büyükşehir muğla`ya

Transkript

büyükşehir muğla`ya
Büyüyen Türkiye, Değişen Muğla
www.muglabulteni.com
Sayı 1 Ekim - Kasım - Aralık 2013 ÜCRETSİZDİR
Turgut CANSEVER
Dilek KARATAŞ
Prof.Dr.
Namık AÇIKGÖZ
OSMANLI
ŞEHRİ
ZORLU BİR
‘YOL’ HİKAYESİ:
YILMAZ GÜNEY
KOS ADASI’NDA
BİR ÇEŞME
VAR!
06
10
17
BÜYÜKŞEHİR MUĞLA’YA
NE GETİRECEK?
TÜRKÜLERLE MUĞLA
Yrd.Doç.Dr. Ümral Deveci
20
ÜNAL TÜRKEŞ’IN
YERKESİK KİTABI
Yrd.Doç.Dr. Muhammet Yazıcı
21
GEZİ PARKI
ALMANAKLARI
24
STRATEJİK İLETİŞİM ÇÖZÜMLERİ
Marka oluşturma, Kampanya Yönetimi, Kurumsal İletişim, Kurumsal Yayıncılık, Dergi ve gazete tasarımı
ile içerik hazırlanması, Satış odaklı iletişim, çizgi altı ve çizgi üstü çözümlemeler, Yaratıcı Çözümler
Katalog, Broşür, Afiş, Billboard, Dergi ilanı, Gazete ilanı, El ilanı, Dergi, Kurumsal kimlik, Logo, Kartvizit,
Antetli, Zarf, Dosya, Bloknot, Davetiye, Kitap, Ambalaj, Poşet Medya Planlama TV, Basılı mecra, Radyo,
İnternet, Açık hava ve Alternatif medya çözümleri Prodüksiyon Reklam filmi, Advertorial, Bant reklam
prodüksiyonları, Radyo spotu, fotoğraf çekimi...
İNTERAKTİF ÇÖZÜMLER
Web Tabanlı Yazılım Uygulamaları
•
•
•
•
•
•
Web Sitesi Tasarımı
E-Ticaret Uygulamaları
Dinamik İçerik Yönetimi
Intranet Uygulamaları
Portal Geliştirme
Veritabanı Uygulamaları
İnternet Pazarlama Stratejileri
•
•
•
•
•
Web Sitesi Optimizasyonu
Online PR
RSS
E-mail Marketing
Google Adwords
İnternet Barındırma Hizmetleri
•
•
•
Web Sitesi Barındırma
E-Posta Barındırma
E-Ticaret Site Barındırma
www.oscarmedya.com
www.ipekyoluistanbul.com
T. 0212 247 2193
KAPAK
12
BÜYÜKŞEHİR MUĞLA’YA NE GETİRECEK...
Osmanlı Şehri: Turgut Cansever 06
Türkülerle Muğla / Yrd.Doç.Dr. Ümral Deveci 20
Zorlu Bir ‘Yol’ Hikayesi: Yılmaz Güney / Dilek Karataş 10
Ünal Türkeş’in Yerkesik Kitabı / Yrd.Doç.Dr. Muhammet Yazıcı 21
Kos Adası’nda Bir Çeşme Var! / Prof.Dr. Namık Açıkgöz 17
Gezi Parkı Almanakları 24
04
08
15
SUNUŞ
B
BİR ŞEHİR FİLOZOFU:
TURGUT CANSEVER
TÜRK SİNEMASI’NIN
ÇİRKİN KIRALI
YILMAZ GÜNEY
inlerce yıllık kadim geçmişiyle antik çağlardan günümüze taşıdığı değerleri Anadolu toprağının zenginliğiyle buluşturan şehrimiz Muğla, bir medeniyetler beşiği
gibidir. Eski ve yeninin, dünle bugünün kesiştiği yollar üzerinde yarına uygarlık
köprüleri kuran bu şehirde, bir yandan bu köklü zenginliği hatırlarken bir yandan da
bugünün gündemine dair söylenecekleri dile getirebilmek düşüncesiyle hazırladığımız
Muğla Bülteni’nin ilk sayısıyla karşınızdayız.
İçerik ve tasarım ekibimizin tüm heyecanını yansıtan bu ilk sayımızda kapak konumuzu
ilimizin kentsel yapısını bütünüyle değiştirecek olan Büyükşehirler Yasası’na ayırdık ve
Büyükşehir Muğla’nın geleceğini nasıl etkileyeceğini gündeme taşımaya çalıştık.
Turgut Cansever’in Osmanlı Şehri başlıklı çalışması ve Prof.Dr. Namık Açıkgöz’ün yitirdiğimiz değerlere bir ağıt tadında kaleme aldığı Kos Adası’nda Bir Çeşme Var! makalesi
ilk sayımızın dikkat çeken dosyalarından. İlk Muğla Bülteni’ne özel yazılarıyla ayrıca,
Film Arası Dergisi Yazı İşleri Müdürü Dilek Karataş, Türk Sinemasının yetiştirdiği ünlü
sinemacımız Yılmaz Güney’i, Yrd.Doç.Dr. Ümral Deveci Muğla Türkülerini ve Yrd. Doç.
Dr. Muhammet Yazıcı da Ünal Türkeş’in Yerkesik Kitabı’nı değerlendirerek ilk sayımızın
heyecanını bizler ve siz değerli okurlarımızla paylaştılar.
İl ve ülke gündemine dair çeşitli konulara değişik açılardan değindiğimiz ilk Muğla Bülteni’mizin şehrimiz yayıncılık, edebiyat ve kültür dünyasına farklı bir soluk katacağını
ümit ediyoruz.
Her sayı daha da zenginleşecek içeriğimizle karşınızda olacağımızı belirtmek istiyorum.
Yeni sayımızda görüşmek üzere...
Muhammet Furkan Gümüş
Yayın Yönetmeni
YENİ BÜYÜKŞEHİRLER
YASASI
Sayı 1 Ekim - Kasım - Aralık 2013
18
ERGENEKON
KARARLARINA
İKİ FARKLI BAKIŞ
İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Muhammet Gümüş
Hukuk Danışmanı
Altıntaş Hukuk Bürosu www.altintas.av.tr
Editör
Ahmet Selim Türkmen
Abdullah Talha Arslan
Halil Talha Ülkü
Yönetim İrtibat Adresi
Kurşunlu Caddesi Girgin İşhanı Kat 2
No: 27 Muğla Tel: 0 252 214 59 05
Mizanpaj/Tasarım
İhsan Çanakcı
www.muglabulteni.com
Yapım
İpekyolu İletişim Sanatları
Oscar Medya
www.muglabulteni.com
Baskı
GD Ofset Atatürk Bulvarı Deposite İş Merkezi
A5 Blok Kat 4 No: 405 İkitelli OSB
Başakşehir/İstanbul Tel: 0212 671 91 00
facebook.com/muglabulteni
twitter.com/muglabulteni
Yayınlanan ilanların ve yazıların sorumluluğu sahiplerine aittir.
Bu dergi basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder.
04
Bir Şehir Filozofu:
TURGUT
CANSEVER
Doç.Dr. Mehmet ÇELİK Bahçeşehir Üniversitesi
Turgut Cansever’e
göre, “Şehir insanın
hayatını düzenlemek
üzere meydana
getirdiği en önemli,
en büyük fiziki ürün
ve insan hayatını
yönelten çerçeveleyen
yapıdır”.
O zaman hayatımızı
çevreleyen ve
belirleyen değerler
şehrin ruhunu
oluşturur.
M
edeniyetimiz üzerine düşünmek bir aydın namusu ya da
görevi olagelmiştir. 15. yüzyılda İbn-i Haldun; şehir, şehirleşme, kırsal
yaşam, bedevilik ve şehrin kurumlarına
dair görüşlerini ünlü Mukaddime’sinde dile getirmiştir. Tabii ki Haldun’dan
önce ve sonra da konuyla ilgili düşünen,
yazan, konuşan aydın ve yazarlar hep
olmuştur. Biz; Ahmet Hamdi Tanpınar,
Cemil Meriç, Kemal Tahir gibi topluca
medeniyet analizleri yapan yazarlarımızı rahmetle andıktan sonra, çok özel bir
alanda düşünceler üretmiş bir mimar ve
şehir düşünürümüzü anlatmaya çalışacağız. Turgut Cansever’i...
Kıray, İsmail Sera Galdin’le birlikte Ağa
Han Büyük Jüri üyeliği yapar. Dünyada
üç Ağa Han Mimarlık Ödülü almış tek
mimar olarak 22 Şubat 2009’da fani dünyayı terk ettiğinde ardında birbirinden
kıymetli birçok eser bırakır. Bunları şöyle
sıralayabiliriz:
Turgut Cansever özelde mimari ve şehir;
şehir ve insan ilişkisini entelektüel boyutta dile getirmiş nadir, mimar şahsiyetlerden biridir.
Turgut Cansever, Cumhurbaşkanlığı
Kültür ve Sanat ve Sanat Büyük Ödülleri
kapsamında ‘ Mimari’dalında ödül sahibidir. Yayımlanmış çok sayıda makalesi
de bulunan Cansever’in mimari ve şehir
hakkındaki görüşleri dinamik ve aynı zamanda köklü geleneği olan ülkemizdeki
şehirciliğe ışık tutacak niteliktedir.
1920’de Antalya’da doğar Cansever.
Galatasaray Lisesi ve İDGSA Mimarlık Bölümü’nden mezun olur. 1951’de
kendi mimarlık ofisini kurar. İstanbul
Edebiyat Fakültesi’nde yaptığı “Osmanlı ve Selçuklu Mimarisinde Sütun Başlıkları” adlı teziyle doktor unvanını alır.
“Modern Mimarinin Sorunları” teziyle
doçent olur. 1959-1960’ta kuruluşunda
bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama
Teşkilatı Başkanlığı ve 1961’de İstanbul
Belediyesi Planlama görevlerinde bulunur. 1974-75’te Dünya Bankası İstanbul
Metropol Planlama Projesi’ne başkanlık
eder. 1975-76 Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu üyeliğinde bulunur. 1975-80
İstanbul Belediyesi’nde, 1979’da Ankara
Belediyesi’nde, 1979’da Ankara Belediyesi Metropol Planlama, yeni yerleşmeler,
kent merkezleri ve koruma danışmalığı
yapar. 1983’te Charles Moore, Roland
Simounet, James Stirling, P. W. Sudin,
Rifat Chadirji, Habib Fidali, Mübeccel
1. Osmanlı ve Selçuklu Mimarisinde
Sütun Başlıkları 1949
2. Modern Mimarinin Sorunları
3. Düşünceler ve Mimari 1981
4. Şehir ve Mimari 1992
5. Ev ve Şehir 1994
6. İstanbul’u anlamak 1998
7. Mimar Sinan
Turgut Cansever, verdiği bir röportajda
dünyada mimarinin olması gereken durumunu şöyle dile getirir:
“…Dünyada kültürel çeşitlilik kaçınılmaz.
Farklı tarih ve kültürel kökenlerden gelen
toplumlar farklı yaklaşımlara sahip. Ama
insanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir.
Dünyaya en büyük müdahale yapılarla
olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir
şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki
amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı
var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum
ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi
engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü
gurur, para gibi yanılgıların ürünü...”
05
Turgut Cansever’in tasarladığı Kapadokya evleri
Mimarinin dünyayı değiştirme hakkının,
dönüştürme sapmasına varan çağımızın uzun soluklu olmayan kâr amacının
dünyayı sürüklediği karmaşaya son verebilmenin de prensiplerini ortaya koyan
Cansever, bilincin yansıması olan binalar
ve oluşumlar peşindedir. Rahatla birlikte
huzur, maddi refahla birlikte iç derinliğin
korunması ya da yansıtılmasıdır. Necip
Fazıl Kısakürek bir şiirinde “mahşeri yalnızlık” diyebileceğimiz apartman yapılanmasını şöyle ifade eder:
“Üst üste insan türü
Bu ne hayat götürü
Yakınlıktan ötürü
Kaçmış bütün yakınlık”
Turgut Cansever adeta evrenin mükemmel sistematiğine uygunluk sağlayacak
yeni bir anlayışı kristalize eder. Bunu
teknolojiye hizmet eden insanın değil;
insana hizmet eden teknolojinin gereği
olarak da adlandırabiliriz. Cansever şöyle der:
“Bilinci biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Yapmak istediğim şeylerden bir diğeri, maddi varlık
tabakasının; yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs.nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi
fikir ve inanç dünyamızın transandantal
çerçevesi içerisine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini
saygıyla inceleyip gereklerini tam yerine
getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak,
psişik dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve
huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız teknikleri, üzerlerine
ilave alabilecek kitle kolektivitelerini tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum.”
Turgut Cansever İslâm mimarisinin en
önemli özelliği olarak “sükûnet içinde hareket” tanımlamasını yapar. Çünkü İslâm
mimarisinde dayatmacılık yoktur. Mütevazılık ve tabiilik esastır. Böyle olunca,
saygı, vecd, tevekkül ve buna benzer neşe,
mutluluk, insanla mekân arasındaki ilişkiyi belirlediğinden, mekânlara ruhunu
veren bu duygulardır.
Cansever’e göre, “şehir insanın hayatını
düzenlemek üzere meydana getirdiği en
önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını yönelten, çerçeveleyen yapıdır”. O
zaman hayatımızı çevreleyen ve belirleyen değerler şehrin ruhunu oluşturur.
Merkeze alınan şey hayatımızın merkezinden çıkar. Dolayısıyla, mahremiyeti,
ferdiyeti, maneviyatı, bununla birlikte
komşuluğu ve komşu hukukunu önceleyen inanç sisteminden geldiğimizden
şehirlerimizi teknolojinin eseri olmaktan ziyade medeniyetin yansıması olarak
görmek zorundayız. Hâl böyle olunca
büyük aile şeklinde yaşayan Müslüman
ailesine uygunluk aile bireylerinin saygı
ve büyüklük çerçevesindeki hiyerarşisine
uygunluk göstermelidir.
Cansever’in bu anlamda tevhidi, yani
birliği çokluk içerisinde arayan İslâm
mimarisini varlığın farkında olma, onu
kavrama ve mekânın sonsuzluğuna götürecek hazırlığı yapabilme faaliyeti olarak
gördüğü söylenebilir.
Batılı hayat düzeninin dayattığı alışveriş
merkezi, merkezli şehir tasarımından
öte insan merkezli ve insanın çift kanatlı
maddi ve manevi ihtiyaçlarını vasat sınırlar içerisinde karşılayabilecek bir kent
arzusuyla yaşayan Cansever’i, rahmetle
anıyoruz.
