Linki tıklayarak
Transkript
Linki tıklayarak
SUNUŞ Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler, Ümit Bulut Efendi’nin, Melâmîlik öğretisini ve bu öğretinin nasıl yaşama geçirileceğini, talep edenlere aktarmak üzere Melâmî Düşüncesi Araştırma Derneği çatısı altında yaptığı sohbetlerden derlenerek sunulmuştur. Üçüncü Dönem Melâmî Piri Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri’nden gelen ve Davud Yılmaz Efendi’den Ümit Bulut Efendi’ye aktarılan kemâlât, doğuş ile dile gelip, bu kitapta yazıya aktarılmıştır. İşin ehli bilir ki Allah’ın sırlarını Kur’ân açıklar; Kur’ân’ın sırlarını da insan-ı kâmil. “Bize aşkı anlat!” diyenlere, “Ben ol da bil!” diyen Mevlânâ Hazretleri’nin de söylediği gibi önemli olan bilmek değil, bildiğini yaşama geçirebilmektir. Ümit Bulut Efendi, bu kitapta yer alan sohbet yazıları ile Kur’ân’ın hakikati; bu hakikatin nasıl yaşama geçirileceği; nasıl Kur’ân olunacağı konusunda talep edenlere ışık tutuyor. 11 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Nasıl ki Mevlânâ Hazretleri, Şems geldikten sonra Mevlânâ olduysa bu kitapta da yer alan pek çok yazıda, kendi potansiyelimiz oranında “Mevlânâ olmak” için “Şems’imizi bulmak” gerektiği vurgulanıyor. İşin ehli bilir ki Kur’ân’ın işaret ettiği ve insanlara ulaşması için hedef koyduğu, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed ile simgeleştirdiği bilinç seviyesine ulaşmak ve bu bilinçle yaşamak, ancak ve ancak bu bilinç seviyesine ulaşmış bir rehberle mümkün olur. İşte bu kitapta da o rehber, 21. Yüzyıl insanına Hz. Muhammed’in dinini; o dinin nasıl yaşanacağını yaşamın içinden örneklerle anlatıyor; bir anlamda aklın ötesini, Melâmîlik öğretisindeki bilinç seviyeleri ile aklın önüne getiriyor. Yine işin ehli bilir ki Kur’ân ve Furkan (insan-ı kâmil) ikiz kardeştir; bir başka deyimle insan-ı kâmilin ağzından çıkan her söz, ayettir. Doğuş ile söze dökülen sohbetlerden derlenen bu kitapta görüleceği gibi Kur’ân’daki bazı ayetlerin dışında hiçbir kitap ya da kaynağa atıfta bulunulmamıştır. Çünkü bu kitapta yazıya dökülen, Mevlânâ Hazretleri’nin deyimiyle “Kitap kabına konan sözlerin kaynağı”, Hz. Pir’den gelen kemâlâttır. 12 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler, Hz. Pir’den gelen ve manası Hz. Muhammed ile eş değer olan evrensel kemâlâtı, Ümit Bulut Efendi’nin dilinden, tasavvufî terminolojiye giren bazı kelime ve kavramların dışında, günümüz Türkçesi ile yalın ve açık bir anlatımla sohbet üslûbuyla okuyucuya aktarıyor. “Kusur arıyorsan olanlarda, etrafında; KENDİNE DÖN! Kusursuzluk arıyorsan Kusursuz olsun diye uğraşıyorsan Yine KENDİNE DÖN!” diyen Ümit Bulut Efendi’nin Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler eserinden alacağımız feyz ile ‘kendimize dönüşün’ kolaylaşması dileğiyle Sözün Bittiği Yerden MERHABA… Narfide Mergen 13 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 14 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler EBU CEHİL’İ TANIMAK Ebu Cehil’in kıvılcımı olmasa, Mustafa’nın ateşi yanmazdı! Ebu Cehil’i tanımadan Peygamber Efendimizi tanımak mümkün değildir. Bir Allah’ın velisi şöyle diyor: “Ebu Cehil’in kıvılcımı olmasa, Mustafa’nın ateşi yanmazdı.” Hatırlayalım ne demişti Ebu Cehil, Peygamber Efendimize: “Sana para verelim, rütbe verelim, tüm gelirlerden hisse verelim, ne istersen verelim, ama sen, bizim düzenimize dokunma!..” İşte bütün mesele burada: Aman, bizim düzenimize dokunma! Onlar Peygamber Efendimizi tanımıyor değillerdi. Elbette kendilerince tanıyorlardı. Efendimize Peygamberlik gelmeden önce de onu emin, güvenilir olarak biliyorlardı. Halil İbrahim Peygamber, Nemrut’un düzenine dokunmadı da!.. Nemrut’un tapınaklarındaki putlarını elindeki balta ile parçalamadı da!.. Hz. Musa, Firavun’un düzenine dokunmadı da!.. Tüm köleleri Firavun’a karşı savunmadı da!.. 15 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kâinatın Efendisi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Mekke’deki düzene, yani Kâbe’deki putlara mı dokunmayacak? Ne dedi Kâinatın Efendisi, Mekkeli müşriklere: “Bir elime ayı, diğerine güneşi koysanız ben yolumdan dönmem!..” Mümkün mü böyle bir şey? O’nun gelme nedeni değil mi Allah ile kul arasındaki putları (perdeleri) kaldırmak? Allah, düzenin, yani putların arkasındadır. Düzen, yani put da Allah’tan başka ne biliyorsanız o’dur. Aklın verası, aklın maverasını algılamaz. Peki, gelelim bireye… Bireydeki, bir kişideki düzen nedir? Kişideki düzen, o kişinin yaptığı tüm hareketleri (fiilleri) kendisinin zannetmesi. Bitti mi? Hayır. Yaşamını, ilmini, kuvvetini, iradesini, görmesini, duymasını, konuşmasını kendisinin zannediyor olması. Bitti mi? Nerede?.. Vücudunu da kişi kendisinin zannediyor. Kişi, tüm bunlar kendisinin zannettikçe Allah da: “Ben, kulumun zannı gibiyim.” diyor. Böylece kişi, bu kendinin zannettiği şeylerle kendisine bir yaşam (düzen) kuruyor. Bu düzen, Allah’la arasında perdeler oluşturuyor. Ne bunlar? Eşi, işi, çocukları, evi, arabası… Bunlar yoksa bunlara sahip olma isteği (iradesi). Tüm bunlara sahip olmak için bütün ömrünü harcıyor. Yetiyor mu? Hayır, ölümünden sonra da çocuklarını, mümkünse torunlarını da rahat ettirecek imkânlar için uğraşıyor. Peki, tüm bunlarla boğuşurken o kişi için Allah nerede? Göklerde tabii ki. Nasıl olacak bu kavuşma? Size şah damarınızdan daha yakın olanla nasıl ve nerede buluşup, bir araya geleceksiniz? İşte burası aklın ötesi… İlgiliyseniz Allah’ın velilerinin, “Aklın verası, aklın maverasını 16 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler algılamaz.” dediği yer, burası. Cüzi aklın algılamayacağı; ancak imanla ve aşkla küllî akla teslim olunması gerekliliğidir. Bu noktada nasibinizde varsa bulacaksınız Allah’ın velisini; o da Halil İbrahim Peygamber’in baltasını verecek sizin elinize; girişeceksiniz siz de kendi putlarınıza. Tıpkı Halil İbrahim Peygamber’in Nemrut’un tapınaklarına girip, oradaki putları kırdığı gibi. İki cihan Peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin Kâbe’deki putları kırdığı gibi… Ebu Cehil’i tanımadan, Peygamber Efendimizin kemâlâtına ulaşmak mümkün değildir. Ebu Cehil’i tanımak… Eğer bir düzen kurmak için yaşıyorsak ya da kurduğumuz düzenin devamı için yaşıyorsak… Bunun için yapmayacağımız hiçbir şey yoksa… Bu düzen bizim olmazsa olmazlarımızı oluşturuyorsa… İşte biz de Ebu Cehil’iz demektir. İşte bu durumu bilmeden, yani Ebu Cehil’i tanımadan Peygamber Efendimizin kemâlâtına ulaşmak mümkün değildir. Cehaletten kurtulmak, Allah’tan başka hiç bir şey olmadığı bilincine ulaşmaktır. Ancak bu bilinç, Peygamber Efendimizin kemâlâtını algılayabilir. Ancak bu bilince, idrake ulaşmış kişiler, eşyaya Peygamber Efendimizin baktığı gibi bakabilir ki bunlar Allah’ın velileridir. Ebu Cehil’i 14 asır öncede aramayın. 14 asır öncede bulsanız da size tarih bilgisinden başka hiçbir faydası olmaz. Ebu Cehil’i günümüzde arayıp, yanımızdakinde veya karşımızda, komşumuzda bulmamızın da bize hiçbir faydası 17 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler olmaz. İçimizdeki Ebu Cehil’i bulup, tanımadan; cehaletin ne olduğunu anlayıp, o cehaletten kurtulmadan; Peygamber Efendimizin kemâlâtı ile tanışmamız nasıl olsun? Kendine cahil olan, Allah’a zalim olur… İçimizdeki Ebu Cehil’in farkına varırsak o kıvılcım, bize Mustafa’nın ateşini yaktırabilir. Kendini bilmeyenin, rabbini bilmesi mümkün değildir. Kendini bilme, bir rehberle olur; rehbersiz çok zordur. O rehberi bulup, ona Yunus’un Taptuk Emre’ye, Mevlânâ Hazretleri’nin Şems Hazretleri’ne bağlandığı gibi bağlanmak gerek. Nasıl bağlanmış onlar rehberlerine? Mevlânâ ile tanıştıktan bir müddet sonra Şems Konya’yı terk ediyor. Bu zaman içerisinde Mevlânâ Hazretleri’nin üzüntüsü tüm çevresindekiler tarafından bilinmekte. Yine böyle bir günde yanındakilerle Konya sokaklarında yürürken, yanlarına biri yaklaşıyor ve heyecanla diyor ki: “Ya Mevlânâ, doğu kapısından Şems’i Konya’ya girerken gördüm. Şems geldi!” Bunun üzerine Mevlânâ Hazretleri cübbesini çıkarıp, o şahsa veriyor. Yanındakiler Mevlânâ Hazretleri’ne cüppesini verdiği kişinin yalancı olduğunu söylüyorlar. Bunun üzerine Mevlânâ Hazretleri de: “Biliyorum, onun için cübbemi verdim. Doğruyu söylese idi canımı verirdim.” diyor! Kendini bilmek, o rehbere can pahasına tâbi olmayı gerektirir. O rehberin sohbetlerini hiçbir önyargı olmadan dinlemek; yapmanızı istediği şeyler varsa onları sorgulamadan, yargılamadan yapmak gerekir. Yine Mevlânâ ve Şems Hazretleri’nden örnek verelim: Şems Hazretleri, Mevlânâ Hazretleri’ni talebe olarak kabul etmek için 18 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kendisiyle Konya’nın merkezi yerinde şarap içmesini ister. Mevlânâ Hazretleri bunu kabul etmez. Nasıl gidip, orada şarap içsin ki? Tüm doğru bildiklerine aykırı! Mevlânâ Hazretleri, Şems Hazretleri’ni tanıdıktan sonra Mesnevî’sinde diyor ki: “O sultanı buldun mu ona neliksiz niteliksiz rapt olacaksın!” Neden böyle diyor? Çünkü tevhit edebilmek; Allah ile Allah olmak; Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşabilmek; tüm sahip olduklarından, tüm bilgilerinden, ama tüm bilgilerinden özellikle doğru bildiklerinden de kurtulmakla olur. İlm-i Ledün sularında rehbersiz ilerlemek, imkânsıza yakındır. Rehber size der ki: “Ey yolcu, -anlatmak adına yolcu diyorum- şimdi senin vücudun Kâbe; Allah’tan başka ne biliyorsan da senin putun. Başla bakalım onları kırmaya…” Size zikrinizi verir. Siz de başlarsınız Allah demeye… Sizde Allah’tan başka ne varsa silmeye başlar; silmeye başlarsınız. İşte buna İlm-i Ledün denir. Bu ilmin sadece kitaplardan okunarak, alınması mümkün değildir; bu sularda rehbersiz ilerlemek, imkânsıza yakındır. İlgili olanlar üveysî olmaktan bahsedebilir; o yüzden “İmkânsıza yakındır.” dedim. Malını, mülkünü, oğlunu, kızını, işini, eşini, bilgilerini özellikle de doğru bildiklerini terk etmek… Bu dile kolay. Terk etmemiz gerekenler bir satıra sığıyor; gel gör ki tüm bunları terk etmek, bir ömre sığmayabilir. Anlatmaya çalıştığım, neden rehbersiz olmayacağı. Burada ilgililerin dikkatini çekmek istediğim husus şu: Terk etmemiz gerekenlerin tamamı (malımız, mülkümüz, 19 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler oğlumuz, kızımız, işimiz, eşimiz, bilgilerimiz…), bizdeki Ebu Cehil’i oluşturuyor. Günlük hayatımızda yukarıda saydıklarım veya saydıklarımdan herhangi biri bizim için öncelikli ise Ebu Cehil’iz demektir. Allah’a cahiliz demektir. Bu putların tamamını kırmadan; içimizdeki Ebu Cehil’i tanımadan; ne aldığımız abdest, abdest olur; ne kıldığımız namaz, namaz olur; ne de gittiğimiz Hac, Hac olur. Yaşamımızdaki önceliklerimizin tamamı, Allah ile aramızdaki puttur. Namaz kılıyoruz, seccadenin üzerinde görünüşte yalnızca siz varsınız. Peki, o namazı kılarken, sizin aklınızda yalnızca Allah mı var? “Evet, yalnızca Allah var.” diyorsanız sorun yok. “Hayır.” diyorsanız rehbere ihtiyaç var. Bu sebepten diyor ki Koca Yunus: “Ey hoca, istersen bin kez var Hacca; hepisinden iyice bir gönüle girmektir.” Burada gönülden kasıtla, bir insan-ı kâmil bulmayı, bir rehber edinmeyi söylüyor. Ya bir rehber bulup, ona tâbi olursunuz ya da içinizdeki Ebu Cehil’e, yani yaşadığınız düzene! Bulundukları düzene tâbi olanlar, yani o düzene tapanlar!.. Tapmaktan kastım; yaşamındaki kararları bulunduğu düzene göre almak, hükümlerini bulunduğu düzene göre vermektir. Tapmaktan kastım; size “Şah damarınızdan daha yakın olanı”1, malınızın, mülkünüzün, oğlunuzun, kızınızın, işinizin, eşinizin arkasında bulundurmaktır. 1 Kaf, 16 20 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler İşte size Ebu Cehil’in yaşamı… Haydi, biraz cesaretle kendimizi kontrol edelim, biz nasıl yaşıyoruz? Ebu Cehil gibi mi? Muhammed ümmeti gibi mi? Önceliklerimiz ne? Günlük hayatımızı işimize, çoluğumuza çocuğumuza göre mi düzenliyoruz? Herkes kendi cevabını versin. Önceliklerimizin tamamı, Allah ile aramızdaki puttur. Rehbersiz Muhammed ümmeti gibi yaşayabilmek mümkün mü? Ama rehberle mümkün olduğu ortada. Gelelim insan-ı kâmile, yani rehbere… Ne var bunlarda da sadece insan-ı kâmil ile bu dönüşüm olabiliyor? İnsan-ı kâmilde doğuş vardır; doğuştan kaynaklanan cezbe… Bu doğuş ona rapt olanda aşka dönüşür; o aşk, cüzi aklı alır, götürür. Akıl gitti mi tamam, ne mal kalır ne mülk. İşte o zaman vedalaşmaya başlarız Ebu Cehil’in yaşamıyla. Doğuş olabilmesi için Ebu Cehil’i çok iyi tanıyıp, onunla vedalaşmak gerekiyor ki Hz. Muhammed’in kıvılcımı çaksın. Bir mürşit bulunduğu düzene göre yaşıyor, o düzene göre karar ve hükümler veriyorsa o mürşidin talebelerini irşat edebilmesi, dönüştürebilmesi mümkün değildir. Ancak ve ancak ilim öğretebilir, ilim mürşitliği yapar. İnsan-ı kâmil, öğretmen değil, bir rehberdir! Allah’a cahil olan, içindeki Ebu Cehil’e tâbi olur! Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlar: “Bir kul, Allah tarafından sevilince iptilaya uğrar. Buna sabrederse iktina gelir.” Bir sahabe tarafından “İktina nedir ya Resûlullah?” diye sorulunca Peygamber Efendimiz cevaben: “O adamın malının, mülkünün, çoluğunun 21 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler çocuğunun alınmasıdır. Çünkü mal, mülk, evlat sevgisinin olduğu yerde Allah sevgisi bulunmaz; iki sevgi arasına giren yanar.” diye buyururlar. Bakın kâinatın varoluş nedeni Peygamber Efendimiz, Ebu Cehil’i ne güzel tarif etmiş. Dikkatinizi çekerim, tarif ettiği sadece 1400 yıl önce aynı mahallede yaşadığı komşusu değil; insanlık var olduğu sürece içimizde var olacak olan, çoğumuzun varlığından bile haberi olmadığı evrensel Ebu Cehil… Çoğumuzun varlığından bile haberi olmadığı Ebu Cehil, yani cehaletimiz… Allah’a cahil olan, kendine zalim olur!.. Allah’a cahil olan, içindeki Ebu Cehil’e tâbi olur!.. İçimizdeki Ebu Cehil’den kurtulmak için onu tanımak; tanımak için de varlığını, yani cehaletimizi kabul etmemiz gerek. Çünkü varlığını kabul etmediğiniz bir şeyden kurtulmanız imkânsızdır. Tabii sizin kabul etmemeniz, onun sizde olmadığı anlamına gelmez. Ondan kurtulma ihtimaliniz olmadığı anlamına gelir. Eğer sizin için Allah mevhum ise yani buharlaşmış, göklerde ise yani zanlarınızda ise; o zaman Ebu Cehil sizin içinizde, damarlarınızda, kanınızda, zihninizde demektir. Böyle olunca o kişi, Ebu Cehil gibi düşünüyor, Ebu Cehil gibi bakıyor; kısacası, Ebu Cehil gibi yaşıyor demektir. Ebu Cehil nasıl yaşar? 1400 yıl önce nasıl yaşamışsa şimdi de öyle yaşar. Yani göklerdeki Allah’a inanır, Kâbe’deki putlara tapar, Hz Muhammed (s.a.v.) Efendimizi kabul etmez idi. Şimdi de aynı: Göklerdeki buharlaşmış Allah’a kesinlikle inanır; ona sorsanız kendi için değil, oğlu, kızı, eşi ve işi için 22 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler yaşar. “Benim aklım bana yeter, zaten Allah’la kul arasına girilmez.” deyip, 1400 yıl önce kabul etmediği gibi şimdi de rehberi kabul etmez. Peki, bir insanın ailesi için yaşaması, etrafına faydalı bir insan olarak yaşamaya çalışması kötü bir şey mi? Elbette değil… Bütün mesele, bu işleri yaparken bizim durumumuz ne? Bu yaptığımız işler, bizi bizden alıp, götürüyor mu? Mevlânâ Hazretleri’nden bir hatırlatma ile devam edeyim. Diyor ki Mevlânâ Hazretleri: “Kişi neyi talep ediyorsa o’dur.” Önceliklerimiz ne ise biz o’yuz demektir. Para ise para, kariyer ise kariyer, dünya ise dünya… Saymakla bitmez. Zan olan, biziz; mevcut olan, Allah. Mevlânâ Hazretleri’ne sormuşlar: “Sizin için cehennem nedir?” “Allah ile aramdaki mesafedir.” diye cevaplamış. Önceliklerimiz, Allah ile aramızdaki mesafedir. Önceliklerimiz bizi mevcutlaştırır; dolayısı ile Allah’ı mevhumlaştırır (buharlaştırır); Allah’ı göklere, zanlarımıza gönderir. Böyle olunca da aşılması çok uzak bir mesafe oluşur. Daha doğrusu böyle olduğunu zannederiz. Aslında zan olan, biziz; mevcut olan, Allah’tır. Zanlarımızla yaşıyor isek Ebu Cehil gibi yaşıyoruz demektir. Kaldı ki bir rehbere ulaşmadan birçok kişi böyle yaşadığının farkında bile değildir. İşte burada bütün mesele: Zan olan, biziz; mevcut olan, Allah! Doğduğumuz andan itibaren kendini var zannedenler, bizim de kendimizi var zannetmemiz için başlamışlar bize yükleme yapmaya. Ailemiz, etrafımızdakiler, daha sonra okul… Yüklemişler de yüklemişler… Neyi? Sizi, “Siz” yapan; size, “Ben” dedirten her şeyi. 23 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Herkes kendisini düşünsün…Yok mudur sizin olmazsa olmazlarınız?.. Kırmızı çizgileriniz?.. “Hayatta olmaz!” dedikleriniz?.. Önyargılarınız?.. Aksini kabul etmeyeceğiniz doğrularınız?.. Ne demiş Einstein: “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur.” İşte yine geldik neden rehbersiz olamayacağına. Atomu parçalamaktan daha zor bir işin kendi kendinize olması, meyhanede garsonluk yapan bir alkoliğin içkiyi bırakmaya çalışması gibi bir şey. Ayette2: “Allah’ın izni olmadan yaprak bile düşmez!” diyor. Ama bizim değişmez doğrularımız var; yani bizim doğrularımız ayetin üstünde. Ayette3: “Allah’ın ilminde sınır yoktur!” diyor. Ama bizim kırmızı çizgilerimiz var… Bizim sınırımız var… Ayette4: “Açıktakini de gizlidekini de bilen, Allah’tır!” diyor. Ama her şeyi biz daha iyi biliyoruz. Ne dersiniz bir terslik yok mu bunlarda? İnsan-ı kâmil, zanlarından kurtulup, Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmış kişidir. Kim ki zanlarından kurtulup, tevhit etmek ister; ona rehber gerektir, bir kâmil bulmak gerektir. Bakın bunu benim iki gözümün nuru, mürşidim, rehberim, Pir nasıl anlatmış: Bu benim kafamın içinde acaba kim var ki Hiç durmadan feryadı figan ediyor bana: “Dünyayı da ahireti de bırak, hakikate bak Dön Allah’a, dön Allah’a!..” Bu seda nedir? Bir kâmil erden sordum, bu derdime çare 2 En’âm, 59 Kehf, 109; Lokman, 27 4 A’lâ, 7 3 24 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kâmil dedi ki; “Ey biçare, benim derdine çare Gel tut ellerimden; üç nefi üç ispat edelim, Önce bir abdest al gönül çeşmesinden” Sonra ellerimizin uçlarını birbirine değdirdik Üç nefi üç ispat ettik, Hakk kıblesine döndük Ef’âl, sıfat, zat makamlarında, ahdi misak ettik Davud, gittik biz dünyadan, ölmeden evvel öldük. Bu ilâhide de rehbersiz, kâmilsiz olmayacağını anlatıyor. Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri de ancak bir rehberle zanlarından kurtulabilmiş. Tıpkı Mevlânâ Hazretleri gibi, Hacı Bayramı Veli Hazretleri gibi. Ölmezden evvel ölmek; seni, “sen” yapan; sana, “ben” dedirten tüm zanlardan kurtulup, Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmaktır. Ancak ve ancak bir rehberle Ebu Cehil ile tanışabilir, yani cehaletimizin farkına varabiliriz. “Vicdan terazisi Hakk tarafından zuhura gelmeden, cem ve farkı fark etmeden, yaptım zannettiğini ancak bozarsın!!!”5 Pir böyle diyor. Bu ne demek? Bunun ne demek olduğunu anlamak, ancak o’nu yaşamaktan geçer. O’nu yaşamak; o’na rapt olup, o’nun seyrine katılmak ile olur. O seyir sizi, “Seyri billahtır, seyri billahtır; lime Allah’tır”a; yani Allah’tan başka hiç bir şey olmadığı bilincine götürür. Sizi ölmezden evvel öldürür; bu hal olanda Mustafa’nın kıvılcımı tutuştu demektir. 5 Davud Yılmaz, Hz. Pir Seyyid Muhammed Nur-ül Arabîyyül Melâmî, 2007, s.VI 25 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 26 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Evrenselliğin Yaşam Tanecikleri: KUR’ÂN’IN PRENSİPLERİ Kur’ân’ın anlattığı bir tek şey vardır: İnsan-ı kâmil! Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerin 6300 küsur tanesi müteşabih, yani yoruma açıktır. Bu ne demek biliyor musunuz yoruma açık? Kur’ân, prensip kitabıdır, prensipleri verir. Bu prensipleri anlayan ki Allah’ı nitelemek burada gizlidir, Kur’ân’ı şerh edebilir. Bu yüzden insan-ı kâmile ihtiyaç vardır. Şimdi geldik insan-ı kâmile. Bana diyorsanız ki eğer; “Ben mürşidimle yirmi yıldır yaşadım; mürşidim şöyle dedi, şöyle yaparım; böyle dedi, böyle yaparım…”, o zaman şimdi mürşidi 6600 küsur parçaya bölün. Çünkü o, Kur’ân. Mürşidin sadece 300 küsur parçasını alırsınız, 6300 küsur parçası sizde olmaz. Çünkü insan-ı kâmil ve Kur’ân kardeştir; ikiz kardeştir, ayrı değillerdir. Şimdi, “Ben Efendimi çok iyi tanırım…” ya da “Tevatüre göre şöyledir…” ya da “Efendim böyle yaptı...” dediğiniz zaman sadece 6600 küsur ayetin 300 küsur parçasını aldınız, 6300 küsur parçası sizden dışarıda kaldı. Yani siz, tarikata düştünüz arkadaş! Siz, şeriata düştünüz arkadaş! 27 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Dolayısıyla “Ölen hayvandır, insan ölmez” denilen yer, ölmeyen prensiplerdir. Bu prensipler (kemâlât), evrenseldir. Bu prensiplerin bilincine varan bir adam, bir göz, bir görüş olur ki bunun karşılığı Cem makamıdır. Bakın şimdi Kur’ân’ın ortasından girince nereye geldik? Direkt olarak Cem makamına dayanıyorsunuz: Ef’âl, Hakk’ın; Sıfat, Hakk’ın; Zat, Hakk’ın. Yani ortada Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştınız; siz ne oldunuz? Bir göz oldunuz, bir görüş oldunuz, bir bilinç oldunuz. Gitti hepsi. Hani Mevlânâ Hazretleri, “İnsan bir gözdür, görüştür.” diyor ya Cem makamını ifade eder o söz. Allah’ın velileri, “Cem makamında, her tarafın bir göz olur.” diyerek, bunu anlatmaya çalışıyorlar. Şimdi biz şu açıdan şanslıyız: Yeni nesil, bilinci çok açık geliyor. Neden? Çünkü bu idrak açılışının tamamlandığını ayette: “Ya Muhammed, ben seninle dinimi tamamladım.”6 diyerek ifade ediyor. Prensipler, evrenselliğin yaşam tanecikleridir. Mürşidi Hakk’a yürümüş olup, mürşidini vücutta arayan insanlar, “Mürşidim bunu dedi, mürşidim bunu yaptı…” diyerek, 6600 küsur parçanın 300 küsur tanesi ile yaşıyorlar ve onunla yaşamaya devam edecekler. Aman, onunla yaşasınlar, aşağı düşmesinler. Prensipler, evrenselliğin yaşam tanecikleridir. O prensipleri anlarsanız, o yaşam tanecikleri sizde zuhur eder; işte o zaman o makamlarla yaşamaya başlarsınız. Şimdi İsviçre’de bilim adamları en küçük parçayı, nuru, bulmaya çalışıyorlar ya… Ne bulacaklar ki orada? Bunu bulacaklar; bu söylediğim şeyi 6 Maide, 3 28 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bulacaklar, ama kâğıt üzerinde bulacaklar. Bunu yaşamda bulabilmek için muhakkak ve muhakkak bir Melâmî insan-ı kâmili bulmak gerekiyor. Biraz ileri gidelim, hüccetli bir Melâmi insan-ı kâmili bulmak gerekiyor; biraz daha ileri gidelim, hüccetli bulmak da tam yetmez; Ehad olanı bulmak gerekiyor. Çünkü o size ilim verir; zaten siz Hazret-ül Cem makamındaysanız, Cemm-ül Cem makamındaysanız ilmi almışsınız demektir. Hele bu makamları bir de Pir’den aldıysanız sizin ilme ihtiyacınız yok demektir, ama terakkiye; o feyze; o dönüşüme ihtiyaç hep vardır. Çünkü su durduğu zaman, akmadığı zaman kirlenir; o kirlenişte tarikata düşer. O döngü lâzım; o yaşam parçacığı, yani prensipler lâzım!.. Kur’ân’ın anlattığı bir tek şey vardır: İnsan-ı kâmil. Kural, tarikattır. Kural demek; sınır demek, çerçeve demek, hat demektir. Prensibin kuralı olmaz. Prensibin hattı olmaz, kenarı olmaz. Prensip bu, başka bir şey. Kural değil. İşte orada, o 6300 küsur parçaya ulaştığınız zaman, Kur’ân oluyorsunuz. Nasıl oluyorsunuz? Anınızı kurmaya başlıyorsunuz. İnsan-ı kâmili kendinize rehber ettiniz mi Kur’ân’ın sırrını okuma ihtimaliniz var. Kur’ân’ı baştan sona okuyun, irdeleyin, anlamaya çalışın; göreceksiniz ki Allah’ı anlatmaz Kur’ân. Kur’ân’ın anlattığı bir tek şey var: İnsan-ı kâmil. Kur’ân’ın sizi sevk edeceği yer, insan-ı kâmildir. Pir’e biat etmeden önce Kur’ân ve Mesnevî üzerinde yıllarca ders gördüm. Yıllarca, ikisi de beni sultana yönlendirdi. Her ikisi de dedi ki: “Zamanın Pir’i yaşamakta, geçmişte değil. Git, onu bul!” Ondan sonra bıraktık o kitapları, başladık biz de aramaya. Nasibimizde varmış, bulduk onu. 29 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kur’ân, prensipler kitabıdır, dedik. O prensiplerin nasıl çalışacağını, insan-ı kâmil anlatır. Kur’ân’ın sırrı, insan-ı kâmildir. Kur’ân, insan-ı kâmile yönlendirir. İnsan-ı kâmil de Kur’ân’ın sırrını size bildirir. Kur’ân’ın sırrı ne biliyor musunuz? Sizi, size bildirmek. Başka bir şey değil. Hepsi sizde var zaten. Allah’ın velisi Seyyid Seyfullah Hazretleri bunu anlayınca: “Bu aşk bahri ummandır haddi kenar olmaz, delilim sırr-ı Kur’ân’dır. Bunu bilende ar olmaz…” demiş. “Delilim, Kur’ân’dır” demiyor, dikkatinizi çekerim. “Delilim, Kur’ân’ın sırrıdır. Bunu bilende ar olmaz…” diyor. Kur’ân’ın sırrına ulaşamadı mı adamda ar da olur, namus da olur, doğruluk da olur, hepsi olur. Peki, bizde olmayacak mı? Bizden zaten aksi bir şey tecelli etmez. Biz doğru olmak için uğraşmayız. Okuyup, geliyoruz sırr-ı Kur’ân’ı. Nasıl okuyoruz? İnsan-ı kâmile geliyoruz Kur’ân’ın sırrını okumak için. Size ne diyor? Ayağınızı abdestsiz yere basmayacaksınız; her nefeste üç defa Allah diyeceksiniz; size ne zikir verdiyse söyleyeceksiniz; mümkün mertebe namazınızı kılacaksınız. Ben de size hep aynı şeyleri söyleyeceğim, çünkü başka yolu yok o sırra ulaşmanın. Bu evrende, paralel evrenlerde her ne var ise daha güzel söz yok: Lâ Faile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah… Bunlardan daha güzel bir söz yok. Zaten bunlardan başka bir şey yok. Ne zamanki biz bu idrake ulaştık, tamam. Bu prensipleri okumaya başladığı zaman salik, bakışları da okur; zahir anlamda konuşmaya gerek kalmaz o salikle. Yetişmiş bir talebenin mürşidiyle zahiren konuşmaya ihtiyacı yoktur. Ben üç yıl Pir’i ne gördüm ne konuştum. Üç yıl… Hazret-ül Cem makamındaydım. Sandılar ki ben Pir’le hiç 30 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler konuşmuyorum. Yanıldılar. Zahiren konuşmadık o üç yıl. Çünkü o makamlarda sınavlar ağırdır. Beni de halk ile konuşur zannettiler üç yıl, hâlbuki ben Hakk ile konuşurdum. Bana her yerden Pir sohbet ediyordu. Sohbet, insan-ı kâmilin ağzından çıkan laflar değildir. İnsan-ı kâmilin varlığıdır, sohbet. Öyle bir makama gelmişsinizdir ki ondan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmışsınızdır; her yer, her an, her daim sohbet size. O bilince ulaşıncaya kadar insan-ı kâmilden çıkan feyze ihtiyaç var. Zaten Allah’tan başka bir şey yok ki dışarıda: Fena makamındaki salike Allah’tan başka bir şey yok; Beka makamındaki salike Pir’den başka bir şey yok! Salik öyle bir yere gelir ki onu halk ile konuşur zannederlerken o, Hakk ile konuşur ki Lâ Faile İllâllah, prensipleri okumak demektir bu durum. Kuşdilini okumaktır işte orası. Kur’ân prensipler kitabı ya… O prensipleri kavradığınız yer, kuşdili işte. 31 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 32 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler TEVHİT AYETLERİ Ya Muhammed, sana biat eden, bana biat etmiştir; senin elinin üstünde benim elim vardır; zikri artık sana o öğretecek.7 Efendi, insana hizmet eden demek. Buradaki hizmet, cami yaptırmak, okul yaptırmak gibi kitaplarda tanımlanan hizmet değil. Hizmet, insanı öldürüp, diriltmek diye tabir edilen, “Mutu kable ente mutu” hadis-i şerifinin zuhur etmesini sağlamaktır. İnsana hizmet etmek, damarlarınızda dolaşan milyarlarca hayvan ahlâkını oradan çıkartıp, insana dönüştürmektir. Yoksa bir bardak çay getirilir, börek getirilir; o da hizmet, ama işte asıl bunu yapana “Efendi” diyorlar. Bizim işimiz de hizmet etmek; bize gelenleri insana dönüştürmek; tevhit ettirebilmek. Allah bizi bununla görevlendirmiş; biz bunun memuruyuz, rehberiyiz; başka da bir şey yapamayız. İzin yok başka bir şey yapmaya. Bize gelenlerin içinden bir kişi bile bizimle Allah desin, tamamdır; 7 Fetih, 10 33 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bizim için bir kişi bütün insanlığa bedeldir; bizim öyle kişi sayısıyla işimiz yok. Burada olanlarla birbirimizin yüzüne bakacağız ve Allah diyeceğiz. Başka da bir kurtuluş yok zaten. Aslolan birlikte olmak ve birbirimizin yüzüne bakmak. Ne söylediğimiz sonraki mesele; ilim bir şekilde gelir. Yunus Emre’nin “İlim, ilim bilmektir; ilim, kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır.” dediği gibi bizim işimiz de bu: Kendimizi bilmek! Fiiliyata tâbi olmak, gizli şirktir. Dünya ne? Allah'tan başka ne biliyorsanız o, dünya. Mesela bahar temizliği yapmayı kafaya taktınız; o, dünya. Dünya, sizin zikriniz oldu. Allah diyeceğinize, “Yazlık, kışlık, yazlık, kışlık…” diyorsunuz. Bitti; ben kafanızdakini istemiyorum ki sinenizdeki zikri istiyorum; içinizi, sinenizi istiyorum. Temizlik güzel, temiz olunacak, temizlikle ilgili lafımız yok, ama o zikriniz olmayacak. Hep, “Bizim ne yaptığımız önemli değil, hiçbir kural yok.” diyorum. Ne yaptığımız önemli değil; yaptığımız şeyi yaparken Allah deyip demememiz önemli. Yapacağınız şeyi fiiliyata dökebilmek adına Allah’ı bırakıp, o yapacağınız şeyi zikretmeye başlıyorsunuz ve fiiliyata döküyorsunuz diyelim. İşte orada ona tâbi oluyorsunuz. Bu illâki bir yaşam formu olmayabilir; oğlunuz, kızınız, kocanız, âşık olduğunuz birisi de olabilir. Bu fiiliyata takılmakla gitti zikir… Bu, çok önemli. Çünkü bir şekilde kızınıza, oğlunuza tapıyorsunuzdur; Allah muhafaza trafik kazasında ölüverir, gider. Ama fiiliyatı, trafik kazası da alamaz. Fiiliyata tâbi olma gizli şirktir, ta ki Cemm-ül Cem makamına kadar gelir. Birini çok seviyorsanız Allah alır elinizden, hiç şakası yok bu işin. Öldürür de alır sizden, nefret 34 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler de ettirir… Alır, bir şekilde alır elinizden. Ama fiiliyatı öldüremezsiniz; elle tutamazsınız; taktınız onu kafaya çünkü. Zaten dikkat ederseniz oğlunuza, kızınıza taktığınız zaman da onun vücuduna takmazsınız. Takıntılarınız ya geleceği ile ilgilidir ya o andaki hal ve durumuyla ilgilidir. Aslında ondaki bir fiiliyata takarsınız. Vücuda takın, ama vücut da Hakk. Aynıdır bahar temizliği ile oğlana, kıza takmak. Aslında ona takmıyorsunuzdur; onun yaptığı bir şeye takarsınız ya da mutsuzluğuna takarsınız. İşte buralarda Sıfat makamına dönüyoruz ve aklınızı istiyoruz; o cüzi aklı bana verirseniz bu iş olacak. Yoksa Allah'ı tevhit etmek öyle kolay bir iş değil. Diyor ya Peygamber Efendimiz: “Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım.” Ümmetim dediği Cemm-ül Cem makamı; peygambere ümmet olabilmek için bu seyr-i sülûku tamamlamak gerekiyor. Öyle herkes ümmet olamaz ki peygambere. Deniz olmuşsunuz, ama daha bak dibinde demirden evler var. O demirden evler de daha çok evlatla oluşuyor. O yüzden İbrahim Ethem Hazretleri, oğlu ile karşılaşacağını anladığında; “Allah’ım ya onu ya beni al!” diyor. Oğlunu alıyor Allah. Biz de oğulları, kızları götürmek üzere buradayız. Ortada Allah'tan başka bir şey yok. Yok… Kur'ân'ı da sıksanız üç damla çıkıyor: Ef’âl, Sıfat, Zat. Başka hiçbir şey çıkmıyor. Şimdi, Pir’in el yazısı ile hazırladığı bir çalışmasında tevhit ayetlerini nasıl sıraladığına birlikte bakalım: Enbiya 7. ve Nahl 43. Ayet-i kerimeleri: “… fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn.” “Allah'ı anmanın keyfiyetini bilmiyorsanız, onu ehli olan kimseden sorup, 35 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler öğrenin ve ne zaman insan-ı kâmil bulursanız o zaman zikriniz zikir olur.” “Allah'ı anmanın keyfiyetini bilmiyorsanız...” Şimdi biz Allah'ı anmayı nasıl biliyoruz? İşte bereket duası, iş duası, borç duası, o duası, bu duası… Sabah namazında bu dua, öğle namazında özel dualar… Bunlar değil tabii ki. Allah'ı zikretmekten bahsediyoruz. Bu zikri öğrenmek istiyorsanız kendi kendinize olmaz bu zikir, diyor ayet. Bir insan-ı kâmil bulun; asr’ı bulun, diyor. Onun için de sonra Asr suresini koymuş bu çalışmasında Pir. Kur’ân'da geçen Asr Suresi onun için. Geliyorsunuz, bir insan-ı kâmil buluyorsunuz, ona biat ediyorsunuz. İşte ona biat ettiğiniz zaman başka bir ayet devreye giriyor: Fetih Suresi 10. Ayet-i kerimesi: “Ya Muhammed, sana biat eden, bana biat etmiştir; senin elinin üstünde benim elim vardır; zikri artık sana o öğretecek.” Tüm peygamberler, tüm veliler ve evliyalar, hepsi bu zikri insanlara öğretmek için gelmişlerdir. Ayet sonsuza dek geçerli olacaktır; bunun için gelmişlerdir. Ezel-i Ervah’tan nasibi olanlar geliyorlar bize bir şekilde, ama kapıyı çalıp, ama internetten, ama oradan, ama buradan bir şekilde geliyorlar. “Gelip, bulursanız o insan-ı kâmili o zaman zikriniz zikir olur.” diyor ayet. İnsan-ı kâmili buldunuz, biat ettiniz ve ondan sonra sıraladığı ayete bakın Pir’in: Enfal Suresi 28. Ayeti: “…Malikün evladükün fitne.” “Mallarınız ve evlatlarınız imtihandır, fitnedir.” Devam ediyor sıralamaya… 36 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler İsrâ Suresi 70. Ayeti: “… hamelnâhum fîl berri vel bahri…” “Sizi gerek karada ve gerekse denizde hamil oldum…” Şimdi bu ayette zikir başlıyor: “Gerek karada ve gerek denizde ben size hamil oldum; yani her fiilde faal benim.” diyor. İlk ders bu; Ef’âl makamının Kur’ân'daki karşılığı olan, bu ayet. Kur’ân'daki ayetlerin birbirini şerh ettiği gibi surelerin ve ayetlerin sıralanışında bile bir sır olduğu gibi Pir’in ayetleri bu şekilde sıralayışında da bir sır var. Diyor ki; zikrinizin zikir olabilmesi için bir insan-ı kâmil bulmanız gerekiyor. Buldunuz, geldiniz; bir sıkıntı yok burada. Sonra da ilk zikir başlıyor: “Gerek karada ve gerekse denizde size hamil oldum.” diyor. Yani, “Her fiilde, her yerde faal benim.” diyor. Tin Suresi 4. Ayeti: “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm(takvîmin).” “Biz insanı, ahsen-i takvim üzerine; en güzel biçimde yarattık.” Bu ilk zikri aldığınızda, bu seyr-i sülûka girdiğinizde otomatikman Ahsen-i Takvim’e de giriyorsunuz. Bu zikirle Ahsen-i Takvim sizde başlamış oluyor. Araya “Mallarınız ve evlatlarınız imtihandır, fitnedir.” ayetini koyuyor. Ondan sonra da zikre devam ediyor. O yüzden de Allah'ın velileri; “Ef’âl dersinde malını, mülkünü insan-ı kâmile vereceksin. Sıfat dersinde de çoluğunu çocuğunu vereceksin.” derler. Hem zahir çocuk hem bâtın çocuk… Bâtın çocuk da bu yedi tane sıfat-ı sübûtiyedir. Araya bu ayeti koyuyor. Neden? Çünkü Ahsen-i Takvim başladı. Tin Suresi 1. Ayeti: “Vet tîni vez zeytûni.” “Zeytine ve incire yemin ederim.” 37 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Zeytin, Ef’âl makamı; incir, Sıfat makamı. Onun için bu ayeti koyuyor buraya. Bunu ancak Pir koyabilir; bu sıralamayı ancak Pir yapabilir ve ancak o böyle şerh edebilir. Çünkü Ahsen-i Takvim başladı; “Allah, velisini direkt olarak celal ve cemal eliyle yaratır” başladı; işte geldiniz insan-ı kâmile. Mallarınız ve evlatlarınız hem imtihandır hem fitnedir. Takılırsanız fitne, geçerseniz imtihan. Oraya ayeti koyuyor. Çünkü Ahsen-i Takvim’de öyle diyor: “Zeytine ve incire and olsun ki ben insanı Ahsen-i takvim üzerine yarattım.” Yaratılış başlıyor: “Sizi gerek karada ve gerekse denizde hamil oldum; her fiilde fail benim.” diyor. İlk zikri de alıyorsunuz: Lâ Faile İllâllah. Bir gün bir şeyh salla denizden geçiyormuş, uyanık bir de talebesi varmış. Demiş ki: “Efendim, şu tahta parçaları bizi hayatta tutuyor, ölümle aramızda bir tek bu sal var, yoksa boğulup gideceğiz.” Şeyhi de ona cevap vermiş: “İyi ya oğlum, karada o tahta parçası da yok.” Yani, Her Fiilde Faal Allah, diyor. Pir, ayetleri sıralamaya devam ediyor… Mülk Suresi 26. ayeti: “Kul innemel ilmu indallâh…” “Söyle ya Muhammed, yalnız Allah ilim sahibidir.” Diyor ki Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Allah; “O, sana tâbi olup, biat eden, ruh yoluyla seyr-i sülûka aldığın sahabeye, o salike -şimdi de öyle yine- söyle; ilim, Allah’ındır!” Bu zikri Peygamber Efendimiz yaşarken her sahabeye vermedi; nefs yoluyla verdiği var, ruh yoluyla verdiği var. Bizdeki ruh yoluyla. Şimdi ikinci ders, Sıfat dersi başladı. Ayete bakın, nasıl koymuş buraya? Kime söylüyor onu? Sıralamaya bakın. Size söylüyor işte. Ne zaman söylüyor? Şimdi söylüyor, 38 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler işittiniz işte. Şimdi çıkıp, çay demlemeyi “Ben biliyorum” derseniz ayete muhalifsiniz. Bırakın astronomiyi, feni, matematiği; çay demlemek de bir ilimdir. Çayın kaç dakikada demleneceğini, demleme süresinden sonra zararlı olacağını bilmek de ilim. Şimdi “O çayı ben demleyip, getirdim.” dediniz; ayete muhalif oldunuz. “Sen sus, ben biliyorum.” dediniz; ayete muhalif oldunuz. Lafta kaldı, yani lâfzî. Ama bizde öyle değil, ikinci derste, mevsuflarda faal olan Allah, diyoruz. Mevsuflar ne? İlim, hayat, irade, kuvvet, semi, basar, kelâm. Ayette öyle diyor. Bakara Suresi 216. Ayeti: “…vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn.” “Allah bilir, siz bilmezsiniz.” “Allah bilir ve ondan başka kimse bilmez.” diyor. Biz ayeti nasıl uygulayacağız? Ef’âl makamını zevk eden salik, aslında mevsufların biraz tadına varır. Herkesin aklı kendine, kimi ikna edebilirsiniz? Bakın ne diyor ayet: “Allah bilir ve ondan başka kimse bilmez.” Bu ayet, göklerde bir Allah var da o her şeyi biliyor, onun haricinde hiç kimse bir şey bilmiyor, demek değil. Karşınızda konuştuğunuz, fiilde faal olan Allah. O her şeyi karşınızdaki biliyor işte. Hiçbir şey öğretemezsiniz, hiçbir şekilde yönlendiremezsiniz onu. Bu ayetleri mevhuma kaçırdığınız an, bütün Kur’ân'a muhalif olursunuz. “Allah bilir…” Nerede Allah? Göklerde; o, biliyor. Yok öyle bir şey. Karşınızdakine laf anlatabiliyor musunuz? Orada faal olan Allah, o biliyor işte. Hayatınıza bir bakın. Kime, ne laf anlatabiliyorsunuz veya kim sizi değiştirebiliyor? Doğru bildiğinizi okumuyor musunuz? Göklerde aramayın; Her Fiilde Faal Allah. Tüm makamlar bir bütün; Ef’âl'i geçtiniz, bitti; Sıfat'ı geçtiniz, bitti… Böyle değil, bütün hepsi. 39 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bu temelle yürümezsek böyle bakmazsak Cemm-ül Cem makamında dahi mevhuma, gizli şirke kaçarsınız. Melâmî’nin Allah’ı da peygamberi de mevcuttur. Melâmî’nin Allah’ı da peygamberi de mevcuttur. Nasıl? “Kemal” sıfatlarıyla mevcuttur. Allah bilir ve ondan başka kimse bilmez. Haydi, karşınızdakine bir şey anlatın bakayım. Köprüden geçinceye kadar “he” diyorsa sonra arkanızı döndüğünüzde, o yine bildiğini okuyacak. Allah biliyor, çünkü siz bilemezsiniz. Ya menfaati vardır ya harçlık alacaktır ya onun amirisinizdir... Arkasını döndüğü an, bildiğini okur. Öyle mi? Öyle. Kim bildiğini okuyor? Amiriniz, kızınız, evladınız, anneniz, kardeşiniz değil. Ef’âl dersinde, Her Fiilde Faal Allah, dedik. Allah, bildiğini okuyor; Allah, bilir; ondan başka bilen yok. Ee, ben insan-ı kâmilim de ne oluyor? “Allah, Allahlığını kimseye bırakmaz. Göklerde aramayın!” diyoruz hep. Allah'ın Allahlığını bırakmayacağını bildiğim için, biri bir şey tutturdu mu ben de boynumu büküyorum, “Peki, sen haklısın, tamam…” diyorum. Çünkü bırakmaz ki Allah Allahlığını. Siz Allah'a mı tâbisiniz, insan-ı kâmile mi? Allah’ı göklerde aramayın; Her Fiilde Faal Allah. “Fenada seyreden Hakk’ın fiilini, bilir mevsufunun halini…” diyor bir ilâhîsinde Pir. Lâ Faile İllâllah’ı zevk eden, mevsufunun halini bilir, diyor. Nasıl bilir? Göklerde aramayarak. Ayetleri sıralamaya devam ediyoruz: Bakara Suresi 165. Ayeti: “…ennel kuvvete lillâhi cemîan.” “Bütün kuvvet Allah’ındır.” Şimdi, “Ben, bunu tuttum, kaldırdım.” dediniz diyelim. Ee, hani kuvvet Allah'ındı? Nerede kaldı bu ayet? 40 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kimileri devamlı, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” der; sonra “Ben, bunu tuttum, kaldırdım.” diyerek, bütün kuvvetin kendisinin olduğunu söyleyip, durur. Bu şekilde nasıl tevhit edeceğiz? Bütün gün ayete muhalifiz. Bunu istediğiniz kadar okuyun, istediğiniz kadar gidip, camide namaz kılın; hiçbir anlamı yok. Onlar lâfzî yapıyorlar, lafımız yok; onlar da yerinde güzel. Onları eleştirmek adına söylemiyorum. Bizim lafımız ehline, size. Kimseye bir lafım yok benim. Orada da faal olan o, ama sizi yükseltmek, sizi dönüştürmek benim işim. Rehber olarak kabul etmişsiniz, buraya gelmişsiniz. Nasıl yürüdüğümü anlatıyorum size, siz de bu yolda böyle yürüyeceksiniz. Kuvvet, Allah'ın.8 Bütün gün biz bu kuvvete sahip çıkıyoruz değil mi? Ispanakları kesiyorsunuz, hamuru açıyorsunuz; ilminizle kuvvetinizle yapıyorsunuz onları. Nasıl siz yapıyorsunuz? Bir tane daha ayet var: “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm.” “Kudret, kuvvet, güç hepsi Allahuazimüşan'dır.” diyor. Bunu herkes diliyle söyler, ondan sonra bütün yaptıklarında “Kuvvet benim” der. İşte elleri, dili, her şeyi kirli; bunu okusa ne olur? Tutî mucize-i guyem… Papağan gibi tekrar edersiniz ancak. Biz anı kurmaktan; bunu hayatımıza geçirmekten; Allah'ı tevhit etmekten; Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmaktan bahsediyoruz; lâfzî değiliz. Mevsuf, sıfatın aynıdır; sıfat, mevsufun aynı değildir. Şura Suresi 11. Ayeti: “Ve hüvessemiül bâsir.” “Her şeyi işiten, gören Allah'tır.” 8 Bakara, 165 41 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Mevsuf, sıfatın aynıdır; sıfat, mevsufun aynı değildir. İşiten, gören Allah'tır. Eğer siz işitirseniz araba sesi işitirsiniz, köpek sesi işitirsiniz, Ahmet Bey'in sesini işitirsiniz, Ayşe Hanım'ın sesini işitirsiniz… Lâ Mevsufe İllâllah diyen, Hakk sesi işitir. Siz görürseniz bardak görürsünüz, Ayşe Hanım görürsünüz, Mehmet Bey görürsünüz, araba görürsünüz, kedi görürsünüz, köpek görürsünüz. Lâ Mevsufe İllâllah diyen, fiilde ve mevsuflarda faal olanın dışında bir şey görmez. Ondan faal olan Allah, der. Çünkü ortada Allah'tan başka bir şey yok! Şimdi tersten bakalım: “Ben gördüm.” dediniz; “Ben işittim.” dediniz; ayete muhalif oldunuz. “Ben gördüm.” dediğiniz zaman körün Allah'a baktığı gibi bakıyorsunuz. Allah da o zaman size körün Allah'a baktığı gibi bakıyor. Allah'ın ayetlerde “Kör” diye kastettiği bu. “Görme benim.” diyorsunuz, yani baktığınızı Hakk görmüyorsunuz ya… Körsünüz işte. Kör, Allah'ı bilmiyor. O zaman Allah da körün Allah'a baktığı gibi bakıyor. “Fiiller benim.” dediniz, ayete muhalifsiniz. “İlim, benim.” dediniz, kaç tane ayet varsa muhalifsiniz. “İşiten, gören benim.” dediniz, ayete muhalifsiniz. Sonra sorunca “Müslüman’ım” derler. Ayetlere muhalifsiniz ama? Biz hakikat boyutundan konuşuyoruz; biz zaten Müslüman değiliz; biz, misli imanız. Arada fark var. Devam ediyoruz ayetleri okumaya, Sıfat makamındayız; mevsuflardayız. El Kassas Suresi 168. Ayeti: “Ve rabbüke yehlükü ma yeşaü yehterü makâne lehümül hiyeretü.” “O, senin Rabb'in dilediğini yapar ve yaptıklarından muhtardır, irade Hakk'ındır.” 42 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler “İlim, benim.”; “Kuvvet, benim.”; “Hayat, benim.”; “İşiten, gören, benim.” dediniz. Peki irade? Bu ayete muhalif olmamak için veli olmak lâzım. Sıfat dersindeki salik, tüm iradelerde, tüm sıfatlarda, mevsuflarda faal olanın Allah olduğunu bilir. Mesela karşısındaki, “Ben irade ettim, sigarayı bıraktım.” diyor. O biliyor ki Allah ona tecelli etmiş, öyle bırakmıştır. İşte Allah'ın velileri, yaşamlarında irade koymazlar -bu tabii Sıfat makamının zevki değil-. Onlar hep beklerler kelâmı Hakk etsin diye. Bu ayete muhalif olmamak öyle çok kolay bir şey değildir; yüksek bir mertebedir. En azından onu, o irade koymadan yaşayanı bulduğunuz zaman öyle olup, gidecek. Veliler irade koymaz, ama kader sırları vardır onlarda. Bunun için şöyle bir hikâye anlatırlar: Yatmış bir gün Allah'ın velisi, içine evine hırsız gireceği doğmuş. Altın kesesini almış, yastığının altına koymuş. Hırsız gelmiş evine, bir şey bulamadan gitmiş. Allah’ın velisi rahatsız olmuş, kalkmış; hırsızın gideceği yolu da biliyor, kestirimden gitmiş oraya. Onun geçeceği yolun köşesine bırakmış altın kesesini. Hırsız altın kesesini bulmuş, alıp gitmiş. İşte Allah’ın velisi için irade koymak olmaz. O yüksek makam, size geleceğiniz yeri anlatıyorum. En azından şimdi mevsuflarda faal olanın kim olduğunu bilirsiniz, ondan sonra irade koymazsınız. Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin ünlü bir hikâyesi var: Bir gün Abdülkadir Geylani Hazretleri talebeleriyle yola çıkmış. O zaman araba yok, otobüs yok; yürüyorlar. Bir yemek vakti gelmiş, açmışlar çıkınlarını. Ne çıkar çıkından? Peynir, ekmek çıkar. Demiş ki: “Bir ceylan eti olsaydı da yeseydik.” Daha cümle biter bitmez çalıların arkasından bir ceylan çıkıp, gelmiş. Boynunu uzatıp, yatmış yere. Sevmiş önce ceylanı; 43 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler “Haydi sen git, biz istedik, irade koyduk, olmaz.” demiş ve göndermiş ceylanı. İşte, irade Hakk'ın, Allah’ın velisi biliyor. “İrade, benim.” ne demek? İrade koyuyorsunuz; gören sizsiniz, duyan sizsiniz, hayat sizin, ilim sizin, irade de sizin. Ee, ama mevsuflarda faal olan Allah, diyorsunuz? Salik, fiilde faal olanı zevk etti; mevsuflarda faal olanı da zevk etti, diyelim. Yapıp, eden; her fiilde faal olan Allah. Bütün bu hayatta, ilimde, kuvvette, iradede de faal olan Allah. Ondan sonra El Kassas 88. Ayeti geliyor: “…kûllü şey’in hâlikun illâ vecheh(vechehu)…” “…O’nun vechinden başka her şey helâktedir…” “Allah'ın zatından başka her şey helâk, yani yok olucudur.” Ayet geliyor; artık Zat makamı geliyor. “Bu vücut, benim.” diyorsunuz ya en büyük günah. Çünkü bu vücuda “Benim.” demek, “Bir vücut daha var.” demek. Biz vahdet-i vücudu anlatıyoruz burada. Allah'tan başka bir şey yok ki ne vücudu? Hiç kimsenin, hiçbir şeyin vücudu yok, her şey Hakk'ın. Öyle diyor ayetlerde: “…kûllü şey’in hâlikun illâ vecheh.” “Kûllü men aleyhâ fân. Ve yebkâ vechu rabbike zûl celâli vel ikrâm.”9 Bu iki ayet de Zat makamının Kur’ân'daki delilidir. Ne diyor ikincisi: “Her şey yok olucu ve geçicidir, ancak Allah'ın Zatı, fâni ve yok olucu değildir. Allah'tan başka hiçbir şey yoktur.” Biz ne diyoruz üçüncü derste? Lâ Mevcude İllâllah; Allah'tan başka mevcut olan hiçbir şey yoktur, diyoruz. Bakın ayette ne diyor? “Allah'tan başka her şey yok olucudur; mevcut olan sadece Allah'tır.” diyor. Biz 9 Er Rahman, 26-27 44 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bunu mevhumlaştırırsak ne oluruz? Melâmî’nin Allah’ı da mevcuttur, peygamberi de mevcuttur. Nasıl mevcut? Ortada Allah'tan başka mevcut olan hiçbir şey yok, arkadaşlar. Bunu mevhumlaştırdığımız an; göklerde, kafamızın arkasında aradığımız an bittik. Bu ayete muhalif oldunuz, bittiniz. Ayette; Allah'tan başka mevcut olan hiçbir şey yoktur, diyor. İşte kim ki bu makama geldi; “Mutu kable ente mutu” hadisi ondan zuhur etti, yani ölmeden önce öldü. Allah bilindi, görünmedi. Peygamber göründü, ama bilinmedi Ne demek ölmeden önce ölmek? Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştı, demek. Baktığını, baktığı anda Hakk görüyor demek. İşte o artık insan-ı kâmil, kâmil oldu. Artık onun cahiliye dönemi bitti. Bizim için cahil ne? Allah'tan başka ne biliyorsanız, onun için cahil diyoruz. Diğerleri de bize cahil diyorlar. Çünkü biz onların bilimlerini bilmiyoruz. Cahiliye dönemi diyorlar, hani Peygamber Efendimizin onlara geldiği, çocuklarını gömdükleri, içki içtikleri dönem… Hakikat boyutunda cahiliye dönemi, ef’âlini, sıfatını ve zatını kendine ait bilmektir; o kişi cahildir. Hâlâ var, şu anda da var cahiller. Zat makamında salikin cahiliye dönemi bitmiş oluyor, ona “Veli” diyorlar. Çünkü bu cehalet bittiği zaman, Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştığında salik, bu rehberin kim olduğunu; yani peygamberliğin velâyet yoluyla devam ettiğini anlıyor ve ona veli diyorlar. Diyor ya Peygamber Efendimiz: “Beni mezarımda değil, velilerin gönlünde arayın.” Aynı zamanda o salik, insan-ı kâmil oluyor, ama kendine kâmil; başkasına 45 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler faydası olamaz. Çünkü “Fark” yok, daha sonra “Ayırt” edecek, Beka gelecek ondan sonra. Ayetlere bakın. Ondan sonraki ayet-i kerime ile bir tane daha sırrı koymuş sıraya Pir: Yunus Suresi 62. Ayeti: “E’lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.” “Veliler Allah'tan korkmazlar, hiçbir şeyden mahzun da olmazlar.” Ee, şimdi ortada Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşan biri Allah'tan korkar mı? İnsan kimden korkar? Görmediğinden korkar, bilmediğinden korkar. Biz daha Her Fiilde Faal Allah'ta görmeye başladık. Diyor ya Hazreti Ali: “Ben görmediğim Rabbe iman etmem!” İşte bu. Korkacak bir şey var mı? Aynaya baktığınızda gördüğünüzden korkuyorsanız Allah'tan da korkun. Nefs korkar, ruh sever. Bakın, sırrı buraya koymuş: Veliler Allah'tan korkmazlar, hiçbir şeyden de mahzun olmazlar. O, velâyet cennetine girdi artık Zat makamında; fenafillâh oldu. Ne demek fenafillâh olmak? Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle yaşamaya başlamak. Bu bilinçle yaşayanın artık anı kuruldu. Onun için artık her olay bir ayet, her zerre bir ayet. Altı bin küsur taneyle uğraşmaz, her şey bir ayet onun için. Fena makamlarını nasıl anlatıyor Allah'ın velileri: Allah bilindi, görünmedi. Beka makamlarını nasıl anlatıyorlar: Peygamber göründü, ama bilinmedi. Şimdi bu makamları zevk eden, özellikle de mukarrabin ise görünmeyeni kaldı mı? Allah, Ahmed'te görünür oldu. Allah'ın görünmeyeni Ahmed, Ahmed'in bilinmeyeni de Allah'tır. İkisi bir. Gelin şimdi bunu tefekkür edin sadece. 46 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Ayetler devam ediyor… Mü’min Suresi 44. Ayeti: “…innallâhe basîrun bil ibâd.” “Kullarından gören, ancak Allah'tır.” Salik, Beka’ya geldiği zaman ne yapıyor? İlk önce en son aldığını Allah’a veriyor. Allah, vücudundan vücut giydiriyor Cem makamında, sonra da sıfatları geri veriyor ona. Yani görmesini, duymasını, hayatını, ilmini… Ondan sonra diyor ki: “Benim öyle kullarım vardır ki ben onların gözünden gören, elinden tutan, dilinden konuşan, ayağından yürüyen olurum.” İşte bu insanlar, Allah'ın velileri, evliyalar. Sokaklarda dolaşıyor kimse görmüyor onları; rahmet onlardan, bizden yani. Kusur arıyorsanız olanlarda, etrafınızda; kendinize dönün! Kusursuzluk arıyorsanız, kusursuz olsun diye uğraşıyorsanız yine kendinize dönün! Âli İmrân Suresi 18. Ayeti: “Şehidallâhu ennehû lâ ilâhe illâ…” “Allah şehadet eder; kendisinden başka ibadet eden yoktur, o her şeyi Zatıyla kaplamıştır.” İşte o zaman salik, ibadetin ne olduğunu anlıyor. Artık anlıyor ki Allah şehadet eder; kendisinden başka ibadete lâyık ilâh yoktur. Artık orada; görüneni, bilinmeyeni birliyor; ibadetin kime ve nasıl yapılacağını biliyor. Ortada Allah'tan başka bir şey yok; ibadet başlıyor orada. Hangi ibadet? Daimi ibadet. Şuradan bu bardağı aldınız, buraya koydunuz, şirkti. Şimdi o makama geldiniz: Bu bardağı aldınız, buraya koydunuz, ibadet; daimi ibadet. Bilindi, görünmedi; daha göremiyorsunuz, Hazret-ül Cem makamında göreceksiniz. Hazret-ül Cem makamında gördüğünüzün bilinmeyeni de 47 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Allah. Başka bir şey yok ortada. İşte bu zevke bütün sahabeler ulaşmış olsaydı eli kılıç tutan, ok atan sahabe kalmazdı, savaşa hiç kimse gidemezdi. Biz nasıl yaşıyoruz? Makamımızla! Her ne yaparsak yapalım onu yaparken dersimizi unutmuyoruz, Allah demeyi unutmuyoruz. Melâmîlik, zevkli bir iş, yaşamaca; felsefe değil. Beş vakit namaz kılmakla değil, onu zaten yapıyoruz. Ramazanda otuz gün oruç tutuyoruz. Peki, oruç ne? Oruç; “Uruç etmek”, “Yükselmek” demek. Uruç, Fena makamlarıdır; Ef’âl, Sıfat, Zat. Oruç tutmak o. Diğeri şerri kısmı, tabii ki oruç tutuyoruz; ama yılda otuz gün aç kalmakla bu iş olmaz. En azından şeriata göre oruç tutmak, şu damarlarda dolaşan köpekleri, kurtları, aslanları (ki hayvandan aşağı onlar da anlatmak adına söylüyorum. Ayette de ‘Bakara Suresi’, hayvandan aşağı, diyor) rapt-ı zapt altına almak için iyi. Bazı takvimlerde bir mum ateşi ve el resmi konuyor, yanına da “Ateşe dayanacağın kadar günah işle!” ve “Allah affeder!” diye yazılıyor. Allah, affetmez arkadaşlar. Neden affetmez biliyor musunuz? Çünkü her fiilde faal olanı suçlamaz ki affetsin. Abes bir şey yok. Allah'ın izni olmadan yaprak bile düşmüyorsa kimi suçlayacaksınız? Ama Nisa Suresi 79. ayeti, fark ayeti var ki işte Hazret-ül Cem makamındaki salikin o ayeti yakalaması lâzım. İyi bir şey olduğunda Allah'tan, kötü bir şey olduğunda nefsinden deyip, örteceksiniz.10 Ama siz bileceksiniz ki ortada Allah'tan başka bir şey yok. Araba çarptı, Mehmet öldü gözünüzün önünde. “Allah öldürdü onu” demeyeceksiniz; “Araba çarptı, öldü.” diyeceksiniz. Sebebi söyleyeceksiniz, faal olanı değil; bilmiyor çünkü adam. Ona 10 Nisa Suresi, 79 48 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler gördüğünüzü söyleyeceksiniz. Abes bir şey yok; ortada Allah'tan başka bir şey yok. Mevlânâ Hazretleri'nin yaptığını hep anlatıyorum, bir daha anlatayım: Adam hırsızlık yapmış, taşlayarak öldürmüşler, asmışlar orta yere. Mevlânâ Hazretleri gidip, üzerinden kanlar akan adamın ayaklarından öpmüş. Demişler ki: “O adam hırsızdı, taşlayıp, öldürdük. Niye öpüyorsun ayaklarını?” Mevlânâ Hazretleri de: “İyi ya Ezel-i Ervah’ta Allah'a verdiği sözü, hayatı pahasına tuttu işte, onun için öpüyorum ayaklarından.” demiş. Abes bir şey görmüyor Allah'ın velisi. O, bu yaşam için gelmiş; ondan Allah öyle tecelli etmiş. Abes bir şey yok. Bir Allah’ın velisi, hırsızın geçeceğe yola bir kese altını koyuyor. Diğer Allah’ın velisi de gidip, hırsızın ayağını öpüyor. Abes bir şey yok; ortada Allah'tan başka bir şey yok! Kusur arıyorsanız olanlarda, etrafınızda; kendinize dönün! Kusursuzluk arıyorsanız, kusursuz olsun diye uğraşıyorsanız yine kendinize dönün! Ortada kusursuz bir şey yok, kusur da yok. Dönün kendinize! Hep anlatılır, Peygamber Efendimiz kurtlanmış bir köpek leşi görmüş yolun kenarında. Yanındaki sahabeler burunlarını kapamışlar ve “Ne çirkin, pis kokuyor.” demişler. Peygamber Efendimiz de köpek leşinin yanına gidip, kafasını tutup kaldırmış: “Bakın, dişleri ne güzel…” demiş. Bu hareketiyle “Kusur aramayın, bir sürü ayete muhalif oluyorsunuz!..” diyor Peygamber Efendimiz. Peki, biz nasıl böyle olacağız, buralara nasıl geleceğiz? Allah diyerek… Yaşarken Allah diyeceğiz, yallah demeyeceğiz. Kim aklına uydu, yallah demiş oldu. O cüzi akıl, şeytanı aratmaz. Dışarıda şeytan aramayın; o cüzi akıl, şeytan işte. 49 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kadir Gecesi, insan-ı kâmile biat ettiğiniz “an”dır. Ef’âl makamının dört tecellisi var: Ef’âl, Fena-i Ef’âl, Tecelli-i Ef’âl ve Cennet-ül Ef’âl. Salik, Ef’âl makamında, Lâ Faile İllâllah diye diye o fiilde faal olanı anlamaya başlar; ondan sonra Fena-i Ef’âl’de, artık iyice idrak eder ve fiilde faal olan Allah, der. İdrak ettikten sonra o üçüncü aşamasında onun tecellileri başlar. Bir zevk gelmeye başlar; artık onu konuşmaya başlar, onu dinlemeye başlar. Karşınızdakini Hakk gördüğünüz zaman zaten ortamınız cennet olur ki. Kimseyle kavga edemezsiniz, kızamazsınız; kimse de size bir şey diyemez. İşyerinde işinizin gerekliliklerini yapacaksınız; amir iseniz amirliğinizi yapacaksınız, memur iseniz memurluğunuzu yapacaksınız. Ama orada da faal olanın kim olduğunu bileceksiniz. Ondan sonra zaten burada peşin peşin Ef’âl cennetine giriyorsunuz, öbür tarafı beklemiyorsunuz. Her Fiilde Faal Allah ya bir rahatlık çöker, birdenbire değişmeye başlarsınız. Ondan sonra işte o rahatlık çöktü mü mürşidiniz size Sıfat dersini verir. İşte bu Sıfat dersinde ilâhî aşk tecelli ederse kimya başlar. Çünkü aşk tecelli etmeden; hayatınızı, ilminizi, kuvvetinizi, görmenizi, aklınızı veremezsiniz. O ilâhî aşk tecelli etti mi mürşidinizi de görmeden duramazsınız, muhakkak sohbetlere gelir, Allah dersiniz. Ondan sonrası yavaş yavaş artık. Çünkü bu zikirlerle yürümezsek bütün ayetlere muhalif yaşarız. Kur’ân, ölülerin arkasından ya da Kadir Gecesi okunacak bir şey değildir. Kadir Gecesi, insan-ı kâmile biat ettiğiniz “an”dır. Yasin Suresi’nde, “Yasin!”; “Ya insan!” diyor; gidip, ölülerin arkasından okuyorlar bu sureyi. O, “Yasin” diyerek, yaşayan ölülere, Zat makamındakilere sesleniyor. Salik, Zat 50 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler makamına geldi mi yaşayan ölüdür. Bir gün Ebu Bekir Sıddık Hazretleri Peygamber Efendimizin sohbetine geliyormuş. Peygamber Efendimiz sohbettekilere: “Ya sahabeler, siz hiç yürüyen ölü gördünüz mü?” demiş. “Yok, Allah'ın Resûlü görmedik.” demişler. O zaman da onlara yaklaşmakta olan Ebu Bekir Hazretleri’ni işaret ederek: “Bakın yürüyen ölü geliyor.” demiş. Ebu Bekir Hazretleri o zaman Zat makamındaymış. Yasin, işte ona. Kur’ân’da yaklaşık 6600 tane ayet var; 300 küsur tanesi muhkem, 6300 küsuru da müteşabih. Muhkem 300 küsur tane ayet var; hırsızlık yapma, uğursuzluk yapma, anneye babaya saygılı ol, adam öldürme gibi. Bir insan, insan-ı kâmilden zikri almadığı zaman ancak bu 300 küsur ayetle yaşayabilir. Müteşabih olan ayetlerden, yani sırra ihtiyaç duyan, yaşama geçirilmesi gereken, zikir alınması gereken 6300 küsur tane ayetten uzak olur. İnsan-ı kâmili bulmayan, bulup da kaybeden, bulup da öldüren herkes bu 300 küsur ayete; şeriata ve tarikata tâbidir. İnsan-ı kâmil ölmez çünkü. Mürşit Hakk'a yürüdüğünde ertesi gün hemen bir mürşit bulmak gerekir. Seyyid Seyfullah Hazretleri bir ilâhîsinde, “Bu aşk bahri ummandır, buna haddi kenar olmaz; delilim sırrı Kur’ân'dır, bunu bilende ar olmaz.” diyor. Allah'ın velisi, “Benim delilim, Kur’ân” demiyor. “Delilim, Kur’ân'ın sırrı” diyor. Bir insan-ı kâmil bulmuş, onun kim olduğunu tanımış, kendisi de o olmuş; benim delilim artık o, diyor. İnsan-ı kâmiller duyduklarını değil, gördüklerini söylerler. İşte o görüşün olabilmesi için muhakkak bir rehber eşliğinde yürümek gerekiyor. Biz de öyle yaptık Pir ile yürüdük. Bu öyle bir yürüyüş ki işte rehberi ilk önce ilmen biliyorsunuz, 51 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler uzaktan. Sonra bir bakıyorsunuz rehber kolunuza girmiş, beraber yürüyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz rehber kaybolmuş, sizde yok olmuş, sizinle yürüyor. Biz de öyle yürüdük işte. İlk önce ilmen yürüdük; sonra baktık Pir kolumuza girmiş, beraber yürüyoruz; sonra oraya baktık Pir yok, buraya baktık Pir yok. Pir, bizde. İşte onu kendinizde de buldunuz mu iş bitiyor, ama çok zordur kaybolduğu zaman. Bu böyle zevkli bir iş… Allah diyeceğiz… Başka da bir şey yok zaten. 