Burhan Dergisi 31. Sayı
Transkript
Burhan Dergisi 31. Sayı
Hazret-i Ali (keremallâhü veche), Hazreti uzuna daha yakındı. Peygamber sallallâhü aleyhi vesellemi vasfettiği * Beyaz tenli idi. zaman, şöyle buyurdu: * Sakal kılları siyahtı. * Hazreti Peygamberin boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa ne düz uzun saçlı; saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi (yuvarlak) yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. * İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları * Dişleri çok güzeldi. * Gözlerinin kirpikleri sık ve uzundu. * İki omuz arası genişti. * Yanakları ne şişkin ne de çöküktü. * Ayağının bütünüyle yere basardı. * Bütün vücuduyla öne döner ve bütün dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı vücuduyla arkaya dönerdi. iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında bütün vücuduyla dönerdi. * Ne O'ndan önce ve ne de O'ndan sonra güzellikte O'nun gibisini görmedim. * İki omuzu arasında "Nübüvvet Mührü" vardı. Bu Onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş canlısıydı. Kendilerini ansızın görenler Onun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, Onu her şeyden çok severlerdi. "BİZ SENİ ANCAK ÂLEMLERE RAHMET OLSUN DİYE GÖNDERDİK" Hz. Ali'nin radiyallahü anh'ın beyanına göre Peygamberimiz Efendimiz aleyhissalât-ü vesselâm: * Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, iri yapılı, güçlü kuvvetli ve yakışıklı bir insandı. * Cildi yumuşak, teni kırmızıya çalan beyazdı. * Kirpikleri siyah ve uzundu. * Gözleri kara ve büyükçe idi. * İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. * Saçları ne dümdüz ne de kıvırcıktı. * Sakalı sık ve bir tutamdı. * Büyük başlı ve hilâl kaşlıydı. * Alnı yüksek, burnu çekme, boynu uzun, göğsü genişti. * Karnı ile göğsü bir idi, şişman değildi. Zayıf da değildi, sıkı etliydi. * Ayaklarının altı çukur idi; düztaban değildi. * Gözleri uzağı görür, kulakları uzaktan ses alırdı. * Ağızları genişçe idi. * Dişleri sıktı. * Yüzünün bütün çizgileri görünürdü. * Omuzları etli, omuz kemikleri enliydi. *** Ebu Hureyre radiyallahü anh Peygamberimiz Efendimiz aleyhissalât-ü vesselâm'i tanıtırken şu vasıflarla vasfetmişti: * Peygamberimiz Efendimiz, orta boylu idi, fakat *** Sahâbe-i radiyallahü Kiram'dan anh de Câbir bin Efendimiz Semure Aleyhisselât-u Vesselam'ın fiziki halini şu vasıflarla tanıtmıştır. Demiştir ki: * Ben mehtaplı bir gecede Peygamber Aleyhisselam'ı gördüm. Üzerinde bir cübbe vardı. Rasulüllah'ın nurlu yüzü ile ay'ın yüzünden hangisinin daha güzel olduğunu tesbit etmek maksadıyla önce Allah'ın Rasûlünün yüzüne baktım; daha sonra da ay'ın yüzüne baktım. Vallahi bana göre, Peygamberimiz Efendimizin o mübârek yüzleri Ay'dan çok daha güzeldi. *** Sahâbe'den Berâ bin Azib radiyallahü anh da Rasûlüllah aleyhissalât-ü vesselâm Efendimizi şöyle vasfetmiştir: * Peygamberimiz Efendimiz aleyhissalât-ü vesselâm orta boylu idi. * İki omuzlarının arası genişçe idi. * Mübarek başlarından omuzlarına doğru uzanan saçları, kulak yumuşağına kadar inerdi. * Peygamber Aleyhisselam aleyhissalât-ü vesselâm o kadar güzeldi ki, ben ondan daha güzel bir kimse görmedim. Peygamberimiz Efendimiz'in aleyhissalât-ü vesselâm şemâlini (fiziki yapısını) anlatan sahabelerin mübarek ağızlarından dökülen inciler böyle (Radiyallahu Aleyhim Ecmaîn...) ................................................................................. Kaynaklar: 1- Tirmizi, email ve Menakıb h. 3638, 2- Nesai, 8/183, 3- Müslim, Fezail b. 91-93, 4- Buhari Libas: 7/57-58; menâkıb: 4/164-165, 5- Edebu'l Müfret: 2/520, 659 4 içindekiler Cihâd Dersleri Hilye-i erîf 1 Cihâd Dersleri Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN 4 O’na Ne Kadar da Muhtacız! Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK 7 Sünnet ve Medeniyet Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR 8 Hasen ve Sahih Hadislerden Seçmeler 14 Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR 12 Hz. Peygamber’in Örnek Ahlakı Öğr. Gör. Dr. Harun ÖZÇELİK 14 Hz. Peygamber (s.a.v.)’e İman Etmenin Mahiyeti Ramazan ÇAKIR 18 Niçin Kutlu Doğum ? Özkan KILBA 22 Nebi-yi Zî-ân Efendimiz Abdullah ÇAKIR 24 Bir Muallim Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) Hüseyin SELAMCI 32 Nâ’t-ı erif 35 Arz-ı Hâl Halil Atik 36 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL 38 Kırk Hadis-i erîf 40 Söyleşi Gençlere Sorduk 42 Yol Kandilleri Ersan BİLGİN 44 Fıkıh Mehmet TALU 48 Bir Kere Yaratan Tekrar Yaratmaya Kâdir’dir Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE 54 İçimizdeki İlmi Okumak Hasan BAAR 58 Satırlık Hakikatler Yahya MACİT 61 eytanın Adaveti Yrd. Doç. Dr. Mehmet ADIGÜZEL 62 Zulüm ve İnsan Osman KARABULUTOĞLU 66 Evinin Sultanları Zeynep GÜLOĞLU 68 Burhan Çocuk Musa KARACA 70 Ahmed Er-Rufai Hz.'den Nasihatler 72 7 O’na ne kadar da Muhtacız 22 Niçin Kutlu Doğum? 44 Bilal-i Habeşî 58 İçimizdeki İlmi Okumak 66 Zulüm ve İnsan AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 3 Sayı: 31 Nisan 2008 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. ti. SORUMLU YAZI İLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAAR MÜESSESE MÜDÜRÜ Osman MERT YAYIN DANIMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR İhsan AKTA Mustafa ÖZKAYA Semi HAFIZOĞLU GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL 6 Aylık Abone: 36 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli ubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli ubesi Hesap No: 1673–44165588 Selam ile Kutlu doğum etkinlikleri nisan ayında kutlanıyor. Toplumsal bir hatırlama, sevgi, bağlılık sunuluyor sevgililer sevgilisine Bizde bu ayki sayımızda buna katkıda bulunmak arzusuyla dosyamızı O’na (s.a.s) ayırdık. Güzelde oldu. İnşallah beğenirsiniz. Bu ayki editör yazısı yerine çok hoşuma giden aşağıdaki tarihî olayı sizlerle paylaşmak istedim: Peygamber aşığı yoksul adam, rüyasında Peygamberimizi görür ve sıkıntı içindeki halini arz eder. Efendimiz buyurur ki: — Sabah erkenden kalkıp Hekim Ali Paşa’ya git, Ben’den selam söyle, sana yüz altın versin. Rüyana inanmazsa, perşembe akşamları okuduğu Yasin-i erifi’ni geçen perşembe okumadı, onu da hatırlat, Yasin hediyesini beklediğimi de söyle. Sabah namazdan sonra Hekim Ali Paşa’nın kapısını çalan yoksul adam rüyasını aynen anlatır: — Paşam, der, bu gece rüyamda Efendimiz’i gördüm, ‘Ali Paşa’ya Ben’den selam söyle, sana yüz altın versin.’ dedi. ‘İnanmazsa, her perşembe okuduğu Yasin’i de geçen perşembe okumadı, onu da beklediğimi hatırlat.’ dedi. Ali Paşa heyecanlanır. “Bir daha anlatır mısın?” der. Adam: “Efendimiz’in selamı var...” diyerek bir daha anlatır. Ama paşanın eli cebine bir türlü gitmez de, “bir daha anlatır mısın?” diye tekrar eder. Efendimiz’in selamı var, diyerek bir daha anlatır yoksul adam. Paşa bir daha, bir daha diye tekrarlayınca: YAYIN VE İLETİİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 — Paşam der, vermeyeceksen verme, neden bir daha anlatır mısın? diye tekrarlatıp duruyorsun? İNTERNET ADRESİ [email protected] [email protected] [email protected] www.burhandergisi.com — Evladım, der Paşa. Tekrarladığın her selam benim için o kadar kıymetli ki her bir selama 100 altın paha biçiyorum. O’nun selamının her birine 100 altın feda olsun. Yedi defa selamı var dedin, yedi yüz altın kazandın, var gönül hoşluğuyla harca yedi yüz altını.. diyerek altınları Peygamber’i rüyasında görecek kadar peygamber aşığı yoksulun avucu içine bir bir sayar, bundan sonra da ekler: BASKI Milsan A.. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. — Bir daha görüşecek olursan, yeni selamlarını ve emirlerini beklediğimi de söyle. Ne emrederse başım gözüm üstüne yerine getirmeye hazır bekliyorum burada... Bu vesileyle bu ay salavatları daha çoğaltalım. Buna çok ihtiyacımız var. Allah’a emanet olunuz. Otuzbir Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN CİHÂD DERSLERİ eihd Abdullah Azzam Yazımızın başlığını teşkil eden “Cihâd Dersleri” ibâresi, rahmetli şehid Prof. Dr. Abdullah Azzâm’ın Türkçeye tercüme edilmiş bir kitabının ismidir. Asıl adı “Fî Zilâli Sûreti’t-Tevbe” olan bu kitap Türkçeye “Tevbe Sûresi’nin Gölgesinde Cihâd Dersleri” olarak tercüme edildi. 1996 yılında, Burûc Yayınları tarafından neşredilen kitabın, benim elimde ikinci baskısı var. Elimdeki ikinci baskı, 1997 yılında yapılmış. Belli ki, kitabın ilk baskısı bir yıl içinde tükenmiş ve hemen ikinci baskısı yapılmış. Demek ki, o yıllarda bu kitap okunuyor ve elden ele dolaşıyordu. Bizim insanımız, Abdullah Azzâm’ı “Afgan Cihâdı’nda Rahmân’ın Âyetleri” isimli kitabıyla tanıdı. Seksenli yıllardaki Zaman gazetesi tarafından okuyucularına bir kitapçık şeklinde hediye olarak verilen bu güzel eserin sonradan tam tercümesi yapıldı. Dünyanın birçok diline tercüme edildikten sonra Türkçeye tercüme edilen bu kitap, çok okuyucu buldu; çok okundu. Afgan Cihâdı’nda cereyan eden ve bu kitapta yer, zaman ve şahıslar gösterilerek anlatılan kerâmetleri, ilâhî yardımları yıllarca 4 derslerimizde, sohbetlerimizde, vaazlarımızda anlattık. İnsanımız, bu anlatılanları göz yaşları içerisinde dinledi; sevdikleri Afganlıları daha çok sevdi ve onlara her zaman duâ etti. Abdullah Azzâm, bu kitabı ile Afgan cihâdını bütün dünyaya tanıttı ve her tarafa duyurdu. Afgan mücâhidleri ile yakın bir diyaloğu olan Abdullah Azzam, bu kitabı yazarken hadis ilmindeki senet ve metin tekniğini kullandı. Olayları anlatırken bu olayı kimden dinlediğini, olayın meydana geldiği yeri ve zamanı da kaydetti. Ruslarla yapılan bu şanlı cihâdda meydana gelen “Hâriku’l-âde” olayları canlı olarak okuyucunun gözünün önüne getirdi. Kitabı okuyan bir çok okuyucu, olayları yerinde görmek ve cihâd rûhunu teneffüs etmek ve yaşamak için o topraklara gitti. Gidenlerin bir kısmı şehid oldu, bir kısmı da gâzî olarak ülkelerine döndü. Afgan Cihâdı’nı bütün dünyaya taşıyan, yazdığı kitapları okuduğumuz zaman bizi Afgan dağlarına götürüp oralarda dolaştıran, cihâdın o güzel kokusunu bize teneffüs ettiren bu güzel adam kimdi? Biz, daha önce Afganistan’a bir arkadaş Burhan grubu ile birlikte giden ve hâtıralarını akıcı bir dille kitaplaştıran Erdem Bayazıt’ın “İpek Yolu’ndan Afganistan’a” isimli kitabını okumuş ve Afgan Müslümanlarını çok sevmiştik. Daha sonra, Mâverâ dergisinde Afganistanlı Meral Mârûf’un, cihâdla ilgili mektuplarını okumuş kendimizi cihâdın içinde bulmuştuk. Öyle ki, Afgan Cihâd’ı hayatımızdan bir parça, Meral Mârûf da evimizden gurbete çıkmış biri gibi olmuştu. Derginin her sayısını elimize aldığımızda ilk olarak gurbetteki evladımızdan gelen mektubu okurduk. Bu hanımefendi kızımızın “Dullar Kampı” ve “Hicret Günleri” isimli kitaplarını evimizdeki çocuklarımızla birlikte gözyaşları içerisinde okur ve ekmeğimizi bu güzel insanlarla paylaşırdık. Afgan Cihâdı’nı desteklemek her birimizin boynunun borcu olmuştu ve ümmet olarak bu borcu yerine getirmiştik. Erdem Bayazıt’ın ve Meral Mârûf’un kitapları bizi bu uğurda yetiştirmişti. Abdullah Azzam’ın eserleri de bizi her şeyimizle alıp Afganistan’a götürdü. Evet, kimdi bu zat? Kitapları ile kalbimizdeki îmanımızı coşturan bu güzel insan kimdi? Eserleri ile bizi etkileyen, kitaplarını okurken kendisini bize sevdiren bu gönül dostu kimdi? Prof. Dr. Abdullah Azzâm, 1941 yılında Filistin’de doğdu. 1966 yılında am Üniversitesi erîat Fakültesini bitirdikten sonra Ürdün’ün başkenti Amman’da lise öğretmenliği yaptı. 1967 yılında Batı erîa ve Mescid-i Aksâ’nın, Yahûdiler’in eline geçmesinden sonra, Filistin için bir şeyler yapması lazım geldiğine inanan Abdullah Azam, 1969 yılında “Müslüman Kardeşler”in Mücâhidler birliğine katıldı. O yıllardaki savaşlarda gâlip gelen Yahûdiler’in, Müslümanları alay konusu yapmaları ve onları küçümsemeleri ona ağır geldi. Katıldığı cihâd faâliyetlerinin yanında ilmî çalışmalarını da devam ettirdi ve Fıkıh Usûlü’nden mastır yaptı. 1973 yılında Kâhire’de doktorasını tamamladı. am Üniversitesi erîat Fakültesi’ni pekiyi dereceyle bitirmiş olan Abdullah Azzâm, doktorasını da birinci şeref derecesi ile tamamladı. 1973–1980 yılları arasında Ürdün Üniversitesinde öğretim üyeliği yaptı. İslâmî çalışmalara katıldığından ve destek verdiğinden dolayı, Ürdün Genel Askerî Hâkimi’nin kararı ile 1980 yılında üniversiteden uzaklaştırıldı. 1981 yılında, Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Burhan eyh Ahmed Yasin Daha sonra, ülkeleri Ruslar tarafında işgal edilen ve Ruslar’a karşı cihâd bayrağı açan Afgan Müslümanlarına daha yakın olmak maksadıyla Pâkistân’ın İslâmâbâd şehrindeki Uluslararası İslâm Üniversitesi’nde çalışma talebinde bulundu ve bu üniversitede çalışması kabul edildi. 1984 yılında da bu üniversiteden kendi isteği ile ayrılarak, Afgan cihâdına eğitim müsteşarı oldu. Bütün çalışmasını bu işe hasretti. Cephedeki ve cephe gerisindeki mücâhidlerin ve bu mücâhidlerin çocuklarının dînî eğitimlerini üstlendi Bazı Arap Müslümanlar ile birlikte, “Mücâhidlere Hizmet Bürosu”nu kurdu. Bundan sonra Afgan cihâdına hizmet doğrultusundaki çalışmalarına hız verdi. Afganistan’a gelen Arap mücâhidlerin büyük çoğunluğu bu büro etrafında toplandılar. Bu büro, Afganistan’daki bütün mücâhidler arasında birçok öğretim, eğitim, askerî, sıhhî, sosyal ve haberleşme dallarında hizmetler yapmıştır. Kendini her şeyi ile Afgan cihâdına vakfeden Abdullah Azzam, Kasım 1989’da, İslâm düşmanları tarafından kurulan hâin bir pusu sonucu, iki oğlu ile birlikte şehid edilmiştir. Yüce Allah, bu güzel insanların şehâdetlerini kabul eylesin! (Âmin). 5 Bir üniversite hocasının, üniversitedeki görevinden istifa ederek cephedeki cihâda fiilî olarak katılması, bu asırda herkese nasib olmayan bir şereftir. Abdullah Azzam, İslâm birliğine, Tevhîde, ümmet şuuruna, cihâda gönül vermiş; yüce Allah’a ve cennete âşık bir Müslümandı. Âşık olduğu değerlere ve mekânlara da kavuştu. Zaten gerçek âlimler, Allah’a ve Allah dâvâsına âşık olan seçkin insanlardır. Onlar dünya makamlarını, dünya menfaatlerini istemezler; dünyanın peşinde de koşmazlar. Dünya onların peşinde koşar, ona da yüz vermezler; ellerinin tersiyle iterler. Çünkü bilirler ki, dünya ve içindekiler, cennetin yanında hiç hükmündedir. Aziz okuyucularım ve özellikle sevgili gençler! Size, Abdullah Azzâm’ın kitaplarını bulup okumanızı tavsiye ederim. Cihâdı yaşayan, cihâdın içinde olan bir âlimin kitabı okunmaz mı? Onlar, hem cihâd etti hem kitap yazdılar; biz okumaktan aciziz. Böyle olur mu? Onların kitaplarını okumamız, onlarla beraber olmamız, onların cihâdını devam ettirmemiz demektir. Hz. Peygamber efendimiz, “ Cihâd, kıyamete kadar devam eden bir 6 ibâdettir.” (Buhârî, Cihâd 44) buyurmaktadır. Biz de dünyanın değişik yerlerinde devam eden cihâd hareketleriyle ilgilenerek ve bilgilenerek bu devamlılığa katılacağız. Irak olayları, Filistin ve Çeçenistan’da olan olaylar, hepimizi üzüyor. Müslümanların topraklarının gayr-i müslimler tarafından talan edilmesi, iffet ve namuslarının çiğnenmesi, mukaddes beldelerin topa tutulması hepimizi kahrediyor. u anda Irak’ta, Abdullah Azzâm gibi birinin eksikliği çekilmektedir. Cihâdın mânevi komutanı olacak, mücâhidleri yetiştirecek, eğitecek birine ihtiyaç var. Merhum şehid, işte böyle birisiydi. Biz, böyle mübârek birisinin kitaplarını okumanızı tavsiye ediyoruz. Bırakın artık ruhsuz insanların kitaplarını okumayı. Bürûc yayınları da bir kampanya başlatıp bu kitabı güzel bir baskı ve uygun bir fiat ile okuyucuya ulaştırırsa çok iyi olur. Başta Filistin olmak üzere, bütün cihâd cephelerinden haberdâr olmamız ve oralarda cihâd eden kardeşlerimizi desteklememiz her birimizin boynunun borcudur. Haydi, hep birlikte bu borcumuzu yerine getirelim! Burhan Otuzbir Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK O’na Ne Kadar da Muhtacız! Allah’ın elçileri olan Peygamberler; insanlığın ve insanî değerlerin iflas ettiği zaman ve zeminlerde zuhur etmişlerdir. Son Peygamber Hz.Muhammed aleyhisselam da; kız çocuğunu diri diri toprağa gömerek öldürecek kadar vahşileşen bir devirde, bu ilahî misyonla görevlendirilmiştir. Günümüz dünyasında, sadece kız çocukları değil, erkek ve kız çocukları birlikte ve sadece bedenle değil, ruhen de diri diri öldürülmektedir. Ahlak nedir tanımayan, hayâ ve edepten nasibini almamış medyanın tahribatı, uyuşturucu mafyasının öldürücü tezgâhı, nesilleri kalıbıyla da ruhuyla da diri diri öldürülürken, 1400 küsûr sene önce cahiliye dönemi vahşetine rahmet okutacak bir katliam yapılmaktadır. Bu korkunç tahribatın karşısında önleyici tek çare, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın sîretini/yolunu izlemek ve mesaja sarılmaktır. Bunun için de O’nu tanımak şarttır. Allah’a şükür bunu hedeflemiş nice kitaplar vardır. Hak’la bâtılın, 21. asrın toz-dumanı içerisinde birbirine karıştırıldığı günümüzde O’na ne kadar da muhtacız. Allah’ın Rasûlü getirdiği Kur’an ve miras bıraktığı sünneti ile aramızda ve içimizdedir. En büyük tesellimiz budur. Her türlü menfi şartlara rağmen ümitli oluşumuzun kaynağı da budur. Kitap ve Sünnet mirasının yani İslam mesajının Burhan muhatabı bütün insanlıktır.Bu mesaj; zaman ve mekânlar üstü bir mesajdır. Hedefi; medenî bir toplumun inşâsıdır. Bu medeniyet cennetinde haklar, bilek ve güç zoruyla değil, oturdukları yerden hak sahiplerine teslim edilir. Evvelce edilmiştir de Buna ilaveten; Allah’a insanlara ve devlete karşı gizlice suç işlemiş olanların kendiliklerinden gelip yargıya teslim oldukları da bilinmektedir.Tarih bu gerçeğin sayısız misallerine şehadet eder. Haberi olmayalar üzülsün ve insanımız habersiz bırakanlar sürünsün. Medenî topluma gidişin yolu insan-ı kâmil yani dörtbaşı mamur insandan geçer. Kâmil insan olmak için de; Kur’an-ı Kerim’in “en güzel örnek” olarak vasıflandırdığı Hz. Muhammed aleyhisselamı taklit ve kopye etmektir.Bu başarıldığına; Allah sevgisi ve bu sevgiyi kaybetmekten doğan korku ile, O’nun emirlerine yapışılıp, yasaklarından kaçınılacak ve bütün yaratıklara; sevgi, ilgi ve hukukla yaklaşılacaktır. İşte O’nun hayatı bunun için, ehemmiyetini dünya durdukça arttırarak koruyacak bir konu olmakta devam edecektir. “Alemlere rahmet” olarak gönderilmiş bir Peygambere ümmet olmak ne büyük kısmet ve şereftir. Yâ Râb! Bizi bu ikrarla yaşat, bununla canımız al ve bu şehadetimizle bizi haşret. 7 Otuzbir Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR SÜNNET VE MEDENİYET Yaratılıştan toplum olarak yaşama özelliğine sahip olan insan ancak bu sayede medenilik vasıflarını geliştirmiş olur. vardır. Hanımının, üzerinde hakkı vardır. Misafirinin de sende hakkı vardır. Bütün bir ayda üç gün oruç tutmak sana yeter”1 Demiştir. Fen ve tekniğin ortaya koyduğu yeniliklerin insan için faydalı olması zaman zaman insanlığı eğiten mürşitlerin telkin ettikleri yüce ahlak prensiplerine uymakla mümkün olacaktır. Gündüzleri saim, geceleri kaim olmak ve kadınlardan uzak durmak isteyen bir grup sahabiye, “Ben sizden daha çok Allah’tan korkarım. Bununla beraber, hem oruç tutar hem de yerim. Hem ibadet eder hem de uyurum. Bunların yanında evlilik münasebetlerimi de sürdürürüm. Benim sünnetime uymaman benden değildir.”2 İslam medeniyetinin kaynağını vücuda getiren sünnetin özelliklerini birkaç madde olarak kısaca zik retmek istiyoruz. 1- SÜNNETTE, DÜNYA VE AHİRET DENGESİ Dünya ve Ahiret saadetini temin eden çalışmayı dengeli olarak yapmaktır. Bu denge dünya için yeterli çalışmalarda bulunmak, yapılan ibadetlerin sünnetin getirdiği ölçü dâhilinde yapmak, ifrat ve tefrite sapmamaktır. Gündüzleri oruçla, geceleri ibadetle hayatını sürdüren Abdullah b. Amr’a: “Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır, gözlerinin, üzerinde hakkı 8 Hadislerde görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) her işini bırakıp sadece ibadetle meşgul olmamıştır, dünyevî ve uhrevî saadeti temin eden bütün işleri birlikte yürütmeye gayret etmiştir. Bir hadislerinde, “İslâm’da ruhbanlık yoktur”3 der. Esasen bu O’nun görülen hayatının bir ifadesidir. 2- SÜNNETTE, ÇALIMAYA TEVİKİ İlk insandan beri çalışma en sürekli bir görev olarak sürdürülmüş olup bütün peygamberler kendi ellerinin emekleri ile geçimlerini temin etmişlerdir. Burhan İslâmiyet, inanç, ahkâm ve amelden ibarettir. Amel, ibadet ve itaatı, çalışma ve hayırların çoğalmasını içine alır. Kur’an-ı Kerim’de amel kelimesi sık sık zikredilmektedir. Bir âyette, “İman edip güzel güzel amellerde bulunanlar hiç şüphe yok ki yaratılanların en hayırlısıdırlar.”4 buyrulmuştur. Âyette zikredilen amel, ibadetleri içine aldığı gibi, meşru bir şekilde çalışmayı da içine almaktadır. Çünkü bu çalışma da ibadettir. Bir hadiste, “Kim dünya malını, dilencilikten kurtulmak, ailesinin ihtiyaçlarını bolca temin etmek ve çevresine yardımcı olmak için helâlinden kazanırsa, kıyamet günü, yüzü ayın on dördü gibi parlak olduğu halde mahşer yerine gelecektir”5 denir. Hz. Peygamber çalışmayı teşvik etmekle kalmamış, bizzat kendisi de hayatı boyunca çalışmıştır. Çocukluğunda sütannesi Halime’nin koyunlarını güttüğü gibi,6 gençliğinde de belirli bir karşılıkla Kureyş’in koyunlarını gütmüştür.7 Hz. Hatice’nin ticarî işlerini de para mukabili yürüttüğü kaynaklarda zikredilmektedir.8 Hz. Peygamber, Medine’de hendeğin kazılmasında kendisi de çalışmış, hatta balyozla taş kırmıştır.9 Bir hadislerinde: “Sizin yediğinizin en temizi kendi kazancınızdır”10 buyurmuştur. Böylece insanları, ihtiyaçlarını kendi çalışmalarıyla temin etmeye teşvik etmiştir. Bir hadislerinde: “Allah kulunu, helâl olan şeyi ararken yorulmuş olarak görmeyi sever.”11 buyurur. Diğer bir hadislerinde de : “Kim bizzat çalışarak yorgun akşamlarsa, o mağfiret olunmuş olarak akşamlamış olur.”12 buyurmaktadır. Rızkı aramaya da çok önem veren Hz. Peygamber, “Helâl rızkı aramak her müslümana vaciptir.”13 demiştir. Diğer bir hadislerinde: “Dünyasını ahireti, ahretini dünyası için bırakan kişi hayırlınız değildir. Dünya ahirete götüren bir vasıtadır. İnsanlara yük olmayınız.”14 buyurmuştur. “Çalışan kişi, efendisinin malının bekçisidir.”15 hadisiyle, işverenin malının korunmasını istemiştir. Her zaman iyi ve sağlam iş yapılmasını isteyen Hz. Peygamber (s.a.v.) “Biriniz işini sağlam ve itinalı yaptığı zaman, Cenâb-ı Hak ondan memnun olur.”16 buyurur. Bütün bu tavsiyelere her şeyden önce Hz. Peygamber’in kendisinin uyduğunu, hayatının tetkikinden öğrenmek mümkündür. 3- SÜNNETİN FAYDALI BULULARI TASVİB ETMESİ İnsanlara faydası dokunan söz, fiil ve yeni bir buluş Hz. Peygamber’in nazarında makbul olup anılmaya lâyıktır. Bu hususta O’ndan bize çok sayıda hadis gelmiştir. Meselâ bir hadisinde: “Hikmet mü’minin kaybıdır”17 buyurmuş ve alınmasının gerekli olduğunu emretmiştir. Hikmet kelimesi, eşyanın hakikatini bilmek ve gereğince amel etmektir, diye tarif edilir.18 Bilindiği gibi bugünkü teknik de, eşyanın hakikatini ve özelliklerinin bilmekle husule gelmiştir. Hz. Peygamber, zamanının tekniğinden istifade ettiği gibi, yeni buluşları ve faydalı çalışmaları da tasvip etmiştir. Mescid-i Nebevî’nin planını çizmiş, duvarlarını taş ve kerpiçten, tavanını hurma dallarından yaptırmıştır.19 Savaşlarda devrinin silahlarını kullanmış, hatta ateşperest İran’ın âdeti olmasına rağmen, Selman-ı Farisî’nin delâletiyle Medine’nin etrafına büyük kanallar kazdırmaktan da çekinmemiştir.20 Savaşlarda kullanılacak aletler sebebiyle üç sınıf insanın cennetlik olacağını beyan eden Hz. Peygamber (s.a.v.) onların birincisi aletle hayrı, se- Burhan 9 vabı isteyen; ikincisi o aletin vücuda gelmesine maddi varlığı ile sebep olan; üçüncüsü de Allah yolunda onu kullanan olarak tavsif etmektedirler.21 Bu hadis, ilâyi kelimetullah için silah yapan mühendis ve işçiyi, buna maddî ve manevî katkıda bulunan hayırseveri ve onu kullanacak askerî bize anlatmaktadır. Hz. Peygamber faydalı ilimleri ve buluşları tasvip ettiği gibi, faydasız ilimlerden de Allah’a sığınmıştır.22 Diğer taraftan o, insanları sanat sahibi olmaya teşvik ederek şöyle demiştir: “Allah, meslek sahibi mü’min kulunu sever.”23 4- SÜNNETİN MADENCİLİĞE TEVİKİ Yerin zenginliklerinden istifade edilmesini isteyen Hz. Peygamber, “Rızkınızı yerin derinliklerinde arayınız”24 buyurmuştur. Ayrıca “Çiftçilik yapın, onda bereket vardır”25 hadisleriyle de, ziraatçılığa teşvik etmiştir. Bütün bunlar insanların faydası için yapılacaktır. Bu sebeple bir hadis-i şe- 10 rifte, “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olanlardır.”26 buyurmuştur. 