“Cansever Hoca,
kaynağını çok
aradığı bir hadis-i
şerife dayanarak sanatın asıl
vazifesinin dünyayı
güzelleştirmek
olduğunu söyler,
estetiğini ve mimarî felsefesini bu
görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz
güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle
değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak
yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları
sadece yağmur ve soğuktan koruyan
barınaklar olarak görüldüğü, insanın
güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin
oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever
Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve
güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi.” Beşir Ayvazoğlu
Edebiyat dünyamızın usta kalemi Beşir
Ayvazoğlu, Türk-İslâm medeniyetini koruyan, geliştiren ve bir yaşam biçimi olarak
neşreden Osmanlı bakıyyesi aydınların
örnek hayatlarını gelecek nesle taşımaya
Bilge Mimar Turgut Cansever’le devam
ediyor. Ayvazoğlu’nun nefis üslubuyla
okur kendisi kâh Turgut Cansever’in çok
az bilinen çocukluk ve gençlik zamanlarında, kâh babası Doktor Hasan Ferit
Cansever’in Türk Ocaklarını kurmak için
verdiği mücadelelerin içinde buluyor. Turgut Cansever’in “Dünyayı Güzelleştirmek”
olarak özetlediği mimarî felsefesine, sanat
görüşüne ve bütün dünyada kısa sürede
müthiş bir hızla gelişen şehirleşmenin
Türkiye’de nasıl tezahür ettiğine dair
görüşlerini kendisiyle sohbet ediyormuş
gibi okuyabilirsiniz.
06
Osmanlı
Şehri
Turgut Cansever
Bilge mimar Turgut Cansever, Türk mimarisine yaptığı katkılar yanında, mimari ve şehircilik üzerine ortaya koyduğu
düşünceleriyle mevcut meselelere çözümler üreterek arkasında değerli izler bıraktı. Genel olarak Turgut Cansever düşüncesi “Bütün kâinatın Allah tarafından insanoğluna emanet edildiği, onun muhafazası ve güzel hâle getirilmesinde
fertlerin ve toplumların sorumlulukları bulunduğu” şeklindeki temel kabule dayanır. 1990’larda yazdıkları bir makalesini, bugüne de ışık tuttuğundan yola çıkarak bu sayfalarda paylaşmak istedik. Mezkûr yazı, Turgut Hoca’nın vefatından kısa bir süre sonra yayınlanan Osmanlı Şehri (Timaş Yayınları, 2010) adlı kitabında yer almıştı. Aşağıdaki metin,
asıl metinden kısaltılarak alıntılanmış ve cümlelerin orijinal hâli korunmuştur.
O
smanlı şehri, insanlık tarihinde
benzeri çok az olan, müstesna
bir kültür ürünüdür. Genellikle
şehrin kendisi istisnai bir kültürün ürünüdür. Eflatun “İnsanın en büyük erdemi
şehir kurmak erdemidir.” diyor.
Ziya Paşa “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm/ Dolaştım mülk-i
İslâmı bütün viraneler gördüm” diyor.
Ziya Paşa bunu yazdığı sırada Fransız
sanayileşmesi başlamış bulunuyor,
Fransa’nın bütün şehirlerinin kenar
mahallelerinde akıl almaz sefalet
yaşanıyordu. Ziya Paşa’nın ise
bundan haberi yoktu. Yaşadığı
ülkenin güzelliklerini takdir etmekten acizdi. Alphonse de Lamartine’i hayranlıklara sürükleyen şeyden de habersizdi.
dağların biçimini ben değiştiremem, demiş. Dolayısıyla ben, şehri ovada tarım
toprağını ziyan ederek kullanmak yerine
yamaçlara yerleştirmeyi tercih ediyorsam, ayrıca yamaçların serin rüzgârlar
aldığını da biliyorsam ve aynı zamanda
insanımın
imkânı da sağlamak istiyorsam; o zaman
tabii ki ovada olmak yerine, yamaçta olmak daha iyi.
Yamaç da bir bakıma dağ. Dağı biçimlendiremeyeceğime göre, yaptığım sokaklarda yağmur sularının kolay akması,
insanların kimi zaman 45 derece meyilli
yerlere tırmanmak, kimi zaman dümdüz
yollarda gitmek yerine, daha kolay, daha
homojen meyilli yollarda yürümelerini
istiyorsam, o zaman yamacın tesviye
eğrilerine uygun yollar çizerim, öyle
inşa ederim, diye düşünüyor.
Osmanlı
şehri, topoğrafyanın
insan gücüyle değiştirilDoğrusu bu noktada modern
da söz etmek lâzım.
mesinin anlamsızlığını müd- çağdan
Bundan 30-40 sene kadar evvel
rik olarak realiteyi göz önün- MIT’de (Massachussets Teknoloji Enstitüsü) bir şehir iktide tutarak vücuda getiriliyor. satçısı, şehirlerin 20-30 senede
Aynı şekilde 1924’te Le Coreskimesini temin edin, ben size
Topoğrafyanın biçiminde
busier, Balkanlar’daki Osmanlı
dünyanın bütün şehirlerinin büşehirlerini, Trakya’yı, İstanbul’u
tün meselelerini halledeyim.” dedi.
onu yaratan ilahi iradegeziyor. Buradan hareket ederek
Aristo düşüncesinin statik telakkimüthiş hayranlıklarla aldığı ölçüler,
nin
tezahürü
var.
si,
İbn-i Rüşd vasıtasıyla Hıristiyan
yaptığı tespitler Le Corbusier’in mimarisinin temellerini oluşturuyor. Aynı tarihte biz, o şehirleri harita mühendislerinin şehir planı üzerine cetvelle çizdikleri
yolları inşa etmek için yıkıyorduk. Bütün
dünyada şehir planlarına ‘şehir planı’ denirken Türkiye’de ‘imar planı’ deniyor.
Sanki daha evvel mamur değilmiş de (?)
sonra mamur olacakmış gibi.
Denebilir ki Osmanlı bir bakıma varlığın
kuvvetler hiyerarşisini incelemiş. Mesela
ufkunun
kısa, dar
değil, uzak olduğundan haberdarsam;
onlara ev yaptığımda yalnızca karşıdaki
apartmanın cephesini seyretmek yerine,
ta karşıdaki dağları seyretmek, hatta o
aralıklardan ovaları, yer yer başka güzel
şeyleri seyretmek, yüce bir ağacın nasıl
bir ilahi hikmet ürünü olduğunu görme
dünyasına, Rönesans’a, bütün Avrupa
kültürüne hâkim oluyor ve sonuçta değişmeyecek şehirler yapan Batı Avrupa
şehirlerinin problemlerini çözme sorunları bugün gündemde. Oysa İslâm’da, şehirlerin sürekli değişme hâlinde olmasını
temin eden bir anlayış tüm bir kâinat ve
varlık telakkisinin yansıması olarak gündeme geliyor.
07
Modern şehirde, insan hayatını sürekli
birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı
duyarsız olan, hatta duyarsız olması da
önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı şehri,
sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol
boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti değişen
evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevi ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan
sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının
sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı
renklere sahip evlerin arasından geçerek,
her an yeni bir güzellikle karşılaşarak
yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş
bulunuyor.
Burada önemli bir mesele var; birçok insan bu muntazam olmayan yol şebekesini kargaşa olarak görüyor. Oysa Osmanlı
şehrinde bir taraftan sürekli değişmeyi
yaşarken bir taraftan da ‘değişme’den hiçbir rahatsızlık duymadan, onu tadı alınan
bir güzellik olarak görebiliyorsunuz.
Bunu ne temin ediyor? Saraybosna’dan
Hicaz’a kadar evlerin pencereleri hep
aynı biçimde. Yani Tunus’a, daha da öteye, Macaristan’a kadar… Aynı pencere,
camilerde biraz daha büyük, evlerin pencereleri biraz daha küçük.
Hatta evlerin detayları da aynı. Koskoca
devletin her yerinde bütün pencerelerin
adeta aynı olmasını temin eden bir irade
var. Tabii mimarinin bütününe standart
bir unsur hakim. Mimarinin bu standart
unsuru, tüm şehre hakim bulunuyor. O
pencere 1, 2 yahut 3 çeşit oluyor, 5 tane
oluyor en fazla. Fakat bugün İstanbul’da
olduğu gibi, ne kadar ev varsa o kadar
pencere biçimi yok.
Şehirde binalar bir yere kadar yapıldıktan sonra, gerektiğinde yeni binalar, daha
sonra başka yeni binalar ilave ediliyor. Bir
yerde bir bina eskimişse o sökülüyor, parçaları kullanılarak yeni şartlar içerisinde
bir bina yapılıyor. Böylece şehir, sürekli
değişen sosyal-ekonomik hayata ve gelişen kültürel hayatın yeni taleplerine göre
yeniden inşa edilen canlı bir organizma
olarak yaşıyor.
Sözünü ettiğimiz Osmanlı şehir oluşumunda, herkes evini komşusuyla mutabık kalarak yapıyor. Bu sosyal mutabakatın ve iradenin yansıması olarak şehri
insanlar inşa ediyor.
Tabii bu şehrin de, şehri yöneten odak
noktaları var. Standartlar düzeni ve sosyal ilişkiler dışında, şehrin cuma namazı
kılınan camisi, mahalle mescitleri, mahallenin hizmetini, binanın tamir işlerini yapan marangoz, ayakkabı tamircisi,
Turgut Cansever’in projelendirdiği Ertegün Evleri - Bodrum/Muğla
bakkal vs. dükkânlarının yanında kıraathane yani okuma salonu, aynı zamanda
sohbet yeri, ayrı bir toplantı alanı, muhtarın evi, bekçinin evi vs. var.
rını tasfiye eden bir şehir iktisadi düzeni
kurulmuş olmalı. Osmanlı şehri bu yapısıyla insanlığın geleceğine örnek olacak
mahiyettedir.
Bunlar da mahallenin merkezini oluşturuyor. Ayrıca mahalle merkezinde mescidin yanında hamam da yer alıyor, bir
sosyal müessese olarak. Keza cuma camiinin yanında ticaret yapıları, medrese,
dershane vs. bir araya geliyor.
14. Louis’lerin, Alman imparatorlarının,
Napoleon Bonaparte’ın ve diyelim ki bizim Tanzimat sonrası yönetim sistemimizin, halka şunu yapacaksın, bunu yapacaksın diye emreden, yön veren, halk
içerisinde binbir çelişkinin, binbir çatışmanın doğmasına sebep olan tavrına
karşı Kanuni, “Ben sizi idare etmeye gelmedim, yalnızca aranızdaki ihtilafları nasıl çözeceğinizi öğretmeye geldim.” diyor.
Kural şöyle: Bir şehir kurmak için gelen
işçiler, evvela hamamı inşa ediyorlar;
şehri kuracak insanların temiz pak olabilmesi, çalışanların temizliğini sağlamak
için. Ardından medrese inşa ediliyor, bilgi ortamının kurulması için. Sonra cami,
daha sonra etrafında evler ve mahalleler
inşa ediliyor, yavaş yavaş.
Osmanlı şehrinin kuruluş süreci, kuruluş
süreci olarak da neyin tayin edici, neyi
şehrin oluşumuna tabi olduğu, üst iradenin neyi belirlediğini gösteriyor.
Böyle bir kültürel bilinç oluştuğu zaman,
arkasından eksiksiz bir çevre bilinci de
geliyor. İnsanlar çeşitli mevsimlerde diktikleri çiçeklerin çeşidini tartışıp konuşuyorlar. Birisi evinin bahçesine gül dikiyor, o gül evin hayatını sarıyor, oradan
sokağın üzerinden komşu evin hayatına
geçiyor ve komşu evin hayatını da süslüyor. Böylece kültürel ve sosyal bütünleşme gerçekleşiyor.
Medeniyet, “Medine’de olmak” demektir.
Civilization da aynı anlama gelir: “Şehir
hayatını yaşamak.” Tamamen medeni, sivilize olmak için, şehrin kültürü yüksek
insanlarının yaşadığı, kültürün üretildiği; adabın, terbiyenin, zarafetin, sanatın
geliştirildiği yer olmasını temin etmek
üzere, temel hırsları, menfaat çatışmala-
Biz de bugün bu tavrı sağlamak mecburiyetindeyiz. Osmanlı şehrinin yakaladığı
başarıyı, merkezi iradenin emrettikleriyle değil, halkın katılımıyla, en fakir
insandan en varlıklısına kadar herkesin
aynı yüksek kültür ortamında yaşamasıyla, en fakir insanın küçücük evinin bile
sanat eseri olmasına imkân verecek bir
düzenlemeyle sağladığını görürüz.
Mimarlık fakültelerinde liseden gelmiş
çocuklara “Sen yaratıcısın!” diyen hocalar gibi değil; aksine Hassa Mimarlar
Ocağında loncanın yüksek temsilcileriyle müzakereler ve ortak çalışmalar yapılarak, toplumun en seçkin insanlarının
meydana getirdiği mimari ile bütünleşmiş olarak. Parçaların birbirine takılması
suretiyle oluşan yapı sistemine göre inşa
edilen evler, hem de her biri birer sanat
eseri hüviyetini kazanabiliyordu.
Osmanlı şehir oluşumunda, herkes evini komşusuyla mutabık
kalarak yapıyor. Bu sosyal mutabakatın ve iradenin yansıması
olarak şehri insanlar inşa ediyor.
08
Türk sinemasının “Çirkin Kral”ı Yılmaz
Güney, 47 gibi genç bir yaşta hayatını
kaybetmesine rağmen, filmleri, asi kişiliği ve
siyasi görüşleriyle, ardında dopdolu ve unutulmaz bir yaşam öyküsü bıraktı. Kısacası bu
dev sinema adamının kendi hayatı da
adeta bir sinema filmi gibi geçti...
Y
ılmaz Güney’i kısaca tanımlamak
gerekirse onun yönetmen, sinema
oyuncusu, senarist ve öykü yazarı
kimliklerini bir arada sayabiliriz. Özellikle “Çirkin Kral” dönemi sonrasında
çektiği, yurt içi ve yurt dışında tanınmasını sağlayan Cannes ödüllü “Yol”, “Sürü”,
“Umut” gibi filmleriyle zirveye çıktı.
Sinema ve yazın hayatının en verimli
yıllarını cezaevlerinde geçiren Güney’in
sanat yaşamını sayılarla ifade edecek
olursak ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: 104
filmde başrol oynadı. 24 filmi kendi yönetti. 50 filmin senaryosunu yazdı, 6 filmin senaryosuna yardım etti. Tüm bunları topladığımız zaman Yılmaz Güney’in
emeği geçtiği 111 film var. Güney, Türk
sinemasına 1958-1983 yılları arasında,
yani çeyrek yüzyıl boyunca, katkıda bulundu.
1 Nisan 1937 doğumlu Yılmaz Güney’in
asıl adı Yılmaz Pütün. Kendi ifadesine
göre “Pütün”; kırılması zor, sert bir meyve çekirdeği demek. Güney, topraksız bir
köylü ailenin iki çocuğundan biri olarak
Adana’nın Yenice köyünde dünyaya geldi. Babası Siverekli Zaza, annesi ise Vartolu bir Kürttü. Dindar bir kadın olan
annesi okuma yazma bilmiyordu. Babası
ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti.