52 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler KELİME-İ ŞEHADET Mevcutlaştırmadan şahit olamazsınız, şehadet edemezsiniz. İslam’ın şartı beş, diyoruz. Birincisi, kelime-i şehadet getirmek. Kelime-i şehadet getirmeden diğerleri olmuyor. Ondan sonra namaz kılmak; oruç tutmak; zekât vermek; ekonomik durumunuz müsaitse de Hacca gitmek. “Bu ilkini yapmadan, diğerlerini yapamazsın!” diyorlar. Gideceksiniz bir hocaya veya bilen birine; o tekrar ettirecek size: “Eşhedü enla ilâhe illâllah…” Ondan sonra “Muhammed’dir resûlallah” diyeceksiniz. Bunu yaptınız mı tamam; sonra artık namaza, oruca, zekâta başlayabiliyorsunuz. Şimdi o yapmadan olmaza, kelime-i şehadete bir bakalım: Eşhedü enlâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammed’dir resûlallah. Diyor ki: “Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim; ondan sonra Muhammed, Allah’ın resulü, peygamberi ve kuludur. Ona da şahitlik ederim.” Bu kısım hallolmadan, öbürlerine geçemiyorsunuz. Şimdi biz buradaki şahitlik etme meselesine bakalım. Mahkemeye şahit, tanık 53 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler olarak çağırdıklarında nasıl şahit olabilirsiniz? Bir olaya tanık olmuşsunuzdur, olayı görmüşsünüzdür; duymuşsunuzdur. Ancak ondan sonra şahitlik yapabilirsiniz. Şimdi Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik etmeniz gerekiyor; görmediğiniz bir şeye nasıl şahit olacaksınız? Aslında her şey o kadar apaçık ki… Diyorsunuz ki: “Eşhedü enla ilâhe illâllah; Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim.” Bu ne demek? Allah’ı ve Allah’tan başka ilahlar olduğunu görüp, ondan sonra Allah’tan başka ilah olmadığını “Ben gördüm” demek. Yoksa şahit olamıyorsunuz. Bütün sırlar aslında söylenenlerin içerisinde gizli; sadece bir görüş gerekiyor, oraya bir bakmak gerekiyor; bir Hakk gözü, Hakk kulağı gerekiyor orayı görmek, duymak için. Melâmî’nin Allah’ı da mevcuttur, peygamberi de! Allah’tan başka ilah olmadığına nasıl şahitlik eder insan? Allah ile Allah olarak. Başka türlü tanıklık edebilmenin imkân ve ihtimali yok. Çünkü ayet var: “Allah görünmez.” diyor. Allah’tan başka ilah olmadığına nasıl şahit olacağız? Öncelikle bir Melâmî insan-ı kâmili buluyorsunuz; ona biat ediyorsunuz; ondan sonra sizi şahit olacak hale getiriyor; görünür hale getiriyor. Diyor ki; “Oğlum, kızım, senin şimdi dersin Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah.” Bu ders ile göklerdeki, kafanızın arkasındaki Allah’ı gözünüzün önüne getiriyor. Daha ilk derste şahit olmaya başlıyorsunuz. Mevhumu olan, Melâmî olamaz. Dinin “d”siyle alâkası olmaz; İslam’ın “i”siyle alâkası olmaz; Kur’ân’ın “k”sının çizgisiyle alâkası olmaz. Mevcutlaştırmadan şahit olamazsınız, şehadet edemezsiniz. Gözünüzle göreceksiniz; kulağınızla duyacaksınız. Hangi göz? Mürşit; Melâmî insan-ı kâmili, daha 54 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler ilk derste Her Fiilde Faal Allah diyerek görünür kılıyor; ilk derste şahit olmaya başlıyorsunuz. “Ben Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim.” diyorsunuz; tanık olmaya başlıyorsunuz her fiilde faal Allah’a; bütün mevsuflarda faal olan Allah’a; vücutta da Lâ Mevcude İllallah’a. Ef’âlinizi ef’âl-i Hakk’a; sıfatınızı sıfat-ı Hakk’a; zatınızı zat-ı Hakk’a bezlediyorsunuz. Allah ile Allah olduğunuz zaman, Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmiş oluyorsunuz. Bakın bu mertebeye geldiniz, ama daha namaz kılamıyorsunuz, daha oruç tutamıyorsunuz, daha Hacca gidemiyorsunuz, daha zekât veremiyorsunuz. Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık ettiniz, ama bir de Muhammed’in Allah’ın resulü ve kulu olduğuna da tanıklık etmeniz lâzım. Ne demek tanıklık etmek? Gideceksiniz, peygamberi göreceksiniz, ona diyeceksiniz ki: “Evet, peygamber olduğuna tanıklık ediyorum.” Ee o, 632’de gitti, biz şimdi 2000’li yıllardayız. Ne olacak şimdi? Bizim tanık olma şansımız yok mu? Allah’ın dini bu kadar sınırlı mı? O, ölmüyor ki… Velilik yönüyle devam ediyor Pir’den. Zaten Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştığınızda, Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık eder duruma geldiğinizde, sizi o bilince getirenin kim olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Bunları size biri telkin ediyor ya… Sizi yükseltiyor ya biri… Artık onun kim olduğunu Hazret-ül Cem makamında anlıyorsunuz, ona tanıklık ediyorsunuz, görüyorsunuz artık. Karşınızda, onunla konuşuyorsunuz, sohbet ediyorsunuz, yemek yiyorsunuz. Mevhum yok; mevcut var. 55 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Hep söylüyoruz ya Melâmî’nin Allah’ı da mevcuttur, peygamberi de. Mevcut olmadan bu dairenin içine girebilmenin imkân ve ihtimali yok ki. Kur’ân, şehadet edenlere gelmiştir. Kur’ân şehadet edenlere gelmiştir. Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık ettiniz; sizi oraya getirenin kim olduğuna da tanıklık ettiniz; manada kim olduğunu da anladınız, tamam o zaman. Şimdi abdestinizi alıyorsunuz, namazınızı kılıyorsunuz; orucunuzu tutuyorsunuz, maddi durumunuz uygunsa Hacca gidiyorsunuz. Böylelikle Allah’ın var olduğuna, manada peygamberliğin devam ettiğine tanıklık ettiniz, yani veli oldunuz. Bunu Zat makamında anladınız; Hazret-ül Cem makamında evliya oldunuz. Bir de onun kulluğu var. Çünkü peygamberliğine ve bir de kulluğuna tanıklık ediyorsunuz. İşte Cemm-ül Cem makamı. Ona kul olacaksınız ki kul olarak onun kulluğuna tanıklık edeceksiniz. Kelime-i şehadet getirmek insanın ömrünü alır. Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmek… İşte biliyorsunuz artık nasıl tanıklık edeceksiniz. Görmediğiniz bir şeye tanıklık edebilir misiniz? “Oralarda bir yerde bir Allah var, ben ona tanıklık ederim.” derseniz geçerli değil ki tanıklığınız. Rahman çizgisine dahi girebilmeniz söz konusu değil. Diyoruz ya bu dışarıdaki din, Peygamber Efendimizin dini değil, Muaviye’nin dini diye. Şeriat boyutunda kelime olarak kelime-i şehadeti söyleriz; diğer ibadetlerimizi yaparız. Hakikat boyutunda ise onu tanımadan; bu, o demeden ne kıldığınız namaz, namaz ne tuttuğunuz oruç, oruç ne gittiğiniz Hacc, Hacc. Hiçbir şeye tanık değilsiniz, içeri giriş şartını 56 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler yerine getirmemişsiniz ki… Allah’ın velileri boşuna mı demiş, “Pir’i olmayanın Allah’ı olmaz.” diye. Onu tanıdınız, gördünüz; ondan sonra “Bunu aldım, buradan buraya koydum.” dediniz, ibadet. Onunla yürüdünüz, ibadet. Elinizi uzattınız, tokalaştınız birisiyle ibadet. Bir şey verdiniz, ibadet… Nafile ibadet, işte bu. Anlatmak basit, ama yaşamsal olması o kadar basit değil. Diğer türlü, “Bunu buradan buraya ben aldım, koydum.”dediniz şirk; onu tanıdınız ve ondan sonra her ne yaptınız, ibadet. “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enla Muhammed’dir resûlullah” diyorsunuz. Pırasaya pırasa derseniz eğer, içinizden Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmiş olmazsınız. Onda faal olanı unuttuğunuz an tanıklık etmiş olamazsınız. Tüm peygamberler ve şu ana kadar gelmiş olan tüm veliler ve bundan sonra gelecek olan tüm veliler, insanlara sadece ve sadece bunu bildirmek için geleceklerdir. Dışarıda Allah’tan başka ne görüyorsanız içinizdeki zanlarınızın şekillenmiş halidir. Biz Müslüman değiliz, misli imanız. Misli iman, görmediği Rabbe iman etmez. Kafamızın arkasında bir şey kalmayacak; kıl kadar kalsa o kılın başına bir de “a” geliyor, oluyor “Akıl.” O kıl da Allah da işte biz onu akıl olarak görüyoruz. Kıl kadar kalsa şahitlik şaşıyor. İnsan-ı kâmil, Kur’ân terminolojisine uygun hareket eder, sembolik olarak anlatır bunları. Bu sembollerin içerisinde bunların hepsi vardır. Derler ki Allah’ın velileri için: “Biri güneşin doğduğu yerde yetişse, biri güneşin battığı yerde yetişse; onlar Kâbe’de buluşsalar; aynı dili konuşurlar, farklı bir şey söylemezler, 57 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler mümkün değil.” Çünkü tüm peygamberler ve tüm Allah’ın velileri sadece ve sadece bunu anlatmak için gelmişlerdir. Allah’tan başka bir şey yok ortada. Dışarıda Allah’tan başka bir şey görüyorsanız içinizdeki zanlarınızın şekillenmiş halidir; sizin içinizde daha ne zanlar varsa dışarıda onu görüyorsunuz. Dışarıda Allah’tan başka bir şey yok; sizde de yok, ama sizde o zanlar olmasa insan olma imkânınız yok, aksi takdirde melek olursunuz. Sizden çıkan zanlar kötü bir şey değil aslında. Mevlânâ Hazretleri, “Aklını kullanmadan Allah’ı bulabilmen söz konusu değil, bulduğun da Allah değil.” diyor. İşte burada insan-ı kâmil anlatıyor: Sözle varılabilecek yer değil, sözle varılacak yer feyzsiz bu işin olmayacağı noktasıdır. Hep söylüyoruz, Melâmîlik çelik çomak oyunu değil, diye. Bu iş haftada 2–3 kez sohbet dinleyerek değil, yaşayarak olur ancak. Allah’tan başka ilah olmadığına tanıksınız. Onun resulünü tanıyorsunuz. Tanıksınız ve tanıyorsunuz. O zaman bu evrene rahmetsiniz; sözle değil, laf olsun diye değil; özle tanıksınız. Sık sık sohbetlerimde söylüyorum: Beni veli görmeyen, veli olamaz. Siz neyi talep ediyorsanız o’sunuz. İşte insan-ı kâmili ne görüyorsanız siz o’sunuz. Çünkü onu ondan başkası göremez. Kendinden kendine görünür, gören siz değilsiniz. Lâ Fâile İllâllah, dedik; fiillerde faal olanı gördük, fiilleri bıraktık. Lâ Mevsufe İllallah, dedik; sıfatlarda mevsuf olan Allah’ın ne olduğunu gördük; gözleri bıraktık, kulağı bıraktık. İşte Hazret-ül Cem makamında size can kulağı, can gözü veriliyor; ab-ı hayat veriliyor; kül veriliyor. Artık onunla baktığınız zaman da onu görüyorsunuz. Gözünüzden gören, elinizden 58 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler tutan, ayağınızdan yürüyen diyorlar ya size onlar veriliyor; size bunları verenin kim olduğunu görüyorsunuz. İnsan-ı kâmile gelen, nereye geldiğini bilmez. Ayette şöyle der: “…cahilliğinden bir de zalimliğinden gelir.”11 Bu bir virüs gibidir; adamın toprağı cennettense o virüs onu kaplar, o aşı tuttu mu adam âşık olur ki işte bu ikinci derstir. İşte o aşk, kimyayı başlatır. Duman çıkmaz, ama adam cayır cayır yanar; kimse görmez yanar adam, biter. O aşk onun aklını alıp, götürür. Bu dışarıda Allah’tan başka gördüğümüz şeylere zanlarımız diyorduk ya o zanları gösteren, şu damarlarınızda dolaşan tüm hayvan ahlâklarını yakar o aşk. Damarlarımızda dolaşan o hayvan ahlâklarının tamamı yanmadan, dışarıda Allah’tan başka gördüğümüz şeyler yani zanlarımız değişmez; arada gelir, gider. O aşk, o hayvan ahlâklarını yakıyor, zaten ondan sonra Zat makamında biter o salik. Buradaki kimyevi işlemi başlatan mürşidinizdeki cezbedir; o cezbe de o mürşidin farkından gelir. Farkı ne kadar açıksa -her mürşidin farkı farklıdır; kiminin biraz daha az, kiminin biraz daha fazladır- o cezbe sizi alıp götürür; artık mürşidinizin kokusunu duymaya başlarsınız, artık ayrılamazsınız ondan. O kimyasal reaksiyonu başlatan o cezbe, yani feyz, Sıfat makamında başlar. O reaksiyon başladı mı zincirleme gider; başlamadı mı ilim olarak devam eder. O zaman ayette; “Benim görürcesine iman eden kullarım vardır.” diyerek ameli bin salih olanları işaret eder. Bu bir tecelli meselesidir; göremez, ama istikrarlı şekilde sohbetlere gelip gider; mürşidi ne derse yapar, işte o zaman o ayet o salikten tecelli eder. Onlar da işte mürşidinin emrinden çıkmadığı zaman tanıktır, şahittir; aynıdır. 11 Ahzap,72 59 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler O bahsettiğimiz aşk ile cezbe ile feyz ile başlayan reaksiyonun tam dönüşümü, Hazret-ül Cem makamında tamamlanır; tüm hayvan ahlâkları gider; aynada gördüğünüz holografik vücudunuza dönüşürsünüz. O dönüşüm olmazsa öldüğünüzde hangi hayvan ahlâkı varsa o görüntüde gidersiniz. Hayvan diyorum, hatta daha aşağı, ama küçümsemek adına değil. Bakara suresindeki ayeti söylüyorum, “daha aşağı” diye. Mürşit sohbet ederken “Bu, ayettir” demez; iman edene anlatır, geçer. O zaten insan-ı kâmilin ağzından çıkan her sözün ayet olduğunu bilir. Tanıklık, seyretmektir. Samimi olmadan tanıklık etmeniz mümkün değil. Her Fiilde Faal Allah. Eğer siz daha ilk derste onunla didişip, durursanız Cemm-ül Cem makamında siz nasıl faal olacaksınız? Didiştiğiniz bir şey olabilir misiniz? Çünkü o didiştiğiniz adam sizi evine almayacak; ondan rahatsız olacaksınız; size sırrını söylemeyecek; çünkü didişiyorsunuz adamla. Sırrını nasıl size versin, nasıl sofraya peyniri koysun? İçinden gelmez adamın; didişip, duruyorsunuz onunla. Sonra geleceksiniz Cemm-ül Cem makamına, her fiilde faal olmaya gayret edeceksiniz. Didiştiğinizde nasıl faal olacaksınız? Samimi olacaksınız dedik. Kiminle? Dersinizle samimi olacaksınız. Yoksa Allah ile Allah olmak mümkün olur mu? Didiştiğiniz, ilahlar. Çünkü Allah ile savaşılmaz, ilahla didişiyorsunuz. İşte ne diyor insan-ı kâmil: “O zahir Kâbe’de 365 tane put vardı. Peygamber Efendimiz savaştı, oraya girdi ve asasıyla onları yıktı. Şimdi bu, vücut Kâbe’si; siz de geldiniz insan-ı kâmili buldunuz; size de bir asa verdi: Lâ Fâile İllâllah. Haydi, Lâ Fâile İllâllah ile girişin o Kâbe’ye; 60 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler orada Allah’tan başka ne kadar put varsa kendinize girişin; yanındakine, karşıdakine, komşuya değil!” diyor. Şimdi o putlara bir bakalım. Talebelik dönemimde Beka makamındaki; Hazret-ül Cem ve Cemm-ül Cem makamındaki arkadaşlar: “Lâ Faile İllâllah, at Allah‘ın üstüne; Lâ Mevsufe İllallah, at Allah’ın üstüne; Lâ Mevcude İllallah, at Allah’ın üstüne…” diyorlardı bana. Fena makamları böyle rahattı. Ben de attım Allah’ın üstüne, -atmadım elbette anlatmak adına söylüyorumgeldim Cem makamına. Bir de baktım bütün attıklarım benim üstümde. Buraya geldiğinde siz yoksunuz ki! Neyi, nereye atıyorsunuz? At Allah’ın üstüne, at Allah’ın üstüne… Geldik Cemm-ül Cem makamına, baktım hepsi benim üstümde; kıpırdayacak halim yok. Ortada Allah’tan başka bir şey yok ki… Neyi, neyin üstüne atıyoruz? Bu ikilikli bir anlatım; bu sıfatiyûn zevki, ebrar zevki; mukarrabin zevki değil. Mukarrabin çıkar ortaya, kalbini çıkartır masanın üzerine koyar, böyle kaburgalarının arkasında değildir yüreği. Saklanmaz o yani. Her Fiilde Faal Allah, daha ilk derste bitti bu iş. Bitti de nasıl? Karanlık bir yerdesiniz, birdenbire çıktınız aydınlığa, güneşe. Göremezsiniz hemen değil mi? Böyle gözleriniz kamaşır, ovuşturursunuz; o aydınlığa bakabilmek, o parlaklığa alışmak için belli bir zaman gerekir. Bunun gibi aslında Ef’âl makamında iş bitiyor da Zat makamına kadar alışmış oluyorsunuz. Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış… 40 yaşından sonra ölmeye başlıyorsunuz; hücre bölünmeleri bitiyor, ölüyorsunuz. Bilim buldu bunları. Allah da diyor ki: “Haydi gel, ölmeden önce bu işi hallet. Gel, zaten gideceksin işte; gel, ne aklın ne gücün ne güzelliğin kalacak. Hiçbir şey 61 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kalmayacak, hepsi bitecek.” Çünkü “Kûllü men aleyhâ fân”12; “Allah’tan başka her şey yok olucudur.” Kur’ân’daki ayet bu. Buna tanıklık ediyor musunuz? Ediyoruz. Nasıl ediyorsunuz, nasıl ediyoruz? Dışarı çıkınca, “Sen sus, ben konuşacağım. Bu bana hak mı reva mı?” derseniz olmadı. Arabayla geçti adam, çamuru üstünüze fırlattı; başladıysanız söylenmeye “Ben senin kullanacağın arabanın…” diye. Tanıklık gitti. Yaşamak kolay değil, çamuru sıçratan kim üstünüze? Burada dinlemek kolay, çamur üstünüze sıçrayınca zor, ama Melâmî hacıyatmaz gibidir. O an olmasa da 10 dakika sonra eve gidince “Ben ne yaptım?” der; arkasını dönünce “Ben ne yaptım?” der; elini kaldırdığında “Ben ne yapıyorum?” der. Orada hemen söylenmeye başlayan Ef’âl, Sıfat makamındadır. Biraz sonra dersini yakalayan Zat makamındadır. İşte elini kaldıran, indiren Cem makamındadır. Makamların yaşanırlığını çamur örneği ile anlatıyorum. Çamur sıçradı üzerinize, “Ey güzel efendim…” diyen, demesi gereken Hazret-ül Cem makamındadır. Diğeri, “Arabada da çamurda da ben faalim” der; geçer gider. Adam inip, özür dilese “Eyvallah, sorun yok.” der; geçer, gider. İşte o, Cemm-ül Cem makamındadır. Sıçrayanı da sıçratanı da bilir ya da şeriata iner: “Dikkat et oğlum, kızım” der onu kırmadan. Kiminle didişiyor o bilmiyor, ama siz biliyorsunuz. İşte, “Bilenle bilmeyen bir olur mu?”13 ayeti zuhur eder. Bilmeyen oldu mu o an veliliğine zarar gelmez, sizin irşadınız içindir. Bilemediğinizde gider üzülürsünüz iki saat evinizde, işte o en büyük sohbet. Orada kırarsınız adamı, eve gidip, “Ben kimi 12 13 Rahman, 26 Zumer, 9 62 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kırdım?” dersiniz, üzülmeye başladığınız an işte sohbet. Hem de ne sohbet, sabaha kadar konuşmadan daha değerli sohbet. Ey tanıklar, bir an bile tanık olmaktan çıkmayın! Tanı koymayın, tanık olun! Tanı koyarsanız sebeplere takılırsınız; Ef’âl’in altıdır. Sorgulamayın, yargılamayın! Ama içten, dıştan şeriatı uygulayın. İşiniz neyse yapın, ama içten değil. Adama kızmanız gerekiyorsa kızarsınız, ama içinizden değil. İçinizden kızmak ne demek? Eliniz, ayağınız titreyerek bir yere gitmek demek; o kızgınlığınızı evinize götürmek demek; o sizin zikriniz olmuş onunla yaşıyorsunuz demek. Kızarsınız, onun Hakk olduğunu bilirsiniz, ama şeriata göre gereğini yerine getirirsiniz, arkanızı döner gidersiniz. Kolay mı? Değil, ama olacak. Şair demiş ya “İçinde bulunduğunuz hayatı ciddiye almayın, çünkü içinden canlı çıkma şansınız yok!” diye. O yüzden devamlı Allah diyeceğiz Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşıncaya kadar. Geldik Cem makamına, Hazret-ül Cem makamına… Bu makamlar o bilinçle yaşama yeri artık. Zikir kalmaz bu makamlarda; çünkü artık yaşamınız zikir, her hareketiniz zikir olur. O güç sizde daha yoksa mürşit size yetki vermiş inersiniz Cem makamına, inersiniz Zat makamına, inersiniz Sıfat makamına, Ef’âl makamına kadar inersiniz, ama aşağı değil. Yetkiniz var oraya kadar inersiniz, zevk etmeye çalışırsınız yaşarken. Başkasına anlatmak kolay, makamlardan iniyorsunuz, çıkıyorsunuz kolay. Yaşarken baktınız ki zorlandınız, baş edemiyorsunuz, inersiniz Zat makamına, “Siz bilirsiniz…” dersiniz, çeker gidersiniz. Zaten evrendeki en güzel söz, “Sen bilirsin.” Tartıştığınız birine sen bilirsin dediğinizde ne demek biliyor musunuz? Kılıcı çekip, adamın 63 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler dizlerine indirmek demek. Adam iner yere. Sen bilirsin dediniz mi kime diyorsunuz sen bilirsin diye? Allah’tan başka bir şey yok ortada, ama o karşıdakinin dizlerinin altına kılıcı indirmiş oluyorsunuz; biter adam, ne didişme kalır ne kavga kalır sen bilirsin dediniz mi. Çünkü siz artık biliyorsunuz. Anlatır ya Allah’ın velileri: Allah akılları dağıtmış. “Acaba hata mı yaptım?” demiş. Almış, karıştırmış bütün akılları. “Herkes beğendiği aklı alsın.” demiş. Herkes yine kendi aklını almış. Siz artık bunu biliyorsunuz. Artık biliyorsanız ona da bir şey anlatamayacağınızı bileceksiniz değil mi? Nasıl adam sabahın dördünde kalkıp, denize oltayı atıyorsa; o sıcacık yatağından kalkmayı onun içerisine kim koyuyorsa sizinle konuşana da size de söylediklerinizi o koyuyor, biliyorsunuz artık. Bütün bu meyvelerin içerisine şekeri kim dolduruyorsa size de onları o yaptırıyor işte. Tanıklık, seyretmektir. Seyretmek de seyr-i billahtır seyr-i billahtır, lime Allah’tır… 64 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Peygamber Efendimizin Dininin Özü: BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Kirli ellerinizle Kur’ân’a dokunmayın! Bismillahirrahmanirrahim… Rahman, Rahim ve Allah… Ef’âl, Sıfat ve Zat sadece Bismillahirrahmanirrahim’de var. İşte zaten “Bu üç makamı halleden, Besmele çekmiştir.” diye onun için diyorlar. Zat makamına geldikten sonra bir daha Bismilâhîrrahmanirrahim demeseniz de olur. Ef’âl, Sıfat, Zat hepsi orada değil mi? “Bismillah” var, “Rahman” var, “Rahim” var. Türkçeye çevirirken “Allah Rahman’dır, Rahim’dir.” diye çeviriyorlar ya Bismillahirrahmanirrahim’de üçü var: Ef’âl, Sıfat, Zat. Bu işte dinin; Peygamber Efendimizin dininin özü. Besmele çekmek, öyle kolay değil. Öyle Bismillahirrahmanirrahim demekle Bismillahirrahmanirrahim demiş olmuyoruz. Ne zaman ef’âlinizi Ef’âl-i Hakk'a, sıfatınızı Sıfat-ı Hakk'a, zatınızı Zat-ı Hakk'a bezledersiniz ondan sonra Besmele çekmiş olursunuz. Yani “Yaptığım bütün işler, fiiller, benim”, diyorsanız; “Bu gözümden gören, 65 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler benim”; “Kulağımdan duyan, benim”; “Bendeki bu hayat, benim”; “Bu ilim, bu kudret, bu irade benim” diyorsanız sonra da “Bu vücut benim” diyorsanız Besmele çekmiş olmazsınız! Bunların hepsi şirk. Bu vücut da Hakk; bu vücuttaki o yedi tane sıfat da Hakk; bütün bu fiiller de -elinizi oynatıyorsunuz, gözünüzü kırpıyorsunuz- Hakk. Onlarda da faal olan Allah. “Bunlar benim” dediğiniz sürece ne dinle alâkanız var ne peygamberle alâkanız var ne onunla ne bununla. Hepsi söz, lâfzî. Muhammed'in dininin özü; bu üç makamı zevk edip, fenafillâh olup, sonra seyre geçip, ondan sonra Ahmet’le tanışmaktır. Yoksa “Bu fiiller benim.” deyin; ondan sonra namaz kılın, sevap işleyin, yardım edin; Besmele çekmiş olmazsınız. “Benim…” diyorsunuz. Ortada Allah'tan başka bir şey yok ki... Muhammed'in dininin özü: Fenafillâh olup, sonra seyre geçip, ondan sonra Ahmet’le tanışmaktır. Allah, Rahman ve Rahim. Bu kelimede hepsi var işte. Bir de bunun “ba”sı var. Bir de “ba”nın altında noktası var. İşte o noktaya geliyorsunuz, nokta sizi oralara getiriyor. Yoksa fiiller sizin, sıfatlar sizin, vücut sizin ne yaparsanız yapın. Ne yaparsanız yapın... Rahim’e dahi giremiyorsunuz Rahman’ı bırakın. Rahim; Her Fiilde Faal Allah, demek. Rahman içeri giriyor, o da sıfatlar demek. Zatı, kendisi; Zat makamı. “Bunlarla, kirli ellerinizle Kur’ân'a dokunmayın!..”14 diyor ayette. Bu üçü sizde varsa su temizleyemiyor bunları. Ortada Allah'tan başka bir şey yok... Bir insan-ı kâmil buluyorsunuz, 14 Vakıa, 79 66 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler biat ediyorsunuz; Rahim’e gelmiş oluyorsunuz. Ondan sonra diyor ki o Rahim: Her Fiilde Faal Allah. O, göklerdeki Allah'ı gözünüzün önüne getiriyor Her Fiilde Faal Allah. Sonra vakti saati gelince sizi Rahman’a alıyor, içeriye giriyor artık insan-ı kâmil. Diyor ki: Bu hayatın Hakk; ilmin Hakk; kuvvetin Hakk; iraden Hakk; bu gözler Hakk; kulak Hakk; bu kelam Hakk. Rahman’a giriyorsunuz, ondan sonra bunlar da gidiyor, artık Allah ortaya çıkıyor. Yani nasıl çıkıyor? Siz, Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşıyorsunuz. Ortaya çıkan o, zaten ortada Allah'tan başka bir şey yok da o bilince ulaşıyorsunuz. O zaman Zat makamına gelen salik, Bismillahirrahmanirrahim demiş oluyor. Bismillahirrahmanirrahim: Allah'tan başka hiç bir şey olmadığı bilinciyle yaşamak. Ne demek Bismillahirrahmanirrahim?Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle yaşamak demek. Besmele çekmek, bu demek. Yoksa yemek yerken Bismillahirrahmanirrahim deyin, su içerken Bismillahirrahmanirrahim deyin. Ne olacak? Deyin… Hiç bir anlamı yok, deyin. Laf işte, yani laf ola beri gele. Her an bu suyu içerken bunun su olmadığını, Allah'tan başka bir şey olmadığını bileceksiniz. O zaman Besmele olmuş oluyor işte. Yemeğinizi yerken makamınızı unutmayacaksınız, o zaman zaten nur yiyorsunuz. Ortada Allah'tan başka bir şey yok… İşte o, Besmele çekmek. Zaten göklerde bir yerde Allah var dediniz mi tüm Kur’ân'a muhalifsiniz, istediğinizi deyin ondan sonra. Serbest, atış serbest. İstediğiniz iyiliği yapın, kendinizi tatmin etmiş olursunuz. Elbette bu da kötü değil, ama Besmele öyle çekilir. Yaptığınız her hareketi “Allah'tan başka hiçbir şey yok” 67 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bilinciyle yapıyorsanız tamam, işte Besmele. Yani geldiniz insan-ı kâmile biat ettiniz, dersiniz neyse o makamla hareket ediyorsanız işte Besmele çekmeye başladınız demektir; olacak demektir yani. Biz şimdi burada yıllarca Besmele çekmek için gayret edeceğiz. Lâfzî değil; tüm vücudumuzla, tüm hayatımızla, ilmimizle, irademizle, gözümüzle… Anlatmak adına öyle diyelim. Bütün sıfatlar Hakk’ın. Baktığınızı baktığınız anda Hakk gördüğünüz zaman işte Besmele’nin en güzeli. Öbür türlü ne olacak papağana da öğretirsiniz Bismillahirrahmanirrahim demeyi. “Tûtî-i mu'cize-i gûyem ne desem lâf değil. Çerh ile söyleşemem âyînesi sâf değil…” der; ondan sonra papağan da der Bismillahirrahmanirrahim diye. Ayet var; “Papağan gibi bu ayetleri tekrar etmeyin.” diyor. Papağan gibi tekrar edersen papağan cennetine gidersin, diyor. Türkçesi bu, yani insan olmak öyle kolay değil. Herkesin kendine gelmesi temennisiyle diyelim. Bâtında kendine gelmek demek, Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmak demek. 68 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler İnsan Olmanın Anahtarı: ALLAH’IN AHLÂKIYLA AHLÂKLANIP, SIFATLARIYLA SIFATLANMAK İnsana dönüşmek için, muhakkak ve muhakkak hüccetli bir Melâmî insan-ı kâmili bulmak gerekir! Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak… Şimdi hangi şerri hükümlerle yürüyen cemaate gitseniz, orada bir hocaya sorsanız muhakkak bunu bilir: Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak. Bunun bir üstüne, tarikata gitseniz, orada bir şeyh bulsanız o da aynı şeyi söyler: Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak. Biz de diyoruz. Şerri gruba gittiğiniz zaman nasıl olacak Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak? Orada diyorlar ki: Beş vakit namazını kılacaksın, zekâtını vereceksin, orucunu tutacaksın. Ekonomik durumun müsaitse da Hacca gideceksin; ana babana asi olmayacaksın; çocuğuna bakacaksın… İşte bunlar Kur’ân’ın bildiğimiz şerri kuralları. “Bunları yaptın mı oldu. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklandın.” diyorlar. Bunları yapıp, tarikata gittiğiniz zaman bunların üzerine bir de diyorlar ki: “Sana zikirler veriyorum; fazladan 69 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bir namaz veriyorum, gecenin bir vakti kalkacaksın, atacaksın seccadeyi namazlarını kılacaksın.” Hatta evlerinde bazı TV kanallarının haricinde tüm kanalları kapattırıyorlar. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanacaklar ya… “Böyle yapacaksın, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış olacaksın.” diyorlar. Tasavvufla ilgilenen kimi vakıf ve dernekler de diyor ki: “Modern olacaksın; iyi bir insan olacaksın; insanlara yardım edeceksin; seveceksin; gücün yettikçe yardım kurumlarına gideceksin. Yardım edeceksin ki böylece Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış olursun.” Bahsettiğimiz tüm bu gruplar tarafından bu söylediklerim yapılıyor. Hepsinin yaptıkları doğrudur, yerindedir; onlara bir lafımız yok. Ama o yaptıkları, Allah’ın ahlâkı değildir. Tüm bu anlattıklarım ve bu yapılanlar, Allah’a ibadet edenlerin ibadet ahlâkıdır! Allah’ın ahlâkı değildir! İkilik var orada: Bir siz varsınız, bir de Allah var. İyi insan olmak için; Allah cennetine kabul etsin diye; onu yapsın, bunu yapsın diye yapılanlar, ibadet edenlerin ahlâkıdır. Allah’ın ahlâkı değil! Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanabilmek için muhakkak ve muhakkak ehliyetli bir Melâmî insan-ı kâmili bulmak gerekiyor. Bakın ibadet edenlerin ahlâkı demiyorum, onlar yanlış da demiyorum. Doğrudur; hepsi doğrudur, ama Allah’ın ahlâkı başka bir şey. Nedir Allah’ın ahlâkı? İşte o Melâmî insan-ı kâmilini bulacaksınız. Onlar belli. Çok az, ama var. Pir’den gelen, o Melâmî insan-ı kâmilinden çıkan bir şey var; “Feyz” deniyor ona. Mevlânâ Hazretleri Mesnevi’de: “O adamı buldun mu yakala; yakasından paçasından tut, bu yola daha önce çıkmış olanların hepsini geçersin.” diyor. Bu yola daha önce çıkmış olanlar, anlattığım bütün bu gruplar. 70 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Gelip, insan- kâmili bulursanız o yol bitiyor; onun dediklerini yapıyorsunuz, ondan sona zikir başlıyor. Ne diyor insan-ı kâmil: “Abdestsiz ayağını yere basmayacaksın; namaz kılarken değil sadece, “her an” abdestsiz ayağını yere basmayacaksın. Namazlarını mümkün mertebe kılacaksın…” Ondan sonra da sana, “Dersin var.” diyor. İşte şimdi Allah’ın ahlâkı geliyor. Kolay değil öyle Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak. Diğerlerinde kolay. Bir şekilde ibadet edersiniz; bir şekilde kendinizi frenlersiniz; gözünüze tuz basarsınız, çile odasına kendinizi kapatırsınız. Bir şekilde yaparsınız… Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak; Her Fiilde Faal Allah bilincine ulaşıp, bunu idrak edip, hayatımıza geçirmek demek İnsan-ı kâmil size ilk dersi veriyor. Allah’ın ahlâkı geliyor şimdi. Diyor ki: “Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah.” İşte ahlâk başladı. Şeriata göre hırsızlık yaptınız, günah; onu yaptınız, günah; Allah’tan başka put buldunuz, şirk; şunu yapmadınız, şirk. Şimdi Her Fiilde Faal Allah ise “Şu çikolatayı aldım, buradan buraya koydum.” dediniz; işte şirk. Allah’ın ahlâkına bakın: “Her fiilde.” Bir tek hareketli fiillerde mi? Bu masada da bardakta da. Duran fiiller bunlar. Her Fiilde Faal Allah… Kim ki bu bilince ulaşır ve bu bilinçle yaşamaya başlar; yani her an, her olayda, her kimle konuşurken Hakk görür, o zaman Allah’ın ahlâkı onda zuhur etmeye başlar. Bakın ikilik yok. Öyle çok kolay değil Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak. Biz ahlâklı olmaya çalışıyoruz, ama işte “Namusunu korudun, hanıma bakmadın, erkeğe bakmadın” ile değil. Artık bunlar basit kaldı. Her Fiilde Faal Allah. Kime, nereye bakıyorsunuz? Zaten baktığınızı eğer 71 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Hakk görmüyorsanız, onda faal olanı görmüyorsunuz demektir. Hani nerede Her Fiilde Faal Allah? Siz şimdi buraya hanımınızla geldiniz, giderken Hakk ile gidiyorsunuz. Eyvah… Ee, o hanım da aynı şekilde beyi ile geldi, giderken bey gitti; Her Fiilde Faal Allah. Şimdi Hakk başladı. Bakın şimdi ahlâka. E biz şimdi su mu içiyoruz? Yok canım, Her Fiilde Faal Allah, diyoruz; su nerede kaldı? Yukarıda bahsettiğimiz tarikatlara, vakıflara bir lafımız yok; onlar da doğru, güzel, yerinde. Biz hakikat boyutundan; Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktan bahsediyoruz. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak; Her Fiilde Faal Allah bilincine ulaşıp, bunu idrak edip, hayatımıza geçirmek demek. Böyle olduğu zaman “ahlâk” oluruz, ahlâklı değil. Ahlâklı olan, onlar. Şeyhinin ya da başkanının dediğini yapıyor, ahlâklı oluyor. Nasıl ki bir çocuk, annesinin, babasının dediğini yaparsa “Ahlâklı benim çocuğum” diyorlar, o da aynı. Biz “Ahlâklı” olmaktan bahsetmiyoruz, “Ahlâk” olmaktan; “Tevhit” etmekten; “Bütün” olmaktan bahsediyoruz. Her Fiilde Faal Allah, dedik; Allah’ın ahlâkı ile ahlâklandık; yani ahlâk olduk. Nasıl? İşte önce Melâmî insan-ı kâmilini buluyorsunuz; bunlar az çünkü. İzmir çok şanslı bu konuda. Çünkü çok büyük bir Pir, Davud Yılmaz (k.s.) Hazretleri yaşadı burada. İlk önce onu buluyorsunuz, sonra aklınızı geçip bir de biat etmek var. O da kolay değil arkadaşlar. Bana ilk söylediklerinde dedim ki: “Haydi ya bir insana tâbi olur muyum?” Az uğraşmadı benim Pirim benimle. Ben onun için böyle diyenlere diyorum ki; “Yerden göğe kadar haklısın.” Ben de böyleydim. Kolay mı bunu 72 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler geçmek? Ama neden bahsediyoruz? Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktan bahsediyoruz. Bu çok zor bir iş... Şems geliyor Konya’ya. Mevlânâ Hazretleri biliyor tabii onu. Diyor ki Şems’e: “Beni talebe olarak kabul eder misin?” “Evet, kabul ederim, ama Konya’nın en merkezi yerindeki bir meyhanede birlikte şarap içersek” diyor Şems. Yani onun anladığı ahlâk anlayışını, daha talebeliğe ilk adımını atarken yerle bir etmeye çalışıyor. İnsana dönüşmek için muhakkak ve muhakkak Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmak gerek. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak… Her Fiilde Faal Allah, dedik. Farz edelim ki hallettik bu işi. Ondan sonra ne var? Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmak; sıfatlar var. Sıfat ne? Görme, bir sıfat; duyma, bir sıfat; konuşma, bir sıfat; hayatımız, ilmimiz, kuvvetimiz, irademiz var. Bunlar da sıfat. Peki, kimin bu sıfatlar? Sıfatlar sizde; uzakta, göklerde değil bu sıfatlar. Allah zaten size vermiş o sıfatları, vermiş de siz baktığınızı ne görüyorsunuz? Her fiilde faal Allah bilincine ulaşamazsak; ulaşıp, hayatımıza geçiremezsek sıfatlar ahlâksız olur. Ahlâksız olursunuz Allah’a göre; oradaki şeyhe göre değil. Şeyhe göre hırsızlık yapmıyorsunuzdur, uğursuzluk yapmıyorsunuzdur, her zaman derslere geliyorsunuzdur. Bu durumda ona göre ahlâklısınızdır. Allah’a göre? Ahlâksız. Bir şey yapıp, ortaya çıkardınız; “Bu, benim” dediniz; ilim sıfatına sahip çıktınız. Ahlâksızsınız Allah’a göre. Çünkü o yaptığınızı, ettiğinizi “Ben yaptım.” diyorsunuz; Lâ Fâile İllâllah demiyorsunuz ki… Diğerlerine göre ahlâklı, ama biz Allah’a göre konuşuyoruz. Bir adam 50 kiloluk çuvalı tutup, kaldırıyor ve “Ben 73 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kaldırdım”, yani “Kuvvet benim” diyorsa, öte yandan bütün gün “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül azîym (…güç ve kuvvet, sadece yüce ve büyük olan Allah’ın…)” diye dua ediyorsa o zaman o adam “Ahlâksız”, Allah’a göre. “Ben kaldırdım” diyerek hem Allah’ın kuvvet sıfatına sahip çıkıyor hem de güç, kuvvet Allah’ın anlamındaki duayı bütün gün ağzından düşürmüyor. Nasıl bir çelişki değil mi? “Ben gördüm” diyor. Olmadı; Her Fiilde Faal Allah. Dolayısıyla Her Fiilde Faal Allah ise buradan bakınca ne göreceksiniz? Fiilde faal olanı göreceksiniz. Fiilde faal olanı değil de tecelli ediş şeklini, sebebi görüyorsanız henüz ahlâk tam oluşmamış sizde. Ahlâk tam oluşmadığı için işte o zaman sıfat, ahlâksız olur. Bunları tefekkür edeceğiz. Bakın ilk dersimiz, Lâ Fâile İllâllah. Çok önemli. Bunu hayatımıza geçirdik mi tamam, ama hayatımıza geçiremezsek sıfatlarımız ahlâksız olur. Ne demek ahlâksız olur? Bazen Hakk görür, bazen sebeplere takılır. Bazen Allah der konuşurken; bazen içindekini der. Bazen ilim Hakk’ın, der; bazen benim, der. İşte ahlâk tam olmadığı için sıfatlar olduğu kadar olur. Bu yüzden “Temel” diyor ya insan-ı kâmil anlatırken. Yoksa herkes söylüyor “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak, sıfatlarıyla sıfatlanmak” diye. Çelik çomak oyunu mu bu? Siz Allah ile Allah olma bilincine ulaşmak için buraya geldiyseniz tamam, mesele yok. “Haftada bir gün sohbet var, iki gün sohbet var, gideyim sohbete” demek değil; yaşamaca bu iş. Tarikata göre ne ahlâksızlık? İşte oraya, buraya bakmayacaksınız, tamam. Burada Hakk görmekten bahsediyoruz, ne hanımı ne erkeği? Orada ne diyor tarikatta? 74 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler “Göz hırsızdır.” diyor. Niye? Çünkü adam bilinci ne ise öyle bakıyor, ama biz daha ilk derste bilinci, Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah yapıyoruz. Bitti, dünyadan gittik arkadaşlar. Diyeceksiniz ki kolay mı? Değil. Bakın az kişiyiz, çünkü kolay değil. İşte bu kolay olmayanı halletti mi bir tane yetişmiş adam, yetmiş bine bedel. Bir tane Allah’ın velisi, inanın yetmiş bine bedel, bir tane. Biz şimdi burada neyi anlatıyoruz? Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmanın çelik çomak oyunu olmadığını anlatıyoruz. Ahlâklanma başka, uzun bir süreç var önümüzde. “Evinden, malından, mülkünden vazgeçeceksin…” diye anlatırlar ilk dersin zorluğunu. Biz daha akademik anlattık. Zor, ama en azından çabalayacağız. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmamış olan insanlarda vicdan olmaz. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmamış olan insanlarda vicdan olmaz; vicdan oluşmaz onlarda. Adama bakarsınız olmayacak şeyler yapar. Vicdansız çünkü. İşte ilk derste ne dedik: Lâ Fâile İllâllah. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıyorsunuz orada. Ondan sonra ikinci ders: Lâ Mevsufe İllallah. Bu sıfatlarda, mevsuflarda faal olan Allah; sıfatlar Hakk, diyorsunuz ikinci derste. Salik, bu dersi de geçtiği zaman Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmış oluyor. Yani görüşte faal olanı, konuşmada faal olanı, duyuşta faal olanı, ilimde faal olanı, kudrette faal olanı kendinden bilmiyor artık. Lâ Mevsufe İllallah; sıfatlarda da faal olan Hakk, diyor. Ondan sonraki üçüncü ders: Lâ Mevcude İllallah. Orada da diyorsunuz ki: Allah’tan başka mevcut olan hiçbir şey yok; bu vücut da Hakk. Orada ahlâklanma oranında vicdan oluşuyor. Salik, Zat makamına geldi mi bu makamdaki adamdan kimseye bir zarar gelmez. 75 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler O, Lâ Mevcude İllallah diyerek, açık şirki tevhit etmiş oluyor. Neden? Çünkü orada onda vicdan oluşuyor. Süreç zorlu, ama ehline kolay. Ehli zaten burada yükselir, gider. Hem öyle bir yükseliş olur ki öyle tatlı olur ki bu iş ne olduğunu bile anlayamazsınız. Bitersiniz. Ondan sonra belli bir yere geldiğiniz zaman baktığınızda adam cennetlik mi cehennemlik mi görürsünüz. Adam cayır cayır yanıyordur görürsünüz, biz görüyoruz. Bizde hepsi peşin peşin. Bizim cennetimiz, cehennemimiz öbür tarafta değil. Biz burada öleceğiz, burada dirileceğiz. Bu vücutta hepsini halledeceğiz. Öbür tarafa bir şey bırakmayız biz. Çünkü ölen hayvan, insan ölmez. Bütün mesele insana dönüşmekte. İşte bu insana dönüşme işi için muhakkak ve muhakkak Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanmamız gerek. Eğer böyle yapmazsak vicdan oluşmaz. Vicdan oluştuktan sonra o vicdanın üzerine insan inşa edilecek. Biz Allah’ın ahlâkından, insan olmaktan bahsediyoruz. Bakın etrafımızdaki insanları nasıl tarif ederler? Mesela, “Kurt gibi acıktım.” derler. “Tilki gibi kurnaz.” derler. “Yılan gibi sinsi.” derler. Değil mi? Ya, bu insanları tarif ederken niye hayvanları anlatırlar? Ee, çünkü içleri o da onun için. Bu damarlarda, uzakta aramayın o hayvan ahlâklarını. Öyle komşuda, yanındakinde yok; bu hayvan ahlâkları, bu damarlarda dolaşıyor. Öyle hayvan ahlâkı derken küçümsemiyorum. Sakın ola ki yanlış anlamayın. Bir sivrisinek, yirmi kilometre mesafeden sevdiği kan grubunu anlayıp, uçuyor; şu yüceliğe bakın. Kuş uçuyor, biz uçabiliyor muyuz? Uçağa binmemiz lâzım. Sakın aşağıladığımı sanmayın. Hayvan ahlâkı derken sokaktaki kızan adam gibi 76 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler -affedersiniz- “Vay hayvan vay…” anlamında söylemiyorum. Çok yüce bir şey bu. Leopar saatte 120 km hızla koşuyor, hiç bir şeyi küçümsemiyorum. Bakın Her Fiilde Faal Allah bize göre. Diğerlerinin ahlâkını anlatıyorduk ya onun için buradan örnek verdik. 120 km hızla gidiyor leopar, bunu nasıl küçümsersiniz? O birine kızıp da “Vay hayvan vay, eşek, şu, bu…” diyen için Bakara Suresi’nde, “Hayvandan aşağıdır.” diyor. Her Fiilde Faal Allah. Biz Hakk’ı görüyoruz. Bir şeyi küçümsediğimiz yok. Keşke ben bir kuş gibi olabilsem. Nasıl kuş gibi olacağım? Kuş gündüzleri açıyor gözünü. Uyandığı dalda, yanında ekmek sepeti var mı? Üst dalda mutfak var mı? Yok. Ee ne yiyecek bu hayvan? Ne içecek? Sosyal sigortası var mı? Güvencesi var mı? Hiçbir şeyi yok. Bak bak, nasıl küçümsersiniz? Keşke biz o mertebeye gelsek. Zaten bu üç dersten sonra o mertebeye geleceğiz ki ondan sonra insana dönüşelim. Ne sosyal güvencesi var ne mutfağı var ne yediği var… Biz gelelim bakalım bu seviyeye. İlk biat ettim, mürşidim bana dedi ki: “Lâ Fâile İllâllah.” Ben bekliyorum tabii gök açılacak diye, ama açılmıyor, bir şey olmuyor. O zamanlar oturduğum ev biraz yüksekte; güvercinler, kumrular, serçeler geliyor balkona. Ekmek veriyorum onlara ve sürekli izliyorum onların ekmekleri yemelerini. Bu güvercinler çok kaba hayvanlar. Kumruları dövüyorlar, gönderiyorlar. Ben güvercinler geldi mi iş edindim kendime; çıkıyordum balkona, onları kovuyordum kumrular da ekmek yesin diye. Onlar, ben içeri girince yine geliyorlardı. Sonra dedim ki “Ya, sana Pir dedi ki Lâ Fâile İllâllah, bir de biat ettin, zikrini de aldın. Her Fiilde Faal Allah diyorsun, ama sen güvercinleri kovuyorsun.” Kumruları, yani güçsüzü tutuyorum aklımca. Dedim ki “Ya, Lâ Fâile İllâllah, sen ne karışıyorsun?” 77 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Ondan sonra koydum sandalyeyi bir kenara ve seyretmeye başladım onları saatlerce. Sohbet bu. Güvercinler geldi; kumruları dövdüler, gittiler. Yediler, yediler ekmekleri. Böyle büyük parçalarla atıyorum ya ekmekler küçüldü, parçalar onların yiyemeyeceği duruma geldi, güvercinler çekildi; kumrular geldi. O daha küçük parçaları onlar yediler, karınlarını doyurdular. Ondan sonra görmediğim bir şey daha gördüm; toz halinde kaldı parçalar. Kumrular çekildi, serçeler geldi. Ya bu kusursuzlukta kusur arayan ahmaktır ya… Ahmak… O zaman anladım ki Pir, orada; gelmiş insan-ı kâmil, benim mürşidim güvercinden, kumrudan, serçeden beni irşat ediyor. İşte bakın hepsi beslendiler, gittiler. Ben bunları yaşadım, bir yerden okuyup da hikâye anlatmıyorum. Koydum sandalyeyi balkona, saatlerce izledim ben o kuşları. Ders, sohbet işte. Güvercinler, kumrular, serçeler, bir de ben. Dışarıdan biri seyretse adam çatlak, der. Neyse biz alışkınız, zaten deli olmadan, veli olunmaz. Allah, vicdanın üzerine üçüncü yaratılış ile insanı yaratıyor. Her Fiilde Faal Allah… Biz yokuz da var olduğumuzu zannediyoruz; ortada Allah’tan başka bir şey yok da işte biz kendimizi Ahmet zannediyoruz, Mehmet zannediyoruz, Ayşe zannediyoruz, anne zannediyoruz, hanım zannediyoruz, koca zannediyoruz, oğul zannediyoruz, kız zannediyoruz... Oysaki Her Fiilde Faal Allah. Ondan sonra sıfatlarıyla sıfatlanacağız. Yoksa o hayvan ahlâklarını dizginlemektir, bahsettiğimiz gruplara göre ahlâklı olmak. Ben oralara da gittim, orada da eğitim aldım, ondan sonra bu boyuta geldim; Pir’i buldum, biat ettim de beni kurtardı. Yoksa oralarda kalsam kurtulmanın 78 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler imkân ve ihtimali yoktu. Mümkün değildi. O hayvan ahlâklarını dizginliyorsunuz. Zaten o hayvan ahlâklarını dizginlemek ile ilgili Kur’ân’da birçok ayet var. Bir hadiste, “Ateşe dayanabileceğin kadar günah işle.” diyor. İnsan günah işler mi? Peki niye diyor onu? Bilmiyor mu? Hiç katil inek gördünüz mü siz? Hangi hayvan beş yaşındaki bir çocuğu öldürür? Hangi hayvan? Var mı böyle bir şey? Daha burada, işte Lâ Fâile İllâllah ile bunlarla işimiz bitiyor. İkinci derste Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanıyoruz, demiştik. Onlar zaten bizde de bizim olduğunu zannediyorduk ya biz uyanıyoruz; ayıkıyoruz; temizleniyoruz. Abdestsiz yere basmayacaksınız, diyorum ya abdest, işte o. Bozuluyor daha köşeyi döner dönmez. İnsan-ı kâmilin sohbetinde aldığınız abdest bozulmaz. Bu sözlerin sizdeki etkisiyle bir abdest alıyorsunuz. O abdest bozulmaz. O zikir de bozulmaz; kurulu saat gibidir, başladı mı daimdir, bozulmaz. Her nefeste; Allah Allah Allah Lâ Fâile İllâllah… Siz unutursanız o içinizdeki durmaz, mümkün değil, kurulu saat gibidir. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanan adamda, vicdan zuhur ediyor. Ama bu sokaktaki bahsettiğimiz yine vicdan değil, bizim bahsettiğimiz bâtıni. İşte o vicdan üzerine -Beka makamları diyoruz- orada Allah’ın velisi, insana dönüşüme başlıyor. Damarlarındaki bütün hayvan ahlâkları gidiyor, dönüşüm başlıyor. Dönüşüm ne? İşte herkes halife potansiyelinde ya. Zaten insan görüntüsüyle geliyorsunuz bu dünyaya, o görüntü daim oluyor. Eğer bu dönüşümü sağlamazsak içimizdeki hayvan ahlâkının görüntüsüyle gideceğiz. Bu dönüşümü sağlıyoruz. O vicdanın üzerine Allah üçüncü yaratılış ile insanı yaratıyor. Allah, 79 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Âdem ile Havva’yı yaratıyor topraktan; ilk yaratılış bu. Ondan sonra annemizden doğuyoruz babamızdan gelip; bu, ikinci yaratılış. Üçüncü yaratılış, bir insan-ı kâmile geliyorsunuz; bu dersleri zevk ediyorsunuz; hayatınıza geçiriyorsunuz. Çünkü test yok, imtihan yok, bir şey yok. Belki her anımız imtihan da sözlüsü yok, yazılısı yok, belli bir günü yok. Tüm bu dersleri hayatınıza geçiriyorsunuz. Ondan sonra Hazret-ül Cem makamında insan-ı kâmilden doğuyorsunuz. “Üç defa doğmadan insan olabilmeniz söz konusu değil.” diyor Niyazi Mısrî Hazretleri. İşte ikinci doğuş annenizden babanızdan; üçüncü doğuş için insan-ı kâmile geliyorsunuz, biat ediyorsunuz. Vücudunuzda cemâdî ruh var. Bütün bu kemikleri, etleri, kasları bir arada toplayan ruha cemâdî ruh diyorlar; vücut toplanıyor. Vücudunuzda doğuştan nebatî ruh da var. O da aşağıdan yukarıya doğru büyümenizi sağlıyor. Ondan sonra bir de hayvani ruh var ki sizi konuşturan, yürüten o. Düşünen, konuşan hayvan derler ya bazen insana… İşte o, cüzi akıl. Bir de izafî ruh var. Ne zaman geliyorsunuz bir insan-ı kâmil buluyorsunuz; diz çöküyorsunuz önüne ve ona biat ediyorsunuz; o size orada izafi ruhu üflüyor; işte o zaman dönüşüm başlıyor. Alâk Suresi vardır Kur’ân’da. Sözlüğe baktığınızda birden fazla anlamı vardır “Alâk” sözcüğünün. Alâk, toprak anlamına geliyor; topraktan Âdem’in yaratılışı. Alâk, aynı zamanda sperm, kan pıhtısı anlamına da geliyor. Yani annenizden babanızdan doğuşu da bir kelimeyle anlatıyor Allah. Aynı zamanda alâk; alâka, muhabbetin kökenidir, muhabbetten gelir ki insan-ı kâmilden doğuşu da ifade eder bu anlamıyla. 80 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Üç doğuşu da tek kelimede anlatıyor Allah: Alâk. Gelin görün ki Kur’ân’ı bu şekilde şerh edesiniz. Gördüğünüz gibi size Kur’ân’dan başka bir şey söylemiyoruz, ancak yetiştiğinizde söylediklerimizin ayet olduğunu daha net anlar duruma geleceksiniz. Ne yapacağız o zamana kadar? Eh işte adım adım... İnsan-ı kâmile kimse kendiliğinden gelemez. İnsan-ı kâmile gelecek olanlar zaten Ezel-i Ervah’ta belli. Nasip... Dolayısıyla abdestsiz ayağımızı yere basmayacağız, mümkün mertebe namazlarımızı kılacağız, her nefeste üç defa Allah deyip, zikrimizi söyleyeceğiz, sohbetlere gelip insan-ı kâmili göreceğiz... Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanıp, sıfatlarıyla sıfatlanacağız. 81 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 82 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler NASIL YAŞARSANIZ ÖYLE ÖLÜRSÜNÜZ NASIL ÖLÜRSENİZ ÖYLE DİRİLİRSİNİZ Kendimizdeki o varlık verdiğimiz her şeyden, “Bilincimizde” kurtulacağız. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz. Zahirde, fiziken öldüğünüz zaman ölmüş olacaksınız, ama bizde Ef’âl makamında Lâ Fâile İllâllah; Sıfat makamında Lâ Mevsufe İllallah ile. Bu makamları hayatımıza geçirdiğimiz oranda öleceğiz. Bu iki makamı ne kadar yaşarsak o kadar öleceğiz. Öldüğümüz kadar da Beka’da dirileceğiz. Burada adaletsizlik, torpil, rüşvet, para, kayırma söz konusu değil. Mümkün değil. İnsan-ı kâmil makamları verir. Makamların verilmesinden, makamların telkin edilmesinden bahsetmiyorum. Makamları yaşamaktan bahsediyorum. İstikrarlı olan biri bir şekilde seyr-i sülûkunu tamamlar. Nasıl tamamlar? Nasıl ölürse öyle dirilerek, tamamlar. 83 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Lâ Fâile İllâllah’ı ne kadar hayatımıza geçirdik? Ne demek Lâ Fâile İllâllah’ı hayatımıza geçirmek? Mesela komşunun balkonda televizyonu var, sesini açıyor sonuna kadar. Onu da Hakk göreceğiz, Hakk duyacağız. Çok zor, inanılmaz çok zor bir şey. Bunu hayatımıza geçirdiğimiz oranda gideceğiz Zat makamına. Sıfat makamında mevsuflarda; sizin gözünüzde, kuvvetinizde, hayatınızda, ilminizde, konuşmanızda faal olan Allah… Bunu da hayatımıza geçireceğiz. Sonra gelecek Lâ Mevcude İllâllah. Ne demek Lâ Mevcude İllâllah? Allah’tan başka mevcut olan bir şey yok, demek. Yaşadığımız şekilde bu makamda öleceğiz; öldüğümüz gibi de Cem makamı geliyor, Hazret-ül Cem makamı geliyor. Ölmediyseniz eğer oralarda, yarı canlı gittiyseniz öbür tarafa kurtaramazsınız kendinizi sebeplerden, sorulardan, çelişkilerden, zıtlıklardan… Kurtaramadığınız zaman çok ilim yüklenirse mevhuma kaçar iş. Tabii salik gelmiş Cemm-ül Cem makamına, göklerde bir yerde bir Allah var demeyecek, ama işte her işe Lâ Fâile İllâllah, diyecek. Nitelemeyecek, niteleyemeyecek. Bakın, ölmeden Allah’ı niteleyemezsiniz! Zat makamını zevk etmeden, Allah’ı nitelemek söz konusu değil Zat makamını zevk etmeden Allah’ı nitelemek söz konusu değil. O zaman ne yapacaksınız? Bir insan-ı kâmil bulacaksınız, ona tâbi olacaksınız; onun dedikleri ile hareket edeceksiniz. O zaman tamam. Tekrar tekrar söylüyorum: Yaşadığımız gibi öleceğiz. Hiç torpil yok burada. Kıramam da kozalarınızı, çünkü o kelebek o sürtünmeyle çektiği o acıyla uçuyor. Uçamazsınız, tavuk gibi olursunuz. Kanatlarınızı çırparsınız, uçamazsınız. Çok zor, onun için Allah diyeceğiz. 84 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bu Allah deyişi kendimizden bilmeyeceğiz. Bunun için, abdestsiz ayağımızı yere basmayacağız; mümkün mertebe namazlarımızı kılacağız. İnsan-ı kâmilin sohbetlerine katılacağız. Allah diyeceğiz. Allah demekten ciğeriniz yanıyorsa, böyle adamın içinden ciğer kokusu ağzına geliyorsa o zaman namazınıza da kimse bir şey demez. Yani hem ağzınıza ciğer kokusu gelmiyorsa Allah demekten, hem namaz kılmıyorsanız o zaman çok zor. Makam tecellisinden; sinenizden Pir çıkmasından bahsediyorum. Nasıl yaşarsak öyle öleceğiz ve nasıl öldüysek öyle dirileceğiz. Yani Cem makamı, Hazret-ül Cem makamında insan-ı kâmilden doğacaksınız. Dirilecekseniz. Yaşadığınız, öldüğünüz gibi dirileceksiniz. Onun için bu makamları muhakkak hayatımıza geçirmeye çalışacağız. Devamlı Allah diyeceğiz. Allah diyerek yaşayacağız; Allah diyerek öleceğiz; Allah ile Allah olarak dirileceğiz. “En-el Hakk” diyor ya Hallac-ı Mansur, işte öyle olacağız. Biz her an Allah demeye çalışıyoruz. Anda, her şey anda… Secdemizi tam yapıyoruz. Zaten öleceğiz, ama izdirari, ama ihtiyari bir şekilde öleceğiz. Yani biri, Allah’tan başka bir şey olmadığı bilinciyle ölmek (ihtiyari), öbürü de toprağın altına gömülmek (izdirari). Ölümden kaçış yok. Bu kuvvet, bu yakışıklılık gidecek hiçbir şey kalmayacak. Altmış yaşında aynaya baktığınızda bu saçları, bu yüzü aynı şekilde görmeyeceksiniz, gidecek. Ee, madem öyle, haydi Allah diyelim. Allah diyene ölüm yok. Erkekler otuz yaşındaki görünümünde, kadınlar on altı yaşındaki görünümünde holografik vücutlarına dönüşecek. Ondan sonra hep böyleyiz. Burada oturduğumuz gibiyiz. Allah diyerek hep böyle yaşayacağız, böyle öleceğiz ve tekrar o 85 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler şekilde dirileceğiz. Kendimizdeki o varlık verdiğimiz her şeyden adımızdan, soyadımızdan, yaptığımız işten onların hepsinden bilincimizde kurtulacağız. Ama çok zor. Biz zaten Allah ile Allah olmaktan bahsediyoruz. Çocuk oyuncağı değil, çelik çomak oyunu değil yani. Çok zor, ama talep ettiğimiz şey de çok ciddi bir şey. Ama ehline kolay. Allah onu kolaylaştırıyor; dağına göre kar veriyor. 86 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler DİNDE ZORLAMA OLMAZ Peygamber Efendimizin dininde, zorlama yoktur! Dinde zorlama yok. Zorlama, dışarıda Allah’ın dini, Peygamber Efendimizin dini diye anlatılanda var. Peygamber Efendimizin dininde zorlama yok! Ama bu içtihatları, yorumları yapacak olana ulaşmak lâzım, ondan sonrası kolay. Şimdi siz ona geldiniz, insan-ı kâmili buldunuz, biat ettiniz. İnsan-ı kâmil size seccadede, yüz yüze -Lika ender lika, der Allah’ın velileri - ayeti söylüyor. Ayette diyor ki: “Siz zikretmeyi bilmezsiniz. Size zikrinizi bir insan-ı kâmil verecek.”15 İlk biat ettiğinde insan-ı kâmilin talebesine söylediği ayet o, zikir. Dolayısıyla geliyorsunuz, biat ediyorsunuz; o size zikrinizi veriyor. Bu, bir nevi bir aşı. Nasıl kola aşı yapılıyor, nasıl ağaca aşı yapılıyor, nasıl çiçeğe aşı yapılıyorsa öyle. Bildiğiniz aşı. İnsan-ı kâmil size orada aşı yapıyor. O aşı tutarsa âşık oluyorsunuz. Ama ne aşk, Allah aşkı başlıyor. Nasıl tutuyor bu aşı? Görmediniz mi bir hafta 15 Nahl, 43 87 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler insan-ı kâmili hayatınızda bir eksiklik, bir rahatsızlık olur. O rahatsızlık, eksiklik başladığı zaman o ne güzel rahatsızlıktır, ne güzel eksikliktir. O dünyanın en güzel rahatsızlığıdır, en güzel eksikliğidir. Çünkü o artık insan-ı kâmili görmemenin, o an görememenin rahatsızlığı ve eksikliğidir ki şu gök kubbenin altında yapacağımız saatlerce sohbete bedeldir bu eksiklik. Bunu yakaladığınız zaman artık rapt olmaya başlıyorsunuz orada. O rahatsızlık, o eksiklik bu evrende duyulabilecek en güzel rahatsızlık, en güzel eksikliktir. En yakınınızdakini Hakk görmek, Lâ Fâile İllâllah’ı yaşama geçirmek demek. Her Fiilde Faal Allah, diyoruz. Her Fiilde Faal Allah deyince ne anne ne baba ne kadın ne bakkal kalır. Bakkalda faal olan O, otobüsteki şoförde faal olan o… Güzel, buraları yakalayacağız. Şimdi biz bu zevki biraz da zor kısma alalım. Şimdi akşamları gittiğiniz, yaşadığınız ev var ya biz ona şimdi zahir evimiz diyelim. Lâ Fâile İllâllah’ı o evin içerisine sokarsak, o zevki yakalarsak ev cennet. Ne demek evin içerisine Lâ Fâile İllâllah’ı sokmak? Şimdi hanımınız sizi Hakk gördü, siz hanımınızı Hakk gördünüz, eviniz oldu cennet. Bu kolay değil yalnız. Bakkalda faal olanı size hafif kötü davransa da seyredersiniz; sonuçta bir ekmek, bir süt alıyorsunuzdur. Onu yapsa bunu yapsa sesinizi çıkartmazsınız; olur gider, ama eve geldiniz hanım bir şey yaptı, zıpladınız yerinizden. Lâ Fâile İllâllah… Yemek tuzsuz. Başladınız niye tuzsuz demeye. Orada da faal olan Hakk. Bakın bakalım o zahir eve Lâ Fâile İllâllah’ı soktuk mu? Çok zor. En son oluyor bu salikte. Eve biraz geç gittiniz, hanımınız başladı “Bey, neredeydin?” diye söylenmeye. Ya, Lâ Fâile İllâllah. 