Linki tıklayarak

Transkript

Linki tıklayarak
SUNUŞ
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler, Ümit Bulut Efendi’nin,
Melâmîlik öğretisini ve bu öğretinin nasıl yaşama
geçirileceğini, talep edenlere aktarmak üzere Melâmî
Düşüncesi Araştırma Derneği çatısı altında yaptığı
sohbetlerden derlenerek sunulmuştur.
Üçüncü Dönem Melâmî Piri Seyyid Muhammed Nur-ül
Arabî Hazretleri’nden gelen ve Davud Yılmaz Efendi’den Ümit
Bulut Efendi’ye aktarılan kemâlât, doğuş ile dile gelip, bu
kitapta yazıya aktarılmıştır.
İşin ehli bilir ki Allah’ın sırlarını Kur’ân açıklar;
Kur’ân’ın sırlarını da insan-ı kâmil. “Bize aşkı anlat!”
diyenlere, “Ben ol da bil!” diyen Mevlânâ Hazretleri’nin de
söylediği gibi önemli olan bilmek değil, bildiğini yaşama
geçirebilmektir. Ümit Bulut Efendi, bu kitapta yer alan sohbet
yazıları ile Kur’ân’ın hakikati; bu hakikatin nasıl yaşama
geçirileceği; nasıl Kur’ân olunacağı konusunda talep edenlere
ışık tutuyor.
11
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Nasıl ki Mevlânâ Hazretleri, Şems geldikten sonra Mevlânâ
olduysa bu kitapta da yer alan pek çok yazıda, kendi
potansiyelimiz oranında “Mevlânâ olmak” için “Şems’imizi
bulmak” gerektiği vurgulanıyor.
İşin ehli bilir ki Kur’ân’ın işaret ettiği ve insanlara
ulaşması için hedef koyduğu, Peygamber Efendimiz Hz.
Muhammed ile simgeleştirdiği bilinç seviyesine ulaşmak ve bu
bilinçle yaşamak,
ancak ve ancak bu bilinç seviyesine
ulaşmış bir rehberle mümkün olur. İşte bu kitapta da o rehber,
21. Yüzyıl insanına Hz. Muhammed’in dinini; o dinin nasıl
yaşanacağını yaşamın içinden örneklerle anlatıyor; bir
anlamda aklın ötesini, Melâmîlik öğretisindeki bilinç
seviyeleri ile aklın önüne getiriyor.
Yine işin ehli bilir ki Kur’ân ve Furkan (insan-ı kâmil) ikiz
kardeştir; bir başka deyimle insan-ı kâmilin ağzından çıkan
her söz, ayettir. Doğuş ile söze dökülen sohbetlerden derlenen
bu kitapta görüleceği gibi Kur’ân’daki bazı ayetlerin dışında
hiçbir kitap ya da kaynağa atıfta bulunulmamıştır.
Çünkü bu kitapta yazıya dökülen, Mevlânâ Hazretleri’nin
deyimiyle “Kitap kabına konan sözlerin kaynağı”, Hz.
Pir’den gelen kemâlâttır.
12
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler, Hz. Pir’den gelen ve
manası Hz. Muhammed ile eş değer olan evrensel kemâlâtı,
Ümit Bulut Efendi’nin dilinden, tasavvufî terminolojiye giren
bazı kelime ve kavramların dışında, günümüz Türkçesi ile
yalın ve açık bir anlatımla sohbet üslûbuyla okuyucuya
aktarıyor.
“Kusur arıyorsan olanlarda, etrafında;
KENDİNE DÖN!
Kusursuzluk arıyorsan
Kusursuz olsun diye uğraşıyorsan
Yine KENDİNE DÖN!”
diyen Ümit Bulut Efendi’nin Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
eserinden alacağımız feyz ile ‘kendimize dönüşün’
kolaylaşması dileğiyle Sözün Bittiği Yerden MERHABA…
Narfide Mergen
13
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
14
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
EBU CEHİL’İ TANIMAK
Ebu Cehil’in kıvılcımı olmasa,
Mustafa’nın ateşi yanmazdı!
Ebu Cehil’i tanımadan Peygamber Efendimizi tanımak
mümkün değildir. Bir Allah’ın velisi şöyle diyor: “Ebu
Cehil’in kıvılcımı olmasa, Mustafa’nın ateşi yanmazdı.”
Hatırlayalım ne demişti Ebu Cehil, Peygamber Efendimize:
“Sana para verelim, rütbe verelim, tüm gelirlerden hisse
verelim, ne istersen verelim, ama sen, bizim düzenimize
dokunma!..”
İşte bütün mesele burada: Aman, bizim düzenimize
dokunma! Onlar Peygamber Efendimizi tanımıyor değillerdi.
Elbette kendilerince tanıyorlardı. Efendimize Peygamberlik
gelmeden önce de onu emin, güvenilir olarak biliyorlardı.
Halil İbrahim Peygamber, Nemrut’un düzenine dokunmadı
da!.. Nemrut’un tapınaklarındaki putlarını elindeki balta ile
parçalamadı da!.. Hz. Musa, Firavun’un düzenine dokunmadı
da!.. Tüm köleleri Firavun’a karşı savunmadı da!..
15
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kâinatın Efendisi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Mekke’deki
düzene, yani Kâbe’deki putlara mı dokunmayacak?
Ne dedi Kâinatın Efendisi, Mekkeli müşriklere: “Bir elime
ayı, diğerine güneşi koysanız ben yolumdan dönmem!..”
Mümkün mü böyle bir şey? O’nun gelme nedeni değil mi
Allah ile kul arasındaki putları (perdeleri) kaldırmak?
Allah, düzenin, yani putların arkasındadır. Düzen, yani put da
Allah’tan başka ne biliyorsanız o’dur.
Aklın verası, aklın maverasını algılamaz.
Peki, gelelim bireye… Bireydeki, bir kişideki düzen nedir?
Kişideki düzen, o kişinin yaptığı tüm hareketleri (fiilleri)
kendisinin zannetmesi. Bitti mi? Hayır. Yaşamını, ilmini,
kuvvetini, iradesini, görmesini, duymasını, konuşmasını
kendisinin zannediyor olması. Bitti mi? Nerede?.. Vücudunu
da kişi kendisinin zannediyor. Kişi, tüm bunlar kendisinin
zannettikçe Allah da: “Ben, kulumun zannı gibiyim.” diyor.
Böylece kişi, bu kendinin zannettiği şeylerle kendisine bir
yaşam (düzen) kuruyor. Bu düzen, Allah’la arasında perdeler
oluşturuyor. Ne bunlar? Eşi, işi, çocukları, evi, arabası…
Bunlar yoksa bunlara sahip olma isteği (iradesi). Tüm bunlara
sahip olmak için bütün ömrünü harcıyor. Yetiyor mu? Hayır,
ölümünden sonra da çocuklarını, mümkünse torunlarını da
rahat ettirecek imkânlar için uğraşıyor.
Peki, tüm bunlarla boğuşurken o kişi için Allah nerede?
Göklerde tabii ki. Nasıl olacak bu kavuşma? Size şah
damarınızdan daha yakın olanla nasıl ve nerede buluşup, bir
araya geleceksiniz? İşte burası aklın ötesi… İlgiliyseniz
Allah’ın velilerinin, “Aklın verası, aklın maverasını
16
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
algılamaz.” dediği yer, burası. Cüzi aklın algılamayacağı;
ancak imanla ve aşkla küllî akla teslim olunması gerekliliğidir.
Bu noktada nasibinizde varsa bulacaksınız Allah’ın
velisini; o da Halil İbrahim Peygamber’in baltasını verecek
sizin elinize; girişeceksiniz siz de kendi putlarınıza. Tıpkı
Halil İbrahim Peygamber’in Nemrut’un tapınaklarına girip,
oradaki putları kırdığı gibi. İki cihan Peygamberi Muhammed
Mustafa (s.a.v.) Efendimizin Kâbe’deki putları kırdığı gibi…
Ebu Cehil’i tanımadan, Peygamber Efendimizin
kemâlâtına ulaşmak mümkün değildir.
Ebu Cehil’i tanımak…
Eğer bir düzen kurmak için yaşıyorsak ya da
kurduğumuz düzenin devamı için yaşıyorsak…
Bunun için yapmayacağımız hiçbir şey yoksa…
Bu düzen bizim olmazsa olmazlarımızı oluşturuyorsa…
İşte biz de Ebu Cehil’iz demektir.
İşte bu durumu bilmeden, yani Ebu Cehil’i tanımadan
Peygamber Efendimizin kemâlâtına ulaşmak mümkün
değildir. Cehaletten kurtulmak, Allah’tan başka hiç bir şey
olmadığı bilincine ulaşmaktır. Ancak bu bilinç, Peygamber
Efendimizin kemâlâtını algılayabilir. Ancak bu bilince,
idrake ulaşmış kişiler, eşyaya Peygamber Efendimizin
baktığı gibi bakabilir ki bunlar Allah’ın velileridir.
Ebu Cehil’i 14 asır öncede aramayın. 14 asır öncede
bulsanız da size tarih bilgisinden başka hiçbir faydası olmaz.
Ebu Cehil’i günümüzde arayıp, yanımızdakinde veya
karşımızda, komşumuzda bulmamızın da bize hiçbir faydası
17
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
olmaz. İçimizdeki Ebu Cehil’i bulup, tanımadan; cehaletin ne
olduğunu anlayıp, o cehaletten kurtulmadan; Peygamber
Efendimizin kemâlâtı ile tanışmamız nasıl olsun?
Kendine cahil olan, Allah’a zalim olur…
İçimizdeki Ebu Cehil’in farkına varırsak o kıvılcım, bize
Mustafa’nın ateşini yaktırabilir.
Kendini bilmeyenin, rabbini bilmesi mümkün değildir.
Kendini bilme, bir rehberle olur; rehbersiz çok zordur. O
rehberi bulup, ona Yunus’un Taptuk Emre’ye, Mevlânâ
Hazretleri’nin Şems Hazretleri’ne bağlandığı gibi bağlanmak
gerek. Nasıl bağlanmış onlar rehberlerine?
Mevlânâ ile tanıştıktan bir müddet sonra Şems Konya’yı
terk ediyor. Bu zaman içerisinde Mevlânâ Hazretleri’nin
üzüntüsü tüm çevresindekiler tarafından bilinmekte. Yine
böyle bir günde yanındakilerle Konya sokaklarında yürürken,
yanlarına biri yaklaşıyor ve heyecanla diyor ki: “Ya Mevlânâ,
doğu kapısından Şems’i Konya’ya girerken gördüm. Şems
geldi!” Bunun üzerine Mevlânâ Hazretleri cübbesini çıkarıp, o
şahsa veriyor. Yanındakiler Mevlânâ Hazretleri’ne cüppesini
verdiği kişinin yalancı olduğunu söylüyorlar. Bunun üzerine
Mevlânâ Hazretleri de: “Biliyorum, onun için cübbemi verdim.
Doğruyu söylese idi canımı verirdim.” diyor!
Kendini bilmek, o rehbere can pahasına tâbi olmayı
gerektirir. O rehberin sohbetlerini hiçbir önyargı olmadan
dinlemek; yapmanızı istediği şeyler varsa onları
sorgulamadan, yargılamadan yapmak gerekir. Yine Mevlânâ
ve Şems Hazretleri’nden örnek verelim: Şems Hazretleri,
Mevlânâ Hazretleri’ni talebe olarak kabul etmek için
18
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kendisiyle Konya’nın merkezi yerinde şarap içmesini ister.
Mevlânâ Hazretleri bunu kabul etmez. Nasıl gidip, orada şarap
içsin ki? Tüm doğru bildiklerine aykırı! Mevlânâ Hazretleri,
Şems Hazretleri’ni tanıdıktan sonra Mesnevî’sinde diyor ki:
“O sultanı buldun mu ona neliksiz niteliksiz rapt olacaksın!”
Neden böyle diyor? Çünkü tevhit edebilmek; Allah ile
Allah olmak; Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine
ulaşabilmek; tüm sahip olduklarından, tüm bilgilerinden,
ama tüm bilgilerinden özellikle doğru bildiklerinden de
kurtulmakla olur.
İlm-i Ledün sularında rehbersiz ilerlemek,
imkânsıza yakındır.
Rehber size der ki: “Ey yolcu, -anlatmak adına yolcu
diyorum- şimdi senin vücudun Kâbe; Allah’tan başka ne
biliyorsan da senin putun. Başla bakalım onları kırmaya…”
Size zikrinizi verir. Siz de başlarsınız Allah demeye… Sizde
Allah’tan başka ne varsa silmeye başlar; silmeye başlarsınız.
İşte buna İlm-i Ledün denir. Bu ilmin sadece kitaplardan
okunarak, alınması mümkün değildir; bu sularda rehbersiz
ilerlemek, imkânsıza yakındır. İlgili olanlar üveysî olmaktan
bahsedebilir; o yüzden “İmkânsıza yakındır.” dedim.
Malını, mülkünü, oğlunu, kızını, işini, eşini, bilgilerini
özellikle de doğru bildiklerini terk etmek… Bu dile kolay.
Terk etmemiz gerekenler bir satıra sığıyor; gel gör ki tüm
bunları terk etmek, bir ömre sığmayabilir. Anlatmaya
çalıştığım, neden rehbersiz olmayacağı.
Burada ilgililerin dikkatini çekmek istediğim husus şu:
Terk etmemiz gerekenlerin tamamı (malımız, mülkümüz,
19
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
oğlumuz, kızımız, işimiz, eşimiz, bilgilerimiz…), bizdeki Ebu
Cehil’i oluşturuyor.
Günlük hayatımızda yukarıda saydıklarım veya
saydıklarımdan herhangi biri bizim için öncelikli ise Ebu
Cehil’iz demektir. Allah’a cahiliz demektir.
Bu putların tamamını kırmadan; içimizdeki Ebu Cehil’i
tanımadan; ne aldığımız abdest, abdest olur; ne kıldığımız
namaz, namaz olur; ne de gittiğimiz Hac, Hac olur.
Yaşamımızdaki önceliklerimizin tamamı,
Allah ile aramızdaki puttur.
Namaz kılıyoruz, seccadenin üzerinde görünüşte yalnızca
siz varsınız. Peki, o namazı kılarken, sizin aklınızda yalnızca
Allah mı var? “Evet, yalnızca Allah var.” diyorsanız sorun
yok. “Hayır.” diyorsanız rehbere ihtiyaç var. Bu sebepten
diyor ki Koca Yunus: “Ey hoca, istersen bin kez var Hacca;
hepisinden iyice bir gönüle girmektir.” Burada gönülden
kasıtla, bir insan-ı kâmil bulmayı, bir rehber edinmeyi
söylüyor.
Ya bir rehber bulup, ona tâbi olursunuz ya da
içinizdeki Ebu Cehil’e, yani yaşadığınız düzene!
Bulundukları düzene tâbi olanlar, yani o düzene tapanlar!..
Tapmaktan kastım; yaşamındaki kararları bulunduğu
düzene göre almak, hükümlerini bulunduğu düzene göre
vermektir. Tapmaktan kastım; size “Şah damarınızdan daha
yakın olanı”1, malınızın, mülkünüzün, oğlunuzun, kızınızın,
işinizin, eşinizin arkasında bulundurmaktır.
1
Kaf, 16
20
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
İşte size Ebu Cehil’in yaşamı…
Haydi, biraz cesaretle kendimizi kontrol edelim, biz nasıl
yaşıyoruz? Ebu Cehil gibi mi? Muhammed ümmeti gibi mi?
Önceliklerimiz ne? Günlük hayatımızı işimize, çoluğumuza
çocuğumuza göre mi düzenliyoruz? Herkes kendi cevabını
versin. Önceliklerimizin tamamı, Allah ile aramızdaki
puttur.
Rehbersiz Muhammed ümmeti gibi yaşayabilmek mümkün
mü? Ama rehberle mümkün olduğu ortada.
Gelelim insan-ı kâmile, yani rehbere… Ne var bunlarda da
sadece insan-ı kâmil ile bu dönüşüm olabiliyor? İnsan-ı
kâmilde doğuş vardır; doğuştan kaynaklanan cezbe… Bu
doğuş ona rapt olanda aşka dönüşür; o aşk, cüzi aklı alır,
götürür. Akıl gitti mi tamam, ne mal kalır ne mülk. İşte o
zaman vedalaşmaya başlarız Ebu Cehil’in yaşamıyla.
Doğuş olabilmesi için Ebu Cehil’i çok iyi tanıyıp, onunla
vedalaşmak gerekiyor ki Hz. Muhammed’in kıvılcımı çaksın.
Bir mürşit bulunduğu düzene göre yaşıyor, o düzene göre
karar ve hükümler veriyorsa o mürşidin talebelerini irşat
edebilmesi, dönüştürebilmesi mümkün değildir. Ancak ve
ancak ilim öğretebilir, ilim mürşitliği yapar. İnsan-ı kâmil,
öğretmen değil, bir rehberdir!
Allah’a cahil olan, içindeki Ebu Cehil’e tâbi olur!
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle
buyurmuşlar: “Bir kul, Allah tarafından sevilince iptilaya
uğrar. Buna sabrederse iktina gelir.” Bir sahabe tarafından
“İktina nedir ya Resûlullah?” diye sorulunca Peygamber
Efendimiz cevaben: “O adamın malının, mülkünün, çoluğunun
21
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
çocuğunun alınmasıdır. Çünkü mal, mülk, evlat sevgisinin
olduğu yerde Allah sevgisi bulunmaz; iki sevgi arasına giren
yanar.” diye buyururlar.
Bakın kâinatın varoluş nedeni Peygamber Efendimiz, Ebu
Cehil’i ne güzel tarif etmiş. Dikkatinizi çekerim, tarif ettiği
sadece 1400 yıl önce aynı mahallede yaşadığı komşusu değil;
insanlık var olduğu sürece içimizde var olacak olan,
çoğumuzun varlığından bile haberi olmadığı evrensel Ebu
Cehil… Çoğumuzun varlığından bile haberi olmadığı Ebu
Cehil, yani cehaletimiz…
Allah’a cahil olan, kendine zalim olur!..
Allah’a cahil olan, içindeki Ebu Cehil’e tâbi olur!..
İçimizdeki Ebu Cehil’den kurtulmak için onu tanımak;
tanımak için de varlığını, yani cehaletimizi kabul etmemiz
gerek. Çünkü varlığını kabul etmediğiniz bir şeyden
kurtulmanız imkânsızdır.
Tabii sizin kabul etmemeniz, onun sizde olmadığı anlamına
gelmez. Ondan kurtulma ihtimaliniz olmadığı anlamına gelir.
Eğer sizin için Allah mevhum ise yani buharlaşmış, göklerde
ise yani zanlarınızda ise; o zaman Ebu Cehil sizin içinizde,
damarlarınızda, kanınızda, zihninizde demektir. Böyle olunca
o kişi, Ebu Cehil gibi düşünüyor, Ebu Cehil gibi bakıyor;
kısacası, Ebu Cehil gibi yaşıyor demektir.
Ebu Cehil nasıl yaşar? 1400 yıl önce nasıl yaşamışsa şimdi
de öyle yaşar. Yani göklerdeki Allah’a inanır, Kâbe’deki
putlara tapar, Hz Muhammed (s.a.v.) Efendimizi kabul etmez
idi. Şimdi de aynı: Göklerdeki buharlaşmış Allah’a kesinlikle
inanır; ona sorsanız kendi için değil, oğlu, kızı, eşi ve işi için
22
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
yaşar. “Benim aklım bana yeter, zaten Allah’la kul arasına
girilmez.” deyip, 1400 yıl önce kabul etmediği gibi şimdi de
rehberi kabul etmez.
Peki, bir insanın ailesi için yaşaması, etrafına faydalı bir
insan olarak yaşamaya çalışması kötü bir şey mi? Elbette
değil… Bütün mesele, bu işleri yaparken bizim durumumuz
ne? Bu yaptığımız işler, bizi bizden alıp, götürüyor mu?
Mevlânâ Hazretleri’nden bir hatırlatma ile devam edeyim.
Diyor ki Mevlânâ Hazretleri: “Kişi neyi talep ediyorsa o’dur.”
Önceliklerimiz ne ise biz o’yuz demektir. Para ise para,
kariyer ise kariyer, dünya ise dünya… Saymakla bitmez.
Zan olan, biziz; mevcut olan, Allah.
Mevlânâ Hazretleri’ne sormuşlar: “Sizin için cehennem
nedir?” “Allah ile aramdaki mesafedir.” diye cevaplamış.
Önceliklerimiz, Allah ile aramızdaki mesafedir.
Önceliklerimiz bizi mevcutlaştırır; dolayısı ile Allah’ı
mevhumlaştırır (buharlaştırır); Allah’ı göklere, zanlarımıza
gönderir. Böyle olunca da aşılması çok uzak bir mesafe oluşur.
Daha doğrusu böyle olduğunu zannederiz. Aslında zan olan,
biziz; mevcut olan, Allah’tır. Zanlarımızla yaşıyor isek
Ebu Cehil gibi yaşıyoruz demektir. Kaldı ki bir rehbere
ulaşmadan birçok kişi böyle yaşadığının farkında bile değildir.
İşte burada bütün mesele: Zan olan, biziz; mevcut olan,
Allah! Doğduğumuz andan itibaren kendini var zannedenler,
bizim de kendimizi var zannetmemiz için başlamışlar bize
yükleme yapmaya. Ailemiz, etrafımızdakiler, daha sonra
okul… Yüklemişler de yüklemişler… Neyi? Sizi, “Siz” yapan;
size, “Ben” dedirten her şeyi.
23
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Herkes kendisini düşünsün…Yok mudur sizin olmazsa
olmazlarınız?.. Kırmızı çizgileriniz?.. “Hayatta olmaz!”
dedikleriniz?.. Önyargılarınız?.. Aksini kabul etmeyeceğiniz
doğrularınız?.. Ne demiş Einstein: “Önyargıları parçalamak,
atomu parçalamaktan daha zordur.” İşte yine geldik neden
rehbersiz olamayacağına. Atomu parçalamaktan daha zor bir
işin kendi kendinize olması, meyhanede garsonluk yapan bir
alkoliğin içkiyi bırakmaya çalışması gibi bir şey.
Ayette2: “Allah’ın izni olmadan yaprak bile düşmez!”
diyor. Ama bizim değişmez doğrularımız var; yani bizim
doğrularımız ayetin üstünde.
Ayette3: “Allah’ın ilminde sınır yoktur!” diyor. Ama bizim
kırmızı çizgilerimiz var… Bizim sınırımız var…
Ayette4: “Açıktakini de gizlidekini de bilen, Allah’tır!”
diyor. Ama her şeyi biz daha iyi biliyoruz.
Ne dersiniz bir terslik yok mu bunlarda?
İnsan-ı kâmil, zanlarından kurtulup, Allah’tan başka
hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmış kişidir. Kim ki
zanlarından kurtulup, tevhit etmek ister; ona rehber gerektir,
bir kâmil bulmak gerektir. Bakın bunu benim iki gözümün
nuru, mürşidim, rehberim, Pir nasıl anlatmış:
Bu benim kafamın içinde acaba kim var ki
Hiç durmadan feryadı figan ediyor bana:
“Dünyayı da ahireti de bırak, hakikate bak
Dön Allah’a, dön Allah’a!..” Bu seda nedir?
Bir kâmil erden sordum, bu derdime çare
2
En’âm, 59
Kehf, 109; Lokman, 27
4
A’lâ, 7
3
24
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kâmil dedi ki; “Ey biçare, benim derdine çare
Gel tut ellerimden; üç nefi üç ispat edelim,
Önce bir abdest al gönül çeşmesinden”
Sonra ellerimizin uçlarını birbirine değdirdik
Üç nefi üç ispat ettik, Hakk kıblesine döndük
Ef’âl, sıfat, zat makamlarında, ahdi misak ettik
Davud, gittik biz dünyadan, ölmeden evvel öldük.
Bu ilâhide de rehbersiz, kâmilsiz olmayacağını anlatıyor.
Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri de ancak bir rehberle
zanlarından kurtulabilmiş. Tıpkı Mevlânâ Hazretleri gibi, Hacı
Bayramı Veli Hazretleri gibi.
Ölmezden evvel ölmek; seni, “sen” yapan; sana, “ben”
dedirten tüm zanlardan kurtulup, Allah’tan başka hiçbir
şey olmadığı bilincine ulaşmaktır. Ancak ve ancak bir
rehberle Ebu Cehil ile tanışabilir, yani cehaletimizin farkına
varabiliriz.
“Vicdan terazisi Hakk tarafından zuhura gelmeden,
cem ve farkı fark etmeden, yaptım zannettiğini ancak
bozarsın!!!”5
Pir böyle diyor. Bu ne demek? Bunun ne demek olduğunu
anlamak, ancak o’nu yaşamaktan geçer. O’nu yaşamak; o’na
rapt olup, o’nun seyrine katılmak ile olur. O seyir sizi, “Seyri
billahtır, seyri billahtır; lime Allah’tır”a; yani Allah’tan
başka hiç bir şey olmadığı bilincine götürür. Sizi ölmezden
evvel öldürür; bu hal olanda Mustafa’nın kıvılcımı tutuştu
demektir.
5
Davud Yılmaz, Hz. Pir Seyyid Muhammed Nur-ül Arabîyyül Melâmî,
2007, s.VI
25
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
26
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Evrenselliğin Yaşam Tanecikleri:
KUR’ÂN’IN PRENSİPLERİ
Kur’ân’ın anlattığı bir tek şey vardır:
İnsan-ı kâmil!
Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerin 6300 küsur tanesi müteşabih,
yani yoruma açıktır. Bu ne demek biliyor musunuz yoruma
açık?
Kur’ân, prensip kitabıdır, prensipleri verir. Bu prensipleri
anlayan ki Allah’ı nitelemek burada gizlidir, Kur’ân’ı şerh
edebilir. Bu yüzden insan-ı kâmile ihtiyaç vardır.
Şimdi geldik insan-ı kâmile. Bana diyorsanız ki eğer; “Ben
mürşidimle yirmi yıldır yaşadım; mürşidim şöyle dedi, şöyle
yaparım; böyle dedi, böyle yaparım…”, o zaman şimdi
mürşidi 6600 küsur parçaya bölün. Çünkü o, Kur’ân. Mürşidin
sadece 300 küsur parçasını alırsınız, 6300 küsur parçası sizde
olmaz. Çünkü insan-ı kâmil ve Kur’ân kardeştir; ikiz kardeştir,
ayrı değillerdir. Şimdi, “Ben Efendimi çok iyi tanırım…” ya da
“Tevatüre göre şöyledir…” ya da “Efendim böyle yaptı...”
dediğiniz zaman sadece 6600 küsur ayetin 300 küsur parçasını
aldınız, 6300 küsur parçası sizden dışarıda kaldı. Yani siz,
tarikata düştünüz arkadaş! Siz, şeriata düştünüz arkadaş!
27
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Dolayısıyla “Ölen hayvandır, insan ölmez” denilen yer,
ölmeyen prensiplerdir. Bu prensipler (kemâlât), evrenseldir.
Bu prensiplerin bilincine varan bir adam, bir göz, bir görüş
olur ki bunun karşılığı Cem makamıdır. Bakın şimdi Kur’ân’ın
ortasından girince nereye geldik? Direkt olarak Cem
makamına dayanıyorsunuz: Ef’âl, Hakk’ın; Sıfat, Hakk’ın;
Zat, Hakk’ın. Yani ortada Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı
bilincine ulaştınız; siz ne oldunuz? Bir göz oldunuz, bir görüş
oldunuz, bir bilinç oldunuz. Gitti hepsi. Hani Mevlânâ
Hazretleri, “İnsan bir gözdür, görüştür.” diyor ya Cem
makamını ifade eder o söz. Allah’ın velileri, “Cem
makamında, her tarafın bir göz olur.” diyerek, bunu
anlatmaya çalışıyorlar. Şimdi biz şu açıdan şanslıyız: Yeni
nesil, bilinci çok açık geliyor. Neden? Çünkü bu idrak
açılışının tamamlandığını ayette: “Ya Muhammed, ben
seninle dinimi tamamladım.”6 diyerek ifade ediyor.
Prensipler, evrenselliğin yaşam tanecikleridir.
Mürşidi Hakk’a yürümüş olup, mürşidini vücutta arayan
insanlar, “Mürşidim bunu dedi, mürşidim bunu yaptı…”
diyerek, 6600 küsur parçanın 300 küsur tanesi ile yaşıyorlar ve
onunla yaşamaya devam edecekler. Aman, onunla yaşasınlar,
aşağı düşmesinler.
Prensipler, evrenselliğin yaşam tanecikleridir. O prensipleri
anlarsanız, o yaşam tanecikleri sizde zuhur eder; işte o zaman
o makamlarla yaşamaya başlarsınız. Şimdi İsviçre’de bilim
adamları en küçük parçayı, nuru, bulmaya çalışıyorlar ya… Ne
bulacaklar ki orada? Bunu bulacaklar; bu söylediğim şeyi
6
Maide, 3
28
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bulacaklar, ama kâğıt üzerinde bulacaklar. Bunu yaşamda
bulabilmek için muhakkak ve muhakkak bir Melâmî insan-ı
kâmili bulmak gerekiyor. Biraz ileri gidelim, hüccetli bir
Melâmi insan-ı kâmili bulmak gerekiyor; biraz daha ileri
gidelim, hüccetli bulmak da tam yetmez; Ehad olanı bulmak
gerekiyor. Çünkü o size ilim verir; zaten siz Hazret-ül Cem
makamındaysanız, Cemm-ül Cem makamındaysanız ilmi
almışsınız demektir. Hele bu makamları bir de Pir’den
aldıysanız sizin ilme ihtiyacınız yok demektir, ama terakkiye;
o feyze; o dönüşüme ihtiyaç hep vardır. Çünkü su durduğu
zaman, akmadığı zaman kirlenir; o kirlenişte tarikata düşer. O
döngü lâzım; o yaşam parçacığı, yani prensipler lâzım!..
Kur’ân’ın anlattığı bir tek şey vardır: İnsan-ı kâmil.
Kural, tarikattır. Kural demek; sınır demek, çerçeve demek,
hat demektir. Prensibin kuralı olmaz. Prensibin hattı olmaz,
kenarı olmaz. Prensip bu, başka bir şey. Kural değil. İşte
orada, o 6300 küsur parçaya ulaştığınız zaman, Kur’ân
oluyorsunuz. Nasıl oluyorsunuz?
Anınızı
kurmaya
başlıyorsunuz.
İnsan-ı kâmili kendinize rehber ettiniz mi Kur’ân’ın sırrını
okuma ihtimaliniz var. Kur’ân’ı baştan sona okuyun, irdeleyin,
anlamaya çalışın; göreceksiniz ki Allah’ı anlatmaz Kur’ân.
Kur’ân’ın anlattığı bir tek şey var: İnsan-ı kâmil. Kur’ân’ın
sizi sevk edeceği yer, insan-ı kâmildir. Pir’e biat etmeden önce
Kur’ân ve Mesnevî üzerinde yıllarca ders gördüm. Yıllarca,
ikisi de beni sultana yönlendirdi. Her ikisi de dedi ki:
“Zamanın Pir’i yaşamakta, geçmişte değil. Git, onu bul!”
Ondan sonra bıraktık o kitapları, başladık biz de aramaya.
Nasibimizde varmış, bulduk onu.
29
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kur’ân, prensipler kitabıdır, dedik. O prensiplerin nasıl
çalışacağını, insan-ı kâmil anlatır. Kur’ân’ın sırrı, insan-ı
kâmildir. Kur’ân, insan-ı kâmile yönlendirir. İnsan-ı kâmil
de Kur’ân’ın sırrını size bildirir. Kur’ân’ın sırrı ne biliyor
musunuz? Sizi, size bildirmek. Başka bir şey değil. Hepsi
sizde var zaten. Allah’ın velisi Seyyid Seyfullah Hazretleri
bunu anlayınca: “Bu aşk bahri ummandır haddi kenar olmaz,
delilim sırr-ı Kur’ân’dır. Bunu bilende ar olmaz…” demiş.
“Delilim, Kur’ân’dır” demiyor, dikkatinizi çekerim. “Delilim,
Kur’ân’ın sırrıdır. Bunu bilende ar olmaz…” diyor. Kur’ân’ın
sırrına ulaşamadı mı adamda ar da olur, namus da olur,
doğruluk da olur, hepsi olur. Peki, bizde olmayacak mı?
Bizden zaten aksi bir şey tecelli etmez. Biz doğru olmak için
uğraşmayız. Okuyup, geliyoruz sırr-ı Kur’ân’ı. Nasıl
okuyoruz? İnsan-ı kâmile geliyoruz Kur’ân’ın sırrını okumak
için. Size ne diyor? Ayağınızı abdestsiz yere basmayacaksınız;
her nefeste üç defa Allah diyeceksiniz; size ne zikir verdiyse
söyleyeceksiniz; mümkün mertebe namazınızı kılacaksınız.
Ben de size hep aynı şeyleri söyleyeceğim, çünkü başka yolu
yok o sırra ulaşmanın.
Bu evrende, paralel evrenlerde her ne var ise daha güzel
söz yok: Lâ Faile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude
İllâllah… Bunlardan daha güzel bir söz yok. Zaten bunlardan
başka bir şey yok. Ne zamanki biz bu idrake ulaştık, tamam.
Bu prensipleri okumaya başladığı zaman salik, bakışları da
okur; zahir anlamda konuşmaya gerek kalmaz o salikle.
Yetişmiş bir talebenin mürşidiyle zahiren konuşmaya ihtiyacı
yoktur. Ben üç yıl Pir’i ne gördüm ne konuştum. Üç yıl…
Hazret-ül Cem makamındaydım. Sandılar ki ben Pir’le hiç
30
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
konuşmuyorum. Yanıldılar. Zahiren konuşmadık o üç yıl.
Çünkü o makamlarda sınavlar ağırdır. Beni de halk ile konuşur
zannettiler üç yıl, hâlbuki ben Hakk ile konuşurdum. Bana her
yerden Pir sohbet ediyordu.
Sohbet, insan-ı kâmilin ağzından çıkan laflar değildir.
İnsan-ı kâmilin varlığıdır, sohbet. Öyle bir makama
gelmişsinizdir ki ondan başka hiçbir şey olmadığı bilincine
ulaşmışsınızdır; her yer, her an, her daim sohbet size. O bilince
ulaşıncaya kadar insan-ı kâmilden çıkan feyze ihtiyaç var.
Zaten Allah’tan başka bir şey yok ki dışarıda: Fena
makamındaki salike Allah’tan başka bir şey yok; Beka
makamındaki salike Pir’den başka bir şey yok!
Salik öyle bir yere gelir ki onu halk ile konuşur
zannederlerken o, Hakk ile konuşur ki Lâ Faile İllâllah,
prensipleri okumak demektir bu durum. Kuşdilini okumaktır
işte orası. Kur’ân prensipler kitabı ya… O prensipleri
kavradığınız yer, kuşdili işte.
31
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
32
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
TEVHİT AYETLERİ
Ya Muhammed, sana biat eden, bana biat etmiştir;
senin elinin üstünde benim elim vardır;
zikri artık sana o öğretecek.7
Efendi, insana hizmet eden demek. Buradaki hizmet, cami
yaptırmak, okul yaptırmak gibi kitaplarda tanımlanan hizmet
değil. Hizmet, insanı öldürüp, diriltmek diye tabir edilen,
“Mutu kable ente mutu” hadis-i şerifinin zuhur etmesini
sağlamaktır. İnsana hizmet etmek, damarlarınızda dolaşan
milyarlarca hayvan ahlâkını oradan çıkartıp, insana
dönüştürmektir. Yoksa bir bardak çay getirilir, börek getirilir;
o da hizmet, ama işte asıl bunu yapana “Efendi” diyorlar.
Bizim işimiz de hizmet etmek; bize gelenleri insana
dönüştürmek; tevhit ettirebilmek. Allah bizi bununla
görevlendirmiş; biz bunun memuruyuz, rehberiyiz; başka da
bir şey yapamayız. İzin yok başka bir şey yapmaya. Bize
gelenlerin içinden bir kişi bile bizimle Allah desin, tamamdır;
7
Fetih, 10
33
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bizim için bir kişi bütün insanlığa bedeldir; bizim öyle kişi
sayısıyla işimiz yok. Burada olanlarla birbirimizin yüzüne
bakacağız ve Allah diyeceğiz. Başka da bir kurtuluş yok zaten.
Aslolan birlikte olmak ve birbirimizin yüzüne bakmak. Ne
söylediğimiz sonraki mesele; ilim bir şekilde gelir. Yunus
Emre’nin “İlim, ilim bilmektir; ilim, kendin bilmektir. Sen
kendini bilmezsen bu nice okumaktır.” dediği gibi bizim
işimiz de bu: Kendimizi bilmek!
Fiiliyata tâbi olmak, gizli şirktir.
Dünya ne? Allah'tan başka ne biliyorsanız o, dünya.
Mesela bahar temizliği yapmayı kafaya taktınız; o, dünya.
Dünya, sizin zikriniz oldu. Allah diyeceğinize, “Yazlık, kışlık,
yazlık, kışlık…”
diyorsunuz. Bitti; ben kafanızdakini
istemiyorum ki sinenizdeki zikri istiyorum; içinizi, sinenizi
istiyorum. Temizlik güzel, temiz olunacak, temizlikle ilgili
lafımız yok, ama o zikriniz olmayacak. Hep, “Bizim ne
yaptığımız önemli değil, hiçbir kural yok.” diyorum. Ne
yaptığımız önemli değil; yaptığımız şeyi yaparken Allah deyip
demememiz önemli. Yapacağınız şeyi fiiliyata dökebilmek
adına Allah’ı bırakıp, o yapacağınız şeyi zikretmeye
başlıyorsunuz ve fiiliyata döküyorsunuz diyelim. İşte orada
ona tâbi oluyorsunuz. Bu illâki bir yaşam formu olmayabilir;
oğlunuz, kızınız, kocanız, âşık olduğunuz birisi de olabilir. Bu
fiiliyata takılmakla gitti zikir… Bu, çok önemli. Çünkü bir
şekilde kızınıza, oğlunuza tapıyorsunuzdur; Allah muhafaza
trafik kazasında ölüverir, gider. Ama fiiliyatı, trafik kazası da
alamaz. Fiiliyata tâbi olma gizli şirktir, ta ki Cemm-ül Cem
makamına kadar gelir. Birini çok seviyorsanız Allah alır
elinizden, hiç şakası yok bu işin. Öldürür de alır sizden, nefret
34
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
de ettirir… Alır, bir şekilde alır elinizden. Ama fiiliyatı
öldüremezsiniz; elle tutamazsınız; taktınız onu kafaya çünkü.
Zaten dikkat ederseniz oğlunuza, kızınıza taktığınız zaman da
onun vücuduna takmazsınız. Takıntılarınız ya geleceği ile
ilgilidir ya o andaki hal ve durumuyla ilgilidir. Aslında ondaki
bir fiiliyata takarsınız. Vücuda takın, ama vücut da Hakk.
Aynıdır bahar temizliği ile oğlana, kıza takmak. Aslında ona
takmıyorsunuzdur; onun yaptığı bir şeye takarsınız ya da
mutsuzluğuna takarsınız. İşte buralarda Sıfat makamına
dönüyoruz ve aklınızı istiyoruz; o cüzi aklı bana verirseniz bu
iş olacak. Yoksa Allah'ı tevhit etmek öyle kolay bir iş değil.
Diyor ya Peygamber Efendimiz: “Ben ümmetimin gizli
şirkinden korkarım.” Ümmetim dediği Cemm-ül Cem
makamı; peygambere ümmet olabilmek için bu seyr-i sülûku
tamamlamak gerekiyor. Öyle herkes ümmet olamaz ki
peygambere. Deniz olmuşsunuz, ama daha bak dibinde
demirden evler var. O demirden evler de daha çok evlatla
oluşuyor. O yüzden İbrahim Ethem Hazretleri, oğlu ile
karşılaşacağını anladığında; “Allah’ım ya onu ya beni al!”
diyor. Oğlunu alıyor Allah. Biz de oğulları, kızları götürmek
üzere buradayız. Ortada Allah'tan başka bir şey yok. Yok…
Kur'ân'ı da sıksanız üç damla çıkıyor: Ef’âl, Sıfat, Zat. Başka
hiçbir şey çıkmıyor.
Şimdi, Pir’in el yazısı ile hazırladığı bir çalışmasında tevhit
ayetlerini nasıl sıraladığına birlikte bakalım:
Enbiya 7. ve Nahl 43. Ayet-i kerimeleri: “… fes’elû
ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn.” “Allah'ı anmanın
keyfiyetini bilmiyorsanız, onu ehli olan kimseden sorup,
35
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
öğrenin ve ne zaman insan-ı kâmil bulursanız o zaman
zikriniz zikir olur.”
“Allah'ı anmanın keyfiyetini bilmiyorsanız...” Şimdi biz Allah'ı
anmayı nasıl biliyoruz? İşte bereket duası, iş duası, borç duası,
o duası, bu duası… Sabah namazında bu dua, öğle namazında
özel dualar… Bunlar değil tabii ki. Allah'ı zikretmekten
bahsediyoruz. Bu zikri öğrenmek istiyorsanız kendi kendinize
olmaz bu zikir, diyor ayet. Bir insan-ı kâmil bulun; asr’ı bulun,
diyor. Onun için de sonra Asr suresini koymuş bu
çalışmasında Pir. Kur’ân'da geçen Asr Suresi onun için.
Geliyorsunuz, bir insan-ı kâmil buluyorsunuz, ona biat
ediyorsunuz. İşte ona biat ettiğiniz zaman başka bir ayet
devreye giriyor:
Fetih Suresi 10. Ayet-i kerimesi: “Ya Muhammed, sana
biat eden, bana biat etmiştir; senin elinin üstünde benim
elim vardır; zikri artık sana o öğretecek.”
Tüm peygamberler, tüm veliler ve evliyalar, hepsi bu zikri
insanlara öğretmek için gelmişlerdir. Ayet sonsuza dek geçerli
olacaktır; bunun için gelmişlerdir. Ezel-i Ervah’tan nasibi
olanlar geliyorlar bize bir şekilde, ama kapıyı çalıp, ama
internetten, ama oradan, ama buradan bir şekilde geliyorlar.
“Gelip, bulursanız o insan-ı kâmili o zaman zikriniz zikir
olur.” diyor ayet. İnsan-ı kâmili buldunuz, biat ettiniz ve
ondan sonra sıraladığı ayete bakın Pir’in:
Enfal Suresi 28. Ayeti: “…Malikün evladükün fitne.”
“Mallarınız ve evlatlarınız imtihandır, fitnedir.”
Devam ediyor sıralamaya…
36
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
İsrâ Suresi 70. Ayeti: “… hamelnâhum fîl berri vel
bahri…” “Sizi gerek karada ve gerekse denizde hamil
oldum…”
Şimdi bu ayette zikir başlıyor: “Gerek karada ve gerek
denizde ben size hamil oldum; yani her fiilde faal benim.”
diyor. İlk ders bu; Ef’âl makamının Kur’ân'daki karşılığı olan,
bu ayet. Kur’ân'daki ayetlerin birbirini şerh ettiği gibi surelerin
ve ayetlerin sıralanışında bile bir sır olduğu gibi Pir’in ayetleri
bu şekilde sıralayışında da bir sır var. Diyor ki; zikrinizin zikir
olabilmesi için bir insan-ı kâmil bulmanız gerekiyor.
Buldunuz, geldiniz; bir sıkıntı yok burada. Sonra da ilk zikir
başlıyor: “Gerek karada ve gerekse denizde size hamil
oldum.” diyor. Yani, “Her fiilde, her yerde faal benim.”
diyor.
Tin Suresi 4. Ayeti: “Lekad halaknel insâne fî ahseni
takvîm(takvîmin).” “Biz insanı, ahsen-i takvim üzerine; en
güzel biçimde yarattık.”
Bu ilk zikri aldığınızda, bu seyr-i sülûka girdiğinizde
otomatikman Ahsen-i Takvim’e de giriyorsunuz. Bu zikirle
Ahsen-i Takvim sizde başlamış oluyor. Araya “Mallarınız ve
evlatlarınız imtihandır, fitnedir.” ayetini koyuyor. Ondan
sonra da zikre devam ediyor. O yüzden de Allah'ın velileri;
“Ef’âl dersinde malını, mülkünü insan-ı kâmile vereceksin.
Sıfat dersinde de çoluğunu çocuğunu vereceksin.” derler. Hem
zahir çocuk hem bâtın çocuk… Bâtın çocuk da bu yedi tane
sıfat-ı sübûtiyedir. Araya bu ayeti koyuyor. Neden? Çünkü
Ahsen-i Takvim başladı.
Tin Suresi 1. Ayeti: “Vet tîni vez zeytûni.” “Zeytine ve
incire yemin ederim.”
37
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Zeytin, Ef’âl makamı; incir, Sıfat makamı. Onun için bu ayeti
koyuyor buraya. Bunu ancak Pir koyabilir; bu sıralamayı
ancak Pir yapabilir ve ancak o böyle şerh edebilir. Çünkü
Ahsen-i Takvim başladı; “Allah, velisini direkt olarak celal ve
cemal eliyle yaratır” başladı; işte geldiniz insan-ı kâmile.
Mallarınız ve evlatlarınız hem imtihandır hem fitnedir.
Takılırsanız fitne, geçerseniz imtihan. Oraya ayeti koyuyor.
Çünkü Ahsen-i Takvim’de öyle diyor: “Zeytine ve incire and
olsun ki ben insanı Ahsen-i takvim üzerine yarattım.”
Yaratılış başlıyor: “Sizi gerek karada ve gerekse denizde
hamil oldum; her fiilde fail benim.” diyor. İlk zikri de
alıyorsunuz: Lâ Faile İllâllah.
Bir gün bir şeyh salla denizden geçiyormuş, uyanık bir de
talebesi varmış. Demiş ki: “Efendim, şu tahta parçaları bizi
hayatta tutuyor, ölümle aramızda bir tek bu sal var, yoksa
boğulup gideceğiz.” Şeyhi de ona cevap vermiş: “İyi ya
oğlum, karada o tahta parçası da yok.” Yani, Her Fiilde Faal
Allah, diyor.
Pir, ayetleri sıralamaya devam ediyor…
Mülk Suresi 26. ayeti: “Kul innemel ilmu indallâh…”
“Söyle ya Muhammed, yalnız Allah ilim sahibidir.”
Diyor ki Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Allah; “O, sana tâbi olup,
biat eden, ruh yoluyla seyr-i sülûka aldığın sahabeye, o salike
-şimdi de öyle yine- söyle; ilim, Allah’ındır!” Bu zikri
Peygamber Efendimiz yaşarken her sahabeye vermedi; nefs
yoluyla verdiği var, ruh yoluyla verdiği var. Bizdeki ruh
yoluyla. Şimdi ikinci ders, Sıfat dersi başladı. Ayete bakın,
nasıl koymuş buraya? Kime söylüyor onu? Sıralamaya bakın.
Size söylüyor işte. Ne zaman söylüyor? Şimdi söylüyor,
38
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
işittiniz işte. Şimdi çıkıp, çay demlemeyi “Ben biliyorum”
derseniz ayete muhalifsiniz. Bırakın astronomiyi, feni,
matematiği; çay demlemek de bir ilimdir. Çayın kaç dakikada
demleneceğini, demleme süresinden sonra zararlı olacağını
bilmek de ilim. Şimdi “O çayı ben demleyip, getirdim.”
dediniz; ayete muhalif oldunuz. “Sen sus, ben biliyorum.”
dediniz; ayete muhalif oldunuz. Lafta kaldı, yani lâfzî. Ama
bizde öyle değil, ikinci derste, mevsuflarda faal olan Allah,
diyoruz. Mevsuflar ne? İlim, hayat, irade, kuvvet, semi, basar,
kelâm. Ayette öyle diyor.
Bakara Suresi 216. Ayeti: “…vallâhu ya’lemu ve entum
lâ ta’lemûn.” “Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
“Allah bilir ve ondan başka kimse bilmez.” diyor. Biz ayeti
nasıl uygulayacağız? Ef’âl makamını zevk eden salik, aslında
mevsufların biraz tadına varır. Herkesin aklı kendine, kimi
ikna edebilirsiniz? Bakın ne diyor ayet: “Allah bilir ve ondan
başka kimse bilmez.” Bu ayet, göklerde bir Allah var da o her
şeyi biliyor, onun haricinde hiç kimse bir şey bilmiyor, demek
değil. Karşınızda konuştuğunuz, fiilde faal olan Allah. O her
şeyi karşınızdaki biliyor işte. Hiçbir şey öğretemezsiniz, hiçbir
şekilde yönlendiremezsiniz onu. Bu ayetleri mevhuma
kaçırdığınız an, bütün Kur’ân'a muhalif olursunuz. “Allah
bilir…” Nerede Allah? Göklerde; o, biliyor. Yok öyle bir şey.
Karşınızdakine laf anlatabiliyor musunuz? Orada faal olan
Allah, o biliyor işte. Hayatınıza bir bakın. Kime, ne laf
anlatabiliyorsunuz veya kim sizi değiştirebiliyor? Doğru
bildiğinizi okumuyor musunuz? Göklerde aramayın; Her
Fiilde Faal Allah. Tüm makamlar bir bütün; Ef’âl'i geçtiniz,
bitti; Sıfat'ı geçtiniz, bitti… Böyle değil, bütün hepsi.
39
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bu temelle yürümezsek böyle bakmazsak Cemm-ül Cem
makamında dahi mevhuma, gizli şirke kaçarsınız.
Melâmî’nin Allah’ı da peygamberi de mevcuttur.
Melâmî’nin Allah’ı da peygamberi de mevcuttur. Nasıl?
“Kemal” sıfatlarıyla mevcuttur. Allah bilir ve ondan başka
kimse bilmez. Haydi, karşınızdakine bir şey anlatın bakayım.
Köprüden geçinceye kadar “he” diyorsa sonra arkanızı
döndüğünüzde, o yine bildiğini okuyacak. Allah biliyor, çünkü
siz bilemezsiniz. Ya menfaati vardır ya harçlık alacaktır ya
onun amirisinizdir... Arkasını döndüğü an, bildiğini okur. Öyle
mi? Öyle. Kim bildiğini okuyor? Amiriniz, kızınız, evladınız,
anneniz, kardeşiniz değil. Ef’âl dersinde, Her Fiilde Faal
Allah, dedik. Allah, bildiğini okuyor; Allah, bilir; ondan başka
bilen yok. Ee, ben insan-ı kâmilim de ne oluyor? “Allah,
Allahlığını kimseye bırakmaz. Göklerde aramayın!” diyoruz
hep. Allah'ın Allahlığını bırakmayacağını bildiğim için, biri bir
şey tutturdu mu ben de boynumu büküyorum, “Peki, sen
haklısın, tamam…” diyorum. Çünkü bırakmaz ki Allah
Allahlığını. Siz Allah'a mı tâbisiniz, insan-ı kâmile mi?
Allah’ı göklerde aramayın; Her Fiilde Faal Allah. “Fenada
seyreden Hakk’ın fiilini, bilir mevsufunun halini…” diyor bir
ilâhîsinde Pir. Lâ Faile İllâllah’ı zevk eden, mevsufunun
halini bilir, diyor. Nasıl bilir? Göklerde aramayarak.
Ayetleri sıralamaya devam ediyoruz:
Bakara Suresi 165. Ayeti: “…ennel kuvvete lillâhi
cemîan.” “Bütün kuvvet Allah’ındır.”
Şimdi, “Ben, bunu tuttum, kaldırdım.” dediniz diyelim. Ee,
hani kuvvet Allah'ındı? Nerede kaldı bu ayet?
40
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kimileri devamlı, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil
aliyyil azîm” der; sonra “Ben, bunu tuttum, kaldırdım.”
diyerek, bütün kuvvetin kendisinin olduğunu söyleyip, durur.
Bu şekilde nasıl tevhit edeceğiz? Bütün gün ayete muhalifiz.
Bunu istediğiniz kadar okuyun, istediğiniz kadar gidip, camide
namaz kılın; hiçbir anlamı yok. Onlar lâfzî yapıyorlar, lafımız
yok; onlar da yerinde güzel. Onları eleştirmek adına
söylemiyorum. Bizim lafımız ehline, size. Kimseye bir lafım
yok benim. Orada da faal olan o, ama sizi yükseltmek, sizi
dönüştürmek benim işim. Rehber olarak kabul etmişsiniz,
buraya gelmişsiniz. Nasıl yürüdüğümü anlatıyorum size, siz de
bu yolda böyle yürüyeceksiniz. Kuvvet, Allah'ın.8 Bütün gün
biz bu kuvvete sahip çıkıyoruz değil mi? Ispanakları
kesiyorsunuz, hamuru açıyorsunuz; ilminizle kuvvetinizle
yapıyorsunuz onları. Nasıl siz yapıyorsunuz?
Bir tane daha ayet var: “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil
aliyyil
azîm.”
“Kudret,
kuvvet,
güç
hepsi
Allahuazimüşan'dır.” diyor. Bunu herkes diliyle söyler, ondan
sonra bütün yaptıklarında “Kuvvet benim” der. İşte elleri, dili,
her şeyi kirli; bunu okusa ne olur? Tutî mucize-i guyem…
Papağan gibi tekrar edersiniz ancak. Biz anı kurmaktan; bunu
hayatımıza geçirmekten; Allah'ı tevhit etmekten; Allah'tan
başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmaktan bahsediyoruz;
lâfzî değiliz.
Mevsuf, sıfatın aynıdır; sıfat, mevsufun aynı değildir.
Şura Suresi 11. Ayeti: “Ve hüvessemiül bâsir.” “Her şeyi
işiten, gören Allah'tır.”
8
Bakara, 165
41
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Mevsuf, sıfatın aynıdır; sıfat, mevsufun aynı değildir.
İşiten, gören Allah'tır. Eğer siz işitirseniz araba sesi işitirsiniz,
köpek sesi işitirsiniz, Ahmet Bey'in sesini işitirsiniz, Ayşe
Hanım'ın sesini işitirsiniz… Lâ Mevsufe İllâllah diyen, Hakk
sesi işitir. Siz görürseniz bardak görürsünüz, Ayşe Hanım
görürsünüz, Mehmet Bey görürsünüz, araba görürsünüz, kedi
görürsünüz, köpek görürsünüz. Lâ Mevsufe İllâllah diyen,
fiilde ve mevsuflarda faal olanın dışında bir şey görmez.
Ondan faal olan Allah, der. Çünkü ortada Allah'tan başka bir
şey yok!
Şimdi tersten bakalım: “Ben gördüm.” dediniz; “Ben
işittim.” dediniz; ayete muhalif oldunuz. “Ben gördüm.”
dediğiniz zaman körün Allah'a baktığı gibi bakıyorsunuz.
Allah da o zaman size körün Allah'a baktığı gibi bakıyor.
Allah'ın ayetlerde “Kör” diye kastettiği bu. “Görme benim.”
diyorsunuz, yani baktığınızı Hakk görmüyorsunuz ya…
Körsünüz işte. Kör, Allah'ı bilmiyor. O zaman Allah da körün
Allah'a baktığı gibi bakıyor. “Fiiller benim.” dediniz, ayete
muhalifsiniz. “İlim, benim.” dediniz, kaç tane ayet varsa
muhalifsiniz. “İşiten, gören benim.” dediniz, ayete
muhalifsiniz. Sonra sorunca “Müslüman’ım” derler. Ayetlere
muhalifsiniz ama? Biz hakikat boyutundan konuşuyoruz; biz
zaten Müslüman değiliz; biz, misli imanız. Arada fark var.
Devam ediyoruz ayetleri okumaya, Sıfat makamındayız;
mevsuflardayız.
El Kassas Suresi 168. Ayeti: “Ve rabbüke yehlükü ma
yeşaü yehterü makâne lehümül hiyeretü.” “O, senin Rabb'in
dilediğini yapar ve yaptıklarından muhtardır, irade
Hakk'ındır.”
42
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
“İlim, benim.”; “Kuvvet, benim.”; “Hayat, benim.”; “İşiten,
gören, benim.” dediniz. Peki irade? Bu ayete muhalif olmamak
için veli olmak lâzım. Sıfat dersindeki salik, tüm iradelerde,
tüm sıfatlarda, mevsuflarda faal olanın Allah olduğunu bilir.
Mesela karşısındaki, “Ben irade ettim, sigarayı bıraktım.”
diyor. O biliyor ki Allah ona tecelli etmiş, öyle bırakmıştır.
İşte Allah'ın velileri, yaşamlarında irade koymazlar -bu tabii
Sıfat makamının zevki değil-. Onlar hep beklerler kelâmı Hakk
etsin diye. Bu ayete muhalif olmamak öyle çok kolay bir şey
değildir; yüksek bir mertebedir. En azından onu, o irade
koymadan yaşayanı bulduğunuz zaman öyle olup, gidecek.
Veliler irade koymaz, ama kader sırları vardır onlarda.
Bunun için şöyle bir hikâye anlatırlar: Yatmış bir gün Allah'ın
velisi, içine evine hırsız gireceği doğmuş. Altın kesesini almış,
yastığının altına koymuş. Hırsız gelmiş evine, bir şey
bulamadan gitmiş. Allah’ın velisi rahatsız olmuş, kalkmış;
hırsızın gideceği yolu da biliyor, kestirimden gitmiş oraya.
Onun geçeceği yolun köşesine bırakmış altın kesesini. Hırsız
altın kesesini bulmuş, alıp gitmiş. İşte Allah’ın velisi için irade
koymak olmaz. O yüksek makam, size geleceğiniz yeri
anlatıyorum. En azından şimdi mevsuflarda faal olanın kim
olduğunu bilirsiniz, ondan sonra irade koymazsınız.
Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin ünlü bir hikâyesi var: Bir
gün Abdülkadir Geylani Hazretleri talebeleriyle yola çıkmış.
O zaman araba yok, otobüs yok; yürüyorlar. Bir yemek vakti
gelmiş, açmışlar çıkınlarını. Ne çıkar çıkından? Peynir, ekmek
çıkar. Demiş ki: “Bir ceylan eti olsaydı da yeseydik.” Daha
cümle biter bitmez çalıların arkasından bir ceylan çıkıp,
gelmiş. Boynunu uzatıp, yatmış yere. Sevmiş önce ceylanı;
43
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
“Haydi sen git, biz istedik, irade koyduk, olmaz.” demiş ve
göndermiş ceylanı. İşte, irade Hakk'ın, Allah’ın velisi biliyor.
“İrade, benim.” ne demek? İrade koyuyorsunuz; gören
sizsiniz, duyan sizsiniz, hayat sizin, ilim sizin, irade de sizin.
Ee, ama mevsuflarda faal olan Allah, diyorsunuz? Salik, fiilde
faal olanı zevk etti; mevsuflarda faal olanı da zevk etti,
diyelim. Yapıp, eden; her fiilde faal olan Allah. Bütün bu
hayatta, ilimde, kuvvette, iradede de faal olan Allah.
Ondan sonra El Kassas 88. Ayeti geliyor: “…kûllü şey’in
hâlikun illâ vecheh(vechehu)…” “…O’nun vechinden başka
her şey helâktedir…” “Allah'ın zatından başka her şey
helâk, yani yok olucudur.”
Ayet geliyor; artık Zat makamı geliyor. “Bu vücut, benim.”
diyorsunuz ya en büyük günah. Çünkü bu vücuda “Benim.”
demek, “Bir vücut daha var.” demek. Biz vahdet-i vücudu
anlatıyoruz burada. Allah'tan başka bir şey yok ki ne vücudu?
Hiç kimsenin, hiçbir şeyin vücudu yok, her şey Hakk'ın. Öyle
diyor ayetlerde: “…kûllü şey’in hâlikun illâ vecheh.” “Kûllü
men aleyhâ fân. Ve yebkâ vechu rabbike zûl celâli vel
ikrâm.”9
Bu iki ayet de Zat makamının Kur’ân'daki delilidir. Ne
diyor ikincisi: “Her şey yok olucu ve geçicidir, ancak
Allah'ın Zatı, fâni ve yok olucu değildir. Allah'tan başka
hiçbir şey yoktur.” Biz ne diyoruz üçüncü derste? Lâ
Mevcude İllâllah; Allah'tan başka mevcut olan hiçbir şey
yoktur, diyoruz. Bakın ayette ne diyor? “Allah'tan başka her
şey yok olucudur; mevcut olan sadece Allah'tır.” diyor. Biz
9
Er Rahman, 26-27
44
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bunu mevhumlaştırırsak ne oluruz? Melâmî’nin Allah’ı da
mevcuttur, peygamberi de mevcuttur. Nasıl mevcut? Ortada
Allah'tan başka mevcut olan hiçbir şey yok, arkadaşlar. Bunu
mevhumlaştırdığımız an; göklerde, kafamızın arkasında
aradığımız an bittik. Bu ayete muhalif oldunuz, bittiniz.
Ayette; Allah'tan başka mevcut olan hiçbir şey yoktur, diyor.
İşte kim ki bu makama geldi; “Mutu kable ente mutu” hadisi
ondan zuhur etti, yani ölmeden önce öldü.
Allah bilindi, görünmedi.
Peygamber göründü, ama bilinmedi
Ne demek ölmeden önce ölmek? Allah'tan başka hiçbir şey
olmadığı bilincine ulaştı, demek. Baktığını, baktığı anda Hakk
görüyor demek. İşte o artık insan-ı kâmil, kâmil oldu. Artık
onun cahiliye dönemi bitti. Bizim için cahil ne? Allah'tan
başka ne biliyorsanız, onun için cahil diyoruz. Diğerleri de
bize cahil diyorlar. Çünkü biz onların bilimlerini bilmiyoruz.
Cahiliye dönemi diyorlar, hani Peygamber Efendimizin onlara
geldiği, çocuklarını gömdükleri, içki içtikleri dönem…
Hakikat boyutunda cahiliye dönemi, ef’âlini, sıfatını ve
zatını kendine ait bilmektir; o kişi cahildir. Hâlâ var, şu
anda da var cahiller. Zat makamında salikin cahiliye dönemi
bitmiş oluyor, ona “Veli” diyorlar. Çünkü bu cehalet bittiği
zaman, Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine
ulaştığında salik, bu rehberin kim olduğunu; yani
peygamberliğin velâyet yoluyla devam ettiğini anlıyor ve ona
veli diyorlar. Diyor ya Peygamber Efendimiz: “Beni
mezarımda değil, velilerin gönlünde arayın.” Aynı zamanda o
salik, insan-ı kâmil oluyor, ama kendine kâmil; başkasına
45
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
faydası olamaz. Çünkü “Fark” yok, daha sonra “Ayırt”
edecek, Beka gelecek ondan sonra.
Ayetlere bakın. Ondan sonraki ayet-i kerime ile bir tane
daha sırrı koymuş sıraya Pir:
Yunus Suresi 62. Ayeti: “E’lâ inne evlîyâ allâhi lâ
havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.” “Veliler Allah'tan
korkmazlar, hiçbir şeyden mahzun da olmazlar.”
Ee, şimdi ortada Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine
ulaşan biri Allah'tan korkar mı? İnsan kimden korkar?
Görmediğinden korkar, bilmediğinden korkar. Biz daha Her
Fiilde Faal Allah'ta görmeye başladık. Diyor ya Hazreti Ali:
“Ben görmediğim Rabbe iman etmem!” İşte bu. Korkacak bir
şey var mı? Aynaya baktığınızda gördüğünüzden
korkuyorsanız Allah'tan da korkun. Nefs korkar, ruh sever.
Bakın, sırrı buraya koymuş: Veliler Allah'tan korkmazlar,
hiçbir şeyden de mahzun olmazlar. O, velâyet cennetine
girdi artık Zat makamında; fenafillâh oldu. Ne demek
fenafillâh olmak? Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı
bilinciyle yaşamaya başlamak. Bu bilinçle yaşayanın artık anı
kuruldu. Onun için artık her olay bir ayet, her zerre bir ayet.
Altı bin küsur taneyle uğraşmaz, her şey bir ayet onun için.
Fena makamlarını nasıl anlatıyor Allah'ın velileri: Allah
bilindi, görünmedi. Beka makamlarını nasıl anlatıyorlar:
Peygamber göründü, ama bilinmedi. Şimdi bu makamları
zevk eden, özellikle de mukarrabin ise görünmeyeni kaldı mı?
Allah, Ahmed'te görünür oldu. Allah'ın görünmeyeni
Ahmed, Ahmed'in bilinmeyeni de Allah'tır. İkisi bir. Gelin
şimdi bunu tefekkür edin sadece.
46
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Ayetler devam ediyor…
Mü’min Suresi 44. Ayeti: “…innallâhe basîrun bil
ibâd.” “Kullarından gören, ancak Allah'tır.”
Salik, Beka’ya geldiği zaman ne yapıyor? İlk önce en son
aldığını Allah’a veriyor. Allah, vücudundan vücut giydiriyor
Cem makamında, sonra da sıfatları geri veriyor ona. Yani
görmesini, duymasını, hayatını, ilmini… Ondan sonra diyor
ki: “Benim öyle kullarım vardır ki ben onların gözünden
gören, elinden tutan, dilinden konuşan, ayağından yürüyen
olurum.” İşte bu insanlar, Allah'ın velileri, evliyalar.
Sokaklarda dolaşıyor kimse görmüyor onları; rahmet onlardan,
bizden yani.
Kusur arıyorsanız olanlarda, etrafınızda; kendinize dönün!
Kusursuzluk arıyorsanız, kusursuz olsun diye uğraşıyorsanız
yine kendinize dönün!
Âli İmrân Suresi 18. Ayeti: “Şehidallâhu ennehû lâ
ilâhe illâ…” “Allah şehadet eder; kendisinden başka ibadet
eden yoktur, o her şeyi Zatıyla kaplamıştır.”
İşte o zaman salik, ibadetin ne olduğunu anlıyor. Artık anlıyor
ki Allah şehadet eder; kendisinden başka ibadete lâyık ilâh
yoktur. Artık orada; görüneni, bilinmeyeni birliyor; ibadetin
kime ve nasıl yapılacağını biliyor. Ortada Allah'tan başka bir
şey yok; ibadet başlıyor orada. Hangi ibadet? Daimi ibadet.
Şuradan bu bardağı aldınız, buraya koydunuz, şirkti. Şimdi o
makama geldiniz: Bu bardağı aldınız, buraya koydunuz,
ibadet;
daimi
ibadet.
Bilindi,
görünmedi;
daha
göremiyorsunuz, Hazret-ül Cem makamında göreceksiniz.
Hazret-ül Cem makamında gördüğünüzün bilinmeyeni de
47
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Allah. Başka bir şey yok ortada. İşte bu zevke bütün sahabeler
ulaşmış olsaydı eli kılıç tutan, ok atan sahabe kalmazdı, savaşa
hiç kimse gidemezdi. Biz nasıl yaşıyoruz? Makamımızla! Her
ne yaparsak yapalım onu yaparken dersimizi unutmuyoruz,
Allah demeyi unutmuyoruz.
Melâmîlik, zevkli bir iş, yaşamaca; felsefe değil. Beş vakit
namaz kılmakla değil, onu zaten yapıyoruz. Ramazanda otuz
gün oruç tutuyoruz. Peki, oruç ne? Oruç; “Uruç etmek”,
“Yükselmek” demek. Uruç, Fena makamlarıdır; Ef’âl,
Sıfat, Zat. Oruç tutmak o. Diğeri şerri kısmı, tabii ki oruç
tutuyoruz; ama yılda otuz gün aç kalmakla bu iş olmaz. En
azından şeriata göre oruç tutmak, şu damarlarda dolaşan
köpekleri, kurtları, aslanları (ki hayvandan aşağı onlar da
anlatmak adına söylüyorum. Ayette de ‘Bakara Suresi’,
hayvandan aşağı, diyor) rapt-ı zapt altına almak için iyi. Bazı
takvimlerde bir mum ateşi ve el resmi konuyor, yanına da
“Ateşe dayanacağın kadar günah işle!” ve “Allah affeder!”
diye yazılıyor. Allah, affetmez arkadaşlar. Neden affetmez
biliyor musunuz? Çünkü her fiilde faal olanı suçlamaz ki
affetsin. Abes bir şey yok. Allah'ın izni olmadan yaprak bile
düşmüyorsa kimi suçlayacaksınız? Ama Nisa Suresi 79. ayeti,
fark ayeti var ki işte Hazret-ül Cem makamındaki salikin o
ayeti yakalaması lâzım. İyi bir şey olduğunda Allah'tan, kötü
bir şey olduğunda nefsinden deyip, örteceksiniz.10 Ama siz
bileceksiniz ki ortada Allah'tan başka bir şey yok. Araba
çarptı, Mehmet öldü gözünüzün önünde. “Allah öldürdü onu”
demeyeceksiniz; “Araba çarptı, öldü.” diyeceksiniz. Sebebi
söyleyeceksiniz, faal olanı değil; bilmiyor çünkü adam. Ona
10
Nisa Suresi, 79
48
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
gördüğünüzü söyleyeceksiniz. Abes bir şey yok; ortada
Allah'tan başka bir şey yok. Mevlânâ Hazretleri'nin yaptığını
hep anlatıyorum, bir daha anlatayım: Adam hırsızlık yapmış,
taşlayarak öldürmüşler, asmışlar orta yere. Mevlânâ Hazretleri
gidip, üzerinden kanlar akan adamın ayaklarından öpmüş.
Demişler ki: “O adam hırsızdı, taşlayıp, öldürdük. Niye
öpüyorsun ayaklarını?” Mevlânâ Hazretleri de: “İyi ya Ezel-i
Ervah’ta Allah'a verdiği sözü, hayatı pahasına tuttu işte, onun
için öpüyorum ayaklarından.” demiş. Abes bir şey görmüyor
Allah'ın velisi. O, bu yaşam için gelmiş; ondan Allah öyle
tecelli etmiş. Abes bir şey yok. Bir Allah’ın velisi, hırsızın
geçeceğe yola bir kese altını koyuyor. Diğer Allah’ın velisi de
gidip, hırsızın ayağını öpüyor. Abes bir şey yok; ortada
Allah'tan başka bir şey yok!
Kusur arıyorsanız olanlarda, etrafınızda; kendinize
dönün! Kusursuzluk arıyorsanız, kusursuz olsun diye
uğraşıyorsanız yine kendinize dönün!
Ortada kusursuz bir şey yok, kusur da yok. Dönün
kendinize! Hep anlatılır, Peygamber Efendimiz kurtlanmış bir
köpek leşi görmüş yolun kenarında. Yanındaki sahabeler
burunlarını kapamışlar ve “Ne çirkin, pis kokuyor.” demişler.
Peygamber Efendimiz de köpek leşinin yanına gidip, kafasını
tutup kaldırmış: “Bakın, dişleri ne güzel…” demiş. Bu
hareketiyle “Kusur aramayın, bir sürü ayete muhalif
oluyorsunuz!..” diyor Peygamber Efendimiz. Peki, biz nasıl
böyle olacağız, buralara nasıl geleceğiz? Allah diyerek…
Yaşarken Allah diyeceğiz, yallah demeyeceğiz. Kim aklına
uydu, yallah demiş oldu. O cüzi akıl, şeytanı aratmaz. Dışarıda
şeytan aramayın; o cüzi akıl, şeytan işte.
49
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kadir Gecesi, insan-ı kâmile biat ettiğiniz “an”dır.
Ef’âl makamının dört tecellisi var: Ef’âl, Fena-i Ef’âl,
Tecelli-i Ef’âl ve Cennet-ül Ef’âl. Salik, Ef’âl makamında, Lâ
Faile İllâllah diye diye o fiilde faal olanı anlamaya başlar;
ondan sonra Fena-i Ef’âl’de, artık iyice idrak eder ve fiilde
faal olan Allah, der. İdrak ettikten sonra o üçüncü aşamasında
onun tecellileri başlar. Bir zevk gelmeye başlar; artık onu
konuşmaya başlar, onu dinlemeye başlar. Karşınızdakini Hakk
gördüğünüz zaman zaten ortamınız cennet olur ki. Kimseyle
kavga edemezsiniz, kızamazsınız; kimse de size bir şey
diyemez. İşyerinde işinizin gerekliliklerini yapacaksınız; amir
iseniz
amirliğinizi
yapacaksınız,
memur
iseniz
memurluğunuzu yapacaksınız. Ama orada da faal olanın kim
olduğunu bileceksiniz. Ondan sonra zaten burada peşin peşin
Ef’âl cennetine giriyorsunuz, öbür tarafı beklemiyorsunuz.
Her Fiilde Faal Allah ya bir rahatlık çöker, birdenbire
değişmeye başlarsınız. Ondan sonra işte o rahatlık çöktü mü
mürşidiniz size Sıfat dersini verir. İşte bu Sıfat dersinde ilâhî
aşk tecelli ederse kimya başlar. Çünkü aşk tecelli etmeden;
hayatınızı, ilminizi, kuvvetinizi, görmenizi, aklınızı
veremezsiniz. O ilâhî aşk tecelli etti mi mürşidinizi de
görmeden duramazsınız, muhakkak sohbetlere gelir, Allah
dersiniz. Ondan sonrası yavaş yavaş artık. Çünkü bu zikirlerle
yürümezsek bütün ayetlere muhalif yaşarız.
