1.BÖLÜM - LEYD (ışk)
Transkript
1.BÖLÜM - LEYD (ışk)
2 1. K İ T A P (eve dönüş) 3 4 1.BÖLÜM - LEYD (ışk) “düşler aydınlıklarDIR!...” D.S.Sakinleri 5 6 Zalmaaaaaaa! Zalma zehuk, zeban zehuk! Zehuk!.. Men zekir, men zerka, men zerd, men.. men zeyrek!.. Mena leyd! Mena leyde, men leyden, mena likor leydish! Leydish araknen, ene, ente Allah! Zalma zehuk nice. Nice zehuk, nice zahir, enne zamir.. Men leyd, men zekir, men.. men zail! Mena ziyan, leyde zalma, leyde Haksâr, leydâ zamir. İmya leyde hikayen..... 7 Hz. İbrahim’in ateşini arıyordum. Uzaktan bir yerden atmışlar peygamberi, düşmüş ateşin içine; ben ateşi arıyordum. Birkaç yüz kedinin ömrünü çaldım haybeden, haybeden aradım, bulamadım. Meğer göl olmuş ateş, meğer su olmuş... Dönemiyorum, adımlarıma toplamışım keçi yollarını, postallarım çamur bağlamış, ağ bağlamış; önümde sıra tepeler, ardım yok olmuş, ardılım yok olmuş. Ben talebe olmuşum uyduruk bir tanrıya; adına Zerka demişim. Zerka gökmüş, Zerka denizmiş, ben talebe olmuşum Balıkçı Mihail’in ruhbanlığına. Ruhbanlığı mavi imiş Zerka’nın, Zerka’nın adıymış Mihail, ve Mihail balıkçıymış... Yırtık berber koltuklarında yitmiş umudum, omuzlarım berber koltuklarında çökmüş benim. Usturayı alnımın çatısına vurmuş Ahmet Abi. Çığlık atamamışım, susmuşum. Öyle ki, duymaz olmuşum Zeyrek Yokuşu’ndan Unkapanı Köprüsü’ne dökülen feryatları. Galata’yı yinelemişler, ben duymaz olmuşum köprünün yıkılışını; Haliç’i temizlemişler, ben duymaz olmuşum Malva’nın şarkısını; toz kaldırmışlar, duman üflemişler, ben duymaz olmuşum Hubbâz’ın ayak seslerini; kesmişler kulaklarımı, ben duyamaz olmuşum Gümeci Bacı’nın masallarını... Dönmek ne, bakamaz bile olmuşum keçi yollarıma. Yol yapıp yol toplamışım postallarımda. Duyamaz olmuşum, susmuşum. Ve bir cıgara yakmışım bekleme salonlarında, tren istasyonlarında, hava limanlarında, terminallerde, duraklarda, evimde...... evim.. Evim benim okulum. 8 *** Koşar adım girdim kantine. Kalabalığın arasında insanlara çarpa çarpa ilerledim. Kimseyi görmüyor, duymuyordum. Köşede masam beni bekliyordu. Oturdum. Suratım yanıyordu sanki, bağırmak istedim, avazım çıktığı kadar bağırmak! Belli belirsiz titreyerek kareli metot defterden bir sayfa yırttım. Belli belirsiz filan değil, basbayağı titriyordum. Coşkudan –ve biraz da korkudan aslında- gebermek üzereydim! Ağlayarak yazmaya başladım; kimse bana bakmıyordu, değil mi?!.. DAZLAK VE KULAKSIZ Rüzgar gibi koşuyordu at. İleride, ufka yakın bir yerde sıralanan dağlara dikmişti gözlerini. Sırtı çıplak, nalları çıplaktı. Kendini kamçılıyordu; daha hızlı, daha hızlı koşmak!... Taş zeminli bir meydandı. Boştu. Etraf dağlarla çevriliydi. Birileri dans ediyordu boşlukta. Dazlak kafalı, kulaksız yaratıklar. Hepsinin gözleri yeşil, hepsinin boyu uzundu. Dönüyorlardı durmadan. Ayakları yere değmiyordu. Başıboş bir melodi damlıyordu meydanın 9 üstünde. Takunya sesleri parçalıyordu melodiyi melodilere. Bir kişneme sesi duydum. O gelmişti: At. Başörtülü bir kadın ağlıyordu evinde. Kocası onu terk etmiş ve çocuklarını da elinden almıştı. Hasretle yanıyordu yüreği kadının. Beş yıl geçmişti evlat acısıyla. Kolay mıydı, öz be öz çocuklarından ayrı düşmüştü. Ağlıyordu buna hakkı olduğunu bilerek -ya da bilmeyerek. Bir çocuk, yeğeni, geldi ve usulca sokuldu yanına. “Neden ağlıyorsun teyze?” dedi. Kadın elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. “Yok, ağlamıyorum canım” dedi. Çocuk sırtını duvara yaslayıp sustu. Kadının hıçkırıkları geçti. “Ne olacak bu kadının hâli? ‘Öldüler’ gözüyle baksın, hepsi öldü saysın. Ama yok, ille de dert çekecek ve çektirecek de tabi” dedi kadının ablası ve çocuğun annesi. Çocuk birden ağlamaya başladı. Teyzesi elini çocuğun başına koyup okşadı. “Ağlama yavrum, yok bi’ şey”. Ama çocuk durmadan ağlıyordu. Nefesi yettiği kadar devam etti ağlamaya. Sonra sustu. Sonra sustu... Başımı kaldırıp semâya titrettim ellerimi. Küçük bir kasılma oldu karnımda. Kasıklarımdan aşağı süzülen bir damlayla irkildim. Erkekliğim akıyordu bacaklarımdan. Düşünüyordum: “Ya ben n’olucam!”. Tekmeliyordu 10 bebek, hissedebiliyordum. Oradaydı, kasıklarımda, ve küçük ayak darbeleriyle anlatmaya çalışıyordu varlığını. Hep hüzünlüydüm ben zaten, hep ağlardım. Teyzem de ağlıyor artık. Evlat acısı onunkisi. Ya benimki? Ben... At gelmişti. Meydanın siyah kenarında, ayakta duruyordu. Ayaktaydı at, düşünsenize bir: atın ayakta olması!.. Dazlak ve kulaksız yaratıklar gibi dönüyordum ben de şimdi. Teyzeme ağlıyordum ve durmadan, durmamacasına dönüyordum. Yer betondu, gökse yeşil. Hatta.. hatta kahverengi! Elimi başımın üstüne koydum. Oturdum ve diktim kafama şişeyi. Buz gibi soğuk su. Yer beton, gök yeşil. Durdum. Onlar da durdular. At yürümeye başladı. Teyzem atın sırtındaydı. Burnuma bir yanık kokusu geldi. Ocağın altı açık mı bırakılmıştı? At şaha kalktı aniden. Teyzem yere düştü. Bir damla daha süzüldü bacağımdan ayak bileğime doğru. Bir tane daha. Erkekliğim ağlıyordu. Doğurmak üzereydim. Ben ve dörtnala koşan, uzaklaşan bir at. Dönmeye başladılar gene. Ben duruyordum hâlâ. Erkekliğim hıçkırıyordu bacaklarımda. Kastım karnımı. Sonra bacaklarımı. Yere yığıldım boş bir çuval gibi. Bacaklarım.. kasılıyordum. Terden sırılsıklam olmuştu beyaz, tek cepli gömleğim. Pantolonumu çıkardım zorlanarak. Kasıklarımda bir yanma duydum. Sağ elimi titretiyordum galiba. Ve nihayet düştü erkekliğim önüme. Yerde boylu boyunca 11 uzanıyordum. Bir çocuk ağlaması duyuyordum. Başımı kaldırdım ve bacaklarıma baktım: kanlanmıştılar. Dazlak kafalı ve kulaksız bir bebek debeleniyordu bacaklarımın arasında. Elimi uzattım ve kucağıma aldım. Yeşildi o da diğerleri gibi. Teyzem!.. Ölmüştü galiba. *** Sonra biraz düzenledim tabi, fakat heyecanım geçmemişti. (İlacın etkisini de yadsıyor değilim. Ama sadece o değil, olamaz. Çünkü akineton almıştım sabahleyin, öğleden evvel titreme olması mümkün değildi. Hem nörofren de kullanmıyordum artık, E. Hanım bünyemin zayıf olduğunu, daha hafif bir ilaç vereceğini söylemişti. Adı neydi hatırlamıyorum, ama gerçekten daha hafifti.) O gün ne işim vardı, kimi beklemem gerekiyordu o masada, umurumda değildi, alelacele toparlanıp kalktım. Önce fakülteden, hemen sonra okuldan çıkıp otobüs durağına vardım. İlk otobüse binip kayboldum. Ben... kaybolmaya bayılıyordum! Eve geldim sonunda. Kimse yoktu. Hemen odama girip kapıyı kilitledim. (Kimse yokken kapıyı kilitlemek heyecan vericidir, bilirim ama bundan değil, el 12 alışkanlığından kilitledim.) Büyük zarfı indirdim raftan. Yatağa oturup bağdaş kurdum. Resimleri çıkardım. Yastığın üzerine yaydım. Teker teker elime alıp uzun uzun baktım. Ağlamadım! Tuvalete ağlamak için gitmiştim ama, kabul ediyorum, yine de sebep resimler ve resimlerdeki kız değildi. Kantinde tek başıma oturuyordum, tedirgindim, içimde bir yerlerde tuhaf şeyler oluyordu; ilaçtandı, biliyorum, engelleyemiyordum. Titremeye başlayınca korktum, bana bakan yoktu ama çok kalabalıktı, ya varsa diye telaşlanmıştım, kastım kendimi, ayaklarımı ölesiye bastırıyordum betona, dişlerimi sıkıyordum, ama yetmiyordu, bağırmamak için ağlamalıydım, orada olmazdı, tuvalete koştum. Kapıyı kapatır kapatmaz kendimi karşıdaki fayanslara vurdum. Sonra durup dinledim; gürültüyü duyan olmuş muydu? Ses gelmeyince bıraktım kendimi, sarsılarak ağladım. Yere çömeldim sırtımı duvara sürterek. Beş on dakika sürdü, her zamankinden biraz daha fazla... Kapıyı sessizce açtım. Biri vardı pisuara işeyen, başımı öte yana çevirerek geçtim hemen, lavaboya yumulup yüzümü yıkadım. Aynaya bakmadım. Tam merdivenleri iniyordum ki ikinci basamakta duruverdim. Bu gayrı ihtiyarî olmuştu, öylece 13 kalakaldım. Sonra sesler geldi, sanki şadırvandan çıkan ihtiyar adam cami kapısına yürüyordu: takunya sesleri... Merdivenler yok oldu, duvarlar ve sütunlar, hepsi yok oldular. Önce kum sandım, çöl sandım, ama değil, hemen fark ettim betonu. Zaten uzun sürmedi, yeni, başka duvarlar yükseldiler; ve sonunda nal seslerini de duydum... Korkarak bakındım etrafıma; başımı çevirdiğimi hissettim. Bir basamak daha inmiştim, yere baktım, basamakların hepsini inmişim. Başımı kaldırdığımda ne duvarlar vardı ne de yer... Sadece su. Bir sürüydüler, yüzlerce, belki binlerce! Uzun boyluydular... Birine baktım, bakabildim, vücuduna yani, kaslıydı... kaslıydı işte... Bacak arasına bakınca, birden büyüdü görüntü, yani resim, yani yaklaştım, o yaklaştı, düzlüğü gördüm, düzdü, bacak arası yani, girinti ya da çıkıntı yoktu, kadın ya da erkek değildi... Hep dönüyorlardı. Hiçbir yerleri sarkmıyordu, kolları yana açılmıştı, durmadan dönüyorlardı... Müthişti! Sanki dünyanın en güzel şarkısı çalıyordu, ve o kadar güzel dans ediyorlardı ki!.. Telaşla göz kırptığımı da anımsıyorum, sonra kayboldular. Orada bekledim biraz, sonra..? Bilmiyorum... Dış kapı toplamalıyım. açıldı, birileri 14 geldi! Resimleri PUSLU KITALAR ATLASI’NA DİPNOT Sırtımı duvara yaslamıştım. Kanepenin ortasında dizlerimi başıma çekmiş oturuyordum. Pijamamın dizleri o kadar ıslanmıştı ki gözlerimi silemiyordum artık. Hiçbir yere vurmuyordu gölgem. Hiçbir yansıma yoktu duvarlarda. Bana sorulursa duvar falan da yoktu aslında. Karşıdaki büyük masanın üstünde açık bir kitap vardı: Puslu Kıtalar Atlası. Efendinin biri vermişti okumam için. Efendilerime her zaman sadık olmuşumdur. Hiç kölem olmadı... Dışarısı aydınlıktı aslında ama ben geceyi yaşıyordum. İki tane yuttum. Beklemeye devam ettim. İlk kim gelecekti, merak ediyordum. Dışarısı karardı. Gece oldu. Demin de geceydi ama sürekli şimşek çaktığı için aydınlanıyordu içerisi. Pencerenin açık olması gerekiyordu. Gözlerimi kapatıp pencereyi açtım. Kapı kapalıydı; kilitliydi de galiba. Perde havalandı biraz. Şimşek çaktı yine. Hâlâ havlamıyordu köpekler. Oysa ben her yerimde hissediyordum depremi. Perde aralandı biraz, ya da perdeyi ben araladım. Dışarıya bakmak istedim ama hâlâ kanepede oturuyordum. Kulak kabarttım... Geliyorlardı! Elim hafif hafif titriyordu çünkü. Bir şimşek daha çaktı. Artarda gürlüyordu gök. Avizenin mercekleri sallandı. Uçak geçince de sallanırlardı. Uçak mı geçiyordu yine? Perde aralandı; bu sefer ben değildim. İçeri girdi bir tanesi. Sessizce 15 karşıdaki kanepeye çıktı ve oturdu. Biri daha girdi. Beş oldu sayıları. Onlara bakıyordum. Dördü yan yana kanepeye oturdu. Diğeri ayakta kalmıştı. Bir süre gezindi odanın içinde. Kütüphaneye, kitaplara baktı. Masanın üzerindeki açık kitabın sayfalarını karıştırdı. Okuyordu galiba. Çok erkekti, erkeksiydi tavırları. Oysa cinsiyetsiz olduklarından emindim ben. Sırtına bakıyordum. Kaslı kalçalarına... Bacaklarımı uzattım. Sürünerek kanepenin kenarına geldim. Kararsız bir hareketle ayağa kalktım. Döndü ve bana baktı. Gözleri!.. Aman tanrım! gözleri çok güzeldi. Kitabı eline almıştı. “Bunu mu okuyorsun?” dedi. Sesi ürkütücüydü, sanki yankı yapıyordu. “Evet” dedim. Gülümsedi. Dişleri vardı, bembeyaz dişleri. Sarılmak, öpmek istedim! Ama korkuyordum. Kitabı kanepede oturanlardan birine verdi. Biraz baktıktan, sayfalarını karıştırdıktan sonra o da yanındakine verdi ve böylece hepsi kitaba baktılar. “Otur” dedi ayaktaki. Oturdum. Yanıma oturmasını bekledim. Ona dokunmak istiyordum. Kenara kayıp ona yer göstermeye çalıştım. Oturmadı. Demir dolaba dayandı. Ayakta duruyordu. Hareketsizdi. Başımı kanepede oturanlara çevirdim. Pencereye en yakın olanı hâlâ elindeki kitaba bakıyordu. Çıplak tenlerine takılıyordu gözlerim. Utanmama rağmen bacak aralarına bakmaya çalışıyordum. En soldaki konuştu. Ne dediğini anlamadım. Anlamadığımı söylemek istedim ama tam olarak kestiremediğim bir şey buna engel oldu. 16 Kontrol kimdeydi? Büyülü bir dünyadan sıyrılarak çıktığımı hissediyordum. Ben çağırmıştım onları. Ben çağırmadan da gelebilirler miydi? Konuşmalıydım onlarla. Sorular sormalıydım. Onların efendisi olduğumu anlatmalıydım, kabul ettirmeliydim. Az önce anlamadığım bir dilde konuşan ayağa kalktı. Bana doğru bir adım attı. Geri çekildim. Duvara yaslandım. Duvar çok yumuşaktı. Elini uzattı. Gözlerimi kapattım. Göz kapaklarım acıyıncaya kadar sıktım gözlerimi. “Dans etmek ister misin?” Ses.. sesini tanıdım! Gözlerimi açtım. “Şey.. bilmem” diyebildim sadece. Yanıma oturdu. Henüz tanışmamış olmamıza rağmen çok samimi davranıyordu. Neden hiç konuşmadığımı sordu. Böyle bir köşeye çekilerek eğlenemeyeceğimi söyledi. Haklı olduğunu, fakat burada pek kimseyi tanımadığımı, bu yüzden biraz sıkıldığımı anlattım. Aslında hiç de sıkılmıyordum. Sadece yabancısı olduğum her ortamda yaptığım gibi susuyordum. “Dans etmek istemediğinden emin misin?” diyerek tekrar sordu, beni köşeye sıkıştırmıştı. Cevabımı beklemeden kalktı ve müzik setinin yanına gitti. Kasetleri karıştırıyordu. Bense kalp atışlarımın o geri gelene kadar yavaşlaması için dualar etmeye başlamıştım. Aradığı kaseti bulmuştu: “Wonderful Life”. Yanıma geldi. Dans müziğini duyan 17 herkes salona gelmeye başlamıştı. Elini uzattı. Kalbim durmuştu galiba. Çünkü hiçbir şey duymuyordum artık. Ben de elimi uzatarak ayağa kalktım. Aralıksız bir buçuk saat dansettik. İlk yarım saat boyunca heyecanım hiç dinmedi. Fakat daha önce hiç tanımadığım bir kokunun etkisi altına girmeye başladım. Tek kelime bile konuşmadığımızı da fark edince oradaki olayın dans etmekten çok öte bir şey olduğunu anlamam uzun sürmedi. Oturduğumuzda neler konuşacağımızdan emin değildim. Onu etkileyebilecek bir özelliğim olmadığını düşünüyordum. Olaylar düşündüğümün aksine gelişti. Dans bittikten sonra tek kelime bile konuşmadık. Akşam ayrılık saati geldiğinde hayatımın artık benim kontrolümden çıkmaya başladığına hükmettiğim o ânı yaşamaya başlamıştım. İnsanlar ev sahibine doğum günü hediyelerini vermek için arka odaya gitmişlerdi. Ben o gece orada kalacağım için hediye curcunasına katılmayıp balkona çıkmıştım. Yanıma geldi. Ben hâlâ aynı şaşkınlık içindeydim. “Gidiyor musunuz?” dedim içerdekileri de kastederek. Cevap vermedi. Birden sarıldı ve öpmeye başladı. İlk defa biri beni öpüyordu. Bıraktığında herhâlde yere düşerim diye düşündüm. Yere düşmedim belki ama bir şeylerin artık asla düzelmeyecek şekilde yerinden oynadığını fark ettim. Saçımda dolaşan bir el vardı. Kanepenin üzeri boşalmıştı. Elin sahibine baktım. Nereye gittiklerini 18 sordum. “Geldikleri yere” dedi belli belirsiz bir gülümsemeyle. Kenara kaymamı istedi. Kanepenin ucuna kadar gittim. O da öteki ucuna, bağdaş kurarak oturdu. Bacak arasını rahatlıkla görebiliyordum: Dümdüzdü!.. Hiçbir girinti veya çıkıntı yoktu. Çok doğalmış gibi geldi o an. “Kutsal bir masumiyetin işareti,” diye geçirdim içimden. Dizlerimi çeneme çekip sırtımı küçük pembe vitrinin yan tarafına dayadım. “Onu seviyor muydun,” dedi. “Hâlâ bilmiyorum. Ama çok özlüyorum”. “Şimdi nerede?” “Bilmem... Ne fark eder ki?” “Kendine doğru söylediğinden emin misin? Ya ona karşı duydukların başka erkeklerin başka kadınlara duyduğu şeyin aynıysa, ya senin uydurduğun yalnızlık unutulmuş bir çocuk oyunu bile değilse. Elindekileri bu kadar hoyratça savurman ne kadar doğru sence?” “Bu benim sorunum. Sonuçta elimdekileri kimse vermedi bana. Savurup savurmamak da bana kalmış, öyle değil mi?” “Ama seni benzerlerinden ayırdedebilen biri var orada.” “Nerede? Hadi, cevap ver buna, nerede?” “Bu kadar küs müsün kendine. Kiminle savaşıyorsun? Ben sadece bir düşüm, senin uydurduğun herhangi bir düş. Benimle savaşmamalısın.” 19 “Kimseyle savaşmıyorum ben! Sen söyle bakalım, beni benzerlerimden ayırdedebilen biri var, dedin. Nerede o?” “Hiç konuşmadın sen onunla, hiç görmedin... Söyle o zaman, kasıklarındaki yanmayı nasıl açıklıyorsun?” “Ahmak! Hepiniz ahmaksınız! Onlar zavallı öykülerdi. Senin geldiğin yerden gelen zavallı ımızganmalar. Onlara inanıyorsun, çünkü bu işine geliyor. Böylece beni fazla zorlanmadan tanımlayabilir, artık başka imgeler ararsınız. Sizin kurallarınızı çok iyi biliyorum ben.” Cevap vermedi. Yaklaştı. Elleriyle dizlerime, pijamamın ıslak dizlerine dokundu. Çıkarmaya çalıştı. Engel olmadım. Bacaklarım çıplaktı şimdi. Üstümdekini de çıkarmamı bekliyordu. Çıkardım. Bir tek şortla kalmıştım. Tekrar kanepenin ucuna çekildi. “Benden utanır mısın?” dedi. Sustum. İnsan kendi düşünden utanır mıydı? “Evet” dedim. Gülümsedi. Gene dişlerini gördüm. (Hayır, düşünden utanmak, kendinden utanmak demek değildir!) “Utanmamalısın,” dedi. Cevap vermedim. Az evvel konuşulanları hatırlamaya çalıştım. “Nerede?” soruma yanıt alamamıştım. Çıkarmamı istedi. Bunun neden gerekli olduğunu sordum. “Düşüne sadık kalmalısın” dedi. Neden böyle bir zorunluluğum olsundu ki, düşüme hâkim değil miydim? “Çıkar” dedi. Ben hâlâ kararsızdım. Yanıma geldi ve çıplak vücuduma sarıldı. Boynumda dudaklarını hissettim. Elini 20 sırtımdan aşağı indirdi ve şortumu yavaşça çıkarmaya başladı. Anlatılmaz bir utanma duygusuyla ürperdim fakat karşı koyamadım. Olduğum yerde çakılıp kalmıştım. Geri çekilip bana uzaktan bakacaktı. Bundan çok korkuyordum. Şortum yerde, ayaklarımın üstündeydi. Ve geri çekildi! “Söylediğim gibi: Düşünden utanmamalısın”. Tamam, kapatalım bu konuyu. Gidecekti. Bunu mide ağrısından anlamıştım. Ben de onun gibi bağdaş kurdum. Kaçamak gözlerle ona bakıyordum. Çok farklıydı, yani benden. Onun bacak arası düzdü. Benimse utanç verici bir fazlalığım vardı. (Evet, o masumdu ama ben...) Onun kulakları yoktu ve dazlaktı. O sessizliğin içinde dans ederdi. O dans ettiği zaman hiçbir yaprak kımıldamazdı. Elleri olmayan bütün yaratıklar onu alkışlardı. O benim düşümdü. Bana aitti. Bir şeye sahip olduğumu hissettiriyordu hep. Onunla beraberken var olma ihtiyacı duymuyordum. Neden insanlar buna saygı göstermiyorlardı, neden herkes kurallara uymalıydı? Kimseye hükmetmedim ben, hiç kölem olmadı şimdiye kadar. (Biliyorum bunu daha önce söylediğimi) Ayağa kalktı. Ben de kalktım. “Gidiyor musun?” diye sordum. “Sen öyle istedin ya” dedi. Kanepeye yanaştı. Kanepenin üzerinde duran kitabı aldı eline. İlk sayfayı açıp benim duyabileceğim kadar yüksek sesle okudu: “Dünya bir masaldır. 24 yerine 19 Haziran 1997, 21 Bengü”. Tüylerim diken diken olmuştu. Ses çıkarmadan ürpermeye başladım. Kitabı kanepeye bıraktı. Pencereye yanaştı. “Dur” dedim titreyerek. “Ben.. seninle gelmek istiyorum”. “Gel öyleyse, sana engel olan mı var?” dedi bir ayağını pencerenin altına koyarken. Yanına gittim. Omzunun üzerinden elini uzattı. Arkası dönüktü. Sırtına çıkmamı istiyordu. Çıktım. Kollarımla boynunu sıkıca kavradım. Bacaklarımı da beline doladım. Ayağıyla destek alıp boşluğa sıçradı. İkimiz de geldiğimiz yere geri döndük. *** İşte böyle yazıyor, hikaye ediyorum her şeyi. Aslında ilk okuldan beri yapıyorum bunu ama şimdi farklı. Eskiden, yani ilk okula giderken, mahallenin çocukları hep beraber toplanırdık birinin evinde, ya da anneler gün yaptığı zamanlar. Gürültü olunca ev sahibi hanım bana hikaye anlatmamı öğütlerdi. “Hadi, derdi, hikaye anlat da dinlesinler.” Anlatırdım ben de, çünkü bayılırdım hikaye anlatmaya! Ama yalnız ben değil, çocuklar da severlerdi hikayelerimi, tabi anneler de memnundu çünkü bütün o 22 koşuşturma, curcuna sona erer, derin bir sükûnet kaplardı her yanı. Hepsini orada, o anda uydururdum. Nasıl yapardım bilmiyorum, hatta hikayelerden biri bile aklımda değil şimdi. Sadece o sükûnet... Ama işte, ancak biri zorlayınca anlatabilirdim. Yoksa... utanırdım bir kere... hem beğenilmeme korkusu da var. Ama, artık kimse beni zorlamıyor, ve yazmayı da öğrendim... Bir tek olumsuz yanı var bu işin, o da unutmayı imkansızlaştırması. Yani acıları... Başıma gelen bir felaketi, aslında o felaketle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir şekilde yazıyorum, hikaye ediyorum; yani o anki ruh hâliyle ama bambaşka bir hikaye; ve daha sonra, söz konusu ruh hâlinden çıkmış olduğum bir dönemde yazılmış bu hikayeyle karşılaşıyorum arşivimde (aslında bazen özellikle karıştırıyorum). Eski tabiriyle “tahattur” ediyorum ister istemez. Kayıtlı olanın bireyin -ve kuşkusuz toplumun da- var oluşuna karşı gösterdiği hayasız tavrın bilincine vardığımdaysa, anlatılması (tasvir edilmesi) çok zor bir bulantı kaplıyor içimi. Mesela bu bulantıya karşı ayakta durabilmek için bir oyun olsun diye müstear isimle yayınlamaya karar verdim yazdıklarımı. Yayınlayamasam bile olsundu, ben böyle ciddi müstemlekelerle cebelleşemezdim. Bir isim vermem şarttı ‘yazan ben’e. Çocukluğumdan beri bir gün ünlü olduğumda kullanmak istediğim bir ad vardı, eniştemin daha sonra değiştirdiği adı. Onu aldım. Olanlar da ondan sonra oldu... 23 ‘Ben’i yazacaktım. Her amatör yazar gibi önce kendimi yazacaktım. (Sonradan öğrendim yazan insanların bütün yazın serüvenleri boyunca aslında sadece kendilerini yazdıklarını, değiştirerek de olsa.) Ama isim koyduğum adam benden hızlıydı, yani yazının, yaşamın ve benim kurgularımın, küçük hesaplarımın önüne geçmesi kısa sürdü. Yazılan/anlatılan adamın ben olmadığımı fark ettim, daha doğrusu bu konuda ciddi kuşkulara kapıldım. Fakat yazının hızına boyun eğdim. Serbest bıraktım yazarı, o da beni. Ben düş kurdum, o yazdı. Onun yazdıklarını okudum, başka düşler kurdum. Ve hayat da -inanması gerçekten çok güç amadevam etti. Sonunda korktuğum oldu, düşler ve gerçekler öylesine laçkalaştı ki kontrol diye bir şey kalmadı. Ve yazılan metinler toparlanmaya, hiç de ilgisi olmayan insanların eline geçmeye başladı. Hikaye anlatmanın bir tür sanat olduğunu da o zaman duydum. Hatta bu işten para kazanıldığını, tabi hemen arkasından da “para kazanmak” diye bir de ödevim bulunduğunu... Oysa düşler.. yani düşlerim....... 24 DUVARLAR DAMLAMAYA DEVAM EDİYOR (kovamız kalmadı) Merdivenleri teker teker ama koşar adım çıkıyordum. Sürekli aynı cümleyi tekrarlıyordum içimden: “Allah’ım, n’olur ev boş olsun, n’olur!” (Annem gideceklerini söylemişti aslında..) Gitmiş olmalıydılar. Ayağım takıldı. “Hay lanet!”. Düşmedim. Üçüncü kattayım. Sağ elimle omzumdaki çantanın kulpunu tutuyorum. Kolum titriyor gibi. Dördüncü kattayım. Bir kapının önünde göze batacak kadar çok ayakkabı var. Durmadım. Beşinci kat. (Lanet olası asansörler neden çalışmıyor ki?!) Zili çaldım. Beklemeden anahtarımı çıkardım. (Evde olup olmadıklarını daha çabuk anlamak için zili çalmıştım galiba. “Kötü haber tez duyulur”; bunun durumumla bir alakası var mıydı?) Kapıyı açtım, kimse yok gibiydi. Ayakkabılarımı içeri aldım; (Dışarıda bırakınca çalıyorlardı) kapıları açık portmantonun yanına koydum. (Çıkarken acele etmişlerdi) Uzun koridoru hızla yürüdüm. Yarı yolda durdum. Çantamı yere bırakıp geri döndüm. (Ne yapacaktım?) Mutfağa gittim. Buzdolabının kapısını açıp içeri göz attım. (Önce ocağın üstüne bakmalıydım.) Ocakta iki tencere vardı. İçlerine bakmadım. (Demek yemek vardı.) Odama gittim. (Yolda çantamı da almıştım) Kanepenin üzeri yine çok dağınıktı. Çantamı oraya bıraktım. (Yok.. attım) Ayakta duruyordum. (Ne 25 yapacaktım?) Ne yapacağımı bilemiyordum. Sandalyeye oturdum. (Ayakta duramazdım. Ayakta durmaktan çok çabuk yorulurdum) Aklıma ilk gelen haplardı. İki tane alırsam rahatlayacağımı düşünüyordum. Alışkanlık yapmasından da korkuyordum. Almamalıydım. Masanın üstü de çok dağınıktı. Dağınıklığı içimde de hissettim. Düşüncelerim, çok dağınıktılar. Hayır.. Hiçbir şey düşünmüyordum ki, nasıl dağınıklıktı bu? (Bomboş bir odanın dağınık olması çok saçmaydı çünkü.) Kalktım. Ayakta duruyordum. Yemek yemeliydim. Açtım çünkü. Mutfağa gittim. Yemekler sıcak olmalıydı. Tencerenin kapağını açınca haklı olduğumu anladım. (Taze fasulye ve makarna) Dolaptan porselen olmayan iki tabak çıkardım. (Porselen tabakları kırmaktan korkardım hep) Yemek yedim. Şişmiştim. Yemek yemeyi hiç beceremezdim. Çabuk çabuk yer ve sonunda hep böyle şişip kalırdım. Odama gittim. Biraz düzelir gibi olduğumu fark ettim. Sigara yaktım. (Bu çok normal bir şeydi. Sigara yakmak yani) Televizyonu açmayı düşündüm. Takılmaktan korktuğum için bunu yapmadım. (Takılsam ne olurdu sanki, yapacak başka bir şey varmış gibi!) Sandalyede oturuyor, sigaramı içiyordum. Başım dönmüştü. (Sadece kahvaltıdan sonraki sigarada dönerdi başım) Bunun sebebini anladım. Hap almalıydım. Yoksa... Saate baktım. Bir-iki saat sonra ev kalabalıklaşacaktı. Hâlimde bir gariplik olduğu mutlaka sezilirdi. (Özellikle annemin gözünden kaçmaz) Malum kitaba baktım. Masum masum 26 duruyordu. Diğerlerinden hiç farkı yoktu sanki. (“Drina Köprüsü” kitabının içini oymuş ve gizli bir kasa yapmıştım. Bunu ilk yaptığımda oraya ne saklayabileceğimi çok düşünmüş ve en sonunda paralarımdan başka gizleyecek bir şeyim olmadığını anlayınca içimde bir burukluk duymuştum. Oysa şimdi ailemden gizleyecek çok şeyim vardı. Büyümüştüm bir kere. Bir ara sigaralarımı saklamıştım. Artık sigara içtiğimi herkes biliyordu. Şimdiyse haplarım.) Kitabı raftan indirdim. Masanın üzerine koydum. (Annemi üzmekten korkuyordum. Yoksa bu kadar ihtiyatlı davranmazdım. Yani en azından buraya saklamazdım onları) Sigarayı küllüğe bıraktım. Arkama yaslanıp duvardaki resimlerime baktım bir süre. Hayır.. şimdi yapmamalıydım. Şimdi iyiydim. Yemek yedikten sonra sakinleşmiştim. Belki sonra, yine kötü olursam.. Mutfağa gittim yine. Balkona çıktım. Aşağıda, parkta çocuklar vardı. Küçük bir kız salıncakta sallanıyordu. Başkası -galiba erkekti o- onu sallar gibi yapıyordu. “Tıpkı filmlerdeki gibi” diye geçirdim içimden. Canım sigara istedi. Sigaramı bitirmemiştim ama. Eyvah! Koşarak odama gittim. Allah’tan korktuğum başıma gelmemişti. Sigarayı söndürdüm ve küllüğün içine attım. Paketten yeni bir tane alıp yaktım. Balkona gitmekten vazgeçtim. Birkaç adım yürüdüm odanın içinde. Sonra uzanmak istedim. Kanepenin dağınıklığına baktım. Berbattı! Elimle ittirdim. Uzanacak kadar yer açmam imkansızdı. Yere atmayı düşündüm her 27 şeyi. Gene bulanıklaştı aklım. Bir şey yapacaktım ben, ama ne? Sandalyeye oturdum. (Ayakta durmaktan çabuk yorulurdum. Ama bunu daha önce düşünmüştüm, hem de defalarca) Sigarayı küllüğe bıraktım. Bunu daha önce de yaptığımı fark ettim. Gene orada unutacağımdan korktum. Uykum yoktu. Sıkıntılıydım. (Ne yapacaktım ben?) Okulda olanları düşünmeye başladım. O kızla göz göze gelmiştik. Çok heyecanlanmıştım. Öyle güzel bakıyordu ki! (Adı.. adının ne önemi var ki!) Evet... tabi ya! Ne yapacağımı hatırladım. O kızla ilgili hayaller kuracaktım. (Ya da bir tek hayal. Biraz uzunca belki) Kalkıp oturma odasına gitmeye karar verdim. (Uzanarak hayal kurmaktan hoşlanırdım) Kahverengi kanepeye uzandım. Müzik? Yok, istemez. Şimdii... Okulda, kantindeyim. Köşedeki masada oturuyorum. Yalnızım. Yok yanımda Tuncay var. (Tuncay.. çekingen biridir o da benim gibi. Bir kız arkadaşı var, dışarıdan, okulun dışından yani. Hep onunla beraberdir. Hiç anlatmaz. Ben de sormam zaten) Konuşuyoruz. Konu ne? Dersler? Hayır, felsefe. Sıkıyorum onu. Karşı ki masada oturuyor Leyla. (Adını söyledim. Olsun, ne çıkar bundan) Çok güzel. Bakmak bile yetiyor. Ama bu bir düş, daha fazlası da olabilir. Tuncay “ben kalkıyorum” diyor. Ses etmiyorum. Gidiyor. Bekliyorum. Arada bir kaçamak gözlerle ona bakıyorum. Bir kaç defa göz göze geliyoruz. O da benden hoşlanıyor. Yoksa niye baksın ki? Çakmakla 28 oynamaya başlıyorum. (Bir şeyler yapıyor olmam gerek) Biri geliyor masaya. Başımı kaldırıp bakmaya korkuyorum. O!.. “Oturabilir miyim?” diyor. “Elbette” diyorum. Kalp atışlarım hızlanıyor. Az önce Tuncay’ın oturduğu sandalyeye oturuyor. Yüzüne bakamıyorum. Utanıyorum. O bakıyor. Neredeyse tüketecek beni. Başımı kaldırıyorum. Ona, gözlerine bakıyorum. Kalbim yerinden fırlamak üzere. (Banyo yıkılıyor!) Banyo!.. Uzandığım yerde “banyo” diye mırıldandım. Kafam karıştı. “Ne banyosu bu?” Dün annem göstermişti. Banyonun fayansları dışarı çıkmıştı. Birden yere dökülecekmiş gibiydiler. Kalkıp banyoya gittim. Hâlâ aynı durumdaydı fayanslar. Küvetin üst tarafında uzunca bir çatlak vardı. Kapının arkasındaysa üç sıra dışarı fırlamıştı. Tırnağımla fayansları tıklattım. Arkasının boş olduğunu anladım. Öyle sesler çıkıyordu çünkü. Korkutucuydu. Birden çökebilirdi banyo. Ve ardından bütün ev, hatta bütün bina. Oturma odasına gittim. (Babamlar ilgilenirdi) Kanepeye uzandım tekrar. (Nerede kalmıştım) Hah, kalbim yerinden fırlamak üzereydi. Masada oturuyorduk. (Sıkıldım) Neden bu kadar hayalperestim ben? Kendime anlattığım bu hikayelerin hepsini ona, ya da başka birisine de anlatabilirim. Hayır, anlatamam. Çünkü ben korkak biriyim. Aslında.. Çekinirim bi kere. (Ben başka bir şey yapacaktım) Acıktım galiba. (Az önce yemiştim) Çok çabuk acıkıyorum. Ya da.. Bunun sebebini de biliyorum aslında. 29 Beş tane aldım. Bu çok iyi! Beş tanesi yetiyor. Kendimi ağırlaşmış hissediyorum. Parmaklarımı bile oynatmaya üşeniyorum. Ayağa kalkarsam düşme olasılığım büyük. Ayağa kalkmak ve bunu denemek istiyorum. (Düşeceğim) Ayağa kalkıyorum. (Düştüm galiba) Halının tüyleri çok kısa. Bir karınca var. Ama çok hızlı yürüyor. Ve de büyük. Siyah. Kanepenin altına girdi. Halının üzerindeyim. (Hiç özgür değilim!) Banyoya gitseydim keşke. Belki üzerime yıkılırdı. Ev başıma çökecek. Bütün binayı üstümde hissedeceğim. Başım çok ağır. (Başımı bıraktım) Yerdeyim. Öyleyse düştüm. Ama hiçbir yanım acımıyor. Mutlu muyum? Kimin umurunda! Telefon mu bu? Evet. Telefon çalıyor. Ne kadardır yerdeyim? Uyukladım mı acaba? Telefon masanın üstünde. (Açamam herhalde. Ama uyuduysam biraz kendime gelmişimdir) Hayır. Dördüncü çalışı. Başımı kaldırdım. Dördüncü çalışı da bitti. Doğruldum. Hayır, hiç uyumamışım. Kalkamıyorum çünkü. Belki de!.. Belki de ölmüşümdür! (Ölünce telefon çalar mı ki?) Beşinci çalışı da bitti. Altıncı çalışı!.. Çalmıyor galiba. Kendimi bıraktım. Başım yere çarptı. Canım yandı mı? (Hayır mı?) Uyumalıyım ama yerde olmaz. Kanepe... üstü dolu! Lanet!.. Uyuyorum galiba. (Bir gürültü!) Hayır, uyuyorum. Rüya bile görmeye başladım. Ya da hal.... (Halü.. hali.. nasıl denir bu?) Banyo burası. Fayanslar fırlamış! Fayanslar! Yere dökülüyor. Annem 30 çok kızacak. Siyah, büyük karınca orada. Koşuyor sanki. Acelesi mi var? Niye telaşlı bu kadar? Depremden önce köpekler havlar, di mi? Karıncaya ne oluyor ki? Burası banyo.. mu? Kanepenin banyoda ne işi var? Fayanslar parçalanıyor. (Annem çok kızacak!) Okulu bitirebilecek miyim? Burası neresi? Leyla! Adı neydi? Nalan mı? Tuncay’ın bir sevgilisi var. Uykuda düşünebiliyorum, ne güzel! Ama annem çok kızacak! Durdum... düşünmüyorum. Öldüm galiba... Yok, uyuyorum. Sızdım çünkü. Çok ayıp bu yaptığım, utanıyorum! (Neden ve kimden bilmiyorum ama utanıyorum...) Ürperdim! Gözlerimi açtım. Avizeye bakıyordum. Ya da avize orada duruyordu ve benim gözlerim açıktı. İçerden sesler geliyordu. Ayağa fırladım. İki ya da üç adım atmıştım henüz. Kapıya çarptım. Burnum çok acıyordu. Kapıya tutundum. Koridoru duvara yaslanarak geçiyordum. Banyonun kapısına geldim. (İçeri girmeliydim) Yavaşça yere indim. Emekleyerek banyoya girdim. Kapıyı kapatıp arkasına baktım. Fayanslar dışarı çıkmışlardı. Dün akşam annemin gösterdiği gibiydiler. (Peki demin ki sesler neydi?) Anladım. Uyumuştum ve rüyamda duymuştum o sesleri. Emekleyerek odama kadar gittim. Kanepeye tırmanıp dağınıklığın üzerine bıraktım kendimi. Tekrar uyudum. Rüyamda hiçbir şey görmedim. 31 AVİZE (serap) Ağzında naneli şeker, elinde sigarası vardı. Onu düşünüyor, onu düşlüyordu kalabalığa bakarak. Yürümek gibiydi onu düşlemek, adımları seyrek bir yürüyüş. Şehrin adı yok! Tek kişilik yastığa koyduklarında başlarını hep aynı iç geçirmelerle uyanırdı sabahları. Sabahlar, onsuz geçmeyen, onsuz güneşsiz sabahlar. Şekerin tadı ve damakta kalan soğukluğu vardı artık. Sigaraysa yeni. “Hepsi aynı mıdır?” diye sordu kendine. Bilmiyordu. Ne zaman titretse içini hep aynı oyunu oynayarak yok ederdi o dürtüyü. Sigara: hep yenisi, hep yenisi. Kalktı! Otobüsteydi. Ataköy şimdi burası. Zili çaldı. Kapıyı hizmetçi kız açtı. Güzel değildi hizmetçi kız. İçeriden bir ses: “Kim geldi Züleyha?”. Ve o göründü mutfağın kapısında. Ben ayakkabılarımı çıkarıyordum. Hayır! Yani “ben” değil, genç adam: Mustafa. Züleyha mutfağa girerken değdi birbirine dudaklarımız ve küçük bir kasılmayla bitti selamlaşma faslı. Salona değil, odaya gitmek istedi genç adam. 32 Odaya gittiler. O kapıyı kilitledi. Ben koltuğa bıraktım kendimi. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Yatakta bağdaş kurmuş bana bakıyordu. “Eee?” dedi. “Eee, ne?” dedim. Başını geri atarak saçlarını topladı. Sonra bıraktı. Saçlarına bakıyordum, dalgındım. Derin bir nefes alıp verdim bir şeyler söyleyecekmiş gibi. Bir şeyler söylemeliydim. “Ee, sen nasılsın?” dedim. Gülümsedi. “Seni seviyorum” dedi. Şaşırmış gibi yaptım, şaşırmıştım çünkü. “Tamam, iyi.. ben de seni.. ama!..” Sustum. Ayağa kalktım. Yanına oturdum. Öylece durduk. Elimi çıplak dizine koydum. Elimi tuttu. Unkapanı Köprüsünün altından geçerken de hep böyle olurdu: coşkuyla titrerdim yeni bir hayata başlayan küçük burjuva bir ailenin bunalımlı çocuğu gibi. “Neden bu işi bu kadar büyütüyorsun?” dedi. Biraz sustu ve ekledi: “Neden hep en uzun yoldan geliyorsun?” Hâlâ susuyordum. “Ben buradayım, yanında, çok yakınında.. ama.. neden?” “Seni seviyorum.. bu söz.. çok itici... Hem neden bu kadar yakınsın, hiç düşündün mü?” Bu sefer o sustu. Bekledik. Yatağa uzandım. O da yanıma uzandı. Tavanı seyrediyorduk. Avizeye bakıyordum. Üstüme çıkıp oturdu. Ben hâlâ avizeye bakıyordum. Eğildi ve dudaklarımı yaladı. Dilini öptüm avizeye bakarak. “Avize!..” dedim. Dönüp baktı: “Evet” dedi. Ve beni öpmeye devam etti. Ben hâlâ avizeye bakıyordum. 33 Dumanlı bir hava vardı, belki de sisli. Bir tren istasyonuydu burası. Yalnızdım. Askılı elbisesiyle küçük bir kız rayların üstünde oynuyordu. Korkuyordum. Oyuncak bir tren vardı ellerinde. Ona bakıyordum, trene. Ve elimden bir şey gelmiyordu. Treni rayın üstüne koydu ve eliyle itekledi. Tren bana doğru gelmeye başladı. Gittikçe büyüyordu. Gerçek bir tren olmuştu. Tren bana çarptı. Yalnızım korkuyorum ve elimden bir şey gelmiyor. 34 BENEKLİ MARTI İskelede ada vapurunu bekliyorduk. Sabah dokuzdu galiba. Yere oturmuş sırtımızı da demir parmaklıklara yaslamıştık. Onunla birlikte olduğumuz diğer zamanlardaki gibi susuyorduk hep. Ben insanlara bakıyor ve biraz da Kınalı’yı düşlüyordum. “Hatırlıyordum” demek daha doğru olur herhalde. Dün akşamdan beri karar verememiştim: arka tarafa motorla mı gitmeliydik yoksa yokuşu tırmanarak mı? Yokuş çok yorucu olurdu belki ama motor da çok geç kalkıyordu. Bunu düşünmekten şimdilik vazgeçmiştim. Tanıdık bir umursamazlık hâli çöktü üzerime. Gözlerimi kırptım. Tekrar, iskelede aynı kaderi paylaştığım insanlara bakmaya başladım. Kendimi yalnız hissettim. Sanki bekleme salonunun ortasında bir çukur açılmıştı da içine düşmüştüm. Evet, aynen öyle, kalabalığın içindeyken hissedilen bir yalnızlıktı. O yanımdaydı ve başı omzumun üzerinde duruyordu. O benimle olmaktan memnundu. Sevdiği adamla birlikte yüzmeye gidiyordu. Denizde su savaşı yapacak, sonra kıyıda aynı havluyla kurulanacak ve yan yana yatıp güneşlenecektik. Ben onun sırtına güneş yağı sürecektim ve o da benim... Hayır, ben güneş yağından nefret ederim. Elini tuttum. Başını hafifçe oynattı. Elimi sıktı. Kendimi güvende hissettiriyordu. 35 Bir kaç dakika geçti. Ellerimiz hâlâ beraberdi. Başını kaldırdı ve vapurun gelmesine ne kadar kaldığını sordu. Elimi bırakmamıştı. “Az kaldı” dedim. Elimi bırakıp cebimden sigara paketini çıkardı. Vapur gelmişti. Kıç kısmına doğru ilerledik. Sırtımızdaki çantaları yere koyup bizde önlerine oturduk. Ve sigara içmeye devam ettik. “Neden susuyorsun?” dedi. “Hiiç” diyerek savundum kendimi. Ama o pek duracağa benzemiyordu. “Gene ne hınzırlıklar düşünüyorsun?” “Seni biriyle tanıştıracağım.” “Kim?” “Bekle, birazdan burada olur” Onun şaşırdığı hâlde şaşırmamış gibi davranmasını seyretmek, herhalde onunla birlikteyken beni en çok mutlu eden şeydi. Beni tanıdığını düşünürdü hep. O yüzden yaptıklarıma şaşırmaması gerektiğini biliyordu, ve buna uygun davranmaya çalışıyordu. Fakat her seferinde bana sevgiden farklı olarak sanki bir tür hayranlık duyduğunu gizleyemiyordu. Vapur hareket edince ayağa kalkıp pervanenin üstünde denizi seyretmeye başladık. Vapur dolmaya ve kıç kalabalıklaşmaya başlamıştı. Ve sonunda martılar da geldiler, muhtemelen Kadıköy’den... “Martıları görüyor musun?” Başını kaldırdı. Sağ tarafta orta yaşlı bir kadın ve yanında küçük bir erkek çocuğu olduğunu fark ettik. Çocuk, annesinin kopardığı 36 simit parçalarını martılara atıyor ve attığı parçaları martıların havada yakalamasından büyük zevk alıyordu. Kafasını onlara çevirmişti. Ara sıra başını havaya kaldırıp martıların simidi yakalamalarını seyrediyor ve belli ki bundan o da çok hoşlanıyordu. Konuşarak dikkatini çekmeye çalıştım. “Şu sol taraftakini görüyor musun, karnında siyah leke olanı?” Önce bana sonra da sol taraftaki martılara baktı. “Evet, çok güzel değil mi?” “İşte, seninle tanıştıracağım oydu.” Bu sefer şaşırdığını belli etti. Yüzüme şirinlik yapmış küçük bir çocuğa bakar gibi baktı. “Neyini tanıştıracaksın onun?” “Gemilerin, özellikle ada vapurlarının arkasındaki martıların özel bir teşkilata üye olduklarını biliyor muydun?” Dikkatli görünmeye çalışan bir alayla bakıyordu. “Bakma öyle, gerçek bu. Yani mesela Kınalı’ya gidecek martılar bellidir. O benekli olan, üç senedir bu hatta çalışıyor. İnsanlar onlara simit atsınlar ve onlar da havada birbirinden güzel akrobatik hareketler yaparak bu simit parçalarını kapıp insanları neşelendirsinler diye.” “Peki o benekli olanın ne özelliği var?” “Bir defa onun beneği var. Sonra bütün bunları bana o anlattı” “Hmm.. Adı neymiş peki bu martının?” 37 “Bilmem, hiç sormadım. Hem sonra ne fark eder. Ben onunla konuşmuyorum, o anlatıyor ben de dinliyorum.” Sustu. Ben de sustum. “Başka neler söylüyor bu kuş?” “Çok şeyler...” “Mesela?” “Duymuyor musun, dinle bak” Sustuk. Hiçbir şey duymuyordu, tabi ben de. Ama ne kadar sürecek bu diye bekliyordum. Tahminimden daha uzun sürdü, on dakika kadar. “Duydun mu?” Cevap vermedi. Eliyle susmamı işaret etti. Şaşırmıştım. Sustum. “Sana çok benziyor bu,” diyerek gülümsedi. Başımla hiçbir manaya gelmeyecek bir hareket yaptım. “Bekle” diyerek içeri girdi. Bekledim çaresiz. Benekliyi seyrettim, alçaktan uçuyordu. Üç senedir nasıl uçuyorsa öyle... Elinde bir simitle gelmişti. Simidi bana uzattı. “Al, dedi, besle onu.” Aldım. Bir simide baktım bir de martılara. Ani bir hareketle simidi martılara doğru savurdum. İki martıyı aynı anda vurmuş ve suya düşürmüştüm Vapurdaki insanlardan sesler gelmeye başlamıştı. Üst kattakiler sarkıp aşağı bakmaya çalışıyor yanımdakiler de beni ayıplıyorlardı. Serap bana 38 gülümsüyor bense benekli martıyı arıyordum. “Onu öldürdün,” dedi sakince. Cevap vermedim. Etraftaki sesler gittikçe yükseliyordu. Serap gözüyle içeri girmemizi teklif etti. Ben hâlâ martılara bakıyordum. Yavaş yavaş sayıları azalmaya başlamıştı. Kısa bir süre sonra da hepsi gözden kayboldu. Yolcular da artık susmuştu. Acıklı bir sessizlik başladı. Serap bir elini belime doladı ve diğeriyle de elimi tuttu. Öylece kaldık. Pervanenin suyu alabora etmesini seyrediyorduk. Kimsenin duyamayacağı kadar alçak sesle sordum: “Serap biliyor musun, aynı noktaya sürekli bakarsan başın döner ve uykun gelir.” “Aynı noktaya sürekli bakamazsın ki!” diye cevap verdi hemen. Artık huzur vericiydi sessizlik. 39 *** Aslında gizli olanla olmayanı ayırdetmek o kadar da kolay değil. (Doğru olanla yanlışı da...) Çünkü keşifler her zaman rastgele oluyor. Ve takıştırdığım yeni isimlere direnmekten vazgeçmiyorlar. Mertçe yüzüme bakıp “İstemiyorum!” deseler sorun olmaz aslında, ama hayır, öyle yapmıyorlar. Cevap vermiyor, tepki göstermiyorlar. Taktığım isimlerle çağırıyorum ben onları, duymamış gibi yapıyorlar. Rasgele olduğu için keşiflerim, bana inanmıyorlar, güvenmiyorlar. Üstü örtülü olandan ölesiye kaçıyorlar; oysa onlara ait ne varsa, hep örtülü kalsın istiyorlar. Sadece onlar yalnız olsun, ben sadece onları dinleyeyim istiyorlar. Gizeme tek başlarına sahip çıkıyorlar. Tekbaşınalıklarında en ufak bir giz olmamasına aldırmıyor, sadece saldırıyorlar. Bir nevi martaval okuyorlar hürriyet üzerine, aydınlık diyorlar ‘görünen’ çehrelerine, oysa karanlığa tapınıyor hepsi benim gibi. Kabullenemiyorlar ‘yaşam’ dedikleri kısır olmayan bütün o döngülerin aslında sadece benim şımarık kurgularım olduğunu. Aynen zamanında yazdığım şu hikayedeki gibiler, “Aynı noktaya sürekli bakamam ki!” deyip yok sayıyorlar benim de var olduğum gerçeğini. 40 ‘Onlar’ dediğim ikinci çoğulluklardan ibaret aslında, herhangi bir cinsiyete indirgeyemem bunu. Toz toprak içinde mahsur kalmış hâkî bir mevcudiyet: Nokta... ‘Öteki’ benim dışımda. Belki.. belki büyük beyaz fincana düşmüş, ya da sekizinci katlarda sıkışmış evler...den birinin karanlık odasında, apartman boşluğuna açılan pencerenin yağmurluksuz pervazında asılı duran güvercin leşleri ‘öteki’. Gizli olanla olmayanı ayırdetmek o kadar zor ki! Koskoca bir apartmanı nasıl gizleyebilirim ceviz ağaçlarıyla, koskoca bir apartmanı, adı ‘Gül’ iken, nasıl kovalayabilirim Eskişehir’den? Hangi ayıbı örteceğim önce, nasıl örteceğim sonra? Ve neden?.. çekip sert ve siyah olanı son vermek varken kahverengi koridorların kırmızı duvarlarına asılı eski siyah beyaz evlilik fotoğraflarına ve üç göz odalı evlerin sararmış tapu kağıtlarına, neden benim bu hakkım saklı kalmadı?! 41 KARANLIK ODA Salon kalabalıktı. Büyük masanın üstündeki boş şarap şişelerine bakılırsa ayık olan biri de yoktu evde. İçlerinden biri -Gaye- “hoş geldiniz” dedi yarı anlaşılır bir sesle. Zorla gülümsedim. Serap koridora girmiş yürüyordu. Peşinden gittim. Karanlık odaya girdi, ben de arkasından. Elimle elektrik düğmesini arıyordum. “Bırak, karanlık kalsın” dedi. Karanlık kaldı. El yordamıyla kanepeyi bulup bıraktım kendimi. O koltukta bağdaş kurmuş, bir de sigara yakmıştı. İşte tam bu andı, coşkuyla dans etmeye başlamıştı yalnızlık, karanlığı yarıp dağılan sigara dumanıyla beraber. Karşımdaydı, bağdaş kurmuş sigara içiyordu. Acı bağdaş kurmuştu, acı sigara içiyordu. Acının ölü bir bebeği vardı kasıklarımda, ölü bir et! Kasıklarım yanıyordu. Siyah permalı saçları acının, boğazıma dolanmış sıkıyordu beni. Gri bir ışık patladı gözlerimde. Bir oda, geniş ve soğuk. Boş... Tam ortasında bir yatak ve yatağın başında, ayakta duran İblis. Suratı benim suratım, elleri benim ellerim, kafası benim, penisi benim!.. Beyaz bir gömlek var İblisin sırtında. Eğildi İblis yatağın şişkin karnına. Daldırdı elini. Karıştırdı. Kurcaladı. Ağzından salyalar akıyordu. Köpek dişleri uzadı kan görmüş bir vampir gibi. Ve elini çıkardı yatağın karnından. Aynı anda da havaya kaldırdı. El kadar bir bebek vardı havada, göbek bağı İblisin ağzında. Yuttu onu!.. yedi!.. Işık tekrar patladı gözümde, bu sefer 42 daha gri. Yine bir oda, dar ve sıcak. Masa lambasının altmış wattlık ışığı direnemiyor karanlığa. Bir klavye, kabloyla bilgisayara bağlı. Üstünde iki el ve bir kaç parmak. Ekranda beliren kelimeler, cümleler, paragraflar. Yazarın gözleri yok. İkinci el acılar var yüreğinde henüz. Dökülen beyaz saçları ve kirli sakalı... Işık yine patladı. Bu sefer renksiz. Şimdi buradayım. Peynirli börek tadı var ağzımda. Tadıma bakıyorum ilgisiz, hem de hiç ilgisiz bir Fransız’ın damağıyla. Şimdi oradayım, koltukta bağdaş kurmuş sigara içen. Bakıyorum karanlığı karartan siluetime. Ruhunu teslim etmiş bedenler var dağınık hâlde, salonda. Sızmışlar, salon boş. Balıklama dalıyorum yerdeki desensiz halıya. Yüzme bilmem! “Mustafa” diyor bir ses. Cevap vermiyorum. Veremem çünkü burada değilim. Susuyor. Şimdi geldim, duruyorum. Duruyoruz, hep beraber. “Ya hep yalan söylediysem... Ya seni seviyorsam... Söyle, inanır mıydın?”. Bir sigara yükseliyor. Sonra bir ışık görüyorum karanlığı delen. “Ben...” diyor ve uzun bir cümlenin hayatına son veriyor. “Sen, ne?!” Duraksama... “Söyle, nedir sana borcum?!”. Ok yaydan ve kurşun namludan çıktı aynı anda, dönüş yok artık. “O kadar var mı üzerinde, hemen ödeyebilecek misin?”. Beynim küçülüyor, daralıyorum. Gömleğin cebine gidiyor elim. Bir sigara... yaktım. “Hayır ödemeyeceğim. Yazdıracaktım sadece”. Kısa ve alaycı bir gülüş yükseliyor tavana ve çıplak ampule çarpıp elime düşüyor. Korkuyorum. “Veresiye yok artık, limitini 43 doldurdun!” Bir meydan kavgası başlıyor içimde. Ayağa kalkıyorum. Elektrik düğmesini arıyorum. Buldum. Yaktım ışığı. Gözlerimiz kamaştı. Ayaktayım, sırtım dönük acıya. “Hadi” dedim arkamı dönerken, “Saldır! Suçlu olmadığımı biliyorsun. Yine de acı çektiğimin de farkındasın... Her zaman yaptığın gibi: Tükür avuçlarıma!”. Ok saplanmıştı, kurşunsa hâlâ uçuyordu. Devam ettim. “Yepyeni bir hayatı yok ettiğini umursadın mı hiç? Kendi varlığından başka ilgilendiren biri var mı seni?.. Öylesine işlemiş ki burjuvazi içine, apış arandan görüyorsun her şeyi; aşkı, acıyı, kederi... beni de. O yüzden hep uzaksın, o yüzden dokunamıyorum, ulaşamıyorum sana.” Sinirlenmişti. En azından bunu başardığım için şanslı gördüm kendimi. Hırsla doğruldu ve ayaklarını yere indirdi. “Bana ulaşamıyorsun öyle mi? Söyle, kime ulaşabiliyorsun? Kime ulaştın şimdiye kadar!?”. Sönmüştüm. Haklıydı... Ama... yok bi şey, haklıydı, o kadar. Başımı kaldırıp ona baktım. Eliyle gözünü siliyordu. Ojesiz tırnaklarındaki ıslaklıktan yansıdı ışık. Vurmak istedim, sert bir tokat her şeyi hâlleder gibi geldi bir an. “Kimin hüznü bu?” diye bağırdım. Hâlâ sinirliydi. “Hüzün falan değil, gerçek, senin anlamadığın tek şey. Hiç tanımadığın, hiç yüz yüze gelmediğin acı gerçek. Yakıştırmalar yap, sınıflandır beni de. Bana ne verdin sen, ha?!. Pis bir jigolodan ne kadar farkın var!”. Bir an duraksadı, sonra aynı hızla devam etti: “Sen git Sartre’ınla yat artık. Hep uzaklara bak. Belki bir 44 Anny’de seni bekliyordur ha, terk etmek için! Nasıl olsa acıdan zevk alırsın sen! Git bul onu! Âşık ol! Ne bok yersen ye! Siktir git!”. Ikınıyordum. Patlama sırası bana gelmişti ama elimde bir şey yoktu. Susmak bir kader gibi asıldı boynuma. Çok şey vardı söylenecek. En azından ona verdiğim şeyden söz etseydim, şeyden.... Ondan başka varolan hiçbir yanımın kalmadığını söyleyebilirdim. Boşuna, yeniden bağdaş kurup ileri geri sallanmaya başladı, kapatmıştı kapıyı. Pis jigolonun yapacağı tek şey gitmekti artık. Deri montumu giydim. Yakasını kaldırıp odadan çıktım. Portmantoda duran çantamı sırtıma alıp evi terk ettim. Kapıyı kapatırken gözümde iri ve parlak bir ışık vardı. Ağlayan bendim artık. Yazılmış yazılmamış yüzlerce kürtaj hikayesi düşleyerek dolaşacaktım Eskişehir sokaklarında. 