Burhan Dergisi 31. Sayı

Transkript

Burhan Dergisi 31. Sayı
Hazret-i Ali
(keremallâhü
veche),
Hazreti uzuna daha yakındı.
Peygamber sallallâhü aleyhi vesellemi vasfettiği
* Beyaz tenli idi.
zaman, şöyle buyurdu:
* Sakal kılları siyahtı.
* Hazreti Peygamberin boyu ne çok kısa, ne de
çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa ne düz
uzun saçlı; saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi
(yuvarlak) yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah
gözlü, uzun kirpikliydi.
* İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan
karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları
* Dişleri çok güzeldi.
* Gözlerinin kirpikleri sık ve uzundu.
* İki omuz arası genişti.
* Yanakları ne şişkin ne de çöküktü.
* Ayağının bütünüyle yere basardı.
* Bütün
vücuduyla
öne
döner
ve
bütün
dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı vücuduyla arkaya dönerdi.
iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna
baktığında bütün vücuduyla dönerdi.
* Ne O'ndan önce ve ne de O'ndan sonra
güzellikte O'nun gibisini görmedim.
* İki omuzu arasında "Nübüvvet Mührü" vardı.
Bu Onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi
idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru
sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş
canlısıydı. Kendilerini ansızın görenler Onun
heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün
vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, Onu
her şeyden çok severlerdi.
"BİZ SENİ ANCAK ÂLEMLERE RAHMET OLSUN
DİYE GÖNDERDİK"
Hz. Ali'nin radiyallahü anh'ın beyanına göre
Peygamberimiz Efendimiz aleyhissalât-ü vesselâm:
* Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, iri yapılı,
güçlü kuvvetli ve yakışıklı bir insandı.
* Cildi yumuşak, teni kırmızıya çalan beyazdı.
* Kirpikleri siyah ve uzundu.
* Gözleri kara ve büyükçe idi.
* İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine
yakındı.
* Saçları ne dümdüz ne de kıvırcıktı.
* Sakalı sık ve bir tutamdı.
* Büyük başlı ve hilâl kaşlıydı.
* Alnı yüksek, burnu çekme, boynu uzun, göğsü
genişti.
* Karnı ile göğsü bir idi, şişman değildi. Zayıf da
değildi, sıkı etliydi.
* Ayaklarının altı çukur idi; düztaban değildi.
* Gözleri uzağı görür, kulakları uzaktan ses alırdı.
* Ağızları genişçe idi.
* Dişleri sıktı.
* Yüzünün bütün çizgileri görünürdü.
* Omuzları etli, omuz kemikleri enliydi.
***
Ebu Hureyre radiyallahü anh Peygamberimiz
Efendimiz aleyhissalât-ü vesselâm'i tanıtırken şu
vasıflarla vasfetmişti:
* Peygamberimiz Efendimiz, orta boylu idi, fakat
***
Sahâbe-i
radiyallahü
Kiram'dan
anh
de
Câbir
bin
Efendimiz
Semure
Aleyhisselât-u
Vesselam'ın fiziki halini şu vasıflarla tanıtmıştır.
Demiştir ki:
* Ben
mehtaplı
bir
gecede
Peygamber
Aleyhisselam'ı gördüm. Üzerinde bir cübbe vardı.
Rasulüllah'ın nurlu yüzü ile ay'ın yüzünden
hangisinin daha güzel olduğunu tesbit etmek
maksadıyla önce Allah'ın Rasûlünün yüzüne
baktım; daha sonra da ay'ın yüzüne baktım. Vallahi
bana göre, Peygamberimiz Efendimizin o mübârek
yüzleri Ay'dan çok daha güzeldi.
***
Sahâbe'den Berâ bin Azib radiyallahü anh da
Rasûlüllah aleyhissalât-ü vesselâm Efendimizi şöyle
vasfetmiştir:
* Peygamberimiz
Efendimiz
aleyhissalât-ü
vesselâm orta boylu idi.
* İki omuzlarının arası genişçe idi.
* Mübarek başlarından omuzlarına doğru uzanan
saçları, kulak yumuşağına kadar inerdi.
* Peygamber
Aleyhisselam
aleyhissalât-ü
vesselâm o kadar güzeldi ki, ben ondan daha güzel
bir kimse görmedim.
Peygamberimiz
Efendimiz'in
aleyhissalât-ü
vesselâm şemâlini (fiziki yapısını) anlatan sahabelerin
mübarek
ağızlarından
dökülen
inciler
böyle
(Radiyallahu Aleyhim Ecmaîn...)
.................................................................................
Kaynaklar:
1- Tirmizi, email ve Menakıb h. 3638, 2- Nesai, 8/183, 3- Müslim, Fezail b. 91-93, 4- Buhari
Libas: 7/57-58; menâkıb: 4/164-165, 5- Edebu'l Müfret: 2/520, 659
4
içindekiler
Cihâd Dersleri
Hilye-i erîf
1
Cihâd Dersleri Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
4
O’na Ne Kadar da Muhtacız! Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
7
Sünnet ve Medeniyet Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
8
Hasen ve Sahih Hadislerden Seçmeler 14 Mütercim: Prof.Dr.İbrahim
BAYRAKTAR
12
Hz. Peygamber’in Örnek Ahlakı Öğr. Gör. Dr. Harun ÖZÇELİK
14
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e İman Etmenin Mahiyeti Ramazan ÇAKIR
18
Niçin Kutlu Doğum ? Özkan KILBA
22
Nebi-yi Zî-ân Efendimiz Abdullah ÇAKIR
24
Bir Muallim Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) Hüseyin SELAMCI
32
Nâ’t-ı erif
35
Arz-ı Hâl Halil Atik
36
Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL
38
Kırk Hadis-i erîf
40
Söyleşi Gençlere Sorduk
42
Yol Kandilleri Ersan BİLGİN
44
Fıkıh Mehmet TALU
48
Bir Kere Yaratan Tekrar Yaratmaya Kâdir’dir Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
54
İçimizdeki İlmi Okumak Hasan BAAR
58
Satırlık Hakikatler Yahya MACİT
61
eytanın Adaveti Yrd. Doç. Dr. Mehmet ADIGÜZEL
62
Zulüm ve İnsan Osman KARABULUTOĞLU
66
Evinin Sultanları Zeynep GÜLOĞLU
68
Burhan Çocuk Musa KARACA
70
Ahmed Er-Rufai Hz.'den Nasihatler
72
7
O’na ne kadar
da Muhtacız
22
Niçin Kutlu
Doğum?
44
Bilal-i Habeşî
58
İçimizdeki İlmi
Okumak
66
Zulüm
ve
İnsan
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 3 Sayı: 31
Nisan 2008
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. ti.
SORUMLU YAZI İLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAAR
MÜESSESE MÜDÜRÜ
Osman MERT
YAYIN DANIMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
İhsan AKTA
Mustafa ÖZKAYA
Semi HAFIZOĞLU
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL
6 Aylık Abone: 36 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli ubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli ubesi
Hesap No: 1673–44165588
Selam ile
Kutlu doğum etkinlikleri nisan ayında kutlanıyor. Toplumsal bir
hatırlama, sevgi, bağlılık sunuluyor sevgililer sevgilisine Bizde bu
ayki sayımızda buna katkıda bulunmak arzusuyla dosyamızı O’na
(s.a.s) ayırdık. Güzelde oldu. İnşallah beğenirsiniz. Bu ayki editör
yazısı yerine çok hoşuma giden aşağıdaki tarihî olayı sizlerle
paylaşmak istedim:
Peygamber aşığı yoksul adam, rüyasında Peygamberimizi görür
ve sıkıntı içindeki halini arz eder. Efendimiz buyurur ki:
— Sabah erkenden kalkıp Hekim Ali Paşa’ya git, Ben’den
selam söyle, sana yüz altın versin. Rüyana inanmazsa, perşembe
akşamları okuduğu Yasin-i erifi’ni geçen perşembe okumadı,
onu da hatırlat, Yasin hediyesini beklediğimi de söyle.
Sabah namazdan sonra Hekim Ali Paşa’nın kapısını çalan
yoksul adam rüyasını aynen anlatır:
— Paşam, der, bu gece rüyamda Efendimiz’i gördüm, ‘Ali Paşa’ya
Ben’den selam söyle, sana yüz altın versin.’ dedi. ‘İnanmazsa, her
perşembe okuduğu Yasin’i de geçen perşembe okumadı, onu da
beklediğimi hatırlat.’ dedi.
Ali Paşa heyecanlanır. “Bir daha anlatır mısın?” der.
Adam: “Efendimiz’in selamı var...” diyerek bir daha anlatır. Ama
paşanın eli cebine bir türlü gitmez de, “bir daha anlatır mısın?” diye
tekrar eder. Efendimiz’in selamı var, diyerek bir daha anlatır yoksul
adam.
Paşa bir daha, bir daha diye tekrarlayınca:
YAYIN VE İLETİİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
— Paşam der, vermeyeceksen verme, neden bir daha anlatır
mısın? diye tekrarlatıp duruyorsun?
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
— Evladım, der Paşa. Tekrarladığın her selam benim için o kadar
kıymetli ki her bir selama 100 altın paha biçiyorum. O’nun selamının
her birine 100 altın feda olsun. Yedi defa selamı var dedin, yedi yüz
altın kazandın, var gönül hoşluğuyla harca yedi yüz altını.. diyerek
altınları Peygamber’i rüyasında görecek kadar peygamber aşığı
yoksulun avucu içine bir bir sayar, bundan sonra da ekler:
BASKI
Milsan A.. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik
yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan
kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu
reklam verene aittir.
— Bir daha görüşecek olursan, yeni selamlarını ve emirlerini
beklediğimi de söyle. Ne emrederse başım gözüm üstüne yerine
getirmeye hazır bekliyorum burada...
Bu vesileyle bu ay salavatları daha çoğaltalım. Buna çok
ihtiyacımız var. Allah’a emanet olunuz.
Otuzbir
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
CİHÂD DERSLERİ
eihd Abdullah Azzam
Yazımızın başlığını teşkil eden “Cihâd Dersleri” ibâresi, rahmetli şehid Prof. Dr. Abdullah Azzâm’ın Türkçeye tercüme edilmiş bir kitabının
ismidir. Asıl adı “Fî Zilâli Sûreti’t-Tevbe” olan bu
kitap Türkçeye “Tevbe Sûresi’nin Gölgesinde
Cihâd Dersleri” olarak tercüme edildi. 1996
yılında, Burûc Yayınları tarafından neşredilen kitabın, benim elimde ikinci baskısı var. Elimdeki ikinci
baskı, 1997 yılında yapılmış. Belli ki, kitabın ilk baskısı bir yıl içinde tükenmiş ve hemen ikinci baskısı
yapılmış. Demek ki, o yıllarda bu kitap okunuyor ve
elden ele dolaşıyordu.
Bizim insanımız, Abdullah Azzâm’ı “Afgan
Cihâdı’nda Rahmân’ın Âyetleri” isimli kitabıyla
tanıdı. Seksenli yıllardaki Zaman gazetesi tarafından okuyucularına bir kitapçık şeklinde hediye olarak verilen bu güzel eserin sonradan tam tercümesi
yapıldı. Dünyanın birçok diline tercüme edildikten
sonra Türkçeye tercüme edilen bu kitap, çok okuyucu buldu; çok okundu. Afgan Cihâdı’nda cereyan
eden ve bu kitapta yer, zaman ve şahıslar gösterilerek anlatılan kerâmetleri, ilâhî yardımları yıllarca
4
derslerimizde, sohbetlerimizde, vaazlarımızda anlattık. İnsanımız, bu anlatılanları göz yaşları içerisinde dinledi; sevdikleri Afganlıları daha çok sevdi
ve onlara her zaman duâ etti. Abdullah Azzâm,
bu kitabı ile Afgan cihâdını bütün dünyaya tanıttı ve her tarafa duyurdu. Afgan mücâhidleri ile
yakın bir diyaloğu olan Abdullah Azzam, bu kitabı
yazarken hadis ilmindeki senet ve metin tekniğini
kullandı. Olayları anlatırken bu olayı kimden dinlediğini, olayın meydana geldiği yeri ve zamanı da
kaydetti. Ruslarla yapılan bu şanlı cihâdda meydana gelen “Hâriku’l-âde” olayları canlı olarak okuyucunun gözünün önüne getirdi. Kitabı okuyan bir
çok okuyucu, olayları yerinde görmek ve cihâd rûhunu teneffüs etmek ve yaşamak için o topraklara
gitti. Gidenlerin bir kısmı şehid oldu, bir kısmı da
gâzî olarak ülkelerine döndü.
Afgan Cihâdı’nı bütün dünyaya taşıyan, yazdığı kitapları okuduğumuz zaman bizi Afgan dağlarına götürüp oralarda dolaştıran, cihâdın o güzel
kokusunu bize teneffüs ettiren bu güzel adam
kimdi? Biz, daha önce Afganistan’a bir arkadaş
Burhan
grubu ile birlikte giden ve hâtıralarını akıcı bir dille
kitaplaştıran Erdem Bayazıt’ın “İpek Yolu’ndan
Afganistan’a” isimli kitabını okumuş ve Afgan
Müslümanlarını çok sevmiştik. Daha sonra, Mâverâ dergisinde Afganistanlı Meral Mârûf’un, cihâdla ilgili mektuplarını okumuş kendimizi cihâdın
içinde bulmuştuk. Öyle ki, Afgan Cihâd’ı hayatımızdan bir parça, Meral Mârûf da evimizden gurbete çıkmış biri gibi olmuştu. Derginin her sayısını
elimize aldığımızda ilk olarak gurbetteki evladımızdan gelen mektubu okurduk. Bu hanımefendi
kızımızın “Dullar Kampı” ve “Hicret Günleri”
isimli kitaplarını evimizdeki çocuklarımızla birlikte
gözyaşları içerisinde okur ve ekmeğimizi bu güzel
insanlarla paylaşırdık. Afgan Cihâdı’nı desteklemek her birimizin boynunun borcu olmuştu ve
ümmet olarak bu borcu yerine getirmiştik. Erdem
Bayazıt’ın ve Meral Mârûf’un kitapları bizi bu
uğurda yetiştirmişti. Abdullah Azzam’ın eserleri de
bizi her şeyimizle alıp Afganistan’a götürdü. Evet,
kimdi bu zat? Kitapları ile kalbimizdeki îmanımızı
coşturan bu güzel insan kimdi? Eserleri ile bizi etkileyen, kitaplarını okurken kendisini bize sevdiren
bu gönül dostu kimdi?
Prof. Dr. Abdullah Azzâm, 1941 yılında Filistin’de doğdu. 1966 yılında am Üniversitesi erîat
Fakültesini bitirdikten sonra Ürdün’ün başkenti Amman’da lise öğretmenliği yaptı. 1967 yılında Batı
erîa ve Mescid-i Aksâ’nın, Yahûdiler’in eline geçmesinden sonra, Filistin için bir şeyler yapması
lazım geldiğine inanan Abdullah Azam, 1969 yılında “Müslüman Kardeşler”in Mücâhidler birliğine
katıldı. O yıllardaki savaşlarda gâlip gelen Yahûdiler’in, Müslümanları alay konusu yapmaları ve onları küçümsemeleri ona ağır geldi. Katıldığı cihâd
faâliyetlerinin yanında ilmî çalışmalarını da devam
ettirdi ve Fıkıh Usûlü’nden mastır yaptı. 1973 yılında Kâhire’de doktorasını tamamladı. am Üniversitesi erîat Fakültesi’ni pekiyi dereceyle
bitirmiş olan Abdullah Azzâm, doktorasını da birinci
şeref derecesi ile tamamladı. 1973–1980 yılları
arasında Ürdün Üniversitesinde öğretim üyeliği
yaptı. İslâmî çalışmalara katıldığından ve destek
verdiğinden dolayı, Ürdün Genel Askerî Hâkimi’nin
kararı ile 1980 yılında üniversiteden uzaklaştırıldı.
1981 yılında, Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde çalışmaya başladı.
Burhan
eyh Ahmed Yasin
Daha sonra, ülkeleri Ruslar tarafında işgal
edilen ve Ruslar’a karşı cihâd bayrağı açan Afgan
Müslümanlarına daha yakın olmak maksadıyla Pâkistân’ın İslâmâbâd şehrindeki Uluslararası İslâm
Üniversitesi’nde çalışma talebinde bulundu ve bu
üniversitede çalışması kabul edildi. 1984 yılında
da bu üniversiteden kendi isteği ile ayrılarak,
Afgan cihâdına eğitim müsteşarı oldu. Bütün
çalışmasını bu işe hasretti. Cephedeki ve cephe
gerisindeki mücâhidlerin ve bu mücâhidlerin çocuklarının dînî eğitimlerini üstlendi Bazı Arap Müslümanlar ile birlikte, “Mücâhidlere Hizmet
Bürosu”nu kurdu. Bundan sonra Afgan cihâdına
hizmet doğrultusundaki çalışmalarına hız verdi. Afganistan’a gelen Arap mücâhidlerin büyük çoğunluğu bu büro etrafında toplandılar. Bu büro,
Afganistan’daki bütün mücâhidler arasında birçok
öğretim, eğitim, askerî, sıhhî, sosyal ve haberleşme dallarında hizmetler yapmıştır. Kendini her
şeyi ile Afgan cihâdına vakfeden Abdullah
Azzam, Kasım 1989’da, İslâm düşmanları tarafından kurulan hâin bir pusu sonucu, iki oğlu
ile birlikte şehid edilmiştir. Yüce Allah, bu güzel
insanların şehâdetlerini kabul eylesin! (Âmin).
5
Bir üniversite hocasının, üniversitedeki görevinden istifa ederek cephedeki cihâda fiilî olarak
katılması, bu asırda herkese nasib olmayan bir şereftir. Abdullah Azzam, İslâm birliğine, Tevhîde,
ümmet şuuruna, cihâda gönül vermiş; yüce Allah’a
ve cennete âşık bir Müslümandı. Âşık olduğu değerlere ve mekânlara da kavuştu. Zaten gerçek
âlimler, Allah’a ve Allah dâvâsına âşık olan seçkin insanlardır. Onlar dünya makamlarını,
dünya menfaatlerini istemezler; dünyanın peşinde de koşmazlar. Dünya onların peşinde
koşar, ona da yüz vermezler; ellerinin tersiyle
iterler. Çünkü bilirler ki, dünya ve içindekiler,
cennetin yanında hiç hükmündedir.
Aziz okuyucularım ve özellikle sevgili gençler! Size, Abdullah Azzâm’ın kitaplarını bulup okumanızı tavsiye ederim. Cihâdı yaşayan, cihâdın
içinde olan bir âlimin kitabı okunmaz mı? Onlar,
hem cihâd etti hem kitap yazdılar; biz okumaktan
aciziz. Böyle olur mu? Onların kitaplarını okumamız, onlarla beraber olmamız, onların cihâdını
devam ettirmemiz demektir. Hz. Peygamber efendimiz, “ Cihâd, kıyamete kadar devam eden bir
6
ibâdettir.” (Buhârî, Cihâd 44) buyurmaktadır. Biz de
dünyanın değişik yerlerinde devam eden cihâd
hareketleriyle ilgilenerek ve bilgilenerek bu devamlılığa katılacağız.
Irak olayları, Filistin ve Çeçenistan’da olan
olaylar, hepimizi üzüyor. Müslümanların topraklarının gayr-i müslimler tarafından talan edilmesi, iffet
ve namuslarının çiğnenmesi, mukaddes beldelerin
topa tutulması hepimizi kahrediyor. u anda
Irak’ta, Abdullah Azzâm gibi birinin eksikliği çekilmektedir. Cihâdın mânevi komutanı olacak, mücâhidleri yetiştirecek, eğitecek birine ihtiyaç var.
Merhum şehid, işte böyle birisiydi. Biz, böyle mübârek birisinin kitaplarını okumanızı tavsiye ediyoruz. Bırakın artık ruhsuz insanların kitaplarını
okumayı. Bürûc yayınları da bir kampanya başlatıp bu kitabı güzel bir baskı ve uygun bir fiat ile okuyucuya ulaştırırsa çok iyi olur.
Başta Filistin olmak üzere, bütün cihâd cephelerinden haberdâr olmamız ve oralarda cihâd
eden kardeşlerimizi desteklememiz her birimizin
boynunun borcudur. Haydi, hep birlikte bu borcumuzu yerine getirelim!
Burhan
Otuzbir
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
O’na Ne Kadar da Muhtacız!
Allah’ın elçileri olan Peygamberler; insanlığın ve
insanî değerlerin iflas ettiği zaman ve zeminlerde zuhur
etmişlerdir. Son Peygamber Hz.Muhammed aleyhisselam da; kız çocuğunu diri diri toprağa gömerek öldürecek kadar vahşileşen bir devirde, bu ilahî misyonla
görevlendirilmiştir.
Günümüz dünyasında, sadece kız çocukları
değil, erkek ve kız çocukları birlikte ve sadece bedenle
değil, ruhen de diri diri öldürülmektedir. Ahlak nedir tanımayan, hayâ ve edepten nasibini almamış medyanın tahribatı, uyuşturucu mafyasının öldürücü tezgâhı,
nesilleri kalıbıyla da ruhuyla da diri diri öldürülürken,
1400 küsûr sene önce cahiliye dönemi vahşetine rahmet okutacak bir katliam yapılmaktadır. Bu korkunç
tahribatın karşısında önleyici tek çare, Hz. Muhammed
Mustafa (a.s.)’nın sîretini/yolunu izlemek ve mesaja sarılmaktır. Bunun için de O’nu tanımak şarttır. Allah’a
şükür bunu hedeflemiş nice kitaplar vardır.
Hak’la bâtılın, 21. asrın toz-dumanı içerisinde birbirine karıştırıldığı günümüzde O’na ne kadar da muhtacız. Allah’ın Rasûlü getirdiği Kur’an ve miras bıraktığı
sünneti ile aramızda ve içimizdedir. En büyük tesellimiz budur. Her türlü menfi şartlara rağmen ümitli oluşumuzun kaynağı da budur.
Kitap ve Sünnet mirasının yani İslam mesajının
Burhan
muhatabı bütün insanlıktır.Bu mesaj; zaman ve mekânlar üstü bir mesajdır. Hedefi; medenî bir toplumun
inşâsıdır. Bu medeniyet cennetinde haklar, bilek ve güç
zoruyla değil, oturdukları yerden hak sahiplerine teslim edilir. Evvelce edilmiştir de Buna ilaveten; Allah’a
insanlara ve devlete karşı gizlice suç işlemiş olanların
kendiliklerinden gelip yargıya teslim oldukları da bilinmektedir.Tarih bu gerçeğin sayısız misallerine şehadet
eder. Haberi olmayalar üzülsün ve insanımız habersiz
bırakanlar sürünsün.
Medenî topluma gidişin yolu insan-ı kâmil yani
dörtbaşı mamur insandan geçer. Kâmil insan olmak
için de; Kur’an-ı Kerim’in “en güzel örnek” olarak vasıflandırdığı Hz. Muhammed aleyhisselamı taklit ve
kopye etmektir.Bu başarıldığına; Allah sevgisi ve bu
sevgiyi kaybetmekten doğan korku ile, O’nun emirlerine yapışılıp, yasaklarından kaçınılacak ve bütün yaratıklara; sevgi, ilgi ve hukukla yaklaşılacaktır. İşte
O’nun hayatı bunun için, ehemmiyetini dünya durdukça arttırarak koruyacak bir konu olmakta devam
edecektir.
“Alemlere rahmet” olarak gönderilmiş bir Peygambere ümmet olmak ne büyük kısmet ve şereftir.
Yâ Râb! Bizi bu ikrarla yaşat, bununla canımız
al ve bu şehadetimizle bizi haşret.
7
Otuzbir
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
SÜNNET VE MEDENİYET
Yaratılıştan toplum olarak yaşama özelliğine
sahip olan insan ancak bu sayede medenilik vasıflarını geliştirmiş olur.
vardır. Hanımının, üzerinde hakkı vardır. Misafirinin de sende hakkı vardır. Bütün bir ayda üç
gün oruç tutmak sana yeter”1 Demiştir.
Fen ve tekniğin ortaya koyduğu yeniliklerin
insan için faydalı olması zaman zaman insanlığı
eğiten mürşitlerin telkin ettikleri yüce ahlak prensiplerine uymakla mümkün olacaktır.
Gündüzleri saim, geceleri kaim olmak ve kadınlardan uzak durmak isteyen bir grup sahabiye,
“Ben sizden daha çok Allah’tan korkarım. Bununla beraber, hem oruç tutar hem de yerim.
Hem ibadet eder hem de uyurum. Bunların yanında evlilik münasebetlerimi de sürdürürüm.
Benim sünnetime uymaman benden değildir.”2
İslam medeniyetinin kaynağını vücuda getiren
sünnetin özelliklerini birkaç madde olarak kısaca zik
retmek istiyoruz.
1- SÜNNETTE,
DÜNYA VE AHİRET DENGESİ
Dünya ve Ahiret saadetini temin eden çalışmayı dengeli olarak yapmaktır. Bu denge dünya için
yeterli çalışmalarda bulunmak, yapılan ibadetlerin
sünnetin getirdiği ölçü dâhilinde yapmak, ifrat ve tefrite sapmamaktır.
Gündüzleri oruçla, geceleri ibadetle hayatını
sürdüren Abdullah b. Amr’a: “Bedeninin senin
üzerinde hakkı vardır, gözlerinin, üzerinde hakkı
8
Hadislerde görüldüğü gibi, Hz. Peygamber
(s.a.v.) her işini bırakıp sadece ibadetle meşgul olmamıştır, dünyevî ve uhrevî saadeti temin eden
bütün işleri birlikte yürütmeye gayret etmiştir. Bir
hadislerinde, “İslâm’da ruhbanlık yoktur”3 der.
Esasen bu O’nun görülen hayatının bir ifadesidir.
2- SÜNNETTE,
ÇALIMAYA TEVİKİ
İlk insandan beri çalışma en sürekli bir görev
olarak sürdürülmüş olup bütün peygamberler kendi
ellerinin emekleri ile geçimlerini temin etmişlerdir.
Burhan
İslâmiyet, inanç, ahkâm ve amelden ibarettir.
Amel, ibadet ve itaatı, çalışma ve hayırların çoğalmasını içine alır. Kur’an-ı Kerim’de amel kelimesi
sık sık zikredilmektedir. Bir âyette, “İman edip
güzel güzel amellerde bulunanlar hiç şüphe yok
ki yaratılanların en hayırlısıdırlar.”4 buyrulmuştur. Âyette zikredilen amel, ibadetleri içine aldığı
gibi, meşru bir şekilde çalışmayı da içine almaktadır. Çünkü bu çalışma da ibadettir. Bir hadiste,
“Kim dünya malını, dilencilikten kurtulmak, ailesinin ihtiyaçlarını bolca temin etmek ve çevresine yardımcı olmak için helâlinden kazanırsa,
kıyamet günü, yüzü ayın on dördü gibi parlak
olduğu halde mahşer yerine gelecektir”5 denir.
Hz. Peygamber çalışmayı teşvik etmekle kalmamış, bizzat kendisi de hayatı boyunca çalışmıştır. Çocukluğunda sütannesi Halime’nin
koyunlarını güttüğü gibi,6 gençliğinde de belirli
bir karşılıkla Kureyş’in koyunlarını gütmüştür.7
Hz. Hatice’nin ticarî işlerini de para mukabili yürüttüğü kaynaklarda zikredilmektedir.8
Hz. Peygamber, Medine’de hendeğin kazılmasında kendisi de çalışmış, hatta balyozla taş
kırmıştır.9 Bir hadislerinde: “Sizin yediğinizin en
temizi kendi kazancınızdır”10 buyurmuştur.
Böylece insanları, ihtiyaçlarını kendi çalışmalarıyla
temin etmeye teşvik etmiştir.
Bir hadislerinde: “Allah kulunu, helâl olan
şeyi ararken yorulmuş olarak görmeyi sever.”11
buyurur. Diğer bir hadislerinde de : “Kim bizzat çalışarak yorgun akşamlarsa, o mağfiret olunmuş
olarak akşamlamış olur.”12 buyurmaktadır.
Rızkı aramaya da çok önem veren Hz. Peygamber, “Helâl rızkı aramak her müslümana vaciptir.”13 demiştir. Diğer bir hadislerinde:
“Dünyasını ahireti, ahretini dünyası için bırakan
kişi hayırlınız değildir. Dünya ahirete götüren
bir vasıtadır. İnsanlara yük olmayınız.”14 buyurmuştur. “Çalışan kişi, efendisinin malının bekçisidir.”15 hadisiyle, işverenin malının korunmasını
istemiştir. Her zaman iyi ve sağlam iş yapılmasını
isteyen Hz. Peygamber (s.a.v.) “Biriniz işini sağlam ve itinalı yaptığı zaman, Cenâb-ı Hak ondan
memnun olur.”16 buyurur.
Bütün bu tavsiyelere her şeyden önce Hz.
Peygamber’in kendisinin uyduğunu, hayatının tetkikinden öğrenmek mümkündür.
3- SÜNNETİN
FAYDALI BULULARI TASVİB
ETMESİ
İnsanlara faydası dokunan söz, fiil ve yeni bir
buluş Hz. Peygamber’in nazarında makbul olup
anılmaya lâyıktır. Bu hususta O’ndan bize çok sayıda hadis gelmiştir. Meselâ bir hadisinde: “Hikmet
mü’minin kaybıdır”17 buyurmuş ve alınmasının
gerekli olduğunu emretmiştir. Hikmet kelimesi, eşyanın hakikatini bilmek ve gereğince amel etmektir,
diye tarif edilir.18 Bilindiği gibi bugünkü teknik de,
eşyanın hakikatini ve özelliklerinin bilmekle husule
gelmiştir.
Hz. Peygamber, zamanının tekniğinden istifade ettiği gibi, yeni buluşları ve faydalı çalışmaları
da tasvip etmiştir. Mescid-i Nebevî’nin planını çizmiş, duvarlarını taş ve kerpiçten, tavanını hurma
dallarından yaptırmıştır.19 Savaşlarda devrinin silahlarını kullanmış, hatta ateşperest İran’ın âdeti olmasına rağmen, Selman-ı Farisî’nin delâletiyle
Medine’nin etrafına büyük kanallar kazdırmaktan
da çekinmemiştir.20
Savaşlarda kullanılacak aletler sebebiyle üç
sınıf insanın cennetlik olacağını beyan eden Hz.
Peygamber (s.a.v.) onların birincisi aletle hayrı, se-
Burhan
9
vabı isteyen; ikincisi o aletin vücuda gelmesine
maddi varlığı ile sebep olan; üçüncüsü de Allah yolunda onu kullanan olarak tavsif etmektedirler.21 Bu
hadis, ilâyi kelimetullah için silah yapan mühendis
ve işçiyi, buna maddî ve manevî katkıda bulunan
hayırseveri ve onu kullanacak askerî bize anlatmaktadır.
Hz. Peygamber faydalı ilimleri ve buluşları
tasvip ettiği gibi, faydasız ilimlerden de Allah’a sığınmıştır.22
Diğer taraftan o, insanları sanat sahibi olmaya teşvik ederek şöyle demiştir: “Allah, meslek sahibi mü’min kulunu sever.”23
4- SÜNNETİN
MADENCİLİĞE TEVİKİ
Yerin zenginliklerinden istifade edilmesini isteyen Hz. Peygamber, “Rızkınızı yerin derinliklerinde arayınız”24 buyurmuştur. Ayrıca “Çiftçilik
yapın, onda bereket vardır”25 hadisleriyle de,
ziraatçılığa teşvik etmiştir. Bütün bunlar insanların
faydası için yapılacaktır. Bu sebeple bir hadis-i şe-
10
rifte, “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olanlardır.”26 buyurmuştur.
