1.BÖLÜM - LEYD (ışk)

Transkript

1.BÖLÜM - LEYD (ışk)
2
1. K İ T A P (eve dönüş)
3
4
1.BÖLÜM - LEYD (ışk)
“düşler aydınlıklarDIR!...”
D.S.Sakinleri
5
6
Zalmaaaaaaa!
Zalma zehuk, zeban zehuk! Zehuk!..
Men zekir, men zerka, men zerd, men.. men
zeyrek!.. Mena leyd! Mena leyde, men leyden, mena
likor leydish! Leydish araknen, ene, ente Allah!
Zalma zehuk nice. Nice zehuk, nice zahir, enne
zamir.. Men leyd, men zekir, men.. men zail! Mena
ziyan, leyde zalma, leyde Haksâr, leydâ zamir.
İmya leyde hikayen.....
7
Hz. İbrahim’in ateşini arıyordum. Uzaktan bir yerden
atmışlar peygamberi, düşmüş ateşin içine; ben ateşi
arıyordum. Birkaç yüz kedinin ömrünü çaldım haybeden,
haybeden aradım, bulamadım. Meğer göl olmuş ateş, meğer
su olmuş...
Dönemiyorum, adımlarıma toplamışım keçi yollarını,
postallarım çamur bağlamış, ağ bağlamış; önümde sıra tepeler,
ardım yok olmuş, ardılım yok olmuş. Ben talebe olmuşum
uyduruk bir tanrıya; adına Zerka demişim. Zerka gökmüş,
Zerka denizmiş, ben talebe olmuşum Balıkçı Mihail’in
ruhbanlığına. Ruhbanlığı mavi imiş Zerka’nın, Zerka’nın
adıymış Mihail, ve Mihail balıkçıymış... Yırtık berber
koltuklarında yitmiş umudum, omuzlarım berber koltuklarında
çökmüş benim. Usturayı alnımın çatısına vurmuş Ahmet Abi.
Çığlık atamamışım, susmuşum. Öyle ki, duymaz olmuşum
Zeyrek Yokuşu’ndan Unkapanı Köprüsü’ne dökülen
feryatları. Galata’yı yinelemişler, ben duymaz olmuşum
köprünün yıkılışını; Haliç’i temizlemişler, ben duymaz
olmuşum Malva’nın şarkısını; toz kaldırmışlar, duman
üflemişler, ben duymaz olmuşum Hubbâz’ın ayak seslerini;
kesmişler kulaklarımı, ben duyamaz olmuşum Gümeci
Bacı’nın masallarını... Dönmek ne, bakamaz bile olmuşum
keçi yollarıma. Yol yapıp yol toplamışım postallarımda.
Duyamaz olmuşum, susmuşum. Ve bir cıgara yakmışım
bekleme salonlarında, tren istasyonlarında, hava limanlarında,
terminallerde, duraklarda, evimde...... evim..
Evim benim okulum.
8
***
Koşar adım girdim kantine. Kalabalığın arasında
insanlara çarpa çarpa ilerledim. Kimseyi görmüyor,
duymuyordum. Köşede masam beni bekliyordu.
Oturdum. Suratım yanıyordu sanki, bağırmak istedim,
avazım çıktığı kadar bağırmak! Belli belirsiz titreyerek
kareli metot defterden bir sayfa yırttım. Belli belirsiz
filan değil, basbayağı titriyordum. Coşkudan –ve biraz da
korkudan aslında- gebermek üzereydim! Ağlayarak
yazmaya başladım; kimse bana bakmıyordu, değil mi?!..
DAZLAK VE KULAKSIZ
Rüzgar gibi koşuyordu at. İleride, ufka yakın bir
yerde sıralanan dağlara dikmişti gözlerini. Sırtı çıplak,
nalları çıplaktı. Kendini kamçılıyordu; daha hızlı, daha
hızlı koşmak!...
Taş zeminli bir meydandı. Boştu. Etraf dağlarla
çevriliydi. Birileri dans ediyordu boşlukta. Dazlak kafalı,
kulaksız yaratıklar. Hepsinin gözleri yeşil, hepsinin boyu
uzundu. Dönüyorlardı durmadan. Ayakları yere
değmiyordu. Başıboş bir melodi damlıyordu meydanın
9
üstünde. Takunya sesleri parçalıyordu melodiyi
melodilere. Bir kişneme sesi duydum. O gelmişti: At.
Başörtülü bir kadın ağlıyordu evinde. Kocası onu
terk etmiş ve çocuklarını da elinden almıştı. Hasretle
yanıyordu yüreği kadının. Beş yıl geçmişti evlat acısıyla.
Kolay mıydı, öz be öz çocuklarından ayrı düşmüştü.
Ağlıyordu buna hakkı olduğunu bilerek -ya da
bilmeyerek. Bir çocuk, yeğeni, geldi ve usulca sokuldu
yanına. “Neden ağlıyorsun teyze?” dedi. Kadın elinin
tersiyle gözyaşlarını sildi. “Yok, ağlamıyorum canım”
dedi. Çocuk sırtını duvara yaslayıp sustu. Kadının
hıçkırıkları geçti.
“Ne olacak bu kadının hâli? ‘Öldüler’ gözüyle
baksın, hepsi öldü saysın. Ama yok, ille de dert çekecek
ve çektirecek de tabi” dedi kadının ablası ve çocuğun
annesi. Çocuk birden ağlamaya başladı. Teyzesi elini
çocuğun başına koyup okşadı. “Ağlama yavrum, yok bi’
şey”. Ama çocuk durmadan ağlıyordu. Nefesi yettiği
kadar devam etti ağlamaya. Sonra sustu.
Sonra sustu...
Başımı kaldırıp semâya titrettim ellerimi. Küçük bir
kasılma oldu karnımda. Kasıklarımdan aşağı süzülen bir
damlayla irkildim. Erkekliğim akıyordu bacaklarımdan.
Düşünüyordum: “Ya ben n’olucam!”. Tekmeliyordu
10
bebek, hissedebiliyordum. Oradaydı, kasıklarımda, ve
küçük ayak darbeleriyle anlatmaya çalışıyordu varlığını.
Hep hüzünlüydüm ben zaten, hep ağlardım. Teyzem de
ağlıyor artık. Evlat acısı onunkisi. Ya benimki? Ben...
At gelmişti. Meydanın siyah kenarında, ayakta
duruyordu. Ayaktaydı at, düşünsenize bir: atın ayakta
olması!.. Dazlak ve kulaksız yaratıklar gibi dönüyordum
ben de şimdi. Teyzeme ağlıyordum ve durmadan,
durmamacasına dönüyordum. Yer betondu, gökse yeşil.
Hatta.. hatta kahverengi!
Elimi başımın üstüne koydum. Oturdum ve diktim
kafama şişeyi. Buz gibi soğuk su. Yer beton, gök yeşil.
Durdum. Onlar da durdular. At yürümeye başladı.
Teyzem atın sırtındaydı. Burnuma bir yanık kokusu
geldi. Ocağın altı açık mı bırakılmıştı? At şaha kalktı
aniden. Teyzem yere düştü. Bir damla daha süzüldü
bacağımdan ayak bileğime doğru. Bir tane daha.
Erkekliğim ağlıyordu. Doğurmak üzereydim. Ben ve
dörtnala koşan, uzaklaşan bir at. Dönmeye başladılar
gene. Ben duruyordum hâlâ. Erkekliğim hıçkırıyordu
bacaklarımda. Kastım karnımı. Sonra bacaklarımı. Yere
yığıldım boş bir çuval gibi. Bacaklarım.. kasılıyordum.
Terden sırılsıklam olmuştu beyaz, tek cepli gömleğim.
Pantolonumu çıkardım zorlanarak. Kasıklarımda bir
yanma duydum. Sağ elimi titretiyordum galiba. Ve
nihayet düştü erkekliğim önüme. Yerde boylu boyunca
11
uzanıyordum. Bir çocuk ağlaması duyuyordum. Başımı
kaldırdım ve bacaklarıma baktım: kanlanmıştılar.
Dazlak kafalı ve kulaksız bir bebek debeleniyordu
bacaklarımın arasında. Elimi uzattım ve kucağıma aldım.
Yeşildi o da diğerleri gibi.
Teyzem!.. Ölmüştü galiba.
***
Sonra biraz düzenledim tabi, fakat heyecanım
geçmemişti. (İlacın etkisini de yadsıyor değilim. Ama
sadece o değil, olamaz. Çünkü akineton almıştım
sabahleyin, öğleden evvel titreme olması mümkün
değildi. Hem nörofren de kullanmıyordum artık, E.
Hanım bünyemin zayıf olduğunu, daha hafif bir ilaç
vereceğini söylemişti. Adı neydi hatırlamıyorum, ama
gerçekten daha hafifti.) O gün ne işim vardı, kimi
beklemem gerekiyordu o masada, umurumda değildi,
alelacele toparlanıp kalktım. Önce fakülteden, hemen
sonra okuldan çıkıp otobüs durağına vardım. İlk otobüse
binip kayboldum. Ben... kaybolmaya bayılıyordum!
Eve geldim sonunda. Kimse yoktu. Hemen odama
girip kapıyı kilitledim. (Kimse yokken kapıyı kilitlemek
heyecan vericidir, bilirim ama bundan değil, el
12
alışkanlığından kilitledim.) Büyük zarfı indirdim raftan.
Yatağa oturup bağdaş kurdum. Resimleri çıkardım.
Yastığın üzerine yaydım. Teker teker elime alıp uzun
uzun baktım.
Ağlamadım!
Tuvalete ağlamak için gitmiştim ama, kabul
ediyorum, yine de sebep resimler ve resimlerdeki kız
değildi. Kantinde tek başıma oturuyordum, tedirgindim,
içimde bir yerlerde tuhaf şeyler oluyordu; ilaçtandı,
biliyorum, engelleyemiyordum. Titremeye başlayınca
korktum, bana bakan yoktu ama çok kalabalıktı, ya varsa
diye telaşlanmıştım, kastım kendimi, ayaklarımı ölesiye
bastırıyordum betona, dişlerimi sıkıyordum, ama
yetmiyordu, bağırmamak için ağlamalıydım, orada
olmazdı, tuvalete koştum. Kapıyı kapatır kapatmaz
kendimi karşıdaki fayanslara vurdum. Sonra durup
dinledim; gürültüyü duyan olmuş muydu? Ses
gelmeyince bıraktım kendimi, sarsılarak ağladım. Yere
çömeldim sırtımı duvara sürterek. Beş on dakika sürdü,
her zamankinden biraz daha fazla... Kapıyı sessizce
açtım. Biri vardı pisuara işeyen, başımı öte yana
çevirerek geçtim hemen, lavaboya yumulup yüzümü
yıkadım. Aynaya bakmadım.
Tam merdivenleri iniyordum ki ikinci basamakta
duruverdim. Bu gayrı ihtiyarî olmuştu, öylece
13
kalakaldım. Sonra sesler geldi, sanki şadırvandan çıkan
ihtiyar adam cami kapısına yürüyordu: takunya sesleri...
Merdivenler yok oldu, duvarlar ve sütunlar, hepsi yok
oldular. Önce kum sandım, çöl sandım, ama değil,
hemen fark ettim betonu. Zaten uzun sürmedi, yeni,
başka duvarlar yükseldiler; ve sonunda nal seslerini de
duydum... Korkarak bakındım etrafıma; başımı
çevirdiğimi hissettim. Bir basamak daha inmiştim, yere
baktım, basamakların hepsini inmişim. Başımı
kaldırdığımda ne duvarlar vardı ne de yer... Sadece su.
Bir sürüydüler, yüzlerce, belki binlerce! Uzun
boyluydular... Birine baktım, bakabildim, vücuduna yani,
kaslıydı... kaslıydı işte... Bacak arasına bakınca, birden
büyüdü görüntü, yani resim, yani yaklaştım, o yaklaştı,
düzlüğü gördüm, düzdü, bacak arası yani, girinti ya da
çıkıntı yoktu, kadın ya da erkek değildi... Hep
dönüyorlardı. Hiçbir yerleri sarkmıyordu, kolları yana
açılmıştı, durmadan dönüyorlardı... Müthişti! Sanki
dünyanın en güzel şarkısı çalıyordu, ve o kadar güzel
dans ediyorlardı ki!..
Telaşla göz kırptığımı da anımsıyorum, sonra
kayboldular.
Orada
bekledim
biraz,
sonra..?
Bilmiyorum...
Dış kapı
toplamalıyım.
açıldı,
birileri
14
geldi!
Resimleri
PUSLU KITALAR ATLASI’NA DİPNOT
Sırtımı duvara yaslamıştım. Kanepenin ortasında
dizlerimi başıma çekmiş oturuyordum. Pijamamın dizleri
o kadar ıslanmıştı ki gözlerimi silemiyordum artık.
Hiçbir yere vurmuyordu gölgem. Hiçbir yansıma yoktu
duvarlarda. Bana sorulursa duvar falan da yoktu aslında.
Karşıdaki büyük masanın üstünde açık bir kitap vardı:
Puslu Kıtalar Atlası. Efendinin biri vermişti okumam
için. Efendilerime her zaman sadık olmuşumdur. Hiç
kölem olmadı...
Dışarısı aydınlıktı aslında ama ben geceyi
yaşıyordum. İki tane yuttum. Beklemeye devam ettim.
İlk kim gelecekti, merak ediyordum. Dışarısı karardı.
Gece oldu. Demin de geceydi ama sürekli şimşek çaktığı
için aydınlanıyordu içerisi. Pencerenin açık olması
gerekiyordu. Gözlerimi kapatıp pencereyi açtım. Kapı
kapalıydı; kilitliydi de galiba. Perde havalandı biraz.
Şimşek çaktı yine. Hâlâ havlamıyordu köpekler. Oysa
ben her yerimde hissediyordum depremi. Perde aralandı
biraz, ya da perdeyi ben araladım. Dışarıya bakmak
istedim ama hâlâ kanepede oturuyordum. Kulak
kabarttım... Geliyorlardı! Elim hafif hafif titriyordu
çünkü. Bir şimşek daha çaktı. Artarda gürlüyordu gök.
Avizenin mercekleri sallandı. Uçak geçince de
sallanırlardı. Uçak mı geçiyordu yine? Perde aralandı; bu
sefer ben değildim. İçeri girdi bir tanesi. Sessizce
15
karşıdaki kanepeye çıktı ve oturdu. Biri daha girdi. Beş
oldu sayıları.
Onlara bakıyordum. Dördü yan yana kanepeye
oturdu. Diğeri ayakta kalmıştı. Bir süre gezindi odanın
içinde. Kütüphaneye, kitaplara baktı. Masanın üzerindeki
açık kitabın sayfalarını karıştırdı. Okuyordu galiba. Çok
erkekti,
erkeksiydi
tavırları.
Oysa
cinsiyetsiz
olduklarından emindim ben. Sırtına bakıyordum. Kaslı
kalçalarına... Bacaklarımı uzattım. Sürünerek kanepenin
kenarına geldim. Kararsız bir hareketle ayağa kalktım.
Döndü ve bana baktı. Gözleri!.. Aman tanrım! gözleri
çok güzeldi. Kitabı eline almıştı. “Bunu mu okuyorsun?”
dedi. Sesi ürkütücüydü, sanki yankı yapıyordu. “Evet”
dedim. Gülümsedi. Dişleri vardı, bembeyaz dişleri.
Sarılmak, öpmek istedim! Ama korkuyordum. Kitabı
kanepede oturanlardan birine verdi. Biraz baktıktan,
sayfalarını karıştırdıktan sonra o da yanındakine verdi ve
böylece hepsi kitaba baktılar. “Otur” dedi ayaktaki.
Oturdum. Yanıma oturmasını bekledim. Ona dokunmak
istiyordum. Kenara kayıp ona yer göstermeye çalıştım.
Oturmadı. Demir dolaba dayandı. Ayakta duruyordu.
Hareketsizdi. Başımı kanepede oturanlara çevirdim.
Pencereye en yakın olanı hâlâ elindeki kitaba bakıyordu.
Çıplak tenlerine takılıyordu gözlerim. Utanmama rağmen
bacak aralarına bakmaya çalışıyordum. En soldaki
konuştu. Ne dediğini anlamadım. Anlamadığımı
söylemek istedim ama tam olarak kestiremediğim bir şey
buna engel oldu.
16
Kontrol kimdeydi? Büyülü bir dünyadan sıyrılarak
çıktığımı hissediyordum. Ben çağırmıştım onları. Ben
çağırmadan da gelebilirler miydi? Konuşmalıydım
onlarla. Sorular sormalıydım. Onların efendisi olduğumu
anlatmalıydım,
kabul
ettirmeliydim.
Az
önce
anlamadığım bir dilde konuşan ayağa kalktı. Bana doğru
bir adım attı. Geri çekildim. Duvara yaslandım. Duvar
çok yumuşaktı. Elini uzattı. Gözlerimi kapattım. Göz
kapaklarım acıyıncaya kadar sıktım gözlerimi.
“Dans etmek ister misin?”
Ses.. sesini tanıdım!
Gözlerimi açtım.
“Şey.. bilmem” diyebildim sadece. Yanıma oturdu.
Henüz tanışmamış olmamıza rağmen çok samimi
davranıyordu. Neden hiç konuşmadığımı sordu. Böyle
bir köşeye çekilerek eğlenemeyeceğimi söyledi. Haklı
olduğunu, fakat burada pek kimseyi tanımadığımı, bu
yüzden biraz sıkıldığımı anlattım. Aslında hiç de
sıkılmıyordum. Sadece yabancısı olduğum her ortamda
yaptığım gibi susuyordum. “Dans etmek istemediğinden
emin misin?” diyerek tekrar sordu, beni köşeye
sıkıştırmıştı. Cevabımı beklemeden kalktı ve müzik
setinin yanına gitti. Kasetleri karıştırıyordu. Bense kalp
atışlarımın o geri gelene kadar yavaşlaması için dualar
etmeye başlamıştım. Aradığı kaseti bulmuştu:
“Wonderful Life”. Yanıma geldi. Dans müziğini duyan
17
herkes salona gelmeye başlamıştı. Elini uzattı. Kalbim
durmuştu galiba. Çünkü hiçbir şey duymuyordum artık.
Ben de elimi uzatarak ayağa kalktım.
Aralıksız bir buçuk saat dansettik. İlk yarım saat
boyunca heyecanım hiç dinmedi. Fakat daha önce hiç
tanımadığım bir kokunun etkisi altına girmeye başladım.
Tek kelime bile konuşmadığımızı da fark edince oradaki
olayın dans etmekten çok öte bir şey olduğunu anlamam
uzun sürmedi. Oturduğumuzda neler konuşacağımızdan
emin değildim. Onu etkileyebilecek bir özelliğim
olmadığını düşünüyordum. Olaylar düşündüğümün
aksine gelişti. Dans bittikten sonra tek kelime bile
konuşmadık. Akşam ayrılık saati geldiğinde hayatımın
artık benim kontrolümden çıkmaya başladığına
hükmettiğim o ânı yaşamaya başlamıştım.
İnsanlar ev sahibine doğum günü hediyelerini
vermek için arka odaya gitmişlerdi. Ben o gece orada
kalacağım için hediye curcunasına katılmayıp balkona
çıkmıştım. Yanıma geldi. Ben hâlâ aynı şaşkınlık
içindeydim. “Gidiyor musunuz?” dedim içerdekileri de
kastederek. Cevap vermedi. Birden sarıldı ve öpmeye
başladı. İlk defa biri beni öpüyordu. Bıraktığında
herhâlde yere düşerim diye düşündüm. Yere düşmedim
belki ama bir şeylerin artık asla düzelmeyecek şekilde
yerinden oynadığını fark ettim.
Saçımda dolaşan bir el vardı. Kanepenin üzeri
boşalmıştı. Elin sahibine baktım. Nereye gittiklerini
18
sordum. “Geldikleri yere” dedi belli belirsiz bir
gülümsemeyle. Kenara kaymamı istedi. Kanepenin
ucuna kadar gittim. O da öteki ucuna, bağdaş kurarak
oturdu. Bacak arasını rahatlıkla görebiliyordum:
Dümdüzdü!.. Hiçbir girinti veya çıkıntı yoktu. Çok
doğalmış gibi geldi o an. “Kutsal bir masumiyetin
işareti,” diye geçirdim içimden. Dizlerimi çeneme çekip
sırtımı küçük pembe vitrinin yan tarafına dayadım.
“Onu seviyor muydun,” dedi.
“Hâlâ bilmiyorum. Ama çok özlüyorum”.
“Şimdi nerede?”
“Bilmem... Ne fark eder ki?”
“Kendine doğru söylediğinden emin misin? Ya ona
karşı duydukların başka erkeklerin başka kadınlara
duyduğu şeyin aynıysa, ya senin uydurduğun yalnızlık
unutulmuş bir çocuk oyunu bile değilse. Elindekileri bu
kadar hoyratça savurman ne kadar doğru sence?”
“Bu benim sorunum. Sonuçta elimdekileri kimse
vermedi bana. Savurup savurmamak da bana kalmış,
öyle değil mi?”
“Ama seni benzerlerinden ayırdedebilen biri var
orada.”
“Nerede? Hadi, cevap ver buna, nerede?”
“Bu kadar küs müsün kendine. Kiminle
savaşıyorsun? Ben sadece bir düşüm, senin uydurduğun
herhangi bir düş. Benimle savaşmamalısın.”
19
“Kimseyle savaşmıyorum ben! Sen söyle bakalım,
beni benzerlerimden ayırdedebilen biri var, dedin.
Nerede o?”
“Hiç konuşmadın sen onunla, hiç görmedin... Söyle
o zaman, kasıklarındaki yanmayı nasıl açıklıyorsun?”
“Ahmak! Hepiniz ahmaksınız! Onlar zavallı
öykülerdi. Senin geldiğin yerden gelen zavallı
ımızganmalar. Onlara inanıyorsun, çünkü bu işine
geliyor. Böylece beni fazla zorlanmadan tanımlayabilir,
artık başka imgeler ararsınız. Sizin kurallarınızı çok iyi
biliyorum ben.”
Cevap vermedi. Yaklaştı. Elleriyle dizlerime,
pijamamın ıslak dizlerine dokundu. Çıkarmaya çalıştı.
Engel olmadım. Bacaklarım çıplaktı şimdi. Üstümdekini
de çıkarmamı bekliyordu. Çıkardım. Bir tek şortla
kalmıştım. Tekrar kanepenin ucuna çekildi. “Benden
utanır mısın?” dedi. Sustum. İnsan kendi düşünden utanır
mıydı? “Evet” dedim. Gülümsedi. Gene dişlerini
gördüm. (Hayır, düşünden utanmak, kendinden utanmak
demek değildir!) “Utanmamalısın,” dedi. Cevap
vermedim. Az evvel konuşulanları hatırlamaya çalıştım.
“Nerede?” soruma yanıt alamamıştım. Çıkarmamı istedi.
Bunun neden gerekli olduğunu sordum. “Düşüne sadık
kalmalısın” dedi. Neden böyle bir zorunluluğum olsundu
ki, düşüme hâkim değil miydim? “Çıkar” dedi.
Ben hâlâ kararsızdım. Yanıma geldi ve çıplak
vücuduma sarıldı. Boynumda dudaklarını hissettim. Elini
20
sırtımdan aşağı indirdi ve şortumu yavaşça çıkarmaya
başladı. Anlatılmaz bir utanma duygusuyla ürperdim
fakat karşı koyamadım. Olduğum yerde çakılıp
kalmıştım. Geri çekilip bana uzaktan bakacaktı. Bundan
çok korkuyordum. Şortum yerde, ayaklarımın
üstündeydi. Ve geri çekildi!
“Söylediğim gibi: Düşünden utanmamalısın”.
Tamam, kapatalım bu konuyu.
Gidecekti. Bunu mide ağrısından anlamıştım. Ben
de onun gibi bağdaş kurdum. Kaçamak gözlerle ona
bakıyordum. Çok farklıydı, yani benden. Onun bacak
arası düzdü. Benimse utanç verici bir fazlalığım vardı.
(Evet, o masumdu ama ben...) Onun kulakları yoktu ve
dazlaktı. O sessizliğin içinde dans ederdi. O dans ettiği
zaman hiçbir yaprak kımıldamazdı. Elleri olmayan bütün
yaratıklar onu alkışlardı. O benim düşümdü. Bana aitti.
Bir şeye sahip olduğumu hissettiriyordu hep. Onunla
beraberken var olma ihtiyacı duymuyordum. Neden
insanlar buna saygı göstermiyorlardı, neden herkes
kurallara uymalıydı? Kimseye hükmetmedim ben, hiç
kölem olmadı şimdiye kadar. (Biliyorum bunu daha önce
söylediğimi)
Ayağa kalktı. Ben de kalktım. “Gidiyor musun?”
diye sordum. “Sen öyle istedin ya” dedi. Kanepeye
yanaştı. Kanepenin üzerinde duran kitabı aldı eline. İlk
sayfayı açıp benim duyabileceğim kadar yüksek sesle
okudu: “Dünya bir masaldır. 24 yerine 19 Haziran 1997,
21
Bengü”. Tüylerim diken diken olmuştu. Ses çıkarmadan
ürpermeye başladım. Kitabı kanepeye bıraktı. Pencereye
yanaştı. “Dur” dedim titreyerek. “Ben.. seninle gelmek
istiyorum”. “Gel öyleyse, sana engel olan mı var?” dedi
bir ayağını pencerenin altına koyarken. Yanına gittim.
Omzunun üzerinden elini uzattı. Arkası dönüktü. Sırtına
çıkmamı istiyordu. Çıktım. Kollarımla boynunu sıkıca
kavradım. Bacaklarımı da beline doladım. Ayağıyla
destek alıp boşluğa sıçradı. İkimiz de geldiğimiz yere
geri döndük.
***
İşte böyle yazıyor, hikaye ediyorum her şeyi. Aslında ilk
okuldan beri yapıyorum bunu ama şimdi farklı. Eskiden,
yani ilk okula giderken, mahallenin çocukları hep
beraber toplanırdık birinin evinde, ya da anneler gün
yaptığı zamanlar. Gürültü olunca ev sahibi hanım bana
hikaye anlatmamı öğütlerdi. “Hadi, derdi, hikaye anlat da
dinlesinler.” Anlatırdım ben de, çünkü bayılırdım hikaye
anlatmaya! Ama yalnız ben değil, çocuklar da severlerdi
hikayelerimi, tabi anneler de memnundu çünkü bütün o
22
koşuşturma, curcuna sona erer, derin bir sükûnet kaplardı
her yanı. Hepsini orada, o anda uydururdum. Nasıl
yapardım bilmiyorum, hatta hikayelerden biri bile
aklımda değil şimdi. Sadece o sükûnet...
Ama işte, ancak biri zorlayınca anlatabilirdim.
Yoksa... utanırdım bir kere... hem beğenilmeme korkusu
da var. Ama, artık kimse beni zorlamıyor, ve yazmayı da
öğrendim... Bir tek olumsuz yanı var bu işin, o da
unutmayı imkansızlaştırması. Yani acıları... Başıma
gelen bir felaketi, aslında o felaketle uzaktan yakından
ilgisi olmayan bir şekilde yazıyorum, hikaye ediyorum;
yani o anki ruh hâliyle ama bambaşka bir hikaye; ve
daha sonra, söz konusu ruh hâlinden çıkmış olduğum bir
dönemde yazılmış bu hikayeyle karşılaşıyorum
arşivimde (aslında bazen özellikle karıştırıyorum). Eski
tabiriyle “tahattur” ediyorum ister istemez. Kayıtlı olanın
bireyin -ve kuşkusuz toplumun da- var oluşuna karşı
gösterdiği hayasız tavrın bilincine vardığımdaysa,
anlatılması (tasvir edilmesi) çok zor bir bulantı kaplıyor
içimi.
Mesela bu bulantıya karşı ayakta durabilmek için
bir oyun olsun diye müstear isimle yayınlamaya karar
verdim yazdıklarımı. Yayınlayamasam bile olsundu, ben
böyle ciddi müstemlekelerle cebelleşemezdim. Bir isim
vermem şarttı ‘yazan ben’e. Çocukluğumdan beri bir gün
ünlü olduğumda kullanmak istediğim bir ad vardı,
eniştemin daha sonra değiştirdiği adı. Onu aldım. Olanlar
da ondan sonra oldu...
23
‘Ben’i yazacaktım. Her amatör yazar gibi önce
kendimi yazacaktım. (Sonradan öğrendim yazan
insanların bütün yazın serüvenleri boyunca aslında
sadece kendilerini yazdıklarını, değiştirerek de olsa.)
Ama isim koyduğum adam benden hızlıydı, yani yazının,
yaşamın ve benim kurgularımın, küçük hesaplarımın
önüne geçmesi kısa sürdü. Yazılan/anlatılan adamın ben
olmadığımı fark ettim, daha doğrusu bu konuda ciddi
kuşkulara kapıldım. Fakat yazının hızına boyun eğdim.
Serbest bıraktım yazarı, o da beni. Ben düş kurdum, o
yazdı. Onun yazdıklarını okudum, başka düşler
kurdum. Ve hayat da -inanması gerçekten çok güç amadevam etti. Sonunda korktuğum oldu, düşler ve gerçekler
öylesine laçkalaştı ki kontrol diye bir şey kalmadı. Ve
yazılan metinler toparlanmaya, hiç de ilgisi olmayan
insanların eline geçmeye başladı. Hikaye anlatmanın bir
tür sanat olduğunu da o zaman duydum. Hatta bu işten
para kazanıldığını, tabi hemen arkasından da “para
kazanmak” diye bir de ödevim bulunduğunu... Oysa
düşler.. yani düşlerim.......
24
DUVARLAR DAMLAMAYA DEVAM EDİYOR
(kovamız kalmadı)
Merdivenleri teker teker ama koşar adım
çıkıyordum. Sürekli aynı cümleyi tekrarlıyordum
içimden: “Allah’ım, n’olur ev boş olsun, n’olur!”
(Annem gideceklerini söylemişti aslında..) Gitmiş
olmalıydılar. Ayağım takıldı. “Hay lanet!”. Düşmedim.
Üçüncü kattayım. Sağ elimle omzumdaki çantanın
kulpunu tutuyorum. Kolum titriyor gibi. Dördüncü
kattayım. Bir kapının önünde göze batacak kadar çok
ayakkabı var. Durmadım. Beşinci kat. (Lanet olası
asansörler neden çalışmıyor ki?!) Zili çaldım.
Beklemeden anahtarımı çıkardım. (Evde olup
olmadıklarını daha çabuk anlamak için zili çalmıştım
galiba. “Kötü haber tez duyulur”; bunun durumumla bir
alakası var mıydı?) Kapıyı açtım, kimse yok gibiydi.
Ayakkabılarımı içeri aldım; (Dışarıda bırakınca
çalıyorlardı) kapıları açık portmantonun yanına koydum.
(Çıkarken acele etmişlerdi) Uzun koridoru hızla
yürüdüm. Yarı yolda durdum. Çantamı yere bırakıp geri
döndüm.
(Ne
yapacaktım?)
Mutfağa
gittim.
Buzdolabının kapısını açıp içeri göz attım. (Önce ocağın
üstüne bakmalıydım.) Ocakta iki tencere vardı. İçlerine
bakmadım. (Demek yemek vardı.) Odama gittim. (Yolda
çantamı da almıştım)
Kanepenin üzeri yine çok dağınıktı. Çantamı oraya
bıraktım. (Yok.. attım) Ayakta duruyordum. (Ne
25
yapacaktım?) Ne yapacağımı bilemiyordum. Sandalyeye
oturdum. (Ayakta duramazdım. Ayakta durmaktan çok
çabuk yorulurdum) Aklıma ilk gelen haplardı. İki tane
alırsam rahatlayacağımı düşünüyordum. Alışkanlık
yapmasından da korkuyordum. Almamalıydım. Masanın
üstü de çok dağınıktı. Dağınıklığı içimde de hissettim.
Düşüncelerim, çok dağınıktılar. Hayır.. Hiçbir şey
düşünmüyordum ki, nasıl dağınıklıktı bu? (Bomboş bir
odanın dağınık olması çok saçmaydı çünkü.)
Kalktım. Ayakta duruyordum. Yemek yemeliydim.
Açtım çünkü. Mutfağa gittim. Yemekler sıcak olmalıydı.
Tencerenin kapağını açınca haklı olduğumu anladım.
(Taze fasulye ve makarna) Dolaptan porselen olmayan
iki tabak çıkardım. (Porselen tabakları kırmaktan
korkardım hep) Yemek yedim.
Şişmiştim. Yemek yemeyi hiç beceremezdim.
Çabuk çabuk yer ve sonunda hep böyle şişip kalırdım.
Odama gittim. Biraz düzelir gibi olduğumu fark ettim.
Sigara yaktım. (Bu çok normal bir şeydi. Sigara yakmak
yani) Televizyonu açmayı düşündüm. Takılmaktan
korktuğum için bunu yapmadım. (Takılsam ne olurdu
sanki, yapacak başka bir şey varmış gibi!) Sandalyede
oturuyor, sigaramı içiyordum. Başım dönmüştü. (Sadece
kahvaltıdan sonraki sigarada dönerdi başım) Bunun
sebebini anladım. Hap almalıydım. Yoksa... Saate
baktım. Bir-iki saat sonra ev kalabalıklaşacaktı. Hâlimde
bir gariplik olduğu mutlaka sezilirdi. (Özellikle annemin
gözünden kaçmaz) Malum kitaba baktım. Masum masum
26
duruyordu. Diğerlerinden hiç farkı yoktu sanki. (“Drina
Köprüsü” kitabının içini oymuş ve gizli bir kasa
yapmıştım.
Bunu
ilk
yaptığımda
oraya
ne
saklayabileceğimi çok düşünmüş ve en sonunda
paralarımdan başka gizleyecek bir şeyim olmadığını
anlayınca içimde bir burukluk duymuştum. Oysa şimdi
ailemden gizleyecek çok şeyim vardı. Büyümüştüm bir
kere. Bir ara sigaralarımı saklamıştım. Artık sigara
içtiğimi herkes biliyordu. Şimdiyse haplarım.) Kitabı
raftan indirdim. Masanın üzerine koydum. (Annemi
üzmekten korkuyordum. Yoksa bu kadar ihtiyatlı
davranmazdım. Yani en azından buraya saklamazdım
onları) Sigarayı küllüğe bıraktım. Arkama yaslanıp
duvardaki resimlerime baktım bir süre. Hayır.. şimdi
yapmamalıydım. Şimdi iyiydim. Yemek yedikten sonra
sakinleşmiştim. Belki sonra, yine kötü olursam..
Mutfağa gittim yine. Balkona çıktım. Aşağıda,
parkta çocuklar vardı. Küçük bir kız salıncakta
sallanıyordu. Başkası -galiba erkekti o- onu sallar gibi
yapıyordu. “Tıpkı filmlerdeki gibi” diye geçirdim
içimden. Canım sigara istedi. Sigaramı bitirmemiştim
ama. Eyvah! Koşarak odama gittim. Allah’tan
korktuğum başıma gelmemişti. Sigarayı söndürdüm ve
küllüğün içine attım. Paketten yeni bir tane alıp yaktım.
Balkona gitmekten vazgeçtim. Birkaç adım yürüdüm
odanın içinde. Sonra uzanmak istedim. Kanepenin
dağınıklığına baktım. Berbattı! Elimle ittirdim. Uzanacak
kadar yer açmam imkansızdı. Yere atmayı düşündüm her
27
şeyi. Gene bulanıklaştı aklım. Bir şey yapacaktım ben,
ama ne? Sandalyeye oturdum. (Ayakta durmaktan çabuk
yorulurdum. Ama bunu daha önce düşünmüştüm, hem de
defalarca) Sigarayı küllüğe bıraktım. Bunu daha önce de
yaptığımı fark ettim. Gene orada unutacağımdan
korktum. Uykum yoktu. Sıkıntılıydım. (Ne yapacaktım
ben?)
Okulda olanları düşünmeye başladım. O kızla göz
göze gelmiştik. Çok heyecanlanmıştım. Öyle güzel
bakıyordu ki! (Adı.. adının ne önemi var ki!) Evet... tabi
ya! Ne yapacağımı hatırladım. O kızla ilgili hayaller
kuracaktım. (Ya da bir tek hayal. Biraz uzunca belki)
Kalkıp oturma odasına gitmeye karar verdim. (Uzanarak
hayal kurmaktan hoşlanırdım) Kahverengi kanepeye
uzandım. Müzik? Yok, istemez.
Şimdii... Okulda, kantindeyim. Köşedeki masada
oturuyorum. Yalnızım. Yok yanımda Tuncay var.
(Tuncay.. çekingen biridir o da benim gibi. Bir kız
arkadaşı var, dışarıdan, okulun dışından yani. Hep
onunla beraberdir. Hiç anlatmaz. Ben de sormam zaten)
Konuşuyoruz. Konu ne? Dersler? Hayır, felsefe.
Sıkıyorum onu. Karşı ki masada oturuyor Leyla. (Adını
söyledim. Olsun, ne çıkar bundan) Çok güzel. Bakmak
bile yetiyor. Ama bu bir düş, daha fazlası da olabilir.
Tuncay “ben kalkıyorum” diyor. Ses etmiyorum.
Gidiyor. Bekliyorum. Arada bir kaçamak gözlerle ona
bakıyorum. Bir kaç defa göz göze geliyoruz. O da
benden hoşlanıyor. Yoksa niye baksın ki? Çakmakla
28
oynamaya başlıyorum. (Bir şeyler yapıyor olmam gerek)
Biri geliyor masaya. Başımı kaldırıp bakmaya
korkuyorum. O!.. “Oturabilir miyim?” diyor. “Elbette”
diyorum. Kalp atışlarım hızlanıyor. Az önce Tuncay’ın
oturduğu sandalyeye oturuyor. Yüzüne bakamıyorum.
Utanıyorum. O bakıyor. Neredeyse tüketecek beni.
Başımı kaldırıyorum. Ona, gözlerine bakıyorum. Kalbim
yerinden fırlamak üzere. (Banyo yıkılıyor!) Banyo!..
Uzandığım yerde “banyo” diye mırıldandım. Kafam
karıştı. “Ne banyosu bu?” Dün annem göstermişti.
Banyonun fayansları dışarı çıkmıştı. Birden yere
dökülecekmiş gibiydiler. Kalkıp banyoya gittim. Hâlâ
aynı durumdaydı fayanslar. Küvetin üst tarafında uzunca
bir çatlak vardı. Kapının arkasındaysa üç sıra dışarı
fırlamıştı. Tırnağımla fayansları tıklattım. Arkasının boş
olduğunu anladım. Öyle sesler çıkıyordu çünkü.
Korkutucuydu. Birden çökebilirdi banyo. Ve ardından
bütün ev, hatta bütün bina. Oturma odasına gittim.
(Babamlar ilgilenirdi) Kanepeye uzandım tekrar. (Nerede
kalmıştım) Hah, kalbim yerinden fırlamak üzereydi.
Masada oturuyorduk. (Sıkıldım) Neden bu kadar
hayalperestim ben? Kendime anlattığım bu hikayelerin
hepsini ona, ya da başka birisine de anlatabilirim. Hayır,
anlatamam. Çünkü ben korkak biriyim. Aslında..
Çekinirim bi kere. (Ben başka bir şey yapacaktım)
Acıktım galiba. (Az önce yemiştim) Çok çabuk
acıkıyorum. Ya da.. Bunun sebebini de biliyorum
aslında.
29
Beş tane aldım. Bu çok iyi! Beş tanesi yetiyor.
Kendimi ağırlaşmış hissediyorum. Parmaklarımı bile
oynatmaya üşeniyorum. Ayağa kalkarsam düşme
olasılığım büyük. Ayağa kalkmak ve bunu denemek
istiyorum. (Düşeceğim) Ayağa kalkıyorum. (Düştüm
galiba) Halının tüyleri çok kısa. Bir karınca var. Ama
çok hızlı yürüyor. Ve de büyük. Siyah. Kanepenin altına
girdi. Halının üzerindeyim. (Hiç özgür değilim!)
Banyoya gitseydim keşke. Belki üzerime yıkılırdı. Ev
başıma çökecek. Bütün binayı üstümde hissedeceğim.
Başım çok ağır. (Başımı bıraktım) Yerdeyim. Öyleyse
düştüm. Ama hiçbir yanım acımıyor. Mutlu muyum?
Kimin umurunda!
Telefon mu bu? Evet. Telefon çalıyor. Ne kadardır
yerdeyim? Uyukladım mı acaba? Telefon masanın
üstünde. (Açamam herhalde. Ama uyuduysam biraz
kendime gelmişimdir) Hayır. Dördüncü çalışı. Başımı
kaldırdım. Dördüncü çalışı da bitti. Doğruldum. Hayır,
hiç uyumamışım. Kalkamıyorum çünkü. Belki de!..
Belki de ölmüşümdür! (Ölünce telefon çalar mı ki?)
Beşinci çalışı da bitti. Altıncı çalışı!.. Çalmıyor galiba.
Kendimi bıraktım. Başım yere çarptı. Canım yandı mı?
(Hayır mı?) Uyumalıyım ama yerde olmaz. Kanepe...
üstü dolu! Lanet!.. Uyuyorum galiba. (Bir gürültü!)
Hayır, uyuyorum. Rüya bile görmeye başladım. Ya da
hal.... (Halü.. hali.. nasıl denir bu?) Banyo burası.
Fayanslar fırlamış! Fayanslar! Yere dökülüyor. Annem
30
çok kızacak. Siyah, büyük karınca orada. Koşuyor sanki.
Acelesi mi var? Niye telaşlı bu kadar? Depremden önce
köpekler havlar, di mi? Karıncaya ne oluyor ki? Burası
banyo.. mu? Kanepenin banyoda ne işi var? Fayanslar
parçalanıyor. (Annem çok kızacak!) Okulu bitirebilecek
miyim? Burası neresi? Leyla! Adı neydi? Nalan mı?
Tuncay’ın bir sevgilisi var. Uykuda düşünebiliyorum, ne
güzel! Ama annem çok kızacak! Durdum...
düşünmüyorum. Öldüm galiba... Yok, uyuyorum. Sızdım
çünkü. Çok ayıp bu yaptığım, utanıyorum! (Neden ve
kimden bilmiyorum ama utanıyorum...)
Ürperdim!
Gözlerimi açtım. Avizeye bakıyordum. Ya da avize
orada duruyordu ve benim gözlerim açıktı. İçerden sesler
geliyordu. Ayağa fırladım. İki ya da üç adım atmıştım
henüz. Kapıya çarptım. Burnum çok acıyordu. Kapıya
tutundum. Koridoru duvara yaslanarak geçiyordum.
Banyonun kapısına geldim. (İçeri girmeliydim) Yavaşça
yere indim. Emekleyerek banyoya girdim. Kapıyı
kapatıp arkasına baktım. Fayanslar dışarı çıkmışlardı.
Dün akşam annemin gösterdiği gibiydiler. (Peki demin ki
sesler neydi?) Anladım. Uyumuştum ve rüyamda
duymuştum o sesleri. Emekleyerek odama kadar gittim.
Kanepeye tırmanıp dağınıklığın üzerine bıraktım
kendimi. Tekrar uyudum. Rüyamda hiçbir şey
görmedim.
31
AVİZE (serap)
Ağzında naneli şeker, elinde sigarası vardı. Onu
düşünüyor, onu düşlüyordu kalabalığa bakarak. Yürümek
gibiydi onu düşlemek, adımları seyrek bir yürüyüş.
Şehrin adı yok!
Tek kişilik yastığa koyduklarında başlarını hep aynı
iç geçirmelerle uyanırdı sabahları. Sabahlar, onsuz
geçmeyen, onsuz güneşsiz sabahlar. Şekerin tadı ve
damakta kalan soğukluğu vardı artık. Sigaraysa yeni.
“Hepsi aynı mıdır?” diye sordu kendine.
Bilmiyordu. Ne zaman titretse içini hep aynı oyunu
oynayarak yok ederdi o dürtüyü. Sigara: hep yenisi, hep
yenisi.
Kalktı!
Otobüsteydi.
Ataköy şimdi burası. Zili çaldı. Kapıyı hizmetçi kız
açtı. Güzel değildi hizmetçi kız. İçeriden bir ses: “Kim
geldi Züleyha?”. Ve o göründü mutfağın kapısında. Ben
ayakkabılarımı çıkarıyordum. Hayır! Yani “ben” değil,
genç adam: Mustafa.
Züleyha mutfağa girerken değdi birbirine
dudaklarımız ve küçük bir kasılmayla bitti selamlaşma
faslı. Salona değil, odaya gitmek istedi genç adam.
32
Odaya gittiler. O kapıyı kilitledi. Ben koltuğa bıraktım
kendimi. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Yatakta
bağdaş kurmuş bana bakıyordu. “Eee?” dedi. “Eee, ne?”
dedim. Başını geri atarak saçlarını topladı. Sonra bıraktı.
Saçlarına bakıyordum, dalgındım. Derin bir nefes alıp
verdim bir şeyler söyleyecekmiş gibi. Bir şeyler
söylemeliydim.
“Ee, sen nasılsın?” dedim. Gülümsedi.
“Seni seviyorum” dedi. Şaşırmış gibi yaptım,
şaşırmıştım çünkü. “Tamam, iyi.. ben de seni.. ama!..”
Sustum. Ayağa kalktım. Yanına oturdum. Öylece
durduk. Elimi çıplak dizine koydum. Elimi tuttu.
Unkapanı Köprüsünün altından geçerken de hep böyle
olurdu: coşkuyla titrerdim yeni bir hayata başlayan
küçük burjuva bir ailenin bunalımlı çocuğu gibi.
“Neden bu işi bu kadar büyütüyorsun?” dedi. Biraz
sustu ve ekledi: “Neden hep en uzun yoldan geliyorsun?”
Hâlâ susuyordum. “Ben buradayım, yanında, çok
yakınında.. ama.. neden?”
“Seni seviyorum.. bu söz.. çok itici... Hem neden bu
kadar yakınsın, hiç düşündün mü?” Bu sefer o sustu.
Bekledik. Yatağa uzandım. O da yanıma uzandı. Tavanı
seyrediyorduk. Avizeye bakıyordum. Üstüme çıkıp
oturdu. Ben hâlâ avizeye bakıyordum. Eğildi ve
dudaklarımı yaladı. Dilini öptüm avizeye bakarak.
“Avize!..” dedim. Dönüp baktı: “Evet” dedi. Ve beni
öpmeye devam etti. Ben hâlâ avizeye bakıyordum.
33
Dumanlı bir hava vardı, belki de sisli. Bir tren
istasyonuydu burası. Yalnızdım. Askılı elbisesiyle küçük
bir kız rayların üstünde oynuyordu. Korkuyordum.
Oyuncak bir tren vardı ellerinde. Ona bakıyordum, trene.
Ve elimden bir şey gelmiyordu. Treni rayın üstüne koydu
ve eliyle itekledi. Tren bana doğru gelmeye başladı.
Gittikçe büyüyordu. Gerçek bir tren olmuştu.
Tren bana çarptı.
Yalnızım
korkuyorum
ve elimden bir şey gelmiyor.
34
BENEKLİ MARTI
İskelede ada vapurunu bekliyorduk. Sabah dokuzdu
galiba. Yere oturmuş sırtımızı da demir parmaklıklara
yaslamıştık. Onunla birlikte olduğumuz diğer
zamanlardaki gibi susuyorduk hep. Ben insanlara bakıyor
ve biraz da Kınalı’yı düşlüyordum. “Hatırlıyordum”
demek daha doğru olur herhalde. Dün akşamdan beri
karar verememiştim: arka tarafa motorla mı gitmeliydik
yoksa yokuşu tırmanarak mı? Yokuş çok yorucu olurdu
belki ama motor da çok geç kalkıyordu. Bunu
düşünmekten şimdilik vazgeçmiştim.
Tanıdık bir umursamazlık hâli çöktü üzerime.
Gözlerimi kırptım. Tekrar, iskelede aynı kaderi
paylaştığım insanlara bakmaya başladım. Kendimi yalnız
hissettim. Sanki bekleme salonunun ortasında bir çukur
açılmıştı da içine düşmüştüm. Evet, aynen öyle,
kalabalığın içindeyken hissedilen bir yalnızlıktı. O
yanımdaydı ve başı omzumun üzerinde duruyordu. O
benimle olmaktan memnundu. Sevdiği adamla birlikte
yüzmeye gidiyordu. Denizde su savaşı yapacak, sonra
kıyıda aynı havluyla kurulanacak ve yan yana yatıp
güneşlenecektik. Ben onun sırtına güneş yağı sürecektim
ve o da benim... Hayır, ben güneş yağından nefret
ederim.
Elini tuttum. Başını hafifçe oynattı. Elimi sıktı.
Kendimi güvende hissettiriyordu.
35
Bir kaç dakika geçti. Ellerimiz hâlâ beraberdi.
Başını kaldırdı ve vapurun gelmesine ne kadar kaldığını
sordu. Elimi bırakmamıştı. “Az kaldı” dedim. Elimi
bırakıp cebimden sigara paketini çıkardı.
Vapur gelmişti. Kıç kısmına doğru ilerledik.
Sırtımızdaki çantaları yere koyup bizde önlerine oturduk.
Ve sigara içmeye devam ettik.
“Neden susuyorsun?” dedi. “Hiiç” diyerek
savundum kendimi. Ama o pek duracağa benzemiyordu.
“Gene ne hınzırlıklar düşünüyorsun?”
“Seni biriyle tanıştıracağım.”
“Kim?”
“Bekle, birazdan burada olur”
Onun şaşırdığı hâlde şaşırmamış gibi davranmasını
seyretmek, herhalde onunla birlikteyken beni en çok
mutlu eden şeydi. Beni tanıdığını düşünürdü hep. O
yüzden yaptıklarıma şaşırmaması gerektiğini biliyordu,
ve buna uygun davranmaya çalışıyordu. Fakat her
seferinde bana sevgiden farklı olarak sanki bir tür
hayranlık duyduğunu gizleyemiyordu.
Vapur hareket edince ayağa kalkıp pervanenin
üstünde denizi seyretmeye başladık. Vapur dolmaya ve
kıç kalabalıklaşmaya başlamıştı. Ve sonunda martılar da
geldiler, muhtemelen Kadıköy’den...
“Martıları görüyor musun?” Başını kaldırdı. Sağ
tarafta orta yaşlı bir kadın ve yanında küçük bir erkek
çocuğu olduğunu fark ettik. Çocuk, annesinin kopardığı
36
simit parçalarını martılara atıyor ve attığı parçaları
martıların havada yakalamasından büyük zevk alıyordu.
Kafasını onlara çevirmişti. Ara sıra başını havaya
kaldırıp martıların simidi yakalamalarını seyrediyor ve
belli ki bundan o da çok hoşlanıyordu. Konuşarak
dikkatini çekmeye çalıştım.
“Şu sol taraftakini görüyor musun, karnında siyah
leke olanı?” Önce bana sonra da sol taraftaki martılara
baktı.
“Evet, çok güzel değil mi?”
“İşte, seninle tanıştıracağım oydu.” Bu sefer
şaşırdığını belli etti. Yüzüme şirinlik yapmış küçük bir
çocuğa bakar gibi baktı.
“Neyini tanıştıracaksın onun?”
“Gemilerin, özellikle ada vapurlarının arkasındaki
martıların özel bir teşkilata üye olduklarını biliyor
muydun?” Dikkatli görünmeye çalışan bir alayla
bakıyordu. “Bakma öyle, gerçek bu. Yani mesela
Kınalı’ya gidecek martılar bellidir. O benekli olan, üç
senedir bu hatta çalışıyor. İnsanlar onlara simit atsınlar
ve onlar da havada birbirinden güzel akrobatik hareketler
yaparak bu simit parçalarını kapıp insanları
neşelendirsinler diye.”
“Peki o benekli olanın ne özelliği var?”
“Bir defa onun beneği var. Sonra bütün bunları bana
o anlattı”
“Hmm.. Adı neymiş peki bu martının?”
37
“Bilmem, hiç sormadım. Hem sonra ne fark eder.
Ben onunla konuşmuyorum, o anlatıyor ben de
dinliyorum.”
Sustu. Ben de sustum.
“Başka neler söylüyor bu kuş?”
“Çok şeyler...”
“Mesela?”
“Duymuyor musun, dinle bak” Sustuk. Hiçbir şey
duymuyordu, tabi ben de. Ama ne kadar sürecek bu diye
bekliyordum.
Tahminimden daha uzun sürdü, on dakika kadar.
“Duydun mu?” Cevap vermedi. Eliyle susmamı
işaret etti. Şaşırmıştım. Sustum.
“Sana çok benziyor bu,” diyerek gülümsedi.
Başımla hiçbir manaya gelmeyecek bir hareket yaptım.
“Bekle” diyerek içeri girdi. Bekledim çaresiz. Benekliyi
seyrettim, alçaktan uçuyordu. Üç senedir nasıl uçuyorsa
öyle...
Elinde bir simitle gelmişti. Simidi bana uzattı. “Al,
dedi, besle onu.” Aldım. Bir simide baktım bir de
martılara. Ani bir hareketle simidi martılara doğru
savurdum. İki martıyı aynı anda vurmuş ve suya
düşürmüştüm Vapurdaki insanlardan sesler gelmeye
başlamıştı. Üst kattakiler sarkıp aşağı bakmaya çalışıyor
yanımdakiler de beni ayıplıyorlardı. Serap bana
38
gülümsüyor bense benekli martıyı arıyordum. “Onu
öldürdün,” dedi sakince. Cevap vermedim. Etraftaki
sesler gittikçe yükseliyordu. Serap gözüyle içeri
girmemizi teklif etti. Ben hâlâ martılara bakıyordum.
Yavaş yavaş sayıları azalmaya başlamıştı. Kısa bir süre
sonra da hepsi gözden kayboldu. Yolcular da artık
susmuştu. Acıklı bir sessizlik başladı. Serap bir elini
belime doladı ve diğeriyle de elimi tuttu. Öylece kaldık.
Pervanenin suyu alabora etmesini seyrediyorduk.
Kimsenin duyamayacağı kadar alçak sesle sordum:
“Serap biliyor musun, aynı noktaya sürekli bakarsan
başın döner ve uykun gelir.”
“Aynı noktaya sürekli bakamazsın ki!” diye cevap
verdi hemen. Artık huzur vericiydi sessizlik.
39
***
Aslında gizli olanla olmayanı ayırdetmek o kadar da
kolay değil. (Doğru olanla yanlışı da...) Çünkü keşifler
her zaman rastgele oluyor. Ve takıştırdığım yeni isimlere
direnmekten vazgeçmiyorlar. Mertçe yüzüme bakıp
“İstemiyorum!” deseler sorun olmaz aslında, ama hayır,
öyle yapmıyorlar. Cevap vermiyor, tepki göstermiyorlar.
Taktığım isimlerle çağırıyorum ben onları, duymamış
gibi yapıyorlar. Rasgele olduğu için keşiflerim, bana
inanmıyorlar, güvenmiyorlar. Üstü örtülü olandan
ölesiye kaçıyorlar; oysa onlara ait ne varsa, hep örtülü
kalsın istiyorlar. Sadece onlar yalnız olsun, ben sadece
onları dinleyeyim istiyorlar. Gizeme tek başlarına sahip
çıkıyorlar. Tekbaşınalıklarında en ufak bir giz
olmamasına aldırmıyor, sadece saldırıyorlar. Bir nevi
martaval okuyorlar hürriyet üzerine, aydınlık diyorlar
‘görünen’ çehrelerine, oysa karanlığa tapınıyor hepsi
benim gibi. Kabullenemiyorlar ‘yaşam’ dedikleri kısır
olmayan bütün o döngülerin aslında sadece benim
şımarık kurgularım olduğunu. Aynen zamanında
yazdığım şu hikayedeki gibiler, “Aynı noktaya sürekli
bakamam ki!” deyip yok sayıyorlar benim de var
olduğum gerçeğini.
40
‘Onlar’ dediğim ikinci çoğulluklardan ibaret
aslında, herhangi bir cinsiyete indirgeyemem bunu. Toz
toprak içinde mahsur kalmış hâkî bir mevcudiyet:
Nokta... ‘Öteki’ benim dışımda. Belki.. belki büyük
beyaz fincana düşmüş, ya da sekizinci katlarda sıkışmış
evler...den birinin karanlık odasında, apartman boşluğuna
açılan pencerenin yağmurluksuz pervazında asılı duran
güvercin leşleri ‘öteki’. Gizli olanla olmayanı ayırdetmek
o kadar zor ki! Koskoca bir apartmanı nasıl
gizleyebilirim ceviz ağaçlarıyla, koskoca bir apartmanı,
adı ‘Gül’ iken, nasıl kovalayabilirim Eskişehir’den?
Hangi ayıbı örteceğim önce, nasıl örteceğim sonra? Ve
neden?.. çekip sert ve siyah olanı son vermek varken
kahverengi koridorların kırmızı duvarlarına asılı eski
siyah beyaz evlilik fotoğraflarına ve üç göz odalı evlerin
sararmış tapu kağıtlarına, neden benim bu hakkım saklı
kalmadı?!
41
KARANLIK ODA
Salon kalabalıktı. Büyük masanın üstündeki boş
şarap şişelerine bakılırsa ayık olan biri de yoktu evde.
İçlerinden biri -Gaye- “hoş geldiniz” dedi yarı anlaşılır
bir sesle. Zorla gülümsedim. Serap koridora girmiş
yürüyordu. Peşinden gittim. Karanlık odaya girdi, ben de
arkasından. Elimle elektrik düğmesini arıyordum.
“Bırak, karanlık kalsın” dedi. Karanlık kaldı. El
yordamıyla kanepeyi bulup bıraktım kendimi. O koltukta
bağdaş kurmuş, bir de sigara yakmıştı. İşte tam bu andı,
coşkuyla dans etmeye başlamıştı yalnızlık, karanlığı
yarıp dağılan sigara dumanıyla beraber. Karşımdaydı,
bağdaş kurmuş sigara içiyordu. Acı bağdaş kurmuştu, acı
sigara içiyordu. Acının ölü bir bebeği vardı kasıklarımda,
ölü bir et! Kasıklarım yanıyordu. Siyah permalı saçları
acının, boğazıma dolanmış sıkıyordu beni. Gri bir ışık
patladı gözlerimde.
Bir oda, geniş ve soğuk. Boş... Tam ortasında bir
yatak ve yatağın başında, ayakta duran İblis. Suratı
benim suratım, elleri benim ellerim, kafası benim, penisi
benim!.. Beyaz bir gömlek var İblisin sırtında. Eğildi
İblis yatağın şişkin karnına. Daldırdı elini. Karıştırdı.
Kurcaladı. Ağzından salyalar akıyordu. Köpek dişleri
uzadı kan görmüş bir vampir gibi. Ve elini çıkardı
yatağın karnından. Aynı anda da havaya kaldırdı. El
kadar bir bebek vardı havada, göbek bağı İblisin ağzında.
Yuttu onu!.. yedi!.. Işık tekrar patladı gözümde, bu sefer
42
daha gri. Yine bir oda, dar ve sıcak. Masa lambasının
altmış wattlık ışığı direnemiyor karanlığa. Bir klavye,
kabloyla bilgisayara bağlı. Üstünde iki el ve bir kaç
parmak. Ekranda beliren kelimeler, cümleler, paragraflar.
Yazarın gözleri yok. İkinci el acılar var yüreğinde henüz.
Dökülen beyaz saçları ve kirli sakalı... Işık yine patladı.
Bu sefer renksiz. Şimdi buradayım. Peynirli börek tadı
var ağzımda. Tadıma bakıyorum ilgisiz, hem de hiç
ilgisiz bir Fransız’ın damağıyla. Şimdi oradayım,
koltukta bağdaş kurmuş sigara içen. Bakıyorum karanlığı
karartan siluetime. Ruhunu teslim etmiş bedenler var
dağınık hâlde, salonda. Sızmışlar, salon boş. Balıklama
dalıyorum yerdeki desensiz halıya. Yüzme bilmem!
“Mustafa” diyor bir ses. Cevap vermiyorum.
Veremem çünkü burada değilim. Susuyor. Şimdi geldim,
duruyorum. Duruyoruz, hep beraber.
“Ya hep yalan söylediysem... Ya seni seviyorsam...
Söyle, inanır mıydın?”. Bir sigara yükseliyor. Sonra bir
ışık görüyorum karanlığı delen. “Ben...” diyor ve uzun
bir cümlenin hayatına son veriyor. “Sen, ne?!” Duraksama... “Söyle, nedir sana borcum?!”. Ok yaydan ve
kurşun namludan çıktı aynı anda, dönüş yok artık. “O
kadar var mı üzerinde, hemen ödeyebilecek misin?”.
Beynim küçülüyor, daralıyorum. Gömleğin cebine
gidiyor elim. Bir sigara... yaktım. “Hayır ödemeyeceğim.
Yazdıracaktım sadece”. Kısa ve alaycı bir gülüş
yükseliyor tavana ve çıplak ampule çarpıp elime
düşüyor. Korkuyorum. “Veresiye yok artık, limitini
43
doldurdun!” Bir meydan kavgası başlıyor içimde. Ayağa
kalkıyorum. Elektrik düğmesini arıyorum. Buldum.
Yaktım ışığı. Gözlerimiz kamaştı. Ayaktayım, sırtım
dönük acıya. “Hadi” dedim arkamı dönerken, “Saldır!
Suçlu olmadığımı biliyorsun. Yine de acı çektiğimin de
farkındasın... Her zaman yaptığın gibi: Tükür
avuçlarıma!”. Ok saplanmıştı, kurşunsa hâlâ uçuyordu.
Devam ettim. “Yepyeni bir hayatı yok ettiğini umursadın
mı hiç? Kendi varlığından başka ilgilendiren biri var mı
seni?.. Öylesine işlemiş ki burjuvazi içine, apış arandan
görüyorsun her şeyi; aşkı, acıyı, kederi... beni de. O
yüzden hep uzaksın, o yüzden dokunamıyorum,
ulaşamıyorum sana.”
Sinirlenmişti. En azından bunu başardığım için
şanslı gördüm kendimi. Hırsla doğruldu ve ayaklarını
yere indirdi. “Bana ulaşamıyorsun öyle mi? Söyle, kime
ulaşabiliyorsun? Kime ulaştın şimdiye kadar!?”.
Sönmüştüm. Haklıydı... Ama... yok bi şey, haklıydı, o
kadar. Başımı kaldırıp ona baktım. Eliyle gözünü
siliyordu. Ojesiz tırnaklarındaki ıslaklıktan yansıdı ışık.
Vurmak istedim, sert bir tokat her şeyi hâlleder gibi geldi
bir an. “Kimin hüznü bu?” diye bağırdım. Hâlâ sinirliydi.
“Hüzün falan değil, gerçek, senin anlamadığın tek şey.
Hiç tanımadığın, hiç yüz yüze gelmediğin acı gerçek.
Yakıştırmalar yap, sınıflandır beni de. Bana ne verdin
sen, ha?!. Pis bir jigolodan ne kadar farkın var!”. Bir an
duraksadı, sonra aynı hızla devam etti: “Sen git
Sartre’ınla yat artık. Hep uzaklara bak. Belki bir
44
Anny’de seni bekliyordur ha, terk etmek için! Nasıl olsa
acıdan zevk alırsın sen! Git bul onu! Âşık ol! Ne bok
yersen ye! Siktir git!”. Ikınıyordum. Patlama sırası bana
gelmişti ama elimde bir şey yoktu. Susmak bir kader gibi
asıldı boynuma. Çok şey vardı söylenecek. En azından
ona verdiğim şeyden söz etseydim, şeyden.... Ondan
başka
varolan
hiçbir
yanımın
kalmadığını
söyleyebilirdim. Boşuna, yeniden bağdaş kurup ileri geri
sallanmaya başladı, kapatmıştı kapıyı. Pis jigolonun
yapacağı tek şey gitmekti artık. Deri montumu giydim.
Yakasını kaldırıp odadan çıktım. Portmantoda duran
çantamı sırtıma alıp evi terk ettim. Kapıyı kapatırken
gözümde iri ve parlak bir ışık vardı. Ağlayan bendim
artık. Yazılmış yazılmamış yüzlerce kürtaj hikayesi
düşleyerek dolaşacaktım Eskişehir sokaklarında.
45
ÇEKMECENİN ALTIGEN TOKMAĞI
Beyaz çekmeceden başka hiçbir şey kalmadı. Ya bir
buket pamuk ya da durmadan akan, hatta fışkıran kan...
İskelet anahtarlığa takıldı gözüm. Onda, başka
anahtarlıklarda, başka kapılarda, başka pencerelerde
aradığım bir intiharı sadece beyaz bir çekmecede
görebiliyordum. Bazı sebepler dolaşıyordu avizenin
merceklerinde. Işıksızdı sanki oda da mercekler
aydınlatıyordu umarsızlıktan görünmez hâle gelmiş
tavanı. Sigarasızlık ve ardından derin bir yokluk
çökmüştü omuzlarıma. Takatsizdim ve gözümde
kararmış beyaz bir çekmece vardı hâlâ.