45 ÇEKMECENİN ALTIGEN TOKMAĞI Beyaz çekmeceden başka hiçbir şey kalmadı. Ya bir buket pamuk ya da durmadan akan, hatta fışkıran kan... İskelet anahtarlığa takıldı gözüm. Onda, başka anahtarlıklarda, başka kapılarda, başka pencerelerde aradığım bir intiharı sadece beyaz bir çekmecede görebiliyordum. Bazı sebepler dolaşıyordu avizenin merceklerinde. Işıksızdı sanki oda da mercekler aydınlatıyordu umarsızlıktan görünmez hâle gelmiş tavanı. Sigarasızlık ve ardından derin bir yokluk çökmüştü omuzlarıma. Takatsizdim ve gözümde kararmış beyaz bir çekmece vardı hâlâ. Bazı şeyler (aslında her şey) yitirmişti bütünlüğünü. Nesneler hiçbir anlam ifade etmeyen anatomik parçalar hâlinde vardı artık. Kopmuştum yani!.. Yani ne yapacağımı bilemez hâldeydim. Yani yalnızdım, yani ümitsizdim, yani ağlıyordum! Ruhumun titrediğini hissedebiliyordum. Her yerime acımasız bir kasvet çökmüştü. Gümbürdüyordu göğüm. Sağanak hâlinde bir yağmur geliyordu. Yalnızdım! Dokunuyordum ama hissetmiyordum eşyayı. İşte... elimde, parmaklarımın arasında duruyor sigara. Şimdi dudaklarımın arasında. Ucunda bir sarılık: Ateş. Ağzımdan çıkan bu duman; nereye gidiyor, niye gidiyor? Dağılıyor. Tutamıyorum onu. Kendimi de tutamıyorum. Elimde bir sertlik, tavanı isli odamdan uzağım şimdi, metalik sarı. Beyaz çekmecenin altıgen tokmağı. Asılıyorum. Sıkışmış, 46 lanet!.. Açıldı. Kağıtlar var. İtinayla çıkarıyorum kağıtları. Biri ilişiyor gözüme. Okuyorum: bir tapu... Ankara’da bir ev. ANKARA’DA BİR EV TAPUSU!.. Buruşturmak, yırtmak istiyorum. Acımasız, ruhsuz, duygusuz bir siyahlık alıyor gözlerimi. Şimdi her şey sert ve siyah. Sebepler konmaya başladı kanepenin kenarlarına. Seyrediyorlar, artık belirsiz, artık bulanık sonuçlarını. Sonucun gözleri kararmış. Sert ve siyah. 47 YAZISIZ Boşalmış bir aküden medet uman volsvogen marka, kirli bir arabaya benziyorum. Sürekli bozulan ama parasızlıktan yenisi de alınamayan. Sert bir puro içmekten yanayım şimdi. (yeni sayfa, aynı zaman) Herhangi bir silkiniş beklemiyorum. Bir süredir vazgeçtim zaten bundan. En son E. Hanım’a giderken bir şeylerin olmakta olduğunu hissetmiştim. Olmadı. Beş param yok ve on milyon borcum var. Verdiğim yazı onu olumsuz etkilemiş olabilir mi acaba, diye düşünüyorum, E. Hanım’ı yani. Neden hiçbir şey olmuyor? (yeni sayfa, başka zaman) Galeria’dayım. Yürüyorum. Ayaklarıma ve bastığım yerlere bakıyorum, dalgınım. Etrafımda bir sürü insan var. Yanımda biri. “Bunların hepsi, bir kişi” diyor. Anlamıyorum. Mahkemeyi düşünüyorum, E. Hanım’ı. Kurtarabilecek miyiz acaba? Neden bu kadar önemsiyorum, bana ne, sıradan bir boşanma olayı, bana ne! Biri omzuma çarpıyor. Dönüp bakmak geçiyor içimden. Başımı kaldırıp bakıyorum: Çok güzel bir kadın, özür diliyor. Mutlu oluyorum. Dört saat dolaşıyorum o gün. Şimdi çıktım. (aynı sayfa, başka zaman) 48 Evdeyim. Salonda, üçlü koltukta uzanmış sigara içiyorum. E. Hanım’ı düşünüyorum. O neyi düşünüyordur, diye soruyorum kendime. “Yemek hazır babacım.” Bu bağıran kızım. Yemek hazırmış. “Mehmet, gel canım, yemek hazır.” Bu da karım. Yemek hazırmış. (aynı sayfa, aynı zaman) Karım yemeğin ortasında E. Hanım’ın aradığını söylediğinde kendimi zorlamama rağmen yüzümün kızarmasını engelleyememiştim. Ona âşık olduğumu düşünmesinden korkmuştum. Çünkü âşık falan değildim. Ağzımdaki lokmayı, belli etmedim ama, zorlanarak yuttum. Ve ne dediğini sordum. Acil bir şey varmış, hemen aramalıymışım. Yemeğe devam ettiğimi gören karım bana durumun acil olduğunu yinelemişti. Karım zeki bir kadındır. Beni korkutan da buydu zaten. Aramadım. E. Hanım gece saat birde aradı. Telefonu karım açtı. Evde olmadığımı söyledi. Bunu ben istememiştim. Sonra bana “ben her şeyi biliyorum sevgili kocacığım” der gibi baktı kısık gözleriyle. Neyi bildiğini çok merak ediyordum. Çünkü ben hiçbir şey bilmiyordum. (farklı sayfa, farklı zaman) Her şey çok farklı. Bunun sebebini bilmiyorum. Okulu bırakmam işten bile değil. Her şey ters gidiyor. 49 Nazan benden sıkılmaya başladı diye hayıflanıyordum. Şimdiyse onunla geçirdiğim mutlu günlerimde bile yalnız bir adam olmaya devam ettiğimi fark ediyor ve başımı ümitsizlikle yere eğip oturduğum sandalyenin siyah ayaklıklarını seyrediyorum. Kantin çok kalabalık. Burası İTÜ fen-edebiyat fakültesinin kantini. Yalnız başıma oturuyorum köşedeki ikili masada. Birini bekler gibi bir hâlim olduğunun farkındayım. Aslında birini beklediğim de doğru. Ama kimi? (aynı sayfa, aynı zaman) “Memet, n'aber olum?” Bu benim arkadaşım, adı Selim. Salağın tekidir. Benim gibilerin arkadaşları ya salak olurlar ya da kendini neredeyse tanrı sanan ve çevrelerine kendilerinin bile fark edemedikleri bir gururla bakan çok bilmiş tipler olurlar. Ve benim gibiler hep yalnız olurlar. Nazan gelip de masaya oturana kadar Selim’in futbol yorumlarını dinlemek zorunda kaldım. Futbol benim de hoşlandığım bir spordu ama kederden içi sızlayan bir adamın yanında da konuşulacak konu değildi hani. Tabi suç bende, zamanında gereken mesafeyi koyamamışım şimdi tepeme biniyorlar. Nazan bir sandalye çekip oturmuştu. Selim nihayet -buna sonradan çok şaşırmıştım- yalnız kalmamız gerektiğini anladı ve selam verip kalktı. O gün Nazan’la ayrılmaya karar verdik. Benden bıktığını söylemesini bekledim boşuna. Böylesi daha iyi olurmuş. Tepkisiz kaldım. Ayrıldık, o kadar. 50 (aynı sayfa, zamansız) Uzun, permalı saçları vardır Nazan’ın. Boyu benimkinden biraz kısadır. Yok, biraz daha kısadır. Kahverengi gözleri pürüzsüz cildine dolmakalemle konmuş iki nokta gibi belirgindir. Saçlarını genelde açık tutar. Bazen puanlı kırmızı bir bandanayla önden veya biraz daha arkadan topladığı da olur ama ben en çok açıkken severim saçlarını. Okşaması daha büyük bir haz verir çünkü. Onun saçlarını okşadığım günleri hep özledim. Galiba özlemeye devam edeceğim. Şimdi... (farklı zaman) Şimdi ondan çok uzaktayım. Evliyim, küçük bir kızım var. Adı Serap. (sayfa yok, şimdi) Şimdi ne!!! Oturma odasında babam, uyuyor. Annem evde değil. Bu gün bayram. Çok mu akıllıyım acaba?! Akıllıya bayram yok mudur? (farklı sayfa, farklı zaman) E. Hanım kocasından boşandı. Bir aşığı varmış, onunla beraber yurt dışına çıktılar. Yanılmıyorsam İsviçre’ye. Barodan istifa etmeye karar verdim. Zaten bana göre değildi bu meslek. Babalık ya da kocalık da öyle. Onlardan da ayrılacağım. Çok kolay bu. Çok kolay! 51 (yoruldum) (farklı defter, farklı yıllar) Dört yıldır yalnız yaşıyorum. Karımı hiç görmedim bu sürede. Sadece kızımla ayda bir kere üç saat görüşebiliyoruz. Geçen Pazar günü Galeria’da Nazan’a rastladım. Beni görmedi. Görse hemen yanıma koşardı, yanağımdan öper ve yanındaki -muhtemelen kocası olanadamla tanıştırırdı herhalde. Neden sanki!.. Acıklı acıklı baksa yüzüme, yok... o öyle biri değil, neşeli olmak zorunda. Bir haftadır her gün Galeria’ya gidiyorum. (son sayfa, son an) Bu gün Salı. Galeria’dayım. Yine boş adımlarla yürüyorum. Yine insanlar çarpıyorlar ve yine ben başımı kaldırıp bakıyorum: Hepsi erkek! Oturmuyorum çünkü bir kural vardır burada: Oturanlar yürüyenleri gözlerler. Gözlenmek istiyorum. Birileri bana baksın istiyorum. Belki karımla kızım, belki Nazan, belki E. Hanım asığından ayrılmıştır da bana dönmüştür. Mesuliyet duygusu, kaçmaya çalıştığım şey. O yüzden oturmak yerine yürümeyi tercih ediyorum. Bana bakıyorlar. Bana baktıklarından eminim. Korkuyorum. Sanki benden nefret ediyorlar. Ben onları nefretime bile değer bulmamıştım ya, benden intikam alırlar diye korkuyorum. Hep yalnızım. Müzik sesleri var birbirine karışmış hâlde. Müzik seslerinin arasından bir anons 52 duyuluyor: “Mehmet Batur, Mehmet Batur lütfen danışmaya”. Beni çağırıyorlar. Bu benim adım. Ama!.. Koşuyorum. İlk rastladığım memura danışmanın yerini soruyorum. Alt katta diyor, ya da üst katta. Danışmaya gidiyorum. Bir bayan, genç ve güzel ve sarışın. “Ben Mehmet Batur’um.” “Biri sizi arıyordu” diyor ve arkasına bakıyor. Ben de bakıyorum. Koşmaktan yorulmuşum. Kimse yok arkasında. “Şimdi buradaydı” diyor. Susuyorum. Susuyor ve orayı terk ediyorum. Şimdi BMW marka bir arabayım, bir hurdacıda sırasını bekleyen. 53 OYUN Bir pencereye bakıyordu bir saate. İkisi de donuk, ikisi de kasvetliydi. Fazla düşünmek olmazdı. Hareket saati gelmişti çünkü. Kalktı, geriledi biraz ve hızla koşmaya başladı. Üç adım atabilmişti odanın içinde. Dördüncüsü pencereye, beşincisi de dokuzuncu kat semâlarına savrulmuştu. Önce kim inmişti yere, sert zemine: cam kırıkları mı yoksa o mu? Bütün salon ayağa kalkmış alkışlıyordu. Hepsi beni seviyordu artık. Oysa ben... sadece bir oyun bu, sadece bir oyun! 54 (Serab’a) Mektup: GİTMEK İSTİYORUM, YA DA GELMEK Saat gecenin ikisi. Sokak gene köpeklerin. Vatandaşlığından atılmış olduğum bir ülkede yaşıyormuş gibiyim. Mülteci mi diyorlar buna? Onun gibi bir şey işte. Burada ülke gece oluyor. Kral da köpekler. Garip bir terkedilmişlik duygusu hâkim iç alemimde. Aslına bakarsan daha önce hiç terk edilmedim ama.. dedim işte: garip! Birinin benden uzakta olduğunu hissediyorum. Ya da birinden uzaklaşmakta olduğumu. Boğazım yanıyor, sigaradan olabilir. Geçen gün iki kızla tanıştım. Üniversiteye bu sene girmişler. Ebru ve İlkay. İlkay’ın bir de kardeşi varmış İskenderun’da, adı İlker. Ebru Malatyalıymış. Gitmek istediğimi söyledim mi sana? Ya da gelmek... Ankara’da bildiğim tek otel var, o da Otel Paris. Ankara’yı hiç bilmiyorum!.. Hiç kalmadım ki. Kesik kesik oluyor, farkındasın değil mi? Özlemekten söz etmek istiyorum sana ama bilmem nasıl desem?.. Garip! Daha önce hiç böyle özlememiştim. 55 Geçen gün ablam denizle ilgili bir şeyler söyledi, asla ceset kabul etmezmiş, kıyıya atarmış. Denizin bile kabul etmediği bir ceset olduğumu düşledim ablamı dinlermiş gibi yaparken. Gitmek istediğimi söyledim mi sana? Ya da gelmek... Neden kabul etmez deniz cesetleri? Hiç düşündün mü? Ben düşündüm. O kadar çok şeyi açıklıyor ki bu... Sonu belirsiz biten bir yığın aşk anlam kazanıyor sanki. “Aşk” dedim, duydun mu? Sezen Aksu patatese bayılırmış. Bunu biliyor muydun? Çok manasız! kendi kendine bir şeyler oluyor birileri kıpırdanıp duruyor boş bir parkta bir salıncak sallanıyormuş gibi... yaşlı bir adam güvercinleri yemliyormuş gibi ya da bir el titriyor, bir göz seğiriyor gibi biri ağlıyormuş gibi yalnızlık, sessiz geceyi yırtan siren sesleri gibi karmaşık ve özgür yalnızlık, inadına kader ve inadına hür nedensiz kararmalar oluyor gözlerimde boğazım kuruyor, belki ilaçlardan belki de sigaradan kim bilir belki de acıdan ve Avrupaî bir itiraf gibi dökülüyor adın dudaklarımdan bir özlem bir şehir oluveriyor 56 şarkı söylemek istiyorum! Bir sigara yaktım. Şimdi daha iyiyim. En azından şiire bulaşmamalıyım. Yeterince kirliyim zaten. Sigara dedim de aklıma geldi, kutu Samsun buldum bu gün. Hemen üç tane aldım. Samsun içtiğimi biliyorsun di mi? Kokusunu kimse sevmiyor. O yüzden çok yadırganıyorum. Ama biliyor musun, bu sigarada da bir gariplik var. Sanki görüyor her şeyi. Ne bileyim, bana öyle geliyor. Yaşıyormuş gibi. Leyla’yı gördüm geçen gün. Salıydı galiba. Telefon etti, buluştuk. Bu yalandı. Telefon etti ama buluşmadık. Pek kendimde değildim o sırada. Başımdan savmış gibi oldum. Nedense bu mektubu kimsenin okumayacağı geldi aklıma. Sanki kimse yokmuş gibi... Galiba hâlâ yalnızım. Bir erkeğin bir kadını sevmesi nasıl olur, hâlâ aşina değilim aslında buna. Nedense hoş karşılanmıyor bu duygular düş dünyamda. Ben gerçekten şarkı söylemek istiyorum. ya da şiir!.. Gitmek istiyorum, ya da gelmek... Lanetli deniz kabul etmese de cesetleri! 57 *** “Keşifler” diye kırka kadar saymak istiyorum işte... (Seviciler buna ‘imge’ diyorlar. Artık ben de öyle diyorum. Ve bunların çıktığı yere de ‘imgelem’... Bunu da aynen taklit ediyorum ama, muhayyileme de sahip çıktığım için suçlamasın kimse beni.) Dip, karanlığı ve denizi ilk o zaman çağrıştırmıştı bana. Denizcilerin cesetleri sulara gömülür ya, mutlak vardır şöyle bir efsane: Denizci olmayanı kabul etmesin deniz. Tıpkı günahkar olanı kabul etmediği gibi toprak... İmparatorluk sularında yabancı gemicileri ne yaparlar, biliyor musun sen? Hem ağzı yüzü tezek kokan adamı tekneye gemici diye alırlar mı sanıyorsun! Ama sen... ben... kaçak bineriz haddi zatında Nuh’un şilebine, hürriyet falan... ha?.. O kestiğin sonuncusu, İsmail’in koçudur ama; o sûre-i fil de -inan- Ebrehe’yi kahreden Mahmude’ye hediyemdir. Ve uçup giden bütün kanatlı atlar da peygamber efendimiz aleyhisselatüvesselamın atıdır, aldanma sakın. Adı her Muhammet olanı Mehdi mi sanırsın sen, ve kanatlı her atı güzel mi sanırsın da binip gidersin?! Bilmez misin ki o atlar boynuzlarına takıp sürüklediler koskoca Hikmet Benol’u ve hatta gecekondu balkonlarında asılı duran güvercin leşlerini de. İlle de karanlık deme, bazen aydınlanır denizin dibi. Mesela sahte balıkçılar dinamit patlatınca -ki hiçbir 58 istavrit dinamite hayır demez! Ama sen de sev beni, Ser’ab gibi, adını söylemeye utandığım küçük kızım Elif gibi sen de sev beni. Çünkü biz beraber çıkacağız karaya, beraber kuracağız demir atan donanma düşlerini. Sen tarihçilere, feylesoflara ve bilim adamlarına aldanma yeter, biz Düşkadın’a da seninle giydireceğiz kahverengi gelinliği. İşte sana söz: Sağdıcın olacağım!.. en has şair sözü hem de, 59 DÜŞKADINA METHİYE Eski, çok eski bir kaledeyim. Beş kule var dört köşede. Her kulede bir nöbetçi. Hepsinin üstünde aynı duman rengi pelerinler. Pelerinler uçuşuyor, rüzgârla beraber. Müzik çalıyor: Ses yukardan, semâdan geliyor; dumanlı, koyu gri bir semâ. Kasvetli bir ikindi vakti. Yabancılık çekiyorum. Kimseyi tanımıyorum burada. Kimse de yok zaten; sadece beş kule ve beş adam. Çiseliyor yağmur, yağdı yağacak. Özlem duyuyorum yanaklarımda, yağmura bakıyorum. Kuruyum, kupkuruyum çünkü! Bütün gök, bütün kale, bütün ülke ve bütün ben: iniltiler hâlinde uçuşuyoruz. Belli belirsiz bir zılgıt sesi geliyor uzaktan, çok uzaktan. Kulak kabartıyorum: Zılgıt değil, işkence! İşkence sesleri bunlar. ANI: Hayatımda ilk ve tek defa Erzincan’da, bir lokantada içtim işkembe çorbasını. Masada çamurdan bir testi vardı. Önceden varmış. Biri gelmiş ve satın almak istemiş. Almış da. Bize yenisini verdiler. Demir bardağa döktük suyu ve öyle içtik. Ben ve arkadaşım. 60 Şimdi kalenin kapısındayım. Kumsuz bir çöle benziyor burası: Yeşil bir çöl. Karaltı hâlinde bir yığın hareket ediyor yerle göğün birleştiği çizgide. Yığın bana yaklaşıyor, kaleye doğru geliyor. Ürperiyorum soğuktan donmuş bir sokak köpeği gibi. Kapıya yöneliyorum, kalenin cümle kapısına. İçeri girip koruyacağım kendimi. Neyden? Bilmiyorum, bir tehlike sezinliyorum sanki. Yaklaşan, karanlık bir tehlike. Şimdi içerdeyim. Kapıyı kapatıp kilitledim. Yukarı çıkıyorum tahta merdivenlerden. Bakıyorum: İnsanlar, hepsi siyah, hepsi zenci. Koşuyorlar. Bir şeyden kaçıyorlar. Kaleye doğru. Korkuyorum, onlardan değil artık, onların korktuğu şeyden korkuyorum. Telaşlıyım. Kulelere bakıyorum. Adamlar oradalar. Onlar cesur. Müzik dinliyor beşi de. “Beklenen son” olarak düşlüyorum nöbetçileri, artık iyice yaklaşmış olan yığına bakarken; peygamber gibi düşlüyorum, kurtarıcılar gibi, adalet dağıtan şövalyeler gibi. Oysa kurtarıcı benim! İlk zenci geldi. Kapıyı yumrukluyor. Biri daha geldi. Bunlar hırsız galiba, diye düşünüyorum. Şimdi bir grup zenci kalenin kapısını yumrukluyor. Bağırıyorlar. Anlamıyorum dillerini. Yüzlerini görüyorum bakınca. Kocaman gözleri var. “Belki de korkudan büyümüştür” diyerek cevaplıyorum kendimi. Bir sürü zenci var kapının önünde, yüzlerce. Yumrukluyor ve bağırıyorlar. Korkum geçmiş. Hepsi buradalar artık. Ama kapı sağlam. Korku falan kalmadı. Başımı kaldırıp ufka 61 bakıyorum: Bir şey yok. Zalim bir tekfur gibiyim şimdi. Halkımı, siyah halkımı eziyorum. Korumuyorum onları, gözetmiyorum. ANIT: Çıktı!.. Gördüm onu, gördüm! hayır, hayııır! git... kustum ben! Aşağı indim. Kapıyı açtım. Kendimi zor attım kapının arkasına. Kustu dışarısı siyah siyah içeriye. Kapıyı kapattım... dışarıdan! Sonra... sonra, sürdüm düşlerimi göğe! GERÇEK: Biliyorum, biliyorum!.. Sürmek düşleri, sürmek. Acımadan, cesurca. Gerçeği ezmek çivisiz nallarla. Dört nala sürmek. İlle de göğe, ille de göğe. Yaşasın! yaşasın! Seni seviyorum düşkadınım! 62 DUVAR (aşka yenik düşmek) “Sadece Lâle’yi düşüneceğim, sadece Lâle’yi.” Bir şeyi itekliyor gibiydi... Sessizce yanına yaklaştı uzun boylu esmer kadın. Meraklı gözlerle ona bakıyordu. Uzun siyah saçları yüzüne dökülmüştü Mustafa’nın; elbiseleri kan içindeydi. Belli ki çetin bir savaşın artıklarından biriydi o da. Elleriyle topraktan destek alıyor, ayaklarını duvara bastırıyordu. Yenilgiyi hazmedememiş bir ordunun kumandanı gibi direniyor, sanki bir çeşit onur mücadelesi veriyordu. - Ne yapıyorsun burada? dedi kadın. Toprağa saplanmış ellerini biraz daha sıktı genç adam. Kulağına eğildi ve fısıltıyla tekrar sordu kadın. - Burada ne yapıyorsun? Adam hırladı. Kadın korktu. Bileklerine kadar toprağa gömülmüştü elleri. Bacakları kasıldıkça kasılıyordu. Kadın doğruldu. Bir daha baktı adamın ayaklarına. Sonra gitti. 63 Topraktan fışkırır gibi çıkıyorlar, ne olduğunu anlamadan üstüne atılıveriyorlar, tutunamıyorsun, düşüveriyorsun yere; yer yok, hep düşüyorsun. Çok soğuk, yağmura yakalanmışsın da tat alamıyorsun, soğuktan. Hep soğuksun, hep soğuk. Daha kuvvetli bastırmalı, itip düşürmeli onu. - Merhaba. Başını kaldırmadan cevap verdi Mustafa. - Merhaba güzeller güzeli! - Ne yapıyorsun? - Sanki bilmiyormuşsun gibi!.. - Niye yapıyorsun bunu? - Beni boş ver, sen neredeydin? - Küçük bir davete katıldım. O yüzden gelemedim sizinle. - En çok ihtiyacım olduğu zaman yanımda olmayacaksan ne işe yararsın sen? Hiç mi merak etmedin? Ya atlasaydım... - Bunu yapmayacağını biliyorum. İçim rahat. - Boş versene. - Çok yoruldun, yardım edeyim istersen. Yanına oturdu. Çıplak sırtını badanası dökülmüş, çürük, beton duvara yasladı. Ayaklarını uzatıp bastırmaya başladı. - Nasıl, yükün hafifledi, değil mi? - Sen öyle san! 64 - Başaramayacaksın, biliyorsun. - Sağ ol, çok moral verdin! - Başaran olmamış ki, senin ne farkın var? - Fazla konuşma da yüklen! - Peki. ... - Yoruldun mu? Başını kaldırmadan cevapladı yine Mustafa. - Sen? - Lâle’yi düşündüm... - Sus! Daha fazla güç ver. - Süslü ha... - “Sus” diyorum sana! - Kalk hadi, gidelim, atalım kendimizi denize. - Deniz meniz yok artık, hepsi kurudu! - Saçmalama, kalk hadi. - Sen git. Davku yavaşça gevşetti bacak kaslarını. Dizlerini karnına çekti. Ayağa kalkmasını bekledik, kalkmadı. Orada, öylece oturdu. Mustafa, gözlerini ayak parmaklarından ayırmadan konuştu: - Bilmem farkında mısın, son zamanlarda fazlasıyla erkeksi davranmaya başladın. - Benden mi kıskanıyorsun onu? Susuştular. Karşıdaki duvara bakıyordu Davku. Mustafa’nın gözleri kapanmıştı. “Lâle” dedi biri. İkisi de 65 irkildiler; birbirlerine baktılar, aynı anda parmaklarıyla “sus” işareti yaptılar, kulak kabarttılar. Duvar hareket ediyordu! Mustafa’nın kasılmış bacaklarına baktı Davku: Dizleri bükülüyordu. Telaşla bağırdı Mustafa: - Yardım et, çabuk! Davku tekrar ayaklarını uzatıp duvara bastırmaya başladı. İkisi birden bütün güçleriyle itiyorlardı. “Lâle” dedi yine aynı ses. İtmeye devam ettiler. Ama duvar gittikçe yaklaşıyordu. Aynı ismi yineledi ses. Dizleri iyice bükülmüştü. Davku bağırarak bir şeyler söylemeye başladı. Yine Mustafa’nın anlamadığı bir dilde küfürler ediyordu. “Çok erkeksi olmaya başladık!” - Bir şeyler yap! Öleceğiz burada! - Ne, ne yapayım?! - Bilmiyorum, sen doğa üstü bir varlıksın, güçlerini kullan. - Doğa üstü varlık mı? - Evet. - Ben hiç varolmadım ki! Hele doğanın üstünde... Yüreğinin bütün dehşetiyle Dazlakvekulaksız’a baktı Mustafa: - Sen... yoksun! dedi ve bacaklarını çekti. Duvar büyük bir gürültüyle üzerine yıkıldı. Ne bir ceset vardı cenaze töreni için ortada, ne de bir ümit, saklı kalmış 66 düşleri şaha kaldırmak için. Atlar boşa koşuyorlardı. Davku’nun, artık rakı kokan nefesini içine çekerek aynı sözleri tekrarlayacaktı Mustafa: “Hoş geldiniz mahcup yüreklerin kol gezdiği deliler ülkesine, hoş geldiniz”. 67 DÜŞLERİ BİLE ÇARMIHA GERİYOR YAŞAM 1 34 AU ... plakalı bir arabanın içindeyim. Ehliyetim yok, zaten araba kullanmayı da bilmiyorum (Aslına bakarsan yüzmeyi de bilmem). Kafam çok karışık: Lâle’yi düşünüyorum. Lâle’nin resmini düşünüyorum aslında, resminden fazlasını görmedim henüz. Belki de sadece aşkı düşünüyorum, benden başka herkesin adı gibi bildiği şu malum hikayeyi. İşte, fotoğraflarda yaşayan, sadece fotoğraflarda. Tuğba’yı anımsadım; sanırım ona âşıktım. Lisedeydi, evet... Tek kelime bile konuşmamıştım. Defalarca rüyamda gördüm, oturduğu sitenin bahçesinde sabahladım -hatta o, dışarıda geçirdiğim ilk geceydi. Ağlamış mıydım? Mutlaka, hâlâ becerebildiğim tek şey bu belki de. Gitti değil mi sonra (Tuğba değil, onun bedeninde yaşattığım aşktı giden); bir çeşit terk edilişti bu da: Tülden beyaz bir geceliği çıkarır gibi sıyrıldı bedeninden. Sigara dumanı gibi havada dağıldı ve kayboldu. O zamanlar sigara içmezdim. Belki bu yüzden öldüğünü, ya da ne bileyim, geri dönemeyeceği kadar uzak bir yere gittiğini sanmıştım. Onca yıla rağmen 68 hiçbir şey eksilmedi içimde. Her an bir köşeyi dönerken aniden karşıma çıkabilir diye ürkerek yürüyordum sokaklarda. Ama değişen hiçbir şey olmadı. Lâle hariç! Lâle hariç!.. - Niye susuyorsun? Serap!.. Onu nasıl unuttum?! - Hiç, düşünüyordum. Kahretsin, yanlış cevap! Neyse ki bu sahneyi daha önce oynamıştık. - Nereye gidiyoruz? dedim. - Bu yolun üzerinde herhangi bir yere... Gülümsedi; neden bu kadar güzel, gülümsemesi yani? Gülümsemesine çıldırdığımı çok iyi biliyor. Gözlerimi kaçırdım, yola baktım, E-5’te olmalıydık. Aslında ben fazla şeritli bütün yollara E-5 derim. Bunu da biliyor! Her şeyi biliyor, saklanmak imkansız ondan. Yola bakıyor. Bazen aynaya. - Sen düşünmeye devam et o zaman. Sen düşünmeye devam et!.. Ne yani, düşündüklerimi de mi dinliyorsun? Sakallarım kaşınıyor. Yolunda gitmeyen bir şeyler var, değil mi? Biri, adı sanı unutulmuş bir tanrı: uykudan uyanmış sanki. Beni arıyor; yok, çoktan buldu. Cezalandırıyor... cezalandıracak. Allah’ım, buna hazır değilim! Aslında hiçbir zaman hazır olamam. Lâle!.. Lanet olsun, zamanım varken bütün esmer kadınları öldürmeliydim! Cesetlerini yakıp, küllerini bir tutam 69 tütünle karıştırıp adını unuttuğum o kağıda sarmalı ve içmeliydim. Dumanıyla daireler bile çizebilirdim. Sonra bütün gücümle üfler yok ederdim. Çok geç! Yusuf’un söylediğine göre İstanbul’daymış; Bayram tatili için gelmiş. Yusuf’un ailesi de tatile gitmiş. Beni eve çağırmıştı ama işim olduğunu, ancak bayramın ikinci gününde gelebileceğimi söylemiştim. Ekmiştim yani Yusuf’u Serap için. (Tamam, duydum; ama şimdi olmaz. Gördüğünüz gibi yalnız değilim.) - Ne var arkada? - Hiçbir şey. Biri geldi sandım. - Ne?! Nereye geldi biri? - Uff, karıştı. Bu evdeyken söylenirdi. Yine gülümsedi. Bunu yasaklayabilirdim aslında, öldürüyordu çünkü beni gülümsemesi. İki taneydiler. Arkada oturuyorlardı. Biri -Serap’ın arkasında oturan- camdan dışarıyı seyrediyor, diğeri bana -enseme, boynuma, omuzlarıma bakıyordu. Bir şey söylemesini bekledim. Susuyordu. Bu oydu, hani odama geldiklerinde ayakta duran, kitabı karıştıran; susmasından tanıdım, ve bakmasından. Lâle, dedim. Sonra ben de sustum. Elini uzatıp saçlarımı okşadı. Serap’ın gülümsemesi gibi bir şeydi bu; içim boşalır gibi oldu Serap’ın bir de susması vardır, yüzünde acının bütün adlarını okuyabilirsin. Bunu birkaç kere içimden geçirdiğimi anımsıyorum. Bağdaş kurup sallanması; ona 70 değilse bile bu sallanmalarına âşık olduğumu korkmadan iddia edebilirim. “Git, demektir, söylenmesi gereken her şey söylendi, artık git.” Neden çıkamıyorum buradan? Söyle, neden? Kader mi bu? “Değil.” Evet, değil; kader olsa değiştirilebilirdi, bir yerlere bir tünel kazılıp kurtulunabilirdi belki. “Bunları hâlletmiştin hani?” Hiçbir şeyi hâlledemedim ben. Varoluşum evrensel bir beceriksizlikle açıklanabilir ancak. Ne âşık olabildim ne de kurtulabildim aşktan. Bak şu yanımda oturana, bütün kadınlığıyla duruyor orada ama, elimi uzatıyorum: Boşluk!.. Ya Lâle; uzakta, ta Ankara’da... “Gelmemiş miydi?” Tamam, şimdi burada. Ne fark eder, uzanamıyorum ona. Lanet olası bir şey kolumu tutuyor, bırakmıyor. Sakatım sanki, yaşamdan yana tutmuyor ellerim. Bırak öpmeyi, bir kere görebilseydim... bilmiyorum, herhalde... “Daha fazlasını isterdin.” İsterdim tabi, hakkım bu benim! İkimiz de biliyoruz ki hiç kimse benim gibi bakamaz ona. İçimdeki sızıyı duymuyor musun? Sen benim düşümsün, bunu duyabilirsin. “Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Bağdaş kurup sallansam, bu bir anlam taşır mı?” Allah belanı versin! Düşümde bile çaresiz miyim yani? - Mustafa. - Ne?.. Geldik mi? - Hayır. Şeyden bahsetsene biraz. - Kim? 71 - Neydi adı... Lâle. - Neden... niye merak ediyorsun? - Anlaşmamızı unuttun mu? - Anlaşma mı! - Evet, hani anlatacaktık her şeyi... - İyi de, anlatacak bir şey yok ki. Âşık filan oldum, o kadar. Yine gülümsedi! - Gülme, bunda gülecek ne var allahaşkına! Birden yüzü asıldı. Sustu. Susma, susma n’olur! Buna daha fazla dayanamıyorum. Bütün anlaşmaları işkence altında imzaladım ben. Hiçbir kozum yoktu elimde. Onların mutlu olmak için oynadıkları bütün o oyunlardan benim defterim “kaybedilmiş haklar” diye söz etti. O defteri ben yazmadım Serap! Trabzon’daki o lanetli evin oturma odasından iteklediklerinde beni dünyaya, boynumda asılı duruyordu zaten. Bütün yaşamım o defteri okumakla geçti, orada yazanları oynamakla. “Saçmalamaya başladın gene. Utanmasan ‘bu onların suçu’ diyeceksin.” Sus! Bu kimsenin suçu değil, sadece ‘ben yalnızım’, o kadar. Adını bilmediğim bir viyadüke girdik. - Serap. 72 Cevap vermedi. Ne düşünüyor? Kıskanmış olamaz. Yoksa olabilir mi? Hayır, eninde sonunda o da bir düş. Neden susuyor? - Serap. - Ne? - Sen de bir düşsün, değil mi? - Evet, öyleyim. - Benim düşüm, değil mi? - Evet, senin düşünüm ben. - Öyleyse kır direksiyonu. - Ne? - Bu yolun üzerinde herhangi bir yer, öyle değil mi? Geldik işte. Sağa kır. Sustu. Göstergenin ibresi yüz yirmi civarındaydı. Viyadükün ortasını geçtik. Belki vazgeçmeliydim. Belki yüz altmışa kadar beklemeliydim. Belki gerçekten güzeldi yüz altmış kilometreyle giderken öpüşmesi. “Mustafa!” Yüzü bembeyaz olmuştu. Korkuyordu. Ben? Hayır. Üşüyor muyum? Hayır. Demek ki ölüm soğuk falan değilmiş. Viyadük bitiyordu. Düşünmeye vakit yoktu artık. - Mustafaaaaa! İki elimle direksiyona sarılıp bütün gücümle kendime doğru çektim. Direksiyonu bırakmıştı. Oysa direnebilirdi, bana engel olmaya çalışabilirdi. Sadece çığlık attı. Araba yol kenarındaki parmaklıkları delip boşluğa fırlayana kadar sadece o anlamsız çığlığı 73 dinledim. Sonra yine sustu. Ön camdan yıldızsız geceyi seyrettik beraber. Yüzyıl önce, boğazda bir yalının bahçesinde mehtabı seyredip birbirine şiirler okuyan iki âşık gibiydik, öyle değil mi? Öyle değil mi adamım! Bak, düşleri bile çarmıha geriyor yaşam. Cevap vermedi. Onun da yüzü kaskatı olmuştu. Düşler kaskatı olmuşlardı. 2 Başım ağrıyordu. Akşamdan kalmaların dışında, intihar ederek ölenlerin de başının ağrıdığını öğrendim böylece. Gözlerimi açtım. Başım cama yapışmıştı. Hareket edebilir miydim? Başımı geri çektim. Kapının kilidine kadar uzanan bir yol oluşmuştu camda, kıpkırmızı bir yol. Benim kanımdı bu. Ürperdim. Bir an ölmemiş olabileceğimi düşündüm. Hızla şoför koltuğuna döndüm. Serap! Ön camdan kopan büyük bir parça boğazına girmişti! Midem hareket etmeye başladı. Hemen başımı çevirmezsem kusabilirdim. Kımıldayamadım, sanki boynum tutulmuştu, sanki boynum buz kesmişti. Saçları, boynu, omuzları, kan içindeydi. Ölüydü! Yüzünü göremiyordum. Kafası cama doğru düşmüştü. Elimi uzattım. Saçlarına dokundum. Hızla başımı çevirdim. Ağlıyor muydum? Evet dostum, söylediğim gibi, hâlâ becerebildiğim tek şey... Arkama döndüm. Orada değildi. Nereden 74 geldiğini anlayamadığım bir telaş kapladı içimi. Kapıyı açmaya çalıştım. Araba havaya uçabilirdi. Neden bilmiyorum, arabanın havaya uçmasından korktum. Ne yapıyordum ben?! Kapı açılmıştı. Durdum. - Bak ona! - Ölmedin demek. - Bak ona! - Hayır, bunu yapamam. - Bak!.. Onu çarmıha geren yaşam değil, sensin. Arabadan çıktım. Arka kapıya dayandım. Yere basınca sağ ayak bileğimde büyük bir acı duydum. Dengemi kaybettim. Yere düşerken elimi tuttu ve kapıya dayanmama yardım etti. Yüzüne bakamıyordum. Ondan utanıyordum. Serab’a da bakamadım tekrar, ondan da utanıyordum. Yerde dikiz aynasının parçalarında yansıyan yüzüm... Utanıyordum... Elimle gözlerimi sildim, montumun kolu yırtılmıştı. - Ne yapacağım şimdi? - Deftere bak, ne yazıyorsa onu yap. - Defter? - Evet, defter. Sahne senin, rolünün hakkını ver. Yaşıyorum! Sol kolumu omzuna attım. Yavaş yavaş oradan uzaklaştık. ... 75 - Araba aşağıda. - Belki hâlâ yaşayan birileri vardır. - İnelim hadi. - Polis geldi. - Memur Bey, araba aşağıda. - Tamam, ambulans çağırın. Siz, benimle gelin. Yardıma ihtiyacımız olabilir. - Bir kız var. Ölmüş komiserim. Kafası kopmuş. - Vah anaam! Allah taksiratını affetsin. - Ambulans gelmiş komiser bey. - Komiserim, bu kapı açık. - Biri daha mı varmış arabada? - Camda da kan var. - Etrafa bakın. Fırlamış olabilir. - Bakın komiser bey, bira şişesi bunlar. 4 Birkaç tepe aştılar birlikte, çimenlerde kan izleri bırakarak. Mustafa’nın kolu omzundaydı Davku’nun. Başındaki şiddetli ağrıdan başka ne vardı aklında? Ölü bir kadın... Uzak bir kadın... Uzak bir ülke... ve kolunun altındaki düş. Canı sıkılıyordu yaşamın. Ekseni etrafında düzgün olmayan çizgilerle daireler çiziyordu. Konuşmuyordu Davku. Bir otoyola çıktılar. - Nereye gidiyoruz? dedi Davku; Mustafa düşündü. 76 - Bu yolun üzerinde herhangi bir yere olabilir mi? - Yusuf’a gidelim. Yalnızdır şimdi. Orada dinlenirsin. Yaralarını sararız. - Olur. Olur! Her şeye “Olur”. Yürüyelim. Yusuf’a gidelim. Serap öldü, onu unutalım. Lâle İstanbul’da, onu da unutalım. Ne düş ne gerçek, acımasızca dökülüyor her şey karınca yuvalarına, unutalım, direnemeyiz yaşama, unutalım. - Gerçek olan neydi biliyor musun? Tuğba’ydı; evet, gerçekti o. Ondan sonrası sadece zaman. Ve şimdi Lâle, bütün günahlarımın cezası gibi asıldı boynuma. Kahretsin, onu daha görmedim bile! - Konuşarak kendini yorma. Sanki susunca çok dinleniyorum! Ankara’ya gitmeliyim. Uyuyan adam fotoğrafı. Düşünen adam fotoğrafı. Kıvranan adam fotoğrafı. Tutunamayan adam fotoğrafı. Ve bir kanepede kıvrılmış Leman okuyan Lâle... Ve bir araba koltuğunda yatan ceset! Ve........... Kan çekimi. Kan uyuşmazlığı... gibi asla bir araya gelemeyen iki yalnızlar. Yapışkan örümcek ağları: AŞK! 77 Tutunamayan adamın yapışkan ağlarda çürümesinin hikayesi. Tutunamayan adamın ağlara atlamakta gösterdiği anlamsız cesaret. Uyumalı herkes, rüyalar görülmeli. Başım çok ağrıyor. Sağ ayak bileğim tutmuyor. Lâle benden habersiz, Lâle İstanbul’da. Serap öldü. Serap öldü? Serap... öl-dü! - Ne yapıyorsun, dur?! - Bırak beni. Sökeceğim, bütün çarmıhları sökeceğim! Yalnızlığa işkence etmeli, acı çektirmeli ona. Şairlere kalmamalı dünya. Dünya!.. Ağlayarak yere çöktü Davku’nun kollarında. Betonun üzerinde kıvrıldı, dizlerini ağzına çekti; “Lâle!..” dedi heceleyerek ve kesik kesik. ... - Kalk hadi. Saat bire geliyor. Yusuf’a gitmeliyiz. Uyudum mu ben? Lâle... Merdivenleri Davku’nun kucağında çıktım. Kapının önüne gelince beni yere indirdi. Duvara dayandım. Sağ ayağımı yere basmamaya özen gösteriyordum. İçerden sesler geliyordu. Yalnız kalınca arkadaşlarını çağırmış olmalıydı. Zile basıp basmamak arasında bocalamaya başladım. Zil çalmaya başladı. Ben basmamıştım. Vazgeçtim. Hemen orayı terk etmeliydim. Bir an boş bulunup sağ ayağıma dayandım. Merdivenlerden düşmek üzereyken parmaklıklara ancak tutunabildim. Kapı açıldı. 78 Başım hâlâ dönüyordu. Ağırlığı sol ayağıma verip doğruldum ve arkama döndüm. - Kimi aradınız? dedi bir ses. Yüzüne baktım. Lâle! Başım çatlamak üzereydi. Düşünemiyordum. - İyi misiniz? dedi. Cevap vermeliydim. Konuşamıyordum. Bir şeyler olmalı, hem de hemen! Yusuf geldi. Beni görünce birden telaşlandı, neler olduğunu, bu saatte orada ne aradığımı sordu. Başka sorular da sordu ama hemen hiçbirini duyamadım. Lâle’yi iterek dışarı çıktı. “Sağ ayağıma dikkat et” diyebildim. - Kaza mı geçirdin? Ne oldu Mustafa? Cevap veremedim. Kapıda, ince metal gözlüklerinin arkasından şaşkın gözlerle bizi izleyen Lâle’ye bakıyordum. Ensemden alnıma kadar bütün kafam sanki yüzlerce testereyle kesiliyormuş gibi sızlıyordu. Yüzümde pıhtılaşmış kanın ağırlığını duymuyor, sadece ona, Lâle’ye bakıyordum. İçeri girip bize yol verdi. Yusuf’un omzuna yaslanmıştım, yavaş adımlarla biz de içeri girdik. Salonda oturan insanlar vardı. Hiçbirine bakamıyordum. Bayılmak üzere olduğumu düşündüm. “Yusuf, dedim.” - Tamam Mustafa, kendini yorma. - O mu? diye sordum. Gözlerime baktı. - Evet. - Lâle... Yusuf omzuna çöken ağırlığı fark edince Mustafa’nın bayıldığını anladı. Orhun’un da yardımıyla 79 koltuğa oturttular. Yusuf ve Orhun’un dışında Mustafa’yı pek tanımıyorlardı. Birkaç defa görüşmüşlerdi, o kadar. Hepsi birbirlerine bakıyor, sebebini anlayamadıkları bir suçluluk duygusuyla kıvranıyorlardı. Orhun Yusuf’a baktı: - Ambulans falan mı çağırsak, dedi. - Kolonya var mı, dedi Lâle Yusuf’a. - Arkandaki dolabın içinde olacak. - Buldun mu? - Evet. İstersen odadaki kanepeye yatırın. Koltuk rahatsız. Ebru (Lâle’nin ablası) odaya girdi. Orhun ve Yusuf Mustafa’yı koltuk altlarından kavrayıp ayağa kaldırdılar. Ebru kanepeyi açıp ucuna bir de yastık koymuştu. Yatırdılar. - Gazlı bez falan yok mu Yusuf? - Bilmem, belki mutfakta vardır. Mustafa gözlerini açtı. - Mustafa, iyi misin? - Daha iyi.. dedi zor duyulur bir sesle. Bira kokusu vardı. Başı hâlâ ağrıyordu. - Konuşabilecek misin? dedi Yusuf Mustafa’ya. - Sanırım... - Ne oldu, anlat. Araba mı çarptı? - Araba? Bilmiyorum. Bu gün günlerden ne? - Bugün bayram. Birinci günü. - Bayram... Birinci gün. - ... 80 - Hastaneye gitmemiz gerek. - Hayır, sadece biraz başım ağrıyor. - Orhun, mutfaktaki ecza dolabına bak, orada Vermidon olacaktı. Lâle girdi. Elinde ıslak bir bez ve geniş bir tabak vardı. Bora da girmişti. Mustafa yattığı yerde doğruldu. - Sen uzan, yüzünü temizleyelim, dedi Orhun. - Yüzümde ne var? - Kanlanmış biraz. - ... - Yusuf’un arkadaşı mı? diye sessizce sordu Lâle Bora’ya. - Evet, dedi Bora, yakın arkadaşlar. Yusuf geldi. Haplardan iki tane verdi. Odayı boşalttılar. (Dış kapı açıldı; gidiyorlar. Eğlencelerini bozdum. Evlerine gidiyorlar. Yusuf’la Orhun yanıma gelecekler. Sorular soracaklar. Neler olduğunu merak ediyorlar çünkü. Bir yalan uyduracağım onlara. Lâle’yi düşüneceğim sadece. Sadece Lâle’yi. Resimlerden daha güzeldi, değil mi? Resimler... Düşler? Düşler çarmıha gerilmediler, göğe çekildi onlar. Vakti geldiğinde yeniden inecekler. Ve ben o minarede bekliyor olacağım onları. Biliyorum, bekliyor olacağım.) 81 *** Keşifler... ‘Aşk’ diyorlardı benim ‘Leyd’ dediğime... Yalnızlık diye bir düşleri vardı, hürriyet diye bir de umutları. Ama nedense gerçekleşmeyen düşleri yok sayıyorlardı, mutlu biten hikayelere burun kıvırıyorlardı, ‘mantık’ diye bir ölçüt dolanmıştı dillerine, düşüncelerine... Ben, kendimi çok yalnız hissettim, adamın teki yazdıklarım hakkında konuşurken ‘anlaşılmaz’ dediğinde. Anlaşılmak ne demek olabilirdi ki?.. İşte bunu Venûlüs bile söyleyemezdi... 82 Karîn ve Şîran Bir kırmızı, bir krem.. iki tane... Savurdun kılıcını bulutlara. Seri bir dönüş ve kılıcı sapladın toprağa. Toprak durgun, ağaç yok. Bıyıklarını tarıyorsun tırnaklarınla. Yüreğine saplanmış gibi acıtıyor kılıcın seni. Yalnızsın, âtılsın.. sen.. koşumları çözülmüş bir at gibisin şimdi. Elektrikli tramvayların peşi sıra koşuyorsun. Kaybolmuş bir çorap görüyorsun apartmanın arka bahçesinde. Bakıyor musun? “Şîran.” “Ne!” “Kılıç Şîran, kılıcımı gördün mü?” “Hayır.” Tekrar aynaya mı döner Şîran, yoksa başını hiç ayırmamış mıdır zaten? bulutlar, bulutlar bulutlar yere eğilmesin bilmediği yerde basmasın düğmeye Karîn Şîran, aynadan kaldırmasın başını 83 dört kulede sürdürsün kuşatmayı lağımcı yok! “gelinler aynada saçını tarar aynanın içinde birbirini arar” arayan soran yok sorayan aran ve sorular soran da. Şimdi yıkanmanın vaktidir. Ben güzel miyim Karîn? Sen güzelsin Karîn... sürmek: 1. at sürmek 2. ruj sürmek 3. sürülmek.... sürtüşmek, süregelmek, süregitmek, sürüdengelmek, sürüdengitmek, sürünegitmek, sürünegelmek düş sürmek kıyıda bir yerde yitmek, yitip gitmek yitirilmek... ve yitirilmekten utanmakYenizelanda’da örümcek ten korkan bir postane memuru 84 imgesi ve sabırsızca sallanan diz kapakları. Uyanık sayıklayan düş ler. Düşlerin görücüleri. Görücülerin beğenmediği kızlar, kızanlar, kızmayanlar ve kızılanlar. Dişlerini gıcırdattı Karîn. Avuç içleriyle kavramıştı kılıcın gümüş işlemeli kabzasını. Toprağı eşeliyordu Şîran. Toprak yumuşaktı. Kılıç sert bir şeye girmiş olacaktı -belki bir sandığa, düş dolu bir sandığa, dedi Karîn. Cevap vermedi Şîran. Eşelemekten vazgeçti.. gerdanında süzülen teri sildi elbisesinin ko(a)lalı yakasıyla. Karîn bıraktı kılıcın kabzasını. Kılıç parladı. Dişlerini gıcırdattı Karîn. Ayağa kalktı. Denize baktı Şîran. “Bin sırtıma,” dedi.. Gidelim artık, dedi.. 85 ALRUNA Kapı kapandı... Koyu kahverengi, demir bir kapı; belki çelik, belki de sadece demir. Sırtı dönüktü adamın, kapıyı görmüyordu. Eğilmiş, ayakkabılarına bakıyordu. Üst üste olmaktan sıkılmışçasına iç içe girmiş onlarca basamak bekliyordu önünde. Sarkıklarıyla beraber hepsine basacaktı siyah botlar: teker teker, hepsine. Binanın tepesinde daireler çizerek uçan tek kanatlı bir kuş çığlıklarıyla çağırmaya başladı uykusuzluk tanrısını. Karîn: kimi zaman bir at kadar hızlı ve kıvrak, çoğu zaman bir dost kadar yakın ama hırçın. Gözü açık bir yığın düşün arasından, nalsız ayaklarıyla suyu çalkalayarak gelecekti; başsız yüzlerce çetenin kol gezdiği, hükümranlığın elden ele geçtiği bir gecenin sıklaşan soluk alıp vermelerinin arasından gelecekti; geliyordu Karîn! İçinde, artık tanıdık bir titremeyle adımlar atmaya başladı Mustafa, geceye/sabaha nispet edercesine salınarak, karanlık bir kaldırımdan yolun ortasına. Ana caddeye yürüyordu kaldırımlarında köpeklerin uyukladığı bir “Anacadde” düşleyerek ve tabi korkarak da. Çürük adamotlarıyla dolu bir tarlaya düşmüş gibi acı çığlıklar atıyordu binanın üstünde daireler çizerek uçan tek kanatlı kuş, çürük adamotları yutmuştu tarlalarda mahsur kalmış uçamayan bütün hayvanlar. Caddeye çıktı ve hiç durmadan sola dönüp yürümeye devam etti 86 Mustafa. Kuş sustu. Takunya sesleri geliyordu Böcekli Camii’nin avlusundan. Kadıköy’de çalkalanmaya başladı deniz. Fırtına kopacaktı belki sisli İstanbul gecesinde, belki Mustafa’nın üşüyen yüreğinde, belki de hiçbir yerde, hiçbir zaman... Yolun ortasında, bodur ağaçlardan birinin sol yanında durdu. Artarda havlıyordu köpekler. Gözlerini kapattı. Sıktı... Yalpalayarak sol tarafa adımlar atmaya başladı. Takunya seslerini ayırmaya çalışıyordu havlamaların arasından. Sonra köpekler de sustu(lar). Sessizliği parçalıyordu takunya sesleri, tir tir titriyordu sanki gece. Gözler açılmıyordu. Açtık, susuzduk... “Benim adım Rune,” dedi gece. Hızlı hızlı sözlüğü karıştırmaya başladı ince parmaklı bir el. Rune, rune, rune, rune?.. Eğildi gece ve kulağına fısıldadı Mustafa’nın. “Benim adım Rune,” dedi yine. Titreme sessiz ve hissettirmeden çekildi sahnenin karanlık köşesine. Kitapsız bir kütüphanenin tenha koridorları kadar sessizdi cadde. Ama koku farklıydı. Farklı?.. Farklı?.. Soğuk!.. “Fısıltı.” Buydu kokunun yeni adı. Karîn’e döndü gece ve yineledi: “Ama benim adım Rune”. Rune... ürküyordu uykusuzluktan. Mustafa, ürküyordu uykusuzluktan. Külçe gibi ağır gözkapaklarını da sürüklüyordu âdeta cesediyle beraber. Karîn, ekseni etrafında dönüyor, kuyruğuyla kulağa hoş gelmeyen bu fısıltıyı süpürüyordu. Göğüs kaslarının oynadığını fark 87 etti Mustafa. Hayranlıkla bakmak için Karîn’e, yavaşça açtı gözlerini. Boşlukta uzanmış/yatmış bir el gördü. Bir el!.. Geri çekildi. Hiçbir dededen yadigâr olmayan bir tüfeğin namlusunun çizdiği daireleri takip etti gözleriyle. Namlu patladı. Tek kanatlı bir kuş düştü yüz metre yukarıdan aşağı, yere, betona. Koşuyor muydu Mustafa?.. Yolun ortasından yürüyordu. Sahrayıcedid durağını geçerken, Böcekli Camii’nin arkasından gelen havlama sesleriyle irkilmiş, daha emniyetli olur düşüncesiyle yolun ortasından yürümeye başlamıştı. Arada bir yoldan geçen arabalar görüyor, korkusu biraz olsun hafifliyordu. Geçen her on arabadan sekizi ticari taksi oluyordu. Hepsi onunla aynı mesafeye gelene kadar yavaşlıyor, tepkisiz kaldığını görünce tekrar hızlanıp yola devam ediyorlardı. Gecenin bu saatinde dışarıda ne aradığını merak ediyorlardı mutlaka. Belki de sadece küfür ediyorlardı. Oysa o geçen her arabaya dua ediyordu, çünkü her biri onun için birer kahraman oluyordu sabahın bu saatinde, bu karanlıkta, bu soğukta ve köpeklerin her an tekrar havlamaya başlayabileceği şu dakikalarda. Kırbacını çıkardı Karîn. Havada şaklattı. Bir bebek doğdu. Bir adam öldü. Bir balık boğuldu denizde. Kadıköy’de............. Gözlerinde şakladı kırbaç Mustafa’nın. Soğuktu. Açtı. Susuzdu. Caddenin sağına 88 geçti. Reklam panosunun beyaz ışığıyla aydınlanan bir otobüs durağı vardı ileride. Oraya gitti. Üstünde delikler olan demir oturakta oturdu. Sağ bacağını diğerinin üzerine attı. Karşıda, caddenin kollarından birinin girişinde farları açık Kartal marka bir ticari taksi duruyordu. Ona baktı. O da kendisine bakıyordu. Birbirlerinden şüphelendiler. Birbirlerinden şüphelenmeye devam ettiler. Önünden ihtiyar bir adam geçti. Dikkati dağıldı. Elinde boş bidonlar vardı ihtiyarın. Saat kaçtı? Sol kolunu kaldırıp saate baktı. “Saat durmuş,” dedi Karîn. Kolunu indirdi. Sabaha kaç saat var, diye sordu. “Üç,” dedi Karîn. İhtiyar adam o bidonları doldurmayı başarır mıydı acaba? Tekrar buradan geçer miydi? Ona sorar mıydı “Buralarda bir çeşme, su içecek bir yer var mı,” diye? Önce selam verirdi herhalde. Motor sesiyle irkildi. Kartal taksi hareket etmişti. Göz göze geldiler. Ayağa kalktı. Ters yönlere döndüler ve uzaklaştılar birbirlerinden ve yalnızlığa inat caddenin sağ yanında yaşamaya devam edecek olan reklam panolu otobüs durağından. ... “Ya duyarsam topraktan sökülen adamotlarının çığlıklarını Çıldırırmış bu çığlıkları duyan ölümlüler...” i 89 O gece, gece adını söylemişti ona: Kadıköy’e varmıştı. Sahilde, hilâl şeklinde sıralanan banklardan birinde oturmuş denize bakıyordu. Sağında Haldun Taner Tiyatrosu, solunda Eminönü vapur iskelesi ve arkasında bir Atatürk heykeli olduğu hâlde önünde diz çökmüş ağlayan denizi seyrediyordu umursamaz bakışlarla. Aslında Karîn’in kölesi olmuştu bakışları, yoksa umursamazlık yoktu gözlerinde ve tabi yüreğinde de. “Benim adım Rune,” demişti ona gece: Haydarpaşa istasyon binasına takılmıştı gözleri. Binanın ardında çok güçlü sarı bir ışık vardı. Sisten pek seçilemiyordu ışığın üzerinde hareketsiz duran ejderha gölgesi. Belki arkadaki tersaneyi bekliyordu ejderha, belki de şehrin lanetiydi sadece; geceyi savuşturmak için yapılan bir büyü mesela. İşte o gölgenin ve sisli sarı ışığın ve ağlayan denizin ruhuna verdiği sarhoşlukla bakarken boşluğa Mustafa, acıklı bir anı aramak için rengi griye çalan geçmişinde sırt üstü yüzerken, işte tam o anda kulağına eğildi ve “Benim adım Rune,” dedi gece. Uykusuz gözlerle bakmayı sürdürdü ejderha gölgesine. Kımıldamadı. Yumuşak iki el dokundu omuzlarına. İrkildi. Omuzlarını sıvazlıyordu eller. Sonra boynuna çıktı yumuşaklık. Ejderha boynunu bükmüştü sanki. Çok sis vardı, görüş gittikçe güçleşiyordu. Kulağında gezinen sarhoş bir nefes duydu. Ejderha gidiyordu. Bir kadın, kulağına fısıldadı: “Benim adım Alruna”. Eller birden 90 boynunu sıkmaya başladı. Hızla ayağa kalktı. Koşup ejderhayı yakalamayı düşündü. Tersaneye kim bakacaktı?! Arkasına döndü ve “Demek senin adın Alruna,” dedi alaycı bir sesle. Yeşil gözlüydü. Uzun siyah saçları ona Şîran’ı anımsatmıştı. Korkarak bakıyordu. Elini uzattı ve dokundu ona. Parmaklarını esmer teninde dolaştırdı. Sonra avuç içiyle yanağına dokundu. Alruna boynunu büktü, yanağındaki ele yaslandı. Alnında müthiş bir sızlamayla irkildi adam. Gözleri yanıyordu. Takunya seslerini hatırladı ürkerek. Gözlerindeki yanmayı gidermek için belki, belki de zamanın başıboş bir dilimini yakalayıp uyuyabilmek için sıktı göz kapaklarını. Otobüslerin duraklara gelmesine nereden baksa iki saatten çok vardı. Hava gittikçe soğuyordu. Altıyol’a gelmeden önce yol üstündeki bir camiden su içebilmişti ama hâlâ çok açtı. Gözü poğaçacıya takıldı. O da iki saatten önce gelmezdi. Başıboş araba ve yanında siyah deri kaplamalı bir sandalye, orada durmuş sahiplerini bekliyorlardı. Gözü takılmıştı sandalyeye. Poğaçacıyı görür gibi oldu. Sandalyede oturuyor, arada bir ellerini ovuşturarak etrafına bakınıyordu. Hızlı hızlı yürüyen insanlar geçiyorlardı sahilden, poğaçacının önünden. Ağladı. Hayır, sadece gözünden yaş geldi. Büyük bir köprü düşledi, Doğu’yu ve Batı’yı birleştiren. Parmaklıkların üzerinde oturmuş boğazı seyreden bir adam yerleştirdi sonra resme. Adamın arkasında bir 91 kalabalık: Gazeteciler, televizyoncular, polisler ve psikologlar. On yıl beklediler adamı orada; atlamadı. O boğazı seyretmeye gelmişti, onlar da onu. On yıl seyrettiler. Sonra adam indi parmaklıklardan. Yüzünü Avrupa yakasına çevirip uzaklaştı. Kalabalık orada kaldı. Bir adam, yalpalayarak arkasından geçti. Elli metre solda bir yerde oturdu. Dönüp bakmadı ona Mustafa. Kalktı ve sağa, otobüs duraklarının olduğu yöne doğru yürümeye başladı. Büfelerden ikisinin de ışığı yanıyordu. Birine yanaştı. Bir süre vitrine baktı. Kırk yaşlarında bir adam hazırlıklar yapıyordu. “Şu bisküviler kaça?” diye sordu. “Seksen bin lira” dedi adam bu saatte bisküvi almak isteyen bu delinin kim olduğunu düşünerek ve biraz da şüpheyle bakarak uykusuz gözlerine. Duraklara baktı sonra ümitsizce. Bir otobüs vardı! İlerde, evet, orada duruyordu. Adımlarını sıklaştırarak yürümeye başladı. Cüzdanından bir bilet çıkardı. Şoför onu görünce kapıyı açtı. İçeri girip bileti kutuya attı. Şoför de büfedeki adam gibi şüpheyle baktı uykusuz gözlerine. Arkaya doğru yürüdü. Boş koltuklardan birine oturdu. Omzundaki çantayı yere, ayaklarının dibine koydu. Bisküvilerden birini daha ağzına attı. Yavaş yavaş ısırıyordu. Kimseyi rahatsız etmek istemezdi. Zaten kimse de rahatsız olmazdı. Biraz sonra otobüs hareket etti. 92 Küçük bir kalenin önünde toplanmış binlerce insan... Kalenin burçlarından birinde yaya bir tanrı... Ayakta duruyor, kullarını selamlıyor. Yakışıklı esmer bir tanrı bu. Adını biliyor herkes: Karîn... Binlerce insan ibadet ediyorlar, hepsi sadık. Kimi horluyor; ama hoşuna gidiyor bu Karîn’in. Arkalardan biri ayağa kalkıyor. Bağırıyor! Utanmaz adam! Karîn uçarak kalabalığın üzerinden onun yanına geliyor. Adam bağırmaya devam ediyor. Karîn eliyle ağzını kapatıyor. Adam kurtuluyor ondan ve yine bağırmaya başlıyor. Elinin tersiyle sert bir tokat atıyor Karîn. Adam uçuyor, Karîn de arkasından. Kalabalıktan uzak bir yere düşüyorlar. “Bırak uyusunlar,” diyor Karîn. “Ya ben,” diyor adam. Kamçısını çıkartıyor Karîn. Havaya kaldırıp döndürüyor. Kamçı havada daireler çizerek uçmaya başlıyor. Bir hortum çıkıyor göğe uzanan. Hortumun içinden süzülerek iniyor Alruna. Karîn artık yaya değil! “Bırak onları, uyusunlar. Yalnızlara geceyi armağan ediyorum ben”. Adam eliyle gözlerini ovuşturuyor. Alruna’ya bakıyor. “Sen kadınsın!” “Yalnızlara geceyi armağan ediyorum,” diyor yine Karîn. “Sevişin!” Topkapı’da açtı gözlerini Mustafa. Sisten göz gözü görmüyordu yine ama hava aydınlanmıştı. Köprüyü 93 geçerken de uyuyor muydum, diye sordu kendine? Otobüsten indi. Diğer durağa kadar yürüdü. Başka bir otobüse bindi. Evine geldi. Odasına girdi. Uyudu. Ağzında yabancı bir tat, ölürken çığlık atan bitkilerin acı tadı vardı sadece. 