Yılmaz Güney, 1976’da, kendisi Kayseri
Cezaevi’ndeyken ölen babasının mezarını hiç göremedi.
Çalışma hayatına dokuz yaşında başladı.
İlk işi dana gütmekti. Pamuk işçiliğinden
çobanlığa, simitçilikten kuryeliğe kadar
birçok işle uğraştı. Liseyi doğduğu kentte
okudu. Bu dönemde “Doruk” adında bir
sanat dergisi çıkartıyordu. Ayrıca yine o
yıllarda bisikletiyle sinemadan sinemaya
16 milimetrelik film bobinleri taşıyarak
sinemaya ilk adımını attı. Sanata merakı nedeniyle çeşitli hikâyeler yazıyordu.
1955’te kaleme aldığı “3 Bilinmeyenli
Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle takibata uğradı ve hakkında dava
açıldı.
1957 senesinde İktisat Fakültesi’nde okuma hayalleriyle İstanbul’a geldi, fakat üniversiteye devam edemedi. Atıf Yılmaz’la
tanışması hayatının dönüm noktası oldu.
Onun desteğiyle sinema çalışmalarına
başladı. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” isimli filmlerin hem
senaryosunu yazdı, hem de bu fimlerde
rol aldı. Bunun dışında “Karacaoğlan’ın
Karasevdası”nda da yönetmen yardımcılığı görevini üstlendi.
Tüm
bunlar
olurken
1961 yılında,
1955’ten beri
süren takibat
ve mahkeme
sonuçlandı ve
başlangıçta 7.5
yıl ağır hapis ve
2.5 yıl sürgün
cezasına çarptırıldı. Temyiz
mahkemesinin
kararı bozmasıyla yeniden
görülen mahkeme sonucu
cezası 1.5 yıl ağır
hapis ve 6 ay sürgün cezasına çevrildi. Üniversite eğitimi
de işte bu yüzden yarım kaldı. Bundan sonra hayatının nasıl bir yön
aldığını Yılmaz Güney şöyle ifade
ediyor: “Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın
kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığı ile eğitmekti.
Öyle yaptım... Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık,
hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler,
09
yiğitler... Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık... Öğretmenlerimden biri zor’dur...”
1961’in Mayıs ayında başlayan cezaevi macerası 1962 Aralık’ında sona erdi.
Sürgün dönemini ise muhafazakârlığıyla
ünlü Konya şehrinde geçirdi. 6 ay boyunca Konya dışına çıkması yasaktı. Her akşam polise imza veriyordu. 1963 yılında
tekrar kaldığı yerden devam eden Yılmaz
Güney, o dönemde daha çok macera
filmleri çekti. İlk filmi olan -senaryosunu
yazdığı ve başrolünde oynadığı- “İkisi de
Cesurdu”da bundan sonraki filmlerinin
ana malzemesi haline getireceği “kabadayı mitosu”nun temellerini
attı.
Filmlerinde ezilen, hor
görülen “Anadolu çocuğu”nun otoriteye başkaldırısını işledi. “Çirkin Kral”
lakabını aldığı bu dönemde
en önemli çalışması, Lütfü
Akad’ın yönettiği ve kendisinin yazdığı film olan
“Hudutların Kanunu”
oldu. “Çirkin Kral”
olarak nam saldığı bu yıllarda
oyunculuğunu
geliştiren Yılmaz Güney,
abartısız ve
yalın oyunculuk anlayışı sayesinde Türk
sinemasına yeni bir
soluk getirdi.
Yı l m a z
Gü ne y,
1968 ile
1970 Nisan arasını as-
kerde geçirdi. Darbe
sonrası dönemde,
yani Mayıs 1971’de
pek çok aydın, sanatçı, yazar gibi o
da gözaltına alındı.
Bir haftalık gözaltı
süresinin ardından
resmî olmayan, sözlü bir emirle Nevşehir’e üç aylığına
sürgün edildi. Güney, 1972 yılının
16 Mart’ında “devrimcilere
yardım
ve yataklık yaptığı”
gerekçesiyle 10 yıl ağır hapis ve sürgün
cezasına mahkum edildi. İçeride kaldığı
süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili
fikirlerini; şiir ve öykülerini o dönemde
çıkarmaya başladığı Güney dergisinde
yayınladı. Ecevit hükümetinin 1974’teki
genel affı sayesinde serbest bırakıldı.
Cezaevinden çıktığı yıl “Arkadaş” filmini
çekti. Yine aynı yıl Eylül ayında Endişe
adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu’yu
tabancayla vurarak öldürmekten tutuklandı. 25 Ekim’de Ankara 1. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde başlayan yargılamaların
sonucunda 13 Temmuz 1976’da 19 yıl
hapis cezasına çarptırıldı. Bu cinayeti
Yılmaz Güney’in gerçekten işleyip işlemediği hâlâ tartışılagelen bir konudur.
Görgü tanıklarının olay hakkındaki ifadeleri birbirleriyle çelişiyordu. Güney’in,
bu davanın duruşması sırasında verdiği
ifadede sarfettiği şu sözler ise oldukça
düşündürücüdür: “İnanıyorum ki hakim
Sefa Mutlu’yu benim vurmadığımı sizler
de biliyorsunuz. Fakat eliniz mecburdur. Bu koşullarda objektif davranmanız
mümkün olmayacaktır. Bu karşılaştığım
ilk haksızlık değildir. Son haksızlık da olmayacaktır. Saygılarımla...”
Cezaevindeyken sinemaya olan ilgisi devam etti. Bu dönemde senaryosunu yaz-
dığı “Sürü”, Zeki Ökten tarafından; yurt
içi ve yurt dışında büyük ilgi gören “Yol”
ise Şerif Gören tarafından filme çekildi.
“Yol” filmi daha sonra 1982 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ödülünü kazandı. Sanatçı,
cezaevindeyken ayrıca Güney adlı bir
sanat-kültür dergisi çıkardı. 13. sayıdan
itibaren ülkede ilan edilen sıkıyönetim
sonucunda dergisi kapatıldı ve hakkında
yazdıklarından ötürü 10 ayrı dava açıldı.
Suçunun komünizm propagandası yapmak, milli duyguları zayıflatmak, halkı
suç işlemeye teşvik etmek, suç sayılan fiileri övmek ve devletin içte ve dışta itibarını sarsmak olduğu iddia edildi. İstenen
ceza toplamı 100 yıldı.
1981 sonbaharına kadar yaklaşık 12 yılını, ikisi yarı-açık olmak üzere on beş
cezaevinde geçirdi. 1981 Ekim’inde izinli
olarak çıktığı Isparta Yarı-açık Cezaevi’ne
bir daha dönmeyerek geri kalan yaşamını
yurtdışında sürdürdü. Türkiye’den ayrıldıktan sonraki aylarda, hakkında açılan
üç dava sonuçlandı ve toplam 20 yıl ağır
hapis, 7 yıla yakın da sürgün cezası alması için hüküm verildi.
Fransa’da geçirdiği süre zarfında Cannes’da ödül aldığı “Yol” filminin kurgusunu tekrar yaptı. 1983’te, bir hapishanede
yaşananları anlattığı ve Fransız hükümetinin de desteğini alarak senaryosunu yazıp yönettiği “Duvar” (“Le Mur”) filmini
çekti.
Cezaevinden firar ettikten sonra “ülkeye
dön” çağrılarına uymadığı için 1983’te
Türk vatandaşlığından çıkartılan Güney,
ölümünden yıllar sonra, 1993 yılında
tekrar vatandaşlığa alındı.
1984’te mide kanserinden vefat eden Yılmaz Güney, son yıllarını Paris’te geçirdi.
Mezarı da, Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda bulunuyor.
10
Darbelerin engel koyamadığı
zorlu bir “Yol” hikâyesi:
Yılmaz
Güney
Dilek Karataş
Film Arası Sinema Dergisi
Yazı İşleri Müdürü
Y
ılmaz Güney,1960’tan itibaren üç
darbeden de etkilenen, ömrünü,
darbeci ve sansürcü zihniyetin ezici,
tahrip edici tahakkümü altında geçiren bir
sinemacı. Kısa sayılacak bir ömre, darbeler,
sürgünler, hapishaneler ve bunların hepsine rağmen oynadığı, senaryosunu yazdığı
ya da katkıda bulunduğu 111 film sığdırır.
Türkiye’de siyasi zorbalığın ve anti-demokrasinin hüküm sürdüğü, kaosla geçen en
zorlu dönemlerde sinema yapan, üstelik
bunu yaparken de suya sabuna dokunmadan değil, aksine yanlışın ve zorluğun üstüne giderek, toplumun acı gerçeğini en yalın
haliyle -sansürün ve yasağın müdahalelerine rağmen- yansıtmaya adanmış bir anlayışıyla sinema yapar. Bu karanlık yıllar onun
için meşakkatli geçse de ona dünya çapında
bir şöhret ve Türkiye’de bir halk kahramanlığı kazandırır.
“Toplam 11 yılı aşkın süre hapis ve sürgündeydim. 2 yıl da askerlik, eder 13 yıl. O zaman geriye 11 yıl dışarıda sinema yaptığım
kalır. Gerçekte ancak 10 yıl ve birkaç aydır,
yani dışarıda olmaktan daha çok içerdeyim.”
Yılmaz Güney, kendisinin de ifade ettiği
gibi ömrünün büyük bir kısmını mahkûmiyetlerle geçirir. Fakat bu tutsaklıklar,
Güney’in hayal gücünü, yaratım gücünü sınırlayamaz, hapishane hayatı boyunca okumaya, yazmaya ve üretmeye devam eder.
Neredeyse yazdığı ilk hikâyeden itibaren
ürettiği eserlerin birçoğunda sansüre ve yasaklanmaya uğrar. İlk cezasını ‘Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri’ adlı hikâyesinde
komünizm propagandası yaptığı iddiası ile
alır. Fatoş Güney, Boğaziçi Üniversitesinde
yapılan bir panelde şöyle anlatır Güney’in
aldığı ilk cezayı:
“… dergisindeki küçücük bir hikâyesinde
komünizm propagandası yapıyor diye ceza
alıyor. Gelip setten alıyorlar, götürüyorlar,
mahkûmiyeti kesinleşmiş. Savunmasını yaparken ‘Hâkim bey, ben komünizm nedir
bilmiyorum ki?’ demiş, hâkim de ‘Biz sizi iyi
biliriz, neyi bilip neyi bilmediğinizi çok iyi
görürüz!’ diyip basmış cezayı. Gerçekten de
komünizmi bilmiyor o zaman, toy bir delikanlı. Tamamen edebiyata vermiş kendisini.”
O yıllar gerçekten de komünizmin ne olduğunu bilmediği yıllardır. Sosyalizmi
hakkıyla kavraması, daha sonra uzun süre
kalacağı hapishane yıllarında olur. Yine
hapishane yıllarında 14 sayı çıkardığı Güney Dergisi’nde yazdığı siyasi yazılarda,
sosyalizm, devrim, özgürlük, eşitlik gibi
kavramların izahındaki derinlik, mahkûm
olarak yaşamanın, onu okumaktan mahrum edemediğini ve kavramsal dünyasını
zenginleştirmesine engel olmadığının açık
göstergesidir.
“Toplumsal devrimleri zorunlu kılan, uzlaşmaz boyutlara ulaşan toplumsal çelişmelerdir. Sınıflı her toplum, uzlaşmaz sınıf
çelişmelerini bağrında taşır. İşte devrimleri
gündeme getiren bu çelişmeler, çelişmelerin
çözümü için gerekli olan sınıf güçlerini, bütün mücadele silahlarıyla karşı karşıya getirir. Sınıf siyasetlerini, ideolojilerini, taktik,
tavır ve davranışlarını da bu süreç içerisinde
biçimler.”
” Çağımızda, proletarya emeğin nihai kurtuluşunun değişmez ve en kararlı öncüsüdür; ezilen halkların ve ulusların her türlü
sınıf baskılarından ve milli baskılardan —ki
milli baskılar da özünde sınıf baskılarıdır—
kurtulmalarının, sosyalizmin inşasının ve
sınıfsız toplumu kurmanın ideolojik, siyasi
ve örgütsel yol göstericisidir ve çağımızın
en devrimci sınıfıdır. Bu tesbit, toplumsal
olaylara, her türden toplumsal çelişmelere,
uluslararası ilişkilere bakışımızın belirleyicisi ve ölçütüdür. Biz, her olayı, her öneriyi
her siyasal ve örgütsel biçimlenişi, başta proletarya olmak üzere, bütün emekçi kitlelere,
ezilen ulus ve halklara yararları ya da zararları açısından ele alırız; devrime katkıları ya
da kattığı zaafları açısından değerlendiririz”
Güney Dergisi’nde yayımlanan yazıların
devrimci ses tonu, elbette o dönemin sansürcü zihniyeti için yeterli sebeptir ve dergi
1979’da 15. sayısı yayımlanmadan kapatılır
ve Yılmaz Güney, zaten mahkûm olarak, fiziksel mahrumiyet yaşarken, fikirsel alanda
da bir kez daha engele uğrar.
Yılmaz Güney oyuncu olarak büyük bir
şöhret ve sevgi kazanır halkın gözünde.
“Çirkin Kral” olarak tanınır ve sevilir. Oynadığı kabadayı, gözü pek kahraman karakterlerle halkın da kahramanı olur. Fakat Yılmaz Güney için bu yeterli değildir;
o devrimci mücadelesini, ezilen halkları,
toplumsal çelişkileri, adaletsizliğe itiraz etmelidir ve sinema yapmalıdır. Senaryosunu
yazdığı ya da oynadığı filmler, ona şöhret
ve para kazandırmıştır ama ideailindeki
sinemayı henüz yapamamıştır. Hudutların
11
Kanunu böyle bir sinema anlayışının sancısıyla yapılmıştır. Hudutların Kanunu filminin senaryosunu, sinemasını ve yönetmenliğini taktir ettiği, Ömer Lütfi Akad’a
götürür. Filmi birlikte çekerler. Film büyük
başarı kazanır. Konu olarak doğudaki sınır
kaçakçılığını anlatan, bunun zorunluluklarını dile getiren film, yine büyük tartışmalara yol açar ve sansürle büyük bir mücadeleye girer.
Ömer Lütfi Akad’la birlikte çektikleri Hudutların Kanunu’ndan sonra, filmlerini
kendisi çekmeye karar verir ve Seyyit Han
filmini çeker. Seyyit Han filmiyle birlikte
sinema dilindeki değişimleri gözlenen Yö-
Yılmaz Güney’in yapacağını söyler. Bunun
üzerine Yılmaz Güney Yol’un senaryosunu
yazar. Fakat kendi deyişiyle onun niyeti,
devrim sonrasında, “nasıl tüm Türkiye’nin
hapishane haline geldiğini” göstermektir.