88 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Halil İbrahim Peygamber ile hanımı şimdi Kâbe’nin olduğu yere geliyorlar. Kimse yok daha Kâbe’nin olduğu yerde, hiç kimse yok. Hanımı da hamile. Bir tecelli geliyor Halil İbrahim Peygamber’e, çünkü Allah’ın velileri tecelli ile yaşarlar. “Hanım ben gidiyorum.” der karısına. Kadın hamile, çölün ortasında ve yalnız. Karısı, “Ya kardeşim sen nereye gidiyorsun? Beni çölün ortasında yalnız bırakıyorsun…” demiyor. Lâ Fâile İllâllah. Gidiyor Halil İbrahim Peygamber, ama hanımı karnında çocuk yalnız kalıyor. Su yok, tepe var orada. O tepeye koşturuyor hanımı, sonra geri geliyor. Ne yapsın kadın? Koşturuyor, geri geliyor, bir daha koşturuyor… Hacılar dönüyorlar ya oralarda o koşuşu yapıyorlar. Ondan sonra Allah ona nida ediyor: “Vur!” diyor. Vuruyor, vurduğu yerden su fışkırmaya başlıyor. O kadar çok fışkırıyor ki “Zem!” yani “Dur!”, diyor. Zem zem… Buradaki mesele ne? Biz gidişini hatırlayalım Halil İbrahim Peygamber’in. Hanımı, “Nereye gidiyorsun?” bile demiyor. Biz şimdi peygamber mesleğindeyiz; Lâ Fâile İllâllah ile başlıyoruz. Şimdi Lâ Fâile İllâllah’ı zahir evinize sokmadan bâtın evinize, içinize sokmanız çok zor. En yakınınızdakini Hakk görmek, Lâ Fâile İllâllah’ı halletmek demek aslında. Zahir evde, en yakınınızdakini Hakk gördünüz mü orası cennet olur. O zaman sırete geçecek, içeriye girecek, bu eve girecek. Buraya, içimize girince o Lâ Fâile İllâllah, onun adı o zaman Lâ Mevsufe İllallah olur. Biz şimdi buradan yakalayacağız. Dışarıdakini bir şekilde hallediyor insan, bir şekilde. Bir şekilde, çünkü beraber yaşıyorsunuz ya her an bir tecelli oluyor. O tecellileri her an Hakk görmek… Yani hanım görüyorsunuz, hanımı geri atıp, 89 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Hakk görmek veya bey görüyorsunuz; beyi geri atıp, Hakk görmek. O zaman ne olacak biliyor musunuz? Ev olacak cennet. Cennet... Eve giderken arada sırada sağdan soldan duyuyorum: “Allah belanı versin, senin canını almasın…” Kavgalar, gürültüler; eğer bu Lâ Fâile İllâllah’ı eve sokmazsak ev olur cehennem... Bu duyulanı, bir de duyulmayanı var içeride. Yoksa cehennem işte. Cehennem… Bakkaldaki fiilde faal olanı bir şekilde halledersiniz değil mi? Lâ Fâile İllâllah eve girdi; ev, Lâ Fâile İllâllah oldu. O ev nur artık, daha ilk derste o ev, nur. İnanın bana yediğiniz de nur, içtiğiniz de nur, baktığınız da nur, uyuduğunuz da nur, hepsi… O Lâ Fâile İllâllah’ı eve soktunuz mu sonrası zaten çorap söküğü gibi gelir. Nurdan eve melekler uğramaz, şeytan zaten 4 kilometreden fazla yaklaşmaz. Ev nur olmuş, meleğe ne gerek var? Şeytan zaten gelemez. İşte, insan-ı kâmili özlediniz, bir eksiklik duydunuz, o zaman ne yapıyorsunuz? İnsan-ı kâmil de “Tamam, haydi bakalım şimdi artık cennete çevirelim” diyor. Nereyi? İşte evi. Hangi evi? “İlk önce o zahir evi çevireceğiz, sonra bâtın eve, içinize gireceğiz.” diyor. Sonra bu derste böyle buradan (işaret parmağı ile başparmağını boğazından tutarak) yakalayacağız sizi, içeri gireceğiz. Biz mi yakalayacağız? İşte o Lâ Fâile İllâllah; o zahir evi cennete çeviren Her Fiilde Faal Allah, o içeri girecek. Orada insan-ı kâmil sizin dersinizi değiştirecek; Lâ Mevsufe İllallah, diyecek. Şimdi içeri girdi, esas eve. Burası Kâbe. O Mekke’deki zahir Kâbe; burası, vücudunuz esas Kâbe. Diyecek ki insan-ı kâmil; “Haydi bakalım şimdi içeri giriyoruz, hep beraber orayı temizleyeceğiz.” 90 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bu vücuda dışarıdan pislik doluyor, dünya doluyor. Yedi tane kapısı var, yedi tane deliği var bu vücudun. Oralardan dünya giriyor içeriye. İkinci derste Lâ Mevsufe İllâllah içeri girecek; orayı da nur yapacak. Önce o delikler kapanacak. Delikler ne? Bu göz bir delik, oradan giriyor; bu kulak, ağız birer delik, duyuyorsunuz, konuşuyorsunuz buralardan giriyor; hayatınız var, oradan giriyor; ilminiz var, oradan giriyor; kuvvetiniz var, oradan giriyor; iradeniz var, oradan giriyor. Hepsinden giriyor. Nasıl giriyor? İşte, “Onlar benim” dediğiniz zaman o da dalıyor içeriye. Biz orada yer değiştireceğiz. Kapatacağız onları, dünya içeri girmeyecek. Dünya girmediği zaman işte insan-ı kâmil geliyor, yavaş yavaş giriyor. Önce Allah giriyor. O ikinci derste, Lâ Mevsufe İllâllah diyorsunuz, bu kapıları kapatmış oluyorsunuz. Dünya artık girmiyor içeriye. Dünyaya kapanıyor, ama oradan dünya çıktıkça -bir nevi çek valf var orada, dünya çıkıyor, içeri girmiyor- Allah giriyor. Dünya niye geri gelmiyor, buradaki çek valf ne? İnsan-ı kâmil, rehber. Ona rapt olursanız eğer, işte o çek valf; insan-ı kâmil. Dünya içinizden çıkıyor, Allah giriyor. Nasıl oluyor bu iş? Rapt olduğunuz oranda. Rapt olmak ne demek? O eksiklik, o rahatsızlık var ya insan-ı kâmili görmediğinizde duyduğunuz, o işte. Öyle başlıyor yavaş yavaş. Orada çek valf çok sağlam, Pir var orada. Allah diyerek, Allah ile Allah olacağız. Biz burada, sohbetlerle Allah diyerek, Allah ile Allah olacağız. Yaptığımız şey bu. Bu, başlangıç. Ondan sonra gittikçe yavaş yavaş zevkleniyor, ağırlaşmıyor, ama işin ciddiyetini, Allah demenin öyle kolay olmadığını anlıyorsunuz. Öyle karınca kararınca olduğu kadar, kabınıza 91 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler göre Allah demeye çalışıyorsunuz. Evimizi ne yapacağız? “Nur.” Nasıl yapacağız? Yanındakini Hakk görünce ev olacak cennet, yoksa cehennem… Düşünün, Halil İbrahim Peygamber’in hanımı, “Çölün ortasında, hamile kadını bırakıp da nereye gidiyorsun?” bile demiyor. Yetişmiş kadın çünkü. Yetişmiş… Her Fiilde Faal Allah… Hakk göreceğiz... Evinizi Lâ Fâile İllâllah yapmak, bu ilk dersi neredeyse halletmek demek. İnsan-ı kâmil sizin aklınızı istiyor. Çünkü bu söylediklerimi sizin kendi aklınızla yapabilmeniz söz konusu değil. Nasıl yapacaksınız? Sevgiyle… Aşkla… İşte ikinci derste aşk geliyor orada. Aşı tuttu mu âşık oluyorsunuz, nereye âşık oluyorsunuz? Bu, Ümit olarak, mürşit olarak gördüğünüz kürsü sadece. Burada Allah aşkı var. Buradan konuşan, o. Benim adım Ümit, ama buradan konuşan o değil artık, o eskidendi. Bizden bu aşk, Pir konuşuyor. Bu akıl işi değil, hangi akıl işi değil? Cüzi akıl işi değil; küllî akıl var. Buradan kim konuşuyor? Her Fiilde Faal Allah… Hakk konuşuyor. Kim dinliyor? Hakk dinliyor. Ne yapacağız? Evimizi Lâ Fâile İllâllah yapacağız ki içimizdeki eve geçebilelim. İçinizi de Lâ Fâile İllâllah yaptığınız zaman, içinizde Hakk’tan başka bir şey kalmadığı zaman işte orası Zat makamı. Bu şekilde zevk edilerek gidildiği zaman Zat makamındaki adama Kur’ân külliyle zerrelerine işlenir. Peygamber Efendimiz diyor ki Cebrail (a.s.)’a: “Ya Cebrail, bu ayetleri nereden alıyorsun?” “Efendim, bir perdenin arkasından alıyorum, size getiriyorum.” diyor Cebrail (a.s.). “Bir daha ayet getirirken perdeyi aç bak, nereden getiriyorsun?” diyor Peygamber Efendimiz. Bir dahaki sefer ayet-i kerime alırken 92 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Cebrail (a.s.) perdeyi açıyor, bakıyor ki Peygamber Efendimiz, vücud-u nuraniyesinden vücud-u unsuriyesine getiriyor ayetleri. Nurundan, bu görünen dört unsura, bu vücuda getiriyor. Biz de şimdi ne yapıyoruz? Burada, içinizde Allah’tan başka bir şey kalmayınca ne olacak burada? Biz nasıl yaşayacağız? Bizde bir tek Kur’ân değil, levh-i mahfuzun tamamı var. Daha Kur’ân geliyor ya küçük bir parçası. Tamamı geliyor insan-ı kâmile. 6666 tane değil sadece, tamamı var insan-ı kâmilde. Ümm-ül Kitap da öyle işte. Daha burada, Zat makamında bakın ne oluyor? Nereye baksan Ayten’den, nereye baksan Hakk’ın bir yüzüne. Zahir evimizden bâtın evimize bu işi taşıyacağız. Taşıdık mı olacak. Nasıl olacak? İşte mürşidinize ne kadar rapt oldunuz, o kadar olacak. Aslında kolay, yani aklınızı bir tarafa bırakırsanız kolay. Aklınızı bana, insan-ı kâmile vereceksiniz, iş bitecek. Ne demek aklınızı bana vermek? Eşinize ilk âşık olduğunuz zamanı düşünün. Aklınızı ona vermiştiniz, ondan başka bir şey düşünmüyordunuz. Aynı. Nereye baksanız o. Şairin dediği gibi “Nereye baksam Ayten, günlerden Ayten, saat Ayten’i beş geçiyor…” Âşık olmuş öyle yazıyor. Biz de aynı. Nereye baksam Hakk, Allah. Allah, o cüzi aşkı antrenman için veriyor kendisine ulaşasınız diye. Allah nerede? Göklerde değil, dışarıda değil. Sizde, dışarıda bir şey aramayın. Dışarıda zaten Allah’tan başka bir şey yok. Siz, sizdekilere bakın. “Aklınızı bana vereceksiniz!” diyorum ya “Al, efendim… Aklımı sana verdim işte…” değil. Aklınızı böyle vereceksiniz, aklınızı vermek de bu: Nereye baksanız âşık olduğunuz adam, nereye baksanız âşık olduğunuz kadın. 93 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Şimdi oraya geleceğiz biz de. Nereye baksanız Hakk’ın bir yüzü, oraya geleceğiz. Aynı. Ondan diyorlarmış ya tarikata gelene, “Oğlum sen hiç âşık oldun mu?” diye. O talebe, “Hayır, efendim…” dediğinde de “O zaman git, âşık ol da gel, bir antrenman yap da gel…” derlermiş. Nereye baksanız işte o âşık olunanın yerinde, Allah’ın bir yüzünü göreceğiz biz. Zaten ortada başka bir şey yok. Allah dedi mi bir insan bizim meyvemiz o. Nereye baksanız o (zikriniz ne ise), nereye baksanız o… Daha Lâ Fâile İllâllah’ta Ayten gitti. Öyle bir bilince geleceğiz ki nereye baksak Hakk’ı seyredeceğiz. Cüzi aşktan ilâhî aşka geçeceğiz. Ayten’e olan aşk dört yılda biter. Bizimki dört yıl sonra bitmiyor, dört yıl sonra daha, on dört yıl sonra daha, yirmi dört yıl, yüz kırk dört yıl, beş yüz elli dört yıl, dört yüzyıl sonra daha, daha… Bu bitmiyor. O cüz olduğu için küçük bir parça olduğu için bitiyor. Bizimki kaynağı. Öyle bir hale geleceğiz ki işte nereye baksanız Hakk’ın bir yüzü. Aynî, Ayten’i gördüğünüz gibi, aynî. Ama aynî, benzeri değil yani, Kur’ân terminolojisinde aynî, aynısı değil yani. Bu evleri halledeceğiz; önce zahir evi sonra da bu vücut evini halledeceğiz, olacak bu iş… 94 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler HER OLAY BİR AYET HER ZERRE BİR AYET Üç Aylar: Recep, Ef’âl makamı; Şaban, Sıfat makamı; Ramazan, Zat makamıdır. Recep ayı, üç ayların başlangıcı. Recep, Ef’âl makamını simgeliyor; Şaban, Sıfat makamını simgeliyor; Ramazan da Zat makamını. Artık orada bitiyor iş. Ne yapıyoruz biz Zat makamında? Oruç tutuyoruz. Oruç ne? İşte kış, yaz durumuna göre belli bir saat, ayete göre “Beyaz iplik, siyah iplikten ayırt edilene kadar”16 bir şey yemiyoruz, içmiyoruz; herhangi bir şekilde vücuda dışarıdan iğne de dahil hiçbir şey girmiyor. Kur’ân’a göre oruç böyle. Bu, yılda bir ay yapılan şeriat kısmı. Tabii ki biz de yapıyoruz. Oruç; uruç demek. Uruç, yükselmek demek. Zat makamına gelen salik, kendisi fark etse de etmese de miraç eder. 16 Bakara, 187 95 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bakın neden üç aylar diyorlar? Neden üç aylar çok önemli? “Üç aylar” denilen, Fena makamları. İnsanlar şeriata göre yapıyorlar, lafımız yok. Her şey yerinde güzel. Biz burada hakikati anlatıyoruz, hakikatle yaşamaya çalışıyoruz. Uruç, yükselmek demek. Gelebileceğiniz en üst nokta ne? Miraç etmek. Herkes miraç edecek; Peygamber Efendimiz etti, bakın aynı. Peygamber mesleği diyoruz ya biz de miraç edeceğiz. Zat makamını zevk eden, fenafillâh olan salikin bu dünyayla hiçbir işi kalmaz; “Zevkinde!” Sabah yine kalkıp işimize gideceğiz; çocuğumuza sarılıp koklayacağız; koklayacağız, ama Hakk’ı koklayacağız, Hakk’ı öpeceğiz. Baktığınızı, baktığınız an Hakk görecek duruma geleceğiz; Allah’tan başka bir şey olmadığı bilincine geleceğiz Zat makamında. İşte miraç o. Kolay mı? Değil. Baktığınızı, baktığınız anda Hakk görecek bilince ulaşacağız. Yapacağız... Miraç; baktığınızı, baktığınız an Hakk görecek duruma gelmek; Allah’tan başka bir şey olmadığı bilincine ulaşmaktır. Recep’le başladık, işte Ramazan da yakın, gelecek. İşte şeriatta, Recep, Şaban aylarında başlıyorlar “Günaşırı oruç tutabilirsin, haftada bir tutabilirsin” diye anlatmaya. Sünnetler başlıyor yani. Şeriatta bunlar yükselmeyi sembolize ediyor. Biz asla ve asla şeriattan taş düşürmüyoruz, şeriatı incitmiyoruz. Ne demek bu? Tabii ki orucumuzu tutuyoruz, tabii ki namazımızı kılıyoruz, tabii ki abdestsiz gezmiyoruz. Çünkü Allah’ın velileri böyle konuştukları zaman sanki şeriatı küçümsüyormuş gibi bir durum ortaya çıkar. Küçümsemiyoruz. Biz onların yaptıkları beş vakit ibadeti, 96 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler her an yapmaya çalışıyoruz, “an”da yapmaya çalışıyoruz. Hâşâ, kimseyi küçümsemek söz konusu değil. Sümme hâşâ… Bizim üç aylarımız başladı. Üç aylar ne zaman başlıyor? Ne zaman insan-ı kâmile biat ettiniz, üç aylar başlıyor. Öbürleri işte yaşadığı kadar gelecek. Bütün bu şeriatta gördüğümüz, bildiğimiz, kulaktan duyduğumuz her şey muhakkak ve muhakkak hakikati sembolize eder. Bu sembolleri ancak bir rehberden, bir insan-ı kâmilden öğrenebilirsiniz. Öğrendiğiniz oranda, herkes nasibi oranında da yaşayacak işte. Recep geldi, üç aylar başladı; Ramazan’da işimiz bitiyor. Nasıl bitiyor? Açık şirki artık tevhit ediyoruz; bitiyor. Yani orada Lâ İlahe İllallah, diyor bu vücut; sözle değil, kelimeyle değil. Bu vücut diyor. Yok, bu vücut artık bitti; orada anlıyorsunuz hiçbir şeyin vücudu yok, ortada Allah’tan başka hiçbir şey yok. İşte o zaman Lâ İlahe İllallah demiş oluyorsunuz. Yani “Allah’tan başka ilah yok” sözünü bu vücut söylemiş oluyor, siz değil. Yoksa “La İlâhe İllallah, Muhammed’dir Resullullah” deyin. Tamam, adı üstünde “Kelime-i şehadet.” Kelime olarak şehadet getiriyor. Biz kelime olarak getirmeyeceğiz, biz yaşayarak getireceğiz. Ve bu adamın bütün ömrünü alır. “Müslüman olmak”, “Eşhedü Enla İlahe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammed’ dir Resulllullah” demekle olmuyor; o kadar kolay değil bu iş. Daha bu üç derste üç ayları hallediyoruz. Yani Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine geliyorsunuz. İki ay sonra ne var? Kurban. Ondan sonra da kurban olacaksınız işte. Koyunu mu boğazlayacağız? Sizi boğazlayacağız işte. Hepiniz birer İsmail’siniz, ben de buradayım. Kurban geliyor iki ay 97 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler sonra. O niye geliyor iki ay sonra? Anlıyorsunuz artık bitti; ondan sonra Beka makamları geliyor işte. O kurbiyet başlıyor orada. Biz sizi kurban edeceğiz, kurban ederken gökten öyle bir koyun inmeyecek. Yani ne demek bu? İşte ondan sonra Cem makamı geliyor. Nereye baksanız Ayten, dedik ya nereye baksanız Allah’ın bir yüzünü görüyor olacaksınız artık. Her şey orada. Koyun gelmeyecek. Çünkü o makama gelmiş olan salikte koyun kalmayacak; içindeki bütün hayvan ahlâkları gidecek; hiçbir şey kalmayacak orada. Her olay bir ayet, her zerre bir ayet. Salik o üç ayları tamamladığı zaman artık ona “Her olay bir ayet, her zerre bir ayet” oluyor. Bakın daha Zat makamında, salike “Her olay bir ayet, her zerre bir ayet” oluyor. Daha önce dedik ya “Zat makamındaki salike Kur’ân künhüyle işlenir.” diye. İşte her olay bir ayet, her zerre bir ayet ona. Artık orada okumaya başlayacak. Öyle bir tek o kitapta, Kur’ân’da yazılı 6600 küsur ayet değil, her olay bir ayet oldu, her zerre bir ayet oldu. Neden? Çünkü o artık Allah’tan başka hiç bir şey olmadığı bilincine ulaştı. Hayretler içerisinde; konuşamıyor, dil kesilmiş, bir şeyi yok… Artık seyre bakın siz onda. Artık ölü makam, konuşacak bir şey yok. Orada ne diyor: Lâ Mevcude İllallah. Oradaki, üçüncü aydaki zikir o. Lâ Fâile İllâllah; fiilde faal olan Allah dedik; onu bir de evimize aldık; zahir evimizi de Lâ Fâile İllâllah yaptık. Ondan sonra buraya, içimize getirdik onu, Lâ Mevsufe İllallah oldu artık. İçeri girdi artık. Bütün sıfatlarda faal olanın o olduğunu, sıfatların Hakk olduğunu, mevsuflarda faal olanın o olduğunu gördük. Ondan sonra o artık buradan çıkıyor. Nasıl çıkıyor? Parçalıyor bu vücudu, hiçbir şey kalmıyor: 98 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Lâ Mevcude İllallah. Ne demek Lâ Mevcude İllallah? Allah’tan başka mevcut olan hiçbir şey yok, demek. Gittiniz işte, bitti. Bu dünyada hiçbir işiniz kalmadı, öldünüz. “Ölmeden önce ölünüz; mutu kalbe ente mutu” diyor ya bir hadiste, o işte. Ölmeden önce bu vücutta ölüyorsunuz, bu vücut artık sizin mezarınız. Daha önce neydi? Benliğinizdi. Sonra fiilde faal olanı seyre başladı; sonra içeri girdi, o benliği halletti; bir şey kalmadı. Bir şey kalmayınca ne oldu? Boşaldı; burası, bu vücut mezar oldu. Kimin mezarı? İşte sizin mezarınız. Şimdi hep böyle sizin içinizde konuşan bir şey var, değil mi? Mesela karnınız acıkıyor. O konuşan bir şey, “Karnın acıkmasın” diyor mu? Demiyor. O zaman konuşan başka. Bu vücut da başka… Tırnaklarınız uzuyor, saçınız uzuyor, hasta oluyorsunuz. Bu vücut üzerinde hiçbir hâkimiyetiniz yok aslında. Nasıl büyüyor o çocuk annesinin karnında? Fiilde faal olan büyütüyor onu orada. Affedersiniz, idrarınızı tutamazsınız. Hiçbir hâkimiyetiniz yok o vücutta. Yok, ama bütün gün “Onu ben yaptım, bunu ben yaptım.” diyoruz. Tutup kaldırıyoruz, “Ne güçlü adamım!..” diyoruz. Bakıyoruz aynaya, “Ne güzelim…” diyoruz. Ee, bu vücut sizin değil ki. Hiçbir hâkimiyetiniz yok bu vücut üzerinde. Haydi, acıkınca yemek yemeyin. Yatırır; tansiyonunuzu hoplatır, zıplatır, yatırır. Mesela, bir diyet yapmaya kalkıyoruz, ikinci gün ikişer gofret yiyiveriyoruz! Vücut sizin değil, niye sahip çıkıyorsunuz? Mesela tırnağınız uzadı, kesiyorsunuz değil mi? Ölü kısımda bir şey yok, biraz daha inin bakayım derine doğru, müsaade ediyor mu? Ne yapıyor? Zıplatıyor sizi. Bakın sizin değil, tırnağınızı bile kesemezsiniz, onun istemediği kısmı kesemezsiniz. Kestiğiniz onun istediği kısmı. Neden? Çünkü altına mikrop girer, o olur, şu olur… O biliyor o. Zaten 99 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler biraz itidalli olan biri bu işi kapar. Bu işte bir terslik var, diye düşünür. Bakın sizin bir şeyiniz yok aslında. Biz bütün gün, “Benim…”, “Onu ben yaptım…”, “Bunu ben yaptım…”, “O haksız, ben haklıyım…” deyip duruyoruz. Nasıl oluyor? Bu vücut sizin değil ki işte. İşte ne yapıyoruz? O üçüncü ayda, Ramazan ayında Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığı bilincine ulaşıyoruz, bu vücut da dâhil. Biz biliyoruz ki ondan sonra hiçbir şeyin vücudu yok. Ne demek vücudu yok? İşte bakın, sizin değil. Sizinki bile sizin değilken başkası üzerinde nasıl hâkimiyet kuracaksınız? Anne karnında, rahimde bir hortum var çocuğa bağlı. Annenin vücudunda bir kişilik demir olsun, iki kişilik olmasın çeker hepsini, anneyi öldürür. Haydi, vermesin anne... Sorsalar anneye verir, ölür de. Ama sormuyorlar ona. O rahimdeki çeker öldürür, o demiri alır, anne ölür. İşte hiç kimsenin vücudu yok aslında. Recep, Şaban, Ramazan; Ef’âl, Sıfat, Zat; üç aylar. Ne diyor ayette: “Bin aydan daha hayırlıdır.” 17 Gerçekten öyle. Yüz bin ay yaşayın, Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllallah, Lâ Mevcude İllallah demedikten sonra hiçbir hayır yok. Hiç… O, bin aydan daha hayırlıdır bu üç aylar, diyor ya ayette işte o üç ayları yakalayasınız. Bir de Kadir Gecesi var arada. Kadir Gecesi ne? İşte insan-ı kâmili buldunuz, biat ettiniz; işte kadir. İşte üç aylar başladı, onu ne yapsın? Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllallah, Lâ Mevcude İllallah… Bu, bin aydan daha hayırlı. Allah’ın velisi, “İstersen yetmiş yıl ibadet etmiş ol, bir de bu yetmiş yıl ettiğin ibadetler kabul olmuş olsun; ben, insan-ı kâmilin bir bakışını bu yetmiş yıllık kabul olmuş ibadete değiştirmem!” diyor. Bütün bunlar, Melâmî insan-ı 17 Kadr, 3 100 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kâmillerindeki feyz ile oluyor. Kitap okumakla olmuyor bu iş. Olsaydı Mevlânâ olurdu kitap okuyarak. Geliyorsunuz işte haftada bir gün ya da on beş günde bir, işte ne zamansa sizin rapt oluşunuza göre geliyorsunuz sohbetlere; burada depoyu dolduruyoruz Allah’la. Ondan sonra bütün gün Allah demeye çalışıyoruz. Zat makamında bu vücut mezar oluyor, tertemiz oluyor. İçinde Allah’tan başka hiçbir şey kalmayınca insan-ı kâmil o vücuda, o mezara giriyor. Oradan konuşmaya devam ediyor, onlar hiç ölmüyorlar. İnsan-ı kâmil geliyor, kim ki temizlenmiş onun içine giriyor. Biraz önce dedik ya Lâ Fâile İllâllah içinize girecek, sonra bunun sonunda Lâ Mevcude İllallah gelecek, diye. İnsan-ı kâmil geliyor, “İşte, benim bâtın mezarım” diyor; onları imzalıyor. Belli onlar. Bir laf vardır: “Allah’ın velileri mezarlarından daha hâkimdir.” diye. Hangi mezar? İşte bu mezar. Gidip o zahirdeki taş, toprak mezarın başına ip bağlıyorlar, şunu yapıyorlar, bunu yapıyorlar… Yok öyle bir şey. İşte veliler bu mezardan, bizden tasarruf ederler, hâkim olurlar, o zahirdeki taş, toprak mezardan değil. Ne yapıyor insan-ı kâmil? İşte geliyor, bizden anlatıyor. Bu böyle çok zevkli bir iştir. Allah dedik mi işimiz asan. Daha da güzel bir şey yok, Allah ile Allah olmaktan başka… 101 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 102 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler SİZE ŞAH DAMARINIZDAN DAHA YAKINIM Göklerde bir yerde Allah var diye inanan, tüm Kur'ân'a muhalif olur. Bu kafanızın içinde Allah'tan başka bir şey kalmayacak. Yoksa o kafa, ha kafa ha futbol topu, aynı. Bir farkı yok yani. Allah'tan başka bir şey kalmadı mı tamam, kafa güzel. Allah'tan başka bir şey varsa futbol topu. İşte böyle arkadaşlar, ne yapacağız edeceğiz Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşacağız. Bu kafanızın içinde başka bir şey kalmayacak. “Ben şairim, şiiri karanlıkta ayak sesinden tanırım. Ne zaman bir türkü dinlesem şairliğimden utanırım…” diyor bir şair. Adamın ilk önce içi yanıyor, ondan sonra türküler yakılıyor, şiirler yazılıyor dikkat ederseniz, değil mi? Burası, yüreği yanmadan o türküler, şiirler çıkmıyor işte. Ne zaman burası, sineniz yanar, sonra işte Allah çıkar, ayet çıkar, hadis çıkar buradan; böyle yanmadan çıkmaz yani. Haydi, bakalım şimdi herkes bana şah damarını göstersin. Koyun ellerinizi şah damarınıza. Şah damarınız nerede? 103 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Evet, iyi tutun orayı. Yakaladınız mı? Yakaladınız. Şimdi ne diyor ayette: “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.”18 diyor. Nerede? Burada (eliyle şah damarını göstererek). Daha yakın nerede? Daha yakın şimdi düşünün, şah damarından daha yakın. Bir kere söylediği şey şu: “Göklerde bir yerde beni aramayın! Vücudunuzun dışında beni aramayın!” diyor. Çünkü ortada zaten Allah'tan başka bir şey yok, ama siz daha onu göremezsiniz, diyor. Bakın açık açık söylüyor. “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.” diyor. Ne yapıyoruz biz? Göklerde arıyoruz. İşte açıkça söylüyor şah damarından daha yakınım, diye. Şah damarından daha yakın olanı, işimizi gücümüzü bırakıyoruz göklerde arıyoruz, değil mi? Peki şah damarından daha yakın nerede olur? İşte tüm vücudunuzda o. Peki neden bunu işaret ediyor? Çünkü biz zanlarımızla hareket ediyoruz. Onun için ayet bunu açık bir şekilde işaret ediyor. Ta doğduğumuz günden beri bize hep bir şey öğretmişler. O öğrettikleri de Allah değil. “Ben kafanın içindeyim; ben damarlarında dolaşanım; ben senin organlarınım; ben senin vücudunum; ben her şeyim; işte bak oradayım ben…” diyor. Göklerde bir yerde beni aramayın! Şah damarından daha yakın nerede? Kafanızın içinde. Peki, sizin kafanızın içinde ne var? Allah olsa göklerde aramayız bir kere. İşte kafanızın içinde, bir insan-ı kâmil bulup, ona biat edene kadar Allah'tan başka ne biliyorsanız onlar var. Her şey var, ama Allah'tan başka her şey var kafanızın içinde. Yakaladık bakın şimdi damardan yakaladık değil mi? Kafanızın içinde Allah'tan başka ne biliyorsanız 18 Kaf, 16 104 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler onlar var, hepsi var. Oğul var, kız var, hanım var, eş var, iş var, bakkal var, manav var, var da var kafanızın içinde. Zehir var… Ve her taraf zehir haa. Zehir var, ama panzehir nerede? Panzehir burada, insan-ı kâmilde. Zehir; Allah'tan başka ne biliyorsanız sizi zehirliyor işte. Panzehiri de bizde. “Şah damarından daha yakınım.” diyor. Biz onu hep başka yerlerde arıyoruz. Nasıl yakınlaşacağız, nasıl yakın olacak? Daha yakın diyor; daha yakın. İşte ilm’el yakîn, ayn’el yakîn, Hakk’el yakîn. Daha yakîn o. İlm’el, Ayn’el, Hakk’el. İlm’el; Ef’âl. Ayn’el; Sıfat. Hakk’el; Zat. Ne yapıyor insan-ı kâmil? Geliyorsunuz o kafanızın içindekileri ayıklıyor. İlk ders ne? Her Fiilde Faal Allah. Fiilde faal olan Allah; gökte yok, yerin dibinde yok. Yani fiilde faal o; göklerde her ne fiiliyat varsa o fiilde de faal olan Allah. Güneş patlaması oluyor; oradan radyasyon yayılıyor, o oluyor, bu oluyor… Kuyruklu yıldız geliyor; med cezir oluyor, depremleri tetikliyor. Orada faal olan da Allah. Bakın fiilde faal olan Allah. Ee, her şey hareket halinde. Hiç durmadan dönüyor, çok hızlı bir şekilde bu evren dönüyor. O kadar hızlı dönüyor ki biz duruyor zannediyoruz. O hızlı dönüşte faal olan, Allah. Zaten burayı yakaladığınız zaman ortada Allah'tan başka bir şey yok! Onu nasıl anlatıyor Allah'ın velileri geçmişte? “Allah uyusa -ki uyumaz- bu dağlar çöküverir.” diyorlar. Bu gezegenler, ipi kopmuş top gibi uzayda savrulur. Bakın Her Fiilde Faal Allah... Yanımızdaki ya da karşımızdaki adamla aramızda şu an bir boşluk yok. Nasıl boşluk yok? Bu hava var işte, diyeceksiniz. Boşluk değil o. Bu uçaklar nasıl uçuyor zannediyorsunuz? Böyle bir araç yerden sanırım yaklaşık dört yüz kilometre -rakamlarda yanılıyor olabilirim105 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler hıza ulaştığı zaman, hava o süratten, o hızdan betonlaşıyor; çok sert oluyor; hava adeta asfalta dönüyor o hıza ulaştığı zaman. Uçakların burnu da sivri ya pilotun yapması gereken şey şu: Kaldırıyor direksiyonu, çok sert ya o sertlikte uçmuyor, kayıyor; öndeki motorlar havayı alıyor, arkadaki motorlar da itiyor. İterek onu yukarı doğru çıkartıyor. Sert yol var orada betonlaşıyor. Seksen veya yüz yirmi kilometre hızla giderken arabadan kolunuzu çıkartın bakayım ne oluyor? Kırılıverir. Hızlandığı zaman her şey betonlaşıyor, sabitleşiyor; hızla dönüyor. Zaten Kur'ân'da da bütün bu gezegenleri “Yüzüyor” diye tarif eder; “Uçuyor” demez. O kadar hızlı dönüyor ki bu evren. Bu dönüşte faal olan, Allah. Ee, bizim küçük fiillerimizde de müsaade edin de o faal olsun artık. Şu kolumu oynatmamda da faal olan, o. Bütün bu evrenin dönüşünde faal olan için şu kolun oynaması ne ola ki? Nerede? Göklerde. Yani her fiilde faal olan bir yerde; Allah, ayrı bir yerde değil. Ortada Allah'tan başka bir şey yok. Onun için de Allah, “Ben sana şah damarından daha yakınım.” diyor. Allah hiç kimseyi affetmez. Çünkü kimseyi suçlamaz. Göklerde bir yerde Allah var diye inanan adam, tüm Kur'ân'a muhalif olur. Bütün ayetlere muhaliftir. Ama Allah'ın burada affediciliği devreye girmiş; adam göklerde bir yerde biliyorsa da ben bunu birazcık affedeyim, demiş. Şeriat ayetlerini getirmiş, ama arkadaşlar özde “Af” diye bir şey yok. Allah hiç kimseyi affetmez. Çünkü kimseyi suçlamaz. Göklerde bir yerde Allah var diye inanan adam, bütün Kur’ân'a muhalif olur, muhalif olunca da hangi hayvan ahlâkıyla yaşıyorsa onunla gider. Yani, hayvan olarak gider. Aslında bakın af yok, çünkü suçlama da yok. Dikkatinizi 106 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler çekerim; şerri düzenler, o hayvanların bu toplumda yaşarken birbirlerine az zarar vermesi için gelmiştir! Öbür tarafa gidişi engellemek için değil! Orayı düzeltmek adına değil. O günah, bu günah… Adam saldırıyor işte hayvandan aşağı ya. Yoksa af diye bir şey yok, çünkü suçlama diye de bir şey yok. Suçlamıyor ki… Sistem, bu. “Göklerde bir yerde Allah var” diye inanıyorsanız, “Yerin dibinde var” diye inanıyorsanız bütün Kur'ân'a muhalifsiniz! Kur’ân'a muhalif olduğunuz an, insana dönüşebilmeniz söz konusu değil, hayvan olarak gidersiniz. Peygamber Efendimizin dini bu işte. Geliyor, nasibinde olanlar bir insan-ı kâmil buluyor; o insan-ı kâmil de işte onlara bu sırları, bu şifreleri, bu anahtarları veriyor. Zaten gelenler onlar; o biliyor, onlar içinizde sizin. İnsan-ı kâmil size bir şey vermiyor, sizin içinize bir şey doldurmuyor. Sadece şifreleri, anahtarları veriyor. Zaten siz o’sunuz. Nesiniz? İşte Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşacak velilersiniz. Ezel-i Ervah’ta bu belirlenmiş. Sizler onlarsınız. Geliyorsunuz buraya, bu rehberi buluyorsunuz, bu rehber size nasıl yürüyeceğinizi, ne yapacağınızı anlatıyor; her adımda şifreleri, anahtarları veriyor. Onu takip ediyorsunuz, halinize göre de işte tevhit ediyorsunuz. Ne diyor insan-ı kâmil: Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah. Diyor da bu ilk dersmiş ve çok kolaymış gibi görünüyor, ama değil. Çünkü bu ilk ders, bütün ilimlerin üzerinde. Bu ilk ders insanlık, insanlığa ilk adım. Bu ilk ders, peygamberin ümmeti olmaya ilk adım. Yani öyle ilk ders çok kolay, çok basit değil. Zaten adam biat ettiği an, daha iman etmeden tüm şerri ayetleri bünyesinde topluyor. İman 107 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler etmesine gerek yok. Geldi insan-ı kâmili buldu, o şerri ayetler adamın bünyesinde zaten otomatikman. Çünkü buldu insan-ı kâmili, “Ben gayret edeceğim” diyor. Becerebilir, beceremez ayrı bir olay. İnanılmaz yüksek bir makam. Önemli olan geldi, buldu insan-ı kâmili. O yüzden de Allah'ın velileri; “Ef’âl makamındaki salik, herhangi bir tarikatta şeyhlik yapabilir.” derler. Ben şimdi sizin ilim perdelerinizi kaldırıyorum, o kadar açık söylüyorum bunları. Bâtın perdenizi değil ha! Ama ilim perdelerinizi size kaldırıyorum. Bu yüzden herhangi bir şeriata veya tarikata Ef’âl talebesi gider ve şeyhlik yapar. Çünkü biat ettiğiniz an, “Göklerde bir yerdekinin değil de ben işte bu rehberin dediğini yapacağım” niyeti var burada, bitti. Geldiniz, tüm şerri ayetleri bünyenizde toplamaya başlıyorsunuz. Çünkü göklerde bir yerde Allah var, diye inanan adam Kur’ân'ın tamamına muhalif, tamamına. Anını kurabilmesi söz konusu değil o adamın, mümkün değil. Bütün bu evrenin zübdesi, meyvesi insan-ı kâmildir. İlk ders; Her Fiilde Faal Allah. Bir ömür boyu bunu konuşacağız. Hangi fiilde? Fiiller bizim sıfatlarımızın gördüğü oranda değil ki. Fiiller, sınırsız! Mesela, Jüpiter gazdan oluşmuş bir gezegen değil mi? Sadece Avrupa uydusuna bir kemer taksanız, Dünya'ya getirebilseniz on beş milyon yıl Dünya'nın gaz ihtiyacını karşılıyor. On beş milyon yıl Avrupa uydusu gaz ihtiyacını karşılıyor. Gaz niye orada var? İşte bizim atmosferimize gelecek olan o zehirli gazları o topluyor etrafında. Buradaki yaşam için var. Ee, orada faal olan ne? Kelaynak sürüsü mü? Güneş sistemindeki dokuz tane gezegenin hepsinin bu Dünya'ya hizmeti var. Bize hizmeti var. Hepsinde faal olan da o. Çünkü bu evrenin meyvesi, insan-ı 108 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kâmil. Hepsi ona hizmet etmek adına burada. Çünkü Kur’ân'da: İnsandan üstün melekler var, diyor. O konuşan hayvandan üstün melekler olduğunu söylüyor Kur’ân. Biz insan olmaktan bahsediyoruz; Ehadiyyet-ül Cem makamından bahsediyoruz; Peygamber Efendimizden bahsediyoruz. Onun üstü yok. O meyve, bu evrenin meyvesi insan-ı kâmil burada, bizde. Nasıl ki ağacın meyvesi var, o ağaçtan elmayı, armudu kopartıp, yiyorsunuz; bu evrenin de meyvesi insan-ı kâmil. İnsan-ı kâmil ne? Fenafillâh olmuş salik. İnsan-ı kâmil diye bir kendimden bahsetmiyorum ha… Zat makamı ve üstü de hepsi insan-ı kâmil. Lütfen bu bilinçle yaşayınız. Zaten bu bile yeterli olacaktır. Bütün bu evrenin zübdesi, meyvesi insan-ı kâmil. O yüzden işte Allah’ın velileri bunu, “Bu Dünyayı on defa büyütseniz, insan-ı kâmilin gönlüne koysanız bir serçe kuşu kadar yer tutmaz.” diye anlatırlardı. Neden? Çünkü bunları biraz önce anlattığım ilmi şekilde anlatsalar da bu şekilde algılanmayacak durumda olduğu için böyle anlatılmıyordu. Şimdi bakın anlatıyorum. Ama her anlatım, size sorumluluk yüklüyor arkadaşlar. Yani her veli, mürşidinin anlatımına göre sorumluluk alır. Bu kadar açık konuşmanın sorumluluğu var sizde. Ama ben o güzelliği gördüğüm için devam ediyorum. Yani herkes karınca kararınca elinden geleni yapmaya çalışıyor. Her Fiilde Faal Allah. Bütün her şey o kadar hızlı dönüyor ki biz duruyor zannediyoruz Hiçbir şeyin yerinde durduğu yok. Bu hızlı dönüşte faal olan, Allah. Ufkunuzu genişletin. İşte bu kalemi aldınız, buradan buraya koydunuz; şirk. Tamam, Her Fiilde Faal Allah. Dönün kendinize; siz 109 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler evrensiniz çünkü. Ben bunu niye anlatıyorum? Yani oralarda bir yerde Allah aramayın, diye anlatıyorum. Dönün, kendinize dönün. Sizin yeriniz neresi? İşte bu “Sin”, içiniz; buraya dönün. Fena makamlarındaki salikin buraya, sinesine dönebilmesi için önce kendine dönmesi gerekiyor. Beka makamındaki salik de zaten artık buraya, insan-ı kâmile dönecek. Fena makamlarındaki arkadaş önce kendinde bulacak; yani kafayı boşaltacak. İçeride Allah'tan başka bir şey kalmayacak. İşte biz bunları ayrıntılı bir şekilde konuşmaya devam edeceğiz. Bu Ef’âl daha, düşünün. Her Fiilde Faal Allah, ama her fiilde. Ayrı bir fiil yok yani. Ortada Allah'tan başka bir şey yok. O fiile dokunduğu an Allah, o dokunduğu fiilin şekline dönüşüyor. “Kader” denilen şey bu işte. Kanmayasınız ona. Görünür hale geliyor, kendinden kendine seyre geçiyor. Kanmayasınız... Bir an fiilde faal olanı unutmayın!.. Herkes dersi ne ise onu unutmasın!.. 110 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kum Gibi Olup, Akmak: NE KIRACAĞIZ NE KIRILACAĞIZ Allah, köre, körün Allah’a baktığı gibi bakar. Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştı; daha yaşamına geçirmedi; veli o. Bu bilinci hayatına geçirdiği zaman ona “Abdullah” diyorlar. İşte herkes kendini bir yerde bulur; birden bire olur her şey. Hiç boşluk yok aslında birden bire, kendinden kendine, birden buluverirsiniz kendinizi, birden bire… Eskiden tarikatların içerisindeymiş Melâmîlik. Şeyh talebeyi alıyormuş, tarikat eğitimini veriyormuş; ondan sonra seçiyormuş içlerinden Ef’âl makamını veriyormuş. Şimdi bu iş şöyle oluyor: Sizin o dışarıda yaşadığınız hayatta, kendiliğinden doğaçlama tarikat eğitimini alıyorsunuz o dışarıdaki ilişkilerinizle. Her ne yaşıyorsanız hayatınızda; oradaki doğrular, yanlışlar, iyiler size doğal bir tarikat eğitimi veriyor, ama siz farkında olmuyorsunuz. Mesela biri bir şey yaptığı zaman “İyi bir hareket yaptı, kötü bir hareket yaptı…” diyorsunuz. Değil mi? “Bu insan iyi bir insan, kötü bir 111 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler insan…” diyorsunuz; onu niteliyorsunuz. “Sözüne güvenilir, güvenilmez…” diyorsunuz; onu niteliyorsunuz. Futbol takımında oynuyorsunuz, “Adam pas veriyor, vermiyor; egoist…” diyorsunuz; onu niteliyorsunuz. İşte bunlar eğitim; bütün bunlar nefsin mertebeleri. Hepsini yaşıyorsunuz zaten hayatınızda. Sadece nitelemesini bilmiyorsunuz. Hepimiz için öyle… Zahir farkı açılmayan adamın, bâtın farkı açılmaz. Etrafınızı gözlemlediğiniz zaman zahir farkınız açılır. İzleyeceksiniz etrafınızı; sorgulamadan, yargılamadan izleyeceksiniz; sadece gözlemleyeceksiniz! O kararları, nitelemeleri içinizde vereceksiniz! Adamın yüzüne karşı değil! Adam güvenilmezse ona, “Sen güvenilmezsin.” demeyeceksiniz. Ona güvenilmez bir şekilde davranacaksınız, uzak duracaksınız, arkanızı döneceksiniz, sırrınızı vermeyeceksiniz, yüzüne söylemeyeceksiniz. Çünkü ondan tecelli edeni, fiilde faal olanı biliyorsunuz değil mi? Allah’ın bir yüzüne kusuru söylenir mi? Ama sizin ondan uzak durma yetkiniz var, ayet var: “Arkanı dönebilirsin…” diyor. Şimdi burada bir sır daha vereyim: Zahir farkı açılmayan adamın, bâtın farkı açılmaz. Kırk dereden su getirse; yedi çeşmeden su toplasa gelse; okusak üflesek açılmaz. İzleyeceksiniz, ama yargılamayacaksınız, sorgulamayacaksınız. Yargılayıp, sorgularsanız eğer orada kalırsınız; aşağıya çeker sizi o yargı… İzleyeceksiniz, çünkü ayette ne diyor: “Her şey apaçık gözünüzün önündedir.” diyor. Gerçekten apaçık gözümüzün önünde, ama bizim gözümüzün perdeleri olduğu için göremiyoruz. İşte onları izleyeceksiniz; ben sohbet ederken gözünüzü dikeceksiniz, benim gözlerime bakacaksınız; 112 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kafanızı öne eğmeyeceksiniz, bana bakacaksınız dimdik ve sevgiyle… Dışarıda da olaylar oluşurken bana bakıyormuş gibi onları izleyeceksiniz. İzleyeceksiniz, o zaman işte o zahir fark sizde yavaş yavaş ortaya çıkacak. İzleyeceksiniz, ama kimseyi rahatsız etmeden, belli etmeden. Burada değil, dışarıda izleyeceksiniz. Ne diyorlar? “Futbol antrenörü maçı okudu.” diyorlar. Kitap değil, harf yok, ama “Adam okudu, orta sahada bir değişiklik yaptı.” diyor. Neyi okuyor adam? Kendi takımının eksikliğini veya rakip takımın eksikliğini okuyor; “Şurada şu hamleyi yap...” diyor. Durumu okuyor yani. Şimdi siz de okumaya başlayacaksınız etrafınızı, yani izleyeceksiniz onları. Hepsi ayette var, şimdi hepsini izleyeceksiniz. Nasıl adam? İyi mi kötü mü? Ne yapıyor, ne ediyor? Hepsini izleyeceksiniz. Kum gibi olacağız, akacağız; ne kıracağız ne kırılacağız. Bahçeli bir evimiz vardı. Bahçeye bir tane söğüt diktik. Bahçıvan işi biliyor, koruma koymamış etrafına söğüdün. Bir gün yine rüzgâr esiyor; ben de pencereden izliyorum. Ağaç gitti gidiyor, kırılacak; o kadar güçlü esiyor rüzgâr. Bilmediğim için kızıyorum bahçıvana, “Bu söğüdün etrafına niye koruma yapmadı?” diye. O, söğüdü biliyor; rüzgâr estikçe eğiliyor söğüt, rüzgâr estikçe eğiliyor. Dik durmuyor; eğildikçe de kırılmıyor. Kırılmadıkça rüzgâr onu besliyor o eğildikçe. Rüzgâr esiyor, söğüdün gövdesi hiç tınmıyor. O söğüt inceyken rüzgâr estikçe eğildi hep; o eğilince rüzgâr onu kırmadı; tam tersi besledi, güçlendirdi, büyüttü. Anlatabiliyor muyum? Şimdi siz de geldiniz, insan-ı kâmili buldunuz; siz de şimdi bu rüzgârın önünde eğiliyorsunuz; siz de o ağaç gibi olacaksınız şimdi. O rüzgâr estikçe yukarıdaki dallar 113 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler sallanıyor, selam veriyor rüzgâra. Biz böyle o bahçede çok irşat olduk. Mesela, gülleri izliyordum. Güllerin önce dikenleri çıkıyor; güller sonra çıkıyor. Bir de dikenler ne kadar sivri olursa güller o kadar güzel kokuyor. İşte hayatta da ne kadar belanız, dikeniniz fazla olursa o kadar güzel kokarsınız; sizdeki gül de o kadar güzel kokar. Kuşları seyrediyordum. Kuş dalda açıyor sabah gözünü değil mi? Mutfak yok, ekmek teknesi yok… Dünden kalan hiçbir şey yok… Bankada hesap yok, sosyal sigorta yok, hiç bir şey yok... Sabah gözünü açıyor, başlıyor uçmaya; ne bulursa yiyor. Sonra akşam geliyor, dala konuyor; kaygısı yok o gün ölecek miyim ya da aç mı kalacağım diye. İşte biz de bu meslekte mürşidimize karşı, mesleğe karşı bu kuş kadar olmalıyız. Böyle anlatınca küçük gibi geliyor da o kuş kadar olmak, ama büyük mertebe. Kuş kadar dediğim, Zat makamı. Kuş kadar beynin var, diyorlar ya diyenlerin var kuş kadar yüreği; imanı yok onların. O kuş olsun da ben onları öpeyim, başımın üstüne koyayım. Sabah açıyor gözünü hayvan, uçmaya başlıyor; bulursa bir tohum yiyecek. Bulamazsa kaç gün ömrü varsa o kadar yaşayacak. Çünkü mutfak yok, buzdolabı yok. Şimdi kıtlık olsa buzdolaplarımızdakilerle bir hafta idare ederiz herhalde. Tabii ki buzdolabını boşaltın, demiyorum. Bilinci anlatıyorum size. İşte o rüzgâr öyle esiyordu, o söğüt de öyle eğiliyordu. Kırılacak diye ödüm kopuyordu, kırılmadı; o eğildiği için kırılmadı. Biz de izleyeceğiz etrafımızı… Diklenirseniz birine, kırar; kime diklenirseniz kırar gücü oranında, o rüzgâr oranında. Gidin birine deyin ki “Gözünün üzerinde kaşın var.” Gücü oranında kırar sizi, çünkü dik duruyorsunuz ya siz. 114 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Biz böyle kum gibi olacağız, akacağız; ne kıracağız ne kırılacağız; kum gibi olacağız. Kumu öyle elinizle tuttuğunuzda akıyor ya… Öyle ne kırar o, ne kırılır; toprak gibi mütevazı olacağız böyle. “Yaşarken etrafınızı sorgulamayacaksınız!” diyorum ya nasıl sorgulamayacağınızı anlatıyorum: İzleyeceksiniz toprak gibi. Ne yapıyor toprak? Affedersiniz, üzerine kusuyoruz, idrarımızı yapıyoruz, tekmeliyoruz, tükürüyoruz… Ne yapıyor o size? “Sen bana tükürdün, üzerime idrarını yaptın…” diye kızıyor mu? Elbette hayır. Bütün vitaminleri yine veriyor size, hiç kızmıyor. Giritlilerle birlikte yaşadım. Şimdi yağmurdan sonra ormana doğru tırmanıvereyim; ot toplar; onları haşlar, temizler, yemeğimi yaparım. Verir toprak… O, Âdem topraktan yaratıldığı için mütevazıdır. Mütevazıdır, dedim; kısır döngüdür, demedim. O toprak güçsüz mü? Her şeyi yapıyorsunuz ona, ama yine size yiyecek veriyor. Korkaklar silah çeker; o yiyecek veriyor, buğday veriyor, meyve veriyor. “Bana kötü davrandın, seni aç bırakacağım.” demiyor. İşte böyle izleyeceğiz etrafımızı. Toprakta faal olanı bileceğiz. Bizde de o şekilde faal olması için bakacağız. Bizim de öyle faal olmamız için... Allah, köre, körün Allah’a baktığı gibi bakar. Rüzgâr estiğinde bütün çamaşırları kurutuyor değil mi? Sormuyor bu Zeynep’in mi bu Mehmet’in mi diye. Bu inananın, bu inanmayanın, demiyor; bütün çamaşırları kurutuyor, geçiyor. Biz de öyle izleyeceğiz işte. Yargılamadan, sorgulamadan… Yağmur yağıyor; Ahmet’in, Mehmet’in arsası demiyor; bu Yahudi’nin mi bu Hristiyan’ın mı demiyor; bu inanıyor mu bu inanmıyor mu demiyor; 115 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bu Melâmî mi bu Halveti mi demiyor. Biz de öyle yağmur olup, yağacağız; öyle bakacağız. Neden? Çünkü Her Fiilde Faal Allah var; Allah’tan başka bir şey yok. Çünkü onun için öyle. Orada ayırt eden ne? Nefs. Etrafımızı gözlemleyeceğiz. Böyle gözlemledik mi işte olacak… En güzel sohbet işte o. Bir insan o sohbete başladı mı başka şeye ihtiyacı olmaz ki… Onun ne canı sıkılır ne dost arar ne arkadaş arar ne vesvese gelir, hiçbir şey gelmez. Unutmayın; zahir farkı açık olmayanın bâtın farkı asla ve asla, kat’a ve kat’a açılmaz! Allah, köre, körün Allah’a baktığı gibi bakar. Biz körsek Allah da bize kör bakar. Bu evrenin merkezi sizsiniz. Nasreddin Hoca, “İnanmıyorsan kardeşim ölç” diyor ya… Merkez, sizsiniz. Milyarlarca spermden birinci gelmişsiniz, bakın buradaki herkes birinci, en hızlı sizmişsiniz. Çünkü o birinciler ancak izafi ruhun üflenebileceği duruma geliyor, o birinciler geliyor ancak… “Kendini bilen rabbini bilir, rabbini bilen haddini bilir.” İşte bu haddini bilmeyenler, ne kendini ne rabbini bilmeyenlerdir. Allah’ı bilmiyor; işte bilmeyince adam hadsizlik yapıyor. Ayette: “Şöyle kan pıhtısıydın, spermdin iki parmağın arasında; sen bu haldeydin, şimdi kalkmışsın bana had bildiriyorsun, inanmıyorsun…” diyor. Ayet, aynen böyle tarif ediyor: “İki parmağımın arasında bir spermdin sen; bu vücudu verdim; geldin, oldun; bir de bana kafa tutuyorsun…” diyor. Neden kendini bilmiyor? Çünkü Rabbini bilememiş. Rabbini bilemeyince haddini bilememiş; o yüzden “Hadsiz” diyor. Kendini bilen insan, velidir. Veli nedir dedik? Veli Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmış 116 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler insandır. Bu bilinci yaşamına geçirenler, evliyadır. Hazretül Cem makamındaki salik, işte bu bilinci yaşamına geçirendir. O bilinç oluşmadan nasıl yaşama geçireceksiniz? O bilincin oluşması için ilk önce vicdan oluşması gerekiyor; ondan sonra o bilinç, vicdan olacak. Ef’âl, Sıfat, Zat; o vicdan olacak; Cem’de o bakış, görüş olacak. Hepsi bütün, ama Pirimiz öyle yapmış, kademe kademe gidiyoruz… İşte biz bunları bir şekilde anlatıyoruz ki böyle Lâ Fâile İllâllah derken, oralara gideceği şekilde diyeceksiniz ki öyle bir bilinç oluşmaya başlayacak. İşte o zaman olacak. İletişim çağında kemâlât yaşı, artık kırklı yaşlardan aşağı indi. Niye 40 demişler? 40 yaşında hücrelerin bölünmesi, çoğalması duruyor; yani 40 yaşından itibaren bir insan ölmeye başlıyor. Allah; “Bak ölmeye başladın, hadi gel bu işi kendin hallet; bul bir insan-ı kâmil, bak ölüyorsun…” diyor. Mesela ben 50 yaşındayım, 10 yıldır biyolojik olarak ölüyorum. Kırkın üzerinde olan herkes kendine baksın. 42 ise 2 yıldır biyolojik olarak ölüyor. “Gel, bu işi hallet!” diyor Allah. Şimdi bu bakış açısıyla bakacaksınız; okulunuzu bitireceksiniz; nasipte varsa evleneceksiniz, bir hayatınız olacak. Namaz kılmadan bu makamların tecelli etmesini bekleyenler aldanırlar; tam tecelli etmez. Olur, ama tam olmaz. Tabii hele namazdan zevk alıyorsanız Allah’tan uzaksınız demektir. Zevk almayacaksınız; kendinden kendine… Biz tabii böyle konuşunca ucundan yakalayan çok oluyor, ama işte buraları zevk etmek lâzım, anlatmak zor böyle. Çünkü bir salik, -anlatmak adına- Ef’âl’de insan-ı kâmilin karnında; Sıfat’ta karnında; Zat’ta karnında; 117 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Cem’de karnında… Daha doğmadı, yaratılmadı daha… Ama işte bu vücuttayız. Zat makamına gelmiş herkes kesinlikle ve kesinlikle miraç eder. Peygamber Efendimiz 35 defa miraç etmiştir; biri vücuduyla diğerleri ruhani. “Madem Allah her yerde, ne işi var göklerde?” diyorlar. İşte bu hadsizliktir. Çünkü Zat makamına gelmiş herkes kesinlikle ve kesinlikle miraç eder. Her salik miraç eder; kendisi fark eder veya etmez o farklı bir olay. Kimi Melâmî’yim diyenler Lâ Fâile İllâllah deyip, sigara da içiyorlar; “Senin namazların kılındı da…” diyorlar. İşte “Namazların kılındı” derken, Hazret-ül Cem Makamını farksız şekilde yorumluyorlar; hepsi şeriattır, hepsi şekildir. Şeriat asla bizi tutmaz, hakikatle bir alâkası yoktur, ama hepsi sembolik olarak hakikati anlatır. Her şeriatın en küçük parçası sembolik olarak hakikati anlattığı için biz şeriatı üzmeyiz; onu incitmeyiz. Onu incittiğimizde edepsizlik ve hadsizlik etmiş oluruz. Biz namazı cennete gitmek için kılmıyoruz, edebimizden kılıyoruz, haddimizi bildiğimiz için kılıyoruz. Çünkü namaz; salât demek, dua demek. Yani biz zaten duamıza, salâtımıza başlamışız Lâ Faile İllalah ile. Namaz, bu. Biz Her Fiilde Faal Allah zevkini yaşamımıza geçirmeye çalışıyoruz. Peki, biz bu zevke ulaşmaya çalışıyoruz diye onu incitecek miyiz? Yakışır mı o bize? Okul bitti, balo var diyelim. Bir geceye gidiyoruz diyelim; beyler takım elbiselerini, gömleklerini giyiyor, kravatlarını takıyorlar. İşte hanımlar da en güzel elbiselerini giyiyorlar o geceye giderken. 118 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Şöyle düşünün takım elbiseyi, gömleği, ayakkabıyı gittik en ünlü markadan aldık, tamam. En iyi ve tertemiz kıyafetler, ama ütülemeden gittiniz diyelim o gece oraya. Temiz, kaliteli, ama ütüsüz. Şeriat o işte… Şimdi bu elbisenin üzerimizde buruş buruş olduğunu düşünün. Nasıl görünürsünüz? O gece çok ilgi çekersiniz değil mi? En iyisini aldık; kaliteli ve temiz… Bakın, özde bir şey değişmiyor: Temiz ve kaliteli. Ütü yapmadın, ama özün aynı… Şimdi baktığımızda üzerinizdeki elbiseleri hep ütülü görüyoruz, ama insan-ı kâmil bâtını da görür; o buruşuklukları da görür yani… Bir gömleği ütülemeden giyip, nasıl dışarı çıkmıyorsanız şeriatı de incitmeyeceksiniz. Yoksa ütüsüz giyip, çıktığınızda da aynı işlemi görür. Sizi soğuktan, yağmurdan korur, ama işte ona siz kendiniz karar verin. Dedik ki: “Kendini bilen, rabbini bilir; rabbini bilen, haddini bilir.” Bir ilave yaptık. Aslında ilave de yapmadım, söylediğim ayet sadece: Rabbini bilen, haddini bilir. Bu haddini bilme, işte Allah’ı bilip, bilmeme meselesi. Kendini bilmeyen rabbini bilemiyor… Rabbini bilmeyen haddini bilmiyor… 119 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 120 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Ab-ı Hayatın Kapısı: AŞK Fena makamları; Kulun Allah’a miracı… Beka makamları; Allah’ın kula nüzulü… Aşkı olmayanın, imanı olmuyor. Aşk çok önemli, çünkü ne tasarlayabiliyorsunuz ne programlayabiliyorsunuz. Aşk işte… Hiçbir şeye sığmaz. O aşk sizi öldürmüyor; aslında Allah’tan başka içinizde ne varsa onu öldürüyor. O aşk, sonsuz yaşamı veriyor bize aslında. Sonsuzluğa açılan kapı, ab-ı hayatın kapısı o aşk. Allah aşkı tecelli etti mi ondan sonra o salikte o kapılar, ölümsüzlüğün kapısı açılıyor. İşte o ölümsüzlük, “Sen” dediğiniz her şeyi alıp götürüyor. O aşk, insana dönüşümün kapısını açıyor. Allah’a dönüyoruz, dönüşüm başlıyor. O aşk, dönüşümün kapısı… Herkesin alın perçeminden Allah tutup, götürüyor19, ama herkesin. O aşkı yaşayan, o aşk tecelli eden salikin perçeminden de Allah tutuyor. O dönüşüm öyle başlıyor. 19 Hûd, 56 121 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler “Allah’a dönmek” demek, insana dönmek demek. Öldü dediğimiz, hayvan ahlâkı dönüşüyor. Aşk olmadan dönüşemeyiz; yani dönüşüme, o kimya olma işlemine dahi giremeyiz aşk olmadan. O yüzden Allah’ın velileri; “Cemm-ül Cem makamına kadar geldin, ama eğer ebrarsan, sıfatiyûnsen; mukarrabin değilsen aslında geldiğin yer, Sıfat makamıdır.” derler. Orada aşk tecelli etmediği zaman salikte dönüşüm başlamıyor. O yüzden dönüp dönüp Sıfat makamına geliyorum. O kimya olma işlemi, aşkla başlıyor. Salik öyle âşık oluyor ki… Sıfat makamındayken bir kez doğru olarak bir rekât namaz kıldığım yoktu herhalde. Yatıp, kalkıyordum; unutuyordum, rekâtları karıştırıyordum. Mevlânâ Hazretleri, “Kimya olacağız biz” diyor ya… Kimya olma, “Dönüşmek” demek; “O” olacağız, yanacağız. O tecelli etmeden dönüşüm işlemi başlamıyor; dönüşümün başladığı yer, aşk makamı; Sıfat makamı. İnsana dönüştüğü yer de Hazret-ül Cem makamı. Dönüşüm, Hazret-ül Cem makamında bitiyor. Cemm-ül Cem makamı, nübüvvet makamı. Aynaya baktığınız zaman gördüğünüz yüze dönüşebilme Hazret-ül Cem makamında bitiyor; haddini de rabbini de kendini de Allah’ı da Peygamberi de biliyorsunuz. Vücudun, görüntünün dönüşmesi tam olarak bitiyor ve ondan sonra o iki cem; Cem ve Hazret-ül Cem makamları, Cemm-ül Cem’e doluyor; orada her fiilde faal oluyor. Dönüşme işlemi, o holografik vücuda dönme işlemi bitmiş oluyor. “Abdullah” oluyorsunuz orada; Allah’a abd olan insan, evliya oluyorsunuz. Daha Hazret-ül Cem 122 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler makamında evliya oluyoruz. İşte o yüzden Sıfat makamında o aşk akıyor, dönüşüm orada başlıyor. Bizim zikrimiz dua değil; yaşamın ta kendisi. Bunları böyle anlatıyorum herkes kendini tartsın diye… “Ben bu makamı ne kadar yaşadım?” değil; yaşarken tartın, anı ne kadar yakalıyorsunuz? Bir olay olduğunda siz o anı neresinden yakalıyorsunuz? Aşkından mı zatından mı yakalıyorsunuz? Yuvarlanıyor muyuz yerlerde, düşüp hemen kalkıyor muyuz? Bize aşk mı el uzatıyor, zatı mı el uzatıyor? Bakın kendinize… Bir insanın makamından düşmesi kadar güzel bir şey yoktur; hele makamıyla kalkıyorsa düştüğü yerden, onu yakalayıp, kalkıyorsa daha güzel bir şey bilmiyorum. Diyorsanız ki ben kendi kendime kalkıyorum, eyvallah… Kalkarken Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle mi kalkıyorsunuz? Yoksa “Ben bu işleri kıvırırım, biraz daha gayret edeyim” diye mi kalkıyorsunuz? O ikincisi, aşk işte… Israrla şunun üzerinde duruyoruz: Haftada iki gün, üç gün konuşuyoruz burada, bitmiyor. Sadece Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllallah demekle bitmiyor iş. Otobüse binerken; bakkaldan, manavdan bir şey alırken; bir insana bir şey söylerken neyi yakalıyorsunuz? “Bana ver oradan bir kilo pırasa” mı diyorsunuz? “Bir kilo pırasa rica edeyim efendim” mi diyorsunuz? Siz orada pırasayı benden mi istiyorsunuz? Allah’tan mı istiyorsunuz? Eğer manavdan istiyorsanız ben manavım; Allah’tan istiyorsanız ben Allah’ım; insan-ı kâmilden istiyorsanız ben insan-ı kâmilim. Pırasayı kimden istiyorsunuz? Manavdan istiyorsanız hâlâ Allah’ın isimleriyle dolaşıyorsunuz; hâlbuki biz Ef’âl ve Sıfat’ı geçtik; isimlerle işimiz yok. Manav da isimlerinden biri; yani Ef’âlin altına 123 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler iniyorsunuz. Ortada Allah’tan başka bir şey yok; isimler insan-ı kâmilde, bende. İsmi varsa isminden isterim, kendi varsa kendinden isterim. Diyor ya Mevlânâ Hazretleri: “Sen neyi talep ediyorsan o’sun.” Biz bunu manava indirgedik, ama yaşamaca bu işte. Biz şimdi çölün ortasında susuzluktan ölmek üzereysek ne manavı görürüz ne pırasayı görürüz; sudan başka bir şey görmeyiz. Burada manav ve pırasa görüyorsak bizim diriliğimizdendir, manava ve pırasaya ölmeyişimizdendir. Neden? O pırasaya da ihtiyaç var, yemezsek yürüyemiyoruz. Onu satana da ihtiyaç var, ikisi de önemli. Ben diriyim ki daha manavı ve pırasayı görüyorum. Nerede diriyim? “Bilincimde” diriyim daha. Biz nerede öleceğiz veya nerede dönüşeceğiz? “Bilincimizde!” “Zevkimizde!” Yoksa tabii ki orada manav ve pırasa duruyor ve tabii ki o pırasayı alıp, pişireceğiz. Bu işlemi yaparken pırasa mı oluyoruz yoksa pırasayı insanlaştırıyor muyuz? Oraya bakacağız. Herkes o pırasayı alıp, makamına göre pişirip, makamına göre Allah deyip, yiyorsa o pırasa insandır; böyle yapmıyorsa siz pırasa oldunuz. Allah dediniz diye insan oldu değil; zaten nur o yediğiniz. Pir, “Bizim insanlarımız ekmek yemez, nur yer.” derdi. Yani “Benim talebem onu alırken de Allah der; pişirirken de yerken de Allah der.” diyor. Bu şekilde geleceğimiz bilinci anlatmaya çalışıyoruz. Bunu nasıl diyoruz? İşte o manavda faal olan Allah; pırasada da faal olan Allah; duran fiillerde de faal olan Allah; hareketli fiillerde de faal olan Allah, diyoruz. Eğer bazıları gibi sadece sohbet dinliyor ve Allah deyip, devamlı zikrinizi söylüyorsanız; kimileri gibi göklerde bir Allah var diyor ve onu Lâ Fâile 124 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler İllâllah yapıyorsanız bu zikri de duaya dönüştürüyorsunuz demektir. Bizim zikrimiz dua değil; yaşam, yaşamın kendisi! Başka türlü tevhit edemeyiz! Yoksa pırasa, pırasa kalır; biz, biz kalırız. İnsan-ı kâmil bu zikirleri tevhit etmek için talebesine veriyor; sadece zikretmesi için değil, şükretmesi için de değil. Tevhit etmek; yaşam, yaşamaktır. İki tane ayrı Allah yok ki! Sokakta, evde, burada ayrı Allah yok ki! Tevhit etmek, bu. Vahdet-i vücut, bu. Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşıp, o bilinci yaşamımıza geçireceğiz. Fena makamları; Kulun Allah’a miracı… Beka makamları; Allah’ın kula nüzulü… Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmak, Fena makamları; o bilinci yaşamımıza geçirmek, Beka makamları. Böylece iki rekât namazımızı tamamlamış olacağız. Böyle yaşayacağız, yaşadığımız gibi de öleceğiz. Bu hadis-i şerifi Fena makamlarıyla da anlatabiliriz: Ef’âl makamında ve Sıfat makamında yaşıyorsunuz; Zat makamında ölüyorsunuz. Bunları Fena makamlarının ilm’el, ayn’el, Hakk’el yakîni; ayrıca Beka makamlarının ilm’el, ayn’el, Hakk’el yakîni olarak da anlatabiliriz. Ama sonuçta iki olgu var: Biri Fena makamları, biri Beka makamları: Kulun Allah’a miracı, Allah’ın kula nüzulü. Pirimizin damadı Abdürrahim Fedai Hazretleri böyle anlatıyor. Kulun Allah’a miracı, Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine varması demek. Allah’ın nüzulü, aşağı inişi de o bilinçle yaşayan Allah’ın velileri evliya oldu demek. O bilinçle 125 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler yaşayanlar bereket oluyor insanlara; onları alıp, kurtarıyorsunuz. Sözle bir insanı bu mesleğe getiremezsiniz, ama o bilinçle yaşayanlar o vücut diliyle getiriyorlar. Kimileri sizi sevdiğinden gelir, kimileri inandığından gelir. Bu nasıl insan, nasıl yaşıyor deyip de gelen adam çok bulunur. Aşağı iniyor, rahmet oluyor. Herkes, “Yunus Emre’ler, Mevlânâ’lar, Hacı Bayram Veli’ler yaşadı, bitti.” diyor ya… Yok öyle bir şey, buradayız. Onlar bu söylediğim gibi yaşadılar; biz de öyle yaşamaya çalışıyoruz. Yaşadıklarımız kare kare aynı değildir, çünkü değişiyor her şey, ama özü böyle. Öyle rahmet oluyorsunuz… Bakıyor adam size, “Bu nasıl adam?” diyor. Yani siz ayna olmuşsunuz, kendini sizde görüyor. O iyiyse iyi görüyor; kötüyse kötü görüyor. İşte o iyi gören sizle geliyor, siz ayna olursanız rahmet öyle oluyorsunuz. Diğer türlü adam kötüyse zaten sevmez sizi, kaçar adam sizden. Çünkü kendini sizde görüyor ya… Kaçsın, onunla işimiz yok. “Hazret-ül Cem makamında, salik sıfatları kendine nispet eder.” dedik. “Ben doğdum, sıfatlar da bende.” der. Fena makamlarındayken “Ben tecelli bekliyorum… Tecelli oldu…” deyip, tecelliyi bekleyen birçok Hazret-ül Cem makamındaki arkadaşımı gördüm. Bunun, Melâmîliğin “M”siyle alâkası yok. Bir gün o “Tecelli bekliyorum…” diyenlere: “Bir talebenin tecellisi, mürşidinin emridir; mürşidi ona ne emir veriyorsa işte tecellisi odur.” dedim. Ne demek tecelli beklemek? Neden böyle diyor? Çünkü sıfatlar artık kendinde ya… “Ben tecelli bekleyeceğim. Kelamı Hakk etsin, ondan sonra ona göre hareket edeceğim.” diyor. İnce işler bunlar… 126 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Size mürşidiniz sıfatlarınızı verdi, niye verdi? Ne yapacaksınız siz o sıfatları? O sıfatları verirken insan-ı kâmilin size verdiği emirler vardır; bir de sözle söylediği direkt emirler vardır; ayrıca bir de sözsüz söylediği, yaşamın getirdiği emirler vardır. Mesela eşiniz, iki çocuğunuz ve bir de eviniz var diyelim. Onlarla ilgili üzerinize düşeni yapmak, insan-ı kâmilin size yaşamla ilgili verdiği emirlerdir. Bu sıfatlarınızı sadece o emirleri yerine getirmek için kullanacaksınız, başka bir şey için değil. Çünkü emirle birlikte o sıfatları kullanma yetkisi de veriyor. Size şahsi bir emir verdiyse verdiğini yerine getirin; emirle birlikte o sıfatlarınızı kullanma yetkisi de veriyor zaten. Daha Ef’âl makamından itibaren o anlaşmasını yapıyor. Daimi namaz bu işte. Hazret-ül Cem makamında konuşma yetkisi veriliyor ya… Buradaki, bu meclisteki insanlara anlatacak ne var? Gidin dışarıdakilere anlatın vücut dilinizle, sıfatlarınızla… Sıfatlarınızı size onun için verdi; ibadet etmeniz için verdi. İbadet ne? İşte bunlar ibadet, daimi ibadet. Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle yaşamanız için o sıfatları size verdi; siz bu sıfatları dönüşmemiş kendinize nispet ederseniz mürşidinizden tecelli beklersiniz ki mekrî ilâhîdir o! Bir iş yerinde çalışıyorsanız oradaki yapmanız gerekenler, emirdir, yapacaksınız. Pir bunu nasıl söylüyor: “Bir yerde çalışıyorsun; müdürün, patronun, şefin ne söylerse sana ben söylemişim gibi gereğini yap!” Çalıştığınız yerde izinlisiniz, yani orada çalışma otomatikman bir emir oluyor sizin için. Çünkü o makamdaki salikin izni yoktur; o emir bilir, emirden başka bir şey bilmez. Onlar öyle yaşar, çünkü insan-ı kâmilden aldığı emir, onun temiz tecellisidir; diğerleri 127 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler mekrîdir. Çünkü dönüştü, ama tam değil. Yani “Dönüşmesi tamamlandı.” demek; insan-ı kâmilden başka kimseden emir almayacağı bilincine ulaştı demek; bütün emirleri ondan alıyor demek. Yoksa mekrî ilâhî var. Dönüşmesi; artık karşısındakinin kim olduğunu biliyor demektir. O bilince gelene zaten bunları söylemeye gerek yok ki. Farkı da açıksa ve o duruma geldiyse o salikten zaten farklı bir şey zuhura gelmeyeceği için insan-ı kâmil de ona, “Tamam oğlum, tamam kızım, böyle devam et.” der. Ancak bilinç olarak orada olmak lâzım. Beka makamlarına geçen herkes, Zat makamından sonra Levh-i Mahfuz’dan silinip, insan-ı kâmilin Ümm-ül Kitabı’na, yani not defterine yazılır. Beka makamındaki herkesin kaderi onun iki dudağının arasındadır. Ee, öyleyse o zaman sizin nasıl davranmanız gerekiyor? Sohbet eder gibi, namaz kılar gibi yaşıyoruz… Ama diyelim ki daha kestiremeyeceğiniz bir şey oldu; berat kapısına sorarsınız o zaman. Çünkü soracağınız yeri biliyorsunuz artık. Yoksa o sıfatları kim kendine nispet ediyorsa o aşk tam tutmamış, dönüşüm başlamamıştır orada. “Sen, sensen; ben de benim!” der. Her aldığınız nefeste, insan-ı kâmil var. Ben size prensipleri anlatıyorum. Kur’ân da prensiptir. Nasıl olacağını söylüyorum size. “Şöyle yapın!” demiyorum. Bu yüzden de zaten insan-ı kâmiller pek birebir emir vermezler. Zaten yaşamsal emirlerin tamamını insan-ı kâmillerin verdiğini biliyor; zaten adamın yükü ağır; bu emirleri yerine getirmeye çalışıyor. Bir de sözlü verdiği emri yerine getirmezse dönüşüm yok! 128 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Dikkat ederseniz ben her şeyde diyorum ki; “Mecbur değilsiniz… İstiyorsanız…” Neden? Engel esması çıkar da yapamayıverirseniz… Tehlikeli bir durum çünkü. Her aldığınız nefeste insan-ı kâmil var; onsuz bir şey düşünmeyin! Ee, insan-ı kâmili 100 kg vücutta, 50 yaşında bir adam olarak görüyorsanız o başka… Annenizi, babanızı seçme şansınız var mı? Bu da öyle işte. Şuradan giderken kafamıza bir saksı düşüp, öleceksek o saksı da emirle düşecek. Güneş de ondan gelen emirle doğuyor, ay da… Emirsiz bir şey yok. İşte evliya demek; bu emri vereni ve yerine getireni gören, o bilince ulaşan demek. Yoksa işte Hazret-ül Cem makamına geldin, konuşma yetkin var, sen konuş demek değil. Her şey ayet… Konuşun onlarla… Ben oradayım, her yerdeyim. Haydi, konuşun benimle… Haydi, girin ateşe, oradan birini çıkartın gelin! Hazret-ül Cem makamındaki herkes buna yetkilidir. Ama ateşe girin! Mevcut talebeler zaten ezan sesini duyup, camiye gelmişler. Bu talebelerin kulağına ezan okumanın ne âlemi var? Gidin, o duymayanların kulağına ezan okuyun! Dili lâl olmuş, zaten dili nur olmuş; yani önünden bakılsa arkası görünüyorsa ne olacak? Haydi ateşe!.. Ateş yakmaz sizi o zaman, siz o iseniz yakmaz! Biz zaten hep ateşin içerisindeyiz bir şekilde; manava gidiyoruz, bakkala gidiyoruz, komşuya gidiyoruz… “Biz akan suları ayırdık, akan suları birbirine karıştırmadık” 20 diyen o Marecel Bahreyn ayeti işler; bu Allah’ın velileri birbirine karışmazlar. Bir gibi görünür, ama karışmazlar, onlara hiçbir şey olmaz. Amiriniz geldi, bir şey söyledi, kırdı sizi diyelim. Ee, orada da biz emir vermişiz gibi hareket edeceksiniz. Bir astınız, 20 Rahman, 19-20 129 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler memurunuz geldi diyelim. Orada da toprak gibi olacaksınız, onu ezmeyeceksiniz. Bütün gün özellikle de çalışan biri için böyle yaşamak çok zor, ama bonusları var. Birisiyle konuşuyorsunuz diyelim. Her Fiilde Faal Allah; kiminle konuşuyorsunuz? Mevsuflarda faal olan Allah; hangi mevsufla konuşuyorsunuz? Vücutta faal olan Allah; hangi vücutla konuşuyorsunuz? Allah’tan başka bir şey yok! İşte kendinden kendine sohbet sınırsız. Bakın bu bilinçle böyle yaşamaya başladığınız zaman ders çıkartırsınız kendinize -bunu zahir ayetleri bilmeyen için söylüyorum- ve çıkarttığınız her ders bilmeseniz de ayettir. Bilen zaten o ayeti yakalar. Bir ders çıkartırsanız bilin ki o, yazılı ayettir. Çünkü o Zat makamında size işlendi; başka bir şey görmeyeceksiniz. Ama bu, dediğim gibi yaşamaya çalışanlar için söz konusu; kaçanlar için değil. Böyle gök açılacak diye beklemeyin. Açılacak şey karşınızda, burada, sinede… Şimdi böyle tefekkür edip, yakalamaya çalışalım. Her yakaladığınızda ben orada olacağım. Yaşarken Her Fiilde Faal Allah, dediniz, yakaladınız; bin rekât namazdan daha iyidir. 130 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler AŞK ve AKIL Cüzî aşk, mülkiyetten; Ruhani aşk, korkudan; İlâhi aşk, insan-ı kâmilden doğar. Akıl sorgular… Onun işi o. Ef’âl makamında, Sıfat makamında açık açık hiç durmadan kendinize yükleneceksiniz; açık açık… Ef’âl makamında, Sıfat makamında akıl devamlı der ki: “O ona öyle yapıyordu da… Buna böyle yapıyordu da… Bu böyle olur mu da… Bunları ben hak ediyor muyum da…” Zat makamında sesi kesilecek o aklın. O makamları zevk etseniz de sesi kesilecek; zevk etmeseniz de sesi kesilecek. Bakın orada çok önemli bir püf noktası var: Zevk etseniz de etmeseniz de akıl susacak orada. Sonra Beka makamlarında baktı ki zevk etmediniz; içten içe kemirmeye başlayacak. Dönüşüyor orada akıl, Beka makamlarında. Zat makamında gerçekten sustu mu artık ondan sonra küllî akıl devreye giriyor. Şimdi Ef’âl makamında, Sıfat makamında açık açık hiç saklanmadan devamlı sorgulayacak: “O öyle yaptı, bu böyle yaptı… Ben bunu hak ettim mi?...” Devamlı sorgulayacak. Hâlbuki o başına gelen her şeyde, 131 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler o tecellide, Allah’ın izni olmadan yaprak bile düşmez.21 Bir kere her ne oluyorsa Allah’ın izniyle oluyor. Onda sizin için bir hayır var, her ne oluyorsa. Ama işte o hayrı insana yaşatmamak için, o hayra ulaşmamanız için akıl devamlı size vesvese verir. Devamlı, ama hiç durmadan, uyutmaz sizi. Gece uykunuz kaçar o düşünceyle. İşte o zaman patlarsınız. Ya gidersiniz hakkında vesvese verdiği o kişiye bağırıp, çağırırsınız, konuşursunuz ya da o aklı uyuşturmaya çalışırsınız; bir şekilde uyumaya çalışırsınız, uyku hapı alırsınız; olmadı ne biliyorsanız bir şekilde uyuşturmaya çalışırsınız. Durmaz çünkü o, durmaz. O uyumuyor, yemek istemiyor, yorulmuyor. O durmaz asla, hiç durmaz. O yüzden her sohbette ben elimi uzatıyorum hepinize, avucumu açıp; “Aklınızı istiyorum!” diyorum. Ama işte ne ben istememle alabilirim ne de sizin istemenizle verilir. O da ayrı bir nokta. Ama biz işimizi yapıyoruz hep beraber, bunun nasıl çalıştığını söylüyoruz. Aklı, ancak insan-ı kâmil aşkla alabilir. Akıl, Zat makamında susuyor. Susuyor, ama bekliyor. Cem makamı telkin edildi mi eğer gitmediyse o cüzî akıl başlıyor: “Sen, veli oldun. Oldun sen, sen iyisin.” diyor. İçten içten o da dönüşüyor. Akıldan kurtulmak için gelip, insan-ı kâmile biat ediyorsunuz; sohbetlerine geliyorsunuz. O sohbetlerde onun sözlerinin haricinde ondan çıkan feyz var. Feyz sizi kapsıyor, kapsadığı zaman Ef’âl dersinde aşka dönüşüyor; aşka dönüştü mü o aşk işte aklınızı alıyor. O Allah aşkı, en güçlü temizleyici. Kocanıza, karınıza nasıl âşık olduysanız, oğlunuzu 21 En’am, 59 132 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kızınızı nasıl seviyorsanız, torununuzu nasıl büyük bir aşkla seviyorsanız bu Allah aşkı da öyle. O aşkla aynı. O insan-ı kâmile bağlanıyorsunuz, ancak insan-ı kâmil aşkla aklınızı alabiliyor. Allah’ın velileri, “Bizim hayatımız, memadımız, dinimiz, imanımız aşk!” diyorlar. Çünkü o aşk olmadan, dönüşüm olmuyor. İşte mümkün mertebe bu sohbetlere, insanı kâmile geliyorsunuz ancak öyle oluyor. Başka türlü kurtulmanın imkân ve ihtimali yok. Yok!.. Ben de böyle kurtuldum. Bunun cinsiyeti de yok. Sıfat makamında, elim ayağıma dolaşıyordu mürşidimi göreceğim diye. Haftada iki gün değil, ben her gün görmek için neler yapıyordum. Öyle oldu mu bu akıl gidiyor. Aşkla gidiyor. Yoksa olmuyor işte. Allah Allah Allah Lâ Fâile İllâllah diyeceğiz. Çünkü buradan muhakkak bir şey çıkacak. Ya Allah diyeceksiniz ya da nefs çıkacak. Bir şey çıkacak, çıkmadan yaşamınıza devam edemezsiniz. Bir şey çıkacak. Ya Allah çıkacak ya kızgınlık çıkacak ya kıskançlık çıkacak ya hiddet çıkacak ya dedikodu çıkacak. Bir şey çıkacak sizden. Yapacağımız şey, devamlı Allah demek. Yok, başka kurtuluş yok. Kurtulanlar, olanlar, hep böyle oldu. İnsan, Âdem’in kemâlâtıdır. İnsan, Âdem’in kemâlâtıdır. Kemâlât; insan. O kemâlâtın tecelli ettiği tecelligâhta zuhur ettiğinde, o tecelligâhla birleştiğinde, işte insan. O kemâlâta ulaşabilmenin yolu; fiilde faal olanı zevk edip, aşka düşmek. Aşk… Önemli olan aşkı ıskalamamak. Cüzî aşk var, ilâhi aşk var, ruhani aşk var. Neydi ruhani aşk, ilahi aşk? Bakın bu aşklar nereden doğuyor? Onları inceleyelim, bir bakalım. Ondan sonra daha iyi yakalamaya çalışacağız. 133 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Cüzî aşkın doğum yeri, mülkiyettir. Cüzî aşk, mülkiyetten doğar. Nasıl oluyor bu? İşinizi seviyorsunuz, parayı seviyorsunuz, evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz… Bakın, cüzzün doğduğu yere iyi bakın: Mülkiyetten doğar. İş, kariyer, prestij mülkiyetten doğar hep. Biraz daha ileri gidelim. Okuyorsunuz gazetelerde, televizyonlarda izliyorsunuz: Boşanmış kadın, tekrar evleniyor. Eski eşi gidiyor, bıçaklıyor. “Sen başkasının olamazsın!” diyor. Babasının tapulu malı çünkü. Mülkiyete bakın. Adam, o kadını sahipleniyor; “Benim!” diyor. Aşk mı bu ya? Bakın, doğduğu yere bakın. Sonuç olarak cüzî aşk, mülkiyetten doğar. Gelelim ruhani aşka. Ruhani aşk ne? Sabahlara kadar namaz... Tespih elde, sayılı zikir… Bu nereden doğuyor biliyor musunuz arkadaşlar? Ruhani aşk, korkudan doğuyor. Ya cennete gidememe ya da cehenneme gitme korkusundan doğuyor. İlahi aşk, insan-ı kâmilden doğar. O doğuş, Hazret-ül Cem makamında olur. “Salik, Hazret-ül Cem makamında insan-ı kâmilden doğuyor.” diyoruz ya… Mülkiyeti, mülkiyetten doğan aşkı, akl-ı maaş yönetir. Değil mi? Ev kirası bu kadar, elektrik faturası bu kadar, su faturası bu kadar, pazar bu kadar… Akl-ı maaş; bakın mülkiyet hepsi. Evin kirası, elektrik faturası, su parası, karnını doyurma… Aklın en alt kısmı, akl-ı maaş yönetir bunları. O korkudan doğan ruhani aşkı, akl-ı miat yönetir. Miat demek; işte zamanlı, zamanı geldiğinde bitecek. “El Fatiha er kişi niyetine…” dendiğinde, bitti. Akl-ı kül ise bitmez. Ölen, hayvan. O insan, yani Âdem’in kemâlâtı burada oluşuyor işte. 134 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler İşte bakın bu kadar açık, çok basit cümlelerle anlatıyorum. Yaşarken kaçış yok anlayana. Şimdi bu söylediklerimi algılayan birisinin bir yere kaçma şansı var mı? İyi düşünün, cüzî aşk, mülkiyetten doğar. Bir maddeyi seviyorsanız o aşk, “Cüzî”, arkadaşlar! Aşk meşk değil, o menfaat. Menfaat ya. Ya umduğundan ya korktuğundan… Mülkiyetten doğuyor. O mülkiyetten doğan aşkta haset var, kıskançlık var, şehvet var, ben bilirim var, hepsi var. Mevcut olan, kemâlâttır. Kemâlâtın şekli olmaz. Bakın bizim ne şeklimiz var ne de buharlaşmış, mevhum bir Allah’ımız. Allah Allah nasıl olacak şimdi bu iş? Melâmî ikisi de değil. Melâmî’nin ne şekli vardır ne de mevhumu vardır: Mevcut, mevcut. Nerede, ne mevcut? Kemâlât, mevcut olan. Kemâlâtın şekli olmaz. Ben fiziksel olarak mürşidime benzemeyebilirim. Mürşidim de Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri’ne fiziksel olarak benzemeyebilir; ama kemâlât, “Bir.” Bunun şekli olmaz. O cüzî aşk ve akl-ı maaş, o ruhani aşk ve akl-ı miat şekle ve mevhuma kadar götürür. İkisi de olmaz Melâmî’de. Sadece ve sadece kemâlât olur. O yüzden de Mevlânâ Hazretleri buraya ulaştığı için, bunu yakaladığı için; “İnsan bir gözdür, bir görüştür, bir bilinçtir.” demiştir. -Cem makamıdır bu.- “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!” demiştir. Bir şeyi seviyorsanız sevdiğiniz şeye bakın ve o seviş şeklinin ne olduğunu kendiniz tahlil edin. Ef’âl makamındaki arkadaşım bile tahlil edebilir. Sevdiğiniz mülkiyetse işte karşılığı… İbadet, cennet, cehennemse işte karşılığı… Ben isem, aklınızı istiyorum! Zaten işe yaramaz onlar. Biri evin 135 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kirasını, elektrik faturasını, su faturasını ödemeye yarar. Öbürü de ölünce bitecek; miatlı, zamanlı. Zaten işe yaramıyor. Kemâlât böyle oluşuyor. Pir bir ilahisinde ne diyor: “Sümmedena ayetiyle Hakk vücudunu giydi gönül. Feeynema semme vechullah her yüzden seyroldu gönül…” O, gözdür; görüştür, bilinçtir dedik ya… Allah vücudundan vücut giydiriyor, dedik ya… Cem makamında Beka’ya geçiyoruz ya… Orada ne diyor: “Sümmedena ayetiyle…” Sümmedena ayetiyle bu vücut giyiliyor. Arkadaşlar, bu ayet zuhur etmezse zuhur etmediği tecelligâhta, kral çıplak! Siz anlayın artık. Ben makamı veririm. Makamı size tebliğ ederiz, ama inanın kral çıplak bu ayet zuhur etmeden. Hani var ya bir masal, hayali elbiseler yapıyorlar krala. Bir tane çocuk çıkıyor: “Bu kral çıplak!” diyor. Bu ayet zuhur etmezse kral çıplak! Tefekkür edin. Bizim ne şeklimiz var ne mevhumumuz. Tefekkür edin, tefekkür edin… İşte ayette devam ediyor: “Sümmedenna fetedella fekane kabakavseyn ev edna.”22 Ee, “Sümmedena” zuhur etmeden Cem makamı geldi teberrüken, o zaman diğerlerinin hepsinde kral yine çıplak. Bu aşkların biri mülkiyetten doğuyor, biri korkudan doğuyor, biri de insan-ı kâmilden, muhabbetten doğuyor. Herkes kendindeki doğuşa baksın! Nerelerde olduğuna baksın! Bulunduğu yeri tahlil eden salik, bir üste çıkar. Ama cesur olun kendinizi tahlil ederken, korkmadan, “Evet, ya ben mülkiyetten doğanlayım.” deyin. Hemen üsttesiniz dediğiniz an, korkmayın, cesur olun. Tahlil edin, tefekkür edin! 22 Necm, 8-9 136 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Zaten bu tahlil ve tefekkür yaşamı getirecektir. Sonsuz yaşamı, ab-ı hayatı getirecek size. Bu iki tane aşktan kurtulduğunuz an “Mutu kable ente mutu” hadisi sizde zuhur eder; ölürsünüz yani. “Küllü men aleyhe fan ve yebka vechi zül celâli vel ikram”23 ayeti sizde zuhur eder, kurtulduğunuz an bu iki tanesinden. O zaman işte beni anda yakalarsınız orada. Daim zikir o makamda, Hazret-ül Cem makamında. O daimi zikir, orada başlar; ibadet orada başlar işte. Bunlardan -sevgi değil onlar, anlatmak için söylüyorum-; o iki sevgi doğuşundan ve o sevgiyi yöneten aklın mertebelerinden kurtulmadan, temizlenmiş olmanız söz konusu değil. Diyor ya Kur’ân: “Kirli ellerinizle bana dokunmayın!”24 Kir diye kastettiği, bunlar. Bunu temizleyecek olan da insan-ı kâmildir. “Eyvah, kızım ince giyindi dışarı çıkarken!”; mülkiyet. Evinizi, bir deprem olur, alır; arabanızı, kaza yapar, alır; paranızı, iflas ettirir, alır. Bunları insan-ı kâmil alır, başka kimse alamaz. Çünkü öbür alışlarda, depremle alışlarda, iflas edişle paranızı alışlarda, kazada arabanızı alışlarda hep yeniden kazanma başlar. “Ben yeniden bunu koyarım yerine…” başlar. Ama insan-ı kâmil aldığı zaman, ona aklınızı verdiğiniz zaman dönüşüm, insana. Geriye dönüşüm yok; insana dönüşümü var. Öbürlerinde deprem oldu, ev yıkıldı ya mücadele başlar. “Bu bizim sınavımız...” Ee? “Haydi, yenisini yapalım.” Bakın yine geriye dönüyorsunuz, dünyaya dönüyorsunuz. Ama insan-ı kâmile verirseniz… “İnsan-ı kâmile vermek” demek, bu makamları hayatınıza geçirmek, zevk etmek demek. Ben kimsenin bir 23 24 Rahman, 26-27 Vakıa, 79 137 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler şeyini istemiyorum, bu vücutta bir şey istemiyorum. O makamlarla zevk ettiğiniz zaman, o zaman dönüşüm insana. O kemâlât öyle oluşacak yani. Yoksa karışık kemâlât olur. Celal ile cemali arada böyle karıştırırsınız, birleyemezsiniz onu; kemâlât olmaz. Daha çok cemale takılırsınız. Hani anlatıyoruz ya hep “Didişmeyin!” diyoruz ya… İşte fiilde faal olanla didişmeyin! Yoksa size sırrını vermez! Baktığım zaman -adam seviyor ya- o sevgi mülkiyetten mi doğuyor, korkudan mı doğuyor, insan-ı kâmilden mi görüyorum. Gördüklerimi anlatıyorum size. Ben prensipleri anlatıyorum. Çünkü Kur’ân, prensipler kitabıdır. Ben de prensipleri veriyorum, Furkan da işte onun ikiz kardeşidir, anlatıyorum. Beni tek ilgilendiren şey, sizin insana dönüşmeniz. Gerisi benim için teferruat. Böyle anlatmak kolay da seyretmek çok zor. O kemâlâtı yakalayamadık mı ezbere kaçarız. Ya burada kemâlât olur ya ezber olur. Ezber; “Öyle dedi, böyle dedi, tevatüre göre…” Melâmî’nin tevatürü mü olur ya? Anı yaşayan adamın tevatürü olur mu? Ezbere kaçar işte, ezber ne? İşte “Öyle dedi, böyle böyle yapardı, ben yanındaydım şöyle dedi…” Hepsi doğuştur, hepsi doğrudur, ama “şu anda” değildir, “şu anın” doğuşu değildir. İnsan-ı kâmil kimseyi sevmez. Ondan sevgi doğar. Hani diyor ya Nasrettin Hoca: “Bana mı inanıyorsun yoksa ahırdaki eşeğin sesine mi?” Biz biraz önce ahırdaki eşeklerin kaç cins olduğunu, kaç çeşit olduğunu anlattık. Daha da marifetleri var. Beka makamlarında çıkıyor bu eşekler. İnsan taklidi de yapıyorlar, insan sesi de çıkartıyorlar. Bunların kaç 138 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler çeşit olduğunu anlattık işte. Kendinizi yakalayın! Aslında yakaladığınız makamınız olacak, kendiniz değil. Kendinizi yakalamayacaksınız, makamınızı yakalayacaksınız! Cüzî aşk mülkiyetten doğar, dedik. Ruhani aşk korkudan doğar, dedik. İlahi aşk da insan-ı kâmilden. O mülkiyetten doğan aşkı akl-ı maaş yönetiyor, dedik. İşte evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz, ceketinizi seviyorsunuz… Adamın bir ceketi vardır, kravatı vardır; bırakmaz adam. Elektrik süpürgesi vardır; tamir ettirir, bırakmaz onu. İşte bu mülkiyetten doğuyor. Cüzî aşk bu. Bu, mülkiyetten doğar, dedik. Bunu da akl-ı maaş yönetir; işte ev kirası, elektrik faturası, market alışverişi, şu hesabı… Etrafınıza bakın insanların yüzde sekseni böyle yaşarlar, bu hesaplarla yaşarlar yani. Bundan sonra ruhani aşk; o da korkudan doğar, dedik. Ya cennete gidememe ya da cehenneme gitme korkusundan. Onu da akl-ı miat yönetir, dedik. Akl-ı miat da işte mezara girdiniz, bitiyor. Onlar da ne yapıyor? İşte atarlar seccadeyi sabahlara kadar namaz kılarlar; hiç ölmeyecek gibi çalışırlar, yarın ölecekmiş gibi de dua ederler. Ondan sonra bir de ilahi aşk var; o da insan-ı kâmilden doğar, dedik. Bunun salikteki doğuşu da Hazret-ül Cem makamıdır. Ondan artık sevgi doğar. Sevmez bakın. Sevmek başka, sevginin doğması başka bir şey. İnsan-ı kâmil kimseyi sevmez. Sevmek, ikilik. Ondan sevgi doğar. Nasıl? İşte sizi sever. Kendi vücudu gibi işte. Tırnağı kesiyorsunuz ya… Tırnağa dokunduğunda mesele yok; etinize dokunduğunuzda canınız yanar, öyle yani. 139 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bakın nasıl bir boyut yükselişi var. Bunları tefekkür edin. Anda yaşarken bunları yakalamaya çalışın. Biz neden diyoruz: “Salik, Hazret-ül Cem makamındaysa, beni görüyorsa mesele yok.” diye. İşte bunu anlatmaya çalışıyoruz. Anlatmaya çalıştığımız şey bu. O kemâlâtı, o bilinci, o görüşü anlatmaya çalışıyoruz. Yoksa Ümit Bulut’un yüzünü ezberlemekten bahseden yok burada. Yüzü ne kadar ezberleyebileceksiniz? Yirmi yılda bir de değişiyor zaten. Neyini ezberleyeceksiniz? Ne dedik? Melâmî’nin ne şekli vardır, ne mevhumu. Sadece mevcudu vardır. Mevcut ne? O kemâlâtı nerede görüyorsanız mevcut olan, o. Zaten şekiller gidiyor, toprak oluyor; gidiyor, ölüyor, gidiyor işte. Zaten yirmi yılda bir de insan değişir. Buradaki şekil bile durmaz. Yirmi yaşında, kırk yaşında, altmış yaşında, seksen yaşında değişir hep. Şekille işimiz yok. İşimiz o bilinçle. Ölmeyen, işte insan olan, o. Melâmî ya Allah’tır ya Muhammed’tir, diyoruz ya işte o bilince ulaşmış olandır, o kemâlâta ulaşmış olandır. Yoksa ya Allah’tır ya Muhammed’tir; göklere uçtun kanatlandın, değil. Ayağımızı yere sağlam basalım, uçmayalım. Ama bizi gerçekten uçuracak olan da o kemâlât. Bizi buradan alıp, götürecek olan da o kemâlât işte. Bu dünya alev topuna döndüğünde genel kıyamette de bizi buradan alıp, götürecek olan -anlatmak adına söylüyorum- yine o kemâlât. Ama biz ayağımızı yere sağlam basalım. Bizim yerimiz ne? Lâ Fâile İllâllah: Her Fiilde Faal Allah. Bizim sağlam basmamız ne? Her Fiilde Faal Allah. Yerimiz, yurdumuz yok yani. Her Fiilde Faal Allah. O yerimiz, sağlam; o Ef’âl makamını, “Kaf Dağını aşmak” diye nitelendiriyor ya Allah’ın velileri. İşte sağlam olan yer, Ef’âl orası. Sonra diyoruz ki: Lâ Mevsufe İllâllah; 140 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bu mevsuflarda faal olan Allah. Benim gözümde, hayatımda, ilmimde faal olan -bakın o kadar kolay değil, içine girince-… İçine girince anlatmakla bile çıkamıyoruz yani. Yoksa şurada otur, kırk beş, elli dakika Ef’âl’den Cemm-ül Cem’e kadar makamları anlatıver her sohbette. Anlatalım, zaten ellinci sohbette herkes makamları bilir. Peki, nasıl yaşayacağız bunları? Bakın kusursuz bir dönüş var, biz görmüyoruz. Kusursuz. Ben o dönüşü size anlatmaya çalışıyorum. O dönüşe bir yakalansanız, “Zülfüne yakalananlar…” diyor bir ilahisinde Pir. O zaman hiçbir şey aramazsınız başka. Beni bir ağacın altına bırakın, altı ay sonra gelin, alın beni oradan. Benim şaka yapmadığımı en yakınımda olanlar bilir. Beni bırakın bir ağacın altına, altı ay sonra bıraktığınız gibi ben orada dururum. Ne canım sıkılır ne şunu ararım ne bunu yaparım. Ya acayip bir şey o seyir, o dönüşe katıldığınız zaman var ya o çok güzel bir şey, çok zevkli bir iş. Ben orada ağaçla konuşurum, çiçekle konuşurum, toprakla konuşurum, topraktan çıkan solucanla konuşurum, sohbet ederim ben onlarla hep. Ortada Allah’tan başka bir şey yok! Bıraksanız altı ay sonra koyduğunuz yerden alır, beni götürürsünüz. Bilmiyor muydunuz yirmi dört saat Pir’in ne yaptığını? Biliyordunuz. Böyle işte. O koyduğunuz yerden alırsınız, o demek yani. Ne yapacak yoksa yani? Şimdi görüyorsunuz bizim günümüzün nasıl geçtiğini. Mesela siz gidip evlerinize yatacaksınız, biz de gidip yatacağız, işte o. Burada anlatmak istediğim, onu yakaladığınız zaman bittiniz işte. Diyorum ya bunu ilmen anlatmakta acizim diye. Burayı ilmen anlatmakta acizim. Bunu yakalayan kendince, haline göre, karınca kararınca yakalayacak işte. Bu seyri kolaylaştırıyor size Allah. Nasıl kolaylaştırıyor? O seyri burada ilk önce yakalatarak 141 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kolaylaştırıyor. Burada yakalayamazsınız. yakalayamazsanız eğer dışarıda Kestirim, bu kadar çok konuşmaya gerek yok işte: Lâ Fâile İllâllah, makamınızla dost olun; Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah, gittiniz. Bakın, “Allahû ekber” dediniz, dünyayı attınız geriye, işte bitti. Namaza durmaya hazırlanıyorsunuz, Hazret-ül Cem makamına geliyorsunuz yani. Cem makamına geldiniz, nereye baksanız Allah’ın bir yüzü. Hazret-ül Cem makamında daim namazdasınız. Peygamberlerin velilik yönleri, peygamberliklerinden üstündür. Bu vücut çerçeve. Ama önemli. Kemâlâtın zuhur ettiği yer önemli. Yani peygamberler hem peygamberdir hem velidir. Velilik yönleri, peygamberlik yönlerinden daha üstündür. Bakın, “Veliler, peygamberden üstündür.” demiyorum. Her söylediğimde şerh düşüyorum. Peygamberlerin velilik yönleri, peygamberliklerinden üstündür. Peygamberimiz (s.a.v.) diyor ki: “Beni bundan sonra arayacaksanız velilerin gönlünde arayın!” Yani, o kemâlâtın zuhur ettiği yerde arayın diyerek velâyet yoluyla peygamberliğin devam ettiğini anlatıyor. Kemâlât o. Âdem’in kemâlâtının insan olması, bu. Samimi olacağız makamlarımızla. Samimi olursak bu iş olacak. Zaten hepiniz olmaya çalışıyorsunuz. Samimi olacağız... Başınıza her ne geliyorsa Allah’ın izniyle geliyor. Başınıza gelenlerden hoşnutsuz olmanız demek, Allah’tan hoşnutsuz olmanız demek. İman etmek, yani bu aklı bırakmak öyle çok kolay bir şey değil. Yavaş yavaş olacak… 142 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler AŞKI OLMAYANIN DİNİ İMANI OLMAZ Melâmî ya Allah'tır ya Muhammed; onlara ulaşmanın yolu da AŞK… “Bu dünyada kör olan, öbür tarafta da kör olacak.”25 diyor ayet. Biz bu körlüğü anlatıyoruz. Kendinden başkasını görmez nefs, öyle kördür. Allah'ı nasıl görsün? “Allah görünmez…” diyor ayette. “Görünmez” diye nefse diyor, ruha demiyor. Allah, kendinden kendini görür. Nasıl görür? Nefs, ruha döndüğünde, ruh zaten Allah'tan başka bir şey görmez. O, ümmî olmuştur artık. Nefs, ruh ayrı değildir. Nefs, ruhun biat etmemiş; izafi ruhun üflenmemiş halidir. Halk edilmemiştir henüz. Ahsen-i takvim üzerine halk ediliş, yaradılış insan-ı kâmile geldiğinizde başlar. Nefs; ruhun biat etmemiş hali, demiştik. Âdem'e biat etmeyen, secde etmeyen kim? Şeytan, iblis. Pir bir ilahisinde şöyle diyor: 25 İsrâ, 72 143 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Ateşten halk olan İblis Tanımaz rahman rahimi Nemrut bugün senin nefsin Oda atar şimdi seni… Ateşe atar, dediği; insan-ı kâmile biat ettirmez, o zıtların içerisinde kalırsınız, diyor. Ney olmayı bekleyen kargıları düşünün. Sonra bir de onların sazlıktaki halini gözünüzün önüne getirin. Yeşil uzun yaprakları vardır, değil mi? Onların temizlenmiş, boyları eşitlenmiş bağlanmış bir yere toplanmış hali bile ney olmak için yeterli değil. Ney olmak üzere seçilmişler sadece. Çünkü her kargıdan da ney olmaz. Onu seçiyorlar. “Her hayvandan kurban olmaz; her kurbandan da post olmaz.” diye bir laf vardır. İşte siz de öyle seçilip, geliyorsunuz o sazlıklardan. “Bu ney olacak.” diyor; seçiliyor; insan-ı kâmilin önüne geliyor. Ondan sonra başlıyor insan-ı kâmil onu yontmaya, onun deliklerini açmaya. Mevsuflarda faal olanı, fiilde faal olanı, vücutlarda faal olanı seyreden salik için tevhit, onun eğlencesi olmaya başlar; Zaten o zaman adamın canı hiç sıkılmaz. Sıkılan nedir? Akıl. O, seyre bırakmaz. Seyre bırakmayınca adamın canını sıkar, bir şeyler yap, diye. Onun için dersinizle dost olmak gerek. Çünkü seyre daldığınızda, Ef’âl, Sıfat, Zat makamlarında gelir o. Şeytanın oraya kadar bilgisi var; Ef’âl, Sıfat dersini biliyor. Oradan sıkıntı verir, onu yapar, bunu yapar. Her türlü vesveseyi verir. Vesvesenin tam olarak çıkması Cem makamında. Hayatında hiç sorunu olmayan bir adama dışarıdan bakın. Ekonomik durumu sizden daha iyidir, evi vardır, arabası vardır. Adamın içine bir girseniz vesvesesi 144 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler sizden fazladır; yerinde duramaz. O yüzden kendinize bakacaksınız ve sadece Allah diyeceksiniz. Bu vesveseler, Cem makamına kadar gelecek. Bu aklın oyunlarını kelimelerle ifade edebilmek söz konusu değil. Bir tek şey kurtarır sizi: İnsan-ı kâmile iman etmek. Başka hiçbir şey kurtaramaz. Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah diyerek insan-ı kâmile iman etmek. Zındık da buradan yetişiyor. Zındık dediğiniz işte yetmiş tane şeytana bedel. Nasıl yetişiyor? Sıfat dersinde o akılla vedalaşmadığınız zaman o dönüşüyor. Ama nasıl? Amel-i bin salih olmayanda dönüşüyor. Makamları tam olarak zevk etmek, tecelliye mazhar. Makamları tam olarak zevk etmek, tecelliye mazhar bir şey. Ef’âl makamı, Sıfat makamı, Zat makamı ile fenafillâha ulaşılıyor. Sonra Cem makamı… Hazret-ül Cem makamında evliya oluyorsunuz. Bunlar çok büyük makamlar. Amel-i bin salih olursunuz; gayret edersiniz, mürşidinizin yap dediğini yapmaya çalışırsınız, yapma dediğini yapmamaya çalışırsınız, gayret edersiniz; olur. Ama “Ben oldum.” diye ortaya çıktı mı?.. Arif-i billâh olmanın temelleri nasıl burada atılıyorsa zındığın da temelleri orada atılıyor. Tek kurtuluş, iman etmek. O nasıl olacak? Allah diyeceğiz; ayağımızı abdestsiz yere basmayacağız; mümkün mertebe namazlarımızı kılmaya çalışacağız. Abdestsiz ayağınızı yere basmayacaksınız dediğimiz, o sulu abdest; o zahir kısmı. Abdesti burada, insan-ı kâmilin sohbetinde alıyorsunuz; nurla alıyorsunuz o 145 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler abdesti. Bu, benden aldığınız abdest bozulmaz; onu hiçbir şey bozamaz. O abdesti muhakkak almak gerekiyor. “Körler dinarı yağmalar…” diyor bir ilahisinde Pir. “Onlar Allah'ı görmüyorlar; dinarı yani parayı görüyorlar.” diyor. Bu ilk aşaması. Sonra geliyorsunuz buraya. Sonra niteliğini görmeyi öğreniyorsunuz. Bizim işimiz seyretmek; Allah'tan başka hiçbir şey konuşmamak; hiçbir şey görmemek; Allah'tan başka hiçbir şey duymamak; Allah'tan başka hiçbir şey hissetmemek. Orası çok yüksek makam; Allah'tan başka hiçbir şey hissetmemek. Ama öyle. Beş tane kuvvet vardı değil mi? Tatma, dokunma, görme, duyma, kuvvet. Şimdi tattığınızı da Allah bileceksiniz; dokunduğunuzu da Allah bileceksiniz, gördüğünüzü de Allah göreceksiniz, duyduğunuzu da Allah duyacaksınız, o kaldırdığınızı da Allah bileceksiniz. O hale geleceğiz. Soğuk geliyor, sıcak geliyor, sert geliyor, yumuşak geliyor değil mi? Yok, işte hepsini Hakk bileceksiniz artık. O tadı aldınız mı başka bir tat yok zaten. Başka hiçbir tat yok. Adam bir daha iflah olmaz. Dünyaya dönmez bir daha, iflah olmaz; yani onun kıyameti kopar artık, o buralarda kalır. Acayip sevda orası işte… Düşüyorsunuz acayip sevdaya ondan sonra. Bu Allah aşkı, böyle bir şey işte. Bataklıkta bile çok güzel çiçek açar, yeter ki o Allah aşkı, o iman olsun. Melâmî ya Allah'tır ya Muhammed'tir; onlara ulaşmanın yolu da aşk. “Bu dünyada nasıl yaşarsanız öyle öleceksiniz; nasıl ölürseniz öyle diriltileceksiniz haşrolacaksınız…” diyor ayette. Biz, Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah diyerek yaşamaya çalışıyoruz; en azından böyle öleceğiz. Allah diyerek 146 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler öldüğünüz zaman gözünüzü açtığınızda Allah'tan başka hiçbir şey görmeyeceksiniz. Biz bunları öbür tarafta değil burada yapacağız. Zat makamında ölmüş olacaksınız. Ee, Allah diyerek öldünüz, gözünüzü açtığınız zaman ne göreceksiniz? Allah diyerek öldüyseniz Allah'tan başka bir şey görebilmeniz söz konusu değil ki. Nereye baksanız Allah'ın bir yüzü; işte Cem makamı. Dirildiniz; nereye baksanız Allah'ın bir yüzü; artık halk edildiniz. Allah vücudundan vücut giydiriyor size. Halk ediliş başlıyor; tam halk ediliş Hazret-ül Cem makamında. Orada ibadet başlıyor; resulü de buluyorsunuz. Din, Muhammed'in dini orada başlıyor. Birçok ayet, “Bana ve peygamberine ibadet et…” diye başlar. Nasıl? Aşkla, imanla. Doğru bildikleriniz, kafestir; yanlışlar, önyargılarınız da kalleş! Pir bir ilahisinde şöyle diyor: Kırılsın hep kafesler aşk ile Aradan çıksın hep kalleşler aşk ile Yıkılsın cami ve kilise aşk ile Gelsin ruh-ül Kudüs aşk ile Yüz yirmi dört bin nebi geldi aşk ile Arayan Mevlasını buldu aşk ile Erenlere karışan karıştı ilahi aşk ile Kafesler kırılıyor, kalleşler de çıkıyor aradan, ama bakın cami de kilise de yıkılıyor. Doğru bildikleriniz, kafesler; yanlışlar, önyargılarınız da kalleşler. Bunları yok etmeden zaten cami ve kiliseyi yıkamazsınız. Doğru bildiklerinizi kıracaksınız aşk ile aradan kalleşler çıkacak hep aşk ile. 147 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Önyargılar, takıntılar kalleştir; her yerden vurur. Biz Müslüman değiliz; misli imanız, diyoruz. Camiyi de yıkıyorsunuz; kiliseyi de. Hiçbir şey kalmıyor. Gelsin ruh-ül Kudüs derken, Hazret-ül Cem makamını ifade ediyor. Artık o makamda ne cami tanır ne kilise tanır ne kalleş bilir ne kafes bilir; o sadece Ahmed'i bilir. Başka hiçbir şey bilmez. İlmini Ahmed'ten almaya başlar. Aşk ile bu ruh-ül Kudüs'e gittiniz mi oradan Muhammed gelir. İşte biz de burada hep bu aşkı, imanı anlatmaya çalışıyoruz. O aşk, o kafesleri kırıyor. Kalleşleri aradan çıkartıyor. Camiyi, kiliseyi yıkıyor. Ondan sonra işte ruh-ül Kudüs geliyor. “Sırra ve ene sırrahu” diyor. Fetedella; Hazret-ül Cem makamı; tefrit geliyor. Bu böyle çok zevkli bir meslektir, peygamber mesleği; onun tadına bir kere vardınız mı o tat zaten adamı öldürür. Tatmayan bilmiyor; tarif de edemiyorsunuz. Kimseye anlatamazsınız içinizde yaşadıklarınızı, içinizdeki değişiklikleri. İşte burası sözün bittiği yer. Nasıl sözün bittiği yer? Adam geldi, âşık oldu; iman etti; söylenecek hiçbir laf yok ona. Adam âşık olmadı; iman etmedi, ona da söylenecek bir laf yok. Dünyayı söze dökseniz, evreni söze dökseniz ona da bir şey anlatamazsınız. İşte burası sözün bittiği yer… Yere düşen bir şeyi üfleyip, yerler. İşte o bir ayet aslında, ama söylemek istediği şey; “Yerden al, üfle, ye” değil. İkinci kısmı diyor ki ayetin: “Bir Müslüman’ın evi, yere bir şey düştüğü zaman onu üfleyip, yiyecek kadar temiz olmalıdır.” Bu kısmı söylemiyorlar. Her biri üfleyip yiyor; oysaki pisse yeme. Müslüman’ın evi temiz olacak. Müslüman’ın evi neresi? Burası, içi… Bu aşk ile sohbetler ile adamın içi değişir. Allah dolar içine aşk ile. 148 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Biz, “Sağlıklı kalın” değil, “Aşk ile o Allah aşkı ile kalın” diyoruz. Âşık meşrepten bahsetmiyorum; Allah aşkından bahsediyorum. Aşk olsun!.. Çünkü erenler hep aşk ile olmuşlar… Bu mesleği zevkli kılan, o aşktır… Aşkı olmayanın dini, imanı olmaz! 149 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 150 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler YARADILIŞ VE FİİLİ İMAN Yaradılışa uyum sağlamak; yaradılış ile birlikte yaşamak; Allah’a iman etmektir. Allah bilinmekliğini istedi ve kendinden kendine seyirle başladı yaradılış. Her şey ilk önce bâtında var oluyor. Bâtında var olduktan sonra sebepler halk edilerek zuhura geliyor; görünür hale geliyor. Buluttan yağmur yağdırıyor; toprakta hava ile su birleşiyor, çimenler çıkıyor; ağaçlar büyüyor; canlılar besleniyor, büyüyorlar. Fiiller de hareketler de önce bâtında yaratılıyor, sonra onlar da sebeplerle halk ediliyor. Bir insan, bir ağacın, bir gülün, bir çiçeğin büyümesini rahatlıkla seyredebiliyor. Bu yaradılışta bir sorun yok. Kendi hayatımızla ilgili bir olay oluyor. O olay bâtında önce var ediliyor, sonra sebepler halk edilerek zuhura geliyor. Yaradılışı insanlar nasıl biliyorlar? Allah her şeyi yarattı, sonra çekildi göklere; oturuyor, oradan seyrediyor. Yarattı, bitti; karışmıyor bir şeye… 151 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Öyle değil. Bu yaradılış, “an”da devam ediyor. Olaylar da fiiller de her an yaradılışta. Bu yaradılışı beğenmezseniz ne olacak? Beğenmediğiniz an, yaradılışa karşı koymaya başlıyorsunuz. Mesela bir olay geliyor başınıza. Bâtında o olay yaratıldı; zuhura gelmesi için sebepler halk edilmeye başlıyor. Şimdi o sebeplere karşı çıkmaya başladığınız an, yaradılışa da muhalif olmaya, karşı çıkmaya başlıyorsunuz. Allah’a tam olarak iman etmek demek, işte bu yaradılışa katılmak demek. Yaradılışın en önemli perdesi, fiillere takılıp, fiilde faal olanı görememektir. Bir anlamda sebeplere takılmaktır. Yaradılış, o sebeplerle fiiliyata dökülüyor. Her neye karşı çıkıyorsanız, aslında yaradılışa isyan ediyorsunuz! Neye uyumsuzluk gösteriyorsanız, aslında yaradılışa uyumsuzluk gösteriyorsunuz, seyre geçemiyorsunuz! Allah’ın izni olmadan, yaprak bile düşmez! “Allah’ın izni olmadan, yaprak bile düşmez.”26 diyor ayette. Allah’ın izni olmadan o yaprak düşmüyorsa, bu evrende Allah’ın izni olmadan hiçbir şey olmuyor demektir. Başınıza gelen olaylar da Allah’ın izniyle geliyor demektir. Onlara isyan ettiğiniz zaman, Allah’ın iznine, Allah’a karşı çıkmış oluyorsunuz bâtında. Bütün bu yaradılışa uyum sağlamak; yaradılışla birlikte yaşamak Allah’a iman etmektir. Öz manada iman bu. Her an yaşarken sebeplere riayet etmek demek, yaradılışa katılıp, anı yaşamak demektir. Allah o sebeplerle emir veriyor. Sebeplere 26 En’am, 59 152 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler takılmak, Allah’ın velisi için edepsizlik olur. Makamların tecellisi de Allah da bu sebeplerin arkasında. Bir olay olurken yorum yapıyoruz, akıl yürütüyoruz. Acaba bu doğru mudur yanlış mıdır diyoruz; devamlı sorular soruyoruz. “Karışma; zorlaştırma, kolaylaştır.” diyor hadis-i şerifte.27 “Ben, zaten her an yaratıma devam ediyorum, ne karışıyorsun sen benim işime? Niye zorlaştırıyorsun benim işimi?” diyor. Kime diyor? Melâmîce yaşamaktan, Melâmî gibi yaşamaktan bahsediyorum. Yine Melâmî değil ha! Melâmî gibi yaşamak... Melâmî, daha da farklı. Makamların tecellisi de Allah da sebeplerin arkasında. İman etmek, “Ben iman ettim.” demekle olmuyor, öyle kolay değil. Her Fiilde Faal Allah. Pir almış bu yaşamacayı bakın ne hale getirmiş, ne kadar kolaylaştırmış anlayabilmemiz için. O sebeplerin arkasına geçebilmemiz için demiş ki: Her Fiilde Faal Allah. Ben şimdi böyle uzun uzun anlattım; O, bir cümleyle söylemiş. Pir çünkü, söylemiş. Ama bunu lafta bırakırsak eğer, Allah’ı da lâfzî biliriz. Yaşarsak, eğer bunu hayatımıza geçirirsek o zaman Allah ile Allah oluruz. Her Fiilde Faal Allah, diyor. Sebeplerin arkasında olduğunu daha ilk derste söylüyor, ama biz sebeplere takılıyoruz; ya karşı çıkıyoruz ya beğenmiyoruz. Biz ne diyoruz? İşte, sana bir asa: Lâ Fâile İllâllah. Bu vücut da Kâbe. Bak bakalım, burada Allah’tan başka ne buluyorsan o putlarına giriş, diyoruz. Şimdi salik gelmiş Hazret-ül Cem makamına ve hâlâ bana sebeplerle yaklaşıyorsa ben içimden diyorum ki insan-ı kâmil 27 Buhari, İlim, 11, Megazi, 60; Müslim, Cihad, 4 153 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler olarak ona: “Hani sen aklını Sıfat makamında bana vermiştin? Niye benim aklımla hareket etmiyorsun?” Olaylara, sebeplere takılmamız Lâ Fâile İllâllah değil mi? Sebeplere takılmak da Lâ Fâile İllâllah, ama mekrî ilâhi. Sebepler bâtında yaratılmış olan bir olayı halk etmek için, onun zuhura gelmesi için meydana geliyor. Mevsuf sıfatın aynı, ama sıfat mevsufun “aynı”, yani “aynî” değil. Yakın bile değil. Sen bakıyorsun, masa görüyorsun; sen bakıyorsun, mobilya görüyorsun; sen bakıyorsun, tasarım görüyorsun; sen bakıyorsun, öğrenci görüyorsun. İşiniz neyse… Ne görüyorsanız... Olmadı, takıldınız işte orada. Ne yapmış Pir? Her Fiilde Faal Allah, demiş, ısındırmış; ondan sonra Sıfat makamında içeri girmeye başlamış. Ef’âl makamında dışarıda idi Allah. Sıfat makamında ne yapıyor? İlim, hayat, kudret, görme, duyma, irade, kelâm… Orada da faal olan Hakk. Allah, velisini celal ve cemal eliyle direkt olarak yaratır. Bir salik sıfat makamını zevk ettiğinde olayların bütününe bakar, ayrıntılara değil. Ayrıntılar, sebeplerdir. Olaylara baktığı zaman bütünü görür. Sıfat makamında bu işi daha da kolaylaştırıyor Pir. Sıfat makamında daha sebeplerin arkasını görmese bile bütünü görerek, yaradılışa katılmış olur. “Tamam, sebeplerin arkasını ben göremiyorum, ama bunda bir hikmet var.” demeye başlar. Kim? Allah’ın velisi. Neden? Çünkü Allah, velisini celal ve cemal eliyle direkt olarak yaratır. Allah diğer her şeyi endirekt olarak, dolaylı yaratır. Allah, velisini celal ve cemal eliyle direkt olarak nasıl yaratıyor? İnsan-ı kâmilden. Bu söylediklerimi ancak Allah’ın velisi algılayabilir. Siz burada oturup, algılıyorsanız, 154 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler algılamaya çalışıyorsanız, hayatınıza geçirmeye çalışıyorsanız, en azından buraya oturuyorsanız o’sunuz demektir. Bu Allah’ın velileri az sayıda, işte 124 binle 224 bin arasında sayısı. Sebeplerin arkası Lâ Fâile İllâllah. Daha ilk derste elinizi, ayağınızı, herşeyinizi kesiveriyor. Kesiyor, ondan sonra içeri girmeye başlıyor sıfatlardan. İçinize giriyor; hayatınıza, ilminize, görmenize, konuşmanıza, kuvvetinize… Buraya girdikten sonra parçalayacak. Kahhar, çünkü o. Parçalayacak, yok edecek sizi, paramparça edecek bu vücudu. İşte orası Zat makamı. Neyi parçalıyor? Sebep gördüklerinizi. Neyi parçalıyor? Allah’tan başka ne biliyorsanız onları. Çünkü kahhar, o. Fiilde faaldi. Sıfatlara geldi, girdi içeriye. Hangi tecelligâha girdi? Açana, girdi; kapalı olana giremez. Dinde zorlama yok. Kim açtı, kim talep etti ise oraya giriyor. Ee, açtınız diyelim, girebiliyor mu insan-ı kâmil? Yok, ancak boşalttığınız oranda. Bu sebepler var ya “Dünya” bu sebepler. Bu sebepler, bizi yiyip, bitiriyor. Bir tek dışarıda mı? Dışarıda tetikleyici onlar. İçeriye giriyor ondan sonra. Bakın bu sıfatlar ne yapıyor içeride? Vehim başlıyor; milyonlarca kurt var, yiyor sizi. Her Fiilde Faal Allah. Orada biz bitiriyoruz. Bu sizdeki, dışarıdaki sebepleri sizde kurgulayan ne? Cüzi akıl. Aklınız kurguluyor onları. Halledemediniz mi Zat makamında geliyor. Halledemediniz mi Cem makamında geliyor size o. Halledemediniz mi Hazret-ül Cem makamında mürşidinizi sorgularsınız. O cüzi akıl da yükseliyor; o akıl da sizinle beraber değişiyor hep. Defalarca sohbetlerimde o akıl da sizinle beraber yükseliyor, değişiyor, demişimdir defalarca. 155 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Çünkü Hazret-ül Cem makamında mürşit kendini koyar talebenin önüne. Hazret-ül Cem makamına gelmiş salik, evliya olmuş artık. Kendini talebenin önüne koyar mürşit. Benim mürşidim de kendini koydu benim önüme. Eğer o cüz kalmışsa mürşidinin kendini önünüze koyuşunda mahvolursunuz. Cüz çünkü, algılamıyor küllü. Sorgulama, suçlamaya dönüşür. Kaç tane arkadaşımız Hazret-ül Cem makamında gitti biz irşat olurken. İşte bu yüzden gidiyorlar. Neden mürşit kendini koyuyor önünüze? Şimdi Allah Âdem’i yarattı; bütün meleklere, “Secde edin!’ dedi ya… Yaradılış devam ettiği gibi bu secde ediş de devam ediyor. Geldi, bir sebepten biat etti insan-ı kâmile. Ne biliyor ki biat etti? Secde etti, yani. Çok değerli. Ne diyor ayette: “…insanoğlu gelir, ama cahilliğinden ve zalimliğinden…”28 Peki secde ediş, tam secde ediş o mudur? Salik, insan-ı kâmilden Hazret-ül Cem makamında doğdu, yetişti, büyüdü. O zaman insan-ı kâmil, kendini ortaya koyuyor; seccadeyi atıyor önüne: “Diz çökeceksin!” diyor. O yüzden giden gidiyor işte Hazret-ül Cem makamında. Hoş, o gidenler zaten hiç gelmemişler mesleğe. Mürşit; yetişmiş, doğmuş, büyümüş olanı tekrar secde ettiriyor. Peygamber meşrepli olan tekrar secde ediyor. Firavun etmez. İnsan-ı kâmil ne yaparsa irşat için yapar. Çünkü onun işi, irşat etmek. O, insan-ı kâmil; belgelenmiş gelmiş. Gelebileceği daha üst nokta yok zaten. Sıfatlar bozuksa, işte orada yargılıyorsunuz insan-ı kâmili. Siz mi yargılıyorsunuz? Yok. Firavun var içeride; o yargılıyor, onun işi o. 28 Ahzap, 72 156 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Sıfat makamında daha sebeplerle uğraşıyoruz. İnsan-ı nakıs diyorlar orada. Nakıs; yani daha eksik. Ondan sonra da Zat makamına geldi mi salik, o artık insan-ı kâmil. Ef’âl makamında iki defa; bir zahir, bir bâtın olmak üzere insan-ı kâmile söz veriyorsunuz. “Ben, tamamen sana tâbiyim.” diyorsunuz. Sıfat makamında da iki defa; bir zahir, bir bâtın olmak üzere diyorsunuz ki: “Sen bilirsin, nasıl istersen.” Zat makamında da bir zahir, bir bâtın olmak üzere iki defa söz veriyorsunuz. Toplam altı defa Fena makamlarında insan-ı kâmile söz veriyorsunuz. İnsan-ı kâmil de Beka makamlarında o verdiğiniz sözleri ne kadar yerine getireceğinize bakıyor. Yaradılış, anda devam etmekte. Bu yaradılışta, bâtında var edilmiş olayları bizim görebileceğimiz hale getirmek için sebepler halk ediliyor. Bâtın; yani görünmeyen, o görünmez diye bilinen şey sebeplerin arkasında. Sebepler; milyarlarca, trilyonlarca… Siz biliyorsunuz kendinizi. Nasıl bakıyorsanız... O yüzden ne diyor insan-ı kâmil: Ayağını abdestsiz yere basmayacaksın! Her nefeste üç defa Allah diyeceksin ve dersin ne ise onu söyleyeceksin! Makamlar, anlamların da ötesinde. Her makamı, bu biraz önce söylediklerimi anlatmak adına örnekler veriyor insan-ı kâmil. Makamlar, anlamların da ötesinde. Zat makamını istediği kadar insan kelimelerle ifade etmeye çalışsın. Fenafillâh olmak; Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmak, herhangi bir kelimeyle herhangi bir cümleyle ifade edilecek bir şey değil ki. Zat makamı, hayret makamıdır. Allah’tan başka hiçbir şey yoktur. Ölü makamdır. Ef’âl makamı, kelimelerle 157 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler anlatılabilecek bir şey değil ki aslında. Ef’âl makamı, Kaf Dağı’nı aşmak… Ne yapıyorsunuz? İşte harflerin içine sokuyorsunuz, o anlamları küçültüyorsunuz, küçültüyorsunuz… Hani işte kulağınızdan girsin de anlaşılsın diye. Makamlar bunların ötesinde. Nerede? Bunların ötesinde. Burada, yani insan-ı kâmilde. İnsan-ı kâmilden işte o feyz çıkıyor; görünmeyen bir şey o, sizin içinize giriyor, o değişimi sağlıyor. İşte o feyz, sizi kapsamaya başladığı zaman artık dönüşüm başlayacak. Bu dönüşüm nasıl oluyor? İşte Sıfat makamına aşk makamı diyorlar. Niye? Âşık olunca adamın hiçbir şey gözü görmüyor ya. Sebepleri görmesin diye. Şimdi diyelim ki bir kıza âşık oldunuz. Onun yüzündeki sivilceyi görür müsünüz? Diyelim ki bir adama âşık oldunuz. Onun cebinde para var mı yok mu başında saçı var mı yok mu diye bakar mısınız? Âşık oldunuz mu göremezsiniz ki siz onları. İşte âşık olduğunuz zaman sebepleri görmemeye başlıyorsunuz. Sebepler, Allah’ın perdeleri; örtüsü, sivilceleri diyelim. Görmüyorsunuz, artık o sebepler ortadan kalkıyor. Direkt artık Allah kendinden kendini seyre başlıyor. Ama bu iş, öyle çok kolay bir iş değil. Siz buna teslim olmazsanız olmuyor. Nasıl teslim olmuyorsunuz? Direnç nasıl gösteriyorsunuz? O cüzi aklı kullandığınız an, soru sormaya başladığınız an aklınızdan direnç gösteriyorsunuz. O yüzden de “Bir mürşide gittiğiniz zaman eğer onun sohbetinde, dünyevi hiçbir şey düşünmüyorsanız tamam; o, insan-ı kâmildir.” derler. Dünyevi bir şey düşünüyorsanız eğer o mürşit konuşurken, belki o, insan-ı kâmildir de sizin anahtarınız onda değildir. Orası, sizin yeriniz değildir. 158 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bu dünyayı elde etmek, yel değirmenleriyle savaşmak demek. Sıfat makamını zevk edemediğiniz zaman bu gözler nasıl değişecek? Bu gözlerdeki bakış, cüz ile bakıyorsanız mekrî olur. Kül ile bakıyorsanız mesele yok. Cüz ile yani cüzi aklınızla bakıyorsanız baktığınızda kadın görürsünüz; adam görürsünüz; araba görürsünüz; para görürsünüz; kırmızı işaret görürsünüz; yeşil görürsünüz… Cüz o; mekrî ilâhi o. Cüz ile bakıyorsunuz işte. Allah kendinden kendini seyrederken nasıl bakar? Ortada Allah’tan başka bir şey yok ki. Cüz ile bakıyorsunuz, cüz ile duyuyorsunuz. Cüz ile duyduğunuz zaman nasıl duyarsınız? “Ahmet’in sesi, Mehmet’in sesi… Bu şarkıcıyı beğendim, bunun sesi güzel, bununki kötü… Eşek anırıyor, köpek havlıyor…” Bunları duyarsınız. Hâlbuki kül, Hakk sesi duyar; köpek havlamasını duymaz. Duyar da onda faal olanı bilir: Hakk. Konuşurken ne der? “Sen haksızsın, ben haklıyım.” demez. O, cüz o. Bu ilmini, bu hayatını, bu kuvvetini nasıl kullanır o kül ile bakan? İşte gider çalışır bir yerde, Allah onu nasıl kullanıyorsa öyle kullanır. Demez ki bu ilim benim, bu kuvvet benim, ben kazandım, ben yaptım, ben ettim... Eğer seyr-i sülûka geldiyseniz ki geldiniz buradasınız; Allah demeye başladıysanız ve hâlâ sebeplerle uğraşıyorsanız yel değirmenleriyle savaşıyorsanız Don Kişot’sunuz. Allah diyeceğiz biz. Yenseniz ne olur yel değirmenlerini yenmeseniz ne olur? İnanın bu dünyayı elde etmek, yel değirmenleriyle savaşmak demek. Bu sebeplere takılıp, onlarla uğraşmak demek. Zaten salik sebeplere takılıp, kaldı mı cehennemi uzakta aramaya gerek yok. Sebeplerle uğraşan, cehennemde zaten. Kendisi cehennem. Kendisi yanıyor; gidin yanına bir de 159 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler yaklaşın, sizi de yakar. Bir gidersiniz yanına içindeki ateşi size kusuverir. Ne kusar? Ateş. Komşu Ayşe Teyze’yi, karşıdaki Fatma Teyze’yi; onların neler yaptıklarını anlatır. Kusuyor işte içindeki ateşi. Ondan şikâyet eder; bundan şikâyet eder; işyerinden şikâyet eder; aldığı paradan şikâyet eder. Bu şekilde bâtında Allah’a; “Yaradılışındaki hiçbir şeyi beğenmiyorum, ne biçim Allah’sın sen!” diyor. “Senin bu yaptığın hiçbir şeyi beğenmiyorum!” diyor. Bunu kim der? İşte hayvandan aşağı olan der. İnsan der mi ya? İnsan olmaya çalışan der mi? Arada dese bile “Eyvah, ben ne yaptım?” der hemen. O tamam, o çok güzel. Şeytan beğenmez; kibir var çünkü. Aslında o, bâtınında: “Sen yaratıyorsun güzel de bunların hiçbirisini beğenmiyorum. Ben olsam daha iyi yaparım.” diyor. Ya neyi yapıyorsun ya? Ayette: “İki parmağımın arasındaki bir spermdin sen… Şimdi bana inanmıyorsun, bana isyan ediyorsun. Benim yarattıklarımı daha iyi yapacağım diyorsun.”29 diyor. Bunları, Melâmî olmak isteyenler için söylüyorum. Böyle olacak, böyle yapacağız. Başka bir yolu yok. Zor mu? Zor, ama ehline kolay. Adam, “Ben Allah’a inanıyorum.” diyor. Ee, Allah sana inanmıyor. Öyle “İnanıyorum”, “İman ettim” demekle olacak kadar öyle basit bir iş değil. Sen an be an yaptığı hiçbir şeyi beğenme; “Ben daha iyisini bilirim, daha iyisini yaparım” de; ondan sonra ‘Ben Allah’a inanıyorum…’ de. Böyle inanmak kolay… Ama şimdi biz anlatıyoruz burada; her anlattığımız size yeni bir sorumluluk yüklüyor. ‘Öyle yaşamak’ durumu zuhur ediyor. 29 Alâk, 2 160 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bu makamların sonunda ulaşacağımız yer, SEVGİ! Melâmî’nin Allah’ı da peygamberi de mevhum değil, mevcuttur. Çok büyük laf: Mevcuttur. Siz mevcut görmüyorsanız, göremiyorsanız sebeplere takıldınız demektir. İyi bakın oraya. Mevcut görmek demek, ne demek? Mevcut görmek ne? İnsan-ı kâmilden çıkana da itiraz ettiniz mi mevcut görmüyorsunuz demek. O zaman, siz de mevcut değilsiniz, demektir. Yani daha yaratılmamışsınız demektir. Daha yaradılış, yani o makam, sizde tecelli etmemiş demektir. Melâmîlikten bahsediyorum. Bu makamların sonunda ulaşacağımız yer SEVGİ! Başka hiçbir şey değil. Sevgi olacağız. Sevmeyeceğiz. Sevmek de ikilik. Biz SEVGİ olacağız! Çünkü Allah her şeyi muhabbetten yaratmış. Salik de muhabbetle yaratılıyor. Muhabbetle yaratılan birinde sevgisizlik, samimiyetsizlik olabilir mi? Sevgiden başka hiçbir şey olmaz. O yüzden biz böyle haftada bir defa, iki defa burada buluşup, konuşup; mangalda köz bırakıp, bu dernekten çıkıp, gidiyor değiliz. Yok böyle bir şey. Hep anda, makamınızla birlikte olduğunuz zaman insan-ı kâmil hep sizinle birlikte. Çünkü insan-ı kâmile mesafe yok. Birlikte olacağız. Birbirimizin yüzüne bakacağız, ALLAH diyeceğiz. 