5- SÜNNETİN
TIBBÎ ÇALIMALARA TEVİKİ
İnsan sağlığını korumak için Hz. Peygamber:
“Allah’ın kulları, tedavi olun! Allah, yarattığı her
hastalığa, şifasını temin edecek devasını da yaratmıştır. Ancak ihtiyarlık müstesna”27 hadisleriyle de tıbbi çalışmalara teşvik etmiştir.
İslâm’ın nazarında her zaman sıhhatli ve kuvvetli bulunmak matlubdur. Nitekim Peygamberimiz
bir hadislerinde: “Allah yanında kuvvetli mü’min,
zayıf mü’minden daha sevgili ve hayırlıdır”28
buyurarak, sıhhati korumaya teşvik etmiştir. Esasen zayıf ve hasta mü’min gerek dünyevî ve gerekse uhrevî vazifelerini hakkı ile yapamaz. Daha
önceki hilye kısmında bahsettiğimiz gibi Peygamberimiz kuvvetli bir bedene sahipti.
Bunların yanında, insanın yaratılış hikmetlerinden birisinin de yeryüzünü imar etmek olduğunu
görürüz.29 Bu sebepten dolayı, her sanat kolu
Burhan
hususunda yeterli bir çalışma yapılması gereklidir.
Zaten sanat ve ticaretlerin aslını yapmak mü’minlere farz-ı kifâye kılınmıştır.30
Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız konuların, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından tasvip gördüğünü ve bu gibi konularda kendi zamanın da bile
çalışmalar yapıldığını anlamış olmaktayız.
6- SÜNNETİN
ÇEVREYİ KORUMA TEVİKİ
İnsan hayatında, yaşadığı çevrenin en önemli
elemanı bitkiler hayatın devamında en müessir
varlıklardır. Onlarsız insan hayatı düşünülemez.
Kur’an-ı Kerim’de Cennetten söz edilirken hep
sudan, ağaçtan, sarmaşık bitkilerden söz edilmektedir.31
Hz. Peygamber, insan için yaratıldıklarını
bildiği her çeşit bitkiyi korumuş, bilhassa kalabalık
zamanlarda, tahribat ihtimalinin kuvvetli olduğu hac
mevsiminde daha da titiz davranmıştır. Nitekim bir
hadis-i şerifte: “Mekke’nin ağaçları kesilmez,
vahşi hayvanlar ürkütülmez, avlanmaz, kayıp
eşyası alınmaz. Ancak bildirecek kimse alabilir”32 denir. İbn Abbas’ın rivayetinde de:
“Otları da koparılmaz”33 buyurulmaktadır.34
Bu korumanın içine Medine’nin de dahil edildiğini görmekteyiz. Enes’in bir rivâyetinde “Hz.
Peygamber: Ya Rabbi, İbrahim Mekke’yi haram
kıldığı gibi, ben de Medine’yi haram kıldım.
Onun iki kayalığı arası haramdır.35 Ağaçları kesilmez, hayvanları avlanmaz,36 otları yolunmaz,37 ağaçlarının yaprakları silkilmez.”38
buyurulur.
bulunan ölüler bile kendilerinden istifade etmiş olur.
Bu durumu birçok hadisi şeriften öğrenmekteyiz.41
Demek ki bitkileri korumak maddi ve manevî birçok
faydalar temin etmektedir. Onların korunmasını
tavsiye eden Hz. Peygamber’in bu tavsiyesine de
öncelikle kendisinin uyduğunu söyleyebiliriz.
7- SÜNNETİN
ÇEVRE TEMİZLİĞİNE ÖNEM
VERMESİ
İnsanlar, diğer canlılar gibi fizikî çevre ile de
münasebette bulunurlar. Ve bu çevrenin bir elemanı olarak da onun temizliğinden sorumludurlar.
Müslümanın edindiği ahlakî davranışlardan
belki de en önemlisi evini barkını, sokak ve caddesini temiz tutmaktır. Zira temizlik, namazın şartlarından olduğu gibi, müslümanın riâyet etmesi
gereken en önemli bir vazifesidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) evlerin temiz tutulmasına çok önem vermiş ve bir hadislerinde şöyle
demiştir: “Evlerinizi temiz tutunuz, Yahudilere
benzemeyiniz”42 Çevre temizliği hususunda da:
“Pis bir şeyi yoldan kaldırmak, temizlemek sadakadır”43 demiştir. İstifade edilen diğer yerler
için de: “İdrar yaparken lânete uğranacak yerlerden sakının. Onlar da suların kenarları, yolların ortaları ve gölgelenilecek yerlerdir.”44
buyurmuştur. Hz. Peygamber yaptığı bu tavsiyelerine de elbette ilk önce kendisi uymuştur.
....................................................................................................................................
1 Ebû Dâvûd Edeb, 90. (V. 265, h.no:4996), 2 el-Buhârî, en-Nikâh, I (VI, 116), 3 Ahmed
b. Hanbel, el-Müsned, V, 266., 4 Kur’an-ı Kerim, el-Beyyine: 7., 5 el-Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Din II, 63. Mısısr, t.sız. Sened zayıftır., 6 es-Süheyli, er-Ravdü’l-Ünüf ve maahu Siretü İbn’i Hişâm, I, 192, Mısır 1972., 7 el-müttekî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, IV, II. Beyrut
t.siz. Ofset., 8 Bk. İbn Hişam, a.g.e. I, 212., 9 Bk. İbn Hişam, a.g.e. III, 263., 10 el-Müt-
Her çeşit kesim ve tahribata karşı koruma
fikri, sadece Mekke ve Medine’ye mahsus olmayıp,
genel olduğunu gösteren birçok işaretlerin vardır,
göze çarpmaktadır.39
tekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 8., 11 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 4., 12 el-Müttekî, el-Hindi,
a.g.e. IV, 7., 13 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 5., 14 es-Suyutî, el-Cami’ü’s-Sağir, II, 135.
15 Gümüşhanevî Ziyaüddin, Ramuzu2l-Ehadis, s.343., 16 es-Suyutî, a.g.e. I, 75., 17 etTirmizi, el-İlm, 19 (V, 51, h.no:2687), 18 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dili Kur’an Dili, II, 916.
Bk. Ahmed Rifat, Tasviri ahlak, s.113. İst. T.siz., 19 es-Süheyli, a.g.e. II, 248., 20 İbn
Hişâm, a.g.e. III, 263., 21 el-Münzirî, Abdu’l-Azim et-Tergip ve’t-Terhib II, 277. Mısır 1954.
22 es-Suyutî, a.g.e. I, 56., 23 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 4., 24 el-Müttekî, el-Hindi,
a.g.e. IV, 21., 25 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 31., 26 es-Suyutî, a.g.e. II, 9., 27 Bk. el-
Hz. Peygamber; bitkileri koruduğu gibi, bilhassa güzel kokulu bitkileri çok sevmiş, hediyeleşmelerde reddedilmemesini, küçük görülmemesini
tavsiye etmiştir.40
Hekim et-Tirmizi, Nevadiru’l-Usul, s. 122., 28 Bk. el-Hekim et-Tirmizi, a.g.e. s.122., 29 Bk.
el-Kadı el-Beyzâvî, Envarü’t-Tenzil, I, 45., 30 Bk. el-Gazâlî, a.g.e. II, 84., 31 Kur’an-ı
Kerim, el-Vakıa: 28-32, 32 Bk. Ebû Dâvûd, el-Menasik, 90 (II, 520, h.no: 2017), 33 Ebû
Dâvûd, el-Menasik, 90 (II, 520, h.no: 2018), 34 Hatta dikenli otları bile kesilmez. Bk. Müslîm el-Hacc, 445 (II, 986, h.no: 1353), 35 el-Buhâri, el-Cihâd, (IV, 42), 36 Bk. Müslîm, elHacc, 449 (II, 992, h.no: 1363), 37 Müslîm, aynı yer., 38 Ebû Dâvûd, el-Menasik, 90 (II,
520, h.no: 2036), 39 Bk. Canan İbrahim, Sünnette Terbiye, s.477., 40 Bk. et-Tirmizî, eş-
Bilindiği bitkiler canlı ve taze kaldıkları müddetçe Allah’ı tesbih ederler. Böylece yakınlarında
Burhan
emâil, s. 111; Ali el-Kârî, a.g.e. II, 6., 41 Bk. Ebû Dâvûd, et-Tahare, II (I, 25, h.no: 20)
42 et-Tirmizî, el-Edeb, 41 (V, 112, h.no: 2799), 43 Bk. Ebû Dâvûd, el-Edeb, 172 (V, 406,
h.no: 5243), 44 Ebû Dâvûd, et-Tahare, 14 (I, 29, h.no: 26)
11
Otuzbir
Hadis
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
Hasen ve Sahih
HADİSLERDEN SEÇMELER 14
Mucizeler
76. İbn Münkedir’den rivayet edilmiştir. Hz.
Peygamber’in azatlısı Sefine, Rum diyarında beraber bulunduğu askerleri kaybetti. Arkadaşlarını
aramaya başladı. Birden karşısında bir aslan gördü.
Aslana şöyle dedi: “-Ya Ebel’-Haris. Ben Rasulullah’ın azatlısıyım. öyle şöyle bir işimiz vardı.”
Bunun üzerine aslan döndü, kuyruğunu sallayarak
Sefine’nin yanına geldi. Askerleri buluncaya kadar
Sefine’nin yanından ayrılmadı. Askerleri bulunca da
geri döndü. (Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir.)
77. Ebu Hureyreden rivayet edilmiştir. Rasulullah buyurdu ki “Ben diğer Peygamberlere nisbetle altı hususla üstün kılındım: Bana
Cevamiul- Kelim verildi. Yani az kelimeyle çok
manaları ifade etmek. Düşmanı korkutmakla
zafer elde etmek. Ganimet malı bana helal kılındı. Yeryüzü bana temiz ve mescid kılındı. Ve
peygamberlik benimle sona erdi”. (Hadisi Müslim rivayet etmiştir.)
78. Enes b. Malik’ten rivayet edilmiştir: Hz.
Ebu Bekir dedi ki: “(Mağarada bulunduğumuz
sı12
rada) ben müşriklerin ayaklarına bakıyordum. Başımızın seviyesindeydi. Biz de mağaradaydık. Ben
dedim ki: “Ya Resulallah onlardan biri ayaklarına
baksa bizi görür. Peygamber’imiz buyurdu ki, Ey
Ebu Bekir üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında
ne düşünebiliyorsun (onları sahipsiz mi sandın!)” (Hadis Muttefekun Aleyhtir).
79. Ebu Bekre’den rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v) bir gün Hz. Hasan’la minbere çıktı
ve şöyle buyurdu: “Bu benim oğlum seyyittir.
Umulur ki Allah u Teala bunun sebebiyle çarpışmak üzere olan iki mümin grubu anlaştıracaktır.” (Hadisi Buhari rivayet etmiştir).
80. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir: Hz.
Peygamber’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Zaman
yaklaşacak, ilim yayılacak, fitneler ortaya çıkacak, cimrilikle karşılaşılacak, herç çok olacak”.
“Herç” nedir? diye sordular. Hz. Peygamber
“Adam öldürmektir” buyurdu. (Hadis Muttefekun Aleyhtir).
Burhan
Yemek’in Herkese Yetmesi
75. Enes’den rivayet edilmiştir. Enes dedi ki;
Ebu Talha Ümmü Süleym’e şöyle söylemiştir:
“Rasulullah’ın sesinin zayıf çıktığını duydum.
Aç olduğunu anlıyorum. Yanında yiyecek bir şey
var mı?
— Evet vardır, dedi. Arpa ekmeğinin parçalarını çıkardı. Sonra da kendisine ait bir bez
parçasını çıkardı. Örtünün bir tarafı ile ekmek
parçalarını sardı ve bana verdi. Beni böylece
Rasulullah’a gönderdi. Rasulullah’ı mescidde
buldum, orada bekledim. Rasulullah,
— Ebu Talha mı gönderdi? dedi. Ben
— Evet dedim.
— Bir yiyecekle mi? dedi. Ben,
— Evet, dedim. Rasulullah orada bulunanlara, kalkın! dedi. O yürüdü ben de önlerinde
yürüdüm. Ebu Talha’ya geldim. Durumu ona bildirdim. Ebu Talha dedi ki;
—Ya! Ümmü Süleym, Rasulullah halk ile
geldi. Halbuki bizim yanımızda onlara yedireceğimiz bir yemeğimiz yoktur. Ümmü Süleym, “Allah
ve Rasulü daha iyi bilir”, dedi. Ebu Talha yürüdü,
ta ki Rasulullah’la karşılaştı. Rasulullah’la Ebu
Talha birlikte eve doğru yöneldiler. Rasulullah
“Yanında olanı getir ey Ümmü Süleym” dedi. O
da ekmekleri getirdi. Rasulullah emretti. Ekmekleri parçaladılar. Ümmü Süleym ekmekleri yağladı.
Rasulullah, Allah’ın söylemesini dilediği şeyleri
diledi, dua etti. Sonra “on kişiye izin ver gelsinler” dedi. O da izin verdi. Geldiler yediler doydular. Sonra çıkıp gittiler. Sonra “on kişiyi çağır”
dedi, O da izin verdi. Geldiler, yediler doydular,
Çıkıp gittiler, Sonra izin verdi. Geldiler yediler, doydular çıkıp gittiler. Yine izin verdi geldiler, yediler
doydular çıkıp gittiler. Yine izin verdi geldiler yediler doydular çıkıp gittiler Yine on kişiyi çağırdı geldiler yediler çıkıp gittiler. Sonra izin ver. dedi izin
verdi geldiler yediler. Böylece kavmin hepsi yediler. O sırada kavim yetmiş veya seksen kişi idi.
(Hadis müttefekun aleyhtir).
Sevr Mağarası
Burhan
13
Otuzbir
Öğr. Gör. Dr. Harun ÖZÇELİK
Hz. Peygamber’in
ÖRNEK AHLAKI
Kur’ân-ı Kerim, insanların dünya ve ahirette
mutlu olmalarını sağlamak için Allah tarafından
gönderilmiş kutsal bir kitaptır. Bu kitapta, inanç ve
ibadet esasları yanı sıra ahlakî ilkeler de mevcuttur.
Her yönüyle mucize bir kitap olan Kur’ân’ı insanlara tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.v.)’in her yönüyle seçkin bir kişi olması gerekirdi. İşte bu
sebeple Allah, o yüce Peygamber’i, en güzel ahlâkla yani Kur’ân ahlâkı ile donatarak göndermiştir.
Bu durumu Allah: “üphesiz sen, büyük bir ahlak
üzere yaratılmış bulunuyorsun”1 buyurarak
haber vermiş ve bu özelliğinden dolayı da “Andolsun ki, Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’ı ve
ahireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler
için uyulacak güzel bir örnek vardır”2 buyurarak O’nu örnek almamızı emretmiştir.
mükemmel şekilde, bu ilahî emirlere uyup, nehiylerden kaçınan kişi Hz. Peygamber olmuştur. Bu
sebeple Hz. Aişe’ye: “Bana Rasulüllah’ın ahlâkından bahseder misin?” diyen bir sahâbîye o
şöyle cevap vermiştir: “Sen Kur’ân okumuyor
musun? Rasulüllah’ın ahlâkı, Kur’ândan ibaretti”3.
Hz. Peygamber Kur’ân ahlâkını en iyi bilen
ve yaşayan insan olduğu için, müslümanların ahlâk
konusunda O’nu takip etmeleri başta gelen görevleridir. Allah’ın af ve merhametine nail olmak, O’nun
güzel ahlâkını bilerek ona uymakla mümkün olabilir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in yüce ahlakından
bir kısmını belirtelim:
MÜTEVAZILIĞİ
O’NUN AHLAKI KUR’ANDI
Kur’ân ahlâkı; Allah’ın Kur’ân’da insanlara iyilikle muamele, sabır, cesaret, af, merhamet ve şefkat gibi yapılmasını emrettiği şeyleri yapıp, kibir,
cimrilik, yalan, iftira ve gıybet gibi yapılmasını nehyettiği şeyleri yapmaktan ise kaçınmaktır. İşte en
14
Hz. Peygamber yaratılmışların en şereflisi olmasına rağmen çok mütevazi idi. Fakirleri, zayıfları daima okşardı ve misafirlerinin altlarına kendi
elbiselerini sarardı. Bir meclise girince nerede boş
yer bulursa oraya otururdu. Bununla beraber bulunduğu meclislerde herkesten fazla vakarını koBurhan
rurdu. öyle ki gerek görmedikçe konuşmazdı, gülmek gerekince tebessüm etmekle yetinirdi. Cerîr’den rivayet edildiğine göre bir adam huzuruna
çıkmış, Rasulüllah onun titrediğini görünce: “Titremene gerek yok. Ben kral değilim. Kureyşli,
kuru et yiyen bir kadının oğluyum”4 buyurmuştur.
YUMUAK HUYLULUĞU
Hilim sahibi idi, insanların yaptığı hatalar karşısında öfkelenmez, aksine hoşgörü ile davranır ve
onları, yaptıkları hataları tekrarlamamaları ve yapmaya niyetlendikleri hataları yapmamaları için tatlı
bir dille irşad ederdi. öyle ki zina yapmak için izin
isteyen bir genci Rasulüllah, zinanın çirkinliğini ona
güzel örneklerle anlatmış, bunun üzerine genç zina
ve benzeri kötülüklere yönelme düşüncesinden
vazgeçmiştir5.
ADALETLİLİĞİ
Hz. Peygamber adaletli idi. İnsanlar arasında
hiçbir hususta ayırım yapmazdı. Mahzumî kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının affedilmesinin istenmesi üzerine Hz. Peygamber: “Sizden
öncekiler, içlerinden saygın kimseler hırsızlık
yaptığı zaman affettikleri ve sahipsiz kimse hırsızlık yaptığı zaman ise ona cezayı uyguladıkları için sebebiyle helak oldular. Allah’a yemin
olsun ki Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsaydı onun da elini keserdim” buyurmuştur6.
EN GÜZEL MUAMELEYE SAHİPTİ
Hz. Peygamber insanlara güzel muamelede
bulunurdu. Yolda yürürken karşılaştığı herkese
selam verir, ellerini tutar musafaha eder ve ashâb’tan görünmeyenleri araştırır, hasta olanları ziyarete giderdi. Enes şöyle anlatıyor: “Bir insanla
karşılaştığında onunla musafaha ederdi, adam
elini çekmedikçe Rasulullah elini çekmez,
adam yüzünü çevirip ayrılmadıkça Hz. Peygamber ondan yüzünü çevirmezdi”7.
Rasûlüllah davet edildiği yere giderdi, verilen
hediyeleri kabul eder ve karşılığında da hediyeler
Burhan
verirdi. Fakirleri sever, her akşam bir fakiri misafir
eder ve diğer fakirleri de ashâbına misafir olarak
dağıtırdı.
EN MERHAMETLİ İNSANDI
Hz. Peygamber herkese karşı çok merhametliydi. Özellikle de çocukları çok sever ve onlara
merhamet gösterirdi. Nitekim Enes’ten şöyle dediği
rivayet edilmiştir: “Rasulüllah namazda çocuk
ağlaması duyduğu zaman, annesinin sıkıntı düşeceği endişesiyle namazı kısa tutardı”8. Ebû
Hureyre’nin anlattığına göre ise, bir gün Akra isimli
bir sahâbî, Hz. Peygamber’in Hz. Hasan’ı öptüğünü görür ve şöyle der: “Benim on çocuğum
var, onlardan hiç birisini öpmedim”. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz”9 buyurur.
Hz. Peygamber kimsesiz, dul ve yetimlere
sevgi ve merhamet gösterir, yollarda durup onların
şikâyetleri dinler ve ihtiyaçlarını gidermeye özen
gösterirdi, müslümanları da buna teşvik ederdi. Nitekim O, iki parmağını birleştirerek “Ben ve yetime
bakıp gözeten kimse, cennette şöylece beraber
olacağız”10 buyurmuştur. Yine bir diğer hadislerinde ise: “Dul ve fakirlerin ihtiyaçlarını karşılayan kimse, Allah yolunda cihad eden veya
gündüz oruç tutup gece namaz kılan kimse gibidir”11 buyurur. Hz. Peygamber hayvanlara da
çok merhametli idi. Bir yolculukta ashâb Hz. Peygamber’den habersiz olarak bir kuşun iki yavrusunu tutarlar. Bunun üzerine kuş onların başı
üzerinde dönmeye başlar. Bunun üzerine Rasulüllah: “Kim bu kuşa, yavrularını alarak eziyet etti,
onları serbest bırakınız”12 buyurur.
HATALARI AFFEDERDİ
Hz. Peygamber hataları affeder, kötü söz
söylemezdi. Enes şöyle der: “Nebî (s.a.v.) kötü
söz söylemez ve lanet etmezdi”13. Hz. Peygamber kimseyi azarlamazdı. Hz. Peygamber Enes’i bir
ihtiyaç için bir yere gönderir, fakat Enes, çocukları
görünce onlarla oyuna dalar ve gideceği yere gitmez. Hz. Peygamber, o gelmeyince onu aramaya
çıkar ve onu çocuklarla oynarken bulur. Onu azarlamaz, aksine ona tebessüm ederek: “Enes dedi15
ğim yere gittin mi?” der. Enes ise: “Gidiyorum”
cevabını verir ve kalkıp gider. Hz. Enes (r.a.) şöyle
der: “Rasulüllah’a on sene hizmet ettim. Vallahi
bana asla bir defa olsun “öf” demedi. Herhangi
bir şey için de bana: “Bunu niçin böyle yaptın,
şöyle yapsaydın ya!” demedi”14. Hz. Peygamber
hayatı boyunca hiçbir kadına, hizmetçiye ve hayvanlara kötü muamelede bulunmamıştır. Hz. Aişe
şöyle der: “Nebî (s.a.v.), savaşın dışında ne bir
hizmetçiye, ne bir kadına ve ne de herhangi bir
şeye eliyle vurmamıştır”15. Rasulüllah, kendisine
halde niçin böyle yapıyorsun? diyen Aişe’ye: “ükreden bir kul olmayayım mı?”17 diye cevap vermiştir.
kötülük edenlerden intikam almazdı. Nitekim kendisine en büyük kötülükleri yapan Mekkeli müşrikleri, Mekke fethedildiğinde onlardan intikam
almamış, aksine onları affetmiştir. Hz. Peygamber’den kendisine eziyet eden müşriklere beddua
etmesi istendiğinde: “Ben lanetçi olarak değil,
rahmet olarak gönderildim”16 buyurmuştur.
sayan Rasulüllah’tan birkaç keçi istemiş, Peygamberimizde ona sürünün hepsini vermiştir.
Hz. Peygamber şükreden bir kişiydi. Öyle ki
geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı.
Kendisine geçmiş ve gelecek günahların affedildiği
16
İNSANLARIN EN CÖMERTİYDİ
Hz. Peygamber çok cömert idi. O kendisinden bir şey isteyeni asla boş geri çevirmemiştir. Bir
defasında bir adam üzerindeki cübbeyi istemiş, Hz.
Peygamber onu üzerinden çıkarıp adama vermiştir. Yine bir gün adamın biri gelmiş, otlakta keçileri
HANIMLARA KARI
EN İYİ DAVRANANDI
Hz. Peygamber hanımlarına ev işlerinde yardım eder ve onlara değer verirdi. Aynı zamanda O:
“Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına hayırhah
olanlarınızdır”18 buyurarak müslümanları bu güzel
ahlaka teşvik etmiştir. Hz. Peygamber hanımlarıyla
Burhan
istişare de etmiştir. Nitekim Hudeybiye anlaşmasından sonra ashâba üç kez: “Kalkın kurbanlarınızı kesin ve traş olunuz” dediği halde
anlaşmanın aleyhlerine gözükmesi sebebiyle
üzgün olan sahâbîler isteksiz davranırlar. Hz. Peygamber Ümmü Seleme’nin yanına gider ve durumu
ona anlatır. Bunun üzerine Ümmü Seleme O’na:
“Dışarı çık, kurbanını kesinceye ve traş oluncaya kadar onlardan hiç biriyle konuşma” der.
Rasulüllah onun dediklerini aynen uygular. Bunun
üzerine sahâbîler kalkıp kurbanlarını keser ve traş
olurlar19.
YAVA TANE TANE KONUURDU
Hz. Peygamber ne çok hızlı ve ne de çok
yavaş değil, ikisi arasında bir hızda ve tane tane
konuşurdu. Öyleki, dinleyenler onun sözlerini ezberleyebilirdi. Nitekim Aişe (r.a.) şöyle der: “Rasulüllah sizin gibi konuşmazdı. O, kelimelerini
saymak isteyen bir kişinin sayabileceği kadar
ağır ve tane tane konuşurdu”20. Hz. Peygamber
hiçbir zaman çok yüksek sesle konuşmaz, faydasız
söz söylemezdi ancak sevap umduğu şeyleri konuşurdu. Kendisini ilgilendirmeyen şeylerle uğraşmazdı. Bu sebeple: “Kişinin islamî güzelliklerin
den birisi de malayaniyi terk etmesidir”21 buyurmuştur. Hz. Peygamber gereğinden fazlasını
konuşmaz, konuştuğu zaman, sözün en tatlısını,
en güzelini söylerdi.
Peygamberimiz kendi işlerini kendisi görürdü.
Ashâbıyla beraber bir iş yapılacağı zaman, kendisi
de onlarla birlikte çalışırdı. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat gösterir, yetimlere, dul kadınlara ve
ihtiyacı olanlara çok acır, onlara elinden gelen yardımı yapardı.
İNSANLARIN EN CESURUYDU
Hz. Peygamber insanların en cesuruydu.
Düşmanlarından hiçbir zaman korkmamıştır. Hayatını yok etmek için suikastlar yapılırken O, Mekke’de gece ve gündüz korkusuzca dolaşırdı.
Medine’ye hicret için bütün arkadaşlarına izin verdiği halde kendisi Mekke’de düşmanlar arasında
yapayalnız kalmıştı. Hicret esnasında müşrikler,
saklandıkları Sevr mağarası önüne gelince Hz.
Ebubekir telaşlanmıştı, fakat Rasulüllah ona:
“Korkma! Allah bizimle beraberdir” buyurmuşBurhan
tur. Yine bir gece Medine halkı bir ses duymuş ve
düşman baskını korkusuyla sesin geldiği tarafa gitmişlerdi. Halbuki Hz. Peygamber, çıplak bir atın sırtına atlayarak, herkesten önce tehlike yerine
varmış, durumu anlamış ve geri dönüp şehir halkını karşılayarak tehlike bulunmadığını söylemiştir.
Bu durumu gören Enes (r.a.): “İnsanların en iyisi ve
en cesuru, Rasulüllah idi”22 demiştir.
SON DERECE VEFALIYDI
Hz. Peygamber son derece vefalı idi. Arkadaşlarını, akrabasını ve ehl-i beytine mensup olanları unutmaz, onları daima arar, sorar ve onlara
lütufta bulunurdu. Habeş hükümdarı Necaşî’nin elçileri geldiğinde ise, Hz. Peygamber vefası gereği
onlara bizzat hizmet etmiş, ona hediyeler göndermiş ve vefat ettiğinde ise gıyabında cenaze namazı
kılmıştır23.
İşte Hz. Peygamber’in bu güzel ahlâkını bizzat müşahede eden bir çok sahâbî O’nun hakkında
övgüde bulunmuşlardır. Mesela, Enes b. Mâlik:
“Nebî (s.a.v.) insanların en ahlâklısı idi”24 der.
Berâ b. Âzib ise: “Rasulüllah, insanlar içinde
yüzü ve ahlâkı en güzel olandı”25 der.
Bu güzel ahlâka sahip olan Hz. Peygamber
sözlü beyanları ile de müslümanları güzel ahlâklı
olmaya teşvik etmiştir. öyle ki O: “Allah’ım! Beni
güzel yarattığın gibi ahlâkı mı da güzelleştir”26,
“Allahım! Ayrılıktan, nifaktan ve kötü ahlâktan
sana sığınırım”27, “Sizin en hayırlılarınız, ahlâkı
en güzel olanlarınızdır”28, “Kişi güzel ahlâkı ile
geceleri ibadetle, gündüzleri oruçla geçirenin
derecesine yükselir”29, “İnsanları en çok cennete girdiren şeyler, takvâ ve güzel ahlâktır”30
buyurmuştur. Bu sebeple bizlere düşen görev,
O’nun emirlerine uyarak ve O’nu örnek alarak
ahlâkımızı güzelleştirmeye çalışmak olmalıdır.
...........................................................................................
1 Kalem (68), 4., 2 Ahzâb (33), 21., 3 Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 139., 4
İbn Mâce, Et’ime, 30., 5 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 256-257., 6 Buhârî,
Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8; İbn Mâce, Hudûd, 6., 7 Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 46; İbn Mâce, Edeb, 21., 8 Buhârî, Ezân, 65; Müslim, Salât, 191; Tirmizî, Salât, 159, Nesâî, İmâme, 35., 9 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 214.
10 Buhârî, Talâk, 23; Ebû Dâvûd, Edeb, 122., 11 Buhârî, Edeb, 25; Müslim,
Zühd, 41., 12 Ebû Dâvûd, Cihâd, 112., 13 Buhârî, Edeb, 38., 14 Buhârî, Vesâyâ, 26; Müslim, Fedâil, 51; Ahmed b. Hanbel, III, 197., 15 Müslim, Fedâil,
79; İbn Mâce, Nikâh, 51., 16 Müslim, Birr, 87., 17 Buhârî, Teheccüd, 6; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikîn, 79., 18 Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 472., 19 Buhârî,
urût, 15., 20 Buhârî, Menâkıb, 23; Ebû Dâvûd, İlim, 7., 21 Tirmizî, Zühd, 11.
22 Buhârî, Cihâd, 81., 23 Buhârî, Cenâiz, 4; Ahmed b. Hanbel, VI, 404., 24
Buhârî, Edeb, 112; Müslim, Âdâb, 30., 25 Müslim, Fedâil, 93., 26 Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I, 403., 27 Ebû Dâvûd, Vitr, 32; Nesâî, İstiâze, 19., 28 Buhârî, Edeb, 38., 29 Tirmizî, Birr, 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 187.
30 Tirmizî, Birr, 62; İbn Mâce, Zühd, 29.
17
Otuzbir
[email protected]
Ramazan ÇAKIR
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
İMAN ETMENİN MAHİYETİ
“Allah ve Resulü bir işe hüküm
verdiği zaman, bir yargıda
bulunduğu zaman, inanmış bir
erkek ve kadına o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı
yoktur. Her kim Allah ve
Resulüne karşı gelirse, apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur.”
(Ahzab, 36)
Geçen ayki yazımızda Tevhid konusunun birinci kısmını işlemiş ama Tevhid’in ikinci kısmı olan
“Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir.” konusuna hiç girememiştik. Allah izin verirse bu yazıda bu konuyu
ele almaya çalışacağız. Özellikle konumuzun, miladi olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in doğumuna rastlaması münasebetiyle nisan ayı
içerisinde “Kutlu Doğum”, “Asr-ı Saadet” programlarına da denk gelmesi bizim açımızdan güzel bir
tevafuk oldu.
Allah(c.c) insanlık tarihinin her döneminde
azgınlaşan, Tevhid inancını unutan insanoğluna
onları uyarması, kurtuluşa çağırması için kendi içlerinden uyarıcılar, peygamberler göndermiştir.