Kur’ân, ölülerin arkasından ya da Kadir Gecesi okunacak
bir şey değildir. Kadir Gecesi, insan-ı kâmile biat ettiğiniz
“an”dır. Yasin Suresi’nde, “Yasin!”; “Ya insan!” diyor; gidip,
ölülerin arkasından okuyorlar bu sureyi. O, “Yasin” diyerek,
yaşayan ölülere, Zat makamındakilere sesleniyor. Salik, Zat
50
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
makamına geldi mi yaşayan ölüdür. Bir gün Ebu Bekir Sıddık
Hazretleri Peygamber Efendimizin sohbetine geliyormuş.
Peygamber Efendimiz sohbettekilere: “Ya sahabeler, siz hiç
yürüyen ölü gördünüz mü?” demiş. “Yok, Allah'ın Resûlü
görmedik.” demişler. O zaman da onlara yaklaşmakta olan
Ebu Bekir Hazretleri’ni işaret ederek: “Bakın yürüyen ölü
geliyor.” demiş. Ebu Bekir Hazretleri o zaman Zat
makamındaymış. Yasin, işte ona.
Kur’ân’da yaklaşık 6600 tane ayet var; 300 küsur tanesi
muhkem, 6300 küsuru da müteşabih. Muhkem 300 küsur tane
ayet var; hırsızlık yapma, uğursuzluk yapma, anneye babaya
saygılı ol, adam öldürme gibi. Bir insan, insan-ı kâmilden zikri
almadığı zaman ancak bu 300 küsur ayetle yaşayabilir.
Müteşabih olan ayetlerden, yani sırra ihtiyaç duyan, yaşama
geçirilmesi gereken, zikir alınması gereken 6300 küsur tane
ayetten uzak olur. İnsan-ı kâmili bulmayan, bulup da
kaybeden, bulup da öldüren herkes bu 300 küsur ayete; şeriata
ve tarikata tâbidir. İnsan-ı kâmil ölmez çünkü. Mürşit Hakk'a
yürüdüğünde ertesi gün hemen bir mürşit bulmak gerekir.
Seyyid Seyfullah Hazretleri bir ilâhîsinde, “Bu aşk bahri
ummandır, buna haddi kenar olmaz; delilim sırrı Kur’ân'dır,
bunu bilende ar olmaz.” diyor. Allah'ın velisi, “Benim delilim,
Kur’ân” demiyor. “Delilim, Kur’ân'ın sırrı” diyor. Bir insan-ı
kâmil bulmuş, onun kim olduğunu tanımış, kendisi de o
olmuş; benim delilim artık o, diyor.
İnsan-ı kâmiller duyduklarını değil, gördüklerini söylerler.
İşte o görüşün olabilmesi için muhakkak bir rehber eşliğinde
yürümek gerekiyor. Biz de öyle yaptık Pir ile yürüdük. Bu
öyle bir yürüyüş ki işte rehberi ilk önce ilmen biliyorsunuz,
51
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
uzaktan. Sonra bir bakıyorsunuz rehber kolunuza girmiş,
beraber yürüyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz rehber
kaybolmuş, sizde yok olmuş, sizinle yürüyor. Biz de öyle
yürüdük işte. İlk önce ilmen yürüdük; sonra baktık Pir
kolumuza girmiş, beraber yürüyoruz; sonra oraya baktık Pir
yok, buraya baktık Pir yok. Pir, bizde. İşte onu kendinizde de
buldunuz mu iş bitiyor, ama çok zordur kaybolduğu zaman.
Bu böyle zevkli bir iş…
Allah diyeceğiz… Başka da bir şey yok zaten.
52
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
KELİME-İ ŞEHADET
Mevcutlaştırmadan şahit olamazsınız,
şehadet edemezsiniz.
İslam’ın şartı beş, diyoruz. Birincisi, kelime-i şehadet
getirmek. Kelime-i şehadet getirmeden diğerleri olmuyor.
Ondan sonra namaz kılmak; oruç tutmak; zekât vermek;
ekonomik durumunuz müsaitse de Hacca gitmek. “Bu ilkini
yapmadan, diğerlerini yapamazsın!” diyorlar. Gideceksiniz bir
hocaya veya bilen birine; o tekrar ettirecek size: “Eşhedü enla
ilâhe illâllah…” Ondan sonra “Muhammed’dir resûlallah”
diyeceksiniz. Bunu yaptınız mı tamam; sonra artık namaza,
oruca, zekâta başlayabiliyorsunuz.
Şimdi o yapmadan olmaza, kelime-i şehadete bir bakalım:
Eşhedü enlâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammed’dir
resûlallah. Diyor ki: “Allah’tan başka ilah olmadığına
şahitlik ederim; ondan sonra Muhammed, Allah’ın resulü,
peygamberi ve kuludur. Ona da şahitlik ederim.” Bu kısım
hallolmadan, öbürlerine geçemiyorsunuz. Şimdi biz buradaki
şahitlik etme meselesine bakalım. Mahkemeye şahit, tanık
53
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
olarak çağırdıklarında nasıl şahit olabilirsiniz? Bir olaya tanık
olmuşsunuzdur, olayı görmüşsünüzdür; duymuşsunuzdur.
Ancak ondan sonra şahitlik yapabilirsiniz. Şimdi Allah’tan
başka ilah olmadığına şahitlik etmeniz gerekiyor;
görmediğiniz bir şeye nasıl şahit olacaksınız? Aslında her şey
o kadar apaçık ki… Diyorsunuz ki: “Eşhedü enla ilâhe
illâllah; Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim.” Bu
ne demek? Allah’ı ve Allah’tan başka ilahlar olduğunu görüp,
ondan sonra Allah’tan başka ilah olmadığını “Ben gördüm”
demek. Yoksa şahit olamıyorsunuz. Bütün sırlar aslında
söylenenlerin içerisinde gizli; sadece bir görüş gerekiyor,
oraya bir bakmak gerekiyor; bir Hakk gözü, Hakk kulağı
gerekiyor orayı görmek, duymak için.
Melâmî’nin Allah’ı da mevcuttur, peygamberi de!
Allah’tan başka ilah olmadığına nasıl şahitlik eder insan?
Allah ile Allah olarak. Başka türlü tanıklık edebilmenin imkân
ve ihtimali yok. Çünkü ayet var: “Allah görünmez.” diyor.
Allah’tan başka ilah olmadığına nasıl şahit olacağız? Öncelikle
bir Melâmî insan-ı kâmili buluyorsunuz; ona biat ediyorsunuz;
ondan sonra sizi şahit olacak hale getiriyor; görünür hale
getiriyor. Diyor ki; “Oğlum, kızım, senin şimdi dersin Lâ Fâile
İllâllah; Her Fiilde Faal Allah.” Bu ders ile göklerdeki,
kafanızın arkasındaki Allah’ı gözünüzün önüne getiriyor.
Daha ilk derste şahit olmaya başlıyorsunuz.
Mevhumu olan, Melâmî olamaz. Dinin “d”siyle alâkası
olmaz; İslam’ın “i”siyle alâkası olmaz; Kur’ân’ın “k”sının
çizgisiyle alâkası olmaz. Mevcutlaştırmadan şahit olamazsınız,
şehadet edemezsiniz. Gözünüzle göreceksiniz; kulağınızla
duyacaksınız. Hangi göz? Mürşit; Melâmî insan-ı kâmili, daha
54
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
ilk derste Her Fiilde Faal Allah diyerek görünür kılıyor; ilk
derste şahit olmaya başlıyorsunuz. “Ben Allah’tan başka ilah
olmadığına şahitlik ederim.” diyorsunuz; tanık olmaya
başlıyorsunuz her fiilde faal Allah’a; bütün mevsuflarda faal
olan Allah’a; vücutta da Lâ Mevcude İllallah’a. Ef’âlinizi
ef’âl-i Hakk’a; sıfatınızı sıfat-ı Hakk’a; zatınızı zat-ı Hakk’a
bezlediyorsunuz. Allah ile Allah olduğunuz zaman, Allah’tan
başka ilah olmadığına tanıklık etmiş oluyorsunuz. Bakın bu
mertebeye geldiniz, ama daha namaz kılamıyorsunuz, daha
oruç tutamıyorsunuz, daha Hacca gidemiyorsunuz, daha zekât
veremiyorsunuz.
Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık ettiniz, ama bir de
Muhammed’in Allah’ın resulü ve kulu olduğuna da tanıklık
etmeniz lâzım. Ne demek tanıklık etmek? Gideceksiniz,
peygamberi göreceksiniz, ona diyeceksiniz ki: “Evet,
peygamber olduğuna tanıklık ediyorum.” Ee o, 632’de gitti,
biz şimdi 2000’li yıllardayız. Ne olacak şimdi? Bizim tanık
olma şansımız yok mu? Allah’ın dini bu kadar sınırlı mı? O,
ölmüyor ki… Velilik yönüyle devam ediyor Pir’den. Zaten
Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştığınızda,
Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık eder duruma
geldiğinizde, sizi o bilince getirenin kim olduğunu anlamaya
başlıyorsunuz. Bunları size biri telkin ediyor ya… Sizi
yükseltiyor ya biri… Artık onun kim olduğunu Hazret-ül
Cem makamında anlıyorsunuz, ona tanıklık ediyorsunuz,
görüyorsunuz artık. Karşınızda, onunla konuşuyorsunuz,
sohbet ediyorsunuz, yemek yiyorsunuz. Mevhum yok; mevcut
var.
55
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Hep söylüyoruz ya Melâmî’nin Allah’ı da mevcuttur,
peygamberi de. Mevcut olmadan bu dairenin içine
girebilmenin imkân ve ihtimali yok ki.
Kur’ân, şehadet edenlere gelmiştir.
Kur’ân şehadet edenlere gelmiştir. Allah’tan başka ilah
olmadığına tanıklık ettiniz; sizi oraya getirenin kim olduğuna
da tanıklık ettiniz; manada kim olduğunu da anladınız, tamam
o zaman. Şimdi abdestinizi alıyorsunuz, namazınızı
kılıyorsunuz; orucunuzu tutuyorsunuz, maddi durumunuz
uygunsa Hacca gidiyorsunuz. Böylelikle Allah’ın var
olduğuna, manada peygamberliğin devam ettiğine tanıklık
ettiniz, yani veli oldunuz. Bunu Zat makamında anladınız;
Hazret-ül Cem makamında evliya oldunuz.
Bir de onun kulluğu var. Çünkü peygamberliğine ve bir de
kulluğuna tanıklık ediyorsunuz. İşte Cemm-ül Cem makamı.
Ona kul olacaksınız ki kul olarak onun kulluğuna tanıklık
edeceksiniz. Kelime-i şehadet getirmek insanın ömrünü alır.
Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmek… İşte
biliyorsunuz artık nasıl tanıklık edeceksiniz. Görmediğiniz bir
şeye tanıklık edebilir misiniz? “Oralarda bir yerde bir Allah
var, ben ona tanıklık ederim.” derseniz geçerli değil ki
tanıklığınız. Rahman çizgisine dahi girebilmeniz söz konusu
değil. Diyoruz ya bu dışarıdaki din, Peygamber Efendimizin
dini değil, Muaviye’nin dini diye. Şeriat boyutunda kelime
olarak kelime-i şehadeti söyleriz; diğer ibadetlerimizi yaparız.
Hakikat boyutunda ise onu tanımadan; bu, o demeden ne
kıldığınız namaz, namaz ne tuttuğunuz oruç, oruç ne gittiğiniz
Hacc, Hacc. Hiçbir şeye tanık değilsiniz, içeri giriş şartını
56
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
yerine getirmemişsiniz ki… Allah’ın velileri boşuna mı demiş,
“Pir’i olmayanın Allah’ı olmaz.” diye.
Onu tanıdınız, gördünüz; ondan sonra “Bunu aldım,
buradan buraya koydum.” dediniz, ibadet. Onunla yürüdünüz,
ibadet. Elinizi uzattınız, tokalaştınız birisiyle ibadet. Bir şey
verdiniz, ibadet… Nafile ibadet, işte bu. Anlatmak basit, ama
yaşamsal olması o kadar basit değil. Diğer türlü, “Bunu
buradan buraya ben aldım, koydum.”dediniz şirk; onu
tanıdınız ve ondan sonra her ne yaptınız, ibadet.
“Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enla Muhammed’dir
resûlullah” diyorsunuz. Pırasaya pırasa derseniz eğer,
içinizden Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmiş
olmazsınız. Onda faal olanı unuttuğunuz an tanıklık etmiş
olamazsınız. Tüm peygamberler ve şu ana kadar gelmiş olan
tüm veliler ve bundan sonra gelecek olan tüm veliler, insanlara
sadece ve sadece bunu bildirmek için geleceklerdir.
Dışarıda Allah’tan başka ne görüyorsanız
içinizdeki zanlarınızın şekillenmiş halidir.
Biz Müslüman değiliz, misli imanız. Misli iman, görmediği
Rabbe iman etmez. Kafamızın arkasında bir şey kalmayacak;
kıl kadar kalsa o kılın başına bir de “a” geliyor, oluyor “Akıl.”
O kıl da Allah da işte biz onu akıl olarak görüyoruz. Kıl kadar
kalsa şahitlik şaşıyor. İnsan-ı kâmil, Kur’ân terminolojisine
uygun hareket eder, sembolik olarak anlatır bunları. Bu
sembollerin içerisinde bunların hepsi vardır.
Derler ki Allah’ın velileri için: “Biri güneşin doğduğu
yerde yetişse, biri güneşin battığı yerde yetişse; onlar Kâbe’de
buluşsalar; aynı dili konuşurlar, farklı bir şey söylemezler,
57
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
mümkün değil.” Çünkü tüm peygamberler ve tüm Allah’ın
velileri sadece ve sadece bunu anlatmak için gelmişlerdir.
Allah’tan başka bir şey yok ortada. Dışarıda Allah’tan
başka bir şey görüyorsanız içinizdeki zanlarınızın şekillenmiş
halidir; sizin içinizde daha ne zanlar varsa dışarıda onu
görüyorsunuz. Dışarıda Allah’tan başka bir şey yok; sizde de
yok, ama sizde o zanlar olmasa insan olma imkânınız yok, aksi
takdirde melek olursunuz. Sizden çıkan zanlar kötü bir şey
değil aslında. Mevlânâ Hazretleri, “Aklını kullanmadan
Allah’ı bulabilmen söz konusu değil, bulduğun da Allah
değil.” diyor. İşte burada insan-ı kâmil anlatıyor: Sözle
varılabilecek yer değil, sözle varılacak yer feyzsiz bu işin
olmayacağı noktasıdır.
Hep söylüyoruz, Melâmîlik çelik çomak oyunu değil, diye.
Bu iş haftada 2–3 kez sohbet dinleyerek değil, yaşayarak olur
ancak. Allah’tan başka ilah olmadığına tanıksınız. Onun
resulünü tanıyorsunuz. Tanıksınız ve tanıyorsunuz. O zaman
bu evrene rahmetsiniz; sözle değil, laf olsun diye değil; özle
tanıksınız.
Sık sık sohbetlerimde söylüyorum: Beni veli görmeyen,
veli olamaz. Siz neyi talep ediyorsanız o’sunuz. İşte insan-ı
kâmili ne görüyorsanız siz o’sunuz. Çünkü onu ondan başkası
göremez. Kendinden kendine görünür, gören siz değilsiniz. Lâ
Fâile İllâllah, dedik; fiillerde faal olanı gördük, fiilleri bıraktık.
Lâ Mevsufe İllallah, dedik; sıfatlarda mevsuf olan Allah’ın ne
olduğunu gördük; gözleri bıraktık, kulağı bıraktık. İşte
Hazret-ül Cem makamında size can kulağı, can gözü veriliyor;
ab-ı hayat veriliyor; kül veriliyor. Artık onunla baktığınız
zaman da onu görüyorsunuz. Gözünüzden gören, elinizden
58
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
tutan, ayağınızdan yürüyen diyorlar ya size onlar veriliyor;
size bunları verenin kim olduğunu görüyorsunuz.
İnsan-ı kâmile gelen, nereye geldiğini bilmez. Ayette şöyle
der: “…cahilliğinden bir de zalimliğinden gelir.”11 Bu bir
virüs gibidir; adamın toprağı cennettense o virüs onu kaplar, o
aşı tuttu mu adam âşık olur ki işte bu ikinci derstir. İşte o aşk,
kimyayı başlatır. Duman çıkmaz, ama adam cayır cayır yanar;
kimse görmez yanar adam, biter. O aşk onun aklını alıp,
götürür. Bu dışarıda Allah’tan başka gördüğümüz şeylere
zanlarımız diyorduk ya o zanları gösteren, şu damarlarınızda
dolaşan tüm hayvan ahlâklarını yakar o aşk. Damarlarımızda
dolaşan o hayvan ahlâklarının tamamı yanmadan, dışarıda
Allah’tan başka gördüğümüz şeyler yani zanlarımız değişmez;
arada gelir, gider. O aşk, o hayvan ahlâklarını yakıyor, zaten
ondan sonra Zat makamında biter o salik. Buradaki kimyevi
işlemi başlatan mürşidinizdeki cezbedir; o cezbe de o mürşidin
farkından gelir. Farkı ne kadar açıksa -her mürşidin farkı
farklıdır; kiminin biraz daha az, kiminin biraz daha fazladır- o
cezbe sizi alıp götürür; artık mürşidinizin kokusunu duymaya
başlarsınız, artık ayrılamazsınız ondan. O kimyasal reaksiyonu
başlatan o cezbe, yani feyz, Sıfat makamında başlar. O
reaksiyon başladı mı zincirleme gider; başlamadı mı ilim
olarak devam eder. O zaman ayette; “Benim görürcesine
iman eden kullarım vardır.” diyerek ameli bin salih olanları
işaret eder. Bu bir tecelli meselesidir; göremez, ama istikrarlı
şekilde sohbetlere gelip gider; mürşidi ne derse yapar, işte o
zaman o ayet o salikten tecelli eder. Onlar da işte mürşidinin
emrinden çıkmadığı zaman tanıktır, şahittir; aynıdır.
11
Ahzap,72
59
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
O bahsettiğimiz aşk ile cezbe ile feyz ile başlayan
reaksiyonun tam dönüşümü, Hazret-ül Cem makamında
tamamlanır;
tüm hayvan ahlâkları gider; aynada
gördüğünüz holografik vücudunuza dönüşürsünüz. O dönüşüm
olmazsa öldüğünüzde hangi hayvan ahlâkı varsa o görüntüde
gidersiniz. Hayvan diyorum, hatta daha aşağı, ama
küçümsemek adına değil.
Bakara suresindeki ayeti
söylüyorum, “daha aşağı” diye. Mürşit sohbet ederken “Bu,
ayettir” demez; iman edene anlatır, geçer. O zaten insan-ı
kâmilin ağzından çıkan her sözün ayet olduğunu bilir.
Tanıklık, seyretmektir.
Samimi olmadan tanıklık etmeniz mümkün değil. Her
Fiilde Faal Allah. Eğer siz daha ilk derste onunla didişip,
durursanız Cemm-ül Cem makamında siz nasıl faal
olacaksınız? Didiştiğiniz bir şey olabilir misiniz? Çünkü o
didiştiğiniz adam sizi evine almayacak; ondan rahatsız
olacaksınız; size sırrını söylemeyecek; çünkü didişiyorsunuz
adamla. Sırrını nasıl size versin, nasıl sofraya peyniri koysun?
İçinden gelmez adamın; didişip, duruyorsunuz onunla. Sonra
geleceksiniz Cemm-ül Cem makamına, her fiilde faal olmaya
gayret edeceksiniz. Didiştiğinizde nasıl faal olacaksınız?
Samimi olacaksınız dedik. Kiminle? Dersinizle samimi
olacaksınız. Yoksa Allah ile Allah olmak mümkün olur mu?
Didiştiğiniz, ilahlar. Çünkü Allah ile savaşılmaz, ilahla
didişiyorsunuz. İşte ne diyor insan-ı kâmil: “O zahir Kâbe’de
365 tane put vardı. Peygamber Efendimiz savaştı, oraya girdi
ve asasıyla onları yıktı. Şimdi bu, vücut Kâbe’si; siz de
geldiniz insan-ı kâmili buldunuz; size de bir asa verdi: Lâ
Fâile İllâllah. Haydi, Lâ Fâile İllâllah ile girişin o Kâbe’ye;
60
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
orada Allah’tan başka ne kadar put varsa kendinize girişin;
yanındakine, karşıdakine, komşuya değil!” diyor. Şimdi o
putlara bir bakalım. Talebelik dönemimde Beka makamındaki;
Hazret-ül Cem ve Cemm-ül Cem makamındaki arkadaşlar:
“Lâ Faile İllâllah, at Allah‘ın üstüne; Lâ Mevsufe İllallah, at
Allah’ın üstüne; Lâ Mevcude İllallah, at Allah’ın üstüne…”
diyorlardı bana. Fena makamları böyle rahattı. Ben de attım
Allah’ın üstüne, -atmadım elbette anlatmak adına söylüyorumgeldim Cem makamına. Bir de baktım bütün attıklarım benim
üstümde. Buraya geldiğinde siz yoksunuz ki! Neyi, nereye
atıyorsunuz? At Allah’ın üstüne, at Allah’ın üstüne… Geldik
Cemm-ül Cem makamına, baktım hepsi benim üstümde;
kıpırdayacak halim yok. Ortada Allah’tan başka bir şey yok
ki… Neyi, neyin üstüne atıyoruz? Bu ikilikli bir anlatım; bu
sıfatiyûn zevki, ebrar zevki; mukarrabin zevki değil.
Mukarrabin çıkar ortaya, kalbini çıkartır masanın üzerine
koyar, böyle kaburgalarının arkasında değildir yüreği.
Saklanmaz o yani. Her Fiilde Faal Allah, daha ilk derste bitti
bu iş. Bitti de nasıl? Karanlık bir yerdesiniz, birdenbire
çıktınız aydınlığa, güneşe. Göremezsiniz hemen değil mi?
Böyle gözleriniz kamaşır, ovuşturursunuz; o aydınlığa
bakabilmek, o parlaklığa alışmak için belli bir zaman gerekir.
Bunun gibi aslında Ef’âl makamında iş bitiyor da Zat
makamına kadar alışmış oluyorsunuz.
Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış… 40 yaşından
sonra ölmeye başlıyorsunuz; hücre bölünmeleri bitiyor,
ölüyorsunuz. Bilim buldu bunları. Allah da diyor ki: “Haydi
gel, ölmeden önce bu işi hallet. Gel, zaten gideceksin işte; gel,
ne aklın ne gücün ne güzelliğin kalacak. Hiçbir şey
61
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kalmayacak, hepsi bitecek.” Çünkü “Kûllü men aleyhâ fân”12;
“Allah’tan başka her şey yok olucudur.” Kur’ân’daki ayet
bu. Buna tanıklık ediyor musunuz? Ediyoruz. Nasıl
ediyorsunuz, nasıl ediyoruz? Dışarı çıkınca, “Sen sus, ben
konuşacağım. Bu bana hak mı reva mı?” derseniz olmadı.
Arabayla geçti adam, çamuru üstünüze fırlattı; başladıysanız
söylenmeye “Ben senin kullanacağın arabanın…” diye.
Tanıklık gitti. Yaşamak kolay değil, çamuru sıçratan kim
üstünüze? Burada dinlemek kolay, çamur üstünüze sıçrayınca
zor, ama Melâmî hacıyatmaz gibidir. O an olmasa da 10
dakika sonra eve gidince “Ben ne yaptım?” der; arkasını
dönünce “Ben ne yaptım?” der; elini kaldırdığında “Ben ne
yapıyorum?” der. Orada hemen söylenmeye başlayan Ef’âl,
Sıfat makamındadır. Biraz sonra dersini yakalayan Zat
makamındadır. İşte elini kaldıran, indiren Cem makamındadır.
Makamların yaşanırlığını çamur örneği ile anlatıyorum. Çamur
sıçradı üzerinize, “Ey güzel efendim…” diyen, demesi gereken
Hazret-ül Cem makamındadır. Diğeri, “Arabada da çamurda
da ben faalim” der; geçer gider. Adam inip, özür dilese
“Eyvallah, sorun yok.” der; geçer, gider. İşte o, Cemm-ül Cem
makamındadır. Sıçrayanı da sıçratanı da bilir ya da şeriata
iner: “Dikkat et oğlum, kızım” der onu kırmadan. Kiminle
didişiyor o bilmiyor, ama siz biliyorsunuz. İşte, “Bilenle
bilmeyen bir olur mu?”13 ayeti zuhur eder. Bilmeyen oldu mu
o an veliliğine zarar gelmez, sizin irşadınız içindir.
Bilemediğinizde gider üzülürsünüz iki saat evinizde, işte o en
büyük sohbet. Orada kırarsınız adamı, eve gidip, “Ben kimi
12
13
Rahman, 26
Zumer, 9
62
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kırdım?” dersiniz, üzülmeye başladığınız an işte sohbet. Hem
de ne sohbet, sabaha kadar konuşmadan daha değerli sohbet.
Ey tanıklar, bir an bile tanık olmaktan çıkmayın! Tanı
koymayın, tanık olun! Tanı koyarsanız sebeplere takılırsınız;
Ef’âl’in altıdır. Sorgulamayın, yargılamayın! Ama içten, dıştan
şeriatı uygulayın. İşiniz neyse yapın, ama içten değil. Adama
kızmanız gerekiyorsa kızarsınız, ama içinizden değil.
İçinizden kızmak ne demek? Eliniz, ayağınız titreyerek bir
yere gitmek demek; o kızgınlığınızı evinize götürmek demek;
o sizin zikriniz olmuş onunla yaşıyorsunuz demek. Kızarsınız,
onun Hakk olduğunu bilirsiniz, ama şeriata göre gereğini
yerine getirirsiniz, arkanızı döner gidersiniz. Kolay mı? Değil,
ama olacak. Şair demiş ya “İçinde bulunduğunuz hayatı
ciddiye almayın, çünkü içinden canlı çıkma şansınız yok!”
diye. O yüzden devamlı Allah diyeceğiz Allah’tan başka hiçbir
şey olmadığı bilincine ulaşıncaya kadar.
Geldik Cem makamına, Hazret-ül Cem makamına… Bu
makamlar o bilinçle yaşama yeri artık. Zikir kalmaz bu
makamlarda; çünkü artık yaşamınız zikir, her hareketiniz zikir
olur. O güç sizde daha yoksa mürşit size yetki vermiş inersiniz
Cem makamına, inersiniz Zat makamına, inersiniz Sıfat
makamına, Ef’âl makamına kadar inersiniz, ama aşağı değil.
Yetkiniz var oraya kadar inersiniz, zevk etmeye çalışırsınız
yaşarken. Başkasına anlatmak kolay, makamlardan
iniyorsunuz, çıkıyorsunuz kolay. Yaşarken baktınız ki
zorlandınız, baş edemiyorsunuz, inersiniz Zat makamına, “Siz
bilirsiniz…” dersiniz, çeker gidersiniz. Zaten evrendeki en
güzel söz, “Sen bilirsin.” Tartıştığınız birine sen bilirsin
dediğinizde ne demek biliyor musunuz? Kılıcı çekip, adamın
63
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
dizlerine indirmek demek. Adam iner yere. Sen bilirsin
dediniz mi kime diyorsunuz sen bilirsin diye? Allah’tan başka
bir şey yok ortada, ama o karşıdakinin dizlerinin altına kılıcı
indirmiş oluyorsunuz; biter adam, ne didişme kalır ne kavga
kalır sen bilirsin dediniz mi. Çünkü siz artık biliyorsunuz.
Anlatır ya Allah’ın velileri: Allah akılları dağıtmış. “Acaba
hata mı yaptım?” demiş. Almış, karıştırmış bütün akılları.
“Herkes beğendiği aklı alsın.” demiş. Herkes yine kendi aklını
almış.
Siz artık bunu biliyorsunuz. Artık biliyorsanız ona da bir
şey anlatamayacağınızı bileceksiniz değil mi? Nasıl adam
sabahın dördünde kalkıp, denize oltayı atıyorsa; o sıcacık
yatağından kalkmayı onun içerisine kim koyuyorsa sizinle
konuşana da size de söylediklerinizi o koyuyor, biliyorsunuz
artık. Bütün bu meyvelerin içerisine şekeri kim dolduruyorsa
size de onları o yaptırıyor işte.
Tanıklık, seyretmektir.
Seyretmek de seyr-i billahtır seyr-i billahtır, lime
Allah’tır…
64
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Peygamber Efendimizin Dininin Özü:
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Kirli ellerinizle Kur’ân’a dokunmayın!
Bismillahirrahmanirrahim… Rahman, Rahim ve Allah…
Ef’âl, Sıfat ve Zat sadece Bismillahirrahmanirrahim’de var.
İşte zaten “Bu üç makamı halleden, Besmele çekmiştir.” diye
onun için diyorlar. Zat makamına geldikten sonra bir daha
Bismilâhîrrahmanirrahim demeseniz de olur. Ef’âl, Sıfat, Zat
hepsi orada değil mi? “Bismillah” var, “Rahman” var,
“Rahim” var. Türkçeye çevirirken “Allah Rahman’dır,
Rahim’dir.” diye çeviriyorlar ya Bismillahirrahmanirrahim’de
üçü var: Ef’âl, Sıfat, Zat. Bu işte dinin; Peygamber
Efendimizin dininin özü.
Besmele
çekmek,
öyle
kolay
değil.
Öyle
Bismillahirrahmanirrahim demekle Bismillahirrahmanirrahim
demiş olmuyoruz. Ne zaman ef’âlinizi Ef’âl-i Hakk'a,
sıfatınızı Sıfat-ı Hakk'a, zatınızı Zat-ı Hakk'a bezledersiniz
ondan sonra Besmele çekmiş olursunuz. Yani “Yaptığım
bütün işler, fiiller, benim”, diyorsanız; “Bu gözümden gören,
65
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
benim”; “Kulağımdan duyan, benim”; “Bendeki bu hayat,
benim”; “Bu ilim, bu kudret, bu irade benim” diyorsanız sonra
da “Bu vücut benim” diyorsanız Besmele çekmiş olmazsınız!
Bunların hepsi şirk. Bu vücut da Hakk; bu vücuttaki o yedi
tane sıfat da Hakk; bütün bu fiiller de -elinizi oynatıyorsunuz,
gözünüzü kırpıyorsunuz- Hakk. Onlarda da faal olan Allah.
“Bunlar benim” dediğiniz sürece ne dinle alâkanız var ne
peygamberle alâkanız var ne onunla ne bununla. Hepsi söz,
lâfzî.
Muhammed'in dininin özü; bu üç makamı zevk edip,
fenafillâh olup, sonra seyre geçip, ondan sonra Ahmet’le
tanışmaktır. Yoksa “Bu fiiller benim.” deyin; ondan sonra
namaz kılın, sevap işleyin, yardım edin; Besmele çekmiş
olmazsınız. “Benim…” diyorsunuz. Ortada Allah'tan başka bir
şey yok ki...
Muhammed'in dininin özü: Fenafillâh olup,
sonra seyre geçip, ondan sonra Ahmet’le tanışmaktır.
Allah, Rahman ve Rahim. Bu kelimede hepsi var işte. Bir
de bunun “ba”sı var. Bir de “ba”nın altında noktası var. İşte o
noktaya geliyorsunuz, nokta sizi oralara getiriyor. Yoksa fiiller
sizin, sıfatlar sizin, vücut sizin ne yaparsanız yapın. Ne
yaparsanız yapın... Rahim’e dahi giremiyorsunuz Rahman’ı
bırakın. Rahim; Her Fiilde Faal Allah, demek. Rahman içeri
giriyor, o da sıfatlar demek. Zatı, kendisi; Zat makamı.
“Bunlarla, kirli ellerinizle Kur’ân'a dokunmayın!..”14 diyor
ayette. Bu üçü sizde varsa su temizleyemiyor bunları. Ortada
Allah'tan başka bir şey yok... Bir insan-ı kâmil buluyorsunuz,
14
Vakıa, 79
66
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
biat ediyorsunuz; Rahim’e gelmiş oluyorsunuz. Ondan sonra
diyor ki o Rahim: Her Fiilde Faal Allah. O, göklerdeki Allah'ı
gözünüzün önüne getiriyor Her Fiilde Faal Allah. Sonra vakti
saati gelince sizi Rahman’a alıyor, içeriye giriyor artık insan-ı
kâmil. Diyor ki: Bu hayatın Hakk; ilmin Hakk; kuvvetin
Hakk; iraden Hakk; bu gözler Hakk; kulak Hakk; bu kelam
Hakk. Rahman’a giriyorsunuz, ondan sonra bunlar da gidiyor,
artık Allah ortaya çıkıyor. Yani nasıl çıkıyor? Siz, Allah'tan
başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşıyorsunuz. Ortaya
çıkan o, zaten ortada Allah'tan başka bir şey yok da o bilince
ulaşıyorsunuz. O zaman Zat makamına gelen salik,
Bismillahirrahmanirrahim demiş oluyor.
Bismillahirrahmanirrahim:
Allah'tan başka hiç bir şey olmadığı bilinciyle yaşamak.
Ne demek Bismillahirrahmanirrahim?Allah'tan başka hiçbir
şey olmadığı bilinciyle yaşamak demek. Besmele çekmek, bu
demek. Yoksa yemek yerken Bismillahirrahmanirrahim deyin,
su içerken Bismillahirrahmanirrahim deyin. Ne olacak?
Deyin… Hiç bir anlamı yok, deyin. Laf işte, yani laf ola beri
gele. Her an bu suyu içerken bunun su olmadığını, Allah'tan
başka bir şey olmadığını bileceksiniz. O zaman Besmele
olmuş oluyor işte. Yemeğinizi yerken makamınızı
unutmayacaksınız, o zaman zaten nur yiyorsunuz. Ortada
Allah'tan başka bir şey yok… İşte o, Besmele çekmek. Zaten
göklerde bir yerde Allah var dediniz mi tüm Kur’ân'a
muhalifsiniz, istediğinizi deyin ondan sonra. Serbest, atış
serbest. İstediğiniz iyiliği yapın, kendinizi tatmin etmiş
olursunuz. Elbette bu da kötü değil, ama Besmele öyle çekilir.
Yaptığınız her hareketi “Allah'tan başka hiçbir şey yok”
67
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bilinciyle yapıyorsanız tamam, işte Besmele. Yani geldiniz
insan-ı kâmile biat ettiniz, dersiniz neyse o makamla hareket
ediyorsanız işte Besmele çekmeye başladınız demektir; olacak
demektir yani. Biz şimdi burada yıllarca Besmele çekmek için
gayret edeceğiz. Lâfzî değil; tüm vücudumuzla, tüm
hayatımızla, ilmimizle, irademizle, gözümüzle… Anlatmak
adına öyle diyelim.
Bütün sıfatlar Hakk’ın. Baktığınızı baktığınız anda Hakk
gördüğünüz zaman işte Besmele’nin en güzeli. Öbür türlü ne
olacak papağana da öğretirsiniz Bismillahirrahmanirrahim
demeyi. “Tûtî-i mu'cize-i gûyem ne desem lâf değil. Çerh ile
söyleşemem âyînesi sâf değil…” der; ondan sonra papağan da
der Bismillahirrahmanirrahim diye.
Ayet var; “Papağan gibi bu ayetleri tekrar etmeyin.” diyor.
Papağan gibi tekrar edersen papağan cennetine gidersin, diyor.
Türkçesi bu, yani insan olmak öyle kolay değil.
Herkesin kendine gelmesi temennisiyle diyelim.
Bâtında kendine gelmek demek, Allah'tan başka hiçbir şey
olmadığı bilincine ulaşmak demek.
68
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
İnsan Olmanın Anahtarı:
ALLAH’IN AHLÂKIYLA AHLÂKLANIP,
SIFATLARIYLA SIFATLANMAK
İnsana dönüşmek için, muhakkak ve muhakkak
hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmili bulmak gerekir!
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak…
Şimdi hangi şerri hükümlerle yürüyen cemaate gitseniz,
orada bir hocaya sorsanız muhakkak bunu bilir: Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak. Bunun bir
üstüne, tarikata gitseniz, orada bir şeyh bulsanız o da aynı şeyi
söyler: Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak.
Biz de diyoruz. Şerri gruba gittiğiniz zaman nasıl olacak
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak? Orada
diyorlar ki: Beş vakit namazını kılacaksın, zekâtını vereceksin,
orucunu tutacaksın. Ekonomik durumun müsaitse da Hacca
gideceksin; ana babana asi olmayacaksın; çocuğuna
bakacaksın… İşte bunlar Kur’ân’ın bildiğimiz şerri kuralları.
“Bunları yaptın mı oldu. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklandın.”
diyorlar. Bunları yapıp, tarikata gittiğiniz zaman bunların
üzerine bir de diyorlar ki: “Sana zikirler veriyorum; fazladan
69
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bir namaz veriyorum, gecenin bir vakti kalkacaksın, atacaksın
seccadeyi namazlarını kılacaksın.” Hatta evlerinde bazı TV
kanallarının haricinde tüm kanalları kapattırıyorlar. Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanacaklar ya… “Böyle yapacaksın, Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmış olacaksın.” diyorlar. Tasavvufla
ilgilenen kimi vakıf ve dernekler de diyor ki: “Modern
olacaksın; iyi bir insan olacaksın; insanlara yardım
edeceksin; seveceksin; gücün yettikçe yardım kurumlarına
gideceksin. Yardım edeceksin ki böylece Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanmış olursun.” Bahsettiğimiz tüm bu gruplar
tarafından bu söylediklerim yapılıyor. Hepsinin yaptıkları
doğrudur, yerindedir; onlara bir lafımız yok. Ama o yaptıkları,
Allah’ın ahlâkı değildir. Tüm bu anlattıklarım ve bu
yapılanlar, Allah’a ibadet edenlerin ibadet ahlâkıdır!
Allah’ın ahlâkı değildir! İkilik var orada: Bir siz varsınız, bir
de Allah var. İyi insan olmak için; Allah cennetine kabul etsin
diye; onu yapsın, bunu yapsın diye yapılanlar, ibadet edenlerin
ahlâkıdır. Allah’ın ahlâkı değil!
Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanabilmek için muhakkak ve
muhakkak ehliyetli bir Melâmî insan-ı kâmili bulmak
gerekiyor. Bakın ibadet edenlerin ahlâkı demiyorum, onlar
yanlış da demiyorum. Doğrudur; hepsi doğrudur, ama Allah’ın
ahlâkı başka bir şey. Nedir Allah’ın ahlâkı? İşte o Melâmî
insan-ı kâmilini bulacaksınız. Onlar belli. Çok az, ama var.
Pir’den gelen, o Melâmî insan-ı kâmilinden çıkan bir şey var;
“Feyz” deniyor ona. Mevlânâ Hazretleri Mesnevi’de: “O
adamı buldun mu yakala; yakasından paçasından tut, bu
yola daha önce çıkmış olanların hepsini geçersin.” diyor. Bu
yola daha önce çıkmış olanlar, anlattığım bütün bu gruplar.
70
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Gelip, insan- kâmili bulursanız o yol bitiyor; onun dediklerini
yapıyorsunuz, ondan sona zikir başlıyor. Ne diyor insan-ı
kâmil: “Abdestsiz ayağını yere basmayacaksın; namaz
kılarken değil sadece, “her an” abdestsiz ayağını yere
basmayacaksın. Namazlarını mümkün mertebe kılacaksın…”
Ondan sonra da sana, “Dersin var.” diyor. İşte şimdi Allah’ın
ahlâkı geliyor. Kolay değil öyle Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanmak. Diğerlerinde kolay. Bir şekilde ibadet edersiniz;
bir şekilde kendinizi frenlersiniz; gözünüze tuz basarsınız, çile
odasına kendinizi kapatırsınız. Bir şekilde yaparsınız…
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak;
Her Fiilde Faal Allah bilincine ulaşıp, bunu idrak edip,
hayatımıza geçirmek demek
İnsan-ı kâmil size ilk dersi veriyor. Allah’ın ahlâkı geliyor
şimdi. Diyor ki: “Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah.”
İşte ahlâk başladı. Şeriata göre hırsızlık yaptınız, günah; onu
yaptınız, günah; Allah’tan başka put buldunuz, şirk; şunu
yapmadınız, şirk. Şimdi Her Fiilde Faal Allah ise “Şu
çikolatayı aldım, buradan buraya koydum.” dediniz; işte şirk.
Allah’ın ahlâkına bakın: “Her fiilde.” Bir tek hareketli
fiillerde mi? Bu masada da bardakta da. Duran fiiller bunlar.
Her Fiilde Faal Allah… Kim ki bu bilince ulaşır ve bu bilinçle
yaşamaya başlar; yani her an, her olayda, her kimle
konuşurken Hakk görür, o zaman Allah’ın ahlâkı onda zuhur
etmeye başlar. Bakın ikilik yok. Öyle çok kolay değil Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmak. Biz ahlâklı olmaya çalışıyoruz, ama
işte “Namusunu korudun, hanıma bakmadın, erkeğe
bakmadın” ile değil. Artık bunlar basit kaldı. Her Fiilde Faal
Allah. Kime, nereye bakıyorsunuz? Zaten baktığınızı eğer
71
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Hakk görmüyorsanız, onda faal olanı görmüyorsunuz
demektir. Hani nerede Her Fiilde Faal Allah? Siz şimdi buraya
hanımınızla geldiniz, giderken Hakk ile gidiyorsunuz.
Eyvah… Ee, o hanım da aynı şekilde beyi ile geldi, giderken
bey gitti; Her Fiilde Faal Allah. Şimdi Hakk başladı. Bakın
şimdi ahlâka. E biz şimdi su mu içiyoruz? Yok canım, Her
Fiilde Faal Allah, diyoruz; su nerede kaldı? Yukarıda
bahsettiğimiz tarikatlara, vakıflara bir lafımız yok; onlar da
doğru, güzel, yerinde. Biz hakikat boyutundan; Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmaktan bahsediyoruz.
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak; Her Fiilde Faal Allah
bilincine ulaşıp, bunu idrak edip, hayatımıza geçirmek
demek. Böyle olduğu zaman “ahlâk” oluruz, ahlâklı değil.
Ahlâklı olan, onlar. Şeyhinin ya da başkanının dediğini
yapıyor, ahlâklı oluyor. Nasıl ki bir çocuk, annesinin,
babasının dediğini yaparsa “Ahlâklı benim çocuğum” diyorlar,
o da aynı. Biz “Ahlâklı” olmaktan bahsetmiyoruz, “Ahlâk”
olmaktan;
“Tevhit”
etmekten;
“Bütün”
olmaktan
bahsediyoruz.
Her Fiilde Faal Allah, dedik; Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklandık; yani ahlâk olduk. Nasıl? İşte önce Melâmî insan-ı
kâmilini buluyorsunuz; bunlar az çünkü. İzmir çok şanslı bu
konuda. Çünkü çok büyük bir Pir, Davud Yılmaz (k.s.)
Hazretleri yaşadı burada. İlk önce onu buluyorsunuz, sonra
aklınızı geçip bir de biat etmek var. O da kolay değil
arkadaşlar. Bana ilk söylediklerinde dedim ki: “Haydi ya bir
insana tâbi olur muyum?” Az uğraşmadı benim Pirim
benimle. Ben onun için böyle diyenlere diyorum ki; “Yerden
göğe kadar haklısın.” Ben de böyleydim. Kolay mı bunu
72
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
geçmek? Ama neden bahsediyoruz? Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanmaktan bahsediyoruz. Bu çok zor bir iş... Şems
geliyor Konya’ya. Mevlânâ Hazretleri biliyor tabii onu. Diyor
ki Şems’e: “Beni talebe olarak kabul eder misin?” “Evet,
kabul ederim, ama Konya’nın en merkezi yerindeki bir
meyhanede birlikte şarap içersek” diyor Şems. Yani onun
anladığı ahlâk anlayışını, daha talebeliğe ilk adımını atarken
yerle bir etmeye çalışıyor.
İnsana dönüşmek için muhakkak ve muhakkak
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak gerek.
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak… Her Fiilde Faal Allah,
dedik. Farz edelim ki hallettik bu işi. Ondan sonra ne var?
Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmak; sıfatlar var. Sıfat ne? Görme,
bir sıfat; duyma, bir sıfat; konuşma, bir sıfat; hayatımız,
ilmimiz, kuvvetimiz, irademiz var. Bunlar da sıfat. Peki, kimin
bu sıfatlar? Sıfatlar sizde; uzakta, göklerde değil bu sıfatlar.
Allah zaten size vermiş o sıfatları, vermiş de siz baktığınızı ne
görüyorsunuz?
Her fiilde faal Allah bilincine ulaşamazsak; ulaşıp,
hayatımıza geçiremezsek sıfatlar ahlâksız olur. Ahlâksız
olursunuz Allah’a göre; oradaki şeyhe göre değil. Şeyhe göre
hırsızlık yapmıyorsunuzdur, uğursuzluk yapmıyorsunuzdur,
her zaman derslere geliyorsunuzdur. Bu durumda ona göre
ahlâklısınızdır. Allah’a göre? Ahlâksız. Bir şey yapıp, ortaya
çıkardınız; “Bu, benim” dediniz; ilim sıfatına sahip çıktınız.
Ahlâksızsınız Allah’a göre. Çünkü o yaptığınızı, ettiğinizi
“Ben yaptım.” diyorsunuz; Lâ Fâile İllâllah demiyorsunuz ki…
Diğerlerine göre ahlâklı, ama biz Allah’a göre konuşuyoruz.
Bir adam 50 kiloluk çuvalı tutup, kaldırıyor ve “Ben
73
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kaldırdım”, yani “Kuvvet benim” diyorsa, öte yandan bütün
gün “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül azîym (…güç ve
kuvvet, sadece yüce ve büyük olan Allah’ın…)” diye dua
ediyorsa o zaman o adam “Ahlâksız”, Allah’a göre. “Ben
kaldırdım” diyerek hem Allah’ın kuvvet sıfatına sahip çıkıyor
hem de güç, kuvvet Allah’ın anlamındaki duayı bütün gün
ağzından düşürmüyor. Nasıl bir çelişki değil mi? “Ben
gördüm” diyor. Olmadı; Her Fiilde Faal Allah. Dolayısıyla
Her Fiilde Faal Allah ise buradan bakınca ne göreceksiniz?
Fiilde faal olanı göreceksiniz.
Fiilde faal olanı değil de tecelli ediş şeklini, sebebi
görüyorsanız henüz ahlâk tam oluşmamış sizde. Ahlâk tam
oluşmadığı için işte o zaman sıfat, ahlâksız olur. Bunları
tefekkür edeceğiz. Bakın ilk dersimiz, Lâ Fâile İllâllah. Çok
önemli. Bunu hayatımıza geçirdik mi tamam, ama hayatımıza
geçiremezsek sıfatlarımız ahlâksız olur. Ne demek ahlâksız
olur? Bazen Hakk görür, bazen sebeplere takılır. Bazen Allah
der konuşurken; bazen içindekini der. Bazen ilim Hakk’ın,
der; bazen benim, der. İşte ahlâk tam olmadığı için sıfatlar
olduğu kadar olur. Bu yüzden “Temel” diyor ya insan-ı kâmil
anlatırken. Yoksa herkes söylüyor “Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanmak, sıfatlarıyla sıfatlanmak” diye. Çelik çomak
oyunu mu bu? Siz Allah ile Allah olma bilincine ulaşmak için
buraya geldiyseniz tamam, mesele yok. “Haftada bir gün
sohbet var, iki gün sohbet var, gideyim sohbete” demek değil;
yaşamaca bu iş.
Tarikata göre ne ahlâksızlık? İşte oraya, buraya
bakmayacaksınız, tamam. Burada Hakk görmekten
bahsediyoruz, ne hanımı ne erkeği? Orada ne diyor tarikatta?
74
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
“Göz hırsızdır.” diyor. Niye? Çünkü adam bilinci ne ise öyle
bakıyor, ama biz daha ilk derste bilinci, Lâ Fâile İllâllah; Her
Fiilde Faal Allah yapıyoruz. Bitti, dünyadan gittik arkadaşlar.
Diyeceksiniz ki kolay mı? Değil. Bakın az kişiyiz, çünkü
kolay değil. İşte bu kolay olmayanı halletti mi bir tane
yetişmiş adam, yetmiş bine bedel. Bir tane Allah’ın velisi,
inanın yetmiş bine bedel, bir tane. Biz şimdi burada neyi
anlatıyoruz? Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmanın çelik çomak
oyunu olmadığını anlatıyoruz. Ahlâklanma başka, uzun bir
süreç var önümüzde. “Evinden, malından, mülkünden
vazgeçeceksin…” diye anlatırlar ilk dersin zorluğunu. Biz
daha akademik anlattık. Zor, ama en azından çabalayacağız.
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmamış olan insanlarda
vicdan olmaz.
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmamış olan insanlarda vicdan
olmaz; vicdan oluşmaz onlarda. Adama bakarsınız olmayacak
şeyler yapar. Vicdansız çünkü. İşte ilk derste ne dedik: Lâ
Fâile İllâllah. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıyorsunuz orada.
Ondan sonra ikinci ders: Lâ Mevsufe İllallah. Bu sıfatlarda,
mevsuflarda faal olan Allah; sıfatlar Hakk, diyorsunuz ikinci
derste. Salik, bu dersi de geçtiği zaman Allah’ın sıfatlarıyla
sıfatlanmış oluyor. Yani görüşte faal olanı, konuşmada faal
olanı, duyuşta faal olanı, ilimde faal olanı, kudrette faal olanı
kendinden bilmiyor artık. Lâ Mevsufe İllallah; sıfatlarda da
faal olan Hakk, diyor. Ondan sonraki üçüncü ders: Lâ
Mevcude İllallah. Orada da diyorsunuz ki: Allah’tan başka
mevcut olan hiçbir şey yok; bu vücut da Hakk. Orada
ahlâklanma oranında vicdan oluşuyor. Salik, Zat makamına
geldi mi bu makamdaki adamdan kimseye bir zarar gelmez.
75
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
O, Lâ Mevcude İllallah diyerek, açık şirki tevhit etmiş oluyor.
Neden? Çünkü orada onda vicdan oluşuyor. Süreç zorlu, ama
ehline kolay. Ehli zaten burada yükselir, gider. Hem öyle bir
yükseliş olur ki öyle tatlı olur ki bu iş ne olduğunu bile
anlayamazsınız. Bitersiniz. Ondan sonra belli bir yere
geldiğiniz zaman baktığınızda adam cennetlik mi cehennemlik
mi görürsünüz. Adam cayır cayır yanıyordur görürsünüz, biz
görüyoruz. Bizde hepsi peşin peşin. Bizim cennetimiz,
cehennemimiz öbür tarafta değil. Biz burada öleceğiz, burada
dirileceğiz. Bu vücutta hepsini halledeceğiz. Öbür tarafa bir
şey bırakmayız biz. Çünkü ölen hayvan, insan ölmez. Bütün
mesele insana dönüşmekte. İşte bu insana dönüşme işi için
muhakkak ve muhakkak Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp,
sıfatlarıyla sıfatlanmamız gerek. Eğer böyle yapmazsak vicdan
oluşmaz. Vicdan oluştuktan sonra o vicdanın üzerine insan
inşa edilecek.
Biz Allah’ın ahlâkından, insan olmaktan bahsediyoruz.
Bakın etrafımızdaki insanları nasıl tarif ederler? Mesela, “Kurt
gibi acıktım.” derler. “Tilki gibi kurnaz.” derler. “Yılan gibi
sinsi.” derler. Değil mi? Ya, bu insanları tarif ederken niye
hayvanları anlatırlar? Ee, çünkü içleri o da onun için. Bu
damarlarda, uzakta aramayın o hayvan ahlâklarını. Öyle
komşuda, yanındakinde yok; bu hayvan ahlâkları, bu
damarlarda dolaşıyor. Öyle hayvan ahlâkı derken
küçümsemiyorum. Sakın ola ki yanlış anlamayın. Bir
sivrisinek, yirmi kilometre mesafeden sevdiği kan grubunu
anlayıp, uçuyor; şu yüceliğe bakın. Kuş uçuyor, biz uçabiliyor
muyuz?
Uçağa binmemiz lâzım.
Sakın aşağıladığımı
sanmayın. Hayvan ahlâkı derken sokaktaki kızan adam gibi
76
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
-affedersiniz- “Vay hayvan vay…” anlamında söylemiyorum.
Çok yüce bir şey bu. Leopar saatte 120 km hızla koşuyor, hiç
bir şeyi küçümsemiyorum. Bakın Her Fiilde Faal Allah bize
göre. Diğerlerinin ahlâkını anlatıyorduk ya onun için buradan
örnek verdik. 120 km hızla gidiyor leopar, bunu nasıl
küçümsersiniz? O birine kızıp da “Vay hayvan vay, eşek, şu,
bu…” diyen için Bakara Suresi’nde, “Hayvandan aşağıdır.”
diyor. Her Fiilde Faal Allah. Biz Hakk’ı görüyoruz. Bir şeyi
küçümsediğimiz yok. Keşke ben bir kuş gibi olabilsem. Nasıl
kuş gibi olacağım? Kuş gündüzleri açıyor gözünü. Uyandığı
dalda, yanında ekmek sepeti var mı? Üst dalda mutfak var mı?
Yok. Ee ne yiyecek bu hayvan? Ne içecek? Sosyal sigortası
var mı? Güvencesi var mı? Hiçbir şeyi yok. Bak bak, nasıl
küçümsersiniz? Keşke biz o mertebeye gelsek. Zaten bu üç
dersten sonra o mertebeye geleceğiz ki ondan sonra insana
dönüşelim. Ne sosyal güvencesi var ne mutfağı var ne yediği
var… Biz gelelim bakalım bu seviyeye. İlk biat ettim,
mürşidim bana dedi ki: “Lâ Fâile İllâllah.” Ben bekliyorum
tabii gök açılacak diye, ama açılmıyor, bir şey olmuyor. O
zamanlar oturduğum ev biraz yüksekte; güvercinler, kumrular,
serçeler geliyor balkona. Ekmek veriyorum onlara ve sürekli
izliyorum onların ekmekleri yemelerini. Bu güvercinler çok
kaba hayvanlar. Kumruları dövüyorlar, gönderiyorlar. Ben
güvercinler geldi mi iş edindim kendime; çıkıyordum balkona,
onları kovuyordum kumrular da ekmek yesin diye. Onlar, ben
içeri girince yine geliyorlardı. Sonra dedim ki “Ya, sana Pir
dedi ki Lâ Fâile İllâllah, bir de biat ettin, zikrini de aldın. Her
Fiilde Faal Allah diyorsun, ama sen güvercinleri
kovuyorsun.” Kumruları, yani güçsüzü tutuyorum aklımca.
Dedim ki “Ya, Lâ Fâile İllâllah, sen ne karışıyorsun?”
77
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Ondan sonra koydum sandalyeyi bir kenara ve seyretmeye
başladım onları saatlerce. Sohbet bu. Güvercinler geldi;
kumruları dövdüler, gittiler. Yediler, yediler ekmekleri. Böyle
büyük parçalarla atıyorum ya ekmekler küçüldü, parçalar
onların yiyemeyeceği duruma geldi, güvercinler çekildi;
kumrular geldi. O daha küçük parçaları onlar yediler,
karınlarını doyurdular. Ondan sonra görmediğim bir şey daha
gördüm; toz halinde kaldı parçalar. Kumrular çekildi, serçeler
geldi. Ya bu kusursuzlukta kusur arayan ahmaktır ya…
Ahmak… O zaman anladım ki Pir, orada; gelmiş insan-ı
kâmil, benim mürşidim güvercinden, kumrudan, serçeden beni
irşat ediyor. İşte bakın hepsi beslendiler, gittiler. Ben bunları
yaşadım, bir yerden okuyup da hikâye anlatmıyorum. Koydum
sandalyeyi balkona, saatlerce izledim ben o kuşları. Ders,
sohbet işte. Güvercinler, kumrular, serçeler, bir de ben.
Dışarıdan biri seyretse adam çatlak, der. Neyse biz alışkınız,
zaten deli olmadan, veli olunmaz.
Allah, vicdanın üzerine üçüncü yaratılış ile insanı
yaratıyor.
Her Fiilde Faal Allah… Biz yokuz da var olduğumuzu
zannediyoruz; ortada Allah’tan başka bir şey yok da işte biz
kendimizi Ahmet zannediyoruz, Mehmet zannediyoruz, Ayşe
zannediyoruz, anne zannediyoruz, hanım zannediyoruz, koca
zannediyoruz, oğul zannediyoruz, kız zannediyoruz... Oysaki
Her Fiilde Faal Allah. Ondan sonra sıfatlarıyla sıfatlanacağız.
Yoksa o hayvan ahlâklarını dizginlemektir, bahsettiğimiz
gruplara göre ahlâklı olmak. Ben oralara da gittim, orada da
eğitim aldım, ondan sonra bu boyuta geldim; Pir’i buldum,
biat ettim de beni kurtardı. Yoksa oralarda kalsam kurtulmanın
78
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
imkân ve ihtimali yoktu. Mümkün değildi. O hayvan
ahlâklarını dizginliyorsunuz. Zaten o hayvan ahlâklarını
dizginlemek ile ilgili Kur’ân’da birçok ayet var.
Bir hadiste, “Ateşe dayanabileceğin kadar günah işle.”
diyor. İnsan günah işler mi? Peki niye diyor onu? Bilmiyor
mu? Hiç katil inek gördünüz mü siz? Hangi hayvan beş
yaşındaki bir çocuğu öldürür? Hangi hayvan? Var mı böyle bir
şey? Daha burada, işte Lâ Fâile İllâllah ile bunlarla işimiz
bitiyor. İkinci derste Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanıyoruz,
demiştik. Onlar zaten bizde de bizim olduğunu zannediyorduk
ya biz uyanıyoruz; ayıkıyoruz; temizleniyoruz. Abdestsiz yere
basmayacaksınız, diyorum ya abdest, işte o. Bozuluyor daha
köşeyi döner dönmez. İnsan-ı kâmilin sohbetinde aldığınız
abdest bozulmaz. Bu sözlerin sizdeki etkisiyle bir abdest
alıyorsunuz. O abdest bozulmaz. O zikir de bozulmaz; kurulu
saat gibidir, başladı mı daimdir, bozulmaz. Her nefeste; Allah
Allah Allah Lâ Fâile İllâllah… Siz unutursanız o içinizdeki
durmaz, mümkün değil, kurulu saat gibidir.
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanan
adamda, vicdan zuhur ediyor. Ama bu sokaktaki
bahsettiğimiz yine vicdan değil, bizim bahsettiğimiz bâtıni.
İşte o vicdan üzerine
-Beka makamları diyoruz- orada
Allah’ın velisi, insana dönüşüme başlıyor. Damarlarındaki
bütün hayvan ahlâkları gidiyor, dönüşüm başlıyor. Dönüşüm
ne? İşte herkes halife potansiyelinde ya. Zaten insan
görüntüsüyle geliyorsunuz bu dünyaya, o görüntü daim oluyor.
Eğer bu dönüşümü sağlamazsak içimizdeki hayvan ahlâkının
görüntüsüyle gideceğiz. Bu dönüşümü sağlıyoruz. O vicdanın
üzerine Allah üçüncü yaratılış ile insanı yaratıyor. Allah,
79
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Âdem ile Havva’yı yaratıyor topraktan; ilk yaratılış bu. Ondan
sonra annemizden doğuyoruz babamızdan gelip; bu, ikinci
yaratılış. Üçüncü yaratılış, bir insan-ı kâmile geliyorsunuz; bu
dersleri zevk ediyorsunuz; hayatınıza geçiriyorsunuz. Çünkü
test yok, imtihan yok, bir şey yok. Belki her anımız imtihan
da sözlüsü yok, yazılısı yok, belli bir günü yok. Tüm bu
dersleri hayatınıza geçiriyorsunuz. Ondan sonra Hazret-ül
Cem makamında insan-ı kâmilden doğuyorsunuz. “Üç defa
doğmadan insan olabilmeniz söz konusu değil.” diyor Niyazi
Mısrî Hazretleri. İşte ikinci doğuş annenizden babanızdan;
üçüncü doğuş için insan-ı kâmile geliyorsunuz, biat
ediyorsunuz.
Vücudunuzda cemâdî ruh var. Bütün bu kemikleri, etleri,
kasları bir arada toplayan ruha cemâdî ruh diyorlar; vücut
toplanıyor. Vücudunuzda doğuştan nebatî ruh da var. O da
aşağıdan yukarıya doğru büyümenizi sağlıyor. Ondan sonra bir
de hayvani ruh var ki sizi konuşturan, yürüten o. Düşünen,
konuşan hayvan derler ya bazen insana… İşte o, cüzi akıl. Bir
de izafî ruh var. Ne zaman geliyorsunuz bir insan-ı kâmil
buluyorsunuz; diz çöküyorsunuz önüne ve ona biat
ediyorsunuz; o size orada izafi ruhu üflüyor; işte o zaman
dönüşüm başlıyor.
Alâk Suresi vardır Kur’ân’da. Sözlüğe baktığınızda birden
fazla anlamı vardır “Alâk” sözcüğünün. Alâk, toprak anlamına
geliyor; topraktan Âdem’in yaratılışı. Alâk, aynı zamanda
sperm, kan pıhtısı anlamına da geliyor. Yani annenizden
babanızdan doğuşu da bir kelimeyle anlatıyor Allah. Aynı
zamanda alâk; alâka, muhabbetin kökenidir, muhabbetten gelir
ki insan-ı kâmilden doğuşu da ifade eder bu anlamıyla.
80
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Üç doğuşu da tek kelimede anlatıyor Allah: Alâk. Gelin görün
ki Kur’ân’ı bu şekilde şerh edesiniz. Gördüğünüz gibi size
Kur’ân’dan başka bir şey söylemiyoruz, ancak yetiştiğinizde
söylediklerimizin ayet olduğunu daha net anlar duruma
geleceksiniz. Ne yapacağız o zamana kadar? Eh işte adım
adım...
İnsan-ı kâmile kimse kendiliğinden gelemez. İnsan-ı kâmile
gelecek olanlar zaten Ezel-i Ervah’ta belli. Nasip... Dolayısıyla
abdestsiz ayağımızı yere basmayacağız, mümkün mertebe
namazlarımızı kılacağız, her nefeste üç defa Allah deyip,
zikrimizi söyleyeceğiz, sohbetlere gelip insan-ı kâmili
göreceğiz... Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanıp, sıfatlarıyla
sıfatlanacağız.
81
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
82
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
NASIL YAŞARSANIZ ÖYLE ÖLÜRSÜNÜZ
NASIL ÖLÜRSENİZ ÖYLE DİRİLİRSİNİZ
Kendimizdeki o varlık verdiğimiz her şeyden,
“Bilincimizde” kurtulacağız.
Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle
dirilirsiniz. Zahirde, fiziken öldüğünüz zaman ölmüş
olacaksınız, ama bizde Ef’âl makamında Lâ Fâile İllâllah;
Sıfat makamında Lâ Mevsufe İllallah ile. Bu makamları
hayatımıza geçirdiğimiz oranda öleceğiz. Bu iki makamı ne
kadar yaşarsak o kadar öleceğiz. Öldüğümüz kadar da Beka’da
dirileceğiz. Burada adaletsizlik, torpil, rüşvet, para, kayırma
söz konusu değil. Mümkün değil. İnsan-ı kâmil makamları
verir. Makamların verilmesinden, makamların telkin
edilmesinden bahsetmiyorum. Makamları yaşamaktan
bahsediyorum. İstikrarlı olan biri bir şekilde seyr-i sülûkunu
tamamlar. Nasıl tamamlar? Nasıl ölürse öyle dirilerek,
tamamlar.
83
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Lâ Fâile İllâllah’ı ne kadar hayatımıza geçirdik? Ne demek
Lâ Fâile İllâllah’ı hayatımıza geçirmek? Mesela komşunun
balkonda televizyonu var, sesini açıyor sonuna kadar. Onu da
Hakk göreceğiz, Hakk duyacağız. Çok zor, inanılmaz çok zor
bir şey. Bunu hayatımıza geçirdiğimiz oranda gideceğiz Zat
makamına. Sıfat makamında mevsuflarda; sizin gözünüzde,
kuvvetinizde, hayatınızda, ilminizde, konuşmanızda faal olan
Allah… Bunu da hayatımıza geçireceğiz. Sonra gelecek Lâ
Mevcude İllâllah. Ne demek Lâ Mevcude İllâllah? Allah’tan
başka mevcut olan bir şey yok, demek. Yaşadığımız şekilde bu
makamda öleceğiz; öldüğümüz gibi de Cem makamı geliyor,
Hazret-ül Cem makamı geliyor. Ölmediyseniz eğer oralarda,
yarı canlı gittiyseniz öbür tarafa kurtaramazsınız kendinizi
sebeplerden, sorulardan, çelişkilerden, zıtlıklardan…
Kurtaramadığınız zaman çok ilim yüklenirse mevhuma
kaçar iş. Tabii salik gelmiş Cemm-ül Cem makamına,
göklerde bir yerde bir Allah var demeyecek, ama işte her işe
Lâ Fâile İllâllah, diyecek. Nitelemeyecek, niteleyemeyecek.
Bakın, ölmeden Allah’ı niteleyemezsiniz!
Zat makamını zevk etmeden, Allah’ı nitelemek
söz konusu değil
Zat makamını zevk etmeden Allah’ı nitelemek söz konusu
değil. O zaman ne yapacaksınız? Bir insan-ı kâmil
bulacaksınız, ona tâbi olacaksınız; onun dedikleri ile hareket
edeceksiniz. O zaman tamam. Tekrar tekrar söylüyorum:
Yaşadığımız gibi öleceğiz. Hiç torpil yok burada. Kıramam da
kozalarınızı, çünkü o kelebek o sürtünmeyle çektiği o acıyla
uçuyor. Uçamazsınız, tavuk gibi olursunuz. Kanatlarınızı
çırparsınız, uçamazsınız. Çok zor, onun için Allah diyeceğiz.
84
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bu Allah deyişi kendimizden bilmeyeceğiz. Bunun için,
abdestsiz ayağımızı yere basmayacağız; mümkün mertebe
namazlarımızı kılacağız. İnsan-ı kâmilin sohbetlerine
katılacağız. Allah diyeceğiz. Allah demekten ciğeriniz
yanıyorsa, böyle adamın içinden ciğer kokusu ağzına geliyorsa
o zaman namazınıza da kimse bir şey demez. Yani hem
ağzınıza ciğer kokusu gelmiyorsa Allah demekten, hem namaz
kılmıyorsanız o zaman çok zor. Makam tecellisinden;
sinenizden Pir çıkmasından bahsediyorum.
Nasıl yaşarsak öyle öleceğiz ve nasıl öldüysek öyle
dirileceğiz. Yani Cem makamı, Hazret-ül Cem makamında
insan-ı kâmilden doğacaksınız. Dirilecekseniz. Yaşadığınız,
öldüğünüz gibi dirileceksiniz. Onun için bu makamları
muhakkak hayatımıza geçirmeye çalışacağız. Devamlı Allah
diyeceğiz. Allah diyerek yaşayacağız; Allah diyerek öleceğiz;
Allah ile Allah olarak dirileceğiz. “En-el Hakk” diyor ya
Hallac-ı Mansur, işte öyle olacağız. Biz her an Allah demeye
çalışıyoruz. Anda, her şey anda… Secdemizi tam yapıyoruz.
Zaten öleceğiz, ama izdirari, ama ihtiyari bir şekilde öleceğiz.
Yani biri, Allah’tan başka bir şey olmadığı bilinciyle ölmek
(ihtiyari), öbürü de toprağın altına gömülmek (izdirari).
Ölümden kaçış yok. Bu kuvvet, bu yakışıklılık gidecek hiçbir
şey kalmayacak. Altmış yaşında aynaya baktığınızda bu
saçları, bu yüzü aynı şekilde görmeyeceksiniz, gidecek. Ee,
madem öyle, haydi Allah diyelim. Allah diyene ölüm yok.
Erkekler otuz yaşındaki görünümünde, kadınlar on altı
yaşındaki görünümünde holografik vücutlarına dönüşecek.
Ondan sonra hep böyleyiz. Burada oturduğumuz gibiyiz. Allah
diyerek hep böyle yaşayacağız, böyle öleceğiz ve tekrar o
85
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
şekilde dirileceğiz. Kendimizdeki o varlık verdiğimiz her
şeyden adımızdan, soyadımızdan, yaptığımız işten onların
hepsinden bilincimizde kurtulacağız. Ama çok zor.
Biz zaten Allah ile Allah olmaktan bahsediyoruz. Çocuk
oyuncağı değil, çelik çomak oyunu değil yani. Çok zor, ama
talep ettiğimiz şey de çok ciddi bir şey. Ama ehline kolay.
Allah onu kolaylaştırıyor; dağına göre kar veriyor.
86
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
DİNDE ZORLAMA OLMAZ
Peygamber Efendimizin dininde,
zorlama yoktur!
Dinde zorlama yok. Zorlama, dışarıda Allah’ın dini,
Peygamber Efendimizin dini diye anlatılanda var. Peygamber
Efendimizin dininde zorlama yok! Ama bu içtihatları,
yorumları yapacak olana ulaşmak lâzım, ondan sonrası kolay.
Şimdi siz ona geldiniz, insan-ı kâmili buldunuz, biat ettiniz.
İnsan-ı kâmil size seccadede, yüz yüze -Lika ender lika, der
Allah’ın velileri - ayeti söylüyor. Ayette diyor ki: “Siz
zikretmeyi bilmezsiniz. Size zikrinizi bir insan-ı kâmil
verecek.”15 İlk biat ettiğinde insan-ı kâmilin talebesine
söylediği ayet o, zikir. Dolayısıyla geliyorsunuz, biat
ediyorsunuz; o size zikrinizi veriyor. Bu, bir nevi bir aşı. Nasıl
kola aşı yapılıyor, nasıl ağaca aşı yapılıyor, nasıl çiçeğe aşı
yapılıyorsa öyle. Bildiğiniz aşı. İnsan-ı kâmil size orada aşı
yapıyor. O aşı tutarsa âşık oluyorsunuz. Ama ne aşk, Allah
aşkı başlıyor. Nasıl tutuyor bu aşı? Görmediniz mi bir hafta
15
Nahl, 43
87
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
insan-ı kâmili hayatınızda bir eksiklik, bir rahatsızlık olur. O
rahatsızlık, eksiklik başladığı zaman o ne güzel rahatsızlıktır,
ne güzel eksikliktir. O dünyanın en güzel rahatsızlığıdır, en
güzel eksikliğidir. Çünkü o artık insan-ı kâmili görmemenin, o
an görememenin rahatsızlığı ve eksikliğidir ki şu gök
kubbenin altında yapacağımız saatlerce sohbete bedeldir bu
eksiklik. Bunu yakaladığınız zaman artık rapt olmaya
başlıyorsunuz orada.
O rahatsızlık, o eksiklik bu evrende
duyulabilecek en güzel rahatsızlık, en güzel eksikliktir.
En yakınınızdakini Hakk görmek,
Lâ Fâile İllâllah’ı yaşama geçirmek demek.
Her Fiilde Faal Allah, diyoruz. Her Fiilde Faal Allah
deyince ne anne ne baba ne kadın ne bakkal kalır. Bakkalda
faal olan O, otobüsteki şoförde faal olan o… Güzel, buraları
yakalayacağız. Şimdi biz bu zevki biraz da zor kısma alalım.
Şimdi akşamları gittiğiniz, yaşadığınız ev var ya biz ona şimdi
zahir evimiz diyelim. Lâ Fâile İllâllah’ı o evin içerisine
sokarsak, o zevki yakalarsak ev cennet. Ne demek evin
içerisine Lâ Fâile İllâllah’ı sokmak? Şimdi hanımınız sizi
Hakk gördü, siz hanımınızı Hakk gördünüz, eviniz oldu
cennet. Bu kolay değil yalnız. Bakkalda faal olanı size hafif
kötü davransa da seyredersiniz; sonuçta bir ekmek, bir süt
alıyorsunuzdur. Onu yapsa bunu yapsa sesinizi çıkartmazsınız;
olur gider, ama eve geldiniz hanım bir şey yaptı, zıpladınız
yerinizden. Lâ Fâile İllâllah… Yemek tuzsuz. Başladınız niye
tuzsuz demeye. Orada da faal olan Hakk. Bakın bakalım o
zahir eve Lâ Fâile İllâllah’ı soktuk mu? Çok zor. En son
oluyor bu salikte. Eve biraz geç gittiniz, hanımınız başladı
“Bey, neredeydin?” diye söylenmeye. Ya, Lâ Fâile İllâllah.
88
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Halil İbrahim Peygamber ile hanımı şimdi Kâbe’nin olduğu
yere geliyorlar. Kimse yok daha Kâbe’nin olduğu yerde, hiç
kimse yok. Hanımı da hamile. Bir tecelli geliyor Halil İbrahim
Peygamber’e, çünkü Allah’ın velileri tecelli ile yaşarlar.
“Hanım ben gidiyorum.” der karısına. Kadın hamile, çölün
ortasında ve yalnız. Karısı, “Ya kardeşim sen nereye
gidiyorsun? Beni çölün ortasında yalnız bırakıyorsun…”
demiyor. Lâ Fâile İllâllah. Gidiyor Halil İbrahim Peygamber,
ama hanımı karnında çocuk yalnız kalıyor. Su yok, tepe var
orada. O tepeye koşturuyor hanımı, sonra geri geliyor. Ne
yapsın kadın? Koşturuyor, geri geliyor, bir daha koşturuyor…
Hacılar dönüyorlar ya oralarda o koşuşu yapıyorlar. Ondan
sonra Allah ona nida ediyor: “Vur!” diyor. Vuruyor, vurduğu
yerden su fışkırmaya başlıyor. O kadar çok fışkırıyor ki
“Zem!” yani “Dur!”, diyor. Zem zem… Buradaki mesele ne?