5- SÜNNETİN TIBBÎ ÇALIMALARA TEVİKİ İnsan sağlığını korumak için Hz. Peygamber: “Allah’ın kulları, tedavi olun! Allah, yarattığı her hastalığa, şifasını temin edecek devasını da yaratmıştır. Ancak ihtiyarlık müstesna”27 hadisleriyle de tıbbi çalışmalara teşvik etmiştir. İslâm’ın nazarında her zaman sıhhatli ve kuvvetli bulunmak matlubdur. Nitekim Peygamberimiz bir hadislerinde: “Allah yanında kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha sevgili ve hayırlıdır”28 buyurarak, sıhhati korumaya teşvik etmiştir. Esasen zayıf ve hasta mü’min gerek dünyevî ve gerekse uhrevî vazifelerini hakkı ile yapamaz. Daha önceki hilye kısmında bahsettiğimiz gibi Peygamberimiz kuvvetli bir bedene sahipti. Bunların yanında, insanın yaratılış hikmetlerinden birisinin de yeryüzünü imar etmek olduğunu görürüz.29 Bu sebepten dolayı, her sanat kolu Burhan hususunda yeterli bir çalışma yapılması gereklidir. Zaten sanat ve ticaretlerin aslını yapmak mü’minlere farz-ı kifâye kılınmıştır.30 Buraya kadar izah etmeye çalıştığımız konuların, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından tasvip gördüğünü ve bu gibi konularda kendi zamanın da bile çalışmalar yapıldığını anlamış olmaktayız. 6- SÜNNETİN ÇEVREYİ KORUMA TEVİKİ İnsan hayatında, yaşadığı çevrenin en önemli elemanı bitkiler hayatın devamında en müessir varlıklardır. Onlarsız insan hayatı düşünülemez. Kur’an-ı Kerim’de Cennetten söz edilirken hep sudan, ağaçtan, sarmaşık bitkilerden söz edilmektedir.31 Hz. Peygamber, insan için yaratıldıklarını bildiği her çeşit bitkiyi korumuş, bilhassa kalabalık zamanlarda, tahribat ihtimalinin kuvvetli olduğu hac mevsiminde daha da titiz davranmıştır. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Mekke’nin ağaçları kesilmez, vahşi hayvanlar ürkütülmez, avlanmaz, kayıp eşyası alınmaz. Ancak bildirecek kimse alabilir”32 denir. İbn Abbas’ın rivayetinde de: “Otları da koparılmaz”33 buyurulmaktadır.34 Bu korumanın içine Medine’nin de dahil edildiğini görmekteyiz. Enes’in bir rivâyetinde “Hz. Peygamber: Ya Rabbi, İbrahim Mekke’yi haram kıldığı gibi, ben de Medine’yi haram kıldım. Onun iki kayalığı arası haramdır.35 Ağaçları kesilmez, hayvanları avlanmaz,36 otları yolunmaz,37 ağaçlarının yaprakları silkilmez.”38 buyurulur. bulunan ölüler bile kendilerinden istifade etmiş olur. Bu durumu birçok hadisi şeriften öğrenmekteyiz.41 Demek ki bitkileri korumak maddi ve manevî birçok faydalar temin etmektedir. Onların korunmasını tavsiye eden Hz. Peygamber’in bu tavsiyesine de öncelikle kendisinin uyduğunu söyleyebiliriz. 7- SÜNNETİN ÇEVRE TEMİZLİĞİNE ÖNEM VERMESİ İnsanlar, diğer canlılar gibi fizikî çevre ile de münasebette bulunurlar. Ve bu çevrenin bir elemanı olarak da onun temizliğinden sorumludurlar. Müslümanın edindiği ahlakî davranışlardan belki de en önemlisi evini barkını, sokak ve caddesini temiz tutmaktır. Zira temizlik, namazın şartlarından olduğu gibi, müslümanın riâyet etmesi gereken en önemli bir vazifesidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) evlerin temiz tutulmasına çok önem vermiş ve bir hadislerinde şöyle demiştir: “Evlerinizi temiz tutunuz, Yahudilere benzemeyiniz”42 Çevre temizliği hususunda da: “Pis bir şeyi yoldan kaldırmak, temizlemek sadakadır”43 demiştir. İstifade edilen diğer yerler için de: “İdrar yaparken lânete uğranacak yerlerden sakının. Onlar da suların kenarları, yolların ortaları ve gölgelenilecek yerlerdir.”44 buyurmuştur. Hz. Peygamber yaptığı bu tavsiyelerine de elbette ilk önce kendisi uymuştur. .................................................................................................................................... 1 Ebû Dâvûd Edeb, 90. (V. 265, h.no:4996), 2 el-Buhârî, en-Nikâh, I (VI, 116), 3 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 266., 4 Kur’an-ı Kerim, el-Beyyine: 7., 5 el-Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Din II, 63. Mısısr, t.sız. Sened zayıftır., 6 es-Süheyli, er-Ravdü’l-Ünüf ve maahu Siretü İbn’i Hişâm, I, 192, Mısır 1972., 7 el-müttekî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, IV, II. Beyrut t.siz. Ofset., 8 Bk. İbn Hişam, a.g.e. I, 212., 9 Bk. İbn Hişam, a.g.e. III, 263., 10 el-Müt- Her çeşit kesim ve tahribata karşı koruma fikri, sadece Mekke ve Medine’ye mahsus olmayıp, genel olduğunu gösteren birçok işaretlerin vardır, göze çarpmaktadır.39 tekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 8., 11 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 4., 12 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 7., 13 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 5., 14 es-Suyutî, el-Cami’ü’s-Sağir, II, 135. 15 Gümüşhanevî Ziyaüddin, Ramuzu2l-Ehadis, s.343., 16 es-Suyutî, a.g.e. I, 75., 17 etTirmizi, el-İlm, 19 (V, 51, h.no:2687), 18 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dili Kur’an Dili, II, 916. Bk. Ahmed Rifat, Tasviri ahlak, s.113. İst. T.siz., 19 es-Süheyli, a.g.e. II, 248., 20 İbn Hişâm, a.g.e. III, 263., 21 el-Münzirî, Abdu’l-Azim et-Tergip ve’t-Terhib II, 277. Mısır 1954. 22 es-Suyutî, a.g.e. I, 56., 23 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 4., 24 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 21., 25 el-Müttekî, el-Hindi, a.g.e. IV, 31., 26 es-Suyutî, a.g.e. II, 9., 27 Bk. el- Hz. Peygamber; bitkileri koruduğu gibi, bilhassa güzel kokulu bitkileri çok sevmiş, hediyeleşmelerde reddedilmemesini, küçük görülmemesini tavsiye etmiştir.40 Hekim et-Tirmizi, Nevadiru’l-Usul, s. 122., 28 Bk. el-Hekim et-Tirmizi, a.g.e. s.122., 29 Bk. el-Kadı el-Beyzâvî, Envarü’t-Tenzil, I, 45., 30 Bk. el-Gazâlî, a.g.e. II, 84., 31 Kur’an-ı Kerim, el-Vakıa: 28-32, 32 Bk. Ebû Dâvûd, el-Menasik, 90 (II, 520, h.no: 2017), 33 Ebû Dâvûd, el-Menasik, 90 (II, 520, h.no: 2018), 34 Hatta dikenli otları bile kesilmez. Bk. Müslîm el-Hacc, 445 (II, 986, h.no: 1353), 35 el-Buhâri, el-Cihâd, (IV, 42), 36 Bk. Müslîm, elHacc, 449 (II, 992, h.no: 1363), 37 Müslîm, aynı yer., 38 Ebû Dâvûd, el-Menasik, 90 (II, 520, h.no: 2036), 39 Bk. Canan İbrahim, Sünnette Terbiye, s.477., 40 Bk. et-Tirmizî, eş- Bilindiği bitkiler canlı ve taze kaldıkları müddetçe Allah’ı tesbih ederler. Böylece yakınlarında Burhan emâil, s. 111; Ali el-Kârî, a.g.e. II, 6., 41 Bk. Ebû Dâvûd, et-Tahare, II (I, 25, h.no: 20) 42 et-Tirmizî, el-Edeb, 41 (V, 112, h.no: 2799), 43 Bk. Ebû Dâvûd, el-Edeb, 172 (V, 406, h.no: 5243), 44 Ebû Dâvûd, et-Tahare, 14 (I, 29, h.no: 26) 11 Otuzbir Hadis Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR Hasen ve Sahih HADİSLERDEN SEÇMELER 14 Mucizeler 76. İbn Münkedir’den rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber’in azatlısı Sefine, Rum diyarında beraber bulunduğu askerleri kaybetti. Arkadaşlarını aramaya başladı. Birden karşısında bir aslan gördü. Aslana şöyle dedi: “-Ya Ebel’-Haris. Ben Rasulullah’ın azatlısıyım. öyle şöyle bir işimiz vardı.” Bunun üzerine aslan döndü, kuyruğunu sallayarak Sefine’nin yanına geldi. Askerleri buluncaya kadar Sefine’nin yanından ayrılmadı. Askerleri bulunca da geri döndü. (Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir.) 77. Ebu Hureyreden rivayet edilmiştir. Rasulullah buyurdu ki “Ben diğer Peygamberlere nisbetle altı hususla üstün kılındım: Bana Cevamiul- Kelim verildi. Yani az kelimeyle çok manaları ifade etmek. Düşmanı korkutmakla zafer elde etmek. Ganimet malı bana helal kılındı. Yeryüzü bana temiz ve mescid kılındı. Ve peygamberlik benimle sona erdi”. (Hadisi Müslim rivayet etmiştir.) 78. Enes b. Malik’ten rivayet edilmiştir: Hz. Ebu Bekir dedi ki: “(Mağarada bulunduğumuz sı12 rada) ben müşriklerin ayaklarına bakıyordum. Başımızın seviyesindeydi. Biz de mağaradaydık. Ben dedim ki: “Ya Resulallah onlardan biri ayaklarına baksa bizi görür. Peygamber’imiz buyurdu ki, Ey Ebu Bekir üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında ne düşünebiliyorsun (onları sahipsiz mi sandın!)” (Hadis Muttefekun Aleyhtir). 79. Ebu Bekre’den rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v) bir gün Hz. Hasan’la minbere çıktı ve şöyle buyurdu: “Bu benim oğlum seyyittir. Umulur ki Allah u Teala bunun sebebiyle çarpışmak üzere olan iki mümin grubu anlaştıracaktır.” (Hadisi Buhari rivayet etmiştir). 80. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Zaman yaklaşacak, ilim yayılacak, fitneler ortaya çıkacak, cimrilikle karşılaşılacak, herç çok olacak”. “Herç” nedir? diye sordular. Hz. Peygamber “Adam öldürmektir” buyurdu. (Hadis Muttefekun Aleyhtir). Burhan Yemek’in Herkese Yetmesi 75. Enes’den rivayet edilmiştir. Enes dedi ki; Ebu Talha Ümmü Süleym’e şöyle söylemiştir: “Rasulullah’ın sesinin zayıf çıktığını duydum. Aç olduğunu anlıyorum. Yanında yiyecek bir şey var mı? — Evet vardır, dedi. Arpa ekmeğinin parçalarını çıkardı. Sonra da kendisine ait bir bez parçasını çıkardı. Örtünün bir tarafı ile ekmek parçalarını sardı ve bana verdi. Beni böylece Rasulullah’a gönderdi. Rasulullah’ı mescidde buldum, orada bekledim. Rasulullah, — Ebu Talha mı gönderdi? dedi. Ben — Evet dedim. — Bir yiyecekle mi? dedi. Ben, — Evet, dedim. Rasulullah orada bulunanlara, kalkın! dedi. O yürüdü ben de önlerinde yürüdüm. Ebu Talha’ya geldim. Durumu ona bildirdim. Ebu Talha dedi ki; —Ya! Ümmü Süleym, Rasulullah halk ile geldi. Halbuki bizim yanımızda onlara yedireceğimiz bir yemeğimiz yoktur. Ümmü Süleym, “Allah ve Rasulü daha iyi bilir”, dedi. Ebu Talha yürüdü, ta ki Rasulullah’la karşılaştı. Rasulullah’la Ebu Talha birlikte eve doğru yöneldiler. Rasulullah “Yanında olanı getir ey Ümmü Süleym” dedi. O da ekmekleri getirdi. Rasulullah emretti. Ekmekleri parçaladılar. Ümmü Süleym ekmekleri yağladı. Rasulullah, Allah’ın söylemesini dilediği şeyleri diledi, dua etti. Sonra “on kişiye izin ver gelsinler” dedi. O da izin verdi. Geldiler yediler doydular. Sonra çıkıp gittiler. Sonra “on kişiyi çağır” dedi, O da izin verdi. Geldiler, yediler doydular, Çıkıp gittiler, Sonra izin verdi. Geldiler yediler, doydular çıkıp gittiler. Yine izin verdi geldiler, yediler doydular çıkıp gittiler. Yine izin verdi geldiler yediler doydular çıkıp gittiler Yine on kişiyi çağırdı geldiler yediler çıkıp gittiler. Sonra izin ver. dedi izin verdi geldiler yediler. Böylece kavmin hepsi yediler. O sırada kavim yetmiş veya seksen kişi idi. (Hadis müttefekun aleyhtir). Sevr Mağarası Burhan 13 Otuzbir Öğr. Gör. Dr. Harun ÖZÇELİK Hz. Peygamber’in ÖRNEK AHLAKI Kur’ân-ı Kerim, insanların dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlamak için Allah tarafından gönderilmiş kutsal bir kitaptır. Bu kitapta, inanç ve ibadet esasları yanı sıra ahlakî ilkeler de mevcuttur. Her yönüyle mucize bir kitap olan Kur’ân’ı insanlara tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.v.)’in her yönüyle seçkin bir kişi olması gerekirdi. İşte bu sebeple Allah, o yüce Peygamber’i, en güzel ahlâkla yani Kur’ân ahlâkı ile donatarak göndermiştir. Bu durumu Allah: “üphesiz sen, büyük bir ahlak üzere yaratılmış bulunuyorsun”1 buyurarak haber vermiş ve bu özelliğinden dolayı da “Andolsun ki, Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’ı ve ahireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için uyulacak güzel bir örnek vardır”2 buyurarak O’nu örnek almamızı emretmiştir. mükemmel şekilde, bu ilahî emirlere uyup, nehiylerden kaçınan kişi Hz. Peygamber olmuştur. Bu sebeple Hz. Aişe’ye: “Bana Rasulüllah’ın ahlâkından bahseder misin?” diyen bir sahâbîye o şöyle cevap vermiştir: “Sen Kur’ân okumuyor musun? Rasulüllah’ın ahlâkı, Kur’ândan ibaretti”3. Hz. Peygamber Kur’ân ahlâkını en iyi bilen ve yaşayan insan olduğu için, müslümanların ahlâk konusunda O’nu takip etmeleri başta gelen görevleridir. Allah’ın af ve merhametine nail olmak, O’nun güzel ahlâkını bilerek ona uymakla mümkün olabilir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in yüce ahlakından bir kısmını belirtelim: MÜTEVAZILIĞİ O’NUN AHLAKI KUR’ANDI Kur’ân ahlâkı; Allah’ın Kur’ân’da insanlara iyilikle muamele, sabır, cesaret, af, merhamet ve şefkat gibi yapılmasını emrettiği şeyleri yapıp, kibir, cimrilik, yalan, iftira ve gıybet gibi yapılmasını nehyettiği şeyleri yapmaktan ise kaçınmaktır. İşte en 14 Hz. Peygamber yaratılmışların en şereflisi olmasına rağmen çok mütevazi idi. Fakirleri, zayıfları daima okşardı ve misafirlerinin altlarına kendi elbiselerini sarardı. Bir meclise girince nerede boş yer bulursa oraya otururdu. Bununla beraber bulunduğu meclislerde herkesten fazla vakarını koBurhan rurdu. öyle ki gerek görmedikçe konuşmazdı, gülmek gerekince tebessüm etmekle yetinirdi. Cerîr’den rivayet edildiğine göre bir adam huzuruna çıkmış, Rasulüllah onun titrediğini görünce: “Titremene gerek yok. Ben kral değilim. Kureyşli, kuru et yiyen bir kadının oğluyum”4 buyurmuştur. YUMUAK HUYLULUĞU Hilim sahibi idi, insanların yaptığı hatalar karşısında öfkelenmez, aksine hoşgörü ile davranır ve onları, yaptıkları hataları tekrarlamamaları ve yapmaya niyetlendikleri hataları yapmamaları için tatlı bir dille irşad ederdi. öyle ki zina yapmak için izin isteyen bir genci Rasulüllah, zinanın çirkinliğini ona güzel örneklerle anlatmış, bunun üzerine genç zina ve benzeri kötülüklere yönelme düşüncesinden vazgeçmiştir5. ADALETLİLİĞİ Hz. Peygamber adaletli idi. İnsanlar arasında hiçbir hususta ayırım yapmazdı. Mahzumî kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının affedilmesinin istenmesi üzerine Hz. Peygamber: “Sizden öncekiler, içlerinden saygın kimseler hırsızlık yaptığı zaman affettikleri ve sahipsiz kimse hırsızlık yaptığı zaman ise ona cezayı uyguladıkları için sebebiyle helak oldular. Allah’a yemin olsun ki Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsaydı onun da elini keserdim” buyurmuştur6. EN GÜZEL MUAMELEYE SAHİPTİ Hz. Peygamber insanlara güzel muamelede bulunurdu. Yolda yürürken karşılaştığı herkese selam verir, ellerini tutar musafaha eder ve ashâb’tan görünmeyenleri araştırır, hasta olanları ziyarete giderdi. Enes şöyle anlatıyor: “Bir insanla karşılaştığında onunla musafaha ederdi, adam elini çekmedikçe Rasulullah elini çekmez, adam yüzünü çevirip ayrılmadıkça Hz. Peygamber ondan yüzünü çevirmezdi”7. Rasûlüllah davet edildiği yere giderdi, verilen hediyeleri kabul eder ve karşılığında da hediyeler Burhan verirdi. Fakirleri sever, her akşam bir fakiri misafir eder ve diğer fakirleri de ashâbına misafir olarak dağıtırdı. EN MERHAMETLİ İNSANDI Hz. Peygamber herkese karşı çok merhametliydi. Özellikle de çocukları çok sever ve onlara merhamet gösterirdi. Nitekim Enes’ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasulüllah namazda çocuk ağlaması duyduğu zaman, annesinin sıkıntı düşeceği endişesiyle namazı kısa tutardı”8. Ebû Hureyre’nin anlattığına göre ise, bir gün Akra isimli bir sahâbî, Hz. Peygamber’in Hz. Hasan’ı öptüğünü görür ve şöyle der: “Benim on çocuğum var, onlardan hiç birisini öpmedim”. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz”9 buyurur. Hz. Peygamber kimsesiz, dul ve yetimlere sevgi ve merhamet gösterir, yollarda durup onların şikâyetleri dinler ve ihtiyaçlarını gidermeye özen gösterirdi, müslümanları da buna teşvik ederdi. Nitekim O, iki parmağını birleştirerek “Ben ve yetime bakıp gözeten kimse, cennette şöylece beraber olacağız”10 buyurmuştur. Yine bir diğer hadislerinde ise: “Dul ve fakirlerin ihtiyaçlarını karşılayan kimse, Allah yolunda cihad eden veya gündüz oruç tutup gece namaz kılan kimse gibidir”11 buyurur. Hz. Peygamber hayvanlara da çok merhametli idi. Bir yolculukta ashâb Hz. Peygamber’den habersiz olarak bir kuşun iki yavrusunu tutarlar. Bunun üzerine kuş onların başı üzerinde dönmeye başlar. Bunun üzerine Rasulüllah: “Kim bu kuşa, yavrularını alarak eziyet etti, onları serbest bırakınız”12 buyurur. HATALARI AFFEDERDİ Hz. Peygamber hataları affeder, kötü söz söylemezdi. Enes şöyle der: “Nebî (s.a.v.) kötü söz söylemez ve lanet etmezdi”13. Hz. Peygamber kimseyi azarlamazdı. Hz. Peygamber Enes’i bir ihtiyaç için bir yere gönderir, fakat Enes, çocukları görünce onlarla oyuna dalar ve gideceği yere gitmez. Hz. Peygamber, o gelmeyince onu aramaya çıkar ve onu çocuklarla oynarken bulur. Onu azarlamaz, aksine ona tebessüm ederek: “Enes dedi15 ğim yere gittin mi?” der. Enes ise: “Gidiyorum” cevabını verir ve kalkıp gider. Hz. Enes (r.a.) şöyle der: “Rasulüllah’a on sene hizmet ettim. Vallahi bana asla bir defa olsun “öf” demedi. Herhangi bir şey için de bana: “Bunu niçin böyle yaptın, şöyle yapsaydın ya!” demedi”14. Hz. Peygamber hayatı boyunca hiçbir kadına, hizmetçiye ve hayvanlara kötü muamelede bulunmamıştır. Hz. Aişe şöyle der: “Nebî (s.a.v.), savaşın dışında ne bir hizmetçiye, ne bir kadına ve ne de herhangi bir şeye eliyle vurmamıştır”15. Rasulüllah, kendisine halde niçin böyle yapıyorsun? diyen Aişe’ye: “ükreden bir kul olmayayım mı?”17 diye cevap vermiştir. kötülük edenlerden intikam almazdı. Nitekim kendisine en büyük kötülükleri yapan Mekkeli müşrikleri, Mekke fethedildiğinde onlardan intikam almamış, aksine onları affetmiştir. Hz. Peygamber’den kendisine eziyet eden müşriklere beddua etmesi istendiğinde: “Ben lanetçi olarak değil, rahmet olarak gönderildim”16 buyurmuştur. sayan Rasulüllah’tan birkaç keçi istemiş, Peygamberimizde ona sürünün hepsini vermiştir. Hz. Peygamber şükreden bir kişiydi. Öyle ki geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Kendisine geçmiş ve gelecek günahların affedildiği 16 İNSANLARIN EN CÖMERTİYDİ Hz. Peygamber çok cömert idi. O kendisinden bir şey isteyeni asla boş geri çevirmemiştir. Bir defasında bir adam üzerindeki cübbeyi istemiş, Hz. Peygamber onu üzerinden çıkarıp adama vermiştir. Yine bir gün adamın biri gelmiş, otlakta keçileri HANIMLARA KARI EN İYİ DAVRANANDI Hz. Peygamber hanımlarına ev işlerinde yardım eder ve onlara değer verirdi. Aynı zamanda O: “Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına hayırhah olanlarınızdır”18 buyurarak müslümanları bu güzel ahlaka teşvik etmiştir. Hz. Peygamber hanımlarıyla Burhan istişare de etmiştir. Nitekim Hudeybiye anlaşmasından sonra ashâba üç kez: “Kalkın kurbanlarınızı kesin ve traş olunuz” dediği halde anlaşmanın aleyhlerine gözükmesi sebebiyle üzgün olan sahâbîler isteksiz davranırlar. Hz. Peygamber Ümmü Seleme’nin yanına gider ve durumu ona anlatır. Bunun üzerine Ümmü Seleme O’na: “Dışarı çık, kurbanını kesinceye ve traş oluncaya kadar onlardan hiç biriyle konuşma” der. Rasulüllah onun dediklerini aynen uygular. Bunun üzerine sahâbîler kalkıp kurbanlarını keser ve traş olurlar19. YAVA TANE TANE KONUURDU Hz. Peygamber ne çok hızlı ve ne de çok yavaş değil, ikisi arasında bir hızda ve tane tane konuşurdu. Öyleki, dinleyenler onun sözlerini ezberleyebilirdi. Nitekim Aişe (r.a.) şöyle der: “Rasulüllah sizin gibi konuşmazdı. O, kelimelerini saymak isteyen bir kişinin sayabileceği kadar ağır ve tane tane konuşurdu”20. Hz. Peygamber hiçbir zaman çok yüksek sesle konuşmaz, faydasız söz söylemezdi ancak sevap umduğu şeyleri konuşurdu. Kendisini ilgilendirmeyen şeylerle uğraşmazdı. Bu sebeple: “Kişinin islamî güzelliklerin den birisi de malayaniyi terk etmesidir”21 buyurmuştur. Hz. Peygamber gereğinden fazlasını konuşmaz, konuştuğu zaman, sözün en tatlısını, en güzelini söylerdi. Peygamberimiz kendi işlerini kendisi görürdü. Ashâbıyla beraber bir iş yapılacağı zaman, kendisi de onlarla birlikte çalışırdı. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat gösterir, yetimlere, dul kadınlara ve ihtiyacı olanlara çok acır, onlara elinden gelen yardımı yapardı. İNSANLARIN EN CESURUYDU Hz. Peygamber insanların en cesuruydu. Düşmanlarından hiçbir zaman korkmamıştır. Hayatını yok etmek için suikastlar yapılırken O, Mekke’de gece ve gündüz korkusuzca dolaşırdı. Medine’ye hicret için bütün arkadaşlarına izin verdiği halde kendisi Mekke’de düşmanlar arasında yapayalnız kalmıştı. Hicret esnasında müşrikler, saklandıkları Sevr mağarası önüne gelince Hz. Ebubekir telaşlanmıştı, fakat Rasulüllah ona: “Korkma! Allah bizimle beraberdir” buyurmuşBurhan tur. Yine bir gece Medine halkı bir ses duymuş ve düşman baskını korkusuyla sesin geldiği tarafa gitmişlerdi. Halbuki Hz. Peygamber, çıplak bir atın sırtına atlayarak, herkesten önce tehlike yerine varmış, durumu anlamış ve geri dönüp şehir halkını karşılayarak tehlike bulunmadığını söylemiştir. Bu durumu gören Enes (r.a.): “İnsanların en iyisi ve en cesuru, Rasulüllah idi”22 demiştir. SON DERECE VEFALIYDI Hz. Peygamber son derece vefalı idi. Arkadaşlarını, akrabasını ve ehl-i beytine mensup olanları unutmaz, onları daima arar, sorar ve onlara lütufta bulunurdu. Habeş hükümdarı Necaşî’nin elçileri geldiğinde ise, Hz. Peygamber vefası gereği onlara bizzat hizmet etmiş, ona hediyeler göndermiş ve vefat ettiğinde ise gıyabında cenaze namazı kılmıştır23. İşte Hz. Peygamber’in bu güzel ahlâkını bizzat müşahede eden bir çok sahâbî O’nun hakkında övgüde bulunmuşlardır. Mesela, Enes b. Mâlik: “Nebî (s.a.v.) insanların en ahlâklısı idi”24 der. Berâ b. Âzib ise: “Rasulüllah, insanlar içinde yüzü ve ahlâkı en güzel olandı”25 der. Bu güzel ahlâka sahip olan Hz. Peygamber sözlü beyanları ile de müslümanları güzel ahlâklı olmaya teşvik etmiştir. öyle ki O: “Allah’ım! Beni güzel yarattığın gibi ahlâkı mı da güzelleştir”26, “Allahım! Ayrılıktan, nifaktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım”27, “Sizin en hayırlılarınız, ahlâkı en güzel olanlarınızdır”28, “Kişi güzel ahlâkı ile geceleri ibadetle, gündüzleri oruçla geçirenin derecesine yükselir”29, “İnsanları en çok cennete girdiren şeyler, takvâ ve güzel ahlâktır”30 buyurmuştur. Bu sebeple bizlere düşen görev, O’nun emirlerine uyarak ve O’nu örnek alarak ahlâkımızı güzelleştirmeye çalışmak olmalıdır. ........................................................................................... 1 Kalem (68), 4., 2 Ahzâb (33), 21., 3 Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 139., 4 İbn Mâce, Et’ime, 30., 5 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 256-257., 6 Buhârî, Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8; İbn Mâce, Hudûd, 6., 7 Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 46; İbn Mâce, Edeb, 21., 8 Buhârî, Ezân, 65; Müslim, Salât, 191; Tirmizî, Salât, 159, Nesâî, İmâme, 35., 9 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 214. 10 Buhârî, Talâk, 23; Ebû Dâvûd, Edeb, 122., 11 Buhârî, Edeb, 25; Müslim, Zühd, 41., 12 Ebû Dâvûd, Cihâd, 112., 13 Buhârî, Edeb, 38., 14 Buhârî, Vesâyâ, 26; Müslim, Fedâil, 51; Ahmed b. Hanbel, III, 197., 15 Müslim, Fedâil, 79; İbn Mâce, Nikâh, 51., 16 Müslim, Birr, 87., 17 Buhârî, Teheccüd, 6; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikîn, 79., 18 Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 472., 19 Buhârî, urût, 15., 20 Buhârî, Menâkıb, 23; Ebû Dâvûd, İlim, 7., 21 Tirmizî, Zühd, 11. 22 Buhârî, Cihâd, 81., 23 Buhârî, Cenâiz, 4; Ahmed b. Hanbel, VI, 404., 24 Buhârî, Edeb, 112; Müslim, Âdâb, 30., 25 Müslim, Fedâil, 93., 26 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 403., 27 Ebû Dâvûd, Vitr, 32; Nesâî, İstiâze, 19., 28 Buhârî, Edeb, 38., 29 Tirmizî, Birr, 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 187. 30 Tirmizî, Birr, 62; İbn Mâce, Zühd, 29. 