Allah(cc), Kuran’da “Andolsun ki biz, ‘Allah’a
kulluk edin ve tağuttan sakının.’ diye emretmeleri için her ümmete bir peygamber gönderdik.”
(Nahl, 36) buyurarak insanların hiçbir dönem başıboş
bırakılmadığını vurgulamaktadır. Yine başka bir
ayette (Kasas, 59) kendilerine bir uyarıcı gelmemiş
topluluğa Allah’ın azap etmeyeceğini vurgulayarak,
her topluluğa bir uyarıcının, peygamberin gönderildiğini anlatmaktadır. Biz insanın başıboş bırakıl18
madığını Hz. Âdem (a.s)’in yaratılışıyla da görüyoruz. Çünkü ilk insan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk
peygamberdir. Bu da göstermektedir ki insanoğlunun mutlaka bir uyarıcıya, kendisini Allah’a yönlendirecek bir mübelliğe ihtiyacı vardır.
Peygamber, haberci demektir. Peki, biz peygamberi bizlere Allah’tan mesajlar getiren bir aracı
olarak mı göreceğiz? Yani peygamberlerin görevi
postacılıktan ibaret midir? Tabiî ki hayır. Bunun
böyle olmadığını Allah’ın peygamberleri her toplumun kendi içinden, iyi tanınan birer örnek insan
olarak görevlendirmesiyle de görebiliyoruz.
“Öyle ki size kendi içinizden ayetlerimizi
okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı
ve hikmeti öğreten, bilmediklerinizi bildiren bir
Resul gönderdik” (Bakara, 151)
“Biz peygamberleri yemek yemez birer
cansız ceset olarak yaratmadık. Onlar bu dünyada ebedi de değillerdir.” (Enbiya, 8)
“unu söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş
Burhan
gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara
gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.” (İsra, 95)
Hz. Âdem (a.s)’den başlayarak devam eden
peygamberler silsilesinin mesajı hep aynıydı.
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik
ki ona: ‘Benden başka ilah yoktur ve bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 25)
Allah (c.c), bütün peygamberleri aynı din üzerine,
İslam üzerine, gönderdi. Bütün peygamberler ve
onların ümmetleri tek bir ümmet idi: İslam ümmeti.
“Hakikaten bu bütün peygamberler ve onlara
iman edenler bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse bana
kulluk edin.” (Enbiya, 92) Bu peygamberler silsilesinin son halkası da Hatem’ül-Enbiya, Hz. Muhammed(sav)’dir.
Bir insanın Müslüman olmasının ön şartı Kelime-i Tevhid’i kabul etmesidir. Kelime-i Tevhid (La
ilahe illallah, Muhammedün Resulullah), Allah’tan
başka ilah olmadığını kabul ettikten sonra onu tamamlayıcısı olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
Allah’ın elçisi, peygamberi olduğunu tasdik etmeyi
buyurur. İki kısımdan birinin inkârı Tevhid’in tamamının inkârı dermektir. Bugün diyalog adına, hoşgörü adına sadece birinci kısmı kabul emek
zamanımızın en büyük fitnelerinden biridir ki Rabbim bu fitnenin tuzağından bu ümmeti korusun.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın elçisi, peygamberi olduğunu kabul etmek; onu örnek almakla, ölçü kabul etmekle mümkün olmaktadır.
Onu örnek almak, ölçü kabul etmek imanımızın gereğidir. Çünkü “Andolsun ki, Resulullah sizin
için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab, 21) Allah’ın dinini tebliğ ederken en
güzel mübelliğ, cihada çıktığında en güzel komutan, devlet idaresinde en adil devlet başkanı, ailesinde en güzel aile reisi, arkadaşlığında en vefakâr
arkadaş; kısacası hayatın her alanında en güzel
örnektir O. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şairin de
(Necip Fazıl KISAKÜREK) dediği gibi bütün davranışlarımızın mihenk taşıdır:
Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim.
Burhan
19
Biz Müslümanlar olarak biliyor ve iman edi-
müminlerin yolundan başka bir yola giderse,
yoruz ki, dinimizin mübelliği Resulullah’tır. Öyleyse
onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız, o
İslam’ı en iyi yaşamanın yolu Resulullah’ı örnek al-
ne kötü yerdir.”
makla mümkündür. Bu sebeple Resulullah’a karşı
neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa
sorumluluğumuzun başı, her davranışımızda Onun
ondan sakının”
getirdiğine tabi olmaktır: “Allah ve Peygamber’i
cennete girecek, ancak diretenler müstesna.’
bir şeye hükmettiği zaman gerek mümin olan
Kendisine, ‘Diretenler kimdir, ey Allah’ın Re-
bir erkek, gerek mümin olan bir kadın için işle-
sulü?’
rinde kendi istediklerini belirtme hakkı yoktur.
Efendimiz(sav): ‘Kim bana itaat ederse cennete
Kim Allah’a Resul’üne isyan ederse muhakkak
gider, kim de karşı çıkarsa diretmiş olur.’ bu-
ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır.”
yurdular” (Buhari)
(Ahzap,36)
diye
(Nisa, 115)
(Haşr, 7)
“Peygamber, size
“ ‘Ümmetimin hepsi
sorulunca
Resulullah
Allah Resul’ünün bir hadisinde buyurduğu
gibi Müslüman fert arzusunu dahi Efendimiz
(a.s)’in getirdiğine tabi kılmalıdır: “Arzusunu
benim getirdiğime tabi kılmayanınız iman etmiş
olamaz.” Müslüman, her davranışını Onun söylediklerine göre şekillendirmelidir. Çünkü O, “Kendi
hevasından konuşmaz, konuştuğu mutlak vahiydendir.”
(Necm, 3-4)
“Sahabeden Abdullah bin
Amr(ra), Peygamber Efendimiz(sav)’den işittiği her
şeyi yazıyordu. Bazıları Ona bu durumu yasaklayarak şöyle dediler: ‘Resulullah(sav) da kızgınlık
ve sakinlik anlarında konuşan bir insanken
Peygamber Efendimizin sünneti, Allah’ın kitabı Kuran’dan sonra ikinci kaynaktır. Peygamber
Efendimiz (a.s)’ın sünneti bir nevi Kuran’ın açıklaması ve fiili uygulamasıdır. Hz. Aişe validemize
Efendimiz (a.s)’in ahlakı sorulduğunda: “Siz
Kuran okumaz mısınız? Onun ahlakı Kuran idi.”
buyurmuştur. Bugün birtakım adamlar çıkıyor, bazıları yakalarına prof. etiketini de takmış, bazıları
birkaç kitap okumuş kendini allame-i cihan zannediyor, Kuran Müslümanlığından bahsediyorlar. Yok,
efendim, biz sadece Kuran’a bakarız, ona göre
Ondan işittiğin her şeyi yazıyorsun öyle mi?’ Bu
uyarı üzerine Abdullah bin Amr yazmaktan vazgeçti ve bu durumu Resulullah(as)’a sordu. O da
eliyle ağzını işaret ederek şöyle buyurdu: ‘Yaz!
Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki buradan Hak’tan başka bir şey çıkmaz.” (Müsned, Ebu
Davud)
Necip Fazıl, bu durumu şiirin diliyle güzel an-
latmış:
Sende insan ve toplum, sende temel ve bina;
Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmennâ!...
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in söz, davranış ve onaylamalarının tamamı ehl-i sünnet âlimlerince sünnet olarak isimlendirilir ve sünnet haktır,
onda batıla yer yoktur. Allah’ı sevmenin ve tabi olmanın başı da Hz. Peygamber’e tabi olmaktır, sünnetini yaşamaktır. “(Ey Resulüm) De ki: Eğer siz
Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran,
31)
“Kim Resul’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş
olur”
(Nisa, 80)
“Kendisi için doğru yol belli ol-
duktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve
20
Burhan
karar veririz, diyorlar. Bakınız Peygamber Efendimiz(sav) bu adamların durumunu nasıl da haber
vermiş: “Dikkatli olun! Koltuğuna yaslanmış bir
adama benden bir hadis ulaştığında belki de o,
şöyle söyleyecektir: ‘Aramızda Allah’ın kitabı
var. Onda helal bulduğumuzu helal, haram bulduğumuzu da haram sayarız.’ Oysa Resulullah(sav)’ın haram kıldığı da tıpkı Allah’ın haram
kıldığı gibidir.” (Tirmizi)
nüp anlasınlar diye sana da bu Kuran’ı indirdik.”
(Nahl,44)
İbn-i Hazm (r.a)’ın şu sözü sünnetsiz
İslam isteyenler için dehşet vericidir: “Eğer bir
kimse, ‘Biz ancak Kuran’da bulduğumuzu alırız.’ Derse ümmetin icmaına göre kafir olur.”
Öyleyse yapılacak şey belli: Efendimizin hayatını
en ince ayrıntısına kadar öğreneceğiz, hadisler öğrenip hayatımızda uygulamaya çalışacağız ve gündemimizin en önemli noktasında Hz. Peygamber
Peygambersiz din, sünnetsiz İslam tasarlayanlar sormak lazım: Öğretmensiz okul, imamsız
Efendimiz (s.a.v.)’i fert, aile, toplum ve devlet bazında hayata taşımak olacak.
cami, doktorsuz hastane size normal geliyor mu?
Bunlar şuna da cevap verebilirler mi? Sünnet-i se-
Allah’ın Resulü bizim için en güzel örnekse,
niye olmasaydı namazın rükunlarını nasıl uygula-
ölçümüz, mihenk taşımızsa, hayatımızın Ona uy-
yacaktınız, zekâtın miktarını, uygulama şeklini
makla değer kazandığına inanıyorsak ve Allah ve
nereden öğrenecektiniz, hayatınızın tamamını İs-
Resulü bize her şeyden daha sevgili geliyorsa biz-
lam’a göre nasıl ayarlayacaktınız? Sünnetsiz İslam
ler inanmış insanlarız demektir. Gerisi ise laf u gü-
çalışmaları hayattan dışlanmış, içi boşaltılmış bir
zaftır.
İslam arayışı demektir. Hz. Peygamber Efendimiz
(s.a.v.), Rabbimizin de ifadesiyle Kuran’ın en iyi
“Andolsun ki, Resulullah sizin için, Allah’a
açıklayıcısı ve örnek uygulayıcısıdır: “İnsanlara,
ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı
kendilerine indirileni açıklaman için ve düşü-
çok zikredenler için güzel bir örnektir.”(Ahzab, 21)
Burhan
21
Otuzbir
[email protected]
Özkan KILBAŞ
Niçin Kutlu Doğum ?
Bilindiği gibi kutlu doğum haftası, Allah’ın
âlemlere rahmet olarak gönderdiği, yeryüzünün
kendisiyle ve getirdiği değerlerle şereflendiği son
peygamber Hz. Muhammed’in doğumu vesilesi ile
kutlanan bir haftadır. Bir doğum düşünün ki, bu
doğum sonucu dünyaya gelen En Kutlu İnsan’ın
getirdiği öğretiyle ve kendisiyle yeryüzündeki karanlıklar yerini aydınlığa bırakıyor. Bu doğumun
kutluluğu maddi olduğu kadar manevidir de. Çünkü
bu doğumla katı kalpler, merhametsiz yürekler,
sevmeyi, saygıyı, hoşgörüyü öğrendi. Bu doğumla
kendi çocuğuna acımayan vicdanlar, Fırat’ın kenarında kaybolabilecek bir koyunun hesabını vermeyi
düşünecek kadar mesuliyet duygusu taşımaya
başladı. Bu doğum gerçekten çok kutlu bir doğumdur, zira bu doğum karanlığın, cahilliğin, haksızlığın, sapkınlığın, rüşvetin, kadını hiçe sayan
zihniyetin idam ipini çeken, kutlu insanı dünyaya
getiren doğumdur.
Efendimizin doğumu gerçekten insanlık için
kutlu bir doğum olmasının yanında diğer varlıklar
içinde aynı anlamı taşımaktadır. Zira O, abartısız
yeryüzünün en merhametli kalbine sahipti. Çünkü
O, Mekke’nin fethine giderken bir vadide yolun
22
kenarında yeni doğmuş yavrularını emzirmeye
çalışan bir köpek görür. Bir sahabeyi çağırıp köpeğin ve yavrularının rahatsız edilmemesini sağlamak üzere, ordu geçinceye kadar orada nöbet
tutmasını emreder. Bu hassasiyeti günümüzde
dünyaya adalet, hak, hukuk, demokrasi dersi vermeye kalkan ve Efendimizin bir köpeğe ve yavrularına gösterdiği ilgi, alaka ve sevgiyi, masum
insanlara, çocuklara, savunmasız kadınlara, yaşlılara göstermeyen, gösteremeyen ve vahşice
öldürdüğü masum insanları bir insan olarak görmediğini itiraf eden hasta ruhlu medeniyet kahramanlarına! İthaf ediyorum. Bu yaşananları
görünce, bu düşünceye sahip insanların dünyaya
yön verdiklerini izleyince ve dünyanın bunların
kontrolünde nasıl bir kan gölü haline geldiğini
müşahede edince Efendimizin doğumunun ne
kadar kutlu olduğunu bir kez daha idrak edebiliyoruz. O’nun getirdiği eşsiz öğreti, bir İslam düşünürünün ifadesi ile kömürleri elmasa çevirdi. O daha
gençliğinde Mekke’ye gelen yabancıların mallarına
zarar veren, mallarını alıp parasını ödemeyen, gariplere haksızlık yapan, onların mallarına, emeklerine el koyan emek hırsızlarıyla mücadele etmek
için kurulan “Hılfu’l Fudul” (Erdemliler Derneği)
Burhan
cemiyetine üye olmuş ve peygamber olduktan sonrada şu an yine çağırsalar o oluşuma yine seve
seve katılırım diyerek haksızlıklar karşısında net
tavır takınmıştır.
O’nun doğumu çevre içinde bir kutluluk arz
eder. Çünkü o tabiat güzelliklerinin korunmasından
yanaydı. O savaş giderken bile ağaçların kesilmesine, çiçeklerin koparılmasına, mahsullerin tahrip
edilmesine şiddetle karşı çıkmış ve bunları yapanlara ciddi cezalar vermiştir. Bir keresinde ağacın
yapraklarını dökmek için ağaca sopayla vuran birini
uyarmış ve ağaca sopayla vurmamamsını, ağacı
kırmamasını belirterek ihtiyaç duyuyorsa yaprak-
ları ağacı sallayarak dökmesini istemiştir. İşte bu
yüzden O’nun doğumu kutlu doğumdur. İşte bu
yüzden O’nu tanıyan, anlayan batılı aklı başında
insanlar bile O’na hayranlıklarını dile getirmişler.
Örneğin, Almanya kurucu devlet başkanı Prens
Bismark’ın Efendimize övgüsü bunun en büyük delilidir. Bismark, Efendimiz hakkında şunları dile getirmektedir: “ Ben şunu iddia ediyorum ki Hz.
Muhammed en seçkin kıymettir. Yaratanın böyle
ikinci bir varlığı imkân sahasına getirmesi de ihtimalden uzaktır. Sana muasır olamadığım için, seninle aynı dönemde yaşayamadığım için çok
müteessirim ey Muhammed! Muallimi ve naşiri bulunduğun bu kitap senin eserin değildir; o ilahidir.
Burhan
Bu kitabın Allah’tan olduğunu inkâr etmek, müspet
ilimlerin batıl olduğunu söylemek kadar gülünçtür.”
Evet, Bismark böyle söylüyor. Sanırım şu zamanda
Efendimizin getirdiği, evrensel problemlerin temel
reçetesi hükmünde olan saadet, mutluluk prensiplerini yeniden anlamak, düşünmek, yaşamak ve
yaşatmak için çalışıp bütün gücümüzle gayret etmeliyiz.
Kutlu doğum ile ilgili bir sürü etkinlikler yaparken bu temel noktayı unutmamamız gerekiyor.
Sanırım en büyük sorunumuz bu. Bildiklerimizi gereği gibi davranış türü haline getirememek. Efendimizi ve getirdiği öğretiyi iyi temsil edememek.
Rabbim bu konuda ve Efendimizi doğru anlama ve
anlatma ve yaşama konularında bize yardım etsin.
Çünkü bugün canileri de, katilleri de, hırsızları da
yola getirecek disipline edecek ilkeler, Efendimizin
getirdiği değerlerdir. Çünkü O’ nun hayatı böyle örneklerle doludur. İslam hakkında malumatı olan batılı aydınlar bile sosyal problemlerin temelini
oluşturan ailevi düzensizlikleri ortadan kaldırabilecek tek çözümün İslami aile yapısının benimsenmesi olduğunu açıkça itiraf etmektedirler. Bize
düşen sahip olduğumuz manevi mirasın değerini
bilip hakkını vermektir. Değerlerimizi en güzel şekilde temsil etmektir. Kutlu doğum haftamız kutlu
olsun selam ve dua ile. Allah’a emanet olunuz.
23
Otuzbir
Nebi-yi Zî-Şân Efendimiz
Abdullah ÇAKIR
alemdar [email protected]
Eli Kalem Tutmayanı (s.a.v.),
Eli Kalem Tutanlara
Vasfettirmekte Âciz Bırakan ALLAH (c.c.)
u söz kim ola misâl-i kelâm-ı ehl-i kemâl
Selâsetinde hacîl ola selsebîl ü zülâl
Necâtî
NEBİYY-İ MUHTEREM (S.A.V.)’İ
CANINDAN ÇOK SEVMEK ÎMANIN FARZIDIR:
Bismillahirrahmânirrahîm.
İmanın özünde her ne kadar özgür bir irade
ile tasdik bulunsa da bu irâde ve tasdîk sevgiden
Sonsuz hamd ü sena o Hâlik-ı kevneyn ü rezzâk-i sekaleyn,
ayrı düşünülemez. Allah’ı ve Resulü’nü kalb ile
Melik-i âlem-i milk ü melekût,
tasdik ve dil ile ikrar etmek muhabbetin de bir
Vedûd ve Ğaffâr olan Cenâb-ı Allah (azze ve
tezahürü olmalıdır. Kelime-i şahadetin aslı Allah ve
celle)’ye olsun.
Resûlü’nü tasdîk olduğu gibi dinî amellerin menşei
ve temeli de Allah ve Resûl sevgisidir. Seven sev-
Ve sonsuz salât ü selâm, o Resûlü’s-saka-
gisini kalbiyle de diliyle de ifade eder. Sevgisi ger-
leyn ve imâmü’l-kıbleteyn ve hulâsatü’l-kevneyn
çek bir sevgiyse sevgilisinin isteklerini yerine
ve’ş-şefîü’l-meşeffi’ fî uhra’d-dâreyn ve ceddü’l-ha-
getirmek ona zor gelmez, aksine zevk alır.
seneyni’l-ahseneyn, resûl-i müctebâ ve nebiyy-i
mürtazâ Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
Sevgi ve tasdik içermeyen iman şekilden iba-
alâ âlihi’l-kirâm ve ashâbihi’l-kirâm) Efendimiz’e
rettir. İman tasdik, teslimiyet ve muhabbetin bir bü-
olsun.
tündür. Böyle bir imandan nasibi olmayan kalb
sinede paslı bir yüktür. Hakiki nişan göğsün dışına
Muhabbet en önemli ve değerli insani hasletlerimizin başında gelmektedir. İster hak olsun ister
takılan nişan olmayıp, göğsün içine takılan bu nişandır.
batıl olsun muhabbet her işin temelidir. Dîn-i mübin
İslam’da da durum böyledir. İslam’da sevginin
Cenab-ı Hak “Vedûd”dur. Kullarına îmanı
apayrı bir yeri vardır. Allah sevgisi – Peygamber
sevdiren O’dur. Aşkın ve feyzin kaynağıdır. Yüce
sevgisi Din-i Mübin’in temeli ve özüdür.
Mevlâ’nın sevmesi ve sevdiklerini sevdirmesi ve
24
Burhan
müminlerin Yüce Mevlâ’yı sevmeleri hep bu mü-
(Allah onu küfürden kurtardıkran sonra) yine
barek ismin tecellileridir, cilveleridir.
küfre dönmekten ateşe atıacakmışcasına hoşlanmamak.” (Buhârî, îmân,9)
Rabbimiz, Furkan-ı Hakîm’inde müminlerin
Allah’ı ve Resûlü’nü aşk derecesinde sevmelerini
istemektedir:
Müminlerin Allah’ı ve Resülü’nü sevmeleri
imanın gereği olduğu gibi birbirlerini de renk, dil,
ırk, statü gözetmeksizin sevmeleri de imanın gere-
“İnsanlar arasında Allah’tan başkasını
ğidir. Efendimiz (sav) bunu şöyle izah eder: “İman
O’na ortak koşanlar ve onları Allah’ı sever gibi
etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi
sevenler vardır. İman edenlerin Allah’a sevgisi
sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olmaz-
ise daha şiddetlidir.” (Bakara, 2/165)
sınız.” (Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 56).
“Ey iman edenler! Sizden bininden dö-
Buna göre müminlerin;
nerse Allah öyle bir kavim getirir ki Allah onları
sever, onlar da Allah2ı sever.” (Maide, 5/54)
“De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kar-
1. Allah’ı (c.c) canlarında çok sevmeleri,
2. Resûlullah’ı canlarından çok sevmeleri,
deşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız
mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaret ve
3. Birbirleri sevmeleri imanın farzlarındandır.
hoşlandığınız evler size Allah’tan ve Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili
Konumuzu sınırlandırmak açısından Efendi-
ise Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin.” (Tevbe,
miz (s.a.v.)’e duyulan sevginin ârif ve âşık sanat-
9/24).
kârlarca nasıl hissedildiğinden ve bu sevginin
tezahürlerinden bahsedeceğim.
Risalet-penâh Efendimiz de (sav) de: “Allah
ve Resül’ü bir kimseye başka şeylerden daha
sevimli (sevgili) gelmedikçe imanın tadına ula-
EN ÇOK ÖVÜLEN, ÖVEN VE
ÖVÜLECEK OLAN (S.A.V.)’DİR
şamaz” (Buhari, iman,8; Müslim, iman, 67-72) buyurmuşlardır.
Hz. Risalet-penah “Habîbullah”tır, (Tirmizi, Menâkıb,
Yine bir defasında Hz. Ömerü’l-fâruk (ra): “Ya
, “Mahbûb-i Kibirya”dır. Cenab-ı Hak
1; Dârimi, Mukaddime, 9)
Resûlallah! Kendim hariç seni her şeyden çok se-
en çok Hz. Peygamber’i sevdiğinden ona Habîbul-
viyorum” der. Fahr-i Kâinât (sav): “Olmadı Ya
lah demiştir.
Ömer! Canından daha çok sevmelisin” diyince
Hz. Fâruk (ra): “imdi seni canımdan daha çok se-
Fazîlet ve iyilikleri, güzellikleri ve üstünlükleri
viyorum” der. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav):
anılarak çok çok övülen ve Yüce Allah’ı sıfatları ile,
“İşte şimdi oldu ya Ömer!” buyuyrurlar. (Buhari, Ahkam,
kudret eserleri ile öven ve övmesini bilen anlamına
19).
gelen AHMED ismini de yine Yüce Rabbimiz ilk
defa ona vermiştir. İsmi önceki mukaddes kitapMebiyy-i mükerrem (sav) bir dafasında da
şöyle buyururlar: “Kimde üç şey bulunursa îmâ-
larda da övülmüş ve ileride de en çok hamd edenin
o olacağı bildirilmiştir.
nın tadını almış olur: Allah ve Resûlu’ü kendisine başlkalarından daha sevimli olmalıdır. Bir
“Meryem oğlu Îsâ da “Ey İsrâiloğulları!
kimseyi sevmek fakat yalnız Allah için sevmek.
Ben size Allah’ın elçisiyim. Benden önce gelen
Burhan
25
Tevrat’ı tasdîk ediyor ve benden sonra gelecek
medhettiği gibi bizden de medhetmemizi istemek-
olan AHMED adında bir resûlu de müjdeliyo-
tedir:
rum” (Saff, 61/6).
“üphesiz Allah ve melekler, peygambere
“MUHAMMED, ALLAH’ın resûludür”
48/29)
(Fetih,
salavât getirirler. Ey îmân edenler (ohalde)
âyet-i kerîmesi de Resûl-i Ekrem (sav)’in Al-
sizde ona çokca salât ü selâm getirin.” (Ahzâb, 22/56)
lah’ın elçisi ve isminin de MUHAMMED olduğunun
açık bir delîli ve kelme-i tevhîdin de yarısını ifâde
Muhammed Mustafâ âşıkı müslüman ecda-
eden bir hutbe-i ezelîdir. MUHAMMED ism-i şerîfi
dımızın (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) kültüründe
de pek çok, tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş
kelâma, kitâba ve mektûba BESMELE-HAMDELE
demektir ve âlemlere rahmet olarak gelişinden
ve SALVELE ile başlanması, hamdele ve salvele
önce övülmüş ve geldikten sonra da övülecek
ile bitirilmesi bu emr-i ilâhînin devamlı canlı tutul-
olduğuna işâret vardır.
masının bariz bir örneğidir.
Çalab nûrdan yaratmış cânını Muhammed’in
Âleme rahmet saçmış adını Muhammed’in
Yunus Emre
Resûl-i Ekrem Efemdimiz (s.a.v.)’in daha
doğmadan bağrı yanık müminleri vardı. Efendimiz
(s.a.v.)’den yedi yüz yıl önce yaşamış olan şair
Muhabbet-nâmesin yazar üstâd
Es’ad Ebû Kerîb el-Himyerî, zamanının muvahhid
Anın tevkî’-i ünvânı Muhammed
bilginlerinden Hz. Muhammed (s.a.v.)’in geleceğini
eyh İbrâhim Tennûrî
haber almış ve bunun üzerine şu mısraları yazmıştır:
Muhammed ism-i şerîfi ile aynı kökten gelen
MAHMÛD ism-i şerîfinde de çok çok senâ edilen,
Tanıklık ederim varlıkları yoktan var eden Allah’a
medhedilmeye lâyık manaları vardır. Bu ism-i şe-
Îmân ederim O’nun göndereceği Resûl’e
rîfde Cenâb-ı Hakk’a hamd edildiğinde bunun kar-
Yani Ahmed’e
şılığı olarak Cenâb-ı Hak tarafından yerlerde ve
O’na yetişseydim
göklerde pek çok övüleceğine dair bir işaret vardır.
Çağdaşı olabilme mutluluğuna erebilseydim
Yardımcısı olurdum onun
“(Ey habîbim Ahmed, resûlüm Muhammed!) rabbin’in seni MAKAM-I MAHMÛD’a (Övgüye değer en yüce makāama) getireceğini
umabilirsin.” (İsrâ, 17,79) âyet-i celîle-i cemîlesi bunun
en güzel delîlidir.
Bir de amcasıoğlu
Savaşırdım kılıcımla düşmanlarına karşı
Düşmanları düşmanlarım olurdu
Siler yok ederdim yüreğindeki elemleri kederleri
Gereken neyse yapardım mutluluğu için.
Hutben okunur minber-i iklîm-i bekāda
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezâda
Gül-bang-i kudûmün çekilir Arş-i Hüdâ da
Esmâ-i şerîfin anılır arz u semâda
Sen Ahmedi Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
eyh Gâlib
Bu mısralar el-Himyerî’nin müminliğine işâret
sayılmış ve Efendimiz (s.a.v.)’in bir hadîsinde kendisinden “ehl-i tevhîd” olarak sözedilmiştir.
His ve duygu dünyamızı en iyi terennüm
edenler şairlerimizdir. Çünkü şair Arapça bir kelime
olup insanlar tarafından hissedilemeyen mana derinliklerini hissedip onları özel yeteneğiyle dile ge-
Hak’tan bizlere sultân-ı müeyyed olarak
tiren kişi demektir. air hikmetin tercümanı, şiir
gelen Efendimiz (s.a.v.)’i te’yîd için Cenâb-ı Hak
şuurun vasıtasıdır. air hissedendir. Hissetmek için
26
Burhan
mevzu lazımdır. Mevzuların en mükemmeleli in-
tındaki “bürde”sini yani hırkasını Ka’b’a hediye
sandır, insanla alakalı olandır. İnsanların en mü-
eder. Bundan dolayı Ka’b’ın medhiyesi “Kasîde-i
kemmeli Efendimiz (s.a.v.)’dir.
Bürde” olarak şöhret bulur. Netîce de Ka’b Züheyr
(r.a)’in bu medhiyesi bir şiir geleneğini de başlat-
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
mış olur. Bu gelenek Nebiyy-i Muhterem Efendimiz
Muhammedsiz muhabbetten ne olur hâsıl
(s.a.v.)’i konu alan, onu medheden, ona sevgi ve
saygı sunulması vasıtası olan ve kendisiyle “şe-
Ârif ve âşık sanatkârlar Resûl-i Ekrem Efem-
fâat” dilenilen “Peygamber iiri” geleneğidir ki but
dimiz (s.a.v.)’e olan bağlılıklarını yalnız salat u
tür şiirlere Arab geleneğinde Mediye, Türk şiirinde
selâm getirmek suretiyle ifâde etmekle kalmamış-
ise Na’t denilmektedir. Na’t insanı kendisini pey-
lar ona besledikleri muhteşem duyguların tercü-
ganberde araması ve Peygamber sevgisinin şiirle
manı olarak şiirlerini yazmışlardır. Bu yâdigâr-ı
yapılan bir portresidir. Na’t en ileri derecede bir aşk
vedâdler ile birler de Efendimiz (s.a.v.)’i daha iyi ta-
âbidesidir.
nıma, hissetme ve sevmenin devletiyle yüz yüze
Hassân b. Sâbit (r.a) “Peygamber airi” ola-
geliyoruz.
rak ün yapmış Medîneli bir sahâbîdir. Daha çok hiCenâb-ı Hak Furkāan-ı Hakîm’inde iki varlığı
civleriyle tanınmaktadır. iirlerinde İslâm’ı ve
insanlık için rahmet olarak nitelemektedir: Efendi-
Efendimz (s.a.v.)’i medhetmekte, İslâm düşmanla-
miz (s.a.v.) ve Kur’ân-ı Kerîm. En çok okunan kitâb
rını ise yermekte, hicvetmektedir. Bir keresinde
Kur’ân’dır, Hakkında en çok kitâb yazılan Efendi-
Temîm kabîlesi şairleriyle yaptığı bir atışmasında
miz (s.a.v.)’dir. Bütün kitablar yek bir kitâbın daha
onları yenmiş ve kabîlenin toptan Müslüman olma-
iyi anlaşılması için okunduğu gibi, bütün bir sanlık
sına vesîle olmuştur. Hassân (r.a)’ın Efendimiz
da “tek bir insanın” (s.a.v.) daha iyi tanınması ve
(s.a.v.)’i öven pek çok şiiri vardır. Ki bu şiirler,
anlaşılmasıyla kurtulacaktır.
Ka’b’ın Kasîde-i Bürde’siyle beraber pek çok şaire
ilham kaynağı olmuştur. Bu geleneğe sahâbî şair-
Muallaka şairlerinden Züheyr b. Ebî Sel-
lerden Hz. Ali, İbn Abbas, Abdullah b. Revâha, Ka’b
mâ’nın şair olan iki oğlu Ka’b ve Büceyr, Mekke fet-
b. Malik, Âmir b. Sinâni’-Ekva ve Enceşe de uy-
hedilirken koyunlarını toplayıp şehirden kaçmışlar.
muştur. Efendimiz (s.a.v.)’i öven düşmanlarını ise
Ebraka’l-Azzâf suyunun başına varınca böyle bir
yeren şiirler yazmışlardır.
kaçışın anlamsızlığını düşünmüşler. Ka’b küçük
kardeşi Büceyr’in geri dönüp Efendimiz (s.a.v.)’in
durumunu araştırmasını ister. Büceyr Efendiz
(s.a.v.)’in yanına gelince Müslümanlığı kabûl eder.
