Kafkasya`da Osmanlı - Rusya Rekabetinin Fiilen

Transkript

Kafkasya`da Osmanlı - Rusya Rekabetinin Fiilen
Kafkasya’da Osmanlı Rusya Rekabetinin Fiilen
Başlaması Kırım Hanlığı ve
1569 Astırhan Seferi Türk
Ekvatorunun Doğuşu
Süleyman Kocabaş*
256
Kafkasya’nın Coğrafi Konumu,
Toplumsal, Siyasal, Dini Dokusu ve
Jeopolitik Önemi
YENİ TÜRKİYE 81/2015
Coğrafi konumu: Yazımıza konu olan
Kafkasya, “geniş coğrafi konumu” yla, Karadeniz’in doğusu ile Hazar denizinin batısı
arasında yer alan, kuzeyde Karadeniz’de başlangıç yeri Taman yarımadası olmak üzere,
içinde yazımıza “özel konu” olan Astırhan’ı
da içine aldığı halde Hazar denizinin kuzey
ucunda biten, güneyde Kars’tan başlayan ve
Hazar denizinin güney ucunda biten “Dağlar
Ülkesi” bir alandır.
Kafkasya, “dar coğrafi konumuyla”yla,
ülke olarak adını “Kafkas Dağları” denilen ve
Taman yarımadasından başlayıp, Hazar denizinin güney ucuna kadar uzanan ve “ülkenin
bel kemiği” denilen 1200 kilometrelik bir sıradağlar silsilesi ile, yüksekliği çoğu yerde 5
000 metrenin üzerinde, derin vadileri ile tanını bu silsilenin kuzey ve güney hinterlantlarında “Güney Kafkasya” ve “Kuzey Kaf-
kasya” adlarıyla iki kısımla anılan, “Kafkas
dağları”ndan aldığı için “Kafkasya” denilen
bir ülkedir.
Toplumsal dokusu: Kafkasya, bir “Dağlar ülkesi” olduğu kadar, ayına zamanda bir
“Diller ülkesi”dir. 30 - 300 çeşit dilin konuşulduğu bu ülkeye, bu sebepten “Cebel -ül
Elsân” (Diller Ülkesi” adını vermişler, burası
“Arap Hakimiyeti” ne girince yönetiminde bu
isimle anılmıştır.1
Kafkasya’da çok sayıda dilin konuşulması deke, burada birbirinden farklı veya
birbirine akraba çok sayıda millet ve kavmin
yaşadığı anlamına gelir ki, bu sebepten de bu
ülke için “milletler mozaiği” denilmiş, 5- 121
millet ve kabilenin varlığından bahsedilmiştir.
Kafkasya’nın böyle bir mozaik olmasına sebep, kendi “yerli halkları” yanında,
burasının kuzeyden güneye, doğudan batıya
Asya ve Avrupa kavimlerinin göç yolu üzeri
olduğu için, çoğu göçerlerin (özelikle Türkler) burada “yerleşik düzen”e geçmelerinin
yanında, ülkeye komşu “Büyük Devletler”in
baskı idaresi ve zulmün kaçan bir çok kavim,
Kafkasya dağlık ülke onması sebebiyle, burada “korunma ve serbestçe yaşama” fırsatları
daha çok olduğu için buraya gelerek yerleşmek suretiyle, hem milletler ve kabileler sayısını artırmaları yanında, nüfus kesafetini de
artırmışlardır.
Siyasi dokusu: Kafkasya’nın kendine
has “parçalı” karakterli siyasi dokusunun
oluşmasını, milletler mozaiği olmasının yanında, Kafkas sıradağlarının da etkisi büyük
olmuştur. Özellikle dağlar silsilesinden güney
- kuzey yönlerine geçişlerde yüksekliği fazla,
geçit yerleri sınırlı olması sebebiyle, Kafkas
dağlarının kuzeyinde kalan ülkelere “Kuzey
Kafkasya”, güneyinde kalanlara “Güney Kafkasya” denilmiş, bu sebepten, bu iki bölgede
toplumsal dokunun parçalı ve müstakil olması yanında siyasi dokunun da parçalı olması
(*) Araştırmacı Yazar. Tarih İhtisas Kütüphanesi ve Süleyman Kocabaş
Kütüphanesi Yayınları sahibi.
(1) Hayati Bice, Kafkasya’dan Anadolu’ya Güçler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1991, s. 3
İşte bu durumlar, Kafkasya millet ve
kavimlerinin komşuları büyük devletlerin,
“cengaver, onurlarına düştün, hür ve bağımsız yaşamaya alışmış, demokratik karakterli”
denilen bu milletlerin üzerlerine olana saldırılarına karşı, “büyük dirençler” göstermelerine rağmen, en sonunda “teslim” olmalarına
sebep olmuştur.
Dışarıdan gelen saldırılara, etnik, din
büyük farklılıkları yanında, “dağ engeli” sebebiyle de parçalı oldukları için aralarında
“ittifaklar” kurup birlikte direniş gösterememişler, bu sebepten teker terek yutulmaları
kolay olmuştur.
Türklerin 1453’de İstanbul’u fethiyle
“Ortaçağ”ın bitip “Yeniçağ”ın başlamasıyla
birlikte, Kafkasya, büyük devletler komşuları,
güneyden Osmanlı Devleti ve İran, kuzeyden
Rusya arasında, burası üzerinde hakimiyet
ve nüfuz kurulması uğrunda, bu üç devletin
“arka bahçe” si statüsünde tam bir “rekabet
ülkesi” haline gelmiştir. Bu “rekabet savaşları”
sebebiyle, Kafkasya’nın “bölük - pörçük” milletleri ve ülkeleri adı geçen üç büyük devlet
tarafından sık sık el değiştirmiştir.
Padişah Kanuni Sultan zamanında
“Dünyanın süper gücü” olan, Osmanlı’nın
Kafkasya’ya olan sefer ve akınları sayesinde
burası 17. asrın başlarında Osmanlı hakimiyet ve nüfuzuna girmiş, Kanuni’den sonra gelen Osmanlı -İran harplerinde iki ülke
arasında sık sık el değiştirmiş, Rusya’nın bu
iki devlet ile daha aktif “Kafkasya Rekabeti”
ise Çar I. Petro’nun 1711 Prut Harbi’nden
sonra başlayan “Hazar Denizi Seferleri” ile
başlamış, bu seferlerde bölgede genelde İran
ile savaşlar veren Rusya, Hazar Denizi batısı Kafkasya ülkelerini İran’ın elinden almış,
fakat I. Petro ölünce karşı saldırıya geçerek
kaybettiklerine yeniden sahip olmuştur.
Üçlü rekabette Rusya, bugünkü İran
sınırına kadar bütün Kafkasya’yı 1825’de
yaptığı İran’la savaşları sonucu almış, Osmanlı ile olan savaşı 1877- 78 Savaşında ise,
Osmanlı Devletinin yenik düşmesi sonucu
olun elinden, Batum, Kars ve Ardahan’ı da
almak suretiyle kuzey ve güney ülkeleriyle
Kafkasya’yı bütünüyle hakimiyeti ve nüfuzu
altına almıştır.
