semih_esen_celebi_ile_bir_omur

Transkript

semih_esen_celebi_ile_bir_omur
SEMİH ESEN
Çelebi İle Bir Ömür
1
Yayıma hazırlayan: Erol Büyükmeriç
Tasarım
Birinci Basım
: Serap Deliorman
./…/ 2011
İSBN
Basımevi bilgileri (Yayınevi adresi vb.):
Ön kapak fotoğrafı
: Zafer Özer
Arka kapak karikatürü : Pertev Ertün ( 1958 )
2
Çelebi İle Bir Ömür
Semih Esen Yazıları
3
4
A
Başk çıdan;
Uzun zamandır yazılarımın toplandığı bir kitabımın
yaşama geçmesini düşünüyordum. Sevgili Erol
Büyükmeriç’e bu düşüncemi açtığımda “Olur, tertip1”
dedi, “Ancak, yazıları ben seçeceğim; olacaksa Eskişehir
belleğini ilgilendiren yazılarından oluşmalı bu kitap.”
“Evet” deyip tertibe, O’nun seçimine, beğenisine
bıraktım gayri…
Gördüm ki seçtiği yazılar; yıllar boyu içimde taşıdığım
yazma coşkumun içten bir yansıması olmuş. Ve de benim
iç konuşmalarım…
Yeniden yaşadım sanki; çocukluk ve gençliğimdeki
Eskişehir’i, çocukluk arkadaşlarımı, hayallerimi ve kimibelki sıradan ama- sıcacık insanlarını.
Buradan, candan çabası için dostum Erol’a özellikle
teşekkür ediyorum
Okurlarımın arkadaşım Çelebi2 ile tanışacaklarının
heyecanını taşıyarak!..
Semih Esen
1
Biz Erol’la hem kırk ikiliyiz, hem de askerliğimizi yedek
subay öğretmen olarak yapmışız.
2
Kendimi bildim bileli birlikte yol aldığım, barışık ya da kimi
zaman kavgalı olduğum can arkadaşım, yoldaşım...
5
Sevgili eşim Gülşen’e…
6
HAMAMYOLU
Hamamyolu`nun dününü anlatmalıyım size. Bir
dönemler bu yolun Yunak (Hamam) caddesi olduğu
günleri...
Bir söylentiye göre, şimdi park olan alanın sahibi varmış.
Bir kadının üzerine tapuluymuş. Kadın yaşlanınca varisi
de olmadığı için bu geniş alanın park yapılmasını istemiş
ve Belediye’ye bu koşulla bağışlamış. Şimdiki Yediler
ile Yılmaz Taksi arası parktı ben çocukken. Çevresi
mazılarla duvar gibi örülüydü. Ortasından da sıra sıra
çam, akasya ve çınar ağaçları arasından Akarbaşı deresi
geçerdi. Derenin suyu Akarbaşı değirmeninden gelir, bir
kol da Deliklitaş Caddesi’ne giderdi. Amaç Deliklitaş
Caddesi boyunca verimli toprakları sulamaktı. Yediler’de
yolun altından geçen dere, Deliklitaş Caddesi’nin
girişinde kanaldan çıkardı, bu yüzden o caddeye
Deliklitaş dendi.
Dönelim Hamamyolu’na; park oldukça güzeldi. Hangi
akla hizmetle pazaryeri olarak yok edildi bilemiyorum...
Çarşamba ve Cumartesi günleri burada yakın köylerden
getirilen sebze meyve ve doğal ürünler satılırdı. Evet,
koca çınara kadar toprak ürünleri, sonra Asarcıklı
Caddesi başına kadar tepeden tırnağa giyecek tezgahları
sıralanırdı. İlaveten ev araç ve gereçleri sergileri…
Yazın pazar kurulmayan günlerde kavun-karpuz
tezgâhları devamlı durur, hatta sıcak yaz geceleri yine
kavun ve karpuz yenilirdi bu tezgâhlarda çömerek veya
ayakta...
Eğer hava elverişli ise Sakarya Vadisı’nden köylüler
katırlarla ürünlerini getirirdi. Tereyağından tutun süt,
yumurta ve tüm toprak ürünleri sabahın ilk saatlerinde
yerlere serilen örtülerin üzerinde yerini alırdı.
Kaçırmamam gereken bir nokta var; “koku”... O yerli
domatesin, biberin, patatesin ve tüm toprak ürünlerinin;
ayrıca tereyağı, peynir, yoğurt, lor gibi süt ürünlerinin
kendine özgü kokusu… Mis gibi mi? Evet! Üstelik ne
7
alırsan elinle seçerdin. Eski gazete kâğıdından yapılmış
kese kağıdına teker teker doldurup tartıya verirdin.
Aklımda kaldığınca; on-on beş veya yirmi beş kuruştan...
Pembemsi iki buçuk lira ile iki file dolardı. Veya bir file
ya da de sepet… Artardı bile para...
Pazara sebze-meyve çıkaran kentin çevresindeki
bahçıvanlar tanınırdı. Kızılyer’in (Vişnelik) üreticileri
çoğunluktaydı. Filesi veya sepeti kolunda gelen
müşterisini tanırdı, müşteri ile ayaküstü sohbet ederlerdi.
Sonbahar yaklaşmışsa turşuluk veya kurutmalık siparişi
yapılırdı. Senelerce babamla çıktığımız pazardan asla
beğenilmedik bir şey aldığımızı anımsamıyorum. Ayrıca
bahçıvanlar avucuma meyve koyarlardı; zerdali, ayva,
kiraz veya her ne satıyorlarsa, “ikram” diye… Bir de
Mihalıççık’ın ünlü “Karakılçık” adı verilen pirincini
tembihlerdik, en az otuz kilo. Çok su kaldıran ama lezzeti
başka pirinçlerde bulunmayan bir cins idi...
Sepetle zerdali alırdık, serip kurutmak için. Zamanı
gelince de domates; salça yapmak üzere… Ah! O
salçanın yapılırken çevreye yayılan kokusu yok mu…
Cumartesi ve Çarşamba kentin yegâne açık pazarı
Hamamyolu idi. Manavlar vardı, bir de at ve eşek
koşulan iğreti arabalar. Sokak sokak gezerek sebze ve
meyve ihtiyacına cevap verirlerdi. Evet, seyyar yoğurtçu,
evet kış geceleri güğümle sokak sokak dolaşan bozacı...
“Ekşisi makbul” derlerdi bozanın. Neyse bir gün geldi bu
pazar kaldırıldı, “Kurtuluş Pazarı” denilen yere
konduruldu. Hamamyolu’nun şimdiki parkı oluştu.
Yanından geçen dere yol oldu. Bir de parkın ortasında
havuz peyda oldu. Hamidiye sokağın başında bir tek
ıhlamur kaldı… Çiçeklendiğinde birisi gelip dallarını
kırar, alır götürürdü kokusunu…
8
BİR UMUT
“Küçük istavrit balığı oltaya takılmış, sonra yeşil leğene
düşmüştü. Yarık dudağının acısına katlanırken hep merak
ettiği mavi ve sonsuz gökyüzüne bakıyordu… Bir süre
sonra n’olacağını kestirememişti. Çırpınıp dururken bir el
uzanıverdi. İki parmağıyla kavradı bedenini. Fırlattı
denize. Küçük istavrit daldı gitti suya. Onu denize
kavuşturan, yaşama döndüren ele, teşekkür olarak bir kaç
parlak pul bırakarak.
Bir gün bulursanız kendinizi yeşil bir leğenin içinde
çaresiz. Tıpkı bu küçük istavrit gibi, sizin de son anınızda
bir kurtuluş umudunuz olsun…"
Yukarıdaki yazı, "Küçük İstavritin Öyküsü" başlığında
yayınlanmış yazımdaki bir şiirden yorum. Bana sevgili
Necdet Etik kestiği küpürü vereli altı ay olmuş. O`na,
"Her şeyini yitir, umudunu asla yitirme!" demiştim. Dün
dosyamda gazete küpürünü görünce bu umut olayını
sizlerle paylaşmam gereğini düşündüm. Çünkü hepimizin
yaşamında zaman zaman çaresiz kaldığımız anlar
olmuştur; ya da karşımıza aşılması imkânsız görülen
duvarlar çıkmıştır. Ancak; bir ışık, bir el, bir çıkış yolu
bulmuşuzdur, umudumuzu yitirmediğimizde. Tıpkı
küçük istavriti denize atan el gibi…
Sözümün özü: Son ana kadar umudunu yitirme. İnsan,
umudunu yitirince biter.
9
BENİM GÜNDEMİM
Bir zamanlar basında yaşları bizim yaşımızı üçe dörde
katlayanla ilişkilerimizi anımsayıp şimdi çevremdeki
gençlere bakıyor, kendimi o günlerin yaşlıları yerine
koyuyorum.
Ve geçen yarım asırlık zaman kesiminin dökümünü
yapıyorum. Tıpkı seneler devrilirken bir müessesenin kâr
ve zararını ortaya dökmesi gibi.
Öncelikle teknolojide akıl almaz gelişmeler olmuş. Bu
gelişmeler uzun vadeyle yayılmış, ama farkına bile
varamamışız. Kimimiz buna alışmış, kimimiz uzak
kalmakta ısrarlı davranmış.
Uzun zaman dilimizde teknoloji yerini alırken
sistemimizde beklenilen değişim ve gelişme için biraz
endişelendim. Nedeni yine devletin zirvesinde yaşananlar
ve Güney-Doğu’nun hal-i ahvali...
Bir de geçmişte okulda öğretilen büyüklere saygı ile
küçüklere sevgi sloganı Estram’da anons edilmesini
yadırgamaktayım. Koskoca yarım asır geçmiş, bunu
algılayamamışız. Artı; yerli malı kullanımı için yapılan
yoğun çalışma ters tepmiş, istisnasız yabancı marka ve
yabancı mallara boğulup kendi ana dilimizi dışlamaktan
bile geri kalmamış olmamız düşündürüyor beni.
10
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ
Bu gün Pazar, hava da uygun. Doğaya çıkıp bakacağım,
acaba leylekler geldi mi diye.
Belki kenarda köşede kalan birkaç evin çatısını ve
çatısındaki bacasına yuva kuran leyleğe rastlarım. Belki
de su birikintisinde kararlı adımlarını izlerim…
Aklıma Tavuklarımız Düştü
Hani bahçeli evlerimiz vardı, bacasında Leylek yuvası
olan. Bahçesinde mutlaka yarısı tel örgülü kümesler ve
sokağa açılan deliklerden tavuklar gezer gezer yine de
dönerlerdi kümeslerine.
Eski bir kap suları için, bir-iki tünek ve el uzatabilecek
yerdeki folluklarına yumurtlamak için.
Çocukluğumda tavuklarımız yumurtlayacaklarını haber
verirdi kendilerine özgü seslerle… Ve sabahın
gündoğumunda horozlarımızın sesleriyle uyanırdık.
Ellili yıllarda Deliklitaş ve çevresi tek veya iki katlı
bahçeli evlerden oluşuyordu. Mutlaka kümes ve dut
ağaçlı, kenarda da “tulumbalı” evlerden...
Bahçe kapısı, kömürlük ve odunluk da olmazsa
olmazlardan...
Yumurta verimi dolayısıyla biz kümesimize Ligorin
denilen cinsinden beş-altı adet aldık. Bir de efre dayı gibi
gezinen gösterişli horoz... Bir çuval kırık buğday ve
evden artan yemek ile kuru ekmekleri ıslatarak beslerdik,
ama kümes dışına çıkıp eşinmelerine asla engel olmamak
şartıyla.
“Gorg” olmalarını bekledik. Yani “kuluçkaya”
yatacakları zamanı!..
Kuluçka zamanı geldiğinde evde yumurta tüketimi
azaltılıp kuluçka için yumurta biriktirimi başlardı.
“Kaç yumurta?” belki on, beş belki daha fazla, ama
kuluçka döneminin yirmi bir gün olduğunu anımsıyorum.
Bu arada yumurtlayacağını haber vermesi üzerine
kümesin önünde bekler ve folluğa düşen yumurtayı sıcak
sıcak elime alıp sevinirdim...
11
Sonra tepesini kırıp hüüüp içerdim, çiğ, çiğ.
Sanırım Nisan olmalı veya Mayıs başı... Kuluçka
tavuğumuzun altından altın renkli mini mini civcivler
peyda olur, gün be gün sayıları artardı civcivlerin. Çok
sevimli şeylerdi ve ana tavuk tarafından onurla, sevgiyle
yönlendirilirlerdi…
Civcivler için bir sahana yiyebilecekleri şeyleri koyardı
annem. Yavrularının itişe kakışa yiyeceğe ulaşma
savaşını ana tavuk gururla izlerdi. Yavrular, horoz
efendinin umurunda bile değildi.
Her geçen her gün yavrular biraz daha gelişirdi.
Avucumuza alıp okşardık onları. Başta horoz-tavuk
oldukları belli olmazdı, bir süre sonra ibiklerinden
tanımlardık…
Şimdi Vitrin Malı Oldular, Soyunup Dökünüp
Evden çıkıp yollara düşüyorum. Marketlerde ve
birçok şarküteride tavukların kesilip biçilip ve
parçalar halinde satışa sunulması karşısında ne
yapayım, eskiyi anımsayıp geçip gidiyorum.
Kim derdi ki; horozumuz, tavuğumuz sanayi ürünü
olacak, kim derdi ki bu canlarımızı çarşıdan
bakkaldan kilo ile alacağız, diye.
12
EMEKLİLİĞİ YOK BUNUN
Devlet memurluğunun, işçiliğin, esnaflığın bir yerde
emekliliği var. Emekli oluyor, köşenize çekiliyorsunuz.
İstisnalar bir kenara…
Bildiğim şu siyaset mesleğinin emekliliği yok. Diğer
taraftan siyaseti de tanımlayamıyorum. Meslek mi,
topluma hizmet aşkı mı? Yoksa, yoksa benim
anlayamadığım, tanımlayamadığım bir başka şey mi?
Her neyse sunumu sizlere bırakıp geldim önceki günün
gösterdiği manzaraya… Taaaa, geçen yılın son
aylarından başladı yarış. Yerel yöneticiler seçmemize
siyasetin her yönü, siyasetçinin daniskası el attı.
Yazılmadık kalmadı, çizilmedik de…
Seçim sonuçların henüz belli olmasa da, kendimce bir
değerlendirmem vardı ve bunlar bir yana yöneticiler için
yaşı ellinin altında olması gerektiğini savunuyordum.
Ülkemizde, ülke yönetimini ölünceye dek sürdürme
geleneğinin gelenekselliğinde birileri hep “koltuk” der.
Koltuk insanı cezbeden bir şey. Bırakmayan,
bıraktırmayan ve uğruna nice “şey”ler yapılan!..
Bu koltuktan birisi de şu an benim altımda, kolları iki
yana sarkmış, bir yerleri kırılmış. Ne menem ”şey”se, elli
bir yıldır bırakmaz beni! “Ben de onu…”
Valla, Erhan daha çok bekler…
13
BERBER OLMAK DA VARDI
Aradan geçen yarım yüzyıl onların kaybolup yitip
gitmesine vesile oldu. Neydi onlar?.. Bir dönemlerin
olmazsa olmazlarıydı. O günlerde insanların hayal ve
emellerine bir göz atarsak nerden nereye geldiğimizi
daha net görebiliriz. Başlayacağım konu meslekler olsun.
Bugün olmayan tarihe karışmış işler. Örneğin “Karcı”…
Evet yazın kar satmak… Buzdolabının olmadığı
dönemde insanların yaz sıcağında bunaldığında ne
yaptığını sanırdınız? On kuruşluk kar kestirirdi!..
Oturup Konuşurlardı
İlkokulu bitirme aşamasında erkek çocuklar için, ana
baba oturup konuşurdu, hangiişe versek, diye? Berber,
terzi, kavaf, gibi meslek sahibi olacağı bir iş veya
manifaturacı, tuhafiyeci veya lokantaların birinde
çıraklık…
Simit satabilir, gazete satabilir, gazoz satar, akıllıysa
işportacı olabilir... İşin içinde ayakkabı boyama da
vardır. Belki bir akraba yanında… Çocuklara sorulmazdı.
Ancak, çocuklar arasında bu konu enine boyuna
tartışılırdı; “ Ben şu! olmak istiyorum” derlerdi; ancak
birbirlerine!.. Sanki istediği olacakmış gibi...
Ve derdim büyüktü o sıralar. İlkokul bitiyordu, ve ben ne
olacağım üzerine kara kara düşünüyordum. Babam terzi;
terzi olmamı istemiyor, iğneyle kuyu kazmaya benzetiyor
işini. Taşbaşı’nda Han’ımızda nalbant Hüseyin var, bana
sıcak davranan. O’nu düşünüyorum ve nalbant’a çırak
olmayı önereceğim babama. Önce Hüseyin’e gidiyorum.
Hüseyin; topal… Benim nalbant olma isteğime karşı
çıkıyor. Neden olarak da, “Bak; at tepti, topal kaldım”,
diyor. Bitişiğindeki meşe kömürü satanı öneriyor. Ama
kömürün karasına katlanmak gerek... Sanat öğretmenim
de sanatçı olmamı söylüyor. Sanatçı aç kalmazmış!..
Mahallede on-on iki yaş grubu çocuklar toplanıp
dertleşiyoruz, ne olacağımızı tartışıyoruz: Örneğin berber
çıraklığı… Yalnız, biraz kanlı meslek bu… Yoo, sakal
14
tıraşında değil, sünnet ve diş konusunda: Öyle ya!..
Berberlerin üç işi birden yapması gerekiyor. Saç-sakal
tıraşının yanı sıra çocukları sünnet etmeyi ve ayrıca diş
çekmeği…
Her üç iş de az-çok kanlı… Komuşmalarda sermaye
gerektiren işlerden söz edilmiyor!..
Kiremithaneye girsek! Yok, olmaz deniliyor. Hem uzak
hem de mevsimlikmiş. Benim için bir yeşil ışık yanıyor;
dayımın yanı, yani Ciltcilik!.. forma dikebilirim...
Orta Okul ve Lise Gündemde…
Gazoz satıp işportacılık derken Ticaret Lisesine
kaydedilmişim. Normal ortanın kaydını kaçırmışız. Ama
olsun. Ticaret’ten sonra bir bankaya memur olarak
girebileceğim veya şartlar elverirse ticaret yapabileceğim
söyleniyor. Şimdi bunları bir kenara bırakıp yukarıda
değindiğim “berber”lik işine göz atalım. Üç işi birlikte
yürüten o dönemin ustalarına… Anımsadığım kadar
Büyükşehir nikah dairesinin yakınlarındaydı, berber
Hasan ustanın dükkânı. O’nu biz berber değil, sünnetçi
Hasan Usta olarak bilirdik. Mısır Çarşısı’ndan hayalmeyal anımsarım. 50’li yıllarda Sakarya Caddesi’nde bir
başka berber ve sünnetçi Hasan Usta’dan daha söz
ediliyor. Sivrihisar Caddesi’ndeki berber İrfan da sünnet
yapıyor, ama onların diş çekme olayına rastlamadım.
O dönemde bir de fenni sünnetçi var. Şair Fuzuli’de
İbrahim Kodal... Muttalıp Caddesi’nde yine berber ve
sünnetçi Şükrü Usta...
Usturalarının markası ise çift cambazmış. Yani en, en
kalitesinden. Bir başka marka ise Za-Za imiş. Şimdikiler
gibi uçlarına jilet takılmışlarından değil…
15
AVARA
Bir süre önce Köprübaşı’nın elli küsür sene öncesini
yazmıştım.
Yüzeysel almışım, sosyal bir olayı sonra anımsadım.
Tüm kenti yerinden oynatan, her kesimden insanı
sürükleyen bir filmin öyküsünü. Filmi seyredenlerin halâ
belleklerde kalan şarkısını tekrarlamalarına vesile olsun
istedim. İşte elli yıl öncesinde belleğimden satırlara
aktarabildiğim görüntüler.
Avara Mu’ya Doğru
Şimdiki Kılıçoğlu sinemasının olduğu yer, “Atlas”
sinemasıydı. Zemini toprak, perde önünde 15 kuruşluk
mevkiye; iki sandalye arasına çakılmış tahta sıralara
oturulurdu. Geride malum tahta sandalyeler ve biri bitip
diğeri başlayan siyah-beyaz kovboy filmleri… Işıkların
kesilmesi, makinenin arıza yapması olağandı.
Bir vazgeçilmezdi simit ve gazoz. Çekirdeksiz de
olmazdı...
Atlas kapandı, bir süre geçti; şimdiki Orduevi’nin tam
arkasındaki Sakarya Caddesi’nde yeni bina yapıp
taşıdılar Çanakçılar.
Bu kez yapı modern, koltuklar modern, makine yeni…
Atlas’ın açılışı ile ilk kez Hint filmi izleyeceğimizi
öğrendik. Filmin ismi “Avara mu” yani “Avare”... Başrol
oyuncuları da Raj Kooper ile Nergis.
Filmin ismi bize uydu ve Raj’a Raci dedik, Nergis ise
bildiğimiz çiçeğin ismi. Müzik ise sonraları hayranı
olduğumuz arabesk…
Aşk, macera, acı, tatlı, zengin sahneler; hasılı “Aradığın
ne varsa var...”
Önce afişlerini gördük, sonra biletleri satışa çıktı. Daha
gösterime girmeden bir haftalık tüm biletler satıldı.
İkinci zafer haftası3, hatta üçüncüsünün devam edeceğini
3
Yıllar önce bir film çok izleyici görür ve bir hafta daha
vizyonda kalırsa 2. zafer haftası denirdi.
16
öğrendik.
Sinemanın açılışı muhteşem olmuştu. Filmin de
muhteşem olduğu, sinemanın beğenildiği, tüm kente bir
anda ağızdan ağıza yayıldı. Ertesi gün sinemanın önü
ana-baba günüydü…
Girişin önünde nefis dublajı ve müziğini dinledik.
Yaşamında hiç sinemaya gitmemiş nineler ve dedeler
bile canlandı, illa gitmek istediler.
Çarşı-Pazar, konu-komşu ve bir araya gelenler Avare’yi
konuşur olmuştu. Artık her birey kendince gördüyse
filmin, görmediyse duyduğunun eleştirisini yapıyordu.
Müziğini kapmış, sözlerini ezberlemiştik namaz suresi
gibi. Kızlarımız bu müzikle ortaya çıkıp oynar
olmuşlardı.
O günlerde düğünde, nişanda “Avare mu, asmantakara
mu” yu mutlaka çaldırırlardı... Pist dolardı, büyük-küçük
seke seke, sağ kol havada sol el öbür dirsekte seke seke!..
Cümle insanların yüzü-gözü parlamış olurdu!.. Tatlı bir
sırıtış sarardı düğündekileri...
Defalarca hiç bakmadan seyredenler oldu.
Ömrümde Eskişehir’i böylesine çalkalayan bu filmden
başka olay görmedim. İnsanların her gün üst üste iki kez
bir hafta boyunca her gün bu filmi izlemesi, köylerin
kasabaların kente akması toplumsal bir olaydı…
Bu film tüm filmleri aştı. Haftalarca, üst üste izlendi.
Arkada sözleri ve müziği ile hayalleri bıraktı. Çanakçılar
daha sonra bu görkemi aradılar durdular, benzer Hint
filmleri getirerek. Ama umduklarını bulamadılar...
17
RENGİN DANİSKASI
Yalaman’ın tadı geldi, havalar ısınınca çoğunluğu
gençlerden oluşan kalabalığın içerisinde biz yaşlılar
kaybolup gidiyoruz.
Tadı geldi derken; saçları vernikli gençler, atlas kumaşın
kan kırmızısından giysiler ve Eskişehirspor’a odaklanmış
siyah ve kırmızılılar…
Evet, bir de giysinin üzerine suratları
özgünleştirilmişlerle içli dışlıyız. Dün kulağı küpeli
erkeklere garip garip bakardık. Bugün ise burnu hızmalı,
dudağının altında çeşitli renkte mücevherat taşıyanlara
alıştık.
Biz Eskişehir’in dününü yaşamışlarda “Yalaman”
tutkusu vardır. Yazlık sinemalarda saat 22’den sonra
yazın en sıcak gününü de yaşamış olsanız üşürdünüz.
