they do not deal with these phenomena in the same way. Different conceptions of
the scope of the inquiry, its purpose and methodology mean that issues of war and
peace which formed the classical core of the subject are conceptualized and analyzed
in increasingly diverse ways (Burchill, et al., 2005: 23).
For 40 years, students and practitioners of IR thought and acted in
terms of a highly simplified, but very useful picture of world affairs, “the Cold War
paradigm.” During this paradigm, the world was divided between one group of
relatively wealthy and mostly democratic societies, led by the United States,
engaged in a pervasive ideological, political, economic, and, at times, military
conflict with another group of somewhat poorer, communist societies led by the
Soviet Union. Much of the conflict occurred in the Third World outside of these two
camps, composed of countries which often were poor, lacked political stability, were
recently independent and claimed to be non-aligned. The Cold War paradigm could
not account for everything that went on in world politics. Yet as a simple model of
global politics, it accounted for more important phenomena than any of its rivals; it
was an indispensable starting point for thinking about international affairs; it came
to be almost universally accepted; and it shaped thinking about world politics for
two generations (Huntington, 1993: 186). However, communal claims to territory
are among the basic threats to peace in the post-Cold War world. It is considered
that the key and most urgent question of international affairs, particularly of today,
86
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
is the following, which should be addressed and identified; “How can people who
feel profoundly different from each other live together without fighting?” (Mortimer,
1993: 4)
The end of the Cold War not only denotes a fundamental shift in world
politics, it marks the beginning of a watershed period in the field of international
studies. Students of IR already have reacted to recent events by charting new
avenues that they hope will provide far-reaching insight into the nature of the
emerging post-Cold War order. A natural consequence of this exploration is a
burgeoning of studies taking stock of how able the conceptual devices and abstract
paradigms in the current international theorist’s tool chest (Haftendorn, 1991: 3-17;
Walt, 1991: 211-239).
In this context, the study of IR began as a theoretical discipline. The realists
reflected on the forms of political action, which were most appropriate in a realm in
which “the struggle for power was pre-eminent.” (Burchill, et al., 2005: 1)
Questioning the applicability and robustness of the realist paradigm, of course,
preceded the end of the Cold War (Burton, 1972; Mansbach and Vasquez, 1981).
Throughout the post-World War II (WWII) order, a growing number of theorists
argued that the study of interstate relations tended to center too much on systemic
level analyses, nearly ignoring the role of individual decision makers and the
political milieu and cultures in which these elites nurture their beliefs, perspectives,
values, and associations. Nevertheless, the realist approach maintained its
predominance because, in part, it provided the most parsimonious framework
available for understanding the general causes of military conflict and other
significant elements of state behavior.
It is important to explore the significance of developments in post-Cold War
IR theory. It wasn’t surprising that the collapse of the Soviet bloc, arguably the third
greatest cataclysm of the Twentieth Century and an event which drew a line under
the Two World Wars, would pose some serious theoretical questions for IR. The
second most powerful state on the face of the earth did voluntarily give up power
despite the insistence of IR theory that this could never happen (Gaddis, 1992: 44).
Realism is said to be the most established theory in IR and was in its height
during the Cold War. It deals with what is best for the state (state-centric) in order
to ensure survival. This means having sufficient power to enable security for the
state. A modern realist Hans Morgenthau (1948: 26) defines this as “…man’s control
over the minds and actions of other men.” It is contended that international structure
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
87
is not determining. Fear of anarchy and its consequences encouraged key
international actors to modify their behavior with the goal of changing that structure.
The pluralist security community that has developed among the democratic
industrial powers is in part the result of this process. This community and the end of
the cold war provide evidence that states can escape from the security dilemma.
Security specialists consider it remarkable that the superpowers did not go
to war as did rival hegemons of the past. Many realist theories attribute the absence
of war to the bipolar nature of the postwar international system, which they consider
less war-prone than the multipolar world it replaced. All of them have poorly
specified definitions of bipolarity. None of the measures of bipolarity derived from
these theories sustains a characterization of the international system as bipolar
before the mid-1950s at the earliest.
Anarchy and despot state systems at the beginning of 20th century nourished
democratic nation-states in order to preserve peace. But the peaceful states believed
that war was inevitable to preserve endless peace. So, in an anarchic world system,
they tried to secure themselves by making awesome defense expenditures and
having their armed forces as robust as possible. That was their realism! Power was
everything for them. The realist paradigm is based on the core assumption that
anarchy is the defining characteristic of the international system. Anarchy compels
states to make security their paramount concern and to seek to increase power as
against other values. Power is defined as capability relative to other states.
Therefore, classical realism, which dominated the field for at least the first fifty
years of its existence between two world wars and which remains highly influential
in the discipline today as well will be our first IR theory that we believe as still-valid
in the international politics. Realists focus on specific images which highlights
states, geopolitics and war while remaining blind to other phenomena such as the
basic aspects of liberalism; growing transnational economic ties, collective security
(including the idea of the rule of law), public opinion, democratizing international
relations and increasing international interdependence.
Following Cold-War era, nation-states tended to collective relations, security
and cooperation more. That was the outcome of a peaceful ground of unipolar world
fora. Communism threat was over. In 1990s, most states were in search of living
peacefully, seeking ways to increase global cooperation, growing their economic
wealth, spending their incomes on social developments. International trade was
increasing and that was affecting interdependency among nation-states. Every
nation wanted to make trade with each other, not wars in order to live more humanly.
88
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Nation states believed that they will be living in a more peaceful condition if they
will be in trade connections and cooperation with other states due to the fact that if
you earn good money, would you dare to lose your customers? So, this was true of
liberal internationalists and also those of trade expectances who believed “the world
to be profoundly other than it should be” and who had “faith in the power of human
reason and human action” to change it so “that the inner potential of all human
beings (could) be more fully realized.” (Howard, 1978: 11)
No single theory identifies, explains or understands all the key structures and
dynamics of international politics. Therefore, in this paper, it is tried to analyze the
possible coercive coexistence and cooperation of three selected basic IR theories,
which affected each other during Post-Cold War era. In this frame, the essay will be
broken down into three sections. The first will shortly analyze premises of IR
paradigms which is relative to our selected IR theories. The second will try to
explain conceptual analysis of selected IR theories: Realism, Liberalism and Trade
Expectations. The third will analyze closer ties of Neo-realism and Neo-liberalism
in general. The fourth will try to put forward interdependency and war after the cold
war. In this context, sub-titles such as the liberal and realist approaches on economic
interdependence and war, the liberal and realist debate on economic
interdependence and war, policy-related developments in the post-Cold War period,
cooperation hypothesis: regional trade blocs in the developing world, economic
interdependence increase or decrease the probability of war?, affects of trade
expectations, a comparison of the liberal and realist perspectives and interaction of
trade expectations with realism and liberalism. Finally, comments and suggestions
will be made in conclusions.
Conceptual Analysis of Selected IR Theories: Realism, Liberalism and Trade
Expectations
Realism
The realist paradigm considers the architecture of the global order to be one
that is anarchic, based upon self-help, and premised upon state sovereignty. It
positions self-interested states -unitary rational actors- as the most important players
in world politics and leaves little room for agency beyond the state; thus, denying
the role of non state actors, civil society and intergovernmental organizations among
others. According to the realist paradigm, states seek to survive and maximize
power, and calculate their interests in terms of power -traditionally defined in terms
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
89
of physical force. Resultantly, the international realm is assumed to be fraught with
conflict.
According to Waltz (1979a: 24), although sovereignty makes states
functionally similar, it is their capability, or relative power, that determines the
global order. Indeed, as states are central to this paradigm, they are considered to be
the only accountable and legitimate actors in world politics. Within the paradigm,
global governance, equated to state-centered multilateralism, is considered to be
contrived by rational autonomous states in their efforts to improve their standing
and increase their relative power in international economic competition, influence
weaker states, and/or compete for international prestige. Although they may
recognize the existence of additional actors and institutions within global
governance, ultimately international institutions are determined by and governed by
states, specifically the hegemonic states that created them, and other actors also have
states as their origin.
Although other IR paradigms point to the increasing interdependence of
states as contributing to a new global order, realists such as Waltz (1979a: 29) have
said that rather than growing interdependence of states, we are witnessing the
increasing inequality of states. This paradigm contributes to our understanding of
global governance through emphasizing the centrality of the state and importance of
power and self-interest in the international realm. However, this paradigm is
deficient in that it makes little room for ideas, civil society, institutions and
transnational forces in its analysis, except as mechanisms of power politics by self
interested states.
Liberalism
A political theory founded on the natural goodness of humans and the
autonomy of the individual. It favors civil and political liberties, government by law
with the consent of the governed, and protection from arbitrary authority. In IR,
liberalism covers a fairly broad perspective ranging from Wilsonian Idealism
through to contemporary neo-liberal theories and the democratic peace thesis. Here
states are but one actor in world politics, and even states can cooperate together
through institutional mechanisms and bargaining that undermine the propensity to
base interests simply in military terms. States are interdependent and other actors
such as Transnational Corporations, the IMF and the United Nations play a role
(Copeland, 1996: 5-41; Sutch and Elias, 2006).
90
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Kant’s writings on perpetual peace were an early contribution to Democratic
peace theory (Gartzke, 1998: 1-27). The precursor to liberal international relations
theory was “idealism”. Idealism (or utopianism) was a term applied in a critical
manner by those who saw themselves as “realists”, for instance E.H. Carr (Schmidt,
1998: 219). Idealism in international relations usually refers to the school of thought
personified in American diplomatic history by Woodrow Wilson, such that it is
sometimes referred to as “Wilsonianism”. Idealism holds that a state should make
its internal political philosophy the goal of its foreign policy. For example, an
idealist might believe that ending poverty at home should be coupled with tackling
poverty abroad. Wilson’s idealism was a precursor to liberal international relations
theory, which would arise amongst the “institution-builders” after WWII.
Liberalism holds that state preferences, rather than state capabilities, are the
primary determinant of state behavior. Unlike realism, where the state is seen as a
unitary actor, liberalism allows for plurality in state actions. Thus, preferences will
vary from state to state, depending on factors such as culture, economic system or
government type. Liberalism also holds that interaction between states is not limited
to the political/security (high politics), but also economic/cultural (low politics)
whether through commercial firms, organizations or individuals, as trade
expectations theory sustain robustly.
Thus, instead of an anarchic international system, there are plenty of
opportunities for cooperation and broader notions of power, such as cultural capital
(for example, the influence of films leading to the popularity of the country’s culture
and creating a market for its exports worldwide). Another assumption is that
absolute gains can be made through co-operation and interdependence -thus peace
can be achieved. Singer (1971: 9) suggest that, “By a social system, then, I mean
nothing more than an aggregation of human beings (plus their physical milieu) who
are sufficiently interdependent to share a common fate… or to have actions of some
of them usually affecting the lines of many of them.” Systems are hypothesized
patterns of interaction. As the level of (economic?) interdependence and the amount
of interaction grow, the complexity of the system increases. However, interaction
consists not only of the demands and responses -the actions- of nation-states,
international organizations, and other non-state actors, but also the transactions
across national boundaries, including trade, tourism, investment, technology
transfer, and the flow of ideas broadly (Dougherty and Pfaltzgraff, 1981: 136).
The democratic peace theory argues that liberal democracies have never (or
almost never) made war on one another and have fewer conflicts among themselves.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
91
This is seen as contradicting especially the realist theories and this empirical claim
is now one of the great disputes in political science. Numerous explanations have
been proposed for the democratic peace. It has also been argued, as in the book
Never at War, that democracies conduct diplomacy in general very differently from
non-democracies. (Neo)realists disagree with Liberals over the theory, often citing
structural reasons for the peace, as opposed to the state’s government. Rosato (2003:
585-602), a critic of democratic peace theory points to America’s behavior towards
left-leaning democracies in Latin America during the Cold War to challenge
democratic peace. One argument is that economic interdependence makes war
between trading partners less likely (Copeland, 1996: 5-41). In contrast realists
claim that economic interdependence increases rather than decreases the likelihood
of conflict.
Trade Expectations
This theory extends liberal and realist views regarding interdependence and
war, by synthesizing their strengths while formulating a dynamic perspective on
state decision-making that is at best only implicit in current approaches. The strength
of liberalism lies in its consideration of how the benefits or gains from trade give
states a material incentive to avoid war, even when they have unit-level
predispositions to favor it. The strength of realism is its recognition that states may
be vulnerable to the potential costs of being cut off from trade on which they depend
for wealth and ultimately security. Current theories, however, lack a way to fuse the
benefits of trade and the costs of severed trade into one theoretical framework.
More significantly, these theories lack an understanding of how rational
decision-makers incorporate the future trading environment into their choice
between peace and war. Both liberalism and realism often refer to the future trading
environment, particularly in empirical analyses. But in constructing a theoretical
logic, the two camps consider the future only within their own ideological
presuppositions. Liberals, assuming that states seek to maximize absolute welfare,
maintain that situations of high trade should continue into the foreseeable future as
long as states are rational; such actors have no reason to forsake the benefits from
trade, especially if defection from the trading arrangement will only lead to
retaliation (Rosecrance, 1986).
Given this presupposition, liberals can argue that interdependence - as
reflected in high trade at any particular moment in time -will foster peace, given the
benefits of trade over war. Realists, assuming states seek to maximize security;
92
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
argue that concerns for relative power and autonomy will eventually push some
states to sever trade ties (at least in the absence of a hegemon). Hence, realists can
insist that interdependence, again manifest as high trade at any moment in time,
drives dependent states to initiate war now to escape potential vulnerability later.
For the purposes of forging strong theories, however, trading patterns cannot
be simply assumed a priori to match the stipulations of either liberalism or of
realism. Trade levels fluctuate significantly over time, both for the system as a whole
and particularly between specific trading partners, as the last two centuries
demonstrate. Accordingly, we need a theory that incorporates how a state’s
expectations of its trading environment - either optimistic or pessimistic - affect its
decision-calculus for war or peace. This is where the new theory makes its most
significant departure. Liberalism and realism are theories of “comparative statics”,
drawing predictions from a snapshot of the level of interdependence at a single point
in time.
The new theory, on the other hand, is dynamic in its internal structure: it
provides a new variable, the “expectations of future trade”, that incorporates in the
theoretical logic an actor’s sense of the future trends and possibilities (Silberberg,
1990). This variable is essential to any leader’s determination not just of the
immediate value of peace versus war at a particular moment in time, but of the
overall expected value of peace and war over the foreseeable future.
Closer Ties of Neo-Realism and Neo-Liberalism
The paradigm of pluralism originated during the 1970s by writers such as
Robert Keohane and Joseph Nye, as they sought to establish an alternative to
traditional realism. Through works such as Transnational Relations and World
Politics (1973a: ix-xxix) and Power and Interdependence (2001: 19-27), Keohane
and Nye explained their concepts of transnationalism, multiple access channels and
complex interdependence which expanded theoretical pluralism. Their analyses,
which studies in these books conclude that through studying foreign policy,
decision-making showed that the premise of the unitary nature of the state had now
become untenable. In 1979, Kenneth Waltz (1979a: 51-95), a neo-realist, introduced
a new approach, through his book Theory of International Politics, which looked at
international relations in a more structural and methodological perspective, while
keeping to the same state-centric view of traditional realists such as Hans
Morgenthau. Neo-liberalism being the most modern of the three paradigms,
established in the 1980s, takes key concepts from both pluralism and neo-realism
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
93
but goes further and incorporates the ability of cooperation occurring in an
anarchical international system.
During the 1960s and 1970s, changes to the world structure started occurring
as the role of non-state actors, for example the European Economic Community and
multinational companies, had greater significance. In Transnational Relations and
World Politics, Keohane and Nye (1973a: 51) argue that a “…definition of politics
in terms of state behavior alone may lead us to ignore important non-governmental
actors that allocate view.” It is clear that from a pluralistic view, states as well as
non-state actors all contribute to world politics and it is this fundamental
assumption, which clearly challenges and distinguishes itself from realism.
Furthermore, states are not seen as the single most important actors in international
politics, as they often can not regulate all other cross-border transactions. Keohane
and Nye (1973b: 117) argues that, “A good deal of inter-societal intercourse takes
place without governmental control… States are by no means the only actors in
world politics.” This emphasizes the pluralist theory that states do not act in a unitary
fashion, rather the state is fragmented and composed of competing individuals,
interest groups and bureaucracies, which shape state policy. Transnational cooperation was needed to respond to common problems and co-operation in one
sector would inevitably lead to co-operation in other sectors and as a result, the
effects of transnational relations are becoming more important and pervasive.
In the 1970s, the liberal pluralists highlighted the understanding of non-state
actors, undermining the state-centric world of realism. Keohane and Nye (1973a:
xiii) claimed that world politics was no longer the exclusive preserve of states and
that, “...the growth of transnational organizations has lead to the state-centric
paradigm becoming progressively inadequate,”; therefore a new theory called
complex interdependence was introduced to run as an alternative to realism. This
theory has three key assumptions the first was introduced, being that the state is not
a unitary actor but there are multiple channels of access between societies. In Power
and Interdependence, Keohane and Nye (2001: 23) argue that these channels
include, “…informal ties between governmental elites; informal ties among nongovernmental elites and transnational elites and transnational organizations.”
The second feature of the theory is that though military force is an important
issue; from a pluralistic perspective it does not dominate the agenda. The paradigm
allows for a multiple of issues to arise in international relations compared to the neorealist concept, where it emphasizes the military and security issues which dominate
international politics. Pluralists have a low salience of force and believe that actors
94
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
have different influences on different issue areas. Therefore pluralists argue that
military power is not the only factor indicating how powerful a state is. The final
assumption considers the fact that there is no hierarchy of issues; therefore any issue
area might be at the top of the international agenda at any one time. This emphasizes
the second assumption of complex interdependence that military security does not
consistently dominate the agenda, furthermore, with the complicated interactions
between various sub-state actors, the boundary between domestic and foreign
politics becomes obscure, such that traditionally low political issues, for example
the environment and the economy take greater significance in the domain of
international politics.
The neo-realist reply to the pluralist challenges came in the form of a
structuralist theory which regarded international systems to be either hierarchical or
anarchical in nature. The distinction between hierarchical and anarchical is crucial
to Waltz, who argued that the present international system was anarchical in nature
and the pluralist challenge had failed to provide sufficient grounds to suggest that
the system had changed fundamentally; therefore underlying the reality of the
system remained in tact. Neo-realism deems the anarchic system has led to a self
help system which lacks authority. Waltz (1979a: 79-106) says, “…each unit seeks
its own good: the result of a number of units simultaneously doing so transcends the
motives and aims of the separate units.” Therefore, states are only able to survive if
they increase their military capabilities, which will enhance their security. This is
directly criticized by pluralists as they argue that liberal democracies are more
pacifist and the fact that more states are becoming liberal democracies, shows the
potential for changing the structure of the international system, and they claim that,
“...when complex interdependence prevails military force is not used.” However, in
his critique of transnational and other pluralist efforts, Waltz raises an important
idea. He defies the challenge of the state-centric paradigm by saying that “…students
of transnational phenomena have developed no distinct theory of their subject
matter or of international politics in general.” Keohane (1983: 113) argues this
critique by pointing out that for concepts such as transnational relations to be
valuable; a general theory of world politics is needed. Neo-realism contains
analogies from economics, especially the theory of markets and the firm where the
market is a structure and exists independent of the wishes of the buyers and sellers
who nonetheless create it by their actions. Waltz states, “International political
systems, like economics markets, are formed by the co-action of self-regarding
units.” This overall perspective draws its central ethos from the discipline of
economics and rational choice assumptions.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
95
Even pluralists like Keohane (1993: 269-300) soon accepted the neo-realist
concepts of the international system being anarchic in nature and states as the
principle actors in it. Therefore, he repositioned himself to neo-liberalism, moving
away from his previous pluralistic concerns of interdependence and transnational
relations. The debate between the two came to be known as the neo-neo debate since
there appeared to be a convergence between the two positions. The foundation of
neo-liberalism is that states need to develop strategies and forums for co-operation
over a whole set of new issues and areas and this has been facilitated by the fact that
regimes, treaties and institutions have multiplied over the past two to three decades.
Thus the pluralists of the 1970s such as Keohane and Nye have become the neoliberals of today and in the process have become quite close to the neo-realists.
Neo-liberalism’s acceptance of anarchic principles, states becoming the
principal actors and the adherence to the importance of rational choice further
highlights the close intellectual position with neo-realists. Nevertheless, despite this
neo-liberals are trying to distinguish themselves from neo-realists when including
the notion of co-operation. Neo-liberals have concerned themselves with analyzing
the extent of co-operation possible under conditions of anarchy and the conclusions
that the two sides reach are radically different.
Neo-realists claim that under anarchy, conflict and the struggle for power are
enduring characteristics of international politics, and that because of this, cooperation between states is at best precarious and at worst non-existent. Neo-liberals
agree that achieving co-operation is difficult in international relations but disagree
with neo-realists pessimism of it not being able to occur effectively in an anarchical
system. In his book, After Hegemony, Keohane (2005: 51-63) claims that,
“Cooperation requires that the actions of separate individuals or organizations be
brought into conformity with one another through a process of negotiation.” Neoliberalism goes further and claims that co-operation could be increased through
establishment of international regimes and the exchange of information. They see
regimes as the mediator and the means to achieve cooperation in the international
system. According to neo-liberals, institutions can exert casual force on international
relations, shaping state preference and locking states into cooperative arrangements.
However, neo-realists doubt that international regimes have the ability to do
this efficiently, if not at all (Keohane, 1983: 132-158; Little, 2005: 370-380). Their
pessimistic view of international relations put forward the argument that states must
stress security to promote their own survival. The neo-liberal view is that though
there is an anarchic system in place; institutions have the ability to encourage
96
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
multilateralism and cooperation as a means of securing national interests. However,
they do concede that cooperation may be difficult to achieve in areas where leaders
perceive to have no mutual interests. Thus, there is a difference of opinion between
neo-liberals and neo-realists on the notion of international regimes. The former
believes that regimes can only persist so long as states have mutual interests, while
the latter argues that only with a hegemon in place, can a regime work effectively.
Despite their differences over the question of co-operation in the
international system, both neo-realism and neo-liberalism are rationalist theories;
both are constructed upon assumptions held in micro-economic theory that the main
units in the international system, states, are assumed to be self-interested and rational
and act in a unitary fashion (Lamy, 2005: 124-141). Neo-liberals accept the basic
neo-realist assumptions of international anarchy and the rational egoism of states.
However, their aim is to show that to an extent rational actors can co-operate even
when anarchy in the system prevails. The issue of gains is a key difference in this
debate as neo-liberals assume that states focus primarily on their individual absolute
gains and are indifferent to the gains of others.
Whether co-operation results in a relative gain or loss is not very important
to a state as far as neo-liberalism is concerned, so long as it produces an absolute
gain. In contrast, neo-realists, such as Waltz, argue that states are concerned with
relative gains rather than absolute gains and a state’s utility is at least partly a
function of some relative measure such as power. Furthermore, the acceptance of
states being rational actors allows the enactment of game theory, thus allowing the
behavior of states to be foreseen, aiding the scientific rigor of neo-liberalism.
It is arguable therefore that neo-liberalism is a doctrine that is close to both
neo-realism and traditional pluralism. It is the most contemporary of the paradigms
and thus has been able to take key concepts from both neo-realism and traditional
pluralism to produce a new theory of international relations. However, pluralism
still has strong similarities with neo-liberalism in that they both agree on the concept
of different issues areas that are not necessarily military based, such as economic
welfare, whereas neo-realists concentrate on military issues which they identify as
being high on the political agenda. Therefore, there are no hierarchical issue areas
in contrast to neo-realism where military and the struggle for power is at the top of
the agenda. Furthermore both paradigms show optimism on the concept of
cooperation occurring in international politics.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
97
However, it is arguable that neo-liberals have abandoned the pluralist
thought of the state not being the principal actors in international relations. Here,
neo-liberals have concurred with the neo-realist state-centric view; with states being
described as rational actors. To a greater extent, it is the key concept for the ability
of cooperation to occur in an anarchical system which distinguishes neo-liberalism
from the other two paradigms, especially neo-realism, whereby cooperation can be
mitigated through the establishment of international regimes and institutions. The
differences on cooperation are clearly evident between neo-liberalism and neorealism as the latter paradigm is pessimistic, in arguing that under anarchy
cooperation would be very difficult to achieve. This emphasizes the autonomous
nature of neo-liberalism and it now becoming the main challenger to the traditional
realist paradigm.
Interdependency and War after the Cold War
The Liberal and Realist Approaches on Economic Interdependence and War
This part offers a new theory to build upon liberal and realist approaches to
economic interdependence and war via interaction of trade expectations theory. The
other two approaches highlight important causal elements of interdependence liberalism, the benefits of trade, and realism, the potential costs of severed trade- but
neither specifies the conditions under which these elements will operate. By
introducing a dynamic factor, expectations of future trade, the new theory shows
when high levels of dependence lead to peace or to war. When expectations for trade
are positive, leaders expect to realize the benefits of trade into the future and
therefore have less reason for war now; trade will indeed “constrain”. If, however,
leaders are pessimistic about future trade, fearing to be cut off from vital goods or
believing that current restrictions will not be relaxed, then the negative expected
value of peace may make war the rational strategic choice.
A few practical implications of this new theoretical framework for the postCold War world can be briefly noted. In anticipating likely areas of conflict, one
should look for situations in which powers have both high levels of dependence on
outsiders and low expectations for trade. Both China and Japan, as emerging great
powers, may soon satisfy these conditions. China’s economy is growing at a yearly
rate many times that of most other powers, and its domestic sources of raw materials
are struggling to keep pace; within the next couple of years, for example, China will
have to begin importing oil (Kristof, 1993: 64). As it continues to modernize its
armed forces, it will gradually gain the strength necessary to press its territorial
98
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
claims (Segal, 1996: 107-135; Overholt, 1993). As known, China has already staked
a claim to the potentially oil rich and much disputed Spratly Islands in the South
China Sea.
Japan has never truly overcome the problem it faced before WWII, namely,
its overwhelming dependence on others for the vital minerals and oil needed to
sustain its modern industrial economy. While U.S. hegemony in the region has
allowed Japan to flourish since 1945, one can imagine the fears that would arise in
Tokyo should the United States ever reduce its naval and military presence in the
Far East (for budgetary or other reasons). Japan would be compelled to try to defend
its raw material supply routes, setting off a spiral of hostility with regional great
powers like China, India, Russia, and perhaps the United States itself (Friedman and
Lebard, 1991).
Russia still has significant economic ties with the states of the former Soviet
Union, and is, in particular, dependent on pipelines through Ukraine and Belarus to
sell its natural gas to Western European customers. These states in turn depend on
Russia for their energy supplies (Whitlock, 1993: 38-42). Should Ukraine use threats
to turn off the pipelines as political leverage, low expectations for future trade might
push Russia to reoccupy its former possession in order to mitigate its economic
vulnerability.
American and European dependence on Middle East’s oil exports, combined
with plummeting expectations for future trade, were probably the key factors leading
the United States and Europe to unite against Iraq in 1990-91. It is not hard to
envision future scenarios in the Persian Gulf involving fundamentalist Iran or a
resurgent Iraq that could dictate a repeat of the Gulf War, this time with perhaps far
more devastating consequences.
The key to moderating these potential conflicts is to alter leaders’
perceptions of the future trading environment in which they operate. As the Far
Eastern situation of the late 1930s showed, the instrument of trade sanctions must
be used with great care when dealing with states possessing manifest or latent
military power Economic sanctions by the United States against China for human
rights violations, for example, if implemented, could push China toward expansion
or naval power-projection in order to safeguard supplies and to ensure the
penetration of Asian markets. Sanctions against Japan could produce the same
effect, if they were made too strong, or if they appeared to reflect domestic hostility
to Japan itself, not just a bargaining ploy to free up trade.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
99
The value of maintaining an open trading system through the new World
Trade Organization (WTO) is also clear: any significant trend to regionalization may
force dependent great powers to use military force to protect their trading realms. In
this regard, our analysis tends to support the liberal view that international
institutions may help reinforce the chances for peace: insofar as these institutions
solidify positive expectations about the future, they reduce the incentive for
aggression. Yet trade expectations between great powers are usually improved
without formal institutions being involved, simply as the result of smart bilateral
diplomacy. Nixon and Kissinger achieved just that when they negotiated the 1972
trade treaty with the Soviets. Conversely, trade expectations can be shattered by poor
bilateral diplomacy even within the context of an overarching international regime.
American trade sanctions against China or Japan tomorrow, for example, might
produce profound political-military tension, even under the new WTO framework.
The existence of formal institutions, therefore, does not do away with the need for
intelligent great power foreign policy between individual great powers.
The Liberal and Realist Debate on Economic Interdependence and War
The core liberal position is straightforward. Trade provides valuable
benefits, or “gains from trade”, to any particular state. A dependent state should
therefore seek to avoid war, since peaceful trading gives it all the benefits of close
ties without any of the costs and risks of war. Trade pays more than war, so
dependent states should prefer to trade not invade. This argument is often supported
by the auxiliary proposition that modern technology greatly increases the costs and
risks of aggression, making the trading option even more rational (Copeland, 1995).
The argument was first made popular in the 1850s by Cobden (1903: 225),
who asserted that free trade “unites” states, “…making each equally anxious for the
prosperity and happiness of both.” This view was restated in The Great Illusion by
Angell (1933: 33, 59-60, 87-89) just prior to World War I (WWI) and again in 1933.
Angell saw states having to choose between new ways of thinking, namely peaceful
trade, and the “old method” of power politics. Even if war was once profitable,
modernization now makes it impossible to “enrich” oneself through force; indeed,
by destroying trading bonds, war is “commercially suicidal”.
In this book, we see the underpinning for the neorealist view that
interdependence leads to war. Mercantilist imperialism represents a reaction to a
state’s dependence; states reduce their fears of external specialization by increasing
internal specialization within a now larger political realm. The imperial state as it
100
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
expands thus acquires more and more of the characteristics of Waltz’s domestic
polity, with its hierarchy of specialized functions secure from the unpredictable
policies of others.
In sum, realists seek to emphasize one main point: political concerns driven
by anarchy must be injected into the liberal calculus. Since states must be primarily
concerned with security and therefore with control over resources and markets, one
must discount the liberal optimism that great trading partners will always continue
to be great trading partners simply because both states benefit absolutely.
Accordingly, a state vulnerable to another’s policies because of dependence will
tend to use force to overcome that vulnerability.
Cooperation Hypothesis: Regional Trade Blocs in the Developing World
One of the important neorealist hypotheses is that states will be very reluctant
to cooperate due to fears about how the gains will be distributed (Waltz, 1979b: 104107). As Waltz (1979b: 107) argues, “States do not willingly place themselves in
situations of increased dependence. In a self-help system, considerations of security
subordinate economic gain to political interest.” It would be a caricature, however,
to say that neo-realists regard international cooperation as impossible. They merely
view it as greatly constrained.
With respect to current circumstances, the neo-realist perspective suggests
that developing countries will be very unlikely to pursue cooperation, especially
given that security issues are often quite salient in this region. For instance, Powell
(1991: 1316) argues that states will be concerned about relative gains “…when the
possible use of force is at issue”. Yet, for example in the American continent, many
cooperative efforts have been initiated in the developing world in recent years,
including the Southern Cone Common Market (MERCOSUR), the Andean Pact, the
ASEAN Free Trade Agreement (AFTA), and the Central American Common
Market (CACM), to name a few (Haggard, 1995).
Besides, if we look at the world of global politics, we also inevitably see
other International or trans-national Governmental Organizations (IGOs) such as the
United Nations (UN) or the International Monetary Fund (IMF); we see other
regional organizations, such as the European Union (EU) or the Association of
South East Asian Nations (ASEAN), important Non-Governmental Organizations
(NGOs) such as the Red Cross (and Red Crescent) or Amnesty International, and
powerful Multinational Corporations (MNCs) with bigger annual turnovers than the
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
101
Gross National Product (GNP) of many countries. Significant security issues exist
within all of these organizations such as: (1) within the Andean Pact, Peru and
Ecuador engaged in direct military hostilities in late 1994; (2) within ASEAN,
defense expenditures have increased dramatically in recent years and several serious
territorial disputes exist among its members, most notably over the oil-rich Spratly
Islands; and (3) there is a history of strong military rivalry between Brazil and
Argentina within MERCOSUR and also between El Salvador and Honduras in
CACM. The decision of these developing countries to initiate attempts at
cooperation despite these security issues significantly contradicts neorealism.
In contrast, although postclassical realism sees states as being constrained
from cooperating when security issues are salient, cooperation is still regarded as
being feasible if the gains in economic capacity are even more significant than the
potential security risks. For many developing countries, it does appear the economic
benefits of cooperation are significantly higher in the current international
environment compared to earlier periods. Specifically, being a member of a bloc:
(1) augments negotiating power vis-a-vis larger economic actors that advance
assertive unilateral trade policies; (2) acts as a “safety net” -regional trade partners
could serve as alternative export markets if the EU and/or the North American Free
Trade Agreement turn aggressively protectionist; (3) enhances the chance of
attracting foreign direct investment; and (4) allows member states to reduce
transaction costs and acquire economies of scale at a time when the number and
efficiency of exporters have increased dramatically in recent years. For many
developing countries, engaging in regional cooperation can thus help promote
international competitiveness. For the developing country trade pacts mentioned
earlier, these four potential economic benefits of cooperation appear to supersede
the constraining impact of relative gains concerns, thereby making cooperation
possible.
The decision of these developing countries to pursue cooperation with
potential rivals is incompatible with neorealism’s underlying assumptions about
state behavior. In contrast, for postclassical realism, such behavior is consistent with
the view that rational states make trade-offs and will favor economic capacity over
security concerns in situations where the potential for enhanced economic
competitiveness from regional cooperation outweighs the probability of security
losses.
However, it is believed that neo-realists had underestimated the importance
of transnational relations, as Nye and Keohane claims (1971: 329-349). Indeed, neo-
102
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
liberals always asked that how the reality of the global economy, thought of as a
context in which states interact, effect the way that states will act (Sutch and Elias,
2006: 11).
Economic Interdependence Increase or Decrease the Probability of War?
Does economic interdependence increase or decrease the probability of war
among states? With the Cold War over, this question is taking on importance as
trade levels between established powers such as the United States and Russia and
emerging powers such as Japan, China, and Western Europe grow to new heights.
In this article, it is urged a new dynamic theory to help overcome some of the
theoretical and empirical problems with current liberal and realist views on the
question.
The prolonged debate between realists and liberals on the causes of war has
been largely a debate about the relative salience of different causal variables.
Realists stress such factors as relative power, while liberals focus on the absence or
presence of collective security regimes and the pervasiveness of democratic
communities. Economic interdependence is the only factor that plays an important
causal role in the thinking of both camps, and their perspectives are diametrically
opposed.
Liberals argue that economic interdependence lowers the likelihood of war
by increasing the value of trading over the alternative of aggression: interdependent
states would rather trade than invade. As long as high levels of interdependence can
be maintained, liberals assert, we have reason for optimism. Realists dismiss the
liberal argument, arguing that high interdependence increases rather than decreases
the probability of war. In anarchy, states must constantly worry about their security.
Accordingly, interdependence -meaning mutual dependence and thus vulnerabilitygives states an incentive to initiate war, if only to ensure continued access to
necessary materials and goods.
The unsatisfactory nature of both liberal and realist theories is shown by their
difficulties in explaining the run-ups to the two World Wars. The period up to WWI
exposes a glaring anomaly for liberal theory: the European powers had reached
unprecedented levels of trade, yet that did not prevent them from going to war.
Realists certainly have the correlation right - the war was preceded by high
interdependence -but trade levels had been high for the previous thirty years; hence,
even if interdependence was a necessary condition for the war, it was not sufficient.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
103
At first glance, the period from 1920 to 1940 seems to support liberalism
over realism. In the 1920s, interdependence was high, and the world was essentially
peaceful; in the 1930s, as entrenched protectionism caused interdependence to fall,
international tension rose to the point of world war. But, the WWII could not be
prevented. We lived the gloomy years of that “Big War”. After that, Cold War years
were to come. Realists claimed that struggle for power is everything to be alive in
an anarchic international system. Realists believed that liberals were “utopians”. But
no one guessed that Cold War would be over one day. International historians such
as Gaddis (1992-1993: 5-58) stressed that none of the major traditions of
international theory predicted the collapse of Soviet Union and its immediate
consequences for Europe and the rest of the world. However, liberals have
advocated political freedom, democracy and constitutionally guaranteed rights, and
privileged the liberty of the individual and equality before the law (Burchill, et al.,
2005: 55).
A Comparison of the Liberal and Realist Perspectives
While the liberal and the realist arguments display critical differences, they
possess one important similarity: the causal logic of both perspectives is founded on
an individual state’s decision-making process. That is, while the two camps freely
use the term “interdependence”, both derive predictions from how particular
decision-making units -states- deal with their own specific dependence. This allows
both theories to handle situations of “asymmetric interdependence”, where one state
in a dyad is more dependent than the other. Their predictions are internally
consistent, but opposed: liberals argue that the more dependent state is less likely to
initiate conflict, since it has more to lose from breaking economic ties (Keohane and
Nye, 1973b: 121-122; Richardson and Kegley, 1980: 191-222); realists maintain
that this state is more likely to initiate conflict, to escape its vulnerability.
The main difference between liberals and realists has to do with their
emphasis on the benefits versus the costs of interdependence. The realist argument
highlights an aspect that is severely downplayed in the liberal argument, namely,
consideration of the potential costs from the severing of a trading relationship. Most
liberals, if pressed, would probably accept Baldwin’s (1971: 19-38; 1980: 478, 482484, 489) conceptualization of dependence as the opportunity costs a state would
experience should trade end. Yet Baldwin’s opportunity costs are only the loss of
the benefits from trade received after a state moves from autarchy.
104
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
It is this understanding of opportunity costs that is followed in the most
comprehensive liberal argument for interdependence and peace, that of Rosecrance
(1986: 39-41, 235). There is little sense in Rosecrance’s work that a state’s decision
to specialize and thus to restructure its economy radically can entail huge “costs of
adjustment” (Arad, et. al., 1983: 26-34) should trade be later severed, nor that such
costs can actually put the state in a far worse position than if it had never moved
from autarchy in the first place. Keohane and Nye (2001: 13) examine the “costs of
adjusting” as an integral part of “vulnerability” interdependence. Yet they do not
establish the original autarchic position as a baseline for examining these costs
independently from the benefits of trade forgone; this baseline is incorporated later
in building the new theory. Liberals also consider “costs” in terms of losses in
“autonomy” due to trade ties (Cooper, 1968: 4-12).
This is the concern of realists when they talk about dependence on “vital
goods” such as oil. A state that chooses not to buy oil from outsiders forgoes certain
benefits of trade, but by operating on domestic energy sources, it avoids the heavy
penalty experienced by a state that does base its industrial structure on imported oil,
only to find itself cut off from supplies.
One should not place too much emphasis upon the existence of
interdependence per se. European nations in 1913 relied upon the trade and
investment that flowed between them; that did not prevent the political crisis which
led to WWI. Interdependence only constrains national policy if leaders accept and
agree to work within its limits (Rosecrance, 1986: 141, 150).
It thus appears that Rosecrance cannot really envision interdependence as
being anything but a “constraint” or “restraint” on unit-level tendencies to aggress.
This view is consistent with the general liberal perspective that all wars are
ultimately driven by unit-level phenomena such as misperceptions,
authoritarianism, ideology, and internal social conflict. Rosecrance’s historical
understanding of the WWII, for example, would fit nicely with the “democratic
peace” literature: had all the states in 1939 been democratic, war would probably
not have occurred despite the disrupted global economic situation, but since some
states were not democratic, their aggressive domestic forces became unfettered once
interdependence had declined. The idea that economic factors by themselves can
push states to aggress -an argument consistent with neorealism and the alternative
theory that will be presented below- is outside the realm of liberal thought, since it
would imply that purely systemic forces can be responsible for war, largely
regardless of unit-level phenomena.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
105
While liberal theory certainly downplays the realist concern for the potential
costs of severed trade, it is also clear that realists slight the positive role the benefits
of trade can have on a state’s choice between peace and war. In the next section, it
will be gathered the liberal emphasis on benefits with the realist emphasis on costs
to create a framework for understanding the true level of dependence a state faces.
This section also seeks to correct the most significant error in both liberal and realist
theories, namely; their lack of theoretical attention to the dynamics of state
expectations for the future.
Interaction of Trade Expectations with Realism and Liberalism
Liberals contend that high economic dependence, as manifest in high trade
levels, reduces a state’s likelihood of initiating war by providing a material
“constraint” on unit-level forces for aggression. Low dependence will increase this
likelihood, since this constraint on unit-level motives for war is removed. Realists
argue that high dependence heightens the probability of war as dependent states
struggle to reduce their vulnerability. In the realist world, however, low dependence
should have no impact on the likelihood of war or peace; that is, other factors should
become causally determinant of war. Still, since economic interdependence is at
least eliminated as a possible source of conflict, realists would predict that the
overall likelihood of war should fall when mutual dependence is low.
In other words, both liberals and realists believe that a situation of low
dependence eliminates “dependence” as a causal variable. But since liberals argue
that unit-level forces are always ready to be let loose (in the absence of a community
of democratic nations), the termination of high dependence takes away the previous
restraint on such forces, and therefore the probability of war rises dramatically. For
realists, the causes of war come from systemic factors, including a state’s
dependence (as well as relative power, etc.); therefore, since high dependence will
tend to push a state into war, the absence of dependence gives the state one less
systemic reason to aggress.
The new theory departs from the two other approaches by incorporating both
the level of dependence and the dynamic expectations of future trade. It is somewhat
consistent with realism in that low dependence implies little impact on the prospects
for peace or war: if there are few benefits from trade and few costs if trade is cut off,
then trade does not matter much in the state’s decision to go to war.
106
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
As with realism, however, the elimination of a factor that might otherwise
push a state into war suggests that the probability of war should be less when
dependence is low. It is also possible to consider that trade expectations theory, like
realism, is a systemic theory; it assumes no unit-level drives towards aggression.
While expectations may seem like a unit-level factor, remember that these are
expectations of an external phenomenon, namely, the other's propensity to trade into
the future; the causal source of behavior comes from outside, not from within, the
actor (Waltz, 1979b: 60). One might also argue that domestic and individual level
factors within a state can distort expectations, but we simply assume that such
misperceptions are minimal for purposes of building a deductive theory; this
assumption can be later relaxed if so desired.
When dependence is high, peace will be promoted only when the state has
positive expectations of future trade. Here, the liberal logic applies, whereby the
positive benefits of trade give the dependent state the incentive not to disrupt a
profitable peace. If, however, expectations of future trade fall, then realist concerns
about the downside of interdependence -the costs of being cut off- enter in,
dramatically increasing the likelihood that the dependent state will initiate war.
Importantly, the decision for war does not hinge on what the present trade levels are;
rather, it is leaders’ expectations for the future that drive whether the expected value
of trade is positive and peace-inducing or negative and war-inducing.
High economic interdependence between states after the Cold War helps
preserve the peace. Interdependent economy, which is based on the use of open and
free markets with little, if any, government intervention to prevent monopolies and
other conglomerates from forming is essential. For liberals confident that a new day
is dawning for the international system, this analysis sounds a strong note of caution.
It is the very states that are the most dependent on others that are likely to lead the
system into war, should their leaders become pessimistic about the continuation of
trading relations that so determine their wealth and security. But our argument also
rejects the stark view of realists, who automatically equate continued high
interdependence with conflict: if leaders can sustain positive expectations for the
future, then trading will indeed seem more rational than invading. To a large degree,
whether interdependence leads to war or to peace thus becomes a question of
political foresight. Those leaders, who understand that an adversary’s decisions rest
not on the static situation of the present, but on the dynamic expectations for the
future, will be better able to avoid the tragedy of war.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
107
Conclusion
World politics is undergoing a series of transformations. Globalization is
taking us beyond inter-national politics. Globalization is something of a catch-all
term that is intended to describe the ever-increasing interdependence and
interconnectedness of individuals, economies and states. Globalization is a new
phenomenon, which is driven principally by the rapid development of the world
economy, initially after the WWII and rapidly again after the Cold War. Since 1945,
we have seen the rise of international institutions, organizations and huge
Transnational Corporations. The growing interdependence throughout and after the
Cold War through international institutions are essential to prevent conflicts and
wars. In an important sense, economic globalization outstripped political
globalization, but the challenges of governance and security in the late twentieth
century and at the beginning of millennium have had a remarkable impact on the
shape of IR. Organizations such as the UN or the EU are the clearest example here;
but there are now more than 400 IGOs that exists side by side with states. There are
even more International Non-Governmental Organizations, tens of thousands of
lobby groups, charities, professional associations working effectively at a global
level. Economic policy, legal principles and political goals are discussed, decided
and often policed at a trans-national level. Security is also a global issue. While
globalization is driven principally by economic factors, it is clearly also a series of
political, legal, social, and cultural developments.
These developments are not always positive. What, for some, is the triumph
of global capitalism impacts on the world evenly? The gap between rich and poor
has widened creating a political and economic deficit between the global “north”,
the rich developed nations, and the global “south”, the developing nations. For
many, globalization offers the prospect of American dominance and cultural
homogenization, dependence not interdependence. In fact, it is considered that
global capitalism offers American hegemony. Indeed, it is supposed that
globalization is not the same meaning with the global capitalism. Global capitalism
is some kind of tool to exploit the poorer world. However, globalization impacts on
the individual too. We are now connected, morally and casually, through our
participation in global economic and political framework.
In this line, we support that Morgenthau’s main claims, which were saying
that all efforts to reform the international system which ignored the struggle for
power would quickly end in failure, was in total failure in the Post-Cold War era.
We also advocate that the belief in the need for a “clean break” with the old order
108
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
encouraged the view that the study of history was a perfect guide to how states
should behave in future. We suggest that the spread of legitimate domestic political
orders would eventually bring an end to international conflicts.
We are not so much in line with the view of realist contention that the
anarchical nature of the international system means that states are trapped in a
struggle for power and security. In fact, the rise of Islamic militancy after the events
of 9/11 may only be a transient and disproportionately influential revolt against
Western cultural authority, but from the perspective of the 1990s it was as
unexpected as it was violent. This is the part of realism. Realism deals with this
global security issue. Besides, we accept that neo-Kantian position which assumes
that particular states, with liberal-democratic credentials, constitute an ideal which
the rest of the world will emulate. Indeed, liberal democracies have transcended their
violent instincts and institutionalized norms which pacify relations between them.
The projection of liberal-democratic principles to the international realm is said to
provide the best prospect for a peaceful world order, because a world made up of
liberal democracies should have much less incentive for war, since all nations would
reciprocally recognize one another’s legitimacy.
Like liberals, we believe also that peace is the normal state of affairs for
peace can be perpetual. The laws of nature dictated harmony and cooperation
between peoples. War is therefore both unnatural and irrational, an artificial
contrivance and not a product of some peculiarity of human nature. Wars were
created by militaristic and undemocratic governments for their own vested interests.
Wars were engineered by a “warrior class” bent on extending their power and wealth
through territorial conquest. War is a cancer on the body politic. But it is an ailment
that human beings, themselves, have the capacity to cure. We do believe in the same
way with liberals that the “disease” of war can be successfully treated with the twin
medicines of “democracy” and “free trade”. Democratic processes and institutions
will break the power of the ruling elites and curb their propensity for violence. Free
trade and commerce will overcome the artificial barriers between individuals and
unite them everywhere into one community. Like Kant, it is believed that the
establishment of republican forms of government in which rulers are accountable
and individual rights are respected will lead to peaceful international relations
because the ultimate consent for war will rest with the citizens of the state. Liberal
states, founded on individual rights such as equality before the law, free speech and
civil liberty, respect for private property and representative government, will not
have the same appetite for conflict and war. So, if the state is peaceful at home, then
it will carry peace to the outer world. That state will be an aspect of peace distributor.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
109
But anyhow, we should fight for the idea of that there is or should be a
universal community of humankind (either moral or political). We must strongly
believe that there must be a political and institutional solution to the problem of
international anarchy. In fact, states mutually gained from cooperation and that war
was so destructive to be essentially futile.