17 Otuzbir [email protected] Ramazan ÇAKIR Hz. Peygamber (s.a.v.)’e İMAN ETMENİN MAHİYETİ “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, bir yargıda bulunduğu zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 36) Geçen ayki yazımızda Tevhid konusunun birinci kısmını işlemiş ama Tevhid’in ikinci kısmı olan “Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir.” konusuna hiç girememiştik. Allah izin verirse bu yazıda bu konuyu ele almaya çalışacağız. Özellikle konumuzun, miladi olarak Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in doğumuna rastlaması münasebetiyle nisan ayı içerisinde “Kutlu Doğum”, “Asr-ı Saadet” programlarına da denk gelmesi bizim açımızdan güzel bir tevafuk oldu. Allah(c.c) insanlık tarihinin her döneminde azgınlaşan, Tevhid inancını unutan insanoğluna onları uyarması, kurtuluşa çağırması için kendi içlerinden uyarıcılar, peygamberler göndermiştir. Allah(cc), Kuran’da “Andolsun ki biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının.’ diye emretmeleri için her ümmete bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 36) buyurarak insanların hiçbir dönem başıboş bırakılmadığını vurgulamaktadır. Yine başka bir ayette (Kasas, 59) kendilerine bir uyarıcı gelmemiş topluluğa Allah’ın azap etmeyeceğini vurgulayarak, her topluluğa bir uyarıcının, peygamberin gönderildiğini anlatmaktadır. Biz insanın başıboş bırakıl18 madığını Hz. Âdem (a.s)’in yaratılışıyla da görüyoruz. Çünkü ilk insan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdir. Bu da göstermektedir ki insanoğlunun mutlaka bir uyarıcıya, kendisini Allah’a yönlendirecek bir mübelliğe ihtiyacı vardır. Peygamber, haberci demektir. Peki, biz peygamberi bizlere Allah’tan mesajlar getiren bir aracı olarak mı göreceğiz? Yani peygamberlerin görevi postacılıktan ibaret midir? Tabiî ki hayır. Bunun böyle olmadığını Allah’ın peygamberleri her toplumun kendi içinden, iyi tanınan birer örnek insan olarak görevlendirmesiyle de görebiliyoruz. “Öyle ki size kendi içinizden ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti öğreten, bilmediklerinizi bildiren bir Resul gönderdik” (Bakara, 151) “Biz peygamberleri yemek yemez birer cansız ceset olarak yaratmadık. Onlar bu dünyada ebedi de değillerdir.” (Enbiya, 8) “unu söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş Burhan gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.” (İsra, 95) Hz. Âdem (a.s)’den başlayarak devam eden peygamberler silsilesinin mesajı hep aynıydı. “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilah yoktur ve bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 25) Allah (c.c), bütün peygamberleri aynı din üzerine, İslam üzerine, gönderdi. Bütün peygamberler ve onların ümmetleri tek bir ümmet idi: İslam ümmeti. “Hakikaten bu bütün peygamberler ve onlara iman edenler bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse bana kulluk edin.” (Enbiya, 92) Bu peygamberler silsilesinin son halkası da Hatem’ül-Enbiya, Hz. Muhammed(sav)’dir. Bir insanın Müslüman olmasının ön şartı Kelime-i Tevhid’i kabul etmesidir. Kelime-i Tevhid (La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah), Allah’tan başka ilah olmadığını kabul ettikten sonra onu tamamlayıcısı olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın elçisi, peygamberi olduğunu tasdik etmeyi buyurur. İki kısımdan birinin inkârı Tevhid’in tamamının inkârı dermektir. Bugün diyalog adına, hoşgörü adına sadece birinci kısmı kabul emek zamanımızın en büyük fitnelerinden biridir ki Rabbim bu fitnenin tuzağından bu ümmeti korusun. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın elçisi, peygamberi olduğunu kabul etmek; onu örnek almakla, ölçü kabul etmekle mümkün olmaktadır. Onu örnek almak, ölçü kabul etmek imanımızın gereğidir. Çünkü “Andolsun ki, Resulullah sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab, 21) Allah’ın dinini tebliğ ederken en güzel mübelliğ, cihada çıktığında en güzel komutan, devlet idaresinde en adil devlet başkanı, ailesinde en güzel aile reisi, arkadaşlığında en vefakâr arkadaş; kısacası hayatın her alanında en güzel örnektir O. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şairin de (Necip Fazıl KISAKÜREK) dediği gibi bütün davranışlarımızın mihenk taşıdır: Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim; Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim. Burhan 19 Biz Müslümanlar olarak biliyor ve iman edi- müminlerin yolundan başka bir yola giderse, yoruz ki, dinimizin mübelliği Resulullah’tır. Öyleyse onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız, o İslam’ı en iyi yaşamanın yolu Resulullah’ı örnek al- ne kötü yerdir.” makla mümkündür. Bu sebeple Resulullah’a karşı neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa sorumluluğumuzun başı, her davranışımızda Onun ondan sakının” getirdiğine tabi olmaktır: “Allah ve Peygamber’i cennete girecek, ancak diretenler müstesna.’ bir şeye hükmettiği zaman gerek mümin olan Kendisine, ‘Diretenler kimdir, ey Allah’ın Re- bir erkek, gerek mümin olan bir kadın için işle- sulü?’ rinde kendi istediklerini belirtme hakkı yoktur. Efendimiz(sav): ‘Kim bana itaat ederse cennete Kim Allah’a Resul’üne isyan ederse muhakkak gider, kim de karşı çıkarsa diretmiş olur.’ bu- ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır.” yurdular” (Buhari) (Ahzap,36) diye (Nisa, 115) (Haşr, 7) “Peygamber, size “ ‘Ümmetimin hepsi sorulunca Resulullah Allah Resul’ünün bir hadisinde buyurduğu gibi Müslüman fert arzusunu dahi Efendimiz (a.s)’in getirdiğine tabi kılmalıdır: “Arzusunu benim getirdiğime tabi kılmayanınız iman etmiş olamaz.” Müslüman, her davranışını Onun söylediklerine göre şekillendirmelidir. Çünkü O, “Kendi hevasından konuşmaz, konuştuğu mutlak vahiydendir.” (Necm, 3-4) “Sahabeden Abdullah bin Amr(ra), Peygamber Efendimiz(sav)’den işittiği her şeyi yazıyordu. Bazıları Ona bu durumu yasaklayarak şöyle dediler: ‘Resulullah(sav) da kızgınlık ve sakinlik anlarında konuşan bir insanken Peygamber Efendimizin sünneti, Allah’ın kitabı Kuran’dan sonra ikinci kaynaktır. Peygamber Efendimiz (a.s)’ın sünneti bir nevi Kuran’ın açıklaması ve fiili uygulamasıdır. Hz. Aişe validemize Efendimiz (a.s)’in ahlakı sorulduğunda: “Siz Kuran okumaz mısınız? Onun ahlakı Kuran idi.” buyurmuştur. Bugün birtakım adamlar çıkıyor, bazıları yakalarına prof. etiketini de takmış, bazıları birkaç kitap okumuş kendini allame-i cihan zannediyor, Kuran Müslümanlığından bahsediyorlar. Yok, efendim, biz sadece Kuran’a bakarız, ona göre Ondan işittiğin her şeyi yazıyorsun öyle mi?’ Bu uyarı üzerine Abdullah bin Amr yazmaktan vazgeçti ve bu durumu Resulullah(as)’a sordu. O da eliyle ağzını işaret ederek şöyle buyurdu: ‘Yaz! Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki buradan Hak’tan başka bir şey çıkmaz.” (Müsned, Ebu Davud) Necip Fazıl, bu durumu şiirin diliyle güzel an- latmış: Sende insan ve toplum, sende temel ve bina; Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmennâ!... Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in söz, davranış ve onaylamalarının tamamı ehl-i sünnet âlimlerince sünnet olarak isimlendirilir ve sünnet haktır, onda batıla yer yoktur. Allah’ı sevmenin ve tabi olmanın başı da Hz. Peygamber’e tabi olmaktır, sünnetini yaşamaktır. “(Ey Resulüm) De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran, 31) “Kim Resul’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa, 80) “Kendisi için doğru yol belli ol- duktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve 20 Burhan karar veririz, diyorlar. Bakınız Peygamber Efendimiz(sav) bu adamların durumunu nasıl da haber vermiş: “Dikkatli olun! Koltuğuna yaslanmış bir adama benden bir hadis ulaştığında belki de o, şöyle söyleyecektir: ‘Aramızda Allah’ın kitabı var. Onda helal bulduğumuzu helal, haram bulduğumuzu da haram sayarız.’ Oysa Resulullah(sav)’ın haram kıldığı da tıpkı Allah’ın haram kıldığı gibidir.” (Tirmizi) nüp anlasınlar diye sana da bu Kuran’ı indirdik.” (Nahl,44) İbn-i Hazm (r.a)’ın şu sözü sünnetsiz İslam isteyenler için dehşet vericidir: “Eğer bir kimse, ‘Biz ancak Kuran’da bulduğumuzu alırız.’ Derse ümmetin icmaına göre kafir olur.” Öyleyse yapılacak şey belli: Efendimizin hayatını en ince ayrıntısına kadar öğreneceğiz, hadisler öğrenip hayatımızda uygulamaya çalışacağız ve gündemimizin en önemli noktasında Hz. Peygamber Peygambersiz din, sünnetsiz İslam tasarlayanlar sormak lazım: Öğretmensiz okul, imamsız Efendimiz (s.a.v.)’i fert, aile, toplum ve devlet bazında hayata taşımak olacak. cami, doktorsuz hastane size normal geliyor mu? Bunlar şuna da cevap verebilirler mi? Sünnet-i se- Allah’ın Resulü bizim için en güzel örnekse, niye olmasaydı namazın rükunlarını nasıl uygula- ölçümüz, mihenk taşımızsa, hayatımızın Ona uy- yacaktınız, zekâtın miktarını, uygulama şeklini makla değer kazandığına inanıyorsak ve Allah ve nereden öğrenecektiniz, hayatınızın tamamını İs- Resulü bize her şeyden daha sevgili geliyorsa biz- lam’a göre nasıl ayarlayacaktınız? Sünnetsiz İslam ler inanmış insanlarız demektir. Gerisi ise laf u gü- çalışmaları hayattan dışlanmış, içi boşaltılmış bir zaftır. İslam arayışı demektir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Rabbimizin de ifadesiyle Kuran’ın en iyi “Andolsun ki, Resulullah sizin için, Allah’a açıklayıcısı ve örnek uygulayıcısıdır: “İnsanlara, ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı kendilerine indirileni açıklaman için ve düşü- çok zikredenler için güzel bir örnektir.”(Ahzab, 21) Burhan 21 Otuzbir [email protected] Özkan KILBAŞ Niçin Kutlu Doğum ? Bilindiği gibi kutlu doğum haftası, Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği, yeryüzünün kendisiyle ve getirdiği değerlerle şereflendiği son peygamber Hz. Muhammed’in doğumu vesilesi ile kutlanan bir haftadır. Bir doğum düşünün ki, bu doğum sonucu dünyaya gelen En Kutlu İnsan’ın getirdiği öğretiyle ve kendisiyle yeryüzündeki karanlıklar yerini aydınlığa bırakıyor. Bu doğumun kutluluğu maddi olduğu kadar manevidir de. Çünkü bu doğumla katı kalpler, merhametsiz yürekler, sevmeyi, saygıyı, hoşgörüyü öğrendi. Bu doğumla kendi çocuğuna acımayan vicdanlar, Fırat’ın kenarında kaybolabilecek bir koyunun hesabını vermeyi düşünecek kadar mesuliyet duygusu taşımaya başladı. Bu doğum gerçekten çok kutlu bir doğumdur, zira bu doğum karanlığın, cahilliğin, haksızlığın, sapkınlığın, rüşvetin, kadını hiçe sayan zihniyetin idam ipini çeken, kutlu insanı dünyaya getiren doğumdur. Efendimizin doğumu gerçekten insanlık için kutlu bir doğum olmasının yanında diğer varlıklar içinde aynı anlamı taşımaktadır. Zira O, abartısız yeryüzünün en merhametli kalbine sahipti. Çünkü O, Mekke’nin fethine giderken bir vadide yolun 22 kenarında yeni doğmuş yavrularını emzirmeye çalışan bir köpek görür. Bir sahabeyi çağırıp köpeğin ve yavrularının rahatsız edilmemesini sağlamak üzere, ordu geçinceye kadar orada nöbet tutmasını emreder. Bu hassasiyeti günümüzde dünyaya adalet, hak, hukuk, demokrasi dersi vermeye kalkan ve Efendimizin bir köpeğe ve yavrularına gösterdiği ilgi, alaka ve sevgiyi, masum insanlara, çocuklara, savunmasız kadınlara, yaşlılara göstermeyen, gösteremeyen ve vahşice öldürdüğü masum insanları bir insan olarak görmediğini itiraf eden hasta ruhlu medeniyet kahramanlarına! İthaf ediyorum. Bu yaşananları görünce, bu düşünceye sahip insanların dünyaya yön verdiklerini izleyince ve dünyanın bunların kontrolünde nasıl bir kan gölü haline geldiğini müşahede edince Efendimizin doğumunun ne kadar kutlu olduğunu bir kez daha idrak edebiliyoruz. O’nun getirdiği eşsiz öğreti, bir İslam düşünürünün ifadesi ile kömürleri elmasa çevirdi. O daha gençliğinde Mekke’ye gelen yabancıların mallarına zarar veren, mallarını alıp parasını ödemeyen, gariplere haksızlık yapan, onların mallarına, emeklerine el koyan emek hırsızlarıyla mücadele etmek için kurulan “Hılfu’l Fudul” (Erdemliler Derneği) Burhan cemiyetine üye olmuş ve peygamber olduktan sonrada şu an yine çağırsalar o oluşuma yine seve seve katılırım diyerek haksızlıklar karşısında net tavır takınmıştır. O’nun doğumu çevre içinde bir kutluluk arz eder. Çünkü o tabiat güzelliklerinin korunmasından yanaydı. O savaş giderken bile ağaçların kesilmesine, çiçeklerin koparılmasına, mahsullerin tahrip edilmesine şiddetle karşı çıkmış ve bunları yapanlara ciddi cezalar vermiştir. Bir keresinde ağacın yapraklarını dökmek için ağaca sopayla vuran birini uyarmış ve ağaca sopayla vurmamamsını, ağacı kırmamasını belirterek ihtiyaç duyuyorsa yaprak- ları ağacı sallayarak dökmesini istemiştir. İşte bu yüzden O’nun doğumu kutlu doğumdur. İşte bu yüzden O’nu tanıyan, anlayan batılı aklı başında insanlar bile O’na hayranlıklarını dile getirmişler. Örneğin, Almanya kurucu devlet başkanı Prens Bismark’ın Efendimize övgüsü bunun en büyük delilidir. Bismark, Efendimiz hakkında şunları dile getirmektedir: “ Ben şunu iddia ediyorum ki Hz. Muhammed en seçkin kıymettir. Yaratanın böyle ikinci bir varlığı imkân sahasına getirmesi de ihtimalden uzaktır. Sana muasır olamadığım için, seninle aynı dönemde yaşayamadığım için çok müteessirim ey Muhammed! Muallimi ve naşiri bulunduğun bu kitap senin eserin değildir; o ilahidir. Burhan Bu kitabın Allah’tan olduğunu inkâr etmek, müspet ilimlerin batıl olduğunu söylemek kadar gülünçtür.” Evet, Bismark böyle söylüyor. Sanırım şu zamanda Efendimizin getirdiği, evrensel problemlerin temel reçetesi hükmünde olan saadet, mutluluk prensiplerini yeniden anlamak, düşünmek, yaşamak ve yaşatmak için çalışıp bütün gücümüzle gayret etmeliyiz. Kutlu doğum ile ilgili bir sürü etkinlikler yaparken bu temel noktayı unutmamamız gerekiyor. Sanırım en büyük sorunumuz bu. Bildiklerimizi gereği gibi davranış türü haline getirememek. Efendimizi ve getirdiği öğretiyi iyi temsil edememek. Rabbim bu konuda ve Efendimizi doğru anlama ve anlatma ve yaşama konularında bize yardım etsin. Çünkü bugün canileri de, katilleri de, hırsızları da yola getirecek disipline edecek ilkeler, Efendimizin getirdiği değerlerdir. Çünkü O’ nun hayatı böyle örneklerle doludur. İslam hakkında malumatı olan batılı aydınlar bile sosyal problemlerin temelini oluşturan ailevi düzensizlikleri ortadan kaldırabilecek tek çözümün İslami aile yapısının benimsenmesi olduğunu açıkça itiraf etmektedirler. Bize düşen sahip olduğumuz manevi mirasın değerini bilip hakkını vermektir. Değerlerimizi en güzel şekilde temsil etmektir. Kutlu doğum haftamız kutlu olsun selam ve dua ile. Allah’a emanet olunuz. 23 Otuzbir Nebi-yi Zî-Şân Efendimiz Abdullah ÇAKIR alemdar [email protected] Eli Kalem Tutmayanı (s.a.v.), Eli Kalem Tutanlara Vasfettirmekte Âciz Bırakan ALLAH (c.c.) u söz kim ola misâl-i kelâm-ı ehl-i kemâl Selâsetinde hacîl ola selsebîl ü zülâl Necâtî NEBİYY-İ MUHTEREM (S.A.V.)’İ CANINDAN ÇOK SEVMEK ÎMANIN FARZIDIR: Bismillahirrahmânirrahîm. İmanın özünde her ne kadar özgür bir irade ile tasdik bulunsa da bu irâde ve tasdîk sevgiden Sonsuz hamd ü sena o Hâlik-ı kevneyn ü rezzâk-i sekaleyn, ayrı düşünülemez. Allah’ı ve Resulü’nü kalb ile Melik-i âlem-i milk ü melekût, tasdik ve dil ile ikrar etmek muhabbetin de bir Vedûd ve Ğaffâr olan Cenâb-ı Allah (azze ve tezahürü olmalıdır. Kelime-i şahadetin aslı Allah ve celle)’ye olsun. Resûlü’nü tasdîk olduğu gibi dinî amellerin menşei ve temeli de Allah ve Resûl sevgisidir. Seven sev- Ve sonsuz salât ü selâm, o Resûlü’s-saka- gisini kalbiyle de diliyle de ifade eder. Sevgisi ger- leyn ve imâmü’l-kıbleteyn ve hulâsatü’l-kevneyn çek bir sevgiyse sevgilisinin isteklerini yerine ve’ş-şefîü’l-meşeffi’ fî uhra’d-dâreyn ve ceddü’l-ha- getirmek ona zor gelmez, aksine zevk alır. seneyni’l-ahseneyn, resûl-i müctebâ ve nebiyy-i mürtazâ Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve Sevgi ve tasdik içermeyen iman şekilden iba- alâ âlihi’l-kirâm ve ashâbihi’l-kirâm) Efendimiz’e rettir. İman tasdik, teslimiyet ve muhabbetin bir bü- olsun. tündür. Böyle bir imandan nasibi olmayan kalb sinede paslı bir yüktür. Hakiki nişan göğsün dışına Muhabbet en önemli ve değerli insani hasletlerimizin başında gelmektedir. İster hak olsun ister takılan nişan olmayıp, göğsün içine takılan bu nişandır. batıl olsun muhabbet her işin temelidir. Dîn-i mübin İslam’da da durum böyledir. İslam’da sevginin Cenab-ı Hak “Vedûd”dur. Kullarına îmanı apayrı bir yeri vardır. Allah sevgisi – Peygamber sevdiren O’dur. Aşkın ve feyzin kaynağıdır. Yüce sevgisi Din-i Mübin’in temeli ve özüdür. Mevlâ’nın sevmesi ve sevdiklerini sevdirmesi ve 24 Burhan müminlerin Yüce Mevlâ’yı sevmeleri hep bu mü- (Allah onu küfürden kurtardıkran sonra) yine barek ismin tecellileridir, cilveleridir. küfre dönmekten ateşe atıacakmışcasına hoşlanmamak.” (Buhârî, îmân,9) Rabbimiz, Furkan-ı Hakîm’inde müminlerin Allah’ı ve Resûlü’nü aşk derecesinde sevmelerini istemektedir: Müminlerin Allah’ı ve Resülü’nü sevmeleri imanın gereği olduğu gibi birbirlerini de renk, dil, ırk, statü gözetmeksizin sevmeleri de imanın gere- “İnsanlar arasında Allah’tan başkasını ğidir. Efendimiz (sav) bunu şöyle izah eder: “İman O’na ortak koşanlar ve onları Allah’ı sever gibi etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevenler vardır. İman edenlerin Allah’a sevgisi sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olmaz- ise daha şiddetlidir.” (Bakara, 2/165) sınız.” (Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 56). “Ey iman edenler! Sizden bininden dö- Buna göre müminlerin; nerse Allah öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah2ı sever.” (Maide, 5/54) “De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kar- 1. Allah’ı (c.c) canlarında çok sevmeleri, 2. Resûlullah’ı canlarından çok sevmeleri, deşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaret ve 3. Birbirleri sevmeleri imanın farzlarındandır. hoşlandığınız evler size Allah’tan ve Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili Konumuzu sınırlandırmak açısından Efendi- ise Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin.” (Tevbe, miz (s.a.v.)’e duyulan sevginin ârif ve âşık sanat- 9/24). kârlarca nasıl hissedildiğinden ve bu sevginin tezahürlerinden bahsedeceğim. Risalet-penâh Efendimiz de (sav) de: “Allah ve Resül’ü bir kimseye başka şeylerden daha sevimli (sevgili) gelmedikçe imanın tadına ula- EN ÇOK ÖVÜLEN, ÖVEN VE ÖVÜLECEK OLAN (S.A.V.)’DİR şamaz” (Buhari, iman,8; Müslim, iman, 67-72) buyurmuşlardır. Hz. Risalet-penah “Habîbullah”tır, (Tirmizi, Menâkıb, Yine bir defasında Hz. Ömerü’l-fâruk (ra): “Ya , “Mahbûb-i Kibirya”dır. Cenab-ı Hak 1; Dârimi, Mukaddime, 9) Resûlallah! Kendim hariç seni her şeyden çok se- en çok Hz. Peygamber’i sevdiğinden ona Habîbul- viyorum” der. Fahr-i Kâinât (sav): “Olmadı Ya lah demiştir. Ömer! Canından daha çok sevmelisin” diyince Hz. Fâruk (ra): “imdi seni canımdan daha çok se- Fazîlet ve iyilikleri, güzellikleri ve üstünlükleri viyorum” der. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): anılarak çok çok övülen ve Yüce Allah’ı sıfatları ile, “İşte şimdi oldu ya Ömer!” buyuyrurlar. (Buhari, Ahkam, kudret eserleri ile öven ve övmesini bilen anlamına 19). gelen AHMED ismini de yine Yüce Rabbimiz ilk defa ona vermiştir. İsmi önceki mukaddes kitapMebiyy-i mükerrem (sav) bir dafasında da şöyle buyururlar: “Kimde üç şey bulunursa îmâ- larda da övülmüş ve ileride de en çok hamd edenin o olacağı bildirilmiştir. nın tadını almış olur: Allah ve Resûlu’ü kendisine başlkalarından daha sevimli olmalıdır. Bir “Meryem oğlu Îsâ da “Ey İsrâiloğulları! kimseyi sevmek fakat yalnız Allah için sevmek. Ben size Allah’ın elçisiyim. Benden önce gelen Burhan 25 Tevrat’ı tasdîk ediyor ve benden sonra gelecek medhettiği gibi bizden de medhetmemizi istemek- olan AHMED adında bir resûlu de müjdeliyo- tedir: rum” (Saff, 61/6). “üphesiz Allah ve melekler, peygambere “MUHAMMED, ALLAH’ın resûludür” 48/29) (Fetih, salavât getirirler. Ey îmân edenler (ohalde) âyet-i kerîmesi de Resûl-i Ekrem (sav)’in Al- sizde ona çokca salât ü selâm getirin.” (Ahzâb, 22/56) lah’ın elçisi ve isminin de MUHAMMED olduğunun açık bir delîli ve kelme-i tevhîdin de yarısını ifâde Muhammed Mustafâ âşıkı müslüman ecda- eden bir hutbe-i ezelîdir. MUHAMMED ism-i şerîfi dımızın (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) kültüründe de pek çok, tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş kelâma, kitâba ve mektûba BESMELE-HAMDELE demektir ve âlemlere rahmet olarak gelişinden ve SALVELE ile başlanması, hamdele ve salvele önce övülmüş ve geldikten sonra da övülecek ile bitirilmesi bu emr-i ilâhînin devamlı canlı tutul- olduğuna işâret vardır. masının bariz bir örneğidir. Çalab nûrdan yaratmış cânını Muhammed’in Âleme rahmet saçmış adını Muhammed’in Yunus Emre Resûl-i Ekrem Efemdimiz (s.a.v.)’in daha doğmadan bağrı yanık müminleri vardı. Efendimiz (s.a.v.)’den yedi yüz yıl önce yaşamış olan şair Muhabbet-nâmesin yazar üstâd Es’ad Ebû Kerîb el-Himyerî, zamanının muvahhid Anın tevkî’-i ünvânı Muhammed bilginlerinden Hz. Muhammed (s.a.v.)’in geleceğini eyh İbrâhim Tennûrî haber almış ve bunun üzerine şu mısraları yazmıştır: Muhammed ism-i şerîfi ile aynı kökten gelen MAHMÛD ism-i şerîfinde de çok çok senâ edilen, Tanıklık ederim varlıkları yoktan var eden Allah’a medhedilmeye lâyık manaları vardır. Bu ism-i şe- Îmân ederim O’nun göndereceği Resûl’e rîfde Cenâb-ı Hakk’a hamd edildiğinde bunun kar- Yani Ahmed’e şılığı olarak Cenâb-ı Hak tarafından yerlerde ve O’na yetişseydim göklerde pek çok övüleceğine dair bir işaret vardır. Çağdaşı olabilme mutluluğuna erebilseydim Yardımcısı olurdum onun “(Ey habîbim Ahmed, resûlüm Muhammed!) rabbin’in seni MAKAM-I MAHMÛD’a (Övgüye değer en yüce makāama) getireceğini umabilirsin.” (İsrâ, 17,79) âyet-i celîle-i cemîlesi bunun en güzel delîlidir. Bir de amcasıoğlu Savaşırdım kılıcımla düşmanlarına karşı Düşmanları düşmanlarım olurdu Siler yok ederdim yüreğindeki elemleri kederleri Gereken neyse yapardım mutluluğu için. Hutben okunur minber-i iklîm-i bekāda Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezâda Gül-bang-i kudûmün çekilir Arş-i Hüdâ da Esmâ-i şerîfin anılır arz u semâda Sen Ahmedi Mahmûd u Muhammedsin efendim Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim eyh Gâlib Bu mısralar el-Himyerî’nin müminliğine işâret sayılmış ve Efendimiz (s.a.v.)’in bir hadîsinde kendisinden “ehl-i tevhîd” olarak sözedilmiştir. His ve duygu dünyamızı en iyi terennüm edenler şairlerimizdir. Çünkü şair Arapça bir kelime olup insanlar tarafından hissedilemeyen mana derinliklerini hissedip onları özel yeteneğiyle dile ge- Hak’tan bizlere sultân-ı müeyyed olarak tiren kişi demektir. air hikmetin tercümanı, şiir gelen Efendimiz (s.a.v.)’i te’yîd için Cenâb-ı Hak şuurun vasıtasıdır. air hissedendir. Hissetmek için 26 Burhan mevzu lazımdır. Mevzuların en mükemmeleli in- tındaki “bürde”sini yani hırkasını Ka’b’a hediye sandır, insanla alakalı olandır. İnsanların en mü- eder. Bundan dolayı Ka’b’ın medhiyesi “Kasîde-i kemmeli Efendimiz (s.a.v.)’dir. Bürde” olarak şöhret bulur. Netîce de Ka’b Züheyr (r.a)’in bu medhiyesi bir şiir geleneğini de başlat- Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl mış olur. Bu gelenek Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Muhammedsiz muhabbetten ne olur hâsıl (s.a.v.)’i konu alan, onu medheden, ona sevgi ve saygı sunulması vasıtası olan ve kendisiyle “şe- Ârif ve âşık sanatkârlar Resûl-i Ekrem Efem- fâat” dilenilen “Peygamber iiri” geleneğidir ki but dimiz (s.a.v.)’e olan bağlılıklarını yalnız salat u tür şiirlere Arab geleneğinde Mediye, Türk şiirinde selâm getirmek suretiyle ifâde etmekle kalmamış- ise Na’t denilmektedir. Na’t insanı kendisini pey- lar ona besledikleri muhteşem duyguların tercü- ganberde araması ve Peygamber sevgisinin şiirle manı olarak şiirlerini yazmışlardır. Bu yâdigâr-ı yapılan bir portresidir. Na’t en ileri derecede bir aşk vedâdler ile birler de Efendimiz (s.a.v.)’i daha iyi ta- âbidesidir. nıma, hissetme ve sevmenin devletiyle yüz yüze Hassân b. Sâbit (r.a) “Peygamber airi” ola- geliyoruz. rak ün yapmış Medîneli bir sahâbîdir. Daha çok hiCenâb-ı Hak Furkāan-ı Hakîm’inde iki varlığı civleriyle tanınmaktadır. iirlerinde İslâm’ı ve insanlık için rahmet olarak nitelemektedir: Efendi- Efendimz (s.a.v.)’i medhetmekte, İslâm düşmanla- miz (s.a.v.) ve Kur’ân-ı Kerîm. En çok okunan kitâb rını ise yermekte, hicvetmektedir. Bir keresinde Kur’ân’dır, Hakkında en çok kitâb yazılan Efendi- Temîm kabîlesi şairleriyle yaptığı bir atışmasında miz (s.a.v.)’dir. Bütün kitablar yek bir kitâbın daha onları yenmiş ve kabîlenin toptan Müslüman olma- iyi anlaşılması için okunduğu gibi, bütün bir sanlık sına vesîle olmuştur. Hassân (r.a)’ın Efendimiz da “tek bir insanın” (s.a.v.) daha iyi tanınması ve (s.a.v.)’i öven pek çok şiiri vardır. Ki bu şiirler, anlaşılmasıyla kurtulacaktır. Ka’b’ın Kasîde-i Bürde’siyle beraber pek çok şaire ilham kaynağı olmuştur. Bu geleneğe sahâbî şair- Muallaka şairlerinden Züheyr b. Ebî Sel- lerden Hz. Ali, İbn Abbas, Abdullah b. Revâha, Ka’b mâ’nın şair olan iki oğlu Ka’b ve Büceyr, Mekke fet- b. Malik, Âmir b. Sinâni’-Ekva ve Enceşe de uy- hedilirken koyunlarını toplayıp şehirden kaçmışlar. muştur. Efendimiz (s.a.v.)’i öven düşmanlarını ise Ebraka’l-Azzâf suyunun başına varınca böyle bir yeren şiirler yazmışlardır. kaçışın anlamsızlığını düşünmüşler. Ka’b küçük kardeşi Büceyr’in geri dönüp Efendimiz (s.a.v.)’in durumunu araştırmasını ister. Büceyr Efendiz (s.a.v.)’in yanına gelince Müslümanlığı kabûl eder. Bunu duyan Ka’b kardeşinin bu haraketini bir şiirle hicveder. Sonra da hareketinin başına iş açaca- Sahabeden sonra gelen kuşakta Dağbel, Feradak, Kümmeyt, Mihyâre ed-Deylemî; sonraki kuşaklarda İmam Busirî, İbn Hacceti’l-Hamevî, İbn Nebâte gibi şairlerle gelenek devâm edip, arap, fars ve Türk edebiyatlarında günümüze kadar gelmiştir. ğından korkarak kaçmaya başlar. Ancak başvurduğu hiçbir kabîle kendisini kabul etmez. Klasik îrân Edebiyâtında Genceli Nizâmî, Fe- Kardeşinin gönderdiği heber üzerine kendisini ka- ridüddin-i Atar, Sa’dî-i irâzî ve Molla Cami en çışın değil efendimiz (s.a.v.)’in affının kurtaracağını güzel örneklerini vermiştir. anlayan Ka’b “Bânet Suâd” diye başlayan kasîdesini hazırlayarak Medîne’ya gelir. Medhiyesini İslam-Türk Edebiyâtında ilk Peygamber Efendimiz’in huzûrunda okur. Resûl-i Ekrem Efen- şiirine Yûsuf Has Hacîb’în 1069’da Kaşgar’da dimiz (s.a.v.) şiiri çok beğenir ve Ka’b’ı affeder. Sır- tamamladığı ünlü eseri Kudad-gu Bilig’de rastlıyo- Burhan 27 ruz. Esasen şu an konuşup-yazdığımız Türk Di- Âşıkım şol dîdâra bülbülüm şol gülzâra li’nin kaidelerini ortaya koyup geliştirenler pey- Seni sevmeyen nâra yansın ya Resûlallah gamber âşıkı Yusuf Has Hacib Ahmed Edip Yunus Emre Yüknekî, Ahmed Yesevî ve Kaşgarlı Mahmûd gibi İlâhiyât kökenli sanatkâr yazarların olması pek mânidârdır. Ki bundan sonra gelişerek günümüze Efendimiz (s.a.v.)’in teninin ve terinin gül gibi kokması onlar için bir ilham kaynağı olmuştur. kadar gelen Peygamber şiirleri, Divân Âşık ve Tekke şiiri damarlarında yürümüş, bu alanda birço Terlese güller olurdu her teri şâir tarafından pek çok eser verilmiş, bu eserler de Hoş dererlerdi terinden gülleri Türk Dili’nin azametine azamet, ihtişâmına ihtişâm Süleyman Çelebi ve görkemine görkem katmıştır. Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek sîmaları da O ârif ve âşık sanatkârlar da îmân ediyorlardı kırmızı bir güle benzetilir: ki Muhammed Mustafa (s.a.v.) bütün müminlerin mahbûbu, habîbi, maşuku, yâri ve sevgilisidir. Her Reng-i rûyu gül ile yek-dil idi mümin aynı zamanda peygamber âşıkı ve sevdâ- Gül gibi kırmızıya mâil idi lısıdır. O ârif ve âşık sanatkârlar, Efendimiz Hakānî (s.a.v.)’in ismi zikredilince hislenir, ürperir, coşar, gözleri dolar, kirpikleri elmaslar takardı. Efendimiz Yunus sadece gül ile yetinmez: (s.a.v.)’in mübârek isimlerini büyük bir hürmet ve muhabbetle yâd ederler ve aynı zamanda işittikle- Hak onu öğdü yarattı sevdi Habîbim dedi rinde dolu dolu salavât-ı şerîfe okurlar ve bunu Yeryüzünde cümle çiçek Mustafâ’nın teridir aşkın, feyzin, irfânın kaynağı; îmânın tadı, ihlâsın Yunus Emre derinliği ve ihsânın zenginliği olarak görürlerdi. Terinden açılır güller sözünden şehd ü şekerler GÜZELLER SENDEN ESERDİR Y RESÛLALLAH! Seninle hasta gönüller şifâdır ya Resûlallah Sayyad Hamza Onun gül cemâli âlemi gülistâna çevirmiştir. Onların (Rahmetullâki aleyhim ecmaîn) bir cezbe, vecd ve istiğrâk halinde yazıldığı hissini Bundan dolayı mevlid okunduğunda cemâata gül suyu serpmek âdet olmuştur: veren bu aşk âbidesi olan eserlerinde Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v.) çiçeklerden güle, gök Çünki nûrun Rûşen etti âlemi cisimlerinde Güneş’e ve Ay’a, tabîat varlıklarından Gül-cemâlin Gülşen etti âlemi yağmura, değerli madenlerden tek parça hâlindeki Süleyman Çelebi büyük inci tanesine, karanlığı ve zulümâtı yok eden nûra ve ışığa benzetilmiştir. O aynı zamanda peygamberlik bahçesinin de gülüdür. Eşsiz bir güzelliğe sahiptir. Bir bahçıvan Evet gül; rengi, kokusu, hoş ve güzel şekliyle Efendimiz (s.a.v.)’in simgesidir. Rûzbihân Baklî: istediği kadar uğraşsın onun gibi bir gül bu bahçede bir daha açmayacaktır: “Efendimiz (s.a.v.) bir bül gördü. Onu aldı, öptü. Gözünün üzerine koydu ve “Gül Allah’ın mıhabbe- Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün tinden bir parçadır, Allah’ın cemâlini temaşa etmek Bir gül açılmaz yüzün tek bin gülzâre su isteyen kırmızı güle baksın” dedi. 28 Fuzûlî Burhan Fatih Sultân Mehmed Hân (aleyhirrahmetü inci olurmuş. Sedef bu yağmur damlalarından bir- ve’l-ğufrân) Nakkaş Sinan Bey’e yaptırdığı portre- den fazla yutmuşsa inciler küçük ve değersiz sinde gülü koklar. Daima, gül Muhammed (s.a.v.)’in olurmuş. Ama tek bir damla yutmuşsa bu inci yolunda olduğunu, bütün Türk-İslâm medeniyetinin büyük ve değerli olurmuş. ve aynı zamanda Devlet-i Âliye-i Osmâniye’nin, Cenâb-ı Allah ve Peygamber aşkı üzerine kurul- O (s.a.v.), aynı zamanda Güneş’tir, Ay’dır, Yıldız’dır: duğu mesajını vermeye çalışır. Cennet-mekân Sultân I. Ahmed Hân, aşağıdaki kıtasında Efendimiz (sav)’i peygamberlik bah- Ayın bedri hilâl alnı ve kaş Gözün nûru ve ziyâsı Mustafâ’dır Yûnus Emre çesinin gülü olarak anar: N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim Güneş nûrunu ondan almıştır ve onun nûru- Kadem-i pâkini ol Hazret-i şâh-ı rusül’ün nun yanında bir hiçtir. Ayın ondördünde diğer yıl- Gül-i gülzâr-ı nübüvvet ol kadem sâhibidir dızlar nasıl sönükse her türlü güzellik ve üstünlükte Bahtiyâ durma yüzün sür kademine o gülün yaratılmışlar arasında O (s.a.v.) de öyledir: Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v.)’in insanların en şereflisi olma vasfı, kâinatın övünç kaynağı oluşu, aynı zamanda gerçekten yetîm olması; dürr-i şehvâr (incilerin şâhı), dürr-i yektâ (eşsiz inci) dürr-i yetîm (tek parça inci) gibi sıfatlarla anılması için geçerli sebeplerdendir. Sadef-vâr oldu âlem anda sen dürr-i yetîm oldun Bulunmaz âlem içre sana sânî yâ Resûlallah Bursalı İsmail Hakkı Cemî-i enbiyâlardan Muhammed cümlenin şâhı Yüzü nûrundan almışlar felekler şems ile mâhı Eşrefoğlu Rûmî Ol mâha nisbet et ne kadar varsa şeref Ol şâha nisbet et ne kadar varsa ûlâ Nûnla beyân olunmuş ‘izeşşemsü küvvirat’ Ol gün Güneşte nûr-i Muhammedî komaz ziyâ Ahmed Paşa Yek-dânesin cihân sadefinde Güher gibi Güneş hüsnünden el-hak zerre oldu Ey bî-bedel yetim anın için denir sana Felekte mâh-ı eyvân-ı Muhammedî eyhî Gör kim senin gibi sedefi mâ-sivâda yok Dürr-i yetîm gibi bahâsı Muhammed’in Cem Sultan eyh İbrâhîm Tennûrî akk olan Kamer âciz ve Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.)’in hayrânı olan bir cisimdir; ve aynı zamanda O’nun risâlet ve davasının şâhididir. Eline kalem almamış o yetîm ne acebdir ki âsu- Burc-i âlemde odur şems-i kadîm Dürc-i âdemde odur dürr-i yetîm Taşlıcalı Yahya Bey İnci denizde yaşayan sedefin içinde oluşur. mâna iki “R” yazmıştır. Yeri geldiğinde aynı mübârek el ve parmaklardan su akar: Göklerde yeridir mâhı şakk etse hilâlin Rivayete göre Nisan ayında sahile çıkan sedef, ağ- Zira ki iki şâhid ile oldu bu dava zını açarmış. O sırada karnına düşen nisan yağ- Destine kalem almamış idin ne acebdir muruyla denize dönermiş. Denizdeki tuzlu su Engüşt ile levh-i feleğe yazdık iki râ ortamında bu tatlı yağmur damlası sedefe acı Yazmakta kalem parmağının vasfını âciz verirmiş. Sedef de bu acıyı gidermek için bir sıvı Gah mmâhı iki şakk eder ol gah akıtır mâ salgılarmış. Zamanla içindeki bu sıvılar katılaşır ve Burhan Taşlıcalı Yahya Bey 29 Yûsuf (a.s.)’ı görenler elerini kestiler, O’nun (s.a.v.) hüsnünü gören dolunay ikiye yarılır: iirin ne haddi var ki ere vasf-ı zâtına K’ol vahy-i âsumân ola bu sihr-i müterrâ İnsanda dest ü pây-ı belâgat kāsırdır Yûsuf’u gerçi görenler ellerini kestiler Olmaz bihâr-ı vasf-ı celâline âşinâ Ahmed Paşa Gün yüzün gördü senin şakk oldu bedrin ayası Zâtî Mehdinde belîgân-ı Arab ebkem-i nâtık Dede Ömer Rûşenî daha fazla dayanamaz. Vasfında fasîhân-ı acem nâtık-ı ebkem Anlayamaz bu güzellik sâhibini sevemeyenleri: Ne şâirler ne bizler, aslında Resûl-i Ekrem Çün doğup tuttu cihân yüzünü hüsnün güneşi Efendimiz’i (s.a.v.) övmekle kalmıyor aslında Efen- Kim ola sevmeye bu hüsn ile sen mâh-veşi dimiz’i (s.a.v.) anmak sûretiyle de sözümüzü yü- Dede Ömer Rûşenî celtmiş oluyoruz. Bunu Hassan b. sâbit (r.a.) çok güzel ifâde etmektedir: “Ve mâ medahtü Muham- ÂIĞIN SUSSA BİR TÜRLÜ SUSMASA BİR TÜRLÜ YA RESÛLALLAH! meden bi-makāletî, Ve lâkin medahtü makāletî bi- Âşığın durumu ne yaman çelişkidir. Ne deh- Resûlullah (s.a.v.) ile kıymetleniyor. Sözlerimin ko- şettir. Sussa bir türlü susmasa bir türlü. Meddâhı nusu Resûlullah olmadıktan sonra onların hiçbir kıy- ALLAH olanı vasfetmekte âciz olduklarını kabûl met-i harbiyesi yoktur. O’nun sözü yada ismi eden ârif ve âşık sanatkârlar sözün bittiği noktada söyleyen için ziynettir” Muhammedin” Yani: “Ben Söyleyip-yazdıklarımla onu lâyıkıyla medhedemiyorum. Bilakis sözlerim hâmûş olmuşlardır: Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Size dâir söylenmedik Yine dil na’tini söyler Muhammed hangi mısra, çıtlatılmadık hangi nükte ve hangi Dil ü cân mülkünü söyler Muhammed cümle kalmıştır. Söylenenlerin içinden söylenme- Ne kādirim seni medhetmeye ben yenleri bulmak ne müşkül! Söz biter lâkin söylene- Kemâl-i mehdi Hak söyler Muhammed cek olan dâima yarım kalmıştır. Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk Senin mehdinde âcizler Muhammed Niyâz-ı Mısrî Cümle âline ve ashâbına ve ahbâbına her dem selâm eyle, eyâ Rahmet-i Mevlâ! efâatlerine nâil eyle! Efda-li halk-ı Hudâ eyle salâtı ona Has- Kemâl-i zâtının na’t-ı anılmaz yâ Resûlallah sasallahu bihâ salli ve sellim aleyh. Velhamdülilla- Kalır levh ü kalem mislin yazılmaz yâ Resûlallah hirabbilâlemîn. Âmîn! eyh Gâlib Son olarak Gerçek adı Diyamendi iken gönGörse cemâlin gözüm pâyine sürsem yüzümü lündeki Resûlullah aşkıyla yanıp kavrulduktan ve Yok sana lâyık sözüm salli ve sellim aleyh uzun süre Müslümanlığını ailesinden ve çevresin- Bağdâtlı Rûhî den gizlemek zorunda kalan Yaman Dede’nin (1888-1963) (rahmetullahi aleyh) Efendimiz’e yaz- Muhabbet-i Resûlillah dilde hiçbir şey, gö- dığı na’tıyla son verelim: .......................................................................... nülde ise her şey. iirin de sözün de bir nihâyeti var. Hissiyâtın, gönlün nihâyeti yok. Onu vahy-i âsumân (Kaynaklar: Kâmil Mîras, “Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve erhi”, c. VI, s. 45; Hasan Ali Kasır, “Peygamber şiirleri”; Süleyman Uludağ, “Pervâneler O Sevgilinin Etrâfında Dönerdi”; Vedat Ali Tok, Severiz Her Güzeli Senden Eserdir Diyerek”; Mus- övmüş, şiirin gâyeti yok: 30 tafa Kara, “Muhabbet Mektupları”. Burhan DAHÎLEK Y RESÛLALLAH Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallah Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallah Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallah Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah Yanan kalbe devâsın sen bulunmaz şifâsın sen Muazzam bir sehâsın sen dilersen reh-nimâsın sen Habîb-i kibriyâsın sen Muhammed Mustafâsın sen Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah Gül açmaz çağlayan akmaz ilâhî nûrun olmasa Söner âlem nefes kalmaz felek manzûrun olmasa Firâk ağlar visâl ağlar ezel mestûrun olmasa Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah Erir cânlar o gül-bûy-ı revân-bahşın hevâsından Güneş titrer yanar dîdârının bak ihtirâsından Perîşân bir niyâz inler hayâtın münyehâsından Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah Susuz kalsam yanan çöllerde can versem elem duymam Yanardağlar yanar bağrımda Ummanlardan nem duymam Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında cân vermek Sönerken gözlerim âsân olur mu âhında cân vermek Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah Boyun büktüm perîşânım bu derdin sende tedbîri Lebim kavruldu âteşten döner pâyinde tezkîri Ne dem gönlüm murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîr’i Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallah Burhan 31 Otuzbir Hüseyin SELAMCI Bir Muallim Olarak HZ. MUHAMMED (s.a.v.) Peygamberler gönderildikleri dönemlerde yaşayan insanlara, ilahi mesajı ileten ve bu mesajın getirmiş olduğu yaşam tarzını hayatlarında yaşatan elçilerdir. üphesiz Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’de bu iletiyle vazifeli, Allah (c.c.)’ın son elçisidir. O (s.a.v.)’nun bu elçilik göreviyle beraber getirmiş olduğu ilahi mesaj, kıya met gününe kadar gelecek olan bütün insanları kapsamaktadır. Peygamber sevgisi lafın gereği olmamalıdır. O (s.a.v.) bir eğitimci olduğundan, O (s.a.v.)’nun eğitim anlayışı altına girerek bu sevgimizi göstermeliyiz. Yani laflarımızın ötesinde, hallerimizle de bu sevgimizi ispatlamalıyız. Bizler de bu mesajın muhatapları olduğumuzdan, peygamberle direk irtibat kuran zümre oluyoruz. Bu irtibatımız ise şüphesiz ilim yoluyla ve O (s.a.v.)’na selatü selam getirmekle gerçekleşmektedir. Nasıl ki, bir asistan öğrencilere ders anlatırken, dersin asıl hocasının metoduna göre ders anlatıyorsa, bugün O (s.a.v.)’nun varisi olan alimler de bir asistan mesabesinde O (s.a.v.)’nun eğitim anlayışını biz öğrencilere anlatmalılar. Öyle anlatmalılar ki bizler de O (s.a.v.) büyük eğitimciden en iyi şekilde istifade edebilelim. Evlerimiz, iş yerlerimiz, beldelerimiz, dünyamız ve de ahretimiz O (s.a.v.)’nun teşrifleriyle güzelleşmekte, gönüllerimiz onun nuruyla zevklenmektedir. Bu zevkleri hiç şüphesiz ki gönül kapı larını O (s.a.v.)’na açanlar yaşar. Dillerinde O (s.a.v.)’na selatü selam, bedenlerinde O (s.a.v.)’na tazim ,davranışlarında ise O (s.a.v.)’nun seçkin ve güzel ahlakının izlerini bulunduranlar bu zevkleri yaşamayı elde ederler. 32 Yazımıza bir eğitimci olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) başlığını koymamızın sebebi, Peygamber ile rastgele bir diyalog değil, bir öğrenci ve öğretmen düzeyinde iletişimi vurgulamak içindir. O (s.a.v.)’nun eğitim anlayışını gerçek varislerinde öğrenmeli, O (s.a.v.)’nun yaşam tarzını gerçek varislerinin hayatlarında bulmalıyız. İnsan, örnek bir yaşantı sergileyen insanın hayatından daha çok etkilenerek, hayatına çeki düzen vermektedir. Eğer Peygamberimizin yaşadığı gibi bir hayat yaşamaya gayret gösterirsek, o zaman insanların ona hayranlığını da artırmış oluruz. Burhan Peygamberimizin uygulamış olduğu eğitim metodunu, bugünkü eğitim anlayışımıza uygulamamız gerekir ki, neslimiz ondan hakkıyla istifade edebilmiş olsun. Bu yöntemleri şöyle sıralamaya çalışalım: 1. Öğretmen adayının geçmiş yaşantısı. Bir insanın öğretmen adayı olabilmesini, eğitim sürecine girmeden önceki yaşantısı belirler. Gönderildiği topluma ve kıyamet gününe kadar gelecek olan insanlığa bir eğitimci olarak öğretmenlik yapan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e bu süreçte muhalefet edenlere Kur’an şöyle cevap veriyor: ‘’Bundan önce aranızda bulundu, bunu düşünmez misiniz?’’ (yunus-16) Bu ifadeden neslinizi teslim edeceğiniz eğitimcilerin, geçmişteki yaşantılarına dikkat edin anlamı çıkmalıdır. Abdullah Bin Ebi’l-Hamsa, Peygamberimizle olan bir hatırasını şöyle anlatmaktadır: ‘’Peygamberliğinden önce Resulullah Aleyhisselam’la birlikte bir alışverişte bulunmuştuk. Bu alışverişten kendisine biraz vereceğim kalmıştı. Ona, ‘Bulunacağın falan yere getireceğim.’ Diye söz vermiştim. Fakat verdiğim bu sözü iki gün unuttum. Üçüncü gün hatırlayıp sabahleyin gittiğim zaman onu yerinde buldum. Bana, ‘Delikanlı, sen beni sıkıntıda bıraktın. Ben şuracıkta üç gündür seni bekliyorum.’ buyurdu.’’ 2. Bir öğrencinin öğretmenini dinlemesi. Bir öğrenci olarak, öğretmenden dersi nasıl dinleyip, öğrenmemiz gerektiğini, O (s.a.v.)’nun Allah (c.c.) tarafından gönderilen bilginin kaynağını, Cebrail (a.s.)’in önünde diz çöküp, bütün duyu larını ve duygularını devreye sokarak öğrenmesinden almalıyız. 3. Bilginin hafızaya kodlanması. Allah (c.c.), Peygamberimize bilginin kaynağını bir anda göndermiyor, onu parçalara bölerek yavaş yavaş gönderiyordu. Bu da insanın öğrenme sürecinde hafızasının bilgileri kısım kısım ve yavaş yavaş öğreneceğine işarettir. Eğitimciler olarak, dersi öğrencilerimize yavaş yavaş anlayacakları kadar göstermeliyiz. Öğrenci ise aldığı bilgileri tekrar ederek, unutmayacağı şekilde şifrelerle kaydetmelidir. Kur’an sureleri tamamlandığında, her Burhan 33 surenin ana teması o sureye isim olarak verilmiş, diğer bir ifadeyle şifrelendirilmiştir. Bu işlem hatırda tutulmasını ve hatırlamayı kolaylaştırmaktadır. ‘’Dersin miktarı az, tekrarı çok olursa, o ders daha kolay anlaşılır.’’ 4. Peygamberimiz eğitim çalışmalarının yapılacağı fiziki ortamları iki şekilde yapılandırıyordu: Birincisi: Herkesin eğitimini içine alan mescitlerdir. Burada: a) Mescit ler Allah’a karşı ibadetlerin talim yerini oluşturuyordu. Yani Peygamberimizin bir eğitimci olarak onların ibadetlerinin talimine yardımcı olduğu yer olarak anlaşılmalıdır. Kısacası talim ve terbiye yeri. b) Mescitler halkı bilgilendirme yeri olarak kullanılamıştır. Bu bilgilendirme; Yaşanılan beldenin durumu ve yönetimi hak34 kında ve Dış dünya ile ilgili ilişkiler hakkında yapılıyordu. c) Mescitler dini bilgilerin halka genel olarak verildiği ve onların problemlerinin dinlenildiği yer olmuştur. İkincisi: Akademik çalışmaların yapıldığı akıllı ve zeki insanların seçilerek yetiştirildiği yatılı üniversite olarak bilinen Ashab-ı Suffe’dir. Buradaki öğrencilerin kabiliyetlerine göre dersler veriliyordu. Öğrenciler burada yatılı ve yemekli olarak kalıyorlardı. Bunun en büyük yararı da öğrencilerin kendilerini ilme tam anlamıyla vermeleriydi. Bir başka yararı ise sürekli eğitim veren öğretmenleriyle birlikte bulunmalarıydı. Yani takıldıkları her şeyi anında öğretmenlerine sorabiliyorlardı. Bu öğrencilerin dışında kalan kesim ise mescit dışında öğrenmeleri gereken konuları buraya gelip sorarak öğrenirlerdi. Bu yüksekokul öğrencileri bir nevi öğretmen ile halk arasında bir köprü vazifesi de yapıyorlardı. Bizler de neslimizi eğitmede O (s.a.v.)’nun yol göstericiliğine muhtaç olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalıyız. Burhan Nâ’t-ı Şerif Arş'ın kubbelerine, adı nûrla yazılan, İsmi; semâda ''Ahmed'', yerde ''Muhammed'' olan, Yedi katlı göklerde, Hâk Cemâli'ni bulan, Evvel-Âhir yolcusu, Yâ Hazreti Muhammed. Sağnak nûr yağmurları, inerken yedi kattan, O gece, Sendin gelen, ezel kadar uzaktan, Melekler, her zerreye, müjde verirken Hâkk'tan; O gece, Sendin gelen, Yâ Hazreti Muhammed. Sabır doruklarında, beşerin en yücesi, Senin Cennet mekânın, fakirlerin hânesi, Gönüller hazinesi, Yâ Hazreti Muhammed. Câhiliye devrini, kapatan, ulu Sultan, efaatin, Allah'a yalvaran kolu Sultan, Rabb'imin, en sevgili, en yakın kulu Sultan, Melekler Sana hayran, Yâ Hazreti Muhammed. Güneşler, o gecenin, nûruna secd ederken, Yıldızlar, meşk içinde, kâinat vecd ederken, Bütün hamd ü senâlar, Yüce Rabb'e giderken, O gece sendin gelen, Yâ Hazreti Muhammed. Sana şâhid, sonsuzlar, ezelden beri her an, Sana şâhid, âyetler, her zerre ve her mekân, Senden uzak kalmaya, nasıl dayanır ki can? Sen, her canda Cânânsın, Yâ Hazreti Muhammed. Kâbe'de şirk taşları, putlar yere dönerken, Cehâlet bayrakları, birer birer inerken, Bin yıllık, küfr ateşi, ebediyyen sönerken, O gece, Sendin gelen, Yâ Hazreti Muhammed. Mîraç gecesi, bir bir, açılıyorken gökler, Seni selamlıyorken, her katta peygamberler, Öyle bir an geldi ki; durdu bütün melekler, Hâkk' a yalnız yürüdün, Yâ Hazreti Muhammed. O gece, Sâve Gölü, mûcizeyle kururken, Kisra Saraylarında, sütunlar savrulurken, Arz'dan Arş'a , Âlemler, rahmetini bulurken, O gece, Sendin gelen, Yâ Hazreti Muhammed. Gönül gözü görmeyen, can gözünü neylesin, Dünya'da dönmeyen dil, mahşerde ne söylesin, Allah, bütün beşeri, ümmetinden eylesin, Sancağının altında, Yâ Hazreti Muhammed. Sen ki; doğum kundağı, ak bulutla örülen, Doğar doğmaz, Allah'a secde emri verilen, Alnında, âlemlere rahmet tâcı görülen, Kâinat Efendisi, Yâ Hazreti Muhammed. Hâkk ile, kul vuslatı, o îlahi düğünde, Hiç kimseden kimseye, fayda olmayan günde, Hasatları, has tartan, o terazi önünde, Noksanları bağışlat, Yâ Hazreti Muhammed. Sen ki; asâletine, ezelden hükmedilen, Tertemiz rahimlerle, lekesiz soydan gelen, Beşeri şüpheleri, Kur'ân ilmîyle silen, Seçilen sevgilisin, Yâ Hazreti Muhammed. Bu îman meş'alesi, hiç sönmeden yanacak, Ümmetin, Seni her an, mahşere dek anacak, Gönül tortularımız, nûr'unla paklanacak, Andımıza şâhid ol, Yâ Hazreti Muhammed. Sen ki; büyük yargıda, şefaat müjdecisi, Bunca âciz beşerin, Mahşer günü bekçisi, Sen ki; Kur'ân şâhidi, Allah'ın son elçisi, Kurtuluş habercisi, Yâ Hazreti Muhammed. Biliriz ki; hükmü yok, bu dünya nîmetinin, Gönüldür sermayesi, âhiret servetinin, Sana, Salât ve Selâm, gönderen ümmetinin, Cennetler şâhidi ol, Yâ Hazreti Muhammed Sen ki; Âdem neslini, uçurumdan döndüren, Zulüm sancılarını, şefkâtiyle dindiren, İnkâr yangınlarını, irfânıyla söndüren, Âlimlerin sultanı, Yâ Hazreti Muhammed. Sen ki; güzel huyların, ahlâkın meş'alesi, Burhan (SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM) Cengiz NUMANOĞLU 35 Otuzbir Halil Atik Arz-ı Hâl Hayat, hayat avuçlarında... Dua’nda bir hayat... O hayattı işte olmak istediğim... Aradığımı bulmuşluğun bir sevinci vardı yüreğimde ama bulmuşluğun kaybetme korkusu da yakar kavurur beni derinlerde... Güller bahçesinin efendisiydin sen. Bense o bahçede bir toprak zerresi olmak için bile nelerimi vermezdim ki. Ömürler yaşandı dizinin ucunda. Bizse ayrılığı yaşıyoruz sensiz uzaklarda. Yanıyor içimiz. Rüyalarda biçare seni arıyor gözlerimiz. Hasrete el sallayan bir çocuk misali ürkektir yüreğimiz. Olmaz yapamaz âşıklar sensiz. Ne olur yalnızlığımızda boğulurken bir el uzansın yüreğimize. Alsın bizi buralardan. Asrın bu en bunalımlı zamanında silsin gözyaşımızı sevdana sevdamızı ulaştıran melekler. solmuş bir şekilde. Oysa ismin geçti mi gönüllerimizde bir düğüm işlemeydi sözlerimize. Kelimeler çıkamamalıydı dilimizden. Öyle içten yutkunmalıydık ki gözlerimiz dolmalıydı. Bir damlada olsa sevdana dair yaş akmalıydı ravzana doğru... Bilir misin sevgili bir yanım hep yetimdir ardında. Kimse anlamaz ve bilmez o yetim yanımı. Bir bebek masumluğunda bekliyorum gelip yetim yanımı okşamanı. Gözlerimi yollarında bıraktım ben sevgili. Yüreğimi duanda bıraktım. Gözyaşlarımı biriktirdim sermayem olarak. Ardından güllerin resmini çizdim yüreğine dermek için. Kendime zorları seçtim seni en iyi anlamak için... Çare olsun dertlerimize 'Sen'in kokunu taşıyan güller... Bilir misin sevgili sen olunca yolun sonunda acılar bile tebessüm verir insana. Yeter ki sen ol. Dikenler gül kokusu salar yüreğime... Yeter ki sen ol ateşler serinlik verir hasretine... Yeter ki sen ol ölüm cennet gelir gözlerime... Sensiz güneşlere sabahladık hep. Güneş hasret oldu yaktı bizi. Mutlu olduğumuzu sanırken ayrılığın hüzün mevsimlerine savurdu bizi. imdi ise yaşıyoruz yalanlarla birlikte. Gerçeği unutmuş ve Çöl yollarında sana gelmek istiyorum Veysel Karani misali ama bulamamaktan korkuyorum seni.Karanlık gecelerime sevdanla ışık tutuyorum.Her bir yıldızda sana varacak günlerimi 36 Burhan sayıyorum.Sonra bükülüyor boynum.Günahlarım dağ kadar acaba varacak mı sana sonum?... Bir çaresizliğin ifadesi olarak kalkar ellerim semaya doğru. 