Mutlaka kayıkla bir tur atma vardır.
Hacı’da saçmalı tüfekle atıcılığımızı dener, karşımızda
dizili tek sigaraları nişan alırdık. Bazımızın halka atıp
sigara paketi kapma sevdası vardı.
O günler kendine göre renkli idi. Ve yine o günlerin
kendine özgü bir raconu vardı.
Eh! Bugünün raconu da bu galiba. Burası Yalaman çay
bahçesi… Gelin bir çay yudumlayın, duyumsadıklarımızı
yaşayın…
18
HAN KAPISINDAN GİRMEZ, FINDIK
KABUĞUNA GİRER
Sen misin paşazadeye bilmece soran. Daha ilkokulda,
ama insanı bir sınıyor ki, sormayın. Evet, başlık yaptığım
cümleyi çözmesini istedim: “Han kapısından girmez,
fındık kabuğuna girer”, dedim.
Önce “Hangi han?” dedi. Bana sorduğum hanın nerde
olduğunu sordu! Ses etmedim, ardından, artık fındıkların
kabuksuzlarını satın aldığını söyledi.
Yeni kuşak, “Han” denilince çarşıdaki “İş Hanı” denilen
binaları düşünüyor...
Geçmişteki “Han” kavramını, yahut geçmişteki hanları
tarif ediyorum. Ne var ki, kavramada güçlük çekiyorlar.
Haklılar tabi, çarşıda han kalmadı. Han denilince, şimdi
birçok işyerini barındıran binalar anlaşılıyor ve çok
katlılar...
Örneğin; Taşbaşı’ndaki Pirinç Hanı dün en fazla iki katlı
idi ve içinde bahçesi vardı. Şimdi çok katlı.
Eğer yeni kuşak bizim gençliğimizdeki hanları
bilmiyorsa, onlara yazıp bırakalım diyorum.
Teknolojinin daha icat edilmediği dönemlerde ulaşım
araçları malum; at, eşek ve öküzlerin çektiği arabalar...
Günde ortalama on kilometre yol alınabiliyor. Genelde
beş kilometrede bir mola verilmesi gerekiyor. İşte ondan
yapılmış “han”lar. Yatılabilinen, hayvanların çekilip
dinlendikleri; en fazla iki katlı, geniş bahçesi olan ve
içinde nalbant, bakkal, berber ve gereksinim sergileyen
işyerleri…
Bugünse esnafın topluca bir araya geldiği korumalı iş
yerlerine de “han” deniyor, ama buralar iş hanı...
Eskişehir’de “Han”lar
Eskişehir’e Doğudan girdiğinizde, 1940’lı yıllarda
karşılıklı iki han vardı sanayi yönünde. Birinin adı
Selamet Hanı, diğeri Bakırcılar Bayat Pazarında Zincirli
Han. Çarşıda ise sürüsüne bereket: Zeytin Hanı, Uğrak
19
Hanı, Şeytan Hanı, Pirinç Hanı, Odunpazarı’nda şimdi
Atlıhan denilen kölenin hanı… Ülkenin bir ucundan bir
diğer ucuna giden kervanların yanı sıra köy ve kasabadan
inenlerin daha önceden belirlediği hanlar da var...
Yolcular o hanlarda kalıyorlar, bazıları hanlarda ticaretini
gerçekleştiriyor. Dahası başka yörelere gidecek malların
bir istasyonu han… Evet, meşe odunu getirenler, meşe
kömürü getirenler… Yıkarak mallarını hana müşteri
arıyor...
Hanların mutlaka bir çayhanesi var. Burası aynı yörenin
buluşma yeri... Buluşmak için adres bir bakıma…
Eskişehir hanlarının bir çoğuna girdim çıktım.
Sıcaksular’daki İnhisar Hanı’na, Hüner Palas’ın hanına...
Zeytin Hanı ve Pirinç Hanı zaten ayak altında...
Şimdi yaşı seksene varanlar, Muttalıp Caddesi’nde Hacı
Hasan’ın hanından, Büyük Otel’in yanında Bursa
Hanı’ndan, Hal binasının (Gençlik Merkezi) arkasındaki
Kaşar Hanı ve İki Eylül Gazetesi’nin Kıbrıs Şehitleri
Caddesi’nde bulunan binasının sırasındaki Hasan Bey
Hanı’ndan söz ediyorlar.
Ve dahası var: Şeker Fabrikasına giderken Tatarların
Uzun Hanı, eski otogara girerken Gürgenci ve
Sayın’ların hanı bulunuyor; yine bu civarda Varlık Hanı
ve Tan Oteli’nin yerinde Ferah Han’ı…
Zamanla bu hanlar yerine çarşılar yapıldı, bazı hanlar
otel oldu, palas oldu, iş merkezleri oldu ve şimdiki
Tansaş’ın yanındaki hanın ise ne adını ne de işlevini
anımsayan kaldı.
Kala kala; Han kapısından girmez, Fındık Kabuğuna
girdi” diye bir bilmece kaldı… Yanıtını sormayın, inanın
ben de unuttum…
20
ÇATAK’TAYDIK
Odunpazarı`nın yukarısı mezarlık ve de Bademlik’tir.
Buranın asıl adı ”Çatak Bayır’dır.
Çatak; ona buna sataşan anlamında biraz sert bir yerel
deyimdir. Sertliğin ötesinde korkutma da vardır "Çatak"
ta...
Çataktepe`ye yerleşmiştir insanlar. Buraya Türklerin ilk
geldiği yıl olarak 1095 de denir. Yani Malazgirt`ten 25
yıl sonrasıdır.
Uzun yıllar Eskişehir’i görmeyen bir insan, şimdi
gördüğünde şaşar kalır. Hele Kocakır dediğimiz yerlere
evler, apartmanlar, siteler, yollar yapılacağı akla gelir
miydi?..
Çataktepe`nin ötesi şimdi bina istilasına uğramış.
Çok eskiden buraların meşe ormanı olduğunu söylerlerdi.
Kışı oldukça sert geçen bu yörede meşe kesimi ve meşe
kömürü yapımı bu uçsuz bucaksız ormanı alıp
götürmüştür...
Evliya Çelebi, Seyehatnamesi’nde yöremizin yoğun
ormanlarla kaplı olduğunu yazar. Şimdiyse Çataktepe`nin
ötesinde Eskişehir Güneye doğru şahlanmış gidiyor.
Çataktepe`ye çıktık, kente Odunpazarı`nın üstünden bir
baktık ki, inanılır gibi değil; bir avuçluk şehrimiz
Doğuya, Batıya, Kuzeye yayıldıkça yayılmış.
Şu günlerde bir de yeşillik ilişti gözümüze, yeşili de
ihmal etmemişiz.
Ötesi derken berisi; en eski yerleşim yeri Odunpazarı
düne kadar yıkılacak hale gelmişti, hatta yer yer
yıkılmaktaydı. Bakımsızlıktan yıkılacak duruma gelmiş
evlerde yaşayanların arasında buranın yerlisini
bulamamıştık. Yüz haneden seksenden aşağısı
yabancıydı.
Göç edenler ve kaderini yaşayanlar…
Birisinin sahiplenmesi gerekiyordu. Eskişehir`in çevresi
tanınmaz hale gelirken birileri Odunpazarı`nı gördü…
Yakışmayacaktı şu güzelim kente, burada geçmiş
21
yatıyordu...
Bir eski de Eskişehir Lisesi`ydi… Burada kurulan
arkadaşlıklardı… Odunpazarı mutlaka geleceğe taşınacak
bir şeyler vermişti Eskişehirliye. Maddi veya manevi...
El attı eskiye; öldü bitti, gitti derken Odunpazarı
yatağından şöyle bir başını kaldırdı. Burada yaşayanlar
ne yapmalı? Bence burada yaşayanlar ve içinde Eskişehir
sevdası olanların önünde fırsat bekliyor. Bekliyor çünkü
Odunpazarı`nı görmeye gelenlerin sayısı gün geçtikçe
artıyor. Beyler sokak, Kurşunlu Külliyesi ve Osmanlı Evi
çevresini gezenlere rastlıyorum, bana, "Dahası yok mu?"
diye soruyorlar. Dahası; oturacak başka yerleri,
yiyecekleri, başka çeşitleri ve satın alacakları pek çok
sanat eserini önlerine sermek gerekiyor. Eskişehir`den
alıp götürecekleri başka şeyler aradıklarını söylüyorlar.
Özellikle Odunpazarı`ndan. En azından Odunpazar’nı
anımsatacak topraktan yapılmış kase veya ne bileyim
ben, el yapımı bir şeyler işte… El sanatlarıyla
değerlendirmeli buranın insanı boş vaktini, gelenlere
karşı ilgi göstermeli, en azından buralarının tarihini
aktarmalıdır.
Her neyse, Bademlik’ten inerken Şeyh Şehabettin`in
yenilenmiş türbesine takıldık. Çok nefis olan türbeye göz
atınca evliyaların çiftlendiğini gördük. Bir sanduka vardı
bizim bildiğimiz. "Kim ki" diye sorduk. Çevreden birisi
bilgilendirdi, "Şeyh Şehabettin" ve "Şeyh Nurettin" altlı
üstlü ikisi… Derin derin düşündük ve burada bunca sene
bir tek Şeyh Şehabettin yatardı dedik, kendi kendimize
ve yeni bir şeyhimizin daha olmasına sevindik. Yaşlandık
da ben mi bir şeyi unuttum yoksa?..
22
ESKİYE DÖNMEK İSTEYENLERE
Çok sık eskiden söz açar olduk. Geçmişe özlem duyanlar
çoğunlukta. Çünkü yaşlı kesim oluşturuyor çevremi…
Yapılan araştırmalar ise oldukça ilginç. Toplumun yaş
ortalamasının yirmi ile otuzlar arasında olduğunu
gösteriyor ve yine araştırmalar yüz kişide yirmi iki
kişinin eskiye dönelim demesine karşın yüzde yetmiş
sekiz, “Ne varmış geçmişte? Bugünün suyu mu çıktı?”
diyormuş. Ben geçmişten söz ediyorum ama enine
boyuna düşününce bugünü tercih ediyorum. Çünkü
günümüzde o kadar çok nimetten yararlanıyorum ki
saymakta bitmez. Zaman zaman gençlere
çocukluğumuzu anlattığımızda hep güzel tarafı
gördüğümüz gerçek, oysa biz ne sıkıntılar çektik, ne
yokluklar gördük, nasıl uğraş verdik, hepsini unutmuşuz.
Kışın soğukla savaştık, yazın biraz serinlemek kolay iş
değildi. Ve de evlerimiz, yollarımız, giysilerimiz ve de
okul yaşamında bir kalem, bir defter hatta güzel bir silgi
için söyleyecek söz bulamıyorum... Ayakkabımız yoktu,
çorabımız da, üstümüze giyecek bir şey de... Dolayısıyla
bayram beklerdik! Yiyecekler belliydi, simit ise lüks idi.
Ne diyelim işte, fazla uzatmayalım, geçmiş öyle özlem
duyulacak gibi değildi. Derinlemesine girerseniz geçmişe
içiniz titrer. Mutlu olduğunuz az şey bulursunuz…
23
LAKAPLAR
Sevgili Erdinç Ölmezer`in Katkılarıyla...
Çantamda defter, defterin arasında kırmızı ve siyah yazan
kalemlerim... Öğle vakti oturdum yazacağım konuyu
anımsamaya çalışıyorum, anımsayamıyorum ki bir türlü,
neydi ne yazacaktım?..
Oysa sabah belleğimdeydi ve bu konuyu not etmeme
gerek yok; çünkü unutulacak bir şey değil diye
düşünüyordum... Sevgili Erdinç gelince kapadım defteri,
sohbete koyulduk. Karşılıklı anlatırken, cebinden üç
parça kâğıt çıkarıp verdi, baktım bir liste gibi, isimler
sıralanmış…
“Yarım saatte bu listeyi oluşturdum” dedi. Listede
“Lakaplar” vardı. Elli sene, yüz sene öncesinden, hatta
günümüzde de önemi süren aile lakapları ki, bir kısmı
Cumhuriyet sonrası soyadı olmuştu. Bana verdi bu
listeyi, “Anımsadıklarını ekle” diyerek.
Teşekkür ettim kendisine. On yıl öncesi araştırmamda
200’e yakın lakap derlemiş, gazetede neşredilmiş ve
ilgiyle karşılanmıştı. Zaman zaman bana soranlar ve bu
lakaplarla ilgilenenler oluyordu. Biraz akademik, biraz
bilimsel… Biraz da merak dolayısıyla. Ancak, elimdeki
arşivi de arayıp bulmam mümkün olmadı. Dolayısıyla
Erdinç Ölmezer’in bu yaptığını minnetle karşıladım.
Araştırma isteğim bir kez daha kamçılanırken yazacağım
konu da ortaya çıkmış oldu...
Lakaplar Neden?
Cumhuriyet öncesi, soyadı yasası olmadığı için
insanların tanımında ata, baba adı kullanılıyor, bazen
birkaç kişi aynı ata ve baba adı taşıyorlardı. İsimler de
kısıtlı, fazla isim yok. Ayrıca insanlar çoğunlukla
çocuklarına baba, ana adlarını veriyorlar, bu yerleşmiş
adet haline gelmiş.
Nüfus artışı da isimler, tarifler ve tanımlar üzerine
karışıklığa neden olabiliyor, ve lakaplarla sürüp
24
gidiyordu. Dahası resmiyette bile geçerliydi lakap...
Daha önceki lakaplar üzerine araştırmadan bahsetmiştim.
Şimdi Erdinç Ölmezer’in derlediklerini yazacağım ve
altını kapamayıp ilaveler yapacağımı sanıyorum:
“Recepler, Nallılar, Telolar,” diye kayda başlamış.
Oduncular’ı listeye alıp karşısına parantez açıp (Şerife)
yazmış. Çürükler, Curnallar, Tırıklar, Cırıklar, Beylikler,
Şerbetçiler, Tüfekçiler, Bözülker, Müftüler, Satırlar,
Karakaşlar, Mollalar, Aksakallar, Keçeciler, Sakızcılar,
Kalemciler, Siyahiler, Samanyemezler, Kaşıkçılar,
Peştemalciler, Sekliceliler, Yorgancılar, Tombakçılar,
Zöhreler, Gödeler, Yelkovanlar, Köselere, Cemalcılar,
Zeytinler, Yumurtacılar, Köçekçiler, Alpulular, Kazanlar
(Hasan), Yağcılar, Arpacılar, Hacıhafızlar, Felekler,
Odabaşılar ve Değirmenciler, Köpekçi (Şakir), Paytoncu
Veli, Deli Hafızlar, Ganiler, Pirinççiler, Emin Beyler,
Ümmüler, Soykalar, Kelveliler, Alabacaklar, (“Huzi
Kızı” diye birleşik isim var), Yeterler, Körler, Selverler,
Azizbeyler, Çiftçiler, Mehmetosmanlar, Çilbakiler,
Çelikler, Zeybekler, Kabadayılar, Hacıarifler,
Hacımeyzinler, Oduncular, Kağnıcılar, Çerkesler, Kıl
kadının babası, Boyacılar, Eşkiyalar, Darılar, Kabakçılar,
Mollalar, Delihaliller, Delimehmetler, Hayaliler,
Kamerler, Hasırcılar, Sirkeciler (Kemal), Ekmekçiler,
Hacıçakırlar, Şakirler, Pertevler, “Meddah edip”,
Kurtlar, Karamalaklar, Gözeler, Mantarlar, Mısırlar,
Pırasacılar ve Ebeler “Yeşilefendi” yer alıyor listede!..
Devam, devam; Efeler, Yanbastılar, Ayıboğanlar,
Tuzcular, Helvacılar, Kırkıcılar, Körçobanlar, Yağcılar,
Şekerciler, Paşalar, Çuvallar, Çıkılılar… Ve daha sürüp
gidiyor…
25
ÇEŞME BAŞLARI
Odunpazarı Camii`nin Güneyinden geçen yolu yürüyün,
hemen ilerideki meydandaki akasya ağacının altında bir
çeşme vardır. Geçen hafta baktım; ahı gitmiş, vahı kalmış
ve çeşme akmaz olmuş.
Eski Eskişehir’de Odunpazarı çevresinde pek çok çeşme
de kuru çeşme oldu diyorlar. İsimlerini saymaya gerek
yok, yazsam ne olacak sanki... Kim anımsayacak, kim
“Ah” çekecek?
Çeşme Başı
Atatürk Lisesi’sinin sağ köşesinde bir çeşme vardı.
Çifteler Caddesi’ne girişte, şerbetçilerin evinin önünde
de . Bu çeşmenin suyunu şerbetçiler verirdi evlerindeki
hazneden.
Gelelim çeşme başına ve o dönemlerde çeşme başının ne
işlevleri olduğuna bir göz atalım;
Evlerin su ihtiyacını karşılamak için, testi, güğüm ya da
kova ile çeşmenin yolu tutulurdu. Evin gelinlik çağına
gelmemiş kızı, on yaş civarı erkek evladı veya yine evin
kadın kesiminin işiydi çeşmeden su almak...
Sabahtan akşama dek boş kalmazdı çeşme başı. Özellikle
genç kızlar kovalarını, güğümlerini sıralar ve dolmalarını
beklerken muhabbete dalarlardı.
Kovası dolan bile uzun süre kalır sohbete katılırdı.
Sohbetlerin içinde neler olurdu? Aşk, meşk, hastalık,
haberler, davetler ve de dedikodunun daniskası…
Sokaklar arası haberlerin ötesinde mahalleler arasından
çarşıya kadar insanların birbirini bilgilendirmesi için bir
çeşme başı yeterdi. Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa
mutlaka çeşme başında… Evlerden çıkan her bir olgu,
çeşme başında yerini alırdı.
Haydi bakalım, görelim:
Ayşe delicesine tutkundu. Murat’la haberleşmesi
gerektiğinde çeşmeye çıkardı. Murat’ın kardeşi Fatma’da
kovayı kapar koşardı çeşme başına, haber iletilirdi
karşılıklı...
26
Saatler verilirdi evlerinin önünden geçmeye, camlarının
önünde bekleyeceği zamanı da çeşme başında iletirdi
genç kızlar... Mektuplaşmalar olurdu gizli gizli bir aracı
ile. Göğüsten çıkıp göğüse giren sevdadan yana
mektuplarda maniler… “Ah!” ile “Vah”lar…
Mahallenin yeni yetme oğlanları da çeşme başında
toplanırdı. Her gelip geçen bir bakardı çeşmeye.
Çeşmelerde asla çamaşır yıkanmaz. Sabunun zerresi
görülmezdi, ancak ve ancak evlerin su ihtiyacı giderilirdi.
Kimisinde Bir Çiçek, Kimisinde Kitabe...
Çeşmelerde su, taş bir çerçeveden çıkan musluktan akar,
taş kütlenin üzerinde işlemeler göze çarpar, bazısında
çiçek demeti, bazısında kabartma çerçeve veya yazı
olurdu. Örneğin, “maşallah” gibi… Ve oraya ya maşallah
çeşmesi adı verilir, ya da çoğu kez suyun veya banisinin
adı ile anılırdı.
Pek çok çeşme vardı düne kadar Odunpazarı’nda.
Aşağıda çarşıda ise tulumbalar pek çok köşe başında…
Teker teker yok oldular…
Hasılı, çeşmelerin bir işlevi vardı… Sudan gayri… En
azından simgeydi, kiminin ise adresi...
Ve her sokak köşesinde bir köşe taşı vardı.
Alın size bir adres tarifi:
“Çeşmeden sağa doğru yürü, köşedeki taş var ya! Ondan
sonraki mavi boyalı ev bizim evdir. İki katlıdır...”
27
NERDELER, KİM SÖYLER BANA?
Size sorsam, "N`oldu bu hayvanlara?" desem, şöyle bir
geriler, sonra sorumun açılımını beklersiniz. N’oldu bu
hayvanlara demem, dün içli-dışlı yaşadığımız el
uşaklarımız olan eşek, at ve katırlaradır!
Çarşıda pek çok köşe başında günlük işimizi gören at
arabalarından, faytonlardan, kasabadaki araçların
atlarından söz ediyorum... Sakarı’dan kente her pazar
kurulduğu günün sabahında ürün taşıyan katırlardan söz
ediyorum. Ve at kadar, katır kadar işimizi gören
eşeklerden... Ve de köpeklerden, her köy ve kasaba
evinin kedilerinden -ki, bir dönemde kedisiz ev yoktu. O
dönemlerde çocuktum, tam yarım asır öncesi...
Uzun süredir çarşıda at arabası kalmadı, taşıma motorize
tamamen. Faytonlar da yok artık, yalnız nostalji için
Haller Gençlik Merkezi önünde bir kaçını yaşatıyoruz.
Tabakhane yolundaki araba imalatçıları da bitti-gitti...
Süslü, boyalı ve kendine has ses çıkaran yaylı at arabası
mı kaldı? Dün yok oldu. Hadi işin cansız kesimi neyse de
yardımcılarımız ve ekmek kapımız şu hayvanlara ne
oldu. Terki diyar ettilerse nereye çekip gittiler? Bir bilen
varsa söylesin. Hadi hadi çekinmeyin de itiraf edin, “Sur
dibide satıldılar” deyin. “Sucuk oldular, pastırma veya et
olarak mutfağımıza girdiler” deyin. Suçlamayacağım
sizi. Kafamdaki soru işaretini çözmüş olacaksınız. Düne
kadar iç içe yaşadığımız dost hayvanlar vardı. Bazılarını
arabaya koşardık, çit sürerdik, odun yüklerdik, köpekler
sürüye gider kediler evde haşarata karşı bizi savunurlardı.
Bugün büyük bir kısmının yok olduğu kesin. Nereye
gittikleri bilinmez. Dostlarımız, onlara ihtiyacımız
kalmayınca kayboldular, hiç bize belli etmeden çekip
gittiler. Onlar Bremen mızıkacıları gibi boyunları bükük
belki de... Yem oldular kurda kuşa...
28
DÜN GECE RÜYAMDA
Av ve avcılık serüvenimizin devamını sordular ve tüfek
tutkumun gerçek olup olmadığını öğrenmek istediler.
Gücendim ve alındım doğrusu.
Tüfek İşi Köyde Başladı ve Köyde Bitti
Daha çiçeğimiz burnumuzdayken asker ettiler bizi ve
öğretmen olduk. Eğitim ordusuna katılıp soluğu Batının
bir dağ köyünde aldık. Avcılık hikâyemiz orada başladı
ve orada bitti.
Dolma tüfeğe orada merhaba dedik. Orada çocuklara bir
şeyler öğretmek üzereydik. Çok şeyler öğrenip dönüp
geldik topluma katıldık.
Pek çok yabani hayvanı gördük. Tüfek edinmemizin
nedeni yabani hayvanlar olsa gerek.
Av hayvanlarını tanıttılar bana, yabani domuz ve yılanı
da…
Kırk beş sene geçmiş, o yılandan kurtulduğum!
Yine bir sonbahar böyle güneş dolu ve ben köy okulun
duvarına sandalyemi dayamışım. Beşinci sınıf bahçe
uygulaması yapıyor, seyrediyorum. Çocuklar ellerinde
çapa ve tırmıklarla bahçemizi kışa hazırlıyorlar. Ben de
elimdeki anı defterime aşağıda tepelerin üzerine
bembeyaz bulutun nefis görüntüsünü yazıyorum.
Uzaktan tarlalarını süren ekicilerin, öküzlere verdikleri
komutları yankılanıyor.
Gözlerimi kapatıp doğayı derin derin içime çekerken
çocukların bağırışıyla ayılıyorum.
"Sakın kıpırdamayın", diyorlar. Ellerindeki çapa ve
tırmıklarla üzerime doğru hamle yaparlarken panikleyip
kendimi bahçe duvarının üstünden öteye atıyorum.
Baktım, çocuklar oturduğum yerde kümelenmişler bir
şeye vurup duruyorlar.
Vurdukları bir yılanmış meğer, parça parça etmişler…
Bileğim kalınlığında, tahmini üç metre boyunda. Tam
oturduğum iskemlenin dibinde… Hedefinin bana
29
olduğunu söyledi çocuklar.
