büyükşehir muğla`ya
Transkript
büyükşehir muğla`ya
Büyüyen Türkiye, Değişen Muğla www.muglabulteni.com Sayı 1 Ekim - Kasım - Aralık 2013 ÜCRETSİZDİR Turgut CANSEVER Dilek KARATAŞ Prof.Dr. Namık AÇIKGÖZ OSMANLI ŞEHRİ ZORLU BİR ‘YOL’ HİKAYESİ: YILMAZ GÜNEY KOS ADASI’NDA BİR ÇEŞME VAR! 06 10 17 BÜYÜKŞEHİR MUĞLA’YA NE GETİRECEK? TÜRKÜLERLE MUĞLA Yrd.Doç.Dr. Ümral Deveci 20 ÜNAL TÜRKEŞ’IN YERKESİK KİTABI Yrd.Doç.Dr. Muhammet Yazıcı 21 GEZİ PARKI ALMANAKLARI 24 STRATEJİK İLETİŞİM ÇÖZÜMLERİ Marka oluşturma, Kampanya Yönetimi, Kurumsal İletişim, Kurumsal Yayıncılık, Dergi ve gazete tasarımı ile içerik hazırlanması, Satış odaklı iletişim, çizgi altı ve çizgi üstü çözümlemeler, Yaratıcı Çözümler Katalog, Broşür, Afiş, Billboard, Dergi ilanı, Gazete ilanı, El ilanı, Dergi, Kurumsal kimlik, Logo, Kartvizit, Antetli, Zarf, Dosya, Bloknot, Davetiye, Kitap, Ambalaj, Poşet Medya Planlama TV, Basılı mecra, Radyo, İnternet, Açık hava ve Alternatif medya çözümleri Prodüksiyon Reklam filmi, Advertorial, Bant reklam prodüksiyonları, Radyo spotu, fotoğraf çekimi... İNTERAKTİF ÇÖZÜMLER Web Tabanlı Yazılım Uygulamaları • • • • • • Web Sitesi Tasarımı E-Ticaret Uygulamaları Dinamik İçerik Yönetimi Intranet Uygulamaları Portal Geliştirme Veritabanı Uygulamaları İnternet Pazarlama Stratejileri • • • • • Web Sitesi Optimizasyonu Online PR RSS E-mail Marketing Google Adwords İnternet Barındırma Hizmetleri • • • Web Sitesi Barındırma E-Posta Barındırma E-Ticaret Site Barındırma www.oscarmedya.com www.ipekyoluistanbul.com T. 0212 247 2193 KAPAK 12 BÜYÜKŞEHİR MUĞLA’YA NE GETİRECEK... Osmanlı Şehri: Turgut Cansever 06 Türkülerle Muğla / Yrd.Doç.Dr. Ümral Deveci 20 Zorlu Bir ‘Yol’ Hikayesi: Yılmaz Güney / Dilek Karataş 10 Ünal Türkeş’in Yerkesik Kitabı / Yrd.Doç.Dr. Muhammet Yazıcı 21 Kos Adası’nda Bir Çeşme Var! / Prof.Dr. Namık Açıkgöz 17 Gezi Parkı Almanakları 24 04 08 15 SUNUŞ B BİR ŞEHİR FİLOZOFU: TURGUT CANSEVER TÜRK SİNEMASI’NIN ÇİRKİN KIRALI YILMAZ GÜNEY inlerce yıllık kadim geçmişiyle antik çağlardan günümüze taşıdığı değerleri Anadolu toprağının zenginliğiyle buluşturan şehrimiz Muğla, bir medeniyetler beşiği gibidir. Eski ve yeninin, dünle bugünün kesiştiği yollar üzerinde yarına uygarlık köprüleri kuran bu şehirde, bir yandan bu köklü zenginliği hatırlarken bir yandan da bugünün gündemine dair söylenecekleri dile getirebilmek düşüncesiyle hazırladığımız Muğla Bülteni’nin ilk sayısıyla karşınızdayız. İçerik ve tasarım ekibimizin tüm heyecanını yansıtan bu ilk sayımızda kapak konumuzu ilimizin kentsel yapısını bütünüyle değiştirecek olan Büyükşehirler Yasası’na ayırdık ve Büyükşehir Muğla’nın geleceğini nasıl etkileyeceğini gündeme taşımaya çalıştık. Turgut Cansever’in Osmanlı Şehri başlıklı çalışması ve Prof.Dr. Namık Açıkgöz’ün yitirdiğimiz değerlere bir ağıt tadında kaleme aldığı Kos Adası’nda Bir Çeşme Var! makalesi ilk sayımızın dikkat çeken dosyalarından. İlk Muğla Bülteni’ne özel yazılarıyla ayrıca, Film Arası Dergisi Yazı İşleri Müdürü Dilek Karataş, Türk Sinemasının yetiştirdiği ünlü sinemacımız Yılmaz Güney’i, Yrd.Doç.Dr. Ümral Deveci Muğla Türkülerini ve Yrd. Doç. Dr. Muhammet Yazıcı da Ünal Türkeş’in Yerkesik Kitabı’nı değerlendirerek ilk sayımızın heyecanını bizler ve siz değerli okurlarımızla paylaştılar. İl ve ülke gündemine dair çeşitli konulara değişik açılardan değindiğimiz ilk Muğla Bülteni’mizin şehrimiz yayıncılık, edebiyat ve kültür dünyasına farklı bir soluk katacağını ümit ediyoruz. Her sayı daha da zenginleşecek içeriğimizle karşınızda olacağımızı belirtmek istiyorum. Yeni sayımızda görüşmek üzere... Muhammet Furkan Gümüş Yayın Yönetmeni YENİ BÜYÜKŞEHİRLER YASASI Sayı 1 Ekim - Kasım - Aralık 2013 18 ERGENEKON KARARLARINA İKİ FARKLI BAKIŞ İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Muhammet Gümüş Hukuk Danışmanı Altıntaş Hukuk Bürosu www.altintas.av.tr Editör Ahmet Selim Türkmen Abdullah Talha Arslan Halil Talha Ülkü Yönetim İrtibat Adresi Kurşunlu Caddesi Girgin İşhanı Kat 2 No: 27 Muğla Tel: 0 252 214 59 05 Mizanpaj/Tasarım İhsan Çanakcı www.muglabulteni.com Yapım İpekyolu İletişim Sanatları Oscar Medya www.muglabulteni.com Baskı GD Ofset Atatürk Bulvarı Deposite İş Merkezi A5 Blok Kat 4 No: 405 İkitelli OSB Başakşehir/İstanbul Tel: 0212 671 91 00 facebook.com/muglabulteni twitter.com/muglabulteni Yayınlanan ilanların ve yazıların sorumluluğu sahiplerine aittir. Bu dergi basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder. 04 Bir Şehir Filozofu: TURGUT CANSEVER Doç.Dr. Mehmet ÇELİK Bahçeşehir Üniversitesi Turgut Cansever’e göre, “Şehir insanın hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını yönelten çerçeveleyen yapıdır”. O zaman hayatımızı çevreleyen ve belirleyen değerler şehrin ruhunu oluşturur. M edeniyetimiz üzerine düşünmek bir aydın namusu ya da görevi olagelmiştir. 15. yüzyılda İbn-i Haldun; şehir, şehirleşme, kırsal yaşam, bedevilik ve şehrin kurumlarına dair görüşlerini ünlü Mukaddime’sinde dile getirmiştir. Tabii ki Haldun’dan önce ve sonra da konuyla ilgili düşünen, yazan, konuşan aydın ve yazarlar hep olmuştur. Biz; Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Kemal Tahir gibi topluca medeniyet analizleri yapan yazarlarımızı rahmetle andıktan sonra, çok özel bir alanda düşünceler üretmiş bir mimar ve şehir düşünürümüzü anlatmaya çalışacağız. Turgut Cansever’i... Kıray, İsmail Sera Galdin’le birlikte Ağa Han Büyük Jüri üyeliği yapar. Dünyada üç Ağa Han Mimarlık Ödülü almış tek mimar olarak 22 Şubat 2009’da fani dünyayı terk ettiğinde ardında birbirinden kıymetli birçok eser bırakır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Turgut Cansever özelde mimari ve şehir; şehir ve insan ilişkisini entelektüel boyutta dile getirmiş nadir, mimar şahsiyetlerden biridir. Turgut Cansever, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat ve Sanat Büyük Ödülleri kapsamında ‘ Mimari’dalında ödül sahibidir. Yayımlanmış çok sayıda makalesi de bulunan Cansever’in mimari ve şehir hakkındaki görüşleri dinamik ve aynı zamanda köklü geleneği olan ülkemizdeki şehirciliğe ışık tutacak niteliktedir. 1920’de Antalya’da doğar Cansever. Galatasaray Lisesi ve İDGSA Mimarlık Bölümü’nden mezun olur. 1951’de kendi mimarlık ofisini kurar. İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde yaptığı “Osmanlı ve Selçuklu Mimarisinde Sütun Başlıkları” adlı teziyle doktor unvanını alır. “Modern Mimarinin Sorunları” teziyle doçent olur. 1959-1960’ta kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanlığı ve 1961’de İstanbul Belediyesi Planlama görevlerinde bulunur. 1974-75’te Dünya Bankası İstanbul Metropol Planlama Projesi’ne başkanlık eder. 1975-76 Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu üyeliğinde bulunur. 1975-80 İstanbul Belediyesi’nde, 1979’da Ankara Belediyesi’nde, 1979’da Ankara Belediyesi Metropol Planlama, yeni yerleşmeler, kent merkezleri ve koruma danışmalığı yapar. 1983’te Charles Moore, Roland Simounet, James Stirling, P. W. Sudin, Rifat Chadirji, Habib Fidali, Mübeccel 1. Osmanlı ve Selçuklu Mimarisinde Sütun Başlıkları 1949 2. Modern Mimarinin Sorunları 3. Düşünceler ve Mimari 1981 4. Şehir ve Mimari 1992 5. Ev ve Şehir 1994 6. İstanbul’u anlamak 1998 7. Mimar Sinan Turgut Cansever, verdiği bir röportajda dünyada mimarinin olması gereken durumunu şöyle dile getirir: “…Dünyada kültürel çeşitlilik kaçınılmaz. Farklı tarih ve kültürel kökenlerden gelen toplumlar farklı yaklaşımlara sahip. Ama insanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü...” 05 Turgut Cansever’in tasarladığı Kapadokya evleri Mimarinin dünyayı değiştirme hakkının, dönüştürme sapmasına varan çağımızın uzun soluklu olmayan kâr amacının dünyayı sürüklediği karmaşaya son verebilmenin de prensiplerini ortaya koyan Cansever, bilincin yansıması olan binalar ve oluşumlar peşindedir. Rahatla birlikte huzur, maddi refahla birlikte iç derinliğin korunması ya da yansıtılmasıdır. Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde “mahşeri yalnızlık” diyebileceğimiz apartman yapılanmasını şöyle ifade eder: “Üst üste insan türü Bu ne hayat götürü Yakınlıktan ötürü Kaçmış bütün yakınlık” Turgut Cansever adeta evrenin mükemmel sistematiğine uygunluk sağlayacak yeni bir anlayışı kristalize eder. Bunu teknolojiye hizmet eden insanın değil; insana hizmet eden teknolojinin gereği olarak da adlandırabiliriz. Cansever şöyle der: “Bilinci biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Yapmak istediğim şeylerden bir diğeri, maddi varlık tabakasının; yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs.nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesi içerisine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini saygıyla inceleyip gereklerini tam yerine getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak, psişik dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız teknikleri, üzerlerine ilave alabilecek kitle kolektivitelerini tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum.” Turgut Cansever İslâm mimarisinin en önemli özelliği olarak “sükûnet içinde hareket” tanımlamasını yapar. Çünkü İslâm mimarisinde dayatmacılık yoktur. Mütevazılık ve tabiilik esastır. Böyle olunca, saygı, vecd, tevekkül ve buna benzer neşe, mutluluk, insanla mekân arasındaki ilişkiyi belirlediğinden, mekânlara ruhunu veren bu duygulardır. Cansever’e göre, “şehir insanın hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fiziki ürün ve insan hayatını yönelten, çerçeveleyen yapıdır”. O zaman hayatımızı çevreleyen ve belirleyen değerler şehrin ruhunu oluşturur. Merkeze alınan şey hayatımızın merkezinden çıkar. Dolayısıyla, mahremiyeti, ferdiyeti, maneviyatı, bununla birlikte komşuluğu ve komşu hukukunu önceleyen inanç sisteminden geldiğimizden şehirlerimizi teknolojinin eseri olmaktan ziyade medeniyetin yansıması olarak görmek zorundayız. Hâl böyle olunca büyük aile şeklinde yaşayan Müslüman ailesine uygunluk aile bireylerinin saygı ve büyüklük çerçevesindeki hiyerarşisine uygunluk göstermelidir. Cansever’in bu anlamda tevhidi, yani birliği çokluk içerisinde arayan İslâm mimarisini varlığın farkında olma, onu kavrama ve mekânın sonsuzluğuna götürecek hazırlığı yapabilme faaliyeti olarak gördüğü söylenebilir. Batılı hayat düzeninin dayattığı alışveriş merkezi, merkezli şehir tasarımından öte insan merkezli ve insanın çift kanatlı maddi ve manevi ihtiyaçlarını vasat sınırlar içerisinde karşılayabilecek bir kent arzusuyla yaşayan Cansever’i, rahmetle anıyoruz. “Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi.” Beşir Ayvazoğlu Edebiyat dünyamızın usta kalemi Beşir Ayvazoğlu, Türk-İslâm medeniyetini koruyan, geliştiren ve bir yaşam biçimi olarak neşreden Osmanlı bakıyyesi aydınların örnek hayatlarını gelecek nesle taşımaya Bilge Mimar Turgut Cansever’le devam ediyor. Ayvazoğlu’nun nefis üslubuyla okur kendisi kâh Turgut Cansever’in çok az bilinen çocukluk ve gençlik zamanlarında, kâh babası Doktor Hasan Ferit Cansever’in Türk Ocaklarını kurmak için verdiği mücadelelerin içinde buluyor. Turgut Cansever’in “Dünyayı Güzelleştirmek” olarak özetlediği mimarî felsefesine, sanat görüşüne ve bütün dünyada kısa sürede müthiş bir hızla gelişen şehirleşmenin Türkiye’de nasıl tezahür ettiğine dair görüşlerini kendisiyle sohbet ediyormuş gibi okuyabilirsiniz. 