Bazı şeyler (aslında her şey) yitirmişti bütünlüğünü.
Nesneler hiçbir anlam ifade etmeyen anatomik parçalar
hâlinde vardı artık. Kopmuştum yani!.. Yani ne
yapacağımı bilemez hâldeydim. Yani yalnızdım, yani
ümitsizdim, yani ağlıyordum! Ruhumun titrediğini
hissedebiliyordum. Her yerime acımasız bir kasvet
çökmüştü. Gümbürdüyordu göğüm. Sağanak hâlinde bir
yağmur geliyordu. Yalnızdım! Dokunuyordum ama
hissetmiyordum eşyayı. İşte... elimde, parmaklarımın
arasında duruyor sigara. Şimdi dudaklarımın arasında.
Ucunda bir sarılık: Ateş. Ağzımdan çıkan bu duman;
nereye gidiyor, niye gidiyor? Dağılıyor. Tutamıyorum
onu. Kendimi de tutamıyorum. Elimde bir sertlik, tavanı
isli odamdan uzağım şimdi, metalik sarı. Beyaz
çekmecenin altıgen tokmağı. Asılıyorum. Sıkışmış,
46
lanet!.. Açıldı. Kağıtlar var. İtinayla çıkarıyorum
kağıtları. Biri ilişiyor gözüme. Okuyorum: bir tapu...
Ankara’da bir ev.
ANKARA’DA BİR EV TAPUSU!..
Buruşturmak, yırtmak istiyorum. Acımasız, ruhsuz,
duygusuz bir siyahlık alıyor gözlerimi. Şimdi her şey sert
ve siyah. Sebepler konmaya başladı kanepenin
kenarlarına. Seyrediyorlar, artık belirsiz, artık bulanık
sonuçlarını. Sonucun gözleri kararmış. Sert ve siyah.
47
YAZISIZ
Boşalmış bir aküden medet uman volsvogen marka,
kirli bir arabaya benziyorum. Sürekli bozulan ama
parasızlıktan yenisi de alınamayan. Sert bir puro
içmekten yanayım şimdi.
(yeni sayfa, aynı zaman)
Herhangi bir silkiniş beklemiyorum. Bir süredir
vazgeçtim zaten bundan. En son E. Hanım’a giderken bir
şeylerin olmakta olduğunu hissetmiştim. Olmadı. Beş
param yok ve on milyon borcum var. Verdiğim yazı onu
olumsuz etkilemiş olabilir mi acaba, diye düşünüyorum,
E. Hanım’ı yani. Neden hiçbir şey olmuyor?
(yeni sayfa, başka zaman)
Galeria’dayım. Yürüyorum. Ayaklarıma ve
bastığım yerlere bakıyorum, dalgınım. Etrafımda bir sürü
insan var. Yanımda biri. “Bunların hepsi, bir kişi” diyor.
Anlamıyorum. Mahkemeyi düşünüyorum, E. Hanım’ı.
Kurtarabilecek miyiz acaba? Neden bu kadar
önemsiyorum, bana ne, sıradan bir boşanma olayı, bana
ne! Biri omzuma çarpıyor. Dönüp bakmak geçiyor
içimden. Başımı kaldırıp bakıyorum: Çok güzel bir
kadın, özür diliyor. Mutlu oluyorum. Dört saat
dolaşıyorum o gün. Şimdi çıktım.
(aynı sayfa, başka zaman)
48
Evdeyim. Salonda, üçlü koltukta uzanmış sigara
içiyorum. E. Hanım’ı düşünüyorum. O neyi
düşünüyordur, diye soruyorum kendime.
“Yemek hazır babacım.” Bu bağıran kızım. Yemek
hazırmış.
“Mehmet, gel canım, yemek hazır.” Bu da karım.
Yemek hazırmış.
(aynı sayfa, aynı zaman)
Karım yemeğin ortasında E. Hanım’ın aradığını
söylediğinde kendimi zorlamama rağmen yüzümün
kızarmasını engelleyememiştim. Ona âşık olduğumu
düşünmesinden korkmuştum. Çünkü âşık falan değildim.
Ağzımdaki lokmayı, belli etmedim ama, zorlanarak
yuttum. Ve ne dediğini sordum. Acil bir şey varmış,
hemen aramalıymışım. Yemeğe devam ettiğimi gören
karım bana durumun acil olduğunu yinelemişti. Karım
zeki bir kadındır. Beni korkutan da buydu zaten.
Aramadım. E. Hanım gece saat birde aradı. Telefonu
karım açtı. Evde olmadığımı söyledi. Bunu ben
istememiştim. Sonra bana “ben her şeyi
biliyorum sevgili kocacığım” der gibi baktı kısık
gözleriyle. Neyi bildiğini çok merak ediyordum. Çünkü
ben hiçbir şey bilmiyordum.
(farklı sayfa, farklı zaman)
Her şey çok farklı. Bunun sebebini bilmiyorum.
Okulu bırakmam işten bile değil. Her şey ters gidiyor.
49
Nazan benden sıkılmaya başladı diye hayıflanıyordum.
Şimdiyse onunla geçirdiğim mutlu günlerimde bile
yalnız bir adam olmaya devam ettiğimi fark ediyor ve
başımı ümitsizlikle yere eğip oturduğum sandalyenin
siyah ayaklıklarını seyrediyorum. Kantin çok kalabalık.
Burası İTÜ fen-edebiyat fakültesinin kantini. Yalnız
başıma oturuyorum köşedeki ikili masada. Birini bekler
gibi bir hâlim olduğunun farkındayım. Aslında birini
beklediğim de doğru. Ama kimi?
(aynı sayfa, aynı zaman)
“Memet, n'aber olum?” Bu benim arkadaşım, adı
Selim. Salağın tekidir. Benim gibilerin arkadaşları ya
salak olurlar ya da kendini neredeyse tanrı sanan ve
çevrelerine kendilerinin bile fark edemedikleri bir
gururla bakan çok bilmiş tipler olurlar. Ve benim gibiler
hep yalnız olurlar. Nazan gelip de masaya oturana kadar
Selim’in futbol yorumlarını dinlemek zorunda kaldım.
Futbol benim de hoşlandığım bir spordu ama kederden
içi sızlayan bir adamın yanında da konuşulacak konu
değildi hani. Tabi suç bende, zamanında gereken
mesafeyi koyamamışım şimdi tepeme biniyorlar. Nazan
bir sandalye çekip oturmuştu. Selim nihayet -buna
sonradan çok şaşırmıştım- yalnız kalmamız gerektiğini
anladı ve selam verip kalktı. O gün Nazan’la ayrılmaya
karar verdik. Benden bıktığını söylemesini bekledim
boşuna. Böylesi daha iyi olurmuş. Tepkisiz kaldım.
Ayrıldık, o kadar.
50
(aynı sayfa, zamansız)
Uzun, permalı saçları vardır Nazan’ın. Boyu
benimkinden biraz kısadır. Yok, biraz daha kısadır.
Kahverengi gözleri pürüzsüz cildine dolmakalemle
konmuş iki nokta gibi belirgindir. Saçlarını genelde açık
tutar. Bazen puanlı kırmızı bir bandanayla önden veya
biraz daha arkadan topladığı da olur ama ben en çok
açıkken severim saçlarını. Okşaması daha büyük bir haz
verir çünkü. Onun saçlarını okşadığım günleri hep
özledim. Galiba özlemeye devam edeceğim. Şimdi...
(farklı zaman)
Şimdi ondan çok uzaktayım. Evliyim, küçük bir
kızım var. Adı Serap.
(sayfa yok, şimdi)
Şimdi ne!!!
Oturma odasında babam, uyuyor. Annem evde
değil. Bu gün bayram. Çok mu akıllıyım acaba?!
Akıllıya bayram yok mudur?
(farklı sayfa, farklı zaman)
E. Hanım kocasından boşandı. Bir aşığı varmış,
onunla beraber yurt dışına çıktılar. Yanılmıyorsam
İsviçre’ye. Barodan istifa etmeye karar verdim. Zaten
bana göre değildi bu meslek. Babalık ya da kocalık da
öyle. Onlardan da ayrılacağım. Çok kolay bu. Çok kolay!
51
(yoruldum)
(farklı defter, farklı yıllar)
Dört yıldır yalnız yaşıyorum. Karımı hiç görmedim
bu sürede. Sadece kızımla ayda bir kere üç saat
görüşebiliyoruz. Geçen Pazar günü Galeria’da Nazan’a
rastladım. Beni görmedi. Görse hemen yanıma koşardı,
yanağımdan öper ve yanındaki -muhtemelen kocası olanadamla tanıştırırdı herhalde. Neden sanki!.. Acıklı acıklı
baksa yüzüme, yok... o öyle biri değil, neşeli olmak
zorunda. Bir haftadır her gün Galeria’ya gidiyorum.
(son sayfa, son an)
Bu gün Salı. Galeria’dayım. Yine boş adımlarla
yürüyorum. Yine insanlar çarpıyorlar ve yine ben başımı
kaldırıp bakıyorum: Hepsi erkek! Oturmuyorum çünkü
bir kural vardır burada: Oturanlar yürüyenleri gözlerler.
Gözlenmek istiyorum. Birileri bana baksın istiyorum.
Belki karımla kızım, belki Nazan, belki E. Hanım asığından ayrılmıştır da bana dönmüştür. Mesuliyet
duygusu, kaçmaya çalıştığım şey. O yüzden oturmak
yerine yürümeyi tercih ediyorum. Bana bakıyorlar. Bana
baktıklarından eminim. Korkuyorum. Sanki benden
nefret ediyorlar. Ben onları nefretime bile değer
bulmamıştım ya, benden intikam alırlar diye
korkuyorum. Hep yalnızım. Müzik sesleri var birbirine
karışmış hâlde. Müzik seslerinin arasından bir anons
52
duyuluyor: “Mehmet Batur, Mehmet Batur lütfen
danışmaya”. Beni çağırıyorlar. Bu benim adım. Ama!..
Koşuyorum. İlk rastladığım memura danışmanın yerini
soruyorum. Alt katta diyor, ya da üst katta. Danışmaya
gidiyorum. Bir bayan, genç ve güzel ve sarışın.
“Ben Mehmet Batur’um.”
“Biri sizi arıyordu” diyor ve arkasına bakıyor. Ben
de bakıyorum. Koşmaktan yorulmuşum. Kimse yok
arkasında. “Şimdi buradaydı” diyor. Susuyorum.
Susuyor ve orayı terk ediyorum. Şimdi BMW marka bir
arabayım, bir hurdacıda sırasını bekleyen.
53
OYUN
Bir pencereye bakıyordu bir saate. İkisi de donuk, ikisi
de kasvetliydi. Fazla düşünmek olmazdı. Hareket saati
gelmişti çünkü. Kalktı, geriledi biraz ve hızla koşmaya
başladı. Üç adım atabilmişti odanın içinde. Dördüncüsü
pencereye, beşincisi de dokuzuncu kat semâlarına
savrulmuştu. Önce kim inmişti yere, sert zemine: cam
kırıkları mı yoksa o mu?
Bütün salon ayağa kalkmış alkışlıyordu. Hepsi beni
seviyordu artık. Oysa ben... sadece bir oyun bu, sadece
bir oyun!
54
(Serab’a) Mektup:
GİTMEK İSTİYORUM, YA DA GELMEK
Saat gecenin ikisi. Sokak gene köpeklerin.
Vatandaşlığından atılmış olduğum bir ülkede yaşıyormuş
gibiyim. Mülteci mi diyorlar buna? Onun gibi bir şey
işte. Burada ülke gece oluyor. Kral da köpekler. Garip
bir terkedilmişlik duygusu hâkim iç alemimde. Aslına
bakarsan daha önce hiç terk edilmedim ama.. dedim işte:
garip! Birinin benden uzakta olduğunu hissediyorum. Ya
da birinden uzaklaşmakta olduğumu. Boğazım yanıyor,
sigaradan olabilir. Geçen gün iki kızla tanıştım.
Üniversiteye bu sene girmişler. Ebru ve İlkay. İlkay’ın
bir de kardeşi varmış İskenderun’da, adı İlker. Ebru
Malatyalıymış.
Gitmek istediğimi söyledim mi sana? Ya da
gelmek...
Ankara’da bildiğim tek otel var, o da Otel Paris.
Ankara’yı hiç bilmiyorum!.. Hiç kalmadım ki.
Kesik kesik oluyor, farkındasın değil mi?
Özlemekten söz etmek istiyorum sana ama bilmem
nasıl desem?.. Garip! Daha önce hiç böyle
özlememiştim.
55
Geçen gün ablam denizle ilgili bir şeyler söyledi,
asla ceset kabul etmezmiş, kıyıya atarmış. Denizin bile
kabul etmediği bir ceset olduğumu düşledim ablamı
dinlermiş gibi yaparken.
Gitmek istediğimi söyledim mi sana? Ya da
gelmek...
Neden kabul etmez deniz cesetleri? Hiç düşündün
mü? Ben düşündüm. O kadar çok şeyi açıklıyor ki bu...
Sonu belirsiz biten bir yığın aşk anlam kazanıyor sanki.
“Aşk” dedim, duydun mu? Sezen Aksu patatese
bayılırmış. Bunu biliyor muydun?
Çok manasız!
kendi kendine bir şeyler oluyor
birileri kıpırdanıp duruyor
boş bir parkta bir salıncak sallanıyormuş gibi...
yaşlı bir adam güvercinleri yemliyormuş gibi
ya da bir el titriyor, bir göz seğiriyor gibi
biri ağlıyormuş gibi
yalnızlık, sessiz geceyi yırtan siren sesleri gibi karmaşık
ve özgür
yalnızlık, inadına kader ve inadına hür
nedensiz kararmalar oluyor gözlerimde
boğazım kuruyor, belki ilaçlardan belki de sigaradan kim
bilir belki de acıdan
ve Avrupaî bir itiraf gibi dökülüyor adın dudaklarımdan
bir özlem bir şehir oluveriyor
56
şarkı söylemek istiyorum!
Bir sigara yaktım. Şimdi daha iyiyim. En azından
şiire bulaşmamalıyım. Yeterince kirliyim zaten. Sigara
dedim de aklıma geldi, kutu Samsun buldum bu gün.
Hemen üç tane aldım. Samsun içtiğimi biliyorsun di mi?
Kokusunu
kimse
sevmiyor.
O
yüzden
çok
yadırganıyorum. Ama biliyor musun, bu sigarada da bir
gariplik var. Sanki görüyor her şeyi. Ne bileyim, bana
öyle geliyor. Yaşıyormuş gibi.
Leyla’yı gördüm geçen gün. Salıydı galiba. Telefon
etti, buluştuk. Bu yalandı. Telefon etti ama buluşmadık.
Pek kendimde değildim o sırada. Başımdan savmış gibi
oldum.
Nedense bu mektubu kimsenin okumayacağı geldi
aklıma. Sanki kimse yokmuş gibi... Galiba hâlâ yalnızım.
Bir erkeğin bir kadını sevmesi nasıl olur, hâlâ aşina
değilim aslında buna. Nedense hoş karşılanmıyor bu
duygular düş dünyamda.
Ben gerçekten şarkı söylemek istiyorum.
ya da şiir!..
Gitmek istiyorum, ya da gelmek...
Lanetli deniz kabul etmese de cesetleri!
57
***
“Keşifler” diye kırka kadar saymak istiyorum işte...
(Seviciler buna ‘imge’ diyorlar. Artık ben de öyle
diyorum. Ve bunların çıktığı yere de ‘imgelem’... Bunu
da aynen taklit ediyorum ama, muhayyileme de sahip
çıktığım için suçlamasın kimse beni.)
Dip, karanlığı ve denizi ilk o zaman çağrıştırmıştı
bana. Denizcilerin cesetleri sulara gömülür ya, mutlak
vardır şöyle bir efsane: Denizci olmayanı kabul etmesin
deniz. Tıpkı günahkar olanı kabul etmediği gibi toprak...
İmparatorluk sularında yabancı gemicileri ne
yaparlar, biliyor musun sen? Hem ağzı yüzü tezek kokan
adamı tekneye gemici diye alırlar mı sanıyorsun! Ama
sen... ben... kaçak bineriz haddi zatında Nuh’un şilebine,
hürriyet falan... ha?.. O kestiğin sonuncusu, İsmail’in
koçudur ama; o sûre-i fil de -inan- Ebrehe’yi kahreden
Mahmude’ye hediyemdir. Ve uçup giden bütün kanatlı
atlar da peygamber efendimiz aleyhisselatüvesselamın
atıdır, aldanma sakın. Adı her Muhammet olanı Mehdi
mi sanırsın sen, ve kanatlı her atı güzel mi sanırsın da
binip gidersin?! Bilmez misin ki o atlar boynuzlarına
takıp sürüklediler koskoca Hikmet Benol’u ve hatta
gecekondu balkonlarında asılı duran güvercin leşlerini
de. İlle de karanlık deme, bazen aydınlanır denizin dibi.
Mesela sahte balıkçılar dinamit patlatınca -ki hiçbir
58
istavrit dinamite hayır demez! Ama sen de sev beni,
Ser’ab gibi, adını söylemeye utandığım küçük kızım Elif
gibi sen de sev beni. Çünkü biz beraber çıkacağız karaya,
beraber kuracağız demir atan donanma düşlerini. Sen
tarihçilere, feylesoflara ve bilim adamlarına aldanma
yeter, biz Düşkadın’a da seninle giydireceğiz kahverengi
gelinliği. İşte sana söz: Sağdıcın olacağım!.. en has şair
sözü hem de,
59
DÜŞKADINA METHİYE
Eski, çok eski bir kaledeyim. Beş kule var dört
köşede. Her kulede bir nöbetçi. Hepsinin üstünde aynı
duman rengi pelerinler. Pelerinler uçuşuyor, rüzgârla
beraber.
Müzik çalıyor: Ses yukardan, semâdan geliyor;
dumanlı, koyu gri bir semâ. Kasvetli bir ikindi vakti.
Yabancılık çekiyorum. Kimseyi tanımıyorum burada.
Kimse de yok zaten; sadece beş kule ve beş adam.
Çiseliyor yağmur, yağdı yağacak. Özlem duyuyorum
yanaklarımda, yağmura bakıyorum. Kuruyum,
kupkuruyum çünkü!
Bütün gök, bütün kale, bütün ülke ve bütün ben:
iniltiler hâlinde uçuşuyoruz. Belli belirsiz bir zılgıt sesi
geliyor uzaktan, çok uzaktan. Kulak kabartıyorum: Zılgıt
değil, işkence! İşkence sesleri bunlar.
ANI:
Hayatımda ilk ve tek defa Erzincan’da, bir lokantada
içtim işkembe çorbasını.
Masada çamurdan bir testi vardı. Önceden varmış. Biri
gelmiş ve satın almak istemiş.
Almış da. Bize yenisini verdiler. Demir bardağa döktük
suyu ve öyle içtik.
Ben ve arkadaşım.
60
Şimdi kalenin kapısındayım. Kumsuz bir çöle
benziyor burası: Yeşil bir çöl. Karaltı hâlinde bir yığın
hareket ediyor yerle göğün birleştiği çizgide. Yığın bana
yaklaşıyor, kaleye doğru geliyor. Ürperiyorum soğuktan
donmuş bir sokak köpeği gibi. Kapıya yöneliyorum,
kalenin cümle kapısına. İçeri girip koruyacağım kendimi.
Neyden? Bilmiyorum, bir tehlike sezinliyorum sanki.
Yaklaşan, karanlık bir tehlike.
Şimdi içerdeyim. Kapıyı kapatıp kilitledim. Yukarı
çıkıyorum tahta merdivenlerden. Bakıyorum: İnsanlar,
hepsi siyah, hepsi zenci. Koşuyorlar. Bir şeyden
kaçıyorlar. Kaleye doğru. Korkuyorum, onlardan değil
artık, onların korktuğu şeyden korkuyorum. Telaşlıyım.
Kulelere bakıyorum. Adamlar oradalar. Onlar cesur.
Müzik dinliyor beşi de. “Beklenen son” olarak
düşlüyorum nöbetçileri, artık iyice yaklaşmış olan yığına
bakarken; peygamber gibi düşlüyorum, kurtarıcılar gibi,
adalet dağıtan şövalyeler gibi. Oysa kurtarıcı benim!
İlk zenci geldi. Kapıyı yumrukluyor. Biri daha
geldi. Bunlar hırsız galiba, diye düşünüyorum. Şimdi bir
grup zenci kalenin kapısını yumrukluyor. Bağırıyorlar.
Anlamıyorum dillerini. Yüzlerini görüyorum bakınca.
Kocaman gözleri var. “Belki de korkudan büyümüştür”
diyerek cevaplıyorum kendimi. Bir sürü zenci var
kapının önünde, yüzlerce. Yumrukluyor ve bağırıyorlar.
Korkum geçmiş. Hepsi buradalar artık. Ama kapı
sağlam. Korku falan kalmadı. Başımı kaldırıp ufka
61
bakıyorum: Bir şey yok. Zalim bir tekfur gibiyim şimdi.
Halkımı, siyah halkımı eziyorum. Korumuyorum onları,
gözetmiyorum.
ANIT:
Çıktı!.. Gördüm onu, gördüm!
hayır, hayııır!
git...
kustum ben!
Aşağı indim. Kapıyı açtım. Kendimi zor attım
kapının arkasına. Kustu dışarısı siyah siyah içeriye.
Kapıyı kapattım... dışarıdan!
Sonra...
sonra,
sürdüm
düşlerimi
göğe!
GERÇEK:
Biliyorum, biliyorum!..
Sürmek düşleri, sürmek. Acımadan, cesurca. Gerçeği
ezmek çivisiz
nallarla. Dört nala sürmek. İlle de göğe, ille de göğe.
Yaşasın! yaşasın!
Seni seviyorum düşkadınım!
62
DUVAR (aşka yenik düşmek)
“Sadece Lâle’yi düşüneceğim, sadece Lâle’yi.”
Bir şeyi itekliyor gibiydi...
Sessizce yanına yaklaştı uzun boylu esmer kadın.
Meraklı gözlerle ona bakıyordu. Uzun siyah saçları
yüzüne dökülmüştü Mustafa’nın; elbiseleri kan
içindeydi. Belli ki çetin bir savaşın artıklarından biriydi o
da. Elleriyle topraktan destek alıyor, ayaklarını duvara
bastırıyordu. Yenilgiyi hazmedememiş bir ordunun
kumandanı gibi direniyor, sanki bir çeşit onur
mücadelesi veriyordu.
- Ne yapıyorsun burada? dedi kadın. Toprağa
saplanmış ellerini biraz daha sıktı genç adam. Kulağına
eğildi ve fısıltıyla tekrar sordu kadın.
- Burada ne yapıyorsun?
Adam hırladı. Kadın korktu.
Bileklerine kadar toprağa gömülmüştü elleri.
Bacakları kasıldıkça kasılıyordu. Kadın doğruldu. Bir
daha baktı adamın ayaklarına. Sonra gitti.
63
Topraktan fışkırır gibi çıkıyorlar, ne olduğunu
anlamadan üstüne atılıveriyorlar, tutunamıyorsun,
düşüveriyorsun yere; yer yok, hep düşüyorsun. Çok
soğuk, yağmura yakalanmışsın da tat alamıyorsun,
soğuktan. Hep soğuksun, hep soğuk.
Daha kuvvetli bastırmalı, itip düşürmeli onu.
- Merhaba.
Başını kaldırmadan cevap verdi Mustafa.
- Merhaba güzeller güzeli!
- Ne yapıyorsun?
- Sanki bilmiyormuşsun gibi!..
- Niye yapıyorsun bunu?
- Beni boş ver, sen neredeydin?
- Küçük bir davete katıldım. O yüzden gelemedim
sizinle.
- En çok ihtiyacım olduğu zaman yanımda
olmayacaksan ne işe yararsın sen? Hiç mi merak
etmedin? Ya atlasaydım...
- Bunu yapmayacağını biliyorum. İçim rahat.
- Boş versene.
- Çok yoruldun, yardım edeyim istersen.
Yanına oturdu. Çıplak sırtını badanası dökülmüş,
çürük, beton duvara yasladı. Ayaklarını uzatıp
bastırmaya başladı.
- Nasıl, yükün hafifledi, değil mi?
- Sen öyle san!
64
- Başaramayacaksın, biliyorsun.
- Sağ ol, çok moral verdin!
- Başaran olmamış ki, senin ne farkın var?
- Fazla konuşma da yüklen!
- Peki.
...
- Yoruldun mu?
Başını kaldırmadan cevapladı yine Mustafa.
- Sen?
- Lâle’yi düşündüm...
- Sus! Daha fazla güç ver.
- Süslü ha...
- “Sus” diyorum sana!
- Kalk hadi, gidelim, atalım kendimizi denize.
- Deniz meniz yok artık, hepsi kurudu!
- Saçmalama, kalk hadi.
- Sen git.
Davku yavaşça gevşetti bacak kaslarını. Dizlerini
karnına çekti. Ayağa kalkmasını bekledik, kalkmadı.
Orada, öylece oturdu. Mustafa, gözlerini ayak
parmaklarından ayırmadan konuştu:
- Bilmem farkında mısın, son zamanlarda fazlasıyla
erkeksi davranmaya başladın.
- Benden mi kıskanıyorsun onu?
Susuştular. Karşıdaki duvara bakıyordu Davku.
Mustafa’nın gözleri kapanmıştı. “Lâle” dedi biri. İkisi de
65
irkildiler; birbirlerine baktılar, aynı anda parmaklarıyla
“sus” işareti yaptılar, kulak kabarttılar. Duvar hareket
ediyordu! Mustafa’nın kasılmış bacaklarına baktı Davku:
Dizleri bükülüyordu.
Telaşla bağırdı Mustafa:
- Yardım et, çabuk! Davku tekrar ayaklarını uzatıp
duvara bastırmaya başladı. İkisi birden bütün güçleriyle
itiyorlardı. “Lâle” dedi yine aynı ses. İtmeye devam
ettiler. Ama duvar gittikçe yaklaşıyordu. Aynı ismi
yineledi ses. Dizleri iyice bükülmüştü. Davku bağırarak
bir şeyler söylemeye başladı. Yine Mustafa’nın
anlamadığı bir dilde küfürler ediyordu.
“Çok erkeksi olmaya başladık!”
- Bir şeyler yap! Öleceğiz burada!
- Ne, ne yapayım?!
- Bilmiyorum, sen doğa üstü bir varlıksın, güçlerini
kullan.
- Doğa üstü varlık mı?
- Evet.
- Ben hiç varolmadım ki! Hele doğanın üstünde...
Yüreğinin bütün dehşetiyle Dazlakvekulaksız’a
baktı Mustafa:
- Sen... yoksun! dedi ve bacaklarını çekti. Duvar
büyük bir gürültüyle üzerine yıkıldı. Ne bir ceset vardı
cenaze töreni için ortada, ne de bir ümit, saklı kalmış
66
düşleri şaha kaldırmak için. Atlar boşa koşuyorlardı.
Davku’nun, artık rakı kokan nefesini içine çekerek aynı
sözleri tekrarlayacaktı Mustafa: “Hoş geldiniz mahcup
yüreklerin kol gezdiği deliler ülkesine, hoş geldiniz”.
67
DÜŞLERİ BİLE ÇARMIHA GERİYOR YAŞAM
1
34 AU ... plakalı bir arabanın içindeyim. Ehliyetim
yok, zaten araba kullanmayı da bilmiyorum (Aslına
bakarsan yüzmeyi de bilmem).
Kafam çok karışık: Lâle’yi düşünüyorum. Lâle’nin
resmini düşünüyorum aslında, resminden fazlasını
görmedim henüz. Belki de sadece aşkı düşünüyorum,
benden başka herkesin adı gibi bildiği şu malum
hikayeyi.
İşte,
fotoğraflarda
yaşayan,
sadece
fotoğraflarda.
Tuğba’yı anımsadım; sanırım ona âşıktım.
Lisedeydi, evet... Tek kelime bile konuşmamıştım.
Defalarca rüyamda gördüm, oturduğu sitenin bahçesinde
sabahladım -hatta o, dışarıda geçirdiğim ilk geceydi.
Ağlamış mıydım? Mutlaka, hâlâ becerebildiğim tek şey
bu belki de. Gitti değil mi sonra (Tuğba değil, onun
bedeninde yaşattığım aşktı giden); bir çeşit terk edilişti
bu da: Tülden beyaz bir geceliği çıkarır gibi sıyrıldı
bedeninden. Sigara dumanı gibi havada dağıldı ve
kayboldu. O zamanlar sigara içmezdim. Belki bu yüzden
öldüğünü, ya da ne bileyim, geri dönemeyeceği kadar
uzak bir yere gittiğini sanmıştım. Onca yıla rağmen
68
hiçbir şey eksilmedi içimde. Her an bir köşeyi dönerken
aniden karşıma çıkabilir diye ürkerek yürüyordum
sokaklarda. Ama değişen hiçbir şey olmadı. Lâle hariç!
Lâle hariç!..
- Niye susuyorsun?
Serap!.. Onu nasıl unuttum?!
- Hiç, düşünüyordum.
Kahretsin, yanlış cevap!
Neyse ki bu sahneyi daha önce oynamıştık.
- Nereye gidiyoruz? dedim.
- Bu yolun üzerinde herhangi bir yere... Gülümsedi;
neden
bu
kadar
güzel,
gülümsemesi
yani?
Gülümsemesine çıldırdığımı çok iyi biliyor. Gözlerimi
kaçırdım, yola baktım, E-5’te olmalıydık. Aslında ben
fazla şeritli bütün yollara E-5 derim. Bunu da biliyor!
Her şeyi biliyor, saklanmak imkansız ondan. Yola
bakıyor. Bazen aynaya.
- Sen düşünmeye devam et o zaman.
Sen
düşünmeye
devam
et!..
Ne
yani,
düşündüklerimi de mi dinliyorsun?
Sakallarım kaşınıyor. Yolunda gitmeyen bir şeyler
var, değil mi? Biri, adı sanı unutulmuş bir tanrı: uykudan
uyanmış sanki. Beni arıyor; yok, çoktan buldu.
Cezalandırıyor... cezalandıracak. Allah’ım, buna hazır
değilim! Aslında hiçbir zaman hazır olamam. Lâle!..
Lanet olsun, zamanım varken bütün esmer kadınları
öldürmeliydim! Cesetlerini yakıp, küllerini bir tutam
69
tütünle karıştırıp adını unuttuğum o kağıda sarmalı ve
içmeliydim. Dumanıyla daireler bile çizebilirdim. Sonra
bütün gücümle üfler yok ederdim. Çok geç!
Yusuf’un söylediğine göre İstanbul’daymış;
Bayram tatili için gelmiş. Yusuf’un ailesi de tatile gitmiş.
Beni eve çağırmıştı ama işim olduğunu, ancak bayramın
ikinci gününde gelebileceğimi söylemiştim. Ekmiştim
yani Yusuf’u Serap için.
(Tamam, duydum; ama şimdi olmaz. Gördüğünüz
gibi yalnız değilim.)
- Ne var arkada?
- Hiçbir şey. Biri geldi sandım.
- Ne?! Nereye geldi biri?
- Uff, karıştı. Bu evdeyken söylenirdi.
Yine gülümsedi. Bunu yasaklayabilirdim aslında,
öldürüyordu çünkü beni gülümsemesi.
İki taneydiler. Arkada oturuyorlardı. Biri -Serap’ın
arkasında oturan- camdan dışarıyı seyrediyor, diğeri bana
-enseme, boynuma, omuzlarıma bakıyordu. Bir şey
söylemesini bekledim. Susuyordu. Bu oydu, hani odama
geldiklerinde
ayakta
duran,
kitabı
karıştıran;
susmasından tanıdım, ve bakmasından. Lâle, dedim.
Sonra ben de sustum. Elini uzatıp saçlarımı okşadı.
Serap’ın gülümsemesi gibi bir şeydi bu; içim boşalır gibi
oldu Serap’ın bir de susması vardır, yüzünde acının
bütün adlarını okuyabilirsin. Bunu birkaç kere içimden
geçirdiğimi anımsıyorum. Bağdaş kurup sallanması; ona
70
değilse bile bu sallanmalarına âşık olduğumu korkmadan
iddia edebilirim. “Git, demektir, söylenmesi gereken her
şey söylendi, artık git.”
Neden çıkamıyorum buradan? Söyle, neden? Kader mi
bu? “Değil.” Evet, değil; kader olsa değiştirilebilirdi, bir
yerlere bir tünel kazılıp kurtulunabilirdi belki. “Bunları
hâlletmiştin hani?” Hiçbir şeyi hâlledemedim ben.
Varoluşum evrensel bir beceriksizlikle açıklanabilir
ancak. Ne âşık olabildim ne de kurtulabildim aşktan. Bak
şu yanımda oturana, bütün kadınlığıyla duruyor orada
ama, elimi uzatıyorum: Boşluk!.. Ya Lâle; uzakta, ta
Ankara’da... “Gelmemiş miydi?” Tamam, şimdi burada.
Ne fark eder, uzanamıyorum ona. Lanet olası bir şey
kolumu tutuyor, bırakmıyor. Sakatım sanki, yaşamdan
yana tutmuyor ellerim. Bırak öpmeyi, bir kere
görebilseydim... bilmiyorum, herhalde... “Daha fazlasını
isterdin.” İsterdim tabi, hakkım bu benim! İkimiz de
biliyoruz ki hiç kimse benim gibi bakamaz ona. İçimdeki
sızıyı duymuyor musun? Sen benim düşümsün, bunu
duyabilirsin. “Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Bağdaş
kurup sallansam, bu bir anlam taşır mı?” Allah belanı
versin! Düşümde bile çaresiz miyim yani?
- Mustafa.
- Ne?.. Geldik mi?
- Hayır. Şeyden bahsetsene biraz.
- Kim?
71
- Neydi adı... Lâle.
- Neden... niye merak ediyorsun?
- Anlaşmamızı unuttun mu?
- Anlaşma mı!
- Evet, hani anlatacaktık her şeyi...
- İyi de, anlatacak bir şey yok ki. Âşık filan oldum,
o kadar.
Yine gülümsedi!
- Gülme, bunda gülecek ne var allahaşkına!
Birden yüzü asıldı. Sustu. Susma, susma n’olur!
Buna daha fazla dayanamıyorum. Bütün anlaşmaları
işkence altında imzaladım ben. Hiçbir kozum yoktu
elimde. Onların mutlu olmak için oynadıkları bütün o
oyunlardan benim defterim “kaybedilmiş haklar” diye
söz etti. O defteri ben yazmadım Serap! Trabzon’daki o
lanetli evin oturma odasından iteklediklerinde beni
dünyaya, boynumda asılı duruyordu zaten. Bütün
yaşamım o defteri okumakla geçti, orada yazanları
oynamakla.
“Saçmalamaya başladın gene. Utanmasan ‘bu onların
suçu’ diyeceksin.” Sus! Bu kimsenin suçu değil, sadece
‘ben yalnızım’, o kadar.
Adını bilmediğim bir viyadüke girdik.
- Serap.
72
Cevap vermedi. Ne düşünüyor? Kıskanmış olamaz.
Yoksa olabilir mi? Hayır, eninde sonunda o da bir düş.
Neden susuyor?
- Serap.
- Ne?
- Sen de bir düşsün, değil mi?
- Evet, öyleyim.
- Benim düşüm, değil mi?
- Evet, senin düşünüm ben.
- Öyleyse kır direksiyonu.
- Ne?
- Bu yolun üzerinde herhangi bir yer, öyle değil mi?
Geldik işte. Sağa kır.
Sustu.
Göstergenin ibresi yüz yirmi civarındaydı.
Viyadükün ortasını geçtik. Belki vazgeçmeliydim. Belki
yüz altmışa kadar beklemeliydim. Belki gerçekten
güzeldi yüz altmış kilometreyle giderken öpüşmesi.
“Mustafa!” Yüzü bembeyaz olmuştu. Korkuyordu.
Ben? Hayır. Üşüyor muyum? Hayır. Demek ki ölüm
soğuk falan değilmiş. Viyadük bitiyordu. Düşünmeye
vakit yoktu artık.
- Mustafaaaaa!
İki elimle direksiyona sarılıp bütün gücümle
kendime doğru çektim. Direksiyonu bırakmıştı. Oysa
direnebilirdi, bana engel olmaya çalışabilirdi. Sadece
çığlık attı. Araba yol kenarındaki parmaklıkları delip
boşluğa fırlayana kadar sadece o anlamsız çığlığı
73
dinledim. Sonra yine sustu. Ön camdan yıldızsız geceyi
seyrettik beraber. Yüzyıl önce, boğazda bir yalının
bahçesinde mehtabı seyredip birbirine şiirler okuyan iki
âşık gibiydik, öyle değil mi? Öyle değil mi adamım!
Bak, düşleri bile çarmıha geriyor yaşam. Cevap vermedi.
Onun da yüzü kaskatı olmuştu. Düşler kaskatı
olmuşlardı.
2
Başım ağrıyordu. Akşamdan kalmaların dışında,
intihar ederek ölenlerin de başının ağrıdığını öğrendim
böylece. Gözlerimi açtım. Başım cama yapışmıştı.
Hareket edebilir miydim? Başımı geri çektim. Kapının
kilidine kadar uzanan bir yol oluşmuştu camda,
kıpkırmızı bir yol. Benim kanımdı bu. Ürperdim. Bir an
ölmemiş olabileceğimi düşündüm. Hızla şoför koltuğuna
döndüm. Serap! Ön camdan kopan büyük bir parça
boğazına girmişti! Midem hareket etmeye başladı.
Hemen
başımı
çevirmezsem
kusabilirdim.
Kımıldayamadım, sanki boynum tutulmuştu, sanki
boynum buz kesmişti. Saçları, boynu, omuzları, kan
içindeydi. Ölüydü! Yüzünü göremiyordum. Kafası cama
doğru düşmüştü. Elimi uzattım. Saçlarına dokundum.
Hızla başımı çevirdim. Ağlıyor muydum?
Evet dostum, söylediğim gibi, hâlâ becerebildiğim
tek şey... Arkama döndüm. Orada değildi. Nereden
74
geldiğini anlayamadığım bir telaş kapladı içimi. Kapıyı
açmaya çalıştım. Araba havaya uçabilirdi. Neden
bilmiyorum, arabanın havaya uçmasından korktum. Ne
yapıyordum ben?! Kapı açılmıştı. Durdum.
- Bak ona!
- Ölmedin demek.
- Bak ona!
- Hayır, bunu yapamam.
- Bak!.. Onu çarmıha geren yaşam değil, sensin.
Arabadan çıktım. Arka kapıya dayandım. Yere
basınca sağ ayak bileğimde büyük bir acı duydum.
Dengemi kaybettim. Yere düşerken elimi tuttu ve kapıya
dayanmama yardım etti. Yüzüne bakamıyordum. Ondan
utanıyordum. Serab’a da bakamadım tekrar, ondan da
utanıyordum. Yerde dikiz aynasının parçalarında
yansıyan yüzüm... Utanıyordum... Elimle gözlerimi
sildim, montumun kolu yırtılmıştı.
- Ne yapacağım şimdi?
- Deftere bak, ne yazıyorsa onu yap.
- Defter?
- Evet, defter. Sahne senin, rolünün hakkını ver.
Yaşıyorum!
Sol kolumu omzuna attım. Yavaş yavaş oradan
uzaklaştık.
...
75
- Araba aşağıda.
- Belki hâlâ yaşayan birileri vardır.
- İnelim hadi.
- Polis geldi.
- Memur Bey, araba aşağıda.
- Tamam, ambulans çağırın. Siz, benimle gelin.
Yardıma ihtiyacımız olabilir.
- Bir kız var. Ölmüş komiserim. Kafası kopmuş.
- Vah anaam! Allah taksiratını affetsin.
- Ambulans gelmiş komiser bey.
- Komiserim, bu kapı açık.
- Biri daha mı varmış arabada?
- Camda da kan var.
- Etrafa bakın. Fırlamış olabilir.
- Bakın komiser bey, bira şişesi bunlar.
4
Birkaç tepe aştılar birlikte, çimenlerde kan izleri
bırakarak. Mustafa’nın kolu omzundaydı Davku’nun.
Başındaki şiddetli ağrıdan başka ne vardı aklında? Ölü
bir kadın... Uzak bir kadın... Uzak bir ülke... ve kolunun
altındaki düş. Canı sıkılıyordu yaşamın. Ekseni etrafında
düzgün olmayan çizgilerle daireler çiziyordu.
Konuşmuyordu Davku. Bir otoyola çıktılar.
- Nereye gidiyoruz? dedi Davku; Mustafa düşündü.
76
- Bu yolun üzerinde herhangi bir yere olabilir mi?
- Yusuf’a gidelim. Yalnızdır şimdi. Orada
dinlenirsin. Yaralarını sararız.
- Olur.
Olur! Her şeye “Olur”. Yürüyelim. Yusuf’a gidelim.
Serap öldü, onu unutalım. Lâle İstanbul’da, onu da
unutalım. Ne düş ne gerçek, acımasızca dökülüyor her
şey karınca yuvalarına, unutalım, direnemeyiz yaşama,
unutalım.
- Gerçek olan neydi biliyor musun? Tuğba’ydı;
evet, gerçekti o. Ondan sonrası sadece zaman. Ve şimdi
Lâle, bütün günahlarımın cezası gibi asıldı boynuma.
Kahretsin, onu daha görmedim bile!
- Konuşarak kendini yorma.
Sanki susunca çok dinleniyorum!
Ankara’ya gitmeliyim.
Uyuyan adam fotoğrafı. Düşünen adam fotoğrafı.
Kıvranan adam fotoğrafı. Tutunamayan adam fotoğrafı.
Ve bir kanepede kıvrılmış Leman okuyan Lâle... Ve bir
araba koltuğunda yatan ceset!
Ve...........
Kan çekimi. Kan uyuşmazlığı... gibi asla bir araya
gelemeyen iki yalnızlar. Yapışkan örümcek ağları: AŞK!
77
Tutunamayan adamın yapışkan ağlarda çürümesinin
hikayesi. Tutunamayan adamın ağlara atlamakta
gösterdiği anlamsız cesaret. Uyumalı herkes, rüyalar
görülmeli. Başım çok ağrıyor. Sağ ayak bileğim
tutmuyor. Lâle benden habersiz, Lâle İstanbul’da. Serap
öldü. Serap öldü? Serap... öl-dü!
- Ne yapıyorsun, dur?!
- Bırak beni. Sökeceğim, bütün çarmıhları
sökeceğim! Yalnızlığa işkence etmeli, acı çektirmeli ona.
Şairlere kalmamalı dünya. Dünya!.. Ağlayarak yere
çöktü Davku’nun kollarında. Betonun üzerinde kıvrıldı,
dizlerini ağzına çekti; “Lâle!..” dedi heceleyerek ve kesik
kesik.
...
- Kalk hadi. Saat bire geliyor. Yusuf’a gitmeliyiz.
Uyudum mu ben? Lâle...
Merdivenleri Davku’nun kucağında çıktım. Kapının
önüne gelince beni yere indirdi. Duvara dayandım. Sağ
ayağımı yere basmamaya özen gösteriyordum. İçerden
sesler geliyordu. Yalnız kalınca arkadaşlarını çağırmış
olmalıydı. Zile basıp basmamak arasında bocalamaya
başladım. Zil çalmaya başladı. Ben basmamıştım.
Vazgeçtim. Hemen orayı terk etmeliydim. Bir an boş
bulunup sağ ayağıma dayandım. Merdivenlerden düşmek
üzereyken parmaklıklara ancak tutunabildim. Kapı açıldı.
78
Başım hâlâ dönüyordu. Ağırlığı sol ayağıma verip
doğruldum ve arkama döndüm.
- Kimi aradınız? dedi bir ses. Yüzüne baktım. Lâle!
Başım çatlamak üzereydi. Düşünemiyordum.
- İyi misiniz? dedi. Cevap vermeliydim.
Konuşamıyordum. Bir şeyler olmalı, hem de hemen!
Yusuf geldi. Beni görünce birden telaşlandı, neler
olduğunu, bu saatte orada ne aradığımı sordu. Başka
sorular da sordu ama hemen hiçbirini duyamadım.
Lâle’yi iterek dışarı çıktı. “Sağ ayağıma dikkat et”
diyebildim.
- Kaza mı geçirdin? Ne oldu Mustafa?
Cevap veremedim. Kapıda, ince metal gözlüklerinin
arkasından şaşkın gözlerle bizi izleyen Lâle’ye
bakıyordum. Ensemden alnıma kadar bütün kafam sanki
yüzlerce testereyle kesiliyormuş gibi sızlıyordu.
Yüzümde pıhtılaşmış kanın ağırlığını duymuyor, sadece
ona, Lâle’ye bakıyordum. İçeri girip bize yol verdi.
Yusuf’un omzuna yaslanmıştım, yavaş adımlarla biz de
içeri girdik. Salonda oturan insanlar vardı. Hiçbirine
bakamıyordum. Bayılmak üzere olduğumu düşündüm.
“Yusuf, dedim.”
- Tamam Mustafa, kendini yorma.
- O mu? diye sordum. Gözlerime baktı.
- Evet.
- Lâle...
Yusuf omzuna çöken ağırlığı fark edince
Mustafa’nın bayıldığını anladı. Orhun’un da yardımıyla
79
koltuğa oturttular. Yusuf ve Orhun’un dışında Mustafa’yı
pek tanımıyorlardı. Birkaç defa görüşmüşlerdi, o kadar.
Hepsi birbirlerine bakıyor, sebebini anlayamadıkları bir
suçluluk duygusuyla kıvranıyorlardı. Orhun Yusuf’a
baktı:
- Ambulans falan mı çağırsak, dedi.
- Kolonya var mı, dedi Lâle Yusuf’a.
- Arkandaki dolabın içinde olacak.
- Buldun mu?
- Evet. İstersen odadaki kanepeye yatırın. Koltuk
rahatsız.
Ebru (Lâle’nin ablası) odaya girdi. Orhun ve Yusuf
Mustafa’yı koltuk altlarından kavrayıp ayağa kaldırdılar.
Ebru kanepeyi açıp ucuna bir de yastık koymuştu.
Yatırdılar.
- Gazlı bez falan yok mu Yusuf?
- Bilmem, belki mutfakta vardır.
Mustafa gözlerini açtı.
- Mustafa, iyi misin?
- Daha iyi.. dedi zor duyulur bir sesle. Bira kokusu
vardı. Başı hâlâ ağrıyordu.
- Konuşabilecek misin? dedi Yusuf Mustafa’ya.
- Sanırım...
- Ne oldu, anlat. Araba mı çarptı?
- Araba? Bilmiyorum. Bu gün günlerden ne?
- Bugün bayram. Birinci günü.
- Bayram... Birinci gün.
- ...
80
- Hastaneye gitmemiz gerek.
- Hayır, sadece biraz başım ağrıyor.
- Orhun, mutfaktaki ecza dolabına bak, orada
Vermidon olacaktı.
Lâle girdi. Elinde ıslak bir bez ve geniş bir tabak
vardı. Bora da girmişti. Mustafa yattığı yerde doğruldu.
- Sen uzan, yüzünü temizleyelim, dedi Orhun.
- Yüzümde ne var?
- Kanlanmış biraz.
- ...
- Yusuf’un arkadaşı mı? diye sessizce sordu Lâle
Bora’ya.
- Evet, dedi Bora, yakın arkadaşlar.
Yusuf geldi. Haplardan iki tane verdi. Odayı
boşalttılar.
(Dış kapı açıldı; gidiyorlar. Eğlencelerini bozdum.
Evlerine gidiyorlar. Yusuf’la Orhun yanıma gelecekler.
Sorular soracaklar. Neler olduğunu merak ediyorlar
çünkü. Bir yalan uyduracağım onlara. Lâle’yi
düşüneceğim sadece. Sadece Lâle’yi. Resimlerden daha
güzeldi, değil mi? Resimler... Düşler? Düşler çarmıha
gerilmediler, göğe çekildi onlar. Vakti geldiğinde
yeniden inecekler. Ve ben o minarede bekliyor olacağım
onları. Biliyorum, bekliyor olacağım.)
81
***
Keşifler...
‘Aşk’ diyorlardı benim ‘Leyd’ dediğime... Yalnızlık
diye bir düşleri vardı, hürriyet diye bir de umutları. Ama
nedense gerçekleşmeyen düşleri yok sayıyorlardı, mutlu
biten hikayelere burun kıvırıyorlardı, ‘mantık’ diye bir
ölçüt dolanmıştı dillerine, düşüncelerine... Ben, kendimi
çok yalnız hissettim, adamın teki yazdıklarım hakkında
konuşurken ‘anlaşılmaz’ dediğinde. Anlaşılmak ne
demek olabilirdi ki?.. İşte bunu Venûlüs bile
söyleyemezdi...
82
Karîn ve Şîran
Bir kırmızı, bir krem.. iki tane...
Savurdun kılıcını bulutlara. Seri bir dönüş ve kılıcı
sapladın toprağa.
Toprak durgun, ağaç yok.
Bıyıklarını tarıyorsun tırnaklarınla. Yüreğine
saplanmış gibi acıtıyor kılıcın seni.
Yalnızsın, âtılsın.. sen.. koşumları çözülmüş bir at gibisin
şimdi.
Elektrikli tramvayların peşi sıra koşuyorsun. Kaybolmuş
bir çorap görüyorsun
apartmanın arka bahçesinde. Bakıyor musun?
“Şîran.”
“Ne!”
“Kılıç Şîran, kılıcımı gördün mü?”
“Hayır.”
Tekrar aynaya mı döner Şîran, yoksa başını hiç
ayırmamış mıdır zaten?
bulutlar, bulutlar
bulutlar yere eğilmesin
bilmediği yerde basmasın düğmeye Karîn
Şîran, aynadan kaldırmasın başını
83
dört kulede sürdürsün kuşatmayı
lağımcı yok!
“gelinler aynada saçını tarar
aynanın içinde birbirini arar”
arayan soran yok
sorayan aran ve sorular soran
da. Şimdi yıkanmanın vaktidir. Ben güzel miyim Karîn?
Sen güzelsin Karîn...
sürmek:
1. at sürmek
2. ruj sürmek
3. sürülmek....
sürtüşmek, süregelmek, süregitmek, sürüdengelmek,
sürüdengitmek,
sürünegitmek, sürünegelmek
düş sürmek
kıyıda bir yerde yitmek, yitip gitmek
yitirilmek...
ve yitirilmekten utanmakYenizelanda’da örümcek
ten korkan bir postane memuru
84
imgesi ve sabırsızca sallanan diz
kapakları. Uyanık sayıklayan düş
ler. Düşlerin görücüleri. Görücülerin beğenmediği kızlar,
kızanlar, kızmayanlar ve kızılanlar.
Dişlerini gıcırdattı Karîn. Avuç içleriyle kavramıştı
kılıcın gümüş işlemeli kabzasını. Toprağı eşeliyordu
Şîran. Toprak yumuşaktı. Kılıç sert bir şeye girmiş
olacaktı -belki bir sandığa, düş dolu bir sandığa, dedi
Karîn. Cevap vermedi Şîran. Eşelemekten vazgeçti..
gerdanında süzülen teri sildi elbisesinin ko(a)lalı
yakasıyla. Karîn bıraktı kılıcın kabzasını. Kılıç parladı.
Dişlerini gıcırdattı Karîn. Ayağa kalktı. Denize baktı
Şîran. “Bin sırtıma,” dedi.. Gidelim artık,
dedi..
85
ALRUNA
Kapı kapandı... Koyu kahverengi, demir bir kapı;
belki çelik, belki de sadece demir. Sırtı dönüktü adamın,
kapıyı görmüyordu. Eğilmiş, ayakkabılarına bakıyordu.
Üst üste olmaktan sıkılmışçasına iç içe girmiş onlarca
basamak bekliyordu önünde. Sarkıklarıyla beraber
hepsine basacaktı siyah botlar: teker teker, hepsine.
Binanın tepesinde daireler çizerek uçan tek kanatlı
bir kuş çığlıklarıyla çağırmaya başladı uykusuzluk
tanrısını. Karîn: kimi zaman bir at kadar hızlı ve kıvrak,
çoğu zaman bir dost kadar yakın ama hırçın. Gözü açık
bir yığın düşün arasından, nalsız ayaklarıyla suyu
çalkalayarak gelecekti; başsız yüzlerce çetenin kol
gezdiği, hükümranlığın elden ele geçtiği bir gecenin
sıklaşan soluk alıp vermelerinin arasından gelecekti;
geliyordu Karîn!
İçinde, artık tanıdık bir titremeyle adımlar atmaya
başladı Mustafa, geceye/sabaha nispet edercesine
salınarak, karanlık bir kaldırımdan yolun ortasına. Ana
caddeye
yürüyordu
kaldırımlarında
köpeklerin
uyukladığı bir “Anacadde” düşleyerek ve tabi korkarak
da. Çürük adamotlarıyla dolu bir tarlaya düşmüş gibi acı
çığlıklar atıyordu binanın üstünde daireler çizerek uçan
tek kanatlı kuş, çürük adamotları yutmuştu tarlalarda
mahsur kalmış uçamayan bütün hayvanlar. Caddeye çıktı
ve hiç durmadan sola dönüp yürümeye devam etti
86
Mustafa. Kuş sustu. Takunya sesleri geliyordu Böcekli
Camii’nin avlusundan. Kadıköy’de çalkalanmaya başladı
deniz. Fırtına kopacaktı belki sisli İstanbul gecesinde,
belki Mustafa’nın üşüyen yüreğinde, belki de hiçbir
yerde, hiçbir zaman... Yolun ortasında, bodur ağaçlardan
birinin sol yanında durdu. Artarda havlıyordu köpekler.
Gözlerini kapattı. Sıktı... Yalpalayarak sol tarafa adımlar
atmaya başladı. Takunya seslerini ayırmaya çalışıyordu
havlamaların arasından. Sonra köpekler de sustu(lar).
Sessizliği parçalıyordu takunya sesleri, tir tir titriyordu
sanki gece. Gözler açılmıyordu. Açtık, susuzduk...
“Benim adım Rune,” dedi gece. Hızlı hızlı sözlüğü
karıştırmaya başladı ince parmaklı bir el. Rune, rune,
rune, rune?.. Eğildi gece ve kulağına fısıldadı
Mustafa’nın. “Benim adım Rune,” dedi yine. Titreme
sessiz ve hissettirmeden çekildi sahnenin karanlık
köşesine. Kitapsız bir kütüphanenin tenha koridorları
kadar sessizdi cadde. Ama koku farklıydı. Farklı?..
Farklı?.. Soğuk!..
“Fısıltı.” Buydu kokunun yeni adı. Karîn’e döndü
gece ve yineledi: “Ama benim adım Rune”. Rune...
ürküyordu
uykusuzluktan.
Mustafa,
ürküyordu
uykusuzluktan. Külçe gibi ağır gözkapaklarını da
sürüklüyordu âdeta cesediyle beraber. Karîn, ekseni
etrafında dönüyor, kuyruğuyla kulağa hoş gelmeyen bu
fısıltıyı süpürüyordu. Göğüs kaslarının oynadığını fark
87
etti Mustafa. Hayranlıkla bakmak için Karîn’e, yavaşça
açtı gözlerini. Boşlukta uzanmış/yatmış bir el gördü.
Bir el!..
Geri çekildi. Hiçbir dededen yadigâr olmayan bir
tüfeğin namlusunun çizdiği daireleri takip etti gözleriyle.
Namlu patladı. Tek kanatlı bir kuş düştü yüz metre
yukarıdan aşağı, yere, betona. Koşuyor muydu
Mustafa?..
Yolun ortasından yürüyordu. Sahrayıcedid durağını
geçerken, Böcekli Camii’nin arkasından gelen havlama
sesleriyle irkilmiş, daha emniyetli olur düşüncesiyle
yolun ortasından yürümeye başlamıştı. Arada bir yoldan
geçen arabalar görüyor, korkusu biraz olsun hafifliyordu.
Geçen her on arabadan sekizi ticari taksi oluyordu. Hepsi
onunla aynı mesafeye gelene kadar yavaşlıyor, tepkisiz
kaldığını görünce tekrar hızlanıp yola devam ediyorlardı.
Gecenin bu saatinde dışarıda ne aradığını merak
ediyorlardı mutlaka. Belki de sadece küfür ediyorlardı.
Oysa o geçen her arabaya dua ediyordu, çünkü her biri
onun için birer kahraman oluyordu sabahın bu saatinde,
bu karanlıkta, bu soğukta ve köpeklerin her an tekrar
havlamaya başlayabileceği şu dakikalarda.
Kırbacını çıkardı Karîn. Havada şaklattı. Bir bebek
doğdu. Bir adam öldü. Bir balık boğuldu denizde.
Kadıköy’de.............
Gözlerinde
şakladı
kırbaç
Mustafa’nın. Soğuktu. Açtı. Susuzdu. Caddenin sağına
88
geçti. Reklam panosunun beyaz ışığıyla aydınlanan bir
otobüs durağı vardı ileride. Oraya gitti. Üstünde delikler
olan demir oturakta oturdu. Sağ bacağını diğerinin
üzerine attı. Karşıda, caddenin kollarından birinin
girişinde farları açık Kartal marka bir ticari taksi
duruyordu. Ona baktı. O da kendisine bakıyordu.
Birbirlerinden
şüphelendiler.
Birbirlerinden
şüphelenmeye devam ettiler. Önünden ihtiyar bir adam
geçti. Dikkati dağıldı. Elinde boş bidonlar vardı ihtiyarın.
Saat kaçtı? Sol kolunu kaldırıp saate baktı. “Saat
durmuş,” dedi Karîn. Kolunu indirdi. Sabaha kaç saat
var, diye sordu. “Üç,” dedi Karîn. İhtiyar adam o
bidonları doldurmayı başarır mıydı acaba? Tekrar
buradan geçer miydi? Ona sorar mıydı “Buralarda bir
çeşme, su içecek bir yer var mı,” diye? Önce selam
verirdi herhalde. Motor sesiyle irkildi. Kartal taksi
hareket etmişti. Göz göze geldiler. Ayağa kalktı. Ters
yönlere döndüler ve uzaklaştılar birbirlerinden ve
yalnızlığa inat caddenin sağ yanında yaşamaya devam
edecek olan reklam panolu otobüs durağından.
...
“Ya duyarsam topraktan sökülen adamotlarının
çığlıklarını
Çıldırırmış bu çığlıkları duyan ölümlüler...” i
89
O gece, gece adını söylemişti ona:
Kadıköy’e varmıştı. Sahilde, hilâl şeklinde sıralanan
banklardan birinde oturmuş denize bakıyordu. Sağında
Haldun Taner Tiyatrosu, solunda Eminönü vapur iskelesi
ve arkasında bir Atatürk heykeli olduğu hâlde önünde diz
çökmüş ağlayan denizi seyrediyordu umursamaz
bakışlarla. Aslında Karîn’in kölesi olmuştu bakışları,
yoksa umursamazlık yoktu gözlerinde ve tabi yüreğinde
de. “Benim adım Rune,” demişti ona gece:
Haydarpaşa istasyon binasına takılmıştı gözleri.
Binanın ardında çok güçlü sarı bir ışık vardı. Sisten pek
seçilemiyordu ışığın üzerinde hareketsiz duran ejderha
gölgesi. Belki arkadaki tersaneyi bekliyordu ejderha,
belki de şehrin lanetiydi sadece; geceyi savuşturmak için
yapılan bir büyü mesela. İşte o gölgenin ve sisli sarı
ışığın ve ağlayan denizin ruhuna verdiği sarhoşlukla
bakarken boşluğa Mustafa, acıklı bir anı aramak için
rengi griye çalan geçmişinde sırt üstü yüzerken, işte tam
o anda kulağına eğildi ve “Benim adım Rune,” dedi gece.
Uykusuz gözlerle bakmayı sürdürdü ejderha gölgesine.
Kımıldamadı.
Yumuşak iki el dokundu omuzlarına. İrkildi.
Omuzlarını sıvazlıyordu eller. Sonra boynuna çıktı
yumuşaklık. Ejderha boynunu bükmüştü sanki. Çok sis
vardı, görüş gittikçe güçleşiyordu. Kulağında gezinen
sarhoş bir nefes duydu. Ejderha gidiyordu. Bir kadın,
kulağına fısıldadı: “Benim adım Alruna”. Eller birden
90
boynunu sıkmaya başladı. Hızla ayağa kalktı. Koşup
ejderhayı yakalamayı düşündü. Tersaneye kim
bakacaktı?! Arkasına döndü ve “Demek senin adın
Alruna,” dedi alaycı bir sesle. Yeşil gözlüydü. Uzun
siyah saçları ona Şîran’ı anımsatmıştı. Korkarak
bakıyordu. Elini uzattı ve dokundu ona. Parmaklarını
esmer teninde dolaştırdı. Sonra avuç içiyle yanağına
dokundu. Alruna boynunu büktü, yanağındaki ele
yaslandı. Alnında müthiş bir sızlamayla irkildi adam.
Gözleri yanıyordu. Takunya seslerini hatırladı ürkerek.
Gözlerindeki yanmayı gidermek için belki, belki de
zamanın başıboş bir dilimini yakalayıp uyuyabilmek için
sıktı göz kapaklarını.
Otobüslerin duraklara gelmesine nereden baksa iki
saatten çok vardı. Hava gittikçe soğuyordu. Altıyol’a
gelmeden önce yol üstündeki bir camiden su içebilmişti
ama hâlâ çok açtı. Gözü poğaçacıya takıldı. O da iki
saatten önce gelmezdi. Başıboş araba ve yanında siyah
deri kaplamalı bir sandalye, orada durmuş sahiplerini
bekliyorlardı. Gözü takılmıştı sandalyeye. Poğaçacıyı
görür gibi oldu. Sandalyede oturuyor, arada bir ellerini
ovuşturarak etrafına bakınıyordu. Hızlı hızlı yürüyen
insanlar geçiyorlardı sahilden, poğaçacının önünden.
Ağladı. Hayır, sadece gözünden yaş geldi. Büyük bir
köprü düşledi, Doğu’yu ve Batı’yı birleştiren.
Parmaklıkların üzerinde oturmuş boğazı seyreden bir
adam yerleştirdi sonra resme. Adamın arkasında bir
91
kalabalık: Gazeteciler, televizyoncular, polisler ve
psikologlar. On yıl beklediler adamı orada; atlamadı. O
boğazı seyretmeye gelmişti, onlar da onu. On yıl
seyrettiler. Sonra adam indi parmaklıklardan. Yüzünü
Avrupa yakasına çevirip uzaklaştı. Kalabalık orada kaldı.
Bir adam, yalpalayarak arkasından geçti. Elli metre
solda bir yerde oturdu. Dönüp bakmadı ona Mustafa.
Kalktı ve sağa, otobüs duraklarının olduğu yöne doğru
yürümeye başladı. Büfelerden ikisinin de ışığı yanıyordu.
Birine yanaştı. Bir süre vitrine baktı. Kırk yaşlarında bir
adam hazırlıklar yapıyordu. “Şu bisküviler kaça?” diye
sordu. “Seksen bin lira” dedi adam bu saatte bisküvi
almak isteyen bu delinin kim olduğunu düşünerek ve
biraz da şüpheyle bakarak uykusuz gözlerine. Duraklara
baktı sonra ümitsizce. Bir otobüs vardı! İlerde, evet,
orada duruyordu. Adımlarını sıklaştırarak yürümeye
başladı. Cüzdanından bir bilet çıkardı. Şoför onu görünce
kapıyı açtı. İçeri girip bileti kutuya attı. Şoför de
büfedeki adam gibi şüpheyle baktı uykusuz gözlerine.
Arkaya doğru yürüdü. Boş koltuklardan birine oturdu.
Omzundaki çantayı yere, ayaklarının dibine koydu.
Bisküvilerden birini daha ağzına attı. Yavaş yavaş
ısırıyordu. Kimseyi rahatsız etmek istemezdi. Zaten
kimse de rahatsız olmazdı. Biraz sonra otobüs hareket
etti.
92
Küçük bir kalenin önünde toplanmış binlerce
insan... Kalenin burçlarından birinde yaya bir tanrı...
Ayakta duruyor, kullarını selamlıyor. Yakışıklı esmer bir
tanrı bu. Adını biliyor herkes: Karîn... Binlerce insan
ibadet ediyorlar, hepsi sadık. Kimi horluyor; ama hoşuna
gidiyor bu Karîn’in. Arkalardan biri ayağa kalkıyor.
Bağırıyor! Utanmaz adam! Karîn uçarak kalabalığın
üzerinden onun yanına geliyor. Adam bağırmaya devam
ediyor. Karîn eliyle ağzını kapatıyor. Adam kurtuluyor
ondan ve yine bağırmaya başlıyor. Elinin tersiyle sert bir
tokat atıyor Karîn. Adam uçuyor, Karîn de arkasından.
Kalabalıktan uzak bir yere düşüyorlar.