Ucuz kurtulmuşum veya beni bir yılan sokmasından
kurtarmışlar. Ama hiç övünmüyorlar, heyecanla
anlatıyorlar. Sanki görevleriymiş gibi davranıyorlar
çocuklarım.
Yangına da Gittik Düğüne De
Ava da gittik, ama yangın işi başka:
Günlerden bir gün okul çıkışı bağırışlar oldu. Kurşunlu
yönünde dumanlar görmüşler… Köyümüz orman
içersinde, çevre Kaz dağlarının ormanlarının devamında.
Yangın eksik olmazmış ama, ben ilk kez görmüştüm.
Dumanı görmüşler ve köylerden eli kazma kürek tutan
kim varsa yangın söndürmeye koşuyor.
Ben de bir kürek alıp katıldım köylüye. Epey uzakmış.
Vardık ve çevremizden aldığımız talimatla kimi ağacı
devirdik, kimini söndürdük.
Yangını tamamen söndürüp soğuttuğumuzda gece
olmuştu ve ben oldukça yorulmuştum.
Yani yangından çıkmışa dönmüştüm. Öyle demişti
ormancılar…
Ormancı İhsan bana bu göreve koştuğum için teşekkür
edip köye gitmem için atını verdi.
Bana, "Hiç merak etme", dedi. "Şahin seni köye
iletecek!"
Şahin, o karanlıkta hiç sekmeden, sanki üzerindeki
emaneti yerine iletmede ne gerekse yapmasını
emretmişler gibi beni köye getirdi. Muzaffer bir dönüş
olacağını kestiren köy kadınlarının hazırladığı sofraya
oturmadan önce karalardan arındık…
Çok az zararla kurtarmışız ormanı. Ormancılar bana daha
sonra tavuk ziyafetiyle teşekkürlerini tekrarladılar.
İşte bizden böyle; ava da gideriz, yangına da… Bu tefrika
sürecek ve kalacak arkaya pehlivan tefrikaları.
İşte onlar hiç bitmez tükenmez…
30
DANSÖZ
Hemen o beylik cümle ile yazmaya başlayacağım:
“Nerede o eski Türk filimleri?” diyeceğim ve
başlayacağım içindekilerini saymaya; aşk, heyecan,
güldürü, kavga, dövüş, komik adam, yardımseverlik ve
gazino muhakkak.
Gazinoda mutlaka oryantal dansöz, yani göbek dansı
olacak her filimde...
Anımsadığım kadarıyla ellili ve altmışlı yılların Türk
filmlerinin çoğu birbirine benzerdi.
İçerikleri, çekim yerinden tutun da birinde neler varsa
diğer filmde aynı öğeler bulunurdu.
Tümünün konularının gelişmesinde, sonucunda benzerlik
bulurdunuz. Açıkça sonucu önceden bilinirdi filmlerin.
Konunun her yerine konulan dansöz olmazsa olmazdı.
Dansözler kraliçesi veya esaslısı... Filme girmeden önce
afişlerde seçim yapardık. “Özgan Tekgül veya İnci Birol
veya Nimet Alp arasında”. Afişlerde reklâmı yapılır,
“kraliçe” diye tanımlanır, müşteri çekmeye çalışılırdı.
Delikanlılık işte, filmin konusundan çok dansöz seyrine
gidilirdi sinemaya. Elli sene öncesinin erkek milletinin
genci ve yaşlısının büyük eğilimi vardı “dansöz”
konusuna. Hatta birçok kere tepsi üzerinde dansöz
oynatma arzusu olanları dinledim... Ancak böyle bir
alemin gerçekleştiğine tanıklık etmedim.
Erkekler bunu tartışırken evde kadınlar da dansözü
konuşurlardı ve filmin seyrinin yanında canlı canlı
izlemek istekleri de gündeme gelirdi kimi zaman.
Ama önce... Eskişehir’de oryantaller:
Çocukluğumdan çıktığımda Eskişehir’de eğlence,
bayramlarda kurulan çadır tiyatrolarında da olurdu.
Yoğun müzik kalabalığı ile çadırdaki sahnede gövde
gösterisi yapan sözüm ona artistler sırayla gerdan kırıp,
kalça oynatıp rol gereğini yerine getirirlerdi.
Sonraları Eskişehir’de bar veya pavyon denilen eğlence
yerlerinin varlığını fark ettik.
31
Şerif Baba’nın Yalaman’daki barında “Babuş” adıyla bir
dansöz yıllarca seyirlik oldu...
Diğer pavyonlarda da her gece bir oryantal sahne aldılar.
Arkadaşlarım bunlardan Luisa Nor’u, İnci Birol’u,
Nana’yı anımsıyorlar.
Bundan başka nice dansöz geldi şehrimize, saymakla
bitmez.
Bunlardan birkaçı Eskişehir’den delikanlılarımızı alıp
götürdüler.
Pek çok filmde rol alan Nimet Alp, Muhterem Nur’da
şehrimizde bulunmuşlar. Doğrusu Eskişehir oryantal
dans açısından bir atlama taşı olmuştur.
Ellili yılların sonunda Eskişehir’de pek çok bar pavyon
açıldı ve hepsi de oryantale yer verdiler.
Oryantaller İstanbul’dan transferdi ve onları Kudret
Şandra isimli birisinin yetiştirdiğini duyardık.
Gün geldi eğlence yerleri kapandı. Dansözler kent
değiştirdiler. Adana’ya, Güney illerine kaydılar. Burada
eğlence bitti. Ve göbek dansı dolu filmlerin yerini sanat
filmleri aldı. Zaten bir süre sonra siyah-beyaz televizyon
girecekti yaşamımızın eğlencesi olarak evlerimize.
Ekranlarda göbek dansı görmedik, taa, seksenli yıllara
kadar. Bir yılbaşı gecesi sürpriz oldu bize, yeni yıla
girerken Nesrin Topkapı’yı göbek dansı yaparken
izledik.
Unutulmaya yüz tutan dansöz olayı şimdi tekrar
yaşamımızda olmalı. Geçen ay kapalı çarşıda pek çok
satıcıda dansöz giysisi gördüm çünkü...
32
BABAM GÖRSEYDİ
Bugün gazeteden çıktım, Köprübaşı’nı dolanıp geldim
Alara’da oturdum.
Köprübaşı`nda benim dönemden kalanların sayısı
parmaklarımın sayısından az ve alemin eskisi gitmiş,
yenisi gelmiş. "Babam mezardan çıksa, şuraları görse
şaşırır ve "Olamaz, ben yanlış yere gelmişim" der
mezarına geri dönerdi." İki de bir taşan ve kenti su
içersinde bırakan Porsuk`u arar da bulamazdı. Evet bir
derinlere inmişti Porsuk. Duvar vardı şimdi her iki
yanında, eğri büğrü salkım söğütü bulamazdınız. Yine
Porsuk`un üstündeki köprüden geçen tramvayı görseydi
babam, "Ejderha mı ne?" derdi.
O sağken herkes evine yürüyerek giderdi. İşine de
yürürdü, elinde sefertası yemek götürürdü evden işe,
şimdi böyle mi? Değil, tabii… Kasım bitiyor hâlâ kar
düşmedi. Havalar da aman aman soğuk değil, bulutsuzsa
güneşi hissediyor insanlar; n’oldu böyle?
Havalar, çevre, her bir şey değişti, saatlerdir yürüyorum
tanıdık bir yüze rastlamadım, benim kuşağım gitmiş,
yerine bir başka kuşak gelmiş.
Hep yeni kurumlar, yeni işyerleri, yeni insanlar…
Yaşlılar da yeni, bir yerlerden gelmiş olmalılar!
Çevre bir başkalaşmış, insanlar da çözümsüz, değişim
içersindeler sanki. Örneğin herkesin elinde cep telefonu,
herkes yolda belde birileriyle konuşuyor. Konuşması şart
mı? Bilmem, şart olmasa konuşmazlar… İnsanlar
hallerine bakarsanız doyumsuz, ellerde dolu dolu poşetler
ve iki adımda bir yemekçi, hafif, ağır lokantalar…
Yiyecek taşıyor insanlar, dükkânlar dolmuş, yemek
satan, tatlıcı bolluğu var. "Çerez mi?" iki adımda bir
dükkânı var bu işin! Kısacası, vitrinler tıka basa mal
dolu, dükkânların içleri de ihtiyaca binaen… Görme
baba, bu teknoloji bolluğu seni uçurur! Senin o yaşlı
radyon var ya! Evet, o antika şimdi; o buzdolabın, kollu
çamaşır makinen… Kuzineni ne yaptık bilmiyorum, koca
33
kazan hurdaya gitti.
Çevre fotoğrafçı dolmuş. Düne kadar koskoca kentte
parmak sayısı kadar fotoğrafçı vardı. Vesikalık fotoğraf
çeken şipşakçılar üçayak ve bir kutu ile Sıcaksular’da
müşteri beklerdi. Vesikalık fotoğrafı gerekenler bir kırık
dökük sandalyeye oturarak birkaç saniye poz verir,
dakkasına fotoğrafını alarak ya mendiline sarar, ya da
şapkasının içerisine kuruması için kordu. Son yıllara
kadar onlardan ikisi ile dostluğum sürdü. Birisi Ethem,
diğeri Hasan usta… İçkicilikleri ve birbiriyle sürekli
kavgaları meşhurdu!
Çevre fotoğrafçı doldu, fotoğraf makinesi bollaştı, hatta
her bir şey bir makine edindi ki buna kamera denirdi.
Sonra da cep telefonları kamera yerine kullanılır oldu.
Teknolojiyi satan mağazalar, fotoğraf tabeden mağazalar,
fotoğrafçılar köşeyi, bucağı sardı. Düğünlerde kamera ile
bir film çeker gibileştik. Yanisi teknoloji bizi çoluk
çocuğun eline düşürdü! Karşımızdaki kişi bir şeyi
sorunca aval aval bakıp cehalet sergiledik, ki bu
cehaletimiz süratli değişime karşın ağır aksak
etişemememizdi. Süratle ayak uyduramadık. Bizi bir
şeyler aştı gitti.
İnsan alıştıklarından kolay kopamıyor, bir vesile ile adres
değiştirirseniz yeni adresinize alışmanız zor, eskisinden
de geçmeniz zaman alıyor.
34
DEFTERİMİZDE YERİ VARDI
Defterimizde asla modası geçmeyecek konular
listesindeki "Çukurçarşı" park oldu!
Kadim dost Çelebi, yaklaşık bir buçuk aydır kasabasında
paşa-paşa oturuyor ve yeni yıl gelince beni anımsama
zahmetinde bulundu.
Kurban Bayramı’nda Eskişehir`de olamamam da onun
bahanesiydi! Yukarıda Çukurçarşı ile başlamam Çelebi
ile ilgisi şöyle…
Bakmış hiç oradan bahseden yok, merak etmiş, “N’oldu
Çukurçarşı`ya” diye…
Bana sordu. Geçenlerde bir törenle açıldı, gidemedim
açılışa, ama sonra bir kolaçan ettim. İşbankası tarafı at
heykelleri ile şenlendirilmiş, başka kayda değer bir şey
yok. Çukurpark ise ıssız ve sessiz. Boynu bükük gibi
geldi bana…
Neydi O Hareketli Zamanlar
Çok indim Çukurçarşı`ya, balık almak için, sakatat almak
için, helva, turşu için, tavuk için servet için ve Sivrihisar
Caddesi`ne kestirme gitmek için…
Bir zamanların kayıkçı Servet’i balıkçı olmuştu, O`na
takılırdık, Çukurçarşı bitmeden o bitmiş, Kanlıpınar`a
çekip gitmişti. Köyündeydi artık… Ahir ömründe
sakatatçı Akaylar ve kelle fırının yeri idi Çukurçarşı.
Sabahtan akşamın geç saatlerine kadar ve yaz kış bir
bağırış, bir çağırış sürer giderdi. Evet, pazar günü bile…
Gün boyu insanlar çarşının merdivenlerinden iner
çıkardı. Pek hareketliydi ve yerler de devamlı ıslaktı.
Kasa kasa balık inerdi, tezgâhlanır, tartılır, temizlenir,
poşetlenir alır giderdi insanlar…
Ve balık pazarı idi Çukurçarşı Eskişehir`in…
Sivrihisar Caddesi`ne çıkarken köprünün boyunca
işportacılar sıralanmıştı. Porsuk`un kenarına, öylesine
hareket, öylesine bereket vardı hasılı…
Haydi Kurtuluş Pazarına Marş Marş
Bir gün geldi, haydin gidin, size yer yaptık, dediler
35
işportacılara…
Aynı gün balıkçılara da yol göründü, Kurtuluş`a doğru,
Kurtuluş pazarı sözüm ona kapalı işyerleri ile esnafa
daha fazla imkân, daha fazla "olanak" sağlayacaktı…
Birileri böyle dedi.
Kurtuluş pazarı o günlerde beklenileni vermedi,
Çukurçarşı`nın da tadı kaçtı; ıssız ve sessiz kaldı. Esnafın
bir kısmı başka bir yerlere gitti, bir kısmı yazgısına
küstü…
Bana sorsalardı Çukurçarşı`yı, “Öyle eski haliyle kalsın”,
derdim. Tıpkı Eminönü gibi veya bir kasabanın çarşısı
gibi, ilkel ama sıcak… Sıcaklığı herkesin orayı
benimsemesinden dolayı. Belki zaman oraya bir el atar
da günün gereğini getirir; belki de geleceğin kuşağı o
günün gereği ne ise onu yapardı.
Çelebi Nerdesin Yahu?
Bilmem Çelebi`nin kasabasında Çukurçarşı benzeri yer
var mı, yok sanırım. Olsaydı özlem duymazdı.
Yeni yılın ilk pazarının geçmiş pazarlarından farkı yok
aslında. Fark bizde, saçlar ağarmış, belimiz bükülmüş,
dişlerimiz dökülmüş, ağzımızın tat alma özelliği bitmiş
gibi…
36
BİR HAYAL GİBİ
Hava elverişliydi. Çarşıya, pazara daldım, kalabalığa
takılıp yürüdüm. Uzunca, vitrinlere baktım, pazarda
tezgâhları gözden geçirdim. Yok, Yoktu!
Çocukluğumda yılbaşı için alınan portakal ile mandalina
bizden köşe bucak saklanırdı ki, bulduğumuzda dibine
darı ekilecek hale getirirdik... Seneler seneler öncesi
Ocak ayının ilk haftası Süriye’den gelen Refik ustanın
bize hediyesi bir, bilemedin iki kilo domates olmuştu,
ailece yemeye kıyamadık!
Öyle ya ocak ayı gibi kışın ta ortasında taze domates
görmek bizim çevremizdeki her kula nasip olmazdı.
Salça ile götürürdü millet işi... Haydi sebzeyi, meyveyi
bir yana bırakın çorap bile bulunur değildi, ancak yün
eğrilerek elde örülürdü.
Lastik ayakkabı ve yine evde örülen üst giysileriyle
sadece patates, nohut, kuru fasulye yemeğine ilaveten
ıspanak ve de pırasayla lahanaya talip edilirdi değil mi?
Pazarda yok diye bir şey yoktu, sebzenin, meyvenin
daniskasını okşayıp geçtim... Sanki yaz gibiydi, bakla da
vardı, yaprak bezelye de, “Maş4”da... Ki adını duyup
görmediklerimiz de...
Arkadaşımla ayaküstü sohbet ederken yeni liralar ortaya
çıktı. Gençti benden; mor binlik göndermiş, delik bir
kuruşluğu hatırlıyor ama, paradan haberi yok...
Bir kuruşun kırk para, iki buçuk kuruşun yüz para
denildiği günleri görmemiş ve O’na on paradan söz
ettim. dört tane üzerinde “10 Para” yazılı paranın, bir
kuruş ettiği günleri anlattım.
Sonra yine, “Şu bolluğa, berekete göz at”, dedim. Dün bu
manzara yoktu, hayal bile edilmezdi. Mor bir liralık
sahibi parasını bozduramazdı.
Çünkü bin lira paranın bulunamadığı günlerdi. Şimdi şu
milletin o günlerde bulunmadığı gibi.
4
Bakla kurusu
37
FUTBOL DEĞİL, SPOR ÖZLEMİ
Gazeteye geldiğimde bilgisayarımın ekranında beş kişilik
bir grup görüntüsü ile karşılaştım. Mavi spor giysilerle
çimlerin üzerinde ekrandan bana sırıtanlar yabancı
değildi.
Önde oturur pozisyonda spor servisinden Erhan ve Cevat,
ayaktakiler benim Bilal’im, Ali Baş ve Muharrem
Esen… Sporcu kılığı ile bana karşılar!
Seyfi’ye sordum; “Bu iş, ne iş?” dedim.
Dün gece halı sahada ecinnilerle futbol maçı yapan
ekibimiz olduğunu söyledi.
”Görüntülerinin benim ekranımda ne işi var?”,
diyecektim aydım. Sözüm ona bu ekip benimle kıran
kırana maç etmek istiyordu!..
Gülümsedim, dişlerine göre beni bulmuş olacaklar da
ama geleceğin onlara kaça patlayacağından haberleri
yoktu... Onların ekibi ile benim ekibim halı sahada!..
Düşünebiliyor musunuz? Bizi kalbura çevirecekler sonra
da gazetede tef çalıp zevkleneceklerdi!..
Ne bileyim işte, açıkçası kendilerince havalara
girmişlerdi. En azından ben öyle anladım ve görüntüyü
ekranda bırakıp ayaklandım.
Sanırım beş kişilik ekip oluşturmam gerekiyordu. Seyfi
biiir, ben ikiii, Şaban Baba üüüç, geriye iki eleman kaldı.
Bizim katta bakiye tek erkek var, O da Sevgili Vedat
Alp. O’nu takıma almak istemedim, çünkü işin içine
siyaset girer spora şaibe bulaşır diye...
Sekreterim Nilgün üzerine düşündüm, ama üflesen
uçacak garibim. Çarnaçar teklif ettim; O boynunu
bükerek “Mazur görün” dedi.” Nedenini bilmiyorum ve
şimdilik beşe karşılık üç kişiyiz ve maç için kararlıyız.
Eğer siyaset ile birlikte gelmezse Vedat Alp ile takım
oluşturup beşe karşı dört ile sahada yerimizi alabiliriz.
Yeşil saha özlemi ile geçen yıllar… Elli yaş sınırında
gazete spor servisine hep göndermeler yapıpı
durmuştum. Şimdiyse amacım onlarla mini futbol maçı
38
yapıp gençliğimin becerilerini ispat etmekti. Ama türlü
çeşitli girişimlerimi ciddiye alan olmadı ve hevesim
kursağımda kaldı.
Bu kez bir fotoğrafı bahane ederek kendimi ve ekibimi
lanse etmeye kesin kararlıyım!..
Bakalım önümdeki resimdekilerle geçmişten bugüne
kadar süren özlemim gerçekleşecek mi? Yenmek
yenilmek önemli değil; maksat spor, maksat ortaya
kaliteli oyun çıkarmaktır...
Futbol güzeldir ama…
Çocukluğumda top peşinde koşmaya doyamazdım, tüm
çocuklar da doyamazdı.
Akşam karanlık basıncaya kadar oynardık. Sonra, sırayı
statlardaki maçlar aldı. Futbolda amatörlükten
profesyonelliğe geçince oyundan çok hırs rol aldı,
galibiyetin çok şey getirdiğini gören oyuncu galibiyet
için rakibini ittirdi, kaktırdı, çelmeledi, tekmeledi ve tadı
tuzu kalmadı işin.
Hele seyirci oyunu alkışlamayıp oyuncunun sırtındaki
formayı alkışlayınca güzelliğin değil, puan hesabının
peşine düşünce futbola veda ettim. Hasılı futbol’a spor
diyemiyorum, “oyun” diyelim mi?
Sonra NBA’yın basketbol seyircisi oldum. Zamanla
basket bana daha çok izlediğim spor dalı oldu. Futbol’a
geçmişten kalanla yetindim.
Hangi takım mı? Önce BJK (baskı sonucu taa
çocukluğumdan), sonra Es-Es…
39
SÖZ UÇAR, YAZI KALIR
Kitaplığımda ajandalar var, geçmiş yılların ajandaları
ama çoğu sayfaları dolu.
Akşam eve geldiğimde o gün ne yaptıysam not etmişim.
Yani günlük tutmuşum. Bir işe yarayacağından değil,
alışkanlıktan ötürü. Sorunlarımı, sevinçlerimi pek çok
şeylerimi paylaşmışım… Çözemedim mi? Yazmışım ve
çözümü defterime bırakmışım! Mutlu olduğum bir
konuyu da satırlara döküp, defterimle paylaşmışım. Yani
benim dostum olmuş tuttuğum günlük. Sonra kapatıp,
yatıp rahat rahatça uyumuşum. Şimdi açıp okuduğumda,
o günler gözlerimin önüne geliyor.
Bana bu alışkanlığı rahmetli annemden geçmiş işte bir
şekilde. Ama nasıl bilmiyorum. Bunu annem rahmetli
olunca öğrendim.
O çocukluğundan beri önemli bulduğu konuları defterine
hep yazmış, yazmış, yazmış…
1920’lerde doğduğuna göre, 1935’lerde yazmaya
başlamış. Çekmecesinde bulduğum anılar defterini
torunu, oğlum Uluç aldı, götürdü.
Elimde olsaydı ayrıntılı bilgileri aktarmam mümkün
olacaktı! Fakat okuduğumda aklımda kalanlar var. O
1935’lerde ve sonrasında, boş zamanlarda okuduğu
kitapları, yazarları not etmiş… Birkaç satırda konusu
geçiyor defterinde!
Nişanlandığında bir pazartesi fotoğraf çekmeye gitmişler
babamla…
Örneğin, “sarka giydim” demiş. Kardeşim kızamık
olmuş, şu tarihte diye, yazmış. Şu tarihte Sema’nın üç
aylık olduğundan ve ağzındaki dişlerin patladığından söz
etmiş… Tarih 48’lerin başı…
Unutkanlık Üzerine
Bana unutkan gözüyle bakanlara: Hiç de unutkan
değilim. Gerekli şeyleri defterime yazdığımdan
hafızamda taşımama gerekmez. Lazım olursa açar
bakarım.
40
Okuduğum bir eserin önemli satırlarının çizerim. Açıp
baktığımda gözüme çarpar…
Cebimdeki boş kâğıda geçtiğim notlar beni yönlendirir.
Dolayısıyla yaşamım rahat geçer. Çevreye karşı
dikkatsizliğimin nedeni, ayrıntıya takılmama yarar.
Bazılarının tabela ezberlemesini kabul edemem.
Bazılarının ezberlerini gülünç bulurum.
Senede bir veya iki kez lazım olacak telefon numaralarını
kayda geçirmem…
Bir senedir iyice, kayıtsızlık, umursuzluk yaşama
aşamasındayım.
Çevremi bile rahatsız eden bu durumdan çok
memnunum. Yüzeysel yazmamın nedeni bu.
Problemlerin çözümünü ustalara bıraktım. Yani hava
soğuksa soğuk, sıcaksa sıcak olması havanın doğası
gereği olduğunun düşünüyorum. Sağlığım konusunda da
“azı karar, çoğu zarar” prensibini edindim. Kendimi
savunma gibi bir derdim yok. Kulaklarım duyma
yeteneğini kaybetmiş ise bunun nedeni belki beni
rahatlatmaktır, eskisi gibi göremiyorsam bazı şeyleri
aman aman iyi görmemem benim için belki daha iyidir,
diye düşünürüm.
“Neden Yazdın?” derseniz
Pek çok gence, “yaz” dedim. “Anılarını ve geçen
günlerini kaydet” dedim. Bana sordular “Ne yarar
sağlar?”
Bir yanıt veremedim. Gerçekten böyle bir uğraşın ne
yarar, ne yaramaz olduğunu bilmiyorum. Hani bazıları
der ya, “Hayatım bir roman…” diye, belki de bir roman
olur gerçekten annemin yetmiş küsür sene önceleri
yaşamından kesitleri yazdığı anı defterinden. Görünce
şaşırdım önce, sonra da onun dolu dolu bir ömür
sürdüğünü gördüm bu pencereden!
Evet, anılarını, olayları yazdığı defterin başına; “söz uçar,
yazı kalır” cümlesi ile başlık atmış. Yazı ile birlikte bize
kalanların neler hissettirdiğini bilenlerden misiniz?