Yol bunun hikâyesini geçirdiği onca badireye rağmen en güzel biçimde anlatır. Başta
“Seyit” karakteri olmak üzere, diğer mahkum karakterler, bayram iznine çıkmalarına rağmen dört duvardan çıkmış olsalar
da asla özgürlük havası teneffüs edemezler.
Her birinin kendi çıkmazı, ülke çıkmazının içinde yoğrularak onları daha beter bir
mahpusluğa sürükler.
Güney, Yol ile büyük bir devrim yaratmıştır
Türkiye sinemasında. Hikâye anlatışı, kurgusu, gerçekçi karakterleriyle daha önce
çekilen filmleri ters yüz eder. Aykırı konusuyla, her an yok edilme korkusu yaşanan
filmi, parça parça yurtdışına çıkarılır. Yurt
dışına çıkışından sonra Güney, filmi baştan kurgular ve o film 1982 yılında Cannes
Film Festivali’nde büyük övgülerle Altın
Palmiye ödülü ile birlikte üç ödül alır. Yılmaz Güney kendisiyle yapılan bir söyleşide
bu durumla ilgili şunları söyler:
“Toplumsal ve siyasal tanıklığında gösterdiği
sinemasal güç ve medeni cesaret için, sinema
yazarları, Yol’u, ‘heyecan verici’, ‘yürekli bir
film’, ‘şok’, ‘bir başeser’ gibi sıfatlarla nitelediler. Yol’un, gerek sinema yazarlarını, gerekse, uluslararası söz sahibi sinema adamlarını ve özellikle de her kesimden izleyicileri
etkilemesi, sarsması, çeşitli açılardan değerlendirilmelidir.”
netmen Yılmaz Güney’in yönünü gerçekçi, toplumcu sinemaya çevirdiğinin kesin
işareti Adana’da Tuncel Kurtiz’le birlikte
yaptıkları Umut filmidir. Bu film hakkında
Sinematekte ilk gösterimine katılan Ömer
Lütfi Akad, “Türk sinemasının ilk gerçekçi
filmi” nitelemesini yapar. Cannes’de yarışmasız bölümde gösterilir. O dönem Cannes’te en çok beğenilen ve tartışılan filmlerden biri olur. Fakat gerçekliğe attığı her
adımda ayağına takılan engeller, Umut’ta
da ortaya çıkar. Filmi birçok sinema işletmecisi göstermek istemez. Yine sansürle
büyük bir mücadele içine girer diğer düşünen, tartışan filmlerinde olduğu gibi.
Yılmaz Güney’in, dünya sinemasında da
şöhret bulmasını sağlayan filmi Yol, yasaklarla, engellerle dolu geçirdiği sinema yolculuğunun en zor etabıdır. Film, senaryosu,
çekimi, kurgulanması, izleyiciye ulaşması
tartışmasız her aşaması bin bir zorlukla doludur. Türk yetkililer Gece Yarısı Ekspresi
filminin olumsuz etkisini kırmak için, Elia
Kazan’a Türkiye hapishanelerinin gerçekliğini anlatacak bir film yapma teklifinde
bulunurlar. Elia Kazan ise bu filmi en iyi
Sözlerine Yol’un sinemasal özelliklerini değerlendirdiği şu cümlerlerle devam eder:
“Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gerçeğini
yansıtırken, alışılmış militan sinema, politik
sinema kalıp ve yöntemlerini değil de kendine özgü bir anlayışın, yani yumuşak bir
dilin kullanılması, filmimize daha içten, saf,
doğal bir görünüm kazandırmıştır. Tarık’ın,
Hikmet Çelik’in, Necmettin’in genel olarak
bütün oyuncuların abartmasız oyunları, kameranın düz, yalın tanıklığı, kişilerin anlatılışındaki objektiflik, izleyicilerini yüreklerinden yakalamış ve onları daha da derinden
sarsmayı ve düşündürmeyi başarmıştır.”
Dünyada, Yol filmi bu kadar takdir ve hayranlıkla karşılanırken, Türkiye’de 1987’ye
kadar yasaklı kalır. Birçok sinemacı o dönem anılarından söz ederken, Yılmaz Güney’in Yol filmini, nasıl korkuyla gizli gizli
izlediklerini anlatırlar. Filmin oyuncularından Şerif Sezer, Film Arası söyleşisinde o
döneme ait anıları sorulduğunda, Yol’ un
kurgulanmış halini bir arkadaşlarının evinde gizli olarak izlerken nasıl bir korku yaşadıklarını anlatır.
Yılmaz Güney, Yumurtalık’ta bir savcıyı öldürmek suçundan 7,5 yıl hapishanede kalır. Bu arada yazdıklarından dolayı hakkında açılan davalardan 100 yıl hüküm giyer.
Yarı açık cezaevinde kaldığı zamanlarda
arkadaşlarına kendisinin hapishaneden neden kaçmadığını şöyle açıklar:
“Ben sizin yerinizde olsaydım, bir saat bile
durmaz dışarıdaki mücadeleye koşardım.
Oysa benim durumum farklı. Halktan, sanatımdan kaçamam. Ben artık halka aitim.
Sanatımı halkım için yapabilirsem ben varım. Kaçmam sanatımı yapmama engel
olur. O da benim ölümüm olur. Son sınırlarıma kadar sanatımı ülkemde, yaşamın sıcak
kaynağında yapmaya çalışacağım. Sokağa
çıksam herkes tanır. Yurtdışına çıksam ülkemdeki gibi verimli olamam. Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin karanlık güçleri
sürekli peşimde olacak. O zaman egemen sınıfların istediği olur, yasal zeminde mücadeleden uzaklaşmış olurum. Gidişat iyi değil,
sanatsal çalışmamın önü iyice tıkanıyor,
elim kolum bağlandı”
Fakat daha sonra mide rahatsızlıklarının
artması hakkında verilen 100 yıllık hapis
kararı, onun yurt dışına çıkma sürecini
hızlandırır. Hapishanede düşünmeyi, haykırmayı bırakmadığı gibi yurt dışında da
bırakmaz. Hastalığının arttığı döneme kadar, zor şartlarda, bir sürü imkânsızlıkla
boğuşarak film yapmaya devam eder.
Yılmaz Güney’in siyasi ve sinema serüveni,
yasaklamanın, sansür uygulamanın insanları düşüncelerinden, söylemek istedaiklerinden alıkoyamayacağının, aksine engellenmişliğin yaratıcılığı ve üretimi hareketi
güçlendirdiğinin en acıklı ama bir o kadar
onurlu öykülerinden biridir.
12
K A PA K
YEREL YÖNETİMLERDE
YENI BIR DONEM
TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından da
onaylanan ‘Büyükşehir Yasası’yla, Türkiye’de belediyecilikte yeni bir döneme girildi.
T
BMM Genel Kurulu’nda, 13 ilin büyükşehir olmasına ilişkin tasarı kabul edilerek yasalaştı. Yasa, nüfusu
750 bini aşan illerin, büyükşehir belediyesi
kapsamına alınabilmesine imkân tanıyor.
Kanuna göre, Aydın, Balıkesir, Denizli,
Hatay, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş,
Mardin, Muğla, Tekirdağ, Trabzon, Şanlıurfa ve Van büyükşehir belediyesi olacak.
Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Erzurum, Gaziantep, İzmir,
Kayseri, Konya, Mersin, Sakarya ve Samsun büyükşehir belediyelerinin sınırları,
il mülki sınırları haline gelecek. Türkiye
genelinde 34 yeni ilçe kurulacak. İstanbul
ve Kocaeli’nin köyleri mahalle statüsüne
geçecek. İstanbul Şişli’nin Ayazağa, Maslak
ve Huzur mahalleleri Sarıyer’e, Ankara Yenimahalle’nin bazı mahalleleri Etimesgut
ve Çankaya’ya bağlanacak.
Bu arada Ordu’nun büyükşehir olması
mecliste kabul edilerek yasalaştı.
Çok tartışılan, özellikle muhalefet partileri tarafından eleştiri konusu yapılan büyükşehir yasası, şehircilik ve vatandaşlar
açısından büyük avantajlar içeriyor. Peki,
yeni yasa yerel yönetimlere ne gibi katkılar
sağlayacak? Türkiye’nin yeni yasa ile kazanımları neler olacak? İşte ayrıntılar…
YENİ YASADAN ÖNE ÇIKAN BAZI BAŞLIKLAR
• Büyükşehir belediye sınırları içinde
yapılan genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamının yüzde 6’sı ile bu tahsilatın toplamı üzerinden büyükşehirlerdeki ilçe belediyelerine ayrılan payların
yüzde 30’u, büyükşehir belediye payı
olarak ayrılacak.
rulmasında, yeni kurulacak belde için
aranan 50 binlik nüfus kriteri 20 bine
düşecek.
Vergiler 5 Yıl Alınmayacak
• Ulaşım Koordinasyon Merkezi kurulacak. Merkez, büyükşehir içindeki
kara, deniz, su, göl ve demiryolu üzerindeki her türlü taşımacılık hizmetlerinin
koordinasyon içinde yürütülmesini sağlayacak.
• Tüzel kişiliği kaldırılan köylerde emlak
vergisi, Belediye Gelirleri Kanunu uyarınca alınması gereken vergi, harç ve katılım payları 5 yıl süreyle alınmayacak.
Bu yerlerde içme ve kullanma suları için
alınacak ücret, 5 yıl süreyle en düşük tarifenin yüzde 25’ini geçmeyecek şekilde
belirlenecek.
• Büyükşehir ve ilçe belediyeleri, tarım
ve hayvancılığı desteklemek amacıyla
her türlü faaliyet ve hizmette bulunabilecek.
• Büyükşehir belediyesi bulunan yerlerde ayrılma yoluyla yeni bir belde ku-
• Belediyeler; sağlık, eğitim, kültür tesis
ve binalarının yanı sıra mabetlerin de
yapım, bakım ve onarımını sağlayacak.
•Büyükşehir ve ilçe belediyeleri, mahalleye dönüştürülen köylerde, yörenin
geleneksel, kültürel ve mimari özelliklerine uygun tip mimari projeler yapacak
ya da yaptıracak.
• Tüzel kişiliği kaldırılan köylerde görev
yapan geçici ve gönüllü köy korucuları,
halen görev yaptıkları yerlerde görev
yapmaya devam edecek.
K A PA K
• Belediyelerin otoparkla ilgili elde ettikleri gelirler, büyükşehir belediyesine
aktarılacak. Bu gelir, sadece otopark yapımında kullanılacak, bunun dışındaki bir
amaç için kullanılamayacak.
Belediyeler Spor Kulüplerine
Yardım Edebilecek
• Büyükşehir belediyeleri ile nüfusu 100
binin üzerindeki belediyeler, kadınlar ve
çocuklar için konukevleri açacak.
• Büyükşehir ve ilçe belediyeleri, amatör
spor kulüplerine nakdi yardım yapabilecek; başarılı sporculara belediye meclis
kararıyla ödül verebilecek.
• Belediyeler, mevzuata göre kuruluş izni
verilen alanda kurulacak elektronik haberleşme istasyonlarına, kent ve yapı estetiği ile elektronik haberleşme hizmetlerinin gerekleri dikkate alınarak, yer seçim
belgesi verecek.
13
Büyükşehir Belediye Başkanları
Diplomatik Pasaportlu Oluyor
• Büyükşehir belediyelerinin bulunduğu
illerde, kamu kurum ve kuruluşlarının
yatırım ve hizmetlerinin etkin olarak yapılması, izlenmesi ve koordinasyonu, ilin
tanıtımı gibi konularla ilgili valiye bağlı
olarak Yatırım İzleme ve Koordinasyon
Başkanlığı kurulacak.
• Vali ve büyükşehir belediye başkanlarına diplomatik pasaport verilecek. Mahalli
idare birliklerinin taşıtlarına vergi muafiyeti getirilecek.
• Büyükşehir sınırları içerisinde yer seçim belgesi vermeye ve ücretini almaya,
büyükşehir belediyeleri yetkili olacak.
facebook.com/muglabulteni twitter.com/muglabulteni
14
K A PA K
MİLLETİMİZİN HAYRINA,
YARARINA OLANI YAPTIK
Bekir BOZDAĞ Başbakan Yardımcısı
Büyükşehir belediyesinde olan kardeşlerim, ‘keşke bu adımı hükümetlerimiz
daha önce atmış olsalardı, niye bu kadar beklediler’ diye teşekkür edecekler. Biz milletimize güvendik, yaptığımız her işte milletimize inanarak adımlar
attık. Türkiye büyükşehir belediye yasasıyla daha güçlenecek daha ileri bir
noktaya gidecek. Ve oralardaki hizmetler daha iyi olacaktır.
Köylerimizin hakları hukukları da korunmaktadır. Başta orman köylerimiz olmak üzere bütün köylerimizin ve kapanan belde belediyelerimizin haklarını
koruyan, bunlar satıldığı veya başka şekilde değerlendirildiği zaman öncelikle
o yörenin hizmetine tahsisini sağlayan hükümler koyduk. Biz doğru olanı yaptık. Milletimizin hayrına, yararına olanı yaptık. Seçim var, milletimizin kahir
ekseriyeti büyükşehirlerde yaşıyorlar, biz bunun bir faturası varsa onu göze
alarak yaptık. Eğer kaybedecekse, AK Parti kaybedecek.
KÖYLERE HİZMET GÖTÜRME
MECBURİYETİ GELİYOR
Binali YILDIRIM Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı
Büyükşehir Yasası’yla, büyükşehir belediyelerine, köylere hizmet getirme
mecburiyeti geliyor. Yasayla, büyükşehir sayısı 16’dan 29’a çıkmış oluyor. Nüfusun 3’te 2’sinden fazlasını doğrudan ilgilendiren bir yasal düzenlemedir. Bu
yasayla yerel yönetimlerin yetkileri ve bütçe imkânları artıyor. Daha önemlisi
hizmet alanı il sınırlarına genişletildiği için köylere büyükşehir belediyesinin
hizmet götürme mecburiyeti geliyor. Bütçelerinin asgari yüzde 10’unu köylerdeki altyapılara ayırmak mecburiyetinde. Örneğin; İzmir’de bugün köylere
aktarılan bütçenin 3 katı bütçe aktarılacak Yasayla ‘köyler ortadan kalkmıyor’,
yasayla köyler belediye hizmetine kavuşuyor. Her şeyi merkeze çekmek yerine, yerele güven duyuluyor.