Biz gidişini hatırlayalım Halil İbrahim Peygamber’in. Hanımı,
“Nereye gidiyorsun?” bile demiyor. Biz şimdi peygamber
mesleğindeyiz; Lâ Fâile İllâllah ile başlıyoruz. Şimdi Lâ Fâile
İllâllah’ı zahir evinize sokmadan bâtın evinize, içinize
sokmanız çok zor.
En yakınınızdakini Hakk görmek, Lâ Fâile İllâllah’ı
halletmek demek aslında. Zahir evde, en yakınınızdakini Hakk
gördünüz mü orası cennet olur. O zaman sırete geçecek,
içeriye girecek, bu eve girecek. Buraya, içimize girince o Lâ
Fâile İllâllah, onun adı o zaman Lâ Mevsufe İllallah olur. Biz
şimdi buradan yakalayacağız. Dışarıdakini bir şekilde
hallediyor insan, bir şekilde. Bir şekilde, çünkü beraber
yaşıyorsunuz ya her an bir tecelli oluyor. O tecellileri her an
Hakk görmek… Yani hanım görüyorsunuz, hanımı geri atıp,
89
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Hakk görmek veya bey görüyorsunuz; beyi geri atıp, Hakk
görmek. O zaman ne olacak biliyor musunuz? Ev olacak
cennet. Cennet... Eve giderken arada sırada sağdan soldan
duyuyorum: “Allah belanı versin, senin canını almasın…”
Kavgalar, gürültüler; eğer bu Lâ Fâile İllâllah’ı eve sokmazsak
ev olur cehennem... Bu duyulanı, bir de duyulmayanı var
içeride. Yoksa cehennem işte. Cehennem… Bakkaldaki fiilde
faal olanı bir şekilde halledersiniz değil mi? Lâ Fâile İllâllah
eve girdi; ev, Lâ Fâile İllâllah oldu. O ev nur artık, daha ilk
derste o ev, nur. İnanın bana yediğiniz de nur, içtiğiniz de nur,
baktığınız da nur, uyuduğunuz da nur, hepsi… O Lâ Fâile
İllâllah’ı eve soktunuz mu sonrası zaten çorap söküğü gibi
gelir.
Nurdan eve melekler uğramaz, şeytan zaten 4 kilometreden
fazla yaklaşmaz. Ev nur olmuş, meleğe ne gerek var? Şeytan
zaten gelemez.
İşte, insan-ı kâmili özlediniz, bir eksiklik duydunuz, o
zaman ne yapıyorsunuz? İnsan-ı kâmil de “Tamam, haydi
bakalım şimdi artık cennete çevirelim” diyor. Nereyi? İşte evi.
Hangi evi? “İlk önce o zahir evi çevireceğiz, sonra bâtın eve,
içinize gireceğiz.” diyor. Sonra bu derste böyle buradan (işaret
parmağı ile başparmağını boğazından tutarak) yakalayacağız
sizi, içeri gireceğiz. Biz mi yakalayacağız? İşte o Lâ Fâile
İllâllah; o zahir evi cennete çeviren Her Fiilde Faal Allah, o
içeri girecek. Orada insan-ı kâmil sizin dersinizi değiştirecek;
Lâ Mevsufe İllallah, diyecek. Şimdi içeri girdi, esas eve.
Burası Kâbe. O Mekke’deki zahir Kâbe; burası, vücudunuz
esas Kâbe. Diyecek ki insan-ı kâmil; “Haydi bakalım şimdi
içeri giriyoruz, hep beraber orayı temizleyeceğiz.”
90
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bu vücuda dışarıdan pislik doluyor, dünya doluyor. Yedi
tane kapısı var, yedi tane deliği var bu vücudun. Oralardan
dünya giriyor içeriye. İkinci derste Lâ Mevsufe İllâllah içeri
girecek; orayı da nur yapacak. Önce o delikler kapanacak.
Delikler ne? Bu göz bir delik, oradan giriyor; bu kulak, ağız
birer delik, duyuyorsunuz, konuşuyorsunuz buralardan giriyor;
hayatınız var, oradan giriyor; ilminiz var, oradan giriyor;
kuvvetiniz var, oradan giriyor; iradeniz var, oradan giriyor.
Hepsinden giriyor.
Nasıl giriyor? İşte, “Onlar benim”
dediğiniz zaman o da dalıyor içeriye. Biz orada yer
değiştireceğiz. Kapatacağız onları, dünya içeri girmeyecek.
Dünya girmediği zaman işte insan-ı kâmil geliyor, yavaş yavaş
giriyor. Önce Allah giriyor. O ikinci derste, Lâ Mevsufe
İllâllah diyorsunuz, bu kapıları kapatmış oluyorsunuz. Dünya
artık girmiyor içeriye. Dünyaya kapanıyor, ama oradan dünya
çıktıkça -bir nevi çek valf var orada, dünya çıkıyor, içeri
girmiyor- Allah giriyor. Dünya niye geri gelmiyor, buradaki
çek valf ne? İnsan-ı kâmil, rehber. Ona rapt olursanız eğer,
işte o çek valf; insan-ı kâmil. Dünya içinizden çıkıyor, Allah
giriyor. Nasıl oluyor bu iş? Rapt olduğunuz oranda. Rapt
olmak ne demek? O eksiklik, o rahatsızlık var ya insan-ı
kâmili görmediğinizde duyduğunuz, o işte. Öyle başlıyor
yavaş yavaş. Orada çek valf çok sağlam, Pir var orada.
Allah diyerek, Allah ile Allah olacağız.
Biz burada, sohbetlerle Allah diyerek, Allah ile Allah
olacağız. Yaptığımız şey bu. Bu, başlangıç. Ondan sonra
gittikçe yavaş yavaş zevkleniyor, ağırlaşmıyor, ama işin
ciddiyetini, Allah demenin öyle kolay olmadığını
anlıyorsunuz. Öyle karınca kararınca olduğu kadar, kabınıza
91
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
göre Allah demeye çalışıyorsunuz. Evimizi ne yapacağız?
“Nur.” Nasıl yapacağız? Yanındakini Hakk görünce ev olacak
cennet, yoksa cehennem…
Düşünün, Halil İbrahim Peygamber’in hanımı, “Çölün
ortasında, hamile kadını bırakıp da nereye gidiyorsun?” bile
demiyor. Yetişmiş kadın çünkü. Yetişmiş… Her Fiilde Faal
Allah… Hakk göreceğiz... Evinizi Lâ Fâile İllâllah yapmak,
bu ilk dersi neredeyse halletmek demek.
İnsan-ı kâmil sizin aklınızı istiyor. Çünkü bu söylediklerimi
sizin kendi aklınızla yapabilmeniz söz konusu değil. Nasıl
yapacaksınız? Sevgiyle… Aşkla… İşte ikinci derste aşk
geliyor orada. Aşı tuttu mu âşık oluyorsunuz, nereye âşık
oluyorsunuz? Bu, Ümit olarak, mürşit olarak gördüğünüz
kürsü sadece. Burada Allah aşkı var. Buradan konuşan, o.
Benim adım Ümit, ama buradan konuşan o değil artık, o
eskidendi. Bizden bu aşk, Pir konuşuyor. Bu akıl işi değil,
hangi akıl işi değil? Cüzi akıl işi değil; küllî akıl var. Buradan
kim konuşuyor? Her Fiilde Faal Allah… Hakk konuşuyor.
Kim dinliyor? Hakk dinliyor. Ne yapacağız? Evimizi Lâ Fâile
İllâllah yapacağız ki içimizdeki eve geçebilelim. İçinizi de Lâ
Fâile İllâllah yaptığınız zaman, içinizde Hakk’tan başka bir
şey kalmadığı zaman işte orası Zat makamı.
Bu şekilde zevk edilerek gidildiği zaman Zat makamındaki
adama Kur’ân külliyle zerrelerine işlenir. Peygamber
Efendimiz diyor ki Cebrail (a.s.)’a: “Ya Cebrail, bu ayetleri
nereden alıyorsun?” “Efendim, bir perdenin arkasından
alıyorum, size getiriyorum.” diyor Cebrail (a.s.). “Bir daha
ayet getirirken perdeyi aç bak, nereden getiriyorsun?” diyor
Peygamber Efendimiz. Bir dahaki sefer ayet-i kerime alırken
92
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Cebrail (a.s.) perdeyi açıyor, bakıyor ki Peygamber Efendimiz,
vücud-u nuraniyesinden vücud-u unsuriyesine getiriyor
ayetleri. Nurundan, bu görünen dört unsura, bu vücuda
getiriyor. Biz de şimdi ne yapıyoruz? Burada, içinizde
Allah’tan başka bir şey kalmayınca ne olacak burada? Biz
nasıl yaşayacağız? Bizde bir tek Kur’ân değil, levh-i mahfuzun
tamamı var. Daha Kur’ân geliyor ya küçük bir parçası.
Tamamı geliyor insan-ı kâmile. 6666 tane değil sadece,
tamamı var insan-ı kâmilde. Ümm-ül Kitap da öyle işte. Daha
burada, Zat makamında bakın ne oluyor?
Nereye baksan Ayten’den, nereye baksan
Hakk’ın bir yüzüne.
Zahir evimizden bâtın evimize bu işi taşıyacağız. Taşıdık
mı olacak. Nasıl olacak? İşte mürşidinize ne kadar rapt
oldunuz, o kadar olacak. Aslında kolay, yani aklınızı bir tarafa
bırakırsanız kolay. Aklınızı bana, insan-ı kâmile vereceksiniz,
iş bitecek. Ne demek aklınızı bana vermek? Eşinize ilk âşık
olduğunuz zamanı düşünün. Aklınızı ona vermiştiniz, ondan
başka bir şey düşünmüyordunuz. Aynı. Nereye baksanız o.
Şairin dediği gibi “Nereye baksam Ayten, günlerden Ayten,
saat Ayten’i beş geçiyor…” Âşık olmuş öyle yazıyor. Biz de
aynı. Nereye baksam Hakk, Allah. Allah, o cüzi aşkı
antrenman için veriyor kendisine ulaşasınız diye. Allah
nerede? Göklerde değil, dışarıda değil. Sizde, dışarıda bir şey
aramayın. Dışarıda zaten Allah’tan başka bir şey yok. Siz,
sizdekilere bakın. “Aklınızı bana vereceksiniz!” diyorum ya
“Al, efendim… Aklımı sana verdim işte…” değil. Aklınızı
böyle vereceksiniz, aklınızı vermek de bu: Nereye baksanız
âşık olduğunuz adam, nereye baksanız âşık olduğunuz kadın.
93
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Şimdi oraya geleceğiz biz de. Nereye baksanız Hakk’ın bir
yüzü, oraya geleceğiz. Aynı. Ondan diyorlarmış ya tarikata
gelene, “Oğlum sen hiç âşık oldun mu?” diye. O talebe,
“Hayır, efendim…” dediğinde de “O zaman git, âşık ol da gel,
bir antrenman yap da gel…” derlermiş. Nereye baksanız işte o
âşık olunanın yerinde, Allah’ın bir yüzünü göreceğiz biz.
Zaten ortada başka bir şey yok. Allah dedi mi bir insan bizim
meyvemiz o.
Nereye baksanız o (zikriniz ne ise), nereye baksanız o…
Daha Lâ Fâile İllâllah’ta Ayten gitti. Öyle bir bilince geleceğiz
ki nereye baksak Hakk’ı seyredeceğiz. Cüzi aşktan ilâhî aşka
geçeceğiz. Ayten’e olan aşk dört yılda biter. Bizimki dört yıl
sonra bitmiyor, dört yıl sonra daha, on dört yıl sonra daha,
yirmi dört yıl, yüz kırk dört yıl, beş yüz elli dört yıl, dört
yüzyıl sonra daha, daha… Bu bitmiyor. O cüz olduğu için
küçük bir parça olduğu için bitiyor. Bizimki kaynağı.
Öyle bir hale geleceğiz ki işte nereye baksanız Hakk’ın bir
yüzü. Aynî, Ayten’i gördüğünüz gibi, aynî. Ama aynî, benzeri
değil yani, Kur’ân terminolojisinde aynî, aynısı değil yani.
Bu evleri halledeceğiz; önce zahir evi sonra da bu vücut
evini halledeceğiz, olacak bu iş…
94
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
HER OLAY BİR AYET
HER ZERRE BİR AYET
Üç Aylar:
Recep, Ef’âl makamı;
Şaban, Sıfat makamı;
Ramazan, Zat makamıdır.
Recep ayı, üç ayların başlangıcı. Recep, Ef’âl makamını
simgeliyor; Şaban, Sıfat makamını simgeliyor; Ramazan da
Zat makamını. Artık orada bitiyor iş. Ne yapıyoruz biz Zat
makamında? Oruç tutuyoruz. Oruç ne? İşte kış, yaz durumuna
göre belli bir saat, ayete göre “Beyaz iplik, siyah iplikten ayırt
edilene kadar”16 bir şey yemiyoruz, içmiyoruz; herhangi bir
şekilde vücuda dışarıdan iğne de dahil hiçbir şey girmiyor.
Kur’ân’a göre oruç böyle. Bu, yılda bir ay yapılan şeriat kısmı.
Tabii ki biz de yapıyoruz.
Oruç; uruç demek. Uruç, yükselmek demek. Zat makamına
gelen salik, kendisi fark etse de etmese de miraç eder.
16
Bakara, 187
95
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bakın neden üç aylar diyorlar? Neden üç aylar çok önemli?
“Üç aylar” denilen, Fena makamları. İnsanlar şeriata göre
yapıyorlar, lafımız yok. Her şey yerinde güzel. Biz burada
hakikati anlatıyoruz, hakikatle yaşamaya çalışıyoruz. Uruç,
yükselmek demek. Gelebileceğiniz en üst nokta ne? Miraç
etmek. Herkes miraç edecek; Peygamber Efendimiz etti, bakın
aynı. Peygamber mesleği diyoruz ya biz de miraç edeceğiz.
Zat makamını zevk eden, fenafillâh olan salikin bu
dünyayla hiçbir işi kalmaz; “Zevkinde!” Sabah yine kalkıp
işimize gideceğiz; çocuğumuza sarılıp koklayacağız;
koklayacağız, ama Hakk’ı koklayacağız, Hakk’ı öpeceğiz.
Baktığınızı, baktığınız an Hakk görecek duruma geleceğiz;
Allah’tan başka bir şey olmadığı bilincine geleceğiz Zat
makamında. İşte miraç o. Kolay mı? Değil. Baktığınızı,
baktığınız anda Hakk görecek bilince ulaşacağız. Yapacağız...
Miraç; baktığınızı, baktığınız an Hakk görecek duruma
gelmek; Allah’tan başka bir şey olmadığı bilincine
ulaşmaktır.
Recep’le başladık, işte Ramazan da yakın, gelecek. İşte
şeriatta, Recep, Şaban aylarında başlıyorlar “Günaşırı oruç
tutabilirsin, haftada bir tutabilirsin” diye anlatmaya.
Sünnetler başlıyor yani. Şeriatta bunlar yükselmeyi sembolize
ediyor. Biz asla ve asla şeriattan taş düşürmüyoruz, şeriatı
incitmiyoruz. Ne demek bu? Tabii ki orucumuzu tutuyoruz,
tabii ki namazımızı kılıyoruz, tabii ki abdestsiz gezmiyoruz.
Çünkü Allah’ın velileri böyle konuştukları zaman sanki şeriatı
küçümsüyormuş
gibi
bir
durum
ortaya
çıkar.
Küçümsemiyoruz. Biz onların yaptıkları beş vakit ibadeti,
96
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
her an yapmaya çalışıyoruz, “an”da yapmaya çalışıyoruz.
Hâşâ, kimseyi küçümsemek söz konusu değil. Sümme hâşâ…
Bizim üç aylarımız başladı. Üç aylar ne zaman başlıyor?
Ne zaman insan-ı kâmile biat ettiniz, üç aylar başlıyor.
Öbürleri işte yaşadığı kadar gelecek. Bütün bu şeriatta
gördüğümüz, bildiğimiz, kulaktan duyduğumuz her şey
muhakkak ve muhakkak hakikati sembolize eder. Bu
sembolleri ancak bir rehberden, bir insan-ı kâmilden
öğrenebilirsiniz. Öğrendiğiniz oranda, herkes nasibi oranında
da yaşayacak işte.
Recep geldi, üç aylar başladı; Ramazan’da işimiz bitiyor.
Nasıl bitiyor? Açık şirki artık tevhit ediyoruz; bitiyor. Yani
orada Lâ İlahe İllallah, diyor bu vücut; sözle değil, kelimeyle
değil. Bu vücut diyor. Yok, bu vücut artık bitti; orada
anlıyorsunuz hiçbir şeyin vücudu yok, ortada Allah’tan başka
hiçbir şey yok. İşte o zaman Lâ İlahe İllallah demiş
oluyorsunuz. Yani “Allah’tan başka ilah yok” sözünü bu
vücut söylemiş oluyor, siz değil. Yoksa “La İlâhe İllallah,
Muhammed’dir Resullullah” deyin. Tamam, adı üstünde
“Kelime-i şehadet.” Kelime olarak şehadet getiriyor. Biz
kelime olarak getirmeyeceğiz, biz yaşayarak getireceğiz. Ve
bu adamın bütün ömrünü alır. “Müslüman olmak”, “Eşhedü
Enla İlahe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammed’ dir
Resulllullah” demekle olmuyor; o kadar kolay değil bu iş.
Daha bu üç derste üç ayları hallediyoruz. Yani Allah’tan
başka hiçbir şey olmadığı bilincine geliyorsunuz. İki ay sonra
ne var? Kurban. Ondan sonra da kurban olacaksınız işte.
Koyunu mu boğazlayacağız? Sizi boğazlayacağız işte. Hepiniz
birer İsmail’siniz, ben de buradayım. Kurban geliyor iki ay
97
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
sonra. O niye geliyor iki ay sonra? Anlıyorsunuz artık bitti;
ondan sonra Beka makamları geliyor işte. O kurbiyet başlıyor
orada. Biz sizi kurban edeceğiz, kurban ederken gökten öyle
bir koyun inmeyecek. Yani ne demek bu? İşte ondan sonra
Cem makamı geliyor. Nereye baksanız Ayten, dedik ya nereye
baksanız Allah’ın bir yüzünü görüyor olacaksınız artık. Her
şey orada. Koyun gelmeyecek. Çünkü o makama gelmiş olan
salikte koyun kalmayacak; içindeki bütün hayvan ahlâkları
gidecek; hiçbir şey kalmayacak orada.
Her olay bir ayet, her zerre bir ayet.
Salik o üç ayları tamamladığı zaman artık ona “Her olay
bir ayet, her zerre bir ayet” oluyor. Bakın daha Zat
makamında, salike “Her olay bir ayet, her zerre bir ayet”
oluyor. Daha önce dedik ya “Zat makamındaki salike Kur’ân
künhüyle işlenir.” diye. İşte her olay bir ayet, her zerre bir
ayet ona. Artık orada okumaya başlayacak. Öyle bir tek o
kitapta, Kur’ân’da yazılı 6600 küsur ayet değil, her olay bir
ayet oldu, her zerre bir ayet oldu. Neden? Çünkü o artık
Allah’tan başka hiç bir şey olmadığı bilincine ulaştı. Hayretler
içerisinde; konuşamıyor, dil kesilmiş, bir şeyi yok… Artık
seyre bakın siz onda. Artık ölü makam, konuşacak bir şey yok.
Orada ne diyor: Lâ Mevcude İllallah. Oradaki, üçüncü aydaki
zikir o. Lâ Fâile İllâllah; fiilde faal olan Allah dedik; onu bir
de evimize aldık; zahir evimizi de Lâ Fâile İllâllah yaptık.
Ondan sonra buraya, içimize getirdik onu, Lâ Mevsufe İllallah
oldu artık. İçeri girdi artık. Bütün sıfatlarda faal olanın o
olduğunu, sıfatların Hakk olduğunu, mevsuflarda faal olanın o
olduğunu gördük. Ondan sonra o artık buradan çıkıyor. Nasıl
çıkıyor? Parçalıyor bu vücudu, hiçbir şey kalmıyor:
98
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Lâ Mevcude İllallah. Ne demek Lâ Mevcude İllallah?
Allah’tan başka mevcut olan hiçbir şey yok, demek. Gittiniz
işte, bitti. Bu dünyada hiçbir işiniz kalmadı, öldünüz.
“Ölmeden önce ölünüz; mutu kalbe ente mutu” diyor ya bir
hadiste, o işte. Ölmeden önce bu vücutta ölüyorsunuz, bu
vücut artık sizin mezarınız. Daha önce neydi? Benliğinizdi.
Sonra fiilde faal olanı seyre başladı; sonra içeri girdi, o benliği
halletti; bir şey kalmadı. Bir şey kalmayınca ne oldu? Boşaldı;
burası, bu vücut mezar oldu. Kimin mezarı? İşte sizin
mezarınız. Şimdi hep böyle sizin içinizde konuşan bir şey var,
değil mi? Mesela karnınız acıkıyor. O konuşan bir şey,
“Karnın acıkmasın” diyor mu? Demiyor. O zaman konuşan
başka. Bu vücut da başka… Tırnaklarınız uzuyor, saçınız
uzuyor, hasta oluyorsunuz. Bu vücut üzerinde hiçbir
hâkimiyetiniz yok aslında. Nasıl büyüyor o çocuk annesinin
karnında? Fiilde faal olan büyütüyor onu orada. Affedersiniz,
idrarınızı tutamazsınız. Hiçbir hâkimiyetiniz yok o vücutta.
Yok, ama bütün gün “Onu ben yaptım, bunu ben yaptım.”
diyoruz. Tutup kaldırıyoruz, “Ne güçlü adamım!..” diyoruz.
Bakıyoruz aynaya, “Ne güzelim…” diyoruz. Ee, bu vücut sizin
değil ki. Hiçbir hâkimiyetiniz yok bu vücut üzerinde. Haydi,
acıkınca yemek yemeyin. Yatırır; tansiyonunuzu hoplatır,
zıplatır, yatırır. Mesela, bir diyet yapmaya kalkıyoruz, ikinci
gün ikişer gofret yiyiveriyoruz! Vücut sizin değil, niye sahip
çıkıyorsunuz? Mesela tırnağınız uzadı, kesiyorsunuz değil mi?
Ölü kısımda bir şey yok, biraz daha inin bakayım derine
doğru, müsaade ediyor mu? Ne yapıyor? Zıplatıyor sizi. Bakın
sizin değil, tırnağınızı bile kesemezsiniz, onun istemediği
kısmı kesemezsiniz. Kestiğiniz onun istediği kısmı. Neden?
Çünkü altına mikrop girer, o olur, şu olur… O biliyor o. Zaten
99
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
biraz itidalli olan biri bu işi kapar. Bu işte bir terslik var, diye
düşünür. Bakın sizin bir şeyiniz yok aslında. Biz bütün gün,
“Benim…”, “Onu ben yaptım…”, “Bunu ben yaptım…”, “O
haksız, ben haklıyım…” deyip duruyoruz. Nasıl oluyor? Bu
vücut sizin değil ki işte. İşte ne yapıyoruz? O üçüncü ayda,
Ramazan ayında Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığı
bilincine ulaşıyoruz, bu vücut da dâhil. Biz biliyoruz ki ondan
sonra hiçbir şeyin vücudu yok. Ne demek vücudu yok? İşte
bakın, sizin değil. Sizinki bile sizin değilken başkası üzerinde
nasıl hâkimiyet kuracaksınız? Anne karnında, rahimde bir
hortum var çocuğa bağlı. Annenin vücudunda bir kişilik demir
olsun, iki kişilik olmasın çeker hepsini, anneyi öldürür. Haydi,
vermesin anne... Sorsalar anneye verir, ölür de. Ama
sormuyorlar ona. O rahimdeki çeker öldürür, o demiri alır,
anne ölür. İşte hiç kimsenin vücudu yok aslında.
Recep, Şaban, Ramazan; Ef’âl, Sıfat, Zat; üç aylar. Ne
diyor ayette: “Bin aydan daha hayırlıdır.” 17 Gerçekten öyle.
Yüz bin ay yaşayın, Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllallah, Lâ
Mevcude İllallah demedikten sonra hiçbir hayır yok. Hiç… O,
bin aydan daha hayırlıdır bu üç aylar, diyor ya ayette işte o üç
ayları yakalayasınız. Bir de Kadir Gecesi var arada. Kadir
Gecesi ne? İşte insan-ı kâmili buldunuz, biat ettiniz; işte
kadir. İşte üç aylar başladı, onu ne yapsın? Lâ Fâile İllâllah,
Lâ Mevsufe İllallah, Lâ Mevcude İllallah… Bu, bin aydan
daha hayırlı. Allah’ın velisi, “İstersen yetmiş yıl ibadet etmiş
ol, bir de bu yetmiş yıl ettiğin ibadetler kabul olmuş olsun;
ben, insan-ı kâmilin bir bakışını bu yetmiş yıllık kabul olmuş
ibadete değiştirmem!” diyor. Bütün bunlar, Melâmî insan-ı
17
Kadr, 3
100
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kâmillerindeki feyz ile oluyor. Kitap okumakla olmuyor bu iş.
Olsaydı Mevlânâ olurdu kitap okuyarak. Geliyorsunuz işte
haftada bir gün ya da on beş günde bir, işte ne zamansa sizin
rapt oluşunuza göre geliyorsunuz sohbetlere; burada depoyu
dolduruyoruz Allah’la. Ondan sonra bütün gün Allah demeye
çalışıyoruz.
Zat makamında bu vücut mezar oluyor, tertemiz oluyor.
İçinde Allah’tan başka hiçbir şey kalmayınca insan-ı kâmil o
vücuda, o mezara giriyor. Oradan konuşmaya devam ediyor,
onlar hiç ölmüyorlar.
İnsan-ı kâmil geliyor, kim ki
temizlenmiş onun içine giriyor. Biraz önce dedik ya Lâ Fâile
İllâllah içinize girecek, sonra bunun sonunda Lâ Mevcude
İllallah gelecek, diye. İnsan-ı kâmil geliyor, “İşte, benim bâtın
mezarım” diyor; onları imzalıyor. Belli onlar. Bir laf vardır:
“Allah’ın velileri mezarlarından daha hâkimdir.” diye. Hangi
mezar? İşte bu mezar. Gidip o zahirdeki taş, toprak mezarın
başına ip bağlıyorlar, şunu yapıyorlar, bunu yapıyorlar… Yok
öyle bir şey. İşte veliler bu mezardan, bizden tasarruf ederler,
hâkim olurlar, o zahirdeki taş, toprak mezardan değil. Ne
yapıyor insan-ı kâmil? İşte geliyor, bizden anlatıyor.
Bu böyle çok zevkli bir iştir. Allah dedik mi işimiz asan.
Daha da güzel bir şey yok, Allah ile Allah olmaktan başka…
101
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
102
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
SİZE ŞAH DAMARINIZDAN DAHA YAKINIM
Göklerde bir yerde Allah var diye inanan,
tüm Kur'ân'a muhalif olur.
Bu kafanızın içinde Allah'tan başka bir şey kalmayacak.
Yoksa o kafa, ha kafa ha futbol topu, aynı. Bir farkı yok yani.
Allah'tan başka bir şey kalmadı mı tamam, kafa güzel.
Allah'tan başka bir şey varsa futbol topu. İşte böyle arkadaşlar,
ne yapacağız edeceğiz Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı
bilincine ulaşacağız. Bu kafanızın içinde başka bir şey
kalmayacak.
“Ben şairim, şiiri karanlıkta ayak sesinden tanırım.
Ne zaman bir türkü dinlesem şairliğimden utanırım…”
diyor bir şair. Adamın ilk önce içi yanıyor, ondan sonra
türküler yakılıyor, şiirler yazılıyor dikkat ederseniz, değil mi?
Burası, yüreği yanmadan o türküler, şiirler çıkmıyor işte. Ne
zaman burası, sineniz yanar, sonra işte Allah çıkar, ayet çıkar,
hadis çıkar buradan; böyle yanmadan çıkmaz yani.
Haydi, bakalım şimdi herkes bana şah damarını göstersin.
Koyun ellerinizi şah damarınıza. Şah damarınız nerede?
103
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Evet, iyi tutun orayı. Yakaladınız mı? Yakaladınız. Şimdi ne
diyor ayette: “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.”18
diyor. Nerede? Burada (eliyle şah damarını göstererek). Daha
yakın nerede? Daha yakın şimdi düşünün, şah damarından
daha yakın. Bir kere söylediği şey şu: “Göklerde bir yerde
beni aramayın! Vücudunuzun dışında beni aramayın!”
diyor. Çünkü ortada zaten Allah'tan başka bir şey yok, ama siz
daha onu göremezsiniz, diyor. Bakın açık açık söylüyor. “Ben
size şah damarınızdan daha yakınım.” diyor. Ne yapıyoruz
biz? Göklerde arıyoruz. İşte açıkça söylüyor şah damarından
daha yakınım, diye. Şah damarından daha yakın olanı, işimizi
gücümüzü bırakıyoruz göklerde arıyoruz, değil mi? Peki şah
damarından daha yakın nerede olur? İşte tüm vücudunuzda o.
Peki neden bunu işaret ediyor? Çünkü biz zanlarımızla hareket
ediyoruz. Onun için ayet bunu açık bir şekilde işaret ediyor.
Ta doğduğumuz günden beri bize hep bir şey öğretmişler. O
öğrettikleri de Allah değil. “Ben kafanın içindeyim; ben
damarlarında dolaşanım; ben senin organlarınım; ben senin
vücudunum; ben her şeyim; işte bak oradayım ben…” diyor.
Göklerde bir yerde beni aramayın!
Şah damarından daha yakın nerede? Kafanızın içinde.
Peki, sizin kafanızın içinde ne var? Allah olsa göklerde
aramayız bir kere. İşte kafanızın içinde, bir insan-ı kâmil
bulup, ona biat edene kadar Allah'tan başka ne biliyorsanız
onlar var. Her şey var, ama Allah'tan başka her şey var
kafanızın içinde. Yakaladık bakın şimdi damardan yakaladık
değil mi? Kafanızın içinde Allah'tan başka ne biliyorsanız
18
Kaf, 16
104
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
onlar var, hepsi var. Oğul var, kız var, hanım var, eş var, iş
var, bakkal var, manav var, var da var kafanızın içinde. Zehir
var… Ve her taraf zehir haa. Zehir var, ama panzehir nerede?
Panzehir burada, insan-ı kâmilde. Zehir; Allah'tan başka ne
biliyorsanız sizi zehirliyor işte. Panzehiri de bizde.
“Şah damarından daha yakınım.” diyor. Biz onu hep
başka yerlerde arıyoruz. Nasıl yakınlaşacağız, nasıl yakın
olacak? Daha yakın diyor; daha yakın. İşte ilm’el yakîn, ayn’el
yakîn, Hakk’el yakîn. Daha yakîn o. İlm’el, Ayn’el, Hakk’el.
İlm’el; Ef’âl. Ayn’el; Sıfat. Hakk’el; Zat.
Ne yapıyor insan-ı kâmil? Geliyorsunuz o kafanızın
içindekileri ayıklıyor. İlk ders ne? Her Fiilde Faal Allah. Fiilde
faal olan Allah; gökte yok, yerin dibinde yok. Yani fiilde faal
o; göklerde her ne fiiliyat varsa o fiilde de faal olan Allah.
Güneş patlaması oluyor; oradan radyasyon yayılıyor, o oluyor,
bu oluyor… Kuyruklu yıldız geliyor; med cezir oluyor,
depremleri tetikliyor. Orada faal olan da Allah. Bakın fiilde
faal olan Allah. Ee, her şey hareket halinde. Hiç durmadan
dönüyor, çok hızlı bir şekilde bu evren dönüyor. O kadar hızlı
dönüyor ki biz duruyor zannediyoruz. O hızlı dönüşte faal
olan, Allah. Zaten burayı yakaladığınız zaman ortada Allah'tan
başka bir şey yok! Onu nasıl anlatıyor Allah'ın velileri
geçmişte? “Allah uyusa -ki uyumaz- bu dağlar çöküverir.”
diyorlar. Bu gezegenler, ipi kopmuş top gibi uzayda savrulur.
Bakın Her Fiilde Faal Allah... Yanımızdaki ya da karşımızdaki
adamla aramızda şu an bir boşluk yok. Nasıl boşluk yok? Bu
hava var işte, diyeceksiniz. Boşluk değil o. Bu uçaklar nasıl
uçuyor zannediyorsunuz? Böyle bir araç yerden sanırım
yaklaşık dört yüz kilometre -rakamlarda yanılıyor olabilirim105
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
hıza ulaştığı zaman, hava o süratten, o hızdan betonlaşıyor;
çok sert oluyor; hava adeta asfalta dönüyor o hıza ulaştığı
zaman. Uçakların burnu da sivri ya pilotun yapması gereken
şey şu: Kaldırıyor direksiyonu, çok sert ya o sertlikte uçmuyor,
kayıyor; öndeki motorlar havayı alıyor, arkadaki motorlar da
itiyor. İterek onu yukarı doğru çıkartıyor. Sert yol var orada
betonlaşıyor. Seksen veya yüz yirmi kilometre hızla giderken
arabadan kolunuzu çıkartın bakayım ne oluyor? Kırılıverir.
Hızlandığı zaman her şey betonlaşıyor, sabitleşiyor; hızla
dönüyor. Zaten Kur'ân'da da bütün bu gezegenleri “Yüzüyor”
diye tarif eder; “Uçuyor” demez. O kadar hızlı dönüyor ki bu
evren. Bu dönüşte faal olan, Allah. Ee, bizim küçük
fiillerimizde de müsaade edin de o faal olsun artık. Şu kolumu
oynatmamda da faal olan, o. Bütün bu evrenin dönüşünde faal
olan için şu kolun oynaması ne ola ki? Nerede? Göklerde.
Yani her fiilde faal olan bir yerde; Allah, ayrı bir yerde değil.
Ortada Allah'tan başka bir şey yok. Onun için de Allah, “Ben
sana şah damarından daha yakınım.” diyor.
Allah hiç kimseyi affetmez. Çünkü kimseyi suçlamaz.
Göklerde bir yerde Allah var diye inanan adam, tüm
Kur'ân'a muhalif olur. Bütün ayetlere muhaliftir. Ama
Allah'ın burada affediciliği devreye girmiş; adam göklerde bir
yerde biliyorsa da ben bunu birazcık affedeyim, demiş. Şeriat
ayetlerini getirmiş, ama arkadaşlar özde “Af” diye bir şey yok.
Allah hiç kimseyi affetmez. Çünkü kimseyi suçlamaz.
Göklerde bir yerde Allah var diye inanan adam, bütün
Kur’ân'a muhalif olur, muhalif olunca da hangi hayvan
ahlâkıyla yaşıyorsa onunla gider. Yani, hayvan olarak gider.
Aslında bakın af yok, çünkü suçlama da yok. Dikkatinizi
106
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
çekerim; şerri düzenler, o hayvanların bu toplumda
yaşarken birbirlerine az zarar vermesi için gelmiştir! Öbür
tarafa gidişi engellemek için değil! Orayı düzeltmek adına
değil. O günah, bu günah… Adam saldırıyor işte hayvandan
aşağı ya. Yoksa af diye bir şey yok, çünkü suçlama diye de bir
şey yok. Suçlamıyor ki… Sistem, bu. “Göklerde bir yerde
Allah var” diye inanıyorsanız, “Yerin dibinde var” diye
inanıyorsanız bütün Kur'ân'a muhalifsiniz! Kur’ân'a muhalif
olduğunuz an, insana dönüşebilmeniz söz konusu değil,
hayvan olarak gidersiniz. Peygamber Efendimizin dini bu
işte.
Geliyor, nasibinde olanlar bir insan-ı kâmil buluyor; o
insan-ı kâmil de işte onlara bu sırları, bu şifreleri, bu
anahtarları veriyor. Zaten gelenler onlar; o biliyor, onlar
içinizde sizin. İnsan-ı kâmil size bir şey vermiyor, sizin
içinize bir şey doldurmuyor. Sadece şifreleri, anahtarları
veriyor. Zaten siz o’sunuz. Nesiniz? İşte Allah'tan başka hiçbir
şey olmadığı bilincine ulaşacak velilersiniz. Ezel-i Ervah’ta bu
belirlenmiş. Sizler onlarsınız. Geliyorsunuz buraya, bu rehberi
buluyorsunuz, bu rehber size nasıl yürüyeceğinizi, ne
yapacağınızı anlatıyor; her adımda şifreleri, anahtarları
veriyor. Onu takip ediyorsunuz, halinize göre de işte tevhit
ediyorsunuz. Ne diyor insan-ı kâmil: Lâ Fâile İllâllah; Her
Fiilde Faal Allah. Diyor da bu ilk dersmiş ve çok kolaymış
gibi görünüyor, ama değil. Çünkü bu ilk ders, bütün ilimlerin
üzerinde. Bu ilk ders insanlık, insanlığa ilk adım. Bu ilk ders,
peygamberin ümmeti olmaya ilk adım. Yani öyle ilk ders çok
kolay, çok basit değil. Zaten adam biat ettiği an, daha iman
etmeden tüm şerri ayetleri bünyesinde topluyor. İman
107
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
etmesine gerek yok. Geldi insan-ı kâmili buldu, o şerri ayetler
adamın bünyesinde zaten otomatikman. Çünkü buldu insan-ı
kâmili, “Ben gayret edeceğim” diyor. Becerebilir, beceremez
ayrı bir olay. İnanılmaz yüksek bir makam. Önemli olan geldi,
buldu insan-ı kâmili. O yüzden de Allah'ın velileri; “Ef’âl
makamındaki salik, herhangi bir tarikatta şeyhlik yapabilir.”
derler. Ben şimdi sizin ilim perdelerinizi kaldırıyorum, o kadar
açık söylüyorum bunları. Bâtın perdenizi değil ha! Ama ilim
perdelerinizi size kaldırıyorum. Bu yüzden herhangi bir şeriata
veya tarikata Ef’âl talebesi gider ve şeyhlik yapar. Çünkü biat
ettiğiniz an, “Göklerde bir yerdekinin değil de ben işte bu
rehberin dediğini yapacağım” niyeti var burada, bitti.
Geldiniz, tüm şerri ayetleri bünyenizde toplamaya
başlıyorsunuz. Çünkü göklerde bir yerde Allah var, diye
inanan adam Kur’ân'ın tamamına muhalif, tamamına. Anını
kurabilmesi söz konusu değil o adamın, mümkün değil.
Bütün bu evrenin zübdesi, meyvesi insan-ı kâmildir.
İlk ders; Her Fiilde Faal Allah. Bir ömür boyu bunu
konuşacağız. Hangi fiilde? Fiiller bizim sıfatlarımızın gördüğü
oranda değil ki. Fiiller, sınırsız! Mesela, Jüpiter gazdan
oluşmuş bir gezegen değil mi? Sadece Avrupa uydusuna bir
kemer taksanız, Dünya'ya getirebilseniz on beş milyon yıl
Dünya'nın gaz ihtiyacını karşılıyor. On beş milyon yıl Avrupa
uydusu gaz ihtiyacını karşılıyor. Gaz niye orada var? İşte
bizim atmosferimize gelecek olan o zehirli gazları o topluyor
etrafında. Buradaki yaşam için var. Ee, orada faal olan ne?
Kelaynak sürüsü mü? Güneş sistemindeki dokuz tane
gezegenin hepsinin bu Dünya'ya hizmeti var. Bize hizmeti var.
Hepsinde faal olan da o. Çünkü bu evrenin meyvesi, insan-ı
108
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kâmil. Hepsi ona hizmet etmek adına burada. Çünkü
Kur’ân'da: İnsandan üstün melekler var, diyor. O konuşan
hayvandan üstün melekler olduğunu söylüyor Kur’ân. Biz
insan olmaktan bahsediyoruz; Ehadiyyet-ül Cem makamından
bahsediyoruz; Peygamber Efendimizden bahsediyoruz. Onun
üstü yok. O meyve, bu evrenin meyvesi insan-ı kâmil burada,
bizde. Nasıl ki ağacın meyvesi var, o ağaçtan elmayı, armudu
kopartıp, yiyorsunuz; bu evrenin de meyvesi insan-ı kâmil.
İnsan-ı kâmil ne? Fenafillâh olmuş salik. İnsan-ı kâmil diye
bir kendimden bahsetmiyorum ha… Zat makamı ve üstü de
hepsi insan-ı kâmil. Lütfen bu bilinçle yaşayınız. Zaten bu
bile yeterli olacaktır.
Bütün bu evrenin zübdesi, meyvesi insan-ı kâmil. O yüzden
işte Allah’ın velileri bunu, “Bu Dünyayı on defa büyütseniz,
insan-ı kâmilin gönlüne koysanız bir serçe kuşu kadar yer
tutmaz.” diye anlatırlardı. Neden? Çünkü bunları biraz önce
anlattığım ilmi şekilde anlatsalar da bu şekilde algılanmayacak
durumda olduğu için böyle anlatılmıyordu. Şimdi bakın
anlatıyorum. Ama her anlatım, size sorumluluk yüklüyor
arkadaşlar. Yani her veli, mürşidinin anlatımına göre
sorumluluk alır. Bu kadar açık konuşmanın sorumluluğu var
sizde. Ama ben o güzelliği gördüğüm için devam ediyorum.
Yani herkes karınca kararınca elinden geleni yapmaya
çalışıyor.
Her Fiilde Faal Allah. Bütün her şey o kadar hızlı dönüyor
ki biz duruyor zannediyoruz Hiçbir şeyin yerinde durduğu
yok. Bu hızlı dönüşte faal olan, Allah. Ufkunuzu genişletin.
İşte bu kalemi aldınız, buradan buraya koydunuz; şirk.
Tamam, Her Fiilde Faal Allah. Dönün kendinize; siz
109
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
evrensiniz çünkü. Ben bunu niye anlatıyorum? Yani oralarda
bir yerde Allah aramayın, diye anlatıyorum. Dönün, kendinize
dönün. Sizin yeriniz neresi? İşte bu “Sin”, içiniz; buraya
dönün. Fena makamlarındaki salikin buraya, sinesine
dönebilmesi için önce kendine dönmesi gerekiyor. Beka
makamındaki salik de zaten artık buraya, insan-ı kâmile
dönecek. Fena makamlarındaki arkadaş önce kendinde
bulacak; yani kafayı boşaltacak. İçeride Allah'tan başka bir şey
kalmayacak. İşte biz bunları ayrıntılı bir şekilde konuşmaya
devam edeceğiz. Bu Ef’âl daha, düşünün. Her Fiilde Faal
Allah, ama her fiilde. Ayrı bir fiil yok yani. Ortada Allah'tan
başka bir şey yok. O fiile dokunduğu an Allah, o dokunduğu
fiilin şekline dönüşüyor. “Kader” denilen şey bu işte.
Kanmayasınız ona. Görünür hale geliyor, kendinden kendine
seyre geçiyor. Kanmayasınız...
Bir an fiilde faal olanı unutmayın!..
Herkes dersi ne ise onu unutmasın!..
110
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kum Gibi Olup, Akmak:
NE KIRACAĞIZ NE KIRILACAĞIZ
Allah, köre,
körün Allah’a baktığı gibi bakar.
Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştı; daha
yaşamına geçirmedi; veli o. Bu bilinci hayatına geçirdiği
zaman ona “Abdullah” diyorlar. İşte herkes kendini bir yerde
bulur; birden bire olur her şey. Hiç boşluk yok aslında birden
bire, kendinden kendine, birden buluverirsiniz kendinizi,
birden bire…
Eskiden tarikatların içerisindeymiş Melâmîlik. Şeyh
talebeyi alıyormuş, tarikat eğitimini veriyormuş; ondan sonra
seçiyormuş içlerinden Ef’âl makamını veriyormuş. Şimdi bu iş
şöyle oluyor: Sizin o dışarıda yaşadığınız hayatta,
kendiliğinden doğaçlama tarikat eğitimini alıyorsunuz o
dışarıdaki ilişkilerinizle. Her ne yaşıyorsanız hayatınızda;
oradaki doğrular, yanlışlar, iyiler size doğal bir tarikat eğitimi
veriyor, ama siz farkında olmuyorsunuz. Mesela biri bir şey
yaptığı zaman “İyi bir hareket yaptı, kötü bir hareket yaptı…”
diyorsunuz. Değil mi? “Bu insan iyi bir insan, kötü bir
111
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
insan…” diyorsunuz; onu niteliyorsunuz. “Sözüne güvenilir,
güvenilmez…” diyorsunuz; onu niteliyorsunuz. Futbol
takımında oynuyorsunuz, “Adam pas veriyor, vermiyor;
egoist…” diyorsunuz; onu niteliyorsunuz. İşte bunlar eğitim;
bütün bunlar nefsin mertebeleri. Hepsini yaşıyorsunuz zaten
hayatınızda. Sadece nitelemesini bilmiyorsunuz. Hepimiz için
öyle…
Zahir farkı açılmayan adamın, bâtın farkı açılmaz.
Etrafınızı gözlemlediğiniz zaman zahir farkınız açılır.
İzleyeceksiniz etrafınızı; sorgulamadan, yargılamadan
izleyeceksiniz; sadece gözlemleyeceksiniz! O kararları,
nitelemeleri içinizde vereceksiniz! Adamın yüzüne karşı
değil! Adam güvenilmezse ona, “Sen güvenilmezsin.”
demeyeceksiniz. Ona güvenilmez bir şekilde davranacaksınız,
uzak
duracaksınız,
arkanızı
döneceksiniz,
sırrınızı
vermeyeceksiniz, yüzüne söylemeyeceksiniz. Çünkü ondan
tecelli edeni, fiilde faal olanı biliyorsunuz değil mi? Allah’ın
bir yüzüne kusuru söylenir mi? Ama sizin ondan uzak durma
yetkiniz var, ayet var: “Arkanı dönebilirsin…” diyor. Şimdi
burada bir sır daha vereyim: Zahir farkı açılmayan adamın,
bâtın farkı açılmaz. Kırk dereden su getirse; yedi çeşmeden
su toplasa gelse; okusak üflesek açılmaz. İzleyeceksiniz, ama
yargılamayacaksınız,
sorgulamayacaksınız.
Yargılayıp,
sorgularsanız eğer orada kalırsınız; aşağıya çeker sizi o
yargı… İzleyeceksiniz, çünkü ayette ne diyor: “Her şey apaçık
gözünüzün önündedir.” diyor. Gerçekten apaçık gözümüzün
önünde, ama bizim gözümüzün perdeleri olduğu için
göremiyoruz. İşte onları izleyeceksiniz; ben sohbet ederken
gözünüzü dikeceksiniz, benim gözlerime bakacaksınız;
112
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kafanızı öne eğmeyeceksiniz, bana bakacaksınız dimdik ve
sevgiyle… Dışarıda da olaylar oluşurken bana bakıyormuş
gibi onları izleyeceksiniz. İzleyeceksiniz, o zaman işte o zahir
fark sizde yavaş yavaş ortaya çıkacak. İzleyeceksiniz, ama
kimseyi rahatsız etmeden, belli etmeden. Burada değil,
dışarıda izleyeceksiniz. Ne diyorlar? “Futbol antrenörü maçı
okudu.” diyorlar. Kitap değil, harf yok, ama “Adam okudu,
orta sahada bir değişiklik yaptı.” diyor. Neyi okuyor adam?
Kendi takımının eksikliğini veya rakip takımın eksikliğini
okuyor; “Şurada şu hamleyi yap...” diyor. Durumu okuyor
yani. Şimdi siz de okumaya başlayacaksınız etrafınızı, yani
izleyeceksiniz onları. Hepsi ayette var, şimdi hepsini
izleyeceksiniz. Nasıl adam? İyi mi kötü mü? Ne yapıyor, ne
ediyor? Hepsini izleyeceksiniz.
Kum gibi olacağız, akacağız; ne kıracağız ne kırılacağız.
Bahçeli bir evimiz vardı. Bahçeye bir tane söğüt diktik.
Bahçıvan işi biliyor, koruma koymamış etrafına söğüdün. Bir
gün yine rüzgâr esiyor; ben de pencereden izliyorum. Ağaç
gitti gidiyor, kırılacak; o kadar güçlü esiyor rüzgâr.
Bilmediğim için kızıyorum bahçıvana, “Bu söğüdün etrafına
niye koruma yapmadı?” diye. O, söğüdü biliyor; rüzgâr
estikçe eğiliyor söğüt, rüzgâr estikçe eğiliyor. Dik durmuyor;
eğildikçe de kırılmıyor. Kırılmadıkça rüzgâr onu besliyor o
eğildikçe. Rüzgâr esiyor, söğüdün gövdesi hiç tınmıyor. O
söğüt inceyken rüzgâr estikçe eğildi hep; o eğilince rüzgâr onu
kırmadı; tam tersi besledi, güçlendirdi, büyüttü. Anlatabiliyor
muyum? Şimdi siz de geldiniz, insan-ı kâmili buldunuz; siz de
şimdi bu rüzgârın önünde eğiliyorsunuz; siz de o ağaç gibi
olacaksınız şimdi. O rüzgâr estikçe yukarıdaki dallar
113
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
sallanıyor, selam veriyor rüzgâra. Biz böyle o bahçede çok
irşat olduk. Mesela, gülleri izliyordum. Güllerin önce dikenleri
çıkıyor; güller sonra çıkıyor. Bir de dikenler ne kadar sivri
olursa güller o kadar güzel kokuyor. İşte hayatta da ne kadar
belanız, dikeniniz fazla olursa o kadar güzel kokarsınız;
sizdeki gül de o kadar güzel kokar. Kuşları seyrediyordum.
Kuş dalda açıyor sabah gözünü değil mi? Mutfak yok, ekmek
teknesi yok… Dünden kalan hiçbir şey yok… Bankada hesap
yok, sosyal sigorta yok, hiç bir şey yok... Sabah gözünü
açıyor, başlıyor uçmaya; ne bulursa yiyor. Sonra akşam
geliyor, dala konuyor; kaygısı yok o gün ölecek miyim ya da
aç mı kalacağım diye. İşte biz de bu meslekte mürşidimize
karşı, mesleğe karşı bu kuş kadar olmalıyız. Böyle anlatınca
küçük gibi geliyor da o kuş kadar olmak, ama büyük mertebe.
Kuş kadar dediğim, Zat makamı. Kuş kadar beynin var,
diyorlar ya diyenlerin var kuş kadar yüreği; imanı yok onların.
O kuş olsun da ben onları öpeyim, başımın üstüne koyayım.
Sabah açıyor gözünü hayvan, uçmaya başlıyor; bulursa bir
tohum yiyecek. Bulamazsa kaç gün ömrü varsa o kadar
yaşayacak. Çünkü mutfak yok, buzdolabı yok. Şimdi kıtlık
olsa buzdolaplarımızdakilerle bir hafta idare ederiz herhalde.
Tabii ki buzdolabını boşaltın, demiyorum. Bilinci anlatıyorum
size.
İşte o rüzgâr öyle esiyordu, o söğüt de öyle eğiliyordu.
Kırılacak diye ödüm kopuyordu, kırılmadı; o eğildiği için
kırılmadı. Biz de izleyeceğiz etrafımızı… Diklenirseniz birine,
kırar; kime diklenirseniz kırar gücü oranında, o rüzgâr
oranında. Gidin birine deyin ki “Gözünün üzerinde kaşın var.”
Gücü oranında kırar sizi, çünkü dik duruyorsunuz ya siz.
114
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Biz böyle kum gibi olacağız, akacağız; ne kıracağız ne
kırılacağız; kum gibi olacağız. Kumu öyle elinizle
tuttuğunuzda akıyor ya… Öyle ne kırar o, ne kırılır; toprak
gibi mütevazı olacağız böyle.
“Yaşarken etrafınızı
sorgulamayacaksınız!” diyorum ya nasıl sorgulamayacağınızı
anlatıyorum: İzleyeceksiniz toprak gibi. Ne yapıyor toprak?
Affedersiniz, üzerine kusuyoruz, idrarımızı yapıyoruz,
tekmeliyoruz, tükürüyoruz… Ne yapıyor o size? “Sen bana
tükürdün, üzerime idrarını yaptın…” diye kızıyor mu? Elbette
hayır. Bütün vitaminleri yine veriyor size, hiç kızmıyor.
Giritlilerle birlikte yaşadım. Şimdi yağmurdan sonra
ormana doğru tırmanıvereyim; ot toplar; onları haşlar,
temizler, yemeğimi yaparım. Verir toprak… O, Âdem
topraktan yaratıldığı için mütevazıdır. Mütevazıdır, dedim;
kısır döngüdür, demedim. O toprak güçsüz mü? Her şeyi
yapıyorsunuz ona, ama yine size yiyecek veriyor. Korkaklar
silah çeker; o yiyecek veriyor, buğday veriyor, meyve veriyor.
“Bana kötü davrandın, seni aç bırakacağım.” demiyor. İşte
böyle izleyeceğiz etrafımızı. Toprakta faal olanı bileceğiz.
Bizde de o şekilde faal olması için bakacağız. Bizim de öyle
faal olmamız için...
Allah, köre, körün Allah’a baktığı gibi bakar.
Rüzgâr estiğinde bütün çamaşırları kurutuyor değil mi?
Sormuyor bu Zeynep’in mi bu Mehmet’in mi diye. Bu
inananın, bu inanmayanın, demiyor; bütün çamaşırları
kurutuyor, geçiyor. Biz de öyle izleyeceğiz işte.
Yargılamadan, sorgulamadan… Yağmur yağıyor; Ahmet’in,
Mehmet’in arsası demiyor; bu Yahudi’nin mi bu Hristiyan’ın
mı demiyor; bu inanıyor mu bu inanmıyor mu demiyor;
115
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bu Melâmî mi bu Halveti mi demiyor. Biz de öyle yağmur
olup, yağacağız; öyle bakacağız. Neden? Çünkü Her Fiilde
Faal Allah var; Allah’tan başka bir şey yok. Çünkü onun için
öyle. Orada ayırt eden ne? Nefs.
Etrafımızı gözlemleyeceğiz. Böyle gözlemledik mi işte
olacak… En güzel sohbet işte o. Bir insan o sohbete başladı mı
başka şeye ihtiyacı olmaz ki… Onun ne canı sıkılır ne dost
arar ne arkadaş arar ne vesvese gelir, hiçbir şey gelmez.
Unutmayın; zahir farkı açık olmayanın bâtın farkı asla ve
asla, kat’a ve kat’a açılmaz!
Allah, köre, körün Allah’a baktığı gibi bakar. Biz
körsek Allah da bize kör bakar. Bu evrenin merkezi sizsiniz.
Nasreddin Hoca, “İnanmıyorsan kardeşim ölç” diyor ya…
Merkez, sizsiniz. Milyarlarca spermden birinci gelmişsiniz,
bakın buradaki herkes birinci, en hızlı sizmişsiniz. Çünkü o
birinciler ancak izafi ruhun üflenebileceği duruma geliyor, o
birinciler geliyor ancak…
“Kendini bilen rabbini bilir, rabbini bilen haddini
bilir.” İşte bu haddini bilmeyenler, ne kendini ne rabbini
bilmeyenlerdir. Allah’ı bilmiyor; işte bilmeyince adam
hadsizlik yapıyor. Ayette: “Şöyle kan pıhtısıydın, spermdin iki
parmağın arasında; sen bu haldeydin, şimdi kalkmışsın bana
had bildiriyorsun, inanmıyorsun…” diyor. Ayet, aynen böyle
tarif ediyor: “İki parmağımın arasında bir spermdin sen; bu
vücudu verdim; geldin, oldun; bir de bana kafa tutuyorsun…”
diyor. Neden kendini bilmiyor? Çünkü Rabbini bilememiş.
Rabbini bilemeyince haddini bilememiş; o yüzden “Hadsiz”
diyor. Kendini bilen insan, velidir. Veli nedir dedik? Veli
Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmış
116
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
insandır. Bu bilinci yaşamına geçirenler, evliyadır. Hazretül Cem makamındaki salik, işte bu bilinci yaşamına
geçirendir. O bilinç oluşmadan nasıl yaşama geçireceksiniz? O
bilincin oluşması için ilk önce vicdan oluşması gerekiyor;
ondan sonra o bilinç, vicdan olacak. Ef’âl, Sıfat, Zat; o vicdan
olacak; Cem’de o bakış, görüş olacak. Hepsi bütün, ama
Pirimiz öyle yapmış, kademe kademe gidiyoruz… İşte biz
bunları bir şekilde anlatıyoruz ki böyle Lâ Fâile İllâllah
derken, oralara gideceği şekilde diyeceksiniz ki öyle bir bilinç
oluşmaya başlayacak. İşte o zaman olacak.
İletişim çağında kemâlât yaşı, artık kırklı yaşlardan aşağı
indi. Niye 40 demişler? 40 yaşında hücrelerin bölünmesi,
çoğalması duruyor; yani 40 yaşından itibaren bir insan ölmeye
başlıyor. Allah; “Bak ölmeye başladın, hadi gel bu işi kendin
hallet; bul bir insan-ı kâmil, bak ölüyorsun…” diyor. Mesela
ben 50 yaşındayım, 10 yıldır biyolojik olarak ölüyorum.
Kırkın üzerinde olan herkes kendine baksın. 42 ise 2 yıldır
biyolojik olarak ölüyor. “Gel, bu işi hallet!” diyor Allah.
Şimdi bu bakış açısıyla bakacaksınız; okulunuzu
bitireceksiniz; nasipte varsa evleneceksiniz, bir hayatınız
olacak.
Namaz kılmadan bu makamların tecelli etmesini
bekleyenler aldanırlar; tam tecelli etmez. Olur, ama tam
olmaz. Tabii hele namazdan zevk alıyorsanız Allah’tan
uzaksınız demektir. Zevk almayacaksınız; kendinden
kendine… Biz tabii böyle konuşunca ucundan yakalayan çok
oluyor, ama işte buraları zevk etmek lâzım, anlatmak zor
böyle. Çünkü bir salik, -anlatmak adına- Ef’âl’de insan-ı
kâmilin karnında; Sıfat’ta karnında; Zat’ta karnında;
117
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Cem’de karnında… Daha doğmadı, yaratılmadı daha… Ama
işte bu vücuttayız.
Zat makamına gelmiş herkes kesinlikle ve kesinlikle
miraç eder.
Peygamber Efendimiz 35 defa miraç etmiştir; biri
vücuduyla diğerleri ruhani. “Madem Allah her yerde, ne işi
var göklerde?” diyorlar. İşte bu hadsizliktir. Çünkü Zat
makamına gelmiş herkes kesinlikle ve kesinlikle miraç
eder. Her salik miraç eder; kendisi fark eder veya etmez o
farklı bir olay. Kimi Melâmî’yim diyenler Lâ Fâile İllâllah
deyip, sigara da içiyorlar; “Senin namazların kılındı da…”
diyorlar. İşte “Namazların kılındı” derken, Hazret-ül Cem
Makamını farksız şekilde yorumluyorlar; hepsi şeriattır, hepsi
şekildir.
Şeriat asla bizi tutmaz, hakikatle bir alâkası yoktur,
ama hepsi sembolik olarak hakikati anlatır. Her şeriatın en
küçük parçası sembolik olarak hakikati anlattığı için biz şeriatı
üzmeyiz; onu incitmeyiz. Onu incittiğimizde edepsizlik ve
hadsizlik etmiş oluruz. Biz namazı cennete gitmek için
kılmıyoruz, edebimizden kılıyoruz, haddimizi bildiğimiz için
kılıyoruz. Çünkü namaz; salât demek, dua demek. Yani biz
zaten duamıza, salâtımıza başlamışız Lâ Faile İllalah ile.
Namaz, bu.
Biz Her Fiilde Faal Allah zevkini yaşamımıza geçirmeye
çalışıyoruz. Peki, biz bu zevke ulaşmaya çalışıyoruz diye onu
incitecek miyiz? Yakışır mı o bize? Okul bitti, balo var
diyelim. Bir geceye gidiyoruz diyelim; beyler takım
elbiselerini, gömleklerini giyiyor, kravatlarını takıyorlar. İşte
hanımlar da en güzel elbiselerini giyiyorlar o geceye giderken.
118
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Şöyle düşünün takım elbiseyi, gömleği, ayakkabıyı gittik en
ünlü markadan aldık, tamam. En iyi ve tertemiz kıyafetler,
ama ütülemeden gittiniz diyelim o gece oraya. Temiz, kaliteli,
ama ütüsüz. Şeriat o işte… Şimdi bu elbisenin üzerimizde
buruş buruş olduğunu düşünün. Nasıl görünürsünüz? O gece
çok ilgi çekersiniz değil mi? En iyisini aldık; kaliteli ve
temiz… Bakın, özde bir şey değişmiyor: Temiz ve kaliteli. Ütü
yapmadın, ama özün aynı… Şimdi baktığımızda üzerinizdeki
elbiseleri hep ütülü görüyoruz, ama insan-ı kâmil bâtını da
görür; o buruşuklukları da görür yani… Bir gömleği
ütülemeden giyip, nasıl dışarı çıkmıyorsanız şeriatı de
incitmeyeceksiniz. Yoksa ütüsüz giyip, çıktığınızda da aynı
işlemi görür. Sizi soğuktan, yağmurdan korur, ama işte ona siz
kendiniz karar verin.
Dedik ki: “Kendini bilen, rabbini bilir; rabbini bilen,
haddini bilir.” Bir ilave yaptık. Aslında ilave de yapmadım,
söylediğim ayet sadece: Rabbini bilen, haddini bilir. Bu
haddini bilme, işte Allah’ı bilip, bilmeme meselesi.
Kendini bilmeyen rabbini bilemiyor…
Rabbini bilmeyen haddini bilmiyor…
119
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
120
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Ab-ı Hayatın Kapısı:
AŞK
Fena makamları; Kulun Allah’a miracı…
Beka makamları; Allah’ın kula nüzulü…
Aşkı olmayanın, imanı olmuyor. Aşk çok önemli, çünkü
ne tasarlayabiliyorsunuz ne programlayabiliyorsunuz. Aşk
işte… Hiçbir şeye sığmaz.
O aşk sizi öldürmüyor; aslında Allah’tan başka içinizde ne
varsa onu öldürüyor. O aşk, sonsuz yaşamı veriyor bize
aslında. Sonsuzluğa açılan kapı, ab-ı hayatın kapısı o aşk.
Allah aşkı tecelli etti mi ondan sonra o salikte o kapılar,
ölümsüzlüğün kapısı açılıyor. İşte o ölümsüzlük, “Sen”
dediğiniz her şeyi alıp götürüyor. O aşk, insana dönüşümün
kapısını açıyor. Allah’a dönüyoruz, dönüşüm başlıyor. O aşk,
dönüşümün kapısı…
Herkesin alın perçeminden Allah tutup, götürüyor19, ama
herkesin. O aşkı yaşayan, o aşk tecelli eden salikin
perçeminden de Allah tutuyor. O dönüşüm öyle başlıyor.
19
Hûd, 56
121
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
“Allah’a dönmek” demek, insana dönmek demek. Öldü
dediğimiz, hayvan ahlâkı dönüşüyor. Aşk olmadan
dönüşemeyiz; yani dönüşüme, o kimya olma işlemine dahi
giremeyiz aşk olmadan. O yüzden Allah’ın velileri; “Cemm-ül
Cem makamına kadar geldin, ama eğer ebrarsan,
sıfatiyûnsen; mukarrabin değilsen aslında geldiğin yer, Sıfat
makamıdır.” derler. Orada aşk tecelli etmediği zaman salikte
dönüşüm başlamıyor. O yüzden dönüp dönüp Sıfat makamına
geliyorum.
O kimya olma işlemi, aşkla başlıyor. Salik öyle âşık oluyor
ki… Sıfat makamındayken bir kez doğru olarak bir rekât
namaz kıldığım yoktu herhalde. Yatıp, kalkıyordum;
unutuyordum, rekâtları karıştırıyordum. Mevlânâ Hazretleri,
“Kimya olacağız biz” diyor ya… Kimya olma, “Dönüşmek”
demek; “O” olacağız, yanacağız. O tecelli etmeden dönüşüm
işlemi başlamıyor; dönüşümün başladığı yer, aşk makamı;
Sıfat makamı. İnsana dönüştüğü yer de Hazret-ül Cem
makamı.
Dönüşüm, Hazret-ül Cem makamında bitiyor. Cemm-ül
Cem makamı, nübüvvet makamı. Aynaya baktığınız zaman
gördüğünüz yüze dönüşebilme Hazret-ül Cem makamında
bitiyor; haddini de rabbini de kendini de Allah’ı da
Peygamberi de biliyorsunuz. Vücudun, görüntünün dönüşmesi
tam olarak bitiyor ve ondan sonra o iki cem; Cem ve Hazret-ül
Cem makamları, Cemm-ül Cem’e doluyor; orada her fiilde
faal oluyor. Dönüşme işlemi, o holografik vücuda dönme
işlemi bitmiş oluyor. “Abdullah” oluyorsunuz orada; Allah’a
abd olan insan, evliya oluyorsunuz. Daha Hazret-ül Cem
122
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
makamında evliya oluyoruz. İşte o yüzden Sıfat makamında o
aşk akıyor, dönüşüm orada başlıyor.
Bizim zikrimiz dua değil; yaşamın ta kendisi.
Bunları böyle anlatıyorum herkes kendini tartsın diye…
“Ben bu makamı ne kadar yaşadım?” değil; yaşarken tartın,
anı ne kadar yakalıyorsunuz? Bir olay olduğunda siz o anı
neresinden yakalıyorsunuz? Aşkından mı zatından mı
yakalıyorsunuz? Yuvarlanıyor muyuz yerlerde, düşüp hemen
kalkıyor muyuz? Bize aşk mı el uzatıyor, zatı mı el uzatıyor?
Bakın kendinize… Bir insanın makamından düşmesi kadar
güzel bir şey yoktur; hele makamıyla kalkıyorsa düştüğü
yerden, onu yakalayıp, kalkıyorsa daha güzel bir şey
bilmiyorum. Diyorsanız ki ben kendi kendime kalkıyorum,
eyvallah… Kalkarken Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı
bilinciyle mi kalkıyorsunuz? Yoksa “Ben bu işleri kıvırırım,
biraz daha gayret edeyim” diye mi kalkıyorsunuz? O ikincisi,
aşk işte… Israrla şunun üzerinde duruyoruz: Haftada iki gün,
üç gün konuşuyoruz burada, bitmiyor. Sadece Lâ Fâile İllâllah,
Lâ Mevsufe İllallah demekle bitmiyor iş. Otobüse binerken;
bakkaldan, manavdan bir şey alırken; bir insana bir şey
söylerken neyi yakalıyorsunuz? “Bana ver oradan bir kilo
pırasa” mı diyorsunuz? “Bir kilo pırasa rica edeyim efendim”
mi diyorsunuz? Siz orada pırasayı benden mi istiyorsunuz?
Allah’tan mı istiyorsunuz? Eğer manavdan istiyorsanız ben
manavım; Allah’tan istiyorsanız ben Allah’ım; insan-ı
kâmilden istiyorsanız ben insan-ı kâmilim. Pırasayı kimden
istiyorsunuz? Manavdan istiyorsanız hâlâ Allah’ın isimleriyle
dolaşıyorsunuz; hâlbuki biz Ef’âl ve Sıfat’ı geçtik; isimlerle
işimiz yok. Manav da isimlerinden biri; yani Ef’âlin altına
123
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
iniyorsunuz. Ortada Allah’tan başka bir şey yok; isimler
insan-ı kâmilde, bende. İsmi varsa isminden isterim, kendi
varsa kendinden isterim. Diyor ya Mevlânâ Hazretleri: “Sen
neyi talep ediyorsan o’sun.” Biz bunu manava indirgedik,
ama yaşamaca bu işte. Biz şimdi çölün ortasında susuzluktan
ölmek üzereysek ne manavı görürüz ne pırasayı görürüz;
sudan başka bir şey görmeyiz. Burada manav ve pırasa
görüyorsak bizim diriliğimizdendir, manava ve pırasaya
ölmeyişimizdendir. Neden? O pırasaya da ihtiyaç var,
yemezsek yürüyemiyoruz. Onu satana da ihtiyaç var, ikisi de
önemli. Ben diriyim ki daha manavı ve pırasayı görüyorum.
Nerede diriyim? “Bilincimde” diriyim daha. Biz nerede
öleceğiz veya nerede dönüşeceğiz? “Bilincimizde!”
“Zevkimizde!” Yoksa tabii ki orada manav ve pırasa duruyor
ve tabii ki o pırasayı alıp, pişireceğiz. Bu işlemi yaparken
pırasa mı oluyoruz yoksa pırasayı insanlaştırıyor muyuz?
Oraya bakacağız. Herkes o pırasayı alıp, makamına göre
pişirip, makamına göre Allah deyip, yiyorsa o pırasa insandır;
böyle yapmıyorsa siz pırasa oldunuz. Allah dediniz diye insan
oldu değil; zaten nur o yediğiniz. Pir, “Bizim insanlarımız
ekmek yemez, nur yer.” derdi. Yani “Benim talebem onu
alırken de Allah der; pişirirken de yerken de Allah der.” diyor.
Bu şekilde geleceğimiz bilinci anlatmaya çalışıyoruz. Bunu
nasıl diyoruz? İşte o manavda faal olan Allah; pırasada da faal
olan Allah; duran fiillerde de faal olan Allah; hareketli fiillerde
de faal olan Allah, diyoruz. Eğer bazıları gibi sadece sohbet
dinliyor ve Allah deyip, devamlı zikrinizi söylüyorsanız;
kimileri gibi göklerde bir Allah var diyor ve onu Lâ Fâile
124
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
İllâllah yapıyorsanız bu zikri de duaya dönüştürüyorsunuz
demektir.
Bizim zikrimiz dua değil; yaşam, yaşamın kendisi!
Başka türlü tevhit edemeyiz! Yoksa pırasa, pırasa kalır; biz,
biz kalırız. İnsan-ı kâmil bu zikirleri tevhit etmek için
talebesine veriyor; sadece zikretmesi için değil, şükretmesi
için de değil.
Tevhit etmek; yaşam, yaşamaktır. İki tane ayrı Allah yok
ki! Sokakta, evde, burada ayrı Allah yok ki! Tevhit etmek, bu.
Vahdet-i vücut, bu. Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı
bilincine ulaşıp, o bilinci yaşamımıza geçireceğiz.
Fena makamları; Kulun Allah’a miracı…
Beka makamları; Allah’ın kula nüzulü…
Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmak,
Fena makamları; o bilinci yaşamımıza geçirmek, Beka
makamları. Böylece iki rekât namazımızı tamamlamış
olacağız. Böyle yaşayacağız, yaşadığımız gibi de öleceğiz. Bu
hadis-i şerifi Fena makamlarıyla da anlatabiliriz: Ef’âl
makamında ve Sıfat makamında yaşıyorsunuz; Zat makamında
ölüyorsunuz. Bunları Fena makamlarının ilm’el, ayn’el,
Hakk’el yakîni; ayrıca Beka makamlarının ilm’el, ayn’el,
Hakk’el yakîni olarak da anlatabiliriz. Ama sonuçta iki olgu
var: Biri Fena makamları, biri Beka makamları: Kulun
Allah’a miracı, Allah’ın kula nüzulü. Pirimizin damadı
Abdürrahim Fedai Hazretleri böyle anlatıyor. Kulun Allah’a
miracı, Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine
varması demek. Allah’ın nüzulü, aşağı inişi de o bilinçle
yaşayan Allah’ın velileri evliya oldu demek. O bilinçle
125
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
yaşayanlar bereket oluyor insanlara; onları alıp,
kurtarıyorsunuz. Sözle bir insanı bu mesleğe getiremezsiniz,
ama o bilinçle yaşayanlar o vücut diliyle getiriyorlar. Kimileri
sizi sevdiğinden gelir, kimileri inandığından gelir. Bu nasıl
insan, nasıl yaşıyor deyip de gelen adam çok bulunur. Aşağı
iniyor, rahmet oluyor.
Herkes, “Yunus Emre’ler, Mevlânâ’lar, Hacı Bayram
Veli’ler yaşadı, bitti.” diyor ya… Yok öyle bir şey, buradayız.
Onlar bu söylediğim gibi yaşadılar; biz de öyle yaşamaya
çalışıyoruz. Yaşadıklarımız kare kare aynı değildir, çünkü
değişiyor her şey, ama özü böyle. Öyle rahmet oluyorsunuz…
Bakıyor adam size, “Bu nasıl adam?” diyor. Yani siz ayna
olmuşsunuz, kendini sizde görüyor. O iyiyse iyi görüyor;
kötüyse kötü görüyor. İşte o iyi gören sizle geliyor, siz ayna
olursanız rahmet öyle oluyorsunuz. Diğer türlü adam kötüyse
zaten sevmez sizi, kaçar adam sizden. Çünkü kendini sizde
görüyor ya… Kaçsın, onunla işimiz yok.