41
ALIŞKANLIKLARIM
Sigaraya veda edeli, bir sene oldu (2008 Mart ayında)
Ama farkında olmadan cep telefonumun tiryakisi
olmuşum. Evde elimin altında, evden çıkarken sol arka
cebime sokuşturuyorum. Ve mutlaka kulağıma işitme
cihazımı takmam gerekiyor. Gömleğimin cebimde sigara
paketim olmazsa olmazlardandı. Bıraktığımda burasını
gözlük ve kalemimi işgal etmiş de haberim olmamış.
Artık, evden çıkarken bu… Aksesuar gereksinimlerimi
yanıma alıp almadığıma bakmıyorum, bu iş alışkanlık
olmuş bende. Bir alışkanlık da öteden beri yazmak
üzerine. Yazmak için konu bulmak dert değil, bir kitap
alıp karıştırmak, gazeteye göz atmak veya bir süre
düşünmek yeterli. Hele caddeler, sokaklar onlarca konu
dolu. Hele hele insanlar konu aktarmakla kalmazlar
yazılarıma konu olurlar… Başka bir alışkanlığın da esiri
olmuşum. Düne kadar kırk kat yabancım olan
bilgisayarla yatıp, bilgisayarla kalkıyorum desem
doğrudur. Gece yatmadan önce yurt ve dünyada gezerek,
sabah kalktığımda ise haber kanalları ve gazeteleri satır
satır okuyarak öğleyi buluyorum. Evet, artık televizyon
ekranları arka planda kaldılar farkında olmadan,
bilgisayarın sigaradan beter tiryakisi olmuşum.
Olmuşum, çünkü çocuklarım ona eğilimimi, ona
kendimim kaptırışımı bana aktarıyorlar. İnanamıyorum!
Bu yaşımda böylesine kendimi vereceğim şeylerin
olacağını sanmazdım. Ya bol bol yürüyecektim ya da
doğayı seyredecektim. Al sana gözlük, kulaklık ve bir de
cep telefonu, evinde bir köşede bilgisayar ve
internetsin…
42
MOBY DICK İLE SOHBET
Onu köyün camisinin önünde buldum. Sağ kulağı kesik
kirlenmiş kocaman köpeği aldım, baktım boynunu
bükmüş açlığını hareketsizliği ile sürdürüyordu
Biraz ötedeki evime getirdim, ikinci kattaki boş odadaki
ocağı eşeleyip kütüğü ateşledim.
Oturağımın altında beni izleyen biçare köpeğim ile
konuşmaya başladım, “Aç mısın, susuz musun, adın ne?”
Derin derin bakarak, ne yazık ki yanıt veremediğini
aktardı.
Önce adlandırmalıydım.
Beyazlığından dolayı ona -Beyaz Balina’dan
esinlenerek- “Moby Dick” adını verdim. Yüzüne karşı
söyledim, hiç tepki vermedi, devam ederek;
“Bir de lakabın olmalı,” dedim. Uzun süre bir çok lakap
üzerinde dolaştım fakat münasip bir şey bulamadım.
Sonuçta; “Haydi sana Bigalı diyelim” dedim.
Gözlerine baktım bana kabullenmiş gibi geldi. İleriki
günlerde onu çok seven öğrencilerim, “Mobik” dediler
ona…
Odada ki ocakta odun kütüğün tadı gelmişti, çengele asılı
erkeç etinden parçalar koparıp ateşteki saçağı sacda
pişirecektim, Bigalı’ya da pişmiş et yedirecektim.
Burası Kaz Dağları’nın karşısındaki Karadağlar ve ben
arzda yüz elli hanelik bir köydeyim.
Öğretmen olarak askerlik görevimi yapıyorum, ailem
Eskişehir’de… Aynı zamanda yüksek okulda
okuyorum…
Bir sevda uğruna daha on dokuz yaşımda buradayım.
Karanlık basıyor, odada ki ocakta kor olmuş kütükten
parçalanan kömürlerin ışığında yanımda alıp getirdiğim,
cami avlusunda bulduğum bir başka garip, cılız, beyaz ve
kulağı kesik “Mobik” ile sağ kulağımın ucu kesik olan
benle yazgılarımızı yaşıyoruz..
43
Pişen etten bir parça veriyorum ona. Bir parça da ben
atıyorum ağzıma, ayak ucumda ki radyodan özlem
şarkılarını dinliyoruz ve Bigalı’ya Dereli’nin
Bozcaada’dan fıçıyla getirdiği ve şişelediği “Talay”
isimli sirkeden ikram ediyorum…
“Teşekkür ederim, istemem” diyor sevgili dostum.
Mis gibi erkeç etinin nefis kokusuyla, müzik dinleyip
sirkeyle, karışık güneşi batırıp karanlığın inişini
izliyoruz. Pencereden Güneye, Güneydoğuya ve karşı
dağlara, tepelerde beliren yıldızlara bakaraktan.
Sağ yanımda başında sağ elim Mobik’de, köpeğimin
kemikleri çatır çutur yemesini izliyorum Sonra oturağımı
pencerenin önüne çekiyor ve dışarıya bakarak sirke
yudumluyorum. Sonra da aynalı tabakamı açıp bir cigara
sarıyorum ayıngadan kaçak kağıda,…
Ayınga kaçak tütünün adı!.. Tel tel kıyılmış, taa karşı
dağın eteklerinde yetişen nefis tütünün dumanı bile bir
başka… İçimi enfes!
“Doydun mu?” diye soruyorum, kimsesiz, garip ve evsiz
barksız, itilmiş kakılmış Bigalı’ya.
Geliyor yanıma ve benimle seyre dalıyor, dili dışarıda…
Beni dinliyor… Beni anlıyor… Hiç yanıt vermiyor,
ama benimle konuşuyor!
Beş ay boyunca beraber olacağız onunla Okula giderken
benimle gelecek, okuldan çıkışımı bekleyecek, yan yana
eve geleceğiz, tatil günleri dağa dalacağız, kestaneye,
davulgaya ve ayı yemişine, cevize,… O öteye beriye
koşacak!
Onu, beni sevdikleri gibi herkes sevecek. Bazen ona, “Ne
haber Havhav?” diyeceğim, bana “Hav” diye yanıt
verecek, demesi şu ki; “Seninle beraber her şey daha iyi
oluyor.” Sirke bitti, radyoyu da kapattım ve şu karşıda ki
en tepede parlayan yıldızı gösterdim Mobik’e, “Benim
sılamı görüyor o” dedim. Tüm sevdiklerimde onu
görürler.
Dinliyordu garibim, devam et dercesine bir bakışla…
44
HAYVAN SEVGİSİ
Mobik adlı köpeğim benim peşimi bırakmadı, ben nereye
o da oraya… İlk buluşmamızda onu evin damına
almıştım, ertesi sabah duvarı delip dışarı çıktığını, kerpiç
duvarın kazınmış parçalarından anladım.
Belli ki, ihtiyaç sorununu evin dışına taşımıştı.
Karadağ’a beraber tırmandık, kestane topladık, davulga
kopardık, cevizleri çantamıza doldurduk, karnımız
acıktığında söğüş etimizi ekmeğimize katık ettik.
Ekmeğin arasındaki biber turşusunu, o yemezdi.
Dereden geçerken, onu suya attım, ileri geri keyifle
yüzmesini seyrettim. Dereden çıktığında sularını silkindi.
Bir dağ köyünde bir başına bana arkadaş olmuştu bu
yaşlı köpek. Yalnızlığımda konuşurdum, anlardı
bencileyin...
Gözlerini gözlerime dikerdi, anlıyorum dercesine.
Birlikteliğimiz üç ay sürdü..
Köyden ayrılma vakti gelmişti. her şeyimi bırakacaktım,
Ama her şeyim eşyalardan ibaretti.
Canlı kanlı bir tek Mobidik vardı. Onu da bırakmam
gerekiyordu. Her bir şeyi bırakmak güç gelmedi, fakat şu
beyaz havhav var ya!
Ona takıldım. Onu bırakamayacağımı bilenler
sahiplendiler köpeğimi. Sevenlerle yola düştüm.
Kufalı’ya varınca son kez vedalaştım. Köpeğimi Lütfü
kucakladı, salmadı. Daha önce birkaç kez ayrı kalmıştık.
Bu kez anladı durumu, çakmıştı…
Ne desin garibim, o da el sallamak mecburiyetinde kaldı.
Daha gençliğimde pek çok ayrılıktan biriydi bu.
Yöremden buraya canlarıma veda etmiştim. Bir de
cananıma… bir daha görüşecek miydim, bilmiyordum…
Seneler sonrası oradan haber aldım.
Yıllarca sürüye gitmiş, orada koyunu keçiyi toplamak
için havlayıp durmuş.
Bir gün gelmiş vadesi yetmiş Bigalı’nın.
Ayrılık önce koymadı, ancak, İstanbul’a doğru giderken
45
içimi hüzün kapladı. Hele akşamın karanlığı çökünce,
yapayalnız şaşaladım...
Her şey bitiveriyordu, tek başıma kaldığımda geçip
gideni anımsıyordum. Bir zamanlar umutla beklediğimi,
sonra yaşadıklarımızı, sonra da vedalaşmayı, düşünüp
düşünüp kahroluyordum.
Hep ayrılmak vardı, terk etmek, terk edilmek, bırakıp
gitmek, sırt dönmek değerlere… Bu yaşa kadar çok
ayrılık yaşamıştım ve hepsi bir yana köpeğim bu terk
edişe ne demiştir bilemiyorum ki!
Ben ayrıldım, ayrıldıktan aylar sonraysa kahroldum,
Havhav’ı anımsayıp kabullenemedim, suçladım kendimi.
İnsanlardan ayrılışlarım oldu. Pek çok, sayısı belli değil,
canlarımdan da mecburi ayrılmam oldu, bir nedenle, bir
gereklilikle…
Ölüm-kalım, gurbet de sebep ayrılıklara, hepsini,
kabullendim.
Cananımın çekip gitmesi dokunmadı mı?
Dokundu tabii, en azından kırıcı olmayabilirdi, acı acı
gülebilirdi!
Sevgili havhav aradan kırk yıl geçti sen öleli, şu yaşta
bile yaşamın bir şartı olduğu halde senden ayrılışımı
kabul edemiyorum.
Ve de her şeye rağmen ölünceye dek seninle
olmalıydım. Bu konuda kendimi suçlamaktayım!
46
ŞUNDAN BUNDAN
Siz yaz geldi sanacak, evden yazlıklarla çıkacaksınız
sabahları, oysa bu ayın yirmi ikisine kadar
"Kırkikindiler", adı verilen akşam üzeri yağmuruna
yakalanmanız olası…
Derler ki, Eskişehir’in yazı yoktur, gündüzleri yakar
kavurur, akşam karanlığı indiğinde kazak, ceket aratır.
Bir de tozu, talaşı vardır, rüzgâr sıcak sıcak tozla tokatlar
insanı… Eskişehir’de yaşamış fakat güneye yerleşmiş
olan arkadaşım İlhan, buraların iklimini unutmuş. Gece
üşüdüğü için yeleğimizi emanet aldı ve geçmişi
anımsadı. Gece Yalaman’da yazlık sinemaya gittiğinde
üşüdüğü günleri… Filmi izlemeyi bıraktığını, eve
koştuğunu…
Uzun kışı yaşayan Eskişehir’i terk eden ve deniz
kenarına yerleşen o kadar çok ki, asla buraya dönmeyi
düşünmüyorlar, “yakacaktan istifademiz olduğu kadar
‘bahar’ denilen bir, hatta iki mevsimin olduğunu gördük
ve doyasıya yaşıyoruz” diyorlar. “Eskişehir” denilince
içimiz titriyor.
“Kader bağlayınca” derler, çok istedim Batı’ya gitmeyi
en azından İznik Gölü çevresinde yerleşmeyi. Deniz
kenarında olmasa bile göl kenarında olta atacak, alabalık,
yayın veya benzeri ne olursa avlamayı, ötesinde horoz
sesiyle uyanmayı…
Olmadı, kaldık Eskişehir’in ta ortasında, her şeye rağmen
kenarından köşesinden sevdiğimizi, kendimize söyleye
dinleye bir ömür geçti, kader bağlayınca yiyecek içecek
varsa, deyip…
İşte böyle kentin kendince belli bazı huylarını yazdık.
Yazının kışının yanında kırk gün süren ve Mayıs-Haziran
aylarını kapsayan kırkikindileri yani akşama doğru
gökten düşen rahmeti ve bazen gürül gürül geldiğini
bazen de doluya döndüğünü de ilave ederek son noktayı
koyalım…
47
YAZLIK- MAZLIK
Daha ayağımızı boyayan siyah tire çorap giyerken ne
olduysa oldu, birden bire naylon çorap gördük. O yıllarda
pazarları Orman fidanlığı’nda yazın sıcağından kaçıp
“piçniç” yapardık, yayan yapıldak. Bazen kamyoncu
dostun mahalleye armağanı; fidanlığa tur…
“Yazlık” asla bilinen bir kelime değildi ki, yalnızca
İstanbul’da birileri adalarda geçirirdi yazları.
İmkânlarını kullanırdı Rumlar, Yahudiler ve cebi dolu
olanlar.
Bizim kentin de iyileri vardı; Kütahya Ilıcası, Sakarı
Ilıcası ve Maliç’in Yarıkça’sında bir oda kiralamak o
tuzu kuruların yaz sefasıydı ki, yine on beş ile yirmi beş
gün sürerdi. Lüksümüz buydu ve başta dediğim gibi
naylon çoraba geçişimizi baz alarak denize doğru
uzanmasını dile getireceğim;
1960’ı aşarken ilk yıllar Batı’ya, denize kavuştuk.
“Erdek” keşfedildi. Toplumun bazı kesimleri, birkaç
kurumun kurduğu kamp sendromuna kapılıp çadır veya
pansiyona takıldılar…
Evin önüne araba çekenler, bir yere gitme ihtiyacı
dışında ağaçlık yerlere, su başlarına, göllere gitmekte
gecikmedi. Her geçen dönem - ki, bu dönemler için süre
hep değişti- insanları biraz daha uzağı keşfe itti, biraz
daha uzun tatile teşvik etti. “Al sana yazlık modası”…
Görgüsüzlük olmasın diye ağırdan alanların da yazlığı
oldu, onlar da arabalandılar.
Erdek olmazsa Kumla… Kumla’da zeytinliklerle deniz
arasında kalan kumsalı Bursalılarla paylaştı
Eskişehirliler… Önceleri akrabadan birinin yazlık
sorununun çözmüş olması yeterliydi. Dost ve akraba ile
arkadaş grubu o yazlıklara kısa süreli ziyaretçileri
oldular, sonraları onlar da yazlıklandılar.
Okulların kapandığında da yazlıklara akın başlıyordu.
Zaman, kenti güneşten kararmış kişiler dolduruyordu.
Plajda yanmış olmak gerekiyordu…
48
İşte bu geçen yarım yüzyıllık sürede ne kadar kumsalımız
varsa hemen berilerini siteler, yalılar, yazlıklar kapladı.
Verimli arazisini, arsa yaptı insanların hırsı…
Gözü dönmüştü “naylon”un…
Yayılmalara, kasaba ve köyler de katıldı ve çivisi çıktı
memleketin… Yooo, çivisini çıkardı naylon… Doğayı
kirletme konusu onun işiydi bence.
Yazlık yatırımını, yazlıkların tefriş edilmesini, araba
sevdasını, zaman israfın ve boşa harcamaları hiç
düşünmeyen toplum daha sonra bir atılım daha
gerçekleştirdi ki, bu atılımla yazlığını daha başka bir
yazlıkla değişti.
Bodrum’a, Datça’ya ve daha lükse… Arabalar da
sıfırlandı evlerde, yazlıklarda…
Yine ekonomi ve yine gereksizlik geride kalmıştı.
Bu arada birileri yazlık yerine turizm şirketleri ile
ihtiyacını giderirken bazıları da özel araç yerine toplu
taşımaya takılıp artları kullandılar… Böylece eğer tatil
yapacaklarsa her keresinde başka yörede gidilen yerde
hazır mutfakla işi akıl ile götürdüler…
Bunu bana Çelebi gösterdi.
O araba edinmedi, yazlık da almadı…
Hatta kışların elverişli aylarında elverişli yerlere gitti.
Yaptığı tasarrufu değerlendirip, tasarrufun getirisiyle
gezdi tozdu…
Şimdi benim arabam yok, yazlığım da. Keyfim
istediğimde, istediğim yere giderek eksikliğimi
tamamlıyorum…
İşte Marmaris’e giden abone arkadaşım elektrik, su,
telefon ve evinin eksiği ile ilgilenip oflayıp, puflarken
benim gezimin programı gez, gör; ye, iç…
Parasını şirket ödesin ve senden taksitle alsın.
49
ANIMSADIĞIM KADARIYLA ALTMIŞ SENE
ÖNCEYDİ
Altmış yıl öncesiydi, epey zayıflamışım ilkokul beni
bitirmek üzereymiş… Zafiyet iğnesi kâr etmeyince beni
sürüye saldılar; yani yaşıtlarımın arasına karıştırdılar.
Yine bu yaz ayları idi. Halalarımın, teyzelerimin, amca
ve dayılarımın çocukları ile birlikte olacaktım. Aynı
mahallede muhtelif sokaklarda oturan hısım akrabamın
çocuklarına karışınca onların lideri durumunda olan en
büyük halamın oğluna bir miktar para ödemem gerekti.
Nedeni; beş ile on beş yaş grubu yirmiyi aşkın
yeğenlerim, güvercin yetiştirme şirketi kurmuşlar. Birkaç
beyaz fındık gaga ve paçalı denilen güvercinle işe
başlamışlar. Ben de onlara katıldım. Babam halama
tembih etmiş, tüm çocukları toplayıp yedirip içirecek ve
benim de iştahımın açılıp zafiyeti yenmemi
sağlayacakmış!
Bir sabah kahvaltısından başladık: Bir büyük sininin
çevresinde düzineden fazla kızlı erkekli çocuk,
kalabalığının önünde bir tencere zeytin ve tencerede
kaynamış onlarca yumurtayla yığınla ekmek...
Halam uğraş veriyordu anımsadığım kadarıyla… Sonraki
yemek için yine sofraya oturduğumda yine kapış gitti,
yığınla ekmek… Ve yemek yetmedi…
Bu kez ben de kıyasıya daldım yemeğe ve akşam
babamın gönderdiği bir bakraç yoğurda da avuçlarımızla
saldırdığımızı anımsıyorum…
Gece kızlarla savaştık ve ertesi sabah süt de ilave oldu
ama kimseye yetmedi ve de halam öğleye kalmadı, isyan
etti. “Abim gelsin, dövsün, öldürsün” dedi.
Kovdu hepimizi…
Yanaklarım kızarmış, kanlanmış, canlanmış olarak eve
döndüm.
Yeğenler güvercin için yine para topladılar. Beş-on kuruş
ile kandırılıp alınan güvercinimizi geri aldık. Eriyip
50
biterken canlanmış, kuşların peşinde mahalle mahalle
gezer olmuştum… Sokak ve akranlarımla birlikte olmam,
sağlığıma iyi etki yapmıştı… İşi ilerlettiler ve önüme bir
merinos cinsi kuzu da katıp bahçeliklere abone ettiler.
Daha yedi-sekiz yaşımda çobanlığı öğrendim. Otlatmanın
yanında doğada yetişen ot cinsinin hangisinin yenilip,
hangisinin yenilmeyeceğini de öğrendim. Avladığım
kuşları yemek, beslenmede öğrendiklerimdendi. Ve de
bir bıçak gerekiyordu. Sapan zaten cepteydi, edindiğim
çakıyı atıp saplama talimi yaptım.
Artık kavgada, dövüşte dayak yediğim kadar karşılık
vermesini de başarıyordum. Eve her gün hem beslenmiş,
iştahı açılmış, hem de bir şeyler öğrenmiş olarak
dönüyordum ki, bir pazar gününü benimle geçiren babam
durumu fark edip benim hastalığım üzerine panikledi. O
benim üstümde baskı kurmayı düşünmüştü ki, gündeme
köy girdi. Babamdan da büyükler bana harman
ayarlamışlar…
Yaylı araba geldi, atın kuyruk darbeleriyle Eski
Bağlar’dan köye… Yani Sultandere’ye ve orda
dedemden kalan koca bahçeli sıra odalı, çardaklı eve…
Harmana yorgunluk gidermek için de Kovacık’a, yani
meşe ormanına ve dinlenmeye… Bu sıcak orak ayında
köye harmana gidiş bana eğlenceli gelmişti. Hele köy
yaşamının içinde olmak tadına doyulmazdı ki, ertesi gün
harmanda beklentimin olmadığını gördüm. Zoraki
harmanın akşamı o samanın kaşıntısıyla öldüm, bittim.
Ertesi gün “Kovacık” ormanı imdadıma yetişti. Kızılcık
ağaçlarında, armut yahut ahlat ağaçlarında ve pınarın
yalağında günümü gün ettim.
Demem şu ki, bırakın çocukları doğada arasınlar şifayı,
bırakın çocukları akranları ile hem dem olsunlar ve kavga
etsinler, yensinler, yenilsinler, ormanı tanısınlar ve
ekmeğin kıymetini anlasınlar…
51
EMPATİYE SAPLANMA
İlk kelime iyi de ikincisinin sonundaki "ma" eki
olumsuzluk içerdiği için insan bir an takılıyor.
Sonra eğer olumlu yönden alınmışsa sonucunu
değerlendiriyorsunuz.
Saplanıyorum demeyip takılıyorum diyeyim empatiye,
yani kendimi karşımdakinin yerine koyup bir kendimi,
bir de karşımdakini yaşmaya…
“Oldu mu?” Hayır, olmadı bence. Çünkü ikilem oluştu ve
bu ikilem benim size bir tuzak kurduğumu belirtiyor…
Hem kendim hem de karşımdaki; hangisi ağır basarsa!
Olmadı ben yine sempati ile yetineyim.
Sırada “Fenomen” var Eski bir yabancı kelime ama
dilimize yeni girdi. Yeni dediğim yüz yıllık ama son
yıllarda gündem de yerini aldı.
Biri sormuş; “Nedir şu fenomen?” Alın bakın. Fenomen
aşağıda ve sanırım aslında yaşamımızın bir parçası
olduğunu göreceksiniz.
Fenomen (Fransızca: fenomen (phenomene). Türkçe
karşılık olarak "görüngü" kelimesi önerilmekte. Belirli
bir şekilde görünür olayları belirtmek için kullanılan,
Türkçede de olay anlamında günlük dilde kullanılan
kelime. Olağan olmak ya da olmamak fenomenin
fenomen olmasını belirlemez. Buna bağlı olarak
olağanüstü bir fenomenden, olağan bir fenomenden de
söz edilebilir. Günümüzde şaşırtıcı olaylar sosyolojik
anlamda fenomen sayılmakta, başka bir yöndense ilgi
çeken haber konularına fenomen şeklinde
yaklaşılmaktadır. Bu anlamda kullanılan terimin açık ve
genel geçerli (neye göre şaşırtıcı ya da kime göre ve ne
anlamda ilgi çekici?) bir tanımı var görünmemektedir.
Genel anlamda duyularla ve duyu yoluyla algılanan her
şey için kullanılmaktadır. Felsefi anlamda ise daha
karmaşık anlam katmanları içeren bir terim olarak
kullanılır; gerçek varlıktan ve mutlak görüntüden ayırt
52
edilen bir kavramdır, Platon, fenomenler dünyasını
gerçek dünyanın bir yansısı, yani akılla bilinen reel
dünyanın bir görüntüsü olarak almıştır. Kant`ta olanaklı
deneyin koşullarıyla ilişkili olan her şey fenomen olarak
ele alınmıştır.
Felsefede somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve
nesne demektir. Bir nesne, olay ya da sürecin nesnel
gerçekliğini vurgulayan bir ifadedir. Edmund Husserl,
fenomen kavramını tam tersi olarak tanımlar. Husserl`e
göre fenomenolojinin ele aldığı konu, algısal ve deneysel
nesneler dünyası değil, tersine nesnelerin özüdür.
53
SENİN AKLIN ERMEZ
Çocuktum, sorduğum sorulara yanıt olarak, "Senin aklın
ermez" dediler.