06 Osmanlı Şehri Turgut Cansever Bilge mimar Turgut Cansever, Türk mimarisine yaptığı katkılar yanında, mimari ve şehircilik üzerine ortaya koyduğu düşünceleriyle mevcut meselelere çözümler üreterek arkasında değerli izler bıraktı. Genel olarak Turgut Cansever düşüncesi “Bütün kâinatın Allah tarafından insanoğluna emanet edildiği, onun muhafazası ve güzel hâle getirilmesinde fertlerin ve toplumların sorumlulukları bulunduğu” şeklindeki temel kabule dayanır. 1990’larda yazdıkları bir makalesini, bugüne de ışık tuttuğundan yola çıkarak bu sayfalarda paylaşmak istedik. Mezkûr yazı, Turgut Hoca’nın vefatından kısa bir süre sonra yayınlanan Osmanlı Şehri (Timaş Yayınları, 2010) adlı kitabında yer almıştı. Aşağıdaki metin, asıl metinden kısaltılarak alıntılanmış ve cümlelerin orijinal hâli korunmuştur. O smanlı şehri, insanlık tarihinde benzeri çok az olan, müstesna bir kültür ürünüdür. Genellikle şehrin kendisi istisnai bir kültürün ürünüdür. Eflatun “İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir.” diyor. Ziya Paşa “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslâmı bütün viraneler gördüm” diyor. Ziya Paşa bunu yazdığı sırada Fransız sanayileşmesi başlamış bulunuyor, Fransa’nın bütün şehirlerinin kenar mahallelerinde akıl almaz sefalet yaşanıyordu. Ziya Paşa’nın ise bundan haberi yoktu. Yaşadığı ülkenin güzelliklerini takdir etmekten acizdi. Alphonse de Lamartine’i hayranlıklara sürükleyen şeyden de habersizdi. dağların biçimini ben değiştiremem, demiş. Dolayısıyla ben, şehri ovada tarım toprağını ziyan ederek kullanmak yerine yamaçlara yerleştirmeyi tercih ediyorsam, ayrıca yamaçların serin rüzgârlar aldığını da biliyorsam ve aynı zamanda insanımın imkânı da sağlamak istiyorsam; o zaman tabii ki ovada olmak yerine, yamaçta olmak daha iyi. Yamaç da bir bakıma dağ. Dağı biçimlendiremeyeceğime göre, yaptığım sokaklarda yağmur sularının kolay akması, insanların kimi zaman 45 derece meyilli yerlere tırmanmak, kimi zaman dümdüz yollarda gitmek yerine, daha kolay, daha homojen meyilli yollarda yürümelerini istiyorsam, o zaman yamacın tesviye eğrilerine uygun yollar çizerim, öyle inşa ederim, diye düşünüyor. Osmanlı şehri, topoğrafyanın insan gücüyle değiştirilDoğrusu bu noktada modern da söz etmek lâzım. mesinin anlamsızlığını müd- çağdan Bundan 30-40 sene kadar evvel rik olarak realiteyi göz önün- MIT’de (Massachussets Teknoloji Enstitüsü) bir şehir iktide tutarak vücuda getiriliyor. satçısı, şehirlerin 20-30 senede Aynı şekilde 1924’te Le Coreskimesini temin edin, ben size Topoğrafyanın biçiminde busier, Balkanlar’daki Osmanlı dünyanın bütün şehirlerinin büşehirlerini, Trakya’yı, İstanbul’u tün meselelerini halledeyim.” dedi. onu yaratan ilahi iradegeziyor. Buradan hareket ederek Aristo düşüncesinin statik telakkimüthiş hayranlıklarla aldığı ölçüler, nin tezahürü var. si, İbn-i Rüşd vasıtasıyla Hıristiyan yaptığı tespitler Le Corbusier’in mimarisinin temellerini oluşturuyor. Aynı tarihte biz, o şehirleri harita mühendislerinin şehir planı üzerine cetvelle çizdikleri yolları inşa etmek için yıkıyorduk. Bütün dünyada şehir planlarına ‘şehir planı’ denirken Türkiye’de ‘imar planı’ deniyor. Sanki daha evvel mamur değilmiş de (?) sonra mamur olacakmış gibi. Denebilir ki Osmanlı bir bakıma varlığın kuvvetler hiyerarşisini incelemiş. Mesela ufkunun kısa, dar değil, uzak olduğundan haberdarsam; onlara ev yaptığımda yalnızca karşıdaki apartmanın cephesini seyretmek yerine, ta karşıdaki dağları seyretmek, hatta o aralıklardan ovaları, yer yer başka güzel şeyleri seyretmek, yüce bir ağacın nasıl bir ilahi hikmet ürünü olduğunu görme dünyasına, Rönesans’a, bütün Avrupa kültürüne hâkim oluyor ve sonuçta değişmeyecek şehirler yapan Batı Avrupa şehirlerinin problemlerini çözme sorunları bugün gündemde. Oysa İslâm’da, şehirlerin sürekli değişme hâlinde olmasını temin eden bir anlayış tüm bir kâinat ve varlık telakkisinin yansıması olarak gündeme geliyor. 07 Modern şehirde, insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız olan, hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı şehri, sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevi ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş bulunuyor. Burada önemli bir mesele var; birçok insan bu muntazam olmayan yol şebekesini kargaşa olarak görüyor. Oysa Osmanlı şehrinde bir taraftan sürekli değişmeyi yaşarken bir taraftan da ‘değişme’den hiçbir rahatsızlık duymadan, onu tadı alınan bir güzellik olarak görebiliyorsunuz. Bunu ne temin ediyor? Saraybosna’dan Hicaz’a kadar evlerin pencereleri hep aynı biçimde. Yani Tunus’a, daha da öteye, Macaristan’a kadar… Aynı pencere, camilerde biraz daha büyük, evlerin pencereleri biraz daha küçük. Hatta evlerin detayları da aynı. Koskoca devletin her yerinde bütün pencerelerin adeta aynı olmasını temin eden bir irade var. Tabii mimarinin bütününe standart bir unsur hakim. Mimarinin bu standart unsuru, tüm şehre hakim bulunuyor. O pencere 1, 2 yahut 3 çeşit oluyor, 5 tane oluyor en fazla. Fakat bugün İstanbul’da olduğu gibi, ne kadar ev varsa o kadar pencere biçimi yok. Şehirde binalar bir yere kadar yapıldıktan sonra, gerektiğinde yeni binalar, daha sonra başka yeni binalar ilave ediliyor. Bir yerde bir bina eskimişse o sökülüyor, parçaları kullanılarak yeni şartlar içerisinde bir bina yapılıyor. Böylece şehir, sürekli değişen sosyal-ekonomik hayata ve gelişen kültürel hayatın yeni taleplerine göre yeniden inşa edilen canlı bir organizma olarak yaşıyor. Sözünü ettiğimiz Osmanlı şehir oluşumunda, herkes evini komşusuyla mutabık kalarak yapıyor. Bu sosyal mutabakatın ve iradenin yansıması olarak şehri insanlar inşa ediyor. Tabii bu şehrin de, şehri yöneten odak noktaları var. Standartlar düzeni ve sosyal ilişkiler dışında, şehrin cuma namazı kılınan camisi, mahalle mescitleri, mahallenin hizmetini, binanın tamir işlerini yapan marangoz, ayakkabı tamircisi, Turgut Cansever’in projelendirdiği Ertegün Evleri - Bodrum/Muğla bakkal vs. dükkânlarının yanında kıraathane yani okuma salonu, aynı zamanda sohbet yeri, ayrı bir toplantı alanı, muhtarın evi, bekçinin evi vs. var. rını tasfiye eden bir şehir iktisadi düzeni kurulmuş olmalı. Osmanlı şehri bu yapısıyla insanlığın geleceğine örnek olacak mahiyettedir. Bunlar da mahallenin merkezini oluşturuyor. Ayrıca mahalle merkezinde mescidin yanında hamam da yer alıyor, bir sosyal müessese olarak. Keza cuma camiinin yanında ticaret yapıları, medrese, dershane vs. bir araya geliyor. 14. Louis’lerin, Alman imparatorlarının, Napoleon Bonaparte’ın ve diyelim ki bizim Tanzimat sonrası yönetim sistemimizin, halka şunu yapacaksın, bunu yapacaksın diye emreden, yön veren, halk içerisinde binbir çelişkinin, binbir çatışmanın doğmasına sebep olan tavrına karşı Kanuni, “Ben sizi idare etmeye gelmedim, yalnızca aranızdaki ihtilafları nasıl çözeceğinizi öğretmeye geldim.” diyor. Kural şöyle: Bir şehir kurmak için gelen işçiler, evvela hamamı inşa ediyorlar; şehri kuracak insanların temiz pak olabilmesi, çalışanların temizliğini sağlamak için. Ardından medrese inşa ediliyor, bilgi ortamının kurulması için. Sonra cami, daha sonra etrafında evler ve mahalleler inşa ediliyor, yavaş yavaş. Osmanlı şehrinin kuruluş süreci, kuruluş süreci olarak da neyin tayin edici, neyi şehrin oluşumuna tabi olduğu, üst iradenin neyi belirlediğini gösteriyor. Böyle bir kültürel bilinç oluştuğu zaman, arkasından eksiksiz bir çevre bilinci de geliyor. İnsanlar çeşitli mevsimlerde diktikleri çiçeklerin çeşidini tartışıp konuşuyorlar. Birisi evinin bahçesine gül dikiyor, o gül evin hayatını sarıyor, oradan sokağın üzerinden komşu evin hayatına geçiyor ve komşu evin hayatını da süslüyor. Böylece kültürel ve sosyal bütünleşme gerçekleşiyor. Medeniyet, “Medine’de olmak” demektir. Civilization da aynı anlama gelir: “Şehir hayatını yaşamak.” Tamamen medeni, sivilize olmak için, şehrin kültürü yüksek insanlarının yaşadığı, kültürün üretildiği; adabın, terbiyenin, zarafetin, sanatın geliştirildiği yer olmasını temin etmek üzere, temel hırsları, menfaat çatışmala- Biz de bugün bu tavrı sağlamak mecburiyetindeyiz. Osmanlı şehrinin yakaladığı başarıyı, merkezi iradenin emrettikleriyle değil, halkın katılımıyla, en fakir insandan en varlıklısına kadar herkesin aynı yüksek kültür ortamında yaşamasıyla, en fakir insanın küçücük evinin bile sanat eseri olmasına imkân verecek bir düzenlemeyle sağladığını görürüz. Mimarlık fakültelerinde liseden gelmiş çocuklara “Sen yaratıcısın!” diyen hocalar gibi değil; aksine Hassa Mimarlar Ocağında loncanın yüksek temsilcileriyle müzakereler ve ortak çalışmalar yapılarak, toplumun en seçkin insanlarının meydana getirdiği mimari ile bütünleşmiş olarak. Parçaların birbirine takılması suretiyle oluşan yapı sistemine göre inşa edilen evler, hem de her biri birer sanat eseri hüviyetini kazanabiliyordu. Osmanlı şehir oluşumunda, herkes evini komşusuyla mutabık kalarak yapıyor. Bu sosyal mutabakatın ve iradenin yansıması olarak şehri insanlar inşa ediyor. 08 Türk sinemasının “Çirkin Kral”ı Yılmaz Güney, 47 gibi genç bir yaşta hayatını kaybetmesine rağmen, filmleri, asi kişiliği ve siyasi görüşleriyle, ardında dopdolu ve unutulmaz bir yaşam öyküsü bıraktı. Kısacası bu dev sinema adamının kendi hayatı da adeta bir sinema filmi gibi geçti... Y ılmaz Güney’i kısaca tanımlamak gerekirse onun yönetmen, sinema oyuncusu, senarist ve öykü yazarı kimliklerini bir arada sayabiliriz. Özellikle “Çirkin Kral” dönemi sonrasında çektiği, yurt içi ve yurt dışında tanınmasını sağlayan Cannes ödüllü “Yol”, “Sürü”, “Umut” gibi filmleriyle zirveye çıktı. Sinema ve yazın hayatının en verimli yıllarını cezaevlerinde geçiren Güney’in sanat yaşamını sayılarla ifade edecek olursak ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: 104 filmde başrol oynadı. 24 filmi kendi yönetti. 50 filmin senaryosunu yazdı, 6 filmin senaryosuna yardım etti. Tüm bunları topladığımız zaman Yılmaz Güney’in emeği geçtiği 111 film var. Güney, Türk sinemasına 1958-1983 yılları arasında, yani çeyrek yüzyıl boyunca, katkıda bulundu. 1 Nisan 1937 doğumlu Yılmaz Güney’in asıl adı Yılmaz Pütün. Kendi ifadesine göre “Pütün”; kırılması zor, sert bir meyve çekirdeği demek. Güney, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biri olarak Adana’nın Yenice köyünde dünyaya geldi. Babası Siverekli Zaza, annesi ise Vartolu bir Kürttü. Dindar bir kadın olan annesi okuma yazma bilmiyordu. Babası ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti. Yılmaz Güney, 1976’da, kendisi Kayseri Cezaevi’ndeyken ölen babasının mezarını hiç göremedi. Çalışma hayatına dokuz yaşında başladı. İlk işi dana gütmekti. Pamuk işçiliğinden çobanlığa, simitçilikten kuryeliğe kadar birçok işle uğraştı. Liseyi doğduğu kentte okudu. Bu dönemde “Doruk” adında bir sanat dergisi çıkartıyordu. Ayrıca yine o yıllarda bisikletiyle sinemadan sinemaya 16 milimetrelik film bobinleri taşıyarak sinemaya ilk adımını attı. Sanata merakı nedeniyle çeşitli hikâyeler yazıyordu. 