“Bırak uyusunlar,” diyor Karîn.
“Ya ben,” diyor adam. Kamçısını çıkartıyor Karîn.
Havaya kaldırıp döndürüyor. Kamçı havada daireler
çizerek uçmaya başlıyor. Bir hortum çıkıyor göğe
uzanan. Hortumun içinden süzülerek iniyor Alruna.
Karîn artık yaya değil!
“Bırak onları, uyusunlar. Yalnızlara geceyi armağan
ediyorum ben”.
Adam eliyle gözlerini ovuşturuyor. Alruna’ya
bakıyor.
“Sen kadınsın!”
“Yalnızlara geceyi armağan ediyorum,” diyor yine
Karîn. “Sevişin!”
Topkapı’da açtı gözlerini Mustafa. Sisten göz gözü
görmüyordu yine ama hava aydınlanmıştı. Köprüyü
93
geçerken de uyuyor muydum, diye sordu kendine?
Otobüsten indi. Diğer durağa kadar yürüdü. Başka bir
otobüse bindi. Evine geldi. Odasına girdi. Uyudu.
Ağzında yabancı bir tat, ölürken çığlık atan
bitkilerin acı tadı vardı sadece.
94
Ebe Malva’nın “Best Of Malva” adlı albümünden en çok
istek alan parçadır.
LEYD (IŞK)
güfte
: Mehmet Batur
beste
: Dazlak ve Kulaksız (Namı diğer Davku)
makam : Siyah
sazlar
Tambur ve vokal : Gümeci Teyze
Kanun ve kişniş : Şîran
Nal sesleri
: Karîn
Elektro gitar
: Üstat Venûlüs
Davullar
: Davku
Ney
: Mustafa
söyleyen
: Ebe Malva Teyze
lütfen, önce sessizlik.... sonra sükûnet.
.
.
.
.
.
.
.
95
yüreğimin çıldırasıya bağırışlarına tıkamışsın kulaklarını.
Kokuşmuş asaletinle tünemiş bakmaktasın leydime o
alçak tepeden. Yarasaların ülkesinde tutsağım ben. Derisi
dökülmüş parmaklarımla vuruyorum görünmeyen
piyanonun tuşlarına. Gözlerimi oymaya yelteniyor
yarasalar. Senin yarasaların. Variller yuvarlanıyor
üstüme. Durdurmuyorsun dünyayı. Basmıyorsun
deklanşöre. Yarasaların prensesi,
sen!..
Bırakmıyorsun kırayım zincirlerimi. Siyah saçlarınla
hapsettin beni sur içlerine. Dökülüyor parmaklarım
kalebodurlara. Ses çıkmıyor. Görüntü yok.
.
.
.
.
.
.
.
.
şimdi dağılın!
96
***
Kulakları keşfetmem uzun sürmedi. Ama Garsan ve
Jombalak’ı unutmuş olmam fevkalade düş kırıcıydı.
(Aslında keşfe neden ‘buluş’ dediklerini de kulak
meselesinde ayırdetmeye başladım.) Tarzan-Garsan
çağrışımına itiraz etmedim hiç (İmgesel olana saygımda
limit belirsizdir). Ama Jombalak hep bir muamma oldu.
Uyduruk ıstıraplarla kafa yora yora böylesi önemli
ayrıntıları anımsayamaz oldum işte. “Haydi Silver, ileri!”
nidasını da karıncalı marıncalı anımsıyorum. Ama
Jombalak beni haddinden fazla tedirgin ediyor. “Sakın!”
diyorum bazen... yoksa... Hayır!.. Davku’yu fakülte
kantinindeki o merdivenlerin altında ilk defa
gördüğümden eminim. Yapmak istediğimi anlıyorum
aslında, Davku’yu kişiselleştirmeye çalışıyorum. Ama
faydasız, o hep benden akıllı olmuştur. Hem
imgelemimde
kıpraşan
sarımtıraklığa
bakarsam
Jombalak salağın tekiydi. Ve öyle bir adı olan herkesin
salak olduğundan kuşkulanma hakkını tanımak isterim,
hem kendime hem de sana.
Sekiz on tane berber hikayesi sıralamak vardı şimdi
ama neye yarar. Bizim sitede berber ne ustadır ne de
çırak. Ve Davku, ne bana aittir büsbütün, ne de benden
ırak. En uzun düşüm Ser’ab bile sadece altı saniye
dayanabildi Davku’yla dans etmeye. Pof!..
Gene de, yani her şeye rağmen, izin vermek
istiyorum kahvenin soğumasına... Telvesinde fazladan
97
beş yüz yirmi iki bin adet düş kuracağım. Tir tir
titreyerek ayazda bir camii avlusunda, bırakılmışlıkların
peşinde yok bile olacağım. Lâle adını verdim senin
ziynetlendiremediğin gölgeye....
98
KAHVE RENGİ DÜŞLER
Bir süredir elinde salladığı zarları, Sabri Usta, Çırak
Selim’in heyecanlı bakışları altında hışımla fırlattı tavla
tahtasına. Zarlardan biri yek gelmiş diğeri ise yere
düşmüştü. Selim sessizce eğilip yerdeki zarı aldı ve
ustasına uzattı. İkinci deneme için zarları sallamaya
başladı Sabri Usta.
Gençliğini siyasi davalar arasında bocalamakla heba
eden, harp okulunda astsubay olmak üzereyken ordudan
ihraç edilen, ilk evliliği, sonraki senelerde zamanının
büyük bölümünü otuz santim uzunluğunda bir mezarın
başında geçirmenin dışında ayda on beş milyonluk
nafaka yüküyle sona eren, ikinci evliliği ise kendi
hâlinde bir tekbaşınalıktan, ruhsuz bir yatak odasıyla elli
beş ekran televizyonun hüküm sürdüğü bir oturma odası
ve yabancı bir yüze hasret kalmış misafir odasından
ibaret olan herhangi bir adamdı Sabri Usta. Yaşama karşı
direncini yitirdiğine hükmetmeye başladığı bir zamanda,
beş senedir zorla da olsa açık tutmayı başardığı berber
dükkanına Selim adında bir ortaokul öğrencisi almıştı
çırak olarak. Zamanının büyük bölümünü onunla
geçiriyordu artık...
Öykünün çok dışında kalmış biri, mesela sızmış bir
ayyaş ya da ders çalışmaktan yorulmuş bir beyin,
horlarken ağzından salyalar çıkartarak iştahla yeni bir
şeyler olmasını, seyredenleri en hassas yerlerinden
99
vuracak gürültülü bir kavganın kahramanlarını
bekliyordu. Oysa bütün kavgalar bitmiş, herkes parasını
alıp evine gitmişti bile. Salon boştu düşlere gözleri âmâ
olan, eşyanın ismine takılıp kalan bahtsızlar için. Onlar
ne dörtnala koşan atları ve o atların pek ürkütücü
binicilerini görebilirlerdi, ne de İstanbul’un herhangi bir
semtinde kendine zar zor sığınacak bir mahalle köşesi
bulabilmiş köhne bir sabahçı kahvesinde, hayatının ilk
işkembe çorbasını kaşıklayan, yaşamın o en kokuşmuş
ânından
artakalan
silueti
seçebilirlerdi,
süslü
hakikatlerinin ardına gizledikleri Tofaş marka
arabalarının arka koltuklarından. Dua ederek yazmaya
devam edecekti bir çift el acıklı biten bütün Türk
filmlerinin son cümlelerini. Ve aşka dair ahkamlar
kesilecekti...
- Uyuma lan, kalk! diyerek dürtüyordu Sabri Usta
Çırak Selim’i. Oysa Selim o kadar uzaktaydı ki... Çoğu
zaman onu böyle dalgın görenler üniversite hayalleri
kurduğunu sanırlar, teselli edip bir gün büyük adam
olacağını söylerlerdi. Her ne kadar bu denli yabancı
değilse de Sabri Usta düşlere, yine de fazla ciddiye
almaz, işi boş vermeye kalktı mı Selim, hemen tepesinde
biterdi.
Yattığı yerde ters döndü öykünün dışında kalmakta
ısrar eden adam. Ama yumuşak bir el omzuna yapışmış,
ille de dürtüyordu, rüyasında, üzerinde “Sevil Berberi”
yazılı ışıksız levhayı okumaya çalışan adamı.
100
İsteksiz isteksiz açtı gözlerini. Karanlıktı. “Kapat
gözlerini” dedi ince ama sert sesiyle Şîran. Kapattı.
“Şimdi aç” dedi aradan bir kaç saniye geçtikten sonra.
Açtı. Sarı bir ışık patladı hemen gözünün üzerinde. Şîran
başucunda, ayakta duruyordu. İlk bakışta belli oluyordu
yüzündeki telaş. Mustafa aceleyle doğruldu yattığı yerde.
- Ne oldu, niye uyandırdın?
- Acele et, Davku!.. dedi ve başını öne eğip sustu.
- Davku mu? Ne oldu Davku’ya? dedi heyecanını
gizlemeden.
- Hemen gitmeliyiz, sana ihtiyacı var.. sana
ihtiyacımız var!
- İhtiyaç mı!? Ne diyorsun sen? diye sordu Mustafa.
Şîran ağlamaya başladı. Kuyruğunu sallıyordu ağlarken.
Arka bacaklarının üzerine çöktü. Adam yataktan kalktı
ve elini uzun siyah saçlarında dolaştırmaya başladı
Şîran’ın.
- Dur, neler oluyor anlat, dedi. Avuç içleriyle
gözyaşlarını sildi.
- Vaktimiz yok, yolda anlatırım, dedi ve hızla
doğruldu. Üstüne başına baktı Mustafa: dizleri yamalı bir
eşofman ve eski bir kazak... Eliyle “boş ver” anlamına
gelen bir hareket yaptı. Şîran’ın sırtına bindi ve yola
koyuldular.
Uyanmıştı adam... bir rüyadan ötekine...
Uyanmıştık: birinden ötekine. Pusuya düşmüşlük hissi
101
vermeye başladıktan sonra aşk, ne sırtında gezinti
yaptığımız kısrakların bir anlamı kalıyordu ne de denizin
sessizce kıpırdanışına kaptırıp kendimizi titreyerek
ağladığımız
bulanık
ikindilerin.
Oysa
isimler
verebiliyorduk ona, bize aitmiş gibi yapabiliyorduk, her
an dokunabilecekmişiz gibiydi; elimizin ucunda,
dilimizin ucunda. Dilimiz!.. Sesi yabancıydı bize
Leyd’in, perdesiz bir gitarın telleri arasına sıkıştırılmış,
ateşi devingen bir sönüşe mahkum olan o izmarit kadar
uzaktı da. Yaşamın “acı ama gerçek” denilen sanal
yüzüne aşina olamayışımızdan mıdır, yoksa adı henüz
konulamamış bir duyguyu, çamaşır yıkayan köylü
kadınların bilinçsiz çırpınmaları gibi etrafına savuran
düşlere bir türlü “benim” diyerek sahip olamayışımızdan
mıdır bilinmez, özel gün ve gecelerde hep böyle bön bön
bakmak âdetimiz olmuştu. Sıradan bir doğum günü
mesela...
Dokuzuncu katta yaşıyordu Mustafa rüyalarına
armağan etmeden önce kendini. Her önüne gelenin
oturamayacağı kadar lüks bir sitenin en lüks bloğunun
yüz elli metrekarelik dairelerinden birinde, ailesinden ve
başkalarının dünyasından ölesiye uzak bir odada,
çürümeye bırakılmış eski model bir arabayı hatırlatan
bedeni ve düşlerine teslim edip kafa kağıdını yaktığı
ruhuyla beraber yaşıyordu. Kilitli bir kapının sırtına bir
askılık koymuş, her gün eskittiği elbiselerini oraya
asıyordu. Sekiz senelik emektar bilgisayarı, doktor olan
102
komşularının bilmem ne tezini yazmak için aldığı ve işi
bitince de atmak üzere kapının önüne koyduğu, bu vesile
ile eline geçirdiği nokta vuruşlu yazıcı, üst üste dizilmiş
üç kitap (William Shakespeare’in Hamlet, Julius Caesar
ve Romeo and Juliet kitapları) şeklindeki içi genelde boş
olan sigaralığı, birbiriyle her zaman uyumsuz birkaç
kitap, boş Samsun paketleri ve bildik bilmedik bir yığın
acıyı notalarla süsleyip duvar kağıtları sigara
dumanından iyice sararmış odayı müzikle dolduran bir
çift hoparlör: iki metrekarelik masanın varoluşunu
anlamlandıran eşyalar: yalnızlığa cevap verebilmek için
belki de, boğazda düğümlenmiş, bir türlü söylenememiş
bir çift acı söz...
Uzun cümlelerle kurulan betimlere gark etmekteyiz
yaşamı. Sorumlulukları paylaşmaya gelince benciliz hep,
ağlamaklıyız.
Pencereden çıktıkları andan beridir yavaş yavaş
ağarmakta olan günü seyrediyordu Mustafa. Uykusunu
bölen ağlamaklı telaşın nereye kaybolduğunu düşünmeye
başlamıştı. Sesini çıkarmadan bakıyordu İstanbul’a.
Şîran, nalsız ayaklarını yere vura vura yürüyordu
köpeklerin bile artık terk ettiği boş sokaklarda.
Gökyüzünde karanlığa üfleyen ışık, yerde ayakları örten
uçsuz bucaksız su birikintisi ve önlerinde onun için
hazırlanan büyük doğum günü partisi...
103
Şehrin dışına çıktılar. Şîran hızlanmıştı ama
kentörler, dörtnala koşabilirler miydi?
- Evet, dedi Şîran. Birazdan görürsün.
(Dudaklarını ıslattı genç adam. Yavaşça yaklaştı.
Kadın elini adamın saçlarında dolaştırmaya başladı.
Dudakları birbirine değdi. Ürpermesiz, bayağı bir
birliktelik başladı yastığı ter kokan kahverengi çarşaflı
yatağın içinde. Adamın başı kayboluyordu kadının siyah
saçlarında. Bir kulak beliriyordu arada bir ve sonra o da
gömülüyordu aynı siyahlığa. Sırtında gezinen eli
düşündü Mustafa. Başının ağırlaştığını, düşüncelerin tek
sıra hâlinde düşlere dönüştüğünü hissetti. Süslü bir
rüyaya dalmak üzereydi. Bacak arasından karnına,
oradan da göğsüne çıkıyordu ıslak bir ürperme. İç içe
geçmiş yüzlerce fraktalın arasında yumuşak hamlelerle
debeleniyordu. Lâle’yi özlüyordu. Serapsız, her tanesi
ayrı bir gerçeği imleyen kumlarla dolu bir çöle atıyordu
kendini. Koynunda eridiği düşe ihanet ediyor, daha
fazlasını, daha soğuğunu istiyordu. Üşümekten
korkmuyordu Mustafa -düşler soğuktular hep-, o
üşümeye alışıktı. Alnına kırmızı bir kader gibi yapıştırdı
Lâle’yi. Kahverengiliğine dokunmadan yatağın, usulca
sıyrıldı düşlerden. Banyoya gitti. Sıcak suyu açtı.
Aynaya bakmadan yüzünü yıkadı. İçerden kahverenginin
soluk alıp verişlerini duyuyordu: Düşler sevişiyorlardı,
104
onları yalnız bırakmıştı. Aynaya baktı, yavaş yavaş
buğulanıyordu. Düşler boşalmak üzereydiler. Utandı. Şu
an neresindeydi zamanın? Kimden utanıyordu bu kadar?
Parmağıyla “Lâle” yazdı camın yarım kalmış buğusuna.
Utanmaya devam ederek çıktı banyodan. Kahverengiye
baktı: bir adam ve bir kadın yatıyorlardı, sapsarı... Ama
sigara dumanıydı aslında sarartan yaşamı. Portmantoda
asılı duran siyah deri montuna baktı bir süre, üşümekten
korkmamak gerekiyordu. Montu omzuna alıp çıktı.)
İleride bir kalabalık vardı. Şîran iyice yavaşlamıştı.
- Nasıl, iyi koşabiliyor muymuşum?
- Orada ne oluyor? dedi Mustafa ilerdeki kalabalığı
göstererek. Şîran Mustafa’nın gösterdiği yöne baktı.
Birden durdu. “Geldik, dedi, oradalar işte”.
- Kim onlar?
- Dostların, dostlarımız.
- Dostlarım mı? Benim dostum yoktur! Kim onlar?
- Şu kambur, hani kafasında kukuleta olan, işte
onun adı Gümeci. Biz ona Ebe Gümeci deriz. Sen de
öyle dersin. Onun yanındaki, elinde tas olan, o da Malva;
yanındaki de Hubbâz. Üçü de ebedir onların.
- Davku nerede?
- Yerde, görmüyor musun?
Mustafa yavaşça Şîran’ın sırtından indi. Yürümeye
başladı. Şîran elini uzatıp kolundan tuttu.
105
- Bana bak, dedi. Kolunu çekip ondan kurtuldu
Mustafa. Yüz metre kadar ilerde, yerde yatan Davku’ya
bakıyordu; ondan başka hiçbir şeyi görmüyordu. Gök,
dumana benzeyen kızıl bulutlarla kaplıydı, sürekli
hareket ediyorlardı; sanki amansız bir yangın başlamıştı
ama yer bir karış suyla örtülüydü ya, yerdekiler
emniyetteydiler.
Mustafa hızlanarak yürümeye devam etti. Şîran da
arkasından geliyordu. Korkuyordu Şîran, olacakları
biliyormuş gibi ürkek ve ağlamaklı gözlerle bakıyordu
Mustafa’nın ardından. Tanık olmaktan korkulacak kadar
acı verecekti bu doğum, bunu biliyordu. Hayatında ilk
defa bir kentör değil de, koşmayı kader bilmiş sıradan bir
kısrak olmak istedi. İnsanoğlu neden bu kadar
‘zavallı’ydı? Yaşamı irili ufaklı yenilgilerden ibaret
kılmak için elinden geleni yapıyordu. Oysa mutluluk o
kadar da zor değildi. Onu anlamak, ona ilgi göstermek
yeterdi kavuşmak için. “Saadeti tanımak” dedi Şîran,
mırıldanarak; Karîn’i anımsadı. Şimdi burada olsa,
“Saadet tanınsaydı eğer, yaşam asla direnemezdi düşlere
karşı” derdi mutlaka. Karîn: uykusuzluk tanrısı, Karîn:
gecelerin süvarisiz kentörü... Cinsiyetsiz bir tanrıya âşık
olarak bile mutluluğa sırt çevirmeyen Şîran,
anlayamıyordu insanoğlunun yalnızlık denen yapışkan
sulardan mürekkep denize nasıl olup da böyle gözü
kapalı atlayabildiğini. Anlayamıyordu çünkü sadece bir
düştü o, ve düşler asla gerçeklerin acı veren simasına
aşina olamazlardı.
106
- Ne yapıyorsunuz siz burada! diye bağırdı Mustafa
kalabalığa, azarlayan bir ses tonuyla. Birbirine hiç
benzemeyen onlarca yaratık başını kaldırıp ona baktı;
ürkmüşlerdi. Geri çekildiler sessizce. Sadece kukuletalı
ebe ve yanındakiler istiflerini bile bozmadılar. İlk bakışta
bir çoğu ürkütücü görünen bütün o yaratıkların ufak bir
haykırışla kendisinden böylesine korkmaları, çekinmeleri
Mustafa’yı şaşırtmıştı. Arkasına dönüp Şîran’a baktı soru
soran gözlerle. Şîran elini omzuna koydu.
- Onların hepsi senin düşlerin. Senden korkuyorlar,
bu çok normal. Sen onların efendisisin çünkü.
Mustafa hiddetle:
- Kimsenin efendisi değilim ben! diye bağırdı. Hem
bir çoğunu ilk defa gördüm. Benim düşüm değil onlar!
- Senin, hepimiz senin düşünüz, dedi Şîran, zorla da
olsa gülümseyerek. Yüzünün kızardığını hissetti
Mustafa. Yabancı bir sorumluluk duygusuyla ürpermeye
başlamıştı. Teker teker hepsiyle ilgilenmesi, hepsinin
öykülerini yazması gerektiğini düşündü üşenerek. Sonra
tekrar yerde yatan Davku’ya baktı.
Tasviri olanaksız bir bedendi yerde yatan. Kaslı
vücuduna bakarak bile kadınsılığı her yerinde
hissedebiliyordu insan. Karnı şişmişti, hamile bir kadına
benziyordu... ama kadın değildi o! Yumrukları suyun
altında gömülü bir şeyi -adı “umut” olan bir çiçek diye
aklından geçirdi Mustafa- sımsıkı kavramış gibiydi.
107
Titriyordu. Karnının üzerine kırmızı bir örtü örtülmüştü.
Gümeci Kadın elini örtünün altına sokmuş hiç
konuşmadan bir şeyleri karıştırıyordu.
Kimse konuşmuyordu.
- Durun, diye bağırdı yine Mustafa. Onun cinsel
organı yok, doğuramaz!
- Geri çekil, dedi Şîran. Göbek deliği var... dedi; ve
yine sustu.
- Hayır! diye bağırdı Mustafa, o zaman ölür!..
ölür!....
Omuzlarından sıkıca kavradı Şîran; Mustafa
kurtulmak için debelenmeye başladı. (Düşler birden çok
kuvvetli olmuştular.) Mustafa bağırıyor, durmalarını,
buna bir son vermelerini istiyor, yalvarıyordu.
Davku’nun yattığı yerden belli belirsiz iniltiler geliyordu.
Sanki ağlayan, inleyen o değildi de suyun bir karış
altındaki betondu. Çaresizce sustu Mustafa; yavaşça
yere, dizlerinin üzerine çöktü. Ağlıyordu. Adını söyledi
Davku’nun ağlayarak. Tam o anda çığlıklar atmaya
başladı Davku, gökyüzü parçalanıyordu. Ebe Gümeci
kukuletasını çıkarmıştı. Malva, Gümeci’nin terini
siliyordu. Mustafa daha fazla dayanamadı Davku’nun acı
çığlıklarına ve olduğu yere yığıldı.
Bir an herkes durdu. Bir bebek ağlaması duyuldu
Davku’nun çığlıklarının bıçak gibi kesildiği bir anda.
108
Gözlerini açtı Mustafa. Başını kaldırıp baktı. Hubbâz’ın
kucağında kahverengi bir beze sarılmış kıpırdanan küçük
şeye takıldı gözleri. Sonra yerde hareketsiz yatan düşü
gördü. Kekeleyerek adını söyledi Davku’nun. Yerde,
suyun içinde emekleyerek ona yaklaştı. Yeşil gözleri
açıktı hâlâ, gökyüzünde artık dağılmaya başlamış kızıl
dumanları seyrediyordu sanki. Suyun altında kalan
yumrukları gevşemişti. Mustafa’nın yanağından süzülen
bir damla yere, suyun üzerine düştü. Kimse görmedi
gözyaşının suyun yüzeyine kondurduğu öpücüğü.
Ellerine dokundu Davku’nun. Gevşemiş yumruklarını
açtı. Adı “umut” olan o çiçeğe son bir defa daha bakmak
istedi Mustafa. Bir el omzuna dokundu. Başını çevirip
baktı: Gümeci.
- Kalk, bebeğini kucağına al.
- Bebek?!.
- Evet, senin kızın.
- Kızım mı?!... Benim değil o, dedi Mustafa. Eliyle
gözlerini sildi.
- Kimin o zaman? dedi Gümeci. Konuşurken
yüzündeki kırışıklıklar oynaşıyordu. Bir an durakladı
Mustafa.
- Onun piçi! dedi hiddetle, yerde yatan cesedi
göstererek. Gümeci gülümsedi. Mustafa ayağa kalktı.
- Şîraan, neredesin? Gel ve beni eve götür, uyanmak
istiyorum artık!
109
Gümeci tekrar omzuna dokundu Mustafa’nın. Genç
adam sinirli bir hareketle kurtuldu omzundaki ihtiyar
pençeden.
- Sana söylüyorum Şîran, neredesin?!
- Uyanamazsın, dedi Gümeci, uykuda değilsin sen.
Cevap vermedi Mustafa.
- Şiraaan!..
- Al piçini ve git buradan! diye bağırdı Gümeci.
Mustafa bir an duraksadı, bir şey söyleyemedi. Malva
yanlarına yanaşıp Gümeci’nin kulağına eğildi ve bir
şeyler söyledi. Gümeci başını sallayarak Malva’yı
onayladı ve Mustafa’ya döndü.
- Adını biliyor musun bebeğin? dedi.
- Umurumda değil!
- Onun adı Leyd! dedi. Korkuyla Gümeci’nin
yüzüne baktı Mustafa.
- Leyd mi?!..
- Evet. Senin kızın, Leyd...
Hubbâz’ın kucağındaydı bebek, ona yaklaştı. Bezi
aralayıp yüzüne baktı kızının. Kulakları vardı!.. Ve
saçları da!.. Hiçbir şeye anlam vermek istemedi. Bebeğin
yüzünü kapatıp kucağına aldı. Göğsüne bastırdı kızını.
Sıkıca sarıldı.
Acıya yeni bir isim vermek istiyordu yalnızlıktan
nasibini alamamış tekil bir kişilik. Avucumuzda bize ait
110
bir hakikatin sancısıyla kalakalmışlığı yaşıyorduk. Duvar
kağıtları sarkıyordu karanlık odalarında evlerimizin. Sert
imgeler doğuran bir şiir dökülüyordu dudaklarımızdan.
“Gitme, dayanamam” demek düşlere... Bırakıp gidişlere,
elimizde simsiyah bir zorunlulukla bakakalmışlığa,
umarsızlığa hüküm giymişçesine iç geçirmelere... Derin
derin soluk alıp vermeler kuşatmakta etrafımızı.
Başkentlerimizin düşmesine bile aldırmadığımız
zamanlarda yıkılan son kalelerin tekfursuz yitirilişine
tanık oluyoruz. Kucağımızda kahverengiye sarılmış,
aşkın mitolojik siması, yüreğimizde yalnızlığın kara
kalem nakışlı kitabıyla ayakta dikiliyoruz. Birilerinin
gelip her şeyi düzeltecek o son hamleyi yapmasını
bekliyoruz. Artarda manifestolar yazılıyor kurtuluş
üzerine. Kitaplar iniyor çareler üreten. Yüzlerce kadın
yaratıyor Allah ve... Biri gelip zamk gibi yapışıyor senin
yalnız yüreğine. Sen düş görmektesin yine.
Dokunmaktan öte, dokunulmaktan öte. Ustura gibi bir
soğukta, Ortaköy’e düşmüş öpmektesin geceyi
dudaklarından. Kıvranıyor kucağındaki kız çocuğu,
ağlıyor ölesiye. Sen yalnızlığına sitem ededururken, aşk,
kıskıvrak yakalıyor, savuruyor seni yine düşlerine.
Sırtüstü düşüyorsun soğuk beton zemine. Yaşıyorsun,
hep yaşıyorsun. İntihara inat, burnun bile kanamıyor.
Açıp okuyorsun kahverengi kitabın beş yüz yirmi ikinci
sayfasını: “Beklemek, diyor, çocukluktan miras bir tavır
gibi: BEKLEMEK!”
111
Bebeği sıkıca sardı kahverengi kundağına. Siyah
deri montunu giydi. Beresini takıp kaşkolunu sıkıca
doladı boynuna. Bebeği kanepenin üzerine bıraktı.
Sessizce çevirdi anahtarı kapının paslanmış kilidinde.
Kapıyı açtı. Başını uzatıp koridoru gözetledi. Kimse
yoktu, herkes uyuyordu. İçeri girip kahverengi kundağı
aldı eline. Ayak uçlarına basarak geçti uzun koridoru.
Ayakkabılarını alıp dış kapıyı açtı. Asansöre bindi. Hızla
terk etti binayı.
Kucağında dazlak ve kulaksız bir düşten
peydahladığı bebeği olduğu hâlde, tanımadığı bütün
sokaklara dalarak ilerledi İstanbul’un en köhne semtine
ulaşabilmek için. Gece uzadıkça uzadı ensesinde. Birden
bebeğin hiç sesinin çıkmadığını fark etti. Ölmüş
olabileceğini düşündü, korkuyla açtı kahverengi kundağı.
Işıl ışıl parlıyordu Leyd’in gözleri. Bebek gülümsüyordu
babasına. Yüreğinin acısını dizginleyemiyordu Mustafa.
Koyverdi kendini yine. Gözleri sızlıyordu artık
ağlamaktan. Kaldırım taşına oturdu. İşaret parmağını
burnuna, çenesine değdirerek sevdi bebeğini. Kendisinin
de anlam veremediği ama söylerken bunu hiç aklına
getirmediği tuhaf kelimeler dökülüyordu dudaklarından.
Aşk gülümsüyordu babasına. Yolun karşısında bir şeyin
hareket ettiğini görür gibi oldu. Başını o yöne çevirip
daha dikkatlice baktı. Karşı kaldırımda bir sokak köpeği
onlara bakıyordu. Başını sağa sola çeviriyor, anlamsız
hareketler yapıyordu. Mustafa eliyle köpeği defetmek
112
için bir hareket yaptı. Köpek oralı bile olmadı. Bebekle
beraber ayağa kalktı ve köpeğe “Hoşt!” dedi. Köpek hâlâ
duruyordu. Bir taş almak için yere eğildi Mustafa.
Doğrulup baktığında karşı kaldırımda otuz-kırk tane
köpeğin kendisine baktığını gördü. Bir an ne yapacağını
şaşırdı. Neden sonra yavaşça arkasını dönüp yürümeye
başladı. Köpekler de peşi sıra geliyorlardı.
Saldırmıyorlardı. Saldırmayacaklarsa neden peşinden
geliyorlardı?!
Geceyi ayyaşlardan devralan sokak köpekleri, asla
izin vermeyeceklerdi verilen sözden geri dönülmesine,
yalnızın aşka gâlip gelmesine ve saadetin yanlış ellerde
heba edilmesine.
Köpeklerin nezaretinde bir süre daha yürüdü
Mustafa. Büyük bir caminin önünde durdu. Arkasına
dönüp köpeklere baktı. Hepsi başlarını eğip orayı terk
ettiler. Gözden kayboluncaya kadar baktı köpeklerin
ardından. Sonra eğdi başını ve kucağındaki bebeğe baktı.
Düşünmek istedi, bir şeyleri yeni baştan ele almak belki.
Gülümsedi. İki büyük minaresine bakıyordu caminin.
Avluya girdi. Şadırvanın önünde bir kedi uyukluyordu.
Etrafa dağılmış takunyalar vardı. Caminin kapısına
yanaştı. Kundağı açtı. Ona baktı. Gülümsemiyordu artık
bebek, susmuştu. Alnından öptü Leyd’i. Bütün bedeninin
sarsıldığını hissederek bıraktı kahverengi kundağı cami
kapısına. Arkasını döndü ve avludan çıktı. Herhangi bir
113
yöne döndü. Yürüdü. Sonra, yine, herhangi bir yöne daha
döndü ve yine yürüdü.
Bir cami avlusuna bıraktık Aşk’ı. Kahverengiydi
ümitlerimiz, yalnızlığımız kahverengi. Yeşil gözlü
düşlerin
cesetlerini
anarak
bastık
sokaklarına
İstanbul’un. Arsız bir terk edilişti bizim için yaşam.
Kahve rengi bir düşün bitimi kadar sade ve orta
şekerliydi Aşk.
114
***
Bir marş söylemek... Zamanın gölgesinde kalmışlık
duygusuyla kalabalık bir gecede, kulak kabartmış pusuda
bekleyen sokak köpeklerinden gizlice ulumak istiyorum.
Ardımda seğiren gölgeyi, gölgenin içinde titreyerek dans
eden korkuyu, sağımda, solumda, önümde, her yanda
hissediyorum artık. Korku erkek; korku iri; korku... tek
başına.
Hubbâz:
Kamburundan sarkan yeşil heybesinde Hubbâz’ın,
iki domates, bir somun ekmek ve küçük bir bakraç da
yoğurt vardı. Kûhân dağının eteklerinde yaşlı ve yorgun
ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu. Kesik kesik soluk
alıp
vermeleri,
seyrelmiş
dişlerinin
arasında
alışılagelmişin dışında bir musikiymişçesine esiyor,
bazen hırıltıya dönüşen nefesi yerdeki kum tanelerini bile
ürkütüyordu.
Kûhân Dağı:
Kûhân dağının zihinlerde kalmayı başarabilen en
belirgin özelliği, üzerinde hiç durmadan uçan tek kanatlı
kuşlardır, der Gümeci Nine. Ve tabi bir de sırtında
düşecekmiş gibi eğreti duran kamburu... Önden
bakıldığında büyük bir öküzün başını andıran Kûhân,
arkadan sıkılmış dev bir yumruğa, yanlardan ise yaşlı,
kambur bir kadının belden yukarısına benzermiş. Arada
115
bir doruklarını ince tülden bir sis kaplar ama nedense bu
gizemli görüntüsü kısa zamanda kaybolurmuş. Bir de
derler ki: Kûhân dağından bakınca güneş görünmezmiş;
hep geceymiş.
Kulağında tozlu bir ses, ayaklarında artık iyice
azmış nasırların acısı, omzunda çıkınıyla ağır ağır
adımlar atıyordu Hubbâz, Kûhân dağının eteklerinde. O
gün -ki dağda her zamanki gibi gece hüküm
sürmekteydi- dağın dorukları alabildiğine berraktı. Her
ne kadar dağın eteklerinde malum daireyi çizerek
yürüdüğünü, uzuvlarında süre giden ağrıları ve tek
kanatlı ve hatta çift başlı bütün kuşların ilahi bir
sessizliğe büründüklerini, kanat seslerinin kesildiğini,
dağın doruklarında amansız bir yalnızlığın hüküm
sürdüğünü aklına bile getirmeyip sadece önünde bir
görünüp bir kaybolan yaşlı ve yorgun ayaklarına,
ayaklarındaki çarıkların üzerinden yere akan kum
tanelerine bakıyorsa da Hubbâz, pusuya yatmış bir
haydut misali bekleşen cüce kalmış bir gurup düşün
(bazılarına göre unutulmuş, -belki- terkedilmiş bir
tanrı[ça]nın) yerden dört-beş insan boyu yükseklikteki
bir tepeden her an üzerine atlayabileceğini de
unutmuyor, bir ihtimal, deyip tetikte bekliyordu.
Kimsenin duyamayacağı kadar kısık sesle dualar okuyor,
yine kimsenin tanımadığı bir tanrının adını zikrediyordu
her soluk alışında.
116
Bulutlar düşünüyorlardı: Şimdi Malva yine bir
tepeye tünemiş, ya da herhangi bir adanın ıssız
sahillerine uzanmış çığlık çığlığa şarkılar söylüyordur.
Şimdi Gümeci, köyün bütün çocuklarını etrafına
toplamış, onlara dünyamızın neden sular altında
kaldığını, bize neden “düş” dediklerini, bize “düş” diyen
neslin kuru topraktan ibaret dünyalarını, o toprakların
altına gömülmüş cesetlerin neden inleyip durduklarını,
yenilmişliğin sembolü sayılan Mustafa adında bir
‘zavallı’nın cami avlusuna bıraktığı ‘Leyd’ adındaki
küçük kız çocuğunun akıbeti hakkındaki bir kaç asılsız
öyküyü, Hubbâz’ın ‘Leyd’ adındaki bu genç kızı neden
birkaç ömürdür aramaya devam ettiğini, Kûhân dağının
Leyd’e mezar olduğuna dair efsaneleri ve daha bir sürü
uydurmayı masal diye anlatıyordur. Şimdi “gerçek”
denilen ucubenin hüküm sürdüğü dünyanın büyükçe bir
kentinde, işlek bir caddenin tam ortasında yatan köpek
leşine aynaya bakar gibi bakarak iç geçiren o
kahverengili yalnızlık, oturduğu koltuktan buraya, bizim
dünyamıza gelmek için izin beklemektedir.
Açılıp yol vermeli ona.
Üç Yaşlı Kız Kardeş:
Derler ki: Eskiden üç yaşlı kadın varmış. Gümeci,
Malva ve Hubbâz adlarındaki bu üç kardeşin üçü de
ebeymiş. Gümeci’nin eli bu işe diğerlerine göre daha
yatkın olduğundan doğumları genelde o yaptırır, diğer iki
kardeş ona yardımcı olurlarmış. Üç kardeşin diğer ortak
117
yanları ise üçünün de seslerinin pek güzel, pek yanık
olmasıymış. Şarkı söylemede de Malva öne çıkıyormuş.
Malva için derler ki: “O yüksek bir yere çıkıp şarkı
söylemeye başlayınca bütün kuşlar -tek kanatlılar ve
hatta çift başlılar dahi- susar ve huşû içerisinde onu
dinler.” Hubbâz’ın hatırlarda kalan en belirgin özelliği
hiç durmadan yürümesiymiş. Sadece doğumlar ve
konserlerde yürümeye kısa bir süre ara verir, sonra
yeniden yola koyulurmuş.
Hubbâz:
Eskiden anlattığı masallarla ün yapmış amcaların ve
teyzelerin hemen hepsi, söz birliği etmişçesine
Hubbâz’ın yürümesindeki derin anlamın bir şey
aramakla ilgili olduğunu söylemiş, fakat aradığının ne
olduğu ve sırtındaki kamburun nasıl ortaya çıktığı
konularında çeşitli ayrılıklara düşmüşler. Amcalar ve
teyzelerden bazıları, yürürken çok düşünen Hubbâz’ın
başının düşünmekten şişmeye başladığını ve gittikçe
büyüdüğünü, sonunda ağırlığı kaldıramayan boynun bu
yükü taşımaya isyan ettiğini ve böylece başın sarktığını,
kamburun böyle ortaya çıktığını anlatırlarmış. Buna karşı
çıkan başka bazı amcalar (ya da duruma ve masalın
anlatıldığı yöreye göre, teyzeler) ise, Hubbâz’ın yürürken
bir şey düşünmediğini, ama çok fazla ıstırap çektiğini,
ıstırabın belirtisi olarak da göz yaşı akıtamadığını,
dolayısıyla gözünde biriken sıvının ağırlığına
dayanamayan başın yere çöktüğünü ve kamburun
118
böylelikle ortaya çıktığını anlatırlarmış. Aradığı şeyin ne
olduğu hakkında yüzlerce masal anlatıldığından ve
kuvvetli bir ihtimalle bunların hiçbirinin gerçek
olmadığının fazla şüpheye düşülmeden iddia edilmesi
mümkün olduğundan bu konuya hiç girmiyoruz.
Masalların birleştiği bir nokta da Hubbâz’ın
aradığını bulduğu ân (ki bazıları aradığını hâlâ
bulamadığında, hatta şimdi bile aramaya devam ettiğinde
ısrar ederler), dehşetten ve hayretten dona kaldığı,
olduğu yere çakıldığıdır. Üstünde anlaşılmış da öyle
anlatılmışçasına birbirine tıpatıp benzeyen masallar
özetle, Hubbâz’ın çakılıp kaldığı yerde zamanla
büyüdüğü, büyürken de beline kadar toprağa gömüldüğü
anlatılır.
Haddini bilmeyen bazı masalcı amcalar ve teyzeler
Hubbâz’ın aslında bir kadın olmadığını, düşülkelerde adı
pek duyulmamış dazlak ve kulaksız ve cinsiyetsiz bir düş
olduğunu ileri sürerler. Fakat bu savın gerçekle uzaktan
yakından bir ilgisi olmadığını biliyoruz biz.
Anlattıklarına göre, kısaca “Davku” diye çağrılan bu düş,
yasalara aykırı olmasına rağmen, sırf nesl-i ahîrdan bir
canlının mutlu olması için bir bebek doğurmaya kalkmış
ve tabi normal olarak da doğum sırasında ölmüş. Neymiş
efendim, Davku’nun düşselliği öylesine güçlüymüş,
ölümü öylesine büyük bir acı vermiş ki özü tenasüle
uğrayıp Hubbâz’ın bedeninde tecelli etmişmiş! Yani bu
masallara bakılırsa bildiğimiz Kûhân dağı aslında bahsi
geçen dazlak ve kulaksız düşün(düşlerin) ta kendisiymiş.
119
Ama nedense bu kadar masalı fütursuzca uyduran
saygısız ve sorumsuz amcalar ve teyzeler dağın kamburu
hakkında hiçbir açıklama yapmamışlar!
...
Kahverengili adamın suya düşmeden önce bir ağaç
dalına takılmasını gören sekiz çeşit mahlukatın yedi
çeşidi oracıkta ölüvermiş, sonuncusu da adam doğrulup
etrafı kolaçan edemeden orayı terk etmişti. (Düşülkelerde
zaman mevhumu yoktur, derler. Hubbâz’ın yürüyüşü
mesela: belki birkaç asır belki de birkaç saniye
sürmüştür....)
Adam kazağını pantolonunun içine sokmaya
çalışırken yırtılmış olduğunu fark etti. Hemen yırtığı
dikmeye başladı. Acele davrandığı için çabuk terlemişti.
İki damla düştü alnından yere/suya kısa aralıklarla.
Sallapati de olsa dikmeyi başarmıştı yırtığı. Üstüne
başına bulaşan suyu temizledi hâlâ yerden kalkmamış
olduğu hâlde. Neden sonra, gideceği yeri önceden
biliyormuş da şimdi yeniden hatırlamış gibi telaşla ayağa
fırladı. Su sesi çarpıp yankılanmak için bir engel araya
dursun, o, herhangi bir yöne dönmüş ve yürümeye
başlamıştı bile. Zamanı düşledi. Aradan dokuz birim
zaman geçti. Tanıdık bir su sesi yankı buldu
kulaklarında. Suda bıraktığı ayak izlerinde köşe kapmaca
oynamayı düşleyen dört kurbağa larvası ya da dört küçük
balık vardı; artarda dizilmiş yüzüyorlardı. Gel gör ki bu
120
ayak izlerini görecek, ondan da ümit kırıcı olanı ayak
izlerine bakacak ne bir düş vardı görünürde ne de nesl-i
ahîrdan sızma esmer bir cüce(kadın). İzler, kurbağa
larvalarının kader belledikleri yine düşsel bir geçmiş
olarak kalıyorlardı geride.
Zamanla bir gök belirdi tepede. Ardından bir ufuk,
maviyle kahverengi arasında sıkışmış, sarıyı düşleyen.
Pantolonunun lastiği gevşemişti kahverengili adamın.
Kazağı zayıflamış bir de flör belirmişti boynunda. Sonra
göğüsler şişti. Ufuk uzaklaşmıyor, aksine hızla geliyordu
kahverengili adamın üstüne. Kasları gevşedi, bacak
arasında bir şeyin kurumuş yaprak sesleri çıkartarak
döküldüğünü hissetti. Kahverengiye sıçrayan pembe bir
düş kurdu. Bir adam değildi artık; ya da bir adam
olmadığına karar verdi sadece.
Ufuk:
Bir son... Döngünün kısırlığı üstüne uydurulmuş
seksen bin küsur masalı ezbere bilen Gümeci’nin
anlattıkları doğru kabul edilirse eğer gerçekten bir son
vardı. Ölüm ya da yok oluş gibi değil de, delilik ya da
aşk gibi bir adı vardı sonun(ufkun) Gümeci’nin ebeliğine
güvenen, masallarını dinleyen düşlere göre.
SOMYAT:
Köydü, ya da köye benziyordu... Bir muhtarı yoktu
belki ama esaslı bir delisi, köhne bir camisi, şaşaalı bir
121
kıraathanesi vardı Somyat’ın. Köy fikrine aykırı olarak
köylülerin Venûlüs adını verdikleri bir filozof da vardı
Somyat’ta yaşayan. Venûlüs üç yaşlı kız kardeşin eski
bir arkadaşıydı; köylülerin bundan haberi yoktu tabi.
Hatta köylüler Hubbâz’ı eskiden beri anlatılan bir efsane
olarak bilir, Malva’nın aslında bir türkü adı olduğunu
sanırlardı. Gümeci’yi daha evvel iki kere gördüklerinden
onu bilirlerdi. Hatta çocuklarını Gümeci’nin anlattığı
hikayelerle büyütenler bile vardı.
Günler sıradan geçerdi Somyat’ta. Fakat
sıradanlığın can sıkıcılığa dönüşmesi için bir sebep de
yoktu. Masal anlatmaktan başka bir işe yaramayan
amcalar ve teyzeler nedense Somyat’tan pek söz
etmezler. O yüzden bu köyle ilgili sağlıklı bilgi
edinilmesi pek zordur. Venûlüs’ün adı geçer bazen. Apış
arasının düz olduğunu söylerler onun da. Uzun, sarı bir
sakalı varmış. Yemek yemezmiş, sadece su, o da zaten
bolca varmış. Malum, düşülkelerin zemini bir karış suyla
kaplıdır. (Altı da betondur ama...)
Bir de Şîran’ın adı geçtiğinde anılır Somyat. Amca
ve teyzelere bakılırsa Şîran, ilk burada görmüş Karîn’i ve
tabi ilk burada âşık olmuş. (Düşülkelerde aşk, birdenbire
olur!!!) Aslında nesl-i ahîra tıpatıp benzeyen bir bedene
sahip olan Karîn’in bazen kentör suretinde görünmesinin
hikmeti Şîran’ın aşkının kudretindeymiş. Bilindiği üzre
Şîran, pek güzel, esmer bir dişi kentördür ve
düşülkelerde benzerine az rastlanır genişlikte bir yüreğe,
bir de yine az rastlanır türden bir çift göze sahiptir.
122
Ufuk (son), uzun ve sonsuz bir çizgi olarak
belirmesinin ardından, kimilerine göre kahverengili
adamın yüreğindeki, kimine göre de düşülkelerin biricik
efendisi olan Yalnızlık’ın yaşamını sürdürdüğü “gerçek”
dünyada vuku bulan bir deprem sonrasında titremeye ve
zamanla kaybolmaya başlamıştı. Kahverengili adam
gözlerini ovuştura ovuştura yürümeye, çizginin (son’un)
titremeye başladığını gördükten sonra daha hızlı
yürümeye ve en sonunda deliler gibi koşmaya başlamıştı.
Nihayet ufuk tamamen kaybolmuş ve uzakta bir köy
silueti belirmişti. İrili ufaklı evler, ortada bir cami ve
tepesinde pembe bulutlarla Somyat köyüydü burası.
Kahverengili adam durdu. (Artık sonu olmayan bir
dünyada durmanın ne demek olduğunu düşünecek olan
kişi o değildi ama birinin bunu düşündüğüne emindi
başka biri.) “Bulutlar” diye mırıldandı adam, köyün
üzerindeki pembe bulutlara bakarak ve gülümseyerek.
Kahverengiliğin gülümsemesi bütün köyün dikkatini
çekmişti bir anda. Köylüler telaşla ne yapacaklarını
düşünürken içlerinden biri -kafası olmayan uzun boylu
bir sürüngendi bu- Venûlüs’e koşup yardım istemeyi
teklif etti. Gerçi Venûlüs çoktan köyden ayrılmış
kahverengili adama doğru ilerlemeye başlamıştı
bile. Köylülerin şaşkın ve ürkek bakışları altında filozof,
aradaki yolu bir alkışlık zamanda almış ve kahverengili
adamın yanına gelmişti.
123
“Adın ne yabancı?” diye birden soruverdi ihtiyar.
“Mustafa, dedi genç adam. Hayal kuruyorum
sadece, birazdan gideceğim.”
“Öyle yağma yok, dedi Venûlüs! Otur bakalım
şöyle.” Bir alkışlık uzaklıkta, Somyat’ın meşhur
kıraathanesinin en köşesindeki masayı gösteriyordu kırış
kırış olmuş parmaklarıyla. Mustafa karşı çıkmadan oraya
gitti ve sandalyelerden birinin başında, ayakta durdu.
İhtiyar gelip oturunca o da oturdu.
“Anlat, dedi Venûlüs, nedir derdin?” Mustafa
gülümsedi.
“Yalnızlık Allah’a mahsustur efendim, benimkisi
sadece oyun.” Tasdik eder gibi başını salladı Venûlüs.
Sonra birden başını kaldırdı.
“Tehlikelidir ama,” dedi kaşlarını da kaldırarak.
“Bilirim, dedi Mustafa, bilirim.”
“Nedir bildiğin, anlat?”
“Öldüm ben, rolümü beceremedim...” Soru soran
gözlerle bakıyorlardı köylüler. Uğultu oldu. Venûlüs
başını çevirip kızgın kızgın baktı köylülere. Hepsi
sustular.
“Nereden biliyorsun öldüğünü?” diye sordu
Mustafa’ya ihtiyar.
“Yaşadığımı nereden biliyorsam, oradan,” dedi genç
adam.
“Yaşadığını nereden biliyorsun,” diyerek atıldı iki
başlı bir köylü. Sonra korkarak Venûlüs’e baktı. Köylü
filozoftan neredeyse üç kat daha büyüktü ama ölümden
124
korkar gibi korkuyordu ondan. Mustafa köylüye cevap
verdi:
“Bir kızım varmış, geçmiş zamanlardan mirasmış,
bir caminin avlusuna bırakmışlar onu. O camiyi aradım
yirmi küsur yıl boyunca...”
“Nasıl, nerede aradın? diye lafa atladı başka bir
köylü. Yani burada mı, kendi dünyanda mı?” Venûlüs
susuyordu.
“Burada, dedi Mustafa. Benim dünyam burasıdır.
Orası başkalarının.” Kısa bir sessizlik oldu sonra
Mustafa:
“Hubbâz’ı bilirsiniz...” dedi.
“Hubbâz mı, diye heyecanla sordu köylülerden
başka biri?”
“Evet, dedi Mustafa, kamburu olan yaşlı kadından
söz ediyorum.”
“O gerçek değildir ki,” dedi başka bir köylü.
Venûlüs hâlâ susuyordu. Mustafa şaşkındı. Venûlüs’e
döndü köylüler, soru soran gözlerle bakıyorlardı filozofa.
Venûlüs susuyordu. Mustafa köylülere baktı. Birbirine
hiç benzemeyen bir sürü yaratık(mahluk!)...
“Hubbâz gerçektir! dedi. Onların dünyasında bir
düştür belki ama burada gerçek!” Sesini yükselttiğini
fark edince sustu. Sonra o da diğerleri gibi Venûlüs’e
baktı. Venûlüs derin derin iç geçirdi. Gerildi.
“Hubbâz yok artık, dedi ve devam etti: Ama vardı...
Size efsane olduğunu söyledim, çünkü sizi korumam
gerekiyordu...”
125
“Neyden?” diye sordu belli belirsiz bir hiddetle
köylülerden biri, bir dişi.
“Mutsuzluktan, dedi Venûlüs, Leyd’in hikayesini
bilmeyesiniz diye.” Başı önüne düştü. Suçluluktan çok
yüreğini kuşatan hüznün etkisiyle ağlamaya başladı.
Filozofu ilk defa ağlar hâlde gören Somyatlı düşler ne
yapacaklarını şaşırdılar. Önce birbirlerine, sonra da
sözleşmiş gibi hepsi birden, aynı anda Mustafa’ya
baktılar. Mustafa da onlara bakıyordu “Ne?” diye soran
gözlerle.
“Leyd kimdir?” diye sorabildi nihayet içlerinden
biri, bir erkek.
Venûlüs başını kaldırdı. “Herkes bir yere otursun,
dedi. Size Leyd’in öyküsünü anlatacağım. Size bildiğim
bütün gerçeği anlatacağım.”
Bir telaş, bir koşuşturmacadır başladı. Mustafa’dan
kıraathanenin genişletilmesi için yardım istediler.
Dışarıdakiler de duymalıydı anlatılacakları. Mustafa
tekrar koltuğuna dönmek zorunda kaldı daha geniş bir
kıraathane düşleyebilmek için. Düş gücünün sınırlarını
zorladı ve sonunda dev bir amfiye dönüştü kıraathane.
Tekrar düşülkeye döndüğünde kalabalığın iyice arttığını
gördü. Somyat bu kadar kalabalık değildi. Neler
olmuştu? Daha önce soru soran köylülerden biri -iki başlı
olanı- yanına geldi ve hikayenin anlatılmayacağını, bir
oyun olarak yeniden oynanacağını söyledi (Aynı anda iki
baştan da ses geldiği için anlaması zor oluyordu bu
126
köylünün söylediklerini.) ve işaret parmağıyla sahnenin
arka tarafında duran kalabalığı gösterdi ona. Mustafa
dehşetle irkildi! Olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Teker
teker sayıklamaya başladı koltuğunda isimleri: Karîn,
Şîran, Gümeci, Malva, Hubbâz, Aglaya!.... Aglaya!... İlk
harfini söyleyebildi sadece son gördüğünün. “Da...” dedi
ve yere yığıldı. İki başlı köylü telaşla Venûlüs’e seslendi.
Yerde yatan Mustafa’yı görenler başına üşüştüler. Sonra
Venûlüs’ün azarlamasıyla herkes yerine oturdu.
Amfiye
ortanın
biraz
sağından
tırmanan
merdivenlerin ortasındaydılar. Mustafa durmadan
terliyor, hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Onun bu hâlini
gören Venûlüs, Gümeci’ye baktı. Gümeci kukuletasını
sıyırıp Mustafa’nın alnına koydu elini. Hubbâz sahnenin
önüne kadar gelmişti tekerlekli sandalyesiyle.
Merdivenlere çıkamıyor, merakla uzaktan olanları
anlamaya çalışıyordu. Şîran merdivenlerin başındaydı,
yanında da yine kentör şekline bürünmüş Karîn
duruyordu. Malva, Gümeci ve Venûlüs Mustafa’nın
yanındaydılar. Aglaya sahnedeki koltuklardan birinde
oturmuş sakin sakin olanları seyrediyordu. Geleceği
görenlerin rahatlığı vardı üzerinde. Aglaya şimdi sadece
düştü ve adını, gerçek adını anımsamıyordu.
Düşünde düş görmeye başladı Mustafa...
Aglaya koltuğundan kalktı.
Davku’yu unuttu Mustafa... Nankör Mustafa!
127
Aglaya merdivenleri tırmanmaya başladı. Mustafa
durdu; terlemiyordu, nefes almıyordu. Aglaya eliyle
Malva’ya dokundu. Malva yok oldu. Mustafa Malva’dan
arta kalan boşluğa bakakaldı. Gümeci’ye yaklaştı
Aglaya. Gümeci küçüldü, küçüldü, küçüldü... bir ot olup
yere düştü. Venûlüs ebegümeciyi almak için eğildi.
Bitkiye dokunur dokunmaz o da yok oldu. Aglaya
gülümsedi. Hızla geri döndü ve eliyle boşluğa bir şey
savurdu, bir toz. Boş bir tekerlekli sandalye yuvarlandı
sahneden aşağı. Hubbâz!... Aglaya ekseni etrafında
dönmeye başladı. Düşler, hepsi birden yok oldular.
Aglaya dönmeye devam etti. Amfi yok oldu. Aglaya
dönmeye devam ediyordu. Davku!..............
Malva’nın çığlık çığlığa söylediği şarkıyı duyar gibi
oldu Mustafa. Gözlerini açtı ve birden doğruldu..
“Hayır, diye bağırdı, ben onu seviyorum!” Sesi
kısıldı. Venûlüs:
“Geçti, dedi, rüyaydı. Hepsi geçti.” Ona baktı
Mustafa, gülümsedi.
Ve herkes yerini aldı. Mustafa’nın Aglaya’yı
unutması gerekiyordu oyunun başlaması için. Oyun
başlayacaktı ve düşler gerçekleri öğreneceklerdi. Düşler
gerçekleri öğrenince aşkı tanıyacaklardı. Sonra düşler
âşık olacaklardı birbirlerine, belki de “gerçek”
dünyadakilere, nesl-i ahîrdan birine. Düşler acı
çekeceklerdi. Düşler ayrılığı öğrenecek, vuslata tapınıp
128
doğan her çocuğa “Umut” adını vereceklerdi. Düşler
aşktan tir tir titreyeceklerdi. Yalnızlıktan habersizken
yalnız kalacaklardı. İşte o zaman düşler düş
kurmayı öğreneceklerdi. Ve insanlar kurulan bu düşlere
“bizim gerçek dünyamız” diyeceklerdi.....
Ama Mustafa Aglaya’yı unutamadı, Lâle’yi unuttu
ama Aglaya’yı... hayır. Ve bu yüzden oyun hiç
başlamadı. Ölü bir düş, o malum merdiven boşluğunda
ilk günkü gibi şehvetle dans etmeyi sürdürdü. Bir
pencere bekledi, pencereden içeri akabileceği bir oda
ve... ve fedakarlık.
129
Karîn’e dair...
UYKULUK
Sadece yürüyordu. Ama korkunç! Gözlerimin
beynime sinir dedikleri bazı ipliklerle bağlı olduğunu
rahatlıkla iddia edebilecek kadar hissediyorum acıyı.
Sanki damlıyorlar. Ve sarhoş bir örümcek yalpalayarak
yürümeye devam ediyor.
Toz bulutu; uzaklardan gelen tulum sesi. Ve
davullar, ve kadınlar: çığlık atan yüzlerce şişman kadın...
Gülüyorlar! Sinmişim ağacın dibinde. Beynimi
seyrediyorum önüme damlayan gözlerimden. Avuç
içlerim sızlıyor. Yüreğim!.. Çığlıklar yüreğimden geliyor
sanki. Aklımı görüyorum. Anlamsız figürlerle dans eden
deliler doldurmuş bütün meydanları, ovaları. Aklımı
seyrediyorum. Dans ediyorum; saçlarımı sallıyorum,
kafamı sallıyorum, ellerimi sallıyorum, davullar!..
Bir atlı geliyor. Uzakta, toz bulutu... Kılıcını
savurarak sürüyor atını. Bir atlı daha. Bir sürü atlı:
Atlılar! Şarkı söylüyor kadınlar. Saçlarını sallıyorlar.
Deliler dans ediyorlar.
“Kurtulacağız!”
Dışarıda bir şey yağıyor. Yağmur değil.
130
Güneş var. Adı Karîn. At gibi. Geldi ve ağacın
dibine çöktü. Cebinden çıkardığı tütünü sarıyor.
Gözlerim yanıyor, gözlerim!..
“Ateş?”
“Yok.”
“Adın ne?”
“...”
Nar yer misin? Yemem. Aç kapıyı, ben geldim.
Evde kimse yok! Kapıyı aç! Kimse yok. Kimse, hiç
kimse.
“Benim adım Karîn.”
“Biliyorum.” Başımı kaldırmadım daha. Yüzüne
bakamam.
“Nereden biliyorsun?”
“Seni herkes tanır.”
“Ya sen?”
“Ben de.”
Tütünden bir nefes daha çekti Karîn. Uzattı.
Almadım.
Başımı
yukarı
kaldırıp
reddettim.
Konuşmadım. Nar yer miydim? Gözlerim yanıyordu
ama. Uykum mu vardı? Karîn neden hiç uyumazdı?
“Sen hiç uyumaz mısın gerçekten?” dedim uykulu
gözlerle ona bakarak. Kaşlarıyla “hayır” manasına gelen
bir hareket yaptı. Başımı eğdim. Gözlerimi kapatıp
131
sıktım. Beynim bitmişti. Aklımı elime aldım. Karîn’e
döndüm.
“İster misin?”
“O ne?” dedi ağzındaki tütünü iki parmağının
arasına alırken.
“Şey, dedim, aklım”
“Ver bakiyim.” Verdim. Avucunda gezdirdi. Evirip
çevirdi. Sanki bir kedi yavrusu varmış gibi ellerinde
okşamaya başladı. “Tut şunu,” dedi, elinden tütünü
aldım. Yere atıp söndürdüm topuğumla.
“Sen uyumadan nasıl durabiliyorsun?”
“Niye böyle yumuşak aklın?”
“Bilmem.”
“Al.”
Aldım.
“Uykun mu var?”
“Evet, hem de çok!”
“Uyu o zaman.”
“Uyuyamam.”
“Neden?”
“Sen uyanıksın...”
“Olsun, ben hep uyanığım.”
Sustuk. Dışarıda ne yağıyordu? Hiçbir şey. Biz
dışarıdaydık ve hiçbir şey yağmıyordu. Üşümüyordum.
Güneş vardı çünkü. Terlemiyordum. Hayır terliyordum.
Uykum var çünkü. Karîn...
“Sana ninni söyleyeyim mi?”
Ninni?!.
132
“Şarkı yani...”
“Söyle...”
“Gözlerini kapa.”
Kapadım.
Şarkı söylemeye başladı. Eliyle alnımı okşuyordu.
Karîn: Uykusuzların tanrısı! Karîn... şarkı söyleyen.
Dans ediliyor. Karıncalanıyor alnım. Eli alnımda.
Koltuk altım kaşınıyor. Kaşınıyor. Karîn, uykusuzluk
tanrısı! Karîn, yarın(tomorrow). Sabahın körü. Uykum
var. Uyuyamam. Kılıcını ver Karîn. Verme Karîn. Çek
elini alnımdan Karîn. Uykum var, di mi Karîn? Uykum
var. Uyumalıyım ama uyuyamam. Dansedelim mi Karîn?
Edelim Karîn. Şarkıyı kesme Karîn. Susma Karîn. Okşa
Karîn. Lanet olsun, bırak beni Karîn! Git! Karîn... Of
tanrım! çok uykum var! Sus Karîn. Atlar Karîn,
kaçıyorlar! Git Karîn. Yürüme duvarda; kireçleri
dökülüyor sonra. Annem kızar. Yaprakları yeme. Çiçek
ölür. Aç kalacağız. Uykumuz gelecek, odamıza
gidemeyeceğiz. Yatamayacağız. Öpüşemeyeceğiz Karîn.
Sarılamayacağız birbirimize. Ben erkeğim! Sen de kadın
ol. Beraber uyuyalım. Tamam, ben uyuyayım, sen de
saçlarımı okşa. Kadın ol ama Karîn. Yumuşak ol, aklım
gibi. Işıkları yakma Karîn. Karanlık olmazsa uyuyamayız
biz. Bizi koru Karîn.
“Uyudun mu?”
“ze,ze,ze...”
133
DAVKU’SUZ BİR YALNIZLIK
(“gitme” dedim acıya)
Mavi tren(Cuma akşamı)
Trene bindik, koltuklarımızı bulduk, çantaları
yukarı yerleştirdik ve oturduk.
O pencere kenarına oturdu. Ben trenin içinin de
mavi olup olmadığını kontrol ediyordum. (Kendime bile
yalan söylemekteyim.) Aklıma ilk Lâle geldi. Onu
düşünmeye başladım. Şimdi yanımda onun oturuyor
olduğunu düşledim. Sonra utandım, telaşlandım.
Kendime etmedik küfür bırakmadım.
“Ankara’ya gidiyoruz ha,” dedi. Boğazıma
düğümlenen yumruğu yutmaya çalışıyordum artık.
Kusmak en iyisiydi belki ama ben yine de yutmak
istiyordum. Belki de bu en kolayı olduğu için.
“Evet, dedim. Ankara...”
“Bilkent’e de uğrayacak mıyız?” Lanet olsun!..
“Bu şekilde davranma Serap.”
- Ne şekilde, dedi. Kötülük yapacak, bunu yapmak
istiyor. Yapsın, hak veriyorum ona. Elimi tuttu. Eline
baktım. Lâle’nin elini düşündüm. Bunu fark etti, elini
hemen çekti. Bunu nasıl fark edebilir, anlayamıyorum?!
Kendimden iğreniyorum! Eminim bunu da fark ediyor.
Her şeyi fark ediyor. Bu yüzden düş ya zaten.
- Neden çektin elini?
- O bana ait çünkü. (O ona ait!!!)
134
- Peki bana ait olan ne?
Cevap vermiyor. “Kendin bul” demek istiyor
olmalı. Kendim mi bulayım? Yok işte, bana ait olan
hiçbir şey yok. Biliyorum ki, biliyoruz ki Lâle diye biri
yok aslında; hiçbir şey olmayacak, aynı çemberin
etrafında dönmeye devam edeceğim. O hâlde neden bunu
yapıyor(sun)?
- Madem bana ait olan bir şey yok... Yani neden?
- Seni uzak hissediyorum kendime. Çok uzaklaştın,
dokunduğumda... yabancılık hissediyorum. Sanki bana
her bakışında onu görüyorsun. Onu düşünüyorsun hep.
- Daha önce de böyle olmamış mıydı?.. Sen
olmadan nasıl altından kalkabilirim?.. Hiç mi..
Başını çevirdi. Tren hareket edeli on beş dakika
kadar oluyordu. Sağ elimle koltuğun kenarını sıkmaya
başladım. “Lâle” dedikçe yüreğimdeki ses, daha bir
kuvvetle sıktım koltuğu; Serap’a bakamadan, ona
bakmaktan utanarak, onu düşündükçe elimin,
yumruğumun çıldırdığını hissediyordum. Titremek
üzereydim. Nefes alışlarımı güçleştirecek kadar büyük
bir yumruk tıkanmıştı boğazıma. Döndü. Elimi tuttu
yine. Gevşedim.