94 Ebe Malva’nın “Best Of Malva” adlı albümünden en çok istek alan parçadır. LEYD (IŞK) güfte : Mehmet Batur beste : Dazlak ve Kulaksız (Namı diğer Davku) makam : Siyah sazlar Tambur ve vokal : Gümeci Teyze Kanun ve kişniş : Şîran Nal sesleri : Karîn Elektro gitar : Üstat Venûlüs Davullar : Davku Ney : Mustafa söyleyen : Ebe Malva Teyze lütfen, önce sessizlik.... sonra sükûnet. . . . . . . . 95 yüreğimin çıldırasıya bağırışlarına tıkamışsın kulaklarını. Kokuşmuş asaletinle tünemiş bakmaktasın leydime o alçak tepeden. Yarasaların ülkesinde tutsağım ben. Derisi dökülmüş parmaklarımla vuruyorum görünmeyen piyanonun tuşlarına. Gözlerimi oymaya yelteniyor yarasalar. Senin yarasaların. Variller yuvarlanıyor üstüme. Durdurmuyorsun dünyayı. Basmıyorsun deklanşöre. Yarasaların prensesi, sen!.. Bırakmıyorsun kırayım zincirlerimi. Siyah saçlarınla hapsettin beni sur içlerine. Dökülüyor parmaklarım kalebodurlara. Ses çıkmıyor. Görüntü yok. . . . . . . . . şimdi dağılın! 96 *** Kulakları keşfetmem uzun sürmedi. Ama Garsan ve Jombalak’ı unutmuş olmam fevkalade düş kırıcıydı. (Aslında keşfe neden ‘buluş’ dediklerini de kulak meselesinde ayırdetmeye başladım.) Tarzan-Garsan çağrışımına itiraz etmedim hiç (İmgesel olana saygımda limit belirsizdir). Ama Jombalak hep bir muamma oldu. Uyduruk ıstıraplarla kafa yora yora böylesi önemli ayrıntıları anımsayamaz oldum işte. “Haydi Silver, ileri!” nidasını da karıncalı marıncalı anımsıyorum. Ama Jombalak beni haddinden fazla tedirgin ediyor. “Sakın!” diyorum bazen... yoksa... Hayır!.. Davku’yu fakülte kantinindeki o merdivenlerin altında ilk defa gördüğümden eminim. Yapmak istediğimi anlıyorum aslında, Davku’yu kişiselleştirmeye çalışıyorum. Ama faydasız, o hep benden akıllı olmuştur. Hem imgelemimde kıpraşan sarımtıraklığa bakarsam Jombalak salağın tekiydi. Ve öyle bir adı olan herkesin salak olduğundan kuşkulanma hakkını tanımak isterim, hem kendime hem de sana. Sekiz on tane berber hikayesi sıralamak vardı şimdi ama neye yarar. Bizim sitede berber ne ustadır ne de çırak. Ve Davku, ne bana aittir büsbütün, ne de benden ırak. En uzun düşüm Ser’ab bile sadece altı saniye dayanabildi Davku’yla dans etmeye. Pof!.. Gene de, yani her şeye rağmen, izin vermek istiyorum kahvenin soğumasına... Telvesinde fazladan 97 beş yüz yirmi iki bin adet düş kuracağım. Tir tir titreyerek ayazda bir camii avlusunda, bırakılmışlıkların peşinde yok bile olacağım. Lâle adını verdim senin ziynetlendiremediğin gölgeye.... 98 KAHVE RENGİ DÜŞLER Bir süredir elinde salladığı zarları, Sabri Usta, Çırak Selim’in heyecanlı bakışları altında hışımla fırlattı tavla tahtasına. Zarlardan biri yek gelmiş diğeri ise yere düşmüştü. Selim sessizce eğilip yerdeki zarı aldı ve ustasına uzattı. İkinci deneme için zarları sallamaya başladı Sabri Usta. Gençliğini siyasi davalar arasında bocalamakla heba eden, harp okulunda astsubay olmak üzereyken ordudan ihraç edilen, ilk evliliği, sonraki senelerde zamanının büyük bölümünü otuz santim uzunluğunda bir mezarın başında geçirmenin dışında ayda on beş milyonluk nafaka yüküyle sona eren, ikinci evliliği ise kendi hâlinde bir tekbaşınalıktan, ruhsuz bir yatak odasıyla elli beş ekran televizyonun hüküm sürdüğü bir oturma odası ve yabancı bir yüze hasret kalmış misafir odasından ibaret olan herhangi bir adamdı Sabri Usta. Yaşama karşı direncini yitirdiğine hükmetmeye başladığı bir zamanda, beş senedir zorla da olsa açık tutmayı başardığı berber dükkanına Selim adında bir ortaokul öğrencisi almıştı çırak olarak. Zamanının büyük bölümünü onunla geçiriyordu artık... Öykünün çok dışında kalmış biri, mesela sızmış bir ayyaş ya da ders çalışmaktan yorulmuş bir beyin, horlarken ağzından salyalar çıkartarak iştahla yeni bir şeyler olmasını, seyredenleri en hassas yerlerinden 99 vuracak gürültülü bir kavganın kahramanlarını bekliyordu. Oysa bütün kavgalar bitmiş, herkes parasını alıp evine gitmişti bile. Salon boştu düşlere gözleri âmâ olan, eşyanın ismine takılıp kalan bahtsızlar için. Onlar ne dörtnala koşan atları ve o atların pek ürkütücü binicilerini görebilirlerdi, ne de İstanbul’un herhangi bir semtinde kendine zar zor sığınacak bir mahalle köşesi bulabilmiş köhne bir sabahçı kahvesinde, hayatının ilk işkembe çorbasını kaşıklayan, yaşamın o en kokuşmuş ânından artakalan silueti seçebilirlerdi, süslü hakikatlerinin ardına gizledikleri Tofaş marka arabalarının arka koltuklarından. Dua ederek yazmaya devam edecekti bir çift el acıklı biten bütün Türk filmlerinin son cümlelerini. Ve aşka dair ahkamlar kesilecekti... - Uyuma lan, kalk! diyerek dürtüyordu Sabri Usta Çırak Selim’i. Oysa Selim o kadar uzaktaydı ki... Çoğu zaman onu böyle dalgın görenler üniversite hayalleri kurduğunu sanırlar, teselli edip bir gün büyük adam olacağını söylerlerdi. Her ne kadar bu denli yabancı değilse de Sabri Usta düşlere, yine de fazla ciddiye almaz, işi boş vermeye kalktı mı Selim, hemen tepesinde biterdi. Yattığı yerde ters döndü öykünün dışında kalmakta ısrar eden adam. Ama yumuşak bir el omzuna yapışmış, ille de dürtüyordu, rüyasında, üzerinde “Sevil Berberi” yazılı ışıksız levhayı okumaya çalışan adamı. 100 İsteksiz isteksiz açtı gözlerini. Karanlıktı. “Kapat gözlerini” dedi ince ama sert sesiyle Şîran. Kapattı. “Şimdi aç” dedi aradan bir kaç saniye geçtikten sonra. Açtı. Sarı bir ışık patladı hemen gözünün üzerinde. Şîran başucunda, ayakta duruyordu. İlk bakışta belli oluyordu yüzündeki telaş. Mustafa aceleyle doğruldu yattığı yerde. - Ne oldu, niye uyandırdın? - Acele et, Davku!.. dedi ve başını öne eğip sustu. - Davku mu? Ne oldu Davku’ya? dedi heyecanını gizlemeden. - Hemen gitmeliyiz, sana ihtiyacı var.. sana ihtiyacımız var! - İhtiyaç mı!? Ne diyorsun sen? diye sordu Mustafa. Şîran ağlamaya başladı. Kuyruğunu sallıyordu ağlarken. Arka bacaklarının üzerine çöktü. Adam yataktan kalktı ve elini uzun siyah saçlarında dolaştırmaya başladı Şîran’ın. - Dur, neler oluyor anlat, dedi. Avuç içleriyle gözyaşlarını sildi. - Vaktimiz yok, yolda anlatırım, dedi ve hızla doğruldu. Üstüne başına baktı Mustafa: dizleri yamalı bir eşofman ve eski bir kazak... Eliyle “boş ver” anlamına gelen bir hareket yaptı. Şîran’ın sırtına bindi ve yola koyuldular. Uyanmıştı adam... bir rüyadan ötekine... Uyanmıştık: birinden ötekine. Pusuya düşmüşlük hissi 101 vermeye başladıktan sonra aşk, ne sırtında gezinti yaptığımız kısrakların bir anlamı kalıyordu ne de denizin sessizce kıpırdanışına kaptırıp kendimizi titreyerek ağladığımız bulanık ikindilerin. Oysa isimler verebiliyorduk ona, bize aitmiş gibi yapabiliyorduk, her an dokunabilecekmişiz gibiydi; elimizin ucunda, dilimizin ucunda. Dilimiz!.. Sesi yabancıydı bize Leyd’in, perdesiz bir gitarın telleri arasına sıkıştırılmış, ateşi devingen bir sönüşe mahkum olan o izmarit kadar uzaktı da. Yaşamın “acı ama gerçek” denilen sanal yüzüne aşina olamayışımızdan mıdır, yoksa adı henüz konulamamış bir duyguyu, çamaşır yıkayan köylü kadınların bilinçsiz çırpınmaları gibi etrafına savuran düşlere bir türlü “benim” diyerek sahip olamayışımızdan mıdır bilinmez, özel gün ve gecelerde hep böyle bön bön bakmak âdetimiz olmuştu. Sıradan bir doğum günü mesela... Dokuzuncu katta yaşıyordu Mustafa rüyalarına armağan etmeden önce kendini. Her önüne gelenin oturamayacağı kadar lüks bir sitenin en lüks bloğunun yüz elli metrekarelik dairelerinden birinde, ailesinden ve başkalarının dünyasından ölesiye uzak bir odada, çürümeye bırakılmış eski model bir arabayı hatırlatan bedeni ve düşlerine teslim edip kafa kağıdını yaktığı ruhuyla beraber yaşıyordu. Kilitli bir kapının sırtına bir askılık koymuş, her gün eskittiği elbiselerini oraya asıyordu. Sekiz senelik emektar bilgisayarı, doktor olan 102 komşularının bilmem ne tezini yazmak için aldığı ve işi bitince de atmak üzere kapının önüne koyduğu, bu vesile ile eline geçirdiği nokta vuruşlu yazıcı, üst üste dizilmiş üç kitap (William Shakespeare’in Hamlet, Julius Caesar ve Romeo and Juliet kitapları) şeklindeki içi genelde boş olan sigaralığı, birbiriyle her zaman uyumsuz birkaç kitap, boş Samsun paketleri ve bildik bilmedik bir yığın acıyı notalarla süsleyip duvar kağıtları sigara dumanından iyice sararmış odayı müzikle dolduran bir çift hoparlör: iki metrekarelik masanın varoluşunu anlamlandıran eşyalar: yalnızlığa cevap verebilmek için belki de, boğazda düğümlenmiş, bir türlü söylenememiş bir çift acı söz... Uzun cümlelerle kurulan betimlere gark etmekteyiz yaşamı. Sorumlulukları paylaşmaya gelince benciliz hep, ağlamaklıyız. Pencereden çıktıkları andan beridir yavaş yavaş ağarmakta olan günü seyrediyordu Mustafa. Uykusunu bölen ağlamaklı telaşın nereye kaybolduğunu düşünmeye başlamıştı. Sesini çıkarmadan bakıyordu İstanbul’a. Şîran, nalsız ayaklarını yere vura vura yürüyordu köpeklerin bile artık terk ettiği boş sokaklarda. Gökyüzünde karanlığa üfleyen ışık, yerde ayakları örten uçsuz bucaksız su birikintisi ve önlerinde onun için hazırlanan büyük doğum günü partisi... 103 Şehrin dışına çıktılar. Şîran hızlanmıştı ama kentörler, dörtnala koşabilirler miydi? - Evet, dedi Şîran. Birazdan görürsün. (Dudaklarını ıslattı genç adam. Yavaşça yaklaştı. Kadın elini adamın saçlarında dolaştırmaya başladı. Dudakları birbirine değdi. Ürpermesiz, bayağı bir birliktelik başladı yastığı ter kokan kahverengi çarşaflı yatağın içinde. Adamın başı kayboluyordu kadının siyah saçlarında. Bir kulak beliriyordu arada bir ve sonra o da gömülüyordu aynı siyahlığa. Sırtında gezinen eli düşündü Mustafa. Başının ağırlaştığını, düşüncelerin tek sıra hâlinde düşlere dönüştüğünü hissetti. Süslü bir rüyaya dalmak üzereydi. Bacak arasından karnına, oradan da göğsüne çıkıyordu ıslak bir ürperme. İç içe geçmiş yüzlerce fraktalın arasında yumuşak hamlelerle debeleniyordu. Lâle’yi özlüyordu. Serapsız, her tanesi ayrı bir gerçeği imleyen kumlarla dolu bir çöle atıyordu kendini. Koynunda eridiği düşe ihanet ediyor, daha fazlasını, daha soğuğunu istiyordu. Üşümekten korkmuyordu Mustafa -düşler soğuktular hep-, o üşümeye alışıktı. Alnına kırmızı bir kader gibi yapıştırdı Lâle’yi. Kahverengiliğine dokunmadan yatağın, usulca sıyrıldı düşlerden. Banyoya gitti. Sıcak suyu açtı. Aynaya bakmadan yüzünü yıkadı. İçerden kahverenginin soluk alıp verişlerini duyuyordu: Düşler sevişiyorlardı, 104 onları yalnız bırakmıştı. Aynaya baktı, yavaş yavaş buğulanıyordu. Düşler boşalmak üzereydiler. Utandı. Şu an neresindeydi zamanın? Kimden utanıyordu bu kadar? Parmağıyla “Lâle” yazdı camın yarım kalmış buğusuna. Utanmaya devam ederek çıktı banyodan. Kahverengiye baktı: bir adam ve bir kadın yatıyorlardı, sapsarı... Ama sigara dumanıydı aslında sarartan yaşamı. Portmantoda asılı duran siyah deri montuna baktı bir süre, üşümekten korkmamak gerekiyordu. Montu omzuna alıp çıktı.) İleride bir kalabalık vardı. Şîran iyice yavaşlamıştı. - Nasıl, iyi koşabiliyor muymuşum? - Orada ne oluyor? dedi Mustafa ilerdeki kalabalığı göstererek. Şîran Mustafa’nın gösterdiği yöne baktı. Birden durdu. “Geldik, dedi, oradalar işte”. - Kim onlar? - Dostların, dostlarımız. - Dostlarım mı? Benim dostum yoktur! Kim onlar? - Şu kambur, hani kafasında kukuleta olan, işte onun adı Gümeci. Biz ona Ebe Gümeci deriz. Sen de öyle dersin. Onun yanındaki, elinde tas olan, o da Malva; yanındaki de Hubbâz. Üçü de ebedir onların. - Davku nerede? - Yerde, görmüyor musun? Mustafa yavaşça Şîran’ın sırtından indi. Yürümeye başladı. Şîran elini uzatıp kolundan tuttu. 105 - Bana bak, dedi. Kolunu çekip ondan kurtuldu Mustafa. Yüz metre kadar ilerde, yerde yatan Davku’ya bakıyordu; ondan başka hiçbir şeyi görmüyordu. Gök, dumana benzeyen kızıl bulutlarla kaplıydı, sürekli hareket ediyorlardı; sanki amansız bir yangın başlamıştı ama yer bir karış suyla örtülüydü ya, yerdekiler emniyetteydiler. Mustafa hızlanarak yürümeye devam etti. Şîran da arkasından geliyordu. Korkuyordu Şîran, olacakları biliyormuş gibi ürkek ve ağlamaklı gözlerle bakıyordu Mustafa’nın ardından. Tanık olmaktan korkulacak kadar acı verecekti bu doğum, bunu biliyordu. Hayatında ilk defa bir kentör değil de, koşmayı kader bilmiş sıradan bir kısrak olmak istedi. İnsanoğlu neden bu kadar ‘zavallı’ydı? Yaşamı irili ufaklı yenilgilerden ibaret kılmak için elinden geleni yapıyordu. Oysa mutluluk o kadar da zor değildi. Onu anlamak, ona ilgi göstermek yeterdi kavuşmak için. “Saadeti tanımak” dedi Şîran, mırıldanarak; Karîn’i anımsadı. Şimdi burada olsa, “Saadet tanınsaydı eğer, yaşam asla direnemezdi düşlere karşı” derdi mutlaka. Karîn: uykusuzluk tanrısı, Karîn: gecelerin süvarisiz kentörü... Cinsiyetsiz bir tanrıya âşık olarak bile mutluluğa sırt çevirmeyen Şîran, anlayamıyordu insanoğlunun yalnızlık denen yapışkan sulardan mürekkep denize nasıl olup da böyle gözü kapalı atlayabildiğini. Anlayamıyordu çünkü sadece bir düştü o, ve düşler asla gerçeklerin acı veren simasına aşina olamazlardı. 106 - Ne yapıyorsunuz siz burada! diye bağırdı Mustafa kalabalığa, azarlayan bir ses tonuyla. Birbirine hiç benzemeyen onlarca yaratık başını kaldırıp ona baktı; ürkmüşlerdi. Geri çekildiler sessizce. Sadece kukuletalı ebe ve yanındakiler istiflerini bile bozmadılar. İlk bakışta bir çoğu ürkütücü görünen bütün o yaratıkların ufak bir haykırışla kendisinden böylesine korkmaları, çekinmeleri Mustafa’yı şaşırtmıştı. Arkasına dönüp Şîran’a baktı soru soran gözlerle. Şîran elini omzuna koydu. - Onların hepsi senin düşlerin. Senden korkuyorlar, bu çok normal. Sen onların efendisisin çünkü. Mustafa hiddetle: - Kimsenin efendisi değilim ben! diye bağırdı. Hem bir çoğunu ilk defa gördüm. Benim düşüm değil onlar! - Senin, hepimiz senin düşünüz, dedi Şîran, zorla da olsa gülümseyerek. Yüzünün kızardığını hissetti Mustafa. Yabancı bir sorumluluk duygusuyla ürpermeye başlamıştı. Teker teker hepsiyle ilgilenmesi, hepsinin öykülerini yazması gerektiğini düşündü üşenerek. Sonra tekrar yerde yatan Davku’ya baktı. Tasviri olanaksız bir bedendi yerde yatan. Kaslı vücuduna bakarak bile kadınsılığı her yerinde hissedebiliyordu insan. Karnı şişmişti, hamile bir kadına benziyordu... ama kadın değildi o! Yumrukları suyun altında gömülü bir şeyi -adı “umut” olan bir çiçek diye aklından geçirdi Mustafa- sımsıkı kavramış gibiydi. 107 Titriyordu. Karnının üzerine kırmızı bir örtü örtülmüştü. Gümeci Kadın elini örtünün altına sokmuş hiç konuşmadan bir şeyleri karıştırıyordu. Kimse konuşmuyordu. - Durun, diye bağırdı yine Mustafa. Onun cinsel organı yok, doğuramaz! - Geri çekil, dedi Şîran. Göbek deliği var... dedi; ve yine sustu. - Hayır! diye bağırdı Mustafa, o zaman ölür!.. ölür!.... Omuzlarından sıkıca kavradı Şîran; Mustafa kurtulmak için debelenmeye başladı. (Düşler birden çok kuvvetli olmuştular.) Mustafa bağırıyor, durmalarını, buna bir son vermelerini istiyor, yalvarıyordu. Davku’nun yattığı yerden belli belirsiz iniltiler geliyordu. Sanki ağlayan, inleyen o değildi de suyun bir karış altındaki betondu. Çaresizce sustu Mustafa; yavaşça yere, dizlerinin üzerine çöktü. Ağlıyordu. Adını söyledi Davku’nun ağlayarak. Tam o anda çığlıklar atmaya başladı Davku, gökyüzü parçalanıyordu. Ebe Gümeci kukuletasını çıkarmıştı. Malva, Gümeci’nin terini siliyordu. Mustafa daha fazla dayanamadı Davku’nun acı çığlıklarına ve olduğu yere yığıldı. Bir an herkes durdu. Bir bebek ağlaması duyuldu Davku’nun çığlıklarının bıçak gibi kesildiği bir anda. 108 Gözlerini açtı Mustafa. Başını kaldırıp baktı. Hubbâz’ın kucağında kahverengi bir beze sarılmış kıpırdanan küçük şeye takıldı gözleri. Sonra yerde hareketsiz yatan düşü gördü. Kekeleyerek adını söyledi Davku’nun. Yerde, suyun içinde emekleyerek ona yaklaştı. Yeşil gözleri açıktı hâlâ, gökyüzünde artık dağılmaya başlamış kızıl dumanları seyrediyordu sanki. Suyun altında kalan yumrukları gevşemişti. Mustafa’nın yanağından süzülen bir damla yere, suyun üzerine düştü. Kimse görmedi gözyaşının suyun yüzeyine kondurduğu öpücüğü. Ellerine dokundu Davku’nun. Gevşemiş yumruklarını açtı. Adı “umut” olan o çiçeğe son bir defa daha bakmak istedi Mustafa. Bir el omzuna dokundu. Başını çevirip baktı: Gümeci. - Kalk, bebeğini kucağına al. - Bebek?!. - Evet, senin kızın. - Kızım mı?!... Benim değil o, dedi Mustafa. Eliyle gözlerini sildi. - Kimin o zaman? dedi Gümeci. Konuşurken yüzündeki kırışıklıklar oynaşıyordu. Bir an durakladı Mustafa. - Onun piçi! dedi hiddetle, yerde yatan cesedi göstererek. Gümeci gülümsedi. Mustafa ayağa kalktı. - Şîraan, neredesin? Gel ve beni eve götür, uyanmak istiyorum artık! 109 Gümeci tekrar omzuna dokundu Mustafa’nın. Genç adam sinirli bir hareketle kurtuldu omzundaki ihtiyar pençeden. - Sana söylüyorum Şîran, neredesin?! - Uyanamazsın, dedi Gümeci, uykuda değilsin sen. Cevap vermedi Mustafa. - Şiraaan!.. - Al piçini ve git buradan! diye bağırdı Gümeci. Mustafa bir an duraksadı, bir şey söyleyemedi. Malva yanlarına yanaşıp Gümeci’nin kulağına eğildi ve bir şeyler söyledi. Gümeci başını sallayarak Malva’yı onayladı ve Mustafa’ya döndü. - Adını biliyor musun bebeğin? dedi. - Umurumda değil! - Onun adı Leyd! dedi. Korkuyla Gümeci’nin yüzüne baktı Mustafa. - Leyd mi?!.. - Evet. Senin kızın, Leyd... Hubbâz’ın kucağındaydı bebek, ona yaklaştı. Bezi aralayıp yüzüne baktı kızının. Kulakları vardı!.. Ve saçları da!.. Hiçbir şeye anlam vermek istemedi. Bebeğin yüzünü kapatıp kucağına aldı. Göğsüne bastırdı kızını. Sıkıca sarıldı. Acıya yeni bir isim vermek istiyordu yalnızlıktan nasibini alamamış tekil bir kişilik. Avucumuzda bize ait 110 bir hakikatin sancısıyla kalakalmışlığı yaşıyorduk. Duvar kağıtları sarkıyordu karanlık odalarında evlerimizin. Sert imgeler doğuran bir şiir dökülüyordu dudaklarımızdan. “Gitme, dayanamam” demek düşlere... Bırakıp gidişlere, elimizde simsiyah bir zorunlulukla bakakalmışlığa, umarsızlığa hüküm giymişçesine iç geçirmelere... Derin derin soluk alıp vermeler kuşatmakta etrafımızı. Başkentlerimizin düşmesine bile aldırmadığımız zamanlarda yıkılan son kalelerin tekfursuz yitirilişine tanık oluyoruz. Kucağımızda kahverengiye sarılmış, aşkın mitolojik siması, yüreğimizde yalnızlığın kara kalem nakışlı kitabıyla ayakta dikiliyoruz. Birilerinin gelip her şeyi düzeltecek o son hamleyi yapmasını bekliyoruz. Artarda manifestolar yazılıyor kurtuluş üzerine. Kitaplar iniyor çareler üreten. Yüzlerce kadın yaratıyor Allah ve... Biri gelip zamk gibi yapışıyor senin yalnız yüreğine. Sen düş görmektesin yine. Dokunmaktan öte, dokunulmaktan öte. Ustura gibi bir soğukta, Ortaköy’e düşmüş öpmektesin geceyi dudaklarından. Kıvranıyor kucağındaki kız çocuğu, ağlıyor ölesiye. Sen yalnızlığına sitem ededururken, aşk, kıskıvrak yakalıyor, savuruyor seni yine düşlerine. Sırtüstü düşüyorsun soğuk beton zemine. Yaşıyorsun, hep yaşıyorsun. İntihara inat, burnun bile kanamıyor. Açıp okuyorsun kahverengi kitabın beş yüz yirmi ikinci sayfasını: “Beklemek, diyor, çocukluktan miras bir tavır gibi: BEKLEMEK!” 111 Bebeği sıkıca sardı kahverengi kundağına. Siyah deri montunu giydi. Beresini takıp kaşkolunu sıkıca doladı boynuna. Bebeği kanepenin üzerine bıraktı. Sessizce çevirdi anahtarı kapının paslanmış kilidinde. Kapıyı açtı. Başını uzatıp koridoru gözetledi. Kimse yoktu, herkes uyuyordu. İçeri girip kahverengi kundağı aldı eline. Ayak uçlarına basarak geçti uzun koridoru. Ayakkabılarını alıp dış kapıyı açtı. Asansöre bindi. Hızla terk etti binayı. Kucağında dazlak ve kulaksız bir düşten peydahladığı bebeği olduğu hâlde, tanımadığı bütün sokaklara dalarak ilerledi İstanbul’un en köhne semtine ulaşabilmek için. Gece uzadıkça uzadı ensesinde. Birden bebeğin hiç sesinin çıkmadığını fark etti. Ölmüş olabileceğini düşündü, korkuyla açtı kahverengi kundağı. Işıl ışıl parlıyordu Leyd’in gözleri. Bebek gülümsüyordu babasına. Yüreğinin acısını dizginleyemiyordu Mustafa. Koyverdi kendini yine. Gözleri sızlıyordu artık ağlamaktan. Kaldırım taşına oturdu. İşaret parmağını burnuna, çenesine değdirerek sevdi bebeğini. Kendisinin de anlam veremediği ama söylerken bunu hiç aklına getirmediği tuhaf kelimeler dökülüyordu dudaklarından. Aşk gülümsüyordu babasına. Yolun karşısında bir şeyin hareket ettiğini görür gibi oldu. Başını o yöne çevirip daha dikkatlice baktı. Karşı kaldırımda bir sokak köpeği onlara bakıyordu. Başını sağa sola çeviriyor, anlamsız hareketler yapıyordu. Mustafa eliyle köpeği defetmek 112 için bir hareket yaptı. Köpek oralı bile olmadı. Bebekle beraber ayağa kalktı ve köpeğe “Hoşt!” dedi. Köpek hâlâ duruyordu. Bir taş almak için yere eğildi Mustafa. Doğrulup baktığında karşı kaldırımda otuz-kırk tane köpeğin kendisine baktığını gördü. Bir an ne yapacağını şaşırdı. Neden sonra yavaşça arkasını dönüp yürümeye başladı. Köpekler de peşi sıra geliyorlardı. Saldırmıyorlardı. Saldırmayacaklarsa neden peşinden geliyorlardı?! Geceyi ayyaşlardan devralan sokak köpekleri, asla izin vermeyeceklerdi verilen sözden geri dönülmesine, yalnızın aşka gâlip gelmesine ve saadetin yanlış ellerde heba edilmesine. Köpeklerin nezaretinde bir süre daha yürüdü Mustafa. Büyük bir caminin önünde durdu. Arkasına dönüp köpeklere baktı. Hepsi başlarını eğip orayı terk ettiler. Gözden kayboluncaya kadar baktı köpeklerin ardından. Sonra eğdi başını ve kucağındaki bebeğe baktı. Düşünmek istedi, bir şeyleri yeni baştan ele almak belki. Gülümsedi. İki büyük minaresine bakıyordu caminin. Avluya girdi. Şadırvanın önünde bir kedi uyukluyordu. Etrafa dağılmış takunyalar vardı. Caminin kapısına yanaştı. Kundağı açtı. Ona baktı. Gülümsemiyordu artık bebek, susmuştu. Alnından öptü Leyd’i. Bütün bedeninin sarsıldığını hissederek bıraktı kahverengi kundağı cami kapısına. Arkasını döndü ve avludan çıktı. Herhangi bir 113 yöne döndü. Yürüdü. Sonra, yine, herhangi bir yöne daha döndü ve yine yürüdü. Bir cami avlusuna bıraktık Aşk’ı. Kahverengiydi ümitlerimiz, yalnızlığımız kahverengi. Yeşil gözlü düşlerin cesetlerini anarak bastık sokaklarına İstanbul’un. Arsız bir terk edilişti bizim için yaşam. Kahve rengi bir düşün bitimi kadar sade ve orta şekerliydi Aşk. 114 *** Bir marş söylemek... Zamanın gölgesinde kalmışlık duygusuyla kalabalık bir gecede, kulak kabartmış pusuda bekleyen sokak köpeklerinden gizlice ulumak istiyorum. Ardımda seğiren gölgeyi, gölgenin içinde titreyerek dans eden korkuyu, sağımda, solumda, önümde, her yanda hissediyorum artık. Korku erkek; korku iri; korku... tek başına. Hubbâz: Kamburundan sarkan yeşil heybesinde Hubbâz’ın, iki domates, bir somun ekmek ve küçük bir bakraç da yoğurt vardı. Kûhân dağının eteklerinde yaşlı ve yorgun ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu. Kesik kesik soluk alıp vermeleri, seyrelmiş dişlerinin arasında alışılagelmişin dışında bir musikiymişçesine esiyor, bazen hırıltıya dönüşen nefesi yerdeki kum tanelerini bile ürkütüyordu. Kûhân Dağı: Kûhân dağının zihinlerde kalmayı başarabilen en belirgin özelliği, üzerinde hiç durmadan uçan tek kanatlı kuşlardır, der Gümeci Nine. Ve tabi bir de sırtında düşecekmiş gibi eğreti duran kamburu... Önden bakıldığında büyük bir öküzün başını andıran Kûhân, arkadan sıkılmış dev bir yumruğa, yanlardan ise yaşlı, kambur bir kadının belden yukarısına benzermiş. Arada 115 bir doruklarını ince tülden bir sis kaplar ama nedense bu gizemli görüntüsü kısa zamanda kaybolurmuş. Bir de derler ki: Kûhân dağından bakınca güneş görünmezmiş; hep geceymiş. Kulağında tozlu bir ses, ayaklarında artık iyice azmış nasırların acısı, omzunda çıkınıyla ağır ağır adımlar atıyordu Hubbâz, Kûhân dağının eteklerinde. O gün -ki dağda her zamanki gibi gece hüküm sürmekteydi- dağın dorukları alabildiğine berraktı. Her ne kadar dağın eteklerinde malum daireyi çizerek yürüdüğünü, uzuvlarında süre giden ağrıları ve tek kanatlı ve hatta çift başlı bütün kuşların ilahi bir sessizliğe büründüklerini, kanat seslerinin kesildiğini, dağın doruklarında amansız bir yalnızlığın hüküm sürdüğünü aklına bile getirmeyip sadece önünde bir görünüp bir kaybolan yaşlı ve yorgun ayaklarına, ayaklarındaki çarıkların üzerinden yere akan kum tanelerine bakıyorsa da Hubbâz, pusuya yatmış bir haydut misali bekleşen cüce kalmış bir gurup düşün (bazılarına göre unutulmuş, -belki- terkedilmiş bir tanrı[ça]nın) yerden dört-beş insan boyu yükseklikteki bir tepeden her an üzerine atlayabileceğini de unutmuyor, bir ihtimal, deyip tetikte bekliyordu. Kimsenin duyamayacağı kadar kısık sesle dualar okuyor, yine kimsenin tanımadığı bir tanrının adını zikrediyordu her soluk alışında. 116 Bulutlar düşünüyorlardı: Şimdi Malva yine bir tepeye tünemiş, ya da herhangi bir adanın ıssız sahillerine uzanmış çığlık çığlığa şarkılar söylüyordur. Şimdi Gümeci, köyün bütün çocuklarını etrafına toplamış, onlara dünyamızın neden sular altında kaldığını, bize neden “düş” dediklerini, bize “düş” diyen neslin kuru topraktan ibaret dünyalarını, o toprakların altına gömülmüş cesetlerin neden inleyip durduklarını, yenilmişliğin sembolü sayılan Mustafa adında bir ‘zavallı’nın cami avlusuna bıraktığı ‘Leyd’ adındaki küçük kız çocuğunun akıbeti hakkındaki bir kaç asılsız öyküyü, Hubbâz’ın ‘Leyd’ adındaki bu genç kızı neden birkaç ömürdür aramaya devam ettiğini, Kûhân dağının Leyd’e mezar olduğuna dair efsaneleri ve daha bir sürü uydurmayı masal diye anlatıyordur. Şimdi “gerçek” denilen ucubenin hüküm sürdüğü dünyanın büyükçe bir kentinde, işlek bir caddenin tam ortasında yatan köpek leşine aynaya bakar gibi bakarak iç geçiren o kahverengili yalnızlık, oturduğu koltuktan buraya, bizim dünyamıza gelmek için izin beklemektedir. Açılıp yol vermeli ona. Üç Yaşlı Kız Kardeş: Derler ki: Eskiden üç yaşlı kadın varmış. Gümeci, Malva ve Hubbâz adlarındaki bu üç kardeşin üçü de ebeymiş. Gümeci’nin eli bu işe diğerlerine göre daha yatkın olduğundan doğumları genelde o yaptırır, diğer iki kardeş ona yardımcı olurlarmış. Üç kardeşin diğer ortak 117 yanları ise üçünün de seslerinin pek güzel, pek yanık olmasıymış. Şarkı söylemede de Malva öne çıkıyormuş. Malva için derler ki: “O yüksek bir yere çıkıp şarkı söylemeye başlayınca bütün kuşlar -tek kanatlılar ve hatta çift başlılar dahi- susar ve huşû içerisinde onu dinler.” Hubbâz’ın hatırlarda kalan en belirgin özelliği hiç durmadan yürümesiymiş. Sadece doğumlar ve konserlerde yürümeye kısa bir süre ara verir, sonra yeniden yola koyulurmuş. Hubbâz: Eskiden anlattığı masallarla ün yapmış amcaların ve teyzelerin hemen hepsi, söz birliği etmişçesine Hubbâz’ın yürümesindeki derin anlamın bir şey aramakla ilgili olduğunu söylemiş, fakat aradığının ne olduğu ve sırtındaki kamburun nasıl ortaya çıktığı konularında çeşitli ayrılıklara düşmüşler. Amcalar ve teyzelerden bazıları, yürürken çok düşünen Hubbâz’ın başının düşünmekten şişmeye başladığını ve gittikçe büyüdüğünü, sonunda ağırlığı kaldıramayan boynun bu yükü taşımaya isyan ettiğini ve böylece başın sarktığını, kamburun böyle ortaya çıktığını anlatırlarmış. Buna karşı çıkan başka bazı amcalar (ya da duruma ve masalın anlatıldığı yöreye göre, teyzeler) ise, Hubbâz’ın yürürken bir şey düşünmediğini, ama çok fazla ıstırap çektiğini, ıstırabın belirtisi olarak da göz yaşı akıtamadığını, dolayısıyla gözünde biriken sıvının ağırlığına dayanamayan başın yere çöktüğünü ve kamburun 118 böylelikle ortaya çıktığını anlatırlarmış. Aradığı şeyin ne olduğu hakkında yüzlerce masal anlatıldığından ve kuvvetli bir ihtimalle bunların hiçbirinin gerçek olmadığının fazla şüpheye düşülmeden iddia edilmesi mümkün olduğundan bu konuya hiç girmiyoruz. Masalların birleştiği bir nokta da Hubbâz’ın aradığını bulduğu ân (ki bazıları aradığını hâlâ bulamadığında, hatta şimdi bile aramaya devam ettiğinde ısrar ederler), dehşetten ve hayretten dona kaldığı, olduğu yere çakıldığıdır. Üstünde anlaşılmış da öyle anlatılmışçasına birbirine tıpatıp benzeyen masallar özetle, Hubbâz’ın çakılıp kaldığı yerde zamanla büyüdüğü, büyürken de beline kadar toprağa gömüldüğü anlatılır. Haddini bilmeyen bazı masalcı amcalar ve teyzeler Hubbâz’ın aslında bir kadın olmadığını, düşülkelerde adı pek duyulmamış dazlak ve kulaksız ve cinsiyetsiz bir düş olduğunu ileri sürerler. Fakat bu savın gerçekle uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını biliyoruz biz. Anlattıklarına göre, kısaca “Davku” diye çağrılan bu düş, yasalara aykırı olmasına rağmen, sırf nesl-i ahîrdan bir canlının mutlu olması için bir bebek doğurmaya kalkmış ve tabi normal olarak da doğum sırasında ölmüş. Neymiş efendim, Davku’nun düşselliği öylesine güçlüymüş, ölümü öylesine büyük bir acı vermiş ki özü tenasüle uğrayıp Hubbâz’ın bedeninde tecelli etmişmiş! Yani bu masallara bakılırsa bildiğimiz Kûhân dağı aslında bahsi geçen dazlak ve kulaksız düşün(düşlerin) ta kendisiymiş. 119 Ama nedense bu kadar masalı fütursuzca uyduran saygısız ve sorumsuz amcalar ve teyzeler dağın kamburu hakkında hiçbir açıklama yapmamışlar! ... Kahverengili adamın suya düşmeden önce bir ağaç dalına takılmasını gören sekiz çeşit mahlukatın yedi çeşidi oracıkta ölüvermiş, sonuncusu da adam doğrulup etrafı kolaçan edemeden orayı terk etmişti. (Düşülkelerde zaman mevhumu yoktur, derler. Hubbâz’ın yürüyüşü mesela: belki birkaç asır belki de birkaç saniye sürmüştür....) Adam kazağını pantolonunun içine sokmaya çalışırken yırtılmış olduğunu fark etti. Hemen yırtığı dikmeye başladı. Acele davrandığı için çabuk terlemişti. İki damla düştü alnından yere/suya kısa aralıklarla. Sallapati de olsa dikmeyi başarmıştı yırtığı. Üstüne başına bulaşan suyu temizledi hâlâ yerden kalkmamış olduğu hâlde. Neden sonra, gideceği yeri önceden biliyormuş da şimdi yeniden hatırlamış gibi telaşla ayağa fırladı. Su sesi çarpıp yankılanmak için bir engel araya dursun, o, herhangi bir yöne dönmüş ve yürümeye başlamıştı bile. Zamanı düşledi. Aradan dokuz birim zaman geçti. Tanıdık bir su sesi yankı buldu kulaklarında. Suda bıraktığı ayak izlerinde köşe kapmaca oynamayı düşleyen dört kurbağa larvası ya da dört küçük balık vardı; artarda dizilmiş yüzüyorlardı. Gel gör ki bu 120 ayak izlerini görecek, ondan da ümit kırıcı olanı ayak izlerine bakacak ne bir düş vardı görünürde ne de nesl-i ahîrdan sızma esmer bir cüce(kadın). İzler, kurbağa larvalarının kader belledikleri yine düşsel bir geçmiş olarak kalıyorlardı geride. Zamanla bir gök belirdi tepede. Ardından bir ufuk, maviyle kahverengi arasında sıkışmış, sarıyı düşleyen. Pantolonunun lastiği gevşemişti kahverengili adamın. Kazağı zayıflamış bir de flör belirmişti boynunda. Sonra göğüsler şişti. Ufuk uzaklaşmıyor, aksine hızla geliyordu kahverengili adamın üstüne. Kasları gevşedi, bacak arasında bir şeyin kurumuş yaprak sesleri çıkartarak döküldüğünü hissetti. Kahverengiye sıçrayan pembe bir düş kurdu. Bir adam değildi artık; ya da bir adam olmadığına karar verdi sadece. Ufuk: Bir son... Döngünün kısırlığı üstüne uydurulmuş seksen bin küsur masalı ezbere bilen Gümeci’nin anlattıkları doğru kabul edilirse eğer gerçekten bir son vardı. Ölüm ya da yok oluş gibi değil de, delilik ya da aşk gibi bir adı vardı sonun(ufkun) Gümeci’nin ebeliğine güvenen, masallarını dinleyen düşlere göre. SOMYAT: Köydü, ya da köye benziyordu... Bir muhtarı yoktu belki ama esaslı bir delisi, köhne bir camisi, şaşaalı bir 121 kıraathanesi vardı Somyat’ın. Köy fikrine aykırı olarak köylülerin Venûlüs adını verdikleri bir filozof da vardı Somyat’ta yaşayan. Venûlüs üç yaşlı kız kardeşin eski bir arkadaşıydı; köylülerin bundan haberi yoktu tabi. Hatta köylüler Hubbâz’ı eskiden beri anlatılan bir efsane olarak bilir, Malva’nın aslında bir türkü adı olduğunu sanırlardı. Gümeci’yi daha evvel iki kere gördüklerinden onu bilirlerdi. Hatta çocuklarını Gümeci’nin anlattığı hikayelerle büyütenler bile vardı. Günler sıradan geçerdi Somyat’ta. Fakat sıradanlığın can sıkıcılığa dönüşmesi için bir sebep de yoktu. Masal anlatmaktan başka bir işe yaramayan amcalar ve teyzeler nedense Somyat’tan pek söz etmezler. O yüzden bu köyle ilgili sağlıklı bilgi edinilmesi pek zordur. Venûlüs’ün adı geçer bazen. Apış arasının düz olduğunu söylerler onun da. Uzun, sarı bir sakalı varmış. Yemek yemezmiş, sadece su, o da zaten bolca varmış. Malum, düşülkelerin zemini bir karış suyla kaplıdır. (Altı da betondur ama...) Bir de Şîran’ın adı geçtiğinde anılır Somyat. Amca ve teyzelere bakılırsa Şîran, ilk burada görmüş Karîn’i ve tabi ilk burada âşık olmuş. (Düşülkelerde aşk, birdenbire olur!!!) Aslında nesl-i ahîra tıpatıp benzeyen bir bedene sahip olan Karîn’in bazen kentör suretinde görünmesinin hikmeti Şîran’ın aşkının kudretindeymiş. Bilindiği üzre Şîran, pek güzel, esmer bir dişi kentördür ve düşülkelerde benzerine az rastlanır genişlikte bir yüreğe, bir de yine az rastlanır türden bir çift göze sahiptir. 122 Ufuk (son), uzun ve sonsuz bir çizgi olarak belirmesinin ardından, kimilerine göre kahverengili adamın yüreğindeki, kimine göre de düşülkelerin biricik efendisi olan Yalnızlık’ın yaşamını sürdürdüğü “gerçek” dünyada vuku bulan bir deprem sonrasında titremeye ve zamanla kaybolmaya başlamıştı. Kahverengili adam gözlerini ovuştura ovuştura yürümeye, çizginin (son’un) titremeye başladığını gördükten sonra daha hızlı yürümeye ve en sonunda deliler gibi koşmaya başlamıştı. Nihayet ufuk tamamen kaybolmuş ve uzakta bir köy silueti belirmişti. İrili ufaklı evler, ortada bir cami ve tepesinde pembe bulutlarla Somyat köyüydü burası. Kahverengili adam durdu. (Artık sonu olmayan bir dünyada durmanın ne demek olduğunu düşünecek olan kişi o değildi ama birinin bunu düşündüğüne emindi başka biri.) “Bulutlar” diye mırıldandı adam, köyün üzerindeki pembe bulutlara bakarak ve gülümseyerek. Kahverengiliğin gülümsemesi bütün köyün dikkatini çekmişti bir anda. Köylüler telaşla ne yapacaklarını düşünürken içlerinden biri -kafası olmayan uzun boylu bir sürüngendi bu- Venûlüs’e koşup yardım istemeyi teklif etti. Gerçi Venûlüs çoktan köyden ayrılmış kahverengili adama doğru ilerlemeye başlamıştı bile. Köylülerin şaşkın ve ürkek bakışları altında filozof, aradaki yolu bir alkışlık zamanda almış ve kahverengili adamın yanına gelmişti. 123 “Adın ne yabancı?” diye birden soruverdi ihtiyar. “Mustafa, dedi genç adam. Hayal kuruyorum sadece, birazdan gideceğim.” “Öyle yağma yok, dedi Venûlüs! Otur bakalım şöyle.” Bir alkışlık uzaklıkta, Somyat’ın meşhur kıraathanesinin en köşesindeki masayı gösteriyordu kırış kırış olmuş parmaklarıyla. Mustafa karşı çıkmadan oraya gitti ve sandalyelerden birinin başında, ayakta durdu. İhtiyar gelip oturunca o da oturdu. “Anlat, dedi Venûlüs, nedir derdin?” Mustafa gülümsedi. “Yalnızlık Allah’a mahsustur efendim, benimkisi sadece oyun.” Tasdik eder gibi başını salladı Venûlüs. Sonra birden başını kaldırdı. “Tehlikelidir ama,” dedi kaşlarını da kaldırarak. “Bilirim, dedi Mustafa, bilirim.” “Nedir bildiğin, anlat?” “Öldüm ben, rolümü beceremedim...” Soru soran gözlerle bakıyorlardı köylüler. Uğultu oldu. Venûlüs başını çevirip kızgın kızgın baktı köylülere. Hepsi sustular. “Nereden biliyorsun öldüğünü?” diye sordu Mustafa’ya ihtiyar. “Yaşadığımı nereden biliyorsam, oradan,” dedi genç adam. “Yaşadığını nereden biliyorsun,” diyerek atıldı iki başlı bir köylü. Sonra korkarak Venûlüs’e baktı. Köylü filozoftan neredeyse üç kat daha büyüktü ama ölümden 124 korkar gibi korkuyordu ondan. Mustafa köylüye cevap verdi: “Bir kızım varmış, geçmiş zamanlardan mirasmış, bir caminin avlusuna bırakmışlar onu. O camiyi aradım yirmi küsur yıl boyunca...” “Nasıl, nerede aradın? diye lafa atladı başka bir köylü. Yani burada mı, kendi dünyanda mı?” Venûlüs susuyordu. “Burada, dedi Mustafa. Benim dünyam burasıdır. Orası başkalarının.” Kısa bir sessizlik oldu sonra Mustafa: “Hubbâz’ı bilirsiniz...” dedi. “Hubbâz mı, diye heyecanla sordu köylülerden başka biri?” “Evet, dedi Mustafa, kamburu olan yaşlı kadından söz ediyorum.” “O gerçek değildir ki,” dedi başka bir köylü. Venûlüs hâlâ susuyordu. Mustafa şaşkındı. Venûlüs’e döndü köylüler, soru soran gözlerle bakıyorlardı filozofa. Venûlüs susuyordu. Mustafa köylülere baktı. Birbirine hiç benzemeyen bir sürü yaratık(mahluk!)... “Hubbâz gerçektir! dedi. Onların dünyasında bir düştür belki ama burada gerçek!” Sesini yükselttiğini fark edince sustu. Sonra o da diğerleri gibi Venûlüs’e baktı. Venûlüs derin derin iç geçirdi. Gerildi. “Hubbâz yok artık, dedi ve devam etti: Ama vardı... Size efsane olduğunu söyledim, çünkü sizi korumam gerekiyordu...” 125 “Neyden?” diye sordu belli belirsiz bir hiddetle köylülerden biri, bir dişi. “Mutsuzluktan, dedi Venûlüs, Leyd’in hikayesini bilmeyesiniz diye.” Başı önüne düştü. Suçluluktan çok yüreğini kuşatan hüznün etkisiyle ağlamaya başladı. Filozofu ilk defa ağlar hâlde gören Somyatlı düşler ne yapacaklarını şaşırdılar. Önce birbirlerine, sonra da sözleşmiş gibi hepsi birden, aynı anda Mustafa’ya baktılar. Mustafa da onlara bakıyordu “Ne?” diye soran gözlerle. “Leyd kimdir?” diye sorabildi nihayet içlerinden biri, bir erkek. Venûlüs başını kaldırdı. “Herkes bir yere otursun, dedi. Size Leyd’in öyküsünü anlatacağım. Size bildiğim bütün gerçeği anlatacağım.” Bir telaş, bir koşuşturmacadır başladı. Mustafa’dan kıraathanenin genişletilmesi için yardım istediler. Dışarıdakiler de duymalıydı anlatılacakları. Mustafa tekrar koltuğuna dönmek zorunda kaldı daha geniş bir kıraathane düşleyebilmek için. Düş gücünün sınırlarını zorladı ve sonunda dev bir amfiye dönüştü kıraathane. Tekrar düşülkeye döndüğünde kalabalığın iyice arttığını gördü. Somyat bu kadar kalabalık değildi. Neler olmuştu? Daha önce soru soran köylülerden biri -iki başlı olanı- yanına geldi ve hikayenin anlatılmayacağını, bir oyun olarak yeniden oynanacağını söyledi (Aynı anda iki baştan da ses geldiği için anlaması zor oluyordu bu 126 köylünün söylediklerini.) ve işaret parmağıyla sahnenin arka tarafında duran kalabalığı gösterdi ona. Mustafa dehşetle irkildi! Olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Teker teker sayıklamaya başladı koltuğunda isimleri: Karîn, Şîran, Gümeci, Malva, Hubbâz, Aglaya!.... Aglaya!... İlk harfini söyleyebildi sadece son gördüğünün. “Da...” dedi ve yere yığıldı. İki başlı köylü telaşla Venûlüs’e seslendi. Yerde yatan Mustafa’yı görenler başına üşüştüler. Sonra Venûlüs’ün azarlamasıyla herkes yerine oturdu. Amfiye ortanın biraz sağından tırmanan merdivenlerin ortasındaydılar. Mustafa durmadan terliyor, hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Onun bu hâlini gören Venûlüs, Gümeci’ye baktı. Gümeci kukuletasını sıyırıp Mustafa’nın alnına koydu elini. Hubbâz sahnenin önüne kadar gelmişti tekerlekli sandalyesiyle. Merdivenlere çıkamıyor, merakla uzaktan olanları anlamaya çalışıyordu. Şîran merdivenlerin başındaydı, yanında da yine kentör şekline bürünmüş Karîn duruyordu. Malva, Gümeci ve Venûlüs Mustafa’nın yanındaydılar. Aglaya sahnedeki koltuklardan birinde oturmuş sakin sakin olanları seyrediyordu. Geleceği görenlerin rahatlığı vardı üzerinde. Aglaya şimdi sadece düştü ve adını, gerçek adını anımsamıyordu. Düşünde düş görmeye başladı Mustafa... Aglaya koltuğundan kalktı. Davku’yu unuttu Mustafa... Nankör Mustafa! 127 Aglaya merdivenleri tırmanmaya başladı. Mustafa durdu; terlemiyordu, nefes almıyordu. Aglaya eliyle Malva’ya dokundu. Malva yok oldu. Mustafa Malva’dan arta kalan boşluğa bakakaldı. Gümeci’ye yaklaştı Aglaya. Gümeci küçüldü, küçüldü, küçüldü... bir ot olup yere düştü. Venûlüs ebegümeciyi almak için eğildi. Bitkiye dokunur dokunmaz o da yok oldu. Aglaya gülümsedi. Hızla geri döndü ve eliyle boşluğa bir şey savurdu, bir toz. Boş bir tekerlekli sandalye yuvarlandı sahneden aşağı. Hubbâz!... Aglaya ekseni etrafında dönmeye başladı. Düşler, hepsi birden yok oldular. Aglaya dönmeye devam etti. Amfi yok oldu. Aglaya dönmeye devam ediyordu. Davku!.............. Malva’nın çığlık çığlığa söylediği şarkıyı duyar gibi oldu Mustafa. Gözlerini açtı ve birden doğruldu.. “Hayır, diye bağırdı, ben onu seviyorum!” Sesi kısıldı. Venûlüs: “Geçti, dedi, rüyaydı. Hepsi geçti.” Ona baktı Mustafa, gülümsedi. Ve herkes yerini aldı. Mustafa’nın Aglaya’yı unutması gerekiyordu oyunun başlaması için. Oyun başlayacaktı ve düşler gerçekleri öğreneceklerdi. Düşler gerçekleri öğrenince aşkı tanıyacaklardı. Sonra düşler âşık olacaklardı birbirlerine, belki de “gerçek” dünyadakilere, nesl-i ahîrdan birine. Düşler acı çekeceklerdi. Düşler ayrılığı öğrenecek, vuslata tapınıp 128 doğan her çocuğa “Umut” adını vereceklerdi. Düşler aşktan tir tir titreyeceklerdi. Yalnızlıktan habersizken yalnız kalacaklardı. İşte o zaman düşler düş kurmayı öğreneceklerdi. Ve insanlar kurulan bu düşlere “bizim gerçek dünyamız” diyeceklerdi..... Ama Mustafa Aglaya’yı unutamadı, Lâle’yi unuttu ama Aglaya’yı... hayır. Ve bu yüzden oyun hiç başlamadı. Ölü bir düş, o malum merdiven boşluğunda ilk günkü gibi şehvetle dans etmeyi sürdürdü. Bir pencere bekledi, pencereden içeri akabileceği bir oda ve... ve fedakarlık. 129 Karîn’e dair... UYKULUK Sadece yürüyordu. Ama korkunç! Gözlerimin beynime sinir dedikleri bazı ipliklerle bağlı olduğunu rahatlıkla iddia edebilecek kadar hissediyorum acıyı. Sanki damlıyorlar. Ve sarhoş bir örümcek yalpalayarak yürümeye devam ediyor. Toz bulutu; uzaklardan gelen tulum sesi. Ve davullar, ve kadınlar: çığlık atan yüzlerce şişman kadın... Gülüyorlar! Sinmişim ağacın dibinde. Beynimi seyrediyorum önüme damlayan gözlerimden. Avuç içlerim sızlıyor. Yüreğim!.. Çığlıklar yüreğimden geliyor sanki. Aklımı görüyorum. Anlamsız figürlerle dans eden deliler doldurmuş bütün meydanları, ovaları. Aklımı seyrediyorum. Dans ediyorum; saçlarımı sallıyorum, kafamı sallıyorum, ellerimi sallıyorum, davullar!.. Bir atlı geliyor. Uzakta, toz bulutu... Kılıcını savurarak sürüyor atını. Bir atlı daha. Bir sürü atlı: Atlılar! Şarkı söylüyor kadınlar. Saçlarını sallıyorlar. Deliler dans ediyorlar. “Kurtulacağız!” Dışarıda bir şey yağıyor. Yağmur değil. 130 Güneş var. Adı Karîn. At gibi. Geldi ve ağacın dibine çöktü. Cebinden çıkardığı tütünü sarıyor. Gözlerim yanıyor, gözlerim!.. “Ateş?” “Yok.” “Adın ne?” “...” Nar yer misin? Yemem. Aç kapıyı, ben geldim. Evde kimse yok! Kapıyı aç! Kimse yok. Kimse, hiç kimse. “Benim adım Karîn.” “Biliyorum.” Başımı kaldırmadım daha. Yüzüne bakamam. “Nereden biliyorsun?” “Seni herkes tanır.” “Ya sen?” “Ben de.” Tütünden bir nefes daha çekti Karîn. Uzattı. Almadım. Başımı yukarı kaldırıp reddettim. Konuşmadım. Nar yer miydim? Gözlerim yanıyordu ama. Uykum mu vardı? Karîn neden hiç uyumazdı? “Sen hiç uyumaz mısın gerçekten?” dedim uykulu gözlerle ona bakarak. Kaşlarıyla “hayır” manasına gelen bir hareket yaptı. Başımı eğdim. Gözlerimi kapatıp 131 sıktım. Beynim bitmişti. Aklımı elime aldım. Karîn’e döndüm. “İster misin?” “O ne?” dedi ağzındaki tütünü iki parmağının arasına alırken. “Şey, dedim, aklım” “Ver bakiyim.” Verdim. Avucunda gezdirdi. Evirip çevirdi. Sanki bir kedi yavrusu varmış gibi ellerinde okşamaya başladı. “Tut şunu,” dedi, elinden tütünü aldım. Yere atıp söndürdüm topuğumla. “Sen uyumadan nasıl durabiliyorsun?” “Niye böyle yumuşak aklın?” “Bilmem.” “Al.” Aldım. “Uykun mu var?” “Evet, hem de çok!” “Uyu o zaman.” “Uyuyamam.” “Neden?” “Sen uyanıksın...” “Olsun, ben hep uyanığım.” Sustuk. Dışarıda ne yağıyordu? Hiçbir şey. Biz dışarıdaydık ve hiçbir şey yağmıyordu. Üşümüyordum. Güneş vardı çünkü. Terlemiyordum. Hayır terliyordum. Uykum var çünkü. Karîn... “Sana ninni söyleyeyim mi?” Ninni?!. 132 “Şarkı yani...” “Söyle...” “Gözlerini kapa.” Kapadım. Şarkı söylemeye başladı. Eliyle alnımı okşuyordu. Karîn: Uykusuzların tanrısı! Karîn... şarkı söyleyen. Dans ediliyor. Karıncalanıyor alnım. Eli alnımda. Koltuk altım kaşınıyor. Kaşınıyor. Karîn, uykusuzluk tanrısı! Karîn, yarın(tomorrow). Sabahın körü. Uykum var. Uyuyamam. Kılıcını ver Karîn. Verme Karîn. Çek elini alnımdan Karîn. Uykum var, di mi Karîn? Uykum var. Uyumalıyım ama uyuyamam. Dansedelim mi Karîn? Edelim Karîn. Şarkıyı kesme Karîn. Susma Karîn. Okşa Karîn. Lanet olsun, bırak beni Karîn! Git! Karîn... Of tanrım! çok uykum var! Sus Karîn. Atlar Karîn, kaçıyorlar! Git Karîn. Yürüme duvarda; kireçleri dökülüyor sonra. Annem kızar. Yaprakları yeme. Çiçek ölür. Aç kalacağız. Uykumuz gelecek, odamıza gidemeyeceğiz. Yatamayacağız. Öpüşemeyeceğiz Karîn. Sarılamayacağız birbirimize. Ben erkeğim! Sen de kadın ol. Beraber uyuyalım. Tamam, ben uyuyayım, sen de saçlarımı okşa. Kadın ol ama Karîn. Yumuşak ol, aklım gibi. Işıkları yakma Karîn. Karanlık olmazsa uyuyamayız biz. Bizi koru Karîn. “Uyudun mu?” “ze,ze,ze...” 133 DAVKU’SUZ BİR YALNIZLIK (“gitme” dedim acıya) Mavi tren(Cuma akşamı) Trene bindik, koltuklarımızı bulduk, çantaları yukarı yerleştirdik ve oturduk. O pencere kenarına oturdu. Ben trenin içinin de mavi olup olmadığını kontrol ediyordum. (Kendime bile yalan söylemekteyim.) Aklıma ilk Lâle geldi. Onu düşünmeye başladım. Şimdi yanımda onun oturuyor olduğunu düşledim. Sonra utandım, telaşlandım. Kendime etmedik küfür bırakmadım. “Ankara’ya gidiyoruz ha,” dedi. Boğazıma düğümlenen yumruğu yutmaya çalışıyordum artık. Kusmak en iyisiydi belki ama ben yine de yutmak istiyordum. Belki de bu en kolayı olduğu için. “Evet, dedim. Ankara...” “Bilkent’e de uğrayacak mıyız?” Lanet olsun!.. “Bu şekilde davranma Serap.” - Ne şekilde, dedi. Kötülük yapacak, bunu yapmak istiyor. Yapsın, hak veriyorum ona. Elimi tuttu. Eline baktım. Lâle’nin elini düşündüm. Bunu fark etti, elini hemen çekti. Bunu nasıl fark edebilir, anlayamıyorum?! Kendimden iğreniyorum! Eminim bunu da fark ediyor. Her şeyi fark ediyor. Bu yüzden düş ya zaten. - Neden çektin elini? - O bana ait çünkü. (O ona ait!!!) 134 - Peki bana ait olan ne? Cevap vermiyor. “Kendin bul” demek istiyor olmalı. Kendim mi bulayım? Yok işte, bana ait olan hiçbir şey yok. Biliyorum ki, biliyoruz ki Lâle diye biri yok aslında; hiçbir şey olmayacak, aynı çemberin etrafında dönmeye devam edeceğim. O hâlde neden bunu yapıyor(sun)? - Madem bana ait olan bir şey yok... Yani neden? - Seni uzak hissediyorum kendime. Çok uzaklaştın, dokunduğumda... yabancılık hissediyorum. Sanki bana her bakışında onu görüyorsun. Onu düşünüyorsun hep. - Daha önce de böyle olmamış mıydı?.. Sen olmadan nasıl altından kalkabilirim?.. Hiç mi.. Başını çevirdi. Tren hareket edeli on beş dakika kadar oluyordu. Sağ elimle koltuğun kenarını sıkmaya başladım. “Lâle” dedikçe yüreğimdeki ses, daha bir kuvvetle sıktım koltuğu; Serap’a bakamadan, ona bakmaktan utanarak, onu düşündükçe elimin, yumruğumun çıldırdığını hissediyordum. Titremek üzereydim. Nefes alışlarımı güçleştirecek kadar büyük bir yumruk tıkanmıştı boğazıma. Döndü. Elimi tuttu yine. Gevşedim. Bana bakıyordu. Bense utanıyordum ona bakmaktan. Elini dudaklarıma götürdü(m). Buna izin verdi: Öptüm. Bütün gücüyle sıktı elimi. Ağlıyordu. Lanet olsun, ağlıyordu! Göğsü titremeye başladı. Başımı kaldırıp ona baktım korkarak. Sol elim avucundaydı, sıkmaya devam ediyordu. Serçe gibiydi eli titrerken. 