'Ey Rabbim günahım çok. Kapına gelecek yüzüm yok biliyorum. Bir umut biriktirdim yüreğimde sadece. Sen 'Gel' dedin Rabbim... Geldim... EN Sevgili`den ayrı koyma yolumu, bu hicranı yaşatma bana. Ne kadar çok olsa da günahım rahmetinle göster Onu bana... Onun aşkından katreler sun yüreğime... Bu yolda gelecek cefayı vefa bildir yüreğime... Ey Rabbim rahmet yaşlarını nasip et gözlerime... Ve bu yaşlarla bir damla olmayı nasip et En Sevgilinin yüreğinde... Titrer sesim tercüman olamaz yüreğime... Gözlerim dalar gider Sen’li mevsimlere... Medine’nde yanan ışık... Ve yüreğime hasret sunan Mescid-i Nebevi`n...Sabah ezanında Bilal-i Habeşi’nin sesi... Bir âşık sararken seni yüreğine yüreğimde yankılanır nefesi. Kandıramazdı bizi Sen’siz günlerimizin yalancı neşesi... Bir gül koklasam haber verir sensizliği hasret koklatır yüreğime... Bir volkan olsam olur mu ateşinle yandığımın göstergesi?... Güller bahçesinin en güzel gülü Sen Âşıklar diyarının en yücesi Sen. Âlemin yaratılış sebebi Sen... Gönlüme hasretle sevdanı yaşatan Sen... Gecelerde gözleri yaşartan Sen... Bir umut olup, tutup elimizden yarınlara kaldıran Sen... Duanı mahşere saklayan Sen... Ümmetim deyip gecelerce ağlayan Sen... Açlıktan göğsüne taş bağlayan Sen... Hasırlarda sabahlayan Sen... Rabbe en güzel dönüş Sen... Son nefesinde dahi ümmetim diyen Sen... Sevdanın adı Sen, Gözlerin aradığı Sen, Bülbüllerin nağmesi Sen, gecelerin sabahı Sen... Gönüllerin refahı Sen... VE ölümün ardında saklanan en gizli sır Sen... Öğrendim dertlerde cennet bulmayı Sen’le... Öğrendim acılara tebessümü... VE öğrendim ölümle dirilmeyi... Sen olmayınca güllerde hasreti kokluyorum... Bilir misin Ey Sevgili sana ulaşmak için geceleri yastık altımda ölüm saklıyorum... Burhan 37 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL Osmanlı Devleti’nde Peygamberimize Hürmet Osmanlı padişahları eyhülislamlardan aldığı fetvalar ile devlet işlerinin yoğunluğu, asayişin ve güvenliğin sağlanabilmesi gibi gerekçelerle hac görevini yapamamışlardır. Bu yüzden olsa gerek eksikliklerini telafi etmek için Peygamberimizin mirasına, Kâbe’ye Haremeyn bölgesine çok büyük hürmet ve hizmetler sunmuşlardır. Mısır seferinden sonra padişahlar kendilerini, Hadimü’l Haremeyn (Kâbe’nin Hizmetkârı) olarak adlandırmışlardır. değişmem” öbür yandan Yavuz O’ndan ümmetine yadigâr kalan paha biçilmez “Mukaddes Emanetleri” İstanbul’a Topkapı Sarayına getirip Hırka-i Saadet Dairesine koymakla bizi şereflerin en yücesiyle şereflendirmiştir. Yavuz Hırka-i Saadet Dairesi önünde kırk hafıza 24 saat nöbetleşe Kur’an-ı Kerim tilavet ettirmiştir. Ayrıca Yavuz Harameyn’e Fatih döneminde ganimet malından tahsis edilen dokuz bin altını iki yüz bin altına çıkarmıştır. Devlet-i Aliye-i Muhammediye; Osmanlı Devleti için kullanılan isimlerden birisidir. Osmanlı Devleti, askerine Peygamberimizin adını vermiş, “Mehmetçik” demiştir. Yine son dönemde kurulan ordulardan birisine de O’nun adını vermiştir; Asakir-i Mansure-i Muhammediye. (Muhammed’in cesur askerleri) Bu temel örnek ler Peygamberimize olan bağlılığın ne kadar üst düzey de olduğunu göstermektedir. Bunların yanında padişahların kendilerine has özel uygulamaları ile de peygamber sevgisi hakkında bilgiler ediniyoruz. • Cihan hükümdarı Kanuni’nin Efendimize muhabbet ve bağlılığı da dedelerinden aşağı kalır değildir. Öyle ki Kanuni’nin rüyasında Peygamberimizi gördüğü ve kendisine şöyle dediği rivayet edilir.”Belgrat, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin; sonra da benim şehrimi imar edesin” tabii Kanuni de hemen Haremeyn’i imar ve ıslah etmiştir. Hatta oğlu 2. Selim’e servetiyle hacılar için su getirecek bir vakıf dahi kurulmasını vasiyet etmiştir. • Sultan 2. Murat mirasının büyük çoğunluğunu Mekke ve Medine’de ki fukaraya bağışlamış Kâbe ve Mescid-i Aksa’da okunmak üzere 70 bin Kelime-i Tevhidi ve Hatm-i erifin okunması için vakıflara para aktarmıştır. • Fatih Sultan Mehmet’in Peygamber Sevgisi O, İstanbul’u fethederek Peygamberimizin büyük müjdesine ulaşmıştı zaten. 2. Mehmet’in İstanbul’u fetih hazırlıklarından biriside dedesi Yıldırım Beyazıt’ın yaptırmış olduğu Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarını yaptırmasıdır. Yaptırdığı bu Rumeli Hisarı’nın mimari olarak görüntüsü Arapça Muhammed yazısı şeklindedir. İlginç ama önemli bir ayrıntı. • “Biz, mukaddes yerlerin hâkimi değil hadimiyiz” diyen Yavuz, buraların Osmanlıların hâkimiyetine gönül rızası ile girmesinden duyduğu memnuniyeti şöyle ifade edecektir. “Bundan duyduğum mutluluğu bütün dünyanın padişahlığına 38 • 3. Mehmet Eğri Seferi’ne giderken Hırka-i Saadeti de yanına almıştır. Savaş devam ederken orduda bir ara bozgun belirtileri ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine Vakanüvis Hoca Saadeddin Efendi padişaha Hırka-i erifi giymesini tavsiye etmiştir. Aşka gelen Mehmetçiklerle zafere ulaşılmıştır. • Yıldırım Beyazıd döneminden itibaren bütün Osmanlı padişahları Hicaz’a ayrı bir önem vermişler, her yıl o topraklara “Sure Alayı” göndermişlerdir. Bu birlikler Hac mevsiminde bizzat padişahlar tarafından İstanbul2dan uğurlanırlardı. Kutsal topraklara giden bu kervan, Mekke ve Medine de ki Müslümanlara hediyeler götürmekle görevliydi. Bu kervanın getireceği en büyük hediye şüphesiz ki yeni Kâbe örtüsüydü. Eski Kâbe örtüsü ise geri getirilerek, İstanbul’daki camilere paylaştırılıyordu. • Sultan 1. Ahmet’in, DİLLERE DESTAN SEVGİSİ İSE baş tacı edilmeye değer cinsten bir örnektir. Sultan Ahmet, sarığına taktırdığı sorgucun içine peygamberimizin ayak izinin resmini koyBurhan durmuştur. Ayrıca Sultan Ahmet, babası 3. Mehmet’ten kalma 50 bin sikke ve üzerinde 227 elmas bulunan bir yüzüğü Kâbe’nin tamiri için bağışlamıştır. • Sultan 4. Murat Kâbe’yi tamir ettirmiş, Beyti Mükerremin 11. banisi (Kâbe’nin 11. inşasını yapan) ünvanını almıştır. • Bir Sevgi Sembolü Nakibu’l Eşraflık Ecdadımız peygamberimize olan hürmetin yüzyıllar boyu bir görev aşkıyla devam ettirmiştir. Kurmuş olduğu müesseselerle de bunu kurumsallaştırmıştır. Peygamberimizin soyuna mensup Seyyid( Hz. Hüseyin) ve erif( HZ. Hasan) koluna mensup olanların şecerelerini tutmak, hizmetlerini yapmak için Nakibu’l eşraflık kurumunu oluşturmuştur. Bu kurumun başına getirilen kişiler o kadar saygı ve itibar görmüşlerdir ki; padişahların cülus yani tahta çıkma törenlerinde padişahlara eyhülislam ile birlikte “Kılıç Kuşandırma” vazifesini yerine getirmişlerdi. Devlet törenlerinde Seyyidlerin ve onların başı kabul edilen Nakibu’l eşrafların yer alması, ayrı bir hürmet ve tazimin tezahürüdür. Birçok Osmanlı padişahına, peygamber neslinden olmaları ve büyük kabul edilmeleri sebebiyle ilk biatı Nakibu’l eşraflar yapmışlardır. • Sultan Abdülaziz’in Medine-i Münevvere’den gelen bir dilekçe kendisine uzatıldığında hasta yatağından fırlayarak söylediği şu ibretli söz, ecdadımızın kutsal topraklara duyduğu engin hürmeti ifadesi bakımından mükemmel bir numunedir.” Haremeyn’den Allah Resulünün komşularından gelen talepler, yatarak, edebe aykırı halde dinlenemez!” Ayrıca Abdülaziz, Medine-i Münevvere postasının her gelişinde abdest tazeleyerek “Bunlarda Medine-i Münevvere’nin tozu var” dedikten sonra öpüp alnına götürmüştür. • 2. Abdulhamid’in Hassasiyeti Hicaz demiryolu projesi ile İslam ülkelerini bir arada tutma projesini uygulamaya çalışan padişah İstanbul ile Mekke arasında demiryolu ağını kurmayı başarmıştır. Abdulhamid inşaatın Medine’ye yaklaşması sırasında rayların keçelerle sarılması emrini vermiştir. Akıllara durgunluk veren bu emirde maksat Peygamberimizin maneviyatının rahatsız edilmemesidir. • Murat Hüdavendigarın 1385 tarihli vergi muafiyeti beratı, ilk zamanlardan itibaren Seyyid ve eriflere gösterilen saygının en net ifadesi olsa gerek. Ayrıca Yıldırım Beyazıt’ın kızını Emir Buhariye, Osmanlı veziri İshak Paşa’nın ise seyyid Ali Natta’ya vermesi peygamber soyundan olanlara verilen değerin bir başka ifadesidir. 2. murat seyyidlere duyduğu saygı ve onlara verdiği önemin bir göstergesi olarak her yıl oturduğu şehirde bulunan seyyidlere 10 bin filori altın paylaştırıyordu. Seyyidlere yeşil sarık sardırılması, halkın seyyid olanları bilip saygı ve sevgi göstermelerine, tazim ve hürmetin gerçekleşmesine bir vesile olmuştur. • Padişah Abdulhamid’in peygamberimize hürmetine bir örnek daha vermek gerekirse bugünlerde güncelliğini hala koruyan bir durumla ilgili olabilir. fransa da “Muhammed” isimli peygamberimizi alaycı bir ifadeyle anlatan bir tiyatro eseri oynatılmak istenir. O yıllar Osmanlı Devleti için oldukça zor dönemlerdir. Devletlerarasında Denge Politikası uygulamaya çalışan Abdulhamid bütün hassas dengelere rağmen olaya müdahale eder. Ve derhal Fransa’ya ültimatom verir. Tiyatronun oynatılması durumunda tüm İslam âleminin Cihad ilan edeceğini bildirir. Ve tiyatronun sahnelenmesine mani olur. İngiltere de teşebbüslerde bulunduysa da o tiyatro orada da sahnelenemez. İşte devletin en zor zamanlarında bile padişah Abdulhamid peygamberimize yönelik saldırıları anında susturmasını bilmiştir. • 2. Mahmut O’na olan sevgisinin bir alameti olarak HZ. Peygamberin Kabr-i erifi üzerindeki Yeşil Kubbeyi(Kubbetü’l Hadra) yaptırmıştır. Ayrıca 1820’de patlak veren Vehhabi İsyanında yıkılan bütün eserleri yeniden inşa ettirmiştir. Bu münasebetle, Hücre-i Saadet’e hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği şiir, onun Rasulullah’a hürmet ve muhabbetinin bir vesikası olarak kayıtlara geçmiştir. • Bu millet asırlar boyu Peygamberimize hürmet vesilesiyle çocuklarına en fazla O’nun isimlerini vermiştir. Ahmet, Mehmet, Muhammet, Mustafa isimlerinin sayısal çoğunluğu yapılan nüfus istatistikleri ile ve Osmanlı Arşiv belgeleriyle ortaya konmaktadır. Selam olsun Ahmetlere, Mehmetlere, Mustafalara. Ne mutlu O’nun ismini taşıyıp O’na layık ümmet olanlara Burhan 39 Kırk Hadis-i Şerîf "Ümmetimin din işlerinde faydalı kırk hadis ezberleyen, âlimlerle haşr olur." [Taberani] 10. Es-semâhu rabâ'hun ve'lusru şu'mun Müsâmahakârlık kazançlıdır, güçleştirmek ise uğursuzluktur. "Ümmetime iletmek üzere kırk hadis ezberleyene şefaat ederim." [İbni Adiy] 11. En-nedemü tevbetün Pişmanlık, tövbedir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 376, 423, 1. El-Kur'ânü hüve'd-devaü Kur'ân, sırf devâdır. 433) 12. El-bezâu mine'l cefâi 2. Ra'sü'l-akli ba'de'l-îmâni bi'llâhi't-teveddüdü ile'n-nâsi Aklın gereği, Allah'a imandan sonra, O'nun için sevmek, sevilmek ve insanlarla dost geçinmektir. (Mecmeu'z-Zevâid, 8/17; Biraz farkla, Beyhakî, Sünen, 10/109; Taberanî, el-Mu'cemü's-Sağîr, 2/21) Ağız bozukluğu (küfürbazlık), kabalıktandır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 501) 13. Men ğaşşenê feleyse minnâ Bizi aldatan bizden değildir. (Ahmed b. Hanbel, Müs- ned, 2/50) 3. El-emânetü gınen Güven, zenginliktir. 4. Ed-dînu en-nasîhatü Din, nasihattir. (Buhârî, Sahîh, 1, 20) 5. El-idetü atıyyetün. Vaat edilen, verilmelidir. (Ebû Nu'aym) 6. El-cemâatü rahmetün, ve'l-firkatü azâbün. Cemâat, rahmettir; ayrılık azâbtır. 14. El-müsteşârü mü'temenün Mü'min kendisiyle istişâre edilen, güvenilir kimsedir. (Buhârî, el-Edeb'ül-Müfred) 15. El-hayrü âdetün ve'ş-şerrü lecâcetün Hayır, alışılmış bir davranıştır; şer ise, inatçılıktır. 16. El-hasebü'l-mâlü ve'l-keramü't-takvâ İnsanın değeri malı ile; âlicenablığı ise, takvâsı iledir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned) 7. Er-rifku re'sü'l-hikmeti Yumuşak davranma (rıfk), hikmetin başıdır. 17. Evvelü mâ yûdau fi'l-mîzâni el huluku'l-hasenü Kıyamet günü mîzana ilk konulacak olan (Buhârî) şey güzel ahlaktır. (Taberâni, el-Mu'cemü'l- Kebîr, 24/253) 8. El'a'mâlü bi'n-niyât Ameller niyetlere göre değerlendirilir. (Ahmed 18. İnne'd-dâlle ale'l-hayri ke-fâılihî Hayırlı bir işe vesile olan, onu yapan gibi- b. Hanbel, Müsned, 1, 25, 43) dir. (Tirmizî, İlim, 14) 9. El-mecâlisü bi'l-emâneti Meclislerde konuşulanlar, emânet hükmündedir. (Ebû Dâvûd, Sünen, 4, 369) 19. Lâ tüksiru-d-dahıke fe-inne kesrete'd-dahıki tümîtü'l-kalbe Çok gülmeyiniz! Zira çok gülmek kalbi öldürür. (İbn Mace, Zühd, 19) 40 Burhan 20. Es-sadakatü tutfiü'l-hatîete kemâ yutfiü'lmaü'n-nâre Su nasıl ateşi söndürüyorsa sadaka da hataları öyle siler süpürür. (Tirmizi, İman, 8, İbn Mace, Zühd, 22) 21. erafü'l mü'mini kıyâmü'l-leyli ve ızzühü istiğ- 28. Niyetü'l mü'mini eblegu min amelihi Mü'minin niyeti, amelinden daha etkilidir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned) 29. Es'salatü nûru'l mü'min. Namaz, mü'minin nûrudur. (Buhârî) nâühû ani'n-nâs Mü'minin şeref ve itibarı, gecelerini ibadetle geçirmesinde; izzet ve haysiyeti de, gönül tokluğu içinde bulunup insanlara el açmamasındadır. (Müstedrek, 4/360) 22. Men ehlesa lillahi erbaîne sabâhan zaherat yenabîu'l-hikmeti min kalbihî alâ lisanihî Kim sadece Allah rızası mülahazasıyla kırk 30. Matlu'l ganiyyi zulmün ve mes'eletü'l ganiyyi nârün Zenginin, vâdeli borcunu vaktinde ödememesi zulüm; varlıklı kimsenin dilenmesi ise ateştir. (Ahmed b. Hanbel) 31. Er-rifku re'sü'l-hikmeti Yumuşak davranma (rıfk), hikmetin başıdır. (Buhârî) gün sabah namazını (cemaatle) kılarsa kalbinden lisanına hikmet pırlantaları akmaya başlar. (Müsnedüş- ihab, 1/285) 32. Kelimetü'l hikmeti dâlletü külli hakimîn Hikmetli söz, hikmet arayan herkesin yitiğidir. (Buhârî) 23. El-hamrü ümmü'l-habaisi İçki, bütün kötülüklerin anasıdır. (Nesâi, Sünen, 8,315) 24. İnnemâ mevdıu's-salâti mine'd-dîni kemev- 33. El-Birrû hüsnû'l-hulki İyilik, ahlâk güzelliğidir. (Nesâî, Sünen) 34. Es-selâmu kable'l kelâmi Selâm, kelâmdan öncedir. dıı'r-re'si mine'l-cesedi Bedende başın yeri ne ise, dinde namazın yeri de odur. (El-Mu'cemü'l-Evsat, 2/383; Mecmeu'z-Zevaid, /292) 25. El-emânetü tecurru'r-rızka ve'l hiyanetü tecurrü'l-fakre Doğruluk, rızkı; hıyanet de, fukaralığı çeker. 35. Husnu's suâli nisfu'l-ilmi Güzel soru, ilmin yarısıdır. 36. Milâkü'd-dîni'l-verau Dînin özü, günâh ihtimâli olan şeylerden sakınmaktır. (Ebû Nu'aym) 37. Keramü'l-kitâbi hatmühû Yazının îtibârı, mührüdür. (imzâsıdır) 26. El-kanaatü malün la yenfedü Kanâat, tükenmez bir sermayedir. 27. Felâ yağrisu'l-muslimu ğarsen, feye'kulu minhu insânun velâ dabbetün velâ tayrun illâ kane lehû sadakaten ilâ yevmi'l-kıyameti 38. El-bereketü mea ekabiriküm Bereket, büyüklerinizle birlikteliktir. (Hâkim, elMüstedrek) 39. El-mer'ü alâ dîni halîlihî. Kişi arkadaşının dini üzeredir. Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan, insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen şey kıyamet gününe kadar o Müslüman için sadaka 40. Ed-duaü hüve'l ibadetü Duâ ibâdettir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned) olur. (Müslim, Müsâkât 10) Burhan 41 Otuzbir Söyleşi Gençlere Sorduk: 1-) Peygamber Efendimiz (s.a.v) hakkındaki duygu ve düşünceleriniz nelerdir? 2-) Peki toplum olarak onu ne kadar tanıyoruz. 3-) Toplum olarak yaşantısına ne kadar özeniyoruz. Erdem TAMER 1- Dini olarak ve yaşamı üzere örnek alınabilecek tek insan ve yaşama sebebimiz. 2- Bizim onu yeterince tanıdığımıza inanmıyorum, çünkü toplumdaki ahlaki ve dini eksiklikler ortada ve buda onu tam olarak tanımadığımızın net göstergesidir. 3- Elimizden geldiğince onun sünnetlerini yerine getirmeye çalışıyoruz. Biyoloji öğretmeni Said Nuri MAK Âdem HAFIZ 1- Kâinat ve kuranı kerim kitabının en güzel tercümanı, âlemin karanlığını boğan bir güneş. Küfür putlarını yerine tek bir yaratıcıya yönlendiren, haykıran insanların sevgilisi, Allahın en yakın dostu varlıkların yaratılış gayesidir. 2- İnsan ve kâinat kendisini okumak ve anlamak istiyorsa onu en iyi anlatan Kur’an-ı Kerim’in öğretmeni olan peygamberimizin verdiği en güzel ahlak ve sünnetlerini anlamalıdır. Onu anlayan anlattığı kitabı ve yaratıcısını anlar 42 1Tabiî ki o büyük zatı anlatmaya kelimeler yetmiyor. Ama kısacası şunu söylemek istiyorum bizim yaşama sebebimiz ve âlemlere rahmet pınarı. 2Onun adaletini hoş görüsünü şefkatini şuan ki İslam âlemi birazcık almış olsaydı aramızda birlik ve beraberlik olurdu. Maalesef o büyük zatın peşinden gidemiyoruz. Bu da bizlerin sefillik içinde yaşmamıza sebep oluyor. Burhan Muhammet DELİKANLI 1- ALLAH ondan ebediyen razı olsun ki bize önderlik yaptı ve bize Allahın en güzel dini olan İslamiyet’i bize tanıttı ve sevdirdi. Küçükken pek fazla tanımaz, sadece seviyor der geçerdim. Hayatını okuyup öğrendikten sonra artık adının söylendiği her yerde içim kıpır kıpır olur, heyecan ve feyiz duyarım. Onu anlatmaya kelimeler yetmez bütün güzelliklerden daha güzel. 2- Onu ismen tanımayan yoktur. Çünkü İslam devletinde yaşıyoruz. Ama kişilik ve yaşantısını pek bilmiyoruz. 3- Toplum olarak onun sünnetini ve güzel ahlakını uygulayan yok çünkü nefislerimize zor geliyor. Allah hepimizi onun ahlakı ile ahlaklandırsın ve onun yolunda ölmeyi nasip eylesin. Abdulkadir AKIN 1- Biz Müslümanların önderi İslam âleminin rehberi ve Allah’u telanın son peygamberi bizimde şefaatçimiz olan Hz Muhammed (s.a.v) gelmiş geçmiş en örnek ve en yüce insandır. 2- Gereğinden çok daha az 3- Peygamber Efendimizin yaşantısı Kur’an yoludur. Kur’an da geçen emir ve yasakları uyguladığımız takdirde onun yaşantısına yaklaşabiliriz. Ama sünnetlerini de yerine getirmek lazım. Yusuf SEZER 1- Kâinatın yaralatışına sebep olan, insanlığa en büyük örnek olan ve Kur’an onun mucizesi ve oda Kur’an-ı Kerim’in mucizesi (yani yürüyen Kur’an) 2- Toplum olarak sadece vaazlardan tanıyoruz. Hayatı hiç araştırılıp okunmadığı gibi okutulmuyor da. 3- Maalesef Peygamber Efendimize olan özentimiz fazla değil. Bunun nedeni şu olabilir, kişilerin imanı ile doğrudan alakalıdır. Onu sevmek ve tanımak Allah’a karşı kuvvetli bir iman doğurur. Unutmayalımki tanımayan sevemez. Melik YILDIZ 1- Allah’ın en sevgili kulu ve insanlara büyük ve güzel ahlak üzere gönderilmiş örnek bir kişiliktir. Kâinatın yaratılma sebebi, İslam’ın en büyük davetçisi ve rahmet peygamberi olarak dünyaya gelmiş ve görevini en iyi şekilde yapıp, o zamandan bu zamana sevgisi taşarak yayılmıştır. 2- Toplum olarak nerdeyse hayatının tamamını bilen amma uygulamada ise hiç bilmeyen hiç tanımayan bir toplum gibi yaşıyoruz. İsmail Efe DEMİRHAN 1- uana kadar onun gibi cesur, adaletli, cömert, iyiliksever, merhametli ve sabırlı bir kimse daha dünyaya gelmedi ve bundan sonrada gelmeyecek. Gelen hiç bir kişide 1500 sene boyunca hayırla yâd edilmedi. Tek kelime ile mükemmel bir insan ve kişilik idi. 2- Ahlaki bozukluk ve davranışımızdaki çirkinlikler sünneti seniyye’den ne kadar uzak olduğumuzu gözler önüne seriyor. 3- Sahabeler onun bastığı toprağa basmak için can atarken biz ise şuan meydana çıkan ünlüleri örnek alıyoruz. öyle düşünüyorum ki onun hayatını örnek almak ve yaşamak nefsimize ağır geliyor ama gafletten uyanmak gerekir. Burhan 43 Otuzbir Yol Kandilleri Ersan BİLGİN Bilâl-i Habeşî Bilâl b. Rebah (r.a.) Kabri erifi Hz. Peygamber'e (s.a.v.) ilk iman edenlerden için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. biri ve daha sonra Rasulullah (a.s) müezzin olan Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesil- sahabî. İslâm tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-î diği anda, Bilâl'i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, Habeşî, aslen Habeşlidir. sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: "Mu- İLK MÜMİNLERDEN hammed'e küfret; Lat ve Uzza'ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın." Bilâl (r.a), İslâm'ın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye Bilâl'in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü b. Halef'in kölesiydi. İslâm'ın ortaya çıktığı yıllarda yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında sa- bir çok kimse, soy ve soplarının yüksekliğine, şirk atlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve ka- sözler dökülürdü: "Allahu Ahad, Allahu Ahad", bîle taassubuna düşmüş, İslâm'a cephe almış ve Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler (İbn Sa'd, Tabakat, III, 232). de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah (r.a) İslâm davetine ilk icabet edenlerden biriydi. O, geçim için, makam ve mevki için başka ilâhlara sığınmazdı. O biliyordu ki hüküm Allah'a aittir, rızık Allah'a aittir. Öldürmek ve yaşatmak Al- DAYANILMAZ İKENCELER ve “ALLAH BİRDİR” NİDALARI lah'ın elindedir. Geçici dünyanın çıkarları için put ve tağutları tasdik etmek ve bu arada imandan bir cüz de Allah'a ayırmak iman için yeterli değildir. Tam ve kâmil anlamda hükmün, öldürmek ve dirilt- Ümeyye b. Halef, kölesi Bilâl'in müslüman ol- menin Allah'a ait olduğunu rızık verenin yalnız Allah duğunu anladıktan sonra, onu İslâm'dan çevirmek olduğunu, Allah'ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre 44 Burhan iman etmedikçe ve bu uğurda gelecek sıkıntı ve vandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın hisse veriyordu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 234). mümkün olmadığını biliyordu. Bilâl, rızık ve ölüm EZANLAR korkusu taşımıyordu. Yalnız Allah'tan korkuyor ve yalnız ondan ümid ediyordu. Bilâl, Resulullah (s.a.v.)'ın müezzini olarak taİşkence altında kıvranan Bilâl (r.a)'a rastgelen Varaka b. Nevfel; nınmaktadır. Ve sık sık ezanı Bilâl'e okuttururdu. Hatta sabah ezanındaki " " (Namaz uykudan hayırlıdır) ibaresini Bilâl ezana eklemiş Resulul- "Vallahi ey Bilâl, Allah birdir, Allah birdir. " der, lah "Bilâl, bu ne güzel söz!" diye onu tasvip sonra da müşriklere dönerek: "Siz onu bu yüzden etmişti. (Avnu'l-Ma'bud, erh Ebû Dâvud, III,185; İbn Mâce, Ezan, 1, 3,). öldürürseniz, biz onu, kendimize örnek alırız." derdi (İbnü'l-Esir, el-Kâmil Fi't-Târih, II, 66). Hz. Bilâl, Resulullah'ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke'de kendisine Bilâl'in efendileri olan Mekkeli müşrikler onu, her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye'yi çoluk çocuğun oyuncağı yapmışlardı, ona işkence görmüş ve şöyle bağırmıştı: "İşte küfrün başı!.." edenlerden biri de Ebu Cehil'di. Ama Bilâl'e yapılan Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslü- işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül manlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak iki- hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu derece sini de öldürmüşlerdi. Resul-u Ekrem Mekke'nin ağır işkencelere katlanabiliyordu. fethi ardından Kâbe'ye girerken has müezzini Hz. Bilâl'i yanlarında bulundurmuşlardı. İbn Ömer, bu Ümeyye b. Halef'in Bilâl'e yaptığı işkencelere vakayı şöyle nakleder ve der ki: çok üzülen Hz. Ebû Bekir (r.a) ona bu işkenceden vazgeçmesini söylemiş o da; "Onun ahlâkını bozan "Resul-u Ekrem, Mekke'nin fethi gününde, sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası Mekke'nin yüksek tarafından bir deve üzerinde değildir" demişti. Bunun üzerine Ebû Bekir es-Sıd- geldi. Üsame b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha da dık (r.a) ona şu cevabı vermişti: "Benim yanımda yanlarındaydılar. Resul-u Ekrem Kâbe içinde uzun senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. bir müddet kaldılar, sonra çıktılar. Arkasında mü- Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu minler içeri girmek için birbiriyle yarış etti. İlk giren bana ver." Ümeyye bu teklifi kabul edip öteki köleyi bendim. Bilâl, kapının arkasındaydı. Bilâl'e Resu- aldı ve Hz. Bilâl'i Hz. Ebû Bekir'e verdi. Başka bir ri- lullah'ın nerede namaz kıldıklarını sordum, yerini vayette Hz. Ebu Bekr'in onu yedi ukiyeye satın alıp gösterdi. Ne var ki Bilâl'e, Allah Resulunun kaç azat ettiği kaydedilir. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 232). rekat namaz kıldıklarını sormayı unuttum." (Buhârî, Meğâzî, 49). Hz. Ebubekir (r.a), Bilâl'i Resulullah'ın yanına götürüp azat etmiş ve Bilâl işkenceden kurtulmuştu. Resulullah, Mekke’nin Fethi sırasında Kâbe'yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle Bilâl daha sonra diğer ashab ile birlikte Medi- coşturmuştu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 234). ne'ye hicret etti. Orada Sa'd b. Hayseme'ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik BİLAL (r.a) AM’DA oluşturulunca Bilâl'e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has'amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü Resul-u Ekrem'in vefatı üzerine, ona karşı bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer dev- büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine'de kal- rinde am'da bulunduğu sırada maaş olarak di- maya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Burhan 45 Bilal-i Habeşi (r.a) Camii Ebu Bekir, Bilâl'e yanında kalması için ısrar ettiği etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamaya- halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: "Eğer sen beni rak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd'in bu üstün yanı Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gi- olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer deyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni ve diğer ashab Resulullah (s.a.v.) dönemini hatır- yanında alıkoy!" Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir layarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip şöyle demişti: "İstediğin yere git!..." Resulullah'ın hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl'in eza- vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. nını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi. Bilâl, am'a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye'de meydana gelen gazalara katıldı (İbn Sa'd, Tabakat III,238). BİLAL (r.a), MEDİNE YOLLARINDA Hz. Ebû Bekir'in vefatından sonra, Hz. Ömer Hz. Peygamber (s.a.v.)'in irtihâlinden sonra devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da Suriye'ye giden Bilâl, "Havlan" kasabasına yerleşti. katıldı. Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Fi- O burada huzur içinde yaşıyordu. Hz. Bilâl, Suri- listin'e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak ye'de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüya- Câbiye'ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Ku- sında Hz. Peygamber (s.a.v.)'i gördü. Resulullah düs'e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bu- ona, şöyle demişti: "Beni ziyaret etmeyecek lunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs'e girmişti. misin?" Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını ta- Hz. Ömer, burada, Resulullah'ın vefatından beri mamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine'ye gece ezan okumayan Bilâl'den ezan okumasını rica ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara'ya yü- 46 Burhan zünü sürerek, burada Resul-u Ekrem'le birlikte geçirdiği günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl'i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid'inde ezan okumuştu. Bilâl'in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah'ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber'in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine'ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün müslümanların Resul-u Ekrem'e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl'in sesi idi. Hz. Bilâl, hicretin yirminci yılında altmış yaşlarında iken vefat etti. Dımaşk'ın Bâbü's-Sağîr tarafına defnolundu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 238; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gabe, I, 209). Hz. Bilâl (r.a), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen "ah ne acı" dedikçe, Bilâl: "Oh! ne tatlı!." diyor ve ekliyordu: "Yarın sevgililerle, Muhammed (s.a.v.) ve arkadaşlarıyla buluşacağım." diyordu. Bilâl-i Habeşî, İslâm'ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl'in, ilk müslümanlardan olduğunu ve İslâm akîdesi uğrunda en büyük çileyi çekenlerden olduğunu, herkes bilir ve ona son derece sevgi ve hürmet beslerdi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem'e hizmetle geçirdi. O, Resulullah'ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah'dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber'in hazinedarlığını, Bilâl radıyallahu anh yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah'ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi. Hz. Bilâl'in doğruluk ve ahlâkı, İslâm'a bağlılığı bütün çağdaşları tarafından aynı derecede takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashab'ın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 238-239).(İkra’ Ansiklopedisi) Burhan 47 Otuzbir Fıkıh Mehmet TALU Doğum Kontrolü ? Tüp bebek ? Kaparo ? DOĞUM KONTROLÜ Soru: Gebeliği önlemek dinen caiz midir? Gebeliği önlemek için kullanılan sipiral ve diğer yöntemler caiz midir? Caiz olan önleme şekli var mıdır? (A. K) Cevab: Bismillâhirrahmanirrahim. Doğum kontrolü, İslâm'ın temel ilkelerine ve özüne aykırı olup, İslâm'la bağdaşmaz. Zaruret yoksa herhangi bir şekilde hamileliği önlemek caiz olmaz. Ancak kadının hamile kalmasının onun ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir doğumun memedeki çocuğa zarar vermesi durumu gibi zaruri hallerde tedbir alınabilir. Azil de, başka yöntem de caizdir. Ancak devamlı doğum kontrolü caiz olmaz. Doğum kontrolü, nüfusun azalmasına ve fuhşa teşvik eder. Doğum kontrolü uygulayarak, evlenmeyi, çocuk elde etme maksadının dışına 48 çıkaran çevrelerde, cinsî münasebetlerin çocuk yapma ve neslin devamı ile hemen hemen hiçbir ilgisinin kalmadığı, tamamen bir eğlence ve zevk meselesi haline getirildiği maalesef bir gerçektir. Bu durum, beşerî ahlakı son derece tahrip etmektedir. Mesela Batı'daki rakamlar çok korkunçtur. Doğum kontrolü teşviki sonucu evlenmeden önce gayr-ı meşru ilişkilerde bulunan erkeklerin sayısı % 27'den % 87'ye, kadınların ise % 7'den % 50'ye çıkmıştır. " Yine verilen bir başka bilgiye göre, 1956 yılında altı yüz kadın üzerinde yapılan incelemelerin sonucu şöyle: Her üç kadından biri henüz evlenmeden iffet ve kızlığını kaybetmektedir. Artık kadınlarda iffet denilen şeyden bir iz, bir eser kalmış mıdır? Ya şimdilerde (2008) ne hale geldi? Hele hele, ailelerin fakirlikten dolayı çocuktan kaçınmaları caiz olmaz. Rızık korkusu, basit bir iddiadır. ALLAH, milyonlarca canlının rızkını vermektedir. O, Halik ve Rezzak'tır. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Fakirlik, açlık korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onların da, sizin de rızkını biz Burhan veriyoruz. Hiç şüphe yokki onları öldürmek çok büyük bir günahtır."1 Doğan her çocuk rızkını da beraberinde getirmektedir. Çünkü yeryüzündeki her canlının rızkını ALLAH Teâlâ vermektedir. "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı ALLAH Teâlâ'ya ait olmasın."2 Abdullah b. Mes'ud (R.A.) şöyle anlatıyor: Resûlullah (S.A.V.) Efendimize sordum: - ALLAH katında hangi günah daha büyüktür? Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Seni yarattığı halde ALLAH Teâlâ'ya denk, ortak ve benzer koşman" buyurdu. - Bu, gerçekten büyük bir günahtır. Sonra hangisi? dedim. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Seninle beraber oturup hazırlanan yemekleri yer korkusuyla çocuğunu öldürmen." buyurdular. - Sonra hangisi? Dedim. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Komşunun karısıyla zina etmen" buyurdu.3 Makina, gübreleme, sulama, bilgi ve tecrübe gibi yeni unsurların ziraate dahil edilmesi, ziraî istihsali dünya genelinde öyle artırmıştır ki, bu, nüfus artışından çok öndedir. Gelecekte bitki genlerine yapılan müdahale, ev ziraati gibi şimdiden ufukta görülen gelişmeler gıda sıkıntısı diye bir tehlikenin yeryüzüne hiçbir zaman gelmeyeceğini göstermektedir. Afrika gibi dünyanın bazı yerlerinde görülen açlık ve sefalet, oralardaki Avrupa sömürüsünün eseridir, tabii bir hâdise değildir. Avrupalılar gittikleri memleketlerin iktisadî düzenlerini sistematik olarak bozarak yerli halkı, bir daha kendilerine karşı müessir şekilde baş kaldıramayacak hale getirmişlerdir. Oradan ayrılsalar bile sömürü sistemlerini kendi menfaatlerini devam ettirerek satın Burhan alınmış aydınlarla yürütüp, ayakta tutmaktalar; ticarî şirketleri, işletmeleri ellerinde bırakmayarak daha merhametsiz bir sömürge tatbikatını devam ettirmektedirler. Kendi memleketlerinde bütün imkanlarıyla doğumu teşvik eden Batı, Batı dışındaki bütün memleketlerde siyasî, iktisadî ve askerî her çeşit güç ve baskı imkanlarını kullanarak doğum kontrolü uygulamasını yaptırmaktadırlar. Sonra umumiyetle iddia edildiği gibi, ülkelerin refah seviyesindeki artış hızı ile nüfus hızı arasında tersine bir ilgi yoktur. Bilakis iki mefhum arasında müsbete doğru bir ilgi görülmektedir. Bu açıdan gerek yurdumuzda, gerek dünyanın bazı yerlerinde zaman zaman görülen maddî sıkıntılar, tabii değildir, nüfus çokluğundan değildir. Sömürgecilerin oyunundan, adaletsiz idareden ileri gelmektedir. Ömer b. Abdilaziz'in üç yıllık adilâne idaresi sırasında Mısır gibi büyük bir İslâm dünyasında zekat kabul edecek insan kalmayacak şekilde refah ve bolluk hasıl olmuştur. 49 Maksad, İslâm ümmetinin sayısını azaltmaktır. İslâm dini, nüfus çokluğuna ehemmiyet verir. Hz. Aişe (R.Anha) validemizden rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki: "Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuz ile iftihar edeceğim. Kimin maddî imkanı varsa hemen evlensin. Kim maddî imkân bulamazsa, nafile oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehveti kırıcıdır."5 Ma'kıl b.Yesar (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Ey insanlar! Vedud yani çok seven ve velud yani çok doğuran kadınla evleniniz. Zira ben kıyamet günü diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim" buyurdular.6 İnsan, ALLAH Teâlâ’nın denge ve düzenine, açlık korkusuyla müdahale etmemeli, fıtri yapıyı, tabii cinsi yakınlaşma yolunu ve çocuk edinme nimetini kendine kapamamalıdır. Özellikle, kısırlaştırma kesinlikle düşünülmemelidir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Kadınlar sizin tarlanızdır, o halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın"4 buyurur. ALLAH, kadınları sadece hoşça vakit geçirmek için yaratmamıştır. Kadınla erkek arasındaki ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddidir. Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu ekmek ve ürün almak için gider. Aynı şekilde bir erkeğin de karısına çocuk üretmek amacıyla yaklaşması gereklidir. Bu, sünnettir ve çocuk, ailenin ve evlenmenin esas gayesidir. Doğum kontrolü diye günümüzde ortaya çıkan hâdiseyi İslâm açısından kabul etmek mümkün değildir. Bu hâdise esasen bizde dış baskılarla müesseseleştirilmiş, doğum kontrolüyle ilgili teşkilatlar, Amerikan yardımlarıyla finanse edilmiştir. 50 Doğum kontrolü çocuk yapmama yahut sınırlı ve belli sayıda az çocuk sahibi olma demek olduğuna göre; bu insanı, yalnız kendisini düşünen zevk ve sefasına düşkün ve netice olarak ahlaksızlığa sürükleyen bir yol olduğuna şüphe edilemez. Az çocuk yapma isteğinin yoksullarda değil, zengin ve orta gelirli sınıflar arasında görülmesi; kadının vaktini çocuğunun bakımına değil de sinemalarda, tiyatrolarda, balolarda, moda evlerinde ve nihayet gezip tozarak eğlence yerlerinde geçirmek isteyenler arasında görüldüğü inkâr edilemez bir gerçektir. Doğum kontrolü insanları yalnız kendi çıkarlarını düşünen bencilliğe sürükler. Geçim seviyelerinin düşeceği korkusuyla lokmalarını kendi öz varlıklarından kopmuş yavrularıyla dahi paylaşmak istemezler, onlar için gelir getirmeyen düşman demektir. Yavrularına şefkati olmayanların ihtiyar ana ve babalarına, yakınlarına, yetimlere, elden ayaktan düşmüş yoksullara merhametli olmaları imkânsızdır. Merhametsiz, şevkatsiz insanların İslâmın yüce ahlâkı olan fedakârlık, feragat, yardımlaşma, sorumluluk, insanları sevme duygularından uzaklaşmaları tabiî olacaktır. Bunlar doğum kontrolünün uygulandığı toplumlarda görülmüştür. Burhan Doğum kontrolü boşanmalara, birçok yuvaların yıkılmasına sebep olur. "Çocuksuz kadın, meyvesiz ağaca benzer" atasözü büyük bir gerçeğin ifadesidir. Evet çocuksuz kadın gerçekten meyvesiz ağaçtır. Meyvesiz ağacı kim sever? Çocuksuz ya da az çocukla karı koca arasındaki evlilik bağı, her gün biraz daha gevşer. Sonunda boşanmaya yol açar. Çocuk, karı kocayı biri birine bağlayan kuvvetli bir bağdır. Çocuksuz karı kocanın boşanmaları kolaydır. Boşanma nedenlerinin başında çocuksuzluk gelir. Boşanma davaları en çok çocuksuz evliler arasında görülmektedir. Gebeliği önleyici ilâç kullanan kadının güzelliği, huzuru yavaş yavaş söner. Sinirli ve huzursuz olur. Sinirlilik ve huzursuzluk eşler arasında soğuk luk türemesine sebep olur. Eşler birbirlerinden bıkar ve usanırlar, sevgileri azalmış, yerine soğukluk ve geçimsizlik gelmiştir. Artık eşler arasındaki eski dayanışma da kalmamıştır. En ufak ve sudan sebeplerle biribirlerini suçlamaya hazırdırlar. Boşanmak ve ayrılmaktan başka çıkar yol kalmamıştır. Öyle olur. Burhan Bu nedenle doğum kontrolünü uygulayan memleketlerde boşanmalar çoğalmaktadır. KAPARO Soru: Kaparo (Arabûn) almak caiz midir? (Furkan Aydın) Cevab: Bismillâhirrahmanirrahim. Memleketimizin örf ü adeti üzere bilindiği gibi, umumiyetle alım-satım muamelelerinde ve kira sözleşmelerinde yapılan akit uygulamaya konduğu takdirde ücret ve bedele mahsuben mal sahibine verilen meblağa kapora yani pey denilmektedir. Kaporalı akitlerde şu iki durum düşünülebilir: . a- Yapılan akdin uygulanmaya konması, yani müşteri veya kiracı akde konu olan şeyi bir müddet sonra gelip alması halinde kapora bedele mahsûb edilir, akdin uygulamaya konmaması yani vazgeçilmesi halinde ise kapora iade edilir. Bu, caizdir. b- Akdin uygulamaya konması halinde kapora, birinci durumda olduğu gibi bedele mahsûb 51 edilir, fakat akdin uygulamaya konmaması yâni vaz geçilmesi durumunda ise kapora iade edilmez, mal sahibine kalır. İşte bu durum batıldır, caiz değildir. Çünkü Amr b. uayb'ın dedesi Abdullah b. Amr b. el-As (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Ürban yani kaporalı satışı yasaklamiştır.”7 Urban satışı şöyledir: Kişinin bir köle veya cariyeyi satın alması veya bir hayvanı kiralaması, sonra da satan veya kiralayan kimseye: Sana şu kadar dirhem veya dinar veriyorum. u şartla ki, ben bu malı teslim alır veya senden kiraladığım hayvana binersem sana vermiş olduğum para, ma¬lın bedelinden veya hayvanın kirasından sayılacaktır. ayet malı almaktan veya hayvanı kiralamaktan vaz geçersem, sana önceden vermiş olduğum para senin olsun, demesidir.8 Böyle satışların caiz olmamasının sebebi: Çünkü böyle satışlarda aldanma vardır. Ayrıca en önemli bir husus ta: Bu gibi satışlar, şartlı bir satış olmaktadır. Çünkü alım-satım akdi yapılınca, mal alıcının olur. Halbuki kapora veren şahıs, malı gö52 türmezsem kaporam sana kalsın demekle, rızası olmadığı zaman malı satıcıya iade etmeyi şart koşmuş sayılır. Bu da, alım-satım akdinin kesinlik hükmüne aykırıdır. Bir de vaz geçilme halinde, mal sahibi kaporaya hiçbir karşılığı olma¬dan, haksız yere sahib olmaktadır. TÜP BEBEK Soru: Onbeş yıllık evliyiz. Çocuğumuz olmuyor. Çevremdeki insanlar tüp bebek yapın diyorlar. Tüp bebek caiz midir? (Cemal Yalçın) Cevab: Bismillahirrahmanirrahim. Evli bir erkek ve kadının çocuk sahibi olmaya çalışması hem vazgeçilmez bir hak, hem de bir zarurettir. Çünkü evliliğin en önemli gayelerinden birisi neslin devamıdır. Çocuk, Yüce ALLAH’ın kullarına bahşettiği bir nimettir. Bu hususta Kur’ânı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: "Göklerin ve yerin mülkü, Hükümranlığı ALLAH’ındır. O, dilediğini yaratır; dilediğine kız Burhan çocukları, dilediğine erkek çocukları verir.Yahut o çocukları erkekler,dişiler olmak üzere çift verir. Dilediği kimseyi de kısır yapar. üphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla gücü yetendir."9 Yüce ALLAH her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Sebeplere sarılmak, kader inancına ters düşmez. Bu yüzden kendisinin veya kocasının kısırlığı sebebiyle normal cinsel ilişki yoluyla çocuk sahibi olamayan bir kadının, çeşitli meşrû tedavi yollarına baş vurarak çocuk sahibi olması, en doğal hakkıdır. Bir takım rahatsızlıkları nedeniyle çocuk sahibi olamayan eşlerin, çocuk sahibi olabilmek için kullandıkları tekniklerden birisi de tüp bebek yöntemidir. Bu bir nevi sun’î döllenme yöntemi olup, kocanın spermi alınıp laboratuvar ortamında karısının yumurtasıyla döllendirilmesi, sonra da karısının rahmine konularak hamileliğe ve doğuma imkan hazırlanması suretiyle olur. vüz olur. Dinen asla caiz olmaz... 2- Döllenmiş olan yumurta, başka bir kadının rahminde değil, kendi rahminde yani yumurtanın sahibi olan eşin rahminde gelişecek. 3- Bu işlemin, gerek anne ve babanın, gerek doğacak çocuğun maddi, ruhi ve akli sağlığı üzerinde olumsuz bir etkisinin olmayacağı tıbben bilinecek. İşte bu şartlarla, normal yoldan gebe kalması ve anne olması mümkün olmayan evli hanımların, çeşitli tıbbi yollarla gebeliklerinin sağlanmasında, İslâmî hükümler açısından bir sakınca görülmemektedir . Fakat başka bir kadının yumurtası veya kocası dışında yabancı bir erkekten alınan sperm ile bir kadının gebeliğinin sağlanması, insanlık duygularını rencide etmesi ve zina unsurlarını taşıması Sun’î dölleme yöntemlerinden; kocanın spermi ile karısının yumurta hücresinin alınıp, laboratuvar ortamında döllendirilmesiyle oluşan embriyonun, yine karısının rahmine konulması veya kocanın spermi alınarak karısının rahim kanalına veya rahmine yerleştirilerek, dahilde bir döllenmenin gerçekleştirilmesi şeklinde yapılan tüp bebek uygulaması câizdir. Kadın veya erkekteki bir kusur sebebiyle, tabiî ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde; tüp bebek yapmakta İslam dini açısından bir sakınca bulunmamaktadır. Ancak tüp bebek uygulamasının caiz olabilmesi için: 1- Döllendirilecek yumurta ve sperm, her ikisi de nikâhlı eşlere ait olacak. Yani bunlardan herhangi biri yabancıya ait olmayacak. Çocuğu olmayan kadına bir başka kadından yumurta nakli caiz değildir. Sperm nakli de caiz değildir. Çünkü yumurta ve sperm nakli sonucu çocuk doğduğu zaman, birçok sorun da doğmaktadır. Babalık ve annelik sorunu asıl ana ve baba kim olacak? Bu, çocuğun psikolojisini bozar, miras konusu o çocuğun kimlerle evlenebileceği sorunu, akrabalık sorunu gibi birçok mesele doğar. Sonuçta o çocuk toplumda mutsuz olur. Bütün bunlar yumurta ve sperm nakli ile yapılacak çocuğun haklarına tecaBurhan nedeniyle kesinlikle caiz değildir, haramdır. Kocanın sperminin, nikahlısı olmayan bir kadının yumurtasıyla döllendirilmesi neticesinde oluşan embriyonun, karısının rahmine konulması veya yabancı bir erkeğin spermi kullanılarak yapılan döllendirme sonucu oluşan embriyonun, kadının rahmine konulması veya eşlerden alınan yumurta ve spermin laboratuvar ortamında döllenmesiyle oluşan embriyonun, hamile kalmaya gönüllü bir başka kadının rahmine konulması veya aralarında nikah bağı bulunmayan bir erkeğin spermi ile bir kadının yumurtasının laboratuvar ortamında döllendirilmesi ve embriyonun kadının rahmine konulması şeklindeki uygulamalar ise, neseplerin karışması, anneliğin zayi olması ve benzeri hukukî sakıncalara yol açmasına sebep olacağından kesinlikle câiz değildir. ...................................................................................................... 1 İsra Sûresi: 31 2 Hud Sûresi: 6 3 Buhari, Tefsir, Sûre: 2/35, Edeb: 20, Diyyat: 1, Hudud: 20, Tevhid: 40; Müslim, İman: 141-142; Ebu Davud, Talak: 50; Tirmizi, Tefsir, Sûre: 25 4 Bakara Sûresi: 223 5 İbn-i Mace, Nikah: 1; No:1846; 1/592 6 Ebu Davud, Nikah:4, No:2050; Nesaî, Nikah:11, 6/65-66 7 Ebû Davud, Buyu: 69; İbn-i Mace, Ticaret: 22; Muvatta, Buyu: 1 8 Adı geçen eserler, İbnu'1-Esir, en-Nihaye, 3/202. 9 ûrâ sûresi:49-50 53 Otuzbir Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Bir Kere Yaratan TEKRAR YARATMAYA Kurân-ı Kerîm'de öldükten sonra diriliş meselesinin aklen mümkün olduğu ispât edilirken ve bu husustaki şüphe ve itirazlara cevap verilirken, sık sık, bir şeyi bir kere yaratanın tekrar yaratmaya da kadir olduğu ifâde edilmiş, nazarlar insanların ilk yaratılışına çevrilerek, ilk yaratılışın düşünülmesi, böylece şüphelerin izale edilmesi yoluna gidilmiştir. "İlk yaratmayı kabul edenin ikinci yaratmayı inkâr etmesi veya ikinci yaratmadan şüphe içinde olması, bir çelişkidir. Çünkü hiç yoktan yaratmak, var olanı yok edip tekrar hayata döndürmekten daha zordur. Zoru kabul edip de, kolayın olmayacağını, olamayacağını ileri sürmek, akıllıca bir iddiâ değildir..."1 Bir âyette şöyle buyruluyor: "İnsan der ki, ben öldükten sonra diriltilip kabrimden dışarı mı çıkarılacak mışım!? İnsan daha önce hiç bir şey değilken kendisini yarattığımızı hatırlamıyor mu?" (Meryem, 70) Bu âyette öldükten sonra dirilmeyi aklına sığdıramayan insana karşı, insanın daha önceleri 54 KÂDİR’DİR varlık âleminde hiç yokken, zikrolunan, isminden bahsedilen bir şey değilken var edilmesine, ortaya çıkarılmasına dikkât çekilmiş, insanı bir kere yaratanın tekrar yaratmaya da kadir olduğu ifâde edilmiştir. Öldükten sonra yeniden dirilişi uzak görmek, pek çok insanda bulunduğu, nesiller boyu tekrar edile edile insan'ın bir şüphesi haline geldiği, adetâ insan tabiatından kaynaklanan bir hâdise olduğuiçin, âyette Kur'ân'ın indiği devirde bu itirazda bulunan Ebu Cehil veya Ubeyy b. Halef gibi inkârcılar veya topyekün bütün kâfirler veya inkârcılar ifâdesi yerine, cins ifâde eden insan tabiri kullanılmıştır. Nitekim âyetin muzarî kipiyle gelmesi de, bu istib'âdın dirilişi inkâr eden ve bu hususta şüphe edenler arasında devam ettiğine işâret etmektedir .2 İnsan tabirinde, insan olan insandan böyle bir inkârın beklenmediğine de işâret vardır. Çünkü Yüce Allah insanı aklî idrâk ile donatmıştır. Allah'ın kendisini daha önce hiç bir şey değilken yarattığını da unutmamıştır. Dolayısıyla onu tekrar iâde Burhan etmesi aslında uzak görülecek bir şey değildir. O halde asıl istib'âd edilecek (akıldan uzak görülecek) şey kâfirin bu istib'âdıdır... Çünkü ilk yaratılış böyleleri için daha acaiptir. Zira hiç yoktan, örneksiz bir şeyi icâd etmek, örneği bulunan bir şeyi icâd etmekten daha çok istib'âda şayandır. Bu yüzdendir ki, el-İnsan lafzı cevapta ikinci defâ tekrar edilerek âdeta şöyle denilmiştir: "Mislinin vukuu müşahede edilen ve unutulmamış olan bir şeyin vukuunu istib'âd etmek doğru değildir"3. Öldükten sonra tekrar dirilişin Allah için ne derece kolay olduğu, çok güzel ve vecîz bir şekilde ifâde edildiği için, bazı âlimler bu âyet hakkında şöyle demişlerdir: "Bütün insanlar dirilişe dâir bu kadar muhtasar bir hüccet getirmek için bir araya gelselerdi buna muvaffak olamazlardı..."4 İnsanı bir kere yaratanın onu tekrar yaratmaya da kadir olduğu hakikati daha pek çok âyette ifâde edilmiştir. Bir âyette "Dediler ki, biz kemik ve toprak yığını haline geldikten sonra, Burhan biz mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz?!" sorusuna, şöyle cevâp verilmiştir: "Deki ister taş olun ister demir, isterse (yeniden diriltilmesi) size büyük gelen başka bir varlık. Diyecekler ki, bizi kim tekrar iâde edecek? De ki, sizi ilk defâ yaratan!.." (İsrâ, 50-51)5 Böylece insanın yapısı ve maddesi her neden olsa da, hatta hiç bir hayat emaresi göstermeyen maddelerden yapılmış olsa dahi, Allah'ın onu tekrar yaratmaya kadir olduğu ifâde edilmiştir. Cenâb-ı Hak, "O yaratılışa başlayıp sonra iâde eder" (Yûnus, 4), "Başlayıp tekrar iâde eden O'dur" (Burûc, 13) gibi âyetlerde kendisini "mahlukâtı yaratmayı bidâyeten başlatan ve iâde eden" olarak tavsîf etmiş, bu işin kâinatta devamlı olarak tekrarlandığına işaret etmiştir. Gerçekten de bu iptida ve iâde (bir şeyi ilk olarak yaratmak ve sonra tekrar yaratmak) âdeta her şeyde cârî görünüyor. Gündüzden sonra gece geliyor, sonra gündüz tekrar iâde ediliyor. Güneş doğuyor, batıyor, sonra tekrar iâde olunuyor. Uyku ve uyanıklık arasında devamlı bir iâdeye tabi tutuluyoruz. Zerrelerden 55 galaksilere kadar her şey bir deveran ve devr-i dâim içinde... Bütün bunlar öldükten sonra da dirilişin bulunduğunu imâ ediyor...6 "...