Bana bakıyordu. Bense utanıyordum ona
bakmaktan. Elini dudaklarıma götürdü(m). Buna izin
verdi: Öptüm. Bütün gücüyle sıktı elimi. Ağlıyordu.
Lanet olsun, ağlıyordu! Göğsü titremeye başladı. Başımı
kaldırıp ona baktım korkarak. Sol elim avucundaydı,
sıkmaya devam ediyordu. Serçe gibiydi eli titrerken.
135
soğukta kalmış bir serçe gibi! Buna dayanamıyordum,
birinin perdeyi indirmesi gerekmiyor muydu artık?
Hayır, kimse dokunmuyordu zamana. O saniyeler,
bildiğimiz bir kaç dakika işte, asırlarca işkence ettiler
sanki; elimde titreyen parmaklarıyla... parmakları!..
Güçlü olmam için bir sebep yoktu, neden kendimi
koyvermiyordum ben de? Çok mu erkektim!? Yan
koltuklar boştu henüz. Arkadakiler de beni göremezlerdi.
Yok, olmadı. O susana kadar boynumu büküp kasıldım.
Bir iki saat konuşmadık. Sonra uyudu. Başını omzuma
koyup uyudu. Ben de uyudum. Ama önce birine küfür
etmem gerekiyordu. Davku... Beni yalnız bırakmıştı!
(Cumartesi sabaha doğru)
İstasyonun önündeki taksilerden birine bindik. Şehir
dışında bir pansiyondan söz etmişti. Babasının
tanıdığıymış. Normal otellerde beraber kalamazmışız.
Saatin kaç olduğunu hatırlamıyorum ama hava oldukça
karanlıktı ve yağmur yağıyordu. Ayaz vardı. Pansiyona
girdik. Beni, üniversiteyi yeni kazanmış bir arkadaşı
olarak tanıttı. Yaşlı bir kadın ve orta yaşlı esmer bir
adam vardı resepsiyonda. Onu tanıdılar ve oldukça
yakınlık gösterdiler. Sanırım babasına borçlu kalmışlar.
İkinci katta bir odaya girdik. Lambayı yaktı. Ben hep
arkasındaydım. Oturduk. Sigara içtik. Uykumuz vardı.
Konuşmak istemiyorduk, konuşmak istemiyordu,
konuşmak istemiyordum. En azından o istemediğini
söyleyebildi. Yarın öğleden sonra kuğulu parka gideriz,
136
dedik. Belki başka bir yerlere daha dedi yatağa yatmadan
önce. İki yatak vardı, iki ayrı yatak. Yarım saat geçti.
Saniyelerin çoğunu saydım zaten. Karanlıktı. Ama
gözlerimi her açtığımda sokak lambasının ışığı içeri
fışkırıyordu. Ayağa kalktı. Komodinin üzerinden bir şey
aldı: sigara, yaktı. Volta atmaya başladı. Davku geldi
aklıma. Ona benziyordu bu gezinmeleri. Uyumadığımı
biliyordu. Bildiğini biliyordum. “Uyudun mu” dedi.
Cevap vermedim. Doğruldum. Yanıma gelip oturdu.
Sonra uzandı. Ben de uzandım. Güneş doğacaktı. Güneş
doğacaktı ama biz hep karanlıkta kaldık.
(Pazar sabahı, Kuğulu Park)
...
- Konuşmak istiyor muyum, bilmiyorum.
- İstediğin.. yani istediğini düşündüğün bir şey var
mı?
- Bilmiyorum.. hiçbir şey... Benim suçum var mı
diye düşünüyorum. Buna da cevap veremiyorum. Hiçbir
şeye cevap bulamıyorum. Sanırım seninle hayat
olduğundan daha zor. Hayır, bundan şikayetçi değilim.
Yani seninle.. zor da olsa... Belki ölümü de. Ama...
Benim, hatta senin de dışında bir şeyler oluyor sanki.
Başka birileri yeni planlar yapıyor ve bu da bizi çok
yakından ilgilendiriyor gibi.
- Başka birileri..?
- Evet, başka birileri. Bir terslik var yani. Seni
suçlayamıyorum.
Sana
karşı
olan
zaafımdan
137
kaynaklandığını sanmıyorum bunun. Sen suçlu değilsin.
Ama birinin bir suç işlediğini düşünüyorum. Belki de
ben.
- Neden onun diğerlerinden farklı olduğunu
düşünüyorsun? Yani beklesek, belki bu da diğerleri gibi
geçer.. (Bunları söylerken bile kendime acıdığımın
farkındaydım...)
- Bunu ben değil, sen düşünüyorsun. Benim
düşünmemin bir anlamı olmazdı zaten.
...
- Gitmek mi istiyorsun?
- Gitmek? Nereye?
- Bilmiyorum. Belki de buna bir cevap vermenden
korkuyorum.
- Neden korkuyorsun. Hep ben mi vardım sanki?
- Evet, hep sen vardın. Seninleyken bile
korkuyorum, sensiz... düşünmek bile istemiyorum!
Sustuk.
...
Kuğuları seyrediyordum. Bir soru geldi aklıma.
Geçmiş zamana ait bir soru.
- Kuğuları mı çok seversin, yoksa ördekleri mi?
- Seni!.. dedi.
Bakışlarını kaçırdı. Bunu asla yapmazdı, yani
bakışlarını kaçırmazdı! Ayağa kalktı. Bir şey söylemek
istedim. Bütün aşk filmlerinin bütün ayrılık sahnelerini
sırayla
geçiriyordum
kafamdan.
Vazgeçtim.
Vazgeçemezdim ama, böyle bir şansım yoktu. Ağzındaki
138
sigarayı yere attı. Yanıma geldi. Cüzdanını çıkarıp beş
milyonluk bir banknot uzattı. Beş param olmadığını,
İstanbul’a dönemeyeceğimi biliyordu. Aldım!... (Bunun
için özür dile-n-mesi gerekmezdi.) Yürümeye başladı.
Ayağa kalktım. “Serap” dedim. Durup bana baktı. Tekrar
banka oturdum.
- Sana bir şiir okumak istiyorum, dedim. Bekledi.
Okudum.
“İzin olsun mapushane içinde, seni senden
sormalara doyamam
yarım
döner
cıgaramın
ateşi,
gitme...
dayanamam.” ii
Kelimeleri o kadar zor çıkarabilmiştim ki ağzımdan
bir an nerede olduğumu, ne yaptığımı bile şaşıracak gibi
oldum. Yaşama bu kadar taviz verebileceğim aklıma bile
gelmezdi. Şiir ha!.. Bir karşılık verdi bana: Arkasını
döndü ve gitti. Siyah kot pantolonunu ve sonra postalını
gördüm en son. Görme menzilimden çıkana kadar
seyrettim yaşamın bu en tuhaf, adını asla
koyamayacağım ıstırabını. Ardından bakamadım.
Gittiğinden iyice emin olduktan sonra -belki on, belki
yirmi dakika kadar- başımı kaldırıp kuğuları seyretmeye
devam ettim.
139
HüRRiYET
rakı kokulu gömleklerimizi giydik üstümüze.
Ayaklarımız çıplak. Aldırmadık kül tablasına konan
renksiz kelebeklerin sessizliğine. Dinlemedik onların
hikayelerini. Çıktık evlerimizden cümle kapılarını aynı
anda çarparak. Bütün şehir uyuyordu. O yüzden severdik
biz umudun düş gördüğü saatlerde sokaklarda yürümeyi.
Limana gidecektik hepimiz. Sokak çetelerine selam
edecektik avuç içlerimizi sallayarak. Çöp tenekelerine
vuracak, otomobillerin alarmlarını çalıştıracak, artık
asayişin umursanmadığı mahallelerimizde düdüklerimizi
öttürüp huzursuz edecektik insanları. Hep küfredecektik.
Limana
varıncaya
kadar
öldürmedik
martı
bırakmayacaktık. Biz sözümüzü tuttuk.
şimdi kızıl bir ufka bakar hâlde bekliyoruz.
Kulaklarımızda Yahudi kadınların iç parçalayan ağıtları
ve kayalıklarda oturan bir denizkızının çaldığı lîr.
Gözlerimiz görmüyor! Dağladık çünkü bütün kızıl
denizi. Gemiler, bayraksız yüzlerce gemi yanaşıyor
limana. El sallıyoruz düşlerimize. Köprüler atılıyor
iskeleye. Avuç içlerimizle siliyoruz göz yaşlarımızı.
Donanmamız
geldi.
Kurtulduk...kurtulduk..kurtul...duk......
140
***
Bütün kurtuluş masallarının sonu bir felakettir aslında.
Bütün mahkeme salonları hantaldır ya, düşlerin
öldüğünün de aslında bir düş olduğu savıyla yatarsın
artık, güneş çekileli beri sahneden. Yeni yeni savlar da
sürersin ileri, hepsiyle yatar, hepsini döllersin arsızca.
Tek tesellin mahkametül kübradır ama Nasuh adında bir
delikanlının peşinde yitip gitmektesindir sen. İşte bunu
ayırdedemezsin, üstüne çıkamazsın şu reel sayılar
kümesinin. Leibniz’e sığınırsın olmaz, D’Alambert’e
olmaz, Diderot.. hiç olmaz; örümceksiz bir Borges
kütüphanesinde kaybolursun bile ama, hayır, Örümceksiz
Camii’nde dört kere baş kaldırmışsındır bir kere Allah’a,
“Sübhanerabbiyel âlâ”...
âlâ BORA, âlâ
Yolda, otomobillerin arasında yürüyorsun, dalgın
bazen duruyor, sanki düşünüyorsun...
Ben...
İki güzel baş asılı önümde
bir şair ve bir örümcek.
Sen
Üç hilâlsin, minibüsün arka camında.
141
İkisi, yeşil gözlerin senin
birisi ben.
Tenin kızıl
saçın siyah.
...
Oda.
Pencerem kitli
Duvarlar: artık ayak parmaklarımda ırıplanan
sudan sanrı
(halü..hali...!.....)
Kapım kitli;
merdiven boşluğuna dökülüyor Aşk
tıpkı resimdeki kanepe, duvar, Leman ve Sen gibi
kapıcı siliyor boşluğu
kapıcı sendikasız bir işçi
panjurdan yansıyor deniz,
ve bir sandal daha âlâ Bora
Yırtık, sarı, desensiz
duvar kağıtlarından kayıklar
uçaklar
kağıttan...
142
İstanbul Seyahat
TCDD
ve şehir hattı vapurları
...
Sen, demirden bir yolsun
Bense akan ayları taşıyan salaş bir tren
gidecek, geleceğim üzerinden
gidecek, gelecek
gidecek...
...
Dikiz aynası sağdaki
güneş gözlüklü sallana sallana yürüyen esmer kız
kısır kısır dönen tekerleğin
aldığı yolda yürüyor
Kader.
Kamyon, Tır, Tanker,
Reno...
JANT!..
34 AU ...
Sadabad(I) Viyadükünde deprem olurken
baba olmuşum sevişme artığı dişi bebeklere.
pazar kuruldu düşlerimin üstüne
Pazar dönüşü bir TAXI çarptı...
annem!...
143
açlar topluyor devrilmiş kasaların altından
Aşkım’ı
açlar keşanlı, açlar kirli yüzlü, açlar korkunç
...
Aşk, bitmiş yedinci öyküsü şairin
Annem öldü!
Havada başıboş dönüyor yumruğum
Aşığım
deliyim
ölüyüm
Şeyh’im
Galib’im!
tekerlek takıyor çocuklar sandıklara
kazaklarının kollarıyla silerek burunlarını.
çocuklar
beni gömüyorlar
ölü doğmuş kız çocukları tepiniyor yalnız
bir son şiir daha ekleniyor şairin ‘folloş’ olmuş
güncesine
Annem yine ölüyor...
Aşk,
hiç bitmiyor
144
Ceff-el Kalem AŞK
“Dün gece mehtaba dalıp hep seni andım
Öyle bir an geldi ki mehtap seni sandım”
“Sevgili..
Rüyana mı aldın beni birden”
Zeki Müren’in yürek dağlayan sesiyle dinledin mi
sen hiç bu şarkıyı? Orada, üstgeçidin saçaklarına tutunup
sallanmak kolay tabi, sen gel de şu kirli camekandan
seyret kendini. Seyret de anla her sabah gözlerini
açtığında etinden bir parçanın daha çürüyüp dökülmesi
ne demekmiş. Saçlarını savurmak, parmaklarınla
gözlüklerini düzeltmek de kolay senin için. Oof!
Gülümsemeni gel bir de buradan gör. Esmer bir tende
nasıl vücut buluyormuş tanrı, gel, gel de seyret!
...
Eskimiş... Otomobillerin tekerleklerine bakıyorum.
Sonra kamyonlarınkine. Sonra asfalta. Sonra kaldırıp
başımı semâya. Ataköy blokları... Sen, tünemişsin
üstgeçidin yağmurluğuna, gülüyor, gülüyorsun. Ceketin
deri cebinde sağ elim, tir tir titriyorum... Rüzgar sert.
Sigaram bırakmıyor külünü. Türkan Şoray kadar
yalnızım. Uzağım, toz bulutlarından da uzak. Çiğ
145
düşmüş sanki kaldırıma. Kaldırım...
çamur... sırılsıklam bir düş...
ayakkabılar...
Ve caddeyi tam ortasından yırtan Orhan Gencebay
edalı bir sessizlik. Istıraba sahip çıkıyor şehir. İki el tutup
ayırıyor göğüs kafesimi. Kemik parçaları dökülüyor
betona. Tutup sarsıyorlar elektrik direklerini. Çizgileri
belirsiz beş yüz martı çiziyorlar göğe. Elimin tersiyle
deviriyorum üstgeçidi. Ölüyorsun!... Ölüyorum!..
Ölüyoruz!.. Deri elbiseleriyle bir halk oyunları ekibi
çıkıyor E-BEŞ’e. Haykırıyorum güneşe anlamsızlığı.
Keman çalıyor kahpe yüreğin, Wagner, Wagner,
Wagner!.. Bak, kusuyorum aşkını gözlerimden. Bak,
dökülüyor parmaklarım, titremiyorum artık. Sımsıkı
kapalı gözlerim, şizofren şizofren bakıyorum karanlıkta
aksine. Etekliğin uçuyor cehennem renginde gökyüzüne.
Yağmur olmuş yağıyor ölüm. İsmi konulmamış bir arka
mahlenin en karanlık çıkmazında tecavüz ediyor
düşlerim
kalabalıklara.
DÜŞLERİM
DAZLAK,
DÜŞLERİM KULAKSIZ!..
Sen,
süslü
hakikatinin
ardına
gizlenmiş
iteklemektesin beni makberime; sen, yırtık bir özgürlüğe
saldıran dişi kartal sürüleri gibisin.
Sevgili, rüyana mı aldın beni birden? Sevgili, uyan
artık, uyan ve azat et beni.
146
MÜZEYYEN NEREDE?
Yeşil üstüne beyazla yazılmış “For men” yazısına
bakıyordu. Deodorant sol elinde, çakmak sağ elindeydi.
“Hayır Ebru, para istemez, sana hediye ediyorum
ben onu.”
“Olur mu, ne kadar sıkıntıyla çıkardığınızı
biliyorum bu dergiyi.”
Pastel boyayla yaptığı reprodüksiyona baktı.
Goya’nın delirmeden önce yaptığı bir resmi anımsadı:
Dağların üzerinde yürüyen çıldırmış bir dev! Korkuyla
kaçışan insanlar (var mıydı yoksa ona mı öyle
geliyordu?) ne kadar da siliktiler. Devdi ama çıldırmıştı
işte, yalnızdı, korkunçtu! Ateşin etrafında danseden
siyah, sıska ama göbekli yerliler gibiydi gece.
“Önemli değil Ebru..”
“Hayır, kabul etmem o zaman.”
Kabul etmez ki! Neden kabul etsin ki! Ne
verebilirim ki ona? Ama en güzel düşlerimi onunla
kurdum; artık hep sıkıntılı intihar hayallerinden bıktım!
Uzun uzun, bazen saatler süren ve hiçbirinin sonunda
ölemediğim hayaller.
Sandalda olmak ister miydim şimdi, tek başıma,
Ankara’da?
“O zaman Ebru, senden bir iyilik isteyeceğim. Şu
zarfı ona verir misin? Böylece ödeşmiş oluruz.”
Zarfın içinde ne olduğunu sormadın sen, aldın ve
dosyanın arasına koydun sadece. Ve “Peki” dedin. Sanki
147
ölüm fermanımı taşıyormuş gibiydin merdivenlerden
inerken. “Sen kendim kaşındın” der gibiydin. “Gör
bakalım şimdi” der gibi...
Tencere, sıcak yemek ve mutfak: Kumpasın yeni
adı bu olmalıydı. Sonra sandalyeye tutunmak.
Düşmemek için bütün gücünü kullanmak. Soluğun
gırtlakta takılıp kalması, yüreğinde bin okkalık külçe
altın ağırlığı duymak, neredeyse sürünerek odaya kadar
yürümek, kapıyı kapatıp kilitlemek, kapıda asılı
elbiselere
bakakalmak;
ve
düşmek
halıya.
AĞLAYAMAMAK!...
Bir film afişinde öpüşen kadınla erkeğe bakarken
seni düşündüğümü biliyor muydu, Ebru, geldi ve bana,
“Boşveer...”
dedi. Sen mağazada doğum günü için, Pınar’ın,
adını unuttuğum kız kardeşine hediyelik eşya bakıyordun
diğerleriyle birlikte. Küçüktün, omzuna çapraz asmıştın
çantanı; biliyor musun, ben de öyle asardım. Kendimi
Metin Darvinoğlu kadar salak hissediyorum. Seni
düşünürken ilkokulda yanağımı öpüp duran o kumral kızı
anımsadığım için de ayrıca salağım, biliyorum (Dilekti
adı). Karakolun önünde oturmuş dağılan liselilere
bakarken ben, onlar yanıma gelip yanağımı okşar, “Ne
güzel kirpiklerin var senin” deyip gülüşürlerdi.
Küçükken benim çok güzel kirpiklerim vardı, biliyor
musun, ben küçükken çok güzeldim.
Bütün akşam boyunca ayakta kalabilmek için
senden kaçmam gerektiğini bile bile sana biraz daha
148
yakın olabilmek için çevirdiğim dolapları bir bilsen,
kahkahalarla gülerdin halime. (Kim bilir nasıldır senin
kahkahan!) Sinemada tam yanına oturacağım diye
heyecanlanırken o Kanada’lı çocuk geldi ve aramıza
girdi. Düşünsene, Aşk hükmünü sürdürsün diye ta
Kanada’dan bir herif geldi İstanbul’a. Ve sayende James
Bond, hayatımın filmi oldu artık. Sonra arabada yine
aynı şey... Sadece elini tutabilmek! Bilseydim, bilseydim
böyle olacağını, emin ol, arabadan iner ve yüz yıldır
bekliyormuş gibi hasretle ve Aşkla ve tutkuyla öperdim
seni. Öperdim seni!.. Seni öpmeyi düşünmek!..
Keşke ayağa kalkamayacak kadar içmeseydim de
atlayabilseydim, ya da keşke şişeyi saklamayı akıl
etmeselerdi de geberene kadar içseydim o gece.
Geberene kadar yazmaktansa... içseydim.
Ölüm öylesine tanıdık ki şimdi... Çakmağı yakmak
ve güzel kokmak için bundan sonra, son defa sıkmak
deodorantı.. yüzüme! Cayır cayır yanan yüzüme bakmak
aynada.
Aynada
bakmak
yüzüme...
Bakmak:
Sana/resmine!.
Küçük siyah bir noktaydı önce yaşam. Sonra Aşk
oldu, püskürdü balıkçının yüzüne. Samsun, iki paket
oldu. Sen, Ankara’da öl! Buraya gelme. Sağım solum
belli olmaz benim. Atarsa Doğulu damarım bir kere,
gelir yakarım denizini! İşte çakmak, dört tanesi yüz bin
lira.
149
BİR MİT OLARAK YENİDEN DOĞUŞUN
TASVİRİ (DAVKU)
“Lapithler giriştiler kıyasıya savaşa”
Homeros - İlyada
Biri adımı söyledi. Duyduğumdan eminim. Biri
fısıldayarak adımı söyledi.
« İki hafta oldu, ev olduğu yerde, yerden dokuz kat
yukarıda duruyor hâlâ; ben dokuzuncu katta...
Bekliyorum, tıpkı faldaki gibi, şimdi kafam karışık ama
sonra düzelecek, iyi bir işim olacak, sakin, para
kazanacağım, karım ve çocuklarım olacak, fal çıkacak.
Yol üstünde bekliyor kumral kız, bulacak beni,
kapıyı çalacak, kapıyı açacağım, o olacak, “Bak,
diyecek, ben kumralım, senin için geldim, beraber
bitireceğiz hikayeni, faldaki gibi, sonunda sevinç göz
yaşları akacak gözlerinden, belki bir tepenin üstünden
seyredeceğiz, bir yerde batarken başka bir yerde doğan
güneşi.” Kel çocuk dostum olacak, beni dinleyecek, belki
anlayacak, acımı paylaşacak. Kel kafalı çocuk dostum
olacak! Fal çıkacak oğlum, fal çıkacak!.. İşte! Kapalıyım,
burada, evimde, ya da ıslak duvarların yıkılışına
kanmışım, yastayım sadece, beklemekteyim, dizlerimi
vurarak birbirine, oturuyorum, dışımda bir hareket,
dışımda bin hareket var, çok dışımda, uzakta;
150
bekliyorum, gözlerimi yumdum, sıktım, tutuyorum göz
yaşlarımı, bekleyeceğim, sevinecek ondan sonra
ağlayacağım. Sevinecek ve ağlayacağım... Fal çıkacak
yani, fal çıkacak! Ben uçabileceğim mesela, yola
ineceğim süzülerek, ayaklarımı ölümüne bastıracağım
toprağa, köşeyi dönünce bekliyor bulacağım kumral kızı,
köşeyi dönünce bekliyor bulacağım güneşi. Köşeyi
dönünce bekleyeceğim. Döneceğim...
Ürkek parmak darbeleriyle çalınmaya başladı askıda
üst üste çıkmış elbiselerden görünmeyen kapı.
“Ne var? Gir..”
“Kahveni getirdim.”
“Tamam, şuraya koy.”
“Başka bir şey ister misin oğlum?”
“Yok istemem, girmeyin bir daha odaya, kitlemek
istemiyorum kapıyı.”
“Tamam yavrum, girmeyiz. Bir şey istersen seslen.”
“...”
Çok bekledik baba. Senin ak düşmüş kısa
bıyıklarına bakarak yarım ömür bekledim anamı, bana
bir kız bulsun da evlenip rahat edeyim diye. Annem
senin kahrından öldü baba, sen hâlâ erkek, sen hâlâ polis,
sen hâlâ büyük. Oğlum olacaktı baba, bir intihar
mektubu yazacak, bırakacaktı babasına. Bırak baba,
bırak kirli olsun deniz, yüzmeyi öğrenmek kötü mü,
bırak denize gideyim, Sami giriyor, Selami de, benim
151
neyim eksik baba, ya da neyim fazla, koli basili onlara
değil de bana mı zararlı yalnız?
Baba, resmin kaymış gene, bıyıkların da kararmış.
Fala inan baba, bir gün gelir hasretle beklediğin ölüm,
yatakta ölen savaşçı olacaksın ama, bıyıkların ak,
saçların ak, çenen sarkmış, topuklarında çatlaklar,
yatakta öleceksin baba, annem gibi öleceksin.
Resmine dokunamıyorum, çok yüksek.
Kapı mı çaldı?
Duvarlar öylesine kumralken, yer, gök böylesine
kumralken, sigaram kalemim kumralken sen ne
verebilirsin bana, yol üstünde beni bekleyen faldaki
kumral kız?
Şimdi baba, şimdi ben öldüm. Anneme olmuştu ya,
sana da oldu ya; aynından bana da oldu baba, öldüm.
Ama beni almadı toprak, yüksek bir binanın dokuzuncu
katında bir odaya kapattılar cesedimi, hapsettiler. Günde
iki defa yemek veriyorlar, istediğim kadar da kahve ve
sigara, “Babana mektup yaz” diyorlar, ondan yazıyorum.
Anlıyorsun değil mi baba, seni sevdiğim için değil, onlar
istiyorlar diye yazıyorum. Anlıyorsunuz değil mi,
konuşamadığım için değil, siz böyle istiyorsunuz diye
yazıyorum. Heey, size söylüyorum!.. Gardiyan,
gardiyaaaan!..
“Ne oldu?!”
152
“Sigara getir gardiyan, acıktım.”
“Ben gardiyan değilim Mehmet Bey, yardımcınızım
sizin.”
“Tamam, sus, çay getir.”
“Sigara mı, çay mı?”
“Hepsini, her şeyi getir.”
Kaç kere söyledim odaya girmeyin diye, hadi git!..
Ne anlarsın sen damlayan duvarların ayaklarının
altına sızıp ırıplanmasından, o suda boğulup düş
görmekten, ne anlarsın düş görmekten sen! Uyanık
kaldın mı hiç düşün sonundan korktuğun için sabah
ezanına kadar, bir gün uyandığında evinin başına
yıkıldığını görmekten korktun mu hiç, bunun için ağladın
mı geceleri? Sen geceleri bildin mi hiç, en uzun gecen
“Erken yat!” demelerinle geçirdiklerin değil miydi? Sen
hiç kapatıldın mı baba, ya da kapatıp kendini anahtarı
yuttuğun oldu mu hiç? Mahpusluk ne demektir bilirsin o
zaman. Bak, bağlama çalıyor yaşlı yorgun parmakların,
bir Diyarbakır türküsü okuyor dudakların, “Makber” diye
sayıklıyor beni heykel olmuş yüreğin... Baba, neden
ağlamıyorsun?!!
Şimdi öyle uzak ki geldiğim yollar. iii Mecalim yok,
kaldırıp başımı bakamam yol üstünde parlayan aya.
Parlayan ay... Gökyüzüne serdiğim kırmızı halı,
ayaklarımın altında alabildiğine su, ardımda yaşam,
ölüm, aşk, önümde seksen bin senelik hasret;
yürümüyorum, durdum, sustum, kor gibiyim, deliyim,
153
ölüyüm; beyaz giyiyor gardiyanlar; anahtar kalabalığa
karıştı, kayboldu bile, ben stadyumda bağıran adam,
tezahürat yapıyorum yalnızlığa, deliliğe sırnaşıyorum.
“Ne var!..”
“Getirdim efendim. Kapıyı kitlemişsiniz.”
“Ne getirdin?”
“Her şeyi efendim.”
“Gir o zaman.”
“Kapı kitli efendim.”
“Eşiğin altında anahtar...”
...
“Alın efendim, mektup, babanızdan.”
“Ne mektubu?”
“Efendim...”
“Ne?..”
“Siz salaksınız efendim, su katılmamış bir salak.”
Mahbesi seçmek yalnızlık mıdır baba? Peki ya
Aşk’ı seçmek?..
Sen de baba, sen de... Faldaki kumral kız da.
Boynumda bir halka lekesi, ben, okyanusta uçan esmer
bir martı, aşk karaya oturmuş kürek kemiklerinden,
omuzlardan bozma bir şilep, kaptanı ben, tayfası ben...
Sen, yüzünü unuttuğum yârim, bütün kadınlar, bütün
erkekler, bütün yalnızlıklarsın artık.
154
Aganta güneş, aganta! »
HASTA EVİ:
Takım elbiseli üç adam ve yanlarında iki de beyaz
gömlekli, uzun koridorlarda yürüyorlardı.
Doktor Mehmet Bey’in yazıhanesine gidelim önce.
Ağır hastalarla daha çok kendisi ilgileniyor. Şu
televizyonda çıkan beyefendi mi? Evet, çok iyi biridir,
aynı zamanda iyi bir doktor.
Mehmet Bey, beyler bakanlıktan gelmişler...
Dernekleri adına ağır hastalarla ilgili bir araştırma
yapıyorlarmış, sizin yardımcı olabileceğinizi söyledim.
Var ya şu muhteşem altılınız...
Tokalaşmalar,
selamlaşmalar,
ikramlar,
muhabbetler, bakanlık ve sağlık sorunları, memleket
meseleleri... İyi akşamlar. Yarın bakarız artık hastalara.
...
Nasılsınız beyler? Var mısınız, bir ‘king’ çevirelim?
Üçü ayaklandı, ikisi satranç tahtasından kaldırmadı
başını. Diğeri pencerenin önündeki masada, bilgisayarın
başında hâlâ.
Levent Bey, bugün gelen beyler ne istiyorlardı?
Hangi beyler? Ankara’dan gelenler, bakanlıktan mı?
Haa, bir araştırma derneğiymiş. Sizi sordular, oyalayıp
155
geçiştirdim. Merak etmeyin, sorun çıkarmazlar. Levent
Bey, sorun var di mi? Koz mu ceza mı Selim? Ceza...
Biri rıfkı, diğeri... soniki. Abartmayın efendim, olur
böyle ara sıra, ne var ne yok diye gelir birileri, bir iki laf,
biraz kağıt gösterir göndeririz. Hadi Sülü, sıra sende.
Tamam, Selim oynadı mı? Evet, sende sıra. Yeni bakanı
gözüm tutmadı. Akıllı birine benziyor. Bırak allasen,
akıllı adamı bakan yaparlar mı? ha ha ha!..
Herkes gülmeye başladı. Bilgisayarın başındaki
adam, Yusuf:
“Salak bu herifler,” diye mırıldandı. Kim salak?
diye sordu satranç oynayanlardan biri, “Şah!” çeken
Mehmet Ali. Mariun, hani şu yazar var ya, radyoda
program yapan. Adı Mariun mu, diye sordu iki hamle
sonra mat olacak olan Selahattin. Hayır, dedi Yusuf,
nicki(niki) Mariun, adını bilmiyorum. Dur şuna gününü
göstereyim ben.
Siz neye güldünüz demin? dedi Mehmet Ali.
Selahattin taşları topluyordu artık. Birileri gelmişti ya,
onu konuşuyorduk. Mehmet beyimiz sallamış herifleri
ama ben yine de tedirginim. Niye ki, dedi Mehmet Ali,
bence onlar da su katılmamış salaklardı. Evet ama
adamlar direk bakanlıktan gelmiyorlar, bir dernek olayı
varmış, yeterince gizli sayılmayız. Emniyette de değiliz
yani.
Bilgisayar kapandı. Güç kaynağının gittikçe
uzaklaşan sesini dinledi herkes. Yusuf ayağa kalkıp
gerindi. Uff be, amma oturmuşum! Kemiklerinden çıkan
156
sesler belli belirsiz yankı yaptı odanın duvarlarında.
Masadakiler birinci turu bitirmiştiler. Kağıtları
dağıtıyordu Selim. Yusuf, kanepeye, Selahattin’in yanına
oturdu. Bir daha gerindi. Kahve yok mu yav? dedi.
Mehmet Ali “Ben içeri geçiyorum, herkes istiyor değil
mi?” dedi. Mehmet Bey gözünü elindeki iskambillerden
ayırmadan mırıldanarak onayladı, “Evet, herkese
yapıver. Yavaş yavaş başlasın tören artık.”
Bu ne? dedi Yusuf sehpanın üzerindeki kapalı zarfı
elinde evirip çevirerek. Kimse cevap vermedi. Levent
Bey, bu sizin mi? Başını kaldırdı. Evet, lütfen yerine
bırak onu. Dediğini yaptı. Kimse merak etmedi.
Suyu ateşe koyarken Mehmet Ali, Selahattin
mutfağa girdi. Yardım ister misin? Yok, sağol,
gerekmez. Ali.. Efendim? Levent Bey de bir tuhaflık yok
mu sence? Yoo, niye ki? Bilmem, tedirgin gibi. Satmaz
bizi, değil mi? Sanmam, o bizden beter deli, bakma
doktor dediklerine, o biliyor bizsiz bir hiç olduğunu. Ne
bileyim, tam da sonuca yaklaşırken, bir sorun çıksın
istemiyorum. Fazla paranoyak olma, bir şeyi yok.
Kendini oyuna vermiş işte, ne istiyorsun. Şu dernekçileri,
bakanlığın gönderdikleri hani, konuyu geçiştirmek
istiyor gibiydi. Yok yav, sana öyle gelmiştir. Belki, ama
yine de dikkatli olmak da fayda var, bu gece son. Su
kaynadı mı, baksana? Evet, fokur fokur. Kahveyi
çıkarıver o zaman, ocağın üstündeki dolapta, hemen
157
orada. Ben kekleri dilimliyorum. Okey dasti, nemo
problemo.
İçerisi:
Kim koyuyor bakalım, dedi Yusuf? Tabii ki
Süleyman, dedi Muharrem. He he... Levent Bey, siz ne
durumdasınız? Battım galiba. Hep bana yükleniyor bu
adiler. Durun size cd çalayım biraz.
Biraz Orhan Veli dinleyelim. Ortama girmeye
başlamak gerek. Kahveler oluyordur, dedi. Di mi Selo?!
diye bağırdı mutfağa. Mutfaktan bir ses, aynı
yükseklikte, “Ne?”. Kahveleri sordum, oyun bitiyor,
oluyor mu? Evet, evet, getiriyoruz, diye araya girdi
mutfaktan Mehmet Ali. Cd çalmaya başladı.
“Ben bırakıyorum, dedi Mehmet Bey.”
“Ben de..” diye sırayla herkes elindeki kağıtları yere
bıraktı. Yine kazanan olmadı. Ayağa kalkıldı.
Sandalyelerin ayakları sürüklendi kırmızı halıfleksin
üstünde. Yusuf müzik setinin başında, yerde oturmuş
onlara bakıyordu. “Ne de güzel söylüyor rahmetli” dedi
Selim, cd’den sesi gelen Emin İgüs’ü kastederek. Ben bu
ânı bir daha yaşadım mı diye söylendi Selim? Mutlaka,
diye karşılık verdi Yusuf. Mehmet Ali elinde tepsi,
ardında Selahattin olduğu hâlde girdi odaya. Büyük
masanın etrafına geçildi. Herkes oturdu. Kekler dağıtıldı,
kahveler fincanlara kondu, sigaralar paketlerden
çıkarıldı. Cd çalmaya devam ediyordu. Orhan Veli’yle
dolmuştu oda.
158
“Ulan bir de Pirayemiz olsaydı, ne güzel olurdu
be!” dedi Süleyman. Hastir lan, dedi Yusuf yüzünü
buruşturarak, başlatma Piraye’ne şimdi! Ne biçim delisin
sen, hâlâ karı karı diye sayıklıyorsun!
Şşşt, susalım...
Okey dasti, nemo problemo..
Şşşşt...
.....
Vakit tamam dostlar, vakit tamam.
Gözler kapatıldı. Eller birleşti, halka yapıldı
masanın etrafında.
Zaman durdu!...
Soluklar tutuldu, kapı çalındı. Kapı; çalındı, çalındı,
çalındı. Kahkahalar koptu... Gece usulca pencereden
içeri aktı. Oda karardı. Gece ruhlara dolmaya başladı. İlk
Selahattin başladı titremeye. Boş kahve fincanları
kapatıldı tabaklara. Telve olup aktı kader. Kek artıkları
döküldü masa örtüsüne. Kapının altından koyu gri bir
duman sızmaya başladı içeri. Geliyorlar diye bir çığlık
yankılandı masada. Yusuf yere yığıldı. Ellerini bıraktılar.
Ardından Selahattin, sonra hepsi teker teker yığıldılar.
En son Mehmet Bey. Masanın etrafında yerde hareketsiz
yatıyordu altı erkek bir de Mehmet Bey. Duman havada
birleşti. Bir çift ayak oldu, bir çift el, bir çift omuz, bir
çift dirsek... Göğüs kafesi, iskelet, kas, deri.... Yeşil bir
159
çift göz. Çene kemiği yükseldi saçsız başa doğru.
Kulaklar için bir çift çıkıntı belirdi başın iki yanında.
Yerde yedi erkek, su olmaya, su olup akmaya başladılar.
Duman bir beden oldu, katılaştı.
Kollarını iki yana açtı düş. Dönmeye başladı.
Duman, düş olmuş girmişti rüyalara. Yerde yatan
kalmadı, yerde gezinen kırmızı bir su birikintisi vardı.
Düş dans ediyordu. Dans ederek alçaldı. Yere, suya
değdi ayakları. Durdu. Elini saçsız başına götürdü.
Okşadı. Dizlerinin üstüne çöktü. Bekledi. Bekledim.
Bekledik...
Canhıraş bir feryat koptu hastanenin dokuzuncu
katında. Bir pencere öldü, bir düş atladı pencerenin
cesedinden. Pencereye bakıyordu neredeyse çatlayacak
olan gece. Uykulu gözlerini dikmiş pencereye bakıyordu,
bakıyordum, bakıyorduk.
Bir karaltı belirdi cam kırıklarının arkasında, odada.
Ay çıktı, aydınlattı orayı. Karaltı pencereye yaklaştı.
Gece adını haykırdı o an: “Benim adım ALRUNA,
ALRUNA!..” Ayaklarıyla destek aldı ve boşluğa sıçradı
adam.
Kimse adımı söylemedi, fısıldamadı kimse.
160
FİLMİN SONUNU GÖREMEYECEKSİNİZ
ÇÜNKÜ UYUYOR OLACAKSINIZ
(senaryodan birebir düşler kuruyorum,
siz hâlâ aval aval bakıyorsunuz ama ben
irice bir nokta koyuyorum son umudunuza)
-19 haziran, Cuma. On ikiyi beş geçiyorKuyunun ağzında biri var, biz aşağıdayız, burada kimse
yok, yalnızız.
-= o =“Şu an vereceğim bir kararın başkaları tarafından yanlış
anlaşılması, yani tipik paranoyalar ya da kıskançlıklara
kurban gitmesi olasılığı üstünde durmak istiyorum.”
Bence gereksiz.
“Gereksiz mi? Neden?”
Senin derdin bu değil bi kere.
“Nedir benim derdim?”
Çevir başını, arkaya bak... Ne görüyorsun?
“Çok, çok şey... Hayır, konu o değil. Senin, vermeyi
düşündüğüm kararlar hakkında bilgin var mı?”
Evet.
“Nedir?”
Vazgeçme denemeleri, değil mi?
“Evet ama neyden, onu da biliyor musun?”
161
Hayat devam edecek, buna gücün yetmez. En fazla
yazmaktan vazgeçebilirsin.
“Evet, işte bu, bunun nedenini kaç kişi anlar ki.”
Kaç kişinin umurunda olur ki!
...
Bırak artık, benden başka kime anlatabildin derdini.
Bana da bir bok anlatmadın ya, allahtan düşüm de
gerekmiyor konuşman.
“Biliyor musun, senden utanıyorum.”
Biliyorum...
...
“Ne kadar suçluyum ben, ve suçum tam olarak nedir?
Buna cevap verebilir misin? Ya da verebilir miyim?
Çünkü asıl cevapsız olan soru bu: ‘Suçum neydi?’”
Sanmam... Ama deneyebilirim.
“Dinliyorum.”
Peki bu yazdıklarını ne yapacaksın? Yani aramızda mı
kalacak konuştuklarımız?
“Bilmiyorum, buna karar vermedim. Sen konuş.”
Sürekli yalan söylemen kötü... Senin oynadığın oyunun
en tehlikeli tarafı ne, biliyor musun? Aslında oyun
oynamadığını sadece sen ve ben biliyoruz. Ötekiler seni
de kendi oyunlarının bir parçası sanıyorlar. Haklı olarak
ona göre davranıyorlar ve tabi hep de yanılıyorlar, yine
haklı olarak.
“Olsun, zarar gören yine benden başkası olmuyor ki..”
162
Orası öyle ama bir yanlış ortalıkta dolaşıyor. Ayrıca pek
doğru değil bu, yani onlar da zarar görüyorlar. Son olay
mesela. Sence ne kadar kararlıydı yaptığı seçimde?
“... Pişmanım, her şeyden ölesiye pişmanım. Ama... Yine
aynı şansı yakalasam, hatta başka biriyle de yakalasam,
hiç düşünmez, yine aynı şekilde davranırdım. Çünkü
benim için mutluluk olan şey karşımdaki için ölümden
bile beter olacaktır. Bunu çok iyi biliyorum.”
Öyleyse defteri yeniden açalım.
“Hangisini?”
Kaybedilmiş haklar defterini.
“Neden?!”
Bazı yerleri silelim. Bana kalsa yakardım o defteri ya,
neyse... Senin için üzülüyorum. Anlıyorsun değil mi, ben
seni çok seviyorum...!
“Sus lütfen. Bari sen başlama...”
Peki. Defter nerede?
“Hayır, olmaz bu.”
Bak, bu defterler eskidiler artık. Birilerinin yenilerini
yazması gerekiyor.
“Kim?!.. Örümcek kaldı mı elinde?”
Komik değil dostum!.. İkimizde biliyoruz ki örümcekler
değil, ağı ören yalnız sensin. Direksiyona sarılan
örümcekler miydi, yolunda gitmeye neredeyse mahkum
olan bir mutluluk masalını ıstıraba dönüştüren
örümcekler miydi, iki boyutlu bir nesneye âşık olan,
üstüne üstüne gelen bütün kurtuluşları geri tepen
163
örümcekler miydi, yoksa şu an bir örümcekle mi
konuşuyorum ben? Ha, söyle, sana soruyorum?!
“Bilmiyorum...”
Off yani!! Ne demek bilmiyorum, her şeyi biliyorsun,
bana yalan söylemen anlamsız.
“Neyi biliyorum be, neyi!.. Tamam, sus... Git lütfen,
daraldım.”
Yüzüme bak.
...
Neden yazamıyorsun o öyküyü?
“Hangisini, yazamadığım öykülerin sayısı dokuza
ulaştı?”
Biliyorsun hangisinden söz ettiğimi... Ankara’yla ilgili
felaket masalını diyorum. Son olmak zorunda olduğu
için mi?
“Hayır, hemen ardından yazmak zorunda olduğum asıl
hikaye yüzünden... Eve dönmekten korkuyorum
Davku!...
“Ben aslında yazmaktan sıkıldım. Bak bunu ilk defa
söylüyorum.”
Yaşamak mı?..
“Hayır be, ne yaşaması!..”
Öyleyse ne?
“... Ha-ha, bilmiyorum dostum... Bilmiyorum.”
Ölmek?..
“Bir sigara versene oradan.”
Nerede?
“Orada, lügatin üstünde bir paket olacaktı.”
164
....
“Pöff.. İşte bu iyi geldi. Sen içmez misin?”
Ver bi tane bakalım.
(Davku ilk sigarasını içiyor!)
Öhö öhö..hööö... İğrenç bir şeymiş bu!
“Hahaha. Öyledir, o yüzden içiyorum mereti. Hem ne
demiş Necip Fazıl, ‘Sigara düşünen adamın emziğidir.’”
Neyse...
“Boş ver be dostum, sıkma sen canını, olacağına varır
her şey. En fazla bir defa daha ölüyoruz işte.....”
Ya Mehmet Bey, o ne olacak?
“Evet, bir de Mehmet Bey var tabi...! Senin kitabın vardı,
bir de “Örümcek”... Çok mu lazım sanki, ne katacağım
Türk Edebiyatı’na!...”
Bu kadar acımasız olma kendine karşı... Ya da...
“Ya da hayata karşı değil mi? Bırak dostum, ben oyun
oynamaktan sıkıldım, ya da oynayamamaktan.
Hatırlatayım sana: Senden öncesine dair bir çift laf: Ben,
bir zamanı, iki yaşamı ve üç de insanı öğrendim. Zaman,
durduracak kadar aşina oldum ona. Yaşam... Merdiven
ağ bile örebilirim istersem. Ve insan. Ben istemediğim
sürece bir yudum su bile içemeyecekler.”
Ya aşk?..
“O seninle geldi aslında. Önceleri adını bilmezdim.
Kıyıda köşede rastlardım ama bir muhabbetimiz
olmamıştı. Uzaktan süzerdim hep. Senin o dansedişin var
ya!.. İşte o zaman bütün o görkemli köprüler birer birer
165
yıkıldılar. Göğü delecek gibi yükselen bütün yapma
direklerim üstüme çöktüler. Duvar’ı hatırlıyorsun,
neredeyse geberiyorduk ikimiz de.
“Aşk’a sondan birinci perde dedim ya, o ille de bütün
oyun olmak istedi. Oldu da. Şimdi rahatça itiraf
edebilirim -çünkü hakikaten de kaybedecek hiçbir şeyim
yok artık-, aşk, bana ait olan tek şeydi. Onu ben
büyüttüm, besledim, yeniden vücutlar verdim, sevdim,
yattım, çocuk yaptım, hasta ettim, iyileştirdim, yeniden
hasta ettim...”
Sonunda da öldürdün ama.
“!!! Evet!.. Buldun sorunun cevabını işte, mutlusundur
artık! Tamam, söyle mahkemeyi kursunlar, geliyorum!”
Ölüyü verecek misin?
“Evet, her şeyi, her şeyi getireceğim. Ağlarımı da içime
öreceğim artık. Yalan yok, oyun yok, şiir yok, perde yok,
ayna yok, kapı yok...
“Söyle, kursunlar mahkemeyi.”
166
CEFF-EL KALEM DEBELENMELER
167
Özdurumsal Debelenme
(“Duvar”lı cümle hikayelere naziredir)
Müzeyyen Senar dinleyerek nasıl vakıf olunur
bilmiyorum duruma ya da özduruma. Ama denemekten
kime zarar gelir?
Zamanı sorgulamayı geçiyoruz, (Saatleri Ayarlama
Enstitüsü de yıkıldı ya...)Ahmet Hamdi’ye selam olsun
artık.
Mekan, yer, ya da adını ne koyarsan koy, burası...
Metropol, ya da sadece şehir. Parklarındaki fıskiyeli
havuzlarıyla var olsun. Parklar boş oturaklarıyla,
oturaklar üstlerindeki reklamlarla. Kumaş, askılı
pantolonunu göbeğine kadar çekmiş ihtiyar bir adam
girsin parka. Şelalenin önündeki banka otursun.
Güvercinler grevde olsun, ya da başka bir parkta, şimdi
kafa karıştırırlar. On beş yaşında bir erkek çocuğu,
bisikletiyle -hızla- girsin parka. Bisikletini çimenlere
savurup hızlı adımlarla şelaleye yaklaşsın. İhtiyar ona
baksın şüpheyle. Çocuk havuzun kenarındaki koyu mavi
mermerlerin üzerine oturup ağlamaya başlasın. İhtiyarın
şüpheli bakışları ilgisiz bir acıma duygusuna dönüşsün.
Çocuk ağlarken bir genç kadın daha girsin parka.
Ardından onlarca güvercin. Ve fıskiye bozulsun, su
kesilsin, çocuk sussun, ihtiyar gizliden bir sigara yaksın.
168
Kadın gelip şelalenin diğer kenarına otursun. Meyhanede
ses seda kesilsin, Yorgo Müslüman olsun. Ak düşmüş
saçlarıyla bir ayyaş girsin içeri.
Park yok olsun.
Bir sigara da biz yakalım, gizliden.
İletişim kuramadığımız için insanlardan kaçalım.
Bir göz odadan ibaret evimize girip kapıları kapatalım,
kilitleri, sürgüleri indirelim. Bizim için artık aynadan
farksız olan sarı badanalı duvarlardan yüz çevirelim. –
Onur Kırçal’ı saygıyla selamlayıp- hızla çevirelim
başlarımızı. Duvarlar yok olsun ya da duvarların aslında
ayna olduğuna tanıklık etsin yorgun bakışlarımız.
-Müzeyyen
faydalanıp-
Senar
çığlık
atsın
bu
boşluktan
Ney kamış olsun, batsın yeniden suya, boy versin,
titreyerek çağırsın aynaları nehre. Aynalar nehir olsun,
nehir müntehir olsun, (şelaleyi düşünsün müntehir,
biricik bulantısını, çaresizliğini...) denize aksın, deniz
kurusun. Duralım... Susalım... Çiviyi gömelim kalasa.
Tuzunu yalayalım sonra tükürelim yaraya. Acıyla
bağırsın yeniden Müzeyyen Senar.
Avuçlarımızla yerden su alıp aynalara savuralım. Su
yapışsın aynaya. Tekrar su alıp, tekrar savuralım
169
aynalara. Duvar örelim yeniden. Çatlakları terimizle,
yetmezse göz yaşlarımızla dolduralım. Duvarı örelim
yeniden. Yeniden damlamaya başlamasın diye kör
bakalım bundan sonra. Yeşil gözlerden uzak duralım
mesela. Ya da hep yere, toprağa bakalım. Nazarımızdan
koruyalım, gözetelim duvarı.
Tutsaklığa boyun eğelim. Şöyle: Uykusuzluktan
düşsün başımız omzumuza. Siyah uzun saçlarıyla bir
geyik düşleyelim, ya da en saf duruşuyla bir ceylan.
Güneşi kanla sıvayalım, kumral kalsın teni sevgili
Duvar’ın.
Bırakmayalım, devrilmesin yeniden duvar. Hor
görmeyelim düşleri. Tutalım parkların girişlerini, izin
vermeyelim
yeşil
gözlerin
girmesine.
Gireni
tutamayacağız, tutsak düşeceğiz, öleceğiz çünkü.
Bırakalım Müzeyyen Senar şarkı söylesin, “ah!”
çeksin. Bırakalım Müzeyyen çıksın, gitsin.
Sonra, filmin sonuna bir kare daha ekleyelim.
Sahilde yan yana dizili bir dizi çarmıh. Çarmıhta Lâle,
çarmıhta Aglaya, çarmıhta Eskişehir, çarmıhta Ankara...
Çarmıhta İstanbul, çarmıhta ben...
Düşler yaşamaya devam etsinler. Biz durup -susupbakalım onlara. Bir yudum daha alalım telveden. Fal
170
bakıp düş kuralım. Fala bakıp ağlayalım. Bir fincana
gömelim umutlarımızı. Bir gün geçirebilmek için yâri
anmadan dua edelim. Sağanak yağmur başlayacak
birazdan,
avuçlarımız
açık
kalsın,
ıslanalım.
Saklanalım... Gizin uçurumunda özgür kılacağız
yüreğimizi. Kuş olacak, uçacağız birazdan.
SIÇRAMA
Ter kokuyorum. Ne işe yaradıklarından emin
olamadığım bir sürü bilgisayar parçası var masanın
üzerinde. Dağınıklık neden rahatsız etmiyor artık beni?
(Bir çocuk tiyatrosu geldi aklına. Bir adam suyu, başka
birisi de sabunu canlandırıyordu. Ve biri de mikrobu.)
Sanki bir şey bitmiş de bir türlü farkına varamıyorum
bunun. Sanki tek başıma kaldım... Mikrop oldum gibi.
Açım. Şişmanım ve hastayım. Kimse yok! Bunu
pek yadırgamasam da biliyorum, hiç kimse yok! Mektup
yazmak istiyorum. Kimseden mektup almadım şimdiye
kadar. Kimseleri neden bu kadar önemsediğimi de
bilmiyorum. Hep başkalarına göre düzenledim hayatımı.
Onlara göre kararlar aldım. Ben onlara göre varoldum.
Onlar bunu... Yani beni...
Sıçradı. Bir şeyin üstündeydi galiba. Yüksekti.
Yüksekti çünkü o yüksekten korkardı. Aşağı bakma!
Aşağı bakma! Deniz var; kayalar. Yine televizyon
kameraları, televizyonlar, muhabirler, polisler, ve yine
171
psikologlar. Kayalar çok aşağıda. Korkuyorum galiba.
Çünkü ben yüksekten korkarım. Çünkü herkesin bir
fobisi vardır. Bu bir gerekliliktir. Mesela herkesin bir
sevgilisi olmalıdır. Herkesin bir ideali, herkesin bir derdi,
herkesin bir babası, herkesin bir umudu vardır.
Gerçekten yüksekten korkup korkmadığımı nasıl
anlayabilirim? Ben her şeyden korkarım çünkü.
Sıçradım. Uçuyor muyum? İki büyük fıçıyı yan
yana koy. Aralarında bir kadının geçebileceği kadar
boşluk olsun. Üstlerine damlayan bir duvar ve iki yanına
da kanatlı iki mum... Öne doğru gel; suyun içinde kesik
bir ağaç kökü ve ağaç köküne dayanmış bir kadın. İşte
yalnızlık bu!
Sıçra gene. Şimdi bir ayak, orta parmağı baş
parmağından uzun. Bir afiş: Hasan Tahsin Şiir
Yarışması. Öğrenci şairlerin birincilik ödülü 1000 lira.
Yetişkinlere 2000 lira. Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği.
Kaldır ayağını. Şimdi bir ayak izi. Ne geldi aklına? Bişr-i
Hafi... Ve Nadja!
Sıçrama, dur. Parçalardan birini alıp çöpe at. Şunu
al, ekran kartına benziyor. Boş ver, zaten para etmez.
Rahatladın mı? Hayır mı? Ben de. Öyleyse bir sigara
yak. Yaşadıklarını yazıyorsun, sen biyografik bir
yazarsın artık. Kolun mu ağırlaştı, e olacak o kadar.
Mutluluk bedava mı sanıyorsun. Saçmalama, titreme
yapmaz o. Yapıyor. Yapmaz, o senin kendi hastalığın.
Ben hasta falan değilim! Tabi canım, ne alakası var.
Turrup gibisin maşallah! Devam et. Devam et... devam et
172
devam et devam et devam et. Durma! İçinden geldiği
gibi yazıyorsun. Sen gerçeküstücüsün!
Dan!
İyi değilim. Kendi kendime konuşuyorum galiba.
Kendimi ret mi ediyorum? Biri aksini iddia edebiliyor
mu? Biri, kim?
Gene sıçra. Defol başımdan. Sıçra! Hayır. Sıçra,
başka şansın yok. Hayır, canımı sıkıyorsun. İyi, gideyim
o zaman. Evet, iyi olur.
Gitti.
Olmadı, bu çok yapmacıktı. Bir daha deniyorum.
...
Hareket yok. Bir daha.
Gene saçımla oynadım. Bir şey çıkmayacak bundan.
Canım sıkılıyor. Hiçbir estetik yanı yok. Ayağımı
uzatamıyorum çünkü masanın altı örümcek ağlarıyla
dolu. Tuvaletin kapısının arkasında da örümcek var. Bir
haftadır orada kımıldamadan duruyor. Dün de boynumda
bir böcek yakaladım. Hemen yere attığım için nasıl bir
şey olduğunu göremedim. Böceklerden nefret ederim.
Köpeklerden de. Aslında insanları da pek sevmem.
Yağmur yağacak. Yalnız bir kadın zülüflerini orta
parmağıyla kulaklarının arkasına atacak. Sokak hep boş
kalacak. Örümcekler ağ örmeye devam edecekler. Ağ
örmeye devam edecekler. Ağ örmeye devam...
173
GEÇMİŞ ZAMANIN HİKAYESİ
Nasıl? Başım dönüyor bugün benim. Düz yolda
yürürken yana seğirtiyor bedenim, bacaklarım
ağırlaşıyor, hıçkırır gibi başım atıyor bazen öne bazen
yana; ben dengeyi yitiriyorum ama denge beni
bırakmıyor...
Yenikapı’da yaşam ne kadar da durgun,
Mevlevihane yandığından beridir almıyor gözümü
lunapark, mevlevihanenin yerini hâlâ bilmiyorum ve
Yenikapı’da akşam oluyor. ‘Yeni’ mi dedim?
Ankara boşalıyor sanki, ya da, boşaltıyor birileri
Ankara’yı. Ben biliyorum, yalnızlık olmayınca aşk da
olmuyor! Ben bunu bilmekten nefret ediyorum!..
Gülemiyorum,
ağlayamıyorum,
seyretmekten
yorulduğumda ben, şehri terk ediyorum hep “Nazım”
gibi. İhanetin adı yok ki baba! Vicdan azap çekiyor baba,
vicdan da var baba, pencereden mehtaba bakar gibi
vicdan, yanıyor, anız gibi kuşetin penceresindeki
karanlığa mum yakmak baba!
Çek silahını baba!
...
174
Yeşil bir bez örtmüşlerdi 34 AE 142 plaka numaralı
cenaze arabasının arkasındaki kutuya, araba hızla
ilerliyordu E-5’te. Ben duruyordum ama otobüs takip
ediyordu cenaze arabasını. Ben durmuyordum ama
zaman ölmüştü, çoktandır hem de. Şehri terk etmek
masalı, işte bu yakıyor tenimi. Ben sevişmek istiyorum
tanımadığım bir kadınla, onu öpmek istiyorum; dudakları
nasıldı? Ben çatlıyorum orta yerimden, ben yalnızlığımı
arıyorum içimde bir yerlerde, ona ne oldu böyle?
Davku’nun sakallarının çıkması neye delalet etmekte,
karıcığımın delirme belirtileri göstermesi, sevgili
kaynanam ve kayınpederimin suratıma telefon kapatması
neyin belirtisi? Benim bir de vicdanım mı vardı? Bir de o
mu sızlardı? Bende ne de çok anı var böyle, ha!? Neden
gece bitmiyor bugün?
Azap çekiyor düşler, gelinlik giymiş on altı yaşında
beşik kertmesi olmuşum, beşik kertmesiyim yalnızlıkla.
Yaşım altmış iki, parmaklarım bükülmüyor artık,
sigarayı dudağıma değdiremiyorum, göremiyorum
yüzünü senin, sen, sana ne oldu?
Daha beter ol, beni düşün... Orada güneş doğuyor
mu hâlâ? Dostum, sarıl bana, üç defa. Karanlık
çoğalıyor, sus... Sarıl bana, yalnızca sarıl.
Sabret... Ölme sakın; beyazdır ölüm, yeşile çalar
rengin senin ama ölüm beyazdır sevgilim. Kapat
175
gözlerini ve çöpe at o hapları... her zaman bir önceki
kadar şanslı olamazsın. Düşlerdir sona ermeyen biricik
aydınlık, düşler hürdür dostum, senden benden daha hür.
Ve hürriyet kapatınca gözlerini tecelli edecektir
enginlerde... Bak, dolunay var, iki gün önce on dördüydü
ayın. Bunu fark ettin mi?
....
Kuleleri yıkılmış şehirler,
ışık?
feryat figan pencereler – yağmur,
gece?
yırtılmış patiska, turuncu senin denizin
deniz?
uğuldayan benim, yağan ben
ahşap?
ölüm:
hastane koridorunda titreyerek yere yığılan
şalvarlı kadının çığlık çığlığa duvara kapanan
ellerinden akıyor
ölüm:
yeşil cenaze arabasının kasasında Arap harfleriyle
alabildiğine YAZIyor
176
ölüm:
şimdi, ensemde volta atıyor, sarhoş, pis,
ama beyaz-“iyi”
ölüm...
kapılarını kapatıyor caminin müezzin
koltuğuna sıkıştırmış ayağa kalkıyor kahveci, tavlayı
ağlarını topluyor balıkçı
çamaşırları seriyor kadın
ölüm, kol geziyor ahşap tenimde
adım GOYA, son resmimi çizdim gırtlağıma!
kırmızı, kızıl ve telve rengi gök yüzü
gök yüzüne ne oldu?..
uyan!..
SIKIŞTIM...
salınıyorum. ince parmaklı bir kadın dokunuyor sırtıma.
yanık bir ses kulak arkamdan sızıyor sanki. katı bir sıvı
akıyor, yanaklarım ıslak. görmediğim sert cisimleri
yokluyorum tırnaklarımla.
bir telle sardılar boğazımı. sıkmadılar, beklemeye
başladılar. Benim bekleyecek hâlim yok artık. uzaktan,
177
çok derinden boğuk bir keman sesi geliyordu. sis vardı.
kitapların
sayfalarını
duyuyordum.
hızlı
hızlı
ilerliyorlardı. belki bitmek üzereydi, okunmuştu belki.
hareket etmiyordu ses. uzaktaydı, hep uzakta. hepsi olup
bitiyordu, herkes sırasına sadıktı.
o şamarla sıçradım sandalyemden. dizlerimin bağı
çözüldü aynı anda. Yere kapandım. durduramadım göz
yaşlarımı. boşalmaya başladım gözlerimden halıya
doğru.
çığlıklar
atıyordu
keman
kulağımda.
boşalıyordum ama BİTMİYORDUM! boş salıncakları
sallanır hâlde düşlüyor ve hıçkırıklarıma sahip olmaya
çabalıyordum.
sahipsizdim.
sallanamayan
bir
sandalyeden başka kimsem yok benim. ölü doğmuş
yüzlerce kızım oldu. dokunamadığım onlarca kadın.
Mika çerçeveli gözlüğüm. oysa pürüzsüz de görebilirdim
sokaktan geçen otomobilleri. birine el eder “çek
kardeşim” derdim.
Sarayburnu’ndan seyrederken boğazı sakalımı sıvazlar
sigaramı söndürürdüm ayakkabımın topuğuyla. susar
mıydı o zaman deniz? durup bakar mıydı bana imrene
imrene? kalkınca ben ayağa başlar mıydı yağmur, ağlar
mıydı gök? etrafımda dönerek körebe oynar mıydı
piçler? piçler... sağa sola savrulmuş yüzlercesi birden
koşuşturuyorlar. İbranice konuşuyor kimi, kimi Latince,
kimi Farsça, kimi de Kürtçe. sümüklü düşler görüyorlar.
178
bana
bakarak
koşuyorlar.
düşüyorlar,
kalkıyorlar................ .............. .....
........ .........
... ... ...
herkes sadık sırasına. itaat ediyor herkes. yangın çıkacak!
sular kesik! asansör çalışmıyor! telefonlar kesik!
yanacağız!
“BAŞKASININ HİKAYESİ” KİMİN UMRUNDA!..
Neden kitap okumaya devam ediyorum, diye
sordum bugün kendime. 31 numaralı halk otobüsünde,
soldan üçüncü koltukta, cam kenarında oturuyordum.
Yanımda otuz-kırk yaşlarında bir adam ve kucağında
elini okumaya çalıştığım kitabın üzerine koymakta ısrar
eden küçük bir kız çocuğu vardı. Önde oturan taşralı
oldukları kuşkusuz iki bayan da onlarla birlikteydi. Bir
kız –yaşça daha büyük- da onların kucağındaydı. Adam
Kürtçe bir şeyler söyleyip duruyordu kadınlara; ara sıra
da kucağındakinin beni rahatsız etmesine engel olmaya
çalışıyordu;
çünkü seyretmesi artık iyice bıkkınlık vermeye
başlayan o malum döngünün kısırlaştırılmasının
insanoğlunun kudreti dışında olduğunu düşünmeye
başladım. Okurken sıkıldığım zamanlar kendime
bunların yazma edimimde bana farkında olarak ya da
olmayarak bir takım faydalar sağlayacağını düşünüp
ıkınarak okumaya devam etmelerim geldi hatırıma. Oysa
179
tecrübeler, o lanet olası hükümdarları zamanın, hiçbir
şeyin faydası olmadığını bağırıyorlardı yüzüme. “Toz
bulutu” örneğinde olduğu gibi, bir atlı (ben, benimkine
yine de “kentör” demeyi yeğliyorum) uzaklardan bir
yerlerden gelmiş ve yüzüme bile bakmadan, sadece
ardında uzaklaşan nal sesleri ve dünyamı önce kuşatıp
sonra da dolduran irice bir toz bulutu bırakıp gitmişti.
Bunu bir “seçilmişlik” olarak da aldım; bununla
övündüğümü, kendimi yüce gördüğümü de yadsıyamam,
inkar edemem. Ama hep aynı şey oluyor: Bulutlar
dağılmaya başlıyor, bir an sana doğru gelen, bazen
uzaklaşan bir karaltı beliriyor ilerde bir yerde, yüreğin
coşkuyla titriyor, bütün uzuvların, teker teker bütün
hücrelerin gerçekte “boşluk” anlamına gelen o kelimeyi vecde gelerek bir bakıma- zikretmeye başlıyor: Umut...
Kendini kaybedebiliyorsun o zaman, ne bileyim, mektup
yazabilecek gücü bulabiliyorsun mesela... Ya da atlayıp
trene Anadolu’nun herhangi bir kentinde bıraktığın
bırakılmışlığın peşine düşebiliyorsun. “Bırakılmışlık”...
Katoliklerin çıkmazı diye öğretmişlerdi.. Koruyan ve
gözeten bir tanrıdan söz etmişlerdi;
adamotlarının çığlıklarını anlatıyordu George Luis
Borges “Düşsel Varlıklar Kitabı”nda. Otobüsteydim, sert
zeminli koltukta oturuyordum. Neden dünyaya gelirken
çığlık attım, diye sordum kendime.
“...bir gürültü duyuldu. El fenerli güvenlikçi
bölmenin arkasına geçtiğinde yerde cansız yatan bir
adam gördü.
180
Yanı başındaki çengelde bir çift eldiven asılıydı.
Bir spota uzanan kablo koparılmış, adam kablonun
uçlarını sıkı sıkı kavramıştı.” iv
Sıkı sıkı kavramak.. ölüm.. sıkı sıkı yapışmak...