“Hazret-ül Cem makamında, salik sıfatları kendine nispet
eder.” dedik. “Ben doğdum, sıfatlar da bende.” der. Fena
makamlarındayken “Ben tecelli bekliyorum… Tecelli oldu…”
deyip, tecelliyi bekleyen birçok Hazret-ül Cem makamındaki
arkadaşımı gördüm. Bunun, Melâmîliğin “M”siyle alâkası
yok. Bir gün o “Tecelli bekliyorum…” diyenlere: “Bir
talebenin tecellisi, mürşidinin emridir; mürşidi ona ne emir
veriyorsa işte tecellisi odur.” dedim. Ne demek tecelli
beklemek? Neden böyle diyor? Çünkü sıfatlar artık kendinde
ya… “Ben tecelli bekleyeceğim. Kelamı Hakk etsin, ondan
sonra ona göre hareket edeceğim.” diyor. İnce işler bunlar…
126
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Size mürşidiniz sıfatlarınızı verdi, niye verdi? Ne
yapacaksınız siz o sıfatları? O sıfatları verirken insan-ı kâmilin
size verdiği emirler vardır; bir de sözle söylediği direkt emirler
vardır; ayrıca bir de sözsüz söylediği, yaşamın getirdiği
emirler vardır. Mesela eşiniz, iki çocuğunuz ve bir de eviniz
var diyelim. Onlarla ilgili üzerinize düşeni yapmak, insan-ı
kâmilin size yaşamla ilgili verdiği emirlerdir. Bu sıfatlarınızı
sadece o emirleri yerine getirmek için kullanacaksınız, başka
bir şey için değil. Çünkü emirle birlikte o sıfatları kullanma
yetkisi de veriyor. Size şahsi bir emir verdiyse verdiğini yerine
getirin; emirle birlikte o sıfatlarınızı kullanma yetkisi de
veriyor zaten. Daha Ef’âl makamından itibaren o anlaşmasını
yapıyor. Daimi namaz bu işte. Hazret-ül Cem makamında
konuşma yetkisi veriliyor ya… Buradaki, bu meclisteki
insanlara anlatacak ne var? Gidin dışarıdakilere anlatın vücut
dilinizle, sıfatlarınızla… Sıfatlarınızı size onun için verdi;
ibadet etmeniz için verdi. İbadet ne? İşte bunlar ibadet, daimi
ibadet. Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle
yaşamanız için o sıfatları size verdi; siz bu sıfatları
dönüşmemiş kendinize nispet ederseniz mürşidinizden tecelli
beklersiniz ki mekrî ilâhîdir o!
Bir iş yerinde çalışıyorsanız oradaki yapmanız gerekenler,
emirdir, yapacaksınız. Pir bunu nasıl söylüyor: “Bir yerde
çalışıyorsun; müdürün, patronun, şefin ne söylerse sana ben
söylemişim gibi gereğini yap!” Çalıştığınız yerde izinlisiniz,
yani orada çalışma otomatikman bir emir oluyor sizin için.
Çünkü o makamdaki salikin izni yoktur; o emir bilir, emirden
başka bir şey bilmez. Onlar öyle yaşar, çünkü insan-ı
kâmilden aldığı emir, onun temiz tecellisidir; diğerleri
127
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
mekrîdir. Çünkü dönüştü, ama tam değil. Yani “Dönüşmesi
tamamlandı.” demek; insan-ı kâmilden başka kimseden emir
almayacağı bilincine ulaştı demek; bütün emirleri ondan alıyor
demek. Yoksa mekrî ilâhî var. Dönüşmesi; artık
karşısındakinin kim olduğunu biliyor demektir. O bilince
gelene zaten bunları söylemeye gerek yok ki. Farkı da açıksa
ve o duruma geldiyse o salikten zaten farklı bir şey zuhura
gelmeyeceği için insan-ı kâmil de ona, “Tamam oğlum, tamam
kızım, böyle devam et.” der. Ancak bilinç olarak orada olmak
lâzım.
Beka makamlarına geçen herkes, Zat makamından sonra
Levh-i Mahfuz’dan silinip, insan-ı kâmilin Ümm-ül Kitabı’na,
yani not defterine yazılır. Beka makamındaki herkesin kaderi
onun iki dudağının arasındadır. Ee, öyleyse o zaman sizin nasıl
davranmanız gerekiyor? Sohbet eder gibi, namaz kılar gibi
yaşıyoruz… Ama diyelim ki daha kestiremeyeceğiniz bir şey
oldu; berat kapısına sorarsınız o zaman. Çünkü soracağınız
yeri biliyorsunuz artık. Yoksa o sıfatları kim kendine nispet
ediyorsa o aşk tam tutmamış, dönüşüm başlamamıştır orada.
“Sen, sensen; ben de benim!” der.
Her aldığınız nefeste, insan-ı kâmil var.
Ben size prensipleri anlatıyorum. Kur’ân da prensiptir.
Nasıl olacağını söylüyorum size. “Şöyle yapın!” demiyorum.
Bu yüzden de zaten insan-ı kâmiller pek birebir emir
vermezler. Zaten yaşamsal emirlerin tamamını insan-ı
kâmillerin verdiğini biliyor; zaten adamın yükü ağır; bu
emirleri yerine getirmeye çalışıyor. Bir de sözlü verdiği emri
yerine getirmezse dönüşüm yok!
128
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Dikkat ederseniz ben her şeyde diyorum ki; “Mecbur
değilsiniz… İstiyorsanız…” Neden? Engel esması çıkar da
yapamayıverirseniz… Tehlikeli bir durum çünkü.
Her aldığınız nefeste insan-ı kâmil var; onsuz bir şey
düşünmeyin! Ee, insan-ı kâmili 100 kg vücutta, 50 yaşında bir
adam olarak görüyorsanız o başka… Annenizi, babanızı seçme
şansınız var mı? Bu da öyle işte. Şuradan giderken kafamıza
bir saksı düşüp, öleceksek o saksı da emirle düşecek. Güneş de
ondan gelen emirle doğuyor, ay da… Emirsiz bir şey yok. İşte
evliya demek; bu emri vereni ve yerine getireni gören, o
bilince ulaşan demek. Yoksa işte Hazret-ül Cem makamına
geldin, konuşma yetkin var, sen konuş demek değil. Her şey
ayet… Konuşun onlarla… Ben oradayım, her yerdeyim.
Haydi, konuşun benimle… Haydi, girin ateşe, oradan birini
çıkartın gelin! Hazret-ül Cem makamındaki herkes buna
yetkilidir. Ama ateşe girin! Mevcut talebeler zaten ezan sesini
duyup, camiye gelmişler. Bu talebelerin kulağına ezan
okumanın ne âlemi var? Gidin, o duymayanların kulağına ezan
okuyun! Dili lâl olmuş, zaten dili nur olmuş; yani önünden
bakılsa arkası görünüyorsa ne olacak? Haydi ateşe!.. Ateş
yakmaz sizi o zaman, siz o iseniz yakmaz! Biz zaten hep
ateşin içerisindeyiz bir şekilde; manava gidiyoruz, bakkala
gidiyoruz, komşuya gidiyoruz… “Biz akan suları ayırdık,
akan suları birbirine karıştırmadık” 20 diyen o Marecel
Bahreyn ayeti işler; bu Allah’ın velileri birbirine karışmazlar.
Bir gibi görünür, ama karışmazlar, onlara hiçbir şey olmaz.
Amiriniz geldi, bir şey söyledi, kırdı sizi diyelim. Ee, orada da
biz emir vermişiz gibi hareket edeceksiniz. Bir astınız,
20
Rahman, 19-20
129
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
memurunuz geldi diyelim. Orada da toprak gibi olacaksınız,
onu ezmeyeceksiniz. Bütün gün özellikle de çalışan biri için
böyle yaşamak çok zor, ama bonusları var. Birisiyle
konuşuyorsunuz diyelim. Her Fiilde Faal Allah; kiminle
konuşuyorsunuz? Mevsuflarda faal olan Allah; hangi mevsufla
konuşuyorsunuz? Vücutta faal olan Allah; hangi vücutla
konuşuyorsunuz? Allah’tan başka bir şey yok! İşte kendinden
kendine sohbet sınırsız. Bakın bu bilinçle böyle yaşamaya
başladığınız zaman ders çıkartırsınız kendinize -bunu zahir
ayetleri bilmeyen için söylüyorum- ve çıkarttığınız her ders
bilmeseniz de ayettir. Bilen zaten o ayeti yakalar. Bir ders
çıkartırsanız bilin ki o, yazılı ayettir. Çünkü o Zat makamında
size işlendi; başka bir şey görmeyeceksiniz. Ama bu, dediğim
gibi yaşamaya çalışanlar için söz konusu; kaçanlar için değil.
Böyle gök açılacak diye beklemeyin. Açılacak şey karşınızda,
burada, sinede…
Şimdi böyle tefekkür edip, yakalamaya çalışalım.
Her yakaladığınızda ben orada olacağım.
Yaşarken Her Fiilde Faal Allah, dediniz, yakaladınız; bin
rekât namazdan daha iyidir.
130
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
AŞK ve AKIL
Cüzî aşk, mülkiyetten;
Ruhani aşk, korkudan;
İlâhi aşk, insan-ı kâmilden doğar.
Akıl sorgular… Onun işi o.
Ef’âl makamında, Sıfat makamında açık açık hiç durmadan
kendinize yükleneceksiniz; açık açık… Ef’âl makamında, Sıfat
makamında akıl devamlı der ki: “O ona öyle yapıyordu da…
Buna böyle yapıyordu da… Bu böyle olur mu da… Bunları
ben hak ediyor muyum da…” Zat makamında sesi kesilecek o
aklın. O makamları zevk etseniz de sesi kesilecek; zevk
etmeseniz de sesi kesilecek. Bakın orada çok önemli bir püf
noktası var: Zevk etseniz de etmeseniz de akıl susacak orada.
Sonra Beka makamlarında baktı ki zevk etmediniz; içten içe
kemirmeye başlayacak. Dönüşüyor orada akıl, Beka
makamlarında. Zat makamında gerçekten sustu mu artık ondan
sonra küllî akıl devreye giriyor. Şimdi Ef’âl makamında, Sıfat
makamında açık açık hiç saklanmadan devamlı sorgulayacak:
“O öyle yaptı, bu böyle yaptı… Ben bunu hak ettim mi?...”
Devamlı sorgulayacak. Hâlbuki o başına gelen her şeyde,
131
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
o tecellide, Allah’ın izni olmadan yaprak bile düşmez.21 Bir
kere her ne oluyorsa Allah’ın izniyle oluyor. Onda sizin için
bir hayır var, her ne oluyorsa. Ama işte o hayrı insana
yaşatmamak için, o hayra ulaşmamanız için akıl devamlı size
vesvese verir. Devamlı, ama hiç durmadan, uyutmaz sizi. Gece
uykunuz kaçar o düşünceyle. İşte o zaman patlarsınız. Ya
gidersiniz hakkında vesvese verdiği o kişiye bağırıp,
çağırırsınız, konuşursunuz ya da o aklı uyuşturmaya
çalışırsınız; bir şekilde uyumaya çalışırsınız, uyku hapı
alırsınız; olmadı ne biliyorsanız bir şekilde uyuşturmaya
çalışırsınız. Durmaz çünkü o, durmaz. O uyumuyor, yemek
istemiyor, yorulmuyor. O durmaz asla, hiç durmaz. O yüzden
her sohbette ben elimi uzatıyorum hepinize, avucumu açıp;
“Aklınızı istiyorum!” diyorum. Ama işte ne ben istememle
alabilirim ne de sizin istemenizle verilir. O da ayrı bir nokta.
Ama biz işimizi yapıyoruz hep beraber, bunun nasıl çalıştığını
söylüyoruz.
Aklı, ancak insan-ı kâmil aşkla alabilir.
Akıl, Zat makamında susuyor. Susuyor, ama bekliyor. Cem
makamı telkin edildi mi eğer gitmediyse o cüzî akıl başlıyor:
“Sen, veli oldun. Oldun sen, sen iyisin.” diyor. İçten içten o da
dönüşüyor. Akıldan kurtulmak için gelip, insan-ı kâmile biat
ediyorsunuz; sohbetlerine geliyorsunuz. O sohbetlerde onun
sözlerinin haricinde ondan çıkan feyz var. Feyz sizi kapsıyor,
kapsadığı zaman Ef’âl dersinde aşka dönüşüyor; aşka dönüştü
mü o aşk işte aklınızı alıyor. O Allah aşkı, en güçlü
temizleyici. Kocanıza, karınıza nasıl âşık olduysanız, oğlunuzu
21
En’am, 59
132
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kızınızı nasıl seviyorsanız, torununuzu nasıl büyük bir aşkla
seviyorsanız bu Allah aşkı da öyle. O aşkla aynı. O insan-ı
kâmile bağlanıyorsunuz, ancak insan-ı kâmil aşkla aklınızı
alabiliyor. Allah’ın velileri, “Bizim hayatımız, memadımız,
dinimiz, imanımız aşk!” diyorlar. Çünkü o aşk olmadan,
dönüşüm olmuyor. İşte mümkün mertebe bu sohbetlere, insanı kâmile geliyorsunuz ancak öyle oluyor. Başka türlü
kurtulmanın imkân ve ihtimali yok. Yok!.. Ben de böyle
kurtuldum. Bunun cinsiyeti de yok. Sıfat makamında, elim
ayağıma dolaşıyordu mürşidimi göreceğim diye. Haftada iki
gün değil, ben her gün görmek için neler yapıyordum. Öyle
oldu mu bu akıl gidiyor. Aşkla gidiyor. Yoksa olmuyor işte.
Allah Allah Allah Lâ Fâile İllâllah diyeceğiz. Çünkü buradan
muhakkak bir şey çıkacak. Ya Allah diyeceksiniz ya da nefs
çıkacak. Bir şey çıkacak, çıkmadan yaşamınıza devam
edemezsiniz. Bir şey çıkacak. Ya Allah çıkacak ya kızgınlık
çıkacak ya kıskançlık çıkacak ya hiddet çıkacak ya dedikodu
çıkacak. Bir şey çıkacak sizden. Yapacağımız şey, devamlı
Allah demek. Yok, başka kurtuluş yok. Kurtulanlar, olanlar,
hep böyle oldu.
İnsan, Âdem’in kemâlâtıdır.
İnsan, Âdem’in kemâlâtıdır. Kemâlât; insan. O kemâlâtın
tecelli ettiği tecelligâhta zuhur ettiğinde, o tecelligâhla
birleştiğinde, işte insan. O kemâlâta ulaşabilmenin yolu;
fiilde faal olanı zevk edip, aşka düşmek.
Aşk… Önemli olan aşkı ıskalamamak. Cüzî aşk var, ilâhi
aşk var, ruhani aşk var. Neydi ruhani aşk, ilahi aşk? Bakın bu
aşklar nereden doğuyor? Onları inceleyelim, bir bakalım.
Ondan sonra daha iyi yakalamaya çalışacağız.
133
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Cüzî aşkın doğum yeri, mülkiyettir. Cüzî aşk, mülkiyetten
doğar. Nasıl oluyor bu? İşinizi seviyorsunuz, parayı
seviyorsunuz, evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz…
Bakın, cüzzün doğduğu yere iyi bakın: Mülkiyetten doğar. İş,
kariyer, prestij mülkiyetten doğar hep. Biraz daha ileri
gidelim.
Okuyorsunuz
gazetelerde,
televizyonlarda
izliyorsunuz: Boşanmış kadın, tekrar evleniyor. Eski eşi
gidiyor, bıçaklıyor. “Sen başkasının olamazsın!” diyor.
Babasının tapulu malı çünkü. Mülkiyete bakın. Adam, o kadını
sahipleniyor; “Benim!” diyor. Aşk mı bu ya? Bakın, doğduğu
yere bakın. Sonuç olarak cüzî aşk, mülkiyetten doğar.
Gelelim ruhani aşka. Ruhani aşk ne? Sabahlara kadar
namaz... Tespih elde, sayılı zikir… Bu nereden doğuyor
biliyor musunuz arkadaşlar? Ruhani aşk,
korkudan
doğuyor. Ya cennete gidememe ya da cehenneme gitme
korkusundan doğuyor.
İlahi aşk, insan-ı kâmilden doğar. O doğuş, Hazret-ül
Cem makamında olur. “Salik, Hazret-ül Cem makamında
insan-ı kâmilden doğuyor.” diyoruz ya…
Mülkiyeti, mülkiyetten doğan aşkı, akl-ı maaş yönetir.
Değil mi? Ev kirası bu kadar, elektrik faturası bu kadar, su
faturası bu kadar, pazar bu kadar… Akl-ı maaş; bakın
mülkiyet hepsi. Evin kirası, elektrik faturası, su parası, karnını
doyurma… Aklın en alt kısmı, akl-ı maaş yönetir bunları.
O korkudan doğan ruhani aşkı, akl-ı miat yönetir. Miat
demek; işte zamanlı, zamanı geldiğinde bitecek. “El Fatiha er
kişi niyetine…” dendiğinde, bitti. Akl-ı kül ise bitmez. Ölen,
hayvan. O insan, yani Âdem’in kemâlâtı burada oluşuyor işte.
134
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
İşte bakın bu kadar açık, çok basit cümlelerle anlatıyorum.
Yaşarken kaçış yok anlayana. Şimdi bu söylediklerimi
algılayan birisinin bir yere kaçma şansı var mı?
İyi düşünün, cüzî aşk, mülkiyetten doğar. Bir maddeyi
seviyorsanız o aşk, “Cüzî”, arkadaşlar! Aşk meşk değil, o
menfaat. Menfaat ya. Ya umduğundan ya korktuğundan…
Mülkiyetten doğuyor. O mülkiyetten doğan aşkta haset var,
kıskançlık var, şehvet var, ben bilirim var, hepsi var.
Mevcut olan, kemâlâttır. Kemâlâtın şekli olmaz.
Bakın bizim ne şeklimiz var ne de buharlaşmış, mevhum
bir Allah’ımız. Allah Allah nasıl olacak şimdi bu iş? Melâmî
ikisi de değil. Melâmî’nin ne şekli vardır ne de mevhumu
vardır: Mevcut, mevcut. Nerede, ne mevcut? Kemâlât,
mevcut olan. Kemâlâtın şekli olmaz. Ben fiziksel olarak
mürşidime benzemeyebilirim. Mürşidim de Seyyid
Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri’ne fiziksel olarak
benzemeyebilir; ama kemâlât, “Bir.” Bunun şekli olmaz. O
cüzî aşk ve akl-ı maaş, o ruhani aşk ve akl-ı miat şekle ve
mevhuma kadar götürür. İkisi de olmaz Melâmî’de. Sadece ve
sadece kemâlât olur. O yüzden de Mevlânâ Hazretleri buraya
ulaştığı için, bunu yakaladığı için; “İnsan bir gözdür, bir
görüştür, bir bilinçtir.” demiştir. -Cem makamıdır bu.- “Ya
olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!” demiştir.
Bir şeyi seviyorsanız sevdiğiniz şeye bakın ve o seviş
şeklinin ne olduğunu kendiniz tahlil edin. Ef’âl makamındaki
arkadaşım bile tahlil edebilir. Sevdiğiniz mülkiyetse işte
karşılığı… İbadet, cennet, cehennemse işte karşılığı… Ben
isem, aklınızı istiyorum! Zaten işe yaramaz onlar. Biri evin
135
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kirasını, elektrik faturasını, su faturasını ödemeye yarar. Öbürü
de ölünce bitecek; miatlı, zamanlı. Zaten işe yaramıyor.
Kemâlât böyle oluşuyor.
Pir bir ilahisinde ne diyor: “Sümmedena ayetiyle Hakk
vücudunu giydi gönül. Feeynema semme vechullah her
yüzden seyroldu gönül…” O, gözdür; görüştür, bilinçtir dedik
ya… Allah vücudundan vücut giydiriyor, dedik ya… Cem
makamında Beka’ya geçiyoruz ya… Orada ne diyor:
“Sümmedena ayetiyle…” Sümmedena ayetiyle bu vücut
giyiliyor. Arkadaşlar, bu ayet zuhur etmezse zuhur etmediği
tecelligâhta, kral çıplak! Siz anlayın artık. Ben makamı
veririm. Makamı size tebliğ ederiz, ama inanın kral çıplak bu
ayet zuhur etmeden. Hani var ya bir masal, hayali elbiseler
yapıyorlar krala. Bir tane çocuk çıkıyor: “Bu kral çıplak!”
diyor. Bu ayet zuhur etmezse kral çıplak! Tefekkür edin.
Bizim ne şeklimiz var ne mevhumumuz. Tefekkür edin,
tefekkür edin… İşte ayette devam ediyor: “Sümmedenna
fetedella fekane kabakavseyn ev edna.”22 Ee, “Sümmedena”
zuhur etmeden Cem makamı geldi teberrüken, o zaman
diğerlerinin hepsinde kral yine çıplak.
Bu aşkların biri mülkiyetten doğuyor, biri korkudan
doğuyor, biri de insan-ı kâmilden, muhabbetten doğuyor.
Herkes kendindeki doğuşa baksın! Nerelerde olduğuna baksın!
Bulunduğu yeri tahlil eden salik, bir üste çıkar. Ama cesur
olun kendinizi tahlil ederken, korkmadan, “Evet, ya ben
mülkiyetten doğanlayım.” deyin. Hemen üsttesiniz dediğiniz
an, korkmayın, cesur olun. Tahlil edin, tefekkür edin!
22
Necm, 8-9
136
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Zaten bu tahlil ve tefekkür yaşamı getirecektir. Sonsuz yaşamı,
ab-ı hayatı getirecek size. Bu iki tane aşktan kurtulduğunuz an
“Mutu kable ente mutu” hadisi sizde zuhur eder; ölürsünüz
yani. “Küllü men aleyhe fan ve yebka vechi zül celâli vel
ikram”23 ayeti sizde zuhur eder, kurtulduğunuz an bu iki
tanesinden. O zaman işte beni anda yakalarsınız orada. Daim
zikir o makamda, Hazret-ül Cem makamında. O daimi zikir,
orada başlar; ibadet orada başlar işte. Bunlardan -sevgi değil
onlar, anlatmak için söylüyorum-; o iki sevgi doğuşundan ve o
sevgiyi yöneten aklın mertebelerinden kurtulmadan,
temizlenmiş olmanız söz konusu değil. Diyor ya Kur’ân:
“Kirli ellerinizle bana dokunmayın!”24 Kir diye kastettiği,
bunlar. Bunu temizleyecek olan da insan-ı kâmildir.
“Eyvah, kızım ince giyindi dışarı çıkarken!”; mülkiyet.
Evinizi, bir deprem olur, alır; arabanızı, kaza yapar, alır;
paranızı, iflas ettirir, alır. Bunları insan-ı kâmil alır, başka
kimse alamaz. Çünkü öbür alışlarda, depremle alışlarda, iflas
edişle paranızı alışlarda, kazada arabanızı alışlarda hep
yeniden kazanma başlar. “Ben yeniden bunu koyarım
yerine…” başlar. Ama insan-ı kâmil aldığı zaman, ona aklınızı
verdiğiniz zaman dönüşüm, insana. Geriye dönüşüm yok;
insana dönüşümü var. Öbürlerinde deprem oldu, ev yıkıldı ya
mücadele başlar. “Bu bizim sınavımız...” Ee? “Haydi, yenisini
yapalım.” Bakın yine geriye dönüyorsunuz, dünyaya
dönüyorsunuz. Ama insan-ı kâmile verirseniz…
“İnsan-ı kâmile vermek” demek, bu makamları
hayatınıza geçirmek, zevk etmek demek. Ben kimsenin bir
23
24
Rahman, 26-27
Vakıa, 79
137
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
şeyini istemiyorum, bu vücutta bir şey istemiyorum. O
makamlarla zevk ettiğiniz zaman, o zaman dönüşüm insana. O
kemâlât öyle oluşacak yani. Yoksa karışık kemâlât olur. Celal
ile cemali arada böyle karıştırırsınız, birleyemezsiniz onu;
kemâlât olmaz. Daha çok cemale takılırsınız. Hani anlatıyoruz
ya hep “Didişmeyin!” diyoruz ya… İşte fiilde faal olanla
didişmeyin! Yoksa size sırrını vermez!
Baktığım zaman -adam seviyor ya- o sevgi mülkiyetten mi
doğuyor, korkudan mı doğuyor, insan-ı kâmilden mi
görüyorum. Gördüklerimi anlatıyorum size. Ben prensipleri
anlatıyorum. Çünkü Kur’ân, prensipler kitabıdır. Ben de
prensipleri veriyorum, Furkan da işte onun ikiz kardeşidir,
anlatıyorum. Beni tek ilgilendiren şey, sizin insana
dönüşmeniz. Gerisi benim için teferruat. Böyle anlatmak kolay
da seyretmek çok zor.
O kemâlâtı yakalayamadık mı ezbere kaçarız. Ya burada
kemâlât olur ya ezber olur. Ezber; “Öyle dedi, böyle dedi,
tevatüre göre…” Melâmî’nin tevatürü mü olur ya? Anı
yaşayan adamın tevatürü olur mu? Ezbere kaçar işte, ezber ne?
İşte “Öyle dedi, böyle böyle yapardı, ben yanındaydım şöyle
dedi…” Hepsi doğuştur, hepsi doğrudur, ama “şu anda”
değildir, “şu anın” doğuşu değildir.
İnsan-ı kâmil kimseyi sevmez. Ondan sevgi doğar.
Hani diyor ya Nasrettin Hoca: “Bana mı inanıyorsun yoksa
ahırdaki eşeğin sesine mi?” Biz biraz önce ahırdaki eşeklerin
kaç cins olduğunu, kaç çeşit olduğunu anlattık. Daha da
marifetleri var. Beka makamlarında çıkıyor bu eşekler. İnsan
taklidi de yapıyorlar, insan sesi de çıkartıyorlar. Bunların kaç
138
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
çeşit olduğunu anlattık işte. Kendinizi yakalayın! Aslında
yakaladığınız makamınız olacak, kendiniz değil. Kendinizi
yakalamayacaksınız, makamınızı yakalayacaksınız!
Cüzî aşk mülkiyetten doğar, dedik. Ruhani aşk korkudan
doğar, dedik. İlahi aşk da insan-ı kâmilden. O mülkiyetten
doğan aşkı akl-ı maaş yönetiyor, dedik. İşte evinizi
seviyorsunuz,
arabanızı
seviyorsunuz,
ceketinizi
seviyorsunuz… Adamın bir ceketi vardır, kravatı vardır;
bırakmaz adam. Elektrik süpürgesi vardır; tamir ettirir,
bırakmaz onu. İşte bu mülkiyetten doğuyor. Cüzî aşk bu. Bu,
mülkiyetten doğar, dedik. Bunu da akl-ı maaş yönetir; işte ev
kirası, elektrik faturası, market alışverişi, şu hesabı…
Etrafınıza bakın insanların yüzde sekseni böyle yaşarlar, bu
hesaplarla yaşarlar yani.
Bundan sonra ruhani aşk; o da korkudan doğar, dedik. Ya
cennete gidememe ya da cehenneme gitme korkusundan. Onu
da akl-ı miat yönetir, dedik. Akl-ı miat da işte mezara girdiniz,
bitiyor. Onlar da ne yapıyor? İşte atarlar seccadeyi sabahlara
kadar namaz kılarlar; hiç ölmeyecek gibi çalışırlar, yarın
ölecekmiş gibi de dua ederler.
Ondan sonra bir de ilahi aşk var; o da insan-ı kâmilden
doğar, dedik. Bunun salikteki doğuşu da Hazret-ül Cem
makamıdır. Ondan artık sevgi doğar. Sevmez bakın. Sevmek
başka, sevginin doğması başka bir şey. İnsan-ı kâmil kimseyi
sevmez. Sevmek, ikilik. Ondan sevgi doğar. Nasıl? İşte sizi
sever. Kendi vücudu gibi işte. Tırnağı kesiyorsunuz ya…
Tırnağa dokunduğunda mesele yok; etinize dokunduğunuzda
canınız yanar, öyle yani.
139
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bakın nasıl bir boyut yükselişi var. Bunları tefekkür edin.
Anda yaşarken bunları yakalamaya çalışın. Biz neden diyoruz:
“Salik, Hazret-ül Cem makamındaysa, beni görüyorsa mesele
yok.” diye. İşte bunu anlatmaya çalışıyoruz. Anlatmaya
çalıştığımız şey bu. O kemâlâtı, o bilinci, o görüşü anlatmaya
çalışıyoruz. Yoksa Ümit Bulut’un yüzünü ezberlemekten
bahseden yok burada. Yüzü ne kadar ezberleyebileceksiniz?
Yirmi yılda bir de değişiyor zaten. Neyini ezberleyeceksiniz?
Ne dedik? Melâmî’nin ne şekli vardır, ne mevhumu.
Sadece mevcudu vardır. Mevcut ne? O kemâlâtı nerede
görüyorsanız mevcut olan, o. Zaten şekiller gidiyor, toprak
oluyor; gidiyor, ölüyor, gidiyor işte. Zaten yirmi yılda bir de
insan değişir. Buradaki şekil bile durmaz. Yirmi yaşında, kırk
yaşında, altmış yaşında, seksen yaşında değişir hep. Şekille
işimiz yok. İşimiz o bilinçle. Ölmeyen, işte insan olan, o.
Melâmî ya Allah’tır ya Muhammed’tir, diyoruz ya işte o
bilince ulaşmış olandır, o kemâlâta ulaşmış olandır. Yoksa ya
Allah’tır ya Muhammed’tir; göklere uçtun kanatlandın, değil.
Ayağımızı yere sağlam basalım, uçmayalım. Ama bizi
gerçekten uçuracak olan da o kemâlât. Bizi buradan alıp,
götürecek olan da o kemâlât işte. Bu dünya alev topuna
döndüğünde genel kıyamette de bizi buradan alıp, götürecek
olan -anlatmak adına söylüyorum- yine o kemâlât. Ama biz
ayağımızı yere sağlam basalım. Bizim yerimiz ne? Lâ Fâile
İllâllah: Her Fiilde Faal Allah. Bizim sağlam basmamız ne?
Her Fiilde Faal Allah. Yerimiz, yurdumuz yok yani. Her Fiilde
Faal Allah. O yerimiz, sağlam; o Ef’âl makamını, “Kaf Dağını
aşmak” diye nitelendiriyor ya Allah’ın velileri. İşte sağlam
olan yer, Ef’âl orası. Sonra diyoruz ki: Lâ Mevsufe İllâllah;
140
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bu mevsuflarda faal olan Allah. Benim gözümde, hayatımda,
ilmimde faal olan -bakın o kadar kolay değil, içine girince-…
İçine girince anlatmakla bile çıkamıyoruz yani. Yoksa şurada
otur, kırk beş, elli dakika Ef’âl’den Cemm-ül Cem’e kadar
makamları anlatıver her sohbette. Anlatalım, zaten ellinci
sohbette herkes makamları bilir. Peki, nasıl yaşayacağız
bunları? Bakın kusursuz bir dönüş var, biz görmüyoruz.
Kusursuz. Ben o dönüşü size anlatmaya çalışıyorum. O dönüşe
bir yakalansanız, “Zülfüne yakalananlar…” diyor bir
ilahisinde Pir. O zaman hiçbir şey aramazsınız başka. Beni bir
ağacın altına bırakın, altı ay sonra gelin, alın beni oradan.
Benim şaka yapmadığımı en yakınımda olanlar bilir. Beni
bırakın bir ağacın altına, altı ay sonra bıraktığınız gibi ben
orada dururum. Ne canım sıkılır ne şunu ararım ne bunu
yaparım. Ya acayip bir şey o seyir, o dönüşe katıldığınız
zaman var ya o çok güzel bir şey, çok zevkli bir iş. Ben orada
ağaçla konuşurum, çiçekle konuşurum, toprakla konuşurum,
topraktan çıkan solucanla konuşurum, sohbet ederim ben
onlarla hep. Ortada Allah’tan başka bir şey yok! Bıraksanız
altı ay sonra koyduğunuz yerden alır, beni götürürsünüz.
Bilmiyor muydunuz yirmi dört saat Pir’in ne yaptığını?
Biliyordunuz. Böyle işte. O koyduğunuz yerden alırsınız, o
demek yani. Ne yapacak yoksa yani? Şimdi görüyorsunuz
bizim günümüzün nasıl geçtiğini. Mesela siz gidip evlerinize
yatacaksınız, biz de gidip yatacağız, işte o. Burada anlatmak
istediğim, onu yakaladığınız zaman bittiniz işte. Diyorum ya
bunu ilmen anlatmakta acizim diye. Burayı ilmen anlatmakta
acizim. Bunu yakalayan kendince, haline göre, karınca
kararınca yakalayacak işte. Bu seyri kolaylaştırıyor size Allah.
Nasıl kolaylaştırıyor? O seyri burada ilk önce yakalatarak
141
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kolaylaştırıyor. Burada
yakalayamazsınız.
yakalayamazsanız
eğer
dışarıda
Kestirim, bu kadar çok konuşmaya gerek yok işte: Lâ Fâile
İllâllah, makamınızla dost olun; Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ
Mevcude İllâllah, gittiniz. Bakın, “Allahû ekber” dediniz,
dünyayı attınız geriye, işte bitti. Namaza durmaya
hazırlanıyorsunuz, Hazret-ül Cem makamına geliyorsunuz
yani. Cem makamına geldiniz, nereye baksanız Allah’ın bir
yüzü. Hazret-ül Cem makamında daim namazdasınız.
Peygamberlerin velilik yönleri,
peygamberliklerinden üstündür.
Bu vücut çerçeve. Ama önemli. Kemâlâtın zuhur ettiği yer
önemli. Yani peygamberler hem peygamberdir hem velidir.
Velilik yönleri, peygamberlik yönlerinden daha üstündür.
Bakın, “Veliler, peygamberden üstündür.” demiyorum. Her
söylediğimde şerh düşüyorum. Peygamberlerin velilik yönleri,
peygamberliklerinden üstündür. Peygamberimiz (s.a.v.) diyor
ki: “Beni bundan sonra arayacaksanız velilerin gönlünde
arayın!” Yani, o kemâlâtın zuhur ettiği yerde arayın diyerek
velâyet yoluyla peygamberliğin devam ettiğini anlatıyor.
Kemâlât o. Âdem’in kemâlâtının insan olması, bu.
Samimi olacağız makamlarımızla. Samimi olursak bu iş
olacak. Zaten hepiniz olmaya çalışıyorsunuz. Samimi
olacağız...
Başınıza her ne geliyorsa Allah’ın izniyle geliyor. Başınıza
gelenlerden hoşnutsuz olmanız demek, Allah’tan hoşnutsuz
olmanız demek. İman etmek, yani bu aklı bırakmak öyle çok
kolay bir şey değil. Yavaş yavaş olacak…
142
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
AŞKI OLMAYANIN DİNİ İMANI OLMAZ
Melâmî ya Allah'tır ya Muhammed;
onlara ulaşmanın yolu da AŞK…
“Bu dünyada kör olan, öbür tarafta da kör olacak.”25
diyor ayet. Biz bu körlüğü anlatıyoruz. Kendinden başkasını
görmez nefs, öyle kördür. Allah'ı nasıl görsün? “Allah
görünmez…” diyor ayette. “Görünmez” diye nefse diyor, ruha
demiyor. Allah, kendinden kendini görür. Nasıl görür? Nefs,
ruha döndüğünde, ruh zaten Allah'tan başka bir şey görmez. O,
ümmî olmuştur artık.
Nefs, ruh ayrı değildir. Nefs, ruhun biat etmemiş; izafi
ruhun üflenmemiş halidir. Halk edilmemiştir henüz. Ahsen-i
takvim üzerine halk ediliş, yaradılış insan-ı kâmile
geldiğinizde başlar.
Nefs; ruhun biat etmemiş hali, demiştik. Âdem'e biat
etmeyen, secde etmeyen kim? Şeytan, iblis. Pir bir ilahisinde
şöyle diyor:
25
İsrâ, 72
143
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Ateşten halk olan İblis
Tanımaz rahman rahimi
Nemrut bugün senin nefsin
Oda atar şimdi seni…
Ateşe atar, dediği; insan-ı kâmile biat ettirmez, o zıtların
içerisinde kalırsınız, diyor.
Ney olmayı bekleyen kargıları düşünün. Sonra bir de
onların sazlıktaki halini gözünüzün önüne getirin. Yeşil uzun
yaprakları vardır, değil mi? Onların temizlenmiş, boyları
eşitlenmiş bağlanmış bir yere toplanmış hali bile ney olmak
için yeterli değil. Ney olmak üzere seçilmişler sadece. Çünkü
her kargıdan da ney olmaz. Onu seçiyorlar. “Her hayvandan
kurban olmaz; her kurbandan da post olmaz.” diye bir laf
vardır. İşte siz de öyle seçilip, geliyorsunuz o sazlıklardan.
“Bu ney olacak.” diyor; seçiliyor; insan-ı kâmilin önüne
geliyor. Ondan sonra başlıyor insan-ı kâmil onu yontmaya,
onun deliklerini açmaya.
Mevsuflarda faal olanı, fiilde faal olanı, vücutlarda faal
olanı seyreden salik için tevhit, onun eğlencesi olmaya başlar;
Zaten o zaman adamın canı hiç sıkılmaz. Sıkılan nedir? Akıl.
O, seyre bırakmaz. Seyre bırakmayınca adamın canını sıkar,
bir şeyler yap, diye. Onun için dersinizle dost olmak gerek.
Çünkü seyre daldığınızda, Ef’âl, Sıfat, Zat makamlarında gelir
o. Şeytanın oraya kadar bilgisi var; Ef’âl, Sıfat dersini biliyor.
Oradan sıkıntı verir, onu yapar, bunu yapar. Her türlü
vesveseyi verir. Vesvesenin tam olarak çıkması Cem
makamında. Hayatında hiç sorunu olmayan bir adama
dışarıdan bakın. Ekonomik durumu sizden daha iyidir, evi
vardır, arabası vardır. Adamın içine bir girseniz vesvesesi
144
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
sizden fazladır; yerinde duramaz. O yüzden kendinize
bakacaksınız ve sadece Allah diyeceksiniz. Bu vesveseler,
Cem makamına kadar gelecek. Bu aklın oyunlarını kelimelerle
ifade edebilmek söz konusu değil.
Bir tek şey kurtarır sizi: İnsan-ı kâmile iman etmek.
Başka hiçbir şey kurtaramaz. Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe
İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah diyerek insan-ı kâmile iman
etmek.
Zındık da buradan yetişiyor. Zındık dediğiniz işte yetmiş
tane şeytana bedel. Nasıl yetişiyor? Sıfat dersinde o akılla
vedalaşmadığınız zaman o dönüşüyor. Ama nasıl? Amel-i bin
salih olmayanda dönüşüyor.
Makamları tam olarak zevk etmek, tecelliye mazhar.
Makamları tam olarak zevk etmek, tecelliye mazhar bir
şey. Ef’âl makamı, Sıfat makamı, Zat makamı ile fenafillâha
ulaşılıyor. Sonra Cem makamı… Hazret-ül Cem makamında
evliya oluyorsunuz. Bunlar çok büyük makamlar. Amel-i bin
salih olursunuz; gayret edersiniz, mürşidinizin yap dediğini
yapmaya çalışırsınız, yapma dediğini yapmamaya çalışırsınız,
gayret edersiniz; olur. Ama “Ben oldum.” diye ortaya çıktı
mı?..
Arif-i billâh olmanın temelleri nasıl burada atılıyorsa
zındığın da temelleri orada atılıyor. Tek kurtuluş, iman
etmek. O nasıl olacak? Allah diyeceğiz; ayağımızı abdestsiz
yere basmayacağız; mümkün mertebe namazlarımızı kılmaya
çalışacağız. Abdestsiz ayağınızı yere basmayacaksınız
dediğimiz, o sulu abdest; o zahir kısmı. Abdesti burada,
insan-ı kâmilin sohbetinde alıyorsunuz; nurla alıyorsunuz o
145
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
abdesti. Bu, benden aldığınız abdest bozulmaz; onu hiçbir şey
bozamaz. O abdesti muhakkak almak gerekiyor.
“Körler dinarı yağmalar…” diyor bir ilahisinde Pir.
“Onlar Allah'ı görmüyorlar; dinarı yani parayı görüyorlar.”
diyor. Bu ilk aşaması. Sonra geliyorsunuz buraya. Sonra
niteliğini görmeyi öğreniyorsunuz.
Bizim işimiz seyretmek; Allah'tan başka hiçbir şey
konuşmamak; hiçbir şey görmemek; Allah'tan başka hiçbir şey
duymamak; Allah'tan başka hiçbir şey hissetmemek. Orası çok
yüksek makam; Allah'tan başka hiçbir şey hissetmemek. Ama
öyle. Beş tane kuvvet vardı değil mi? Tatma, dokunma, görme,
duyma, kuvvet. Şimdi tattığınızı da Allah bileceksiniz;
dokunduğunuzu da Allah bileceksiniz, gördüğünüzü de Allah
göreceksiniz, duyduğunuzu da Allah duyacaksınız, o
kaldırdığınızı da Allah bileceksiniz. O hale geleceğiz. Soğuk
geliyor, sıcak geliyor, sert geliyor, yumuşak geliyor değil mi?
Yok, işte hepsini Hakk bileceksiniz artık. O tadı aldınız mı
başka bir tat yok zaten. Başka hiçbir tat yok. Adam bir daha
iflah olmaz. Dünyaya dönmez bir daha, iflah olmaz; yani onun
kıyameti kopar artık, o buralarda kalır. Acayip sevda orası
işte… Düşüyorsunuz acayip sevdaya ondan sonra. Bu Allah
aşkı, böyle bir şey işte. Bataklıkta bile çok güzel çiçek açar,
yeter ki o Allah aşkı, o iman olsun.
Melâmî ya Allah'tır ya Muhammed'tir; onlara
ulaşmanın yolu da aşk. “Bu dünyada nasıl yaşarsanız öyle
öleceksiniz;
nasıl
ölürseniz
öyle
diriltileceksiniz
haşrolacaksınız…” diyor ayette. Biz, Lâ Fâile İllâllah, Lâ
Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah diyerek yaşamaya
çalışıyoruz; en azından böyle öleceğiz. Allah diyerek
146
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
öldüğünüz zaman gözünüzü açtığınızda Allah'tan başka hiçbir
şey görmeyeceksiniz. Biz bunları öbür tarafta değil burada
yapacağız. Zat makamında ölmüş olacaksınız. Ee, Allah
diyerek öldünüz, gözünüzü açtığınız zaman ne göreceksiniz?
Allah diyerek öldüyseniz Allah'tan başka bir şey görebilmeniz
söz konusu değil ki. Nereye baksanız Allah'ın bir yüzü; işte
Cem makamı. Dirildiniz; nereye baksanız Allah'ın bir yüzü;
artık halk edildiniz. Allah vücudundan vücut giydiriyor size.
Halk ediliş başlıyor; tam halk ediliş Hazret-ül Cem
makamında. Orada ibadet başlıyor; resulü de buluyorsunuz.
Din, Muhammed'in dini orada başlıyor. Birçok ayet, “Bana ve
peygamberine ibadet et…” diye başlar. Nasıl? Aşkla, imanla.
Doğru bildikleriniz, kafestir;
yanlışlar, önyargılarınız da kalleş!
Pir bir ilahisinde şöyle diyor:
Kırılsın hep kafesler aşk ile
Aradan çıksın hep kalleşler aşk ile
Yıkılsın cami ve kilise aşk ile
Gelsin ruh-ül Kudüs aşk ile
Yüz yirmi dört bin nebi geldi aşk ile
Arayan Mevlasını buldu aşk ile
Erenlere karışan karıştı ilahi aşk ile
Kafesler kırılıyor, kalleşler de çıkıyor aradan, ama bakın
cami de kilise de yıkılıyor. Doğru bildikleriniz, kafesler;
yanlışlar, önyargılarınız da kalleşler. Bunları yok etmeden
zaten cami ve kiliseyi yıkamazsınız. Doğru bildiklerinizi
kıracaksınız aşk ile aradan kalleşler çıkacak hep aşk ile.
147
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Önyargılar, takıntılar kalleştir; her yerden vurur. Biz
Müslüman değiliz; misli imanız, diyoruz. Camiyi de
yıkıyorsunuz; kiliseyi de. Hiçbir şey kalmıyor. Gelsin ruh-ül
Kudüs derken, Hazret-ül Cem makamını ifade ediyor. Artık o
makamda ne cami tanır ne kilise tanır ne kalleş bilir ne kafes
bilir; o sadece Ahmed'i bilir. Başka hiçbir şey bilmez. İlmini
Ahmed'ten almaya başlar. Aşk ile bu ruh-ül Kudüs'e gittiniz
mi oradan Muhammed gelir.
İşte biz de burada hep bu aşkı, imanı anlatmaya çalışıyoruz.
O aşk, o kafesleri kırıyor. Kalleşleri aradan çıkartıyor. Camiyi,
kiliseyi yıkıyor. Ondan sonra işte ruh-ül Kudüs geliyor. “Sırra
ve ene sırrahu” diyor. Fetedella; Hazret-ül Cem makamı; tefrit
geliyor. Bu böyle çok zevkli bir meslektir, peygamber
mesleği; onun tadına bir kere vardınız mı o tat zaten adamı
öldürür. Tatmayan bilmiyor; tarif de edemiyorsunuz. Kimseye
anlatamazsınız
içinizde
yaşadıklarınızı,
içinizdeki
değişiklikleri. İşte burası sözün bittiği yer. Nasıl sözün bittiği
yer? Adam geldi, âşık oldu; iman etti; söylenecek hiçbir laf
yok ona. Adam âşık olmadı; iman etmedi, ona da söylenecek
bir laf yok. Dünyayı söze dökseniz, evreni söze dökseniz ona
da bir şey anlatamazsınız. İşte burası sözün bittiği yer…
Yere düşen bir şeyi üfleyip, yerler. İşte o bir ayet aslında,
ama söylemek istediği şey; “Yerden al, üfle, ye” değil. İkinci
kısmı diyor ki ayetin: “Bir Müslüman’ın evi, yere bir şey
düştüğü zaman onu üfleyip, yiyecek kadar temiz olmalıdır.”
Bu kısmı söylemiyorlar. Her biri üfleyip yiyor; oysaki pisse
yeme. Müslüman’ın evi temiz olacak. Müslüman’ın evi
neresi? Burası, içi… Bu aşk ile sohbetler ile adamın içi
değişir. Allah dolar içine aşk ile.
148
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Biz, “Sağlıklı kalın” değil, “Aşk ile o Allah aşkı ile kalın”
diyoruz. Âşık meşrepten bahsetmiyorum; Allah aşkından
bahsediyorum.
Aşk olsun!..
Çünkü erenler hep aşk ile olmuşlar…
Bu mesleği zevkli kılan, o aşktır…
Aşkı olmayanın dini, imanı olmaz!
149
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
150
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
YARADILIŞ VE FİİLİ İMAN
Yaradılışa uyum sağlamak;
yaradılış ile birlikte yaşamak;
Allah’a iman etmektir.
Allah bilinmekliğini istedi ve kendinden kendine seyirle
başladı yaradılış.
Her şey ilk önce bâtında var oluyor. Bâtında var olduktan
sonra sebepler halk edilerek zuhura geliyor; görünür hale
geliyor. Buluttan yağmur yağdırıyor; toprakta hava ile su
birleşiyor, çimenler çıkıyor; ağaçlar büyüyor; canlılar
besleniyor, büyüyorlar. Fiiller de hareketler de önce bâtında
yaratılıyor, sonra onlar da sebeplerle halk ediliyor.
Bir insan, bir ağacın, bir gülün, bir çiçeğin büyümesini
rahatlıkla seyredebiliyor. Bu yaradılışta bir sorun yok. Kendi
hayatımızla ilgili bir olay oluyor. O olay bâtında önce var
ediliyor, sonra sebepler halk edilerek zuhura geliyor.
Yaradılışı insanlar nasıl biliyorlar? Allah her şeyi yarattı, sonra
çekildi göklere; oturuyor, oradan seyrediyor. Yarattı, bitti;
karışmıyor bir şeye…
151
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Öyle değil. Bu yaradılış, “an”da devam ediyor. Olaylar da
fiiller de her an yaradılışta. Bu yaradılışı beğenmezseniz ne
olacak? Beğenmediğiniz an, yaradılışa karşı koymaya
başlıyorsunuz. Mesela bir olay geliyor başınıza. Bâtında o olay
yaratıldı; zuhura gelmesi için sebepler halk edilmeye başlıyor.
Şimdi o sebeplere karşı çıkmaya başladığınız an, yaradılışa da
muhalif olmaya, karşı çıkmaya başlıyorsunuz. Allah’a tam
olarak iman etmek demek, işte bu yaradılışa katılmak
demek.
Yaradılışın en önemli perdesi, fiillere takılıp, fiilde faal
olanı görememektir. Bir anlamda sebeplere takılmaktır.
Yaradılış, o sebeplerle fiiliyata dökülüyor. Her neye karşı
çıkıyorsanız, aslında yaradılışa isyan ediyorsunuz! Neye
uyumsuzluk gösteriyorsanız, aslında yaradılışa uyumsuzluk
gösteriyorsunuz, seyre geçemiyorsunuz!
Allah’ın izni olmadan, yaprak bile düşmez!
“Allah’ın izni olmadan, yaprak bile düşmez.”26 diyor
ayette. Allah’ın izni olmadan o yaprak düşmüyorsa, bu
evrende Allah’ın izni olmadan hiçbir şey olmuyor demektir.
Başınıza gelen olaylar da Allah’ın izniyle geliyor demektir.
Onlara isyan ettiğiniz zaman, Allah’ın iznine, Allah’a karşı
çıkmış oluyorsunuz bâtında. Bütün bu yaradılışa uyum
sağlamak; yaradılışla birlikte yaşamak Allah’a iman
etmektir. Öz manada iman bu. Her an yaşarken sebeplere
riayet etmek demek, yaradılışa katılıp, anı yaşamak
demektir. Allah o sebeplerle emir veriyor. Sebeplere
26
En’am, 59
152
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
takılmak, Allah’ın velisi için edepsizlik olur. Makamların
tecellisi de Allah da bu sebeplerin arkasında.
Bir olay olurken yorum yapıyoruz, akıl yürütüyoruz. Acaba
bu doğru mudur yanlış mıdır diyoruz; devamlı sorular
soruyoruz. “Karışma; zorlaştırma, kolaylaştır.” diyor hadis-i
şerifte.27 “Ben, zaten her an yaratıma devam ediyorum, ne
karışıyorsun sen benim işime? Niye zorlaştırıyorsun benim
işimi?” diyor. Kime diyor? Melâmîce yaşamaktan, Melâmî
gibi yaşamaktan bahsediyorum. Yine Melâmî değil ha!
Melâmî gibi yaşamak... Melâmî, daha da farklı.
Makamların tecellisi de Allah da sebeplerin arkasında.
İman etmek, “Ben iman ettim.” demekle olmuyor, öyle
kolay değil. Her Fiilde Faal Allah. Pir almış bu yaşamacayı
bakın ne hale getirmiş, ne kadar kolaylaştırmış
anlayabilmemiz için. O sebeplerin arkasına geçebilmemiz için
demiş ki: Her Fiilde Faal Allah. Ben şimdi böyle uzun uzun
anlattım; O, bir cümleyle söylemiş. Pir çünkü, söylemiş. Ama
bunu lafta bırakırsak eğer, Allah’ı da lâfzî biliriz. Yaşarsak,
eğer bunu hayatımıza geçirirsek o zaman Allah ile Allah
oluruz. Her Fiilde Faal Allah, diyor. Sebeplerin arkasında
olduğunu daha ilk derste söylüyor, ama biz sebeplere
takılıyoruz; ya karşı çıkıyoruz ya beğenmiyoruz. Biz ne
diyoruz? İşte, sana bir asa: Lâ Fâile İllâllah. Bu vücut da Kâbe.
Bak bakalım, burada Allah’tan başka ne buluyorsan o
putlarına giriş, diyoruz.
Şimdi salik gelmiş Hazret-ül Cem makamına ve hâlâ bana
sebeplerle yaklaşıyorsa ben içimden diyorum ki insan-ı kâmil
27
Buhari, İlim, 11, Megazi, 60; Müslim, Cihad, 4
153
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
olarak ona: “Hani sen aklını Sıfat makamında bana vermiştin?
Niye benim aklımla hareket etmiyorsun?” Olaylara, sebeplere
takılmamız Lâ Fâile İllâllah değil mi? Sebeplere takılmak da
Lâ Fâile İllâllah, ama mekrî ilâhi.
Sebepler bâtında yaratılmış olan bir olayı halk etmek için,
onun zuhura gelmesi için meydana geliyor. Mevsuf sıfatın
aynı, ama sıfat mevsufun “aynı”, yani “aynî” değil. Yakın bile
değil. Sen bakıyorsun, masa görüyorsun; sen bakıyorsun,
mobilya görüyorsun; sen bakıyorsun, tasarım görüyorsun; sen
bakıyorsun, öğrenci görüyorsun. İşiniz neyse… Ne
görüyorsanız... Olmadı, takıldınız işte orada. Ne yapmış Pir?
Her Fiilde Faal Allah, demiş, ısındırmış; ondan sonra Sıfat
makamında içeri girmeye başlamış. Ef’âl makamında dışarıda
idi Allah. Sıfat makamında ne yapıyor? İlim, hayat, kudret,
görme, duyma, irade, kelâm… Orada da faal olan Hakk.
Allah, velisini celal ve cemal eliyle direkt olarak yaratır.
Bir salik sıfat makamını zevk ettiğinde olayların bütününe
bakar, ayrıntılara değil. Ayrıntılar, sebeplerdir. Olaylara
baktığı zaman bütünü görür. Sıfat makamında bu işi daha da
kolaylaştırıyor Pir. Sıfat makamında daha sebeplerin arkasını
görmese bile bütünü görerek, yaradılışa katılmış olur.
“Tamam, sebeplerin arkasını ben göremiyorum, ama bunda
bir hikmet var.” demeye başlar. Kim? Allah’ın velisi. Neden?
Çünkü Allah, velisini celal ve cemal eliyle direkt olarak
yaratır. Allah diğer her şeyi endirekt olarak, dolaylı yaratır.
Allah, velisini celal ve cemal eliyle direkt olarak nasıl
yaratıyor? İnsan-ı kâmilden. Bu söylediklerimi ancak Allah’ın
velisi algılayabilir. Siz burada oturup, algılıyorsanız,
154
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
algılamaya çalışıyorsanız, hayatınıza geçirmeye çalışıyorsanız,
en azından buraya oturuyorsanız o’sunuz demektir. Bu
Allah’ın velileri az sayıda, işte 124 binle 224 bin arasında
sayısı.
Sebeplerin arkası Lâ Fâile İllâllah. Daha ilk derste elinizi,
ayağınızı, herşeyinizi kesiveriyor. Kesiyor, ondan sonra içeri
girmeye başlıyor sıfatlardan. İçinize giriyor; hayatınıza,
ilminize, görmenize, konuşmanıza, kuvvetinize… Buraya
girdikten sonra parçalayacak. Kahhar, çünkü o. Parçalayacak,
yok edecek sizi, paramparça edecek bu vücudu. İşte orası Zat
makamı. Neyi parçalıyor? Sebep gördüklerinizi. Neyi
parçalıyor? Allah’tan başka ne biliyorsanız onları. Çünkü
kahhar, o. Fiilde faaldi. Sıfatlara geldi, girdi içeriye. Hangi
tecelligâha girdi? Açana, girdi; kapalı olana giremez. Dinde
zorlama yok. Kim açtı, kim talep etti ise oraya giriyor. Ee,
açtınız diyelim, girebiliyor mu insan-ı kâmil? Yok, ancak
boşalttığınız oranda.
Bu sebepler var ya “Dünya” bu sebepler. Bu sebepler, bizi
yiyip, bitiriyor. Bir tek dışarıda mı? Dışarıda tetikleyici onlar.
İçeriye giriyor ondan sonra. Bakın bu sıfatlar ne yapıyor
içeride? Vehim başlıyor; milyonlarca kurt var, yiyor sizi. Her
Fiilde Faal Allah. Orada biz bitiriyoruz. Bu sizdeki, dışarıdaki
sebepleri sizde kurgulayan ne? Cüzi akıl. Aklınız kurguluyor
onları. Halledemediniz mi Zat makamında geliyor.
Halledemediniz mi Cem makamında geliyor size o.
Halledemediniz mi Hazret-ül Cem makamında mürşidinizi
sorgularsınız. O cüzi akıl da yükseliyor; o akıl da sizinle
beraber değişiyor hep. Defalarca sohbetlerimde o akıl da
sizinle beraber yükseliyor, değişiyor, demişimdir defalarca.
155
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Çünkü Hazret-ül Cem makamında mürşit kendini koyar
talebenin önüne. Hazret-ül Cem makamına gelmiş salik, evliya
olmuş artık. Kendini talebenin önüne koyar mürşit. Benim
mürşidim de kendini koydu benim önüme. Eğer o cüz
kalmışsa
mürşidinin
kendini
önünüze
koyuşunda
mahvolursunuz. Cüz çünkü, algılamıyor küllü. Sorgulama,
suçlamaya dönüşür. Kaç tane arkadaşımız Hazret-ül Cem
makamında gitti biz irşat olurken. İşte bu yüzden gidiyorlar.
Neden mürşit kendini koyuyor önünüze?
Şimdi Allah Âdem’i yarattı; bütün meleklere, “Secde edin!’
dedi ya… Yaradılış devam ettiği gibi bu secde ediş de devam
ediyor. Geldi, bir sebepten biat etti insan-ı kâmile. Ne biliyor
ki biat etti? Secde etti, yani. Çok değerli. Ne diyor ayette:
“…insanoğlu gelir, ama cahilliğinden ve zalimliğinden…”28
Peki secde ediş, tam secde ediş o mudur? Salik, insan-ı
kâmilden Hazret-ül Cem makamında doğdu, yetişti, büyüdü. O
zaman insan-ı kâmil, kendini ortaya koyuyor; seccadeyi atıyor
önüne: “Diz çökeceksin!” diyor. O yüzden giden gidiyor işte
Hazret-ül Cem makamında. Hoş, o gidenler zaten hiç
gelmemişler mesleğe. Mürşit; yetişmiş, doğmuş, büyümüş
olanı tekrar secde ettiriyor. Peygamber meşrepli olan tekrar
secde ediyor. Firavun etmez. İnsan-ı kâmil ne yaparsa irşat
için yapar. Çünkü onun işi, irşat etmek. O, insan-ı kâmil;
belgelenmiş gelmiş. Gelebileceği daha üst nokta yok zaten.
Sıfatlar bozuksa, işte orada yargılıyorsunuz insan-ı kâmili. Siz
mi yargılıyorsunuz? Yok. Firavun var içeride; o yargılıyor,
onun işi o.
28
Ahzap, 72
156
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Sıfat makamında daha sebeplerle uğraşıyoruz. İnsan-ı nakıs
diyorlar orada. Nakıs; yani daha eksik. Ondan sonra da Zat
makamına geldi mi salik, o artık insan-ı kâmil. Ef’âl
makamında iki defa; bir zahir, bir bâtın olmak üzere insan-ı
kâmile söz veriyorsunuz. “Ben, tamamen sana tâbiyim.”
diyorsunuz. Sıfat makamında da iki defa; bir zahir, bir bâtın
olmak üzere diyorsunuz ki: “Sen bilirsin, nasıl istersen.” Zat
makamında da bir zahir, bir bâtın olmak üzere iki defa söz
veriyorsunuz. Toplam altı defa Fena makamlarında insan-ı
kâmile söz veriyorsunuz. İnsan-ı kâmil de Beka makamlarında
o verdiğiniz sözleri ne kadar yerine getireceğinize bakıyor.
Yaradılış, anda devam etmekte. Bu yaradılışta, bâtında var
edilmiş olayları bizim görebileceğimiz hale getirmek için
sebepler halk ediliyor. Bâtın; yani görünmeyen, o görünmez
diye bilinen şey sebeplerin arkasında. Sebepler; milyarlarca,
trilyonlarca… Siz biliyorsunuz kendinizi.
Nasıl
bakıyorsanız... O yüzden ne diyor insan-ı kâmil: Ayağını
abdestsiz yere basmayacaksın! Her nefeste üç defa Allah
diyeceksin ve dersin ne ise onu söyleyeceksin!
Makamlar, anlamların da ötesinde.
Her makamı, bu biraz önce söylediklerimi anlatmak adına
örnekler veriyor insan-ı kâmil. Makamlar, anlamların da
ötesinde. Zat makamını istediği kadar insan kelimelerle ifade
etmeye çalışsın. Fenafillâh olmak; Allah’tan başka hiçbir şey
olmadığı bilincine ulaşmak, herhangi bir kelimeyle herhangi
bir cümleyle ifade edilecek bir şey değil ki.
Zat makamı, hayret makamıdır. Allah’tan başka hiçbir şey
yoktur. Ölü makamdır. Ef’âl makamı, kelimelerle
157
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
anlatılabilecek bir şey değil ki aslında. Ef’âl makamı,
Kaf Dağı’nı aşmak… Ne yapıyorsunuz? İşte harflerin
içine
sokuyorsunuz,
o
anlamları
küçültüyorsunuz,
küçültüyorsunuz… Hani işte kulağınızdan girsin de anlaşılsın
diye. Makamlar bunların ötesinde. Nerede? Bunların ötesinde.
Burada, yani insan-ı kâmilde. İnsan-ı kâmilden işte o feyz
çıkıyor; görünmeyen bir şey o, sizin içinize giriyor, o
değişimi sağlıyor. İşte o feyz, sizi kapsamaya başladığı zaman
artık dönüşüm başlayacak.
Bu dönüşüm nasıl oluyor? İşte Sıfat makamına aşk makamı
diyorlar. Niye? Âşık olunca adamın hiçbir şey gözü görmüyor
ya. Sebepleri görmesin diye. Şimdi diyelim ki bir kıza âşık
oldunuz. Onun yüzündeki sivilceyi görür müsünüz? Diyelim
ki bir adama âşık oldunuz. Onun cebinde para var mı yok mu
başında saçı var mı yok mu diye bakar mısınız? Âşık oldunuz
mu göremezsiniz ki siz onları. İşte âşık olduğunuz zaman
sebepleri görmemeye başlıyorsunuz. Sebepler, Allah’ın
perdeleri; örtüsü, sivilceleri diyelim. Görmüyorsunuz, artık o
sebepler ortadan kalkıyor. Direkt artık Allah kendinden
kendini seyre başlıyor. Ama bu iş, öyle çok kolay bir iş değil.
Siz buna teslim olmazsanız olmuyor. Nasıl teslim
olmuyorsunuz? Direnç nasıl gösteriyorsunuz? O cüzi aklı
kullandığınız an, soru sormaya başladığınız an aklınızdan
direnç gösteriyorsunuz. O yüzden de “Bir mürşide gittiğiniz
zaman eğer onun sohbetinde, dünyevi hiçbir şey
düşünmüyorsanız tamam; o, insan-ı kâmildir.” derler. Dünyevi
bir şey düşünüyorsanız eğer o mürşit konuşurken, belki o,
insan-ı kâmildir de sizin anahtarınız onda değildir. Orası, sizin
yeriniz değildir.
158
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bu dünyayı elde etmek, yel değirmenleriyle savaşmak demek.
Sıfat makamını zevk edemediğiniz zaman bu gözler nasıl
değişecek? Bu gözlerdeki bakış, cüz ile bakıyorsanız mekrî
olur. Kül ile bakıyorsanız mesele yok. Cüz ile yani cüzi
aklınızla bakıyorsanız baktığınızda kadın görürsünüz; adam
görürsünüz; araba görürsünüz; para görürsünüz; kırmızı işaret
görürsünüz; yeşil görürsünüz… Cüz o; mekrî ilâhi o. Cüz ile
bakıyorsunuz işte. Allah kendinden kendini seyrederken nasıl
bakar? Ortada Allah’tan başka bir şey yok ki. Cüz ile
bakıyorsunuz, cüz ile duyuyorsunuz. Cüz ile duyduğunuz
zaman nasıl duyarsınız? “Ahmet’in sesi, Mehmet’in sesi… Bu
şarkıcıyı beğendim, bunun sesi güzel, bununki kötü… Eşek
anırıyor, köpek havlıyor…” Bunları duyarsınız. Hâlbuki kül,
Hakk sesi duyar; köpek havlamasını duymaz. Duyar da onda
faal olanı bilir: Hakk. Konuşurken ne der? “Sen haksızsın, ben
haklıyım.” demez. O, cüz o. Bu ilmini, bu hayatını, bu
kuvvetini nasıl kullanır o kül ile bakan? İşte gider çalışır bir
yerde, Allah onu nasıl kullanıyorsa öyle kullanır. Demez ki bu
ilim benim, bu kuvvet benim, ben kazandım, ben yaptım, ben
ettim...
Eğer seyr-i sülûka geldiyseniz ki geldiniz buradasınız;
Allah demeye başladıysanız ve hâlâ sebeplerle uğraşıyorsanız
yel değirmenleriyle savaşıyorsanız Don Kişot’sunuz. Allah
diyeceğiz biz. Yenseniz ne olur yel değirmenlerini yenmeseniz
ne olur? İnanın bu dünyayı elde etmek, yel değirmenleriyle
savaşmak demek. Bu sebeplere takılıp, onlarla uğraşmak
demek. Zaten salik sebeplere takılıp, kaldı mı cehennemi
uzakta aramaya gerek yok. Sebeplerle uğraşan, cehennemde
zaten. Kendisi cehennem. Kendisi yanıyor; gidin yanına bir de
159
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
yaklaşın, sizi de yakar. Bir gidersiniz yanına içindeki ateşi size
kusuverir. Ne kusar? Ateş. Komşu Ayşe Teyze’yi, karşıdaki
Fatma Teyze’yi; onların neler yaptıklarını anlatır. Kusuyor işte
içindeki ateşi. Ondan şikâyet eder; bundan şikâyet eder;
işyerinden şikâyet eder; aldığı paradan şikâyet eder. Bu şekilde
bâtında Allah’a; “Yaradılışındaki hiçbir şeyi beğenmiyorum,
ne biçim Allah’sın sen!” diyor. “Senin bu yaptığın hiçbir şeyi
beğenmiyorum!” diyor. Bunu kim der? İşte hayvandan aşağı
olan der. İnsan der mi ya? İnsan olmaya çalışan der mi? Arada
dese bile “Eyvah, ben ne yaptım?” der hemen. O tamam, o çok
güzel. Şeytan beğenmez; kibir var çünkü. Aslında o, bâtınında:
“Sen
yaratıyorsun
güzel
de
bunların
hiçbirisini
beğenmiyorum. Ben olsam daha iyi yaparım.” diyor. Ya neyi
yapıyorsun ya? Ayette: “İki parmağımın arasındaki bir
spermdin sen… Şimdi bana inanmıyorsun, bana isyan
ediyorsun. Benim yarattıklarımı daha iyi yapacağım
diyorsun.”29 diyor.
Bunları, Melâmî olmak isteyenler için söylüyorum. Böyle
olacak, böyle yapacağız. Başka bir yolu yok. Zor mu? Zor,
ama ehline kolay. Adam, “Ben Allah’a inanıyorum.” diyor.
Ee, Allah sana inanmıyor. Öyle “İnanıyorum”, “İman ettim”
demekle olacak kadar öyle basit bir iş değil. Sen an be an
yaptığı hiçbir şeyi beğenme; “Ben daha iyisini bilirim, daha
iyisini yaparım” de; ondan sonra ‘Ben Allah’a inanıyorum…’
de. Böyle inanmak kolay… Ama şimdi biz anlatıyoruz
burada; her anlattığımız size yeni bir sorumluluk yüklüyor.
‘Öyle yaşamak’ durumu zuhur ediyor.
29
Alâk, 2
160
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bu makamların sonunda ulaşacağımız yer, SEVGİ!
Melâmî’nin Allah’ı da peygamberi de mevhum değil,
mevcuttur. Çok büyük laf: Mevcuttur. Siz mevcut
görmüyorsanız, göremiyorsanız sebeplere takıldınız demektir.
İyi bakın oraya. Mevcut görmek demek, ne demek? Mevcut
görmek ne? İnsan-ı kâmilden çıkana da itiraz ettiniz mi
mevcut görmüyorsunuz demek. O zaman, siz de mevcut
değilsiniz, demektir. Yani daha yaratılmamışsınız demektir.
Daha yaradılış, yani o makam, sizde tecelli etmemiş demektir.
Melâmîlikten bahsediyorum. Bu makamların sonunda
ulaşacağımız yer SEVGİ! Başka hiçbir şey değil. Sevgi
olacağız. Sevmeyeceğiz. Sevmek de ikilik. Biz SEVGİ
olacağız! Çünkü Allah her şeyi muhabbetten yaratmış. Salik
de muhabbetle yaratılıyor. Muhabbetle yaratılan birinde
sevgisizlik, samimiyetsizlik olabilir mi? Sevgiden başka hiçbir
şey olmaz.
O yüzden biz böyle haftada bir defa, iki defa burada
buluşup, konuşup; mangalda köz bırakıp, bu dernekten çıkıp,
gidiyor değiliz. Yok böyle bir şey.
Hep anda, makamınızla birlikte olduğunuz zaman insan-ı
kâmil hep sizinle birlikte. Çünkü insan-ı kâmile mesafe yok.
Birlikte olacağız.
Birbirimizin yüzüne bakacağız, ALLAH diyeceğiz.
161
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
162
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
AMA İLE ALLAH’A ÂMÂ OLMAK
Allah’a iman etmek,
tüm tecellileri Hakk görebilmek,
tüm tecellileri yaşayabilmekle mümkün.
Allah’a iman etmek; fiili iman etmek öyle kolay bir iş
değil. Fiili iman, sözlü iman etmek değil. Allah’a iman etmek
yani fiili iman; Lâ Fâile İllâllah’ı “İdrak etmek” demektir.
“Anlamak” değil; “Anlamaya çalışmak” değil.
Lâ Fâile İllâllah; “Ben bunu anladım, Her Fiilde Faal
Allah. İşte bak, zikrimi söylüyorum.” demek değildir. İdrak
etmek başka bir şeydir. Ne zamanki bir salik, Lâ Fâile
İllâllah’ı idrak etti, o zaman Allah’a iman etmiş olur. Bu idrak
edişin, fiili imanın ciddi bir süreci var. Bu süreç; fiilleriyle
iman, sıfatlarıyla iman, zatıyla iman, Cem’de buluşma ve
doğuşu kapsar. Yani tam olarak bir salikin Allah’a iman
etmesi; yani Lâ Fâile İllâllah’ın idrakinin oturması ve yaşam
biçimine dönüşmesi Hazret-ül Cem makamında oluyor.
Buraya kadar bir iman süreci var.
163
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Çünkü Allah’a iman etmek, öyle çok kolay bir şey değil.
Çok ciddi bir şey Allah’a iman etmek. “Ben Allah’a iman
ettim.” demekle değil; tüm tecellileri Hakk görebilmek, tüm
tecellileri yaşayabilmekle mümkün. Tecellileri yaşamak,
“Allah’ı nitelemek” demek. Yani fiillerinizle, sıfatlarınızla,
zatınızla iman edeceksiniz; bunların Hakk olduğunu idrak
edeceksiniz ki Allah’a iman etmiş olasınız. Bu manada fiili
olarak Allah’a iman eden bir insan, o zaman imamı tanır.
Allah’a iman ve imamı tanımak bu süreç içerisinde olacak.
Fena makamlarında Allah önde, peygamber arkada; Beka
makamlarında peygamber önde, Allah arkada. Lâ Fâile
İllâllah’ı idrak eden salik, iman etmiş olacak. Bu idrakin
tamamlanması Hazret-ül Cem makamında. Çünkü Cem’i cem
eden salik, artık orada iman etti mi imamı; kime iman ettiğini,
bu iman edişteki imamın rehberliğini görecek. O zaman tam
olarak Allah’a iman tamamlanmış olacak. Diyor ki ayette: “Ya
Muhammed, ben sana ibadet etsinler diye…” Yani “Benim
ibadete ihtiyacım yok; ibadet sana.” diyor. Muhammed’e
ibadetle idrak, yani Allah’a iman tamamlanmış oluyor. Bu
süreç de Ef’âl makamından Hazret-ül Cem makamına kadar.
Fiili olarak iman etmeyen, yani ef’âlini, sıfatını ve zatını
Hakk’a bezletmeyen hiç kimse imamını tanıyamaz.
Allah’a iman etmeyen bir insan imamını tanıyamaz.
Mümkün değil. İman ve iman ettiği andaki bir, ancak o zaman
algılayabilir imamı; yani Pir’i; yani Peygamber Efendimizi.
Fiili olarak Allah’a iman etmeyen, yani ef’âlini, sıfatını ve
zatını Hakk’a bezletmeyen hiç kimse imamını tanıyamaz.
İman etmedi ki imamı tanısın. O zaman camiye; orada
imamlar var, müezzinler var; yani şeriata. Hakikat boyutunda
164
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
iman ettiğiniz an, karşınıza imam çıkar. İman ettiğiniz an, Pir’i
tanırsınız. O ayet orada devreye giriyor: “Sana ibadet etsinler
diye…” Allah’ın ne ibadete ne kurbana ihtiyacı var. Burada
işaret ettiği, o seyr-i sülûku kim öğretiyor, kim tevhit
ettiriyorsa imam, o.
İnsan-ı kâmilden doğmak; imanı, imamı birlemek demek.