161 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 162 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler AMA İLE ALLAH’A ÂM OLMAK Allah’a iman etmek, tüm tecellileri Hakk görebilmek, tüm tecellileri yaşayabilmekle mümkün. Allah’a iman etmek; fiili iman etmek öyle kolay bir iş değil. Fiili iman, sözlü iman etmek değil. Allah’a iman etmek yani fiili iman; Lâ Fâile İllâllah’ı “İdrak etmek” demektir. “Anlamak” değil; “Anlamaya çalışmak” değil. Lâ Fâile İllâllah; “Ben bunu anladım, Her Fiilde Faal Allah. İşte bak, zikrimi söylüyorum.” demek değildir. İdrak etmek başka bir şeydir. Ne zamanki bir salik, Lâ Fâile İllâllah’ı idrak etti, o zaman Allah’a iman etmiş olur. Bu idrak edişin, fiili imanın ciddi bir süreci var. Bu süreç; fiilleriyle iman, sıfatlarıyla iman, zatıyla iman, Cem’de buluşma ve doğuşu kapsar. Yani tam olarak bir salikin Allah’a iman etmesi; yani Lâ Fâile İllâllah’ın idrakinin oturması ve yaşam biçimine dönüşmesi Hazret-ül Cem makamında oluyor. Buraya kadar bir iman süreci var. 163 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Çünkü Allah’a iman etmek, öyle çok kolay bir şey değil. Çok ciddi bir şey Allah’a iman etmek. “Ben Allah’a iman ettim.” demekle değil; tüm tecellileri Hakk görebilmek, tüm tecellileri yaşayabilmekle mümkün. Tecellileri yaşamak, “Allah’ı nitelemek” demek. Yani fiillerinizle, sıfatlarınızla, zatınızla iman edeceksiniz; bunların Hakk olduğunu idrak edeceksiniz ki Allah’a iman etmiş olasınız. Bu manada fiili olarak Allah’a iman eden bir insan, o zaman imamı tanır. Allah’a iman ve imamı tanımak bu süreç içerisinde olacak. Fena makamlarında Allah önde, peygamber arkada; Beka makamlarında peygamber önde, Allah arkada. Lâ Fâile İllâllah’ı idrak eden salik, iman etmiş olacak. Bu idrakin tamamlanması Hazret-ül Cem makamında. Çünkü Cem’i cem eden salik, artık orada iman etti mi imamı; kime iman ettiğini, bu iman edişteki imamın rehberliğini görecek. O zaman tam olarak Allah’a iman tamamlanmış olacak. Diyor ki ayette: “Ya Muhammed, ben sana ibadet etsinler diye…” Yani “Benim ibadete ihtiyacım yok; ibadet sana.” diyor. Muhammed’e ibadetle idrak, yani Allah’a iman tamamlanmış oluyor. Bu süreç de Ef’âl makamından Hazret-ül Cem makamına kadar. Fiili olarak iman etmeyen, yani ef’âlini, sıfatını ve zatını Hakk’a bezletmeyen hiç kimse imamını tanıyamaz. Allah’a iman etmeyen bir insan imamını tanıyamaz. Mümkün değil. İman ve iman ettiği andaki bir, ancak o zaman algılayabilir imamı; yani Pir’i; yani Peygamber Efendimizi. Fiili olarak Allah’a iman etmeyen, yani ef’âlini, sıfatını ve zatını Hakk’a bezletmeyen hiç kimse imamını tanıyamaz. İman etmedi ki imamı tanısın. O zaman camiye; orada imamlar var, müezzinler var; yani şeriata. Hakikat boyutunda 164 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler iman ettiğiniz an, karşınıza imam çıkar. İman ettiğiniz an, Pir’i tanırsınız. O ayet orada devreye giriyor: “Sana ibadet etsinler diye…” Allah’ın ne ibadete ne kurbana ihtiyacı var. Burada işaret ettiği, o seyr-i sülûku kim öğretiyor, kim tevhit ettiriyorsa imam, o. İnsan-ı kâmilden doğmak; imanı, imamı birlemek demek. Lâ Fâile İllâllah’ı idrak etmeyen, Allah’a iman etmiş olamaz; iman etmeyen de imamı tanıyamaz. Dikkat ederseniz nasıl zevk ediyorduk? Ef’âl ayrı, Sıfat ayrı, Zat ayrı… Biz dedik ki yok, bunların üçü “Bütün”; “Bütün” bakacağız. Bu bütünlüğü geliştiriyoruz ve Hazret-ül Cem makamına kadar bütün bakacağız. O bütünlükte Pir ortaya çıkacak. Pir’den doğmak demek; insan-ı kâmilden doğmak; imanı, imamı birlemek demek. Zaten onlar bir; biz görmüş olacağız orada. Bakın hepsi birbirleriyle zincirleme gidiyor. Aslında bu anlatılanlar, bir bütünü ifade ediyor. Allah’a iman etmek demek; Lâ Faile İllâllah’ı idrak etmek demek. İdrak etmek, ama “İdrak etmek” üzerine tefekkür ediniz lütfen. “Anlamak”, “Uygulamak” demiyorum; “İdrak etmek.” Yani açtınız gözünüzü Lâ Faile İllâllah; kapadınız gözünüzü Lâ Faile İllâllah. Her Fiilde Faal Allah. Anda bile ondan vazgeçmemek. Bunu diğer makamlara da uygulayın, fark etmez: Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah. Bu idrak, Ef’âl makamında olmak durumunda. Tekrar tekrar söylüyoruz: Allah’a iman etmek demek, Lâ Fâile İllâllah’ı idrak etmek demek. Lâ Fâile İllâllah’ı idrak etmeyen bir insan fiili olarak Allah’a iman edemez; sözlü iman eder. 165 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Sözlü iman ne demek? “Allah, mevhum.” demek. Mevcuda iman etmek ne demek? Lâ Fâile İllâllah’ı, Her Fiilde Faal Allah’ı idrak etmek, şiar edinmek. Pir’in lafıyla şiar edinmek, idrak etmek demek. Pir bir ilâhîsinde: “Bir kâmil bana ef’âlin sundu, Lâ Fâile İllâllah şiarım oldu.” diyor. “Şiar”ın altını çiziyoruz: Şiar, idrak etmek, hayatına geçirmek demek. Ne demek hayatına geçirmek? Her Fiilde Faal Allah’ı bir an bile, bir saniye değil, bir dakika değil, bir salise değil, bir an bile unutmamak demek. Bu, ilk derste olur mu? Olmaz. Bu idrakin o salikte tam olarak oturması Hazret-ül Cem makamında oluyor. Bu idrak tam oturduğu zaman o adama evliya diyorlar. Adamda bir şey kalmıyor orada. Geçmişte anlatıyorlar ya evliya diye, işte onlar, Hazret-ül Cem makamını zevk etmiş olanlar. Dolayısıyla ben de önceleri “Lâ Fâile İllâllah’ı anlayanın…” diyordum. Değiştiriyorum, artık idrak edenin bu meslekten gitme şansı yok. Çünkü anlayışı, o cüzi akıl kendine göre yorumlayabilir, çevirebilir. Ama idrak etmek başka bir şey. Onu herkes kendisi yaşayacak. Ama tekrar ediyorum; ilk makamda, ikincisinde, üçüncüsünde olacak demiyorum. Bu oluş, Hazret-ül Cem makamında bütünleşecek. Kurbiyetten, yani Allah’a yakîn olmadan bahsediyorum. Bir tek ayeti, beş makam üzerinden hayata geçirme zevkini anlatıyorum şu anda. Farklı farklı da bakabiliriz Hazret-ül Cem makamına kadar… Orada bütünleştiğiniz zaman, imanınız tamamlanıyor, imamı tanıyorsunuz; artık gözünüz açılır, kulağınız duyar. Orada kurbiyet tamamlanmış oluyor. İşte o kurbiyet tamamlandığında o zaman Allah: “Ben kulumu sevdim mi o kulumun gözünden gören, dilinden 166 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler konuşan, kulağından duyan, elinden tutan, ayağından yürüyen ben olurum.” diyor. Nerede? Lâ Fâile İllâllah’ı idrak edip, iman etmiş olanda. Allah’a kendi ipinizle mi Allah’ın ipiyle mi bağlısınız? İman etmek çok zor, ama çok tatlı bir iş. İman ettiniz mi işte o zaman tamam. Öbür türlü imanda böyle kıl kadar bir şeyler (cüzi akıl) kalırsa tam olmuyor o iman. İşte o zaman anlatıyorlar: “Allah’a bir kendi ipiyle bağlı olanlar var, bir de Allah’ın ipiyle bağlı olanlar var.” diye. Bu kendi ipiyle bağlı olanlar sıkıştığında kaçar gider, sonra yine gelir. Kendi ipiyle Allah’a bağlı olmak ne demek? Kendi ipiyle bağlı olan, yorum yapar, sebep bulur, kendini haklı çıkartacak bir şeyler bulur. Bu ip, işte kendi ipidir. Herkes kendi ipini kontrol etsin. Ef’âl makamındaki de bunu kontrol edebilir, Zat makamındaki de. Hazret-ül Cem makamındaki salikin zaten görmesi lâzım artık. Yaşadıklarınızla ilgili sebepler, kendinizi haklı çıkartacak bir şeyler buldunuz mu bilin ki kendi ipinizle Allah’a bağlısınız. İmanda daha bir sakatlık var, daha güçsüzlük var. İmansızlık demiyorum; güçsüzlük var, güçlendirmek lâzım onu. Neden hep Sıfat makamında bu sebepler üzerinde duruyorum? İp aramayın, ip sizde zaten. Kim ki bir sebep buluyor, ne yapmış oluyor? Kendi ipiyle bağlanmış oluyor. Mesela, “Sigarayı bırakacağım” diyor; iki gün içmiyor; üçüncü gün yakmak için bir sebep buluyor. O da Lâ Fâile İllâllah, bize bir sorun yok. Benim işim size rehberlik etmek, anlatmak. Bana bir şey yok, bana bir sorun yok. Benim işim anlatmak. Zaten bunun için buradasınız, ben de anlatayım diye. Tefekkürümüz bundan sonra bunun üzerine olsun. Ef’âl’den Hazret-ül Cem’e kadar 167 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bütünlüyoruz. Kurbiyet zaten o: Allah’a yakîn olmak; kurban olmak. O bütünlük içerisinde iman olacak. Salik fiili iman etti mi bitti. Rahat artık, hiçbir şey kalmaz onda. Ne vesvese kalır ne geçmiş kalır ne gelecek kalır ne zahir kalır ne bâtın kalır ne evvel kalır ne ahir. İman etti mi ondan sonra önünde artık nübüvvet makamı var. O iman eden salikin evveli, ahiri, bâtını, zahiri “bir” olur; artık Muhammed ümmeti olur o. Evveli, ahiri, bâtını, zahiri birleyen, her fiilde fail olur. İmamsız iman olamaz. İmamsız iman olamaz. Tevhit etmenin yolu bu. İdrak edeceğiz. Bunun üzerine tefekkür edeceğiz. Şimdiden başlayacağız. Geleceğimiz yer orası. Biz Ef’âl makamında başlıyoruz. Ef’âl’de, Sıfat’ta biraz daha rahatsınız, hoşgörü var; Zat’ta ölüm var. Zaten Beka’da söylenecek bir şey yok. Zat makamında başlıyor iş. Çünkü artık Zat makamında fiili iman; ef’âlle, sıfatla, vücutla Allah’tan başka hiç bir şey olmadığı bilincine ulaşılmakla gerçekleşmiş oluyor. Böylelikle o salik, velâyet yoluyla peygamberliğin devam ettiği bilincine ulaşmış oluyor. Artık imamını görme yolunda o salik, imamı görecek. Onun için ona orada veli diyorlar. Onun için Zat makamında salik, insan-ı kâmil. İman etti ve o iman, imamı görüşe getirecek artık onu. Velâyet yoluyla peygamberliğin devam ettiğini anladı manada. Peygamberlerin iki yönü var: Peygamberlik ve Velilik. Peygamberlerin iki yönü var: Bir peygamberlik, bir velilik yönleri. Velilik yönleri, peygamberlik yönlerinin üstünde. Aman ha, demiyorum ki veliler, peygamberlerden üstün. 168 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler O peygamberlerin velilikleri, peygamberliklerinden üstün; veliler, peygamberden üstün değil. Dolayısıyla velâyet yoluyla peygamberliğin devam ettiğini; yani o Peygamber Efendimizin, Hz. İbrahim’in dininin devam ettiğini; o öğretinin devam ettiğini ve o öğretenin kim olduğunu anlıyor adam artık Zat makamında. İmamla artık tanışma yoluna gidiyor. O tanışma Hazret-ül Cem makamında. Diyorlar ya “İnsan-ı kâmilden doğuyor” diye. Artık doğduğu zaman, orada karşısındakiyle, yani o rehberle tamamen velâyet yönüyle konuşuyor, hareket ediyor. O bilince gelmiş oluyor. Çünkü salik, o insan-ı kâmilin hep velâyet yönüyle muhatap olmak durumunda ki nübüvvete geçebilsin; ümmet olabilsin. Peygamberin ümmeti orada oluyor. Ne demek peygamberin ümmeti? Peygamber gibi yaşayan demek. Aynı. Orada tanışıyorsunuz, orada işiniz bitiyor ki onun hep velâyet yönüyle hareket ediyorsunuz ki onunla huzurda oluyorsunuz. İman etmek ciddi iş. Böyle yaptığınız zaman Allah: “Benim gök kubbemin altında öyle kullarım vardır ki onlar her zaman; otururken, yatarken, yürürken ve dahi her şartta beni zikrederler.”30 diyor. “Her şartta…” Ne demek bu? Her şartta namaz kılınmadığına, her şartta oruç tutulmadığına, canımız istediği zaman Hacca gidilmediğine göre? Şerri kurallar değil burada bahsettiği; zikretmekten bahsediyor: Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah… Allah ile Allah olmaktan bahsediyor. Dolayısıyla salik iman ettiği zaman öyle bir yere geliyor ki artık cifeyi, yani pisliği dahi Hakk görüyor. Bu olmaya, böyle olmaya çalışıyoruz; iman edeceğiz. Ama iman edeceğiz! Öyle göklerdeki bir ilâha, 30 Âli İmrân, 191 169 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler mevhum (buharlaşmış) bir Allah’a, “Sana iman ettim, seni seviyorum.” diyerek değil. Yaşamınızın her anında, her ne yapıyorsanız insan-ı kâmil bilir. Bu bilinçle yaşayabilir misiniz? Biliyor ve görüyor. Haydi bakalım gelin de şimdi buna iman edin. Her anı biliyor ve görüyor. İnsan-ı kâmile ne yalan söyleyebilirsiniz ne eveleyebilir ne geveleyebilirsiniz. Hiçbir şey demez, ama bilir hepsini. Ama bu bilişi, böyle Amerikan filmlerindeki gibi bir biliş olarak görmeyin. Böyle gözünü kapatıp da “Vay siz ne yapıyorsunuz?” diyerek değil. Hatta fiillerinizi, yaptığınız fiillerin dışındakileri de içindekileri de yapmadıklarınızı da bilir. O derinliklerdekini de bilir. Bilen kim? Allah; insan-ı kâmil. İnsan-ı kâmil, Zat makamında gitmiş; bu söylediğim evreleri geçmiş. Hani nerede insan-ı kâmil? Adı onun insan-ı kâmil. İşte isim verilmiş anlatmak için insan-ı kâmili. Hepimiz kâmil insan olmak için uğraşıyoruz. O gelir, anlatır. Bazılarını kullanır; bazılarını söyler, bazılarını söylemez. Çoğunluğunu üstü kapalı söyler. Neden? Çünkü bunlar irşat yöntemleri. İrşat olacaksınız. Haydi, yaşayın bakayım. Unutmasanız yaşayabilir misiniz? Nasıl yaşayacağız? İşte makamınıza göre. Her Fiilde Faal Allah… Mevsuflarda faal olan, O; sıfatlar Hakk’ın… Vücut, zaten Hakk’ın. Ama dediniz, oldunuz Allah’a âmâ. Her Fiilde Faal Allah… Başınıza bela geldiğinde orada da faal olan Allah değil mi? Bugün patron çağırdı; maaşın üç bin lira, dedi. Oh, Lâ Fâile İllâllah… Akşama kadar müşteriler arıyor; siparişler alınıyor. Oh, Lâ Fâile İllâllah… Çok güzel. Ee, patron üç ay maaş vermiyor, ne olacak şimdi? Orada Lâ Fâile İllâllah değil. Başlıyoruz o zaman: “Lâ Fâile İllâllah, 170 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler fakat; Lâ Fâile İllâllah, lakin; Lâ Fâile İllâllah, ama…” Ama dediniz, oldunuz Allah’a âmâ. Lâ Fâile İllâllah’tan sonra ama dediniz mi Allah’a âmâ olursunuz; iki göz de gitti. Ama dediniz, oldunuz Allah’a âmâ. Gözlükleri taksanız, pırıl pırıl silseniz de Lâ Fâile İllâllah’ın sonuna “ama” dediğiniz zaman Allah’a oldunuz âmâ. Hiç beklemeyin iman edeceksiniz diye. İman nerede, ama nerede? Biz niye buradayız? Biz, ama dememeye çalıştığımız için buradayız. Diyeceğiz de… Ama’sız da halledeceğiz bu işi. Mesele yok; gayret ediyoruz, yapmaya çalışıyoruz, istikrarlıyız, buradayız. Burada istikrarınız varsa tamam, veliyiz, olacaksınız. Daha sonrası veliliğin mertebeleri ile ilgili olaylar. Allah’ın tecellisi ile ilgili bir şey. Biz, “Lâ Fâile İllâllah, ama…” dememeye gayret edeceğiz. O “ama”ları içimizde halledeceğiz. Dışarıda bir şey yok arkadaşlar. Hepsi kendinizde, burada. Bak ne yapıyorsunuz namazda selam verirken? “Esselamün aleyküm ve rahmetullah” deyip, kendinize (omuz başına) bakıyorsunuz. Öyle göklerde bir şey yok arkadaşlar. Ne varsa kendinizde, ama dediğiniz an, o “ama”dan sonra bakacağınız yer, karşısı. Allah’a iman etmek, Lâ Fâile İllâllah’ı idrak etmek demek. Haydi, hep birlikte idrak etme yolunda gayrete devam ediyoruz, gayretleri de kendimizden bilmiyoruz. 171 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 172 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler BİLENLE BİLMEYEN BİR OLUR MU? Allah’ı bilmek, fiilde faal olanı seyretmektir! Allah’a iman etmek çok ciddi bir iş. Ne zaman birine kızdınız, birinin işine karıştınız, Allah’a iman etmediniz; Allah’ın işine karıştınız. Çünkü göklerde bir yerde Allah yok. Karşınızda faal olan, O. Kiminle konuştuğunuza, nasıl yaşadığınıza dikkat edin. Tarikatların işi kolay. Beş vakit namaz kılıyorlar, geceleri de on rekât fazla kılıyorlar. Bizim öyle değil. Bizim her an Allah dememiz gerek… Zaten başka da kurtuluş yok; her anda Allah demek; her anda fiilde faal olanın bilinciyle yaşamaktan başka. İşte zaten o zaman oldu. O da zaten bu seyr-i sülûkun sonuyla ilgili bir şey; yani geleceğiniz nokta. Seyr-i sülûkta olan dingin olur, rahat olur. Ona baktığınız zaman çok dingin, rahat, ferah görürsünüz. Neden? Çünkü artık o Allah’a iman etmiştir. Sözle değil, yaşarken. Karşılaştığı her fiilde faal olanı bilerek yaşıyordur o. Ee, o zaman zaten bitti ki… Kimseye diyemezsiniz “Gözünün 173 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler üstünde kaşın var…” diye. Bakın bitti. Ben öyle diyordum ilk derslerde, “Beka makamlarına bir geleyim, dağıtacağım ortalığı, herkese ben söyleyeceğim…” diyordum, ama öyle olmuyor. O makamlar sizden tecelli ettiği zaman kimseyle kavga etmenize gerek kalmıyor. O dinginlik, gerçekten makam sizden tecelli ederse karşı tarafa yansıyor. O dinginliğe, karşı taraf uyum sağlayamasa bile susuyor. Neden? Çünkü orada adama diyorsunuz ki: “Sen bilirsin.” Mesela yanınıza gelmiş adamın biri ve içi yanıyor, ateş. Ne yapacaksınız onu? O ateş size bulaşacak; “Sen bilirsin” diyeceksiniz adama. Susup, gidecek. Kime diyorsunuz “Sen bilirsin” diye? Adama mı? Allah’a diyorsunuz. Hani adam nerede? “Sen sus, ben bilirim.” dediğiniz zaman, kime “Sus!” diyorsunuz? Direkt olarak Allah’a. “Ya Efendim, şimdi biz köle mi olacağız?” Allah kimseyi köle etmez arkadaşlar. Siz öyle deyin, Allah’ın karşısında hiç kimse duramaz. Siz o bilince ulaşın, bakın ne oluyor. Adama dediniz mi “Sen bilmiyorsun” diye, Allah’a diyorsunuz “Sen bilmiyorsun” diye -fena makamlarından konuşuyoruz-. Diyorsunuz ki: “Ben daha iyi bilirim.” Kime diyorsunuz? Allah’a diyorsunuz “Ben daha iyi bilirim.” diye. Yazın güneş batarken gökyüzüne bir bakın; gurup diyorlar ya oraya bir bakın. O renk tonlarına bir bakın; bir sürü renk tonu var. Herkes görmüştür gurubu. Hangi ressam o boyadan daha iyi yapabilirse siz de birine dersiniz ki “Ben daha iyi bilirim.” Sen eğer o gökyüzündeki tablonun daha iyisini çizebilirsen de ki karşıdakine, “Ben biliyorum.” Kimileri bilmediği halde kulaktan dolma bilgilerle gelir, ustaya işini öğretir. İşte o, Allah’ı bilse ehline bırakır, susar. Siz 174 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler biliyorsunuz artık. Siz, “Tamam” diyeceksiniz. “Böyle de olabilir, şöyle de yapsak olabilir.” diyeceksiniz. Çünkü ayette ne diyor: “Bilenle bilmeyen bir olur mu?”31 Herkes bunu nasıl anlıyor? İşte o Kur’ân’ı bilen, ayetleri bilen, hadisi bilen, daha çok kitap okuyan; bilen. Bunlara sahip olmayan da bilmeyen… Yok öyle bir şey. O ayetin bir tek şerhi var arkadaşlar: “Allah’ı bilenle bilmeyen bir olur mu?” O ayetin başka bir şerhi yok. Onlar kendilerini aldatıyor. Onlar cahil; ayetin şerhi çok basit: “Allah’ı bilenle bilmeyen bir olur mu?” Allah’ı bilmek; bir insan-ı kâmil bulup, ona biat edip, onun feyziyle Lâ Fâile İllâllah’ı hayatınıza geçirmekle başlıyor. Ancak bir Melâmî insan-ı kâmili ile Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşabilirsiniz. “Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı” bilincine, ancak bir Melâmî insan-ı kâmili ile ulaşabilirsiniz! Allah ile kul arasında yetmiş bin perde var. Her makamda on bin perde kalkıyor. Şimdi geldiniz insan-ı kâmili buldunuz; size Ef’âl makamını verdi; Allah ile aranızdan on bin perde kalktı. O her bir perde, Arap atıyla beş yüz yıl gitmek ile geçiliyor. Geçtiğiniz yola bakın. Hani diyor ya Mevlânâ Hazretleri: “Daha önce bu yola çıkmış olanları sen geçersin.” O fiilde faal olanı biliyor da ondan öyle diyor. Pir çünkü. Bakın Arap atına biniyorsunuz, beş yüz yıl gidiyorsunuz, bir perde. Bir perde, beş yüz yılda. Ee, yetmiş bin perde var. Her makam on bin perde. Düşünün!.. Buldunuz insan-ı kâmili, artık çarpın, on bin çarpı beş yüz yıl. Yükseldiğiniz yere bakın. 31 Zumer, 39 175 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Çünkü eskiden nasıl yapıyorlarmış? Melâmîlik tarikatın içerisindeymiş. Adam ilk önce nefs yoluyla eğitiliyormuş; işte nefs-i emmaresi, mülhimesi, raziyesi, safiyesi… Sonra geliyormuş. Nereye? O dediğim makama geldiği zaman adam ne yapıyor biliyor musunuz? Suyun üstünde yürüyor. Tayyi mekân yapıyor, gidiyor beş vakit namazını Kâbe’de kılıyor. Düşünceleri okuyor. Vahşi hayvanların sütünü sağıyor. Aslana, kaplana biniyor at gibi. Adam o mertebeye geliyor. O zaman Melâmî insan-ı kâmilleri bu yolla eğitiyorlarmış; onların içerisinden o mertebeye gelmiş birini seçip, Ef’âl makamını veriyorlarmış. Bugün onları yapan birine tanrı diye taparlar. Suyun üstünde yürüyecek adam, tayyi mekân yapacak, aslanın üstüne binecek, yılanı kamçı olarak kullanacak… Böylelerine tanrı diye tapmışlar zaten geçmişte de. Çok tanrılı dönemde neler olduğunu zannediyorsunuz. Ef’âl makamındaki herhangi bir salik, herhangi bir tarikatta direkt olarak şeyhlik yapabilir. Direkt. Ne zaman? İşte Ef’âl makamındaki salikin Allah perdesini kaldırırsa o zaman, direkt onların üstünde çünkü. O ayet işte buraya geliyor: “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” Öyle biliyor işte. Sonra o iki gözümün nuru Pir Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri geliyor; Melâmîliği o tarikatlardan ayırıyor. “Adam zaten on sekiz bin âlemden süzülüp gelmiş; beni, yani insan-ı kâmili de bulmuş, direkt Ef’âl’i verirsin.” diyor Pir. Zaten gelmiş olmak bir yol, yani uzun bir yol. Taa böyle o güneş sisteminden, yıldızlardan süzülüyorsunuz, atmosferden içeri giriyorsunuz, toprağa düşüyorsunuz. İlk önce madenlere, sonra toprağa geliyorsunuz; sonra topraktan bitkiye, bitkiden hayvana geçiyorsunuz. Hayvandan babanız yiyor, babanızdan da annenize geçiyorsunuz. Sonra annenizden dünyaya 176 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler geliyorsunuz. Süzülüp, geliyorsunuz. İşte böyle çok avukmamış olanlar, gecikmemiş olanlar insan-ı kâmili bulduğu zaman onlar hemen rapt oluyorlar. Bazıları gecikmiş oluyor. İşte ottan hayvan yiyor, hayvan yemeden diyelim ki babaya geçiyor. Mesela adam kısır, ölüyor, tekrar toprağa karışıyor, ondan sonra tekrar bitkiye geçiyor, bitkiden tekrar hayvana geçiyor, hayvandan ondan sonra geliyor orada toprakta, bakırda vesairede takılıp kalıyor; demirde takılı kalıyor adam, çok sert. Sert derken mizacı sert anlamında demiyorum. İnsan-ı kâmili tanıyamıyor. Orada sert. Ondan sonra avukmuş oluyor adam, gecikiyor da gecikiyor. Ehadi seyirler, onlar gecikmezler, bir defada gelirler. Tüm peygamberler ve Allah’ın velileri, bir tek şey anlatmak için geldiler: “Göklerde bir yerde bir Allah yok!” Bakın, bütün peygamberler ve tüm Allah’ın velileri bir tek şey için geldiler: “Göklerde bir yerde bir Allah yok!” Bunu anlatmak için geldiler. Yani Peygamber Efendimize peygamberlik geldiğinde Kâbe’de o kadar put varken o dönemdeki insanlar Allah’a inanmıyor değillerdi. Allah’a inanıyorlardı. O putları da Allah’a yakınlaştırıcı olarak görüyorlardı. Yakîn olmak olarak görüyorlardı. İnsana peygamber geliyor. Ee, şimdi burada var mı inanmayan? Yok, herkes inanıyor. Putları var mı? Var. Allah’tan başka baktığınızda ne görüyorsanız o gözün putu, o. Baktınız şimdi bakkala, bakkal gördünüz; put. Kızınıza baktınız, kız gördünüz; put. Hanıma baktınız, hanım gördünüz; put. Arabaya baktınız, araba gördünüz; put. Milyarlarca putunuz var bakın. Aynaya baktınız; kendinizi gördünüz; çok büyük put. İnsan-ı kâmile baktınız; Ümit gördünüz; daha da büyük 177 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler put. Zaten aynaya baktığınızda kendinizi geçemiyorsanız insan-ı kâmili göremezsiniz. Bunların temeli de bu Lâ Fâile İllâllah’ta. “Salik biat eder; Ef’âl makamına gelir; Her Fiilde Faal Allah. Ondan sonra fena-i Ef’âl; anlamaya başlar Her Fiilde Faal Allah olduğunu. Ondan sonra tecelli-i Ef’âl; tecelliler başlar salikte. Bu tecellilerden sonra salik, Ef’âl cennetine girer. Artık içine bir rahatlık gelir…”Yani ilk derste bunlar anlatılırdı. Bunlar da anlatılmaya devam ediliyor. Biz mevhumdan kurtarmak için daha ilk başta daha bu şekilde yola çıkmaya çalışıyoruz. Aklın aklı, insan-ı kâmildir. Bakın, Her Fiilde Faal Allah. Bütün kurgulardan kurtarıyoruz. Dünyadan kurtaracağız. Dünya ne? Allah’tan başka ne görüyorsak bizim dünyamız o. Bu aklımızla bu işler olmuyor. İşte ondan sonra anlatıyor insan-ı kâmil, “Üç tane akıl var…” diye. Bu akıllardan birincisi, akl-ı maaş. Ne aklı maaş? İşte aklı maaş; “Ev kirası, elektrik faturası, kredi kartları, öyle yapacağım, böyle yapacağım…” Gününüzün ne kadarını bu akılla geçiriyorsunuz siz biliyorsunuz. Yüzde doksan sekizi mi yüzde yüzü mü? Akl-ı maaşla bu iş olmuyor. Bakın ilk akıl bu: Akl-ı maaş. Ondan sonra ikincisi, akl-ı miat. Nedir akl-ı miat? Akl-ı miat şu: Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışacaksın, yarın ölecekmiş gibi ibadet edeceksin. Miat, “zamanlı” demek. Hiç ölmeyecek, bakın ne kadar güzel bir şey. Bakın biz bunu da kabul etmiyoruz. Daha doğrusu kabul etmiyor değiliz. Bunun da üzerine çıkmak için uğraşacağız. Ef’âl ve Sıfat makamında salik buraya gelir. Yani aslında Ef’âl 178 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler makamı, akl-ı maaştır, biraz karışıktır. Sıfat makamında akl-ı miada geçmesi lâzım. Zat makamındaki adamın aklı kalmaz. Akl-ı miat; hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıyoruz, yarın ölecekmiş gibi ibadet ediyoruz. Namazını kılıyor, işte artık onların yetişmişleri seccadeyi atıyor, sabahlara kadar namaz kılıyor. Biz ne yapıyoruz? Akl-ı kül’e, küllî akla geçiyoruz. Aklın aklına geçiyoruz. Aklın aklı, insan-ı kâmildir. Ne kadar kendi aklınızla hareket ediyorsunuz? Ne kadar aklın aklı ile hareket ediyorsunuz? Tartın kendinizi işte. Ben ne bileyim? Bilsem de demem. Bizim işimiz rehberlik, anlatmak. Biz şimdi o aklı değişeceğiz, o aklı siz bana vereceksiniz. Böylece külle geçmiş olacaksınız. Akıllarınızı istiyorum! Çünkü Allah ve makamlar aklın ötesinde, arkasında! Akıllarınızı istiyorum! Olur mu böyle bir şey? Bizim keramete ihtiyacımız yok. Allah’ın bir velisi, kuşun kafasını koparıyor, tükürüklüyor, uçuruyor… Bunlar inanın çocuk oyuncağı. Neye göre? Haydi, çıkın sokağa. Deyin ki insanlara: “Bu sokakta bildiğiniz din var ya bu din Allah’ın dini değil, Peygamber Efendimizin dini değil!” “Ya ne?” diyenlere deyin ki: “Peygamber Efendimizin dinini ben biliyorum ve bu dini insanlara öğretmekle yetkili memurum. Gelin ben size öğreteyim!” Bundan daha büyük keramet olabilir mi? Ben onu yapıyorum şimdi. Ne olacak bir kuşun kafasını koparıp, tükürükleyip, uçursam? Değil mi? Ne olur ki yani? Haydi, siz gidin, birini bana getirin. Deyin ki, “Bir tane adam var, bu sokaktaki din Allah’ın dini değilmiş, Peygamber Efendimizin dini değilmiş, diyor. Bu adam size Peygamber Efendimizin dinini öğretecek, yetkili belgeliymiş. Gelin, sizi ona götüreyim.” deyin, haydi. Daha büyük bir keramet olabilir mi ya? Pir dolarsa içinize, burada Pir varsa 179 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler olur. Sizin de bir şey yapmanıza gerek yok. Sizden gelecek olan adam sizi bulur, gelir zaten. Yine siz getirmezsiniz. Daha büyük keramet hiç kimse aramasın. Burada oturuyoruz şimdi, hani aklınızı istiyorum ya zaten sizin aklınız yok, olsa buraya gelmezdiniz. Zaten yok. Yani yok derken Ezel-i Ervah’tan bu iş böyle. O akl-ı kül bir şekilde sizde, derinlerde var. Onun için buradasınız. O kadar hayvan ahlâkı, bu kirlenmişlik tam onu örtemiyor. İçlerde, derinlerde o sesi duyup, geliyorsunuz. Biz o sesi, o derinlerdeki sesi üste çıkartacağız. Bir yerde Şems olmak kolay, mürşit olmak kolay da Mevlânâ gibi talebe bulmak zor, Allah nasip eder inşallah. Bütün bunları niye anlatıyorum. Çok ciddi bir iş bu Lâ Fâile İllâllah. Hani sahabeler demişler: “Ya Allah’ın Resulü, savaşları kazandık.” Peygamber Efendimiz de: “Bunlar küçük savaştı, şimdi büyük savaş başlıyor.” demiş. Onlar da demişler ki: “Hallettik işte hepsini. Ne savaşı?” “Kendimizle olan savaş başlıyor. Büyük savaş o.” demiş. Kim ki insan-ı kâmili bulup, Lâ Fâile İllâllah’a geldi; işte onlar büyük savaşa geldi! Allah’ı bilmek, fiilde faal olanı seyretmektir! 180 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler SEVGİLİYE SEVGİSİZ GİDİLMEZ Eşyaya, Peygamber Efendimizin baktığı gibi bakabilmek için her fiilde faal olanı seyretmek gerekiyor. Sevgiliye sevgisiz gidilir mi? Hem sevgili istiyorsunuz hem sevgi yok. Neredesiniz o zaman siz? Ateştesiniz! Sevgiliniz orada; gideceksiniz. Nasıl gitmeniz lâzım ona? Sevgiyle!.. Bakın adı üstünde: “Sevgili.” Sevgiliye sevgiyle gitmeniz lâzım. Öyleyse bu ne hiddet bu celal? “Hiç” olmak için uğraşıyoruz. Pir, hepsinin Kızıldeniz’ini yardı, ortadan ikiye böldü, ama firavunlar hep geçti karşıya. Bir sürü firavun var, Samirî var. Pir, “Ben bir Tur’a çıkıyorum, bekleyin!” dedi. Pir, ölmedi; Tur Dağı’na çıktı. Kim diyor Pir öldü diye? Nasıl ki Allah Hz. Musa’yı çağırdı; o da Tur Dağı’na çıktı; aynı ikisi de. Dedi ki Pir talebelerine, “Ben Tur'a çıkıyorum, bekleyin!” Hz. Musa elinde emirlerle döndüğü zaman ona tâbi olanları nasıl buldu? Buzağıya tapar buldu. İşte Pir şimdi döndü Tur'dan, elinde hüccetle. “On Emir” yerine “Hüccet” var şimdi. Pir geri 181 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler döndü, Tur'dan indi. Bir yere gittiği yok Pir’in. Döndü, ama işte bir sürü buzağıya tapan var; bir sürü Firavun var. Aynı… Bakın buzağıya tapanlar ve bu sorunları çıkartan firavunlar, Hazret-ül Cem ve Cemm-ül Cem makamındadır. Çünkü daha aşağıda olamaz. Pir bir yere gitmedi, Tur'a çıktı. Hangi Tur? Artık ister dağ deyin, ister tur deyin; ikisi de olur. İndi Tur’dan; emirle, hüccetle geri geldi. Pir burada, ama buzağıya tapıyorlar. Herkesin bir buzağısı var işte. O ilim, Ef’âl makamından Cemm-ül Cem makamına kadar olan ilim, buzağı oluyor, canlanıyor. Biz sevgiliye gitmek için yola çıktık. Neyle gidiyoruz sevgiliye? Sevgiyle. Neyi seveceğiz? Fiilde faal olanı seveceğiz, onunla samimi olacağız. Eğer bu fiilde faal olanla samimi olmazsak onu seyretmezsek Hazret-ül Cem ve Cemm-ül Cem makamlarında firavunlar ortaya çıkar. Hem de Lâ Fâile İllâllah kılıcıyla çıkıyor o firavunlar. Böyle normal kılıçla çıksa yine iyi. Lâ Fâile İllâllah ilmi kılıcıyla çıkıyorlar; işte onlar zındık. Normal kılıçla karşınıza çıksa adam, en fazla kafanızı keser, o da önemli değil. “Bu akıl da dönüşüyor.” diyorum ya akıl da dönüşüp, o hale geliyor. Kendini katleder, başka kimseye bir şey yapamaz. Onlar bu mesleğe zarar veremezler; kendilerine verirler ancak. Pir’in umurunda mı işte bak biz oturduk burada, Allah diyoruz. Biz samimi olacağız, fiilde faal olanı seyredeceğiz. Bunu yaptık mı zaten iş temelden bitiyor. Her Fiilde Faal Allah zevki sizde oluştu mu işte o samimiyet, ama ayağınıza basınca da samimi olacaksınız. Mesela paranız yok; oradaki tecelliyi de seyredeceksiniz. Zor 182 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler durumdasınız; onu da seyredeceksiniz. “Başına gelen beladan en az yediğin ekmek kadar zevk alacaksın.” diyorlar ya… Onunla samimi olacaksınız. Tevhide götüren, tekliğe götüren, Ehad’a götüren ikilik: Fiilde faal olanı sevmek. Fiilde faal olanı sevmek ikilik, ama çok güzel bir ikilik. Dünyanın en güzel ikiliği bu. Adamı tevhide götüren, tekliğe götüren, Ehad’a götüren ikilik bu. Bu ikiliği seviyorum. Bu nakıslığın benim başımın üstünde, benim gönlümün ta ortasında yeri var. Bu nakıslık, tam bir nakıslık yani. Ona insan-ı nakıs diyorlar. Bu evrenin en güzel ikiliği, en güzel eksikliği. Nice tamdan daha güzel bir eksik bu. Sevmeden olmaz. Yoksa ateş işte… Deniz kenarında yürüyün; bakın o denizin içindeki taşlara. Yusyuvarlak, tortulanmış taşlar görürsünüz denizin içinde. Alın o taşı elinize, sivriliği gitmiş, o sertliği de gitmiş, tortulaşmıştır. Bir tane daha alın, vurun ikisini birbirine; ateş çıkar. Vurdunuz mu ateş çıkar. O ikilik, içinizde gitmediği sürece sizden de ateş çıkar. Ateş çıktı mı Allah yok işte. Ateşte de faal olan Allah, ama o kendisi değil işte. Samimi olacağız arkadaşlar, bu fiilde faal olanla. Seyredeceğiz! Ama o kadar zor ki? Bu fiilde faal olan geliyor, diyor ki size: “Bu evin hali ne, bu yemek tuzsuz, bu böyle, bu şöyle…” Haydi, seyredin bakalım bunları da… Ya da siz: “Onu öyle yaptın mı bunu böyle yaptın mı? Nereye gidiyorsun? Ne yapıyorsun? Üstün ince, kalın giyin…” diye başlıyorsunuz söylenmeye. Fiilde faal olanı nasıl seyrediyorsunuz? Karışıp, duruyorsunuz devamlı. Durmadan müdahale ediyorsunuz. O da sevgi değil. Ya çocuğunuzu ikaz ediyorsunuz; bu sevgi değil mi? Değil. 183 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Sevgi değil. Çok zor, ama en azından gayret edeceğiz, seyredeceğiz; ilmen yakalayacağız bunu. Bu manada, yani bir mukarrabinin Ef’âl makamını zevk etmesi noktasında, Pir sık sık, “Ef’âli zevk eden mi var?” derdi. Ama bu, en üst noktada. Yoksa buradaki herkes Ef’âl makamını zevk etmiştir, geçmiş olan bir şekilde bir ucundan yakalamıştır. İlm’el yakîn, ayn’el yakîn, Hakk’el yakîn Geçtiniz Ef’âl’i, bitti; geçtiniz Sıfat’ı, bitti; geçtiniz Zat’ı, bitti… Yok böyle bir şey. Bunlar yakîn dereceleri: İlm’el yakîn, ayn’el yakîn, Hakk’el yakîn. Geçip de bitmiyor bunlar. İlminden yakîn oluyorsunuz. Kendisinden, görüntüsünden, sıfatlarından yakîn oluyorsunuz; ayn’el yakîn oluyor o. İşte artık ona yaklaştınız, onu gördünüz, tamam; o, Hakk’el yakîn oluyor ki tam değil. Bu üç tane yakîni bir yerde topluyorsunuz. Birini geçtiniz de bitti, geride kaldı değil. Ef’âl, Sıfat ve Zat… Sizde var hepsi, nasıl geçip bırakıyorsunuz? Hayatınızda hiç deniz görmemişsiniz diyelim. Televizyon seyrediyorsunuz, orada denizi görüyorsunuz. Anlatıyorlar denizi; uçsuz bucaksızdır, diyorlar; dalgaları gösteriyorlar. İçinde balıklar var, görüyorsunuz. Üzerinde insanlar, tekneler, gemiler yüzüyor; insanlar balık avlıyorlar. Artık siz denizi televizyonda gördünüz, biri size anlattı. İlmen bir deniz olduğunu biliyorsunuz; İlm’el yakîn oluyorsunuz ona. Bir gün nasip oluyor, atlıyorsunuz arabaya, gidiyorsunuz deniz kenarına. Orada elinizi suya sokuyorsunuz; iskelede denize doğru yürüyorsunuz; ayağınızı sokuyorsunuz denize; o iyot kokusunu almaya başlıyorsunuz orada. O, ayn’el yakîn. Dokundunuz artık ona. O, ayn’el yakîn. Baktınız olacak gibi değil, çıkartıyorsunuz üstünüzdekileri dalıyorsunuz denize. O, 184 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Hakk’el yakîn. Ama bakın hâlâ deniz var, bir de denizin içerisinde siz varsınız. Tam bitmiş durumda değil iş. Hakk yakîn; denize girdiniz artık, ama iş bitmiş durumda değil. Televizyonda gördünüz, ilmini öğrendiniz; o, ilm’el yakîn. Gittiniz, dokundunuz ona, kokusunu aldınız; o, ayn’el yakîn. Hoşunuza gitti bu deniz; soyundunuz, daldınız içeriye; o, Hakk’el yakîn, ama daha denizin içerisinde deniz var, siz varsınız, yüzüyorsunuz… İlm’el yakîn, ayn’el yakîn, Hakk’el yakîn. O denizden hiç çıkmıyorsunuz, o tortulaşmış taşlar gibi olmuyorsunuz; yok oluyorsunuz o denizde. Artık görünmez halde oluyorsunuz. O, Beka’nın ilm’el yakîni; denizde yok oldunuz, deniz oldunuz. Ne zaman dalga oluyorsunuz, artık o, ayn’el yakîni. O dalga denize nasıl bakar? Kendinden ayrı görmez ki. Aslında eşyaya Peygamber Efendimiz gibi bakmaya başlıyorsunuz. Orada daha başlıyorsunuz onu yakalarsanız eğer. Bunu Allah'ın velileri: “Bir at ya da deve idrarını yapmış, ortada bir idrar birikintisi var. Onun üzerinde bir saman çöpü yürüyor. Kendini deryada, denizde tekne kullanıyor zannediyorsun...” diye anlatıyor. Daha bu ilm’el yakîni, ayn’el yakîni halledemeden Cemm’ül Cem makamına giderseniz bulunduğunuz yer, orası işte. “O idrar birikintisinin üzerinde kendini denizde kaptan-ı derya zannediyor…” diyorlar. Ondan sonra, “Ben başım, herkes bana tâbi olacak.” demeye başlıyor. Orada “İnanç” devreye giriyor. İnanç, görünmeyene; iman, gördüğüne… Biz burada o kadar konuşuyoruz. Hiç benden inanç lafını duydunuz mu? Duymazsınız, ben hep “iman” derim. Çünkü inanç, görünmeyene, bilinmeyene inanmaktır. Bizim inançla ne işimiz var? Ben size hep “Biz Müslüman değil, 185 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler misli imanız!” diyorum. İman etmek; gördüğüne, göre göre. Yukarılardaki bir Allah’a inanmak çok kolay. Gel de buraya, bize, fiilde faal olana iman et bakalım. İman, gördüğüne; inanmak yok. İşte ortada görünen bir şey yok. Bizim inançla işimiz olmaz; çünkü Melamî’nin Allah’ı da peygamberi de mevcut. Hep inanmaktan ve inançtan bahsederler. Bizim onlarla hiç işimiz yok, çünkü onlar görmüyorlar, onun için inanmak zorundalar. Bir inançları olmak durumunda; onlar da yerlerinde güzel. Şimdi pek çok arkadaş Pir’e inanıyor. Çünkü Pir yok ortada, gitti; inanç devreye girdi. Buradaki arkadaşlar ise Pir’e iman ediyorlar. Aramızda küçücük bir fark var. O kadar küçücük ki yürüyerek aşılmaz bir fark... İman edenler, imanı uğruna ölmezler; dönüşürler. Feyz, sadece iman edende olur ve iman ettiği tarafından verilir. İnançla feyz olmaz. Mümkün değil. İman etmezseniz o inanç kaçmak için kendine yüz binlerce yol bulur. Çünkü inancın, inanmanın piri, cüzi akıldır. İnandıran o cüzi akıldır. Akl-ı maaş; paraya, eve, arabaya inandırır. Akl-ı miat; cennete, cehenneme, görünmeyen Allah'a inandırır. İlâhi akıl; iman ettirir. Bizim inanmakla işimiz yok. Pir döndü, Tur'dan aşağıya indi. İşte inanmaya başladılar, buzağıya tapıyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar inançları uğruna hareket ediyorlar. Zaten insanlar inançları uğruna ölmüyorlar mı? Ama biz ölmüyoruz. İman edenler, imanı uğruna ölmezler, dönüşürler. Onlar inançları uğruna ölecekler. Çünkü inanç uğruna ihtiyari ölüm olmaz; ızdırari ölüm olur. Bizim inanmakla ne işimiz var? İnsan görmediği birine inanır. Her Fiilde Faal Allah, diyoruz; daha ilmelimizde görünür oluyor. İnanmak kolay. İnanmak; doğruları, sözünün 186 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler eri olmayı, şerefi, arı, namusu getiriyor; bir sürü perde koyuyor önünüze. “Ben doğru adamım…”, “Ben dürüst adamım…”, “Ben inançlarım için, doğruluğum için, sözüm için, şerefim için yaşarım…” diyor. Ben öyle değilim. Benim sözüm, şerefim, namusum; baktığımı baktığım anda Hakk görmektir. “Melâmî’nin arı, namusu olmaz.” diyorlar ya. Hangi ar, namus? O şeriata göre olan ar, namustan bahsetmiyoruz. Eğer baktığımda Ali Bey, Zeynep Hanım görüyorsam şerefsizim; Hakk, onlar. İnanmak, bir sürü perde koyuyor size. Doğrularınız var bir kere ve o doğrular için yaşıyorsunuz. Hangi doğru? Ben doğruyu söyleyeyim size: Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah. Başka doğru yok. Bizim boyutumuzu, bilincimizi anlatıyorum. Biz buralarda olacağız. O zaman “Yediğimiz nur; baktığımız Tur, uykumuz huzur” olacak. Bizim arımız, namusumuz bu. Göklerde olsa melekler bulurdu; yerde olsa insanlar bulurdu. Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanıp; sıfatlarıyla sıfatlanmak demek; baktığınızı baktığınız anda Hakk görmek demek. Bu, Fena makamlarının ahlâkı. Beka makamlarında, bir an makamınızdan düştünüz, gitti ahlâk. Bir an… Biz buraya geleceğiz. Şimdi bu bilinçte olan birisinde baş olma arzusu olur mu? Bir yeri ele geçirme arzusu olur mu? Hesap olur mu? Kitap olur mu? Hiçbir şey olmaz ki... Çünkü Allah ne hesaba sığar ne kitaba sığar ne matematiğe sığar ne fiziğe sığar… Ne kimyayla bulabilirsiniz ne astronomiyle... Hiçbir ilimle onu bulamazsınız ki. Ondan başka bir şey yok, nerede bulacaksınız? Hani diyor ya Pir: “Göklerde olsa melekler bulurdu; yerde olsa insanlar bulurdu.” Nerede bulacaksınız? 187 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Burada, insan-ı kâmilde. İşte buraya sevgiyle geleceğiz. O fiilde faal olanı seyretmezsek onunla samimi olmazsak nasıl olacak bu iş? “Lâ Fâile İllâllah, ama… Lâ Fâile İllâllah, lakin… Lâ Fâile İllâllah, fakat…” Her “ama”, “lakin”, “fakat” kelimesinden sonra işinize geleni söylüyorsunuz. Her Fiilde Faal Allah, daha neyi söyleyeceksiniz? Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah dediniz, sonra Lâ Mevcude İllâllah dediniz, hiçbir şey kalmadı. Yok, çünkü Allah'tan başka bir şey yok ortada. Bizde de bir ateş olacak, ama o bazılarının elindeki ateş gibi olmayacak; “Aşk ateşi” olacak. Aşk ateşi! O aşk da perde, diyorlar ya… Oradaki perde, o Sıfat makamı perdesi. Yani aşktan, Zat makamına, meşke geçtiniz; aşk bitti, geride kaldı Ef’âl makamındaki gibi. Aşk gitmedi; o Sıfat makamında bahsettiğimiz aşk gitti, perde kalktı; Allah aşkı devam ediyor. O aşk olmadan Muhammed'i nasıl göreceksiniz? Hepsini burada, insan-ı kâmilde bütünlemeden nasıl tevhit edeceksiniz? Perdeyi geçtiniz, aşkın tadı sizde. O aşkla devam ediyorsunuz; o aşk sizi öldürüyor, o aşk sizi diriltiyor. Perde olarak geçtiniz, ama dirilen aşk, doğan sevgi. Böyle sevgi böceği olmaktan, Polyannacılıktan bahsetmiyorum ben. Bayağı görüyorsunuz, yaşıyorsunuz; diğer türlü zorlama olur, bir yerde patlarsınız. Bir oynarsınız, iki oynarsınız, üç oynarsınız, dört oynarsınız… Biz ömür boyu böyle olacağız. Zorladığınız zaman Firavun orada demektir. Çünkü “Cem makamında temkin de kalkar.” diyorlar ya… Oradaki temkin, “Firavun kalmaz” demek. Çünkü tedbir ettiren, acaba öyle mi olur, acaba böyle mi olur diyen, Firavun. Sizi çelmeye çalışıyor hâlâ. Cem makamındaki salik, kendine dahi 188 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler karışmaz; çünkü ondan kötü bir şey çıkmaz. Zaten makam değil, o yüzden orada fazla tutmazlar. Cem makamında kendine dahi karışmaz salik; temkin, tedbir kalmamıştır artık. İşte salik oralara geldi mi o zevke ulaştı mı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ilahisinde dediği gibi artık Mevlâ’sını bulmuştur; artık temkin, tedbir hiçbir şey yoktur: … Deme sakın şu şöyle Doğrudur ol öyle Bak sonunu seyreyle Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler … “Tedbir…” derler; ondan sonra “Tedbir, takdiri bozmaz, ama tedbir de takdirdendir.” derler. Takdir burada, insan-ı kâmilde. İşte siz bulmuşsunuz, iman etmişsiniz. Tedbir; inananlarla, mevhumla, göklerde bir yerde Allah’ı olanla ilgili. Siz açıp, soracaksınız; “Efendim, böyle mi yapayım, şöyle mi?” diye, bitti. Öbür türlü ne tedbiri? “Size böyle yap…” diyorsa yapın; “Yapma…” diyorsa yapmayın. Ama kolay değil tabii. Niye bunu diyor? Çünkü o bu yollardan geçmiş, bunları seyretmiş; sülûkunu seyrederek tamamlamış. Çünkü trene bindiniz mi uyuyarak da tamamlayabilirsiniz yolculuğu. Gidersiniz, son durakta inersiniz. Bindiniz şimdi trene, vurdunuz kafayı yattınız; sonra son durakta indiniz diyelim; yine olur bu iş. Gelip, biat etmek; trene binmek demek. İnsan-ı kâmil ne diyorsa yapmaya çalışmak; vurdunuz kafayı yattınız demek. Son durakta inmek; o ne diyorsa yapıp, her dediğine iman etmek demek. Uyuyun, ne yapacaksınız görüp de? 189 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bir sakıncası yok yani. İşte Allah'ın böyle velilerine o yüzden “Âşık” diyorlar. Ama Sıfat makamındaki aşktan bahsetmiyorum. Fena makamlarındaki salik Allah'tan başka; Beka makamlarındaki salik Muhammed'ten başka bir şey görmez. Allah'ın velilerinin de meşrepleri var: Âşıklar var, sıddıklar var, vâkıflar var. Salik âşıksa hangi makamda olursa olsun Allah aşkından başka bir şey görmez. O, ya Allah'ı görür ya Muhammed'i görür. Ne sorsanız ikisinden birini der makamına göre. Başka hiçbir şey demez. Makamını böyle yaşayan salik, Fena makamlarındaysa Allah'tan başka bir şey görmez; Beka makamlarındaysa Muhammed'ten başka bir şey görmez. Sorsanız iki şey söyleyecek: Ya Allah ya Muhammed. Size Ef’âl, Sıfat, Zat’tan başka bir şey demez o. O yüzden uyusun varsın. Zaten gözünü açtığında ne görecek ki… Başka bir şey görmeyecek. Vâkıflar var; onlar seyrederler, uyumazlar. Bakın, biri birinden daha üstün değil. Veliliklerinde bir şey yok. Vâkıf, seyreder. Zındıkların çoğu bu vâkıfların dönüşmeyenlerinden çıkar. Ne biçim sırlar var bakın. Âşıksa sıddıksa sonuçta tren onu da son durağa götürüp, indirmeyecek mi orada? İndirecek, tamam o zaman. Böyle olmanın yolu; Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah. Böyle olunca Allah'ta yok oluyorsunuz -anlatmak adına-, yani Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşıyorsunuz. Allah'ta yok olduğunuz gün demek; içinize Allah doluyor demek. Sonra mürşidinizde yok oluyorsunuz; ondan doğuyorsunuz. Mürşidiniz sizde, içinizde doğuyor 190 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler aslında. O ölümsüzlük orada işte. Mürşidinizden doğuyorsunuz, yani mürşidiniz sizde doğuyor, içinizde. O salikin içerisinde mürşidi doğduğu zaman, onun her tarafını kapsadığı zaman o işte mürşidinin manada kim olduğunu görüyor. Onu gördüğü zaman da ona evliya diyorlar işte o makamda. Yoksa işte döner yine makamına der ki: “Elinden tutan o, gözünden gören o, ayağından yürüyen o, dilinden konuşan o...” Eşyaya, Peygamber Efendimizin baktığı gibi bakabilmek için her fiilde faal olanı seyretmek gerekiyor. Bakın biz bu makamda bile ikiliği kaldırıyoruz. Eğer siz, o iseniz mürşidiniz sizde doğuyor. Hazret-ül Cem makamında buradan konuşan, benim içime doğmuş olan Pir; şimdi o konuşuyor benden; o burada, bende büyüyor. Ne doğuyor? Onun kemâlâtı. O burada doğduğunda, ben baktığımda onun kim olduğunu görüyorum o zaman. O zaman onun gibi bakmaya, onun gibi konuşmaya, onun gibi duymaya başlıyorum. Ne kadar? Makamıma göre. Onun gibi oluyorum, ama kendi kabım kadar. Onun aynî oluyorum; aynı değil. Aynı olan suretlerle hareket eder. Biz aynî olmaktan bahsediyoruz. İlm’el yakîn, ayn’el yakîn, Hakk’el yakîn. Sonra aynî olmaya geçiyor. Pir’in kemâlâtı bizde doğuyor. Yoksa biz fiziksel olarak Pir’e benzemeyebiliriz. Hatta ve hatta hal ve davranışlarımız dahi ona benzemeyebilir. Ama kemâlâtı sezen, onu bizde görür, bulur. Nasıl bu hale geldiğimi size anlatıyorum. Rehber değil miyiz biz? İşte anlatıyoruz, sırları söylüyoruz. Bunun için gelmediniz mi buraya? Bu yoldan yürümek, bizim ulaştığımız yere gitmek adına bizi rehber 191 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler olarak kabul edip, iman etmediniz mi? Bütün bunları siz hak ediyorsunuz, ben de söyleyeceğim. Ee, şimdi bundan sonra geldik mi Cemm’ül Cem makamına… Ne olacak şimdi? “Evvel sensin, ahir sensin, bâtın sensin, zahir sensin; evvel benim, ahir benim, bâtın benim, zahir benim, diyeceksiniz hızlı hızlı…” diye anlatırlar. O değil işte. İşte o zaman eşyaya, o kemâlâtla bakıyoruz. Eşyaya o kemâlâtla bakan, abes bir şey görmez; abes bir şey görmediği zaman otomatikman onda faal olur. Ama bunu ne kadar açık anlatırsam anlatayım muhakkak ve muhakkak zevk edilmesi gerekiyor. Eşyaya, Peygamber Efendimizin baktığı gibi bakabilmek için her fiilde faal olanı seyretmek gerekiyor. Seyretmeyen onun baktığı gibi bakamaz. Baktığını baktığı anda Hakk görmeyen, o bilince ulaşmayan, o kemâlâta ulaşmayan, eşyaya Peygamber Efendimizin baktığı gibi bakamaz. Ee, peki bakamaz da ne olur? Bakmadığını, bakamadığını bilen velidir. Gelir, zaten buradan bir yere ayrılmaz, bu kadar basit işte. İman, devamlı akan sudur. İnanç, durgun sudur. İmanda tazelik vardır. İman, devamlı akan sudur. İnanç, durgun sudur; bayatlar, kokar, değerini hep kaybeder. İlk etapta içersiniz, yüzünüzü yıkarsınız; faydalanırsınız. İlk etapta sanki iman gibidir, ama zaman geçtikçe o su durgunlaşır, bulanıklaşır, içilmez hale gelir. Hatta zaman içerisinde yüzünüzü dahi yıkayamaz, abdest dahi alamaz hale gelirsiniz. Pir bir kitap yazdı; on yıl sonra bir tane daha yazdı: “İlk yazdığımı yakın! Yenisi geldi, bu durgun su oldu.” dedi. Zaten -anlatmak adına söylüyorum- kelimelere döküldüğü an, 192 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler yazıya döküldüğü an durgun su olmuştur da… Hatta ve hatta benim ağzımdan çıkıp, bu harflerin içerisine girdiği an bile manası durgun su oluyor. Ama şu gözlerime baktığınız zaman aldığınız şey, o durmuyor işte. O durmuyor. O, iman; öbürü tarikat, ilim işte. Kaba girdiği zaman tarikat. Hakikati hiçbir yere koyamazsınız, sığdıramazsınız. Hani onu da nasıl anlatıyorlar? “Bu dünyayı on defa, yirmi defa büyütsen, insan-ı kâmilin gönlüne koysan, bir serçe kuşu kadar yer kaplar.” derler. Niye? İnsan-ı kâmilin bu gönlü o kadar büyük mü? Hayır, Allah'tan başka bir şey görmediğini anlatıyorlar bu sözle. Bakın orada durgun suda abdest alıyorlar, durgun suyu içiyorlar. Su doğrudur, Pir’in sözleridir; başım üstüne. Ama bugün televizyonlarda Ramazan programlarında izliyoruz. “Bu kitaptan nasıl irşat olursunuz?” diye soruyorlar profesöre. Profesör de: “Kitabın sahibinin dizinin dibine oturmadan irşat olamazsınız!” diyor. Artık televizyonlarda bile açık açık söylüyorlar. “Kitabı okumakla irşat olamazsınız!” diyorlar. Ya nasıl olacak? “Kitabı yazan adamı bulup, onun dizinin dibine oturacaksın!” diyor. Bu kitabı yazan, onun kemâlâtı; burada, insan-ı kâmilde. Onun dizinin dibine oturmadan irşat olabilmeniz söz konusu değil. Eğer onun dizinin dibine oturmadan irşat olunabilseydi Mevlânâ Hazretleri olurdu. Şems geldiğinde Kur’ân'ı ezbere bilen, fıkıh ilmini çok iyi bilen, bir kaç tane yabancı dil bilen, binlerce talebesi olan biriydi Mevlânâ Hazretleri. Ama Mevlânâ, Şems geldikten sonra Mevlânâ oldu. “O yazarı bulup, onun dizinin dibine oturmadan; yani ona biat edip, iman etmeden irşat olamazsın!” diyor televizyondaki o profesör de. Mesela bir kitap okudunuz, yazarı kaç yıl önce yaşadı, ama o biliyor onun ölmediğini. Yoksa oku dur o kitabı. Ezberlersiniz, söylersiniz 193 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler insanlara, mürşitlik de yaparsınız, başka bir şey o. Biz dönüşmekten bahsediyoruz; insan olmaktan, insana dönüşmekten bahsediyoruz. Tüm bu anlattığımız nokta, o kemâlât. Celal + Cemal = Kemal İnsan neydi, nasıl tanımlamıştık? Âdem'in kemâlâtı. Peygamber Efendimizin kemâlâtı o: İnsan. O kemâlâtın bu ef’âlden, bu sıfatlardan, bu vücuttan çıkışıdır; insan, o. Yoksa bu vücuttan hep bir şeyler çıkıyor, hep hareket ediyoruz, hep hayvan ahlâkları çıkıyor zaten. Celal artı cemal eşittir kemal. O celal ve cemali birlediğiniz zaman bir kemâlât ortaya çıkıyor, değil mi? Bunun için kendinizi bilmeniz gerekiyor. Bir insanın kendini bilmesi de işte Ef’âl, Sıfat, Zât makamları ile Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşması demek. Kendini bilen zaten Rabbini direkt olarak bilir. Yani ortada Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmış olur. İnsan-ı kâmil de size, sizi bildirir. Kim kendini bildi, o Rabbini bildi. Yani Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştı; fenafillâh oldu. Ortada Allah'tan başka bir şey olmadığını bilen, kendini bilmiş oluyor. Yoksa bil, her şeyi bil. Allah'ı bilmiyorsanız bizim nezdimizde para etmiyor ne bildiğiniz. Matematik bil, fizik bil, kimya bil; astronot ol, ne olursan ol, hepsi yerinde güzel, başım üstüne, ama ilm-i ledün diyorsanız hakikat ilmi diyorsanız o; “Allah'tan başka hiçbir şey bilmeyeceksin!” diyor. “Kimsin sen?” diyor; “Kendini bileceksin.” diyor. İşte kendini bilen, rabbini bilir; rabbini bilen de onun elçisini tanır, otomatikman tanır zaten. Rabbini bilmeyen, onun elçisini de tanımaz, onun resulünü de tanımaz. Bilmiyor ki daha. Adamın 194 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler ef’âli var, sıfatı var, zatı var. Rabbini nereden bilsin? Rabbini bilmeden nasıl tanısın Allah'ın resulünü? Pir’i nasıl tanısın? Tanıyamaz, mümkün değil. İsterse bu adam günde yüz rekât namaz kılsın, isterse yüz bin defa Hacca gitmiş olsun, bir de isterse bunların hepsi kabul olmuş olsun yine bilemez. “Ey hoca, istersen bin kere var Hacca, hepisinden iyice, bir gönüle girmektir.” diyor Yunus. Gönül dediği, insan-ı kâmil; “Onu bul!” diyor. Zaten o gönüle girdiniz mi “Efendim beni gönlünüzden atmayın…” diyeceksiniz, tamam; başka bir şey yok artık, bitti, tamam. O kadar zevk etmişsiniz, bu kadar zevk etmişsiniz… O ayrı, onlar sonraki işler. O gönlünden atmasın tamam işte. Ne yapacaksınız gerisini? Oraya baş olsanız ne olacak, buraya baş olsanız ne olacak? İnsan-ı kâmilin gönlünde bir yer bulun da kendinize, tamam işte. Ev de cennet olur, siz de cennet olursunuz, hepsi olur. İlk önce zahir eviniz, o oturduğunuz ev cennet olur; sonra bu ev, içiniz cennet olur. Anladığınız şey, Melâmîlik değil! Göklerdekine inanacaksınız, karşınızdakine iman edeceksiniz. Başka hiçbir kurtuluşu yok. Siz zor olanı yapıyorsunuz, ama çok zevklidir. Çünkü derler ya “Allah'ın sopası yok!” diye; bizim var. Şimdi ben size sorsam “Anlattıklarımdan ne anladınız?” diye ve anladığınızı bana söyleseniz o, Melâmîlik değil. Anladığınız şey, Melâmîlik değil! Burada, sohbetlerde hep böyle “Anladım…” diyorsunuz ya kendinize, o anladığınız Melâmîlik değil. İçiniz ne zaman cız ediyor, ne zaman mürşidinize özlemle doluyor Melâmîlik o işte. Anladım deseniz, anladığınızı bana söyleseniz ne olur?.. Melâmîlik değil ki o. “İlim, ilim bilmektir; ilim, kendin 195 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bilmektir…” diyor Yunus. Kendini bilmek ne demek? Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmak demek. O zaman da bu meyveyi özler insan o bilince ulaştığı zaman. Çünkü insan-ı kâmil, bu evrenin meyvesi. Onunla olmak ister, hatta mümkünse cebine koyup götürmek ister. Bunun cinsiyetle bir işi yok ki. “Mümkün olsa beni ceplerine koyup götürecekler.” derdi Pir. Meyvesi çünkü. Bir elmayı yerken kimse ağacı düşünmez; elmayı yer, geçer. Hiç kimse onun ağacını düşünmez. Meyvedir bu işin zübdesi, özü. Makamların zevkini, insan-ı kâmile olan iman belirler. En güzel sohbet, hiçbir şey düşünmeden bakmaktır insan-ı kâmile. Hiçbir şey düşünmeden o gözlerde yok olduğunuz zaman işte orası sözsüz, zevksiz bir yerdir. Hepiniz o an benimle olursunuz. Sözün ve zevkin olmadığı bir yer orası. İşte bu sohbetlerde insan-ı kâmil, dinleyenleri o an, dinlediği sürece ehadiyyetine alır. Onun yanından ayrıldığınızda makamlarınız kadar hep sizinledir. Makamlarınızın zevkini, insan-ı kâmile olan imanınız belirler. Tek başına kaldığınızda gücünüz oranında o sohbet bölünür; bir şey girer aklınıza hep. Burada, sohbette olmaz; o cezbe kapsar sizi. Mühim olan orada olmanız. Hangi makamda olursanız olun en güzel sohbet o işte. Sohbetten çıkıp, şuradan dönüp, aşağıya indik mi hatta daha kapının önünde hemen telefona bakarsınız, arayan var mı yok mu bakarsınız… İnsan-ı kâmile duyulan özlem, sözün üstünde. Salik böyle özlediği zaman söze ihtiyaç duymuyor. O özlem otomatikman feyzi yutar hale geliyor, yani salik seyre geçiyor. O, seyre geçtiğinde, özlem ağır bastığında mecliste zaten söz çıkmıyor. Çünkü o seyirde daha fazla feyz var. Çünkü sohbeti dinleyen 196 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler eder, konuşan etmez. İşte siz, insan-ı kâmilden ne istiyorsanız o çıkıyor. Sözü ne yapacaksınız zaten? Biz de öyle gidiyorduk sohbete. Bazen Pir, böyle havadan sudan konuşuyordu. Sonra, “Şimdi ben makamları anlatmıyorum bana kızan vardır içinizden.” diyordu. Demek ki orada özlem ağır bastığında makam anlatmıyor. Adam zaten gelmiş mürşidini görmeye. Orada makamı anlatsa da olur, küfür etse de olur, slogan atsa da olur, ne dese de olur. Burada küfür demekle Allah'ın üstünü örtüp, başka konularda konuşmayı kastediyoruz. Allah'ın üstünü örtüp, Fenerbahçe, Galatasaray maçından da konuşsa feyz olur, diyoruz. “Kızım söyle bakalım var mı dedikodu?” der; orada Allah'ın üstünü örter, ama o da sohbet. Bir espri yapar, o da sohbet; örter orada Allah’ın üstünü. Küfür, Allah'ın üstünü örtmek demek. Pir bir ilahisinde, “Fenada seyreden Hakk’ın fiilini, bilir mevsufunun nedir halini…” diyerek fiilde faal olanı seyretmeyi, canınızı yaksa da seyretmeyi anlatıyor. Seyretmek derken, “Her Fiilde Faal Allah, önüne gelen size bir tokat atsın!” demiyorum. Tabii ki karşılığını vereceksiniz konuşurken, ama içinizden onda faal olanın Allah olduğunu bileceksiniz, onu unutmayacaksınız, sebeplere takılmayacaksınız. Sebeplere takıldınız mı kızarsınız, mutlu olursunuz, dedikoduya dalarsınız, kendinizden koparsınız. Biz o sebeplere takılmayacağız. Herkes bir günde ne kadar sebebe takıldığını kendisi bilir. Biz bunu azaltacağız, hep azaltacağız, sebeplere takılmayacağız; sebeplerde faal olanla uğraşacağız. Felsefe, sebeplerle ilgilenir, sebep sonuç ilişkisine bakar; biz onun arkasındayız, biz fiilde faal olana bakarız. Bakın hepsi daha Ef’âl dersinde bitiyor; sebep bitiyor, sebep-sonuç ilişkisi 197 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bitiyor. Ben Pir’in sözlerinden çok, ne yaptığına baktım; nasıl yaşadığına baktım; ben onun gibi yaşayabiliyor muyum diye baktım. Biz de öyle yapacağız işte. Abes bir şey görmeyen, eşyanın sırrını bilir. Eşyanın sırrını bilenin fiillerinden, sevgiden başka hiçbir şey çıkmaz. Bizim işimiz, rol yapmak değil; zevk etmek. Çünkü rol yaptınız mı sonra Hazret-ül Cem makamında artist olursunuz. Ef’âl’de, Sıfat’ta, Zat’ta, Cem’de rol yapan, Hazret-ül Cem makamında artist olur, Cemm-ül Cem makamında de başoyuncu. Kolay mı talebe olmak, talep etmek? Talebe, talep eden demek. Neyi talep ettiğinize bakın. Mevlânâ Hazretleri, “Bir insan neyi talep ediyorsa o’dur.” diyor. Parayı talep ediyorsa paradır; arabayı talep ediyorsa arabadır; işi, kariyeri, dünyayı talep ediyorsa dünyadır. Allah'ı talep ediyorsa Allah'tır; kabınca, kendi kadar, ama o’dur. Siz Ahmed'i talep ediyorsanız ona ümmet olmayı talep ediyorsunuz, o’sunuz işte. O’sunuz, rol yaptınız mı artist oluyorsunuz. Gelmiş biri kan ter içinde, “Efendim bana konuş dedi, konuşma yetkisi verdi…” diye. Ya Hazret-ül Cem makamında Muhammed'i gören biri konuşabilir mi? “Efendim…” der, başka bir şey diyemez. Bana bir defa bile konuş demedi Pir. Ne konuşması? Ben zaten ondan başka bir şey görmüyorum ki kime ne anlatacağım, nasıl anlatacaksın? “İyi, haydi konuş!” dediyse tenzih ve teşbih edeceksiniz Allah'ı. Hazret-ül Cem makamında sıfatları kendinize nispet ediyorsunuz ya… Haydi, Allah'ı tenzih ve teşbihi de kendinize yapın bakalım. Ne çıkacak o tenzih ve teşbihte? Muhammed çıkmıyorsa eğer inin Ef’âl makamına, zikretmeye başlayın. İnin hemen, yetkiniz var. Ayıp değil, tam tersi sizin veliliğinizi, kemâlâtınızı 198 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler gösterir. Tenzih ve teşbihi kendinize yaptığınız zaman mürşidinizin sizde doğup, doğmadığını anlarsınız. Nasıl anlarsınız? Zaten özleyip, geliyorsunuz, tamam işte. Bundan sonra birine konuş, birine bu mesleği anlat dediğimizde zaten bizim söylediğimiz gibi söyleyeceksiniz. Bunun için çalışmanıza gerek yok ki. O kendiliğinden olacak zaten. Sizin ağzınızdan sevgiden başka bir şey çıkmaz artık. Sizin fiillerinizden de sevgiden başka hiçbir şey çıkmadığı zaman o makam tam olmuş olacak. Yani Cemm-ül Cem makamında filleri veriyoruz ya size, o fiillerden sevgiden başka hiçbir şey çıkmadığı zaman olacak bu iş. Kendinizi tartın. Hangi fiilde sevgi çıkmıyorsa orada makamınızı bir test edin ey Cemm-ül Cem makamındakiler! Peki, celal hiç çıkmaz mı? Celal de çıkacak eğitmek adına, çünkü rablık yapıyorsunuz. O celalin içinde eğer sevgi yoksa o da olmaz. Siz bileceksiniz o celal çıkarken içinde sevgi olduğunu. Nasıl olacak? Kolay değil, ama bu zevkle olur. Adam kızarken bile sevgiyle kızmalı, samimiyetle kızmalı. Nasıl olacak bu? Allah diyerek olacak, işte bu muhabbetlerle olacak. İşte o kemâlât, o zaman o kemâlât olmuş olacak. Tabii ki kızacaksınız birine, ama kızarak demeyeceksiniz, oradan celal tecelli etmiş olacak. Öbür türlü o karışmış olan, dönüşmemiş olan nefs tecelli olur; intikama, hasede, kine, her şeye girer o. Kendiliğinden o çıkar. O fiilde, sözde çıkar, Hazret-ül Cem makamında dahi çıkmaya başlar. Ne zaman ki fiillerden çıkmaya başlar o sevgi, işte o zaman Muhammed'in ümmeti olmuştur o artık. O, o zaman çiçekle de konuşur, böcekle de konuşur, Yunus gibi bir çiçeği koparmak için çiçekten yirmi dakika izin de ister. Son noktadan bahsetmiyoruz, daha Cemm-ül Cem makamından 199 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bahsediyoruz. Öbür tarafta, yani Ehadiyyet’te zevk yok, söz yok, hiçbir şey yok orada. Orası acayip, garaip bir yer... Eşyanın sırrını bilenin fiillerinden sevgiden başka hiçbir şey çıkmaz. Eşyanın sırrını bilmeyip de eşyaya takılandan işte ona göre farklı tepkiler çıkar. Eşyayla bütünleşmeyi anlatıyorum... Evvel sensin, ahir sensin, bâtın sensin, zahir sensin… Yıllarca söylendi, ama bunun nasıl olduğu bir türlü idrak edilemedi. “Evvel sensin ahir sensin, bâtın sensin, zahir sensin; evvel benim, ahir benim, bâtın benim, zahir benim” diye çabuk çabuk söyleyip, nasıl birleşeceksiniz eşyayla? Kim ki abes bir şey görmez, o zaman bu fiillerden devamlı sevgi çıkar, o sevgi olmuştur çünkü. Abes bir şey görmeyen, eşyanın sırrını bilir. Eşyanın sırrı ne? Allah'tan başka bir şey yok ortada! Bu gördüğünüz kitap değil ki Allah. Ee, peki karşınızdaki bu fiiller Allah ise bir eşyaya karşı nasıl sevgi çıkmaz? Karşınızdaki kızınız mı kocanız mı bakkal mı manav mı müdürünüz mü şefiniz mi? Hiç biri değil, Hakk onlar. O zaman siz ona nasıl sevgisiz hareket edebilirsiniz? Ama kolay mı? Değil, celal çıksa bile sevgiyle çıkmalı. Pir bunu, “Ver yolun bacını…” diye anlatıyordu (baç; vergi). “Neyse karşındakinin istediği ver, geç, git” diyordu. Yani senin fiillerinde sevgiden başka bir şey olmaz, diyor. Ama kendince ve üstü çok kapalı anlatıyordu. Ben bunları hep Pir’den dinledim. Ama hangi dinleme? Can kulağıyla dinleme… Can kulağıyla dinlemek için onun yanında olmanıza gerek yok. Mesafe bitiyor orada. İşte “Rüyamda bir şey gördüm” dersiniz, bir olay olur, onun açılımı içinizden gelir… Siz diyorsanız ki 200 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bunları ben kendi kendime buldum, o zaman doğru Kezbanlar’ın köyüne. Bana hep Pir anlattı bunları, nasıl anlattığını da söylüyorum. Eğer oradaki açılımı kendinizden biliyorsanız o zaman işte başrol oyuncuları çıkıyor; onlar kendinden biliyorlar; “Oldum ben!” diyorlar. Pir’i bilen biri “Oldum” diyemez ki… Ben hiçbir zaman “Oldum” demedim ki bana belgeyi de vermiş, “Sen benim soyumu devam ettireceksin” de demiş. Biz onun soyunun devamıyla görevliyiz; demek ki o kemâlât bizde var. Tabii ki o kemâlâtı bildireceğiz, sevgiyle… Bizim buradaki durumumuz bu, pozisyonumuzu size bildirmek bir görev, ama dışarıda işte aynı işyerinde on iki saat benimle birlikte yaşayan arkadaşlar var. Bir kişiye dahi psikopat da olsa benim sevgisiz davrandığımı görmedi onlar. Ben burada size ne anlatıyorsam öyle yaşıyorum. Zaten size yaşadıklarımı, gördüklerimi anlatıyorum; duyduklarımı değil. Düşünün, “Her Fiilde Faal Allah” diyorsunuz ve ondan sonra “Her Fiilde Faal Benim” diyorsunuz en sonunda. Ee, sensin, eyvallah, kabul ettik. Ee, şimdi indiniz ikiliğe, Hazretül Cem makamına geldiniz, yaşıyorsunuz. Ortada Allah'tan başka bir şey yoksa orada Hakk’tan başka bir şey yoksa bir kişiye, bir eşyaya nasıl sevgisiz hareket edilebilirsiniz? Sevgisiz bir hareket çıkıyorsa kızgınlık çıkıyorsa benlik çıkıyorsa orada “Ben bilirim” diyorsanız bakın bakalım sizden ne çıkıyor o zaman? Bu sizin veliliğinize bir zarar getirmez. Zaten o çıkacak ki biz dönüştüreceğiz sizi. Diyorlar ya “İnsan-ı kâmiller, içinizi dışınıza çıkartırlar.” diye. İçinizi, dışına çıkartırlar demek, bu işte. Ortada Allah'tan başka bir şey yok bilincine gelen birisinden, onun fiillerinden, 201 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler davranışlarından otomatikman sevgi çıkar; en azından “sırâtel müstakîm”, bir orta yol çıkar, sivrilik olmaz. Bunu da anlatmak için “Melâmî, bukalemun gibidir.” derler. O, sivri olmaz, boynu bükük olur. Bal küpünden bal, sirke küpünden sirke çıkar. Ee, işte bu fiillerden sevgi ne zaman çıkmıyor? Sebebe takıldığınız zaman, Hakk görmediğiniz zaman. Sebebe takıldınız mı da ondan sonra yan etkileri de başlar; nevri döner adamın, ondan sonra yak bir sigara, aç bir bira… Ateş, işte ateştesiniz ondan sonra. Yani sizde ne varsa o çıkar; ya ateş çıkmaya başlar ya sevgi. İnsan-ı kâmiller, “Bal küpünden bal, sirke küpünden sirke çıkar.” diyerek, bunu anlatıyorlar. Öyle üstü kapalı söylerler, ama ben açık söylüyorum: Küp sizsiniz, içinizde ne varsa o çıkacak. Zanlarınız varsa ki dışarıda gördüğünüz her şey zanlarınızın şekillenmiş hali zaten, onlar çıkacak; Allah varsa tamam, zaten iş bitti. Allah'tan başka hiçbir şey görmeyen biri, artık kendinden kendine seyre geçmiştir; çoklukta vahdeti yaşamaya başlar. Cemm-ül Cem makamıdır bu. Çoklukta vahdeti yaşamaya başlar ve dolayısıyla onun fiillerinden sevgiden başka hiçbir şey çıkmaz. Çünkü kendinden kendine muhataptır, o bilir ki karşıda gördüğü her şey artık Hakk’tır. O yüzden Allah'a sevgisizlik etmesi söz konusu değildir, Muhammed'e ümmet olmak öyle çok kolay bir şey değil. Bakın o kadar düz ve basit cümlelerle anlatıyorum ki kaçış yok. Aslında Ef’âl makamında her şey ortada. Her Fiilde Faal Allah. Ee, haydi ona sevgisiz davranın bakalım. Ef’âl, Sıfat makamlarında hakkınız var, bonusunuz var. “Çok gizli” derler de çok gizli de değil, her şey apaçık ortada. Daha ilk derste, Her Fiilde Faal Allah, diyoruz; 202 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler ondan sonra kırmızıda geçene küfrediyoruz. Niye küfrediyorsunuz? Mobese kameraları var, tespit edip, sonra gönderiyorlar onun cezasını, siz küfretmeyin. Şeriata yakalanıyor yani. Cemm-ül Cem makamında bu bilince ulaşmış oluyorsunuz, o kemâlât sizden zuhur etmiş oluyor. O zaman işiniz gönülle olur, sebeple olmaz. Yani Hazret-ül Cem makamında karşınızdaki mürşidinizdir. Cemm-ül Cem makamında artık eşyayla bütünleşirsiniz; eşyaya artık mürşidinizin kemâlâtıyla bakmaya başlamanız gerekir ki o zaman eşyanın sırrını biliyorsunuz demektir. Zaten eşyanın sırrını size daha ilk derste vermedik mi? Cemm-ül Cem makamına geldiniz de orada çok büyük bir sır mı var? Bu eşyada faal olan Allah, dedik. Ee, siz şimdi buna nasıl kızarsınız? Bir şeyi bir yerden bir yere koyarken bile nazik koymak lâzım Cemm-ül Cem makamında. Şimdi Ef’âl makamında ne yiyorsak Cemm-ül Cem makamında da onu yiyoruz, ama daha bilinçliyiz. Çünkü bu noktaya gelinceye kadar “Lâ” da şirk, “İllâ” da şirk. Pirimiz bu makamları sistemleştirmiş -anlatmak adına-. Nasıl sevgi çıkmaz? Bakın fiillerden sevgi çıkmasından bahsediyorum. Cem makamında temkini bırakmazsanız fiillerden sevgi çıkmaz. Temkin orada gitmemiş, tedbirlisiniz hâlâ; el freni çekiliyor, vites değiştiriliyor; kendiliğinden, refleksle olması lâzım bunların. Yürür gibi sevgi çıkmalı, su içer gibi sevgi çıkmalı fiillerden. O zaman tam oluyorsunuz işte. Bu dediğim noktaya gelebilmek için çok uzun bir süreç gerekiyor. Fillerden kendiliğinden, refleksle sevgi çıktığı an tevhit ettiniz; işte Melamî! 203 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kolay değil, ama çok zevkli, ehline kolay. Her fiillde faal olmak; tüm eşyaya, tüm fiillere karşı sizin fiillerinizden kendiliğinden sevgi çıkması demek! Fiillerimizden sevgi çıkana dek Allah diyeceğiz. 204 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler CÜZDEKİ KÖLELİKTEN KÜLDEKİ ÖZGÜRLÜĞE Cüzde acizlik ve kölelik; Külde özgürlük vardır Rüzgâr esiyor; bulutlar gidiyor, geliyor, alçalıyor, yağmur olup, yağıyor. Med cezir oluyor; okyanuslar çekiliyor, geliyor. Bu güneş dönüyor, Dünya da öyle. Fay hatları kırılıyor, yerleşiyor; nehirler akıyor; dağlarda lavlar hareketleniyor. Bitkiler büyüyor, sararıyor, yok oluyor. Hayvanlar da öyle; doğuyor, büyüyor ve ölüyor. İnsanlar da öyle… Bizim bunlara ne katkımız oluyor? Her şey oluyor, bitiyor. Şu anda da oluyor. Şimdi düşünün bir an: Siz olmasanız bunlar ne olacak? Olmayacak mı? Rüzgâr esmeyecek mi? Yağmur yağmayacak mı? Saksıdaki bir çiçek büyümeyecek mi? Hastanedeki hamile kadın doğum yapmayacak mı? Acildeki doktorlar uğraşıyorlar hastalar için, kimini kurtarıyorlar, kimi ölüyor. Bir şeyden haberimiz var mı? Her şey olup bitiyor. Hiç kimsenin bize bir şey sorduğu yok. Bizi neresi ilgilendiriyor? İşte evimiz, annemiz, babamız, çocuklarımız, eşimiz, işimiz... Herkes yaşadığı yeri şöyle bir çerçevelesin. 20 km çapında bir alanda yaşıyoruz hepimiz, o kadar bile değil belki. Her şey olup, 205 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bitiyor. Bu gezegende; ülkelerde; şehirde; mahallelerde oluyor, bitiyor her şey… Sonra sizin evinize geliyor bu oluş; sizin etrafınıza, yakınınıza geliyor. Sizin eliniz, diliniz, sıfatlarınız nereye yetiyorsa başlıyorsunuz orada savaşa. Aslında savaşacak bir şey yok, hepsi olup bitiyor zaten. Kimsenin de size bir şey sorduğu yok. Dışarıda sormuyor da içeride soruyor mu? Kalbinize giden damarlarda yağları oraya tıkarken, sizin işinizi bitireceği zaman, o yağlar soruyor mu size? Böbreklere taşlar birikirken soruyor mu? Kanser, bir organı yakaladığı zaman size soruyor mu? Dışarıda sormuyor da içeride soruyor mu? Sorduğu yok. Ta ki iş bizim sıfatlarımızın yeteceği yere geldiği zamana kadar, yani gözümüzün gördüğü, kulağımızın işittiği, sesimizin duyulabileceği yere geldiği zaman başlıyoruz müdahil olmaya. Aslında ne kadar dar bir çerçevede müdahil olduğumuzun farkında mıyız? Jüpiter’den Neptün’e kadar güneş sisteminde, etrafımızda en az 30 tane gökada var; bizim Andromedamız’da, Samanyolumuz’da dolanıyor milyarlarca gezegen. Oralara gücümüz yetmiyor. Dışarıda her şey olup, bitiyorken geldik dünyaya; oraya da gücümüz yetmiyor. Saçımız uzuyor, tırnağımız uzuyor, hasta oluyoruz. Buraya da gücümüz yetmiyor. Dışarıya yetmiyor, buraya da yetmiyor. Nereye gücümüz yetiyor? Sıfatların yettiği yere… Dikkatinizi çekerim; kimi işitiyorsanız, kime sesinizi duyurabiliyorsanız, kime dokunabiliyorsanız gücünüz oraya yetiyor, sıfatlarınızın yettiği yere yani. Bir anlamda dar alanda kısa paslaşmalar. Allah’ın işine karışıyoruz bari şöyle bir topyekûn karışsak. Bir fay hattı olsak, bir kırılsak, üstte şöyle bir 60 bin kişi ölse, değse karıştığımıza. Deriz ki bir karıştık, 206 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 60 bin kişiyi öldürdük. Bir tsunami olsak, şöyle bir şehri götürsek, yutsak. Deriz ki karıştığımıza değdi. Ama bizim yanımızdakinin kafasını didiklemekten başka bir şeye karıştığımız yok. Böyle bakarsak bu makamları zevk etmek çok daha kolay olacak. Kendi acizliğimizden bahsetmiyorum. Zevk ettiğimiz makamın, zevk edeceğimiz makamın yüksekliğini anlatıyorum. Burada anlattığım bizim acizliğimiz değil. Hani genel olarak kullanılan bir söz var: “Biz neyiz ki?” Çünkü bu sistemi anlayan salikin çoğunda “”Biz neyiz ki?” düşüncesi oluşur. Tamam, bu mütevazılıktır. Ama bizim anlattığımız bizim acizliğimiz değil, makamların yüksekliği. Tabii ki “Sıfatlar benim” derseniz, didişirseniz acizliğiniz ortaya çıkar. Sıfatlarımızın yettiği yere gücümüz yetiyor. Sıfatlarımızın yettiği yere bizim gücümüz yetiyor. Teknoloji bu gücün sınırını biraz daha genişletiyor. Mesela kızınız üniversite eğitimi için Ankara’ya gitmiştir. Telefon açıp, “Kızım üstüne ne giydin? Hava soğuk orada, iyi giyin.” diyebilirsiniz. İşte gücünüz, teknolojinin yettiği yere yetiyor. Hâlbuki biliyorsunuz ki o çocuğa bir şey olacaksa sizin kollarınızda da olur. Alır, götürür; hiçbir şey yapamazsınız ki. Haydi bu ince mesele, bunu sonraya atalım. Diğerlerine bakalım, sıfatınızın yettiği diğer yerlere. Kulak duyuyor, neyi duyuyor? “Dat dat dat…” Korna sesi. Başlıyorsunuz, “Senin kornanın da…” Gücünüz oraya yetiyor. Adama gidip iki tokat atma gücünüz yoksa bile tepki verme gücünüz var en azından. Bakın, sıfatınızın yettiği yere gücünüz yetiyor. Ne kadarına yetiyor bizim sıfatlarımız? Eğer cüzle bakarsak inanın işte bu kadar yetiyor: Etrafınıza, yakınınıza yetiyor. 207 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Biz bilincimizde rüzgâr olup eseceğiz; fay olup kırılacağız; tsunami olup, belki 100 bin kişiyi öldüreceğiz. Güneş olup, doğacağız, batacağız. Jüpiter olup, Güneş sisteminde dolaşacağız. O saksıda çiçek olup, büyüyeceğiz. O acil serviste can veren olacağız, can alan olacağız. Tedavi eden doktor da biz olacağız, tedavi edilen de biz olacağız. İşte “Kul olmak” demek, bu sisteme uyum sağlamak demek. Karşı çıkamayacağımız kadar büyük çünkü. Musa da siz olacaksınız, elinizdeki asa da siz olacaksınız; vurduğunuz zaman o yardığınız Kızıldeniz de siz olacaksınız, arkadan gelen Firavun da siz olacaksınız. O denizin içerisinde ölüp, giden Firavun’un askerleri de siz olacaksınız; öldüren deniz de siz olacaksınız. “Ya Musa, biz açız, bize bıldırcın yağdır…” diyen de siz olacaksınız; yağdıran da siz olacaksınız. Tur Dağı’na çıkan da siz olacaksınız; aşağıda buzağıya tapan da siz olacaksınız. Engizisyon mahkemeleri de siz olacaksınız, orada yargılanan cadılar da siz olacaksınız; yakan da siz olacaksınız, ateşte yanan cadı da siz olacaksınız, o ateş de siz olacaksınız. Evvel de siz olacaksınız; ahir de siz olacaksınız; bâtın da siz olacaksınız, zahir de siz olacaksınız. Her fiilde fail olacaksınız. Bu sistemde yok olacaksınız. Yoksa o cüzzün acizliğinde kalırız. O cüz, sonra iki metre toprağa, mezara dönüşecek. Orada toprak altında kalırız arkadaşlar. Bu zevke ulaşacaksınız. Cüzde acizlik var, kölelik var. Külde özgürlük var. Mevlânâ Hazretleri bu bilinci nasıl anlatıyor? “Ben Şems gelmeden önce bir tas çorbayla doyardım. Üşüdüğümde sobanın karşısına geçtiğimde ısınırdım.” diyor. Mevlânâ Hazretleri’nin verdiği örnekler üzerinde ayrıca tefekkür etmek 208 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler gerekir. Dikkatinizi çekerim verdiği örneğe: “Ne zaman ki Şems geldi, Şems geldikten sonra, ben bir tas çorbayla doymaz oldum; sobanın karşısına geçtiğimde de ısınmaz oldum. Çünkü o bir tas çorbayı bulamayanların tüm açlığı bana geliyordu; soğukta ısınamayanların tüm üşümesi de bana geliyordu.” diyor. Eğer böyle olursak, o ulaşılmaz gibi görünen biraz önce saydıklarımızın hepsinin siz olduğunu, içinizde olduğunuzu göreceksiniz. Yunus Emre’nin, “Kâh eserim bir yel gibi, kâh tozarım yollar gibi” sözü ile de anlattıkları bunlar işte. “Cüz”de acizlik var, kölelik var. “Kül”de özgürlük var, hürriyet var. Herkes cebindeki para oranında köle. Kimisi işte bir gecekonduda, bir barakada yaşıyor, kimisi dağda yaşıyor. Nehre kadar gidip su alıyor; o kadar özgür, onun parası yok. Öbüründe her şey var, nereye gidecek? Şimdi aya sefer yapıyorlar, zenginler sıraya girmişler. Gideceği yer atmosferin dışında şöyle bir dolaşacak gelecek, ama yine de sınırlı. O da buralarda dolaşacak. İşte bu kadar özgür; köle işte sonuçta. Biz atmosferin dışından bahsediyoruz. Çünkü o cüz, kıl kadar kalırsa mezarda kalıyor, toprakta kalıyor. Evliya oluyor, yine toprakta kalıyor. Olur mu böyle bir şey? Kalıyor… Herkes böyle bir hikâye muhakkak duymuştur. Dozerler mezara giriyor; kazmalar, kürekler havada uçuşuyor, ama yıkamıyorlar mezarı. Evliya işte, ama mezarda kalmış. Yani sıfatiyûn. Bu atmosferin içerisinde istediği yere gider gelir, dışarı çıkamaz. Peki, atmosferin dışına, yani havasız yaşanacak ortama nasıl çıkacağız? Bunun için Cem makamını zevk etmek, ruha geçmek lâzım. Nereden nereye geldik? Etrafımızdakilere, olup 209 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bitenlere baktık sadece. Ancak sıfatlarımızın yettiği yere kadar müdahil olabiliyoruz, acizliğe bakın. Ama ef’âl Hakk’ın, sıfat Hakk’ın, zat Hakk’ın. Bu zevk tecelli ederse sonsuzluğa, ab-ı hayata bakın. Bütün peygamberler, bütün veliler, sadece ve sadece bunu bildirmek için gelmişlerdir. Ama işte gel gör ki insanlar inanamıyorlar, inanmakta zorlanıyorlar. Dolayısıyla buna inandığınız oranda yaşıyorsunuz; yaşadığınız gibi ölüyorsunuz, öldüğünüz gibi de diriliyorsunuz. Size, nasıl yaşayacaksınız diyorum: “Her Fiilde Faal Allah; bu fiiller sizin değil; sizin olduğunu zannediyorsunuz. Ortada siz de yoksunuz. İşte bu bilinçle yaşayacaksınız!” diyoruz. Sonra, sıfatlar geliyor. Yukarıda da anlattığımız gibi sesinizi duyurabildiğiniz yere kadar gücünüz yetiyor, onu da kim sizi dikkate alıyorsa… Siz sesinizi duyurdunuz, ama adam sizi dikkate almıyorsa? Hiçbir gücünüz yok yani. Düşünebiliyor musunuz ne kadar aciziz aslında. “Gören, duyan, konuşan Hakk, mevsuflarda fail olan da Hakk; işte bu bilinçle yaşayacaksınız!” diyoruz. Sonra, “Bu vücut da yok!” diyoruz: Lâ Mevcude İllallah. Sıfatlar Hakk, fiiller Hakk, vücut da Hakk. İşte bu şekilde ölüyorsunuz. Eğer, sokakta, evinizde, eşinizle, çocuğunuzla birlikteyken, televizyon seyrederken, her ne yapıyorsanız bu şekilde, bu bilinçle yaşarsanız böyle ölüyorsunuz. Nasıl yaşayacağınızı söylüyoruz size. Kestirimden gidiyoruz; “Öleceksiniz!” diyoruz. İşte o yüzden, nasıl yaşayacağınızı söylüyoruz. Ne olur, o cüzzün ne kadar aciz kaldığını tefekkür edin. Siz birine bir konuyu “Ben daha iyi biliyorum.” diye anlatırken bir yerlerde birileri ölüyor, birileri doğuyor… 210 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Mayalar 2012’den sonra takvim yapmamış. Niye yapmamışlar? Marduk kuyrukluyıldızını o zaman görmüşler, 2012’de dünyaya çarpacağını hesaplamışlar. Dolayısıyla o kuyrukluyıldız o kadar büyük bir yıldız ki dünyaya çarpınca da dünya kalmıyor. Şimdi, “Bu kadar evrensel bir olay varken, hâlâ mı fiilde fail olanla didişiyoruz?” diye kendimize soracağız. Hâlâ mı didişiyoruz? Sonsuz bir hayatınız var. Cüzze bakarsak evinizden çıkarsınız, kafanıza bir saksı düşer; hayat gitti. Aslında mevsuflarda fail olan Allah’tır ve ölümsüzdür. Hayat sonsuzdur, hayat Allah’tır. Ama siz bunu cüzze dönüştürürseniz, “Hayat benim…” derseniz kafanıza bir saksı düşer, hayat gider. Gören Hakk’tır; “Ben görüyorum” derseniz ne kadar neyi görüyorsunuz? Bir duvarın arkasını bile göremiyorsunuz. Bu kadar sınırlarsınız görüşünüzü, ama mevsuflarda fail olan, sıfat Hakk derken hâlâ “Bu göz benim” derseniz bir katarakt iniverir, göremezsiniz. Ama bu gözü bir görüşe çevirirseniz, o zaman zaten bu duvarın arkasını görmenize gerek yok ki. Bizim için gayb diye bir şey yok ki. Lâ gaibe illallah… Gaipte de fail olan Allah. Merak edecek bir şey yok, ne oluyorsa oluyor, Allah bildiğini işliyor. En büyük kölelik: Bu cüzlere; fiillere, sıfatlara ve vücuda sahip çıkmak. Sistemde nasıl yok olacağız? Bu cüzlerden kurtararak. Bu fiiller bizim dediğimiz sürece, en büyük kölelik işte bu: Bu cüzlere; fiillere, sıfatlara ve vücuda sahip çıkmak. Bu evren bu vücutta var, her ne ararsak burada bu vücutta var. Ama bu vücut benim dersek eğer, 15–20 km çapında bir alanda yaşayan bir binek atına döndürürüz onu. İnsan-ı kâmil, size 211 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler nasıl yaşayacağınızı söylüyor. “Abdestsiz ayağınızı yere basmayacaksınız; her nefeste üç defa Allah diyeceksiniz; mümkün mertebe namazlarınızı kılacaksınız, görebildiğiniz kadar da insan-ı kâmili görüp, dinleyeceksiniz.” diyor. Aslında nasıl yaşayacağınızı çok direkt olarak söylüyor. Bu söylediklerimi yapmak zaten 24 saatinizi alır ki. Siz insan-ı kâmili ciddiye alır, dediklerini yapmaya çalışırsanız makam da sizi ciddiye alır, sizden makam zuhur etmeye başlar. Hepsi birbirine girift böyle. Haftada bir, iki gün buraya gelip sohbet dinlemekten bahsetmiyorum. Nasıl yaşayacağınızı söylüyorum; işte böyle yaşayacağız. Çünkü nasıl yaşarsak öyle öleceğiz! Nasıl ölürsek de öyle dirileceğiz! Cüzzün acizliğine kendimizi hapsetmeyelim. Hepimiz hür olalım, özgür olalım. Bu dönüşe, bu döngüye biz de katılalım. Zorlaştırmayalım, kolaylaştıralım. Melâmî’nin önden baktığında arkası görünecek, şeffaf olacak. Ya insan-ı kâmilin dediği gibi yaşayacağız ya da aklımızın dediği gibi yaşayacağız. İşte hepimiz bir şekilde yaşayacağız. “Heva ve heves…” diye ayetler de onu söylüyor. Bu yüzden bu Melâmîlik bir felsefe değil, bir akım değil, bir ideoloji, bir görüş değil. Hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Melâmî ya Allah’tır ya Muhammed’tir, öyle yaşamak gerek. Bir yaşam şeklidir Melâmîlik. Felsefede konuşur, konuşursunuz… Mangalda kül bırakmazsınız; sonra gider yine bildiğiniz gibi hareket edersiniz. Ama Melâmîlik, bir yaşam şeklidir. Nerede? İçinizde… İçiniz böyle yaşayacak. Dışarıdan size, öğretmen derler, ev hanımı derler, o derler, bu derler, iyi derler, kötü derler… Ne derlerse desinler. Zaten siz buradan, içinizden yaşamaya başladığınız zaman ayna 212 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler oluyorsunuz, adam size baktığında kendini görecek. Buradan (içinizden) yaşamaca, buradan. Burada (içinizde) yaşayınca buradan (içinizden) görmez misiniz? Göreceksiniz. Gerçekten çelik çomak oyunu değil bu. Melâmîlik ne bir felsefe ne bir görüş ne bir ideoloji ne bir akım. Melâmîlik, bir yaşam şekli. Böyle yaşadık mı Zat makamını zevk edip, öldük mü sorgudan sualden kurtarıyoruz. Nasıl kurtarıyoruz sorgudan biliyor musunuz? Hz. Ömer sayesinde. Hz. Ömer zahir anlamda öldüğünde, mezarından çıkıyor. Sorgu melekleri soruyorlar: “Sen Allah’ı biliyor musun? Allah şöyle mi?” Hz. Ömer acayip bir adam, ikisini birden yakalarından yakalıyor ve soruyor: “Siz nereden geliyorsunuz?” “Biz meleğiz, göklerden, çok uzaklardan geliyoruz.” diyorlar. Hz. Ömer de: “Siz oralardan, uzaklardan geldiniz Allah’ı unutmadınız da ben şu topraktan çıktım, buradan geldim, buradan mı unutacağım?” diyor, bir fırça çekiyor bunlara. O gün bu gündür Melâmîlere sorgu yok. Şimdi gel de buna inan; masal gibi, ama böyle. Bakın tekrar ediyorum, Melâmîlik ne bir felsefe ne bir görüş ne bir ideoloji ne bir akım. Bir yaşam şekli! Ben Pir’in söylediği şeylerin dışında asla bir şey söylemiyorum. “Melâmî ya Allah’tır ya Muhammed’tir.” sözünü size şerh ediyorum. Biz böyle yaşayacağız: Her fiilde fail olanın Allah olduğu bilinciyle! Bütün bu sıfatlarda fail olanın o olduğu bilinciyle! Vücut, Hakk’ın; ortada, Allah’tan başka bir şey yok zaten. Geleceğimiz nokta; bizim miracımız, Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmamızdır. 213 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bu bilinç Melâmî’nin miracıdır: Baktığını baktığın anda Hakk görmek. Melâmî, ya Muhammed gibi yaşar ya da Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmıştır. Kur’ân da size nasıl yaşayacağınızı tarif eder. Biz de size nasıl yaşayacağınızı anlatıyoruz. Tâbi olmak nedir? O tâbi olduğunuzun söylediği şekilde yaşamaktır, yaşamaya çalışmaktır. Tâbi olmak budur. Çünkü bunun hafta sonu yok, bayram tatili yok. Yani beş yıl, on yıl buraya geldiniz de mezun oldunuz diye bir şey yok. Bu bir yaşam şekli. Melâmî ya Allah’tır, ya Muhammed’tir. Ya Muhammed gibi yaşar ya da Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmıştır veya ulaşmaya çalışıyordur; o’dur. Yoksa ne Allah Allahlığını bırakır ne peygamber peygamberliğini bırakır. Herkes yerinde güzel. Peygamber gibi yaşamaya çalışan ki bu Beka makamlarıdır; Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmaya çalışan veya o bilince ulaşmış insandır. Yoksa Allah olup da uçup gidecek değil… Yok böyle bir şey. Soğuk, yağmur ne olursa olsun kalkacağız; yürüyeceğiz; gidip otobüse, metroya bineceğiz… Bu kadar konuşuyoruz, uçmuyoruz yani. Uçmayacağız da. Uçmak isteyen ya tarifeli ucuz havayolu firmasından bir bilet alıp, uçağa binecek ya da bir şeyh bulacak kendine -onda da zaten şeyh uçmuyor, talebe şeyhi uçuruyor-. Bir insan-ı kâmil, bir Allah’ın velisi, talebeleriyle yürüyormuş. Uyanık bir talebe, “Efendim, üç köy uzakta bir şeyh var; uçuyormuş.” İnsan-ı kâmil de demiş ki: “İyi de oğlum, biz de yürüyoruz işte. Sonuçta gideceğiz gideceğimiz yere…” Biz de yürüyoruz işte, 214 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler gidiyoruz gideceğimiz yere. İşte böyle uyanık talebeler hep oluyor. Bir gün, bir insan-ı kâmil ve talebeleri nehirde salla karşıdan karşıya geçiyorlarmış. Yine uyanık bir talebe, “Efendim, görüyor musunuz ölümle aramızda bir şu tahta parçası var.” demiş. Kapmış işi yani. Mürşidi de ona: “İyi de oğlum, karada o da yok.” demiş. Bakın mantıksız hiçbir şey o Allah’ın velilerinden de duymuyorsunuz. Bizden de duymazsınız. Ama iman etmeniz gereken şeyler bunlar. İmam, iman edene. Cem makamındaki salik imam olur; yani bütün isimleri kendinde cem eden olur. Onun arkasında namaz kılınır o zaman. Onu da bulduğun zaman, o sana beş vakit namaz kıl demiyor ki. O daha fazlasını istiyor. “Namaz kılar gibi yaşayacaksın!” diyor. Öbürü şeriat; şeriattan taş düşürmüyoruz biz, incitmiyoruz şeriatı. Mümkün mertebe namazlarımızı kılıyoruz, orucumuzu tutuyoruz. Ama o fazlasını istiyor: Nafile ibadetleri. Nafile ibadet ne? İşte sohbet eder gibi yaşamak; her anında. Her anında Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle yaşamak; nafile ibadet bu. Bir an unuttunuz zikrinizi, Allah’ı; bozuldu oruç, bozuldu namaz… İnsan-ı kâmil size nasıl yaşayacağınızı söylüyor. Öyle yaşamaya gayret ediyoruz. Ef’âl’de, Sıfat’ta nasıl yaşarsak Zat’ta öyle ölmüş olacağız. Öldüğümüz gibi de Cem makamında vücudundan vücut giydirecek. Bu ölüm ve diriliş de doğuş da o orantıda olacak. Allah diyeceğiz işte. Çünkü biz olması gerekeni yapmışız: Bir insan-ı kâmil bulmuşuz; gelip, biat etmişiz. Bu dünyaya gelme nedeninizi yerine getirmiş oluyorsunuz. Ondan sonrası artık tamam. 215 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 216 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler ZORLAŞTIRMAYIN, KOLAYLAŞTIRIN! Ya Allah’a kul ya da Dünya’ya köle olursunuz! Kime karışıyoruz? Kime akıl öğretiyoruz? Allah’a karışıyoruz. Allah’a akıl öğretiyoruz. Kiminle didişiyoruz? Lâ Fâile İllâllah. Direkt olarak Allah’la didişip, duruyoruz. Sizinle didişen birini evinizde ister misiniz? İstemezsiniz. Sizinle didişip duran birine sırrınızı söyler misiniz? Söylemezsiniz. İnsan didiştiği adamı, evine istemez; ona sırrını vermez; ona gerçek yüzünü göstermez. İşte bakın, alın size sırrın sırrı. Siz istemezsiniz de Allah ister mi? Allah kendisiyle didişen birinin evine, içine girer mi? Allah sırrını verir mi? Allah kendisiyle didişen birine yüzünü gösterir mi? Lâ Fâile İllâllah, dedik. Diyor ki: “Sen sus, ben konuşacağım. Sen bilmiyorsun, ben biliyorum. Onu öyle yapma, bunu böyle yap…” Didişip, duruyoruz biz. Kiminle didişiyoruz? Allah’la didişiyoruz direkt olarak. İşte makamın özü bu. Aslında başka hiç bir şey söylememe gerek yok. O zaman ne konuşuyoruz biz burada? Samimiyetten, sevgiden 217 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bahsediyoruz. Bu didişmeyi, bunlar halledecek samimi olursanız. Allah’la samimi olunur mu? Olunur. O size şah damarınızdan daha yakın32; uzakta değil ki. Açık ve net söylüyorum; didiştiğiniz adamı istemezsiniz! Ayetler, Peygamber Efendimize, vücud-u nuraniyesinden vücud-u unsuriyesine, Cebrail (a.s.) tarafından getiriliyor. Buraya, sineye gelen ayetler de öyle… Toplumda olaylar oldukça, sebepler halk edildikçe o, ayetleri söylemeye başlıyordu. Biri birini yaralıyor; geliyor, soruyor. Biri birinden boşanmak istiyor, geliyor, soruyor. “Bakara suresi şu…” diyor. Bir Yahudi Hz. Meryem’le ilgili bir şey soruyor, ayetler geliyor. Savaş çıkma durumu oluyor, ayet geliyor; savaş çıkıyor, orada ne olacak? Ayet geliyor. Şimdi de aynı, hiçbir değişiklik yok. Peygamberler geneledir; Allah’ın velileri özele. Peygamberler geneledir; Allah’ın velileri özele. Genel dediğiniz zaman, din ile devlet işi bir arada. Genele, çünkü tebliğ ediyor. Veli de aynıdır, ama özeledir. Yani onu talep edenedir. Onu talep edenle birlikte, o Allah’ın velileriyle birlikte, olaylar oldukça, aynı şekilde ayetler gelir, hiçbir farkı yok. Evinizde oturarak, kurulu bir düzende haftada bir gün, bir saat konuşarak hiçbir ayetin zuhura gelmesi söz konusu değildir. Otomatikman tarikat olur. Tekdüzelikle doğuş olmaz. Bu doğuşun tek taraflı olduğunu düşünmeyin. Hep birlikte bu iş olur. Sizin bana rapt olduğunuz oranda benim belam artar. En büyük belalardır. Aslında açık açık 32 Kaf, 19 218 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler söylüyorum nasıl çalıştığını. Bakacaksınız adama; bir adam işinden, eşinden, sağlığından sınanmamışsa ayetler tam zuhur etmez ondan. Açık, çok net. “Çocuk oyuncağı değil!” diyoruz ya bizim için de çocuk oyuncağı değil. Burada oturmak, konuşmak; insanların buraya gelmesi çok büyük sorumluluk. Kendiliğinden olacak bir şey değil. Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevi’de dediği gibi “Bu, masal diyene masal; yemek kitabı diyene yemek kitabı.” Biz de öyleyiz. Bizi masal zannedene masalız, o zannedene o’yuz. Masal olan bizi masal zanneder; o olan, bilir. Biz dönelim işimize. Bizim işimiz ne? Lâ Fâile İllâllah. Her Fiilde Faal Allah, diyoruz. Kafamızın arkasındaki Allah’ı gözümüzün önüne alıyoruz. O gökyüzünde, yukarılarda olanı aşağı indiriyoruz; yerin dibinde olanı gözümüzün önüne çıkartıyoruz, diyoruz. Dediğimizle kalıyor muyuz? Kalmayacağız. Her Fiilde Faal Allah. “Onu öyle yapma, böyle yap…” Kime dediniz? Ayete muhalif oldunuz. Hangi ayete? “Zorlaştırmayın, kolaylaştırın!” Fiilde fail olan var, siz ne karışıyorsunuz, niye zorlaştırıyorsunuz Allah’ın işini? Ben Pir ile tanışıncaya kadar bu ayeti bir türlü anlayamıyordum. Ta ki Pir ile tanışıp, onun önünde diz çökünceye kadar. Ama bilenle bilmeyen bir mi? İşte mesela adam müzisyen; o biliyor, siz bilmiyorsunuz. O takva; ayet değil. Biliyor musunuz takva, makamlara girmez. Bir gün araba kullanıyorum, yanımda da Cemm-ül Cem makamında bir arkadaş oturuyor. Biliyorum ehliyeti yok, “Ben takvada üstünüm.” dedi. Arabayı çektim sağa, çektim el frenini, “Geç, kullan.” dedim. Sustu ondan sonra. Makamlarla ilgisi yok bunun. İşte ben hüccetli insan-ı kâmilim. Haydi bakalım bana, 219 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler “Bu duvarı boya…” deyin, fırça izleri kalır her yerde. Benim işim o değil ki. Bizim işimiz onu ehline teslim etmek. Sizin fiillerinizin, sıfatlarınızın ve vücudunuzun ehli, sahibi Allah. Teslim edeceğiz hepsini ona. Bizim işimiz Allah ile Allah olmayla. Zorlaştırmayın, kolaylaştırın!… Karışıp duruyoruz devamlı Allah’ın işine. Hani samimiyet? Özellikle kişiye özel bir şey söylemem. Demem ki “Senin gözünün üstüne kaşın var.” Çeşitli şekillerde gözünüzün üzerinde kaş olduğunu anlatırım, o kadar. Makamları anlatırım, “Bu makamın özellikleri budur.” derim. Hazret-ül Cem makamındaki adam evliyadır, ama ben “Evliyasın.” demiyorum. Makamı anlatıyorum veya “Didişip, duruyorsanız Allah yüzünü göstermez!” diyorum. Orada “Sen fenafillâh olmadın!” da demiyorum, sadece makamları anlatıyorum. Benim işim bu. Müzisyen çalıyor, söylüyor; diğeri boyuyor; çilingir kapıyı açıyor… Hiçbir zaman birine bir şey nasıl diyebilirim? Didiştiğiniz biri sizin evinize gelmez; size yüzünü göstermez; size sırrını vermez. “Sen didişiyorsun!” demiyorum. Böyle olursa “Vermez!” diyorum. İşimiz anlatmak. Karışmayacağız. Kolay mı? Değil. Zaten veli oluyorsunuz, evliya oluyorsunuz. “Erenler” deniliyor, “Canlar” deniliyor. Ben şimdi burada direkt erenler, canlar diye sohbete başlasam tamamdır, yeridir. Hiçbir eksik yok. Kolay mı?.. “Ben Allah’a inanıyorum, buramda, kalbimde benim her şey…” diyorlar. Ya, Allah sana inanmıyor. Sözle Allah’a inanma olur mu? “Ben Allah’a inanıyorum.” de; ondan sonra “Fiiller benim, sıfatlar benim, vücut benim…” de. Olur mu 220 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler öyle şey? İman etmek zor, ama bir yakaladınız mı çok da zevklidir. İşte Allah gelir, elektriğinizi keser; sobada odun olmaz, kömür olmaz. Oralarda Allah demek kolay değil. Diyeceğiz, oralarda da Allah diyeceğiz. Büyük savaş, bu. Nar perdelerinden bahsediyorduk, geçtik nur perdelerine. Nur perdeleri zaten adamı alır, yere çarpar. Adam soğuktan kendisi donsa olur da çocuğu donarken titremeye başlar, kolay değil. Kendisine der “Allah” da çocuğuna? “Bugün rızkımız yokmuş.” dediniz, “Allah…” dediniz, aç yattınız. Çocuk da aç. Siz, “Rızkımızda bir bardak su varmış.” der; “Allah…” der; yatarsınız. Çocuk aç, onu ne yapacağız? Oralarda zıplamaya başlar insan. Bu makamları hayatınıza geçirmek adına söylenmiş bir cümleyi kafanızda bir an tefekkür etmeniz, binlerce saat sohbet dinlemenizden daha önemlidir. Mesela, “Allah’ın işini zorlaştırmayın, kolaylaştırın!” sözü. Bir an, “Aa, evet bu böyleymiş” diye tefekkür ediş var ya o bir an, binlerce yıla bedel katettiğiniz yol. Öylesine yükseliyorsunuz o zaman. Zaten görürsünüz yükseldiğinizi; o tefekkürlerden sonra hayata, olaylara, fiillere bakışınız değişir. En azından bir gayret içerisine girersiniz. Üçünü kaçırsanız birini yakalarsınız. İşte o yakalayışlar var ya binlerce saat sohbet dinlemeye bedel. Bizim buradaki anlatışlarımız onu yakalamak için zaten. Yoksa Allah yüzünü göstermez. İnat ettiğinden değil, bu kendiliğinden olur; siz didişirseniz, yüzünü göstermez. Ne dedik ya Allah’a kul olursunuz ya da bu dünyaya köle olursunuz. Şimdi biz nereye geleceğiz? Cemm-ül Cem makamına geldik de rütbeler buraya takıldı da “Sen sus, ben 221 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler konuşayım!” değil, kul oluyorsunuz. “Yarattım…” dediği yer, kul olduğunuz yer, peygambere ümmet olduğunuz yer, Cemm-ül Cem makamı. “Yarattım…” dediği yer. “Yarattım…” diyor, hâlâ ikilik var ha. Orayı da yakalayın. Şimdi dönelim Ef’âl makamına. Her Fiilde Faal Allah. Didişip, duruyorum ben Allah’la. Çünkü ona diyorum ki “Böyle yapma! Sen sus, ben biliyorum. Sen bunu yanlış yapıyorsun...” Didişip, duruyorsunuz. Ef’âl makamında Allah’la didişen birinin Cemm-ül Cem makamında her fiilde fail olması söz konusu mu? Siz fiilde fail olursunuz ya da fiil sizde fail olur. Fiilin fail olduğu insanlar görmek istiyorsak oraya bakacağız. İşte “Ben, bu derneğin karar organıyım!” diyor. Biz, kul, köle olacağız orada. Kendisini veli görmeyen, beni veli göremez. Hazret-ül Cem makamına tekrar dönüp, oradan Cemm-ül Cem makamına bakalım. Sırlaşma ne demek dedik? Ef’âl makamında başlıyor sırlaşma. Siz Hazret-ül Cem makamına geldiğiniz zaman ya bu sırların tamamına vâkıf olan oluyorsunuz ya da sırlarda âşık kalıyorsunuz veya sıddık oluyorsunuz. İşte bu Allah’ın velileri üç şekilde. Âşıklar vardır, ama Sıfat makamından bahsetmiyorum. Allah âşıklarından bahsediyorum. Bir de sıddıklar vardır; Ebu Bekir Hazretleri gibi. Şaşmaz. Bir şey bilmeyiversin. “Ümit mi diyor? Tamam, doğru.” diyor. Çünkü Davud demek daha kolay, Peygamber Efendimiz demek daha kolay. Ümit demek zor. Bir de vâkıflar var. O Hazret-ül Cem makamına gelen salikte bütün bu sırlar var. O zaman o sırları, onu vereni görüp tanıması lâzım. Hazret-ül Cem makamına gelip de hâlâ ona mürşit ya da rehber diye bakıyorsa göremiyor demektir. Bu 222 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kadar sırdan sonra bakın oradan ne çıkıyor? Muhabbetten ne doğuyorsa oradan o doğuyor. İşte doğduğu zaman da neyi görüyor ve kime kurban oluyor orada, iyi baksın. Ben arkadaşlara hep söylüyordum; şimdi mürşidim bana telefon açsa “Bulunduğun yerden çık, dördüncü kattan kendini aşağı at!” dese sizinle vedalaşmam. Artık Hazret-ül Cem makamına gelen salik, bunları kendisi için yapıyor. Hazret-ül Cem makamına gelmişseniz ve hâlâ rehber görüyorsanız siz yolcusunuz, ama iyi bir şeydir. Yolcu olun da bu yolda olun. Ben yine anlatıyorum; kimseye yolcu demiyorum, benim işim anlatmak. Hazret-ül Cem makamındaki salik, hâlâ bizi rehber görüyorsa yolcu demektir. Bu rehber de onu gideceği yere götürür. Ayrılmadığı sürece, rehberin adımlarını takip ettiği sürece hiçbir şey olmaz ona. Ama onu rehber görüyor ya kalabilir yollarda. O tehlikeler var hâlâ orada; işte gizli şirkler orası. Ama mukarrabin zevki onda zuhur ettiyse kendisini veli görmeyen, beni veli göremez zaten. Böyle bir şey söz konusu değil. Eşyanın yapısına aykırı. Kendinizi ne görüyorsanız beni de o görüyorsunuz. Eğer siz beni insan-ı kâmil görüyorsanız bu sizin kâmiliyetinizden, benden değil. Siz buraya geliyorsanız ve “Bu adam tamamdır; bu, o’dur.” diyorsanız bu sizin tamam oluşunuzdandır. Zaten başka türlü göremezsiniz. Böyle bir şey söz konusu değil. Pir var sizin mayanızda da… Ne diyelim, biz Pir’in cümlesini kullanalım: “Senin toprağın, cennet toprağından da ondan öyle görüyorsun.” derdi. Kim görür? Siz göreceksiniz, ama hâlâ rehber görüyorsanız siz yolcusunuz demektir. Başımızın üzerinde de yeriniz var. Bizi takip ettiğiniz sürece de bizim gittiğimiz yere gelirsiniz. Hiçbir şey yok, ameli bin 223 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler salih. İşte anlatıyorum, adını koymadan söylüyorum. Yap dediğini yaparsınız, yapma dediğini yapmazsınız. Anlatıyor ya Pir: Bir mürşit varmış, iki yana salınarak yürürmüş. Bir de talebesi varmış onun. O da onun gibi hep öyle iki yana salınarak yürürmüş. Öyle yürümüş, adam olmuş. Anlattığı ne? “Beni rehber görüyor… Yolcu, ama izini takip ediyor.” diyor. Yani, “Ey yolcu, daha beni hâlâ rehber görüyorsan sen yolcusun, ama başımın üzerinde yerin var. Olacaksın, benimle devam et!” diyor. Çünkü bu yolda tuzaklar vardır, uçurumlar vardır. Bu dünya adamı her fırsatta yutuverir, çok güçlüdür. Özellikle buradaki perdeler var ya buradakiler... 30.000 perde var bu vücutta Fena makamlarında; Beka makamlarında 30.000 perde de kafanızın içinde. Yavaş yavaş oraya ulaşacağız, o kafanızın içindekilere. Ben onları biliyorum, ama siz de bana rapt oldukça ulaşacağız onlara. İşte olay bu. Şimdi artık bütün sırlar sizde, “sırra ve ene sırrahu” bu. O makamda size verilen bir şey değil bu. Bu bütün zaten. Vahdet-i vücuda gidiyoruz, ayrı bir şey yok. Pir bunları anlatmak adına, anlaşılması adına, hayata geçirilmesi daha kolaylaşsın diye bu hale getirmiş. Yoksa Hz. Ali der mi “Hayatımın boyunca iki rekât namaz kıldım.” diye? Biri Fena makamları, biri Beka makamları. Vitir namazı ne? O üç rekât; Fena, Beka, Ehadiyyet’i anlatır. Onu simgelemek için o 3 rekât namaz konulmuştur. Biz o namazları burada kılıyoruz, ama öyle yatıp değil, onu zaten yapıyoruz. Namaz bu. Yoksa ne kadar kolay yat, kalk; o ne olacak yani. O kolay. Vitir namazını kılmaya çalışıyoruz işte. Zat makamında, işte birinci rekât bitti. Beka makamı geldi, ikinci rekât bitiyor. Yani bunlar sadece biri 224 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler gelsin diye yapılmış makamlar değil. Herkes bu makamlara gelebilir. Herkes dört Cem’i yiyebilir. İki tane arıyorlar ya… Ehadiyyet-ül Cem, onları sonra konuşacağız. Dört Cem yenilmeli, o zaman insan oluyorsunuz. Dört Cem yenilir. Nasıl? İşte böyle, o sırların hepsi sizde var. O kadar duymuşsunuzdur; “Efendim benimle şunu sırlaştı, bunu sırlaştı…” diye. Bir kere sırlaştıysa başkasına niye söylüyorsunuz? Diyelim ki zahir bir sırrını verdi. Neden söylüyorsunuz başkasına? Neden o sırlaşmayı kendinize bir silah olarak kullanıyorsunuz? Başkasına hâkimiyet sağlamak için mi? Başkasına hüküm sürmek için mi onu sağlıyorsunuz? Âdem’i bulmuşsunuz, secde etmişsiniz, daha büyük bir sırrınız yok. Bu dünyaya gelme nedeniniz bu. Diyor ya ayette; “Sırlar apaçık gözünün önünde…” Gözünüzün önünde, ama onu görecek göz lâzım. Gözü yıkacağız, bu göz akacak. Sıfat makamını zevk ediyoruz; yerine orada can gözü geliyor, o işte. Yine burada oluyor, aynı yerde (bilincinizde) oluyor. Bu kulak gidiyor, düşüyor. Yerine kulak geliyor. Yeniden yaratılıyorsunuz tüyden kıla kadar. Hiç eski parça kullanmaz Allah. “Bu sağlam, bunu kullanayım.” demez. Şimdi bu bilinçle makamları yaşayan, zevk eden biri Cemm-ül Cem makamına geldiğinde, “Ben komutanım.” der mi? En büyük özgürlük, Allah’a kul olmaktır. Samimiyetle Fena makamlarında gidersek samimiyetle, o samimiyetin karşılığı olarak Hazret-ül Cem makamında bizden sevgi doğmaya başlar. İçinden sevgi doğar o salikin. Arı nasıl kustuğunda bal çıkıyorsa Hazret-ül Cem makamındaki salik 225 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kustuğunda da ondan sevgi çıkar. Şimdi kustuğunda sevgi çıkan bir adam, Cemm-ül Cem makamında her fiilde fail nasıl olur? “Kul” olur işte. Kul, köle olmak demek özgür olmak demek, en büyük özgürlüktür Allah’a kul olmak. Kül oluyorsunuz orada, Allah oluyorsunuz -anlatmak adına söylüyorum-. Kül’dür tam olarak. Küllî; küllî akıl, külli irade… Kül oluyorsunuz orada. Yani kul, Ehadiyyet-ül Cem makamı. Hazret-ül Cem makamındaki salik, sıfatullah olur; Abdullah olur; Allah’a abd olur. Ona sıfatullah derler, sıfatiyûn değil. Ne demek sıfatullah? Mürşidinin aynıdır kendi kabınca. Muhabbetten ne doğdu? Bu doğdu işte. Mürşidinin aynı olur. Aynısı değil. Aynî olur kendi kabınca. Yani hep verdiğim örnek: Denizden bir bardak su alın. Laboratuvara götürün. “Bu nedir?” diye inceletin. Rapor gelir, “Bu, denizdir.” derler. Ama içinde balık yetişmez. Kendi kabı kadar. Ama aynı olur. Denizdir o yani. Onun artık elinden tutan, gözünden gören, dilinden konuşan, ayaklarından yürüyen o olmuştur. “Sıfatları kendine nispet eder…” diyor ya kitaplarda açıklarken, orada bir gizlilik var. “Kendine…” Yani “Aynîne” nispet eder. Aynî. Orijinali odur. Nispet ettiği aynîdir. Tabii orada kendine diye Türkçe yazmak durumunda. Buraya, insanı kâmile rapt olmazsak can kulağı oluşmayıp da can kulağıyla dinlemezsek, can gözüyle görmezsek bunları okuyarak irşat olamayız. Teknik açılımını yapıyorum bakın. Yani siz kendi zannınızla makamları anlayarak irşat olamazsınız. O yüzden zaten rehberler var, insan-ı kâmiller var. Rapt olduğunuz oranda, iman; iman ettiğiniz oranda, rapt oluşur, makamlar oluşur. 226 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Biz, Müslüman değil; misli imanız. Şimdi biz diyoruz ya “Bu sokaktaki din, Peygamber Efendimizin dini değil, Muaviye’nin dini.” diye. Din ne peki? Zat makamını zevk eden, baktığını baktığı anda Hakk gören salikte vicdan oluşuyor. Dolayısıyla biz Müslüman değil, misli imanız. Din denilen şey, o vicdan işte. Biri bir şey yaptığı zaman “Vicdansız” diyoruz ya. Ama o, bu vicdan değil, söylediğim başka bir şey. İşte buradaki (vücudunuzda, kafanızda) tüm perdeler kalkınca Allah gelip, buraya oturuyor ya orada işte bir vicdan oluşuyor, din o işte. Bu sohbetler işte önemli bu yüzden. İşte kalkıyoruz, geliyoruz soğukta, yağmurda. Siz olmadan, insan-ı kâmil olmaz çünkü. Biz bütünüz. Cem olmadan, Hazret-ül Cem olmadan, Cemmül Cem olmadan, Ehadiyyet olamaz. Biz bir bütünüz. Biz biriz. Ehadiyyet olmadan onların içi boşalacağı gibi onlar olmadan da Ehadiyyet olmaz. Hepimiz aynıyız. Bir farkımız yok. Ruh olarak aynıyız. Bakın Pir ilahisinde nasıl anlatıyor: Firavun'u, Haman'ı, Nil'e gark eyleyeyim Kesrette vahdet ile vahdete gark olayım Cemm-ül Cem’de kendimi tavaf edeyim Her fiilde fail eyle, kulun kölen olayım Evvel, ahir, bâtın, zahir benim diyeyim Cihan içre senin ile yalnız bir göz olayım Bakayım âleme bir gözle, şirkten kurtulayım Lütfeyle ey padişahım, böyle sultan olayım… Evvel, ahir, bâtın, zahir… Cemm-ül Cem makamının ilk yarısı -anlatmak adına-. “Evvel, benim” diyorsunuz, “Ahir, benim” diyorsunuz, “Bâtın, benim” diyorsunuz, “Zahir, 227 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler benim” diyorsunuz. Sonra bu kitaba da diyorsunuz; “Evvel sensin, ahir sensin, bâtın sensin, zahir sensin.” Bütün oluyorsunuz. Ondan sonra, “Her fiilde fail oluyorsunuz.” diyoruz. Değil mi? Bu anlatım böyle kaldığı zaman ne oluyor biliyor musunuz? Bu teknik açılımlara girmediğiniz zaman biz anlatıyoruz nasıl olacağını. Hep de anlatacağız. Salik otomatikman ruhani bir şeyler bekliyor, mesela bu kitapla bütünleşmeyi. Şimdi bakın, Cemm-ül Cem makamına geldiğiniz zaman mevhuma kaçma olasılığı var. Çünkü “Evvel sensin, ahir sensin, bâtın sensin, zahir sensin” dedi ve onunla bütünleşti. Böyle tarif ediliyor. Ondan sonra insanlar da “Maddeye hükmedebilir miyim?” demeye başlıyor Cemm-ül Cem makamında, Hazret-ül Cem makamında. Uyanık olanlar Cem makamında başlar, ama aslında uyuyor. Karşısındaki adamın düşüncelerini değiştirmeye çalışır. Cemm-ül Cem makamının ilk yarısı var ya adamı bataklığa götürür. Panteizm işte. Adamı bataklığa götürür; kul, köle olmaya değil. Kerametten, ancak Melâmetle kurtulunur… Diyoruz ki Ef’âl makamında didişip, duruyorsunuz. Didişip, durduğunuzla orada fail olabilir misiniz? Ne oluyor burada? Şimdi biraz önce dedim ya “Fiilde fail olamazsanız, fiil sizde fail olur.” diye. Bir güç de oluşur makamlarda. Başlıyor o zaman karşısındaki adamın düşüncesini değiştirmeye, maddeye hükmetmeye. Fiil onda fail oluyor o zaman. Mürşit bunu görür, Cemm-ül Cem makamını da verir. Kul, köle olmuyor bakın o salik. Bu Ef’âl makamında başlıyor arkadaşlar. Kesrette nasıl vahdet olacaksınız böyle? Bu çokluk içerisinde vahdeti nasıl bulacaksınız? 228 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bakın, fiil adamda fail olunca neler oluyor. Çünkü Ef’âl makamında fiilde fail olanı tam olarak hayatına geçirememiş. Var ya Pir’in bir ilahisi: “Bir kâmil bana Ef’âlin sundu. Lâ Faile İllâllah şiarım oldu.” diye. Lâ Fâile İllâllah o adamın şiarı olmamış. Ne demek “Şiarı olmak?” “Hayatına geçirmek” demek. Şiarınız oldu mu her tarafınız Allah’a dönüyor. Geldiniz işte kâmil size Ef’âlini sundu. Sizin şimdi gayret edeceğiniz, şiarınız olacak. Ondan sonra zaten Allah’a döneceksiniz. Burayı yakalayamadık mı neler olduğunu görüyorum. O zaman üzülüyorum, arada sırada sertleşmemiz aslında çok üzülmemizdendir. İnanın benim gördüklerimi görseniz bu kadar yumuşak konuşamazsınız. Belki parçalarsınız adamı düzelsin diye, ama öyle olmuyor. Olmuyor. Öyle olmuyor. Sevgiyle bekleyeceksiniz, her şeyin bir vakti saati var. Farkı açık olan adama ceza verilmez. Zaten onun farkının açıklığı kendine en büyük cezadır. Bu ne demek? Diyelim ki bir an bilmeyerek beni üzdünüz. Fark varsa o talebede, o an olmazsa şu kapıdan çıkışta, kapıdan çıkışta olmazsa evde ya da bir gün sonra, iki gün sonra o talebe yaptığını anlar. Anladığı andaki içine o düşen, ona vereceği en büyük cezadan daha fazladır. Anlar zaten adam. O gün olmaz, iki gün sonra anlar. Kızarır, bozarır, dudağında uçuk çıkar ne olursa yani. Yakalar yani… 229 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 230 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kul, Köle Olmak: ALLAH’TA YOK OLUP, KÜL OLMAK Zat makamındaki salik, velayet yoluyla manada peygamberliğin devam ettiği bilincine ulaşmıştır. Şeriatta, “Kul hakkı” diyorlar değil mi? Adamı kazıklıyorsunuz, gönlünü kırıyorsunuz, bir şey yapıyorsunuz… O zaman “Kul hakkı” diyor şeriatta. Ee, şimdi biz geldik en tepeye. Her Fiilde Faal Allah, diyoruz. Diyelim ki birini kazıkladınız, kimi kazıkladınız? Birinin gönlünü kırdınız, kimin gönlünü kırdınız? Bakın şeriat nerede, biz neredeyiz? Zaten o şeriatta da ne diyor: “Şerri at.” Şeriatta kul hakkı için: “Kul hakkıyla gelirsen benimle masaya oturamazsın. Hiç şansın yok. Direkt cehenneme!” diyor. “Onun haricinde abdestinizi almadınız, namazınızı yarım kıldınız ya da kılmadınız, Hacca gittiniz ya da gitmediniz; ne yaptıysanız yaptınız… Onun haricinde her ne yaptıysanız benimle masaya oturursunuz.” diyor -anlatmak adına söylüyorum-. “Ya ben seni affeder, direkt cennete alırım ya da biraz cehenneme alıp, tütsülerim…” diyor. Ama kul hakkıyla 231 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler geldiğin zaman “Masaya oturamazsın.” diyor. Neredeyiz biz şimdi? Her Fiilde Faal Allah, masaya oturduk. Birini incittiniz, Allah’ı incittiniz. Birini kazıkladınız. Kimi kazıkladınız? Kul hakkına giren her şey, Her Fiilde Faal Allah artık. Daha ilk derste bittik biz. Öbür tarafta tövbesi var, affı var, hafif tütsülenmesi var. Burada yok, direkt. Gittik dediğim, çok yüksek bir yere geldik; mahvolduk değil. İşin ciddiyetini anlatmak adına söylüyorum. İlm-i Ledün; Allah’tan başka her ne biliyorsanız onları silme işlemi. Her Fiilde Faal Allah dedik. Kul nerede? Kul orada, kul Cemm-ül Cem makamında olacak. İşte oralara gelmek için bu didişmeyi Ef’âl makamında çok iyi yakalamak lâzım. Siz şimdi sizinle didişip duran birini isteyerek evinize alır mısınız? Çok zorda kalmazsanız almazsınız. Didişip duruyor, uğraşıp duruyor. Almazsınız evinize. Sırrınızı verir misiniz ona? Vermezsiniz. İşte kim ki bir insan-ı kâmil buluyor; ona biat ediyor; o, bu sırlara erişme potansiyeline sahip oluyor. Orada başlıyor iş. Çünkü pek çoğu Allah’la didiştiğini bilmiyor ki. Bu bilince ulaşan biziz, diğerleri bilmiyor. Onlar göklerde bir yerde, kafalarının arkasında, buharlaşmış bir Allah var diye düşünüyor; öbürlerini de işte insan görüyor, kadın görüyor, erkek görüyor, iş görüyor, otobüs görüyor. Kendini de kendisi olarak görüyor. Yukarılarda bir yerde bir Allah var; yedi günde bütün her şeyi yarattı; sonra çekildi bir kenara, oturuyor, oradan yönetiyor diye görüyorlar. Bilmiyorlar… Biz insan-ı kâmili bulduk; önünde diz çöktük, biat ettik; artık bilmeye başlıyoruz. Ne biliyoruz biz? “Allah” biliyoruz, başka hiç bir şey bilmiyoruz. Lâ Fâile İllâllah diyerek, adeta 232 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bir silgi gibi Allah’tan başka her ne biliyorsak onları silmeye başlıyoruz. Buna İlm-i Ledün deniyor. Allah’tan başka her ne biliyorsanız onları silme işlemine İlm-i Ledün, Ledün İlmi deniyor. Silmeye başlıyorsunuz. Nasıl sileceğinizi insanı kâmil anlatıyor. Tabii ki Ef’âl, Sıfat makamlarında didişmeye devam ediyoruz. Oralarda daha tam uyanmamış oluyoruz, ama siliyoruz, siliyoruz... Zat makamında, işte bu dışta görünen her şeyi silme işi bitmiş oluyor. Artık o salikte Allah’tan başka hiçbir şey kalmamış oluyor. O salik, içinde Allah’tan başka ne varsa silme işlemini bitirdiğinde ve dışarıda Allah’tan başka hiçbir şey kalmadığında, otomatikman o siliş levh-i mahfuza da yansıyor. Oradan da siliniyor o salik. Şimdi Lâ Fâile İllâllah, diyorsunuz; fiilleri Hakk’a bezlediyorsunuz. Fiiller Hakk’ın, diyorsunuz; siliyorsunuz fiilleri. Lâ Mevsufe İllâllah; bu mevsuflarda fail olan Hakk, diyorsunuz. Bütün sıfatlar; görme, duyma, ilim, hayat, kudret, irade Hakk’ın diyorsunuz, onu da siliyorsunuz. “Bu vücut benim” demek, en büyük günah aslında. Vücut yok ki kimsenin vücudu yok; Allah’tan başka bir şey yok. Onu da sildiğiniz zaman, yani fenafillâh olduğunuzda, levh-i mahfuzdan da -levh-i mahfuz da şeriata göre- siliniyorsunuz; Ümm-ül Kitaba yazılıyorsunuz. Bu güneş ışığı sizi görmüyor artık. Gölgeniz olmuyor yani, siliniyorsunuz. O münker ve nekir melekleri de sizi görmüyorlar silindiğiniz zaman. Ümmül Kitaba yazıldığınızda insan-ı kâmil orada artık sizi -Pir gibi söyleyelim- haremine alacak. Haremine alacak demek; kulluğuna alacak, kul olacak, ümmeti olacaksınız demek. Mahremine alacak. Mahremi ne? O insan-ı kâmilin; size bu 233 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler sırları verenin, sizin ef’âlinizi, sıfatınızı, zatınızı sildirip, sizi Ümm-ül Kitaba yazanın kim olduğunu görüyorsunuz; kim olduğunu anlıyorsunuz; sırlaşmaya gidiyorsunuz. Bunu anladığınız an işte o mahremiyete, o hareme girmiş oluyorsunuz. Zat makamındaki salik, velayet yoluyla manada peygamberliğin devam ettiği bilincine ulaşmıştır. Kul olmak, kül olmak; Allah’ta yok olmak demek. Köle değil, “kül” olmak demek. Her gün dünya yeniden kuruluyor; biz bu vücutlarda yaşıyoruz. İşte o bilinçle bu vücutta yaşamak demek. Bunu da işte Allah bazı ayetlerde söylüyor: “Ben, insanı Ahsen-i takvim üzerine yarattım.”33 diyor. Diğer bir ayette de “Bana sadece ibadet ve kulluk etmeleri için yaratmadım.”34 diyor. “Daha yaratmadım.” diyor aslında. Ama avam bu ayeti, “İnsanı ve cini sadece bana ibadet etmeleri ve kulluk etmeleri için yarattım.” diye çeviriyor. Şimdi o levh-i mahfuzdan silinen salik, Ümm-ül Kitaba yazıldığında o yaradılışın ikinci kısmı başlıyor. O ayette de35: “Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn.” “Ancak, ben insanı “illâ” yaratmadım.” diyor. Bu ayetteki sır, bu yaratma sırrı. “İllâ li ya'budûn”; “İllâ yaratmadım.” diyor. Bütün sır bu “İllâ”da. Peki, illâ yaratmadıysa nasıl yaratıyor? İllâ yaratıyor: İllel Mevcude İllâ Ene, Cem makamı; İllel Mevcude İllâ Ente, Hazret-ül Cem makamı; İllel Mevcude İllâllah, Cemm-ül Cem makamı ile yaratıyor. O ayette hepsi var, ama bunu avamın anlaması mümkün değil. Bunu aslında bir insanın idrak etmesi 33 Tin, 4 Zariyat, 56 35 Zariyat, 56 34 234 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler de söz konusu değil. Bu ancak Allah’ın idrakiyle olur. Bu idrak, Allah’ın idrakidir. Zaten Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah ile bunları sildik. Ne olduk biz? Allah ile Allah olduk. Ancak Allah bu idrake ulaşabilir. O yüzden Fena makamları, yani o siliş çok önemli diye anlatıyoruz. Şimdi salik Zat makamını zevk edip, fenafillâh oldu mu o zaman işte bu yemini anlıyorsunuz: “Kul hüvallâhü ehad…”36 Kul, hu olunca, Allah ehadiyyetine yemin ediyor. Hu olan kul, Ehad'ı görür. Allah, ayetinde öyle diyor. Ehadiyyetine o zaman yemin ediyor: Kul, Hu olunca… İşte bunu çok üstü kapalı, aslında net bir şekilde Pir söylemiş. Diyor ki: “Zat makamındaki salik, velayet yoluyla manada peygamberliğin devam ettiği bilincine ulaşmıştır.” Velayet yoluyla manada peygamberlik devam ediyor; Zat makamındaki salik bunu anlıyor. Onun için de ona “veli” diyorlar. Kul, Hu olunca Allah ehadiyyetine yemin ediyor; o yeminle bu Cem’ler başlıyor, illâ’lar başlıyor. Yaradılış, ondan sonra. “Sümmedena fetedalla fekane kabe kavseyin ev edna”37 ayetine oradan geçiyor. Beka makamları sözle anlatılmaz. Ben aslında size Beka makamlarını anlatmıyorum. Beka makamlarında şöyle yapılır, böyle yapılır demiyorum. Ben size bir perspektif, bir bakış açısı veriyorum; prensibi veriyorum. Ayetlerin verdiği prensibi anlaşılabilir şekilde şerh edip, sizin bilincinizi yükseltiyorum; zevki size… Böyle bakarsanız eğer bu işe, zaten yaşamınızda bu makamlarla samimi olmanız çok daha kolay olur. Samimiyetsiz 36 37 İhlâs, 1 Necm, 8-9 235 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler davranamazsınız kendiliğinizden. Size prensipleri, bakış açısını vereceğim. Çünkü Beka makamları zevkîdir; anlatılamaz, söze sığmaz. İnsan-ı kâmilin Pir olduğunun, manada peygamber olduğunun, ondan geldiğinin sözle anlatılması mümkün olmayacağı gibi sözle “Ben bu adamın böyle olduğuna inanıyorum.” demekle de olmaz. Onun sizin içinizde zuhur etmesi gerek. Bir zaman biri, “Benim mürşidim peygamber” deyince bir daha gelmemiş yanındaki oraya. Bu değil işte. Hâşâ ne peygamber, peygamberliğini bırakır ne Allah Allahlığını bırakır ne Pir, Pirliğini bırakır. Melâmîlik, zevkî bir şey. Bilinç!.. Kur’ân’da değişmeyen tek şey, değişimdir! Mevlânâ Hazretleri, “İnsan, bir gözdür, görüştür.” diyor. Bu sözüyle Cem makamını ifade ediyor. Bir göz, bir görüş, bir bilinç oluyorsunuz. Ben size bu bakış açılarını vereceğim, siz kendiniz zevk edeceksiniz. Çünkü benim Pirim benim kolumdan tutup, kulağımdan tutup, “Burada böyle yapacaksın!” demedi. Hatta bu kadar açık da değil, çok daha gizli ve üstü örtülü bir şekilde bu prensipleri verdi. Kur’ân-ı Kerim, prensipler kitabıdır; emirler değil. Emir 300 küsur tane işte. 6600 küsur ayetten 300 küsur tane. Biz de veriyoruz emir. Ne diyoruz: Abdestsiz ayağınızı yere basmayacaksınız; her nefeste 3 defa Allah deyip, zikrinizi söyleyeceksiniz; mümkün mertebe namazlarınızı kılacaksınız; sohbetlere gelmeye çalışacaksınız. Çünkü bunların sonu, özgürlük. Ama onun haricinde Kur’ân-ı Kerim, prensipler kitabıdır. “Sen sabah 8’de kalkacaksın; şunları, şunları yapacaksın!” demek, Kur’ân değil. O, tarikat; onlar 300 küsur taneyle yürüyorlar. Kara deliği bile bulabilirsiniz ayetlerde. NASA’da adamlar 236 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler uzayda çalışıyorlar, inanın Kur’ân açık önlerinde. Kara delik bile yazılı orada. Çünkü Kur’ân prensipleri verir. Peki, bu insan-ı kâmil ne? Kur’ân’ın ikiz kardeşi değil mi? Biz nasıl emir veririz? Kur’ân’ın evrenselliği, prensipler kitabı olmasından kaynaklanıyor. Kur’ân’da değişmeyen tek şey değişimdir. Pir’i tanıdık. Bir günü bir gününe uydu mu yaşarken? Hayır. İşte o, Kur’ân. Eğer okuyabilirseniz yaşarken kendi yaşamıyla sizi irşat ediyor. Benim söylediklerime değil, bütün gün yaptıklarıma bakın, daha çok irşat olursunuz. Ben 24 saat böyle söylediğim gibi yaşıyorum. Bugün cumaymış, ramazanmış beni çok ilgilendirmiyor. Benim için her gün cuma, her gün ramazan. Bu yaşam biçiminin emri, kuralı olmaz. Ben de herkes gibi yaşıyorum, ama içimde hep bunlarla yaşıyorum. Dışta beni ticaret adamı görürsünüz, mağazacı görürsünüz... Ne derseniz deyin. “Ben kulumun zannı gibiyim.” diyor ayet. Beni kim ne zannediyorsa, ben o’yum. Ama içte söylediğim gibi yaşıyorum. Pir’in bana söylediklerinden çok, yaptıklarını ve insanlara nasıl davrandığını seyrederek irşat oldum. Çünkü bu konuşma en ilkel iletişim şekli. Bu vücut dili yalan söylemez. Gözler, Allah’tan başka bir şey demez aslında. Oturup, birbirimizin sadece yüzüne baksak çok daha faydalı olur, ama bir gün biri çıkar bu adam deli mi der. Onun için işte konuşuyoruz. Bu Kur’ân prensibini almamız için konuşuyoruz. Şeriatı, abdest alıp, namaz kılıp, ayetleri ezbere okumak zannediyorlar. Oysaki şeriat, yaşam şeklidir. Birçoğu zaten Kur’ân’dan alınmıştır. Şeriat, hepsi demek. Trafikte sarı yandı, hazırlan; yeşilde geç… Şeriat işte bunlar. Araba kullanırken hız sınırı 70 km, şeriat; kemerini bağla, şeriat… 237 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Mülk olduğu zaman evrensel olamazsınız! Bu evrenselliği yakalamadan anınızı nasıl kuracaksınız? Bakın Kur’ân ne diyor: “Anını kur”, “Anını kuran adam”, “Anda yaşayan adam…” Kur’ân, “an”da. Bu bakış açısıyla bakacağız, ondan sonra makamları konuşacağız. O zaman çok güzel bir yükseliş olacak. Evrensel; değişmeyen tek şey Kur’ân’da, değişim. Pir, ne devamlı aynı evde oturdu ne yanında devamlı bakanlar aynı kaldı; hepsi değişti. O derneği açmak için neler yaptı, sonra ceketini aldı, gitti. Pir, bu davranışlarıyla size bir şey veriyor: “Mülkiyet diye bir şey yok ki!.. Mülk olduğu zaman evrensel olamazsınız ki!.. ” Cebinizde bir ev tapusu olmasından bahsetmiyorum. Cebinizde tapu olabilir, para olabilir, ama kalbinizde varsa olmaz. Herkes Kur’ân’ı okur; herkes Kur’ân’ı anlar, ama Mevlânâ Hazretleri gibi herkes anlayamaz. Ben size şu an Mevlânâ Hazretleri’nin Kur’ân’a nasıl baktığını anlatıyorum. Eğer öyle bakarsanız öyle görürsünüz, öyle yaşarsınız. Ben bu bakış açısından bahsediyorum, prensipten. Kur’ân: Anı kurmak. Bu bakış açısıyla yaşayan biri için “Her olay bir ayet, her zerre bir ayet” olur. Evrenselleşmiştir artık o. Melâmî, ya Allah’tır ya Muhammed’tir. Ya “Fena”sınızdır ya “Beka”sınızdır. Ya “Fenafillâh”sınızdır ya “Bekabillah”sınızdır ya da ikisi de değilsinizdir. İlk önce bu bakış açısına sahip olacaksınız. Bu işin kestirim yolu, insan-ı kâmil ne derse yaparsınız, yapmaya gayret edersiniz. Bu gayret içerisinde olanlara biz de daha yüksek bir bakış açısıyla onların daha rahat yaşamasını sağlamaya çalışıyoruz. Kendiliğinden döngüsünü sağlamaya çalışıyoruz. 