Yani...
İçimden, derinden bir yerden gelen karşı konması
imkansız bir basınç vurdu yüzüme. Sarsılarak ürperdim.
Bir çeşit bitiş gibi... Son nefesi verirken... Yani... attığım
ilk çığlıktan bu yana hep son nefesi vermeye devam
etmem..
Bitmedi!..
Bitmiyor...
Karanlık, boş bir sokakta, soğuk parke taşlarının
üzerinde yan yatmış, usulca uyuyan bir “sekiz” kadar
canım var benim, biliyorum. Ve düşüncenin ve hatta
düşün ulaşabildiği her mekanı içine alabilecek kadar
büyük, dev boyutlarda bir örümcek ağının herhangi bir
kentinde, herhangi bir ipe takılmış (takılmış=
“tutunmuş”un olumsuzunun savunması) asılı duran ben;
ağdaki bütün köşeleri tutmuş, yolda sendelemeden
yürümeyi becerebilen, para kazanmakla sevişme
vakitlerini birbirinden ayırdedebilen... derin derin soluk
alıp verebilen...................
Bütün tanrılara, bütün canlarımı kurban ediyorum! Oluk
oluk kan akacak, kırmızı yağmur damlaları gibi boncuk
boncuk süsleyecek kanım ağları. Öksüreceğim. Her
kadını bir tanrı bildiğim için, öylesi taptığım için Allah
bile belamı vermeyecek!.. Kaç tane canım varsa o kadar
181
sürdüreceğim intiharımı. Kûhân Dağı’na tırmanacak ve
atacağım kendimi; sonra tekrar tırmanacak ve tekrar
atacağım. “Sekiz” gözlerini ovuşturup ayağa kalkana
kadar... Fakat tanrılar asla mutlu olamayacaklar!
Solcu öğrencilerin yemekhane boykotuna bilerek ya
da bilmeyerek, ya da önemsemeyerek katılan polislere,
ellerindeki ekmeği ısırışlarına bakarken; Beyazıt
meydanında her fikirden bir dolu öğrencinin aynı sloganı
atışlarını haberlerde seyrederken; daha önceleri
defalarca, otobüslerde dehşet verici bir ahenkle hep
beraber, aynı yöne bakarak, aynı iplere tutunarak, aynı
geleceğe doğru yol alan bütün o insanları düşünürken...
aklımı oynatmak üzere olduğuma karar verdiren şey:
çaresizce yere çöküşümün hikayesi: Yalnızlığım...
Ama...
tarihe ve zamana ve adını koyamadığım bütün o
yığınların “gerçek” dediği şeye, hepsinden önemlisi
yazının başlığına/kendime İNAT; üstüne basarak, belki
kafamı duvarlara vurarak, belki her gün biraz daha ölerek
tekrarlayacağım, tekrarlıyorum: Yalnızlığımız!... Bir
halk otobüsüne doluşmuş, son durağı beklerken gizli bir
elin çektiği fotoğrafta BIRAKILMIŞ ÇOĞUL BİR
YALNIZLIK.
182
2.BÖLÜM - EVE DÖNÜŞ
“Niyeti kapının eşiğinde oturup beklemekti.
Fakat oraya gelince, mıknatısla çekilmiş bir yığın
demir tozu gibi bütün kesirlerinin içeriye girdiğini
ve orada tekrar toplandığını hissetti.”
A. H. Tanpınar - Abdullah Efendi’nin Rüyaları
183
184
KAÇAK
(yarım kalan birinci hikaye)
1
Bir adım, iki adım, üç adım, dört adım... Seksen
ikide lokantada oluyorum. Seksen üçüncüsü sandalyenin
yanında ve devamı da otururken. Bu gün öğlen cuma
namazı kıldım. Biraz kafam dinlendi sanki. Artık
kaçmam olanaksız. Zaten kaçmaktan da yoruldum. Nasıl
yani? Evet, ben savaşa karşı değilim... Hayır, yanlış
anlaşılmasın, savaş taraftarı da değilim tabi; sadece söz
konusu olan savaşsa benim belli bir tavrım yoktur. Yani
savaş olsun olmasın, bu beni ilgilendirmiyor. Beni
ilgilendiren, evet, beni ilgilendiren istemediğim hâlde
askere gitmem gerektiği. Korkuyorum, evet! Bunda tuhaf
olan ne var! Bir defa nerede askerlik yapacağıma karar
veremiyorum. Ya tehlikeli bölgelere gönderilirsem. Ya
vurulur da ölürsem, ya da birini vurmak zorunda
kalırsam... Hem, hayır yani, en rahat (tehlikesiz demek
istiyorum) yere de gitsem, çok gereksiz bir şey. Neden
askerlik yapmak bir görev olsun ki? Ben öğretmenim.
Aynı zamanda sanatçı bile sayılabilirim. Yani resim
öğretmeniyim. Ama sırf bu askerlik yüzünden devlet
okullarına giremiyor, özel okullarda da ancak kaçak
olduğum anlaşılıncaya kadar çalışabiliyorum. Ee resim
dersini özel olarak almak isteyecek kadar kafayı yemiş
185
öğrenci bulmak da zor. Bu kaçaklık yakında açlıktan
ölmeme sebep olacak.
En son Tokat’ta bir arkadaşın evinde kalmıştım.
Arkadaş dediğimi de tanıyalı daha iki hafta olmuştu. İş
arıyordum, tek tük buluyordum da ama o gidişle para
biriktirmem imkansızdı. Bir okulda iş buldum. Askerlik
kağıtlarımın yolda olduğunu falan söylemiştim de ancak
kapatabilmiştim dosyamdaki eksikler meselesini. İşte, iki
hafta sonra anlaşılmıştı ve ancak sıvışmıştım. Şimdi gene
bu komik şehre döndüm, geleli dört beş gün oluyor. İlk
iki günü parkta yatarak geçirdim. Sonra eski bir dostu
aramak zorunda kaldım, iş bulamamıştım. Beni evine
aldı, sağolsun. Şimdi de ona gidiyorum. Öğle tatilinde
benimle buluşacakmış, işyerinin karşısındaki lokantada.
İşyeri bir bankaydı, o da bankada çalışan bir memur tabii
ki. Adı -çok lazım değil ama yine de söyleyeyim- Salim.
- Ethen! Ethen, buradayım...
Hemen yanına gittim. Ayağa kalkıp elimi sıktı,
buyur etti. Oturdum.
- Neden böyle giyindin? dedi.
- Tanınmak istemiyorum, diye karşılık verdim.
- Oğlum manyak mısın! Alt tarafı asker kaçağısın,
terörist değilsin ya...
- Olsun, ne olur ne olmaz; babam tedbirli ol derdi
hep.
186
- İyi peki, ama böyle daha dikkat çekiyorsun, şu
gocuğu çıkar bari.
- İyi, al bakalım. Başıma iş gelirse karışmam ama..
- Ne yaptın bütün gün?
- Hiç.. Sen ne yaptın?
- İş işte, çalış dur..
- Hı hı..
- Ethen...
- Efendim Salim.
- Ne yapmak niyetindesin?
- Nasıl ne yapmak?
- Yani şimdi ne yapacaksın? Geri döndün artık,
hiçbir şey anlatmadın doğru dürüst. Hayatın... nasıl
devam edecek?
- Nesi varmış hayatımın! Tamam, meraklanma,
fazla kalmayacağım sende, başını derde sokmak
istemem.
- Oğlum senin sorunun ne yav!? Ne ilgisi var şimdi!
Sadece bir iş istiyorsan ben de yardım edeyim,
araştıralım diye sordum.
- İş mi? Yok, istemez. Fazla kalamam zaten.
Peşimdeler.
- Kim, kim peşinde?..
- Dedim ya, Fidanlık’ta zor kurtuldum ellerinden.
Neredeyse götürüyorlardı.
187
- Neye bakıyorsun öyle, kimse yok burada... Sakin
olsana biraz!
- Sen niye buraya çağırdın beni.
- Ele vermek için çağırdım!..
- Ne!!!...
- Dur lan, sakin ol, otur şuraya, şaka yaptım...
- Tam da eşek şakası yani, kimseye güvenemeyecek
miyim?
- Ethen... Söylesene, başka bir suç mu işledin?
- Ne gibi?
- Yani sırf askerden kaçtığın için mi bu kadar
işkillisin?
- (Fısıltyla) Sır tutabilir misin Salim?
- (Yine fısıltıyla) Evet...
- (İyice fısıltıyla) Yaklaş o zaman... (Neredeyse
duyulmayacak kadar fısıltıyla ve mırıldanarak) Bir kıza
tecavüz ettim!
- (Bağırarak) Ne!!!
- Şşşt sakin ol..!
- Ne diyorsun oğlum sen?!
- Şaka yaptım şaka... Ha ha ha!
- Allah belanı versin, sen delirmişsin! Söyle, hasta
mısın?
- Ben mi hastayım? Güldürme allasen... Hasta olan
onlar.
- Dur, garsonu çağırayım.
188
Elimi havaya kaldırıp tuhaf bir hareket yaptım.
Hareketim tuhaftı ama garson nedense anlamıştı onu
çağırdığımı. Hızlı adımlarla yanımıza yaklaştı. Ethen
eskiden olduğu gibi patlıcan musakka istedi, ben de
aynısından istedim. Pilav ve musakka; patlıcanı ben de
severim ama Ethen bayılır. Domuz gibi de saldırdı zaten.
Gören de dün akşam herifi aç bıraktım sanır.
- Yavaş ol Ethen, kimse kaçırmıyor.
- Bu en yavaş yiyişim zaten,
olduğumuzdan... Ha ha ha!..
lokantada
Bu herif bir halt karıştırmış ama dur bakalım, çıkar
kokusu...
- Hiç para kazanamadın mı?
- Nerdee.. Diyorum ya, oradan oraya kaçmaktan
başka bir halt edemiyorum. Çoğu kez karnımı zor
doyuruyorum.
- Ee ne olacak senin hâlin?
- Korkma, yakında her şey hâllolacak.
- Nasıl?
- Onu bırak. Dinle: Öznur’u hatırlıyor musun?
- Evet, de o geçmişte kalmadı mı?
- I ıh, aynen devam etti. Tecavüz olayı da doğruydu.
- Ne!!!
- Hayır, dur, sakin ol. Zorla değil... Ama babası
inanmadı. Öznur da kelek yaptı bana zaten. Orospu!
- Nasıl kelek?
189
- Ayhan’la aldattı!
- Ne zaman oluyor bunlar?
- Beş sene oldu.
- Beş sene mi?! Eee?
- Ayhan’ı vurdum, yaralandı. Öznur öldü.
- Ne!!!
- Evet, aşağılık kadın, bizim buluşma yerimizde
vermiş ona.
- Dur dur, yavaş... Vurma, yaralama olayının doğru
olmadığını söyle önce.
- Doğru değil.
- Şimdi çakacam suratına bir tane!
- Doğru olmadığını söyle dedin ben de söyledim, ne
kızıyorsun!
- Doğru mu değil mi?
- Vurup vurmadığımı mı soruyorsun?
- Evet ulan, ne bok yedin, söyle!
- Az önce dedim ya, vurdum ikisini de. Kız öldü,
yani ölmüş. Herif yaralı kurtulmuş.
- Şimdi kafayı yiyeceğim! Sen şimdi katil misin?
- Hayır, değilim. Katil benim dışımdaki herkes. Ben
mağdur durumda olanım. Ama bunu ispatlayana kadar
kaçmak zorundayım.
- Ethen, kalk!
- Ne?
- Kalk diyorum, gidiyoruz.
- Nereye?
- Kalk sen... Görürsün nereye gittiğimizi.
190
- Bana bak, arkadaşımsın, yamuk yapmaya kalkma
sakın.
- Kalk dedim!
Allahın belası! Ne diyor bu herif! Şimdi anlarız her
şeyi. Şu köşeyi dönelim, gösteririm ben sana!
- Ne yapacağız burada?
- Bekle, sesini çıkarma.
- Kimi arıyorsun?.. Sok şu telefonu cebine!
- Sus!..
- Alo, kiminle görüşüyorum?
- Kimi aramıştınız?
- Eee şey, ben Öznur’un üniversiteden arkadaşıyım,
epeydir görüşmemiştik, merak ettim, bi arıyım dedim.
- Adın nedir? Sen kimsin?
- Beyefendi, özür dilerim. Bana çok kötü bir şaka
yapıldı, Öznur’un öldürüldüğü söylendi. Ben de
inanmadım ama arayıp emin olmak istedim. Adım
Mustafa.
- Doğru duymuşsun evladım. Ethen diye bir Ermeni
piçi var, o öldürdüydü kızımı. Tanır mısın?
- Hayır efendim.. Çok üzgünüm, sizi üzmek
istemezdim.
- Meraklanma oğlum, o piç hâlâ aranıyor,
yakalandığı zaman ruhu huzura kavuşacak kızımın!
- Haklısınız, yapabileceğim bir şey var mı?
191
- Yok, sağol evladım.
- Başınız sağolsun...
Dit diiiit..
- Ethen! Ethen! Neredesin?! Etheeen!
2
Hasiktir, yağmur başlıyor! Senin de Allah belanı
versin Salim! İnanmayacaktın ki bana, ben katil değilim!
Allah hepinizin belasını versin!
Yirmi dakikadır bu saçağın altındayım. Yağmur
dinmek bilmiyor. Böyle giderse yarına kadar İstanbul’u
su basar... ben de yüzerek kaçarım gene!
- Kaysana biraz hemşehrim, ıslandık.
Bu da nereden çıktı! Kaysana birazmış!.. Ben zor
sığıyorum zaten...
...
Oh, ne âlâ... Herif şimdi cıgarasını da yakmış
dinmesini bekliyordur yağmurun. Ben sucuk oldum.
Üç gün sokaklarda gezindim durdum. Sonra
dayanamayıp yine Salim’e gittim. Gecenin bir yarısıydı.
Evde yoktu. Kapıyı anahtarla açıp girdim. Salak,
değiştirmemiş.
192
...
- Afedersiniz
- Ha!.. Kim o!..
Birden yataktan fırladı ve köşeye kaçtı. Tıpkı bir
hamam böceği gibiydi hareketleri. Rezil hâldeydi.
Üstünü çıkarmadan yatmıştı, kanepe batmıştı tabi. Kimdi
bu adam? Nedense içimden bir ses korkacak bir şey
olmadığını söylüyordu.
- Si.. siz kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz?
- Sakin olun. Salim’in arkadaşı mısınız?
- Evet, siz?
- Ben de... Adım Sevda. Lütfen sakin olun.
- Ben sakinim, sakin ol deyip durmayın lütfen.
- Kimsiniz?
- Salim nerede?
- Gece mesaiye kaldı. Beni bir şey almam için
yolladı buraya. Biraz ürktüm sizi görünce ama hırsıza hiç
benzemiyordunuz.
- Allah Allah, nereden anladınız?!.
- Uyurken annesini sayıklayan bir hırsız ne duydum,
ne de gördüm.
Utandı. Ama gevşedi de. Konuşabilecek kıvama
geldi artık.
193
- Özür dilerim, uyuya kalmışım. Üstüm başım da
berbat.
- Sanki dayak yemiş gibisiniz. Gözlerinizin altı
morarmış.
- Evet, bir kaç gündür sokaktayım...
- Neden?
- Uzun hikaye... İzin verin, üstümü çıkarayım.
- Olur. Ben size bir kahve yapayım, yiyecek bir
şeyler... Salona gelin sonra.
Bu da kimdi? Salim evli değil sanıyordum. Belki
eski karısıdır. Ya da sevgilisi. Ama sevgilisini ayak
işlerine göndermez herhalde. Sekreteri olabilir. Uff,
elbiseler de berbat!..
Salim’i arayıp sormalı. Tehlikeli biri de olabilir.
Gerçi hiç de öyle görünmüyor.
- Geldiniz mi? Buyrun...
- Teşekkür ederim, zahmet oldu size de...
Glu glu glu glu... Telefon çalıyor..
- Alo.. Evet Salim, geldim... Hayır, buldum...
Yalnız...
Eliyle “hayır” işareti yapıyor...
- Yalnız biraz gecikeceğim. Anneme uğramam
gerek.... Tamam.
194
- Evet? Sizi dinliyorum. Salim’den de
saklandığınıza göre... makul bir açıklamanız vardır
umarım.
- Sürpriz yapmak istiyorum desem, çok mu kötü bir
yalan olur.
- Evet.
- Oturur musunuz?
Oturdum.
- Hiç kesmeden dinleyin lütfen, tamam mı?
- Peki.
...
- Bir dakika, şimdi siz katil misiniz, değil misiniz?
- Sevdiğim kadına ve sevgilisine öldürmek kastıyla
ateş ettim, evet, ben katilim bir bakıma, ama başka bir
bakıma da değilim. Zorla askere almak istiyorlar beni.
Kışladan kaçtım, çaresizdim, Öznur’a sığınmıştım, oysa
beni aldattı. Ele verse bu kadar koymazdı ama hayır, ele
vermedi, aldattı.
- Peki ya ben sizi ele verirsem?..
- Ha ha ha!.. Ne zaman ağzıma lokma koysam
birileri beni ele vermekten bahseder oldu. Siz bu evden
çıkar çıkmaz ben yine kaçacağım.
- Kaçmayın, sizi yakalatmayacağım.
- Nedenmiş o?
- Bilmiyorum. Henüz düşünmedim bunu. Daha
sonra. Şimdi hazırlanın, gidelim.
- Nereye?.. Off, bunu da daha önce yaşadım ben!
195
- Nasıl yani, neyi?
- Neyse, önemli değil. Gidelim bakalım.
3
- Ne oldu, neden durdun, yanlış bir şey mi yaptım?
- Hayır...
Sustu. Ben de sustum. Bir şeyler düşünüyor. Ben
sadece onun ne düşündüğünü düşünüyorum. Tuhaf bir
adam, burası kesin, ya sonra?.. Sigara paketine uzandı.
Bana da uzattı, hayır diyemedim. İlk sigaramı içiyorum.
Bunu hayatım boyunca unutmayacağım: İlk sigaramı
yarım kalmış bir sevişmenin ardından içiyorum, ve
markası Maltepe!..
...
- Sen iyi bir adamsın Ethen!
- İyi mi?!
- Evet, hem de çok iyi.
- Ha ha!.. İyi ve katil... ve... Ve deli!
- Ne yapacaksın?
- Ne yapacağım? Neden herkes bunu soruyor
durmadan? Beş sene boyunca bunu o kadar çok duydum
ki, artık kendim bu soruyu sormaya gerek bile duymaz
oldum. Ne yapacağım? Ne yapabilirim ki!.. Çaresiz bir
hikaye adamı gibiyim.
196
- Hiç de çaresiz değilsin.. Mesela yurtdışına
çıkabilirsin. Eminim bunu yapabilirsin. Yaşadığın bütün
bu serüvenleri unutursun, bir iş bulur belki evlenirsin
de...
- Serüven ha... Ha ha!.. Evet, serüven... Bu serüveni
bir Avrupa ülkesinde yaşıyor olsaydım, hikaye adamı
olmak da koymazdı aslında. Ama buradayım işte,
Türkiye’de. Buradan hiçbir yere kaçamazsınız Sevda
Hanım! Ne batıya ne de daha doğuya... Burası sorunların
çözülmesi gereken yerdir. Çözüm bulmak istiyorsa insan,
önce burayı bulmak zorundadır.
- Sen hiç de bir şeyleri çözmek isteyen birine
benzemiyorsun.
- Öyle mi düşünüyorsun?.. Haklısın, ben korkak bir
adamım. Hatta “Sen kimsin?” sorusuna verilecek bundan
başka cevabım da yok... Ha ha!.. Ama buradayım işte,
altı kuşaktan beri İstanbulluyum... Gidemem!
“Bak, sana buralı olmamı, benim için gitmek diye
bir şey olmadığını anlatayım. Sevişmemiz yarım kaldı,
bari sohbet yarım kalmasın, ha...
“Aklıma ne gelirse hemen ardından zıttı da geliyor.
Yani, nasıl diyeyim..? Mesela bir Ermeni olduğum kadar
Türküm de, ya da, katil olduğum gibi kurbanım da...
Hem masumum, hem de suçlu. Hem kaçıyorum, hem de
deliler gibi kovalıyorum. Evet, bunu görebiliyor musun,
yani nasıl amansız bir takibe bulaşmışım... Peşimdekiler,
aynı zamanda peşinde olduklarım. Burada sanıldığının
aksine büyük bir hareketlilik var. Hatta, bir hengamedir
197
gidiyor. Ben hepsini duyuyorum, canhıraş feryatlar
kopuyor artarda. Öznur’a ve öteki pisliğe kurşunları
boşaltırken de duydum; ayyuka çıktı feryatlar. Herkesin
ihtiyacı olan bir an bile olsa bir sükunet hâli
yakalayabilmek. O zaman her şey çözülecek gibi. Herkes
anlayacak benim katil olmadığımı. O zaman askere de
gidebileceğim, çünkü korkum da yok olacak. Hem savaş
da olmayacak. Ama...
“Geçen Cuma camideydim, namaz kıldım, o kadar
huzurluydum ki, sanki bütün günahlar ayakkabılarda
toplanıyormuş gibiydi, öyle düşündüm imam dua
ederken. Camiye girince günahlar kapıda bırakılıyordu,
ama ne yazık ki camide yaşamak olanaksız artık, çıkmak
ve ayakkabılarını yeniden giymek zorundasın.
“Anlıyor musunuz Sevda Hanım, bu kaçma hâli
sürdükçe ben, iyi olduğum kadar da kötü bir insanım!
- Sadece çok fazla yalan söylüyorsunuz, özellikle
kendinize.
- Pekala, doğruyu siz söyleyin öyleyse... Neden
benimle yattınız?
- ...
- Yoksa âşık mı oldunuz?
- Sizli konuşmanın sebebini anlayamıyorum.
- Ben de... Ama.. bir yabancıyla iki gecedir aynı
yataktayım. Ve bu bana pek normal gelmiyor.
- Bana da... Ama kimin umurunda?
- Ya, tabi, kimin umurunda?!. Benim hanımefendi,
benim umurumda!
198
- Nedir umurunda olan?
Hah!..
Bilmiyorum,
veremiyorum!..
işte
buna
karar
4
Nihayet! Geldi beyimiz.
- Kalk Salim, burada konuşamayız, eve gidelim.
- Saçmalama da otur şuraya!
Oturdu...
- Kışlama dönsem, kaç yıl yerim Salim?
- Sevdayla yattın mı?
- Ha ha ha! Evet... Ama kimin umurunda!
- Ona âşık oldun değil mi?
- Haha!.. Kimin umurunda!
- Ethen, sen... Rahatsızsın. Teslim ol, deli numarası
yaparsın. Hastaneden çıkman için elimden geleni
yaparım. Tanıdıklarım var, korkma. En fazla bir yıl
kalırsın.
- Salim!.. Kes sesini! Ben zaten hastanedeyim. Sen
de şimdi benim nöbetçi doktorumsun. Yalan mı?
- Sevda da mı doktorun?
- O senden daha güzel en azından...
- Ethen, durumunu hiç iyi görmüyorum. Boşlukta
sallanır gibisin. Düşmenden korkuyorum.
- Düşmek mi?.. Ben mi!
199
- Evet... Yüzüne bakarken ürker oldum. Senin için
endişeleniyorum.
- Bakma o zaman, ben de aynalara bakmıyorum
artık.
- Peki!..
...
- Askere gitmeli miyim sence?
- Hayır, orada çıldırırsın.
- O niye?
- Dönenlerin hâlini görüyorum da... düşünmek bile
istemem seni. Bak sana bir olay anlatayım. Şırnak’tan iki
ay önce dönen bir arkadaşın başından geçen bir olay.
“Emir eri gibi bir şeymiş bizimkisi. Komutanın
kıçında gezinip duruyormuş. Bir gün, öğlen vakti bir
asker gelmiş. Bir terörist yakaladığını, ne yapması
gerektiğini sormuş...
- Ha ha! Bir böcek yakaladım, ne yapayım bunu
komutanım!..
- Dalga geçme, dinle. Komutan bunu azarlamış,
“Canlı getirmeyin diye kaç defa söyledik!” falan diye...
Erin durduğunu görünce iyice kızmış ve bağırmış, götür
ne yaparsan yap demiş. Er çıkmış. Bizimkini de
arkasından yollamış komutan, git bak, yok ettiğinden
emin ol demiş. Sonrasını bizimki anlatıyor. Bunu
karanlık bir depoya götürmüş asker. Elli altmış kişi daha
varmış yanında. Sandalyeye oturtmuşlar. Bir süre hepsi
birbirlerine bakmış. Sonra aralarından biri bağırarak
koşmuş ve uçarak bir tekme savurmuş teröristin suratına.
200
Ötekiler de cesaret bularak ‘hurra’ saldırmışlar. Döve
döve öldürmüşler herifi. Sanırım bunu bir tür oyun
sanmışlar.
- Bir tür oyun, evet, bu bir tür oyun!..
- Nasıl?
- Söyledin ya, oyun sanmışlar... Evet, oyun!..
- Belki sayıları o kadar çok değildir, yani ben ikinci
ağızdan dinledim. Bilirsin, oralarla ilgili çok masal
anlatıyorlar.
- Askere gitme diyorsun öyle mi?
- Gidemezsin zaten... Hem polis de arıyor seni.
- Polis değil...
- Askerden mi korkuyorsun?
- Asker de değil...
- Ne saçmalıyorsun gene?!
- Kalk Salim, gidelim. Sevda bekliyor.
5
- Ethen, nereye gidiyorsun?
- Bir rüya gördüm Salim, ya da halüs... (halis..
halisin.. halüsün..!!!) yani sanrı. Bir şeyler oluyor, çok
ciddi bir şeyler. Birileri, sanırım bir örgüt, ya da onun
gibi bir şey, bir haltlar karıştırıyor. Hakkımızda hayırlısı
olan neyse, işte o olmak üzere!
- Ne örgütü bu?
- Belki de tek bir kişidir. Mesela bir şair. Ya da.. ya
da bir aydın, yani entel gibi...
201
- Eee, ne yapacak bu kişi?
- Bilmiyorum, ama iyi şeyler olacak, hissediyorum,
gördüm.
- Sen nereye gidiyorsun?
- Trenim iki saat sonra kalkıyor, yetişmeliyim.
- Ethen, eşkalin belirlenmiş, evden çıkman bile
tehlikeli!..
- Eşkalim... Ha ha ha!.. Kim belirlemiş eşkalimi,
tanışmak isterdim onunla.... Yüzüme bak Salim!.. Hani,
nerede eşkalim!
- Ethen, yeter artık, çıkar şu gocuğu!
- Salim, anlamıyor musun, kurtuluyoruz diyorum!
- Ne, neyden kurtuluyoruz?!.
Suratıma bakıyor, suratıma bakınca korkuyorum
ondan. Nereye gidiyor böyle telaşla?
- Nereye gittiğini söylemeyecek misin?
Kapıyı
açtı..
Omzunun
Gülümseyerek ve yine fısıldayarak:
- Eve, dedi.
üzerinden
baktı.
O merdivenleri beşer beşer inerken ardından
seslendim:
- Sevda’ya ne diyeceğim?
Bir alt kattaydı, durduğunu anladım. Düşünüyor
muydu?
- Söyle ona, beklesin!
diye bağırdı. Ve yine ayak sesleri....
202
GECE TRAMVAY YOLUNDA
DURUYORDU SANDAL
(yarım kalan “iskele” hikayesi)
“Davku uyurken gizlice sarıldım,”
serab’a
Kırk dakikadır bekliyordum Beşiktaş’ta, bir otobüs
gelecek ve evime götürecekti beni, hepsi bu. Durakta beş
altı adam daha vardı. Yoldan ara sıra kadınlı erkekli
insanlar geçiyordu. Hemen soldaki börekçinin önünde,
yerde iki mangal vardı, içleri köz dolu... Şişman bir adam
ve yanında iki kadın -şık ve dekolte- geldiler ve durağı
adamların aç bakışları altında geçip ilerde, yol ağzında
durdular. (O kadar da aç sayılmazdılar, daha çok
yorgunluk ve biraz da bezginlik vardı bakışlarında.
Otobüs gelmiyordu ve hepsi benim gibi evlerine gidip
uyumak istiyordu.)
Telefon etmem gerekiyordu, merak edeceklerdi
evden. Köşedeki kulübeye gidip gecikeceğimi, belki
gelemeyeceğimi söyleyince sinirli bir iki laf işitip
telefonu kapattım. Bir de Mecidiyeköy olasılığı
belirmişti telefon konuşmasının ardından. Kardeşimin
işyerine gidip orada sabaha kadar bilgisayarın başında
203
vakit geçirebilirdim. Ama ben eve gidip uyumak
istiyordum.
Durakta sadece üç kişi kalmıştık, minibüsle
Taksim’e gitmeye karar vermiş olacaklar. Sonra birkaç
kişi daha geldi. İyice kesmeye başlamıştım ümidimi, saat
on ikiye beş vardı ve ben artık yürüyerek Topkapı’ya
gitmeyi düşünüyordum. Ama bunu başarsam bile oraya
vardığımda saat iyice ilerlemiş olacaktı ve muhtemelen
minibüs bulamayıp yolun geri kalanını da yürüyecektim.
Belki de otostopu göze almalıydım, en fazla erkekliğime
halel gelirdi.. (Ben de gülümsedim...)
Ya da yolda yürürken düşüp kalırdım. Bir köşe
bulur, sabahı beklerdim.
Aman!.. Otobüs geldi!..
Yedi dakika sürdü Eminönü. Otobüsten indiğimde
ne yapacağım, Topkapı’ya nasıl ulaşacağım konusunda
en ufak fikrim yoktu. Son tramvayın on ikide kalktığını
biliyordum ve saat on ikiyi geçiyordu. Ben tramvaya
ulaşana kadar... İmkansızdı.
İnsanların (kadınlı erkekli yaklaşık yirmi kişi)
Sirkeci yönüne doğru koşmaya başladığını görünce bir
an ne yapacağımı şaşırdım. Sonra düşünmeden onlarla
birlikte koşmaya başladım.
Kahkahalar atmak geliyordu içimden, çok komikti,
yirmi kişi hep beraber koşuyoruz... Nereye? Niçin? Gece
yarısı olmuş, Yeni Caminin avlusunda sallanan bir adam
204
bize bakıyor, biraz ürkmüş olabilir. İlerde bir polis
arabasının yanıp sönen tepe lambasını görüyorum Amerikan usulü-, başımı sola çevirip denize bakıyorum...
Tramvay Sirkeci’de değil, hemen alt geçidin
üstünde bekliyordu. Birden hızlandım, önlere geçmiştim,
kalabalığın yarısından çoğu arkamdaydı şimdi. Alt
geçidin merdivenlerini üçer üçer indim, girişi şaşırdım
ama çabuk uyandım. Merdivenleri çıktım. Salak gibi
gişeye gidip elli bin lira verdim. Kimsenin para
vermediğini tramvaya girip boş olan dört koltuktan birine
kendimi atınca fark ettim. Tam iki yüz yirmi bin liram
kalmıştı. Şanslıysam minibüsçü fazlasını istemezdi.
Ter içinde kalmıştım, hızlı hızlı soluyordum.
Hemen volkmenin kulaklıklarını çıkarıp boynuma
doladım. Mendille terimi silerken yanıma üç adam
oturdu, otuz yaşlarındaydı hepsi ve gülüp duruyorlardı...
Soluklarım hâlâ normale dönmemişti. Camdan dışarıya
bakıyordum. İçerde fazla ışık olduğundan -ve dışarısı
çok karanlık olduğundan tabi- kendimden başka bir şey
göremiyordum. Ayna gibi olmuştu cam. Biri hızla
vagona daldı ve aynı anda kapılar kapandı.
Hareket ettiğimizi anlayınca volkmenin düğmesine
bastım ve müzik çalmaya başladı. (Otobüste sevdiğim
şarkı başlamak üzereyken kapatmıştım volkmeni.
Uzunca bir yürüyüşe başlayacağımı tahmin ettiğimden
şarkıyı -şarkı: “Gidelim Buralardan”, tabii ki Nazan
Öncel- bunun için bekletiyordum.)
205
Cama bakıyordum ama yine dışarısı görünmüyordu.
(Bazen, ışıklı yerlerden geçince, biraz...) Karşımda, sol
tarafta oturan adamı seyrediyordum, çok şirin bir
görünüşü vardı. Alnının üstündeki saçlar dökülmüş,
kaşları bitişik ama doğulu gibi değil... (Belki de kısa
kumaş pantolonundan ötürü doğulu gibi gelmedi bana)
Sanki hep gülümsüyor. Hararetle bir şeyler anlatıyor
yanında oturana. Yanında oturanın şakaklarına kır
düşmüş. Ön dişleri öne doğru biraz çıkık, gözlüğü de var,
belli belirsiz gülümsüyor. Benim yanımda oturan olayı
biliyor herhalde ki ara sıra lafa giriyordu. Onu pek
göremiyordum. Karşımdaki dinliyor ve gülümsüyordu.
Otuz küsur yaşlarında gülüşerek -bazen kıkırdadıklarına
bile şahit oldum, küçük liseli kızlar gibi- birbirlerine
hikayeler anlatan üç adama bakıyordum... camdan. Şarkı
bitmişti ve ben doğru dürüst bir şey anlayamamıştım.
Volkmeni kapattım. Geri alıp bir daha dinleyecektim.
“Kızılay’dan aşağı indik sonra, adam öyle komikti
ki...” kahkahayla kesildi konuşma. Sonra:
“Sen asıl kadını görecektin, ayı gibi herif yerde iki
seksen yatıyor, kadın afallamış, neredeyse ağlayacak...
Biz krize girmişiz zaten, gülmekten öleceğiz... Kaçar gibi
indik.”
“Meclis’in oradakiler ne oldu?”
“Sızmışlar, sabah eve gitmediklerini anlayınca çıkıp
aradık, parkın çimenlerinde uyuyorlar hâlâ...” konuşma
yine gülüşmelerle kesildi.
Kaset başa sarmıştı. Çalıştırdım.
206
(...)
‘Kara Kitap’ı bitirmiş Serap, yüzü bembeyazdı
kapıyı açtığında.
Ortaköy’de, Beril’in evinde oturuyorlarmış, canı
sıkılmış bunun, odanın birine kapanıp kaldığı yerden
devam etmiş okumaya. Gecenin dördünde başlamış ve
öğleden sonra iki gibi beni aradı. “Gel” dedi; gittim.
İçeri girdim. Diğerleri hâlâ uyuyordu. Tanımadığım
bir adam, üçlü koltukta uzanmıştı, Beril ve yatak
odasında uyuyan yine tanımadığım başka bir kız. Beni
boş odaya götürdü. Fincanlara kahve koydu. Dağınık
yatağa otururken fark ettim köşede, masanın altında
sayfaları dağılmış duran kitabı. Kara Kitap olduğunu
anlamakta zorlanmadım. Okumaya başlayacağını da
söylemişti. Bu kadar etkilenmesini beklemiyordum
doğrusu... Hem ne kadar etkilenmişti ki? Ya da neydi
kitapta gördüğü?.. Duvara doğru sürünebilmek için elimi
çarşafa değdirince fark ettim ıslaklığı, ter içindeydi
çarşaf. Evet, geceleri çok sıcak olmaya başladı İstanbul.
“Pisliksiniz siz!” dedi ve koltuğa gömüldü elindeki
fincanla. Komodinin üzerine uzandım ve kahvemi aldım.
Çok sıcaktı, elimde tutup bekledim.
“Niye susuyorsun?..”
“Hangi bölüm?..” diye sordum.
“Öpüş, dedi önce. Biraz sustu ve hızla başladı
saymaya. Hepimiz onu bekliyoruz, göz, Bedii Usta,
207
mankenler, Hurufilik, apartman karanlığı, Şehzade...”
Daha devam edecekti belki ama sustu. Sonra yine
konuştu:
“Niye bunu konuşmadın hiç, ‘Öpüş’ten söz
ediyorum, sahilde anlattıklarını hatırlıyorsun değil mi?..”
“Bunun için kızma bana, oradaki heriften çok daha
salakçaydı benim hikayem.”
“Burada yazan her kelimeyi anlıyorsun değil mi?...”
“Bak Serap, orada ahım şahım bir şey yazmıyor
aslında. Benim durumum özel, tesadüfler falan... Peki
Boğaz’ın sularıyla ilgili bölümü de okudun mu?”
“Evet, hepsini okudum.”
“...”
“Yastığa dokunsana.”
Dokundum, ıslaktı...
“O ter değil... Allah belanızı versin hepinizin! Senin
de, bu kitabı yazan herifin de, öteki arkadaşlarının da,
adını bilmediğim diğer bütün...”
Kızgınlığı gerçekti, cümleyi bitiremedi. Fincanı
dudaklarına götürüp içti. Ben de içtim. Gözlerine baktım:
Bilgeliğin altında ezilmiş bir mürit gibi bakıyordu gözleri
halıya, aşağılıyordu ama her şeyi anlıyormuş gibi de
derindi, ve gülümsüyordu, sanki coşkulu bir sevince
boğulmuştu ve ağlıyordu bakışları... O bana bakınca
dağıttım düşünceleri. Sanki karar vermeye çalışıyordu,
kahkahalarla gülmeli miydi yoksa ağlamalı mı?
208
“Kahve nasıl olmuş?” dedi ve güldü. Nescafe ikram
ettikten sonra bu soruyu sorup gülmesi alışık olduğum
bir şeydi, ben de gülümsedim.
“Çok güzel olmuş, eline sağlık.”
“Kırk olmasa da on-on beş yıl hatırı vardır ama..”
dedi. Yine güldü.
“Telve kalmıyor ama, hepsini içiyoruz artık bu
meretin.” dedim. Yöntemleri önceden belli olan o malum
savaşa başlıyorduk yine. Ama pek istekli değildi. Ve
perdeyi kaldırdı.
“Buraya gel.” dedi. Omuzlarımı silktim. Yine
güldü. Bir defa daha gülümserse sanırım tecavüz
edecektim! Duymamış gibi yaptım gülüşünü ve
kahveden bir yudum daha aldım. Kahkahayı bastı!..
Yatağa döküldü kahve, Beril gebertecekti bizi...
...
O da benim gibi ilkinde fark etmemişti Boğaz’ın
sularına olanları. İkinci defa okumalıydı o bölümü. Sonra
son paragrafı yüzüncü defa, bininci defa. Sonra yine
dökeriz kahveyi üstümüze başımıza... Telveyi düşleyerek
sevişiriz kahve rengi yatakta.
(...)
Adamlar hâlâ hikayeler anlatıyordu Ankara’dan;
gülüşüp duruyorlardı! “Kıl herifler!” diye geçirdim
209
içimden. Halbuki çok şirindiler. Volkmenin sesini kıstım
önce, dinlemeye başladım, sonra dayanamayıp tamamen
kapattım ve ihtiyacım olan hüznü kahkahalarla
anlattıkları hikâyelerin içinden çıkarıp sıkıca yapışmaya
karar verdim. Onların neşesinde keder arayacaktım,
Harran Ovasında su arar gibi. (Şimdi bir kahkaha da ben
patlatabilirdim aslında... Hah hah ha!)
“Sen asıl Hasan’ı görmeliydin, ayağa kalkıp horon
tepmeye başlamaz mı! Düşünsene, Ahmet Kaya çalarken
lazın teki kalkmış horon tepiyor. Millet gülsün mü,
kızsın mı şaşırdı. Biz yine kopmuşuz. (Üçü de gülüyor!)
Zor zaptettiler bizi..”
“Ee, kimse bir şey demedi mi?”
“Demez olur mu? Garson geldi, rica falan etti ama
takan kim! Dedim ya, biz kopmuşuz bir kere...”
Gülüştüler!..
“Karısı ne oldu Hasan’ın yav?”
“Gece boyunca evi aramış, bulamayınca telaşlanmış
bizi aramış. Hanım söylemiş ‘İçmeye gideceklerdi,
herhalde onu da almışlardır.’ diye. Kadın yüreği işte,
acımış bu. Sabahleyin onun telefonuyla uyandım zaten.
Bizim hanım konuşuyor. Eve dönmüş, oradan arıyormuş.
Bulun getirin onu, diyormuş. Çaresiz gittik biz de işte.”
“Ee, o da mı Meclis Parkı’ndaydı?”
“Evet, çimenlere yatmış horul horul uyuyor.
Bekçinin teki uğraşmış ama uyandıramamış. Celalle
Sadık da yanındaydı, onlar da aynen, karpuz gibiydiler.
210
Aldık götürdük. Barıştı karısıyla, onlar erdi muradına,
işte biz de geldik çıkıyoruz kerevetine..”
Yine güldüler.
Kolumu pencerenin plastik çıkıntısına koyup elimle
saçlarımı taradım. Sultanahmet’e geliyorduk ve dışarısını
görebiliyordum. Güzel turist kadınlar ve uzun boylu, kısa
pantolonlu adamlar vardı. Durakta üç delikanlı indi
tramvaydan, ikisi uzun saçlıydı ve sanırım sarhoştular.
Onlara bakarken daha önce aynı durumda olduğumu,
Beyazıt’ta tramvaydan sarhoş olarak inip Yenikapı’ya,
sahile kadar yürüdüğümü hatırladım. Durağın çıkışına
yönelmişti üç genç adam, biri, arkada yürüyen, kısa saçlı,
esmer ve dik sakallı olan kafasını çevirip bana baktı. Göz
göze geldik; ben tramvayda olduğum için kaçırmadım
gözlerimi, o da sarhoşluğuna sığındı herhalde. Yavaş ve
bezgin adımlarla yürüdü ve gözlerini ayırmadı benden.
Bir an onunla can ciğer dost olduğumuzu düşledim. Bana
sevgilisini anlattığını yüksek tavanlı bir evin tek
odasında; yerde uzanmış elimizde şarap şişeleri tavana
bakıp efkarlanıyor ve şişeleri dikiyorduk kafaya. Güzel
sanatlardan herhangi birini okuyordur diye düşündüm
daha sonra, üniversitede takıldığı bir grup vardır ve hep
beraber böyle ara sıra çıkıp içiyor, sorunlarını dalga
geçerek
anlatıyorlardır
birbirlerine.
Bakışları
ürkütücüydü aslında!.. Gecenin bir vakti Sultanahmet’te
tramvaydan inip nereye gidiyordu? Kararmış teninde
parlayan lokantaların ışıkları, dışarı fırlarmış gibi dimdik
duran sakalları, düz, tepeden sarkıtılmış kısa saçları,
211
sıska bedeni ve sarhoş başıyla bana öylesine benziyordu
ki! Bir an altımdaki yerin oynadığını hissettim tramvay
hareket ettiğinde. Kafasını çevirmeye hâli olsa
uzaklaşırken de bakmaya devam edecekti belki. Ama ben
çevirdim ve tramvay köşeyi dönene kadar baktım
arkasından. Sanki bendim o, Sultanahmet’te inmiştim
tramvaydan, şimdi karanlığın içinde sarhoş ve parasız
olarak sürükleniyordum. Ve tramvay, ağzına kadar dolu
renk renk ışıklarıyla birlikte gözden kaybolmuştu.
Dermanım yoktu, dönüp bakamıyordum az önce başımı
dayadığım cama.
Ankaralı üç adam bol kahkahalı sohbetlerine devam
ediyorlardı hâlâ.
“Ne zaman dönüyorsunuz?”
“Yarın akşam, sekiz gibi..”
“Hafta sonu gelmeye çalışacağım ben de. Özledim
Ankara’yı.”
“Gel tabi, ne var bu pis şehirde anlamıyorum
zaten!”
“Evet ya, gittikçe tadı kaçmaya başladı İstanbul’un.
Hem işler de iyi değil eskisi gibi. Belki temelli terk
ederiz buraları.”
Belki temelli terk ederiz buraları....
(...)
“Uyuyorlar mı hâlâ?”
212
“Evet, öküz gibi uyuyorlar.”
“Çıkalım mı biz?”
“Çıkalım.”
Bitmeyecekti bu hikayeler, hep bir evden çıkıp
diğerine girecektim. Belki bazen parklarda sabahlamaya
fırsat bulacak ama hep evimi özleyecektim. Hep
Karadeniz’i özlediğim gibi.
Sahile kadar yürüdük. Sadece iki kadeh içtiğini
söylemişti, bu kadarı etkilemezdi onu. Biliyordum zaten,
sarhoş numarası yapıyordu, ama şikayetçi değildim.
Sadece
huzursuzdum.
Boğaz’a
yaklaşıyorduk,
Ortaköy’de gece, şehir ve deniz hiç susmazdı. Tıpkı
adalarda olduğu gibi, ama o zaman şehir sadece uzaktan
seyrederdi beni ya da bizi... Ya da sadece mehtabı.
İstanbul asırlardır seyretmiyor muydu mehtabı? Ve ay,
asırlardır sırf İstanbul seyretsin diye direnmiyor muydu
karanlığa?
Eski ahşap bir evin ardından köprüyü gördük.
“Sigaran var mı?”
“Var ama Samsun.”
“Olsun...”
Caminin arkasına gittik. Kalabalıktı. Eski filmler
için inşa edilmiş kaleleri andıran duvarın dibinde yere,
çimenlere oturduk. İkimizde aynı anda bağdaş kurunca
gülümsedim ben. Sormadı. Çantasından kitabı çıkardı.
“İster misin?”
“Niye?”
213
“Okumak ister misin?”
“Karanlık...”
“Zippo var bende, Beril’den almıştım.”
“Peki.” dedim ve kitabı aldım. Sayfaları
karıştırırken çakmağı uzattı. Dizimde bir geri bir ileri
sürterek iki hamlede yaktım. (Genelde beceremezdim!)
Ve epigraftan başlayarak okuyordum:
”Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı
hariç.” İbn Zerhani....
Bir elimle çakmağı tutuyor, bir elimle sayfayı
çeviriyordum. Duvara yaslanmaktan vazgeçmiş, yanıma
sokulup dinlemeye başlamıştı. Sanki ilk defa duyuyor
gibiydi, tıpkı benim ikinci okuyuşum gibi. Ben satırların
üzerinden yavaş ve kararlı adımlarla geçerken o,
sigarasına daha büyük bir hırsla sarılıyordu.
«....birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı
geldi artık.»
Sigarayı çimene bastırıyordu. Tekrar okudum son
paragrafı. Ses çıkarmadan dinledi. Son cümleleri tekrar
okudum. Yine dinledi. Sonra kapattım ‘Kara Kitap’ı.
“Yeni Hayat ha...” dedi. Gülmeye başladım ben.
“Bırak bunları, sarıl bana, ölümü bekleyelim.”
dedim.
Sarılmadı. Ayağa kalkıp denize doğru yürüdü. Ben
de kalktım ve ayakta durdum. Solda, köşede bir çift
sevişiyordu. Onlara baktım. Sonra yanına gittim.
“Ne diyor?” diye sordu.
214
“Deniz mi?” dedim.
“Evet, ne diyor?”
“‘Allah’ diyor... Ya da ben sadece
anlayabiliyorum.”
“Nasıl yani?”
“Hiç, sadece zikrediyor.”
“Neden peki?” Denize döndüm ve sordum:
“Neden?”
Bekledi(k).
bunu
“Nedenmiş?”
“Tahattur edebilmek için... Bir de, şey... tahazzur.”
“Ne demek şimdi bunlar?”
“Tahattur, hatırlamak, öteki de hazır olmak,
demek.”
Anladı ve sustu.
“Hazır mısın?” dedim.
“Evet, ya sen?” dedi.
“Evet.”
Susup seyretmeye, dinlemeye devam ettik.
“Hadi, dönelim artık, dedim. Eve geç kalmak
istemiyorum.”
“Ben bu akşam da burada kalacağım.”
“Tamam, hadi.”
(...)
215
Hep gülümseyen, geceden, şehirden, denizden çok
tramvayın kendisiydi aslında... İki arkadaşımla birlikte
Sultanahmet’te neden indiğimizi, nereye gidip ne halt
edeceğimizi bulmaya çalışıyorduk. Beyazıt’a kadar
gelmiştik. İki kadın turist tek başlarına yürüyorlardı.
Adını bilmediğim arkadaşım birazdan tecavüze
uğramaları için dua etti. Yine adını bilmediğim öteki de
gerekirse bu pis işi kendisinin üstlenebileceğini söyledi,
tam da Ulubatlı Hasan edasıyla. Ben güldüm.
Meydana çıktık. Caminin merdivenlerinde oturup
okulun kapısına bakıyorduk. “Ne halt edeceğiz?” dedi
biri. Öteki omuz silkti. Ben yine güldüm.
Siyah kukuletalı iki adam çıktı okuldan. Birden
ayağa fırladım. Onlar bana baktılar.
“Gördünüz mü?” dedim heyecanla.
“Neyi lan?” dediler.
“Bak bak, oradalar, kim onlar?”
Kafalarını karabatak gibi uzatıp karanlığa baktılar
ve hareket eden iki gölgeyi gördüler.
“Of ya, ben de karı falan sandım.”
“Kim onlar?” dedim yine heyecanla.
“Okulda çalışıyorlar, Selin anlatmıştı, bir proje
üstüne çalışıyorlarmış.”
“Ne projesi; neden öyle giyiniyorlar peki?”
“Ne bileyim ne projesi olduğunu... Hem ne var
giydiklerinde?”
216
Cevap vermedim, karanlığa bakarken hayatımın
geri kalanında ne yapacağıma karar vermek üzereydim.
“Ben gidiyorum” dedim merdivenleri aceleci adımlarla
inerken. Ve onlardan ayrıldım.
(...)
Gam Çölü’nde serab’ı gördükten sonra su
aramıyorum artık. Başımda lacivert kukuleta, insanlığın
kurtuluşu için çalışıyorum. Bebeği bulacağız, kundağa
sarıp yeniden annesinin rahmine koyacağız. İpler sıktıkça
boğazımızı, biz, tahattur edeceğiz Hüsn-ü Aşk’ı.
(Ah!.. Kafiyeli oldu...)
217
TARİKAT
(yarım kalan ikinci hikaye)
1
“Baba, kapıda bir adam seni istiyor.” dedi çocuk.
“Kimmiş,” diye sorarken bezle ellerini siliyor, merakla
oğlunun yüzüne bakıyordu adam, “Bu saatte?..”
“Buyrun, ne istediniz?”
“Adınız Orhan mı?”
“Evet, neden?”
“Bizimle gelmeniz gerekiyor.”
“Neden, siz kimsiniz?”
“Soru sormayın, daha sonra açıklarız.”
Krem rengi eski model bir Ford minibüse arka
kapıdan bindiler. İçerde karşılıklı iki oturak ve
direksiyonda bekleyen siyah bereli bir adam vardı.
Diğerleri üç kişiydiler, ikisi karşısına, diğeri de yanına
oturdu. Kapı kapandı ve minibüs hızla oradan uzaklaştı.
Çocuk annesini uyandırmaya çalışıyordu. Kadın ölü
gibi yatıyor, hiç tepki vermiyordu.
“Anne, anne, kalk, babamı götürdüler. Annee!..”
Yatağın ucunda yere çöküp ağlamaya başladı.
Kadın uyanmadı.
218
...
Birden ışık yandı, Orhan’ın gözleri kamaştı, göz
kapaklarını kısarak etrafa bakındı. Odada karşılıklı iki
duvara yaslanmış iki kanepe ve ortada büyükçe bir masa
vardı. Tavandan aşağı sarkan abajur, kapının hemen
yanında boş bir sandalye, onun yanında da küçük ama
uzun başka bir masa vardı. Kendini sıkıyor, sakin olmaya
çalışıyordu Orhan.
Kapı gürültüyle açıldı. Bir adam ve ardından da bir
kadın girdi içeri, yüzleri pek seçilmiyordu. Koyu renk
dar bir mini etek giyiyordu kadın; uzun ve düzgün
bacaklarıyla ayağındaki uzun topuklu ayakkabılar
birbirine eklenmiş iki çubuğun gölgesi gibiydiler sanki.
Kadınla birlikte giren adam deri montunu çıkarıp
sandalyenin arkasına astı. Kadın sandalyeye oturunca
yüzünü görebildi Orhan. Siyah çerçeveli gözlükleri
vardı. Gözleri yeşil ya da elaydı, ışıkta parlıyorlardı.
Arkada toplanmış siyah düz saçları duvarın karanlığında
kayboluyordu. Adam önünden geçti kadının, yürüyerek
Orhan’ın oturduğu sandalyenin arkasına kadar geldi.
“Nasılsınız Orhan Bey?”
“İyi değilim, bir açıklama yaparsanız belki daha iyi
olabilirim.”
“Öyleyse uzun bir süre iyi olamayacaksınız, zira
açıklamayı kimse bilmiyor. Aslına bakarsanız bizim de
tek istediğimiz bu: bir açıklama.”
“Nasıl yani?”
219
Adam hareketsiz, konuştu:
“Adınız Orhan, evli ve bir çocuk babasısınız...”
“Evet...”
“Kesmeyin lütfen! Üniversite mezunusunuz, iyi bir
işiniz, mutlu bir hayatınız var. Sabıkanız, herhangi bir
suçunuz yok.”
“Bu da ne demek şimdi?”
“Geçtiğimiz hafta sonu, Pazar gecesi düzenlenen
ayine katıldığınızı inkar etmeyeceksiniz herhalde Orhan
bey!..”
Bir an ne diyeceğini bilemedi Orhan. Telaşla cevap
verdi.
“Sanırım yanlış adamı tutukladınız. O gece saat tam
birde evimde bir doğum günü kutlaması vardı, şahitlerim
var. Evim Avcılar’da, Şişli ise oldukça uzak.”
“Hah! Ayinin Şişli’de olduğunu nereden
biliyorsunuz peki? Boşuna Orhan Bey... Bence bizi
uğraştırmayın ve sorularımızı yanıtlamaya başlayın
isterseniz.”
Yüzü birden bembeyaz kesilmişti Orhan’ın. Karısını
ve çocuğunu düşündü. Sonra bütün hayatı... Cevap
vermedi. Başını yavaşça önüne eğdi. Çıt çıkarmadan
oturuyordu. Adam soruları sıralamaya başladı.
“Bir lideriniz var mı, ne kadar düzenli
çalışıyorsunuz, tam olarak amacınız nedir, devlete ve
rejime karşı tavrınız nedir?...”
Orhan’da en ufak bir hareket yoktu. Kısa bir
sessizlik oldu. “Sana söylüyorum, cevap ver!” diye
220
bağırdı adam. Karşılık alamayınca sandalyede oturan
kadına baktı. Kadın ayağa kalktı. Gözlüklerini çıkarıp
sandalyenin yanındaki uzun masanın üzerine bıraktı.
Orhan’a yaklaştı.
“Orhan Bey, bize yardımcı olursanız, biz de size
yardımcı olabiliriz...”
Orhan’ın iki yana sarkmış elleri, önüne düşmüş başı
ve hareketsiz bedenine bakıyor, bu muhteşem sese bile
kulak asmamasına sinirlenmeye başlıyordu bile.
“Örgütün adını söyleyerek başlayabilirsiniz
mesela.” dedi.
Orhan’ın hâlâ hareketsiz olduğunu görünce adam,
birden atıldı ve saçlarından kavrayıp ayağa kaldırdı.
Orhan yere yığıldı. Çoktan ölmüştü. İkisi de şaşkın,
birbirlerine bakıyorlardı.
(...)
Şişman baş komiser bas bas bağırıyordu.
“Ne demek ölüverdi! Nasıl?!..”
“Biz de bir şey anlamadık. Daha bir fiske bile
vurmamıştık. Sorulara karşı tepkisiz olduğunu görünce
saçından tutup kaldırdım ama.. ölmüştü işte.”
“Otopsi yapıldı mı?”
“Yarından önce sonuç alamazmışız.”
“Allah kahretsin! Kimdir bunlar? Nereden çıktılar?
En ufak bir bilgi bile yok. İlk defa birini ele geçiriyoruz
221
onu da tek kelime öğrenemeden öldürüyoruz!.. Yıkılın
şimdi!”
Adam odadan henüz çıkmıştı ki baş komiser
yeniden gürledi:
“Nermin Hanım’ı gönder buraya.”
İki dakika olmamıştı, Memur Nermin Serter kapıyı
çaldı.
“Gir,” dedi baş komiser Mehmet Ali.
“Beni çağırmışsınız amirim.”
“Gel... Otur bakalım. Anlat, ne var elinde?”
“Hiç, amirim, hemen hiçbir şey yok. Bir tür tarikat
oldukları anlaşılıyor, fakat dinle ya da irticayla pek
ilgileri olduğunu sanmıyorum...”
“Neden, nereden biliyorsun?”
“Adamın tavırları çok tuhaftı. Ayine katıldığını
bildiğimizi söylediğimiz andan itibaren başını sanki bir
şeyden utanmış gibi önüne eğdi ve tek kelime dahi
etmedi. Anormal bir hareket yapmadı, yani kasılma ya da
dilini ısırma gibi. Nasıl becerdi bilemiyorum, bir anda
öldürmüş kendini.”
“Basının haberi yok, değil mi? Başımıza kalmasın
bu da şimdi.”
“Henüz yok ama fazla saklayamayız. Yani en
azından yeni bir ayin olursa mutlaka haber alacaklardır.
Bizden daha sağlam istihbaratları var neredeyse.”
222
“Tabi bizden daha sağlam olur, memurlarımız beş
para etmiyor ki, iki kuruşa ruhlarını bile satarlar!..
Neyse. Şimdi gidebilirsin. Herhangi bir gelişmeden
mutlaka haberim olsun.”
“Emredersiniz amirim.”
...
Otopsiden bir sonuç çıkmamıştı. Olaydan iki gün
sonra Orhan’ın cesedi Kumkapı’da, tren raylarının
üstünde parçalanmış hâlde bulundu.
(...)
Kapı çalındı. Mutfaktan çıkan adam sessizce kapıya
yanaştı.
“Kim o?” diye sordu. Kapı iki kere daha vuruldu.
Bu parolaydı, soruya karşılık ses çıkarmayıp kapıya
vurmaya devam etmek gerekiyordu.
Üç kişiydiler. Seri hareketlerle hemen içeri girdiler.
Kapı kapatılıp delikten dışarısı gözlendi. Sonra salona
geçildi.
Oturdular.
“Orhan...” dedi Mehmet, “yakalanmış...”
Hepsi başlarını öne eğip sustular. Sessizliği ev
sahibi Adnan bozdu.
223
“Bu gün onun için dua edeceğiz. Karısını da
öldürmüşler. Çocuğu gizlice alıp şehir dışına çıkarmak
gerek. Gözleyebilirler.”
“Neden, çocuklarla ilgilendiğimizi bilmiyorlar ki?”
dedi Halit.
“Olsun, normalde hiçbir şey bilmiyorlar ama
dikkatli olmakta fayda var.”
Kapı yeniden çalındı.
Salona dört adam daha girdi. Hepsi Orhan’ı
duymuştu. Yüzlerinde zaten hep var olan hüzün daha bir
belirginleşmiş, kederle birbirlerine bakıyorlardı. Her
gelen teker teker diğerlerine sıkıca sarılıyor ve baş
sağlığı diliyordu. Yarım saat içinde sayıları kırk dörde
ulaşmıştı. Hemen hiç kimse konuşmuyordu. Adnan
elinde büyük bir tepsiyle içeri girdi. Uzun cam
bardaklarda meyve suları elden ele dolaştı. Kapı
çalmaya, insanlar gelmeye devam ediyordu. Sayı yetmişe
varmak üzereydi. Salona sığmayınca yan odalara da
yerleşmeye başladılar.
Yaşları on sekizle kırk arasında değişen yetmiş
küsur erkek bir evde toplanmıştı. Bazıları doktor, bazıları
mühendis, bazıları işsiz, bazıları sanatçı, bazılarıysa
henüz öğrenciydi. Yeni gelenler tanıştırıldı, Orhan’la
ilgili anılar anlatılıp hatırasına saygı gösterildi. Dualar
edildi, “amin” denildi. Ve saatler on biri çeyrek
geçiyorken yavaş yavaş hareketlenmeler başladı.
Salonda, orta yerde bir halka kuruldu. Değişik müzik
aletlerinden oluşan bir orkestra son hazırlıklarını
224
yapıyordu. Düzenli bir şekilde halka genişliyor, salonun
dışında da düzen bozulmadan yerleşim sürüyordu. Saat
tam on bir buçuk olduğunda sesler bıçak gibi kesildi.
Işıklar söndü.
Önce bir nefes, kamışa girdi ve oradan kulaklara
erişti. Başlar yeniden öne düştü. Arkadan bütün aletler
aynı anda çalmaya başladı. Yerlerde bağdaş kurmuş
yetmiş erkek yavaşça başlarını hareket ettirmeye, sağ
ellerini yumruk yapıp beklemeye başladı. Müzik devam
ediyor, yürekler teker teker dirilmeye, âdeta kuş olup
uçmaya başlıyordu. İlk atlama gerçekleşti: Ölesiye sıkılı
yumruklar göğüslere vuruluyor, başlar ellerle birlikte
sağa sola savrulup duruyordu. Gözler çağlamış, gürül
gürül boşanıyordu. Acıya coşkuyu bulamış kendinden
geçen onlarca erkek bir evde, bir çatının altında
toplanmış hüngür hüngür ağlıyordu. Yürekler çoktan
kanatlanmış, göğe yükselmişti bile...
“Bir yolda yürümeyi, hatta yalpalayarak da olsa
koşabilmeyi kader bellemiş, vefadan nasipsiz, cefadan
bihaber bir Elifin mahkumlarıyız biz. O Elif ki bin yıldır
uykuda, o Elif ki bin yıldır kör, o Elif ki bin yıldır yok.
Ehli Aşk’ın vücuda gelmesi için biz, bir candan değil,
bin candan vazgeçmişiz. Kadından, oğlandan ziyade
olsun diye sevdayı aşka devşirmişiz. Göğün mavisini
yerin karasına çalmış, toprak olmuş denize akmışız.
Balıkçının oltasında yem, açın gırtlağında nefes, öksüzün
saçında dolanan el, sevgilinin düşünde Aşk olmuşuz.
225
Sıkılı yumruklarımız ilahi sabrımızın, sallanan başımız
yitirdiğimiz aklımızın işaretidir. Susan, hep susan,
ölesiye susan dillerimiz; uyuyan, ölü gibi uyuyan, dilinde
lâl, gözleri âmâ, yüreği buzdan, görünmez bir sevgiliye
yakarıştır. Biz dağlardan kopup göğe yükselen turnalarız.
Biz Aşk’ın Elife benzeyen yüzüne aşığız.......”
(...)
Sigara üstüne sigara içiyordu gazeteciler. Koridor
ağzına kadar insanla doluydu. Nefes ve ter kokusundan
boğuluyorlardı. Kameraların objektifleri buğulanmış,
tutan, taşıyan, sallanan, bekleyen eller terlemişti. Kapılar
açıldı ve içeri dört adam girdi. Saçları düzgün taranmış
dört esmer adam basın toplantısı için sandalyelere geçip
oturdular. Biri, sakallı olan, mikrofona yanaşıp herkesi
selamladı ve önceden hazırlanmış bildiri metnini okudu.
Metin bitince teşekkür edip ayağa kalktı, diğerleri de ona
eşlik ettiler. Gazeteciler birden soru yağmuruna tuttular
toplantı salonunu ama dördü de girdikleri kapıdan
çıkmışlardı.
(...)
Baş komiser Mehmet Ali Bey sinirliydi. Ofiste iki
komiser ve özel birimden Nermin Serter hanımefendi
vardı. Hepsi susmuş Mehmet Ali Bey’e bakıyorlardı.
226
“Yani şimdi şiddet eylemleri mi başlayacakmış?
Peh!.. Bu bizim işimize gelir, açık ederler kendilerini. Ve
kolayca bineriz tepelerine.”
“Sizce bu kadar kolay olur mu efendim?” dedi
Nermin Hanım. Baş komiser birden ona döndü ve kısık
sesle ama hiddetle:
“Olacak!” dedi.
“Şimdi... Gece devriyeleri iki katına çıkarılacak.
İzinleri de iptal ediyorum. Herkes tetikte olacak. Bir tür
tarikat olduklarına göre dini simgeleri olan bütün
kurumlar gözetim altında olacak. Bütün şüpheliler
gözaltına alınacak ve bırakılmayacak.”
“Fakat efendim, şüpheli olduklarını nasıl
anlayacağız? Hiçbir işaretleri, bir yöntemleri yok ki..”
“Fazla iyi olanları toplayın yeter. Gereğinden fazla
anlayışlı olanları... Her şeyi göze alıyorum bunun için...
Bütün sorumluluk bende.”
Felaketler sonrasında valinin Ankara tarafından
kızağa alınmasının ardından Belediye Başkanı Sami
Ercan da istifasını verince şehrin kontrolü tamamıyla
Başkomiser Mehmet Ali Kılıç’a kalmıştı. Kimse ondan
hesap sormuyordu. Zaten kimsenin buna istekli olduğu
da söylenemezdi. Hayat yeterince düş kırıcıydı çünkü.