DAHA GÜÇLÜ
YÖNETİMLER OLACAK
Kadir TOPBAŞ İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Başbakanımızla 39 yıldan bu yana siyasette birlikteyim. Başbakanımız hiçbir
siyasi hesap yaparak yönetimi ve çalışma anlayışını değiştirmez. Türkiye’yi
dünyada etkin bir güç haline getirmeyi planlayan bir lider, yasa ile daha fazla
hizmet alınmasını istiyor. Büyükşehir yasasıyla birlikte belediyeler, kendilerine katılan her noktaya yatırım bütçesinin yüzde 10’unu ayıracak. Hizmet
gelecek. Büyük yatırımlar yapılacak. İstanbul örneği ortada. Köy olup şu anda
mahalle olan yerlere arıtma tesisleri kurduk. Ciddi yatırımlar yaptık. Doğalgaz götürdük. Sıcak asfalt döktük. Büyükşehirler bu bölgelerle ilgili çok daha
aktif hale gelecek. Küçük ve kaynakların israf olduğu yönetimler yerine, daha
güçlü yönetimler olacak. Hazineden yeni kaynaklar aktarılarak, bölgeler kalkındırılacak.
15
K A PA K
Yeni Büyükşehirler
Metropoliten Yönetimden Alansal Yönetime
Erbay ARIKBOĞA
Marmara Üniv. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Kamu Yönetimi
B
üyükşehir belediye (BŞB) modelinin, 1980 sonrasında, yerel yönetimlerin gelişip serpilebileceği
verimli bir toprak gibi işlev gördüğünü söylemek abartı olmayacaktır. Son
30 yılda ülkemizdeki yerel yönetimlerinin en dinamik birimi büyükşehir
belediyeleri olmuştur. Elbette büyük
ya da büyüyen şehirlerdeki toplumsal
ve ekonomik dinamizmin bu olguda
payı büyüktür. Ancak önemli bir olgu
daha var; Büyükşehir belediye modeli,
ülkemizdeki yerel yönetimler içinde
hem idari açıdan daha özerk bir yerel
yönetime, hem daha fazla mali kaynaklara hem de daha nitelikli insan gücüne
sahip bir modeldir. Büyükşehirle ilgili
yasal düzenleme 1984’te yasalaşırken
Özal Hükümeti, büyükşehirlere 1930
tarihli Belediye yasasında öngörülenden daha geniş bir özerklik sağladı.
Bu idari özerklik, görece artan mali
kaynaklar ve yine büyükşehir olmanın
cazibesiyle daha nitelikli bir işgücü istihdamına imkân verdi. Bu özellikleri
nedeniyle büyükşehir belediyeleri, diğer belediyelerden giderek farklılaştı.
Başlangıçta sadece üç il merkezinde
büyükşehir kurulmuştu. Ancak büyükşehrin cazibesi, birçok il merkez belediyesinin bu modele geçme arzularını
depreştirdi. Birçok örnekte, siyasiler
üzerinde yapılan lobi faaliyetlerinin
meyveleri devşirildi ve yeni yeni büyükşehirler kuruldu. 1999 yılına gelindiğinde 16 il merkezinde büyükşehir belediyeleri kurulmuştu. 1984’ten
2012’ye kadarki BŞB modeli, ‘il merkezi’ için düşünülmüş bir modeldi ve bu
şekilde uygulandı.
2000’li yıllar, yerel yönetimler için ülkemizde önemli reformlara tanıklık etti.
2004 ve 2005 yıllarında önemli yerel
yönetim reformları yapıldı. Bu reformlardan hem büyükşehir belediyeleri nasiplendi, hem de normal belediyeler. İl
özel idarelerinin nasibi görece daha az
oldu, köyler ise doğrudan değil, ancak
dolaylı yollarla nasiplenebildiler. Ne
var ki belediyelerin idari ve mali özerkliğini arttıran bu önemli düzenlemeler,
büyükşehre dönüşme taleplerinin önünü kesmekte başarılı olamadı. Belki de
büyüklük tutkusunun kökeni, içimizde
bir yerlerde gizlidir, kim bilir?
Dolayısıyla 2012’nin son çeyreği, yoğun
ve sert tartışmaların arasında büyükşehirlerle ilgili, yeni bir yasal düzenlemeye şahit oldu. Hayır, büyükşehirle
ilgili değil, yerel yönetimlerle ilgili yeni
bir düzenleme demek daha doğru…
Yasanın ismini buraya yazmak, içinde
barındırdığı radikalizme dair bir şey
söylemez. Yasayla 14 yeni büyükşehir
belediyesi kuruldu. Böylece büyükşehir
sayısı 16’dan 30’a yükseldi. Ama söz konusu yasa, sadece büyükşehir sayısını
artırmadı, ülkemizdeki yerel yönetim
sistemini de radikal biçimde değiştirdi.
Yasa, Türkiye’deki pek çok şeyi değiştirdi. Büyükşehir sayısını yaklaşık 2 kat
arttırdı. Ancak büyükşehirlerin hizmet
götürdüğü coğrafi alan, 10 kat arttı. Bu
alan daha önce 40 bin km2 civarında
iken, 2012 değişikliği ile birlikte 400
bin km2’ye yükseldi; muazzam bir artış
bu. Diğer bir ifadeyle, ülkemiz topraklarının yarısı, büyükşehir sınırları içine
girdi. Nüfus açısından bakıldığında ise
tablo çok daha farklı. Nüfusun % 77’si
artık büyükşehir belediyelerinden hizmet alır hâle geldi. Biraz da abartarak
neredeyse ülkemizde yerel yönetim ile
büyükşehrin eşitlendiğini söyleyebiliriz.
Niceliksel değişimin genel görünümü
bu şekilde. Ancak niteliksel değişim,
daha derin etkiler barındırıyor. Bu yasayla birlikte gerek büyükşehir gerekse
büyükşehir içinde yer alan belediyelerin kuruluşunda ‘yerleşim esası’ değil,
‘alansal’ model benimsendi. Büyükşehir belediyelerine ilişkin mevcut uygulama, ilin kentleşmiş olan merkezini baz alıyordu. Bu niteliği nedeniyle
kabaca ‘metropoliten’ nitelikliydi denilebilir. Ancak 2012 değişiklikleriyle
16
K A PA K
birlikte artık bu modelin ruhuna Fatiha
okuyabiliriz: “Gittiğin yerde rahat uyu
sen, çok iyiliğini gördük senin, ama artık
senin devrin bitti. Amin!”
dayız; artık karşı cepheye en ağır toplarımızla ateş etmek için kendimize uygun
bir mevzii seçebiliriz ve biz kesin haklıyız!
Şimdi Alansal
Yerel Yönetim Zamanı
Peki, yeni yasa ne getirecek? Mesela çokça söylendiği gibi, federalizmi getirir mi?
Böylece bizi, bölünmeye bir adım daha
yaklaştırır mı? Belki de bölgeciliği getirir,
onun sonu da bölünme nasıl olsa. Kesin
bizi Avrupa’dan da uzaklaştırır. Hem zaten Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik
Şartı’na da aykırı. Anayasaya hepten aykırı; aykırı olmasına aykırı da, bu Mahkeme iptal etmez ki onu!
Yeni dönem, alansal yerel yönetim dönemi. Hem büyükşehir belediyeleri için,
hem de büyükşehir içindeki ilçe belediyeleri için. Alansal modele geçilmesiyle
birlikte, sadece metropoliten BŞB modelinin ruhunu değil, birçok belde belediyesinin (sayıları 1.000’den biraz fazla)
ve köyün (sayıları 16 binden biraz fazla)
ruhunu da şad etmemiz gerekiyor. Bilindiği gibi yasa bu yerel yönetimlerin
hayat fişini, prizlerinden çekiverdi. Bu
yönetimlerin 2009 seçimlerinde depolamış oldukları şarjları, onları ancak 2014
seçimlerine kadar idare edecek; sonrası
yok. Orada yaşayanlar için, hizmet talep
edecekleri artık ‘yeni’ birimler var.
Yeni model ne getir, ne götürür? Yasalaşma sürecindeki tartışmalar o kadar şiddetli yapıldı ki en ilgisizlerimiz bile ‘ne
oluyor’ diye dönüp bakma gereği duydu.
Ancak konuyu anlamak ve anlatmak o
kadar kolay değil. Böyle zamanlarda sığınacak limanlarımızın olması ne güzel
şey! Çoğumuz siyasi tercihlerimize göre
kendimize uygun bir taraf bulmakta gecikmedik. Evet, artık güvenli bir liman-
Büyükşehir belediye
modeli, ülkemizdeki yerel
yönetimler içinde hem
idari açıdan daha özerk bir
yerel yönetime, hem daha
fazla mali kaynaklara hem
de daha nitelikli insan
gücüne sahip bir modeldir.
Bu idari özerklik, görece
artan mali kaynaklar ve
yine büyükşehir olmanın
cazibesiyle daha nitelikli
bir işgücü istihdamına
imkân verdi.
Hakikaten yeni yasa ne getirecek? Kesinlikle çok daha iyi hizmet getirecek. Daha
öncekiler getirmişti, bu da getirir. Büyükşehir demek, daha fazla kaynak demek,
daha büyük hizmetler demek. Her şeyden önce etkinlik demek. Küçüğün yapamadıklarını yapabilmek demek. Köye de
kente de her yere hizmet gidecek. Hizmete doyacağız ve hep birlikte kalkınacağız!
Bulunduğumuz liman hangisi ise kafamızda o limana dair izler, ümitler ya da
korkular var. Peki, limandan biraz uzaklaşalım, açılalım... Hazır “açılım politikaları” revaçta iken, bir politika da biz ilan
edelim ve kendi kendimizi açalım şöyle
enginlere, fırtınalı denizlere, büyükşehirlere… Şimdi ortalık daha bir farklı görünüyor sanki.
Sana Artık Büyükşehir Bakacak
Öncelikle 2014 yerel seçimlerinde rekabeti getirecek. Adayların işi de zor, partilerin işi de. Büyükşehir belediye başkan
adayları tüm il halkından oy isteyecek.
İlçe belediye başkanları ve ilçe belediye
meclis üyeleri tüm ilçe halkından oy isteyecek. Kentte yaşayanlardan ve kırda yaşayanlardan. Birçok büyükşehir ilçesinin
kırsal nüfusu, şehir merkezinin nüfusundan fazla. Adaylar, listelere nerelerden
girecek? Kırsal alandan mı, kent merkezinden mi? Ayrıca eskisi kadar seçilebilecek makam da yok. Artık daha az koltuk
var. Bu rekabette listelerde iyi bir mevki
kazanmak kolay iş değil. Bir de kadınlar çıktı, ne güzel idare edip gidiyorduk.
Şimdi genel merkezlerden ikide birde
talimatlar geliyor, listelerde kadınlara da
yer verin diye. Zor iş seçilmek!
Ya seçimden sonra... Burayı yazmasak olmaz mı, zira hava durumu biraz fırtınalı
olacak diye haber veriyor. İlçe belediyelerine diyoruz ki “Ey belediye, sen artık ilçe
merkezine sıkışıp kalma, aş kendini, açıl
kırsala doğru, her bir köyü gez dolaş; kimin neye ihtiyacı var, nereye ne yapabilirim, hangi hizmetleri götürürüm, ilçemi
nasıl kalkındırırım; bunun sevdasında
ol.” Sonra da dönüp aynı ilçe belediyesine diyoruz ki, “ver bakayım şu elindeki
itfaiye aracını, mezarlığın tapusunu da
ver, hali de ver, otogarı da, suyla ilgili bütün araç gereçlerini, otobüs varsa onları
da ver...” Zavallı ilçe soracak: “Ne kusur
işledim?” “Sen artık büyük bir şehrin ilçesisin, sana artık büyükşehir bakacak!”
Zavallı büyükşehir, sevinsin mi üzülsün
mü? Bütün bir ilin yükünü yüklemişler
sırtına, büyük diye bu kadar da yüklenilmez ki. Her işi ben yapacaksam, kaldırın
şu ilçeleri, bari yaptığım iş görülsün. Ben
köprü yaparım; ilçe belediyesi o köprüyü
kendi faaliyet raporuna yazar, ben yol yaparım; reklamını ilçe belediye başkanı yapar. Bazen de “hadi bendensin” deyip lale
dikmek isterim, ilçe belediyesi “olmaz,
burası benim bahçem” diye diklenir, ben
de anlamadım gitti. Zavallı büyükşehir...
Büyü dediysek bu kadar da büyünür mü,
hamburgere mi merak sardın sen, nedir
bu hâlin!
Ya ilçe belediyesi! Çaresiz kaldın, değil
mi? Vatandaşın biri gelip bir gidiyor, hep
senden istiyorlar, “Ya başkan, sana oy
verdik!” diyorlar. “Hadi, yap şu işimizi,
bu nasıl bir işleyiştir, çöz şu sorunlarımızı!” diyorlar. Nasıl çözeceksin? Yetki
sende değil ki; büyükşehirde. Bir telefon
açıp vatandaşın derdini, taleplerini büyükşehir bürokratlarına aktarayım mı
diyorsun? Belediye değil, aktarma istasyonu mübarek!
Vatandaşın keyfi gıcır! Bir eli ilçede, bir
eli büyükşehirde. Öyle olmasına öyle de,
el ile gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.
Daha Gidecek Yolumuz,
Yapacak Reformumuz Var…
Yok yok, hakikaten bu alansal model ülkemiz için hayırlı sonuçlar doğurabilirdi.
Yerel yönetimler alanında yaşadığımız
tıkanıkları aşma noktasında bu model
gerçekten de çok yararlı olabilir. Ancak
söz konusu yasanın bunun gereklerini
tam olarak yerine getirdiği söylenemez.
Yasa sadece ‘alansal’ bir düzenleme yaptı, bu alansal modelin etkin çalışabilmesi
için gerekli olan ‘kurgusal’ değişiklikleri
yapmadı. Dolayısıyla reformun kanatlarından birisi maalesef eksik.
Yine de bardağa dolu tarafından bakılabilir. Yola çıktık gidiyoruz, eksikliğini
hissettiğimiz anda o kanadı da bulup buluşturup takacağız. Bundan eminim. Ancak o güne kadarki yolculuğumuz biraz
sarsıntılı olacak.
Kaynak: Boğaziçi Bülteni Sayı 37
17
KOS ADASI’NDA BİR ÇEŞME VAR!
Prof.Dr. Namık AÇIKGÖZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
her tuz ile çocukluğuma döndüğümden,
çocukluğuma dönüp ruhumu arındırdığımdan mıdır nedir, çeşme şiirlerini çok
severim.
***
Cahit Külebi’nin sevdiğim mısralarındandır:
Kop Dağı’nda bir çeşme var...
Serçe parmak kalınlığında suyu.
Gece gündüz haram etmiş uykuyu,
Akar da akar...
Ne hüzünlüdür yol kenarlarındaki çeşmeler!... Bana hep dağların, derelerin ve yamaçların göz yaşları gibi gelir kır çeşmeleri.
Faruk Nâfiz’in Çoban Çeşmesi şiirini biliyorsunuz değil mi? Bilmiyorsanız, bir tık
ötenizde... Bulup okuyun. Faruk Nafiz, hüzün çeşmelerini anlattığı o güzelim şiirini
şöyle bitirir:
Geçenlerde bir arkadaşım, bir çeşme fotoğrafı göndermiş ve eski yazılı kitâbesini
okumamı istemiş... (Ah sevgili Aydın ah!...