238 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kendiliğinizden döneceğiniz yer; Hazret-ül Cem makamını zevk etmektir. Burada işte Ef’âl, Sıfat makamları çok önemli. Allah diyorsunuz, gayret ediyorsunuz; Sıfat makamında Allah sizin içinizde aşka dönüşüyor. Allah’ın velileri dışta hep şeriatla dalga geçer gibi görünürler, ama aslında şeriatın bir başlangıç olduğunu gösterirler. Ef’âl makamında Allah ile didişen birinin, Cemm-ül Cem makamında her fiilde fail olması söz konusu değil. Didişip duruyorsunuz, onda nasıl fail olacaksınız? Ef’âl makamında Allah ile didişenler, Cemm-ül Cem makamında hüccetle didişirler. Didişmekten o vücutta kimin olduğunu göremezler. Biz onlara da kızmıyoruz o yüzden. O bakış açısını vermeye çalışıyoruz. “Sen sensen ben de benim!” diyor. İşte didişmek. Yoksa hepimiz zaman zaman makamımızdan düşüyoruz, o başka. Melâmî, hacıyatmaz gibidir. Düşe kalka, düşe kalka gideceğiz, ondan bahsetmiyorum. O, irşat olma yöntemi. Bir an Allah demeyi unutacaksınız ki makamınızdan düşeceksiniz ki orada ateş fazlalaşacak ki fark açıldı mı “Ben ne yaptım?” dediniz mi o en güzel irşat yöntemi artık. Burada zaten kimse kusursuz olduğunu iddia etmiyor ki onun için buraya geliyoruz işte. Onunla ilgili bir lafımız yok. Biz böyle dibine kadar didişmekten bahsediyoruz. Ef’âl makamında Allah ile didişenler; Cemm-ül Cem makamında hüccetle didişirler. Ya biz fiilde fail oluruz ya da fiil bizde fail olur ya da orta yol buluruz; susarız. Hani bir laf var: “Biliyorsan söyle ibret alsınlar, bilmiyorsan sus insan sansınlar.” Zaten “Susmak” ve “Sen bilirsin” demek irşadın yarısı. İman 239 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler ettiniz mi çok kolay, zevkli, ama öbür türlü milyonlarca yan yol var. Lâ Fâile İllâllah’ın girmeyeceği hiçbir yer yok, her yere girer. Ama mekrî mi ilâhi mi oraya bakacaksınız. Sizden bir fiil çıktı; mekrî mi yoksa ilâhi mi çıktı? Şeytan gelmiş, insan-ı kâmile biat etmiş. On yıl yanında talebe olarak kalmış. Ondan sonra bir gün insan-ı kâmil camiye giderken, orada yaşlı bir kadınla anlaşmış şeytan: “İnsan-ı kâmili senin evine getireceğim. Bağırır, çağırırsın, bana sarkıntılık etti dersin. Tuzağa düşüreceğiz onu.” demiş. Tam kadının evinin önüne gelince, şeytan: “Efendim, şu evde yaşlı bir kadın var. Oraya gidip, bir ziyaret etsek.” demiş. İnsan-ı kâmil talebesi olan şeytana: “O kadınla mı tuzağa düşüreceksin beni?” demiş. “Efendim biliyor muydunuz benim şeytan olduğumu?” diye sorunca şeytan, insan-ı kâmil: “Bilmez miyim…” demiş. Bu hikâyeyi anlatıp dururdu Pir. Siz zannediyor musunuz sadece hikâye? Hiçbir şey geçmişte değil, Melâmî anın adamıdır. Şeytan bu işi ilmel anlamış Ef’âl talebesine bile bir şey yapamaz. Daha tehlikelisi var arkadaşlar: Zındıklar… Zındık, yetmiş tane şeytana bedel. Buradan yetişiyor, çıkıyor o da. Onun için yetmiş tane şeytana bedel. Bir adam Cemm-ül Cem makamına geldiğinde fiil onda fail olabilir; bilmiyordur, gücü yetmiyordur; olabilir. Çünkü bu makamları zevk etmek öyle gayret ederek, çalışarak olacak bir şey değil. Zındık ise bilerek fiilin kendisinde fail olmasını sağlıyor; o, biliyor. Fiil nasıl fail oluyor onlarda, seyredin. İşte hangi fiil? O hırs… O fiil, onda fail oluyor o zaman. Melâmî hiçbir şeye minnet etmez. Acımızdan öleceksek öleceğiz. Rızık, Allah’ın üzerine. 240 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Şimdi fiilleri silinmiş, sıfatları silinmiş, mevcudu silinmiş; levh-i mahfuzdan da silinip, Ümm-ül Kitaba yazılmış biri böyle yapabilir mi? İşte bu silinmede vicdan oluşuyor. Vicdan oluşan salikte, fiil fail olamaz. Biter o salik. Hiçbir fiil onda fail olamaz. O fiilde fail olamasa bile ölü kalır; yani melek mertebesine gelir, hiçbir zararı olmaz hiç kimseye onun. “Benim” diye ortaya çıkmaz. Allah, diyor; vicdan oluşuyor; Peygamber Efendimizin dini oluşuyor. Din, o işte. Yoksa o vicdan oluşmadığı zaman, o Peygamber Efendimizin dini oluşmadığı zaman ne oluyor? Ha Muaviye bir din kurmuş şimdi milyonlar onun arkasından gidiyor ha siz Cemm-ül Cem makamına geldiğinizde kendi dininizi kurmuşsunuz… Aynı. Çünkü bir şey yapıyorsunuz, hüküm veriyorsunuz ya işte o zaman kendi dininizi kurmuş oluyorsunuz. Ondan sonra çıkarsınız “Burasının karar organı benim…” gibi laflar edersiniz. Kendi hükümlerinizi vermeye başlıyorsunuz orada. Din dediğim o işte. Hepiniz birer evrensiniz. Size birinin inanması gerekmiyor ki siz kendiniz zaten evrensiniz. Pir’in hükümlerini değil, kendi hükümlerinizi vermeye başladığınız zaman o Peygamber Efendimizin dini değil. O zaman kendi aklınızla, cüzî aklınızla kendinizde bir din kurmuş oluyorsunuz, yani mevhuma kaçıyorsunuz. Dönüyorsunuz aşağıya. Neden? Bu Kur’ân’ın prensiplerini bilmediğinizden. İlmel bile bilse biri yine mevhuma kaçmaz. Çünkü kendini bilir; “Ben mevhuma kaçıyorum” der; hemen susar orada. “Aman ben bir sorayım Efendime…” der. Allah diyeceksiniz orada. O kendi hükümleriniz, sizi Melâmet’ten uzaklaştırır. Mekrî ilâhi, sizi uzaklaştırmış olur. 241 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 242 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler MÜLKİYETTEN GEÇMEDEN MÜLKÜ BEKAYA VARILMAZ Mülk, Allah’ın! Öleceksiniz! Dirileceksiniz! Soyunacaksınız! Giyineceksiniz! Yıllarca bana dediler ki insan-ı kâmile soru sorulmaz. Ben Pir’e çok soru sordum; sorduğum her soruya da cevap verdi. Şimdi “İnsan-ı kâmil kim, kime soru sorulmaz?” onu konuşalım. İnsan-ı kâmil olunması gerekilen bir şey değil, varılması gereken bir yer de değil, insan-ı kâmil zaten var. O hepinizin içinde. Bendeki dışarı çıkmışlık imzalanmış durumda hepsi o. Hepinizin içinde var insan-ı kâmil. Ne demek insan-ı kâmil? Allah’tan başka hiçbir şey yok! İşte o demek. O hepinizin içinde. Kendinize soru soruyorsunuz ya “Bu nasıl olur, bu böyle mi olacak, ölünce ne olacak?” diye. Bilmek ve anlamak için kendinize soru soruyorsunuz ya işte o sorular sorulmaz. Kendinize soruyu soran, akıl; cüzi akıl. Bana, insan-ı kâmile değil; kendine iman eden bir insan soru sormaz; hiçbir vesvese kalmaz. Allah’ın bilmeye ihtiyacı var mıdır? Ee, siz Allah ile 243 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Allah olmak için yola çıkmışsınız, soru soruyorsunuz. Siz Allah’sınız ya… Bilmeye ihtiyacınız yok ki. O içinizde size soru soran var ya işte o sorular sorulmaz; bana değil. İnsan-ı kâmile soru, edeple ilgili bir şey. Herkes istediği gibi edebe uygun şekilde konuşabilir, ama o sizin içinizden size devamlı soru soruyor ya… Onu yakalayın. Allah’ın bilmeye ihtiyacı yok, dikkatinizi çekerim. Allah her şeyi bilir zaten. Ne sorusu? Bu manada insan-ı kâmile soru sorulmaz. Siz kendinize soruyu sorduğunuz zaman bu manada soru sorulmayacak. Allah’ın bilmeye ihtiyacı yoktur ki. Biz Allah ile Allah olmak üzere yola çıkmışız. Eğer o olduysak o isek hangi soru, hangi cevap? Soruyu soran ne? Vesvese. Sizi ikiliğe, çelişkiye düşüren ne? Cüzi aklınız. Bakın iyi bakın, siz döndünüz mü her tarafınız döndü mü? İçimizden soruyu sordurtmayacak hale geleceğiz. İçinizden soruyu bana sorabilirsiniz. Ne var bunda? İçinizde soru bittiği zaman iş bitiyor. Allah’tan başka tanrı edinmemenin yolu; ruh yoluyla seyr-i sülûk edip, Allah ile Allah olmaktır. Bakın İsra Suresi 22. ayette diyor ki: “Allah ile beraber bir tanrı edinme; Allah var, bir de Allah ile birlikte bir tanrı edinme; yoksa yenilmiş ve itilip yalnız bırakılmış olursun.” Şimdi Kur’ân’ı böyle incelediğiniz zaman aynı surenin 23, 24 ve 25. ayetlerinde de anneye babaya asi olmaya kadar şeriat ve tarikata uymaya ait ayetler devam eder; yani teşbih ve tenzih ayetleri devam eder. Ama Kur’ân’a göre baktığınız zaman hakikatle başlar. Yani önce bir ayeti hakikat boyutunda verir, sonra algılamaya göre tevhitten aşağı doğru iner; tenzih ve teşbihe doğru, şeriat ve tarikata doğru iner. Aynı surede ilmi biçimde 23, 24, 25, 26. ayetleri okursanız bunu görürsünüz. 244 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Bir grubun başlangıcı: “Allah ile beraber bir tanrı edinme!” Bu ayeti tersten okursak “Allah ile Allah ol!” diyor; emir veriyor. Çünkü Allah ile birlikte tanrı edinmemenin bir tek yolu var. Ben böyle güneşe tapmaktan, aya tapmaktan, -işte un helvasından Araplar güzel heykeller yapmışlar kendilerineonlara tapmaktan bahsetmiyorum. Bu akıl. Artık 20. yüzyılda yaşıyoruz, böyle bir şey olmadığını herkes biliyor, ama “Bu fiiller benim” diyorsunuz; yaptığınız işe tapıyorsunuz. “Bu sıfatlar benim” diyorsunuz; kendi hayatınıza veya var olan bir hayata; kendi kuvvetinize veya var olan gördüğünüz bir kuvvete; kendi gözünüze veya kendi gözünüzle gördüğünüz bir şeye ya da irade ettiğiniz bir şeye tapıyorsunuz. Kafanızın arkasında bir şeyler yaratıyorsunuz, ona tapıyorsunuz. Bakın ne diyor ayet: “Allah ile beraber bir tanrı edinme!” Bir sürü tanrı ediniyorsunuz. Bakıyorsunuz aynaya, “Ne yakışıklı adamım, ne güzelim…” diyorsunuz. En büyük günah diyor ya bu vücuda varlık verdiğiniz için bu vücuda tapıyorsunuz ya da işte gördüğünüz güzele tapıyorsunuz. Kendinize varlık verdiğiniz için karşı tarafı öyle görüyorsunuz. Şimdi bu vücutta Allah’tan başka bir şey olmazsa ben Allah’tan başka bir şey görmem ki. Nerede güzel bir kadın, nerede güzel bir at, nerede güzel bir araba; her neyi beğeniyorsanız… Allah’tan başka tanrı edinmemenin yolu, Allah ile Allah olmaktır. Allah ile Allah olmak da süphan ile olur. Süphan, insan-ı kâmildedir. “Süphan isteyen bana gelsin” diyor ya bir ilahisinde Pir. Süphan ne? Süphan, Ef’âlini Ef’âl-i Hakk’a; sıfatını Sıfat-ı Hakk’a; zatını Zat-ı Hakk’a bezletme zevkidir; bezlettirme zevkidir. Bu insan-ı kâmilde var. İşte evinize tapıyorsunuzdur; bir deprem olur, ev gider. İşinize 245 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler tapıyorsunuzdur; bir kriz olur, iş gider. Güzelliğinize tapıyorsunuzdur; bir sivilce yetiyor. Allah muhafaza çocuğunuza tapıyorsunuzdur; alır götürür. Alır götürür, ama Allah alıp götürdüğü zaman onlar sizin olarak gider; siz onların sizin olmadığınızı bilmezsiniz. Ama insan-ı kâmile gelirseniz insan-ı kâmil, Allah’ın yapmadığını yapar. Çünkü depremle yıkılan evinizde aklınız gitmez; mahvolursunuz. Battınız ettiniz, parasız kaldınız, yine yetmez yenisini yapmaya çalışırsınız o akılla, yeniden yaşamaya çalışırsınız. Oğlunuz gitti, kızınız gitti; o hastalığı bulursunuz, doktoru bulursunuz, birilerini suçlarsınız, üzülürsünüz, ama aklınız gitmez. İnsanın aklını insan-ı kâmil alır. Mülkiyeti geçmeden fenafillâh olunması söz konusu değil. Allah’tan başka tanrı edinmemenin tek yolu, bir insan-ı kâmili bulup, ona tâbi olmaktır. İnsan-ı kâmile geldiniz, tâbi oldunuz şu mülkiyeti de halletmek gerekir. Bu mülkten geçemezsek eğer Beka’ya, mülkü bekaya gidemeyiz. Yine evimizden, arabamızdan bahsetmiyorum. Cebimizdeki paradan da bahsetmiyorum. Melâmî olmaya çalışan adam, mülkiyetin; fiiller, sıfatlar ve bu vücut olduğunu artık bilir. Mülk, Allah’ın.38 Benim derseniz eğer, olmadı. Mülkiyeti geçmeden fenafillâh olunması söz konusu değil. Ne demek fenafillâh olmak? Allah ile Allah olmak, demek. Mülkiyeti geçmediğimiz sürece Allah’ın yanında başka tanrılar, -bakın bir tane de değil ha- başka tanrılar ediniriz. Çünkü bu mülkiyetler; bu ef’âl, sıfat ve bu vücut milyonlarca tanrı üretebilir, öylesine bir kabiliyeti vardır; milyonlarca tanrı 38 Nur, 42 246 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler üretir. “Bu mülkiyetten vazgeçeceğiz!” diyorum ya vazgeçmek de yanlış. Mülk, Allah’ın. Anlatmak adına söylüyorum; bakın bir insan-ı kâmile soru sorulmaz nereye geliyor? Bakın bu göz, can gözü olmadan; bu kulak, can kulağı olmadan oralara gelebilmenin imkân ve ihtimali yok. Çamura batmış o araba tekerleği gibi döner dururuz; gösterge de gösterir 40 km, 50 km... Tekerlek döndüğü için sanki gidiyorsunuz zannedersiniz, yükseliyorsunuz zannedersiniz. Bu yükseliş bir rehberin size sağlayacağı bir bakış açısıyla olacak, o bilinçle olacak. O bilinç, o bakış açısı, o rehber tarafından size sağlanmazsa zaten yürümeniz söz konusu değil, böyle bir şey söz konusu değil. Zaten yükselmek, uruç etmek mümkün değil. Yoksa oyalanır dururuz “İnsan-ı kâmile soru sorulmaz!” diye. O içinizden sorup, duruyor. Siz insan-ı kâmilsiniz, onun için buradasınız. Ne soruyor, ne kadar soruyor siz biliyorsunuz. Ben size yürüdüğüm yolları anlatıyorum. Siz o’sunuz. O soruyu sordurmayan ne biliyor musunuz? Fark. “Farka geçiyor” deniyor ya farka geçişte o soru sorulmaz hale geliyor; o soruyu içten sormadığı oranda fark açılıyor. O sorular var ya o içinizdeki sizi kemiren sorular; devamlı soran, o kapı açılmasın, fark açılmasın diye. Değil mi o sorular içinizden işte sizi yakalıyor. Cem makamını yakalayan salik o sorularda da faal olanı bilir. İki Allah’ın velisi karşılaşmışlar bir yerde. Biri sormuş: “Ben namaz kılarken hep başka şeyler düşünüyorum, namazım bozulur mu?” Farkı daha açık olan Allah’ın velisi; “O düşündüklerinde de faal olan o, rahat ol.” demiş. Biz şimdi beş vakit namazdan bahsetmiyoruz, o zaten kılınması gereken bir şey. Şimdi biz namaz kılar gibi yaşamaya çalışıyoruz ya… Namaz kılar gibi yaşamaya çalışınca makamınızla ilgili yan yollara saptıracak o sorular 247 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler geldiği zaman işte namaz, abdest bozulmuş oluyor. Siz onda da faal olanın ne olduğunu bildiniz mi rahat edersiniz. O zaman “semme vechullah”ı bulursunuz zaten. Bilmek istiyorsunuz, soru soruyorsunuz… Siz Allah ile Allah olmuşsunuz, sizin bilmeye ihtiyacınız yok ki. Bilen, o; mülk, onun. O yüzden insan-ı kâmiller Zat makamında, “Sen öldün… Git mezarlığa bak. Mezardaki ölüler ne kadar birbirleriyle didişiyorlarsa sen de yanındakiyle o kadar didiş.” diyor. Değil mi anlatmak adına böyle söylüyorlar. Mülk, Allah’ın! İnsan-ı kâmile soru sorulmaz; soruyu soran, dönüşmemiş olan nefstir; yani cüzdür. Ruh ve nefs ayrı ayrı değildir. Sizde bir ruh, bir nefs yok. O ikisi bir, böyle dönüyor; dünyada kalınca nefs; biat edip, Allah’a dönünce ruh. İki tane yok, hiçbir şey iki tane yok. Nefs, cüzzü çalıştırır; tüm cüzleri. “Hepsi benim” dedirttirir; tüm sıfatlara hâkim olur. Ne der o zaman? İşte “Ben duyuyorum, ben görüyorum…” der; işte “Hayat benim, bu vücut bana ait…” der. İyisi, namazı kılanı kötü şeylerden koruyayım diye kendini kırbaçlar… Çünkü o cüzden, nefsten gidiyor; biz ruh yoluyla gidiyoruz. O nefs, cüzze hâkim oluyor; bütün sıfatları o çalıştırıyor. Küçümsemeyin ha, anlattık ya köprüler, gökdelenler yapıyor; aya gidiyor… Bakın küçümsenecek bir şey yok. Yani daha önceki sohbetlerde “Sıfatının yettiği yere kadar” dedim. Şimdi bakın başka bir açıdan söylüyorum. O tamamen içsel bir anlatımdı diyelim, zaten oradan gittik mi iş bitiyor. Buradan karşı tarafı seyretmek adına yeni başlıyor, dönüyorsunuz. Sizin içinizde devamlı o soruyu soran soruyor. Sorulmaz insan-ı kâmile. İnsan-ı kâmil artık kendine soru sordurtmaz. “Bana 248 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler soru sormayın” demiyorum; siz içinizden kendinize soru sordurtmayın. O rahatlığa geliyorsunuz; sizin makamınız var: Her Fiilde Faal Allah. Haydi, bana Her Fiilde Faal Allah’ta bir soru sorun bakayım. Cevabı verilmeyen soru yok ki. Daha ilk derste soru bitti: Her Fiilde Faal Allah. “Bu bana hak mı? Ben bunu hak ediyor muyum?” demek, ne demek biliyor musunuz arkadaşlar? Bunu her halde hepimiz defalarca söyledik, belki hâlâ arada kaçırıyoruzdur. Bu bana hak mı demek, bu vücuda sahip çıkmak demek. Bu kadar basit. Bu bina, bu vücut sizin, siz de bu binaya yapılanı reva görmediğinizi anlatıyorsunuz. “Bu bana hak mı?” demek; bana göre direkt olarak Allah’a küfretmek; yani Allah’ın üstünü örtmek demek. Hepimiz bunu defalarca aklımızdan geçirdik; geçirdiğimiz an bunu yakalayacağız. O zaman tamam… Bakın direkt mülkiyetten; Melâmî olmaya çalışırken karşınıza çıkan mülkiyetten bahsediyorum. Bu söylediklerim çok yüksek mertebelerdir. Dört Cem nasıl zevk edilir size anlatmaya çalışıyorum. “Bu bana reva mı?” Bu vücut sizin, işte bu bina sizin. O binaya yapılanı da siz hak ediyor musunuz?.. Mülkiyet işi hallolduğu zaman diğer cemleri zevk etmek an meselesidir; andadır. Gerçekten mülkiyet hallolduğu zaman diğer cemler andadır; Cem’i, Hazret-ül Cem’i, Cemm-ül Cem’i hepsi andadır. Ondan sonra hepsi bir ayet zaten onların. Mülkiyet ile ilgili Beka’ya geçmekten bahsediyorum, makamların bekasından bahsediyorum, bize telkin edilmişten değil. Ne diyor ondan sonra Pir bir ilahisinde; “Mülkü bekadan gelirim…” “Ben mülkü bekadan 249 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler geliyorum; benim mülküm bekadır” diyor; yani “Mülkiyetsizliktir.” diyor. Bu mülkten geçmeden o bekaya nasıl gidilir? Benim işim sizi oraya götürmek, nasıl gittiğimi size anlatarak; insan-ı kâmilin işi bu. Çok basite indirgemiş gibi görünüyor, ama değil, gerçekten benim işim bu. Tüm insan-ı kâmiller bunun için var. İşte, “Öleceksiniz!” diyorlar, “Dirileceksiniz!” diyorlar, “Soyunacaksınız!” diyorlar, “Giyineceksiniz!” diyorlar… Bir şekilde anlatmaya çalışıyorlar bu mülkiyeti. Şu an bu mülkiyetten bahsetmeyen yok; Panteistler de bahseder. Herkes mülkiyetten, yani mülk olmaması gerektiğinden bahseder. Adam birazcık olgunlaşsa bir yere varsa ikinci eve “Günah” der; “Bir tane evin varsa ikinci evi niye alıyorsun?” der. Mesela felsefede de aynı şekilde hafif bir yere gelmiş olan biri, “İhtiyacın olanını al.” der. İhtiyacın dışındakini onaylamaz, değil mi? Allah’tan başka hiç bir şey yok bilincine ulaşmak demek; mülk, Allah’ın demek. Peki, biz ne yapacağız? Evlerimizi satıp, bir yere mi bağışlayacağız? Hayır, öyle bir şey yapmayacağız. Bu zevke, bu bilince ulaşacağız; o bilinçle yaşayacağız. İnsan-ı kâmil, bütün zıtları bir potada eritir. İnsan-ı kâmil demek, bütün zıtları bir potada eriten demek. Değil mi öyle diyor Mevlânâ Hazretleri insan-ı kâmil tanımında: “İnsan-ı kâmil, bütün zıtları bir potada eritir.” Daha ilk derste dersimiz Lâ Fâile İllâllah; zıtlar aşağıda kaldı. “Bir potada eritir.” Nasıl eritir? Pota, Ef’âl, Sıfat, Zat’ta oluşuyor; daha Ef’âl’de oluşuyor da farkına varamıyoruz. Oralarda alışması zaman alıyor, aslında Ef’âl makamında oluyor. Şimdi pota oluştu, potaya bir kara, bir de beyaz 250 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler koyduk. Bu iki zıttı biz şimdi orada eriteceğiz. Karayla beyazı koydunuz, erittiniz, çıkarttınız. Felsefede çıkan renk ne? Grilik. Biz karayla beyazı koyduk mu Zat potasına, oradan çıkacak olan Allah’tır. Ortayı bulmak değil, yaşarken görüntüde ortalamak, ama içte Allah’tan başka bir şey olmadığı bilincine ulaşmak. Bizim potamızda o zıtlar eridiğinde bir tek şey ortaya çıkar, zaten başka bir şey olmaz; yani Allah çıkar ortaya. İyiyi koydunuz, kötüyü koydunuz potaya değil mi? Ne çıktı? Allah çıkar yine, orta halde bir şey çıkmaz. Bu nasıl olacak? Biraz Ef’âl’in altına iniyorum bir bakış açısı vermek adına, ondan sonra çıkalım. Şimdi diyelim ki bir arkadaş hukuk fakültesini kazandı ve oraya avukat olmak için gidiyor; okumaya başlıyor, değil mi? Avukat olacak bunun için devamlı gayret ediyor; o okuduğu sürece, gayret ettiği sürece Allah’tan ne istiyor biliyor musunuz? Ne istiyor? Biri adam öldürsün, biri birini yaralasın istiyor. Başka türlü mahkemeye gelmez, ekmek kazanamaz. Evli çiftler boşansın istiyor, değil mi boşayacak ki o para kazanacak. Bakın o hukuk fakültesine gittiği sürece Allah’tan bunları irade ediyor. Biri çeklerini, senetlerini ödemesin, hacze gideyim, diyor. Nasıl para kazanacak? Adam tıp fakültesine gidiyor; okuduğu sürece Allah’tan tüm hastalıkları irade ediyor. Melâmî’de iyi kötü yoktur; işte böyle yok… Var mı mantıksız bir şey söylediğimde? Doktor olmak için Allah’tan hastalık irade etmiyor mu? O hastalık gelmezse nasıl para kazanacak adam? Biz, bize bir hastalık geldiğinde hastalık olarak mı bakalım; yoksa bir doktorun, bir hemşirenin, hastabakıcının ya da o hastanede çalışan birinin rızkı olarak mı bakalım? Bize bir hastalık geldiğinde, 251 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler “Birilerinin rızkı geldi bize” diyeceğiz. Bir potada eritince Allah çıkacak ortaya değil mi? Araba çukura düştü, alt takımları gitti; çukuru kazana küfür mü edeceğiz? Yoksa 3. sanayide bir ustanın rızkı çıktı mı diyeceğiz? Böyle olacak. Nasıl bakacaksınız? Bunun kötülüğü nerede, iyiliği nerede şimdi. Potadan Allah çıkarsa böyle bakacağız. Pota, bu vücut; işte buradan Allah çıkacak. Abes bir şey yok ki… Bu söylediğim bilince, bakış açısına ulaşmakta samimiyetsizlik söz konusu olur mu? Olamaz. Niye samimi olunması gerektiğini de dip not düşüyorum. Samimi olmadan... Kiminle? Benimle değil, makamınızla. Zaten makamınızla samimi olmadan beni sevmeniz mümkün değil. Nefs der ki, “Bu çukuru kazanın…” Ruh der ki, “Birinin rızkı çıktı.” Siz hangisisiniz çukura düştüğünüz zaman? Bu bilince ulaşmaktan bahsediyorum. Yapıp, eden Hakk. Böyle baktığınız zaman otomatikman Her Fiilde Faal Allah olmuş olmuyor mu? Otomatikman sizin sıfatlarınızdan Hakk görmüş olmuyor mu? Otomatikman cebinizdeki parayı ve vücudu kendinizin değil, Allah’ın olduğunu zevk etmiş olmuyor musunuz? Kendiliğinden oluyor bakın, zorlamadan; o duruma gelebilmek için zorlamadan, böyle yaşayabilmek için Cem makamını iyi zevk etmek gerek. Hazret-ül Cem makamında bu duruma geliyorsunuz, ama Matriks filmindeki gibi değil; “Al sana bir hap, oldu.” değil. Hazret-ül Cem makamında işte önce çocuk doğuyor, değil mi? Altını bağlıyoruz; gazını çıkartıyoruz; büyüyecek o, daha büyüyecek. Hazret-ül Cem makamında yıllarca tutmuş Allah’ın velileri, yetişecek olan velileri. “30 yıldır Hakk ile konuşurum, beni halk ile konuşur zannederlerdi” diyen 252 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Beyazıt-ı Bestami Hazretleri, Hazret-ül Cem makamındaydı. Yetişecek olan talebeyi orada tutarlardı. Birinci çukurda olmazsa ikincisinde halleder o işi; insan-ı kâmil onun büyüdüğünü, yürüdüğünü görür. Buralara gelebilmek için işte bu Ef’âl, Sıfat, Zat makamlarında bu mülkiyet işini halletmek gerekir. Eğer bu mülkiyet işini halletmezseniz araba çukura düştüğünde; araba sizin, alt takım sizin, tekerlek sizin, cebinizdeki para sizin… Ondan sonra tabii ki o çukuru kim açtıysa veryansın edersiniz, sizin çünkü. Yani o bakış açısını anlatıyorum. İlmen bu bakış açısını aldınız, o zaman da dersiniz ki “Makamlar benim… Sen sus, ben konuşacağım…” Allah ile Allah olmak öyle çok zevkli, ama sorumluluk isteyen ciddi bir şeydir. Allah sizi çukura attığında orada içiniz dışına çıkar. Herkesin kendine göre bir çukuru vardır. Her ne varsa bizde var; içimizde var! Herkesin içinde bir sofiyun var, o aradan çıkmadan merdan görülmez. “Sofiyun çıksın aradan…” diyor ya bir ilahisinde Pir. Bir bizim aramızda sofiyun var; bir de içimizde var; işte o çıkınca görünür. Ef’âl, Sıfat’ta o sofiyun çıkıyor aradan; Zat’ta sofiyun yok artık, arada Allah’tan başka hiçbir şey yok. Ondan sonra merdan görünüyor zaten. Hiçbir şeyi dışarıda aramayın, hiçbir şeyi yanınızdakinde aramayın, hiçbir şeyi karşıda aramayın, arkada aramayın, yanda aramayın, ayağınızın altında aramayın, başınızın üzerinde aramayın. Her ne varsa bizde var; içimizde var! Hepsi burada, kendinizde. Musa da burada, Firavun da burada, Kızıldeniz de burada, yarıp karşıya geçtiğiniz zaman arkanızdan gelecek Firavun’un askerleri de burada. “Yarıp, karşıya geçmek” ne demek biliyor musunuz? Hazret-ül Cem 253 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler makamını geçip, Cemm-ül Cem makamına gelmek demek. İşte kıl kadar kalsa içinizde geliyor onlar. Yani hiçbir şeyi dışarıda aramadığınız gibi hiçbir şey geçmişte de kalmadı; o yaşananların hepsi sizin içinizde yaşanıyor, hepiniz birer evrensiniz çünkü. Ef’âl ve Sıfat makamlarını hallettik, halledeceğiz. Halledince o zaman o cüz kadar o sıfatların sınırından kurtulmuş oluyoruz. İşte o zaman hepsi sizde toplanıyor; evveli, ahiri, bâtını, zahiri. Geliyorlar bakın sizinle; Cemm-ül Cem’e onlar doluştuğu zaman -evvel, ahir, bâtın, zahir size doluştuğu zaman- her fiil de faal olamazsınız; isteseniz de çok kalabalık oluyor. Mesela şimdi masaya, “Evvel sensin, ahir sensin, bâtın sensin; sonra kendimize evvel, ahir, bâtın, zahir benim” diyoruz ve bunda bütünleşiyoruz. Eğer evvel bendeyse, ahir bendeyse, bâtın, zahir bendeyse; geçmişim geliyorsa kaygılar varsa ve hepsi benim içimdeyse nasıl her fiilde fail olacağım? Akamam ki… Kayamam ki… Kaygan olmaz ki takılıp, kalırız; yani hepsi geliyor; hepsi doluşuyor size, bir yere gittiği yok. Makam telkin edildiğinde hepsi birden akıyor size. Akışı durduramazsınız, makam telkin edilmiş. Teberrüken bile olsa o makamın verilmesinde bir güç var; geliyor size doluşuyorlar. Dolayısıyla evveliniz geliyor, ahiriniz geliyor; hepsi sizde. Ne evvelimden vazgeçiyorum ne gelecekle ilgili kaygılarımdan vazgeçiyorum ne öbür tarafta ne olacak sorularına cevap vermeye çalışmaktan vazgeçiyorum. Eyvah çok kalabalık, o zaman akışkan olmaz adam; yani fiilde faal olamaz. Masayla bütünleşemez. Bu dediğim ne biliyor musunuz? Böyle anlatıyorum basit bir şeymiş gibi, ama o masa da Hz. Muhammed Efendimizin nurundan yaratıldı, işte onunla bütünleşmekten bahsediyoruz. O masa değil ki hizmet ediyor 254 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler işte. Nereye hizmet ediyor? Allah demenize hizmet ediyor; işte çorabı, ayakkabıyı giyiyorsunuz ayağınızı soğuktan koruyorsunuz, hizmet ediyor; işte onun nurunu koruyor. Edeple ulûhiyeti birbirine karıştırmayalım. Ulûhiyeti koyduğunuz zaman, yani Kur’ân’ı musafa koyup, duvara astığınız zaman ulaşılmaz, çok zor ulaşılır; işlevselliğini götürürsünüz. Ulûhiyeti kafanızda yarattığınızda, birini ulaşılmazlığa koyduğunuz zaman yaşamsal olamaz. Orada zaten riyakârlık başlar. Neydi: “İnsan-ı kâmile soru sorulmaz.” Ondan sonra, “Hay bu çukuru yapanın…” Samimi olalım; çukurla da samimi olalım, benimle de samimi olalım. Deyin ki “Efendim çukura araba girdiğinde bir kere küfrettim.” Tamam, işte bu samimiyet. Samimiyeti bıraktığımız zaman, Melâmîliği bir felsefeye ve bir ideolojiye dönüştürürüz; teknik olmaya başlar. Ben nasıl yaşadığımı, daha doğrusu içimi anlatmaya çalışıyorum size. Yani teknik olarak el öpme yerine samimiyetle sarılmayı tercih ederim. Ama o el öpmenin tabii ki bir manası var ve edeben onu yerine getiriyoruz. Ben teknik olarak samimiyetle sarılmayı tercih ederim, diyorum. O, işte o sevgi doğar; artık onda yaşar. Bana değil, çukura da sarılacaksınız. Bana da sarılırsınız, zaten çukura sarılmadınız mı bana sarılmak teknik oluyor. Ben anlıyorum, ama teknik olarak da olması iyidir. Melâmî olmaya çalışanın mülkiyeti ne? Evi, arabayı zaten biliyoruz. Ama böyle büyütmemek gerek. Mesela kimi yanında yastığı olmadan uyuyamaz, gider bir başka yere, yanında yastığını taşır. Yani ille de mülkiyeti, çok para olacak şeyler olarak düşünmeyelim. Kimisinin bir kalemi, bir tespihi vardır; sahip çıkar onlara; işte o mülkiyet. Ama bizim için Her 255 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Fiilde Faal Allah. Bir deprem olur, evinizi yıkar; arabayı sel alır, götürür; tespihi çok seversiniz, hırsız alır, götürür… Mülkiyetten geçmeden Muhammed’i görmenin imkân ve ihtimali yok. Bakın fiiller, mülk. Bu sıfatlar da mülk; “Hayat, ilim, irade, görme, duyma benim…” diyorsunuz. Daha büyük bir mülk var: “Bu vücut benim.” diyorsunuz. Melâmî olmaya çalışan bu mülkiyetlerden vazgeçiyor; vazgeçmiyor da bunlarda faal olanın da Hakk olduğunu görüyor. O zaman tam tevhit etmiş oluruz. Bu mülkiyet işini hallettiğimiz zaman “Eşhedü enla ilahe illallah” demiş oluruz. “Allah’tan başka ilâh yok”u, bu vücutla demiş oluruz. Çünkü başka ilâh yok. “Benim” dediniz mi ilâh oluyor, sonra milyonlarca üretiyoruz bunu. Bismillahirrahmanirrahim olmuş oluyor vücudumuz. Bu mülkiyetlerden vazgeçip o makama mertebeye ulaştığımız zaman bir daha zikren Bismillahirahmanirrahim demesek de olur. Nerede? İşte Ef’âl Hakk’ın, Sıfat Hakk’ın, Zat Hakk’ın. O da zaten Zat makamına geldi mi ona insan-ı kâmil diyorlar; tevhit etmiş oluyor; “Eşhedü enla ilahe illallah” demiş oluyor. “Muhammed’dir Resulullah’ı” Beka’da diyecek. Muhammed’i orada göresiniz, ama mülkiyetten geçmeden Muhammed’i görmenin imkân ve ihtimali yok. Allah yüzünü göstermez ki Muhammed’i göresiniz. “Bu mülkler benim.” dediğiniz sürece Allah yüzünü göstermez; semme vechullah’a ulaşamayız. Cem makamında, “Nereye baksan Allah’ın bir yüzü”, diyoruz; buradan başlıyor işte. İlk önce fiillerimizi halledeceğiz Ef’âl makamında. Sonra Sıfat makamında bütün bu mevsuflarda faal olanın Hakk olduğu bilincine ulaşacağız. Bu mülkiyeti de böyle halledeceğiz, ama 256 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bu mülkiyeti halletmek için adamın gözünün akı gidiyor, karası kalıyor; ciğerine kan doluyor. Çünkü daha geldiniz Ef’âl’e, bu tespihi aldınız elinize; “Ben bunu buraya koydum” dediniz; şirk. “Ben yaptım.” dediniz mi olmaz. Her Fiilde Faal Allah. Başladınız namaza, “Niyet etim, niyet eyledim…” diye; şirk. Lâ Fâile İllâllah; Her Fiilde Faal Allah… Siz mi kılıyorsunuz namazı? Allah kendinden kendine kılıyor. Orucu siz mi tutuyorsunuz? Çalışıp da rızık kazanılmaz; çalışmasanız da rızık gelir. Çalışmadığınız günler aç mı kaldınız? Çalıştınız, maaşınızı aldınız; onun yeri var, cebinde durmaz; elektriğe, suya gider; bakkala, manava gider. Cepte de faal olan var; yerlerini bulur o, kimin nasibi varsa gider, bir kuruş kalmaz. “Melâmî, bayat para kullanmaz.” derdi Pir. Yani siz kazanıyorsunuz, ama rızkınızı kazanmıyorsunuz. Rızık, Allah’ın üzerine. Orada da çalışan siz değilsiniz, öyle zevk edeceksiniz. İşte sizin olsa zaten ay sonunda aldığınız maaşı altına, dolara yatırırsınız. Sizin değil, işte hepsinin yeri var; sizin değil ki. Dolayısıyla bu mülkiyet işini halletmemiz gerekiyor. Mülkü hallettik mi işte o zaman oluyor. Ne oluyor? Allah ile Allah oluyoruz Allah’tan başka hiç bir şey olmadığı bilincine ulaşıyoruz. Melâmî olmaya çalışan böyle yapıyor. İşte o yüzden, Melâmî ya Allah’tır ya Muhammed’tir, diyorlar. Allah’tan başka tanrı edinmemenin yolu; ruh yoluyla seyr-i sülûk edip, Allah ile Allah olmaktır. Başka hiçbir yolu yok. Bütün bu gördüğümüz her şey Ef’âl, Sıfat ve Zat. Hepsi öyle; güneş, ay, kedi, köpek de öyle, bitki de öyle. Hepsinde vardır; başka bir şey yok aslında. Sıfat makamını birazcık ucundan yakalamış olan birisi, bu dünyada 7 milyar insan var 257 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler diye düşünmez. “Sadece bakış, duyuş, hayat, ilim var...” der; 7 milyarı aslında 7’ye indirir. “Milyarlarca hayvan var.” diye de düşünmez; o hayvan da görüp, duyuyor; aynı. Bakın daha ikinci derste milyarlar bitti, hemen iniyor aşağılara. Zat makamına geldiniz mi zaten hiçbir şeyin vücudu yok. Siz öyle vücut görüyorsunuz; eşek, hayvan, fare, Ahmet, Mehmet görüyorsunuz. Onların vücudu yok. Siz niye vücut görüyorsunuz onları? Sizin vücudunuz olduğu için; kendi vücudunuzu var zannettiğiniz için orada vücut görüyorsunuz. Lâ Mevcude İllâllah: Allah’tan başka bir şey yok. Allah’tan başka mevcut olanları bizim zannımız yaratıyor. Bilinçten bahsediyorum tabii… Yoksa karşınızda bir kedi, köpek var. Biz onlarda da faal olanı biliyoruz; o anlamda söylüyorum. Bakın, mevcut olan Allah’tan başka bir şey yok. Bunu ne zaman anlayacağız? Ömrümüz veda ettiğinde, bu vücut gittiğinde anlayacağız. Allah’tan başka bir şey olmadığını biz daha önce anlamaya çalışıyoruz. Peygamber Efendimizin, “Ölmeden önce ölünüz” dediği o hadis-i şerifini biz burada yaşama geçirmeye çalışıyoruz. “Mutu kable ente mutu” hadis-i şerifinin bizden zuhur etmesi için uğraşıyoruz. Bunun kestirim yolu, mülkiyet. Bu mülk konusunda insan-ı kâmille alış veriş yapıyorsunuz; fiillerinizi, sıfatlarınızı, vücudunuzu insan-ı kâmile veriyorsunuz; bu bir alış veriş. Allah’ın velisinin insan-ı kâmilden yaradılışı böyle. İşte onu da anlatmak için: “Salik, Ef’âl dersinde, evini, arsasını, parasını, tarlasını; Sıfat dersinde, çocuğunu; Zat dersinde, canını mürşidine verir.” diyorlar. Gerçekten eskiden öyleymiş; evini barkını içindekilerle verirmiş adam. Şimdi yok öyle adamlar… Şimdi ben sizden evinizden, arabanızdan, cebinizdeki paradan daha değerli, daha zor bir şey istiyorum: “Bu makamları 258 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler hayatınıza geçirmeyi!” Burada evini, arabasını bana verecek adam var; ben biliyorum. Daha zorunu istiyorum… Allah diyeceğiz devamlı ve hepimiz bunu becerecek potansiyele sahibiz. Buradaki herkes şiar edinecek; araba çukura düşünce belediyeden, karayollarından bilmeyecek. Bir sürü faili meçhul cinayet var, ama biz faili biliyoruz: Her Fiilde Faal Allah. Bizim meçhul bir şeyimiz yok; mevhum bir şeyimiz de yok. Her şeyimiz mevcut bizim. Mevcut olan ne? Allah. Başka mevcut olan hiçbir şey yok; Allah’tan başka hiç bir şey yok. Bu gerçekten böyle, gözden o perdeler bir kalktı mı gerçekten Allah’tan başka bir şey yok!.. Düşünün Allah aşkına, hayatta ne istediğiniz gibi oldu? Herkes düşünsün. Benim olmadı. Ne sizin istediğiniz gibi oldu? Hep bir yapıp, eden var; zaten bu böyle. Gelin biz buna yaşamsal olarak iman edelim. Zaten Allah bildiğini işliyor; kimseye, size de sormuyor; bildiğini işliyor. Nasıl büyüyor bir bebek annesinin karnında? İşliyor; kalbi pompalıyor, karaciğerleri temizliyor onun için; dışarıda, içeride işliyor; olan oluyor, biten bitiyor. Biz cüzzümüz kadar, sıfatlarımız kadar görüp, hâkim olabiliyoruz Allah’tan başka bir şey yok; mevcut olan tek şey o; vücut yok. Mevcut var, ne o? Allah. Melâmî’nin mevhum hiçbir şeyi yoktur. Ortada Allah’tan başka bir şey yok. Zaten bir kere kendinizden kendinize Allah’ın yüzünü gördünüz mü Allah bir kere yüzünü gösterdi mi -o zevkî- onun kim olduğunu o anlayabiliyor; ancak o zaman ikinci kısma geçiyorsunuz. İşte İstanbul’da bir kaç hocadan dersler aldım. Bir vakıfta yıllarca hem hizmet ettim hem Kur’ân ile ilgili eğitimler aldım; Mesnevi ile ilgili özel araştırmalar yaptım. Eğer Pir’i tanımamış olsaydım hiç 259 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler olacaktım, hiç… Bir sürü yük olacaktı onlar bana. Pir bana beni bildirmeseydi ben bu fiillerle sıfatlarla bendeki her şeyle “Ben yapıyorum” diye uğraşıp, duracaktım. Kelebekler gibi sabah doğup, akşam ölecektim. Bu mevhumu, mevcut olan bitiriyor zaten. O aşk olmadan olmuyor. Aşk oldu mu da gözler oluyor deniz; yumuşuyor, yumuşuyor; artık o demir gözler böyle denize dönüyor; ondan sonra Allah o gözlerden içeri giriyor. İçeri geldik; Cemm-ül Cem makamına. Cemm-ül Cem makamı telkin edildiği an evveliniz, ahiriniz, bâtınınız, zahiriniz sizde oluşur; hepiniz geleceksiniz oraya. Anı yakalamaya çalışıyoruz ya biz, işte bu Zat makamında o anı yakalayacağız; “an” olacağız. Cemm-ül Cem’de de “üm” olacağız. Üm olanda evvel olur mu? Üm olanda ahir olur mu? Üm olanda zahir olur mu? Üm olanda bâtın olur mu? O zaman o bununla bütün olur; o nur olduğunu anlar; ondan sonra zaten her fiilde fail olur. Her fiilde faal olmakla Ehadiyyet-ül Cem makamı çok yakındır; yani Zat ile Cem makamları gibidir salik her fiilde faal oldu mu aslında. Var ya Allah’ın velisi, “Ben bir derya geçtim, nice peygamberler öbür tarafta kaldı.” diyor. Ehadiyyet-ül Cem makamı söylediği. Buluşursak eğer orada yani o evveliniz, ahiriniz, zahiriniz, bâtınınız buluşursa kayganlık olmaz; Cem makamı ve Hazret-ül Cem makamı, iki derya bir yere dolarsa o zaman zaten bitti. Öyle anlatıyorlar ya “İki derya Cemm-ül Cem’e doldu.” diye. Bunun yaşamsallığını da daha sonra konuşalım. Biz ne yapıyorduk? Biz Allah diyoruz: Lâ Fâile İllâllah… Lâ Mevsufe İllâllah… Lâ Mevcude İllâllah… 260 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Ab-ı Hayat: SUNANDA DEĞİL, SUNULANDADIR Kim ki anını kurmaya başladı; işte o içindeki Kur’ân’ı okumaya başladı. İlk derste ne diyoruz: Lâ Faile İllâllah. Didişmeyi bırakıyoruz. Didişmeyi bırakmadık mı olmuyor; didişerek Beka makamlarına geldiğiniz zaman olacağınız bir tek şey var: Buraya rütbeyi takmış olursunuz; “Heyyt, ben şu makamdayım.” dersiniz. Otomatikman böyle olur. Efendi nerede? Efendi ne demek? İnsana hizmet eden demek. İnsana hizmet etmek nasıl olur? Adamı öldürüp, diriltmekle olur. Tek hizmet budur. Diyelim ki siz simdi buradasınız ve hizmet istiyorsunuz, ama öldürüp, diriltemiyorsunuz. İşte o öldürüp, diriltene hizmet edersiniz; efendi bu. Öldürüp, diriltene hizmet etmek, Hazret-ül Cem makamında bir talebe olarak şu kapıdan yeni gelmiş salike, “Sen sus, ben konuşayım…” demek mi? Yoksa şuraya yatıp, paspas olup, Efendinizle buluşturmak köprü mü olmak demek? Dere nereye akar? Büyük suya akar. Siz dere olun, adam gelsin yanınıza otursun, elini yüzünü bir yıkasın, şöyle bir avuç su içsin, bir abdest alsın, çıkınında varsa bir ekmek, 261 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler peynir yesin, bir namazını kılsın. Zaten oradan ayrılmaz ki dereyi takip edecek, suya gelecek; siz o’sunuz zaten. Dere alçak aktığı için o balığı yetiştiremiyor, ama o aynı su. Aynı, ama “Ben dereyim” derseniz; adamı bir karış suda boğmaya kalkarsanız ben öldüreceğim diye, olmaz. Muhammed’i tanımak için felaha, insan-ı kâmile gelmek gerek. “Muhammed’i tanımak için felaha geleceksin!” diyor ezanda. Felah, işte insan-ı kâmil. “Felaha gelirseniz ona tanıklık edersiniz.” diyor ezan. Felaha çağırıyor; ona gelirseniz o sizi tanıştıracak, tanıklık ettirecek, diyor. Siz şimdi geldiniz insan-ı kâmile; felaha; camiye geldiniz orada işte şeriat çağırıyor. İçinizde benimle, insan-ı kâmille tanıştığınız zaman olacak bu iş, Ama buradaki, içinizdeki benle tanıştığınız zaman. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Ebu Bekir Hazretleri’ni çağırıyor: “Git söyle, ayet geldi, Ayşe Anamız temizlendi.” diyor. Ebu Bekir Sıddık Hazretleri gidiyor: “Senin için ayet geldi; git de Allah’ın resulüne teşekkür et.” diyor. Hz. Ayşe de diyor ki: “Ayeti Allah gönderdi, ben ona niye teşekkür edeyim?” Üzülüyor tabii Ebu Bekir Sıddık Hazretleri, geliyor diyor ki: “Böyle böyle…” dedi. Peygamber Efendimiz de: “O, daha bizi tanımıyor. Hazret makamında değil daha. Sen git ona Hazret makamını telkin et, bizi tanısın.” diyor. Bu dünya çöl; işte hepiniz çölde kalmışsınız, bedeviler de kalmış. Bu dünya sizin insan-ı kâmile gelmeden önceki hayatınız. İnsan-ı kâmile gelmeden önceki hayatınız ne olursa olsun geliyorsunuz; onu tanıdığınızda iş bitiyor. Öyle ki Hz. Ayşe Anamızı bile çölde Bedevilerle yattı diye kötülüyorlar. O çöl doğuda mı? O çöl bizim içimizde. İşte bütün bu ayetleri o 262 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kitaptan çıkartıp, anlatıyoruz; gözümüzün önüne getiriyoruz. Hepsi apaçık ortada, onları okumaya başlıyoruz; kuşdili işte o. Öbür türlü işte bunlar geçmişte yaşanmış masallardan öteye gitmiyor. O zaman La Fontaine’den masalları okuyun, aynı. Kur’ân, “Anı kur!” diyor. Haydi, kuralım. Kim ki anını kurmaya başladı; işte o içindeki Kur’ân’ı okumaya başladı. Şeriat diyor ki: “Bütün Kur’ân’ı ezbere bileceğine bir tanesinin anlamını bil, iyidir.” Tarikat de diyor ki: “Bütün Kur’ân’ı ezbere bileceğine bir tane ayeti anladığın kadarıyla hayatına geçirmeye çalış, o Kur’ân’dan daha iyidir.” Biz de diyoruz ki: “Her Fiilde Faal Allah, anı kurmanın başka bir yolu yok!” Kur’ân oluyorsunuz, o kurduğunuz anları anlatmaya başladığınızda Furkan oluyorsunuz. Mevlânâ Hazretleri, “Benim ne söylediğim, dinleyenin anladığı kadardır.” diyor. Bizim sözlerimiz tohum; toprağa ekiliyor; o toprak önemli. Sözlerimiz bizim herkesin duyduğu kadar anlamlı. Çünkü zaten mana ağızdan çıktığı andan itibaren o harflerin, kelimelerin içerisine hapis oluyor; hapis olduğu an o mana, o hakikat zaten otomatikman tarikata düşüyor. Sizin içinizde açılan, sizin sinelerinizi genişleten, sizi yükselten; bu insan-ı kâmilin vücudundan çıkıp, size gelen sözün haricindeki. İşte, “Tanıklık” diyoruz anlatırken; “Bu da ikilik…” diyoruz -anlatmak adına-. Çünkü burada sözün bittiği yeri anlatmaya çalışıyoruz. Söz yok ki burada. Dolayısıyla ağzımızdan ne çıkarsa o harfin içerisine soktuğumuz an o, tarikat; Melâmîlik değil. Melâmîlik ne? Bizim sizin içinizde yaşattığımız şeyler; onları da siz biliyorsunuz. Tekrar ediyorum bizim işaretimiz, delilimiz sizsiniz yani talebedir. Sizinki de biziz. “Bir kâmil, Melâmî 263 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler mürşidinden bilinir.” diyor Pir. Biz biriz, o yüzden silsile önemli. O kuyudan su çıkıncaya kadar ne yapacağız? Lâ Fâile İllâllah, diyeceğiz devamlı; abdestsiz ayağımızı yere basmayacağız; namazlarımızı kılacağız; en azından haftada 2 gün gelip sohbet dinleyeceğiz; mürşidi göreceğiz. İşte bunlar oldu mu o kuyudan su çıkacak. Bazı kuyularda su çok derindedir, bazı kuyularda daha üsttedir, ama çıkar, çıkmaması mümkün değildir. Aslında o kuyuda sudan başka bir şey yok da biz öyle bildiğimiz için zorlanıyoruz. Dersiniz değiştikçe, siz yükseldikçe bu azalır. Hazret-ül Cem makamındaki bir salik tam yakaladıysa benim yanımda olmasa da benim sohbetimi dinler; zaten ona her olay, her zerre bir ayet. O salik benim gözümle bakıyor, benim kulağımla duyuyor. Şimdi de tersten söyleyelim: O zamana kadar ne yapıyordu o gözü, o kulağı, o ilmi, o hayatı? İşte oluşuyor orada, yani diyordu ki mürşit: “İşte o senin fiillerin; işte o elini kaldırıp, indiriyorsun onları bize vereceksin, biz alıyoruz onları. Sonra o sıfatları; gözünü, kulağını, konuşmanı, hayatını, ilmini hepsini bana ver. Ondan sonra bu vücudu ver…” Sonra aldıklarını yavaş yavaş geri veriyor. Böyle de anlatılıyor makamlar. Nedir o geri verilenler? Ne fiilleriniz gidiyor ne gözünüz gidiyor; hepsi yerinde duruyor. O bir bilinç, o bir bakış açısı. Yoksa masalda kalırız, herkes bir şey olacak diye bekler o zaman. Göklerden gelecek, gök açılacak değil. O bilincin oluşması aslında çok kolay. İnsan-ı kâmile her şeyinizle tâbi olursunuz; yap dediğini yaparsınız; yapma dediğini yapmazsınız, tamam, olursunuz. Ne Allah’ı camiye hapsedebilirsiniz ne de Pir’i o derneğe. Sığmaz ki… Böyle bir şey söz konusu değil, ama kendinizi 264 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler hapsedebilirsiniz. “Bu fiiller benim, bu sıfatlar benim, bu vücut benim…” derseniz kendinizi bu dört unsura; dört unsurdan gerilmiş çarmığa hapsedersiniz. Aynen Hz. İsa gibi çarmığa gerilmiş olursunuz. Vücuda; işte ateş, toprak, hava, suya hapsedersiniz, dışarı çıkamazsınız; sıfatlarınız kadar yetersiniz; gördüğünüz, duyduğunuz, kuvvetiniz kadar yaşarsınız. Görmeniz, duymanız, kuvvetiniz, hayatınız gittikçe azalır; o hapishanede çürür gidersiniz. Toprak olsanız yine iyi, o hapishanede çürür gidersiniz; bu çürüyüşten ortaya çıkan şey hayvandan aşağıdır. “Öldüğünde hangi hayvan ahlâkı varsa onun görüntüsüyle gidecek.” diyoruz ya hafifletmek için söylüyoruz; eşeğin, köpeğin, kedinin ne suçu var? Hani anlatmak adına söylüyoruz. Bu vücut, hücre; bu Dünya da atmosferin içerisindeki hapishane. Bu hücreden, vücuttan Zat makamını zevk eden çıkar; hapishaneden de Cem makamını zevk eden. Bilinç olarak tam kurtuluş Cemm-ül Cem makamında. Burada kanatlar açılır, ama bilinç olarak hapishaneden çıkmadan kanat açılması söz konusu değil. Cem makamı; Hz İsa makamı, İsevî makam, ruh makamı. Havasız, oksijensiz yaşam. Allah’ta yok olmak; bu yaşadığınız sisteme uyum sağlamak demek. Ya fiilde faal olacağız ya da fiil bizde faal olur. Fiilin bizde faal olması ne demek? Sebeplere takıldığımızda Hakk göremeyiz; sebeplere takıldığımız an, o fiil bizde faal oluyor demektir. Zat makamına gelen salikte vicdan oluşur; o bilinç oluştu mu Cem makamı da o bilinç üzerine oturur; o bilince oturduğu zaman ne küçümseme ne hor görme hiçbir şey kalmaz. Çünkü artık nereye baksanız Allah’ın bir yüzü. 265 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler “Avamla zor, uzak duruyoruz.” diyorlar. İyi, ama nereye baksanız Allah’ın bir yüzü bilinci oluştu ise bana bir avam gösterin. Bu idrak, bu bilinç oluşmadan onlar avam. Ancak bu bilinç oluşursa fark açılıyor, ama farkı Peygamber Efendimizi görmede kullanacaksınız, insanları küçümseme de değil. O fark, o. Melâmîlik’te onur olmaz. O onuru, Allah demekte kullanacaksınız, Hakk görmekte kullanacaksınız. Hakk görmüyorsanız onursuz olarak göreceksiniz kendinizi. Bizim işimiz seyretmek, ama “Bilenle bilmeyen bir olur mu?”39 diyor ayet. Allah’ı bilen, peygamberini bilen onu sorgulamayacak, o an doğru tecelli ettiğini görecek. Ee, o zaman avam nerede? Allah’ta yok olmak ne demek? Bu yaşadığınız sisteme uyum sağlamak demek. “Uyum”; “Tâbi” değil. Siz onda faal olanı biliyorsunuz, tâbi olduğunuz o. Uyum sağlamak başka bir şey; tâbi olmak başka bir şey. Bu mesleği anlatmak adına hiç kimseye tâbi olamam; bu mesleği yaşamak uğruna her şeye uyum sağlarım. Çünkü uyum sağladığımda faal olana tâbiyim. Ateşe tapar gibi görünürüm, ama Mecusiler gibi değil. Ben ateşte faal alana tâbiyimdir. İşte böyle yaşayacaksınız ki bu bilinç, Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinci yaşama geçsin. İnsan-ı kâmili mi istiyorsunuz? Ben size Ef’âl sunuyorum ya, beni o Ef’âlde arayın; sunduğumda arayın her fiilde faali. Onun için “Didişmeyin!” diyorum. Didişirseniz Cemm-ül Cem makamında faal olamazsınız, eğer Ef’âli sunanda, bende 39 Zumer, 9 266 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler ararsanız. Ben de bir gün gideceğim, ama beni sunduğumda yakalarsanız ömre bedel… İnsan-ı kâmili mi istiyorsunuz? Sunduğumdayım, ben oradayım; ne sağı var bunun ne solu var ne önü arkası. Beni istiyorsanız ben size sunduğumdayım, orada bulacaksınız; bu vücutta ararsanız benden sonra zorlanırsınız. Ölümsüz olan, ab-ı hayat olan, sunan değil, sunulandır. Ölümsüz olan, ab-ı hayat olan, sunan değil, sunulandır, sunduğudur. O yüzden insan-ı kâmilin sunduğunda onu yakalayın. Hep söylüyoruz ya “Burada olmadığınız zaman ben hep sizinleyim, siz kiminlesiniz?” diye. İşte oraya bakın, orada yakalayamadığınız yerde yani makamınızdan düştüğünüz bölümde, Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah diyeceksiniz. Ölümsüzlük, sunulanda; sunanda değil. Öbür türlü kürsüye takılırız. Sunanla sunulan birdir aslında -anlatmak adına söylüyorum- . İnsan-ı kâmili mi arıyorsunuz? Geldiniz, buldunuz mu? Buldunuz; tam özünü mü istiyorsunuz? Onun sunduğunda bulursunuz. Çünkü sunana bakarsanız haftada 2 gün gelip, sohbetleri dinlersiniz. Sunulanı yakalarsanız her an onunla olursunuz. İşte burada, bu sohbetlerde yapmaya çalıştığımız da bu; o bilinci size vermek. Bu bilinç, Cem makamında; o “semme vechullah” ile oluşuyor. Allah ve peygamber birbirinden ayrı değil; anlatmak adına bunları söylüyoruz, geleceğiniz nokta burası. Pir bir ilahisinde: “Bir kâmil bana Ef’âlin sundu; Lâ Fâile İllâllah şiarım oldu…” diyor. “Şiarım oldu” ne demek? Öz, o sunduğunda demek; yoksa muhabbet olur, felsefe olur, ideoloji 267 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler olur. İşte ne olursa o olur, laf olur beri gider. Melâmî anın insanıdır, biz anı yakalayacağız. Nasıl yakalayacaksınız anı? O fiilde faal olan insan-ı kâmil; her ne yaşıyorsanız 24 saatinizde faal olan insan-ı kâmil; uyuduğunuzda uykunuzda da faal olan insan-ı kâmil. İnsan-ı kâmili bu 100 kiloluk vücutta, 50 yaşında bir adam olarak düşünürseniz zaten hapsettiniz demektir. Bu yüzden de Allah’ın velileri; “Bu dünyayı 10 defa büyütsen, onun gönlüne koysan, bir serçe kuşu kadar yer tutmaz.” diyor. Bu bilinci, hep sembollerle anlatıyorlar. Bakın ben size daha akılcı, külli akılcı bir şey söyleyeyim: Cemm-ül Cem makamına geldiğinizde ne diyeceksiniz? “Her fiilde faal benim” demeyecek misiniz? Biz, “demek” için burada değiliz, “O fiilde faal olmak” için buradayız, yaşamak için buradayız. Demek kolay. Sunulanla sunan bir, ama siz sunanı, sunulanda arayın; her fiilde faal olanı yakalayın. Hiçbir kurtuluş yok ab-ı hayat için, güzellikler için kurtuluş yok -anlatmak adına söylüyorum-. Pir, “Şehid Allah ayet zuhura geldi” diyor bir ilahisinde. Şehid Allah ayetinin zuhura gelmesi; artık Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmeye başlandığını ifade ediyor. Fark dersi, Sıfat dersi. Ef’âl deyip, geçmeyin. Bakın Ef’âl makamını nereden yakaladık? Cemm-ül Cem makamından Ef’âl makamına geçtik. O geçişin sırları bu işte. Anlatıyor da Davud’um iki gözüm sırrı, bir türlü onu yakalamakta zorlanıyorsunuz? Neden? İşte Pir karşınızda, ben ondan başka bir şey görmüyorum ki görmem mümkün değil. Zaten ondan başka bir şey görmediğiniz zaman sunduğunu yakalıyorsunuz. Ben sohbete giderdim; kimseyi hatırlamazdım, sağımı solumu 268 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler görmezdim ki ondan başkasına bakmazdım ki kimsenin yüzünü göreyim. Eğer bâtını, zahirde görmezsek Peygamber Efendimizle tanışmak mümkün değil. Şehid Allah ayet zuhur ediyor, yani şehid; şahit, tanık oluyorsunuz Allah’tan başka ilah olmadığına. Artık kelime-i şehadet getiriyorsunuz. Allah’ın haremine girmek öyle kolay bir şey değil. İlk önce ondan başka hiçbir şey olmadığına tanıklık edeceksiniz yani onunla olacaksınız; sonra Peygamber Efendimizin orada olduğunu göreceksiniz, ondan sonra haremine giriyorsunuz. Ondan sonra ibadetleriniz ibadet oluyor, ondan sonra yaptığınız her hareket ibadet haline geliyor. O bilinç, talebede tam oturmazsa insan-ı kâmile dokunamaz, dokundurtmaz. Hazret-ül Cem makamına gelmiş olan bir salik, her şeyin Peygamber Efendimizin nurundan yaratılmış olduğunun bilincine varmıştır. Artık o ona dokunurken, bakın ona derken insan-ı kâmili kastetmiyorum, meyvesi… Ey Hazret-ül Cem makamı, ey sırra hu sırra ulaşmış olan! Her neye dokunuyorsan Peygamber Efendimizin nuruna dokunuyorsun! Evliya, o. Oğluna mı dokunuyorsun, kızına mı dokunuyorsun, kocana mı dokunuyorsun, manavdan pırasaya mı dokunuyorsun? Ey Hazret-ül Cem makamı, ey sırra ve ene sırra ulaşmış olan, bilincinde, zevkinde! Ey oraya ulaşmamış olan, bu hale geleceksin! Bunu anlatabilmek adına Pir, “Hazret-ül Cem makamına gelmeyen bana dokunamaz.” demişti. Hâlbuki Sıfat makamında ona hizmet eden talebeleri de vardı. 