Anarchy causes fear and distrust. A just legal and political regime can break
that cycle exposing a genuine harmony of interests. Therefore, at the domestic level,
we require republican political constitutions where individual citizens are accorded
equal standing. Internationally, we can end the state of nature by entering in to a
confederation of republican states under the law of nations. Globally we could
establish a cosmopolitan law of peoples under which individuals gain certain rights
internationally. This is “Peace at home, peace abroad.” However, we should not
forget that interests are above everything, even both for individuals and nationstates. Interests are above all IR theories. In the final stage, interests draw the course
of action of realist, liberal or globalist nation-states. States will cooperate
irrespective of relative gains, and are thus concerned with absolute gains. This also
means that nations are, in essence, free to make their own choices as to how they
will go about conducting policy. Not to forget!
110
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
BIBLIOGRAPHY
Angell, N. (1933). The Great Illusion, (2nd ed.), New York: G.P. Putnam’s Sons.
Arad, R., Hirsch, S. and A. Tovias (1983). The Economics of Peacemaking, New
York: St. Martin’s Press.
Baldwin, D. A. (1971). The Power of Positive Sanctions, World Politics, 24(1),
October, 19-38.
Baldwin, D. A. (1980). Interdependence and Power: A Conceptual Analysis,
International Organization, 34(4), Autumn, 471-506.
Burchill, S., Linklater, A., Devetak, R., Donnelly, J., Paterson, M., Reus-Smit, C.
and J. True (2005). Theories of International Relations”, (3rd ed.), New York:
Palgrave Macmillan.
Burton, J. W. (1972). World Society, Cambridge: Cambridge University Press.
Cobden, R. (1903). The Political Writings of Richard Cobden, London: T. Fischer
Unwin.
Cooper, R. N. (1968). The Economics of Interdependence, New York: McGraw Hill.
Copeland, D. C. (1995). Economic Interdependence and the Outbreak of War, Paper
presented to University of Virginia Department of Government’s faculty workshop,
March.
Copeland, D. C. (1996). Economic Interdependence and War: A Theory of Trade
Expectations, International Security, 20(4), Spring, 5-41.
Dougherty, J. E. and R. L. Jr. Pfaltzgraff (1981). Contending Theories of
International Relations, (2nd ed.), New York: Harper&Row, Publishers.
Friedman, G. and M. Lebard (1991). The Coming War with Japan, New York: St.
Martin’s Press.
Gaddis, J. L. (1992). The United States and the End of the Cold War:
Reconsideration, Implications, Provocations, New York: Oxford University Press.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
111
Gaddis, J. L. (1992-1993). International Relations Theory and the End of the Cold
War, International Security, 17(3), Winter, 5-58.
Gartzke, E. A. (1998). Kant We All Just Get Along? Opportunity, Willingness, and
the Origins of the Democratic Peace, American Journal of Political Science, 42(1),
1-27.
Haftendorn, H. (1991). The Security Puzzle: Theory Building and DisciplineBuilding in International Security, International Studies Quarterly, 35(1), 3-17.
Haggard, S. (1995) Developing Nations and the Politics of Global Integration,
Washington, D. C.: The Brookings Institution.
Howard, M. (1978). War and the Liberal Conscience, New Brunswick: Rutgers
University Press.
Huntington, S. P. (1993). If Not Civilizations, What? Samuel Huntington Responds
to His Critics, Foreign Affairs, 72(5), November/December, 186-194.
Keohane, R. O. (1983). The Demand for International Regimes, in S. Krasner (ed.),
International Regimes, London: Cornell University Press.
Keohane, R. O. (1993). Institutional Theory and the Realist Challenge After the
Cold War, in D. Baldwin (ed.), Neorealism and Neoliberalism: The Contemporary
Debate, New York: Columbia University Press, 269-300.
Keohane, R. O. (2005). After Hegemony: Cooperation and Discord in the World
Political Economy, Princeton, NJ: Princeton University Press.
Keohane, R. O. and J. S. Nye (1973a). Transnational Relations and World Politics,
Cambridge: Harvard University Press.
Keohane, R. O. and J. S. Nye (1973b). World Politics and the International
Economic System, in C.F. Bergsten (ed.), The Future of the International Economic
Order, Lexington: D.C. Heath, 1973), 109-141.
Keohane, R. O. and J. S. Nye (2001). Power and Interdependence, New York:
Longman.
112
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Kristof, N. D. (1993). The Rise of China,
November/December, 59-74.
Foreign
Affairs, 72(5),
Lamy, S. L. (2005). Contemporary Mainstream Approaches: Neo-Realism and NeoLiberalism, in J. Baylis and S. Smith (eds.), The Globalization of World Politics: An
Introduction to International Relations, Oxford: Oxford University Press, 124-141.
Little, R. (2005). International Regimes, in J. Baylis and S. Smith (eds.), The
Globalization of World Politics: An Introduction to International Relations, Oxford:
Oxford University Press.
Mansbach, R. W. and J. A. Vasquez (1981). In Search of Theory: A New Paradigm
for Global Politics, New York: Columbia University Press.
Morgenthau, H. (1948). Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace,
New York: Alfred A. Knopf.
Mortimer, E. (1993). Peace and Its Pieces, Financial Times, 19 May, p. 4.
Nye, J. S. and R. O. Keohane (1971). Transnational Relations and World Politics,
International Organization, 25(3), 329-349.
Overholt, W. H. (1993). The Rise of China: How Economic Reform is Creating a
New Superpower, New York: Norton.
Powell, R. (1991). Absolute and Relative Gains in International Relations Theory,
American Political Science Review, 85(4), December, 1303-1320.
Richardson, N. R. and C. W. Kegley (1980). Trade Dependence and Foreign Policy
Compliance, International Studies Quarterly, 24(2), June, 191-222.
Rosato, S. (2003). The Flawed Logic of Democratic Peace Theory, American
Political Science Review, 97(4), November, 585-602.
Rosecrance, R. (1986). The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest in
the Modern World, New York: Basic Books.
Schmidt, B. C. (1998). The Political Discourse of Anarchy: A Disciplinary History
of International Relations, Albany: State University of New York Press.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
113
Segal, G. (1996). East Asia and the ‘Containments of China, International Security,
20(4), Spring, 107-135.
Silberberg, E. (1990). The Structure of Economics, (2nd ed.), New York: McGrawHill.
Singer, D. J. (1971). A General Systems Taxonomy for Political Science, New York:
General Learning Press.
Sutch, P. and J. Elias (2006). International Relations: The Basics, London:
Routledge.
Walt, M. S. (1991). The Renaissance of Security Studies, International Studies
Quarterly, 35(1), 211-239.
Waltz, K. (1979a). Theory of International Politics, Boston: McGraw-Hill.
Waltz, K. (1979b). Theory of International Politics, Reading, Mass.: AddisonWesley.
Whitlock, E. (1993). Ukrainian-Russian Trade: The Economics of Dependency,
Radio Free Europe/Radio Liberty Research Report, 2(43), October 29, 38-42.
114
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
6360 SAYILI YASAYA ADALET VE KALKINMA PARTİSİ’NİN
MUHAFAZAKÂR DEMOKRAT KİMLİK TANIMI
ÜZERİNDEN BAKIŞ: PEKİŞEN İKTİDARLA
MERKEZİLEŞEN YEREL YÖNETİME DOĞRU
Hakan ÖZDEMİR ∗
Yahya DEMİRKANOĞLU ∗∗
__________________________________________________________________
ÖZET
Bu çalışmada 6360 sayılı Yasanın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “muhafazakâr demokrat” kimlik
tanımı üzerinden irdelenmesi amaçlanmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarını pekiştirdikçe
merkezileşme eğilimine yöneldiğinin iddia edildiği bu çalışmada, öncelikle Milli Görüş
Hareketi’nden Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kadar Türk siyasal hayatının tarihi gelişimi ve Adalet
ve Kalkınma Partisi’nin “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı hakkında bilgiler verilmiştir. Daha
sonra da 6360 sayılı Yasa, ana hatlarıyla ele alınarak “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı
üzerinden irdelenmiştir. Çalışmanın sonunda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarını pekiştirdikçe
yerel yönetimlere verilen yetkilerin bir bölümünü merkeze çekme eğilimine yöneldiği, Avrupa
Birliği’ne üyelik sürecinde gözetilen birtakım yerel demokrasi ilkelerinden ve uluslararası metinlerde
ele alınan haklardan uzaklaşmaya başladığı sonucuna erişilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Adalet ve Kalkınma Partisi, Avrupa Birliği, Merkezileşme, Milli Görüş
Hareketi, Muhafazakâr Demokrasi, Yerel Yönetimler.
ABSTRACT
A GLANCE AT THE LAW 6360 OVER THE CONSERVATIVE DEMOCRAT IDENTITY
OF THE JUSTICE AND DEVELOPMENT PARTY: TOWARDS CENTRALIZED LOCAL
ADMINISTRATIONS WITH A REINFORCED GOVERNMENT
The purpose of this study is to examine the Law 6360 over the ‘Conservative democrat’ identification
of the Justice and Development Party. It has been claimed in this study that as the Justice and
Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü ([email protected])
Öğretim Görevlisi, Bitlis Eren Üniversitesi, Adilcevaz Meslek Yüksekokulu (y.demirkanoglu@
beu.edu.tr)
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015)
∗
∗∗
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
115
Development Party reinforces its power in the government, it is gradually becoming centralized.
Firstly, information on the Turkish political life from the Nationalistic Vision Movement to the Justice
and Development Party, and on the description of ‘conservative democrat’ identity of it has been
given. Then the Law 6360 has been handled with its main lines, and also examined in the light of the
‘conservative democrat’ identity. In the last part of the study, it has been concluded that as the Justice
and Development Party reinforced its power in government, it has adopted an inclination to drive
back some of the authorities given to the local administrations, and has started to move away from
some local democracy principles, which were formerly cared for in the European Union membership
process, and also from the rights stated in international texts.
Keywords: The Justice and Development Party, European Union, Centralization, National Vision
Movement, Conservative Democracy, Local Administrations.
_________________________________________________________________________
Giriş
Siyasette başarılı olabilmenin yolunun Kemalist düzenle çatışmaktan ve dini
söylemlere dayanan enstrümanların kullanımından kaçınmadan geçtiğini düşünen
isimlerle kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), kuruluşundan on beş ay
sonra katıldığı 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden bu yana başarılı bir siyasi
performans sergilemiş, yeni bir siyaset tarzını ve siyasi kimliği benimsemiştir. Bu
siyaset tarzını “muhafazakâr demokrasi” ve siyasi kimliğini “muhafazakâr
demokrat” olarak tanımlayan AK Parti, İslamcı ve etnik kökene dayanan partilerden
ziyade bir kitle partisi olma amacını taşımış, muhafazakârlıkla liberalliği birbirine
eklemleyen Özal geleneğini devam ettiren bir çizgide yer almayı yeğlemiştir.
Kendisine meşruiyet zemini sağlayacak alanlardan biri olarak gördüğü dış
politikada da Milli Görüş geçmişini reddederek yönünü AB ve ABD’ye dönen AK
Parti, hukuk devleti normlarını benimseyen sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir
iktidar, güçlendirilmiş bir yerel yönetim ve işleyen bir piyasa ekonomisini talep
eden, ulusal kimlik, din, aile, tarihi övünç gibi değerlerle muhafazakâr değerleri
yoğurmaktan yana olan bir siyasi parti profili çizmiştir. Özal’ın siyasi mirasını
yeniden canlandırma gayesinde olan AK Parti, Özal döneminde başlatılan kamu
yönetimi ve mahalli idareler reformunu AB’ye üyelik sürecinin gereklerini de
dikkate alarak sürdürmeye çalışmış, yerel siyaseti güçlendirme yolunda önemli
adımlar atmıştır. Ancak AK Parti’nin iktidarını pekiştirdikçe muhafazakâr demokrat
kimlik tanımındaki temel argümanlardan uzaklaşarak yerel yönetimlere verilen
yetkilerinin bir bölümünü merkeze çekme eğiliminde olduğu, AB’ye üyelik
sürecinde gözetilen birtakım yerel demokrasi ilkelerinden uzaklaşmaya başladığı,
özellikle bu çalışmada ele alınan 6360 sayılı Yasa incelendiğinde daha iyi
anlaşılmaktadır.
116
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
6360 sayılı Yasanın AK Parti’nin “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı
üzerinden irdelenmesinin amaçlandığı bu çalışmada, tarihsel ve betimsel araştırma
yöntemlerinden yararlanılmıştır. Bu amaçla sürdürülen çalışmada, öncelikle Milli
Görüş Hareketi’nden AK Parti’ye Türk siyasal hayatının tarihi gelişimine ve AK
Parti’nin muhafazakâr demokrat kimlik tanımına değinilecektir. Daha sonra da 6360
sayılı Yasa ana hatlarıyla ele alınarak, “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı
üzerinden irdelenecektir. Çalışma şu şekilde organize edilmiştir: Takip eden
bölümde AK Parti’nin siyasi tarihi ve kimlik tanımına, ikinci bölümde genel
hatlarıyla 6360 sayılı Yasaya değinilecektir. Çalışmanın son bölümünde ise, 6360
sayılı Yasa AK Parti’nin “muhafazakâr demokrat” kimlik tanımı üzerinden
irdelenecek ve çalışma sonuç kısmıyla tamamlanacaktır.
1. Türk Siyasi Yaşamında Muhafazakâr Sağın “En Güçlü” Son Halkası:
Muhafazakâr Demokrat Adalet ve Kalkınma Partisi
1.1. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Selefi Olan Milli Görüş Hareketi
Partileri Üzerine
Türk siyasetinde muhafazakâr sağın “en güçlü” son halkası olan AK
Parti’nin siyasi serüveninin ve kimlik tanımının sağlıklı bir şekilde analiz
edilebilmesi için, Parti kurucularının ve yöneticilerinin büyük bir bölümünün
içinden geldiği Milli Görüş Hareketi ile konuya başlanmasında yarar vardır.
Muhafazakârlığın daha özelde İslam’la ilişkilendirilerek algılandığı Türkiye’de,
dini duyarlılığı bulunan siyasal örgütlenmeler açısından iki kırılma noktasının
bulunduğu söylenebilir. Bunlardan ilki, Milli Görüş Hareketi’ni başlatan Milli
Nizam Partisi (MNP)’nin 16 Ocak 1970’de kurulmasıyla gerçekleşmiştir (MNP’nin
ardından kurulan Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP), Fazilet Partisi
(FP) ve Saadet Partisi (SP)’nin de Milli Görüş Hareketi’nde yer aldığı kabul
edilebilir) (Okutan, 2006: 315-316). İkincisi de Milli Görüş Hareketi içinde yaşanan
bölünmenin neticesinde beliren ve Milli Görüş Hareketi’nin yükselen kanadı olan
“Yenilikçiler”in çalışmalarıyla 14 Ağustos 2001’de AK Parti’nin kurulmasıyla
gerçekleşmiştir (Pamuk, 2001: 171).
16 Ocak 1970’de Necmettin Erbakan’ın liderliğinde on sekiz kişi tarafından
kurulan MNP, başından beri birçok sorunla yüzleşmek zorunda kalan ve siyasi ömrü
kısa soluklu olan bir partidir. Bağımsız bir İslamcı siyaset yapma konusunda
tecrübesiz olan MNP’ye güç veren cemaatler içinde güçlü ve daha da önemlisi dışa
açık bir entelektüel üretim yapılamadığı gibi, MNP’nin İslamcılığının düşünsel
olarak sağcılıktan kopmamış olması ve kendilerinin sağı bölmeyle suçlanmak gibi
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
117
birçok sorunu bulunmaktaydı. Bu sorunlarla yüzleşen MNP, kısa sürede
acemiliğinin, tabanındaki heyecanın ve devlet aygıtının henüz güçlü bir İslami
partiyi hazmedecek bünyeye sahip olmamasının kurbanı olmuştur. Anayasa
Mahkemesi’nin 20 Mayıs 1971’deki kapatma kararıyla siyasi ömrü son bulan
MNP’nin ardından 11 Ekim 1972’de kurulan MSP, Batı dünyasının teknolojisine
genel olarak sıcak bakan; ancak Batı’nın siyasal değerlerine kayıtsız kalan,
Cumhuriyet’in resmi paradigmasını oluşturan “muasır Batı medeniyetiyle
bütünleşme ideali”nde bir gedik açarak ülkenin rotasını İslam ülkelerine çevirmeyi
ve Türkiye’nin başını çektiği bu dünyada yeni bir blok oluşturmayı dış politikanın
ana hedefi haline getirmeyi amaçlayan bir siyasi parti profili çizmiştir (Çaha, 2007:
147). MSP, selefi olan MNP ile paralel olarak küçük sanayici ve tüccara dayalı bir
ulusal gelişmeyi öngören bir siyaset izlemesi hasebiyle karşı devrimci ya da Atatürk
karşıtı bir siyasi parti olarak damgalanmasına rağmen (Kongar, 2006: 179-180),
mevcut ekonomik düzene yoksul kitlelerden gelen tepkiler, taşra sermayesinin
ekonomik ve sosyal gelişmeler karşısında uğradığı zarardan ve duyduğu
tedirginlikten, dindar kesimin umut bağladığı yeni bir oluşum olması nedeniyle
katıldığı seçimlerde beklenmedik bir başarıya imza atmıştır (Poyraz, 2010: 316).
Katıldığı 1973 genel seçimlerinde % 11.8 oranında oy alan MSP, 7 Şubat 1974’te
güvenoyu alan ve on ay süren CHP-MSP Koalisyon Hükümeti’nde (Demirel, 2013:
75) ve 1977 genel seçimlerine kadar işbaşında kalan I. Milliyetçi Cephe
Hükümeti’nde yer almıştır (Tekin ve Okutan, 2011: 182). 5 Haziran 1977’de yapılan
genel seçimlerde de hiçbir siyasi partinin gerekli çoğunluğa ulaşamamasından
dolayı kısa ömürlü koalisyon ve azınlık hükümetleri birbirini izlemiştir. Öncelikle
Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan CHP azınlık hükümetinin güvenoyu
alamaması üzerine, Süleyman Demirel’in başbakanlığında kurulan II. Milliyetçi
Cephe Hükümeti’ne dâhil olan MSP, uzun ömürlü olmayan bu hükümetin yerine
Demirel tarafından kurulan azınlık hükümetine (43. Hükümet) de dışarıdan destek
vermiştir (Demirel, 2013: 75-76). Ancak bu hükümet, 12 Eylül 1980 Askeri
Müdahalesiyle sona ermiş ve diğer siyasi partiler gibi MSP de kapatılmıştır.
12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’nin ardından cuntacıların demokratik
hayata dönüş kararıyla (Poyraz, 2010: 316) 13 Temmuz 1983’te kurulan RP,
MSP’nin yerine kurulan Milli Görüş Hareketi’nin yeni siyasi partisi olarak Türk
siyasal hayatındaki yerini almıştır (Çakır, 2005: 548). Kurulmasından yaklaşık dört
ay sonra yapılan 1983 genel seçimlerine Milli Güvenlik Konseyi vetosundan dolayı
katılamayan RP, 1984 yerel seçimlerinde oyların % 4.4’ünü (Yavuz, 1997: 71), 1987
genel seçimlerinde ise, % 7.3’ünü almayı başarmıştır. 1989 yerel seçimlerinde oy
oranını % 9.8’e çıkaran RP, 1991 genel seçimlerinde ise, % 16.2’ye erişen oy
oranıyla oylarını ikiye katlamıştır. 1994 yerel seçimlerinde oyların % 19.1’ini alarak
118
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
en büyük başarısını elde eden RP, ertesi yıl yapılan 1995 genel seçimlerinde oyların
% 21.3’ünü alarak seçimden birinci parti olarak çıkmıştır (Çakır, 2005: 548-549;
Yılmaz, 2012: 365-366). Ancak seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına rağmen
Meclis’te grubu bulunan hiçbir partinin koalisyon kurmaya yanaşmadığı RP
(Poyraz, 2010: 318), üç aylık ömrü olan Anavatan Partisi (ANAP)-Doğru Yol Partisi
(DYP) Koalisyonu içinde yer almamıştır. 6 Mart 1996’da kurulup, 6 Haziran
1996’da Başbakan Mesut Yılmaz’ın istifasıyla sona eren 53. Hükümet’in ardından
RP ile DYP arasında yapılan ittifakla 28 Haziran 1996’da, Refah-Yol olarak
adlandırılan koalisyon hükümeti, Büyük Birlik Partisi (BBP)’nin desteğiyle
kurulmuştur (Tekin ve Okutan, 2011: 220). Ordunun ve laik çevrelerin çekinceleri
dikkate alınarak kurulan Refah-Yol Hükümeti koalisyon protokolüne göre de bir yıl
sonra başbakanlığın RP’den DYP’ye geçmesi öngörülmüştü (Akın, 2012: 455).
Ancak bu Hükümet de 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu (MGK)
bildirisinin açıklanmasıyla iyice sıkışmış bir alanda, MGK gözetim ve denetimi
altında faaliyetlerini icra etmeye mahkûm hale gelmiştir. MGK bildirisinin akabinde
21 Mayıs 1997’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın “laiklik karşıtı
eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle RP’nin kapatılması istemiyle açtığı
dava ise, Partiyi iyice çıkmaza sokmuştur. Nihayet DYP ile yapılan koalisyon
protokolü gereği, Erbakan’ın başbakanlığı Çiller’e devretmek maksadıyla 18
Haziran 1997’de istifa etmesiyle Refah-Yol Hükümeti de rafa kaldırılmıştır
(Erdoğan, 2007: 19).
16 Ocak 1998 tarihli Anayasa Mahkemesi kararıyla “laiklik karşıtı
eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle RP kapatılmış, Erbakan ve dört
arkadaşına siyasi yasak getirilmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılma kararı verilmeden önce, partinin kapatılma tehlikesini gören yetkililerce,
İsmail Alptekin’in başkanlığında 17 Aralık 1997’de FP kurulmuştur. RP’nin
kapatılmasına dair Anayasa Mahkemesi kararının ardından bağımsız kalan RP’li
milletvekillerinin FP’ye geçişinde fazla sorun yaşanmamış olup, siyasi yasaklı
isimler dışındaki bütün partililer FP’ye geçmiştir (Karaalioğlu, 2001: 10-11). Ancak
FP’nin kaderi de selefi RP’ninki gibi olmuştur. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından, Anayasanın 69. ve 88. maddelerinin ihlal edilmesi ve FP’nin RP’nin
devamı olması, ayrıca kapatılan partinin yöneticilerinin bir başka partinin yöneticisi
ya da denetleyicisi olamayacağı ve partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu
gerekçeleriyle FP hakkında 7 Mayıs 1999’da Anayasa Mahkemesi’ne kapatma
davası açılmıştır (Aykol, 2009: 258).
Bu dönemde tek sorunu hakkında açılan kapatma davası olmayan FP,
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
119
kuruluşundan sonra Parti yönetiminde kimlerin olacağı sorunuyla da yüzleşmek
durumundaydı. Aslında baştan beri, RP yönetiminde üst düzey görev yapan
isimlerin FP’de de etkin rol oynayacakları belliydi. Sorun daha çok 14 Mayıs
2000’de yapılacak olan FP Kongresi’nde kimin genel başkanlık koltuğuna
oturacağıydı (Karaalioğlu, 2001: 11). FP’nin 14 Mayıs’taki kongresi, Milli Görüş
açısından oldukça farklı geçmiştir. Bu kongreye kadar tek adayla kongreye gitmeye
alışık olan Milli Görüş Hareketi, ilk kez birkaç adayın çıktığı bir yarışa şahitlik
etmiştir. FP Genel Başkanı Recai Kutan’ın kongrede yeniden aday olacağını
açıklamasının ardından, FP Grup Başkanvekili Bülent Arınç, milletvekilleri
Abdüllatif Şener ve Abdullah Gül de genel başkanlığa adaylığını koymuştur. Ancak
Kutan’ın karşısına üç ayrı aday olarak çıkan bu muhalefet kanadının kazanma
şansının düşük olduğu anlaşılınca, eski İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı bir toplantıda Gül üzerinde anlaşmaya
varılmıştır. Böylece, 14 Mayıs’taki kongrede Kutan ve Gül yarışmıştır (Poyraz,
2010: 325). Kutan’ın 521 oya karşı 633 oyla birinci olmasıyla başarısızlığa uğrayan
bu girişim, FP’nin RP’nin devamı ya da yalınkat tekrarı olmadığını göstermekteydi.
FP’nin kongre deneyimiyle Milli Görüş geleneğinde derin bir çatlak yaşanmıştır. FP,
Partinin cemaatçi yapısının korunmasından yana olan “Gelenekçiler” ve parti içi
muhalefeti sürdüren ve partililiği ön plana çıkaran “Yenilikçiler” şeklinde ikiye
ayrılmıştır (Yıldırım, 2002: 67).
“Yenilikçiler”, RP’nin iktidardan uzaklaştırılmasının ardından siyasette
başarılı olabilmenin tek yolunun Kemalist düzenle çatışmaktan kaçınmak olduğunu
ve siyasette dini söylemlere dayanan enstrümanların kullanımından uzak durulması
gerektiğini düşünen partililerden oluşmuştur. Erdoğan’ın liderliğindeki
“Yenilikçiler”, Partinin özellikle demokrasi, insan hakları ve Batıyla ilişkiler gibi
konulara ilişkin yaklaşımında da revizyona gidilmesi gerektiğini savunmuştur
(Yılmaz, 2008: 53). 28 Şubat sürecinde RP’nin kapatılmasından Partinin “efsanevi”
lideri Erbakan’ı sorumlu tutan (Tekin, 2004: 53) ve örgütlü bir muhalefet yürüten
“Yenilikçiler”in parti içinde arzu ettikleri siyaset tarzını yürütemeyecekleri kısa
sürede anlaşılmıştır. Ancak “Yenilikçiler”in FP’den ayrılmasına gerek kalmadan,
Anayasa Mahkemesi kararıyla 15 Aralık 2000’de FP kapatılmıştır (Akdoğan, 2005:
624).
1.2. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Siyasi Serüveni ve Kimlik Tanımı Üzerine
FP’nin kapatılması, AK Parti’nin de kuruluş sürecini hızlandırmıştır. 28
Şubat sürecindeki yenilgiyi mevzi kayıp olarak niteleyen İslamcı kesimlerde, farklı
kurumlar altında örgütlenmeye, FP’nin ardından SP’yi kurmaya, Milli Görüş
120
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Hareketi’nde siyaset yapmaya devam edenler elbette ki olmuştur. Ancak toplumda
“ne zaman iktidara gelseler engellenecekler” şeklinde yaratılan algıya, yaşanan
sorunların İslamcılığın “ideolojik yenilgisine” dayandığı tespitini yapanlar da
eklenince, farklı bir çatının altında daha popüler örgütlenmelere gitmeyi tercih
edenler ve Milli Görüş Hareketi içinde sivrilen “Yenilikçiler”, Türkiye’nin 39. siyasi
partisi olarak 14 Ağustos 2001’de kurulan AK Parti’nin kuruluş sürecinde yer
almıştır (Yılmaz, 2005: 615). Özellikle hikâyesi adeta Erbakan’ın kırk yaşından
sonraki hayat hikâyesiyle özdeşleşen Milli Görüş Hareketi’nin Erbakan’a rağmen
Erdoğan’ın AK Parti’sine yönelmesi, kritik dönemlerde Milli Görüş partileri
üzerinde en az Erbakan faktörü kadar belirleyici olan ve zaman zaman onunla ters
düşen toplumsal taban faktörünün önemli olduğunu ve sosyo-ekonomik taleplerin
siyasal temsili söz konusu olduğunda Milli Görüş Hareketi’nin pek öyle kayıtsız
şartsız bir itaat anlayışıyla Erbakan’a bağlı olmadığını göstermiştir (Küçükyılmaz,
2009: 87).
Nitekim Erdoğan’ın liderliğinde palazlanan ve kuruluşundan on beş ay sonra
3 Kasım 2002 genel seçimlerine katılan AK Parti, seçimlerde aldığı % 34.4’lük oy
oranıyla Türk siyasetinde gerçek bir deprem etkisi yaratmıştır. Ülkede 1980 sonrası
döneme damgasını vuran hemen hemen bütün siyasi partiler Meclis dışında kalmış,
seçimlerden sonra barajın altında kalan Demokratik Sol Parti (DSP), ANAP ve DYP
liderleri siyaseti bırakma kararı almıştır (Tekin ve Okutan, 2011: 229). AK Parti 3
Kasım 2002’deki bu başarısını, 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde oylarını % 40’a
çıkararak devam ettirmiştir. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde de, Cumhuriyet
mitingleri, 27 Nisan e-Muhtırası, Cumhurbaşkanı seçim süreci ve bu süreçte
yaşanan “367” tartışmalarının oluşturduğu siyasi türbülans ve belirginleşen karmaşa
sonucunda % 46.58 oranında oy alarak parsayı toplamıştır (Kurt, 2009: 7). 29 Mart
2009 yerel seçimlerinden % 38.8 oranında oy alarak birinci çıkan AK Parti, 12
Haziran 2011 genel seçimlerinde % 49.9 oranında oy alarak üçüncü kez tek başına
iktidara gelmeyi başarmıştır. AK Parti’nin göstermiş olduğu bu siyasi başarıyı, 30
Mart 2014 yerel seçimlerinden % 45.5 oranında oy alarak yine birinci parti olarak
çıkması izlemiştir.
Kuruluşundan bu yana başarılı bir siyasi performans sergileyen, kurucuları
ve yönetici kadrosunun çoğunluğu Milli Görüş Hareketi içinden gelen AK Parti’de,
Turgut Özal sonrası ANAP ile yollarını ayıran muhafazakâr siyasetçiler, bazı DYP
(Bingöl ve Akgün, 2005: 6) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) milletvekilleri,
geçmişte farklı partilerde görev alan eski siyasetçiler, belediye başkanları, iş camiası
ve meslek kuruluşlarının temsilcileri yer almıştır (Pamuk, 2002: 92). Radikal bir
İslami söylemle ülkede ordunun sahip olduğu örtülü iktidarın çıkardığı engelleri
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
121
aşmanın mümkün olmadığı tecrübesine sahip isimlerle kurulan AK Parti, yeni bir
siyaset tarzı benimsemiştir (Gürkan, 2011: 5). AK Parti benimsediği bu siyaset
tarzını, Erdoğan’ın sunuş kısmını yazdığı ve Yalçın Akdoğan tarafından kaleme
alınan “Muhafazakâr Demokrasi” adlı kitapta “muhafazakâr demokrasi”; siyasi
kimliğini de “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlamıştır (Akdoğan, 2003: 6).
Türk siyaset tarihinde ilk kez parti programında muhafazakârlıktan bahseden
ANAP’tan sonra muhafazakâr kimliği kuruluşunda, programında ve seçim
beyannamesinde yazılı olarak belirten siyasi parti (Aksu, 2012: 28) olan AK Parti,
siyasal İslamcılığı ve Milli Görüş kimliğini de reddetmektedir. Ancak Milli Görüş
kimliğini terk ettikten sonra bir meşruiyet arayışı içerisine giren AK Parti,
uluslararası siyasi arenada kabul gören “muhafazakârlık” kimliğiyle kendisini
İslamcı ve bu nedenle de gizli gündemi olan bir siyasi hareket olduğuna dair
endişeleri bertaraf etmek amacına sahip olmasından dolayı, evrensel meşruiyete
sahip bir kimliğe sarılma yoluna gitmiştir (Akdoğan, 2004: 122). Başka bir ifadeyle
selefi olan Milli Görüş partileriyle arasına mesafe koyarak muhafazakâr demokrat
kimlik tanımına başvuran AK Parti, bu suni kimlik tanımıyla sistemle barışık bir
görüntü çizmeyi, İslamcı ve etnik kökene dayalı partilerden ziyade bir kitle partisi
olma amacı taşıdığını belirtmeyi (Doğanay, 2007: 68), günlük hayatta dini değerlere
duyarlı toplum kesimlerine yönelik bir çağrıda bulunmayı ve içinden çıktığı Milli
Görüş Hareketi’ne ihanet etmeden farklı bir kulvarda yeni bir açılım yapma
olanağına kavuşmayı amaçlamıştır (Akgün, 2006: 26). AK Parti, bu kulvarda
muhafazakârlığın genlerine ve tarihi kodlarına uygun şekilde siyaset yaptığı
coğrafyanın toplumsal ve kültürel geleneklerine yaslanarak, yerli ve köklü değerler
sisteminin evrensel standarttaki muhafazakâr çizgisiyle yeniden üretilmesini (Aksu,
2012: 36); Türk siyasal hayatında yaşanan din-siyaset, gelenek-modernlik, dindevlet gibi birçok sorunun çözümü açısından siyasetin normalleştirilmesini
(Akdoğan, 2004: 626), siyasetin kamplaşma ve kutuplaşma yerine uzlaşma,
bütünleşme ve hoşgörü üzerine kurulmasını, geleneksel yapının bazı değerlerinin ve
kazanımlarının korunarak değişimin sağlanmasını hedefleyen bir parti görünümüne
bürünmeyi yeğlemiştir (AK Parti 2012: 6).
Muhafazakâr demokrat kimlik tanımında; ahlak, ulusal kimlik, tarihi övünç,
demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, çoğulculuk, hukukun üstünlüğü ve insan
hakları gibi değerlerle muhafazakâr değerleri sentezlemeye çalışan AK Parti, liberal
ve ilerici yönüyle birlikte milli, kültürel ve dini kimlik ve değerlere gösterdiği
duyarlılıkla kendini değiştirme gayesi güden bir oluşumdur (Sambur, 2009: 121).
Bu oluşumun temel dinamikleri arasında; sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri,
sendikalar ve özel sektör temsilcilerinin görüşlerini alacakları ortak kurul,
122
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
komisyon, kriz masası ve her türlü platformun oluşturulması ve bu kuruluşlara
büyük önem verilmesi, ayrıca sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar
talebi de yer almaktadır (Aksu, 2012: 36). Sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir
siyasal iktidar talebi, AK Parti’nin muhafazakâr demokrat söyleminin farklı bir
eksenini teşkil etmektedir. Ancak bu talebin dayandığı temel argüman, Yeni Sağ’ın
ve neo-liberal politikaların 1980’lerden günümüze kadar ileri sürdüğü “devletin
küçültülmesi” tezinin ötesine geçememektedir. “Devletin asli işlevlerine çekilmesi”,
“küçük ama dinamik ve etkili bir devlet”e dönüşmesi, “ekonomik faaliyetlerinin
daraltılması”, AK Parti için siyasal iktidarın sınırlandırılmasının başlıca biçimini
oluşturmaktadır (Doğanay, 2007: 81). Yalçın Akdoğan tarafından kaleme alınan ve
AK Parti’nin siyasi manifestosu olarak yayınlanan “Muhafazakâr Demokrasi” adlı
kitapta da “AK Parti’nin hukuk devleti normlarını benimseyen, asli fonksiyonlarına
çekilmiş, küçük ama dinamik ve etkili bir devletten yana olduğu” belirtilmiştir
(Akdoğan, 2003: 113). Siyasal iktidarın sınırlandırılması temasını yoğun bir şekilde
işleyen AK Parti, programında, “bütün politikaların merkezine bireyi koyduğunu ve
bireyi tüm politikaların merkezine alarak demokratikleşmenin sağlanmasını, temel
insan hak ve özgürlüklerini temin etmeyi ve korumayı en önemli ödevleri saydığını,
hukukun üstünlüğüne dayalı yönetim anlayışının teminatı olacağını” ifade ederek
(AK Parti, 2001), araçsal devlet anlayışını benimsemekte ve bu yönüyle liberal
demokrasi kuramına yaklaşmaktadır (Kahraman ve Evre, 2008: 69).
Muhafazakâr demokrasinin devlet algısının yanı sıra, yerel yönetimlere
bakışının da ele alınması gerekmektedir. Bu bağlamda Erol Kaya ve Hulusi Şentürk
tarafından yazılan ve muhafazakâr demokrasinin yerel yönetimlere yönelik
vizyonunu değerlendirmeye yönelik ilk eser olan “Muhafazakâr Demokraside Yerel
Yönetim Vizyonu” adlı esere bakılmasında yarar vardır. Eserde Kaya ve Şentürk
(2007: 37-41), yerel yönetimlerde muhafazakâr demokrasinin yönetim ilkeleri adı
altında saptadıkları şu on beş ilkeye yer vermektedir: “Önce insan”, “adalet”,
“şeffaflık”, “dürüstlük”, “planlı, etkin ve verimli çalışma”, “kaliteli hizmet”,
“katılımcılık”, sürekli gelişim”, “sürdürülebilirlik”, “vatandaş odaklı yönetim”,
“sosyal belediyecilik”, “yerel kalkınma”, “işbirliği ve koordinasyon”, “kentlilik
bilinci”, “kent hukuku ve kentli hakları”.
AK Parti’nin 30 Mart 2014 yerel seçimleri için hazırladığı seçim
beyannamesinde; “katılımcı belediyecilik”, “kültürel belediyecilik”, “sosyal
belediyecilik”, “çevre dostu belediyecilik” ve “hizmet belediyeciliği” (AK Parti,
2014: 12) şeklinde sıralanan beş hizmet alanı da bu ilkelerle paralellik
göstermektedir. 12 Haziran 2011 genel seçimleri arifesinde AK Parti tarafından ilan
edilen seçim beyannamesinde ise, bu ilkelerden farklı olarak yerel yönetimlerin AB
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
123
standartlarına ulaştırılacağı ve idari yönden yeniden yapılandırılacağı, yerel
yönetimlere mali açıdan verilen desteğin de arttırılacağı belirtilerek, yerel
yönetimlerin güçlendirileceği ve uluslararası standartlara kavuşturulacağı
vurgulanmıştır (AK Parti, 2011).
Sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar ve güçlendirilmiş bir yerel
yönetimden yana olan AK Parti’nin siyasi meşruiyet kaygısıyla saptadığı
muhafazakâr demokrat söyleminin üç adresi bulunmaktadır: Birinci adres, kuşkusuz
“yerli” hassasiyetlere yapılan vurguyla seçmen kitlesidir. İkinci adres,
muhafazakârlık gibi meşruiyet problemi bulunmayan “Batılı” bir ideoloji
dolayımıyla dış kamuoyuna verilen “sıcak” güven verici mesajdır. En önemlisi ise,
merkeze dönük olarak verilmek istenen “siyasal İslamcılıkla” ilişkimiz yok
şeklindeki mesajdır (Yıldız, 2004: 46).
AK Parti’nin oluşumunu sağlayan kesim, İslam ile siyaset arasındaki ilişkiye
yeni bir ivme kazandırmıştır. Bu kesimin kendi içinde farklılaşarak
“modernleşmesi”, dinle siyaset arasına yeni bir süzgeç koymasının sosyolojik ve
siyasi iradesini ifade eden bu durum, önemli bir modeli teşkil etmektedir
(Bayramoğlu, 2004: 251). Yaratılan bu model ile geleneği, tarihi ve toplumsal
kültürü önemseyen muhafazakârlığın dini de önemseyerek demokratik bir formatta
kendisini inşa etmesinin önemli bir açılım olacağına inanılmıştır (Aksu, 2012: 3637). Bu inancı paylaştığını belirten AK Parti, İslami kimliğin ve yapıların siyasal
temsili yerine toplumsal hayatiyetini sürdürmesi gerektiğine ilişkin stratejik bir
tercihe yönelmiştir. AK Parti’nin bu tercihi, Milli Görüş çizgisinden kimliği,
söylemi ve programıyla farklılaşan bir partinin oluşumunu ve büyük bir kitlesel
desteğe erişimini olanaklı kılmıştır (Dağı, 2004).
Siyasal İslam’ı tasfiye etmek amacında olmayan; ancak siyasal İslamcı bir
parti olarak da tanımlanmamak için hareket eden (Akdoğan, 2004: 108) AK
Parti’nin yapmak istediği, siyasal İslam merkez sağ sarkacının dışına çıkarak,
önemli ölçüde yeni bir toplumsal taban oluşturup, bunu sürekli kılmak için
“sağcılaşmadan ve siyasal İslamcılığa savrulmadan” çevrenin taleplerini demokratik
sistem içine taşımak ve merkezi buna göre dönüştürmek (Yıldız, 2004: 45), çevrenin
ihtiyaç, beklenti ve isteklerini merkeze taşıyarak merkezin diline doğru tercüme
etmektir. Gerçekten de AK Parti’nin ortaya koyduğu söylem ve siyaset dili açısından
merkeze kaydığı, siyasete taşıdığı değer ve beklentiler açısından merkezle çevreyi
birleştirdiği, yaşanan dönüşüm açısından da çevreyi merkeze taşıdığı söylenebilir
(Akdoğan, 2004: 137-138).
124
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Kendisini kitle partisi olarak tanımlayan AK Parti, İslami politik ideolojik
değerlerin geniş kitlelerce benimsendiğine dair sanal bir izlenim verirken, hem reelpolitik kertede, hem de çekirdek seçmen tabanında meşruluk bulmaya ve
pekiştirmeye de girişmiştir. Bu ise, Partinin ideolojik değil, pragmatik bir kimlik
inşasına gittiğini göstermektedir (Sarıbay, 2003). Bu doğrultuda kendisini kitle
partisi olarak niteleyen AK Parti’nin, aslında merkezde ve merkezin sağında yer alan
tüm toplum kesimlerinin oyunu alarak iktidarı elde etmeye çalışan bir catch-all
(hepsini yakala) partisi olmayı hedeflediği söylenebilir (Akgün, 2006: 26-27).
Nitekim bilindiği üzere, AK Parti’nin kuruluş evresinde Erdoğan’ın gönlünde yatan
da Turgut Özal’ın dört eğilimi birleştiren ANAP’ını diriltmekti (Pamuk, 2001: 171).
Parti vitrininde milliyetçi sağa, dinci sağa, merkez sağa ve sola mensup birçok isme
yer veren ve dört eğilimi birleştirdiğini iddia eden Özal dönemi ANAP gibi, AK
Parti de benzer bir stratejiyle kurulmuştur. Milli Görüş gömleğini çıkardıklarını
beyan ederek değiştiklerini vurgulayan başta Erdoğan ve Partinin diğer üst düzey
yöneticileri, AK Parti’de Milli Görüş çekirdeğini korurken merkez sağdan, liberal
görüşlü, hatta solda siyaset yapmış bazı isimleri etkin görevlere getirerek Partiyi
merkezde konumlandırmaya çabalamıştır (Oral, 2012).
Tüm kurum ve kurallarıyla işleyen piyasa ekonomisinden yana, devletin ilke
olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında olması gerektiğini, devletin
ekonomideki işlevinin düzenleyici ve denetleyici olması ve özelleştirmeyi daha
rasyonel bir ekonomik yapının oluşması için önemli bir araç olarak gören (AK Parti,
2001) AK Parti’nin kendisini serbest piyasa ekonomisi ve dünya sistemiyle
bütünleşen, rekabetçi bir iktisadi anlayışı benimseyen bir parti olarak nitelendirmesi,
muhafazakâr kimliğini nerede konumlandırdığını ortaya koyması bakımından
anlamlıdır. Bu noktada, AK Parti muhafazakârlığının, Türkiye’de muhafazakârlık
ve liberalliği birbirine eklemleyen Özal geleneğini devam ettiren bir çizgide yer
almayı yeğlediği söylenebilir (Doğanay, 2007: 73). Çünkü Özal da ülkede
ekonomik, sosyal ve siyasal serbestleşmeyi başlatmış, devlet ve toplumu ayıran sınır
üzerinde odaklanmış ve fırsatları devlet karşısında sivil toplumun güçlendirilmesi
amacıyla kullanmıştır. Özal politikalarıyla özdeşleştirilen Erdoğan’ın da sürekli
buna atıfta bulunması, toplum için Özal’ın mirasını yeniden canlandırma ve bundan
kendi yeni politikalarını desteklemek amacıyla yararlanmanın bir yolu olarak
değerlendirilebilir. Özal’ın mirasına başvurmanın güçlü bir rezonansı
bulunmaktaydı. Çünkü Özal, İslam’ın, kodlama ve meşrulaştırmanın gerçekleştiği
bir lügati temsil ettiği modern hayat tarzlarının göstergesini teşkil etmede başarılı
olmuştu. Bu durumda, İslami kimliği yeniden tanımlayarak dünyevi başarıyla
manevi değerlerin bağdaşmasını gösteren bir kamu politikası modeli söz
konusuydu. AK Parti’ye oy veren Sünni-Müslüman kesimin birçoğu da Özal
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
125
döneminin restorasyonu için oy vermiştir. Böylece özellikle 3 Kasım 2002 genel
seçimleri, “siyasal bir deprem” olmaktan çok, bir restorasyon eylemine
dönüşmüştür. Erdoğan’ın Özalımsı reformist mesajı, fırsat alanlarının genişletilmesine kanaat getiren mütedeyyin kesimle uyuşmuştu (Yavuz, 2005a: 348).
Özal geleneğini devam ettiren kuşatıcı siyasal çizgide yer alan AK Parti’nin
muhafazakâr demokrat tanımı, Türkiye’nin ve dönemin özgül bağlamında, Avrupa
Birliği (AB)’ne uyum sürecine bağlı demokratikleşme reformları çerçevesinde özel
bir anlam daha kazanmıştır. Söz konusu reformlar, modernleşme sürecinin
“globalleşme” olarak ünlenmiş yeni evresi içinde siyasal düzeni modernleştirmeye
dönük bir programı ifade etmektedir (Bora, 2004: 39-39).
Dış politikada yüzünü Doğuya dönen selefi Milli Görüş partilerinin aksine,
3 Kasım 2002 genel seçimlerinin ardından çabalarını AB üyeliği sürecini
hızlandırma üzerinde yoğunlaştıran AK Parti liderliği, İslamcı/Milli Görüş
geçmişini reddederek dış politikasının hassas konularında dönüşüm yaratmaya
çalışmıştır. Bu dönüşümün bir sonucu olarak da, hem kendi tabanında hem de iç ve
dış güç merkezleri nezdinde ciddi bir meşruiyet sorunu yaşamıştır. Dolayısıyla dış
politika, AK Parti’ye bu meşruiyet zeminini sağlayacak alanlardan biri olarak
gözükmüştür. Özellikle AB ve ABD desteği, Parti liderliğinin dönüştüğünün bir
göstergesi olarak sunulmaya çalışılmıştır (Uzgel, 2013: 357-358). Çünkü 28 Şubat
sürecini tam olarak unutmayan ve neredeyse her eylemi büyüteç altında tutulan AK
Parti için en önemli önceliklerden biri kendi varoluşunu garanti altına almaktı.
Bunun yollarından biri kuşkusuz, Türkiye için kritik bir öneme sahip olan iki temel
aktör olan AB ve ABD ile bağlantıları sıkılaştırmak, genel bir ifadeyle ülkenin
küreselleşme sürecine entegrasyonunu derinleştirmekti. AB’ye üyelik sürecinde
dinsel ve etnik kimliklerin tanınması ve demokratik alanın genişlemesi karşısında
devletin geri çekilmesi, bu konuda kendisini mağdur hisseden AK Parti liderliğinin
de işine gelmiştir. Devletin merkezinde kendisini rejimin güvencesi sayan ordunun
bulunduğu düşünüldüğünde, AK Parti’nin bu konudaki tavrı daha iyi
anlaşılmaktadır. Böylece AK Parti, kendisinin gerçekleştirmek isteyeceği
düzenlemelerin AB aracılığıyla yapılması gibi bir kolaylıktan istifade etmek
istemiştir (Uzgel, 2013: 366-367). AB normlarına uyum, orduyla AK Parti
Hükümetleri arasındaki çatışmaları arttırmasına rağmen, AB’ye uyum sürecindeki
bazı değişiklikler ordunun Türk siyasetindeki rolünün azalmasına yol açtığı gibi,
AK Parti’nin iç politikada asker-sivil bürokrasi karşısındaki konumunu da
güçlendirmiştir (Bac, 2004: 435).