Lâ Fâile İllâllah’ı idrak etmeyen, Allah’a iman etmiş
olamaz; iman etmeyen de imamı tanıyamaz. Dikkat
ederseniz nasıl zevk ediyorduk? Ef’âl ayrı, Sıfat ayrı, Zat
ayrı… Biz dedik ki yok, bunların üçü “Bütün”; “Bütün”
bakacağız. Bu bütünlüğü geliştiriyoruz ve Hazret-ül Cem
makamına kadar bütün bakacağız. O bütünlükte Pir ortaya
çıkacak. Pir’den doğmak demek; insan-ı kâmilden doğmak;
imanı, imamı birlemek demek. Zaten onlar bir; biz görmüş
olacağız orada. Bakın hepsi birbirleriyle zincirleme gidiyor.
Aslında bu anlatılanlar, bir bütünü ifade ediyor.
Allah’a iman etmek demek; Lâ Faile İllâllah’ı idrak
etmek demek. İdrak etmek, ama “İdrak etmek” üzerine
tefekkür ediniz lütfen. “Anlamak”, “Uygulamak”
demiyorum; “İdrak etmek.” Yani açtınız gözünüzü Lâ Faile
İllâllah; kapadınız gözünüzü Lâ Faile İllâllah. Her Fiilde Faal
Allah. Anda bile ondan vazgeçmemek. Bunu diğer makamlara
da uygulayın, fark etmez: Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude
İllâllah. Bu idrak, Ef’âl makamında olmak durumunda.
Tekrar tekrar söylüyoruz: Allah’a iman etmek demek, Lâ
Fâile İllâllah’ı idrak etmek demek. Lâ Fâile İllâllah’ı idrak
etmeyen bir insan fiili olarak Allah’a iman edemez; sözlü iman
eder.
165
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Sözlü iman ne demek? “Allah, mevhum.” demek.
Mevcuda iman etmek ne demek? Lâ Fâile İllâllah’ı, Her Fiilde
Faal Allah’ı idrak etmek, şiar edinmek. Pir’in lafıyla şiar
edinmek, idrak etmek demek. Pir bir ilâhîsinde: “Bir kâmil
bana ef’âlin sundu, Lâ Fâile İllâllah şiarım oldu.” diyor.
“Şiar”ın altını çiziyoruz: Şiar, idrak etmek, hayatına geçirmek
demek. Ne demek hayatına geçirmek? Her Fiilde Faal Allah’ı
bir an bile, bir saniye değil, bir dakika değil, bir salise değil,
bir an bile unutmamak demek. Bu, ilk derste olur mu? Olmaz.
Bu idrakin o salikte tam olarak oturması Hazret-ül Cem
makamında oluyor. Bu idrak tam oturduğu zaman o adama
evliya diyorlar. Adamda bir şey kalmıyor orada. Geçmişte
anlatıyorlar ya evliya diye, işte onlar, Hazret-ül Cem
makamını zevk etmiş olanlar. Dolayısıyla ben de önceleri “Lâ
Fâile İllâllah’ı anlayanın…” diyordum. Değiştiriyorum, artık
idrak edenin bu meslekten gitme şansı yok. Çünkü anlayışı, o
cüzi akıl kendine göre yorumlayabilir, çevirebilir. Ama idrak
etmek başka bir şey. Onu herkes kendisi yaşayacak. Ama
tekrar ediyorum; ilk makamda, ikincisinde, üçüncüsünde
olacak demiyorum. Bu oluş, Hazret-ül Cem makamında
bütünleşecek. Kurbiyetten, yani Allah’a yakîn olmadan
bahsediyorum. Bir tek ayeti, beş makam üzerinden hayata
geçirme zevkini anlatıyorum şu anda. Farklı farklı da
bakabiliriz Hazret-ül Cem makamına kadar… Orada
bütünleştiğiniz zaman, imanınız tamamlanıyor, imamı
tanıyorsunuz; artık gözünüz açılır, kulağınız duyar. Orada
kurbiyet tamamlanmış oluyor.
İşte o kurbiyet tamamlandığında o zaman Allah: “Ben
kulumu sevdim mi o kulumun gözünden gören, dilinden
166
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
konuşan, kulağından duyan, elinden tutan, ayağından
yürüyen ben olurum.” diyor. Nerede? Lâ Fâile İllâllah’ı idrak
edip, iman etmiş olanda.
Allah’a kendi ipinizle mi Allah’ın ipiyle mi bağlısınız?
İman etmek çok zor, ama çok tatlı bir iş. İman ettiniz mi
işte o zaman tamam. Öbür türlü imanda böyle kıl kadar bir
şeyler (cüzi akıl) kalırsa tam olmuyor o iman. İşte o zaman
anlatıyorlar: “Allah’a bir kendi ipiyle bağlı olanlar var, bir de
Allah’ın ipiyle bağlı olanlar var.” diye. Bu kendi ipiyle bağlı
olanlar sıkıştığında kaçar gider, sonra yine gelir. Kendi ipiyle
Allah’a bağlı olmak ne demek? Kendi ipiyle bağlı olan, yorum
yapar, sebep bulur, kendini haklı çıkartacak bir şeyler bulur.
Bu ip, işte kendi ipidir. Herkes kendi ipini kontrol etsin. Ef’âl
makamındaki de bunu kontrol edebilir, Zat makamındaki de.
Hazret-ül Cem makamındaki salikin zaten görmesi lâzım artık.
Yaşadıklarınızla ilgili sebepler, kendinizi haklı çıkartacak bir
şeyler buldunuz mu bilin ki kendi ipinizle Allah’a bağlısınız.
İmanda daha bir sakatlık var, daha güçsüzlük var. İmansızlık
demiyorum; güçsüzlük var, güçlendirmek lâzım onu. Neden
hep Sıfat makamında bu sebepler üzerinde duruyorum? İp
aramayın, ip sizde zaten. Kim ki bir sebep buluyor, ne yapmış
oluyor? Kendi ipiyle bağlanmış oluyor. Mesela, “Sigarayı
bırakacağım” diyor; iki gün içmiyor; üçüncü gün yakmak için
bir sebep buluyor. O da Lâ Fâile İllâllah, bize bir sorun yok.
Benim işim size rehberlik etmek, anlatmak. Bana bir şey yok,
bana bir sorun yok. Benim işim anlatmak. Zaten bunun için
buradasınız, ben de anlatayım diye. Tefekkürümüz bundan
sonra bunun üzerine olsun. Ef’âl’den Hazret-ül Cem’e kadar
167
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bütünlüyoruz. Kurbiyet zaten o: Allah’a yakîn olmak;
kurban olmak. O bütünlük içerisinde iman olacak.
Salik fiili iman etti mi bitti. Rahat artık, hiçbir şey kalmaz
onda. Ne vesvese kalır ne geçmiş kalır ne gelecek kalır ne
zahir kalır ne bâtın kalır ne evvel kalır ne ahir. İman etti mi
ondan sonra önünde artık nübüvvet makamı var. O iman eden
salikin evveli, ahiri, bâtını, zahiri “bir” olur; artık Muhammed
ümmeti olur o. Evveli, ahiri, bâtını, zahiri birleyen, her fiilde
fail olur.
İmamsız iman olamaz.
İmamsız iman olamaz. Tevhit etmenin yolu bu. İdrak
edeceğiz. Bunun üzerine tefekkür edeceğiz. Şimdiden
başlayacağız. Geleceğimiz yer orası. Biz Ef’âl makamında
başlıyoruz. Ef’âl’de, Sıfat’ta biraz daha rahatsınız, hoşgörü
var; Zat’ta ölüm var. Zaten Beka’da söylenecek bir şey yok.
Zat makamında başlıyor iş. Çünkü artık Zat makamında fiili
iman; ef’âlle, sıfatla, vücutla Allah’tan başka hiç bir şey
olmadığı bilincine ulaşılmakla gerçekleşmiş oluyor. Böylelikle
o salik, velâyet yoluyla peygamberliğin devam ettiği bilincine
ulaşmış oluyor.
Artık imamını görme yolunda o salik,
imamı görecek. Onun için ona orada veli diyorlar. Onun için
Zat makamında salik, insan-ı kâmil. İman etti ve o iman,
imamı görüşe getirecek artık onu. Velâyet yoluyla
peygamberliğin devam ettiğini anladı manada.
Peygamberlerin iki yönü var: Peygamberlik ve Velilik.
Peygamberlerin iki yönü var: Bir peygamberlik, bir velilik
yönleri. Velilik yönleri, peygamberlik yönlerinin üstünde.
Aman ha, demiyorum ki veliler, peygamberlerden üstün.
168
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
O peygamberlerin velilikleri, peygamberliklerinden üstün;
veliler, peygamberden üstün değil. Dolayısıyla velâyet yoluyla
peygamberliğin devam ettiğini; yani o Peygamber
Efendimizin, Hz. İbrahim’in dininin devam ettiğini; o
öğretinin devam ettiğini ve o öğretenin kim olduğunu anlıyor
adam artık Zat makamında. İmamla artık tanışma yoluna
gidiyor. O tanışma Hazret-ül Cem makamında. Diyorlar ya
“İnsan-ı kâmilden doğuyor” diye. Artık doğduğu zaman, orada
karşısındakiyle, yani o rehberle tamamen velâyet yönüyle
konuşuyor, hareket ediyor. O bilince gelmiş oluyor. Çünkü
salik, o insan-ı kâmilin hep velâyet yönüyle muhatap
olmak durumunda ki nübüvvete geçebilsin; ümmet
olabilsin. Peygamberin ümmeti orada oluyor. Ne demek
peygamberin ümmeti? Peygamber gibi yaşayan demek. Aynı.
Orada tanışıyorsunuz, orada işiniz bitiyor ki onun hep velâyet
yönüyle hareket ediyorsunuz ki onunla huzurda oluyorsunuz.
İman etmek ciddi iş. Böyle yaptığınız zaman Allah:
“Benim gök kubbemin altında öyle kullarım vardır ki onlar
her zaman; otururken, yatarken, yürürken ve dahi her şartta
beni zikrederler.”30 diyor. “Her şartta…” Ne demek bu? Her
şartta namaz kılınmadığına, her şartta oruç tutulmadığına,
canımız istediği zaman Hacca gidilmediğine göre? Şerri
kurallar değil burada bahsettiği; zikretmekten bahsediyor: Lâ
Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah…
Allah ile Allah olmaktan bahsediyor. Dolayısıyla salik iman
ettiği zaman öyle bir yere geliyor ki artık cifeyi, yani pisliği
dahi Hakk görüyor. Bu olmaya, böyle olmaya çalışıyoruz;
iman edeceğiz. Ama iman edeceğiz! Öyle göklerdeki bir ilâha,
30
Âli İmrân, 191
169
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
mevhum (buharlaşmış) bir Allah’a, “Sana iman ettim, seni
seviyorum.” diyerek değil.
Yaşamınızın her anında, her ne yapıyorsanız insan-ı kâmil
bilir. Bu bilinçle yaşayabilir misiniz? Biliyor ve görüyor.
Haydi bakalım gelin de şimdi buna iman edin. Her anı biliyor
ve görüyor. İnsan-ı kâmile ne yalan söyleyebilirsiniz ne
eveleyebilir ne geveleyebilirsiniz. Hiçbir şey demez, ama bilir
hepsini. Ama bu bilişi, böyle Amerikan filmlerindeki gibi bir
biliş olarak görmeyin. Böyle gözünü kapatıp da “Vay siz ne
yapıyorsunuz?” diyerek değil. Hatta fiillerinizi, yaptığınız
fiillerin dışındakileri de içindekileri de yapmadıklarınızı da
bilir. O derinliklerdekini de bilir. Bilen kim? Allah; insan-ı
kâmil. İnsan-ı kâmil, Zat makamında gitmiş; bu söylediğim
evreleri geçmiş. Hani nerede insan-ı kâmil? Adı onun insan-ı
kâmil. İşte isim verilmiş anlatmak için insan-ı kâmili. Hepimiz
kâmil insan olmak için uğraşıyoruz. O gelir, anlatır. Bazılarını
kullanır; bazılarını söyler, bazılarını söylemez. Çoğunluğunu
üstü kapalı söyler. Neden? Çünkü bunlar irşat yöntemleri. İrşat
olacaksınız. Haydi, yaşayın bakayım. Unutmasanız yaşayabilir
misiniz? Nasıl yaşayacağız? İşte makamınıza göre. Her Fiilde
Faal Allah… Mevsuflarda faal olan, O; sıfatlar Hakk’ın…
Vücut, zaten Hakk’ın.
Ama dediniz, oldunuz Allah’a âmâ.
Her Fiilde Faal Allah… Başınıza bela geldiğinde orada da
faal olan Allah değil mi? Bugün patron çağırdı; maaşın üç bin
lira, dedi. Oh, Lâ Fâile İllâllah… Akşama kadar müşteriler
arıyor; siparişler alınıyor. Oh, Lâ Fâile İllâllah… Çok güzel.
Ee, patron üç ay maaş vermiyor, ne olacak şimdi? Orada Lâ
Fâile İllâllah değil. Başlıyoruz o zaman: “Lâ Fâile İllâllah,
170
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
fakat; Lâ Fâile İllâllah, lakin; Lâ Fâile İllâllah, ama…”
Ama dediniz, oldunuz Allah’a âmâ. Lâ Fâile İllâllah’tan sonra
ama dediniz mi Allah’a âmâ olursunuz; iki göz de gitti.
Ama dediniz, oldunuz Allah’a âmâ. Gözlükleri taksanız,
pırıl pırıl silseniz de Lâ Fâile İllâllah’ın sonuna “ama”
dediğiniz zaman Allah’a oldunuz âmâ. Hiç beklemeyin iman
edeceksiniz diye. İman nerede, ama nerede? Biz niye
buradayız? Biz, ama dememeye çalıştığımız için buradayız.
Diyeceğiz de… Ama’sız da halledeceğiz bu işi. Mesele yok;
gayret ediyoruz, yapmaya çalışıyoruz, istikrarlıyız, buradayız.
Burada istikrarınız varsa tamam, veliyiz, olacaksınız. Daha
sonrası veliliğin mertebeleri ile ilgili olaylar. Allah’ın tecellisi
ile ilgili bir şey. Biz, “Lâ Fâile İllâllah, ama…” dememeye
gayret edeceğiz. O “ama”ları içimizde halledeceğiz.
Dışarıda bir şey yok arkadaşlar. Hepsi kendinizde, burada.
Bak ne yapıyorsunuz namazda selam verirken? “Esselamün
aleyküm ve rahmetullah” deyip, kendinize (omuz başına)
bakıyorsunuz. Öyle göklerde bir şey yok arkadaşlar. Ne varsa
kendinizde, ama dediğiniz an, o “ama”dan sonra bakacağınız
yer, karşısı.
Allah’a iman etmek, Lâ Fâile İllâllah’ı idrak etmek demek.
Haydi, hep birlikte idrak etme yolunda gayrete devam
ediyoruz, gayretleri de kendimizden bilmiyoruz.
171
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
172
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
BİLENLE BİLMEYEN BİR OLUR MU?
Allah’ı bilmek,
fiilde faal olanı seyretmektir!
Allah’a iman etmek çok ciddi bir iş. Ne zaman birine
kızdınız, birinin işine karıştınız, Allah’a iman etmediniz;
Allah’ın işine karıştınız. Çünkü göklerde bir yerde Allah yok.
Karşınızda faal olan, O. Kiminle konuştuğunuza, nasıl
yaşadığınıza dikkat edin. Tarikatların işi kolay. Beş vakit
namaz kılıyorlar, geceleri de on rekât fazla kılıyorlar. Bizim
öyle değil. Bizim her an Allah dememiz gerek… Zaten başka
da kurtuluş yok; her anda Allah demek; her anda fiilde faal
olanın bilinciyle yaşamaktan başka. İşte zaten o zaman oldu.
O da zaten bu seyr-i sülûkun sonuyla ilgili bir şey; yani
geleceğiniz nokta.
Seyr-i sülûkta olan dingin olur, rahat olur. Ona baktığınız
zaman çok dingin, rahat, ferah görürsünüz. Neden? Çünkü
artık o Allah’a iman etmiştir. Sözle değil, yaşarken.
Karşılaştığı her fiilde faal olanı bilerek yaşıyordur o. Ee, o
zaman zaten bitti ki… Kimseye diyemezsiniz “Gözünün
173
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
üstünde kaşın var…” diye. Bakın bitti. Ben öyle diyordum ilk
derslerde, “Beka makamlarına bir geleyim, dağıtacağım
ortalığı, herkese ben söyleyeceğim…” diyordum, ama öyle
olmuyor. O makamlar sizden tecelli ettiği zaman kimseyle
kavga etmenize gerek kalmıyor. O dinginlik, gerçekten
makam sizden tecelli ederse karşı tarafa yansıyor. O
dinginliğe, karşı taraf uyum sağlayamasa bile susuyor. Neden?
Çünkü orada adama diyorsunuz ki: “Sen bilirsin.” Mesela
yanınıza gelmiş adamın biri ve içi yanıyor, ateş. Ne
yapacaksınız onu? O ateş size bulaşacak; “Sen bilirsin”
diyeceksiniz adama. Susup, gidecek. Kime diyorsunuz “Sen
bilirsin” diye? Adama mı? Allah’a diyorsunuz. Hani adam
nerede? “Sen sus, ben bilirim.” dediğiniz zaman, kime “Sus!”
diyorsunuz? Direkt olarak Allah’a. “Ya Efendim, şimdi biz
köle mi olacağız?” Allah kimseyi köle etmez arkadaşlar. Siz
öyle deyin, Allah’ın karşısında hiç kimse duramaz. Siz o
bilince ulaşın, bakın ne oluyor. Adama dediniz mi “Sen
bilmiyorsun” diye, Allah’a diyorsunuz “Sen bilmiyorsun” diye
-fena makamlarından konuşuyoruz-. Diyorsunuz ki: “Ben daha
iyi bilirim.” Kime diyorsunuz? Allah’a diyorsunuz “Ben daha
iyi bilirim.” diye.
Yazın güneş batarken gökyüzüne bir bakın; gurup diyorlar
ya oraya bir bakın. O renk tonlarına bir bakın; bir sürü renk
tonu var. Herkes görmüştür gurubu. Hangi ressam o boyadan
daha iyi yapabilirse siz de birine dersiniz ki “Ben daha iyi
bilirim.” Sen eğer o gökyüzündeki tablonun daha iyisini
çizebilirsen de ki karşıdakine, “Ben biliyorum.” Kimileri
bilmediği halde kulaktan dolma bilgilerle gelir, ustaya işini
öğretir. İşte o, Allah’ı bilse ehline bırakır, susar. Siz
174
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
biliyorsunuz artık. Siz, “Tamam” diyeceksiniz. “Böyle de
olabilir, şöyle de yapsak olabilir.” diyeceksiniz. Çünkü ayette
ne diyor: “Bilenle bilmeyen bir olur mu?”31 Herkes bunu nasıl
anlıyor? İşte o Kur’ân’ı bilen, ayetleri bilen, hadisi bilen, daha
çok kitap okuyan; bilen. Bunlara sahip olmayan da
bilmeyen… Yok öyle bir şey. O ayetin bir tek şerhi var
arkadaşlar: “Allah’ı bilenle bilmeyen bir olur mu?” O ayetin
başka bir şerhi yok. Onlar kendilerini aldatıyor. Onlar cahil;
ayetin şerhi çok basit: “Allah’ı bilenle bilmeyen bir olur
mu?”
Allah’ı bilmek; bir insan-ı kâmil bulup, ona biat edip, onun
feyziyle Lâ Fâile İllâllah’ı hayatınıza geçirmekle başlıyor.
Ancak bir Melâmî insan-ı kâmili ile Allah’tan başka hiçbir şey
olmadığı bilincine ulaşabilirsiniz.
“Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı” bilincine,
ancak bir Melâmî insan-ı kâmili ile ulaşabilirsiniz!
Allah ile kul arasında yetmiş bin perde var. Her makamda
on bin perde kalkıyor. Şimdi geldiniz insan-ı kâmili buldunuz;
size Ef’âl makamını verdi; Allah ile aranızdan on bin perde
kalktı. O her bir perde, Arap atıyla beş yüz yıl gitmek ile
geçiliyor. Geçtiğiniz yola bakın. Hani diyor ya Mevlânâ
Hazretleri: “Daha önce bu yola çıkmış olanları sen geçersin.”
O fiilde faal olanı biliyor da ondan öyle diyor. Pir çünkü.
Bakın Arap atına biniyorsunuz, beş yüz yıl gidiyorsunuz, bir
perde. Bir perde, beş yüz yılda. Ee, yetmiş bin perde var. Her
makam on bin perde. Düşünün!.. Buldunuz insan-ı kâmili,
artık çarpın, on bin çarpı beş yüz yıl. Yükseldiğiniz yere bakın.
31
Zumer, 39
175
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Çünkü eskiden nasıl yapıyorlarmış? Melâmîlik tarikatın
içerisindeymiş. Adam ilk önce nefs yoluyla eğitiliyormuş; işte
nefs-i emmaresi, mülhimesi, raziyesi, safiyesi… Sonra
geliyormuş. Nereye? O dediğim makama geldiği zaman adam
ne yapıyor biliyor musunuz? Suyun üstünde yürüyor. Tayyi
mekân yapıyor, gidiyor beş vakit namazını Kâbe’de kılıyor.
Düşünceleri okuyor. Vahşi hayvanların sütünü sağıyor.
Aslana, kaplana biniyor at gibi. Adam o mertebeye geliyor. O
zaman Melâmî insan-ı kâmilleri bu yolla eğitiyorlarmış;
onların içerisinden o mertebeye gelmiş birini seçip, Ef’âl
makamını veriyorlarmış. Bugün onları yapan birine tanrı diye
taparlar. Suyun üstünde yürüyecek adam, tayyi mekân
yapacak, aslanın üstüne binecek, yılanı kamçı olarak
kullanacak… Böylelerine tanrı diye tapmışlar zaten geçmişte
de. Çok tanrılı dönemde neler olduğunu zannediyorsunuz.
Ef’âl makamındaki herhangi bir salik, herhangi bir tarikatta
direkt olarak şeyhlik yapabilir. Direkt. Ne zaman? İşte Ef’âl
makamındaki salikin Allah perdesini kaldırırsa o zaman, direkt
onların üstünde çünkü. O ayet işte buraya geliyor: “Bilenle
bilmeyen bir olur mu?” Öyle biliyor işte. Sonra o iki gözümün
nuru Pir Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri geliyor;
Melâmîliği o tarikatlardan ayırıyor. “Adam zaten on sekiz bin
âlemden süzülüp gelmiş; beni, yani insan-ı kâmili de bulmuş,
direkt Ef’âl’i verirsin.” diyor Pir. Zaten gelmiş olmak bir yol,
yani uzun bir yol. Taa böyle o güneş sisteminden, yıldızlardan
süzülüyorsunuz, atmosferden içeri giriyorsunuz, toprağa
düşüyorsunuz.
İlk önce madenlere, sonra toprağa
geliyorsunuz; sonra topraktan bitkiye, bitkiden hayvana
geçiyorsunuz. Hayvandan babanız yiyor, babanızdan da
annenize geçiyorsunuz. Sonra annenizden dünyaya
176
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
geliyorsunuz. Süzülüp, geliyorsunuz. İşte böyle çok
avukmamış olanlar, gecikmemiş olanlar insan-ı kâmili
bulduğu zaman onlar hemen rapt oluyorlar. Bazıları gecikmiş
oluyor. İşte ottan hayvan yiyor, hayvan yemeden diyelim ki
babaya geçiyor. Mesela adam kısır, ölüyor, tekrar toprağa
karışıyor, ondan sonra tekrar bitkiye geçiyor, bitkiden tekrar
hayvana geçiyor, hayvandan ondan sonra geliyor orada
toprakta, bakırda vesairede takılıp kalıyor; demirde takılı
kalıyor adam, çok sert. Sert derken mizacı sert anlamında
demiyorum. İnsan-ı kâmili tanıyamıyor. Orada sert. Ondan
sonra avukmuş oluyor adam, gecikiyor da gecikiyor. Ehadi
seyirler, onlar gecikmezler, bir defada gelirler.
Tüm peygamberler ve Allah’ın velileri, bir tek şey
anlatmak için geldiler: “Göklerde bir yerde bir Allah yok!”
Bakın, bütün peygamberler ve tüm Allah’ın velileri bir tek
şey için geldiler: “Göklerde bir yerde bir Allah yok!” Bunu
anlatmak için geldiler. Yani Peygamber Efendimize
peygamberlik geldiğinde Kâbe’de o kadar put varken o
dönemdeki insanlar Allah’a inanmıyor değillerdi. Allah’a
inanıyorlardı. O putları da Allah’a yakınlaştırıcı olarak
görüyorlardı. Yakîn olmak olarak görüyorlardı. İnsana
peygamber geliyor. Ee, şimdi burada var mı inanmayan? Yok,
herkes inanıyor. Putları var mı? Var. Allah’tan başka
baktığınızda ne görüyorsanız o gözün putu, o. Baktınız şimdi
bakkala, bakkal gördünüz; put. Kızınıza baktınız, kız
gördünüz; put. Hanıma baktınız, hanım gördünüz; put.
Arabaya baktınız, araba gördünüz; put. Milyarlarca putunuz
var bakın. Aynaya baktınız; kendinizi gördünüz; çok büyük
put. İnsan-ı kâmile baktınız; Ümit gördünüz; daha da büyük
177
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
put. Zaten aynaya baktığınızda kendinizi geçemiyorsanız
insan-ı kâmili göremezsiniz. Bunların temeli de bu Lâ Fâile
İllâllah’ta.
“Salik biat eder; Ef’âl makamına gelir; Her Fiilde Faal
Allah. Ondan sonra fena-i Ef’âl; anlamaya başlar Her Fiilde
Faal Allah olduğunu. Ondan sonra tecelli-i Ef’âl; tecelliler
başlar salikte. Bu tecellilerden sonra salik, Ef’âl cennetine
girer. Artık içine bir rahatlık gelir…”Yani ilk derste bunlar
anlatılırdı. Bunlar da anlatılmaya devam ediliyor. Biz
mevhumdan kurtarmak için daha ilk başta daha bu şekilde yola
çıkmaya çalışıyoruz.
Aklın aklı, insan-ı kâmildir.
Bakın, Her Fiilde Faal Allah. Bütün kurgulardan
kurtarıyoruz. Dünyadan kurtaracağız. Dünya ne? Allah’tan
başka ne görüyorsak bizim dünyamız o. Bu aklımızla bu işler
olmuyor. İşte ondan sonra anlatıyor insan-ı kâmil, “Üç tane
akıl var…” diye. Bu akıllardan birincisi, akl-ı maaş. Ne aklı
maaş? İşte aklı maaş; “Ev kirası, elektrik faturası, kredi
kartları, öyle yapacağım, böyle yapacağım…” Gününüzün ne
kadarını bu akılla geçiriyorsunuz siz biliyorsunuz. Yüzde
doksan sekizi mi yüzde yüzü mü? Akl-ı maaşla bu iş olmuyor.
Bakın ilk akıl bu: Akl-ı maaş. Ondan sonra ikincisi, akl-ı
miat.
Nedir akl-ı miat? Akl-ı miat şu: Hiç ölmeyecekmiş gibi
çalışacaksın, yarın ölecekmiş gibi ibadet edeceksin. Miat,
“zamanlı” demek. Hiç ölmeyecek, bakın ne kadar güzel bir
şey. Bakın biz bunu da kabul etmiyoruz. Daha doğrusu kabul
etmiyor değiliz. Bunun da üzerine çıkmak için uğraşacağız.
Ef’âl ve Sıfat makamında salik buraya gelir. Yani aslında Ef’âl
178
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
makamı, akl-ı maaştır, biraz karışıktır. Sıfat makamında akl-ı
miada geçmesi lâzım. Zat makamındaki adamın aklı kalmaz.
Akl-ı miat; hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıyoruz, yarın
ölecekmiş gibi ibadet ediyoruz. Namazını kılıyor, işte artık
onların yetişmişleri seccadeyi atıyor, sabahlara kadar namaz
kılıyor. Biz ne yapıyoruz? Akl-ı kül’e, küllî akla geçiyoruz.
Aklın aklına geçiyoruz. Aklın aklı, insan-ı kâmildir. Ne
kadar kendi aklınızla hareket ediyorsunuz? Ne kadar aklın aklı
ile hareket ediyorsunuz? Tartın kendinizi işte. Ben ne bileyim?
Bilsem de demem. Bizim işimiz rehberlik, anlatmak. Biz şimdi
o aklı değişeceğiz, o aklı siz bana vereceksiniz. Böylece külle
geçmiş olacaksınız. Akıllarınızı istiyorum! Çünkü Allah ve
makamlar aklın ötesinde, arkasında! Akıllarınızı istiyorum!
Olur mu böyle bir şey? Bizim keramete ihtiyacımız yok.
Allah’ın bir velisi, kuşun kafasını koparıyor, tükürüklüyor,
uçuruyor… Bunlar inanın çocuk oyuncağı. Neye göre? Haydi,
çıkın sokağa. Deyin ki insanlara: “Bu sokakta bildiğiniz din
var ya bu din Allah’ın dini değil, Peygamber Efendimizin dini
değil!” “Ya ne?” diyenlere deyin ki: “Peygamber Efendimizin
dinini ben biliyorum ve bu dini insanlara öğretmekle yetkili
memurum. Gelin ben size öğreteyim!” Bundan daha büyük
keramet olabilir mi? Ben onu yapıyorum şimdi. Ne olacak bir
kuşun kafasını koparıp, tükürükleyip, uçursam? Değil mi? Ne
olur ki yani? Haydi, siz gidin, birini bana getirin. Deyin ki,
“Bir tane adam var, bu sokaktaki din Allah’ın dini değilmiş,
Peygamber Efendimizin dini değilmiş, diyor. Bu adam size
Peygamber Efendimizin dinini öğretecek, yetkili belgeliymiş.
Gelin, sizi ona götüreyim.” deyin, haydi. Daha büyük bir
keramet olabilir mi ya? Pir dolarsa içinize, burada Pir varsa
179
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
olur. Sizin de bir şey yapmanıza gerek yok. Sizden gelecek
olan adam sizi bulur, gelir zaten. Yine siz getirmezsiniz. Daha
büyük keramet hiç kimse aramasın. Burada oturuyoruz şimdi,
hani aklınızı istiyorum ya zaten sizin aklınız yok, olsa buraya
gelmezdiniz. Zaten yok. Yani yok derken Ezel-i Ervah’tan bu
iş böyle. O akl-ı kül bir şekilde sizde, derinlerde var. Onun
için buradasınız. O kadar hayvan ahlâkı, bu kirlenmişlik tam
onu örtemiyor. İçlerde, derinlerde o sesi duyup, geliyorsunuz.
Biz o sesi, o derinlerdeki sesi üste çıkartacağız.
Bir yerde Şems olmak kolay, mürşit olmak kolay da
Mevlânâ gibi talebe bulmak zor, Allah nasip eder inşallah.
Bütün bunları niye anlatıyorum. Çok ciddi bir iş bu Lâ Fâile
İllâllah. Hani sahabeler demişler: “Ya Allah’ın Resulü,
savaşları kazandık.” Peygamber Efendimiz de: “Bunlar küçük
savaştı, şimdi büyük savaş başlıyor.” demiş. Onlar da demişler
ki: “Hallettik işte hepsini. Ne savaşı?” “Kendimizle olan
savaş başlıyor. Büyük savaş o.” demiş.
Kim ki insan-ı kâmili bulup, Lâ Fâile İllâllah’a geldi;
işte onlar büyük savaşa geldi!
Allah’ı bilmek, fiilde faal olanı seyretmektir!
180
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
SEVGİLİYE SEVGİSİZ GİDİLMEZ
Eşyaya, Peygamber Efendimizin baktığı gibi
bakabilmek için
her fiilde faal olanı seyretmek gerekiyor.
Sevgiliye sevgisiz gidilir mi? Hem sevgili istiyorsunuz hem
sevgi yok. Neredesiniz o zaman siz? Ateştesiniz! Sevgiliniz
orada; gideceksiniz. Nasıl gitmeniz lâzım ona? Sevgiyle!..
Bakın adı üstünde: “Sevgili.” Sevgiliye sevgiyle gitmeniz
lâzım. Öyleyse bu ne hiddet bu celal? “Hiç” olmak için
uğraşıyoruz.
Pir, hepsinin Kızıldeniz’ini yardı, ortadan ikiye böldü, ama
firavunlar hep geçti karşıya. Bir sürü firavun var, Samirî var.
Pir, “Ben bir Tur’a çıkıyorum, bekleyin!” dedi. Pir, ölmedi;
Tur Dağı’na çıktı. Kim diyor Pir öldü diye? Nasıl ki Allah Hz.
Musa’yı çağırdı; o da Tur Dağı’na çıktı; aynı ikisi de. Dedi ki
Pir talebelerine, “Ben Tur'a çıkıyorum, bekleyin!” Hz. Musa
elinde emirlerle döndüğü zaman ona tâbi olanları nasıl buldu?
Buzağıya tapar buldu. İşte Pir şimdi döndü Tur'dan, elinde
hüccetle. “On Emir” yerine “Hüccet” var şimdi. Pir geri
181
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
döndü, Tur'dan indi. Bir yere gittiği yok Pir’in. Döndü, ama
işte bir sürü buzağıya tapan var; bir sürü Firavun var. Aynı…
Bakın buzağıya tapanlar ve bu sorunları çıkartan firavunlar,
Hazret-ül Cem ve Cemm-ül Cem makamındadır. Çünkü daha
aşağıda olamaz.
Pir bir yere gitmedi, Tur'a çıktı. Hangi Tur? Artık ister dağ
deyin, ister tur deyin; ikisi de olur. İndi Tur’dan; emirle,
hüccetle geri geldi. Pir burada, ama buzağıya tapıyorlar.
Herkesin bir buzağısı var işte. O ilim, Ef’âl makamından
Cemm-ül Cem makamına kadar olan ilim, buzağı oluyor,
canlanıyor.
Biz sevgiliye gitmek için yola çıktık. Neyle gidiyoruz
sevgiliye? Sevgiyle. Neyi seveceğiz? Fiilde faal olanı
seveceğiz, onunla samimi olacağız. Eğer bu fiilde faal olanla
samimi olmazsak onu seyretmezsek Hazret-ül Cem ve
Cemm-ül Cem makamlarında firavunlar ortaya çıkar.
Hem de Lâ Fâile İllâllah kılıcıyla çıkıyor o firavunlar. Böyle
normal kılıçla çıksa yine iyi. Lâ Fâile İllâllah ilmi kılıcıyla
çıkıyorlar; işte onlar zındık. Normal kılıçla karşınıza çıksa
adam, en fazla kafanızı keser, o da önemli değil. “Bu akıl da
dönüşüyor.” diyorum ya akıl da dönüşüp, o hale geliyor.
Kendini katleder, başka kimseye bir şey yapamaz. Onlar bu
mesleğe zarar veremezler; kendilerine verirler ancak. Pir’in
umurunda mı işte bak biz oturduk burada, Allah diyoruz. Biz
samimi olacağız, fiilde faal olanı seyredeceğiz. Bunu yaptık
mı zaten iş temelden bitiyor.
Her Fiilde Faal Allah zevki sizde oluştu mu işte o
samimiyet, ama ayağınıza basınca da samimi olacaksınız.
Mesela paranız yok; oradaki tecelliyi de seyredeceksiniz. Zor
182
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
durumdasınız; onu da seyredeceksiniz. “Başına gelen beladan
en az yediğin ekmek kadar zevk alacaksın.” diyorlar ya…
Onunla samimi olacaksınız.
Tevhide götüren, tekliğe götüren, Ehad’a götüren ikilik:
Fiilde faal olanı sevmek.
Fiilde faal olanı sevmek ikilik, ama çok güzel bir ikilik.
Dünyanın en güzel ikiliği bu. Adamı tevhide götüren, tekliğe
götüren, Ehad’a götüren ikilik bu. Bu ikiliği seviyorum. Bu
nakıslığın benim başımın üstünde, benim gönlümün ta
ortasında yeri var. Bu nakıslık, tam bir nakıslık yani. Ona
insan-ı nakıs diyorlar. Bu evrenin en güzel ikiliği, en güzel
eksikliği. Nice tamdan daha güzel bir eksik bu. Sevmeden
olmaz. Yoksa ateş işte…
Deniz kenarında yürüyün; bakın o denizin içindeki taşlara.
Yusyuvarlak, tortulanmış taşlar görürsünüz denizin içinde.
Alın o taşı elinize, sivriliği gitmiş, o sertliği de gitmiş,
tortulaşmıştır. Bir tane daha alın, vurun ikisini birbirine; ateş
çıkar. Vurdunuz mu ateş çıkar. O ikilik, içinizde gitmediği
sürece sizden de ateş çıkar. Ateş çıktı mı Allah yok işte. Ateşte
de faal olan Allah, ama o kendisi değil işte. Samimi olacağız
arkadaşlar, bu fiilde faal olanla. Seyredeceğiz! Ama o kadar
zor ki? Bu fiilde faal olan geliyor, diyor ki size: “Bu evin hali
ne, bu yemek tuzsuz, bu böyle, bu şöyle…” Haydi, seyredin
bakalım bunları da… Ya da siz: “Onu öyle yaptın mı bunu
böyle yaptın mı? Nereye gidiyorsun? Ne yapıyorsun? Üstün
ince, kalın giyin…” diye başlıyorsunuz söylenmeye. Fiilde faal
olanı nasıl seyrediyorsunuz? Karışıp, duruyorsunuz devamlı.
Durmadan müdahale ediyorsunuz. O da sevgi değil. Ya
çocuğunuzu ikaz ediyorsunuz; bu sevgi değil mi? Değil.
183
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Sevgi değil. Çok zor, ama en azından gayret edeceğiz,
seyredeceğiz; ilmen yakalayacağız bunu. Bu manada, yani bir
mukarrabinin Ef’âl makamını zevk etmesi noktasında, Pir sık
sık, “Ef’âli zevk eden mi var?” derdi. Ama bu, en üst noktada.
Yoksa buradaki herkes Ef’âl makamını zevk etmiştir, geçmiş
olan bir şekilde bir ucundan yakalamıştır.
İlm’el yakîn, ayn’el yakîn, Hakk’el yakîn
Geçtiniz Ef’âl’i, bitti; geçtiniz Sıfat’ı, bitti; geçtiniz Zat’ı,
bitti… Yok böyle bir şey. Bunlar yakîn dereceleri: İlm’el
yakîn, ayn’el yakîn, Hakk’el yakîn. Geçip de bitmiyor bunlar.
İlminden yakîn oluyorsunuz. Kendisinden, görüntüsünden,
sıfatlarından yakîn oluyorsunuz; ayn’el yakîn oluyor o. İşte
artık ona yaklaştınız, onu gördünüz, tamam; o, Hakk’el yakîn
oluyor ki tam değil. Bu üç tane yakîni bir yerde topluyorsunuz.
Birini geçtiniz de bitti, geride kaldı değil. Ef’âl, Sıfat ve Zat…
Sizde var hepsi, nasıl geçip bırakıyorsunuz? Hayatınızda hiç
deniz görmemişsiniz diyelim. Televizyon seyrediyorsunuz,
orada denizi görüyorsunuz. Anlatıyorlar denizi; uçsuz
bucaksızdır, diyorlar; dalgaları gösteriyorlar. İçinde balıklar
var, görüyorsunuz. Üzerinde insanlar, tekneler, gemiler
yüzüyor; insanlar balık avlıyorlar. Artık siz denizi
televizyonda gördünüz, biri size anlattı. İlmen bir deniz
olduğunu biliyorsunuz; İlm’el yakîn oluyorsunuz ona. Bir gün
nasip oluyor, atlıyorsunuz arabaya, gidiyorsunuz deniz
kenarına. Orada elinizi suya sokuyorsunuz; iskelede denize
doğru yürüyorsunuz; ayağınızı sokuyorsunuz denize; o iyot
kokusunu almaya başlıyorsunuz orada. O, ayn’el yakîn.
Dokundunuz artık ona. O, ayn’el yakîn. Baktınız olacak gibi
değil, çıkartıyorsunuz üstünüzdekileri dalıyorsunuz denize. O,
184
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Hakk’el yakîn. Ama bakın hâlâ deniz var, bir de denizin
içerisinde siz varsınız. Tam bitmiş durumda değil iş. Hakk
yakîn; denize girdiniz artık, ama iş bitmiş durumda değil.
Televizyonda gördünüz, ilmini öğrendiniz; o, ilm’el yakîn.
Gittiniz, dokundunuz ona, kokusunu aldınız; o, ayn’el yakîn.
Hoşunuza gitti bu deniz; soyundunuz, daldınız içeriye; o,
Hakk’el yakîn, ama daha denizin içerisinde deniz var, siz
varsınız, yüzüyorsunuz… İlm’el yakîn, ayn’el yakîn, Hakk’el
yakîn. O denizden hiç çıkmıyorsunuz, o tortulaşmış taşlar gibi
olmuyorsunuz; yok oluyorsunuz o denizde. Artık görünmez
halde oluyorsunuz. O, Beka’nın ilm’el yakîni; denizde yok
oldunuz, deniz oldunuz. Ne zaman dalga oluyorsunuz, artık o,
ayn’el yakîni. O dalga denize nasıl bakar? Kendinden ayrı
görmez ki. Aslında eşyaya Peygamber Efendimiz gibi
bakmaya başlıyorsunuz. Orada daha başlıyorsunuz onu
yakalarsanız eğer. Bunu Allah'ın velileri: “Bir at ya da deve
idrarını yapmış, ortada bir idrar birikintisi var. Onun üzerinde
bir saman çöpü yürüyor. Kendini deryada, denizde tekne
kullanıyor zannediyorsun...” diye anlatıyor. Daha bu ilm’el
yakîni, ayn’el yakîni halledemeden Cemm’ül Cem makamına
giderseniz bulunduğunuz yer, orası işte. “O idrar birikintisinin
üzerinde kendini denizde kaptan-ı derya zannediyor…”
diyorlar. Ondan sonra, “Ben başım, herkes bana tâbi olacak.”
demeye başlıyor. Orada “İnanç” devreye giriyor.
İnanç, görünmeyene; iman, gördüğüne…
Biz burada o kadar konuşuyoruz. Hiç benden inanç lafını
duydunuz mu? Duymazsınız, ben hep “iman” derim. Çünkü
inanç, görünmeyene, bilinmeyene inanmaktır. Bizim
inançla ne işimiz var? Ben size hep “Biz Müslüman değil,
185
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
misli imanız!” diyorum. İman etmek; gördüğüne, göre göre.
Yukarılardaki bir Allah’a inanmak çok kolay. Gel de buraya,
bize, fiilde faal olana iman et bakalım. İman, gördüğüne;
inanmak yok. İşte ortada görünen bir şey yok. Bizim inançla
işimiz olmaz; çünkü Melamî’nin Allah’ı da peygamberi de
mevcut. Hep inanmaktan ve inançtan bahsederler. Bizim
onlarla hiç işimiz yok, çünkü onlar görmüyorlar, onun için
inanmak zorundalar. Bir inançları olmak durumunda; onlar da
yerlerinde güzel. Şimdi pek çok arkadaş Pir’e inanıyor. Çünkü
Pir yok ortada, gitti; inanç devreye girdi. Buradaki arkadaşlar
ise Pir’e iman ediyorlar. Aramızda küçücük bir fark var. O
kadar küçücük ki yürüyerek aşılmaz bir fark...
İman edenler, imanı uğruna ölmezler; dönüşürler.
Feyz, sadece iman edende olur ve iman ettiği tarafından
verilir. İnançla feyz olmaz. Mümkün değil. İman etmezseniz o
inanç kaçmak için kendine yüz binlerce yol bulur. Çünkü
inancın, inanmanın piri, cüzi akıldır. İnandıran o cüzi akıldır.
Akl-ı maaş; paraya, eve, arabaya inandırır. Akl-ı miat;
cennete, cehenneme, görünmeyen Allah'a inandırır. İlâhi akıl;
iman ettirir. Bizim inanmakla işimiz yok. Pir döndü, Tur'dan
aşağıya indi. İşte inanmaya başladılar, buzağıya tapıyorlar. Ne
yaparlarsa yapsınlar inançları uğruna hareket ediyorlar. Zaten
insanlar inançları uğruna ölmüyorlar mı? Ama biz ölmüyoruz.
İman edenler, imanı uğruna ölmezler, dönüşürler. Onlar
inançları uğruna ölecekler. Çünkü inanç uğruna ihtiyari ölüm
olmaz; ızdırari ölüm olur.
Bizim inanmakla ne işimiz var? İnsan görmediği birine
inanır. Her Fiilde Faal Allah, diyoruz; daha ilmelimizde
görünür oluyor. İnanmak kolay. İnanmak; doğruları, sözünün
186
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
eri olmayı, şerefi, arı, namusu getiriyor; bir sürü perde
koyuyor önünüze. “Ben doğru adamım…”, “Ben dürüst
adamım…”, “Ben inançlarım için, doğruluğum için, sözüm
için, şerefim için yaşarım…” diyor. Ben öyle değilim. Benim
sözüm, şerefim, namusum; baktığımı baktığım anda Hakk
görmektir. “Melâmî’nin arı, namusu olmaz.” diyorlar ya.
Hangi ar, namus? O şeriata göre olan ar, namustan
bahsetmiyoruz. Eğer baktığımda Ali Bey, Zeynep Hanım
görüyorsam şerefsizim; Hakk, onlar. İnanmak, bir sürü perde
koyuyor size. Doğrularınız var bir kere ve o doğrular için
yaşıyorsunuz. Hangi doğru? Ben doğruyu söyleyeyim size: Lâ
Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah. Başka
doğru yok. Bizim boyutumuzu, bilincimizi anlatıyorum. Biz
buralarda olacağız. O zaman “Yediğimiz nur; baktığımız
Tur, uykumuz huzur” olacak. Bizim arımız, namusumuz bu.
Göklerde olsa melekler bulurdu;
yerde olsa insanlar bulurdu.
Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanıp; sıfatlarıyla sıfatlanmak
demek; baktığınızı baktığınız anda Hakk görmek demek. Bu,
Fena makamlarının ahlâkı. Beka makamlarında, bir an
makamınızdan düştünüz, gitti ahlâk. Bir an… Biz buraya
geleceğiz. Şimdi bu bilinçte olan birisinde baş olma arzusu
olur mu? Bir yeri ele geçirme arzusu olur mu? Hesap olur mu?
Kitap olur mu? Hiçbir şey olmaz ki... Çünkü Allah ne hesaba
sığar ne kitaba sığar ne matematiğe sığar ne fiziğe sığar… Ne
kimyayla bulabilirsiniz ne astronomiyle... Hiçbir ilimle onu
bulamazsınız ki. Ondan başka bir şey yok, nerede
bulacaksınız? Hani diyor ya Pir: “Göklerde olsa melekler
bulurdu; yerde olsa insanlar bulurdu.” Nerede bulacaksınız?
187
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Burada, insan-ı kâmilde. İşte buraya sevgiyle geleceğiz. O
fiilde faal olanı seyretmezsek onunla samimi olmazsak nasıl
olacak bu iş?
“Lâ Fâile İllâllah, ama… Lâ Fâile İllâllah, lakin… Lâ
Fâile İllâllah, fakat…” Her “ama”, “lakin”, “fakat”
kelimesinden sonra işinize geleni söylüyorsunuz. Her Fiilde
Faal Allah, daha neyi söyleyeceksiniz? Lâ Fâile İllâllah, Lâ
Mevsufe İllâllah dediniz, sonra Lâ Mevcude İllâllah dediniz,
hiçbir şey kalmadı. Yok, çünkü Allah'tan başka bir şey yok
ortada. Bizde de bir ateş olacak, ama o bazılarının elindeki
ateş gibi olmayacak; “Aşk ateşi” olacak. Aşk ateşi! O aşk da
perde, diyorlar ya… Oradaki perde, o Sıfat makamı perdesi.
Yani aşktan, Zat makamına, meşke geçtiniz; aşk bitti, geride
kaldı Ef’âl makamındaki gibi. Aşk gitmedi; o Sıfat makamında
bahsettiğimiz aşk gitti, perde kalktı; Allah aşkı devam ediyor.
O aşk olmadan Muhammed'i nasıl göreceksiniz? Hepsini
burada, insan-ı kâmilde bütünlemeden nasıl tevhit
edeceksiniz? Perdeyi geçtiniz, aşkın tadı sizde. O aşkla devam
ediyorsunuz; o aşk sizi öldürüyor, o aşk sizi diriltiyor. Perde
olarak geçtiniz, ama dirilen aşk, doğan sevgi. Böyle sevgi
böceği olmaktan, Polyannacılıktan bahsetmiyorum ben.
Bayağı görüyorsunuz, yaşıyorsunuz; diğer türlü zorlama olur,
bir yerde patlarsınız. Bir oynarsınız, iki oynarsınız, üç
oynarsınız, dört oynarsınız… Biz ömür boyu böyle olacağız.
Zorladığınız zaman Firavun orada demektir. Çünkü “Cem
makamında temkin de kalkar.” diyorlar ya… Oradaki temkin,
“Firavun kalmaz” demek. Çünkü tedbir ettiren, acaba öyle
mi olur, acaba böyle mi olur diyen, Firavun. Sizi çelmeye
çalışıyor hâlâ. Cem makamındaki salik, kendine dahi
188
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
karışmaz; çünkü ondan kötü bir şey çıkmaz. Zaten makam
değil, o yüzden orada fazla tutmazlar. Cem makamında
kendine dahi karışmaz salik; temkin, tedbir kalmamıştır artık.
İşte salik oralara geldi mi o zevke ulaştı mı Erzurumlu İbrahim
Hakkı Hazretleri’nin ilahisinde dediği gibi artık Mevlâ’sını
bulmuştur; artık temkin, tedbir hiçbir şey yoktur:
…
Deme sakın şu şöyle
Doğrudur ol öyle
Bak sonunu seyreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
…
“Tedbir…” derler; ondan sonra “Tedbir, takdiri bozmaz,
ama tedbir de takdirdendir.” derler. Takdir burada, insan-ı
kâmilde. İşte siz bulmuşsunuz, iman etmişsiniz. Tedbir;
inananlarla, mevhumla, göklerde bir yerde Allah’ı olanla ilgili.
Siz açıp, soracaksınız; “Efendim, böyle mi yapayım, şöyle
mi?” diye, bitti. Öbür türlü ne tedbiri? “Size böyle yap…”
diyorsa yapın; “Yapma…” diyorsa yapmayın. Ama kolay değil
tabii. Niye bunu diyor? Çünkü o bu yollardan geçmiş, bunları
seyretmiş; sülûkunu seyrederek tamamlamış. Çünkü trene
bindiniz mi uyuyarak da tamamlayabilirsiniz yolculuğu.
Gidersiniz, son durakta inersiniz. Bindiniz şimdi trene,
vurdunuz kafayı yattınız; sonra son durakta indiniz diyelim;
yine olur bu iş. Gelip, biat etmek; trene binmek demek. İnsan-ı
kâmil ne diyorsa yapmaya çalışmak; vurdunuz kafayı yattınız
demek. Son durakta inmek; o ne diyorsa yapıp, her dediğine
iman etmek demek. Uyuyun, ne yapacaksınız görüp de?
189
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bir sakıncası yok yani. İşte Allah'ın böyle velilerine o yüzden
“Âşık” diyorlar. Ama Sıfat makamındaki aşktan
bahsetmiyorum.
Fena makamlarındaki salik Allah'tan başka;
Beka makamlarındaki salik Muhammed'ten başka
bir şey görmez.
Allah'ın velilerinin de meşrepleri var: Âşıklar var, sıddıklar
var, vâkıflar var. Salik âşıksa hangi makamda olursa olsun
Allah aşkından başka bir şey görmez. O, ya Allah'ı görür ya
Muhammed'i görür. Ne sorsanız ikisinden birini der makamına
göre. Başka hiçbir şey demez. Makamını böyle yaşayan
salik, Fena makamlarındaysa Allah'tan başka bir şey
görmez; Beka makamlarındaysa Muhammed'ten başka bir
şey görmez. Sorsanız iki şey söyleyecek: Ya Allah ya
Muhammed. Size Ef’âl, Sıfat, Zat’tan başka bir şey demez o.
O yüzden uyusun varsın. Zaten gözünü açtığında ne görecek
ki… Başka bir şey görmeyecek. Vâkıflar var; onlar
seyrederler, uyumazlar. Bakın, biri birinden daha üstün değil.
Veliliklerinde bir şey yok. Vâkıf, seyreder. Zındıkların çoğu
bu vâkıfların dönüşmeyenlerinden çıkar. Ne biçim sırlar var
bakın. Âşıksa sıddıksa sonuçta tren onu da son durağa götürüp,
indirmeyecek mi orada? İndirecek, tamam o zaman. Böyle
olmanın yolu; Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ
Mevcude İllâllah.
Böyle olunca Allah'ta yok oluyorsunuz -anlatmak adına-,
yani Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine
ulaşıyorsunuz. Allah'ta yok olduğunuz gün demek; içinize
Allah doluyor demek. Sonra mürşidinizde yok oluyorsunuz;
ondan doğuyorsunuz. Mürşidiniz sizde, içinizde doğuyor
190
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
aslında. O ölümsüzlük orada işte. Mürşidinizden
doğuyorsunuz, yani mürşidiniz sizde doğuyor, içinizde. O
salikin içerisinde mürşidi doğduğu zaman, onun her tarafını
kapsadığı zaman o işte mürşidinin manada kim olduğunu
görüyor. Onu gördüğü zaman da ona evliya diyorlar işte o
makamda. Yoksa işte döner yine makamına der ki: “Elinden
tutan o, gözünden gören o, ayağından yürüyen o, dilinden
konuşan o...”
Eşyaya, Peygamber Efendimizin baktığı gibi bakabilmek için
her fiilde faal olanı seyretmek gerekiyor.
Bakın biz bu makamda bile ikiliği kaldırıyoruz. Eğer siz, o
iseniz mürşidiniz sizde doğuyor. Hazret-ül Cem makamında
buradan konuşan, benim içime doğmuş olan Pir; şimdi o
konuşuyor benden; o burada, bende büyüyor. Ne doğuyor?
Onun kemâlâtı. O burada doğduğunda, ben baktığımda onun
kim olduğunu görüyorum o zaman. O zaman onun gibi
bakmaya, onun gibi konuşmaya, onun gibi duymaya
başlıyorum. Ne kadar? Makamıma göre. Onun gibi oluyorum,
ama kendi kabım kadar. Onun aynî oluyorum; aynı değil. Aynı
olan suretlerle hareket eder. Biz aynî olmaktan bahsediyoruz.
İlm’el yakîn, ayn’el yakîn, Hakk’el yakîn. Sonra aynî olmaya
geçiyor. Pir’in kemâlâtı bizde doğuyor. Yoksa biz fiziksel
olarak Pir’e benzemeyebiliriz. Hatta ve hatta hal ve
davranışlarımız dahi ona benzemeyebilir. Ama kemâlâtı sezen,
onu bizde görür, bulur. Nasıl bu hale geldiğimi size
anlatıyorum. Rehber değil miyiz biz? İşte anlatıyoruz, sırları
söylüyoruz. Bunun için gelmediniz mi buraya? Bu yoldan
yürümek, bizim ulaştığımız yere gitmek adına bizi rehber
191
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
olarak kabul edip, iman etmediniz mi? Bütün bunları siz hak
ediyorsunuz, ben de söyleyeceğim.
Ee, şimdi bundan sonra geldik mi Cemm’ül Cem
makamına… Ne olacak şimdi? “Evvel sensin, ahir sensin,
bâtın sensin, zahir sensin; evvel benim, ahir benim, bâtın
benim, zahir benim, diyeceksiniz hızlı hızlı…” diye anlatırlar.
O değil işte. İşte o zaman eşyaya, o kemâlâtla bakıyoruz.
Eşyaya o kemâlâtla bakan, abes bir şey görmez; abes bir şey
görmediği zaman otomatikman onda faal olur. Ama bunu ne
kadar açık anlatırsam anlatayım muhakkak ve muhakkak zevk
edilmesi gerekiyor.
Eşyaya, Peygamber Efendimizin baktığı gibi
bakabilmek için her fiilde faal olanı seyretmek gerekiyor.
Seyretmeyen onun baktığı gibi bakamaz. Baktığını baktığı
anda Hakk görmeyen, o bilince ulaşmayan, o kemâlâta
ulaşmayan, eşyaya Peygamber Efendimizin baktığı gibi
bakamaz. Ee, peki bakamaz da ne olur? Bakmadığını,
bakamadığını bilen velidir. Gelir, zaten buradan bir yere
ayrılmaz, bu kadar basit işte.
İman, devamlı akan sudur. İnanç, durgun sudur.
İmanda tazelik vardır. İman, devamlı akan sudur. İnanç,
durgun sudur; bayatlar, kokar, değerini hep kaybeder. İlk
etapta içersiniz, yüzünüzü yıkarsınız; faydalanırsınız. İlk
etapta sanki iman gibidir, ama zaman geçtikçe o su
durgunlaşır, bulanıklaşır, içilmez hale gelir. Hatta zaman
içerisinde yüzünüzü dahi yıkayamaz, abdest dahi alamaz hale
gelirsiniz. Pir bir kitap yazdı; on yıl sonra bir tane daha yazdı:
“İlk yazdığımı yakın! Yenisi geldi, bu durgun su oldu.” dedi.
Zaten -anlatmak adına söylüyorum- kelimelere döküldüğü an,
192
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
yazıya döküldüğü an durgun su olmuştur da… Hatta ve hatta
benim ağzımdan çıkıp, bu harflerin içerisine girdiği an bile
manası durgun su oluyor. Ama şu gözlerime baktığınız zaman
aldığınız şey, o durmuyor işte. O durmuyor. O, iman; öbürü
tarikat, ilim işte. Kaba girdiği zaman tarikat. Hakikati hiçbir
yere koyamazsınız, sığdıramazsınız. Hani onu da nasıl
anlatıyorlar? “Bu dünyayı on defa, yirmi defa büyütsen, insan-ı
kâmilin gönlüne koysan, bir serçe kuşu kadar yer kaplar.”
derler. Niye? İnsan-ı kâmilin bu gönlü o kadar büyük mü?
Hayır, Allah'tan başka bir şey görmediğini anlatıyorlar bu
sözle. Bakın orada durgun suda abdest alıyorlar, durgun suyu
içiyorlar. Su doğrudur, Pir’in sözleridir; başım üstüne. Ama
bugün televizyonlarda Ramazan programlarında izliyoruz. “Bu
kitaptan nasıl irşat olursunuz?” diye soruyorlar profesöre.
Profesör de: “Kitabın sahibinin dizinin dibine oturmadan irşat
olamazsınız!” diyor. Artık televizyonlarda bile açık açık
söylüyorlar. “Kitabı okumakla irşat olamazsınız!” diyorlar. Ya
nasıl olacak? “Kitabı yazan adamı bulup, onun dizinin dibine
oturacaksın!” diyor. Bu kitabı yazan, onun kemâlâtı;
burada, insan-ı kâmilde. Onun dizinin dibine oturmadan
irşat olabilmeniz söz konusu değil. Eğer onun dizinin dibine
oturmadan irşat olunabilseydi Mevlânâ Hazretleri olurdu.
Şems geldiğinde Kur’ân'ı ezbere bilen, fıkıh ilmini çok iyi
bilen, bir kaç tane yabancı dil bilen, binlerce talebesi olan
biriydi Mevlânâ Hazretleri. Ama Mevlânâ, Şems geldikten
sonra Mevlânâ oldu. “O yazarı bulup, onun dizinin dibine
oturmadan; yani ona biat edip, iman etmeden irşat
olamazsın!” diyor televizyondaki o profesör de. Mesela bir
kitap okudunuz, yazarı kaç yıl önce yaşadı, ama o biliyor onun
ölmediğini. Yoksa oku dur o kitabı. Ezberlersiniz, söylersiniz
193
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
insanlara, mürşitlik de yaparsınız, başka bir şey o. Biz
dönüşmekten bahsediyoruz;
insan olmaktan, insana
dönüşmekten bahsediyoruz. Tüm bu anlattığımız nokta,
o kemâlât.
Celal + Cemal = Kemal
İnsan neydi, nasıl tanımlamıştık? Âdem'in kemâlâtı.
Peygamber Efendimizin kemâlâtı o: İnsan. O kemâlâtın bu
ef’âlden, bu sıfatlardan, bu vücuttan çıkışıdır; insan, o.
Yoksa bu vücuttan hep bir şeyler çıkıyor, hep hareket
ediyoruz, hep hayvan ahlâkları çıkıyor zaten. Celal artı cemal
eşittir kemal. O celal ve cemali birlediğiniz zaman bir
kemâlât ortaya çıkıyor, değil mi? Bunun için kendinizi
bilmeniz gerekiyor. Bir insanın kendini bilmesi de işte Ef’âl,
Sıfat, Zât makamları ile Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı
bilincine ulaşması demek. Kendini bilen zaten Rabbini direkt
olarak bilir. Yani ortada Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı
bilincine ulaşmış olur. İnsan-ı kâmil de size, sizi bildirir.
Kim kendini bildi, o Rabbini bildi. Yani Allah'tan başka hiçbir
şey olmadığı bilincine ulaştı; fenafillâh oldu. Ortada Allah'tan
başka bir şey olmadığını bilen, kendini bilmiş oluyor. Yoksa
bil, her şeyi bil. Allah'ı bilmiyorsanız bizim nezdimizde para
etmiyor ne bildiğiniz. Matematik bil, fizik bil, kimya bil;
astronot ol, ne olursan ol, hepsi yerinde güzel, başım üstüne,
ama ilm-i ledün diyorsanız hakikat ilmi diyorsanız o;
“Allah'tan başka hiçbir şey bilmeyeceksin!” diyor. “Kimsin
sen?” diyor; “Kendini bileceksin.” diyor. İşte kendini bilen,
rabbini bilir; rabbini bilen de onun elçisini tanır,
otomatikman tanır zaten. Rabbini bilmeyen, onun elçisini de
tanımaz, onun resulünü de tanımaz. Bilmiyor ki daha. Adamın
194
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
ef’âli var, sıfatı var, zatı var. Rabbini nereden bilsin? Rabbini
bilmeden nasıl tanısın Allah'ın resulünü? Pir’i nasıl tanısın?
Tanıyamaz, mümkün değil. İsterse bu adam günde yüz rekât
namaz kılsın, isterse yüz bin defa Hacca gitmiş olsun, bir de
isterse bunların hepsi kabul olmuş olsun yine bilemez.
“Ey hoca, istersen bin kere var Hacca, hepisinden iyice,
bir gönüle girmektir.” diyor Yunus. Gönül dediği, insan-ı
kâmil; “Onu bul!” diyor. Zaten o gönüle girdiniz mi “Efendim
beni gönlünüzden atmayın…” diyeceksiniz, tamam; başka bir
şey yok artık, bitti, tamam. O kadar zevk etmişsiniz, bu kadar
zevk etmişsiniz… O ayrı, onlar sonraki işler. O gönlünden
atmasın tamam işte. Ne yapacaksınız gerisini? Oraya baş
olsanız ne olacak, buraya baş olsanız ne olacak? İnsan-ı
kâmilin gönlünde bir yer bulun da kendinize, tamam işte. Ev
de cennet olur, siz de cennet olursunuz, hepsi olur. İlk önce
zahir eviniz, o oturduğunuz ev cennet olur; sonra bu ev, içiniz
cennet olur.
Anladığınız şey, Melâmîlik değil!
Göklerdekine
inanacaksınız,
karşınızdakine
iman
edeceksiniz. Başka hiçbir kurtuluşu yok. Siz zor olanı
yapıyorsunuz, ama çok zevklidir. Çünkü derler ya “Allah'ın
sopası yok!” diye; bizim var. Şimdi ben size sorsam
“Anlattıklarımdan ne anladınız?” diye ve anladığınızı bana
söyleseniz o, Melâmîlik değil. Anladığınız şey, Melâmîlik
değil! Burada, sohbetlerde hep böyle “Anladım…” diyorsunuz
ya kendinize, o anladığınız Melâmîlik değil. İçiniz ne zaman
cız ediyor, ne zaman mürşidinize özlemle doluyor Melâmîlik o
işte. Anladım deseniz, anladığınızı bana söyleseniz ne olur?..
Melâmîlik değil ki o. “İlim, ilim bilmektir; ilim, kendin
195
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bilmektir…” diyor Yunus. Kendini bilmek ne demek?
Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmak demek.
O zaman da bu meyveyi özler insan o bilince ulaştığı zaman.
Çünkü insan-ı kâmil, bu evrenin meyvesi. Onunla olmak ister,
hatta mümkünse cebine koyup götürmek ister. Bunun
cinsiyetle bir işi yok ki. “Mümkün olsa beni ceplerine koyup
götürecekler.” derdi Pir. Meyvesi çünkü. Bir elmayı yerken
kimse ağacı düşünmez; elmayı yer, geçer. Hiç kimse onun
ağacını düşünmez. Meyvedir bu işin zübdesi, özü.
Makamların zevkini, insan-ı kâmile olan iman belirler.
En güzel sohbet, hiçbir şey düşünmeden bakmaktır insan-ı
kâmile. Hiçbir şey düşünmeden o gözlerde yok olduğunuz
zaman işte orası sözsüz, zevksiz bir yerdir. Hepiniz o an
benimle olursunuz. Sözün ve zevkin olmadığı bir yer orası.
İşte bu sohbetlerde insan-ı kâmil, dinleyenleri o an, dinlediği
sürece ehadiyyetine alır. Onun yanından ayrıldığınızda
makamlarınız kadar hep sizinledir. Makamlarınızın zevkini,
insan-ı kâmile olan imanınız belirler. Tek başına
kaldığınızda gücünüz oranında o sohbet bölünür; bir şey girer
aklınıza hep. Burada, sohbette olmaz; o cezbe kapsar sizi.
Mühim olan orada olmanız. Hangi makamda olursanız olun en
güzel sohbet o işte. Sohbetten çıkıp, şuradan dönüp, aşağıya
indik mi hatta daha kapının önünde hemen telefona bakarsınız,
arayan var mı yok mu bakarsınız…
İnsan-ı kâmile duyulan özlem, sözün üstünde. Salik böyle
özlediği zaman söze ihtiyaç duymuyor. O özlem otomatikman
feyzi yutar hale geliyor, yani salik seyre geçiyor. O, seyre
geçtiğinde, özlem ağır bastığında mecliste zaten söz çıkmıyor.
Çünkü o seyirde daha fazla feyz var. Çünkü sohbeti dinleyen
196
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
eder, konuşan etmez. İşte siz, insan-ı kâmilden ne
istiyorsanız o çıkıyor. Sözü ne yapacaksınız zaten? Biz de öyle
gidiyorduk sohbete. Bazen Pir, böyle havadan sudan
konuşuyordu. Sonra, “Şimdi ben makamları anlatmıyorum
bana kızan vardır içinizden.” diyordu. Demek ki orada özlem
ağır bastığında makam anlatmıyor. Adam zaten gelmiş
mürşidini görmeye. Orada makamı anlatsa da olur, küfür etse
de olur, slogan atsa da olur, ne dese de olur. Burada küfür
demekle Allah'ın üstünü örtüp, başka konularda konuşmayı
kastediyoruz. Allah'ın üstünü örtüp, Fenerbahçe, Galatasaray
maçından da konuşsa feyz olur, diyoruz. “Kızım söyle bakalım
var mı dedikodu?” der; orada Allah'ın üstünü örter, ama o da
sohbet. Bir espri yapar, o da sohbet; örter orada Allah’ın
üstünü. Küfür, Allah'ın üstünü örtmek demek.
Pir bir ilahisinde, “Fenada seyreden Hakk’ın fiilini, bilir
mevsufunun nedir halini…” diyerek fiilde faal olanı
seyretmeyi, canınızı yaksa da seyretmeyi anlatıyor. Seyretmek
derken, “Her Fiilde Faal Allah, önüne gelen size bir tokat
atsın!” demiyorum. Tabii ki karşılığını vereceksiniz
konuşurken, ama içinizden onda faal olanın Allah
olduğunu bileceksiniz, onu unutmayacaksınız, sebeplere
takılmayacaksınız. Sebeplere takıldınız mı kızarsınız, mutlu
olursunuz, dedikoduya dalarsınız, kendinizden koparsınız. Biz
o sebeplere takılmayacağız. Herkes bir günde ne kadar sebebe
takıldığını kendisi bilir. Biz bunu azaltacağız, hep azaltacağız,
sebeplere takılmayacağız; sebeplerde faal olanla uğraşacağız.
Felsefe, sebeplerle ilgilenir, sebep sonuç ilişkisine bakar; biz
onun arkasındayız, biz fiilde faal olana bakarız. Bakın hepsi
daha Ef’âl dersinde bitiyor; sebep bitiyor, sebep-sonuç ilişkisi
197
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bitiyor. Ben Pir’in sözlerinden çok, ne yaptığına baktım; nasıl
yaşadığına baktım; ben onun gibi yaşayabiliyor muyum diye
baktım. Biz de öyle yapacağız işte.
Abes bir şey görmeyen, eşyanın sırrını bilir. Eşyanın
sırrını bilenin fiillerinden, sevgiden başka hiçbir şey çıkmaz.
Bizim işimiz, rol yapmak değil; zevk etmek. Çünkü rol
yaptınız mı sonra Hazret-ül Cem makamında artist olursunuz.
Ef’âl’de, Sıfat’ta, Zat’ta, Cem’de rol yapan, Hazret-ül Cem
makamında artist olur, Cemm-ül Cem makamında de
başoyuncu. Kolay mı talebe olmak, talep etmek? Talebe, talep
eden demek. Neyi talep ettiğinize bakın. Mevlânâ Hazretleri,
“Bir insan neyi talep ediyorsa o’dur.” diyor. Parayı talep
ediyorsa paradır; arabayı talep ediyorsa arabadır; işi, kariyeri,
dünyayı talep ediyorsa dünyadır. Allah'ı talep ediyorsa
Allah'tır; kabınca, kendi kadar, ama o’dur. Siz Ahmed'i talep
ediyorsanız ona ümmet olmayı talep ediyorsunuz, o’sunuz işte.
O’sunuz, rol yaptınız mı artist oluyorsunuz. Gelmiş biri kan
ter içinde, “Efendim bana konuş dedi, konuşma yetkisi
verdi…” diye. Ya Hazret-ül Cem makamında Muhammed'i
gören biri konuşabilir mi? “Efendim…” der, başka bir şey
diyemez. Bana bir defa bile konuş demedi Pir. Ne konuşması?
Ben zaten ondan başka bir şey görmüyorum ki kime ne
anlatacağım, nasıl anlatacaksın? “İyi, haydi konuş!” dediyse
tenzih ve teşbih edeceksiniz Allah'ı. Hazret-ül Cem
makamında sıfatları kendinize nispet ediyorsunuz ya… Haydi,
Allah'ı tenzih ve teşbihi de kendinize yapın bakalım. Ne
çıkacak o tenzih ve teşbihte? Muhammed çıkmıyorsa eğer inin
Ef’âl makamına, zikretmeye başlayın. İnin hemen, yetkiniz
var. Ayıp değil, tam tersi sizin veliliğinizi, kemâlâtınızı
198
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
gösterir. Tenzih ve teşbihi kendinize yaptığınız zaman
mürşidinizin sizde doğup, doğmadığını anlarsınız. Nasıl
anlarsınız? Zaten özleyip, geliyorsunuz, tamam işte. Bundan
sonra birine konuş, birine bu mesleği anlat dediğimizde zaten
bizim söylediğimiz gibi söyleyeceksiniz. Bunun için
çalışmanıza gerek yok ki. O kendiliğinden olacak zaten. Sizin
ağzınızdan sevgiden başka bir şey çıkmaz artık. Sizin
fiillerinizden de sevgiden başka hiçbir şey çıkmadığı zaman o
makam tam olmuş olacak. Yani Cemm-ül Cem makamında
filleri veriyoruz ya size, o fiillerden sevgiden başka hiçbir şey
çıkmadığı zaman olacak bu iş. Kendinizi tartın. Hangi fiilde
sevgi çıkmıyorsa orada makamınızı bir test edin ey Cemm-ül
Cem makamındakiler! Peki, celal hiç çıkmaz mı? Celal de
çıkacak eğitmek adına, çünkü rablık yapıyorsunuz. O celalin
içinde eğer sevgi yoksa o da olmaz. Siz bileceksiniz o celal
çıkarken içinde sevgi olduğunu. Nasıl olacak? Kolay değil,
ama bu zevkle olur. Adam kızarken bile sevgiyle kızmalı,
samimiyetle kızmalı. Nasıl olacak bu? Allah diyerek olacak,
işte bu muhabbetlerle olacak. İşte o kemâlât, o zaman o
kemâlât olmuş olacak. Tabii ki kızacaksınız birine, ama
kızarak demeyeceksiniz, oradan celal tecelli etmiş olacak.
Öbür türlü o karışmış olan, dönüşmemiş olan nefs tecelli olur;
intikama, hasede, kine, her şeye girer o. Kendiliğinden o çıkar.