O çeşme fotoğrafıyla, benim bilgime değil,
ruhuma, yüreğime dokunduğunun farkında mısın?)
Bırakın kitâbeyi okumayı, çeşmenin güzelliğinden gözümü alamadım bir kere!...
Mermerden yapılmış çeşme...
Su, mermer ve çınar!... Müthiş Osmanlı terkibi!... Tanpınar’ın,
Bursa’da bir eski câmi avlusu
Küçük şadırvanda şakırdayan su
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Ne şâir yaş döker, ne âşık ağlar,
Târihe karıştı eski sevdalar.
Beyhûde seslenir, beyhûde çağlar,
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi...
Köy çocuğu olduğumdan mı nedir veya celebin, son sürümüzü bir çeşme başında alıp
götürmesinden midir; sürünün ardından
baka kalan 9 yaş duygusallığımın verdiği
hüzünden midir; sürülüp götürülen sürünün ardından bakarken donup kaldığımdan; elimdeki sopanın yere düşmesinden;
ger oğlağın ardına dönüp dönüp bakmasından; bakıp bakıp melemesinden; meleyip
meleyip gözyaşlarımı çeşmenin suyuna karıştırmasından mıdır nedir, 58 yaşıma geldim, hâlâ her çeşme gördüğümde yüreğim
sızlar...
O sızlamadan mıdır nedir; o sızlamanın
yarama tuz ekmesinden midir nedir; ekilen
yaptırmış çeşmeyi ve “Allah onun isteklerini kolaylaştırsın” diye de dua edip duasını
mermere yazdırmış. Yazdırmış ki, bu çeşme durdukça, gelip geçen su içsin; kitabeyi
okusun ve ruhlarına dualar etsin...
Hadi Cezayirli Gazi Hasan Paşa’yı tanıyoruz... 1713-1790 yılları arasında yaşamış;
Vezir-i Azam ve Kaptan-ı Deryalık yapmış.
Kara Ali kim?... Nerden aklına esmiş böyle
bir çeşme yaptırmak?
Çeşme hâlâ akıyor... Akıyor da, yaptıranın
ve adına yaptırılıp dua istenenin nesebi devam ediyor mu?
Ve hepsinden önemlisi bu çeşmeden su
içenler Kara Ali ve Gazi Hasan Paşa’nın
ruhlarına dua ediyorlar mı?...
Hayır!...
Artık bu çeşmeden su içenler, ne o kitabeyi
okuyabiliyorlar, ne de dua ediyorlar!...
Çünkü bu çeşme, Bodrum’un dibinde; Turgutreis Fener burnuna 5 kilometre, en yakın
Yunanistan kara parçasına 272 kilometre
uzaklıkta ama artık Yunanistan toprağı olan
bir adada... Bizim “İstanköy”, Yunanlıların “Kos” dedikleri adanın Kos şehrindeki
Platea Platanu; yani Hipokrat Çınarı Meydanı’nda. Yanıbaşında ulu bir çınar ağacı ve
Gazi Hasan Paşa Camii var.
Edilmeyen dualar, okunamayan kitabeler!...
Kitabede şunlar yazıyor
Akındı çeşmesi. Kara Ali ihyâsı
Gazi Hasan Paşa yessere’llahu mâ yeşâ
Sene 1300
dediği o ilâhî terkip!... Su, çınar ve mermerin ezelî dostluğu, ebedî cilveleşmesi!... Bu
üçlünün dostluğu ve cilveleşmesi, o çeşmenin bulunduğu yerde de var.
Mermerin üstü çok güzel süslemelerle bezenmiş... Ortada celi sülüs yazı... İki kenarında sadberg çarh-ı felekler ve vazoda
buket çiçekler... Üstte de zencirek bezeme...
Sağ ve sol başlarda sütunçeler... Eskiden
mutlaka oluğu da vardı çeşmenin; şimdi devir değişmiş ve musluk takılmış... Önünde
de oval bir yalak...
Çeşmenin adı “Akındı Çeşmesi”; yani
“Akıntı Çeşmesi”; yani mütevâzi bir isim...
Kara Ali (Hangimiz ve hangi Ali’miz ak idi
ki sen de ak olasın ey Ali!..) adında biri 1882
veya 1883 yılında Gazi Hasan Paşa adına
Gerçi hoş!... Sadece Yunanlılar mı okuyamıyor o kitabeyi?... Biz okuyabiliyor muyuz
sanki?...
Hadi, onlar Yunanlı, başka millet...
Ve başka alfabe kullanıyorlar...
Ya biz neyiz?...
Ne kitabesi okunur ve ne de yaptırana dua
edilir bir çeşmedir İstanköy’deki Akıntı
Çeşmesi!... O çeşme 100 yıldır dua bekliyor
Süheylâ.
Gel de çocukluğundaki çeşmeleri; ıssız dağ
başlarındaki çoban çeşmelerini ve bütün
garip kalmış çeşmeleri hatırlayıp da yanma
Süheylâ!...
Kos adasında bir çeşme var...
Serçe parmak kalınlığında suyu
Bakırdandır musluğu...
Bütün yolları gurbete çıkar...
***
Ağlama Süheylâ!...
18
HAFIZA TAZELE
Türkiye, hukuki
hesaplaşmayı başardı
Başbakan Erdoğan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan Ergenekon Davası’nda
verilen cezaları Star Gazetesi’ndeki köşesinde değerlendirdi...
E
rgenekon davası, Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır. Milletin iradesini
katletmeye, sivil yönetimi devirmeye ve
ülkenin rejimini-düzenini değiştirmeye
çalışmak en büyük hukuksuzlukların başında gelir. Sadece siyasi iktidarları deviren değil, başta anayasa ve yasalar olmak
üzere yerleşik düzeni topyekün askıya
alan, hak ve özgürlükleri rafa kaldıran,
çok büyük zulüm ve işkencelere imza
atan askeri darbeler bu kararla topyekün
mahkum edilmiştir. Ayrıca şuan ceza
alanlarla birlikte bütün darbeciler ve darbe girişimcileri milletin vicdanında mahkum olmuştur.
Bu dava sembolik açıdan 27 Mayıs’tan, 12
Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan, 27
Nisan’dan süzülüp gelen bir ruhun yargılanmasıdır. Tüm cuntacılardan, darbecilerden, ihtilalcilerden, tüm hukuksuz girişimlerden bu davayla sembolik açıdan
hesap sorulmuştur.
Bu cezalar, bundan sonrası için anlamlı
bir mesaj olacak, büyük bir caydırıcılık
taşıyacak.
Elbette yargılama süreci tüm safahatıyla
sonuçlanmış sayılmıyor. Her ceza gibi
buradaki cezalar da belli kesimleri üzecek, insani bazı dramlar öne sürülecek.
Ama adaletin ve hakkaniyetin tecelli etmesi, yapılan yanlışların kimsenin yanına kar kalmaması her bir ferdin en büyük
beklentisidir, toplumsal vicdanın tatmini
için büyük bir gerekliliktir.
Bu millet, darbelerden de, farklı türdeki
Yalçın AKDOĞAN
Star Gazetesi, 6 Ağustos 2013
müdahale girişimlerinden de bıktı, usandı. Türkiye her müdahale dönemlerinde
büyük bedeller ödedi, çok ağır travmalar
yaşadı. Nice canlar söndü, nice zulümler
yaşandı, nice ocaklar karardı. “Darbelere
artık geçit yok, müsamaha yok, izin yok”
demenin bir yolu da işte bu tür yargılamalardır. Bu açıdan Ergenekon davası
Türk demokrasisinin geleceği açısından
önemli bir dönüm noktasıdır.
duymuyor, tam aksine bu iddiaların bugüne kadar karşılıksız kalmasından şikayet ediyor. Bu yüzden hukuka dayanan
ve milletten manevi destek gören hiçbir
yargılama kriz ve gerilim konusu olmaz.
Ergenekon davasıyla sadece bir zihniyetten hesap sorulmuyor aynı zamanda
devlet içine çöreklenen bu anlayış yargı
yoluyla tasfiye ediliyor. Devlet gücünü
kendi anlayışları doğrultusunda kullanan ve milletin iradesini hiçe sayan bu
zihniyetin ürettiği vesayetçilik, çetecilik,
komitacılık yargının hesap sormasıyla tedavülden kalkıyor.
İnanıyorum ki, görevini hakkıyla yapan
ve hukuk içinde vazifesini en iyi şekilde
yapmaya çalışan askerler de bu tür hukuksuzlukların devre dışı kalmasından
ve bu konuların gündemden düşmesinden memnuniyet duyuyorlardır.
*
*
*
Her darbenin önünde, arkasında, içinde
veya kenarında duran CHP’nin Ergenekon’un avukatlığına soyunması, bu davadan ve karardan rahatsızlık duyması doğaldır. İşine gelince yargı kararından dem
vuran CHP sözcüleri bu konuda yargıyı
yerden yere vurmakta ve darbesever bir
görüntü sergilemektedir.
Darbe girişimlerini değil de, bu girişimlerin yargılanmasını bir sorun olarak
görenler bu davalardan kriz çıkarma,
gerilim üretme umudu taşıyorlar. Oysa
bu yargılamalar olağanüstü dönemlerin
keyfiliğin hüküm sürdüğü ortamlarında yapılmıyor. Toplumsal algı da, kamu
vicdanı da bu yargılamadan rahatsızlık
*
*
*
Bu tür davalar, asker-sivil ilişkilerinin
normalleşmesine sadece olumlu katkı
yapar.
İllegal girişimlerin ve milletin vicdanını
kanatan hukuksuzlukların gölgesinin kurumlarımızın üzerinden ebediyen kalkması, bu kurumlarımıza ayrı bir dinamizm ve özgüven kazandıracaktır.
Teammülle darbe yapmaya alışan ve vesayet düzeniyle gizli iktidarını sürdürmeye çalışan zihniyet artık yaptığının yanına kar kalmayacağını anlamaktadır.
Tek tek yargılanan kişiler, isnat edilen
suçlar ve aldıkları cezalar hakkında yorum yapacak durumda değiliz. Gerekçeli karar bu tür bilgileri netleştirecek ve
Yargıtay aşamasıyla da bir yargı süreci
tekamüle erecektir. Ancak şunu biliyoruz
ki, demokratik hiçbir ülkede kabul edilemeyecek bu tür iddiaların dava konusu
yapılmış olması ve darbe teşebbüsü iddialarının cezalandırılmış bulunması tarihi
bir olay ve Türkiye bunu başarmıştır.
19
HAFIZA TAZELE
Ergenekon kararlarına
4 ayrı bakış
Sedat ERGİN
Hürriyet Gazetesi, 14 Ağustos 2013
E
RGENEKON davasında geçen hafta
açıklanan kararlar Türkiye’nin son
zamanlardaki en büyük tartışmasını da beraberinde getirmiş bulunuyor.
Verilen mahkûmiyetlerin haklı mı haksız mı olduğu, ne anlama geldiği, nasıl
değerlendirilmesi gerektiği soruları üzerinde siyaset alanında, basında ve bütün
bunların yansıması olarak kamuoyunda
son derece şiddetli bir tartışma sürüyor.
Ortalığı kaplamış olan toz bulutunu
araladığımızda, mahkeme kararlarına
verilen tepkilerde ana çizgileri itibariyle başlıca şu bakış açılarının belirdiğini
söyleyebiliriz.
KARARLARA TAM DESTEK ÇİZGİSİ
Bu grupta mahkemenin açıkladığı
mahkûmiyetleri bir bütün olarak isabetli
bulan, hakkın teslim edildiğini düşünen,
bu çerçevede kararlara tam destek veren
siyasi çevreler ve kanaat önderleri yer alıyor. Bu görüşe göre, davada Türkiye’nin
darbe geleneğiyle hesaplaşılmış, hem
darbeciler hem de onların sivil uzantıları
tasfiye edilerek demokrasinin önü açılmıştır. Ayrıca, Ergenekon terör örgütü
bünyesindeki çeteler etkisiz kılındığı için
son yıllarda Türkiye’de hiçbir siyasi tedhiş
olayı meydana gelmemiştir. Sınırlı sayıda
olmakla birlikte, davada bazı hatalar yapıldıysa, bu gibi sorunların temyiz aşamasında düzeltilebileceğini savunanlar
da var birinci grubun içinde. Bu bakış,
AK Parti temsilcileri ile hükümete yakın
duran ve ayrıca Gülen cemaati çizgisinde
yer alan yayın organları tarafından kuvvetli bir şekilde ifade ediliyor. Buradaki
önemli bir nokta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 8 Ağustos açıklamasında,
daha önce ifade ettiği bazı çekincelerinin
(Orgeneral İlker Başbuğ’un terör örgütü
yöneticiliğiyle suçlanması gibi) arkasında durduğunu belirtip, nihai karar için
davanın temyiz aşamasının beklenmesi
Hürriyet yazarı Sedat Ergin, Ergenekon davası kararlarına Türkiye’nin
4 ayrı bakışını gazetedeki köşesinde yer verdi.
gerektiğine dikkat çekerek, daha dengeli,
kısmen nötr bir tutum sergilemiş olmasıdır.
KARARLARI KÜLLİYEN
RET ÇİZGİSİ
Bu kümede soruşturmanın başından beri
siyasi bir nitelik taşıdığını, Ergenekon
davasının hükümete muhalefet yürüten
çevreleri susturmaya, etkisiz kılmaya
dönük bir intikam operasyonu olduğunu savunanlar yer alıyor. Bu gruptakiler,
davanın sorumluluğunu ya hükümete ya
cemaate ya da her ikisine birlikte atfediyor. Soruşturma ve yargılama aşamalarının zayıf ve sahte delillere dayandığı, birbiriyle ilgisi bulunmayan konuların aynı
davaya konarak hukukun zorlandığı, bu
çerçevede verilen mahkûmiyet kararlarının da haksız olduğu, bu çizginin dayandığı ana görüşler olarak sıralanabilir.
CHP’nin çok önemli bir kesimi, MHP,
ulusalcı çevreler ve onlara yakın yayın
organlarının büyük bir bölümünde bu
bakışın değişik derecelerdeki izlerini görmek mümkün. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu özel yetkili mahkemelerin siyasi
otoriteye bağımlı olduğunu belirterek,
alınan kararları “gayrimeşru” ilan etti.
MHP Lideri Devlet Bahçeli ise kararların “milli vicdanları kanattığını adalet ve
hukuk ilkeleriyle bağdaşmadığını” belirterek “hukuk cinayeti” nitelemesini yaptı.
‘DOĞRU BAŞLADI AMA
YANLIŞ BİTTİ’ DİYENLER
Siyaset alanında yaygın olmasa da özellikle basında hatırı sayılır bir kesim bu
iki kutbun ortasında bir yerde duruyor.