AB üyeliğini ve Kopenhag Kriterlerine uyumu, ne iç ne de dış politikada
126
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
İslamcı bir parti olmadığını göstermek için özellikle kullanarak pragmatist bir yol
izleyen (Yavuz, 2005b: 111) AK Parti’nin bu tutumu, sadece Partinin meşruiyet
gereksinimine bağlanamaz. Çünkü AB’ye katılımdan, çok kültürlükten ve laiklikten
yana bir söylem içerisinde bulunan AK Parti’nin ABD’nin desteğini alarak, IMF’nin
önerdiği yapısal dönüşüm programını sürdürme vaadinde bulunarak, iktidar olmak
için merkeze doğru hareket etme ve siyasal meşruiyeti ülke dışında arama yönünde
attığı pragmatik adımlar, aynı zamanda Milli Görüş Hareketi içinde Batı
standartlarında demokrasi isteyen yeni bir Müslüman entelektüel kesimin
doğuşunun ve Yeni Sağ ekonomik politikalardan yana olan Müslüman işadamı
sınıfının gelişmesinin de sosyolojik sonucuydu (Bakırezer ve Demirer, 2013: 159).
Kente göçmüş, burada yetişmiş, dinsel vurgulu okullarda eğitilmiş olan bu
entelektüel kesim, demografinin sağladığı olanaklarla günümüzde daha görünür
olmaya başlamışlardır. Bu kesim hem dar gelirli Anadolu kesiminde hem büyük
şehir çevrelerinde hem de Anadolu’nun zengin kesimlerinde yayılmaktadır. Kısaca
kentli ve eğitimli olan bu kesim, görünürde yeni muhafazakârlık diyebileceğimiz bir
realitenin temsilcileri olarak Batı standartlarında bir demokrasinin, işleyen bir pazar
ekonomisinin, bunların teminatı olarak gördüğü AB ve ABD’yle ilişkilerin
sürdürülmesinden yana bir tutum sergilemiştir. Bu da kuşkusuz AK Parti tarafından
büyük destek görmüştür (Kahraman, 2012).
2. Genel Hatlarıyla 6360 Sayılı Yasa
6 Aralık 2012’de yasalaşan “6360 Sayılı On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi
ve Yirmi Altı İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, kent yönetim sistematiğinde hızlı bir
dönüşümü getirmiş ve beraberinde birçok tartışmayı gündeme taşımıştır. Türkiye
nüfusunun yaklaşık % 77’sinin ve yüzölçümünün % 51’inin yönetilmesinin
hedeflendiği Yasa ile (Çelikyay, 2014: 7) idari yapıda, mali sistemde, siyasal
coğrafya, temsil ve katılımda, personel yapısı, hizmet sunumuyla imar ve planlama
düzeninde birçok değişiklik söz konusu olmuştur. Yasayla bazı tüzel kişiliklerin
kaldırılması, yeni tüzel kişiliklerin yaratılması, idari bağlılık ve isim değişikliği,
birleşme ve katılmalar, sınır değişiklikleri ve yetki bölüşümü, Yasanın yönetsel
alana ilişkin düzenlemelerini teşkil etmektedir. Mahalli idarelerin alacağı payların
yeniden saptanması ve yeni bölüşüm ilişkileri, Yasanın mali alana ilişkin
düzenlemelerini;
siyasal
coğrafyanın
dolayısıyla
seçim
çevrelerinin
değiştirilmesiyle temsil ve katılım sürecinin nasıl değişeceği Yasanın siyasal alana
ilişkin düzenlemelerini oluşturmaktadır. Mülki sınırlarla belediye sınırlarının
örtüştürülmesi uygulamasıyla hizmet alanının genişlemesi, imar ve planlama
hizmetleri başta olmak üzere büyükşehir belediyelerinin hizmet sunumuna ilişkin
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
127
değişiklikler ise, Yasanın hizmet sunumuna ilişkin düzenlemelerini meydana
getirmektedir (İzci ve Turan, 2013: 119-120).
Dolayısıyla mahalli idarelerin görev-yetki ve hizmet alanlarını değiştiren,
hizmet üretilen mekânsal yapının saptanmasıyla bu hizmeti sunan kuruluşların
yapısını da buna göre yeniden düzenleyen bir yeniden yapılanma sürecini getiren
(Genç, 2014: 4) Yasanın gerekçesinde; “küreselleşmeyle birlikte yönetim
paradigmasında meydana gelen değişimle birçok gelişmiş ülkedeki kamu yönetimi
reformları için temel ilke ve değerler olarak ön plana çıkan etkin, vatandaş odaklı,
hesap verebilen, katılımcı, saydam ve olabildiğince yerel bir yönetim anlayışının,
vatandaş memnuniyetinin ve artan hizmet beklentilerinin karşılanmasının
hedeflendiği ifade edilmiştir. Yasanın gerekçesinde ayrıca, özellikleri itibariyle
vatandaşların günlük yaşantısını ve hayat kalitesini doğrudan etkileyen bir nitelik
arz eden, halkın refahının artırılması ve hayatının kolaylaştırılmasında sunduğu
hizmetlerle doğrudan ilgili olan mahalli idarelerin sürekli biçimde geliştirilmesi ve
etkin hizmet üretme kapasitesine sahip hale getirilmesi gerektiği savunulmuş;
yönetim, koordinasyon ve planlama bakımından büyükşehir belediye sınırının mülki
sınır olacak şekilde optimal ölçekte hizmet üretebilecek güçlü yerel yönetim
yapılarının varlığına ihtiyaç duyulduğu dile getirilmiştir. Büyükşehir alanında
sunulan hizmetlerin tek merkezden yürütülmesiyle ortaya çıkan ölçek
ekonomileriyle hizmetlerde etkinlik, koordinasyon ve kalitenin yükseleceği, daha az
kaynakla daha çok ve kaliteli hizmet sunulmasının olanaklı hale gelebileceği, bu
nedenle de İstanbul ve Kocaeli’ndeki il sınırlarıyla belediye sınırlarını çakıştıran
uygulamanın mahalli müşterek nitelikteki kamu hizmetlerinin sunumunda etkinlik
sağladığı ileri sürülerek bu uygulamanın yaygınlaştırılması savunulmuştur (TBMM,
2012: 6-8).
Bu gerekçelerle savunulan 6360 sayılı Yasa, büyükşehir belediyelerinin
yapısında birçok önemli değişikliğe yol açmıştır. Yasayla öncelikle, 5216 sayılı
Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun 3. maddesinin birinci bendinde yapılan
değişiklikle büyükşehir belediyesi: “Sınırları il mülki sınırı olan ve sınırları
içerisindeki ilçe belediyeleri arasında koordinasyonu sağlayan, idari ve malî
özerkliğe sahip olarak kanunlarla verilen görev ve sorumlulukları yerine getiren,
yetkileri kullanan, karar organı seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu
tüzel kişisi” şeklinde yeniden tanımlanmıştır (6360 Sayılı… Kanun, md. 4).
Bu yeni tanımda büyükşehir belediyesi sınırlarının il mülki sınırları olması
yeni ve önemli bir hukuksal gelişmedir. Bu düzenlemeyle büyükşehir olma nüfus
ölçütünde artık ilin toplam nüfusu dikkate alınacaktır. Yasa, bu düzenlemesiyle
128
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
büyükşehir olma koşulunu oldukça kolaylaştırmıştır (Adıgüzel ve Tek, 2014: 78).
Yasayla Aydın, Balıkesir, Denizli, Hatay, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş,
Mardin, Muğla, Tekirdağ, Trabzon, Şanlıurfa ve Van illerinde, sınırları il mülki
sınırları olmak üzere aynı isimle büyükşehir belediyesi kurulmuş ve bu illerin il
belediyeleri büyükşehir belediyelerine dönüştürülmüştür (6360 Sayılı… Kanun, md.
1). Yasanın ardından 22 Mart 2013’te yasalaşan 6447 sayılı Yasayla da 6360 sayılı
Yasa’da değişiklik yapılarak Ordu ilinin de büyükşehir olması ve Ordu merkez ilçe
sınırları içindeki köylerle belediyelerden oluşan Altınordu ilçesi ve aynı adla da
belediye kurulması sağlanmıştır (6447 Sayılı… Kanun, md. 1). Bu iki Yasayla
Türkiye’deki büyükşehir belediyesi sayısı 30’a yükselmiştir.
İlk kademe belediyelerine son veren 6360 sayılı Yasa (md. 4) ile büyükşehir
belediyelerinin bulunduğu 30 kentteki il özel idareleri de kaldırılmıştır. İl özel
idarelerinin her türlü taşınır ve taşınmaz malları, hak, alacak ve borçlarının
oluşturulacak bir komisyonla kamu kurumları arasında paylaştırılmasını öngören
Yasa, il özel idarelerinin kaldırılmasıyla doğan boşluğun kapatılması amacıyla da
her büyükşehirde “Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı” kurulmasını
öngörmüştür (Karasu, 2014: 185). Büyükşehirlerde il özel idarelerini kaldıran Yasa
ile il özel idarelerinin encümen yapısında da değişikliğe gidilmiştir. Yapılan
değişikliğe göre il encümenin valinin başkanlığında, genel sekreterle il genel
meclisinin her yıl kendi üyeleri arasından seçeceği üç üye ve valinin her yıl birim
amirleri arasından seçeceği iki üyeden oluşması öngörülmüştür (6360 Sayılı…
Kanun, md. 22). Böylece il genel meclisinin her yıl kendi içinden seçeceği üye sayısı
beşten ikiye indirilmiş, genel sekreter encümen olmuş, birim amirleri arasından
seçilecek olan mali hizmetler birimi amiri bulunması zorunluluğuna da son
verilmiştir. Yasayla 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun ikinci fıkrasına “Bütçe
tasarısının süresi içerisinde kesinleşmemesi hâlinde vali, görüşüyle birlikte durumu
İçişleri Bakanlığına bildirir. İçişleri Bakanının otuz gün içinde vereceği karar
kesindir.” (6360 Sayılı… Kanun, md. 24) şeklinde il genel meclisinin bütçeye ilişkin
yetkisini kısmen vesayet altına alan bir hüküm eklenmiştir (İzci ve Turan, 2013:
128).
Yasayla 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5393 sayılı Belediye
Kanunu ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ile işyerlerinin ruhsatlandırılmasında
yerel yönetimlere genel ve münhasır yetki veren genel kurala istisna getirilmiştir.
Şöyle ki, Yasanın öngördüğü düzenlemeye istinaden, il özel idarelerince kullanılan
bazı ruhsatlandırma yetkileri valiliklere devredilmiştir. Bu bağlamda, 3213 sayılı
Maden Kanunu uyarınca maden işletmelerinin ruhsatlandırılmasına ilişkin yetki ve
görevler ile 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu’na
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
129
göre verilen jeotermal kaynaklar ve doğal mineralli sular ruhsatına ilişkin yetki ve
görevlerin, il özel idarelerinin tüzel kişiliğinin kaldırıldığı büyükşehirlerde
valiliklerce yürütülmesi kararlaştırılmıştır (Can, 2013).
Yasayla ayrıca belde belediyeleri ve köyler bulundukları ilçenin birer
mahallesine dönüşmüştür. Yasayla nüfusu 500’ün altına düşen köyler ve mahalleler
de kaldırılırken, “nüfusu 500’ün altında olan yerleşim yerlerinde mahalle
kurulamaz” hükmü de getirilmiş, nüfusu 500’ün altına düşen mahallelerin de en
yakın yerleşim birimleriyle birleşerek ortak bir mahalle oluşturulması
öngörülmüştür (Adıgüzel, 2012: 162).
Yasa, mali konularda da değişiklikler öngörmüştür. Yasayla genel bütçe vergi
gelirleri tahsilâtı toplamından büyükşehir belediyelerine aktarılan pay ve büyükşehir
belediye sınırlarında yapılan vergi gelirleri tahsilâtı toplamından her bir büyükşehir
belediyesine kalan oran arttırılmıştır. Şöyle ki, Yasayla 5779 sayılı İl Özel
İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi
Hakkında Kanun’da yapılan değişikliklerle genel bütçe vergi gelirleri tahsilâtı
toplamının % 2.85’i büyükşehir dışındaki belediyelere aktarılırken, bu oran % 1.5’e
düşürülmüş; % 2.5’i büyükşehir ilçe belediyelerine aktarılırken bu oran % 4.5’e
çıkarılmıştır. Büyükşehir sınırları içindeki genel bütçe vergi gelirleri tahsilâtı
toplamından büyükşehir belediyelerine aktarılan pay da % 5’ten % 6’ya çıkarılmıştır
(Zengin, 2014: 104).
Ayrıca Yasayla büyükşehir sınırlarına dâhil edilecek köylerde ve köy tüzel
kişiliği kaldırılarak mahalleye dönüştürülen yerlerde 1319 sayılı Emlak Vergisi
Kanunu’na göre alınması gereken emlak vergisi ile 2464 sayılı Belediye Gelirleri
Kanunu uyarınca alınması gereken vergi, harç ve katılım paylarının beş yıl süreyle
alınmaması; bu yerlerde içme ve kullanma suları için alınacak ücretin de beş yıl
süreyle en düşük tarifenin %25’ini geçmeyecek şekilde belirlenmesi
kararlaştırılmıştır (6360 Sayılı Kanun, geçici md. 1).
Büyükşehir belediye başkanının seçiminde seçim çevresinin büyükşehir
belediye sınırından oluşmasını öngören Yasanın, Motorlu Taşıtlar Vergisi
Kanunu’nda yaptığı değişiklikle mahalli idarelerin taşıtlarına vergi muafiyeti
getirilmiş, Yasayla mahalleye dönüşen köylerdeki birçok ruhsatsız yapı usulüne
göre ruhsatlanmış sayılmış, mahalleye dönüşen köylerde köy korucuları görevlerini
sürdürmeye devam etmiş, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda yapılan değişiklikle
nüfusu 100 binin üzerindeki yerleşmelerde kadınlar ve çocuklar için konukevi açma
şartı getirilmiştir (Yıldırım ve Selçuk, 2013: 436-437). Ayrıca Yasa ile büyükşehir
130
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
sınırlarında kara, deniz, su, göl ve demiryolu üzerindeki her türlü taşımacılık
hizmetlerinin koordinasyon içinde yürütülmesi amacıyla “Ulaşım Koordinasyon
Merkezi” kurulması öngörülmüştür (6360 Sayılı Kanun, md. 8).
3. Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri Döneminde 6360 Sayılı Yasa
Öncesinde Kamu Yönetimi ve Yerel Yönetimler Mevzuatı Alanında
Gerçekleştirilen Yasal Düzenlemeler
Yukarıda da değinildiği gibi, kurucuları ve yöneticilerinin büyük bir bölümü
Milli Görüş geleneğinden gelen; ancak Milli Görüş çekirdeğini korurken merkez
sağdan, liberal görüşlü, hatta solda siyaset yapmış bazı isimleri etkin görevlere
getirerek kendilerini merkezde konumlandırmaya çabalayan (Oral, 2012) AK Parti,
Türkiye’de muhafazakârlık ve liberalliği birbirine eklemleyen Özal geleneğini
devam ettiren bir çizgide yer almayı yeğlemiştir (Doğanay, 2007: 73). Bilindiği
üzere, İngiltere’de Margaret Thatcher ve ABD’de Ronald Reagan’ın öncülüğünde
uygulanmaya başlayarak yayılan ve “devletin küçültülmesi, ekonomik hayattaki
düzenleyici görevlerinin minimuma indirilmesi üzerine kurulan yeni kamu yönetimi
anlayışını doğuran” neo-liberal politikalar, Türkiye’de 1980 sonrasında Özal
döneminde uygulanmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra, Özal döneminden günümüze
kadar kamu yönetimi ve mahalli idareler reformu da hemen her siyasi iktidarın
gündeminde yer bulmuştur. Yalnız istikrarsız koalisyon hükümeti dinamiklerinin
güçleştirdiği reform çalışmalarının kararlı bir şekilde başlaması, TBMM’de güçlü
tek bir partinin desteğini alan 59. Hükümet (AK Parti Hükümeti) döneminde
hazırlanan; ancak yasalaşamayan Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden
Yapılandırılması Hakkında Kanun (Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı)’un
hazırlanmasıyla olmuştur (Günal ve diğerleri, 2014: 56).
Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı yasalaşmamakla birlikte, bu Yasa
Tasarısı ile Türkiye’de başlayan kamu yönetimi reform süreci, küreselleşme ve
Avrupa Birliği’ne entegrasyon çalışmalarıyla bağlantılı olarak kapsamlı yasal
düzenlemeleri getirmiştir (Günal ve diğerleri, 2014: 61). Yasa Tasarısı ile AB’ye
tam üyelik sürecinde, Türkiye’nin yönetim yapısının çağdaş standartlara
kavuşturulması amaçlanmıştır. Bu bağlamda öncelikle kamu hizmetlerinin amacı ve
temel ilkeleri ortaya konmaya, merkezi idare ve yerel yönetimler reformu için
gerekli hukuki altyapı tesis edilmeye ve bu meyanda merkezi idareyle mahalli
idareler arasındaki işbölümünün netleştirilmesi amaçlanmıştır. Bu işbölümü
netleştirilirken Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na uygun şekilde merkezi
idarenin görev ve yetkilerinin tek tek saptanarak, bunun dışında kalan tüm görev ve
yetkilerin yerel yönetimlere bırakılması öngörülmüştür (Dinçer ve Yılmaz, 2003:
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
131
79, 139). Yasa Tasarısı’nın mahalli idarelerin görev, yetki ve sorumluluklarını
düzenleyen 8. maddesine bakıldığında; “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik
Şartı’ndan hareketle, niteliği gereği doğrudan merkezi idare tarafından yerine
getirilmesi gereken ve mahalli idarelere devredilemeyen görev ve sorumlulukların
dışında kalan mahalli müşterek nitelikteki tüm kamu hizmetlerinin mahalli
idarelerce yerine getirilmesi” esasının benimsendiği görülmektedir. Ayrıca Yasa
Tasarısı’nın 11. maddesinde; “yeni kamu yönetimi anlayışı ve Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı gereği kamu hizmetlerinin mahalline en yakın yerde ve
en uygun yönetim aktörleri tarafından çözümlenmesi…” gerektiği belirtilmektedir
(Dinçer ve diğerleri, 2003: 106, 109).
Kısaca bu şekilde ifade edilebilen ve yasalaşamayan Kamu Yönetimi Temel
Yasa Tasarısı’nın ruhu, başta mahalli idarelere ilişkin yasaların değiştirilmesiyle
adeta o yasalara sirayet etmiştir. Örneğin: 59. Hükümet (AK Parti Hükümeti)
döneminde çıkarılan 5393 sayılı Belediye Kanunu, 5216 sayılı Büyükşehir Belediye
Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu, 5449 sayılı Kalkınma Ajansları Kanunu
ve bu yasalarda gerçekleştirilen değişiklikler bahsi geçen Kamu Yönetimi Temel
Yasa Tasarısı’nın izlerini taşımaktadır. Mahalli idarelerdeki reform sürecinin
sürdüğünü gösteren bir başka gelişme de 12 Haziran 2011’de yapılan genel seçimler
öncesinde bazı il belediyelerinin büyükşehir belediyelerine dönüştürüleceğine
ilişkin yapılan açıklamalardır. 2012 yılının Mayıs ayında ise, bu hazırlık
çalışmalarının olgunlaştığı yapılan yeni açıklamalarla netlik kazanmış ve yoğun
tartışmaların ardından bu çalışmanın da konusunu teşkil eden 6360 sayılı Yasa, 61.
Hükümet (AK Parti Hükümeti) döneminde, 6 Aralık 2012’de yasalaşmıştır (İzci ve
Turan, 2013: 118-119).
Yeni Sağ’ın ve neo-liberal politikaların 1980’lerden günümüze kadar ileri
sürdüğü “devletin küçültülmesi” teziyle paralel olarak sınırlandırılmış ve
tanımlanmış bir siyasal iktidar talebinde bulunan Muhafazakâr Demokrat AK Parti
(Doğanay, 2007: 81), başta parti programı olmak üzere, genel ve yerel seçimler için
yayımladığı seçim beyannamelerinde de bütün politikalarının merkezine insanı
koyduğunu, katılımcı ve vatandaş odaklı bir yönetim politikası izlediğini
belirtmiştir. Hatta 12 Haziran 2011 genel seçimleri için yayımladığı seçim
beyannamesinde, yerel yönetimlerin AB standartlarına ulaştırılacağı ve
güçlendirileceği vurgusunu da yapmıştır (AK Parti, 2011). Özellikle 59. Hükümet
döneminde yapılan ve yukarıda bahsi geçen mahalli idareler mevzuatındaki
değişikliklere bakıldığında, AK Parti’nin bu yöndeki söylem ve uygulamalarının
büyük ölçüde örtüştüğü görülmektedir. Şöyle ki, 2005’te yasalaşan 5393 sayılı
Belediye Kanunu’na bakıldığında, gerek uluslararası metinlerde yer alan hükümleri
132
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
gerekse ulusal ölçekte mahalli idareler konularına ilişkin sürdürülen çalışmalarda
önerilen çeşitli hükümlere yer verildiği görülmektedir. Örneğin: Katılımcı
demokrasi, açıklık ve bilgi edinme, belediye yardımlarından yararlanma şeklindeki
“Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi” ve “Avrupa Kentsel Şartı” gibi uluslararası
metinlerde de sıklıkla üzerinde durulan haklara (Öner, 2006: 39-40), 5393 sayılı
Belediye Kanunu’nun “Hemşehri Hukuku” başlıklı 13. maddesinde yer verilmiştir.
Herkesi yerleştiği beldenin hemşehrisi kabul eden Yasada, “hemşehrilerin belediye
karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye
idaresinin yardımlarından yararlanma haklarının olduğuna” değinilmiştir (5393
Sayılı Belediye Kanunu, md. 13). Kösecik (2007: 714-15)’in belirttiği gibi, 2005’te
kabul edilen Yasanın genel gerekçesinde, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı
ile Türkiye’nin adaylık sürecinde bulunduğu AB’nin mahalli idarelere ilişkin genel
yaklaşımının izleri de bulunmaktadır. Şöyle ki, “belediyelerin görevlerinin tek tek
değil hizmet alanı itibarıyla sayılması ve yasalarla açıkça diğer kamu
kurum/kuruluşlarına verilmeyen “mahalli müşterek” nitelikteki her türlü görev ve
hizmetin belediyelerce yapılması, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın
“Özerk Yerel Yönetimin Kapsamı” başlıklı 4. maddesinde öngörülen ilkelere;
belediye meclislerinin her ay toplanarak yerel hizmetleri kendi müzakere etmesi…
belediye görevleriyle orantılı gelir kaynaklarının sağlanması, belde ve köy
birleşmelerinde halkın oyuna başvurulması” gibi madde gerekçelerinde de Avrupa
Yerel Özerklik Şartı’nda yer alan düzenlemelere uygunluk dile getirilmektedir.
5393 sayılı Belediye Kanunu’yla belediye ilk kez “idari ve mali özerkliğe
sahip kamu tüzel kişisi” olarak vurgulandığı gibi, yönetsel denetimle özerklik
arasında bir denge oluşturularak ve yerindelik denetiminden vazgeçilerek hukuka
uygunluk denetimi getirilmiştir. Ayrıca Yasa, Türkiye’nin çekince koyduğu “yerel
yönetimlerin kendi iç idari örgütlenmelerini kurabilmelerini” öngören Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı hükmüne rağmen, zorunlu (yazı işleri, mali hizmetler, fen
işleri ve zabıta) birimlerinin dışında, diğer (sağlık, insan kaynakları vs.) birimlerin
ihtiyaca göre belediye meclisi kararıyla kurulabilmesine olanak sağlaması
bakımından yerel özerklik açısından demokratik bir uygulamayı barındırmaktadır
(Çelik, 2013: 25-26). Subsidiarite ilkesinin benimsendiği, belediyelerin görev
alanının genelleştirildiği ve genişletildiği, vesayet denetiminin sınırlandırılarak
belediyelerin idari ve mali açıdan büyük ölçüde özerkliğe kavuşturulduğu 5393
sayılı Belediye Kanunuyla aynı yıl çıkarılan 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu da
benzer düzenlemeleri öngörmektedir. Yasayla merkezin birçok yetki ve sorumluluğu
il özel idarelerinin görev alanına dahil edilmiş, il özel idareleri yetkileri, personel
yapısı, demokratikliği ve özerkliği konularında yapılan yeni düzenlemelerle çok
güçlü bir yerel yönetim birimine dönüştürülmüştür (Emini, 2009: 45). Valinin il
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
133
genel meclisi başkanı olarak görev yapması geleneğine son veren Yasa, seçim
sonuçlarının ilanını izleyen beş gün içinde il genel meclisinin kendiliğinden
toplanması ve üyeleri arasından gizli oyla bir başkan ile birinci ve ikinci başkan
vekilini seçmelerini öngörmüştür (Keleş, 2006: 151). Yasa, il genel meclisi kararları
üzerinde kullanılan vesayet denetimi açısından incelendiğinde; eski yasayla (13
Mart 1913 tarihli İdare-i Umumiye-i Kanun-u Muvakkati) valiye verilen öncül
denetim yetkisinin kaldırıldığı ve vesayet yetkisinin sınırlandırıldığı görülmektedir.
Yasa, valiye hukuka aykırı bulduğu meclis kararını tekrar görüşülmek üzere iade
etme yetkisini tanımıştır; ancak Yasada valinin meclis kararını sadece hukuka
uygunluk yönünden denetlemesini ve geri gönderilen kararın nitelikli çoğunlukla
değil, salt çoğunlukla meclis tarafından aynen kabul edilmesi durumunda kararın
kesinleşmiş sayılacağının kabul edilmesi, bu alandaki vesayet denetiminin oldukça
hafifletildiğini gösterir niteliktedir (Boztepe, 2014: 107).
59. Hükümet (AK Parti Hükümeti) döneminde çıkarılan ve mahalli
idarelerde idari ve mali özerkliği ilk olarak yasal hükme bağlayan 5216 sayılı
Büyükşehir Belediyesi Kanunu da büyükşehirler üzerindeki vesayet denetiminin
hafiflemesine katkı sağlamıştır. Yasa büyükşehir belediye meclisi ve büyükşehir
belediye encümeni kararlarına karşı valiye müracaatla itiraz hakkını kaldırarak,
valinin, büyükşehir belediyesi karar organlarının üzerindeki denetim yetkisini
hukukilik denetimiyle sınırlamaktadır. Ayrıca Yasayla büyükşehir belediyelerinin
seçimle gelen karar ve yürütme organlarının görevlerine ancak yargı (Danıştay)
kararıyla son verileceği de hükme bağlanmıştır (Torlak ve Sezer, 2005: 103). Bir
yerde büyükşehir kurulabilmesi için 750 bin nüfusa sahip olma şartı öngörülerek
siyasi nedenlerle büyükşehir belediyesi kurulmasının güçleştirilmesinin ve bu yönde
bir ölçek getirilmesinin amaçlandığı Yasa ile büyükşehir belediyelerinin karşı
karşıya bulunduğu sorunların daha hızlı bir şekilde çözülmesi, hizmetlerin daha
etkin ve verimli bir şekilde sunulması hedeflenmiştir (Dedeoğlu, 2011: 134).
Yasayla büyükşehir belediyelerinin görev, yetki ve sorumlulukları Anayasanın
mahalli idareleri düzenleyen 127. maddesindeki esaslar ve Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı’nda öngörülen hususlar çerçevesinde yeniden düzenlenmiştir.
Yasayla 3030 sayılı Yasada sayılan görev ve yetkilere ek olarak, yasalarla
büyükşehir belediyelerine verilen görev ve hizmetlerle ilgili her türlü imar
uygulamasını yapmak ve ruhsatlandırmak, coğrafi kent bilgi sistemlerini kurmak,
sağlık, eğitim ve kültür hizmetleri için bina yapmak ve bu hizmetlerle ilgili kamu
kurum ve kuruluşlarının binalarını onarmak… gibi görev ve sorumluluklar
verilmiştir (Taner, 2011: 147).
3 Kasım 2002 genel seçimlerinin ardından çabalarını AB üyeliği sürecini
134
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
hızlandırma üzerinde yoğunlaştıran ve AB üyeliğini dış politikada meşruiyet zemini
sağlayacak alanlardan biri olarak gören AK Parti tarafından kurulan 59. Hükümet
döneminde sadece mahalli idareler mevzuatı alanında değişiklik yapılmamış, aynı
zamanda 2006’da çıkarılan 5449 sayılı Kalkınma Ajansları Kanunu ile yarı kamusal
nitelik taşıyan, geleneksel bürokratik Türk yönetim anlayışından farklı bir yönetişim
paradigması çerçevesinde bölge kalkınma ajanslarının kurulması öngörülerek, Türk
kamu yönetimi dizgesine farklı bir yapı eklenmiştir. Yasayla kalkınma ajansları,
faaliyet gösterdikleri bölgelerindeki merkezi ve yerel yönetim organları, piyasa
aktörleri ve sivil toplum örgütleriyle işbirliği içinde, hem bölge kalkınmasının
mimarı olarak tasarlanmış hem de yönetişimci yapılanmalarıyla bölgelerini
günümüzün küreselleşmiş dünya ekonomisine eklemleyebilecek temel kamu
kuruluşu statüsüne yükseltilmişlerdir (Yılmaz, 2010: 175-176). Böylece Türkiye,
AB Konseyi tarafından onaylanan ve Türkiye’nin AB müktesebatına uyum
yükümlülükleri dahil olmak üzere Kopenhag kriterlerine uyum çerçevesinde kısa ve
orta vadeli öncelikleri ve sağlanacak mali yardımları da kapsayan Katılım Ortaklığı
Belgesi’nde orta vadede yapılması gereken (daha sonra yeniden düzenlenerek 14
Nisan 2003’te kabul edilen Katılım Ortaklığı Belgesi’nde kısa vadeli hedefler
arasında sayılan) işler arasında yer alan bu yükümlülüğünü de yerine getirmiştir
(Hasanoğlu ve Aliyev, 2006: 87).
Görüldüğü üzere siyasi meşruiyet kaygısıyla muhafazakâr demokrat kimlik
tanımına sarılan, bu amaçla sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar
talebine dayanan (Aksu, 2012: 36), hukuk devleti normları çerçevesinde küçük ama
dinamik ve etkili bir devletten (Akdoğan, 2003: 113), güçlendirilecek ve uluslararası
standartlara kavuşturulacak bir yerel yönetim anlayışından yana olan AK Parti,
AB’ye üyelik sürecinin gereklerini de dikkate alarak 2002-2007 yılları arasındaki
iktidarı döneminde yerel siyaseti güçlendirme yolunda önemli adımlar atmıştır.
Erder ve İncioğlu (2013)’nun belirttiği gibi, bu dönemde yapılanlar yerel siyasetteki
başarılarıyla iktidara gelen AK Parti’nin merkeze yerleşme ve konumunu sürdürme
çabaları olarak ifade edilebilir. Ancak iktidara gelirken yerelleşme yanlısı olan AK
Parti’nin, iktidarını pekiştirdikçe yerel düzeye verilen yetkilerin bir bölümünü
merkeze çekmeye başladığı görülmektedir. Bu durumu, çalışmanın konusunu teşkil
eden 6360 sayılı yasada açıkça görmek mümkündür. Söz konusu yasa AB
ilkelerinden yerindelik, halka yakınlık, çoğulculuk ve demokratiklik açısından
birçok sorunu yapısında barındırmakta olup, AK Parti döneminde yerel siyaset ve
yerel demokrasi konusunda sağlanan birçok kazanımı da zayıflatmaktadır.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
135
4. Muhafazakâr Demokrat Kimlik Tanımı Üzerinden 6360 Sayılı Yasanın
İrdelenmesi
6360 sayılı yasanın yukarıda değinilen gerekçelerine bakıldığında; soyut,
bilimsel araştırma ve çözümlemelerden yoksun olarak temelsiz ve hatta temenniden
öteye gidemeyen varsayımlara dayandığı, hatta bazı gerekçelerinin (İstanbul ve
Kocaeli’ndeki il sınırlarıyla belediye sınırlarını çakıştıran uygulamadan ulaşılan
olumlu sonuçların, bu uygulamanın diğer büyükşehirlere de taşınarak buralarda da
aynı düzeyde alınacağı varsayımı gibi) yönetsel gerçeklik itibarıyla da
anlamlandırılmasının ve ilişkilendirilmesinin oldukça güç olduğu görülmektedir
(Zengin, 2014: 102).
5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nda değişiklik yaparak
büyükşehre yeni bir tanım getiren 6360 sayılı yasayla büyükşehir belediyesi
sınırları, il mülki sınırları olmuştur. Kaynakların verimli kullanılmasını
engelleyebilecek olan bu düzenleme, mutlak surette bir belediyeyi ayakta tutan,
gelişimini tetikleyen iyi kamu hizmeti verme anlayışını sekteye uğratacak, gerek
belediye yetkilileri gerekse orada yaşayan halk için birçok sıkıntıya yol açacaktır
(Atmaca, 2013: 179). Çünkü büyükşehir belediyelerinin sınırlarının genişlemesine
rağmen yetki ve karar alma süreçleri bakımından adem-i merkezileştirilmediği için,
belediye hizmetlerinin büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasında paylaşımında mesafe
unsuru büyük bir sorun teşkil edecektir. Söz konusu mesafe sorunu vatandaşların
büyükşehir hizmetleriyle ilgili il merkezine gitme ihtiyacını da doğuracaktır
(Koyuncu ve Köroğlu, 2012: 7).
Anayasada değişiklik yapılmadan, Anayasanın mahalli idareleri düzenleyen
127. maddesine aykırı bir şekilde büyükşehirlerde il özel idaresi yönetimini ortadan
kaldıran 6360 sayılı yasa (Gözler, 2013: 40), 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ile
yerel yönetimlerin güçlenmesi bakımından elde edilen kazanımları da zayıflatmıştır.
Teorik olarak kent içindeki hizmetlerin sürdürülmesinden sorumlu olması gereken
büyükşehir belediyeleri, yasayla il sınırlarındaki tüm ilçe belediyelerindeki ve kırsal
alanlardaki hizmetlerden de sorumlu hale getirilmektedir. Söz konusu durum, bir
yandan yerindelik ilkesiyle çelişirken diğer yandan yukarıda da değinildiği gibi,
hizmet kalitesinde ve etkinliğinde azalmaya yol açacaktır (Günal ve diğerleri, 2014:
64-65). Ayrıca belediyelerin hizmet alanını kırsal alanları da kapsayacak şekilde
genişleten ve il özel idarelerini kaldıran Yasa, il idare sisteminde boşlukların
doğmasına yol açmaktadır. Kırsal alan yönetiminin belediyelere devredilmesi, kırsal
alan planlamasında köy muhtarının, ihtiyar heyetinin, kaymakam ve valinin de devre
dışı kalarak mesafe, bilgi ve tecrübe bakımından daha dezavantajlı bir konumda yer
136
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
alan büyükşehir belediyelerinin bu konuda tek yetkili kılınmasına neden olmuştur
(Gözüaçık, 2014).
Yasayla il özel idarelerinin kaldırılmasıyla doğan boşluğun kapatılması
amacıyla kurulması öngörülen Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı (Karasu,
2014: 185), özel bütçeli bir kamu tüzel kişiliği niteliğinde, başında bir “üst yönetici”
olarak valinin ve “harcama yetkilisi” olarak da bir vali yardımcısının bulunduğu,
merkezi yönetimin tüm bakanlık ve diğer kuruluşlarının illerde yapacakları her türlü
yatırım, bakım ve yardım işlerini doğrudan üstlenip yapacak bir yapılanma şeklinde
tasarlanmıştır (Güler, 2012: 3). Yasa, “ildeki kamu kurum ve kuruluşlarınca
yürütülmesi gereken yatırım ve hizmetlerin aksadığının ve bu durumun halkın
sağlığı, huzur ve esenliğiyle kamu düzeni ve güvenliğini olumsuz etkilediğinin vali
ya da ilgili bakanlıkça tespit edilmesi halinde valinin söz konusu yatırım ve hizmetin
ildeki diğer kamu kurum ve kuruluşlarınca yerine getirilmesini isteyebileceği gibi,
Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı aracılığıyla da yerine getirebilmesine”
olanak tanımaktadır (6360 Sayılı… Kanun, md. 34). Böylece merkezi yönetimin
bağlı olduğu kurallar esnetilerek, “yatırım ortamını iyileştirmek” amacıyla
öngörülen “tek durak ofisi’ benzeri bir etkinlik alanının yaratılmasının hedeflendiği
de söylenebilir (Güler, 2012: 3). Ayrıca bu düzenleme, Yatırım İzleme ve
Koordinasyon Başkanlığı yoluyla merkezi yönetimin illerdeki temsilcisi olan
valiliğin görev ve yetki alanının yeniden tanımlanarak yönetsel kapasitesinin
artırılmasına yol açmıştır. Valinin atanmış bir temsilci olarak il özel idaresinin başı
olması bile yerellik açısından tartışmalıyken, il özel idarelerinin kaldırıldığı
büyükşehirlerde ikame olarak merkezi yönetimin güçlendirilmiş bir uzantısı olan
Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı’nın getirilmesi, yerellik ve hizmetlerde
yerindelik ilkesiyle çelişmektedir (Günal ve diğerleri, 2014: 66).
Yukarıda değinildiği gibi, il genel meclisinin bütçeye ilişkin yetkisini kısmen
vesayet altına alan bir hükmü 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’na ekleyen Yasa
ile işyerlerinin ruhsatlandırılmasında yerel yönetimlere genel ve münhasır yetki
veren genel kurala da istisna getirilerek, il özel idarelerinin kaldırıldığı
büyükşehirlerde bu konuda valilikleri görevlendirerek valiliğin yönetsel kapasitesi
genişletilmiştir (Can, 2013).
Ayrıca doğrudan doğruya tüzel kişiliği Anayasadan (127. maddesinden)
kaynaklanan belde belediyeleri ve köylerin, büyükşehirlerde tüzel kişiliğini
kaldırarak bulunduğu ilçenin birer mahallesine dönüştürerek yine Anayasayı ihlal
eden (Gözler, 2013: 42-43) yasa, Türkiye’nin de kabul ettiği Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı’na da birçok açıdan aykırıdır. Yasayla söz konusu Şartın
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
137
5. maddesinde geçen “Yerel yönetimlerin sınırlarında, mevzuatın elverdiği
durumlarda ve mümkünse bir referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden
danışılmadan bir değişiklik yapılamaz” hükmüne aykırı olarak büyükşehirlerdeki il
özel idaresi, belde belediyesi ve köylerin tüzel kişiliği yerel halka danışılmadan
kaldırılmıştır (Görmez, 2012). Yasayla söz konusu şartın “Kamu sorumlulukları
genellikle ve tercihen vatandaşa en yakın olan makamlar tarafından kullanılacaktır”
şeklindeki 4/3. maddesine aykırı olarak, vatandaşa en yakın yerel yönetim
birimlerinden olan köy tüzel kişiliğini kaldırarak bir yerel yönetim birimi olmayan
mahalleye dönüştürmekle yerindelik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir (Günal ve
diğerleri, 2014: 62). Yasayla tüzel kişiliği kaldırılarak mahalleye dönüşen köyler
fiziken şehrin bir parçasına dönüşmektedir. Şehir merkezlerinde yaşayan fertlerin
ihtiyaçlarından çok farklı ihtiyaçlara sahip yurttaşların oluşturduğu köylerin tüzel
kişiliğinin kaldırılması, köylerin hak ehliyetini ve karar alma yetkilerini ortadan
kaldırmaktadır. Yasayla köyde ikamet eden vatandaşların ihtiyaçlarına, köyle hiçbir
irtibatı bulunmayan belediye meclis üyelerince karar verilmesi olanaklı hale
getirilmiştir (Gözüaçık, 2014).
6360 sayılı Yasa genel bütçe vergi gelirleri tahsilâtı toplamından büyükşehir
belediyelerine aktarılan payı ve büyükşehir belediye sınırlarında yapılan vergi
gelirleri tahsilâtı toplamından her bir büyükşehir belediyesine kalan oranı
artırmasına rağmen (Zengin, 2014: 104), büyükşehirleri kendilerine verilen yeni
görev ve sorumluluk alanlarıyla orantılı olarak yeterli gelir kaynaklarına kavuşturamamıştır. Türkiye nüfusunun yaklaşık % 77’sinin ve yüzölçümünün % 51’inin
yönetilmesinin hedeflendiği (Çelikyay, 2014: 7) Yasa ile büyükşehir belediyelerinin
genişleyen görev ve sorumluluk alanı için genel bütçe gelirlerinden büyükşehir
belediyelerine ve büyükşehir ilçe belediyelerine ayrılan paylarda değişiklik
yapılmıştır. Ancak bu değişiklik sonucu beliren payların yeni dağılımının, söz
konusu belediyelerin görev ve sorumluluk alanlarıyla orantılı şekilde düzenlendiği
söylenemez. Yasa bu bakımdan ele alındığında Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik
Şartı’nın “yerel makamların mali kaynakları anayasa ve kanunla belirlenen
sorumluluklarla orantılı olacaktır” şeklindeki 9/2. maddesine de ters düşmektedir.
Ayrıca Yasa, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın Türkiye’nin çekince
koyduğu “yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı
konusunda, kendilerine uygun bir biçimde danışılacaktır” şeklindeki 9/6. maddesine
de aykırı şekilde, yerel yönetimlere danışmadan mali hususlarda birtakım
değişiklikler getirmiştir (Yontar ve Dağ, 2014: 148, 159).
Yasa ile yeni büyükşehirlerde vergi tabanı da farklılaşmakta, yeni düzenlemeyle büyükşehir belediyeleri daha az vergi alarak daha fazla hizmet götürmek
138
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
durumunda oldukları geniş kırsal alanlarla karşı karşıya kalmaktadır. Ayrıca Yasayla
her ne kadar köylerde ve köy tüzel kişiliği kaldırılarak mahalleye dönüştürülen
yerlerde Belediye Gelirleri Kanunu uyarınca alınması gereken vergi, harç ve katılım
payları beş yıl süreyle ertelense de, kırsal alanda yaşayan ve gelir düzeyi oldukça
düşük olan vatandaşlar için yeni vergi yükleri ortaya çıkmaktadır (Genç, 2014: 10).
Yasayla içme ve kullanma suları için alınacak ücretin de beş yıllık süreyle en düşük
tarifenin % 25’ini geçmeyecek şekilde belirlenmesine rağmen, söz konusu
uygulamayla beş yıl beklenmeden içme ve kullanma sularından alınan ücretlerde
büyük artışlar gözlenecektir. Ülkede kullanılan suyun ¾’ünün tarımda kullanıldığı
düşünülürse, bu uygulamanın çiftçi ve kırda yaşayan aileler için büyük bir mali
külfeti beraberinde getirmesi beklenmektedir (Adıgüzel, 2012: 173).
Mali hususların yanı sıra, 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu’nun
“Kuruluş” başlıklı 4. maddesinde değişiklik yapan Yasa, büyükşehir olma koşulunu
oldukça kolaylaştırmıştır. “Toplam nüfusu 750 binden fazla olan illerin il
belediyeleri kanunla büyükşehir belediyesine dönüştürülebilir” (6360 Sayılı Kanun,
md. 5) hükmüne yer veren Yasa ile nüfus büyüklüğü 750 binden fazla olan iller
büyükşehir olma niteliğine sahip olmuştur. Ancak büyükşehir olmak için sadece
nüfusun gerekli ölçüt olması, tüm sorunları çözümleyici yeterli bir özellik
taşımamaktadır. Aynı zamanda nüfus büyüklüğünün yanı sıra, hizmet etkinliği,
kültürel gelişmişlik ve sosyal altyapı düzeyi, fiziki yerleşim durumları ve tabii
ekonomik gelişmişlik düzeylerinin de dikkate alınması gerekmektedir. Bu bakımdan
büyükşehir olma koşulları bakımından 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu ile
kaydedilen ilerlemenin geriletilmeye, optimal ölçekten gittikçe uzaklaşılmaya
başlandığı (Atmaca, 2013: 177), ölçek sorunun da eksik kavrandığı görülmektedir
(İzci ve Turan, 2013: 122).
Mahalli idare birliklerinin önemli bir kısmını tasfiye eden, 26 yeni ilçe
kurulmasını öngören Yasa ile bu Yasanın yayımlandığı tarih itibarıyla Ulusal Adres
Veri Tabanına kayıtlı ya da Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından uydu
fotoğraflarıyla tespit edilen bütün yapıların ruhsatlı sayılması ve bu yapıların
elektrik, su ve bunun gibi kamu hizmetlerinden yararlandırılması uygulaması (6360
Sayılı Kanun, geçici md. 1), zımni bir imar affı anlamına gelmektedir. Bu şekilde
büyük kısmı kaçak yapı niteliğinde olan ve bir bölümü hakkında yıkım kararı
bulunan yapıların, herhangi bir teknik incelemeden geçirilmeden, meşruluğu
sorgulanmadan ruhsatlı sayılması olanaklı hale gelmiştir. Böylece kıyı alanlarını
işgal eden, sit alanlarını ve korunması gereken doğal zenginlikleri tahrip eden,
köylerdeki yapılaşmayı yozlaştıran ve yıkılması gereken bütün yapılar affedilmiştir
(TMMOB Şehir Plancıları Odası, 2012: 9).
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
139
Kısacası Anayasa tarafından çizilen il özel idaresi, belediye ve köyden
oluşan çerçevenin dışına taşan bir mahalli idare reformunu, Anayasada gerekli
değişiklikler yapılmadan gerçekleştirmek isteyen AK Parti tarafından çıkarılan 6360
sayılı Yasa ile ülkede yeniden merkezileşme eğilimlerinin güçlendirilmeye
çalışıldığı söylenebilir. 2004 sonrası dönemde AB’ye üyelik sürecinin etkisiyle yerel
yönetimleri güçlendirmeye dönük olarak belediye, büyükşehir belediyesi ve il özel
idaresine ilişkin mevzuatı revize eden, yasalaşamayan Kamu Yönetimi Temel Yasa
Tasarısı’nın ardından kamu yönetimi reformu çalışmalarını mahalli idarelere ilişkin
yasaların yanı sıra, diğer yasal düzenlemelerle de gerçekleştirmeye çalışan AK Parti
Hükümetleri döneminde bu düzenlemelerin sürdürülmesi beklenirken, aksine son
dönemlerde merkeziyetçilik eğilimlerinin hissedilebilir düzeye eriştiği görülmektedir.