Bunu duyan Ka’b kardeşinin bu haraketini bir şiirle
hicveder. Sonra da hareketinin başına iş açaca-
Sahabeden sonra gelen kuşakta Dağbel, Feradak, Kümmeyt, Mihyâre ed-Deylemî; sonraki kuşaklarda İmam Busirî, İbn Hacceti’l-Hamevî, İbn
Nebâte gibi şairlerle gelenek devâm edip, arap,
fars ve Türk edebiyatlarında günümüze kadar gelmiştir.
ğından korkarak kaçmaya başlar. Ancak başvurduğu
hiçbir
kabîle
kendisini
kabul
etmez.
Klasik îrân Edebiyâtında Genceli Nizâmî, Fe-
Kardeşinin gönderdiği heber üzerine kendisini ka-
ridüddin-i Atar, Sa’dî-i irâzî ve Molla Cami en
çışın değil efendimiz (s.a.v.)’in affının kurtaracağını
güzel örneklerini vermiştir.
anlayan Ka’b “Bânet Suâd” diye başlayan kasîdesini hazırlayarak Medîne’ya gelir. Medhiyesini
İslam-Türk Edebiyâtında ilk Peygamber
Efendimiz’in huzûrunda okur. Resûl-i Ekrem Efen-
şiirine Yûsuf Has Hacîb’în 1069’da Kaşgar’da
dimiz (s.a.v.) şiiri çok beğenir ve Ka’b’ı affeder. Sır-
tamamladığı ünlü eseri Kudad-gu Bilig’de rastlıyo-
Burhan
27
ruz. Esasen şu an konuşup-yazdığımız Türk Di-
Âşıkım şol dîdâra bülbülüm şol gülzâra
li’nin kaidelerini ortaya koyup geliştirenler pey-
Seni sevmeyen nâra yansın ya Resûlallah
gamber âşıkı Yusuf Has Hacib Ahmed Edip
Yunus Emre
Yüknekî, Ahmed Yesevî ve Kaşgarlı Mahmûd gibi
İlâhiyât kökenli sanatkâr yazarların olması pek mânidârdır. Ki bundan sonra gelişerek günümüze
Efendimiz (s.a.v.)’in teninin ve terinin gül gibi
kokması onlar için bir ilham kaynağı olmuştur.
kadar gelen Peygamber şiirleri, Divân Âşık ve
Tekke şiiri damarlarında yürümüş, bu alanda birço
Terlese güller olurdu her teri
şâir tarafından pek çok eser verilmiş, bu eserler de
Hoş dererlerdi terinden gülleri
Türk Dili’nin azametine azamet, ihtişâmına ihtişâm
Süleyman Çelebi
ve görkemine görkem katmıştır.
Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek sîmaları da
O ârif ve âşık sanatkârlar da îmân ediyorlardı
kırmızı bir güle benzetilir:
ki Muhammed Mustafa (s.a.v.) bütün müminlerin
mahbûbu, habîbi, maşuku, yâri ve sevgilisidir. Her
Reng-i rûyu gül ile yek-dil idi
mümin aynı zamanda peygamber âşıkı ve sevdâ-
Gül gibi kırmızıya mâil idi
lısıdır. O ârif ve âşık sanatkârlar, Efendimiz
Hakānî
(s.a.v.)’in ismi zikredilince hislenir, ürperir, coşar,
gözleri dolar, kirpikleri elmaslar takardı. Efendimiz
Yunus sadece gül ile yetinmez:
(s.a.v.)’in mübârek isimlerini büyük bir hürmet ve
muhabbetle yâd ederler ve aynı zamanda işittikle-
Hak onu öğdü yarattı sevdi Habîbim dedi
rinde dolu dolu salavât-ı şerîfe okurlar ve bunu
Yeryüzünde cümle çiçek Mustafâ’nın teridir
aşkın, feyzin, irfânın kaynağı; îmânın tadı, ihlâsın
Yunus Emre
derinliği ve ihsânın zenginliği olarak görürlerdi.
Terinden açılır güller sözünden şehd ü şekerler
GÜZELLER SENDEN ESERDİR
YÂ RESÛLALLAH!
Seninle hasta gönüller şifâdır ya Resûlallah
Sayyad Hamza
Onun gül cemâli âlemi gülistâna çevirmiştir.
Onların (Rahmetullâki aleyhim ecmaîn) bir
cezbe, vecd ve istiğrâk halinde yazıldığı hissini
Bundan dolayı mevlid okunduğunda cemâata gül
suyu serpmek âdet olmuştur:
veren bu aşk âbidesi olan eserlerinde Nebiyy-i
Muhterem Efendimiz (s.a.v.) çiçeklerden güle, gök
Çünki nûrun Rûşen etti âlemi
cisimlerinde Güneş’e ve Ay’a, tabîat varlıklarından
Gül-cemâlin Gülşen etti âlemi
yağmura, değerli madenlerden tek parça hâlindeki
Süleyman Çelebi
büyük inci tanesine, karanlığı ve zulümâtı yok eden
nûra ve ışığa benzetilmiştir.
O aynı zamanda peygamberlik bahçesinin de
gülüdür. Eşsiz bir güzelliğe sahiptir. Bir bahçıvan
Evet gül; rengi, kokusu, hoş ve güzel şekliyle
Efendimiz (s.a.v.)’in simgesidir. Rûzbihân Baklî:
istediği kadar uğraşsın onun gibi bir gül bu bahçede bir daha açmayacaktır:
“Efendimiz (s.a.v.) bir bül gördü. Onu aldı, öptü.
Gözünün üzerine koydu ve “Gül Allah’ın mıhabbe-
Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün
tinden bir parçadır, Allah’ın cemâlini temaşa etmek
Bir gül açılmaz yüzün tek bin gülzâre su
isteyen kırmızı güle baksın” dedi.
28
Fuzûlî
Burhan
Fatih Sultân Mehmed Hân (aleyhirrahmetü
inci olurmuş. Sedef bu yağmur damlalarından bir-
ve’l-ğufrân) Nakkaş Sinan Bey’e yaptırdığı portre-
den fazla yutmuşsa inciler küçük ve değersiz
sinde gülü koklar. Daima, gül Muhammed (s.a.v.)’in
olurmuş. Ama tek bir damla yutmuşsa bu inci
yolunda olduğunu, bütün Türk-İslâm medeniyetinin
büyük ve değerli olurmuş.
ve aynı zamanda Devlet-i Âliye-i Osmâniye’nin,
Cenâb-ı Allah ve Peygamber aşkı üzerine kurul-
O (s.a.v.), aynı zamanda Güneş’tir, Ay’dır,
Yıldız’dır:
duğu mesajını vermeye çalışır.
Cennet-mekân Sultân I. Ahmed Hân, aşağıdaki kıtasında Efendimiz (sav)’i peygamberlik bah-
Ayın bedri hilâl alnı ve kaş
Gözün nûru ve ziyâsı Mustafâ’dır
Yûnus Emre
çesinin gülü olarak anar:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Güneş nûrunu ondan almıştır ve onun nûru-
Kadem-i pâkini ol Hazret-i şâh-ı rusül’ün
nun yanında bir hiçtir. Ayın ondördünde diğer yıl-
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet ol kadem sâhibidir
dızlar nasıl sönükse her türlü güzellik ve üstünlükte
Bahtiyâ durma yüzün sür kademine o gülün
yaratılmışlar arasında O (s.a.v.) de öyledir:
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v.)’in
insanların en şereflisi olma vasfı, kâinatın övünç
kaynağı oluşu, aynı zamanda gerçekten yetîm olması; dürr-i şehvâr (incilerin şâhı), dürr-i yektâ
(eşsiz inci) dürr-i yetîm (tek parça inci) gibi sıfatlarla anılması için geçerli sebeplerdendir.
Sadef-vâr oldu âlem anda sen dürr-i yetîm oldun
Bulunmaz âlem içre sana sânî yâ Resûlallah
Bursalı İsmail Hakkı
Cemî-i enbiyâlardan Muhammed cümlenin şâhı
Yüzü nûrundan almışlar felekler şems ile mâhı
Eşrefoğlu Rûmî
Ol mâha nisbet et ne kadar varsa şeref
Ol şâha nisbet et ne kadar varsa ûlâ
Nûnla beyân olunmuş ‘izeşşemsü küvvirat’
Ol gün Güneşte nûr-i Muhammedî komaz ziyâ
Ahmed Paşa
Yek-dânesin cihân sadefinde Güher gibi
Güneş hüsnünden el-hak zerre oldu
Ey bî-bedel yetim anın için denir sana
Felekte mâh-ı eyvân-ı Muhammedî
eyhî
Gör kim senin gibi sedefi mâ-sivâda yok
Dürr-i yetîm gibi bahâsı Muhammed’in
Cem Sultan
eyh İbrâhîm Tennûrî
akk olan Kamer âciz ve Resûl-i Ekrem
Efendimiz (s.a.v.)’in hayrânı olan bir cisimdir; ve
aynı zamanda O’nun risâlet ve davasının şâhididir.
Eline kalem almamış o yetîm ne acebdir ki âsu-
Burc-i âlemde odur şems-i kadîm
Dürc-i âdemde odur dürr-i yetîm
Taşlıcalı Yahya Bey
İnci denizde yaşayan sedefin içinde oluşur.
mâna iki “R” yazmıştır. Yeri geldiğinde aynı mübârek el ve parmaklardan su akar:
Göklerde yeridir mâhı şakk etse hilâlin
Rivayete göre Nisan ayında sahile çıkan sedef, ağ-
Zira ki iki şâhid ile oldu bu dava
zını açarmış. O sırada karnına düşen nisan yağ-
Destine kalem almamış idin ne acebdir
muruyla denize dönermiş. Denizdeki tuzlu su
Engüşt ile levh-i feleğe yazdık iki râ
ortamında bu tatlı yağmur damlası sedefe acı
Yazmakta kalem parmağının vasfını âciz
verirmiş. Sedef de bu acıyı gidermek için bir sıvı
Gah mmâhı iki şakk eder ol gah akıtır mâ
salgılarmış. Zamanla içindeki bu sıvılar katılaşır ve
Burhan
Taşlıcalı Yahya Bey
29
Yûsuf (a.s.)’ı görenler elerini kestiler, O’nun
(s.a.v.) hüsnünü gören dolunay ikiye yarılır:
iirin ne haddi var ki ere vasf-ı zâtına
K’ol vahy-i âsumân ola bu sihr-i müterrâ
İnsanda dest ü pây-ı belâgat kāsırdır
Yûsuf’u gerçi görenler ellerini kestiler
Olmaz bihâr-ı vasf-ı celâline âşinâ
Ahmed Paşa
Gün yüzün gördü senin şakk oldu bedrin ayası
Zâtî
Mehdinde belîgân-ı Arab ebkem-i nâtık
Dede Ömer Rûşenî daha fazla dayanamaz.
Vasfında fasîhân-ı acem nâtık-ı ebkem
Anlayamaz bu güzellik sâhibini sevemeyenleri:
Ne şâirler ne bizler, aslında Resûl-i Ekrem
Çün doğup tuttu cihân yüzünü hüsnün güneşi
Efendimiz’i (s.a.v.) övmekle kalmıyor aslında Efen-
Kim ola sevmeye bu hüsn ile sen mâh-veşi
dimiz’i (s.a.v.) anmak sûretiyle de sözümüzü yü-
Dede Ömer Rûşenî
celtmiş oluyoruz. Bunu Hassan b. sâbit (r.a.) çok
güzel ifâde etmektedir: “Ve mâ medahtü Muham-
ÂIĞIN SUSSA BİR TÜRLÜ
SUSMASA BİR TÜRLÜ
YA RESÛLALLAH!
meden bi-makāletî, Ve lâkin medahtü makāletî bi-
Âşığın durumu ne yaman çelişkidir. Ne deh-
Resûlullah (s.a.v.) ile kıymetleniyor. Sözlerimin ko-
şettir. Sussa bir türlü susmasa bir türlü. Meddâhı
nusu Resûlullah olmadıktan sonra onların hiçbir kıy-
ALLAH olanı vasfetmekte âciz olduklarını kabûl
met-i harbiyesi yoktur. O’nun sözü yada ismi
eden ârif ve âşık sanatkârlar sözün bittiği noktada
söyleyen için ziynettir”
Muhammedin” Yani: “Ben Söyleyip-yazdıklarımla
onu lâyıkıyla medhedemiyorum. Bilakis sözlerim
hâmûş olmuşlardır:
Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Size dâir söylenmedik
Yine dil na’tini söyler Muhammed
hangi mısra, çıtlatılmadık hangi nükte ve hangi
Dil ü cân mülkünü söyler Muhammed
cümle kalmıştır. Söylenenlerin içinden söylenme-
Ne kādirim seni medhetmeye ben
yenleri bulmak ne müşkül! Söz biter lâkin söylene-
Kemâl-i mehdi Hak söyler Muhammed
cek olan dâima yarım kalmıştır.
Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk
Senin mehdinde âcizler Muhammed
Niyâz-ı Mısrî
Cümle âline ve ashâbına ve ahbâbına her
dem selâm eyle, eyâ Rahmet-i Mevlâ! efâatlerine
nâil eyle! Efda-li halk-ı Hudâ eyle salâtı ona Has-
Kemâl-i zâtının na’t-ı anılmaz yâ Resûlallah
sasallahu bihâ salli ve sellim aleyh. Velhamdülilla-
Kalır levh ü kalem mislin yazılmaz yâ Resûlallah
hirabbilâlemîn. Âmîn!
eyh Gâlib
Son olarak Gerçek adı Diyamendi iken gönGörse cemâlin gözüm pâyine sürsem yüzümü
lündeki Resûlullah aşkıyla yanıp kavrulduktan ve
Yok sana lâyık sözüm salli ve sellim aleyh
uzun süre Müslümanlığını ailesinden ve çevresin-
Bağdâtlı Rûhî
den gizlemek zorunda kalan Yaman Dede’nin
(1888-1963) (rahmetullahi aleyh) Efendimiz’e yaz-
Muhabbet-i Resûlillah dilde hiçbir şey, gö-
dığı na’tıyla son verelim:
..........................................................................
nülde ise her şey. iirin de sözün de bir nihâyeti var.
Hissiyâtın, gönlün nihâyeti yok. Onu vahy-i âsumân
(Kaynaklar: Kâmil Mîras, “Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve erhi”, c.
VI, s. 45; Hasan Ali Kasır, “Peygamber şiirleri”; Süleyman Uludağ, “Pervâneler O Sevgilinin Etrâfında Dönerdi”; Vedat Ali Tok, Severiz Her Güzeli Senden Eserdir Diyerek”; Mus-
övmüş, şiirin gâyeti yok:
30
tafa Kara, “Muhabbet Mektupları”.
Burhan
DAHÎLEK YÂ RESÛLALLAH
Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallah
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallah
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallah
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah
Yanan kalbe devâsın sen bulunmaz şifâsın sen
Muazzam bir sehâsın sen dilersen reh-nimâsın sen
Habîb-i kibriyâsın sen Muhammed Mustafâsın sen
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah
Gül açmaz çağlayan akmaz ilâhî nûrun olmasa
Söner âlem nefes kalmaz felek manzûrun olmasa
Firâk ağlar visâl ağlar ezel mestûrun olmasa
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah
Erir cânlar o gül-bûy-ı revân-bahşın hevâsından
Güneş titrer yanar dîdârının bak ihtirâsından
Perîşân bir niyâz inler hayâtın münyehâsından
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah
Susuz kalsam yanan çöllerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda Ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah
Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında cân vermek
Sönerken gözlerim âsân olur mu âhında cân vermek
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah
Boyun büktüm perîşânım bu derdin sende tedbîri
Lebim kavruldu âteşten döner pâyinde tezkîri
Ne dem gönlüm murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîr’i
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah
Burhan
31
Otuzbir
Hüseyin SELAMCI
Bir Muallim Olarak
HZ. MUHAMMED
(s.a.v.)
Peygamberler gönderildikleri dönemlerde
yaşayan insanlara, ilahi mesajı ileten ve bu mesajın getirmiş olduğu yaşam tarzını hayatlarında
yaşatan elçilerdir. üphesiz Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.v.)’de bu iletiyle vazifeli, Allah
(c.c.)’ın son elçisidir. O (s.a.v.)’nun bu elçilik
göreviyle beraber getirmiş olduğu ilahi mesaj, kıya
met gününe kadar gelecek olan bütün insanları
kapsamaktadır.
Peygamber sevgisi lafın gereği olmamalıdır.
O (s.a.v.) bir eğitimci olduğundan, O (s.a.v.)’nun
eğitim anlayışı altına girerek bu sevgimizi göstermeliyiz. Yani laflarımızın ötesinde, hallerimizle de
bu sevgimizi ispatlamalıyız.
Bizler de bu mesajın muhatapları olduğumuzdan, peygamberle direk irtibat kuran zümre
oluyoruz. Bu irtibatımız ise şüphesiz ilim yoluyla ve
O (s.a.v.)’na selatü selam getirmekle gerçekleşmektedir.
Nasıl ki, bir asistan öğrencilere ders anlatırken, dersin asıl hocasının metoduna göre ders anlatıyorsa, bugün O (s.a.v.)’nun varisi olan alimler
de bir asistan mesabesinde O (s.a.v.)’nun eğitim
anlayışını biz öğrencilere anlatmalılar. Öyle anlatmalılar ki bizler de O (s.a.v.) büyük eğitimciden en
iyi şekilde istifade edebilelim.
Evlerimiz, iş yerlerimiz, beldelerimiz, dünyamız ve de ahretimiz O (s.a.v.)’nun teşrifleriyle
güzelleşmekte, gönüllerimiz onun nuruyla zevklenmektedir. Bu zevkleri hiç şüphesiz ki gönül kapı
larını O (s.a.v.)’na açanlar yaşar. Dillerinde O
(s.a.v.)’na selatü selam, bedenlerinde O (s.a.v.)’na
tazim ,davranışlarında ise O (s.a.v.)’nun seçkin ve
güzel ahlakının izlerini bulunduranlar bu zevkleri
yaşamayı elde ederler.
32
Yazımıza bir eğitimci olarak Hz. Muhammed
(s.a.v.) başlığını koymamızın sebebi, Peygamber
ile rastgele bir diyalog değil, bir öğrenci ve öğretmen düzeyinde iletişimi vurgulamak içindir.
O (s.a.v.)’nun eğitim anlayışını gerçek varislerinde öğrenmeli, O (s.a.v.)’nun yaşam tarzını gerçek varislerinin hayatlarında bulmalıyız. İnsan,
örnek bir yaşantı sergileyen insanın hayatından
daha çok etkilenerek, hayatına çeki düzen vermektedir. Eğer Peygamberimizin yaşadığı gibi bir
hayat yaşamaya gayret gösterirsek, o zaman insanların ona hayranlığını da artırmış oluruz.
Burhan
Peygamberimizin uygulamış olduğu eğitim
metodunu, bugünkü eğitim anlayışımıza uygulamamız gerekir ki, neslimiz ondan hakkıyla istifade
edebilmiş olsun.
Bu yöntemleri şöyle sıralamaya çalışalım:
1. Öğretmen adayının geçmiş yaşantısı.
Bir insanın öğretmen adayı olabilmesini, eğitim sürecine girmeden önceki yaşantısı belirler.
Gönderildiği topluma ve kıyamet gününe kadar gelecek olan insanlığa bir eğitimci olarak öğretmenlik
yapan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e bu süreçte muhalefet edenlere Kur’an şöyle cevap veriyor: ‘’Bundan önce aranızda bulundu, bunu düşünmez
misiniz?’’ (yunus-16)
Bu ifadeden neslinizi teslim edeceğiniz eğitimcilerin, geçmişteki yaşantılarına dikkat edin
anlamı çıkmalıdır.
Abdullah Bin Ebi’l-Hamsa, Peygamberimizle
olan bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:
‘’Peygamberliğinden önce Resulullah Aleyhisselam’la birlikte bir alışverişte bulunmuştuk. Bu
alışverişten kendisine biraz vereceğim kalmıştı.
Ona, ‘Bulunacağın falan yere getireceğim.’ Diye
söz vermiştim. Fakat verdiğim bu sözü iki gün
unuttum. Üçüncü gün hatırlayıp sabahleyin gittiğim
zaman onu yerinde buldum. Bana, ‘Delikanlı, sen
beni sıkıntıda bıraktın. Ben şuracıkta üç gündür seni bekliyorum.’ buyurdu.’’
2. Bir öğrencinin öğretmenini dinlemesi.
Bir öğrenci olarak, öğretmenden dersi nasıl
dinleyip, öğrenmemiz gerektiğini, O (s.a.v.)’nun
Allah (c.c.) tarafından gönderilen bilginin kaynağını, Cebrail (a.s.)’in önünde diz çöküp, bütün duyu
larını ve duygularını devreye sokarak öğrenmesinden almalıyız.
3. Bilginin hafızaya kodlanması.
Allah (c.c.), Peygamberimize bilginin kaynağını bir anda göndermiyor, onu parçalara bölerek
yavaş yavaş gönderiyordu. Bu da insanın öğrenme
sürecinde hafızasının bilgileri kısım kısım ve yavaş
yavaş öğreneceğine işarettir. Eğitimciler olarak,
dersi öğrencilerimize yavaş yavaş anlayacakları
kadar göstermeliyiz. Öğrenci ise aldığı bilgileri tekrar ederek, unutmayacağı şekilde şifrelerle kaydetmelidir. Kur’an sureleri tamamlandığında, her
Burhan
33
surenin ana teması o sureye isim olarak verilmiş,
diğer bir ifadeyle şifrelendirilmiştir. Bu işlem hatırda
tutulmasını ve hatırlamayı kolaylaştırmaktadır.
‘’Dersin miktarı az, tekrarı çok olursa, o
ders daha kolay anlaşılır.’’
4. Peygamberimiz eğitim çalışmalarının
yapılacağı fiziki ortamları iki şekilde yapılandırıyordu:
Birincisi: Herkesin eğitimini içine alan mescitlerdir. Burada:
a) Mescit ler Allah’a karşı ibadetlerin talim
yerini oluşturuyordu. Yani Peygamberimizin bir
eğitimci olarak onların ibadetlerinin talimine yardımcı olduğu yer olarak anlaşılmalıdır. Kısacası
talim ve terbiye yeri.
b) Mescitler halkı bilgilendirme yeri olarak
kullanılamıştır.
Bu bilgilendirme;
Yaşanılan beldenin durumu ve yönetimi hak34
kında ve Dış dünya ile ilgili ilişkiler hakkında yapılıyordu.
c) Mescitler dini bilgilerin halka genel olarak
verildiği ve onların problemlerinin dinlenildiği yer olmuştur.
İkincisi: Akademik çalışmaların yapıldığı
akıllı ve zeki insanların seçilerek yetiştirildiği yatılı
üniversite olarak bilinen Ashab-ı Suffe’dir. Buradaki
öğrencilerin kabiliyetlerine göre dersler veriliyordu.
Öğrenciler burada yatılı ve yemekli olarak kalıyorlardı. Bunun en büyük yararı da öğrencilerin kendilerini ilme tam anlamıyla vermeleriydi. Bir başka
yararı ise sürekli eğitim veren öğretmenleriyle birlikte bulunmalarıydı. Yani takıldıkları her şeyi
anında öğretmenlerine sorabiliyorlardı. Bu öğrencilerin dışında kalan kesim ise mescit dışında öğrenmeleri gereken konuları buraya gelip sorarak
öğrenirlerdi. Bu yüksekokul öğrencileri bir nevi öğretmen ile halk arasında bir köprü vazifesi de yapıyorlardı.
Bizler de neslimizi eğitmede O (s.a.v.)’nun yol
göstericiliğine muhtaç olduğumuzu hiçbir zaman
unutmamalıyız.
Burhan
Nâ’t-ı Şerif
Arş'ın kubbelerine, adı nûrla yazılan,
İsmi; semâda ''Ahmed'', yerde ''Muhammed'' olan,
Yedi katlı göklerde, Hâk Cemâli'ni bulan,
Evvel-Âhir yolcusu, Yâ Hazreti Muhammed.
Sağnak nûr yağmurları, inerken yedi kattan,
O gece, Sendin gelen, ezel kadar uzaktan,
Melekler, her zerreye, müjde verirken Hâkk'tan;
O gece, Sendin gelen, Yâ Hazreti Muhammed.
Sabır doruklarında, beşerin en yücesi,
Senin Cennet mekânın, fakirlerin hânesi,
Gönüller hazinesi, Yâ Hazreti Muhammed.
Câhiliye devrini, kapatan, ulu Sultan,
efaatin, Allah'a yalvaran kolu Sultan,
Rabb'imin, en sevgili, en yakın kulu Sultan,
Melekler Sana hayran, Yâ Hazreti Muhammed.
Güneşler, o gecenin, nûruna secd ederken,
Yıldızlar, meşk içinde, kâinat vecd ederken,
Bütün hamd ü senâlar, Yüce Rabb'e giderken,
O gece sendin gelen, Yâ Hazreti Muhammed.
Sana şâhid, sonsuzlar, ezelden beri her an,
Sana şâhid, âyetler, her zerre ve her mekân,
Senden uzak kalmaya, nasıl dayanır ki can?
Sen, her canda Cânânsın, Yâ Hazreti
Muhammed.
Kâbe'de şirk taşları, putlar yere dönerken,
Cehâlet bayrakları, birer birer inerken,
Bin yıllık, küfr ateşi, ebediyyen sönerken,
O gece, Sendin gelen, Yâ Hazreti Muhammed.
Mîraç gecesi, bir bir, açılıyorken gökler,
Seni selamlıyorken, her katta peygamberler,
Öyle bir an geldi ki; durdu bütün melekler,
Hâkk' a yalnız yürüdün, Yâ Hazreti Muhammed.
O gece, Sâve Gölü, mûcizeyle kururken,
Kisra Saraylarında, sütunlar savrulurken,
Arz'dan Arş'a , Âlemler, rahmetini bulurken,
O gece, Sendin gelen, Yâ Hazreti Muhammed.
Gönül gözü görmeyen, can gözünü neylesin,
Dünya'da dönmeyen dil, mahşerde ne söylesin,
Allah, bütün beşeri, ümmetinden eylesin,
Sancağının altında, Yâ Hazreti Muhammed.
Sen ki; doğum kundağı, ak bulutla örülen,
Doğar doğmaz, Allah'a secde emri verilen,
Alnında, âlemlere rahmet tâcı görülen,
Kâinat Efendisi, Yâ Hazreti Muhammed.
Hâkk ile, kul vuslatı, o îlahi düğünde,
Hiç kimseden kimseye, fayda olmayan günde,
Hasatları, has tartan, o terazi önünde,
Noksanları bağışlat, Yâ Hazreti Muhammed.
Sen ki; asâletine, ezelden hükmedilen,
Tertemiz rahimlerle, lekesiz soydan gelen,
Beşeri şüpheleri, Kur'ân ilmîyle silen,
Seçilen sevgilisin, Yâ Hazreti Muhammed.
Bu îman meş'alesi, hiç sönmeden yanacak,
Ümmetin, Seni her an, mahşere dek anacak,
Gönül tortularımız, nûr'unla paklanacak,
Andımıza şâhid ol, Yâ Hazreti Muhammed.
Sen ki; büyük yargıda, şefaat müjdecisi,
Bunca âciz beşerin, Mahşer günü bekçisi,
Sen ki; Kur'ân şâhidi, Allah'ın son elçisi,
Kurtuluş habercisi, Yâ Hazreti Muhammed.
Biliriz ki; hükmü yok, bu dünya nîmetinin,
Gönüldür sermayesi, âhiret servetinin,
Sana, Salât ve Selâm, gönderen ümmetinin,
Cennetler şâhidi ol, Yâ Hazreti Muhammed
Sen ki; Âdem neslini, uçurumdan döndüren,
Zulüm sancılarını, şefkâtiyle dindiren,
İnkâr yangınlarını, irfânıyla söndüren,
Âlimlerin sultanı, Yâ Hazreti Muhammed.
Sen ki; güzel huyların, ahlâkın meş'alesi,
Burhan
(SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM)
Cengiz NUMANOĞLU
35
Otuzbir
Halil Atik
Arz-ı Hâl
Hayat, hayat avuçlarında... Dua’nda bir hayat...
O hayattı işte olmak istediğim...
Aradığımı bulmuşluğun bir sevinci vardı yüreğimde
ama bulmuşluğun kaybetme korkusu da yakar
kavurur beni derinlerde...
Güller bahçesinin efendisiydin sen. Bense o
bahçede bir toprak zerresi olmak için bile nelerimi
vermezdim ki.
Ömürler yaşandı dizinin ucunda. Bizse ayrılığı
yaşıyoruz sensiz uzaklarda. Yanıyor içimiz.
Rüyalarda biçare seni arıyor gözlerimiz. Hasrete el
sallayan bir çocuk misali ürkektir yüreğimiz. Olmaz
yapamaz âşıklar sensiz.
Ne olur yalnızlığımızda boğulurken bir el uzansın
yüreğimize. Alsın bizi buralardan. Asrın bu en
bunalımlı zamanında silsin gözyaşımızı sevdana
sevdamızı ulaştıran melekler.
solmuş bir şekilde. Oysa ismin geçti mi
gönüllerimizde bir düğüm işlemeydi sözlerimize.
Kelimeler çıkamamalıydı dilimizden. Öyle içten
yutkunmalıydık ki gözlerimiz dolmalıydı.
Bir damlada olsa sevdana dair yaş akmalıydı
ravzana doğru...
Bilir misin sevgili bir yanım hep yetimdir ardında.
Kimse anlamaz ve bilmez o yetim yanımı. Bir bebek
masumluğunda bekliyorum gelip yetim yanımı
okşamanı. Gözlerimi yollarında bıraktım ben sevgili.
Yüreğimi duanda bıraktım. Gözyaşlarımı biriktirdim
sermayem olarak. Ardından güllerin resmini çizdim
yüreğine dermek için.
Kendime zorları seçtim seni en iyi anlamak için...
Çare olsun dertlerimize 'Sen'in kokunu taşıyan
güller...
Bilir misin sevgili sen olunca yolun sonunda acılar
bile tebessüm verir insana. Yeter ki sen ol. Dikenler
gül kokusu salar yüreğime... Yeter ki sen ol ateşler
serinlik verir hasretine... Yeter ki sen ol ölüm cennet
gelir gözlerime...
Sensiz güneşlere sabahladık hep. Güneş hasret
oldu yaktı bizi. Mutlu olduğumuzu sanırken ayrılığın
hüzün mevsimlerine savurdu bizi. imdi ise
yaşıyoruz yalanlarla birlikte. Gerçeği unutmuş ve
Çöl yollarında sana gelmek istiyorum Veysel Karani
misali ama bulamamaktan korkuyorum
seni.Karanlık gecelerime sevdanla ışık
tutuyorum.Her bir yıldızda sana varacak günlerimi
36
Burhan
sayıyorum.Sonra bükülüyor boynum.Günahlarım
dağ kadar acaba varacak mı sana sonum?... Bir
çaresizliğin ifadesi olarak kalkar ellerim semaya
doğru.
'Ey Rabbim günahım çok. Kapına gelecek yüzüm
yok biliyorum. Bir umut biriktirdim yüreğimde
sadece. Sen 'Gel' dedin Rabbim... Geldim...