Kafkasya’nın Rusya’nın hakimiyet ve
nüfuzunda kalması, 1990’lı yıllarını başında
bu ülkede Komünizm çökene kadar devam
etmiş, çöküşü ile birlikte Güney Kafkasya’da
Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan bağımsızlıklarına kavuşmuşlar, Kuzey Kafkasya
ülkeleri ise “Özerk Yönetimler” statüsünde
“Rusya Federasyonu”na bağlanmışlar, bunlardan, 1994’de Çeçenistan bağımsızlık mücadelesine başlamışsa da kanlı bir şekilde
bastırılmış, bu arada, Gürcistan’da Abazalarla Gürcüler arasında başlayan savaşta, Rusya
Federasyonunun da desteği ile Abazalar savaşı kazanarak “Abazya” adı altında Gürcistan’dan ayrılmışlardır.
Dini Dokusu: Kafkasya milletlerinin
ve kavimlerinin Müslüman olmaları süreci,
buraya 8. Yüzyılın başlarında Arap hakimiyetinin kurulmasıyla başlamış, bunu, buraya
Selçuklular, Kırım Hanlığı ve Osmanlı Devleti’nin hakim olması devam ettirmiş, 19.
Yüzyılın (1800’lü yıllar) başlarına gelindiğinde, Tümüyle Hristiyanlaştırılan Ermeniler
(bunlar en erkenden Hristiyanlaştı), Osetler,
Gürcüler (bunların ancak % 25’i Müslümanlılaştırılabilmişti) hariç bütün Kafkasya ülkesi
halkları Müslüman olmuş, bu özelliği sebebiyle bu ülke bir “Müslüman Ülkesi” halini
almıştır. Bunda, buraya Orta Asya’dan gelip
yerleşen yoğun Türk varlığı da etkili olmuş,
bu haliyle, Kafkasya’ya bir “Milletin çoğunluğu” ölçeğinde Azeriler, Balkar -Malkara,
Acarya, Ahıska, Ahırkellek Türkleri ve bu
isimlerle anılan “Türk ülkeleri” nin varlığı
yanında, Dağıstan ve Abazya’nın yarısının da
Türk ve Müslüman olduğu ve “Türklerle akraba milletler” denilen Müslüman Çerkezler,
Çeçenler, kısmen olarak İnguşlar, Kabartaylar ve bunlara ilave edilebilecek daha küçük
257
YENİ TÜRKİYE 81/2015
sebebiyle, bu iki kuzey ve güney ülkesi tarihte
aralarında “birlik” kurup ”büyük devlet” haline gelememişlerdir.
ölçekteki kavimlerin varlığı da göz önüne alınırsa, Kafkasya’nın da neredeyse bir “Türk
Ülkesi” olduğundan bahsedilebilir.
258
Jeopolitik ve stratejik durumu: Kafkasya, dünya coğrafyasında İstanbul ve Çanakkale boğazlarının jeopolitik ve stratejik önemi ne derece büyük ise, Kafkasya yönünden
de neredeyse ayın derecede “büyüklük” arz
etmektedir Çünkü, adı geçen iki “su yolu”
ve “kara parçası” özelliği ile Kafkasya, Avrupa’dan Asya’ya, Asya’dan Avrupa’ya geçişin birer kapılarıdır. Bu büyük “yol özelliği”
yanında, Kafkasya’nın ekonomik ve ticari
zenginlikleri de onun “büyük önemi” ne
renkler katmaktadır. Zengin tarımsal varlığı
(özellikle hayvancılık” yanında zengin maden
yatakları ve “Kuzey İpek Yolu”nun, “Astırhan
toplanma ve mübadele merkezi” üzerinden
Kuzey Kafkasya’dan geçmesi ve güneyde ise
Anadolu’yu katederek İran üzerinden geçen
“Güney İpek Yolu”na yakın olması, dünyanın
bütün süper devletleri ve güçlerinin iştahlarını Kafkasya üzerine sürekli üzerine çekmiştir.
YENİ TÜRKİYE 81/2015
Hele, 19. asrın başlarında Irak’ta Musul’un yanında, Azerbaycan’da Bakü’de petrolün bulunması, büyük devletlerin buralar
üzerinde hakimiyet kurma isteklerine doping
etkisi yapmıştır. Musul üzerinden Irak’taki
“Petrol Mücadelesi”ni I. Dünya Harbi sonunda İngiltere kazanırken, Bakü üzerinden
Azerbaycan’daki bu mücadeleyi de Komünist
Rusya kazanmıştır.
Günümüz itibariyle de Kafkasya giderek önemli bir denizler entegreli “karasal
geçit yolu” ve başta petrol ve doğalgaz olmak
üzere bütün doğal zenginlikleriyle dünyanın
süper güçlerinin iştahlarını üzerine çekmesinin yanında, “Geleneksel” sebeplerden de
komşuları büyük devletlerini “arka bahçesi”
ve “rekabet” alanı olmaya devam etmektedir.
Kafkasya’nın bir milletler mozaiği olması, siyasi yapısı ve kaderini yakından etkilemiş, bu sebepten tarih boyunda bir araya
gelip, birleşik ve büyük anlamda bir “Kafkasya Devleti” kuramayan milletler, kendi böl-
gelerinde “kendi hallerinde yaşamak” statüsü
içinde kalmışlar, bu sebepten buraya uzak ve
yakın komşu devletlerin, Kafkasya milletleri
“bölük pörcük” oldukları için bunları hakimiyetlerine almaları kolay olmuş, bunların
yönetiminde genelde “muhtar- özerk” (içişlerinde bağımsız, dışişlerinde kendilerini hakimiyet ve nüfuzlarına alanlara bağımlı) olarak
hayat sürmüşlerdir.
Yazımıza bu girişten sonra, Rusya’nın
nasıl kurularak ve büyük devlet olarak gelişmesi sonucu, komşuları büyük devletlerle,
Kafkasya, kendisinin de “arka bahçesi” haline
geldiği halde, “Kafkasya mücadelesi ve rekabeti” ne komşuları ile birlikte (özellikle Osmanlı Devleti ile) ilk girişini anlatacağız.
Rusya’nın Altınordu Devleti
Nüfuzuna Girişi
Rusların, Türklerden önce savaştıkları
unsur Moğollar olacaktır. Moğolların, Karadeniz’in kuzeyi ve Balkanlara gelmeleri,
Cengiz Han’ın zamanında oldu. Ruslar, Azak
Denizi yakınlarında Kalka’da Moğollara yenildiler.2
Cengiz Han, Karadeniz’in kuzeyini,
dört oğlundan biri Cuçi’ye yurt olarak bıraktı. Bu sırada, bu bölgeye Moğolistan’dan
hiç alışık olunmadığı halde göçlerle yoğun
bir Moğol nüfusu gelmişti. Cuçi’nin oğlu
Batu’nun idare ettiği Moğol ordusu Karadeniz’in kuzeyini, İdil Boyu, Kırım ve Derbent’e kadar Kafkasya topraklarını ele geçirdi. “1240’da Kiev alındı. Bundan sonra Batı’ya giden yollar Batu için açılmıştı. 1242’de
Batu’nun askeri Polonya, Macaristan ve Dalmaçya’yı tahrip etti. Lakin Batu, bu memleketlere nüfuz edemeyerek 1242-43’de Eflak
ve Buğdan üzerinden Dest-i Kıpçak’a (Karadeniz’in kuzeyi) dönmüştür.”3
1259’da Cengiz İmparatorluğunun büyük hakanı Mengü Kağan ölünce imparator(2) Stanley Lane-Poole, Turkey, T. Fisher Unwın, New York, 1892, s.