İnsanlar önlerinde olan, devamlı sûrette gördükleri şeylere alıştıkları, ülfet ettikleri için, onların mâverâsında gizli olan ince mânaları teemmül ve tefekkür etmezler. Bu yüzden Yüce Bir âyette de, Cenab-ı Hak, "De ki, sizin Allah'a şerîk koştuğunuz şeylerden mahlukatı bidâyeten yaratıp sonra tekrar iâde eden var mı?!" (Yûnus, 34) buyurarak, mahlukâtı bidâyeten yaratıp, sonra onları tekrar yaratmanın, yaratma ve diriltmenin ancak Allah'a ait sıfatlar olduğuna dikkat çekilmiştir. Allah, Peygamber'ine, insanları yeryüzünde gezip seyahat etmeye davet etmesini emrediyor ki, Allah'ın mahlukâtı nasıl yarattığını müşahede etsinler de böylece onların kaybolup gitmelerinden sonra tekrar yaratılıp iâde olunmalarının, ilk yaratılmalarından daha acaip olmadığına yakînen inansınlar. Cenab-ı Hak yer yüzünde gezip dolaşmayı emrediyor. Çünkü bu seyahat muhtelif Başka bir âyette ise şöyle buyruluyor: "Allah'ın, yaratmaya nasıl başlayıp sonra iâde ettiğini görmediler mi? Bu iş Allah için kolaydır. De ki, yeryüzünde gezip Allah'ın yaratmaya nasıl başladığına bakınız. Sonra Allah neş'e-i âhire'yi inşâ edecektir. Allah her şeye kâdirdir" (Ankebût, 19-20). bölgelerdeki dağlar, nehirler, harab olmuş yerler gibi pek çok şeylerin görülmesini sağlar... Böylece insan, daha önceden görmediği pek çok şeyler ve haller görür. Bütün bunları gördüğünde, daha önceden kendi beldesinde iken benzerlerini müşahede ettiğinde hatırından geçmediği halde o zaman, o mahlukâtın başlangıçta yok iken yaratılıp, ortaya çıkarılmaları hakkında, fikri Âyette yeryüzünde seyahat etmenin istenmesi hakkında İbn Aşûr şu izâhta bulunuyor: 56 cevelân edip tefekküre başlar. Çünkü çocukluk ve henüz tefekkür çağına ulaşmadığı dönemlerden Burhan beri, o mahlukât içinde yaşayıp büyüdüğü için, o varlıkları, delîller çıkarmadan görüp geçmeyi itiyât edinmiştir. Fakat gezip dolaşıp daha önce görmediği benzer şeyleri görünce, rûhunda istidlâl fikri harekete geçer"7. Gazali de, bu mevzuda şöyle diyor: "İlk yaratılış sonraki yaratılıştan daha hayret vericidir. Fakat neş'e-i ûlâ görülüp müşahede edilen mutâd bir şey olduğu için hayret zâil oluyor. Aslında insan daha önceden hiç görmediği, sebebini bilmediği bir şeye karşı hayret eder..."8 u âyette ise yeniden yaratmanın ilk yaratmadan daha kolay olduğunu ifâde edilerek şöyle buyuruyor: "O'dur ki, yaratmaya başlayıp sonra iâde ediyor ve bu (iâde) O'na daha kolaydır" (Rûm, 27). Bu âyet ifâde ediyor ki, sizin göre iâde iptidâdan daha kolaydır. Çünkü bir şeyi ilk defâ yapan zorlanır, tekrar yapınca kolay gelir Yani bu ifâde insanların akıllarının anlaması içindir. Çünkü Cenab-ı Hak için iptidâ, iâde, icâd ve idâm birdir. O'nun eşi, benzeri yoktur. Dolayısıyla, "bu O'na daha kolaydır" ifâdesi bir darb-ı meseldir gibidir...9 Razî, iâdenin insanlara nispetle daha kolay olduğunu şu misâlle izâh ediyor: Çeşitli taşları yontup onları yan yana dizen bir kimse, herhangi bir şey onları dağıttığında şöyle der: Benim için bu defâ onları yan yana dizmek daha da kolaydır. Çünkü taşlar yontulmuştur. Onlardaki bir tek alâmet yan yana yerleştirilmeleri için yeterlidir. İşte, "bu O'na daha kolaydır", "bu Allah için kolaydır" (Ankebût, 19) âyetleri, diriliş hakkında, böyle bir mânayı ifâde etmektedir .10 Cenab-ı Hak, yeniden yaratılışı akıllarına sığdıramayan insanlara kendisinin mahlukât gibi olmadığını, başka varlıklarla kıyaslanılmaması gerektiğini îmâ ederek şöyle diyor: "İlk yaratmada yorulduk mu!? Bilakis onlar yeniden yaratma hakkında bir bocalama içindeler" (Kâf, 15) Yani, "ilk defâ yaratmaktan âciz mi kaldık ki, ikinci yaratılış olan ba'sden de âciz kalalım!?"11 Başka âyetlerde de semâvat ve arzın yaratılmasından bahsettikten sonra bir defâsında, Burhan "bize hiç bir yorgunluk dokunmadı" (Kâf, 38), bir defâsında da, "onları yaratmakla yorulmadı" (Ahkâf, 33) buyurarak başkaları gibi olmadığını, kudretine hiç bir halel ve noksanlığın ârız olmadığını ifâde etmiş, bir şeyi yaratmak için sadece kün (ol!) demesi yeterli olan, semâvât ve arzı altı günde yaratan bir Zât'a, insanları tekrar iâde etmenin de ağır gelmeyeceğini bildirmiştir. Görüldüğü gibi bütün bu âyetlerde insanları yeniden yaratmanın Allah için çok kolay olduğu en güzel misâllerle izâh edilmiştir. Peygamber Efendimiz de, yeniden dirilişi inkâr etmenin ne derece akıl dışı bir şey olduğunu şöyle ifâde etmiştir: "İlk yaratılışı gördüğü halde sonraki yaratılışı inkâr edenin haline şaşılır!"12 "Aslında ikinci hayat için ilk delîlimiz birinci hayatımızdır. Çünkü, ikinci hayatı inkâr edenler, birincisini bedahetle kabul ediyorlar. Bir kere ortaya çıkmış olan bu hayatın tekrar gerçekleştirilerek iâde edilmesinden nasıl âciz kalınır!? Böyle bir şeyin ikinci defâ meydana gelmesi nasıl imkânsız sayılır!? İnsan aklı için bir hâdisenin şu anda olduğunu kabul edip de müstakbelde olacağını inkâr etmekten daha yanlış bir şey olamaz!! "13 Çünkü, geçmişteki bütün vukuât, gelecekteki imkânâtın şahitleridir. İnsanın yeniden yaratılması gibi, yeni bir kâinâtın, yeni bir âlemin inşâsı da Allah için kolaydır. Çünkü, varlığı mümkün olan bu âleme benzer diğer bir âlemin varlığı da mümkündür. Çünkü, misil olan iki şeyin hükmü birdir. Bu âlem mümkün olduğuna göre diğerinin de mümkün olduğuna hükmedilir. Güneşi, ayı, yıldızları ve gezegenleri yaratmaya kâdir olan Allah, cennet ve cehennemi yaratmaya da kadirdir14. ......................................................... *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır., 1. Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm'de Yaratma Kavramı, İnsan yay., İstanbul, 1995, s. 161., 2. Bkz. Razî, XXI, 206; Tabatabaî, XVI,87; Kutub, fî Zılâl, IV, 2317.Tabatabaî, XVI,146; Abdulvâhid, s.169., 3. Tabatabaî, XVI, 87; İbn Aşûr, XVI,146., 4. Razî, XXI, 206; Hazin, IV,172., 5. Benzer âyetler için bkz. Enbiyâ, 104; Fussilet, 21., 6. Bkz. Mustafa Mahmûd. Hıvârun maa Sadîki'lMulhid, 1974, s. 57., 7. İbn Aşûr, XX, 230., 8. Gazalî, Ebu Hâmid, el-Madmunu bih alâ Ğayri Ehlih, (Mecmuatu'r-Resâil içinde), s.154., 9. Razî, XXV,102 ; Alûsî, XXI, 37 ; Abdurrahman b. Necm el-Hanbelî. Kitabu İstihrâci'l-Cidâl mine'l-Kur'âni'l-Kerîm, Müessesetü'r-Reyyân, Beyrut, 1992, s. 51., 10. Razî, XXV, 41., 11. İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII,192., 12. Alusî, XXVII, 148. , 13. Han, el-İslâm Yetehaddâ, s.100-101., 14. Bkz. Mevdudî, Mebâdiu'l-İslâm, el-Mektebu'l-İslamî, tsz., s. 124; Fâvî, s.170. 57 Otuzbir Hasan BAŞAR İçimizdeki İlmi Okumak Bir gece bahar bulutu ağlaya ağlaya diyordu ki: Bu hayat durmayıp ağlamaktan başka bir şey değildir. Hızla koşan bir şimşek parıldadı ve dedi: Yanlış düşünüyorsun hayat bir anlık gülümsemedir.” Muhammet İkbal İçinde bulunduğumuz zamanda olaylar, kavramlar ve değerler o kadar çabuk değişiyor ki insanlar bu baş döndürücü hıza ayak uydurmak için çırpınıp duruyorlar. Değerlerin, kavramların hızlı değişimine ayak uydurmaya çalışmak insanı mutsuz etmektedir. Modernitenin insanlar üzerindeki en önemli tahribi de bu olmuştur. İnsanlar artık mutlu değiller. Mutlu olmak için çok değişik yollara başvuruyorlar ama her defasında hüsranla karşılaşıyorlar. Bunun en önemli nedeni mutluluğu dışarıda aramalarıdır. İnsanoğlu mal, mülk, şan, şöhret kazandıkça mutlu olacağını sanıyor. Onun içindir ki durmadan çalışıp didiniyor. Ama yine de mutlu olamıyor, olamazda. İnsan mutluluğu dışarıda değil de kendi iç dünyasında aramadıkça başarılı olamaz. Mutlu olmak için, iç huzura kavuşması gerekir. Alexis Carrel: “Allah sadece iç huzuruna kavuşan insana karşılık verir. Onlarla konuşur.” der. “İnsan büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin.” Mevlana’nın söylediği gibi insan o içindeki ilmi çözemediği müddetçe mutlu olamaz. Bunu yapmak içinde öncelikli olarak evreni iyi kavramalıdır. Dünyanın bir akışı var 58 Burhan ve bizde o akışa ayak uydurmalıyız. Biz istesekte istemesekte hayatın bir ritmi var, ve biz bu ritmi değiştiremeyiz. Çünkü bu ritmi düzenleyen ilahi kanunlardır. O zaman bu ritmin sırrını çözmeliyiz. Herkes dünyayı kendisine göre düzenlemeye kalkarsa ortada düzen diye bir şey kalmaz. Hayatımız hep başkalarını tanımaya çalışmakla geçti. Acaba kaç kişi kendini gerçek anlamda tanıyor. Veya tanımaya gayret gösteriyor. Acaba kendi sınırlarımızı ne kadar tanıyoruz. Oysa yapmamız gereken en önemli şey kendimizi tanımaya çalışmak olmalıdır. İnsan başkalarını değiştirmek için mücadele etmek yerine kendisini değiştirmelidir Çünkü hayatın merkezinde ben vardır. Her insan için hayatın merkezi kendisidir. Ve herkes öncelikli olarak kendisinden sorumludur. Her insan ayrı bir dünyadır. Yeryüzüne gelmiş geçmiş milyarlarca insan şahsına münhasırdı. Kişilik, yapı ve görünüş bakımından tamamıyla birbirinden farklıydılar. Bundan sonrada kesinlikle aynı olmayacaktır. “Ben” aslında önemli ve önemsenmesi gereken bir kavramdır. Ben dünyadır, hayattır. Olayların, duyguların merkezinde ben vardır. Burhan Çünkü ben insanın her şeyidir, yani kendisidir. Ben değerlidir ve öylede olmalıdır. Ben olmasa dünyada olmaz. Onun içindir ki insanlar bencildir. Ne yaparsa yapsın yaptığı şeyde önce kendisini düşünür. Böyle olması da çok doğaldır. Ama buradaki düşünme enaniyet boyutunda olmamalıdır. Kendisini nasıl olurda daha fazla geliştirebilirim olmalıdır. İnsanlar “sahip olmakla”, “olmak” arasında gidip gelirler. “Sahip olmak” isteyen insanlar, her şeyin sahibi olmak için durmadan çalışırlar. İşte hayatta mutsuz olanlarda bu tür insanlardır. Çünkü isteğin sonu yoktur. Gelip geçici şeyler için üzülmemeliyiz. “Malda yalan mülkte yalan gel birazda sen oyalan” diyen Yunus bu gerçeği çok güzel açıklamıştır. Oysa “olmak” için çalışan insanlar iç huzuru yakalamak için çalışan insanlardır. Sanıyorum mutluluğa en yakın olanlarda iç huzuru arayan bu insanlardır. İnsanın bilge olması için öncelikli olarak mutlu olması gerekir. Mutluğun en önemli nedeni düşünmedir. Düşünce yeteneğini kontrol edemeyenler 59 mutlu olamazlar. Bizi mutluluğa götüren, çevremiz değil kendimizdir, yani kendi düşüncelerimizdir. Hz. Süleyman(as)’ın söylediği gibi “İnsan kişiliğini düşünceleriyle oluşturur.” Olumlu düşünce mutluluk, olumsuz düşünceyse kaygı ve tasa getirir. Mutlu insanların düşünceleri çoğu zaman olumlu olurken, mutsuz insanlarınki olumsuzdur. öyle bir düşünelim bilge ya da âlim dediğimiz insanların ağzından olumsuz bir cümle çıkmış mıdır? ve korkak insanlar ne yaptığını bilmeyen insanlardır. Kendilerini güvende hissetmezler. Kendimize güvenmeliyiz ve kendimizle barışık yaşamalıyız. Kendimizi olduğumuz gibi kabul etmeliyiz. Sürekli kendisi ile mücadele etmek insanı yorar. Enerjisini tüketir. Hayatın akışına ayak uydurup teslim olmalıdır. Çünkü kâinatın sırrını çözen insan her şeyi değiştiremeyeceğini çok iyi bilir. Teslim olmak derken aklımıza aciz insan gelmemelidir. Ondaki tes- Âlimle zalim arasındaki fark şudur. Birisi kendisini kontrol ederken, diğeri kontrol edemez. “Ben”ini yani kendisini kontrol eden âlim olurken, kendisini kontrol edemeyen zalim olur. Âlimin içi sevgi doludur. Hayata güzel yönden bakmasını bilir. Onun için mutluluk budur. Ama zalim hırslıdır, tatminsizdir. O kadar çok bencildir ki her şeyin kendisinin olmasını ister. Varlığını zorla diğer insanlara kabul ettirmek ister. Bütün zalimlerin hayatı incelendiğinde aynı şeyi göreceğiz. Oysa âlimlerin böyle bir amacı yoktur. Onlar kendi iç dünyalarında mutlu olmak için yaşarlar. Hırs yoktur onlarda. Değersiz şeylere fazla önem vermezler. limiyet korkaklıktan değil kâinatın düzenini keşfetmenin verdiği bilgidendir. Güzel düşünmek insanlar üzerinde olumlu etki yaratır. Güzel sözlerin moleküller üzerinde de çok önemli etkisi vardır. Güzel gören güzel düşünür. Çiçekler üzerinde yapılan bir araştırma şu sonucu vermiştir. Çiçeğe arabesk müzik dinletildiğinde çiçeğin solmaya başladığı görülürken, klasik müzik dinletildiğinde canlandığı görülmüştür. Yine aynı şekilde suya besmele çekilip damlatıldığında, damlacıklar güzel şekiller alırken, kötü ve karmaşık şeyler söylendiğinde damla da Güçlü, iradeli insan sakindir. Sessiz, kendi halindedir. Çabuk sinirlenmezler. Olumsuz bir durum karşısında asla umutsuzluğa kapılmazlar. Karşılaştıkları durum ne kadar can sıkıcı olursa olsun kişiliklerinden asla taviz vermezler. Oysa zayıf insanlar bunun tam tersi davranış sergilerler. Çünkü açıklıklarını bu şekilde kapatırlar. Kendilerini güçlü göstermek için özel çaba sarf ederler. Hatalarını asla kabul etmezler. Güçsüz insan her şeye hâkim olmak ister. karmaşık şekiller almıştır. Onun içindir ki ruhumuzu mahveden arabesk müzik kültüründen uzak durmalıyız. Öldüm, bittim, mahvoldum edebiyatıyla yetişen nesillerin içine düştüğü hali hepimiz gayet iyi biliyoruz. Sürekli negatif duygu ve düşüncelerle yetişen nesiller psikopat olup çıkıyor. İnsanı başarıya götüren amacıdır, hedefidir. Bilinçaltımızı olumlu yönde eğitmeliyiz. Kendimizi yönetmeliyiz. Hayatımızı kendimiz kontrol etmeliyiz. Bunu başarmak içinde iradeli olmalıyız. Kendi sınırlarımızı iyi bilmeliyiz. Amaç kendimizi keşfetmek olmalıdır. İnsan kendi varlığının farkına varmalıdır. İnsanlar çevresindeki olayları analiz ederken kendi penceresinden bakarlar. Kendi duygu ve düşüncelerimizin yansıması olaylara ve insanlara değer katar. Bir olay ve kişi bize göre iyi iken, aynı olay ve kişi başkasına göre iyi olmaya bilir. Bu hayatta bir hedefimiz olmalıdır. Bu hayat kendi düşüncelerimizdir. Bazen olaylar ve şartlar istediğimiz gibi gelişmeye bilir. İnsanın hayatında keşkeler olduğu müddetçe mutlu olamaz ve bunun içindir ki İslamiyet keşkeyi yasaklamıştır. Keşke şeytan işidir. Evet, istemediğimiz bir davranışı yapmışızdır ama elimizden ne gelir. Geçmişe takılıp kalmamalıyız. Bu durumu değiştiremeyiz, olan olmuştur. Bu durumda yapabileceğimiz en güzel şey her işte bir hayırın olabileceğini kabul etmektir. Olaylara kaza ve kader açısından bakmalıyız. İşte İyimser olmalı ve geleceğe umutla bakmalıyız. Hayatta ümidimizi asla kaybetmemeliyiz. Korku ve endişeye asla kapılmamalıyız. Endişeli 60 bu durumda geçmişteki hiçbir olay için üzülmemiz gerekmeyecektir. Çünkü bu hayatta her şey bizim kontrolümüzde değildir. Burhan Satırlık Hakikatler Yahy a MA Cİ T [email protected] Namusundan cömertlik yapan zelil, malından cömertlik yapan aziz olur. Hz. Ali (r.a.) Acele eden ya hata yapar, yahut hataya yakın olur Abdulkadir Geylani Suratı ekşi olanın, balı da acı ahsiyetsiz insan, toplumun olur dolgu maddesidir. Sâdî Ali Fuad Küçük ruhlar, iyi veya kötü hislerini sonu gelmez küçüklüklerle tatmin ederler. Bu küçük ruhların en kötü alışkanlıklarından biri, kendi küçüklüklerini başkalarında görmektir. Balzac Bir menfaat için yapılan iyilik, iyilik sayılmaz. Televizyon, şuurdaki son pırıltıları da yok eden bir cehennem makinesidir. Hz. Ali (r.a.) Kalem, acemi avcıların elinde hedefini şaşıran bir ok ta olabilir. Borassia Burhan Cemil MERİÇ Güneşle inatlaşan göz, kör olur. Halil Cibran 61 Otuzbir Yrd. Doç. Dr. Mehmet ADIGÜZEL Şeytanın Adaveti Geçen Aydan devam Tövbenin şer’î manası, kulun günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup, bir daha yapmamağa azmetmesi, Allah’(c.c)ın da bu tövbeyi kabul ile günahı mağfiret etmesi demek olur.6 Ayrıca Arapça bir kelime olan tövbe kelimesi "geri dönmek" ve "yönelmek" anlamlarına da gelir. İnsana uygulandığında, onun isyandan itaate döndüğü anlamına gelir. Allah'a atfedildiğinde ise, O'nun kuluna yönelip affettiği anlamına gelir. Yukarıda zikrettiğimiz ayeti kerimede Cenabı Hak, “Birbirinize düşman olarak oradan inin” (Bakara, 36) buyruğu ile şeytanın Hz. Âdem’e düşmanlığı bütün inananlara düşman olduğunu da ortaya koymaktadır. Keza Fatır suresi 6. ayette de; “şeytan sizin düşmanınızdır. Onun için siz de onu düşman edinin. O kendisine tabi olanları ancak alevli cehennemin ashabından olmaya davet eder”. Bu ayeti kerime de ise Yüce Allah, şeytanın düşmanlığına karşı düşmanlığı emretmektedir. Bu tarihi düşmana karşı düşmanlık da, onun sözünü dinlemeyip, onu üzecek şeyleri yapmaktır. Onu üzecek şeyler ise, günahlardan sakınıp amel-i salihe yönelmektir. Binaenaleyh şeytan, insanın hak yoldan sapması için, (içine attığı ves62 “eytan sizin düşmanınızdır. Onun için siz de onu düşman edinin. O kendisine tabi olanları ancak alevli cehennemin ashabından olmaya davet eder?” Burhan veselerle) verdiği büyük uğraş karşısında insan, hep uyanık, her zaman dikkatli ve hazır vaziyette bulunması ve şeytanın tuzağına düşmeme gayreti içinde olması gerekir. Daha önce de belirtildiği gibi Yüce Allah (c.c) meleklere Hz. Âdem’e secde etmelerini emretmiş ve şöyle buyurmuştu: “Hanı meleklere “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de iblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, iblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslanmış ve kâfirlerden olmuştu”. Melekler secde ederken şeytan, bu emre itiraz edip, Hz. Âdem’e olan kin ve düşmanlığını ortaya koymuş ve kibirlenerek şöyle demişti:7"Ben O'ndan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (el-Araf, 7/12); "Ben, çamurdan yarattığın bir kişiye secde eder miyim?" (el-İsra, 17/61); "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edecek değilim" (el-Hicr, 15/33). Bu şekilde büyüklük tasladığı için Allah da onun kâfir olduğunu beyan buyurmuştu. Buna göre, yüce Allah'ın emirlerinden yahut onun Resulünün emirlerinden herhangi bir şeyi anlamsız ve basit gören herkesin hükmü İblisin hükmü ile aynı olur. Bu, hakkında ihtilaf edilmeyen hususlardandır.8 Diğer bir ayet-i kerimede ise Cenab-ı Hak: “Hani biz meleklere; “Âdem için saygıyla eğilin” demiştik de iblisten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. Oysa cinlerden olduğu için rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. imdi siz beni bırakıp da size düşman olan onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz kendinize? Zalimler için ne kötü değişmedir bu” (Kehf, 50). u hususu vurgulamak gerekir ki meleklerin Âdem (a.s)'e secdeleri, namaz ve ibadet secdesi gibi bir secde olmayıp tazim, hürmet ve selam secdesidir. Zemahşerî şöyle der: Allah'a secde ibadet için olur. O'ndan başkasına secde ise hürmet ve tazim için olur. Meleklerin Âdem (a.s)'e secdesi, Yakup (a.s) ve oğullarının Yusuf (a.s)'a secdesi bu kabildendir.9 Yine mealen belirteceğimiz ayetlerden de anlaşıldığına göre şeytanın insanlara karşı yedi düşmanlığı söz konusudur. Onlardan dördü: “onları mutlaka saptıracağım, kuruntulara düşüreceğim ve onlara emredeceğim de (putlara adak için) hayvanların kulaklarını (putlarına adadıklarını göstermek için) yaracaklar. Onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler” (Nisa, 119). Diğer üçü de; “muhakkak senin sırat-ı Burhan müstakimine oturacağım, sonra o insanların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulup (onları saptıracağım), sen onların çoğunu şükredici bulmayacaksın” (A’raf, 16-17) ayetlerinde zikredilmiştir. eytan bu şeyleri yapmayı kendisine prensip edindiğine göre, düşmanlığını ortaya koyan bir düşmandır. İşte bu sebepten Allah (c.c) onu “apaçık bir düşman” diye tavsif etmiştir. Allah Teâlâ’nın, “eytan size sadece kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder” ayeti, şeytanın düşmanlığının tafsilatı gibidir. Bu ayet üç şeyi ihtiva etmektedir: a) Kötülük, bu kelime ister uzuvlara ait, ister kalbe ait fiillerin masiyeti olsun, bütün günahları ifade eder. b) El-fehşâ, bu da kötülüğün bir çeşididir. Zira bu kötülüğün en çirkin çeşididir. Ve büyük günahlardan olup yüz kızartıcı sayılan şeylerdendir. c) “Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemeniz.” Sanki bu da, fuhşiyatın (yani yüz kızartıcı günahların) en çirkinidir. Çünkü Hak Teâlâ bunu da büyük günahlardan saymıştır. Bu izaha göre, bu ayet, “eytanın adımlarına uymayınız” ayetinin bir tefsiri gibi olmuştur. Böylece ayete, şeytanın küçük ve büyük günahlara, inkâra ve Allah’ı bilmemeye davet edişi de dâhil olmuştur.10 Ayrıca şeytan size hayırlı bir şeyi emretmez. O size ancak günahları, kötü şeyleri son derecede çirkin ve rezil şeyleri emreder Ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemenizi emreder. Yani Allah'ın size helâl kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helâl sayarak kendiliğinizden helâl ve haram kılıcı hükümler koymak suretiyle Allah’a iftira etmenizi emreder.11 Kurtubî is şöyle der; Yüce Allah, şeytanın düşman olduğunu bize bildirmektedir. O'nun bize verdiği haber ise hak ve doğrudur. O halde aklı başında olan bir kimsenin yapması gereken, Hz. Âdem zamanından beri düşmanlığını açıkça ortaya koyan, kendisini ve bütün ömrünü, Âdemoğullarının hallerini bozmaya harcayan böyle bir düşmana karşı gereken uyanıklığı göstermek ve tedbiri almaktır. anı yüce Allah, şeytana karşı uyanık ve tedbirli olmayı emrederken şöyle buyurmaktadır: “eytanın adımlarına uymayın, çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.” “O size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz 63 şeyleri söylemenizi emreder” (Bakara, 168-169); “şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve size hayâsızlığı emreder” (Bakara, 268); “eytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister” (Nisa, 60); “Muhakkak ki şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz mi?” (Maide, 91); “üphesiz ki o apaçık saptırıcı bir düşmandır” (Kasas,15); “üphe yok ki şeytan sizin bir düşmanınızdır. Siz de onu düşman edinin. O topluluğu ancak cehennemin arkadaşlarından olsunlar diye çağırır” (Fâtır, 35)12. Bütün bu ayetler, şeytanın bize karşı kötü emellerini, verebileceği zararları en can alıcı ifadelerle göstermektedir. unu belirtmemiz gerekir ki İslam, insanın şu yeryüzündeki hayatı boyunca şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşta onu desteklemiş ve bu savaşta şeytanı yenmesi durumunda insanın aklına gelmeyecek ganimetler hazırlamıştır. Yine, bu savaşta şeytana yenik düşmesi durumunda da aynı şekilde insan aklının alamayacağı zararları hüsranı hazırlamıştır. Bu amaçla insanın içindeki savaşma yeteneğini bu kesintisiz çatışmaya yöneltmiştir. Binaenaleyh bu çatışma insanı bambaşka bir insan 64 haline getirir, değişik özelliklere ve yeteneklere sahip canlılar içinde kendine özgü özellikleri bulunan bir varlık haline getirir. İnsan için şu yeryüzünde gerçekleştirilmesi gereken en büyük hedef olarak şeytanı yenmeyi, dolayısıyla kötülüğü, pisliği, iğrençliği yenmeyi gösterir. Bir de ona yeryüzüne iyiliğin, iyiliği tavsiye etmenin ve temizliğin ilkelerini yerleştirmeyi hedef olarak gösterir.13 (Daha önce Maide, 91 ayetinde de belirtildiği gibi, şeytanın insanlar arasına düşmanlık sokmak için kullandığı yollardan birisinin de içki ve kumar olduğunu bildiriyor. Cenab-ı Hakk, içki ve kumarın insanlara iki türlü kötülüğü olduğundan bahsedip bu şeylerden kaçınılmasını emretmektedir. Bu kötülükler: a) Dünyevi kötülük olup insanlar arasına kin ve düşmanlık sokmasıdır. Nitekim Razi, içki ve kumarın kötülükleri hakkında şöyle söylemektedir: İçki içen kimse o içkiyi bir grupla birlikte içer ve maksadı arkadaşları ile eğlenmek, sohbet edip neşelenmektir. Ancak çoğu kez bu durum tersine döner. Zira içki aklı alır, akıl gittiğinde ise şehvet ve gazap insanı hâkimiyetine alır. Bunların insana hâkim olması ile de bu dostlar arasında çekişme ve tartışma meydana gelir. Dövüşe ve çirkin sözler söylemeye sebep olur. Bu da en şiddetli bir düşmanlık ve kin Burhan doğurur. Kumara gelince bunda, muhtaç kimseler için bir genişlik ve zenginlik söz konusu olmasına karşın zengin kimseler için de mallarını yitirme ve fakirliğe düşme söz konusudur. Bazen insan umduğuna ulaşamaz ve elinde hiçbir şeyi kalmaz. Ve şüphesiz bu insan, kendisini yenenlerin en şiddetli düşmanlarından birisi olur14. b) Dini bakımdan kötülük olup, insanları, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymasıdır. Bu gayet açıktır. Çünkü içki, insana bir neşe ve bedeni haz duygusu verir. Bu haz duygusu da nefsi harekete geçirir ve insan Allah’ı anmayı unutur. Aynı şekilde kumar da insana kazanma hazzını verir ve Allah’ı anmaktan ve namazdan insanı alıkoyar. Seyyid Kutub’un bu fikri destekleyen şu sözlerini nakledelim: eytanın, içki ve kumar yolu ile insanlar arasına kin ve düşmanlık tohumunu nasıl ektiğini görmek için, uzun bir araştırmaya gerek yoktur. İçki, insanın aklını başından alır, etini ve kanını bir sel gibi harekete geçirir, şehevi arzu ve isteklerini alevlendirir. Çoğunlukla içkiye arkadaş olan kumar ise, insanın gönlünde bin bir çeşit kin ve hüsran duygusu bırakır. Çünkü kumarda kaybeden kişi, gözlerinin önünde malını elinden alana ister-istemez kin besleyecektir. Malını bir ganimet olarak alıp götüren kumarcıya, kaybeden adam, elbette ki kahrolacaktır. Bu işlerin yapıları gereği olarak, kin ve düşmanlığı harekete geçirmesi normaldir. Meseleye oldukça yüzeysel olarak bakan birtakım kimselerin, bu tür bir araya gelişleri; dostluk ve mutluluğun bir parçası olarak algılamaya çalışmaları boşunadır. Zira bu işler, birbirine dost olan insanları çatışma ve dövüşme alanlarında karşı karşıya getirmektedir.15 İçki ve kumarın bütün bu kötülükleri ihtiva ettiğini bildirdikten sonra Yüce Allah, “Artık vazgeçtiniz değil mi?” demiştir. (Artık vazgeçersiniz değil mi?... Vazgeçmenin gerekliliğini anlatan beliğ bir soru)16. Elmalılı ise şöyle demektedir: Bütün haram olma sebeplerini açıkladıktan sonra itaat sözü alınmak üzere soru tekrarı ile anlaşmayı belgelemek için buyruluyor ki: Artık siz şimdi bu yasaklamayı kabul ettiniz, içki ve kumardan tamamen vazgeçtiniz mi? Elbette geçtiniz değil mi? Bunun üzerine Hz. Ömer’in “Vazgeçtik” diye bağırdığı rivayet edilir17. Yüce Allah bizi şeytanın fitnesinden korumak için onun, insanların arasını açan bir düşmen olduğunu ve ona karşı dikkatli olunmasını defalarca vurBurhan gulamıştır. Çünkü rabbimiz kullarının ayrılığa düşmesini, şeytanın gayretleriyle insanların arasına fitne girmesini istemez. Hatta mü’minlerle kâfirlerin dahi aralarında düşmanlık olmasını engellemek için, İsra Suresi 53. ayette, kullarını şöyle uyarır : “Mü’min kullarıma söyle, herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını bozmak ister. eytan şüphesiz insanın apaçık düşmanıdır”. Bu ayetin bir benzeri de Cenab-ı Hakk’ın, “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et” (Nahl, 125) ve “Ehli kitap ile de, ancak en güzel bir suretle mücadele edin” (Ankebut, 46) ayetleridir. Görüldüğü gibi Cenab-ı Hakk müminlere, şu uyarıyı yapmaktadır: Size muhalif olan kimselere delil getirmek istediğinizde, delilleri güzel bir şekilde getirin. Yani onlara delil getirirken güzel sözlerle delil getirin. Razi bu konuda şöyle der : “O delilleri en güzel biçimde getirin ki bu da, o delillerin sövüp, sayma, kınama vs gibi şeylerle birlikte bulunmamasıdır” bu böyledir, zira getirilen hüccete, şayet sövüp sayma, tenkit vb. herhangi bir şey karıştıracak olursanız, onlar da hiç şüphesi size aynı mukabelede bulunurlar. Böylece de, karşılıklı öfkeler artar, nefret doruk noktasına ulaşır ve maksadınız gerçekleşmez. Nitekim Cenab-ı Hakk, “Allah’tan başkasını çağıranlara sövmeyin. Sonra onlar da haddi aşarak cahillikle Allah’a söverler” (En’am, 108) buyurmuştur. Binaenaleyh hüccetler en güzel biçimde ve sövüp sayma, eziyet verme vb. den uzak olarak getirildiğinde, bu kalplerde ve gönüllerde mükemmelen tesir icra eder ki, işte Cenab-ı Hakk’ın “(Mü’min) kullarıma söyle: En güzel ne ise onu söylesinler” buyruğundan kastedilen budur”18. Bu suretle iyi alakaların şeytan tarafından Not: Devam edecek bozulmasını önlemiş olurlar. ........................................................................... 