1955’te kaleme aldığı “3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle takibata uğradı ve hakkında dava açıldı. 1957 senesinde İktisat Fakültesi’nde okuma hayalleriyle İstanbul’a geldi, fakat üniversiteye devam edemedi. Atıf Yılmaz’la tanışması hayatının dönüm noktası oldu. Onun desteğiyle sinema çalışmalarına başladı. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” isimli filmlerin hem senaryosunu yazdı, hem de bu fimlerde rol aldı. Bunun dışında “Karacaoğlan’ın Karasevdası”nda da yönetmen yardımcılığı görevini üstlendi. Tüm bunlar olurken 1961 yılında, 1955’ten beri süren takibat ve mahkeme sonuçlandı ve başlangıçta 7.5 yıl ağır hapis ve 2.5 yıl sürgün cezasına çarptırıldı. Temyiz mahkemesinin kararı bozmasıyla yeniden görülen mahkeme sonucu cezası 1.5 yıl ağır hapis ve 6 ay sürgün cezasına çevrildi. Üniversite eğitimi de işte bu yüzden yarım kaldı. Bundan sonra hayatının nasıl bir yön aldığını Yılmaz Güney şöyle ifade ediyor: “Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığı ile eğitmekti. Öyle yaptım... Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, 09 yiğitler... Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık... Öğretmenlerimden biri zor’dur...” 1961’in Mayıs ayında başlayan cezaevi macerası 1962 Aralık’ında sona erdi. Sürgün dönemini ise muhafazakârlığıyla ünlü Konya şehrinde geçirdi. 6 ay boyunca Konya dışına çıkması yasaktı. Her akşam polise imza veriyordu. 1963 yılında tekrar kaldığı yerden devam eden Yılmaz Güney, o dönemde daha çok macera filmleri çekti. İlk filmi olan -senaryosunu yazdığı ve başrolünde oynadığı- “İkisi de Cesurdu”da bundan sonraki filmlerinin ana malzemesi haline getireceği “kabadayı mitosu”nun temellerini attı. Filmlerinde ezilen, hor görülen “Anadolu çocuğu”nun otoriteye başkaldırısını işledi. “Çirkin Kral” lakabını aldığı bu dönemde en önemli çalışması, Lütfü Akad’ın yönettiği ve kendisinin yazdığı film olan “Hudutların Kanunu” oldu. “Çirkin Kral” olarak nam saldığı bu yıllarda oyunculuğunu geliştiren Yılmaz Güney, abartısız ve yalın oyunculuk anlayışı sayesinde Türk sinemasına yeni bir soluk getirdi. Yı l m a z Gü ne y, 1968 ile 1970 Nisan arasını as- kerde geçirdi. Darbe sonrası dönemde, yani Mayıs 1971’de pek çok aydın, sanatçı, yazar gibi o da gözaltına alındı. Bir haftalık gözaltı süresinin ardından resmî olmayan, sözlü bir emirle Nevşehir’e üç aylığına sürgün edildi. Güney, 1972 yılının 16 Mart’ında “devrimcilere yardım ve yataklık yaptığı” gerekçesiyle 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına mahkum edildi. İçeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini; şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı Güney dergisinde yayınladı. Ecevit hükümetinin 1974’teki genel affı sayesinde serbest bırakıldı. Cezaevinden çıktığı yıl “Arkadaş” filmini çekti. Yine aynı yıl Eylül ayında Endişe adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu’yu tabancayla vurarak öldürmekten tutuklandı. 25 Ekim’de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılamaların sonucunda 13 Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu cinayeti Yılmaz Güney’in gerçekten işleyip işlemediği hâlâ tartışılagelen bir konudur. Görgü tanıklarının olay hakkındaki ifadeleri birbirleriyle çelişiyordu. Güney’in, bu davanın duruşması sırasında verdiği ifadede sarfettiği şu sözler ise oldukça düşündürücüdür: “İnanıyorum ki hakim Sefa Mutlu’yu benim vurmadığımı sizler de biliyorsunuz. Fakat eliniz mecburdur. Bu koşullarda objektif davranmanız mümkün olmayacaktır. Bu karşılaştığım ilk haksızlık değildir. Son haksızlık da olmayacaktır. Saygılarımla...” Cezaevindeyken sinemaya olan ilgisi devam etti. Bu dönemde senaryosunu yaz- dığı “Sürü”, Zeki Ökten tarafından; yurt içi ve yurt dışında büyük ilgi gören “Yol” ise Şerif Gören tarafından filme çekildi. “Yol” filmi daha sonra 1982 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ödülünü kazandı. Sanatçı, cezaevindeyken ayrıca Güney adlı bir sanat-kültür dergisi çıkardı. 13. sayıdan itibaren ülkede ilan edilen sıkıyönetim sonucunda dergisi kapatıldı ve hakkında yazdıklarından ötürü 10 ayrı dava açıldı. Suçunun komünizm propagandası yapmak, milli duyguları zayıflatmak, halkı suç işlemeye teşvik etmek, suç sayılan fiileri övmek ve devletin içte ve dışta itibarını sarsmak olduğu iddia edildi. İstenen ceza toplamı 100 yıldı. 1981 sonbaharına kadar yaklaşık 12 yılını, ikisi yarı-açık olmak üzere on beş cezaevinde geçirdi. 1981 Ekim’inde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı-açık Cezaevi’ne bir daha dönmeyerek geri kalan yaşamını yurtdışında sürdürdü. Türkiye’den ayrıldıktan sonraki aylarda, hakkında açılan üç dava sonuçlandı ve toplam 20 yıl ağır hapis, 7 yıla yakın da sürgün cezası alması için hüküm verildi. Fransa’da geçirdiği süre zarfında Cannes’da ödül aldığı “Yol” filminin kurgusunu tekrar yaptı. 1983’te, bir hapishanede yaşananları anlattığı ve Fransız hükümetinin de desteğini alarak senaryosunu yazıp yönettiği “Duvar” (“Le Mur”) filmini çekti. Cezaevinden firar ettikten sonra “ülkeye dön” çağrılarına uymadığı için 1983’te Türk vatandaşlığından çıkartılan Güney, ölümünden yıllar sonra, 1993 yılında tekrar vatandaşlığa alındı. 1984’te mide kanserinden vefat eden Yılmaz Güney, son yıllarını Paris’te geçirdi. Mezarı da, Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda bulunuyor. 10 Darbelerin engel koyamadığı zorlu bir “Yol” hikâyesi: Yılmaz Güney Dilek Karataş Film Arası Sinema Dergisi Yazı İşleri Müdürü Y ılmaz Güney,1960’tan itibaren üç darbeden de etkilenen, ömrünü, darbeci ve sansürcü zihniyetin ezici, tahrip edici tahakkümü altında geçiren bir sinemacı. Kısa sayılacak bir ömre, darbeler, sürgünler, hapishaneler ve bunların hepsine rağmen oynadığı, senaryosunu yazdığı ya da katkıda bulunduğu 111 film sığdırır. Türkiye’de siyasi zorbalığın ve anti-demokrasinin hüküm sürdüğü, kaosla geçen en zorlu dönemlerde sinema yapan, üstelik bunu yaparken de suya sabuna dokunmadan değil, aksine yanlışın ve zorluğun üstüne giderek, toplumun acı gerçeğini en yalın haliyle -sansürün ve yasağın müdahalelerine rağmen- yansıtmaya adanmış bir anlayışıyla sinema yapar. Bu karanlık yıllar onun için meşakkatli geçse de ona dünya çapında bir şöhret ve Türkiye’de bir halk kahramanlığı kazandırır. “Toplam 11 yılı aşkın süre hapis ve sürgündeydim. 2 yıl da askerlik, eder 13 yıl. O zaman geriye 11 yıl dışarıda sinema yaptığım kalır. Gerçekte ancak 10 yıl ve birkaç aydır, yani dışarıda olmaktan daha çok içerdeyim.” Yılmaz Güney, kendisinin de ifade ettiği gibi ömrünün büyük bir kısmını mahkûmiyetlerle geçirir. Fakat bu tutsaklıklar, Güney’in hayal gücünü, yaratım gücünü sınırlayamaz, hapishane hayatı boyunca okumaya, yazmaya ve üretmeye devam eder. Neredeyse yazdığı ilk hikâyeden itibaren ürettiği eserlerin birçoğunda sansüre ve yasaklanmaya uğrar. İlk cezasını ‘Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri’ adlı hikâyesinde komünizm propagandası yaptığı iddiası ile alır. Fatoş Güney, Boğaziçi Üniversitesinde yapılan bir panelde şöyle anlatır Güney’in aldığı ilk cezayı: “… dergisindeki küçücük bir hikâyesinde komünizm propagandası yapıyor diye ceza alıyor. Gelip setten alıyorlar, götürüyorlar, mahkûmiyeti kesinleşmiş. Savunmasını yaparken ‘Hâkim bey, ben komünizm nedir bilmiyorum ki?’ demiş, hâkim de ‘Biz sizi iyi biliriz, neyi bilip neyi bilmediğinizi çok iyi görürüz!’ diyip basmış cezayı. Gerçekten de komünizmi bilmiyor o zaman, toy bir delikanlı. Tamamen edebiyata vermiş kendisini.” O yıllar gerçekten de komünizmin ne olduğunu bilmediği yıllardır. Sosyalizmi hakkıyla kavraması, daha sonra uzun süre kalacağı hapishane yıllarında olur. Yine hapishane yıllarında 14 sayı çıkardığı Güney Dergisi’nde yazdığı siyasi yazılarda, sosyalizm, devrim, özgürlük, eşitlik gibi kavramların izahındaki derinlik, mahkûm olarak yaşamanın, onu okumaktan mahrum edemediğini ve kavramsal dünyasını zenginleştirmesine engel olmadığının açık göstergesidir. “Toplumsal devrimleri zorunlu kılan, uzlaşmaz boyutlara ulaşan toplumsal çelişmelerdir. Sınıflı her toplum, uzlaşmaz sınıf çelişmelerini bağrında taşır. İşte devrimleri gündeme getiren bu çelişmeler, çelişmelerin çözümü için gerekli olan sınıf güçlerini, bütün mücadele silahlarıyla karşı karşıya getirir. Sınıf siyasetlerini, ideolojilerini, taktik, tavır ve davranışlarını da bu süreç içerisinde biçimler.” ” Çağımızda, proletarya emeğin nihai kurtuluşunun değişmez ve en kararlı öncüsüdür; ezilen halkların ve ulusların her türlü sınıf baskılarından ve milli baskılardan —ki milli baskılar da özünde sınıf baskılarıdır— kurtulmalarının, sosyalizmin inşasının ve sınıfsız toplumu kurmanın ideolojik, siyasi ve örgütsel yol göstericisidir ve çağımızın en devrimci sınıfıdır. Bu tesbit, toplumsal olaylara, her türden toplumsal çelişmelere, uluslararası ilişkilere bakışımızın belirleyicisi ve ölçütüdür. Biz, her olayı, her öneriyi her siyasal ve örgütsel biçimlenişi, başta proletarya olmak üzere, bütün emekçi kitlelere, ezilen ulus ve halklara yararları ya da zararları açısından ele alırız; devrime katkıları ya da kattığı zaafları açısından değerlendiririz” Güney Dergisi’nde yayımlanan yazıların devrimci ses tonu, elbette o dönemin sansürcü zihniyeti için yeterli sebeptir ve dergi 1979’da 15. sayısı yayımlanmadan kapatılır ve Yılmaz Güney, zaten mahkûm olarak, fiziksel mahrumiyet yaşarken, fikirsel alanda da bir kez daha engele uğrar. Yılmaz Güney oyuncu olarak büyük bir şöhret ve sevgi kazanır halkın gözünde. “Çirkin Kral” olarak tanınır ve sevilir. Oynadığı kabadayı, gözü pek kahraman karakterlerle halkın da kahramanı olur. Fakat Yılmaz Güney için bu yeterli değildir; o devrimci mücadelesini, ezilen halkları, toplumsal çelişkileri, adaletsizliğe itiraz etmelidir ve sinema yapmalıdır. Senaryosunu yazdığı ya da oynadığı filmler, ona şöhret ve para kazandırmıştır ama ideailindeki sinemayı henüz yapamamıştır. Hudutların 11 Kanunu böyle bir sinema anlayışının sancısıyla yapılmıştır. Hudutların Kanunu filminin senaryosunu, sinemasını ve yönetmenliğini taktir ettiği, Ömer Lütfi Akad’a götürür. Filmi birlikte çekerler. Film büyük başarı kazanır. Konu olarak doğudaki sınır kaçakçılığını anlatan, bunun zorunluluklarını dile getiren film, yine büyük tartışmalara yol açar ve sansürle büyük bir mücadeleye girer. Ömer Lütfi Akad’la birlikte çektikleri Hudutların Kanunu’ndan sonra, filmlerini kendisi çekmeye karar verir ve Seyyit Han filmini çeker. Seyyit Han filmiyle birlikte sinema dilindeki değişimleri gözlenen Yö- Yılmaz Güney’in yapacağını söyler. Bunun üzerine Yılmaz Güney Yol’un senaryosunu yazar. Fakat kendi deyişiyle onun niyeti, devrim sonrasında, “nasıl tüm Türkiye’nin hapishane haline geldiğini” göstermektir. Yol bunun hikâyesini geçirdiği onca badireye rağmen en güzel biçimde anlatır. Başta “Seyit” karakteri olmak üzere, diğer mahkum karakterler, bayram iznine çıkmalarına rağmen dört duvardan çıkmış olsalar da asla özgürlük havası teneffüs edemezler. Her birinin kendi çıkmazı, ülke çıkmazının içinde yoğrularak onları daha beter bir mahpusluğa sürükler. Güney, Yol ile büyük bir devrim yaratmıştır Türkiye sinemasında. Hikâye anlatışı, kurgusu, gerçekçi karakterleriyle daha önce