Haklarında en ufak bir bilgi dahi olmayan bir
çeteye, ya da bir tarikata karşı savaşmaları gerekiyordu.
Bu görünmeyen bir düşmanla savaşmaktan farksızdı tabi.
Yani fazlaca umut yoktu. Sadece basın toplantısında
okunan bildiri metni ve altındaki imza: Elif; bunun
227
dışında hiçbir ipucu yoktu ellerinde. Bu kelimenin ne
anlama geldiğini, ya da ne anlama gelebileceği hakkında
da en ufak bir fikirleri yoktu.
Ama yine de bir yerden başlamalıydı, ve Nermin
Serter hanım ‘Elif’le ilgili araştırmaya Arap alfabesinden
başlamayı önerdi. Başkomiser Mehmet Ali bunun
sebebini sormadı bile, bu konuda ona güvendiğini
söyledi, öğrendiği her şeyi hemen rapor etmesini
emredip ofisten çıktı.
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinden iki
uzmanla birlikte araştırmalar başladı ama tabi hiçbir
sonuca varılamadı. Alfabenin ilk harfini bildirinin
sonunda sanki örgüt adı verir gibi dile getirmeleri büyük
olasılıkla bir şaşırtmacaydı sadece. Örgütün bir adının
olmadığını düşünüyordu Nermin Hanım, hatta bunun bir
tür örgüt olduğunu da pek sanmıyordu. Ama tam
manasıyla bir tarikat da sayılmazlardı. Herhangi bir dine
ait hiçbir simge kullanmamışlardı. Gerçi kamuya ait
herhangi bir ortamda bir eylem de yapmamışlardı ama
gene de bir tek baskın sonucu da olsa, anlaşıldığı
kadarıyla bir ayin yapıyorlardı ve bu da kanunlara
aykırıydı. Ama hangi kanun?
Kanunlar 90’lı yıllardan beri öylesine laçka olmuştu
ki kimi neyle suçlayacağından emin olamıyordu savcılar.
Adamlar gösteri yapmıyorlardı, herhangi bir şiddet
eylemi de olmamıştı, kendilerine zarar verdikleri için
onları içeri tıkamazlardı. Bir hukuk sisteminin hâkim
olduğu iddia edilebilseydi bile polisin elinden bir şey
228
gelmiyordu, burası Türkiye’ydi, artık herhangi bir sistem
ya da düzene sığınmanın pek bir anlamı yoktu. Son
askeri darbe ve ardından gelen sokak çatışmaları
insanları öylesine bıktırmıştı ki artık ne bir düzen isteyen
vardı, ne de hukuk. Çünkü herkes artık uygulamanın
olanaksızlığına, bu durumdan bir kurtuluş çaresinin de
olmadığına bütün kalbiyle inanıyordu. Asker darbe
yapmaktan bıkmış, rejim aleyhtarları artık yeni bir isyan
çıkarmaktan bezmiş, halk parasızlıktan yakınmaz
olmuştu... Aslında her şey Boğaz’daki o büyük felaketten
sonra varolma sevincini yitirmişti âdeta.
Rum bandıralı bir şileple Rus savaş gemisi
Gradyen, Kandilli açıklarında çarpışmış ve şilepteki
bütün petrol yükü denize dökülmüştü. Artık yalnız Haliç
değil, şehrin Boğaz’a kıyısı olan bütün semtleri birer
hayalet kasaba hâline gelmişti. Her an bir yangın
çıkabilir korkusundan çok her sabah pencerelerini
açtıklarında
Boğaz’ın
o
kapkara
simasıyla
karşılaşmaktan
nefret
ettikleri
için
köprüyü
kullanmıyordur insanlar, kimse karşıya geçmiyordu.
Şehir iki ayrı parçaya bölünmüştü. Kazanın gerçekleştiği
1996 yılından bu yana dört yıldır sürüyordu temizleme
çalışmaları; ama boşunaydı, deniz intihar etmişti sanki.
İnsanlar bir asırdır yüzlerinde, bakışlarında taşıdıkları o
umutsuz hüznü de kaldırıp atmışlar ve şehrin içlerine
doğru göç etmişlerdi. İstanbul, İstanbul değildi artık ve
buna karşı yapılacak hiçbir şey yoktu. Yeniden başlayıp,
229
her şeyi yeniden hesaplamak; boş bir sayfa açıp alfabeyi
yeniden yazmak isteyen birileri vardı ama, birileri.....
ve artık elindeki tüyü hokkaya batırmış bekleyen
parmakların hareket etme saati gelmişti. Kağıda
hattatlığının son nefesiyle bir “elif” yazmalıydı
TARİKAT...
Önce mücevheri bulmalıydı. İlk iş TRT binasına
girip haritayı ele geçirmekti.
(...)
Yağmur yağıyordu 14. sokağa. Ben köşede yolu
gözetliyordum. Arkamda sessiz, küçük bir kalabalık.
Yolun karşısında, diğer köşede Sait, onun arkasında da
yine sessiz bir kalabalık. Bir an göz göze geldik. Sanki
bir kıvılcım sıçramıştı Sait’in gözlerinden.
“Haydi!” diye bağırdı... Ben yerimden fırlamıştım
bile. Sopalarla daldık sokağa. Bütün camları
indiriyorduk. Telefon kulübesine vurdum ben önce
elimdeki kalası. Sait döner kapısından içeri daldı binanın.
Arkasından koştum ve döner kapının camlarını indirip
içeri daldım ben de. Bakmadım ama arkamdan sekiz-on
kişinin daha binaya girdiğini anladım. Kimse
bağırmıyordu, fakat gürültü sokakta öyle bir yankı
buluyordu ki sesler sanki bir “hücum” emri gibi
geliyordu kulağıma, iyice gaza gelip bu sefer korkudan
230
gözleri yuvalarından fırlamış olan güvenlik görevlisinin
kafasına indirdim kalası. Sait merdivenlere koşuyordu.
Arkasından gittim. Arkamda sesler beni takip ediyordu.
Dörder beşer çıkıyordum merdivenleri, Sait’e yetiştim.
Üç kat çıkmıştık. Durdu. Ben de durdum. Arkadan gelen
Mehmetali’ye asansör kapısını işaret edip, “İptal et
şunu!” dedi ve yeniden merdivenlere yöneldi. Ben de
arkasından. Asansör kapısına vuruyordu Mehmetali
elindeki demir çubuğu. Diğerleri bizimle birlikte
geldiler. Onuncu kata kadar tırmandık merdivenleri. Sait
bir kapının kilidine iki el ateş etti. Tek silahımız vardı ve
o da Sait’in elindeydi. İçeri daldık.
Bir koridor çıktı karşımıza. Yan yana kapılar vardı.
İkisi açıldı ve bir kadın ve bir adam çıktılar. Sait adama
ateş etti. Ben kadına vurdum yine kalasla, hızımı hiç
kesmeden. Adam yere düşerken elinden bir simitvesson
yuvarlandı önüme. Attan inmeden yerden bir şey alan
akıncı gibi hiç durmadan kaptım silahı ve koridorun
sonundaki kapıda kaybolan Sait’e doğru koşmaya devam
ettim. Ben tam kapıyı açıp geçiyordum ki bir silah
patladı. Sait kendini koltuğun arkasına atmıştı. Karşıda,
camın önündeki masanın arkasında bir adam vardı. Ani
bir hareketle geri dönüp kapının arkasına saklandım.
Adam çok korkmuştu, artarda ateş ediyordu. Teker teker
saydım kurşunları. Altıncıyı da ateşleyince fırladım
yerimden. Sait de fırlamıştı aynı anda. Ben daha
öndeydim, koşarak masaya yaklaştım ve ayağa
kalkmakta olan adamın suratına geçirdim kalası. Yere
231
düştü ama hemen doğrulmak için hamle yaptı. Sait
silahını adamın üzerine boşaltmaya başladı. Birden
odanın diğer kapısı açıldı ve üniformalı bir adam elinde
silahla içeri girdi. Bizi görür görmez geri çekilip ateş
etmeye başladı. Bir kurşun çok yakınımdan geçmişti,
yerde yuvarlanıp koltuklardan birinin altına girdim. Sait
ne yaptı göremedim. Silah sesleri kesildi. Birden bizim
odaya girdiğimiz kapı açıldı ve arkasından bir el daha
ateş edildi. Tanıdık bir ses duyduk. Koltuğun altından
bakıyordum. Hasan’ın kanlar içinde başını gördüm.
Gözleri açıktı, ölmüş olmalıydı. Birden ayağa kalkıp rast
gele ateş etmeye başladım. Sait ortalarda görünmüyordu.
Adamı vurdum galiba.
Arkamda bir kapı açıldı. Hızla kendimi koltuğun
üzerine attım. Bir el ateş edildi ve kapıdan giren adam
yere düştü. Arkama bakınca Sait’in bana baktığını
gördüm. Gülümsedim. Kaşları kalkıp indi. Başıyla
“Yürü” anlamına gelen bir işaret yaptı. İkimiz de koşarak
odadan çıktık. Başka bir koridora girmiştik. Sait durdu.
“Hasan öldü mü?” dedim.
“Şehit oldu!” dedi. Kapılara bakıp bir şeyler
hesaplıyordu. Birden parmağıyla koridorun solundaki
kapıyı işaret etti, baştan altıncı ya da yedinci oluyordu.
İkimiz de kapının iki yanına geçip sırtımızı duvara
dayadık. Sağ elinde silahı tutuyor sol eliyle de kurşun
dolduruyordu. Elimdeki tabancaya baktı. “Vurulan
adamdan aldım.” dedim. “Dolu mu?” dedi. “Bilmem,”
deyip kontrol ettim. Bir tane kalmıştı. Çıkarıp gösterdim.
232
Bana üç tane kurşun verdi. Silahları doldurmuştuk. Sol
eline aldı silahı. Sağ elinin parmaklarıyla saymaya
başladı. Bir, iki, üç!...
İçeri girip yere attık kendimizi. Yuvarlanırken ateş
ediyorduk. Ben iki, o dört el ateş ettik. Durduk ve
dinlemeye başladık. Oda boş olmalıydı. Hiç ses
çıkmıyordu. Ben yavaşça başımı çıkardım koltuğun
arkasından. Evet, oda boştu. Sait masanın arkasına geçip
çekmeceleri
karıştırmaya
başladı.
Ben
kapıyı
gözlüyordum. Ara sıra Sait’e bakıyordum.
Arkasında dev bir cam vardı. Camın arkasında
İstanbul... Uzakta köprünün ışıkları, yarısı bozuk,
yanıyordu. Haliç’i görüyordum, susuz, zavallı, biçare
Haliç’i. İnsanları düşündüm, evlerinde, oturma
odalarında, koltuklarına, kanepelerine oturup başlarını
dizlerinin arasına sokup silah seslerini duymamak için
tıkıyorlardı kulaklarını. Bitsin artık, bitsin bu işkence,
diye dua ediyorlardı. Bitecek, dedim içimden, bitecek ve
hepimiz kurtulacağız, hepimiz kurtulacağız!
“Buldum!” dedi Sait. Aynı anda siren sesleri ortalığı
birbirine kattı. “Acele et! Kaçalım buradan,” dedim.
“Bekle,” dedi Sait. Elindeki anahtarla kasayı açtı.
Belindeki çantaya doldurdu kağıtları. Üç deste de para
vardı. Beş milyonluk sandım önce ama sonra fark ettim,
dolardı hepsi. Siren sesleri çok yakındılar, belki de
binanın girişi tutulmuştu. Arkadaşlar ne hâldeydiler
233
acaba? Belki hepsi yakalanmıştı. Belki buradan
çıkamayacaktık. Belki.. belki... “Hadi, dedim, acele et!”
Koridora çıktık. Merdivenlere geldiğimizde dört
kişinin bizi beklediğini gördük. Biri Ahmet...
“Acele edin, nerede kaldınız? Aşağıda çıngar koptu,
ana baba günü. Arkadan çıkıyoruz. Nurettin Abi
minibüsü oraya getirmiş.”
“Millet nerede, kayıp var mı?”
“Bizden yok, sadece Hasan kayıp.”
“O şehit düştü,” dedi Sait. Başlarını eğdiler. Ben de
eğdim. Sait “Hadi, dedi, çıkalım bu mezbeleden!”
Merdivenleri beşer beşer indik. Yangın kapısına
ateş ettim ben. Kilit kırıldı. Merdivenlerden indik
aceleyle. Aşağıdaki kapıyı açmıştı bizimkiler. Minibüs
bekliyordu. Nurettin abi çantayı istedi.
“Diğerleri neredeler?” diye sordum.
“Ara sokaklarda kayboldu hepsi. Daha sonra, ortalık
yatışınca biraz, rıhtımda toplanacağız. Birkaç gün
hareket yok.” dedi Nurettin Abi.
Minibüse doluştuk. Dokuz kişiydik. Sait öne,
Nurettin Abi’nin yanına oturdu. Minibüsü Turgut
kullanıyordu. Tekerlekleri viyaklayarak yerinden fırladı
araç. Karanlık sokaklarda kaybolduk.
(...)
“Bu rezalet hakkında söyleyecek bir şeyiniz var mı
Nermin Hanım?!”
234
“Yarın bu görevden alınmam için dilekçemi
masanızda bulacaksınız efendim!”
“Ha ha ha... Çok komiksiniz komiser hanım!.. Bu
gece bütün birim amirlerini odamda görmek istiyorum.
Operasyon yapılacak ve ben, bizzat yöneteceğim.”
“Emredersiniz efendim!”
(...)
“Hasan için ağlayalım arkadaşlar... Şehitlerimiz için
ağlayalım ama bitmeyelim. Elif’e yakınız artık, Elif’e
çok yakınız. Sait, buraya gel.”
Sait sahneye çıktı...
“Sait arkadaşımız için dua edelim. Her şey yoluna
girecek arkadaşlar. Arkadaşımızın bulduğu harita
sayesinde her şey eskisi gibi yoluna girecek.”
Sait’e sarıldı. Bana baktı Sait, gözleriyle sarılmıştı
sanki o da bana. Gözlerim doldu. Salondan çıkmak
zorunda kaldım. Dışarıda bir sigara yakıp gökyüzüne
baktım. Baktım ve hüngür hüngür ağladım. Ta ki
Ahmet’in o ayağım büyüklüğündeki eli omzumu
kavrayıp beni ayağa kaldırana, sıkıca sarılana kadar.
Sonra ben de unutma seansları için salona,
arkadaşlarımın yanına gittim Ahmet’le beraber. Unutma
seansları... Daha fazla hatırlayıp, daha fazla acı çekerek
her şeyi unutmak... Biz bir tek “Elif” için canımızı feda
etmeye hazır yüzlerce erkektik. Elif uyanacaktı
uykusundan ve bizi ve insanlarımızı kurtaracaktı artık.
235
Adnan ve Nurettin Abiler Anadolu’ya gidecek ve
mücevheri getirip sahibine teslim edecekler, ve biz de
kurtulacaktık, işte, bu kadar basitti...
2
Yağmur olanca şiddetiyle yağıyordu, toprak yol
çamur deryasına dönmüştü. Henüz tamamlanmış bir
karınca yuvası sular altında kalıyordu, sırılsıklam olmuş,
tüyleri dikleşmiş uyuz bir köpek geçti kavşaktan. Ford
marka bir minibüs durdu aynı kavşakta. Bir postal
göründü arabanın sol kapısının hemen yanında yere
basan ve ardından diğer teki de belirdi. Sonra kıvrılmış
paçasıyla bir kot pantolonun sardığı bacaklar: yarıda
kesildiler ve bir pardösü başladı. Bir sırt, geniş bir omuz
ve kalkık yakası. Ardından siyah bereden taşan bir tutam
siyah saç.
Başını çevirip arabanın öteki tarafına, Nurettin’e
baktı Adnan. Yağmur olanca şiddetiyle yağıyordu.
Minibüs kavşağa, köşedeki birahanenin karşısına park
etmişti. Kapılar kapandı. Kızıl saçları yağmurla birlikte
yüzüne yapışmıştı Nurettin’in. Birahaneye doğru koşar
adım yürüdüler.
Zil sesini duyunca iki baş döndü kapıya. Biri Hasan
Efendi, diğeri karısı Yeter. “Selamünaleyküm” dedi
Adnan. Hasan Efendi selamı aldı. Buyur etti, karısına
236
tabure getirmesini söyledi, hemen anlamıştı yabancı
olduklarını. Karadeniz insanı misafirperverdi.
Şimdi dükkanın ortasında küçük bir sehpanın
üzerinde sıcak çaylardan tüten dumanla beraber
muhabbet ediyordu üç erkek bir de kadın.
“Demek Bursa’dan geldiniz...” Düşünüyormuş gibi
başındaki bereyi kaşıdı Hasan Efendi. “Hangi köy
dediniz?”
“Elifhan köyü, buralardaymış.”
“Evet ya, kasabanın epey dışındadır ama. Yol
yürümek gerekir.”
“Yağmur ne zaman diner acaba?” dedi Nurettin.
“Burada yağmur hiç dinmez. Bazen yavaşlar, bazen
hızlanır ama hiç dinmez.” diye lafa girdi Yeter. Adnan
çayını yudumlarken Yeter’e baktı. Yazmasını
düzeltiyordu kadın konuşurken. Zeytin gibi kapkara
gözleri vardı ama saçları açık renk olmalıydı, teni de
beyazdı çünkü, hatta sarı gibi. Kalacak yer sordular.
Hasan Efendi kendilerini misafir edebileceklerini söyledi
ama Adnan teşekkür edip bir otel bulmaları gerektiğini
söyledi. “Hoş geldin” otelini tavsiye etti Hasan Efendi,
oraya da yakındı. Yağmurun yavaşlamasını beklemeden
Hasan Efendi’yle birlikte çıktılar dükkandan.
“Gece mi çıkalım yola?” diye sordu Nurettin.
Adnan aynanın karşısında kımıldamadan oturuyordu.
Şifoniyerin üstündeki tarağa takılmıştı gözleri. Uzun
siyah saçlar vardı üzerinde, biri unutmuştu herhalde.
237
“Hayır, dedi sonra, rehber bulmak gerek, kaybolmak
istemiyorum, bir de bununla uğraşmayalım. Sabah
ezanından sonra çıkarız.” Nurettin odanın ortasındaki
sehpaya bakıyordu, yatağın kenarına oturmuş hem
heyecanlanıyordu yarın ve ardından gelecek diğer günler
için hem de tedirgindi yine yarın ve ardından gelecek
günler için. İstanbul’da neler oluyordu?
“Arayıp vardığımızı bildirsek mi?” dedi sonra
Adnan’a dönerek.
“Olmaz, dedi Adnan. Emniyetli olmaz bu... Şimdi
yatalım. Sabah erken kalkacağız.”
Nurettin yatağa uzanırken Adnan ayağa kalkmıştı.
Pencereye yanaştı, perdeyi hafifçe aralayıp dışarıya
baktı. Yağmur diner gibi olmuştu, sokağın karşısındaki
elektrik direğinin altındaki su birikintisine bakınca ancak
anlayabiliyordu hâlâ yağdığını. Lamba bozuk olmalıydı,
sonra diğerlerine baktı teker teker, görebildiği kadarıyla
sokakta karşılıklı sekiz lamba vardı ve sadece dördü
yanıyordu. Yeterler Birahanesi’nin kapısı açıldı, iki
adam çıktı dışarı. Biri kasketini taktı başına, diğeri
şemsiye açtı. Brandanın altında bir süre durdular, bir şey
konuşuyorlardı sanki, ama isteksiz ve zorla yaparmış
gibi. İkisi de sarhoştu, sallana sallana çıktılar brandanın
altından ve sokağın doğu tarafına doğru yürüyerek
uzaklaştılar.
Bir kibrit yandı ve bu tehlikeli sessizlik bozuldu.
İçeri çevirdi başını Adnan, Nurettin sigarasını yakıyordu.
Birden içinde bir coşku belirdi Adnan’ın.
238
“Hocam...” dedi Nurettin’e. Nurettin ona baktı, ve
bakar bakmaz gördü gözündeki parıltıyı. Soran gözlerle
sürdürdü bakmayı.
“Mutluyum hocam, dedi Adnan, mutluyuz!”
Nurettin sigarasını tablaya bıraktı.
“Olacağız.” dedi.
“Evet, çünkü biz hiç yitirmedik umudu, değil mi?”
“Doğru.” dedi Nurettin. Sigarasını alıp dudaklarına
götürdü. Adnan da bir sigara yaktı ve sabaha kadar
gözlerine uyku girmedi iki yılmaz savaşçının.
...
“Şu ilerdeki tepe var ya, onun ardında dar bir vadi
başlar, o vadiden geçmek lazım, su yoludur, ıslanacağız
biraz, zaten yağmur da azar birazdan.”
“Hazırlıklıyız Dursun arkadaş, meraklanma sen.”
“E iyi o zaman, gelin benle.”
Nurettin, Adnan ve Sürmeneli Dursun, Hasan
Efendi’nin tavsiyesiyle benekli bir çoban köpeğini de
yanlarına alıp kiraladıkları eski model bir ciple yola
koyuldular. Dursun’un sözünü ettiği tepe o çevrede
herkesin yakından tanıdığı Bilgeler Tepesiydi. Nurettin
cipi o yöne doğru sürerken Dursun da tepenin köylüler
ve kasabalılar arasında dönüp dolaşan üç ayrı hikayesini
anlatıyordu.
239
Adnan ön koltukta yan oturmuş Dursun’u dinliyor,
yola henüz çıkmışken Nurettin’in “Havhav” ismini
taktığı çoban köpeği arka koltukta, Dursun’un yanında
sessizce oturmuş manzarayı seyrediyordu. Dursun
anlatıyordu:
“Kazı yapmak için İstanbul’dan, üniversiteden
adamlar gelmiş yıllar önce, doksanlarda, ben o zaman
küçüktüm, ninem anlatır daha çok. Tepeye çıkmaya
çalışmışlar ama şu kambur var ya, işte bak, sol tarafta
göründü...”
“Evet..”
“İşte o kambur yüzünden bir türlü becerememişler
kazmayı, onlar kazdıkça kambur üzerlerine çökmüş.”
“Ne arıyorlarmış, yani altın falan mı, yoksa batık
kent gibi bir şey mi?”
“Bilmem, elmas gibi taşlar aradıklarını söylerdi
ninem. Ama bunağın tekiydi. Orada hep çok değerli bir
taş olduğunu söylerdi.”
“Eee, buldular mı?”
“Yok, devlet paralarını kesti artık, biraz daha
uğraştılar ama olmadı. Paraları bitince gittiler.”
“Diğer hikaye?..”
“Bir de Hacı İlyas Efendi vardı, Elifhan’ın
imamlığını yapardı ama aslında imam değildi. Yani
devlet imam göndermemiş, köylüler de bunu, hacı
olduğu için herhalde, imam yapmışlar. Evliya gibi bir
adammış, kerametler gösterirmiş. Ama ninem onun
yalancı imam olduğunu söylerdi hep, hacca falan da
240
gitmemiş nineme bakarsan. Ninem biraz tuhaftı işte, hep
muhalefet ederdi...”
“Tepeyle ilgisi neydi bu hacının?”
“Bir kaza olmuş, Elifhan’ın en güzel kızının
düğününde. Elif kızı şehirden, Trabzon’dan gelen bir
mühendise vermişler, kız da onu sevmiş, yani ikisi de
mutluymuş, herkes de mutluymuş... Ama başka bir adam
varmış, kızı seviyormuş bu da, adı şeydi... Bak
unutmuşum... Hah! Davut. Bu delikanlı biraz çatlakmış,
yani köyde pek görünmezmiş, ormanda dolaşırmış,
bazen da balığa çıktığını görürlermiş. Kimsesi yokmuş.
Küçük bir teknesi varmış, onunla ara sıra balığa çıkar
geçimini sağlarmış. Deli değil aslında, tuhaf işte,
bilirsiniz, siz de şehirlisiniz, vardır ya hani, kimseyle
konuşmazlar, hep bir dertleri varmış gibidir ama hiçbir
şey söylemezler, bazen köye inip içki alır ve hemen
sonra yeniden ormana ya da denize kaçarmış Davut. Elif
kızı köy yolunda görmüş. Hiç ses etmeden izleyip
durmuş. Abayı yakmış sizin anlayacağınız.”
“Ee, sonra?”
“Bizim Elifle mühendisin düğünü olacakmış. Köy
yerinde başlamış şenlik. Tabancalar fora... Bu herif,
Davut, basmış düğünü. Mühendisi tek kurşunla
öldürmüş. Sonra Elif’i kaçırmış. Ormana.. Ama sonra,
yani aranıp da bulunamayınca bunlar, dur bakiyim, işte
bir yıl kadar sonra iki ceset bulunmuş. Nah şu kamburun
gölgesinde. Ninem kız ona vermeyince kendini, herif
öldürdü der durur. Herif de kahrından ölmüş nineme
241
bakarsan. Aslında kahrından falan değil, kızı öldürdüğü
silahla bir kurşun da kafasına sıkmış. Tabi kızı o
öldürdüyse..”
“Allah Allah... Peki ya İmam, onun ne ilgisi
olduğunu söylemedin?”
“Ya işin orası biraz komik. Yani bende anlamam. O
cesetler bulunduktan sonra imamı tutukladılar. Jandarma
gelip götürdü, suçunu anlamadık, sahte imam olduğu için
dendi bir ara ama bilmiyorum, işte öyle, giden gitti,
kalan da kaldı.”
“Üçüncü hikaye nasıldır, vaktimiz varsa onu da
anlat.”
“Yok, vakit yok, geldik.”
Güneş neredeyse büsbütün gömülmüştü tepelerin
arasında. Kızıllık ahenkle karanlığa dönüyordu. Cipi
açıkta bir yere park etmişlerdi. Yıldırım düşermiş yoksa.
Dursun yıldırım hikayeleri anlatırken Adnan ve Nurettin
sırt çantalarını hazırlıyorlardı. Yarım saat sonra, artık
hava iyice kararmıştı, yağmur yağmaya devam ediyorken
yaya olarak yola koyuldular.
242
İSTANBUL NERESİ?
(yarım kalan dördüncü hikaye)
1
Dev camekanlı garın içinde kararsız adımlarla
dolanıyordum. Yeleğimin hangi cebindeydi biletler, diye
sordum kendime? Durdum ve ceplerimi karıştırmaya
başladım. (Çok cepli yelekleri severim. Her an yolculuğa
çıkacakmış gibi hazırlıklı olursun. Volkmenim, güneş
gözlüğüm, kasetler, piller, cüzdan, fotoğraf makinesinin
flaşı, kalemler; hatta yanlardaki ve arkadaki büyük
ceplere kitaplar bile sığıyor. Pılımı pırtımı toplamış,
gitmeye her an hazırmışım gibidir.) Sol üstteki ufak
cepteydiler. Birini aldım elime. Saatime baktım.
Okumaya başladım.
Sen hâlâ yoktun ortalıkta.
Dışarı çıkıp kırk sekiz numaralı peronu aramaya
başladım. Otobüsümüz oradan kalkacakmış: Pamukkale
Turizm, on beş ve on altı numaralı koltuklar. Saat üçü
çeyrek geçiyor. Peronun önündeyim. Kimse yok
bekleyen. Bir terslik mi var diye soruyorum da kendime
ama... Ruhum daralıyor, sanki gelmeyecekmişsin gibi.
(Aslında ömrüm boyunca hep bu korkuyla yaşadım
ben...) Sıradan bir tartışmaydı, her zaman olur, hem
243
evlendiğimizde kim bilir ne kavgalar edeceğiz, bu kadar
basit bir şey için gelmezlik yapmazsın herhalde. Yapar
mısın?! Altı saat, nasıl dayanırım buna. Gel hadi, vakit
daralıyor!
Bileğimde hissediyordum saniyenin vuruşlarını. O
kadar hızlıydı ki sanki ikişer ikişer ilerliyordu. Birden
anons yapıldı, dalmışım, sıçradım. Sanki büyük bir
felaketin duyurusu yapılıyormuş gibi kulak kabarttım.
Adamın birini telefona bekliyorlarmış.
Gelmiyor.
Gelmeyecek...
Eve yalnız dönmekten nefret ettiğimi biliyorsun!...
Sanki, gar üstüme doğru eğilmeye başladı. Birden
saldıracak ve kıskıvrak yakalayacakmış gibiydi.
Gözlerimi kapatıp sıktım. Zifiri karanlıkta mendili
çıkardım sağ üst cepten. Çaktırmadan kimseye sildim
gözlerimi. İşte her şey o anda oldu: Gar üstüme çöktü!
Deprem olmuştu sanırım, ya da bina yıkılmıştı. Üstümde
tonlarca ağırlık vardı. Ayakta duramıyordum. Gelmedin.
Bekledim ama gelmedin. Dizlerim büküldü. Gözlerimi
kapatıp sıktım tekrar. Sırtımı duvara dayadım. Yavaşça
dizlerimin üstüne çöktüm. Gelmedin!
Saat üçü yirmi beş geçiyor. Otobüs de gelmedi.
İçeride,
danışmaya
sordum,
gecikmiş,
dörtte
244
kalkacakmış. Hayır, biliyorum gelmeyeceğini, o yüzden
sevinmedim, umutlanmadım da...
Saat dörde beş var. Otobüsün arkasında sigara
içiyorum.
Şimdi bindim. Oturdum.
Beklemiyorum, sadece dışarı bakıyorum. Pencere
kenarında oturan herkes dışarı bakar çünkü. Oysa
gelseydin, pencere kenarına sen otururdun. Sen dışarı
bakardın... ben de sana.
Belki de senin için geç kaldırmışlardır otobüsü!..
İşin çıkmıştır da telefon edip bekletmişsindir! Yapar
mısın?...
Hostes yanıma geldi. (Güzel, esmer bir hostesimiz
var) Bir şeyler soruyor.
“Yanınız boş mu?”
Yanımdaki boş koltuğa baktım. Ne diyebilirdim ki,
tıklım tıklım doluydu koltuk.
“Evet, dedim. Sanırım boş.”
Hareket ettik. Bak, kaçırdın otobüsü...
2
On dakika olmuştu gardan ayrılalı. Genç adam hâlâ
başını cama dayamış (hayır bastırmış) kasılarak
ağlamaya devam ediyordu. Güneş gözlüğü bir işe
yaramıyordu işte, yanağından aşağı deli gibi boşanıyordu
245
yaşlar. Koyu gri bir gökyüzünü takmıştı peşine, dörtnala
sürüyordu atını İstanbul’a. Dörtnala at sürerken ağlar
mıydı hiç süvari... O ağlamıyordu, camın kenarına
dayanmış düşlere bakıyordu sadece. Düşlere bakmak
böyleydi: kasılırdı insan, yanakları ıslanırdı, yumrukları
sıkılırdı. Elini kaldırıp silmeye mecali yoktu. Kimseyi
görmüyor, duymuyordu artık. Bir hareket vardı sadece,
kıyamet koparken yerin altından kayması gibi. Ve bir de
uzaklaşan Ankara...
3
İrkildim. Dalmışım. Güzel hostes yanımda oturuyor.
Elinde bir mendil var, bana uzatıyor. Gülümsemeye
çalışıyor ama beceriksiz. Utancımdan yerin dibine
girdim! Çaresiz aldım mendili. Gözlüğümü çıkarırken
başımı çevirdim cama doğru. Gözlerimi sildim. Sonra
ona döndüm. Bana kalsa hiç dönmezdim aslında ama
döndüm işte. Lafı dilime dolayarak teşekkür ettim. O da
kötü durumdaydı, ne diyecekti bana, nasıl teselli
edecekti? Bir süre öylece baktı morarmış gözlerime.
(Gözlerim morarmış mıydı?) Sonra önüne döndü. Bir şey
söylemedi. Ben de sustum. Ne söylenebilirdi ki?
Tren de olsak şimdi... Kuşetli vagona geçer sessizce
sevişirdik. Çıt çıkarmadan ama deliler gibi, yüz yıllık bir
hasreti giderir gibi.
Kalkmış; ben de uyumuşum galiba.
246
Kitabı açtım: Orhan Pamuk, Sessiz Ev. Okumaya
başladım. Cüce sokaklarda geziniyor. Sinemaya
gidecekmiş. Kahvede bir iki adam onunla dalga geçiyor.
Cüceler Evi varmış, yıkılacakmış, gazeteden okuyup
gülüşüyorlar. Başımı kaldırıp camdan baktım bir süre.
Bir kamyonu sollamaya çalışıyor bizim kaptan.
Kamyonun arkasında bir yazı var: “Yalnız Adam”...
Gülümsedim. Tekrar kitaba döndüm. Kamyon şoförünü
görebilmek için aceleyle yeniden kaldırdım başımı. Kot
pantolonlu, atletli bir adam. Bıyıkları, kır saçları var.
Çok normal. Kitabı kapatıp fileye sıkıştırdım. Anons
yapıldı. İkram başlamış.
“Kahve lütfen.” Gülümsüyor. Sanki annemmiş gibi
sevgi gösteriyor bana. Bana acıyor. Utandım.
Gülümseyerek savuşturmaya çalıştım utancı. Bir şey
söylemesi gerek artık. Poşeti uzattı.
“Başka şeker ister misin?”
“Hayır, sağolun”
Gitti.
4
Otobüs Eskişehir’e uğramıyor ki!
5
Otobüste Mahsun Kırmızıgül çalıyor. Ben Edith
Piaf dinliyorum. Dinliyor ve hatırlıyorum!
247
Gelseydi eğer, evlenelim diyecektim, burada, bu
koltukta otururken hem de. Elini tutacaktım. Öpecektim
avuç içini. Gözlerine bakacaktım bir zaman. Sonra
camdan dışarı, dağlara. “Benimle evlenirsin değil mi?”
diyecektim. Soru soran bir gülümseme konacaktı
yanaklarına. Sonra gözlerimi gözlerine dikip, sıyrılıp
yalnızlığımın karanlığından, denizden karaya çıkar gibi
bakarak yeşil gözlerine “Benimle evlen...” diyecektim!..
Şimdi ne yapacağım ben? Ne bok yiyeceğim
İstanbul’da?!..
6
Yine geldi. Bu sefer konuşacak.
“Anlatmak ister misin?”
“Neyi?”
Sustu.
“İstersen dinlerim, iyi bir dinleyiciyimdir.”
Sustum.
“Siz nerelisiniz?”
“İzmir.”
“Orada mı yaşıyorsunuz?”
“Hayır, memleketim orası. Ankara’da yaşıyorum.”
“Neresinde?”
“Cebeci. Neden sordun?”
“Hiç, merak ettim.”
248
Sustuk.
7
Bolu Dağı’nda mola verdik. Yayla çorbası içtim.
Tek başıma oturuyordum masada. Sonra bir bardak çay
içtim, bir de sigara. Beş yüz bin lira tuttu. Etrafıma
bakındım çay içerken. Bizim otobüsten bir iki kişi
gördüm. Bana bakarken yakaladım onları, gözlerini
kaçırdılar. Demek herkes görmüş ağladığımı... Rezil
olmuşum!
Tuvalete gittim. Dışarı çıkıp bir sigara daha içtim.
İnsanlara baktım. Sonra dumanlı dağlara. Öylesine
gerçektiler ki!.. Ezildiğimi hissettim. Uzakta uçan bir kuş
gördüm. Yine hatırladım.
Benim kurduğum gibi değildi Ankara. Şehir,
sokaklar, trafik, duraklar, yürüyen, koşturan insanlar...
Hep aynı teraneydi yani. Sadece park ve heykeller vardı.
Bir de metro... Yukarıdaki insanlar diğer şehirlerdekilerle
aynıydılar: Mutlu ve sıkıcı! Ama aşağıda, metroda...
İnsanlar susuyordu! Şehrin altına inmişti asıl Ankara,
gizleniyordu. Ama tanıdım hemen, merdivenlerden
inerken birden yüzüme vurmuştu soğuk, önce ürpermiş
ardından korkuyla bakınmaya başlamıştım insanlara.
Otururken
sıkıca
tutundum
boruya.
Kendimi
savunamazdım, ilk gece, Batıkent’te çıldırmıştı Davku.
Tek başınaydım kentte, tek başınaydım ve korkuyordum.
249
Ankara yerin altında soluk alıp veriyordu. Kimse dans
etmiyordu, kafam karmakarışıktı. Allak bullak olmuştu
İstanbul’a dair ne varsa... Ankara, yine o buzdan
gelinliğini giyinmiş, tahtına kurulmuş kahkahalarla
gülüyordu.
...yüzümü yalamıştı Davku; Batıkent’te, minibüs
beklerken. Korkutmuştu beni. Eve döner dönmez
yatırdım onu. Titriyordu. Yorganı başına çekti. Biraz
sonra uyudu. Ben de içeri geçtim. Kastım kendimi, hep
kastım.
Öldüm!
8
Bir fincan umut istiyorum hanfendi. Bana Aşk
ikram edebilir misiniz? Dağlar neden bu kadar yüksek
hanfendi, siz, neden bu kadar esmersiniz? Neden hâlâ
yağmur yağmadı, neden öyle bakıyorsunuz yüzüme?
Ağlamıyorum artık, işte, sustum. Bakmayın lütfen
yüzüme, utanıyorum. Size ne borcum var ki, neyin
bedelini istiyorsunuz? Susmayın hostes hanım, söyleyin,
gökyüzü neden hâlâ karanlık? Peki neden yağmıyor
yağmur? İstanbul neresi hanfendi..?
250
KUŞKU
Söyle bana hep sağa bakan kahverengi tüylü komik
maymun, bir şeyler ters mi gidiyor? Senin yüzüne
bakarken bundan korkuyorum hep; yoksa ben yanılıyor
muyum?
251
***
“Dağ çöktü! Dağ çöktü! Kaçın!”
“Dursun delirmuş, baksana uşağuma, deli gibi
bağıriy...”
“He ya, o İstanbul’dan celenler pok ettiler yine her
bi şeyi!”
“Dağ çöktü! Kambur düştü! Kaçın, kurtarın
kendinizi!”
“La Tursun, la git evine, ne öyle bağıriysun?!”
“Kaç Hasan amca, kaç... Orada... gördüm... uçtular,
ikisi de uçtu.. Kaçın, bir sürü Gulyabani var, Libard’lar
var!.. hepsi kudurmuş, köye de gelecekler!..”
“Ne diy ne diy?”
“Libard diy..?”
“La bunu kuduzlar ısırmış olmasın?”
“Ninee, nineee! Altınlarını topla, kaçıyoruz
buradan! Söylediğin gün geldi işte!”
“La bu nine de kimdur, nereden uydurdu bunu?”
Dursun zıplaya zıplaya köyün batısında kalan
koruluğa daldı. O gözden kaybolana kadar arkasından
biraz hayret, biraz merak, ama daha çok gülerek baktı
kahvedekiler. Tam bu sırada, sanki biri musluğu
kapatmış gibi oldu, yağmur birden durdu.
252
HAKSAR
(ve yarım kalan son hikaye)
- Hikaye ne oldu peki??
- Şiir muhabbeti her geçtiğinde aklıma geliyor da sen
unuttun sanıyorum. O yüzden daha rahattım. Şimdi beni
sıkıştırdın işte. Ama onun için bekleyeceğim biraz daha.
Ya çok güzel olacak, ya da hiç olmayacak.
Kapıya vuruyordu birisi... Kapı yumruklanıyordu!..
Önce korkuyla açıldı gözleri, sonra yay gibi fırladı
ve doğruldu yattığı yerde. Odanın içine ay ışığı
dolmuştu.
Kapı yumruklanıyordu! Evet! Hiç kıpırdamadan
bekledi. İki defa daha vuruldu. Uzun bir sessizlik oldu.
Gecenin bir yarısıydı, kim olabilirdi ki? Bu ıssız yerde...
Rüya mıydı yoksa? Hayır! Bir inilti duydu. Hemen
ardından güçsüz bir darbe daha indi kapıya. Tüylerinin
dikleştiğini hissetti, korkudan bayılmak üzereydi, ne
düşüneceğini bile şaşırmış hâlde orada, öylece
kalakalmıştı.
(...)
253
“Yardım edin... lütfen!..”
Sırtını kapıya dayayıp bacaklarını eşikte topladı.
Başı geriye düştü; kirpiklerinde pıhtılaşmış kanla rengi
kırmızıya dönmüş ay ışığına baktı.
Kapı açıldı!
Her şey, olmakta ve bitmekte olan her şey o nane
kokulu an’ın içinde eriyip yok oldu sanki. Mehtap
suskunlaştı, utanır gibi kıstı kırmızı ışığını. Zaman durdu
bir bakıma, bir bakıma da zaman, bir daha hiç durmamak
üzere yeniden başladı akmaya...
(Olur muydu oysa, zaman, hiç durmadan akar mıydı?
Onun omuzlarından önüne dökülen hâkî saçları,
kaybedilmiş savaşları unutturabilir miydi? Galip
gelinebilir miydi Fransa’ya -mesela Orleans’e; ya
İstanbul’a, Ankara’ya?..
Söyle bacım, KİMSİN SEN!)
Kapı ardında ürkek bir ses:
“Buyrun, kimi aradınız?”
Peş peşe bütün kapıları, dokunmadan kollarına,
kilitlerine, kırıp döken bir el gibi... kapı ardında bir ürkek
ses!..
254
Ayağa kalkmak için kullandı adam bütün gücünü.
“Şey,” dedi. Susakaldı bir an, söyleyecek söz
bulamadı. “Ben... yaralıyım... Erkek yok mu evde?”
“Kimse yok!” dedi kapı ardı.
“Yok mu... Şey, affedin beni, ama çok ağır
durumum.. Peşimdeler.. N’olur!.. Allah rızası için
yardım edin!..”
Ses çıkmadı. Çıt ses çıkmadı. Ne açılıyordu kapı, ne
de büsbütün kapanıyordu. İtip girmeliydi içeri, itip
girse... pişman olur muydu sonra? Bekledi. Gücü buna
yeterdi, ama yapmadı, bekledi.
Uzaktan kişneme sesleri duyuldu! Ve aynı anda çok
daha yakında havlayan köpekler...
“Geliyorlar! Yardım!.. Lütfen!”
Yeri göğü parçalarcasına gıcırdayarak ardına kadar
açıldı kapı. Aynı anda bir kör bulut kümesi örttü ayın
üstünü. Kapı duvara çarptığı anda, EV, kızıl karanlık
oldu. Ve adam, yarı görür, yarı sürünür hâlde karanlığın
içine daldı. O ahşap zemine yığılır yığılmaz hiç
gıcırdamadan kapandı
K
A
P
I...
255
(Hiç bu kadar aydınlık olmamıştı karanlık... O karaya ilk
çıkışımı hatırlıyorum, yüreğimin korkudan topuklarıma
vurduğunu... Ben, on yılların balıkçısı, ayak basabilir
miydim toprağa; kesip atabilir miydim yüzgeçlerimi,
çizip kesebilir miydim paletlerimi tırnaklarımla?
Yapardım ya, işte, yaptım da! Hem de maliye teftiş
heyeti başkanlığından emekli Emin Bey’in, Gazi suikastı
sanığı Kara Kemal Bey’den korktuğu gibi korkarak, ama
yine aynı Emin Bey’in, “Buradayım ben!” v diye
bağırırken Tatlıkuyu sokağının karanlığına, yüreğinde
kaynayan coşkuyla, cesurca, deliler gibi koşarak
dalabilirdim ormana. Tıpkı daldığım gibi şu tatlı kırmızı
karanlığa. Ama n’olur söyle bacım, sen kimsin?!)
Ne kadar zaman geçti aradan; kim bilir? Tavanda
başıboş gölgeler oynaşıyordu. Gözleri açıldıktan sonra
bir kaç saniye sürdü olan biteni yeniden hatırlaması. Ve
hızla çevirdi başını ışığa.
Bir yer yatağında, mavi beyaz gül desenli kalın bir
yorganın altında, bir tek don hariç çırılçıplak yatıyordu.
Hemen sağında, başucunda bir komodin vardı; ışık
oradan, komodinin üzerinde yanan uzun beyaz mumdan
geliyordu. Küçük bir de ayna vardı orada, mum o
aynadan yansıyıp iyice aydınlatıyordu odayı. Komodinin
bittiği yerde -köşede- açık duran bir rahle ve karşıda,
256
pencerenin altında bir masa duruyordu. Ve ayakucunda,
biraz sağda bir kapı.
Yeniden pencereye çevirdi bakışlarını: ay tamamen
kaybolmuştu. Şafak sökecekti sanki, ama aşığına naz
yapan on dört yaşında bir kız gibi bütün şirinliğiyle
diretiyordu.
Doğrulmak için güç verdi beline. Göğsünün sağ
tarafında müthiş bir acı duydu ve elinde olmayarak
bağırdı. Yastığa gömüldü başı, dişlerini sıktı daha fazla
bağırmamak için.
Terlik seslerini henüz fark etmişti ki kapı açıldı.
İnce, uzunca bir gölge belirdi. İçeri girince ışık üstüne
vurdu gölgenin.
“Sakin olun!” dedi fısıldayarak. Omuzlarına düşmüş
düz saçları vardı. Uzunca bir yüzü ve, ışıktan görebildiği
kadarıyla yattığı yerde zorlanarak başını dik tutmaya
çalışan adamın, kumral bir de teni vardı kadının. Ama
bildik bir kumrallık değildi bu, hâkîye çalan bir
kumrallık. Belki de yüz hatlarıydı bu hissi uyandıran.
Gerçi yüzü loş ışıkta pek seçilemiyordu da.
Pencere tarafına doğru yürüdü, iskemleye tutundu.
Şalvara pek benzemeyen -çok daha dardı çünkü- bir
pantolon ya da onun gibi bir şey vardı altında. Üstüne
bolca bir gömlek ve onun üstüne de örme bir hırka
giymişti.
“Korkmayın, kimse yok etrafta, emniyettesiniz,”
dedi.
257
“Özür dilerim; kalkmaya çalışınca canım yandı...
Sizi telaşlandırmak istemedim.”
Gülümsedi mi?!... Pencere karanlıktı, seçemiyordu
yüzünü. Kadın oturdu.
“Bir köylü kadın olmalı” diye geçirdi içinden.
Yoksa bu ormanlık yerde, başka ne olabilirdi? Evin
erkeği, diğerleri neredeydi acaba? Yakınlarda bir köy
filan olmalıydı... Yoksa yalnız başına bir kadın... Ama...
köylü gibi değildi konuşması!.. Belki sonradan gelmişti...
“Özür dilerim, dedi adam, başka kimse yok mu
burada?”
“Yok.”
“Şey... yani, tek başına mısın?”
“Evet.”
“Kocan, baban.. yoklar mı?”
“Ailem uzakta, kocam... o da uzakta.”
“Anlıyorum...”
“Ne anlıyorum?! Saçma sapan bir laf işte! Bir
ormanın derinliklerinde tek başına da olsa, büyük bir
metropolde fahişe de olsa, kadın, vazgeçmiyordu işte şu
oyun oynama hevesinden. Ama ne yapabilirdim,
anlıyorum demekten başka...
Adamın sustuğunu görünce sandalyeden kalktı ev
sahibi.
“Çorba yaptım.. İçersiniz, iyi gelir.”
258
“Zahmet olmuş, sağolun.”
Çıktı ve ardından kapıyı dikkatlice kapadı.
Birden
yağmaya
başladı
sorular
adamın
düşüncesine. Deliler gibi koşarken ormanda -peşinde
onlarca atlı ve o lanet köpekler olduğu hâlde-, “Ben
buradayım” diye bağıran bu kulübeyi o fark etmişti de
peşindekiler nasıl es geçmişti? Kesin görmüşlerdi!
Öyleyken bu tuhaf köylü kadın nasıl saklamıştı onu? Bir,
karanlık kuyuya atlayışını hatırlıyordu, bir de kapının
gıcırdayışını açılırken. Sonra kopmuştu film...
Diğerlerine ne olmuştu? Kurtulan var mıydı?..
Neden?! Hesaba katmadıkları neydi?.. Oh, evet: Ay
ışığı!..
Kuzeye, önce hep kuzeye kaçmıştı. Şehri terketmek
üzereyken, tam da batıya dönmüşlerdi ki Serhat’ın acı
çığlığını duymuştu. Durmamıştı, duramamıştı, sanki
bacaklarındaki bütün hücreler etrafa savrulmuş, sanki
bacakları çıldırmıştı; deliler gibi koştu kuzeybatıya. Önce
at kişnemeleri, ardından o yürek hoplatan çığlıklar
uzaklaştı; sonra, köpekler!.. Saatlerce -belki daha fazlahiç durmadan koştu. Tek başınaydı ve aklından
koşmaktan, kaçmaktan başka hiçbir şey geçmiyordu.
Aslında aklı çoktan ölmüştü, sadece kaçmak vardı,
kaçmak ve kurtulmak. Ve umut, şimdi düşününce daha
netleşiyordu hâli gözünde. Umut da yoktu, ama
259
umutsuzluk da ancak durup düşününce oluyordu ya,
onun durmaya, hele düşünmeye vakti olmadı hiç.
Göğsünde bir kargının açtığı derin yara, iz
bırakmasın diye avuçlarına doldurup doldurup başından
aşağı boca ettiği kanıyla birlikte en son bu ormana
dalışını anımsayabiliyordu. Aslında biraz daha
düşünebilse, hafızasına biraz daha yüklense, TRT
binasını, tarikatı, Elifhan Köyü’nü, Deli Dursun’u ve
onun hikayelerini, sonra Topkapı’yı, Boğaz’ı,
Eskişehir’i, Serhat ile yaptığı konuşmayı, her şeyi
hatırlayabilecekti. Ankara’yı da anımsayabilecekti, daha
önce bir çok ressamın resmini yaptığı, bir çok
romancının hikayesini anlattığı ve şairlerin bir türlü
yazamadığı o kahredici savaş meydanı tasvirini bile
anımsayabilecekti
aslında;
tabi
biraz
daha
düşünebilseydi.
Yine terlik sesleri.. gittikçe yaklaştı. Ve kapı açıldı.
Bir tepsiyle birlikte içeri girdi. Tepsiyi masaya bıraktı.
Adama yaklaştı.
“Yardım edeyim...” dedi. Yardım etti. Yastığı
duvara yasladılar birlikte. Bir yastık daha koydu kadın.
Yardım etti yine; sonunda yavaşça doğrulup arkasına
yaslanabildi adam. Tepsiyi getirip yere koydu...
“Kolunuzu oynatmayın, yaranız derindi.”
“Evet, epey derin galiba.”
“İzin verin, içmenize yardım edeyim.”
260
Kadın kaşığı kaseye daldırıp, elini altında tutarak
adamın ağzına götürdü. Hiç konuşmadılar çorba bitene
kadar. Kadın gözleriyle kaşığı takip etti hep; adam da
kadını: uzun parmaklı büyük ellerini, saçları gibi kum
rengi olan hafif kalın kaşlarını, tepesinde ufak bir çıkıntı
olan büyükçe burnunu, uzun boynunu, solgun pembe
dudaklarını ve küçük ağzını, ve belini, evet, ince uzun
belini!...
“Sen kimsin bacım?!” dedi sonunda sesindeki telaşı
gizleyemeden.
“Adım Haksâr.” dedi kadın.
“Haksâr,” diye yineledi adam.
“‘He’ değil ‘Hı’“ dedi kadın. Adam soran gözlerle
baktı.
“Niye bilmiyorum, babam hep ‘Hı’ ile söylerdi.
Adımı da o koymuş zaten.”
Adam gülümsedi.
“Evet, şimdi anlıyorum,” dedi ve bu sefer acıyla
devam etti gülümsemeye. Şimdi kadın bakıyordu soran
gözlerle.
“İnce ‘h’ ile ‘hak’ dersen, ‘adalet’ ve ‘Allah’
anlamına gelir. Ama kalın, yani gırtlaktan söylersen
‘hak’, TOPRAK demektir.”
Kadın bakışlarını kaçırdı; komodine, yanan muma
baktı.
261
“Haksâr ne demek, emin değilim. Osmanlıca’dan
pek anlamam. Üniversitede deniz ürünleri üzerine
okumuştum. Deniz ve balıkçılıkla ilgili bir sürü terim,
yani bize yabancı gelen kelimeler bilirim. Derslerden
birinde bir hoca öğretmişti bu ‘hak’ meselesini. Hoca
eskiden köylüymüş, yani babası filan, bir çiftlikte
yaşamış daha doğrusu. ‘Toprak ilmine yabancı kalmayın’
derdi hep. Aydın bir insandı, e koskoca profesör...
Topraktan habersiz yaşayan denizcilerin felaketini
anlatmıştı birkaç kere. Halikarnas Balıkçısı’nı
okumamızı tavsiye ederdi. Duydun mu hiç adını,
edebiyatçıdır, yani yazar?”
Haksâr ona baktı.
“Biliyorum, kocamla ilk tanıştığımız zamanlardan
beri biliyorum...” dedi ve yine çevirdi bakışlarını.
Yatağın kenarına oturmuştu, adamın üzerindeki yorganın
kenarına, mavi beyaz gül desenli, kahverengi astarlı
yorganın kenarına.
“Kocan kimdi?.. Yani nerede şimdi?”
Kadın sustu.
“Özür dilerim, anlatmak istemezsen anlarım.”
“Kitabın kapağına bir şiir yazmıştı benim için.
İstanbul’da bir nargilecide oturuyorduk. O zaman yeni
tanışmıştık. Kitabı hâlâ saklıyorum; adı ‘Aganta Burina
Burinata’ydı. Bana hediye etmişti.”
“Kocan kimdi?”
262
Kadın yine sustu. Bir süre sessizlik oldu. Sonra
tepsinin üzerinden bakır su bardağını aldı Haksâr.
Adama uzattı.
“Sağ ol.” dedi ve suyu içti. Kadın tepsiyi de alıp
odadan çıktı.
(Bir düş müydün sen... de?! Öteki gibi, ötekiler gibi,
açtığımda düş kurmaktan yorgun gözlerimi, yok olacak
mıydın? Savaşlarını kaybetmişlere bir teselli miydin sen
de?
Söyle: Uhud’da yüreği sökülmüş Hamza mıyım ben?
Yoksa coşkusunda boğulmuş bir Karamazov mu? Tren
istasyonlarında kayıp mı oldum, söyle, soyadımın baş
harfi ne?! Susma!
Topuksuz bir süvari mi, toynaksız bir at mıyım şimdi; ipi
kopmuş cambaz mıyım hep düşen; Yüzbaşı Puşkin
miyim, Anton Çehov muyum, Sait Faik miyim yoksa
Nazım Hikmet mi; kaçıncı Hikmet, söyle!
Peki ya sağanak yağmur altında kalan yer neresi: Elifhan
mı, yoksa Bouville mi? Yoksa surları çürümüş bu komik
görünüşlü şehir mi?
Peki... Ben düş kurucuyum da, sen... söyle bacım, sen
kimsin?!)
263
Ne zamandır uyuyordu, kim bilir? Pencerenin üst
köşesinde, birbirine dik iki tahtanın arasından sızan
çeyrek bir güneş kalmıştı. Adam ayağa kalktı.
Peygamber tükürüğü sürülmüş gibiydi, sanki iyileşmişti
bile yarası. Yani o öyle sandı, ama sağ kolunu hareket
ettirmeye kalkınca... Bu sefer bağırmadı, ama duyduğu
acı duvara yaslanıp yavaşça yeniden yatağa çökertti onu.
İskemlenin üzerinde duran kumaş pantolonu
giyindi, sağ kolunu kullanmaya özen gösteriyordu artık.
Biraz bol gelmişti ama olsundu, çıplak dolaşmaktan
iyiydi. Yine iskemlenin arkalığına asılmış kareli mavi
beyaz gömleği de giydi. Sağ kolunu açıkta bırakmıştı.
Kendini biraz öteden seyredince gülümsedi. “Çolak
Salih’e benzedim bu hâlimle” diye geçirdi içinden.
Komodinin üstünde, bakır çay tabağının içine dökülüp
yayılmış ölü muma baktı. Pencereye yanaştı; güneş, öyle
güzeldi ki!.. Evin önüne bakıyordu pencere, bir kuyu
vardı, kuyunun başında bir köpek uyukluyordu. Evcil bir
hayvana benziyordu, dün gece orada değildi diye
düşündü.....
İskemlede oturmuş düşünceli ve -odadan çıkıp
çıkmamakta- kararsız bir hâlde bekliyordu.
“Ne yapacağım ben şimdi? Eskişehir Ankara’ya
katıldı ve Ankara artık bitti. Hepsinden önemlisi
İstanbul!.. Oraya geri dönemem. Dönsem bile kim bilir
264
neler bekliyor beni? Kendimi lideri tarafından aldatılmış
bir militan gibi hissediyorum. Tabi, aslında lider filan
yok, kimse zorlamadı beni, kendim istedim. Suçlu
benim... Ama her şeyimi kaybettim! Neresi olduğunu
bile bilmiyorum, burada sıkışıp kaldım. Ama, nedense
hiç de öyle hapisteymişim gibi hissetmiyorum kendimi.
Özgür de değilim... Kurtuldum mu? Evet, çok tuhaf,
kurtulmuşum gibi hissediyorum... ama neyden
kurtuldum, bundan pek emin değilim. Ayrıca burada çok
da emniyette sayılmam, şu kadına, neydi adı, Haksâr, ne
kadar güvenebilirim? Bir derdi, bir hikayesi var, belli,
ama çok güvensiz. Yani ne güven veriyor ne de
güveniyor. Tamam, ben de öyle pek tekin bir adama
benzemiyorum. Acaba ben hikayemi anlatsam, o da
cesaret bulur da anlatır mı bir şeyler? Ama neler?..
Neden merak ediyorum onun hikayesini?.. Off! Bunun
adı ne?! Kim bu kadın? Oturup adam akıllı düşünüp
planlar yapmalıyım. Geçmişi büsbütün hesaba çekmeli,
belki o zaman bir şeyler yerine oturur. Evet, ancak öyle...
Geçmişi hesaba çekmeli. Ama ilk önce nerede olduğumu
öğrenmem gerek.”
“Haksâr Hanıım!.. Haksâr Hanııım, neredesiniz?”
Yatakta, yorganın altında bağdaş kurarak oturmuş,
komodinin üstünde bulduğu doksan dokuzluk tespihle
oynarken bağırmıştı ev sahibine. Yine terlik sesleri ve
ardından kapı gıcırtısı.
265
“Uyandınız mı?”
“Evet. Elbiseler için sağ ol. Neredeydin?”
“Bakkala inmiştim, öteberi aldım.”
“Bakkal mı?! Bu dağ başında?!”
“Burası dağ başı değil... Bilecik yakınlarında,
Bozüyük diye bir yer...”
“Bozüyük mü!”
“Evet. Tabi biz ormanlık arazideyiz. Bu civar
tenhadır biraz. Ama yürüyerek beş dakika uzaklıkta işlek
bir yol var. Oradan geçen minibüsler kasabaya uğrar.”
“Bozüyük ha!” dedi adam. “Oturur musun?” Kadın
masaya doğru adım atmıştı ki adam “Hayır, dedi, buraya
gelin Haksâr Hanım. Bir mahsuru yoksa tabi.”
Haksâr yatağın diğer ucuna geçip yorganı itekledi
ve oturdu. Sonra adama bakarak:
“Sizin adınız nedir?” diye sordu.
“Sen köylü değilsin, öyle mi?” diye karşılık verdi
adam.
“Ne farkeder ki.”
“Adın da Haksâr değil...”
Ne farkeder dermiş gibi sustu kadın.
“Evli falan da değilsin... Hatta burası...”
“Adınızı söylemediniz,” diye kesti adamın sözünü.
“Adım... Levent. Yani senin adın Haksâr olarak
kaldığı sürece benimki de Levent olacak.”
266
“Adım Pınar olsun o zaman.”
“Benim ki de... Ada olur.”
Güldü Haksâr!
“Peki ya Çiçek olursa adım, mesela Lâle?”
“Benimki de Balık olur... mesela İstavrit.”
Gene güldü. Bu sefer adam da katıldı ona.
“Ya Elif olursa?..” dedi Haksâr artık gülüşler sona
ererken.
Adam sustu.
(Ya Ölüm olursa adım! Kimseyi korkutabilir miyim?..
Biliyorum, dilimden dökülenler yakıyor seni; peki ya
sen, biliyor musun, o bitmez tükenmez susuşların da
beni.... Öyle çok ihtiyacım var ki şimdi sıkıca bir
kucaklanmaya, bir “seni seviyorum” bakışına...
Sen bilmezsin,
Anlatayım:
kimse
bilmez
Bozüyük
nedir...
Bir şelale hikayesi anımsamaktır önce. Sonra arabayı
kenara, gürül gürül akan ırmağın kıyısına çekmektir.
Gazete kağıtlarının üzerine Bilecik’ten, “bakkal”dan
alınan peynir, ekmek ve kolayı dizmektir... Sonra
yürümektir, insansız bir uzama dönüşmektir âdeta, ve
kaybolmaktır!.. Sonra kader olur, ağaçların arasında bir
küçük orman evi çıkar karşına, girip Allah misafiri
niyetine, gecelemektir orada. Sonra sabah kasabaya
267
inmek, imamı bulmak, o akan ırmak gibi kıymaktır
geleceğe, umuda. Biri frene asılmıştır aslında ama bizi
kurban gittik sanırlar, yol yordam bilmeyen bir
heyelana...
İki yabancı erkek şahittir benim acılarıma!..
Şimdi iki yabancı erkek arıyorum, şahit olsunlar benim
umuda nasıl tapındığıma!)
Adamın sustuğunu görünce “Ya Elif olursa?” diye
yineledi Haksâr soruyu.
“O zaman susarım... Susar deli olurum o zaman!”
dedi adam heyecanla.
“Korkma, dedi kadın, adım Elif değil!”
Sustular. Korkmadan bu sefer, uzun uzun baktılar
birbirlerine, aslında sadece gözlerine. Haksâr elini uzatıp
çenesine dokundu Levent’in. Birkaç günlük sakalının
üzerinde gezdirdi parmaklarını. Sonra çatlayıp kabuk
bağlamış dudaklarına götürdü. Eli tutmak istedi Levent,
yavaşça kaldırdı kolunu. Önce dokundu. Haksâr’ın eli
düşecek gibi oldu, Levent yakaladı. Nasuh tövbesi eder
gibi sıktı Haksâr’ın elini. Birden gözleri karardı.
Göğsünün sağ tarafında ve aynı anda Haksâr’ın elini
tutan sağ kolunda dayanılmaz bir acı duydu. İnleyerek
gerisin geri düştü.
268
Sıcak su ve bez vardı elinde Haksâr’ın. Telaşla girdi
odaya. Hemen sargıları açtı. Yara açılmıştı, oluk oluk
kan akıyordu. Komodinin penceresinden bir top pamuk
çıkardı. Aynı çekmeceden aldığı şişedeki kırmızı sıvıyı
boca etti üstüne ve yaraya bastırdı. Yarı baygın yatan
Levent canhıraş bir feryat kopardı. Kanı durdurmaya
çalışıyordu Haksâr. Levent sol eliyle yorganı -mavi
beyaz gül desenli kahverengi yorganı- ölesiye sıkıyordu.
Bir süre sonra yavaşladı akıntı. Sonra durur gibi oldu.
Sıcak suya batırdığı bezle iyice temizledi Haksâr yarayı
ve kan lekelerini. Merhemi dikkatle sürdü sargı bezine.
Parmaklarıyla iyice yaydı. Üstüne sarı bir toz döktü.
Yarayı kapattı. Hemen sardı. Boynundaki beyaz tülbendi
çıkarıp Levent’in ensesinden geçirdi, sağ kolunu da içine
alacak şekilde sarıp düğümledi. Bir daha aynı hatayı
yapmasın diye askıya almıştı kolunu. Bir daha hata yapıp
yarayı kanatmasın diye Levent.
(Keşke tesadüflere kalmasa da karşılaşmalarımız
anlatabilsem seni sevmeliğimin şeytandan arılığını,
günahtan kaçınma telaşını... Ve sen de anlatabilsen bana
o güzel aklından geçenleri. Bilsem keşke, görebilsem
kurduğun düşleri, beni nasıl hatırladığını... amansız
çelişkileri mi, yoksa aydınlık gülüşleri mi? Ya da sadece
sana ait oluşumu mu? Ben erkeğim ama tedirgin, çok
yalan söylerim; sen dön yüzünü yüreğimdeki sandığa, aç
kapağını, orada sakladığım kuşkusuzluğa sor ve öğren:
269
Senin kapattığın yaraya dokunamaz artık kimse!.. senden
başka.
Ama Allahaşkına söyle be güzelim: Sen kimsin?)
Evde bir nargile olması ne kadar çok şey
çağrıştırıyordu Levent’in imgeleminde. O tömbeki
kokusu ve kırmızı marpuç... İstanbul’daki nargileciler
(daha çok medrese kalıntıları) ve yanık elma kokusuyla
herkesin susmakta olduğunu anlatan fokurdamalar.