247
(3) A. Yu Yakubovsky, Altınordu ve Çöküşü, Çev. H. Eren, Kültür Bakanlığı Yayınları, , Ankara, 1976, s. 41-42
Batu Han ölünce, yerine Berke Han
(1257-1266) geçti. Berke Han, Mısır Memlüklüleri ve Türkistan şeyhlerinin telkinleri
sonucu Müslüman oldu.4 Moğolların Müslümanlaşmasına bağlı olarak, Türkleşmeleri de
süratle gerçekleşti. Karadeniz’in kuzeyindeki yoğun Türk nüfusu da iki ırkın kaynaşıp
Türkleşmesini hızlandırdı. XIV. yüzyılda Altınordu’da Moğolca unutulmuş, Türkçe edebi dil olmuş, Moğollardan yalnız “Tatar” adı
kalmıştı.5 Böylece, Altınordu bir Türk devleti
özelliği kazandı. Devletin üst düzey yöneticileri, Müslümanlaşmış ve Türkleşmiş Moğol
idiler.
Rusya’nın Bağımsız Devlet Haline
Gelişi
Rusların Altınordu’nun hâkimiyetine
girmeleri, milli birliklerinin kurulmasında itici bir sebep oldu. Altınordu’ya yıllık vergi vermeye dayanamayan knezler, kendi aralarında
birleştiler. Bu birlik, Moskova Büyük Knezi
etrafında kuruldu. Moskova Büyük Knezi
Dimitry İvanoviç (1359-1389), Rus knezlerini askeri birlik haline getirmeyi başarınca,
Altınordu’ya ciddi olarak kafa tutmaya başladı. Altınordu Hanı Mammay Han’la 1380’de
Kulikova ovasında karşılaşan İvanoviç, başarılı olamadı. İki taraf bir sonuç alamadan
karşılıklı olarak çekildiler. Mammay’ın yerine
geçen Toktamış, 1382’de Moskova üzerine
yürüyerek Rusları yeniden itaat altına aldı.6
İ395’de Timur’un Toktamış’ı Kafkasya’da yenmesi, Altınordu için büyük bir talihsizlik, Rusya için ise büyük bir şans oldu.
Toktamış’tan sonra, oğulları arasında taht
kavgaları başlamış, oğullarından hiçbirisi birliği sağlamaya muktedir olamayarak, herkes
kendi bölgesinde bağımsızlığını ilan etmesi
sonucu, Altınordu’da Hanlıklar dönemi baş-
lamıştı.7 Bu hanlıklar şunlardı: Kazan, Kasım,
Kırım, Nogay, Astırhan ve Sibir hanlıkları.
Rusya’nın bu küçük lokmaları yutması kolay
olacaktır.
Altınordu’nun birliğini yeniden kurmak için harekete geçen Kazan Hanı Ahmet
Seyyit Han’ın Moskova Büyük Knezi İvan
karşısında 1480’de başarısız olması üzerine
yıllık vergiyi vermemeye başlayan İvan bağımsızlığını ilan etti. Ardından Rusya, Altınordu hanlıklarını bir bir ortadan kaldırmaya
başladı. IV. İvan, 1552’de Kazan ve Kasım
hanlıklarını aldı. Andından 1555’de Nogay,
1556’da Astırhan hanlıkları Rusların eline
geçti. Uralları aşan Ruslar, 1584’de Sibir
Hanlığına son verdiler.8
Rusya’nın Osmanlı Devletini Yıkmaya
Yönelik Emellerinin Ortaya Çıkması
Slav ırkından olan Ruslar, ilk bağımsız
devletlerini 862’de Kiev şehri ve civarında bir
kara devleti olarak kurmuşlardı. Güçlü devlet
olmak için denizlerle sınırı bulunmak gerekiyordu. Rusya’nın “Sıçak Denizlere İnmek”e
yönelik “milli ideali” daha o zamanlar ortaya
çıkmış, bu uğurda komşu devletler ki, Rusların girdikleri Ortodoksluk mezhebi, imparatorların hakimiyetini kuvvetlendiren Bizans
İmparatorluğu, Lehistan’la savaşılmış, Rus
ordusu Karadeniz’in doğusuna kadar gelerek
burada İran’a saldırmıştı.
259
Pagan Rusların, 998’de Hristiyan olmaları, tarihlerinde önemli bir dönüm noktası
teşkil etti. Birinci olarak, Ruslara ilk olumlu
etkisi knezlerin hakimiyetini sağlanması oldu.9
(4) V. V. Bartholt, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1975, s. 240-241
(5) Yakubovsky, s. 49
(6) A.g.e., s. 188
(7) Altınordu, Osmanlı Devleti ile aynı anda kurulduğu halde, Osmanlı’ya nazaran kısa zamanda yıkılması, Osmanlı’nın sahip olduğu
iyi bir “taht ve veraset usulü” ne sahip olamamasından ileri geldi.
Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırı Beyazıt’ı da yendiği halde, Osmanlı
kendisini hızla toparlamayı başarmış, Altınordu’da hanlardan hiç
birisi birliği sağlamaya muktedir olamamıştı.
(8) B. Spuler, Central Asıa Form the Sıxteenth Century to the Russıan
Conquest, The Cambrıdge Hıstory of Islam, Vol: I, At the Universıty Press, Cambrıdge, 1970, s. 470
(9) Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi, Türk Tarih Kurum Yayınları, Ankara, 1987, s. 31
YENİ TÜRKİYE 81/2015
luk parçalandı. Batu Han bağımsızlığını ilan
etti. Devleti, “Cuçi Ulusu”, “Gök Ordu”, Rus
kaynaklarında “Altınordu” adını aldı. Bütün
Rus knezleri, bu devletin hâkimiyetine girmişlerdi.
260
İkinci olarak Rusya, 1453’de İstanbul Türkler
tarafından fethedilip Bizans İmparatorluğuna
son verilince, “Bütün Ortodoksların hamisi ve
Bizans’ın varisi” emeli ile hareket etmeye başlamıştı. “Rusya hükümdarlarından III. İvan,
Bizans İmparatorluğunun son hükümdarı
olan Konstantin’in kız yeğeni Sofia ile 1472’de
evlenince ve devlet armasına Bizans İmparatorluğunun arması iki başlı kartalı ilave edince, Bizans İmparatorluğunun varisi iddiasında
bulunmaya başladı. O zamanlar Ortodoks kilisesine ‘Rum Kilisesi’ unvanı verilmişti. Moskoflar, Büyük Petro’dan (I. Petro-Deli Petro)
beri hükümetlerine ‘Rus-Rum İmparatorluğu’
unvanını veriyorlardı. İstanbul’u ele geçirmek
emel edinilmiş, Ortodoks hissinden ve fikir
ihtilalinden Rumlar nezdinde fayda elde edileceği düşünülmüştü.”10 Rusya’nın Sıcak Denizlere inme emeli, Bizans ve Ortodoksluk geleneğinden gelen dinî bir karakter de kazanınca,
kendisini iyice takviye etmiş, bunun gerçekleşmesi Osmanlı İmparatorluğu’nun ortadan kaldırılmasına bağlı olduğundan Çarlık Rusyası,
III. İvan’dan başlayarak I. Dünya Harbi’nin
sonlarına kadar adı geçen imparatorluğun sürekli “kabir kazıcısı” statüsünde bulunmuştur.