EN Sevgili`den ayrı koyma yolumu, bu hicranı
yaşatma bana. Ne kadar çok olsa da günahım
rahmetinle göster Onu bana... Onun aşkından
katreler sun yüreğime... Bu yolda gelecek cefayı
vefa bildir yüreğime...
Ey Rabbim rahmet yaşlarını nasip et gözlerime...
Ve bu yaşlarla bir damla olmayı nasip et En
Sevgilinin yüreğinde...
Titrer sesim tercüman olamaz yüreğime... Gözlerim
dalar gider Sen’li mevsimlere...
Medine’nde yanan ışık... Ve yüreğime hasret sunan
Mescid-i Nebevi`n...Sabah ezanında Bilal-i
Habeşi’nin sesi... Bir âşık sararken seni yüreğine
yüreğimde yankılanır nefesi. Kandıramazdı bizi
Sen’siz günlerimizin yalancı neşesi...
Bir gül koklasam haber verir sensizliği hasret
koklatır yüreğime...
Bir volkan olsam olur mu ateşinle yandığımın
göstergesi?...
Güller bahçesinin en güzel gülü Sen Âşıklar
diyarının en yücesi Sen. Âlemin yaratılış sebebi
Sen... Gönlüme hasretle sevdanı yaşatan Sen...
Gecelerde gözleri yaşartan Sen... Bir umut olup,
tutup elimizden yarınlara kaldıran Sen... Duanı
mahşere saklayan Sen... Ümmetim deyip gecelerce
ağlayan Sen... Açlıktan göğsüne taş bağlayan
Sen... Hasırlarda sabahlayan Sen... Rabbe en güzel
dönüş Sen... Son nefesinde dahi ümmetim diyen
Sen... Sevdanın adı Sen, Gözlerin aradığı Sen,
Bülbüllerin nağmesi Sen, gecelerin sabahı Sen...
Gönüllerin refahı Sen...
VE ölümün ardında saklanan en gizli sır Sen...
Öğrendim dertlerde cennet bulmayı Sen’le...
Öğrendim acılara tebessümü...
VE öğrendim ölümle dirilmeyi...
Sen olmayınca güllerde hasreti kokluyorum...
Bilir misin Ey Sevgili sana ulaşmak için geceleri
yastık altımda ölüm saklıyorum...
Burhan
37
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
Osmanlı Devleti’nde Peygamberimize Hürmet
Osmanlı padişahları eyhülislamlardan aldığı fetvalar ile devlet işlerinin yoğunluğu, asayişin
ve güvenliğin sağlanabilmesi gibi gerekçelerle hac
görevini yapamamışlardır. Bu yüzden olsa gerek
eksikliklerini telafi etmek için Peygamberimizin mirasına, Kâbe’ye Haremeyn bölgesine çok büyük
hürmet ve hizmetler sunmuşlardır. Mısır seferinden
sonra padişahlar kendilerini, Hadimü’l Haremeyn
(Kâbe’nin Hizmetkârı) olarak adlandırmışlardır.
değişmem” öbür yandan Yavuz O’ndan ümmetine
yadigâr kalan paha biçilmez “Mukaddes Emanetleri” İstanbul’a Topkapı Sarayına getirip Hırka-i
Saadet Dairesine koymakla bizi şereflerin en yücesiyle şereflendirmiştir. Yavuz Hırka-i Saadet Dairesi önünde kırk hafıza 24 saat nöbetleşe Kur’an-ı
Kerim tilavet ettirmiştir. Ayrıca Yavuz Harameyn’e
Fatih döneminde ganimet malından tahsis edilen
dokuz bin altını iki yüz bin altına çıkarmıştır.
Devlet-i Aliye-i Muhammediye; Osmanlı Devleti için kullanılan isimlerden birisidir. Osmanlı Devleti, askerine Peygamberimizin adını vermiş,
“Mehmetçik” demiştir. Yine son dönemde kurulan
ordulardan birisine de O’nun adını vermiştir; Asakir-i Mansure-i Muhammediye. (Muhammed’in
cesur askerleri) Bu temel örnek ler Peygamberimize olan bağlılığın ne kadar üst düzey de olduğunu göstermektedir.
Bunların yanında
padişahların kendilerine has özel uygulamaları ile
de peygamber sevgisi hakkında bilgiler ediniyoruz.
• Cihan hükümdarı Kanuni’nin Efendimize
muhabbet ve bağlılığı da dedelerinden aşağı kalır
değildir. Öyle ki Kanuni’nin rüyasında Peygamberimizi gördüğü ve kendisine şöyle dediği rivayet
edilir.”Belgrat, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin; sonra da benim şehrimi imar edesin” tabii
Kanuni de hemen Haremeyn’i imar ve ıslah etmiştir. Hatta oğlu 2. Selim’e servetiyle hacılar için su
getirecek bir vakıf dahi kurulmasını vasiyet etmiştir.
• Sultan 2. Murat mirasının büyük çoğunluğunu Mekke ve Medine’de ki fukaraya bağışlamış
Kâbe ve Mescid-i Aksa’da okunmak üzere 70 bin
Kelime-i Tevhidi ve Hatm-i erifin okunması için
vakıflara para aktarmıştır.
• Fatih Sultan Mehmet’in Peygamber Sevgisi O, İstanbul’u fethederek Peygamberimizin
büyük müjdesine ulaşmıştı zaten. 2. Mehmet’in İstanbul’u fetih hazırlıklarından biriside dedesi Yıldırım Beyazıt’ın yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı’nın
karşısına Rumeli Hisarını yaptırmasıdır. Yaptırdığı
bu Rumeli Hisarı’nın mimari olarak görüntüsü
Arapça Muhammed yazısı şeklindedir. İlginç ama
önemli bir ayrıntı.
• “Biz, mukaddes yerlerin hâkimi değil hadimiyiz” diyen Yavuz, buraların Osmanlıların hâkimiyetine gönül rızası ile girmesinden duyduğu
memnuniyeti şöyle ifade edecektir. “Bundan duyduğum mutluluğu bütün dünyanın padişahlığına
38
• 3. Mehmet Eğri Seferi’ne giderken Hırka-i
Saadeti de yanına almıştır. Savaş devam ederken
orduda bir ara bozgun belirtileri ortaya çıkmıştır.
Bunun üzerine Vakanüvis Hoca Saadeddin Efendi
padişaha Hırka-i erifi giymesini tavsiye etmiştir.
Aşka gelen Mehmetçiklerle zafere ulaşılmıştır.
• Yıldırım Beyazıd döneminden itibaren bütün
Osmanlı padişahları Hicaz’a ayrı bir önem vermişler, her yıl o topraklara “Sure Alayı” göndermişlerdir. Bu birlikler Hac mevsiminde bizzat padişahlar
tarafından İstanbul2dan uğurlanırlardı. Kutsal topraklara giden bu kervan, Mekke ve Medine de ki
Müslümanlara hediyeler götürmekle görevliydi. Bu
kervanın getireceği en büyük hediye şüphesiz ki
yeni Kâbe örtüsüydü. Eski Kâbe örtüsü ise geri getirilerek, İstanbul’daki camilere paylaştırılıyordu.
• Sultan 1. Ahmet’in, DİLLERE DESTAN
SEVGİSİ İSE baş tacı edilmeye değer cinsten bir
örnektir. Sultan Ahmet, sarığına taktırdığı sorgucun içine peygamberimizin ayak izinin resmini koyBurhan
durmuştur. Ayrıca Sultan Ahmet, babası 3. Mehmet’ten kalma 50 bin sikke ve üzerinde 227 elmas
bulunan bir yüzüğü Kâbe’nin tamiri için bağışlamıştır.
• Sultan 4. Murat Kâbe’yi tamir ettirmiş, Beyti Mükerremin 11. banisi (Kâbe’nin 11. inşasını
yapan) ünvanını almıştır.
• Bir Sevgi Sembolü Nakibu’l Eşraflık Ecdadımız peygamberimize olan hürmetin yüzyıllar
boyu bir görev aşkıyla devam ettirmiştir. Kurmuş
olduğu müesseselerle de bunu kurumsallaştırmıştır. Peygamberimizin soyuna mensup Seyyid( Hz.
Hüseyin) ve erif( HZ. Hasan) koluna mensup
olanların şecerelerini tutmak, hizmetlerini yapmak
için Nakibu’l eşraflık kurumunu oluşturmuştur. Bu
kurumun başına getirilen kişiler o kadar saygı ve
itibar görmüşlerdir ki; padişahların cülus yani tahta
çıkma törenlerinde padişahlara eyhülislam ile birlikte “Kılıç Kuşandırma” vazifesini yerine getirmişlerdi. Devlet törenlerinde Seyyidlerin ve onların
başı kabul edilen Nakibu’l eşrafların yer alması,
ayrı bir hürmet ve tazimin tezahürüdür. Birçok Osmanlı padişahına, peygamber neslinden olmaları
ve büyük kabul edilmeleri sebebiyle ilk biatı Nakibu’l eşraflar yapmışlardır.
• Sultan Abdülaziz’in Medine-i Münevvere’den gelen bir dilekçe kendisine uzatıldığında
hasta yatağından fırlayarak söylediği şu ibretli söz,
ecdadımızın kutsal topraklara duyduğu engin hürmeti ifadesi bakımından mükemmel bir numunedir.”
Haremeyn’den
Allah
Resulünün
komşularından gelen talepler, yatarak, edebe aykırı halde dinlenemez!” Ayrıca Abdülaziz, Medine-i Münevvere postasının her gelişinde abdest
tazeleyerek “Bunlarda Medine-i Münevvere’nin
tozu var” dedikten sonra öpüp alnına götürmüştür.
• 2. Abdulhamid’in Hassasiyeti Hicaz demiryolu projesi ile İslam ülkelerini bir arada tutma
projesini uygulamaya çalışan padişah İstanbul ile
Mekke arasında demiryolu ağını kurmayı başarmıştır. Abdulhamid
inşaatın Medine’ye yaklaşması sırasında rayların keçelerle sarılması emrini
vermiştir. Akıllara durgunluk veren bu emirde maksat Peygamberimizin maneviyatının rahatsız edilmemesidir.
• Murat Hüdavendigarın 1385 tarihli vergi
muafiyeti beratı, ilk zamanlardan itibaren Seyyid
ve eriflere gösterilen saygının en net ifadesi olsa
gerek. Ayrıca Yıldırım Beyazıt’ın kızını Emir Buhariye, Osmanlı veziri İshak Paşa’nın ise seyyid Ali
Natta’ya vermesi peygamber soyundan olanlara
verilen değerin bir başka ifadesidir. 2. murat seyyidlere duyduğu saygı ve onlara verdiği önemin bir
göstergesi olarak her yıl oturduğu şehirde bulunan
seyyidlere 10 bin filori altın paylaştırıyordu. Seyyidlere yeşil sarık sardırılması, halkın seyyid olanları bilip saygı ve sevgi göstermelerine, tazim ve
hürmetin gerçekleşmesine bir vesile olmuştur.
• Padişah Abdulhamid’in peygamberimize hürmetine bir örnek daha vermek gerekirse bugünlerde güncelliğini hala koruyan bir durumla ilgili
olabilir. fransa da “Muhammed” isimli peygamberimizi alaycı bir ifadeyle anlatan bir tiyatro eseri oynatılmak istenir. O yıllar Osmanlı Devleti için
oldukça zor dönemlerdir. Devletlerarasında Denge
Politikası uygulamaya çalışan Abdulhamid bütün
hassas dengelere rağmen olaya müdahale eder.
Ve derhal Fransa’ya ültimatom verir. Tiyatronun oynatılması durumunda tüm İslam âleminin Cihad
ilan edeceğini bildirir. Ve tiyatronun sahnelenmesine mani olur. İngiltere de teşebbüslerde bulunduysa da o tiyatro orada da sahnelenemez. İşte
devletin en zor zamanlarında bile padişah Abdulhamid peygamberimize yönelik saldırıları anında
susturmasını bilmiştir.
• 2. Mahmut O’na olan sevgisinin bir alameti
olarak HZ. Peygamberin Kabr-i erifi üzerindeki
Yeşil Kubbeyi(Kubbetü’l Hadra) yaptırmıştır. Ayrıca
1820’de patlak veren Vehhabi İsyanında yıkılan
bütün eserleri yeniden inşa ettirmiştir. Bu münasebetle, Hücre-i Saadet’e hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği şiir, onun Rasulullah’a hürmet ve
muhabbetinin bir vesikası olarak kayıtlara geçmiştir.
• Bu millet asırlar boyu Peygamberimize hürmet vesilesiyle çocuklarına en fazla O’nun isimlerini vermiştir. Ahmet, Mehmet, Muhammet,
Mustafa isimlerinin sayısal çoğunluğu yapılan
nüfus istatistikleri ile ve Osmanlı Arşiv belgeleriyle
ortaya konmaktadır. Selam olsun Ahmetlere, Mehmetlere, Mustafalara. Ne mutlu O’nun ismini taşıyıp O’na layık ümmet olanlara
Burhan
39
Kırk Hadis-i Şerîf
"Ümmetimin din işlerinde faydalı kırk
hadis ezberleyen, âlimlerle haşr olur." [Taberani]
10. Es-semâhu rabâ'hun ve'lusru şu'mun
Müsâmahakârlık kazançlıdır, güçleştirmek
ise uğursuzluktur.
"Ümmetime iletmek üzere kırk hadis ezberleyene şefaat ederim." [İbni Adiy]
11. En-nedemü tevbetün
Pişmanlık, tövbedir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 376, 423,
1. El-Kur'ânü hüve'd-devaü
Kur'ân, sırf devâdır.
433)
12. El-bezâu mine'l cefâi
2. Ra'sü'l-akli ba'de'l-îmâni bi'llâhi't-teveddüdü
ile'n-nâsi
Aklın gereği, Allah'a imandan sonra, O'nun
için sevmek, sevilmek ve insanlarla dost geçinmektir. (Mecmeu'z-Zevâid, 8/17; Biraz farkla, Beyhakî, Sünen, 10/109; Taberanî,
el-Mu'cemü's-Sağîr, 2/21)
Ağız bozukluğu (küfürbazlık), kabalıktandır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 501)
13. Men ğaşşenê feleyse minnâ
Bizi aldatan bizden değildir.
(Ahmed b. Hanbel, Müs-
ned, 2/50)
3. El-emânetü gınen
Güven, zenginliktir.
4. Ed-dînu en-nasîhatü
Din, nasihattir. (Buhârî, Sahîh, 1, 20)
5. El-idetü atıyyetün.
Vaat edilen, verilmelidir. (Ebû Nu'aym)
6. El-cemâatü rahmetün, ve'l-firkatü azâbün.
Cemâat, rahmettir; ayrılık azâbtır.
14. El-müsteşârü mü'temenün
Mü'min kendisiyle istişâre edilen, güvenilir
kimsedir. (Buhârî, el-Edeb'ül-Müfred)
15. El-hayrü âdetün ve'ş-şerrü lecâcetün
Hayır, alışılmış bir davranıştır; şer ise, inatçılıktır.
16. El-hasebü'l-mâlü ve'l-keramü't-takvâ
İnsanın değeri malı ile; âlicenablığı ise,
takvâsı iledir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
7. Er-rifku re'sü'l-hikmeti
Yumuşak davranma (rıfk), hikmetin başıdır.
17. Evvelü mâ yûdau fi'l-mîzâni el huluku'l-hasenü
Kıyamet günü mîzana ilk konulacak olan
(Buhârî)
şey güzel ahlaktır. (Taberâni, el-Mu'cemü'l- Kebîr, 24/253)
8. El'a'mâlü bi'n-niyât
Ameller niyetlere göre değerlendirilir. (Ahmed
18. İnne'd-dâlle ale'l-hayri ke-fâılihî
Hayırlı bir işe vesile olan, onu yapan gibi-
b. Hanbel, Müsned, 1, 25, 43)
dir. (Tirmizî, İlim, 14)
9. El-mecâlisü bi'l-emâneti
Meclislerde
konuşulanlar,
emânet hükmündedir. (Ebû Dâvûd,
Sünen, 4, 369)
19. Lâ tüksiru-d-dahıke fe-inne kesrete'd-dahıki
tümîtü'l-kalbe
Çok gülmeyiniz! Zira çok gülmek kalbi öldürür. (İbn Mace, Zühd, 19)
40
Burhan
20. Es-sadakatü tutfiü'l-hatîete kemâ yutfiü'lmaü'n-nâre
Su nasıl ateşi söndürüyorsa sadaka da hataları öyle siler süpürür. (Tirmizi, İman, 8, İbn Mace, Zühd, 22)
21. erafü'l mü'mini kıyâmü'l-leyli ve ızzühü istiğ-
28. Niyetü'l mü'mini eblegu min
amelihi
Mü'minin niyeti, amelinden
daha etkilidir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
29. Es'salatü nûru'l mü'min.
Namaz, mü'minin nûrudur. (Buhârî)
nâühû ani'n-nâs
Mü'minin şeref ve itibarı, gecelerini ibadetle geçirmesinde; izzet ve haysiyeti de, gönül
tokluğu içinde bulunup insanlara el açmamasındadır. (Müstedrek, 4/360)
22. Men ehlesa lillahi erbaîne sabâhan zaherat
yenabîu'l-hikmeti min kalbihî alâ lisanihî
Kim sadece Allah rızası mülahazasıyla kırk
30. Matlu'l ganiyyi zulmün ve mes'eletü'l ganiyyi
nârün
Zenginin, vâdeli borcunu vaktinde ödememesi zulüm; varlıklı kimsenin dilenmesi ise
ateştir. (Ahmed b. Hanbel)
31. Er-rifku re'sü'l-hikmeti
Yumuşak davranma (rıfk), hikmetin başıdır.
(Buhârî)
gün sabah namazını (cemaatle) kılarsa kalbinden lisanına hikmet pırlantaları akmaya başlar.
(Müsnedüş- ihab, 1/285)
32. Kelimetü'l hikmeti dâlletü külli hakimîn
Hikmetli söz, hikmet arayan herkesin yitiğidir. (Buhârî)
23. El-hamrü ümmü'l-habaisi
İçki, bütün kötülüklerin anasıdır.
(Nesâi, Sünen,
8,315)
24. İnnemâ mevdıu's-salâti mine'd-dîni kemev-
33. El-Birrû hüsnû'l-hulki
İyilik, ahlâk güzelliğidir. (Nesâî, Sünen)
34. Es-selâmu kable'l kelâmi
Selâm, kelâmdan öncedir.
dıı'r-re'si mine'l-cesedi
Bedende başın yeri ne ise, dinde namazın
yeri de odur. (El-Mu'cemü'l-Evsat, 2/383; Mecmeu'z-Zevaid, /292)
25. El-emânetü tecurru'r-rızka ve'l hiyanetü tecurrü'l-fakre
Doğruluk, rızkı; hıyanet de, fukaralığı
çeker.
35. Husnu's suâli nisfu'l-ilmi
Güzel soru, ilmin yarısıdır.
36. Milâkü'd-dîni'l-verau
Dînin özü, günâh ihtimâli olan şeylerden
sakınmaktır. (Ebû Nu'aym)
37. Keramü'l-kitâbi hatmühû
Yazının îtibârı, mührüdür. (imzâsıdır)
26. El-kanaatü malün la yenfedü
Kanâat, tükenmez bir sermayedir.
27. Felâ yağrisu'l-muslimu ğarsen, feye'kulu
minhu insânun velâ dabbetün velâ tayrun illâ kane
lehû sadakaten ilâ yevmi'l-kıyameti
38. El-bereketü mea ekabiriküm
Bereket, büyüklerinizle birlikteliktir. (Hâkim, elMüstedrek)
39. El-mer'ü alâ dîni halîlihî.
Kişi arkadaşının dini üzeredir.
Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan,
insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen şey kıyamet gününe kadar o Müslüman için sadaka
40. Ed-duaü hüve'l ibadetü
Duâ ibâdettir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
olur. (Müslim, Müsâkât 10)
Burhan
41
Otuzbir
Söyleşi
Gençlere Sorduk:
1-) Peygamber Efendimiz (s.a.v) hakkındaki duygu
ve düşünceleriniz nelerdir?
2-) Peki toplum olarak onu ne kadar tanıyoruz.
3-) Toplum olarak yaşantısına ne kadar özeniyoruz.
Erdem TAMER
1- Dini olarak ve yaşamı üzere örnek alınabilecek tek
insan ve yaşama sebebimiz.
2- Bizim onu yeterince tanıdığımıza inanmıyorum, çünkü
toplumdaki ahlaki ve dini eksiklikler ortada ve buda onu tam
olarak tanımadığımızın net göstergesidir.
3- Elimizden geldiğince onun sünnetlerini yerine getirmeye çalışıyoruz.
Biyoloji öğretmeni Said Nuri MAK
Âdem HAFIZ
1- Kâinat ve kuranı kerim kitabının
en güzel tercümanı, âlemin karanlığını
boğan bir güneş. Küfür putlarını yerine
tek bir yaratıcıya yönlendiren, haykıran insanların sevgilisi, Allahın en
yakın dostu varlıkların yaratılış gayesidir.
2- İnsan ve kâinat kendisini okumak ve anlamak istiyorsa onu en iyi
anlatan Kur’an-ı Kerim’in öğretmeni
olan peygamberimizin verdiği en güzel
ahlak ve sünnetlerini anlamalıdır. Onu
anlayan anlattığı kitabı ve yaratıcısını
anlar
42
1Tabiî ki o
büyük zatı anlatmaya
kelimeler yetmiyor. Ama
kısacası şunu söylemek
istiyorum bizim yaşama
sebebimiz ve âlemlere
rahmet pınarı.
2Onun adaletini hoş görüsünü şefkatini şuan ki İslam âlemi birazcık almış
olsaydı aramızda birlik ve beraberlik olurdu. Maalesef o
büyük zatın peşinden gidemiyoruz. Bu da bizlerin sefillik
içinde yaşmamıza sebep oluyor.
Burhan
Muhammet DELİKANLI
1- ALLAH ondan ebediyen razı olsun ki bize önderlik yaptı ve bize Allahın en güzel dini olan İslamiyet’i bize tanıttı ve sevdirdi. Küçükken pek fazla tanımaz, sadece seviyor der geçerdim. Hayatını okuyup öğrendikten sonra artık
adının söylendiği her yerde içim kıpır kıpır olur, heyecan ve feyiz duyarım. Onu
anlatmaya kelimeler yetmez bütün güzelliklerden daha güzel.
2- Onu ismen tanımayan yoktur. Çünkü İslam devletinde yaşıyoruz. Ama
kişilik ve yaşantısını pek bilmiyoruz.
3- Toplum olarak onun sünnetini ve güzel ahlakını uygulayan yok çünkü
nefislerimize zor geliyor. Allah hepimizi onun ahlakı ile ahlaklandırsın ve onun yolunda ölmeyi nasip eylesin.
Abdulkadir AKIN
1- Biz Müslümanların önderi
İslam âleminin rehberi ve Allah’u
telanın son peygamberi bizimde
şefaatçimiz olan Hz Muhammed
(s.a.v) gelmiş geçmiş en örnek ve
en yüce insandır.
2- Gereğinden çok daha az
3- Peygamber Efendimizin yaşantısı Kur’an yoludur. Kur’an da
geçen emir ve yasakları uyguladığımız takdirde onun yaşantısına
yaklaşabiliriz.
Ama
sünnetlerini de yerine getirmek
lazım.
Yusuf SEZER
1- Kâinatın yaralatışına sebep
olan, insanlığa en büyük örnek
olan ve Kur’an onun mucizesi ve
oda Kur’an-ı Kerim’in mucizesi
(yani yürüyen Kur’an)
2- Toplum olarak sadece vaazlardan tanıyoruz. Hayatı hiç
araştırılıp okunmadığı gibi okutulmuyor da.
3- Maalesef Peygamber Efendimize olan özentimiz fazla değil.
Bunun nedeni şu olabilir, kişilerin
imanı ile doğrudan alakalıdır. Onu
sevmek ve tanımak Allah’a karşı
kuvvetli bir iman doğurur. Unutmayalımki tanımayan sevemez.
Melik YILDIZ
1- Allah’ın en sevgili kulu ve insanlara büyük ve güzel ahlak
üzere gönderilmiş örnek bir kişiliktir. Kâinatın yaratılma sebebi,
İslam’ın en büyük davetçisi ve
rahmet peygamberi olarak dünyaya gelmiş ve görevini en iyi şekilde yapıp, o zamandan bu
zamana sevgisi taşarak yayılmıştır.
2- Toplum olarak nerdeyse hayatının tamamını bilen amma uygulamada ise hiç bilmeyen hiç
tanımayan bir toplum gibi yaşıyoruz.
İsmail Efe DEMİRHAN
1- uana kadar onun gibi cesur, adaletli, cömert, iyiliksever, merhametli ve
sabırlı bir kimse daha dünyaya gelmedi ve bundan sonrada gelmeyecek. Gelen
hiç bir kişide 1500 sene boyunca hayırla yâd edilmedi. Tek kelime ile mükemmel
bir insan ve kişilik idi.
2- Ahlaki bozukluk ve davranışımızdaki çirkinlikler sünneti seniyye’den ne
kadar uzak olduğumuzu gözler önüne seriyor.
3- Sahabeler onun bastığı toprağa basmak için can atarken biz ise şuan
meydana çıkan ünlüleri örnek alıyoruz. öyle düşünüyorum ki onun hayatını örnek
almak ve yaşamak nefsimize ağır geliyor ama gafletten uyanmak gerekir.
Burhan
43
Otuzbir
Yol Kandilleri
Ersan BİLGİN
Bilâl-i Habeşî
Bilâl b. Rebah
(r.a.)
Kabri erifi
Hz. Peygamber'e (s.a.v.) ilk iman edenlerden
için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı.
biri ve daha sonra Rasulullah (a.s) müezzin olan
Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesil-
sahabî. İslâm tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-î
diği anda, Bilâl'i alır, kızgın kumların üzerine yatırır,
Habeşî, aslen Habeşlidir.
sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: "Mu-
İLK MÜMİNLERDEN
hammed'e küfret; Lat ve Uzza'ya iman et. Yoksa
onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın."
Bilâl (r.a), İslâm'ın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye
Bilâl'in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü
b. Halef'in kölesiydi. İslâm'ın ortaya çıktığı yıllarda
yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında sa-
bir çok kimse, soy ve soplarının yüksekliğine, şirk
atlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu
toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve ka-
sözler dökülürdü: "Allahu Ahad, Allahu Ahad",
bîle taassubuna düşmüş, İslâm'a cephe almış ve
Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü
sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler
(İbn Sa'd, Tabakat, III, 232).
de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup
şirkten kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah (r.a)
İslâm davetine ilk icabet edenlerden biriydi.
O, geçim için, makam ve mevki için başka
ilâhlara sığınmazdı. O biliyordu ki hüküm Allah'a
aittir, rızık Allah'a aittir. Öldürmek ve yaşatmak Al-
DAYANILMAZ İKENCELER
ve
“ALLAH BİRDİR” NİDALARI
lah'ın elindedir. Geçici dünyanın çıkarları için put
ve tağutları tasdik etmek ve bu arada imandan bir
cüz de Allah'a ayırmak iman için yeterli değildir.
Tam ve kâmil anlamda hükmün, öldürmek ve dirilt-
Ümeyye b. Halef, kölesi Bilâl'in müslüman ol-
menin Allah'a ait olduğunu rızık verenin yalnız Allah
duğunu anladıktan sonra, onu İslâm'dan çevirmek
olduğunu, Allah'ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre
44
Burhan
iman etmedikçe ve bu uğurda gelecek sıkıntı ve
vandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir
ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın
hisse veriyordu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 234).
mümkün olmadığını biliyordu. Bilâl, rızık ve ölüm
EZANLAR
korkusu taşımıyordu. Yalnız Allah'tan korkuyor ve
yalnız ondan ümid ediyordu.
Bilâl, Resulullah (s.a.v.)'ın müezzini olarak taİşkence altında kıvranan Bilâl (r.a)'a rastgelen Varaka b. Nevfel;
nınmaktadır. Ve sık sık ezanı Bilâl'e okuttururdu.
Hatta sabah ezanındaki " " (Namaz uykudan hayırlıdır) ibaresini Bilâl ezana eklemiş Resulul-
"Vallahi ey Bilâl, Allah birdir, Allah birdir. " der,
lah "Bilâl, bu ne güzel söz!" diye onu tasvip
sonra da müşriklere dönerek: "Siz onu bu yüzden
etmişti. (Avnu'l-Ma'bud, erh Ebû Dâvud, III,185; İbn Mâce, Ezan, 1, 3,).
öldürürseniz, biz onu, kendimize örnek alırız." derdi
(İbnü'l-Esir, el-Kâmil Fi't-Târih, II, 66).
Hz. Bilâl, Resulullah'ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke'de kendisine
Bilâl'in efendileri olan Mekkeli müşrikler onu,
her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye'yi
çoluk çocuğun oyuncağı yapmışlardı, ona işkence
görmüş ve şöyle bağırmıştı: "İşte küfrün başı!.."
edenlerden biri de Ebu Cehil'di. Ama Bilâl'e yapılan
Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslü-
işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül
manlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak iki-
hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu derece
sini de öldürmüşlerdi. Resul-u Ekrem Mekke'nin
ağır işkencelere katlanabiliyordu.
fethi ardından Kâbe'ye girerken has müezzini Hz.
Bilâl'i yanlarında bulundurmuşlardı. İbn Ömer, bu
Ümeyye b. Halef'in Bilâl'e yaptığı işkencelere
vakayı şöyle nakleder ve der ki:
çok üzülen Hz. Ebû Bekir (r.a) ona bu işkenceden
vazgeçmesini söylemiş o da; "Onun ahlâkını bozan
"Resul-u Ekrem, Mekke'nin fethi gününde,
sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası
Mekke'nin yüksek tarafından bir deve üzerinde
değildir" demişti. Bunun üzerine Ebû Bekir es-Sıd-
geldi. Üsame b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha da
dık (r.a) ona şu cevabı vermişti: "Benim yanımda
yanlarındaydılar. Resul-u Ekrem Kâbe içinde uzun
senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var.
bir müddet kaldılar, sonra çıktılar. Arkasında mü-
Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu
minler içeri girmek için birbiriyle yarış etti. İlk giren
bana ver." Ümeyye bu teklifi kabul edip öteki köleyi
bendim. Bilâl, kapının arkasındaydı. Bilâl'e Resu-
aldı ve Hz. Bilâl'i Hz. Ebû Bekir'e verdi. Başka bir ri-
lullah'ın nerede namaz kıldıklarını sordum, yerini
vayette Hz. Ebu Bekr'in onu yedi ukiyeye satın alıp
gösterdi. Ne var ki Bilâl'e, Allah Resulunun kaç
azat ettiği kaydedilir. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 232).
rekat namaz kıldıklarını sormayı unuttum."
(Buhârî,
Meğâzî, 49).
Hz. Ebubekir (r.a), Bilâl'i Resulullah'ın yanına
götürüp azat etmiş ve Bilâl işkenceden kurtulmuştu.
Resulullah, Mekke’nin Fethi sırasında Kâbe'yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl,
burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle
Bilâl daha sonra diğer ashab ile birlikte Medi-
coşturmuştu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 234).
ne'ye hicret etti. Orada Sa'd b. Hayseme'ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik
BİLAL (r.a) AM’DA
oluşturulunca Bilâl'e de Abdullah b. Abdurrahman
el-Has'amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü
Resul-u Ekrem'in vefatı üzerine, ona karşı
bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer dev-
büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine'de kal-
rinde am'da bulunduğu sırada maaş olarak di-
maya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz.