Merak ettiklerim için de aynı cevabı aldım.
“Senin aklın ermez!”lerle büyüdüm. Bir zaman gelecek
aklım erecekti… İşte o zaman sorduklarımın cevabını
kendi kendime bulabilecektim…
Aklımın ermesi için ne yapmam gerektiğini araştırdım ve
buldum da. Çok okumam, çok düşünmem gerekti. Hızla
okumaya daldım, okuduklarım üzerinde de düşünerek
akıl erdirme uğraşına başladım.
Gel gelelim başarılı olduğum söylenemez. Okumakla,
düşünmekle olmayınca; dinlemek de işin içine girdi,
gözlemleme ve de görüp gözetme de…
Uzun bir yarışa başladığımı sanıyorum, gençliğimin
baharında “aklımın ermesi” için...
Uzun ereceğe erme çabası!
Bir ara bazı meçhulleri, bazı aklın ermediklerini çözer
gibi oldum. Sevindim… Üzerime gelip çözülüyordu…
Anlaşılmazlar, anlaşılamayanlar…
Ancak, bunun bir aldatmaca olduğunu anlamam çok
sürmedi. Aldatılığımı fark ettim, başka gizemler vardı,
bana başka çözümler gösteriliyordu!..
Yaşım kemale eresiye kadar verdiğim anlama, akıl
erdirme işi sürdü gitti…
Kemale erince kullanıldığıma erdi aklım.
Geç kalmıştım yine, geldim oturdum… Başladığım
yerdeydim!..
Okuduklarımdan; yılmadan, bıkmadan; usanmadan
aklımın ermesi uğraşmama önerenlere durumu
aktardığımda bana ciddi ciddi devam etmemi
söylediler…
Ne bileyim ben bu konuda sakat doğduğumu! Ne bileyim
ben benim bu işlere hiç mi hiç aklımın ermeyeceğini!
1950’den geldik ilk 2000’li yılların ilk onuna altı ay
kalasıya…
54
Kâğıdı kalemi çektim önüme itirafta bulunmaya karar
verdim.
Önce size bir cümle geçeceğim. O da şu;
“Sizin bu işlere aklınız ermez” Ben böyle söylüyorsam
böyledir. Boşuna akıl erdirmeye uğraşmayın.
Yukarıda bu işlere akıl erdirme uğraşımı yazmaya
çalıştım. Aslında aklımın eriyor ama size bir gönderme
yaptım. Eğer anladınız ise anladığınızı koyun bir kenara,
anlamadığınızı ise es geçin. Rahatınıza bakın.
55
NOSTALJİ VE NOTLARIM
Rahmetli Ahmet ağabey yaşı 60`a vurduğu günlerde
hasta yatağında yatarken taa ilkokulda giydiği yavrukurt
elbisesini dolaptan çıkartıp göstermişti. Evet, bir dönem
insanlarımızda tutku ve koleksiyon merakı ile yaşanan
önemli olayları kaydetme, hatıra tutma alışkanları vardı.
Benim de bölük pörçük kareli defterimde bazı notlar
var… Anımsamıyorum ama, 1945 yılında Eskişehir
şiddetli bir kış geçirmiş. Kar uzun süre kalkmamış,
saçaklardan kol gibi buzlar sarkmış, yakacak sıkıntısı
çekilmiş ve evlerde tek odada yatılıp kalkılmıştı.
O yıllarda babamın yaşı 30’u aşmış… Annemin babası
ise 46 yaşında dünyadan göçmüş.
Elli yıl öncesinin Eskişehir’inde yaşanan önemli
olaylardan biri de Demokrat Parti’nin kazanması kadar
Hafız Hoca’nın Denizli cinsi yumurtadan çıkan civcivini
kapan kediye silah atması…
Sonra yamyamlar gelmiş Eskişehir’e… Bilmem neden
1953 senesinde birileri insan etinin yendiğini ortaya
atmış, kimse kıra bayıra çıkamaz olmuş ve 53’te DP
genel af ilan ederek cürüm işleyen tiryakilerin halkla
bütünleşme sendromunu gündeme getirmişti. İlk kez
asfaltla karşılaşmıştı kent. Vilayetin önüne varillerle
asfalt denilen, zift tabir edilen karasakız dökülüp parke
taşlarının üzeri kaplanmıştı.
Metz marka radyo almışız evimize, Optimus marka
pompalı gaz ocağı ve bir de vitesli bisiklet… Kişiye özel
değil, tüm hane halkının kullanımına… Abdullah
Yüce’yi dinliyoruz “Bu ne sevgi ah! Bu ne ızdırab,
zavallı kalbim ne kadar harap…” Sigaraya zam gelmiş
“Yenice” 35 kuruş olmuş. Tedavülde gümüş elli
kuruşluklar var…
Ve Eskişehir’de sinemaya tutku yaşanıyor. İstanbul’dan
sonra en çok film seyredenler Eskişehirliler.
Notlarımın arasında Leyland marka kırmızı otobüslerin
gelişi var…
56
Odunpazarı ve İstasyon’a biletler tam on kuruş, indirimli
5 kuruş. Biletçi geziniyor otobüslerin içinde oturmadan.
Şehirlerarası otobüs yolculuğu maceralı… Sabah çıkıp
akşama Bursa’ya… Sabah çıkıp öğleye Kütahya’ya
varılıyor. Bursa’dan çakı aldın mı bana?.. Kütahya’dan
bir şey alınmadığını yazmıştım. Üç lise var o yılarda
ortaokul içinde. Lisenin sayılı çok değerli öğretmenleri
var. Gördüğümüzde mutlaka hazır ola geçip selam verme
yarışı boynumuzun borcu… Yine o yıllarda bir kuraklık
yaşanmış. Uzun süre bir damla yağmur düşmemişti…
Beni de götürmüşlerdi yağmur duasına, “El açsın, sabidir
belki vesile olur rahmete”, diye. Ve gerçekten dua
sonrası Kavacık’tan sel ile beraber inmiştik
Sultandere’ye…
Bilmem kimin yüzü suyu hürmetine…
Köyden kaymak koydular şehre gelirken bir kaba, çay ve
şekerle iade eyledik kabı…
Nerden çıktıydı bu konu? Ha… İnsanlar eskiden
tutkuluydu demiştik… Kendince değer verdikleri vardı…
Unutamadıkları vardı, şimdi günler çok şey getirdi.
Ağzımızdaki dişleri tek tek sökerek… Kim bilir ne oldu
çocukluğumdaki süt dişlerim? Kurşunlu Cami’sinin
duvarındaki kovuklara koymuştum üşenmeden giderek.
57
BİR PERTEV GEÇTİ
Bir fotoğraf var, gazeteciler cemiyetinin kongresinde
saygı duruşunda; sağ başta rahmetli Feyyaz Arsezen ve
sol başta ben varım.
En yaşlı ve en genç… Şimdi ise rahmetli Pertev ve
Beytullah Heper’den sonra en yaşlısı olmuşum.
Bir başka resimde de masa başında Pertev Ertün bir uzun
grupta tüm gazetecilerle, yine ben en gençlerdenim ve
ayakta kalmışım…
Pertev Ertün ile anlaşmıştık, 1961’in bu günleriydi. On
gün sonra başlayacak. İzmir Fuarı’nda yönetimin fuarda
bize ayıracakları bir köşede birlikte olacaktık. Rahmetli
karikatür çizecek, bende sulu boya ile renklendirecektim.
Neden bu gerçekleşmedi anımsamıyorum, ama
Ağustos’un sonunda milli bayram için bir şeyler
düşündüğümüzden olabilir..
Pertev usta bana gazetenin ilk sayfası büyüklüğünde
Atatürk’ün resmini çizecekti, ben de onu muşambaya
oyacaktım, kalpaklı, çakmak çakmak kaşları ve resmi
elbisenin üst kısmıyla…
Ve rahmetli çizdi getirdi altmış sekiz, yüz bölü iki
ebadında ve gazetenin isminin altına muşambayı falçata
ile oyarak klişeleştirmek bana kaldı; kalpağının içine
açtığım gölgelemeler ve o gözler, kaşlar ve muhteşem
yüzün altındaki duruş!.. Ve yakaları değerlendirdim oya
oya, sonra da bayram için iki kelime sığdırdım en altına
ilk sayfanın: “Kutlu olsun”...
Ellerim falçatadan lime lime olmuştu ama işi bitirmiştim.
Ertesi gün başarımdan emin geldim gazeteye, Naci
Gelendost kapıda karşıladı, ama bakışları bir olumsuzluk
sergilemekteydi, hiç söz etmedi. Girdim ve gazeteye
sarıldım.
Bir harikaydı, tüm sayfa.
Başlık; “Türk Gücü” kırmızı aşağıda kalpaklı nefis bir
siyah - beyaz Atatürk de muhteşemdi.
Ama nedense en sondaki “N” harfi işi bozuyordu, “Kutlu
58
olsun”un “N”sini baskıda çıkacak gibi değil normal
oymuşum...
Yine “N” idi ama çizgiler yukarıdan aşağı, sonra yukarı
ve aşağı iniyordu. Bana kimse bir şey demedi, kimse
eleştirmedi, söz eden olmadı.
Başarı zaten Pertev’den kaynaklanıyordu ve ben bunu
değerlendirirken bir hata yapmıştım.
Ve Pertev Usta da hiçbir şey demedi. Hatta “Otur seni
çizeceğim” dedi.
Kırk küsur, yarım yüzyıl öncesiydi. Beni kırk yıl sonra
yine çizdi. “Usta bu ne böyle!” dedim, “Çizgilerin eskisi
gibi değil,” gülümsedi, “Sen de o eski Semih gibi
değilsin” dedi kibarca…
“Gelimli gidimli dünya, sonunda ölümlü Dünya”…
Yazsan da, çizsen de...
Usta sen işini yaptın.
59
TRENCİMİZDİ O
Bunca yıl yazarsın, benden yana hiç kalem oynatmadın
demez mi?
“Der”, haklıdır da. O bir çok ünlü kişiden daha çok söz
edilmeye layıktır.
O bir saf, samimi çocuktu.
“Sana ne diyelim?”, dedik. “Baban ne iş yapar?”
sorusunu yönelttik, hemen yaşlarımız on beşe geliyordu
ki, “Trenci” dedi. “Trenci” kaldı garibim. Sopa gibiydi,
siz böylesine sırık dersiniz herhalde.
Çok kardeşin arasında mücadelesi hem kendine hem de
aile bireylerineydi. Onu sevdik. Aramıza katıldı trenci.
Bizimle beraber, başı dik, namus ve onura değer vererek
uğraş verdi…
İşine ciddiyetle sarıldı ve günlerce, aylarca, yıllarca
koşturdu durdu.
Onu zaman zaman gördüğümde, durdurup sorardım bir
şeyler. Hızla yanıt verir, koşar giderdi. Çoluk çocuğa
karışmış, başarılı olmuş, başarılı çocuklar yetiştirmiş,
Çelebi gibi hedef saplamıştı. Trenci yokluktan varlığa
gıdım gıdım gelenlerdendi.
Şimdi ile benim gençliğim arasında insanların çok farklı
olduğunu düşünüyorum.
Özellikle geçmiş dönemin çocukları, delikanlıları ve
hatta yaşını başını almışlar bile “saf” denilecek tiplerdi.
İnanırlardı her söze ve kibir, hırs ve kötü düşünce yoktu
içlerinde… Tüm parasını paylaşırdı, sümüklü Sabri.
Yolda belde yaşlı sakat veya görmezlere yardım için
yaratılmıştı.
Bazı arkadaşlarım vardı; Hayvan sevgisi dolu, bazıları
konu komşuya yardım etmek için fırsat kollarlardı. İşte
Trenci de ne sorsan, doğruyu söyleyen cinsinden!..
Saflığını kendi de bilir, istismar edilse bile dert etmezdi.
Kaderine razı olanlardandı.
Kan kardeşim Erol; bahçe kapımızın bitişiğindeki evde
otururlardı. Erol iki kızdan sonrasıydı, benim akranım...
60
Bir gün kan kardeşi olmaya karar verdik. Bursa çakısı ile
parmaklarımızı kesip kan çıkarttık ve kanlarımızı
birbirimize karıştırdık.
On yaşımda o mahalleden ayrıldık, Erol ile çok seyrek
görüşüyorduk. Mert bir arkadaş idi. Ne zaman görüşsek,
kan kardeşliğimizden bahsederdik. Büyüdük doğal
olarak.
O Kayseri’de askerken vuruldu. Her türlü müdahale kâr
etmedi. Öldü daha yirmisinde, sonra haberim oldu bu
olaylardan.
Yaşamımda okuldan, çevreden, mahalle ve iş hayatımda
pek çok arkadaşım oldu, kardeş gibiydik bazıları ile.
Çoğu ile bir şeyleri paylaştım. Acıyı, tatlıyı veya hayatın
gerçeklerini…
Bazı arkadaşlarım büyük adam oldular!.. Bazılarının izini
kaybettim, birilerinin vadesi geldi…
Birileri ile hâlâ beraberim. Veya görüşürüz sık sık
olmasa bile, yolda belde rastlarım, bazılarını ziyaret
ederim.
Şehirlerimiz ayrı olanlarla zaman zaman bir şekilde
haberleşiriz. Gerekirse telefonla aradıklarım vardır.
Edirne’de Erdoğan’dan iyi haber gelmedi. Ankara’daki
Erdoğan TRT’den emekli olmuştur. Antalya’da da bir
Erdoğan var, bankadan emekli arkadaşım.
Özcan Mersin’de… Dağılmış dostlar, arkadaşlar…
İstanbul’da çoğu. Ege’nin deniz sahili hep eş-dost dolu.
Ankara’da akranlarım veya küçükler pek çok yerde…
Benden büyük Trenci kardeşim; nedense sen
unutmadıklarımdansın. Saflığınla, sevgi ve samimiyet
dolu gönlünle gönlümdesin. Koş git, şöyle bir bakayım
ardından!.. Anası kızını gelin ederken bir isteğim var
demiş.
“Buyur anne!” demiş kızı, “Nedir isteğin? “Kızım”
demiş, “Şu çeyiz sandığına hep eşyalar koyduk, arasına
birkaç arkadaş da sıkıştıralım.”
“Olur” demiş kızı.
61
ESKİŞEHİR’SE GERİSİ TEFERRUATTIR
"Horozun çok olduğu yerde sabah geç olur" derler. Bizim
komşu Ali Karabıyık’ın horozu ise sabahtan akşamdan
bir haber devamlı ötüp duruyor. Yaşar’ a sordum “Bu ne
iş?” dedim. Yanıt verdi: “Benim bildiğim horoz kısmı
sabah gün doğarken öter. Gerisi teferruattır.”
Çok horoz misali Eskişehir’in sorunları da çok dilde ve
çok kalemle gündeme geliyor.
Yerel gazeteler haberlerle beraber sorunları dile getirip
masaya yatırıyorlar. Buna ben de dâhilim. Örneğin; Konu
Çarpa’dır. Yerel bir karardır. Manşet oldu önce
“Kalkıyor” dediler. Sonra yarım sayfacılar, sonra
ilgililer, sivil toplumcular, mahalleliler, siyasilere
varıncaya dek uzadı konu.
Pazarın sebze, meyve kesimi kalkmasın dendi, vesaire ile
karışık Osmangazi gündeme geldi.
Konu kapandı mı? Şimdilik, ama tekrar açılacağına bahse
girerim. Ve kentin daha pek çok konusu hem manşettir,
hem de yazarların konuyu enine boyuna açıp kapaması
gerekir. Sonra kentin akla gelen nice olayı varsa
vatandaşın, Eskişehirlinin, hatta kent dışında bile çözüm
ürettiği bir meseledir. Antalya’dan öneri gelir bana. Bir
şekilde telefonda yanıt veririm.
Arkadaşlarımla bir araya geldiğimizde mutlaka kentin
selameti için bir öneri masaya gelir. Uğradığım
dükkândan da yakınımı alır çıkarım. Marketin kapısında
karşılaştığım dost elinin boş olmasının nedenini açıklar;
kasaya geldiğinde domatesin fiyatında ayarlamaya
bozulmuştur.
Horozun bu kadar çok olmasına bağlayalım kentin
sorunlarını, her bir ağız bir şey söylerse, her bir yazar,
çizer, gazete manşetleri bir yamuğu düzeltme savaşı
verirse ve de bu işler için bir değil tam üç Belediyemiz
varsa!.. Sonucun gelmeyeceğini düşünebilirsiniz. Hele
trafik Şener Yılmaz’ın yakınmalarına rağmen düzelir mi?
Düzelmez...
62
NASIL GEÇTİ HABERSİZ O GÜZELİM
YILLARIM
Hüsamettin`in Dr Hilmi Sokağı`ndaki “Çay Bardağı”
tabelalı çayhanesinde bu satırlara başladım. Sabahın
onu…
Radyodan bir melodi sesi geliyor ama ne idüğü belirsiz,
hışırtılı, parazitli melodiye genizden gelen anlaşılmaz
konuşmayı anlamadım ve Metin’e rica ettim, radyoyu
kapattı…
“Şahane gözler, şahane!”yi mırıldanırken gümbür
gümbür ses veren radyomuzu anımsadım. Evet bir teneke
sesi değil, gerçek sesi yansıtırdı radyomuz. Şimdi
annemin annesinin annesinden kalma kabaralı sandığının
üzerinde keyif satıyor. Markası, Metz. Fransa’nın bu adı
taşıyan kentinde imal edilmiş oldukça büyük, ahşap ve
üzerinde annemin el işi örtüsü de duruyor. Floşlu kumaş
kaplı ön yüzünün köşesinde göz lambası var. Ve kumaşın
alt yanı dalgalar ve istasyonlar ekranı… İki düğmesi, altı
tuşu var. Düğmenin birisi ses diğeri de istasyon arama da
kullanmak için.
Tuşlar uzun-kısa dalga FM kanalı yok. Garibim elli yedi
yaşında…
Metz eve geldiğinde ben on yaşındaydım. Anten girişi
salonda olduğundan oturma odamıza tel çekmemiz
gerekti. Babam bu radyonun odada kurulacak antenle
çalışacağının iddia etti. Cam kornişinden yararlanıp anten
yaptı. Gerçekten radyonun müthiş becerisini gördük.
İlk dememizde Ankara radyosundan, uzun dalgasından
“Meşeler güvenmiş, varsın güvensin, söyleyin huysuza
durmasın gelsin” diye bir türkü çığırılışını dinledik. Oh!
Ne zevk…
Şimdi ceddimin eski evinde köşede, annemin ninesinin
sandığının üzerinde gururla duran bu radyo için ilk
gelişinde babam rahmetli birçok yeteneklerini ortaya
dökmüştü.
63
“Üstüne ayna koyup şu çığıranı göreceğiz” demişti.
Yani eğer üzerinde ayna olsa içindeki görülecek mi?
“Evet.”
Ayna mı? Ayna…
Tuvaletteki babamın iki yanı güllü tıraş aynasını getirdi
kardeşim ve bir güzel paparayı yedi…
Hasılı Metz ile evimiz şenlendi. Yaşamımızda yer aldı
o…
İkinci bir radyo olayını gazete de yaşadım. Tozman
Çarşısı’ndaki büromuzda, bir taraftan gazeteye haberler
yazarken, Ankara’da Anadolu Ajansı’na haberler
verirken kulağımız radyodan yayınlanacak haberlerde
olurdu.
Önemli haberleri not almak için saat 15’i beklerdim.
“Yazdırma servisi” ajansın topladığı haberleri yayınlarsa
daha çok mutlu olurdum.
Gazetedeki o eski radyo benim kadar mürettiplere de
hizmet verirdi, bir yandan müzik, bir yandan gazeteye
dizilen haber ve yazılar… Sanırım müzik işi tatlandırdı…
Muammer şarkı, türkü mırıldanarak gazeteyi bağladı.
Üçüncü ve son radyo olayım öğretmenlik yaparkendir.
Köyde en yakın arkadaşım oldu. Grundik. Yemek
yaparken, tıraş olurken, yazarken okurken o hep ses
getirdi, yanı başımda…
Saniye Can’ın türküleri ve Orhan Boran’ın tatlı
programı… “Mikrofonda Tiyatro” kaçmazdı.
Feridun Fazıl Tülbentçi tarihi anlatırdı. Muakkar Ekrem
ise Talu maçları naklederdi….
Spikerleri sesinden bilir, tanırdım. O dönemlerde insanın
bir radyosu olması neydi, düşünemezsiniz!
64
DALIP GİTMİŞİM
Bayram geldi kapıya dayandı. Ramazan’ı şimdiye dek
kendi içimizde yaşadık. Ne yapalım böyle oldu işte.
Meddah Polip’in tantanalı iftar sonrası Hayat’ın
ötesindeki kahvehanede yapacağı gösterinin afişini
çıkarıp tekrar koleksiyonuma kaldırdım.
Ramazanları sahurda zevkle izlediğim uzun dalga Kahire
radyosunu anımsadım. Ümmü Gülsüm’ün sesi hiç
unutulur mu? Anlamazdım ne teganni ettiğini ama sihirli
bir ipin ucuna takıp çeker götürürdü, yani dinletirdi.
Yaz Ramazanları sahura dek, sokaklarda, kış ramazanları
kahvelerde sahura dek ne işlerdik acaba?
Evet, birimiz anlatırdı, bir çok kişi çevresinde dinlerdik,
arada bir laf dolaşırdı ortalıkta, sigara dolaşırdı, hayır
sigara paketi demek istedim. “Hadi biraz Bafra’dan
yakın.”
Tepsi ile çay dolaşırdı, “Aliş’den” derdi. Aliş, garson…
Ramazanın davulcusu Curu Efe girerdi kahvenin
kapısından. Gözler ona çevrilirdi, birisi mutlaka
takılacak, cevabını da alacak, tüm kahvedekilerin yüzü
gevşeyecekti. Oraya o gelmezse adı da gelmezdi.
Ortamın Curu Efe’nin davulunu saklamak adettendi.
Çöp tenekesi çaldırmak vardı!
Bazen bir çocuk doğardı Ramazan’da. Bayram
dinlemezdi doğmak ve ölmek.
Lokum dağılırdı, çaylar gelirdi, sigara ikram edilirdi
doğumdan ötürü.
Ölümün haberinin kırk gün sonrası çöreğinin dağıtıldığı
gibi…
Şimdi bayrama vardık geldik. Bir ara yarım yüzyıl
geçmişe gitmişim, farkına varmadan…
65
O BİR KAHRAMANDI, HEM DE İLK
Bu satırları elli sene sonra yazıyorum. Konum berber
Hüsmen. O’nu; mahallenin çarşıya açılan bir ucunda, iki
katlı bir evin dükkâna çevrilmiş odasında tek kişilik
berber tezgâhı ve dört sandalyesi ile koltuğumsu
sandalyesinde beni kucaklayıp ilk kez saçlarımı kırkdığı
günden anımsıyorum. Dedem ayakta, elimden tutmuştu.
Berber Hüsmen’in Bulgaristan’dan hududu kaçarak
ülkemize geldiğini söylerlerdi. Serüvenini çok kez
duymuştum ama parça-bölük… Gece hududu sürünerek
geçmişmiş. Nöbetçilere görünmemek için zifiri bir
geceyi beklemiş, sonrası, hududu çoktan geçmişmiş de
yine de başını kaldırmamış yerden.
Bir kısım insanların konuşmalarından ülkemizde
olduğunu anlamış. Garibim, delikanlı imiş o günlerde,
Anası babası yokmuş! Ölmüş onlar…
Gelmiş ülkemize epey dolaşmış sağda-solda. Nasibi
buradaymış… Eskişehir’de… Uzaktan bir tanış vesile
olmuş. On sene evvel çıraklık yaptığı berberlikte karar
kılmış. Çevresiyle, bu dükkâna yerleşmişler, derken
zengin bir kapıdaki ayvaz ile baş-göz edilip everilmiş. Üç
sokak ötedeki nohut oda bakla salon ev ile dükkânı
arasında yaşıyordu.
Benim bildiğimde, kırık dökük araç-gereçle usturası,
makası, kırık dişli tarağı ve omzumuzda allı yeşilli
peşkiri vardı.