YENİ TÜRKİYE 81/2015
Osmanlı - Rus Rekabetinde Kırım
Hanlığı
Kırım Hanlığının Osmanlı Devletine tâbi olması: Altınordu devleti parçalanınca, kurulan hanlıklardan birisi de Kırım Yarımadası
merkez toprakları olmak üzere Kırım Hanlığı
olmuş, bunun ilk hanı Hacı Giray 1441’de
bağımsızlığını ilan etmişti. Kırım Hanlığının
Osmanlı Devletine tâbi olmasını ki sebebinden birincisi, hanlıkları kendi liderliğinde
birleştirmek için harekete gecen Kazan Hanı
Ahmet Seyyit Han’ın, Kırım Hanlığına da son
verip burasını hakimiyetine alması tehlikesi
karşısında Kırım Hanı Mengli Giray, Osmanlı Devleti’nin himayesine girmek istedi.. Kırım Hanlığı için “uzak bir tehlike” olarak da
bir zamanlar gelip, Rusya’nın diğer hanlıklar
yanında Kırım Hanlığını da ortadan kaldırıp
topraklarını kendisine ilhakı tehlikesi idi.
Kırım Hanlığı, Osmanlı himayesine girerse,
Rusya’nın saldırılarında da kendisini korumuş olacaktı.
“Mengli Giray’ın Osmanlı Devletine
tâbi olmasını cümle ulema ve mirzalar da uygun görerek, o zaman Devlet-i Osmaniye’nin
padişahı olan Fatih Sultan Mehmet Han’a
müracaat ile kendilerini himayesi altına almasını, şayet Kefe, Taman ve Menkup kalelerini11 zapt etmek arzu edilirse, Kırım Hanlığının dahi kendilerine elden gelen gayrette kusur etmeyeceklerini bir âriza ile bildirdiler.”12
Mengli Giray’ın isteğini memnuniyetle
kabul eden Fatih Sultan Mehmet, 1475’de
Gidik Ahmet Paşa komutasında 300 parça
gemiden ibaret bir Osmanlı donanmasını
Kırım’a göndermiş, bu donanma, Han’ın da
yardımıyla Kefe, Menkup ve Azak kalelerini
Cenevizlilerin elinden alarak bunların Karadeniz’in kuzeyindeki hakimiyetine son vermişti. Bu kaleler İstanbul’a bağlı birer sancak
merkezi haline getirildi.
Osmanlı Devleti kendi tâbiyeti ve nüfuzuna giren Kırım Hanlığına “özel bir statü” vermiş, bu statünün esasını, içişlerinde
bir nevi bağımsızlık ve dışişlerinde Osmanlı
Devleti’ne bağlı olmak teşkil etmiştir. Bir nevi “Özerk yönetim” verilmiştir. Azak kalesi
ve Kefe’ye yerleşerek kendisi Karadeniz’in
kuzeyinde “fiili” olarak yer tutan Osmanlı
Devleti, hanları tayin ve görevlerinden alma
yetkisine sahipti. Kırım halkı genelde hayvancılıkla geçinir, Aşağı Özü (Dneper), Aşağı
Turla (Dnestr) ve Don boylarında göçebelik
hayatı yaşardı. Osmanlı, Kırımlıların akıncı
güçleri kırılacağından bunların yerleşik hayata geçmelerini önledi.
Kırım Hanlığının Karadeniz’in Kuzeyinde Osmanlı’nın bir “Koruma Duvarı” olması:
1475’de Osmanlı Devletine tâbi hale gelen
(10)Diran Kelekyan, 19. Asırda Tarih- Siyasi Umumi, Cihan Matbaası,
İstanbul, 1329, s. 142-143
(11)Bu kaleler, Cenevizlilerin elinde idi. Kırım Hanı, bu kaleleri tek
başına alacak kudrette değildi. Osmanlı Devleti’nin mutlak yardımına ihtiyacı vardı.
(12)Halim Giray, Gülben -i Hanan Yahut Kırım Tarihi, Necm -i İstikbal
Matbaası, İstanbul, 1327, s. 16
Osmanlı Devleti de Kırım Hanlığını
“Kuzeyden gelen tehditler”e karşı koruma
yükümlülüğüne sahipti ki, bu tehlike “Rusya
tehlikesi” idi. Rusya 1584’de bütün Altınordu
hanlıklarını son verirken, Kırım Hanlığının
1783’de Rusya’ya ilhakına kadar yaşaması,
Osmanlı Devletinin onu himayesi sayesinde
olmuştur. “Osmanlı Devleti, Kırım Hanlığını
nasıl kuzeyden gelen tehlikelere karşı korumakta ise, Hanlık da onun hesabına Karadeniz’in bekçiliğini yapıyor ve Doğu Avrupa’da,
bu denizde Osmanlı hakimiyetini tehdit
edebilecek her türlü siyasi inkişafa imparatorluğun en müessir silahını teşkil ediyordu.
Başlangıçta buradan Altınordu Devleti’nin
uzaklaşmasına sebep olan, sonra 18. asrın nihayetine kadar Rusların Karadeniz’e inmesini
önleyen başlıca kuvvet, Avrupalıların dediği
gibi ‘İmparatorluğun sağ kolu olan’ Kırım
Hanlığı idi.”13
Kuzey Kafkasya’da dolaylı olarak Osmanlı nüfuzunun kuruluşu: Kırım Hanlarının
hem kendileri hem de Osmanlı Devleti batı, doğu ve kuzeyde seferlere çıktığında bu
seferlere dahil edilen onun emrinde 40 bin
kişilik ordusu vardı. Kırım ordusu, Osmanlı ordusunda hep akıncı birlik olarak kullanılır, Kırım askerinin “akıncı ve cengaverlik
kabiliyeti”ni kırmamak için bunlara ateşli silahlar verilmezdi.
Kırım Hanları, orduları kendi emirlerinde olarak, Osmanlı Devleti’nden bağımsız,
Rusya, Lehistan ve Karadeniz’in kuzeyinde
kendilerine tâbi olan Kuban arazisi üzerinden
Kuzey Kafkasya’ya akınlar yaparlar, ganimetler ve esirler alarak dönerlerdi. Rusya, uzun
bir süre Kırım Hanlarına yıllık vergi vermiş
bu vergi, 1683 Viyan Bozgununun ardından
Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan 1700 İstanbul Antlaşması ile kaldırılmış,
bunun kaldırılması ile birlikte Kırım Hanları
önemli bir gelir kaynaklarından mahrum bırakılmışlardı. Aynı antlaşma ile Karadeniz’in
kuzeyinde buradan Kafkasya’ya önemli bir
“atlama tahtası” olan Azak kalesi de Osmanlı
Devleti’ne karşı girdiği savaşta burasını alan
Rusya’ya verilmiş, bu sayede, “Rusya Engeli” sebebiyle Kuzey Kafkasya’ya olan “Kırım
Akınları” önemli ölçüde durmuş, bu da Hanların gelirler kaynaklarının kurumasına yönelik bir diğer sebep olmuştur. 1700 İstanbul
Antlaşmasının bir önemli yönü de Osmanlı
Devleti tarihinde ilk defa Rusya’yı bağımsız
bir devlet olarak tanımış, bunun sonucu Rusya İstanbul’da “daimi elçilik” bulundurmaya
başlamıştır.