135 soğukta kalmış bir serçe gibi! Buna dayanamıyordum, birinin perdeyi indirmesi gerekmiyor muydu artık? Hayır, kimse dokunmuyordu zamana. O saniyeler, bildiğimiz bir kaç dakika işte, asırlarca işkence ettiler sanki; elimde titreyen parmaklarıyla... parmakları!.. Güçlü olmam için bir sebep yoktu, neden kendimi koyvermiyordum ben de? Çok mu erkektim!? Yan koltuklar boştu henüz. Arkadakiler de beni göremezlerdi. Yok, olmadı. O susana kadar boynumu büküp kasıldım. Bir iki saat konuşmadık. Sonra uyudu. Başını omzuma koyup uyudu. Ben de uyudum. Ama önce birine küfür etmem gerekiyordu. Davku... Beni yalnız bırakmıştı! (Cumartesi sabaha doğru) İstasyonun önündeki taksilerden birine bindik. Şehir dışında bir pansiyondan söz etmişti. Babasının tanıdığıymış. Normal otellerde beraber kalamazmışız. Saatin kaç olduğunu hatırlamıyorum ama hava oldukça karanlıktı ve yağmur yağıyordu. Ayaz vardı. Pansiyona girdik. Beni, üniversiteyi yeni kazanmış bir arkadaşı olarak tanıttı. Yaşlı bir kadın ve orta yaşlı esmer bir adam vardı resepsiyonda. Onu tanıdılar ve oldukça yakınlık gösterdiler. Sanırım babasına borçlu kalmışlar. İkinci katta bir odaya girdik. Lambayı yaktı. Ben hep arkasındaydım. Oturduk. Sigara içtik. Uykumuz vardı. Konuşmak istemiyorduk, konuşmak istemiyordu, konuşmak istemiyordum. En azından o istemediğini söyleyebildi. Yarın öğleden sonra kuğulu parka gideriz, 136 dedik. Belki başka bir yerlere daha dedi yatağa yatmadan önce. İki yatak vardı, iki ayrı yatak. Yarım saat geçti. Saniyelerin çoğunu saydım zaten. Karanlıktı. Ama gözlerimi her açtığımda sokak lambasının ışığı içeri fışkırıyordu. Ayağa kalktı. Komodinin üzerinden bir şey aldı: sigara, yaktı. Volta atmaya başladı. Davku geldi aklıma. Ona benziyordu bu gezinmeleri. Uyumadığımı biliyordu. Bildiğini biliyordum. “Uyudun mu” dedi. Cevap vermedim. Doğruldum. Yanıma gelip oturdu. Sonra uzandı. Ben de uzandım. Güneş doğacaktı. Güneş doğacaktı ama biz hep karanlıkta kaldık. (Pazar sabahı, Kuğulu Park) ... - Konuşmak istiyor muyum, bilmiyorum. - İstediğin.. yani istediğini düşündüğün bir şey var mı? - Bilmiyorum.. hiçbir şey... Benim suçum var mı diye düşünüyorum. Buna da cevap veremiyorum. Hiçbir şeye cevap bulamıyorum. Sanırım seninle hayat olduğundan daha zor. Hayır, bundan şikayetçi değilim. Yani seninle.. zor da olsa... Belki ölümü de. Ama... Benim, hatta senin de dışında bir şeyler oluyor sanki. Başka birileri yeni planlar yapıyor ve bu da bizi çok yakından ilgilendiriyor gibi. - Başka birileri..? - Evet, başka birileri. Bir terslik var yani. Seni suçlayamıyorum. Sana karşı olan zaafımdan 137 kaynaklandığını sanmıyorum bunun. Sen suçlu değilsin. Ama birinin bir suç işlediğini düşünüyorum. Belki de ben. - Neden onun diğerlerinden farklı olduğunu düşünüyorsun? Yani beklesek, belki bu da diğerleri gibi geçer.. (Bunları söylerken bile kendime acıdığımın farkındaydım...) - Bunu ben değil, sen düşünüyorsun. Benim düşünmemin bir anlamı olmazdı zaten. ... - Gitmek mi istiyorsun? - Gitmek? Nereye? - Bilmiyorum. Belki de buna bir cevap vermenden korkuyorum. - Neden korkuyorsun. Hep ben mi vardım sanki? - Evet, hep sen vardın. Seninleyken bile korkuyorum, sensiz... düşünmek bile istemiyorum! Sustuk. ... Kuğuları seyrediyordum. Bir soru geldi aklıma. Geçmiş zamana ait bir soru. - Kuğuları mı çok seversin, yoksa ördekleri mi? - Seni!.. dedi. Bakışlarını kaçırdı. Bunu asla yapmazdı, yani bakışlarını kaçırmazdı! Ayağa kalktı. Bir şey söylemek istedim. Bütün aşk filmlerinin bütün ayrılık sahnelerini sırayla geçiriyordum kafamdan. Vazgeçtim. Vazgeçemezdim ama, böyle bir şansım yoktu. Ağzındaki 138 sigarayı yere attı. Yanıma geldi. Cüzdanını çıkarıp beş milyonluk bir banknot uzattı. Beş param olmadığını, İstanbul’a dönemeyeceğimi biliyordu. Aldım!... (Bunun için özür dile-n-mesi gerekmezdi.) Yürümeye başladı. Ayağa kalktım. “Serap” dedim. Durup bana baktı. Tekrar banka oturdum. - Sana bir şiir okumak istiyorum, dedim. Bekledi. Okudum. “İzin olsun mapushane içinde, seni senden sormalara doyamam yarım döner cıgaramın ateşi, gitme... dayanamam.” ii Kelimeleri o kadar zor çıkarabilmiştim ki ağzımdan bir an nerede olduğumu, ne yaptığımı bile şaşıracak gibi oldum. Yaşama bu kadar taviz verebileceğim aklıma bile gelmezdi. Şiir ha!.. Bir karşılık verdi bana: Arkasını döndü ve gitti. Siyah kot pantolonunu ve sonra postalını gördüm en son. Görme menzilimden çıkana kadar seyrettim yaşamın bu en tuhaf, adını asla koyamayacağım ıstırabını. Ardından bakamadım. Gittiğinden iyice emin olduktan sonra -belki on, belki yirmi dakika kadar- başımı kaldırıp kuğuları seyretmeye devam ettim. 139 HüRRiYET rakı kokulu gömleklerimizi giydik üstümüze. Ayaklarımız çıplak. Aldırmadık kül tablasına konan renksiz kelebeklerin sessizliğine. Dinlemedik onların hikayelerini. Çıktık evlerimizden cümle kapılarını aynı anda çarparak. Bütün şehir uyuyordu. O yüzden severdik biz umudun düş gördüğü saatlerde sokaklarda yürümeyi. Limana gidecektik hepimiz. Sokak çetelerine selam edecektik avuç içlerimizi sallayarak. Çöp tenekelerine vuracak, otomobillerin alarmlarını çalıştıracak, artık asayişin umursanmadığı mahallelerimizde düdüklerimizi öttürüp huzursuz edecektik insanları. Hep küfredecektik. Limana varıncaya kadar öldürmedik martı bırakmayacaktık. Biz sözümüzü tuttuk. şimdi kızıl bir ufka bakar hâlde bekliyoruz. Kulaklarımızda Yahudi kadınların iç parçalayan ağıtları ve kayalıklarda oturan bir denizkızının çaldığı lîr. Gözlerimiz görmüyor! Dağladık çünkü bütün kızıl denizi. Gemiler, bayraksız yüzlerce gemi yanaşıyor limana. El sallıyoruz düşlerimize. Köprüler atılıyor iskeleye. Avuç içlerimizle siliyoruz göz yaşlarımızı. Donanmamız geldi. Kurtulduk...kurtulduk..kurtul...duk...... 140 *** Bütün kurtuluş masallarının sonu bir felakettir aslında. Bütün mahkeme salonları hantaldır ya, düşlerin öldüğünün de aslında bir düş olduğu savıyla yatarsın artık, güneş çekileli beri sahneden. Yeni yeni savlar da sürersin ileri, hepsiyle yatar, hepsini döllersin arsızca. Tek tesellin mahkametül kübradır ama Nasuh adında bir delikanlının peşinde yitip gitmektesindir sen. İşte bunu ayırdedemezsin, üstüne çıkamazsın şu reel sayılar kümesinin. Leibniz’e sığınırsın olmaz, D’Alambert’e olmaz, Diderot.. hiç olmaz; örümceksiz bir Borges kütüphanesinde kaybolursun bile ama, hayır, Örümceksiz Camii’nde dört kere baş kaldırmışsındır bir kere Allah’a, “Sübhanerabbiyel âlâ”... âlâ BORA, âlâ Yolda, otomobillerin arasında yürüyorsun, dalgın bazen duruyor, sanki düşünüyorsun... Ben... İki güzel baş asılı önümde bir şair ve bir örümcek. Sen Üç hilâlsin, minibüsün arka camında. 141 İkisi, yeşil gözlerin senin birisi ben. Tenin kızıl saçın siyah. ... Oda. Pencerem kitli Duvarlar: artık ayak parmaklarımda ırıplanan sudan sanrı (halü..hali...!.....) Kapım kitli; merdiven boşluğuna dökülüyor Aşk tıpkı resimdeki kanepe, duvar, Leman ve Sen gibi kapıcı siliyor boşluğu kapıcı sendikasız bir işçi panjurdan yansıyor deniz, ve bir sandal daha âlâ Bora Yırtık, sarı, desensiz duvar kağıtlarından kayıklar uçaklar kağıttan... 142 İstanbul Seyahat TCDD ve şehir hattı vapurları ... Sen, demirden bir yolsun Bense akan ayları taşıyan salaş bir tren gidecek, geleceğim üzerinden gidecek, gelecek gidecek... ... Dikiz aynası sağdaki güneş gözlüklü sallana sallana yürüyen esmer kız kısır kısır dönen tekerleğin aldığı yolda yürüyor Kader. Kamyon, Tır, Tanker, Reno... JANT!.. 34 AU ... Sadabad(I) Viyadükünde deprem olurken baba olmuşum sevişme artığı dişi bebeklere. pazar kuruldu düşlerimin üstüne Pazar dönüşü bir TAXI çarptı... annem!... 143 açlar topluyor devrilmiş kasaların altından Aşkım’ı açlar keşanlı, açlar kirli yüzlü, açlar korkunç ... Aşk, bitmiş yedinci öyküsü şairin Annem öldü! Havada başıboş dönüyor yumruğum Aşığım deliyim ölüyüm Şeyh’im Galib’im! tekerlek takıyor çocuklar sandıklara kazaklarının kollarıyla silerek burunlarını. çocuklar beni gömüyorlar ölü doğmuş kız çocukları tepiniyor yalnız bir son şiir daha ekleniyor şairin ‘folloş’ olmuş güncesine Annem yine ölüyor... Aşk, hiç bitmiyor 144 Ceff-el Kalem AŞK “Dün gece mehtaba dalıp hep seni andım Öyle bir an geldi ki mehtap seni sandım” “Sevgili.. Rüyana mı aldın beni birden” Zeki Müren’in yürek dağlayan sesiyle dinledin mi sen hiç bu şarkıyı? Orada, üstgeçidin saçaklarına tutunup sallanmak kolay tabi, sen gel de şu kirli camekandan seyret kendini. Seyret de anla her sabah gözlerini açtığında etinden bir parçanın daha çürüyüp dökülmesi ne demekmiş. Saçlarını savurmak, parmaklarınla gözlüklerini düzeltmek de kolay senin için. Oof! Gülümsemeni gel bir de buradan gör. Esmer bir tende nasıl vücut buluyormuş tanrı, gel, gel de seyret! ... Eskimiş... Otomobillerin tekerleklerine bakıyorum. Sonra kamyonlarınkine. Sonra asfalta. Sonra kaldırıp başımı semâya. Ataköy blokları... Sen, tünemişsin üstgeçidin yağmurluğuna, gülüyor, gülüyorsun. Ceketin deri cebinde sağ elim, tir tir titriyorum... Rüzgar sert. Sigaram bırakmıyor külünü. Türkan Şoray kadar yalnızım. Uzağım, toz bulutlarından da uzak. Çiğ 145 düşmüş sanki kaldırıma. Kaldırım... çamur... sırılsıklam bir düş... ayakkabılar... Ve caddeyi tam ortasından yırtan Orhan Gencebay edalı bir sessizlik. Istıraba sahip çıkıyor şehir. İki el tutup ayırıyor göğüs kafesimi. Kemik parçaları dökülüyor betona. Tutup sarsıyorlar elektrik direklerini. Çizgileri belirsiz beş yüz martı çiziyorlar göğe. Elimin tersiyle deviriyorum üstgeçidi. Ölüyorsun!... Ölüyorum!.. Ölüyoruz!.. Deri elbiseleriyle bir halk oyunları ekibi çıkıyor E-BEŞ’e. Haykırıyorum güneşe anlamsızlığı. Keman çalıyor kahpe yüreğin, Wagner, Wagner, Wagner!.. Bak, kusuyorum aşkını gözlerimden. Bak, dökülüyor parmaklarım, titremiyorum artık. Sımsıkı kapalı gözlerim, şizofren şizofren bakıyorum karanlıkta aksine. Etekliğin uçuyor cehennem renginde gökyüzüne. Yağmur olmuş yağıyor ölüm. İsmi konulmamış bir arka mahlenin en karanlık çıkmazında tecavüz ediyor düşlerim kalabalıklara. DÜŞLERİM DAZLAK, DÜŞLERİM KULAKSIZ!.. Sen, süslü hakikatinin ardına gizlenmiş iteklemektesin beni makberime; sen, yırtık bir özgürlüğe saldıran dişi kartal sürüleri gibisin. Sevgili, rüyana mı aldın beni birden? Sevgili, uyan artık, uyan ve azat et beni. 146 MÜZEYYEN NEREDE? Yeşil üstüne beyazla yazılmış “For men” yazısına bakıyordu. Deodorant sol elinde, çakmak sağ elindeydi. “Hayır Ebru, para istemez, sana hediye ediyorum ben onu.” “Olur mu, ne kadar sıkıntıyla çıkardığınızı biliyorum bu dergiyi.” Pastel boyayla yaptığı reprodüksiyona baktı. Goya’nın delirmeden önce yaptığı bir resmi anımsadı: Dağların üzerinde yürüyen çıldırmış bir dev! Korkuyla kaçışan insanlar (var mıydı yoksa ona mı öyle geliyordu?) ne kadar da siliktiler. Devdi ama çıldırmıştı işte, yalnızdı, korkunçtu! Ateşin etrafında danseden siyah, sıska ama göbekli yerliler gibiydi gece. “Önemli değil Ebru..” “Hayır, kabul etmem o zaman.” Kabul etmez ki! Neden kabul etsin ki! Ne verebilirim ki ona? Ama en güzel düşlerimi onunla kurdum; artık hep sıkıntılı intihar hayallerinden bıktım! Uzun uzun, bazen saatler süren ve hiçbirinin sonunda ölemediğim hayaller. Sandalda olmak ister miydim şimdi, tek başıma, Ankara’da? “O zaman Ebru, senden bir iyilik isteyeceğim. Şu zarfı ona verir misin? Böylece ödeşmiş oluruz.” Zarfın içinde ne olduğunu sormadın sen, aldın ve dosyanın arasına koydun sadece. Ve “Peki” dedin. Sanki 147 ölüm fermanımı taşıyormuş gibiydin merdivenlerden inerken. “Sen kendim kaşındın” der gibiydin. “Gör bakalım şimdi” der gibi... Tencere, sıcak yemek ve mutfak: Kumpasın yeni adı bu olmalıydı. Sonra sandalyeye tutunmak. Düşmemek için bütün gücünü kullanmak. Soluğun gırtlakta takılıp kalması, yüreğinde bin okkalık külçe altın ağırlığı duymak, neredeyse sürünerek odaya kadar yürümek, kapıyı kapatıp kilitlemek, kapıda asılı elbiselere bakakalmak; ve düşmek halıya. AĞLAYAMAMAK!... Bir film afişinde öpüşen kadınla erkeğe bakarken seni düşündüğümü biliyor muydu, Ebru, geldi ve bana, “Boşveer...” dedi. Sen mağazada doğum günü için, Pınar’ın, adını unuttuğum kız kardeşine hediyelik eşya bakıyordun diğerleriyle birlikte. Küçüktün, omzuna çapraz asmıştın çantanı; biliyor musun, ben de öyle asardım. Kendimi Metin Darvinoğlu kadar salak hissediyorum. Seni düşünürken ilkokulda yanağımı öpüp duran o kumral kızı anımsadığım için de ayrıca salağım, biliyorum (Dilekti adı). Karakolun önünde oturmuş dağılan liselilere bakarken ben, onlar yanıma gelip yanağımı okşar, “Ne güzel kirpiklerin var senin” deyip gülüşürlerdi. Küçükken benim çok güzel kirpiklerim vardı, biliyor musun, ben küçükken çok güzeldim. Bütün akşam boyunca ayakta kalabilmek için senden kaçmam gerektiğini bile bile sana biraz daha 148 yakın olabilmek için çevirdiğim dolapları bir bilsen, kahkahalarla gülerdin halime. (Kim bilir nasıldır senin kahkahan!) Sinemada tam yanına oturacağım diye heyecanlanırken o Kanada’lı çocuk geldi ve aramıza girdi. Düşünsene, Aşk hükmünü sürdürsün diye ta Kanada’dan bir herif geldi İstanbul’a. Ve sayende James Bond, hayatımın filmi oldu artık. Sonra arabada yine aynı şey... Sadece elini tutabilmek! Bilseydim, bilseydim böyle olacağını, emin ol, arabadan iner ve yüz yıldır bekliyormuş gibi hasretle ve Aşkla ve tutkuyla öperdim seni. Öperdim seni!.. Seni öpmeyi düşünmek!.. Keşke ayağa kalkamayacak kadar içmeseydim de atlayabilseydim, ya da keşke şişeyi saklamayı akıl etmeselerdi de geberene kadar içseydim o gece. Geberene kadar yazmaktansa... içseydim. Ölüm öylesine tanıdık ki şimdi... Çakmağı yakmak ve güzel kokmak için bundan sonra, son defa sıkmak deodorantı.. yüzüme! Cayır cayır yanan yüzüme bakmak aynada. Aynada bakmak yüzüme... Bakmak: Sana/resmine!. Küçük siyah bir noktaydı önce yaşam. Sonra Aşk oldu, püskürdü balıkçının yüzüne. Samsun, iki paket oldu. Sen, Ankara’da öl! Buraya gelme. Sağım solum belli olmaz benim. Atarsa Doğulu damarım bir kere, gelir yakarım denizini! İşte çakmak, dört tanesi yüz bin lira. 149 BİR MİT OLARAK YENİDEN DOĞUŞUN TASVİRİ (DAVKU) “Lapithler giriştiler kıyasıya savaşa” Homeros - İlyada Biri adımı söyledi. Duyduğumdan eminim. Biri fısıldayarak adımı söyledi. « İki hafta oldu, ev olduğu yerde, yerden dokuz kat yukarıda duruyor hâlâ; ben dokuzuncu katta... Bekliyorum, tıpkı faldaki gibi, şimdi kafam karışık ama sonra düzelecek, iyi bir işim olacak, sakin, para kazanacağım, karım ve çocuklarım olacak, fal çıkacak. Yol üstünde bekliyor kumral kız, bulacak beni, kapıyı çalacak, kapıyı açacağım, o olacak, “Bak, diyecek, ben kumralım, senin için geldim, beraber bitireceğiz hikayeni, faldaki gibi, sonunda sevinç göz yaşları akacak gözlerinden, belki bir tepenin üstünden seyredeceğiz, bir yerde batarken başka bir yerde doğan güneşi.” Kel çocuk dostum olacak, beni dinleyecek, belki anlayacak, acımı paylaşacak. Kel kafalı çocuk dostum olacak! Fal çıkacak oğlum, fal çıkacak!.. İşte! Kapalıyım, burada, evimde, ya da ıslak duvarların yıkılışına kanmışım, yastayım sadece, beklemekteyim, dizlerimi vurarak birbirine, oturuyorum, dışımda bir hareket, dışımda bin hareket var, çok dışımda, uzakta; 150 bekliyorum, gözlerimi yumdum, sıktım, tutuyorum göz yaşlarımı, bekleyeceğim, sevinecek ondan sonra ağlayacağım. Sevinecek ve ağlayacağım... Fal çıkacak yani, fal çıkacak! Ben uçabileceğim mesela, yola ineceğim süzülerek, ayaklarımı ölümüne bastıracağım toprağa, köşeyi dönünce bekliyor bulacağım kumral kızı, köşeyi dönünce bekliyor bulacağım güneşi. Köşeyi dönünce bekleyeceğim. Döneceğim... Ürkek parmak darbeleriyle çalınmaya başladı askıda üst üste çıkmış elbiselerden görünmeyen kapı. “Ne var? Gir..” “Kahveni getirdim.” “Tamam, şuraya koy.” “Başka bir şey ister misin oğlum?” “Yok istemem, girmeyin bir daha odaya, kitlemek istemiyorum kapıyı.” “Tamam yavrum, girmeyiz. Bir şey istersen seslen.” “...” Çok bekledik baba. Senin ak düşmüş kısa bıyıklarına bakarak yarım ömür bekledim anamı, bana bir kız bulsun da evlenip rahat edeyim diye. Annem senin kahrından öldü baba, sen hâlâ erkek, sen hâlâ polis, sen hâlâ büyük. Oğlum olacaktı baba, bir intihar mektubu yazacak, bırakacaktı babasına. Bırak baba, bırak kirli olsun deniz, yüzmeyi öğrenmek kötü mü, bırak denize gideyim, Sami giriyor, Selami de, benim 151 neyim eksik baba, ya da neyim fazla, koli basili onlara değil de bana mı zararlı yalnız? Baba, resmin kaymış gene, bıyıkların da kararmış. Fala inan baba, bir gün gelir hasretle beklediğin ölüm, yatakta ölen savaşçı olacaksın ama, bıyıkların ak, saçların ak, çenen sarkmış, topuklarında çatlaklar, yatakta öleceksin baba, annem gibi öleceksin. Resmine dokunamıyorum, çok yüksek. Kapı mı çaldı? Duvarlar öylesine kumralken, yer, gök böylesine kumralken, sigaram kalemim kumralken sen ne verebilirsin bana, yol üstünde beni bekleyen faldaki kumral kız? Şimdi baba, şimdi ben öldüm. Anneme olmuştu ya, sana da oldu ya; aynından bana da oldu baba, öldüm. Ama beni almadı toprak, yüksek bir binanın dokuzuncu katında bir odaya kapattılar cesedimi, hapsettiler. Günde iki defa yemek veriyorlar, istediğim kadar da kahve ve sigara, “Babana mektup yaz” diyorlar, ondan yazıyorum. Anlıyorsun değil mi baba, seni sevdiğim için değil, onlar istiyorlar diye yazıyorum. Anlıyorsunuz değil mi, konuşamadığım için değil, siz böyle istiyorsunuz diye yazıyorum. Heey, size söylüyorum!.. Gardiyan, gardiyaaaan!.. “Ne oldu?!” 152 “Sigara getir gardiyan, acıktım.” “Ben gardiyan değilim Mehmet Bey, yardımcınızım sizin.” “Tamam, sus, çay getir.” “Sigara mı, çay mı?” “Hepsini, her şeyi getir.” Kaç kere söyledim odaya girmeyin diye, hadi git!.. Ne anlarsın sen damlayan duvarların ayaklarının altına sızıp ırıplanmasından, o suda boğulup düş görmekten, ne anlarsın düş görmekten sen! Uyanık kaldın mı hiç düşün sonundan korktuğun için sabah ezanına kadar, bir gün uyandığında evinin başına yıkıldığını görmekten korktun mu hiç, bunun için ağladın mı geceleri? Sen geceleri bildin mi hiç, en uzun gecen “Erken yat!” demelerinle geçirdiklerin değil miydi? Sen hiç kapatıldın mı baba, ya da kapatıp kendini anahtarı yuttuğun oldu mu hiç? Mahpusluk ne demektir bilirsin o zaman. Bak, bağlama çalıyor yaşlı yorgun parmakların, bir Diyarbakır türküsü okuyor dudakların, “Makber” diye sayıklıyor beni heykel olmuş yüreğin... Baba, neden ağlamıyorsun?!! Şimdi öyle uzak ki geldiğim yollar. iii Mecalim yok, kaldırıp başımı bakamam yol üstünde parlayan aya. Parlayan ay... Gökyüzüne serdiğim kırmızı halı, ayaklarımın altında alabildiğine su, ardımda yaşam, ölüm, aşk, önümde seksen bin senelik hasret; yürümüyorum, durdum, sustum, kor gibiyim, deliyim, 153 ölüyüm; beyaz giyiyor gardiyanlar; anahtar kalabalığa karıştı, kayboldu bile, ben stadyumda bağıran adam, tezahürat yapıyorum yalnızlığa, deliliğe sırnaşıyorum. “Ne var!..” “Getirdim efendim. Kapıyı kitlemişsiniz.” “Ne getirdin?” “Her şeyi efendim.” “Gir o zaman.” “Kapı kitli efendim.” “Eşiğin altında anahtar...” ... “Alın efendim, mektup, babanızdan.” “Ne mektubu?” “Efendim...” “Ne?..” “Siz salaksınız efendim, su katılmamış bir salak.” Mahbesi seçmek yalnızlık mıdır baba? Peki ya Aşk’ı seçmek?.. Sen de baba, sen de... Faldaki kumral kız da. Boynumda bir halka lekesi, ben, okyanusta uçan esmer bir martı, aşk karaya oturmuş kürek kemiklerinden, omuzlardan bozma bir şilep, kaptanı ben, tayfası ben... Sen, yüzünü unuttuğum yârim, bütün kadınlar, bütün erkekler, bütün yalnızlıklarsın artık. 154 Aganta güneş, aganta! » HASTA EVİ: Takım elbiseli üç adam ve yanlarında iki de beyaz gömlekli, uzun koridorlarda yürüyorlardı. Doktor Mehmet Bey’in yazıhanesine gidelim önce. Ağır hastalarla daha çok kendisi ilgileniyor. Şu televizyonda çıkan beyefendi mi? Evet, çok iyi biridir, aynı zamanda iyi bir doktor. Mehmet Bey, beyler bakanlıktan gelmişler... Dernekleri adına ağır hastalarla ilgili bir araştırma yapıyorlarmış, sizin yardımcı olabileceğinizi söyledim. Var ya şu muhteşem altılınız... Tokalaşmalar, selamlaşmalar, ikramlar, muhabbetler, bakanlık ve sağlık sorunları, memleket meseleleri... İyi akşamlar. Yarın bakarız artık hastalara. ... Nasılsınız beyler? Var mısınız, bir ‘king’ çevirelim? Üçü ayaklandı, ikisi satranç tahtasından kaldırmadı başını. Diğeri pencerenin önündeki masada, bilgisayarın başında hâlâ. Levent Bey, bugün gelen beyler ne istiyorlardı? Hangi beyler? Ankara’dan gelenler, bakanlıktan mı? Haa, bir araştırma derneğiymiş. Sizi sordular, oyalayıp 155 geçiştirdim. Merak etmeyin, sorun çıkarmazlar. Levent Bey, sorun var di mi? Koz mu ceza mı Selim? Ceza... Biri rıfkı, diğeri... soniki. Abartmayın efendim, olur böyle ara sıra, ne var ne yok diye gelir birileri, bir iki laf, biraz kağıt gösterir göndeririz. Hadi Sülü, sıra sende. Tamam, Selim oynadı mı? Evet, sende sıra. Yeni bakanı gözüm tutmadı. Akıllı birine benziyor. Bırak allasen, akıllı adamı bakan yaparlar mı? ha ha ha!.. Herkes gülmeye başladı. Bilgisayarın başındaki adam, Yusuf: “Salak bu herifler,” diye mırıldandı. Kim salak? diye sordu satranç oynayanlardan biri, “Şah!” çeken Mehmet Ali. Mariun, hani şu yazar var ya, radyoda program yapan. Adı Mariun mu, diye sordu iki hamle sonra mat olacak olan Selahattin. Hayır, dedi Yusuf, nicki(niki) Mariun, adını bilmiyorum. Dur şuna gününü göstereyim ben. Siz neye güldünüz demin? dedi Mehmet Ali. Selahattin taşları topluyordu artık. Birileri gelmişti ya, onu konuşuyorduk. Mehmet beyimiz sallamış herifleri ama ben yine de tedirginim. Niye ki, dedi Mehmet Ali, bence onlar da su katılmamış salaklardı. Evet ama adamlar direk bakanlıktan gelmiyorlar, bir dernek olayı varmış, yeterince gizli sayılmayız. Emniyette de değiliz yani. Bilgisayar kapandı. Güç kaynağının gittikçe uzaklaşan sesini dinledi herkes. Yusuf ayağa kalkıp gerindi. Uff be, amma oturmuşum! Kemiklerinden çıkan 156 sesler belli belirsiz yankı yaptı odanın duvarlarında. Masadakiler birinci turu bitirmiştiler. Kağıtları dağıtıyordu Selim. Yusuf, kanepeye, Selahattin’in yanına oturdu. Bir daha gerindi. Kahve yok mu yav? dedi. Mehmet Ali “Ben içeri geçiyorum, herkes istiyor değil mi?” dedi. Mehmet Bey gözünü elindeki iskambillerden ayırmadan mırıldanarak onayladı, “Evet, herkese yapıver. Yavaş yavaş başlasın tören artık.” Bu ne? dedi Yusuf sehpanın üzerindeki kapalı zarfı elinde evirip çevirerek. Kimse cevap vermedi. Levent Bey, bu sizin mi? Başını kaldırdı. Evet, lütfen yerine bırak onu. Dediğini yaptı. Kimse merak etmedi. Suyu ateşe koyarken Mehmet Ali, Selahattin mutfağa girdi. Yardım ister misin? Yok, sağol, gerekmez. Ali.. Efendim? Levent Bey de bir tuhaflık yok mu sence? Yoo, niye ki? Bilmem, tedirgin gibi. Satmaz bizi, değil mi? Sanmam, o bizden beter deli, bakma doktor dediklerine, o biliyor bizsiz bir hiç olduğunu. Ne bileyim, tam da sonuca yaklaşırken, bir sorun çıksın istemiyorum. Fazla paranoyak olma, bir şeyi yok. Kendini oyuna vermiş işte, ne istiyorsun. Şu dernekçileri, bakanlığın gönderdikleri hani, konuyu geçiştirmek istiyor gibiydi. Yok yav, sana öyle gelmiştir. Belki, ama yine de dikkatli olmak da fayda var, bu gece son. Su kaynadı mı, baksana? Evet, fokur fokur. Kahveyi çıkarıver o zaman, ocağın üstündeki dolapta, hemen 157 orada. Ben kekleri dilimliyorum. Okey dasti, nemo problemo. İçerisi: Kim koyuyor bakalım, dedi Yusuf? Tabii ki Süleyman, dedi Muharrem. He he... Levent Bey, siz ne durumdasınız? Battım galiba. Hep bana yükleniyor bu adiler. Durun size cd çalayım biraz. Biraz Orhan Veli dinleyelim. Ortama girmeye başlamak gerek. Kahveler oluyordur, dedi. Di mi Selo?! diye bağırdı mutfağa. Mutfaktan bir ses, aynı yükseklikte, “Ne?”. Kahveleri sordum, oyun bitiyor, oluyor mu? Evet, evet, getiriyoruz, diye araya girdi mutfaktan Mehmet Ali. Cd çalmaya başladı. “Ben bırakıyorum, dedi Mehmet Bey.” “Ben de..” diye sırayla herkes elindeki kağıtları yere bıraktı. Yine kazanan olmadı. Ayağa kalkıldı. Sandalyelerin ayakları sürüklendi kırmızı halıfleksin üstünde. Yusuf müzik setinin başında, yerde oturmuş onlara bakıyordu. “Ne de güzel söylüyor rahmetli” dedi Selim, cd’den sesi gelen Emin İgüs’ü kastederek. Ben bu ânı bir daha yaşadım mı diye söylendi Selim? Mutlaka, diye karşılık verdi Yusuf. Mehmet Ali elinde tepsi, ardında Selahattin olduğu hâlde girdi odaya. Büyük masanın etrafına geçildi. Herkes oturdu. Kekler dağıtıldı, kahveler fincanlara kondu, sigaralar paketlerden çıkarıldı. Cd çalmaya devam ediyordu. Orhan Veli’yle dolmuştu oda. 158 “Ulan bir de Pirayemiz olsaydı, ne güzel olurdu be!” dedi Süleyman. Hastir lan, dedi Yusuf yüzünü buruşturarak, başlatma Piraye’ne şimdi! Ne biçim delisin sen, hâlâ karı karı diye sayıklıyorsun! Şşşt, susalım... Okey dasti, nemo problemo.. Şşşşt... ..... Vakit tamam dostlar, vakit tamam. Gözler kapatıldı. Eller birleşti, halka yapıldı masanın etrafında. Zaman durdu!... Soluklar tutuldu, kapı çalındı. Kapı; çalındı, çalındı, çalındı. Kahkahalar koptu... Gece usulca pencereden içeri aktı. Oda karardı. Gece ruhlara dolmaya başladı. İlk Selahattin başladı titremeye. Boş kahve fincanları kapatıldı tabaklara. Telve olup aktı kader. Kek artıkları döküldü masa örtüsüne. Kapının altından koyu gri bir duman sızmaya başladı içeri. Geliyorlar diye bir çığlık yankılandı masada. Yusuf yere yığıldı. Ellerini bıraktılar. Ardından Selahattin, sonra hepsi teker teker yığıldılar. En son Mehmet Bey. Masanın etrafında yerde hareketsiz yatıyordu altı erkek bir de Mehmet Bey. Duman havada birleşti. Bir çift ayak oldu, bir çift el, bir çift omuz, bir çift dirsek... Göğüs kafesi, iskelet, kas, deri.... Yeşil bir 159 çift göz. Çene kemiği yükseldi saçsız başa doğru. Kulaklar için bir çift çıkıntı belirdi başın iki yanında. Yerde yedi erkek, su olmaya, su olup akmaya başladılar. Duman bir beden oldu, katılaştı. Kollarını iki yana açtı düş. Dönmeye başladı. Duman, düş olmuş girmişti rüyalara. Yerde yatan kalmadı, yerde gezinen kırmızı bir su birikintisi vardı. Düş dans ediyordu. Dans ederek alçaldı. Yere, suya değdi ayakları. Durdu. Elini saçsız başına götürdü. Okşadı. Dizlerinin üstüne çöktü. Bekledi. Bekledim. Bekledik... Canhıraş bir feryat koptu hastanenin dokuzuncu katında. Bir pencere öldü, bir düş atladı pencerenin cesedinden. Pencereye bakıyordu neredeyse çatlayacak olan gece. Uykulu gözlerini dikmiş pencereye bakıyordu, bakıyordum, bakıyorduk. Bir karaltı belirdi cam kırıklarının arkasında, odada. Ay çıktı, aydınlattı orayı. Karaltı pencereye yaklaştı. Gece adını haykırdı o an: “Benim adım ALRUNA, ALRUNA!..” Ayaklarıyla destek aldı ve boşluğa sıçradı adam. Kimse adımı söylemedi, fısıldamadı kimse. 160 FİLMİN SONUNU GÖREMEYECEKSİNİZ ÇÜNKÜ UYUYOR OLACAKSINIZ (senaryodan birebir düşler kuruyorum, siz hâlâ aval aval bakıyorsunuz ama ben irice bir nokta koyuyorum son umudunuza) -19 haziran, Cuma. On ikiyi beş geçiyorKuyunun ağzında biri var, biz aşağıdayız, burada kimse yok, yalnızız. -= o =“Şu an vereceğim bir kararın başkaları tarafından yanlış anlaşılması, yani tipik paranoyalar ya da kıskançlıklara kurban gitmesi olasılığı üstünde durmak istiyorum.” Bence gereksiz. “Gereksiz mi? Neden?” Senin derdin bu değil bi kere. “Nedir benim derdim?” Çevir başını, arkaya bak... Ne görüyorsun? “Çok, çok şey... Hayır, konu o değil. Senin, vermeyi düşündüğüm kararlar hakkında bilgin var mı?” Evet. “Nedir?” Vazgeçme denemeleri, değil mi? “Evet ama neyden, onu da biliyor musun?” 161 Hayat devam edecek, buna gücün yetmez. En fazla yazmaktan vazgeçebilirsin. “Evet, işte bu, bunun nedenini kaç kişi anlar ki.” Kaç kişinin umurunda olur ki! ... Bırak artık, benden başka kime anlatabildin derdini. Bana da bir bok anlatmadın ya, allahtan düşüm de gerekmiyor konuşman. “Biliyor musun, senden utanıyorum.” Biliyorum... ... “Ne kadar suçluyum ben, ve suçum tam olarak nedir? Buna cevap verebilir misin? Ya da verebilir miyim? Çünkü asıl cevapsız olan soru bu: ‘Suçum neydi?’” Sanmam... Ama deneyebilirim. “Dinliyorum.” Peki bu yazdıklarını ne yapacaksın? Yani aramızda mı kalacak konuştuklarımız? “Bilmiyorum, buna karar vermedim. Sen konuş.” Sürekli yalan söylemen kötü... Senin oynadığın oyunun en tehlikeli tarafı ne, biliyor musun? Aslında oyun oynamadığını sadece sen ve ben biliyoruz. Ötekiler seni de kendi oyunlarının bir parçası sanıyorlar. Haklı olarak ona göre davranıyorlar ve tabi hep de yanılıyorlar, yine haklı olarak. “Olsun, zarar gören yine benden başkası olmuyor ki..” 162 Orası öyle ama bir yanlış ortalıkta dolaşıyor. Ayrıca pek doğru değil bu, yani onlar da zarar görüyorlar. Son olay mesela. Sence ne kadar kararlıydı yaptığı seçimde? “... Pişmanım, her şeyden ölesiye pişmanım. Ama... Yine aynı şansı yakalasam, hatta başka biriyle de yakalasam, hiç düşünmez, yine aynı şekilde davranırdım. Çünkü benim için mutluluk olan şey karşımdaki için ölümden bile beter olacaktır. Bunu çok iyi biliyorum.” Öyleyse defteri yeniden açalım. “Hangisini?” Kaybedilmiş haklar defterini. “Neden?!” Bazı yerleri silelim. Bana kalsa yakardım o defteri ya, neyse... Senin için üzülüyorum. Anlıyorsun değil mi, ben seni çok seviyorum...! “Sus lütfen. Bari sen başlama...” Peki. Defter nerede? “Hayır, olmaz bu.” Bak, bu defterler eskidiler artık. Birilerinin yenilerini yazması gerekiyor. “Kim?!.. Örümcek kaldı mı elinde?” Komik değil dostum!.. İkimizde biliyoruz ki örümcekler değil, ağı ören yalnız sensin. Direksiyona sarılan örümcekler miydi, yolunda gitmeye neredeyse mahkum olan bir mutluluk masalını ıstıraba dönüştüren örümcekler miydi, iki boyutlu bir nesneye âşık olan, üstüne üstüne gelen bütün kurtuluşları geri tepen 163 örümcekler miydi, yoksa şu an bir örümcekle mi konuşuyorum ben? Ha, söyle, sana soruyorum?! “Bilmiyorum...” Off yani!! Ne demek bilmiyorum, her şeyi biliyorsun, bana yalan söylemen anlamsız. “Neyi biliyorum be, neyi!.. Tamam, sus... Git lütfen, daraldım.” Yüzüme bak. ... Neden yazamıyorsun o öyküyü? “Hangisini, yazamadığım öykülerin sayısı dokuza ulaştı?” Biliyorsun hangisinden söz ettiğimi... Ankara’yla ilgili felaket masalını diyorum. Son olmak zorunda olduğu için mi? “Hayır, hemen ardından yazmak zorunda olduğum asıl hikaye yüzünden... Eve dönmekten korkuyorum Davku!... “Ben aslında yazmaktan sıkıldım. Bak bunu ilk defa söylüyorum.” Yaşamak mı?.. “Hayır be, ne yaşaması!..” Öyleyse ne? “... Ha-ha, bilmiyorum dostum... Bilmiyorum.” Ölmek?.. “Bir sigara versene oradan.” Nerede? “Orada, lügatin üstünde bir paket olacaktı.” 164 .... “Pöff.. İşte bu iyi geldi. Sen içmez misin?” Ver bi tane bakalım. (Davku ilk sigarasını içiyor!) Öhö öhö..hööö... İğrenç bir şeymiş bu! “Hahaha. Öyledir, o yüzden içiyorum mereti. Hem ne demiş Necip Fazıl, ‘Sigara düşünen adamın emziğidir.’” Neyse... “Boş ver be dostum, sıkma sen canını, olacağına varır her şey. En fazla bir defa daha ölüyoruz işte.....” Ya Mehmet Bey, o ne olacak? “Evet, bir de Mehmet Bey var tabi...! Senin kitabın vardı, bir de “Örümcek”... Çok mu lazım sanki, ne katacağım Türk Edebiyatı’na!...” Bu kadar acımasız olma kendine karşı... Ya da... “Ya da hayata karşı değil mi? Bırak dostum, ben oyun oynamaktan sıkıldım, ya da oynayamamaktan. Hatırlatayım sana: Senden öncesine dair bir çift laf: Ben, bir zamanı, iki yaşamı ve üç de insanı öğrendim. Zaman, durduracak kadar aşina oldum ona. Yaşam... Merdiven ağ bile örebilirim istersem. Ve insan. Ben istemediğim sürece bir yudum su bile içemeyecekler.” Ya aşk?.. “O seninle geldi aslında. Önceleri adını bilmezdim. Kıyıda köşede rastlardım ama bir muhabbetimiz olmamıştı. Uzaktan süzerdim hep. Senin o dansedişin var ya!.. İşte o zaman bütün o görkemli köprüler birer birer 165 yıkıldılar. Göğü delecek gibi yükselen bütün yapma direklerim üstüme çöktüler. Duvar’ı hatırlıyorsun, neredeyse geberiyorduk ikimiz de. “Aşk’a sondan birinci perde dedim ya, o ille de bütün oyun olmak istedi. Oldu da. Şimdi rahatça itiraf edebilirim -çünkü hakikaten de kaybedecek hiçbir şeyim yok artık-, aşk, bana ait olan tek şeydi. Onu ben büyüttüm, besledim, yeniden vücutlar verdim, sevdim, yattım, çocuk yaptım, hasta ettim, iyileştirdim, yeniden hasta ettim...” Sonunda da öldürdün ama. “!!! Evet!.. Buldun sorunun cevabını işte, mutlusundur artık! Tamam, söyle mahkemeyi kursunlar, geliyorum!” Ölüyü verecek misin? “Evet, her şeyi, her şeyi getireceğim. Ağlarımı da içime öreceğim artık. Yalan yok, oyun yok, şiir yok, perde yok, ayna yok, kapı yok... “Söyle, kursunlar mahkemeyi.” 166 CEFF-EL KALEM DEBELENMELER 167 Özdurumsal Debelenme (“Duvar”lı cümle hikayelere naziredir) Müzeyyen Senar dinleyerek nasıl vakıf olunur bilmiyorum duruma ya da özduruma. Ama denemekten kime zarar gelir? Zamanı sorgulamayı geçiyoruz, (Saatleri Ayarlama Enstitüsü de yıkıldı ya...)Ahmet Hamdi’ye selam olsun artık. Mekan, yer, ya da adını ne koyarsan koy, burası... Metropol, ya da sadece şehir. Parklarındaki fıskiyeli havuzlarıyla var olsun. Parklar boş oturaklarıyla, oturaklar üstlerindeki reklamlarla. Kumaş, askılı pantolonunu göbeğine kadar çekmiş ihtiyar bir adam girsin parka. Şelalenin önündeki banka otursun. Güvercinler grevde olsun, ya da başka bir parkta, şimdi kafa karıştırırlar. On beş yaşında bir erkek çocuğu, bisikletiyle -hızla- girsin parka. Bisikletini çimenlere savurup hızlı adımlarla şelaleye yaklaşsın. İhtiyar ona baksın şüpheyle. Çocuk havuzun kenarındaki koyu mavi mermerlerin üzerine oturup ağlamaya başlasın. İhtiyarın şüpheli bakışları ilgisiz bir acıma duygusuna dönüşsün. Çocuk ağlarken bir genç kadın daha girsin parka. Ardından onlarca güvercin. Ve fıskiye bozulsun, su kesilsin, çocuk sussun, ihtiyar gizliden bir sigara yaksın. 168 Kadın gelip şelalenin diğer kenarına otursun. Meyhanede ses seda kesilsin, Yorgo Müslüman olsun. Ak düşmüş saçlarıyla bir ayyaş girsin içeri. Park yok olsun. Bir sigara da biz yakalım, gizliden. İletişim kuramadığımız için insanlardan kaçalım. Bir göz odadan ibaret evimize girip kapıları kapatalım, kilitleri, sürgüleri indirelim. Bizim için artık aynadan farksız olan sarı badanalı duvarlardan yüz çevirelim. – Onur Kırçal’ı saygıyla selamlayıp- hızla çevirelim başlarımızı. Duvarlar yok olsun ya da duvarların aslında ayna olduğuna tanıklık etsin yorgun bakışlarımız. -Müzeyyen faydalanıp- Senar çığlık atsın bu boşluktan Ney kamış olsun, batsın yeniden suya, boy versin, titreyerek çağırsın aynaları nehre. Aynalar nehir olsun, nehir müntehir olsun, (şelaleyi düşünsün müntehir, biricik bulantısını, çaresizliğini...) denize aksın, deniz kurusun. Duralım... Susalım... Çiviyi gömelim kalasa. Tuzunu yalayalım sonra tükürelim yaraya. Acıyla bağırsın yeniden Müzeyyen Senar. Avuçlarımızla yerden su alıp aynalara savuralım. Su yapışsın aynaya. Tekrar su alıp, tekrar savuralım 169 aynalara. Duvar örelim yeniden. Çatlakları terimizle, yetmezse göz yaşlarımızla dolduralım. Duvarı örelim yeniden. Yeniden damlamaya başlamasın diye kör bakalım bundan sonra. Yeşil gözlerden uzak duralım mesela. Ya da hep yere, toprağa bakalım. Nazarımızdan koruyalım, gözetelim duvarı. Tutsaklığa boyun eğelim. Şöyle: Uykusuzluktan düşsün başımız omzumuza. Siyah uzun saçlarıyla bir geyik düşleyelim, ya da en saf duruşuyla bir ceylan. Güneşi kanla sıvayalım, kumral kalsın teni sevgili Duvar’ın. Bırakmayalım, devrilmesin yeniden duvar. Hor görmeyelim düşleri. Tutalım parkların girişlerini, izin vermeyelim yeşil gözlerin girmesine. Gireni tutamayacağız, tutsak düşeceğiz, öleceğiz çünkü. Bırakalım Müzeyyen Senar şarkı söylesin, “ah!” çeksin. Bırakalım Müzeyyen çıksın, gitsin. Sonra, filmin sonuna bir kare daha ekleyelim. Sahilde yan yana dizili bir dizi çarmıh. Çarmıhta Lâle, çarmıhta Aglaya, çarmıhta Eskişehir, çarmıhta Ankara... Çarmıhta İstanbul, çarmıhta ben... Düşler yaşamaya devam etsinler. Biz durup -susupbakalım onlara. Bir yudum daha alalım telveden. Fal 170 bakıp düş kuralım. Fala bakıp ağlayalım. Bir fincana gömelim umutlarımızı. Bir gün geçirebilmek için yâri anmadan dua edelim. Sağanak yağmur başlayacak birazdan, avuçlarımız açık kalsın, ıslanalım. Saklanalım... Gizin uçurumunda özgür kılacağız yüreğimizi. Kuş olacak, uçacağız birazdan. SIÇRAMA Ter kokuyorum. Ne işe yaradıklarından emin olamadığım bir sürü bilgisayar parçası var masanın üzerinde. Dağınıklık neden rahatsız etmiyor artık beni? (Bir çocuk tiyatrosu geldi aklına. Bir adam suyu, başka birisi de sabunu canlandırıyordu. Ve biri de mikrobu.) Sanki bir şey bitmiş de bir türlü farkına varamıyorum bunun. Sanki tek başıma kaldım... Mikrop oldum gibi. Açım. Şişmanım ve hastayım. Kimse yok! Bunu pek yadırgamasam da biliyorum, hiç kimse yok! Mektup yazmak istiyorum. Kimseden mektup almadım şimdiye kadar. Kimseleri neden bu kadar önemsediğimi de bilmiyorum. Hep başkalarına göre düzenledim hayatımı. Onlara göre kararlar aldım. Ben onlara göre varoldum. Onlar bunu... Yani beni... Sıçradı. Bir şeyin üstündeydi galiba. Yüksekti. Yüksekti çünkü o yüksekten korkardı. Aşağı bakma! Aşağı bakma! Deniz var; kayalar. Yine televizyon kameraları, televizyonlar, muhabirler, polisler, ve yine 171 psikologlar. Kayalar çok aşağıda. Korkuyorum galiba. Çünkü ben yüksekten korkarım. Çünkü herkesin bir fobisi vardır. Bu bir gerekliliktir. Mesela herkesin bir sevgilisi olmalıdır. Herkesin bir ideali, herkesin bir derdi, herkesin bir babası, herkesin bir umudu vardır. Gerçekten yüksekten korkup korkmadığımı nasıl anlayabilirim? Ben her şeyden korkarım çünkü. Sıçradım. Uçuyor muyum? İki büyük fıçıyı yan yana koy. Aralarında bir kadının geçebileceği kadar boşluk olsun. Üstlerine damlayan bir duvar ve iki yanına da kanatlı iki mum... Öne doğru gel; suyun içinde kesik bir ağaç kökü ve ağaç köküne dayanmış bir kadın. İşte yalnızlık bu! Sıçra gene. Şimdi bir ayak, orta parmağı baş parmağından uzun. Bir afiş: Hasan Tahsin Şiir Yarışması. Öğrenci şairlerin birincilik ödülü 1000 lira. Yetişkinlere 2000 lira. Hasan Tahsin’i Yaşatma Derneği. Kaldır ayağını. Şimdi bir ayak izi. Ne geldi aklına? Bişr-i Hafi... Ve Nadja! Sıçrama, dur. Parçalardan birini alıp çöpe at. Şunu al, ekran kartına benziyor. Boş ver, zaten para etmez. Rahatladın mı? Hayır mı? Ben de. Öyleyse bir sigara yak. Yaşadıklarını yazıyorsun, sen biyografik bir yazarsın artık. Kolun mu ağırlaştı, e olacak o kadar. Mutluluk bedava mı sanıyorsun. Saçmalama, titreme yapmaz o. Yapıyor. Yapmaz, o senin kendi hastalığın. Ben hasta falan değilim! Tabi canım, ne alakası var. Turrup gibisin maşallah! Devam et. Devam et... devam et 172 devam et devam et devam et. Durma! İçinden geldiği gibi yazıyorsun. Sen gerçeküstücüsün! Dan! İyi değilim. Kendi kendime konuşuyorum galiba. Kendimi ret mi ediyorum? Biri aksini iddia edebiliyor mu? Biri, kim? Gene sıçra. Defol başımdan. Sıçra! Hayır. Sıçra, başka şansın yok. Hayır, canımı sıkıyorsun. İyi, gideyim o zaman. Evet, iyi olur. Gitti. Olmadı, bu çok yapmacıktı. Bir daha deniyorum. ... Hareket yok. Bir daha. Gene saçımla oynadım. Bir şey çıkmayacak bundan. Canım sıkılıyor. Hiçbir estetik yanı yok. Ayağımı uzatamıyorum çünkü masanın altı örümcek ağlarıyla dolu. Tuvaletin kapısının arkasında da örümcek var. Bir haftadır orada kımıldamadan duruyor. Dün de boynumda bir böcek yakaladım. Hemen yere attığım için nasıl bir şey olduğunu göremedim. Böceklerden nefret ederim. Köpeklerden de. Aslında insanları da pek sevmem. Yağmur yağacak. Yalnız bir kadın zülüflerini orta parmağıyla kulaklarının arkasına atacak. Sokak hep boş kalacak. Örümcekler ağ örmeye devam edecekler. Ağ örmeye devam edecekler. Ağ örmeye devam... 173 GEÇMİŞ ZAMANIN HİKAYESİ Nasıl? Başım dönüyor bugün benim. Düz yolda yürürken yana seğirtiyor bedenim, bacaklarım ağırlaşıyor, hıçkırır gibi başım atıyor bazen öne bazen yana; ben dengeyi yitiriyorum ama denge beni bırakmıyor... Yenikapı’da yaşam ne kadar da durgun, Mevlevihane yandığından beridir almıyor gözümü lunapark, mevlevihanenin yerini hâlâ bilmiyorum ve Yenikapı’da akşam oluyor. ‘Yeni’ mi dedim? Ankara boşalıyor sanki, ya da, boşaltıyor birileri Ankara’yı. Ben biliyorum, yalnızlık olmayınca aşk da olmuyor! Ben bunu bilmekten nefret ediyorum!.. Gülemiyorum, ağlayamıyorum, seyretmekten yorulduğumda ben, şehri terk ediyorum hep “Nazım” gibi. İhanetin adı yok ki baba! Vicdan azap çekiyor baba, vicdan da var baba, pencereden mehtaba bakar gibi vicdan, yanıyor, anız gibi kuşetin penceresindeki karanlığa mum yakmak baba! Çek silahını baba! ... 174 Yeşil bir bez örtmüşlerdi 34 AE 142 plaka numaralı cenaze arabasının arkasındaki kutuya, araba hızla ilerliyordu E-5’te. Ben duruyordum ama otobüs takip ediyordu cenaze arabasını. Ben durmuyordum ama zaman ölmüştü, çoktandır hem de. Şehri terk etmek masalı, işte bu yakıyor tenimi. Ben sevişmek istiyorum tanımadığım bir kadınla, onu öpmek istiyorum; dudakları nasıldı? Ben çatlıyorum orta yerimden, ben yalnızlığımı arıyorum içimde bir yerlerde, ona ne oldu böyle? Davku’nun sakallarının çıkması neye delalet etmekte, karıcığımın delirme belirtileri göstermesi, sevgili kaynanam ve kayınpederimin suratıma telefon kapatması neyin belirtisi? Benim bir de vicdanım mı vardı? Bir de o mu sızlardı? Bende ne de çok anı var böyle, ha!? Neden gece bitmiyor bugün? Azap çekiyor düşler, gelinlik giymiş on altı yaşında beşik kertmesi olmuşum, beşik kertmesiyim yalnızlıkla. Yaşım altmış iki, parmaklarım bükülmüyor artık, sigarayı dudağıma değdiremiyorum, göremiyorum yüzünü senin, sen, sana ne oldu? Daha beter ol, beni düşün... Orada güneş doğuyor mu hâlâ? Dostum, sarıl bana, üç defa. Karanlık çoğalıyor, sus... Sarıl bana, yalnızca sarıl. Sabret... Ölme sakın; beyazdır ölüm, yeşile çalar rengin senin ama ölüm beyazdır sevgilim. Kapat 175 gözlerini ve çöpe at o hapları... her zaman bir önceki kadar şanslı olamazsın. Düşlerdir sona ermeyen biricik aydınlık, düşler hürdür dostum, senden benden daha hür. Ve hürriyet kapatınca gözlerini tecelli edecektir enginlerde... Bak, dolunay var, iki gün önce on dördüydü ayın. Bunu fark ettin mi? .... Kuleleri yıkılmış şehirler, ışık? feryat figan pencereler – yağmur, gece? yırtılmış patiska, turuncu senin denizin deniz? uğuldayan benim, yağan ben ahşap? ölüm: hastane koridorunda titreyerek yere yığılan şalvarlı kadının çığlık çığlığa duvara kapanan ellerinden akıyor ölüm: yeşil cenaze arabasının kasasında Arap harfleriyle alabildiğine YAZIyor 176 ölüm: şimdi, ensemde volta atıyor, sarhoş, pis, ama beyaz-“iyi” ölüm... kapılarını kapatıyor caminin müezzin koltuğuna sıkıştırmış ayağa kalkıyor kahveci, tavlayı ağlarını topluyor balıkçı çamaşırları seriyor kadın ölüm, kol geziyor ahşap tenimde adım GOYA, son resmimi çizdim gırtlağıma! kırmızı, kızıl ve telve rengi gök yüzü gök yüzüne ne oldu?.. uyan!.. SIKIŞTIM... salınıyorum. ince parmaklı bir kadın dokunuyor sırtıma. yanık bir ses kulak arkamdan sızıyor sanki. katı bir sıvı akıyor, yanaklarım ıslak. görmediğim sert cisimleri yokluyorum tırnaklarımla. bir telle sardılar boğazımı. sıkmadılar, beklemeye başladılar. Benim bekleyecek hâlim yok artık. uzaktan, 177 çok derinden boğuk bir keman sesi geliyordu. sis vardı. kitapların sayfalarını duyuyordum. hızlı hızlı ilerliyorlardı. belki bitmek üzereydi, okunmuştu belki. hareket etmiyordu ses. uzaktaydı, hep uzakta. hepsi olup bitiyordu, herkes sırasına sadıktı. o şamarla sıçradım sandalyemden. dizlerimin bağı çözüldü aynı anda. Yere kapandım. durduramadım göz yaşlarımı. boşalmaya başladım gözlerimden halıya doğru. çığlıklar atıyordu keman kulağımda. boşalıyordum ama BİTMİYORDUM! boş salıncakları sallanır hâlde düşlüyor ve hıçkırıklarıma sahip olmaya çabalıyordum. sahipsizdim. sallanamayan bir sandalyeden başka kimsem yok benim. ölü doğmuş yüzlerce kızım oldu. dokunamadığım onlarca kadın. Mika çerçeveli gözlüğüm. oysa pürüzsüz de görebilirdim sokaktan geçen otomobilleri. birine el eder “çek kardeşim” derdim. Sarayburnu’ndan seyrederken boğazı sakalımı sıvazlar sigaramı söndürürdüm ayakkabımın topuğuyla. susar mıydı o zaman deniz? durup bakar mıydı bana imrene imrene? kalkınca ben ayağa başlar mıydı yağmur, ağlar mıydı gök? etrafımda dönerek körebe oynar mıydı piçler? piçler... sağa sola savrulmuş yüzlercesi birden koşuşturuyorlar. İbranice konuşuyor kimi, kimi Latince, kimi Farsça, kimi de Kürtçe. sümüklü düşler görüyorlar. 178 bana bakarak koşuyorlar. düşüyorlar, kalkıyorlar................ .............. ..... ........ ......... ... ... ... herkes sadık sırasına. itaat ediyor herkes. yangın çıkacak! sular kesik! asansör çalışmıyor! telefonlar kesik! yanacağız! “BAŞKASININ HİKAYESİ” KİMİN UMRUNDA!.. Neden kitap okumaya devam ediyorum, diye sordum bugün kendime. 31 numaralı halk otobüsünde, soldan üçüncü koltukta, cam kenarında oturuyordum. Yanımda otuz-kırk yaşlarında bir adam ve kucağında elini okumaya çalıştığım kitabın üzerine koymakta ısrar eden küçük bir kız çocuğu vardı. Önde oturan taşralı oldukları kuşkusuz iki bayan da onlarla birlikteydi. Bir kız –yaşça daha büyük- da onların kucağındaydı. Adam Kürtçe bir şeyler söyleyip duruyordu kadınlara; ara sıra da kucağındakinin beni rahatsız etmesine engel olmaya çalışıyordu; çünkü seyretmesi artık iyice bıkkınlık vermeye başlayan o malum döngünün kısırlaştırılmasının insanoğlunun kudreti dışında olduğunu düşünmeye başladım. Okurken sıkıldığım zamanlar kendime bunların yazma edimimde bana farkında olarak ya da olmayarak bir takım faydalar sağlayacağını düşünüp ıkınarak okumaya devam etmelerim geldi hatırıma. Oysa 179 tecrübeler, o lanet olası hükümdarları zamanın, hiçbir şeyin faydası olmadığını bağırıyorlardı yüzüme. “Toz bulutu” örneğinde olduğu gibi, bir atlı (ben, benimkine yine de “kentör” demeyi yeğliyorum) uzaklardan bir yerlerden gelmiş ve yüzüme bile bakmadan, sadece ardında uzaklaşan nal sesleri ve dünyamı önce kuşatıp sonra da dolduran irice bir toz bulutu bırakıp gitmişti. Bunu bir “seçilmişlik” olarak da aldım; bununla övündüğümü, kendimi yüce gördüğümü de yadsıyamam, inkar edemem. Ama hep aynı şey oluyor: Bulutlar dağılmaya başlıyor, bir an sana doğru gelen, bazen uzaklaşan bir karaltı beliriyor ilerde bir yerde, yüreğin coşkuyla titriyor, bütün uzuvların, teker teker bütün hücrelerin gerçekte “boşluk” anlamına gelen o kelimeyi vecde gelerek bir bakıma- zikretmeye başlıyor: Umut... Kendini kaybedebiliyorsun o zaman, ne bileyim, mektup yazabilecek gücü bulabiliyorsun mesela... Ya da atlayıp trene Anadolu’nun herhangi bir kentinde bıraktığın bırakılmışlığın peşine düşebiliyorsun. “Bırakılmışlık”... Katoliklerin çıkmazı diye öğretmişlerdi.. Koruyan ve gözeten bir tanrıdan söz etmişlerdi; adamotlarının çığlıklarını anlatıyordu George Luis Borges “Düşsel Varlıklar Kitabı”nda. Otobüsteydim, sert zeminli koltukta oturuyordum. Neden dünyaya gelirken çığlık attım, diye sordum kendime. “...bir gürültü duyuldu. El fenerli güvenlikçi bölmenin arkasına geçtiğinde yerde cansız yatan bir adam gördü. 