çekilen filmleri ters yüz eder. Aykırı konusuyla, her an yok edilme korkusu yaşanan filmi, parça parça yurtdışına çıkarılır. Yurt dışına çıkışından sonra Güney, filmi baştan kurgular ve o film 1982 yılında Cannes Film Festivali’nde büyük övgülerle Altın Palmiye ödülü ile birlikte üç ödül alır. Yılmaz Güney kendisiyle yapılan bir söyleşide bu durumla ilgili şunları söyler: “Toplumsal ve siyasal tanıklığında gösterdiği sinemasal güç ve medeni cesaret için, sinema yazarları, Yol’u, ‘heyecan verici’, ‘yürekli bir film’, ‘şok’, ‘bir başeser’ gibi sıfatlarla nitelediler. Yol’un, gerek sinema yazarlarını, gerekse, uluslararası söz sahibi sinema adamlarını ve özellikle de her kesimden izleyicileri etkilemesi, sarsması, çeşitli açılardan değerlendirilmelidir.” netmen Yılmaz Güney’in yönünü gerçekçi, toplumcu sinemaya çevirdiğinin kesin işareti Adana’da Tuncel Kurtiz’le birlikte yaptıkları Umut filmidir. Bu film hakkında Sinematekte ilk gösterimine katılan Ömer Lütfi Akad, “Türk sinemasının ilk gerçekçi filmi” nitelemesini yapar. Cannes’de yarışmasız bölümde gösterilir. O dönem Cannes’te en çok beğenilen ve tartışılan filmlerden biri olur. Fakat gerçekliğe attığı her adımda ayağına takılan engeller, Umut’ta da ortaya çıkar. Filmi birçok sinema işletmecisi göstermek istemez. Yine sansürle büyük bir mücadele içine girer diğer düşünen, tartışan filmlerinde olduğu gibi. Yılmaz Güney’in, dünya sinemasında da şöhret bulmasını sağlayan filmi Yol, yasaklarla, engellerle dolu geçirdiği sinema yolculuğunun en zor etabıdır. Film, senaryosu, çekimi, kurgulanması, izleyiciye ulaşması tartışmasız her aşaması bin bir zorlukla doludur. Türk yetkililer Gece Yarısı Ekspresi filminin olumsuz etkisini kırmak için, Elia Kazan’a Türkiye hapishanelerinin gerçekliğini anlatacak bir film yapma teklifinde bulunurlar. Elia Kazan ise bu filmi en iyi Sözlerine Yol’un sinemasal özelliklerini değerlendirdiği şu cümlerlerle devam eder: “Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gerçeğini yansıtırken, alışılmış militan sinema, politik sinema kalıp ve yöntemlerini değil de kendine özgü bir anlayışın, yani yumuşak bir dilin kullanılması, filmimize daha içten, saf, doğal bir görünüm kazandırmıştır. Tarık’ın, Hikmet Çelik’in, Necmettin’in genel olarak bütün oyuncuların abartmasız oyunları, kameranın düz, yalın tanıklığı, kişilerin anlatılışındaki objektiflik, izleyicilerini yüreklerinden yakalamış ve onları daha da derinden sarsmayı ve düşündürmeyi başarmıştır.” Dünyada, Yol filmi bu kadar takdir ve hayranlıkla karşılanırken, Türkiye’de 1987’ye kadar yasaklı kalır. Birçok sinemacı o dönem anılarından söz ederken, Yılmaz Güney’in Yol filmini, nasıl korkuyla gizli gizli izlediklerini anlatırlar. Filmin oyuncularından Şerif Sezer, Film Arası söyleşisinde o döneme ait anıları sorulduğunda, Yol’ un kurgulanmış halini bir arkadaşlarının evinde gizli olarak izlerken nasıl bir korku yaşadıklarını anlatır. Yılmaz Güney, Yumurtalık’ta bir savcıyı öldürmek suçundan 7,5 yıl hapishanede kalır. Bu arada yazdıklarından dolayı hakkında açılan davalardan 100 yıl hüküm giyer. Yarı açık cezaevinde kaldığı zamanlarda arkadaşlarına kendisinin hapishaneden neden kaçmadığını şöyle açıklar: “Ben sizin yerinizde olsaydım, bir saat bile durmaz dışarıdaki mücadeleye koşardım. Oysa benim durumum farklı. Halktan, sanatımdan kaçamam. Ben artık halka aitim. Sanatımı halkım için yapabilirsem ben varım. Kaçmam sanatımı yapmama engel olur. O da benim ölümüm olur. Son sınırlarıma kadar sanatımı ülkemde, yaşamın sıcak kaynağında yapmaya çalışacağım. Sokağa çıksam herkes tanır. Yurtdışına çıksam ülkemdeki gibi verimli olamam. Emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin karanlık güçleri sürekli peşimde olacak. O zaman egemen sınıfların istediği olur, yasal zeminde mücadeleden uzaklaşmış olurum. Gidişat iyi değil, sanatsal çalışmamın önü iyice tıkanıyor, elim kolum bağlandı” Fakat daha sonra mide rahatsızlıklarının artması hakkında verilen 100 yıllık hapis kararı, onun yurt dışına çıkma sürecini hızlandırır. Hapishanede düşünmeyi, haykırmayı bırakmadığı gibi yurt dışında da bırakmaz. Hastalığının arttığı döneme kadar, zor şartlarda, bir sürü imkânsızlıkla boğuşarak film yapmaya devam eder. Yılmaz Güney’in siyasi ve sinema serüveni, yasaklamanın, sansür uygulamanın insanları düşüncelerinden, söylemek istedaiklerinden alıkoyamayacağının, aksine engellenmişliğin yaratıcılığı ve üretimi hareketi güçlendirdiğinin en acıklı ama bir o kadar onurlu öykülerinden biridir. 12 K A PA K YEREL YÖNETİMLERDE YENI BIR DONEM TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından da onaylanan ‘Büyükşehir Yasası’yla, Türkiye’de belediyecilikte yeni bir döneme girildi. T BMM Genel Kurulu’nda, 13 ilin büyükşehir olmasına ilişkin tasarı kabul edilerek yasalaştı. Yasa, nüfusu 750 bini aşan illerin, büyükşehir belediyesi kapsamına alınabilmesine imkân tanıyor. Kanuna göre, Aydın, Balıkesir, Denizli, Hatay, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Mardin, Muğla, Tekirdağ, Trabzon, Şanlıurfa ve Van büyükşehir belediyesi olacak. Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Erzurum, Gaziantep, İzmir, Kayseri, Konya, Mersin, Sakarya ve Samsun büyükşehir belediyelerinin sınırları, il mülki sınırları haline gelecek. Türkiye genelinde 34 yeni ilçe kurulacak. İstanbul ve Kocaeli’nin köyleri mahalle statüsüne geçecek. İstanbul Şişli’nin Ayazağa, Maslak ve Huzur mahalleleri Sarıyer’e, Ankara Yenimahalle’nin bazı mahalleleri Etimesgut ve Çankaya’ya bağlanacak. Bu arada Ordu’nun büyükşehir olması mecliste kabul edilerek yasalaştı. Çok tartışılan, özellikle muhalefet partileri tarafından eleştiri konusu yapılan büyükşehir yasası, şehircilik ve vatandaşlar açısından büyük avantajlar içeriyor. Peki, yeni yasa yerel yönetimlere ne gibi katkılar sağlayacak? Türkiye’nin yeni yasa ile kazanımları neler olacak? İşte ayrıntılar… YENİ YASADAN ÖNE ÇIKAN BAZI BAŞLIKLAR • Büyükşehir belediye sınırları içinde yapılan genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamının yüzde 6’sı ile bu tahsilatın toplamı üzerinden büyükşehirlerdeki ilçe belediyelerine ayrılan payların yüzde 30’u, büyükşehir belediye payı olarak ayrılacak. rulmasında, yeni kurulacak belde için aranan 50 binlik nüfus kriteri 20 bine düşecek. Vergiler 5 Yıl Alınmayacak • Ulaşım Koordinasyon Merkezi kurulacak. Merkez, büyükşehir içindeki kara, deniz, su, göl ve demiryolu üzerindeki her türlü taşımacılık hizmetlerinin koordinasyon içinde yürütülmesini sağlayacak. • Tüzel kişiliği kaldırılan köylerde emlak vergisi, Belediye Gelirleri Kanunu uyarınca alınması gereken vergi, harç ve katılım payları 5 yıl süreyle alınmayacak. Bu yerlerde içme ve kullanma suları için alınacak ücret, 5 yıl süreyle en düşük tarifenin yüzde 25’ini geçmeyecek şekilde belirlenecek. • Büyükşehir ve ilçe belediyeleri, tarım ve hayvancılığı desteklemek amacıyla her türlü faaliyet ve hizmette bulunabilecek. • Büyükşehir belediyesi bulunan yerlerde ayrılma yoluyla yeni bir belde ku- • Belediyeler; sağlık, eğitim, kültür tesis ve binalarının yanı sıra mabetlerin de yapım, bakım ve onarımını sağlayacak. •Büyükşehir ve ilçe belediyeleri, mahalleye dönüştürülen köylerde, yörenin geleneksel, kültürel ve mimari özelliklerine uygun tip mimari projeler yapacak ya da yaptıracak. • Tüzel kişiliği kaldırılan köylerde görev yapan geçici ve gönüllü köy korucuları, halen görev yaptıkları yerlerde görev yapmaya devam edecek. K A PA K • Belediyelerin otoparkla ilgili elde ettikleri gelirler, büyükşehir belediyesine aktarılacak. Bu gelir, sadece otopark yapımında kullanılacak, bunun dışındaki bir amaç için kullanılamayacak. Belediyeler Spor Kulüplerine Yardım Edebilecek • Büyükşehir belediyeleri ile nüfusu 100 binin üzerindeki belediyeler, kadınlar ve çocuklar için konukevleri açacak. • Büyükşehir ve ilçe belediyeleri, amatör spor kulüplerine nakdi yardım yapabilecek; başarılı sporculara belediye meclis kararıyla ödül verebilecek. • Belediyeler, mevzuata göre kuruluş izni verilen alanda kurulacak elektronik haberleşme istasyonlarına, kent ve yapı estetiği ile elektronik haberleşme hizmetlerinin gerekleri dikkate alınarak, yer seçim belgesi verecek. 13 Büyükşehir Belediye Başkanları Diplomatik Pasaportlu Oluyor • Büyükşehir belediyelerinin bulunduğu illerde, kamu kurum ve kuruluşlarının yatırım ve hizmetlerinin etkin olarak yapılması, izlenmesi ve koordinasyonu, ilin tanıtımı gibi konularla ilgili valiye bağlı olarak Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı kurulacak. • Vali ve büyükşehir belediye başkanlarına diplomatik pasaport verilecek. Mahalli idare birliklerinin taşıtlarına vergi muafiyeti getirilecek. • Büyükşehir sınırları içerisinde yer seçim belgesi vermeye ve ücretini almaya, büyükşehir belediyeleri yetkili olacak. facebook.com/muglabulteni twitter.com/muglabulteni 14 K A PA K MİLLETİMİZİN HAYRINA, YARARINA OLANI YAPTIK Bekir BOZDAĞ Başbakan Yardımcısı Büyükşehir belediyesinde olan kardeşlerim, ‘keşke bu adımı hükümetlerimiz daha önce atmış olsalardı, niye bu kadar beklediler’ diye teşekkür edecekler. Biz milletimize güvendik, yaptığımız her işte milletimize inanarak adımlar attık. Türkiye büyükşehir belediye yasasıyla daha güçlenecek daha ileri bir noktaya gidecek. Ve oralardaki hizmetler daha iyi olacaktır. Köylerimizin hakları hukukları da korunmaktadır. Başta orman köylerimiz olmak üzere bütün köylerimizin ve kapanan belde belediyelerimizin haklarını koruyan, bunlar satıldığı veya başka şekilde değerlendirildiği zaman öncelikle o yörenin hizmetine tahsisini sağlayan hükümler koyduk. Biz doğru olanı yaptık. Milletimizin hayrına, yararına olanı yaptık. Seçim var, milletimizin kahir ekseriyeti büyükşehirlerde yaşıyorlar, biz bunun bir faturası varsa onu göze alarak yaptık. Eğer kaybedecekse, AK Parti kaybedecek. KÖYLERE HİZMET GÖTÜRME MECBURİYETİ GELİYOR Binali YILDIRIM Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Büyükşehir Yasası’yla, büyükşehir belediyelerine, köylere hizmet getirme mecburiyeti geliyor. Yasayla, büyükşehir sayısı 16’dan 29’a çıkmış oluyor. Nüfusun 3’te 2’sinden fazlasını doğrudan ilgilendiren bir yasal düzenlemedir. Bu yasayla yerel yönetimlerin yetkileri ve bütçe imkânları artıyor. Daha önemlisi hizmet alanı il sınırlarına genişletildiği için köylere büyükşehir belediyesinin hizmet götürme mecburiyeti geliyor. Bütçelerinin asgari yüzde 10’unu köylerdeki altyapılara ayırmak mecburiyetinde. Örneğin; İzmir’de bugün köylere aktarılan bütçenin 3 katı bütçe aktarılacak Yasayla ‘köyler ortadan kalkmıyor’, yasayla köyler belediye hizmetine kavuşuyor. Her şeyi merkeze çekmek yerine, yerele güven duyuluyor. DAHA GÜÇLÜ YÖNETİMLER OLACAK Kadir TOPBAŞ İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Başbakanımızla 39 yıldan bu yana siyasette birlikteyim. Başbakanımız hiçbir siyasi hesap yaparak yönetimi ve çalışma anlayışını değiştirmez. Türkiye’yi dünyada etkin bir güç haline getirmeyi planlayan bir lider, yasa ile daha fazla hizmet alınmasını istiyor. Büyükşehir yasasıyla birlikte belediyeler, kendilerine katılan her noktaya yatırım bütçesinin yüzde 10’unu ayıracak. Hizmet gelecek. Büyük yatırımlar yapılacak. İstanbul örneği ortada. Köy olup şu anda mahalle olan yerlere arıtma tesisleri kurduk. Ciddi yatırımlar yaptık. Doğalgaz götürdük. Sıcak asfalt döktük. Büyükşehirler bu bölgelerle ilgili çok daha aktif hale gelecek. Küçük ve kaynakların israf olduğu yönetimler yerine, daha güçlü yönetimler olacak. Hazineden yeni kaynaklar aktarılarak, bölgeler kalkındırılacak. 