Bu çizgiyi savunanlar, Ergenekon soruşturmasının başlangıç dalgalarında meşru
gerekçelere dayandığını, ancak daha sonraki aşamalarda işin rayından çıktığını
düşünüyor. Özellikle yapılan ciddi hukuk
hataları ve yol açılan ciddi hak ihlallerinin soruşturmanın başlangıçtaki amacı-
na zarar verdiği, davanın inandırıcılığına gölge düşürdüğü eleştirisi getiriliyor.
Buna göre, sonuçta bu “torba dava”da
doğrularla yanlışların iç içe geçtiği karmaşık bir hukuki durum ortaya çıkmıştır. Soruşturmada gerçek derin devlet
yapılanmalarının üstüne gitme imkânının aslında değerlendirilmediği, yalnızca
iktidara alan açmakla yetinildiği tezini
seslendirenler de var bu çizgiyi savunanlar arasında. Bu görüş, daha çok hükümet
yanlısı olmayan basındaki bazı köşelerde
ve sol ya da liberal duruştaki kanaat önderleri tarafından dile getiriliyor.
‘BÜYÜK FOTOĞRAFA BAKALIM’
DİYEN PRAGMATİKLER
Dördüncü grupta yer alanlar soruşturma
ve dava aşamalarında ciddi hukuk ihlalleri yapıldığını inkâr etmiyor, ancak bu
davanın yol açtığı demokratik kazanımların değerinin bu ihlallerin üstünde olduğunu, son tahlilde Ergenekon davasıyla birlikte Türkiye’de darbe dönemlerine
son verildiğine dikkat çekiyor. Bu bakış,
davadaki hukuk ihlallerine odaklanmanın büyük fotoğrafın görülmesini engellememesi gerektiği, olağanüstü geçiş dönemlerinde “kurunun yanında yaşın da
yanabileceği” tezini esas alıyor. Geçmişte
basında sınırlı bir şekilde dile getirilen
bu görüş son dönemde yazılı mecralarda
pek açıkça telaffuz edilmiyor, daha çok
özel sohbetlerde dile getiriliyor. Birinci
gruptakilerden şu noktada ayrılıyorlar.
Birinci gruptakiler genelde davadaki bütün uygulamaları isabetli bulurken ya da
itiraz etmezken, bu gruptakiler Ergenekon soruşturmasının hukuken sorunlu
yargı pratiklerine sahne olduğunu kabul
ediyor.
Kararlarla ilgili tartışmanın önümüzdeki
günlerde de bu çerçeve üzerinde devam
edeceğini tahmin edebiliriz.
20
Turkulerle Muğla
Yrd.Doç.Dr. Ümral DEVECİ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
M
uğla ili, 1970’lere kadar Batı
Anadolu’nun ücra bir köşesi
gibiydi. Turizm sektörünün
gelişmesiyle önce Türkiye’ye, sonra dünyaya açıldı. Artık Muğla bir dünya kenti.
Yakın zamanlara kadar dış dünya ile
ilişkisi az, hatta yok gibi görülen Muğla,
kendi kabuğunda pek çok zenginlikler
geliştirmiştir. El sanatları, ahşap kültürü, bakırcılık, mimarî özgünlüğe sâhip
mekânlar ve geniş bir orman alanı, Muğla’nın kendi kendine üretip çoğalttığı
zenginlikler olmuştur.
Dışarı kapalı topluluklar, kendileri üretirler ve ürettikleri şey yüzyıllarca korunur. Hüzünlerini, sevinçlerini, kahırlarını, hasretlerini, yiğitliklerini türkülere
döken Muğlalılar da gönül seslerini yüzyıllarca korumuşlardır.
karakteristiği açısından belirleyici olan
bu husus, Muğla türkülerinde 9 zamanlı ritim egemendir. “Ağır zeybek” olarak
adlandırılan 9/2 ve 9/4’lük ritimlerle icra
edilir; “yürük/kıvrak zeybek” olarak adlandırılanlar ise 9/8 ve 9/16’lık gibi ritimlerle icra edilir.
Ağır zeybekler, daha çok halk arasında
“Sakar üstü” diye adlandırılan, Sakar Geçidi’nden başlayan ve kuzeye doğru olan
coğrafyadır. Bu çizgi Aydın, İzmir, Manisa ve Balıkesir’e kadar uzanır; Doğu tarafında da Denizli, Burdur, Isparta, Uşak,
Afyon ve Kütahya’ya kadar genişler.
Aslında bu coğrafya, “zeybek havzası”dır. Bu coğrafyanın bazı yerlerinde “ağır
zeybek” bazı yerlerinde de “yürük/kıvrak
zeybek” ritimleri egemen veya iç içe geçmiştir.
Eski kültürlerden kalan zenginMuğla merkez ve civarında “ağır
liklerle beraber özellikle 13.
zeybek” ritmi ön plana çıkYüzyılda yörenin Türk
maktadır.
İçten içe kendi
egemenliğine girmekozasını ören MuğMuğla türkülerinin
la, acılarını, kahırlarını,
siyle dağlar yeni sesmüzikolojik olarak
sevinçlerini, hasretlerini,
ler duymaya başlaözelliğinin
yanı
yiğitliklerini
dile
getirirken
mıştır. Bu ses taa
sıra,
türkü
metinlede
kendi
yüreğine
bakmış;
Ortaasya’dan gelen
kendi gönlünün sesini
ri, konu açısından
bir sestir. Yolda gedinlemiştir. Bu ses kimi
ele
alındığında,
lişe gelişe ve değişe
zaman ağıt olup yüağırlık,
pek
çok yödeğişe Anadolu’nun
rekleri dağlamış, kimi
rede
olduğu
gibi
aşk
en batısına ulaşan bu
zaman çığlık olup göktürkülerindedir.
203
ses, Muğla yöresinde
yüzünü kaplamıştır.
türküden 89’u (%43.8)
dinginleşmeye ve kararaşk
türküsüdür. İkinci
lılaşmaya başlamıştır.
sırayı, 34 (%16.7) türkü ile
Her yörenin türküsü daha çok ezgi,
yas türküleri alır. Bunlardan başnisbeten de kelime ve kelimelerle örülen ka, askerlik ve kahramanlık türküleri 19
bir kurgulamadır. Yani türküler hem mü- (%9.3), düğün türküleri 12 (%5.9), ninzikolojik anlamda ses, hem de edebî an- niler 11 (%5.4) ve dini konulu türküler
lamda ses olarak özellik taşır.
11 (%5.4) gibi türkülerin olduğu görülür.
Bunlardan başka yörede, az da olsa, gurGenel anlamda bakıldığında, müziko- bet türküleri, çocuk türküleri, olay türlojik açıdan, Muğla türküleri daha çok küleri, karşılıklı oyun türküleri ve doğa
zeybek havaları özelliği gösterir. Ritim türküleri söylenir.
En meşhur Muğla türküleri, Deniz üstü
köpürür (Ula), Feraye, (Ula), Alı da verin barıdıma saçmama (Muğla), Kerimoğlu (Muğla), Aman ormancı (Muğla),
Çökertme (Bodrum), Bodrum hakimi
Mefharet hanım (Bodrum), Sürmelim
(Muğla), Al yazmam dalda kaldı (Fethiye) gibi zeybek veya zeybek havasının
etkisinde kalmış türkülerdir. Bunun yanında Şu Köyceğiz yolları (Ortaca), Sarıca da buğday tanesi (Fethiye), Pazarda
bal var (Fethiye), Beş Parmaktan inmem
ben (Fethiye) türküleri gibi yürük/kıvrak
havalı türküleri de vardır.
Zeybek havası olan ama metin açısından yas türküleri olan türküleri de vardır
Muğla’nın. Kerimoğlu, Kara Ova düğünü, Bodrum hakimi Mefharet hanım,
Aman ormancı, Cafer Efe, Âdem kardeş
gibi türküler, aslında, ölenlerin arkasından yakılmış yas türküleridir.
Aslında bütün türkülerin birer hikâyesi
vardır ama bunlardan bazıları bilinir, bazıları ya bilinmez veya yoğun bir sembolize etme süreci geçirdiği için türkü metni
hikâyeden uzaklaşmıştır. Muğla türkülerinden bazılarının hikâyeleri bilinmektedir. Feraye, Aman ormancı, Bodrum
hakimi Mefharet hanım, Kara Ova düğünü, Alı da verin barıdıma saçmama,
Kerimoğlu, Alışar’ın ortasında, Hayıtlı’dan çıktım yola, Şu Milas’ın içinde, Yeni
Cami’de öğle de ezanı okundu, Tabancamın ipek bağı, Bir kahve yaptırdım/Tozlu
yolun önüne, Bozarmut Köyü’nde çalınır
sazlar gibi türkülerin hikâyeleri vardır.
Muğla türkülerinde hüzün, kahır ve sevinç iç içedir. Bütün türkülerde olduğu
gibi Muğla türküleri de hayatın içinden
doğmuş, hayatın bütün acılarını, kahırlarını, sevinçlerini, mutluluklarını şiir ve
müzik diliyle anlatır.
21
Yrd.Doç.Dr. Muhammet YAZICI
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
MUĞLA İLİ
TOPLUM YAPISI
ARAŞTIRMALARI
(YERKESİK) KİTABI
Gökova Körfezi’nin kuzey kesimini ve
Yerkesik Metropoliten bölgesinin Muğla toplumu içindeki zirai, siyasi, iktisadi,
turistik ve folklorik konumunun tespit
edildiği eser monografi tarzında kaleme
alınmıştır. Eser kaleme alınırken araştırma/inceleme eserlere ilaveten gazete ve
dergilerden ayrıca haritalardan faydalanılmıştır. Ayrıca bibliyografya kısmında
isimleri ve meslekleri/görevleri belirtilen
kaynak kişilerden de istifade edilmiş bütün bunlara ek olarak anket çalışmaları
da yapılmıştır.
Yazar, eserinin önsöz kısmında araştırmasına başlarken bir varsayımdan hareket ettiğini belirterek bu varsayımını
tasvirlerle doğrulama yoluna gittiğini ve
tarihi yönteme de başvurma gereğini ihmal etmediğini belirtmiştir. Kabul edilen
varsayımı, Yerkesik bölge toplumunun
1900’den sonra birden yaşadığı sosyal,
kültürel ve ekonomik değişmeler ile bunun Muğla ilinin siyasal, ekonomik ve
idari yaşantısında hissettirdiği ağırlığa
dayanmaktadır. Yazara göre bu ani değişimin temelinde 1901’de başlayan ve
tamamen tüccar zihniyetiyle gelişen “tütün tarımı” bulunmaktadır. 1900 sonrası
dönemdeki ekonomik temelli değişimin
sosyal ve kültürel alanlardaki yansımalarının anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla yazar bölgenin “tütün öncesi” diye
tarif ettiği 18. ve 19. yüzyıllardaki konumunu da gözlem alanına serdiğini ifade
etmiştir. Son olarak bu tür bir çalışmaya
yazarı sevk eden ve çalışmanın bazı noktalarında çok ince ayrıntılarına kadar
inilmesine olanak sağlayan durumun da,
Yerkesik bölgesinin yazarın “baba ocağı”
olmasına borçlu olduğuna vurgu yapılmıştır.
Eser yedi bölümden ve bölümlere ait 67
resmin bulunduğu ek kısmından oluşmaktadır. Kitabın önsözü dönemin Muğla Valisi Özer Türk, folklor bölümü ile
ilgili mukaddime kısmı da İstanbul Devlet Konservatuarı eski müdürü ve aynı
zamanda Muğlalı olan Yusuf Ziya Demircioğlu tarafından kaleme alınmıştır.
Coğrafi durum başlıklı birinci bölümde,
Yerkesik’in konumu, fiziki durumu, marfolojik-jeolojik yapısı, tektonik yapısı,
iklimi vb. özelliklerinden bahsedilmiştir.
Bölgenin konumunun Muğla ilinin Ören
ve Bodrum kesimiyle il merkezi arasındaki ticari ve idari ilişkileri kolaylaştıracak çizgi üzerinde bulunmasına vurgu
yapılmıştır. Yörenin coğrafi konumunun
tarım, ticaret ve sanat işlerine olan etki-
İçinde yaşadığımız
toplumun sahip olduğu
kültürel değerlerin
kayda geçirilmesine
ve bu değerlerdeki
değişimin kolaylıkla
takibinin yapılmasına
olanak sağlamaları
bakımından büyük
önem taşımaktadırlar.
si de ayrı bir başlık altında kaleme alınmıştır. Siyasi ve idari durumların gelişimi
başlığı altında bölgenin Eskiçağdan itibaren 1969 genel milletvekili seçimlerine dek uzanan bir tarihçesi aktarılmıştır.
Muğla ili politika hareketlerinde özellikle
1946 demokrasi hareketiyle birlikte gerek
il genel meclisinde çeşitli siyasi partilerin ve gerekse Muğla Belediye’sinin en
sorumlu yerlerine Yerkesiklilerin aday
olduğunu ve başarı kazandıkları ifade
edilmiştir. Nüfus başlığı altında Yerke-
sik’in Osmanlı dönemi ve cumhuriyet
dönemine ait nüfus verileri aktarılmıştır.
Yine bu bölümde bölgedeki nüfus hareketleri belirlenen başlıklar çerçevesinde
izaha çalışılmıştır. Bölgede faaliyet gösteren kolonizatör dervişlerin ve Osmanlı
dönemindeki bir takım siyasi ve sosyal
olayların nüfus hareketlerine olan etkileri belirtilmiş, Balkan göçü, il dışı evlilikler ve memurluk/işçilik dolayısıyla
bölgeye yapılan göçler rakamlarla ifade
edilmeye çalışılmıştır. Son olarak Ege
Bölgesini etkileyen Celali İsyanları başta
olmak üzere 19. yüzyıldaki çeşitli eşkıyalık olaylarına değinilmiş ve Yerkesik’te
faaliyet gösteren eşkıyaların isimleri ve
faaliyetlerine yönelik kısa bilgiler verilmiştir. İkinci bölümde Yerkesik’in eski ve
ilkçağlardan itibaren cumhuriyetin ilanına kadarki tarihi süreçte yaşadığı gelişmeler okuyucuya sunulmuştur. Üçüncü
bölümde Yerkesik’in sosyal ve ekonomik
yapısı yazarın yukarıda belirtilen varsayımına uygun olmak üzere 1900 öncesi
ve sonrası başlıkları altında izaha çalışılmıştır. Bölge insanının 1900 öncesi giyim
kuşamı, düğün adetleri, ilkel inanışları
örneklerle anlatılmış ve 1900 sonrasında toplumsal hayatta yaşanan değişmeler tasvir edilmiştir. Bölgenin kültür ve
eğitim yapısına dair bilgiler eserin dördüncü bölümünde ele alınmış, Osmanlı
ve cumhuriyet dönemlerinde bölgedeki
eğitim kurumlarında görev yapan şahısların kısa biyografilerine yer verilmiştir.