180 Yanı başındaki çengelde bir çift eldiven asılıydı. Bir spota uzanan kablo koparılmış, adam kablonun uçlarını sıkı sıkı kavramıştı.” iv Sıkı sıkı kavramak.. ölüm.. sıkı sıkı yapışmak... Yani... İçimden, derinden bir yerden gelen karşı konması imkansız bir basınç vurdu yüzüme. Sarsılarak ürperdim. Bir çeşit bitiş gibi... Son nefesi verirken... Yani... attığım ilk çığlıktan bu yana hep son nefesi vermeye devam etmem.. Bitmedi!.. Bitmiyor... Karanlık, boş bir sokakta, soğuk parke taşlarının üzerinde yan yatmış, usulca uyuyan bir “sekiz” kadar canım var benim, biliyorum. Ve düşüncenin ve hatta düşün ulaşabildiği her mekanı içine alabilecek kadar büyük, dev boyutlarda bir örümcek ağının herhangi bir kentinde, herhangi bir ipe takılmış (takılmış= “tutunmuş”un olumsuzunun savunması) asılı duran ben; ağdaki bütün köşeleri tutmuş, yolda sendelemeden yürümeyi becerebilen, para kazanmakla sevişme vakitlerini birbirinden ayırdedebilen... derin derin soluk alıp verebilen................... Bütün tanrılara, bütün canlarımı kurban ediyorum! Oluk oluk kan akacak, kırmızı yağmur damlaları gibi boncuk boncuk süsleyecek kanım ağları. Öksüreceğim. Her kadını bir tanrı bildiğim için, öylesi taptığım için Allah bile belamı vermeyecek!.. Kaç tane canım varsa o kadar 181 sürdüreceğim intiharımı. Kûhân Dağı’na tırmanacak ve atacağım kendimi; sonra tekrar tırmanacak ve tekrar atacağım. “Sekiz” gözlerini ovuşturup ayağa kalkana kadar... Fakat tanrılar asla mutlu olamayacaklar! Solcu öğrencilerin yemekhane boykotuna bilerek ya da bilmeyerek, ya da önemsemeyerek katılan polislere, ellerindeki ekmeği ısırışlarına bakarken; Beyazıt meydanında her fikirden bir dolu öğrencinin aynı sloganı atışlarını haberlerde seyrederken; daha önceleri defalarca, otobüslerde dehşet verici bir ahenkle hep beraber, aynı yöne bakarak, aynı iplere tutunarak, aynı geleceğe doğru yol alan bütün o insanları düşünürken... aklımı oynatmak üzere olduğuma karar verdiren şey: çaresizce yere çöküşümün hikayesi: Yalnızlığım... Ama... tarihe ve zamana ve adını koyamadığım bütün o yığınların “gerçek” dediği şeye, hepsinden önemlisi yazının başlığına/kendime İNAT; üstüne basarak, belki kafamı duvarlara vurarak, belki her gün biraz daha ölerek tekrarlayacağım, tekrarlıyorum: Yalnızlığımız!... Bir halk otobüsüne doluşmuş, son durağı beklerken gizli bir elin çektiği fotoğrafta BIRAKILMIŞ ÇOĞUL BİR YALNIZLIK. 182 2.BÖLÜM - EVE DÖNÜŞ “Niyeti kapının eşiğinde oturup beklemekti. Fakat oraya gelince, mıknatısla çekilmiş bir yığın demir tozu gibi bütün kesirlerinin içeriye girdiğini ve orada tekrar toplandığını hissetti.” A. H. Tanpınar - Abdullah Efendi’nin Rüyaları 183 184 KAÇAK (yarım kalan birinci hikaye) 1 Bir adım, iki adım, üç adım, dört adım... Seksen ikide lokantada oluyorum. Seksen üçüncüsü sandalyenin yanında ve devamı da otururken. Bu gün öğlen cuma namazı kıldım. Biraz kafam dinlendi sanki. Artık kaçmam olanaksız. Zaten kaçmaktan da yoruldum. Nasıl yani? Evet, ben savaşa karşı değilim... Hayır, yanlış anlaşılmasın, savaş taraftarı da değilim tabi; sadece söz konusu olan savaşsa benim belli bir tavrım yoktur. Yani savaş olsun olmasın, bu beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren, evet, beni ilgilendiren istemediğim hâlde askere gitmem gerektiği. Korkuyorum, evet! Bunda tuhaf olan ne var! Bir defa nerede askerlik yapacağıma karar veremiyorum. Ya tehlikeli bölgelere gönderilirsem. Ya vurulur da ölürsem, ya da birini vurmak zorunda kalırsam... Hem, hayır yani, en rahat (tehlikesiz demek istiyorum) yere de gitsem, çok gereksiz bir şey. Neden askerlik yapmak bir görev olsun ki? Ben öğretmenim. Aynı zamanda sanatçı bile sayılabilirim. Yani resim öğretmeniyim. Ama sırf bu askerlik yüzünden devlet okullarına giremiyor, özel okullarda da ancak kaçak olduğum anlaşılıncaya kadar çalışabiliyorum. Ee resim dersini özel olarak almak isteyecek kadar kafayı yemiş 185 öğrenci bulmak da zor. Bu kaçaklık yakında açlıktan ölmeme sebep olacak. En son Tokat’ta bir arkadaşın evinde kalmıştım. Arkadaş dediğimi de tanıyalı daha iki hafta olmuştu. İş arıyordum, tek tük buluyordum da ama o gidişle para biriktirmem imkansızdı. Bir okulda iş buldum. Askerlik kağıtlarımın yolda olduğunu falan söylemiştim de ancak kapatabilmiştim dosyamdaki eksikler meselesini. İşte, iki hafta sonra anlaşılmıştı ve ancak sıvışmıştım. Şimdi gene bu komik şehre döndüm, geleli dört beş gün oluyor. İlk iki günü parkta yatarak geçirdim. Sonra eski bir dostu aramak zorunda kaldım, iş bulamamıştım. Beni evine aldı, sağolsun. Şimdi de ona gidiyorum. Öğle tatilinde benimle buluşacakmış, işyerinin karşısındaki lokantada. İşyeri bir bankaydı, o da bankada çalışan bir memur tabii ki. Adı -çok lazım değil ama yine de söyleyeyim- Salim. - Ethen! Ethen, buradayım... Hemen yanına gittim. Ayağa kalkıp elimi sıktı, buyur etti. Oturdum. - Neden böyle giyindin? dedi. - Tanınmak istemiyorum, diye karşılık verdim. - Oğlum manyak mısın! Alt tarafı asker kaçağısın, terörist değilsin ya... - Olsun, ne olur ne olmaz; babam tedbirli ol derdi hep. 186 - İyi peki, ama böyle daha dikkat çekiyorsun, şu gocuğu çıkar bari. - İyi, al bakalım. Başıma iş gelirse karışmam ama.. - Ne yaptın bütün gün? - Hiç.. Sen ne yaptın? - İş işte, çalış dur.. - Hı hı.. - Ethen... - Efendim Salim. - Ne yapmak niyetindesin? - Nasıl ne yapmak? - Yani şimdi ne yapacaksın? Geri döndün artık, hiçbir şey anlatmadın doğru dürüst. Hayatın... nasıl devam edecek? - Nesi varmış hayatımın! Tamam, meraklanma, fazla kalmayacağım sende, başını derde sokmak istemem. - Oğlum senin sorunun ne yav!? Ne ilgisi var şimdi! Sadece bir iş istiyorsan ben de yardım edeyim, araştıralım diye sordum. - İş mi? Yok, istemez. Fazla kalamam zaten. Peşimdeler. - Kim, kim peşinde?.. - Dedim ya, Fidanlık’ta zor kurtuldum ellerinden. Neredeyse götürüyorlardı. 187 - Neye bakıyorsun öyle, kimse yok burada... Sakin olsana biraz! - Sen niye buraya çağırdın beni. - Ele vermek için çağırdım!.. - Ne!!!... - Dur lan, sakin ol, otur şuraya, şaka yaptım... - Tam da eşek şakası yani, kimseye güvenemeyecek miyim? - Ethen... Söylesene, başka bir suç mu işledin? - Ne gibi? - Yani sırf askerden kaçtığın için mi bu kadar işkillisin? - (Fısıltyla) Sır tutabilir misin Salim? - (Yine fısıltıyla) Evet... - (İyice fısıltıyla) Yaklaş o zaman... (Neredeyse duyulmayacak kadar fısıltıyla ve mırıldanarak) Bir kıza tecavüz ettim! - (Bağırarak) Ne!!! - Şşşt sakin ol..! - Ne diyorsun oğlum sen?! - Şaka yaptım şaka... Ha ha ha! - Allah belanı versin, sen delirmişsin! Söyle, hasta mısın? - Ben mi hastayım? Güldürme allasen... Hasta olan onlar. - Dur, garsonu çağırayım. 188 Elimi havaya kaldırıp tuhaf bir hareket yaptım. Hareketim tuhaftı ama garson nedense anlamıştı onu çağırdığımı. Hızlı adımlarla yanımıza yaklaştı. Ethen eskiden olduğu gibi patlıcan musakka istedi, ben de aynısından istedim. Pilav ve musakka; patlıcanı ben de severim ama Ethen bayılır. Domuz gibi de saldırdı zaten. Gören de dün akşam herifi aç bıraktım sanır. - Yavaş ol Ethen, kimse kaçırmıyor. - Bu en yavaş yiyişim zaten, olduğumuzdan... Ha ha ha!.. lokantada Bu herif bir halt karıştırmış ama dur bakalım, çıkar kokusu... - Hiç para kazanamadın mı? - Nerdee.. Diyorum ya, oradan oraya kaçmaktan başka bir halt edemiyorum. Çoğu kez karnımı zor doyuruyorum. - Ee ne olacak senin hâlin? - Korkma, yakında her şey hâllolacak. - Nasıl? - Onu bırak. Dinle: Öznur’u hatırlıyor musun? - Evet, de o geçmişte kalmadı mı? - I ıh, aynen devam etti. Tecavüz olayı da doğruydu. - Ne!!! - Hayır, dur, sakin ol. Zorla değil... Ama babası inanmadı. Öznur da kelek yaptı bana zaten. Orospu! - Nasıl kelek? 189 - Ayhan’la aldattı! - Ne zaman oluyor bunlar? - Beş sene oldu. - Beş sene mi?! Eee? - Ayhan’ı vurdum, yaralandı. Öznur öldü. - Ne!!! - Evet, aşağılık kadın, bizim buluşma yerimizde vermiş ona. - Dur dur, yavaş... Vurma, yaralama olayının doğru olmadığını söyle önce. - Doğru değil. - Şimdi çakacam suratına bir tane! - Doğru olmadığını söyle dedin ben de söyledim, ne kızıyorsun! - Doğru mu değil mi? - Vurup vurmadığımı mı soruyorsun? - Evet ulan, ne bok yedin, söyle! - Az önce dedim ya, vurdum ikisini de. Kız öldü, yani ölmüş. Herif yaralı kurtulmuş. - Şimdi kafayı yiyeceğim! Sen şimdi katil misin? - Hayır, değilim. Katil benim dışımdaki herkes. Ben mağdur durumda olanım. Ama bunu ispatlayana kadar kaçmak zorundayım. - Ethen, kalk! - Ne? - Kalk diyorum, gidiyoruz. - Nereye? - Kalk sen... Görürsün nereye gittiğimizi. 190 - Bana bak, arkadaşımsın, yamuk yapmaya kalkma sakın. - Kalk dedim! Allahın belası! Ne diyor bu herif! Şimdi anlarız her şeyi. Şu köşeyi dönelim, gösteririm ben sana! - Ne yapacağız burada? - Bekle, sesini çıkarma. - Kimi arıyorsun?.. Sok şu telefonu cebine! - Sus!.. - Alo, kiminle görüşüyorum? - Kimi aramıştınız? - Eee şey, ben Öznur’un üniversiteden arkadaşıyım, epeydir görüşmemiştik, merak ettim, bi arıyım dedim. - Adın nedir? Sen kimsin? - Beyefendi, özür dilerim. Bana çok kötü bir şaka yapıldı, Öznur’un öldürüldüğü söylendi. Ben de inanmadım ama arayıp emin olmak istedim. Adım Mustafa. - Doğru duymuşsun evladım. Ethen diye bir Ermeni piçi var, o öldürdüydü kızımı. Tanır mısın? - Hayır efendim.. Çok üzgünüm, sizi üzmek istemezdim. - Meraklanma oğlum, o piç hâlâ aranıyor, yakalandığı zaman ruhu huzura kavuşacak kızımın! - Haklısınız, yapabileceğim bir şey var mı? 191 - Yok, sağol evladım. - Başınız sağolsun... Dit diiiit.. - Ethen! Ethen! Neredesin?! Etheeen! 2 Hasiktir, yağmur başlıyor! Senin de Allah belanı versin Salim! İnanmayacaktın ki bana, ben katil değilim! Allah hepinizin belasını versin! Yirmi dakikadır bu saçağın altındayım. Yağmur dinmek bilmiyor. Böyle giderse yarına kadar İstanbul’u su basar... ben de yüzerek kaçarım gene! - Kaysana biraz hemşehrim, ıslandık. Bu da nereden çıktı! Kaysana birazmış!.. Ben zor sığıyorum zaten... ... Oh, ne âlâ... Herif şimdi cıgarasını da yakmış dinmesini bekliyordur yağmurun. Ben sucuk oldum. Üç gün sokaklarda gezindim durdum. Sonra dayanamayıp yine Salim’e gittim. Gecenin bir yarısıydı. Evde yoktu. Kapıyı anahtarla açıp girdim. Salak, değiştirmemiş. 192 ... - Afedersiniz - Ha!.. Kim o!.. Birden yataktan fırladı ve köşeye kaçtı. Tıpkı bir hamam böceği gibiydi hareketleri. Rezil hâldeydi. Üstünü çıkarmadan yatmıştı, kanepe batmıştı tabi. Kimdi bu adam? Nedense içimden bir ses korkacak bir şey olmadığını söylüyordu. - Si.. siz kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz? - Sakin olun. Salim’in arkadaşı mısınız? - Evet, siz? - Ben de... Adım Sevda. Lütfen sakin olun. - Ben sakinim, sakin ol deyip durmayın lütfen. - Kimsiniz? - Salim nerede? - Gece mesaiye kaldı. Beni bir şey almam için yolladı buraya. Biraz ürktüm sizi görünce ama hırsıza hiç benzemiyordunuz. - Allah Allah, nereden anladınız?!. - Uyurken annesini sayıklayan bir hırsız ne duydum, ne de gördüm. Utandı. Ama gevşedi de. Konuşabilecek kıvama geldi artık. 193 - Özür dilerim, uyuya kalmışım. Üstüm başım da berbat. - Sanki dayak yemiş gibisiniz. Gözlerinizin altı morarmış. - Evet, bir kaç gündür sokaktayım... - Neden? - Uzun hikaye... İzin verin, üstümü çıkarayım. - Olur. Ben size bir kahve yapayım, yiyecek bir şeyler... Salona gelin sonra. Bu da kimdi? Salim evli değil sanıyordum. Belki eski karısıdır. Ya da sevgilisi. Ama sevgilisini ayak işlerine göndermez herhalde. Sekreteri olabilir. Uff, elbiseler de berbat!.. Salim’i arayıp sormalı. Tehlikeli biri de olabilir. Gerçi hiç de öyle görünmüyor. - Geldiniz mi? Buyrun... - Teşekkür ederim, zahmet oldu size de... Glu glu glu glu... Telefon çalıyor.. - Alo.. Evet Salim, geldim... Hayır, buldum... Yalnız... Eliyle “hayır” işareti yapıyor... - Yalnız biraz gecikeceğim. Anneme uğramam gerek.... Tamam. 194 - Evet? Sizi dinliyorum. Salim’den de saklandığınıza göre... makul bir açıklamanız vardır umarım. - Sürpriz yapmak istiyorum desem, çok mu kötü bir yalan olur. - Evet. - Oturur musunuz? Oturdum. - Hiç kesmeden dinleyin lütfen, tamam mı? - Peki. ... - Bir dakika, şimdi siz katil misiniz, değil misiniz? - Sevdiğim kadına ve sevgilisine öldürmek kastıyla ateş ettim, evet, ben katilim bir bakıma, ama başka bir bakıma da değilim. Zorla askere almak istiyorlar beni. Kışladan kaçtım, çaresizdim, Öznur’a sığınmıştım, oysa beni aldattı. Ele verse bu kadar koymazdı ama hayır, ele vermedi, aldattı. - Peki ya ben sizi ele verirsem?.. - Ha ha ha!.. Ne zaman ağzıma lokma koysam birileri beni ele vermekten bahseder oldu. Siz bu evden çıkar çıkmaz ben yine kaçacağım. - Kaçmayın, sizi yakalatmayacağım. - Nedenmiş o? - Bilmiyorum. Henüz düşünmedim bunu. Daha sonra. Şimdi hazırlanın, gidelim. - Nereye?.. Off, bunu da daha önce yaşadım ben! 195 - Nasıl yani, neyi? - Neyse, önemli değil. Gidelim bakalım. 3 - Ne oldu, neden durdun, yanlış bir şey mi yaptım? - Hayır... Sustu. Ben de sustum. Bir şeyler düşünüyor. Ben sadece onun ne düşündüğünü düşünüyorum. Tuhaf bir adam, burası kesin, ya sonra?.. Sigara paketine uzandı. Bana da uzattı, hayır diyemedim. İlk sigaramı içiyorum. Bunu hayatım boyunca unutmayacağım: İlk sigaramı yarım kalmış bir sevişmenin ardından içiyorum, ve markası Maltepe!.. ... - Sen iyi bir adamsın Ethen! - İyi mi?! - Evet, hem de çok iyi. - Ha ha!.. İyi ve katil... ve... Ve deli! - Ne yapacaksın? - Ne yapacağım? Neden herkes bunu soruyor durmadan? Beş sene boyunca bunu o kadar çok duydum ki, artık kendim bu soruyu sormaya gerek bile duymaz oldum. Ne yapacağım? Ne yapabilirim ki!.. Çaresiz bir hikaye adamı gibiyim. 196 - Hiç de çaresiz değilsin.. Mesela yurtdışına çıkabilirsin. Eminim bunu yapabilirsin. Yaşadığın bütün bu serüvenleri unutursun, bir iş bulur belki evlenirsin de... - Serüven ha... Ha ha!.. Evet, serüven... Bu serüveni bir Avrupa ülkesinde yaşıyor olsaydım, hikaye adamı olmak da koymazdı aslında. Ama buradayım işte, Türkiye’de. Buradan hiçbir yere kaçamazsınız Sevda Hanım! Ne batıya ne de daha doğuya... Burası sorunların çözülmesi gereken yerdir. Çözüm bulmak istiyorsa insan, önce burayı bulmak zorundadır. - Sen hiç de bir şeyleri çözmek isteyen birine benzemiyorsun. - Öyle mi düşünüyorsun?.. Haklısın, ben korkak bir adamım. Hatta “Sen kimsin?” sorusuna verilecek bundan başka cevabım da yok... Ha ha!.. Ama buradayım işte, altı kuşaktan beri İstanbulluyum... Gidemem! “Bak, sana buralı olmamı, benim için gitmek diye bir şey olmadığını anlatayım. Sevişmemiz yarım kaldı, bari sohbet yarım kalmasın, ha... “Aklıma ne gelirse hemen ardından zıttı da geliyor. Yani, nasıl diyeyim..? Mesela bir Ermeni olduğum kadar Türküm de, ya da, katil olduğum gibi kurbanım da... Hem masumum, hem de suçlu. Hem kaçıyorum, hem de deliler gibi kovalıyorum. Evet, bunu görebiliyor musun, yani nasıl amansız bir takibe bulaşmışım... Peşimdekiler, aynı zamanda peşinde olduklarım. Burada sanıldığının aksine büyük bir hareketlilik var. Hatta, bir hengamedir 197 gidiyor. Ben hepsini duyuyorum, canhıraş feryatlar kopuyor artarda. Öznur’a ve öteki pisliğe kurşunları boşaltırken de duydum; ayyuka çıktı feryatlar. Herkesin ihtiyacı olan bir an bile olsa bir sükunet hâli yakalayabilmek. O zaman her şey çözülecek gibi. Herkes anlayacak benim katil olmadığımı. O zaman askere de gidebileceğim, çünkü korkum da yok olacak. Hem savaş da olmayacak. Ama... “Geçen Cuma camideydim, namaz kıldım, o kadar huzurluydum ki, sanki bütün günahlar ayakkabılarda toplanıyormuş gibiydi, öyle düşündüm imam dua ederken. Camiye girince günahlar kapıda bırakılıyordu, ama ne yazık ki camide yaşamak olanaksız artık, çıkmak ve ayakkabılarını yeniden giymek zorundasın. “Anlıyor musunuz Sevda Hanım, bu kaçma hâli sürdükçe ben, iyi olduğum kadar da kötü bir insanım! - Sadece çok fazla yalan söylüyorsunuz, özellikle kendinize. - Pekala, doğruyu siz söyleyin öyleyse... Neden benimle yattınız? - ... - Yoksa âşık mı oldunuz? - Sizli konuşmanın sebebini anlayamıyorum. - Ben de... Ama.. bir yabancıyla iki gecedir aynı yataktayım. Ve bu bana pek normal gelmiyor. - Bana da... Ama kimin umurunda? - Ya, tabi, kimin umurunda?!. Benim hanımefendi, benim umurumda! 198 - Nedir umurunda olan? Hah!.. Bilmiyorum, veremiyorum!.. işte buna karar 4 Nihayet! Geldi beyimiz. - Kalk Salim, burada konuşamayız, eve gidelim. - Saçmalama da otur şuraya! Oturdu... - Kışlama dönsem, kaç yıl yerim Salim? - Sevdayla yattın mı? - Ha ha ha! Evet... Ama kimin umurunda! - Ona âşık oldun değil mi? - Haha!.. Kimin umurunda! - Ethen, sen... Rahatsızsın. Teslim ol, deli numarası yaparsın. Hastaneden çıkman için elimden geleni yaparım. Tanıdıklarım var, korkma. En fazla bir yıl kalırsın. - Salim!.. Kes sesini! Ben zaten hastanedeyim. Sen de şimdi benim nöbetçi doktorumsun. Yalan mı? - Sevda da mı doktorun? - O senden daha güzel en azından... - Ethen, durumunu hiç iyi görmüyorum. Boşlukta sallanır gibisin. Düşmenden korkuyorum. - Düşmek mi?.. Ben mi! 199 - Evet... Yüzüne bakarken ürker oldum. Senin için endişeleniyorum. - Bakma o zaman, ben de aynalara bakmıyorum artık. - Peki!.. ... - Askere gitmeli miyim sence? - Hayır, orada çıldırırsın. - O niye? - Dönenlerin hâlini görüyorum da... düşünmek bile istemem seni. Bak sana bir olay anlatayım. Şırnak’tan iki ay önce dönen bir arkadaşın başından geçen bir olay. “Emir eri gibi bir şeymiş bizimkisi. Komutanın kıçında gezinip duruyormuş. Bir gün, öğlen vakti bir asker gelmiş. Bir terörist yakaladığını, ne yapması gerektiğini sormuş... - Ha ha! Bir böcek yakaladım, ne yapayım bunu komutanım!.. - Dalga geçme, dinle. Komutan bunu azarlamış, “Canlı getirmeyin diye kaç defa söyledik!” falan diye... Erin durduğunu görünce iyice kızmış ve bağırmış, götür ne yaparsan yap demiş. Er çıkmış. Bizimkini de arkasından yollamış komutan, git bak, yok ettiğinden emin ol demiş. Sonrasını bizimki anlatıyor. Bunu karanlık bir depoya götürmüş asker. Elli altmış kişi daha varmış yanında. Sandalyeye oturtmuşlar. Bir süre hepsi birbirlerine bakmış. Sonra aralarından biri bağırarak koşmuş ve uçarak bir tekme savurmuş teröristin suratına. 200 Ötekiler de cesaret bularak ‘hurra’ saldırmışlar. Döve döve öldürmüşler herifi. Sanırım bunu bir tür oyun sanmışlar. - Bir tür oyun, evet, bu bir tür oyun!.. - Nasıl? - Söyledin ya, oyun sanmışlar... Evet, oyun!.. - Belki sayıları o kadar çok değildir, yani ben ikinci ağızdan dinledim. Bilirsin, oralarla ilgili çok masal anlatıyorlar. - Askere gitme diyorsun öyle mi? - Gidemezsin zaten... Hem polis de arıyor seni. - Polis değil... - Askerden mi korkuyorsun? - Asker de değil... - Ne saçmalıyorsun gene?! - Kalk Salim, gidelim. Sevda bekliyor. 5 - Ethen, nereye gidiyorsun? - Bir rüya gördüm Salim, ya da halüs... (halis.. halisin.. halüsün..!!!) yani sanrı. Bir şeyler oluyor, çok ciddi bir şeyler. Birileri, sanırım bir örgüt, ya da onun gibi bir şey, bir haltlar karıştırıyor. Hakkımızda hayırlısı olan neyse, işte o olmak üzere! - Ne örgütü bu? - Belki de tek bir kişidir. Mesela bir şair. Ya da.. ya da bir aydın, yani entel gibi... 201 - Eee, ne yapacak bu kişi? - Bilmiyorum, ama iyi şeyler olacak, hissediyorum, gördüm. - Sen nereye gidiyorsun? - Trenim iki saat sonra kalkıyor, yetişmeliyim. - Ethen, eşkalin belirlenmiş, evden çıkman bile tehlikeli!.. - Eşkalim... Ha ha ha!.. Kim belirlemiş eşkalimi, tanışmak isterdim onunla.... Yüzüme bak Salim!.. Hani, nerede eşkalim! - Ethen, yeter artık, çıkar şu gocuğu! - Salim, anlamıyor musun, kurtuluyoruz diyorum! - Ne, neyden kurtuluyoruz?!. Suratıma bakıyor, suratıma bakınca korkuyorum ondan. Nereye gidiyor böyle telaşla? - Nereye gittiğini söylemeyecek misin? Kapıyı açtı.. Omzunun Gülümseyerek ve yine fısıldayarak: - Eve, dedi. üzerinden baktı. O merdivenleri beşer beşer inerken ardından seslendim: - Sevda’ya ne diyeceğim? Bir alt kattaydı, durduğunu anladım. Düşünüyor muydu? - Söyle ona, beklesin! diye bağırdı. Ve yine ayak sesleri.... 202 GECE TRAMVAY YOLUNDA DURUYORDU SANDAL (yarım kalan “iskele” hikayesi) “Davku uyurken gizlice sarıldım,” serab’a Kırk dakikadır bekliyordum Beşiktaş’ta, bir otobüs gelecek ve evime götürecekti beni, hepsi bu. Durakta beş altı adam daha vardı. Yoldan ara sıra kadınlı erkekli insanlar geçiyordu. Hemen soldaki börekçinin önünde, yerde iki mangal vardı, içleri köz dolu... Şişman bir adam ve yanında iki kadın -şık ve dekolte- geldiler ve durağı adamların aç bakışları altında geçip ilerde, yol ağzında durdular. (O kadar da aç sayılmazdılar, daha çok yorgunluk ve biraz da bezginlik vardı bakışlarında. Otobüs gelmiyordu ve hepsi benim gibi evlerine gidip uyumak istiyordu.) Telefon etmem gerekiyordu, merak edeceklerdi evden. Köşedeki kulübeye gidip gecikeceğimi, belki gelemeyeceğimi söyleyince sinirli bir iki laf işitip telefonu kapattım. Bir de Mecidiyeköy olasılığı belirmişti telefon konuşmasının ardından. Kardeşimin işyerine gidip orada sabaha kadar bilgisayarın başında 203 vakit geçirebilirdim. Ama ben eve gidip uyumak istiyordum. Durakta sadece üç kişi kalmıştık, minibüsle Taksim’e gitmeye karar vermiş olacaklar. Sonra birkaç kişi daha geldi. İyice kesmeye başlamıştım ümidimi, saat on ikiye beş vardı ve ben artık yürüyerek Topkapı’ya gitmeyi düşünüyordum. Ama bunu başarsam bile oraya vardığımda saat iyice ilerlemiş olacaktı ve muhtemelen minibüs bulamayıp yolun geri kalanını da yürüyecektim. Belki de otostopu göze almalıydım, en fazla erkekliğime halel gelirdi.. (Ben de gülümsedim...) Ya da yolda yürürken düşüp kalırdım. Bir köşe bulur, sabahı beklerdim. Aman!.. Otobüs geldi!.. Yedi dakika sürdü Eminönü. Otobüsten indiğimde ne yapacağım, Topkapı’ya nasıl ulaşacağım konusunda en ufak fikrim yoktu. Son tramvayın on ikide kalktığını biliyordum ve saat on ikiyi geçiyordu. Ben tramvaya ulaşana kadar... İmkansızdı. İnsanların (kadınlı erkekli yaklaşık yirmi kişi) Sirkeci yönüne doğru koşmaya başladığını görünce bir an ne yapacağımı şaşırdım. Sonra düşünmeden onlarla birlikte koşmaya başladım. Kahkahalar atmak geliyordu içimden, çok komikti, yirmi kişi hep beraber koşuyoruz... Nereye? Niçin? Gece yarısı olmuş, Yeni Caminin avlusunda sallanan bir adam 204 bize bakıyor, biraz ürkmüş olabilir. İlerde bir polis arabasının yanıp sönen tepe lambasını görüyorum Amerikan usulü-, başımı sola çevirip denize bakıyorum... Tramvay Sirkeci’de değil, hemen alt geçidin üstünde bekliyordu. Birden hızlandım, önlere geçmiştim, kalabalığın yarısından çoğu arkamdaydı şimdi. Alt geçidin merdivenlerini üçer üçer indim, girişi şaşırdım ama çabuk uyandım. Merdivenleri çıktım. Salak gibi gişeye gidip elli bin lira verdim. Kimsenin para vermediğini tramvaya girip boş olan dört koltuktan birine kendimi atınca fark ettim. Tam iki yüz yirmi bin liram kalmıştı. Şanslıysam minibüsçü fazlasını istemezdi. Ter içinde kalmıştım, hızlı hızlı soluyordum. Hemen volkmenin kulaklıklarını çıkarıp boynuma doladım. Mendille terimi silerken yanıma üç adam oturdu, otuz yaşlarındaydı hepsi ve gülüp duruyorlardı... Soluklarım hâlâ normale dönmemişti. Camdan dışarıya bakıyordum. İçerde fazla ışık olduğundan -ve dışarısı çok karanlık olduğundan tabi- kendimden başka bir şey göremiyordum. Ayna gibi olmuştu cam. Biri hızla vagona daldı ve aynı anda kapılar kapandı. Hareket ettiğimizi anlayınca volkmenin düğmesine bastım ve müzik çalmaya başladı. (Otobüste sevdiğim şarkı başlamak üzereyken kapatmıştım volkmeni. Uzunca bir yürüyüşe başlayacağımı tahmin ettiğimden şarkıyı -şarkı: “Gidelim Buralardan”, tabii ki Nazan Öncel- bunun için bekletiyordum.) 205 Cama bakıyordum ama yine dışarısı görünmüyordu. (Bazen, ışıklı yerlerden geçince, biraz...) Karşımda, sol tarafta oturan adamı seyrediyordum, çok şirin bir görünüşü vardı. Alnının üstündeki saçlar dökülmüş, kaşları bitişik ama doğulu gibi değil... (Belki de kısa kumaş pantolonundan ötürü doğulu gibi gelmedi bana) Sanki hep gülümsüyor. Hararetle bir şeyler anlatıyor yanında oturana. Yanında oturanın şakaklarına kır düşmüş. Ön dişleri öne doğru biraz çıkık, gözlüğü de var, belli belirsiz gülümsüyor. Benim yanımda oturan olayı biliyor herhalde ki ara sıra lafa giriyordu. Onu pek göremiyordum. Karşımdaki dinliyor ve gülümsüyordu. Otuz küsur yaşlarında gülüşerek -bazen kıkırdadıklarına bile şahit oldum, küçük liseli kızlar gibi- birbirlerine hikayeler anlatan üç adama bakıyordum... camdan. Şarkı bitmişti ve ben doğru dürüst bir şey anlayamamıştım. Volkmeni kapattım. Geri alıp bir daha dinleyecektim. “Kızılay’dan aşağı indik sonra, adam öyle komikti ki...” kahkahayla kesildi konuşma. Sonra: “Sen asıl kadını görecektin, ayı gibi herif yerde iki seksen yatıyor, kadın afallamış, neredeyse ağlayacak... Biz krize girmişiz zaten, gülmekten öleceğiz... Kaçar gibi indik.” “Meclis’in oradakiler ne oldu?” “Sızmışlar, sabah eve gitmediklerini anlayınca çıkıp aradık, parkın çimenlerinde uyuyorlar hâlâ...” konuşma yine gülüşmelerle kesildi. Kaset başa sarmıştı. Çalıştırdım. 206 (...) ‘Kara Kitap’ı bitirmiş Serap, yüzü bembeyazdı kapıyı açtığında. Ortaköy’de, Beril’in evinde oturuyorlarmış, canı sıkılmış bunun, odanın birine kapanıp kaldığı yerden devam etmiş okumaya. Gecenin dördünde başlamış ve öğleden sonra iki gibi beni aradı. “Gel” dedi; gittim. İçeri girdim. Diğerleri hâlâ uyuyordu. Tanımadığım bir adam, üçlü koltukta uzanmıştı, Beril ve yatak odasında uyuyan yine tanımadığım başka bir kız. Beni boş odaya götürdü. Fincanlara kahve koydu. Dağınık yatağa otururken fark ettim köşede, masanın altında sayfaları dağılmış duran kitabı. Kara Kitap olduğunu anlamakta zorlanmadım. Okumaya başlayacağını da söylemişti. Bu kadar etkilenmesini beklemiyordum doğrusu... Hem ne kadar etkilenmişti ki? Ya da neydi kitapta gördüğü?.. Duvara doğru sürünebilmek için elimi çarşafa değdirince fark ettim ıslaklığı, ter içindeydi çarşaf. Evet, geceleri çok sıcak olmaya başladı İstanbul. “Pisliksiniz siz!” dedi ve koltuğa gömüldü elindeki fincanla. Komodinin üzerine uzandım ve kahvemi aldım. Çok sıcaktı, elimde tutup bekledim. “Niye susuyorsun?..” “Hangi bölüm?..” diye sordum. “Öpüş, dedi önce. Biraz sustu ve hızla başladı saymaya. Hepimiz onu bekliyoruz, göz, Bedii Usta, 207 mankenler, Hurufilik, apartman karanlığı, Şehzade...” Daha devam edecekti belki ama sustu. Sonra yine konuştu: “Niye bunu konuşmadın hiç, ‘Öpüş’ten söz ediyorum, sahilde anlattıklarını hatırlıyorsun değil mi?..” “Bunun için kızma bana, oradaki heriften çok daha salakçaydı benim hikayem.” “Burada yazan her kelimeyi anlıyorsun değil mi?...” “Bak Serap, orada ahım şahım bir şey yazmıyor aslında. Benim durumum özel, tesadüfler falan... Peki Boğaz’ın sularıyla ilgili bölümü de okudun mu?” “Evet, hepsini okudum.” “...” “Yastığa dokunsana.” Dokundum, ıslaktı... “O ter değil... Allah belanızı versin hepinizin! Senin de, bu kitabı yazan herifin de, öteki arkadaşlarının da, adını bilmediğim diğer bütün...” Kızgınlığı gerçekti, cümleyi bitiremedi. Fincanı dudaklarına götürüp içti. Ben de içtim. Gözlerine baktım: Bilgeliğin altında ezilmiş bir mürit gibi bakıyordu gözleri halıya, aşağılıyordu ama her şeyi anlıyormuş gibi de derindi, ve gülümsüyordu, sanki coşkulu bir sevince boğulmuştu ve ağlıyordu bakışları... O bana bakınca dağıttım düşünceleri. Sanki karar vermeye çalışıyordu, kahkahalarla gülmeli miydi yoksa ağlamalı mı? 208 “Kahve nasıl olmuş?” dedi ve güldü. Nescafe ikram ettikten sonra bu soruyu sorup gülmesi alışık olduğum bir şeydi, ben de gülümsedim. “Çok güzel olmuş, eline sağlık.” “Kırk olmasa da on-on beş yıl hatırı vardır ama..” dedi. Yine güldü. “Telve kalmıyor ama, hepsini içiyoruz artık bu meretin.” dedim. Yöntemleri önceden belli olan o malum savaşa başlıyorduk yine. Ama pek istekli değildi. Ve perdeyi kaldırdı. “Buraya gel.” dedi. Omuzlarımı silktim. Yine güldü. Bir defa daha gülümserse sanırım tecavüz edecektim! Duymamış gibi yaptım gülüşünü ve kahveden bir yudum daha aldım. Kahkahayı bastı!.. Yatağa döküldü kahve, Beril gebertecekti bizi... ... O da benim gibi ilkinde fark etmemişti Boğaz’ın sularına olanları. İkinci defa okumalıydı o bölümü. Sonra son paragrafı yüzüncü defa, bininci defa. Sonra yine dökeriz kahveyi üstümüze başımıza... Telveyi düşleyerek sevişiriz kahve rengi yatakta. (...) Adamlar hâlâ hikayeler anlatıyordu Ankara’dan; gülüşüp duruyorlardı! “Kıl herifler!” diye geçirdim 209 içimden. Halbuki çok şirindiler. Volkmenin sesini kıstım önce, dinlemeye başladım, sonra dayanamayıp tamamen kapattım ve ihtiyacım olan hüznü kahkahalarla anlattıkları hikâyelerin içinden çıkarıp sıkıca yapışmaya karar verdim. Onların neşesinde keder arayacaktım, Harran Ovasında su arar gibi. (Şimdi bir kahkaha da ben patlatabilirdim aslında... Hah hah ha!) “Sen asıl Hasan’ı görmeliydin, ayağa kalkıp horon tepmeye başlamaz mı! Düşünsene, Ahmet Kaya çalarken lazın teki kalkmış horon tepiyor. Millet gülsün mü, kızsın mı şaşırdı. Biz yine kopmuşuz. (Üçü de gülüyor!) Zor zaptettiler bizi..” “Ee, kimse bir şey demedi mi?” “Demez olur mu? Garson geldi, rica falan etti ama takan kim! Dedim ya, biz kopmuşuz bir kere...” Gülüştüler!.. “Karısı ne oldu Hasan’ın yav?” “Gece boyunca evi aramış, bulamayınca telaşlanmış bizi aramış. Hanım söylemiş ‘İçmeye gideceklerdi, herhalde onu da almışlardır.’ diye. Kadın yüreği işte, acımış bu. Sabahleyin onun telefonuyla uyandım zaten. Bizim hanım konuşuyor. Eve dönmüş, oradan arıyormuş. Bulun getirin onu, diyormuş. Çaresiz gittik biz de işte.” “Ee, o da mı Meclis Parkı’ndaydı?” “Evet, çimenlere yatmış horul horul uyuyor. Bekçinin teki uğraşmış ama uyandıramamış. Celalle Sadık da yanındaydı, onlar da aynen, karpuz gibiydiler. 210 Aldık götürdük. Barıştı karısıyla, onlar erdi muradına, işte biz de geldik çıkıyoruz kerevetine..” Yine güldüler. Kolumu pencerenin plastik çıkıntısına koyup elimle saçlarımı taradım. Sultanahmet’e geliyorduk ve dışarısını görebiliyordum. Güzel turist kadınlar ve uzun boylu, kısa pantolonlu adamlar vardı. Durakta üç delikanlı indi tramvaydan, ikisi uzun saçlıydı ve sanırım sarhoştular. Onlara bakarken daha önce aynı durumda olduğumu, Beyazıt’ta tramvaydan sarhoş olarak inip Yenikapı’ya, sahile kadar yürüdüğümü hatırladım. Durağın çıkışına yönelmişti üç genç adam, biri, arkada yürüyen, kısa saçlı, esmer ve dik sakallı olan kafasını çevirip bana baktı. Göz göze geldik; ben tramvayda olduğum için kaçırmadım gözlerimi, o da sarhoşluğuna sığındı herhalde. Yavaş ve bezgin adımlarla yürüdü ve gözlerini ayırmadı benden. Bir an onunla can ciğer dost olduğumuzu düşledim. Bana sevgilisini anlattığını yüksek tavanlı bir evin tek odasında; yerde uzanmış elimizde şarap şişeleri tavana bakıp efkarlanıyor ve şişeleri dikiyorduk kafaya. Güzel sanatlardan herhangi birini okuyordur diye düşündüm daha sonra, üniversitede takıldığı bir grup vardır ve hep beraber böyle ara sıra çıkıp içiyor, sorunlarını dalga geçerek anlatıyorlardır birbirlerine. Bakışları ürkütücüydü aslında!.. Gecenin bir vakti Sultanahmet’te tramvaydan inip nereye gidiyordu? Kararmış teninde parlayan lokantaların ışıkları, dışarı fırlarmış gibi dimdik duran sakalları, düz, tepeden sarkıtılmış kısa saçları, 211 sıska bedeni ve sarhoş başıyla bana öylesine benziyordu ki! Bir an altımdaki yerin oynadığını hissettim tramvay hareket ettiğinde. Kafasını çevirmeye hâli olsa uzaklaşırken de bakmaya devam edecekti belki. Ama ben çevirdim ve tramvay köşeyi dönene kadar baktım arkasından. Sanki bendim o, Sultanahmet’te inmiştim tramvaydan, şimdi karanlığın içinde sarhoş ve parasız olarak sürükleniyordum. Ve tramvay, ağzına kadar dolu renk renk ışıklarıyla birlikte gözden kaybolmuştu. Dermanım yoktu, dönüp bakamıyordum az önce başımı dayadığım cama. Ankaralı üç adam bol kahkahalı sohbetlerine devam ediyorlardı hâlâ. “Ne zaman dönüyorsunuz?” “Yarın akşam, sekiz gibi..” “Hafta sonu gelmeye çalışacağım ben de. Özledim Ankara’yı.” “Gel tabi, ne var bu pis şehirde anlamıyorum zaten!” “Evet ya, gittikçe tadı kaçmaya başladı İstanbul’un. Hem işler de iyi değil eskisi gibi. Belki temelli terk ederiz buraları.” Belki temelli terk ederiz buraları.... (...) “Uyuyorlar mı hâlâ?” 212 “Evet, öküz gibi uyuyorlar.” “Çıkalım mı biz?” “Çıkalım.” Bitmeyecekti bu hikayeler, hep bir evden çıkıp diğerine girecektim. Belki bazen parklarda sabahlamaya fırsat bulacak ama hep evimi özleyecektim. Hep Karadeniz’i özlediğim gibi. Sahile kadar yürüdük. Sadece iki kadeh içtiğini söylemişti, bu kadarı etkilemezdi onu. Biliyordum zaten, sarhoş numarası yapıyordu, ama şikayetçi değildim. Sadece huzursuzdum. Boğaz’a yaklaşıyorduk, Ortaköy’de gece, şehir ve deniz hiç susmazdı. Tıpkı adalarda olduğu gibi, ama o zaman şehir sadece uzaktan seyrederdi beni ya da bizi... Ya da sadece mehtabı. İstanbul asırlardır seyretmiyor muydu mehtabı? Ve ay, asırlardır sırf İstanbul seyretsin diye direnmiyor muydu karanlığa? Eski ahşap bir evin ardından köprüyü gördük. “Sigaran var mı?” “Var ama Samsun.” “Olsun...” Caminin arkasına gittik. Kalabalıktı. Eski filmler için inşa edilmiş kaleleri andıran duvarın dibinde yere, çimenlere oturduk. İkimizde aynı anda bağdaş kurunca gülümsedim ben. Sormadı. Çantasından kitabı çıkardı. “İster misin?” “Niye?” 213 “Okumak ister misin?” “Karanlık...” “Zippo var bende, Beril’den almıştım.” “Peki.” dedim ve kitabı aldım. Sayfaları karıştırırken çakmağı uzattı. Dizimde bir geri bir ileri sürterek iki hamlede yaktım. (Genelde beceremezdim!) Ve epigraftan başlayarak okuyordum: ”Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç.” İbn Zerhani.... Bir elimle çakmağı tutuyor, bir elimle sayfayı çeviriyordum. Duvara yaslanmaktan vazgeçmiş, yanıma sokulup dinlemeye başlamıştı. Sanki ilk defa duyuyor gibiydi, tıpkı benim ikinci okuyuşum gibi. Ben satırların üzerinden yavaş ve kararlı adımlarla geçerken o, sigarasına daha büyük bir hırsla sarılıyordu. «....birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.» Sigarayı çimene bastırıyordu. Tekrar okudum son paragrafı. Ses çıkarmadan dinledi. Son cümleleri tekrar okudum. Yine dinledi. Sonra kapattım ‘Kara Kitap’ı. “Yeni Hayat ha...” dedi. Gülmeye başladım ben. “Bırak bunları, sarıl bana, ölümü bekleyelim.” dedim. Sarılmadı. Ayağa kalkıp denize doğru yürüdü. Ben de kalktım ve ayakta durdum. Solda, köşede bir çift sevişiyordu. Onlara baktım. Sonra yanına gittim. “Ne diyor?” diye sordu. 214 “Deniz mi?” dedim. “Evet, ne diyor?” “‘Allah’ diyor... Ya da ben sadece anlayabiliyorum.” “Nasıl yani?” “Hiç, sadece zikrediyor.” “Neden peki?” Denize döndüm ve sordum: “Neden?” Bekledi(k). bunu “Nedenmiş?” “Tahattur edebilmek için... Bir de, şey... tahazzur.” “Ne demek şimdi bunlar?” “Tahattur, hatırlamak, öteki de hazır olmak, demek.” Anladı ve sustu. “Hazır mısın?” dedim. “Evet, ya sen?” dedi. “Evet.” Susup seyretmeye, dinlemeye devam ettik. “Hadi, dönelim artık, dedim. Eve geç kalmak istemiyorum.” “Ben bu akşam da burada kalacağım.” “Tamam, hadi.” (...) 215 Hep gülümseyen, geceden, şehirden, denizden çok tramvayın kendisiydi aslında... İki arkadaşımla birlikte Sultanahmet’te neden indiğimizi, nereye gidip ne halt edeceğimizi bulmaya çalışıyorduk. Beyazıt’a kadar gelmiştik. İki kadın turist tek başlarına yürüyorlardı. Adını bilmediğim arkadaşım birazdan tecavüze uğramaları için dua etti. Yine adını bilmediğim öteki de gerekirse bu pis işi kendisinin üstlenebileceğini söyledi, tam da Ulubatlı Hasan edasıyla. Ben güldüm. Meydana çıktık. Caminin merdivenlerinde oturup okulun kapısına bakıyorduk. “Ne halt edeceğiz?” dedi biri. Öteki omuz silkti. Ben yine güldüm. Siyah kukuletalı iki adam çıktı okuldan. Birden ayağa fırladım. Onlar bana baktılar. “Gördünüz mü?” dedim heyecanla. “Neyi lan?” dediler. “Bak bak, oradalar, kim onlar?” Kafalarını karabatak gibi uzatıp karanlığa baktılar ve hareket eden iki gölgeyi gördüler. “Of ya, ben de karı falan sandım.” “Kim onlar?” dedim yine heyecanla. “Okulda çalışıyorlar, Selin anlatmıştı, bir proje üstüne çalışıyorlarmış.” “Ne projesi; neden öyle giyiniyorlar peki?” “Ne bileyim ne projesi olduğunu... Hem ne var giydiklerinde?” 216 Cevap vermedim, karanlığa bakarken hayatımın geri kalanında ne yapacağıma karar vermek üzereydim. “Ben gidiyorum” dedim merdivenleri aceleci adımlarla inerken. Ve onlardan ayrıldım. (...) Gam Çölü’nde serab’ı gördükten sonra su aramıyorum artık. Başımda lacivert kukuleta, insanlığın kurtuluşu için çalışıyorum. Bebeği bulacağız, kundağa sarıp yeniden annesinin rahmine koyacağız. İpler sıktıkça boğazımızı, biz, tahattur edeceğiz Hüsn-ü Aşk’ı. (Ah!.. Kafiyeli oldu...) 217 TARİKAT (yarım kalan ikinci hikaye) 1 “Baba, kapıda bir adam seni istiyor.” dedi çocuk. “Kimmiş,” diye sorarken bezle ellerini siliyor, merakla oğlunun yüzüne bakıyordu adam, “Bu saatte?..” “Buyrun, ne istediniz?” “Adınız Orhan mı?” “Evet, neden?” “Bizimle gelmeniz gerekiyor.” “Neden, siz kimsiniz?” “Soru sormayın, daha sonra açıklarız.” Krem rengi eski model bir Ford minibüse arka kapıdan bindiler. İçerde karşılıklı iki oturak ve direksiyonda bekleyen siyah bereli bir adam vardı. Diğerleri üç kişiydiler, ikisi karşısına, diğeri de yanına oturdu. Kapı kapandı ve minibüs hızla oradan uzaklaştı. Çocuk annesini uyandırmaya çalışıyordu. Kadın ölü gibi yatıyor, hiç tepki vermiyordu. “Anne, anne, kalk, babamı götürdüler. Annee!..” Yatağın ucunda yere çöküp ağlamaya başladı. Kadın uyanmadı. 218 ... Birden ışık yandı, Orhan’ın gözleri kamaştı, göz kapaklarını kısarak etrafa bakındı. Odada karşılıklı iki duvara yaslanmış iki kanepe ve ortada büyükçe bir masa vardı. Tavandan aşağı sarkan abajur, kapının hemen yanında boş bir sandalye, onun yanında da küçük ama uzun başka bir masa vardı. Kendini sıkıyor, sakin olmaya çalışıyordu Orhan. Kapı gürültüyle açıldı. Bir adam ve ardından da bir kadın girdi içeri, yüzleri pek seçilmiyordu. Koyu renk dar bir mini etek giyiyordu kadın; uzun ve düzgün bacaklarıyla ayağındaki uzun topuklu ayakkabılar birbirine eklenmiş iki çubuğun gölgesi gibiydiler sanki. Kadınla birlikte giren adam deri montunu çıkarıp sandalyenin arkasına astı. Kadın sandalyeye oturunca yüzünü görebildi Orhan. Siyah çerçeveli gözlükleri vardı. Gözleri yeşil ya da elaydı, ışıkta parlıyorlardı. Arkada toplanmış siyah düz saçları duvarın karanlığında kayboluyordu. Adam önünden geçti kadının, yürüyerek Orhan’ın oturduğu sandalyenin arkasına kadar geldi. “Nasılsınız Orhan Bey?” “İyi değilim, bir açıklama yaparsanız belki daha iyi olabilirim.” “Öyleyse uzun bir süre iyi olamayacaksınız, zira açıklamayı kimse bilmiyor. Aslına bakarsanız bizim de tek istediğimiz bu: bir açıklama.” “Nasıl yani?” 219 Adam hareketsiz, konuştu: “Adınız Orhan, evli ve bir çocuk babasısınız...” “Evet...” “Kesmeyin lütfen! Üniversite mezunusunuz, iyi bir işiniz, mutlu bir hayatınız var. Sabıkanız, herhangi bir suçunuz yok.” “Bu da ne demek şimdi?” “Geçtiğimiz hafta sonu, Pazar gecesi düzenlenen ayine katıldığınızı inkar etmeyeceksiniz herhalde Orhan bey!..” Bir an ne diyeceğini bilemedi Orhan. Telaşla cevap verdi. “Sanırım yanlış adamı tutukladınız. O gece saat tam birde evimde bir doğum günü kutlaması vardı, şahitlerim var. Evim Avcılar’da, Şişli ise oldukça uzak.” “Hah! Ayinin Şişli’de olduğunu nereden biliyorsunuz peki? Boşuna Orhan Bey... Bence bizi uğraştırmayın ve sorularımızı yanıtlamaya başlayın isterseniz.” Yüzü birden bembeyaz kesilmişti Orhan’ın. Karısını ve çocuğunu düşündü. Sonra bütün hayatı... Cevap vermedi. Başını yavaşça önüne eğdi. Çıt çıkarmadan oturuyordu. Adam soruları sıralamaya başladı. “Bir lideriniz var mı, ne kadar düzenli çalışıyorsunuz, tam olarak amacınız nedir, devlete ve rejime karşı tavrınız nedir?...” Orhan’da en ufak bir hareket yoktu. Kısa bir sessizlik oldu. “Sana söylüyorum, cevap ver!” diye 220 bağırdı adam. Karşılık alamayınca sandalyede oturan kadına baktı. Kadın ayağa kalktı. Gözlüklerini çıkarıp sandalyenin yanındaki uzun masanın üzerine bıraktı. Orhan’a yaklaştı. “Orhan Bey, bize yardımcı olursanız, biz de size yardımcı olabiliriz...” Orhan’ın iki yana sarkmış elleri, önüne düşmüş başı ve hareketsiz bedenine bakıyor, bu muhteşem sese bile kulak asmamasına sinirlenmeye başlıyordu bile. “Örgütün adını söyleyerek başlayabilirsiniz mesela.” dedi. Orhan’ın hâlâ hareketsiz olduğunu görünce adam, birden atıldı ve saçlarından kavrayıp ayağa kaldırdı. Orhan yere yığıldı. Çoktan ölmüştü. İkisi de şaşkın, birbirlerine bakıyorlardı. (...) Şişman baş komiser bas bas bağırıyordu. “Ne demek ölüverdi! Nasıl?!..” “Biz de bir şey anlamadık. Daha bir fiske bile vurmamıştık. Sorulara karşı tepkisiz olduğunu görünce saçından tutup kaldırdım ama.. ölmüştü işte.” “Otopsi yapıldı mı?” “Yarından önce sonuç alamazmışız.” “Allah kahretsin! Kimdir bunlar? Nereden çıktılar? En ufak bir bilgi bile yok. İlk defa birini ele geçiriyoruz 221 onu da tek kelime öğrenemeden öldürüyoruz!.. Yıkılın şimdi!” Adam odadan henüz çıkmıştı ki baş komiser yeniden gürledi: “Nermin Hanım’ı gönder buraya.” İki dakika olmamıştı, Memur Nermin Serter kapıyı çaldı. “Gir,” dedi baş komiser Mehmet Ali. “Beni çağırmışsınız amirim.” “Gel... Otur bakalım. Anlat, ne var elinde?” “Hiç, amirim, hemen hiçbir şey yok. Bir tür tarikat oldukları anlaşılıyor, fakat dinle ya da irticayla pek ilgileri olduğunu sanmıyorum...” “Neden, nereden biliyorsun?” “Adamın tavırları çok tuhaftı. Ayine katıldığını bildiğimizi söylediğimiz andan itibaren başını sanki bir şeyden utanmış gibi önüne eğdi ve tek kelime dahi etmedi. Anormal bir hareket yapmadı, yani kasılma ya da dilini ısırma gibi. Nasıl becerdi bilemiyorum, bir anda öldürmüş kendini.” “Basının haberi yok, değil mi? Başımıza kalmasın bu da şimdi.” “Henüz yok ama fazla saklayamayız. Yani en azından yeni bir ayin olursa mutlaka haber alacaklardır. Bizden daha sağlam istihbaratları var neredeyse.” 222 “Tabi bizden daha sağlam olur, memurlarımız beş para etmiyor ki, iki kuruşa ruhlarını bile satarlar!.. Neyse. Şimdi gidebilirsin. Herhangi bir gelişmeden mutlaka haberim olsun.” “Emredersiniz amirim.” ... Otopsiden bir sonuç çıkmamıştı. Olaydan iki gün sonra Orhan’ın cesedi Kumkapı’da, tren raylarının üstünde parçalanmış hâlde bulundu. (...) Kapı çalındı. Mutfaktan çıkan adam sessizce kapıya yanaştı. “Kim o?” diye sordu. Kapı iki kere daha vuruldu. Bu parolaydı, soruya karşılık ses çıkarmayıp kapıya vurmaya devam etmek gerekiyordu. Üç kişiydiler. Seri hareketlerle hemen içeri girdiler. Kapı kapatılıp delikten dışarısı gözlendi. Sonra salona geçildi. Oturdular. “Orhan...” dedi Mehmet, “yakalanmış...” Hepsi başlarını öne eğip sustular. Sessizliği ev sahibi Adnan bozdu. 223 “Bu gün onun için dua edeceğiz. Karısını da öldürmüşler. Çocuğu gizlice alıp şehir dışına çıkarmak gerek. Gözleyebilirler.” “Neden, çocuklarla ilgilendiğimizi bilmiyorlar ki?” dedi Halit. “Olsun, normalde hiçbir şey bilmiyorlar ama dikkatli olmakta fayda var.” Kapı yeniden çalındı. Salona dört adam daha girdi. Hepsi Orhan’ı duymuştu. Yüzlerinde zaten hep var olan hüzün daha bir belirginleşmiş, kederle birbirlerine bakıyorlardı. Her gelen teker teker diğerlerine sıkıca sarılıyor ve baş sağlığı diliyordu. Yarım saat içinde sayıları kırk dörde ulaşmıştı. Hemen hiç kimse konuşmuyordu. Adnan elinde büyük bir tepsiyle içeri girdi. Uzun cam bardaklarda meyve suları elden ele dolaştı. Kapı çalmaya, insanlar gelmeye devam ediyordu. Sayı yetmişe varmak üzereydi. Salona sığmayınca yan odalara da yerleşmeye başladılar. Yaşları on sekizle kırk arasında değişen yetmiş küsur erkek bir evde toplanmıştı. Bazıları doktor, bazıları mühendis, bazıları işsiz, bazıları sanatçı, bazılarıysa henüz öğrenciydi. Yeni gelenler tanıştırıldı, Orhan’la ilgili anılar anlatılıp hatırasına saygı gösterildi. Dualar edildi, “amin” denildi. Ve saatler on biri çeyrek geçiyorken yavaş yavaş hareketlenmeler başladı. Salonda, orta yerde bir halka kuruldu. Değişik müzik aletlerinden oluşan bir orkestra son hazırlıklarını 224 yapıyordu. Düzenli bir şekilde halka genişliyor, salonun dışında da düzen bozulmadan yerleşim sürüyordu. Saat tam on bir buçuk olduğunda sesler bıçak gibi kesildi. Işıklar söndü. Önce bir nefes, kamışa girdi ve oradan kulaklara erişti. Başlar yeniden öne düştü. Arkadan bütün aletler aynı anda çalmaya başladı. Yerlerde bağdaş kurmuş yetmiş erkek yavaşça başlarını hareket ettirmeye, sağ ellerini yumruk yapıp beklemeye başladı. Müzik devam ediyor, yürekler teker teker dirilmeye, âdeta kuş olup uçmaya başlıyordu. İlk atlama gerçekleşti: Ölesiye sıkılı yumruklar göğüslere vuruluyor, başlar ellerle birlikte sağa sola savrulup duruyordu. Gözler çağlamış, gürül gürül boşanıyordu. Acıya coşkuyu bulamış kendinden geçen onlarca erkek bir evde, bir çatının altında toplanmış hüngür hüngür ağlıyordu. Yürekler çoktan kanatlanmış, göğe yükselmişti bile... “Bir yolda yürümeyi, hatta yalpalayarak da olsa koşabilmeyi kader bellemiş, vefadan nasipsiz, cefadan bihaber bir Elifin mahkumlarıyız biz. O Elif ki bin yıldır uykuda, o Elif ki bin yıldır kör, o Elif ki bin yıldır yok. Ehli Aşk’ın vücuda gelmesi için biz, bir candan değil, bin candan vazgeçmişiz. Kadından, oğlandan ziyade olsun diye sevdayı aşka devşirmişiz. Göğün mavisini yerin karasına çalmış, toprak olmuş denize akmışız. Balıkçının oltasında yem, açın gırtlağında nefes, öksüzün saçında dolanan el, sevgilinin düşünde Aşk olmuşuz. 225 Sıkılı yumruklarımız ilahi sabrımızın, sallanan başımız yitirdiğimiz aklımızın işaretidir. Susan, hep susan, ölesiye susan dillerimiz; uyuyan, ölü gibi uyuyan, dilinde lâl, gözleri âmâ, yüreği buzdan, görünmez bir sevgiliye yakarıştır. Biz dağlardan kopup göğe yükselen turnalarız. Biz Aşk’ın Elife benzeyen yüzüne aşığız.......” (...) Sigara üstüne sigara içiyordu gazeteciler. Koridor ağzına kadar insanla doluydu. Nefes ve ter kokusundan boğuluyorlardı. Kameraların objektifleri buğulanmış, tutan, taşıyan, sallanan, bekleyen eller terlemişti. Kapılar açıldı ve içeri dört adam girdi. Saçları düzgün taranmış dört esmer adam basın toplantısı için sandalyelere geçip oturdular. Biri, sakallı olan, mikrofona yanaşıp herkesi selamladı ve önceden hazırlanmış bildiri metnini okudu. Metin bitince teşekkür edip ayağa kalktı, diğerleri de ona eşlik ettiler. Gazeteciler birden soru yağmuruna tuttular toplantı salonunu ama dördü de girdikleri kapıdan çıkmışlardı. (...) Baş komiser Mehmet Ali Bey sinirliydi. Ofiste iki komiser ve özel birimden Nermin Serter hanımefendi vardı. Hepsi susmuş Mehmet Ali Bey’e bakıyorlardı. 226 “Yani şimdi şiddet eylemleri mi başlayacakmış? Peh!.. Bu bizim işimize gelir, açık ederler kendilerini. Ve kolayca bineriz tepelerine.” “Sizce bu kadar kolay olur mu efendim?” dedi Nermin Hanım. Baş komiser birden ona döndü ve kısık sesle ama hiddetle: “Olacak!” dedi. “Şimdi... Gece devriyeleri iki katına çıkarılacak. İzinleri de iptal ediyorum. Herkes tetikte olacak. Bir tür tarikat olduklarına göre dini simgeleri olan bütün kurumlar gözetim altında olacak. Bütün şüpheliler gözaltına alınacak ve bırakılmayacak.” “Fakat efendim, şüpheli olduklarını nasıl anlayacağız? Hiçbir işaretleri, bir yöntemleri yok ki..” “Fazla iyi olanları toplayın yeter. Gereğinden fazla anlayışlı olanları... Her şeyi göze alıyorum bunun için... Bütün sorumluluk bende.” Felaketler sonrasında valinin Ankara tarafından kızağa alınmasının ardından Belediye Başkanı Sami Ercan da istifasını verince şehrin kontrolü tamamıyla Başkomiser Mehmet Ali Kılıç’a kalmıştı. Kimse ondan hesap sormuyordu. Zaten kimsenin buna istekli olduğu da söylenemezdi. Hayat yeterince düş kırıcıydı çünkü. Haklarında en ufak bir bilgi dahi olmayan bir çeteye, ya da bir tarikata karşı savaşmaları gerekiyordu. Bu görünmeyen bir düşmanla savaşmaktan farksızdı tabi. Yani fazlaca umut yoktu. Sadece basın toplantısında okunan bildiri metni ve altındaki imza: Elif; bunun 227 dışında hiçbir ipucu yoktu ellerinde. Bu kelimenin ne anlama geldiğini, ya da ne anlama gelebileceği hakkında da en ufak bir fikirleri yoktu. Ama yine de bir yerden başlamalıydı, ve Nermin Serter hanım ‘Elif’le ilgili araştırmaya Arap alfabesinden başlamayı önerdi. Başkomiser Mehmet Ali bunun sebebini sormadı bile, bu konuda ona güvendiğini söyledi, öğrendiği her şeyi hemen rapor etmesini emredip ofisten çıktı. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinden iki uzmanla birlikte araştırmalar başladı ama tabi hiçbir sonuca varılamadı. Alfabenin ilk harfini bildirinin sonunda sanki örgüt adı verir gibi dile getirmeleri büyük olasılıkla bir şaşırtmacaydı sadece. Örgütün bir adının olmadığını düşünüyordu Nermin Hanım, hatta bunun bir tür örgüt olduğunu da pek sanmıyordu. Ama tam manasıyla bir tarikat da sayılmazlardı. Herhangi bir dine ait hiçbir simge kullanmamışlardı. Gerçi kamuya ait herhangi bir ortamda bir eylem de yapmamışlardı ama gene de bir tek baskın sonucu da olsa, anlaşıldığı kadarıyla bir ayin yapıyorlardı ve bu da kanunlara aykırıydı. Ama hangi kanun? Kanunlar 90’lı yıllardan beri öylesine laçka olmuştu ki kimi neyle suçlayacağından emin olamıyordu savcılar. Adamlar gösteri yapmıyorlardı, herhangi bir şiddet eylemi de olmamıştı, kendilerine zarar verdikleri için onları içeri tıkamazlardı. Bir hukuk sisteminin hâkim olduğu iddia edilebilseydi bile polisin elinden bir şey 228 gelmiyordu, burası Türkiye’ydi, artık herhangi bir sistem ya da düzene sığınmanın pek bir anlamı yoktu. Son askeri darbe ve ardından gelen sokak çatışmaları insanları öylesine bıktırmıştı ki artık ne bir düzen isteyen vardı, ne de hukuk. Çünkü herkes artık uygulamanın olanaksızlığına, bu durumdan bir kurtuluş çaresinin de olmadığına bütün kalbiyle inanıyordu. Asker darbe yapmaktan bıkmış, rejim aleyhtarları artık yeni bir isyan çıkarmaktan bezmiş, halk parasızlıktan yakınmaz olmuştu... Aslında her şey Boğaz’daki o büyük felaketten sonra varolma sevincini yitirmişti âdeta. Rum bandıralı bir şileple Rus savaş gemisi Gradyen, Kandilli açıklarında çarpışmış ve şilepteki bütün petrol yükü denize dökülmüştü. Artık yalnız Haliç değil, şehrin Boğaz’a kıyısı olan bütün semtleri birer hayalet kasaba hâline gelmişti. Her an bir yangın çıkabilir korkusundan çok her sabah pencerelerini açtıklarında Boğaz’ın o kapkara simasıyla karşılaşmaktan nefret ettikleri için köprüyü kullanmıyordur insanlar, kimse karşıya geçmiyordu. Şehir iki ayrı parçaya bölünmüştü. Kazanın gerçekleştiği 1996 yılından bu yana dört yıldır sürüyordu temizleme çalışmaları; ama boşunaydı, deniz intihar etmişti sanki. İnsanlar bir asırdır yüzlerinde, bakışlarında taşıdıkları o umutsuz hüznü de kaldırıp atmışlar ve şehrin içlerine doğru göç etmişlerdi. İstanbul, İstanbul değildi artık ve buna karşı yapılacak hiçbir şey yoktu. Yeniden başlayıp, 229 her şeyi yeniden hesaplamak; boş bir sayfa açıp alfabeyi yeniden yazmak isteyen birileri vardı ama, birileri..... ve artık elindeki tüyü hokkaya batırmış bekleyen parmakların hareket etme saati gelmişti. Kağıda hattatlığının son nefesiyle bir “elif” yazmalıydı TARİKAT... Önce mücevheri bulmalıydı. İlk iş TRT binasına girip haritayı ele geçirmekti. (...) Yağmur yağıyordu 14. sokağa. Ben köşede yolu gözetliyordum. Arkamda sessiz, küçük bir kalabalık. Yolun karşısında, diğer köşede Sait, onun arkasında da yine sessiz bir kalabalık. Bir an göz göze geldik. Sanki bir kıvılcım sıçramıştı Sait’in gözlerinden. “Haydi!” diye bağırdı... Ben yerimden fırlamıştım bile. Sopalarla daldık sokağa. Bütün camları indiriyorduk. Telefon kulübesine vurdum ben önce elimdeki kalası. Sait döner kapısından içeri daldı binanın. Arkasından koştum ve döner kapının camlarını indirip içeri daldım ben de. Bakmadım ama arkamdan sekiz-on kişinin daha binaya girdiğini anladım. Kimse bağırmıyordu, fakat gürültü sokakta öyle bir yankı buluyordu ki sesler sanki bir “hücum” emri gibi geliyordu kulağıma, iyice gaza gelip bu sefer korkudan 230 gözleri yuvalarından fırlamış olan güvenlik görevlisinin kafasına indirdim kalası. Sait merdivenlere koşuyordu. Arkasından gittim. Arkamda sesler beni takip ediyordu. Dörder beşer çıkıyordum merdivenleri, Sait’e yetiştim. Üç kat çıkmıştık. Durdu. Ben de durdum. Arkadan gelen Mehmetali’ye asansör kapısını işaret edip, “İptal et şunu!” dedi ve yeniden merdivenlere yöneldi. Ben de arkasından. Asansör kapısına vuruyordu Mehmetali elindeki demir çubuğu. Diğerleri bizimle birlikte geldiler. Onuncu kata kadar tırmandık merdivenleri. Sait bir kapının kilidine iki el ateş etti. Tek silahımız vardı ve o da Sait’in elindeydi. İçeri daldık. Bir koridor çıktı karşımıza. Yan yana kapılar vardı. İkisi açıldı ve bir kadın ve bir adam çıktılar. Sait adama ateş etti. Ben kadına vurdum yine kalasla, hızımı hiç kesmeden. Adam yere düşerken elinden bir simitvesson yuvarlandı önüme. Attan inmeden yerden bir şey alan akıncı gibi hiç durmadan kaptım silahı ve koridorun sonundaki kapıda kaybolan Sait’e doğru koşmaya devam ettim. Ben tam kapıyı açıp geçiyordum ki bir silah patladı. Sait kendini koltuğun arkasına atmıştı. Karşıda, camın önündeki masanın arkasında bir adam vardı. Ani bir hareketle geri dönüp kapının arkasına saklandım. Adam çok korkmuştu, artarda ateş ediyordu. Teker teker saydım kurşunları. Altıncıyı da ateşleyince fırladım yerimden. Sait de fırlamıştı aynı anda. Ben daha öndeydim, koşarak masaya yaklaştım ve ayağa kalkmakta olan adamın suratına geçirdim kalası. Yere 231 düştü ama hemen doğrulmak için hamle yaptı. Sait silahını adamın üzerine boşaltmaya başladı. Birden odanın diğer kapısı açıldı ve üniformalı bir adam elinde silahla içeri girdi. Bizi görür görmez geri çekilip ateş etmeye başladı. Bir kurşun çok yakınımdan geçmişti, yerde yuvarlanıp koltuklardan birinin altına girdim. Sait ne yaptı göremedim. Silah sesleri kesildi. Birden bizim odaya girdiğimiz kapı açıldı ve arkasından bir el daha ateş edildi. Tanıdık bir ses duyduk. Koltuğun altından bakıyordum. Hasan’ın kanlar içinde başını gördüm. Gözleri açıktı, ölmüş olmalıydı. Birden ayağa kalkıp rast gele ateş etmeye başladım. Sait ortalarda görünmüyordu. Adamı vurdum galiba. Arkamda bir kapı açıldı. Hızla kendimi koltuğun üzerine attım. Bir el ateş edildi ve kapıdan giren adam yere düştü. Arkama bakınca Sait’in bana baktığını gördüm. Gülümsedim. Kaşları kalkıp indi. Başıyla “Yürü” anlamına gelen bir işaret yaptı. İkimiz de koşarak odadan çıktık. Başka bir koridora girmiştik. Sait durdu. “Hasan öldü mü?” dedim. “Şehit oldu!” dedi. Kapılara bakıp bir şeyler hesaplıyordu. Birden parmağıyla koridorun solundaki kapıyı işaret etti, baştan altıncı ya da yedinci oluyordu. İkimiz de kapının iki yanına geçip sırtımızı duvara dayadık. Sağ elinde silahı tutuyor sol eliyle de kurşun dolduruyordu. Elimdeki tabancaya baktı. “Vurulan adamdan aldım.” dedim. “Dolu mu?” dedi. “Bilmem,” deyip kontrol ettim. Bir tane kalmıştı. Çıkarıp gösterdim. 232 Bana üç tane kurşun verdi. Silahları doldurmuştuk. Sol eline aldı silahı. Sağ elinin parmaklarıyla saymaya başladı. Bir, iki, üç!... İçeri girip yere attık kendimizi. Yuvarlanırken ateş ediyorduk. Ben iki, o dört el ateş ettik. Durduk ve dinlemeye başladık. Oda boş olmalıydı. Hiç ses çıkmıyordu. Ben yavaşça başımı çıkardım koltuğun arkasından. Evet, oda boştu. Sait masanın arkasına geçip çekmeceleri karıştırmaya başladı. Ben kapıyı gözlüyordum. Ara sıra Sait’e bakıyordum. Arkasında dev bir cam vardı. Camın arkasında İstanbul... Uzakta köprünün ışıkları, yarısı bozuk, yanıyordu. Haliç’i görüyordum, susuz, zavallı, biçare Haliç’i. İnsanları düşündüm, evlerinde, oturma odalarında, koltuklarına, kanepelerine oturup başlarını dizlerinin arasına sokup silah seslerini duymamak için tıkıyorlardı kulaklarını. Bitsin artık, bitsin bu işkence, diye dua ediyorlardı. Bitecek, dedim içimden, bitecek ve hepimiz kurtulacağız, hepimiz kurtulacağız! “Buldum!” dedi Sait. Aynı anda siren sesleri ortalığı birbirine kattı. “Acele et! Kaçalım buradan,” dedim. “Bekle,” dedi Sait. Elindeki anahtarla kasayı açtı. Belindeki çantaya doldurdu kağıtları. Üç deste de para vardı. Beş milyonluk sandım önce ama sonra fark ettim, dolardı hepsi. Siren sesleri çok yakındılar, belki de binanın girişi tutulmuştu. Arkadaşlar ne hâldeydiler 233 acaba? Belki hepsi yakalanmıştı. Belki buradan çıkamayacaktık. Belki.. belki... “Hadi, dedim, acele et!” Koridora çıktık. Merdivenlere geldiğimizde dört kişinin bizi beklediğini gördük. Biri Ahmet... “Acele edin, nerede kaldınız? Aşağıda çıngar koptu, ana baba günü. Arkadan çıkıyoruz. Nurettin Abi minibüsü oraya getirmiş.” “Millet nerede, kayıp var mı?” “Bizden yok, sadece Hasan kayıp.” “O şehit düştü,” dedi Sait. Başlarını eğdiler. Ben de eğdim. Sait “Hadi, dedi, çıkalım bu mezbeleden!” Merdivenleri beşer beşer indik. Yangın kapısına ateş ettim ben. Kilit kırıldı. Merdivenlerden indik aceleyle. Aşağıdaki kapıyı açmıştı bizimkiler. Minibüs bekliyordu. Nurettin abi çantayı istedi. “Diğerleri neredeler?” diye sordum. “Ara sokaklarda kayboldu hepsi. Daha sonra, ortalık yatışınca biraz, rıhtımda toplanacağız. Birkaç gün hareket yok.” dedi Nurettin Abi. Minibüse doluştuk. Dokuz kişiydik. Sait öne, Nurettin Abi’nin yanına oturdu. Minibüsü Turgut kullanıyordu. Tekerlekleri viyaklayarak yerinden fırladı araç. Karanlık sokaklarda kaybolduk. (...) “Bu rezalet hakkında söyleyecek bir şeyiniz var mı Nermin Hanım?!” 234 “Yarın bu görevden alınmam için dilekçemi masanızda bulacaksınız efendim!” “Ha ha ha... Çok komiksiniz komiser hanım!.. Bu gece bütün birim amirlerini odamda görmek istiyorum. Operasyon yapılacak ve ben, bizzat yöneteceğim.” “Emredersiniz efendim!” (...) “Hasan için ağlayalım arkadaşlar... Şehitlerimiz için ağlayalım ama bitmeyelim. Elif’e yakınız artık, Elif’e çok yakınız. Sait, buraya gel.” Sait sahneye çıktı... “Sait arkadaşımız için dua edelim. Her şey yoluna girecek arkadaşlar. Arkadaşımızın bulduğu harita sayesinde her şey eskisi gibi yoluna girecek.” Sait’e sarıldı. Bana baktı Sait, gözleriyle sarılmıştı sanki o da bana. Gözlerim doldu. Salondan çıkmak zorunda kaldım. Dışarıda bir sigara yakıp gökyüzüne baktım. Baktım ve hüngür hüngür ağladım. Ta ki Ahmet’in o ayağım büyüklüğündeki eli omzumu kavrayıp beni ayağa kaldırana, sıkıca sarılana kadar. Sonra ben de unutma seansları için salona, arkadaşlarımın yanına gittim Ahmet’le beraber. Unutma seansları... Daha fazla hatırlayıp, daha fazla acı çekerek her şeyi unutmak... Biz bir tek “Elif” için canımızı feda etmeye hazır yüzlerce erkektik. Elif uyanacaktı uykusundan ve bizi ve insanlarımızı kurtaracaktı artık. 235 Adnan ve Nurettin Abiler Anadolu’ya gidecek ve mücevheri getirip sahibine teslim edecekler, ve biz de kurtulacaktık, işte, bu kadar basitti... 2 Yağmur olanca şiddetiyle yağıyordu, toprak yol çamur deryasına dönmüştü. Henüz tamamlanmış bir karınca yuvası sular altında kalıyordu, sırılsıklam olmuş, tüyleri dikleşmiş uyuz bir köpek geçti kavşaktan. Ford marka bir minibüs durdu aynı kavşakta. Bir postal göründü arabanın sol kapısının hemen yanında yere basan ve ardından diğer teki de belirdi. Sonra kıvrılmış paçasıyla bir kot pantolonun sardığı bacaklar: yarıda kesildiler ve bir pardösü başladı. Bir sırt, geniş bir omuz ve kalkık yakası. Ardından siyah bereden taşan bir tutam siyah saç. Başını çevirip arabanın öteki tarafına, Nurettin’e baktı Adnan. Yağmur olanca şiddetiyle yağıyordu. Minibüs kavşağa, köşedeki birahanenin karşısına park etmişti. Kapılar kapandı. Kızıl saçları yağmurla birlikte yüzüne yapışmıştı Nurettin’in. Birahaneye doğru koşar adım yürüdüler. Zil sesini duyunca iki baş döndü kapıya. Biri Hasan Efendi, diğeri karısı Yeter. “Selamünaleyküm” dedi Adnan. Hasan Efendi selamı aldı. Buyur etti, karısına 236 tabure getirmesini söyledi, hemen anlamıştı yabancı olduklarını. Karadeniz insanı misafirperverdi. Şimdi dükkanın ortasında küçük bir sehpanın üzerinde sıcak çaylardan tüten dumanla beraber muhabbet ediyordu üç erkek bir de kadın. “Demek Bursa’dan geldiniz...” Düşünüyormuş gibi başındaki bereyi kaşıdı Hasan Efendi. “Hangi köy dediniz?” “Elifhan köyü, buralardaymış.” “Evet ya, kasabanın epey dışındadır ama. Yol yürümek gerekir.” “Yağmur ne zaman diner acaba?” dedi Nurettin. “Burada yağmur hiç dinmez. Bazen yavaşlar, bazen hızlanır ama hiç dinmez.” diye lafa girdi Yeter. Adnan çayını yudumlarken Yeter’e baktı. Yazmasını düzeltiyordu kadın konuşurken. Zeytin gibi kapkara gözleri vardı ama saçları açık renk olmalıydı, teni de beyazdı çünkü, hatta sarı gibi. Kalacak yer sordular. Hasan Efendi kendilerini misafir edebileceklerini söyledi ama Adnan teşekkür edip bir otel bulmaları gerektiğini söyledi. “Hoş geldin” otelini tavsiye etti Hasan Efendi, oraya da yakındı. Yağmurun yavaşlamasını beklemeden Hasan Efendi’yle birlikte çıktılar dükkandan. “Gece mi çıkalım yola?” diye sordu Nurettin. Adnan aynanın karşısında kımıldamadan oturuyordu. Şifoniyerin üstündeki tarağa takılmıştı gözleri. Uzun siyah saçlar vardı üzerinde, biri unutmuştu herhalde. 237 “Hayır, dedi sonra, rehber bulmak gerek, kaybolmak istemiyorum, bir de bununla uğraşmayalım. Sabah ezanından sonra çıkarız.” Nurettin odanın ortasındaki sehpaya bakıyordu, yatağın kenarına oturmuş hem heyecanlanıyordu yarın ve ardından gelecek diğer günler için hem de tedirgindi yine yarın ve ardından gelecek günler için. İstanbul’da neler oluyordu? “Arayıp vardığımızı bildirsek mi?” dedi sonra Adnan’a dönerek. “Olmaz, dedi Adnan. Emniyetli olmaz bu... Şimdi yatalım. Sabah erken kalkacağız.” Nurettin yatağa uzanırken Adnan ayağa kalkmıştı. Pencereye yanaştı, perdeyi hafifçe aralayıp dışarıya baktı. Yağmur diner gibi olmuştu, sokağın karşısındaki elektrik direğinin altındaki su birikintisine bakınca ancak anlayabiliyordu hâlâ yağdığını. Lamba bozuk olmalıydı, sonra diğerlerine baktı teker teker, görebildiği kadarıyla sokakta karşılıklı sekiz lamba vardı ve sadece dördü yanıyordu. Yeterler Birahanesi’nin kapısı açıldı, iki adam çıktı dışarı. Biri kasketini taktı başına, diğeri şemsiye açtı. Brandanın altında bir süre durdular, bir şey konuşuyorlardı sanki, ama isteksiz ve zorla yaparmış gibi. İkisi de sarhoştu, sallana sallana çıktılar brandanın altından ve sokağın doğu tarafına doğru yürüyerek uzaklaştılar. Bir kibrit yandı ve bu tehlikeli sessizlik bozuldu. İçeri çevirdi başını Adnan, Nurettin sigarasını yakıyordu. Birden içinde bir coşku belirdi Adnan’ın. 238 “Hocam...” dedi Nurettin’e. Nurettin ona baktı, ve bakar bakmaz gördü gözündeki parıltıyı. Soran gözlerle sürdürdü bakmayı. “Mutluyum hocam, dedi Adnan, mutluyuz!” Nurettin sigarasını tablaya bıraktı. “Olacağız.” dedi. “Evet, çünkü biz hiç yitirmedik umudu, değil mi?” “Doğru.” dedi Nurettin. Sigarasını alıp dudaklarına götürdü. Adnan da bir sigara yaktı ve sabaha kadar gözlerine uyku girmedi iki yılmaz savaşçının. ... “Şu ilerdeki tepe var ya, onun ardında dar bir vadi başlar, o vadiden geçmek lazım, su yoludur, ıslanacağız biraz, zaten yağmur da azar birazdan.” “Hazırlıklıyız Dursun arkadaş, meraklanma sen.” “E iyi o zaman, gelin benle.” Nurettin, Adnan ve Sürmeneli Dursun, Hasan Efendi’nin tavsiyesiyle benekli bir çoban köpeğini de yanlarına alıp kiraladıkları eski model bir ciple yola koyuldular. Dursun’un sözünü ettiği tepe o çevrede herkesin yakından tanıdığı Bilgeler Tepesiydi. Nurettin cipi o yöne doğru sürerken Dursun da tepenin köylüler ve kasabalılar arasında dönüp dolaşan üç ayrı hikayesini anlatıyordu. 239 Adnan ön koltukta yan oturmuş Dursun’u dinliyor, yola henüz çıkmışken Nurettin’in “Havhav” ismini taktığı çoban köpeği arka koltukta, Dursun’un yanında sessizce oturmuş manzarayı seyrediyordu. Dursun anlatıyordu: “Kazı yapmak için İstanbul’dan, üniversiteden adamlar gelmiş yıllar önce, doksanlarda, ben o zaman küçüktüm, ninem anlatır daha çok. Tepeye çıkmaya çalışmışlar ama şu kambur var ya, işte bak, sol tarafta göründü...” “Evet..” “İşte o kambur yüzünden bir türlü becerememişler kazmayı, onlar kazdıkça kambur üzerlerine çökmüş.” “Ne arıyorlarmış, yani altın falan mı, yoksa batık kent gibi bir şey mi?” “Bilmem, elmas gibi taşlar aradıklarını söylerdi ninem. Ama bunağın tekiydi. Orada hep çok değerli bir taş olduğunu söylerdi.” “Eee, buldular mı?” “Yok, devlet paralarını kesti artık, biraz daha uğraştılar ama olmadı. Paraları bitince gittiler.” “Diğer hikaye?..” “Bir de Hacı İlyas Efendi vardı, Elifhan’ın imamlığını yapardı ama aslında imam değildi. Yani devlet imam göndermemiş, köylüler de bunu, hacı olduğu için herhalde, imam yapmışlar. Evliya gibi bir adammış, kerametler gösterirmiş. Ama ninem onun yalancı imam olduğunu söylerdi hep, hacca falan da 240 gitmemiş nineme bakarsan. Ninem biraz tuhaftı işte, hep muhalefet ederdi...” “Tepeyle ilgisi neydi bu hacının?” “Bir kaza olmuş, Elifhan’ın en güzel kızının düğününde. Elif kızı şehirden, Trabzon’dan gelen bir mühendise vermişler, kız da onu sevmiş, yani ikisi de mutluymuş, herkes de mutluymuş... Ama başka bir adam varmış, kızı seviyormuş bu da, adı şeydi... Bak unutmuşum... Hah! Davut. Bu delikanlı biraz çatlakmış, yani köyde pek görünmezmiş, ormanda dolaşırmış, bazen da balığa çıktığını görürlermiş. Kimsesi yokmuş. Küçük bir teknesi varmış, onunla ara sıra balığa çıkar geçimini sağlarmış. Deli değil aslında, tuhaf işte, bilirsiniz, siz de şehirlisiniz, vardır ya hani, kimseyle konuşmazlar, hep bir dertleri varmış gibidir ama hiçbir şey söylemezler, bazen köye inip içki alır ve hemen sonra yeniden ormana ya da denize kaçarmış Davut. Elif kızı köy yolunda görmüş. Hiç ses etmeden izleyip durmuş. Abayı yakmış sizin anlayacağınız.” “Ee, sonra?” “Bizim Elifle mühendisin düğünü olacakmış. Köy yerinde başlamış şenlik. Tabancalar fora... Bu herif, Davut, basmış düğünü. Mühendisi tek kurşunla öldürmüş. Sonra Elif’i kaçırmış. Ormana.. Ama sonra, yani aranıp da bulunamayınca bunlar, dur bakiyim, işte bir yıl kadar sonra iki ceset bulunmuş. Nah şu kamburun gölgesinde. Ninem kız ona vermeyince kendini, herif öldürdü der durur. Herif de kahrından ölmüş nineme 241 bakarsan. Aslında kahrından falan değil, kızı öldürdüğü silahla bir kurşun da kafasına sıkmış. Tabi kızı o öldürdüyse..” “Allah Allah... Peki ya İmam, onun ne ilgisi olduğunu söylemedin?” “Ya işin orası biraz komik. Yani bende anlamam. O cesetler bulunduktan sonra imamı tutukladılar. Jandarma gelip götürdü, suçunu anlamadık, sahte imam olduğu için dendi bir ara ama bilmiyorum, işte öyle, giden gitti, kalan da kaldı.” “Üçüncü hikaye nasıldır, vaktimiz varsa onu da anlat.” “Yok, vakit yok, geldik.” Güneş neredeyse büsbütün gömülmüştü tepelerin arasında. Kızıllık ahenkle karanlığa dönüyordu. Cipi açıkta bir yere park etmişlerdi. Yıldırım düşermiş yoksa. Dursun yıldırım hikayeleri anlatırken Adnan ve Nurettin sırt çantalarını hazırlıyorlardı. Yarım saat sonra, artık hava iyice kararmıştı, yağmur yağmaya devam ediyorken yaya olarak yola koyuldular. 242 İSTANBUL NERESİ? (yarım kalan dördüncü hikaye) 1 Dev camekanlı garın içinde kararsız adımlarla dolanıyordum. Yeleğimin hangi cebindeydi biletler, diye sordum kendime? Durdum ve ceplerimi karıştırmaya başladım. (Çok cepli yelekleri severim. Her an yolculuğa çıkacakmış gibi hazırlıklı olursun. Volkmenim, güneş gözlüğüm, kasetler, piller, cüzdan, fotoğraf makinesinin flaşı, kalemler; hatta yanlardaki ve arkadaki büyük ceplere kitaplar bile sığıyor. Pılımı pırtımı toplamış, gitmeye her an hazırmışım gibidir.) Sol üstteki ufak cepteydiler. Birini aldım elime. Saatime baktım. Okumaya başladım. Sen hâlâ yoktun ortalıkta. Dışarı çıkıp kırk sekiz numaralı peronu aramaya başladım. Otobüsümüz oradan kalkacakmış: Pamukkale Turizm, on beş ve on altı numaralı koltuklar. Saat üçü çeyrek geçiyor. Peronun önündeyim. Kimse yok bekleyen. Bir terslik mi var diye soruyorum da kendime ama... Ruhum daralıyor, sanki gelmeyecekmişsin gibi. (Aslında ömrüm boyunca hep bu korkuyla yaşadım ben...) Sıradan bir tartışmaydı, her zaman olur, hem 243 evlendiğimizde kim bilir ne kavgalar edeceğiz, bu kadar basit bir şey için gelmezlik yapmazsın herhalde. Yapar mısın?! Altı saat, nasıl dayanırım buna. Gel hadi, vakit daralıyor! Bileğimde hissediyordum saniyenin vuruşlarını. O kadar hızlıydı ki sanki ikişer ikişer ilerliyordu. Birden anons yapıldı, dalmışım, sıçradım. Sanki büyük bir felaketin duyurusu yapılıyormuş gibi kulak kabarttım. Adamın birini telefona bekliyorlarmış. Gelmiyor. Gelmeyecek... Eve yalnız dönmekten nefret ettiğimi biliyorsun!... Sanki, gar üstüme doğru eğilmeye başladı. Birden saldıracak ve kıskıvrak yakalayacakmış gibiydi. Gözlerimi kapatıp sıktım. Zifiri karanlıkta mendili çıkardım sağ üst cepten. Çaktırmadan kimseye sildim gözlerimi. İşte her şey o anda oldu: Gar üstüme çöktü! Deprem olmuştu sanırım, ya da bina yıkılmıştı. Üstümde tonlarca ağırlık vardı. Ayakta duramıyordum. Gelmedin. Bekledim ama gelmedin. Dizlerim büküldü. Gözlerimi kapatıp sıktım tekrar. Sırtımı duvara dayadım. Yavaşça dizlerimin üstüne çöktüm. Gelmedin! Saat üçü yirmi beş geçiyor. Otobüs de gelmedi. İçeride, danışmaya sordum, gecikmiş, dörtte 244 kalkacakmış. Hayır, biliyorum gelmeyeceğini, o yüzden sevinmedim, umutlanmadım da... Saat dörde beş var. Otobüsün arkasında sigara içiyorum. Şimdi bindim. Oturdum. Beklemiyorum, sadece dışarı bakıyorum. Pencere kenarında oturan herkes dışarı bakar çünkü. Oysa gelseydin, pencere kenarına sen otururdun. Sen dışarı bakardın... ben de sana. Belki de senin için geç kaldırmışlardır otobüsü!.. İşin çıkmıştır da telefon edip bekletmişsindir! Yapar mısın?... Hostes yanıma geldi. (Güzel, esmer bir hostesimiz var) Bir şeyler soruyor. “Yanınız boş mu?” Yanımdaki boş koltuğa baktım. Ne diyebilirdim ki, tıklım tıklım doluydu koltuk. “Evet, dedim. Sanırım boş.” Hareket ettik. Bak, kaçırdın otobüsü... 2 On dakika olmuştu gardan ayrılalı. Genç adam hâlâ başını cama dayamış (hayır bastırmış) kasılarak ağlamaya devam ediyordu. Güneş gözlüğü bir işe yaramıyordu işte, yanağından aşağı deli gibi boşanıyordu 245 yaşlar. Koyu gri bir gökyüzünü takmıştı peşine, dörtnala sürüyordu atını İstanbul’a. Dörtnala at sürerken ağlar mıydı hiç süvari... O ağlamıyordu, camın kenarına dayanmış düşlere bakıyordu sadece. Düşlere bakmak böyleydi: kasılırdı insan, yanakları ıslanırdı, yumrukları sıkılırdı. Elini kaldırıp silmeye mecali yoktu. Kimseyi görmüyor, duymuyordu artık. Bir hareket vardı sadece, kıyamet koparken yerin altından kayması gibi. Ve bir de uzaklaşan Ankara... 3 İrkildim. Dalmışım. Güzel hostes yanımda oturuyor. Elinde bir mendil var, bana uzatıyor. Gülümsemeye çalışıyor ama beceriksiz. Utancımdan yerin dibine girdim! Çaresiz aldım mendili. Gözlüğümü çıkarırken başımı çevirdim cama doğru. Gözlerimi sildim. Sonra ona döndüm. Bana kalsa hiç dönmezdim aslında ama döndüm işte. Lafı dilime dolayarak teşekkür ettim. O da kötü durumdaydı, ne diyecekti bana, nasıl teselli edecekti? Bir süre öylece baktı morarmış gözlerime. (Gözlerim morarmış mıydı?) Sonra önüne döndü. Bir şey söylemedi. Ben de sustum. Ne söylenebilirdi ki? Tren de olsak şimdi... Kuşetli vagona geçer sessizce sevişirdik. Çıt çıkarmadan ama deliler gibi, yüz yıllık bir hasreti giderir gibi. Kalkmış; ben de uyumuşum galiba. 246 Kitabı açtım: Orhan Pamuk, Sessiz Ev. Okumaya başladım. Cüce sokaklarda geziniyor. Sinemaya gidecekmiş. Kahvede bir iki adam onunla dalga geçiyor. Cüceler Evi varmış, yıkılacakmış, gazeteden okuyup gülüşüyorlar. Başımı kaldırıp camdan baktım bir süre. Bir kamyonu sollamaya çalışıyor bizim kaptan. Kamyonun arkasında bir yazı var: “Yalnız Adam”... Gülümsedim. Tekrar kitaba döndüm. Kamyon şoförünü görebilmek için aceleyle yeniden kaldırdım başımı. Kot pantolonlu, atletli bir adam. Bıyıkları, kır saçları var. Çok normal. Kitabı kapatıp fileye sıkıştırdım. Anons yapıldı. İkram başlamış. “Kahve lütfen.” Gülümsüyor. Sanki annemmiş gibi sevgi gösteriyor bana. Bana acıyor. Utandım. Gülümseyerek savuşturmaya çalıştım utancı. Bir şey söylemesi gerek artık. Poşeti uzattı. “Başka şeker ister misin?” “Hayır, sağolun” Gitti. 4 Otobüs Eskişehir’e uğramıyor ki! 5 Otobüste Mahsun Kırmızıgül çalıyor. Ben Edith Piaf dinliyorum. Dinliyor ve hatırlıyorum! 247 Gelseydi eğer, evlenelim diyecektim, burada, bu koltukta otururken hem de. Elini tutacaktım. Öpecektim avuç içini. Gözlerine bakacaktım bir zaman. Sonra camdan dışarı, dağlara. “Benimle evlenirsin değil mi?” diyecektim. Soru soran bir gülümseme konacaktı yanaklarına. Sonra gözlerimi gözlerine dikip, sıyrılıp yalnızlığımın karanlığından, denizden karaya çıkar gibi bakarak yeşil gözlerine “Benimle evlen...” diyecektim!.. Şimdi ne yapacağım ben? Ne bok yiyeceğim İstanbul’da?!.. 6 Yine geldi. Bu sefer konuşacak. “Anlatmak ister misin?” “Neyi?” Sustu. “İstersen dinlerim, iyi bir dinleyiciyimdir.” Sustum. “Siz nerelisiniz?” “İzmir.” “Orada mı yaşıyorsunuz?” “Hayır, memleketim orası. Ankara’da yaşıyorum.” “Neresinde?” “Cebeci. Neden sordun?” “Hiç, merak ettim.” 248 Sustuk. 7 Bolu Dağı’nda mola verdik. Yayla çorbası içtim. Tek başıma oturuyordum masada. Sonra bir bardak çay içtim, bir de sigara. Beş yüz bin lira tuttu. Etrafıma bakındım çay içerken. Bizim otobüsten bir iki kişi gördüm. Bana bakarken yakaladım onları, gözlerini kaçırdılar. Demek herkes görmüş ağladığımı... Rezil olmuşum! Tuvalete gittim. Dışarı çıkıp bir sigara daha içtim. İnsanlara baktım. Sonra dumanlı dağlara. Öylesine gerçektiler ki!.. Ezildiğimi hissettim. Uzakta uçan bir kuş gördüm. Yine hatırladım. Benim kurduğum gibi değildi Ankara. Şehir, sokaklar, trafik, duraklar, yürüyen, koşturan insanlar... Hep aynı teraneydi yani. Sadece park ve heykeller vardı. Bir de metro... Yukarıdaki insanlar diğer şehirlerdekilerle aynıydılar: Mutlu ve sıkıcı! Ama aşağıda, metroda... İnsanlar susuyordu! Şehrin altına inmişti asıl Ankara, gizleniyordu. Ama tanıdım hemen, merdivenlerden inerken birden yüzüme vurmuştu soğuk, önce ürpermiş ardından korkuyla bakınmaya başlamıştım insanlara. Otururken sıkıca tutundum boruya. Kendimi savunamazdım, ilk gece, Batıkent’te çıldırmıştı Davku. Tek başınaydım kentte, tek başınaydım ve korkuyordum. 249 Ankara yerin altında soluk alıp veriyordu. Kimse dans etmiyordu, kafam karmakarışıktı. Allak bullak olmuştu İstanbul’a dair ne varsa... Ankara, yine o buzdan gelinliğini giyinmiş, tahtına kurulmuş kahkahalarla gülüyordu. ...yüzümü yalamıştı Davku; Batıkent’te, minibüs beklerken. Korkutmuştu beni. Eve döner dönmez yatırdım onu. Titriyordu. Yorganı başına çekti. Biraz sonra uyudu. Ben de içeri geçtim. Kastım kendimi, hep kastım. Öldüm! 8 Bir fincan umut istiyorum hanfendi. Bana Aşk ikram edebilir misiniz? Dağlar neden bu kadar yüksek hanfendi, siz, neden bu kadar esmersiniz? Neden hâlâ yağmur yağmadı, neden öyle bakıyorsunuz yüzüme? Ağlamıyorum artık, işte, sustum. Bakmayın lütfen yüzüme, utanıyorum. Size ne borcum var ki, neyin bedelini istiyorsunuz? Susmayın hostes hanım, söyleyin, gökyüzü neden hâlâ karanlık? Peki neden yağmıyor yağmur? İstanbul neresi hanfendi..? 250 KUŞKU Söyle bana hep sağa bakan kahverengi tüylü komik maymun, bir şeyler ters mi gidiyor? Senin yüzüne bakarken bundan korkuyorum hep; yoksa ben yanılıyor muyum? 251 *** “Dağ çöktü! Dağ çöktü! Kaçın!” “Dursun delirmuş, baksana uşağuma, deli gibi bağıriy...” “He ya, o İstanbul’dan celenler pok ettiler yine her bi şeyi!” “Dağ çöktü! Kambur düştü! Kaçın, kurtarın kendinizi!” “La Tursun, la git evine, ne öyle bağıriysun?!” “Kaç Hasan amca, kaç... Orada... gördüm... uçtular, ikisi de uçtu.. Kaçın, bir sürü Gulyabani var, Libard’lar var!.. hepsi kudurmuş, köye de gelecekler!..” “Ne diy ne diy?” “Libard diy..?” “La bunu kuduzlar ısırmış olmasın?” “Ninee, nineee! Altınlarını topla, kaçıyoruz buradan! Söylediğin gün geldi işte!” “La bu nine de kimdur, nereden uydurdu bunu?” Dursun zıplaya zıplaya köyün batısında kalan koruluğa daldı. O gözden kaybolana kadar arkasından biraz hayret, biraz merak, ama daha çok gülerek baktı kahvedekiler. Tam bu sırada, sanki biri musluğu kapatmış gibi oldu, yağmur birden durdu. 252 HAKSAR (ve yarım kalan son hikaye) - Hikaye ne oldu peki?? - Şiir muhabbeti her geçtiğinde aklıma geliyor da sen unuttun sanıyorum. O yüzden daha rahattım. Şimdi beni sıkıştırdın işte. Ama onun için bekleyeceğim biraz daha. Ya çok güzel olacak, ya da hiç olmayacak. Kapıya vuruyordu birisi... Kapı yumruklanıyordu!.. Önce korkuyla açıldı gözleri, sonra yay gibi fırladı ve doğruldu yattığı yerde. Odanın içine ay ışığı dolmuştu. Kapı yumruklanıyordu! Evet! Hiç kıpırdamadan bekledi. İki defa daha vuruldu. Uzun bir sessizlik oldu. Gecenin bir yarısıydı, kim olabilirdi ki? Bu ıssız yerde... Rüya mıydı yoksa? Hayır! Bir inilti duydu. Hemen ardından güçsüz bir darbe daha indi kapıya. Tüylerinin dikleştiğini hissetti, korkudan bayılmak üzereydi, ne düşüneceğini bile şaşırmış hâlde orada, öylece kalakalmıştı. (...) 253 “Yardım edin... lütfen!..” Sırtını kapıya dayayıp bacaklarını eşikte topladı. Başı geriye düştü; kirpiklerinde pıhtılaşmış kanla rengi kırmızıya dönmüş ay ışığına baktı. Kapı açıldı! Her şey, olmakta ve bitmekte olan her şey o nane kokulu an’ın içinde eriyip yok oldu sanki. Mehtap suskunlaştı, utanır gibi kıstı kırmızı ışığını. Zaman durdu bir bakıma, bir bakıma da zaman, bir daha hiç durmamak üzere yeniden başladı akmaya... (Olur muydu oysa, zaman, hiç durmadan akar mıydı? Onun omuzlarından önüne dökülen hâkî saçları, kaybedilmiş savaşları unutturabilir miydi? Galip gelinebilir miydi Fransa’ya -mesela Orleans’e; ya İstanbul’a, Ankara’ya?.. Söyle bacım, KİMSİN SEN!) Kapı ardında ürkek bir ses: “Buyrun, kimi aradınız?” Peş peşe bütün kapıları, dokunmadan kollarına, kilitlerine, kırıp döken bir el gibi... kapı ardında bir ürkek ses!.. 254 Ayağa kalkmak için kullandı adam bütün gücünü. “Şey,” dedi. Susakaldı bir an, söyleyecek söz bulamadı. “Ben... yaralıyım... Erkek yok mu evde?” “Kimse yok!” dedi kapı ardı. “Yok mu... Şey, affedin beni, ama çok ağır durumum.. Peşimdeler.. N’olur!.. Allah rızası için yardım edin!..” Ses çıkmadı. Çıt ses çıkmadı. Ne açılıyordu kapı, ne de büsbütün kapanıyordu. İtip girmeliydi içeri, itip girse... pişman olur muydu sonra? Bekledi. Gücü buna yeterdi, ama yapmadı, bekledi. Uzaktan kişneme sesleri duyuldu! Ve aynı anda çok daha yakında havlayan köpekler... “Geliyorlar! Yardım!.. Lütfen!” Yeri göğü parçalarcasına gıcırdayarak ardına kadar açıldı kapı. Aynı anda bir kör bulut kümesi örttü ayın üstünü. Kapı duvara çarptığı anda, EV, kızıl karanlık oldu. Ve adam, yarı görür, yarı sürünür hâlde karanlığın içine daldı. O ahşap zemine yığılır yığılmaz hiç gıcırdamadan kapandı K A P I... 255 (Hiç bu kadar aydınlık olmamıştı karanlık... O karaya ilk çıkışımı hatırlıyorum, yüreğimin korkudan topuklarıma vurduğunu... Ben, on yılların balıkçısı, ayak basabilir miydim toprağa; kesip atabilir miydim yüzgeçlerimi, çizip kesebilir miydim paletlerimi tırnaklarımla? Yapardım ya, işte, yaptım da! Hem de maliye teftiş heyeti başkanlığından emekli Emin Bey’in, Gazi suikastı sanığı Kara Kemal Bey’den korktuğu gibi korkarak, ama yine aynı Emin Bey’in, “Buradayım ben!” v diye bağırırken Tatlıkuyu sokağının karanlığına, yüreğinde kaynayan coşkuyla, cesurca, deliler gibi koşarak dalabilirdim ormana. Tıpkı daldığım gibi şu tatlı kırmızı karanlığa. Ama n’olur söyle bacım, sen kimsin?!) Ne kadar zaman geçti aradan; kim bilir? Tavanda başıboş gölgeler oynaşıyordu. Gözleri açıldıktan sonra bir kaç saniye sürdü olan biteni yeniden hatırlaması. Ve hızla çevirdi başını ışığa. Bir yer yatağında, mavi beyaz gül desenli kalın bir yorganın altında, bir tek don hariç çırılçıplak yatıyordu. Hemen sağında, başucunda bir komodin vardı; ışık oradan, komodinin üzerinde yanan uzun beyaz mumdan geliyordu. Küçük bir de ayna vardı orada, mum o aynadan yansıyıp iyice aydınlatıyordu odayı. Komodinin bittiği yerde -köşede- açık duran bir rahle ve karşıda, 256 pencerenin altında bir masa duruyordu. Ve ayakucunda, biraz sağda bir kapı. Yeniden pencereye çevirdi bakışlarını: ay tamamen kaybolmuştu. Şafak sökecekti sanki, ama aşığına naz yapan on dört yaşında bir kız gibi bütün şirinliğiyle diretiyordu. Doğrulmak için güç verdi beline. Göğsünün sağ tarafında müthiş bir acı duydu ve elinde olmayarak bağırdı. Yastığa gömüldü başı, dişlerini sıktı daha fazla bağırmamak için. Terlik seslerini henüz fark etmişti ki kapı açıldı. İnce, uzunca bir gölge belirdi. İçeri girince ışık üstüne vurdu gölgenin. “Sakin olun!” dedi fısıldayarak. Omuzlarına düşmüş düz saçları vardı. Uzunca bir yüzü ve, ışıktan görebildiği kadarıyla yattığı yerde zorlanarak başını dik tutmaya çalışan adamın, kumral bir de teni vardı kadının. Ama bildik bir kumrallık değildi bu, hâkîye çalan bir kumrallık. Belki de yüz hatlarıydı bu hissi uyandıran. Gerçi yüzü loş ışıkta pek seçilemiyordu da. Pencere tarafına doğru yürüdü, iskemleye tutundu. Şalvara pek benzemeyen -çok daha dardı çünkü- bir pantolon ya da onun gibi bir şey vardı altında. Üstüne bolca bir gömlek ve onun üstüne de örme bir hırka giymişti. “Korkmayın, kimse yok etrafta, emniyettesiniz,” dedi. 257 “Özür dilerim; kalkmaya çalışınca canım yandı... Sizi telaşlandırmak istemedim.” Gülümsedi mi?!... Pencere karanlıktı, seçemiyordu yüzünü. Kadın oturdu. “Bir köylü kadın olmalı” diye geçirdi içinden. Yoksa bu ormanlık yerde, başka ne olabilirdi? Evin erkeği, diğerleri neredeydi acaba? Yakınlarda bir köy filan olmalıydı... Yoksa yalnız başına bir kadın... Ama... köylü gibi değildi konuşması!.. Belki sonradan gelmişti... “Özür dilerim, dedi adam, başka kimse yok mu burada?” “Yok.” “Şey... yani, tek başına mısın?” “Evet.” “Kocan, baban.. yoklar mı?” “Ailem uzakta, kocam... o da uzakta.” “Anlıyorum...” “Ne anlıyorum?! Saçma sapan bir laf işte! Bir ormanın derinliklerinde tek başına da olsa, büyük bir metropolde fahişe de olsa, kadın, vazgeçmiyordu işte şu oyun oynama hevesinden. Ama ne yapabilirdim, anlıyorum demekten başka... Adamın sustuğunu görünce sandalyeden kalktı ev sahibi. “Çorba yaptım.. İçersiniz, iyi gelir.” 258 “Zahmet olmuş, sağolun.” Çıktı ve ardından kapıyı dikkatlice kapadı. Birden yağmaya başladı sorular adamın düşüncesine. Deliler gibi koşarken ormanda -peşinde onlarca atlı ve o lanet köpekler olduğu hâlde-, “Ben buradayım” diye bağıran bu kulübeyi o fark etmişti de peşindekiler nasıl es geçmişti? Kesin görmüşlerdi! Öyleyken bu tuhaf köylü kadın nasıl saklamıştı onu? Bir, karanlık kuyuya atlayışını hatırlıyordu, bir de kapının gıcırdayışını açılırken. Sonra kopmuştu film... Diğerlerine ne olmuştu? Kurtulan var mıydı?.. Neden?! Hesaba katmadıkları neydi?.. Oh, evet: Ay ışığı!.. Kuzeye, önce hep kuzeye kaçmıştı. Şehri terketmek üzereyken, tam da batıya dönmüşlerdi ki Serhat’ın acı çığlığını duymuştu. Durmamıştı, duramamıştı, sanki bacaklarındaki bütün hücreler etrafa savrulmuş, sanki bacakları çıldırmıştı; deliler gibi koştu kuzeybatıya. Önce at kişnemeleri, ardından o yürek hoplatan çığlıklar uzaklaştı; sonra, köpekler!.. Saatlerce -belki daha fazlahiç durmadan koştu. Tek başınaydı ve aklından koşmaktan, kaçmaktan başka hiçbir şey geçmiyordu. Aslında aklı çoktan ölmüştü, sadece kaçmak vardı, kaçmak ve kurtulmak. Ve umut, şimdi düşününce daha netleşiyordu hâli gözünde. Umut da yoktu, ama 259 umutsuzluk da ancak durup düşününce oluyordu ya, onun durmaya, hele düşünmeye vakti olmadı hiç. Göğsünde bir kargının açtığı derin yara, iz bırakmasın diye avuçlarına doldurup doldurup başından aşağı boca ettiği kanıyla birlikte en son bu ormana dalışını anımsayabiliyordu. Aslında biraz daha düşünebilse, hafızasına biraz daha yüklense, TRT binasını, tarikatı, Elifhan Köyü’nü, Deli Dursun’u ve onun hikayelerini, sonra Topkapı’yı, Boğaz’ı, Eskişehir’i, Serhat ile yaptığı konuşmayı, her şeyi hatırlayabilecekti. Ankara’yı da anımsayabilecekti, daha önce bir çok ressamın resmini yaptığı, bir çok romancının hikayesini anlattığı ve şairlerin bir türlü yazamadığı o kahredici savaş meydanı tasvirini bile anımsayabilecekti aslında; tabi biraz daha düşünebilseydi. Yine terlik sesleri.. gittikçe yaklaştı. Ve kapı açıldı. Bir tepsiyle birlikte içeri girdi. Tepsiyi masaya bıraktı. Adama yaklaştı. “Yardım edeyim...” dedi. Yardım etti. Yastığı duvara yasladılar birlikte. Bir yastık daha koydu kadın. Yardım etti yine; sonunda yavaşça doğrulup arkasına yaslanabildi adam. Tepsiyi getirip yere koydu... “Kolunuzu oynatmayın, yaranız derindi.” “Evet, epey derin galiba.” “İzin verin, içmenize yardım edeyim.” 260 Kadın kaşığı kaseye daldırıp, elini altında tutarak adamın ağzına götürdü. Hiç konuşmadılar çorba bitene kadar. Kadın gözleriyle kaşığı takip etti hep; adam da kadını: uzun parmaklı büyük ellerini, saçları gibi kum rengi olan hafif kalın kaşlarını, tepesinde ufak bir çıkıntı olan büyükçe burnunu, uzun boynunu, solgun pembe dudaklarını ve küçük ağzını, ve belini, evet, ince uzun belini!... “Sen kimsin bacım?!” dedi sonunda sesindeki telaşı gizleyemeden. “Adım Haksâr.” dedi kadın. “Haksâr,” diye yineledi adam. “‘He’ değil ‘Hı’“ dedi kadın. Adam soran gözlerle baktı. “Niye bilmiyorum, babam hep ‘Hı’ ile söylerdi. Adımı da o koymuş zaten.” Adam gülümsedi. “Evet, şimdi anlıyorum,” dedi ve bu sefer acıyla devam etti gülümsemeye. Şimdi kadın bakıyordu soran gözlerle. “İnce ‘h’ ile ‘hak’ dersen, ‘adalet’ ve ‘Allah’ anlamına gelir. Ama kalın, yani gırtlaktan söylersen ‘hak’, TOPRAK demektir.” Kadın bakışlarını kaçırdı; komodine, yanan muma baktı. 261 “Haksâr ne demek, emin değilim. Osmanlıca’dan pek anlamam. Üniversitede deniz ürünleri üzerine okumuştum. Deniz ve balıkçılıkla ilgili bir sürü terim, yani bize yabancı gelen kelimeler bilirim. Derslerden birinde bir hoca öğretmişti bu ‘hak’ meselesini. Hoca eskiden köylüymüş, yani babası filan, bir çiftlikte yaşamış daha doğrusu. ‘Toprak ilmine yabancı kalmayın’ derdi hep. Aydın bir insandı, e koskoca profesör... Topraktan habersiz yaşayan denizcilerin felaketini anlatmıştı birkaç kere. Halikarnas Balıkçısı’nı okumamızı tavsiye ederdi. Duydun mu hiç adını, edebiyatçıdır, yani yazar?” Haksâr ona baktı. “Biliyorum, kocamla ilk tanıştığımız zamanlardan beri biliyorum...” dedi ve yine çevirdi bakışlarını. Yatağın kenarına oturmuştu, adamın üzerindeki yorganın kenarına, mavi beyaz gül desenli, kahverengi astarlı yorganın kenarına. “Kocan kimdi?.. Yani nerede şimdi?” Kadın sustu. “Özür dilerim, anlatmak istemezsen anlarım.” “Kitabın kapağına bir şiir yazmıştı benim için. İstanbul’da bir nargilecide oturuyorduk. O zaman yeni tanışmıştık. Kitabı hâlâ saklıyorum; adı ‘Aganta Burina Burinata’ydı. Bana hediye etmişti.” “Kocan kimdi?” 262 Kadın yine sustu. Bir süre sessizlik oldu. Sonra tepsinin üzerinden bakır su bardağını aldı Haksâr. Adama uzattı. “Sağ ol.” dedi ve suyu içti. Kadın tepsiyi de alıp odadan çıktı. (Bir düş müydün sen... de?! Öteki gibi, ötekiler gibi, açtığımda düş kurmaktan yorgun gözlerimi, yok olacak mıydın? Savaşlarını kaybetmişlere bir teselli miydin sen de? Söyle: Uhud’da yüreği sökülmüş Hamza mıyım ben? Yoksa coşkusunda boğulmuş bir Karamazov mu? Tren istasyonlarında kayıp mı oldum, söyle, soyadımın baş harfi ne?! Susma! Topuksuz bir süvari mi, toynaksız bir at mıyım şimdi; ipi kopmuş cambaz mıyım hep düşen; Yüzbaşı Puşkin miyim, Anton Çehov muyum, Sait Faik miyim yoksa Nazım Hikmet mi; kaçıncı Hikmet, söyle! Peki ya sağanak yağmur altında kalan yer neresi: Elifhan mı, yoksa Bouville mi? Yoksa surları çürümüş bu komik görünüşlü şehir mi? Peki... Ben düş kurucuyum da, sen... söyle bacım, sen kimsin?!) 263 Ne zamandır uyuyordu, kim bilir? Pencerenin üst köşesinde, birbirine dik iki tahtanın arasından sızan çeyrek bir güneş kalmıştı. Adam ayağa kalktı. Peygamber tükürüğü sürülmüş gibiydi, sanki iyileşmişti bile yarası. Yani o öyle sandı, ama sağ kolunu hareket ettirmeye kalkınca... Bu sefer bağırmadı, ama duyduğu acı duvara yaslanıp yavaşça yeniden yatağa çökertti onu. İskemlenin üzerinde duran kumaş pantolonu giyindi, sağ kolunu kullanmaya özen gösteriyordu artık. Biraz bol gelmişti ama olsundu, çıplak dolaşmaktan iyiydi. Yine iskemlenin arkalığına asılmış kareli mavi beyaz gömleği de giydi. Sağ kolunu açıkta bırakmıştı. Kendini biraz öteden seyredince gülümsedi. “Çolak Salih’e benzedim bu hâlimle” diye geçirdi içinden. Komodinin üstünde, bakır çay tabağının içine dökülüp yayılmış ölü muma baktı. Pencereye yanaştı; güneş, öyle güzeldi ki!.. Evin önüne bakıyordu pencere, bir kuyu vardı, kuyunun başında bir köpek uyukluyordu. Evcil bir hayvana benziyordu, dün gece orada değildi diye düşündü..... İskemlede oturmuş düşünceli ve -odadan çıkıp çıkmamakta- kararsız bir hâlde bekliyordu. “Ne yapacağım ben şimdi? Eskişehir Ankara’ya katıldı ve Ankara artık bitti. Hepsinden önemlisi İstanbul!.. Oraya geri dönemem. Dönsem bile kim bilir 264 neler bekliyor beni? Kendimi lideri tarafından aldatılmış bir militan gibi hissediyorum. Tabi, aslında lider filan yok, kimse zorlamadı beni, kendim istedim. Suçlu benim... Ama her şeyimi kaybettim! Neresi olduğunu bile bilmiyorum, burada sıkışıp kaldım. Ama, nedense hiç de öyle hapisteymişim gibi hissetmiyorum kendimi. Özgür de değilim... Kurtuldum mu? Evet, çok tuhaf, kurtulmuşum gibi hissediyorum... ama neyden kurtuldum, bundan pek emin değilim. Ayrıca burada çok da emniyette sayılmam, şu kadına, neydi adı, Haksâr, ne kadar güvenebilirim? Bir derdi, bir hikayesi var, belli, ama çok güvensiz. Yani ne güven veriyor ne de güveniyor. Tamam, ben de öyle pek tekin bir adama benzemiyorum. Acaba ben hikayemi anlatsam, o da cesaret bulur da anlatır mı bir şeyler? Ama neler?.. Neden merak ediyorum onun hikayesini?.. Off! Bunun adı ne?! Kim bu kadın? Oturup adam akıllı düşünüp planlar yapmalıyım. Geçmişi büsbütün hesaba çekmeli, belki o zaman bir şeyler yerine oturur. Evet, ancak öyle... Geçmişi hesaba çekmeli. Ama ilk önce nerede olduğumu öğrenmem gerek.” “Haksâr Hanıım!.. Haksâr Hanııım, neredesiniz?” Yatakta, yorganın altında bağdaş kurarak oturmuş, komodinin üstünde bulduğu doksan dokuzluk tespihle oynarken bağırmıştı ev sahibine. Yine terlik sesleri ve ardından kapı gıcırtısı. 265 “Uyandınız mı?” “Evet. Elbiseler için sağ ol. Neredeydin?” “Bakkala inmiştim, öteberi aldım.” “Bakkal mı?! Bu dağ başında?!” “Burası dağ başı değil... Bilecik yakınlarında, Bozüyük diye bir yer...” “Bozüyük mü!” “Evet. Tabi biz ormanlık arazideyiz. Bu civar tenhadır biraz. Ama yürüyerek beş dakika uzaklıkta işlek bir yol var. Oradan geçen minibüsler kasabaya uğrar.” “Bozüyük ha!” dedi adam. “Oturur musun?” Kadın masaya doğru adım atmıştı ki adam “Hayır, dedi, buraya gelin Haksâr Hanım. Bir mahsuru yoksa tabi.” Haksâr yatağın diğer ucuna geçip yorganı itekledi ve oturdu. Sonra adama bakarak: “Sizin adınız nedir?” diye sordu. “Sen köylü değilsin, öyle mi?” diye karşılık verdi adam. “Ne farkeder ki.” “Adın da Haksâr değil...” Ne farkeder dermiş gibi sustu kadın. “Evli falan da değilsin... Hatta burası...” “Adınızı söylemediniz,” diye kesti adamın sözünü. “Adım... Levent. Yani senin adın Haksâr olarak kaldığı sürece benimki de Levent olacak.” 266 “Adım Pınar olsun o zaman.” “Benim ki de... Ada olur.” Güldü Haksâr! “Peki ya Çiçek olursa adım, mesela Lâle?” “Benimki de Balık olur... mesela İstavrit.” Gene güldü. Bu sefer adam da katıldı ona. “Ya Elif olursa?..” dedi Haksâr artık gülüşler sona ererken. Adam sustu. (Ya Ölüm olursa adım! Kimseyi korkutabilir miyim?.. Biliyorum, dilimden dökülenler yakıyor seni; peki ya sen, biliyor musun, o bitmez tükenmez susuşların da beni.... Öyle çok ihtiyacım var ki şimdi sıkıca bir kucaklanmaya, bir “seni seviyorum” bakışına... Sen bilmezsin, Anlatayım: kimse bilmez Bozüyük nedir... Bir şelale hikayesi anımsamaktır önce. Sonra arabayı kenara, gürül gürül akan ırmağın kıyısına çekmektir. Gazete kağıtlarının üzerine Bilecik’ten, “bakkal”dan alınan peynir, ekmek ve kolayı dizmektir... Sonra yürümektir, insansız bir uzama dönüşmektir âdeta, ve kaybolmaktır!.. Sonra kader olur, ağaçların arasında bir küçük orman evi çıkar karşına, girip Allah misafiri niyetine, gecelemektir orada. Sonra sabah kasabaya 267 inmek, imamı bulmak, o akan ırmak gibi kıymaktır geleceğe, umuda. Biri frene asılmıştır aslında ama bizi kurban gittik sanırlar, yol yordam bilmeyen bir heyelana... İki yabancı erkek şahittir benim acılarıma!.. Şimdi iki yabancı erkek arıyorum, şahit olsunlar benim umuda nasıl tapındığıma!) Adamın sustuğunu görünce “Ya Elif olursa?” diye yineledi Haksâr soruyu. “O zaman susarım... Susar deli olurum o zaman!” dedi adam heyecanla. “Korkma, dedi kadın, adım Elif değil!” Sustular. Korkmadan bu sefer, uzun uzun baktılar birbirlerine, aslında sadece gözlerine. Haksâr elini uzatıp çenesine dokundu Levent’in. Birkaç günlük sakalının üzerinde gezdirdi parmaklarını. Sonra çatlayıp kabuk bağlamış dudaklarına götürdü. Eli tutmak istedi Levent, yavaşça kaldırdı kolunu. Önce dokundu. Haksâr’ın eli düşecek gibi oldu, Levent yakaladı. Nasuh tövbesi eder gibi sıktı Haksâr’ın elini. Birden gözleri karardı. Göğsünün sağ tarafında ve aynı anda Haksâr’ın elini tutan sağ kolunda dayanılmaz bir acı duydu. İnleyerek gerisin geri düştü. 268 Sıcak su ve bez vardı elinde Haksâr’ın. Telaşla girdi odaya. Hemen sargıları açtı. Yara açılmıştı, oluk oluk kan akıyordu. Komodinin penceresinden bir top pamuk çıkardı. Aynı çekmeceden aldığı şişedeki kırmızı sıvıyı boca etti üstüne ve yaraya bastırdı. Yarı baygın yatan Levent canhıraş bir feryat kopardı. Kanı durdurmaya çalışıyordu Haksâr. Levent sol eliyle yorganı -mavi beyaz gül desenli kahverengi yorganı- ölesiye sıkıyordu. Bir süre sonra yavaşladı akıntı. Sonra durur gibi oldu. Sıcak suya batırdığı bezle iyice temizledi Haksâr yarayı ve kan lekelerini. Merhemi dikkatle sürdü sargı bezine. Parmaklarıyla iyice yaydı. Üstüne sarı bir toz döktü. Yarayı kapattı. Hemen sardı. Boynundaki beyaz tülbendi çıkarıp Levent’in ensesinden geçirdi, sağ kolunu da içine alacak şekilde sarıp düğümledi. Bir daha aynı hatayı yapmasın diye askıya almıştı kolunu. Bir daha hata yapıp yarayı kanatmasın diye Levent. (Keşke tesadüflere kalmasa da karşılaşmalarımız anlatabilsem seni sevmeliğimin şeytandan arılığını, günahtan kaçınma telaşını... Ve sen de anlatabilsen bana o güzel aklından geçenleri. Bilsem keşke, görebilsem kurduğun düşleri, beni nasıl hatırladığını... amansız çelişkileri mi, yoksa aydınlık gülüşleri mi? Ya da sadece sana ait oluşumu mu? Ben erkeğim ama tedirgin, çok yalan söylerim; sen dön yüzünü yüreğimdeki sandığa, aç kapağını, orada sakladığım kuşkusuzluğa sor ve öğren: 269 Senin kapattığın yaraya dokunamaz artık kimse!.. senden başka. Ama Allahaşkına söyle be güzelim: Sen kimsin?) Evde bir nargile olması ne kadar çok şey çağrıştırıyordu Levent’in imgeleminde. O tömbeki kokusu ve kırmızı marpuç... İstanbul’daki nargileciler (daha çok medrese kalıntıları) ve yanık elma kokusuyla herkesin susmakta olduğunu anlatan fokurdamalar. İstanbul muydu hüznü bu denli besleyen, yoksa o fokurdamalar, o ağlamaklı tömbeki közleri, o kokular mıydı? Yoksa “kalıntı” demek mi medreselere?... Hani uçurum kıyılarını dergah kapısına çeviren gönül avcıları varmıştı ya eskiden... “Eskiden” diye mırıldandı Levent, marpucu ağzına götürürken. Haksâr ona döndü ve: “Eskiden ne..?” deyiverdi. Elindeki romanı, arasına parmağını koyup kapatmış, gülen gözlerle bakıyordu. “Hiç,” dedi Levent önce. Ciğerlerindeki dumanı boşaltıp devam etti: “Eskiden her şey farklıymış ya, onu anımsadım nargileye bakarken.” “Gelecekte de farklı olacak her şey, daha da farklı...” “Daha farklı, evet. Mutlaka.” “Ne okuyorsun sen?” “Hiç, Halit Ziya’nın bir romanıymış. Bakkalın kızından ödünç almıştım.” 