Hüsmen’in yüzü beyazdı, beyaz gömlek giyerdi, donunu
karısı Ayvaz’ın kesip biçtiğini duymuştum. Paçaları boru
gibi beli uçkurla büzülmüş çirişli siyah pamuklu bezden
yapılmış pantolonun daha da aşağısı vardı; beyaz ayak
bilekleri ve oynayıp duran bir deri bir kemik ayak
parmakları… Altı aşınmış tahta takunyaları içerisinde
dükkânda hep yalınayaktı. O vaziyette berber koltuğunun
üç yanında döner dururdu Karaman dul pantolonu
içersinde… Unutamadım o görüntüleri. Beyaz patiska
gömleği, bir başkasının artanı olabilirdi. Çünkü Hüsmen
66
ekonomiyi yaşayan bir insandı. O bir başka ülkeden
kaçmış gelmiş, burada tutunmaya çalışıyordu. Orta boy
konserve kutusundan oluşmuş kasasına atılan her kuruş,
O’nun geleceğiydi. O kumbaraya atılan demir paraların
serisi ve bazen büyük paranın çevrilen üstünün şıkırtısını
unutamadım. Traş sabunu da artanlarla kat kat edilmişti.
Hüsmen tutumluluğunu her bir parçada gösterirdi, üstelik
geliri olmayana ve yetmeyene de yeterdi. İşinin olmadığı
anlarda birilerinin saçını keserek ceplerine ekmek parası
da koyardı. Gönlü boldu yani. Kimi zaman dükkânın
önünden geçerken O’nun keyifli keyifli Rumeli türküleri
çığırdığını duyardım.
Belki de sılada bıraktıklarını hatırlıyor olmalıydı o
anlarında. Belki de mırıldandığı bir türküyle oralara gider
gelirdi. Bunu düşünür geçerdim o yıllarda. O sıra
benimse ne sıla, ne sevda, ne de başka bir tutkum vardı.
Çok yıllar sonra daha iyi anladım Hüsmen’i ve yaşam
felsefesini… Ki düzeni bana ne kadar gülünç gelirdi o
günler. Aman Yarabbi ne kadar gerçekmiş, bilememişim.
Meğer o bir devmiş!..
O, bir şeyin temsilcisi idi; arkada bıraktıkları için
yaşıyordu, gelecek için özlenen, arzulanan topraklara
gelip konmuştu. Ve bu güzelim toprak da O’nu bağrına
basmıştı…
67
BİR RÖPORTAJ
Geçmişe baktım; birçok söyleşi yapmışım. Daha yeni
yetmeyken ustamdan bu konuda ders almıştım.
Gazeteye haberleri yazdıktan sonra: “Hadi git bir röportaj
yap!” dedi. Konuyu sordum, “Gazoz mu dedin?” dedi.
Bana tüyo verdi sandım. Hafife alındığımı düşünemeden
bir avuç karalama kağıdı alıp kurşun kalemimi sivriltip
yelken açtım, Zaza marka jileti de mendil cebime
yerleştirdim -o günlerde tükenmez kalem daha
çıkmamıştı! Kalemimizi az mı jiletle sivriltmedik…
Acaba gazoz ile ilgili röportajda neler sorulurdu, neler
yazılırdı? Rıza’nın kahvesinde soluğu aldım ve bir çay ile
kafamı toplama molası verdim…
Rıza omzunda gezdirdiği kirli peşkirle masamı silip çayı
bırakırken, “Bu on beş kuruş, ikincisi ise 10 kuruş, yani
sana!” dedi. Yirmi beş kuruşu peşin alıp çekildi…
Malum, gazetecilerin ayrıcalığı; artı kıyak!..
Karalama için bir tarafı yanlış baskılı ikinci hamur
kâğıda “gazoz” röportajında neler soracağımı tespit
edemeden çay bitti.
Ben kara kara düşünürken cam kenarındaki masada kafa
kafaya vermiş üç kişiden biri çıktı geldi, karşıma çöktü.
Elindeki cevizden büyükçe bir şeyleri önüme koydu ve,
“Ne kokuyor bunlar?” dedi.
Kokladım, bilemedim. Cebinden çakısını çıkarıp taşı
biraz yonttu. Parmaklarının arasındaki tozu ovalayıp
burnuma uzattı. Kokladım tekrar. Yine anlayamadım.
Adam, “Pudra kokmuyor mu?” diye sordu.
“Evet, evet” dedim şimdi çözdüm… Gerçekten de pudra
kokuyordu. Adamlar da taşların “pudra” taşı olduğunu
söylediler. Bir maden bulmuşlar…
Adam masasına döndü ve Rıza geldi. Elindeki çayı
önüme koyarken ayağı ile dizime vurdu. Başımı
kaldırınca kaş göz ile adamları işaret etti.
Rıza’nın ne demek istediğini anlamadım, ama şöyle bir
toplandım. Ve ikinci parası ödenmiş çayı da bitirip
68
aceleyle kahveden çıktım.
Pudra taşlarının çevresinde baş başa vermiş adamlara,
“Geleceğim” diyerek!
Şimdi hedefim gazozdu… Ya herrü, ya merru deyip
gazoz haneden içeri girecektim ama hangisinin?
Ethem gazozu, Ünal gazozu ve Kızıldağ gazozu vardı.
Kızıldağ’ı seçtim. Sakarya caddesindeydi gazozhane!
Kapısına vardım. İçerden şakır-şukur sesler geliyordu ve
bir yazıhane vardı önde. “İçeri girmek yasaktır” yazan
kapının ötesinde şişeler doluyor, kasalara konuyordu.
Çizmeli adamlar çalışıyordu. Kenardan gördüğüm yaşlı
bir bey, “Nasıl yapıyorsunuz gazozu?” diye soruma
kestirmeden yanıt verdi.
”Şeker, su ve gaz verirsen makineden gazoz alırsın…
Meslek sırrıdır, fazla söylenmez”, dedi.
Kasalarda tam 24 şişe varmış. “Depozitoyla beraber üç
buçuk lira” bilgisini de not edip başka yazacak bir şey
bulamadığım röportajla gazoz haneden çıktım…
Gazozhane olmadı. “Buz gibi değilse, paran geri,” diye
satılan gazozun buzuna yollandım.
Şimdiki Kanatlı’nın yan sokağındaki, yine Kanatlıların
buz imal fabrikasındayım.
İçerisi buz gibi. On beş’e yirmi beş ve yetmiş beş santim
boyunda buz kalıpları çıkıyormuş makineden…
Nasıl olduğunu yine meslek sırrı dolayısıyla
öğrenemedik ama yazacak oluştu gördüklerimizden…
Soluğu gazetede aldık, oturup üçüncü sayfayı
röportajımızla değerlendirdik, olduğu kadarıyla.
İş bitimi Rıza’nın kahvesine uğradım. Rıza, madencilerin
beni epey beklediğini söyledi. Adamların Yasin Çakır’a
buğday satan köylü vatandaşa musallat olduklarını,
paralarını dolandırmak için “talk taşlarını”
kullandıklarını da…
Birden hayıflanarak ayıktım. Gerçek röportajı
kaçırmıştım…
69
ÜRETMEK
Üretici ürettiğinin değerini alamıyor, fiyatlar yerlerde
sürünüyor, esnaf dükkân kapatıyor, sanatkar aç.
Buna benzer toplumun olumsuzluklarını yansıtan
haberleri devamlı duyarım ve zaman zaman da
yazmışımdır...
Para kazanan işi taklit ederek değerini düşürdük, pirim
yapana saldırıp rezil ettik.
Çok iyi anımsarım bir yıl kuru soğan çok değerlenmişti,
ertesi yıl üretici soğana yüklendi. Kamyon kamyon kuru
soğan geldi kentimize alıcı bile çıkmadı. Kamyonu
olmadık yere boşaltan da ceza yedi üstelik. Birkaç
mobilya imalatçısı para kazandı. Onu taklit ettiler ve
netice malum! Bakıyorum şu günlerde çarşıda boş
işyerleri görülüyor, ötede büyük iş merkezleri de kriz
içinde…
Eskişehir bana göre öğrenci kenti, öğrenci kitlesinin her
şeye ihtiyacı olduğu düşünülürse getirisi olanı ve iş
eğlence birimlerinin iyi düşünülüp planlanması gerekir
düşüncesindeyim.
70
KİM KAZANIR?
Kemal ağabey 87 yaşında, altmış yedi yıl önce
askerliğini yapmış. Erzurum’da caminin avlusunda
doğulu biri ile askerlik anılarını dile getiriyor. Sanki dün
gibi, sanki oralı gibi konuşuyor Kemal ağabey…
Güzel Ağabeyim, geçmişin çok güzel olduğunu iddia
ediyor.
Güzelden söz açılmış iken, insanın içine dalıp göz atmak
geldi aklıma. “Neden bu güzelim yaratık kötü olabilir?”,
diye düşündüm. Yanıtı bir Kızılderili bilgeden aldım:
İnsanın içinde iki tane kurt varmış. Kurdun biri;
kıskançlık, aç gözlülük, aşağılık duygusu, yalan- dolan,
üstünlük taslamak, bencillik gibi kötü, çirkin ve yanlış
değerleri taşırmış.
Kurdun diğeri; sevgi, umut, paylaşım, cömertlik,
olgunluk, nezaket, dostluk, yardım, merhamet gibi iyi,
güzel ve doğru değerleri taşırmış.
Kızılderili bilge bunları söyledikten sonra sormuşmuş,
“Hangisi kazanır?”, diye. Bakmışlar bilgenin yüzüne ve
yanıtı yine ona bırakmışlar…
Tek kelime ile yanıt vermiş bilge: “Beslediğiniz…”
71
ARABACI KEMAL
Bugün mezarlık ziyareti yapacağım. Rahmetli arabacı
Kemal’i ziyaret edeceğim: Kimsesizlerden birini… İki
tekerli bir masa kadar el arabası ile çarşıda dolaşır
dururdu. Gazete sayfalarını özenle yerleştirir, basıma
götürürdü. Para sorun değildi; olsa da olurdu, olmasa da.
Önemli olan gazeteydi. Kemal benden yaşlıydı. Sonraları
onunla temasım devam etti. El arabasına öylesine dengeli
yük yerleştirirdi ki, asla ağırlık vermezdi ona, ayrıca yük
ile eğimi ayarlar, yükün itme gücünü kullanırdı.
El arabasının yanlarını siyah ve kırmızıya boyamıştık.
Koyu Es-Es’liydi. Şeker Fabrikası’nda yaptığımız
Eskişehirspor kongrelerinin ve maçlarının olmazsa
olmazıydı! Araba ile yük taşıma uğraşında benzine zam
geldiğinde ücretine zam yapardı, “Eee…” derdi. “Ben de
benzinle yürürüm arkadaş.” İtiraz istemezdi. Onu son kez
bir Kurban Bayramı’nda gördüm. Yetmişli yıllardı…
Çocukları Yalaman’a bayram yerine götürürken. Kanatlı
yönünden Porsuk üzerindeki köprünün altında,
kavakların dibinde… Üç arkadaştılar, birinin ayağı
sakattı. Bayram yerinden gelen oyun havasına
kaptırmışlardı kendilerini. Köprüye çıkarken gördü beni
Kemal, el etti. Elleri havada oynarken, önlerine serdikleri
gazeteyi gösterdi. Bir şişe vardı ve köfte ve de
ekmekler… Neşelerine diyecek yoktu, Ne gam ne de
kederi vardı...
Biliyorum kimsesi kalmadı bu dostun. Her kurban O’nu
anımsarım; köprünün altındaki mutluluk resmini,
Eskişehirspor’un Altay ile maçında kale arkasından
kaleci Varol’a bağırıp moral bozma oyununu… Rahmet
dilerim böyle insanlara.
72
BAYRAM DA BAYRAMDI HANİ
Eğer bayram yaz gününe geliyorsa altı şaplı bir açık
ayakkabı; kışa denk gelmişse pantufla veya şason
giyilirdi. Bu değişmez bir kuraldı. Bir diğer kural da
giysilerin Arife günü alınmasıydı. Niye daha önce
alınmazdı, bilmiyorum. Herhalde kural olacak.
Büyüklerin Halleri
İyi kötü anımsarım, bayram öncesi ailenin büyükleri
sinirli olurdu. Herhalde sorunların sonucu olacak. Bir
aksiliktir giderdi. Bu huysuzluğun bütün ailelerde
yaşandığına tanık oldum. Örneğin bir arkadaşım da
ayağını sıkan ayakkabıya, “Evet”, demişti… Büyüklerin
tırıllanması sonucu ve ayağını sıkan ayakkabıyla bayram
yaptı zavallı.
Evde temizlik, işleri yetiştirememe, paranın ihtiyaca
yetmemesi veya başka bir neden biz çocuklara da
yansırdı. Ama, yinede Arife gecesi giyeceklerimizi
kucaklayıp yatağa girerdik. Tüm çocuklar için geçerliydi
bu kural, her şeye rağmen!
Evet, bayram mutlaka çocuklar içindi. Yeni giysilerin
yanı sıra cep harçlığı ve eğlence; bayram yeri yani…
Bayram öncesi tepsi tepsi baklava yapardık ninemle. İşi
dikkatle izlerdim. “Ortası senin”, derdi bir tepsinin
merkezini işaretleyip ninem. Pekmez şerbeti de hazırlardı
kış ise. Çarşıya çıkar mendil alırdık, fıstıkçı İsmail’den
de çeşitli şeker, fındık, fıstık, nohut leblebi. Ninem
bayram öncesi para bozdururdu, mendile doldururdu elini
öpenlere vermek için…
Kurban Bereketi
Yaz veya kış, Kurban Bayramı koca bahçe dolar taşardı.
Sabah sabah, camiden çıkan genç, yaşlı ve konu komşu
dut ağaçlarının altında kurban işine soyunurlardı. Kesilen
kurbanların kanı alnımıza sürülürdü.
Bizim komşularımızla aramızda hiç sorun yoktu, varımız
yoğumuz müşterekti. Eğer fazla misafirleri gelmişse de
sorun değildi, her şeyimizi paylaşırdık. Yatak
73
gerekiyorsa alır giderlerdi.
Böylece kurban bereketini yaşardık.
Bayramda bir güzellik de kenarda köşede kalmış dost ve
tanışların anımsanmasıydı.
Onların bir ihtiyacı da ziyarete ilave edilirdi. Ne bileyim
bize belli edilmezdi ama, anlardık bir şeyler.
Ben iki yaz iki kış bayramı yaşadım, yazın da, kışın da
ayrı bir tadı vardı. Çocukluğumda, gençliğimde ve şimdi
de ayrı ayrı tatlardan bahsedebilirim.
Çocukluğumda kurbanda aldığım harçlıklarla bayram
yerinde yediğim köftenin tadını asla unutamam. Aynı
zamanda üç-beş kuruşa kiraladığım üç tekerlekli
bisikletle bayram yerinin çevresinde turun tadına doyum
olmazdı. Ayağımı sıkan yeni ayakkabı bana dayanılmaz
acı da verse salıncakla uçardım!
Benim ve bütün çocukların yüzlerinde mutluluk
okunurdu. Şimdi bayrama beş kala düşünüyorum;
“Acaba neydi bu insanları mutluluğa çeken bayram
olgusu?”, diye.
Bilemiyorum, çözemiyorum, nedenini bulamıyorum.
Neydi? Neydi, insanları çeken şey? Tatil mi, alınan
bayramlıklar mı? Sofraya konulan fazlalıklar mı?
Hayır, hayır, bayram olgusu tüm çevrenin katılımı ile
mutluluğa dönüşümdü. Çoğunluk mutluluk istiyor, mutlu
olunuyordu; herkes sevinmek istiyor, seviniliyordu.
Sevilmekte vardı, neşelenmek de…
Bu Bayram
Bu bayramı önüme koyuyorum; çocuktum bir zamanlar,
bayram sabahı tüm büyüklerin ellerini öperdim.
Para verirlerdi, severlerdi, sevinirdim, sevinirdik…
O önüme koyduğum bayramda şimdi çocuklar ve
torunlar var. Bir zamanlar ellerini öptüklerimin yerini
ben almışım, yeni el öpenler gelmişler. Hayret!
Ne diyeyim erenler, eski bayramlar da bayramdı Hani!
Yarın bu çocuklar da, “Eski bayramlar da bayramdı hani,
bizim zamanımızda, çocukluğumuzda”, diyecekler…
74
ANLAMLI HEDİYE
Son yıllarda bilmem neden, duygusal bir insan oldum.
Olur olmaz olaylar karşısında boğazıma bir şeyler
tıkanıyor, gözlerim doluyor...
Şu aşağıdaki yazı da beni duygulandırdı, neredeyse
hüngür, hüngür ağlayacaktım. İşte o yazıyı size aktarıp
sormak istiyorum, “Duygusallıkta haklılık derecem
nedir?”, diye.
İşte; adam üç yaşındaki kızını, gerekli olan bir kâğıdı
ziyan ettiği için azarlamıştı! Küçük kız altın yaldızlı bir
kâğıdı kutuya sarmak için kullanmıştı.
Yılbaşı sabahı kızın paketi getirip, “Bu senin babacığım”,
dediğinde üzüldü. Acaba kızını kırmış mıydı? Önceki
gün yaptığından utandı, ama paketi açtığında yine
öfkelendi, kutunun içinde bir şey yoktu. Kızına bağırdı:
“Birine hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması
lazım. Bunu bilmen gerekirdi”.
Küçük kızın gözlerinden yaşlar dökülürken, “O kutu boş
değil ki babacığım”, dedi. Ve devam etti ağlayarak,
“Kutuyu öpücüklerle doldurmuştum!”
Adam fena oldu, o da kızıyla birlikte ağlamaya başladı.
Ve adam ölünceye dek o yaldızlı kâğıt ile kaplanmış
kutuyu baş ucundan ayırmadı. Ne zaman boş kalsa
hemen kutuya sarılırdı. Kutunun içinden kızının sevgi ile
doldurduğu öpücüklerden bir tanesini çıkarırdı… Ve
gözleri dolar, çok çok gerilerde kalmış bir sevgiyi
anımsardı…
75
YARIŞ BİSİKLETİ
Espark’ın önünde pek çok bisikletin park edilmiş
olduğunu gördüm. Anlaşılan gençler bisikletle gelmişler,
oraya park etmişlerdi. Dikkat ettim bisikletlerin yarış
bisikletlerinden farkı yoktu. Gidonları düz, vitesli ve
hepsi de yalındı! “Yalındı” demem; çamurlukları ve fazla
aksesuarları yoktu.
Espark’tan sonra geldim oturdum Alara’da. Çayımı
yudumlarken Aydın bey geldi. “Hoş-beş” derken
mevsimi olmamasına rağmen bisiklet konusuna girdim.
Cebimden not defterimi çıkarıp ilerde bir gün
çocukluğumda yaşadığım bisiklet sendromunu yazmayı
not düştüm.
Derken düştüğüm notu Aydın Bey ile paylaşıma geçtim.
Evet, bunu O’na da anlatmalı, sonra yazmalıydım.
Beni sabırla dinledi Aydın kardeşim. Gülerek tepki
gösterdi, “Mutlaka yazmalısın” dedi.
Pazar gününe yarım sayfalık anı yazmam gerekiyor ve
ben şu bisiklet anımı yazıyorum şimdi.
İlkokulu başarıyla bitirmiştim. Dolayısıyla başarımın bir
karşılığı olmalıydı. Örneğin bir bisiklet…
O yıllarda ne olmuştu da piyasa bisiklete boğulmuştu
acaba? Belki de bir modaydı çocuğa bisiklet almak, belki
de ithalatın cilvesiydi; her neyse…
Diplomamızı babamızın önüne koyduk, çarşıya taşıdık…
Yanımda kardeşim var. Karşımda rahmetli İhsan
Dağdeviren’in dükkânının önünde satılık bisikletler
duruyor. Gözüm onlarda. “Automoto” markalar vitesli,
hele şu grisi bana layık!
Babamızda tık yok. Gözünün içine bakıp, bekliyoruz.
Mum direk olduk, bekledik durduk. Geçen zamanın bana
yıllar gibi uzun geldiğini sanıyorum. Geride annemin de
bir etkisi var, ama babam otorite…
Uzun bir bekleyişin sonunda babam çıktı gitti
dükkândan. Ah! Böyle dönüş, eli boş ve Tan Kahvesine
doğru…
76
Babam Hikmet Tozman’ın acentasına da göz atıp tekrar
Automoto’nun önüne geldi; kısa keselim, o gönlümdeki
bisikleti sürükleyip önüme çekti!
Eskiden böyle denirdi, “altına bir araba çekmek” gibi…
Aldık, ikindiden önce eve getirdik, tembihlenmiştik,
binmeyecektik. Ertesi günü, yani Pazar günü
binebilecektik…
Bisikletin selesinin ardındaki çantadan anahtarlar çıktı.
Hazır anahtar varken bir şey yapmalıydık. Bisikleti
taşlıkta baş aşağı yaptım. Elime aldığım anahtarlarla
aksesuar ve kullanım fazlalıklarını söktüm. Farları ve
dinoması dahil her fazlasını yanına yatırdım.
Canım gıcır bisiklet, yarı yarıya hafiflemiş, ortaya bir
yarış bisikleti çıkmıştı…
Artık, tüm bisikletlileri geçmem mümkündü.
Mutluydum...
Gece geç geldi babam. Ve ertesi Pazar sabahı bana sert
bir emir verdi. “Getir şu velespiti!”
Bahçeye çıktık beraber. Duvara dayadığım bisiklete,
şöyle bir baktı. Gözlerini fal taşı gibi açıp söylendi, “Ne
olmuş buna?”
“Yarış bisikleti yaptım,” yanıtıyla beraber olan oldu…
77
ÜÇ- BEŞ ANI
Şimdi şehrin göbeğinde kaldık; ama ben çocuk iken
tarlaların ortasına ev yapmıştık.
Kısa sürede Doğudan-Batıya Kuzeyden Güneye iki sokak
oluştu. En fazla iki katlı evlerdi ve yine o yıllarda
Kuzeydeki caddeye açılan sokağı bir cami ile
kesiverdiler. O cami yolumuzu kesmenin yanında tüm
sevdiklerimin son durağı oldu.
Ecnebilerle Karşı Karşıya
Yeni taşındığımız sokakta beş hane yabancı vardı, İtalyan
aile Madam Bambirolar ve Şerif Beyle, Alman eşi ve de
tam karşı köşemizde Uçak Fabrikası’nda görevli Alman
aile ve iki çocuğu ki, ablanın kardeşi Hans bizim
akranımızdı. Ablanın adı Ulrike’ydi. “Ülkü” dedik O’na;
Hans’a da Hasan. Hasan sarı saçları ve mavi gözleriyle
tipik bir Cermen’di
Zamanla Şerif Beyler İzmir’e, İtalyanlar ülkelerine,
Almanlar, Almanya’ya göçtü. Bir tek Zeki Bey’in eşi
Madam kaldı. Zeki Bey posta müdürüydü, güzel bir evi
vardı.
Rahmetli olmuştu, ancak kimsesi çıkmadı. Madam yalnız
uzun süre yaşadı…
Madam gibi yalnız olan Kamile Teyze, yaşlı kadını
yalnız bırakmadı. Hastalığında baktı. Son günlerinde ise
başucunda bekledi. Bir sabah Kamile Teyze önümü kesti;
“Madam gidici”, dedi, “Nereye defnedeceğiz?”
“ Bir çare bulunur elbet”, dedim,
“Hele o gün gelsin”. O gün gecikmedi, Kamile Teyze
önümü kesti. İyi haberi verdi önce, “Kelime-i Şahadet
getirdi”, dedi, sonra ilave etti, “Rahmetli oldu”. Böylece
O’nu Müslüman mezarlığına defnettik. Erkeğiyle,
kadınıyla, yaşlısıyla, genciyle; sokağın tüm
sakinleriyle… Allah rahmet eylesin, iyi insandı Madam.