15 K A PA K Yeni Büyükşehirler Metropoliten Yönetimden Alansal Yönetime Erbay ARIKBOĞA Marmara Üniv. Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi B üyükşehir belediye (BŞB) modelinin, 1980 sonrasında, yerel yönetimlerin gelişip serpilebileceği verimli bir toprak gibi işlev gördüğünü söylemek abartı olmayacaktır. Son 30 yılda ülkemizdeki yerel yönetimlerinin en dinamik birimi büyükşehir belediyeleri olmuştur. Elbette büyük ya da büyüyen şehirlerdeki toplumsal ve ekonomik dinamizmin bu olguda payı büyüktür. Ancak önemli bir olgu daha var; Büyükşehir belediye modeli, ülkemizdeki yerel yönetimler içinde hem idari açıdan daha özerk bir yerel yönetime, hem daha fazla mali kaynaklara hem de daha nitelikli insan gücüne sahip bir modeldir. Büyükşehirle ilgili yasal düzenleme 1984’te yasalaşırken Özal Hükümeti, büyükşehirlere 1930 tarihli Belediye yasasında öngörülenden daha geniş bir özerklik sağladı. Bu idari özerklik, görece artan mali kaynaklar ve yine büyükşehir olmanın cazibesiyle daha nitelikli bir işgücü istihdamına imkân verdi. Bu özellikleri nedeniyle büyükşehir belediyeleri, diğer belediyelerden giderek farklılaştı. Başlangıçta sadece üç il merkezinde büyükşehir kurulmuştu. Ancak büyükşehrin cazibesi, birçok il merkez belediyesinin bu modele geçme arzularını depreştirdi. Birçok örnekte, siyasiler üzerinde yapılan lobi faaliyetlerinin meyveleri devşirildi ve yeni yeni büyükşehirler kuruldu. 1999 yılına gelindiğinde 16 il merkezinde büyükşehir belediyeleri kurulmuştu. 1984’ten 2012’ye kadarki BŞB modeli, ‘il merkezi’ için düşünülmüş bir modeldi ve bu şekilde uygulandı. 2000’li yıllar, yerel yönetimler için ülkemizde önemli reformlara tanıklık etti. 2004 ve 2005 yıllarında önemli yerel yönetim reformları yapıldı. Bu reformlardan hem büyükşehir belediyeleri nasiplendi, hem de normal belediyeler. İl özel idarelerinin nasibi görece daha az oldu, köyler ise doğrudan değil, ancak dolaylı yollarla nasiplenebildiler. Ne var ki belediyelerin idari ve mali özerkliğini arttıran bu önemli düzenlemeler, büyükşehre dönüşme taleplerinin önünü kesmekte başarılı olamadı. Belki de büyüklük tutkusunun kökeni, içimizde bir yerlerde gizlidir, kim bilir? Dolayısıyla 2012’nin son çeyreği, yoğun ve sert tartışmaların arasında büyükşehirlerle ilgili, yeni bir yasal düzenlemeye şahit oldu. Hayır, büyükşehirle ilgili değil, yerel yönetimlerle ilgili yeni bir düzenleme demek daha doğru… Yasanın ismini buraya yazmak, içinde barındırdığı radikalizme dair bir şey söylemez. Yasayla 14 yeni büyükşehir belediyesi kuruldu. Böylece büyükşehir sayısı 16’dan 30’a yükseldi. Ama söz konusu yasa, sadece büyükşehir sayısını artırmadı, ülkemizdeki yerel yönetim sistemini de radikal biçimde değiştirdi. Yasa, Türkiye’deki pek çok şeyi değiştirdi. Büyükşehir sayısını yaklaşık 2 kat arttırdı. Ancak büyükşehirlerin hizmet götürdüğü coğrafi alan, 10 kat arttı. Bu alan daha önce 40 bin km2 civarında iken, 2012 değişikliği ile birlikte 400 bin km2’ye yükseldi; muazzam bir artış bu. Diğer bir ifadeyle, ülkemiz topraklarının yarısı, büyükşehir sınırları içine girdi. Nüfus açısından bakıldığında ise tablo çok daha farklı. Nüfusun % 77’si artık büyükşehir belediyelerinden hizmet alır hâle geldi. Biraz da abartarak neredeyse ülkemizde yerel yönetim ile büyükşehrin eşitlendiğini söyleyebiliriz. Niceliksel değişimin genel görünümü bu şekilde. Ancak niteliksel değişim, daha derin etkiler barındırıyor. Bu yasayla birlikte gerek büyükşehir gerekse büyükşehir içinde yer alan belediyelerin kuruluşunda ‘yerleşim esası’ değil, ‘alansal’ model benimsendi. Büyükşehir belediyelerine ilişkin mevcut uygulama, ilin kentleşmiş olan merkezini baz alıyordu. Bu niteliği nedeniyle kabaca ‘metropoliten’ nitelikliydi denilebilir. Ancak 2012 değişiklikleriyle 16 K A PA K birlikte artık bu modelin ruhuna Fatiha okuyabiliriz: “Gittiğin yerde rahat uyu sen, çok iyiliğini gördük senin, ama artık senin devrin bitti. Amin!” dayız; artık karşı cepheye en ağır toplarımızla ateş etmek için kendimize uygun bir mevzii seçebiliriz ve biz kesin haklıyız! Şimdi Alansal Yerel Yönetim Zamanı Peki, yeni yasa ne getirecek? Mesela çokça söylendiği gibi, federalizmi getirir mi? Böylece bizi, bölünmeye bir adım daha yaklaştırır mı? Belki de bölgeciliği getirir, onun sonu da bölünme nasıl olsa. Kesin bizi Avrupa’dan da uzaklaştırır. Hem zaten Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na da aykırı. Anayasaya hepten aykırı; aykırı olmasına aykırı da, bu Mahkeme iptal etmez ki onu! Yeni dönem, alansal yerel yönetim dönemi. Hem büyükşehir belediyeleri için, hem de büyükşehir içindeki ilçe belediyeleri için. Alansal modele geçilmesiyle birlikte, sadece metropoliten BŞB modelinin ruhunu değil, birçok belde belediyesinin (sayıları 1.000’den biraz fazla) ve köyün (sayıları 16 binden biraz fazla) ruhunu da şad etmemiz gerekiyor. Bilindiği gibi yasa bu yerel yönetimlerin hayat fişini, prizlerinden çekiverdi. Bu yönetimlerin 2009 seçimlerinde depolamış oldukları şarjları, onları ancak 2014 seçimlerine kadar idare edecek; sonrası yok. Orada yaşayanlar için, hizmet talep edecekleri artık ‘yeni’ birimler var. Yeni model ne getir, ne götürür? Yasalaşma sürecindeki tartışmalar o kadar şiddetli yapıldı ki en ilgisizlerimiz bile ‘ne oluyor’ diye dönüp bakma gereği duydu. Ancak konuyu anlamak ve anlatmak o kadar kolay değil. Böyle zamanlarda sığınacak limanlarımızın olması ne güzel şey! Çoğumuz siyasi tercihlerimize göre kendimize uygun bir taraf bulmakta gecikmedik. Evet, artık güvenli bir liman- Büyükşehir belediye modeli, ülkemizdeki yerel yönetimler içinde hem idari açıdan daha özerk bir yerel yönetime, hem daha fazla mali kaynaklara hem de daha nitelikli insan gücüne sahip bir modeldir. Bu idari özerklik, görece artan mali kaynaklar ve yine büyükşehir olmanın cazibesiyle daha nitelikli bir işgücü istihdamına imkân verdi. Hakikaten yeni yasa ne getirecek? Kesinlikle çok daha iyi hizmet getirecek. Daha öncekiler getirmişti, bu da getirir. Büyükşehir demek, daha fazla kaynak demek, daha büyük hizmetler demek. Her şeyden önce etkinlik demek. Küçüğün yapamadıklarını yapabilmek demek. Köye de kente de her yere hizmet gidecek. Hizmete doyacağız ve hep birlikte kalkınacağız! Bulunduğumuz liman hangisi ise kafamızda o limana dair izler, ümitler ya da korkular var. Peki, limandan biraz uzaklaşalım, açılalım... Hazır “açılım politikaları” revaçta iken, bir politika da biz ilan edelim ve kendi kendimizi açalım şöyle enginlere, fırtınalı denizlere, büyükşehirlere… Şimdi ortalık daha bir farklı görünüyor sanki. Sana Artık Büyükşehir Bakacak Öncelikle 2014 yerel seçimlerinde rekabeti getirecek. Adayların işi de zor, partilerin işi de. Büyükşehir belediye başkan adayları tüm il halkından oy isteyecek. İlçe belediye başkanları ve ilçe belediye meclis üyeleri tüm ilçe halkından oy isteyecek. Kentte yaşayanlardan ve kırda yaşayanlardan. Birçok büyükşehir ilçesinin kırsal nüfusu, şehir merkezinin nüfusundan fazla. Adaylar, listelere nerelerden girecek? Kırsal alandan mı, kent merkezinden mi? Ayrıca eskisi kadar seçilebilecek makam da yok. Artık daha az koltuk var. Bu rekabette listelerde iyi bir mevki kazanmak kolay iş değil. Bir de kadınlar çıktı, ne güzel idare edip gidiyorduk. Şimdi genel merkezlerden ikide birde talimatlar geliyor, listelerde kadınlara da yer verin diye. Zor iş seçilmek! Ya seçimden sonra... Burayı yazmasak olmaz mı, zira hava durumu biraz fırtınalı olacak diye haber veriyor. İlçe belediyelerine diyoruz ki “Ey belediye, sen artık ilçe merkezine sıkışıp kalma, aş kendini, açıl kırsala doğru, her bir köyü gez dolaş; kimin neye ihtiyacı var, nereye ne yapabilirim, hangi hizmetleri götürürüm, ilçemi nasıl kalkındırırım; bunun sevdasında ol.” Sonra da dönüp aynı ilçe belediyesine diyoruz ki, “ver bakayım şu elindeki itfaiye aracını, mezarlığın tapusunu da ver, hali de ver, otogarı da, suyla ilgili bütün araç gereçlerini, otobüs varsa onları da ver...” Zavallı ilçe soracak: “Ne kusur işledim?” “Sen artık büyük bir şehrin ilçesisin, sana artık büyükşehir bakacak!” Zavallı büyükşehir, sevinsin mi üzülsün mü? Bütün bir ilin yükünü yüklemişler sırtına, büyük diye bu kadar da yüklenilmez ki. Her işi ben yapacaksam, kaldırın şu ilçeleri, bari yaptığım iş görülsün. Ben köprü yaparım; ilçe belediyesi o köprüyü kendi faaliyet raporuna yazar, ben yol yaparım; reklamını ilçe belediye başkanı yapar. Bazen de “hadi bendensin” deyip lale dikmek isterim, ilçe belediyesi “olmaz, burası benim bahçem” diye diklenir, ben de anlamadım gitti. Zavallı büyükşehir... Büyü dediysek bu kadar da büyünür mü, hamburgere mi merak sardın sen, nedir bu hâlin! Ya ilçe belediyesi! Çaresiz kaldın, değil mi? Vatandaşın biri gelip bir gidiyor, hep senden istiyorlar, “Ya başkan, sana oy verdik!” diyorlar. “Hadi, yap şu işimizi, bu nasıl bir işleyiştir, çöz şu sorunlarımızı!” diyorlar. Nasıl çözeceksin? Yetki sende değil ki; büyükşehirde. Bir telefon açıp vatandaşın derdini, taleplerini büyükşehir bürokratlarına aktarayım mı diyorsun? Belediye değil, aktarma istasyonu mübarek! Vatandaşın keyfi gıcır! Bir eli ilçede, bir eli büyükşehirde. Öyle olmasına öyle de, el ile gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz. Daha Gidecek Yolumuz, Yapacak Reformumuz Var… Yok yok, hakikaten bu alansal model ülkemiz için hayırlı sonuçlar doğurabilirdi. Yerel yönetimler alanında yaşadığımız tıkanıkları aşma noktasında bu model gerçekten de çok yararlı olabilir. Ancak söz konusu yasanın bunun gereklerini tam olarak yerine getirdiği söylenemez. Yasa sadece ‘alansal’ bir düzenleme yaptı, bu alansal modelin etkin çalışabilmesi için gerekli olan ‘kurgusal’ değişiklikleri yapmadı. Dolayısıyla reformun kanatlarından birisi maalesef eksik. Yine de bardağa dolu tarafından bakılabilir. Yola çıktık gidiyoruz, eksikliğini hissettiğimiz anda o kanadı da bulup buluşturup takacağız. Bundan eminim. Ancak o güne kadarki yolculuğumuz biraz sarsıntılı olacak. Kaynak: Boğaziçi Bülteni Sayı 37 17 KOS ADASI’NDA BİR ÇEŞME VAR! Prof.Dr. Namık AÇIKGÖZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi her tuz ile çocukluğuma döndüğümden, çocukluğuma dönüp ruhumu arındırdığımdan mıdır nedir, çeşme şiirlerini çok severim. *** Cahit Külebi’nin sevdiğim mısralarındandır: Kop Dağı’nda bir çeşme var... Serçe parmak kalınlığında suyu. Gece gündüz haram etmiş uykuyu, Akar da akar... Ne hüzünlüdür yol kenarlarındaki çeşmeler!... Bana hep dağların, derelerin ve yamaçların göz yaşları gibi gelir kır çeşmeleri. Faruk Nâfiz’in Çoban Çeşmesi şiirini biliyorsunuz değil mi? Bilmiyorsanız, bir tık ötenizde... Bulup okuyun. Faruk Nafiz, hüzün çeşmelerini anlattığı o güzelim şiirini şöyle bitirir: Geçenlerde bir arkadaşım, bir çeşme fotoğrafı göndermiş ve eski yazılı kitâbesini okumamı istemiş... (Ah sevgili Aydın ah!... O çeşme fotoğrafıyla, benim bilgime değil, ruhuma, yüreğime dokunduğunun farkında mısın?) Bırakın kitâbeyi okumayı, çeşmenin güzelliğinden gözümü alamadım bir kere!... Mermerden yapılmış çeşme... Su, mermer ve çınar!... Müthiş Osmanlı terkibi!... Tanpınar’ın, Bursa’da bir eski câmi avlusu Küçük şadırvanda şakırdayan su Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Ne şâir yaş döker, ne âşık ağlar, Târihe karıştı eski sevdalar. Beyhûde seslenir, beyhûde çağlar, Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi... Köy çocuğu olduğumdan mı nedir veya celebin, son sürümüzü bir çeşme başında alıp götürmesinden midir; sürünün ardından baka kalan 9 yaş duygusallığımın verdiği hüzünden midir; sürülüp götürülen sürünün ardından bakarken donup kaldığımdan; elimdeki sopanın yere düşmesinden; ger oğlağın ardına dönüp dönüp bakmasından; bakıp bakıp melemesinden; meleyip meleyip gözyaşlarımı çeşmenin suyuna karıştırmasından mıdır nedir, 58 yaşıma geldim, hâlâ her çeşme gördüğümde yüreğim sızlar... O sızlamadan mıdır nedir; o sızlamanın yarama tuz ekmesinden midir nedir; ekilen yaptırmış çeşmeyi ve “Allah onun isteklerini kolaylaştırsın” diye de dua edip duasını mermere yazdırmış. Yazdırmış ki, bu çeşme durdukça, gelip geçen su içsin; kitabeyi okusun ve ruhlarına dualar etsin... Hadi Cezayirli Gazi Hasan Paşa’yı tanıyoruz... 