270 “Adı ne? Bakabilir miyim?” Cevap vermek yerine kitabı uzattı Haksâr. Bir işaret parmağı çıkarken kitabın sayfaları arasından bir başkası girdi aynı yere. “Son Kuşak.” Parmağıyla işaretli sayfayı açtı Levent. “O zaman Nüzhet, İrfan’ın yeniden yerine oturup iki ellerinin içine başını aldığını, hüngür hüngür ağladığını işitti.” Sayfaları karıştırdı. “Araba Kabataş’a doğru ilerlemek üzere iken o, birden doğan bir düşünceyle, arabacıya seslendi: - Beyoğlu’na!..” “‘İki ellerinin içine başını aldığını’ yerine ‘başını iki elinin arasına aldığını’ dese daha doğru olmaz mıydı?” diye sordu Levent. Haksâr gülümseyerek ona bakmayı sürdürdü. “Eskiden neler olup bittiğiyle neden bu kadar ilgileniyorsun?” “Böyle bir ilgim olduğunu nereden biliyorsun sen?” “Nedir korkup kaçtığın?” “Ya sen, senin korkunun sebebi ne?” 271 “Ben değil, sen benim hayatıma girdin, unuttun mu?” Bu ne kadar doğruydu? İşte içinden çıkılmaz bir soru daha saplanmıştı Levent’in yüreğine. (Yüreğine, evet, artık aklını kullanmakta güçlük çekiyordu yanıt ararken. Çünkü artık sorular hep aşağı, daha aşağı iniyor ve orada kalıyordu.) Oysa gerçek bu değildi, yani kimse kimsenin hayatına girmiyordu ona göre. Bir ‘şey’ vardı ve o da kimseye ait değildi. Biz, ‘ben’ler ve ‘sen’ler, fütursuzca giriyorduk o şeyin içine; tıpkı gece yarısı Levent’in girmesi gibi o kırmızı karanlığa, giriyor ve düşüyorduk; kuyu gibi... Sonra?.. Evet, ya sayımız ve umudumuz artmış olarak çıkıyor ve devam ediyorduk yaşamaya, ya da... “Ölü Deniz”i ve Nazım’ı anımsadı Levent kederle. “Neden yaranı kaşımaya bu kadar heveslisin?” dedi biraz sertçe, Haksâr. Düşündüğünü mü okumuştu, bu kadınlarda ortak bir tavır mıydı?! Levent gülümsedi: “Kuşku,” dedi. Düşünüyor gibi yaptı. “Biri elime yanmakta olan bir kibrit çöpü tutuşturmuş gibi, ateş var, korkuyorsun, yanmaktan korkuyorsun. Kuşku bir mahpusluk duygusu olmuş artık. Ateş söner belki diye çöpü sokup çıkarıyorum yüreğime, sokup çıkarır gibi açıkta.. başımı.. suya... Ama, sönmüyor işte!” “Kendini kandırıyorsun!.. Hatta aldatıyorsun; yalancının biri olduğun doğru. Bir suç icat ediyorsun ve 272 bunu önce ‘kadın’ dediğin tuhaf bir şeye yüklüyorsun. Sonra vicdanını rahatlatmak için kendini aşağılıyor ve suçu üzerine alıyorsun, alıyormuş gibi yapıyorsun, oyun oynuyorsun ve acı çekiyorsun. Baştan aşağı yalan! Kuşkuyu da sen uydurdun...” “Yani ben hastayım?..” “Evet, öylesin!” “Peki senin şu merhemin, iyileştirecek mi beni?” derken, gülümsedi Levent. Haksâr kendisiyle alay edildiğini düşünüp suratını astı. İkisi de sustular. Büyükçe bir masa vardı salonun ortasında. Salon değil aslında, girişteki geniş, ‘L’ şeklinde bir boşluktu burası. Cümle kapısından odanın köşesine kadar, sağda tuvalet, banyo ve mutfak kapıları sıralanmıştı, solda ise Levent’in işgal ettiği oda. Büyük masanın etrafındaki dört iskemleden başka oturacak bir yer yoktu girişte. Levent’in kaldığı odanın kapısının hemen solunda neredeyse boş bir kitaplık, raflarındaysa gereksiz(!) bir sürü ıvır zıvır vardı. Dört beş adım atıp köşeyi dönünce tam bir köy evi gibi döşenmiş olan bölmeye geçiliyordu. Yerden çok az yüksek, uzunca -köşeleri de dolanan- bir divan vardı. Ortada bir taburenin üzerine konmuş devcileyin bakır tepsi, kullanılmadığı zamanlar -ki bu her zaman demektinargileyi taşıyordu. Pencerelere beyaz bir kumaş özenle gerilip çivilenmişti. Kumaş inceydi -tül kadar değil-, 273 içerisi ayrıca ışık yakılmasına aydınlanıyordu gündüzleri. gerek kalmadan Yine gündüzdü ve kaçak Levent ile işbirlikçisi Haksâr divanda oturuyorlardı. Birbirlerine aralarına üçüncü bir kişi oturamayacak kadar yakındılar. “Özür dilerim, dedi Levent. Sanırım haklısın...” “Özür dilemene gerek yok. Ben de pek başarılı değilim aslında... Bazı şeyleri unutmak kolay olmuyor. Yani eskiden olan bazı şeyleri...” “Unutmak... Bu kelimeyi hatırlamak bile acı veriyor insana. Sanırım seni anlıyorum.” “Yani unutmaya çalışmayı korkaklık olarak değerlendirmiyor musun?” “Artık hayır. Bir kaç aydır tanıyorum seni, ama o kadar çok şey öğrendim ki... Hatta, yaşayarak öğrendiklerim, toplasan çıkarsan ancak bu kadar eder herhalde.” “Emin misin? Pekiii, beni yanlış tanımış olma ihtimalini hiç düşündün mü? Sadece bir kere gördün ve çok fazla da konuşmadık. Ya ben senin yükselttiğin mevkiiye geçecek biri değilsem?.. Sakın bunları şüphe olarak algılama. Bunlar aklından geçti mi diye merak ettim, o kadar...” “Geçti tabi. Ama sırf şüphe duyuyorum diye yeniden karaya ayak basmaktan çekinmem. Her ne kadar deniz adamı olsa da insan bir gün karaya çıkabilmenin 274 özlemini yaşar durur. Bir gün temelli karaya çıkmak için açılır belki de hep denize. Kim bilir... Ama yine de, ben seni bir yere koymak istemiyorum. Sadece, senin durduğun yer güzel, bunu görüyorum ve o güzelliğe dokunmak istiyorum.” “Nasıl emin olabiliyorsun?.. Benim durduğum yerin nesi güzelmiş?” “Ben.. sana bakınca, seni düşününce görebiliyorum ancak... Yani güzel olanı... Bu evi mesela. Beni ölmekten kurtardın sen!” “Ya bu ev aslında yoksa, ya biz şimdi İstanbul’daysak...” “Ya deniz kurumamış, toprak kanlanmamışsa; ya her şeyin eskisi gibi olamasa da çok daha güzel olacağı gün gelmiş de çatmışsa?!..” “Sen kendin yaşıyorsun tüm bunları. Ben buradayım ve tek başınayım gene.” “Ben de burada tek başınayım. Ne çıkar bundan... Unut o CANAVAR’ı sen de. Madem ben kuşkuyu unutacağım, sen de unut hatırlamayı.” “Bu mümkün değil, biliyorsun.” “Ver şu kitabı!” Sayfaları hızla karıştırıp az önce okudukları yeri buldu ve yüksek sesle okudu: “O zaman Nüzhet, İrfan’ın yeniden yerine oturup iki ellerinin içine başını aldığını, hüngür hüngür ağladığını işitti.” 275 “Evet, tamamen bu şekilde. Halit Ziya böyle mi yazmış? Böyle kalacak o zaman. Neden yanlış olduğundan kuşkulanıyorum peki? Çünkü geçmişte olup bitenler şimdiye ait olamazlar. Madem ki unutmak da olanaksız, öyleyse oyunu kurallarına göre oynamalı ve geçmişi hesaba çekmeli artık. Ama önce sükûnet olmalı. Bizden öncekiler gibi, diğerleri gibi coşkuya kapılarak ya da bunalımlarda boğularak değil, senin az önce söylediğin gibi, yaraya tuz basmaktan vazgeçerek artık çünkü inan kimse sevmiyor aslında karanlığı- hesaba çekmeli geçmişi. Dilini öğrenmeli mesela geçmişin, ‘Seni seviyorum’ nasıl denir, öğrenmeli bunu. Nasıl diyorlarmış eskiden, neden, hangi ruh hâliyle?.. Anlıyor musun, reddedişlerden ya da sorgusuz sualsiz kabullenişlerden, hepsinden öte bu ikisinin arasında kalmışlıklardan bıktım usandım ben. Sindirebilmek istiyorum tarihi ve aşkı ve seni!” “Sakin ol...” Levent sustu. Sonra gülümseyerek “Sakinim.” dedi. “Ama n’olur beni anla! Yalnızlığım tepe taklak bir isyana dönüşürken ben, Toprak’a bakmaktan öteye geçemem. Yüreklerimiz ısınsın diye yaktığım ateş..... Ormanlar!.... Oysa yalnızlık, susmaktır Haksâr! (Off!.. yol üstünde bekleyen kumral kız!!!) Ve susmak... ‘Gibi’si fazla, susmak yanmaktır sevgilim! 276 “Bak, sana sevgilim dedim!” (Az önce tedirgin olduğu heyecana kapılabildi mi şimdi Haksâr? Bilmiyorum, bilemiyorum da! Ama sustuk. İkimiz de, hepimiz de... Sadece fokurdayan nargilenin sesi ve ağır tömbeki kokusu vardı.) 277 278 3.BÖLÜM-TEREDDÜT (ımızganma) 279 280 Bir kaç kere omzumdan dörttü babam. “Kalk,” dedi; sabah olmuş. Sesini duyuyordum ama cevap veremiyordum, çünkü aslında uyuyordum ben, hem de daha düşüm bile bitmemişti. Bir ara sesi kesildi, sanırım odadan çıktı. ‘Bıktı herhalde’ diye geçirdim içimden düş arasında. Hayır; elinde bir bardak suyla geri geldi. Tehdit ediyordu, sanırım suyu yüzüme dökecekti. Tam o anda mezarlıkta bir ışık patladı. Artık babam iyice yok olmuştu. Dudaklarım yapış yapış olmuş. Uykusuzum, gözlerim bir çift alev topu gibi. Başım da ağrıyor ama ona alıştım. Mermer duvarla çevrili bir mezarın başında çöktüm, yorgunum tabi ama... Lanet olsun! Burası mezarlık, bu ne gürültü!.. Beşyol’da indim bu sefer; hep aynı durakta inmek, hep aynı otobüs hikayelerinde boğulmak gibi olmaya başlıyor bir yerden sonra. İşte, biraz yürüdükten sonra köşeyi döndüm ve duvarı takip ederek girişi buldum. Derin bir nefes alıp “Esselamü aleyküm ya ehli kabir” dedim ve daldım içeri. Babamın “Oğlum kalk, arkadaşın telefonda...” dediğini o an duymuştum. Yalan söylüyordu; düşümde gülümsedim. Babam eskisi gibi değildi hiç. Tekme tokat girişse, üç, en fazla dört saniye sürerdi yataktan 281 fırlamam. Çok değişti, çok eskidi. Öyle ki, “Çek silahını baba!” demenin de pek bir anlamı kalmadı artık. Hem belinde de taşımıyor, oysa on kişi gibi hissederdi kendini onunla. Artık bir kişi olmaktan da yorgun, tabi, bir kişi olmaktan da yorulduk. (Ses etme Hüsamettin Albay, kulak kabart mezarlıktan gelen curcunaya.) Hem entellektüalite anlamında, hem de sanat adına beş para etmeyen adamlar kültür ortamımızda köşe başlarında oturmaktalar. Adamın karşısında ayakta durabilmek meseleyken bir de reklam istemek, o milyon dolarlarından bir nebze olsun dilenmek için bile türlü laf ebelikleri şart. Eminim Yunanistan’la bir savaş çıksa aramızda, ülkeyi ilk bunlar terkederler! ‘Mezarlıkta aşk olur mu?’ sorusuna geçmeden önce babamla aramızda (yani babamla ımızganan ben arasında demek istiyorum) geçen son diyalogdan bir bukle sunuyorum: “Mustafa, oğlum saçların neden bu kadar ağarmış?” Ne kadar ciddiydi, emin değilim. Ama cevabım net ve de sert oldu: “Sen kendine bak baba!” Bunu söyleyince biraz duraksadı sanırım. Sonra bir şey daha demeden odadan çıktı. Herhalde banyoya gidip saçlarına bakacaktı. Her ne kadar kederlensem de bazıları, babamın bu son hâline de ısınıyorum galiba: 282 Şirin ve duygusal... (Bunun ne demek olduğunu anlatmak zordur. Yani yaklaşık on beş yıl boyunca yüzünde gülümsemeden iz göremediğiniz bir adamın, artık somurtmaktan bıkmış ama gülmeye de iyice sarkan yüz hatları izin vermediği için üşenen hâline şahitlik etmek.) Açık konuşmak gerekirse, ben söz konusu kitleleri tanımakla vakit kaybetmek istemiyorum. Yazdıklarımla ne yapabileceksem o... Kitle kendi kendini doğursun. Bunu yapabilirler mi, bilemem. Ümitsizliğe kapılmaktan tenzih ederim kendimi. Hem direk beni ilgilendiren bir konu da değil bu. Toplumbilimci ya da tarihçi ya da başka bir şey değilim. Bir lanetli ımızganma döneminin uyanık kalmaya çalışan ‘kişi’lerinden biriyim sadece. Ölü değilim ama tam manasıyla diri de sayılmam. Düşümde, mezarlıkta geziniyor olmam da buna delalet ediyor olsa gerek. Sert porno replikler de giriyor araya ama müsaadenizle onlar kişisel tarihimin malı olsun. Hem şeytanî olanların yoruma gereksinmeleri yoktur. Bize rahmanî düşler gerek. Bunu İmam Nablusî’den okumadım ama olsun, muhakkak o da söylemiştir. (Düşünmüyor değilim, ben de annem ve teyzem gibi hiç olmazsa sabahları sadece Nablusî okusaydım... ne bileyim, belki daha mutlu olurdum.) (Şimdi de mutsuz olduğumu söyleyemem aslında. Yani hiç olmazsa Antonie Roquentine ve... mesela Hikmet Benol’dan daha 283 mutluyum. Bunu İslamlığımdan ziyade birey oluşa karşı gösterdiğim tepkiye bağlayabilirim belki. Neyse.) Kalabalığı görünce doğal bir tepki gösterip irkildim. (Birisi “irkilme” eyleminin sadece hayvanlar için söz konusu olduğunu söylemişti. Buna karşı çıkmıştım, yani hakaret niteliği taşıyor diye.) Ama yabancı pek kimse olmadığını görmemle birlikte gevşeyiverdim. Bende gevşeme oturma şeklinde vuku bulur. Düşte iskemle de gerekmediğinden bu konuda zorluk çekmedim... Ama gürültüden gerçekten rahatsız oldum. Artık pek söz de geçiremiyorum. Herkes kendine bir ‘imaj’ bulmuş, beni pek takan yok. Adamım hariç tabi: “Şimdi konuşmayalım istersen.” dedi yanıma oturduktan yaklaşık altı dakika sonra. “Neden ki, şimdinin nesi var?” dedim. “Görüyorsun işte, şölen var.” dedi. Mezarlığı boydan boya gezdim gözlerimle. ‘Şölen ha,’ diye geçirdim içimden. Şimdi muhtemel dinleyici (ya da duruma göre okuyucu) için ‘Ne şöleni?’ sorusunu cevaplamak gerek. Bakalım... “Dostum...” dedi. Yüzüne baktım. Bekledim. Çıplak ayağına takıldı gözüm. Baş parmağıyla toprağı eşeliyordu. 284 “S.ktiret muhtemel bilmem neleri!” Şaşırmama fırsat vermeden, tabi üslûbunu düzelterek devam etti. “Bak işte, onlar da buradalar, ama çıtları çıkıyor mu? Halbuki... ben Fransa’dayken...” Dayanamayıp kahkahayı patlattım!.. Tepki vermedi. Yine birkaç dakika sustuk. Malva’nın sesi düşte ön saflara geçiverdi. Gözlerimle aradım, sağ tarafta, büyükçe bir taşın üstüne çıkmıştı; onca yaşına rağmen öyle güzeldi ki sesi! “Bakıyorum kahkaha atmayı öğrenmişsin!” “Aman da aman, adamım tavır koyuyor ha...” Hızla biri yakalayamadım. geçti arkamızdan. Döndüm ama “Hubbâz Teyze.” dedi Davku. “Çok hızlıydı.” dedim. “Öyle, dedi, artık hızlandık.” . . . Oysa ölüler konuşamazlardı... Düşler ölmezdi, düşler biricik aydınlıklardı ve ölüm, karanlıktı. Ama ölümü düşünde görmek, işte bunun adı ımızganmaydı. 285 “Gitme!” dedi ve nihayet yüzüme baktı. “Çelişki öldürüyor Davku!” dedim. “Vazgeç artık.” “Ya sen?..” “Ben...” Yine hızla geçti arkamızdan Hubbâz Teyze. Biz sustuk. Nal seslerini seçebilene kadar gürültünün arasından, hep sustuk. (Ama bunu çok özlediğimi itiraf etmeliyim.) Nişantaşı’nda aheste aheste yürüyen hiçbir kadın bu kadar güzel sesler çıkaramazdı ince uzun topuklarıyla ama Şîran, işte öldüren bir yürüyüş ve nal sesleri... Benim sağımdan geçerek girdi mezarlığa. Davku başını öne eğmiş kımıldamadan duruyordu. Bir an ona âşık olmaktan korktuğu için dönüp bakmadığını düşündüm. Şîran’ı görünce unutuverdim bu düşünceyi. O beni görmemişti. Zarif vücut hareketleriyle mezar taşlarına basmamaya özen göstererek ilerledi. Biraz ilerde durdu. Siyah permalı saçlarını dalgalandırdı parmaklarıyla. O anda Malva sustu. Birbirlerine bakıyorlardı, ya da birbirlerinin olduğu yere bakıyorlardı. Yine hızla Hubbâz geçti arkamızdan. Davku ayağa kalktı. Şîran başını bize çevirdi. Davku’yu görünce somurttu, ya da bana öyle geldi, ama beni görünce birden gülümseyerek yanımıza geldi. “Merhaba güzel adam!” dedi. Ben de gülümsüyordum, onu gördüğüme sevinmiştim. 286 “Sana da merhaba güzeller güzeli!” dedim ve ayağa kalktım. Eğildi ve başını bana uzattı. Dudaklarından öptüm. Gül kokuyordu... Birden elimi tuttu Davku ve beni çekti. “Yürü, gidelim buradan!” dedi. İttim onu. Sendeledi, ayağı takıldı ve yere düşecekmiş gibi oldu. Birden bir el uzanıp tuttu onu. Başımı kaldırıp bakınca Hubbâz Teyzeyle göz göze geldim. Kaşları çatılmıştı ve belli ki çok yorgundu. Bakışlarıyla azarlıyordu beni. Utanıp başımı eğdim. Teyzenin etrafındaki toz-duman dağılmaya başladı. Susmuş bana bakıyordu. Malva yeniden başladı şarkı söylemeye, sekiz santim kalınlığında deve desenli bir yılan kıvrıldı bacaklarımın arasından, ihtiyar Venûlüs’ün sakalları parladı mezarlığın sol ucundaki kulübenin önünde sıralanan sandalyelerden birinde, Davku ekseni etrafında bir tur döndü ve; Şîran yok oldu! “Yürü, gidelim buradan.” dedi Davku. “Adamım! dedim, ben buradan gitmek istemiyorum!” Sustu ve tekrar oturdu. Ben de yanına oturdum. Beraber denizi seyretmeye başladık.... Yataktan kalkınca odanın kapısını bulamazsın ya karanlıkta, kendi yatağını hatırlar ve iç geçirirsin; ne arıyorum ben burada, burası neresi ki, diye sorarsın hatta kendine, bir o duvara bir bu duvara bindirirken. Okulda, kantinde arkadaşınla oturuyorsundur da arkadaşın sana 287 sınav sorularının ne kadar zor olduğundan bahsediyordur; sen bakıyorsundur suratına ama kimin?.. Baban son zamanlarda sıklaşan terör eylemlerinden şikayet ediyordur ya da Fenerbahçe’nin Galatasaray’a yenilmesinin sebeplerini sıralıyordur ve sen, yine bakıyorsundur suratına ama kimin?... Kız sana ilişkinizin artık duygusal boyutunu yitirdiğini, ama istersen çok iyi arkadaş olabileceğinizi anlatıyordur Bakırköy’de, Japon’un yerinde ve sen, bakıyorsundur suratına AMA KİMİN?! Feyzullah Bey, Metin Üstündağ’ın bulantısını anlatıyordur sana, Enis Bey fizik okuyor olmanın avantajlarını söylüyordur, Hilmi Yavuz ‘net tavır’ bekliyordur, Aydın Oğuz birlikte çalışmaktan söz ediyordur, son şiirini anlatıyordur, yeni öyküsüne başlayacaktır, dergiden atılmalarından dem vuruyordur, reklamcılara küfrediyordur, öykü yarım kalıyordur, kitap basılmıyordur, tren gidip geliyordur, kuşet yanıp sönüyordur, makas... yanıp sönüyordur.. elektrikler gidiyordur, sular kesiliyordur, telefon çalışmıyordur, ayakkabıların kokmaya başlıyordur, önde oturan kızın saçlarının ne kadar ipeksi olduğuna bakıyor ve dokunamamaktan helak oluyorsundur, Deniz diye bir şey yok aslanım! Çünkü renkler, sayılar ve harfler gibi insanoğlunun uydurduğu saçmalıklardır ancak. Uydurmalar, hep uydurmalar.. Sen 288 uydurmasın, ben uydurmayım, bu mezarlık, bu deniz uydurma, aşk uydurma. Anlıyorsun değil mi? - Hayır!.. Olsun, anlaman da gerekmez zaten. Açıkça söyleyeyim ne düşündüğümü: Toplum dedikleri o şey var ya, ne zaman ve nasıl olduğu umurumda bile değil, bir şekilde anlam kaymasına uğramış. Artık “toplum” deyince zihnimde canlanan tek şey “kalabalık” oluyor. Bunu anlıyor musun, kalabalık!.. Tiksinç bir şeydir, Eminönü gibi, balık ekmekçilerin orası var ya, yürüyemezsin, hep birine çarparsın, halk otobüsüne binersin, ter kokar, tuhaf gıdalar vardır, gastelerle örtülmüş naylon poşetlerdedirler ama yine de iğrenç kokarlar. - Bakış açısına göre değişir. O kokulardan zevk aldığın dönemleri de biliyorum ben senin. Ha-ha.. Sadece âşık olduğum zamanlar... Neyse, kafamı karıştırma, düşünüyorum. - İyi ya, düşün, engel olan mı var... Bizim için tarih, belki Tanzimat dönemiyle birlikte son buldu. Aslında Batılılar için de yaklaşık olarak aynı zamanlarda. Ama onlar Napolyon’a kadar abartıyorlar. Pek okumadım ama Hegel olabilir; yani onun düşünüp söyledikleri Batı’daki tarihi bitirmiş olabilir. Ya da Bataille... aslında Sartre.. Evet, Sartre’la birlikte netleşiyor onların sonu. Ama biz... Tabi, tam olarak çözebilmiş değilim bunları ama bizim durumumuzun 289 biraz farklı olduğunu biliyorum. Bir defa biz Doğuluyuz... Gerçi bunun da ne demek olduğundan emin değilim, Oryantalizm kitabını okuyunca kafam çok karışmıştı. Okuma saçmalıklarını bir kenara bırakırsam, Doğulu olmayı çocuk olmakla ilişkilendirmek o kadar da yanlış olmaz gibi geliyor. Yani sosyal hayat bakımından. Ne bileyim, burada her zaman bir lider, bir kurtarıcı beklenir ya. - Orada da beklenir... Bu bir fark değil.. Evet ama aynı şey değil. Burada, yani Doğuda bahsettiğim bekleyişte hep mistik bir anlam vardır. - Mistik mi?.. Evet, mistik. Aslında bu şekilde de özetleyebiliriz, tabi biraz kaba olur ama olsun: Doğu, mistik olandır. - Bence saçma! Doğu mistik olmaya zorlanandır desen belki... Bence de... Ama sonuçta Ahmet Hamdi’yi okumak çok fazla acı veriyor. Hele Oğuz Atay... Ben ilk Sartre okumuştum, yani ciddi olarak, hem de Bulantı’yı. Antonie Roquentine ve... Neydi o beklediği kadının adı? Lola mı?.. - Hayır, öbür kitapla karıştırıyorsun. Hı hı, haklısın.. Neyse, ama yerin adını hatırlıyorum, Bouville... Ve İstanbul... Kafka ve Camus’dan da zevk alabilirdim ama zamanlama yanlıştı. O dönemde kişisel aydınlanmalarımı yaşamaktaydım. Sen bilmezsin, o zamanlar yoktun. - Şimdi de yokum. 290 Tamam, kes! Biliyoruz... Ranzanın alt katı ve “Yoksa Allah yok mu?” diye sormak!.. Ne büyük dehşetti o, aman Allah’ım! Ürpererek sabahı beklemiştik. Ha-ha, ezan okuyunca da sabah namazı kılmıştık ama, dostum Şefik ve ben... Zaten aydınlanma dediğimin de bununla ilgisi yok. (Gerçi aydınlanma diye bir şey de yok ya neyse..) İlk cinsel ilişki... bu çok önemli Davku. Şöyle düşün: Sütsüz kahvenin kaymağı olur mu? - Ne? Ha ha ha..! Ne bileyim, aklıma geldi. ... Kurt Cobain’in intihar ettiğini yurtta öğrenmiştim. Gene kaçıp sahile inmiştim. Saatlerce denizi seyretmiştim böyle. Sarsıla sarsıla ağladığımı biliyor musun? - Biliyorum, anlatmıştın. Evet, anlatmışımdır. Gerçi ben Şeyh Kasım öldüğünde de ağlamıştım. Hatta geçenlerde Barış Manço ölünce de çok ağladım. Dur bakayım; Tanju Okan.. hayatımda dinlemişliğim yoktur ama o öldüğünde de ağlamıştım. Sonra Hulusi Kentmen de var, Sadri Alışık, Münir Özkul... - Münir Özkul ölmedi daha... Hah, yazdıklarım okununcaya kadar o da ölmüş olur. - Allah göstermesin! 291 Amin!. Amin tabi... Ama Hamiyet Yüceses ve, Zeki Müren de öldü!.. Evet ama, olsun, üzülme, Orhan Gencebay var daha... - Kadir Savun? Evet... Ve Erol Taş.... Ama dedim ya, Orhan Gencebay var, hatta, tabi ya: Müzeyyen Senar! - Eee?.. Nereye varmak istiyorsun? Hiçbir yere. Yolun sonuna çoktan geldik Davku. Varış diye bir şey yok artık. - Yolun sonu da yok, biliyorsun. Ona bakarsan yol diye de bir şey yok. Arda Denkel hocanın anlattığı argümanı hatırlasana... “Şu anda biz rüyada olabiliriz ve dışarıda yağmur yağıyor olabilir.” - Bouville... Arda Hoca hastaneye kaldırılmıştı, duydun mu? - Hayır, nesi varmış? Bilmiyorum, sanırım beyninde bir şey... - Şimdi ne durumda? Bilmiyorum... Kalk hadi, gidelim. Bunu söylediğinde ‘nereye?’ diye sormayacak bir tek kişi vardır, o da adamım Davkudur. Öyle ama, gerçekten özgür olan sadece düşler değil midir? Biliyorum, özgürlük kel alaka oluyor, zaten düşler de 292 biraz öyle. Tasvirlerde zorlanınca (düş) yazıcı amcam, böyle düşler giriyor araya. Yoksa hepsi hikaye! Mezarlıktan çıktık. Kimse dönüp sormadı nereye gittiğimizi. Oysa bu onları son görüşümdü. Hayır, üzüldüğüm, zavallı ölüler biri gelip de bir Fatiha okusun diye yalvar yakar beklerken benim haysiyetsiz düşlerimle yetinmek zorunda kalıyorlar. Öyle öyle, abartılı bir laf etmedim, aynen öyle: Düşlerim haysiyetsizdir. “Kalk, dedi Davku, Karîn geliyor.” Ayağa kalktık. Etrafa bakınıyordum, sesler yavaş yavaş azalmaya başladı. Artık sadece Malva şarkı söylüyordu. Tam arkamda bir kırbaç sesi duydum. Düş bitti. 293 294 2. K İ T A P - OTOSTOPÇU 295 296 1.BÖLÜM - KIYI 297 298 DAVKU’NUN GİDİŞİ VE MONOLOGLAR (Mehmet Batur ve sandık cini Mustafa arasında diyalogdur.) Kimse yok şimdi, tek başıma kaldım... Telaşlıyım, sinirliyim. Yağmur tokat gibi çarpıyor pencereye. Yağmur yağıyor!.. Kendime hakaret etmek için bir bahane arıyorum... İlaçlar azaldı, sözler tutulmuyor, hep telaş var. Her an biri girebilir odaya; düş yok ama, artık düş yok!.. Ben niye yazamıyorum? Biri var arkamda, korkuyorum bakmaya... Biri var, evet, halıya sürüyor ayaklarını. Kalın yün çoraplar, kırmızıdır kesin. Melekler ayaklarını sürürler mi ki? Cebrail’in yetmiş kanadı vardı, di mi? Senin kaç kanadın var? Omzum ürperdi. Bir el dokunuyor omzuma. Oh!.. İçim boşaldı... “Aah!..” “Şşşt.. Sakin ol, benim.” “Ödümü patlattın!” “Ne yapıyorsun burada?.. Yazıyorsun!..” 299 “Hayır, sadece resim yapıyorum...” “Çek elini, onlar harf, sen yazıyorsun...” “Git başımdan, sana ne, yazarım yazmam!” “Ne var bunda çekinecek, yazarsın elbet.” “Git başımdan, dedim!” Pencereye gitti. Perdeyi aralayıp dışarı uzattı kafasını. Kafası ıslanıyor. Yağmuru seviyor o da... Yağmuru da o seviyor, ben değil. Pis herif! Nasıl da kasılıyor!.. “Ne de güzel yağıyor mübarek!” “Susacak mısın, gidecek misin?” “Ne yaptın ona?” Yüzüme bakıyor mu? Hayır, hâlâ dışarıda kafası. “Kime?” Neden sordum, neden!? “Ona, onlara... Niye gitti hepsi?” “Bilmem, ben bir şey yapmadım.” Gülümsüyor, hissediyorum. Şimdi bir uçak düşse kafasına, Allah’ın belası!... “Sen niye bu kadar toysun?” “Ne?” “Boşver...” “Off!.. Ne zaman gideceksin?” “Hiçbir zaman! (İçeri girdi.) Sen ne zaman öleceksin?” “Haha, hiçbir zaman!..” 300 “Hahaha!..” “Kalk hadi, çıkıp gezelim. Bak, ne güzel yağmur yağıyor.” “Sen çık, sen seviyorsun yağmuru...” “Çıkart tişörtünü.” “Ne?!” “Üstünü çıkart ve buraya gel.” “Şimdi de sapıtıyorsun ha!” “Hahaha.. Hayır, sana bir şey göstereceğim.” Ayağa kalkıp yanına sokuldum. Eliyle geri itti. “Üstünü çıkartmadan olmaz,” dedi. Resmi ve yazıları silinmiş nirvana tişörtümü çıkartıp kanepeye attım. Çıplak kalmıştım. Birden rüzgar esti ve üşüdüm. “Yaklaş,” dedi. Pencereye yanaştım. “Yukarı bak, daha yukarı...” Baktım..! Gökyüzünde anızlar yanıyordu! O sigarasını bitirene kadar baktım, kımıldamadan. Sonra şakaklarımı sıyırarak boşluğa fırlayan izmarite baktım. Aşağıya, park etmiş arabalardan birinin üstüne düştü. İçeri girip yüzüne baktım. “Gözlerine ne oldu senin?” dedi. “Ne, ne olmuş gözlerime?!” “Altları, yanları morarmış... Biriyle kavga mı ettin yoksa?” “Evet, dün gece arkadaşlarla bir kahvedeydik, maç yüzünden kavga çıktı, biraz dayak yemişim!” “Niye ağlıyorsun?” 301 “Git buradan Mehmet Abi, n'olur git! Yalnız kalmak istiyorum.” “Yeterince kaldın, bir halt edeceğin yok tek başına...” “Sen olunca ne olacak, yardım mı edeceksin bana?” “Bir kere etmiştim di mi?” “...” “Fazla kahven var mı?” “Bilmem, bak oraya.” “Sigaran da varmış, çok iyi. Otur şöyle.” “Hahaha!.. Çocukluğumdan mı başlıyım doktor bey?!” “Fena olmaz aslında ama onu biliyorum, sıkıcı olur şimdi...” “Kıl bir adamsın aslında, biliyor musun?” “Hayır, niye kılmışım?” “Oturdum işte, sor?” “Pişman mısın?” “Tabii ki!” “Neyden?” “Her şeyden.” “Mesela?” “Daha fazla test çözmek varken felsefe fasiküllerini okuduğum için pişmanım mesela.” “Bunu bir daha söyler misin?” “Tamam, değilim.” “Haha... Senin bu çelişkine hayranım işte!” 302 “Hayranmış!.. Ben de senin bu her şeyin üstüne çıkan tavrına hayranım!.. Kılsın işte!” “Hadi felsefe yapalım.” “Hadi yapalım!” “Nedir çelişki?” “Epikür müydü, neydi adamın adı? Bir elini sıcak suya, diğerini soğuk suya soktuktan sonra iki elini de ılık suya sokuyordun ve iki elinle algıladığın ısı da ılık suyun gerçek ısısı olmuyordu. Bu işte. Kaçınılmaz çelişki...” “Aman da aman, unutmamışsın... Devam et, nedir çelişkinin sorunsalı?” “Haha... sorunSAL... haha!..” “Tamam, cıvıma; nedir söyle?” “Bireysel anlamda bir sorun yok aslında, sorun toplum içi bir varlık, bir fert olduğunda başlıyor...” “Yani?..” “Yani toplum çelişkiyi kabullenmiyor. Bu da büyük bir sorun.” “Neden?” “Neden olacak, sen çelişkiden vazgeçilemeyeceğini biliyorsun ama toplum bunu anlamıyor.” “Anlamıyor mu?!” “Kabul etmiyor. Kabul edemez çünkü eşyanın tabiatına aykırı bu. Çelişki düzensizliği getirir beraberinde ve toplum temelde düzene muhtaçtır. Yani bilinen bu...” “Eee?” 303 “E si bu işte! Ben çelişkiyi hücrelerimde hissediyorum ve bunu topluma kabul ettiremediğim için dışlanıyorum...” “Dışlanıyorsun!?” “Tabii ki hayır, kendimi dışlıyorum. Ama bu da bir gereklilik, böyle yapmak zorundayım. Hem karakteristik özelliklerim, mesela bazı konulardaki ayyuka çıkmış yeteneksizliklerim!..” “Hangi konular? Mesela?” “Haha.. Biliyorsun, başta ilişkiler geliyor. Ne ben insanları anlayabiliyorum, ne de kendimi anlatabiliyorum.” “İlişki?.. O ne demek şimdi?” “Aşk işte, hani şu bilinen. Ben onu, o beni tanır, biri ‘hadi’ der. Sonra olur. Sonra devam eder. Sonra biter. Sonra, bazen yine başlar, yine biter... Böyle böyle...” “Sadece bu mu?” “Hayır, dostluk da var. Hatırlarsın, Ramazan ayıydı, iki kadeh içmiştim sadece, sarhoş değildim ama bok gibiydim. Malum mesele. İkisi de söz söyleyemez hâle gelmişlerdi, yattılar. Ben dolaba dayanmış boş boş bakınıyordum.” “Boş boş bakınıyor muydun? Ne düşünüyordun?” “Dur, kesme... Tabi boş bakmıyordum, onu düşünüyordum, ve de kendimi, ve de o şeyi... Aşkı...” “Eee?” “Kalktım ve pantolonumu giydim. İkisi de ne yapacaklarını şaşırdılar. Saat üçü geçmişti ve ben evden 304 çıkmaya hazırlanıyordum. Susup kaldılar. Ben çıktım. Erenköy’den Kadıköy’e kadar yürüdüm. Off, ne sabahtı ama!.. Sahur vakti Göztepe’ye yaklaşmıştım. Bir anda uzaktan davul sesleri gelmeye başlamıştı. Sonra, birden bütün sokaklardan davulcular çıkınca... Muhteşemdi!” “Yani?” “Yani adamlar benden ümidi kesmişler o gece. Muhtemelen Boğaz’dan atlar demişler. Haha.. Boğaz’dan atlarmışım. Anlatamadım, özür filan diledim sonra, düzeldi aramız. Anlıyor musun?” “Evet...” “Evet, ne?... Haha, niye sustun?” “Kahve koysana.” “Peki...” “Puffff... Onu neden bıraktın, öteki için mi?” “O kim, öteki kim?... İsimler verelim en iyisi.” “Tamam, O’na ‘düş’ diyorum. Ötekine de......” “Gerçek, diyelim.” “Neden?” “Hiç bu kadar yakınımda esmemişti rüzgar... Yani... Hiç bu kadar derinden koklamamıştım toprağı...” “Toprak diyelim o zaman ona. Toprak kadını.” “Hayır, insanı. Toprak İnsanı. Hatta dur, adı Nergis olsun.” “Peki, ya öbürü, Aglaya?” “Onun adı var ya işte.” 305 “Tamam, şimdi yine soruyorum: Düş’ü, Nergis için mi bıraktın?” “Hayır... Yani bilmiyorum aslında... Şöyle söyleyeyim: Düşle beraber geçen her gün benden çok onu öldürüyordu, bunun farkındaydım. Ama elimden bir şey gelmiyordu. Ona ihtiyacım vardı... Bu çok pis bir şey! Bunu her hatırladığımda atlayasım geliyor şu pencereden. Var mı böyle bir adilik! Ama dedim ya, elimden gelmiyordu, yani o kudreti bulamadım kendimde. Ama ilk fırsatta kurtarmalıydım onu kendimden, benimle ölüyordu çünkü. Karanlıkta yürümeyi benle öğrendiğini, bensiz tek adım atamayacağını söylemişti, bu doğruydu, hayır, ukalâlık etmiyorum, öyleydi. Çözüm çok basitti, beni bırak ve kurtul. Ama karanlığın büyüsü var işte, lanetli olanın çekiciliği gibi... Bir defa çektin mi ‘esrar’ı bir daha bırakmak ne mümkün. Ancak sert bir darbeyle kesilmeliydi göbek bağı, başka türlü olamazdı. Ama kimde var ki bu kudret!..” “Varmış demek ki?” “Evet, yine aşkın kendisindeymiş kudret. Düş’ü Nergis için bırakmadım, Nergis konusunda, yani karaya ayak basmak konusunda çekingendim aslında, ürkektim, sadece o kokuyu almam yetti. Bütün bedenim yaşamla dolar gibi sihirli bir ‘kurtuluş hırsı’yla dolup taştım. O gece, yaptım işte. İlk anda beklediğimden çok az tepki verdi. Ötekilerden çok daha ciddi olduğunu anlamıştı ama tepki vermemişti işte. Hatta o gece evde ‘Hürüm!’ 306 demiştim kendime. Poff.. Hürüm! Sonra sabah!.. Bunlar çok normal. Belki acı çekecek, çok çekecek ama olsun, onu kurtardığım için pişmanlık duymuyorum. ....” “Niye sustun?” “Bazı şeyler unutulmuyor ama Mehmet Abi!... Yirmi küsur yıldır omuzlamışsam şu mezbeleyi, nereden baksan altı yılını onunla çekiştirip durdum hayatın. Bir çift yeşil lensin işaret parmağından göze gidişini unutmak kolay değil ki... Gülümserken onca sigaraya rağmen bembeyaz dişleriyle kemirmesi ruhumu, her oturuşunun bağdaş kurarak bitmesi, konuşurken eliyle gerdanını kapatması, dizlerini sallaması; saçlardan sakal ve bıyık yapması, parmaklarını çıtlatması... Daha çok var bunlardan.” “Alışmışlık...” “Evet, itiraf ederim bunu: Alışmışlık... Yoksa kabul ederdim ona âşık olduğumu. Fazla sıkı bir bağ. O yüzden koparmak acı verecekti tabi. Ama unutma Mehmet Abi, bari sen unutma, o göbek bağının bir ucu da bendeydi. Ve ben kestim ellerimle, ben kopardım.” “Vicdan azabını bastırmaya çalışıyorsun...” “Beceremiyorum ama.” “Ya Aglaya? Onu unutabilmen hâlâ pek inandırıcı gelmiyor.” “Unutmak!.. Benim yüreğim Doğulu Mehmet Abi, unutmak haramdır bizde. Sadece indirip sandığın bir köşesine sıkıştırdım. Ama iyi de bağladım. Kolay kolay çıkamaz artık.” 307 “Nasıl becerdin bunu, bakamıyordun bile?” “Haha... Aşk Mehmet Abi, aşk... Kendinden yücesi yine kendisi olan bir Allah’ı bilirim, bir de aşkı.” “Nergis mi?” “Evet ya!” “Sadece aşk mı?” “Hayır. Aslında sadece o değil. Yani onda başka bir şey daha vardı...” “VarDI mı?” “Bilmiyorum, benden çıktı artık... Geçmiş zamanın hikayesini sen yazarsın, o da yaşar gider... Ben gene bekleme salonuna döner, otururum iskemleme.” “Neydi o şey? Daha başka olan?” “Tam bilemiyorum. Ama çok tanıdık bir şey. Hani bilirsin, ‘Ahde vefa’ diye bir olay vardır İslam’da. Hani ruhlar bedenlere üflenmeden önce bir meydanda -adını unuttum- toplanıp Allah’a ona isyan etmeyeceklerine söz vermişlerdir, o meydan işte... Hani bunca ‘sözünden dönme’den sonra birden o meydanda bulursun da kendini, yere kapanır hüngür hüngür ağlarsın pişmanlıktan. ‘Çocukluk’ işte! İçerideki sandık, işte bu! Dan dan dan, yumruklar vuruyordu sandığa. Direk iletişime geçti ‘çocuk’la. Kapak gene açıldı. Işık, of Allah’ım, o ne ışıktı! Her yanım tir tir titredi sanki. Ve tutup kapattım Aglaya’yı sandığa. Yine o, Nergis, bir üfledi, sandık kapandı. İçerisini, benim bakmaya cesaret edemediğim içerisini gördü o.” “Peki niye bozuldu her şey?” 308 “Ben!.. Biliyorsun işte, çelişkiler, iletişimsizlik, salaklık, kapasitesizlik, algılayamamak... Beni anlamamakla suçlarken onu -kendim çok zeki bir adamım ya!- tokadı bastı suratıma. Hak etmiştim ama gene de ciğerimde duydum acıyı. Yok, benim ciğerim yok, sanki, sanki midemde bir yerde oldu patlama. Hani o ilk gün sızlayan yer var ya, orada işte. ...” “Sonra?” “Sonra mı? Ne olabilir, yine aynı hikaye. Tam kara göründü diye bağırmıştı gözcü, tam da ben hayatımda ilk kez, evet ilk kez, karayı hayal meyal görebilmişken sis bulutunun ardında gene o malum fırtına geldi buldu beni/bizi/evreni... Gördüğün gibi buradayım, dipte, karanlıkta, eskisi gibi.” “Ama Davku yok...” “... Artık aşk tecelli etmeyecek demek istiyorsan boşuna uğraşma. Ben hüküm vermekten vazgeçtim.” “Haliç’te görmüşler, sigara içip denizi kokluyormuş.” “Aşk tiryaki olmuş ha!..” “Hiç mi üzülmüyorsun?” “Davku’ya mı? Yapma Mehmet Abi, beni tanımıyormuşsun gibi...” “Sanki pek umurunda değilmiş gibi...” “Ben Toprak’ı kokluyorum şimdi. Bu kadar yaklaşmışken, doyasıya kokluyorum. Kokuyu hatırladığım sürece yaşayacak. ....” “Ne yaşayacak?” 309 “Hani Davku ölürken, hani doğum esnasında sıkmıştı ya yumruklarını, ben bir düş kurmuştum ya düşümde... Düşülkelerin zemini bir karış suyla kaplıdır Mehmet Abi, ben kokuyu hatırladıkça Davku yumruklarını gevşetecek. Umut, Mehmet Abi!.. Umut olmasaydı bir an bile yaşanır mıydı bu çile! Allah bekler miydi kullarım tövbe edecek diye? Umut, bir mit gibi, evet, tam da bir mit gibi UMUT!” “...” “Madem ‘umut’ dedim, bırak beni daha ileri gideyim. Gidip kendime yetişeyim ha? Yüzleşeyim kendimle, ha?” “Dinliyorum.” “Neden yağmur yağınca toprağın kokusunu bu kadar sever bu talihsiz insanlar, hiç düşündün mü bunu? O kokudur işte Şeyh Galip’in ‘Hüsn-ü Aşk’ın sonunda söylediği ‘Hitâmuh’ul Misk’. Abdülbaki (Gölpınarlı) Hoca ayetin sonunu almıştı kitaba, kitap şurada, versene.” “Al bakalım.” “LXXXIII. sürenin 26. ayetinin sonu: «içiminin sonunda misk kokar; özleyip dileyenler, bunu özlesinler, bunu dilesinler.» Bir de ‘hitam’ lafının anlamına bak istersen...” “Bitiş, tükenme!.. Mührün kağıtta kalan izi...” “Evet, tam da bu işte... Her şey biter, ben ölürüm hatta, ama hitamın miski kokmaya devam eder. ‘Ben merkezcilik’ten sıyrıldığım zaman yüzleşiyorum (ya da 310 burun buruna geliyorum) dışımda var olan kokuyla; dışımda değil, yani ötede, benden ziyade olan bir var oluş bu... Yani...Yağmur yağar, tıpkı gözlerdeki nurun akması gibi şakaklara, yağmur toprağa yağar, tıpkı her gözyaşının ardından belli belirsiz bir coşku duyduğun gibi, toprak kokar...” “Sonuç? Ne olacak sonuçta, sen gene yalnız kalacaksın.” “Anlamıyor musun Mehmet Abi, toprak kokuyor diyorum. Ben yalnız kalmışım, kimin umurunda! Hem ben, Boyacı Veysel’den, Hamal Emin’den daha mı yalnızım ki! Söyle, ben senden daha mı yalnızım Mehmet Batur efendi! Yalnızlık, en zararsız yalanım benim. Devirip üstüne çıkamadığım zaman’a, kadın’a, eşya’ya ve hiç ama hiç öğrenemediğim Aşk’a karşı ayakta durabilmek için uydurduğum en zavallı düşüm! Ben Allah değilim Mehmet Abi, nasıl ki sen kaderi yazmak olan biçare bir düşsen, ben de kaderi debelenmek olan yine biçare bir kulum. Evet, bütün bir hayatı ben ellerimle yapıyorum ama hiçbir şey yaratamıyorum işte. Hiçbir şeyi yok edemediğim, unutamadığım gibi, geleceği de değiştiremiyorum.” “Çelişki!.. Hem ben yapıyorum, dolayısıyla ‘özgür bir bireyim’ diyorsun, hem de değiştiremiyorum, yani ‘kulum’ diyorsun.” “Haha... Sana bile anlatamıyorum işte. Anlamadıklarına çelişki diyorsun. Ben sana 311 anlatamadığım için de o bir yarım kalmışlık, bir bitememişlik olarak kalıyor.” “Ve?” “Ve ben burada cıgaramı yakıp dalıyorum... Ve olup bitiyor her şey. Orada kimse yok. Burada ben varım. Sen oradan bakıyorsun ki, aslında burada da kimse yok. Kimse yok işte! Tek başına kalmış bir yalan oluyor yalnızlık. Bir yalan gibi her şey, inanması çok da zor olmayan bir yalan gibi; Allah... tek başına, yalnız, orada ya da burada değil ve değilin de değili. Ama inanıyorum. Ve bu da beni hiç alçaltmıyor.” “Susuş...” “Evet. Susuş... Ama sen varsın şimdi, yazıyorsun. Beni yazıyorsun, onları yazıyorsun, geleceği yazıyorsun... Tıpkı sahilde şövalesini kurmuş, piposunu tüttüren o burnu kalkık ressam gibi, onun denizi, gökyüzünü, balıkları ve balıkçıları çizdiği gibi. Susuş, sanat denilen o şeyle soluklanabiliyor, yansıyor ve beş duyuya indirgeniyor. Susuş bizim anlayabileceğimiz şekle giriyor. Ama hep gizemli, her şey hep gizemli.” “...” “...” “Yağmur durmuş...” “Evet. Hep durur ya.” “Demek öyle... Söyle o zaman, nedir denge?” “Budur işte, çelişkiyi sindirebilmek. Hani yaşamak diyorlar, işte ta kendisi.” 312 “Sandık... O ne olacak, ne kadar daha bekleyecek?” “Açılıp kapanacak kapağı, ışık saçacak hep. Ben coşacağım, coşacak ve ağlayacağım daha, güleceğim de, gerçekten, içten. Çünkü düşler ölmezler Mehmet Abi, belki germekten çekinmeyiz onları çarmıhlara ama onlar hep kaçmanın yolunu bulurlar. Davku’nun yaptığı gibi. Gene gelecek. Sımsıkı sarılacak bana, ben de ona. Çünkü o benim adamım!..” “...” “‘Hepimiz öleceğiz’ edebiyatı Mehmet Abi...” “...Ölmek?” “Elbette... Hiç ama, hiçbir şey. Sıram gelince bir çift işçi gelecek ve sandığı kavrayıp tarlanın öteki yanına bırakıverecekler. Tarlanın öteki yanı... Terazinin öteki kefesi gibi.” “Kapattık mı şimdi Toprak/Nergis meselesini?” “Hahaha... Şimdi ben aşığım Mehmet Abi, yüzüme aydınlık yağıyor, İstanbul’a yağmur yağdığı gibi, kapatılır mı o!.. Burada, dipte sıkılı bir yumruksa bir kefem, yukarıda, damar damar olmuş açıkta bekleyen avucum da diğer kefem. Sımsıkı sarılmışım çarmıha Mesih’e sarılır gibi, kadın’a bakar gibi uzaktan. Bir el gelip kırar ya bütün kapıları, emin ol Mehmet Abi, yakalarım ben o eli.” “Yakalar mısın?” “Yakalarım tabi. Denizimiz ölü diye, tabutumuz kara diye sıkılı yumruğumuzu boş sanmadın herhalde... 313 Al işte, buram buram toprak kokuyor avucum. Her bir eklemim -her bir eklemi örümceğin- yeni bir yol ağzı değil mi? Seçerim hep umudu; karanlığa alışınca gözlerin, bilirsin, silik de olsa seçebilirsin şamdanı/delikanlı kadının ateş gibi parlayan gözlerini. Balçık olmuş tarlamız, biliyorum ama bir çöp kibrit de bulamayacak mıyız?” “Bulacak mısınız?” “Bulacağız sevgili Mehmet Batur, sen yazdıkça biz soluk alıp vermeyi sürdüreceğiz.” HAMİŞ Bugün Hande “Üç ayı ve altın kız”ın öyküsünü anlattı, daha ayrıntılı olarak. Bir de bugün çok uykusuzdum ben. Uykusuzluk şey gibidir, üç ya da dört kadeh rakı içtikten sonra (ruh hâline göre değişir sayısı) sandalyeden kalkıp meyhaneden çıkar ve İstiklal’de yalpalayarak yürürsün; ya da herhangi bir uyuşturucu madde (sızıp kalmayacak kadar) aldıktan sonra sırtını en yakın duvara dayayıp düşünürsün ya, işte onun gibidir. Mecidiyeköy’de Yenikapı otobüsüne binip cam kenarına çökersin, kafan oldukça dağınıktır, düşüncelerin de. Hani belki de tek suçun volkmende hâlâ aynı kasetin bulunuyor oluşudur (Ala gözlü yâr). Sonuçta dirençsizsindir ve hatırlarsın, bir kaç saniyeyi bir kaç saat olarak açıverirsin. 314 Yapamadıklarını anımsar, daha bir kahrolursun. Otobüs Yenikapı’ya varır, sen inersin ve hazır bekleyen diğer otobüse binip kaldığın yerden devam edersin düş kurmaya. Başın cama dayalı, gözlerin kapalıdır ama uyanıksındır işte. Genç bir bayan oturmuştur yanındaki koltuğa, öksürüğünden anlarsın genç olduğunu. Otobüs kalabalıktır, bilirsin ama emin de olamazsın, belki de sadece ikimiz varızdır, diye geçer içinden. Sadece ikimiz olsaydık keşke dersin. Kaçacak, saklanacak bir yer olmasaydı keşke dersin, mutluluk da artık bir tür mahpusluk olabilseydi keşke dersin. Sonra bol imgeli bir yığın cümle kurarsın ve saflığını yitirir düşlerin. Az önce “keşke o zaman omuzlarından tutup öpüverseydim” diye hayıflanırken, şimdi “keşke daha temkinli bassaydım ayaklarımı toprağa” demeye başlarsın. Gerçek dünyanın kirli silueti düşer, aynen bir gölge gibi, saflığın ve katıksızlığın üzerine. Yazma arzusu coşku olur beliriverir hemen. İşte o zaman sıkıp yumruklarını küfredersin talihsizliğine, ya da aslında sadece kendine. Hepsi bir bakıma “Harikalar diyarı” uyarlamasından öteye gitmez yolların. Smokinli tavşanlar ve yumurta kafalı adamlar vardır ormanlarda, iskambil kağıtlarından elli ikişerlik gruplar hâlinde bir tabur asker dolanır ince ağaç gövdelerinin ve onların gölgelerinin arasında, koklayan ve havlayan köpekler vardır tıpkı sen tam da “Ben mutluyum” dediğin zaman pusuya yatan yalnızlık sayıklamaları gibi. Oysa bir bilinçtir kudret, 315 avuçlarındaki damarlarda işaretlenmiş şifreli bir yazı gibidir; sıkmak ve gülümsemek yeterlidir. Yani artık ansiklopediler harf değil de tarih sırasına göre yazılmalıdır. Çünkü... YAŞAMAK ÇİFT ANLAMLIDIR Adım... Adım Zevrak, bir hikaye adamıyım. Bütün hikaye adamları gibi yarım kalmış, bütün yalnızlar/yalnızlıklar gibi hep çift anlamlı, bütün terk edenler ve edilenler gibi suskun. Zevrak, bir rıhtım kuşundan çok ada martısıdır. “Kıyı” fikrine yamanmış efsaneler antolojisi gibidir; su ayaklarını süpürür durur ama toprak/kum içine çekmektedir onu artık. Muallakta kalmışlığın en belirgin/net hâlidir kıyıda beklemek. Zevrak, Mustafa’nın, yani seçilmiş olan imgenin tecellisidir iskelelerde. Anadan doğma denizci olanların belasını verdiğinde Allah, önce yağmur başlar adanın içerilerinde, ardından toprak kokar. Zevrak, adının taşıdığı anlama binaen her ada macerasının sonunda açılmak zorunda kalmıştır okyanusa ama o küçük bir kayıktır ve okyanus, yine küçük bir çılgınlık anında onu yutabilecek kadar büyük ve kudretlidir. Zevrak bunun bilincinde olduğunu, ölümün denizden geleninin başı üstüne yeri olduğunu yineler durur kendine. Gel gör ki ne deniz kanar bu 316 yalancı bilince ne de toprak bıkıp siner kendi içine, ormanlarına. Zevrak bir ada martısıdır, kendini okyanusların yenilmez korsanı, donanmaların biricik kumandanı sanır ama o aslında sadece bir ada martısıdır ve hep dolanır durur... Çünkü ada sığınak olmanın dışında topraktandır, kokusu denize eşdeğerdir, kudreti karşı konulmaz, zahmeti çekilmezdir. Toprak yaşamanın öteki anlamıdır. Zevrak ayaklarını bastırınca suya bir sertlik duyar ya topuklarında, beton sanır o zaman zemini, rıhtım sanır yanaştığı iskeleyi, yük indirip, yük bindirecek ve yeniden dönecek sanır okyanusa. Oysa orası ada sahilleridir artık ve bastığı yer de topraktır sadece, kumdur. Zevrak bilmez, bilemez ama var olmanın en dehşetli anıdır kıyıya çıkmak; giremeden/dalamadan ormanlara ve açılamadan yeniden denize/okyanusa, kalmak kıyıda; istasyonda, havalimanında, otobüs garında, durakta; kalmak. İşte burada susuvermenin bol oksijenli nemini tadar Zevrak. Bir aşk yakar onu/bedenini/ruhunu, bir de susmak. Susmak?.. Sevgili konuşurken susmak değil! Zevrak konuşunca susması sevgilinin... o da değil! Adayı ilk gördüğünde, Zevrak’ın, sanki şilebin mendireğindeki gözcüymüş gibi “Kara göründü!” diye heyecanla bağırmasının hemen ardından görünenin aslında bir ada olduğunu anlamasıyla tecelli eder susuş. Zevrak tam yol ileri yaklaşmaktadır adaya, adada ormanlar, adada bir kamp ateşi... Birazdan, çok değil, Zevrak ayak basınca 317 toprağa/kuma başlayacaktır yangın. Ateştir, ateş gibidir susmak, kontrolden çıkınca bütün orman yangınları sessizlik çöker ya bütün itfaiyecilere, itfaiye şeflerine, öyle bir susmaktır ateşe bakmak. Orman yanmaktadır ama elden bir şey gelmez, seyretmek, beklemek, bir bakıma durmasıdır zaman’ın. Elinin tersiyle vurmak gibi satranç tahtasına tam da “şah!” demişken... Susmak... Geri dönüş başlar, alel acele, paldır küldür. Yetişmelidir son vapura, iskele alınmadan atlamalıdır alabandasına. Halatlar germektedir ama Zevrak’ı adaya/toprağa/çarmıha... Kıyıya vardığında dehşetle görecektir zaten denizin de alev alev yandığını. Şimdi yaşamın iki anlamı birden yüklenmiştir Zevrak’ın omuzlarına. Toprak kokusu bir omzuna, yosun kokusu öbür omzuna. Çiftedir ölüm artık, çiftedir yaşamak, çiftedir bütün giz. Hem zevkle bakacaktır denizin yanmasına, hem içerleyecektir son bulan bütün özgürlük masallarına; hem zevkle bakacaktır toprakta yeşeren güle, hem ağlayacaktır yanan ormanlara. Hem ağlayacaktır Zevrak, hem de gülecektir kahkahalarla. Sonra susmak kader olacaktır. Zevrak bilincini ateşe atacaktır. Oturup sahilde kumlara, düşünecektir.. Şimdi denize mi dönmeliyim sırtımı, yoksa toprağa mı? Şimdi denize mi dönmeliyim yüzümü, yoksa toprağa mı? 318 Bir gün bir Cuma çıkacak ağaçların arasından, el verecek Zevrak’a. Yeni bir ev inşa edecekler kıyı’da. Balkonunda kaktüs çiçekleri, balkonunda tekir kediler, balkonunda Elif adında yepyeni bir çiçek besleyecekler. Sonra bir gün, elbette bir gemi gelecek ve alacak Zevrak’ı adadan. Bir gün bir gemi gelecek ve alacak beni buradan. SEVGİLİ BORA bütün bunları mektuba iliştiriyorum... Sakın soru sorma, okumana bak. Bunu yapmak zorundayım. Bir şeyleri birilerine anlatmak zorundayım. Ve bu şeyleri -nedenini hâlâ tam çözemedim amasenden başka kimseye anlatmak gelmiyor içimden. Belki de o hep hayran olduğum kayıtsızlığındır... Ama bunu diğerlerinin Alyoşa’ya hikayelerini anlatması gibi de almanı istemem. Hem Alyoşa hiç de kayıtsız değildi. Dinlediği bütün hikayeleri kendisinin addetti. Neyse.. Bu ilk mektup. Devamı gelir mi bilmem... Adını koymayı düşünmedim hiç. “Edabi” değil tabi.. Hayatımda bir tek Eda tanıdım ben, o da üstüne edebiyat yapılmaya değmezdi. Aslında iyi bir kızdı ama bir minibüs hikayesinin dışında anlatacak pek bir şeyim yok. Onu da anlatmayacağım zaten... Yani bu tamı tamına bir 319 “edebi mektup”... Ve sana yazılıyor... Umarım beğenirsin, ya da en azından rahatsız olmazsın. Aslında mektup şu cümleyle başlıyordu: “Keşke bir dedem olsaydı şimdi, sarılıp boynuna eşekler gibi ağlasaydım” Ve bir başlık atıyorum mektubuna: KIYI!.. Ünlem işaretine takılma, onun asıl yeriydi orası, yani hep orasıydı da ben daha yeni öğreniyorum. Tam da şimdi, bir otobüs hikayesi daha anlatmamak için zor tutuyorum kendimi. Bir de bu gece eve kimse gelmesin istiyorum, biraz yalnız kalıp kafamı dinlemek... Aslında o güzel gözlü kızı da anlatabilirdim sana... Haha!.. Ya da nasihat mi etmeli biraz?.. Pöh! Biliyor musun Bora, artık otobüste ayakta durmaktan korkmuyorum. Hatta kendimi biraz büyük gördüğümü söylesem yalan olmaz. Yeni beremi kabullendi toplum, eldivenlerimi, siyah boğazlı kazağımı ve tabi siyah deri montumu da. Artık utanmıyorum. Çünkü kendime önemli bir şeyi itiraf ettim ben; belki de bir dayatmaydı... Suçlu olmayabileceğim gerçeğini hatırlattım kendime.... Bu önemli Bora. Hem de çok önemli. Her şey o lanetli suçluluk duygusundan 320 kaynaklanıyor çünkü, çarmıhla birlikte elimize bırakılmış ceset... Delikanlı vi adlı kaset çalıyordu volkmende. Bir bebek gülüşü bölümü vardır, hangi şarkı bilmiyorum. Her seferinde boş bulunup telaşla arkama bakıyorum. Eskiden olsa ağlardım... hani vicdan azabı ve pişmanlıklar silsilesi... Bunları senin de bildiğini hiç unutmadım. Sen bunları bilerek bakıyorsun benim kirli yüzüme. Ama hiç hatırlamıyorsun bile. Eskiden olsa ağlardım, evet. Ama şimdi gülümsüyorum. Hani şu sanal işaretini bir türlü icat