Burhan
45
Bilal-i Habeşi (r.a) Camii
Ebu Bekir, Bilâl'e yanında kalması için ısrar ettiği
etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamaya-
halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: "Eğer sen beni
rak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd'in bu üstün yanı
Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gi-
olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer
deyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni
ve diğer ashab Resulullah (s.a.v.) dönemini hatır-
yanında alıkoy!" Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir
layarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip
şöyle demişti: "İstediğin yere git!..." Resulullah'ın
hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl'in eza-
vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz.
nını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi.
Bilâl, am'a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye'de meydana gelen gazalara katıldı (İbn Sa'd, Tabakat
III,238).
BİLAL (r.a), MEDİNE
YOLLARINDA
Hz. Ebû Bekir'in vefatından sonra, Hz. Ömer
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in irtihâlinden sonra
devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da
Suriye'ye giden Bilâl, "Havlan" kasabasına yerleşti.
katıldı. Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Fi-
O burada huzur içinde yaşıyordu. Hz. Bilâl, Suri-
listin'e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak
ye'de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüya-
Câbiye'ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Ku-
sında Hz. Peygamber (s.a.v.)'i gördü. Resulullah
düs'e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bu-
ona, şöyle demişti: "Beni ziyaret etmeyecek
lunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs'e girmişti.
misin?" Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını ta-
Hz. Ömer, burada, Resulullah'ın vefatından beri
mamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine'ye gece
ezan okumayan Bilâl'den ezan okumasını rica
ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara'ya yü-
46
Burhan
zünü sürerek, burada Resul-u Ekrem'le birlikte geçirdiği
günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan
ile Hz. Hüseyin Bilâl'i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan
okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid'inde ezan okumuştu. Bilâl'in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış
gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı.
Birinci şehadetten sonra Resulullah'ın risâletini ikrar eden
şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber'in kabrinden
kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı.
Bu sabah, bütün Medine'ye, risalet devrini bütün canlılığı
ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün müslümanların Resul-u Ekrem'e karşı duydukları sevgiyi canlandıran
Bilâl'in sesi idi.
Hz. Bilâl, hicretin yirminci yılında altmış yaşlarında
iken vefat etti. Dımaşk'ın Bâbü's-Sağîr tarafına defnolundu.
(İbn Sa'd, Tabakat, III, 238; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gabe, I, 209).
Hz. Bilâl (r.a), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını,
sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün
son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen "ah ne acı" dedikçe, Bilâl: "Oh! ne tatlı!." diyor ve ekliyordu: "Yarın sevgililerle, Muhammed (s.a.v.) ve
arkadaşlarıyla buluşacağım." diyordu.
Bilâl-i Habeşî, İslâm'ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet
ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl'in, ilk müslümanlardan olduğunu ve İslâm akîdesi uğrunda en büyük çileyi çekenlerden olduğunu, herkes bilir ve ona son derece sevgi
ve hürmet beslerdi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u
Ekrem'e hizmetle geçirdi. O, Resulullah'ın meclislerinde
daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte
Resulullah'dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber'in hazinedarlığını, Bilâl radıyallahu anh yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır,
Resulullah'ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.
Hz. Bilâl'in doğruluk ve ahlâkı, İslâm'a bağlılığı bütün
çağdaşları tarafından aynı derecede takdir edilmekte ve
övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashab'ın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan
müminlerden biriydi. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 238-239).(İkra’ Ansiklopedisi)
Burhan
47
Otuzbir
Fıkıh
Mehmet TALU
Doğum Kontrolü ?
Tüp bebek ?
Kaparo ?
DOĞUM KONTROLÜ
Soru: Gebeliği önlemek dinen caiz midir?
Gebeliği önlemek için kullanılan sipiral ve diğer
yöntemler caiz midir? Caiz olan önleme şekli var
mıdır? (A. K)
Cevab: Bismillâhirrahmanirrahim.
Doğum kontrolü, İslâm'ın temel ilkelerine ve
özüne aykırı olup, İslâm'la bağdaşmaz. Zaruret
yoksa herhangi bir şekilde hamileliği önlemek caiz
olmaz.
Ancak kadının hamile kalmasının onun
ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir doğumun memedeki
çocuğa zarar vermesi durumu gibi zaruri hallerde
tedbir alınabilir. Azil de, başka yöntem de caizdir.
Ancak devamlı doğum kontrolü caiz olmaz.
Doğum kontrolü, nüfusun azalmasına ve
fuhşa teşvik eder. Doğum kontrolü uygulayarak,
evlenmeyi, çocuk elde etme maksadının dışına
48
çıkaran çevrelerde, cinsî münasebetlerin çocuk
yapma ve neslin devamı ile hemen hemen hiçbir
ilgisinin kalmadığı, tamamen bir eğlence ve zevk
meselesi haline getirildiği maalesef bir gerçektir. Bu
durum, beşerî ahlakı son derece tahrip etmektedir.
Mesela Batı'daki rakamlar çok korkunçtur. Doğum
kontrolü teşviki sonucu evlenmeden önce gayr-ı
meşru ilişkilerde bulunan erkeklerin sayısı
% 27'den % 87'ye, kadınların ise % 7'den % 50'ye
çıkmıştır. " Yine verilen bir başka bilgiye göre, 1956
yılında altı yüz kadın üzerinde yapılan incelemelerin sonucu şöyle: Her üç kadından biri henüz evlenmeden iffet ve kızlığını kaybetmektedir. Artık
kadınlarda iffet denilen şeyden bir iz, bir eser kalmış mıdır? Ya şimdilerde (2008) ne hale geldi?
Hele hele, ailelerin fakirlikten dolayı çocuktan
kaçınmaları caiz olmaz. Rızık korkusu, basit bir
iddiadır. ALLAH, milyonlarca canlının rızkını vermektedir. O, Halik ve Rezzak'tır. Cenab-ı Hak şöyle
buyurur:
"Fakirlik, açlık korkusuyla çocuklarınızı
öldürmeyiniz. Onların da, sizin de rızkını biz
Burhan
veriyoruz. Hiç şüphe yokki onları öldürmek çok
büyük bir günahtır."1
Doğan her çocuk rızkını da beraberinde getirmektedir. Çünkü yeryüzündeki her canlının rızkını ALLAH Teâlâ vermektedir.
"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı
ALLAH Teâlâ'ya ait olmasın."2
Abdullah b. Mes'ud (R.A.) şöyle anlatıyor:
Resûlullah (S.A.V.) Efendimize sordum:
- ALLAH katında hangi günah daha büyüktür?
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
"Seni yarattığı halde ALLAH Teâlâ'ya
denk, ortak ve benzer koşman" buyurdu.
- Bu, gerçekten büyük bir günahtır. Sonra hangisi? dedim. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
"Seninle beraber oturup hazırlanan yemekleri yer korkusuyla çocuğunu öldürmen."
buyurdular.
- Sonra hangisi? Dedim. Resûlullah (S.A.V.)
Efendimiz:
"Komşunun karısıyla zina etmen" buyurdu.3
Makina, gübreleme, sulama, bilgi ve tecrübe
gibi yeni unsurların ziraate dahil edilmesi, ziraî
istihsali dünya genelinde öyle artırmıştır ki, bu,
nüfus artışından çok öndedir. Gelecekte bitki
genlerine yapılan müdahale, ev ziraati gibi şimdiden ufukta görülen gelişmeler gıda sıkıntısı diye bir
tehlikenin yeryüzüne hiçbir zaman gelmeyeceğini
göstermektedir.
Afrika gibi dünyanın bazı yerlerinde görülen
açlık ve sefalet, oralardaki Avrupa sömürüsünün
eseridir, tabii bir hâdise değildir. Avrupalılar gittikleri memleketlerin iktisadî düzenlerini sistematik
olarak bozarak yerli halkı, bir daha kendilerine
karşı müessir şekilde baş kaldıramayacak hale getirmişlerdir. Oradan ayrılsalar bile sömürü sistemlerini kendi menfaatlerini devam ettirerek satın
Burhan
alınmış aydınlarla yürütüp, ayakta tutmaktalar; ticarî şirketleri, işletmeleri ellerinde bırakmayarak
daha merhametsiz bir sömürge tatbikatını devam
ettirmektedirler.
Kendi memleketlerinde bütün imkanlarıyla
doğumu teşvik eden Batı, Batı dışındaki bütün
memleketlerde siyasî, iktisadî ve askerî her çeşit
güç ve baskı imkanlarını kullanarak doğum kontrolü uygulamasını yaptırmaktadırlar.
Sonra umumiyetle iddia edildiği gibi, ülkelerin refah seviyesindeki artış hızı ile nüfus hızı arasında tersine bir ilgi yoktur. Bilakis iki mefhum
arasında müsbete doğru bir ilgi görülmektedir. Bu
açıdan gerek yurdumuzda, gerek dünyanın bazı
yerlerinde zaman zaman görülen maddî sıkıntılar,
tabii değildir, nüfus çokluğundan değildir. Sömürgecilerin oyunundan, adaletsiz idareden ileri gelmektedir. Ömer b. Abdilaziz'in üç yıllık adilâne
idaresi sırasında Mısır gibi büyük bir İslâm dünyasında zekat kabul edecek insan kalmayacak
şekilde refah ve bolluk hasıl olmuştur.
49
Maksad, İslâm ümmetinin sayısını azaltmaktır.
İslâm dini, nüfus çokluğuna ehemmiyet verir. Hz.
Aişe (R.Anha) validemizden rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki:
"Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim
sünnetimle amel etmezse benden değildir.
Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı sizin
çokluğunuz ile iftihar edeceğim. Kimin maddî
imkanı varsa hemen evlensin. Kim maddî
imkân bulamazsa, nafile oruç tutsun. Çünkü
oruç, onun için şehveti kırıcıdır."5
Ma'kıl b.Yesar (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
"Ey insanlar! Vedud yani çok seven ve
velud yani çok doğuran kadınla evleniniz. Zira
ben kıyamet günü diğer ümmetlere karşı sizin
çokluğunuzla övüneceğim" buyurdular.6
İnsan, ALLAH Teâlâ’nın denge ve düzenine,
açlık korkusuyla müdahale etmemeli, fıtri yapıyı,
tabii cinsi yakınlaşma yolunu ve çocuk edinme
nimetini kendine kapamamalıdır. Özellikle, kısırlaştırma kesinlikle düşünülmemelidir. Cenab-ı Hak
şöyle buyurur:
"Kadınlar sizin tarlanızdır, o halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın"4 buyurur.
ALLAH, kadınları sadece hoşça vakit geçirmek için yaratmamıştır. Kadınla erkek arasındaki
ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddidir.
Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu
ekmek ve ürün almak için gider. Aynı şekilde bir
erkeğin de karısına çocuk üretmek amacıyla
yaklaşması gereklidir. Bu, sünnettir ve çocuk,
ailenin ve evlenmenin esas gayesidir.
Doğum kontrolü diye günümüzde ortaya
çıkan hâdiseyi İslâm açısından kabul etmek mümkün değildir. Bu hâdise esasen bizde dış baskılarla
müesseseleştirilmiş, doğum kontrolüyle ilgili teşkilatlar, Amerikan yardımlarıyla finanse edilmiştir.
50
Doğum kontrolü çocuk yapmama yahut sınırlı
ve belli sayıda az çocuk sahibi olma demek olduğuna göre; bu insanı, yalnız kendisini düşünen
zevk ve sefasına düşkün ve netice olarak ahlaksızlığa sürükleyen bir yol olduğuna şüphe edilemez. Az çocuk yapma isteğinin yoksullarda değil,
zengin ve orta gelirli sınıflar arasında görülmesi;
kadının vaktini çocuğunun bakımına değil de sinemalarda, tiyatrolarda, balolarda, moda evlerinde ve
nihayet gezip tozarak eğlence yerlerinde geçirmek
isteyenler arasında görüldüğü inkâr edilemez bir
gerçektir.
Doğum kontrolü insanları yalnız kendi çıkarlarını düşünen bencilliğe sürükler. Geçim seviyelerinin düşeceği korkusuyla lokmalarını kendi öz
varlıklarından kopmuş yavrularıyla dahi paylaşmak
istemezler, onlar için gelir getirmeyen düşman
demektir. Yavrularına şefkati olmayanların ihtiyar
ana ve babalarına, yakınlarına, yetimlere, elden
ayaktan düşmüş yoksullara merhametli olmaları
imkânsızdır. Merhametsiz, şevkatsiz insanların İslâmın yüce ahlâkı olan fedakârlık, feragat, yardımlaşma, sorumluluk, insanları sevme duygularından
uzaklaşmaları tabiî olacaktır. Bunlar doğum kontrolünün uygulandığı toplumlarda görülmüştür.
Burhan
Doğum kontrolü boşanmalara, birçok yuvaların yıkılmasına sebep olur. "Çocuksuz kadın, meyvesiz ağaca benzer" atasözü büyük bir gerçeğin
ifadesidir. Evet çocuksuz kadın gerçekten meyvesiz ağaçtır. Meyvesiz ağacı kim sever? Çocuksuz
ya da az çocukla karı koca arasındaki evlilik bağı,
her gün biraz daha gevşer. Sonunda boşanmaya
yol açar. Çocuk, karı kocayı biri birine bağlayan
kuvvetli bir bağdır. Çocuksuz karı kocanın boşanmaları kolaydır. Boşanma nedenlerinin başında çocuksuzluk gelir. Boşanma davaları en çok çocuksuz
evliler arasında görülmektedir.
Gebeliği önleyici ilâç kullanan kadının güzelliği, huzuru yavaş yavaş söner. Sinirli ve huzursuz
olur. Sinirlilik ve huzursuzluk eşler arasında soğuk
luk türemesine sebep olur. Eşler birbirlerinden bıkar
ve usanırlar, sevgileri azalmış, yerine soğukluk ve
geçimsizlik gelmiştir.
Artık eşler arasındaki eski dayanışma da kalmamıştır. En ufak ve sudan sebeplerle biribirlerini
suçlamaya hazırdırlar. Boşanmak ve ayrılmaktan
başka çıkar yol kalmamıştır. Öyle olur.
Burhan
Bu nedenle doğum kontrolünü uygulayan
memleketlerde boşanmalar çoğalmaktadır.
KAPARO
Soru: Kaparo (Arabûn) almak caiz midir?
(Furkan Aydın)
Cevab: Bismillâhirrahmanirrahim.
Memleketimizin örf ü adeti üzere bilindiği gibi,
umumiyetle alım-satım muamelelerinde ve kira sözleşmelerinde yapılan akit uygulamaya konduğu takdirde ücret ve bedele mahsuben mal sahibine
verilen meblağa kapora yani pey denilmektedir.
Kaporalı akitlerde şu iki durum
düşünülebilir: .
a- Yapılan akdin uygulanmaya konması, yani
müşteri veya kiracı akde konu olan şeyi bir müddet
sonra gelip alması halinde kapora bedele mahsûb
edilir, akdin uygulamaya konmaması yani vazgeçilmesi halinde ise kapora iade edilir. Bu, caizdir.
b- Akdin uygulamaya konması halinde
kapora, birinci durumda olduğu gibi bedele mahsûb
51
edilir, fakat akdin uygulamaya konmaması yâni vaz
geçilmesi durumunda ise kapora iade edilmez, mal
sahibine kalır. İşte bu durum batıldır, caiz değildir.
Çünkü Amr b. uayb'ın dedesi Abdullah b. Amr b.
el-As (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz: “Ürban yani kaporalı satışı
yasaklamiştır.”7
Urban satışı şöyledir: Kişinin bir köle veya
cariyeyi satın alması veya bir hayvanı kiralaması,
sonra da satan veya kiralayan kimseye: Sana şu
kadar dirhem veya dinar veriyorum. u şartla ki,
ben bu malı teslim alır veya senden kiraladığım
hayvana binersem sana vermiş olduğum para,
ma¬lın bedelinden veya hayvanın kirasından sayılacaktır. ayet malı almaktan veya hayvanı kiralamaktan vaz geçersem, sana önceden vermiş
olduğum para senin olsun, demesidir.8
Böyle satışların caiz olmamasının sebebi:
Çünkü böyle satışlarda aldanma vardır. Ayrıca en
önemli bir husus ta: Bu gibi satışlar, şartlı bir satış
olmaktadır. Çünkü alım-satım akdi yapılınca, mal
alıcının olur. Halbuki kapora veren şahıs, malı gö52
türmezsem kaporam sana kalsın demekle, rızası
olmadığı zaman malı satıcıya iade etmeyi şart koşmuş sayılır. Bu da, alım-satım akdinin kesinlik hükmüne aykırıdır. Bir de vaz geçilme halinde, mal
sahibi kaporaya hiçbir karşılığı olma¬dan, haksız
yere sahib olmaktadır.
TÜP BEBEK
Soru: Onbeş yıllık evliyiz. Çocuğumuz olmuyor. Çevremdeki insanlar tüp bebek yapın diyorlar.
Tüp bebek caiz midir? (Cemal Yalçın)
Cevab: Bismillahirrahmanirrahim.
Evli bir erkek ve kadının çocuk sahibi olmaya
çalışması hem vazgeçilmez bir hak, hem de bir zarurettir. Çünkü evliliğin en önemli gayelerinden birisi neslin devamıdır. Çocuk, Yüce ALLAH’ın
kullarına bahşettiği bir nimettir. Bu hususta Kur’ânı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
"Göklerin ve yerin mülkü, Hükümranlığı
ALLAH’ındır. O, dilediğini yaratır; dilediğine kız
Burhan
çocukları, dilediğine erkek çocukları verir.Yahut
o çocukları erkekler,dişiler olmak üzere çift
verir. Dilediği kimseyi de kısır yapar. üphesiz
O, her şeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla gücü yetendir."9
Yüce ALLAH her şeyi bir sebebe bağlamıştır.
Sebeplere sarılmak, kader inancına ters düşmez.
Bu yüzden kendisinin veya kocasının kısırlığı
sebebiyle normal cinsel ilişki yoluyla çocuk sahibi
olamayan bir kadının, çeşitli meşrû tedavi yollarına
baş vurarak çocuk sahibi olması, en doğal hakkıdır.
Bir takım rahatsızlıkları nedeniyle çocuk sahibi
olamayan eşlerin, çocuk sahibi olabilmek için
kullandıkları tekniklerden birisi de tüp bebek
yöntemidir. Bu bir nevi sun’î döllenme yöntemi
olup, kocanın spermi alınıp laboratuvar ortamında
karısının yumurtasıyla döllendirilmesi, sonra da karısının rahmine konularak hamileliğe ve doğuma
imkan hazırlanması suretiyle olur.
vüz olur. Dinen asla caiz olmaz...
2- Döllenmiş olan yumurta, başka bir kadının
rahminde değil, kendi rahminde yani yumurtanın
sahibi olan eşin rahminde gelişecek.
3- Bu işlemin, gerek anne ve babanın, gerek
doğacak çocuğun maddi, ruhi ve akli sağlığı üzerinde olumsuz bir etkisinin olmayacağı tıbben bilinecek.
İşte bu şartlarla, normal yoldan gebe kalması
ve anne olması mümkün olmayan evli hanımların,
çeşitli tıbbi yollarla gebeliklerinin sağlanmasında,
İslâmî hükümler açısından bir sakınca görülmemektedir .
Fakat başka bir kadının yumurtası veya kocası dışında yabancı bir erkekten alınan sperm ile
bir kadının gebeliğinin sağlanması, insanlık duygularını rencide etmesi ve zina unsurlarını taşıması
Sun’î dölleme yöntemlerinden; kocanın
spermi ile karısının yumurta hücresinin alınıp,
laboratuvar ortamında döllendirilmesiyle oluşan
embriyonun, yine karısının rahmine konulması
veya kocanın spermi alınarak karısının rahim
kanalına veya rahmine yerleştirilerek, dahilde bir
döllenmenin gerçekleştirilmesi şeklinde yapılan tüp
bebek uygulaması câizdir. Kadın veya erkekteki bir
kusur sebebiyle, tabiî ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde; tüp bebek yapmakta İslam dini açısından bir sakınca
bulunmamaktadır. Ancak tüp bebek uygulamasının
caiz olabilmesi için:
1- Döllendirilecek yumurta ve sperm, her ikisi
de nikâhlı eşlere ait olacak. Yani bunlardan herhangi biri yabancıya ait olmayacak. Çocuğu olmayan kadına bir başka kadından yumurta nakli caiz
değildir. Sperm nakli de caiz değildir. Çünkü yumurta ve sperm nakli sonucu çocuk doğduğu
zaman, birçok sorun da doğmaktadır. Babalık ve
annelik sorunu asıl ana ve baba kim olacak? Bu,
çocuğun psikolojisini bozar, miras konusu o çocuğun kimlerle evlenebileceği sorunu, akrabalık sorunu gibi birçok mesele doğar. Sonuçta o çocuk
toplumda mutsuz olur. Bütün bunlar yumurta ve
sperm nakli ile yapılacak çocuğun haklarına tecaBurhan
nedeniyle kesinlikle caiz değildir, haramdır.
Kocanın sperminin, nikahlısı olmayan bir
kadının yumurtasıyla döllendirilmesi neticesinde
oluşan embriyonun, karısının rahmine konulması
veya yabancı bir erkeğin spermi kullanılarak yapılan döllendirme sonucu oluşan embriyonun, kadının rahmine konulması veya eşlerden alınan
yumurta ve spermin laboratuvar ortamında döllenmesiyle oluşan embriyonun, hamile kalmaya gönüllü bir başka kadının rahmine konulması veya
aralarında nikah bağı bulunmayan bir erkeğin
spermi ile bir kadının yumurtasının laboratuvar
ortamında döllendirilmesi ve embriyonun kadının
rahmine konulması şeklindeki uygulamalar ise,
neseplerin karışması, anneliğin zayi olması ve benzeri hukukî sakıncalara yol açmasına sebep olacağından kesinlikle câiz değildir.
......................................................................................................
1 İsra Sûresi: 31
2 Hud Sûresi: 6
3 Buhari, Tefsir, Sûre: 2/35, Edeb: 20, Diyyat: 1, Hudud: 20, Tevhid: 40; Müslim, İman: 141-142; Ebu Davud, Talak: 50; Tirmizi, Tefsir, Sûre: 25
4 Bakara Sûresi: 223
5 İbn-i Mace, Nikah: 1; No:1846; 1/592
6 Ebu Davud, Nikah:4, No:2050; Nesaî, Nikah:11, 6/65-66
7 Ebû Davud, Buyu: 69; İbn-i Mace, Ticaret: 22; Muvatta, Buyu: 1
8 Adı geçen eserler, İbnu'1-Esir, en-Nihaye, 3/202.
9 ûrâ sûresi:49-50
53
Otuzbir
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Bir Kere Yaratan
TEKRAR YARATMAYA
Kurân-ı Kerîm'de öldükten sonra diriliş
meselesinin aklen mümkün olduğu ispât edilirken
ve bu husustaki şüphe ve itirazlara cevap
verilirken, sık sık, bir şeyi bir kere yaratanın tekrar
yaratmaya da kadir olduğu ifâde edilmiş, nazarlar
insanların ilk yaratılışına çevrilerek, ilk yaratılışın
düşünülmesi, böylece şüphelerin izale edilmesi
yoluna gidilmiştir.
"İlk yaratmayı kabul edenin ikinci yaratmayı
inkâr etmesi veya ikinci yaratmadan şüphe içinde
olması, bir çelişkidir. Çünkü hiç yoktan yaratmak,
var olanı yok edip tekrar hayata döndürmekten
daha zordur. Zoru kabul edip de, kolayın
olmayacağını, olamayacağını ileri sürmek, akıllıca
bir iddiâ değildir..."1
Bir âyette şöyle buyruluyor: "İnsan der ki,
ben öldükten sonra diriltilip kabrimden dışarı
mı çıkarılacak mışım!? İnsan daha önce hiç bir
şey
değilken
kendisini
yarattığımızı
hatırlamıyor mu?" (Meryem, 70)
Bu âyette öldükten sonra dirilmeyi aklına
sığdıramayan insana karşı, insanın daha önceleri
54
KÂDİR’DİR
varlık âleminde hiç yokken, zikrolunan, isminden
bahsedilen bir şey değilken var edilmesine, ortaya
çıkarılmasına dikkât çekilmiş, insanı bir kere
yaratanın tekrar yaratmaya da kadir olduğu ifâde
edilmiştir.
Öldükten sonra yeniden dirilişi uzak görmek,
pek çok insanda bulunduğu, nesiller boyu tekrar
edile edile insan'ın bir şüphesi haline geldiği, adetâ
insan tabiatından kaynaklanan bir hâdise
olduğuiçin, âyette Kur'ân'ın indiği devirde bu
itirazda bulunan Ebu Cehil veya Ubeyy b. Halef gibi
inkârcılar veya topyekün bütün kâfirler veya
inkârcılar ifâdesi yerine, cins ifâde eden insan tabiri
kullanılmıştır. Nitekim âyetin muzarî kipiyle gelmesi
de, bu istib'âdın dirilişi inkâr eden ve bu hususta
şüphe edenler arasında devam ettiğine işâret
etmektedir .2
İnsan tabirinde, insan olan insandan böyle bir
inkârın beklenmediğine de işâret vardır. Çünkü
Yüce Allah insanı aklî idrâk ile donatmıştır. Allah'ın
kendisini daha önce hiç bir şey değilken yarattığını
da unutmamıştır. Dolayısıyla onu tekrar iâde
Burhan
etmesi aslında uzak görülecek bir şey değildir. O
halde asıl istib'âd edilecek (akıldan uzak
görülecek) şey kâfirin bu istib'âdıdır... Çünkü ilk
yaratılış böyleleri için daha acaiptir. Zira hiç yoktan,
örneksiz bir şeyi icâd etmek, örneği bulunan bir
şeyi icâd etmekten daha çok istib'âda şayandır. Bu
yüzdendir ki, el-İnsan lafzı cevapta ikinci defâ
tekrar edilerek âdeta şöyle denilmiştir: "Mislinin
vukuu müşahede edilen ve unutulmamış olan
bir şeyin vukuunu istib'âd etmek doğru
değildir"3.
Öldükten sonra tekrar dirilişin Allah için ne
derece kolay olduğu, çok güzel ve vecîz bir şekilde
ifâde edildiği için, bazı âlimler bu âyet hakkında
şöyle demişlerdir: "Bütün insanlar dirilişe dâir bu
kadar muhtasar bir hüccet getirmek için bir
araya gelselerdi buna muvaffak olamazlardı..."4
İnsanı bir kere yaratanın onu tekrar
yaratmaya da kadir olduğu hakikati daha pek çok
âyette ifâde edilmiştir. Bir âyette "Dediler ki, biz
kemik ve toprak yığını haline geldikten sonra,
Burhan
biz mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz?!"
sorusuna, şöyle cevâp verilmiştir: "Deki ister taş
olun ister demir, isterse (yeniden diriltilmesi)
size büyük gelen başka bir varlık. Diyecekler ki,
bizi kim tekrar iâde edecek? De ki, sizi ilk defâ
yaratan!.." (İsrâ, 50-51)5 Böylece insanın yapısı ve
maddesi her neden olsa da, hatta hiç bir hayat
emaresi göstermeyen maddelerden yapılmış olsa
dahi, Allah'ın onu tekrar yaratmaya kadir olduğu
ifâde edilmiştir.
Cenâb-ı Hak, "O yaratılışa başlayıp sonra
iâde eder" (Yûnus, 4), "Başlayıp tekrar iâde eden
O'dur" (Burûc, 13) gibi âyetlerde kendisini "mahlukâtı
yaratmayı bidâyeten başlatan ve iâde eden" olarak
tavsîf etmiş, bu işin kâinatta devamlı olarak
tekrarlandığına işaret etmiştir. Gerçekten de bu
iptida ve iâde (bir şeyi ilk olarak yaratmak ve sonra
tekrar yaratmak) âdeta her şeyde cârî görünüyor.
Gündüzden sonra gece geliyor, sonra gündüz
tekrar iâde ediliyor. Güneş doğuyor, batıyor, sonra
tekrar iâde olunuyor. Uyku ve uyanıklık arasında
devamlı bir iâdeye tabi tutuluyoruz. Zerrelerden
55
galaksilere kadar her şey bir deveran ve devr-i
dâim içinde... Bütün bunlar öldükten sonra da
dirilişin bulunduğunu imâ ediyor...6
"...İnsanlar önlerinde olan, devamlı sûrette
gördükleri şeylere alıştıkları, ülfet ettikleri için,
onların mâverâsında gizli olan ince mânaları
teemmül ve tefekkür etmezler. Bu yüzden Yüce
Bir âyette de, Cenab-ı Hak, "De ki, sizin
Allah'a şerîk koştuğunuz şeylerden mahlukatı
bidâyeten yaratıp sonra tekrar iâde eden var
mı?!" (Yûnus, 34) buyurarak, mahlukâtı bidâyeten
yaratıp, sonra onları tekrar yaratmanın, yaratma ve
diriltmenin ancak Allah'a ait sıfatlar olduğuna dikkat
çekilmiştir.
Allah, Peygamber'ine, insanları yeryüzünde gezip
seyahat etmeye davet etmesini emrediyor ki,
Allah'ın mahlukâtı nasıl yarattığını müşahede
etsinler de böylece onların kaybolup gitmelerinden
sonra tekrar yaratılıp iâde olunmalarının, ilk
yaratılmalarından daha acaip olmadığına yakînen
inansınlar. Cenab-ı Hak yer yüzünde gezip
dolaşmayı emrediyor. Çünkü bu seyahat muhtelif
Başka bir âyette ise şöyle buyruluyor:
"Allah'ın, yaratmaya nasıl başlayıp sonra iâde
ettiğini görmediler mi? Bu iş Allah için kolaydır.
De ki, yeryüzünde gezip Allah'ın yaratmaya
nasıl başladığına bakınız. Sonra Allah neş'e-i
âhire'yi inşâ edecektir. Allah her şeye kâdirdir"
(Ankebût, 19-20).
bölgelerdeki dağlar, nehirler, harab olmuş yerler
gibi pek çok şeylerin görülmesini sağlar... Böylece
insan, daha önceden görmediği pek çok şeyler ve
haller görür. Bütün bunları gördüğünde, daha
önceden kendi beldesinde iken benzerlerini
müşahede ettiğinde hatırından geçmediği halde o
zaman, o mahlukâtın başlangıçta yok iken
yaratılıp, ortaya çıkarılmaları hakkında, fikri
Âyette yeryüzünde seyahat etmenin
istenmesi hakkında İbn Aşûr şu izâhta bulunuyor:
56
cevelân edip tefekküre başlar. Çünkü çocukluk ve
henüz tefekkür çağına ulaşmadığı dönemlerden
Burhan
beri, o mahlukât içinde yaşayıp büyüdüğü için, o
varlıkları, delîller çıkarmadan görüp geçmeyi itiyât
edinmiştir. Fakat gezip dolaşıp daha önce
görmediği benzer şeyleri görünce, rûhunda istidlâl
fikri harekete geçer"7.
Gazali de, bu mevzuda şöyle diyor: "İlk
yaratılış sonraki yaratılıştan daha hayret vericidir.