Azak kalesinin Rusya’ya verilmesi hem
Osmanlı Devleti hem de Kırım Hanlığına çok
acı gelmiştir. Karadeniz sahili ile sınır Azak’ın
kaybı, Rusya’nın ilk defa “Sıcak Denizlere inmek” milli emelinden olarak, Karadeniz hedefinden olarak buraya ilk defa ayak basmışı
olmuştur. Burasının kaybı Kafkasya’ya doğru
yayılmakta “bir adım daha atmak” anlamına
geldiği için Osmanlı Devleti’ni ürkütmüş, bu
iki sebepten Azak’ın geri alınmasına mutlak
gerek duyulmuştur. Rusya, Osmanlı Devleti
ili alan 1711 Prut Harbi’nde yenilince, yapılan antlaşma ile Azak geri alınmıştır.
261
Kırım Hanları, hemen her yıl Karadeniz’in kuzey sahili Kuban üzerinden, Osmanlı
Kalesi Azak kalesi onların “uğrak, dinlenme
ve mühimmat temin yeri” olmak üzere, buradan yola devam ile Kuzey Kafkasya’ya akınlar yaparlar, buradaki milletleri tam hakimiyetlerine alamasalar bile nüfuzlarına alınmış
bir statü içinde tutarlar, onların bu nüfuzları
sebebiyle, daha erkenden 1475’den itibaren
Osmanlı Devleti’nin nüfuzu da Kafkasya
üzerinde dolaylı olarak kurulmuş oluyordu.
Kafkasya’da İlk Osmanlı -Rus Fiili
Rekabeti 1569 Astırhan Seferi
Astırhan Seferinin Sebepleri: XVI. asrın
ortalarında, Orta ve Kuzey Avrupa’dan başla(13)Halil İnalcık, Yeni Vesikalara Göre Kırım Hanlığının Osmanlı Tabiyetine Girmesi, Belleten, C. 8, Sayı: 30, s. 185
YENİ TÜRKİYE 81/2015
Kırım Hanlığı, Karadeniz’de Türk hakimiyetini koruyan bir “Kuzey Duvarı”, Avrupalıların ifadesiyle Osmanlı Devletinin “sağ kolu”
statüne girdi. Karadeniz’in bir “Türk Gölü”
haline gelmesini kuzeyden sağlayan Kırım
Hanlığı oldu.
yıp Doğu Avrupa üzerinden Orta ve Güneydoğu Asya’ya giden önemli askeri ve ticaret
yolunun (Karadeniz’in Kuzeyinden geçen
İpek Yolu) kontrolünde kilit rolü oynayan
Hazar Denizi’ne dökülen Volga Nehri’nin
ağzındaki Astırhan şehrinin Rusların eline
geçmesi, Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Orta
Asya tarihinde yeni bir devrin başlangıcı olmuştur. 1300 yıldan beri bir “Türk Irmağı”
olan Volga’nın “Rus Irmağı” haline gelmesi,
Rusya’nın hâkimiyetinin Doğu Avrupa’da korunması, Kafkasya ve Orta Asya istikametinde yayılmasını iyice kolaylaştırmıştır.
Astırhan’ın Rusların eline geçtiği günlerde, Batı Katolik Dünyası’nın Hindistan ve
Filipin Adaları’na yerleşmesinin İslâm Dünyası için arz ettiği tehlike ne ise, Ortodoks
Hristiyan Dünyasının liderliğine ve kurtarıcılığına14 oynayan Rusya’nın da 1556’da Astırhan’a yerleşmesi o kadar büyük bir tehlike
olmuştur.
YENİ TÜRKİYE 81/2015
262
Bu iki tehlikenin fiilen ortaya çıkması, Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri
devamlı kavga verdiği Hristiyan Dünyasına
karşı lehine korumaya çalıştığı kuvvet dengesinin ilk defa aleyhine bozulmasının başlangıcı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin Güney Batı
Asya’da (Umman Denizi merkezli) dengeyi
lehine korumak için Hindistan’a düzenlediği “Hint Deniz Seferleri” nin önemi ne ise,
Astırhan Seferinin de önemi odur. Bu sefer
de Kuzey Batı Asya’da (Astırhan merkezli)
kuvvet dengesinin Osmanlı aleyhine bozulmamasını hedef alıyordu. Astırhan’ı almasıyla
Rusya, bir Doğu Avrupa, Kafkasya ve Hazar
Denizi devleti haline geliyordu. Rusya’nın
yeni yayılmacılığı için artık Doğu ve Güney
yolları açık demekti.
1556’da Astırhan’ın düşmesi, 1555’de
Kabartay Çerkezlerinin Rusya’nın nüfuzuna
girmeleri ve hele 1563’de Terek Nehri üzerinde Rusların bir kale inşası, yalnızca Osmanlı’yı değil, Hazar Denizinin doğusundaki Türkistan hanlıklarını bile alarma geçiren
olaylar olmuştur. Kırım Hanı, Terek boyuna
kale inşasını İstanbul’a alelacele haber verince, daha 1563’de Astırhan üzerine sefer düzenleme kararı alınmış, sefer güçlükleri sebebiyle bundan vazgeçilmişti.
Sokullu Mehmet Paşa, 1569’da sadrazam olunca, Astırhan’a sefer fikri yeniden
gündeme gelmiş, seferin önemini herkesten
çok takdir eden Sadrazam, Sultan II. Selim’i
buna ikna etmeyi başarmıştı. Sonra, bu sırada İran’la devam eden harpler ve Türkistan
Müslümanlarının üzerinden geçerek Hacca
gittikleri Astırhan yolunun Rusya, Horasan
yolunun da İran tarafından kapatılması üzerine, bu yolların açılması için Halife’ye başvurmaları da sefer kararının alınmasında etkili
olmuştur.
O zamanların vakanüvislerinden Peçevi’ye göre, Sokullu Mehmet Paşa, “Acem
(İran) ülkesinin fethini kolaylaştıracak tedbirler düşünüyor”, İran’a Türk askerlerini rahatlıkla sevk edecek yollar arıyordu. Bölgeyi
bilen kişiler de Karadeniz’e akan Don ırmağı ile Hazar Denizi’ne akan Volga ırmağının
aralarının az bir mesafe olduğundan bahisle,
iki ırmağın bir kanalla birleştirilmesinin seferi
kolaylaştıracağı konusunda Sokullu’nun kulağını doldurmuşlardı.15 Sadrazamın emriyle,
söylentilerin doğruluğunu araştırmak için ilk
keşif yaptırılmış, yapılan ölçümlerde, Don
nehrine akan İlovly ile Volga nehrine akan
Cerepaha çayları arasındaki mesafenin 7-8
kilometre olduğu tespit edilmiş, bu iki su yolu arasına kanal açılırsa, Astırhan’ın kolaylıkla fethedileceği düşüncesi üzerine sefer fikri
kuvvet kazanmıştı.
Ayrıca, Altınordu hanlıklarının Ruslar
tarafından bir bir yutulmasından sonra, sıranın kendilerine geleceğinden korkan Türkistan hanlarından Hive Hanı Hacı Muhammet
(14)1453’de İstanbul Türkler tarafından fethedilince, son Bizans
İmparatoru Konstantin’in yeğeni Prenses Sophia ile evlenen IV.
İvan, bu evlilik sebebiyle kendisini “Bizans’ın varisi” olarak görmeye başlamış, devletinin sembolü olarak ejderha yerine Bizans’ın
çift başlı kartalını sembol kabul etmiş, Moskova “III. Roma” ilan
edilmişti. (J. A. Marriot, The Eastern Questıon an Hıstorıcal Study
ın European Dıplomacy, At the Clarendon Press, Oxford, 1947, s.