AK Parti Hükümetlerinin son döneminde artan merkeziyetçilik eğilimleri,
Türkiye’de siyasal partiler düzeyinde varolan ve sıkça nükseden merkeziyetçi
geleneğin henüz bitmediğinin bir göstergesidir. Türkiye’de taşra/çevre ve özellikle
alt gelir gruplarından oluşan seçmenlerin ağırlıklı olarak kendilerinin temsilcisi
olduklarını varsaydıkları ve programlarında da bu temsilciliğe vurgu yapan siyasal
partilere destek verdikleri görülmüştür. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden
günümüze kadar gelinen süreçte bu yönde en fazla desteğin de AK Parti’ye kaydığı
su götürmez bir gerçektir. Ancak merkeze yerleşen siyasal partilerin bir süre sonra
bu kitlenin beklentilerine kulak tıkadığı şeklindeki (Görmez, 2012) genel teamülün,
AK Parti döneminde de bozulmadığı görülmektedir. Sistemle barışık bir parti
görünümü vermek amacıyla muhafazakâr demokrat kimlik tanımına yönelen,
sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar ve güçlendirilmiş bir yerel
yönetim talebinde olan, AB perspektifini kendi varlığını da konsolide edecek şekilde
politikasının eksenine oturtan (Türkiye’de ilk kez AB üyeliğini hükümetin ana
programı olarak beyan ederek) (Dedeoğlu, 2005: 41) AK Parti’nin, 3 Kasım 2002
genel seçimlerinden itibaren katıldığı genel ve yerel seçimlerde artırdığı oy oranı ve
sergilediği başarılı siyasi performansıyla muhafazakâr demokrat kimlik tanımının at
başı gitmediği tespit edilmiştir. Başlangıçta yerelleşme yanlısı olan AK Parti’nin
iktidarını pekiştirdikçe ve merkeze yerleştikçe yerel yönetimlere verilen yetkilerin
bir bölümünü merkeze çekme eğilimine yöneldiği ve önemli bir meşruiyet kaynağı
olarak addettiği AB’ye üyelik sürecinde gözetilen yerindelik, halka yakınlık,
çoğulculuk ve demokratiklik gibi birtakım temel ilkelerden uzaklaşmaya başladığı
görülmektedir. 6360 sayılı Yasa ile özellikle mahalli idareler mevzuatı konusunda
AK Parti Hükümetleri döneminde kaydedilen ilerleme geriletilmeye; “halkın yerel
yönetimlerde etkin temsili”, “subsidiarite ilkesi”, “yönetsel açıklık ve halkın yerel
yönetimleri denetleyebilmesi”, “yerel yönetim organlarının bağımsız olması ve
140
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
karar süreçlerine halk katılımı” (Yaylı ve Pustu, 2008: 137-152) gibi yerel
demokrasinin ilkelerinden, yerel yönetimler konusunda optimal ölçek anlayışından,
yerleşmiş yapı ve imar düzenlemelerinden uzaklaşılmaya başlanmıştır.
Sonuç
Milli Görüş Hareketi’nde beliren bölünme neticesinde Hareketin yükselen
kanadı Yenilikçilerin çabalarıyla kurulan AK Parti, siyasal İslamcılığı ve Milli
Görüş kimliğini reddederek, muhafazakâr demokrat kimlik tanımıyla yeni bir
siyaset tarzını benimsemiştir. Suni bir kimlik tanımıyla sistemle barışık bir görüntü
çizmeye çalışan, İslamcı ve etnik kökene dayalı partilerden ziyade bir kitle partisi
olma amacını taşıdığını belirten AK Parti; demokrasi, serbest piyasa ekonomisi,
hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi değerlerle muhafazakâr değerleri
sentezlemeye çalışan, sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar ve
güçlendirilmiş bir yerel yönetim talebinde olan, Milli Görüş çekirdeğini korurken
merkez sağdan, liberal görüşlü, hatta solda siyaset yapmış bazı isimlere etkin
görevler vererek kendini merkezde konuşlandırma gayreti içinde olan bir siyasi
partidir. Kendisine meşruiyet zemini sağlayacak alanlardan biri olarak gördüğü dış
politikada İslamcı Milli Görüş geçmişini reddederek yönünü AB ve ABD’ye dönen
AK Parti, yaptığı bu manevrayla ordunun Türk siyasetindeki rolünün azalmasına yol
açtığı gibi, asker-sivil bürokrasi karşısındaki konumunu da güçlendirmiş ve
Anadolu’da palazlanan sermaye sınıfının da beklentilerini karşılamıştır.
Türkiye’de muhafazakârlık ve liberalliği birbirine eklemleyen Özal
geleneğini devam ettiren bir çizgide yer almayı yeğleyen AK Parti, Özal döneminde
başlatılan kamu yönetimi ve mahalli idareler reformunu da devam ettirmek ve bu
alanda köklü düzenlemeler yapmak amacıyla Kamu Yönetimi Temel Yasa
Tasarısı’nı TBMM’ye taşımış; ancak bu girişiminde başarısız olmuştur.
Yasalaşmamakla birlikte bu Yasa Tasarısı ile ülkede başlatılan kamu yönetimi
reform süreci, küreselleşme ve AB’yle bütünleşme çalışmalarıyla bağlantılı olarak
sürdürülen kapsamlı yasal düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda
çıkarılan 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu, 5393 sayılı Belediye Kanunu,
5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5449 sayılı Kalkınma Ajansları Kanunu gibi
yasal düzenlemeler ve söz konusu düzenlemelerde gerçekleştirilen değişiklikler ve
çalışmanın konusunu teşkil eden 6360 sayılı Yasa, Kamu Yönetimi Temel Yasa
Tasarısı’nın izlerini taşımaktadır. Ancak 6360 sayılı Yasa’dan önce çıkarılan bu
yasalara bakıldığında; Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi ve Avrupa Kentsel
Şartı gibi uluslararası metinlerde sıklıkla üzerinde durulan “katılımcı demokrasi”,
“açıklık ve bilgi edinme”, “belediye yardımlarından yararlanma” gibi haklara,
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
141
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda yer alan “özerk yerel yönetimin
kapsamı”na, “yerel yönetimlerin kendi iç idari örgütlenmelerini kurabilmeleri” gibi
hükümlere uyulduğu, yerel yönetimler üzerinde vesayet denetiminin oldukça
hafifletildiği, yerel yönetimler üzerindeki yerindelik denetiminin yerini hukukilik
denetimine bıraktığı, AB’ye uyum süreci kapsamında mahalli idarelerin yanı sıra,
Türk kamu yönetimi dizgesinde de farklı yapılanmalara gidildiği görülmektedir.
Bu gelişmelerin, siyasi meşruiyet kaygısıyla muhafazakâr demokrat kimlik
tanımına yönelen, sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir siyasal iktidar ve
güçlendirilmiş bir yerel yönetim talebinde olan AK Parti’nin, 2002-2007 yılları
arasındaki iktidarı döneminde AB’ye üyelik sürecinin gereklerini de dikkate alarak
yerel siyaseti güçlendirme yolunda attığı adımların semeresi olduğu söylenebilir.
Ancak AK Parti, iktidarını pekiştirdikçe muhafazakâr demokrat kimlik tanımındaki
temel argümanlardan uzaklaşarak yerel yönetimlere verilen yetkilerinin bir
bölümünü merkeze çekme eğilimine yönelmiş, AB’ye üyelik sürecinde gözetilen
birtakım yerel demokrasi ilkelerinden ve uluslararası metinlerde ele alınan
haklardan uzaklaşmaya başlamıştır. Yönetsel gerçeklikten ve bilimsel altyapıdan
yoksun, Anayasaya aykırı şekilde hazırlanan 6360 sayılı Yasada bu bariz bir şekilde
hissedilmektedir. Bir yandan yerellik ve hizmette yerindelik ilkesiyle çelişen, diğer
yandan hizmet kalitesi ve etkinliğini sekteye uğratan Yasa, merkezce atanmış bir
temsilci olarak valinin yönetsel kapasitesini artırmış, Anayasada öngörülen coğrafik
yerinden yönetim kuruluşlarının tüzel kişiliğine son vererek bunların hak ehliyetini
ve karar alma yetkilerini ortadan kaldırmıştır. Katılım, danışma, karar alma, idari ve
mali hususlar bakımdan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na birçok açıdan
aykırı olan Yasa, yerel yönetimler konusunda optimal büyüklük anlayışından ve
imar mevzuatında öngörülen düzenlemelerden de uzaklaşılmasına yol açmaktadır.
142
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
KAYNAKÇA
Adıgüzel, Ş. (2012). “6360 Sayılı Yasa’nın Türkiye’nin Yerel Yönetim Dizgesi
Üzerine Etkileri: Eleştirel Bir Değerlendirme”, Toplum ve Demokrasi, Sayı: 13-14,
s. 153-176.
Adıgüzel, Ş. ve M. Tek (2014). “6360 Sayılı Yasa ve Türkiye’nin Büyükşehir
Belediyesi Sisteminde Değişim: Hatay Örneği”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 23,
Sayı: 3, s. 73-102.
AK Parti (2001). “Parti Programı”, http://www.akparti.org.tr/site/akparti/partiprogrami, Erişim Tarihi: 23.11.2014.
AK Parti (2011). “Başbakan Erdoğan'ın 2011 Genel Seçimleri Seçim Beyannamesi'nin Kamuoyu Tanıtımında Yaptığı Konuşmanın Tam Metni”, https://www.akparti.org.tr/site/haberler/basbakan-erdoganin-2011-genel-secimleri-secim-beyannamesi-aciklamasinin-tam/7171#1, Erişim Tarihi: 28.12.2014.
AK Parti (2012). “AK Parti 2023 Siyasi Vizyonu Siyaset, Toplum, Dünya”,
Erişim
Tarihi:
http://www.akparti.org.tr/site/akparti/2023-siyasi-vizyon,
14.12.2014.
AK Parti (2014). “30 Mart 2014 Yerel Seçimleri Seçim Beyannamesi”,
https://www.akparti.org.tr/site/haberler/2014-secim-beyannamesi/59655#1, Erişim
Tarihi: 26.11.2014.
Akdoğan, Y. (2003). Muhafazakâr Demokrasi, Ankara: AK Parti Yayınları.
Akdoğan, Y. (2004). AK Parti ve Muhafazakâr Demokrasi, İstanbul: Alfa Yayınları.
Akdoğan, Y. (2005). “Adalet ve Kalkınma Partisi”, Bora, T. ve Gültekingil, M.
(Der.),Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce İslamcılık, İstanbul: İletişim Yayınları,
620-631.
Akgün, B. (2006). “Türkiye’de Merkez Sağ Siyaset Geleneği ve AK Parti”, Muhafazakâr Düşünce, Sayı: 9-10, s. 23-37.
Akın, R. (2012). Türk Siyasal Tarihi 1908-2000, İstanbul: On İki Levha Yayıncılık.
Aksu, A. (2012). Yeni Siyaset Paradigması, Ankara: Orient Yayınları.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
143
6360 Sayılı On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Altı İlçe Kurulması İle Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun.
(06.12.2012 Tarih, 28489 Sayılı Resmi Gazete).
6447 Sayılı On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Altı İlçe Kurulması İle Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun. (22.03.2013 Tarih, 28595 Sayılı Resmi
Gazete).
Atmaca, Y. (2013). “Optimal Belediye Büyüklüğü ve Yeni Büyükşehir Belediye
Yasası”, Çankırı Karetekin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,
Cilt: 3, Sayı: 2, s. 168-184.
Aykol, H. (2009). Türkiye’de Siyasi Parti Kapatmanın Tarihi, İstanbul: İmge
Kitabevi.
Bac, M. M. (2004). “The New Face of Turkey: The Domestic and Foreign Policy
Implications of November 2002 Elections”, East European Quarterly, Vol: 37, No:
4, pp. 421-438.
Bakırezer, G. ve Y. Demirer (2013). “AK Parti'nin Sosyal Siyaseti”, Uzgel, İ. ve B.
Duru (Der.), AKP Kitabı Bir Dönüşümün Bilançosu, Ankara: Phoenix Yayınevi, s.
153-178.
Bayramoğlu, A. (2004). Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu,
Ankara: AK Parti Yayını.
5393 Sayılı Belediye Kanunu. (13.07.2005 Tarih, 25874 Sayılı Resmi Gazete).
Bingöl, Y. ve Ş. Akgün (2005). “Demokratlıktan Muhafazakâr Demokratlığa: Demokrat Parti ile Adalet ve Kalkınma Partisinin Karşılaştırmalı Bir Analizi”, Kocaeli
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 9, s. 1-33.
Bora, T. (2004). AKP ve Muhafazakâr Demokratlığın Sınırları. Karizma, Sayı: 17,
s. 37-42.
Boztepe, M. (2014). “Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Yerel Yönetimlerin
Meclis Kararları Üzerinde Vesayet Denetimi”, Akademik Araştırmalar ve
Çalışmalar Dergisi, Sayı: 10, s. 94-110.
144
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Can, H. H. (2013). “Türk Mahalli İdare Sistemine Etkileri Bakımından 6360 Sayılı
Kanun”,
http://mts.org.tr/mevzuat/1092/turk_mahalli_idare_sistemine_etkileri_
bakimindan_6360_sayili_kanun, Erişim Tarihi: 08.01.2015.
Çaha, Ö. (2007). Dört Akım Dört Siyaset, Ankara: Orion Kitabevi.
Çakır, R. (2005). “Milli Görüş Hareketi”, Bora, T. ve Gültekingil, M. (Der.), Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 544549.
Çelik, A. (2013). “Yerel Özerklik Açısından 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun
Genel Bir Değerlendirilmesi”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 18, Sayı: 1, s. 17-28.
Çelikyay, H. (2014). “Değişen Kent Yönetimi ve 6360 Sayılı Büyükşehir Yasası”,
SETA Analiz, Sayı: 101, s. 1-24.
Dağı, İ. (2004). “AK Parti: Müslüman Demokrat mı Muhafazakar Demokrat mı?”,
http://www.zaman.com.tr/yorum_ak-parti-musluman-demokrat-mi-muhafazakardemokrat-mi_543.html, Erişim Tarihi: 0.11.2014.
Dedeoğlu, B. (2005). “Dünden Yarına Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Siyasa,
Sayı: 1, s. 23-45.
Dedeoğlu, E. (2011). “Büyükşehir Belediye Yönetimlerine Genel Bakış”, Dış Denetim, Sayı: 4, s. 130-135.
Demirel, A. (2013). “Çok Partili Hayat, Siyaset, Partiler, Seçimler”, Demirel, A. ve
S. Sözen (Der.), Türk Siyasal Hayatı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim
Fakültesi Yayınları: 60-95.
Dinçer, Ö. ve C. Yılmaz (2003), Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma 1: Değişimin Yönetimi İçin Yönetimde Değişim, Ankara: Başbakanlık Yayınları.
Dinçer, Ö., B. Eryılmaz ve diğerleri (2013), Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma
2: Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı, Ankara: Başbakanlık Yayınları.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
145
Doğanay, Ü. (2007). “AKP’nin Demokrasi Söylemi ve Muhafazakârlık: Muhafazakâr Demokrasiye Eleştirel Bir Bakış”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 62,
Sayı: 1, s. 65-88.
Emini, F. T. (2009). “Türkiye’de Yerel Yönetimler Reformunun İç ve Dış
Dinamikleri”, Yönetim ve Ekonomi, Cilt: 16, Sayı: 2, s. 31-48.
Erdoğan, M. (2007). “28 Şubat Darbesi”, Birey Yayıncılık (Der.), 28 Şubat
Postmodern Bir Darbenin Sosyal ve Siyasal Analizi, İstanbul: Birey Yayıncılık: 1728.
Erder, S. ve N. İncioğlu (2013). “2004 Sonrası Gelişmeler: Yerel Siyaset İkinci
Planda”, www.arkitera.com/files/haber/14828/yerelpolitika_onsoz.pdf (28.02.2015).
Genç, F. N. (2014). “6360 Sayılı Kanun ve Aydın’a Etkileri”, Adnan Menderes
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 1, Sayı: Özel Sayı, s. 1-29.
Görmez, K. (2012). “Yerelleşme-Merkezileşme Geriliminde Büyükşehir Yasası”,http://www.zaman.com.tr/yorum_yerellesme-merkezilesme-geriliminde-buyuksehir-yasasi_2017227.html (08.02.2015).
Gözler, K. (2013). “6360 Sayılı Kanun Hakkında Eleştiriler Yirmi Dokuz İlde İl
Özel İdareleri ve Köylerin Kaldırılması ve İlçe Belediyelerinin Büyükşehir İlçe Belediyesi Haline Dönüştürülmesi Anayasamıza Uygun mudur?”, Legal Hukuk Dergisi, Cilt: 11, Sayı: 122, s. 37-82.
Gözüaçık, H. (2014). “6360 Sayılı Kanunu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı
ve Anayasa Kapsamında Değerlendirilmesi”, http://www.mahalliidarelerdergisi.org/Halil_Gozuacik+6360_SAYILI_KANUNU_AVRUPA_YEREL_YONE
TIMLER_OZERKLIK_SARTI_VE_ANAYASA_KAPSAMINDA_DEGERLEN
DIRILMESI_yazi43.html (09.03.2015).
Güler, B. A. (2012). “Hükümetin 8 Ekim 2012 Günlü Bütünşehir Yasa Tasarısı Üzerine”,
http://www.yayed.org/uploads/yuklemeler/B%C3%9CT%C3%9CNSEH
%C4%B0RTASARIBAG.pdf (04.03.2015).
Günal, A., S. Atvur ve K. O. Dernek (2014). “6360 Sayılı Yasanın Yerelleşme
Bağlamında Değerlendirilmesi”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 3, s. 55-70.
146
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Gürkan, A. (2011). “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Muhafazakâr Demokrat Kimliğinin Oluşumunda Sosyal Politikanın Etkiler. OPUS (Sosyal Politika ve Çalışma
Hayatı Araştırmaları Dergisi, Sayı: 1, s. 1-13.
Hasanoğlu, M. ve Z. Aliyev. (2006). “Avrupa Birliği ile Bütünleşme Sürecinde
Türkiye’de Bölgesel Kalkınma Ajansları”, Sayıştay Dergisi, Sayı: 60, s. 81-103.
İzci, F. ve M. Turan (2013). “Türkiye’de Büyükşehir Belediyesi Sistemi ve 6360
Sayılı Yasa İle Büyükşehir Belediyesi Sisteminde Meydana Gelen Değişimler: Van
Örneği”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 18,
Sayı: 1, s. s117-152.
Kahraman, H. B. (2012). “Yeni Muhafazakârlık ve AK Parti Dönüşümü”,http://www.sabah.com.tr/yazarlar/kahraman/2012/10/12/yeni-muhafazakrlik-ve-ak-parti-donusumu, Erişim Tarihi: 17.11.2014.
Kahraman, L. ve B. Evre (2008). Türkiye’deki Siyasi Parti Programlarında
“Demokrasi” Kavramlaştırmaları: Karşılaştırmalı Perspektifle AKP ve CHP Örnek
Olayı, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 1, s. 63-80.
Karaalioğlu, M. (2001). Hilal ve Ampul Fazilet’ten Saadet ve AK Parti’ye Bir
Hareketin Öyküsü, İstanbul, Bakış Yayınları.
Karasu, M. A. (2014). “Şanlıurfa’da Kentsel Gelişme ve 6360 Sayılı Büyükşehir
Belediye Kanunu”, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
Cilt: 1, Sayı: Özel Sayı, s. 178-193.
Kaya, E. ve H. Şentürk (2007). "Muhafazakâr Demokraside Yerel Yönetim
Vizyonu." http://erolkaya.com/wp-content/uploads/kitaplar/muhafazakar-demokra
side-yerel-yonetim-vizyonu.pdf, Erişim Tarihi: 02.01.2015.
Keleş, R. (2006). Yerinden Yönetim ve Siyaset, İstanbul: Cem Yayınevi.
Kongar, E. (2006). 21. Yüzyılda Türkiye 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal
Yapısı, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Koyuncu, E. ve T. Köroğlu (2012). “Büyükşehir Tasarısı Üzerine Bir
Değerlendirme”, http://www.tepav.org.tr/upload/files/1352462517-9.Buyuksehir
ler_Tasarisi_Uzerine_Bir_Degerlendirme.pdf (23.02.2015).
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
147
Kösecik, M. (2007). “Avrupa Birliğine Üyelik Sürecinin Türkiye’nin Yerel Yönetim
Yapısına Etkileri”, Özgür, H. ve M. Kösecik (Ed.), Yerel Yönetimler Üzerine Güncel
Yazılar-II, Ankara: Nobel Yayınları, s. 691-737.
Kurt, Ü. (2009). AKP Yeni Merkez Sağ mı?, Ankara: Dipnot Yayınları.
Küçükyılmaz, M. (2009). Türkiye’de Siyasal Katılım Tek Partiden AK Parti’den Siyasal İslam ve Demokrasi Tartışmaları, İstanbul: Birey Yayıncılık.
Okutan, M. Ç. (2006). “Adalet ve Kalkınma Partisi: Muhafazakâr Demokrat mı,
Hıristiyan Demokrasinin Müslüman Versiyonu mu?”, Dokuz Eylül Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 1, s. 307-324.
Oral, U. (2012). “Tarih Tekerrürden İbaret Midir?”, http://www.haberbiz.com/tarihtekerrurden-ibaret-midir/m68, Erişim Tarihi: 18.12.2015.
Öner, Ş. (2006). Yeni Mevzuat Çerçevesinde Türkiye’de Belediye Yönetimi, Ankara:
Nobel Yayıncılık.
Pamuk, M. (2001). Yasaklı Umut Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul: Birey Yayıncılık.
Poyraz, F. (2010). “Milli Nizam Partisinden AK Parti’ye ‘İslami Hareketin Partileri
ve Değişim””, Uzun, T. (Der.), İttihat ve Terakki’den Günümüze Siyasal Partiler,
Ankara: Orion Kitabevi, 311-338.
Sambur, B. (2009). “The Great Transformation of Political Islam in Turkey: The
Case of Justice and Development Party and Erdogan”, European Journal of Economic and Political Studies, Volume: 2, Number: 2, pp. 117-127.
Sarıbay, A. Y. (2003). “AKP’nin Politik Kimliği ve Gidişatı”, http://arsiv.zaman.com.tr/2003/10/11/yorumlar/default.htm, Erişim Tarihi: 07.12.2014.
Taner, A. (2011). “Yerelleşen Kamu Hizmetleri ve Dış Denetim Boyutu”, Dış
Denetim, Sayı: 4, s. 145-153.
TBMM (2012). “Büyükşehir Belediyesi Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ile İstanbul Milletvekili
Mustafa Sezgin Tanrıkulu ve 20 Milletvekilinin; Malatya Milletvekili Veli Ağbaba ve
22 Milletvekilinin; Balıkesir Milletvekili Ayşe Nedret Akova’nın; Aydın Milletvekili
148
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Ali Uzunırmak’ın; Tekirdağ Milletvekili Bülent Belen’in; İstanbul Milletvekili Mahmut
Tanal’ın; Malatya Milletvekili Öznur Çalık ve 14 Milletvekilinin Benzer Mahiyetteki
Kanun Teklifleri ile İçişleri Komisyonu Raporu”, http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/
donem24/yil01/ss338.pdf, Erişim Tarihi: 26.12.2014.
Tekin, Ü. (2004). AK Parti’nin Muhafazakâr Demokrat Kimliği, Ankara: Orient
Yayınları.
Tekin, Y. ve Ç. Okutan (2011). Türk Siyasal Hayatı, Ankara: Orion Kitabevi.
TMMOB Şehir Plancıları Odası (2012). “Haber Bülteni Kasım-Aralık 2012”,
http://www.spo.org.tr/resimler/ekler/4eaf30fe146ac07_ek.pdf (28.02.2015).
Torlak, S. ve Y. Sezer (2005). “Büyükşehir Belediye Reformu Üzerine Bir
Değerlendirme”, Özgür, H. ve M. Kösecik (Ed.), Yerel Yönetimler Üzerine Güncel
Yazılar-I, Ankara: Nobel Yayınları, s. 89-109.
Uzgel, İ. (2013). “Dış Politikada AKP: Stratejik Konumdan Stratejik Modele”,
Uzgel, İ. ve Duru, B. (Der.), AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu (2002-2009),
Ankara: Phoenix Yayınevi, s. 357-379.
Yavuz, M. H. (1997). “Political Islam and the Welfare (Refah) Party in Turkey”,
Comparative Politics, Volume: 30, Number: 1, pp. 63-82.
Yavuz, M. H. (2005a), Modernleşen Müslümanlar Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş
ve AK Parti,(Çev. A. Yıldız), İstanbul: Kitap Yayınevi.
Yavuz, M. H. (2005b). “The Transformation of a Turkish Islamic Movement: From
Identity Politics to Policy”, The American Journal of Islamic Social Sciences, Vol:
22, No: 3, pp. 105-111.
Yaylı, H. ve Y. Pustu (2008). “Yerel Demokrasinin İlkeleri”, Karadeniz
Araştırmaları, Sayı: 16, s. 133-153.
Yıldırım, E. (2002). “AKP: Bir Politik Tasarının Sosyolojik Temsiliyeti”, Birikim,
Sayı: 163-164, s. 66-70.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
149
Yıldırım, Z. ve İ. A., Selçuk (2013). “6360 Sayılı Kanun Çerçevesinde Değişen
Sınırlar ve Genişleyen Yetki Alanlarının İzmir İli Planlama Pratiği Açısından
İrdelenmesi”, TMMOB İzmir 2. Kent Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Ankara:
TMMOB Yayını, s. 431-443.
Yıldız, A. (2004). “Muhafazakârlığın Yerlileştirilmesi ya da AKP’nin Yeni Muhafazakâr Demokratlığı”, Karizma, Sayı: 7, s. 53-56.
Yılmaz, A. (2010). “Kalkınma Ajansları ve Yerel Yönetişim”, Türk İdare Dergisi,
Sayı: 466, s. 175-195.
Yılmaz, İ. (2008). “Influence of Pluralism and Electoral Participation on the
Transformation of Turkish Islamism”, Journal of Economic and Social Research,
Volume: 10, Number: 2, pp. 43-65.
Yılmaz, M. E. (2012). “The Rise of Political Islam in Turkey: The Case of the
Welfare Party”, Turkish Studies, Volume: 13, Number: 3, pp. 363-378.
Yılmaz, N. (2005). “İslamcılık, AKP, Siyaset”, Bora, T. ve Gültekingil, M. (Der.),
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık (Cilt 6), İstanbul: İletişim Yayınları,
s. 604-619.
Yontar, İ. G. ve M. Dağ (2014). “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı
Çerçevesinde Türkiye’de Mali Özerklik”, Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme
Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 21, s. 147-162.
Zengin, O. (2014). “Büyükşehir Belediyesi Sisteminin Dönüşümü: Son On Yılın
Değerlendirmesi”, Ankara Barosu Dergisi, Sayı: 2, s. 93-116.
150
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
PERAKENDECİLİKTE MÜŞTERİLERLE İLETİŞİM
YÖNTEMİNİN SEÇİMİ: PROMETHEE KARAR TEKNİĞİ İLE
BİR UYGULAMA
Nihan ÖZGÜVEN TAYFUN ∗
_______________________________________________________________________________
ÖZET
Günümüzde, perakendeciler müşterilerle iletişim kurmak için önemli bütçeler ayırmaktadır. Yanlış
bir iletişim yöntemi tercih etmek yatırımın boşa gitmesine neden olacaktır. Çalışmanın temel amacı,
perakendecilikte müşteriyle iletişim kurmada seçim kriterlerine göre en uygun yönteme karar
verilmesini sağlamaktır. Seçim yapma sorununu çözmek için çok kriterli karar verme tekniklerinden
biri olan Promethee tekniği kullanılmıştır. Bu kapsamda, iletişim yöntemleri kontrol, esneklik,
güvenilirlik ve maliyet kriterleri ile değerlendirilmektedir. Çalışmada elde edilen sonuca göre,
geleneksel reklam halen daha etkinliğini korumaktadır. Geleneksel reklamın yanı sıra mağaza
atmosferi ve sosyal medya da en uygun yöntemleri oluşturmaktadır. Promethee tekniğinin pazarlama
alanında karar verme probleminin çözümünde kullanımının çok fazla yaygın olmaması nedeniyle
çalışma sonuçları ve yöntemi literatüre farklı bir boyut kazandıracaktır.
Anahtar Kelimeler: Perakendecilik, İletişim Yöntemleri, Promethee Tekniği.
ABSTRACT
SELECTION OF CUSTOMER COMMUNICATION METHOD IN RETAILING: AN
APPLICATION OF PROMETHEE DECISION MAKING TECHNIQUE
Retailers nowadays invest large sums of money in customer communication. Choosing a suboptimal
communication method will lead to waste of investment. The main purpose of this study is to select
the optimal method based on customer communication criteria. For this purpose, the Promethee
technique, a multi-criteria decision making technique, is employed and several communication
methods are evaluated based on the criteria of control, flexibility, reliability and cost. According to
the findings of the study, traditional advertising still remains to be an effective method. In addition
to the traditional advertising, in-store communication and social media marketing are the other
effective method. As the Promethee technique is not commonly applied in decision making in the field
of marketing, the approach and findings of this study should contribute to the academic literature.
Keywords: Retail, Communication Methods, Promethee Technique.
_______________________________________________________________________________
Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Bölümü ([email protected])
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015)
∗
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
151
1. Giriş
Günümüzde rekabet çok daha fazla artmıştır. Bu rekabet ortamında çok
güçlü rakipler bulunmaktadır. Perakendecilikte müşteriyle hızlı ve etkin iletişim
kurmak önemli hale gelmiştir. Perakendecilikte ürün yönetiminin temel prensibi,
doğru ürüne, doğru yerde, doğru fiyattan, doğru miktarda ve doğru zamanda sahip
olmaktır. Bunlarla birlikte, bu prensiplerin hepsi sağlanmış olsa dahi eğer
perakendeci işletmeler tüketiciyle doğru ve etkili iletişim kuramıyorsa, satış
yapması mümkün olamayacaktır. Aslında sadece perakendeci işletmeler için değil,
tüm işletmeleri satış yapabilmesi için ürünleri ne kadar kaliteli olursa olsun bu
kaliteli ürünlere işletmenin sahip olduğu konusunda müşteriyi bilgilendirmesi,
hatırlatması, işletmenin mal ve hizmetlerine dikkat çekip, satın alma konusunda ikna
etmesi gerekmektedir.
İşletmelerin ana amacı kar elde etmektir. Bu amaca ulaşabilmeye yardımcı
olan faaliyet satıştır. Bu nedenle, perakendecilerin müşterilerle etkili iletişim
kurmalarının hedefi hedef kitleye satış yapmaktır. Perakendeciler bu hedefe
ulaşabilmek için geleneksel reklam, satış geliştirme, mağaza atmosferi, kulaktan
kulağa iletişim, sosyal medya ve mobil iletişim kanallarını kullanmaktadır.
Günümüzde perakendeciler bütünleşik pazarlama iletişimi kapsamında bu
yöntemlerin hepsini bir arada, birbiriyle uyumlu ve sinerji yaratacak şekilde
kullanmaktadır. Bu yöntemlerle müşteriye çelişkili olmayan, tutarlı mesajlar
iletmektedir.
Perakendecilikte etkin bir iletişim kurulabilmesi için hedef kitlenin ve
sunulacak ürünlerin çok iyi belirlenmesi gerekmektedir. İşletme rakiplerine göre
üstün yönlerini ön plana çıkarmalıdır. Bu üstün yönlerini en iyi şekilde hangi iletişim
kanalı ile ortaya koyabiliyorsa o kanala doğru yönelmelidir. Perakendeciler tüm
mağazanın imajını geliştirmek ve yükseltmek üzere iletişim kurmaktadır. Tüm
iletişimlerinde esas ulaşmak istedikleri amaç mağaza trafiğini arttırmaktır. Mağaza
trafiğini arttırmaya çalışmadaki temel amaç, müşterilerin plansız satın almalarını
sağlamaktır. Çünkü plansız satın almada çok daha fazla ürün satışı
gerçekleşmektedir.
Bu çalışmada, perakendecilerin müşterilerle iletişim yöntemi tercihine
Promethee yöntemi ile çözüm önerisi sunulmuştur. Çalışmada kontrol, esneklik,
güvenilirlik ve maliyet kriterleri açısından iletişim yöntemleri değerlendirilmektedir.
152
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
2. Perakendecilikte Müşterilerle İletişim Yöntemleri
Son yıllarda hızlı gelişen sektörlerin başında perakendecilik sektörü yer
almaktadır. Özellikle perakendecilik sektörü Türkiye’de 1980’li yılların başı ve
1990’lı yıllar boyunca çok önemli gelişmeler gözlenmektedir. Perakendeci
kuruluşların, hem varlıklarını sürdürebilmeleri hem de gelişme gösterebilmeleri için
alacakları her önlem ve kararın başarısı, çoğunlukla, perakendecilerin mal pazarını
oluşturan hedef kitlesinin yani müşterilerin sosyo-ekonomik özelliklerinin ve
davranışlarının bilinmesine bağlıdır. Perakendecilik sektöründe, yatırımları ve
yapılması gereken değişiklikleri şekillendiren müşteri talebidir. Müşterilerin yaş ve
bulunduğu konumdan daha fazla onun yaşam biçimi, ihtiyaç ve istekleri önem
kazanmaktadır. Türkiye’de, modern perakendecilik döneminin gelişmesini
hızlandıran en önemli olay 24 Ocak 1980 kararlarıdır. 24 Ocak kararları aynı
zamanda liberalizasyon ve tüketim malları ithalatını genişletmiştir (Tek, 2001: 3-4).
Perakendecilik tarihsel süreci içinde gelişirken bilimsel tanımlamalarda yapılmaya
başlanmıştır.
Perakendecilik, tüketiciye ihtiyaçlarını giderecek ürünlerin istenilen kalite ve
miktarda, uygun fiyat, uygun yer ve zamanda tüketicilere sunulmasını gerektiren, bir
takım faaliyetleri içermektedir. Perakendecilik konusunda ilk akla süpermarketler
gelmektedir. Süpermarketler perakendeciliğin özel bir alanıdır. Büyüklüğü en az 400
metrekare olan, temel olarak çok çeşitli gıda maddeleri ve bunlara ek olarak
tüketicilerin ihtiyaçları olan çeşitli tüketim maddelerini müşterisinin beğenisine
sunan, çok sayıda yazar kasa çıkışlı, düşük kar marjı ile çalışan, sık alışveriş yapılan,
self servis yöntemiyle faaliyet gösteren perakende mağazalardır (Atan, Baş, Tolon,
2006: 2). Bir başka tanımlamaya göre perakendecilik, üretici ile tüketici arasında
malların aktarımını sağlayan aracılık hizmetleridir. Başka bir deyişle mal ve
hizmetlerin ticari bir amaçla kullanmama veya tekrar satmama, sadece kişisel
gereksinmeleri için kullanma koşuluyla, doğrudan doğruya son tüketiciye
pazarlanmasıyla ilgili faaliyetlerin bütünüdür (Sait 2002). Ayrıca perakendecilik;
kişisel ya da ailevi kullanımları için tüketicilere satılan mal ve hizmetlere değer katan
işletme aktiviteleridir (Levy and Weitz, 2007: 7).
Perakendecilik, tüketicilere değer katan bir faaliyet olduğu için işletmelerin
değer arttırıcı, rakiplerden farklılaştırıcı çeşitli pazarlama uygulamalarından
yararlanması gerekmektedir. Ancak böyle rakiplerden daha fazla tercih edilebilir
olunmaktadır.
Tüketiciler satın alma karar süreci içinde satın alma ile ilgili pek çok risk
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
153
algılamaktadır. Perakendecilikte, rekabet avantajı sağlamak ve müşteri ilişkilerinde
başarılı olmak için tüketicilerin algıladığı riski en az düzeye indirmek, satışın
gerçekleşmesi için tüketicide oluşan belirsizliğin ortadan kaldırılıp, olumlu bir
tutuma dönüşmesini sağlamak gerekmektedir (Taşkın, 2004: 12). Perakendeciler, bu
belirsizliği ortadan kaldırmak ve rakiplerden farklılaşabilmek için tüketicilere farklı
faydalar sağlamaktadır.
Perakendecilerin yarattıkları faydalar; yer, zaman, şekil, mülkiyet ve
bilgilendirme olarak sıralanabilir. Bu faydaları şöyle açıklamak mümkündür (Tek ve
Orel, 2002: 15);
Yer faydası; perakendecinin ürünleri üretim yerinden perakende satış alanına
ulaştırarak tüketicinin istediği ürünü, istediği yerde bulundurması sonucu ortaya
çıkmaktadır. Perakendeciler, müşterileri için, istenilen ürünleri raflarında
sergilemekte ya da depolarında stoklamaktadırlar. Böylece, tüketici ürünü elde
edebilmek için gereken bir yere gitme maliyetinden ve dolayısıyla da zamandan
tasarruf etmiş olmaktadır.
Zaman faydası; tüketicinin istediği ürünlerin önceden tahmin edilerek satın
alınıp stoklanması ve tüketicinin istediği zamanda hazır bulundurulması sonucu
ortaya çıkmaktadır. Perakendeciler bu tahminlemeyi çok uzun vadeler için
yapmamalıdırlar. Çünkü ürünler ne kadar çok depolarda durursa, depolama
maliyetleri artar. O yüzden daha kısa vadeli tahminlerde bulunmak gerekmektedir.
Şekil faydası; perakendecilerin sattıkları ürünlerde tüketicilerden gelen
talepler doğrultusunda değişiklik yapmaları ile ortaya çıkmaktadır. Örneğin;
giysilerin kollarının müşteri istekleri doğrultusunda kısaltılması.
Mülkiyet faydası; ürünün sahipliğinin değiştirilmesi ile olmaktadır.
Perakendeciler, ürünün müşteriye satılması ve teslimi ile ürünün sahipliğini
değiştirerek mülkiyet faydası yaratmış olurlar. Ürünün kredili satış ile satılmış
olması da mülkiyet faydası yaratmaktadır.
Bilgilendirme faydası; müşterilerin ürünler hakkında bilgilendirilmesi ve
böylece müşterilerin alışveriş kararlarına yardımcı olunması ile ortaya çıkmaktadır.
Bilgilendirme faydasında müşteriler ile iletişim kurmak önemli olduğu için
tutundurma karması elemanları (reklam, halkla ilişkiler, satış tutundurma, kişisel
satış, doğrudan pazarlama) ve mağaza içi personeller önemli olmaktadır.
154
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Perakendeciliğin sağladığı sıralanan faydalarının yanı sıra birtakım
fonksiyonları da bulunmaktadır. Perakendeciliğin fonksiyonları; beş ana başlık
altında incelemek mümkündür. Bunlar (Özgür, 2014: 3);
a) Mal ve hizmet çeşitlendirme,
b) Küçük miktarlarda satma,
c) Stok bulundurma,
d) Hizmet sağlama ve
e) Bilgi paylaşımıdır
Mal ve Hizmet Çeşitlendirme: Ortalama büyüklükteki bir süpermarkette
yaklaşık 15000-30000 çeşit mal bulunmaktadır. Böyle bir çeşitlendirme, tüketicilerin istedikleri marka, renk, boyut, model ve fiyat aralığındaki mallar arasından kolaylıkla tercih yapabilmelerine olanak sağlayacaktır. Diğer taraftan, üreticiler, belirli
malların üretiminde uzmanlaşmışlardır. Örneğin, Nuh’un Ankara Makarnası makarna, Tat salça ve Sana margarin üretmektedir. Bu üreticilerin her birinin kendi
mağazalarını açtığı düşünüldüğünde, akşam yemeğinde makarna yapmayı düşünen
biri eve gelmeden önce, makarna almak için bir mağazaya, yağ almak için başka bir
mağazaya, salça almak için ise başka birine gitmesi gerekecekti. İşte tüketicilerin bu
tür sıkıntıları yaşamaması için perakendeciler mal çeşitlendirme fonksiyonunu yerine getirmektedirler. Bu arada, perakendeciler de belirli mal gruplarında uzmanlaşmaktadırlar. Örneğin, Yeni Karamürsel giyim ve aksesuarda, Yeşil Kundura ayakkabıda, Migros ise gıda ürünlerinde uzmanlaşmışlardır. Bu mağazalara gittiğinizde
istediğiniz malın onlarca çeşidini bulmanız mümkündür.
Küçük Miktarlarda Satma: Perakendeciler, üreticiden veya toptancıdan
taşıma, depolama gibi çeşitli maliyetleri dikkate alarak genellikle büyük miktarlarda
mal satın almaktadırlar. Oysa tüketiciler sadece ihtiyacı olan miktarlarda diğer bir
değişle küçük miktarlarda ürün satın almaktadırlar. Bu yüzden perakendeciler,
tüketicilerin özelliklerine ve satın alma alışkanlıklarına göre ayarlanmış küçük
miktarlarda ürünleri satışa sunarlar. Çeşitli faktörler tüketicilerin satın alma
alışkanlıkları etkilemektedir. Mağaza yönetiminin de bu değişimleri yakından takip
ederek, değişime göre uyarlanmış mal çeşitlerini ve miktarlarını hazır bulundurması
gerekmektedir. Örneğin, 2001 kriz döneminde tüketiciler daha küçük boyutlarda
mal satın alma eğilimine girmişler, perakendeciler de bazı ürün gruplarında
tüketicilerin değişen tercihlerine göre daha küçük mal paketlerini satmışlardır.
Stok Bulundurma: Perakendecilerin yerine getirdikleri önemli
fonksiyonlardan biri de, stok bulundurmaktır. Perakendeciler tüketicilerin istedikleri
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
155
malları hazır bulundurmak amacıyla dağıtım kanalında yer almaktadır. İstedikleri
malı, istedikleri her yerde bulabileceklerini düşünen tüketiciler, küçük miktarlarda
mal alırlar. Bu sebeple, asıl stoklama fonksiyonu perakendeciler tarafından yerine
getirilmektedir. Stok tutma maliyetini perakendeci üstlendiğinden, tüketiciler stok
tutma maliyetinden de çeşitli tasarruflar sağlamaktadırlar.
Hizmet Sağlama: Perakendeciler, tüketicilerin mal kullanımlarını ve tüketimlerini kolaylaştırmak amacıyla çeşitli hizmetler sunarlar. Örneğin, giyim mağazasından alınan elbisenin boyunun kısalması, market alışverişi sonrası alınan malların eve kadar getirilmesi veya alınan bilgisayarın nasıl kullanılacağının öğrenilmesi
için bir süre eğitim verilmesi, çeşitli perakendecilerin tüketicilere yönelik verdikleri
hizmetlerden bazılarıdır.
Bilgi paylaşımı: Perakendeciler bu faaliyetleri ile hem üreticilere hem de
tüketicilere yardımcı olurlar. Günümüzde artık bilgi teknolojileri sayesinde
tüketiciler, mal çeşitlendirilmesi, fiyat düzeyi gibi çok çeşitli konularda
perakendecilere önerilerde bulunmakta ve bu önerileri doğrultusunda istekleri malı
alabilme fırsatı kendilerine sağlanmaktadır. Benzer şekilde perakendeciye ulaşan bu
değerli bilgilerin, kanalda geri bildirim yoluyla üreticilere ulaşması mümkün
olabilmektedir.
Perakendeciler tüketicilere yönelik birçok fonksiyonu yerine getirmektedir.
Bu fonksiyonlar sayesinde tüketicilerin istekleri daha kolay karşılanmış olmakta,
tüketiciler işletmeden memnun olarak ayrılmaktadırlar. Perakendeciler, bu
fonksiyonları ve sıralan faydaları daha rahat yerine getirebilmek için mağaza
biçimlerine önem vermekte ve farklı biçimlere tüketiciye hitap etmeye
çalışmaktadırlar. Bu anlamda perakendecilerin mağazalı ve mağazasız çalışmalarına
göre farklı biçimlerinden bahsedilebilmektedir.
Perakendeci işletmeler mağaza kullanıp kullanmamaya göre; mağazalı ve
mağazasız perakendeciler olmak üzere ikiye ayrılmaktadırlar.
Mağazalı
perakendecilik; tüketicinin mal ve hizmetlere fiziki bir satış yerinde yani fiziksel
mağazalarda ulaştığı perakendecilik türüdür. Mağazalı perakendecilikte satış
sırasında tüketiciler istedikleri mala dokunabilmekte, o malı hissedebilmekte,
alışverişlerini yapmak için mağazalara gitmeyi sosyal bir olaya ve eğlenceye
dönüştürebilmektedirler. Fiziksel mağaza perakendecileri yaşatımsal pazarlama,
eğlence pazarlaması, duygusal pazarlama gibi pazarlama trendlerini tüketicilerin
farklı davranışlarını daha iyi özümseyebilmek için çok iyi takip etmelidirler.
Günümüzde perakendecilik faaliyetleri sadece fiziksel mağazalar yolu ile değil;
156
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
fiziksel mağazalar olmadan internet üzerinden veya katalog ile pazarlama gibi farklı
yollardan da yapılabilmektedir. Mağazalı perakendeciler; gıda ve genel ürün
perakendecileri olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Gıda perakendecileri;
hipermarketler, süpermarketler, kolaylık mağazaları, depo/toptancı kulüpleri,
marketler, bakkallar, şarküteriler ve diğer gıda perakendecileri olarak
sıralanmaktadır. Genel mal perakendecileri ise; bölümlü mağazalar, indirim
mağazaları, özellikli mağazalar, kategori öldüren mağazalar, eczane zincirleri,
indirimli marka mağazaları ve alışveriş merkezleridir. Mağazasız perakendecilikte
ise; perakendeciler fiziki bir mağaza olmadan tüketicilere ulaşmaktadırlar.
Doğrudan satış, elektronik posta, televizyon, telefon ve internet yoluyla yapılan
pazarlama faaliyetleri mağazasız perakendeciliğe örnektir (Kurşunluoğlu, 2011:
17). Bu kadar çeşitte mağaza çeşidinin bulunmasının temel nedeni aslında
tüketicileri memnun edebilmek onların işletmeden ayrılmasına engel olabilmektir.
Yeni müşteri kazanmak maliyetli bir iştir. O yüzden mevcut müşteriyi elde tutmak,
işletmeden satın almaya devam etmesini sağlamak gerekmektedir.
Değişen Dünya koşulları içerisinde, rakipler ve değişen tüketici tercihleri
karşısında pasif kalan işletmeler, yeni müşteri kazanamadığı gibi mevcut
müşterilerini de kaybedeceklerdir. Müşterilerini kaybeden işletmelerin yerini, yeni
koşullara uyum sağlayan rakip işletmeler alacaktır. Klasik perakendecilik anlayışını
yansıtan, değişime uyum gösteremeyen bakkallar, değişen tüketici taleplerine cevap
veremedikleri için, müşterilerini modern perakendecilik olarak adlandırılan
süpermarketlere devretmişlerdir. Süpermarketler, tüketicilerin beklentilerini
karşılayarak, rakipleri olan bakkalların müşterilerini kendilerine çekmişlerdir.
Günümüz rekabet ortamında faaliyet gösteren işletmelerin, yeni müşteri kazanmak
ya da mevcut müşterilerini korumak için öncelikle tüketicileri çok iyi tanımaları
gerekmektedir. Tüketiciler, değişim gösteren çevrenin dinamik yapısına ayak
uydurmaktadır. Ancak, hızla değişen dünya şartlarıyla tüketici zevk, istek, arzu ve
beklentileri nitelik ve nicelik olarak farklılaşmaktadır. Müşteri beklentilerinin
farklılaşmasında birçok faktör etkili olmaktadır. Örneğin, şehirleşme, nüfus artışı,
eğitim ve kültür düzeyinin yükselmesi, kadının toplum içindeki rolünün değişmesi,
çalışan kadın sayısının artması ve teknolojik gelişmeler tüketici beklentilerini
etkileyen temel etmenlerden bazılarıdır. Bu bağlamda, klasik perakendecilik
yaklaşımı ile faaliyet gösteren bakkallar, müşterilerini modern perakendecilik olarak
adlandırılan market adı verilen sisteme devretmiştir. Diğer bir deyişle, marketler,
tüketicilerin beklentilerini karşılayarak, rakipleri olan bakkalların müşterilerini
kendilerine çekmişlerdir (Çatı, 2007: 150-151). Aslında eski dönemler
düşünüldüğünde müşteri ilişkileri yönetimi faaliyetlerinin ilk örneklerine
bakkallarda rastlanmaktadır. Finansal boyutları, büyüklükleri, mal çeşitliği ve
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
157
değişen istekler ile zamana uyum sağlayamamışlardır. Müşteri ilişkilerinin temeli
müşteri memnuniyetine dayanmaktadır.
Tüketicilerin gelecekteki satın almalarını tahmin, etmede müşteri
memnuniyeti bir unsur olarak kullanılmaktadır. Aslında temel göstergedir. Çünkü
memnun müşteriler tarafından zaman içerisinde satın almanın tekrarlanmakta ve
hatta memnun müşteriler diğer müşterilere memnuniyetin kaynağını denemelerini
tavsiye ederek, rakiplerin tekliflerine gittikçe daha az duyarlı olurlar (TorresMoraga, vd., 2008: 303).