Fakat neş'e-i ûlâ görülüp müşahede edilen mutâd
bir şey olduğu için hayret zâil oluyor. Aslında insan
daha önceden hiç görmediği, sebebini bilmediği bir
şeye karşı hayret eder..."8
u âyette ise yeniden yaratmanın ilk
yaratmadan daha kolay olduğunu ifâde edilerek
şöyle buyuruyor: "O'dur ki, yaratmaya başlayıp
sonra iâde ediyor ve bu (iâde) O'na daha
kolaydır" (Rûm, 27). Bu âyet ifâde ediyor ki, sizin göre
iâde iptidâdan daha kolaydır. Çünkü bir şeyi ilk
defâ yapan zorlanır, tekrar yapınca kolay gelir Yani
bu ifâde insanların akıllarının anlaması içindir.
Çünkü Cenab-ı Hak için iptidâ, iâde, icâd ve idâm
birdir. O'nun eşi, benzeri yoktur. Dolayısıyla, "bu
O'na daha kolaydır" ifâdesi bir darb-ı meseldir
gibidir...9
Razî, iâdenin insanlara nispetle daha kolay
olduğunu şu misâlle izâh ediyor: Çeşitli taşları
yontup onları yan yana dizen bir kimse, herhangi
bir şey onları dağıttığında şöyle der: Benim için bu
defâ onları yan yana dizmek daha da kolaydır.
Çünkü taşlar yontulmuştur. Onlardaki bir tek
alâmet yan yana yerleştirilmeleri için yeterlidir. İşte,
"bu O'na daha kolaydır", "bu Allah için
kolaydır" (Ankebût, 19) âyetleri, diriliş hakkında, böyle
bir mânayı ifâde etmektedir .10
Cenab-ı Hak, yeniden yaratılışı akıllarına
sığdıramayan insanlara kendisinin mahlukât gibi
olmadığını, başka varlıklarla kıyaslanılmaması
gerektiğini îmâ ederek şöyle diyor: "İlk yaratmada
yorulduk mu!? Bilakis onlar yeniden yaratma
hakkında bir bocalama içindeler" (Kâf, 15) Yani, "ilk
defâ yaratmaktan âciz mi kaldık ki, ikinci yaratılış
olan ba'sden de âciz kalalım!?"11
Başka âyetlerde de semâvat ve arzın
yaratılmasından bahsettikten sonra bir defâsında,
Burhan
"bize hiç bir yorgunluk dokunmadı" (Kâf, 38), bir
defâsında da, "onları yaratmakla yorulmadı"
(Ahkâf, 33) buyurarak başkaları gibi olmadığını,
kudretine hiç bir halel ve noksanlığın ârız
olmadığını ifâde etmiş, bir şeyi yaratmak için
sadece kün (ol!) demesi yeterli olan, semâvât ve
arzı altı günde yaratan bir Zât'a, insanları tekrar
iâde etmenin de ağır gelmeyeceğini bildirmiştir.
Görüldüğü gibi bütün bu âyetlerde insanları
yeniden yaratmanın Allah için çok kolay olduğu en
güzel misâllerle izâh edilmiştir. Peygamber
Efendimiz de, yeniden dirilişi inkâr etmenin ne
derece akıl dışı bir şey olduğunu şöyle ifâde
etmiştir: "İlk yaratılışı gördüğü halde sonraki
yaratılışı inkâr edenin haline şaşılır!"12
"Aslında ikinci hayat için ilk delîlimiz birinci
hayatımızdır. Çünkü, ikinci hayatı inkâr edenler,
birincisini bedahetle kabul ediyorlar. Bir kere ortaya
çıkmış olan bu hayatın tekrar gerçekleştirilerek
iâde edilmesinden nasıl âciz kalınır!? Böyle bir
şeyin ikinci defâ meydana gelmesi nasıl imkânsız
sayılır!? İnsan aklı için bir hâdisenin şu anda
olduğunu kabul edip de müstakbelde olacağını
inkâr etmekten daha yanlış bir şey olamaz!! "13
Çünkü, geçmişteki bütün vukuât, gelecekteki
imkânâtın şahitleridir.
İnsanın yeniden yaratılması gibi, yeni bir
kâinâtın, yeni bir âlemin inşâsı da Allah için
kolaydır. Çünkü, varlığı mümkün olan bu âleme
benzer diğer bir âlemin varlığı da mümkündür.
Çünkü, misil olan iki şeyin hükmü birdir. Bu âlem
mümkün olduğuna göre diğerinin de mümkün
olduğuna hükmedilir. Güneşi, ayı, yıldızları ve
gezegenleri yaratmaya kâdir olan Allah, cennet ve
cehennemi yaratmaya da kadirdir14.
.........................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden
istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır., 1. Veli
Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm'de Yaratma Kavramı, İnsan yay., İstanbul, 1995, s.
161., 2. Bkz. Razî, XXI, 206; Tabatabaî, XVI,87; Kutub, fî Zılâl, IV,
2317.Tabatabaî, XVI,146; Abdulvâhid, s.169., 3. Tabatabaî, XVI, 87; İbn
Aşûr, XVI,146., 4. Razî, XXI, 206; Hazin, IV,172., 5. Benzer âyetler için bkz.
Enbiyâ, 104; Fussilet, 21., 6. Bkz. Mustafa Mahmûd. Hıvârun maa Sadîki'lMulhid, 1974, s. 57., 7. İbn Aşûr, XX, 230., 8. Gazalî, Ebu Hâmid,
el-Madmunu bih alâ Ğayri Ehlih, (Mecmuatu'r-Resâil içinde), s.154., 9. Razî,
XXV,102 ; Alûsî, XXI, 37 ; Abdurrahman b. Necm el-Hanbelî. Kitabu
İstihrâci'l-Cidâl mine'l-Kur'âni'l-Kerîm, Müessesetü'r-Reyyân, Beyrut, 1992,
s. 51., 10. Razî, XXV, 41., 11. İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII,192., 12. Alusî,
XXVII, 148. , 13. Han, el-İslâm Yetehaddâ, s.100-101., 14. Bkz. Mevdudî,
Mebâdiu'l-İslâm, el-Mektebu'l-İslamî, tsz., s. 124; Fâvî, s.170.
57
Otuzbir
Hasan BAŞAR
İçimizdeki İlmi Okumak
Bir gece bahar bulutu ağlaya ağlaya diyordu ki:
Bu hayat durmayıp ağlamaktan başka bir şey değildir.
Hızla koşan bir şimşek parıldadı ve dedi:
Yanlış düşünüyorsun hayat bir anlık gülümsemedir.”
Muhammet İkbal
İçinde bulunduğumuz zamanda olaylar, kavramlar ve değerler o kadar çabuk değişiyor ki insanlar bu baş döndürücü hıza ayak uydurmak için
çırpınıp duruyorlar. Değerlerin, kavramların hızlı değişimine ayak uydurmaya çalışmak insanı mutsuz
etmektedir. Modernitenin insanlar üzerindeki en
önemli tahribi de bu olmuştur. İnsanlar artık mutlu
değiller. Mutlu olmak için çok değişik yollara başvuruyorlar ama her defasında hüsranla karşılaşıyorlar. Bunun en önemli nedeni mutluluğu dışarıda
aramalarıdır. İnsanoğlu mal, mülk, şan, şöhret kazandıkça mutlu olacağını sanıyor. Onun içindir ki
durmadan çalışıp didiniyor. Ama yine de mutlu olamıyor, olamazda. İnsan mutluluğu dışarıda değil de
kendi iç dünyasında aramadıkça başarılı olamaz.
Mutlu olmak için, iç huzura kavuşması gerekir.
Alexis Carrel: “Allah sadece iç huzuruna kavuşan insana karşılık verir. Onlarla konuşur.”
der. “İnsan büyük bir şeydir ve içinde her şey
yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz
ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin.” Mevlana’nın
söylediği gibi insan o içindeki ilmi çözemediği müddetçe mutlu olamaz. Bunu yapmak içinde öncelikli
olarak evreni iyi kavramalıdır. Dünyanın bir akışı var
58
Burhan
ve bizde o akışa ayak uydurmalıyız. Biz istesekte
istemesekte hayatın bir ritmi var, ve biz bu ritmi değiştiremeyiz. Çünkü bu ritmi düzenleyen ilahi kanunlardır. O zaman bu ritmin sırrını çözmeliyiz.
Herkes dünyayı kendisine göre düzenlemeye kalkarsa ortada düzen diye bir şey kalmaz.
Hayatımız hep başkalarını tanımaya çalışmakla geçti. Acaba kaç kişi kendini gerçek anlamda tanıyor. Veya tanımaya gayret gösteriyor.
Acaba kendi sınırlarımızı ne kadar tanıyoruz. Oysa
yapmamız gereken en önemli şey kendimizi tanımaya çalışmak olmalıdır. İnsan başkalarını değiştirmek için mücadele etmek yerine kendisini
değiştirmelidir Çünkü hayatın merkezinde ben vardır. Her insan için hayatın merkezi kendisidir. Ve
herkes öncelikli olarak kendisinden sorumludur.
Her insan ayrı bir dünyadır. Yeryüzüne gelmiş geçmiş milyarlarca insan şahsına münhasırdı.
Kişilik, yapı ve görünüş bakımından tamamıyla birbirinden farklıydılar. Bundan sonrada kesinlikle
aynı olmayacaktır. “Ben” aslında önemli ve önemsenmesi gereken bir kavramdır. Ben dünyadır, hayattır. Olayların, duyguların merkezinde ben vardır.
Burhan
Çünkü ben insanın her şeyidir, yani kendisidir. Ben
değerlidir ve öylede olmalıdır. Ben olmasa dünyada olmaz. Onun içindir ki insanlar bencildir. Ne
yaparsa yapsın yaptığı şeyde önce kendisini düşünür. Böyle olması da çok doğaldır.
Ama buradaki düşünme enaniyet boyutunda
olmamalıdır. Kendisini nasıl olurda daha fazla geliştirebilirim olmalıdır. İnsanlar “sahip olmakla”,
“olmak” arasında gidip gelirler. “Sahip olmak” isteyen insanlar, her şeyin sahibi olmak için durmadan
çalışırlar. İşte hayatta mutsuz olanlarda bu tür insanlardır. Çünkü isteğin sonu yoktur. Gelip geçici
şeyler için üzülmemeliyiz. “Malda yalan mülkte
yalan gel birazda sen oyalan” diyen Yunus bu gerçeği çok güzel açıklamıştır.
Oysa “olmak” için çalışan insanlar iç huzuru
yakalamak için çalışan insanlardır. Sanıyorum mutluluğa en yakın olanlarda iç huzuru arayan bu insanlardır.
İnsanın bilge olması için öncelikli olarak mutlu
olması gerekir. Mutluğun en önemli nedeni düşünmedir. Düşünce yeteneğini kontrol edemeyenler
59
mutlu olamazlar. Bizi mutluluğa götüren, çevremiz
değil kendimizdir, yani kendi düşüncelerimizdir. Hz.
Süleyman(as)’ın söylediği gibi “İnsan kişiliğini düşünceleriyle oluşturur.” Olumlu düşünce mutluluk,
olumsuz düşünceyse kaygı ve tasa getirir. Mutlu
insanların düşünceleri çoğu zaman olumlu olurken,
mutsuz insanlarınki olumsuzdur. öyle bir düşünelim bilge ya da âlim dediğimiz insanların ağzından olumsuz bir cümle çıkmış mıdır?
ve korkak insanlar ne yaptığını bilmeyen insanlardır. Kendilerini güvende hissetmezler. Kendimize
güvenmeliyiz ve kendimizle barışık yaşamalıyız.
Kendimizi olduğumuz gibi kabul etmeliyiz. Sürekli
kendisi ile mücadele etmek insanı yorar. Enerjisini
tüketir. Hayatın akışına ayak uydurup teslim olmalıdır. Çünkü kâinatın sırrını çözen insan her şeyi
değiştiremeyeceğini çok iyi bilir. Teslim olmak derken aklımıza aciz insan gelmemelidir. Ondaki tes-
Âlimle zalim arasındaki fark şudur. Birisi kendisini kontrol ederken, diğeri kontrol edemez.
“Ben”ini yani kendisini kontrol eden âlim olurken,
kendisini kontrol edemeyen zalim olur. Âlimin içi
sevgi doludur. Hayata güzel yönden bakmasını
bilir. Onun için mutluluk budur. Ama zalim hırslıdır,
tatminsizdir. O kadar çok bencildir ki her şeyin kendisinin olmasını ister. Varlığını zorla diğer insanlara
kabul ettirmek ister. Bütün zalimlerin hayatı incelendiğinde aynı şeyi göreceğiz. Oysa âlimlerin
böyle bir amacı yoktur. Onlar kendi iç dünyalarında
mutlu olmak için yaşarlar. Hırs yoktur onlarda. Değersiz şeylere fazla önem vermezler.
limiyet
korkaklıktan
değil
kâinatın
düzenini
keşfetmenin verdiği bilgidendir.
Güzel düşünmek insanlar üzerinde olumlu
etki yaratır. Güzel sözlerin moleküller üzerinde de
çok önemli etkisi vardır. Güzel gören güzel düşünür. Çiçekler üzerinde yapılan bir araştırma şu sonucu
vermiştir.
Çiçeğe
arabesk
müzik
dinletildiğinde çiçeğin solmaya başladığı görülürken, klasik müzik dinletildiğinde canlandığı görülmüştür. Yine aynı şekilde suya besmele çekilip
damlatıldığında, damlacıklar güzel şekiller alırken,
kötü ve karmaşık şeyler söylendiğinde damla da
Güçlü, iradeli insan sakindir. Sessiz, kendi
halindedir. Çabuk sinirlenmezler. Olumsuz bir
durum karşısında asla umutsuzluğa kapılmazlar.
Karşılaştıkları durum ne kadar can sıkıcı olursa
olsun kişiliklerinden asla taviz vermezler. Oysa
zayıf insanlar bunun tam tersi davranış sergilerler.
Çünkü açıklıklarını bu şekilde kapatırlar. Kendilerini
güçlü göstermek için özel çaba sarf ederler. Hatalarını asla kabul etmezler. Güçsüz insan her şeye
hâkim olmak ister.
karmaşık şekiller almıştır.
Onun içindir ki ruhumuzu mahveden arabesk
müzik kültüründen uzak durmalıyız. Öldüm, bittim,
mahvoldum edebiyatıyla yetişen nesillerin içine
düştüğü hali hepimiz gayet iyi biliyoruz. Sürekli negatif duygu ve düşüncelerle yetişen nesiller psikopat olup çıkıyor.
İnsanı başarıya götüren amacıdır, hedefidir.
Bilinçaltımızı olumlu yönde eğitmeliyiz. Kendimizi yönetmeliyiz. Hayatımızı kendimiz kontrol
etmeliyiz. Bunu başarmak içinde iradeli olmalıyız.
Kendi sınırlarımızı iyi bilmeliyiz. Amaç kendimizi
keşfetmek olmalıdır. İnsan kendi varlığının farkına
varmalıdır. İnsanlar çevresindeki olayları analiz
ederken kendi penceresinden bakarlar. Kendi
duygu ve düşüncelerimizin yansıması olaylara ve
insanlara değer katar. Bir olay ve kişi bize göre iyi
iken, aynı olay ve kişi başkasına göre iyi olmaya
bilir.
Bu hayatta bir hedefimiz olmalıdır. Bu hayat kendi
düşüncelerimizdir. Bazen olaylar ve şartlar istediğimiz gibi gelişmeye bilir. İnsanın hayatında keşkeler olduğu müddetçe mutlu olamaz ve bunun
içindir ki İslamiyet keşkeyi yasaklamıştır. Keşke
şeytan işidir. Evet, istemediğimiz bir davranışı yapmışızdır ama elimizden ne gelir. Geçmişe takılıp
kalmamalıyız. Bu durumu değiştiremeyiz, olan olmuştur. Bu durumda yapabileceğimiz en güzel şey
her işte bir hayırın olabileceğini kabul etmektir.
Olaylara kaza ve kader açısından bakmalıyız. İşte
İyimser olmalı ve geleceğe umutla bakmalıyız. Hayatta ümidimizi asla kaybetmemeliyiz.
Korku ve endişeye asla kapılmamalıyız. Endişeli
60
bu durumda geçmişteki hiçbir olay için üzülmemiz
gerekmeyecektir. Çünkü bu hayatta her şey bizim
kontrolümüzde değildir.
Burhan
Satırlık Hakikatler
Yahy a MA Cİ T
[email protected]
Namusundan cömertlik
yapan zelil, malından
cömertlik yapan aziz olur.
Hz. Ali (r.a.)
Acele eden ya hata yapar,
yahut hataya yakın olur
Abdulkadir Geylani
Suratı ekşi olanın, balı da acı ahsiyetsiz insan, toplumun
olur
dolgu maddesidir.
Sâdî
Ali Fuad
Küçük ruhlar, iyi veya kötü hislerini sonu gelmez küçüklüklerle
tatmin ederler.
Bu küçük ruhların en kötü alışkanlıklarından biri, kendi
küçüklüklerini başkalarında görmektir.
Balzac
Bir menfaat için yapılan
iyilik, iyilik sayılmaz.
Televizyon, şuurdaki son
pırıltıları da yok eden bir
cehennem makinesidir.
Hz. Ali (r.a.)
Kalem, acemi avcıların
elinde hedefini şaşıran bir
ok ta olabilir.
Borassia
Burhan
Cemil MERİÇ
Güneşle inatlaşan göz, kör
olur.
Halil Cibran
61
Otuzbir
Yrd. Doç. Dr. Mehmet ADIGÜZEL
Şeytanın Adaveti
Geçen Aydan devam
Tövbenin şer’î manası, kulun günahını itiraf
ve ondan pişmanlık duyup, bir daha yapmamağa
azmetmesi, Allah’(c.c)ın da bu tövbeyi kabul ile günahı mağfiret etmesi demek olur.6 Ayrıca Arapça
bir kelime olan tövbe kelimesi "geri dönmek" ve
"yönelmek" anlamlarına da gelir. İnsana uygulandığında, onun isyandan itaate döndüğü anlamına
gelir. Allah'a atfedildiğinde ise, O'nun kuluna yönelip affettiği anlamına gelir.
Yukarıda zikrettiğimiz ayeti kerimede Cenabı Hak, “Birbirinize düşman olarak oradan inin”
(Bakara, 36) buyruğu ile şeytanın Hz. Âdem’e düşmanlığı bütün inananlara düşman olduğunu da ortaya koymaktadır. Keza Fatır suresi 6. ayette de;
“şeytan sizin düşmanınızdır. Onun için siz de
onu düşman edinin. O kendisine tabi olanları
ancak alevli cehennemin ashabından olmaya
davet eder”. Bu ayeti kerime de ise Yüce Allah,
şeytanın düşmanlığına karşı düşmanlığı emretmektedir. Bu tarihi düşmana karşı düşmanlık da,
onun sözünü dinlemeyip, onu üzecek şeyleri yapmaktır. Onu üzecek şeyler ise, günahlardan sakınıp amel-i salihe yönelmektir. Binaenaleyh şeytan,
insanın hak yoldan sapması için, (içine attığı ves62
“eytan sizin
düşmanınızdır.
Onun için siz de
onu düşman edinin.
O kendisine tabi
olanları ancak alevli
cehennemin
ashabından olmaya
davet eder?”
Burhan
veselerle) verdiği büyük uğraş karşısında insan,
hep uyanık, her zaman dikkatli ve hazır vaziyette
bulunması ve şeytanın tuzağına düşmeme gayreti
içinde olması gerekir.
Daha önce de belirtildiği gibi Yüce Allah (c.c)
meleklere Hz. Âdem’e secde etmelerini emretmiş
ve şöyle buyurmuştu: “Hanı meleklere “Âdem
için saygı ile eğilin” demiştik de iblis hariç
bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, iblis
(bundan) kaçınmış, büyüklük taslanmış ve kâfirlerden olmuştu”. Melekler secde ederken
şeytan, bu emre itiraz edip, Hz. Âdem’e olan kin
ve düşmanlığını ortaya koymuş ve kibirlenerek
şöyle demişti:7"Ben O'ndan daha hayırlıyım,
beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (el-Araf, 7/12); "Ben, çamurdan yarattığın bir kişiye secde eder miyim?" (el-İsra, 17/61); "Ben, kuru
bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edecek değilim" (el-Hicr, 15/33).
Bu şekilde büyüklük tasladığı için Allah da onun
kâfir olduğunu beyan buyurmuştu. Buna göre,
yüce Allah'ın emirlerinden yahut onun Resulünün
emirlerinden herhangi bir şeyi anlamsız ve basit
gören herkesin hükmü İblisin hükmü ile aynı olur.
Bu, hakkında ihtilaf edilmeyen hususlardandır.8
Diğer bir ayet-i kerimede ise Cenab-ı Hak: “Hani
biz meleklere; “Âdem için saygıyla eğilin” demiştik de iblisten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. Oysa cinlerden olduğu için rabbinin
emrinden dışarı çıkmıştı. imdi siz beni bırakıp
da size düşman olan onu ve soyunu mu dost
ediniyorsunuz kendinize? Zalimler için ne kötü
değişmedir bu” (Kehf, 50). u hususu vurgulamak
gerekir ki meleklerin Âdem (a.s)'e secdeleri, namaz
ve ibadet secdesi gibi bir secde olmayıp tazim, hürmet ve selam secdesidir. Zemahşerî şöyle der: Allah'a secde ibadet için olur. O'ndan başkasına
secde ise hürmet ve tazim için olur. Meleklerin
Âdem (a.s)'e secdesi, Yakup (a.s) ve oğullarının
Yusuf (a.s)'a secdesi bu kabildendir.9
Yine mealen belirteceğimiz ayetlerden de anlaşıldığına göre şeytanın insanlara karşı yedi düşmanlığı söz konusudur. Onlardan dördü: “onları
mutlaka saptıracağım, kuruntulara düşüreceğim ve onlara emredeceğim de (putlara adak
için) hayvanların kulaklarını (putlarına adadıklarını göstermek için) yaracaklar. Onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler”
(Nisa, 119). Diğer üçü de; “muhakkak senin sırat-ı
Burhan
müstakimine oturacağım, sonra o insanların
önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulup (onları saptıracağım), sen onların
çoğunu şükredici bulmayacaksın” (A’raf, 16-17)
ayetlerinde zikredilmiştir. eytan bu şeyleri yapmayı kendisine prensip edindiğine göre, düşmanlığını ortaya koyan bir düşmandır. İşte bu sebepten
Allah (c.c) onu “apaçık bir düşman” diye tavsif etmiştir. Allah Teâlâ’nın, “eytan size sadece kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz
şeyleri söylemenizi emreder” ayeti, şeytanın
düşmanlığının tafsilatı gibidir. Bu ayet üç şeyi ihtiva etmektedir:
a) Kötülük, bu kelime ister uzuvlara ait, ister
kalbe ait fiillerin masiyeti olsun, bütün günahları
ifade eder.
b) El-fehşâ, bu da kötülüğün bir çeşididir. Zira
bu kötülüğün en çirkin çeşididir. Ve büyük günahlardan olup yüz kızartıcı sayılan şeylerdendir.
c) “Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemeniz.” Sanki bu da, fuhşiyatın (yani yüz kızartıcı
günahların) en çirkinidir. Çünkü Hak Teâlâ bunu da
büyük günahlardan saymıştır. Bu izaha göre, bu
ayet, “eytanın adımlarına uymayınız” ayetinin
bir tefsiri gibi olmuştur. Böylece ayete, şeytanın
küçük ve büyük günahlara, inkâra ve Allah’ı bilmemeye davet edişi de dâhil olmuştur.10 Ayrıca şeytan
size hayırlı bir şeyi emretmez. O size ancak günahları, kötü şeyleri son derecede çirkin ve rezil
şeyleri emreder Ve Allah hakkında bilmediklerinizi
söylemenizi emreder. Yani Allah'ın size helâl kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helâl sayarak kendiliğinizden helâl ve haram kılıcı hükümler
koymak suretiyle Allah’a iftira etmenizi emreder.11
Kurtubî is şöyle der; Yüce Allah, şeytanın
düşman olduğunu bize bildirmektedir. O'nun bize
verdiği haber ise hak ve doğrudur. O halde aklı başında olan bir kimsenin yapması gereken, Hz.
Âdem zamanından beri düşmanlığını açıkça ortaya
koyan, kendisini ve bütün ömrünü, Âdemoğullarının hallerini bozmaya harcayan böyle bir düşmana
karşı gereken uyanıklığı göstermek ve tedbiri almaktır. anı yüce Allah, şeytana karşı uyanık ve
tedbirli olmayı emrederken şöyle buyurmaktadır:
“eytanın adımlarına uymayın, çünkü o sizin
için apaçık bir düşmandır.” “O size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz
63
şeyleri söylemenizi emreder” (Bakara, 168-169); “şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve size
hayâsızlığı emreder” (Bakara, 268); “eytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak
ister” (Nisa, 60); “Muhakkak ki şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi
Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister.
Artık vazgeçtiniz mi?” (Maide, 91); “üphesiz ki o
apaçık saptırıcı bir düşmandır” (Kasas,15); “üphe
yok ki şeytan sizin bir düşmanınızdır. Siz de onu
düşman edinin. O topluluğu ancak cehennemin
arkadaşlarından olsunlar diye çağırır” (Fâtır, 35)12.
Bütün bu ayetler, şeytanın bize karşı kötü emellerini, verebileceği zararları en can alıcı ifadelerle
göstermektedir.
unu belirtmemiz gerekir ki İslam, insanın şu
yeryüzündeki hayatı boyunca şeytanla aralarındaki
kesintisiz savaşta onu desteklemiş ve bu savaşta
şeytanı yenmesi durumunda insanın aklına gelmeyecek ganimetler hazırlamıştır. Yine, bu savaşta
şeytana yenik düşmesi durumunda da aynı şekilde
insan aklının alamayacağı zararları hüsranı hazırlamıştır. Bu amaçla insanın içindeki savaşma yeteneğini bu kesintisiz çatışmaya yöneltmiştir.
Binaenaleyh bu çatışma insanı bambaşka bir insan
64
haline getirir, değişik özelliklere ve yeteneklere
sahip canlılar içinde kendine özgü özellikleri bulunan bir varlık haline getirir. İnsan için şu yeryüzünde
gerçekleştirilmesi gereken en büyük hedef olarak
şeytanı yenmeyi, dolayısıyla kötülüğü, pisliği, iğrençliği yenmeyi gösterir. Bir de ona yeryüzüne iyiliğin, iyiliği tavsiye etmenin ve temizliğin ilkelerini
yerleştirmeyi hedef olarak gösterir.13 (Daha önce
Maide, 91 ayetinde de belirtildiği gibi, şeytanın insanlar arasına düşmanlık sokmak için kullandığı
yollardan birisinin de içki ve kumar olduğunu bildiriyor. Cenab-ı Hakk, içki ve kumarın insanlara iki
türlü kötülüğü olduğundan bahsedip bu şeylerden
kaçınılmasını emretmektedir. Bu kötülükler:
a) Dünyevi kötülük olup insanlar arasına kin ve
düşmanlık sokmasıdır. Nitekim Razi, içki ve kumarın kötülükleri hakkında şöyle söylemektedir: İçki
içen kimse o içkiyi bir grupla birlikte içer ve maksadı
arkadaşları ile eğlenmek, sohbet edip neşelenmektir. Ancak çoğu kez bu durum tersine döner. Zira içki
aklı alır, akıl gittiğinde ise şehvet ve gazap insanı
hâkimiyetine alır. Bunların insana hâkim olması ile
de bu dostlar arasında çekişme ve tartışma meydana gelir. Dövüşe ve çirkin sözler söylemeye
sebep olur. Bu da en şiddetli bir düşmanlık ve kin
Burhan
doğurur. Kumara gelince bunda, muhtaç kimseler
için bir genişlik ve zenginlik söz konusu olmasına
karşın zengin kimseler için de mallarını yitirme ve
fakirliğe düşme söz konusudur. Bazen insan umduğuna ulaşamaz ve elinde hiçbir şeyi kalmaz. Ve
şüphesiz bu insan, kendisini yenenlerin en şiddetli
düşmanlarından birisi olur14.
b) Dini bakımdan kötülük olup, insanları, Allah’ı
anmaktan ve namazdan alıkoymasıdır. Bu gayet
açıktır. Çünkü içki, insana bir neşe ve bedeni haz
duygusu verir. Bu haz duygusu da nefsi harekete
geçirir ve insan Allah’ı anmayı unutur. Aynı şekilde
kumar da insana kazanma hazzını verir ve Allah’ı
anmaktan ve namazdan insanı alıkoyar. Seyyid
Kutub’un bu fikri destekleyen şu sözlerini nakledelim: eytanın, içki ve kumar yolu ile insanlar arasına kin ve düşmanlık tohumunu nasıl ektiğini
görmek için, uzun bir araştırmaya gerek yoktur. İçki,
insanın aklını başından alır, etini ve kanını bir sel
gibi harekete geçirir, şehevi arzu ve isteklerini alevlendirir. Çoğunlukla içkiye arkadaş olan kumar ise,
insanın gönlünde bin bir çeşit kin ve hüsran duygusu bırakır. Çünkü kumarda kaybeden kişi, gözlerinin önünde malını elinden alana ister-istemez kin
besleyecektir. Malını bir ganimet olarak alıp götüren kumarcıya, kaybeden adam, elbette ki kahrolacaktır. Bu işlerin yapıları gereği olarak, kin ve
düşmanlığı harekete geçirmesi normaldir. Meseleye oldukça yüzeysel olarak bakan birtakım kimselerin, bu tür bir araya gelişleri; dostluk ve
mutluluğun bir parçası olarak algılamaya çalışmaları boşunadır. Zira bu işler, birbirine dost olan insanları çatışma ve dövüşme alanlarında karşı
karşıya getirmektedir.15
İçki ve kumarın bütün bu kötülükleri ihtiva ettiğini bildirdikten sonra Yüce Allah, “Artık vazgeçtiniz değil mi?” demiştir. (Artık vazgeçersiniz değil
mi?... Vazgeçmenin gerekliliğini anlatan beliğ bir
soru)16. Elmalılı ise şöyle demektedir: Bütün haram
olma sebeplerini açıkladıktan sonra itaat sözü alınmak üzere soru tekrarı ile anlaşmayı belgelemek
için buyruluyor ki: Artık siz şimdi bu yasaklamayı
kabul ettiniz, içki ve kumardan tamamen vazgeçtiniz mi? Elbette geçtiniz değil mi? Bunun üzerine
Hz. Ömer’in “Vazgeçtik” diye bağırdığı rivayet edilir17.
Yüce Allah bizi şeytanın fitnesinden korumak
için onun, insanların arasını açan bir düşmen olduğunu ve ona karşı dikkatli olunmasını defalarca vurBurhan
gulamıştır. Çünkü rabbimiz kullarının ayrılığa düşmesini, şeytanın gayretleriyle insanların arasına
fitne girmesini istemez. Hatta mü’minlerle kâfirlerin
dahi aralarında düşmanlık olmasını engellemek
için, İsra Suresi 53. ayette, kullarını şöyle uyarır :
“Mü’min kullarıma söyle, herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını bozmak ister. eytan şüphesiz insanın apaçık
düşmanıdır”. Bu ayetin bir benzeri de Cenab-ı
Hakk’ın, “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel
öğütle davet et” (Nahl, 125) ve “Ehli kitap ile de,
ancak en güzel bir suretle mücadele edin” (Ankebut, 46) ayetleridir.