269 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Ey Hazret-ül Cem makamındaki evliya, ey onu talep eden! Artık o her fiilde faal olanı biliyor, dokunduğu o. Bu salik gönül kırabilir mi? “Ver yolun bacını geç.” derdi Pir. Yani “Uğraşma avamla; vergisini, fitresini neyse onu memnun edeni ver.” derdi. Onunla ilişkisini kesecek, bir daha onun yüzüne bakmayacaksa bile onu memnun ederek gönderir Hazret-ül Cem makamındaki salik ki evliya diyorlar orada. Kolay kolay derler mi? Sır bu; o bilmiyor, siz biliyorsunuz. Avama sır; siz insan-ı kâmilin kim olduğunu biliyorsunuz, o da sizin kim olduğunuzu biliyor. Şimdi Cem makamına oturttuk mu işi? O farkı böyle sözle anlatmak çok zordur. Cem makamına oturtursak aşağı doğru farkı, yukarı doğru farkı zaten göreceksiniz. Aşağı, avama doğru mütevazılık; buraya, insan-ı kâmile doğru hizmet. Nerede benlik? Benlik gitti. Zaten anlıyorsunuz değil mi işte buralarda tek olması gerekiyor, yoksa vahdet-i vücuda geçemezsiniz. Biz biriz; burada hepimiz biriz. Pekiyi meslekten gidenler olmuyor mu? Oluyor; işte tırnak uzuyor, kesiyorsunuz, gidiyor; saçlar uzuyor, kesiyorsunuz, gidiyor. Tırnağınızda o gitmeyecek olan yeri bir kesmeye kalkın bakalım. “Hop canımı yaktın, kesme!” der. Ben de öyle, ben isteyeyim bakayım birinizi atabiliyor muyum bu meslekten? Haydi canım sende… Aynı, “Hop!” der, beynine çakar sinirler; “Çok kestin, dur Allah diyor ya” der. Yiyorsunuz tuzluyu, tatlıyı; yatıyorsunuz. Kim uyandırıyor sizi su iç diye? Ben uyandırıyorum. Kalkıyorsunuz, böyle nasıl susamışsınız, hemen bir bardak su içiyorsunuz. İç emri geldi; sıkıyorsa itaatsizlik edin. Hazret-ül Cem makamındaki salik, -bu su iç emri gibi karnınız acıktığında yemek ye emri gibi- ola ki insan-ı kâmil bir emir verirse o emri yerine getirmeye çalışır. O emri yerine 270 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler getirmemesi söz konusu mu? “Uykundan kalk, suyu iç” diyor. Öyle o zevkle, zorla değil. O yüzden de insan-ı kâmiller direkt emirler çok az verirler. Kim kaldırıyor sizi uykunuzdan, su iç, diyor? Uykunuzu mu bölüyor? Susuzluğunuzu mu gideriyor? Hangisini yapıyor? Çünkü o suyu içmezseniz bir sürü hastalığa sebep olabiliyor susuzluk. O emirler de öyle aslında. Önce zormuş gibi görünüyor, ama yerine getirmezse bir sürü hastalığa sebep olabilir. Ne diyor insan-ı kâmil direkt emir olarak? “Allah diyeceksin.” direkt emir; “Her nefeste 3 defa Allah diyeceksin.” direkt emir. Bunları uygulamazsanız çeşitli hastalıklara, dünyevi hastalıklara sebep olur; dünya hâkim olur. Ne diyor insan-ı kâmil: Allah diyeceksin; abdestsiz ayağını yere basmayacaksın. Burada da bir sır vereyim size: Abdestsiz ayağınızı yere basarsanız eğer, edep oluşmaz çok. “Nereye basıyorsun ey salik, tanı bastığın yeri!” diyor. Biz onun nuru olduğunu biliyoruz. Namazınızı kılacaksınız. Bunlar yerine gelmezse hastalık zuhur eder, bunlar yerine gelmezse sunulanın tadına varamazsınız. Ben oradayım, beni kesip yiyemeyeceğinize göre benim tadıma nasıl bakacaksınız? Ben sunduğumdayım, tadım orada. Bunu “Tadan bilir” diyorlar ya. Tam tada nerede varacağız? Zat makamını zevk edince, o tat orada işte. Kaldırıyor sizi kalk su iç diyor; bir bardak içiyorsunuz. Nasıl ki dekoder (kod çözücü) olmadan bazı televizyon yayınlarını alamıyorsak Zat makamını zevk etmeden o tadı alamayız. O dekoder tam olarak Zat makamında oluşuyor; vicdan, o. O dekoder olmadan görüntüyü alamıyorsunuz; gelip, gidiyor; bozuk, karlı çıkıyor görüntü. Zat makamında vicdan oluşuyor; net görüntü gelmeye başlayacak. Net görüntü; semme vechullah; nereye baksanız Allah’ın bir yüzü. O görüntüleri tanıyacaksınız 271 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler hepsinin bir olduğunu; yoksa bir sürü menfaat, bir sürü zan var, onlar karıştıracak. Üç defa Hu diyen Hu oluyordu ya… Zat makamında Hu olursunuz. Artık görüntü net olur; zaten öldünüz mü görürsünüz, gördünüz mü ölürsünüz. Allah bir kere yüzünü gösterdi mi iş bitiyor, net bir görüntü var orada: Nereye baksanız Allah’ın bir yüzü. Biz yine bakkal görmeyecek miyiz? Kesretteki görüntü o. Bâtındaki görüntü? Artık bâtın, zahir oluyor Cem makamında; biz netleştiriyoruz, nereye baksak Allah’ın bir yüzü, diyoruz. Eğer bâtını zahirde görmez isek Peygamber Efendimizle tanışmak mümkün değil. O bilince geleceksiniz, artık Hakk zahir; nereye baksanız Allah’ın bir yüzü; sizi artık o bilince getireni tanıyorsunuz. Artık “Tamam, Allah’ın velisi böyle oluyor, beni bu bilince getiren, beni bu seviyeye getiren o.” diyorsunuz. Ayette; “Ya Muhammed, biz senin göğsünü açtık; genişlettik.”40 diyor. Bu bilinç, onun göğsünün genişliğinin getirdiği bilinçtir. Nereye baksanız Allah’ın bir yüzü. Sizin de göğüslerinizin genişlemesi demek; işte o 4 unsurdan çıkıyorsunuz. “Hakk, zahir” demek; Hakk görünüyor, göğüsleriniz genişletiliyor demek. Nasıl görürsünüz Hakk’ı? Hakk, kendinden kendine görüyor. İşte biz ne dersek diyelim yarın dünya yeniden kurulacak; şimdi buradan çıkınca yine aynı şeyleri yapacaksınız, ama biz bu oluşumun nasıl olduğunu biliyoruz, artık o bilinçteyiz. Buraya gelip, beni dinliyorsunuz ya o ağacın meyvesiyim ben. Her neye dokunuyorsanız dokunurken Allah’a dokunuyorsunuz. Buraya, insan-ı kâmile geldiğinizde de 40 İnşirah,1 272 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Allah’a dokunuyorsunuz, onun meyvesi olduğunu, yaratılma nedeni olduğunu biliyorsunuz. İşte nereden bakarsanız bakın kurtuluşunuz yok. “Ben bilirim, ben ederim” ile kurtuluşunuz yok. Yaşamınız boyunca her an dokunduğunuz o ağaç; buraya gelip meyvesini yiyorsunuz; o meyve, o ağaçtan. Bu meyveyi yerken ağacı nasıl hor görürsünüz? Bu sohbetleri dinlerken eşinizi nasıl hor göresiniz, adama nasıl kızasınız, bakkala nasıl laf söyleyesiniz? Bu meyve ağaçtan geliyor; ortada Allah’tan başka bir şey yok. Meyvesi de Efendimiz… Hazret-ül Cem makamındaki salik böyle yaşayacak; yani hepimiz böyle yaşayacağız. Bu dünyaya gelme nedenimiz, seyretmek. Diyoruz ki: Her Fiilde Faal Allah. Kime “ben” diyebilirsiniz? Zaten ilk derste ayağınız kesiliyor. O, bilincin yükselişi; ondan sonrası, özü. Böyle yaşayıp geldiniz mi işte bizde aynen sizin yaptığınız gibi meyvelerini yiyoruz. Hepinizde meyvenin oluşması Ef’âl makamında başlıyor. Zahirde de öyledir; armudu yer, kimse ağacı düşünmez; hiç aklına gelmez. Sadece tadına bakar; biraz ekşi, biraz tatlı… İşte dışarıda birini hor gördünüz mü aynı; meyveyi yediniz, ağacı hatırlamıyorsunuz. Biz bu meyveyi size anlatıyoruz, ama ağacı hor göresiniz diye değil. Ağaçtan bu meyve; bütün; tevhit. O kiraz, o ağaçtan geliyor; o da bir çekirdekten. Bütün gerçek o çekirdekten çıkıyor. Çekirdek, Cem makamı. O bilinç, -anlatmak adına söylüyorum- big bang patlamadan önceki hal. Bir mısır dikiyorsunuz toprağa, yapraklar çıkıyor, ondan sonra koçan çıkıyor. O koçanı koparıyorsunuz onda bir sürü mısır tanesi var; o da Hazret-ül Cem makamı. İşte artık o biliyor çokluk diye bir şey yok Hazret için. Cem makamı; bir 273 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler tane mısır çıktı, büyüdü. Bir tane koçan alıyorsunuz, soyuyorsunuz, püskülleri de var onun, bir sürü şey var, ama içinden yine mısır çıkıyor. Bir sürü mısır çıkıyor; Hazret-ül Cem makamı o. Biz de bunu anlatmak için ne diyoruz: “Biri sana bir şey dedi, biz dedik”. Biz dedik, ama manavdan pırasa istiyorsunuz, benden istiyorsunuz; pazarlık yapıyorsunuz, benimle yapıyorsunuz. Yetkiniz var, yapın; ama bedava yapmayın. O zevkle, o bilinçle, o edeple, o sevgiyle, o samimiyetle yapın. Ağacı hor görmüyoruz… Bunları tabii anlatmak adına, sizi oraya yükseltmek adına söylüyorum. Bilincimizde öyle yaşayacağız. Yoksa anı kuramayız; anı kuramayınca da ansızın gidiveririz. Geldik, insan-ı kâmili bulduk; Allah demeye başladık, zikrimizi aldık. Bunun için gayret ediyoruz, kendimizden bilmiyoruz. Her şey yerinde güzel. Bu dünyaya gelme nedenimiz, biz seyirciyiz. Kimisi düzeltiyor, kimisi dünya için uğraşıyor, kimisi ahiret için, ama biz seyrediyoruz. Allah bizi kendinden kendine seyretmek için yaratmış; en zor şey. Biz, seyr-i billahız, seyrediyoruz. Sihirbaz değiliz. Sihirbaz ne? O değiştirmeye çalışıyor, müdahale ediyor; öyle yapma, böyle yap, diyor. Biz seyrediyoruz. Ayet var öyle yapma böyle yap diyene: “Zorlaştırma Allah’ın işini…” diyor. Allah’ın işini nasıl zorlaştırırım, nasıl kolaylaştırırım? Koskoca Allah, her fiilde faal olan o. Her fiilde faal olana karışma, yanındakine karışma, diyor özünde. Biz seyirciyiz; sihirbaz değiliz. Allah bizi kendinden kendine seyretmek için yaratmış. İşte bu seyre dalan, “Seyr-i billahtır, seyr-i billahtır; lime Allah’tır.” diyor. 274 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Allah mekândan münezzeh, makamla biliniyor. Allah, peygamberine, “Ya Muhammed, gözü mühürlü, kalbi mühürlü; sen ona anlatamazsın…”41 diyor ayette. Ee, şimdi Allah’ın gözünü, kalbini mühürlediği adamın kafasına odun vurup, uçurumdan düşmesini nasıl engellersiniz? Söylersiniz, bitti. “İnce giyindin oğlum…” Kalın da giyinse zatürree olacaksa olur. “İnce giyindin oğlum…” demeyecek misiniz? Diyeceksiniz, ama zorla tutup, giydirmeyeceksiniz onu. Diyeceksiniz, ama o sizin zikriniz olmayacak. Ne demek zikriniz olmayacak? Diyelim ki kızınız beli açık giyindi, gitti okula, muhallebiciye. Sizin aklınızı da götürüyorsa “İnce giyindi, hastalanıp, geri gelecek” düşüncesi, o zaman işte o sizin rabbiniz oluyor. Sizin bir tane aklınızı vereceğiniz kişi var: İnsan-ı kâmil. Siz şimdi aklınızı bana, insan-ı kâmile verdiniz, Rabbiniz “O”; aklınızı ayakkabıya taktınız, oğlunuza, kızınıza taktınız, Rabbiniz “o” olur. İşte aklınızı Rabbinize verdiniz; siz artık Rabbinizi biliyorsunuz. Siz, “Kalın giyin” dediniz; ikaz ettiniz; kapıdan çıktı; başına saksı düştü… Hangi birine engel olabileceksiniz? Seyredeceksiniz. Çok zor, kolay değil, ama kızınız, oğlunuz ince giyindi diye aklınızı alıp gitti mi işte o an benimle yani insan-ı kâmille değilsiniz; abdest bozulur. Melâmîliğinize, veliliğinize bir şey gelmez, hiçbir şey olmaz -anlatmak adına-. Çünkü akıl gitti mi orada beni tanımaz akıl. Dekoder görüntü verip, gider; bunları Beka makamları için söylüyorum. Sıfat makamında aklınızı bana verdiniz; e çocuk gidiyor, diyorum size. Çocuğu sokağa mı atacağız? Ne alâkası var; yedireceğiz, giydireceğiz; biz yemeyeceğiz, ona yedireceğiz. O çocuğa hizmet, bana hizmet. 41 Tevbe, 87; Nahl, 108 275 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Biraz önceki örnekte tuzlu yedin, kalk su iç diyorum ya o çocuğa hizmet de bana hizmet. Bu makamlardan ayrı bir şey yok. Biz makama vurabiliyor muyuz? Makama vuramayacağınız bir şey yok ki makamlardan başka bir şey yok ki… Allah mekândan münezzeh, makamla biliniyor. Allah’ı bilmek, nitelemek istiyorsanız başka bir yolu yok. Allah’ı seyretmenin yolu, bu makamlar. Başka türlü seyredemeyiz. Bakkala, manava, kasaba, kıza, işe, kazandığımız veya kaybettiğimiz paraya takarız. Gereğini yapıyoruz; hatta ve hatta o paraya tapan kadar gereğini yapıyoruz; hatta daha iyisini yapıyoruz. Duvar mı boyanacak? En güzelini yapıyoruz, ama o parayı almak adına değil; o para zaten gelir. Kimi der ki, işte efendim biz geldik bu mesleğe, biz bunlardan vazgeçtik; bu meslekte şu, bu çok olmaz diye de akıl verir. Neden vazgeçtiniz? Hangi meslekte şu şöyle olmaz, bu böyle olmaz? Her Fiilde Faal Allah ise bu mesleğe gelince bu fiilde Allah daha az mı faal diyeceğiz? Komedi… Ben ilk biat ettim, “Bizde böyle…” sözleriyle karşılaştım. Nasıl sizde böyle? Sizde, Her Fiilde Faal Allah değil mi? Farklı mı faal oluyor Allah? Hakikatte her şey, bilincinizde! Melâmî her şeyi yapar; Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle. Melâmî öyle yapar, böyle yapar, şöyle yapar… Ya Melâmî Allah’tan başka bir şey bilmez; Melâmî her şeyi yapar. Yoksa eve kapatmamız gerek onu yapmaz, bunu yapmaz diye. Bakkaldan gidip bir peynir, zeytin almayacak mıyız? Hareket etmeyecek miyiz? “Melâmî teşekkür etmez!.. Melâmî şükretmez!.. ” Devamlı kural da kural. Evet, bir şey geliyorsa; 276 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler “Bu benim rızkımdır, onun için gelmiştir, getirene teşekkür etmeye gerek yoktur” diyoruz bâtında. Peki, zahirde ne diyoruz? Mesela trafik kazası olmuş, 2 kişi ölmüş. Yanınızdakine, “Biliyor musun Allah aldı onun canını, Her Fiilde Faal Allah” diyor musunuz? Tabii ki demiyorsunuz. Haberlerde okuyorsunuz; adam, 5 yaşındaki kız çocuğunu kaçırmış, öldürmüş. Onu yapan Allah diyor musunuz? Örtüyorsunuz üstünü. Size bir şey getirene de Allah razı olsun, diyorsunuz dışınızdan örterek; içinizden onun rızkınız olduğu için geldiğini biliyorsunuz. Orada da bir tecelligâh var, oradan bir Hakk’a teşekkür ediverin. Siz ona etmiyorsunuz zaten. Melâmî, onu yapmaz, bunu yapmaz… Melâmî, Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle yaparsa her şeyi yapar; o bilinç yoksa şeriata tâbiyiz. Eğer o bilincin kendinizde oluşmadığını düşünüyorsanız aman dikkat şeraite göre hareket edin!.. Hakikatte her şey, bilincinizde! Melâmî her şeyi yapar; Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilinciyle. Cem makamı tam oturduysa her şeyi yapar; yoksa şeriata tâbi olur. Ne demek şeriata tâbi? İşte ona göre hareket edeceksiniz; oturmanız, kalkmanız… Her yerin şeriatı farklı; insan ilişkilerini ona göre düzenleyeceksiniz. Bir yere gittiğinizde bakarsınız kimisine “Selamün aleyküm” kimisine de “Hayırlı işler” dersiniz. Duruma göre hareket edersiniz. Evinize gittiniz, televizyonun karşısına oturdunuz, dizi seyretmeye daldınız, zikir gitti. O zaman televizyon seyrediyorsanız seyretmeyin; kendinize kural koyun. Bakın orada, diziyi izlerken orada faal olanı, ayetleri okuyabiliyor musunuz? Okuyabiliyorsanız o zaman seyredin. Ne sizi zikrinizden 277 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler alıkoyuyorsa orada kural koyun; siz koyun, ben değil. Çünkü insan-ı kâmil prensipleri verir. Hakikat boyutunda önemli olan, Allah demeniz, zikrinizi unutmamanızdır. Yani o bilinçte olup, olmamanız önemli. Beka makamlarında zikir olmaz! Beka makamlarında zikir olmaz. O bilinç oluşan salikin, o bilincin oluşması için Allah demesine gerek var mı? Zaten o bilincin oluşmuş olması gerekiyor orada. Onun için zikrin kesilmesi gerekiyor, “Zikir yok” diyoruz. O bilinç oluşmuş, yani makamlarıyla yaşamaya başlamış olan birisi her yerde Allah’ın bir yüzünü seyrediyor ya da seyretmeye gayret ediyorsa zikir kendiliğinden kesilir; çünkü o seyir kolay değil, adamın iflahı kesilir; Allah diyemez. Cem makamında salik, “Allah, bir dese, şirk” diyorlar. Çünkü orada semme vechullah’ı seyrediyor. Seyretmeye çalışan, Allah diyemez, şaşkına döner, konuşacak bir şey bulamaz, iflahı kesilir, kolu kanadı düşer. O salikin ne minneti ne talebi kalmıştır. Sevinenle sevinir, üzülenle üzülür, ama içinden öyle demez. 278 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler ÇAMURUN ÇAĞRISI: MUHAMMED! Fiili hoş göreceğiz, fiilde faal olandan ötürü! Ben sizden bir tek şey istiyorum: Allah demeyi bırakmayın. Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah… Başka bir şey istemiyorum. Allah diyeceğiz, bunu hayatımıza geçireceğiz. Nasıl geçireceğiz? Fiili hoş göreceğiz, fiilde faal olandan ötürü. Daha önceki bir sohbetimizde fiili imandan bahsetmiştik. Fiili iman edeceğiz; fiiliyatta iman edeceğiz. Ellerimizi kaldırıp, “Allah’ım ben sana iman ettim.” diyerek değil. Fiiliyatta nasıl iman edeceğiz? İşte yolda gidiyorsunuz, geldi biri arabayla çamur sıçrattı üzerinize, her tarafınız çamur oldu. Dönüp adama, “Hay senin kullanacağın arabayı da seni de…” diye başlıyorsanız olmadı. Fiili iman o değil. O çamur üzerinize sıçradığında dersinizi söyleyebiliyor musunuz? Çamur üzerinize sıçradığında? Çamur çünkü o, sıçrar üzerinize. Adama yardımcı olmaya kalkarsınız, çamur işte üzerinize sıçrar. Orada Allah diyeceksiniz. Onun çamurluğuyla ilgili bir şüphemiz yok. Çamuru Allah görüp, Hakk görüp görmemekle ilgiliyiz biz. Yoksa o, çamur. O an 279 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler görebiliyor muyuz? Kime bunlar? İşte Beka makamlarına. Ef’âl, Sıfat makamındakiler daha insan-ı nakıs, eksik. Göremeyebilir o an. Şöyle bir el kalkar, iner, söylenir, ama hemen ben ne yaptım, deyip yine hatırlar; Allah demeye başlar. Cemalinde Allah deriz. Cemalinde bir sıkıntı yok; cemalini zevk edersiniz. Celal ne? Çamur… Ben hep Mevlânâ Hazretleri'nin Cemm-ül Cem makamını anlattığı cümleleri tekrar edip, tekrar ettikten sonra da şunu söylerim: Örneğe dikkatinizi çekerim! Şimdi örneği tekrar vereyim. Diyor ki Mevlânâ Hazretleri: “Ben, Şems gelmeden önce bir tabak çorbayla doyar idim; sobanın karşısına geçtiğim zaman da ısınırdım. Şems geldikten sonra o bir tabak çorbayla doymaz, sobanın başına geçtiğimde de ısınmaz oldum.” der. Örneğe bakın. “Çünkü bütün açların açlığı, sokakta bütün üşüyenlerin üşümesi bana geliyordu.” diyor. Bu zevke Cemm-ül Cem makamında ulaşabilmek için çamuru Hakk görmek lâzım. Yoksa cemalde bir sıkıntı yok. Allah, cemalinden tecelli etti, tamam, ohh gül döktüm yollarına. Bakın, örnek çok enteresan. Olumsuz yönde, celalinden veriyor. Olumsuz diye bir şey yok, onu anlatmak adına söylüyor. Dolayısıyla biz ne diyoruz? Ef’âl, Sıfat makamında ellerimi uzatıyorum, “Aklınızı istiyorum!” diyorum. Aklınız sizin evinizden, arabanızdan, paranızdan, pulunuzdan daha değerli ki. Ama kimse beni şikâyet etmiyor birine. İşin püf noktası orada, o üzerinize çamur sıçradığı zaman. Çamur, arabanın sıçrattığı çamur da olabilir; adam sana çamur da atabilir. Her türlü çamur… Siz orada o çamuru Hakk gördüğünüz zaman çamur sizi ne yapar? Çağırır. Nereye? Muhammed'e çağırır. Nasıl çağırıyor? İşte Ef’âl'de, Sıfat'ta o çamuru Hakk görürseniz o zaman Muhammed'e çağrılmış olursunuz. Çünkü Cemm-ül Cem 280 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler makamında o çamurda faal olursunuz. İşte Muhammed’tesiniz, ümmetsiniz. Yoksa çamurun çamurluğundan hiç kimsenin şüphesi yok. Orada Hakk görürseniz Cemm-ül Cem makamında işte oradasınız; onda faal olacaksınız. O zaman Muhammed'e ümmet oluyorsunuz; yoksa Kezbanlar’ın köyüne. Kezbanlar’ın köyü ne? Dünya. Hiç şansınız yok, çamuru Hakk göreceksiniz. Neden şansınız yok? Çünkü siz o gök kubbenin altındaki Allah'ın velilerisiniz. “Benim öyle kullarım vardır ki onlar beni daima zikrederler.”42 diyor. Otururken zikrederler, yatarken zikrederler, koşarken zikrederler, üzerine çamur geldiğinde zikrederler, diyor. Ayette bunları diyor, siz o’sunuz çünkü. İnsan-ı kâmilin tecelli üzerinde hâkimiyeti yoktur. İnsan-ı kâmilin tecelli üzerinde hâkimiyeti yoktur. Dolayısıyla gerçekten onunla birlikte devamlı yaşamak çok zordur. Çünkü, tecelli üzerinde hâkimiyeti yok. Ters, normale de ters gelebilecek tecelliler gelir ve yapar; çünkü hâkimiyeti yok. Ne tecelli gelirse onu uygular. Hani insan-ı kâmil oldum, asarım, keserim, öldürürüm, benim dediğim olacak, şu olacak diye bir şey yok. Önce tecelliye mazhar olan insan-ı kâmildir, tecelli üzerinde hiçbir hâkimiyeti yoktur. O zaman işte insan-ı kâmildir zaten o. Tecellinin üzerinde hâkimiyet olmaması durumuna gelebilmek için üzerine sıçrayan çamuru Hakk görmek lâzım. Çamur ya çamur, hepimiz biliyoruz çamur. Zaten onu Hakk görmek önemli olan. O çamuru nasıl Hakk göreceğiz? İşte nasibinde olanlar sizler gibi bir Melâmî insan-ı 42 Al-i İmran, 191 281 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kâmili buluyor, geliyor ona biat ediyor. O da: “Siz zikretmeyi bilmiyordunuz, şimdi benimle zikretmeye başlayın.”43 diyor. “Zikretmeyi bilmezsiniz; kendi kendine zikir olmaz.” diyor. İnsan-ı kâmil ona zikrini veriyor, başlıyor Allah demeye. Geliyorsunuz, insan-ı kâmil buluyorsunuz, ona biat ediyorsunuz. Ne diyor? “Abdestsiz ayağını yere basmayacaksın, her nefeste üç defa Allah deyip, zikrini söyleyeceksin. Bir de ben haftada iki gün buradayım, en az bir gün de beni göreceksin.” diyor. Bunların haricinde bir şey diyor muyum? Başka bir şey istiyor muyum? İstediğim biri varsa da ona sorsan, onu kessen istediğimi söylemez. Adamı lime lime yap, istediğimi veya bana verdiğini söylemez. Çünkü onun artık yakîni artmıştır. 43 Nahl, 43 282 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Hakk’tan Gayrı Görmemek: VİCDAN En büyük vicdansızlık, baktığınızı baktığınız anda Hakk görememektir. Allah’tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaştığımız zaman; Zat makamını zevk edip, fenafillâh olduğumuz zaman; Allah'ı mevcutlaştırdığımız zaman vicdan oluşuyor. Bu ne demek? O vicdan, sokakta bildiğimiz vicdan değil, manadaki vicdan oluşuyor. En büyük vicdansızlık, baktığınızı baktığınız anda Hakk görememektir. Allah'a daha büyük bir vicdansızlık yapamaz hiç kimse. Şimdi ben bu elimdeki kitaba baktım, “Kitap” dedim; vicdansızım ben. Ne zaman Allah'ı mevcutlaştırdınız, işte o zaman vicdan oluşuyor. Ne zaman hayvan ahlâklarıyla hareket ettiniz, çıkan vicdansızlık olur. Baktığını baktığı anda Hakk gören birisinden vicdansızlık zuhur etmesi söz konusu mu? Değil. Manadaki vicdan o: Hakk görmek. Göremediğimiz zaman kimseye bir şey dememize gerek yok; kendi kendimizeyiz. Siz baktınız kitaba, “Bu, kitap.” dediniz; bitti; Allah'a vicdansızlık yaptınız. Artık 283 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler bu kitap değil; bu, Hakk. Ortada Allah'tan başka bir şey yok. Kendini bilen adamda vicdan oluşuyor. Kendini bilen, rabbini biliyor. Allah'tan başka hiçbir şey olmadığını biliyor. Bu da işte Ef’âl, Sıfat, Zat makamları ile oluyor. Allah'ı mevcutlaştırdığınız an -Fena makamları için söylüyorum, fark için söylemiyorum-, kimseye söyleyecek bir laf kalmaz. O salikin pişirdiği yemek yenilir, yaptığı çay içilir; tükürse içine hiçbir şey olmaz, güzeldir. O salik artık Besmele çekmiştir; “Bismillahirrahmanirrahim” demiştir. Bir daha hayatı boyunca ağzından Besmele çıkmasa da olur, kendisi Besmele olmuştur. Neden? Çünkü baktığını baktığı anda Hakk görüyor, Allah'tan başka bir şey görmüyor. Besmele çekmek bu. Baktığını baktığı anda Hakk gören salik, hayrete düşer; konuşamaz hayretten; dili gider. Bismillahirrahmanirrahim ne demek? İşte, Allah'ın adıyla başlamak. Siz Allah'tan başka bir şey görmüyorsunuz ki “Adı” ne demek? Vicdan bu işte. Sinirlendiniz, bağırıyorsunuz diyelim. Ağzınıza ne gelirse sayıyorsunuz. Hakk görüyor musunuz karşı tarafı? Vicdan var mı o zaman? Yok. Yoksa adamın fakirlere yardım etmiş olması; beş lira verip, karnını doyurmuş olması vicdan değil; kendini tatmin etme o. Kendini aldatıyor. Fiiller Hakk'ın, sıfatlar Hakk'ın, vücut Hakk'ın. Hakk'ın olan şeylerle; o’nun olan fiillerle gidip, başkasına yardım ediyorsunuz; bu en büyük vicdansızlık. Kendine cahil, Allah'a zalim işte. Ne zaman salik fenafillâh oldu, insan-ı kâmil diyorlar ona. Niye insan-ı kâmil diyorlar Zat makamında? O artık Allah'tan başka bir şey bilmiyor da ondan insan-ı kâmil diyorlar. Lâ İlahe İllâllah, dedi o salik. Lafla değil; hayatıyla, vücuduyla, her şeyiyle tüm zerreleriyle 284 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Lâ İlahe İllâllah dedi. Baktığını baktığı anda Hakk görüyor o. Fenafillâh olmak, vicdanın oluşması bu. “Vicdan zuhur eder…” diye söylenir ya işte o. Orada, baktığını baktığı anda Hakk gören salik, hayrete düşer; konuşamaz hayretten; dili gider. O yüzden o makama hayret makamı diyorlar. Ebu Bekir Hazretleri o makamda, ağzına çakıl taşı doldururmuş konuşmasın diye. Zaten baktığını baktığı anda Hakk gören, ölür, biter; ölünce Allah'ı görür. Burada göremeyen, diğer tarafta göremeyecek de -anlatmak için söylüyorum-. Artık Allah'tan kendinizi gördünüz; Allah, kendinden kendini seyrediyor. Artık bir çiçeğe, bir ağaca, arabaya baktığınızda orada artık hepsi Hakk olmuştur size. Çıkıyorsunuz çarşıya, o kalabalık gitmiş; çarşı, pazar Hakk olmuştur size. İşte yaşayan ölüsünüz siz Zat makamında, bitti. Çünkü nereye baksanız Allah; Allah'tan başka bir şey yok ortada. Zat ve Cem makamları birbirine çok yakın. Birinde Allah'ı seyrediyorsunuz; birinde Allah'ta seyrediyorsunuz. Konuşabilir mi adam bir şey? Hani Yunus bir çiçeği koparacak da yirmi dakika çiçekten izin istiyor ya o duruma gelirsiniz. Koparacak çiçeği de yirmi dakika anlatıyor ona derdini. “Seni mürşidime götüreceğim, izin ver.” diyor. “Keseceğim, koparacağım seni, ama iyi bir yere götüreceğim.” diyor. Anlatıyor derdini ona. O duruma gelirsiniz işte. Yoksa yürür, gidersiniz çiçeklerin üstünden. Çiçeğe basıp, onu ezdiğinizi, paramparça ettiğinizi bile görmezsiniz. Yani, Hakk görmezsiniz. Vicdan o. Şimdi baktınız Hakk görüyorsunuz, ne yapabilirsiniz siz karşındakine? Sizi çok üzüyorsa arkanızı dönüp, gidersiniz. Arkanızı dönüp, gitme yetkiniz var, ayette öyle. Arkanızı dönersiniz, zaten sizin ona yüzünüzü çevirmeniz en büyük ceza ona. Allah'ın velisinin yüzünü 285 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler görmüyor, daha büyük ceza olamaz. Siz çevirin yüzünüzü. Biz ne yapıyoruz? Biz Hakk görüyoruz. O, Hakk görmüyor, dolayısıyla hayvandan aşağı. Ayet öyle diyor, ben demiyorum. Bakara suresinde, “Hayvandan aşağı” diyor. Adamın bir kişiliği yok ki… Bakarsınız kuzu görünür; arkanızı dönersiniz kurt olur, sizi parçalamaya kalkar. Biraz daha uzaklaşırsınız timsah olur, ayağınızdan ısırmaya kalkar. Bir tane yok ki... Mesela bir köpek gördünüz, sizi ısırabilir, bilirsiniz. Diğerinin ise bir tane yüzü yok ki. Hangi hayvan ahlâkının zuhur edeceğini bilemezsiniz orada. Her Fiilde Faal Allah, hepsi olur. İşte bu, fark. Zat makamına geldiniz, Allah'tan başka bir şey görmüyorsunuz. “Dönüp, gideceksiniz…” derken onu kastettim yani. Herkes dersiyle meşgul olacak. Herkesin bir dersi var; özü, “Allah” demek. “Allah diyen çoktur, niteliğin bilen yoktur…” diyor bir ilahisinde de Pir. Allah, “Beliğ” dedi Ezel-i Ervah’ta. Birinci sıradakiler duydular, eğildiler; ikinci sıradakiler takliden eğildiler; üçüncü sıradakiler de herkes eğiliyor diye eğildi. O taklit ile tok olanların birinci sırada yeri yok. Birinci sıradakiler duyarak, görerek, bilerek eğildiler; “Beliğ” dediler. Diğerleri, bunlar eğildi, bunda bir hikmet vardır deyip, eğildiler; onlar cami ehli işte. Diğerleri hiç inanmıyorlar; ama herkes eğildi, bizim başımız belaya girmesin diye eğiliyor. Çokluk o işte. Taklit ile tok olanın burada yeri yok, diyor ilahide. Hakikat dediği, bu insan-ı kâmilin gönlü. Bir adresi olsa gitseniz, girseniz... “İnsan-ı kâmillerin gönlüne bu dünyayı on defa büyütüp, koysanız; serçe kuşu kadar yer tutmaz.” diyorlar. Burada, insan-ı kâmilin gönlünde bir yer buldunuz mu tamam. Bir şeye gerek yok ondan sonra. 286 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Yunus da bunu biliyor, ne diyor: “Ey hoca, istersen bin kere git Hacca; hepisinden iyice bir gönüle girmektir.” Çoğu, gönül almaktır, diye söylüyorlar, ama değil; o gönüle girmektir. “Bir insan-ı kâmil bul, onun gönlüne gir” diyor. Kapısından mı gireceksiniz, bacasından mı gireceksiniz, penceresinden mi gireceksiniz?..Girin de nereden girerseniz girin, diyor. Bin defa Hacca gitmekten daha iyi, diyor. 287 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 288 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler KAF DAĞI Dağdan aşağı inince deniz var: Aşk Denizi Çocuk dışarı çıkıyor. Ne diyorsunuz? “İnce giyindin kızım, kalın giyindin oğlum…” Kime diyorsunuz? Her Fiilde Faal Allah. Tırmanacağım, diye o bin yıllık yokuşu uğraşın durun, didinin durun. Çıktınız o yokuşu; oraları zevk ettiniz, susmaya başladınız diyelim. Dilinizle susuyorsunuz, tepede yürüyorsunuz; bu sefer içiniz durmuyor. Devamlı içiniz karışıyor, devamlı… İçinizden karışıp, duruyor devamlı… O da fiil işte; içinden gelen de. Anlıyorsunuz siz Her Fiilde Faal Allah, en azından mürşidinizi dinlemeye çalışıyorsunuz, gayret ediyorsunuz. En azından dil susuyor, el ayak da biraz susuyor, yer yer... Tepeye çıktınız ya biraz rahat ediyorsunuz, bu sefer içiniz durmuyor, içinizden kızıyorsunuz devamlı karşı tarafa... İçinizi tutamıyorsunuz. O tırmanma bitti; bu sefer dağın tepesindesiniz, ama içten karışmaya devam ediyorsunuz; düzeltmeye, yönlendirmeye devam ediyorsunuz veya kendi kendinize bir hareket yapıyorsunuz. Elinize vuruyorsunuz mesela, sonra Lâ Fâile İllâllah deyip, tutuyorsunuz kendinizi. Artık bakın oraya geliyorsunuz tırmanma bitince, ama yine de 289 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler karışma devam ediyor. İniş başlıyor artık; ama iki binlik yolu katettiniz, iki bin yıllık yolu… Onu da içinizden durduruyorsunuz. Bu sefer o içinizdeki size oyun etmeye başlıyor. O içinizdeki “Karış” diyen; “İnce giydin, kalın giydin, uzun giydin, kısa giydin…” diyen bakıyor ki adamın dili sustu, içi de susmaya başladı, zevk ediyor. Bu sefer kendi kendine söylenmeye başlıyor: “Ne olacak şimdi? Ben bu adamın dediğini yaparsam bu dünyadan gideceğim, hiç mi şunu yapamayacağım, hiç mi bunu yapamayacağım, hiç mi zevkli bir şey yapamayacağım?” O içinizdeki, bu sefer size dönüyor aşağı inerken. Çünkü adam dağı geçecek. Devamlı size sorular soruyor. İnsan-ı kâmil, “Sigara içme, içki içme” diyor; “Dünyadan vazgeçeceksin, öleceksin” diyor. “Nereden çıktı bu adam başımıza?” diyor. “Şimdi ne olacak ben sohbete devam edersem?” diyor. Devamlı size çelme atıyor. Başlıyor sorular. Size sormaya başlıyor, çünkü siz artık sözle sustunuz. İçinizden kafa atmalar da bitti bitiyor… Çok akıllı o içinizdeki. O zaman ne yapıyor o? Bu sefer size dönüyor; karşısındakine karışmıyor. “Bu adam mürşidini dinliyor” der ve aklınıza hayalinize gelmeyecek şeyleri size söylemeye başlar Ef’âl makamında. Mevlânâ Hazretleri’ne sormuşlar: “Sen nasıl Mevlânâ oldun?” “Eşeğim ne dediyse ben tersini yaptım.” diyor. İşte eşek dediği; aklınız, sizin aklınız. Buraya gelenlerin hepsi onun tersini yapıyor. O eşeği mat ediyor hepsi. Çünkü Şah’a geldiniz ya o bitiyor, mat oluyor. Hepiniz böyle bu yüzden çok değerlisiniz. Ef’âl makamı, adamı mürşidine getiriyor. Nasıl oluyor bu? Lâ Fâile İllâllah, diyerek. Sizin içinizde öyle büyük bir dağ ki o aklınız… O içinizdeki dağı aşmak için bin yıl 290 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler tırmanıyorsunuz, öyle zor o dağı aşmak. Bin yıl üstünde yürüyorsunuz. İnişe geçtiniz; inişe geçince kolaylık olacak, olmayacak bilmiyorsunuz. Size sorular sormaya başlıyor o zaman. Ben Ef’âl makamındayken hep kendi kendime soruyordum: “Tamam sustum, şimdi konuşmuyorum. İçim de sustu. Ee, ne olacak? Hiç mi bu dünyada yaşamayacağım? Hiç mi bir şeyden zevk almayacağım? Daha yaşım küçük. Şimdi gitsem bir beş yıl sonra mı gelsem acaba?...” Orada o soruları soruyor akıl. “Ben ömür boyu mürşidin dediğini mi yapacağım?” diye de soruyor. Elbette ömür boyu yapmayacaksınız, ölünceye kadar yapacaksınız. Kim Zat makamını zevk etti, fenafillâh oldu ondan sonra dediğimi yapmaya gerek yok. Çünkü zaten dediğim olacaksınız. Bir şey yapmayacaksınız o zaman. O olacaksınız zaten. Ama soruyor bunları akıl, bana da sordu. “Haydi Ümit toparlan, ne işin var burada? Sen git buradan…” diyordu. “Ne yapacaksın gidip de sohbete? Oraya, buraya, git…” diyordu. Şimdi kim diyorsa ki diyebilir bana bu sorular gelmiyor, inandırıcı olmaz. Çünkü ben de böyleydim. Bunların gelmesi normaldir. Ama siz Lâ Fâile İllâllah dedikçe o, size çok söz geçiremiyor. Tabii ki abdestsiz ayağınızı yere basmamaya çalışıyorsunuz, mümkün mertebe namazlarınızı kılmaya çalışıyorsunuz, mümkün mertebe sohbete gelmeye çalışıyorsunuz. Ondan sonra iniyorsunuz aşağı. Dağdan aşağı indiniz mi orada bir deniz var: Aşk denizi. Bin yıl tırmanmış, bin yıl dağın üstünde yürümüş, bin yıl da aşağı inmiş talebeyi mürşidi Sıfat makamına; aşk denizine alıyor. Talebe o denize girdi mi iflah etmez; bitti. İş o denize girinceye kadar. Çünkü o eşek, o denizde, o aşk denizinde boğuluyor. Diğer türlü devamlı 291 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler çelmeyi takmaya çalışacak daha Ef’âl makamında. Aşkta da geldiniz, o denize girdiniz diyelim. Nasıl ki yüzme bilmeyen birisi ilk denize girdiğinde hemen yüzme öğrenemiyorsa o aşk denizine düşen de önce çırpınıyor, batıyor, çıkıyor. Orada zaman içerisinde mürşidi onu Sıfat makamına alıyor. Diyor ki “Artık sen Lâ Mevsufe İllâllah diyeceksin.” İşte o mevsuflar denizi, aşk denizi o… İlahi aşk, salikte orada tecelli ediyor. 292 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler KENDİNE CAHİL OLAN ALLAH'A ZALİM OLUR Halk edilmişi, ancak halk edilmiş olan görür. Allah'ı, ancak Allah görür. Hazret-ül Cem makamında, halk zahir oluyor. Halk zahir, Hakk bâtın. Halk edilmiş olanı görüyorsunuz artık. Halk edilmiş olanı… Ayette; “Ben insanı Ahsen-i Takvim üzerine yarattım.”44 diyor. İnsanı; Âdem'i görüyorsunuz artık. Halk onda öne çıkıyor; halk zahir artık, o görünüyor oluyor. Onda halk ile Hakk bir, ama halk zahir oluyor. Halk edilmiş olan öne çıkıyor, onu görüyorsunuz. Ondan sonra bütün bu çokluk; evler, arabalar, hayvanlar, yiyecekler, içecekler, ağaçlar, meyveler ona hizmet etsin diye halk edilmiş. Onun için yaratılıyor her şey zaten; orada onu görüyorsunuz artık. O zamana kadar ne yapıyoruz? Allah diyoruz; Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah, diyoruz. Yoksa göremeyiz. Niye göremeyiz? 44 Tin Sûresi, 4 293 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler İşte anlatıyoruz; “Hazret-ül Cem makamında insan-ı kâmilden doğuyorsunuz.” diye. Doğuyorsunuz, ama daha kulak duymaz, göz görmez. Onun için göremezsiniz, duyamazsınız. Sakat doğmuş olursunuz. Nasıl sakat çocuk doğuyorsa bizde de olur, tam göremez bu yüzden. Çok Allah diyeceğiz. Lâ Fâile İllâllah, Lâ Mevsufe İllâllah, Lâ Mevcude İllâllah, diyeceğiz. Halk edilmiş olanı görmeyip, o zanlara bir de ilm-i ledünü de koydunuz mu neler çıkar ortaya neler… Öyle şeyler çıkıyor ki ortaya ben bile duyduklarıma şaşırıp kalıyorum. “Halk zahir, Hakk bâtın” diyor. Haydi, halk edilmişi görün bakalım orada. Halk edilmişi, ancak halk edilmiş olan görür. Yoksa göremez. Allah'ı ancak Allah görür. Nasıl? Zat makamını zevk eden adam, orada kendinden kendine görür. “Allah görünmez…” diyor ayette; kendinden kendine görüyor. Ama baktığını baktığı anda Hakk görüyor. Artık o salik, Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşmış oluyor. O bilinciyle yaşar hale geliyor; ölü işte ölü, bitti. Dirildiğinde, Allah ona vücudundan vücut giydirip; insan-ı kâmilden doğduğunda, yani halk edildiğinde o zaman halk edilmiş olanı görüyor. Diyor ki bu, Hazret-ül Cem makamında; bu, Cemm-ül Cem makamında. Bu, onun ümmeti; bu da o, diyor; ona göre bakıyor. Dolayısıyla Cemm-ül Cem makamındaki salikin eli de öpülür. Çünkü halk edildiğiniz an görürsünüz artık onun nübüvvet makamında olduğunu, peygamberin ümmeti olduğunu. O, onun gözüne bakar; o ne derse onu yapar; onu görürsünüz o salikte. Ee, Hazret-ül Cem makamında da öyle. İşte o salikin kılı kıpırdamaz. Anlamazlar Hazret-ül Cem makamındakilerin nereye baktığını. Nereye baktığını onlar nereden görsün daha halk edilmemiş ki. Dolayısıyla onlara bir lafımız yok. Çünkü 294 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler halk edilmemiş daha. Ef’âl, Sıfat, Zat, Cem; insan-ı kâmilin karnındasınız. Hazret-ül Cem makamında doğacaksınız artık. Kendine cahil olan, Allah'a zalim olur. Kendine cahil olan, Allah'a zalim olur… Kendinize inanılmaz bir zulüm yapmış olursunuz; korkunç bir zulme girersiniz Allah’a cahil kalırsanız. Bakın, “Günaha girersiniz…” demiyor. “Cehenneme gidersiniz…” demiyor. Zulüm, diyor. Hâlbuki hocalar ne diyor; “Bu günah” diyor; “Cehennem” diyor, “Ateş” diyor. Ama burada “Zulüm” diyor, “Zalim” diyor. Kur'ân terminolojisinde zulüm; farklı parçaların bir araya gelmesi demek. Şeriata göre uzuvlar, ne yaptığını söylüyor: Göz diyor ki; “Ben günaha baktım.” El diyor ki; “Çaldım.” Bizim uzuvla işimiz yok. Bizim ne yaptığımızdan çok, bir şeyi yaparken dersimizi unutup, unutmamamız önemli. Melâmîliğin özü bu. Her ne yapıyorsanız sınır yok, ama gerçekten Allah diyen birisinden zaten kendiliğinden şeriata aykırı fiiller çıkmaz. Celal ile cemali bir eden, “kâmil” olur. Mesela masayı çeşit çeşit yemekle donatıyorsunuz. O yemekler nereden çıkıyor? Topraktan. Aslında toprak yiyoruz. Peki, o masada hiç toprak görebiliyor muyuz? Göremiyoruz, ama hepsi topraktan geliyor. Kesret de böyle işte. Kesret; çokluk diye bir şey yok aslında. Ortada Allah'tan başka bir şey yok. Aynı o toprak gibi. Allah öyle bir dönüşüyor ki… İşte Fatma’ya dönüşüyor, Mehmet’e dönüşüyor; kediye dönüşüyor, köpeğe dönüşüyor; ağaca dönüşüyor… Ortada aslında Allah'tan başka bir şey yok, ama onu şekle sokabilmeniz, bir yere koyabilmeniz de mümkün değil; toprağı 295 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler o yemeklerde göremediğiniz gibi. Kuru fasulye oluyor, pilav oluyor, tatlı oluyor, tuzlu oluyor, turşu oluyor… Bunların toprakla ne ilgisi var değil mi? Bu kesret de öyle. Kesret diye bir şey yok, ortada Allah'tan başka bir şey yok. Öbür tarafa giden gelen de yok. Bu vücut da o dört unsurdan oluşuyor. Bu vücutta da toprak var, ateş var, hava var, su var. Ölmeyen ne? İşte ölmeyen, kemâlât. Celal ile cemali bir eden, “kâmil” oluyor. Ama buradaki kâmilden kastım, Zat makamında insan-ı kâmil olmak değil; Ehadiyyet'ten bahsediyorum. O celal ile cemali birleyen, kâmil. Kemâlât, o. O kadar çok şey yiyoruz; hepsi toprak işte. Bu binek at, yani vücut da “Dört unsurdan oluşuyor.” dedik. Bu binek at neyin? O, işte o ruhun, o kemâlâtın. Ölmeyen, o kemâlât. Peki, öbür taraf ne? “Küllü men aleyhe fan…”45 diyor ayette. Yani Allah'tan başka her şey yok olucu, o da yok olacak. O şekerparede, o kuru fasulyede, o pırasada toprağı nasıl göremiyorsanız bu insanlar da bu çoklukta baktığında Allah'ı göremiyor. Zaten ayet var: “Allah görünmez…” diyor. Allah'ı kim görür? Allah görür ancak. Nasıl olur bu? Ef’âlinizi, sıfatınızı, zatınızı Hakk’a bezlettiniz mi Allah kendinden kendine görür; başka kimse göremez Allah'ı. Gören kim oluyor? Allah'tan başka hiçbir şey olmadığı bilincine ulaşan. İşte biz de şimdi ömür boyu bunu halletmek için uğraşacağız; burada yapacağımız şey bu. Bazen ilahi söyleyeceğiz, bazen sohbet edeceğiz, ama her ne yaparsak yapalım; yediğimiz, içtiğimiz ne olursa olsun onun özünün ne olduğunu bileceğiz. Onun için uğraşacağız. İşte ortada Allah’tan başka bir şey yok; gerisi teferruat. 45 Rahman, 26 296 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler “Ölmeyen, o kemâlât.” dedik. Kur’ân prensipleri verir. O prensipler, insan-ı kâmilde kemâlâta dönüşmüştür. O prensipler, kemâlâta dönüşüp, insan-ı kâmilden konuşmaya başladığında o, Furkan; yani “Konuşan Kur'ân” olur. Onun ağzından Kur'ân'dan başka bir şey çıkmaz. Siz, başka bir şey söylüyor, şaka yapıyor, espri yapıyor zannedersiniz. Aslında hepsinde bir ayet söylüyordur da siz anlayıncaya kadar zaman geçer. Kur’ân prensipleri, insan-ı kâmilde kemâlâta dönüşmüştür. Bizim gücümüz bize iman edene yetiyor, bir başkasına yetmez. Adam sabun gibi erir gider karşında bir şey yapamazsın; ne zaman iman etti, o zaman tamam. Biat ettiğinde de değil, iman ettiğinde. Bu iman, Sıfat makamında olursa güzel olur. Pir bir ilahisinde: “Aşk-ı ilahiyle hakikate vasıl olan…” diyor. İşte o iman, aşkla Sıfat makamında oluyor. Hiç bu konuda bizim en ufak bir acımamız yok. En ufak bir torpil de söz konusu değil burada. İman ettikten sonra var torpil. 297 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 298 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler YA MUHAMMED! İBRAHİM’İN DİNİNE DÖN! “Ya Muhammed, Hz. İbrahim’in dinine dön!”46 “Ben seninle dinimi tamamladım!”47 Allah tüm Beka makamlarını bir ayette toplamış: “Sümme dena fetedella. Fekane kabakayseyn ev edna.”48 Sümmedena, Cem makamı; Fetedella, Hazret-ül Cem makamı, yani fark da diyebiliriz; kurb-u feraiz ve kurb-u nevafil de diyebiliriz. Ondan sonra Kabakavseyn, Cemm-ül Cem makamı, sonra da Ev edna, Ehadiyet makamı. Tefekkür edin, neden tüm Beka makamları, tüm Cem’ler bir ayette toplanmış? Eğer iman ettiğiniz Ehad değilse bu Cem’leri yaşayamazsınız; Ehad olmadan diğer Cem’ler olmaz. Çünkü onların hepsi bir ayet. Ve bu ayetler de sizin gibi benim gibi canlı, yaşıyor; ama biz göremiyoruz onları. Biz de o yaşayışa katılmalıyız. İşte insan-ı kâmil bir rehber. Bu yolda nasıl yürüyeceğinizi, ne yapacağınızı, berat kapısı mı cellât kapısı mı o size anlatır; 46 Nahl, 123 Maide, 3 48 Necm 8-9 47 299 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler sorarsanız söyler. Ama bu iş imanla olur. Yoksa her köşe başında bir tane mürşit var. O kadar çok ki… İzmir’de bile binlerce insan var, hüccetsiz bir insan-ı kâmile gidiyor irşat olmak için. Eğer adamın içinde sevgi yoksa zaten olmaz. Bütün bu her şey muhabbetten yaratıldı. Her şey sevgiyle yaratıldı. Nikâhları eskiden kadılar kıyarmış. Bir kadı varmış, nikâh kıymak için çok para istiyormuş. İki genç de birbirlerini sevmişler. Adam da fakir, parası yok. Kadı Efendi’ye gitmiş nikâh için. Kadı Efendi, “Bir dana istiyorum.” demiş. Adam, “Param yok.” deyince “O zaman bir koyun, bir keçi istiyorum.” demiş kadı. Bir türlü kıymamış nikâhı. En sonunda, bir bakraç yoğurt almış genç adam, çünkü o kadar var elinde avucunda, ona yetiyor gücü. Köyün meydanına çıkmış, Kadı Efendiyi de yakalamış köy meydanında, uzatmış bir bakraç yoğurdu: “Kadı Efendi, ben bu kızı seviyorum, o da beni seviyor. İşte bu da ücretimiz. Nikâhımızı kıysan da kıymasan da biz halvet oluyoruz, bilgin olsun!” demiş. Dolayısıyla sevgi oldu mu oluyor. Olmadı mı olan yere gitmek gerek. Olan yere… Alışkanlıklar, Allah’la arada perdedir... Biz önyargıları da kırmak istiyoruz. Ama bir önyargı ya da alışkanlıklar varsa o alışkanlıklar, Allah’la aranızda perdedir. O alışkanlıklar adamı mahveder. Alışkanlık, mevhum demek. Melâmî’nin mevhumu olmaz. Melâmî’nin Allah’ı da peygamberi de karşısındadır. Pir, bir konuşmasında, “Derneğe sahip çıkın!” dedi. Dört duvara değil, “Dernek prensibine” sahip çıkın, diyor. “Ey hüccet, ey benim soyumu devam ettirecek olan! Benim soyumu dernekle, tüzel kişilik olarak devam ettir!” diyor. Çünkü Kur’ân, Furkan -konuşan 300 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kur’ân- ile kardeş dedik daha önceki sohbetlerimizde. Kur’ân’ı Kerim’de bir müteşabih ayetler, bir de muhkem ayetler var. Yani yoruma açık olan, bir de yoruma açık olmayan, emir şeklinde olan ayetler var. Bu 6600 küsur tane ayetin 300 küsur kadarı muhkem. Yani ne diyor orada: “Hırsızlık yapma, anneye asi olma, babaya asi olma, namazını kıl…” 6300 küsur tanesi yoruma açık. Yoruma açık demek, uçuruma da açık demek aslında. Ne demek yoruma açık? Şerh edilmesi gerekiyor, içtihat yapılması gerekiyor. Yani evrensel. Neyi veriyor o yoruma açık ayetlerde? Prensipleri verir Kur’ân. İnsan-ı kâmil ne? Kur’ân’ın kardeşi değil mi? İnsan-ı kâmil de prensipleri verir. Pir de prensipleri veriyor; dernek prensiplerini söylüyor “Derneğe sahip çıkın!” diye. Çünkü Allah’ı ne cami denilen dört duvarın içine hapsedebilirsiniz ne de Pir’i o yüz metrekare, dört duvarın içerisine; dernek denen mekâna hapsedebilirsiniz. Hiçbir yere hapsedemezsiniz. Böyle bir şey söz konusu değil. Her Fiilde Faal Allah. Sınır kaldı mı daha ilk derste? Bir yere hapsetme kaldı mı? Her Fiilde Faal Allah. Onu da hapsedemezsiniz. O, prensipleri verir. O prensiplerin yorumunu, içtihadını da yine kendisi yapar. Nasıl yapar? İşte mezarından gelip; mezarından insanları irşat eder. İnsan-ı kâmil, iki ayet arasında Allah’ı niteler ve insanları irşat eder. Bakın, iki tane ayet var Kur’ân’da. Biri diyor ki: “Ya Muhammed, Hz.İbrahim’in dinine dön!”49 “Allah Allah, ya peygamber değil mi? Zaten bir din getirmedi mi? Neden başka peygamberin dinine dönüyor ki?” diyordum kendi kendime 49 Nahl, 123 301 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Kur’ân-ı Kerim üzerine çalışırken. Ondan sonra bir ayet daha var. Diyor ki: “Ben seninle dinimi tamamladım.”50 Allah Allah… Eksik miydi bu din? Bu nasıl iştir? Şimdi oradan okuyarak bunların anlamlarına ulaşabilir misiniz? Bir imam lâzım. Ama camideki imam diyorsanız eğer, gider orada beş vakit kılarsınız, olur. Tarikattaki imam diyorsanız gider bir şeyhe tâbi olursunuz, o da size bir kap çorba verir, sayılı zikirlerinizi verir. Onların da Kur’ân’da ayetleri, karşılığı var. Onlar da kafalarından uydurmuyorlar. Nefs-i emmare dediğiniz zaman ayeti var; mülhime dediğiniz zaman ayeti var; raziyesi, şaziyesi, safiyesi… Hepsinin karşılığında ayet var Kur’ân’da. Onu küçümsemiyoruz, her şey yerinde güzel. Ama burada ne diyor? “Dinimi tamamladım!” diyor. Bu iki ayete bakın. Biri, koskoca peygambere: “Hz. İbrahim’in dinine dön!” diyor. İstediğiniz kadar kitaplardan araştırın; Hz İbrahim’in dininin Ef’âl, Sıfat, Zat olduğunu; tevhidin babası olduğunu Pir size söylemeden nereden bileceksiniz ki? Tevhidin babası… Bizim tarihimiz 7 bin yıllık. Bu Âdem’in tarihi 7 bin yıllık. Daha önce yüz binlerce Âdem geçti. Pirimiz Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri yaklaşık 200 yaşında, tarihimiz 7 bin yıllık. Bu Pirler 480 ile 520 yılda bir gelirler. Bizim Pirimiz çok genç. Daha çok farklı anlatımlara şahit olacağız. Yeter ki işitebilesiniz. Din; “Dön!” dediği Hz. İbrahim’in dini: Ef’âl, Sıfat, Zat. O’nun milleti ancak Zat makamına kadar algılayabilecek seviyedeymiş. Onu anlatıyor. Şimdi öyle değil. Sizin 50 Maide, 3 302 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler algılamanız çok derin şimdi. “Dinimi tamamladı!” dediği yer, Ehadiyyet makamı. Peygamber Efendimizden önce bu makam yok. Bu iki ayete bakın; adamı ne yapıyor bu iki ayet? “Ya Muhammed, Hz. İbrahim’in dinine dön!” diyor. Ondan sonra; “Ben seninle dinimi tamamladım.” diyor. İnsan-ı kâmil, bu iki ayet arasında Allah’ı niteler ve insanları irşat eder. Benim de işim bu. Bu iki ayet için de diyor ki: “Ya Muhammed, sana biat eden bana biat etmiştir. Senin elinin üstünde benim elim vardır.” diyor.51 Kur’ân ayetleri üç çeşittir. Teşbih, tenzih ve tevhit ayetleri. Şimdi Pir Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri; “Kim ki oturdu bir yere böyle benim oturduğum gibi, Kur’ân üzerinde konuşmak ister; bu adam söylediği ayetin teşbih ayeti mi tenzih ayeti mi tevhit ayeti mi olduğunu bilmek zorunda!” diyor. Yetiyor mu? Yetmiyor. “Eğer söylediği ayet, tevhit ayetidir, diyorsa onun da Ef’âl makamına mı geliyor; Sıfat makamına mı geliyor; Zat makamına mı geliyor; Cem makamına mı geliyor; Hazret-ül Cem makamına mı geliyor; Cemm-ül Cem makamına mı geliyor; Ehadiyyet-ül Cem makamına mı geliyor bunu da bilmek zorundadır!” diyor Pir. “Kim ki Kur’ân hakkında konuşuyor ve bunları bilmiyor, onu indirin oradan!” diyor. “İndirin!” diyor. Hatta “Katli vaciptir.” diyor. Kim ki size sıkıntı veriyor içinizde, indirin onu oradan. Bu ben olsam bile. Ayet böyle diyor, çünkü Pir böyle diyor. Ben ayetleri söylüyorum, benim işim bu. Ben prensipleri veririm. Anahtarın bende değildir, bu benim insan-ı kâmil olmadığımı göstermez ki. Biz burada Allah’ı tarif ediyoruz, niteliyoruz; Allah demeye çalışıyoruz. Bize tâbi 51 Fetih, 10 303 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler olanlara rehberlik ediyoruz, onların temizlenmesi için bunları yapıyoruz. Yetkiliyiz biz buna. O iki ayette; “Hz. İbrahim’in dinine dön!”, “Seninle dinimi tamamladım.” diyor, O iki ayet arasında bir adamın gidip gelip, insanları irşat edebilmesi lafla söylenecek bir şey değil. Bu lafları söylemek ağızla olmaz. Böyle bir yürek olması, kalp olması lâzım. Kalp, zamanın Pir’i biliyorsunuz. Bu laflar böyle kalpsiz söylenmez, söyleyemezsiniz. Diliniz damağınıza yapışır. Benim biraz önce söylediğim ayetler var ya söyleyemez adam. Öyle çok kolay değil onları söylemek. Adamı alıyorsunuz öldürüyorsunuz, diriltiyorsunuz değil mi? Öldürüş, Zat makamında; ondan sonra Cem makamında gözünü açıyor. Ne görüyor Cem makamında gözünü açınca? Nereye baksa Allah’ın bir yüzü. Yusuf seyri artık. Cem makamı öyle. Ondan sonra Hazret-ül Cem makamında doğuyor. Ne doğuyor? Onu bir tefekkür edin bakalım… Muhabbetten ne doğuyorsa o doğuyor Hazret-ül Cem makamında. Değil mi?.. Fena makamlarında Allah öndedir, Beka makamlarında Muhammed öndedir. Kendinize veliliği yakıştıramıyorsanız beni veli olarak göremezsiniz. Siz O’sunuz ki beni öyle göreceksiniz. Değil mi? Hazret-ül Cem makamında doğuyor salik dedik. Musevilerin bir duvarları var; ağlama duvarı, biliyor musunuz orayı? Museviler gidip orada ağlıyorlar. O ağlama duvarı, Hazret-ül Cem makamını simgeler. Hz. Musa’nın kavminin geldiği yer: Ağlama duvarı. İşte bu makam salikte tecelli ettiği zaman, çok samimi olmadığınız adam bile gelir, başlar dertlerini, sırlarını anlatmaya birdenbire. Şaşırırsınız, Allah 304 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler Allah ya adam niye anlatıyor, dersiniz. Ağlama duvarısınız da ondan anlatıyor, makam tecellisidir. Şimdi ağlama duvarısınız yani Hazret-ül Cem makamındasınız. Buradan duvara baktık. Şimdi de duvardan bakalım mı o tarafa doğru? Duvardan o tarafa baktığınız zaman da işte bütün bu dünya seccade, siz bir ucundasınız, öbür ucunda da o. Bir Allah’ın velisi, Beyazıt-ı Bestami Hazretleri: “Ben otuz yıldır Hakk ile konuşurdum; beni halk ile konuşur zannediyorlardı.” diyor. Cem makamında, İsa oldunuz; doğdunuz Hazret-ül Cem makamında; Musa oldunuz. İsevî’dir Cem makamı; Hz. İsa’nın makamıdır, ruh makamı. Ne demek ruh makamı? Bu on sekiz kilometrelik atmosferin dışında da yaşayabilecek duruma geldiniz demektir. Orada artık masiva yok, bir yok, cinsiyet yok… Hiçbir şey yok artık orada. Ondan sonra artık nüzul ediyorsunuz; aşağı iniyorsunuz. Geldi Hz. Musa, bitti mi? Bitmez, daha durun yeni başladı. Siz Musa iseniz Hızır geliyor yanınıza, seyahate çıkıyorsunuz. Ayet bu söylediklerim. Yaşıyor bu ayetler, diyorum. Yaşıyor, ama işte yaşarken acıtıyor, ayet olduğunu fark etmiyorsunuz. Musa oldunuz, o zaman Hızır geliyor. Musa olmadan Hızır’ın ne işi var? Bir kere Hızır geldi mertebe çok büyük. Hızır geldi yanınıza, girdi kolunuza. Adriyatik’in yanında buluşuyorlar, seyahate çıkıyorlar. Adriyatik’in kıyısı ne? Marecel Bahreyn; böyle yay gibi kıvrılan demek. Ayet bu, Marecel Bahreyn ayeti: “Biz suları akıttık, akan suları birbirine karıştırmadık.” 52 diyor. Kaptan Cousteau gitti, bu suyu buldu ve Müslüman oldu ya biz şimdi bunun bâtınını söylüyoruz. Adriyatik’in kıyısında buluşuyorlar Hz. Musa ile Hızır. Hızır 52 Rahman, 19;20 305 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler kim? Hızır, insan-ı kâmil. Musa? Hazret-ül Cem makamındaki salik. Oldunuz Musa, geliyor Hızır; seyahat başlıyor, ama canınızı okur Hızır. Musa oldunuz, ama niye çocuğu öldürüyor diye laf ediyorsunuz Hızır’a… Onu Sıfat makamında halletmedik mi? Laf ediyorsunuz, Musa laf ediyor yani. Ayeti söylüyorum, ayet bu. Bakın, Hazret-ül Cem makamına nasıl perspektifler veriyorum. Çocuğu öldürüyor Hızır. Çocuk ne? Sıfat makamı. Ee, niye isyan ediyorsunuz? Siz geçmediniz mi o makamı? Gemiyi deliyor, bağırıyorsunuz. Ee, Zat makamını zevk etmediniz mi? En azından ilmen anlamadınız mı? İlmen anlamak yetmiyor sizin vücudunuzu delerken canınız yandığında. Hazret-ül Cem makamında tekrar diz çöktürür insan-ı kâmil, diyordum ya bu, o işte. Marecel Bahreyn, diyor o ayet; Adriyatik’in kıyısını da anlatıyor o. Kime? İşte okuyanlara anlatıyor. Siz geldiniz Hazret-ül Cem makamına artık onlarla karışmayacaksınız. Doğdunuz. Kim doğdu iyi bakın. Karışmayacaksınız öbür tarafla. Karışmayınca geliyor Hızır, kolunuza giriyor. Ama nereden baktığınıza bağlı; canınızı yakmasına mı bakacaksınız? Yoksa Hızır geldi, siz O’sunuz, Musa oldunuz, oraya mı bakacaksınız? Oraya bakacaksınız elbette. Canınızı yakarsa yakacak. Hızır’ın kolunuza girmesi büyük bir mertebe zaten. Hızır’ın öbür tarafla işi yok ki zaten. Ağlarsanız çocuğumu öldürdü; gemimi deldi; duvarı ördü -kötü adamların duvarını örüyor ya- diye… Ayette: “Sen aklını bırakmadın mı?” diyor. Bıraktınız, neyi yorumluyorsunuz o zaman? Siz bunları yaptınız, o mertebeye geldiniz diye Hızır geliyor size. Yani nasıl anlatıyordu bir iki cümleyle bunu Pir: “Fena makamlarında Allah öndedir, Beka makamlarında Muhammed öndedir.” Geldi Hızır. Nasıl geldi? Ayet var; bu 306 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler ayetler yaşıyor, öyle geldi. Ayet o. Bazen burada seyahat eder bu onaltı metrekarede… Bazen gerçekten zahir olarak da seyahat eder, alır götürür. Alır, götürür insan-ı kâmil, geziye götürür sizi. Ee, uyanmazsanız biz o Adriyatik’in kıyısına gittik onunla diye o zaman pirinç ve taş hikâyesi… Mertebeye bakın, geldiğiniz yere bakın. İşte biz bunları okuyoruz. Biz yaşayacağız, yaşarken bazen başımızı patlatacağız bazen kolumuzu kıracağız. Ne kadar güzel bir patlatıştır, ne kadar güzel bir kırıştır o… Sokaktaki kavga yerine varsın bu yolda kafamızı patlatalım. Çünkü oldunuz, Musa mertebesine geldiniz. Geldiniz, Allah’ın şanındandır daha yükseltecek sizi onun için geliyor Hızır; bırakmayacak sizi burada. İşte Hızır ile seyahat etmek istiyorsanız eğer düşünün taşının zordur, ama… Hızır adamın çocuğunu öldürür, gemisini parçalar, ummadığınız adamın duvarını tamir eder… Zordur, ama başka türlü yükselmek olmaz. Geldiğiniz mertebenin hatırına gireceksiniz koluna Hızır’ın. O zorluk, geldiğiniz mertebenin hatırıdır -anlatmak adına söylüyorum-. Bizim tenzih ve teşbih yetkimiz var; onlarla anlatıyoruz işte size. İnsan-ı kâmil, bir isim. İsim ne? “…Senin elin üzerinde benim elim vardır.” 53 diyor ayette. İnsan-ı kâmil, bir isim. Siz ondan tecelli edene bakın. Bakın Musa mısınız? Musa iseniz Hızır burada. Eh siz Musa’sınız ki buradasınız şu anda. Bir şekilde işte tutup, getiriyor kolundan adamı, ama babadan, ama oradan, ama buradan bir şekilde tutup getiriyor işte, bir şekilde. İşte insan-ı kâmilden doğduğunuz zaman ibadetiniz, ibadet. Ne demiştik daha önce? Geldik ilk derste, Lâ Fâile İllâllah, dedik; “Bu kitabı, ben aldım, buradan buraya 53 Fetih, 10 307 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler koydum” dediniz, şirk. Hazret-ül Cem makamında bu kitabı, buradan buraya koydunuz, ibadet. Her yaptığınız hareket, ibadet; eğer dediğim gibi yaşıyorsanız. Ben makamı anlatıyorum; yaşıyoruz, yaşamıyoruz; arada gidiyoruz geliyoruz, gayret edeceğiz. Bizim işimiz makamı anlatmak. Eğer bu yeryüzünü seccade görüyorsanız namaz kılar gibi bir ucundaysanız diğer ucunda da Pir’iniz varsa namaz kılar gibi yaşıyorsanız ibadet işte her şey. Kolay mı? Yok, tabii ki değil. Değil mi Kur’ân’da şeriat var, tarikat var, marifet var, hakikat var. En üst boyutundayız arkadaşlar. Bu iş, böyle al sana mavi hap, bunu yutunca oluyor bu iş, değil işte. Allah diyeceğiz. Gayret edeceğiz. Gayreti de kendimizden bilmeyeceğiz. İnsan-ı kâmilin ağzından ayetten başka bir şey çıkmaz… Hızır kolunuza girecek ki Hızır ile o seyahati edeceksiniz ki Hızır ile o seyri yapacaksınız ki seyri billahtır seyri billahtır, lime Allah’tır mertebesine gelesiniz. O seyahat olmadan limeyi Allah görmek mümkün değil. Seyahat edeceğiz, seyredeceğiz. İşte seyre Lâ Fâile İllâllah ile başlıyoruz. Daha ilk derste kafamızın arkasındaki Allah’ı gözümüzün önüne getiriyoruz. Eğer kafanızın arkasında kıl kadar mevhum Allah kalır ise Hazret-ül Cem makamında Hızır’ı tanıyamazsınız, onunla seyahat ettiğinizi dahi anlayamazsınız. Kıl kadar kalsa tanıyamazsınız. Tanıyamadınız da Hızır sizi bırakır mı? Bırakmaz. Çünkü Musa, Musa olduğunu bildiği halde ayette itiraz ediyor, dikkatinizi çekerim, kolay değil. Ama siz Musa olduğunuzu bilmiyorsanız Hızır biliyor. O zaman Hazret-ül Cem makamına gelen salik, insan-ı kâmil ona bir şey sorduğunda hemen; “Siz bilirsiniz Efendim” diyor. Niye diyor? İşte bunlar için diyor. “Siz bilirsiniz…” diyor. Oradaki 308 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler edep, bu ayetlerin getirdiği bu edep. Yani, “İşte Efendim, ben oraları zevk ettim mi etmedim mi siz bilirsiniz. Siz gemimi delecek misiniz çocuğumu öldürecek misiniz siz bilirsiniz…” deyip bırakıyorsunuz. Siz bilirsiniz dediniz mi tamam. Ama kime diyeceksiniz? Kime diyeceğiniz önemli. Hızır’a dersiniz. Eğer karşınızdaki Hızır değilse ve siz ona “Siz bilirsiniz” derseniz emirler başlar, menfaatler başlar, hesaplar başlar. Zaten anlarsınız, rahatsız olursunuz. Yani buradaki siz bilirsiniz edebi, bu ayetlerden kaynaklanıyor. Ee, siz hiç bu ayetleri bilmiyorsunuz. Geldiniz insan-ı kâmilin sözlerini tutuyorsunuz. Bilmeyin, tamam. Eğer iman ediyorsanız insan-ı kâmilin ağzından ayetten başka bir şey çıkmaz zaten. Anlattığı her şey ayettir de biz anlamıyoruzdur. Biz şimdi niye önce ayeti söylüyoruz, sonra ayeti anlatıyoruz? Bize alışasınız diye. Bize alıştıktan sonra ayete ne gerek var. Zaten ayetten başka bir şey demeyiz. Siz artık bilirsiniz ki insan-ı kâmilin ağzından ayetten başka bir şey çıkmaz. O zaman siz onları bilmeseniz de olur. Dediğini yaptıktan sonra mesele yok. 309 Kemâlât-ı Davud’tan Sohbetler 310