Perakende sektöründe müşteri memnuniyetinin sağlanması, işletmelerin
sürdürülebilir rekabet üstünlüğü sağlamada ulaşmayı planladıkları en önemli ve
öncelikli hedefidir. Bu nedenle de hem makro düzeyde yönetim, hem de mikro
düzeyde pazarlama bilimi yazınında müşteri memnuniyeti üzerine oturtulmuş çok
sayıda çağdaş yönetim yaklaşımı bulunmaktadır. Geliştirilen çağdaş yönetim
anlayışlarının tamamında müşteri memnuniyeti temel konuyu oluştururken, müşteri
memnuniyetinin sağlanabilmesi için müşteri beklentileri ve algılamalarının çok iyi
analiz edilmesi gerekmektedir. Müşteri beklentilerini ve algılamalarını ortaya
koymadan müşteri memnuniyetini sağlamaya çalışmak yanlış bir uygulama olur.
İşletmeler yaptıkları pazarlama faaliyetlerini genelde rakiplerin faaliyetlerine göre
en iyi uygulama olarak değerlendiriyor olsalar bile, önemli olan işletmelerin
kendilerinden çok, müşterilerinin söz konusu uygulamaları nasıl algılamakta
olduklarıdır. Bu nedenledir ki, zaman içerisinde işletmeler kendi eksikliklerini fark
ettiklerinde değişime gitme ihtiyacı duymaktadırlar. Bu durum hemen hemen bütün
sektörlerde faaliyet gösteren işletmeler için de geçerlidir. Dolayısıyla, perakende
sektöründe müşteri memnuniyeti sürdürülebilir rekabet avantajı elde etmede
önemlidir (Bakan, Erşahan, Eyitmiş ve Eraslan, 2009: 134). Perakendeci
işletmelerde müşteri memnuniyeti sağlamada ve etkilemede yararlanabilecek birçok
değişken bulunmaktadır. Mağazanın ulaşabilirliği, imajı, büyüklüğü, fiziki ortamı,
kafeteryası, dinlenme, eğlenme, çocuk oyun salonu gibi yerler ve işletmede çalışan
personel müşteri memnuniyetinin sağlanması açısından önemli değişkenlerdir
(Türk, 2005: 196).
İşletmelerde müşteri ilişkileri, potansiyel müşterinin işletmenin adını ya da
markasını duymasından işletme ile ilişki kurmasına kadar geçen, müşteri ile işletme
arasındaki tüm ilişkileri içine alan tutum ve davranışlar ile başlamaktadır. Bu
başlangıç, müşteriye mal veya hizmet sunan işletmenin pazarlama iletişimi ile
olabileceği gibi, başka müşterilerin tavsiyeleri ile tahsilat veya malı teslim eden
elemanın ya da ön büro görevlisinin müşteriyi karşılamasıyla da olabilir (Taşkın,
158
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
2000: 18). Bu açıdan bakıldığında müşteri ilişkileri, firma ile müşteri arasında
kurulan, satış öncesi ve satış sonrası yani satış sürecinin tümünü içine alan karşılıklı
yararı ve ihtiyaç tatminini içeren bir süreçtir. Müşteri ilişkilerini sadece satış
eyleminin gerçekleştiği durumu kapsar şeklinde düşünmek doğru değildir. Böyle bir
düşünce günümüzün rekabet ortamında geri kalmaya neden olabilir (Or, 2000: 46).
Müşteri ilişkileri yönetimi pazarlama yazınında son yıllarda uygulama alanı
bulmuş, bir rekabetçi pazarlama stratejisidir. Özellikle üretim ve hizmet
işletmelerinde, müşteri bağlılığını ve müşteri tatminini artırmaya, korumaya ve
geliştirmeye yönelik olarak uygulanan, mevcut müşterileri elde tutmayı, onlarla
ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan stratejik bir eğilimdir. Müşteri ilişkileri yönetimi,
müşterilerinin söylediklerini ve işletmenin müşteri hakkında bildiklerini temel alan,
müşteriye bireysel karşılık veren birebir, ilişkisel pazarlamanın bir uygulaması
olarak kabul edilebilir. Müşteri ilişkileri yönetimi kavramını tanımlamadan önce,
müşteri ilişkileri yönetimine öncelik oluşturan ve pazarlama uygulamasında son
yıllardaki en önemli gelişmelerin başında yer alan ilişkisel pazarlama kavramını
açıklamak gerekmektedir. Hızlı bir tüketim döngüsüne sahip perakendecilikte
dinamik olarak değişim olması gerekmektedir. İletişimin kolaylaştığı sınırların
ortadan kaybolduğu küresel bir Dünya’da tüketicilerin tercihleri çok hızlı
değişmektedir. Tekstil, kozmetik gibi sektörlerde değişim çok hızlı olmaktadır. Bu
değişim talebi müşteriden geldiği için müşteri ilişkileri yönetimi bu tür işletmelerde
bir zorunluluk haline gelmiştir (Yurdakul, 2015: 9).
İşletmeler müşteri ilişkileri yönetimi konusunda etkili ve başarılı
uygulamaları gerçekleştirebilmeleri için, ilk önce etkin bir müşteri ilişkileri
yönetimi stratejisine ihtiyaç duymaktadırlar. Bu kapsamda, müşteri ilişkileri
stratejisinin hangi konuları kapsayacağı, işletme yönetiminin böyle bir stratejiyi
nasıl geliştirebileceği gibi konular en uygun stratejiyi geliştirmeye başlamadan önce
cevaplanması gereken sorular arasında bulunmaktadır. Strateji; rekabete dayalı bir
ortamda, öncelikle yeniliği, ilerlemeyi ve işletmenin çevresi ile uyumunu
sağlayarak, oluşan değişiklikleri kontrol altında tutan bir denetim aracıdır. Bir
işletmede, müşteri ilişkileri stratejisi, işletmede çalışanların hepsinin, müşteri
ilişkilerini doğru olarak yapmasını ve müşterilere yakın olmasını gerektirir.
İşletmeler, çalışanları ile modern, yaratıcı ve etkili bir müşteri ilişkileri geliştirmek
için geleceğin stratejisini ortaya koymalıdırlar. İşletmelerde stratejinin bulunması
yeterli olmamakta, bu stratejinin uygulamaya dönüştürülmesi gerekmektedir.
Uygulamaya dönüştürülmeyen strateji anlam ifade etmemektedir (Taşkın, 2000: 9697). Bu açıklamalardan sonra müşteri ilişkileri yönetimini kavramsal olarak
açıklamak gerekmektedir.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
159
Müşteri ilişkileri yönetimi; bir işletmenin doğru ürünü ya da hizmeti doğru
müşteriye, doğru zamanda, doğru kanaldan, doğru fiyattan ulaştırmak amacıyla
giderek artan düzeyde bağlı ve karlı müşterileri belirleme, nitelendirme, kazanma,
geliştirme ve elde tutma yolunda gerçekleştirdiği tüm faaliyetlerdir. Müşteri
ilişkileri yönetimi, işletme süreçlerinin otomasyonu, teknolojik çözümler ve bilgi
kaynakları yoluyla satış, pazarlama, hizmet, girişim, kaynak planlaması ve arz
zinciri yönetimi fonksiyonlarını, her bir müşteri ilişkisini en üst düzeye çıkarmak
için bütünleştirir. Müşteri ilişkileri yönetimi girişimciler, müşteriler, iş ortakları,
satıcılar ve işverenler arasındaki ilişkileri düzenlemektedir. Böylece kişileri, süreci
ve teknolojileri uyumlaştırmak ve interneti kullanmak yoluyla e-müşteriler, dağıtım
kanalı üyeleri, içsel müşteriler ve satıcılar da dahil olmak üzere tüm müşteri ilişkileri
en üst düzeye taşınmaktadır. Bu noktada özellikle ilişki geliştirme kavramı
vurgulanmaktadır. Hedef doğru felsefe ile bağlı ve karlı bir müşteri profili
oluşturmaktır (www.akdeniz.edu.tr). Müşteri ilişkileri yönetimi geleneksel
pazarlama anlayışından çok farklı özellikler taşımaktadır. Geleneksel pazarlama
anlayışında kitlesel üretimin etkisiyle kitlesel pazarlama anlayışı geçerlidir. Halbuki
müşteri ilişkileri yönetiminde pazar payı kavramından, müşteri payı kavramına
geçiş söz konusudur. Müşteri payı aynı müşteriye birden fazla mal satabilmeyi ve
müşteriyi aktif ve bağlı bir müşteriye dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu durum ise
tek yönlü pazarlamadan karşılıklı ilişkiye dayalı pazarlamaya geçişi ifade
etmektedir. Günümüzde kitlesel pazarlama yöntemleri, gittikçe müşteriye hitap eden
kişisel pazarlama yöntemlerine dönüşmektedir (www.bilgiyonetimi.org).
İşletmenin başarısı, müşterileri iyi tanımaya, pazardaki potansiyeli
müşteriye dönüştürmedeki başarısına ve kazandığı müşteriyi elde tutmadaki
performansına bağlıdır. Bu kapsamda, sektörü en sağlıklı biçimde tanımlayabilmek,
müşteri istek ve ihtiyaçlarını anlayabilmek ve müşteri türlerini birbirinden ayırt
edebilmek bütün pazarlama ve satış tekniklerinin temel kuralını oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, başarılı işletmeleri diğer işletmelerden ayıran en önemli
özelliklerden biri, mal ve hizmet geliştirirken, işletme çalışanları ile birlikte
müşterilerin de görüşünün alınmasıdır. Müşteri ilişkileri yönetiminin temel
stratejisi, gerçek bir müşteri profili geliştirerek, müşterilerin bütün değerleri ve
ihtiyaçları hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmaktır (Andersen, 1999: 59-80).
Müşteri ilişkilerini iyi yönetebilmek, müşteriye değer yaratabilmek için müşteriye
sunulan servis hizmetlerinin iyi olması önemli bir belirleyicidir.
Müşteri hizmetleri, pazarlama karmasının hem mal ve hizmet öğesine hem
de pazarlama iletişimi karmasının bir alt öğesi olarak da kabul edilmektedir. Müşteri
hizmetleri hizmet perakendeciliği ile karıştırılmamalıdır. Hizmet perakendecisinde
160
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
mal; hizmet perakendecisinin yaptığı iş iken, müşteri hizmetleri mal ve hizmetlerin
satışına destek olan ek hizmetlerdir. Müşteri hizmetleri, tüketicinin o mağazayı
seçme olasılığını arttıran, ana ürüne ek yararlar sunan faaliyetlerdir. Başlıca müşteri
hizmetleri; kredi kartının kabulü, atm terminalleri, çocuk bakım olanakları, eve veya
işe teslimat, giyinme kabinleri, geniş çalışma saatleri, hediye paketi, otopark imkânı,
tamir servisi, alışveriş kartları, garantiler vb. olarak sıralanabilmektedir. Müşteri
hizmetlerinin perakendecilere sağladığı yararların başında satışları arttırmak
gelmektedir. Perakendecilerin sundukları müşteri hizmetlerinin başarılı bir şekilde
yürütülmesi sonucunda; müşteri memnuniyet düzeyi arttırılmakta, müşteri bağlılığı
sağlanmakta ve bunların sonucunda da satışlar artmaktadır. Müşteri hizmetlerinin
müşteri memnuniyetini arttırmak, müşteri bağlılığı yaratmak ve satışları
arttırmaktan başka diğer bir önemli işlevi de rekabet üstünlüğü sağlamaktır.
Günümüz şartlarında perakendeciler artık pazarlama karmasının mal ve fiyat
elemanları yoluyla rekabet edememektedir. Bunun için perakendeciler; müşteri
hizmetleri, satış sonrası servisler, mağaza atmosferi, kuruluş yeri seçimi, içsel
pazarlama, etkin bir tedarik zinciri yönetimi, müşteri ilişkileri yönetimi gibi
unsurlarla rekabet edilebilmektedir (Kurşunluoğlu, 2009: 2174-2175).
Perakende sektöründe müşteri memnuniyetini sağlayabilmede iletişim
önemlidir. O yüzden müşterilerle iyi iletişim kurmak gerekmektedir.
İşletmeler için teknolojik gelişmeler aracılığıyla ortaya çıkan yeni
mecraların iletişim araçları olarak kullanılması, kısa süre içinde gerçekleşmemiştir.
Belirli aşamalardan geçerek zaman içinde oluşmuştur. 1990’lı yılların sonlarında
internetin ortaya çıkması, internetin bir pazarlama iletişimi aracı olarak
kullanılabileceği, yeni bilgilere ulaşılabileceği ve haberleşmeyi sağlayacağı
düşünülmemiştir. Bunun nedeni işletmelerin internetle yeni tanıştıkları için
internette neler yapılabileceğinin farkında olmamalarıdır. Bu süreç içinde firmalar
geleneksel kitle iletişim araçlarını kullanmaya devam etmişlerdir. Gerçekte her yeni
teknolojik yenilik tüketiciyle tanıştırıldığında benzer bir uyum süreciyle
karşılaşmıştır (Holtz, 2002: 20 aktaran Onat ve Alikılıç, 2008: 1112).
İletişim kavramı perakendecilikte eski dönemlere göre günümüzde çok daha
farklı şekilde tanımlanmaktadır. Tanımlamada ortaya çıkan bu farklılığın temel
nedeni iletişimde kullanılan teknolojilerin değişmesi, iletişim kanallarında meydana
gelen artış ve bilgiye hızlı bir şekilde ulaşmaktır. Bunlarla birlikte, işletmelerin ve
mal sayılarının artış göstermesi ile birlikte tüketimin gittikçe artması ve tüketici
koruma kuruluşlarının tüketici hakları konusunda söz sahibi olmaya başlamasıdır.
Türkiye’de büyük ölçekli perakende işletmelerin sayısında yaşanan artış, perakende
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
161
sektöründe rekabetin marka, fiyat ve mal çeşitliliği üzerine gerçekleştirilmesini
getirmiştir. Perakendecilik sektöründeki bu gelişmelerin sonucu olarak perakendeci
ve müşteri arasındaki ilişki, perakendecinin aleyhine olacak şekilde değişmiştir. Bu
sebeple, perakendecilerin işlemlerini yürütme biçimlerini gözden geçirmeleri ve
hem müşterilerin hem de ortakların ihtiyaçlarını tatmin ederek pazara yönelmeleri
gerekmektedir. Müşteri ile olan ilişkiler ve bu ilişkilerin yönetilmesi günümüzün
rekabetçi ortamında artan bir öneme sahiptir. Çünkü geçmişte olduğu gibi müşteri
kendisine sunulan mal ve hizmetlerle yetinmemektedir. İşletmelerden farklı
özellikte ve çeşitte mal sunmalarını beklemektedirler. Teknolojik gelişmelerle
beraber müşteri istediği mal ve hizmete kolayca ulaşabilmekte, bu da işletmeleri
daha da sıkıntıya sokmaktadır. Bu nedenle işletmeler hep daha iyisini sunmaya
çalışmalıdır. Eski dönemlerdeki gibi kaliteli olduğu sürece müşterilerin mal ve
hizmetleri satın alacağı düşüncesi geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü her işletme üretim
süreçlerini iyileştirip, pazara kaliteli mal ve hizmet sunma çabası içindedir (Argan,
2012: 3). Bu nedenle kalite dışında işletmelerin bir şeyler yapması gerekmektedir.
İşte perakendeci işletmelerin yapacağı en iyi şey müşterileri ile tüm temas
noktalarını etkili kullanıp, her fırsatta müşteriyle iletişim kurmanın yollarını
aramaktır.
Perakendecilerin satın alma noktasında müşterileri ile kurduğu iletişim
stratejilerinin amaçları (Bianca ve Simona, 2008);
 İşletmenin rakiplerine göre tüketicilerin daha fazla dikkatini çekerek, diğer mağazalardan farklılaşmak
 Markanın bugüne kadar yapmış olduğu tutundurma faaliyetlerini hatırlatma,
 Mal ve mağaza hakkında bilgi verme,
 Tüketiciyi mağazaya çekmeye ve sonrasında satın alma davranışını gerçekleştirmeye ikna etme,
 Marka imajı yaratma.
Müşteri ilişkileri yönetimi ve pazarlama yönetimi arasında bütünleşme
bağını kuran bilgi teknoloji araçları şunlardır (Coşkun, 2002: 104);
· İnternet: İnternet, yeni müşterilerin bulunması, müşterilerle doğrudan
iletişim kurulabilmesi, müşteri bilgilerinin toplanabilmesi gibi avantajları sebebiyle
müşteri ilişkileri yönetimi uygulamalarında da kullanılan önemli bir araçtır.
· Mobil Cihazlar: Cep telefonu veya bilgisayar gibi herhangi bir mobil
162
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
cihazın müşteri ilişkileri yönetimi sistemiyle uyumlaştırılması, yeni satışlar yapma
oranını, hizmet kalitesini ve müşteri memnuniyetini arttırmaktadır.
· Çağrı Merkezi (Call Center): Son yıllarda Türkiye’de de yaygınlaşan çağrı
merkezleri müşteri hizmetleri açısından çok önemli bir kanaldır. Çağrı merkezleri,
müşterilerin sorularını cevaplamak, ihtiyaçlarını karşılamak ve sorunlarını çözmek
amacıyla kullanılmaktadır. Türkiye’de özel banka ve finans kuruluşları, otobüs
firmaları bu merkezlerden sıkça yararlanmaktadırlar.
Perakendecilikte müşteri ilişkileri yönetimi stratejileri ile iletişim kurmak
önemlidir. Teknolojik gelişmelerle beraber iletişim teknolojik kanallar aracılığıyla
daha kolay ve hızlı gerçekleştirilmektedir. Teknolojinin bu amaçla kullanılması
perakendeciliğe e-perakendecilik kavramını da kazandırmıştır.
Grewala vd. (2004; 703) perakendecilerin, üreticilerin ve müşterilerin en çok
dikkatini çeken yeniliğin e-perakendecilik olduğunu belirtmişlerdir. Eperakendeciliğin geleneksel perakendecilikten temel farkının kullanılan teknoloji
olduğunu belirtmişlerdir. Aralarında birtakım ortak noktalar olsa bile farklılıklar daha
fazladır Örneğin; e-perakendeci mağazalardaki satın alma atmosferi ile geleneksel
mağazalardaki satın alma atmosferinde önemli farklılıklar vardır. E-mağaza atmosferi
öncelikle etkileyici ve kullanımı kolay e-mağaza tasarımı ile sağlanır, fiziki
mağazalarda ise mağazanın yeri ve dekoru ile sağlanabilmektedir. Perakendecilerde,
müşterilere hizmet eden ve yüz yüze iletişim içinde bulunarak müşterilere yardımcı
olan satış elamanları bulunurken, e-perakendecilik sektöründe bu şekilde hizmet eden
satış elamanları bulunmamaktadır.
Perakendecilikte iletişim yöntemleri; reklam, satış geliştirme, mağaza
atmosferi, kulaktan kulağa iletişim, sosyal medya ve mobil iletişimdir.
Perakendecilikte iletişim yöntemleri genel olarak kontrol, esneklik,
güvenilirlik ve maliyet kriterlerine göre farklı özelliklere sahiptir.
Bu kriterleri şöyle açıklamak mümkündür (Aydın, 2010: 320);
Kontrol: Perakendeciler, bir bedel ödediklerinde daha fazla kontrole sahiptir.
Reklam, satış geliştirme ve mağaza atmosferi yöntemlerini kullandıklarında mesajın
içeriğini daha rahat belirlerler. Bununla birlikte, reklam ve satış geliştirme için zamanı
da kontrol ederler. Kulaktan kulağa iletişimin zamanlaması ve içeriği konusunda çok
az kontrole sahiptir. Bu nedenle bu iletişim, perakendeciye olumlu katkı
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
163
sağlayabileceği gibi olumsuz bir durum da yaratabilir.
Esneklik: Reklam, satış geliştirme ve mağaza atmosferinde esneklik düşük
düzeydedir. Çünkü tüm müşterilere aynı mesaj verilmektedir. Her müşteri için ayrı
ayrı bir sunum hazırlamak mümkün değildir.
Güvenilirlik: Reklam, satış geliştirme ve mağaza atmosferi işletme tarafından
yapıldığından bu iletişim kanallarındaki iddialar kuşkulu olma eğilimdedir.
Müşteriler, bu iddiaların ürünlerin satışlarının arttırılmasına yönelik olduğunu
düşünürler. Kulaktan kulağa iletişim bağımsız kaynaklar tarafından yapıldığından,
aktarılan bilgilerin daha güvenilir olduğu düşünülmektedir.
Maliyet: Kulaktan kulağa iletişimin sağlanabilmesi için perakendeciler bazı
maliyetlere katlanmaktadır. Geleneksel reklam araçları çok sayıda kişiye ulaştıkları
için bu araçların kişi başına maliyeti makul seviyededir.
Geleneksel reklam ortamları ile diğer iletişim araçları arasındaki temel fark,
reklamın kişiden bağımsız olması ve paralı medya kanalları aracılığı ile kalabalık
insan kitleleri ile yeni tüketicilerle iletişim kurulabilmesidir (Brassington ve Pettit,
2000: 593). Satış geliştirme, geleneksel reklama göre daha ucuz ve kolay yürütülen
bir iletişim yöntemidir. Belli ölçüde esnek yapılı, doğrudan bir satış teşvik aracı, geçici
ve kısa ömürlüdür (Erdem, 2009: 46).
Modern iletişim yöntemleri olan sosyal medya ve mobil iletişim sıralanan
kriterler açısından değerlendirildiğinde, sosyal medyada kontrol düşük düzeydedir.
Perakendecinin kendi hakkında paylaşılan bilgileri kontrol etmesi zordur. Eğer
memnun müşteriler yaratabildiyse, o zaman paylaşılan bilgiler işletmeye olumlu bir
reklam olarak geri dönmektedir. Ancak, bir memnuniyetsizlik söz konusu ise bu
durumda işletmenin kurum imajının zedelenmesine yol açabilecektir. Esneklik
açısından sosyal medya yüksek, güvenilirlik açısından en yüksek ve maliyet açısından
da en düşük düzeydedir.
Sosyal medyada reklam maliyetleri geleneksel reklama göre düşük
düzeydedir. Bu sayede, birçok perakendeci çok daha düşük bütçelerle reklam
yapabilmektedir. Özellikle, küçük bütçeli perakendecilerin de sosyal medya ile hedef
kitlelerine ulaşabilmesine imkân sağlamaktadır (Altındal, 2014).
Mobil iletişim ise, kontrol açısından makul düzeydedir. Çünkü perakendeci
istediği mesajları tüketiciye iletebilmektedir. İletişim mesajlarını perakendeci
164
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
tasarlayıp, tüketiciye göndermektedir. Esneklik ve güvenilirlik açısından en yüksek
düzeydedir. Maliyet açısından ise düşük seviyelerdedir. Mobil iletişim ile perakendeci
kişiselleştirilmiş mesaj gönderebilmektedir.
Mobil iletişim mesajları, geleneksel reklam ortamları ile karşılaştırıldığında,
hedef kitlesine ulaşma olasılığı daha yüksektir. Ayrıca, geleneksel reklam ortamlarına
göre hedef müşterilere göre kişiselleştirme, yer, zaman ve ilgilerine göre farklı
mesajlar iletebilme özelliğinden dolayı çok daha fazla esnekliğe sahiptir (Scharl vd.,
2005). Mobil iletişim mesajların da kontrol çok önemlidir. Hem perakendeci
gönderdiği mesajları kontrol edebilmeli hem de tüketici mesajı kontrol
edebilmektedir.
Özgüven (2013) mobil reklam ile ilgili çalışmasında tüketicilerin, mobil
reklamda kontrole önem verdiğini sadece izinli mesajları almak istediklerini,
mesajların gönderilme yerlerinin önemli olduğunu, uygunsuz zamanlarda mesaj
gönderilmediği, kişisel bilgilerin gizliliğinin sağlandığı ve bilgilerin yasalarca
korunduğu durumlarda mobil reklamları kabullendiklerini ortaya koymuştur.
İletişim yöntemleri kontrol, esneklik, güvenilirlik ve maliyet açısından
karşılaştırıldığında aşağıdaki tablo 1 ortaya çıkmaktadır;
Tablo 1: Perakendecilikte İletişim Yöntemlerinin Karşılaştırılması
Geleneksel
Reklam
Satış
Geliştirme
Mağaza
Atmosferi
Kontrol
Esneklik
Güvenilirlik
Maliyet
En Yüksek
En Düşük
En Düşük
Yüksek
En Yüksek
Düşük
Makul
Makul
En Yüksek
Düşük
Makul
Makul
Makul
En Yüksek
En Düşük
Kulaktan
Düşük
Kulağa İletişim
Sosyal Medya
Düşük
Yüksek
En Yüksek
En Düşük
Mobil İletişim
Makul
En Yüksek
En Yüksek
Düşük
Tablo 1’de görüldüğü gibi her bir iletişim yönteminin hem üstün olduğu hem
de zayıf olduğu kriterler bulunmaktadır.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
165
3. PROMETHEE Sıralama Yöntemi
Çok kriterli karar verme yaklaşımları birden çok faktörün bulunduğu karar
verme süreçleri ile ilgilenmektedir. Söz konusu faktörler ölçülebilen ve ölçülemeyen
faktörleri aynı anda değerlendirme olanağı sağlayan ve aynı zamanda karar verme
sürecine çok sayıda kişiyi dahil edebilen analitik yöntemlerden oluşmaktadır (T.C.
Çevre ve Orman Bakanlığı Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı, 2010). Karar
sürecinde dikkate alınması gereken birden fazla amaç ya da nicel veya nitel kriterin
her alternatif için aynı anda değerlendirildiği karar verme süreçleri çok kriterli karar
süreci olarak tanımlanır. Bu tür süreçlerdeki zorluk, bir alternatifin bir kriter
açısından en yüksek faydayı sağlarken bir başka kriter açısından aynı düzeyde
faydayı sağlayamamasıdır. Bu nedenle tüm kriterleri en yüksek düzeyde sağlayacak
bir alternatifin seçimine çalışılır (Tezcan vd., 2012). Karar verme; alternatifler
arasından uygun olanın belirlenmesine ilişkin bir seçim süreci olarak
tanımlanmaktadır. İş hayatında gerek karar sürecindeki alternatiflerin fazlalığı,
gerekse de alınacak kararı etkileyen kriterlerin çok sayıda olması, süreci karmaşık
hale getirmektedir (Vatansever ve Uluköy, 2013). Çok kriterli karar verme
yöntemleri birçok alanda başarı ile uygulanmıştır. Farklı performans kriterleri ve
ağırlıklarını dikkate alan hesaplamalarda birçok nitel ve nicel verileri kullanan
yöntemlere başvurulmaktadır. Bunlar çok kriterli karar verme yöntemleri olarak
adlandırılan Topsis, Electre, Promethee, Bulanık Topsis, Ahp, Bulanık Ahp, Faktör
Puan Yöntemi, Anp vb. olarak özetlenebilir (Eleren ve Karagül, 2008, 6). Çok
kriterli karar verme yöntemi, birden fazla kritere sahip olan alternatiflerin
sıralanmasında oldukça geniş kullanım alanına sahip bulunmaktadır. Çok kriterli
karar verme yöntemlerine ilişkin bir araştırma Hwang ve Yoon tarafından 1981
yılında sunulmuştur (Özdemir ve Seçme, 2009: 80).
Çok kriterli karar verme yöntemleri geniş bir çeşitliliğe sahip olmasına rağmen belirli yönleri ortaktır. Bunlara aşağıda yer verilmiştir.
Alternatifler: Karar vericinin gerçekleştirebileceği çeşitli hareket biçimleridir.
Bu hareket biçimleri seçenek olarak adlandırılmaktadır (Habenicht vd., 2014).
Birden Çok Kriter: Çok kriterli karar vermede karar problemi birden çok
kriterle ilişkilendirilmiştir. Kriterlere amaç ya da nitelik olarak da başvurulur.
Kriterler, alternatiflerin değişik açılardan değerlendirilebileceği farklı boyutları
temsil etmektedir. Diğer bir bakış açısıyla kararın etkinliğinin ve verimliliğinin bir
ölçüsüdür (Ehrgott vd. 2010). Her seçeneğin, doğrudan görülebilen etkilerinin
yanında, fark edilebilen ama niceliksel olarak ifade edilemeyen etkileri de söz
166
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
konusudur. Bunların, mevcut sistemin analizine yansıtılarak toplamda en çok katkısı
olan seçeneğin belirlenmesi, karar vericiyi hem zorlar hem de çok fazla zamanını
almaktadır. Karar verici, çoğu zaman bu faktörleri sezgisel olarak göz önünde
bulundurmaktadır (Yuluğkural, 2001).
Kriterler Arasında Çelişki: Kriterler zaman zaman birbiri ile çelişmektedir.
Bu nedenle tüm kriterleri tatmin eden bir çözüm yoktur. Bu durumda çözüm, karar
vericinin tercihlerine göre bir çözümler kümesi veya yaklaşık bir çözüm olmaktadır
(Sayadi, vd., 2009: 2257).
Karşılaştırılamaz Ölçü Birimleri: Kriterler, karşılaştırma yapmaya imkân
vermeyen farklı ölçü birimleriyle ilişkilendirilmiş olabilmektedir. Örneğin, ikinci el
araba satın alma kararında maliyet kriteri TL birimi ile arabanın satın alma
öncesinde ne kadar yol yaptığı kriteri km birimi ile ölçülecektir. Farklı kriterlerin
farklı birimlerle ifade edilmesi çok kriterli problemlerin çözümünü de doğal olarak
zorlaştırmaktadır (Triantaphyllou, 2000). Kriterlerle ilgili nicel ve nitel kriterlerin
aynı anda değerlendirilmesi gerekliliği diğer bir özelliktir. Araba alım probleminde
fiyat nicel olarak ifade edilebilirken araba konforu, iyi, orta, kötü gibi nitel
kavramlarla ifade edilebilecektir (Xu ve Yang, 2001).
Kriter Ağırlıkları: Çok kriterli karar verme yöntemlerinde kriterlerin
ağırlıklandırılması gerekmektedir. Ağırlıklandırma ile farklı önem derecelerine
sahip olan kriterlerin ağırlık değerleri bakımından karara katkıları değişmektedir (T.
C. Çevre ve Orman Bakanlığı Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı, 2010).
Karar vericiler, bir işletmenin kar, maliyet, üretim, işgücü gibi önemli
fonksiyonlarının ve araçlarının başarılı bir şekilde kullanılmasını ve denetimini
performans ölçüm ve değerlendirmeleriyle belirlerken, değişik amaçları
gerçekleştiren, bazen de birbiriyle çelişen seçenekler arasından en uygun olanını
bulmak zorundadırlar. Çoklu ve özellikle de birbiriyle uyuşmayan kriterlerin olduğu
durumlarda bir probleme çözüm getirebilmek için, Çok Kriterli Karar Verme
analizinden yararlanılmaktadır. Çok Kriterli Karar Verme analizi, çok sayıda kriter
(değerlendirme faktörü) ile alternatifi (karar noktası) birleştirerek eş zamanlı olarak
çözebilmektedir. Bu durum gerçek hayatta kişisel ya da işletme düzeyinde
problemlerin karmaşık yapısında, özelikle işletmelerin stratejik ve kritik kararlarında
doğru tercihin yapılmasını sağlayan önemli bir avantajdır (Bülbül ve Köse, 2011: 72).
Çok kriterli karar verme yöntemleri, karar verme problemlerinde nitel ve
nicel kriterlere dayalı, kolay uygulanabilen ve farklı problemler için ortak çözümler
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
167
sunabilen yöntemlerdir. İşletme uygulamalarında birçok problem çözümü için
kullanılmaktadır. Ayrıca özellikle ürün, iş gören ve işletme performansının
belirlenmesinde ve diğer performans karşılaştırmalarında da sıkça kullanılmaktadır
(Eleren, 2007: 48).
Karar verme sürecinde çok farklı alternatifler karşılaştırılarak
değerlendirilmektedir. Alternatiflerin karşılaştırılmasında, farklı yapıdaki
değerlendirme kriterleri bir arada değerlendirmeye alınmaktadır. Farklı
değerlendirme ölçütlerinin incelenmesi ihtiyacına cevap verebilmek için çok kriterli
karar verme yöntemleri geliştirilmiştir. Çok kriterli karar verme yöntemlerinden
birisi de Promethee yöntemidir.
PROMETHEE (Preference Ranking Organization Method for Encrichment
Evaluations) yöntemi 1982 yılında Brans tarafından geliştirilmiş çok ölçütlü bir
öncelik belirleme yöntemidir. Promethee yöntemi, literatürde yer alan mevcut
önceliklendirme yöntemlerinin uygulama aşamasındaki zorluklarından yola
çıkılarak geliştirilmiş ve günümüze kadar işletmecilik alanında yapılan birçok
çalışmada kullanılmıştır (Dağdeviren ve Eraslan, 2008: 70).
Promethee yönteminin diğer yöntemlerden ayırt edici özellikleri vardır. Bu
özelliklerden biri, farklı değerlendirme ölçütleri için alternatifleri karşılaştırma
sırasında farklı fonksiyon tiplerinin seçilebilmesidir. Diğeri ise, problemde yer alan
değerlendirme kriterlerinin bazılarının yüksek olması istenen durumu, bazılarının
düşük olması da istenen durumu ifade ettiğinde zıt yapıdaki ölçütlerin bir arada
incelenebilmesi Promethee yöntemi ile mümkün olmaktadır (Özdağoğlu, 2013:
306).
Genel olarak değerlendirildiğinde, PROMETHEE yönteminin temel
özellikleri olarak basitlik, açıklık ve dengeli oluşu sıralamak mümkündür. Yöntem
sıralama yaparken tercih fonksiyonlarını kullanmaktadır. Karar verici kararını kolay
bir şekilde verebilmek için tüm kriterlerin net olarak belirlenmiş olması
gerekmektedir. Promethee yöntemi ile belirli sayıda alternatifler üzerinde hem kısmi
sıralama (PROMETHEE I) hem de tam sıralama (PROMETHEE II) yapmak
mümkündür (Brans vd., 1986: 228).
Yöntem, karar verme problemine esas olan alternatifleri, belirlenmiş tercih
fonksiyonlarına dayanarak değerlendirir, alternatiflerin ikili karşılaştırma tekniğiyle
kısmi ve tam önceliklerini belirlenmektedir. Promethee yönteminde kullanılan GAIA
(Geometrical Analysis for Interactive Aid) düzlemi, Promethee sonuçlarının karar
168
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
vericiye basit olarak sunulduğu bir grafik gösterimidir. Karar verici, GAIA geometrik
gösterim ile karşılaştığı problemin çelişen kriterlerinin sonuçlarını bir düzlem
üzerinde görerek daha kolay ve çabuk bir şekilde karar verir (Genç, 2013:134).
Promethee yönteminin uygulanması birkaç aşamadan geçerek olur. Bu aşamalar;
alternatifleri her bir kriterle karşılaştırmalı eşleştirmek, tercihleri belli aralıklarla ifade
etmek [0,1], çok kriterli tercih listesi her bir kriter için ağırlıklandırmak ve
alternatifleri göstergelere göre sıralamaktır (Goumas and Lygerou, 2000:607).
4. Araştırmanın Metodolojisi
Araştırmanın metodolojisi kısmı, araştırmanın amacı, modeli ve bulgulardan
oluşmaktadır.
4.1.
Araştırmanın Amacı
Çalışmanın amacı, çok kriterli bir tercih yapma probleminin çözümünde
PROMETHEE-GAIA yönteminin kullanılmasıdır. Bu amaçla, Promethee
programından yararlanılmıştır. Çalışmada, müşterilerle iletişim kurmak isteyen
perakendeci işletmelerin iletişim için çeşitli kriterler (kontrol, esneklik, güvenilirlik
ve maliyet) dikkate alınarak, hangi iletişim yöntemini tercih edeceği belirlenmeye
çalışılacaktır. Çalışma kapsamında, geleneksel reklam, satış geliştirme, mağaza
atmosferi, kulaktan kulağa iletişim, sosyal medya ve mobil iletişim yöntemleri
kullanılmaktadır.
4.2.
Araştırmanın Modeli ve Bulgular
Promethee yöntemi uygulanırken ağırlıkların, kriterlerin ve alternatiflerin yer
aldığı bir matris gereklidir. Genel olarak oluşturulacak matris tablo 2’de gösterilmiştir;
Tablo 2: PROMETHEE-GAIA Başlangıç Matrisi
Kriterler
F1
F2
……
Fk
a
b
c
d
…
w
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
169
Tablo 2’de yer alan her bir değerleme ölçütü sayısal bir değer almaktadır.
Matrisin oluşturulması promethee yönteminin başlangıcıdır. Matris oluşturulduktan
sonra bu matris üzerinde yer alan değişkene değer verilmektedir. Müşterilerle
iletişim yöntemleri için bu matris oluşturulmaktadır.
Perakendecilikte müşterilerle iletişimde hangi yöntemin belirleneceği ile
ilgili literatürden yararlanarak dört kriter belirlenmiştir. Bu kriterler; kontrol,
esneklik, güvenilirlik ve maliyettir. Bu kriterler iletişim yöntemleri için senaryolaştırılmıştır. Matriste bu kriterlere göre iletişim yöntemlerinden yararlanarak
yargısal olarak 0-100 arasında değerler verilmektedir. Başlangıç matrisi tablo 3’de
gösterilmiştir;
Tablo 3: Müşterilerle İletişim Yöntemleri Karar Matrisi
Kriterler
Alternatifler
Kontrol
Esneklik
Güvenilirlik
Maliyet
Geleneksel Reklam
80
20
10
90
Satış Geliştirme
90
40
40
80
Mağaza Atmosferi
80
50
30
70
Kulaktan Kulağa
İletişim
20
70
80
10
Sosyal Medya
10
80
80
10
Mobil İletişim
70
90
90
20
Yukarıdaki matriste yer alan değerlere göre Promethee I sonuçları şekil 1’de
verilmiştir;
170
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Şekil 1: Promethee I Sıralama Sonuçları
Şekil 1’de görüldüğü gibi geleneksel reklam araçları diğer iletişim
yöntemlerine göre daha baskındır. Satış geliştirme mağaza atmosferine göre, mobil
iletişim sosyal medyaya göre, sosyal medya ise kulaktan kulağa iletişime göre daha
baskındır. Bu durumda geleneksel reklam araçları diğerlerine göre kısmi önceliğe
sahiptir. Promethee II hangi seçeneğin tercih edileceğini göstermektedir. Buna göre
promethee II sonuçları şekil 2’de gösterilmiştir;
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
171
Şekil 2: Promethee II Sıralama Sonuçları
Şekil 2’de yer alan değerlerden de anlaşılacağı gibi geleneksel reklam diğer
iletişim yöntemlerine göre daha baskındır. Geleneksel reklam diğerlerine göre net
önceliğe sahiptir. Promethee II’de ağırlıklara dayalı bir karar ortaya çıkmaktadır.
Geleneksel reklamın ağırlığı pozitif iken, diğerlerinin ise negatiftir. Geleneksel
reklam diğerlerine göre daha etkindir.
Müşterilerle iletişim yöntemi tercihindeki kriterler değerlendirildiğinde,
şekil 3 elde edilmektedir. Kriterlere yargısal olarak verilen ağırlıklar 0-1 arasında
değişmektedir. Buna göre, kontrol 0,6, esneklik 0,8, güvenilirlik 0,9, maliyet 0,7
olarak belirlenmiştir.
172
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Şekil 3: Özel Alışveriş Sitelerinin Ağırlıkları
Müşterilerle iletişim yöntemleri içinde en fazla önemli olan kriter
güvenilirlik iken en az önemli olan ise kontroldür. İşletme yöneticilerinin geleneksel
reklam araçlarını tercih etmesi daha doğru bir karar olacaktır. Karar vericinin olası
kayıplarının belirlenebilmesi için GAIA düzlemi görsel analizi kullanılmaktadır.
Şekil 4 GAIA analizi sonuçlarını göstermektedir.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
173
Şekil 4: GAIA Düzlemi
GAIA düzlemi, optimum durum ile optimum duruma göre müşterilerle
iletişim yöntemlerinin durumlarını göstermektedir. Yatay eksene yakın olan, hiçbir
kriterin yazılı olmadığı doğru optimum durumu göstermektedir. Geleneksel reklam,
mağaza atmosferi ve sosyal medya güvenilirlik ve kontrol kriterleri açısından tercih
edilmektedir. Satış geliştirme ve kulaktan kulağa iletişim ise maliyet kriteri
bakımından tercih edilmektedir. Mobil iletişim ise esneklik kriteri açısından tercih
edilmektedir. Ancak optimum duruma en yakın olan iletişim yöntemleri geleneksel
reklam, mağaza atmosferi ve sosyal medyadır.
174
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Sonuç
Perakendecilikte müşteri ile iletişim kurarken her ne kadar düzgün, bilgi
verici, hatırlatıcı ve ikna edici mesaj oluşturulursa oluşturulsun, eğer bu mesaj etkin
bir iletişim kanalı ile müşterilere iletilemezse mesajın etkinliğinden söz
edilememektedir. Perakendecilikte bu etkili iletişim araçları geleneksel reklam
ortamları, satış geliştirme, mağaza atmosferi, kulaktan kulağa iletişim, sosyal medya
ve mobil iletişimdir. Perakendecilerin müşterilerle iletişim yöntemleri,
perakendecinin hedef kitlenin zihninde ne şekilde konumlandığıyla ilgilidir. İşletme
bu kapsamda ürünlerini ve hedef pazarını belirlemektedir.
Günümüzde tüketicilerin karşısında çok fazla perakendeci alternatif olarak
bulunmaktadır. Tüketiciler bu perakendeciler karşısında kendileri için en uygun
olanı seçerken, kendilerine farklılık yaratan, değer sunan ve daha fazla iletişim
kuran perakendeciye doğru yönelmektedir. Perakendeci ne kadar çok kanalla
tüketiciye ulaşırsa, görünürlüğü, tüketicinin aklında kalma ve hatırlanma olasılığı o
kadar artmaktadır.
Çok kriterli karar verme teknikleri, tüketicilerin çeşitli alternatifler arasında
karar vermesine yardımcı olmaktadır. Bu yöntemlerden biri Promethee-GAIA
yöntemidir. Bu yöntemde, kriterlere verilen ağırlıklar yargısal olarak
değiştirilebilmekte ve böylece farklı sonuçlar elde edilebilmektedir.
Çalışma kapsamında perakendecilerin müşterilerle iletişim yöntemleri
kontrol, esneklik, güvenilirlik ve maliyet kriterleri açısından senaryolaştırılmış ve
Promethee programı ile analiz edilmiştir. Elde edilen sonuca göre, geleneksel reklam
diğerlerine göre daha etkindir. Optimum duruma en yakın olan iletişim yöntemleri
geleneksel reklam, mağaza atmosferi ve sosyal medyadır. Geleneksel reklam diğer
yöntemlere göre yüksek maliyetli olmasına rağmen, perakendecilikte etkin bir rol
oynamaktadır. Müşterilerle iletişim yönteminin tercihinde en uygun yöntemler
geleneksel reklamın yanında yeni bir reklam ortamı olan sosyal medyadır. Sosyal
medyanın önemi her geçen gün artmaktadır. Çünkü bu kanalla perakendeci
hakkındaki bilgiler hızla yayılmaktadır. Perakendecinin sunduğu mal ve hizmetler
iyiyse, müşteriler memnunsa, bu iletişim yöntemi perakendecinin kurumsal imajının
yükselmesini sağlar. Ancak kötü bir durum söz konusuysa perakendecinin itibarının
zedelenmesine ve değer kaybetmesine neden olur.
Promethee yönteminde kriterler ve kriterlere verilen ağırlıklar yargısal
olarak değiştirilerek farklı sonuçlar elde edilebilir. Yöntemin en büyük kısıtı
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
175
kriterlere verilen ağırlıkların yargısal olmasıdır. Gelecek çalışmalarda teknolojinin
etkisi ile ortaya çıkan yeni iletişim yöntemleri ve farklı kriterler ile çalışma
tekrarlanabilir ve elde edilen sonuçlar bu çalışma ile karşılaştırılabilir.
Perakendecilere öneriler olarak, yeni medya ortamlarına yönelmenin
yanında geleneksel reklam halen daha etkisini korumaktadır. Bu nedenle tüm
iletişim kanallarını bütünleşik olarak, birbirleriyle uyumlu, tutarlı olacak şekilde
kullanmalıdırlar.
176
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
KAYNAKÇA
Altındal, Muhammet, “Dijital Pazarlamada Marka Yönetimi ve Sosyal Medyanın
Etkileri”, http://ab.org.tr/ab13/bildiri/61.pdf, 25.03.2014.
Andersen, Arthur (1999), “Satışta Başarı”, Power.
Argan, Metin (2012), “Müşteri İlişkileri Kavramı ve Özellikleri”, Perakendecilikte
Müşteri İlişkileri ve Yönetimi, Editör: Yavuz Odabaşı, Anadolu Üniversitesi
Açıköğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir.
Atan, Murat, Baş, Mehmet, Tolon, Metehan (2006), “Servqual Analizi ile Migros ve
Gima Süpermarketlerinde Hizmet Kalitesinin Ölçülmesine Yönelik Bir Alan
Çalışması” Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 7, ss. 159180.
Aydın, Kenan (2010), Perakende Yönetiminin Temelleri, Nobel Yayın Dağıtım,
İstanbul.
Bakan, İsmail, Erşahan Burcu, Eyitmiş Ahmet Melih, Eraslan Hakkı (2009), “Hızlı
Tüketim Malları Perakendeciliği Sektöründe Perakendecilik Karmasına İlişkin
Müşteri Algılamaları İle Demografik Özellikler Arasındaki İlişki: Bir Alan
Araştırması”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt. 6,
No. 11, ss. 132-161.
Bianca, Chitu I.ve Simona Tecau A., (2008), “Some Aspects Regarding the
Importance of Point of Purchase Communications in the Marketing
Communications Mix”, Economic Science Series, Cilt. 17, No. 4, pp. 807-810.
Brans, Jean-Pierre, Vıncke, Philippe ve Mareschal, Bertrand (1986) “How to Select
and How to Rank Projects: The PROMETHEE Method”, European Journal of
Operational Research, 24, pp. 228-238.
Brassington, F., Pettit, S. (2000), Principles of Marketing, Second Edition, Fınancal
Times, Essex: Prentice Hall.
Bülbül, Serpil, Köse Ali (2011), “Türk Gıda Şirketlerinin Finansal Performansının
Çok Amaçlı Karar Verme Yöntemleriyle Değerlendirilmesi”, Atatürk Üniversitesi.
İİBF Dergisi, 10. Ekonometri ve İstatistik Sempozyumu Özel Sayısı, ss. 71-97.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
177
Çatı, Kahraman (2007), “Süpermarketlerin Tercih Edilmesinde Etkili Olan
Faktörlerin Belirlenmesine Yönelik Bir Araştırma”, Elektronik Sosyal Bilimler
Dergisi www.esosder.org, Güz, Cilt. 6, No. 22, ss. 150-168.
Çoroğlu, Coşkun (2002), Modern İsletmelerde Pazarlama ve Satış Yönetimi, Alfa
Yayıncılık, İstanbul.
Dağdeviren, Metin ve Eraslan Ergün (2008), “Promethee Sıralama Yöntemi İle
Tedarikçi Seçimi”, Gazi Üniersitesi. Müendislik. Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt.
23, No. 1, ss. 69-75.
Ehrgott, Matthias, Figueira Jose Rui ve Greco Salvatore (2010), Trends in Multiple
Criteria Decision Analysis International Series in Operations Research &
Management Science, Springer.