Ayrıca bu bölümde Yüksek öğrenim ya-
Ünal Türkeş, Muğla İli Toplum Yapısı
Araştırmaları(Yerkesik), İstanbul 1971,
224 sayfa ve 67 resim.
22
pan Yerkesiklilerin sosyal durumlarına ilişkin bilgileri
de bulmak mümkündür. Dil-Folklor-Edebiyat başlığı
adı altındaki beşinci bölümde ilk olarak Ege şivesine
mensup olan Muğla ağzının özelliklerinden bahsedilmiş ve konu Muğla-Yerkesik ağzından verilen örneklerle
süslenmiştir. Bölgeye has halk dilinde kullanılan zaman
ölçülerini ifade eden kelimelere de yer verilmiştir. Daha
sonra bölgeye has folklorik unsurlar örnekler verilmek
suretiyle sunulmuştur. Onomastik(Adlar İlmi) ilmine
katkı sağlayan bölümde Yerkesik’te bulunan yerleşim
yerlerine ve tabiat unsurlarına ait isimler toplu olarak verilmiş ve adlandırmanın ne maksatla yapıldığına kısaca
değinilmiştir. Altıncı bölümde bölgenin turizmiyle alakalı yayla ve sahil kesimine ait doğal ve sosyo-ekonomik
verilere değinilmiştir. Yedinci ve son bölümde bölgede
bulunan dağ ve ova köylerinin tanıtımı yapılmıştır.
Sonuç olarak kısaca tanıtmaya çalıştığımız bu türden çalışmalar hızlı bir değişim yaşayan toplumumuzun incelenen coğrafi saha sınırları ve incelenen dönem dâhilinde
çekilen birer fotoğraf özelliği gösterirler. İçinde yaşadığımız toplumun sahip olduğu kültürel değerlerin kayda
geçirilmesine ve bu değerlerdeki değişimin kolaylıkla
takibinin yapılmasına olanak sağlamaları bakımından
büyük önem taşımaktadırlar. Bu türden çalışmaların bir
başka önemi de kayıt altına alınan malzemeden hareketle sonraki dönemlerde daha kapsamlı çalışmalara olanak
sağlamalarıdır. Bu özelliklerinden ötürü Ünal Türkeş’in
kaleme aldığı eser Türkiye’nin kültür atlasının ortaya çıkarılmasına yönelik çalışmalara katkı sağlar niteliktedir.
Cezmi Çoban’ın
MUĞLA
BİBLİYOGRAFYASI
Kitabı Çıktı!
Muğla Bibliyografyası 2008-2009 akademik yılında, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Eğitimi Anabilim dalında bir seminer çalışması olarak hazırlanmaya başlanmış ve
geçen 5 yıllık süreçte; başta Muğla Valilik kütüphanesi olmak
üzere, Muğla il sınırları içinde bulunan kütüphanelerin katalogları teker teker taranmıştır. Bununla da yetinmeyip; Muğla
ilinin, ilçe ve belde tarihlerini yazan akademisyenler ve araştırmacıların bilgilerine başvurulmuştur. Böylece çalışma daha
kapsamlı bir hale getirilmiştir. Muğla Bibliyografyası kitabında
başta Muğla kent merkezi olmak üzere, Muğla ilinin köy, belde
ve ilçeleri hakkında bilgi veren 1000’e yakın matbu çalışmanın
künyeleri bulunmaktadır.
Yayınevi
: Turgutreis Belediyesi
Kültür ve Sanat Yayınları
Basım Tarihi : Bodrum, 2013
Ebatı
: 13.5 x 19.5 cm
www.turgutreis.bel.tr
Kitap Temin Adresi :
Turgutreis Belediyesi Şevket Sabancı
Kültür ve Sanat Merkezi
Tel. : 0252 382 4737
www.turgutreiskultursanat.org
23
NOSTALJİ
Bir Ege Filmi
Süper İncir
Zeybekler,
Efelerin Tezenesi’nde
‘Süper İncir’in hikâyesi, aslında çoğumuzun
bildiği bir reklam filmine uzanıyor. Filmde,
köyüne gitmek için otostop çektiği arabanın
şoförü tarafından sepetindeki tüm incirleri
istenen ancak incirlerinden vazgeçmeyi göze
alamayan Aydınlı bir amcanın hikâyesi anlatılıyordu. Ağzına attığı tek bir incirle süper
kahramana dönüşen Aydınlı amca, kötü karakteri sollayarak ondan intikamını alıyor ve
incirin gücünü gösteriyordu. Hatta Aydınlılar,
geçen yaz incir satış ve fiyatlarında yaşanan
artışı, sosyal medya ve basında büyük ses
getiren bu filme bağlamışlardı. Bu başarının
ardından Aydın Belediyesi’nin de desteğini
arkasına alan yönetmen Kerem Sarı, memleketinin gözbebeği incire bu kez uzun metrajlı
bir film çekti.
Muğla Belediyesi Kültür Şenliği, yapılmaya başlandığı 1984 yılından bu
yana, yöremizin kültür, sanat ve turizm
değerlerini ön plana çıkarmak, tanıtmak ve bu değerleri gelecek nesillere
aktarmak adına önemli bir etkinlik olmuştur. Şenlik; Muğla’da hala yaşatılmaya devam eden kültürel değerlerin
korunmasını sağlamanın yanı sıra,
genç, yaşlı, yerli, yabancı birçok insanın keyifli vakit geçirerek unutulmaz
birkaç gün yaşamasını sağlamaktadır.
1984 yılından başlayan Kültür Şenliğinin eski afişlerini sizlerle tekrar paylaşarak eski günleri hatırlatmak istedik.
İşte ilk şenlik afişi...
Diğer yıllarda hazırlanan afişleri Muğla Belediyesi’nin facebook sayfasında
bulabilirsiniz:
http://www.facebook.com/muglabelediye
Tarih öncesi bir dönemde yaşayan Seikilos
intihar etmeye karar verir ve bunun öncesinde Mısır’dan çağırdığı ustalara kendisini ve
öldürdüğü aşkı Euterpe mumyalatmaya karar verir. Aradan geçen binlerce yılın ardından
Ege bölgesinde yaşamakta olan bir çoban,
mezarı kazara açtığında Seikilos beklenmedik bir şekilde canlanır. Gözlerini açtığında
ebedi aşkını mezarında bulamayan Seikilos
onu aramaya başlar. Bu sırada yolu Mustafa
ve Hatice ile kesiştiğinde ilginç bir macera
başlar.
Aydınlıların amatör bir ruh ve düşük bir bütçeyle 7 ayda çektikleri film, Aydınlı yerel sanatçıların yöresel şiveleriyle renk kattığı film,
izleyiciler tarafından mizah unsurlarıyla da
oldukça başarılı bulundu.
Kerem Sarı’nın yazıp yönettiği filmin başrollerini Volkan Baş, Zafer Kaya ve Ece Yentür
paylaşıyor.
www.superincir.blogspot.com
Ege denince akla ilk gelenlerden biri
de zeybektir. Ne yazık ki, kültürümüzün
vazgeçilmezlerinden olan zeybeklerin
son yıllarda çok kötü icralarına şahit
oluyoruz.
Bu mirasın korunması için geçtiğimiz
günlerde önemli bir adım atıldı. Kalan
Müzik etiketiyle yayınlanan Efelerin Tezenesi adlı albüm, zeybeklerin en doğru
ve geleneksel şekilde icralarının yer aldığı bir çalışma. Bu özel eseri hazırlayan isim ise yıllardır özellikle bağlama,
zeybekler ve türküler üzerine yaptığı
çalışmalarla bilinen Fikret Döğücü.
Döğücü’nün, Talip Özkan, Yılmaz İpek,
Özay Gönlüm gibi ustaların icralarının
ışığında, zeybeklerin bağlamaya uyarlanması üzerinde çalışmalar yaptığını
biliyoruz. Ayrıca Döğücü ismini Ege
Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuarı Ses Eğitimi Bölümü Bağlama
Takımı ile yaptığı çalışmalarla hatırlıyoruz. Zaten Efelerin Tezenesi adlı albüm
projesinin hayata geçmesine vesile olan
da bu bağlama takımı. Hem bağlama
meraklıları hem de halk müziği âşıkları
Yağmur Yağdı Zeybeği, Yağcılar Zeybeği, Çandarlı Zeybeği ve Basbas Zeybeği
gibi eserlerin en iyi icralarını bu albümde bulabilir.
24
GEZ
İ
EYLEMLERİ
KURGU İLE GERÇEKLİK ARASINDA
HATEM ETE, COŞKUN TAŞTAN
H
atem Ete ve Coşkun Taştan
imzalı rapor, Gezi Parkı eylemlerinin sosyolojik ve siyasal dinamiklerini geniş bir çerçevede
ortaya koyuyor. Eylemcilerin amaç ve
profilleri ile birlikte siyasi partilerin tutumunu da değerlendiren rapor, 3 aylık
bir çalışma sonunda hazırlandı.
“kim” olduğu, eylemlerin arkasında
ne tür sosyal, ekonomik ve politik dinamikler olduğu, eylemcilerin sürdürdükleri bu eylemlerle neyi amaçladığı
ve eylemlerin muhtemel toplumsal ve
siyasal yansımalarının ne olabileceği
ile ilgili her kesim kendi penceresinden
tespitler yaptı.
Gezi Parkı’nda başlayıp kısa sürede
yerli ve yabancı birçok aktörü de bünyesine katarak yurdun dört bir yanına yayılan eylemler ile ilgili pek çok
şey söylendi, yazıldı. Bu olayların tam
anlamıyla “ne” olduğu, eylemcilerin
Eski siyasal sistemin aktörleri ve ideolojisiyle işlevsizleşerek yerini yeni bir
siyasal sistem arayışına bıraktığı, toplumsal ve siyasal hayatımızda yer bulan
bütün aktör ve kesimlerin bu dönüşüm
sürecine adapte olmak, bu süreçte rol
almak üzere aktif bir katılım ve arayış
içinde olduğu bir süreçten geçiyoruz.
Siyasetin niteliği, işlevi ve öncelikleri
değişiyor; siyasal kimlikler dönüşüyor;
siyasal harita yeniden şekilleniyor. Üstelik bu değişim Türkiye ile sınırlı da
değil. Türkiye’nin öteden beri ilişkide
bulunduğu ve son zamanlarda had safhaya ulaşan bu ilişkinin karşılıklı bir etkileşime dönüştüğü yakın coğrafyamız
da tarihi ve köklü bir değişim sürecinden geçiyor. İktidarlar el değiştiriyor,
rejimler yıkılıp yeniden kuruluyor.
Bu süreçte meydana gelen Gezi ey-
25
SAĞDUYU MU,
TALAN MI?
MEMLEKET SEVDAMIZA NE OLDU?
lemlerinin siyasal tarihimizde önemli
bir momente denk geldiğine kuşku yok.
Eylemlerin motivasyonu, hedefi ve sonuçları daha uzun süre siyaset hayatımızı
etkilemeye devam edecek; gelişmeler bu
olaya atıfta bulunularak yorumlanmaya
çalışılacaktır.
Hatem Ete ve Coşkun Taştan imzalı rapor, olayların ikinci haftasında, eylemlerin sürdüğü dört şehirdeki (İstanbul,
Ankara, İzmir, Eskişehir) eylemcilerle
gerçekleştirilen birebir derinlemesine
mülakatların analiz edilmesine; eylemler
süresince ve eylemler epey sönümlenmişken eylemler hakkında üretilen söy-
lemin siyasal bir değerlendirmeye tabi
tutulmasına; siyasi partilerin eylemlere
ilişkin söylem ve politikalarındaki değişim ve sürekliliğin tahlil edilmesine ve
son olarak da eylemlere ilişkin bütün bu
katmanların ürettiği-üreteceği muhtemel
siyasi yansımalara ışık tutmaya çalışmaktadır.
SETA Web Sitesi: http://www.setav.org/
Raporun Tam Metin Linki; http://file.setav.org/Files/Pdf/20130916162138_kurguilegerceklikarasindagezieylemleri_rapor.pdf
26
TEMPO
D
ergi yeni sayısında; LGBTT, TGB, Gazeteciler Forumu, Taksim Dayanışması gibi sivil toplum oluşumlarının sözcüleri neden sokakta olduklarını anlatırken, parklarda düzenlenen forumlardan izlenimler de okurlarla
paylaşılıyor.
Dergisi’nden
Gezi İçin
Arşivlik 2 Sayı
Antikapitalist müslüman İhsan Eliaçık ile muhafazakar Y kuşağı ile yapılan röportajlar, farklı iftarlardan insan portreleri, KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın ‘yeni hayat’ diye tanımladığı süreç analizi de dikkat çeken haberlerden.
Tempo, Temmuz sayısında büyük ilgi gören Gezi Antolojisi’nden sonra Ağustos
sayısında da ‘Gezi Sanatı’ ekini hediye etti.
‘Toplumsal Tarih’ten Gezi Parkı Özel Sayısı
T
arih Vakfı tarafından yayımlanan Toplumsal Tarih dergisi Temmuz ayında Gezi Parkı
sayısıyla çıktı. Gezi direnişi vesilesiyle Taksim, Gezi Parkı ve Topçu Kışlası konularına tarihsel ve politik olarak değinen yazıları ön plana çıkaran dergide Aydan Çelik’in
çizgileri de kapakta yer alıyor.
Toplumsal Tarih’in Gezi direnişi sayısında Nuran Yıldırım, III. Selim döneminde Beyoğlu
Süvari Topçuları Kışlası’nda bulunan askerler için yaptırılan Osmanlı ordusunun ilk hastanesi olan Topçular Hastanesi’ni tanıtırken, Ahmet Tonak, ressam Yüksel Arslan’ın Kapital’den esinlenen arture’lerinden yola çıkıyor ve Gezi Parkı’ndaki süreci, devletin kamuyu
mülksüzleştirerek özel sermayeye servet aktarmasına karşı bir direniş olarak ele alıyor.
Doğan Çetinkaya, Gezi Parkı’na polis müdahalesi sonrasında yaşanan olayları değerlendiriyor ve direnişi 1845 Berlin, 1968 Paris ve 2011 Kahire olaylarıyla da ilişkilendirerek
tarihsel bir analiz sunuyor. Ozan Torun ise, yıkılması gündemde olan İnönü Stadyumu’nun
tarihini ve simgelediği değerleri öne çıkarırken, yıkımın planlandığı günlerde başlayan
direnişe taraftar grubunun verdiği destek ve bu desteğin ardındaki dinamikleri ortaya
koyuyor.
Facebook’ta Gezi Karşıtı ve
Destekçilerinin olduğu
sayfalar;
http://www.facebook.com/geziparkidirenisi
http://www.facebook.com/GeziParkiGercekleri
facebook.com/muglabulteni twitter.com/muglabulteni
DERGİSİ ÇIKTI!
facebook.com/muglabulteni
twitter.com/muglabulteni

Benzer belgeler