Sokaklarımızın kuralı vardı Büyükler arasında, kanun
gibi kurallar vardı. Büyüklerin önünü kesmek, büyüğün
önüne geçmek yoktu. Büyükler her bir şeyi
78
paylaşmaktaydı; yiyecek, giyecek ve her türlü insani
duyguları. Çocuklar mevcut paralarını da paylaşmak
zorundaydı, ama bu zorunluluk olarak düşünülmezdi…
Evimizin bahçesi vardı, kömürlüğümüz, kümesimiz ve
tulumbamız… Birkaç meyve ağacı da, çardak,
muhakkaktı. Sıcak yaz günlerinde akşam yemeklerini üst
kata çıkılan merdivenin altında yerdik. Kümesin sokağa
açılan deliği, tavukların sabah çıkıp akşam girişine
yarardı. Asla kapanmazdı, Kümesten her gün birkaç taze
yumurta almak benim görevimdi. İlkbaharda kuluçkaya
yatırırdık. Çıkan sarı yavrular avucumuzda büyürdü.
Kuzu beslemedim. Nedeni ise canım gibi sevdiğim
hayvanlardan ayrılmak zor geldiğinden!
Yaz Boyu, Kapı Önleri
Yaz boyunca akşamları tüm çocuklar sokaktayız.
Ailelerimiz kapı önlerinde… Onlar sohbet ederken bizi
tutabilene aşk olsun…
Yıllar yılı o sokaklarda araba görmedik, sonra tek, tük
otomobil… Trafik bilmeden geçti çocukluğum.
Eğlencelerimizi kendimiz düzenlerdik. Ötemizdeki
tarlalardaydık gün boyu. Bakla yedik, çiğ mısır kemirdik.
Ahlat ağacı, dut ve kirazlar, salatalık, kabak, domates
mahsulünden de nasiplendik. Derede yüzdük, otların
üzerinde uzanıp gökyüzünü seyrettik. Ekmeğimize yağ
sürüldü, yedik. Köşedeki çeşmeye dayandık, lıkır lıkır
sular içtik. Orucumuz yine de bozulmadı. Çünkü
unuturduk oruçlu olduğumuzu. Zahir...
79
YILBAŞI
Ne olacak; yılbaşı, dedik oturduk, ekranı izledik. Adet
olduğu üzere önümüzdeki masaya meyve tabağı ile kuru
yemiş tabağını koyduk.
Yeni bir yıla girmeden önce uyumuşum; oysa
çocukluğumuzda özellikle yeni yıla girilen gecede hiç
uyur muyduk?
Yeni yılın girişi artık bizim kuşağı hiç mi hiç
ilgilendirmez olmuş. Artık, önümüzdeki meyve ile çerezi
de kanıksamışız…
50’lerin Yeni Yılı Nasıldı?
Yeni bir yıla girerken portakal vardı, mandalina vardı ve
leblebi kuru üzüm… Ve ortadaki tepside fırdöndü
çevirmek ve kazanmak vardı, tombala vardı. Kartlar
tanesi beş, en fazla on kuruşa satılıp toplanan altmış, yüz
yirmi kuruş ise çinkolarda beşer onar, tombalada ise otuz
veya altmış kuruş kazanç sağlardı. Ben bir türlü bu
oyundan kazanamadan o günleri yitirip bugünlere
geldim.
Dahası, o günlerden kalma piyango geleneği vardı. Ortak
bilet alımları o günlerde kurumlaşmıştır, yani arkadaşlar,
akrabalar birleşmiştir bilet için.
Biz de arkadaşlarla katışıp birden fazla bilet alıp şans
aradık, ama ufak kazanımlarla Şubat sonu çekilişine
kadar dayanabildik ancak. Bunca yıllık ömrümde iki
tanışım kayda değer bir para kazandılar piyangodan.
Anımsarım, ancak bir sene sürdü saltanatları, sonra
hüsranı yaşadılar…
Yine gelelim elli küsur sene öncesinin yeni yıl
muhabbetine…
Radyo vardı, neşeli müzik yayını yapan. Bazı ailelerde
ortaya gramofon çıkarılırdı. Yeni bir taş plaktan arkalı
önlü şarkıyı çok kez çalıp dinlerdi insanlar. Ve o gün
mutlu olacağına inanır, mutlu olurlardı. İnsanları mutsuz
edecek olaylar çok uzakta kalırdı. Ve eski yıl, her türlü
derdi tasası ve de kötü günleri ile çeker giderdi…
80
Sadettin Ağabeyin Portakalı
Saadettin ağabey bana çocukluğundaki bir yılbaşı
gecesinden söz etti.
Toplanmışlar hısım akraba birinin evinde ve tepsinin
içinde meyveler gelmiş.
İlk kez portakal görmüş Saadettin ağabey o gün. Eline
bir tanesini almış, evirmiş, çevirmiş ama soyup
yiyememiş. Yiyenleri seyretmekle yetinmiş. İğde ile
idare edip eve götürmüş portakalı.
Doğrudur, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmıştık. Yokluk
dönemiydi, sıtmadan, veremden kırılıyorduk, ekmek bile
yoktu. Ekmeği vesika ile alıyorduk o dönem. Portakalı
ilk kez yılbaşı gecesi görmek doğaldı.
Masal Gibiydi Dün
Daha anlatacak, dünden bugüne aktaracak çok şey var.
Var ama, önüme oturan çocuklara anlatmaya
başladığımda, çocuklar yavaştan yavaştan kaçıp
gidiyorlar,
Benim dün yaşadıklarım onları sıkıyor, dinlemek
istemiyorlar. “Şimdi sırası değil” demeleri bir savunma
mı, yoksa sıkılma mı?
Sanırım benim geçmişim bana, bugünün yaşantısı da
bugünü yaşayanlara, deyip yine şu gökten düşen elmalara
sarılacağım; tıpkı Eflatun Cem Güney gibi masalı
noktalayıp…
81
YAŞADIK
O vakit gençtik, Çelebilerin Kurtuluş mahallesindeki
bahçeliklere bakan evlerine uğramıştım. Emmisi gelmiş
kasabadan, misafireten…
Amcası; adı biraz acayip: Edikli. Soyadı da Bostan. İkisi
birden söylenirmiş, “Edikli Bostan”, diye. “Ne biçim
isim?”dedim. “İsim işte!” yanıtını verdi.
Ilık bir akşam üzeri evlerinin önünde oturduk, Çelebi’nin
annesi, yemek yedirecek hepimize. Yemek
hazırlanadururken biz de bahçeliklere doğru sohbet
ediyoruz, Çelebi’nin babasını bekliyoruz.
Edikli Bostan, Ankara’yı anlatıyordu, Ankara’da toplu
taşımadaki otobüsleri. “Troleybüs, deniyor” dedi.
“Kıçları değnekli oluyor troleybüslerin, ordan ceryan
alıyor. Tıpkı tramvay gibi, ama bunlar bir başka. Gider
görürsünüz”, diye kısa kesti ve geldi dünya alemine
girdi; “Bunca insan çokluğu, hayra alamet değil”, dedi.
“Kıyamete işaret bunca kalabalık. Kıran gelimine işaret”.
Sonra bahçelikleri göstererek, “Bu yetiştirilen yetmez bu
kalabalığa”, deyip epey dertlendi Ankara’nın
kalabalığına. Sonra sözü getirdi Eskişehir’e ve “Burası da
eskisi gibi değil”, dedi.
Derken sofra hazırlandı, Çelebi’nin anası ilk kez
tadacağım aşı önümüze koydu, “Bu kulak aşı” dedi.
Yanına da sirkeli biber turşusu koydu.
Kulak aşı dediği, hamurun üçgenler halinde kesilmişiydi.
Üçgen ufak hamurları kaynayan suyun içersinde
haşlamış, sonra onları kepçeyle alıp üzerine sarımsaklı
yoğurt gezdirmişti. Tekrar bir tavada tereyağını yakıp bu
sarımsaklı yoğurtlu hamurun üzerinde gezdirmişti.
Çatalla değil, kaşıkla yedik ve turşu ile beraber tencereyi
dipledik.
Bir akşamın görüntüsü ki, Bozdağlar karşıda, önümüzde
yeşilin daniskası. Daha da tatlısı Çelebi’nin insana huzur
veren emmisi… Günü yorumluyor Edikli Bostan, aklının
82
kesmediğini de zamanın getirdikleri diyor. Dönüyor,
aklında kalan egzotik resimleri koyuyor.
Sohbeti kesen yemekse hiç beklemediğim bir çeşit olarak
önüme geliyor.
Medeniyete aklı kesmeyen insanlar açlığını yemekle
giderme uğraşını tercih ediyorlar…
Ankara var onların gündeminde. Biz gençlerse, biran
önce ipi koparıp özgürlüğe koşmak için yanıp
tutuşuyoruz.
Bugün her şey uydurma olmuş gibi geliyor bana. Suni
veya fabrika işi amcalar ki, emmi demeye dilim
varmıyor. Yediğimiz sarımsaklı yoğurtlu kulak ve
turşunun da taklitlerini belki bulabilirsiniz.
Tadı yoktur, görüntüsü ise özendiricidir, sosu ve
yeşillikleri ile. Yemek yediğinizi mi sanıyorsunuz. Bana
göre olsa olsa yaptığınız tıkınmaktır.
83
ÇER ÇÖP, MUM DİREK
Bazen bir şarkının ilk satırı takılır dilime, yürürken,
yazarken ve bilgisayarda gezerken mırıldanıp dururum.
Dün Seyfi dikkat kesilip beni izlemiş. Arkama yaslanıp
gülümsedi, “Hangi alemdeydiniz acaba, ‘çer çöp, mum
direk’, derken?”, diye sordu.
”Farkında değilim, çıkmış ağzımdan işte”, dedim
gülümseyerek. Sonra gençlere bunu açıkladım:
Çocuklar eskiden sokak aralarında bilye oynarken bu
cümleyi söylerdi oyun sırası geldiğinde. Bilye atma sırası
gelen bu cümleyi söylemekle, önündeki engelleri
kaldırma yetkisine sahip olurdu.
Söylemeyi unutanın önünü düzleme ve engelleri
temizleme hakkı olmazdı. “İşte altmış sene önceden
belleğimde kalmış bir cümle”, dedim gençlere. Dikkatle
beni dinlerlerken onlara çocukluğumdan anılar aktardım
üç-beş dakikada…
Bilye, misket oynayacağız ama ellerimiz boş, yani
bilyemiz yok. Çocuklar toplanır, tren geçidinin
ötesindeki kiremit fabrikalarına yollanırdık.
Kiremithanelerden toprak alıp ondan bilya yapardık.
Sonra da bir güzel boyardık renk renk. Başka işler de
becerirdik. Örneğin tel bulan, araba yapardı. Odundan
ayaklarımıza paten, dımışkı denilen tenekeden
kızağımıza taban, gazetelerden şapka, iki karış lastik ve
ağacın elverişli çatallı yerinden sapan… Aşıklarımız
vardı, kurşun döktüğümüz ve boyadığımız!
Çevremdeki gençler ilgiyle dinlerken dünün
çocukluğunun çok renkliliğini vurguladılar. Evet,
şanslıydık biz. Gereç kıt olsa da çok zengin bir çocukluk
yaşardık.
O çocukluk gayretiyle, o çocukluk buluşlarıyla…
Şimdi de var çocuklar, çocukluk. Hem de bizim misli
mislimiz.
Şimdi de oyun var, oyuncakların da daniskası… En
basitinden akıl almaz bu günün oyuncakları ve malum
84
bilgisayar var evlerde ki, onlardaki oyunun bini bin
para…
Evlerde çocuklara oynaması için alınmış bir şeyler var.
Biraz dikkat edin gözünüze çarpar eğer evde bir çocuk
yaşıyorsa. Köşe bucaktadır o oyuncak. Ama bakın
dikkatlice göreceksiniz yalnızlığı…
Hem oyuncak, hem çocuk yalnızdır. Bilgisayar başında
ve bir robotla birlikte mutlu gibi gözükse de çocuk…
Uzun söze gerek yok. “Çer, çöp, mum, direk” engeller
için bir parola… Eğer unutursan sorunları çözmen
imkânsızdır!.
Çocuklar yarınlarında toplumda yer aldıklarında da
söyleyeceklerdir benim gibi bu cümleyi belki.
Ama, başka bir şekilde tabii…
85
ESKİ ZAMAN OLUR Kİ
Çelebi ile bir şükür buluştuk. Beraber Haller Gençlik
Merkezi’ne gittik.
Burası geçtiğimiz yüzyıllarda bağlık bahçelikmiş.
Sanırım zaman zaman taşan sarı su ile beslenirmiş bağlar
ve bahçeler. Söylemler Rum veya Ermenilerin
şaraphanelerinin varlığından yana.
Gençlere ne? Biz bize çayımızı yudumlarken geçmişte
geziniyoruz.
“Buranın adı neydi?” Eski Bağlar’dı kardeşim. Bağlar
gitmiş, kalanlar işte şu görünenler.
İlerideki kocaman alış-veriş merkezini de harmanlayıp
Estramla ver elini Eskişehir Lisesi. Şimdi önünde
denizkızlarının çevrelediği bir de fıskiye var!
Çelebi bu denizkızlarının kentimizle mutlaka ilişkisi
olduğunu savunuyor, konuya ben “çekinik,”olarak
bakıyorum, Vardır her hal!..
Çelebi ile ara sokaklara dalıyoruz. Bizim konak yok oldu,
ama babaannemin evceğizi duruyor. Kapısında park
ediyoruz. Bir ana-kız oturuyor. Sanırım burası, “Nakipler
sokak”. Ev iki katlı. Dubleks deniyor şimdi, ama ufak
tefek. Hatta oturduğu arsanın nısfı yani dörtte biri
vakıflara veya devlete ait çıkıyor tapudan. Seneler öncesi
varisler satmışlardı. Ben oraya bakınca çocukluğuma
gidiyorum.
Kapıdan girince taşlıkta bir ocak vardı. Büyükannem
ayvaları ufak tepsiye yerleştirir, ocağa salardı.
Bir başka koku, bir başka lezzet, bir ikram idi.
Ayvanın özleminin yanında büyükannemin yanında,
büyükannemin her gidişimde öptüğüm elleri kalmış
aklımda. Kadife gibiydi, yumuşacık. Keşke şimdi olsa da
yüzümü gömsem avuçlarına; koklasam, geçmişin
derinliklerini öpsem, öpsem...
Çelebilerin evine doğru Alanönü’ne yönelirken gözlerim
büyük halamın evini aradı. Yoktu, tek katlı evinin yerini
çok katlı biçimsiz bir bina almış.
86
Yol da yol değil, eski yolun eğimi ortada idi!
Buna paket taş, pardon kilit taş yol diyorlar ki, hiç içim
ısınmadı, ısınmayacak. Nedeni belki Akçağlan
çeşmesinin akan suyunda elleri çamur içinde oynayan
çocuklar olmadığından!
Alanönü’ne doğru ilerlerken pencelerine baktım evlerin.
Pencerelerde hiçbir tanış yok.
Hafize’nin kapısı hep açık dururdu, Necla abla pencerede
olurdu. Nezihe halamı sorardı.
Çocuğum ya, “uyuyor”, der, kandırırdım O’nu. Kocası
Derviş’in giysisini anımsadım. İnce bir pardüsü yazın;
kışın kalın ve yakasız… Kocaman mest-lastik
ayaklarında hızlı adımlarla önümüzden geçerdi. Derviş’in
işinin olmadığı söylenirdi ama O, sanki çalışırmış gibi
gider gelirdi.
Eşreflerin evi, Emirlerin, Halkalıların ve İsmail’lerin,
Sedatların, Nazlı teyzenin, saatçı Ziyaların; yukarıdan
sağa doğru Metin’lerin evi, ilerde köşede Akın’ların ve
önümüzde Akçağlan meydanı… Şu koca çınarın dili olsa
da konuşsa! Tepede büyük halamın evi meydana bakardı.
Mustafa ağabey, şu pencerenin önünde bana ders verirdi.
Beş altı lisan bilirdi. Çok genç yetiştirdi. Sonra İstanbul’u
mekân edindi.
Kardeşi Suat kim bilir nerde? İlerde Çıkıllılar, daha
ilerde Yelkovanlar, ve Zeytinlerin evleri… Tam lisenin
arkasında.
Arkadaşlarım; sayısını bilemem, ama pek çoktular.
Kiminin şimdi elinde baston., kimi yok meydanda, kimi
de Bademlik’te…
Ya Çelebi! Hadi yürü…
87
SİYASETE BAKIŞIM SOĞUK
Siyasi bir yanım yok. Daha doğrusu bunca yıl siyaset ve
bu işle uğraşanlar beni siyasetten soğutup bu konuda
yerimin nötr olmasına neden oldular.
Ne iktidar, ne de muhalefet beni memnun etmiyor.
Amaçlarının memlekete hizmet değil, yalnız taraflarına
hizmet olduğu düşünüyorum.
Evet, siyasete bakışım soğuk. Ya siyasete taraf olanlara
bakışım nasıl? işte o da sorgulanır.
İnsanların bir kesimi saf canla siyasi tarafta yer alıyor, bir
kesimi ise tamamen çıkarını düşünüyor. İsterseniz bunu
gelin tartışalım ve eğer gerçeği görmek isterseniz
buyurun gelin dinleyin:
Çelebi’ye hep anlatmaya çalışmışımdır. Aslında Dünya
bir yöneticinin elinde ve bunlar da tüm ülkelerin
siyasetini yönlendirmekte. Örneğin Irak’ı kurcalamıştır
bunlar. İran’ın zenginlikleri de gündemlerindedir.
Yönetici grup oturur bir proje üretir, diyelim ki, Avrupa
Birliği’nin sonucunu belirler. Ya da nasıl olması
gerektiğini bir kalemşöre havale eder. Bastırır parayı
yazdırır…
Yani toplumu geleceğe hazırlamaktır bunların amacı.
Programdır, plandır, zamanlama dahil her şeyleri vardır
ve gerçekleştirirler mutlaka…
Ve sonra arkasından yine mutlaka bunların maddi
çıkarları gelir. Çünkü Ulu Manitu’nun istediği de budur;
oynamak ve kazanmak.
Uranyum mu? Petrol mü? Veya başka bir enerji mi?
Altın gümüş ve elmas madeni de bu oyunda yerini alır.
Siyasi bir yanım yok. Çünkü siyaset diye bir şey mutlaka
büyük çıkarların, büyüklerce, büyüklüğünü ispat
etmişlikleridir. Benim bir şekilde kullanmak için
kurulmuş mekanizmaya kapılmam gerekmez, diye
düşünüyorum.”.
88
ESKİŞEHİR
Her gün Eskişehir`e çeşitli illerden turistler geliyor.
Kentin ünü ülkeye yayıldı. Özellikle adının Eskişehir
olması daha da ilgiyi arttırıyor. Bu arada Odunpazarı da
nasibini alıyor...
Çelebi’yi Odunpazarı’ndan aşağı indirdim.
Hamamyolu’nda Akardere’yi aradı, çevreye şaşkın
şaşkın baktı… Sonra, “Hamamyolu’nu daha olgunlaşmış
buldum”, dedi.
Köprübaşına vardık, belediyenin taşındığına inanamadı
ve Çukurçarşı’da takıldı kaldı. Epey aradı Çukurçarşı’yı.
Park olmasını düşünememiş bile. Sonra Belediye’nin
ardına geçtik. Orada motorları merak etti. Otogar’a sefer
yapıyorlar dedim. Tıpkı Panama Kanalı gibi bentler var.
“Fırsat bulursam turlarım”, dedi.
Çelebi’nin gözleri belediye gazinosunu aradı. Ses
çıkarmadım, “Acaba yok muydu?” diye düşündü
sanıyorum. Sonra dayanamayıp sordu, “Gazino ne oldu?”
dedi. Sonradan Güzel sanatlar Galerisi olarak işlevini
sürdüren, “Belediye Gazinosu yıkıldı ve gördüğün gibi
park oldu”, dedim. Gözlerine inanamadı…
Birlikte yürüdük. O’na Yalaman’da çay ikram ettim.
Sonra Kanatlı iş merkezini ve ardından da Espark’ı
gezdik. “Olamaz!” dedi Çelebi, “Benim kafamdaki
Eskişehir ile bu günün arası çok farklı. Toz yok, çamur
bitmiş, pırıl pırıl insanlar…
Son günlerin mağazaları ile tertemiz Porsuk’tan, Neo’dan
söz ettim O’na. “Ya!” dedim, “Eskişehir, işte böyle
oldu…”
89
ÇUKURPARK
Hafta içinde öğle vaktiydi, Çelebi ile buluştuk.
Önce çibörek yemek için dostumuz Erol’a yollandık.
“Kırım Caddesi burası” dedim Çelebi’ye. Erol’a da selam
verdik, ama o kalkıp Kent Park’a yollandı. Orda eski
mezbahada şube açıyormuş. “Alışkın değilsin, fazla
yeme”, dedim Çelebi’ye. “Ağzında dağılır ama, midende
yığılır”.
Çibörekten sonra Kent Park’ı sordu. Gerçi yerini
biliyorum ama, girmek nasip olmamıştı. “Gider miyiz?”
dedi, “Yürü” dedim.
Şeker Fabrikası yönünden girdik. Şaşırdı Çelebi, hafta içi
kalabalığı görünce. Burada sabah kahvaltısı yaptığımıza
inanası gelmedi. Çayı ikiledi, üçledi ve eğilip renkli
balıkları seyre daldı. İlk fırsatta bir akşam üzeri gelmek
istediğini de söyledi. Epey sohbetten sonra kalkıp gezdik.
Kumsal henüz oluşmamıştı ama, “Tıpkı Erdek gibi
olmuş” dedi.
Çelebi’ye, Köprübaşı’ndan buraya motorla
gelebileceğini anlattım. Duymuşmuş, “Bir gün mutlaka
geleceğim motorla” diye yanıt verdi.
Geçen hafta O’na Çukurçarşı’dan söz etmiştim.
“Önünden geçmişim de fark edememişim”, demişti.
Kent Park’a veda edip Estram’la Çarşı durağına geldik.
Eski Tepebaşı Belediyesini dolaşarak önüne vardık.
Merak ettiği Çukurçarşı merdivenlerinden aşağı indik.
“A,a, park!” dedi. Eskiden balıkçı, ciğerci ve kasap,
manav derken hepsi gitmiş, yerine seyirlik ve park
gelmişti. Çayhane ve kentin özelliğini yansıtan lületaşı
sergilenen dükkânları geçip bir kez daha çay içmek üzere
çayhaneye oturduk ki, oranın da yoğun kalabalığına
dikkatimi çekti Çelebi, ‘Yahu her yer kalaba!’ dedi.
Kasaba yaşamına alışmıştı ve Eskişehir de gerçekten
oldukça kalabalık bir kent olmuştu. “Çukurçarşı” demedi,
Çelebi, “Burası, “Çukurpark olmuş”, dedi. Bugünkü
gezimizi burada bitirelim’ dedim. İleride Çelebi’yi
90
Şelale’ye ve Sazova’ya da götürmeyi vaat ettim. Ben de
oraları doyasıya görmemiştim.
Şöyle dışından bakıp geçmiştik. Dolayısıyla
programladık, Şelale ile Sazova’ya da bir gün gitmeyi.
Ancak oraların gecesini yine Çelebi’ye bırakacaktım.
Gündüz gözüyle bana ait olsun…
Hava kararırken Çukurçarşı veya Çukurpark’tan
Yalaman’a geçtik. Her kesimden insanların arasından
geçerek. Çelebi’ye “cafe”leri işaret ettim.
O, elli altmış sene öncesi çay bahçeleri ile yazlık
sinemalarını anımsadığını söyledi. Kızılcıklı’dan dönüp
Estram’la eve yollandık.
Yarım yüzyıl öncesi, evet, 18’lik iken bir Eskişehir vardı.
Bugün yine var Eskişehir, biz de varız. Ama nasıl varız?
Saçlarımız ağarmış, ihtiyarlamışız.
Hasılı değişmişiz be ya…
91
TÜRK İŞİ DİZİ
Senelerce yerli film izledik. İçinde aşk, macera ve
mutlaka dansözlü sahneler olurdu. Aradan yarım yüzyıl
geçti, şimdi sinemalar evimizde. Akşam haberlerinden
sonra kanallarımızda diziler başlıyor. Gerçi ben
takılmam, ancak ülkemin insanının başka seçeneği yok.
Evde ekrana hakim kişi bir dizi saptamakta ve hane halkı
o diziye takılmak zorunda… Ve malum aşk ihanet,
macera ve belli sonuçlarla size sunulan dizi başlıyor.