131)
(15)Ahmet Peçevi Efendi, Peçevi Tarihi, Haz: B. S. Baykal, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981, s. 329
Türkistan hanlarından Padişah’a gelen
nağmelerde, Astırhan’ın büyük ticari önemi
de vurgulanıyor, burasının, “her gün bin altın
gümrük resmi getiren” önemli bir mübadele
merkezi olduğu bildiriliyordu.17
Bir rivayete göre de Astırhan Seferinin
sebeplerindenb birisi de, İstanbul’da bulunun Litvanya elçisiyle, Astırhan Beyi Yalıgaş’ın Sokullu’yu buna iknası olmuştu. 18
Astırhan Seferi: Yukarıda bahsedilen
büyük ve küçük bütün sebepler bir araya
gelince, Astırhan üzerine sefere kesin karar
alındı. Sefere komutan olarak, aslen Çerkez
olan ve bölgeyi iyi bilen II. Defterdar Kasım
Paşa atandı. Emrine 3 bin Yeniçeri, 20 bin
tımarlı süvari, 3 bin amele ve 30 bin Kırım
askeri verildi.19 Ayrıca, Osmanlı taraftarı Volga Nogayları da 30 bin atlı ile Osmanlılara
yardım edeceklerini bildirmişlerdi. Asker ve
zahire tedariki için Anadolu ve Rumeli sancak beylerine nağmeler yazıldı. Azak kalesine
zahire, top ve mühimmat sevk edildi.
Sefer hazırlıkları tamamlandıktan sonra Kasım Paşa, 31 Mayıs 1569’da Kefe’den
hareket ederek Azak’a geldi. Burada Osmanlı kuvvetleri ile birleşen Kırım askerleri, Don
Nehri boyunca karadan ilerleyerek Osmanlı
filosunu takip ediyorlardı. Ağırlık ve mühimmatların büyük bir kısmı Azak’ta bırakılmış,
askere 40 gün yetecek kadar yiyecek alınmıştı. Osmanlı ilerleyişi karşısında Don Kazakları nehrin daha yukarı kısımlarına kaçtılar.
15 Ağustos 1569’da iki nehrin arasında kanal
açılacak olan en kısa mesafe Perevokala mevkiine gelindi. Muhtelif kaynaklarda burada
kanal açılıp açılmadığına dair çelişkili bilgiler vardır. Peçevi20 ve Uzunçarşılı’ya21 göre,
kanalın üçte biri kazılmış, fakat, daha sonra
Kırım Hanı, Astırhan Seferi aleyhine olduğu
için çıkardığı şayialarla askerin moralini bozmuş, kanal açılmasından vazgeçilmiştir. Akdes Nimet Kurat’a göre ise, kanal açmak diye
bir konu yoktur. Küçük iki çaydan en ufak
gemileri bile (hele, suların iyice çekildiği yaz
ve sonbahar aylarında) geçirmek mümkün
değildi. Kanala asıl söz konusu olması gereken Don ve Volga nehirleri arası 50-60 kilometre olup, o zamanın teknik imkanlarıyla bu
kanalın açılması mümkün değildi.22 Olsa olsa
sürükleme olabilirdi. Bu işi Kazaklar yıllardan beri yaptıkları için bölgeye “sürüklemek”
anlamında “Perevoklaka” ismi verilmişti. Kanal hiç kazılmamış, gemileri karadan birkaç
sürükleme denemesi yapılmış, fakat başarılı
olunamamıştı.23
“Seferin asıl amacı, Astırhan kalesini
zaptetmekti. Bu ise İdil (Volga) nehrine geçirilecek gemiler ve toplarla mümkün olacaktı.
Bunlar yapılmadığı takdirde Astırhan’ın zaptı
imkansız görülüyordu.... Astırhan kalesi24 İdil
üzerinde büyücek bir ada üzerinde olup, iyi
tahkim edilmişti. Karadan yaklaşılması imkansızdı.”25 Yeni, su üzerine kurulmuş “kartal
yuvası”na benziyordu.
263
Kasım Paşa’nın yanında bulunan Nogaylar ve Astırhanlılar, onu Volga’ya gemi
geçirmekten caydırarak, süratle Astırhan
üzerine yürümeye ikna ettiler. Kırım Hanı,
buradan Astırhan’a gitmek istemedi. Zorla
götürüldü. 2 Eylül 1569’da karadan Volga
boyu takip edilerek Astırhan’a doğru hareket başladı. Kasım Paşa, beraberinde ancak
10-15 top götürebiliyordu. Yanında, 60 bin
Kırım, 30 bin Nogay ve 15 bin Osmanlı kuv(16)Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve İdil Boyu, Ankara Üniversitesi Dil
Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yayınları, , Ankara, 1966, s. 78 ve 96
(17)A.g.e.,s. 95
(18)Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, C: I,
Türkistan Birlik Yayınları, İstanbul, 1942, s. 129
(19)Kâmil Paşa, Tarih-i Siyasi Devlet-i Âliye-i Osmaniye, C: I, Matbaa-i
Ahmet İhsan, İstanbul, 1325, s. 257
(20)Peçevi, C: I, s. 330
(21)İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C: III, K: I, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 1975, s. 36
(22)Bu kanal, 1952’de Sovyet Rusya Hükümeti tarafından açılacaktır.
(23)Kurat, Türkiye ve İdil Boyu, s. 108-122
(24)Ruslar, Astırhan’ı alınca, burasını harabe halinde terk etmişler, 12
kilometre daha güneyde Volga Nehri’nin ağzındaki büyük bir ada
üzerine yeni bir Astırhan Kalesi inşa etmişlerdi. Burası, ulaşılması
ve alınması güç bir “kartal yuvası”na benziyordu.
(25)Kurat, Türkiye ve İdil Boyu, s. 123
YENİ TÜRKİYE 81/2015
Han ve Özbek Hanı Abdullah Han, İstanbul’a elçiler ve nağmeler göndererek, Rus
yayılmacılığına karşı Osmanlı’nın müdahalesini istemişler, kendilerinin de mücadele verdikleri İran’a karşı Osmanlı Devleti ile ittifak
yapacaklarını bildirmişlerdi.16
veti vardı. Perevolaka’dan 350 kilometrelik
yol katedilerek 15 Eylül 1569’da Astırhan’a
gelindi.26
Kırım ve Nogay askeri, kale muhasarasında direkt etkili değildi. Osmanlılar da bu
iş için yeterli asker, erzak, top ve mühimmat
getirmemişlerdi. Kasım Paşa, karadan Astırhan kalesine birkaç top atışında bulundu
ise de kaleyi düşürmeye hiç etkisi olmamış,
yalnızca kalenin varoşlarında yangın çıkmıştı.
Kış da yaklaşıyordu. Bu durumda Kasım Paşa’nın aldığı karar, kışı eski Astırhan şehrinde
inşa edeceği kalede geçirip, Azak’tan alacağı
yeni takviye ile ilkbaharda Astırhan üzerine
yürümek oldu. Kırım askerleri gidecekti. Bu
karar üzerine orduda umumi bir galeyan başladı. Kırımlılar, Osmanlı askerini kışın şiddetiyle korkutmuşlardı. Yeniçeriler, İstanbul’a
dönülmesi için isyan çıkardılar.