İstanbul muydu hüznü bu denli besleyen, yoksa o
fokurdamalar, o ağlamaklı tömbeki közleri, o kokular
mıydı? Yoksa “kalıntı” demek mi medreselere?... Hani
uçurum kıyılarını dergah kapısına çeviren gönül avcıları
varmıştı ya eskiden... “Eskiden” diye mırıldandı Levent,
marpucu ağzına götürürken. Haksâr ona döndü ve:
“Eskiden ne..?” deyiverdi. Elindeki romanı, arasına
parmağını koyup kapatmış, gülen gözlerle bakıyordu.
“Hiç,” dedi Levent önce. Ciğerlerindeki dumanı
boşaltıp devam etti: “Eskiden her şey farklıymış ya, onu
anımsadım nargileye bakarken.”
“Gelecekte de farklı olacak her şey, daha da
farklı...”
“Daha farklı, evet. Mutlaka.”
“Ne okuyorsun sen?”
“Hiç, Halit Ziya’nın bir romanıymış. Bakkalın
kızından ödünç almıştım.”
270
“Adı ne? Bakabilir miyim?”
Cevap vermek yerine kitabı uzattı Haksâr. Bir işaret
parmağı çıkarken kitabın sayfaları arasından bir başkası
girdi aynı yere.
“Son Kuşak.”
Parmağıyla işaretli sayfayı açtı Levent.
“O zaman Nüzhet, İrfan’ın yeniden yerine oturup
iki ellerinin içine başını aldığını, hüngür hüngür
ağladığını işitti.”
Sayfaları karıştırdı.
“Araba Kabataş’a doğru ilerlemek üzere iken o,
birden doğan bir düşünceyle, arabacıya seslendi:
- Beyoğlu’na!..”
“‘İki ellerinin içine başını aldığını’ yerine ‘başını iki
elinin arasına aldığını’ dese daha doğru olmaz mıydı?”
diye sordu Levent. Haksâr gülümseyerek ona bakmayı
sürdürdü.
“Eskiden neler olup bittiğiyle neden bu kadar
ilgileniyorsun?”
“Böyle bir ilgim olduğunu nereden biliyorsun sen?”
“Nedir korkup kaçtığın?”
“Ya sen, senin korkunun sebebi ne?”
271
“Ben değil, sen benim hayatıma girdin, unuttun
mu?”
Bu ne kadar doğruydu? İşte içinden çıkılmaz bir
soru daha saplanmıştı Levent’in yüreğine. (Yüreğine,
evet, artık aklını kullanmakta güçlük çekiyordu yanıt
ararken. Çünkü artık sorular hep aşağı, daha aşağı iniyor
ve orada kalıyordu.) Oysa gerçek bu değildi, yani kimse
kimsenin hayatına girmiyordu ona göre. Bir ‘şey’ vardı
ve o da kimseye ait değildi. Biz, ‘ben’ler ve ‘sen’ler,
fütursuzca giriyorduk o şeyin içine; tıpkı gece yarısı
Levent’in girmesi gibi o kırmızı karanlığa, giriyor ve
düşüyorduk; kuyu gibi... Sonra?.. Evet, ya sayımız ve
umudumuz artmış olarak çıkıyor ve devam ediyorduk
yaşamaya, ya da... “Ölü Deniz”i ve Nazım’ı anımsadı
Levent kederle.
“Neden yaranı kaşımaya bu kadar heveslisin?” dedi
biraz sertçe, Haksâr. Düşündüğünü mü okumuştu, bu
kadınlarda ortak bir tavır mıydı?! Levent gülümsedi:
“Kuşku,” dedi. Düşünüyor gibi yaptı. “Biri elime
yanmakta olan bir kibrit çöpü tutuşturmuş gibi, ateş var,
korkuyorsun, yanmaktan korkuyorsun. Kuşku bir
mahpusluk duygusu olmuş artık. Ateş söner belki diye
çöpü sokup çıkarıyorum yüreğime, sokup çıkarır gibi
açıkta.. başımı.. suya... Ama, sönmüyor işte!”
“Kendini kandırıyorsun!.. Hatta aldatıyorsun;
yalancının biri olduğun doğru. Bir suç icat ediyorsun ve
272
bunu önce ‘kadın’ dediğin tuhaf bir şeye yüklüyorsun.
Sonra vicdanını rahatlatmak için kendini aşağılıyor ve
suçu üzerine alıyorsun, alıyormuş gibi yapıyorsun, oyun
oynuyorsun ve acı çekiyorsun. Baştan aşağı yalan!
Kuşkuyu da sen uydurdun...”
“Yani ben hastayım?..”
“Evet, öylesin!”
“Peki senin şu merhemin, iyileştirecek mi beni?”
derken, gülümsedi Levent. Haksâr kendisiyle alay
edildiğini düşünüp suratını astı. İkisi de sustular.
Büyükçe bir masa vardı salonun ortasında. Salon
değil aslında, girişteki geniş, ‘L’ şeklinde bir boşluktu
burası. Cümle kapısından odanın köşesine kadar, sağda
tuvalet, banyo ve mutfak kapıları sıralanmıştı, solda ise
Levent’in işgal ettiği oda. Büyük masanın etrafındaki
dört iskemleden başka oturacak bir yer yoktu girişte.
Levent’in kaldığı odanın kapısının hemen solunda
neredeyse boş bir kitaplık, raflarındaysa gereksiz(!) bir
sürü ıvır zıvır vardı.
Dört beş adım atıp köşeyi dönünce tam bir köy evi
gibi döşenmiş olan bölmeye geçiliyordu. Yerden çok az
yüksek, uzunca -köşeleri de dolanan- bir divan vardı.
Ortada bir taburenin üzerine konmuş devcileyin bakır
tepsi, kullanılmadığı zamanlar -ki bu her zaman demektinargileyi taşıyordu. Pencerelere beyaz bir kumaş özenle
gerilip çivilenmişti. Kumaş inceydi -tül kadar değil-,
273
içerisi ayrıca ışık yakılmasına
aydınlanıyordu gündüzleri.
gerek
kalmadan
Yine gündüzdü ve kaçak Levent ile işbirlikçisi
Haksâr divanda oturuyorlardı. Birbirlerine aralarına
üçüncü bir kişi oturamayacak kadar yakındılar.
“Özür dilerim, dedi Levent. Sanırım haklısın...”
“Özür dilemene gerek yok. Ben de pek başarılı
değilim aslında... Bazı şeyleri unutmak kolay olmuyor.
Yani eskiden olan bazı şeyleri...”
“Unutmak... Bu kelimeyi hatırlamak bile acı veriyor
insana. Sanırım seni anlıyorum.”
“Yani unutmaya çalışmayı korkaklık olarak
değerlendirmiyor musun?”
“Artık hayır. Bir kaç aydır tanıyorum seni, ama o
kadar çok şey öğrendim ki... Hatta, yaşayarak
öğrendiklerim, toplasan çıkarsan ancak bu kadar eder
herhalde.”
“Emin misin? Pekiii, beni yanlış tanımış olma
ihtimalini hiç düşündün mü? Sadece bir kere gördün ve
çok fazla da konuşmadık. Ya ben senin yükselttiğin
mevkiiye geçecek biri değilsem?.. Sakın bunları şüphe
olarak algılama. Bunlar aklından geçti mi diye merak
ettim, o kadar...”
“Geçti tabi. Ama sırf şüphe duyuyorum diye
yeniden karaya ayak basmaktan çekinmem. Her ne kadar
deniz adamı olsa da insan bir gün karaya çıkabilmenin
274
özlemini yaşar durur. Bir gün temelli karaya çıkmak için
açılır belki de hep denize. Kim bilir... Ama yine de, ben
seni bir yere koymak istemiyorum. Sadece, senin
durduğun yer güzel, bunu görüyorum ve o güzelliğe
dokunmak istiyorum.”
“Nasıl emin olabiliyorsun?.. Benim durduğum yerin
nesi güzelmiş?”
“Ben.. sana bakınca, seni düşününce görebiliyorum
ancak... Yani güzel olanı... Bu evi mesela. Beni ölmekten
kurtardın sen!”
“Ya bu ev aslında yoksa, ya biz şimdi
İstanbul’daysak...”
“Ya deniz kurumamış, toprak kanlanmamışsa; ya
her şeyin eskisi gibi olamasa da çok daha güzel olacağı
gün gelmiş de çatmışsa?!..”
“Sen kendin yaşıyorsun tüm bunları. Ben buradayım
ve tek başınayım gene.”
“Ben de burada tek başınayım. Ne çıkar bundan...
Unut o CANAVAR’ı sen de. Madem ben kuşkuyu
unutacağım, sen de unut hatırlamayı.”
“Bu mümkün değil, biliyorsun.”
“Ver şu kitabı!”
Sayfaları hızla karıştırıp az önce okudukları yeri
buldu ve yüksek sesle okudu:
“O zaman Nüzhet, İrfan’ın yeniden yerine oturup
iki ellerinin içine başını aldığını, hüngür hüngür
ağladığını işitti.”
275
“Evet, tamamen bu şekilde. Halit Ziya böyle mi
yazmış? Böyle kalacak o zaman. Neden yanlış
olduğundan kuşkulanıyorum peki? Çünkü geçmişte olup
bitenler şimdiye ait olamazlar. Madem ki unutmak da
olanaksız, öyleyse oyunu kurallarına göre oynamalı ve
geçmişi hesaba çekmeli artık. Ama önce sükûnet olmalı.
Bizden öncekiler gibi, diğerleri gibi coşkuya kapılarak ya
da bunalımlarda boğularak değil, senin az önce
söylediğin gibi, yaraya tuz basmaktan vazgeçerek artık çünkü inan kimse sevmiyor aslında karanlığı- hesaba
çekmeli geçmişi. Dilini öğrenmeli mesela geçmişin,
‘Seni seviyorum’ nasıl denir, öğrenmeli bunu. Nasıl
diyorlarmış eskiden, neden, hangi ruh hâliyle?.. Anlıyor
musun, reddedişlerden ya da sorgusuz sualsiz
kabullenişlerden, hepsinden öte bu ikisinin arasında
kalmışlıklardan bıktım usandım ben. Sindirebilmek
istiyorum tarihi ve aşkı ve seni!”
“Sakin ol...”
Levent sustu. Sonra gülümseyerek “Sakinim.” dedi.
“Ama n’olur beni anla! Yalnızlığım tepe taklak bir
isyana dönüşürken ben, Toprak’a bakmaktan öteye
geçemem. Yüreklerimiz ısınsın diye yaktığım ateş.....
Ormanlar!.... Oysa yalnızlık, susmaktır Haksâr!
(Off!.. yol üstünde bekleyen kumral kız!!!)
Ve susmak... ‘Gibi’si fazla, susmak yanmaktır sevgilim!
276
“Bak, sana sevgilim dedim!”
(Az önce tedirgin olduğu heyecana kapılabildi mi
şimdi Haksâr? Bilmiyorum, bilemiyorum da! Ama
sustuk. İkimiz de, hepimiz de... Sadece fokurdayan
nargilenin sesi ve ağır tömbeki kokusu vardı.)
277
278
3.BÖLÜM-TEREDDÜT
(ımızganma)
279
280
Bir kaç kere omzumdan dörttü babam. “Kalk,” dedi;
sabah olmuş. Sesini duyuyordum ama cevap
veremiyordum, çünkü aslında uyuyordum ben, hem de
daha düşüm bile bitmemişti. Bir ara sesi kesildi, sanırım
odadan çıktı. ‘Bıktı herhalde’ diye geçirdim içimden düş
arasında. Hayır; elinde bir bardak suyla geri geldi. Tehdit
ediyordu, sanırım suyu yüzüme dökecekti. Tam o anda
mezarlıkta bir ışık patladı. Artık babam iyice yok
olmuştu.
Dudaklarım yapış yapış olmuş. Uykusuzum,
gözlerim bir çift alev topu gibi. Başım da ağrıyor ama
ona alıştım. Mermer duvarla çevrili bir mezarın başında
çöktüm, yorgunum tabi ama... Lanet olsun! Burası
mezarlık, bu ne gürültü!..
Beşyol’da indim bu sefer; hep aynı durakta inmek,
hep aynı otobüs hikayelerinde boğulmak gibi olmaya
başlıyor bir yerden sonra. İşte, biraz yürüdükten sonra
köşeyi döndüm ve duvarı takip ederek girişi buldum.
Derin bir nefes alıp “Esselamü aleyküm ya ehli kabir”
dedim ve daldım içeri.
Babamın “Oğlum kalk, arkadaşın telefonda...”
dediğini o an duymuştum. Yalan söylüyordu; düşümde
gülümsedim. Babam eskisi gibi değildi hiç. Tekme tokat
girişse, üç, en fazla dört saniye sürerdi yataktan
281
fırlamam. Çok değişti, çok eskidi. Öyle ki, “Çek silahını
baba!” demenin de pek bir anlamı kalmadı artık. Hem
belinde de taşımıyor, oysa on kişi gibi hissederdi kendini
onunla. Artık bir kişi olmaktan da yorgun, tabi, bir kişi
olmaktan da yorulduk. (Ses etme Hüsamettin Albay,
kulak kabart mezarlıktan gelen curcunaya.)
Hem entellektüalite anlamında, hem de sanat
adına beş para etmeyen adamlar kültür ortamımızda köşe
başlarında oturmaktalar. Adamın karşısında ayakta
durabilmek meseleyken bir de reklam istemek, o milyon
dolarlarından bir nebze olsun dilenmek için bile türlü laf
ebelikleri şart. Eminim Yunanistan’la bir savaş çıksa
aramızda, ülkeyi ilk bunlar terkederler!
‘Mezarlıkta aşk olur mu?’ sorusuna geçmeden önce
babamla aramızda (yani babamla ımızganan ben arasında
demek istiyorum) geçen son diyalogdan bir bukle
sunuyorum:
“Mustafa, oğlum saçların neden bu kadar ağarmış?”
Ne kadar ciddiydi, emin değilim. Ama cevabım net ve de
sert oldu:
“Sen kendine bak baba!”
Bunu söyleyince biraz duraksadı sanırım. Sonra bir
şey daha demeden odadan çıktı. Herhalde banyoya gidip
saçlarına bakacaktı. Her ne kadar kederlensem de
bazıları, babamın bu son hâline de ısınıyorum galiba:
282
Şirin ve duygusal... (Bunun ne demek olduğunu
anlatmak zordur. Yani yaklaşık on beş yıl boyunca
yüzünde gülümsemeden iz göremediğiniz bir adamın,
artık somurtmaktan bıkmış ama gülmeye de iyice sarkan
yüz hatları izin vermediği için üşenen hâline şahitlik
etmek.)
Açık konuşmak gerekirse, ben söz konusu kitleleri
tanımakla vakit kaybetmek istemiyorum. Yazdıklarımla
ne yapabileceksem o... Kitle kendi kendini doğursun.
Bunu yapabilirler mi, bilemem. Ümitsizliğe kapılmaktan
tenzih ederim kendimi. Hem direk beni ilgilendiren bir
konu da değil bu. Toplumbilimci ya da tarihçi ya da
başka bir şey değilim. Bir lanetli ımızganma döneminin
uyanık kalmaya çalışan ‘kişi’lerinden biriyim sadece.
Ölü değilim ama tam manasıyla diri de sayılmam.
Düşümde, mezarlıkta geziniyor olmam da buna delalet
ediyor olsa gerek. Sert porno replikler de giriyor araya
ama müsaadenizle onlar kişisel tarihimin malı olsun.
Hem şeytanî olanların yoruma gereksinmeleri yoktur.
Bize rahmanî düşler gerek. Bunu İmam Nablusî’den
okumadım ama olsun, muhakkak o da söylemiştir.
(Düşünmüyor değilim, ben de annem ve teyzem gibi hiç
olmazsa sabahları sadece Nablusî okusaydım... ne
bileyim, belki daha mutlu olurdum.) (Şimdi de mutsuz
olduğumu söyleyemem aslında. Yani hiç olmazsa
Antonie Roquentine ve... mesela Hikmet Benol’dan daha
283
mutluyum. Bunu İslamlığımdan ziyade birey oluşa karşı
gösterdiğim tepkiye bağlayabilirim belki. Neyse.)
Kalabalığı görünce doğal bir tepki gösterip irkildim.
(Birisi “irkilme” eyleminin sadece hayvanlar için söz
konusu olduğunu söylemişti. Buna karşı çıkmıştım, yani
hakaret niteliği taşıyor diye.) Ama yabancı pek kimse
olmadığını görmemle birlikte gevşeyiverdim. Bende
gevşeme oturma şeklinde vuku bulur. Düşte iskemle de
gerekmediğinden bu konuda zorluk çekmedim...
Ama gürültüden gerçekten rahatsız oldum. Artık
pek söz de geçiremiyorum. Herkes kendine bir ‘imaj’
bulmuş, beni pek takan yok. Adamım hariç tabi:
“Şimdi konuşmayalım istersen.” dedi yanıma
oturduktan yaklaşık altı dakika sonra.
“Neden ki, şimdinin nesi var?” dedim.
“Görüyorsun işte, şölen var.” dedi. Mezarlığı
boydan boya gezdim gözlerimle. ‘Şölen ha,’ diye
geçirdim içimden. Şimdi muhtemel dinleyici (ya da
duruma göre okuyucu) için ‘Ne şöleni?’ sorusunu
cevaplamak gerek. Bakalım...
“Dostum...” dedi. Yüzüne baktım. Bekledim. Çıplak
ayağına takıldı gözüm. Baş parmağıyla toprağı
eşeliyordu.
284
“S.ktiret muhtemel bilmem neleri!” Şaşırmama
fırsat vermeden, tabi üslûbunu düzelterek devam etti.
“Bak işte, onlar da buradalar, ama çıtları çıkıyor
mu? Halbuki... ben Fransa’dayken...”
Dayanamayıp kahkahayı patlattım!..
Tepki vermedi. Yine birkaç dakika sustuk.
Malva’nın sesi düşte ön saflara geçiverdi. Gözlerimle
aradım, sağ tarafta, büyükçe bir taşın üstüne çıkmıştı;
onca yaşına rağmen öyle güzeldi ki sesi!
“Bakıyorum kahkaha atmayı öğrenmişsin!”
“Aman da aman, adamım tavır koyuyor ha...”
Hızla biri
yakalayamadım.
geçti
arkamızdan.
Döndüm
ama
“Hubbâz Teyze.” dedi Davku.
“Çok hızlıydı.” dedim.
“Öyle, dedi, artık hızlandık.”
.
.
.
Oysa ölüler konuşamazlardı... Düşler ölmezdi,
düşler biricik aydınlıklardı ve ölüm, karanlıktı. Ama
ölümü düşünde görmek, işte bunun adı ımızganmaydı.
285
“Gitme!” dedi ve nihayet yüzüme baktı.
“Çelişki öldürüyor Davku!” dedim.
“Vazgeç artık.”
“Ya sen?..”
“Ben...”
Yine hızla geçti arkamızdan Hubbâz Teyze. Biz
sustuk. Nal seslerini seçebilene kadar gürültünün
arasından, hep sustuk. (Ama bunu çok özlediğimi itiraf
etmeliyim.) Nişantaşı’nda aheste aheste yürüyen hiçbir
kadın bu kadar güzel sesler çıkaramazdı ince uzun
topuklarıyla ama Şîran, işte öldüren bir yürüyüş ve nal
sesleri... Benim sağımdan geçerek girdi mezarlığa.
Davku başını öne eğmiş kımıldamadan duruyordu. Bir an
ona âşık olmaktan korktuğu için dönüp bakmadığını
düşündüm. Şîran’ı görünce unutuverdim bu düşünceyi. O
beni görmemişti. Zarif vücut hareketleriyle mezar
taşlarına basmamaya özen göstererek ilerledi. Biraz
ilerde durdu. Siyah permalı saçlarını dalgalandırdı
parmaklarıyla. O anda Malva sustu. Birbirlerine
bakıyorlardı, ya da birbirlerinin olduğu yere bakıyorlardı.
Yine hızla Hubbâz geçti arkamızdan. Davku ayağa
kalktı. Şîran başını bize çevirdi. Davku’yu görünce
somurttu, ya da bana öyle geldi, ama beni görünce birden
gülümseyerek yanımıza geldi.
“Merhaba güzel adam!” dedi. Ben de
gülümsüyordum, onu gördüğüme sevinmiştim.
286
“Sana da merhaba güzeller güzeli!” dedim ve ayağa
kalktım. Eğildi ve başını bana uzattı. Dudaklarından
öptüm. Gül kokuyordu... Birden elimi tuttu Davku ve
beni çekti.
“Yürü, gidelim buradan!” dedi. İttim onu.
Sendeledi, ayağı takıldı ve yere düşecekmiş gibi oldu.
Birden bir el uzanıp tuttu onu. Başımı kaldırıp bakınca
Hubbâz Teyzeyle göz göze geldim. Kaşları çatılmıştı ve
belli ki çok yorgundu. Bakışlarıyla azarlıyordu beni.
Utanıp başımı eğdim. Teyzenin etrafındaki toz-duman
dağılmaya başladı. Susmuş bana bakıyordu.
Malva yeniden başladı şarkı söylemeye, sekiz
santim kalınlığında deve desenli bir yılan kıvrıldı
bacaklarımın arasından, ihtiyar Venûlüs’ün sakalları
parladı mezarlığın sol ucundaki kulübenin önünde
sıralanan sandalyelerden birinde, Davku ekseni etrafında
bir tur döndü ve;
Şîran yok oldu!
“Yürü, gidelim buradan.” dedi Davku.
“Adamım!
dedim,
ben
buradan
gitmek
istemiyorum!” Sustu ve tekrar oturdu. Ben de yanına
oturdum. Beraber denizi seyretmeye başladık....
Yataktan kalkınca odanın kapısını bulamazsın ya
karanlıkta, kendi yatağını hatırlar ve iç geçirirsin; ne
arıyorum ben burada, burası neresi ki, diye sorarsın hatta
kendine, bir o duvara bir bu duvara bindirirken. Okulda,
kantinde arkadaşınla oturuyorsundur da arkadaşın sana
287
sınav sorularının ne kadar zor olduğundan
bahsediyordur; sen bakıyorsundur suratına ama kimin?..
Baban son zamanlarda sıklaşan terör eylemlerinden
şikayet ediyordur ya da Fenerbahçe’nin Galatasaray’a
yenilmesinin sebeplerini sıralıyordur ve sen, yine
bakıyorsundur suratına ama kimin?... Kız sana ilişkinizin
artık duygusal boyutunu yitirdiğini, ama istersen çok iyi
arkadaş olabileceğinizi anlatıyordur Bakırköy’de,
Japon’un yerinde ve sen, bakıyorsundur suratına AMA
KİMİN?! Feyzullah Bey, Metin Üstündağ’ın bulantısını
anlatıyordur sana, Enis Bey fizik okuyor olmanın
avantajlarını söylüyordur, Hilmi Yavuz ‘net tavır’
bekliyordur, Aydın Oğuz birlikte çalışmaktan söz
ediyordur, son şiirini anlatıyordur, yeni öyküsüne
başlayacaktır, dergiden atılmalarından dem vuruyordur,
reklamcılara küfrediyordur, öykü yarım kalıyordur, kitap
basılmıyordur, tren gidip geliyordur, kuşet yanıp
sönüyordur, makas... yanıp sönüyordur.. elektrikler
gidiyordur, sular kesiliyordur, telefon çalışmıyordur,
ayakkabıların kokmaya başlıyordur, önde oturan kızın
saçlarının ne kadar ipeksi olduğuna bakıyor ve
dokunamamaktan helak oluyorsundur,
Deniz diye bir şey yok aslanım! Çünkü renkler,
sayılar ve harfler gibi insanoğlunun uydurduğu
saçmalıklardır ancak. Uydurmalar, hep uydurmalar.. Sen
288
uydurmasın, ben uydurmayım, bu mezarlık, bu deniz
uydurma, aşk uydurma. Anlıyorsun değil mi?
- Hayır!..
Olsun, anlaman da gerekmez zaten. Açıkça
söyleyeyim ne düşündüğümü: Toplum dedikleri o şey
var ya, ne zaman ve nasıl olduğu umurumda bile değil,
bir şekilde anlam kaymasına uğramış. Artık “toplum”
deyince zihnimde canlanan tek şey “kalabalık” oluyor.
Bunu anlıyor musun, kalabalık!.. Tiksinç bir şeydir,
Eminönü gibi, balık ekmekçilerin orası var ya,
yürüyemezsin, hep birine çarparsın, halk otobüsüne
binersin, ter kokar, tuhaf gıdalar vardır, gastelerle
örtülmüş naylon poşetlerdedirler ama yine de iğrenç
kokarlar.
- Bakış açısına göre değişir. O kokulardan zevk
aldığın dönemleri de biliyorum ben senin.
Ha-ha.. Sadece âşık olduğum zamanlar... Neyse,
kafamı karıştırma, düşünüyorum.
- İyi ya, düşün, engel olan mı var...
Bizim için tarih, belki Tanzimat dönemiyle birlikte
son buldu. Aslında Batılılar için de yaklaşık olarak aynı
zamanlarda. Ama onlar Napolyon’a kadar abartıyorlar.
Pek okumadım ama Hegel olabilir; yani onun düşünüp
söyledikleri Batı’daki tarihi bitirmiş olabilir. Ya da
Bataille... aslında Sartre.. Evet, Sartre’la birlikte
netleşiyor onların sonu. Ama biz... Tabi, tam olarak
çözebilmiş değilim bunları ama bizim durumumuzun
289
biraz farklı olduğunu biliyorum. Bir defa biz
Doğuluyuz... Gerçi bunun da ne demek olduğundan emin
değilim, Oryantalizm kitabını okuyunca kafam çok
karışmıştı. Okuma saçmalıklarını bir kenara bırakırsam,
Doğulu olmayı çocuk olmakla ilişkilendirmek o kadar da
yanlış olmaz gibi geliyor. Yani sosyal hayat bakımından.
Ne bileyim, burada her zaman bir lider, bir kurtarıcı
beklenir ya.
- Orada da beklenir... Bu bir fark değil..
Evet ama aynı şey değil. Burada, yani Doğuda
bahsettiğim bekleyişte hep mistik bir anlam vardır.
- Mistik mi?..
Evet, mistik. Aslında bu şekilde de özetleyebiliriz,
tabi biraz kaba olur ama olsun: Doğu, mistik olandır.
- Bence saçma! Doğu mistik olmaya zorlanandır
desen belki...
Bence de... Ama sonuçta Ahmet Hamdi’yi okumak
çok fazla acı veriyor. Hele Oğuz Atay... Ben ilk Sartre
okumuştum, yani ciddi olarak, hem de Bulantı’yı.
Antonie Roquentine ve... Neydi o beklediği kadının adı?
Lola mı?..
- Hayır, öbür kitapla karıştırıyorsun.
Hı hı, haklısın.. Neyse, ama yerin adını
hatırlıyorum, Bouville... Ve İstanbul... Kafka ve
Camus’dan da zevk alabilirdim ama zamanlama yanlıştı.
O dönemde kişisel aydınlanmalarımı yaşamaktaydım.
Sen bilmezsin, o zamanlar yoktun.
- Şimdi de yokum.
290
Tamam, kes! Biliyoruz... Ranzanın alt katı ve
“Yoksa Allah yok mu?” diye sormak!.. Ne büyük
dehşetti o, aman Allah’ım! Ürpererek sabahı beklemiştik.
Ha-ha, ezan okuyunca da sabah namazı kılmıştık ama,
dostum Şefik ve ben... Zaten aydınlanma dediğimin de
bununla ilgisi yok. (Gerçi aydınlanma diye bir şey de
yok ya neyse..) İlk cinsel ilişki... bu çok önemli Davku.
Şöyle düşün: Sütsüz kahvenin kaymağı olur mu?
- Ne?
Ha ha ha..! Ne bileyim, aklıma geldi.
...
Kurt Cobain’in intihar ettiğini yurtta öğrenmiştim.
Gene kaçıp sahile inmiştim. Saatlerce denizi
seyretmiştim böyle. Sarsıla sarsıla ağladığımı biliyor
musun?
- Biliyorum, anlatmıştın.
Evet, anlatmışımdır. Gerçi ben Şeyh Kasım
öldüğünde de ağlamıştım. Hatta geçenlerde Barış Manço
ölünce de çok ağladım. Dur bakayım; Tanju Okan..
hayatımda dinlemişliğim yoktur ama o öldüğünde de
ağlamıştım. Sonra Hulusi Kentmen de var, Sadri Alışık,
Münir Özkul...
- Münir Özkul ölmedi daha...
Hah, yazdıklarım okununcaya kadar o da ölmüş
olur.
- Allah göstermesin!
291
Amin!. Amin tabi... Ama Hamiyet Yüceses ve, Zeki
Müren de öldü!.. Evet ama, olsun, üzülme, Orhan
Gencebay var daha...
- Kadir Savun?
Evet... Ve Erol Taş.... Ama dedim ya, Orhan
Gencebay var, hatta, tabi ya: Müzeyyen Senar!
- Eee?.. Nereye varmak istiyorsun?
Hiçbir yere. Yolun sonuna çoktan geldik Davku.
Varış diye bir şey yok artık.
- Yolun sonu da yok, biliyorsun.
Ona bakarsan yol diye de bir şey yok. Arda Denkel
hocanın anlattığı argümanı hatırlasana... “Şu anda biz
rüyada olabiliriz ve dışarıda yağmur yağıyor olabilir.”
- Bouville...
Arda Hoca hastaneye kaldırılmıştı, duydun mu?
- Hayır, nesi varmış?
Bilmiyorum, sanırım beyninde bir şey...
- Şimdi ne durumda?
Bilmiyorum...
Kalk hadi, gidelim.
Bunu söylediğinde ‘nereye?’ diye sormayacak bir
tek kişi vardır, o da adamım Davkudur. Öyle ama,
gerçekten özgür olan sadece düşler değil midir?
Biliyorum, özgürlük kel alaka oluyor, zaten düşler de
292
biraz öyle. Tasvirlerde zorlanınca (düş) yazıcı amcam,
böyle düşler giriyor araya. Yoksa hepsi hikaye!
Mezarlıktan çıktık. Kimse dönüp sormadı nereye
gittiğimizi. Oysa bu onları son görüşümdü. Hayır,
üzüldüğüm, zavallı ölüler biri gelip de bir Fatiha okusun
diye yalvar yakar beklerken benim haysiyetsiz
düşlerimle yetinmek zorunda kalıyorlar. Öyle öyle,
abartılı bir laf etmedim, aynen öyle: Düşlerim
haysiyetsizdir.
“Kalk, dedi Davku, Karîn geliyor.” Ayağa
kalktık. Etrafa
bakınıyordum, sesler yavaş yavaş azalmaya
başladı. Artık
sadece Malva şarkı söylüyordu. Tam arkamda
bir kırbaç sesi
duydum. Düş bitti.
293
294
2. K İ T A P - OTOSTOPÇU
295
296
1.BÖLÜM - KIYI
297
298
DAVKU’NUN GİDİŞİ VE MONOLOGLAR
(Mehmet Batur ve sandık cini Mustafa arasında
diyalogdur.)
Kimse yok şimdi, tek başıma kaldım... Telaşlıyım,
sinirliyim. Yağmur tokat gibi çarpıyor pencereye.
Yağmur yağıyor!.. Kendime hakaret etmek için bir
bahane arıyorum... İlaçlar azaldı, sözler tutulmuyor, hep
telaş var.
Her an biri girebilir odaya; düş yok ama, artık düş
yok!..
Ben niye yazamıyorum?
Biri var arkamda, korkuyorum bakmaya... Biri var,
evet, halıya sürüyor ayaklarını. Kalın yün çoraplar,
kırmızıdır kesin. Melekler ayaklarını sürürler mi ki?
Cebrail’in yetmiş kanadı vardı, di mi? Senin kaç kanadın
var? Omzum ürperdi. Bir el dokunuyor omzuma. Oh!..
İçim boşaldı...
“Aah!..”
“Şşşt.. Sakin ol, benim.”
“Ödümü patlattın!”
“Ne yapıyorsun burada?.. Yazıyorsun!..”
299
“Hayır, sadece resim yapıyorum...”
“Çek elini, onlar harf, sen yazıyorsun...”
“Git başımdan, sana ne, yazarım yazmam!”
“Ne var bunda çekinecek, yazarsın elbet.”
“Git başımdan, dedim!”
Pencereye gitti. Perdeyi aralayıp dışarı uzattı
kafasını. Kafası ıslanıyor. Yağmuru seviyor o da...
Yağmuru da o seviyor, ben değil. Pis herif! Nasıl da
kasılıyor!..
“Ne de güzel yağıyor mübarek!”
“Susacak mısın, gidecek misin?”
“Ne yaptın ona?”
Yüzüme bakıyor mu? Hayır, hâlâ dışarıda kafası.
“Kime?”
Neden sordum, neden!?
“Ona, onlara... Niye gitti hepsi?”
“Bilmem, ben bir şey yapmadım.”
Gülümsüyor, hissediyorum. Şimdi bir uçak düşse
kafasına, Allah’ın belası!...
“Sen niye bu kadar toysun?”
“Ne?”
“Boşver...”
“Off!.. Ne zaman gideceksin?”
“Hiçbir zaman! (İçeri girdi.) Sen ne zaman
öleceksin?”
“Haha, hiçbir zaman!..”
300
“Hahaha!..”
“Kalk hadi, çıkıp gezelim. Bak, ne güzel yağmur
yağıyor.”
“Sen çık, sen seviyorsun yağmuru...”
“Çıkart tişörtünü.”
“Ne?!”
“Üstünü çıkart ve buraya gel.”
“Şimdi de sapıtıyorsun ha!”
“Hahaha.. Hayır, sana bir şey göstereceğim.”
Ayağa kalkıp yanına sokuldum. Eliyle geri itti.
“Üstünü çıkartmadan olmaz,” dedi. Resmi ve yazıları
silinmiş nirvana tişörtümü çıkartıp kanepeye attım.
Çıplak kalmıştım. Birden rüzgar esti ve üşüdüm.
“Yaklaş,” dedi. Pencereye yanaştım. “Yukarı bak, daha
yukarı...” Baktım..!
Gökyüzünde anızlar yanıyordu!
O sigarasını bitirene kadar baktım, kımıldamadan.
Sonra şakaklarımı sıyırarak boşluğa fırlayan izmarite
baktım. Aşağıya, park etmiş arabalardan birinin üstüne
düştü. İçeri girip yüzüne baktım.
“Gözlerine ne oldu senin?” dedi.
“Ne, ne olmuş gözlerime?!”
“Altları, yanları morarmış... Biriyle kavga mı ettin
yoksa?”
“Evet, dün gece arkadaşlarla bir kahvedeydik, maç
yüzünden kavga çıktı, biraz dayak yemişim!”
“Niye ağlıyorsun?”
301
“Git buradan Mehmet Abi, n'olur git! Yalnız
kalmak istiyorum.”
“Yeterince kaldın, bir halt edeceğin yok tek
başına...”
“Sen olunca ne olacak, yardım mı edeceksin bana?”
“Bir kere etmiştim di mi?”
“...”
“Fazla kahven var mı?”
“Bilmem, bak oraya.”
“Sigaran da varmış, çok iyi. Otur şöyle.”
“Hahaha!.. Çocukluğumdan mı başlıyım doktor
bey?!”
“Fena olmaz aslında ama onu biliyorum, sıkıcı olur
şimdi...”
“Kıl bir adamsın aslında, biliyor musun?”
“Hayır, niye kılmışım?”
“Oturdum işte, sor?”
“Pişman mısın?”
“Tabii ki!”
“Neyden?”
“Her şeyden.”
“Mesela?”
“Daha fazla test çözmek varken felsefe fasiküllerini
okuduğum için pişmanım mesela.”
“Bunu bir daha söyler misin?”
“Tamam, değilim.”
“Haha... Senin bu çelişkine hayranım işte!”
302
“Hayranmış!.. Ben de senin bu her şeyin üstüne
çıkan tavrına hayranım!.. Kılsın işte!”
“Hadi felsefe yapalım.”
“Hadi yapalım!”
“Nedir çelişki?”
“Epikür müydü, neydi adamın adı? Bir elini sıcak
suya, diğerini soğuk suya soktuktan sonra iki elini de ılık
suya sokuyordun ve iki elinle algıladığın ısı da ılık suyun
gerçek ısısı olmuyordu. Bu işte. Kaçınılmaz çelişki...”
“Aman da aman, unutmamışsın... Devam et, nedir
çelişkinin sorunsalı?”
“Haha... sorunSAL... haha!..”
“Tamam, cıvıma; nedir söyle?”
“Bireysel anlamda bir sorun yok aslında, sorun
toplum içi bir varlık, bir fert olduğunda başlıyor...”
“Yani?..”
“Yani toplum çelişkiyi kabullenmiyor. Bu da büyük
bir sorun.”
“Neden?”
“Neden olacak, sen çelişkiden vazgeçilemeyeceğini
biliyorsun ama toplum bunu anlamıyor.”
“Anlamıyor mu?!”
“Kabul etmiyor. Kabul edemez çünkü eşyanın
tabiatına aykırı bu. Çelişki düzensizliği getirir
beraberinde ve toplum temelde düzene muhtaçtır. Yani
bilinen bu...”
“Eee?”
303
“E si bu işte! Ben çelişkiyi hücrelerimde
hissediyorum ve bunu topluma kabul ettiremediğim için
dışlanıyorum...”
“Dışlanıyorsun!?”
“Tabii ki hayır, kendimi dışlıyorum. Ama bu da bir
gereklilik, böyle yapmak zorundayım. Hem karakteristik
özelliklerim, mesela bazı konulardaki ayyuka çıkmış
yeteneksizliklerim!..”
“Hangi konular? Mesela?”
“Haha.. Biliyorsun, başta ilişkiler geliyor. Ne ben
insanları
anlayabiliyorum,
ne
de
kendimi
anlatabiliyorum.”
“İlişki?.. O ne demek şimdi?”
“Aşk işte, hani şu bilinen. Ben onu, o beni tanır, biri
‘hadi’ der. Sonra olur. Sonra devam eder. Sonra biter.
Sonra, bazen yine başlar, yine biter... Böyle böyle...”
“Sadece bu mu?”
“Hayır, dostluk da var. Hatırlarsın, Ramazan ayıydı,
iki kadeh içmiştim sadece, sarhoş değildim ama bok
gibiydim. Malum mesele. İkisi de söz söyleyemez hâle
gelmişlerdi, yattılar. Ben dolaba dayanmış boş boş
bakınıyordum.”
“Boş boş bakınıyor muydun? Ne düşünüyordun?”
“Dur, kesme... Tabi boş bakmıyordum, onu
düşünüyordum, ve de kendimi, ve de o şeyi... Aşkı...”
“Eee?”
“Kalktım ve pantolonumu giydim. İkisi de ne
yapacaklarını şaşırdılar. Saat üçü geçmişti ve ben evden
304
çıkmaya hazırlanıyordum. Susup kaldılar. Ben çıktım.
Erenköy’den Kadıköy’e kadar yürüdüm. Off, ne sabahtı
ama!.. Sahur vakti Göztepe’ye yaklaşmıştım. Bir anda
uzaktan davul sesleri gelmeye başlamıştı. Sonra, birden
bütün sokaklardan davulcular çıkınca... Muhteşemdi!”
“Yani?”
“Yani adamlar benden ümidi kesmişler o gece.
Muhtemelen Boğaz’dan atlar demişler. Haha..
Boğaz’dan atlarmışım. Anlatamadım, özür filan diledim
sonra, düzeldi aramız. Anlıyor musun?”
“Evet...”
“Evet, ne?... Haha, niye sustun?”
“Kahve koysana.”
“Peki...”
“Puffff... Onu neden bıraktın, öteki için mi?”
“O kim, öteki kim?... İsimler verelim en iyisi.”
“Tamam, O’na ‘düş’ diyorum. Ötekine de......”
“Gerçek, diyelim.”
“Neden?”
“Hiç bu kadar yakınımda esmemişti rüzgar... Yani...
Hiç bu kadar derinden koklamamıştım toprağı...”
“Toprak diyelim o zaman ona. Toprak kadını.”
“Hayır, insanı. Toprak İnsanı. Hatta dur, adı Nergis
olsun.”
“Peki, ya öbürü, Aglaya?”
“Onun adı var ya işte.”
305
“Tamam, şimdi yine soruyorum: Düş’ü, Nergis için
mi bıraktın?”
“Hayır... Yani bilmiyorum aslında... Şöyle
söyleyeyim: Düşle beraber geçen her gün benden çok
onu öldürüyordu, bunun farkındaydım. Ama elimden bir
şey gelmiyordu. Ona ihtiyacım vardı... Bu çok pis bir
şey! Bunu her hatırladığımda atlayasım geliyor şu
pencereden. Var mı böyle bir adilik! Ama dedim ya,
elimden gelmiyordu, yani o kudreti bulamadım
kendimde. Ama ilk fırsatta kurtarmalıydım onu
kendimden, benimle ölüyordu çünkü. Karanlıkta
yürümeyi benle öğrendiğini, bensiz tek adım
atamayacağını söylemişti, bu doğruydu, hayır, ukalâlık
etmiyorum, öyleydi. Çözüm çok basitti, beni bırak ve
kurtul. Ama karanlığın büyüsü var işte, lanetli olanın
çekiciliği gibi... Bir defa çektin mi ‘esrar’ı bir daha
bırakmak ne mümkün. Ancak sert bir darbeyle
kesilmeliydi göbek bağı, başka türlü olamazdı. Ama
kimde var ki bu kudret!..”
“Varmış demek ki?”
“Evet, yine aşkın kendisindeymiş kudret. Düş’ü
Nergis için bırakmadım, Nergis konusunda, yani karaya
ayak basmak konusunda çekingendim aslında, ürkektim,
sadece o kokuyu almam yetti. Bütün bedenim yaşamla
dolar gibi sihirli bir ‘kurtuluş hırsı’yla dolup taştım. O
gece, yaptım işte. İlk anda beklediğimden çok az tepki
verdi. Ötekilerden çok daha ciddi olduğunu anlamıştı
ama tepki vermemişti işte. Hatta o gece evde ‘Hürüm!’
306
demiştim kendime. Poff.. Hürüm! Sonra sabah!.. Bunlar
çok normal. Belki acı çekecek, çok çekecek ama olsun,
onu kurtardığım için pişmanlık duymuyorum. ....”
“Niye sustun?”
“Bazı şeyler unutulmuyor ama Mehmet Abi!...
Yirmi küsur yıldır omuzlamışsam şu mezbeleyi, nereden
baksan altı yılını onunla çekiştirip durdum hayatın. Bir
çift yeşil lensin işaret parmağından göze gidişini
unutmak kolay değil ki... Gülümserken onca sigaraya
rağmen bembeyaz dişleriyle kemirmesi ruhumu, her
oturuşunun bağdaş kurarak bitmesi, konuşurken eliyle
gerdanını kapatması, dizlerini sallaması; saçlardan sakal
ve bıyık yapması, parmaklarını çıtlatması... Daha çok var
bunlardan.”
“Alışmışlık...”
“Evet, itiraf ederim bunu: Alışmışlık... Yoksa kabul
ederdim ona âşık olduğumu. Fazla sıkı bir bağ. O yüzden
koparmak acı verecekti tabi. Ama unutma Mehmet Abi,
bari sen unutma, o göbek bağının bir ucu da bendeydi.
Ve ben kestim ellerimle, ben kopardım.”
“Vicdan azabını bastırmaya çalışıyorsun...”
“Beceremiyorum ama.”
“Ya Aglaya? Onu unutabilmen hâlâ pek inandırıcı
gelmiyor.”
“Unutmak!.. Benim yüreğim Doğulu Mehmet Abi,
unutmak haramdır bizde. Sadece indirip sandığın bir
köşesine sıkıştırdım. Ama iyi de bağladım. Kolay kolay
çıkamaz artık.”
307
“Nasıl becerdin bunu, bakamıyordun bile?”
“Haha... Aşk Mehmet Abi, aşk... Kendinden yücesi
yine kendisi olan bir Allah’ı bilirim, bir de aşkı.”
“Nergis mi?”
“Evet ya!”
“Sadece aşk mı?”
“Hayır. Aslında sadece o değil. Yani onda başka bir
şey daha vardı...”
“VarDI mı?”
“Bilmiyorum, benden çıktı artık... Geçmiş zamanın
hikayesini sen yazarsın, o da yaşar gider... Ben gene
bekleme salonuna döner, otururum iskemleme.”
“Neydi o şey? Daha başka olan?”
“Tam bilemiyorum. Ama çok tanıdık bir şey. Hani
bilirsin, ‘Ahde vefa’ diye bir olay vardır İslam’da. Hani
ruhlar bedenlere üflenmeden önce bir meydanda -adını
unuttum- toplanıp Allah’a ona isyan etmeyeceklerine söz
vermişlerdir, o meydan işte... Hani bunca ‘sözünden
dönme’den sonra birden o meydanda bulursun da
kendini, yere kapanır hüngür hüngür ağlarsın
pişmanlıktan. ‘Çocukluk’ işte! İçerideki sandık, işte bu!
Dan dan dan, yumruklar vuruyordu sandığa. Direk
iletişime geçti ‘çocuk’la. Kapak gene açıldı. Işık, of
Allah’ım, o ne ışıktı! Her yanım tir tir titredi sanki. Ve
tutup kapattım Aglaya’yı sandığa. Yine o, Nergis, bir
üfledi, sandık kapandı. İçerisini, benim bakmaya cesaret
edemediğim içerisini gördü o.”
“Peki niye bozuldu her şey?”
308
“Ben!.. Biliyorsun işte, çelişkiler, iletişimsizlik,
salaklık,
kapasitesizlik,
algılayamamak...
Beni
anlamamakla suçlarken onu -kendim çok zeki bir
adamım ya!- tokadı bastı suratıma. Hak etmiştim ama
gene de ciğerimde duydum acıyı. Yok, benim ciğerim
yok, sanki, sanki midemde bir yerde oldu patlama. Hani
o ilk gün sızlayan yer var ya, orada işte. ...”
“Sonra?”
“Sonra mı? Ne olabilir, yine aynı hikaye. Tam kara
göründü diye bağırmıştı gözcü, tam da ben hayatımda ilk
kez, evet ilk kez, karayı hayal meyal görebilmişken sis
bulutunun ardında gene o malum fırtına geldi buldu
beni/bizi/evreni... Gördüğün gibi buradayım, dipte,
karanlıkta, eskisi gibi.”
“Ama Davku yok...”
“... Artık aşk tecelli etmeyecek demek istiyorsan
boşuna uğraşma. Ben hüküm vermekten vazgeçtim.”
“Haliç’te
görmüşler,
sigara
içip
denizi
kokluyormuş.”
“Aşk tiryaki olmuş ha!..”
“Hiç mi üzülmüyorsun?”
“Davku’ya mı? Yapma Mehmet Abi, beni
tanımıyormuşsun gibi...”
“Sanki pek umurunda değilmiş gibi...”
“Ben Toprak’ı kokluyorum şimdi. Bu kadar
yaklaşmışken,
doyasıya
kokluyorum.
Kokuyu
hatırladığım sürece yaşayacak. ....”
“Ne yaşayacak?”
309
“Hani Davku ölürken, hani doğum esnasında
sıkmıştı ya yumruklarını, ben bir düş kurmuştum ya
düşümde... Düşülkelerin zemini bir karış suyla kaplıdır
Mehmet Abi, ben kokuyu hatırladıkça Davku
yumruklarını gevşetecek. Umut, Mehmet Abi!.. Umut
olmasaydı bir an bile yaşanır mıydı bu çile! Allah bekler
miydi kullarım tövbe edecek diye? Umut, bir mit gibi,
evet, tam da bir mit gibi UMUT!”
“...”
“Madem ‘umut’ dedim, bırak beni daha ileri
gideyim. Gidip kendime yetişeyim ha? Yüzleşeyim
kendimle, ha?”
“Dinliyorum.”
“Neden yağmur yağınca toprağın kokusunu bu
kadar sever bu talihsiz insanlar, hiç düşündün mü bunu?
O kokudur işte Şeyh Galip’in ‘Hüsn-ü Aşk’ın sonunda
söylediği ‘Hitâmuh’ul Misk’. Abdülbaki (Gölpınarlı)
Hoca ayetin sonunu almıştı kitaba, kitap şurada,
versene.”
“Al bakalım.”
“LXXXIII. sürenin 26. ayetinin sonu: «içiminin
sonunda misk kokar; özleyip dileyenler, bunu özlesinler,
bunu dilesinler.» Bir de ‘hitam’ lafının anlamına bak
istersen...”
“Bitiş, tükenme!.. Mührün kağıtta kalan izi...”
“Evet, tam da bu işte... Her şey biter, ben ölürüm
hatta, ama hitamın miski kokmaya devam eder. ‘Ben
merkezcilik’ten sıyrıldığım zaman yüzleşiyorum (ya da
310
burun buruna geliyorum) dışımda var olan kokuyla;
dışımda değil, yani ötede, benden ziyade olan bir var
oluş bu... Yani...Yağmur yağar, tıpkı gözlerdeki nurun
akması gibi şakaklara, yağmur toprağa yağar, tıpkı her
gözyaşının ardından belli belirsiz bir coşku duyduğun
gibi, toprak kokar...”
“Sonuç? Ne olacak sonuçta, sen gene yalnız
kalacaksın.”
“Anlamıyor musun Mehmet Abi, toprak kokuyor
diyorum. Ben yalnız kalmışım, kimin umurunda! Hem
ben, Boyacı Veysel’den, Hamal Emin’den daha mı
yalnızım ki! Söyle, ben senden daha mı yalnızım
Mehmet Batur efendi! Yalnızlık, en zararsız yalanım
benim. Devirip üstüne çıkamadığım zaman’a, kadın’a,
eşya’ya ve hiç ama hiç öğrenemediğim Aşk’a karşı
ayakta durabilmek için uydurduğum en zavallı düşüm!
Ben Allah değilim Mehmet Abi, nasıl ki sen kaderi
yazmak olan biçare bir düşsen, ben de kaderi
debelenmek olan yine biçare bir kulum. Evet, bütün bir
hayatı ben ellerimle yapıyorum ama hiçbir şey
yaratamıyorum işte. Hiçbir şeyi yok edemediğim,
unutamadığım gibi, geleceği de değiştiremiyorum.”
“Çelişki!.. Hem ben yapıyorum, dolayısıyla ‘özgür
bir bireyim’ diyorsun, hem de değiştiremiyorum, yani
‘kulum’ diyorsun.”
“Haha...
Sana
bile
anlatamıyorum
işte.
Anlamadıklarına
çelişki
diyorsun.
Ben
sana
311
anlatamadığım için de o bir yarım kalmışlık, bir
bitememişlik olarak kalıyor.”
“Ve?”
“Ve ben burada cıgaramı yakıp dalıyorum... Ve
olup bitiyor her şey. Orada kimse yok. Burada ben
varım. Sen oradan bakıyorsun ki, aslında burada da
kimse yok. Kimse yok işte! Tek başına kalmış bir yalan
oluyor yalnızlık. Bir yalan gibi her şey, inanması çok da
zor olmayan bir yalan gibi; Allah... tek başına, yalnız,
orada ya da burada değil ve değilin de değili. Ama
inanıyorum. Ve bu da beni hiç alçaltmıyor.”
“Susuş...”
“Evet. Susuş... Ama sen varsın şimdi, yazıyorsun.
Beni
yazıyorsun,
onları
yazıyorsun,
geleceği
yazıyorsun... Tıpkı sahilde şövalesini kurmuş, piposunu
tüttüren o burnu kalkık ressam gibi, onun denizi,
gökyüzünü, balıkları ve balıkçıları çizdiği gibi. Susuş,
sanat denilen o şeyle soluklanabiliyor, yansıyor ve beş
duyuya indirgeniyor. Susuş bizim anlayabileceğimiz
şekle giriyor. Ama hep gizemli, her şey hep gizemli.”
“...”
“...”
“Yağmur durmuş...”
“Evet. Hep durur ya.”
“Demek öyle... Söyle o zaman, nedir denge?”
“Budur işte, çelişkiyi sindirebilmek. Hani yaşamak
diyorlar, işte ta kendisi.”
312
“Sandık... O ne olacak, ne kadar daha bekleyecek?”
“Açılıp kapanacak kapağı, ışık saçacak hep. Ben
coşacağım, coşacak ve ağlayacağım daha, güleceğim de,
gerçekten, içten. Çünkü düşler ölmezler Mehmet Abi,
belki germekten çekinmeyiz onları çarmıhlara ama onlar
hep kaçmanın yolunu bulurlar. Davku’nun yaptığı gibi.
Gene gelecek. Sımsıkı sarılacak bana, ben de ona. Çünkü
o benim adamım!..”
“...”
“‘Hepimiz öleceğiz’ edebiyatı Mehmet Abi...”
“...Ölmek?”
“Elbette... Hiç ama, hiçbir şey. Sıram gelince bir çift
işçi gelecek ve sandığı kavrayıp tarlanın öteki yanına
bırakıverecekler. Tarlanın öteki yanı... Terazinin öteki
kefesi gibi.”
“Kapattık mı şimdi Toprak/Nergis meselesini?”
“Hahaha... Şimdi ben aşığım Mehmet Abi, yüzüme
aydınlık yağıyor, İstanbul’a yağmur yağdığı gibi,
kapatılır mı o!.. Burada, dipte sıkılı bir yumruksa bir
kefem, yukarıda, damar damar olmuş açıkta bekleyen
avucum da diğer kefem. Sımsıkı sarılmışım çarmıha
Mesih’e sarılır gibi, kadın’a bakar gibi uzaktan. Bir el
gelip kırar ya bütün kapıları, emin ol Mehmet Abi,
yakalarım ben o eli.”
“Yakalar mısın?”
“Yakalarım tabi. Denizimiz ölü diye, tabutumuz
kara diye sıkılı yumruğumuzu boş sanmadın herhalde...
313
Al işte, buram buram toprak kokuyor avucum. Her bir
eklemim -her bir eklemi örümceğin- yeni bir yol ağzı
değil mi? Seçerim hep umudu; karanlığa alışınca
gözlerin,
bilirsin,
silik
de
olsa
seçebilirsin
şamdanı/delikanlı kadının ateş gibi parlayan gözlerini.
Balçık olmuş tarlamız, biliyorum ama bir çöp kibrit de
bulamayacak mıyız?”
“Bulacak mısınız?”
“Bulacağız sevgili Mehmet Batur, sen yazdıkça biz
soluk alıp vermeyi sürdüreceğiz.”
HAMİŞ
Bugün Hande “Üç ayı ve altın kız”ın öyküsünü anlattı,
daha ayrıntılı olarak. Bir de bugün çok uykusuzdum ben.
Uykusuzluk şey gibidir, üç ya da dört kadeh rakı içtikten
sonra (ruh hâline göre değişir sayısı) sandalyeden kalkıp
meyhaneden çıkar ve İstiklal’de yalpalayarak yürürsün;
ya da herhangi bir uyuşturucu madde (sızıp kalmayacak
kadar) aldıktan sonra sırtını en yakın duvara dayayıp
düşünürsün ya, işte onun gibidir. Mecidiyeköy’de
Yenikapı otobüsüne binip cam kenarına çökersin, kafan
oldukça dağınıktır, düşüncelerin de. Hani belki de tek
suçun volkmende hâlâ aynı kasetin bulunuyor oluşudur
(Ala gözlü yâr). Sonuçta dirençsizsindir ve hatırlarsın,
bir kaç saniyeyi bir kaç saat olarak açıverirsin.
314
Yapamadıklarını anımsar, daha bir kahrolursun. Otobüs
Yenikapı’ya varır, sen inersin ve hazır bekleyen diğer
otobüse binip kaldığın yerden devam edersin düş
kurmaya. Başın cama dayalı, gözlerin kapalıdır ama
uyanıksındır işte. Genç bir bayan oturmuştur yanındaki
koltuğa, öksürüğünden anlarsın genç olduğunu. Otobüs
kalabalıktır, bilirsin ama emin de olamazsın, belki de
sadece ikimiz varızdır, diye geçer içinden. Sadece ikimiz
olsaydık keşke dersin. Kaçacak, saklanacak bir yer
olmasaydı keşke dersin, mutluluk da artık bir tür
mahpusluk olabilseydi keşke dersin. Sonra bol imgeli bir
yığın cümle kurarsın ve saflığını yitirir düşlerin. Az önce
“keşke o zaman omuzlarından tutup öpüverseydim” diye
hayıflanırken, şimdi “keşke daha temkinli bassaydım
ayaklarımı toprağa” demeye başlarsın. Gerçek dünyanın
kirli silueti düşer, aynen bir gölge gibi, saflığın ve
katıksızlığın üzerine. Yazma arzusu coşku olur beliriverir
hemen. İşte o zaman sıkıp yumruklarını küfredersin
talihsizliğine, ya da aslında sadece kendine.
Hepsi bir bakıma “Harikalar diyarı” uyarlamasından
öteye gitmez yolların. Smokinli tavşanlar ve yumurta
kafalı adamlar vardır ormanlarda, iskambil kağıtlarından
elli ikişerlik gruplar hâlinde bir tabur asker dolanır ince
ağaç gövdelerinin ve onların gölgelerinin arasında,
koklayan ve havlayan köpekler vardır tıpkı sen tam da
“Ben mutluyum” dediğin zaman pusuya yatan yalnızlık
sayıklamaları gibi. Oysa bir bilinçtir kudret,
315
avuçlarındaki damarlarda işaretlenmiş şifreli bir yazı
gibidir; sıkmak ve gülümsemek yeterlidir.
Yani artık ansiklopediler harf değil de tarih sırasına
göre yazılmalıdır. Çünkü...
YAŞAMAK ÇİFT ANLAMLIDIR
Adım... Adım Zevrak, bir hikaye adamıyım. Bütün
hikaye
adamları
gibi
yarım
kalmış,
bütün
yalnızlar/yalnızlıklar gibi hep çift anlamlı, bütün terk
edenler ve edilenler gibi suskun.
Zevrak, bir rıhtım kuşundan çok ada martısıdır.
“Kıyı” fikrine yamanmış efsaneler antolojisi gibidir; su
ayaklarını süpürür durur ama toprak/kum içine
çekmektedir onu artık. Muallakta kalmışlığın en
belirgin/net
hâlidir
kıyıda
beklemek.
Zevrak,
Mustafa’nın, yani seçilmiş olan imgenin tecellisidir
iskelelerde.
Anadan doğma denizci olanların belasını verdiğinde
Allah, önce yağmur başlar adanın içerilerinde, ardından
toprak kokar. Zevrak, adının taşıdığı anlama binaen her
ada macerasının sonunda açılmak zorunda kalmıştır
okyanusa ama o küçük bir kayıktır ve okyanus, yine
küçük bir çılgınlık anında onu yutabilecek kadar büyük
ve kudretlidir. Zevrak bunun bilincinde olduğunu,
ölümün denizden geleninin başı üstüne yeri olduğunu
yineler durur kendine. Gel gör ki ne deniz kanar bu
316
yalancı bilince ne de toprak bıkıp siner kendi içine,
ormanlarına. Zevrak bir ada martısıdır, kendini
okyanusların yenilmez korsanı, donanmaların biricik
kumandanı sanır ama o aslında sadece bir ada martısıdır
ve hep dolanır durur... Çünkü ada sığınak olmanın
dışında topraktandır, kokusu denize eşdeğerdir, kudreti
karşı konulmaz, zahmeti çekilmezdir. Toprak yaşamanın
öteki anlamıdır.
Zevrak ayaklarını bastırınca suya bir sertlik duyar
ya topuklarında, beton sanır o zaman zemini, rıhtım sanır
yanaştığı iskeleyi, yük indirip, yük bindirecek ve yeniden
dönecek sanır okyanusa. Oysa orası ada sahilleridir artık
ve bastığı yer de topraktır sadece, kumdur. Zevrak
bilmez, bilemez ama var olmanın en dehşetli anıdır
kıyıya çıkmak; giremeden/dalamadan ormanlara ve
açılamadan yeniden denize/okyanusa, kalmak kıyıda;
istasyonda, havalimanında, otobüs garında, durakta;
kalmak. İşte burada susuvermenin bol oksijenli nemini
tadar Zevrak. Bir aşk yakar onu/bedenini/ruhunu, bir de
susmak.
Susmak?.. Sevgili konuşurken susmak değil! Zevrak
konuşunca susması sevgilinin... o da değil! Adayı ilk
gördüğünde, Zevrak’ın, sanki şilebin mendireğindeki
gözcüymüş gibi “Kara göründü!” diye heyecanla
bağırmasının hemen ardından görünenin aslında bir ada
olduğunu anlamasıyla tecelli eder susuş. Zevrak tam yol
ileri yaklaşmaktadır adaya, adada ormanlar, adada bir
kamp ateşi... Birazdan, çok değil, Zevrak ayak basınca
317
toprağa/kuma başlayacaktır yangın. Ateştir, ateş gibidir
susmak, kontrolden çıkınca bütün orman yangınları
sessizlik çöker ya bütün itfaiyecilere, itfaiye şeflerine,
öyle bir susmaktır ateşe bakmak. Orman yanmaktadır
ama elden bir şey gelmez, seyretmek, beklemek, bir
bakıma durmasıdır zaman’ın. Elinin tersiyle vurmak gibi
satranç tahtasına tam da “şah!” demişken... Susmak...
Geri dönüş başlar, alel acele, paldır küldür.
Yetişmelidir son vapura, iskele alınmadan atlamalıdır
alabandasına. Halatlar germektedir ama Zevrak’ı
adaya/toprağa/çarmıha... Kıyıya vardığında dehşetle
görecektir zaten denizin de alev alev yandığını.
Şimdi yaşamın iki anlamı birden yüklenmiştir
Zevrak’ın omuzlarına. Toprak kokusu bir omzuna, yosun
kokusu öbür omzuna. Çiftedir ölüm artık, çiftedir
yaşamak, çiftedir bütün giz. Hem zevkle bakacaktır
denizin yanmasına, hem içerleyecektir son bulan bütün
özgürlük masallarına; hem zevkle bakacaktır toprakta
yeşeren güle, hem ağlayacaktır yanan ormanlara. Hem
ağlayacaktır Zevrak, hem de gülecektir kahkahalarla.
Sonra susmak kader olacaktır. Zevrak bilincini ateşe
atacaktır. Oturup sahilde kumlara, düşünecektir.. Şimdi
denize mi dönmeliyim sırtımı, yoksa toprağa mı?
Şimdi denize mi dönmeliyim yüzümü, yoksa
toprağa mı?
318
Bir gün bir Cuma çıkacak ağaçların arasından, el
verecek Zevrak’a. Yeni bir ev inşa edecekler kıyı’da.
Balkonunda kaktüs çiçekleri, balkonunda tekir kediler,
balkonunda Elif adında yepyeni bir çiçek besleyecekler.
Sonra bir gün, elbette bir gemi gelecek ve alacak
Zevrak’ı adadan.
Bir gün bir gemi gelecek ve alacak beni buradan.
SEVGİLİ BORA
bütün bunları mektuba iliştiriyorum...
Sakın soru sorma, okumana bak. Bunu yapmak
zorundayım. Bir şeyleri birilerine anlatmak zorundayım.
Ve bu şeyleri -nedenini hâlâ tam çözemedim amasenden başka kimseye anlatmak gelmiyor içimden. Belki
de o hep hayran olduğum kayıtsızlığındır... Ama bunu
diğerlerinin Alyoşa’ya hikayelerini anlatması gibi de
almanı istemem. Hem Alyoşa hiç de kayıtsız değildi.
Dinlediği bütün hikayeleri kendisinin addetti.
Neyse..
Bu ilk mektup. Devamı gelir mi bilmem... Adını
koymayı düşünmedim hiç. “Edabi” değil tabi..
Hayatımda bir tek Eda tanıdım ben, o da üstüne edebiyat
yapılmaya değmezdi. Aslında iyi bir kızdı ama bir
minibüs hikayesinin dışında anlatacak pek bir şeyim yok.
Onu da anlatmayacağım zaten... Yani bu tamı tamına bir
319
“edebi mektup”... Ve sana yazılıyor... Umarım
beğenirsin, ya da en azından rahatsız olmazsın.
Aslında mektup şu cümleyle başlıyordu: “Keşke bir
dedem olsaydı şimdi, sarılıp boynuna eşekler gibi
ağlasaydım”
Ve bir başlık atıyorum mektubuna:
KIYI!..
Ünlem işaretine takılma, onun asıl yeriydi orası,
yani hep orasıydı da ben daha yeni öğreniyorum.
Tam da şimdi, bir otobüs hikayesi daha anlatmamak
için zor tutuyorum kendimi. Bir de bu gece eve kimse
gelmesin istiyorum, biraz yalnız kalıp kafamı dinlemek...
Aslında o güzel gözlü kızı da anlatabilirdim sana...
Haha!..
Ya da nasihat mi etmeli biraz?.. Pöh!