O fiilde, sözde çıkar,
Hazret-ül Cem makamında dahi
çıkmaya başlar. Ne zaman ki fiillerden çıkmaya başlar o sevgi,
işte o zaman Muhammed'in ümmeti olmuştur o artık. O, o
zaman çiçekle de konuşur, böcekle de konuşur, Yunus gibi bir
çiçeği koparmak için çiçekten yirmi dakika izin de ister. Son
noktadan bahsetmiyoruz, daha Cemm-ül Cem makamından
199
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bahsediyoruz. Öbür tarafta, yani Ehadiyyet’te zevk yok, söz
yok, hiçbir şey yok orada. Orası acayip, garaip bir yer...
Eşyanın sırrını bilenin fiillerinden sevgiden başka
hiçbir şey çıkmaz. Eşyanın sırrını bilmeyip de eşyaya
takılandan işte ona göre farklı tepkiler çıkar. Eşyayla
bütünleşmeyi anlatıyorum... Evvel sensin, ahir sensin, bâtın
sensin, zahir sensin… Yıllarca söylendi, ama bunun nasıl
olduğu bir türlü idrak edilemedi. “Evvel sensin ahir sensin,
bâtın sensin, zahir sensin; evvel benim, ahir benim, bâtın
benim, zahir benim” diye çabuk çabuk söyleyip, nasıl
birleşeceksiniz eşyayla? Kim ki abes bir şey görmez, o
zaman bu fiillerden devamlı sevgi çıkar, o sevgi olmuştur
çünkü. Abes bir şey görmeyen, eşyanın sırrını bilir.
Eşyanın sırrı ne? Allah'tan başka bir şey yok ortada! Bu
gördüğünüz kitap değil ki Allah. Ee, peki karşınızdaki bu
fiiller Allah ise bir eşyaya karşı nasıl sevgi çıkmaz?
Karşınızdaki kızınız mı kocanız mı bakkal mı manav mı
müdürünüz mü şefiniz mi? Hiç biri değil, Hakk onlar. O
zaman siz ona nasıl sevgisiz hareket edebilirsiniz? Ama kolay
mı? Değil, celal çıksa bile sevgiyle çıkmalı. Pir bunu, “Ver
yolun bacını…” diye anlatıyordu (baç; vergi). “Neyse
karşındakinin istediği ver, geç, git” diyordu. Yani senin
fiillerinde sevgiden başka bir şey olmaz, diyor. Ama kendince
ve üstü çok kapalı anlatıyordu. Ben bunları hep Pir’den
dinledim. Ama hangi dinleme? Can kulağıyla dinleme… Can
kulağıyla dinlemek için onun yanında olmanıza gerek yok.
Mesafe bitiyor orada. İşte “Rüyamda bir şey gördüm” dersiniz,
bir olay olur, onun açılımı içinizden gelir… Siz diyorsanız ki
200
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bunları ben kendi kendime buldum, o zaman doğru
Kezbanlar’ın köyüne.
Bana hep Pir anlattı bunları, nasıl anlattığını da
söylüyorum. Eğer oradaki açılımı kendinizden biliyorsanız o
zaman işte başrol oyuncuları çıkıyor; onlar kendinden
biliyorlar; “Oldum ben!” diyorlar. Pir’i bilen biri “Oldum”
diyemez ki… Ben hiçbir zaman “Oldum” demedim ki bana
belgeyi de vermiş, “Sen benim soyumu devam ettireceksin” de
demiş. Biz onun soyunun devamıyla görevliyiz; demek ki o
kemâlât bizde var. Tabii ki o kemâlâtı bildireceğiz, sevgiyle…
Bizim buradaki durumumuz bu, pozisyonumuzu size
bildirmek bir görev, ama dışarıda işte aynı işyerinde on iki saat
benimle birlikte yaşayan arkadaşlar var. Bir kişiye dahi
psikopat da olsa benim sevgisiz davrandığımı görmedi onlar.
Ben burada size ne anlatıyorsam öyle yaşıyorum. Zaten size
yaşadıklarımı, gördüklerimi anlatıyorum; duyduklarımı değil.
Düşünün, “Her Fiilde Faal Allah” diyorsunuz ve ondan
sonra “Her Fiilde Faal Benim” diyorsunuz en sonunda. Ee,
sensin, eyvallah, kabul ettik. Ee, şimdi indiniz ikiliğe, Hazretül Cem makamına geldiniz, yaşıyorsunuz. Ortada Allah'tan
başka bir şey yoksa orada Hakk’tan başka bir şey yoksa bir
kişiye, bir eşyaya nasıl sevgisiz hareket edilebilirsiniz?
Sevgisiz bir hareket çıkıyorsa kızgınlık çıkıyorsa benlik
çıkıyorsa orada “Ben bilirim” diyorsanız bakın bakalım sizden
ne çıkıyor o zaman? Bu sizin veliliğinize bir zarar getirmez.
Zaten o çıkacak ki biz dönüştüreceğiz sizi. Diyorlar ya
“İnsan-ı kâmiller, içinizi dışınıza çıkartırlar.” diye. İçinizi,
dışına çıkartırlar demek, bu işte. Ortada Allah'tan başka bir şey
yok bilincine gelen birisinden, onun fiillerinden,
201
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
davranışlarından otomatikman sevgi çıkar; en azından “sırâtel
müstakîm”, bir orta yol çıkar, sivrilik olmaz. Bunu da
anlatmak için “Melâmî, bukalemun gibidir.” derler. O, sivri
olmaz, boynu bükük olur.
Bal küpünden bal, sirke küpünden sirke çıkar.
Ee, işte bu fiillerden sevgi ne zaman çıkmıyor? Sebebe
takıldığınız zaman, Hakk görmediğiniz zaman. Sebebe
takıldınız mı da ondan sonra yan etkileri de başlar; nevri
döner adamın, ondan sonra yak bir sigara, aç bir bira… Ateş,
işte ateştesiniz ondan sonra. Yani sizde ne varsa o çıkar; ya
ateş çıkmaya başlar ya sevgi. İnsan-ı kâmiller, “Bal küpünden
bal, sirke küpünden sirke çıkar.” diyerek, bunu anlatıyorlar.
Öyle üstü kapalı söylerler, ama ben açık söylüyorum: Küp
sizsiniz, içinizde ne varsa o çıkacak. Zanlarınız varsa ki
dışarıda gördüğünüz her şey zanlarınızın şekillenmiş hali
zaten, onlar çıkacak; Allah varsa tamam, zaten iş bitti.
Allah'tan başka hiçbir şey görmeyen biri, artık kendinden
kendine seyre geçmiştir; çoklukta vahdeti yaşamaya başlar.
Cemm-ül Cem makamıdır bu. Çoklukta vahdeti yaşamaya
başlar ve dolayısıyla onun fiillerinden sevgiden başka hiçbir
şey çıkmaz. Çünkü kendinden kendine muhataptır, o bilir ki
karşıda gördüğü her şey artık Hakk’tır. O yüzden Allah'a
sevgisizlik etmesi söz konusu değildir, Muhammed'e ümmet
olmak öyle çok kolay bir şey değil. Bakın o kadar düz ve basit
cümlelerle anlatıyorum ki kaçış yok. Aslında Ef’âl makamında
her şey ortada. Her Fiilde Faal Allah. Ee, haydi ona sevgisiz
davranın bakalım. Ef’âl, Sıfat makamlarında hakkınız var,
bonusunuz var. “Çok gizli” derler de çok gizli de değil, her şey
apaçık ortada. Daha ilk derste, Her Fiilde Faal Allah, diyoruz;
202
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
ondan sonra kırmızıda geçene küfrediyoruz. Niye
küfrediyorsunuz? Mobese kameraları var, tespit edip, sonra
gönderiyorlar onun cezasını, siz küfretmeyin. Şeriata
yakalanıyor yani. Cemm-ül Cem makamında bu bilince
ulaşmış oluyorsunuz, o kemâlât sizden zuhur etmiş oluyor. O
zaman işiniz gönülle olur, sebeple olmaz. Yani Hazret-ül Cem
makamında karşınızdaki mürşidinizdir. Cemm-ül Cem
makamında artık eşyayla bütünleşirsiniz; eşyaya artık
mürşidinizin kemâlâtıyla bakmaya başlamanız gerekir ki o
zaman eşyanın sırrını biliyorsunuz demektir. Zaten eşyanın
sırrını size daha ilk derste vermedik mi? Cemm-ül Cem
makamına geldiniz de orada çok büyük bir sır mı var? Bu
eşyada faal olan Allah, dedik. Ee, siz şimdi buna nasıl
kızarsınız? Bir şeyi bir yerden bir yere koyarken bile nazik
koymak lâzım Cemm-ül Cem makamında. Şimdi Ef’âl
makamında ne yiyorsak Cemm-ül Cem makamında da onu
yiyoruz, ama daha bilinçliyiz. Çünkü bu noktaya gelinceye
kadar “Lâ” da şirk, “İllâ” da şirk. Pirimiz bu makamları
sistemleştirmiş -anlatmak adına-. Nasıl sevgi çıkmaz? Bakın
fiillerden sevgi çıkmasından bahsediyorum.
Cem makamında temkini bırakmazsanız fiillerden sevgi
çıkmaz. Temkin orada gitmemiş, tedbirlisiniz hâlâ; el freni
çekiliyor, vites değiştiriliyor; kendiliğinden, refleksle olması
lâzım bunların. Yürür gibi sevgi çıkmalı, su içer gibi sevgi
çıkmalı fiillerden. O zaman tam oluyorsunuz işte. Bu dediğim
noktaya gelebilmek için çok uzun bir süreç gerekiyor.
Fillerden kendiliğinden, refleksle sevgi çıktığı an tevhit
ettiniz; işte Melamî!
203
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kolay değil, ama çok zevkli, ehline kolay.
Her fiillde faal olmak; tüm eşyaya, tüm fiillere karşı sizin
fiillerinizden kendiliğinden sevgi çıkması demek!
Fiillerimizden sevgi çıkana dek Allah diyeceğiz.
204
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
CÜZDEKİ KÖLELİKTEN
KÜLDEKİ ÖZGÜRLÜĞE
Cüzde acizlik ve kölelik;
Külde özgürlük vardır
Rüzgâr esiyor; bulutlar gidiyor, geliyor, alçalıyor, yağmur
olup, yağıyor. Med cezir oluyor; okyanuslar çekiliyor, geliyor.
Bu güneş dönüyor, Dünya da öyle. Fay hatları kırılıyor,
yerleşiyor; nehirler akıyor; dağlarda lavlar hareketleniyor.
Bitkiler büyüyor, sararıyor, yok oluyor. Hayvanlar da öyle;
doğuyor, büyüyor ve ölüyor. İnsanlar da öyle… Bizim bunlara
ne katkımız oluyor? Her şey oluyor, bitiyor. Şu anda da
oluyor. Şimdi düşünün bir an: Siz olmasanız bunlar ne olacak?
Olmayacak mı? Rüzgâr esmeyecek mi? Yağmur yağmayacak
mı? Saksıdaki bir çiçek büyümeyecek mi? Hastanedeki hamile
kadın doğum yapmayacak mı? Acildeki doktorlar uğraşıyorlar
hastalar için, kimini kurtarıyorlar, kimi ölüyor. Bir şeyden
haberimiz var mı? Her şey olup bitiyor. Hiç kimsenin bize bir
şey sorduğu yok. Bizi neresi ilgilendiriyor? İşte evimiz,
annemiz, babamız, çocuklarımız, eşimiz, işimiz... Herkes
yaşadığı yeri şöyle bir çerçevelesin. 20 km çapında bir alanda
yaşıyoruz hepimiz, o kadar bile değil belki. Her şey olup,
205
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bitiyor. Bu gezegende; ülkelerde; şehirde; mahallelerde
oluyor, bitiyor her şey… Sonra sizin evinize geliyor bu oluş;
sizin etrafınıza, yakınınıza geliyor.
Sizin eliniz, diliniz, sıfatlarınız nereye yetiyorsa
başlıyorsunuz orada savaşa. Aslında savaşacak bir şey yok,
hepsi olup bitiyor zaten. Kimsenin de size bir şey sorduğu yok.
Dışarıda sormuyor da içeride soruyor mu? Kalbinize giden
damarlarda yağları oraya tıkarken, sizin işinizi bitireceği
zaman, o yağlar soruyor mu size? Böbreklere taşlar birikirken
soruyor mu? Kanser, bir organı yakaladığı zaman size soruyor
mu? Dışarıda sormuyor da içeride soruyor mu? Sorduğu yok.
Ta ki iş bizim sıfatlarımızın yeteceği yere geldiği zamana
kadar, yani gözümüzün gördüğü, kulağımızın işittiği,
sesimizin duyulabileceği yere geldiği zaman başlıyoruz
müdahil olmaya. Aslında ne kadar dar bir çerçevede müdahil
olduğumuzun farkında mıyız? Jüpiter’den Neptün’e kadar
güneş sisteminde, etrafımızda en az 30 tane gökada var; bizim
Andromedamız’da, Samanyolumuz’da dolanıyor milyarlarca
gezegen. Oralara gücümüz yetmiyor. Dışarıda her şey olup,
bitiyorken geldik dünyaya; oraya da gücümüz yetmiyor.
Saçımız uzuyor, tırnağımız uzuyor, hasta oluyoruz. Buraya da
gücümüz yetmiyor. Dışarıya yetmiyor, buraya da yetmiyor.
Nereye gücümüz yetiyor? Sıfatların yettiği yere…
Dikkatinizi çekerim; kimi işitiyorsanız, kime sesinizi
duyurabiliyorsanız, kime dokunabiliyorsanız gücünüz oraya
yetiyor, sıfatlarınızın yettiği yere yani. Bir anlamda dar alanda
kısa paslaşmalar. Allah’ın işine karışıyoruz bari şöyle bir
topyekûn karışsak. Bir fay hattı olsak, bir kırılsak, üstte şöyle
bir 60 bin kişi ölse, değse karıştığımıza. Deriz ki bir karıştık,
206
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
60 bin kişiyi öldürdük. Bir tsunami olsak, şöyle bir şehri
götürsek, yutsak. Deriz ki karıştığımıza değdi. Ama bizim
yanımızdakinin kafasını didiklemekten başka bir şeye
karıştığımız yok. Böyle bakarsak bu makamları zevk etmek
çok daha kolay olacak. Kendi acizliğimizden bahsetmiyorum.
Zevk ettiğimiz makamın, zevk edeceğimiz makamın
yüksekliğini anlatıyorum. Burada anlattığım bizim acizliğimiz
değil. Hani genel olarak kullanılan bir söz var: “Biz neyiz ki?”
Çünkü bu sistemi anlayan salikin çoğunda “”Biz neyiz ki?”
düşüncesi oluşur. Tamam, bu mütevazılıktır. Ama bizim
anlattığımız bizim acizliğimiz değil, makamların yüksekliği.
Tabii ki “Sıfatlar benim” derseniz, didişirseniz acizliğiniz
ortaya çıkar.
Sıfatlarımızın yettiği yere gücümüz yetiyor.
Sıfatlarımızın yettiği yere bizim gücümüz yetiyor.
Teknoloji bu gücün sınırını biraz daha genişletiyor. Mesela
kızınız üniversite eğitimi için Ankara’ya gitmiştir. Telefon
açıp, “Kızım üstüne ne giydin? Hava soğuk orada, iyi giyin.”
diyebilirsiniz. İşte gücünüz, teknolojinin yettiği yere yetiyor.
Hâlbuki biliyorsunuz ki o çocuğa bir şey olacaksa sizin
kollarınızda da olur. Alır, götürür; hiçbir şey yapamazsınız ki.
Haydi bu ince mesele, bunu sonraya atalım. Diğerlerine
bakalım, sıfatınızın yettiği diğer yerlere. Kulak duyuyor, neyi
duyuyor? “Dat dat dat…” Korna sesi. Başlıyorsunuz, “Senin
kornanın da…” Gücünüz oraya yetiyor. Adama gidip iki tokat
atma gücünüz yoksa bile tepki verme gücünüz var en azından.
Bakın, sıfatınızın yettiği yere gücünüz yetiyor. Ne kadarına
yetiyor bizim sıfatlarımız? Eğer cüzle bakarsak inanın işte bu
kadar yetiyor: Etrafınıza, yakınınıza yetiyor.
207
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Biz bilincimizde rüzgâr olup eseceğiz; fay olup kırılacağız;
tsunami olup, belki 100 bin kişiyi öldüreceğiz. Güneş olup,
doğacağız, batacağız. Jüpiter olup, Güneş sisteminde
dolaşacağız. O saksıda çiçek olup, büyüyeceğiz. O acil serviste
can veren olacağız, can alan olacağız. Tedavi eden doktor da
biz olacağız, tedavi edilen de biz olacağız. İşte “Kul olmak”
demek, bu sisteme uyum sağlamak demek. Karşı
çıkamayacağımız kadar büyük çünkü.
Musa da siz olacaksınız, elinizdeki asa da siz olacaksınız;
vurduğunuz zaman o yardığınız Kızıldeniz de siz olacaksınız,
arkadan gelen Firavun da siz olacaksınız. O denizin içerisinde
ölüp, giden Firavun’un askerleri de siz olacaksınız; öldüren
deniz de siz olacaksınız. “Ya Musa, biz açız, bize bıldırcın
yağdır…” diyen de siz olacaksınız; yağdıran da siz
olacaksınız. Tur Dağı’na çıkan da siz olacaksınız; aşağıda
buzağıya tapan da siz olacaksınız. Engizisyon mahkemeleri de
siz olacaksınız, orada yargılanan cadılar da siz olacaksınız;
yakan da siz olacaksınız, ateşte yanan cadı da siz olacaksınız,
o ateş de siz olacaksınız. Evvel de siz olacaksınız; ahir de siz
olacaksınız; bâtın da siz olacaksınız, zahir de siz olacaksınız.
Her fiilde fail olacaksınız. Bu sistemde yok olacaksınız. Yoksa
o cüzzün acizliğinde kalırız. O cüz, sonra iki metre toprağa,
mezara dönüşecek. Orada toprak altında kalırız arkadaşlar. Bu
zevke ulaşacaksınız.
Cüzde acizlik var, kölelik var. Külde özgürlük var.
Mevlânâ Hazretleri bu bilinci nasıl anlatıyor? “Ben Şems
gelmeden önce bir tas çorbayla doyardım. Üşüdüğümde
sobanın karşısına geçtiğimde ısınırdım.” diyor. Mevlânâ
Hazretleri’nin verdiği örnekler üzerinde ayrıca tefekkür etmek
208
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
gerekir. Dikkatinizi çekerim verdiği örneğe: “Ne zaman ki
Şems geldi, Şems geldikten sonra, ben bir tas çorbayla doymaz
oldum; sobanın karşısına geçtiğimde de ısınmaz oldum. Çünkü
o bir tas çorbayı bulamayanların tüm açlığı bana geliyordu;
soğukta ısınamayanların tüm üşümesi de bana geliyordu.”
diyor. Eğer böyle olursak, o ulaşılmaz gibi görünen biraz önce
saydıklarımızın hepsinin siz olduğunu, içinizde olduğunuzu
göreceksiniz. Yunus Emre’nin, “Kâh eserim bir yel gibi, kâh
tozarım yollar gibi” sözü ile de anlattıkları bunlar işte.
“Cüz”de acizlik var, kölelik var. “Kül”de özgürlük var,
hürriyet var. Herkes cebindeki para oranında köle. Kimisi
işte bir gecekonduda, bir barakada yaşıyor, kimisi dağda
yaşıyor. Nehre kadar gidip su alıyor; o kadar özgür, onun
parası yok. Öbüründe her şey var, nereye gidecek? Şimdi aya
sefer yapıyorlar, zenginler sıraya girmişler. Gideceği yer
atmosferin dışında şöyle bir dolaşacak gelecek, ama yine de
sınırlı. O da buralarda dolaşacak. İşte bu kadar özgür; köle
işte sonuçta. Biz atmosferin dışından bahsediyoruz. Çünkü o
cüz, kıl kadar kalırsa mezarda kalıyor, toprakta kalıyor. Evliya
oluyor, yine toprakta kalıyor. Olur mu böyle bir şey?
Kalıyor…
Herkes böyle bir hikâye muhakkak duymuştur. Dozerler
mezara giriyor; kazmalar, kürekler havada uçuşuyor, ama
yıkamıyorlar mezarı. Evliya işte, ama mezarda kalmış. Yani
sıfatiyûn. Bu atmosferin içerisinde istediği yere gider gelir,
dışarı çıkamaz.
Peki, atmosferin dışına, yani havasız yaşanacak ortama
nasıl çıkacağız? Bunun için Cem makamını zevk etmek, ruha
geçmek lâzım. Nereden nereye geldik? Etrafımızdakilere, olup
209
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bitenlere baktık sadece. Ancak sıfatlarımızın yettiği yere kadar
müdahil olabiliyoruz, acizliğe bakın. Ama ef’âl Hakk’ın, sıfat
Hakk’ın, zat Hakk’ın. Bu zevk tecelli ederse sonsuzluğa, ab-ı
hayata bakın. Bütün peygamberler, bütün veliler, sadece ve
sadece bunu bildirmek için gelmişlerdir. Ama işte gel gör ki
insanlar inanamıyorlar, inanmakta zorlanıyorlar. Dolayısıyla
buna inandığınız oranda yaşıyorsunuz; yaşadığınız gibi
ölüyorsunuz, öldüğünüz gibi de diriliyorsunuz.
Size, nasıl yaşayacaksınız diyorum: “Her Fiilde Faal
Allah; bu fiiller sizin değil; sizin olduğunu zannediyorsunuz.
Ortada siz de yoksunuz. İşte bu bilinçle yaşayacaksınız!”
diyoruz. Sonra, sıfatlar geliyor. Yukarıda da anlattığımız gibi
sesinizi duyurabildiğiniz yere kadar gücünüz yetiyor, onu da
kim sizi dikkate alıyorsa… Siz sesinizi duyurdunuz, ama adam
sizi dikkate almıyorsa? Hiçbir gücünüz yok yani.
Düşünebiliyor musunuz ne kadar aciziz aslında. “Gören,
duyan, konuşan Hakk, mevsuflarda fail olan da Hakk; işte bu
bilinçle yaşayacaksınız!” diyoruz. Sonra, “Bu vücut da yok!”
diyoruz: Lâ Mevcude İllallah. Sıfatlar Hakk, fiiller Hakk,
vücut da Hakk. İşte bu şekilde ölüyorsunuz. Eğer, sokakta,
evinizde, eşinizle, çocuğunuzla birlikteyken, televizyon
seyrederken, her ne yapıyorsanız bu şekilde, bu bilinçle
yaşarsanız böyle ölüyorsunuz.
Nasıl yaşayacağınızı söylüyoruz size. Kestirimden
gidiyoruz; “Öleceksiniz!” diyoruz. İşte o yüzden, nasıl
yaşayacağınızı söylüyoruz. Ne olur, o cüzzün ne kadar aciz
kaldığını tefekkür edin. Siz birine bir konuyu “Ben daha iyi
biliyorum.” diye anlatırken bir yerlerde birileri ölüyor, birileri
doğuyor…
210
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Mayalar 2012’den sonra takvim yapmamış. Niye
yapmamışlar? Marduk kuyrukluyıldızını o zaman görmüşler,
2012’de dünyaya çarpacağını hesaplamışlar. Dolayısıyla o
kuyrukluyıldız o kadar büyük bir yıldız ki dünyaya çarpınca da
dünya kalmıyor.
Şimdi, “Bu kadar evrensel bir olay varken, hâlâ mı fiilde
fail olanla didişiyoruz?” diye kendimize soracağız. Hâlâ mı
didişiyoruz? Sonsuz bir hayatınız var. Cüzze bakarsak
evinizden çıkarsınız, kafanıza bir saksı düşer; hayat gitti.
Aslında mevsuflarda fail olan Allah’tır ve ölümsüzdür. Hayat
sonsuzdur, hayat Allah’tır. Ama siz bunu cüzze
dönüştürürseniz, “Hayat benim…” derseniz kafanıza bir saksı
düşer, hayat gider. Gören Hakk’tır; “Ben görüyorum” derseniz
ne kadar neyi görüyorsunuz? Bir duvarın arkasını bile
göremiyorsunuz. Bu kadar sınırlarsınız görüşünüzü, ama
mevsuflarda fail olan, sıfat Hakk derken hâlâ “Bu göz benim”
derseniz bir katarakt iniverir, göremezsiniz. Ama bu gözü bir
görüşe çevirirseniz, o zaman zaten bu duvarın arkasını
görmenize gerek yok ki. Bizim için gayb diye bir şey yok ki.
Lâ gaibe illallah… Gaipte de fail olan Allah. Merak edecek bir
şey yok, ne oluyorsa oluyor, Allah bildiğini işliyor.
En büyük kölelik: Bu cüzlere; fiillere, sıfatlara ve vücuda
sahip çıkmak.
Sistemde nasıl yok olacağız? Bu cüzlerden kurtararak. Bu
fiiller bizim dediğimiz sürece, en büyük kölelik işte bu: Bu
cüzlere; fiillere, sıfatlara ve vücuda sahip çıkmak. Bu evren bu
vücutta var, her ne ararsak burada bu vücutta var. Ama bu
vücut benim dersek eğer, 15–20 km çapında bir alanda
yaşayan bir binek atına döndürürüz onu. İnsan-ı kâmil, size
211
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
nasıl yaşayacağınızı söylüyor. “Abdestsiz ayağınızı yere
basmayacaksınız; her nefeste üç defa Allah diyeceksiniz;
mümkün mertebe namazlarınızı kılacaksınız, görebildiğiniz
kadar da insan-ı kâmili görüp, dinleyeceksiniz.” diyor. Aslında
nasıl yaşayacağınızı çok direkt olarak söylüyor. Bu
söylediklerimi yapmak zaten 24 saatinizi alır ki. Siz insan-ı
kâmili ciddiye alır, dediklerini yapmaya çalışırsanız makam da
sizi ciddiye alır, sizden makam zuhur etmeye başlar. Hepsi
birbirine girift böyle. Haftada bir, iki gün buraya gelip
sohbet dinlemekten bahsetmiyorum. Nasıl yaşayacağınızı
söylüyorum; işte böyle yaşayacağız. Çünkü nasıl yaşarsak öyle
öleceğiz! Nasıl ölürsek de öyle dirileceğiz! Cüzzün acizliğine
kendimizi hapsetmeyelim. Hepimiz hür olalım, özgür olalım.
Bu dönüşe, bu döngüye biz de katılalım. Zorlaştırmayalım,
kolaylaştıralım. Melâmî’nin önden baktığında arkası
görünecek, şeffaf olacak.
Ya insan-ı kâmilin dediği gibi yaşayacağız ya da aklımızın
dediği gibi yaşayacağız. İşte hepimiz bir şekilde yaşayacağız.
“Heva ve heves…” diye ayetler de onu söylüyor. Bu yüzden bu
Melâmîlik bir felsefe değil, bir akım değil, bir ideoloji, bir
görüş değil. Hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Melâmî ya Allah’tır
ya Muhammed’tir, öyle yaşamak gerek. Bir yaşam şeklidir
Melâmîlik. Felsefede konuşur, konuşursunuz… Mangalda kül
bırakmazsınız; sonra gider yine bildiğiniz gibi hareket
edersiniz. Ama Melâmîlik, bir yaşam şeklidir. Nerede?
İçinizde… İçiniz böyle yaşayacak.
Dışarıdan size, öğretmen derler, ev hanımı derler, o derler,
bu derler, iyi derler, kötü derler… Ne derlerse desinler. Zaten
siz buradan, içinizden yaşamaya başladığınız zaman ayna
212
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
oluyorsunuz, adam size baktığında kendini görecek. Buradan
(içinizden) yaşamaca, buradan. Burada (içinizde) yaşayınca
buradan (içinizden) görmez misiniz? Göreceksiniz. Gerçekten
çelik çomak oyunu değil bu.
Melâmîlik ne bir felsefe ne bir görüş ne bir ideoloji
ne bir akım. Melâmîlik, bir yaşam şekli.
Böyle yaşadık mı Zat makamını zevk edip, öldük mü
sorgudan sualden kurtarıyoruz. Nasıl kurtarıyoruz sorgudan
biliyor musunuz? Hz. Ömer sayesinde. Hz. Ömer zahir
anlamda öldüğünde, mezarından çıkıyor. Sorgu melekleri
soruyorlar: “Sen Allah’ı biliyor musun? Allah şöyle mi?” Hz.
Ömer acayip bir adam, ikisini birden yakalarından yakalıyor
ve soruyor: “Siz nereden geliyorsunuz?” “Biz meleğiz,
göklerden, çok uzaklardan geliyoruz.” diyorlar. Hz. Ömer de:
“Siz oralardan, uzaklardan geldiniz Allah’ı unutmadınız da
ben şu topraktan çıktım, buradan geldim, buradan mı
unutacağım?” diyor, bir fırça çekiyor bunlara. O gün bu
gündür Melâmîlere sorgu yok. Şimdi gel de buna inan; masal
gibi, ama böyle. Bakın tekrar ediyorum, Melâmîlik ne bir
felsefe ne bir görüş ne bir ideoloji ne bir akım. Bir yaşam
şekli!
Ben Pir’in söylediği şeylerin dışında asla bir şey
söylemiyorum. “Melâmî ya Allah’tır ya Muhammed’tir.”
sözünü size şerh ediyorum. Biz böyle yaşayacağız: Her fiilde
fail olanın Allah olduğu bilinciyle! Bütün bu sıfatlarda fail
olanın o olduğu bilinciyle! Vücut, Hakk’ın; ortada, Allah’tan
başka bir şey yok zaten. Geleceğimiz nokta; bizim miracımız,
Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmamızdır.
213
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bu bilinç Melâmî’nin miracıdır: Baktığını baktığın anda Hakk
görmek.
Melâmî, ya Muhammed gibi yaşar ya da
Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmıştır.
Kur’ân da size nasıl yaşayacağınızı tarif eder. Biz de size
nasıl yaşayacağınızı anlatıyoruz. Tâbi olmak nedir? O tâbi
olduğunuzun söylediği şekilde yaşamaktır, yaşamaya
çalışmaktır. Tâbi olmak budur. Çünkü bunun hafta sonu yok,
bayram tatili yok. Yani beş yıl, on yıl buraya geldiniz de
mezun oldunuz diye bir şey yok. Bu bir yaşam şekli. Melâmî
ya Allah’tır, ya Muhammed’tir. Ya Muhammed gibi yaşar
ya da Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine
ulaşmıştır veya ulaşmaya çalışıyordur; o’dur. Yoksa ne
Allah Allahlığını bırakır ne peygamber peygamberliğini
bırakır. Herkes yerinde güzel. Peygamber gibi yaşamaya
çalışan ki bu Beka makamlarıdır; Allah’tan başka hiçbir şey
olmadığı bilincine ulaşmaya çalışan veya o bilince ulaşmış
insandır. Yoksa Allah olup da uçup gidecek değil… Yok
böyle bir şey. Soğuk, yağmur ne olursa olsun kalkacağız;
yürüyeceğiz; gidip otobüse, metroya bineceğiz… Bu kadar
konuşuyoruz, uçmuyoruz yani. Uçmayacağız da. Uçmak
isteyen ya tarifeli ucuz havayolu firmasından bir bilet alıp,
uçağa binecek ya da bir şeyh bulacak kendine -onda da zaten
şeyh uçmuyor, talebe şeyhi uçuruyor-. Bir insan-ı kâmil, bir
Allah’ın velisi, talebeleriyle yürüyormuş. Uyanık bir talebe,
“Efendim, üç köy uzakta bir şeyh var; uçuyormuş.” İnsan-ı
kâmil de demiş ki: “İyi de oğlum, biz de yürüyoruz işte.
Sonuçta gideceğiz gideceğimiz yere…” Biz de yürüyoruz işte,
214
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
gidiyoruz gideceğimiz yere. İşte böyle uyanık talebeler hep
oluyor.
Bir gün, bir insan-ı kâmil ve talebeleri nehirde salla
karşıdan karşıya geçiyorlarmış. Yine uyanık bir talebe,
“Efendim, görüyor musunuz ölümle aramızda bir şu tahta
parçası var.” demiş. Kapmış işi yani. Mürşidi de ona: “İyi de
oğlum, karada o da yok.” demiş. Bakın mantıksız hiçbir şey o
Allah’ın velilerinden de duymuyorsunuz. Bizden de
duymazsınız. Ama iman etmeniz gereken şeyler bunlar.
İmam, iman edene. Cem makamındaki salik imam olur; yani
bütün isimleri kendinde cem eden olur. Onun arkasında namaz
kılınır o zaman. Onu da bulduğun zaman, o sana beş vakit
namaz kıl demiyor ki. O daha fazlasını istiyor. “Namaz kılar
gibi yaşayacaksın!” diyor. Öbürü şeriat; şeriattan taş
düşürmüyoruz biz, incitmiyoruz şeriatı. Mümkün mertebe
namazlarımızı kılıyoruz, orucumuzu tutuyoruz. Ama o
fazlasını istiyor: Nafile ibadetleri. Nafile ibadet ne? İşte sohbet
eder gibi yaşamak; her anında. Her anında Allah’tan başka
hiçbir şey olmadığı bilinciyle yaşamak; nafile ibadet bu.
Bir an unuttunuz zikrinizi, Allah’ı; bozuldu oruç, bozuldu
namaz…
İnsan-ı kâmil size nasıl yaşayacağınızı söylüyor. Öyle
yaşamaya gayret ediyoruz. Ef’âl’de, Sıfat’ta nasıl yaşarsak
Zat’ta öyle ölmüş olacağız. Öldüğümüz gibi de Cem
makamında vücudundan vücut giydirecek. Bu ölüm ve diriliş
de doğuş da o orantıda olacak. Allah diyeceğiz işte. Çünkü biz
olması gerekeni yapmışız: Bir insan-ı kâmil bulmuşuz; gelip,
biat etmişiz. Bu dünyaya gelme nedeninizi yerine getirmiş
oluyorsunuz. Ondan sonrası artık tamam.
215
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
216
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
ZORLAŞTIRMAYIN, KOLAYLAŞTIRIN!
Ya Allah’a kul
ya da
Dünya’ya köle olursunuz!
Kime karışıyoruz? Kime akıl öğretiyoruz? Allah’a
karışıyoruz. Allah’a akıl öğretiyoruz. Kiminle didişiyoruz? Lâ
Fâile İllâllah. Direkt olarak Allah’la didişip, duruyoruz.
Sizinle didişen birini evinizde ister misiniz? İstemezsiniz.
Sizinle didişip duran birine sırrınızı söyler misiniz?
Söylemezsiniz. İnsan didiştiği adamı, evine istemez; ona
sırrını vermez; ona gerçek yüzünü göstermez. İşte bakın, alın
size sırrın sırrı. Siz istemezsiniz de Allah ister mi? Allah
kendisiyle didişen birinin evine, içine girer mi? Allah sırrını
verir mi? Allah kendisiyle didişen birine yüzünü gösterir mi?
Lâ Fâile İllâllah, dedik. Diyor ki: “Sen sus, ben konuşacağım.
Sen bilmiyorsun, ben biliyorum. Onu öyle yapma, bunu böyle
yap…” Didişip, duruyoruz biz. Kiminle didişiyoruz? Allah’la
didişiyoruz direkt olarak. İşte makamın özü bu. Aslında
başka hiç bir şey söylememe gerek yok. O zaman ne
konuşuyoruz
biz
burada?
Samimiyetten,
sevgiden
217
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bahsediyoruz. Bu didişmeyi, bunlar halledecek samimi
olursanız. Allah’la samimi olunur mu? Olunur. O size şah
damarınızdan daha yakın32; uzakta değil ki. Açık ve net
söylüyorum; didiştiğiniz adamı istemezsiniz!
Ayetler, Peygamber Efendimize, vücud-u nuraniyesinden
vücud-u unsuriyesine, Cebrail (a.s.) tarafından getiriliyor.
Buraya, sineye gelen ayetler de öyle… Toplumda olaylar
oldukça, sebepler halk edildikçe o, ayetleri söylemeye
başlıyordu. Biri birini yaralıyor; geliyor, soruyor. Biri birinden
boşanmak istiyor, geliyor, soruyor. “Bakara suresi şu…”
diyor. Bir Yahudi Hz. Meryem’le ilgili bir şey soruyor, ayetler
geliyor. Savaş çıkma durumu oluyor, ayet geliyor; savaş
çıkıyor, orada ne olacak? Ayet geliyor. Şimdi de aynı, hiçbir
değişiklik yok.
Peygamberler geneledir; Allah’ın velileri özele.
Peygamberler geneledir; Allah’ın velileri özele. Genel
dediğiniz zaman, din ile devlet işi bir arada. Genele, çünkü
tebliğ ediyor. Veli de aynıdır, ama özeledir. Yani onu talep
edenedir. Onu talep edenle birlikte, o Allah’ın velileriyle
birlikte, olaylar oldukça, aynı şekilde ayetler gelir, hiçbir farkı
yok.
Evinizde oturarak, kurulu bir düzende haftada bir gün, bir
saat konuşarak hiçbir ayetin zuhura gelmesi söz konusu
değildir. Otomatikman tarikat olur. Tekdüzelikle doğuş
olmaz. Bu doğuşun tek taraflı olduğunu düşünmeyin. Hep
birlikte bu iş olur. Sizin bana rapt olduğunuz oranda benim
belam artar. En büyük belalardır. Aslında açık açık
32
Kaf, 19
218
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
söylüyorum nasıl çalıştığını. Bakacaksınız adama; bir adam
işinden, eşinden, sağlığından sınanmamışsa ayetler tam zuhur
etmez ondan. Açık, çok net. “Çocuk oyuncağı değil!” diyoruz
ya bizim için de çocuk oyuncağı değil. Burada oturmak,
konuşmak; insanların buraya gelmesi çok büyük sorumluluk.
Kendiliğinden olacak bir şey değil. Mevlânâ Hazretleri’nin
Mesnevi’de dediği gibi “Bu, masal diyene masal; yemek
kitabı diyene yemek kitabı.” Biz de öyleyiz. Bizi masal
zannedene masalız, o zannedene o’yuz. Masal olan bizi masal
zanneder; o olan, bilir. Biz dönelim işimize. Bizim işimiz ne?
Lâ Fâile İllâllah.
Her Fiilde Faal Allah, diyoruz. Kafamızın arkasındaki
Allah’ı gözümüzün önüne alıyoruz. O gökyüzünde,
yukarılarda olanı aşağı indiriyoruz; yerin dibinde olanı
gözümüzün önüne çıkartıyoruz, diyoruz. Dediğimizle kalıyor
muyuz? Kalmayacağız. Her Fiilde Faal Allah. “Onu öyle
yapma, böyle yap…” Kime dediniz? Ayete muhalif oldunuz.
Hangi ayete? “Zorlaştırmayın, kolaylaştırın!” Fiilde fail olan
var, siz ne karışıyorsunuz, niye zorlaştırıyorsunuz Allah’ın
işini? Ben Pir ile tanışıncaya kadar bu ayeti bir türlü
anlayamıyordum. Ta ki Pir ile tanışıp, onun önünde diz
çökünceye kadar. Ama bilenle bilmeyen bir mi? İşte mesela
adam müzisyen; o biliyor, siz bilmiyorsunuz. O takva; ayet
değil. Biliyor musunuz takva, makamlara girmez. Bir gün
araba kullanıyorum, yanımda da Cemm-ül Cem makamında
bir arkadaş oturuyor. Biliyorum ehliyeti yok, “Ben takvada
üstünüm.” dedi. Arabayı çektim sağa, çektim el frenini, “Geç,
kullan.” dedim. Sustu ondan sonra. Makamlarla ilgisi yok
bunun. İşte ben hüccetli insan-ı kâmilim. Haydi bakalım bana,
219
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
“Bu duvarı boya…” deyin, fırça izleri kalır her yerde. Benim
işim o değil ki. Bizim işimiz onu ehline teslim etmek. Sizin
fiillerinizin, sıfatlarınızın ve vücudunuzun ehli, sahibi Allah.
Teslim edeceğiz hepsini ona. Bizim işimiz Allah ile Allah
olmayla.
Zorlaştırmayın, kolaylaştırın!… Karışıp duruyoruz devamlı
Allah’ın işine. Hani samimiyet? Özellikle kişiye özel bir şey
söylemem. Demem ki “Senin gözünün üstüne kaşın var.”
Çeşitli şekillerde gözünüzün üzerinde kaş olduğunu anlatırım,
o kadar. Makamları anlatırım, “Bu makamın özellikleri
budur.” derim. Hazret-ül Cem makamındaki adam evliyadır,
ama ben “Evliyasın.” demiyorum. Makamı anlatıyorum veya
“Didişip, duruyorsanız Allah yüzünü göstermez!” diyorum.
Orada “Sen fenafillâh olmadın!” da demiyorum, sadece
makamları anlatıyorum. Benim işim bu. Müzisyen çalıyor,
söylüyor; diğeri boyuyor; çilingir kapıyı açıyor… Hiçbir
zaman birine bir şey nasıl diyebilirim?
Didiştiğiniz biri sizin evinize gelmez; size yüzünü
göstermez; size sırrını vermez. “Sen didişiyorsun!”
demiyorum. Böyle olursa “Vermez!” diyorum. İşimiz
anlatmak. Karışmayacağız. Kolay mı? Değil. Zaten veli
oluyorsunuz, evliya oluyorsunuz. “Erenler” deniliyor,
“Canlar” deniliyor. Ben şimdi burada direkt erenler, canlar
diye sohbete başlasam tamamdır, yeridir. Hiçbir eksik yok.
Kolay mı?..
“Ben Allah’a inanıyorum, buramda, kalbimde benim her
şey…” diyorlar. Ya, Allah sana inanmıyor. Sözle Allah’a
inanma olur mu? “Ben Allah’a inanıyorum.” de; ondan sonra
“Fiiller benim, sıfatlar benim, vücut benim…” de. Olur mu
220
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
öyle şey? İman etmek zor, ama bir yakaladınız mı çok da
zevklidir. İşte Allah gelir, elektriğinizi keser; sobada odun
olmaz, kömür olmaz. Oralarda Allah demek kolay değil.
Diyeceğiz, oralarda da Allah diyeceğiz. Büyük savaş, bu.
Nar perdelerinden bahsediyorduk, geçtik nur perdelerine.
Nur perdeleri zaten adamı alır, yere çarpar. Adam soğuktan
kendisi donsa olur da çocuğu donarken titremeye başlar, kolay
değil. Kendisine der “Allah” da çocuğuna? “Bugün rızkımız
yokmuş.” dediniz, “Allah…” dediniz, aç yattınız. Çocuk da aç.
Siz, “Rızkımızda bir bardak su varmış.” der; “Allah…” der;
yatarsınız. Çocuk aç, onu ne yapacağız? Oralarda zıplamaya
başlar insan.
Bu makamları hayatınıza geçirmek adına söylenmiş bir
cümleyi kafanızda bir an tefekkür etmeniz, binlerce saat
sohbet dinlemenizden daha önemlidir. Mesela, “Allah’ın işini
zorlaştırmayın, kolaylaştırın!” sözü. Bir an, “Aa, evet bu
böyleymiş” diye tefekkür ediş var ya o bir an, binlerce yıla
bedel katettiğiniz yol. Öylesine yükseliyorsunuz o zaman.
Zaten görürsünüz yükseldiğinizi; o tefekkürlerden sonra
hayata, olaylara, fiillere bakışınız değişir. En azından bir
gayret içerisine girersiniz. Üçünü kaçırsanız birini
yakalarsınız. İşte o yakalayışlar var ya binlerce saat sohbet
dinlemeye bedel. Bizim buradaki anlatışlarımız onu
yakalamak için zaten. Yoksa Allah yüzünü göstermez. İnat
ettiğinden değil, bu kendiliğinden olur; siz didişirseniz,
yüzünü göstermez.
Ne dedik ya Allah’a kul olursunuz ya da bu dünyaya
köle olursunuz. Şimdi biz nereye geleceğiz? Cemm-ül Cem
makamına geldik de rütbeler buraya takıldı da “Sen sus, ben
221
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
konuşayım!” değil, kul oluyorsunuz. “Yarattım…” dediği yer,
kul olduğunuz yer, peygambere ümmet olduğunuz yer,
Cemm-ül Cem makamı. “Yarattım…” dediği yer.
“Yarattım…” diyor, hâlâ ikilik var ha. Orayı da yakalayın.
Şimdi dönelim Ef’âl makamına. Her Fiilde Faal Allah.
Didişip, duruyorum ben Allah’la. Çünkü ona diyorum ki
“Böyle yapma! Sen sus, ben biliyorum. Sen bunu yanlış
yapıyorsun...” Didişip, duruyorsunuz. Ef’âl makamında
Allah’la didişen birinin Cemm-ül Cem makamında her fiilde
fail olması söz konusu mu? Siz fiilde fail olursunuz ya da fiil
sizde fail olur. Fiilin fail olduğu insanlar görmek istiyorsak
oraya bakacağız. İşte “Ben, bu derneğin karar organıyım!”
diyor. Biz, kul, köle olacağız orada.
Kendisini veli görmeyen, beni veli göremez.
Hazret-ül Cem makamına tekrar dönüp, oradan Cemm-ül
Cem makamına bakalım. Sırlaşma ne demek dedik? Ef’âl
makamında başlıyor sırlaşma. Siz Hazret-ül Cem makamına
geldiğiniz zaman ya bu sırların tamamına vâkıf olan
oluyorsunuz ya da sırlarda âşık kalıyorsunuz veya sıddık
oluyorsunuz. İşte bu Allah’ın velileri üç şekilde. Âşıklar
vardır, ama Sıfat makamından bahsetmiyorum. Allah
âşıklarından bahsediyorum. Bir de sıddıklar vardır; Ebu Bekir
Hazretleri gibi. Şaşmaz. Bir şey bilmeyiversin. “Ümit mi
diyor? Tamam, doğru.” diyor. Çünkü Davud demek daha
kolay, Peygamber Efendimiz demek daha kolay. Ümit demek
zor. Bir de vâkıflar var. O Hazret-ül Cem makamına gelen
salikte bütün bu sırlar var. O zaman o sırları, onu vereni görüp
tanıması lâzım. Hazret-ül Cem makamına gelip de hâlâ ona
mürşit ya da rehber diye bakıyorsa göremiyor demektir. Bu
222
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kadar sırdan sonra bakın oradan ne çıkıyor? Muhabbetten ne
doğuyorsa oradan o doğuyor. İşte doğduğu zaman da neyi
görüyor ve kime kurban oluyor orada, iyi baksın. Ben
arkadaşlara hep söylüyordum; şimdi mürşidim bana telefon
açsa “Bulunduğun yerden çık, dördüncü kattan kendini aşağı
at!” dese sizinle vedalaşmam. Artık Hazret-ül Cem makamına
gelen salik, bunları kendisi için yapıyor. Hazret-ül Cem
makamına gelmişseniz ve hâlâ rehber görüyorsanız siz
yolcusunuz, ama iyi bir şeydir. Yolcu olun da bu yolda olun.
Ben yine anlatıyorum; kimseye yolcu demiyorum, benim işim
anlatmak. Hazret-ül Cem makamındaki salik, hâlâ bizi rehber
görüyorsa yolcu demektir. Bu rehber de onu gideceği yere
götürür. Ayrılmadığı sürece, rehberin adımlarını takip ettiği
sürece hiçbir şey olmaz ona. Ama onu rehber görüyor ya
kalabilir yollarda. O tehlikeler var hâlâ orada; işte gizli şirkler
orası. Ama mukarrabin zevki onda zuhur ettiyse kendisini
veli görmeyen, beni veli göremez zaten. Böyle bir şey söz
konusu değil. Eşyanın yapısına aykırı. Kendinizi ne
görüyorsanız beni de o görüyorsunuz. Eğer siz beni insan-ı
kâmil görüyorsanız bu sizin kâmiliyetinizden, benden değil.
Siz buraya geliyorsanız ve “Bu adam tamamdır; bu, o’dur.”
diyorsanız bu sizin tamam oluşunuzdandır. Zaten başka türlü
göremezsiniz. Böyle bir şey söz konusu değil.
Pir var sizin mayanızda da… Ne diyelim, biz Pir’in
cümlesini kullanalım: “Senin toprağın, cennet toprağından da
ondan öyle görüyorsun.” derdi. Kim görür? Siz göreceksiniz,
ama hâlâ rehber görüyorsanız siz yolcusunuz demektir.
Başımızın üzerinde de yeriniz var. Bizi takip ettiğiniz sürece
de bizim gittiğimiz yere gelirsiniz. Hiçbir şey yok, ameli bin
223
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
salih. İşte anlatıyorum, adını koymadan söylüyorum. Yap
dediğini yaparsınız, yapma dediğini yapmazsınız. Anlatıyor ya
Pir: Bir mürşit varmış, iki yana salınarak yürürmüş. Bir de
talebesi varmış onun. O da onun gibi hep öyle iki yana
salınarak yürürmüş. Öyle yürümüş, adam olmuş. Anlattığı ne?
“Beni rehber görüyor… Yolcu, ama izini takip ediyor.” diyor.
Yani, “Ey yolcu, daha beni hâlâ rehber görüyorsan sen
yolcusun, ama başımın üzerinde yerin var. Olacaksın,
benimle devam et!” diyor. Çünkü bu yolda tuzaklar vardır,
uçurumlar vardır. Bu dünya adamı her fırsatta yutuverir, çok
güçlüdür.
Özellikle buradaki perdeler var ya buradakiler... 30.000
perde var bu vücutta Fena makamlarında; Beka makamlarında
30.000 perde de kafanızın içinde. Yavaş yavaş oraya
ulaşacağız, o kafanızın içindekilere. Ben onları biliyorum, ama
siz de bana rapt oldukça ulaşacağız onlara. İşte olay bu. Şimdi
artık bütün sırlar sizde, “sırra ve ene sırrahu” bu. O makamda
size verilen bir şey değil bu. Bu bütün zaten. Vahdet-i vücuda
gidiyoruz, ayrı bir şey yok. Pir bunları anlatmak adına,
anlaşılması adına, hayata geçirilmesi daha kolaylaşsın diye bu
hale getirmiş. Yoksa Hz. Ali der mi “Hayatımın boyunca iki
rekât namaz kıldım.” diye? Biri Fena makamları, biri Beka
makamları. Vitir namazı ne? O üç rekât; Fena, Beka,
Ehadiyyet’i anlatır. Onu simgelemek için o 3 rekât namaz
konulmuştur. Biz o namazları burada kılıyoruz, ama öyle yatıp
değil, onu zaten yapıyoruz. Namaz bu. Yoksa ne kadar kolay
yat, kalk; o ne olacak yani. O kolay. Vitir namazını kılmaya
çalışıyoruz işte. Zat makamında, işte birinci rekât bitti. Beka
makamı geldi, ikinci rekât bitiyor. Yani bunlar sadece biri
224
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
gelsin diye yapılmış makamlar değil. Herkes bu makamlara
gelebilir. Herkes dört Cem’i yiyebilir. İki tane arıyorlar ya…
Ehadiyyet-ül Cem, onları sonra konuşacağız. Dört Cem
yenilmeli, o zaman insan oluyorsunuz. Dört Cem yenilir.
Nasıl? İşte böyle, o sırların hepsi sizde var.
O kadar duymuşsunuzdur; “Efendim benimle şunu sırlaştı,
bunu sırlaştı…” diye. Bir kere sırlaştıysa başkasına niye
söylüyorsunuz? Diyelim ki zahir bir sırrını verdi. Neden
söylüyorsunuz başkasına? Neden o sırlaşmayı kendinize bir
silah olarak kullanıyorsunuz? Başkasına hâkimiyet sağlamak
için mi? Başkasına hüküm sürmek için mi onu sağlıyorsunuz?
Âdem’i bulmuşsunuz, secde etmişsiniz, daha büyük bir
sırrınız yok. Bu dünyaya gelme nedeniniz bu. Diyor ya ayette;
“Sırlar apaçık gözünün önünde…” Gözünüzün önünde, ama
onu görecek göz lâzım. Gözü yıkacağız, bu göz akacak. Sıfat
makamını zevk ediyoruz; yerine orada can gözü geliyor, o işte.
Yine burada oluyor, aynı yerde (bilincinizde) oluyor. Bu kulak
gidiyor, düşüyor. Yerine kulak geliyor. Yeniden
yaratılıyorsunuz tüyden kıla kadar. Hiç eski parça kullanmaz
Allah. “Bu sağlam, bunu kullanayım.” demez.
Şimdi bu bilinçle makamları yaşayan, zevk eden biri
Cemm-ül Cem makamına geldiğinde, “Ben komutanım.” der
mi?
En büyük özgürlük, Allah’a kul olmaktır.
Samimiyetle Fena makamlarında gidersek samimiyetle, o
samimiyetin karşılığı olarak Hazret-ül Cem makamında bizden
sevgi doğmaya başlar. İçinden sevgi doğar o salikin. Arı nasıl
kustuğunda bal çıkıyorsa Hazret-ül Cem makamındaki salik
225
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kustuğunda da ondan sevgi çıkar. Şimdi kustuğunda sevgi
çıkan bir adam, Cemm-ül Cem makamında her fiilde fail nasıl
olur? “Kul” olur işte. Kul, köle olmak demek özgür olmak
demek, en büyük özgürlüktür Allah’a kul olmak. Kül
oluyorsunuz orada, Allah oluyorsunuz -anlatmak adına
söylüyorum-. Kül’dür tam olarak. Küllî; küllî akıl, külli
irade… Kül oluyorsunuz orada. Yani kul, Ehadiyyet-ül Cem
makamı. Hazret-ül Cem makamındaki salik, sıfatullah
olur; Abdullah olur; Allah’a abd olur. Ona sıfatullah derler,
sıfatiyûn değil. Ne demek sıfatullah? Mürşidinin aynıdır kendi
kabınca. Muhabbetten ne doğdu? Bu doğdu işte. Mürşidinin
aynı olur. Aynısı değil. Aynî olur kendi kabınca. Yani hep
verdiğim örnek: Denizden bir bardak su alın. Laboratuvara
götürün. “Bu nedir?” diye inceletin. Rapor gelir, “Bu,
denizdir.” derler. Ama içinde balık yetişmez.
Kendi kabı kadar. Ama aynı olur. Denizdir o yani. Onun
artık elinden tutan, gözünden gören, dilinden konuşan,
ayaklarından yürüyen o olmuştur.
“Sıfatları kendine nispet eder…” diyor ya kitaplarda
açıklarken, orada bir gizlilik var. “Kendine…” Yani “Aynîne”
nispet eder. Aynî. Orijinali odur. Nispet ettiği aynîdir. Tabii
orada kendine diye Türkçe yazmak durumunda. Buraya, insanı kâmile rapt olmazsak can kulağı oluşmayıp da can kulağıyla
dinlemezsek, can gözüyle görmezsek bunları okuyarak irşat
olamayız. Teknik açılımını yapıyorum bakın. Yani siz kendi
zannınızla makamları anlayarak irşat olamazsınız. O yüzden
zaten rehberler var, insan-ı kâmiller var. Rapt olduğunuz
oranda, iman; iman ettiğiniz oranda, rapt oluşur,
makamlar oluşur.
226
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Biz, Müslüman değil; misli imanız.
Şimdi biz diyoruz ya “Bu sokaktaki din, Peygamber
Efendimizin dini değil, Muaviye’nin dini.” diye. Din ne peki?
Zat makamını zevk eden, baktığını baktığı anda Hakk gören
salikte vicdan oluşuyor. Dolayısıyla biz Müslüman değil, misli
imanız. Din denilen şey, o vicdan işte. Biri bir şey yaptığı
zaman “Vicdansız” diyoruz ya. Ama o, bu vicdan değil,
söylediğim başka bir şey. İşte buradaki (vücudunuzda,
kafanızda) tüm perdeler kalkınca Allah gelip, buraya oturuyor
ya orada işte bir vicdan oluşuyor, din o işte. Bu sohbetler işte
önemli bu yüzden. İşte kalkıyoruz, geliyoruz soğukta,
yağmurda. Siz olmadan, insan-ı kâmil olmaz çünkü. Biz
bütünüz. Cem olmadan, Hazret-ül Cem olmadan, Cemmül Cem olmadan, Ehadiyyet olamaz. Biz bir bütünüz. Biz
biriz. Ehadiyyet olmadan onların içi boşalacağı gibi onlar
olmadan da Ehadiyyet olmaz. Hepimiz aynıyız. Bir farkımız
yok. Ruh olarak aynıyız. Bakın Pir ilahisinde nasıl anlatıyor:
Firavun'u, Haman'ı, Nil'e gark eyleyeyim
Kesrette vahdet ile vahdete gark olayım
Cemm-ül Cem’de kendimi tavaf edeyim
Her fiilde fail eyle, kulun kölen olayım
Evvel, ahir, bâtın, zahir benim diyeyim
Cihan içre senin ile yalnız bir göz olayım
Bakayım âleme bir gözle, şirkten kurtulayım
Lütfeyle ey padişahım, böyle sultan olayım…
Evvel, ahir, bâtın, zahir… Cemm-ül Cem makamının ilk
yarısı -anlatmak adına-. “Evvel, benim” diyorsunuz, “Ahir,
benim” diyorsunuz, “Bâtın, benim” diyorsunuz, “Zahir,
227
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
benim” diyorsunuz. Sonra bu kitaba da diyorsunuz; “Evvel
sensin, ahir sensin, bâtın sensin, zahir sensin.” Bütün
oluyorsunuz. Ondan sonra, “Her fiilde fail oluyorsunuz.”
diyoruz. Değil mi? Bu anlatım böyle kaldığı zaman ne oluyor
biliyor musunuz? Bu teknik açılımlara girmediğiniz zaman biz
anlatıyoruz nasıl olacağını. Hep de anlatacağız. Salik
otomatikman ruhani bir şeyler bekliyor, mesela bu kitapla
bütünleşmeyi. Şimdi bakın, Cemm-ül Cem makamına
geldiğiniz zaman mevhuma kaçma olasılığı var. Çünkü “Evvel
sensin, ahir sensin, bâtın sensin, zahir sensin” dedi ve onunla
bütünleşti. Böyle tarif ediliyor. Ondan sonra insanlar da
“Maddeye hükmedebilir miyim?” demeye başlıyor Cemm-ül
Cem makamında, Hazret-ül Cem makamında. Uyanık olanlar
Cem makamında başlar, ama aslında uyuyor. Karşısındaki
adamın düşüncelerini değiştirmeye çalışır. Cemm-ül Cem
makamının ilk yarısı var ya adamı bataklığa götürür. Panteizm
işte. Adamı bataklığa götürür; kul, köle olmaya değil.
Kerametten, ancak Melâmetle kurtulunur…
Diyoruz ki Ef’âl makamında didişip, duruyorsunuz.
Didişip, durduğunuzla orada fail olabilir misiniz? Ne oluyor
burada? Şimdi biraz önce dedim ya “Fiilde fail olamazsanız,
fiil sizde fail olur.” diye. Bir güç de oluşur makamlarda.
Başlıyor o zaman karşısındaki adamın düşüncesini
değiştirmeye, maddeye hükmetmeye. Fiil onda fail oluyor o
zaman. Mürşit bunu görür, Cemm-ül Cem makamını da verir.
Kul, köle olmuyor bakın o salik. Bu Ef’âl makamında başlıyor
arkadaşlar. Kesrette nasıl vahdet olacaksınız böyle? Bu çokluk
içerisinde vahdeti nasıl bulacaksınız?
228
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bakın, fiil adamda fail olunca neler oluyor. Çünkü Ef’âl
makamında fiilde fail olanı tam olarak hayatına geçirememiş.
Var ya Pir’in bir ilahisi: “Bir kâmil bana Ef’âlin sundu. Lâ
Faile İllâllah şiarım oldu.” diye. Lâ Fâile İllâllah o adamın
şiarı olmamış.
Ne demek “Şiarı olmak?” “Hayatına geçirmek” demek.
Şiarınız oldu mu her tarafınız Allah’a dönüyor. Geldiniz işte
kâmil size Ef’âlini sundu. Sizin şimdi gayret edeceğiniz,
şiarınız olacak. Ondan sonra zaten Allah’a döneceksiniz.
Burayı yakalayamadık mı neler olduğunu görüyorum. O
zaman üzülüyorum, arada sırada sertleşmemiz aslında çok
üzülmemizdendir. İnanın benim gördüklerimi görseniz bu
kadar yumuşak konuşamazsınız. Belki parçalarsınız adamı
düzelsin diye, ama öyle olmuyor. Olmuyor. Öyle olmuyor.
Sevgiyle bekleyeceksiniz, her şeyin bir vakti saati var. Farkı
açık olan adama ceza verilmez. Zaten onun farkının açıklığı
kendine en büyük cezadır. Bu ne demek? Diyelim ki bir an
bilmeyerek beni üzdünüz. Fark varsa o talebede, o an olmazsa
şu kapıdan çıkışta, kapıdan çıkışta olmazsa evde ya da bir gün
sonra, iki gün sonra o talebe yaptığını anlar. Anladığı andaki
içine o düşen, ona vereceği en büyük cezadan daha fazladır.
Anlar zaten adam. O gün olmaz, iki gün sonra anlar. Kızarır,
bozarır, dudağında uçuk çıkar ne olursa yani. Yakalar yani…
229
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
230
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kul, Köle Olmak:
ALLAH’TA YOK OLUP, KÜL OLMAK
Zat makamındaki salik,
velayet yoluyla manada peygamberliğin
devam ettiği bilincine ulaşmıştır.
Şeriatta, “Kul hakkı” diyorlar değil mi? Adamı
kazıklıyorsunuz,
gönlünü
kırıyorsunuz,
bir
şey
yapıyorsunuz… O zaman “Kul hakkı” diyor şeriatta. Ee,
şimdi biz geldik en tepeye. Her Fiilde Faal Allah, diyoruz.
Diyelim ki birini kazıkladınız, kimi kazıkladınız? Birinin
gönlünü kırdınız, kimin gönlünü kırdınız? Bakın şeriat nerede,
biz neredeyiz? Zaten o şeriatta da ne diyor: “Şerri at.” Şeriatta
kul hakkı için: “Kul hakkıyla gelirsen benimle masaya
oturamazsın. Hiç şansın yok. Direkt cehenneme!” diyor.
“Onun haricinde abdestinizi almadınız, namazınızı yarım
kıldınız ya da kılmadınız, Hacca gittiniz ya da gitmediniz; ne
yaptıysanız yaptınız… Onun haricinde her ne yaptıysanız
benimle masaya oturursunuz.” diyor -anlatmak adına
söylüyorum-. “Ya ben seni affeder, direkt cennete alırım ya da
biraz cehenneme alıp, tütsülerim…” diyor. Ama kul hakkıyla
231
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
geldiğin zaman “Masaya oturamazsın.” diyor. Neredeyiz biz
şimdi? Her Fiilde Faal Allah, masaya oturduk. Birini incittiniz,
Allah’ı incittiniz. Birini kazıkladınız. Kimi kazıkladınız? Kul
hakkına giren her şey, Her Fiilde Faal Allah artık. Daha ilk
derste bittik biz. Öbür tarafta tövbesi var, affı var, hafif
tütsülenmesi var. Burada yok, direkt. Gittik dediğim, çok
yüksek bir yere geldik; mahvolduk değil. İşin ciddiyetini
anlatmak adına söylüyorum.
İlm-i Ledün; Allah’tan başka her ne biliyorsanız
onları silme işlemi.
Her Fiilde Faal Allah dedik. Kul nerede? Kul orada, kul
Cemm-ül Cem makamında olacak. İşte oralara gelmek için bu
didişmeyi Ef’âl makamında çok iyi yakalamak lâzım. Siz
şimdi sizinle didişip duran birini isteyerek evinize alır mısınız?
Çok zorda kalmazsanız almazsınız. Didişip duruyor, uğraşıp
duruyor. Almazsınız evinize. Sırrınızı verir misiniz ona?
Vermezsiniz. İşte kim ki bir insan-ı kâmil buluyor; ona biat
ediyor; o, bu sırlara erişme potansiyeline sahip oluyor. Orada
başlıyor iş. Çünkü pek çoğu Allah’la didiştiğini bilmiyor ki.
Bu bilince ulaşan biziz, diğerleri bilmiyor. Onlar göklerde bir
yerde, kafalarının arkasında, buharlaşmış bir Allah var diye
düşünüyor; öbürlerini de işte insan görüyor, kadın görüyor,
erkek görüyor, iş görüyor, otobüs görüyor. Kendini de kendisi
olarak görüyor. Yukarılarda bir yerde bir Allah var; yedi
günde bütün her şeyi yarattı; sonra çekildi bir kenara,
oturuyor, oradan yönetiyor diye görüyorlar. Bilmiyorlar…
Biz insan-ı kâmili bulduk; önünde diz çöktük, biat ettik;
artık bilmeye başlıyoruz. Ne biliyoruz biz? “Allah” biliyoruz,
başka hiç bir şey bilmiyoruz. Lâ Fâile İllâllah diyerek, adeta
232
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bir silgi gibi Allah’tan başka her ne biliyorsak onları silmeye
başlıyoruz. Buna İlm-i Ledün deniyor. Allah’tan başka her
ne biliyorsanız onları silme işlemine İlm-i Ledün, Ledün
İlmi deniyor. Silmeye başlıyorsunuz. Nasıl sileceğinizi insanı kâmil anlatıyor.
Tabii ki Ef’âl, Sıfat makamlarında
didişmeye devam ediyoruz. Oralarda daha tam uyanmamış
oluyoruz, ama siliyoruz, siliyoruz... Zat makamında, işte bu
dışta görünen her şeyi silme işi bitmiş oluyor. Artık o salikte
Allah’tan başka hiçbir şey kalmamış oluyor. O salik, içinde
Allah’tan başka ne varsa silme işlemini bitirdiğinde ve
dışarıda Allah’tan başka hiçbir şey kalmadığında,
otomatikman o siliş levh-i mahfuza da yansıyor. Oradan da
siliniyor o salik.
Şimdi Lâ Fâile İllâllah, diyorsunuz; fiilleri Hakk’a
bezlediyorsunuz. Fiiller Hakk’ın, diyorsunuz; siliyorsunuz
fiilleri. Lâ Mevsufe İllâllah; bu mevsuflarda fail olan Hakk,
diyorsunuz. Bütün sıfatlar; görme, duyma, ilim, hayat, kudret,
irade Hakk’ın diyorsunuz, onu da siliyorsunuz. “Bu vücut
benim” demek, en büyük günah aslında. Vücut yok ki
kimsenin vücudu yok; Allah’tan başka bir şey yok. Onu da
sildiğiniz zaman, yani fenafillâh olduğunuzda, levh-i
mahfuzdan da -levh-i mahfuz da şeriata göre- siliniyorsunuz;
Ümm-ül Kitaba yazılıyorsunuz. Bu güneş ışığı sizi görmüyor
artık. Gölgeniz olmuyor yani, siliniyorsunuz. O münker ve
nekir melekleri de sizi görmüyorlar silindiğiniz zaman. Ümmül Kitaba yazıldığınızda insan-ı kâmil orada artık sizi -Pir gibi
söyleyelim- haremine alacak. Haremine alacak demek;
kulluğuna alacak, kul olacak, ümmeti olacaksınız demek.
Mahremine alacak. Mahremi ne? O insan-ı kâmilin; size bu
233
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
sırları verenin, sizin ef’âlinizi, sıfatınızı, zatınızı sildirip, sizi
Ümm-ül Kitaba yazanın kim olduğunu görüyorsunuz; kim
olduğunu anlıyorsunuz; sırlaşmaya gidiyorsunuz. Bunu
anladığınız an işte o mahremiyete, o hareme girmiş
oluyorsunuz.
Zat makamındaki salik, velayet yoluyla manada
peygamberliğin devam ettiği bilincine ulaşmıştır.
Kul olmak, kül olmak; Allah’ta yok olmak demek. Köle
değil, “kül” olmak demek. Her gün dünya yeniden kuruluyor;
biz bu vücutlarda yaşıyoruz. İşte o bilinçle bu vücutta yaşamak
demek. Bunu da işte Allah bazı ayetlerde söylüyor: “Ben,
insanı Ahsen-i takvim üzerine yarattım.”33 diyor. Diğer bir
ayette de “Bana sadece ibadet ve kulluk etmeleri için
yaratmadım.”34 diyor. “Daha yaratmadım.” diyor aslında. Ama
avam bu ayeti, “İnsanı ve cini sadece bana ibadet etmeleri ve
kulluk etmeleri için yarattım.” diye çeviriyor. Şimdi o levh-i
mahfuzdan silinen salik, Ümm-ül Kitaba yazıldığında o
yaradılışın ikinci kısmı başlıyor. O ayette de35: “Ve mâ
halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn.” “Ancak, ben insanı
“illâ” yaratmadım.” diyor. Bu ayetteki sır, bu yaratma sırrı.
“İllâ li ya'budûn”; “İllâ yaratmadım.” diyor. Bütün sır bu
“İllâ”da. Peki, illâ yaratmadıysa nasıl yaratıyor? İllâ yaratıyor:
İllel Mevcude İllâ Ene, Cem makamı; İllel Mevcude İllâ Ente,
Hazret-ül Cem makamı; İllel Mevcude İllâllah, Cemm-ül Cem
makamı ile yaratıyor. O ayette hepsi var, ama bunu avamın
anlaması mümkün değil. Bunu aslında bir insanın idrak etmesi
33
Tin, 4
Zariyat, 56
35
Zariyat, 56
34
234
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
de söz konusu değil. Bu ancak Allah’ın idrakiyle olur. Bu
idrak, Allah’ın idrakidir. Zaten Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe
İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah ile bunları sildik. Ne olduk biz?
Allah ile Allah olduk. Ancak Allah bu idrake ulaşabilir. O
yüzden Fena makamları, yani o siliş çok önemli diye
anlatıyoruz.
Şimdi salik Zat makamını zevk edip, fenafillâh oldu mu o
zaman işte bu yemini anlıyorsunuz: “Kul hüvallâhü
ehad…”36 Kul, hu olunca, Allah ehadiyyetine yemin ediyor.
Hu olan kul, Ehad'ı görür. Allah, ayetinde öyle diyor.
Ehadiyyetine o zaman yemin ediyor: Kul, Hu olunca… İşte
bunu çok üstü kapalı, aslında net bir şekilde Pir söylemiş.
Diyor ki: “Zat makamındaki salik, velayet yoluyla manada
peygamberliğin devam ettiği bilincine ulaşmıştır.” Velayet
yoluyla manada peygamberlik devam ediyor; Zat
makamındaki salik bunu anlıyor. Onun için de ona “veli”
diyorlar. Kul, Hu olunca Allah ehadiyyetine yemin ediyor; o
yeminle bu Cem’ler başlıyor, illâ’lar başlıyor. Yaradılış,
ondan sonra. “Sümmedena fetedalla fekane kabe kavseyin ev
edna”37 ayetine oradan geçiyor. Beka makamları sözle
anlatılmaz. Ben aslında size Beka makamlarını anlatmıyorum.
Beka makamlarında şöyle yapılır, böyle yapılır demiyorum.
Ben size bir perspektif, bir bakış açısı veriyorum; prensibi
veriyorum. Ayetlerin verdiği prensibi anlaşılabilir şekilde şerh
edip, sizin bilincinizi yükseltiyorum; zevki size… Böyle
bakarsanız eğer bu işe, zaten yaşamınızda bu makamlarla
samimi olmanız çok daha kolay olur. Samimiyetsiz
36
37
İhlâs, 1
Necm, 8-9
235
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
davranamazsınız kendiliğinizden. Size prensipleri, bakış
açısını vereceğim. Çünkü Beka makamları zevkîdir;
anlatılamaz, söze sığmaz. İnsan-ı kâmilin Pir olduğunun,
manada peygamber olduğunun, ondan geldiğinin sözle
anlatılması mümkün olmayacağı gibi sözle “Ben bu adamın
böyle olduğuna inanıyorum.” demekle de olmaz. Onun sizin
içinizde zuhur etmesi gerek. Bir zaman biri, “Benim mürşidim
peygamber” deyince bir daha gelmemiş yanındaki oraya. Bu
değil işte. Hâşâ ne peygamber, peygamberliğini bırakır ne
Allah Allahlığını bırakır ne Pir, Pirliğini bırakır. Melâmîlik,
zevkî bir şey. Bilinç!..
Kur’ân’da değişmeyen tek şey, değişimdir!
Mevlânâ Hazretleri, “İnsan, bir gözdür, görüştür.” diyor.
Bu sözüyle Cem makamını ifade ediyor. Bir göz, bir görüş, bir
bilinç oluyorsunuz. Ben size bu bakış açılarını vereceğim, siz
kendiniz zevk edeceksiniz. Çünkü benim Pirim benim
kolumdan tutup, kulağımdan tutup, “Burada böyle
yapacaksın!” demedi. Hatta bu kadar açık da değil, çok daha
gizli ve üstü örtülü bir şekilde bu prensipleri verdi. Kur’ân-ı
Kerim, prensipler kitabıdır; emirler değil. Emir 300 küsur tane
işte. 6600 küsur ayetten 300 küsur tane. Biz de veriyoruz emir.
Ne diyoruz: Abdestsiz ayağınızı yere basmayacaksınız; her
nefeste 3 defa Allah deyip, zikrinizi söyleyeceksiniz; mümkün
mertebe namazlarınızı kılacaksınız; sohbetlere gelmeye
çalışacaksınız. Çünkü bunların sonu, özgürlük. Ama onun
haricinde Kur’ân-ı Kerim, prensipler kitabıdır. “Sen sabah
8’de kalkacaksın; şunları, şunları yapacaksın!” demek,
Kur’ân değil. O, tarikat; onlar 300 küsur taneyle yürüyorlar.