YENİ TÜRKİYE 81/2015
264
Giray, daha Perevolaka’da iken Astırhan üzerine gidilmemesini istemişti. Han, adı geçen
bölgeye kadar gelinmesini, Çar üzerinde bir
baskı unsuru olarak kullanıp, Kazan ve Astırhan’ı ondan geri alarak kendi hâkimiyetine
koymak amacı güdüyordu.29
Kuvvet Dengesinin Rusya Lehine
Bozulması ve “Türk Ekvatoru”nun
Doğuşu
Bu bahse girmeden önce şunu altını
çizmeliyim ki, tarihimiz ve kültür hayatımızda, Yerküremizde Doğu ve Batı Türk dünyalarını “Çin Seddi” hükmünde birbirinden
ayırarak yok etmek için “Dünya Türklüğünün
düşmanları” tarafından kurulan “Türk Ekvatoru” tabiri, “lügat veya siyasi patent hakkı”
olarak ilk defa bu satırların yazarı tarafından
kullanılmaktadır.
Ayrıca, Astırhan’a Moskof ’un imdat
kuvveti gelmekte olduğuna27 ve İran-Rusya ittifak antlaşması yapıldığına dair çıkan haberler, Osmanlı askerini büsbütün menfi yönde
etkiledi. Askerlerin maneviyatı çökmüş, komutanlarını dinlemeyerek takım takım göçe
başlamışlardı. Çaresiz kalan Kasım Paşa, 20
Eylül 1569’da geri çekilme emri verdi.28
Astırhan’ın alınıp, yolun açılamaması,
Kuzey’de kuvvet dengesinin Ruslar lehine
bozulması sonucunu doğurmuş, Batı Türk
Dünyası, Katolik Avusturya-Şia İran kıskaçları arasında yok edilmeye çalışılırken, bu sefer
de Doğu Türk Dünyası’nı yok etmek için Ortodoks Rusya - Astırhan ve Katolik Portekiz
- Filipin Adaları kıskacı ortaya çıkmıştır.
Ordu, Astırhan’dan 60 kilometre
uzaklaşınca, İstanbul’dan kışlama emri geldi.
Asker ricat etmekte olduğu için geri dönülemedi.
Güney’de (Basra Körfezi Hattı), yolunun kesilmesine gelince: Bu, Batı Türk Dünyasının kendisiyle sürekli savaştığı Batı Katolik Dünyası’nın “Coğrafi Keşifler”i sonucu
ortaya çıkmıştır. Ekonomik sebeplerin yanında dinî sebepleri de bulunan Coğrafi Keşifler, bir nevi “Haçlı Seferi” özelliği de taşımış,
Fransız tarihçi Edovard Driault’un ifadesiyle, “Batı’dan Hindistan’a ulaşmak emelinde
olan Kristof Kolomp, İslâmiyet’i ilk doğduğu
yerde yok etmek fikrine düşmüştü.”30
Astırhan önünden Osmanlı askerinin
ricatı tam bir fecaat halini aldı. Yol hususunda
Osmanlı askerlerine rehberlik yapan Kırımlılar ve Nogaylar, onları, Kazak saldırılarından
korumak bahanesiyle “çöl, susuz, otsuz ve
ıssız Macar Kırları” denilen alandan götürdüler. Atlı ve zor şartlara dayanıklı oldukları için
Kırımlılar ve Nogaylar fazla zarara uğramadılar. 23 Ekim’de Azak’a gelindi. 3 bin Yeniçeri
ve 20 bin atlı Türk’ten 2 bini dönebilmişti.
Astırhan Seferinin başarısızlıkları üzerinde durulurken, genelde “Kırım Hanının
ihaneti”nden bahsedilir. Kırım Hanı Devlet
(26)A.g.e., s. 127
(27)Nitekim Çar, Astırhan’daki Rus garnizonunu takviye için Prens
Serebyansky komutasında, Volga su yolu ile yardım göndermiş,
Osmanlı kuvvetleri önünden geçen Rus gemileri, Osmanlı deniz
gücü bulunmadığından batırılamamışlardı. (Kurat, Türkiye ve İdil
Boyu, s. 127)
(28)Halil İnalcık, Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşeyleri, Belleten,
C:.12, Sayı: 46, Nisan 1948, s. 352
(29)Kurat, Türkiye ve İdil Boyu, s. 142
(30)Edovard Driault, Şark Meselesi, Çev: Nafiz, Muhtar Halit Kütüphanesi, İstanbul, 1328, s. 46
Dünyayı sömürgeleştirmek amacıyla
okyanuslara ve kıtalara hâkimiyet için yola
çıkan Batı Katolik-Protestan Dünyası’nın
Filipin adalarına ulaşması, aynı zamanda
Türk ve İslâm Dünyasının boynuna atılan
bir “kement” olmuştur. Ünlü İngiliz tarihçisi ve tarih felsefecisi Arnold Toynbee’nin
yazdıkları: “Türklerin 14. ve 15. yüzyıllarda
Doğu Ortodoks Hıristiyanlığının fetihlerine
Batı âleminin mukabelesi (karşılık vermesi), Haçlıları felakete sürükleyen başarısız
yollardan yürüyerek, İslâm âlemini yeniden
bir cephe hücumu şeklinde değil, fakat okyanusu fetih ederek İslâm Dünyasını çevirmek (arkadan kuşatmak) suretiyle olmuştur.
Afrika’nın deniz yoluyla dolaşılması, Garplı
Portekiz denizcilerini, Hindistan’ı istila eden
Müslümanların son dalgasını teşkil eden ve
bu memlekete kara yoluyla Orta Asya’dan
gelen Moğollardan birkaç yıl önce, Hindistan’ın Batı sahillerine getirmiştir. İspanyollar
tarafından Atlantik okyanusunun ve Meksika yoluyla Pasifik’in aşılması, şimdiye kadar
Küre’nin öte tarafında yani Tuna vadisinde
ve Akdeniz’de birbirleriyle komşu olan Batı
Hıristiyanlığı ile İslâm âlemi arasında Filipin adalarında yeni bir Doğu Asya Cephesi
açılmasına sebep olmuştur. Gerçekten Garp
âlemi okyanusu fetih sayesinde XVI. yüzyılın
sonundan önce Müslümanların boynuna bir
kement atmaya muvaffak olmuştur. Fakat
XIX. asra kadar bu kemendi sıkmaya cesaret
edememiştir.”31
Batı’da Katolik-Ortodoks, Kuzey’de
Ortodoks, Güney ve Doğu’da Katolik - Protestan dünyaları, adı geçen kemendi sıka sıka
Doğu ve Batı Türk Dünyalarını ortadan kaldırmaya çalışacak, Türk tarihinde bu kement
ilk defa 1922’de Sakarya kıyılarında kırılacak, böylece XX. yüzyılda Türklerin “devletsiz millet” olarak kalmaları önlenecektir.
Doğu Türk Dünyası, Moskova-Pekin
kıskacında Rusya ve Çin’in istilaları ile “can
çekişme” dönemini yaşarken, İslâm Dünyasının da Batı’nın elinde sömürgeleşmesi, XX.
asrın ilk yarısında Türk ve İslâm Dünyaları
için “en talihsiz dönem” olmuştur.
265
XX. yüzyılda Rusya ve Çin’in komünistleşmesi, Doğu Türk Dünyası için yeni bir
darbe olacak, özellikle Sovyet Rusya Diktatörü Josef Stalin’in takip ettiği politika sonucu,
Doğu Türk Dünyasının Batı Türkistan kolu,
getirilen siyasi, kültürel ve sınır tedbirleriyle
planlı olarak Batı Türk Dünyasına iyice yabancılaştırılacak, üstelik Kafkaslar üzerinden
yolu kesmek için Ermenistan devletçiği ortaya
çıkarılacak, Ermenistan sınırı öyle tanzim edilecek ki, İran sınırına uzatılan dar bir şeridin
Ermenistan’a dahili yol kesme işi haritada açık
bir şekilde görülecektir. Yani, 14. asrın üçüncü
çeyreğinde ortaya çıkan “Türk Ekvatoru”, 20.
yüzyılda da Kafkasya cihetinden daha da takviye edilerek varlığını koruyacaktır.