Eleren, Ali (2007), “Markaların Tüketici Tercih Kriterlerine Göre Analitik Hiyerarşi
Süreci Yöntemi ile Değerlendirilmesi: Beyaz Eşya Sektöründe Bir Uygulama”,
Celal Bayar Üniversitesi İİBF Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Cilt. 14. No. 2, ss. 118.
Eleren, Ali ve Karagül, Mehmet (2008), “1986-2006 Türkiye Ekonomisinin
Performans Değerlendirmesi”, Celal Bayar Üniversitesi İİBF Yönetim ve Ekonomi
Dergisi, Vol. 15, No. 1, ss. 1-14.
Erdem, Ayhan (2009), “Firmalarda Bütünleşik Pazarlama İletişimi Stratejilerinin
Belirlenmesinde Tüketici Davranışlarının Önemi”, Erciyes İletişim Fakültesi
Dergisi, ss. 42-64.
Genç, Tolga (2013), “PROMETHEE Yöntemi ve GAIA Düzlemi”, Afyon Kocatepe
Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt. XV, No. 1, ss. 133-154.
Goumos, M., Lygerou V. (2000), “An Extension of the PROMETHEE Method for
Decision Making in Fuzzy Environment: Ranking of Alternative Energy
Exploitation Projects”, European Journal of Operational Research, 123, ss. 606613.
Grewala, Dhruv, Gopalkrishnan Rlyer, Levy, Michael (2004) “Internet Retailing:
Enablers, Limiters And Market Consequences”, Journal of Business Research, Vol.
57, pp. 703-713.
178
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Habenicht W., B. Scheubrein ve Ralph Scheubrein (2014), Multiple-Criteria
Decision Making. http://www.eolss.net/sample-chapters/c02/E6-05-06-05.pdf
http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=268, 10/01/2007
Kurşunluoğlu, Emel (2001), Perakendecilikte Müşteri Hizmetleri Yolu İle Müşteri
Memnuniyeti ve Sadakati Yaratılması: İzmir İlinde Bir Araştırma, Dokuz Eylül
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, İzmir.
Kurşunluoğlu, Emel (2009), “Mağazalı Perakendeciler ve Müşteri Servisleri”, Yaşar
Üniversitesi Dergisi, Vol. 4, No. 14, ss. 2173-2184.
Michael, Levy ve Barton A. Weitz (2007), Retailing Management, The McGraw
Hill Companies Inc., New York.
Onat, Ferah, Alikılıç Aşman Özlem, “Sosyal Ağ Sitelerinin Reklam ve Halkla
İlişkiler Ortamları Olarak Değerlendirilmesi”, Yaşar Üniversitesi Dergisi, Vol. 3,
No. 9, pp. 1111-1143.
Or, Kenan (2000), Modern Perakendecilikte Müşteri Sadakati, İstanbul Teknik
Üniversitesi Fen bilimleri Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
Özdağoğlu, Aşkın (2013), “Üretim İşletmelerinde Lazer Kesme Makinelerinin Promethee Yöntemi İle Karşılaştırılması”, Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, Cilt. 9, No. 19, ss. 305-318.
Özdemir, Ali İhsan ve Secme Neşe Yalçın (2009), “İki Aşamalı Stratejik Tedarikçi
Seçiminin Bulanık TOPSIS Yontemi İle Analizi”, Afyon Kocatepe Üniversitesi
İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt. 11, No. 2, ss. 79-112.
Özgür, Ömer Faruk (2014), Perakendecilik Ve Mağaza Yönetimi Vize Ders Notları,
Düzce Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu, ss. 1-60.
Özgüven, Nihan (2013), “Tüketicilerin Mobil Reklamcılığı Kabullenmelerinde
Etkili Olan Faktörler Üzerine Bir Uygulama”, Yönetim Bilimleri Dergisi, Cilt. 11,
No. 21, ss. 7-28.
Sait, Rıfat (2013), http://www.isguc.org/_index.php, 16.09.2015
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
179
Sayadi, Mohammad K., Heydari, Majeed, and Shahanaghi, Kamran (2009)
“Extention of VIKOR Method for Decision Making Problem with Interval
Numbers” Applied Mathematical Modelling 33, pp. 2257-2262.
Scharl, A., Dickinger, A. and Murphy, J. (2005), “Diffusion and Success Factors of Mobile
Marketing”, Electronic Commerce Research and Applications, Vol. 4, No. 2, pp. 159-173.
T. C. Çevre ve Orman Bakanlığı Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı. (2010).
Türkiye’de Temiz (Sürdürülebilir) Üretim Uygulamalarının Yaygınlaştırılması için
Çerçeve Koşulların ve Ar-Ge İhtiyacının Belirlenmesi Projesi Sonuç Raporu.
Ankara: T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı Yayını.
http://www.ttgv.org.tr/content/docs/temiz-uretim-sonuc-raporu.pdf, 10.02.2014.
Taşkın, Erdoğan (2000), Müşteri İlişkileri Eğitimi, Papatya Yayıncılık, İstanbul.
Taşkın, Erdoğan (2004), Market Yönetim, Gazi Kitabevi, Ankara.
Tek ve Orel, Çiftçi Mine Bastürk (2002), Tüketicilerin Süpermarket/Hipermarket
Tercihlerinde Etkili Olan Faktörlerin Belirlenmesi: İzmir Örneği, Ege Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamıs Doktora Tezi, İzmir
Tek, Ömer Baybars (2001), “Türkiye’de Perakendecilik Çağı ve Büyük Ölçekli
Perakendeci
Mağazaların
Gelişimi”,
Perşembe
Konferansları,
3-37,
http://www.rekabet.gov.tr/persembekonf.html, 3/05/2001.
Tezcan, Ömür, Aytekin Osman, Kuşan Hakan ve Özdemir İlker (2012), “İnşaat Proje
Yatırımlarının Değerlendirilmesinde Analitik Hiyerarşi Yönteminin Kullanılması”.
e-Journal of New World Sciences Academy, 7 (1), ss. 229-238.
Torres-Moraga, E., A.Z., Vasquez- Parraga, J., Zamora- Gonzalez, (2008),
“Customer Satis-faction and Loyalty: Start with The Product Culminate with The
Brand”, Journal of Consumer Marketing, Vol. 25, No. 5, pp. 302-313.
Triantaphyllou, Evangelos (2000), Multi-Criteria Decision Making Methods: A
Comparative Study, Kluwer Academic Publishers, London.
Türk Mevlüt (2005), “Perakendeci İşletmelerde Personelin Davranışsal Özellikleri
İle Müşteri Memnuniyeti Arasındaki İlişki”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi
ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt. 10, No. 1, ss. 196- 219.
180
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Vatansever, Kemal, Uluköy Metin, (2013), “Kurumsal Kaynak Planlaması
Sistemlerinin Bulanık AHP ve Bulanık MOORA Yöntemleriyle Seçimi: Üretim
Sektöründe Bir Uygulama”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt.
11, No. 2, ss. 274-293.
Xu, Ling ve Yang Jian Bo, (2001), “Introduction to Multi-Criteria Decision Making
and the Evidential Reasoning Approach” Working Paper No. 0106. Manchester
School of Management University of Manchester Institute of Science and
Technology.
Yulugkural, Yıldız, (2001), Kocaeli’nde Deprem Sonrası Yerleşim Sorununa Çok
Ölçütlü Yaklaşım, Kocaeli Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli.
Yurdakul, (2015), “Yeni Bir Pazarlama Stratejisi Olarak Müşteri İlişkileri Yönetimi
(CRM)’nin Sektörel Bazda Uygulanabilirliği”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, ss. 1-11.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
181
TÜRKİYE’YE YÖNELİK FİNANSAL SERMAYE
AKIMLARININ TASARRUF VE YATIRIM ÜZERİNE ETKİSİ
Özcan KARAHAN ∗
Evren İPEK ∗∗
__________________________________________________________________
ÖZET
Bu makale Türkiye’ye yönelik finansal sermaye akımlarının yurtiçi tasarruflar ve yatırımlar
üzerindeki etkilerini 1991:4–2013:4 arasındaki dönem için üçer aylık veriler kullanarak Sınır Testi
ve ARDL yaklaşımı çerçevesinde belirlemeyi amaçlamaktadır. ARDL modelinden elde edilen uzun
dönemli katsayılar finansal sermaye akımlarının yurtiçi tasarrufları negatif, yatırımları ise pozitif
yönde etkilediğine işaret etmektedir. Bu zıt yönlü etkiler, büyümenin dış kaynaklara bağımlılığını
dolayısı ile de ekonominin kırılganlığını artırmaktadır. Buna göre, Türkiye’ye yönelik finansal
sermaye girişlerinin sürdürülebilir bir ekonomik büyüme sağlaması için yurtiçi tasarrufların
artırılmasına yönelik politika seçeneklerinin hayata geçirilmesi büyük önem kazanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Finansal Sermaye Akımları, Yurtiçi Tasarruf, Yatırım, Sınır Testi, ARDL, Hata
Düzeltme Modeli.
JEL Sınıflaması: E21, E22, F32.
ABSTRACT
IMPACTS OF FINANCIAL CAPITAL FLOWS TO TURKEY
ON SAVING AND INVESTMENT
This paper aims to identify the impacts of financial capital flows to Turkey on domestic savings and
investments by using quarterly data related to 1991:4–2013:4 period. For this purpose, Bound Test
and ARDL methodologies are performed. The long run coefficients from ARDL models, indicate that
financial capital flows affect domestic savings negatively and investments positively. These opposite
effects increase the dependence of economic growth on foreign resources and so fragility of the
economy. Accordingly, for financial capital flows to provide a sustainable economic growth,
implementation of policy options for increasing savings gains great importance.
Keywords: Financial Capital Flows, Domestic Saving, Investment, Bound Test, ARDL, Error
Prof. Dr., Balıkesir Üniversitesi, İktisat Bölümü ([email protected])
Dr., Balıkesir Üniversitesi, İktisat Bölümü ([email protected])
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015)
∗
∗∗
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
182
Correction Model.
JEL Classification: E21, E22, F32.
_______________________________________________________________________________
1. Giriş
Uluslararası sermaye akımlarının yöneldikleri ülkelerin çeşitli makroekonomik göstergeleri üzerinde yarattıkları etkiler literatürde birçok çalışmaya
konu olmuştur. Bu makalede de finansal sermaye akımlarının yurtiçi tasarruflar
ve yatırımlar üzerindeki etkisi Türkiye ekonomisi için 1991:4–2013:4 arasındaki
döneme ilişkin üçer aylık verilerle Sınır Testi ve ARDL Yöntemi ile analiz
edilmektedir. Böylelikle, sermaye girişlerine bağlı ekonomik büyümenin
sürdürülebilirlik koşullarının söz konusu fonların Türkiye’de tasarruf ve yatırım
üzerine yarattığı etkiler çerçevesinde incelenmesi amaçlanmaktadır.
Türkiye gibi cari açık vererek büyüyen bir ülkede cari açığı finanse eden
yabancı sermayenin türü ve bu yabancı sermayenin nasıl kullanıldığı önem arz
etmektedir. Yabancı sermayeye bağlı ekonomik büyümenin ve cari açığın
sürdürülebilirliği için bu fonların reel yatırımları, özellikle de ticarete konu olan
sektörlerdeki yatırımları, finanse ederek ihracatı artırması gerekmektedir. Ancak
bu sayede, alınan borçların faiziyle birlikte ödenebilmesi için gerekli reel birikim
sağlanabilecektir. Ayrıca dış kaynaklardan faydalanılarak yatırım artışının
sağlanabilmesi, yarattığı gelir artışı yoluyla, düşük tasarruf düzeylerinin yükseltilebilmesine de olanak sağlayacaktır. Yabancı sermayenin yatırımları artırması
kadar yurtiçi tasarrufları artırıcı etkiler yaratması da önemlidir. Yabancı sermaye
akımları yöneldiği ülkenin yurtiçi fonlarına eklenerek toplam fon arzını, bir başka
ifadeyle toplam tasarrufları artıracaktır. Ancak yabancı tasarruflara bağlı olarak
toplam tasarruflar yükselirken yurtiçi tasarruflarda meydana gelen düşüş yönlü
etkiler yabancı sermaye girişiyle karşı karşıya olan ülkeyi yatırım ve ekonomik
büyüme anlamında yabancı sermayeye bağımlı hale getirir. Bir diğer ifadeyle,
yurtiçi tasarruf artışı sağlanmadan gerçekleşen sermaye girişleri ülkenin yabancı
fonlara bağımlılığını artırır. Özellikle ekonomik büyümenin kaynağı olan bu
yabancı sermayenin kompozisyonunun ağırlıklı olarak spekülatif, kısa vadeli ve
akışkan nitelikteki yabancı fonlardan oluşması (ki Türkiye ekonomisi için durum
böyledir) ilgili ülkenin kırılganlığını artırarak ülkeyi önemli risklerle karşı
karşıya bırakır.
Bu alandaki ampirik literatür incelendiğinde, gelişmekte olan ülkelere
yönelik sermaye girişlerinin genel olarak yurtiçi tasarrufları azaltırken yatırımları
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
183
artırdığı sonucuna varılmaktadır. Ahmad ve Ahmed (2002), Pakistan ekonomisi
için 1972–2000 dönemine ilişkin yıllık verilerle ve VAR analiziyle; Touny
(2008), Mısır ekonomisi için 1975–2006 dönemine ait yıllık verilerle ve dinamik
zaman serisi analiziyle; Agrawal vd. (2009), beş Güney Asya ekonomisi için
1960–2005 dönemine ilişkin yıllık verilerle ve Dinamik EKK, ARDL
analizleriyle yabancı sermaye akımlarının yurtiçi tasarruflar üzerindeki negatif
yönlü etkilerine işaret etmişlerdir. Benzer şekilde Kara ve Kar (2005), 1980–2000
dönemine ilişkin yıllık verilerle ve EKK yöntemiyle; Örnek (2008) de 1996:4–
2006:1 dönemine ilişkin üçer aylık verilerle ve VAR modeliyle Türkiye
ekonomisi için gerçekleştirdikleri analizlerinde yabancı sermaye akımlarının
yurtiçi tasarrufları azalttığı yönünde bulgulara erişmişlerdir.
Öte yandan finansal sermaye girişlerinin yatırımlar üzerine etkisini
inceleyen geniş bir literatür bulunmaktadır. Jansen (2003), Tayland ekonomisi
için 1980:1–1996:4 dönemine ait verilerle ve VAR modeliyle; Mileva (2008), 22
geçiş ekonomisi için 1995–2005 dönemine ait yıllık verilerle ve statik ve dinamik
panel veri analiziyle; Pels (2010) 39 ülke için 1976–2003 dönemine ait panel
verilerle ve EKK, GMM yöntemleriyle gerçekleştirdiği analizler ile yabancı
sermayenin yatırımları pozitif yönde etkilediğine ilişkin sonuçlar elde
etmişlerdir. Benzer şekilde Kara ve Kar (2005), 1980–2000 dönemine ilişkin
yıllık verilerle ve EKK yöntemiyle; Çimenoğlu ve Yentürk (2005) 1990–2002
dönemine ilişkin üçer aylık verilerle ve VAR modeliyle; Şengönül vd. (2007)
1990:1–2005:3 dönemine ait üçer aylık verilerle ve VAR modeliyle
gerçekleştirdikleri analizlerinde Türkiye ekonomisinde yabancı sermaye
akımlarının yatırımları artırdığı sonucuna ulaşmışlardır.
Türkiye ekonomisine ilişkin ilgili ampirik literatür göz önünde
bulundurulduğunda geçmiş çalışmaların veri aralığının güncelliğini yitirdiği
tespit edilmektedir. Bu çalışma hem daha güncel verilerle hem de mevcut
çalışmalardan farklı bir zaman serisi metodolojisi ile gerçekleştirdiği ampirik
analizler bağlamında ilgili literatüre katkı sağlayacaktır. Bununla birlikte,
çalışmanın bu alandaki ampirik literarüre bir başka katkısı da yabancı sermaye
akımlarının yatırımlar ve tasarruflar üzerindeki etkisini “finansal sermaye”
sınıflandırması ile sınamak olacaktır.
Beş bölümden oluşan bu çalışmanın giriş kısmını takip eden ikinci
bölümünde finansal sermaye akımlarının tasarruf ve yatırımları etkilediği
kanallar açıklanmış, üçüncü bölümünde çalışmanın yöntemi, modeli ve veri
setine ilişkin bilgiler sunulmuş, dördüncü bölümde ise ampirik bulgular
184
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
değerlendirilmiştir. Sonuç kısmında ise Türkiye’ye yönelik finansal sermaye
girişlerinin sürdürülebilirliğine ilişkin tespitlerde bulunulmuştur.
2. Finansal Sermayenin Yurtiçi Tasarrufları ve Yatırımları Etkileme Kanalları
Bir ülkeye yönelen finansal sermaye, yurtiçi tasarrufları ve yatırımları
aşağıda belirlenen kanallarla etkileyebilmektedir:
2.1. Finansal Sermayenin Yurtiçi Tasarrufları Etkileme Kanalları
Finansal sermaye akımlarının yurtiçi tasarrufları hangi yönde etkilediğine
ilişkin görüşler “Tamamlayıcılık Tezi” ve “İkame Tezi” etrafında gelişmiştir. Bu
tezlerden ilki yabancı tasarrufların yurtiçi tasarrufları pozitif yönde etkilediğini ve
tamamladığını ileri sürerken; ikincisi yabancı sermaye akımlarının yurtiçi
tasarruflar üzerindeki etkisinin negatif yönlü olduğunu ve yabancı tasarrufların
yurtiçi tasarrufları ikame ettiğini, bir diğer ifadeyle dışladığını, savunmaktadır.
“Tamamlayıcılık Tezi”ne göre, yabancı sermaye akımları ülkede yerli
fonlara eklemlenerek ödünç verilebilir fon arzını dolayısı ile de yatırım ve tüketim
kredilerini artırmaktadır. Yatırım kredileri girişimcilerin finansman imkânlarını
genişleterek yatırımları ve sonuç olarak milli geliri artırırken; tüketim kredileri de
ekonomide toplam talebi büyütmek yolu ile girişimcilerin beklenen hasılatlarını
yükselterek toplam yatırımları ve milli geliri artırıcı etkiler yaratmaktadır. Böylece
yabancı sermayeye bağlı olarak sağlanan ekonomik büyüme ve gelir artışı yoluyla
yurtiçi tasarrufların da artması mümkün olmaktadır. Yabancı sermaye girişlerinin
ülkenin yurtiçi tasarruflarını artırabilecek şekilde değerlendirilmesi sermaye
girişlerinin sürdürülebilirliği açısından önemlidir. Sermaye girişi sonucu sağlanan
fonların düşük tasarruf eğilimi nedeniyle daha çok tüketimde kullanılması ülkenin
dış kaynaklara bağımlılığını dolayısı ile kırılganlığını artırmaktadır (Gavin vd.,
1997: 3-4).
“İkame Tezi”ne göre ise, yabancı sermaye girişi sonrasında ülkedeki toplam
yurtiçi tasarruflar azalmaktadır. Öyle ki, sermaye girişine bağlı olarak oluşan kolay
finansman olanakları tüketimi körükleyerek, hane halkı harcanabilir gelirinin
tüketilmeyen kısmını ifade eden özel tasarrufların düşmesine yol açabilmektedir
(Reinhart ve Tokatlidis, 2005: 4). Bu süreçte hanehalkına yönelik artan banka
kredilerinin önemli rolü bulunmaktadır (Zhou, 2008: 5). Finansal sistemin hızlı ve
kontrolsüz liberalizasyonu, uluslararası piyasalarla ulusal piyasalar arasında aracılık
işlevi yapan bankaların kredi stoklarını artırmakta (Montiel, 2000: 464), bu durumsa
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
185
ticarete konu olmayan sektörlerde, tüketici kredilerinde ve gayrimenkul alımlarında
yoğunlaşan kredi patlamaları ile sonuçlanmaktadır (Yentürk, 2005: 162). Kısacası,
uluslararası sermaye akımları bankacılık kesiminin aracılığıyla tüketici kredilerine
dönüşerek tüketimi körüklemektedir (Uzunoğlu vd., 1995: 65). Sermaye girişiyle
birlikte hane halkı tüketim artışına yol açan diğer önemli bir neden ise, likidite
bollaşmasına bağlı olarak artan gayrimenkul ve menkul kıymet fiyatlarının yarattığı
servet etkisidir. Buna göre, menkul kıymetlerin ve gayrimenkullerin değerinde
görülen artış, kişilerin servetinin ve dolayısıyla da tüketim harcamalarının artmasına
neden olmaktadır (Montiel, 2000: 464; Yıldırım vd., 2008: 543). Üstelik bu süreçte
hane halkının sermaye girişi sonucu değerlenen varlıklarını yeni krediler için
teminat olarak kullanması, kredi kullanımını dolayısıyla da tüketim patlamalarını
ikinci kez tetikleyebilmektedir (World Bank, 1997: 248).
2.2. Finansal Sermayenin Yatırımları Etkileme Kanalları
Yabancı sermaye akımları yatırım harcamalarını ilk olarak yurtiçi faiz
oranlarında meydana getirdiği değişmeler kanalıyla etkilemektedir. Yabancı
sermaye girişlerinin faiz oranlarında düşüş etkisi yaratabilme potansiyeli, faiz
oranlarının yatırım harcamaları üzerindeki negatif yönlü etkisine bağlı olarak,
yatırımlar üzerinde olumlu bir etkileme kanalı oluşturabilmektedir. Ödünç
verilebilir fon talebinin değişmediği varsayıldığında, yabancı sermaye girişine bağlı
olarak ödünç verilebilir fon arzında meydana gelen bir artış reel faiz oranlarının
düşmesine neden olacaktır. Ancak, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, yabancı
sermaye girişi sonrasında beklenen faiz oranı düşüşleri gerçekleşmemektedir.
Yabancı sermaye girişinin spekülatif niteliği, yabancı fon girişine bağlı olarak artan
kamu açıkları, yüksek para ikamesi ve yabancı sermayenin neden olacağı parasal
genişlemenin önüne geçmek için uygulanan sterilizasyon politikaları sermaye girişi
sonrasında beklenen faiz oranı düşüşlerini engelleyen başlıca faktörler olmaktadır
(Uzunoğlu vd., 1995: 71). Yabancı sermaye girişini takip eden süreçte faiz
oranlarında beklenen düşüşlerin gerçekleşmemesi yatırımlarda beklenen artışın
gerçekleşmesini de engellemektedir.
Sermaye girişlerinin yatırımlar üzerindeki etkisini belirleyen bir başka unsur
finansal sermaye girişlerinin toplam talepte neden olduğu artışlardır. Finansal
sermaye girişinin tüketici kredilerini teşvik ederek toplam talebi artırıcı etkileri, iç
yatırım harcamalarını da olumlu yönde etkileyebilecektir. Bu etkileşimin
merkezinde toplam talep yükselmesinin girişimcilerin beklenen hasılat
hesaplamalarında neden olduğu artışlar yer almaktadır. Yabancı sermaye girişi
sonucunda iç talebin yükselmesi girişimcilerin beklenen hasılat oranlarının
186
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
artmasına neden olur. Bilindiği gibi Keynesyen iktisatta, yatırım kararı alınırken
girişimciler daha çok beklenen hasılattaki gelişmelere göre karar vermektedirler. Bu
noktadan hareketle iç talep artışının girişimcilerin beklenen hasılatlarını yükselterek
yatırımları olumlu yönde etkilemesi söz konusu olmaktadır. Ancak sermaye
girişlerine bağlı olarak artan iç talep sadece ticarete konu olmayan sektörlerdeki
yatırımların artmasına neden olmaktadır. Çünkü ticarete konu olan sektörlerdeki
talep artışının yerli paranın değerlenmesi sonucu ucuzlayan ithalat ile karşılanması
söz konusudur. Bununla birlikte ticarete konu olmayan sektörlerdeki talep artışının
ancak yerli üretimle karşılanabilmektedir (Yentürk, 2005: 65). Bu durum hem
yurtiçi göreli fiyatların hem de yatırımların ticarete konu olmayan sektörler lehine
gelişmesine yol açmaktadır (Yentürk, 2005: 164).
3. Araştırmanın Yöntemi, Model ve Veri Seti
Ampirik literatürde değişkenler arasındaki uzun dönemli ilişkiler
eşbütünleşme testleri ile analiz edilmekte, yaygın olarak da Engle-Granger (1987),
Johansen (1988) ve Johansen-Juselius (1990) eşbütünleşme testleri
kullanılmaktadır. Bahsedilen bu yöntemlerin kullanılabilmesi, hiçbir değişkenin
düzeyde durağan olmaması ve değişkenlerin farklı derecelerden entegre olmamaları
koşuluna bağlıdır (Taşçı vd., 2009: 109). Geleneksel eşbütünleşme testlerinin bu
kısıtlarına bağlı olarak da son yıllarda eşbütünleşme analizlerinde Pesaran vd.
(2001) tarafından geliştirilmiş olan Sınır Testi (Bound Test) kullanılmaktadır. Sınır
testinin sağladığı en önemli avantaj değişkenlerin bütünleşme derecelerinin I(0) ya
da I(1) olmasının önemsenmemesidir (Çağlayan, 2006: 425). Bununla birlikte
modeldeki hiçbir değişkenin I(2) olmaması gerekir (Bolat vd., 2011: 355). Sınır testi
yaklaşımı değişkenlerin I(0) veya I(1) olması varsayımına dayanır. Değişkenlerin
I(2) olması halinde Pesaran vd. (2001) tarafından hesaplanan F istatistikleri geçersiz
olacağından, I(2) olan değişkenlerle gerçekleştirilen tahminler yanıltıcı sonuçlar
elde edilmesine neden olur (Başar vd., 2009: 304). Bu durum da analiz yönteminin
belirlenmesinde birim kök testlerinin önemini ortaya koymaktadır.
Çalışmamızda analizlere dahil edilen serilerin durağanlık derecelerinin
farklılık göstermesi nedeniyle geleneksel eşbütünleşme yöntemleri yerine “Sınır
Testi” yöntemi kullanılmıştır. Sonraki aşamada ise Gecikmesi Dağıtılmış
Otoregresif Model (ARDL modeli) kullanılarak değişkenler arasındaki kısa ve uzun
dönem ilişkiler tahmin edilmiştir. 1
Sınır testi için Eviews 5.0, kısa ve uzun dönem ARDL modelleri için Microfit 4.0 paket programları
kullanılmıştır.
1
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
187
Bu çalışmada finansal sermaye akımlarının tasarruflar ve yatırımlar
üzerindeki etkisi yukarıda belirlenen ekonometrik yöntemlerle ayrı ayrı tahmin
edilecektir. Modellere dahil edilecek değişkenlere karar verilirken, hem konuya
ilişkin teorik altyapı hem de mevcut ampirik çalışmalar dikkate alınmıştır.
Bağımlı değişkenin yurtiçi tasarrufların GSYİH’ya oranı (S) olarak
belirlendiği tasarruf modelinde yer alacak açıklayıcı değişkenlerin finansal sermaye
akımlarının GSYİH’ya oranı (FS), reel GSYİH’daki büyüme oranı (Y), reel faiz
oranı (R) ve M2 para arzının GSYİH’ya oranı (M) olmasına karar verilmiştir.
Tasarruf modelinin bir açıklayıcı değişkeni olarak reel GSYİH büyüme oranının
belirlenmesinin temelinde tasarruflarla gelir seviyesi arasındaki genel kabul görmüş
pozitif yönlü ilişki yer almaktadır. Reel faiz oranının bir başka açıklayıcı değişken
olarak modelde yer alma nedeni faiz oranlarının tüketim ve dolayısıyla tasarruflar
üzerinde oluşturduğu gelir ve ikame etkilerinden kaynaklanmaktadır. Para arzı ise
finansal gelişmişlik göstergesi olarak modele dahil edilmiştir. Çünkü tasarrufların
değerlendirilebileceği finansal varlıkların varlığı ve çeşitliliği tasarruf artışını teşvik
eden önemli bir faktördür (Touny, 2008: 5).
Bağımlı değişkenin yatırımların GSYİH’ya oranı (I) olarak belirlendiği
yatırım modelinde yer alacak açıklayıcı değişkenlerin finansal sermaye akımlarının
GSYİH’ya oranı (FS), reel GSYİH’daki büyüme oranı (Y), doğrudan yabancı
sermaye yatırımlarının GSYİH’ya oranı (DYSY) ve reel faiz oranı olmasına karar
verilmiştir. Reel GSYİH büyüme oranının yatırımlar üzerindeki etkisinin pozitif
yönlü olması beklenmektedir. Bu değişken yatırımı hasıla ile ilişkilendiren “Basit
Hızlandıran Modeli”nin ardındaki iktisadi mantıktan hareketle modelde bir
açıklayıcı değişken olarak kabul edilmiştir (Ünsal, 2005: 454). Yatırım finansman
maliyetinin önemli bir unsuru olan faiz oranları yatırım harcamaları ile sahip olduğu
ters yönlü ilişki nedeni ile yatırım modelinde önemli bir açıklayıcı değişken olarak
yer almaktadır. Yatırım modelinin bir başka değişkeni de incelenen dönemde
yaşanan ekonomik krizlerin (1994, 2001, 2008 Krizleri) etkisini yakalayabilmek
amacıyla dahil edilen kukla değişkendir.
Çalışmanın ampirik analizlerinde kullanılan veri seti, Türkiye ekonomisinin
1991:4–2013:4 dönemine ait üçer aylık zaman serileridir. Analiz döneminin bu
aralıklarla sınırlandırılmasının nedeni üçer aylık verilerin bulunabilirliği ile ilgilidir.
Değişkenlere ilişkin tanımlamalar Tablo 1'de sunulmaktadır.
188
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Tablo 1. Değişkenlerin Tanımlaması
Değişkenin
S
I
Y
M
FS
R
DYSY
KUKLA
Değişkenin Tanımı
Yurtiçi Tasarrufların GSYİH'ya Oranı
Yatırımların GSYİH'ya Oranı
Reel GSYİH'daki Büyüme
M2 Para Arzının GSYİH'ya Oranı
Finansal Sermaye Akımlarının GSYİH'ya Oranı
Reel Faiz Oranı
Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının GSYİH'ya
O
Türkiye Ekonomisinin İncelenen Dönemdeki Ekonomik
Krizlerine (1994, 2001, 2008 Krizleri) İlişkin Kukla
Mevcut ampirik literatürü takiben tasarruf değişkeni olarak yurtiçi
tasarrufların kullanılmasına karar verilmiştir. Yurtiçi tasarruf değişkeni olarak
GSYİH’dan özel sektör ve kamu tüketimlerini çıkartarak hesaplanacak artık değer
kullanılacaktır. 2 Yatırım değişkeni ise sabit sermaye oluşumu ve stoklardaki
değişmelerin toplamı olarak ele alınmıştır. Tasarruf ve yatırım serisini oluşturan alt
kalemlerle, GSYİH ve M2 para arzı değişkenlerine ait zaman serileri TCMB
EVDS’den alınmıştır. Ekonometrik sonuçların yorumlanmasında kolaylık
sağlamasından dolayı yatırım, tasarruf ve para arzı değişkenleri GSYİH’ya
oranlanılarak kullanılmıştır. Cari olarak elde edilen GSYİH serisi ise öncelikle IMF
IFS’den ve UNSTATS’tan derlenen 2005=100 bazlı TÜFE değişkeni kullanılarak
reel hale dönüştürülmüş, sonrasında da bu reel seri üzerinden büyüme oranları
hesaplanmıştır. Bahsedilen değişkenler “Tramo Seats” prosedürü kullanılarak
mevsimsellikten arındırılmıştır. Reel faiz oranı, ise Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma
Bakanlığı'ndan alınan iç borçlanma faiz oranlarının 2005=100 bazlı TÜFE değişkeni
ile deflate edilmesi şeklinde hesaplanmıştır.
Tasarruflar ve yatırımlar üzerindeki etkilerini inceleyeceğimiz finansal
sermaye değişkeni net portföy yatırımları ile net kısa vadeli sermaye akımları
toplamından oluşmaktadır. Uluslararası sermaye akımlarının diğer yatırımlar
kalemindeki kısa vadeli sermaye hareketlerinin hesaplanmasında Seyidoğlu (2003:
155) ve Yentürk (2005: 108) kaynaklarından faydalanılmıştır. Buna göre kısa vadeli
sermaye yükümlülükleri hesaplanırken diğer yatırımların alt kalemindeki kısa
Uthoff ve Titelman (1998), Touny (2008) ve Hadiwibowo (2010)'a ait çalışmalarda da yurtiçi tasarruflar bu şekilde hesaplanarak ampirik analizlere dahil edilmiştir.
2
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
189
vadeli ticari krediler; Merkez Bankası'nın, Genel Hükümet'in, bankaların ve diğer
sektörlerin kullandığı kısa vadeli krediler; Merkez Bankası’nın kısa vadeli
mevduatları, bankaların mevduatları ve diğer yükümlülükler alt başlıkları
toplanmıştır. Kısa vadeli sermaye yükümlülükleri ve diğer yatırımların varlıklar
kalemleri toplanarak da kısa vadeli sermaye hareketlerinin net değerlerine
ulaşılmıştır. Böylelikle hesaplanan finansal sermaye değişkeni ile daha kısa vadeli
ve akışkan finansal sermaye hacmi belirlenmeye çalışılmıştır. Doğrudan yabancı
sermaye değişkeni ise yurtiçindeki doğrudan yatırımları kapsamaktadır.
Uygulamada kullanılan yabancı sermaye akımlarına ilişkin veriler TCMB
EVDS’deki ödemeler dengesi istatistiklerinden alınmıştır. Veri tabanında ABD
doları cinsinden ifade edilen bu değişkenler yine TCMB EVDS’den alınan ortalama
döviz kuru kullanılarak TL’ye çevrilmiştir. Yorumlama kolaylığı sağlaması
açısından bu değişkenler GSYİH’ya oranlanarak analizlere dahil edilmiştir.
4. Ampirik Sonuçlar
Ekonometrik analizlerin ilk aşamasında gerçekleştirilen birim kök
analizlerine ilişkin sonuçlar Tablo 2 ve Tablo 3’de gösterilmektedir. Genişletilmiş
Dickey-Fuller (ADF), Phillips-Perron (PP), Kwiatkowski-Phillips-Schmidt-Shin
(KPSS) ve Ng-Perron gibi farklı birim kök testleri uygulanarak değişkenlerin
durağanlık analizleri yapılmıştır. Yapısal kırılmayı dikkate almayan bu geleneksel
testlere ilaveten hem sabit terim hem de eğimdeki yapısal kırılmaları dikkate alan
(Model C) 3 Zivot-Andrews
(1992) birim kök testi 4 de uygulanmıştır.
Gerçekleştirilen birim kök analizleri serilerin bazılarının düzeyde durağanken
bazılarının ise birinci dereceden bütünleşik olduğuna ilişkin bulgular sunmaktadır.
k
3
C
Yt = µˆ C + θˆ C DU (λˆ ) + βˆ C t + γˆ C DTt * (λˆ ) + aˆ C Yt −1 + ∑ cˆ j ∆y t − j + et
j =1
4
Bu testte
H 0 : α = 1 (Birim kök vardır) ve H 1 : α ≠ 1 (Birim kök yoktur) hipotezi için t istatistiği
hesaplanır. Zivot-Andrews (1992) testinde hesaplanan t istatistiklerinin mutlak değer olarak ZivotAndrews (1992) tablo kritik değerlerinden büyük olması durumunda birim kök temel hipotezi
reddedilmektedir. Yani seri durağandır. Aksi halde birim kök temel hipotezi reddedilemez. Seri
durağan değildir.
190
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Tablo 2. ADF, PP, KPSS ve NG-Perron Birim Kök Testlerinin Sonuçları
Not: (.) parantez içindeki rakamlar ADF testinde AIC kriteri tarafından belirlemiş olan gecikme
uzunluklarıdır. PP, KPSS, NG-Perron testlerinde ise Bartlett Kernell tahmin yöntemi kullanılmış,
bant genişliği Newey-West olarak belirlenmiştir. a: regresyonun sabit terim veya trend içermediğini,
b: regresyonun sabit terim ve trend içerdiğini, c: regresyonun sabit terim içerdiğini ifade etmektedir.
*: %1 anlamlılık düzeyini, **: %5 anlamlılık düzeyini, ***: %10 anlamlılık düzeyini göstermektedir.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
191
Tablo 3. Zivot-Andrews Birim Kök Testi Sonuçları
Değişkenler
S
I
FS
Y
R
M
DYSY
Kritik Değer (%5): -5.08
Düzey
-5.06
-4.66
-5.61
-6.98
-7.34
-2.41
-2.72
Birinci Fark
-9.83
-10.17
Karar
I(1)
I(1)
I(0)
I(0)
I(0)
-6.50
I(1)
-18.40
I(1)
Kritik Değer (%1): -5.57
Kaynak: Zivot ve Andrews, 1992, s. 257
Serilerin farklı derecelerden bütünleşik olarak bulunması ve bazı serilerin
düzeyde durağan olması gerçekleştirilecek analizlerde geleneksel eşbütünleşme
testlerinin kullanılamayacağının bir kanıtıdır. Bu nedenle analizlerde Pesaran vd.
(2001) tarafından geliştirilen ve serilerin farklı derecelerden bütünleşik olma
durumlarının önemsenmediği sınır testi yaklaşımı kullanılmıştır. Durağanlık
analizinde ulaşılan ikinci önemli sonuç da serilerin hiçbirinin I(2) olmamasıdır.
Böylece sınır testi uygulanmasının önündeki bir engel de aşılmış olmaktadır.
Ampirik analizlerin sonraki aşamasında finansal sermaye girişlerinin tasarruflar ve
yatırımlar üzerindeki etkisi sınır testi ve ARDL modeli yöntemleri kullanılarak ayrı
ayrı analiz edilmiştir.
4.1. Finansal Sermaye Girişleri ve Tasarruflar
Bu bölümde yurtiçi tasarruf modeline ilişkin olarak öncelikle sınır testi
yöntemi çerçevesinde eşbütünleşme analizi gerçekleştirilecek daha sonra da ARDL
yöntemi çerçevesinde değişkenler arası kısa ve uzun dönem ilişkiler tahmin
edilmeye çalışılacaktır.
Sınır testinin uygulanmasında UECM 5 için ortak gecikme uzunluğunun
belirlenmesine yönelik bilgiler Tablo 4'de aktarılmaktadır. Uygun gecikme
5
UECM'nin tasarruf modelimize uyarlanmış şekli aşağıdaki gibidir:
m
m
m
m
m
i =1
i =0
i =0
i =0
i =0
ΔS t = α 0 + ∑ α 1i ΔS t −i + ∑ α 2i ΔYt −i + ∑ α 3i ΔM t −i + ∑ α 4i ΔFS t −i + ∑ α 5i ΔR t −i + α 6 S t −1
+ α 7 Yt −1 + α 8 M t −1 + α 9 FS t −1 + α 10 R t −1 + μ t
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
192
uzunluğunun belirlenmesinde AIC ve SIC kriterlerinden yararlanılmıştır. Belirlenen
maksimum gecikme uzunluğu dikkate alınarak tahmin edilen UECM’de ardışık
bağımlılık sorunu olup olmadığı ise LM testi yardımıyla incelenmiştir. Maksimum
gecikme uzunluğu serilerin üçer aylık olması ve veri aralığı göz önünde
bulundurularak 8 olarak alınmıştır. Bu çerçevede uygun gecikme uzunluğu 1 olarak
belirlenmiştir. Bu gecikme uzunluğunda hem AIC ve SIC kriterleri minimum
olmakta, hem de bu gecikme ile tahmin edilen UECM otokorelasyon sorunu
içermemektedir.
Tablo 4. Sınır Testi İçin Uygun Gecikme Uzunluğu
m
AIC
SIC
1*
2
3
4
5
6
7
8
3.2833
3.4039
3.4197
3.4460
3.5338
3.4968
3.3781
3.3481
3.7085
3.9746
4.1381
4.3141
4.5538
4.6708
4.7084
4.8369
X2 BREUSCH- GODFREY
(4)
3.9875 (0.4076)
6.1432 (0.1887)
5.5212 (0.2378)
1.7946 (0.7734)
2.6602 (0.6161)
11.696 (0.0197)
4.7116 (0.3181)
2.0571 (0.7252)
X2 BREUSCH- GODFREY otokorelasyon test istatistiğidir. Parantez içindeki değerler olasılık değerleridir. *
işareti seçilen gecikme uzunluğunu göstermektedir.
Uygun gecikme ile tahmin edilen UECM’den elde edilen sınır testi sonuçları
ise Tablo 5’de görülmektedir. Hesaplanan F istatistiği (6.38) üst kritik değeri aştığı
için eşbütünleşme olmadığını ifade eden temel hipotez %1 anlamlılık düzeyinde
reddedilmiştir.
Tablo 5. Sınır Testi Sonuçları
k
F istatistiği
4
6.38
%1 anlamlılık düzeyindeki kritik değerler
Üst Sınır
Alt Sınır
Ü 5.06
3.74
k denklemdeki bağımsız değişken sayısıdır. Kritik değerler Pesaran vd. (2001: 300)’deki Tablo
C1(iii)’den alınmıştır.
Değişkenler arasında eşbütünleşme ilişkisi belirlendikten sonra,
modelimizdeki bağımlı ve bağımsız değişkenler arasındaki uzun ve kısa dönemdeki
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
193
ilişkilerin katsayılarını belirlemek için ARDL modeli 6 kurulmuştur. ARDL modeli
kurulurken AIC bilgi kriterinden yararlanılarak uygun gecikme uzunluğu S
değişkeni için 1, Y değişkeni için 2, FS, M ve R değişkenleri içinse 0 olarak
belirlenmiştir. Bu durumda uzun dönem ilişkisinin araştırılacağı model, ARDL
(1,2,0,0,0) olmaktadır. ARDL modellerinin sonuçları ve bu modele göre hesaplanan
uzun dönem katsayıları Tablo 6'da sunulmuştur.
Tablo 6. ARDL (1,2,0,0,0) Modelinin Tahmin Sonuçları
Değişkenler
S(-1)
Y
Y(-1)
Y(-2)
M
R
FS
c
R 2 =0.84
Katsayı
0.5639
0.1212
0.0697
0.0435
-0.0077
0.1522
-0.2655
7.9083
Tanısal Denetim Sonuçları
R 2 = 0.83
X 2 NORM = 0.4997
X 2WHITE = 2.6208(0.11)
t- istatistiği
6.5276*
4.0195*
2.3139**
1.5070
-2.3195**
2.3741**
-2.7376*
4.5367*
X 2 BG =4.8584 (0.30)
X 2 RAMSEY = 0.0232(0.88)
Uzun Dönem Katsayıları
Katsayı
t-istatistiği
0.5374
3.6302*
-0.0176
-2.9693*
0.0349
2.6114*
-0.6088
-2.7175*
18.1320
21.0280*
2
2
2
χ
χ
, NORM , WHITE , X RAMSEY sırasıyla otokorelasyon, normallik, de-
Değişkenler
Y
M
R
FS
c
2
Bağımlı değişken S'dir. X BG
ğişen varyans ve model kurma hatası sınaması istatistikleridir. Parantez içindeki değerler olasılık
değerleridir. * %1'de; ** %5'de anlamlılığı gösterir.
ARDL (1,2,0,0,0) modelinden elde edilen uzun dönemli katsayılar
incelendiğinde, finansal sermaye değişkenin yurtiçi tasarrufları %1 anlamlılık
düzeyinde negatif yönde etkilediği tespit edilmiştir. Bu durum finansal sermaye ile
6
ARDL modelinin tasarruf modelimize uyarlanmış hali aşağıdaki gibidir:
m
n
p
r
s
i =1
i =0
i =0
i =0
i =0
St = α 0 + ∑ α1i St − i + ∑ α 2iYt − i + ∑ α 3i FSt − i + ∑ α 4i M t − i + ∑ α 5i Rt − i + µt
194
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
yurtiçi tasarruflar arasındaki negatif yönlü ilişkiyi savunan ikame tezini destekleyici
bulgular ortaya koymaktadır. Bir diğer ifadeyle yabancı tasarruflar yurtiçi
tasarruflara katkı sağlamaktan ziyade yurtiçi tasarrufların yerine geçmektedir.
Yabancı sermaye girişinin yurtiçi tasarruflar üzerindeki negatif yönlü etkisinin temel
kaynağı sermaye girişine bağlı olarak yaşanan tüketim artışlarıdır. Çünkü bir ülkenin
tasarrufları harcanabilir gelirinin tüketilmeyen kısmını ifade etmektedir ve artan
tüketim harcamaları tasarrufların düşmesine neden olmaktadır. Yabancı sermaye
girişi sonrasında tüketimi körükleyen ilk etken dış finansmana ulaşımın likidite
kısıtında meydana getirdiği rahatlamadır. 7 Bu tüketim patlamalarında özel sektöre
yönelik artan banka kredilerinin rolü önemlidir. Sermaye girişine bağlı olarak artan
tüketici kredileri tüketim üzerindeki gelir kısıtını ortadan kaldırarak tüketimin geliri
aşmasına neden olmaktadır. Uluslararası sermaye girişleri sonrasında yaşanan
tüketim patlamalarının ikinci nedeni de sermaye girişine bağlı olarak artan menkul
kıymet ve gayrimenkul fiyatları ve buna bağlı olarak meydana gelen servet etkisidir.
Buna göre, menkul kıymetlerin ve gayrimenkullerin değerinde görülen artış,
kişilerin servetinin ve servetin artan fonksiyonu olarak da tüketim harcamalarının
artmasına neden olmaktadır (Montiel, 2000, 464; World Bank, 1997, 248; Yıldırım
vd., 2008, 543). 8 Yabancı sermaye girişleri sonrasında yaşanan tüketim
patlamalarında üçüncü etken de sermaye girişine bağlı olarak değerlenen reel döviz
kurudur. Değerlenen reel döviz kuru ucuzlayan ithalat aracılığıyla ithal malı
tüketimini ve toplam tüketim harcamalarını artırıcı etkiler yaratmaktadır. Bununla
birlikte yabancı sermaye girişi sonrasındaki tüketim artışının bir ayağını özel sektör
oluşturuyorsa diğer ayağını da kamu sektörü oluşturmaktadır. Sermaye girişi ile
bollaşan finansal fonlar kamu harcamaları üzerindeki kısıtın kalkmasına ve özellikle
kamu cari harcamalarının artmasına neden olmaktadır.
ARDL modeli sonuçları reel GSYİH büyümesinin de beklentilere uygun
olarak tasarrufları anlamlı olarak artırdığını göstermektedir. Keynesyen tasarruf
fonksiyonunda açıklandığı gibi, gelir artışı gelirin artan bir fonksiyonu olan
tasarrufları marjinal tasarruf eğiliminin belirlediği oranda artırmaktadır. Reel faiz
oranı değişkenin katsayısı da anlamlı ve pozitif işaretlidir. Bu durum, reel faizlerdeki
artışın yurtiçi tasarrufları artırdığı anlamına gelmektedir ve Türkiye ekonomisinde
Bu durum, birçok gelişmekte olan ülkenin finansal liberalizasyon sürecinde gözlenen ve çoğunda
finansal krizlerle sonlanan bir süreçtir. Gelişmekte olan ülkelerde 1960-2006 yılları arasında yaşanmış olan 22 tüketim patlamasının %50'sinin öncesinde bu ülkelere büyük miktarlı sermaye girişi
olduğu tespit edilmiştir (Mendoza ve Terrones, 2008, 14).
8
Menkul kıymetlerle gayrimenkullerdeki fiyat artışlarını tetikleyen iki önemli unsur da sermaye girişi sonrasında artan para arzı ve genişleyen banka kredileridir. Sermaye girişiyle artan para arzı finansal aktif talebinin ve dolayısıyla da finansal aktif fiyatlarının artırmasına neden olmaktadır.