Kara deliği bile bulabilirsiniz ayetlerde. NASA’da adamlar
236
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
uzayda çalışıyorlar, inanın Kur’ân açık önlerinde. Kara delik
bile yazılı orada. Çünkü Kur’ân prensipleri verir.
Peki, bu insan-ı kâmil ne? Kur’ân’ın ikiz kardeşi değil mi?
Biz nasıl emir veririz? Kur’ân’ın evrenselliği, prensipler kitabı
olmasından kaynaklanıyor. Kur’ân’da değişmeyen tek şey
değişimdir. Pir’i tanıdık. Bir günü bir gününe uydu mu
yaşarken? Hayır. İşte o, Kur’ân. Eğer okuyabilirseniz yaşarken
kendi yaşamıyla sizi irşat ediyor. Benim söylediklerime değil,
bütün gün yaptıklarıma bakın, daha çok irşat olursunuz. Ben
24 saat böyle söylediğim gibi yaşıyorum. Bugün cumaymış,
ramazanmış beni çok ilgilendirmiyor. Benim için her gün
cuma, her gün ramazan. Bu yaşam biçiminin emri, kuralı
olmaz. Ben de herkes gibi yaşıyorum, ama içimde hep bunlarla
yaşıyorum. Dışta beni ticaret adamı görürsünüz, mağazacı
görürsünüz... Ne derseniz deyin. “Ben kulumun zannı
gibiyim.” diyor ayet. Beni kim ne zannediyorsa, ben o’yum.
Ama içte söylediğim gibi yaşıyorum. Pir’in bana
söylediklerinden çok, yaptıklarını ve insanlara nasıl
davrandığını seyrederek irşat oldum. Çünkü bu konuşma en
ilkel iletişim şekli. Bu vücut dili yalan söylemez. Gözler,
Allah’tan başka bir şey demez aslında. Oturup, birbirimizin
sadece yüzüne baksak çok daha faydalı olur, ama bir gün biri
çıkar bu adam deli mi der. Onun için işte konuşuyoruz. Bu
Kur’ân prensibini almamız için konuşuyoruz. Şeriatı, abdest
alıp, namaz kılıp, ayetleri ezbere okumak zannediyorlar.
Oysaki şeriat, yaşam şeklidir. Birçoğu zaten Kur’ân’dan
alınmıştır. Şeriat, hepsi demek. Trafikte sarı yandı, hazırlan;
yeşilde geç… Şeriat işte bunlar. Araba kullanırken hız sınırı
70 km, şeriat; kemerini bağla, şeriat…
237
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Mülk olduğu zaman evrensel olamazsınız!
Bu evrenselliği yakalamadan anınızı nasıl kuracaksınız?
Bakın Kur’ân ne diyor: “Anını kur”, “Anını kuran adam”,
“Anda yaşayan adam…” Kur’ân, “an”da. Bu bakış açısıyla
bakacağız, ondan sonra makamları konuşacağız. O zaman çok
güzel bir yükseliş olacak. Evrensel; değişmeyen tek şey
Kur’ân’da, değişim. Pir, ne devamlı aynı evde oturdu ne
yanında devamlı bakanlar aynı kaldı; hepsi değişti. O derneği
açmak için neler yaptı, sonra ceketini aldı, gitti. Pir, bu
davranışlarıyla size bir şey veriyor: “Mülkiyet diye bir şey
yok ki!.. Mülk olduğu zaman evrensel olamazsınız ki!.. ”
Cebinizde bir ev tapusu olmasından bahsetmiyorum.
Cebinizde tapu olabilir, para olabilir, ama kalbinizde varsa
olmaz.
Herkes Kur’ân’ı okur; herkes Kur’ân’ı anlar, ama Mevlânâ
Hazretleri gibi herkes anlayamaz. Ben size şu an Mevlânâ
Hazretleri’nin Kur’ân’a nasıl baktığını anlatıyorum. Eğer öyle
bakarsanız öyle görürsünüz, öyle yaşarsınız. Ben bu bakış
açısından bahsediyorum, prensipten. Kur’ân: Anı kurmak.
Bu bakış açısıyla yaşayan biri için “Her olay bir ayet, her
zerre bir ayet” olur. Evrenselleşmiştir artık o.
Melâmî, ya Allah’tır ya Muhammed’tir. Ya
“Fena”sınızdır ya “Beka”sınızdır. Ya “Fenafillâh”sınızdır ya
“Bekabillah”sınızdır ya da ikisi de değilsinizdir. İlk önce bu
bakış açısına sahip olacaksınız. Bu işin kestirim yolu, insan-ı
kâmil ne derse yaparsınız, yapmaya gayret edersiniz. Bu
gayret içerisinde olanlara biz de daha yüksek bir bakış açısıyla
onların daha rahat yaşamasını sağlamaya çalışıyoruz.
Kendiliğinden
döngüsünü
sağlamaya
çalışıyoruz.
238
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kendiliğinizden döneceğiniz yer; Hazret-ül Cem makamını
zevk etmektir. Burada işte Ef’âl, Sıfat makamları çok önemli.
Allah diyorsunuz, gayret ediyorsunuz; Sıfat makamında Allah
sizin içinizde aşka dönüşüyor.
Allah’ın velileri dışta hep şeriatla dalga geçer gibi
görünürler, ama aslında şeriatın bir başlangıç olduğunu
gösterirler. Ef’âl makamında Allah ile didişen birinin,
Cemm-ül Cem makamında her fiilde fail olması söz
konusu değil. Didişip duruyorsunuz, onda nasıl fail
olacaksınız? Ef’âl makamında Allah ile didişenler, Cemm-ül
Cem makamında hüccetle didişirler. Didişmekten o vücutta
kimin olduğunu göremezler. Biz onlara da kızmıyoruz o
yüzden. O bakış açısını vermeye çalışıyoruz. “Sen sensen ben
de benim!” diyor. İşte didişmek. Yoksa hepimiz zaman zaman
makamımızdan düşüyoruz, o başka. Melâmî, hacıyatmaz
gibidir. Düşe kalka, düşe kalka gideceğiz, ondan
bahsetmiyorum. O, irşat olma yöntemi. Bir an Allah demeyi
unutacaksınız ki makamınızdan düşeceksiniz ki orada ateş
fazlalaşacak ki fark açıldı mı “Ben ne yaptım?” dediniz mi o
en güzel irşat yöntemi artık. Burada zaten kimse kusursuz
olduğunu iddia etmiyor ki onun için buraya geliyoruz işte.
Onunla ilgili bir lafımız yok. Biz böyle dibine kadar
didişmekten bahsediyoruz.
Ef’âl makamında Allah ile didişenler;
Cemm-ül Cem makamında hüccetle didişirler.
Ya biz fiilde fail oluruz ya da fiil bizde fail olur ya da
orta yol buluruz; susarız. Hani bir laf var: “Biliyorsan söyle
ibret alsınlar, bilmiyorsan sus insan sansınlar.” Zaten
“Susmak” ve “Sen bilirsin” demek irşadın yarısı. İman
239
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
ettiniz mi çok kolay, zevkli, ama öbür türlü milyonlarca yan
yol var. Lâ Fâile İllâllah’ın girmeyeceği hiçbir yer yok, her
yere girer. Ama mekrî mi ilâhi mi oraya bakacaksınız. Sizden
bir fiil çıktı; mekrî mi yoksa ilâhi mi çıktı?
Şeytan gelmiş, insan-ı kâmile biat etmiş. On yıl yanında
talebe olarak kalmış. Ondan sonra bir gün insan-ı kâmil
camiye giderken, orada yaşlı bir kadınla anlaşmış şeytan:
“İnsan-ı kâmili senin evine getireceğim. Bağırır, çağırırsın,
bana sarkıntılık etti dersin. Tuzağa düşüreceğiz onu.” demiş.
Tam kadının evinin önüne gelince, şeytan: “Efendim, şu evde
yaşlı bir kadın var. Oraya gidip, bir ziyaret etsek.” demiş.
İnsan-ı kâmil talebesi olan şeytana: “O kadınla mı tuzağa
düşüreceksin beni?” demiş. “Efendim biliyor muydunuz benim
şeytan olduğumu?” diye sorunca şeytan, insan-ı kâmil:
“Bilmez miyim…” demiş. Bu hikâyeyi anlatıp dururdu Pir. Siz
zannediyor musunuz sadece hikâye? Hiçbir şey geçmişte
değil, Melâmî anın adamıdır. Şeytan bu işi ilmel anlamış
Ef’âl talebesine bile bir şey yapamaz. Daha tehlikelisi var
arkadaşlar: Zındıklar… Zındık, yetmiş tane şeytana bedel.
Buradan yetişiyor, çıkıyor o da. Onun için yetmiş tane şeytana
bedel.
Bir adam Cemm-ül Cem makamına geldiğinde fiil onda fail
olabilir; bilmiyordur, gücü yetmiyordur; olabilir. Çünkü bu
makamları zevk etmek öyle gayret ederek, çalışarak olacak bir
şey değil. Zındık ise bilerek fiilin kendisinde fail olmasını
sağlıyor; o, biliyor. Fiil nasıl fail oluyor onlarda, seyredin. İşte
hangi fiil? O hırs… O fiil, onda fail oluyor o zaman. Melâmî
hiçbir şeye minnet etmez. Acımızdan öleceksek öleceğiz.
Rızık, Allah’ın üzerine.
240
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Şimdi fiilleri silinmiş, sıfatları silinmiş, mevcudu silinmiş;
levh-i mahfuzdan da silinip, Ümm-ül Kitaba yazılmış biri
böyle yapabilir mi? İşte bu silinmede vicdan oluşuyor. Vicdan
oluşan salikte, fiil fail olamaz. Biter o salik. Hiçbir fiil onda
fail olamaz. O fiilde fail olamasa bile ölü kalır; yani melek
mertebesine gelir, hiçbir zararı olmaz hiç kimseye onun.
“Benim” diye ortaya çıkmaz. Allah, diyor; vicdan oluşuyor;
Peygamber Efendimizin dini oluşuyor. Din, o işte. Yoksa o
vicdan oluşmadığı zaman, o Peygamber Efendimizin dini
oluşmadığı zaman ne oluyor? Ha Muaviye bir din kurmuş
şimdi milyonlar onun arkasından gidiyor ha siz Cemm-ül Cem
makamına geldiğinizde kendi dininizi kurmuşsunuz… Aynı.
Çünkü bir şey yapıyorsunuz, hüküm veriyorsunuz ya işte o
zaman kendi dininizi kurmuş oluyorsunuz. Ondan sonra
çıkarsınız “Burasının karar organı benim…” gibi laflar
edersiniz. Kendi hükümlerinizi vermeye başlıyorsunuz orada.
Din dediğim o işte.
Hepiniz birer evrensiniz. Size birinin inanması gerekmiyor
ki siz kendiniz zaten evrensiniz. Pir’in hükümlerini değil,
kendi hükümlerinizi vermeye başladığınız zaman o Peygamber
Efendimizin dini değil. O zaman kendi aklınızla, cüzî aklınızla
kendinizde bir din kurmuş oluyorsunuz, yani mevhuma
kaçıyorsunuz. Dönüyorsunuz aşağıya. Neden? Bu Kur’ân’ın
prensiplerini bilmediğinizden. İlmel bile bilse biri yine
mevhuma kaçmaz. Çünkü kendini bilir; “Ben mevhuma
kaçıyorum” der; hemen susar orada. “Aman ben bir sorayım
Efendime…” der. Allah diyeceksiniz orada.
O kendi hükümleriniz, sizi Melâmet’ten uzaklaştırır.
Mekrî ilâhi, sizi uzaklaştırmış olur.
241
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
242
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
MÜLKİYETTEN GEÇMEDEN
MÜLKÜ BEKAYA VARILMAZ
Mülk, Allah’ın!
Öleceksiniz! Dirileceksiniz!
Soyunacaksınız! Giyineceksiniz!
Yıllarca bana dediler ki insan-ı kâmile soru sorulmaz. Ben
Pir’e çok soru sordum; sorduğum her soruya da cevap verdi.
Şimdi “İnsan-ı kâmil kim, kime soru sorulmaz?” onu
konuşalım.
İnsan-ı kâmil olunması gerekilen bir şey değil, varılması
gereken bir yer de değil, insan-ı kâmil zaten var. O hepinizin
içinde. Bendeki dışarı çıkmışlık imzalanmış durumda hepsi o.
Hepinizin içinde var insan-ı kâmil. Ne demek insan-ı kâmil?
Allah’tan başka hiçbir şey yok! İşte o demek. O hepinizin
içinde. Kendinize soru soruyorsunuz ya “Bu nasıl olur, bu
böyle mi olacak, ölünce ne olacak?” diye. Bilmek ve anlamak
için kendinize soru soruyorsunuz ya işte o sorular sorulmaz.
Kendinize soruyu soran, akıl; cüzi akıl. Bana, insan-ı kâmile
değil; kendine iman eden bir insan soru sormaz; hiçbir vesvese
kalmaz. Allah’ın bilmeye ihtiyacı var mıdır? Ee, siz Allah ile
243
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Allah olmak için yola çıkmışsınız, soru soruyorsunuz. Siz
Allah’sınız ya… Bilmeye ihtiyacınız yok ki. O içinizde size
soru soran var ya işte o sorular sorulmaz; bana değil. İnsan-ı
kâmile soru, edeple ilgili bir şey. Herkes istediği gibi edebe
uygun şekilde konuşabilir, ama o sizin içinizden size devamlı
soru soruyor ya… Onu yakalayın. Allah’ın bilmeye ihtiyacı
yok, dikkatinizi çekerim. Allah her şeyi bilir zaten. Ne sorusu?
Bu manada insan-ı kâmile soru sorulmaz. Siz kendinize soruyu
sorduğunuz zaman bu manada soru sorulmayacak. Allah’ın
bilmeye ihtiyacı yoktur ki. Biz Allah ile Allah olmak üzere
yola çıkmışız. Eğer o olduysak o isek hangi soru, hangi cevap?
Soruyu soran ne? Vesvese. Sizi ikiliğe, çelişkiye düşüren ne?
Cüzi aklınız. Bakın iyi bakın, siz döndünüz mü her tarafınız
döndü mü? İçimizden soruyu sordurtmayacak hale geleceğiz.
İçinizden soruyu bana sorabilirsiniz. Ne var bunda? İçinizde
soru bittiği zaman iş bitiyor.
Allah’tan başka tanrı edinmemenin yolu;
ruh yoluyla seyr-i sülûk edip, Allah ile Allah olmaktır.
Bakın İsra Suresi 22. ayette diyor ki: “Allah ile beraber bir
tanrı edinme; Allah var, bir de Allah ile birlikte bir tanrı
edinme; yoksa yenilmiş ve itilip yalnız bırakılmış olursun.”
Şimdi Kur’ân’ı böyle incelediğiniz zaman aynı surenin 23, 24
ve 25. ayetlerinde de anneye babaya asi olmaya kadar şeriat ve
tarikata uymaya ait ayetler devam eder; yani teşbih ve tenzih
ayetleri devam eder. Ama Kur’ân’a göre baktığınız zaman
hakikatle başlar. Yani önce bir ayeti hakikat boyutunda verir,
sonra algılamaya göre tevhitten aşağı doğru iner; tenzih ve
teşbihe doğru, şeriat ve tarikata doğru iner. Aynı surede ilmi
biçimde 23, 24, 25, 26. ayetleri okursanız bunu görürsünüz.
244
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Bir grubun başlangıcı: “Allah ile beraber bir tanrı edinme!”
Bu ayeti tersten okursak “Allah ile Allah ol!” diyor; emir
veriyor. Çünkü Allah ile birlikte tanrı edinmemenin bir tek
yolu var. Ben böyle güneşe tapmaktan, aya tapmaktan, -işte un
helvasından Araplar güzel heykeller yapmışlar kendilerineonlara tapmaktan bahsetmiyorum. Bu akıl. Artık 20. yüzyılda
yaşıyoruz, böyle bir şey olmadığını herkes biliyor, ama “Bu
fiiller benim” diyorsunuz; yaptığınız işe tapıyorsunuz. “Bu
sıfatlar benim” diyorsunuz; kendi hayatınıza veya var olan bir
hayata; kendi kuvvetinize veya var olan gördüğünüz bir
kuvvete; kendi gözünüze veya kendi gözünüzle gördüğünüz
bir şeye ya da irade ettiğiniz bir şeye tapıyorsunuz. Kafanızın
arkasında bir şeyler yaratıyorsunuz, ona tapıyorsunuz. Bakın
ne diyor ayet: “Allah ile beraber bir tanrı edinme!” Bir sürü
tanrı ediniyorsunuz. Bakıyorsunuz aynaya, “Ne yakışıklı
adamım, ne güzelim…” diyorsunuz. En büyük günah diyor ya
bu vücuda varlık verdiğiniz için bu vücuda tapıyorsunuz ya da
işte gördüğünüz güzele tapıyorsunuz. Kendinize varlık
verdiğiniz için karşı tarafı öyle görüyorsunuz. Şimdi bu
vücutta Allah’tan başka bir şey olmazsa ben Allah’tan başka
bir şey görmem ki. Nerede güzel bir kadın, nerede güzel bir at,
nerede güzel bir araba; her neyi beğeniyorsanız…
Allah’tan başka tanrı edinmemenin yolu, Allah ile Allah
olmaktır. Allah ile Allah olmak da süphan ile olur. Süphan,
insan-ı kâmildedir. “Süphan isteyen bana gelsin” diyor ya bir
ilahisinde Pir. Süphan ne? Süphan, Ef’âlini Ef’âl-i Hakk’a;
sıfatını Sıfat-ı Hakk’a; zatını Zat-ı Hakk’a bezletme zevkidir;
bezlettirme zevkidir. Bu insan-ı kâmilde var. İşte evinize
tapıyorsunuzdur; bir deprem olur, ev gider. İşinize
245
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
tapıyorsunuzdur; bir kriz olur, iş gider. Güzelliğinize
tapıyorsunuzdur; bir sivilce yetiyor. Allah muhafaza
çocuğunuza tapıyorsunuzdur; alır götürür. Alır götürür, ama
Allah alıp götürdüğü zaman onlar sizin olarak gider; siz
onların sizin olmadığınızı bilmezsiniz. Ama insan-ı kâmile
gelirseniz insan-ı kâmil, Allah’ın yapmadığını yapar. Çünkü
depremle yıkılan evinizde aklınız gitmez; mahvolursunuz.
Battınız ettiniz, parasız kaldınız, yine yetmez yenisini
yapmaya çalışırsınız o akılla, yeniden yaşamaya çalışırsınız.
Oğlunuz gitti, kızınız gitti; o hastalığı bulursunuz, doktoru
bulursunuz, birilerini suçlarsınız, üzülürsünüz, ama aklınız
gitmez. İnsanın aklını insan-ı kâmil alır.
Mülkiyeti geçmeden fenafillâh olunması söz konusu değil.
Allah’tan başka tanrı edinmemenin tek yolu, bir insan-ı
kâmili bulup, ona tâbi olmaktır. İnsan-ı kâmile geldiniz, tâbi
oldunuz şu mülkiyeti de halletmek gerekir. Bu mülkten
geçemezsek eğer Beka’ya, mülkü bekaya gidemeyiz. Yine
evimizden, arabamızdan bahsetmiyorum. Cebimizdeki
paradan da bahsetmiyorum. Melâmî olmaya çalışan adam,
mülkiyetin; fiiller, sıfatlar ve bu vücut olduğunu artık bilir.
Mülk, Allah’ın.38 Benim derseniz eğer, olmadı. Mülkiyeti
geçmeden fenafillâh olunması söz konusu değil. Ne demek
fenafillâh olmak? Allah ile Allah olmak, demek. Mülkiyeti
geçmediğimiz sürece Allah’ın yanında başka tanrılar, -bakın
bir tane de değil ha- başka tanrılar ediniriz. Çünkü bu
mülkiyetler; bu ef’âl, sıfat ve bu vücut milyonlarca tanrı
üretebilir, öylesine bir kabiliyeti vardır; milyonlarca tanrı
38
Nur, 42
246
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
üretir. “Bu mülkiyetten vazgeçeceğiz!” diyorum ya vazgeçmek
de yanlış. Mülk, Allah’ın. Anlatmak adına söylüyorum; bakın
bir insan-ı kâmile soru sorulmaz nereye geliyor? Bakın bu göz,
can gözü olmadan; bu kulak, can kulağı olmadan oralara
gelebilmenin imkân ve ihtimali yok. Çamura batmış o araba
tekerleği gibi döner dururuz; gösterge de gösterir 40 km, 50
km... Tekerlek döndüğü için sanki gidiyorsunuz zannedersiniz,
yükseliyorsunuz zannedersiniz. Bu yükseliş bir rehberin size
sağlayacağı bir bakış açısıyla olacak, o bilinçle olacak.
O bilinç, o bakış açısı, o rehber tarafından size sağlanmazsa
zaten yürümeniz söz konusu değil, böyle bir şey söz konusu
değil. Zaten yükselmek, uruç etmek mümkün değil. Yoksa
oyalanır dururuz “İnsan-ı kâmile soru sorulmaz!” diye.
O içinizden sorup, duruyor. Siz insan-ı kâmilsiniz, onun için
buradasınız. Ne soruyor, ne kadar soruyor siz biliyorsunuz.
Ben size yürüdüğüm yolları anlatıyorum. Siz o’sunuz.
O soruyu sordurmayan ne biliyor musunuz? Fark. “Farka
geçiyor” deniyor ya farka geçişte o soru sorulmaz hale geliyor;
o soruyu içten sormadığı oranda fark açılıyor. O sorular var ya
o içinizdeki sizi kemiren sorular; devamlı soran, o kapı
açılmasın, fark açılmasın diye. Değil mi o sorular içinizden
işte sizi yakalıyor. Cem makamını yakalayan salik o sorularda
da faal olanı bilir. İki Allah’ın velisi karşılaşmışlar bir yerde.
Biri sormuş: “Ben namaz kılarken hep başka şeyler
düşünüyorum, namazım bozulur mu?” Farkı daha açık olan
Allah’ın velisi; “O düşündüklerinde de faal olan o, rahat ol.”
demiş. Biz şimdi beş vakit namazdan bahsetmiyoruz, o zaten
kılınması gereken bir şey. Şimdi biz namaz kılar gibi
yaşamaya çalışıyoruz ya… Namaz kılar gibi yaşamaya
çalışınca makamınızla ilgili yan yollara saptıracak o sorular
247
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
geldiği zaman işte namaz, abdest bozulmuş oluyor. Siz onda
da faal olanın ne olduğunu bildiniz mi rahat edersiniz. O
zaman “semme vechullah”ı bulursunuz zaten. Bilmek
istiyorsunuz, soru soruyorsunuz… Siz Allah ile Allah
olmuşsunuz, sizin bilmeye ihtiyacınız yok ki. Bilen, o; mülk,
onun. O yüzden insan-ı kâmiller Zat makamında, “Sen
öldün… Git mezarlığa bak. Mezardaki ölüler ne kadar
birbirleriyle didişiyorlarsa sen de yanındakiyle o kadar didiş.”
diyor. Değil mi anlatmak adına böyle söylüyorlar.
Mülk, Allah’ın!
İnsan-ı kâmile soru sorulmaz; soruyu soran, dönüşmemiş
olan nefstir; yani cüzdür. Ruh ve nefs ayrı ayrı değildir. Sizde
bir ruh, bir nefs yok. O ikisi bir, böyle dönüyor; dünyada
kalınca nefs; biat edip, Allah’a dönünce ruh. İki tane yok,
hiçbir şey iki tane yok. Nefs, cüzzü çalıştırır; tüm cüzleri.
“Hepsi benim” dedirttirir; tüm sıfatlara hâkim olur. Ne der o
zaman? İşte “Ben duyuyorum, ben görüyorum…” der; işte
“Hayat benim, bu vücut bana ait…” der. İyisi, namazı kılanı
kötü şeylerden koruyayım diye kendini kırbaçlar… Çünkü o
cüzden, nefsten gidiyor; biz ruh yoluyla gidiyoruz. O nefs,
cüzze hâkim oluyor; bütün sıfatları o çalıştırıyor.
Küçümsemeyin ha, anlattık ya köprüler, gökdelenler yapıyor;
aya gidiyor… Bakın küçümsenecek bir şey yok. Yani daha
önceki sohbetlerde “Sıfatının yettiği yere kadar” dedim.
Şimdi bakın başka bir açıdan söylüyorum. O tamamen içsel bir
anlatımdı diyelim, zaten oradan gittik mi iş bitiyor. Buradan
karşı tarafı seyretmek adına yeni başlıyor, dönüyorsunuz. Sizin
içinizde devamlı o soruyu soran soruyor. Sorulmaz insan-ı
kâmile. İnsan-ı kâmil artık kendine soru sordurtmaz. “Bana
248
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
soru sormayın” demiyorum; siz içinizden kendinize soru
sordurtmayın. O rahatlığa geliyorsunuz; sizin makamınız var:
Her Fiilde Faal Allah. Haydi, bana Her Fiilde Faal Allah’ta
bir soru sorun bakayım. Cevabı verilmeyen soru yok ki. Daha
ilk derste soru bitti: Her Fiilde Faal Allah. “Bu bana hak mı?
Ben bunu hak ediyor muyum?” demek, ne demek biliyor
musunuz arkadaşlar? Bunu her halde hepimiz defalarca
söyledik, belki hâlâ arada kaçırıyoruzdur. Bu bana hak mı
demek, bu vücuda sahip çıkmak demek. Bu kadar basit. Bu
bina, bu vücut sizin, siz de bu binaya yapılanı reva
görmediğinizi anlatıyorsunuz. “Bu bana hak mı?” demek;
bana göre direkt olarak Allah’a küfretmek; yani Allah’ın
üstünü örtmek demek. Hepimiz bunu defalarca aklımızdan
geçirdik; geçirdiğimiz an bunu yakalayacağız. O zaman
tamam…
Bakın direkt mülkiyetten; Melâmî olmaya çalışırken
karşınıza çıkan mülkiyetten bahsediyorum. Bu söylediklerim
çok yüksek mertebelerdir. Dört Cem nasıl zevk edilir size
anlatmaya çalışıyorum. “Bu bana reva mı?” Bu vücut sizin,
işte bu bina sizin. O binaya yapılanı da siz hak ediyor
musunuz?..
Mülkiyet işi hallolduğu zaman diğer cemleri zevk etmek
an meselesidir; andadır. Gerçekten mülkiyet hallolduğu
zaman diğer cemler andadır; Cem’i, Hazret-ül Cem’i,
Cemm-ül Cem’i hepsi andadır. Ondan sonra hepsi bir ayet
zaten onların. Mülkiyet ile ilgili Beka’ya geçmekten
bahsediyorum, makamların bekasından bahsediyorum, bize
telkin edilmişten değil. Ne diyor ondan sonra Pir bir
ilahisinde; “Mülkü bekadan gelirim…” “Ben mülkü bekadan
249
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
geliyorum;
benim
mülküm
bekadır”
diyor;
yani
“Mülkiyetsizliktir.” diyor. Bu mülkten geçmeden o bekaya
nasıl gidilir? Benim işim sizi oraya götürmek, nasıl gittiğimi
size anlatarak; insan-ı kâmilin işi bu. Çok basite indirgemiş
gibi görünüyor, ama değil, gerçekten benim işim bu. Tüm
insan-ı kâmiller bunun için var. İşte, “Öleceksiniz!” diyorlar,
“Dirileceksiniz!” diyorlar, “Soyunacaksınız!” diyorlar,
“Giyineceksiniz!” diyorlar… Bir şekilde anlatmaya çalışıyorlar
bu mülkiyeti. Şu an bu mülkiyetten bahsetmeyen yok;
Panteistler de bahseder. Herkes mülkiyetten, yani mülk
olmaması gerektiğinden bahseder. Adam birazcık olgunlaşsa
bir yere varsa ikinci eve “Günah” der; “Bir tane evin varsa
ikinci evi niye alıyorsun?” der. Mesela felsefede de aynı
şekilde hafif bir yere gelmiş olan biri, “İhtiyacın olanını al.”
der. İhtiyacın dışındakini onaylamaz, değil mi?
Allah’tan başka hiç bir şey yok bilincine ulaşmak
demek; mülk, Allah’ın demek. Peki, biz ne yapacağız?
Evlerimizi satıp, bir yere mi bağışlayacağız? Hayır, öyle bir
şey yapmayacağız. Bu zevke, bu bilince ulaşacağız; o bilinçle
yaşayacağız.
İnsan-ı kâmil, bütün zıtları bir potada eritir.
İnsan-ı kâmil demek, bütün zıtları bir potada eriten demek.
Değil mi öyle diyor Mevlânâ Hazretleri insan-ı kâmil
tanımında: “İnsan-ı kâmil, bütün zıtları bir potada eritir.”
Daha ilk derste dersimiz Lâ Fâile İllâllah; zıtlar aşağıda kaldı.
“Bir potada eritir.” Nasıl eritir? Pota, Ef’âl, Sıfat, Zat’ta
oluşuyor; daha Ef’âl’de oluşuyor da farkına varamıyoruz.
Oralarda alışması zaman alıyor, aslında Ef’âl makamında
oluyor. Şimdi pota oluştu, potaya bir kara, bir de beyaz
250
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
koyduk. Bu iki zıttı biz şimdi orada eriteceğiz. Karayla beyazı
koydunuz, erittiniz, çıkarttınız. Felsefede çıkan renk ne?
Grilik. Biz karayla beyazı koyduk mu Zat potasına, oradan
çıkacak olan Allah’tır. Ortayı bulmak değil, yaşarken
görüntüde ortalamak, ama içte Allah’tan başka bir şey
olmadığı bilincine ulaşmak.
Bizim potamızda o zıtlar
eridiğinde bir tek şey ortaya çıkar, zaten başka bir şey olmaz;
yani Allah çıkar ortaya. İyiyi koydunuz, kötüyü koydunuz
potaya değil mi? Ne çıktı? Allah çıkar yine, orta halde bir şey
çıkmaz. Bu nasıl olacak? Biraz Ef’âl’in altına iniyorum bir
bakış açısı vermek adına, ondan sonra çıkalım. Şimdi diyelim
ki bir arkadaş hukuk fakültesini kazandı ve oraya avukat
olmak için gidiyor; okumaya başlıyor, değil mi? Avukat
olacak bunun için devamlı gayret ediyor; o okuduğu sürece,
gayret ettiği sürece Allah’tan ne istiyor biliyor musunuz? Ne
istiyor? Biri adam öldürsün, biri birini yaralasın istiyor. Başka
türlü mahkemeye gelmez, ekmek kazanamaz. Evli çiftler
boşansın istiyor, değil mi boşayacak ki o para kazanacak.
Bakın o hukuk fakültesine gittiği sürece Allah’tan bunları
irade ediyor. Biri çeklerini, senetlerini ödemesin, hacze
gideyim, diyor. Nasıl para kazanacak? Adam tıp fakültesine
gidiyor; okuduğu sürece Allah’tan tüm hastalıkları irade
ediyor. Melâmî’de iyi kötü yoktur; işte böyle yok…
Var mı mantıksız bir şey söylediğimde? Doktor olmak için
Allah’tan hastalık irade etmiyor mu? O hastalık gelmezse nasıl
para kazanacak adam? Biz, bize bir hastalık geldiğinde
hastalık olarak mı bakalım; yoksa bir doktorun, bir
hemşirenin, hastabakıcının ya da o hastanede çalışan birinin
rızkı olarak mı bakalım? Bize bir hastalık geldiğinde,
251
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
“Birilerinin rızkı geldi bize” diyeceğiz. Bir potada eritince
Allah çıkacak ortaya değil mi? Araba çukura düştü, alt
takımları gitti; çukuru kazana küfür mü edeceğiz? Yoksa 3.
sanayide bir ustanın rızkı çıktı mı diyeceğiz? Böyle olacak.
Nasıl bakacaksınız? Bunun kötülüğü nerede, iyiliği nerede
şimdi. Potadan Allah çıkarsa böyle bakacağız. Pota, bu vücut;
işte buradan Allah çıkacak. Abes bir şey yok ki…
Bu söylediğim bilince, bakış açısına ulaşmakta
samimiyetsizlik söz konusu olur mu? Olamaz. Niye samimi
olunması gerektiğini de dip not düşüyorum. Samimi
olmadan... Kiminle? Benimle değil, makamınızla. Zaten
makamınızla samimi olmadan beni sevmeniz mümkün değil.
Nefs der ki, “Bu çukuru kazanın…” Ruh der ki, “Birinin rızkı
çıktı.” Siz hangisisiniz çukura düştüğünüz zaman? Bu bilince
ulaşmaktan bahsediyorum. Yapıp, eden Hakk. Böyle
baktığınız zaman otomatikman Her Fiilde Faal Allah olmuş
olmuyor mu? Otomatikman sizin sıfatlarınızdan Hakk görmüş
olmuyor mu? Otomatikman cebinizdeki parayı ve vücudu
kendinizin değil, Allah’ın olduğunu zevk etmiş olmuyor
musunuz? Kendiliğinden oluyor bakın, zorlamadan; o duruma
gelebilmek için zorlamadan, böyle yaşayabilmek için Cem
makamını iyi zevk etmek gerek. Hazret-ül Cem makamında bu
duruma geliyorsunuz, ama Matriks filmindeki gibi değil; “Al
sana bir hap, oldu.” değil.
Hazret-ül Cem makamında işte önce çocuk doğuyor, değil
mi? Altını bağlıyoruz; gazını çıkartıyoruz; büyüyecek o, daha
büyüyecek. Hazret-ül Cem makamında yıllarca tutmuş
Allah’ın velileri, yetişecek olan velileri. “30 yıldır Hakk ile
konuşurum, beni halk ile konuşur zannederlerdi” diyen
252
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Beyazıt-ı Bestami Hazretleri, Hazret-ül Cem makamındaydı.
Yetişecek olan talebeyi orada tutarlardı. Birinci çukurda
olmazsa ikincisinde halleder o işi; insan-ı kâmil onun
büyüdüğünü, yürüdüğünü görür. Buralara gelebilmek için işte
bu Ef’âl, Sıfat, Zat makamlarında bu mülkiyet işini halletmek
gerekir. Eğer bu mülkiyet işini halletmezseniz araba çukura
düştüğünde; araba sizin, alt takım sizin, tekerlek sizin,
cebinizdeki para sizin… Ondan sonra tabii ki o çukuru kim
açtıysa veryansın edersiniz, sizin çünkü. Yani o bakış açısını
anlatıyorum. İlmen bu bakış açısını aldınız, o zaman da
dersiniz ki “Makamlar benim… Sen sus, ben konuşacağım…”
Allah ile Allah olmak öyle çok zevkli, ama sorumluluk isteyen
ciddi bir şeydir. Allah sizi çukura attığında orada içiniz dışına
çıkar. Herkesin kendine göre bir çukuru vardır.
Her ne varsa bizde var; içimizde var!
Herkesin içinde bir sofiyun var, o aradan çıkmadan merdan
görülmez. “Sofiyun çıksın aradan…” diyor ya bir ilahisinde
Pir. Bir bizim aramızda sofiyun var; bir de içimizde var; işte o
çıkınca görünür. Ef’âl, Sıfat’ta o sofiyun çıkıyor aradan; Zat’ta
sofiyun yok artık, arada Allah’tan başka hiçbir şey yok. Ondan
sonra merdan görünüyor zaten.
Hiçbir şeyi dışarıda aramayın, hiçbir şeyi yanınızdakinde
aramayın, hiçbir şeyi karşıda aramayın, arkada aramayın,
yanda aramayın, ayağınızın altında aramayın, başınızın
üzerinde aramayın. Her ne varsa bizde var; içimizde var!
Hepsi burada, kendinizde. Musa da burada, Firavun da burada,
Kızıldeniz de burada, yarıp karşıya geçtiğiniz zaman
arkanızdan gelecek Firavun’un askerleri de burada. “Yarıp,
karşıya geçmek” ne demek biliyor musunuz? Hazret-ül Cem
253
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
makamını geçip, Cemm-ül Cem makamına gelmek demek.
İşte kıl kadar kalsa içinizde geliyor onlar. Yani hiçbir şeyi
dışarıda aramadığınız gibi hiçbir şey geçmişte de kalmadı; o
yaşananların hepsi sizin içinizde yaşanıyor, hepiniz birer
evrensiniz çünkü. Ef’âl ve Sıfat makamlarını hallettik,
halledeceğiz. Halledince o zaman o cüz kadar o sıfatların
sınırından kurtulmuş oluyoruz. İşte o zaman hepsi sizde
toplanıyor; evveli, ahiri, bâtını, zahiri. Geliyorlar bakın sizinle;
Cemm-ül Cem’e onlar doluştuğu zaman -evvel, ahir, bâtın,
zahir size doluştuğu zaman- her fiil de faal olamazsınız;
isteseniz de çok kalabalık oluyor. Mesela şimdi masaya,
“Evvel sensin, ahir sensin, bâtın sensin; sonra kendimize
evvel, ahir, bâtın, zahir benim” diyoruz ve bunda
bütünleşiyoruz. Eğer evvel bendeyse, ahir bendeyse, bâtın,
zahir bendeyse; geçmişim geliyorsa kaygılar varsa ve hepsi
benim içimdeyse nasıl her fiilde fail olacağım? Akamam ki…
Kayamam ki… Kaygan olmaz ki takılıp, kalırız; yani hepsi
geliyor; hepsi doluşuyor size, bir yere gittiği yok. Makam
telkin edildiğinde hepsi birden akıyor size. Akışı
durduramazsınız, makam telkin edilmiş. Teberrüken bile olsa
o makamın verilmesinde bir güç var; geliyor size doluşuyorlar.
Dolayısıyla evveliniz geliyor, ahiriniz geliyor; hepsi sizde. Ne
evvelimden vazgeçiyorum ne gelecekle ilgili kaygılarımdan
vazgeçiyorum ne öbür tarafta ne olacak sorularına cevap
vermeye çalışmaktan vazgeçiyorum. Eyvah çok kalabalık, o
zaman akışkan olmaz adam; yani fiilde faal olamaz. Masayla
bütünleşemez. Bu dediğim ne biliyor musunuz? Böyle
anlatıyorum basit bir şeymiş gibi, ama o masa da Hz.
Muhammed Efendimizin nurundan yaratıldı, işte onunla
bütünleşmekten bahsediyoruz. O masa değil ki hizmet ediyor
254
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
işte. Nereye hizmet ediyor? Allah demenize hizmet ediyor; işte
çorabı, ayakkabıyı giyiyorsunuz ayağınızı soğuktan
koruyorsunuz, hizmet ediyor; işte onun nurunu koruyor.
Edeple ulûhiyeti birbirine karıştırmayalım. Ulûhiyeti
koyduğunuz zaman, yani Kur’ân’ı musafa koyup, duvara
astığınız zaman ulaşılmaz, çok zor ulaşılır; işlevselliğini
götürürsünüz. Ulûhiyeti kafanızda yarattığınızda, birini
ulaşılmazlığa koyduğunuz zaman yaşamsal olamaz. Orada
zaten riyakârlık başlar. Neydi: “İnsan-ı kâmile soru
sorulmaz.” Ondan sonra, “Hay bu çukuru yapanın…” Samimi
olalım; çukurla da samimi olalım, benimle de samimi olalım.
Deyin ki “Efendim çukura araba girdiğinde bir kere
küfrettim.” Tamam, işte bu samimiyet. Samimiyeti
bıraktığımız zaman, Melâmîliği bir felsefeye ve bir
ideolojiye dönüştürürüz; teknik olmaya başlar. Ben nasıl
yaşadığımı, daha doğrusu içimi anlatmaya çalışıyorum size.
Yani teknik olarak el öpme yerine samimiyetle sarılmayı
tercih ederim. Ama o el öpmenin tabii ki bir manası var ve
edeben onu yerine getiriyoruz. Ben teknik olarak samimiyetle
sarılmayı tercih ederim, diyorum. O, işte o sevgi doğar; artık
onda yaşar. Bana değil, çukura da sarılacaksınız. Bana da
sarılırsınız, zaten çukura sarılmadınız mı bana sarılmak teknik
oluyor. Ben anlıyorum, ama teknik olarak da olması iyidir.
Melâmî olmaya çalışanın mülkiyeti ne? Evi, arabayı zaten
biliyoruz. Ama böyle büyütmemek gerek. Mesela kimi
yanında yastığı olmadan uyuyamaz, gider bir başka yere,
yanında yastığını taşır. Yani ille de mülkiyeti, çok para olacak
şeyler olarak düşünmeyelim. Kimisinin bir kalemi, bir tespihi
vardır; sahip çıkar onlara; işte o mülkiyet. Ama bizim için Her
255
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Fiilde Faal Allah. Bir deprem olur, evinizi yıkar; arabayı sel
alır, götürür; tespihi çok seversiniz, hırsız alır, götürür…
Mülkiyetten geçmeden Muhammed’i görmenin
imkân ve ihtimali yok.
Bakın fiiller, mülk. Bu sıfatlar da mülk; “Hayat, ilim, irade,
görme, duyma benim…” diyorsunuz. Daha büyük bir mülk
var: “Bu vücut benim.” diyorsunuz. Melâmî olmaya çalışan bu
mülkiyetlerden vazgeçiyor; vazgeçmiyor da bunlarda faal
olanın da Hakk olduğunu görüyor. O zaman tam tevhit etmiş
oluruz. Bu mülkiyet işini hallettiğimiz zaman “Eşhedü enla
ilahe illallah” demiş oluruz. “Allah’tan başka ilâh yok”u, bu
vücutla demiş oluruz. Çünkü başka ilâh yok. “Benim” dediniz
mi ilâh oluyor, sonra milyonlarca üretiyoruz bunu.
Bismillahirrahmanirrahim olmuş oluyor vücudumuz. Bu
mülkiyetlerden vazgeçip o makama mertebeye ulaştığımız
zaman bir daha zikren Bismillahirahmanirrahim demesek de
olur. Nerede? İşte Ef’âl Hakk’ın, Sıfat Hakk’ın, Zat Hakk’ın.
O da zaten Zat makamına geldi mi ona insan-ı kâmil diyorlar;
tevhit etmiş oluyor; “Eşhedü enla ilahe illallah” demiş
oluyor. “Muhammed’dir Resulullah’ı” Beka’da diyecek.
Muhammed’i orada göresiniz, ama mülkiyetten geçmeden
Muhammed’i görmenin imkân ve ihtimali yok. Allah
yüzünü göstermez ki Muhammed’i göresiniz. “Bu mülkler
benim.” dediğiniz sürece Allah yüzünü göstermez; semme
vechullah’a ulaşamayız. Cem makamında, “Nereye baksan
Allah’ın bir yüzü”, diyoruz; buradan başlıyor işte. İlk önce
fiillerimizi halledeceğiz Ef’âl makamında. Sonra Sıfat
makamında bütün bu mevsuflarda faal olanın Hakk olduğu
bilincine ulaşacağız. Bu mülkiyeti de böyle halledeceğiz, ama
256
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bu mülkiyeti halletmek için adamın gözünün akı gidiyor,
karası kalıyor; ciğerine kan doluyor. Çünkü daha geldiniz
Ef’âl’e, bu tespihi aldınız elinize; “Ben bunu buraya koydum”
dediniz; şirk. “Ben yaptım.” dediniz mi olmaz. Her Fiilde Faal
Allah. Başladınız namaza, “Niyet etim, niyet eyledim…” diye;
şirk. Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah… Siz mi
kılıyorsunuz namazı? Allah kendinden kendine kılıyor. Orucu
siz mi tutuyorsunuz?
Çalışıp da rızık kazanılmaz;
çalışmasanız da rızık gelir. Çalışmadığınız günler aç mı
kaldınız? Çalıştınız, maaşınızı aldınız; onun yeri var, cebinde
durmaz; elektriğe, suya gider; bakkala, manava gider. Cepte de
faal olan var; yerlerini bulur o, kimin nasibi varsa gider, bir
kuruş kalmaz. “Melâmî, bayat para kullanmaz.” derdi Pir.
Yani siz kazanıyorsunuz, ama rızkınızı kazanmıyorsunuz.
Rızık, Allah’ın üzerine. Orada da çalışan siz değilsiniz, öyle
zevk edeceksiniz. İşte sizin olsa zaten ay sonunda aldığınız
maaşı altına, dolara yatırırsınız. Sizin değil, işte hepsinin yeri
var; sizin değil ki. Dolayısıyla bu mülkiyet işini halletmemiz
gerekiyor. Mülkü hallettik mi işte o zaman oluyor. Ne oluyor?
Allah ile Allah oluyoruz Allah’tan başka hiç bir şey olmadığı
bilincine ulaşıyoruz. Melâmî olmaya çalışan böyle yapıyor.
İşte o yüzden, Melâmî ya Allah’tır ya Muhammed’tir,
diyorlar.
Allah’tan başka tanrı edinmemenin yolu; ruh yoluyla
seyr-i sülûk edip, Allah ile Allah olmaktır. Başka hiçbir yolu
yok. Bütün bu gördüğümüz her şey Ef’âl, Sıfat ve Zat. Hepsi
öyle; güneş, ay, kedi, köpek de öyle, bitki de öyle. Hepsinde
vardır; başka bir şey yok aslında. Sıfat makamını birazcık
ucundan yakalamış olan birisi, bu dünyada 7 milyar insan var
257
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
diye düşünmez. “Sadece bakış, duyuş, hayat, ilim var...” der;
7 milyarı aslında 7’ye indirir. “Milyarlarca hayvan var.” diye
de düşünmez; o hayvan da görüp, duyuyor; aynı. Bakın daha
ikinci derste milyarlar bitti, hemen iniyor aşağılara. Zat
makamına geldiniz mi zaten hiçbir şeyin vücudu yok. Siz öyle
vücut görüyorsunuz; eşek, hayvan, fare, Ahmet, Mehmet
görüyorsunuz. Onların vücudu yok. Siz niye vücut
görüyorsunuz onları? Sizin vücudunuz olduğu için; kendi
vücudunuzu var zannettiğiniz için orada vücut görüyorsunuz.
Lâ Mevcude İllâllah: Allah’tan başka bir şey yok. Allah’tan
başka mevcut olanları bizim zannımız yaratıyor. Bilinçten
bahsediyorum tabii… Yoksa karşınızda bir kedi, köpek var.
Biz onlarda da faal olanı biliyoruz; o anlamda söylüyorum.
Bakın, mevcut olan Allah’tan başka bir şey yok. Bunu ne
zaman anlayacağız? Ömrümüz veda ettiğinde, bu vücut
gittiğinde anlayacağız. Allah’tan başka bir şey olmadığını biz
daha önce anlamaya çalışıyoruz. Peygamber Efendimizin,
“Ölmeden önce ölünüz” dediği o hadis-i şerifini biz burada
yaşama geçirmeye çalışıyoruz. “Mutu kable ente mutu” hadis-i
şerifinin bizden zuhur etmesi için uğraşıyoruz. Bunun kestirim
yolu, mülkiyet. Bu mülk konusunda insan-ı kâmille alış veriş
yapıyorsunuz; fiillerinizi, sıfatlarınızı, vücudunuzu insan-ı
kâmile veriyorsunuz; bu bir alış veriş. Allah’ın velisinin
insan-ı kâmilden yaradılışı böyle. İşte onu da anlatmak için:
“Salik, Ef’âl dersinde, evini, arsasını, parasını, tarlasını; Sıfat
dersinde, çocuğunu; Zat dersinde, canını mürşidine verir.”
diyorlar. Gerçekten eskiden öyleymiş; evini barkını
içindekilerle verirmiş adam. Şimdi yok öyle adamlar… Şimdi
ben sizden evinizden, arabanızdan, cebinizdeki paradan daha
değerli, daha zor bir şey istiyorum: “Bu makamları
258
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
hayatınıza geçirmeyi!” Burada evini, arabasını bana verecek
adam var; ben biliyorum. Daha zorunu istiyorum… Allah
diyeceğiz devamlı ve hepimiz bunu becerecek potansiyele
sahibiz. Buradaki herkes şiar edinecek; araba çukura düşünce
belediyeden, karayollarından bilmeyecek. Bir sürü faili
meçhul cinayet var, ama biz faili biliyoruz: Her Fiilde Faal
Allah. Bizim meçhul bir şeyimiz yok; mevhum bir şeyimiz de
yok. Her şeyimiz mevcut bizim. Mevcut olan ne? Allah. Başka
mevcut olan hiçbir şey yok; Allah’tan başka hiç bir şey yok.
Bu gerçekten böyle, gözden o perdeler bir kalktı mı gerçekten
Allah’tan başka bir şey yok!..
Düşünün Allah aşkına, hayatta ne istediğiniz gibi oldu?
Herkes düşünsün. Benim olmadı. Ne sizin istediğiniz gibi
oldu? Hep bir yapıp, eden var; zaten bu böyle. Gelin biz buna
yaşamsal olarak iman edelim. Zaten Allah bildiğini işliyor;
kimseye, size de sormuyor; bildiğini işliyor. Nasıl büyüyor bir
bebek annesinin karnında? İşliyor; kalbi pompalıyor,
karaciğerleri temizliyor onun için; dışarıda, içeride işliyor;
olan oluyor, biten bitiyor. Biz cüzzümüz kadar, sıfatlarımız
kadar görüp, hâkim olabiliyoruz Allah’tan başka bir şey yok;
mevcut olan tek şey o; vücut yok. Mevcut var, ne o? Allah.
Melâmî’nin mevhum hiçbir şeyi yoktur. Ortada
Allah’tan başka bir şey yok. Zaten bir kere kendinizden
kendinize Allah’ın yüzünü gördünüz mü Allah bir kere yüzünü
gösterdi mi -o zevkî- onun kim olduğunu o anlayabiliyor;
ancak o zaman ikinci kısma geçiyorsunuz. İşte İstanbul’da bir
kaç hocadan dersler aldım. Bir vakıfta yıllarca hem hizmet
ettim hem Kur’ân ile ilgili eğitimler aldım; Mesnevi ile ilgili
özel araştırmalar yaptım. Eğer Pir’i tanımamış olsaydım hiç
259
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
olacaktım, hiç… Bir sürü yük olacaktı onlar bana. Pir bana
beni bildirmeseydi ben bu fiillerle sıfatlarla bendeki her şeyle
“Ben yapıyorum” diye uğraşıp, duracaktım. Kelebekler gibi
sabah doğup, akşam ölecektim. Bu mevhumu, mevcut olan
bitiriyor zaten. O aşk olmadan olmuyor. Aşk oldu mu da
gözler oluyor deniz; yumuşuyor, yumuşuyor; artık o demir
gözler böyle denize dönüyor; ondan sonra Allah o gözlerden
içeri giriyor. İçeri geldik; Cemm-ül Cem makamına. Cemm-ül
Cem makamı telkin edildiği an evveliniz, ahiriniz, bâtınınız,
zahiriniz sizde oluşur; hepiniz geleceksiniz oraya.
Anı yakalamaya çalışıyoruz ya biz, işte bu Zat makamında
o anı yakalayacağız; “an” olacağız. Cemm-ül Cem’de de
“üm” olacağız. Üm olanda evvel olur mu? Üm olanda ahir
olur mu? Üm olanda zahir olur mu? Üm olanda bâtın olur mu?
O zaman o bununla bütün olur; o nur olduğunu anlar; ondan
sonra zaten her fiilde fail olur. Her fiilde faal olmakla
Ehadiyyet-ül Cem makamı çok yakındır; yani Zat ile Cem
makamları gibidir salik her fiilde faal oldu mu aslında. Var ya
Allah’ın velisi, “Ben bir derya geçtim, nice peygamberler öbür
tarafta kaldı.” diyor.
Ehadiyyet-ül Cem makamı söylediği. Buluşursak eğer
orada yani o evveliniz, ahiriniz, zahiriniz, bâtınınız buluşursa
kayganlık olmaz; Cem makamı ve Hazret-ül Cem makamı, iki
derya bir yere dolarsa o zaman zaten bitti. Öyle anlatıyorlar ya
“İki derya Cemm-ül Cem’e doldu.” diye. Bunun yaşamsallığını
da daha sonra konuşalım.
Biz ne yapıyorduk? Biz Allah diyoruz: Lâ Fâile İllâllah…
Lâ Mevsufe İllâllah… Lâ Mevcude İllâllah…
260
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Ab-ı Hayat:
SUNANDA DEĞİL, SUNULANDADIR
Kim ki anını kurmaya başladı;
işte o içindeki Kur’ân’ı okumaya başladı.
İlk derste ne diyoruz: Lâ Faile İllâllah. Didişmeyi
bırakıyoruz. Didişmeyi bırakmadık mı olmuyor; didişerek
Beka makamlarına geldiğiniz zaman olacağınız bir tek şey var:
Buraya rütbeyi takmış olursunuz; “Heyyt, ben şu
makamdayım.” dersiniz. Otomatikman böyle olur. Efendi
nerede? Efendi ne demek? İnsana hizmet eden demek.
İnsana hizmet etmek nasıl olur? Adamı öldürüp,
diriltmekle olur. Tek hizmet budur. Diyelim ki siz simdi
buradasınız ve hizmet istiyorsunuz, ama öldürüp,
diriltemiyorsunuz. İşte o öldürüp, diriltene hizmet edersiniz;
efendi bu. Öldürüp, diriltene hizmet etmek, Hazret-ül Cem
makamında bir talebe olarak şu kapıdan yeni gelmiş salike,
“Sen sus, ben konuşayım…” demek mi? Yoksa şuraya yatıp,
paspas olup, Efendinizle buluşturmak köprü mü olmak
demek? Dere nereye akar? Büyük suya akar. Siz dere olun,
adam gelsin yanınıza otursun, elini yüzünü bir yıkasın, şöyle
bir avuç su içsin, bir abdest alsın, çıkınında varsa bir ekmek,
261
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
peynir yesin, bir namazını kılsın. Zaten oradan ayrılmaz ki
dereyi takip edecek, suya gelecek; siz o’sunuz zaten. Dere
alçak aktığı için o balığı yetiştiremiyor, ama o aynı su. Aynı,
ama “Ben dereyim” derseniz; adamı bir karış suda boğmaya
kalkarsanız ben öldüreceğim diye, olmaz.
Muhammed’i tanımak için felaha,
insan-ı kâmile gelmek gerek.
“Muhammed’i tanımak için felaha geleceksin!” diyor
ezanda. Felah, işte insan-ı kâmil. “Felaha gelirseniz ona
tanıklık edersiniz.” diyor ezan. Felaha çağırıyor; ona gelirseniz
o sizi tanıştıracak, tanıklık ettirecek, diyor. Siz şimdi geldiniz
insan-ı kâmile; felaha; camiye geldiniz orada işte şeriat
çağırıyor. İçinizde benimle, insan-ı kâmille tanıştığınız zaman
olacak bu iş, Ama buradaki, içinizdeki benle tanıştığınız
zaman. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Ebu Bekir Hazretleri’ni
çağırıyor: “Git söyle, ayet geldi, Ayşe Anamız temizlendi.”
diyor. Ebu Bekir Sıddık Hazretleri gidiyor: “Senin için ayet
geldi; git de Allah’ın resulüne teşekkür et.” diyor. Hz. Ayşe de
diyor ki: “Ayeti Allah gönderdi, ben ona niye teşekkür
edeyim?” Üzülüyor tabii Ebu Bekir Sıddık Hazretleri, geliyor
diyor ki: “Böyle böyle…” dedi. Peygamber Efendimiz de: “O,
daha bizi tanımıyor. Hazret makamında değil daha. Sen git
ona Hazret makamını telkin et, bizi tanısın.” diyor.
Bu dünya çöl; işte hepiniz çölde kalmışsınız, bedeviler de
kalmış. Bu dünya sizin insan-ı kâmile gelmeden önceki
hayatınız. İnsan-ı kâmile gelmeden önceki hayatınız ne olursa
olsun geliyorsunuz; onu tanıdığınızda iş bitiyor. Öyle ki Hz.
Ayşe Anamızı bile çölde Bedevilerle yattı diye kötülüyorlar. O
çöl doğuda mı? O çöl bizim içimizde. İşte bütün bu ayetleri o
262
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kitaptan çıkartıp, anlatıyoruz; gözümüzün önüne getiriyoruz.
Hepsi apaçık ortada, onları okumaya başlıyoruz; kuşdili işte o.
Öbür türlü işte bunlar geçmişte yaşanmış masallardan öteye
gitmiyor. O zaman La Fontaine’den masalları okuyun, aynı.
Kur’ân, “Anı kur!” diyor. Haydi, kuralım. Kim ki anını
kurmaya başladı; işte o içindeki Kur’ân’ı okumaya başladı.
Şeriat diyor ki: “Bütün Kur’ân’ı ezbere bileceğine bir
tanesinin anlamını bil, iyidir.” Tarikat de diyor ki: “Bütün
Kur’ân’ı ezbere bileceğine bir tane ayeti anladığın kadarıyla
hayatına geçirmeye çalış, o Kur’ân’dan daha iyidir.” Biz de
diyoruz ki: “Her Fiilde Faal Allah, anı kurmanın başka bir
yolu yok!” Kur’ân oluyorsunuz, o kurduğunuz anları
anlatmaya başladığınızda Furkan oluyorsunuz.
Mevlânâ Hazretleri, “Benim ne söylediğim, dinleyenin
anladığı kadardır.” diyor. Bizim sözlerimiz tohum; toprağa
ekiliyor; o toprak önemli. Sözlerimiz bizim herkesin duyduğu
kadar anlamlı. Çünkü zaten mana ağızdan çıktığı andan
itibaren o harflerin, kelimelerin içerisine hapis oluyor; hapis
olduğu an o mana, o hakikat zaten otomatikman tarikata
düşüyor. Sizin içinizde açılan, sizin sinelerinizi genişleten, sizi
yükselten; bu insan-ı kâmilin vücudundan çıkıp, size gelen
sözün haricindeki. İşte, “Tanıklık” diyoruz anlatırken; “Bu da
ikilik…” diyoruz -anlatmak adına-. Çünkü burada sözün
bittiği yeri anlatmaya çalışıyoruz. Söz yok ki burada.
Dolayısıyla ağzımızdan ne çıkarsa o harfin içerisine
soktuğumuz an o, tarikat; Melâmîlik değil. Melâmîlik ne?
Bizim sizin içinizde yaşattığımız şeyler; onları da siz
biliyorsunuz. Tekrar ediyorum bizim işaretimiz, delilimiz
sizsiniz yani talebedir. Sizinki de biziz. “Bir kâmil, Melâmî
263
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
mürşidinden bilinir.” diyor Pir. Biz biriz, o yüzden silsile
önemli.
O kuyudan su çıkıncaya kadar ne yapacağız? Lâ Fâile
İllâllah, diyeceğiz devamlı; abdestsiz ayağımızı yere
basmayacağız; namazlarımızı kılacağız; en azından haftada 2
gün gelip sohbet dinleyeceğiz; mürşidi göreceğiz. İşte bunlar
oldu mu o kuyudan su çıkacak. Bazı kuyularda su çok
derindedir, bazı kuyularda daha üsttedir, ama çıkar, çıkmaması
mümkün değildir. Aslında o kuyuda sudan başka bir şey yok
da biz öyle bildiğimiz için zorlanıyoruz. Dersiniz değiştikçe,
siz yükseldikçe bu azalır. Hazret-ül Cem makamındaki bir
salik tam yakaladıysa benim yanımda olmasa da benim
sohbetimi dinler; zaten ona her olay, her zerre bir ayet. O salik
benim gözümle bakıyor, benim kulağımla duyuyor. Şimdi de
tersten söyleyelim: O zamana kadar ne yapıyordu o gözü, o
kulağı, o ilmi, o hayatı? İşte oluşuyor orada, yani diyordu ki
mürşit: “İşte o senin fiillerin; işte o elini kaldırıp, indiriyorsun
onları bize vereceksin, biz alıyoruz onları. Sonra o sıfatları;
gözünü, kulağını, konuşmanı, hayatını, ilmini hepsini bana
ver. Ondan sonra bu vücudu ver…” Sonra aldıklarını yavaş
yavaş geri veriyor. Böyle de anlatılıyor makamlar. Nedir o
geri verilenler? Ne fiilleriniz gidiyor ne gözünüz gidiyor; hepsi
yerinde duruyor. O bir bilinç, o bir bakış açısı. Yoksa masalda
kalırız, herkes bir şey olacak diye bekler o zaman. Göklerden
gelecek, gök açılacak değil. O bilincin oluşması aslında çok
kolay. İnsan-ı kâmile her şeyinizle tâbi olursunuz; yap dediğini
yaparsınız; yapma dediğini yapmazsınız, tamam, olursunuz.
Ne Allah’ı camiye hapsedebilirsiniz ne de Pir’i o derneğe.
Sığmaz ki… Böyle bir şey söz konusu değil, ama kendinizi
264
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
hapsedebilirsiniz. “Bu fiiller benim, bu sıfatlar benim, bu vücut
benim…” derseniz kendinizi bu dört unsura; dört unsurdan
gerilmiş çarmığa hapsedersiniz. Aynen Hz. İsa gibi çarmığa
gerilmiş olursunuz. Vücuda; işte ateş, toprak, hava, suya
hapsedersiniz, dışarı çıkamazsınız; sıfatlarınız kadar
yetersiniz; gördüğünüz, duyduğunuz, kuvvetiniz kadar
yaşarsınız. Görmeniz, duymanız, kuvvetiniz, hayatınız gittikçe
azalır; o hapishanede çürür gidersiniz. Toprak olsanız yine iyi,
o hapishanede çürür gidersiniz; bu çürüyüşten ortaya çıkan şey
hayvandan aşağıdır. “Öldüğünde hangi hayvan ahlâkı varsa
onun görüntüsüyle gidecek.” diyoruz ya hafifletmek için
söylüyoruz; eşeğin, köpeğin, kedinin ne suçu var? Hani
anlatmak adına söylüyoruz. Bu vücut, hücre; bu Dünya da
atmosferin içerisindeki hapishane. Bu hücreden, vücuttan Zat
makamını zevk eden çıkar; hapishaneden de Cem makamını
zevk eden. Bilinç olarak tam kurtuluş Cemm-ül Cem
makamında. Burada kanatlar açılır, ama bilinç olarak
hapishaneden çıkmadan kanat açılması söz konusu değil. Cem
makamı; Hz İsa makamı, İsevî makam, ruh makamı. Havasız,
oksijensiz yaşam.
Allah’ta yok olmak;
bu yaşadığınız sisteme uyum sağlamak demek.
Ya fiilde faal olacağız ya da fiil bizde faal olur. Fiilin bizde
faal olması ne demek? Sebeplere takıldığımızda Hakk
göremeyiz; sebeplere takıldığımız an, o fiil bizde faal oluyor
demektir. Zat makamına gelen salikte vicdan oluşur; o bilinç
oluştu mu Cem makamı da o bilinç üzerine oturur; o bilince
oturduğu zaman ne küçümseme ne hor görme hiçbir şey
kalmaz. Çünkü artık nereye baksanız Allah’ın bir yüzü.
265
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
“Avamla zor, uzak duruyoruz.” diyorlar. İyi, ama nereye
baksanız Allah’ın bir yüzü bilinci oluştu ise bana bir avam
gösterin. Bu idrak, bu bilinç oluşmadan onlar avam. Ancak bu
bilinç oluşursa fark açılıyor, ama farkı Peygamber Efendimizi
görmede kullanacaksınız, insanları küçümseme de değil. O
fark, o.
Melâmîlik’te onur olmaz. O onuru, Allah demekte
kullanacaksınız, Hakk görmekte kullanacaksınız. Hakk
görmüyorsanız onursuz olarak göreceksiniz kendinizi. Bizim
işimiz seyretmek, ama “Bilenle bilmeyen bir olur mu?”39
diyor ayet. Allah’ı bilen, peygamberini bilen onu
sorgulamayacak, o an doğru tecelli ettiğini görecek. Ee, o
zaman avam nerede?
Allah’ta yok olmak ne demek? Bu yaşadığınız sisteme
uyum sağlamak demek. “Uyum”; “Tâbi” değil. Siz onda faal
olanı biliyorsunuz, tâbi olduğunuz o. Uyum sağlamak başka
bir şey; tâbi olmak başka bir şey. Bu mesleği anlatmak adına
hiç kimseye tâbi olamam; bu mesleği yaşamak uğruna her şeye
uyum sağlarım. Çünkü uyum sağladığımda faal olana tâbiyim.
Ateşe tapar gibi görünürüm, ama Mecusiler gibi değil. Ben
ateşte faal alana tâbiyimdir. İşte böyle yaşayacaksınız ki bu
bilinç, Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinci yaşama
geçsin.
İnsan-ı kâmili mi istiyorsunuz? Ben size Ef’âl sunuyorum
ya, beni o Ef’âlde arayın; sunduğumda arayın her fiilde faali.
Onun için “Didişmeyin!” diyorum. Didişirseniz Cemm-ül Cem
makamında faal olamazsınız, eğer Ef’âli sunanda, bende
39
Zumer, 9
266
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
ararsanız. Ben de bir gün gideceğim, ama beni sunduğumda
yakalarsanız ömre bedel… İnsan-ı kâmili mi istiyorsunuz?
Sunduğumdayım, ben oradayım; ne sağı var bunun ne solu var
ne önü arkası. Beni istiyorsanız ben size sunduğumdayım,
orada bulacaksınız; bu vücutta ararsanız benden sonra
zorlanırsınız.
Ölümsüz olan, ab-ı hayat olan, sunan değil, sunulandır.
Ölümsüz olan, ab-ı hayat olan, sunan değil, sunulandır,
sunduğudur. O yüzden insan-ı kâmilin sunduğunda onu
yakalayın. Hep söylüyoruz ya “Burada olmadığınız zaman ben
hep sizinleyim, siz kiminlesiniz?” diye. İşte oraya bakın, orada
yakalayamadığınız yerde yani makamınızdan düştüğünüz
bölümde, Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude
İllâllah diyeceksiniz.
Ölümsüzlük, sunulanda; sunanda değil. Öbür türlü
kürsüye takılırız. Sunanla sunulan birdir aslında -anlatmak
adına söylüyorum- . İnsan-ı kâmili mi arıyorsunuz? Geldiniz,
buldunuz mu? Buldunuz; tam özünü mü istiyorsunuz? Onun
sunduğunda bulursunuz. Çünkü sunana bakarsanız haftada 2
gün gelip, sohbetleri dinlersiniz. Sunulanı yakalarsanız her an
onunla olursunuz. İşte burada, bu sohbetlerde yapmaya
çalıştığımız da bu; o bilinci size vermek. Bu bilinç, Cem
makamında; o “semme vechullah” ile oluşuyor. Allah ve
peygamber birbirinden ayrı değil; anlatmak adına bunları
söylüyoruz, geleceğiniz nokta burası.
Pir bir ilahisinde: “Bir kâmil bana Ef’âlin sundu; Lâ Fâile
İllâllah şiarım oldu…” diyor. “Şiarım oldu” ne demek? Öz, o
sunduğunda demek; yoksa muhabbet olur, felsefe olur, ideoloji
267
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
olur. İşte ne olursa o olur, laf olur beri gider. Melâmî anın
insanıdır, biz anı yakalayacağız. Nasıl yakalayacaksınız anı? O
fiilde faal olan insan-ı kâmil; her ne yaşıyorsanız 24 saatinizde
faal olan insan-ı kâmil; uyuduğunuzda uykunuzda da faal olan
insan-ı kâmil. İnsan-ı kâmili bu 100 kiloluk vücutta, 50
yaşında bir adam olarak düşünürseniz zaten hapsettiniz
demektir. Bu yüzden de Allah’ın velileri; “Bu dünyayı 10 defa
büyütsen, onun gönlüne koysan, bir serçe kuşu kadar yer
tutmaz.” diyor. Bu bilinci, hep sembollerle anlatıyorlar. Bakın
ben size daha akılcı, külli akılcı bir şey söyleyeyim: Cemm-ül
Cem makamına geldiğinizde ne diyeceksiniz? “Her fiilde faal
benim” demeyecek misiniz? Biz, “demek” için burada
değiliz, “O fiilde faal olmak” için buradayız, yaşamak için
buradayız. Demek kolay.
Sunulanla sunan bir, ama siz sunanı, sunulanda arayın; her
fiilde faal olanı yakalayın. Hiçbir kurtuluş yok ab-ı hayat için,
güzellikler için kurtuluş yok -anlatmak adına söylüyorum-.
Pir, “Şehid Allah ayet zuhura geldi” diyor bir ilahisinde.
Şehid Allah ayetinin zuhura gelmesi; artık Allah’tan başka ilah
olmadığına tanıklık etmeye başlandığını ifade ediyor. Fark
dersi, Sıfat dersi.
Ef’âl deyip, geçmeyin. Bakın Ef’âl makamını nereden
yakaladık? Cemm-ül Cem makamından Ef’âl makamına
geçtik. O geçişin sırları bu işte. Anlatıyor da Davud’um iki
gözüm sırrı, bir türlü onu yakalamakta zorlanıyorsunuz?
Neden? İşte Pir karşınızda, ben ondan başka bir şey
görmüyorum ki görmem mümkün değil. Zaten ondan başka bir
şey görmediğiniz zaman sunduğunu yakalıyorsunuz. Ben
sohbete giderdim; kimseyi hatırlamazdım, sağımı solumu
268
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
görmezdim ki ondan başkasına bakmazdım ki kimsenin
yüzünü göreyim.
Eğer bâtını, zahirde görmezsek Peygamber Efendimizle
tanışmak mümkün değil.
Şehid Allah ayet zuhur ediyor, yani şehid; şahit, tanık
oluyorsunuz Allah’tan başka ilah olmadığına. Artık kelime-i
şehadet getiriyorsunuz. Allah’ın haremine girmek öyle kolay
bir şey değil. İlk önce ondan başka hiçbir şey olmadığına
tanıklık edeceksiniz yani onunla olacaksınız; sonra Peygamber
Efendimizin orada olduğunu göreceksiniz, ondan sonra
haremine giriyorsunuz. Ondan sonra ibadetleriniz ibadet
oluyor, ondan sonra yaptığınız her hareket ibadet haline
geliyor. O bilinç, talebede tam oturmazsa insan-ı kâmile
dokunamaz, dokundurtmaz. Hazret-ül Cem makamına gelmiş
olan bir salik, her şeyin Peygamber Efendimizin nurundan
yaratılmış olduğunun bilincine varmıştır. Artık o ona
dokunurken, bakın ona derken insan-ı kâmili kastetmiyorum,
meyvesi…
Ey Hazret-ül Cem makamı, ey sırra hu sırra ulaşmış olan!
Her neye dokunuyorsan Peygamber Efendimizin nuruna
dokunuyorsun! Evliya, o. Oğluna mı dokunuyorsun, kızına mı
dokunuyorsun, kocana mı dokunuyorsun, manavdan pırasaya
mı dokunuyorsun?
Ey Hazret-ül Cem makamı, ey sırra ve ene sırra ulaşmış
olan, bilincinde, zevkinde! Ey oraya ulaşmamış olan, bu hale
geleceksin! Bunu anlatabilmek adına Pir, “Hazret-ül Cem
makamına gelmeyen bana dokunamaz.” demişti. Hâlbuki Sıfat
makamında ona hizmet eden talebeleri de vardı.
269
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Ey Hazret-ül Cem makamındaki evliya, ey onu talep eden!
Artık o her fiilde faal olanı biliyor, dokunduğu o. Bu salik
gönül kırabilir mi? “Ver yolun bacını geç.” derdi Pir. Yani
“Uğraşma avamla; vergisini, fitresini neyse onu memnun
edeni ver.” derdi. Onunla ilişkisini kesecek, bir daha onun
yüzüne bakmayacaksa bile onu memnun ederek gönderir
Hazret-ül Cem makamındaki salik ki evliya diyorlar orada.
Kolay kolay derler mi? Sır bu; o bilmiyor, siz biliyorsunuz.
Avama sır; siz insan-ı kâmilin kim olduğunu biliyorsunuz, o
da sizin kim olduğunuzu biliyor. Şimdi Cem makamına
oturttuk mu işi? O farkı böyle sözle anlatmak çok zordur. Cem
makamına oturtursak aşağı doğru farkı, yukarı doğru farkı
zaten göreceksiniz. Aşağı, avama doğru mütevazılık; buraya,
insan-ı kâmile doğru hizmet. Nerede benlik? Benlik gitti.
Zaten anlıyorsunuz değil mi işte buralarda tek olması
gerekiyor, yoksa vahdet-i vücuda geçemezsiniz. Biz biriz;
burada hepimiz biriz. Pekiyi meslekten gidenler olmuyor mu?
Oluyor; işte tırnak uzuyor, kesiyorsunuz, gidiyor; saçlar
uzuyor, kesiyorsunuz, gidiyor. Tırnağınızda o gitmeyecek olan
yeri bir kesmeye kalkın bakalım. “Hop canımı yaktın, kesme!”
der. Ben de öyle, ben isteyeyim bakayım birinizi atabiliyor
muyum bu meslekten? Haydi canım sende… Aynı, “Hop!”
der, beynine çakar sinirler; “Çok kestin, dur Allah diyor ya”
der. Yiyorsunuz tuzluyu, tatlıyı; yatıyorsunuz. Kim
uyandırıyor sizi su iç diye? Ben uyandırıyorum.