Görüldüğü gibi Cenab-ı Hakk müminlere, şu
uyarıyı yapmaktadır: Size muhalif olan kimselere
delil getirmek istediğinizde, delilleri güzel bir şekilde
getirin. Yani onlara delil getirirken güzel sözlerle
delil getirin. Razi bu konuda şöyle der : “O delilleri
en güzel biçimde getirin ki bu da, o delillerin sövüp,
sayma, kınama vs gibi şeylerle birlikte bulunmamasıdır” bu böyledir, zira getirilen hüccete, şayet
sövüp sayma, tenkit vb. herhangi bir şey karıştıracak olursanız, onlar da hiç şüphesi size aynı mukabelede bulunurlar. Böylece de, karşılıklı öfkeler
artar, nefret doruk noktasına ulaşır ve maksadınız
gerçekleşmez. Nitekim Cenab-ı Hakk, “Allah’tan
başkasını çağıranlara sövmeyin. Sonra onlar da
haddi aşarak cahillikle Allah’a söverler” (En’am,
108) buyurmuştur. Binaenaleyh hüccetler en güzel
biçimde ve sövüp sayma, eziyet verme vb. den
uzak olarak getirildiğinde, bu kalplerde ve gönüllerde mükemmelen tesir icra eder ki, işte Cenab-ı
Hakk’ın “(Mü’min) kullarıma söyle: En güzel ne
ise onu söylesinler” buyruğundan kastedilen
budur”18. Bu suretle iyi alakaların şeytan tarafından
Not: Devam edecek
bozulmasını önlemiş olurlar.
...........................................................................
6- Yazır, a.g.e., 1/278-279.
7- Bir adamın işlediği gü¬nah eğer kibir ile birlikte ise, ondan pek bir şey
umma. Eğer onun günahı bir masiyet ise, ondan hayır umabilirsin. İşte Hz.
Âdem'in günahı bir masiyet idi, İblisin günahı ise kibirden kaynaklanıyordu.
Müslim, İman 133; İbn Mâce, İkâme 70; Müsned, II, 443.
8- İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/578-579.
9- Keşşaf, 1/95.
10- Razi, Tefsîr-i Kebîr, 5/3-4.
11- Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/209-210.
12- Kurtubi, el-Cami’, Li’ahkami’l –Kur’an, Daru’l İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut,
1965, 2/209-210.
13- Kutup, Seyyid, fi Zilali’l-Kur’an, 13/211,212.
14- Razi, Tefsî-i Kebîr, 12/80.
15- Kutup, a.g.e., 4/437.
16- Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı (Meal Tefsir), 2/456.
17- Yazır, a.g.e., 3/335.
18- Razi, Tefsir-i Kebîr, 20/228-229.
65
Otuzbir
Osman KARABULUTOĞLU
Zulüm ve İnsan
Genellikle kendini güçlü hisseden kişiler, başkasını kendi arzusu istikametinde kullanmak ister.
Gurur ve şımarıklık ortaya çıkar; engel tanımaz,
bunun için Allah’ü teala: ‘ İnsan kendini ihtiyaçsız hissedince azar’ (Alak S.) diye buyurmaktadır.
Ayriyeten güç ve servet çoğu insanı şımartır, bunun
için Cenabı Hak: “ Veyl bütün ‘hümeze lümeze’
güruhuna. Ona ki bir mal toplamış ve onu saymaktadır malı kendisini ebedi kılmış sanır” (Hümeze: 1-3) denilmekte.
‘Hümeze’ suresini tefsir ederken Elmalı’lı
Hamdi YAZIR merhum şöyle demektedir: ‘ Hemz
Kamusun beyanına göre gamz vezninde ve onun
müradifidir. El ile çimdirmek ve dürtmek, kakmak,
vurmak – nitekim mihmez, mihmaz, mıdıl ve çekiç
veya mıdıllı değnek demek olan mıhmeze ve bu
manalardandır – ve bir dar yere sıkıştırmak – ki
hemze bu ma’nadandır. Çünkü mahrecinden sıkıntı ile çıkar – ve ısırmak, kırmak ve yere çalmak
ma’nalarına gelir. Ve şu halde ‘hümeze’ bunlardan
birini veya hepsini çok yapan, adet edinen demek
olur. Bu itibar ile hâmiz gibi çimdikçi, çekiştirici,
66
dürtüştürücü, kakışdırıcı, vurucu kırıcı, atıcı, sıkıcı,
ısırıcı mefhumlarını ifade edebilir. Lakin örfî lugatte
hamiz ve hammazdan daha mübalağalı olarak ‘hümeze’ inceden inceye veya geriden geriye istihfaf
ve istihza ederek şunun bunun namusu ve haysiyeti ile oynayıp incitmeyi, zemm-mü kadeh ile gıybet ederek ayıplayıp kınamayı, şunu bunu
dürtüştürerek öteye beriye koğuculuk etmeyi âdet
ve san’at edinmiş çekiştirici gammaz ma’nasına
mütearef (bilinir) olmuşdur ki böyle olan kimseler
fırsat buldukça ‘hemz’in her manasını yapar. Eli
erdiği insanları cımbızlar, çimdikler, dürter, kakar,
ısırır, çarpar gibi kırar incitir, o yolda geçinir.’
Otoriteyi Elinde Bulunduranlar
Otoriteyi elinde bulunduranlar da serveti
elinde bulunduranlara benzer, gayesi diğerlerinin
iradesine tahakkümdür, halkın arzularına değil güçlülerin arzularına bakar ve toplumu o istikamete
yönlendirir. Nitekim Mevla’yı Müteâl şöyle buyurmaktadır: “ Peygamberlerini inkâr edenler (onlara) dedi ki: ‘ Ya dinimize (düzenimize)
Burhan
dönersiniz (şayet dönmez iseniz) sizi memleketimizden) çıkarırız’ Peygamberlerin (ve bütün
insanlığın) Rabbı’da onlara (Peygamberlere)
vahy etti ki: Biz zalimleri mutlaka helak ederiz.”
şahsiyetin vasfı addeder:
a) Başkasına cevrü cefa eden, yani zulmeden
b) Zulmü içine sindiren.
(İbrahim S. 13)
Dinde Ve Dünya da Seciyesizlik
Bir şairde şöyle diniyor:
‘Biz insanlarla beraber yürürsek, onlar da
bizimle yürür, fakat biz onlara parmakla işaret
ederek gel, gel dersek o zaman durur dikilir ve
der ki: Niçin bu tahakküm? Ve niçin insan
başkasının dizginini elinde tutmak ister’
Ahlakî Açıdan Bakıldığın da
Ahlakî açıdan eğer durumu değerlendirirsek,
maddeten de olgunluğun tamamlanması, servet ve
otorite kibrinin kırılmasına ve alesseviye insanlarda
bu şuurun yükselmesine bağlıdır.
İnsanlık tarihinde çirkin zülüm trajedileri
vardır. Bunun için Eb-ü- Tayyib şöyle diyor:
‘Zülüm kişinin karakterinden kaynaklanır,
eğer sen zulmetmeyen bir iffet sahibi bulursan,
bil ki o, onun mizacındandır.’
Zulüm ister insanın tabiatından kaynaklansın
yahut servetin kötü dağılımından veya idarecilerin
birilerinin lehine olan zulmünden ortaya çıksın
çirkindir.
İnsanlık bu türlerin zulmünden
kurtulmak için çok gayret etti.
Evet dininde ve dünyasında seciyesizliği ve
alçaklığı kabul eden zalimdir. Kur’an-ı kerimde
geçen bir ayet de şöyle buyrulmaktadır:
“Muhakkak ki kendilerine zulmedenlerin
ruhunu melekler aldığın da onlara derler ki:
‘Nerede idiniz?’ derler ki: ‘ Biz yeryüzünde zayıf
kişilerdik’ Melekler (tekraren) onlara derler: ‘
Yeryüzü geniş değimli idi oraya göçseydiniz?’”
(Nisa: 97)
Yine Cenabı Hak: “Zalimlere meyletmeyin
sizi ateş çarpar; zaten sizin Allah (c.c) tan gayrı
ne destekçiniz ve ne de dostunuz vardır” (Hud:
113)
Yine buyruluyor: “Bize ne oluyor ki Allah
yolunda savaşmayalım, hal bu ki biz memleketimizden çıkarıldık, babalarımızdan (ayrıldık)
derler; fakat ne zaman ki savaş onlara farz
kılınır onlardan azı hariç diğerleri döner. Allah
(ise) zalimleri hakkıyla bilir.” (Bakara: 246)
Bütün bu ayetlerde düşmanı def’e teşvik
vardır; ayriyeten zulme rıza da zulüm addedilmektedir.
İşte bunun için zulme karşı sükût, zalimi azda
olsa desteklemek caiz değildir, aksi takdirde bu zillete düşen kişi de zalimdir.
İslam ise zulümle iki vesile ile mücadele etti:
Başkasına Zulmedene Gelince
1) Zulmün oluşumunu engellemek, ona karşı
mukavemeti sağlamak, kayıtlarını koparıp atmak,
dayanaklarını yıkmak.
2) İnsanların yüz karası ve korkulu rüyası
olan zulmü baştan kaldırmak ve ona teşne olanları
korkutarak vukuunu engellemek.
Söylediklerimizin esası şudur: İslam zulmü iki
Burhan
Başkalarına zulmedenler hakkında şöyle
buyrulmaktadır: “Allah’ı zalimlerin yaptıklarından gafil olduğunu sanma! Allah onları (o
günün dehşetinden dolayı) gözlerin bir noktada
karar kılamayacağı güne kadar tehir eder.”
(İbrahim: 42)
Ne diyelim? ‘Yaşasın cehennem zalimler için’
67
Zeynep GÜLOĞLU
Evinin Sultanları
[email protected]
ALLAH (CELLE CELALÜHÜ)’NÜN SIFATLARI
Allah’u Teâlâ hazretleri olgunluk ifade eden tüm
vasıflarla sıfatlanmış olup, eksiklik, acziyet ve devamsızlık ifade
eden özelliklerden de uzaktır. Allah’u Teâlâ’nın sıfatları, zati ve
subuti olmak üzere ikiye ayrılır.
Zati Sıfatlar:
Sadece Allah’u Teâlâ’nın zatına ait olan, yarattıklarından her
hangi birinde bulunması mümkün olmayan ezeli ve ebedi
sıfatlardır. Zati sıfatların zıtları Allah’u Teâlâ hakkında
düşünülmediği için bu sıfatlara tenzihi ve selbi de denilmiştir.
Zati sıfatlar altı tanedir.
1. VÜCUT: Var olmak demektir. Allah’u Teâlâ’nın varlığı haktır,
gerçek varlık sıfatı ile muttasıftır. Yüce Allah (Celle Celalühü)
olmasaydı hiçbir şey olmazdı. Gerek bizim varlığımız ve
gerekse herhangi bir şeyin varlığı Allah’u Teâlâ’nın varlığına
birer şahittir.
2. KIDEM: Ezeli olmak, yani başlangıcı bulunmamaktır. Her
şeyin başlangıcı vardır. Yani, önceden yok iken sonradan
ortaya çıkmıştır. Fakat Allah’u Teâlâ için bu asla geçerli değildir.
3. BEKA: Varlığının sonu olmaması demektir. Gördüğümüz
bütün varlıklar sonradan oldukları gibi, bir zaman sonra yine
yok olacaklardır. Ama Allah’u Teâlâ hakkında bir başlangıç
düşünmek mümkün olmadığı gibi, bir son da düşünmek
mümkün değildir.
4. VAHDANİYET: Bir olmak demektir. Allah birdir, zatında,
sıfatlarında ve işlerinde tek olup, eşi, benzeri ve ortağı yoktur.
5. MUHALEFETÜN LİL’HAVADİS: Sonradan yaratılanla-ra
benzememek. Allah’u Teâlâ zatı ve sıfatları hususunda hiçbir
şeye benzemez. Akıllara gelebilecek her şeyden mutlak surette
başkadır.
6. KIYAM Bİ NEFSİHİ: Varlığı kendinden olmak. Allah’u Teâlâ
ezeli ve ebedi olduğu için varlığı da kendindendir. Var olmak
hususunda, tüm yaratıklar O’na muhtaç olup, O hiçbir kimseye
muh-taç değildir. Bundan dolayı Allah’u Teâlâ’ya Vacibu’l-Vücut
(Varlığı gerekli) denir.
Subuti Sıfatlar
Bu sıfatlar da zâti sıfatlar gibi ezeli ve ebedidir. Yani
sonsuz olarak vardır. Allah’u Teâlâ’nın zatında bulunup, kullara
da suretleri verilen sıfatlardır. Bunlar da sekiz tanedir.
1. HAYAT: Diri olmak demektir. Allah’u Teâlâ, kendi şanına ait
bir hayat sıfatıyla vasıflanmıştır.
2. İLİM: Bilmek sıfatıdır. Allah’u Teâlâ ilim sahibidir. O’nun ilmi
yarattıklarının ilmi gibi basit ve sınırlı değildir. Bütün kainatı
çevreler, O’nun bilgisinden hiçbir zerre dışarı çıkamaz.
3. SEMİ’: İşitmek, duymak demektir. Allah’u Teâlâ’nın işit-mesi
yarattıklarının işitmesi gibi noksan ve sınırlı değildir. Yüce Allah
her şeyi vasıtasız olarak işitir. Kendisi işittiği gibi, tüm varlıklara
da işitme gücünü O vermiştir.
4. BASAR: Görmek demektir. Yüce Allah, kendi şanına uygun bir halde görme sıfatına sahiptir. Allah (Celle Celalühü) alet
ve vasıta olmaksızın her şeyi görür. Bazı şeyleri görmesi diğer
şeyleri görme-sine engel olmaz. İşitmesi de böyledir.
5. İRADE: Dilemek demektir. Dünya’da olmuş ve olacak ne
varsa Allah (Celle Celalühü)’nün dilemesiyle olur. O’nun arzu
ve iradesi dışında hiçbir şey olamaz.
6. KUDRET: Gücü, kudreti olmak demektir. Allah (Celle Celalühü)’nün gücü sonsuzdur ve her şeye yeter. Kainatta O’nun
gücünün yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. O’nun gücünün en
büyük örneği yer-leri, gökleri, dağları, taşları yokken var etmesi,
direksiz ayakta tut-masıdır.
7. KELAM: Söylemek, konuşmak demektir. Allah’u Teâlâ’-nın
konuşması harf ve ses türünden olmayıp kadimdir. Allah’u
Teâlâ’-nın Peygamberlerine dilediği şeyleri vahiy ve ilham etmiş
olması da bu kelam sıfatının bir tecellisidir.
8. TEKVİN: Yaratmak, icat etmek demektir. Yüce Allah (Celle
Celalühü) bu tekvin sıfatı ile dilediği herhangi bir şeyi yoktan
var eder veya var iken yok eder.
Allah’u Teâlâ’nın yaratmak (Tahlik), rızık ve nimet
vermek (Terzik), diriltmek (İhya), öldürmek (İmate) gibi tekvin
sıfatı ile alakalı sıfatları vardır ki, bunlara “İzafi” veya “Fiili” sıfatlar
da denir. Bunların aslı tekvin sıfatıdır.
HİCRİ AYLARININ KELİME ANLAMLARI NEDİR?
1- MUHARREM: Arabî ayların başı, birincisi. Haram
edilmiş olan. Bu muharrem ayında Müslümanlıktan
evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. Haram kılınmış, tahrim olunmuş.
2- SAFER: Bos ve hâli olmak. Arabî aylardan ikincisi.
3- REBİ-UL EVVEL: İlkbahar. Çiçeklerin açıp otların
bittiği mevsim.
4- REBİ-UL AHİR: Sonbahar.
5- CEMAZIYEL EVVEL: Arabî ayların besincisidir. İlk
mazi, geçmişi.
6- CEMAZİYEL AHİR: Arabî ayların altıncısıdır. Son
mazi, geçmişi.
7- RECEB: Azametli, heybetli. Tazim etmek. Cennet'te bir nehir ismi. Mübarek üç ayların birincisi ve Ka-
68
meri aylardan yedincisi. *
8- ABAN: Aralık, fasıla. Hicri, Kameri ayların sekizincisi, üç ayların ikinci ayı.
9- RAMAZAN: Yanmak demektir. Çünkü bu ayda
oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur.
10- EVVAL: Bu aya şevval denilmesinin sebepleri
arasında, dişi develerin bu ayda kızgınlıklarının artması
veya gebeliğe alâmet olmak üzere kuyruklarını yukarıya kaldırmaları gösterilmektedir.
11- ZİLKA'DE: Arabî ayların on birincisi. Cahiliye
devri Arapları tarafından hurmaların olgunlaşması ve
mahsulün toplanması manasında kullanılmaktaydı.
12- ZİLHİCCE: Arabî ayların on ikincisi.
Burhan
GÖZ AÇIP KAPATMAK
HOCAMDAN TEK EY ÖĞRENDİM
Padişahın biri üç beş yardımcısıyla kırlara
gezmeye çıkar. Ağacın altında uyuyan birisini görünce, yanındakilere, (şu garibi uyandırın, yılan
falan zarar verebilir) der. Adam uyandırılınca,
bakar ki karşısında padişah, başlar söylenmeye,
(niye beni uyandırdınız, rüyada ne güzel padişahtım, saraylarım, ordularım vardı, şöyle emrediyordum, şunları yapıyordum...)
Bir gün bir âlime, yakınlarından biri, sen
hep hocam hocam diyorsun, anlat bakalım sen
hocandan ne öğrendin, diye sorar. Talebeleri
merak ederler, bu kadar geniş bir soruya ne
cevap verecekler diye. Kim sevilir, kim sevilmez
bunu öğrendim der.
Bunun üzerine padişah gülerek, (iyi ama bak
kendin söylüyorsun, rüyada diyorsun, rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var, bak gözünü açınca, bitti)
der. Adam cevap verir: (Benim padişahlığım gözümü açınca bitiyor, senin ki gözünü kapatınca bitecek, ne farkı var?)
NEFS ENGELİ
Bir bilgeye sorarlar: “Bilgelikte ustanız kimdir?” “Bir köpek!” diye cevap verir. “Bir dere kenarında duruyordu fakat neredeyse susuzluktan
ölmek üzereydi. Su içmek için dereye eğildiğinde,
sudaki aksini başka bir köpek sanıp korkuyla geri
çekiliyordu. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya
geldi ki, korkusunu unutup suya daldı. Suya dalar
dalmaz ‘diğer köpek’ kayboluverdi. Köpek kendisi
ile arzusu arasındaki engelin yine kendisi olduğunu fark etmişti. Kendisini yok etmeyi göze aldığında, engel aradan kalkmış ve arzusuna
ulaşmıştı. Ben de önümdeki engelin yine kendi
nefsim olduğunu öğrenince ondan kurtuldum.
Köpek gibi yaptım. Yolumu bir köpekten öğrendim.”
Evet, hubbi fillah buğdi fillah imanın şartlarındandır. Yani ALLAH için sevmek, ALLAH için
buğzetmek.
KİBRİN ZARARI
Günaha bir tevbe yeter, taata bin tevbe yetmez. Günah işleyen, tevbe ederse ALLAH affeder. Fakat ibadet eden, ucba kibre kapılabilir.
Buna bin tevbe bile yetmez. Beni İsrail’den bir
fasık vardı. Bir âbid de ibadetiyle şöhret bulmuştu. Fasık, bu âbidin yanından geçerken, "Gideyim, şu âbidin yanına oturayım, belki ALLAH’ü
teâlâ onun hürmetine beni affeder" diye düşündü.
Gidip âbidin yanına oturdu. Âbid ise, üzerinde bulutun gölgelendirdiği bir zat olduğu için, böbürlenip, "Bu fasık, benimle oturamaz" diyerek ondan
yüzünü çevirdi. Yüz bulamayan fasık da çekip
gitti. Fakat Âbidin üzerindeki bulut, fasıkla beraber gitti. ALLAH’ü teâlâ zamanın Peygamberine
(İnsanlara niyetlerine göre muamele ederim. Fasıkın günahlarını, onun bu iyi niyetinden dolayı
affettim. Âbidin ibadetlerini de kibri sebebiyle yok
ettim) diye vahyetti.
KARARAN YÜZ NURLANDI
Süfyan-ı Sevri hazretleri anlatır:
ondan daha güzel yüzlü hiç kimse görmemiştim.
Çok güzel kokuyordu. Babamın yanına geldi. Yü-
Kâbe'yi tavaf ederken, her adımda salâvat
okuyan birini gördüm. Ona (Sen gerekli duaları bırakıp hep salâvat okuyorsun. Her yerde okunacak
dua var) dedim. Sen kimsin dedi. Ben de kendimi
tanıttım. (Sen avamdan değilsin, âlimsin, sana anlatayım) diyerek başladı:
zündeki örtüyü kaldırıp elini babamın yüzüne
sürdü. Babamın siyah yüzü nurlandı, bembeyaz
oldu. Bu zata kim olduğunu sorunca, (Ben Resulullah’ım. Baban, ömrünü boşa harcadı. Fakat
bana çok salâvat okurdu, şimdi sıkıntıda olduğunu
bildirdiler, kendisi de benden yardım istedi. Çok
Babamla Beytullaha gitmek üzere yola çıkmıştık. Yolda babam hastalandı. Onu tedavi etmek
için epey uğraştıysam da babam vefat etti. Baktım,
ölünce yüzü karardı. Yüzünü kapattım. Yanında
uyuya kalmışım. Rüyamda öyle bir zat gördüm ki,
Burhan
salâvat okuyan mümine ben elbette yardım ederim) buyurdu. Uyanınca babamın yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm. İşte bu yüzden her yerde
Peygamber efendimize çok salâvat okuyorum.
69
BURHAN ÇOCUK
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V)
ADINI DUYUNCA
YA RASULALLAH
GİYİNME VE YEME ADABI
Peygamber Efendimiz ( s.a.s.) elbisesinin temiz
ve tertipli oluşuna önem verirdi. Giyiminde titizdi; elbisesini korur, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Yeni bir elbise
giydiğinde Allah’a Hamdeder, elbisenin hayırlara vesile olmasını diler, elbisenin örttüğü organlarının şerrinden de O’na sığınırdı.
Elbisesiyle övünmez, bu konuda lüks ve israfa
kaçmazdı. Çünkü ona göre elbise “ sıcaktan, soğuktan korunmaya, insanlara ülfete, toplum içine girmeye ve hizmete vasıta” idi
Peygamber Efendimiz ( s.a.s.)’in giyecekle ilgili
tutumu: “Temizlik, tertiplik, estetiği gözetme, kendine yakıştırma, sadelik ve ihtiyacı karşılama” olarak özetleyebiliriz. Bu sebeple gerektiğinde yünden,
pamuktan, hatta keçi kılından dokunmuş elbiseyi giyer
ve tevazu göstererek: “ben aciz bir kulum” buyururlardı.
Hz. Peygamber ( s.a.s) Müslümanlara meşru
odluğunu göstermek ve beslenmenin önemini vurgulamak için çeşitli gıdalardan yemiştir. Mesela tavuk eti,
bazı kuş etleri, koyun etinden hazırlanmış kebap, kurutulmuş et ( bir çeşit pastırma ), süt, bal, peynir bunlardan bazılarıdır. Yiyecekleri arasında zeytin yağı
sirke, kabak, tirit, kavrulmuş un ve helvaya da rastlıyoruz. Her gün aynı gıdayı değil de mümkünse farklı
gıdalar almayı tercih etmiş; yemeklere zaman zaman
biber, zencefil, tarçın gibi baharat çeşitlerini serpmiştir. Onun sofrasında daima başköşede olan iki yiyecek
maddesinden biri arpa ekmeği, diğeri de ise hurma idi.
Bazen uzun süre bunlarla yetindiği olurdu.
Musa KARACA
[email protected]
Sel olur duygular akmaya başlar
Aşkınla yürekler yanmaya başlar
Gönüller hasretle anmaya başlar
Adını duyunca Ya RESULALLAH.
Titrer bu bedenim, titrer bu canım
Coşkuya kapılır damarda kanım
Hep aydınlık olur, dört bir yanım
Adını duyunca Ya RESULALLAH.
Gönlüm mesut oldu, hazza ulaştı
Kışa dönen bahtım, yaza ulaştı
Zikrinle ekinim, gelişti, dize ulaştı
Adını duyunca Ya RESULALLAH.
Abdurrahman TÜMER
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V)
YÜRÜYÜ EKLİ
Hz. Peygamber; yürürken ayaklarını sürümezler, adımlarını atarken yerden sertçe kaldırırlardı. Hareket halinde
iken sağa sola sallanmazlar, hafifçe önlerine eğilirlerdi. Dimdik durup göğüslerini kabartarak yürümedikleri gibi, koşar
Peygamberimiz ( s.a.s.) yemekten önce ellerini,
yemekten sonra hem ellerini hem ağzını yıkardı. Yemeğe besmele ile başlar, bitirince elhamdülillah derdi,
sofrada çöpe atılacak herhangi bir yemek yada ekmek
artığına müsaade etmezdi. Yemek devam ederken
müsaade almaksızın herkesten önce kakılmasını
doğru bulmazdı. Karnını tıka basa doldurmaz, bir yemeği beğenmemezlik etmezdi; arzu ederse yer, etmezse yemezdi.
70
adımlarla yürürcesine hızlı da yürümezlerdi. Fakat Allah'ın kendilerine bir lütfü
olarak, uzun mesafeleri kısa zamanda
katederlerdi. Bir yere giderken sağına
soluna bakıp yürümez, vakar ve süratle
ilerlerdi.
Burhan
EFENDİMİZİN EMAİLİ
• Yaratılış ve ahlâk itibariyle insanların en üstünü idi.
• Bütün Peygamberlerin en güzeli o idi.
• Boynu uzun ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları
kalın, parmakları uzundu.
• Kendisi şişman değildi.
• Uzuna yakın orta boylu, güçlü ve kuvvetli idi.
• Mübarek cildi ipekten yumuşaktı.
• Yüzü hafifçe yuvarlak, kaşları hilâl gibi idi.
• Kirpikleri uzun, gözleri kara, büyük ve son derece
güzeldi.
• Saçları ne pek kıvırcık, ne de pek düz idi.
• Cismi güzel, kokusu hoş idi.
• Sünnetli olarak ve göbeği kesik vaziyette doğmuştu.
• Yüzü gül gibi kırmızıya benzeyen beyaz ve nuranî,
berrak ve ışıklı idi.
• Dişleri inciler gibi beyazdı.
• Konuşurken ön dişlerinden nurlar saçılır, gülerken
ağzında ışıkların bile aydınlandığı sanılırdı.
• Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri en güzel
kokulardan daha güzel kokardı.
• Mübarek eliyle bir çocuğun başını okşasa, o çocuk
diğerleri arasından hemen seçilir, belli olurdu.
• Pek uzaktan işitir, kimsenin göremeyeceği
mesafeden görürdü.
• Yüzünde nur, sözünde kuvvet, lisanında bir güzellik
vardı.
• Herkesin aklına göre söz söyler, herkese güler yüz
gösterirdi.
• Kimsenin sözünü yarıda kesmez, haşin davranmaz,
mütevazi yaşardı.
• O'nu ansızın görenler heyecan ve sevgiyle ürperir,
konuşunca hayran olurdu.
• Bütün insanları hoş tutar, hizmetçilerine şefkatle
muamele ederdi.
• Kendisi ne yer, ne giyerse, hizmetçilerine de onları
yedirir, onları giydirirdi.
• Çocukları çok sever, saçlarını okşar, onlarla
konuşurdu.
• Son derece cömert, sözüne sâdık ve merhametli idi.
• Hülasa kâinatın efendisi, Allah'ın sevgilisi,
mü'minlerin baş tacı, hasta gönüllerin ilâcı, çaresizlerin
yardımcısı, mazlumların koruyucusu, düşünülebilen
her türlü üstünlüğün sahibi idi.
Allah'ın salât ve selamı O'nun ve O'na yakın
olanların üzerine olsun.
Burhan
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V)
KONUMA ADABI
Hz. Peygamber tane tane, açık-seçik ve
herkesin anlayabileceği bir tarzda konuşurlardı. O kadar ki, dinleyenler eğer kelimelerini
saysa, onları teker teker sayabilirlerdi. Yerine
göre de, konuşması sırasında geçen önemli
cümlelerini üçer defa tekrar ederlerdi.
MEVLİD KANDİLİ
Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v) efendimizin doğum günü Mevlid Kandili
olarak kutlanmaktadır. Hicri aylardan Rebiülevvel ayının 12. gecesi Miladi 19 Mart da kutladığımız Mevlit kandili Nisan ayının yirmisinde
de “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlanmaktadır.
Bu etkinlikler çerçevesinde peygamber
efendimize çokça salavat getirip hayatını anlatan kitaplar okuyarak onun hayatını kendimize
rehber edinmeliyiz.
KOMUTAN
Bir gün komutan ve askerleri yolda yürürken
Askerlerden biri hapşırdı, Komutan arkasına
dönüp kim hapşırıyor dedi.Kimse onun
korkusundan bir şey Söyleyemedi. Biraz
sonra yine Asker hapşırdı, Komutan yine
arkasına bakıp Kim hapşırdı dedi. asker
çaresiz kalıp yanıt verdi. “Komutanım ben
hapşırdım” Demiş ‘’ Komutan çok yaşa!
Evladım demiş
Gönderen : F.Eren YAAROĞLU /
Sultanbeyli
71
Ahmed Er-Rufai Hz.'den Nasihatler
İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurura kapılan kimse, marifet sahibi değildir. Çünkü
şeytan da pek fazla bilgiye sahipti. Mantık yürütmek suretiyle, ateşin topraktan daha hayırlı
olduğunu iddia etti. Hâlbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün
olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allâh’u teala’nın gazabına uğradı ve lanete müstahak
oldu. Ebedi olarak rahmet dergâhından kovuldu.
Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! iyi ibadetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel´am-ı Baura
ve Bersisa en çok ibadet edenlerdendirler. Fakat sonunda, nefis ve şeytana uyarak dünyaya
bağlandılar. Ahiretlerini ziyan ettiler. Rezil rüsva oldular.
Ey oğlum! Kalbinde ufak bir leke görürsen, oruç tut. Gitmezse, az konuşmaya bak.
Gitmezse, günahlardan şiddetle kaç. Yine gitmezse, her hali iyi bilen Allâh’u teala’ya
yalvarmaya, sızlanmaya başla.
Bilgisizlik ölümdür. Allâh’u teala ilim verdikçe canlanmaya başlar. Her bilgi bir vebaldir. Bu
vebalden kurtulmak amel etmekle mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi
Allâh’u teala için yapılmaya bağlıdır. İhlâs elde edilmedikçe, kurtuluşa erişilmez.
Salih müslümanlar, Allâh’u teala’nın hükmüne boyun eğerler, gelen şiddet ve belalara
sabrederler, aza kanaat ederler. Allâh’u teala’dan başkasından korkmazlar ve kimseden bir
şey beklemezler. Ancak Allâh’u teala’dan isterler. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı
düşüren aziz ve zelil edenin Allâh’u teala olduğunu bilirler.
Salih müslümanlar, Peygamber efendimizin sünnet-i şerifine tam uyarlar. Onların korkusu,
son nefes içindir. Onlar, az konuşurlar. Öfkelerini tutarlar, şehvetlerini yenerler. Nefislerinin
arzularını yapmazlar. Allâh’u teala’yı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak. hep
o´nunla beraber olmaya bakarlar. Böylece nefislerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler.
Nefse, Allâh’u teala’nın kaza ve kaderine rıza göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur.
Çünkü kadere razı olmak, Allâh’u teala’nın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır.
Nefis bunları istemez. Saadete kavuşmak, nefsin rızasını terk edip, Allâh’u teala’nın
rızasına koşmakla mümkündür. Saadete kavuşanlara müjdeler olsun.
72
Burhan

Benzer belgeler