7
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
195
incelenen dönem için faizlerin tüketim davranışları üzerindeki ikame etkisinin gelir
etkisinden daha büyük olması şeklinde yorumlanabilecektir. Bir diğer ifadeyle faiz
oranı artışları daha fazla faiz geliri elde edebilme amacındaki bireyleri tüketim
harcamalarını kısarak tasarruflarını artırmaya yönlendirmektedir. Para arzının
yurtiçi tasarruflar üzerindeki uzun dönem etkisi ise beklentilerin tersine anlamlı ve
negatif yönlüdür. Bu durumun para arzındaki artış sonucu finansal aktif talebi ve
dolayısıyla finansal aktif fiyatlarında oluşan yükselişin servet etkisi ile tüketimi
artırırken tasarrufları azaltmasından kaynaklandığı düşünülmektedir.
İlgili değişkenler arasındaki kısa dönemli ilişkilerin araştırılmasına olanak
sağlayan ARDL modeline dayalı Hata Düzeltme Modeli’nin 9 sonuçları ise Tablo
7’de sunulmaktadır. Negatif değerli ve istatistiki olarak anlamlı bulunan hata
düzeltme katsayısı, değişkenler arasında bulunan eşbütünleşme ilişkisini
desteklemektedir. Hata düzeltme teriminin katsayısı, bir şokun ilk çeyrekte % 43
gibi bir hızla dengeye yaklaştığı anlamına gelmektedir.
Tablo 7. Hata Düzeltme Modelinin Sonuçları
Değişkenler
DY
DY(-1)
DM
DR
DFS
c
ECT(-1)
Katsayı
0.1212
-0.0435
-0.0077
0.0152
-0.2655
7.9083
-0.4362
t- istatistiği
4.0195*
-1.5070
-2,3195**
2,3741**
-2.7376*
4.5367*
-5.0492*
Bağımlı değişken DS'dir. * %1, ** %5’de anlamlılığı gösterir.
Kısa dönem katsayılarına bakıldığında, katsayıların işaretleri uzun dönemli
ilişkilerle uyumludur ve istatistiki olarak anlamlıdır. Finansal sermaye değişkenin
katsayısı uzun dönemdekiyle paralel olarak negatif işaretli ve istatistiki olarak anlamlıdır. Bu durumda finansal sermaye girişlerinin yurtiçi tasarrufları kısa dönemde
9
Hata Düzeltme Modelinin tasarruf modelimize uyarlanmış hali aşağıdaki gibidir:
m
n
p
r
s
i =1
i =0
i =0
i =0
i =0
∆S t = α 0 + ∑ α 1i ∆S t −i + ∑ α 2i ∆Yt −i + ∑ α 3i ∆FS t −i + ∑ α 4i ∆M t −i + ∑ α 5i ∆Rt −i
+ α 7 ECTt −1 + µ t
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
196
de azaltmak yönünde etkilediği ve kısa dönemde de ikame tezinin desteklendiği söylenebilecektir.
4.2. Finansal Sermaye Girişleri ve Yatırımlar
Bu bölümde yurtiçi yatırım modeline ilişkin olarak öncelikle sınır testi
yöntemi çerçevesinde eşbütünleşme analizi gerçekleştirilecek, daha sonra da ARDL
yöntemi çerçevesinde değişkenler arası kısa ve uzun dönem ilişkiler tahmin
edilmeye çalışılacaktır.
Sınır testinin uygulanmasında UECM'deki 10 değişkenler için ortak gecikme
uzunluğunun belirlenmesine yönelik bilgiler Tablo 8'de aktarılmaktadır.
Tablo 8. Sınır Testi İçin Uygun Gecikme Uzunluğu
m
AIC
SIC
X2 BREUSCH- GODFREY (4)
1
2
3
4
5*
6
7
8
4.1810
4.2080
4.2506
4.0122
3.9233
3.9052
4.0120
3.8704
4.6345
4.8073
4.9978
4.9093
4.9724
5.1086
5.3719
5.3890
10.1575 (0.0378)
4.9115 (0.2964)
8.9728 (0.0617)
6.7477 (0.1498)
7.5057 (0.1114)
15.3475 (0.0040)
19.8342 (0.0005)
11.8954 (0.0181)
X2 BREUSCH- GODFREY otokorelasyon test istatistiğidir. Parantez içindeki değerler olasılık değerleridir.
* işareti seçilen gecikme uzunluğunu göstermektedir.
Finansal sermaye ve yatırım değişkeni arasındaki ilişkinin incelenmesine
yönelik olarak kurulan UECM için uygun gecikme uzunluğu AIC kriteri göz önünde
bulundurularak 5 olarak belirlenmiştir. Bu gecikme uzunluğu AIC kriterini
minimum yapmakta, hem de 5 gecikme ile tahmin edilen UECM'de otokorelasyon
problemine rastlanmamaktadır. Söz konusu gecikme uzunluğu ile tahmin edilen
modelden elde edilen sınır testi sonuçları Tablo 9'da sunulmaktadır. Hesaplanan F
istatistiğinin (7.31) üst kritik değeri (5.06) aşıyor olması, değişkenler arasında uzun
10
UECM’nin yatırım modelimize uyarlanmış şekli aşağıdaki gibidir:
m
m
m
m
m
i =1
i =0
i =0
i =0
i =0
∆I t = α 0 + ∑ α 1i ∆I t −i + ∑ α 2i ∆Yt −i + ∑ α 3i ∆FS t −i + ∑ α 4i ∆Rt −i + ∑ α 5i ∆DYt −i + α 6 I t −1
+ α 7 Yt −1 + α 8 FS t −1 + α 9 Rt −1 + α 10 DYSY + α 11 KUKLA + µ t
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
197
dönemli bir eşbütünleşme ilişkisi olduğuna işaret etmektedir.
Tablo 9. Sınır Testi Sonuçları
k
F istatistiği
4
7.31
%1 anlamlılık düzeyindeki kritik değerler
Alt Sınır
Üst Sınır
3.74
5.06
k, denklemdeki bağımsız değişken sayısıdır. Kritik değerler Pesaran vd. (2001: 300)’deki Tablo
C1(iii)’den alınmıştır.
Değişkenler arasında eşbütünleşme ilişkisi belirlendikten sonra, modelimizdeki bağımlı ve bağımsız değişkenler arasındaki uzun ve kısa dönemdeki ilişkilerin
katsayılarını belirlemek için ARDL modeli 11 kurulmuştur. İlgili değişkenler
arasındaki uzun dönemli ilişkinin tahmin edilmesine yönelik oluşturulacak ARDL
modelinde değişkenlerin gecikme uzunluğu AIC kriterine göre belirlenmiştir. Buna
göre uygun gecikme uzunlukları I değişkeni için 5, Y değişkeni için 3, FS değişkeni
için 3, R değişkeni için 6 ve DYSY değişkeni için 0 olarak belirlenmiştir. Bu
durumda tahmin edilecek model ARDL (5,3,3,6,0) olmuştur. Tablo 10’da ARDL
(5,3,3,6,0) modelinin tahmin sonuçları ve modelin tahmin sonuçlarına göre
hesaplanan uzun dönem katsayıları yer almaktadır.
ARDL (5,3,3,6,0) modelinden elde edilen uzun dönemli katsayılar
incelendiğinde, finansal sermaye değişkeninin uzun dönemde yatırımları pozitif
yönde ve anlamlı olarak etkilediği sonucuna ulaşılmıştır. Finansal sermaye akımları
yatırımları artırıcı etkisi faiz oranlarında ve beklenen hasılatta meydana getirdiği
değişmeler kanalıyla ortaya çıkabilmektedir. Finansal sermaye akımları ilk olarak
faiz oranlarını düşürücü etkileriyle 12 (faiz ve yatırım değişkenleri arasındaki negatif
yönlü ilişkiye bağlı olarak); ikinci olarak da toplam talebi ve dolayısıyla beklenen
11
ARDL modelinin yatırım modelimize uyarlanmış hali aşağıdaki gibidir:
m
n
p
r
s
i =1
i =0
i =0
i =0
i =0
I t = α 0 c + ∑ α 1i I t −i + ∑ α 2i Yt −i + ∑ α 3i FS t −i + ∑ α 4i Rt −i + ∑ α 5i DYSYt −i
+ α 6 KUKLA + µ t
Ödünç verilebilir fonlar teorisine göre reel faiz oranı ödünç verilebilir fon piyasasında ödünç verilebilir fon arzı ve talebi tarafından belirlenmektedir. Tasarruflar ödünç verilebilir fon arzını oluştururken, yatırımlar ödünç verilebilir fon talebini meydana getirmektedir. Ödünç verilebilir fon arzı
faiz oranlarının artan fonksiyonu iken, ödünç verilebilir fon talebi faiz oranlarının azalan fonksiyonu
olmaktadır. Ödünç verilebilir fon talebinin değişmediği varsayıldığında, yabancı sermaye girişine
bağlı olarak ödünç verilebilir fon arzında meydana gelen bir artış reel faiz oranlarının düşmesine
neden olacaktır (Uzunoğlu vd.,1995, 71).
12
198
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
hasılatı artırıcı etkileriyle yatırım harcamalarını olumlu yönde etkileyebilmektir.
Bilindiği gibi Keynesyen yaklaşıma göre yatırım kararı alınırken girişimciler daha
çok beklenen hasılattaki gelişmelere göre karar vermektedirler. Bu noktadan
hareketle sermaye girişi sonrasında yaşanan iç talep artışının beklenen hasılatı ve
dolayısıyla yatırımları yükselttiği söylenebilecektir. Finansal sermaye girişine bağlı
olarak yaşanan iç talep artışının temel nedenleri ise yabancı sermaye girişi
sonrasında tüketici kredilerinde yaşanan artış, değerlenen reel kur ve faiz
oranlarındaki düşüşe bağlı olarak varlık fiyatlarında yaşanan yükseliştir. 13
ARDL modelinden elde edilen sonuçlar reel GSYİH’daki büyümenin
yatırımlar üzerindeki uzun dönemli etkisinin pozitif yönlü ancak istatistiksel olarak
anlamsız olduğunu göstermektedir. Reel faiz oranlarının yatırımlar üzerindeki uzun
dönemli etkisi ise beklenenin tersine pozitif işaretlidir. Bu durum artan reel faiz
oranlarının daha yüksek yabancı sermaye girişine neden olarak ülkedeki fon kısıtını
ortadan kaldırması ve böylelikle yatırım harcamalarının finansmanına kolaylık
sağlamasıyla açıklanabilecektir. Öte yandan fon kısıtının ortadan kalkması ülkedeki
tüketim harcamalarını da artırmaktadır. Sonuçta toplam talepteki artışlar
girişimcilerin beklenen hasılatını dolayısıyla da yatırımları pozitif yönde
etkileyebilmektedir. Bu şekilde faiz oranının yatırımları pozitif yönde etkilediği göz
önünde bulundurulduğunda, finansal sermayenin yatırımlar üzerindeki doğru yönlü
etkisinin “Faiz Oranı Kanalı” yolu ile değil “Toplam Talep Kanalı” yolu ile işlediği
söylenebilecektir. Uzun vadeli ve fiziki yatırım niteliğindeki doğrudan yabancı
sermaye yatırımlarının yatırımlar üzerindeki uzun dönemli etkisinin pozitif yönlü ve
istatistiksel olarak anlamlı olduğu görülmektedir. Bir başka önemli bulgu da
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yatırımları artırıcı etkisinin finansal
sermaye yatırımlarının yatırımları artırıcı etkisinden daha büyük olduğudur.
Değişkenler
I(-1)
I(-2)
I(-3)
I(-4)
I(-5)
Y
Y(-1)
Katsayı
0.3701
-0.1161
0.1423
0.2355
-0.1880
0.0278
0.1112
t istatistiği
4.0395*
-1.2049
1.4781
2.5011*
-2.4234*
0.6845
2.7869*
Faiz oranlarındaki düşüş, aradaki ters yönlü ilişkiye bağlı olarak varlık fiyatlarının yükselmesine,
bunun sonucu olarak bireylerin finansal servetlerinin artmasına ve finansal servetin pozitif fonksiyonu olarak tüketimin körüklenmesine yol açmaktadır. Bahsedilen servet etkisine neden olan bir diğer faktör de sermaye girişiyle birlikte genişleyen banka kredilerinin rahatlattığı likidite kısıtının
menkul kıymet ve gayrimenkul talebini ve fiyatlarını artırmasıdır.
13
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Y(-2)
Y(-3)
FS
FS(-1)
FS(-2)
FS(-3)
R
R(-1)
R(-2)
R(-3)
R(-4)
R(-5)
R(-6)
DYSY
c
KUKLA
0.1073
-0.1564
0.3354
-0.1512
-0.1866
0.3386
-0.0079
0.3809
0.0161
-0.0376
0.0086
-0.0095
0.0580
1.3748
10.1589
-5.7483
Tanısal Denetim Sonuçları
R 2 =0.89
R 2 =0.85
X 2 NORM = 0.7332 (0.69)
X 2 WHITE = 0.0048 (0.95)
2.5202*
-3.6770*
2.2705**
-0.9034
-1.0523
2.0239**
-0.3784
1.6663
0.7075
-1.6113
0.4038
-0.4462
3.1424*
3.4957*
6.7299*
-6.7013*
X 2 BG = 6.6229 (0.16)
X 2 RAMSEY = 0.0021 (0.96)
Uzun Dönem Katsayıları
Katsayı
0.1617
0.6045
0.1183
2.4716
18.2633
-10.3341
Değişkenler
Y
FS
R
DYSY
c
KUKLA
199
t istatistiği
1.0588
2.0897**
7.7430*
3.5443*
29.0836*
-4.8135*
2
2
χ
χ
Bağımlı değişken I'dır. X BG , NORM , WHITE , X RAMSEY sırasıyla otokorelasyon, normallik,
değişen varyans ve model kurma hatası sınaması istatistikleridir. Parantez içindeki değerler olasılık
değerleridir. * %1, ** %5, *** %10’da anlamlılığı gösterir.
2
2
Modeldeki değişkenler arasındaki kısa dönemli ilişkiler ise ARDL
yaklaşımına dayalı hata düzeltme modeli 14 ile incelenmiş ve analiz sonuçları Tablo
11’de aktarılmıştır. Negatif işaretli ve istatistiki olarak anlamlı bulunan hata
düzeltme teriminin katsayısı, tespit edilmiş olan uzun dönemli eşbütünleşme
ilişkisini destekler niteliktedir. Hata düzeltme katsayısı (-0.55) kısa dönemde uzun
14
Hata Düzeltme Modelinin yatırım modelimize uyarlanmış hali aşağıdaki gibidir:
m
n
p
r
s
i =1
i =0
i =0
i =0
i =0
∆I t = α 0 + ∑ α 1i ∆I t −i + ∑ α 2i ∆Yt −i + ∑ α 3i ∆FS t −i + ∑ α 4i ∆Rt −i + ∑ α 5i ∆DYSYt −i
+ α 6 KUKLA + µ t
200
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
dönemden bir sapma olduğunda bir çeyrek dönem içinde sistemin %55 oranında
dengeye döndüğünü göstermektedir.
Tablo 11. Hata Düzeltme Modelinin Sonuçları
Değişkenler
DI(-1)
DI(-2)
DI(-3)
DI(-4)
DY
DY(-1)
DY(-2)
DFS
DFS(-1)
DFS(-2)
DR
DR(-1)
DR(-2)
DR(-3)
DR(-4)
DR(-5)
DDYSY
c
KUKLA
ECT(-1)
Katsayı
-0,0735
-0,1897
-0,0474
0,1880
0,0278
0,0491
0,1564
0,3354
-0,1520
-0,3386
-0,0079
-0,0356
-0,0195
-0,5718
-0,0485
-0,0580
1,3748
10,1589
-5,7483
-0,5562
t-istatistiği
-0,8598
-2,2910**
-0,5869
2,4234
0,6845
0,7473
3,6770*
2,2705**
-0,8798
-2,0239**
-0,3784
-1,6208
-0,8875
-2,7554*
-2,5883*
-3,1424*
3,4957*
6,7299*
-6,7013*
-6,8440*
Bağımlı değişken DI'dır. * %1, ** %5’de anlamlılığı gösterir.
Finansal sermaye değişkenin kısa dönemli etkisine ilişkin olarak net bir
çıkarımda bulunulamamaktadır. Çünkü istatistiki olarak anlamlı olan katsayıların
işaretleri ters yönlüdür. Bu durumda finansal sermaye ve yatırımlar arasında kısa
dönemli bir ilişkiden bahsedilemeyecektir. Büyüme değişkeninin kısa dönemdeki
etkisinin pozitif yönlü ve anlamlı olduğu gözlenmektedir. Reel faiz oranın yatırımlar
üzerindeki kısa dönemli etkisi ise uzun dönemli etkinin aksine negatif yönlü olmakla
birlikte istatistiki olarak da anlamlıdır. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının
uzun dönemdeki etkilerle uyumlu olarak kısa dönemde yurtiçi yatırımları anlamlı
ve pozitif yönde etkilediği tespit edilmektedir.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
201
5. Sonuç
İktisat yazınında en çok tartışılan konulardan biri sermaye hareketlerinin
makroekonomik etkileridir. Özellikle, 1980 sonrası dönemde gelişmekte olan
ülkelerin birbiri ardına benimsedikleri finansal serbestleşme politikaları ile bu
süreçte hızla artan sermaye akımlarının yöneldiği ülke ekonomilerinde doğurduğu
sonuçlar sıklıkla sorgulanmaktadır. Türkiye ekonomisine yönelen yabancı
sermayenin kompozisyonu ağırlıklı olarak likiditesi ve dolayısıyla istikrarsızlık
yaratma potansiyeli de yüksek olan finansal sermaye nitelikli fonlardan
oluşmaktadır. Bu nedenle de yabancı sermaye içerisinde finansal sermaye
akımlarının olası ekonomik etkilerinin analizi büyük önem kazanmaktadır. Bu
çalışmada finansal sermaye akımlarının tasarruf ve yatırım değişkenleri üzerindeki
olası etkileri Türkiye ekonomisi için araştırılmıştır. Ekonometrik analizlerde
1991:4–2013:4 arasındaki dönem için üçer aylık veriler kullanılmış, sınır testi ve
ARDL analizi yöntemleri uygulanmıştır.
Ekonometrik analiz sonuçları Türkiye’ye yönelik finansal sermaye
girişlerinin uzun dönemde yurtiçi tasarrufları negatif yönlü, yatırımları ise pozitif
yönlü etkilediğine işaret etmektedir. Finansal sermaye akımlarındaki artışların
yatırımları yükseltirken yurtiçi tasarrufları düşürdüğüne ilişkin bulgular, Türkiye
ekonomisinde büyümenin finansmanı için ihtiyaç duyulan fonların yabancı
sermayeye aşırı bağımlı olduğunun bir göstergesidir. Finansal sermayenin bu şekilde
yurtiçi tasarrufları ikame edişi, söz konusu sermaye girişlerinin spekülatif ve kısa
vadeli nitelikleri göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye ekonomisinin krizlere
karşı kırılganlığını artırmaktadır.
Öyle ki, yabancı sermaye girişiyle artan yatırımlar ve yükselen milli gelire
rağmen yurtiçi tasarrufların düşmesi, başka bir ifade ile yabancı sermaye girişi ile
finanse edilen yatırımların yükselttiği milli gelirin tasarruf yerine daha çok tüketime
yönelmesi cari açık sorununun kronikleşmesine yol açmaktadır. Bu şekilde sermaye
girişlerinin ülkede belirli bir büyüme oranı sağlasa bile aynı zamanda cari açıklara
yol açması yabancı yatırımcıların beklentilerini kötüleştirerek belirsizlikleri
artırmaktadır. Söz konusu süreçte yaşanabilecek herhangi bir ekonomik veya politik
olumsuzluk yabancı sermaye akışının aniden kesilmesine neden olmakta dolayısı ile
krizle sonuçlanmaktadır.
Türkiye’nin bahsedilen bu kırılganlıktan kurtulabilmesi için sermaye
girişlerinin cari açık artışlarına bağlı olarak sunduğu istikrarsız büyüme sürecinin
önüne geçilmelidir. Bunun için yabancı sermaye girişleri ile sağlanan imkânların
202
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
mutlak suretle yurtiçi tasarrufları artıracak biçimde kullanılması gerekmektedir.
Ancak bu şekilde yatırımlar için ihtiyaç duyulan fonlar yabancı sermaye girişleri ile
düzenli bir biçimde sağlanabilecektir. Başka bir ifade ile finansal sermaye
girişlerinin yatırımları finanse ederek sürdürülebilir bir ekonomik büyüme
sağlaması için, Türkiye'de yurtiçi tasarrufların artırılmasına yönelik politika
seçeneklerinin uygulanması hayati öneme sahiptir.
Elde edilen sonuçlar, yatırımların kısa vadeli yabancı sermaye yerine uzun
vadeli yabancı kaynaklarla finanse edilmesinin önemini ortaya koymaktadır. Son
yıllarda giderek artan yatırım-tasarruf açığı dış kaynaklarla kapatıldığına göre,
yatırımları finanse edebilecek iç tasarruf artışı sağlanana kadar ülkeye uzun vadeli
ve daha istikrarlı fonların çekilmesi sağlanmalıdır. Yabancı sermaye kompozisyonu
içinde finansal sermaye fonları gibi kısa vadeli ve istikrarsız fonların ağırlıklı olan
payı azaltılıp doğrudan yatırımlar gibi uzun vadeli fonların payı artırılabilirse,
herhangi bir iç veya dış kaynaklı ekonomik, politik olumsuzluk karşısında ülkenin
krize sürüklenmesinin önüne geçilebilecektir. Ayrıca ARDL modelinden elde edilen
uzun dönemli katsayılar doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yatırımlar
üzerindeki artırıcı etkisinin finansal sermaye akımlarınınkinden daha yüksek
olduğunu göstermektedir. Bu bulgu da yabancı sermaye kompozisyonu içinde
doğrudan yabancı sermaye akımlarının payının artırılmasının gerekliliğine işaret
eden önemli bir göstergedir.
Bununla birlikte son yıllarda yurtiçi tasarruf oranındaki belirgin düşüşün
önüne geçmeye yönelik politikaların uygulanabilmesi önem kazanmıştır. Bireysel
emeklilik sisteminin geliştirilmesi tasarruf artışını sağlayabilecek önemli bir
uygulamadır. Bireysel emeklilik sisteminin geliştirilmesine ilişkin uygulamalarla
fon birikimi artırılabilirse özellikle uzun vadeli tasarrufların artırılmasında önemli
bir adım atılmış olacaktır. Tüketimden tasarrufa yönelişin sağlanabilmesinde
tasarruf sahiplerine sağlanabilecek vergi avantajları da teşvik edici olacaktır. Ayrıca
verimsiz kamu harcamalarının azaltılması yoluyla kamu tasarruflarının
artırılabilmesi de yurtiçi tasarrufların artmasına olanak sağlayacaktır.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
203
KAYNAKÇA
Agrawal, P. P. Sahoo ve R. K. Dash (2009), “Savings Behaviour in South Asia”,
Journal of Policy Modeling, 31, 208-224.
Ahmad, M. H. ve Q. M. Ahmed (2002), “Foreign Capital Inflows and Domestic
Savings in Pakistan: Cointegration Techniques and Error Correction Modelling”,
The Pakistan Development Review, 41(4), 825-836.
Başar, S. H. Aksu, M. S. Temurlenk ve Ö. Polat (2009), “Türkiye’de Kamu
Harcamaları ve Büyüme İlişkisi: Sınır Testi Yaklaşımı”, Atatürk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13(1), 301-314.
Bolat, S. M. Belke ve O. Aras (2011), “Türkiye’de İkiz Açık Hipotezinin
Geçerliliği: Sınır Testi Yaklaşımı”, Maliye Dergisi, 161, 347-364.
Çağlayan, E. (2006), “Enflasyon, Faiz Oranı ve Büyümenin Yurtiçi Tasarruflar
Üzerindeki Etkileri”, Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 21(1), 423-438.
Çimenoğlu, A. ve N. Yentürk (2005), “Effects of International Capital Inflows on
The Turkish Economy”, Emerging Markets Finance and Trade, 41(1), 90-109.
Engle, R. ve C. W. J. Granger (1987), “Cointegration and Error-Correction:
Representation, Estimation and Testing”, Econometrica, 55(2), 251-276.
Gavin, M. R. Hausmann ve E. Talvi (1997), “Saving Behavior in Latin America:
Overview and Policy Issues”, Inter-American Development Bank Working Paper,
346, 1-23.
Jansen, W. Jos. (2003), “What Do Capital Inflows Do? Dissecting the Transmission
Mechanism for Thailand, 1980-1996”, Journal of Macroeconomics, 25, 457-480.
Johansen, S. ve K. Juselius (1990), “Maximum Likelihood Estimation and Inferance
on Cointegration With Applications to the Demand for Money”, Oxford Bulletin of
Economics and Statistics, 52(2), 169-210.
Johansen, S. (1988), “Statistical Analysis of Cointegrating Vectors”, Journal of
Economic Dynamics and Control, 12(2-3), 231-254.
204
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Hadiwibowo, Y. (2010), “Capital Inflows and Investment in Developing Countries:
The Case of Indonesia”, The International Journal of Applied Economics and Finance, 4(4), 220-229.
Kara, M. A. ve M. Kar (2005), “Yabancı Sermaye Çeşitlerinin Yatırımlar ve
Tasarruflar Üzerine Etkilerinin Ekonometrik Analizi”, İktisat İşletme ve Finans
Dergisi, 228, 93-108.
Karagöl, E. E. Erbaykal ve H. M. Ertuğrul (2007), “Türkiye’de Ekonomik Büyüme
ile Elektrik Tüketimi İlişkisi: Sınır Testi Yaklaşımı”, Doğuş Üniversitesi Dergisi,
8(1), 72-80.
Keskin, N. (2008), Finansal Serbestleşme Sürecinde Uluslararası Sermaye Hareketleri ve Makroekonomik Etkileri: Türkiye Örneği, Yayınlanmamış Doktora Tezi,
Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
Kwiatkowski, D., P. C. B. Phillips, P. Schmidt ve Y. Shin (1992), “Testing the Hypothesis of Stationarity against the Alternative of a Unit Root: How Sure Are We
That Economic Time Series Have a Unit Root?”, Journal of Econometrics, 54, 159178.
Mendoza, Enrique G. ve E. M. Terrones (2008). “An Anatomy of Credit Booms:
Evidence From Macro Aggregates and Micro Data”. IMF Working Paper,
WP/08/226, 1-50.
Mileva, E. (2008), “The Impact of Capital Flows on Domestic Investment in
Transition Economies”, European Central Bank Working Paper Series, No. 871.
Şubat.
Montiel, P. J. (2000), “What Drives Consumption Booms?”, The World Bank Economic Review, 14(3), 457-480.
Ng, S. ve P. Perron (2001), “Lag Length Selection and the Construction of Unit Root
Tests with Good Size and Power”, Econometrica, 69(6), 1519- 1554.
Örnek, İ. (2008), “Yabancı Sermaye Akımlarının Yurtiçi Tasarruf ve Ekonomik Büyüme Üzerine Etkisi: Türkiye Örneği”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63(2),
199-217.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
205
Pels, B. (2010), “Capital Infows and Investment”, IIIS Discussion Paper, No. 330,
1-35.
Pesaran, M. H. Y. Shin ve R. J. Smith (2001). “Bounds Testing Approaches to the
Analysis of Level Relationships”, Journal of Applied Econometrics, 16(3), 289-326.
Phillips, P. C. B. , ve P. Perron (1988), “Testing For A Unit Root In Time Series
Regression”, Biometrika, 75(2), 335-346.
Reinhart, C. ve I. Tokatlidis (2005), “Before and After Financial Liberalization”,
http://mpra.ub.uni-muenchen.de/6986, (Erişim: 16.12.2010).
Seyidoğlu, H. (2003), “Uluslararası Mali Krizler, IMF Politikaları, Az Gelişmiş Ülkeler, Türkiye ve Dönüşüm Ekonomileri”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 4(2), 141156.
Şengönül, A. M. Altıok ve R. Gürbüz (2007), “Finansal Serbestleşme Sürecinde
Türkiye’de Kısa Vadeli Sermaye Akımlarının Makroekonomik Etkileri”, İktisat
İşletme ve Finans Dergisi, 22(252), 26-48.
Taşçı, M. H., B. Darıcı ve E. Erbaykal (2009), “Ters Para İkamesi Süreci ve Döviz
Kuru Oynaklığı: Türkiye Örneği”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 10(1), 102-117.
Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığı, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler,
http://www.kalkinma.gov.tr/Pages/EkonomikSosyalGostergeler.aspx,
(Erişim:
04.06.2014).
TCMB, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Elektronik Veri Dağıtım Sistemi,
http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html, (Erişim: 04.06.2014).
Touny, M. A. (2008), “Determinants of Domestic Saving Performance in Egypt: An
Empirical Study”, Journal of Commercial Studies and Researches, Faculty of Commerce, Benha University, 1, 1-23.
UNSTATS, United Nations Statistics Division, Monthly Bulletin of Statistics Online, http://unstats.un.org/unsd/mbs/app/DataView.aspx, (Erişim: 04.06.2014).
206
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Uthoff, A. ve D. Titelman (1998), “The Relationship Between Foreign and National
Savings Under Financial Liberalization”, Ffrench-Davis, Ricardo ve Reisen, Helmut (eds.), Capital Flows and Investment Performance, OECD, 23- 41.
Uzunoğlu, S., K. Alkin ve C. F. Gürlesel (1995), Uluslararası Sermaye Hareketlerinin Gelişmekte Olan Ülkelerde Makroekonomik Etkileri ve Türkiye, İMKB Yayınları,Yayın No: 6, İstanbul.
Ünsal, E. M. (2005), Makro İktisat, 6. Baskı, Ankara: İmaj Yayıncılık.
World Bank (1997) “Private Capital Flows to Developing Countries: The Road to
Financial Integration”, A World Bank Policy Research Report, Oxford University
Press.
Yamak, N. ve B. Tanrıöver (2007). “Türkiye’de Nominal Faiz Oranı-Genel Fiyat
Düzeyi İlişkisi: Gibson Paradoksu", 8. Türkiye Ekonometri ve İstatistik Kongresi,
24-25 Mayıs 2007, İnönü Üniversitesi, Malatya.
Yentürk, N. (2005), Körlerin Yürüyüşü: Türkiye Ekonomisi ve 1990 Sonrası Krizler,
İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Yıldırım, K. D. Karaman ve M. Taşdemir (2008), Makroekonomi, 7. Baskı, Ankara:
Seçkin Yayıncılık.
Zhou, Y. S. (2008), “Capital Flows and Economic Fluctuations: The Role of Commercial Banks in Transmitting Shocks”, IMF Working Paper, WP/08/12, 2-30.
Zivot, E. ve D. W. K. Andrews (1992), “Further Evidence on the Great Crash, the
Oil-Price Shock, and the Unit-Root Hypothesis”, Journal of Business & Economic
Statistics, 10(3), 251-270.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
207
ÜNİVERSİTEDE ÖĞRENİM GÖREN ERKEK
ÖĞRENCİLERDE AŞIRI CİNSİYET İDEOLOJİSİ VE
BABALIK ROLÜ ALGISI ARASINDAKİ İLİŞKİNİN
İNCELENMESİ
Utku BEYAZIT ∗
Duyan MAĞDEN ∗∗
__________________________________________________________________
ÖZET
Bu araştırmanın amacı, üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi ile
babalık rolü algısı arasındaki ilişkinin incelenmesidir. Araştırmaya, Yakın Doğu Psikoloji
Bölümü’nde öğrenim gören 74 erkek öğrenci katılmıştır. Katılımcılara sırasıyla, Kişisel Bilgi
Formu, Babalık Rolü Algısı Ölçeği (BRAÖ) ve Aşırı Cinsiyet İdeolojisi Ölçeği (ACİÖ) uygulanmıştır.
Katılımcıların ACİÖ ve BRAÖ puanları arasındaki ilişki Pearson korelasyon yöntemi ile
incelendiğinde, istatistiksel açıdan anlamlı, orta güçte ve negatif yönde bir ilişki (r= -0,412) tespit
edilmiştir. Araştırmada sonuç olarak, babalık rolü algısı arttıkça, babaların ev içinde daha çok
sorumluluk aldıkları ve katı cinsiyet ideolojisine ilişkin özelliklerinin azaldığı görüşü dile getirilmiş;
aşırı cinsiyet ideolojisi kavramının babalık olgusuyla ilişkisinin incelenmesinin, günümüzde cinsiyet
rollerinde yaşanan değişime ışık tutabileceği görüşünün altı çizilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Cinsiyet, Aşırı Cinsiyet İdeolojisi, Cinsiyet Rolü, Erkeklik, Babalık, Babalık
Rolü Algısı.
ABSTRACT
THE EXAMINATON BETWEEN HYPERGENDER IDEOLOGY AND PERCEPTION OF
FATHERHOOD ROLE AMONG MALE STUDENTS ATTENDING TO UNIVERSITY
The purpose of this study is to investigate the relationship between hypergender ideology and
perception of fatherhood role among male students attending to university. 74 male students
attending to Near East Psychology Department participated in this study. The participants were
administered Individual Information Form, Fatherhood Role Perception Scale (FRSC) and
Hypergender Ideology Scale (HGIS), in the same order. When the correlation between HGIS and
FRSC scores is examined by using Pearson correlation method, a statistically significant (p‹0.01) ,
Öğretim Görevlisi, Yakın Doğu Üniversitesi, Psikoloji Bölümü ([email protected])
Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Gelişimi Bölümü ([email protected])
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, C. VIII, No. 2, (Ekim 2015)
∗
∗∗
208
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
medium and negative correlation (r= -0,412) was found. As a result, it is argued that the more the
fatherhood perception increases, the more the fathers take domestic responsibilities and the more
their hypergender ideology reduce. It is also argued that an examination of the relationship between
hypergender ideology and fatherhood concepts, may throw a freshlight on the recent changes as with
the gender roles.
Keywords: Gender, Hypergender Ideology, Gender Role, Manhood, Fatherhood, Fatherhood Role
Perception.
__________________________________________________________________
Giriş
Kadınlığa ve erkekliğe yüklenen anlamlar bir kültürden diğerine göre
değişmektedir. Özellikle cinsiyete ve cinselliğe yüklenen toplumsal anlamlar,
kültürler arası bir perspektifle incelendiğinde, büyük çeşitlilik göstermektedir
(Blackwood, 2000; Muehlenhard ve ark., 2003). Konuyla ilgili tartışmaların
yapılabilmesi için, önce çeşitli tanım ve kavramların açıklanmasına ihtiyaç
duyulmaktadır.
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet terimleri ve içerdikleri tanımlar hakkında
çeşitli tartışmalar yapılmakta; cinsellik, cinsiyet, toplumsal cinsiyet kavramlarının
birbirinden ayrılması gerektiğinin altı çizilmektedir (Giddens, 2005). Kadınlarla
erkekler arasındaki farklılıklar üzerinde hem biyolojik hem de çevresel faktörlerin
oynadığı roller ve bu rollerin terminolojiye yansıması hakkında da literatürde çeşitli
tartışmalar yapılmakta;
kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik temelli
farklılıkların “cinsiyet” kavramı ile toplumsal temelli farklılıkların da “toplumsal
cinsiyet” kavramı ile ifade edilmesi gerektiği görüşü dile getirilmektedir (Dökmen,
2004). Cinsiyet, kadın ve erkek olmanın, hormonal, anatomik, fizyolojik boyutu;
yani biyolojik cinsiyetine dayalı demografik bir kategori olarak tanımlanmaktadır
(Macionis ve Plummer, 1998). Toplumsal cinsiyet ise, kadın ya da erkek olmaya
toplumun ve kültürün yüklediği anlamları, görev ve sorumlulukları ifade etmektedir
(Giddens, 2005). Bir başka deyişle çeşitli kültürlerde, kadınsılığın ve erkeksiliğin
sosyal açıdan tanımlanmış, inşa edilmiş görünümleri olduğu görüşü dile
getirilmektedir (Bilton ve ark, 1998).
Cinsiyet, biyolojik bir kategoriyken; toplumsal cinsiyet psikososyal bir
kategoridir (Dökmen, 2004). Ancak Chodorow (1995), cinsiyetin sadece biyolojik
cinsiyet ve bunlara yüklenen sosyal anlamlardan ibaret olamayacağını, psikolojik ve
bireysel süreçlerin de önemli olduğunu belirtmiştir. Bu yaklaşıma göre insanlar,
cinsiyete ilişkin sosyal anlamları, duygular ve bilinç dışı fanteziler yoluyla
psikodinamik açından deneyimlemektedir. Yani cinsiyetin sosyal inşası kadar,
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
209
bireysel inşası da söz konusudur.
İnsanları birbirinden ayıran önemli bir kategori olarak kullanılan toplumsal
cinsiyetin, sosyalleşme sürecinde kişilerin “kadın” ya da “erkek” kimliklerini
geliştirmelerine ve belirli sosyal rolleri ve kalıpyargıları öğrenmelerine yol açtığı
belirtilmektedir (Sakallı-Uğurlu, 2003). Kadınlar çoğunlukla kadınsı (feminen),
erkekler ise erkeksi (maskülen) olarak sosyalleşmektedirler. Toplumsallaşma
sürecinde erkek ve kız çocuklarının öğrendikleri, kültür tarafından cinsiyetlerine
uygun olduğu düşünülen duygu, tutum, davranış ve roller arasındaki farklılıklar ise
toplumsal cinsiyet farklılıkları olarak ele alınmaktadır. Kadınlar daha ilgili, duyarlı,
bakım verici, şefkatli olarak algılanmakta; ev kadını, öğretmen, hemşire olmaları
beklenmektedir. Erkeklerin ise bağımsız, kuvvetli, atılgan oldukları; askerlik,
mühendislik, tüccarlık ve benzeri meslekleri tercih edecekleri düşünülmektedir.
Toplumsal cinsiyet farklılıklarına ilişkin bu beklentiler, cinsiyet kalıpyargıları
biçiminde toplumda yaygın kabul gören inançlara dönüşmekte ve sosyal
davranışları biçimlendirmektedir (Dökmen, 2004).
Cinsiyet kimliği, kişinin kendini kadın ya da erkek olarak tanımlamasıdır
(Macionis ve Plummer, 1998). Bir başka deyişle, toplumsal cinsiyetin psikolojik
boyutudur. Kişinin kadınsılık, erkeksilik kavramlarını ne ölçüde benimsediğini ifade
eden, kişinin kendi cinsiyetine ilişkin öznel duyumudur (Chodorow, 2005). Cinsiyet
kimliğinin, kişinin kendilik kavramında yer alan önemli kavramlardan biri olduğu
ifade edilmektedir. Ergenlikten çok önce, üç dört yaşlarında kazanılmaya
başlamaktadır (Dökmen, 2004).
Cinsiyet rolü kavramı ise, cinsiyetle ilişkili toplumsal beklentileri ifade
etmektedir (Dökmen, 2004). Bir başka deyişle, cinsiyet kimliğinin, sosyal ve
kültürel boyutunu ifade etmektedir. Kişilerin kendilerini, kadın ya da erkek
biçiminde göstermek için yaptıkları, söyledikleri şeylerin tümünü ifade ettiği
vurgulanmaktadır (Money, 1995).
Kadınların ve erkeklerin davranışları, tutumları ve etkinliklerine ilişkin
beklentileri içeren cinsiyet rollerinin, sosyal açıdan güçlü kalıpyargılara
dayandığının altı çizilmektedir (Schaeffer ve Lamm, 1995). Kadın ve erkeklere
ilişkin toplumsal beklentiler; kadın ve erkeklere ilişkin inançlarımızı ve
düşüncelerimizi yansıtan kalıplaşmış özellikler, toplumsal cinsiyet kalıp yargıları
olarak adlandırılmaktadır (Dökmen, 2004). Genellikle, kadınların ilgili, bakım
verici, duygulu, fedakâr, pasif; erkeklerinse, aktif, zorluklara dayanıklı, kavgaya ve
savaşa giden, kahraman, onurlu, yarışmacı ve başarı odaklı oldukları
210
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
düşünülmektedir. Bu kalıpyargıların üretilmesinde, kitle iletişim araçlarının, ders
kitaplarının, çocuk kitaplarının, reklamların, film ve kliplerin de rolü olduğu
belirtilmektedir (Kilmartin, 1994; Dökmen, 2004; Özdemir, 2006).
Erkeğin gücünün, statüsünün ve sahip olduğu özelliklerin daha değerli ve
üstün olarak kabul edilmesine ve aha çok saygı görmesine yol açtığı, buna karşın
kadınlığın ve kadınsılığın küçük görüldüğü ileri sürülmektedir. Erkeklere toplum
tarafından, “ailenin ekmeğini kazanma” rolü verilmektedir. İş hayatında ve toplum
içerisinde statü sahibi olması beklenen erkeğin, ailesini ekonomik olarak iyi
koşullarda yaşatma ve güç sahibi olma zorunluluğu hissettiği, bunlar
gerçekleşmediğinde de kendine olan saygısının azaldığı ifade edilmektedir.
Erkekliğe ilişkin toplumsal kalıpyargıların erkeklerin evde değil, daha çok işte
bulunmalarına, zamanlarının çoğunu iş yerinde geçirmelerine, evlerine
yabancılaşmalarına ve çocuklarıyla yeterince meşgul olamamalarına neden olduğu
görüşü dile getirilmektedir (Dökmen, 2004).
Erkeklerden beklenen güçlü olma, erkeksi olma, ailenin sorumluluklarını
yüklenme gibi rollerin, zamanla erkekler açısından da yıpratıcı olan süreçlere yol
açtığı belirtilmektedir. Günümüzde pek çok erkeğin, ailenin ve evin geçiminde tek
başına kalmış olmanın stresi ile karşı karşıya kaldığı ve bu nedenle yaşadığı
başarısızlıklarda çok daha büyük psikolojik sorunlar yaşadığı ileri sürülmektedir
(Çelik, 2008).
Aşırı Cinsiyet İdeolojisi
Giddens (1995), erkeksilik (makülenite) kavramını “bir kültürde erkeklerden
beklenen davranış özellikleri”; kadınsılık (feminite) kavramını ise “bir kültürde
kadınlardan beklenen davranış özellikleri” şeklinde tanımlamaktadır. Erkeksilik ve
kadınsılık kategorileri, erkekleri ve kadınları tanımlayan, ayrı ve kendi içinde özdeş
özellikler kümesi olarak tanımlanmaktadır. Bu özellikler, “kadın gibi”, “erkek gibi”,
“kadınların sözel becerileri daha gelişmiştir” ya da “erkekler saldırgandır” gibi tek
tipleştirici bir cinsel ideolojinin parçası olarak görülmektedir (Connel, 1987).
Connel’e göre cinsiyet ideolojisi, cinsiyet rolü normlarına ilişkin kültürel inanç
sisteminin birey tarafından içselleştirilmesidir. Güç, üstünlük, otorite, agresyon,
kadınların denetim altına alınması gibi erkeklik standartları, çoğunlukla evlilik
kurumuyla yakından ilişkilidir ve toplumda oldukça yaygındır. Connel bu yapıyı,
“hegemonik erkeklik” olarak adlandırmaktadır. Cinsiyetçilik kavramı ise, geleneksel
cinsiyet rolleri ideolojisinin kabul edilmesi ve cinsiyetlerin kalıpyargılar çerçevesinde
tanımlanmasıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır (Sakallı-Uğurlu, 2003).
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
211
Kadınlığa ilişkin, “hegemonik” bir formun olmadığı; bunun yerine,
erkeklerin arzularına uygunluk anlamına gelen “vurgulanmış kadınlık” formundan
bahsedilebileceği belirtilmektedir (Connel, 1987). Levant’a göre (2007) toplumsal
üstünlük içeren erkeksilik normları, tüm bireylerin bu normlara uyum sağlamasını
beklemektedir. Levant, erkeksilik ve erkek rolleri konusunda kültürel inanç
sistemlerinin bireyler tarafından içselleştirilmesini “erkeklik ideolojisi” olarak
tanımlamaktadır. “Hipermaskülenite” kavramını ortaya atan Mosher ve Tomkins
(1988), bu kavramı aşırı derecede kalıpyargılı erkek cinsiyet rollerinin
benimsenmesi anlamına gelen “maçoluk” kavramı yerine kullanmışlardır. Bu
tanımlamadan sonra, hipermaskülenite kavramı araştırmacıların ilgi odağı haline
gelmeye başlamıştır.
Mosher ve Tomkins (1988), maçoluğu erkek üstünlüğüne dayalı bir dünya
görüşünü içeren düşünce sistemi olarak tanımlamıştır. Mosher ve Tomkins’e göre
aile değerleri, sertlik, dayanıklılık gibi değerler ataerkil kültür tarafından
yüceltildiğinde, erkeksilik kavramı da bir ideolojiye dönüşmektedir.
Türkiye’de geleneklerin ve ataerkil yapının, erkeklik rolleri üzerinde etkili
olduğu belirtilmektedir. Diğer birçok toplumda olduğu gibi, Türkiye’de de erkek
olmanın özünde kadın gibi olmamak düşüncesinin yattığı görüşü dile
getirilmektedir. Erkekliğin üstünlüğüne dayalı bir toplumsal anlayışın erkeklere de
bedeller ödettiğinin, ancak buna rağmen Türk toplumunda erkek olmanın “arzu
edilen” bir durum olduğunun altı çizilmektedir (Zeybekoğlu, 2009).
Babalık
Türk Dil Kurumu, Büyük Türkçe Sözlük’te baba kavramını “Çocuğu olan
erkek, peder; çocuğun dünyaya gelmesinde etken olan erkek” şeklinde
tanımlamaktadır (Türk Dil Kurumu, 2014). Anne kavramı çoğunlukla doğurmayla,
kadın olmakla, duygusal tepki vermeyle ve “temel teşkil etme” anlamlarıyla birlikte
kullanılırken; baba sözcüğü biyolojik açıdan babalığı ve babalığa atfedilen anlayışlı
olma, koruyuculuk etme gibi nitelikleri ifade etmek için kullanılmaktadır (Dündar
ve ark., 2011).
Günümüzde baba rolünde meydana gelen değişikliklerin etkisiyle, “eve
ekmek getiren” babadan çok, “ilgili” baba tanımının, “iyi” baba olmakla
özdeşleştirildiği (Tichenor ve ark., 2011) ve babalığın, aileyi ekonomik açıdan
olduğu kadar, duygusal olarak da desteklemek anlamına geldiği belirtilmektedir
(Genesoni ve Tallandini, 2009). Babalıkla ilgili geleneksel yaklaşımlar, babalara
212
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
evin geçimini sağlayan kişi, ahlak bekçisi, cinsiyet rol modeli gibi roller
atfetmektedir (Koçak, 2004). Tarihsel açıdan ise babalık, aileye hükmeden, eşin ve
çocukların sorgulamadan itaat etmesi gereken, üstünlüğe sahip bir roldür (Özgün
ve ark., 2011). Günümüzde babaların, evi her bakımdan yöneten, baskın bir
yöneticiyken, zamanla dışarıda çalışarak eve para getiren, ailesinin geçimini
sağlayan bir role büründükleri ifade edilmektedir (Ünlü-Çetin ve ark., 2010).
Ekonomik alandaki değişimlerin, kadın-erkek rollerini etkilediği görüşü dile
getirilmektedir. Bu görüşe göre, kadının yüksek eğitim görmesi, eğitilmesi ve iş
yaşamına katılması, ekonomik olarak bağımsızlık kazanmalarına yardımcı olmuştur.
Çalışan kadın sayısında artış meydana gelmiş; kadının çalışması erkeklerin evle
ilgili sorumlulukları paylaşmalarında bir baskı unsuru olmuştur. Hem annenin, hem
de babanın iş yaşamına yoğun olarak katılması, çocuk bakımı ile ilgili yeni
düzenlemeleri gerekli kılmıştır (Özkardeş, 2011). Bu gelişmelere paralel olarak,
geleneksel aile yapısının, çekirdek aileye dönüştüğü ve çekirdek aile içindeki
bireylere düşen rol ve sorumlulukların da değişime uğradığı belirtilmektedir
(Kuruçırak, 2010). Pek çok boşanmış erkeğin, çocuklarının bakımı ve eğitim
sorumluluğunu tek başlarına üstlenme konusunda istekli hale geldikleri (Anlıak,
2004); modern ve geleneksel kuşakların babalık algılarında farklılıkların oluştuğu
(Yalçınöz, 2011); günümüzde babaların, geçmişe oranla çocuklarla ve onların
bakımıyla daha fazla ilgilenmeye başladıkları (Özen, 2009) ifade edilmektedir.