1713-1790 yılları arasında yaşamış; Vezir-i Azam ve Kaptan-ı Deryalık yapmış. Kara Ali kim?... Nerden aklına esmiş böyle bir çeşme yaptırmak? Çeşme hâlâ akıyor... Akıyor da, yaptıranın ve adına yaptırılıp dua istenenin nesebi devam ediyor mu? Ve hepsinden önemlisi bu çeşmeden su içenler Kara Ali ve Gazi Hasan Paşa’nın ruhlarına dua ediyorlar mı?... Hayır!... Artık bu çeşmeden su içenler, ne o kitabeyi okuyabiliyorlar, ne de dua ediyorlar!... Çünkü bu çeşme, Bodrum’un dibinde; Turgutreis Fener burnuna 5 kilometre, en yakın Yunanistan kara parçasına 272 kilometre uzaklıkta ama artık Yunanistan toprağı olan bir adada... Bizim “İstanköy”, Yunanlıların “Kos” dedikleri adanın Kos şehrindeki Platea Platanu; yani Hipokrat Çınarı Meydanı’nda. Yanıbaşında ulu bir çınar ağacı ve Gazi Hasan Paşa Camii var. Edilmeyen dualar, okunamayan kitabeler!... Kitabede şunlar yazıyor Akındı çeşmesi. Kara Ali ihyâsı Gazi Hasan Paşa yessere’llahu mâ yeşâ Sene 1300 dediği o ilâhî terkip!... Su, çınar ve mermerin ezelî dostluğu, ebedî cilveleşmesi!... Bu üçlünün dostluğu ve cilveleşmesi, o çeşmenin bulunduğu yerde de var. Mermerin üstü çok güzel süslemelerle bezenmiş... Ortada celi sülüs yazı... İki kenarında sadberg çarh-ı felekler ve vazoda buket çiçekler... Üstte de zencirek bezeme... Sağ ve sol başlarda sütunçeler... Eskiden mutlaka oluğu da vardı çeşmenin; şimdi devir değişmiş ve musluk takılmış... Önünde de oval bir yalak... Çeşmenin adı “Akındı Çeşmesi”; yani “Akıntı Çeşmesi”; yani mütevâzi bir isim... Kara Ali (Hangimiz ve hangi Ali’miz ak idi ki sen de ak olasın ey Ali!..) adında biri 1882 veya 1883 yılında Gazi Hasan Paşa adına Gerçi hoş!... Sadece Yunanlılar mı okuyamıyor o kitabeyi?... Biz okuyabiliyor muyuz sanki?... Hadi, onlar Yunanlı, başka millet... Ve başka alfabe kullanıyorlar... Ya biz neyiz?... Ne kitabesi okunur ve ne de yaptırana dua edilir bir çeşmedir İstanköy’deki Akıntı Çeşmesi!... O çeşme 100 yıldır dua bekliyor Süheylâ. Gel de çocukluğundaki çeşmeleri; ıssız dağ başlarındaki çoban çeşmelerini ve bütün garip kalmış çeşmeleri hatırlayıp da yanma Süheylâ!... Kos adasında bir çeşme var... Serçe parmak kalınlığında suyu Bakırdandır musluğu... Bütün yolları gurbete çıkar... *** Ağlama Süheylâ!... 18 HAFIZA TAZELE Türkiye, hukuki hesaplaşmayı başardı Başbakan Erdoğan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan Ergenekon Davası’nda verilen cezaları Star Gazetesi’ndeki köşesinde değerlendirdi... E rgenekon davası, Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır. Milletin iradesini katletmeye, sivil yönetimi devirmeye ve ülkenin rejimini-düzenini değiştirmeye çalışmak en büyük hukuksuzlukların başında gelir. Sadece siyasi iktidarları deviren değil, başta anayasa ve yasalar olmak üzere yerleşik düzeni topyekün askıya alan, hak ve özgürlükleri rafa kaldıran, çok büyük zulüm ve işkencelere imza atan askeri darbeler bu kararla topyekün mahkum edilmiştir. Ayrıca şuan ceza alanlarla birlikte bütün darbeciler ve darbe girişimcileri milletin vicdanında mahkum olmuştur. Bu dava sembolik açıdan 27 Mayıs’tan, 12 Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan, 27 Nisan’dan süzülüp gelen bir ruhun yargılanmasıdır. Tüm cuntacılardan, darbecilerden, ihtilalcilerden, tüm hukuksuz girişimlerden bu davayla sembolik açıdan hesap sorulmuştur. Bu cezalar, bundan sonrası için anlamlı bir mesaj olacak, büyük bir caydırıcılık taşıyacak. Elbette yargılama süreci tüm safahatıyla sonuçlanmış sayılmıyor. Her ceza gibi buradaki cezalar da belli kesimleri üzecek, insani bazı dramlar öne sürülecek. Ama adaletin ve hakkaniyetin tecelli etmesi, yapılan yanlışların kimsenin yanına kar kalmaması her bir ferdin en büyük beklentisidir, toplumsal vicdanın tatmini için büyük bir gerekliliktir. Bu millet, darbelerden de, farklı türdeki Yalçın AKDOĞAN Star Gazetesi, 6 Ağustos 2013 müdahale girişimlerinden de bıktı, usandı. Türkiye her müdahale dönemlerinde büyük bedeller ödedi, çok ağır travmalar yaşadı. Nice canlar söndü, nice zulümler yaşandı, nice ocaklar karardı. “Darbelere artık geçit yok, müsamaha yok, izin yok” demenin bir yolu da işte bu tür yargılamalardır. Bu açıdan Ergenekon davası Türk demokrasisinin geleceği açısından önemli bir dönüm noktasıdır. duymuyor, tam aksine bu iddiaların bugüne kadar karşılıksız kalmasından şikayet ediyor. Bu yüzden hukuka dayanan ve milletten manevi destek gören hiçbir yargılama kriz ve gerilim konusu olmaz. Ergenekon davasıyla sadece bir zihniyetten hesap sorulmuyor aynı zamanda devlet içine çöreklenen bu anlayış yargı yoluyla tasfiye ediliyor. Devlet gücünü kendi anlayışları doğrultusunda kullanan ve milletin iradesini hiçe sayan bu zihniyetin ürettiği vesayetçilik, çetecilik, komitacılık yargının hesap sormasıyla tedavülden kalkıyor. İnanıyorum ki, görevini hakkıyla yapan ve hukuk içinde vazifesini en iyi şekilde yapmaya çalışan askerler de bu tür hukuksuzlukların devre dışı kalmasından ve bu konuların gündemden düşmesinden memnuniyet duyuyorlardır. * * * Her darbenin önünde, arkasında, içinde veya kenarında duran CHP’nin Ergenekon’un avukatlığına soyunması, bu davadan ve karardan rahatsızlık duyması doğaldır. İşine gelince yargı kararından dem vuran CHP sözcüleri bu konuda yargıyı yerden yere vurmakta ve darbesever bir görüntü sergilemektedir. Darbe girişimlerini değil de, bu girişimlerin yargılanmasını bir sorun olarak görenler bu davalardan kriz çıkarma, gerilim üretme umudu taşıyorlar. Oysa bu yargılamalar olağanüstü dönemlerin keyfiliğin hüküm sürdüğü ortamlarında yapılmıyor. Toplumsal algı da, kamu vicdanı da bu yargılamadan rahatsızlık * * * Bu tür davalar, asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesine sadece olumlu katkı yapar. İllegal girişimlerin ve milletin vicdanını kanatan hukuksuzlukların gölgesinin kurumlarımızın üzerinden ebediyen kalkması, bu kurumlarımıza ayrı bir dinamizm ve özgüven kazandıracaktır. Teammülle darbe yapmaya alışan ve vesayet düzeniyle gizli iktidarını sürdürmeye çalışan zihniyet artık yaptığının yanına kar kalmayacağını anlamaktadır. Tek tek yargılanan kişiler, isnat edilen suçlar ve aldıkları cezalar hakkında yorum yapacak durumda değiliz. Gerekçeli karar bu tür bilgileri netleştirecek ve Yargıtay aşamasıyla da bir yargı süreci tekamüle erecektir. Ancak şunu biliyoruz ki, demokratik hiçbir ülkede kabul edilemeyecek bu tür iddiaların dava konusu yapılmış olması ve darbe teşebbüsü iddialarının cezalandırılmış bulunması tarihi bir olay ve Türkiye bunu başarmıştır. 19 HAFIZA TAZELE Ergenekon kararlarına 4 ayrı bakış Sedat ERGİN Hürriyet Gazetesi, 14 Ağustos 2013 E RGENEKON davasında geçen hafta açıklanan kararlar Türkiye’nin son zamanlardaki en büyük tartışmasını da beraberinde getirmiş bulunuyor. Verilen mahkûmiyetlerin haklı mı haksız mı olduğu, ne anlama geldiği, nasıl değerlendirilmesi gerektiği soruları üzerinde siyaset alanında, basında ve bütün bunların yansıması olarak kamuoyunda son derece şiddetli bir tartışma sürüyor. Ortalığı kaplamış olan toz bulutunu araladığımızda, mahkeme kararlarına verilen tepkilerde ana çizgileri itibariyle başlıca şu bakış açılarının belirdiğini söyleyebiliriz. KARARLARA TAM DESTEK ÇİZGİSİ Bu grupta mahkemenin açıkladığı mahkûmiyetleri bir bütün olarak isabetli bulan, hakkın teslim edildiğini düşünen, bu çerçevede kararlara tam destek veren siyasi çevreler ve kanaat önderleri yer alıyor. Bu görüşe göre, davada Türkiye’nin darbe geleneğiyle hesaplaşılmış, hem darbeciler hem de onların sivil uzantıları tasfiye edilerek demokrasinin önü açılmıştır. Ayrıca, Ergenekon terör örgütü bünyesindeki çeteler etkisiz kılındığı için son yıllarda Türkiye’de hiçbir siyasi tedhiş olayı meydana gelmemiştir. Sınırlı sayıda olmakla birlikte, davada bazı hatalar yapıldıysa, bu gibi sorunların temyiz aşamasında düzeltilebileceğini savunanlar da var birinci grubun içinde. Bu bakış, AK Parti temsilcileri ile hükümete yakın duran ve ayrıca Gülen cemaati çizgisinde yer alan yayın organları tarafından kuvvetli bir şekilde ifade ediliyor. Buradaki önemli bir nokta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 8 Ağustos açıklamasında, daha önce ifade ettiği bazı çekincelerinin (Orgeneral İlker Başbuğ’un terör örgütü yöneticiliğiyle suçlanması gibi) arkasında durduğunu belirtip, nihai karar için davanın temyiz aşamasının beklenmesi Hürriyet yazarı Sedat Ergin, Ergenekon davası kararlarına Türkiye’nin 4 ayrı bakışını gazetedeki köşesinde yer verdi. gerektiğine dikkat çekerek, daha dengeli, kısmen nötr bir tutum sergilemiş olmasıdır. KARARLARI KÜLLİYEN RET ÇİZGİSİ Bu kümede soruşturmanın başından beri siyasi bir nitelik taşıdığını, Ergenekon davasının hükümete muhalefet yürüten çevreleri susturmaya, etkisiz kılmaya dönük bir intikam operasyonu olduğunu savunanlar yer alıyor. Bu gruptakiler, davanın sorumluluğunu ya hükümete ya cemaate ya da her ikisine birlikte atfediyor. Soruşturma ve yargılama aşamalarının zayıf ve sahte delillere dayandığı, birbiriyle ilgisi bulunmayan konuların aynı davaya konarak hukukun zorlandığı, bu çerçevede verilen mahkûmiyet kararlarının da haksız olduğu, bu çizginin dayandığı ana görüşler olarak sıralanabilir. CHP’nin çok önemli bir kesimi, MHP, ulusalcı çevreler ve onlara yakın yayın organlarının büyük bir bölümünde bu bakışın değişik derecelerdeki izlerini görmek mümkün. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu özel yetkili mahkemelerin siyasi otoriteye bağımlı olduğunu belirterek, alınan kararları “gayrimeşru” ilan etti. MHP Lideri Devlet Bahçeli ise kararların “milli vicdanları kanattığını adalet ve hukuk ilkeleriyle bağdaşmadığını” belirterek “hukuk cinayeti” nitelemesini yaptı. ‘DOĞRU BAŞLADI AMA YANLIŞ BİTTİ’ DİYENLER Siyaset alanında yaygın olmasa da özellikle basında hatırı sayılır bir kesim bu iki kutbun ortasında bir yerde duruyor. Bu çizgiyi savunanlar, Ergenekon soruşturmasının başlangıç dalgalarında meşru gerekçelere dayandığını, ancak daha sonraki aşamalarda işin rayından çıktığını düşünüyor. Özellikle yapılan ciddi hukuk hataları ve yol açılan ciddi hak ihlallerinin soruşturmanın başlangıçtaki amacı- na zarar verdiği, davanın inandırıcılığına gölge düşürdüğü eleştirisi getiriliyor. Buna göre, sonuçta bu “torba dava”da doğrularla yanlışların iç içe geçtiği karmaşık bir hukuki durum ortaya çıkmıştır. Soruşturmada gerçek derin devlet yapılanmalarının üstüne gitme imkânının aslında değerlendirilmediği, yalnızca iktidara alan açmakla yetinildiği tezini seslendirenler de var bu çizgiyi savunanlar arasında. Bu görüş, daha çok hükümet yanlısı olmayan basındaki bazı köşelerde ve sol ya da liberal duruştaki kanaat önderleri tarafından dile getiriliyor. ‘BÜYÜK FOTOĞRAFA BAKALIM’ DİYEN PRAGMATİKLER Dördüncü grupta yer alanlar soruşturma ve dava aşamalarında ciddi hukuk ihlalleri yapıldığını inkâr etmiyor, ancak bu davanın yol açtığı demokratik kazanımların değerinin bu ihlallerin üstünde olduğunu, son tahlilde Ergenekon davasıyla birlikte Türkiye’de darbe dönemlerine son verildiğine dikkat çekiyor. Bu bakış, davadaki hukuk ihlallerine odaklanmanın büyük fotoğrafın görülmesini engellememesi gerektiği, olağanüstü geçiş dönemlerinde “kurunun yanında yaşın da yanabileceği” tezini esas alıyor. Geçmişte basında sınırlı bir şekilde dile getirilen bu görüş son dönemde yazılı mecralarda pek açıkça telaffuz edilmiyor, daha çok özel sohbetlerde dile getiriliyor. Birinci gruptakilerden şu noktada ayrılıyorlar. Birinci gruptakiler genelde davadaki bütün uygulamaları isabetli bulurken ya da itiraz etmezken, bu gruptakiler Ergenekon soruşturmasının hukuken sorunlu yargı pratiklerine sahne olduğunu kabul ediyor. Kararlarla ilgili tartışmanın önümüzdeki günlerde de bu çerçeve üzerinde devam edeceğini tahmin edebiliriz. 20 Turkulerle Muğla Yrd.Doç.Dr. Ümral DEVECİ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi M uğla ili, 1970’lere kadar Batı Anadolu’nun ücra bir köşesi gibiydi. Turizm sektörünün gelişmesiyle önce Türkiye’ye, sonra dünyaya açıldı. Artık Muğla bir dünya kenti. Yakın zamanlara kadar dış dünya ile ilişkisi az, hatta yok gibi görülen Muğla, kendi kabuğunda pek çok zenginlikler geliştirmiştir. El sanatları, ahşap kültürü, bakırcılık, mimarî özgünlüğe sâhip mekânlar ve geniş bir orman alanı, Muğla’nın kendi kendine üretip çoğalttığı zenginlikler olmuştur. Dışarı kapalı topluluklar, kendileri üretirler ve ürettikleri şey yüzyıllarca korunur. Hüzünlerini, sevinçlerini, kahırlarını, hasretlerini, yiğitliklerini türkülere döken Muğlalılar da gönül seslerini yüzyıllarca korumuşlardır. karakteristiği açısından belirleyici olan bu husus, Muğla türkülerinde 9 zamanlı ritim egemendir. “Ağır zeybek” olarak adlandırılan 9/2 ve 9/4’lük ritimlerle icra edilir; “yürük/kıvrak zeybek” olarak adlandırılanlar ise 9/8 ve 9/16’lık gibi ritimlerle icra edilir. Ağır zeybekler, daha çok halk arasında “Sakar üstü” diye adlandırılan, Sakar Geçidi’nden başlayan ve kuzeye doğru olan coğrafyadır. Bu çizgi Aydın, İzmir, Manisa ve Balıkesir’e kadar uzanır; Doğu tarafında da Denizli, Burdur, Isparta, Uşak, Afyon ve Kütahya’ya kadar genişler. Aslında bu coğrafya, “zeybek havzası”dır. Bu coğrafyanın bazı yerlerinde “ağır zeybek” bazı yerlerinde de “yürük/kıvrak zeybek” ritimleri egemen veya iç içe geçmiştir. Eski kültürlerden kalan zenginMuğla merkez ve civarında “ağır liklerle beraber özellikle 13. zeybek” ritmi ön plana çıkYüzyılda yörenin Türk maktadır. İçten içe kendi egemenliğine girmekozasını ören MuğMuğla türkülerinin la, acılarını, kahırlarını, siyle dağlar yeni sesmüzikolojik olarak sevinçlerini, hasretlerini, ler duymaya başlaözelliğinin yanı yiğitliklerini dile getirirken mıştır. Bu ses taa sıra, türkü metinlede kendi yüreğine bakmış; Ortaasya’dan gelen kendi gönlünün sesini ri, konu açısından bir sestir. Yolda gedinlemiştir. Bu ses kimi ele alındığında, lişe gelişe ve değişe zaman ağıt olup yüağırlık, pek çok yödeğişe Anadolu’nun rekleri dağlamış, kimi rede olduğu gibi aşk en batısına ulaşan bu zaman çığlık olup göktürkülerindedir. 203 ses, Muğla yöresinde yüzünü kaplamıştır. türküden 89’u (%43.8) dinginleşmeye ve kararaşk türküsüdür. İkinci lılaşmaya başlamıştır. sırayı, 34 (%16.7) türkü ile Her yörenin türküsü daha çok ezgi, yas türküleri alır. Bunlardan başnisbeten de kelime ve kelimelerle örülen ka, askerlik ve kahramanlık türküleri 19 bir kurgulamadır. Yani türküler hem mü- (%9.3), düğün türküleri 12 (%5.9), ninzikolojik anlamda ses, hem de edebî an- niler 11 (%5.4) ve dini konulu türküler lamda ses olarak özellik taşır. 11 (%5.4) gibi türkülerin olduğu görülür. Bunlardan başka yörede, az da olsa, gurGenel anlamda bakıldığında, müziko- bet türküleri, çocuk türküleri, olay türlojik açıdan, Muğla türküleri daha çok küleri, karşılıklı oyun türküleri ve doğa zeybek havaları özelliği gösterir. Ritim türküleri söylenir. En meşhur Muğla türküleri, Deniz üstü köpürür (Ula), Feraye, (Ula), Alı da verin barıdıma saçmama (Muğla), Kerimoğlu (Muğla), Aman ormancı (Muğla), Çökertme (Bodrum), Bodrum hakimi Mefharet hanım (Bodrum), Sürmelim (Muğla), Al yazmam dalda kaldı (Fethiye) gibi zeybek veya zeybek havasının etkisinde kalmış türkülerdir. Bunun yanında Şu Köyceğiz yolları (Ortaca), Sarıca da buğday tanesi (Fethiye), Pazarda bal var (Fethiye), Beş Parmaktan inmem ben (Fethiye) türküleri gibi yürük/kıvrak havalı türküleri de vardır. Zeybek havası olan ama metin açısından yas türküleri olan türküleri de vardır Muğla’nın. Kerimoğlu, Kara Ova düğünü, Bodrum hakimi Mefharet hanım, Aman ormancı, Cafer Efe, Âdem kardeş gibi türküler, aslında, ölenlerin arkasından yakılmış yas türküleridir. Aslında bütün türkülerin birer hikâyesi vardır ama bunlardan bazıları bilinir, bazıları ya bilinmez veya yoğun bir sembolize etme süreci geçirdiği için türkü metni hikâyeden uzaklaşmıştır. Muğla türkülerinden bazılarının hikâyeleri bilinmektedir. Feraye, Aman ormancı, Bodrum hakimi Mefharet hanım, Kara Ova düğünü, Alı da verin barıdıma saçmama, Kerimoğlu, Alışar’ın ortasında, Hayıtlı’dan çıktım yola, Şu Milas’ın içinde, Yeni Cami’de öğle de ezanı okundu, Tabancamın ipek bağı, Bir kahve yaptırdım/Tozlu yolun önüne, Bozarmut Köyü’nde çalınır sazlar gibi türkülerin hikâyeleri vardır. Muğla türkülerinde hüzün, kahır ve sevinç iç içedir. Bütün türkülerde olduğu gibi Muğla türküleri de hayatın içinden doğmuş, hayatın bütün acılarını, kahırlarını, sevinçlerini, mutluluklarını şiir ve müzik diliyle anlatır. 21 Yrd.Doç.Dr. Muhammet YAZICI Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi MUĞLA İLİ TOPLUM YAPISI ARAŞTIRMALARI (YERKESİK) KİTABI Gökova Körfezi’nin kuzey kesimini ve Yerkesik Metropoliten bölgesinin Muğla toplumu içindeki zirai, siyasi, iktisadi, turistik ve folklorik konumunun tespit edildiği eser monografi tarzında kaleme alınmıştır. Eser kaleme alınırken araştırma/inceleme eserlere ilaveten gazete ve dergilerden ayrıca haritalardan faydalanılmıştır. Ayrıca bibliyografya kısmında isimleri ve meslekleri/görevleri belirtilen kaynak kişilerden de istifade edilmiş bütün bunlara ek olarak anket çalışmaları da yapılmıştır. Yazar, eserinin önsöz kısmında araştırmasına başlarken bir varsayımdan hareket ettiğini belirterek bu varsayımını tasvirlerle doğrulama yoluna gittiğini ve tarihi yönteme de başvurma gereğini ihmal etmediğini belirtmiştir. Kabul edilen varsayımı, Yerkesik bölge toplumunun 1900’den sonra birden yaşadığı sosyal, kültürel ve ekonomik değişmeler ile bunun Muğla ilinin siyasal, ekonomik ve idari yaşantısında hissettirdiği ağırlığa dayanmaktadır. Yazara göre bu ani değişimin temelinde 1901’de başlayan ve tamamen tüccar zihniyetiyle gelişen “tütün tarımı” bulunmaktadır. 1900 sonrası dönemdeki ekonomik temelli değişimin sosyal ve kültürel alanlardaki yansımalarının anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla yazar bölgenin “tütün öncesi” diye tarif ettiği 18. ve 19. yüzyıllardaki konumunu da gözlem alanına serdiğini ifade etmiştir. Son olarak bu tür bir çalışmaya yazarı sevk eden ve çalışmanın bazı noktalarında çok ince ayrıntılarına kadar inilmesine olanak sağlayan durumun da, Yerkesik bölgesinin yazarın “baba ocağı” olmasına borçlu olduğuna vurgu yapılmıştır. Eser yedi bölümden ve bölümlere ait 67 resmin bulunduğu ek kısmından oluşmaktadır. Kitabın önsözü dönemin Muğla Valisi Özer Türk, folklor bölümü ile ilgili mukaddime kısmı da İstanbul Devlet Konservatuarı eski müdürü ve aynı zamanda Muğlalı olan Yusuf Ziya Demircioğlu tarafından kaleme alınmıştır. Coğrafi durum başlıklı birinci bölümde, Yerkesik’in konumu, fiziki durumu, marfolojik-jeolojik yapısı, tektonik yapısı, iklimi vb. özelliklerinden bahsedilmiştir. Bölgenin konumunun Muğla ilinin Ören ve Bodrum kesimiyle il merkezi arasındaki ticari ve idari ilişkileri kolaylaştıracak çizgi üzerinde bulunmasına vurgu yapılmıştır. Yörenin coğrafi konumunun tarım, ticaret ve sanat işlerine olan etki- İçinde yaşadığımız toplumun sahip olduğu kültürel değerlerin kayda geçirilmesine ve bu değerlerdeki değişimin kolaylıkla takibinin yapılmasına olanak sağlamaları bakımından büyük önem taşımaktadırlar. si de ayrı bir başlık altında kaleme alınmıştır. Siyasi ve idari durumların gelişimi başlığı altında bölgenin Eskiçağdan itibaren 1969 genel milletvekili seçimlerine dek uzanan bir tarihçesi aktarılmıştır. Muğla ili politika hareketlerinde özellikle 1946 demokrasi hareketiyle birlikte gerek il genel meclisinde çeşitli siyasi partilerin ve gerekse Muğla Belediye’sinin en sorumlu yerlerine Yerkesiklilerin aday olduğunu ve başarı kazandıkları ifade edilmiştir. Nüfus başlığı altında Yerke- sik’in Osmanlı dönemi ve cumhuriyet dönemine ait nüfus verileri aktarılmıştır. Yine bu bölümde bölgedeki nüfus hareketleri belirlenen başlıklar çerçevesinde izaha çalışılmıştır. Bölgede faaliyet gösteren kolonizatör dervişlerin ve Osmanlı dönemindeki bir takım siyasi ve sosyal olayların nüfus hareketlerine olan etkileri belirtilmiş, Balkan göçü, il dışı evlilikler ve memurluk/işçilik dolayısıyla bölgeye yapılan göçler rakamlarla ifade edilmeye çalışılmıştır. Son olarak Ege Bölgesini etkileyen Celali İsyanları başta olmak üzere 19. yüzyıldaki çeşitli eşkıyalık olaylarına değinilmiş ve Yerkesik’te faaliyet gösteren eşkıyaların isimleri ve faaliyetlerine yönelik kısa bilgiler verilmiştir. İkinci bölümde Yerkesik’in eski ve ilkçağlardan itibaren cumhuriyetin ilanına kadarki tarihi süreçte yaşadığı gelişmeler okuyucuya sunulmuştur. Üçüncü bölümde Yerkesik’in sosyal ve ekonomik yapısı yazarın yukarıda belirtilen varsayımına uygun olmak üzere 1900 öncesi ve sonrası başlıkları altında izaha çalışılmıştır. Bölge insanının 1900 öncesi giyim kuşamı, düğün adetleri, ilkel inanışları örneklerle anlatılmış ve 1900 sonrasında toplumsal hayatta yaşanan değişmeler tasvir edilmiştir. Bölgenin kültür ve eğitim yapısına dair bilgiler eserin dördüncü bölümünde ele alınmış, Osmanlı ve cumhuriyet dönemlerinde bölgedeki eğitim kurumlarında görev yapan şahısların kısa biyografilerine yer verilmiştir. Ayrıca bu bölümde Yüksek öğrenim ya- Ünal Türkeş, Muğla İli Toplum Yapısı Araştırmaları(Yerkesik), İstanbul 1971, 224 sayfa ve 67 resim. 