Kalkıyorsunuz, böyle nasıl susamışsınız, hemen bir bardak su
içiyorsunuz. İç emri geldi; sıkıyorsa itaatsizlik edin. Hazret-ül
Cem makamındaki salik, -bu su iç emri gibi karnınız
acıktığında yemek ye emri gibi- ola ki insan-ı kâmil bir emir
verirse o emri yerine getirmeye çalışır. O emri yerine
270
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
getirmemesi söz konusu mu? “Uykundan kalk, suyu iç” diyor.
Öyle o zevkle, zorla değil. O yüzden de insan-ı kâmiller direkt
emirler çok az verirler. Kim kaldırıyor sizi uykunuzdan, su iç,
diyor? Uykunuzu mu bölüyor? Susuzluğunuzu mu gideriyor?
Hangisini yapıyor? Çünkü o suyu içmezseniz bir sürü
hastalığa sebep olabiliyor susuzluk. O emirler de öyle aslında.
Önce zormuş gibi görünüyor, ama yerine getirmezse bir sürü
hastalığa sebep olabilir. Ne diyor insan-ı kâmil direkt emir
olarak? “Allah diyeceksin.” direkt emir; “Her nefeste 3 defa
Allah diyeceksin.” direkt emir. Bunları uygulamazsanız çeşitli
hastalıklara, dünyevi hastalıklara sebep olur; dünya hâkim
olur. Ne diyor insan-ı kâmil: Allah diyeceksin; abdestsiz
ayağını yere basmayacaksın. Burada da bir sır vereyim size:
Abdestsiz ayağınızı yere basarsanız eğer, edep oluşmaz çok.
“Nereye basıyorsun ey salik, tanı bastığın yeri!” diyor. Biz
onun nuru olduğunu biliyoruz. Namazınızı kılacaksınız.
Bunlar yerine gelmezse hastalık zuhur eder, bunlar yerine
gelmezse sunulanın tadına varamazsınız. Ben oradayım, beni
kesip yiyemeyeceğinize göre benim tadıma nasıl
bakacaksınız? Ben sunduğumdayım, tadım orada. Bunu
“Tadan bilir” diyorlar ya. Tam tada nerede varacağız? Zat
makamını zevk edince, o tat orada işte. Kaldırıyor sizi kalk su
iç diyor; bir bardak içiyorsunuz. Nasıl ki dekoder (kod çözücü)
olmadan bazı televizyon yayınlarını alamıyorsak Zat
makamını zevk etmeden o tadı alamayız. O dekoder tam
olarak Zat makamında oluşuyor; vicdan, o. O dekoder
olmadan görüntüyü alamıyorsunuz; gelip, gidiyor; bozuk, karlı
çıkıyor görüntü. Zat makamında vicdan oluşuyor; net görüntü
gelmeye başlayacak. Net görüntü; semme vechullah; nereye
baksanız Allah’ın bir yüzü. O görüntüleri tanıyacaksınız
271
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
hepsinin bir olduğunu; yoksa bir sürü menfaat, bir sürü zan
var, onlar karıştıracak. Üç defa Hu diyen Hu oluyordu ya…
Zat makamında Hu olursunuz. Artık görüntü net olur; zaten
öldünüz mü görürsünüz, gördünüz mü ölürsünüz. Allah bir
kere yüzünü gösterdi mi iş bitiyor, net bir görüntü var orada:
Nereye baksanız Allah’ın bir yüzü.
Biz yine bakkal
görmeyecek miyiz? Kesretteki görüntü o. Bâtındaki görüntü?
Artık bâtın, zahir oluyor Cem makamında; biz netleştiriyoruz,
nereye baksak Allah’ın bir yüzü, diyoruz.
Eğer bâtını zahirde görmez isek Peygamber Efendimizle
tanışmak mümkün değil. O bilince geleceksiniz, artık Hakk
zahir; nereye baksanız Allah’ın bir yüzü; sizi artık o bilince
getireni tanıyorsunuz. Artık “Tamam, Allah’ın velisi böyle
oluyor, beni bu bilince getiren, beni bu seviyeye getiren o.”
diyorsunuz. Ayette; “Ya Muhammed, biz senin göğsünü
açtık; genişlettik.”40 diyor. Bu bilinç, onun göğsünün
genişliğinin getirdiği bilinçtir. Nereye baksanız Allah’ın bir
yüzü. Sizin de göğüslerinizin genişlemesi demek; işte o 4
unsurdan çıkıyorsunuz. “Hakk, zahir” demek; Hakk
görünüyor, göğüsleriniz genişletiliyor demek. Nasıl
görürsünüz Hakk’ı? Hakk, kendinden kendine görüyor.
İşte biz ne dersek diyelim yarın dünya yeniden kurulacak;
şimdi buradan çıkınca yine aynı şeyleri yapacaksınız, ama biz
bu oluşumun nasıl olduğunu biliyoruz, artık o bilinçteyiz.
Buraya gelip, beni dinliyorsunuz ya o ağacın meyvesiyim ben.
Her
neye
dokunuyorsanız
dokunurken
Allah’a
dokunuyorsunuz. Buraya, insan-ı kâmile geldiğinizde de
40
İnşirah,1
272
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Allah’a dokunuyorsunuz, onun meyvesi olduğunu, yaratılma
nedeni olduğunu biliyorsunuz. İşte nereden bakarsanız bakın
kurtuluşunuz yok. “Ben bilirim, ben ederim” ile kurtuluşunuz
yok. Yaşamınız boyunca her an dokunduğunuz o ağaç; buraya
gelip meyvesini yiyorsunuz; o meyve, o ağaçtan. Bu meyveyi
yerken ağacı nasıl hor görürsünüz? Bu sohbetleri dinlerken
eşinizi nasıl hor göresiniz, adama nasıl kızasınız, bakkala nasıl
laf söyleyesiniz? Bu meyve ağaçtan geliyor; ortada Allah’tan
başka bir şey yok. Meyvesi de Efendimiz… Hazret-ül Cem
makamındaki salik böyle yaşayacak; yani hepimiz böyle
yaşayacağız.
Bu dünyaya gelme nedenimiz, seyretmek.
Diyoruz ki: Her Fiilde Faal Allah. Kime “ben”
diyebilirsiniz? Zaten ilk derste ayağınız kesiliyor. O, bilincin
yükselişi; ondan sonrası, özü. Böyle yaşayıp geldiniz mi işte
bizde aynen sizin yaptığınız gibi meyvelerini yiyoruz.
Hepinizde meyvenin oluşması Ef’âl makamında başlıyor.
Zahirde de öyledir; armudu yer, kimse ağacı düşünmez; hiç
aklına gelmez. Sadece tadına bakar; biraz ekşi, biraz tatlı…
İşte dışarıda birini hor gördünüz mü aynı; meyveyi yediniz,
ağacı hatırlamıyorsunuz. Biz bu meyveyi size anlatıyoruz, ama
ağacı hor göresiniz diye değil. Ağaçtan bu meyve; bütün;
tevhit. O kiraz, o ağaçtan geliyor; o da bir çekirdekten. Bütün
gerçek o çekirdekten çıkıyor. Çekirdek, Cem makamı. O
bilinç, -anlatmak adına söylüyorum- big bang patlamadan
önceki hal. Bir mısır dikiyorsunuz toprağa, yapraklar çıkıyor,
ondan sonra koçan çıkıyor. O koçanı koparıyorsunuz onda bir
sürü mısır tanesi var; o da Hazret-ül Cem makamı. İşte artık o
biliyor çokluk diye bir şey yok Hazret için. Cem makamı; bir
273
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
tane mısır çıktı, büyüdü. Bir tane koçan alıyorsunuz,
soyuyorsunuz, püskülleri de var onun, bir sürü şey var, ama
içinden yine mısır çıkıyor. Bir sürü mısır çıkıyor; Hazret-ül
Cem makamı o. Biz de bunu anlatmak için ne diyoruz: “Biri
sana bir şey dedi, biz dedik”. Biz dedik, ama manavdan pırasa
istiyorsunuz, benden istiyorsunuz; pazarlık yapıyorsunuz,
benimle yapıyorsunuz. Yetkiniz var, yapın; ama bedava
yapmayın. O zevkle, o bilinçle, o edeple, o sevgiyle, o
samimiyetle yapın.
Ağacı hor görmüyoruz… Bunları tabii anlatmak adına, sizi
oraya yükseltmek adına söylüyorum. Bilincimizde öyle
yaşayacağız. Yoksa anı kuramayız; anı kuramayınca da
ansızın gidiveririz. Geldik, insan-ı kâmili bulduk; Allah
demeye başladık, zikrimizi aldık. Bunun için gayret ediyoruz,
kendimizden bilmiyoruz. Her şey yerinde güzel. Bu dünyaya
gelme nedenimiz, biz seyirciyiz. Kimisi düzeltiyor, kimisi
dünya için uğraşıyor, kimisi ahiret için, ama biz seyrediyoruz.
Allah bizi kendinden kendine seyretmek için yaratmış; en
zor şey. Biz, seyr-i billahız, seyrediyoruz. Sihirbaz değiliz.
Sihirbaz ne? O değiştirmeye çalışıyor, müdahale ediyor; öyle
yapma, böyle yap, diyor. Biz seyrediyoruz. Ayet var öyle
yapma böyle yap diyene: “Zorlaştırma Allah’ın işini…”
diyor. Allah’ın işini nasıl zorlaştırırım, nasıl kolaylaştırırım?
Koskoca Allah, her fiilde faal olan o. Her fiilde faal olana
karışma, yanındakine karışma, diyor özünde. Biz seyirciyiz;
sihirbaz değiliz. Allah bizi kendinden kendine seyretmek için
yaratmış. İşte bu seyre dalan, “Seyr-i billahtır, seyr-i billahtır;
lime Allah’tır.” diyor.
274
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Allah mekândan münezzeh, makamla biliniyor.
Allah, peygamberine, “Ya Muhammed, gözü mühürlü,
kalbi mühürlü; sen ona anlatamazsın…”41 diyor ayette. Ee,
şimdi Allah’ın gözünü, kalbini mühürlediği adamın kafasına
odun vurup, uçurumdan düşmesini nasıl engellersiniz?
Söylersiniz, bitti. “İnce giyindin oğlum…” Kalın da giyinse
zatürree olacaksa olur. “İnce giyindin oğlum…” demeyecek
misiniz? Diyeceksiniz, ama zorla tutup, giydirmeyeceksiniz
onu. Diyeceksiniz, ama o sizin zikriniz olmayacak. Ne demek
zikriniz olmayacak? Diyelim ki kızınız beli açık giyindi, gitti
okula, muhallebiciye. Sizin aklınızı da götürüyorsa “İnce
giyindi, hastalanıp, geri gelecek” düşüncesi, o zaman işte o
sizin rabbiniz oluyor. Sizin bir tane aklınızı vereceğiniz kişi
var: İnsan-ı kâmil. Siz şimdi aklınızı bana, insan-ı kâmile
verdiniz, Rabbiniz “O”; aklınızı ayakkabıya taktınız, oğlunuza,
kızınıza taktınız, Rabbiniz “o” olur. İşte aklınızı Rabbinize
verdiniz; siz artık Rabbinizi biliyorsunuz. Siz, “Kalın giyin”
dediniz; ikaz ettiniz; kapıdan çıktı; başına saksı düştü… Hangi
birine engel olabileceksiniz? Seyredeceksiniz. Çok zor, kolay
değil, ama kızınız, oğlunuz ince giyindi diye aklınızı alıp gitti
mi işte o an benimle yani insan-ı kâmille değilsiniz; abdest
bozulur. Melâmîliğinize, veliliğinize bir şey gelmez, hiçbir şey
olmaz -anlatmak adına-. Çünkü akıl gitti mi orada beni
tanımaz akıl. Dekoder görüntü verip, gider; bunları Beka
makamları için söylüyorum. Sıfat makamında aklınızı bana
verdiniz; e çocuk gidiyor, diyorum size. Çocuğu sokağa mı
atacağız? Ne alâkası var; yedireceğiz, giydireceğiz; biz
yemeyeceğiz, ona yedireceğiz. O çocuğa hizmet, bana hizmet.
41
Tevbe, 87; Nahl, 108
275
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Biraz önceki örnekte tuzlu yedin, kalk su iç diyorum ya o
çocuğa hizmet de bana hizmet. Bu makamlardan ayrı bir şey
yok.
Biz
makama
vurabiliyor
muyuz?
Makama
vuramayacağınız bir şey yok ki makamlardan başka bir şey
yok ki…
Allah mekândan münezzeh, makamla biliniyor. Allah’ı
bilmek, nitelemek istiyorsanız başka bir yolu yok. Allah’ı
seyretmenin yolu, bu makamlar. Başka türlü seyredemeyiz.
Bakkala, manava, kasaba, kıza, işe, kazandığımız veya
kaybettiğimiz paraya takarız. Gereğini yapıyoruz; hatta ve
hatta o paraya tapan kadar gereğini yapıyoruz; hatta daha
iyisini yapıyoruz. Duvar mı boyanacak? En güzelini
yapıyoruz, ama o parayı almak adına değil; o para zaten gelir.
Kimi der ki, işte efendim biz geldik bu mesleğe, biz bunlardan
vazgeçtik; bu meslekte şu, bu çok olmaz diye de akıl verir.
Neden vazgeçtiniz? Hangi meslekte şu şöyle olmaz, bu böyle
olmaz? Her Fiilde Faal Allah ise bu mesleğe gelince bu fiilde
Allah daha az mı faal diyeceğiz? Komedi… Ben ilk biat ettim,
“Bizde böyle…” sözleriyle karşılaştım. Nasıl sizde böyle?
Sizde, Her Fiilde Faal Allah değil mi? Farklı mı faal oluyor
Allah?
Hakikatte her şey, bilincinizde! Melâmî her şeyi yapar;
Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle.
Melâmî öyle yapar, böyle yapar, şöyle yapar… Ya Melâmî
Allah’tan başka bir şey bilmez; Melâmî her şeyi yapar. Yoksa
eve kapatmamız gerek onu yapmaz, bunu yapmaz diye.
Bakkaldan gidip bir peynir, zeytin almayacak mıyız? Hareket
etmeyecek miyiz? “Melâmî teşekkür etmez!.. Melâmî
şükretmez!.. ” Devamlı kural da kural. Evet, bir şey geliyorsa;
276
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
“Bu benim rızkımdır, onun için gelmiştir, getirene teşekkür
etmeye gerek yoktur” diyoruz bâtında. Peki, zahirde ne
diyoruz? Mesela trafik kazası olmuş, 2 kişi ölmüş.
Yanınızdakine, “Biliyor musun Allah aldı onun canını, Her
Fiilde Faal Allah” diyor musunuz? Tabii ki demiyorsunuz.
Haberlerde okuyorsunuz; adam, 5 yaşındaki kız çocuğunu
kaçırmış, öldürmüş. Onu yapan Allah diyor musunuz?
Örtüyorsunuz üstünü. Size bir şey getirene de Allah razı olsun,
diyorsunuz dışınızdan örterek; içinizden onun rızkınız olduğu
için geldiğini biliyorsunuz. Orada da bir tecelligâh var, oradan
bir Hakk’a teşekkür ediverin. Siz ona etmiyorsunuz zaten.
Melâmî, onu yapmaz, bunu yapmaz… Melâmî, Allah’tan
başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle yaparsa her şeyi yapar; o
bilinç yoksa şeriata tâbiyiz. Eğer o bilincin kendinizde
oluşmadığını düşünüyorsanız aman dikkat şeraite göre hareket
edin!..
Hakikatte her şey, bilincinizde! Melâmî her şeyi yapar;
Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle. Cem makamı
tam oturduysa her şeyi yapar; yoksa şeriata tâbi olur. Ne
demek şeriata tâbi? İşte ona göre hareket edeceksiniz;
oturmanız, kalkmanız… Her yerin şeriatı farklı; insan
ilişkilerini ona göre düzenleyeceksiniz. Bir yere gittiğinizde
bakarsınız kimisine “Selamün aleyküm” kimisine de “Hayırlı
işler” dersiniz. Duruma göre hareket edersiniz. Evinize
gittiniz, televizyonun karşısına oturdunuz, dizi seyretmeye
daldınız, zikir gitti. O zaman televizyon seyrediyorsanız
seyretmeyin; kendinize kural koyun. Bakın orada, diziyi
izlerken orada faal olanı, ayetleri okuyabiliyor musunuz?
Okuyabiliyorsanız o zaman seyredin. Ne sizi zikrinizden
277
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
alıkoyuyorsa orada kural koyun; siz koyun, ben değil. Çünkü
insan-ı kâmil prensipleri verir. Hakikat boyutunda önemli
olan, Allah demeniz, zikrinizi unutmamanızdır. Yani o bilinçte
olup, olmamanız önemli.
Beka makamlarında zikir olmaz!
Beka makamlarında zikir olmaz. O bilinç oluşan salikin, o
bilincin oluşması için Allah demesine gerek var mı? Zaten o
bilincin oluşmuş olması gerekiyor orada. Onun için zikrin
kesilmesi gerekiyor, “Zikir yok” diyoruz. O bilinç oluşmuş,
yani makamlarıyla yaşamaya başlamış olan birisi her yerde
Allah’ın bir yüzünü seyrediyor ya da seyretmeye gayret
ediyorsa zikir kendiliğinden kesilir; çünkü o seyir kolay değil,
adamın iflahı kesilir; Allah diyemez. Cem makamında salik,
“Allah, bir dese, şirk” diyorlar. Çünkü orada semme
vechullah’ı seyrediyor. Seyretmeye çalışan, Allah diyemez,
şaşkına döner, konuşacak bir şey bulamaz, iflahı kesilir, kolu
kanadı düşer. O salikin ne minneti ne talebi kalmıştır.
Sevinenle sevinir, üzülenle üzülür, ama içinden öyle demez.
278
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
ÇAMURUN ÇAĞRISI: MUHAMMED!
Fiili hoş göreceğiz,
fiilde faal olandan ötürü!
Ben sizden bir tek şey istiyorum: Allah demeyi bırakmayın.
Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah…
Başka bir şey istemiyorum. Allah diyeceğiz, bunu hayatımıza
geçireceğiz. Nasıl geçireceğiz? Fiili hoş göreceğiz, fiilde faal
olandan ötürü. Daha önceki bir sohbetimizde fiili imandan
bahsetmiştik. Fiili iman edeceğiz; fiiliyatta iman edeceğiz.
Ellerimizi kaldırıp, “Allah’ım ben sana iman ettim.” diyerek
değil. Fiiliyatta nasıl iman edeceğiz? İşte yolda gidiyorsunuz,
geldi biri arabayla çamur sıçrattı üzerinize, her tarafınız çamur
oldu. Dönüp adama, “Hay senin kullanacağın arabayı da seni
de…” diye başlıyorsanız olmadı. Fiili iman o değil. O çamur
üzerinize sıçradığında dersinizi söyleyebiliyor musunuz?
Çamur üzerinize sıçradığında? Çamur çünkü o, sıçrar
üzerinize. Adama yardımcı olmaya kalkarsınız, çamur işte
üzerinize sıçrar. Orada Allah diyeceksiniz. Onun
çamurluğuyla ilgili bir şüphemiz yok. Çamuru Allah görüp,
Hakk görüp görmemekle ilgiliyiz biz. Yoksa o, çamur. O an
279
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
görebiliyor muyuz? Kime bunlar? İşte Beka makamlarına.
Ef’âl, Sıfat makamındakiler daha insan-ı nakıs, eksik.
Göremeyebilir o an. Şöyle bir el kalkar, iner, söylenir, ama
hemen ben ne yaptım, deyip yine hatırlar; Allah demeye
başlar. Cemalinde Allah deriz. Cemalinde bir sıkıntı yok;
cemalini zevk edersiniz. Celal ne? Çamur… Ben hep Mevlânâ
Hazretleri'nin Cemm-ül Cem makamını anlattığı cümleleri
tekrar edip, tekrar ettikten sonra da şunu söylerim: Örneğe
dikkatinizi çekerim! Şimdi örneği tekrar vereyim. Diyor ki
Mevlânâ Hazretleri: “Ben, Şems gelmeden önce bir tabak
çorbayla doyar idim; sobanın karşısına geçtiğim zaman da
ısınırdım. Şems geldikten sonra o bir tabak çorbayla doymaz,
sobanın başına geçtiğimde de ısınmaz oldum.” der. Örneğe
bakın. “Çünkü bütün açların açlığı, sokakta bütün üşüyenlerin
üşümesi bana geliyordu.” diyor. Bu zevke Cemm-ül Cem
makamında ulaşabilmek için çamuru Hakk görmek lâzım.
Yoksa cemalde bir sıkıntı yok. Allah, cemalinden tecelli etti,
tamam, ohh gül döktüm yollarına. Bakın, örnek çok enteresan.
Olumsuz yönde, celalinden veriyor. Olumsuz diye bir şey yok,
onu anlatmak adına söylüyor. Dolayısıyla biz ne diyoruz?
Ef’âl, Sıfat makamında ellerimi uzatıyorum, “Aklınızı
istiyorum!” diyorum. Aklınız sizin evinizden, arabanızdan,
paranızdan, pulunuzdan daha değerli ki. Ama kimse beni
şikâyet etmiyor birine. İşin püf noktası orada, o üzerinize
çamur sıçradığı zaman. Çamur, arabanın sıçrattığı çamur da
olabilir; adam sana çamur da atabilir. Her türlü çamur… Siz
orada o çamuru Hakk gördüğünüz zaman çamur sizi ne yapar?
Çağırır. Nereye? Muhammed'e çağırır. Nasıl çağırıyor? İşte
Ef’âl'de, Sıfat'ta o çamuru Hakk görürseniz o zaman
Muhammed'e çağrılmış olursunuz. Çünkü Cemm-ül Cem
280
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
makamında
o
çamurda
faal
olursunuz.
İşte
Muhammed’tesiniz,
ümmetsiniz.
Yoksa
çamurun
çamurluğundan hiç kimsenin şüphesi yok. Orada Hakk
görürseniz Cemm-ül Cem makamında işte oradasınız; onda
faal olacaksınız.
O zaman Muhammed'e ümmet oluyorsunuz; yoksa
Kezbanlar’ın köyüne. Kezbanlar’ın köyü ne? Dünya. Hiç
şansınız yok, çamuru Hakk göreceksiniz. Neden şansınız yok?
Çünkü siz o gök kubbenin altındaki Allah'ın velilerisiniz.
“Benim öyle kullarım vardır ki onlar beni daima
zikrederler.”42 diyor. Otururken zikrederler, yatarken
zikrederler, koşarken zikrederler, üzerine çamur geldiğinde
zikrederler, diyor. Ayette bunları diyor, siz o’sunuz çünkü.
İnsan-ı kâmilin tecelli üzerinde hâkimiyeti yoktur.
İnsan-ı kâmilin tecelli üzerinde hâkimiyeti yoktur.
Dolayısıyla gerçekten onunla birlikte devamlı yaşamak çok
zordur. Çünkü, tecelli üzerinde hâkimiyeti yok. Ters, normale
de ters gelebilecek tecelliler gelir ve yapar; çünkü hâkimiyeti
yok. Ne tecelli gelirse onu uygular. Hani insan-ı kâmil oldum,
asarım, keserim, öldürürüm, benim dediğim olacak, şu olacak
diye bir şey yok. Önce tecelliye mazhar olan insan-ı kâmildir,
tecelli üzerinde hiçbir hâkimiyeti yoktur. O zaman işte insan-ı
kâmildir zaten o. Tecellinin üzerinde hâkimiyet olmaması
durumuna gelebilmek için üzerine sıçrayan çamuru Hakk
görmek lâzım. Çamur ya çamur, hepimiz biliyoruz çamur.
Zaten onu Hakk görmek önemli olan. O çamuru nasıl Hakk
göreceğiz? İşte nasibinde olanlar sizler gibi bir Melâmî insan-ı
42
Al-i İmran, 191
281
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kâmili buluyor, geliyor ona biat ediyor. O da: “Siz zikretmeyi
bilmiyordunuz, şimdi benimle zikretmeye başlayın.”43 diyor.
“Zikretmeyi bilmezsiniz; kendi kendine zikir olmaz.” diyor.
İnsan-ı kâmil ona zikrini veriyor, başlıyor Allah demeye.
Geliyorsunuz, insan-ı kâmil buluyorsunuz, ona biat
ediyorsunuz. Ne diyor? “Abdestsiz ayağını yere
basmayacaksın, her nefeste üç defa Allah deyip, zikrini
söyleyeceksin. Bir de ben haftada iki gün buradayım, en az bir
gün de beni göreceksin.” diyor. Bunların haricinde bir şey
diyor muyum? Başka bir şey istiyor muyum? İstediğim biri
varsa da ona sorsan, onu kessen istediğimi söylemez. Adamı
lime lime yap, istediğimi veya bana verdiğini söylemez.
Çünkü onun artık yakîni artmıştır.
43
Nahl, 43
282
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Hakk’tan Gayrı Görmemek:
VİCDAN
En büyük vicdansızlık,
baktığınızı baktığınız anda
Hakk görememektir.
Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştığımız
zaman; Zat makamını zevk edip, fenafillâh olduğumuz zaman;
Allah'ı mevcutlaştırdığımız zaman vicdan oluşuyor. Bu ne
demek? O vicdan, sokakta bildiğimiz vicdan değil, manadaki
vicdan oluşuyor. En büyük vicdansızlık, baktığınızı
baktığınız anda Hakk görememektir. Allah'a daha büyük bir
vicdansızlık yapamaz hiç kimse. Şimdi ben bu elimdeki kitaba
baktım, “Kitap” dedim; vicdansızım ben. Ne zaman Allah'ı
mevcutlaştırdınız, işte o zaman vicdan oluşuyor. Ne zaman
hayvan ahlâklarıyla hareket ettiniz, çıkan vicdansızlık olur.
Baktığını baktığı anda Hakk gören birisinden vicdansızlık
zuhur etmesi söz konusu mu? Değil. Manadaki vicdan o:
Hakk görmek. Göremediğimiz zaman kimseye bir şey
dememize gerek yok; kendi kendimizeyiz. Siz baktınız kitaba,
“Bu, kitap.” dediniz; bitti; Allah'a vicdansızlık yaptınız. Artık
283
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
bu kitap değil; bu, Hakk. Ortada Allah'tan başka bir şey yok.
Kendini bilen adamda vicdan oluşuyor. Kendini bilen, rabbini
biliyor. Allah'tan başka hiçbir şey olmadığını biliyor. Bu da
işte Ef’âl, Sıfat, Zat makamları ile oluyor. Allah'ı
mevcutlaştırdığınız an -Fena makamları için söylüyorum, fark
için söylemiyorum-, kimseye söyleyecek bir laf kalmaz. O
salikin pişirdiği yemek yenilir, yaptığı çay içilir; tükürse içine
hiçbir şey olmaz, güzeldir. O salik artık Besmele çekmiştir;
“Bismillahirrahmanirrahim” demiştir. Bir daha hayatı
boyunca ağzından Besmele çıkmasa da olur, kendisi Besmele
olmuştur. Neden? Çünkü baktığını baktığı anda Hakk görüyor,
Allah'tan başka bir şey görmüyor. Besmele çekmek bu.
Baktığını baktığı anda Hakk gören salik,
hayrete düşer; konuşamaz hayretten; dili gider.
Bismillahirrahmanirrahim ne demek? İşte, Allah'ın
adıyla başlamak. Siz Allah'tan başka bir şey görmüyorsunuz
ki “Adı” ne demek? Vicdan bu işte. Sinirlendiniz,
bağırıyorsunuz diyelim. Ağzınıza ne gelirse sayıyorsunuz.
Hakk görüyor musunuz karşı tarafı? Vicdan var mı o zaman?
Yok. Yoksa adamın fakirlere yardım etmiş olması; beş lira
verip, karnını doyurmuş olması vicdan değil; kendini tatmin
etme o. Kendini aldatıyor. Fiiller Hakk'ın, sıfatlar Hakk'ın,
vücut Hakk'ın. Hakk'ın olan şeylerle; o’nun olan fiillerle gidip,
başkasına yardım ediyorsunuz; bu en büyük vicdansızlık.
Kendine cahil, Allah'a zalim işte. Ne zaman salik fenafillâh
oldu, insan-ı kâmil diyorlar ona. Niye insan-ı kâmil diyorlar
Zat makamında? O artık Allah'tan başka bir şey bilmiyor da
ondan insan-ı kâmil diyorlar. Lâ İlahe İllâllah, dedi o salik.
Lafla değil; hayatıyla, vücuduyla, her şeyiyle tüm zerreleriyle
284
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Lâ İlahe İllâllah dedi. Baktığını baktığı anda Hakk görüyor o.
Fenafillâh olmak, vicdanın oluşması bu. “Vicdan zuhur
eder…” diye söylenir ya işte o. Orada, baktığını baktığı anda
Hakk gören salik, hayrete düşer; konuşamaz hayretten; dili
gider. O yüzden o makama hayret makamı diyorlar. Ebu Bekir
Hazretleri o makamda, ağzına çakıl taşı doldururmuş
konuşmasın diye. Zaten baktığını baktığı anda Hakk gören,
ölür, biter; ölünce Allah'ı görür. Burada göremeyen, diğer
tarafta göremeyecek de
-anlatmak için söylüyorum-. Artık
Allah'tan kendinizi gördünüz; Allah, kendinden kendini
seyrediyor. Artık bir çiçeğe, bir ağaca, arabaya baktığınızda
orada artık hepsi Hakk olmuştur size. Çıkıyorsunuz çarşıya, o
kalabalık gitmiş; çarşı, pazar Hakk olmuştur size. İşte yaşayan
ölüsünüz siz Zat makamında, bitti. Çünkü nereye baksanız
Allah; Allah'tan başka bir şey yok ortada. Zat ve Cem
makamları
birbirine
çok
yakın.
Birinde
Allah'ı
seyrediyorsunuz; birinde Allah'ta seyrediyorsunuz.
Konuşabilir mi adam bir şey? Hani Yunus bir çiçeği koparacak
da yirmi dakika çiçekten izin istiyor ya o duruma gelirsiniz.
Koparacak çiçeği de yirmi dakika anlatıyor ona derdini. “Seni
mürşidime götüreceğim, izin ver.” diyor.
“Keseceğim,
koparacağım seni, ama iyi bir yere götüreceğim.” diyor.
Anlatıyor derdini ona. O duruma gelirsiniz işte. Yoksa yürür,
gidersiniz çiçeklerin üstünden. Çiçeğe basıp, onu ezdiğinizi,
paramparça ettiğinizi bile görmezsiniz. Yani, Hakk
görmezsiniz. Vicdan o. Şimdi baktınız Hakk görüyorsunuz, ne
yapabilirsiniz siz karşındakine? Sizi çok üzüyorsa arkanızı
dönüp, gidersiniz. Arkanızı dönüp, gitme yetkiniz var, ayette
öyle. Arkanızı dönersiniz, zaten sizin ona yüzünüzü
çevirmeniz en büyük ceza ona. Allah'ın velisinin yüzünü
285
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
görmüyor, daha büyük ceza olamaz. Siz çevirin yüzünüzü. Biz
ne yapıyoruz? Biz Hakk görüyoruz. O, Hakk görmüyor,
dolayısıyla hayvandan aşağı. Ayet öyle diyor, ben demiyorum.
Bakara suresinde, “Hayvandan aşağı” diyor. Adamın bir
kişiliği yok ki… Bakarsınız kuzu görünür; arkanızı dönersiniz
kurt olur, sizi parçalamaya kalkar. Biraz daha uzaklaşırsınız
timsah olur, ayağınızdan ısırmaya kalkar. Bir tane yok ki...
Mesela bir köpek gördünüz, sizi ısırabilir, bilirsiniz. Diğerinin
ise bir tane yüzü yok ki. Hangi hayvan ahlâkının zuhur
edeceğini bilemezsiniz orada. Her Fiilde Faal Allah, hepsi
olur. İşte bu, fark. Zat makamına geldiniz, Allah'tan başka bir
şey görmüyorsunuz. “Dönüp, gideceksiniz…” derken onu
kastettim yani. Herkes dersiyle meşgul olacak. Herkesin bir
dersi var; özü, “Allah” demek.
“Allah diyen çoktur, niteliğin bilen yoktur…” diyor bir
ilahisinde de Pir. Allah, “Beliğ” dedi Ezel-i Ervah’ta. Birinci
sıradakiler duydular, eğildiler; ikinci sıradakiler takliden
eğildiler; üçüncü sıradakiler de herkes eğiliyor diye eğildi. O
taklit ile tok olanların birinci sırada yeri yok. Birinci
sıradakiler duyarak, görerek, bilerek eğildiler; “Beliğ” dediler.
Diğerleri, bunlar eğildi, bunda bir hikmet vardır deyip,
eğildiler; onlar cami ehli işte. Diğerleri hiç inanmıyorlar; ama
herkes eğildi, bizim başımız belaya girmesin diye eğiliyor.
Çokluk o işte. Taklit ile tok olanın burada yeri yok, diyor
ilahide. Hakikat dediği, bu insan-ı kâmilin gönlü. Bir adresi
olsa gitseniz, girseniz... “İnsan-ı kâmillerin gönlüne bu
dünyayı on defa büyütüp, koysanız; serçe kuşu kadar yer
tutmaz.” diyorlar. Burada, insan-ı kâmilin gönlünde bir yer
buldunuz mu tamam. Bir şeye gerek yok ondan sonra.
286
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Yunus da bunu biliyor, ne diyor: “Ey hoca, istersen bin kere
git Hacca; hepisinden iyice bir gönüle girmektir.” Çoğu,
gönül almaktır, diye söylüyorlar, ama değil; o gönüle
girmektir. “Bir insan-ı kâmil bul, onun gönlüne gir” diyor.
Kapısından mı gireceksiniz, bacasından mı gireceksiniz,
penceresinden mi gireceksiniz?..Girin de nereden girerseniz
girin, diyor. Bin defa Hacca gitmekten daha iyi, diyor.
287
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
288
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
KAF
DAĞI
Dağdan aşağı inince deniz var:
Aşk Denizi
Çocuk dışarı çıkıyor. Ne diyorsunuz? “İnce giyindin kızım,
kalın giyindin oğlum…” Kime diyorsunuz? Her Fiilde Faal
Allah. Tırmanacağım, diye o bin yıllık yokuşu uğraşın durun,
didinin durun. Çıktınız o yokuşu; oraları zevk ettiniz, susmaya
başladınız
diyelim.
Dilinizle
susuyorsunuz,
tepede
yürüyorsunuz; bu sefer içiniz durmuyor. Devamlı içiniz
karışıyor, devamlı… İçinizden karışıp, duruyor devamlı… O
da fiil işte; içinden gelen de. Anlıyorsunuz siz Her Fiilde Faal
Allah, en azından mürşidinizi dinlemeye çalışıyorsunuz,
gayret ediyorsunuz. En azından dil susuyor, el ayak da biraz
susuyor, yer yer... Tepeye çıktınız ya biraz rahat ediyorsunuz,
bu sefer içiniz durmuyor, içinizden kızıyorsunuz devamlı karşı
tarafa... İçinizi tutamıyorsunuz. O tırmanma bitti; bu sefer
dağın tepesindesiniz, ama içten karışmaya devam ediyorsunuz;
düzeltmeye, yönlendirmeye devam ediyorsunuz veya kendi
kendinize bir hareket yapıyorsunuz. Elinize vuruyorsunuz
mesela, sonra Lâ Fâile İllâllah deyip, tutuyorsunuz kendinizi.
Artık bakın oraya geliyorsunuz tırmanma bitince, ama yine de
289
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
karışma devam ediyor. İniş başlıyor artık; ama iki binlik yolu
katettiniz, iki bin yıllık yolu… Onu da içinizden
durduruyorsunuz. Bu sefer o içinizdeki size oyun etmeye
başlıyor. O içinizdeki “Karış” diyen; “İnce giydin, kalın
giydin, uzun giydin, kısa giydin…” diyen bakıyor ki adamın
dili sustu, içi de susmaya başladı, zevk ediyor. Bu sefer kendi
kendine söylenmeye başlıyor: “Ne olacak şimdi? Ben bu
adamın dediğini yaparsam bu dünyadan gideceğim, hiç mi
şunu yapamayacağım, hiç mi bunu yapamayacağım, hiç mi
zevkli bir şey yapamayacağım?” O içinizdeki, bu sefer size
dönüyor aşağı inerken. Çünkü adam dağı geçecek. Devamlı
size sorular soruyor. İnsan-ı kâmil, “Sigara içme, içki içme”
diyor; “Dünyadan vazgeçeceksin, öleceksin” diyor. “Nereden
çıktı bu adam başımıza?” diyor. “Şimdi ne olacak ben sohbete
devam edersem?” diyor. Devamlı size çelme atıyor. Başlıyor
sorular. Size sormaya başlıyor, çünkü siz artık sözle sustunuz.
İçinizden kafa atmalar da bitti bitiyor…
Çok akıllı o içinizdeki. O zaman ne yapıyor o? Bu sefer
size dönüyor; karşısındakine karışmıyor. “Bu adam mürşidini
dinliyor” der ve aklınıza hayalinize gelmeyecek şeyleri size
söylemeye başlar Ef’âl makamında. Mevlânâ Hazretleri’ne
sormuşlar: “Sen nasıl Mevlânâ oldun?” “Eşeğim ne dediyse
ben tersini yaptım.” diyor. İşte eşek dediği; aklınız, sizin
aklınız. Buraya gelenlerin hepsi onun tersini yapıyor. O eşeği
mat ediyor hepsi. Çünkü Şah’a geldiniz ya o bitiyor, mat
oluyor. Hepiniz böyle bu yüzden çok değerlisiniz. Ef’âl
makamı, adamı mürşidine getiriyor. Nasıl oluyor bu? Lâ Fâile
İllâllah, diyerek. Sizin içinizde öyle büyük bir dağ ki o
aklınız… O içinizdeki dağı aşmak için bin yıl
290
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
tırmanıyorsunuz, öyle zor o dağı aşmak. Bin yıl üstünde
yürüyorsunuz. İnişe geçtiniz; inişe geçince kolaylık olacak,
olmayacak bilmiyorsunuz. Size sorular sormaya başlıyor o
zaman. Ben Ef’âl makamındayken hep kendi kendime
soruyordum: “Tamam sustum, şimdi konuşmuyorum. İçim de
sustu. Ee, ne olacak? Hiç mi bu dünyada yaşamayacağım? Hiç
mi bir şeyden zevk almayacağım? Daha yaşım küçük. Şimdi
gitsem bir beş yıl sonra mı gelsem acaba?...” Orada o soruları
soruyor akıl. “Ben ömür boyu mürşidin dediğini mi
yapacağım?” diye de soruyor. Elbette ömür boyu
yapmayacaksınız, ölünceye kadar yapacaksınız. Kim Zat
makamını zevk etti, fenafillâh oldu ondan sonra dediğimi
yapmaya gerek yok. Çünkü zaten dediğim olacaksınız. Bir şey
yapmayacaksınız o zaman. O olacaksınız zaten. Ama soruyor
bunları akıl, bana da sordu. “Haydi Ümit toparlan, ne işin var
burada? Sen git buradan…” diyordu. “Ne yapacaksın gidip de
sohbete? Oraya, buraya, git…” diyordu. Şimdi kim diyorsa ki
diyebilir bana bu sorular gelmiyor, inandırıcı olmaz. Çünkü
ben de böyleydim. Bunların gelmesi normaldir. Ama siz Lâ
Fâile İllâllah dedikçe o, size çok söz geçiremiyor. Tabii ki
abdestsiz ayağınızı yere basmamaya çalışıyorsunuz, mümkün
mertebe namazlarınızı kılmaya çalışıyorsunuz, mümkün
mertebe sohbete gelmeye çalışıyorsunuz.
Ondan sonra iniyorsunuz aşağı. Dağdan aşağı indiniz mi
orada bir deniz var: Aşk denizi. Bin yıl tırmanmış, bin yıl
dağın üstünde yürümüş, bin yıl da aşağı inmiş talebeyi mürşidi
Sıfat makamına; aşk denizine alıyor. Talebe o denize girdi mi
iflah etmez; bitti. İş o denize girinceye kadar. Çünkü o eşek, o
denizde, o aşk denizinde boğuluyor. Diğer türlü devamlı
291
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
çelmeyi takmaya çalışacak daha Ef’âl makamında. Aşkta da
geldiniz, o denize girdiniz diyelim. Nasıl ki yüzme bilmeyen
birisi ilk denize girdiğinde hemen yüzme öğrenemiyorsa o aşk
denizine düşen de önce çırpınıyor, batıyor, çıkıyor. Orada
zaman içerisinde mürşidi onu Sıfat makamına alıyor. Diyor ki
“Artık sen Lâ Mevsufe İllâllah diyeceksin.”
İşte o mevsuflar denizi, aşk denizi o…
İlahi aşk, salikte orada tecelli ediyor.
292
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
KENDİNE CAHİL OLAN
ALLAH'A ZALİM OLUR
Halk edilmişi, ancak halk edilmiş olan görür.
Allah'ı, ancak Allah görür.
Hazret-ül Cem makamında, halk zahir oluyor. Halk zahir,
Hakk bâtın. Halk edilmiş olanı görüyorsunuz artık. Halk
edilmiş olanı… Ayette; “Ben insanı Ahsen-i Takvim üzerine
yarattım.”44 diyor. İnsanı; Âdem'i görüyorsunuz artık. Halk
onda öne çıkıyor; halk zahir artık, o görünüyor oluyor. Onda
halk ile Hakk bir, ama halk zahir oluyor. Halk edilmiş olan
öne çıkıyor, onu görüyorsunuz. Ondan sonra bütün bu çokluk;
evler, arabalar, hayvanlar, yiyecekler, içecekler, ağaçlar,
meyveler ona hizmet etsin diye halk edilmiş. Onun için
yaratılıyor her şey zaten; orada onu görüyorsunuz artık. O
zamana kadar ne yapıyoruz? Allah diyoruz; Lâ Fâile İllâllah,
Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah, diyoruz. Yoksa
göremeyiz. Niye göremeyiz?
44
Tin Sûresi, 4
293
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
İşte anlatıyoruz; “Hazret-ül Cem makamında insan-ı
kâmilden doğuyorsunuz.” diye. Doğuyorsunuz, ama daha
kulak duymaz, göz görmez. Onun için göremezsiniz,
duyamazsınız. Sakat doğmuş olursunuz. Nasıl sakat çocuk
doğuyorsa bizde de olur, tam göremez bu yüzden. Çok Allah
diyeceğiz. Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude
İllâllah, diyeceğiz. Halk edilmiş olanı görmeyip, o zanlara bir
de ilm-i ledünü de koydunuz mu neler çıkar ortaya neler…
Öyle şeyler çıkıyor ki ortaya ben bile duyduklarıma şaşırıp
kalıyorum. “Halk zahir, Hakk bâtın” diyor. Haydi, halk
edilmişi görün bakalım orada. Halk edilmişi, ancak halk
edilmiş olan görür. Yoksa göremez. Allah'ı ancak Allah
görür. Nasıl? Zat makamını zevk eden adam, orada kendinden
kendine görür. “Allah görünmez…” diyor ayette; kendinden
kendine görüyor. Ama baktığını baktığı anda Hakk görüyor.
Artık o salik, Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine
ulaşmış oluyor. O bilinciyle yaşar hale geliyor; ölü işte ölü,
bitti. Dirildiğinde, Allah ona vücudundan vücut giydirip;
insan-ı kâmilden doğduğunda, yani halk edildiğinde o zaman
halk edilmiş olanı görüyor. Diyor ki bu, Hazret-ül Cem
makamında; bu, Cemm-ül Cem makamında. Bu, onun
ümmeti; bu da o, diyor; ona göre bakıyor. Dolayısıyla
Cemm-ül Cem makamındaki salikin eli de öpülür. Çünkü halk
edildiğiniz an görürsünüz artık onun nübüvvet makamında
olduğunu, peygamberin ümmeti olduğunu. O, onun gözüne
bakar; o ne derse onu yapar; onu görürsünüz o salikte. Ee,
Hazret-ül Cem makamında da öyle. İşte o salikin kılı
kıpırdamaz. Anlamazlar Hazret-ül Cem makamındakilerin
nereye baktığını. Nereye baktığını onlar nereden görsün daha
halk edilmemiş ki. Dolayısıyla onlara bir lafımız yok. Çünkü
294
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
halk edilmemiş daha. Ef’âl, Sıfat, Zat, Cem; insan-ı kâmilin
karnındasınız. Hazret-ül Cem makamında doğacaksınız artık.
Kendine cahil olan, Allah'a zalim olur.
Kendine cahil olan, Allah'a zalim olur… Kendinize
inanılmaz bir zulüm yapmış olursunuz; korkunç bir zulme
girersiniz Allah’a cahil kalırsanız. Bakın, “Günaha
girersiniz…” demiyor. “Cehenneme gidersiniz…” demiyor.
Zulüm, diyor. Hâlbuki hocalar ne diyor; “Bu günah” diyor;
“Cehennem” diyor, “Ateş” diyor. Ama burada “Zulüm” diyor,
“Zalim” diyor. Kur'ân terminolojisinde zulüm; farklı
parçaların bir araya gelmesi demek.
Şeriata göre uzuvlar, ne yaptığını söylüyor: Göz diyor ki;
“Ben günaha baktım.” El diyor ki; “Çaldım.” Bizim uzuvla
işimiz yok. Bizim ne yaptığımızdan çok, bir şeyi yaparken
dersimizi unutup, unutmamamız önemli. Melâmîliğin özü bu.
Her ne yapıyorsanız sınır yok, ama gerçekten Allah diyen
birisinden zaten kendiliğinden şeriata aykırı fiiller çıkmaz.
Celal ile cemali bir eden, “kâmil” olur.
Mesela masayı çeşit çeşit yemekle donatıyorsunuz. O
yemekler nereden çıkıyor? Topraktan. Aslında toprak yiyoruz.
Peki, o masada hiç toprak görebiliyor muyuz? Göremiyoruz,
ama hepsi topraktan geliyor. Kesret de böyle işte. Kesret;
çokluk diye bir şey yok aslında. Ortada Allah'tan başka
bir şey yok. Aynı o toprak gibi. Allah öyle bir dönüşüyor ki…
İşte Fatma’ya dönüşüyor, Mehmet’e dönüşüyor; kediye
dönüşüyor, köpeğe dönüşüyor; ağaca dönüşüyor… Ortada
aslında Allah'tan başka bir şey yok, ama onu şekle
sokabilmeniz, bir yere koyabilmeniz de mümkün değil; toprağı
295
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
o yemeklerde göremediğiniz gibi. Kuru fasulye oluyor, pilav
oluyor, tatlı oluyor, tuzlu oluyor, turşu oluyor… Bunların
toprakla ne ilgisi var değil mi? Bu kesret de öyle. Kesret diye
bir şey yok, ortada Allah'tan başka bir şey yok. Öbür tarafa
giden gelen de yok. Bu vücut da o dört unsurdan oluşuyor. Bu
vücutta da toprak var, ateş var, hava var, su var. Ölmeyen ne?
İşte ölmeyen, kemâlât. Celal ile cemali bir eden, “kâmil”
oluyor. Ama buradaki kâmilden kastım, Zat makamında
insan-ı kâmil olmak değil; Ehadiyyet'ten bahsediyorum. O
celal ile cemali birleyen, kâmil. Kemâlât, o. O kadar çok şey
yiyoruz; hepsi toprak işte. Bu binek at, yani vücut da “Dört
unsurdan oluşuyor.” dedik. Bu binek at neyin? O, işte o ruhun,
o kemâlâtın. Ölmeyen, o kemâlât. Peki, öbür taraf ne? “Küllü
men aleyhe fan…”45 diyor ayette. Yani Allah'tan başka her
şey yok olucu, o da yok olacak. O şekerparede, o kuru
fasulyede, o pırasada toprağı nasıl göremiyorsanız bu insanlar
da bu çoklukta baktığında Allah'ı göremiyor. Zaten ayet var:
“Allah görünmez…” diyor. Allah'ı kim görür? Allah görür
ancak. Nasıl olur bu? Ef’âlinizi, sıfatınızı, zatınızı Hakk’a
bezlettiniz mi Allah kendinden kendine görür; başka kimse
göremez Allah'ı. Gören kim oluyor? Allah'tan başka hiçbir
şey olmadığı bilincine ulaşan. İşte biz de şimdi ömür boyu
bunu halletmek için uğraşacağız; burada yapacağımız şey bu.
Bazen ilahi söyleyeceğiz, bazen sohbet edeceğiz, ama her ne
yaparsak yapalım; yediğimiz, içtiğimiz ne olursa olsun onun
özünün ne olduğunu bileceğiz. Onun için uğraşacağız. İşte
ortada Allah’tan başka bir şey yok; gerisi teferruat.
45
Rahman, 26
296
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
“Ölmeyen, o kemâlât.” dedik. Kur’ân prensipleri verir. O
prensipler, insan-ı kâmilde kemâlâta dönüşmüştür. O
prensipler, kemâlâta dönüşüp, insan-ı kâmilden konuşmaya
başladığında o, Furkan; yani “Konuşan Kur'ân” olur. Onun
ağzından Kur'ân'dan başka bir şey çıkmaz. Siz, başka bir şey
söylüyor, şaka yapıyor, espri yapıyor zannedersiniz. Aslında
hepsinde bir ayet söylüyordur da siz anlayıncaya kadar zaman
geçer.
Kur’ân prensipleri, insan-ı kâmilde kemâlâta dönüşmüştür.
Bizim gücümüz bize iman edene yetiyor, bir başkasına
yetmez. Adam sabun gibi erir gider karşında bir şey
yapamazsın; ne zaman iman etti, o zaman tamam. Biat
ettiğinde de değil, iman ettiğinde. Bu iman, Sıfat makamında
olursa güzel olur. Pir bir ilahisinde: “Aşk-ı ilahiyle hakikate
vasıl olan…” diyor. İşte o iman, aşkla Sıfat makamında
oluyor. Hiç bu konuda bizim en ufak bir acımamız yok. En
ufak bir torpil de söz konusu değil burada. İman ettikten sonra
var torpil.
297
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
298
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
YA MUHAMMED!
İBRAHİM’İN DİNİNE DÖN!
“Ya Muhammed, Hz. İbrahim’in dinine dön!”46
“Ben seninle dinimi tamamladım!”47
Allah tüm Beka makamlarını bir ayette toplamış: “Sümme
dena fetedella. Fekane kabakayseyn ev edna.”48 Sümmedena,
Cem makamı; Fetedella, Hazret-ül Cem makamı, yani fark da
diyebiliriz; kurb-u feraiz ve kurb-u nevafil de diyebiliriz.
Ondan sonra Kabakavseyn, Cemm-ül Cem makamı, sonra da
Ev edna, Ehadiyet makamı. Tefekkür edin, neden tüm Beka
makamları, tüm Cem’ler bir ayette toplanmış? Eğer iman
ettiğiniz Ehad değilse bu Cem’leri yaşayamazsınız; Ehad
olmadan diğer Cem’ler olmaz. Çünkü onların hepsi bir ayet.
Ve bu ayetler de sizin gibi benim gibi canlı, yaşıyor; ama biz
göremiyoruz onları. Biz de o yaşayışa katılmalıyız. İşte insan-ı
kâmil bir rehber. Bu yolda nasıl yürüyeceğinizi, ne
yapacağınızı, berat kapısı mı cellât kapısı mı o size anlatır;
46
Nahl, 123
Maide, 3
48
Necm 8-9
47
299
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
sorarsanız söyler. Ama bu iş imanla olur. Yoksa her köşe
başında bir tane mürşit var. O kadar çok ki… İzmir’de bile
binlerce insan var, hüccetsiz bir insan-ı kâmile gidiyor irşat
olmak için. Eğer adamın içinde sevgi yoksa zaten olmaz.
Bütün bu her şey muhabbetten yaratıldı. Her şey sevgiyle
yaratıldı. Nikâhları eskiden kadılar kıyarmış. Bir kadı varmış,
nikâh kıymak için çok para istiyormuş. İki genç de birbirlerini
sevmişler. Adam da fakir, parası yok. Kadı Efendi’ye gitmiş
nikâh için. Kadı Efendi, “Bir dana istiyorum.” demiş. Adam,
“Param yok.” deyince “O zaman bir koyun, bir keçi
istiyorum.” demiş kadı. Bir türlü kıymamış nikâhı. En
sonunda, bir bakraç yoğurt almış genç adam, çünkü o kadar
var elinde avucunda, ona yetiyor gücü. Köyün meydanına
çıkmış, Kadı Efendiyi de yakalamış köy meydanında, uzatmış
bir bakraç yoğurdu: “Kadı Efendi, ben bu kızı seviyorum, o da
beni seviyor. İşte bu da ücretimiz. Nikâhımızı kıysan da
kıymasan da biz halvet oluyoruz, bilgin olsun!” demiş.
Dolayısıyla sevgi oldu mu oluyor. Olmadı mı olan yere gitmek
gerek. Olan yere…
Alışkanlıklar, Allah’la arada perdedir...
Biz önyargıları da kırmak istiyoruz. Ama bir önyargı ya da
alışkanlıklar varsa o alışkanlıklar, Allah’la aranızda perdedir.
O alışkanlıklar adamı mahveder. Alışkanlık, mevhum demek.
Melâmî’nin mevhumu olmaz. Melâmî’nin Allah’ı da
peygamberi de karşısındadır. Pir, bir konuşmasında,
“Derneğe sahip çıkın!” dedi. Dört duvara değil, “Dernek
prensibine” sahip çıkın, diyor. “Ey hüccet, ey benim soyumu
devam ettirecek olan! Benim soyumu dernekle, tüzel kişilik
olarak devam ettir!” diyor. Çünkü Kur’ân, Furkan -konuşan
300
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kur’ân- ile kardeş dedik daha önceki sohbetlerimizde.
Kur’ân’ı Kerim’de bir müteşabih ayetler, bir de muhkem
ayetler var. Yani yoruma açık olan, bir de yoruma açık
olmayan, emir şeklinde olan ayetler var. Bu 6600 küsur tane
ayetin 300 küsur kadarı muhkem. Yani ne diyor orada:
“Hırsızlık yapma, anneye asi olma, babaya asi olma, namazını
kıl…” 6300 küsur tanesi yoruma açık. Yoruma açık demek,
uçuruma da açık demek aslında. Ne demek yoruma açık? Şerh
edilmesi gerekiyor, içtihat yapılması gerekiyor. Yani evrensel.
Neyi veriyor o yoruma açık ayetlerde? Prensipleri verir
Kur’ân. İnsan-ı kâmil ne? Kur’ân’ın kardeşi değil mi? İnsan-ı
kâmil de prensipleri verir. Pir de prensipleri veriyor; dernek
prensiplerini söylüyor “Derneğe sahip çıkın!” diye. Çünkü
Allah’ı ne cami denilen dört duvarın içine hapsedebilirsiniz ne
de Pir’i o yüz metrekare, dört duvarın içerisine; dernek denen
mekâna hapsedebilirsiniz. Hiçbir yere hapsedemezsiniz. Böyle
bir şey söz konusu değil. Her Fiilde Faal Allah. Sınır kaldı mı
daha ilk derste? Bir yere hapsetme kaldı mı? Her Fiilde Faal
Allah. Onu da hapsedemezsiniz. O, prensipleri verir. O
prensiplerin yorumunu, içtihadını da yine kendisi yapar. Nasıl
yapar? İşte mezarından gelip; mezarından insanları irşat eder.
İnsan-ı kâmil, iki ayet arasında Allah’ı niteler
ve insanları irşat eder.
Bakın, iki tane ayet var Kur’ân’da. Biri diyor ki: “Ya
Muhammed, Hz.İbrahim’in dinine dön!”49 “Allah Allah, ya
peygamber değil mi? Zaten bir din getirmedi mi? Neden başka
peygamberin dinine dönüyor ki?” diyordum kendi kendime
49
Nahl, 123
301
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Kur’ân-ı Kerim üzerine çalışırken. Ondan sonra bir ayet daha
var. Diyor ki: “Ben seninle dinimi tamamladım.”50 Allah
Allah… Eksik miydi bu din? Bu nasıl iştir? Şimdi oradan
okuyarak bunların anlamlarına ulaşabilir misiniz? Bir imam
lâzım. Ama camideki imam diyorsanız eğer, gider orada beş
vakit kılarsınız, olur. Tarikattaki imam diyorsanız gider bir
şeyhe tâbi olursunuz, o da size bir kap çorba verir, sayılı
zikirlerinizi verir. Onların da Kur’ân’da ayetleri, karşılığı var.
Onlar da kafalarından uydurmuyorlar. Nefs-i emmare
dediğiniz zaman ayeti var; mülhime dediğiniz zaman ayeti
var; raziyesi, şaziyesi, safiyesi… Hepsinin karşılığında ayet
var Kur’ân’da. Onu küçümsemiyoruz, her şey yerinde güzel.
Ama burada ne diyor? “Dinimi tamamladım!” diyor. Bu iki
ayete bakın. Biri, koskoca peygambere: “Hz. İbrahim’in
dinine dön!” diyor. İstediğiniz kadar kitaplardan araştırın; Hz
İbrahim’in dininin Ef’âl, Sıfat, Zat olduğunu; tevhidin babası
olduğunu Pir size söylemeden nereden bileceksiniz ki?
Tevhidin babası…
Bizim tarihimiz 7 bin yıllık. Bu Âdem’in tarihi 7 bin yıllık.
Daha önce yüz binlerce Âdem geçti. Pirimiz Seyyid
Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri yaklaşık 200 yaşında,
tarihimiz 7 bin yıllık. Bu Pirler 480 ile 520 yılda bir gelirler.
Bizim Pirimiz çok genç. Daha çok farklı anlatımlara şahit
olacağız. Yeter ki işitebilesiniz.
Din; “Dön!” dediği Hz. İbrahim’in dini: Ef’âl, Sıfat, Zat.
O’nun milleti ancak Zat makamına kadar algılayabilecek
seviyedeymiş. Onu anlatıyor. Şimdi öyle değil. Sizin
50
Maide, 3
302
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
algılamanız çok derin şimdi. “Dinimi tamamladı!” dediği yer,
Ehadiyyet makamı. Peygamber Efendimizden önce bu makam
yok. Bu iki ayete bakın; adamı ne yapıyor bu iki ayet? “Ya
Muhammed, Hz. İbrahim’in dinine dön!” diyor. Ondan
sonra; “Ben seninle dinimi tamamladım.” diyor. İnsan-ı
kâmil, bu iki ayet arasında Allah’ı niteler ve insanları irşat
eder. Benim de işim bu. Bu iki ayet için de diyor ki: “Ya
Muhammed, sana biat eden bana biat etmiştir. Senin elinin
üstünde benim elim vardır.” diyor.51
Kur’ân ayetleri üç çeşittir. Teşbih, tenzih ve tevhit ayetleri.
Şimdi Pir Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri; “Kim ki
oturdu bir yere böyle benim oturduğum gibi, Kur’ân üzerinde
konuşmak ister; bu adam söylediği ayetin teşbih ayeti mi
tenzih ayeti mi tevhit ayeti mi olduğunu bilmek zorunda!”
diyor. Yetiyor mu? Yetmiyor. “Eğer söylediği ayet, tevhit
ayetidir, diyorsa onun da Ef’âl makamına mı geliyor; Sıfat
makamına mı geliyor; Zat makamına mı geliyor; Cem
makamına mı geliyor; Hazret-ül Cem makamına mı geliyor;
Cemm-ül Cem makamına mı geliyor; Ehadiyyet-ül Cem
makamına mı geliyor bunu da bilmek zorundadır!” diyor Pir.
“Kim ki Kur’ân hakkında konuşuyor ve bunları bilmiyor, onu
indirin oradan!” diyor. “İndirin!” diyor. Hatta “Katli
vaciptir.” diyor. Kim ki size sıkıntı veriyor içinizde, indirin
onu oradan. Bu ben olsam bile. Ayet böyle diyor, çünkü Pir
böyle diyor. Ben ayetleri söylüyorum, benim işim bu. Ben
prensipleri veririm. Anahtarın bende değildir, bu benim insan-ı
kâmil olmadığımı göstermez ki. Biz burada Allah’ı tarif
ediyoruz, niteliyoruz; Allah demeye çalışıyoruz. Bize tâbi
51
Fetih, 10
303
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
olanlara rehberlik ediyoruz, onların temizlenmesi için bunları
yapıyoruz. Yetkiliyiz biz buna.
O iki ayette; “Hz. İbrahim’in dinine dön!”, “Seninle
dinimi tamamladım.” diyor, O iki ayet arasında bir adamın
gidip gelip, insanları irşat edebilmesi lafla söylenecek bir şey
değil. Bu lafları söylemek ağızla olmaz. Böyle bir yürek
olması, kalp olması lâzım. Kalp, zamanın Pir’i biliyorsunuz.
Bu laflar böyle kalpsiz söylenmez, söyleyemezsiniz. Diliniz
damağınıza yapışır. Benim biraz önce söylediğim ayetler var
ya söyleyemez adam. Öyle çok kolay değil onları söylemek.
Adamı alıyorsunuz öldürüyorsunuz, diriltiyorsunuz değil mi?
Öldürüş, Zat makamında; ondan sonra Cem makamında
gözünü açıyor. Ne görüyor Cem makamında gözünü açınca?
Nereye baksa Allah’ın bir yüzü. Yusuf seyri artık. Cem
makamı öyle. Ondan sonra Hazret-ül Cem makamında
doğuyor. Ne doğuyor? Onu bir tefekkür edin bakalım…
Muhabbetten ne doğuyorsa o doğuyor Hazret-ül Cem
makamında. Değil mi?..
Fena makamlarında Allah öndedir,
Beka makamlarında Muhammed öndedir.
Kendinize veliliği yakıştıramıyorsanız beni veli olarak
göremezsiniz. Siz O’sunuz ki beni öyle göreceksiniz. Değil
mi? Hazret-ül Cem makamında doğuyor salik dedik.
Musevilerin bir duvarları var; ağlama duvarı, biliyor musunuz
orayı? Museviler gidip orada ağlıyorlar. O ağlama duvarı,
Hazret-ül Cem makamını simgeler. Hz. Musa’nın kavminin
geldiği yer: Ağlama duvarı. İşte bu makam salikte tecelli ettiği
zaman, çok samimi olmadığınız adam bile gelir, başlar
dertlerini, sırlarını anlatmaya birdenbire. Şaşırırsınız, Allah
304
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
Allah ya adam niye anlatıyor, dersiniz. Ağlama duvarısınız da
ondan anlatıyor, makam tecellisidir. Şimdi ağlama duvarısınız
yani Hazret-ül Cem makamındasınız. Buradan duvara baktık.
Şimdi de duvardan bakalım mı o tarafa doğru? Duvardan o
tarafa baktığınız zaman da işte bütün bu dünya seccade, siz bir
ucundasınız, öbür ucunda da o. Bir Allah’ın velisi, Beyazıt-ı
Bestami Hazretleri: “Ben otuz yıldır Hakk ile konuşurdum;
beni halk ile konuşur zannediyorlardı.” diyor. Cem
makamında, İsa oldunuz; doğdunuz Hazret-ül Cem
makamında; Musa oldunuz. İsevî’dir Cem makamı; Hz.
İsa’nın makamıdır, ruh makamı. Ne demek ruh makamı? Bu
on sekiz kilometrelik atmosferin dışında da yaşayabilecek
duruma geldiniz demektir. Orada artık masiva yok, bir yok,
cinsiyet yok… Hiçbir şey yok artık orada. Ondan sonra artık
nüzul ediyorsunuz; aşağı iniyorsunuz. Geldi Hz. Musa, bitti
mi? Bitmez, daha durun yeni başladı. Siz Musa iseniz Hızır
geliyor yanınıza, seyahate çıkıyorsunuz. Ayet bu
söylediklerim. Yaşıyor bu ayetler, diyorum. Yaşıyor, ama işte
yaşarken acıtıyor, ayet olduğunu fark etmiyorsunuz. Musa
oldunuz, o zaman Hızır geliyor. Musa olmadan Hızır’ın ne işi
var? Bir kere Hızır geldi mertebe çok büyük. Hızır geldi
yanınıza, girdi kolunuza. Adriyatik’in yanında buluşuyorlar,
seyahate çıkıyorlar. Adriyatik’in kıyısı ne? Marecel Bahreyn;
böyle yay gibi kıvrılan demek. Ayet bu, Marecel Bahreyn
ayeti: “Biz suları akıttık, akan suları birbirine
karıştırmadık.” 52 diyor. Kaptan Cousteau gitti, bu suyu buldu
ve Müslüman oldu ya biz şimdi bunun bâtınını söylüyoruz.
Adriyatik’in kıyısında buluşuyorlar Hz. Musa ile Hızır. Hızır
52
Rahman, 19;20
305
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
kim? Hızır, insan-ı kâmil. Musa? Hazret-ül Cem makamındaki
salik. Oldunuz Musa, geliyor Hızır; seyahat başlıyor, ama
canınızı okur Hızır. Musa oldunuz, ama niye çocuğu öldürüyor
diye laf ediyorsunuz Hızır’a… Onu Sıfat makamında
halletmedik mi? Laf ediyorsunuz, Musa laf ediyor yani. Ayeti
söylüyorum, ayet bu. Bakın, Hazret-ül Cem makamına nasıl
perspektifler veriyorum. Çocuğu öldürüyor Hızır. Çocuk ne?
Sıfat makamı. Ee, niye isyan ediyorsunuz? Siz geçmediniz mi
o makamı? Gemiyi deliyor, bağırıyorsunuz. Ee, Zat makamını
zevk etmediniz mi? En azından ilmen anlamadınız mı? İlmen
anlamak yetmiyor sizin vücudunuzu delerken canınız
yandığında. Hazret-ül Cem makamında tekrar diz çöktürür
insan-ı kâmil, diyordum ya bu, o işte. Marecel Bahreyn, diyor
o ayet; Adriyatik’in kıyısını da anlatıyor o. Kime? İşte
okuyanlara anlatıyor. Siz geldiniz Hazret-ül Cem makamına
artık onlarla karışmayacaksınız. Doğdunuz. Kim doğdu iyi
bakın. Karışmayacaksınız öbür tarafla. Karışmayınca geliyor
Hızır, kolunuza giriyor. Ama nereden baktığınıza bağlı;
canınızı yakmasına mı bakacaksınız? Yoksa Hızır geldi, siz
O’sunuz, Musa oldunuz, oraya mı bakacaksınız? Oraya
bakacaksınız elbette. Canınızı yakarsa yakacak. Hızır’ın
kolunuza girmesi büyük bir mertebe zaten. Hızır’ın öbür
tarafla işi yok ki zaten. Ağlarsanız çocuğumu öldürdü;
gemimi deldi; duvarı ördü -kötü adamların duvarını örüyor
ya- diye… Ayette: “Sen aklını bırakmadın mı?” diyor.
Bıraktınız, neyi yorumluyorsunuz o zaman? Siz bunları
yaptınız, o mertebeye geldiniz diye Hızır geliyor size. Yani
nasıl anlatıyordu bir iki cümleyle bunu Pir:
“Fena
makamlarında Allah öndedir, Beka makamlarında
Muhammed öndedir.” Geldi Hızır. Nasıl geldi? Ayet var; bu
306
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
ayetler yaşıyor, öyle geldi. Ayet o. Bazen burada seyahat eder
bu onaltı metrekarede… Bazen gerçekten zahir olarak da
seyahat eder, alır götürür. Alır, götürür insan-ı kâmil, geziye
götürür sizi. Ee, uyanmazsanız biz o Adriyatik’in kıyısına
gittik onunla diye o zaman pirinç ve taş hikâyesi… Mertebeye
bakın, geldiğiniz yere bakın. İşte biz bunları okuyoruz. Biz
yaşayacağız, yaşarken bazen başımızı patlatacağız bazen
kolumuzu kıracağız. Ne kadar güzel bir patlatıştır, ne kadar
güzel bir kırıştır o… Sokaktaki kavga yerine varsın bu yolda
kafamızı patlatalım. Çünkü oldunuz, Musa mertebesine
geldiniz. Geldiniz, Allah’ın şanındandır daha yükseltecek sizi
onun için geliyor Hızır; bırakmayacak sizi burada. İşte Hızır
ile seyahat etmek istiyorsanız eğer düşünün taşının zordur,
ama… Hızır adamın çocuğunu öldürür, gemisini parçalar,
ummadığınız adamın duvarını tamir eder… Zordur, ama başka
türlü yükselmek olmaz. Geldiğiniz mertebenin hatırına
gireceksiniz koluna Hızır’ın. O zorluk, geldiğiniz mertebenin
hatırıdır -anlatmak adına söylüyorum-. Bizim tenzih ve teşbih
yetkimiz var; onlarla anlatıyoruz işte size.
İnsan-ı kâmil, bir isim. İsim ne? “…Senin elin üzerinde
benim elim vardır.” 53 diyor ayette. İnsan-ı kâmil, bir isim. Siz
ondan tecelli edene bakın. Bakın Musa mısınız? Musa iseniz
Hızır burada. Eh siz Musa’sınız ki buradasınız şu anda. Bir
şekilde işte tutup, getiriyor kolundan adamı, ama babadan,
ama oradan, ama buradan bir şekilde tutup getiriyor işte, bir
şekilde. İşte insan-ı kâmilden doğduğunuz zaman ibadetiniz,
ibadet. Ne demiştik daha önce? Geldik ilk derste, Lâ Fâile
İllâllah, dedik; “Bu kitabı, ben aldım, buradan buraya
53
Fetih, 10
307
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
koydum” dediniz, şirk. Hazret-ül Cem makamında bu kitabı,
buradan buraya koydunuz, ibadet. Her yaptığınız hareket,
ibadet; eğer dediğim gibi yaşıyorsanız. Ben makamı
anlatıyorum; yaşıyoruz, yaşamıyoruz; arada gidiyoruz
geliyoruz, gayret edeceğiz. Bizim işimiz makamı anlatmak.
Eğer bu yeryüzünü seccade görüyorsanız namaz kılar gibi bir
ucundaysanız diğer ucunda da Pir’iniz varsa namaz kılar gibi
yaşıyorsanız ibadet işte her şey. Kolay mı? Yok, tabii ki değil.
Değil mi Kur’ân’da şeriat var, tarikat var, marifet var, hakikat
var. En üst boyutundayız arkadaşlar. Bu iş, böyle al sana mavi
hap, bunu yutunca oluyor bu iş, değil işte. Allah diyeceğiz.
Gayret edeceğiz. Gayreti de kendimizden bilmeyeceğiz.
İnsan-ı kâmilin ağzından ayetten başka bir şey çıkmaz…
Hızır kolunuza girecek ki Hızır ile o seyahati edeceksiniz ki
Hızır ile o seyri yapacaksınız ki seyri billahtır seyri billahtır,
lime Allah’tır mertebesine gelesiniz. O seyahat olmadan
limeyi Allah görmek mümkün değil. Seyahat edeceğiz,
seyredeceğiz. İşte seyre Lâ Fâile İllâllah ile başlıyoruz. Daha
ilk derste kafamızın arkasındaki Allah’ı gözümüzün önüne
getiriyoruz. Eğer kafanızın arkasında kıl kadar mevhum Allah
kalır ise Hazret-ül Cem makamında Hızır’ı tanıyamazsınız,
onunla seyahat ettiğinizi dahi anlayamazsınız. Kıl kadar kalsa
tanıyamazsınız. Tanıyamadınız da Hızır sizi bırakır mı?
Bırakmaz. Çünkü Musa, Musa olduğunu bildiği halde ayette
itiraz ediyor, dikkatinizi çekerim, kolay değil. Ama siz Musa
olduğunuzu bilmiyorsanız Hızır biliyor. O zaman Hazret-ül
Cem makamına gelen salik, insan-ı kâmil ona bir şey
sorduğunda hemen; “Siz bilirsiniz Efendim” diyor. Niye
diyor? İşte bunlar için diyor. “Siz bilirsiniz…” diyor. Oradaki
308
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
edep, bu ayetlerin getirdiği bu edep. Yani, “İşte Efendim, ben
oraları zevk ettim mi etmedim mi siz bilirsiniz. Siz gemimi
delecek misiniz çocuğumu öldürecek misiniz siz bilirsiniz…”
deyip bırakıyorsunuz. Siz bilirsiniz dediniz mi tamam. Ama
kime diyeceksiniz? Kime diyeceğiniz önemli. Hızır’a dersiniz.
Eğer karşınızdaki Hızır değilse ve siz ona “Siz bilirsiniz”
derseniz emirler başlar, menfaatler başlar, hesaplar başlar.
Zaten anlarsınız, rahatsız olursunuz. Yani buradaki siz
bilirsiniz edebi, bu ayetlerden kaynaklanıyor.
Ee, siz hiç bu ayetleri bilmiyorsunuz. Geldiniz insan-ı
kâmilin sözlerini tutuyorsunuz. Bilmeyin, tamam. Eğer iman
ediyorsanız insan-ı kâmilin ağzından ayetten başka bir şey
çıkmaz zaten. Anlattığı her şey ayettir de biz anlamıyoruzdur.
Biz şimdi niye önce ayeti söylüyoruz, sonra ayeti anlatıyoruz?
Bize alışasınız diye. Bize alıştıktan sonra ayete ne gerek var.
Zaten ayetten başka bir şey demeyiz. Siz artık bilirsiniz ki
insan-ı kâmilin ağzından ayetten başka bir şey çıkmaz. O
zaman siz onları bilmeseniz de olur. Dediğini yaptıktan sonra
mesele yok.
309
Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler
310