Bütün bu gelişmelere paralel olarak, aile ile ilgili yapılan araştırmalarda odak
noktasının değişmeye başlandığı ifade edilmektedir. Örneğin, 1970’li yıllardan
önce, baba-çocuk etkileşimi ile ilgili araştırma sayısı yok denecek kadar azken, bu
yıllardan sonra babalık ile ilgili çalışmaların sayısında artış yaşandığı; toplumsal
değişime paralel olarak babanın çocuğun gelişim ve eğitimindeki rolüne ve önemine
olan ilginin arttığı belirtilmektedir (Lewis ve Lamb, 2003; Gürşimşek ve ark., 2007;
Genesoni ve Tallandini, 2009; Finn ve Henwood, 2009; Özkardeş, 2011; Taşkın,
2011). Babalık tanımlarındaki değişimin, araştırmacıları baba-çocuk ilişkisinin
doğasını incelemeye yönlendirdiği görüşü dile getirilmektedir (Özkardeş ve
Arkonaç, 1998).
Günümüzde, değişen rolleriyle babaların, geçmişe oranla çocuklarıyla daha
fazla zaman geçirmeye başladıkları; çocuğun bakımı, eğitimi ve çocukla bire bir
etkileşimden oluşan babalık rolü ve çocuk gelişimindeki etkilerinin günümüzde
daha da önem kazandığı belirtilmektedir (Anlıak, 2004; Genesoni ve Tallandini,
2009; Finn ve Henwood, 2009; Şahin ve Özbey, 2009; Kuzucu, 2011).
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
213
Dünyanın pek çok toplumunda, çocuğun bakım ve eğitim sorumluluğunu
üstlenen aile kurumu içinde, bu görevden birinci dereceden sorumlu tutulan ve
önemi vurgulanan bireyler genellikle anneler olmuş, babanın çocuğun yaşamındaki
rolü ve önemine pek değinilmemiş, hatta yok sayılmıştır (Alibeyoğlu, 2009;
Özkardeş, 2011; Taşkın, 2011). Geleneksel olarak annelerin çocuk bakımında
önemli rolü olduğu görüşü dile getirilmektedir (Özen, 2009). Buna rağmen çocuk
eğitimi ve bakımının, anne ve babaların her ikisinin de karşılıklı sorumluluk
paylaşımı ile yürütmesi gereken bir durum olduğunun altı çizilmektedir (Aydın,
2010). Toplumda çoğunlukla, annelerin bebeği dokuz ay taşıdığı için çocuğuyla
arasındaki bağın çok özel olduğu, babaların yalnızca biyolojik açıdan gerekli olduğu
ve annelerin çocuklarıyla daha çok vakit geçirdikleri görüşü hâkimdir. Oysa
babaların da, anneler kadar, bebeklerin bakımını başarıyla gerçekleştirebildikleri
ifade edilmektedir (Özen, 2009; Özgün ve ark., 2011)
Erkekliğe ilişkin kültürel tanımların değiştikçe, babalığın tanımlarının da
değiştiği belirtilmektedir (Dick, 2011). Babalığa verilen anlam ve babalık
deneyimlerinin, cinsiyet kimliği ile yakından ilişkili olduğu; cinsiyet-eşitlikçi
tutumlara sahip, cinsiyet kalıpyargılı olmayan babaların, çocuklarıyla daha ilgili ve
daha yakın ilişkiler kurabildikleri ifade edilmektedir (Cabrera, 2000).
Yetişkin yaşamımızın en önemli rolleri arasında sayılabilecek annelik ve
babalık kavramlarının, kişiliğimizin en önemli unsurlarından olan cinsiyet ve bu
cinsiyetlere yüklenen toplumsal anlamlar açısından incelenmesi gerekmektedir.
Alanyazın incelendiğinde çok az sayıda bilimsel ve akademik çalışmanın
çoğunlukla baba katılımı, erkeklik algısı, baba olma algısı gibi konular üzerinde
yoğunlaştığı görülmektedir. Ülkemizin gerçeği olan “aşırı cinsiyet ideolojisi”
kavramının, kadın-erkek kavramlarından ayrıştırılarak tartışılmasının ve annelikbabalık olgularıyla ilişkisinin incelenmesinin, ülkemizde yaşanan sosyal değişime
ışık tutacağı düşünülmektedir. Bu noktadan hareketle araştırmada, üniversitede
öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi ile babalık rolü algısı
arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve Gereçler
Araştırmanın Amacı
Bu araştırmada, üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet
ideolojisi ve babalık rolü algısı arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmaktadır.
Bu doğrultuda şu hipotezler sınanmıştır:
214
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
1. Üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi
ile babalık rolü algısı arasında ilişki vardır.
2. Üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi,
sosyodemografik değişkenlere göre farklılaşmaktadır.
3. Üniversitede öğrenim gören erkek babalık rolü algılamaları, sosyodemografik değişkenlere göre farklılaşmaktadır.
Araştırmanın Modeli
Üniversitede öğrenim gören erkek öğrencilerde aşırı cinsiyet ideolojisi ile
babalık rolü algısı arasındaki ilişkinin incelenmesinin amaçlandığı bu çalışma,
tarama modeli niteliğinde betimsel bir çalışmadır.
Araştırma Grubu
Araştırma, KKTC’nin Lefkoşa ilinde bulunan Yakın Doğu Üniversitesi
Psikoloji Bölümü’nde gerçekleştirilmiştir. Erkeklerde aşırı cinsiyet ideolojisi ve
babalık rolüne ilişkin algılar arasındaki ilişkinin incelendiği araştırmada, 2013-2014
öğretim yılı bahar döneminde, Y.D.Ü. psikoloji bölümünde öğrenim görmekte olan
ve ulaşılabilen 74 erkek öğrenci araştırma kapsamına dahil edilmiştir.
Veri Toplama Araçları
Araştırmada veri toplama aracı olarak, sırasıyla, kişisel bilgi formu, Babalık
Rolü Algısı Ölçeği (BRAÖ) ve Aşırı Cinsiyet İdeolojisi Ölçeği (ACİÖ)
uygulanmıştır.
Kişisel Bilgi Formu. Kişisel bilgi formunda katılımcıların, yaşları, uyrukları,
bölümde kaç yıldır öğrenim gördükleri, annelerinin ve babalarının eğitim durumu,
annelerinin ve babalarının meslekleri, annelerinin ve babalarının çalışıp
çalışmadıklarına ilişkin sorular yer almaktadır
Babalık Rolü Algısı Ölçeği (BRAÖ). Babalık Rolü Algı Ölçeği, 1999 yılında
Kuzucu tarafından geliştirilmiştir. Bu ölçek, hem bireysel hem de grup halinde
uygulanabilen 5 dereceli Likert türü bir ölçektir. Hem gençlere, hem de babalara
uygulanacak şekilde tasarlanmıştır. Ölçekte babalık rolü algısı 14’ü olumlu, 11’i
olumsuz olmak üzere 25 ifade ile ölçülmektedir. Yanıtlar, hiç uygun değil (1) ile
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
215
tamamen uygun (5) arasında değişmektedir (Kuruçırak, 2010).
Aşırı Cinsiyet İdeolojisi Ölçeği (ACİÖ). Aşırı Cinsiyet İdeolojisi Ölçeği,
Hamburger ve arkadaşları tarafından, 1996 yılında kadınların ve erkeklerin aşırı
cinsiyet rollerini ne ölçüde benimsediklerini belirlemek amacıyla geliştirilmiştir. 19
maddelik bir kısa formu da bulunan, hem kadınlara hem de erkeklere uygulanabilen
ölçek, yanıtları kesinlikle katılıyorum (1) ile kesinlikle katılmıyorum (6) arasında
değişen, 6’ lıLikert tipi bir ölçektir. Ölçekten alınan puanlar, bireyin aşırı cinsiyet
ideolojisine ne ölçüde sahip olduğunu göstermektedir (Davis ve ark., 1998).Ölçeğin,
Türkçe’ye çevirisi, geçerlik ve güvenirlik çalışması, 2009 yılında Beyazıt tarafından
yapılmıştır (Beyazıt, 2009).
Veri Toplama Süreci ve Verilerin İstatistiksel Analizi
Y.D.Ü. Psikoloji Bölümü’nde uygulama yapabilmek için, önce bölüm
başkanlığına başvurularak araştırmanın amacı, kapsamı ve kullanılacak yöntem ve
gereçler hakkında bilgi verilmiş; gerekli izin alınmıştır. Anketler ders öncesi, ders
arası ya da ders bitiminde bölüm asistanlarınca uygulanmış; uygulama sırasında
sınıfta öğretim görevlisinin bulunmamasına dikkat edilmiştir. Araştırmada yer alan
öğrencilere, araştırmanın amacı ve konusu hakkında bilgi verilmiş, kendilerinden
isim ya da isim yerine geçebilecek herhangi bir kimlik bilgisi istenmediği ve
araştırmaya katılıp katılmamakta serbest oldukları bildirilmiştir. Anket
uygulamaları yaklaşık yirmişer dakika sürmüştür. Araştırmada elde edilen verilerin
analizi için, Statistical Package for Social Sciences (SPSS) 17 bilgisayar programı
kullanılmıştır.
Bulgular
Araştırmada yer alan katılan katılımcıların yaşı, uyruğu, bölümde kaç yıldır
öğrenim gördükleri, annelerinin ve babalarının öğrenim durumları, meslekleri ve
çalışıp çalışmadıklarına ilişkin sosyodemografik özellikler Tablo 1‘ de belirtilmiştir.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
216
Tablo 1. Katılımcıların Sosyodemografik Özelliklerine Göre Dağılımları
Sosyodemografik Değişkenler
Sayı (n)
Yüzde (%)
Yaş
19 yaş ve altı
20-24 yaş
25-29 yaş
2
52
20
2,7
70,3
27,0
Uyruk
KKTC
TC
Diğer
7
59
6
9,7
81,9
8,8
Bölümde kaçıncı yılınız?
1
2
3
4
5 ve üstü
15
15
16
12
15
20,5
20,5
21,9
16,4
20,5
Annenizin öğrenin durumu nedir?
Okuryazar değil
Okuryazar
İlkokul mezunu
Ortaokul mezunu
Lise mezunu
Üniversite Mezunu
Yüksek okul mezunu
Y.Lisans/Doktora
17
6
21
7
14
6
1
1
23,3
8,2
28,8
9,6
19,2
8,2
1,4
1,4
Babanızın öğrenim durumu nedir?
Okuryazar değil
Okuryazar
İlkokul mezunu
Ortaokul mezunu
Lise mezunu
Üniversite Mezunu
Y.Lisans/Doktora
1
7
19
9
22
8
8
1,4
9,5
25,7
12,2
29,7
10,8
10,8
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Annenizin mesleği nedir?
İşsiz
Memur
İşçi
Çiftçi
Serbest Meslek
Emekli
Diğer
Sosyodemografik Değişkenler
22
4
0
2
8
6
32
Sayı (n)
29,7
5,4
0
2,7
10,8
8,1
43,2
Yüzde (%)
Babanızın mesleği nedir?
İşsiz
Memur
İşçi
Çiftçi
Serbest Meslek
Emekli
Diğer
2
13
3
7
28
12
9
2,7
17,6
4,1
9,5
37,8
16,2
12,2
Anneniz çalışıyor mu?
Evet
Hayır
15
59
20,3
79,7
Babanız çalışıyor mu?
Evet
Hayır
49
24
67,1
32,9
217
Katılımcıların ACİÖ ve BRAÖ puan ortalamaları, ölçeklerden alınan en
yüksek ve en düşük puanlar ve standart sapma değerleri Tablo 2’de verilmiştir.
218
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Tablo 2. Katılımcıların ACİÖ VE BRAÖ Puan Ortalamaları
Ölçekler
N
Min-Max
ACİÖ
74
55-253
BRAÖ
74
57-124
x
175,78
95,09
ss
39,70
12,58
74 katılımcının ACİÖ puan ortalaması 175, 78 ± 39,70; BRAÖ puan
ortalamaları ise 95, 09 ± 12, 58’dir. Katılımcıların ACİÖ’den aldıkları puanlar 55
ile 253, BRAÖ’den aldıkları puanlar ise 57 ile 124 arasında değişmektedir.
Araştırmada elde edilen bulguların ön analizine ilişkin normallik testi
sonucunda, katılımcıların BRAÖ puanlarının, katılımcıların uyrukları, anne ve
babalarının öğrenim durumları ve anne ve babalarının mesleklerine göre farklılaşıp
farklılaşmadığı ANOVA yöntemi ile; anne ve babalarının çalışıp çalışmama
durumlarına göre farklılaşıp farklılaşmadığı t-test yöntemi ile, yaş grubu ve bölümde
kaç yıldır eğitim gördüklerine farklılaşıp farklılaşmadığı ise Kruskal Wallis yöntemi
ile incelenmiş, BRAÖ puanlarının, sosyodemografik değişkenlerin hiçbirinde
istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde farklılaşmadığı tespit edilmiştir (p >0.05).
Araştırmada elde edilen bulguların ön analizine ilişkin normallik testi
sonucunda, katılımcıların ACİÖ puanlarının katılımcıların bölümde kaç yıldır
eğitim gördükleri, anne ve babalarının meslekleri, babalarının öğrenim durumu ve
babalarının çalışıp çalışmama durumlarına göre farklılaşıp farklılaşmadığı ANOVA
yöntemi ile; yaş grubu, uyruk ve annelerinin öğrenim durumlarına göre farklılaşıp
farklılaşmadığı ise Kruskal Wallis yöntemi ile incelenmiş, istatistiksel açıdan
anlamlı farklılıklar tespit edilmemiştir (p >0.05). Elde edilen bulgulara göre, ACİÖ
puanlarının sadece katılımcıların annelerinin çalışıp çalışmamasına ve babalarının
mesleklerine göre farklılaştığı tespit edilmiştir. Katılımcıların ACİÖ puanlarının,
annelerinin çalışıp çalışmama durumları ile karşılaştırılmasına ilişkin Mann
Whitney-U Test sonuçları Tablo 3’te verilmiştir.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
219
Tablo 3. Katılımcıların ACİÖ Puanlarının, Annelerinin Çalışıp Çalışmama
Durumlarına Göre Karşılaştırılması
Annenin Çalışıp
Çalışmama Durumu
n
Sıra
Ortalaması
Sıra
Toplamı
Evet
15
26,60
399,00
Hayır
59
40,57
2376,00
u
p
279,000
,028*
p ‹ 0.05 *
Katılımcıların ACİÖ puanları, annelerinin çalışıp çalışmama durumlarına
göre Mann Whitney-U Test yöntemi kullanılarak karşılaştırıldığında, istatistiksel
açıdan anlamlı bir fark tespit edilmiştir (u=279,000, p‹ 0.05). Sıra ortalamaları
dikkate alındığında, anneleri çalışmayan katılımcıların ACİÖ puanlarının, anneleri
çalışan katılımcılara göre daha yüksek olduğu görülmektedir.
Katılımcıların ACİÖ puan ortalamaları Tablo 4a’da, ACİÖ puanlarının
babalarının mesleklerine göre karşılaştırılmasına ilişkin ANOVA sonuçları ise Tablo
4b’de verilmiştir.
Tablo 4a. ACİÖ Puanları Betimsel İstatistikleri
Baba Meslek
N
x
ss
işsiz
2
87,0000
45,2548
memur
13
169,230
43,7533
işçi
3
186,666
67,8552
çiftçi
7
164,857
43,341
serbest meslek
28
182,071
34,7167
emekli
12
177,750
33,9628
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
220
Tablo 4b. Katılımcıların ACİÖ Puanlarının, Babalarının
Mesleklerine Göre Karşılaştırılması
Var. K.
Kareler Toplamı
sd
Kareler
Ortalaması
G.Arası
19938,602
6
3323,100
G.İçi
95097,939
76
1419,372
Toplam
p ‹ 0.05 *
115036,54
73
4742,472
F
p
2,341
,041*
Katılımcıların ACİÖ puanları, babalarının mesleklerine göre ANOVA
yöntemi ile karşılaştırıldığında, istatistiksel açıdan anlamlı bir fark tespit edilmiştir
(p< 0,05). Gruplar arası farkın Tukey yöntemi ile ileri incelemesi yapıldığında,
babası işsiz olan katılımcıların ACİÖ puan ortalamalarının, babası serbest meslekle
uğraşan katılımcılara (p=,016), babası emekli olan katılımcılara (p=,018) ve babası
diğer mesleklerle uğraşan katılımcılara (p=,018) göre daha düşük olduğu tespit
edilmiştir.
ACİÖ ve BRAÖ puanları arasındaki korelasyon analizine ilişkin sonuçlar
Tablo 5’te verilmiştir.
Tablo 5. Katılımcıların ACİÖ ve BRAÖ Puanları Arasındaki Korelasyon
Ölçekler
ACİÖ-BRAÖ
r
p
-0,412
,000**
p ‹ 0.01 **
Katılımcıların ACİÖ ve BRAÖ puanları arasındaki ilişki Pearson korelasyon
yöntemi ile incelendiğinde, istatistiksel açıdan ileri derecede anlamlı (p‹0.01), orta
güçte ve negatif yönde bir ilişki (r= -0,412) tespit edilmiştir.
Aşırı cinsiyet ideolojisinin yordanmasına ilişkin çoklu regresyon analizi
sonuçları Tablo 6’da verilmiştir.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
221
Tablo 6. Aşırı Cinsiyet İdeolojisinin Yordanmasına İlişkin
Çoklu Regresyon Analizi Sonuçları
β
T
p
212,926
-17,436
Standart
Hata
34,674
9,821
-,215
6,141
-1,775
,000
,081
-21,700
9,899
-,242
-2,192
,032
5,061
3,335
,189
1,517
,134
-3,914
2,821
-,179
-1,388
,170
2,896
3,139
,117
,923
,360
-2,045
1,627
-,140
-1,257
,213
8,240
2,584
,355
3,189
,002
Değişken
B
Sabit
Yaş grubu
Uyruk
Bölümde
Okunan
Yıl
Anne
Eğitim
Baba
Eğitim
Anne
Meslek
Baba
Meslek
İkili
r
Kısmi
r
,126
,223
,094
-,217
,130
,037
,103
,338
-,171
-,264
,186
,115
-,155
,370
R= 0,502
R²=0,252
F(7,64)=03, 081 P=,007
Yaş grubu, uyruk, katılımcının bölümde kaç yıldır öğrenim gördüğü, annenin
öğrenim durumu, babanın öğrenim durumu, annenin mesleği ve babanın mesleği
değişkenleri birlikte, katılımcıların aşırı cinsiyet ideolojisi ile istatistiksel açıdan
anlamlı düzeyde ilişki vermektedir (R= 0,502, R²=0,252, p ‹ 0.05).
Standardize edilmiş regresyon katsayısına göre (β), yordayıcı değişkenlerin,
aşırı cinsiyet ideolojisi üzerindeki göreli önem sırası; babanın mesleği, uyruk, yaş
grubu, katılımcının bölümde kaç yıldır okuduğu, annenin öğrenim durumu, annenin
mesleği ve babanın öğrenim durumu değişkenleridir. Regresyon katsayılarının
anlamlılığına ilişkin t-testi sonuçları incelendiğinde ise, uyruk ve babanın mesleği
değişkenlerinin aşırı cinsiyet ideolojisi üzerinde anlamlı bir yordayıcı olduğu
görülmektedir.
222
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Babalık rolü algısının yordanmasına ilişkin çoklu regresyon analizi
sonuçları Tablo 7’da verilmiştir.
Tablo 7. Babalık Rolü Algısının Yordanmasına İlişkin
Çoklu Regresyon Analizi Sonuçları
Kısmi
r
,132
,137
-,024
1,064
,291
,096
,132
-,083
-,580
,564
-,072
,548
,008
,065
,949
,004
,035
,870
,063
,501
,618
,057
,063
β
T
p
78,417
3,536
3,684
-,219
,146
,137
-,027
6,717
1,069
1,105
-,195
1,011
,950
,155
-,613
1,057
,035
,436
B
Sabit
Yaş grubu
Uyruk
Bölümde
Okunan
Yıl
Anne
Eğitim
Baba
Eğitim
Anne
Meslek
Baba
Meslek
R= 0,224
F (7,64)=0,485
,000
,289
,273
,846
İkili
r
,107
,120
,033
Standart
Hata
11,675
3,307
3,333
1,123
Değişken
,008
R²=0,50
P=,842
Yaş grubu, uyruk, katılımcının bölümde kaç yıldır öğrenim gördüğü, annenin
öğrenim durumu, babanın öğrenim durumu, annenin mesleği ve babanın mesleği
değişkenleri, birlikte, katılımcıların babalık rolü algısı ile istatistiksel açıdan anlamlı
düzeyde ilişki vermemektedir (R= 0,224, R²=0,50, p >0.05). Regresyon
katsayılarının anlamlılığına ilişkin t-testi sonuçları incelendiğinde ise, değişkenlerin
hiçbirinin babalık rolü algısı üzerinde anlamlı bir yordayıcı olmadığı görülmektedir.
Tartışma
Araştırmanın birinci hipotezinin sınanmasına ilişkin analizde, aşırı cinsiyet
ideolojisi ve babalık rolü algısının negatif yönde ilişkili oldukları görülmüştür.
Araştırmada elde edilen bu sonuca göre katılımcıların babalık rolü algısının arttıkça,
katı cinsiyet ideolojisine ilişkin görüşlerinin azaldığı düşünülmektedir. Değişen
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
223
toplumsal şartların ve süregelen ekonomik gelişmelerin, cinsiyete dayalı tutumlarda
ve geleneksel cinsiyet rollerinde değişime yol açtığı belirtilmektedir (Dökmen,
2004; Kuzucu, 2011). Geçmişte kadın işi olarak görülen ya da kadınsı bulunan
işlerin bugün erkekler tarafından yapıldığı; geçmişte erkeklere özgü olduğu
düşünülen pek çok işin de günümüzde kadınlar tarafından yapılabildiğinin altı
çizilmektedir (Çelik, 2008).
Araştırmanın ikinci hipotezinin sınanmasına ilişkin analizde, ACİÖ
puanlarının sosyodemografik değişkenlere göre farklılaşıp farklılaşmadığı
incelenmiştir. Elde edilen bulgulara göre, ACİÖ puanlarının sadece katılımcıların
annelerinin çalışıp çalışmamasına ve babalarının mesleklerine göre farklılaştığı
tespit edilmiştir.
Araştırmada, anneleri çalışmayan katılımcıların ACİÖ puanlarının, anneleri
çalışan katılımcılara göre, daha yüksek olduğu görülmüştür. Bu sonucun, çalışan
annelerin çalışmayan annelerden farklı olarak, daha esnek ve eşitlikçi cinsiyet
ideolojisine sahip olmalarından ve erkek çocuklarını da bu yönde yetiştirmelerinden
kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Annelerin çalıştığı ailelerde, babaların evin ve
çocukların sorumluluğunu daha çok üstlendikleri ve bu tür ailelerde daha eşitlikçi
cinsiyet rol dağılımlarının olduğu belirtilmektedir (Dökmen, 2004; Karaköse ve
Karaköse, 2012).
Araştırmada, babası işsiz olan katılımcıların ACİÖ puan ortalamalarının,
babası serbest meslekle uğraşan katılımcılara, babası emekli olan katılımcılara ve
babası diğer mesleklerle uğraşan katılımcılara göre daha düşük olduğu tespit
edilmiştir. Erkeklere toplum tarafından, “ailenin ekmeğini kazanma” rolü verilmektedir. Bu nedenle erkeklerin, ailesini en iyi koşullarda yaşatma ve ekonomik güç
sahibi olma zorunluluğu hissettikleri ifade edilmektedir (Dökmen, 2004). Bu
bağlamda işsizlik bir “erkeklik krizi” olarak tanımlamaktadır (Ok, 2011). Ok’a göre
erkeklik iş sahibi olmayı zorunlu kılar. İşin yokluğunda sadece bağımsızlık ve güven
kaybı değil, aynı zamanda bir nevi “erkekliğin yitimi de söz konusudur. Başarılı
olma ve çözüm üretme üzerinden kendini kuran ve devamını bir aileye bakabilme
gücünü göstererek sağlayan erkeklik, işsizlik durumunda evin ihtiyaçlarını
karşılayamayan, sorunları çözemeyen ve zorluklar karşısında “çaresiz” kalan bir
şekle bürünmektedir. Araştırma sonucunda elde edilen bulgular, işsiz erkeklerin,
geleneksel erkeklik algısı kalıplarına uymadığını; iş, bir başka deyişle, güç ve iktidar
sahibi erkeklerin geleneksel ideolojisine sahip olmadıklarını ve çocuklarına bu
yönde bir model teşkil etmediklerini düşündürmektedir.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
224
Araştırmanın, üçüncü hipotezinin sınanmasına ilişkin analizde, BRAÖ
puanlarının sosyodemografik değişkenlere göre farklılaşıp farklılaşmadığı incelenmiş ve BRAÖ puanlarının, sosyodemografik değişkenlerin hiç birinde istatistiksel
açıdan anlamlı bir şekilde farklılaşmadığı tespit edilmiştir.
Sonuç ve Öneriler
Geleneksel toplumlarda sadece annelik tanımlanmış, erkeklerin babalık ve
çocuk
yetiştirme
sorumlulukları
üzerinde
durulmamıştır.
Annelikle
karşılaştırıldığında, babanın çocuğun gelişimindeki etkisini ve önemini ortaya
koyan yeterli sayıda bilimsel ve akademik araştırma yapılmadığı görülmektedir.
Erkekliğin geleneksel inşası, katı ve baskıcı cinsiyet ideolojisi, “maçoluk” kavramı
ve bu toplumsal kavramların babalık rolü algısı ile ilişkisinin incelenmesi bu
çalışmanın temel problemini oluşturmaktadır.
Kadının ve erkeğin, annenin ve babanın birbirini tamamlaması gerektiği
anlayışına dayalı geleneksel aile yapısı, hem kadının hem de erkeğin sorumluluk
alanlarını sınırlamakta;, bu sınırlılıklar erkeklerin babalık rolüne de yansımaktadır.
Erkeklere sadece yaşamı sürdürmeyi sağlamaları öğretilmektedir. Geleneksel
cinsiyet kalıpyargıları erkekleri evlerinin reisi, malların ve toplumsal yaşamın
efendisi haline getirmekte; bu da erkekleri, otoriter ve baskıcı kişiler haline
dönüştürmektedir. Çocukla ilgili sorumluluklar, kadınlığa ve anneliğe atfedildiğinden, bir erkek tarafından bu rollerin benimsenmesi ve sürdürülmesi erkeklik
statüsünün kaybı şeklinde algılanabilmektedir. Bu durum babaları, evden ve çocuk
bakımından uzaklaştırmaktadır. Bu bağlamda, “maço” erkeklik bir toplumsal sorun
olarak ortaya çıkmaktadır.
Erkek, daha demokratik ve esnek bir cinsiyet rolüne sahip oldukça, çocuk
gelişimi ve eğitimi konusunda daha çok ebeveyn sorumluluğu almaktadır. Babalık
rolü algısı geliştikçe, erkeklerin katı cinsiyet ideolojisine ilişkin görüşleri
azalmaktadır.
Bu bağlamda, aşırı cinsiyet ideolojisine ilişkin düşünce yapısını değiştirmek
ve babalık rolü algısını geliştirebilmek için şu önerilerde bulunulabilir:
•
Toplumsal cinsiyet bağlamında erkeklik ve babalık olgularının
incelenmesine büyük ihtiyaç vardır. Özellikle Türkiye’nin geleneksel yapıya
sahip bölgelerinde, konuyla ilgili bilimsel ve akademik çalışmalar
yapılmalıdır.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
225
•
Erkeklik, babalık, cinsiyet ideolojisi, toplumsal cinsiyet kavramlarına ilişkin
Türk kültürünün özelliklerini yansıtan ölçme araçları yok denecek kadar
azdır. Bu kavramları geçerli bir şekilde ölçebilecek ölçme araçlarının
geliştirilmesi gerekmektedir.
•
Cinsiyete ilişkin kalıpyargıların temellerinin ailede atıldığı ancak örgün
eğitim aracılığıyla sistemli bir şekilde sürdürüldüğü ve pekiştirildiği
görülmektedir. Ders kitapları, eğitim materyalleri, cinsiyete yönelik şarkılar,
oyunlar ve oyun materyalleri cinsiyet kalıpyargılarından arındırılmış
olmalıdır. Devletin cinsiyete özgü kalıpyargıları değiştirecek politikalar
üretmesi ve yaşama geçirmesi gerekmektedir.
•
Cinsiyet ideolojilerinin ve cinsiyet kalıpyargılarının oluşumunda ailenin
önemi büyüktür. Çocuklar cinsiyet farkı gözetilmeden yetiştirilmelidir.
•
Aile ve eğitim kurumları kadar televizyon ve medyanın da çocuklar üzerinde
etkisi büyüktür. Kitle iletişim araçlarında cinsiyet özelliklerine ilişkin
kalıpyargıları pekiştirilmemelidir.
•
Babalığa ilişkinin algıların, babalık rol ve sorumluluklarının
geliştirilebilmesi için ülke genelinde baba eğitimi programları geliştirilmeli
ve yaygınlaştırılmalıdır.
•
Babalığa ilişkin, toplumsal rol değişimlerinde örnek olacak rol modellerinin
sunulması, özellikle görsel medya tarafından olumlu baba rollerinin ön plana
çıkartılması gerekmektedir. Erkek çocuklara, kendi babalarının da olumlu
birer rol modeli sunabilmesi önemlidir.
226
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
KAYNAKÇA
Alibeyoğlu, T. (2009). Baba Destek Programının (BADEP) Babaların Çocuk
Yetiştirme Tutumları Üzerindeki Etkilerinin İncelenmesi. Yüksek Lisans Tezi.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi.
Anlıak Ş. (2004). “Okulöncesi Dönemde Çocuğun Yaşamında Baba ve Erkek
Öğretmenin Rolü ve Önemi”. Ege Eğitim Dergisi, 5: 25-33.
Aydın, M. Z. (2010). “Çocuğun Eğitiminde Anne ve Babanın Rolü”. Kamuda Sosyal
Politika, 12: 59-61.
Beyazıt, U. (2009). The Turkish Translation, Reliability and Validity Study of
Hypergender Ideology Scale. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yakın
Doğu Üniversitesi.
Bilton, T., Bonnet, K., Jones, P., Skinne, D., Stanworth, M., Webster, A. (1996).
Introduction to Sociology. New York: Palgrave.
Blackwood, E. (2000). “Culture and Women’s Sexualities”. Journal of Social Issues,
56(2): 223-238.
Caberra, N., Tamis-LeMonda, C. S., Bradley, R. H., Hoffert, S., Lamb, M. E. (2000).
“Fatherhood in the Twenty-First Century”. Child Development, 70(1): 127-136.
Chodorow, N. J. (1995). “Gender as a Personal and Cultural Construction. Journal
of Women in Culture and Society, 20(3): 516-544.
Connel, R. W. (1987). Gender and Power. Australia: Allen&Unwin Australia Pty
Ltd.
Çelik, Ö. (2008). Ataerkil Sistem Bağlamında Toplumsal Cinsiyet Rollerinin
Benimsenmesi. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Hacettepe
Üniversitesi.
Dick, G. L. (2011). The Changing Role of Fatherhood: The Father as a Provider of
Self Object Functions. Psychoanalytic Social Work, 18: 107–125.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
227
Dökmen, Z. Y. (2004). Toplumsal Cinsiyet, Sosyal Psikolojik Açıklamalar. İstanbul:
Sistem Yayıncılık.
Dündar, Ö. Z., Durugönül, E., Arıkan, E. (2011). ““Anne” ve “Baba” Sözcüklerine
Yüklenilen Anlamların Bir İncelemesi”. Contemporary Online Language Education
Journal, 1(2): 25-34.
Finn, M., Henwood, K. (2009). “Exploring Masculinities within Men’s
Identificatory Imaginings of First-time Fatherhood”. British Journal of Social
Psychology, 48: 547-562.
Genesoni, L., Tallandini, M. A. (2009). “Men’s Psychological Transition to
Fatherhood: An Analysis of the Literature, 1989–2008. BIRT, 36(4): 305-317.
Giddens, A. (1995). Sociology. U.K. : Polity Press.
Gürşimşek,, I., Kefi, S., Girgin, G. (2007). “Okulöncesi Eğitime Babaların Katılım
ile İlişkili Değişkenlerin İncelenmesi. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Dergisi, 33: 181-191.
Karaköse, Ş., Karaköse, R. (2012). Çocuk Eğitiminde Babanın Etkisi. İstanbul:
Yediveren Yayınları.
Kuruçırak, Ş. (2010). 4-12 Aylık Babaların, Babalık Rolü Algısı ile Bebek Bakımına
Katılımı Arasındaki İlişki. Yüksek Lisans Tezi. Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Akdeniz
Üniversitesi.
Muehlenhard, Z. D., Peterson, L. K., Bryan, T. S., Lee, R. S. (2003). “Gender and
Sexuality: An Introduction to the Special Issue”. The Journal of Sex Research,
40(1): 1-3.
Kilmartin, C. T. (1994). The Masculine Self. New York: Macmillan Publishing
Company.
Koçak, A. A. (2004). Baba Destek Programı Değerlendirme Raporu. AÇEV, s. 5-16.
Kuruçırak, Ş. (2010). 4-12 Aylık Babaların, Babalık Rolü Algısı ile Bebek Bakımına
Katılımı Arasındaki İlişki. Yüksek Lisans Tezi. Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Akdeniz
Üniversitesi.
228
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
Kuzucu, Y. (2011). “Değişen Babalık Rolü ve Çocuk Gelişimine Etkisi”. Türk
Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, 4 (35): 79-91.
Levant, R. F., Richmond, K. (2007). A Review of Research on Masculinity
Ideologies Using the Male Role Norms Inventory. The Journal of Men’s
Studies,15(2): 130-146.
Lewis, C., Lamb, M. E. (2003). “Fahthers’ Influences on Child Development: The
Evidence from Two-parents Families”. European Journal of Psychology of
Education. XVIII(2): 211-228.
Macionis, J. J., Plummer, K. (1998). Sociology. U.S.A.: Prentice Hall Inc.
Money, J. (1995). Gender Gap. New York: The Continum Publishing Company.
Mosher, D., Tomkins, S. S. (1988). “Scripting Machoman: Hypermasculine
Socialization and Enculturation”. Journal of Sex Research. 25(1): 60-84.
Ok, S. (2011). Erkeklik Krizi ve İşsizlik. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara Üniversitesi.
Özen, D. Ş. (2009). “Ergenlerde Anneden Algılanan Kabul/İlgi ile Benlik-algısı
Arasındaki İlişki: Babadan Algılanan Kabul/İlginin Aracı Rolü”. Türk Psikoloji
Yazıları, 12 (24): 28-38.
Özdemir, E. (2006). Okulöncesi Dönem Çocuklarının Cinsiyet Özelliklerine İlişkin
Kalıpyargılarının İncelenmesi. Yüksek Lisans Tezi. Eğitim Bilimleri Enstitüsü,
Ankara Üniversitesi.
Özgün, Ö., Erden, Ş., Çiftçi, M. A. (2011). “Examining Different Perspectives on
Fatherhood: A Socio-cultural Approach. Social and Behavioral Sciences, 15: 364–
368.
Özkardeş, O. G. (2011). “Baba Olmak”. Ana-Baba Okulu, Ed.: Haluk Yavuzer,
İstanbul: Remzi Kitabevi, s. 128-142.
Özkardeş, O. G., Arkonanç, S. (1998). “İki Farklı Eğitim Düzeyine Baba Olma
Algısı. M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 10: 253-263.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
229
Sakallı-Uğurlu, N. (2003). “Cinsiyetçilik: Kadınlara ve Erkeklere İlişkin Tutumlar
ve Çelişik Duygulu Cinsiyetçilik Kuramı”. Türk Psikoloji Yazıları, 6 (11-12): 1-20.
Schaeffer, R. T., Lamm, R. P. (1995). Sociology. U.S.A.: McGraw-Hill, Inc.
Şahin, F. T. , Özbey, S. (2009). “Okulöncesi Eğitim Programlarında Uygulanan Aile
Katılım Çalışmalarında Baba Katılımının Yeri ve Önemi. Aile ve Toplum, 5(17): 3040.
Taşkın, N. (2011). Çocukların Gelişiminde Katkıları Unutulanlar: Babalar. Eğitime
Bakış, 7(20): 43-47.
Tichenor, V., Mcqoillan J., Greil, A. L., Contreras, R., M. Shreffler, K. M. (2011).
“The Importance of Fatherhood U.S. Married and Cohabitating Man”. Fathering,
9(3): 232-251.
Türk
Dil
Kurumu
(2014).
Güncel
Türkçe
Sözlük.
Erisim:
[http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5
34382e2102f26.53323320. ErisimTarihi: 08.05.2014.
Ünlü-Çetin, Ş., Beşpınar, F. .U., Ünlü, H. (2010). Köy Enstitüsü Mezunu Olmanın
Babalık Davranış ve Deneyimlerine Etkisi. Eğitim Bilim Toplum Dergisi, 8(31): 838.
Yalçınöz, B. (2011). From Being a Son to Being a Father: An Integrational
Comparison of Fatherhood in Turkey. Yüksek Lisans Tezi. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul Bilgi Üniversitesi.
Zeybekoğlu, Ö. (2013). “Günümüzde Erkeklerin Gözünden Babalık ve Aile”.
Mediterranean Journal of Humanities, 3(2): 297-328.
230
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
YAZARLARA NOTLAR
1.
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi, hakemli bir dergidir ve Nisan ve Ekim aylarında olmak üzere yılda iki kez yayımlanır.
2.
Derginin yayım dili Türkçe ve İngilizce’dir.
3.
Dergide yayımlanan tüm yazıların yayın hakları Yakın Doğu Üniversitesine
devredilmiş olur. Dergide yayımlanan her türlü yazıdan yapılacak alıntılarda
kaynak gösterilmesi zorunludur.
4.
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi’ne gönderilen yazılar özgün olmalı, başka bir
yerde yayımlanmamış ya da yayımlanmak üzere başka bir yere gönderilmemiş olmalıdır. Gönderilen yazının bir başka biçimi yayımlanmak üzere incelenmek için bir başka yayımcıya gönderilmiş, ya da yayımlanmış, yada yayımlanacak ise yazar bunu yazısını dergiye gönderdiğinde açıkça belirtmelidir.
5.
Yayımlanmak üzere dergiye gönderilen yazılar, yayın kurulu tarafından ilk
değerlendirmesi yapıldıktan sonra hakemlere gönderilir. Hakemden gelecek
rapor doğrultusunda yazının basılmasına, yazardan makalesinde düzeltme
istenmesine ya da basılmamasına yayın kurulu karar verir. Yayım kararı yazara (birden çok yazar varsa, adı ilk belirtilmiş olana) en kısa zamanda bildirilir. Yayımlanmayan makaleler yazarlara geri gönderilmez
6.
Hakem değerlendirmesinin tarafsızlığını sağlamak için hakemlere gönderilen yazıda yazarın kimliğine ilişkin herhangi bir bilgi olmamalıdır. Yazarlar
makalelerinin başlığını, ad, soyadı, unvan, bağlı bulundukları kurum adı,
posta adresi, telefon ve e-posta adreslerini ayrı bir kâğıda yazarak bir kapak
sayfası hazırlayıp makaleleri ile birlikte göndermelidir. Hakemlere gönderilecek metinde makalenin başlığı, makale metni, Türkçe ve İngilizce özetler
bulunmalı, kimlik bilgileri yer almamalıdır.
7.
Dergide yayımlanması istenilen metinler MS Word dokümanı olarak elektronik ortamda e-mail eki olarak ya da CD olarak aşağıdaki adreste doğrudan
Editör’e gönderilmelidir. Yazarlar isterlerse buna ek olarak metnin yazılı
kopyasını da gönderebilirler. Yazılı metinler A4 kağıdın bir tarafına 2 aralıkla yazılmalı ve bütün sayfalara birbirini izleyen numaralar verilmelidir.
8.
Ana dili İngilizce olmayan yazarlar, İngilizce yazdıkları metinleri göndermeden önce ana dili İngilizce olan bir uzmana okutup gerekli düzeltmeleri
yaptırmalıdır.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
9.
231
Yazılara yayımlanan yazarlara yayımlanan makalenin 20 adet ayrı basımı ve
bir adet dergi bedelsiz olarak gönderilir.
10. YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi’ne gönderilen makalelerin yazım ve biçim koşulları bakımından son denetimlerinin yazar tarafından yapıldığı, yazarın
makalenin disketteki ya da CD’deki biçimiyle basılmasına onay verdiği kabul edilir. Makale dergi editörlüğüne teslim edildikten sonra baskı düzeltmeleri için yazara geri gönderilmez. YDÜ, Sosyal Bilimler Dergisi yazım ve
biçim kurallarına uygun olmayan makaleler hakeme gönderilmez ve basılmaz.
11. Gönderilen metnin tamamı daktilo harfleri ile tek aralıklı, A4 kâğıdın alt ve
üstünde 5cm, yanlarda 4 cm boşluk kalacak şekilde yazılmış olmalıdır.
12. Makalelerin 7.000–10.000 kelime uzunlukta olması gerekmektedir. 10.000
kelimeden fazla olan metinler ancak özel koşullarda kabul edilir.
13. Makale, italik harflerle ve içerden yazılmış yaklaşık 100 kelimeden oluşan,
temel savını ve varılan sonucu betimleyen bir özet ile başlamalıdır. Özete
makale içeriğini karakterize eden 6 anahtar sözcük veya deyim eşlik etmelidir.
14. Metin 12 punto büyüklükte Times New Roman yazı tipi ile yazılmalıdır.
Makale başlığı ve ana alt başlıklar 14 punto, Times New Roman yazı tipi,
bold ve ana metinden ayrı olmalıdır. İkincil alt başlıklar 12 punto, Times
New Roman, bold ve metinden ayrı olmalıdır. İkincil alt başlıkların altındaki
alt başlıklar 12 punto, Times New Roman, bold ve italik olmalı ve paragrafın
ilk cümlesinin başında yer almalı ve bir nokta ile sonlanmalıdır.
15. Bütün çizelge, grafik ve diyagramlara şekil denilmeli ve birbirini izleyen
numaralar verilmelidir. Tablolar olanaklar elverdiği ölçüde az sayıda olmalı
ve sadece çok gerekli bilgiler içermelidir. Her şekil ve tabloya Arap rakamları ile bir numara verilmeli ve numaradan sonra başlığı yazılmalıdır ve metin içinde atıf yapılmalıdır.
16. Kaynaklara gönderiler dipnot biçiminde olmamalı, ilgili kaynak(lar) metinde ayraç içine alınarak (yazar soyadı, yayım yılı: -gerekiyorsa- sayfa numarası/ ya da ilgili sayfalar/bölüm) biçiminde gösterilmelidir.
17. Metin içindeki gönderiler ve metne ilişkin ek açıklamalar dipnotlarda gösterilebilir.
18. Metinde gönderi yapılan kaynakların tümü, makalenin en sonuna yerleştirilecek bir kaynakçada yer almalı, gönderi yapılmayan kaynaklar bu listeye
232
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
konulmamalıdır. Dergi, kitap, derleme, sempozyum adları açık olarak ve italik (ya da koyu renkte) yazılmalıdır.
Prof. Dr. Aykut Polatoğlu
YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi Editörü
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Yakın Doğu Üniversitesi
Lefkoşa/ KIBRIS
e-posta : [email protected]
[email protected]
Tel
: 0(392) 675 1000 / 3104
Fax : 0(392) 675 1051
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
233
NOTES FOR CONTRIBUTORS
1.
NEU Journal of Social Sciences is a refereed journal published twice a year,
April and October.
2.
Manuscripts should be written in Turkish or English.
3.
Copyrights of the articles appearing in the NEU Journal of Social Sciences
belong to the Near East University. Authors may use the article elsewhere
after publication provided that permission is obtained from Near East University.
4.
Articles submitted to NEU Journal of Social Sciences should be original
contributions and should not be published elsewhere or should not be under
consideration for any publication at the same time. If another version of the
article is under consideration by another publication, or has been, or will be
published elsewhere, authors should clearly indicate this at the time of submission.
5.
Manuscripts submitted to the journal will first be viewed by the Editorial
Board then forwarded to the referees. In line with the evaluation of the referees, Editorial Board will make the final decision, either in favour or against
publication, or return the manuscript back to the author for any revision required by the referees. Authors will be informed of the decision of the Editorial Board regarding publication in the shortest time possible. Manuscripts
which are not published will not be returned back the authors.
6. The reviewing of manuscripts is based on the anonymity of the author and
the confidentiality of readers’ and editors’ reports. To guaranty the anonymity in the review process, authors should include a separate title page with
their name, institutional affiliation, full address and other detailed contact
information. The title of the article alone should appear on the top of the first
page of the manuscript.
7. Complete manuscripts should be submitted to the editor, as an MS Word
document, either electronically via e-mail attachment, or on a high density3.5-inch diskette, or CD at the address shown below. Authors may submit
additional hardcopies, if so desired. These should be typewritten on A4/Letter paper, on one side only, double spaced and with ample margins. All pages
(including those containing only diagrams and tables) should be numbered
consecutively.
234
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
8.
For English written articles, authors whose first language is not English
should ensure that a draft of their article has been read and corrected by a
competent person whose first language is English.
9.
Authors whose articles published in the journal are entitled to 20 free off
prints and a copy of the issue in which their article appears.
10. Authors are responsible for ensuring that their manuscripts conform to the
journal style. The editors will not undertake retyping of manuscripts before
publication.
11. All parts of the manuscript should be typewritten, single spaced, with margins of 5 cm at the top and bottom, and 4 cm on left and right sides of an A4
/ paper.
12. There is no standard length for articles, but 7.000-10.000 words is a useful
target. Articles longer than 10.000 words will be accepted only in exceptional cases.
13. The article should begin with an indented and italicised summary (abstract)
of around 100 words, which should describe the main arguments and conclusions of the article. Abstract should be accompanied by up to 6 key words
or phrases that characterise the content of the article.
14. All material should be 12-point, Times New Roman type. Article title and
principal subheads should be 14-point Times New Roman type, bold and set
on a line separate from the text. Secondary subheads should be 12-point
Times New Roman, bold and set on a line separate from the text. Sub-subheads 12-point Times New Roman type, bold and italic, run-in at the beginning of the paragraph, and followed by a period.
15. All diagrams, charts and graphs should be referred as figures and consecutively numbered. Tables should be kept to a minimum and contain only essential data. Each figure and table must be given an Arabic numeral, followed by a heading, and be referred to in the text.
16. To cite the works you used in developing your article, use the author-date
system. For each work to which you refer, give the author’s last (family)
name, date of publication of the work cited, a page number(s) if needed.
17. Please use footnotes to elaborate or comment on material in the text.
Cilt/Volume VIII Sayı/Number 2 Ekim/October 2015 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal of Social Sciences
235
18. List of references (the bibliography) that follows the endnotes should be
given in alphabetical order. Only works actually cited in the text should be
included in the references.
Prof. Dr. Aykut Polatoğlu
NEU Journal of Social Sciences
Faculty of Economics and Administrative Sciences
Near East University
Lefkoşa/ KIBRIS
e-mail : [email protected]
Tel
: 0(392) 675 1000 / 3104
Fax : 0(392) 675 1051

Benzer belgeler