Doğu Türk Dünyasının Doğu Türkistan kolunun, Çin faktörü sebebiyle başı dertten bir türlü kurtulamamış, Hazar denizinin
doğusu cihetinden Doğu ve Batı Türkistanın
Çin ve Rus hâkimiyetine girmesi, 19. asrın
(31)Arnold Toynbee, Garp ve Dünya, Çev. E. Bilgiç, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ankara, 1969, s. 33-34
YENİ TÜRKİYE 81/2015
Katolik Portekiz denizcilerinin Ümit
Burnu’ndan geçerek Basra Körfezi sahilleri, Hindistan ve Endonezya’ya ayak basmaları, bunlarla ilk temasta bulunan Doğu
İslâm Dünyası devletlerini telaşa düşürmüş,
Hindistan’da Gucarat Devleti Hükümdarı
Bahadır Şah ve Endonezya’da Ace Sultanı Alaaddin’in, Portekiz saldırılarına karşı
İstanbul’dan yardım istemeleri üzerine Osmanlı tarihinde ünlü Hint Seferleri başlamış,
1525’den 1570’e kadar devam eden 5 seferden fazla bir olumlu sonuç alınamamış, bu,
harp hazırlıklarının yeterli olmaması (özellikle, kapalı denizlere göre inşa edilen Osmanlı
harp gemilerinin, okyanuslara göre inşa edelin dev Portekiz gemileri karşısında yetersiz
kalması), coğrafi şartlara yenik düşülmesi sonucu Doğu Türk ve İslâm Dünyalarına açılan
Güney yolu da kapanmış, bunun sonucu Volga Nehri-Astırhan-Hazar Denizi-İran-Basra
Körfezi-Umman Denizi hattında “Türk Ekvatoru”, bunun doğu ve batısında yer alan
“Türk Yarımküreleri” 14. asrın üçüncü çeyreğinde net olarak teşekkül etmiştir.
üçüncü çeyreğinde gerçekleşmiş, bölgedeki
Türk hanlıkları Osmanlı Devleti’nden yardım istemişler, Osmanlı’nın iyice zayıflaması
yanında, coğrafi engeller (Türk Ekvatorunun
Çin Seddi özelliği göstermesi) sebebiyle de
yardım yapılamamıştır.
19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde,
Doğu ve Batı Türk Dünyası’nda tek bağımsız devlet olarak Osmanlı Devleti kalmış, I.
Dünya Harbi sonunda bu “son devlet”in de
yok olma tehlikesi karşısında heyecana kapılan Doğu Türk-İslâm Dünyası halkları, Türk
İstiklal Harbi’nin başarıya ulaşması için para,
gönüllü ve diplomasi yardımında bulunarak
iki dünya arasında varolması gereken dayanışmanın güzel bir örneğini vermişlerdir.
266
Türk İstiklal Harbinin kazanılması sonucu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla, Batı Türk Dünyası Anadolu ile sınırlı
kalmış, bu dünyanın nüfuz ve etki alanı iyice
darılmıştır. Bugün bile Balkanlarda ve Kıbrıs’ta Türkler ve Müslümanların maruz kaldığı soykırım, göçler ve asimilasyon olayları,
Osmanlının yıkılma sürecinin devam ettiğinin göstermektedir.
YENİ TÜRKİYE 81/2015
1990’lı yılların başında Komünizmin
yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin dağılması
ile birlikte, Doğu ve Batı Türk Dünyaları için
yeni bir “ümit dönemi” doğmuş, Azerbaycan
ve Batı Türkistan Türk devletlerinin bağımsızlıklarına kavuşmaları sonucu Doğu Türk
Dünyası yeniden teşekkül etmeye başlamıştır. Ama, “belirsizlik havası” henüz ortadan
kalkmış değildir. Yeniden güçlenecek Rusya’nın neler yapabileceği endişe konusudur.
Üstelik, Batı Türk Dünyasının Kuzey kolu,
Rusya Federasyonu’nda “özerk” statüde bulunmaya devam etmektedir.
Batı Türk Dünyasının Güney kolu (Anadolu Türkleri) Osmanlı Devletinin
1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilan ile yeni bir “medeniyet eşiği” ne ayak basmış, bu
sefer yönelinen medeniyet Batı Medeniyeti
olmuştur. 1839’da başlayıp, günümüzde de
devam eden bu süreçte, esasında tarihte kendisiyle sürekli kavga ettiğimiz Batı’nın çok
yönlü ve topyekun etkileri karşısında Türk
Milli varlığının devam edip etmeyeceği, Şamanların dinindeki Türkler gibi Anadolu
Türklerinin de Batı Hıristiyan Dünyası içinde
asimile olup olmayacakları sürekli gündemde
kalmaya devam etmektedir. Ülkemizde günümüzdeki gelişmelere baktığımızda “Türk
düşmanlığı” ve “İslâm düşmanlığı”nın prim
yaptığı bir ortamda, Güney Kolunun (Anadolu) da Batı içinde asimile olma tehlikesi
ile karşı karşıya geldiği görülmektedir. Bu
olursa, Batı Türk Dünyası toptan ortadan
kalkacak demektir. Kaldı ki, “Bir Hıristiyan
kulübü” olarak tanınan Avrupa Birliği’nin de,
Türkiye’nin AB’ye girişi uğrundaki en büyük
engelin Türklerin Müslüman olduğunu dile
getirmesi de düşündürücüdür. Acaba Türkiye asimile edilerek mi AB’ye alınacak sorusu
akla gelmektedir.
Güney Kolunun AB ile olan ilişkilerinde ikinci bir senaryo örneği, Anadolu’nun bu
sefer de Avrupa’ya hâkim olmakta “ikinci bir
Ergenekon çıkışı örneği” olabileceği yönündedir. Hele, nüfus olarak yaşlanmış ve ruhunu kaybetmiş Avrupa’ya “yeni bir doping”
vermek, Anadolu üzerinden geçeceğe benzemektedir. Bu da ancak, milli kimliğimizi
koruyarak, geliştirerek ve Türk’ün tarihteki
o meşhur bütün farklılıklara saygı, hoşgörü
ve demokratik geleneğinin çağımıza uyarlanarak canlandırılması, hayata geçirilmesi ile
olacaktır.
Özet olarak anlattığımız Batı ve Doğu
Türk Dünyalarının bugün içine düştükleri
“belirsizlik” ortamı ne gibi net bir yön alacaktır? XXI. yüzyıl “Türklerin asrı” olacaksa,
bunu tayin etmenin özellikle kendi elimizde
olduğu unutulmamalıdır.
Astırhan Seferi yenilgisiyle de tamamlanan Doğu ve Batı dünyaları arasına bir “Çin
Seddi” gibi kurulan “Türk Ekvatoru”nun
oluşumu ve sonuçlarına bu kısa bakışımızın,
Genel Türk Tarihi üzerinde çalışacaklara “tarih tezleri”, “konusu” ve “ipuçları” vereceği,
siyasilerimiz ve milletimize de aşılması gereken hedefler göstereceği için faydalı olacağına inanıyoruz.