edemediğimiz cinsten; gülümsüyorum. Nasıl?.. Uçakta elleri kolları bağlı Abdullah Öcalan’ın gülümsediği gibi gülümsüyorum. Evet, tastamam öyle! Utancı ve korkuyu reddetmenin mümkün olmadığını biliyorum aslında, ama Ahmet Haşim’in dediği gibi, tüm bunların uzviyetle bir ilgisi yok. vii Ve birkaç saat önce Serkan’la birlikte kurduğumuz o cümledeki ürkünç tat: “Göğe çekildi düşler / ve biz / çarmıhtakini taşıyoruz.” Gravür efekti verilmiş bir adam ve kucağında bir ölü kadın. viii Ama Bora, şunu bilmeni isterim: ben kaybedenler edebiyatı yapmıyorum! Aksine, umut doluyum. Şu an, şu sandalyede bağdaş kurmuş yazıyorken düşündüğüm, düşündükçe daha da çıldırdığım bir kadın var. Bir kadın var, iki saat önce onun evinin çok yakınından geçecek 321 olan bir otobüsten indiğim... Hiçbir şeyden emin olamama hâlime inat, daha da umut doluyum. Teker teker baktım o yolcuların yüzlerine, onun komşularına... Hepsi de o kadar güzel insanlardı ki! Hani deli demeyeceklerini bilsem...... Sen demezsin ya... Burada seni ilgilendiren tek şey de bu “delilik” hâli aslında. Yanıldım mı yine Bora?.. Evet! Hiçbir şeyden emin değilim dediğime bakma sakın, bir şeyden, en önemli şeyden, hep önemli şeyden o kadar çok eminim ki.. Bir kadın var ve ben onu deli gibi seviyorum! Bilmiyorum farkında mısın? Dünya şu an hâlâ dönüyorsa; mesela şu köpekler hâlâ çekinmeden havlayabiliyor, şu uçaklar hâlâ ortalığı birbirine katarak uçabiliyorsalar, ben, şu pencereyi delip atlamıyorsam hâlâ, ve sen, saatlerini bir tek karesini taramaya harcayabiliyorsan çizgi romanının, tüm bunların sebebi işte budur. Hep de buydu zaten... Asla vazgeçmeyişlerimin ödülünü hep aldım ben. Tamam, evlenebilmek için oldukça geç kalmış durumdayım, mesela ikinci bir şans isteyebilmek için... ağlamayan bir bebek doğurtabilmek için, bir kız, önce mavi, sonra yeşil gözlü, esmer mi esmer, akıllıca, ama hep dişi... Bir kız çocuğu doğurtamadan göçmeyeceğimi biliyorsun sen, değil mi? Biliyorsun tabi... Biraz daha cesaret, biraz daha sabır gerek ama. Otobüs hikayelerine son verip artık, arada bir de olsa yani, gerçeklerden söz etmek gerek. Evet, kadın dediğim şeyi karşıma alıp, gözlerinin içine 322 bakıp, “Sevgili bayan, ben size âşık oldum, bu konuda bir öneriniz olur mu?” diye soramıyorum hâlâ, belki de hiç soramayacağım... Kusuruma bakma Bora, kimse kusura bakmasın ama ben denizden çıktım artık..! Hem de tek başıma yaptım bunu. Bütün ruhumu zaptetmiş o denizkızı türkülerine rağmen, dibin ve karanlığın bütün çekiciliğine rağmen, ölümle ve intiharla yirmi küsur yıldır süregelen yoldaşlığıma rağmen, dört milyon adet düş kurduktan sonra bile ben denizden çıkabildim. Dört milyon adet düş kurdun mu hiç Bora? Kurmuşsundur sen, daha fazlasını hatta.. Sana kıyıda kalmanın dehşetini anlatırdım aslında ama hayır, o kadar nefret edemem kimseden... Hem kimse de bunu hakedecek kadar kötülük yapmadı bana. Ama yine de, bir şeyi bilmeni isterim Bora, bunu sadece sen bilsen de yeter bana: Ormandan, ağaçların arasından süzülüp gelen bir koku var!.. Of Allah’ım, hem nasıl bir koku!! Sirenlerin şarkıları halt etmiş!.. Yüzümü çevirince ağaçlara, inan öyle büyük bir fırtına kopuyor ki beynimde -evet beynimde-, hani ölesim geliyor desem, devede kulak... Söyle korkmasınlar, kaçmasınlar, boşuna yormasınlar kendilerini, anlatmayacağım KIYI’yı. Sadece burada olduğumu haber vermek istedim onlara. Söyle onlara Bora, de ki: “O artık Kıyı’ya çıkmış, deniz kabuklarına dokunmayın boşuna.” Sen de şunu not et bir kenara... Ben buradayım, deniz ayak parmaklarımda ırıplanıyor, burnumdan 323 yüreğime çıldırtan bir koku yayılıyor ve ben, yeni bir ev inşa ediyorum artık. Ağlardan kurtulmayı başaran istavritlere, orkinoslara, uskumrulara ve lüferlere barınak olsun diye görkemli bir şato yapıyorum. Ve şunu da açıkça dile getirmeliyim: Ben yalnız değilim artık, o satırı sildim. Es geçme bunu Bora, kolay bir şey değil bu lafı söyleyecek ruh hâlini yakalayabilmek. Göründüğünden çok daha fazla emek istiyor. Ama sildim işte. Öyle ki, her türlü felsefi temellendirmeyi şıp diye döktürürüm istersen. İstemezsin ya, ben gene de hatırlatayım dedim. Şu an deli gibi kasılıyorum, ne olur diyorum kendime, bir iki kelam edeyim, Kıyı’dan haber vereyim istiyorum. Neden karaya çıkan her denizci gibi bir kadın bulup evlenmek, çocuk yapmak, yaşlanmak gibi işlerle meşgul olmak yerine burada kalıp harıl harıl çalıştığımı açıklamak istiyorum. Neden iyice kurtulmak için yosun kokusundan bir orman yangını düşleyip, dalmak varken içine burada bir şato yapmakla uğraşıyorum, anlatmak istiyorum. Uçsuz bucaksız kumsallardan, avuçlarıma alıp alıp döktüğüm şu kumlardan söz etmek istiyorum Bora!.. Ama edemiyorum, bunu bilir misin, bir dil tutulması vakıasıyla karşı karşıyayım çünkü. İşte şu kumdan yaratılmış bir kadına, kum renginde ve misk gibi kokan bir kadına... çok fena âşık oldum...! Anlıyor musun Bora?!.. 324 2.BÖLÜM - OTOSTOPÇU 325 326 OTOSTOPÇU (felsefe değil yaptığım, sadece üslûbu kurgulanmış bilinçaltı sayıklamaları) Yazılmışları yaşamak daha bir salaklık oluyorsa insan büsbütün umutsuzluğa düşebiliyor. Ya da umutsuzluk, yol kenarında bekleyen bir otostopçu gibidir de, eğer ben, frene basmayıp daha bi yüklenirsem gaz pedalına onu gerilerde, çook gerilerde bırakabilirim. (Buraya kadar olanı Alyoşa karakterine serzenişten ibaretti...!) Ama... Arkamda bir yerlerde başka bir arabanın o otostopçuyu almış ve son sürat beni takip ediyor olma ihtimaliyle öylesine burun burunayım ki, üstü açık otomobilimin hızının düşmekte olduğunun farkında bile değilim. (Bu kısmın anlamı şu: Sevdiğiniz, sevdiğinizden emin olmasanız bile arkadaşınız bildiğiniz bir insanın mutlu olmadığını bilmek, “ne yazık ki” sizin mutluluğunuza gölge düşürüyor. Bu arkadaştan kasıt aynı yöne doğru ilerlediğiniz, ya da bundan şüphelendiğiniz herhangi biri de olabilir.) Hele de bütün arabaların -otomobillerin, otobüslerin ve kamyonların- şimdi benim üzerinde yol aldığım 327 hareket hâlinde olduğum- asfalt yolun aynısının ya da bir benzerinin üzerinde bulunduğunu -hareket hâlinde ya da duran-, bundan da beteri yol kenarlarını parsellemiş daha nice çeşit çeşit otostopçuların var olduğunu düşününce öyle bir daralıyor ki içim, aynen şu küfrü savuruyorum önümdeki cama vuran güneşe ve ensemi serinleten aya: “Allah belanızı versin sayın Jean Paul Sartre!” Ve: “Allah kahretsin bütün oto-stopçuları!” (Bu kısımda, “Sartre” adından da anlaşılacağı üzere direk sorumluluk –aslında ben buna “dostluk” demeyi tercih ederdim ya neyse- üstüne bir iki dünya kelamı edilmeye çalışıldı. Yani mutlu olmak; yalnızlık durumu hüküm sürdüğü müddetçe, ya da zihnî reaksiyonlarını ve buna bağlı olsun olmasın düş kurmacaları halen bu ruh hâliyle eylemlemekteyse kişi -ya da kişioğlu-, şüphesiz sağlıklı olmuyor. Karışık bir anlatım olduğunun farkındayım, açımlamaya çalışayım: ) Saat, gece yarısı biri çeyrek geçiyor. On iki gibi banyo yaptıktan sonra yatmayı planlamıştım. Fakat banyodan çıktığımda bir sigara içme arzusuyla başlayan serüvenim, yanına bir de kahve alıp bilgisayarın başına geçmek ve şu çetrefilli öyküyle (“Evedönüş”) uğraşmaya/boğuşmaya devam etme arzusu şeklinde sürdü. “Beygir BBS.”e bağlanıp paket aldım. Pek mesaj yok. Sonra kendimi bu yazıyı yazarken ve bu ‘şey’leri düşünürken buldum. Sanırım uykumdan vazgeçtim. 328 Benim de sorunlarım var. Ama bu şekilde ifade edince durumu, yani “Benim de sorunlarım var” deyince, hele de “sorun” yerine “sorunlar” deyince, kendimi anlatmam, okuyucu -ya da duruma göre dinleyici- için artık çekilmez olmuş demektir. Ama tabi, ben gene de söyleyeceğim: Okul fazlasıyla meşgul ediyor kafamı. Gene yeterince ders çalışmıyorum. Her şeye rağmen aklım hep yazıp bitirmekle âdeta yükümlü olduğum hikayeler ve roman(lar)la dolu. Üstüne üstlük, yani bütün bunların dışında ve tabii ki üstünde, “her zaman olduğu gibi”(yi tırnak içine alarak -aldım gerçi), bir kadının varlığını anımsamak, dolayısıyla anımsatmak gerek. Gülümseyerek işaretlemek isterim ki bu tabir de, yani “Bir kadın” tabiri de az önce içine düştüğüm çıkmazla karşı karşıya bırakıyor beni: Okurun -ya da duruma göre dinleyicinin- dikkatini benden uzaklaştırmak. - Kahvemin soğuk olduğunu söylemiş miydim? Neyse, soğuktu... Ve az önce bitti. Tamam sevgili okur, toparlıyorum. (Hilmi Yavuzvârî bir anlatıya dönüşmek üzere -gerçi dönüştü bile- yazı.) Sartre’ın, insanın özgürlüğüne tutsak olduğunu söylemesindeki kasıt -bence- şuydu: İnsan yalnızlığına da tutsaktı çünkü. Evet, şimdi sizin aklınıza gelen soru benim de aklıma gelmişti. İnsanın yalnızlığına tutsak olduğunu nereden çıkarıyordum -ya da bunu kim çıkarıyordu- ve bu neyi açıklardı ki? Evet, bunu ben çıkarıyorum, belki Sartre da çıkarmıştır. İnsan yalnızlığına tutsaktır. Şöyle ki: 329 ‘Başkaları’nın varoluşundan etkilenmek tartışılmaz bir gerçeklik. (Amerika’daki kelebeğin kanat çırpmasının burada depreme neden olabileceği örneğini hatırlatmayı kendim pek gerekli görmesem de- yapıyorum.) “Umurumda değil” (İngizilizce biçimlenişi “Who care?” ya da “I don’t care” şeklinde düşünülebilir) tümcesinin bulantısından uzun uzadığa söz etmekte fayda var aslında ama bunu şimdi yapmak istemiyorum. Kısacası, yok böyle bir şey! “Beni annem doğurmadı” kadar saçma bir söz bu... (Farkındayım, ispat yapmıyor, sadece ahkam kesiyorum. Zira bu konuda kasılmayı anlamsız buluyorum.) Öyleyse konuşturalım düşünen insanı: Bütün olup bitenlerde benim de payım var. Suça ortağım yani. Ve bundan kaçmam olanaksız. İşte bu düşüncelerin hemen ardından geliyor şu meşhur “Bulantı”. Düşünüyorum, öyleyse varım, ve her bir şeyden mesulüm. Sorumluluktan, hesap vermekten kaçmam olanaksız. Kuşatılmış durumdayım, herkes bir sürü halt işliyor ve bütün bunlara ben de karışıyorum. Çünkü varım. İnsanlardan nefret etmekte haksız mıyım yani!.. Hem onların var oluşuyla ilgiliyim hem de kendi varlığımı onlar olmadan açıklayamıyorum. Bir bütün olarak düşününce onları sorun yok aslında, çünkü benim var ettiğim ‘insan’, bütünün parçası olan zaten. ix Oysa teker teker düşününce, onlara borcum olduğunu anımsıyorum. Kendimi etten duvarlarla çevrili bir hapishanede hissediyorum. Sanki her yer alev alev yanıyor, sarsılıyorum, sanki ben de yanıyorum. 330 Başkaları/diğerleri beni yakıyorlar, zira onlara, birey birey bakarken onlara, susmak zorunda kalıyorum. “Cehennem diğerleridir”, evet. Ben çok yalnızım!.. Ben neden bu kadar yalnızım?!.. İşte böyle -ya da buna benzer şekilde- düşünüyor insan. Sonra da yalnızlık, tutsaklık oluyor. Diğerleri cehennemse, ben de yalnızlığı keşfeder, cennetime kavuşurum(!). Yedi sekiz paragraftır söylemeye çalıştığım şey, yalnızlığın kalabalığa karşı takınılan bir tavır olduğu gerçeğidir. Bu, Sartre ya da bir başkası öyle söylüyor diye değil, yaşamın biraz olsun gözlemlenmesiyle kolayca beliren bir gerçek olduğu için öyledir. Yoksa Sartre pek de sözüne güvenilir bir adam değildi. Ya da bana göre öyle değildi. Çünkü bahsettiğim, yalnızlığın kalabalık duygusundan doğduğu hakikatini sosyalizme vardırmak (Bunu yaptı mı Sartre?), ya “Bunalım edebiyatı yapıyor, insanları umutsuzluğa mahkum ediyorsun!” suçlamasına karşı takınılan oldukça kaygan dayanakları olan tepkisel bir tavır, yahut apaçık bunama belirtisidir. Neyse, bu o kadar da önemli değil. (Sonuçta Sartre’ın savaş sonrası çırpınmaları da pek bir işe yaramadı.) x Eğer Sartre’ın düştüğü durumu reddediyorsam ne öneriyorum?.. Daha önce de açıklamıştım sanırım: net bir önerim olamaz. Ancak, kendim için çıkış noktaları belirler ve bu çıkışları işaret edebilirim. Şöyle ki: 331 İnsanın yalnızlığına tutsak olmasından alalım. İşte buradan itibaren, AYRILIYORUM Katolik çıkmazlarından. Ama önce şu özgürlük meselesine bir hâl çaresi bulalım: Burayı basit geçeceğim yine: “Ben özgürüm, çünkü yalnızım,” diyerek. Bunu anlatmak da çok uzun sürebilir. Üzerinde biraz düşünülünce anlaşılıyor aslında. Yalnız olma hâlini canlandırın gözünüzde. Gerçi bu biraz tehlikeli, aslında hiç de öyle ol(a)madığınızı ayırdetmek ihtimaliniz söz konusu. “Ben yalnızım” diye düşünürken birden “Yalnız olmak” ya da “yalnızlık” şeklinde düşünceler çıkabilir ortaya. O zaman kopar film... Açıkçası kimsenin bu duruma düşmesini istemem; çıldırmak sanırım en kolay son olur. Fakat asıl mesele, burada çok önemli ve çarpıcı bir hakikatle yüzleşiyor olmamız. Yalnızlık dediğimiz şeyin, yani bir süredir okumakta olduğunuz kitabın büyük bölümünde ortaya konmaya çabalanan insan durumunun aslında sadece bir oyun olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. İşte bu yüzden burayı, bir üst paragrafta belirttiğim ayrılma noktasından başlayarak devam ettireyim. Evet, beni az çok tanıyanlar -tabi diğerlerine göre daha zeki olanlar- mevzuu İslam’a bir şekilde vardıracağımı tahmin etmişlerdir. Gerçi İslam’dan kastım daha çok Doğu. Zira ciddiye alınması gereken bir bakışa göre İslam, Doğu’yla, eşitlik olmasa da denklik arz eder. Bizim sorunumuz da hem Doğuyu hem de İslam’ı bilmemek olarak ortaya çıkar. (Aslına bakarsanız 332 İslam ve Doğu ilişkilendirmesi de oldukça tartışma götürür bir konu. Mesela İsmet Özel bir konuşmasında “İslam Batılı bir dindir” demişti. Aynı konuşmasında bizim [Türkiyelilerin yani] de Batılı olduğumuzu söylemişti. Temellendirmelerini anımsamıyorum, şimdilik pek gerekli de değil. Hatırladıklarım üzerinden gidersem... Batılı olmayı modernleşme ile ilişkilendiriyorsak eğer, “hayır” diyorum. Biz Batılı değiliz. Biz Türkiyeliyiz. Ya da, daha doğrusu biz İstanbulluyuz. Bu da Doğulu ya da Batılı olamayacağımızı gösteriyor, ya da tam tersi [tam tersi mi?], hem Doğulu hem de Batılıyız. Ve İslam da Doğulu ya da Batılı değil aslında [yukarıdaki terslik ilişkisinin aynısı İslam için de öne sürülebilir]. Ha-ha-ha!.. Buradan da İslam’ın bizim için tek çıkar yol olduğu sonucu çıkıyor ki sözümün bu kısmını “Ya Şeriat ya ölüm!” sloganıyla bitirebilirim..!) Konu dağılmış... Ben sadece “umut” üzerinde durmak istiyorum. Yani bir ‘doğulu tavır’ olarak umut. (“Biz” diye başlayan cümlelerin sayısı artabilir, şimdiden uyarıyorum: Kimse üzerine alınmasın, kastettiğim ben ve düşlerimdir sadece...) Biz (uyarmıştım...) Allah’ı öğrenirken, önce onun “bildiğimiz” hiçbir şeye benzemediğini ve “bildiğimiz” hiçbir yerde olduğunu söyleyemeyeceğimizi öğrendik. Daha sonra hemen Cennet ve Cehennem kavramlarını... Öyle ki, bizim için iyi ve kötü, cennet ve cehennemden ibaret oldu. Ve bu kavramları Allah’tan ayrı düşünmedik 333 hiç. (Düşündüysek o kendi halt etmemizdi!) Ya da, en doğru anlatımıyla, biz, her şeyi Allah’ın yarattığına inandık. Teker teker hepimizde ve aynı zamanda bütün olarak ‘biz’de, bununla beraber seyredebildiğimiz ya da daha doğru tabiriyle, tasavvur edebildiğimiz diğer ‘şey’lerde de bir öz olduğunu bildik. Ve bu özü katışıksız(?) bir tanrı tasavvuru ile tanımlayıp, öyle kabul ettik/benimsedik. (Benimsemeliydik..!) Şimdi, hâl böyleyken Allah’ın isimlerinden birine (ikisine) şiddetle vurgu yapmak gerekiyor. “Rahman ve Rahim”... Koruyan ve gözeten, esirgeyen... Tekrar dönüyorum: Varoluşu, yani yapıp etmelerimizi bir öze bağlamak, işte bizim tavrımız bu. Umut da sadece burada var. Aksi hâlde bütün yollar Reşidiye Çıkmazı’na xi düşüyor. Daha da beteri, Katolik Çıkmazı... Şimdi yalnızlık ve özgürlük ve umut kavramlarını bu kişisel aydınlanmanın ardından tekrar düşünüyorum: 1-Yalnızlık: “Ben yalnızım” demeden önce tek başına “yalnızlık” demek gerektiğini artık yinelemem gereksiz sanırım. Etrafıma şöyle bir bakınca bu kavramın benden ne kadar uzakta ve erişilmez olduğunu görüyorum. Ayıplamayın sakın beni, her şeyden önce sakın yanlış anlamayın; aşağıladığım (ki aşağılıyorum), hor gördüğüm (ki hor görüyorum) “yalnızlık” değil, “yalnızlık oyunu”dur!.. Biraz daha cesaretim olsa bütün oyunları aşağılardım aslında. Ve bütün oyuncuları. Evet sevgili zeki okur, geveleyip durduğum şey “Yalnızlık 334 Allah’a mahsustur” vecizesinden öteye gitmiyor. Bak, çözmüşsün sen olayı! 2- Özgürlük: Hemen birkaç önemli sanrıyı saf dışı bırakmalı burada. Özgürlük, edebiyatı yapılabilen değildir, ucuz söylevler, hiç değildir. Buna bağlı olarak istediğinde istediğini yapabilmek, ya da yapmayı istemek de değildir. (Kişisel bakışım, özgürlüğün istek-arzu ile pek bir alakası olmadığıdır!) Tam manasıyla bir yalnızlık, teklik durumuna erişebilirse kişi, artık özgürdür. Söz konusu kişide bu duygu/hâl (özgürlük) aranan, arzulanan, umulan bir duygu/hâl değildir. O bir durumdur, özgür olmak bunun bir sonucudur. Ve evet, sevgili zeki okur, sadece Allah özgürdür. Bu iki unsuru Allah’a atfetmemin sebebini, şu kendini zeki sanan okura söyleyeyim artık: İkisi de -en kaba tabiriyle- ütopyadır, ulaşılamaz... Boşuna debelenmeyiniz, ahval bu minval üzredir. 3- Umut: “İnsan, seçtikleriyle vardır.” Yine Sartre’ın sözü. (Peki insan hiçliği seçerse?.. Neyse, bu “edebiyatı” yapmayacağım. Aşağıda sözünü edeceğim metni kitaba son not olarak almakla yetinmem yeterli olur herhalde.) İmamı Rabbani’nin, oğlu Muhammet Masum’a gönderdiği mektuptan xii yaptığım çıkarımlar: “Varlık ve yokluk” elemanlarını içeren küme ile “iyi ve kötü” elemanlarını içeren kümeyi yan yana getiriyorum. Birebir olup olmaması çok da önemli değil. Bir eşleme yapıyorum. Varlık, ideal iyidir; yokluk da ideal kötü. Ya 335 da tam tersi: İdeal varlık iyi olandır ve ideal yokluk da kötü olandır. (Bu çıkarımı yaptıktan çok sonra, ‘Günah Üzerine’ adını taşıyan ve Bataille’ın, kendi yazdığı bu metin üzerine yapılan bir tartışmada, benzer bir yaklaşım sergilediğini görmek beni önce şaşırttı, ardından da gülümsetti. xiii ) Dolayısıyla insan “hâlinden memnun olarak” ideal kötüyü seçemez. Çünkü yokluk seçilemez. Yani iyiyi seçmek zorundadır. (bir parantez: İyi ve kötü kavramlarını çağdaşlaştırmak salaklığına düşmez herhalde kimse.) (ikinci parantez: İyi ile kötünün arasında, bu ikisinden bağımsız başka bir kavramdan söz edilemez. Daha iyi ve daha kötü vardır ancak. Ve bunlar da asıl olan yönlenimin dışına çıkmaz, böylece savımı çürütmekten acizdir.) İkinci parantezde kullandığım bir tabiri (yönlenim) de içeren başka bir cümle kurayım: İnsan, iyi olana yönlenmek zorundadır. Bunu belirttikten sonra ‘seçme’nin umutla ilgisine geleyim. Bu, başlangıçta çok basit bir ilgi aslında: Biri eylem, diğeri de o eyleme tabi olandır, diyebiliriz. Şimdi benim iddia(ları)ma gelelim: Umut, kendi başına bir seçilme eylemidir. Ama bir özelliği vardır bu seçilmenin ki bende ürpertici bir etkiye sebep olmuştur: Aslında umut, seçme eyleminin ta kendisidir. Ya da, daha uygun söylenişiyle, yani anlamların uzamlarıyla biraz oynarsam: Umut, seçme eyleminin biricik sonucudur. Bunu da açayım mı, gerek var mı? Peki, zeki okur bey(hanım) kardeşim... 336 İnsan seçtikleriyle vardır dedik (yani demiş zamanında diyen). Ve yokluğun seçilemeyeceğini söyledik (Bunu asıl ben söylüyorum!). Basit düşünmeye devam edelim: En başta, kişinin bir şeyi seçmesinin sence ne anlamı olabilir? Yani neden seçer insan? Neden sevgili çekip gidince içip kafayı çekmeyi seçer, neden inatla çizgi roman yapmayı seçer, neden durmadan “Bana ne! Kimin umurunda!” demeyi seçer, neden hep bilim kurgu okuyarak -belki- bir şeyleri unutmaya çalışmayı seçer, neden Ankara’yı seçer, oranın hep acı veren bir şehir olduğunu bile bile, ha sevgili okur, söylesene, sence ben, neden yazmayı seçtim, sadece konuşamadığım için mi, ya da yaşamayı beceremediğime inandığım -inanmak istediğim- için mi? Evet, aynen düşündüğün gibi, varolmayı sürdürmek zorunda olduğum için. Daha fazla seçiyorum her şeyi, daha fazla umutlanıyorum. Yaptığım istemli bütün hareketlerimin, jestlerimin tek bir manası var: umut. İşte... Bu yazıyı yazmamın sebebine geldim. (Sebep?) Yol kenarında bekleyen şu otostopçuyu hatırlıyor musun sevgili zeki dostum? Sana onu anlatmayacağım, korkma. Farkındayım yorulduğunun. Hem zaten kim olduğunu söylemiştim. Şimdi sadece araya giren bütün bu “felsefekurgusal anlatı”lardan sonra bir daha telâffuz etmek istiyorum, isim vermek istiyorum ona: Otostopçu dediğim seç(e)meme talihsizliğinden 337 başka bir şey değil. Benim “bulantı”dan anladığım, daha sonra “esriklik”, “pejmürdelik” gibi dışkıları da olan bu seçememe hâlidir. Bir KAYBETMİŞLİK duygusu... “Tutunamayanlar”ın çocukları, torunları olma yazgısı... Oysa sevgili dostum (zeki olsan da olmasan da dostum), BU DA SADECE BİR OYUNDUR! TEHLİKELİ BİR OYUN! Ve okuyanların da onaylamak için başını -tabii ki manalı manalı- sallayacağı gibi, tehlikeli oyunların sonu bizce malumdur... Yine de hor görmüyorum oyun oynamayı, zira ben de sahnedeyim. Hem de konuşma sıram gelmişken, sahnenin tam ortasında, yüksek bir tepede bekliyorum... İşte sana tavır sevgili dostum kaarî: beklemek, çocukluktan miras bir tavır gibi, beklemek.. ve sabretmek. Nasılsa bir gün hatırlayacağım rolümü. 338 “OTOSTOPÇU” ÜZERİNE SANAL YAZIŞMA Gönderen: Doğan Alan: Mustafa Konu: “OTOSTOPÇU” Birkaç gündür sana yazmayı (iddialı oldu, mesaj atmayı diyelim) deneyip duruyorum ama tuşa dokunuşum bile bayağı geliyor. Vesile ile mastürbasyon konusu için sağ ol, bilmiyordum. Bir de Dostoyevski ne anlar egzis..lizmden konulu mesajda r’ye basıp Sartre’dan fazla anladığı kesin yazmıştım ama sonradan gördüm ki gönüller birmiş. :) Fikret Kızılok koydum teybe. “Rüya bütün çektiğimiz”. Aslında okuldan dönerken yol boyunca ‘sabahın seherinde ötüyor kuşlar’ı söyledim (bu arada tesadüf ettiğim tüm insanlardan karga sesim için özür diliyorum) lakin evde bulamadım kaseti. (Parçayı başa aldım). Bezginliğim had safhada... Dersten sonra iki saat eve gelecek dirayeti bulamayıp satranç oynadım. Şimdi de program yazdığım bir şirketle, çocuklarına ders vereceğim birisini aramam lazım, sallıyorum. Heh, kütüphaneden seminer notlarını almayı da unutmuşum. 339 İsme bak allahaşkına: “Bulanık Mantık ve Endüstriyel Uygulamaları”. (Bir daha) Paket alıp mesajını okuduktan sonra eski mektuplarıma da baktım (bir tanesini aşağıya yazmaya karar verdim, biliyorum ahlaksızca ama öyle bir kaygım yok çok şükür), düşünmek için uzun ve sıcak bir banyo yaptım, şimdi de “gördüm, yalnızlığımı gördüm, çok derinde bana bakıyor”... «Doğancım merhaba, Sana söz verdiğim gibi telefonu kapattıktan (yaklaşık yarım saat sonra) sonra mektup yazıyorum. Bu yarım saatlik arada ihtiyaç giderdikten sonra kendime koyu bir kahve yaptım ve bir de sigara yaktım. Bu arada sana sigaraya başladığımı söylemiş miydim? Bağımlı değilim. Ama yine de çok içiyorum. Şöyle günde 1.5 paket falan Winston içiyorum. En sevdiğim parça başladı. Yazımdan da anlayacağın gibi kafam iyi değil. Ellerim titriyor. Uyuştum iyice. Bunu seviyorum. Mayışık mayışık... Zaten normalde de ellerim hep titriyor. Sinirsel olacak. Geçen sene de sinir bozukluğum vardı. Şurup kullanıyordum. Uyku ve sinir bozuklukları için. Yine o zamanlar 3-4 saatte olsa uyuyordum. Şimdi gecelere mahkum oldum. Kendimle baş başa kaldığım saatler. Hani olur ya gece bir boşluktan başka bir boşluğa 340 geçerken. Tabi ben de bu sırada kendime boşlukta yer arıyorum. Boşluktan yer beğeniyorum. Sevdiğim parçayı başa aldım. Geri alırken olan sessizlikte dışarıdaki ezan sesini duydum. Pencere açık da. Çok karardı mı için Aç bir pencere Gökyüzü girsin içeri Ama hakkımız var mı gökyüzünü bu dört duvar arasına sokmaya. Sigaram bitti, hemen ardına birini daha. Ardı ardına o ateş hiç sönmesin.. Sönmez. Watch out.. “Koş aynaya bak Mutluluk arkanda” Mutluluktan söz açılmışken Siz ki yangın yıllarından geliyorsunuz Umuda bağlanmak Umutsuzluktan ancak Dur bu olmadı. Bu umutla ilgili. Hafızamı çalıştırayım. Hafızamda bir yerlerde mutlulukla ilgili bir şey olacaktı. Gerçi mutluluğu unuttum ama zorlarsam çıkar belki. “O kadar aziz ki mutluluk bile bizden çok” Ancak bu kadar oluyor. Bu arada ilk defa sarhoşken mektup yazıyorum mazur gör. Ama kayalıkların karanlıklarına Hiç sığar mı bir dağın yalnızlığı Aklıma ilk geleni yazıyorum. Where do you think you going Don’t you know it is dark outside Where do you think you going 341 Don’t you care about my cry Where do you think you going I think you don’t know.......Dire Straits -Evet canım. İşte böyle. -Peki. » Şimdi bir daha çıkarıp tarihine bakamayacağım ama 4 sene öncesinin sanırım. Ölümün tadını çıkarmaya başlayıp, hangisinin ayakta kalacağını görmek için bütün binaları havaya uçurduğum sıralar.. Aslında en çok cevap olarak neler yazdığımı merak ettim, hiç hatırlamıyorum. Aklıma bayağıdan başka kelime gelmiyor. Bunca kendimden bahsettiğim yeter, alışkın değilim, yazar da değilim, yeter. Bir daha alayım yazdıklarını.. M> (Bu kısmın anlamı şu: Sevdiğiniz, sevdiğinizden >emin olmasanız bile arkadaşınız bildiğiniz bir insanın >mutlu olmadığını bilmek, “ne yazık ki” sizin >mutluluğunuza gölge düşürüyor. Bu arkadaştan kasıt >aynı yöne doğru ilerlediğiniz, ya da bundan >şüphelendiğiniz herhangi biri de olabilir.) ...kes!.. Bas gaza Mustafa, çünkü ne güzeldir yüz altmışla giderken öpüşmesi. Üstelik benim de hepten mutsuz 342 olduğumu, hatta süregelen bir olgu olarak mutsuzluğun var olduğunu sanmıyorum. En azından, insanların ve yalnızlığın ve umudun hepten önemini yitirdiği yerler olduğunu düşünüyorum, düşünmekten de öte biliyorum. Servilerin altında güller olan yerler... ...kes... M> 3- Umut: “İnsan, seçtikleriyle vardır.” Yine >Sartre’ın sözü. (Peki insan hiçliği seçerse?.. Neyse, bu >“edebiyatı” yapmayacağım. İmam-ı Rabbani’nin oğluna >gönderdiği mektuptan yaptığım çıkarımlar: ...kes!.. Yalnız Mustafa, fırtınaları kelebekler yapar, ve bu kesinlikle anlamsızdır. İdeal kötülük yokluk mudur? Keza kötülük diye bir şey var mıdır konusuna gelince, bilmiyorum. Tek bildiğim yokluğun bilinçli bir biçimde seçilebileceğidir ki, bunun umutla bir ilgisi olduğu şüphelidir nazarımda. M> ... “Öykülerin sayısı dörttür. Bize kalan zamanda >onları anlatmayı sürdüreceğiz, değiştirerek” j.l.borges >Elementlerin sayısı da dörttür. Nitekim; “Gerçekten de, mutlak tüm oluş varsa herhangi bir şey mutlak yokluktan gelebilecek öyle ki, yokluğun kimi öznelere öz nitelik olarak ait olduğunu söylemek doğru 343 olacaktır: Çünkü, göreli oluş, göreli yoktan (varolmayandan) doğar, beyaz-olmayan veya iyiolmayan gibi, oysa mutlak oluş mutlak varolmayandan (yokluk) doğar.” Aristoteles Sevgiler Gönderen: Mustafa Alan: Doğan Konu: “OTOSTOPÇU” D> Ama kayalıkların karanlıklarına D> Hiç sığar mı bir dağın yalnızlığı of!.. Doğan Bey kardeşim, çekip vurmak zor gelirse bir gün, bunu yazarsın sen, sonra olur biter... Cıgara yakıp dalanlar ve yıldızlara bakıp dalanlar tayfalarına birer iş başvurusunda bulunursun. D> Olumun tadını çıkarmaya başlayıp, hangisinin >ayakta kalacağını görmek için bütün binaları havaya >uçurduğum… Bu cümleyle -aslında anlamıyla- oynamak istiyorum, mazur gör. 344 Hangisinin ayakta kalacağını görmek için (buraya bir de sıfat tasviri girebilirdi ama neyse..) bütün binaları havaya uçurmak. Cümleyi bu hâle getirince Bora’nın güvercinli çizgi romanını anımsadım. Gerçi o benim arzuladığım sahneyi çizmemekte ısrar etti... Bir apartman terasında düşün kamerayı; ilk kare. Yavaşça eğiliyor, ikinci ve üçüncü ve diğer kareler. Karşıdaki apartmanı taradıktan sonra caddeyi, Arnavut kaldırımları çekiyorsun git gide büyüterek. Aşağıda güvercinler var. Birden irkiliyorlar. Sonra hurra uçuşmalar. Şimdi caddenin ucuna bakıyor kamera.. yan yatmış. Sen inerken binalar çıkar ya; intiharın daha güzel tasviri olamaz herhalde. Neyse.. D> “Gerçekten de, mutlak tüm oluş varsa herhangi bir >şey mutlak yokluktan gelebilecek öyle ki, yokluğun >kimi öznelere öz nitelik olarak ait olduğunu söylemek >doğru olacaktır: Çünkü, göreli oluş, göreli yoktan (var >olmayan) doğar, beyaz-olmayan veya iyi-olmayan gibi, >oysa mutlak oluş mutlak var-olmayandan (yokluk) >doğar.” Kitabı kaptırmamış olsam senin şu alıntının altına bir Descartes muhabbeti girerdim ama olmuyor işte. Ben hatırladıklarımı yazsam havada kalacaklar. Sadece şu 345 küçük vecizeyi anımsatabiliyorum. “Düşünüyorum, öyleyse varım. Ben varım, öyleyse tanrı da var.” Buraya gelene kadar epeyce bir debelenmişti amcam.. Ve.. Yokluk atfedilemez ki abi. Yani herif “Ben yokum” diyemez. Yok olamaz demiyorum (Yani var olmayabilir). Yok olduğunu bildiremez. 8( Bütün bunlarla hiç uğraşmam aslında. Yani ‘Sartre’mış, varlıkmış yoklukmuş... Derdim sadece ‘umut’. Onun da en az özgürlük ve yalnızlık kadar kesin bir tutsaklık durumu olduğunu düşünüyorum artık. Hatta, daha ‘insancıl’ (insana dair yani) olduğu için diğer ikisinden çok daha önemlidir. Zira ütopyalarla yaşamaktan sıkıldım ben (bütün kişilerim ve kişiliklerim dâhil). Ya da, başka bir söylenişle: Ben oyun oynamaktan yoruldum... albayım. neyse... zaten pamuk ipliğine bağladım sandığımı, uçurumdaki o dalda sallanıyor. Göreceğiz Mevla’m n’eyleyecek, ama gene güzel eyleyecek.. ;) sevgi saygı hürmet.... 346 Gönderen: Doğan Alan: Mustafa Konu: “OTOSTOPÇU” M> Sen inerken binalar çıkar ya; intiharın daha güzel >tasviri olamaz herhalde. Biraz rötarlı yazdığım için affet, kafam karışık bu aralar, Serkan gibi yaşamakla meşgulüm..neyse. Nefret (la haine) diye bir film oynamıştı belki hatırlarsın, orada intihar eden birisinin katları saymasıyla ilgili bir anektod vardı ya, aklımda sadece “l’importance c’est pas la chute, c’est l’atterrissage” (önemli olan düşüş değil iniştir) gibisinden bir laf kalmış. Bu arada meleklerin düş yaşamına gittin mi? Hande bahsetmiştir gerçi. M> Ben “yokluğu seçmek” diye bir şey olamayacağını, >söz konusu olan şeyin “seçememek” olduğunu >söyledim. ‘Gülün Adı’nı okumuştun değil mi Mustafa? Bir arkadaşımda görünce dayanamayıp tekrar başladım, azıcık alıntıdan bi’ şey olmaz herhalde. «Sen ateşli bir Ruha sahipsin Ubertino, Tanrı sevgisinde olduğu kadar, kötülüğe duyduğun nefrette de. Benim söylemek istediğim şu: meleklerin coşkusuyla 347 Şeytanın coşkusu arasında az fark vardır; çünkü her zaman aşırı isteğin tutuşmasından doğarlar.» «Ama arada bir fark var, biliyorum!» dedi esinlenmiş Ubertino. «Demek istiyorsun ki, iyiyi istemekle kötüyü istemek arasında küçük bir adım vardır; çünkü söz konusu olan hep aynı isteği yönlendirmektir. Bu doğru. Fark nesnenin kendisinde; nesne de açık seçik biçimde tanınabilir. Bu tarafta Tanrı, o tarafta Şeytan.» «Ben artık ayrım yapmayı bilmemekten korkuyorum, Ubertino. Senin Angela’n değil miydi anlatan, bir gün ruhunun kendinden geçtiği coşku içinde, İsa’nın mezarında kaldığını? Önce nasıl onun göğsünü öptüğünü, onu gözleri kapalı uzanmış gördüğünü, sonra onu dudaklarından öptüğünü ve o dudaklardan anlatılmaz tatlı bir kokunun yükseldiğini, kısa bir duraklamadan sonra yanağını İsa’nın yanağına dayadığını ve İsa’nın elini onun yanağına uzattığını, onu kendine çektiğini ve mutluluğunun -aynen böyle demiştiyüce bir mutluluk olduğunu söylememiş miydi?» Ve seçim konusunda Adso’muz şöyle buyuruyor bir yerde: “Ermişlik budur, başka bir şey değil.” İslam’da da erenler peygamberlerden daha kutsaldır bildiğim kadarıyla. Gene de sorun bir seçimden ziyade bir varlıkyokluk meselesidir bence/hâlâ. Varlığımız iyiliğe 348 (nedensiz iyiliğe, zaten başkası düşünülemez) dayanabilir mi, Murdoch’un sorduğu soru buydu. Belki bu yüzden tanrı vardır. Artık tanrının olduğunu savunanlar ise bu iyilik meleklerinin korkularının esiri olduğunu, gerçek ermişlerin boşluğa, nedensizliğe dayanabilenler olduğunu savunabilirler pekala.. Ama tecrübelerim insanların en ufak iyiliği bile kaldıramadığını, öyle ya da böyle gerçeğin fersah fersah gerisinde olduğunu söylediğinden bunlar incir çekirdeğini doldurmaz zaten. M> Ben oyun oynamaktan yoruldum... M> albayım. Neyse ki, bazen, bir bakış, bir gülümseme...bir gül. M> neyse... zaten pamuk ipliğine bağladım sandığımı, >uçurumdaki o dalda sallanıyor. >Göreceğiz Mevla’m n’eyleyecek, ama gene güzel >eyleyecek.. Amin. Sevgiler 349 Gönderen: Mustafa Alan: Doğan Konu: “OTOSTOPCU” M> Ben “yokluğu seçmek” diye bir şey olamayacağını, söz konusu olan şeyin “seçememek” olduğunu söyledim. D> ‘Gülün Adı’nı okumuştun değil mi Mustafa? Bir >arkadaşımda görünce dayanamayıp tekrar başladım, >azıcık alıntıdan bi’ şey olmaz herhalde. Maalesef, okumadım.. Ama “Benim Adım Kırmızı” diye çevrilenini okudum. ;) D> Ve seçim konusunda Adso’muz şöyle buyuruyor bir >yerde: “Ermişlik budur, başka bir şey değil.” İslam’da >da erenler peygamberlerden daha kutsaldır bildiğim >kadarıyla. Gene de sorun bir seçimden ziyade bir… Eğer bana soruyorsan kesinlikle hayır derim. Erenler ya da başkaları, hiç kimse peygamberlerden daha kutsal (‘üstün’ deyince daha rahat oluyorum ben) değildir. Zira bizim erenler, ya da ermiş dediğimiz insanlar aslında peygamberlerin dünyaya yansıttığı ışığı alarak o hâli yaşamaya çalışırlar. Yani benim bilgim artı inancım bu yönde.. 350 D> varlık-yokluk meselesidir bence/hâlâ. Varlığımız >iyiliğe (nedensiz Aslına bakarsan “sorun şudur” diye ortaya bir şey koyacaksan, ben varlık meselesinin neresinde sorun olduğunu merak ederim? “Cogito”dan çalışıyorsun? kuşku duyduğunu söylemeye mi (Tamam felsefî bir savdan kuşku duymak kadar doğal bir şey olamaz ama sonuçta salt kuşku, ardından hep ‘susuş’u getirmez mi? Bir yerde durmak gerekmez mi? Ve asıl, yaşamın durağanlığına tepki göstermek gerekmez mi? Ya da, artık gerekmiyor mu? Oğuz Atay’ı hatırlayalım; o durağanlık bizim ‘ithal bunalım’ çıkmazımızın bir sonucu değil midir, ve asıl sorun bu değil midir? Felsefeyi bu yüzden sevmiyorum. Susmak ve ağlamak zorunda bıraktığı için. Bir yerden sonra ‘politik’ olana varabilmek gerekmez mi, Sartre gibi, Marx gibi, Althuser (yeni tanıyorum gerçi bu herifi de) gibi ve tabi, aslında, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Hilmi Ziya Ülken, Kemal Tahir, Oğuz Atay, hatta belki Bilge Karasu (hiç okumadım, düşünebiliyor musun!), Hilmi Yavuz, Cemil Meriç, İsmet Özel ve sairler gibi... Yoksa yakın geçmişe dair olan geleneğe dayanıp, sonunda susa kalmak mı benim kaderim? Sonuçta ‘Otostopçu’yu -ve 351 umarım devamı da gelecek- bu yüzden yazmak zorunda hissettim kendimi..) bir parantez daha: (O yüzdendir ki peygamberler ermişlerden daha üstündür. Onlar da biliyordular alıp başlarını mağaralarına, dağlarına çekilmeyi. Yunus’u hatırla, neden balığın karnına soktu onu Allah? Bunlar adam olmaz, deyip inzivaya çekilmeye kalktığı için. Sonra, ancak “Lailahe illa ente....” diye başlayan o duayı okuyunca Allah affetti onu. Git ve onları yola getir!.. Emir buydu.. Şimdi ben de seçebilirim alıp başımı gitmeyi. Zira peygamber değilim, ‘bir şeyler yapmak’ zorunda da değilim... Ama... İşte böyle.) D> iyiliğe, zaten başkası düşünülemez) dayanabilir mi, >Murdoch’un sorduğu soru buydu... Belki bu yüzden >tanrı vardır. Artık tanrının olduğunu savunanlar ise bu >iyilik meleklerinin korkularının esiri olduğunu, gerçek >ermişlerin boşluğa, nedensizliğe dayanabilenler >olduğunu savunabilirler pekala.. Aslına bakarsan ben iyilik meleklerinden ve ermişlerden söz etmekten kaçınıyorum. Zira fazlasıyla ‘oryantal’ öğeler bunlar. Şu saatten sonra, ki bilindiği kadarıyla ictihad kapısı da kapalıyken, ermişlerden örnek vermek, hele de bunları kıstas almak, ancak hakikati puslandırıp 352 görünmez hâle getirmeye yarar. Zaten bu yüzden birçoklarının postmodernizm sanarak ucuz oryantalizm yaptıklarını söyleyenler haklılar diye düşünüyorum. (Bu kısım muhabbetimizle direk ilgisi olmayan, ama tavır koyma gereği duyduğum bir mevzuya değinmekten ibaretti) Gönderen: Doğan Alan: Mustafa Konu: “OTOSTOPÇU” M> Ben okumadım. Ama “Benim Adım Kırmızı” diye >çevrilenini okudum. ;) :) Öyleyse Bora okuyordu, edinsene ondan.. M> Bana soruyorsan kesinlikle hayır derim. Erenler ya >da başkaları, hiç kimse peygamberlerden daha kutsal >(‘üstün’ deyince daha rahat oluyorum ben) değildir. >Zira bizim erenler, ya da ermiş dediğimiz insanlar >aslında peygamberlerin dünyaya yansıttığı ışığı alarak o >hâli yaşamaya çalışırlar. Yani benim bilgim artı >inancım bu yönde.. 353 Ben de oturup düşündüm biraz bunu nereden hatırlıyorum diye, nihayet Evliya Çelebi’den şunları buldum: “Safa ehli kardeşler şöyle bilsinler ki, Hazreti Resûlü Ekrem elli bir yaşındayken Mekke’de Ummuhanı’nın evinde Cenabı Hak tarafından çağırılıp, Kudüs’e ayak bastıkları anda Hazreti Cebrail’e ferman olup, Refret adlı bir cennet Burak’ı getirip Hazreti Risalet’le Hazreti Cebrail tutuşup kardeş oldular. Hazreti Cebrail: «Ya Resulallah! Rabbin sana selam etti. Burak’a binip ve bu ipekli cennet peştamalını kuşanıp, utancından örtünüp benim ars ve kursumu, levh ve kalemimi, kat kat cennetimi ve on sekiz bin âlimimi seyreyleyip, olgun yüzümü görsün buyurdu» diye Allah’ın selam ve buyruklarını bir bir peygamberimize açıkladı. Ve Hazreti Resûlün beline peştamal gibi bir cennet ipeği bağladı. Onun için sanatkarlar bellerine peştamal kuşanırlar. Böylece örtünüp, her şeyde iyi olurlar. O gece Hazreti Peygamber on sekiz bin alemi seyredip «Ermişler, elçiler» düzeyine vardı. Cenabı Hak’kın yüzünü görüp, bin bir kelime söyledi...” Evliya Çelebi’ye güven olmaz tabi ama benim bakış açıma göre ermişlik biraz daha gönül işidir, peygamber ise en nihayetinde arada bir elçidir, gibi geliyor. Bu arada Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır’ı da hoştur hani.. 354 M> (Tamam felsefî bir savdan kuşku duymak kadar >doğal bir şey olamaz ama sonuçta salt kuşku, ardından >hep ‘susuş’u getirmez mi? Bir yerde durmak gerekmez >mi? Ve asıl, yaşamın durağanlığına tepki göstermek >gerekmez mi? Ya da, artık gerekmiyor mu? Oğuz >Atay’ı hatırlayalım; o durağanlık bizim ‘ithal bunalım’ >çıkmazımızın bir sonucu değil midir, ve asıl sorun bu >değil midir? Felsefeyi bu yüzden sevmiyorum. Susmak >ve ağlamak zorunda bıraktığı için. Bir yerden sonra >‘politik’ olana varabilmek gerekmez mi, Sartre gibi, >Marx gibi, Althuser (yeni tanıyorum gerçi bu herifi de) >gibi ve tabi, aslında, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, >Hilmi Ziya Ülken, Kemal Tahir, Oğuz Atay, hatta belki >Bilge Karasu (hiç okumadım, düşünebiliyor musun!), >Hilmi Yavuz, Cemil Meriç, İsmet Özel ve sairler gibi... >Yoksa yakın geçmişe dair olan geleneğe dayanıp, >sonunda susa kalmak mı benim kaderim? Sonuçta >‘Otostopçu’yu -ve umarım devamı da gelecek- bu >yüzden yazmak zorunda hissettim kendimi..) bir >parantez daha: (O yüzdendir ki peygamberler >ermişlerden daha üstündür. Onlar da biliyordular alıp >başlarını mağaralarına, dağlarına çekilmeyi. Yunus’u >hatırla, neden balığın karnına soktu onu Allah? Bunlar >adam olmaz deyip inzivaya çekilmeye kalktığı için. >Sonra, ancak “Lailahe illa ente....” diye başlayan o >duayı okuyunca Allah affetti onu. Git ve onları yola >getir!.. Emir buydu.. Şimdi ben de seçebilirim alıp 355 >başımı gitmeyi. Zira peygamber değilim, ‘bir şeyler >yapmak’ zorunda da değilim... Ama... İşte böyle.) Üstte yazdıklarımı unut... Ne diyeyim ki ben şimdi sana. Yazıyorsun, az şey mi? Zaten başkası da gelmeyecek.. O’ndan başka tabi. Sevgiler Gönderen: Mustafa Alan: Doğan Konu: “OTOSTOPÇU” D> Evliya Çelebi’den şunları buldum: > “Safa ehli kardeşler şöyle bilsinler ki, Hazreti Resûlü >Ekrem elli ... kes ... > bir elçidir, gibi geliyor. Bu arada Yaşar Kemal’in Yer >Demir Gök Bakır’ı da hoştur hani.. Aşağıda unut demişsin ama biraz da Evliya’yı temize çıkarabilmek için yukarıya aldığın bölümden benim anladığımı söylemek istiyorum: Bir peygamber, kendisine peygamberlik inmeden önce ermişler düzeyinde bulunmuyor olabilir. (Fakat, şüphesiz Hz. Muhammet bunun dışındadır.) 356 Ve bir küçük anımsatma daha, hangi kitaptan okuduğumu hatırlamıyorum, ki ayet dahi olabilir: “Yusuf’un güzelliğini görenler parmaklarını kesmiş ve acı duymamışlardı. Muhammet’in güzelliği perdelenmiştir. Zira onun gerçek güzelliğini görseler başlarını keserler ve acı duymazlardı...” Kendi üslûbuma bakınca da bunun bir ayet olma ihtimalini kuvvetli buldum. Sanırım ne demek istediğim açık.. M> varlık meselesinin neresinde sorun olduğunu merak >ederim. D> :)) Kafamı uzunca bir süredir kurcalayan sorun >budur diyeyim o zaman.. ben de ‘peki’ diyeyim bari... D> Üstte yazdıklarımı unut... Ne diyeyim ki ben şimdi > sana. Yazıyorsun, az şey mi? Zaten başkası da >gelmeyecek.. O’ndan başka tabi. âlâ.. hepimiz de O’nu bekliyoruz zaten.. 357 358 3.BÖLÜMAYAKİZİSİLİCİLERİ 359 360 cfk. AYAKİZİSİLİCİLERİ Kimseden yardım almadan ilk adımı attım demir boruya. Sekizinci kez duydum aynı çığlığı. (Çığlık istem dışıdır, kendiliğinden olur, bir tür tepkidir.) Altıncıdan daha büyüktü ama. Neden bilmiyorum, sanki bir şey var masanın kenarında ve hep yere düşüyor. Oysa hiçbir hareket yok, bir darbe ya da rüzgar... Odamdan iki eşya eksildi ve kendimi hiç mutlu hissetmiyorum. Aksine, tanıdık bir boşluk duygusu var. Tanıdık ama artık eskisi kadar da içli dışlı sayılmayız. Önceden beri ağaca tırmanmayı beceremem, fakat nedense düz demir boru beni hiç zorlamıyor. Ve kendimi uçsuz bucaksız bir havalimanın tam ortasında çılgınlar gibi bağırırken görüyorum; kendimi yerlere atıyor, üstümden geçen uçaklara bağırıyorum. Ama çığlık atan ben değilim. Sesim daha kalındır. Kalın..? Öyle. Kalın sesli bir adamdan uzun havaya benzeyen bir türkü dinliyorum. Bir adam var bir fahişenin evinin karşısında ıslanmakta olan, sakallı bir adam... Ben rahat değilim. Kötü haberle ilgili sözler eden atalarıma güvenip güvenmeme konusunda kararsızım. Düşmekten de korkmuyorum. Aslında sadece güneşin 361 doğmasını bekliyorum. Ya da sadece sabah ezanı okunsun istiyorum. Artık okunsun. “Sala bid’attır!” Sigarayı bırakırsam şişmanlayacağım. Bırakmazsam da ağzım kötü kokmaya devam edecek. Neden yazdığım önemli değil, önemli olan ne yazdığım. Yazmak da bir tür tepkidir ama istem dışı olamaz. İstem dışı olmayan her şey gibi o da acı verir. Tıpkı aşk gibi.. Aşk dedim, duydunuz mu baylar? Kikirdemenin alemi yok, gecenin en hassas noktasında geziniyorsunuz. Bastığınız yere dikkat edin lütfen, kaldırımlar tekin değildir, alkol kokar köşe başları. Ve her on elektrik direğinden altısı bozuktur, unutmayın sakın. Topuk sesleri de geceleri daha tiz olur. Beklemek ille de bir tavır olmayabilir. Çocukluk da unutulmak zorunda değildir. Umut güzeldir ama, en güzelidir. Nargile ve semaver imgeleri Doğuyla ilintileri kesilemediği için saf dışı bırakılmalıdır. Toplantılar biraz daha ertelenmeli, kararlar biraz daha geciktirilmelidir. Kimsenin kimseyi anlamak zorunda olmadığı insanlara kabul ettirilmelidir. Çünkü Allah, Adem'i kendi suretinde yaratmıştır. Çünkü Adem bütün yalnızların babasıdır. Bataille öyle demeseydi de biliyorduk ‘yalnız insan’ın lanetli olduğunu. Oysa yalnızlık da bir tür algı yanılmasıdır. Tıpkı ölüm gibi. Yanılsama olmayan sadece aşktır. Ve bu kadar ‘-tır’ın bir tek kamyon 362 tarafından sollanmasına da şaşırmamalısınız. Zira kamyonlar uzun yolda aslan kesilirler. Uzun yollar uzayan boylar gibidir. Ve Türkan Şoray düşleri kadar pusludurlar. Yollar ille de yürünsün diye var değildirler. Bakmak da vardır, yukarıdan aşağı, uzaktan resme........ Nasıl ki hiçbir bomba ‘BOM!’ diye patlamıyorsa, hiçbir bekleyiş de yıkılışla sonuçlanmaz. 20. yüzyılın başına kadar bu böyledir. Ama artık mağaraların girişleri güvenli sayılmaz. ne dediğimi bilmiyorum ama bunun farkında olduğum da bir gerçek. gecenin bu saatinde toz, toprak ve boşluk......... yükseliyorum, yükseldikçe daha da büyüyorum, güvencem yok, -umuttan söz etmiyorumkirpiklerim dökülene kadar burada bekleyeceğim. Beş minare ve yedi tepe. noktayı ben koymuyorum, ıslak bir sokakta aydınlıklı adımlar atıyorum ama bir ayakizisilicisi var peşimde. Sokak lambası cambazları elektriktendir. Oyunlar artık sahnelere taşınmalıdır. Sahne dışındakiler alkışlamak için lütfen oyunun bitmesini beklesinler. Ve salon dışındakiler, burada olup biten hakkında ahkam kesmekten vazgeçsinler. Kemancı, çal oğlum, Firket ağabeyin şarkı söyleyecek. Hepsini ben uydurdum. Bu sizi yeterince korkutmuyor mu? Evet evet, açıktan tehdittir bu yaptığım. Ensemde hızla yürüyenler, çekilin!... 363 - Tamam adamım, şimdi çek ipi! diye bağırdım. Bir karınca kadar küçük görünüyordu ama teni yine bembeyazdı. İpi çekti... Bayrak, alabildiğine dalgalandı... “bir gün gelecek, her şey eskisi gibi olacak.” 364 i Romeo and Juliet ( IV, iii) A. Kadir iii Düş Sokağı Sakinleri (“Yaşadıkça” kaseti) iv Siyah Makamı (Ümit Kıvanç) v Kurt Kanunu (Kemal Tahir) vi Delikanlı (Çağdaş Türkü – Kaset) vii Ahmet Haşim’in “Siegfried” başlıklı yazısında yaptığı Nietzsche göndermesine gönderme. viii Mizan - 1.sayı - sayfa:36. ix Bu konuda etraflıca bilgi edinmek için bkz. Karamazov Kardeşler - Dostoyevski - Zosima Dede’nin sohbet notları x Bu konuda da okuyunuz: Georges Bataille, Paul Nizan vs. xi REŞİDİYE ÇIKMAZI ...Reşidiye Çıkmazı bizim semtin en tenha yeridir. “Çıkmaz” derler ama bütün çocuklar bilir ki çıkmazın sonundaki apartmanın bodrumuna oradan da yan mahalleye açılan bir tahta kapı vardır. Savaş çıkınca kullanmak için saklanır bu gizli geçit. Çocuklar hep bekler ama savaş falan çıkmaz.... (m.batur) xii Mektubat. 3. Cilt, 62. Mektup: «Bu mektub, mübarek oğlu Muhammed Masum “medde zillühül’âli” için yazılmıştır. İnsanın aslının adem olduğunu, ademde hiçbir iyilik bulunmadığını bildirmekdedir. İnsanın hakikati, yani zatı, kendisi, onun nefsidir. Buna, “Nefs-i nâtıka” denir. İnsan, ben deyince, nefsini göstermektedir. Bu nefs-i nâtıkanın hakikati, aslı da, “Adem”dir. (Adem yokluk demektir.) Adem üzerine, vücud (yani varlık) ışıkları ve vücudun sıfatları gelmiş olduğu için, kendini var sanmıştır. Kendini diri, alim, kâdir sanmaktadır. Hayat, ilm gibi güzel sıfatları, kendinin sanmış, bunların bulunmasına kendisi sebep oluyor sanmıştır. Bunun için, kendini kamil ve iyi bilmektedir. Bütün kötülüklerin kaynağı olan ademden kendisine gelmiş ve öz malı olmuş bulunan kötülükleri, kusurları unutmuştur. Bir kimse, Allahü tealanın lutfüne, ihsanına kavuşarak, katmerli cahilliğinden ve yanlış inancından kurtulursa, 365 ii kendinde bulunan iyiliklerin, güzelliklerin, kendi malı olmadığını, başka yerden geldiklerini, bunların varlıkta kalmalarına kendisinin sebep olmadığını anlar. Kendi hakikatinin, özünün, bütün kötülüklerin kaynağı olan adem olduğuna inanır. Allahü teala ihsan ederek, bu inanışı kuvvetlenirse ve kendindeki kemalleri, iyilikleri sahibine geri verip, bu güzel emanetleri yerine teslim ederse, kendini yalnız adem bilir. Kendinde hiçbir iyilik göremez. Bu zeman, kendinin ne adı kalır, ne nişanı, izi kalır. Ne maddesi kalır, ne eseri kalır. Çünki kendi, yalnız ademdir. Adem de hiçbir şey değildir. Her bakımdan yoktur. Çünki, herhangi bir bakımdan var olsa, güzelliklerin, iyiliklerin hepsinin onda bulunmadığını söylemez. Çünki, var olmak, bir güzelliktir. Hatta bütün güzelliklerin başlangıcı, kaynağıdır. Bütün bu bildirilenlerden anlaşılıyor ki, insanda tam bir “Fena”, yani yokluk hasıl olması için, kendinin yok olması lazım değildir. Zaten var değildir ki, yok olması düşünülsün. Kendini var sanan bir yokluktur. Bu yanlış zannından kurtulur ve kendini var bilmez ve görmezse, adem olduğunu anlar. Demek ki, fenaya kavuşmak için, “Zevâl-i şühûdi” lazımdır. “Zeval-i vücud” hiç lazım değildir.» İmam-ı Rabbani - Ahmed Faruki Serhendi (1563-1624) xiii “Günah Üzerine Tartışma” (Georges Bataille). Cogito, Sayı 1. 366 367 368