Biliyor musun Bora, artık otobüste ayakta
durmaktan korkmuyorum. Hatta kendimi biraz büyük
gördüğümü söylesem yalan olmaz. Yeni beremi
kabullendi toplum, eldivenlerimi, siyah boğazlı kazağımı
ve tabi siyah deri montumu da. Artık utanmıyorum.
Çünkü kendime önemli bir şeyi itiraf ettim ben; belki de
bir dayatmaydı... Suçlu olmayabileceğim gerçeğini
hatırlattım kendime.... Bu önemli Bora. Hem de çok
önemli. Her şey o lanetli suçluluk duygusundan
320
kaynaklanıyor çünkü, çarmıhla birlikte elimize
bırakılmış ceset...
Delikanlı vi adlı kaset çalıyordu volkmende. Bir
bebek gülüşü bölümü vardır, hangi şarkı bilmiyorum.
Her seferinde boş bulunup telaşla arkama bakıyorum.
Eskiden olsa ağlardım... hani vicdan azabı ve
pişmanlıklar silsilesi... Bunları senin de bildiğini hiç
unutmadım. Sen bunları bilerek bakıyorsun benim kirli
yüzüme. Ama hiç hatırlamıyorsun bile. Eskiden olsa
ağlardım, evet. Ama şimdi gülümsüyorum. Hani şu sanal
işaretini bir türlü icat edemediğimiz cinsten;
gülümsüyorum. Nasıl?.. Uçakta elleri kolları bağlı
Abdullah Öcalan’ın gülümsediği gibi gülümsüyorum.
Evet, tastamam öyle!
Utancı ve korkuyu reddetmenin mümkün
olmadığını biliyorum aslında, ama Ahmet Haşim’in
dediği gibi, tüm bunların uzviyetle bir ilgisi yok. vii Ve
birkaç saat önce Serkan’la birlikte kurduğumuz o
cümledeki ürkünç tat:
“Göğe çekildi düşler / ve biz / çarmıhtakini
taşıyoruz.”
Gravür efekti verilmiş bir adam ve kucağında bir
ölü kadın. viii
Ama Bora, şunu bilmeni isterim: ben kaybedenler
edebiyatı yapmıyorum! Aksine, umut doluyum. Şu an, şu
sandalyede bağdaş kurmuş yazıyorken düşündüğüm,
düşündükçe daha da çıldırdığım bir kadın var. Bir kadın
var, iki saat önce onun evinin çok yakınından geçecek
321
olan bir otobüsten indiğim... Hiçbir şeyden emin
olamama hâlime inat, daha da umut doluyum. Teker
teker baktım o yolcuların yüzlerine, onun komşularına...
Hepsi de o kadar güzel insanlardı ki! Hani deli
demeyeceklerini bilsem...... Sen demezsin ya... Burada
seni ilgilendiren tek şey de bu “delilik” hâli aslında.
Yanıldım mı yine Bora?..
Evet!
Hiçbir şeyden emin değilim dediğime bakma sakın,
bir şeyden, en önemli şeyden, hep önemli şeyden o kadar
çok eminim ki.. Bir kadın var ve ben onu deli gibi
seviyorum! Bilmiyorum farkında mısın? Dünya şu an
hâlâ dönüyorsa; mesela şu köpekler hâlâ çekinmeden
havlayabiliyor, şu uçaklar hâlâ ortalığı birbirine katarak
uçabiliyorsalar, ben, şu pencereyi delip atlamıyorsam
hâlâ, ve sen, saatlerini bir tek karesini taramaya
harcayabiliyorsan çizgi romanının, tüm bunların sebebi
işte
budur.
Hep
de
buydu
zaten...
Asla
vazgeçmeyişlerimin ödülünü hep aldım ben. Tamam,
evlenebilmek için oldukça geç kalmış durumdayım,
mesela ikinci bir şans isteyebilmek için... ağlamayan bir
bebek doğurtabilmek için, bir kız, önce mavi, sonra yeşil
gözlü, esmer mi esmer, akıllıca, ama hep dişi... Bir kız
çocuğu doğurtamadan göçmeyeceğimi biliyorsun sen,
değil mi? Biliyorsun tabi... Biraz daha cesaret, biraz daha
sabır gerek ama. Otobüs hikayelerine son verip artık,
arada bir de olsa yani, gerçeklerden söz etmek gerek.
Evet, kadın dediğim şeyi karşıma alıp, gözlerinin içine
322
bakıp, “Sevgili bayan, ben size âşık oldum, bu konuda
bir öneriniz olur mu?” diye soramıyorum hâlâ, belki de
hiç soramayacağım... Kusuruma bakma Bora, kimse
kusura bakmasın ama ben denizden çıktım artık..!
Hem de tek başıma yaptım bunu. Bütün ruhumu
zaptetmiş o denizkızı türkülerine rağmen, dibin ve
karanlığın bütün çekiciliğine rağmen, ölümle ve intiharla
yirmi küsur yıldır süregelen yoldaşlığıma rağmen, dört
milyon adet düş kurduktan sonra bile ben denizden
çıkabildim. Dört milyon adet düş kurdun mu hiç Bora?
Kurmuşsundur sen, daha fazlasını hatta..
Sana kıyıda kalmanın dehşetini anlatırdım aslında
ama hayır, o kadar nefret edemem kimseden... Hem
kimse de bunu hakedecek kadar kötülük yapmadı bana.
Ama yine de, bir şeyi bilmeni isterim Bora, bunu sadece
sen bilsen de yeter bana: Ormandan, ağaçların arasından
süzülüp gelen bir koku var!.. Of Allah’ım, hem nasıl bir
koku!! Sirenlerin şarkıları halt etmiş!.. Yüzümü çevirince
ağaçlara, inan öyle büyük bir fırtına kopuyor ki
beynimde -evet beynimde-, hani ölesim geliyor desem,
devede kulak...
Söyle
korkmasınlar,
kaçmasınlar,
boşuna
yormasınlar kendilerini, anlatmayacağım KIYI’yı.
Sadece burada olduğumu haber vermek istedim onlara.
Söyle onlara Bora, de ki: “O artık Kıyı’ya çıkmış, deniz
kabuklarına dokunmayın boşuna.”
Sen de şunu not et bir kenara... Ben buradayım,
deniz ayak parmaklarımda ırıplanıyor, burnumdan
323
yüreğime çıldırtan bir koku yayılıyor ve ben, yeni bir ev
inşa ediyorum artık. Ağlardan kurtulmayı başaran
istavritlere, orkinoslara, uskumrulara ve lüferlere barınak
olsun diye görkemli bir şato yapıyorum. Ve şunu da
açıkça dile getirmeliyim: Ben yalnız değilim artık, o
satırı sildim.
Es geçme bunu Bora, kolay bir şey değil bu lafı
söyleyecek ruh hâlini yakalayabilmek. Göründüğünden
çok daha fazla emek istiyor. Ama sildim işte. Öyle ki,
her türlü felsefi temellendirmeyi şıp diye döktürürüm
istersen. İstemezsin ya, ben gene de hatırlatayım dedim.
Şu an deli gibi kasılıyorum, ne olur diyorum
kendime, bir iki kelam edeyim, Kıyı’dan haber vereyim
istiyorum. Neden karaya çıkan her denizci gibi bir kadın
bulup evlenmek, çocuk yapmak, yaşlanmak gibi işlerle
meşgul olmak yerine burada kalıp harıl harıl çalıştığımı
açıklamak istiyorum. Neden iyice kurtulmak için yosun
kokusundan bir orman yangını düşleyip, dalmak varken
içine burada bir şato yapmakla uğraşıyorum, anlatmak
istiyorum. Uçsuz bucaksız kumsallardan, avuçlarıma alıp
alıp döktüğüm şu kumlardan söz etmek istiyorum Bora!..
Ama edemiyorum, bunu bilir misin, bir dil tutulması
vakıasıyla karşı karşıyayım çünkü. İşte şu kumdan
yaratılmış bir kadına, kum renginde ve misk gibi kokan
bir kadına... çok fena âşık oldum...!
Anlıyor musun Bora?!..
324
2.BÖLÜM - OTOSTOPÇU
325
326
OTOSTOPÇU
(felsefe değil yaptığım, sadece üslûbu kurgulanmış
bilinçaltı sayıklamaları)
Yazılmışları yaşamak daha bir salaklık oluyorsa insan
büsbütün umutsuzluğa düşebiliyor.
Ya da umutsuzluk, yol kenarında bekleyen bir
otostopçu gibidir de, eğer ben, frene basmayıp daha bi
yüklenirsem gaz pedalına onu gerilerde, çook gerilerde
bırakabilirim.
(Buraya kadar olanı Alyoşa karakterine serzenişten
ibaretti...!)
Ama... Arkamda bir yerlerde başka bir arabanın o
otostopçuyu almış ve son sürat beni takip ediyor olma
ihtimaliyle öylesine burun burunayım ki, üstü açık
otomobilimin hızının düşmekte olduğunun farkında bile
değilim.
(Bu kısmın anlamı şu: Sevdiğiniz, sevdiğinizden
emin olmasanız bile arkadaşınız bildiğiniz bir insanın
mutlu olmadığını bilmek, “ne yazık ki” sizin
mutluluğunuza gölge düşürüyor. Bu arkadaştan kasıt
aynı yöne doğru ilerlediğiniz, ya da bundan
şüphelendiğiniz herhangi biri de olabilir.)
Hele de bütün arabaların -otomobillerin, otobüslerin
ve kamyonların- şimdi benim üzerinde yol aldığım 327
hareket hâlinde olduğum- asfalt yolun aynısının ya da bir
benzerinin üzerinde bulunduğunu
-hareket hâlinde
ya da duran-, bundan da beteri yol kenarlarını
parsellemiş daha nice çeşit çeşit otostopçuların var
olduğunu düşününce öyle bir daralıyor ki içim, aynen şu
küfrü savuruyorum önümdeki cama vuran güneşe ve
ensemi serinleten aya: “Allah belanızı versin sayın Jean
Paul Sartre!” Ve: “Allah kahretsin bütün oto-stopçuları!”
(Bu kısımda, “Sartre” adından da anlaşılacağı üzere
direk sorumluluk –aslında ben buna “dostluk” demeyi
tercih ederdim ya neyse- üstüne bir iki dünya kelamı
edilmeye çalışıldı. Yani mutlu olmak; yalnızlık durumu
hüküm sürdüğü müddetçe, ya da zihnî reaksiyonlarını ve
buna bağlı olsun olmasın düş kurmacaları halen bu ruh
hâliyle eylemlemekteyse kişi -ya da kişioğlu-, şüphesiz
sağlıklı olmuyor. Karışık bir anlatım olduğunun
farkındayım, açımlamaya çalışayım: )
Saat, gece yarısı biri çeyrek geçiyor. On iki gibi
banyo yaptıktan sonra yatmayı planlamıştım. Fakat
banyodan çıktığımda bir sigara içme arzusuyla başlayan
serüvenim, yanına bir de kahve alıp bilgisayarın başına
geçmek ve şu çetrefilli öyküyle (“Evedönüş”)
uğraşmaya/boğuşmaya devam etme arzusu şeklinde
sürdü. “Beygir BBS.”e bağlanıp paket aldım. Pek mesaj
yok. Sonra kendimi bu yazıyı yazarken ve bu ‘şey’leri
düşünürken buldum. Sanırım uykumdan vazgeçtim.
328
Benim de sorunlarım var. Ama bu şekilde ifade
edince durumu, yani “Benim de sorunlarım var” deyince,
hele de “sorun” yerine “sorunlar” deyince, kendimi
anlatmam, okuyucu -ya da duruma göre dinleyici- için
artık çekilmez olmuş demektir. Ama tabi, ben gene de
söyleyeceğim: Okul fazlasıyla meşgul ediyor kafamı.
Gene yeterince ders çalışmıyorum. Her şeye rağmen
aklım hep yazıp bitirmekle âdeta yükümlü olduğum
hikayeler ve roman(lar)la dolu. Üstüne üstlük, yani bütün
bunların dışında ve tabii ki üstünde, “her zaman olduğu
gibi”(yi tırnak içine alarak -aldım gerçi), bir kadının
varlığını anımsamak, dolayısıyla anımsatmak gerek.
Gülümseyerek işaretlemek isterim ki bu tabir de, yani
“Bir kadın” tabiri de az önce içine düştüğüm çıkmazla
karşı karşıya bırakıyor beni: Okurun -ya da duruma göre
dinleyicinin- dikkatini benden uzaklaştırmak.
- Kahvemin soğuk olduğunu söylemiş miydim?
Neyse, soğuktu... Ve az önce bitti.
Tamam sevgili okur, toparlıyorum. (Hilmi
Yavuzvârî bir anlatıya dönüşmek üzere -gerçi dönüştü
bile- yazı.) Sartre’ın, insanın özgürlüğüne tutsak
olduğunu söylemesindeki kasıt -bence- şuydu: İnsan
yalnızlığına da tutsaktı çünkü. Evet, şimdi sizin aklınıza
gelen soru benim de aklıma gelmişti. İnsanın yalnızlığına
tutsak olduğunu nereden çıkarıyordum -ya da bunu kim
çıkarıyordu- ve bu neyi açıklardı ki? Evet, bunu ben
çıkarıyorum, belki Sartre da çıkarmıştır. İnsan
yalnızlığına tutsaktır. Şöyle ki:
329
‘Başkaları’nın varoluşundan etkilenmek tartışılmaz
bir gerçeklik. (Amerika’daki kelebeğin kanat çırpmasının
burada depreme neden olabileceği örneğini hatırlatmayı kendim pek gerekli görmesem de- yapıyorum.)
“Umurumda değil” (İngizilizce biçimlenişi “Who care?”
ya da “I don’t care” şeklinde düşünülebilir) tümcesinin
bulantısından uzun uzadığa söz etmekte fayda var aslında
ama bunu şimdi yapmak istemiyorum. Kısacası, yok
böyle bir şey! “Beni annem doğurmadı” kadar saçma bir
söz bu... (Farkındayım, ispat yapmıyor, sadece ahkam
kesiyorum. Zira bu konuda kasılmayı anlamsız
buluyorum.) Öyleyse konuşturalım düşünen insanı:
Bütün olup bitenlerde benim de payım var. Suça
ortağım yani. Ve bundan kaçmam olanaksız. İşte bu
düşüncelerin hemen ardından geliyor şu meşhur
“Bulantı”. Düşünüyorum, öyleyse varım, ve her bir
şeyden mesulüm. Sorumluluktan, hesap vermekten
kaçmam olanaksız. Kuşatılmış durumdayım, herkes bir
sürü halt işliyor ve bütün bunlara ben de karışıyorum.
Çünkü varım. İnsanlardan nefret etmekte haksız mıyım
yani!.. Hem onların var oluşuyla ilgiliyim hem de kendi
varlığımı onlar olmadan açıklayamıyorum. Bir bütün
olarak düşününce onları sorun yok aslında, çünkü benim
var ettiğim ‘insan’, bütünün parçası olan zaten. ix Oysa
teker teker düşününce, onlara borcum olduğunu
anımsıyorum. Kendimi etten duvarlarla çevrili bir
hapishanede hissediyorum. Sanki her yer alev alev
yanıyor, sarsılıyorum, sanki ben de yanıyorum.
330
Başkaları/diğerleri beni yakıyorlar, zira onlara, birey
birey bakarken onlara, susmak zorunda kalıyorum.
“Cehennem diğerleridir”, evet. Ben çok yalnızım!.. Ben
neden bu kadar yalnızım?!..
İşte böyle -ya da buna benzer şekilde- düşünüyor
insan. Sonra da yalnızlık, tutsaklık oluyor. Diğerleri
cehennemse, ben de yalnızlığı keşfeder, cennetime
kavuşurum(!).
Yedi sekiz paragraftır söylemeye çalıştığım şey,
yalnızlığın kalabalığa karşı takınılan bir tavır olduğu
gerçeğidir. Bu, Sartre ya da bir başkası öyle söylüyor
diye değil, yaşamın biraz olsun gözlemlenmesiyle
kolayca beliren bir gerçek olduğu için öyledir. Yoksa
Sartre pek de sözüne güvenilir bir adam değildi. Ya da
bana göre öyle değildi. Çünkü bahsettiğim, yalnızlığın
kalabalık duygusundan doğduğu hakikatini sosyalizme
vardırmak (Bunu yaptı mı Sartre?), ya “Bunalım
edebiyatı yapıyor, insanları umutsuzluğa mahkum
ediyorsun!” suçlamasına karşı takınılan oldukça kaygan
dayanakları olan tepkisel bir tavır, yahut apaçık bunama
belirtisidir. Neyse, bu o kadar da önemli değil. (Sonuçta
Sartre’ın savaş sonrası çırpınmaları da pek bir işe
yaramadı.) x
Eğer Sartre’ın düştüğü durumu reddediyorsam ne
öneriyorum?.. Daha önce de açıklamıştım sanırım: net
bir önerim olamaz. Ancak, kendim için çıkış noktaları
belirler ve bu çıkışları işaret edebilirim. Şöyle ki:
331
İnsanın yalnızlığına tutsak olmasından alalım. İşte
buradan
itibaren,
AYRILIYORUM
Katolik
çıkmazlarından. Ama önce şu özgürlük meselesine bir
hâl çaresi bulalım:
Burayı basit geçeceğim yine: “Ben özgürüm, çünkü
yalnızım,” diyerek. Bunu anlatmak da çok uzun sürebilir.
Üzerinde biraz düşünülünce anlaşılıyor aslında. Yalnız
olma hâlini canlandırın gözünüzde. Gerçi bu biraz
tehlikeli, aslında hiç de öyle ol(a)madığınızı ayırdetmek
ihtimaliniz söz konusu. “Ben yalnızım” diye düşünürken
birden “Yalnız olmak” ya da “yalnızlık” şeklinde
düşünceler çıkabilir ortaya. O zaman kopar film...
Açıkçası kimsenin bu duruma düşmesini istemem;
çıldırmak sanırım en kolay son olur. Fakat asıl mesele,
burada çok önemli ve çarpıcı bir hakikatle yüzleşiyor
olmamız. Yalnızlık dediğimiz şeyin, yani bir süredir
okumakta olduğunuz kitabın büyük bölümünde ortaya
konmaya çabalanan insan durumunun aslında sadece bir
oyun olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. İşte bu
yüzden burayı, bir üst paragrafta belirttiğim ayrılma
noktasından başlayarak devam ettireyim.
Evet, beni az çok tanıyanlar -tabi diğerlerine göre
daha zeki olanlar- mevzuu İslam’a bir şekilde
vardıracağımı tahmin etmişlerdir. Gerçi İslam’dan
kastım daha çok Doğu. Zira ciddiye alınması gereken bir
bakışa göre İslam, Doğu’yla, eşitlik olmasa da denklik
arz eder. Bizim sorunumuz da hem Doğuyu hem de
İslam’ı bilmemek olarak ortaya çıkar. (Aslına bakarsanız
332
İslam ve Doğu ilişkilendirmesi de oldukça tartışma
götürür bir konu. Mesela İsmet Özel bir konuşmasında
“İslam Batılı bir dindir” demişti. Aynı konuşmasında
bizim [Türkiyelilerin yani] de Batılı olduğumuzu
söylemişti.
Temellendirmelerini
anımsamıyorum,
şimdilik pek gerekli de değil. Hatırladıklarım üzerinden
gidersem...
Batılı
olmayı
modernleşme
ile
ilişkilendiriyorsak eğer, “hayır” diyorum. Biz Batılı
değiliz. Biz Türkiyeliyiz. Ya da, daha doğrusu biz
İstanbulluyuz. Bu da Doğulu ya da Batılı
olamayacağımızı gösteriyor, ya da tam tersi [tam tersi
mi?], hem Doğulu hem de Batılıyız. Ve İslam da Doğulu
ya da Batılı değil aslında [yukarıdaki terslik ilişkisinin
aynısı İslam için de öne sürülebilir]. Ha-ha-ha!.. Buradan
da İslam’ın bizim için tek çıkar yol olduğu sonucu
çıkıyor ki sözümün bu kısmını “Ya Şeriat ya ölüm!”
sloganıyla bitirebilirim..!) Konu dağılmış... Ben sadece
“umut” üzerinde durmak istiyorum. Yani bir ‘doğulu
tavır’ olarak umut.
(“Biz” diye başlayan cümlelerin sayısı artabilir,
şimdiden uyarıyorum: Kimse üzerine alınmasın,
kastettiğim ben ve düşlerimdir sadece...)
Biz (uyarmıştım...) Allah’ı öğrenirken, önce onun
“bildiğimiz” hiçbir şeye benzemediğini ve “bildiğimiz”
hiçbir yerde olduğunu söyleyemeyeceğimizi öğrendik.
Daha sonra hemen Cennet ve Cehennem kavramlarını...
Öyle ki, bizim için iyi ve kötü, cennet ve cehennemden
ibaret oldu. Ve bu kavramları Allah’tan ayrı düşünmedik
333
hiç. (Düşündüysek o kendi halt etmemizdi!) Ya da, en
doğru anlatımıyla, biz, her şeyi Allah’ın yarattığına
inandık. Teker teker hepimizde ve aynı zamanda bütün
olarak ‘biz’de, bununla beraber seyredebildiğimiz ya da
daha doğru tabiriyle, tasavvur edebildiğimiz diğer
‘şey’lerde de bir öz olduğunu bildik. Ve bu özü
katışıksız(?) bir tanrı tasavvuru ile tanımlayıp, öyle kabul
ettik/benimsedik. (Benimsemeliydik..!) Şimdi, hâl
böyleyken Allah’ın isimlerinden birine (ikisine) şiddetle
vurgu yapmak gerekiyor.
“Rahman ve Rahim”... Koruyan ve gözeten,
esirgeyen... Tekrar dönüyorum: Varoluşu, yani yapıp
etmelerimizi bir öze bağlamak, işte bizim tavrımız bu.
Umut da sadece burada var. Aksi hâlde bütün yollar
Reşidiye Çıkmazı’na xi düşüyor. Daha da beteri, Katolik
Çıkmazı...
Şimdi yalnızlık ve özgürlük ve umut kavramlarını
bu kişisel aydınlanmanın ardından tekrar düşünüyorum:
1-Yalnızlık: “Ben yalnızım” demeden önce tek
başına “yalnızlık” demek gerektiğini artık yinelemem
gereksiz sanırım. Etrafıma şöyle bir bakınca bu kavramın
benden ne kadar uzakta ve erişilmez olduğunu
görüyorum. Ayıplamayın sakın beni, her şeyden önce
sakın yanlış anlamayın; aşağıladığım (ki aşağılıyorum),
hor gördüğüm (ki hor görüyorum) “yalnızlık” değil,
“yalnızlık oyunu”dur!.. Biraz daha cesaretim olsa bütün
oyunları aşağılardım aslında. Ve bütün oyuncuları. Evet
sevgili zeki okur, geveleyip durduğum şey “Yalnızlık
334
Allah’a mahsustur” vecizesinden öteye gitmiyor. Bak,
çözmüşsün sen olayı!
2- Özgürlük: Hemen birkaç önemli sanrıyı saf dışı
bırakmalı burada. Özgürlük, edebiyatı yapılabilen
değildir, ucuz söylevler, hiç değildir. Buna bağlı olarak
istediğinde istediğini yapabilmek, ya da yapmayı istemek
de değildir. (Kişisel bakışım, özgürlüğün istek-arzu ile
pek bir alakası olmadığıdır!) Tam manasıyla bir
yalnızlık, teklik durumuna erişebilirse kişi, artık
özgürdür. Söz konusu kişide bu duygu/hâl (özgürlük)
aranan, arzulanan, umulan bir duygu/hâl değildir. O bir
durumdur, özgür olmak bunun bir sonucudur. Ve evet,
sevgili zeki okur, sadece Allah özgürdür.
Bu iki unsuru Allah’a atfetmemin sebebini, şu
kendini zeki sanan okura söyleyeyim artık: İkisi de -en
kaba tabiriyle- ütopyadır, ulaşılamaz... Boşuna
debelenmeyiniz, ahval bu minval üzredir.
3- Umut: “İnsan, seçtikleriyle vardır.” Yine
Sartre’ın sözü. (Peki insan hiçliği seçerse?.. Neyse, bu
“edebiyatı” yapmayacağım. Aşağıda sözünü edeceğim
metni kitaba son not olarak almakla yetinmem yeterli
olur herhalde.)
İmamı Rabbani’nin, oğlu Muhammet Masum’a
gönderdiği mektuptan xii yaptığım çıkarımlar: “Varlık ve
yokluk” elemanlarını içeren küme ile “iyi ve kötü”
elemanlarını içeren kümeyi yan yana getiriyorum.
Birebir olup olmaması çok da önemli değil. Bir eşleme
yapıyorum. Varlık, ideal iyidir; yokluk da ideal kötü. Ya
335
da tam tersi: İdeal varlık iyi olandır ve ideal yokluk da
kötü olandır. (Bu çıkarımı yaptıktan çok sonra, ‘Günah
Üzerine’ adını taşıyan ve Bataille’ın, kendi yazdığı bu
metin üzerine yapılan bir tartışmada, benzer bir yaklaşım
sergilediğini görmek beni önce şaşırttı, ardından da
gülümsetti. xiii ) Dolayısıyla insan “hâlinden memnun
olarak” ideal kötüyü seçemez. Çünkü yokluk seçilemez.
Yani iyiyi seçmek zorundadır. (bir parantez: İyi ve kötü
kavramlarını çağdaşlaştırmak salaklığına düşmez
herhalde kimse.) (ikinci parantez: İyi ile kötünün
arasında, bu ikisinden bağımsız başka bir kavramdan söz
edilemez. Daha iyi ve daha kötü vardır ancak. Ve bunlar
da asıl olan yönlenimin dışına çıkmaz, böylece savımı
çürütmekten acizdir.) İkinci parantezde kullandığım bir
tabiri (yönlenim) de içeren başka bir cümle kurayım:
İnsan, iyi olana yönlenmek zorundadır.
Bunu belirttikten sonra ‘seçme’nin umutla ilgisine
geleyim. Bu, başlangıçta çok basit bir ilgi aslında: Biri
eylem, diğeri de o eyleme tabi olandır, diyebiliriz. Şimdi
benim iddia(ları)ma gelelim: Umut, kendi başına bir
seçilme eylemidir. Ama bir özelliği vardır bu seçilmenin
ki bende ürpertici bir etkiye sebep olmuştur: Aslında
umut, seçme eyleminin ta kendisidir. Ya da, daha
uygun söylenişiyle, yani anlamların uzamlarıyla biraz
oynarsam: Umut, seçme eyleminin biricik sonucudur.
Bunu da açayım mı, gerek var mı? Peki, zeki okur
bey(hanım) kardeşim...
336
İnsan seçtikleriyle vardır dedik (yani demiş
zamanında diyen). Ve yokluğun seçilemeyeceğini
söyledik (Bunu asıl ben söylüyorum!). Basit düşünmeye
devam edelim: En başta, kişinin bir şeyi seçmesinin
sence ne anlamı olabilir? Yani neden seçer insan? Neden
sevgili çekip gidince içip kafayı çekmeyi seçer, neden
inatla çizgi roman yapmayı seçer, neden durmadan
“Bana ne! Kimin umurunda!” demeyi seçer, neden hep
bilim kurgu okuyarak -belki- bir şeyleri unutmaya
çalışmayı seçer, neden Ankara’yı seçer, oranın hep acı
veren bir şehir olduğunu bile bile, ha sevgili okur,
söylesene, sence ben, neden yazmayı seçtim, sadece
konuşamadığım için mi, ya da yaşamayı beceremediğime
inandığım
-inanmak istediğim- için mi? Evet,
aynen düşündüğün gibi, varolmayı sürdürmek zorunda
olduğum için. Daha fazla seçiyorum her şeyi, daha fazla
umutlanıyorum. Yaptığım istemli bütün hareketlerimin,
jestlerimin tek bir manası var: umut.
İşte... Bu yazıyı yazmamın sebebine geldim.
(Sebep?) Yol kenarında bekleyen şu otostopçuyu
hatırlıyor musun sevgili zeki dostum? Sana onu
anlatmayacağım, korkma. Farkındayım yorulduğunun.
Hem zaten kim olduğunu söylemiştim. Şimdi sadece
araya giren bütün bu “felsefekurgusal anlatı”lardan sonra
bir daha telâffuz etmek istiyorum, isim vermek istiyorum
ona: Otostopçu dediğim seç(e)meme talihsizliğinden
337
başka bir şey değil. Benim “bulantı”dan anladığım, daha
sonra “esriklik”, “pejmürdelik” gibi dışkıları da olan bu
seçememe hâlidir. Bir KAYBETMİŞLİK duygusu...
“Tutunamayanlar”ın çocukları, torunları olma yazgısı...
Oysa sevgili dostum (zeki olsan da olmasan da dostum),
BU DA SADECE BİR OYUNDUR! TEHLİKELİ BİR
OYUN! Ve okuyanların da onaylamak için başını -tabii
ki manalı manalı- sallayacağı gibi,
tehlikeli oyunların sonu bizce malumdur...
Yine de hor görmüyorum oyun oynamayı, zira ben
de sahnedeyim. Hem de konuşma sıram gelmişken,
sahnenin tam ortasında, yüksek bir tepede bekliyorum...
İşte sana tavır sevgili dostum kaarî: beklemek,
çocukluktan miras bir tavır gibi, beklemek.. ve
sabretmek. Nasılsa bir gün hatırlayacağım rolümü.
338
“OTOSTOPÇU” ÜZERİNE SANAL YAZIŞMA
Gönderen: Doğan
Alan: Mustafa
Konu: “OTOSTOPÇU”
Birkaç gündür sana yazmayı (iddialı oldu, mesaj atmayı
diyelim) deneyip duruyorum ama tuşa dokunuşum bile
bayağı geliyor. Vesile ile mastürbasyon konusu için sağ
ol, bilmiyordum. Bir de Dostoyevski ne anlar
egzis..lizmden konulu mesajda r’ye basıp Sartre’dan
fazla anladığı kesin yazmıştım ama sonradan gördüm ki
gönüller birmiş. :)
Fikret Kızılok koydum teybe. “Rüya bütün çektiğimiz”.
Aslında okuldan dönerken yol boyunca ‘sabahın
seherinde ötüyor kuşlar’ı söyledim (bu arada tesadüf
ettiğim tüm insanlardan karga sesim için özür diliyorum)
lakin evde bulamadım kaseti. (Parçayı başa aldım).
Bezginliğim had safhada... Dersten sonra iki saat eve
gelecek dirayeti bulamayıp satranç oynadım. Şimdi de
program yazdığım bir şirketle, çocuklarına ders
vereceğim birisini aramam lazım, sallıyorum. Heh,
kütüphaneden seminer notlarını almayı da unutmuşum.
339
İsme bak allahaşkına: “Bulanık Mantık ve Endüstriyel
Uygulamaları”. (Bir daha)
Paket alıp mesajını okuduktan sonra eski mektuplarıma
da baktım (bir tanesini aşağıya yazmaya karar verdim,
biliyorum ahlaksızca ama öyle bir kaygım yok çok
şükür), düşünmek için uzun ve sıcak bir banyo yaptım,
şimdi de “gördüm, yalnızlığımı gördüm, çok derinde
bana bakıyor”...
«Doğancım merhaba, Sana söz verdiğim gibi telefonu
kapattıktan (yaklaşık yarım saat sonra) sonra mektup
yazıyorum. Bu yarım saatlik arada ihtiyaç giderdikten sonra
kendime koyu bir kahve yaptım ve bir de sigara yaktım. Bu
arada sana sigaraya başladığımı söylemiş miydim?
Bağımlı değilim. Ama yine de çok içiyorum. Şöyle
günde 1.5 paket falan Winston içiyorum. En sevdiğim
parça başladı.
Yazımdan da anlayacağın gibi kafam iyi değil. Ellerim
titriyor. Uyuştum iyice. Bunu seviyorum. Mayışık
mayışık... Zaten normalde de ellerim hep titriyor. Sinirsel
olacak. Geçen sene de sinir bozukluğum vardı. Şurup
kullanıyordum. Uyku ve sinir bozuklukları için. Yine o
zamanlar 3-4 saatte olsa uyuyordum. Şimdi gecelere
mahkum oldum. Kendimle baş başa kaldığım saatler.
Hani olur ya gece bir boşluktan başka bir boşluğa
340
geçerken. Tabi ben de bu sırada kendime boşlukta yer
arıyorum. Boşluktan yer beğeniyorum. Sevdiğim parçayı
başa aldım. Geri alırken olan sessizlikte dışarıdaki ezan
sesini duydum. Pencere açık da. Çok karardı mı için
Aç bir pencere Gökyüzü girsin içeri Ama hakkımız var
mı gökyüzünü bu dört duvar arasına sokmaya. Sigaram
bitti, hemen ardına birini daha. Ardı ardına o ateş hiç
sönmesin..
Sönmez. Watch out..
“Koş aynaya bak
Mutluluk arkanda”
Mutluluktan söz açılmışken
Siz ki yangın yıllarından geliyorsunuz
Umuda bağlanmak
Umutsuzluktan ancak
Dur bu olmadı. Bu umutla ilgili. Hafızamı çalıştırayım.
Hafızamda bir yerlerde mutlulukla ilgili bir şey olacaktı.
Gerçi mutluluğu unuttum ama zorlarsam çıkar belki.
“O kadar aziz ki mutluluk bile bizden çok”
Ancak bu kadar oluyor.
Bu arada ilk defa sarhoşken mektup yazıyorum mazur
gör.
Ama kayalıkların karanlıklarına
Hiç sığar mı bir dağın yalnızlığı
Aklıma ilk geleni yazıyorum.
Where do you think you going
Don’t you know it is dark outside
Where do you think you going
341
Don’t you care about my cry
Where do you think you going
I think you don’t know.......Dire Straits
-Evet canım. İşte böyle.
-Peki. »
Şimdi bir daha çıkarıp tarihine bakamayacağım ama 4
sene öncesinin sanırım. Ölümün tadını çıkarmaya
başlayıp, hangisinin ayakta kalacağını görmek için bütün
binaları havaya uçurduğum sıralar.. Aslında en çok cevap
olarak neler yazdığımı merak ettim, hiç hatırlamıyorum.
Aklıma bayağıdan başka kelime gelmiyor. Bunca
kendimden bahsettiğim yeter, alışkın değilim, yazar da
değilim, yeter.
Bir daha alayım yazdıklarını..
M> (Bu kısmın anlamı şu: Sevdiğiniz, sevdiğinizden
>emin olmasanız bile arkadaşınız bildiğiniz bir insanın
>mutlu olmadığını bilmek, “ne yazık ki” sizin
>mutluluğunuza gölge düşürüyor. Bu arkadaştan kasıt
>aynı yöne doğru ilerlediğiniz, ya da bundan
>şüphelendiğiniz herhangi biri de olabilir.)
...kes!..
Bas gaza Mustafa, çünkü ne güzeldir yüz altmışla
giderken öpüşmesi. Üstelik benim de hepten mutsuz
342
olduğumu, hatta süregelen bir olgu olarak mutsuzluğun
var olduğunu sanmıyorum. En azından, insanların ve
yalnızlığın ve umudun hepten önemini yitirdiği yerler
olduğunu düşünüyorum, düşünmekten de öte biliyorum.
Servilerin altında güller olan yerler...
...kes...
M> 3- Umut: “İnsan, seçtikleriyle vardır.” Yine
>Sartre’ın sözü. (Peki insan hiçliği seçerse?.. Neyse, bu
>“edebiyatı” yapmayacağım. İmam-ı Rabbani’nin oğluna
>gönderdiği mektuptan yaptığım çıkarımlar:
...kes!..
Yalnız Mustafa, fırtınaları kelebekler yapar, ve bu
kesinlikle anlamsızdır. İdeal kötülük yokluk mudur?
Keza kötülük diye bir şey var mıdır konusuna gelince,
bilmiyorum. Tek bildiğim yokluğun bilinçli bir biçimde
seçilebileceğidir ki, bunun umutla bir ilgisi olduğu
şüphelidir nazarımda.
M> ... “Öykülerin sayısı dörttür. Bize kalan zamanda
>onları anlatmayı sürdüreceğiz, değiştirerek” j.l.borges
>Elementlerin sayısı da dörttür. Nitekim;
“Gerçekten de, mutlak tüm oluş varsa herhangi bir şey
mutlak yokluktan gelebilecek öyle ki, yokluğun kimi
öznelere öz nitelik olarak ait olduğunu söylemek doğru
343
olacaktır: Çünkü, göreli oluş, göreli yoktan
(varolmayandan) doğar, beyaz-olmayan veya iyiolmayan gibi, oysa mutlak oluş mutlak varolmayandan
(yokluk) doğar.”
Aristoteles
Sevgiler
Gönderen: Mustafa
Alan: Doğan
Konu: “OTOSTOPÇU”
D> Ama kayalıkların karanlıklarına
D> Hiç sığar mı bir dağın yalnızlığı
of!.. Doğan Bey kardeşim, çekip vurmak zor gelirse bir
gün, bunu yazarsın sen, sonra olur biter...
Cıgara yakıp dalanlar ve yıldızlara bakıp dalanlar
tayfalarına birer iş başvurusunda bulunursun.
D> Olumun tadını çıkarmaya başlayıp, hangisinin
>ayakta kalacağını görmek için bütün binaları havaya
>uçurduğum…
Bu cümleyle -aslında anlamıyla- oynamak istiyorum,
mazur gör.
344
Hangisinin ayakta kalacağını görmek için (buraya bir de
sıfat tasviri girebilirdi ama neyse..) bütün binaları havaya
uçurmak. Cümleyi bu hâle getirince Bora’nın güvercinli
çizgi romanını anımsadım. Gerçi o benim arzuladığım
sahneyi çizmemekte ısrar etti...
Bir apartman terasında düşün kamerayı; ilk kare.
Yavaşça eğiliyor, ikinci ve üçüncü ve diğer kareler.
Karşıdaki apartmanı taradıktan sonra caddeyi, Arnavut
kaldırımları çekiyorsun git gide büyüterek. Aşağıda
güvercinler var. Birden irkiliyorlar. Sonra hurra
uçuşmalar. Şimdi caddenin ucuna bakıyor kamera.. yan
yatmış.
Sen inerken binalar çıkar ya; intiharın daha güzel tasviri
olamaz herhalde.
Neyse..
D> “Gerçekten de, mutlak tüm oluş varsa herhangi bir
>şey mutlak yokluktan gelebilecek öyle ki, yokluğun
>kimi öznelere öz nitelik olarak ait olduğunu söylemek
>doğru olacaktır: Çünkü, göreli oluş, göreli yoktan (var
>olmayan) doğar, beyaz-olmayan veya iyi-olmayan gibi,
>oysa mutlak oluş mutlak var-olmayandan (yokluk)
>doğar.”
Kitabı kaptırmamış olsam senin şu alıntının altına bir
Descartes muhabbeti girerdim ama olmuyor işte. Ben
hatırladıklarımı yazsam havada kalacaklar. Sadece şu
345
küçük vecizeyi anımsatabiliyorum. “Düşünüyorum,
öyleyse varım. Ben varım, öyleyse tanrı da var.” Buraya
gelene kadar epeyce bir debelenmişti amcam..
Ve.. Yokluk atfedilemez ki abi. Yani herif “Ben yokum”
diyemez. Yok olamaz demiyorum (Yani var
olmayabilir). Yok olduğunu bildiremez.
8(
Bütün bunlarla hiç uğraşmam aslında. Yani
‘Sartre’mış, varlıkmış yoklukmuş... Derdim sadece
‘umut’. Onun da en az özgürlük ve yalnızlık kadar kesin
bir tutsaklık durumu olduğunu düşünüyorum artık. Hatta,
daha ‘insancıl’ (insana dair yani) olduğu için diğer
ikisinden çok daha önemlidir. Zira ütopyalarla
yaşamaktan sıkıldım ben (bütün kişilerim ve kişiliklerim
dâhil). Ya da, başka bir söylenişle: Ben oyun
oynamaktan yoruldum...
albayım.
neyse... zaten pamuk ipliğine bağladım sandığımı,
uçurumdaki o dalda sallanıyor.
Göreceğiz Mevla’m n’eyleyecek, ama gene güzel
eyleyecek..
;)
sevgi saygı hürmet....
346
Gönderen: Doğan
Alan: Mustafa
Konu: “OTOSTOPÇU”
M> Sen inerken binalar çıkar ya; intiharın daha güzel
>tasviri olamaz herhalde.
Biraz rötarlı yazdığım için affet, kafam karışık bu aralar,
Serkan gibi yaşamakla meşgulüm..neyse.
Nefret (la haine) diye bir film oynamıştı belki hatırlarsın,
orada intihar eden birisinin katları saymasıyla ilgili bir
anektod vardı ya, aklımda sadece “l’importance c’est pas
la chute, c’est l’atterrissage” (önemli olan düşüş değil
iniştir) gibisinden bir laf kalmış. Bu arada meleklerin düş
yaşamına gittin mi? Hande bahsetmiştir gerçi.
M> Ben “yokluğu seçmek” diye bir şey olamayacağını,
>söz konusu olan şeyin “seçememek” olduğunu
>söyledim.
‘Gülün Adı’nı okumuştun değil mi Mustafa? Bir
arkadaşımda görünce dayanamayıp tekrar başladım,
azıcık alıntıdan bi’ şey olmaz herhalde.
«Sen ateşli bir Ruha sahipsin Ubertino, Tanrı
sevgisinde olduğu kadar, kötülüğe duyduğun nefrette de.
Benim söylemek istediğim şu: meleklerin coşkusuyla
347
Şeytanın coşkusu arasında az fark vardır; çünkü her
zaman aşırı isteğin tutuşmasından doğarlar.»
«Ama arada bir fark var, biliyorum!» dedi esinlenmiş
Ubertino. «Demek istiyorsun ki, iyiyi istemekle kötüyü
istemek arasında küçük bir adım vardır; çünkü söz
konusu olan hep aynı isteği yönlendirmektir. Bu doğru.
Fark nesnenin kendisinde; nesne de açık seçik biçimde
tanınabilir. Bu tarafta Tanrı, o tarafta Şeytan.»
«Ben artık ayrım yapmayı bilmemekten korkuyorum,
Ubertino. Senin Angela’n değil miydi anlatan, bir gün
ruhunun kendinden geçtiği coşku içinde, İsa’nın
mezarında kaldığını? Önce nasıl onun göğsünü
öptüğünü, onu gözleri kapalı uzanmış gördüğünü, sonra
onu dudaklarından öptüğünü ve o dudaklardan
anlatılmaz tatlı bir kokunun yükseldiğini, kısa bir
duraklamadan sonra yanağını İsa’nın yanağına
dayadığını ve İsa’nın elini onun yanağına uzattığını, onu
kendine çektiğini ve mutluluğunun -aynen böyle demiştiyüce bir mutluluk olduğunu söylememiş miydi?»
Ve seçim konusunda Adso’muz şöyle buyuruyor bir
yerde: “Ermişlik budur, başka bir şey değil.” İslam’da da
erenler peygamberlerden daha kutsaldır bildiğim
kadarıyla. Gene de sorun bir seçimden ziyade bir varlıkyokluk meselesidir bence/hâlâ. Varlığımız iyiliğe
348
(nedensiz iyiliğe, zaten başkası düşünülemez)
dayanabilir mi, Murdoch’un sorduğu soru buydu. Belki
bu yüzden tanrı vardır. Artık tanrının olduğunu
savunanlar ise bu iyilik meleklerinin korkularının esiri
olduğunu, gerçek ermişlerin boşluğa, nedensizliğe
dayanabilenler olduğunu savunabilirler pekala.. Ama
tecrübelerim insanların en ufak iyiliği bile
kaldıramadığını, öyle ya da böyle gerçeğin fersah fersah
gerisinde olduğunu söylediğinden bunlar incir
çekirdeğini doldurmaz zaten.
M> Ben oyun oynamaktan yoruldum...
M> albayım.
Neyse ki, bazen, bir bakış, bir gülümseme...bir gül.
M> neyse... zaten pamuk ipliğine bağladım sandığımı,
>uçurumdaki o dalda sallanıyor.
>Göreceğiz Mevla’m n’eyleyecek, ama gene güzel
>eyleyecek..
Amin.
Sevgiler
349
Gönderen: Mustafa
Alan: Doğan
Konu: “OTOSTOPCU”
M> Ben “yokluğu seçmek” diye bir şey olamayacağını,
söz konusu olan şeyin “seçememek” olduğunu söyledim.
D> ‘Gülün Adı’nı okumuştun değil mi Mustafa? Bir
>arkadaşımda görünce dayanamayıp tekrar başladım,
>azıcık alıntıdan bi’ şey olmaz herhalde.
Maalesef, okumadım.. Ama “Benim Adım Kırmızı” diye
çevrilenini okudum. ;)
D> Ve seçim konusunda Adso’muz şöyle buyuruyor bir
>yerde: “Ermişlik budur, başka bir şey değil.” İslam’da
>da erenler peygamberlerden daha kutsaldır bildiğim
>kadarıyla. Gene de sorun bir seçimden ziyade bir…
Eğer bana soruyorsan kesinlikle hayır derim. Erenler ya
da başkaları, hiç kimse peygamberlerden daha kutsal
(‘üstün’ deyince daha rahat oluyorum ben) değildir. Zira
bizim erenler, ya da ermiş dediğimiz insanlar aslında
peygamberlerin dünyaya yansıttığı ışığı alarak o hâli
yaşamaya çalışırlar. Yani benim bilgim artı inancım bu
yönde..
350
D> varlık-yokluk meselesidir bence/hâlâ. Varlığımız
>iyiliğe (nedensiz
Aslına bakarsan “sorun şudur” diye ortaya bir şey
koyacaksan, ben varlık meselesinin neresinde sorun
olduğunu merak ederim?
“Cogito”dan
çalışıyorsun?
kuşku
duyduğunu
söylemeye
mi
(Tamam felsefî bir savdan kuşku duymak kadar doğal bir
şey olamaz ama sonuçta salt kuşku, ardından hep
‘susuş’u getirmez mi? Bir yerde durmak gerekmez mi?
Ve asıl, yaşamın durağanlığına tepki göstermek
gerekmez mi? Ya da, artık gerekmiyor mu? Oğuz Atay’ı
hatırlayalım; o durağanlık bizim ‘ithal bunalım’
çıkmazımızın bir sonucu değil midir, ve asıl sorun bu
değil midir? Felsefeyi bu yüzden sevmiyorum. Susmak
ve ağlamak zorunda bıraktığı için. Bir yerden sonra
‘politik’ olana varabilmek gerekmez mi, Sartre gibi,
Marx gibi, Althuser (yeni tanıyorum gerçi bu herifi de)
gibi ve tabi, aslında, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Hilmi
Ziya Ülken, Kemal Tahir, Oğuz Atay, hatta belki Bilge
Karasu (hiç okumadım, düşünebiliyor musun!), Hilmi
Yavuz, Cemil Meriç, İsmet Özel ve sairler gibi... Yoksa
yakın geçmişe dair olan geleneğe dayanıp, sonunda susa
kalmak mı benim kaderim? Sonuçta ‘Otostopçu’yu -ve
351
umarım devamı da gelecek- bu yüzden yazmak zorunda
hissettim kendimi..)
bir parantez daha: (O yüzdendir ki peygamberler
ermişlerden daha üstündür. Onlar da biliyordular alıp
başlarını mağaralarına, dağlarına çekilmeyi. Yunus’u
hatırla, neden balığın karnına soktu onu Allah? Bunlar
adam olmaz, deyip inzivaya çekilmeye kalktığı için.
Sonra, ancak “Lailahe illa ente....” diye başlayan o duayı
okuyunca Allah affetti onu. Git ve onları yola getir!..
Emir buydu.. Şimdi ben de seçebilirim alıp başımı
gitmeyi. Zira peygamber değilim, ‘bir şeyler yapmak’
zorunda da değilim... Ama...
İşte böyle.)
D> iyiliğe, zaten başkası düşünülemez) dayanabilir mi,
>Murdoch’un sorduğu soru buydu... Belki bu yüzden
>tanrı vardır. Artık tanrının olduğunu savunanlar ise bu
>iyilik meleklerinin korkularının esiri olduğunu, gerçek
>ermişlerin boşluğa, nedensizliğe dayanabilenler
>olduğunu savunabilirler pekala..
Aslına bakarsan ben iyilik meleklerinden ve ermişlerden
söz etmekten kaçınıyorum. Zira fazlasıyla ‘oryantal’
öğeler bunlar. Şu saatten sonra, ki bilindiği kadarıyla
ictihad kapısı da kapalıyken, ermişlerden örnek vermek,
hele de bunları kıstas almak, ancak hakikati puslandırıp
352
görünmez hâle getirmeye yarar. Zaten bu yüzden
birçoklarının postmodernizm sanarak ucuz oryantalizm
yaptıklarını söyleyenler haklılar diye düşünüyorum.
(Bu kısım muhabbetimizle direk ilgisi olmayan, ama
tavır koyma gereği duyduğum bir mevzuya değinmekten
ibaretti)
Gönderen: Doğan
Alan: Mustafa
Konu: “OTOSTOPÇU”
M> Ben okumadım. Ama “Benim Adım Kırmızı” diye
>çevrilenini okudum. ;)
:) Öyleyse Bora okuyordu, edinsene ondan..
M> Bana soruyorsan kesinlikle hayır derim. Erenler ya
>da başkaları, hiç kimse peygamberlerden daha kutsal
>(‘üstün’ deyince daha rahat oluyorum ben) değildir.
>Zira bizim erenler, ya da ermiş dediğimiz insanlar
>aslında peygamberlerin dünyaya yansıttığı ışığı alarak o
>hâli yaşamaya çalışırlar. Yani benim bilgim artı
>inancım bu yönde..
353
Ben de oturup düşündüm biraz bunu nereden
hatırlıyorum diye, nihayet Evliya Çelebi’den şunları
buldum:
“Safa ehli kardeşler şöyle bilsinler ki, Hazreti Resûlü
Ekrem elli bir yaşındayken Mekke’de Ummuhanı’nın
evinde Cenabı Hak tarafından çağırılıp, Kudüs’e ayak
bastıkları anda Hazreti Cebrail’e ferman olup, Refret adlı
bir cennet Burak’ı getirip Hazreti Risalet’le Hazreti
Cebrail tutuşup kardeş oldular.
Hazreti Cebrail: «Ya Resulallah! Rabbin sana selam etti.
Burak’a binip ve bu ipekli cennet peştamalını kuşanıp,
utancından örtünüp benim ars ve kursumu, levh ve
kalemimi, kat kat cennetimi ve on sekiz bin âlimimi
seyreyleyip, olgun yüzümü görsün buyurdu» diye
Allah’ın selam ve buyruklarını bir bir peygamberimize
açıkladı. Ve Hazreti Resûlün beline peştamal gibi bir
cennet ipeği bağladı. Onun için sanatkarlar bellerine
peştamal kuşanırlar. Böylece örtünüp, her şeyde iyi
olurlar. O gece Hazreti Peygamber on sekiz bin alemi
seyredip «Ermişler, elçiler» düzeyine vardı. Cenabı
Hak’kın yüzünü görüp, bin bir kelime söyledi...”
Evliya Çelebi’ye güven olmaz tabi ama benim bakış
açıma göre ermişlik biraz daha gönül işidir, peygamber
ise en nihayetinde arada bir elçidir, gibi geliyor. Bu arada
Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır’ı da hoştur hani..
354
M> (Tamam felsefî bir savdan kuşku duymak kadar
>doğal bir şey olamaz ama sonuçta salt kuşku, ardından
>hep ‘susuş’u getirmez mi? Bir yerde durmak gerekmez
>mi? Ve asıl, yaşamın durağanlığına tepki göstermek
>gerekmez mi? Ya da, artık gerekmiyor mu? Oğuz
>Atay’ı hatırlayalım; o durağanlık bizim ‘ithal bunalım’
>çıkmazımızın bir sonucu değil midir, ve asıl sorun bu
>değil midir? Felsefeyi bu yüzden sevmiyorum. Susmak
>ve ağlamak zorunda bıraktığı için. Bir yerden sonra
>‘politik’ olana varabilmek gerekmez mi, Sartre gibi,
>Marx gibi, Althuser (yeni tanıyorum gerçi bu herifi de)
>gibi ve tabi, aslında, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi,
>Hilmi Ziya Ülken, Kemal Tahir, Oğuz Atay, hatta belki
>Bilge Karasu (hiç okumadım, düşünebiliyor musun!),
>Hilmi Yavuz, Cemil Meriç, İsmet Özel ve sairler gibi...
>Yoksa yakın geçmişe dair olan geleneğe dayanıp,
>sonunda susa kalmak mı benim kaderim? Sonuçta
>‘Otostopçu’yu -ve umarım devamı da gelecek- bu
>yüzden yazmak zorunda hissettim kendimi..) bir
>parantez daha: (O yüzdendir ki peygamberler
>ermişlerden daha üstündür. Onlar da biliyordular alıp
>başlarını mağaralarına, dağlarına çekilmeyi. Yunus’u
>hatırla, neden balığın karnına soktu onu Allah? Bunlar
>adam olmaz deyip inzivaya çekilmeye kalktığı için.
>Sonra, ancak “Lailahe illa ente....” diye başlayan o
>duayı okuyunca Allah affetti onu. Git ve onları yola
>getir!.. Emir buydu.. Şimdi ben de seçebilirim alıp
355
>başımı gitmeyi. Zira peygamber değilim, ‘bir şeyler
>yapmak’ zorunda da değilim... Ama... İşte böyle.)
Üstte yazdıklarımı unut... Ne diyeyim ki ben şimdi sana.
Yazıyorsun, az şey mi?
Zaten başkası da gelmeyecek.. O’ndan başka tabi.
Sevgiler
Gönderen: Mustafa
Alan: Doğan
Konu: “OTOSTOPÇU”
D> Evliya Çelebi’den şunları buldum:
> “Safa ehli kardeşler şöyle bilsinler ki, Hazreti Resûlü
>Ekrem elli
... kes ...
> bir elçidir, gibi geliyor. Bu arada Yaşar Kemal’in Yer
>Demir Gök Bakır’ı da hoştur hani..
Aşağıda unut demişsin ama biraz da Evliya’yı temize
çıkarabilmek için yukarıya aldığın bölümden benim
anladığımı söylemek istiyorum: Bir peygamber,
kendisine peygamberlik inmeden önce ermişler
düzeyinde bulunmuyor olabilir. (Fakat, şüphesiz Hz.
Muhammet bunun dışındadır.)
356
Ve bir küçük anımsatma daha, hangi kitaptan
okuduğumu hatırlamıyorum, ki ayet dahi olabilir:
“Yusuf’un güzelliğini görenler parmaklarını kesmiş ve
acı
duymamışlardı.
Muhammet’in
güzelliği
perdelenmiştir. Zira onun gerçek güzelliğini görseler
başlarını keserler ve acı duymazlardı...”
Kendi üslûbuma bakınca da bunun bir ayet olma
ihtimalini kuvvetli buldum. Sanırım ne demek istediğim
açık..
M> varlık meselesinin neresinde sorun olduğunu merak
>ederim.
D> :)) Kafamı uzunca bir süredir kurcalayan sorun
>budur diyeyim o zaman..
ben de ‘peki’ diyeyim bari...
D> Üstte yazdıklarımı unut... Ne diyeyim ki ben şimdi
> sana. Yazıyorsun, az şey mi? Zaten başkası da
>gelmeyecek.. O’ndan başka tabi.
âlâ.. hepimiz de O’nu bekliyoruz zaten..
357
358
3.BÖLÜMAYAKİZİSİLİCİLERİ
359
360
cfk.
AYAKİZİSİLİCİLERİ
Kimseden yardım almadan ilk adımı attım demir
boruya. Sekizinci kez duydum aynı çığlığı. (Çığlık istem
dışıdır, kendiliğinden olur, bir tür tepkidir.) Altıncıdan
daha büyüktü ama. Neden bilmiyorum, sanki bir şey var
masanın kenarında ve hep yere düşüyor. Oysa hiçbir
hareket yok, bir darbe ya da rüzgar...
Odamdan iki eşya eksildi ve kendimi hiç mutlu
hissetmiyorum. Aksine, tanıdık bir boşluk duygusu var.
Tanıdık ama artık eskisi kadar da içli dışlı sayılmayız.
Önceden beri ağaca tırmanmayı beceremem, fakat
nedense düz demir boru beni hiç zorlamıyor. Ve kendimi
uçsuz bucaksız bir havalimanın tam ortasında çılgınlar
gibi bağırırken görüyorum; kendimi yerlere atıyor,
üstümden geçen uçaklara bağırıyorum. Ama çığlık atan
ben değilim. Sesim daha kalındır.
Kalın..? Öyle. Kalın sesli bir adamdan uzun havaya
benzeyen bir türkü dinliyorum. Bir adam var bir
fahişenin evinin karşısında ıslanmakta olan, sakallı bir
adam... Ben rahat değilim. Kötü haberle ilgili sözler eden
atalarıma güvenip güvenmeme konusunda kararsızım.
Düşmekten de korkmuyorum. Aslında sadece güneşin
361
doğmasını bekliyorum. Ya da sadece sabah ezanı
okunsun istiyorum. Artık okunsun.
“Sala bid’attır!”
Sigarayı bırakırsam şişmanlayacağım. Bırakmazsam
da ağzım kötü kokmaya devam edecek. Neden yazdığım
önemli değil, önemli olan ne yazdığım. Yazmak da bir
tür tepkidir ama istem dışı olamaz. İstem dışı olmayan
her şey gibi o da acı verir. Tıpkı aşk gibi..
Aşk dedim, duydunuz mu baylar?
Kikirdemenin alemi yok, gecenin en hassas
noktasında geziniyorsunuz. Bastığınız yere dikkat edin
lütfen, kaldırımlar tekin değildir, alkol kokar köşe
başları. Ve her on elektrik direğinden altısı bozuktur,
unutmayın sakın. Topuk sesleri de geceleri daha tiz olur.
Beklemek ille de bir tavır olmayabilir. Çocukluk da
unutulmak zorunda değildir. Umut güzeldir ama, en
güzelidir. Nargile ve semaver imgeleri Doğuyla ilintileri
kesilemediği için saf dışı bırakılmalıdır. Toplantılar biraz
daha ertelenmeli, kararlar biraz daha geciktirilmelidir.
Kimsenin kimseyi anlamak zorunda olmadığı insanlara
kabul ettirilmelidir. Çünkü Allah, Adem'i kendi suretinde
yaratmıştır. Çünkü Adem bütün yalnızların babasıdır.
Bataille öyle demeseydi de biliyorduk ‘yalnız insan’ın
lanetli olduğunu. Oysa yalnızlık da bir tür algı
yanılmasıdır. Tıpkı ölüm gibi. Yanılsama olmayan
sadece aşktır. Ve bu kadar ‘-tır’ın bir tek kamyon
362
tarafından sollanmasına da şaşırmamalısınız. Zira
kamyonlar uzun yolda aslan kesilirler. Uzun yollar
uzayan boylar gibidir. Ve Türkan Şoray düşleri kadar
pusludurlar. Yollar ille de yürünsün diye var değildirler.
Bakmak da vardır, yukarıdan aşağı, uzaktan resme........
Nasıl ki hiçbir bomba ‘BOM!’ diye patlamıyorsa,
hiçbir bekleyiş de yıkılışla sonuçlanmaz. 20. yüzyılın
başına kadar bu böyledir. Ama artık mağaraların girişleri
güvenli sayılmaz. ne dediğimi bilmiyorum ama bunun
farkında olduğum da bir gerçek. gecenin bu saatinde toz,
toprak ve boşluk......... yükseliyorum, yükseldikçe daha
da büyüyorum, güvencem yok, -umuttan söz etmiyorumkirpiklerim dökülene kadar burada bekleyeceğim. Beş
minare ve yedi tepe. noktayı ben koymuyorum,
ıslak bir sokakta aydınlıklı adımlar atıyorum ama bir
ayakizisilicisi var peşimde. Sokak lambası cambazları
elektriktendir. Oyunlar artık sahnelere taşınmalıdır.
Sahne dışındakiler alkışlamak için lütfen oyunun
bitmesini beklesinler. Ve salon dışındakiler, burada olup
biten hakkında ahkam kesmekten vazgeçsinler. Kemancı,
çal oğlum, Firket ağabeyin şarkı söyleyecek.
Hepsini ben uydurdum. Bu sizi yeterince
korkutmuyor mu? Evet evet, açıktan tehdittir bu
yaptığım. Ensemde hızla yürüyenler,
çekilin!...
363
- Tamam adamım, şimdi çek ipi! diye bağırdım. Bir
karınca kadar küçük görünüyordu ama teni yine
bembeyazdı.
İpi çekti...
Bayrak, alabildiğine dalgalandı...
“bir gün gelecek, her şey eskisi gibi olacak.”
364
i
Romeo and Juliet ( IV, iii)
A. Kadir
iii
Düş Sokağı Sakinleri (“Yaşadıkça” kaseti)
iv
Siyah Makamı (Ümit Kıvanç)
v
Kurt Kanunu (Kemal Tahir)
vi
Delikanlı (Çağdaş Türkü – Kaset)
vii
Ahmet Haşim’in “Siegfried” başlıklı yazısında yaptığı Nietzsche
göndermesine gönderme.
viii
Mizan - 1.sayı - sayfa:36.
ix
Bu konuda etraflıca bilgi edinmek için bkz. Karamazov Kardeşler
- Dostoyevski - Zosima Dede’nin sohbet notları
x
Bu konuda da okuyunuz: Georges Bataille, Paul Nizan vs.
xi
REŞİDİYE ÇIKMAZI
...Reşidiye Çıkmazı bizim semtin en tenha yeridir. “Çıkmaz” derler
ama bütün çocuklar bilir ki çıkmazın sonundaki apartmanın
bodrumuna oradan da yan mahalleye açılan bir tahta kapı vardır.
Savaş çıkınca kullanmak için saklanır bu gizli geçit. Çocuklar hep
bekler ama savaş falan çıkmaz.... (m.batur)
xii
Mektubat. 3. Cilt, 62. Mektup: «Bu mektub, mübarek oğlu
Muhammed Masum “medde zillühül’âli” için yazılmıştır. İnsanın
aslının adem olduğunu, ademde hiçbir iyilik bulunmadığını
bildirmekdedir.
İnsanın hakikati, yani zatı, kendisi, onun nefsidir. Buna, “Nefs-i
nâtıka” denir. İnsan, ben deyince, nefsini göstermektedir. Bu nefs-i
nâtıkanın hakikati, aslı da, “Adem”dir. (Adem yokluk demektir.)
Adem üzerine, vücud (yani varlık) ışıkları ve vücudun sıfatları
gelmiş olduğu için, kendini var sanmıştır. Kendini diri, alim, kâdir
sanmaktadır. Hayat, ilm gibi güzel sıfatları, kendinin sanmış,
bunların bulunmasına kendisi sebep oluyor sanmıştır. Bunun için,
kendini kamil ve iyi bilmektedir. Bütün kötülüklerin kaynağı olan
ademden kendisine gelmiş ve öz malı olmuş bulunan kötülükleri,
kusurları unutmuştur. Bir kimse, Allahü tealanın lutfüne, ihsanına
kavuşarak, katmerli cahilliğinden ve yanlış inancından kurtulursa,
365
ii
kendinde bulunan iyiliklerin, güzelliklerin, kendi malı olmadığını,
başka yerden geldiklerini, bunların varlıkta kalmalarına kendisinin
sebep olmadığını anlar. Kendi hakikatinin, özünün, bütün
kötülüklerin kaynağı olan adem olduğuna inanır. Allahü teala ihsan
ederek, bu inanışı kuvvetlenirse ve kendindeki kemalleri, iyilikleri
sahibine geri verip, bu güzel emanetleri yerine teslim ederse, kendini
yalnız adem bilir. Kendinde hiçbir iyilik göremez. Bu zeman,
kendinin ne adı kalır, ne nişanı, izi kalır. Ne maddesi kalır, ne eseri
kalır. Çünki kendi, yalnız ademdir. Adem de hiçbir şey değildir. Her
bakımdan yoktur. Çünki, herhangi bir bakımdan var olsa,
güzelliklerin, iyiliklerin hepsinin onda bulunmadığını söylemez.
Çünki, var olmak, bir güzelliktir. Hatta bütün güzelliklerin
başlangıcı, kaynağıdır.
Bütün bu bildirilenlerden anlaşılıyor ki, insanda tam bir “Fena”,
yani yokluk hasıl olması için, kendinin yok olması lazım değildir.
Zaten var değildir ki, yok olması düşünülsün. Kendini var sanan bir
yokluktur. Bu yanlış zannından kurtulur ve kendini var bilmez ve
görmezse, adem olduğunu anlar. Demek ki, fenaya kavuşmak için,
“Zevâl-i şühûdi” lazımdır. “Zeval-i vücud” hiç lazım değildir.»
İmam-ı Rabbani - Ahmed Faruki Serhendi (1563-1624)
xiii
“Günah Üzerine Tartışma” (Georges Bataille). Cogito, Sayı 1.
366
367
368

Benzer belgeler