6- Yazır, a.g.e., 1/278-279. 7- Bir adamın işlediği gü¬nah eğer kibir ile birlikte ise, ondan pek bir şey umma. Eğer onun günahı bir masiyet ise, ondan hayır umabilirsin. İşte Hz. Âdem'in günahı bir masiyet idi, İblisin günahı ise kibirden kaynaklanıyordu. Müslim, İman 133; İbn Mâce, İkâme 70; Müsned, II, 443. 8- İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/578-579. 9- Keşşaf, 1/95. 10- Razi, Tefsîr-i Kebîr, 5/3-4. 11- Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/209-210. 12- Kurtubi, el-Cami’, Li’ahkami’l –Kur’an, Daru’l İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut, 1965, 2/209-210. 13- Kutup, Seyyid, fi Zilali’l-Kur’an, 13/211,212. 14- Razi, Tefsî-i Kebîr, 12/80. 15- Kutup, a.g.e., 4/437. 16- Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı (Meal Tefsir), 2/456. 17- Yazır, a.g.e., 3/335. 18- Razi, Tefsir-i Kebîr, 20/228-229. 65 Otuzbir Osman KARABULUTOĞLU Zulüm ve İnsan Genellikle kendini güçlü hisseden kişiler, başkasını kendi arzusu istikametinde kullanmak ister. Gurur ve şımarıklık ortaya çıkar; engel tanımaz, bunun için Allah’ü teala: ‘ İnsan kendini ihtiyaçsız hissedince azar’ (Alak S.) diye buyurmaktadır. Ayriyeten güç ve servet çoğu insanı şımartır, bunun için Cenabı Hak: “ Veyl bütün ‘hümeze lümeze’ güruhuna. Ona ki bir mal toplamış ve onu saymaktadır malı kendisini ebedi kılmış sanır” (Hümeze: 1-3) denilmekte. ‘Hümeze’ suresini tefsir ederken Elmalı’lı Hamdi YAZIR merhum şöyle demektedir: ‘ Hemz Kamusun beyanına göre gamz vezninde ve onun müradifidir. El ile çimdirmek ve dürtmek, kakmak, vurmak – nitekim mihmez, mihmaz, mıdıl ve çekiç veya mıdıllı değnek demek olan mıhmeze ve bu manalardandır – ve bir dar yere sıkıştırmak – ki hemze bu ma’nadandır. Çünkü mahrecinden sıkıntı ile çıkar – ve ısırmak, kırmak ve yere çalmak ma’nalarına gelir. Ve şu halde ‘hümeze’ bunlardan birini veya hepsini çok yapan, adet edinen demek olur. Bu itibar ile hâmiz gibi çimdikçi, çekiştirici, 66 dürtüştürücü, kakışdırıcı, vurucu kırıcı, atıcı, sıkıcı, ısırıcı mefhumlarını ifade edebilir. Lakin örfî lugatte hamiz ve hammazdan daha mübalağalı olarak ‘hümeze’ inceden inceye veya geriden geriye istihfaf ve istihza ederek şunun bunun namusu ve haysiyeti ile oynayıp incitmeyi, zemm-mü kadeh ile gıybet ederek ayıplayıp kınamayı, şunu bunu dürtüştürerek öteye beriye koğuculuk etmeyi âdet ve san’at edinmiş çekiştirici gammaz ma’nasına mütearef (bilinir) olmuşdur ki böyle olan kimseler fırsat buldukça ‘hemz’in her manasını yapar. Eli erdiği insanları cımbızlar, çimdikler, dürter, kakar, ısırır, çarpar gibi kırar incitir, o yolda geçinir.’ Otoriteyi Elinde Bulunduranlar Otoriteyi elinde bulunduranlar da serveti elinde bulunduranlara benzer, gayesi diğerlerinin iradesine tahakkümdür, halkın arzularına değil güçlülerin arzularına bakar ve toplumu o istikamete yönlendirir. Nitekim Mevla’yı Müteâl şöyle buyurmaktadır: “ Peygamberlerini inkâr edenler (onlara) dedi ki: ‘ Ya dinimize (düzenimize) Burhan dönersiniz (şayet dönmez iseniz) sizi memleketimizden) çıkarırız’ Peygamberlerin (ve bütün insanlığın) Rabbı’da onlara (Peygamberlere) vahy etti ki: Biz zalimleri mutlaka helak ederiz.” şahsiyetin vasfı addeder: a) Başkasına cevrü cefa eden, yani zulmeden b) Zulmü içine sindiren. (İbrahim S. 13) Dinde Ve Dünya da Seciyesizlik Bir şairde şöyle diniyor: ‘Biz insanlarla beraber yürürsek, onlar da bizimle yürür, fakat biz onlara parmakla işaret ederek gel, gel dersek o zaman durur dikilir ve der ki: Niçin bu tahakküm? Ve niçin insan başkasının dizginini elinde tutmak ister’ Ahlakî Açıdan Bakıldığın da Ahlakî açıdan eğer durumu değerlendirirsek, maddeten de olgunluğun tamamlanması, servet ve otorite kibrinin kırılmasına ve alesseviye insanlarda bu şuurun yükselmesine bağlıdır. İnsanlık tarihinde çirkin zülüm trajedileri vardır. Bunun için Eb-ü- Tayyib şöyle diyor: ‘Zülüm kişinin karakterinden kaynaklanır, eğer sen zulmetmeyen bir iffet sahibi bulursan, bil ki o, onun mizacındandır.’ Zulüm ister insanın tabiatından kaynaklansın yahut servetin kötü dağılımından veya idarecilerin birilerinin lehine olan zulmünden ortaya çıksın çirkindir. İnsanlık bu türlerin zulmünden kurtulmak için çok gayret etti. Evet dininde ve dünyasında seciyesizliği ve alçaklığı kabul eden zalimdir. Kur’an-ı kerimde geçen bir ayet de şöyle buyrulmaktadır: “Muhakkak ki kendilerine zulmedenlerin ruhunu melekler aldığın da onlara derler ki: ‘Nerede idiniz?’ derler ki: ‘ Biz yeryüzünde zayıf kişilerdik’ Melekler (tekraren) onlara derler: ‘ Yeryüzü geniş değimli idi oraya göçseydiniz?’” (Nisa: 97) Yine Cenabı Hak: “Zalimlere meyletmeyin sizi ateş çarpar; zaten sizin Allah (c.c) tan gayrı ne destekçiniz ve ne de dostunuz vardır” (Hud: 113) Yine buyruluyor: “Bize ne oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım, hal bu ki biz memleketimizden çıkarıldık, babalarımızdan (ayrıldık) derler; fakat ne zaman ki savaş onlara farz kılınır onlardan azı hariç diğerleri döner. Allah (ise) zalimleri hakkıyla bilir.” (Bakara: 246) Bütün bu ayetlerde düşmanı def’e teşvik vardır; ayriyeten zulme rıza da zulüm addedilmektedir. İşte bunun için zulme karşı sükût, zalimi azda olsa desteklemek caiz değildir, aksi takdirde bu zillete düşen kişi de zalimdir. İslam ise zulümle iki vesile ile mücadele etti: Başkasına Zulmedene Gelince 1) Zulmün oluşumunu engellemek, ona karşı mukavemeti sağlamak, kayıtlarını koparıp atmak, dayanaklarını yıkmak. 2) İnsanların yüz karası ve korkulu rüyası olan zulmü baştan kaldırmak ve ona teşne olanları korkutarak vukuunu engellemek. Söylediklerimizin esası şudur: İslam zulmü iki Burhan Başkalarına zulmedenler hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ı zalimlerin yaptıklarından gafil olduğunu sanma! Allah onları (o günün dehşetinden dolayı) gözlerin bir noktada karar kılamayacağı güne kadar tehir eder.” (İbrahim: 42) Ne diyelim? ‘Yaşasın cehennem zalimler için’ 67 Zeynep GÜLOĞLU Evinin Sultanları [email protected] ALLAH (CELLE CELALÜHÜ)’NÜN SIFATLARI Allah’u Teâlâ hazretleri olgunluk ifade eden tüm vasıflarla sıfatlanmış olup, eksiklik, acziyet ve devamsızlık ifade eden özelliklerden de uzaktır. Allah’u Teâlâ’nın sıfatları, zati ve subuti olmak üzere ikiye ayrılır. Zati Sıfatlar: Sadece Allah’u Teâlâ’nın zatına ait olan, yarattıklarından her hangi birinde bulunması mümkün olmayan ezeli ve ebedi sıfatlardır. Zati sıfatların zıtları Allah’u Teâlâ hakkında düşünülmediği için bu sıfatlara tenzihi ve selbi de denilmiştir. Zati sıfatlar altı tanedir. 1. VÜCUT: Var olmak demektir. Allah’u Teâlâ’nın varlığı haktır, gerçek varlık sıfatı ile muttasıftır. Yüce Allah (Celle Celalühü) olmasaydı hiçbir şey olmazdı. Gerek bizim varlığımız ve gerekse herhangi bir şeyin varlığı Allah’u Teâlâ’nın varlığına birer şahittir. 2. KIDEM: Ezeli olmak, yani başlangıcı bulunmamaktır. Her şeyin başlangıcı vardır. Yani, önceden yok iken sonradan ortaya çıkmıştır. Fakat Allah’u Teâlâ için bu asla geçerli değildir. 3. BEKA: Varlığının sonu olmaması demektir. Gördüğümüz bütün varlıklar sonradan oldukları gibi, bir zaman sonra yine yok olacaklardır. Ama Allah’u Teâlâ hakkında bir başlangıç düşünmek mümkün olmadığı gibi, bir son da düşünmek mümkün değildir. 4. VAHDANİYET: Bir olmak demektir. Allah birdir, zatında, sıfatlarında ve işlerinde tek olup, eşi, benzeri ve ortağı yoktur. 5. MUHALEFETÜN LİL’HAVADİS: Sonradan yaratılanla-ra benzememek. Allah’u Teâlâ zatı ve sıfatları hususunda hiçbir şeye benzemez. Akıllara gelebilecek her şeyden mutlak surette başkadır. 6. KIYAM Bİ NEFSİHİ: Varlığı kendinden olmak. Allah’u Teâlâ ezeli ve ebedi olduğu için varlığı da kendindendir. Var olmak hususunda, tüm yaratıklar O’na muhtaç olup, O hiçbir kimseye muh-taç değildir. Bundan dolayı Allah’u Teâlâ’ya Vacibu’l-Vücut (Varlığı gerekli) denir. Subuti Sıfatlar Bu sıfatlar da zâti sıfatlar gibi ezeli ve ebedidir. Yani sonsuz olarak vardır. Allah’u Teâlâ’nın zatında bulunup, kullara da suretleri verilen sıfatlardır. Bunlar da sekiz tanedir. 1. HAYAT: Diri olmak demektir. Allah’u Teâlâ, kendi şanına ait bir hayat sıfatıyla vasıflanmıştır. 2. İLİM: Bilmek sıfatıdır. Allah’u Teâlâ ilim sahibidir. O’nun ilmi yarattıklarının ilmi gibi basit ve sınırlı değildir. Bütün kainatı çevreler, O’nun bilgisinden hiçbir zerre dışarı çıkamaz. 3. SEMİ’: İşitmek, duymak demektir. Allah’u Teâlâ’nın işit-mesi yarattıklarının işitmesi gibi noksan ve sınırlı değildir. Yüce Allah her şeyi vasıtasız olarak işitir. Kendisi işittiği gibi, tüm varlıklara da işitme gücünü O vermiştir. 4. BASAR: Görmek demektir. Yüce Allah, kendi şanına uygun bir halde görme sıfatına sahiptir. Allah (Celle Celalühü) alet ve vasıta olmaksızın her şeyi görür. Bazı şeyleri görmesi diğer şeyleri görme-sine engel olmaz. İşitmesi de böyledir. 5. İRADE: Dilemek demektir. Dünya’da olmuş ve olacak ne varsa Allah (Celle Celalühü)’nün dilemesiyle olur. O’nun arzu ve iradesi dışında hiçbir şey olamaz. 6. KUDRET: Gücü, kudreti olmak demektir. Allah (Celle Celalühü)’nün gücü sonsuzdur ve her şeye yeter. Kainatta O’nun gücünün yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. O’nun gücünün en büyük örneği yer-leri, gökleri, dağları, taşları yokken var etmesi, direksiz ayakta tut-masıdır. 7. KELAM: Söylemek, konuşmak demektir. Allah’u Teâlâ’-nın konuşması harf ve ses türünden olmayıp kadimdir. Allah’u Teâlâ’-nın Peygamberlerine dilediği şeyleri vahiy ve ilham etmiş olması da bu kelam sıfatının bir tecellisidir. 8. TEKVİN: Yaratmak, icat etmek demektir. Yüce Allah (Celle Celalühü) bu tekvin sıfatı ile dilediği herhangi bir şeyi yoktan var eder veya var iken yok eder. Allah’u Teâlâ’nın yaratmak (Tahlik), rızık ve nimet vermek (Terzik), diriltmek (İhya), öldürmek (İmate) gibi tekvin sıfatı ile alakalı sıfatları vardır ki, bunlara “İzafi” veya “Fiili” sıfatlar da denir. Bunların aslı tekvin sıfatıdır. HİCRİ AYLARININ KELİME ANLAMLARI NEDİR? 1- MUHARREM: Arabî ayların başı, birincisi. Haram edilmiş olan. Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. Haram kılınmış, tahrim olunmuş. 2- SAFER: Bos ve hâli olmak. Arabî aylardan ikincisi. 3- REBİ-UL EVVEL: İlkbahar. Çiçeklerin açıp otların bittiği mevsim. 4- REBİ-UL AHİR: Sonbahar. 5- CEMAZIYEL EVVEL: Arabî ayların besincisidir. İlk mazi, geçmişi. 6- CEMAZİYEL AHİR: Arabî ayların altıncısıdır. Son mazi, geçmişi. 7- RECEB: Azametli, heybetli. Tazim etmek. Cennet'te bir nehir ismi. Mübarek üç ayların birincisi ve Ka- 68 meri aylardan yedincisi. * 8- ABAN: Aralık, fasıla. Hicri, Kameri ayların sekizincisi, üç ayların ikinci ayı. 9- RAMAZAN: Yanmak demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur. 10- EVVAL: Bu aya şevval denilmesinin sebepleri arasında, dişi develerin bu ayda kızgınlıklarının artması veya gebeliğe alâmet olmak üzere kuyruklarını yukarıya kaldırmaları gösterilmektedir. 11- ZİLKA'DE: Arabî ayların on birincisi. Cahiliye devri Arapları tarafından hurmaların olgunlaşması ve mahsulün toplanması manasında kullanılmaktaydı. 12- ZİLHİCCE: Arabî ayların on ikincisi. Burhan GÖZ AÇIP KAPATMAK HOCAMDAN TEK EY ÖĞRENDİM Padişahın biri üç beş yardımcısıyla kırlara gezmeye çıkar. Ağacın altında uyuyan birisini görünce, yanındakilere, (şu garibi uyandırın, yılan falan zarar verebilir) der. Adam uyandırılınca, bakar ki karşısında padişah, başlar söylenmeye, (niye beni uyandırdınız, rüyada ne güzel padişahtım, saraylarım, ordularım vardı, şöyle emrediyordum, şunları yapıyordum...) Bir gün bir âlime, yakınlarından biri, sen hep hocam hocam diyorsun, anlat bakalım sen hocandan ne öğrendin, diye sorar. Talebeleri merak ederler, bu kadar geniş bir soruya ne cevap verecekler diye. Kim sevilir, kim sevilmez bunu öğrendim der. Bunun üzerine padişah gülerek, (iyi ama bak kendin söylüyorsun, rüyada diyorsun, rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var, bak gözünü açınca, bitti) der. Adam cevap verir: (Benim padişahlığım gözümü açınca bitiyor, senin ki gözünü kapatınca bitecek, ne farkı var?) NEFS ENGELİ Bir bilgeye sorarlar: “Bilgelikte ustanız kimdir?” “Bir köpek!” diye cevap verir. “Bir dere kenarında duruyordu fakat neredeyse susuzluktan ölmek üzereydi. Su içmek için dereye eğildiğinde, sudaki aksini başka bir köpek sanıp korkuyla geri çekiliyordu. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki, korkusunu unutup suya daldı. Suya dalar dalmaz ‘diğer köpek’ kayboluverdi. Köpek kendisi ile arzusu arasındaki engelin yine kendisi olduğunu fark etmişti. Kendisini yok etmeyi göze aldığında, engel aradan kalkmış ve arzusuna ulaşmıştı. Ben de önümdeki engelin yine kendi nefsim olduğunu öğrenince ondan kurtuldum. Köpek gibi yaptım. Yolumu bir köpekten öğrendim.” Evet, hubbi fillah buğdi fillah imanın şartlarındandır. Yani ALLAH için sevmek, ALLAH için buğzetmek. KİBRİN ZARARI Günaha bir tevbe yeter, taata bin tevbe yetmez. Günah işleyen, tevbe ederse ALLAH affeder. Fakat ibadet eden, ucba kibre kapılabilir. Buna bin tevbe bile yetmez. Beni İsrail’den bir fasık vardı. Bir âbid de ibadetiyle şöhret bulmuştu. Fasık, bu âbidin yanından geçerken, "Gideyim, şu âbidin yanına oturayım, belki ALLAH’ü teâlâ onun hürmetine beni affeder" diye düşündü. Gidip âbidin yanına oturdu. Âbid ise, üzerinde bulutun gölgelendirdiği bir zat olduğu için, böbürlenip, "Bu fasık, benimle oturamaz" diyerek ondan yüzünü çevirdi. Yüz bulamayan fasık da çekip gitti. Fakat Âbidin üzerindeki bulut, fasıkla beraber gitti. ALLAH’ü teâlâ zamanın Peygamberine (İnsanlara niyetlerine göre muamele ederim. Fasıkın günahlarını, onun bu iyi niyetinden dolayı affettim. Âbidin ibadetlerini de kibri sebebiyle yok ettim) diye vahyetti. KARARAN YÜZ NURLANDI Süfyan-ı Sevri hazretleri anlatır: ondan daha güzel yüzlü hiç kimse görmemiştim. Çok güzel kokuyordu. Babamın yanına geldi. Yü- Kâbe'yi tavaf ederken, her adımda salâvat okuyan birini gördüm. Ona (Sen gerekli duaları bırakıp hep salâvat okuyorsun. Her yerde okunacak dua var) dedim. Sen kimsin dedi. Ben de kendimi tanıttım. (Sen avamdan değilsin, âlimsin, sana anlatayım) diyerek başladı: zündeki örtüyü kaldırıp elini babamın yüzüne sürdü. Babamın siyah yüzü nurlandı, bembeyaz oldu. Bu zata kim olduğunu sorunca, (Ben Resulullah’ım. Baban, ömrünü boşa harcadı. Fakat bana çok salâvat okurdu, şimdi sıkıntıda olduğunu bildirdiler, kendisi de benden yardım istedi. Çok Babamla Beytullaha gitmek üzere yola çıkmıştık. Yolda babam hastalandı. Onu tedavi etmek için epey uğraştıysam da babam vefat etti. Baktım, ölünce yüzü karardı. Yüzünü kapattım. Yanında uyuya kalmışım. Rüyamda öyle bir zat gördüm ki, Burhan salâvat okuyan mümine ben elbette yardım ederim) buyurdu. Uyanınca babamın yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm. İşte bu yüzden her yerde Peygamber efendimize çok salâvat okuyorum. 69 BURHAN ÇOCUK HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V) ADINI DUYUNCA YA RASULALLAH GİYİNME VE YEME ADABI Peygamber Efendimiz ( s.a.s.) elbisesinin temiz ve tertipli oluşuna önem verirdi. Giyiminde titizdi; elbisesini korur, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Yeni bir elbise giydiğinde Allah’a Hamdeder, elbisenin hayırlara vesile olmasını diler, elbisenin örttüğü organlarının şerrinden de O’na sığınırdı. Elbisesiyle övünmez, bu konuda lüks ve israfa kaçmazdı. Çünkü ona göre elbise “ sıcaktan, soğuktan korunmaya, insanlara ülfete, toplum içine girmeye ve hizmete vasıta” idi Peygamber Efendimiz ( s.a.s.)’in giyecekle ilgili tutumu: “Temizlik, tertiplik, estetiği gözetme, kendine yakıştırma, sadelik ve ihtiyacı karşılama” olarak özetleyebiliriz. Bu sebeple gerektiğinde yünden, pamuktan, hatta keçi kılından dokunmuş elbiseyi giyer ve tevazu göstererek: “ben aciz bir kulum” buyururlardı. Hz. Peygamber ( s.a.s) Müslümanlara meşru odluğunu göstermek ve beslenmenin önemini vurgulamak için çeşitli gıdalardan yemiştir. Mesela tavuk eti, bazı kuş etleri, koyun etinden hazırlanmış kebap, kurutulmuş et ( bir çeşit pastırma ), süt, bal, peynir bunlardan bazılarıdır. Yiyecekleri arasında zeytin yağı sirke, kabak, tirit, kavrulmuş un ve helvaya da rastlıyoruz. Her gün aynı gıdayı değil de mümkünse farklı gıdalar almayı tercih etmiş; yemeklere zaman zaman biber, zencefil, tarçın gibi baharat çeşitlerini serpmiştir. Onun sofrasında daima başköşede olan iki yiyecek maddesinden biri arpa ekmeği, diğeri de ise hurma idi. Bazen uzun süre bunlarla yetindiği olurdu. Musa KARACA [email protected] Sel olur duygular akmaya başlar Aşkınla yürekler yanmaya başlar Gönüller hasretle anmaya başlar Adını duyunca Ya RESULALLAH. Titrer bu bedenim, titrer bu canım Coşkuya kapılır damarda kanım Hep aydınlık olur, dört bir yanım Adını duyunca Ya RESULALLAH. Gönlüm mesut oldu, hazza ulaştı Kışa dönen bahtım, yaza ulaştı Zikrinle ekinim, gelişti, dize ulaştı Adını duyunca Ya RESULALLAH. Abdurrahman TÜMER HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V) YÜRÜYÜ EKLİ Hz. Peygamber; yürürken ayaklarını sürümezler, adımlarını atarken yerden sertçe kaldırırlardı. Hareket halinde iken sağa sola sallanmazlar, hafifçe önlerine eğilirlerdi. Dimdik durup göğüslerini kabartarak yürümedikleri gibi, koşar Peygamberimiz ( s.a.s.) yemekten önce ellerini, yemekten sonra hem ellerini hem ağzını yıkardı. Yemeğe besmele ile başlar, bitirince elhamdülillah derdi, sofrada çöpe atılacak herhangi bir yemek yada ekmek artığına müsaade etmezdi. Yemek devam ederken müsaade almaksızın herkesten önce kakılmasını doğru bulmazdı. Karnını tıka basa doldurmaz, bir yemeği beğenmemezlik etmezdi; arzu ederse yer, etmezse yemezdi. 70 adımlarla yürürcesine hızlı da yürümezlerdi. Fakat Allah'ın kendilerine bir lütfü olarak, uzun mesafeleri kısa zamanda katederlerdi. Bir yere giderken sağına soluna bakıp yürümez, vakar ve süratle ilerlerdi. Burhan EFENDİMİZİN EMAİLİ • Yaratılış ve ahlâk itibariyle insanların en üstünü idi. • Bütün Peygamberlerin en güzeli o idi. • Boynu uzun ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları kalın, parmakları uzundu. • Kendisi şişman değildi. • Uzuna yakın orta boylu, güçlü ve kuvvetli idi. • Mübarek cildi ipekten yumuşaktı. • Yüzü hafifçe yuvarlak, kaşları hilâl gibi idi. • Kirpikleri uzun, gözleri kara, büyük ve son derece güzeldi. • Saçları ne pek kıvırcık, ne de pek düz idi. • Cismi güzel, kokusu hoş idi. • Sünnetli olarak ve göbeği kesik vaziyette doğmuştu. • Yüzü gül gibi kırmızıya benzeyen beyaz ve nuranî, berrak ve ışıklı idi. • Dişleri inciler gibi beyazdı. • Konuşurken ön dişlerinden nurlar saçılır, gülerken ağzında ışıkların bile aydınlandığı sanılırdı. • Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı. • Mübarek eliyle bir çocuğun başını okşasa, o çocuk diğerleri arasından hemen seçilir, belli olurdu. • Pek uzaktan işitir, kimsenin göremeyeceği mesafeden görürdü. • Yüzünde nur, sözünde kuvvet, lisanında bir güzellik vardı. • Herkesin aklına göre söz söyler, herkese güler yüz gösterirdi. • Kimsenin sözünü yarıda kesmez, haşin davranmaz, mütevazi yaşardı. • O'nu ansızın görenler heyecan ve sevgiyle ürperir, konuşunca hayran olurdu. • Bütün insanları hoş tutar, hizmetçilerine şefkatle muamele ederdi. • Kendisi ne yer, ne giyerse, hizmetçilerine de onları yedirir, onları giydirirdi. • Çocukları çok sever, saçlarını okşar, onlarla konuşurdu. • Son derece cömert, sözüne sâdık ve merhametli idi. • Hülasa kâinatın efendisi, Allah'ın sevgilisi, mü'minlerin baş tacı, hasta gönüllerin ilâcı, çaresizlerin yardımcısı, mazlumların koruyucusu, düşünülebilen her türlü üstünlüğün sahibi idi. Allah'ın salât ve selamı O'nun ve O'na yakın olanların üzerine olsun. Burhan HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V) KONUMA ADABI Hz. Peygamber tane tane, açık-seçik ve herkesin anlayabileceği bir tarzda konuşurlardı. O kadar ki, dinleyenler eğer kelimelerini saysa, onları teker teker sayabilirlerdi. Yerine göre de, konuşması sırasında geçen önemli cümlelerini üçer defa tekrar ederlerdi. MEVLİD KANDİLİ Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) efendimizin doğum günü Mevlid Kandili olarak kutlanmaktadır. Hicri aylardan Rebiülevvel ayının 12. gecesi Miladi 19 Mart da kutladığımız Mevlit kandili Nisan ayının yirmisinde de “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlanmaktadır. Bu etkinlikler çerçevesinde peygamber efendimize çokça salavat getirip hayatını anlatan kitaplar okuyarak onun hayatını kendimize rehber edinmeliyiz. KOMUTAN Bir gün komutan ve askerleri yolda yürürken Askerlerden biri hapşırdı, Komutan arkasına dönüp kim hapşırıyor dedi.Kimse onun korkusundan bir şey Söyleyemedi. Biraz sonra yine Asker hapşırdı, Komutan yine arkasına bakıp Kim hapşırdı dedi. asker çaresiz kalıp yanıt verdi. “Komutanım ben hapşırdım” Demiş ‘’ Komutan çok yaşa! Evladım demiş Gönderen : F.Eren YAAROĞLU / Sultanbeyli 71 Ahmed Er-Rufai Hz.'den Nasihatler İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurura kapılan kimse, marifet sahibi değildir. Çünkü şeytan da pek fazla bilgiye sahipti. Mantık yürütmek suretiyle, ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu iddia etti. Hâlbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allâh’u teala’nın gazabına uğradı ve lanete müstahak oldu. Ebedi olarak rahmet dergâhından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! iyi ibadetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel´am-ı Baura ve Bersisa en çok ibadet edenlerdendirler. Fakat sonunda, nefis ve şeytana uyarak dünyaya bağlandılar. Ahiretlerini ziyan ettiler. Rezil rüsva oldular. Ey oğlum! Kalbinde ufak bir leke görürsen, oruç tut. Gitmezse, az konuşmaya bak. Gitmezse, günahlardan şiddetle kaç. Yine gitmezse, her hali iyi bilen Allâh’u teala’ya yalvarmaya, sızlanmaya başla. Bilgisizlik ölümdür. Allâh’u teala ilim verdikçe canlanmaya başlar. Her bilgi bir vebaldir. Bu vebalden kurtulmak amel etmekle mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi Allâh’u teala için yapılmaya bağlıdır. İhlâs elde edilmedikçe, kurtuluşa erişilmez. Salih müslümanlar, Allâh’u teala’nın hükmüne boyun eğerler, gelen şiddet ve belalara sabrederler, aza kanaat ederler. Allâh’u teala’dan başkasından korkmazlar ve kimseden bir şey beklemezler. Ancak Allâh’u teala’dan isterler. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı düşüren aziz ve zelil edenin Allâh’u teala olduğunu bilirler. Salih müslümanlar, Peygamber efendimizin sünnet-i şerifine tam uyarlar. Onların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az konuşurlar. Öfkelerini tutarlar, şehvetlerini yenerler. Nefislerinin arzularını yapmazlar. Allâh’u teala’yı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak. hep o´nunla beraber olmaya bakarlar. Böylece nefislerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler. Nefse, Allâh’u teala’nın kaza ve kaderine rıza göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü kadere razı olmak, Allâh’u teala’nın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır. Nefis bunları istemez. Saadete kavuşmak, nefsin rızasını terk edip, Allâh’u teala’nın rızasına koşmakla mümkündür. Saadete kavuşanlara müjdeler olsun. 72 Burhan