22 pan Yerkesiklilerin sosyal durumlarına ilişkin bilgileri de bulmak mümkündür. Dil-Folklor-Edebiyat başlığı adı altındaki beşinci bölümde ilk olarak Ege şivesine mensup olan Muğla ağzının özelliklerinden bahsedilmiş ve konu Muğla-Yerkesik ağzından verilen örneklerle süslenmiştir. Bölgeye has halk dilinde kullanılan zaman ölçülerini ifade eden kelimelere de yer verilmiştir. Daha sonra bölgeye has folklorik unsurlar örnekler verilmek suretiyle sunulmuştur. Onomastik(Adlar İlmi) ilmine katkı sağlayan bölümde Yerkesik’te bulunan yerleşim yerlerine ve tabiat unsurlarına ait isimler toplu olarak verilmiş ve adlandırmanın ne maksatla yapıldığına kısaca değinilmiştir. Altıncı bölümde bölgenin turizmiyle alakalı yayla ve sahil kesimine ait doğal ve sosyo-ekonomik verilere değinilmiştir. Yedinci ve son bölümde bölgede bulunan dağ ve ova köylerinin tanıtımı yapılmıştır. Sonuç olarak kısaca tanıtmaya çalıştığımız bu türden çalışmalar hızlı bir değişim yaşayan toplumumuzun incelenen coğrafi saha sınırları ve incelenen dönem dâhilinde çekilen birer fotoğraf özelliği gösterirler. İçinde yaşadığımız toplumun sahip olduğu kültürel değerlerin kayda geçirilmesine ve bu değerlerdeki değişimin kolaylıkla takibinin yapılmasına olanak sağlamaları bakımından büyük önem taşımaktadırlar. Bu türden çalışmaların bir başka önemi de kayıt altına alınan malzemeden hareketle sonraki dönemlerde daha kapsamlı çalışmalara olanak sağlamalarıdır. Bu özelliklerinden ötürü Ünal Türkeş’in kaleme aldığı eser Türkiye’nin kültür atlasının ortaya çıkarılmasına yönelik çalışmalara katkı sağlar niteliktedir. Cezmi Çoban’ın MUĞLA BİBLİYOGRAFYASI Kitabı Çıktı! Muğla Bibliyografyası 2008-2009 akademik yılında, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Eğitimi Anabilim dalında bir seminer çalışması olarak hazırlanmaya başlanmış ve geçen 5 yıllık süreçte; başta Muğla Valilik kütüphanesi olmak üzere, Muğla il sınırları içinde bulunan kütüphanelerin katalogları teker teker taranmıştır. Bununla da yetinmeyip; Muğla ilinin, ilçe ve belde tarihlerini yazan akademisyenler ve araştırmacıların bilgilerine başvurulmuştur. Böylece çalışma daha kapsamlı bir hale getirilmiştir. Muğla Bibliyografyası kitabında başta Muğla kent merkezi olmak üzere, Muğla ilinin köy, belde ve ilçeleri hakkında bilgi veren 1000’e yakın matbu çalışmanın künyeleri bulunmaktadır. Yayınevi : Turgutreis Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları Basım Tarihi : Bodrum, 2013 Ebatı : 13.5 x 19.5 cm www.turgutreis.bel.tr Kitap Temin Adresi : Turgutreis Belediyesi Şevket Sabancı Kültür ve Sanat Merkezi Tel. : 0252 382 4737 www.turgutreiskultursanat.org 23 NOSTALJİ Bir Ege Filmi Süper İncir Zeybekler, Efelerin Tezenesi’nde ‘Süper İncir’in hikâyesi, aslında çoğumuzun bildiği bir reklam filmine uzanıyor. Filmde, köyüne gitmek için otostop çektiği arabanın şoförü tarafından sepetindeki tüm incirleri istenen ancak incirlerinden vazgeçmeyi göze alamayan Aydınlı bir amcanın hikâyesi anlatılıyordu. Ağzına attığı tek bir incirle süper kahramana dönüşen Aydınlı amca, kötü karakteri sollayarak ondan intikamını alıyor ve incirin gücünü gösteriyordu. Hatta Aydınlılar, geçen yaz incir satış ve fiyatlarında yaşanan artışı, sosyal medya ve basında büyük ses getiren bu filme bağlamışlardı. Bu başarının ardından Aydın Belediyesi’nin de desteğini arkasına alan yönetmen Kerem Sarı, memleketinin gözbebeği incire bu kez uzun metrajlı bir film çekti. Muğla Belediyesi Kültür Şenliği, yapılmaya başlandığı 1984 yılından bu yana, yöremizin kültür, sanat ve turizm değerlerini ön plana çıkarmak, tanıtmak ve bu değerleri gelecek nesillere aktarmak adına önemli bir etkinlik olmuştur. Şenlik; Muğla’da hala yaşatılmaya devam eden kültürel değerlerin korunmasını sağlamanın yanı sıra, genç, yaşlı, yerli, yabancı birçok insanın keyifli vakit geçirerek unutulmaz birkaç gün yaşamasını sağlamaktadır. 1984 yılından başlayan Kültür Şenliğinin eski afişlerini sizlerle tekrar paylaşarak eski günleri hatırlatmak istedik. İşte ilk şenlik afişi... Diğer yıllarda hazırlanan afişleri Muğla Belediyesi’nin facebook sayfasında bulabilirsiniz: http://www.facebook.com/muglabelediye Tarih öncesi bir dönemde yaşayan Seikilos intihar etmeye karar verir ve bunun öncesinde Mısır’dan çağırdığı ustalara kendisini ve öldürdüğü aşkı Euterpe mumyalatmaya karar verir. Aradan geçen binlerce yılın ardından Ege bölgesinde yaşamakta olan bir çoban, mezarı kazara açtığında Seikilos beklenmedik bir şekilde canlanır. Gözlerini açtığında ebedi aşkını mezarında bulamayan Seikilos onu aramaya başlar. Bu sırada yolu Mustafa ve Hatice ile kesiştiğinde ilginç bir macera başlar. Aydınlıların amatör bir ruh ve düşük bir bütçeyle 7 ayda çektikleri film, Aydınlı yerel sanatçıların yöresel şiveleriyle renk kattığı film, izleyiciler tarafından mizah unsurlarıyla da oldukça başarılı bulundu. Kerem Sarı’nın yazıp yönettiği filmin başrollerini Volkan Baş, Zafer Kaya ve Ece Yentür paylaşıyor. www.superincir.blogspot.com Ege denince akla ilk gelenlerden biri de zeybektir. Ne yazık ki, kültürümüzün vazgeçilmezlerinden olan zeybeklerin son yıllarda çok kötü icralarına şahit oluyoruz. Bu mirasın korunması için geçtiğimiz günlerde önemli bir adım atıldı. Kalan Müzik etiketiyle yayınlanan Efelerin Tezenesi adlı albüm, zeybeklerin en doğru ve geleneksel şekilde icralarının yer aldığı bir çalışma. Bu özel eseri hazırlayan isim ise yıllardır özellikle bağlama, zeybekler ve türküler üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Fikret Döğücü. Döğücü’nün, Talip Özkan, Yılmaz İpek, Özay Gönlüm gibi ustaların icralarının ışığında, zeybeklerin bağlamaya uyarlanması üzerinde çalışmalar yaptığını biliyoruz. Ayrıca Döğücü ismini Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuarı Ses Eğitimi Bölümü Bağlama Takımı ile yaptığı çalışmalarla hatırlıyoruz. Zaten Efelerin Tezenesi adlı albüm projesinin hayata geçmesine vesile olan da bu bağlama takımı. Hem bağlama meraklıları hem de halk müziği âşıkları Yağmur Yağdı Zeybeği, Yağcılar Zeybeği, Çandarlı Zeybeği ve Basbas Zeybeği gibi eserlerin en iyi icralarını bu albümde bulabilir. 24 GEZ İ EYLEMLERİ KURGU İLE GERÇEKLİK ARASINDA HATEM ETE, COŞKUN TAŞTAN H atem Ete ve Coşkun Taştan imzalı rapor, Gezi Parkı eylemlerinin sosyolojik ve siyasal dinamiklerini geniş bir çerçevede ortaya koyuyor. Eylemcilerin amaç ve profilleri ile birlikte siyasi partilerin tutumunu da değerlendiren rapor, 3 aylık bir çalışma sonunda hazırlandı. “kim” olduğu, eylemlerin arkasında ne tür sosyal, ekonomik ve politik dinamikler olduğu, eylemcilerin sürdürdükleri bu eylemlerle neyi amaçladığı ve eylemlerin muhtemel toplumsal ve siyasal yansımalarının ne olabileceği ile ilgili her kesim kendi penceresinden tespitler yaptı. Gezi Parkı’nda başlayıp kısa sürede yerli ve yabancı birçok aktörü de bünyesine katarak yurdun dört bir yanına yayılan eylemler ile ilgili pek çok şey söylendi, yazıldı. Bu olayların tam anlamıyla “ne” olduğu, eylemcilerin Eski siyasal sistemin aktörleri ve ideolojisiyle işlevsizleşerek yerini yeni bir siyasal sistem arayışına bıraktığı, toplumsal ve siyasal hayatımızda yer bulan bütün aktör ve kesimlerin bu dönüşüm sürecine adapte olmak, bu süreçte rol almak üzere aktif bir katılım ve arayış içinde olduğu bir süreçten geçiyoruz. Siyasetin niteliği, işlevi ve öncelikleri değişiyor; siyasal kimlikler dönüşüyor; siyasal harita yeniden şekilleniyor. Üstelik bu değişim Türkiye ile sınırlı da değil. Türkiye’nin öteden beri ilişkide bulunduğu ve son zamanlarda had safhaya ulaşan bu ilişkinin karşılıklı bir etkileşime dönüştüğü yakın coğrafyamız da tarihi ve köklü bir değişim sürecinden geçiyor. İktidarlar el değiştiriyor, rejimler yıkılıp yeniden kuruluyor. Bu süreçte meydana gelen Gezi ey- 25 SAĞDUYU MU, TALAN MI? MEMLEKET SEVDAMIZA NE OLDU? lemlerinin siyasal tarihimizde önemli bir momente denk geldiğine kuşku yok. Eylemlerin motivasyonu, hedefi ve sonuçları daha uzun süre siyaset hayatımızı etkilemeye devam edecek; gelişmeler bu olaya atıfta bulunularak yorumlanmaya çalışılacaktır. Hatem Ete ve Coşkun Taştan imzalı rapor, olayların ikinci haftasında, eylemlerin sürdüğü dört şehirdeki (İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir) eylemcilerle gerçekleştirilen birebir derinlemesine mülakatların analiz edilmesine; eylemler süresince ve eylemler epey sönümlenmişken eylemler hakkında üretilen söy- lemin siyasal bir değerlendirmeye tabi tutulmasına; siyasi partilerin eylemlere ilişkin söylem ve politikalarındaki değişim ve sürekliliğin tahlil edilmesine ve son olarak da eylemlere ilişkin bütün bu katmanların ürettiği-üreteceği muhtemel siyasi yansımalara ışık tutmaya çalışmaktadır. SETA Web Sitesi: http://www.setav.org/ Raporun Tam Metin Linki; http://file.setav.org/Files/Pdf/20130916162138_kurguilegerceklikarasindagezieylemleri_rapor.pdf 26 TEMPO D ergi yeni sayısında; LGBTT, TGB, Gazeteciler Forumu, Taksim Dayanışması gibi sivil toplum oluşumlarının sözcüleri neden sokakta olduklarını anlatırken, parklarda düzenlenen forumlardan izlenimler de okurlarla paylaşılıyor. Dergisi’nden Gezi İçin Arşivlik 2 Sayı Antikapitalist müslüman İhsan Eliaçık ile muhafazakar Y kuşağı ile yapılan röportajlar, farklı iftarlardan insan portreleri, KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın ‘yeni hayat’ diye tanımladığı süreç analizi de dikkat çeken haberlerden. Tempo, Temmuz sayısında büyük ilgi gören Gezi Antolojisi’nden sonra Ağustos sayısında da ‘Gezi Sanatı’ ekini hediye etti. ‘Toplumsal Tarih’ten Gezi Parkı Özel Sayısı T arih Vakfı tarafından yayımlanan Toplumsal Tarih dergisi Temmuz ayında Gezi Parkı sayısıyla çıktı. Gezi direnişi vesilesiyle Taksim, Gezi Parkı ve Topçu Kışlası konularına tarihsel ve politik olarak değinen yazıları ön plana çıkaran dergide Aydan Çelik’in çizgileri de kapakta yer alıyor. Toplumsal Tarih’in Gezi direnişi sayısında Nuran Yıldırım, III. Selim döneminde Beyoğlu Süvari Topçuları Kışlası’nda bulunan askerler için yaptırılan Osmanlı ordusunun ilk hastanesi olan Topçular Hastanesi’ni tanıtırken, Ahmet Tonak, ressam Yüksel Arslan’ın Kapital’den esinlenen arture’lerinden yola çıkıyor ve Gezi Parkı’ndaki süreci, devletin kamuyu mülksüzleştirerek özel sermayeye servet aktarmasına karşı bir direniş olarak ele alıyor. Doğan Çetinkaya, Gezi Parkı’na polis müdahalesi sonrasında yaşanan olayları değerlendiriyor ve direnişi 1845 Berlin, 1968 Paris ve 2011 Kahire olaylarıyla da ilişkilendirerek tarihsel bir analiz sunuyor. Ozan Torun ise, yıkılması gündemde olan İnönü Stadyumu’nun tarihini ve simgelediği değerleri öne çıkarırken, yıkımın planlandığı günlerde başlayan direnişe taraftar grubunun verdiği destek ve bu desteğin ardındaki dinamikleri ortaya koyuyor. Facebook’ta Gezi Karşıtı ve Destekçilerinin olduğu sayfalar; http://www.facebook.com/geziparkidirenisi http://www.facebook.com/GeziParkiGercekleri facebook.com/muglabulteni twitter.com/muglabulteni DERGİSİ ÇIKTI! facebook.com/muglabulteni twitter.com/muglabulteni