Dizinin olmadığında eğlence! Eğlence sunumunda da
banal konuşmalar… Ve tiplere bakın, , amorf vücutlarla
abartılı makyajlarla sıralanmış tipler. Buyurun, gülün…
Evet, yerli dizilerde diyaloglara da dikkatinizi çekerim;
sert konuşmalar, aksi cevaplar ve bulup buluşturulmuş
aykırı cümleler. Gülmem isteniyor, ancak, gülemiyorum.
Beni enayi yerine koyduklarını düşünüyorum. Aynı
sorunu başka bir kanaldaki tartışma izliyor. Saçma sapan
sözleriyle yoruyorlar beni. Tarih, siyaset ve sosyal
içerikte ciddi tartışmalara ender rastlıyorum.
Toplumdan reyting denilen çok izlenme bekleyenler,
ilginç olması için magazine başvurup oyuncularına oyun
dışında oyun oynatıyorlar. Son günlerde böyle yoğun bir
görüntü var. Diziler konuyor yayına, ilgi bekleniyor ve
bu diziler saçmalık dolu! Olmuyor ve kaldırılıyor
yayından. Eğer bu oyuncu ilgi odağı olmadıysa bir
komplo ilave ediliyor konuya ve diziden çekiliyor. Yanisi
bir “Dallas’ımsı” oyunlarla karışık bir şeyler.
Ne olduğu meçhul...
92
ÇELEBİ’SİZ BİR GEZİNTİ
Bu hafta Çelebi’yi kendi sorunları ile baş başa bırakıp
kendi alemimizde gezmeye çıkalım.
Don Kişot
Kitabevi ucuz kitapları bir rafta toplamış, bir lira fiyat
koymuş. Şöyle bir göz atayım derken Cervantes’in
ölümsüz eseri, “Don Kişot” ile kitabevinden çıktım.
Bu eseri okumamın üzerinden yarım yüzyıldan fazla
geçmiş. Üçer-beşer sayfa yeniden okumaktayım. Neden
Don Kişot? Sebebi dinlediğim anı ile ilgili olmalı.
Fransa kralı Lui, -kaçıncısı olduğunu anımsamıyorum
şimdi- asilzadelerinden birisi ile sohbet ederken
İspanyolca bilip bilmediğini sorar. Asilzade bilmediğini
söyler ve sonradan her halde kral beni İspanya’ya elçi
tayin edecek diye kısa sürede İspanyol dilini öğrenir.
Kral ile birlikte olduğu bir gün İspanyolcasının gayet iyi
olduğunu söyler ve kraldan bir şeyler bekler.
Kral Lui, “Oh, ne güzel. Şimdi Don Kişot’u aslından
okumanızı öneririm”, der.
Ben de Don Kişot’u okumayanlara hiç olmazsa
tercümesini okumalarını öneriyorum…
‘Et, Tavuk, Balık, Kelle/ Bunları Yemelisin Elle
Elle yemeyi denedim; kemikli eti, tavuğun haşlamasını
ve fırın kelleyi. Gerçekten elle bir başka güzel yeniyor.
Ağva’da denizle Ağva deresinin ucunda hem balığı hem
de yanında gelen soğan dilimli yeşilliği elle yedim.
Şimdiye dek böyle lezzet tatmamıştım. Belki elle
yememden, belki de balığın, belki ortamın verdiği tatdan,
her neyse…
Kar
Yaz geldi gibi… Eskişehir’in kırkikindi yağmurları
haziranın ortasına kadar sürebilir. Ardından sıcaklar gün
boyu sürer durur. İnsanı kavurur, suya sarılırsınız, fakat
geceleri yirmi ikiden sonra...
Isı düşer, bu kez titretir eğer giyiminiz zayıf ise.
Sıcakların ardından da sonbahar beklerken kışın geldiğini
93
görürsünüz. Bu yörenin baharı yoktur, onlarca arkadaşım
ve de hısım akrabanın Eskişehir’den kaçmasının nedeni
uzun süren kışıdır.
Dostlarla çay bahçesinde oturuyoruz, birden yağmur
bastırıyor, deminki sıcak hava gitmiş, serinlik gelmiştir.
Şair ise, “Böyledir kanunu/ Kalleş havanın/ Bir ısınır bir
soğur/ Kış gelir” demiştir.
Sıcaklardan söz edince hamam yolunda yazın kar satan
Salim’i anımsadım. Yazın yakıcı sıcağında on-on beş
kuruşluk kar alırdık. Salim, çuvala sarılı kar kalıbından
testere ile el terazi, göz mizan keserdi karı ve kâğıda
sarıp verirdi.
Eve koştururduk. Soğuk su içebilmek için. Salim’in
dükkânının tavanı ahşap idi. Yüzlerce halka çakılıydı ve
üzüm salkımları sarkardı. ‘Nedeni: kuru üzüm için…
Necdet Ağabeye sorarsanız, o size Bursa’da geçen
çocukluk yıllarında Uludağ’dan getirilen kardan söz
edecektir. Çuvala, keçeye sarılı kar, geçmişin
derinliklerine gezimizin bir parçası oldu; değil mi?
94
ŞİMİ’NİN ÖYKÜSÜ
2009’dan otuz beş sene öncesine dönmek kolay değil,
ama bir kere aklıma düştü.
Beni yazmaya gazeteci Tarık Küçükoğlu yönlendirmişti.
“Ne olacak yazacağım da?” demiştim. Ama yine de
içimden gelen bir güçle yazdım. “Azize”, arkasından,
“Şefika” derken, devam ettim gitti. Gazeteden
okunduğumu söylediler ve “Yarım Akıl İbrahim”, derken
“Kont Hilmi” ve diğerleri geldi… Onlar o dönemin
renkli kişileriydi aslında...
Ben Markalı Abidin ve Kuddin ile birlikte büyüdüm.
Kanalda birlikte yüzdük. Es-Es maçında birlikte bağırıp
çağırdık, güzel şeyleri paylaştık.
Portföyüme ağaları, beyleri ve çarşının tanınmış esnafını
da katabilirim. Ömer ağabeyimin her gün küfrettiği
İbrahim’i de. Kristal, Konak, Yıldız ve İstasyon’un
sabahçı kahvelerinin müdavimlerini de gözlerinizin
önüne koyabilirim.
Bayat’ın köşesindeki koltuk kahvesinde yine o yıllarda
Erzurum’dan gelen Aşık’tan sazlı sözlü dizeler dinledim
ve tepsiye para attım. Nice muhtarlar, belediye
başkanları, sendikacılar ve milletvekilleri geldi geçti.
Neyse, biz girişi burada kesip Şimi’yi anlatalım,
portresini çizelim.
Çarşının gülünü anımsayalım ve bugün ne olduğunu
bilemediğimizi de ilave edelim. Bilmem neden, Şimi
çekti gitti. Fehmi, O’nun bir süre Bakırköy’de kalacağını
söyledi. Fehmi evlenince Şimi’ye yol görünmüştü desek
nasıl olur? Ağabeysiydi o…
Sanki göreviymiş gibi gelirdi erkenden Fehmi’den çok
önce. Yaz-kış demeden hep sabahları erkenden handa
yerini alırdı. Üst kata çıkmaz, köşedeki çay ocağının
önündeki boş kasalara oturur beklerdi.
O’nu sonradan tanıdım. Simit, çay ikram ederdim. Ufak
tefek para yardımımda gözlerinin içi gülerdi…
Konuşması zor anlaşılırdı. Haftada bir Taşbaşı’na
95
gönderirdim. Börek alır gelirdi. Oturup beraber yerken
mutluluğu yaşadığını görürdüm. Sonra eline parayı verip,
“Sinema,” demem üzerine fırlar giderdi..
Bildiğim kadarıyla Şimi’yi mutlu eden şeyler vardı.
Onu zıvanadan çıkaran nedenlerin ne olduğunu
anlayamadım. Fehmi de bilmiyordu. “Saati geliyor işte!”
derdi. O saate ben rastlamadım. Ama bir gün iki kaşının
arasının katmerleştiğini gördüm. Belli ki, gelmişlerdi ve
savrula savrula gitti. Ertesi gün Fehmi bana Şimi’nin geç
vakit eve perişan bir halde geldiğini anlattı ve daha fazla
bu konuda laf etmedik.
Çevre onu pek tanımadı. Atölyemizde bir köşede ufak el
işleriyle vakit geçirirdi. Tek derdi sinemaydı. Üç-beş
kuruşu denk getirince fırlar giderdi sinemaya.
Şimi’de boy bir buçuk metre, kilosu da tahminim, ellinin
altında idi. Ufak tefek, minyon yüzü ile Fehmi’nin
kardeşi olduğunu anlardınız. “Yanık”, derdi O’na Fehmi.
Damdan düşmüş ufakken, tepesi üzerine ve beynine zarar
vermekle kalmamış büyümesi de durmuş garibin.
Usta, atölyeye bir kız ütücü aldı. Fehmi’ye yardım
ediyordu.
Onurlu, gururlu bir genç idi. Ailesi bir gün geldi, Fehmi
ile işi pişirip izdivaç kararı verdiklerini haber verdiler.
Düğün hazırlıkları Şimi’yi tedirgin etmişti. Çünkü her
aktivitede Şimi’nin evden uzaklaşması gerekiyordu.
Olur da gelin kıza bir zararı dokunur gerekçesiyle…
Garibim yaşama bir kez daha ters düşmüştü.
96
BEYTULLAH HEPER
Bir dostun ölümünden sonra kaleme aldığım yazı üzerine
değerli karikatür ustası Beytullah Heper, bana böyle bir
yazının gidene yararını sorup, “İnsanın sağlığında
yazılmalı”, dedi.
Böylece bir tatlı tebessümü çizme fırsatım oldu.
İlk çizgisinin yılı 1947 diye biliyorum. Sanatında altmışı
aşmış dolu dolu yıllar… Ve senelerce benim yazılarımda
vardı çizgileri.
Gerçekten o bir Aziz Nesin gibi, Semih Balcıoğlu gibi bir
konuyu çizgilerle çerçeveliyordu. Genelde futbol topu ile
toplumun yasakları ile ilgiliydi çizdikleri. Otururken
anımsadım O’nun sözlerini. Doğru; O’nu yaşarken
yazmalıydım, hatta yazmaktan öte O’nu tüm sivil
toplumcular da konuşturmalıydı.
Karikatürleri yılda on kez sergilenmeliydi. Yeni kuşağa
ders vermeliydi “Masaracı” gibi…
Bana bol bol çizdiğini söyledi. Ama gazeteye vermek
istemiyordu. Daha çok kalıcı bir yer arıyordu. Sergi bile
yetmiyordu anladığım kadar. “Hadi bu kadar!” gelelim
tanıdığım diğer çizerlere; Semih Poray, Semih Balcıoğlu,
Altan Erbulak’a… Rahmetli Altan bana bu işi
öğreteceğini vaat etmişti. Yeni Sabah’ta imzamın her gün
çıkması için çizmem gerekiyordu.
“Öğretirim,”demişti. Nasip olmadı. Semih Poroy ise
Bahçeli Kahve’de aynaları çizerken garsonun çay
siparişine takılmıştı. Mestan’ın, “Dört çay, üçüncüsü açık
olsun!” dediğine… Ve sonra hafifçe gülmüştü.
Çizgilerine bu sözleri yansıtmıştır sanırım. Karikatürün
ucu bu işte… Ne var ki, çizebilene aşk olsun…
97
ÇELEBİ İLE BİR ÖMÜR
Pazar yazılarımda adı geçen Çelebi benim dostum,
arkadaşım, O’nu hep yazdım.
O da sesini çıkarmadı, benimle ilişkilerini kesmedi ve
altmış küsur senedir beraberiz.
Evleri şimdiki Adalet Sarayı’nın arkasına düşerdi. O
yıllarda iki göz oda ve ortadaki hayati bahçesi Şeker
Fabrikası’na, bahçe kapıları da Batıya bakardı.
Anası beyaz örtme ve ağacalığıyla gözlerimin önünden
gitmez. Bize yedirecek bir şeyleri mutlaka olurdu.
Çelebi’nin anasının hiç boş vakti olmazdı. Devamlı ip
eğiririr; çorap, fanila, kazak örerdi. Evlerin önü Porsuk’a
kadar bahçelikti. Sonbaharda her şey kuruturlar, kışa
hazırlık yapardı Çelebiler.
Bahçelerindeki kümeste tavukları vardı. Civcivleri
ürerdi. Kışın bir kez kaz keserlerdi. Yağına tirit yapmak
için davet edilirdim.
Çelebi ile her şeyimi paylaşırdım. Leblebi-üzümden
başlayıp neyim varsa bir ona bir bana…
Ellili yıllarda ben Özcan Bolkol ile gazeteciliğe
başlayınca onu da peşimden sürükledim. Haberleri de,
elimize geçen parayı da paylaştık, gazeteleri de paylaştık.
Öte yandan okuduk ve bir gün geldi ki yollarımız ayrıldı.
Bir süre için… Ama uzak da olsak ondan haber aldım.
Arkadan arkaya izledik birbirimizi. O, evlendi barklandı.
Anası babası terki dünya eylediler.
Benim de yaşantım farklı değildi. Evlenme barklanma ve
kayıpların yanında kazanımlar…
Evlatlar, yeni dostlar ve başımızdan geçen binlerce
deneyimler…
Seneler su gibi geçip bu günlere geldik ve rastlantılar bizi
yine bir araya getirdi. Şimdi haftada bir de olsa
birlikteyiz. Ama çevremiz eskisi gibi değil…
Bizim o yıllardaki evimiz şimdi park… Onların evlerinin
de yol olduğunu söyleyelim. Şimdi ben biraz daha ona
uzak oturuyorum. Fakat Estram ile daha yakınız.
98
Çok hoş oluyor,
Buluşuyoruz Çelebiyle. Yürüyoruz Şehitlik’in ötesine.
Dün şehir biterdi, buradaki bahçeler başlardı. Toprak
yoldan yürürdük. Alman carına kenardaki ağaçlardan
yapraklar dökülürdü. Bir bahçeden salatalık verirlerdi,
diğerlerinden elimize zerdali sıkıştırırlardı,..
Yol biterdi, Porsuk kenarına oturur dinlenirdik.
Yemyeşildi buralar… Şimdi seher olmuş, tıpkı hayal
gibi, geçmiş gitmiş seneler…
Dönelim çelebi, akşam oluyor, eve atalım kendimizi, bu
kez epey yormuş yol. Hayır, yaşlılıktan değil,
manzarasızlıktan…
99
ESKİ GÜNLER
Ramazan gelince bazılarında eskiye özlem daha çok
artıyor. Hele benim eskileri yazmam onları daha çok
eskilere meylettiriyor.
“İstasyonda hâlâ simit ve salep satılıyor mu?”
“Akşamları Yalaman hâlâ eski havasını yaşıyor mu?”
“ Es-Es’den ne haber?” ve daha da eskileri, Altay’ı…
Çelikartal’ı mahallelerinin takımı olan Akınspor’u
soruyorlar.
Ben de onların yaşını-başını soruyorum. Bakıyorum çoğu
yaşlanmış, işi bitmiş, eleğini asmış, aklına eski Eskişehir
düşmüş.
Gençliğini anımsamış; belki de bir eski göz ağrısını
düşünüyor. Onun üzerine gelmiş hayalen buralara, o eski
Akçağlan’a. Oysa Akçağlan çoktan bitmiş!
Taşrada olanların çocukları, anlattığım yerlerin aynı
babalarının anlattığına benzer olduğunu söylüyorlar.
Örneğin Eski Otogar ve çevresi, Köprübaşı ve çevresi…
Daha başka nerelerimiz anılarda yer aldıysa oralarını
anlatırmış Eskişehirli babalar…
Bu yazımı Alaaddin Parkı’nda yazıyorum. Tam da
doğduğum eve karşı, fakat evimiz yok. Park olmuş şu
Çifteler Caddesi’ne. Nihat ağabeylerin evi de epey
yüksek şimdi. Özcan ağabeyler ve arkadaşlarımın evleri
yok olmuş hep. Ferruh Çölekçi’lerin evi de…
Şu karşıdaki Özcanların fırınından alırdık ekmeğimizi.
Şu Atatürk Lisesi’nin hemen yanında çeşme vardı. Suyu
taa Yunus Emre Okulu’nun önüne kadar akar giderdi. Ve
ben de şu parkın içinde kaybolur giderdim. Akasyaların
çiçeklerini yerdim, köpeküzümü denen tohumları da…
Pes yani, ben de uçup gitmişim.
Yaşlılık işte…
100
PERŞEMBE PAZARI
Bütün, sigara satıcılarında yabancı markaları artık
yadırgamaz olduk. Haydi, bakalım karşı çıkın da
Hanya’yı Konya’yı görün. Futbolseverlerin açtığı
pankarta ses çıkaramazsınız. Ne yazmışlar acaba; “I love
you Fener”… Haydi buna espri diyelim ve İstanbul
Atatürk Kültür Merkezi’ndeki büyük salonun ışık
odasının kapısındaki levhayı okuyalım: “Do not enter”.
Girmeyin demeye getiriyor ve altında da Türkçe
“Girilmez” yazıyor. Evet, sizi anlıyorum ama Türkçe’si
niye altta?
Burası kentin en kalabalık yeri, Köprübaşı. Oturun da
izleyin tişörtlülerin göğüslerinde veya sırtlarında
yazılmış olan kelime veya cümleleri. Nasıl? Yabancı
kelimeler mi? Hepsi mi?.. Demek yabancı hayranlığı
devam ediyor yarım asırdır ve de toplumda daha kişilik
denen bir şey oluşmamış. Sormuyor, sorgulamıyor, niye
yabancı isim, niye “MC” bilmem ne? Niye “Köfte’s”?
Niye bizim sitenin adı “Auro”? Niye “City” diye
adlandırılıyor burası? Çayhanede bir de “Tea” lafı var..
Yanisi bir şeyimiz henüz daha oluşmamış, artı
oluşmasına da katkı sağlamak aklımızın ucundan bile
geçmiyor. Sonra da oturup dertleniyoruz, işin esprisi
sanki!.. Zafer bayramımızda orta ve işaret parmağı ile
yabancı kesimin “Victory”, zafer anlamında “V” işareti
yapan’; ekranda yemek programında bize yabancı bir
müzikle sözüm ona jest yapan hanım kızımıza ne demeli?
Çorabıma, çamaşırıma, şapkama, donuma, tumanıma,
kalemime ve de defterime elin yabancısının ismini
koyana açıkça kırılıyorum. Yarın sebzeme ve meyveme;
artı etime ve ekmeğime mutlaka başka isim takacak
olanlara şimdiden sitemlerimi sunarım.
Facebook, gmail, hot-mot veya bilmem ne... Bize az bile!
Yav… Sen bu memleketin neresindensin?
101
TEFRİKA - MEFRİKA
Bahçeli Kahve’de öğle vakti, yaşı yetmişi geçmiş, burada
büyümüş, yaşlanmış birisini arıyorum.
Şimdilik yok ama belki gelir sanıyorum…
Almanya’nın Köln kentinde yaşayan Cengiz adlı birinden
şiir gelmiş bana. “Odunpazarı’na Özlem”, diye başlığın
altındaki dizelerde elli sene öncesinin isimleri var.
O isimleri sorup yer tarifini tanımlayacağım…
Bazılarını biliyorum, fakat bazıları yok; bazı yerler de
değişime uğramış…
Örneğin Koca Çınar’ın ve su kuyusunun olduğu yer
arası Pehlivan Tevfik’in kayınpederinin evinin önüymüş.
Acaba kesin neresi?
“Pehlivan Tevfik” dediler. Demek Odunpazarı’nda
yetişenlerden bir de pehlivan çıkmış! Konuyu kaydırıp
Güreş’e takılalım;
Yetişme döneminde sporun her türlüsünü denerken güreş
de vardı. Demirspor’un, Şeker’in güreşçileri… Bir de
pehlivanlar…
Anımsadıklarımın içinde Dünyaca ünlü, olimpiyat
şampiyonları var. Örneğin Şeyh Edebali Türbesi’nin
karşısında rahmetli Ahmet Bilek ve de Köprübaşı’nda
“Akar” pastanesi sahibi Nasuh Akar milli güreşçilerimiz
idiler. Eskişehir onlarla iftihar ederdi. Ek olarak rahmetli
Yılmaz Kamışlı da okuldan ağabeyimdi ve güreşte bizim
Ticaret Lisesini temsil ederdi.
Serbest stil, Greko-Romen ve yağlı güreşe yönelelim;
Kızılcıklı Mahmut Pehlivan, Emirdağ’dan... Ama yağlı
güreşçi açısından pek zengin değiliz.
Tefrika
“Peki şu spor dalına olan muhabbetin nerden?”
diyeceksiniz. Anlatayım:
İstanbul’da gazetede çalışıyorum, bir köşede yaşlı
ağabeyimiz sürekli yazıyor. Ancak merak etmekle
yetinmedim. Bir gün masasına yanaşıp sordum ne
yazdığını; “Pehlivan tefrikası”, dedi. Beni işletiyor
102
sandım, ama gerçekten pehlivan tefrikası yazıyormuş. O
yıllarda ulusal gazetelerde okuyucuyu sürükleyen
tefrikalar olurdu. İşte öyle bir şey yazıyormuş, el yazısı
ile üç sayfa…
“En heyecanlı yerinde bırakacaksın ki, meraklısı yarın
mutlaka gazete alsın”, dedi.”
Sıngırgılı imiş Üstad. Halil Nusret Ertüz idi adı. Oturduk
karşısına. Bize bu işin inceliklerini saydı döktü.
Merak sardım tefrikacılığa. Ertüz; “Hele sen yaz, ben bir
göz atayım, satın alacak gazete var”, dedi. “Son Posta,
Tercüman, Akşam veya Yeni İstanbul’a; hangisi çok para
verirse ona satarız”…
Günü geldi, işin detayı için yollara düşüp Balıkesir
çevresine, kasabaların panayırlarına varıp orada yağlı
güreşleri izledik.
O günlerde panayırlarda güreş tutan Mehmet Ali Yağcı
Kırkpınar’da başpehlivan olmuştu. Ağabeyisi İzzet Yağcı
ile güreş tutmak zorunda kalmış. Üç buçuk saat süren
finalde ağabeyisini topuk kesmeyle yenmiş.
Ben kardeşlerin birbiriyle tekrar tutuştuklarını izledim
ama yenişemediler. Bir saatten fazla süren güreşlerini
cazgır keserek berabere ilan etti. Evet, onlar 1961’in
Kırkpınar başpehlivanı ile ikincisiydiler. Güreş
sonucunda gözleri yağdan dolayı kızarmıştı, kispetlerinin
üzerine peştamal bağlayıp kasabanın hamamına gittiler…
Ben gördüklerimi yazdım, tefrika halinde… Davul, zurna
kispet ve zembillerini anlattım. Cazgırların pehlivanları
eşleştirmelerini, peşrevlerini, oyunlarını yazdım.
En heyecanlı yerinde kesip ertesi güne bıraktım. Ancak
yazdıklarım yayınlanmadı, gazetede kaldı. Yalnız
masraflarımı karşıladılar…
Gazetelerde tefrika o yıllarda bitti. Polisiye romanlar,
korsan hikâyeleri öne çıktı. “Eski bir pehlivan” diye
yazanlar işsiz kaldı…
Mefrika
Başlağımızda “Tefrika-Mefrika” dedik. Tefrikayı
anladınız ama mefrikayı bilmezsiniz. Mefrika bizim
103
aramızda bir tabir, Tefrikalar gazeteden kalkınca
magazin geldi oturdu, önce kulaktan kulağa dedikodu,
anahtar deliğinden adıyla fis-kos ve “miş” “mış” sonlu
kelime ve cümlelerdi “sözüm ona haberler”…
Sonuç
Odunpazarı Meydanı’na özlem denilen şiir kaldı gelecek
sayıya…
Noktayı koyarken yukarıda bahsettiğimiz iki güreşçimiz
hakkında biraz bilgi verelim;
Nasuh Akar: 1922-1984 Yozgat doğumlu. 1948 de
Londra’dan ülkemize altın madalya getiren serbest stil
güreşçimiz. Eskişehir Demiryollarında ve sonra milli
güreş takımımızın çalıştırıcısı
Ahmet Bilek: 1932-1971 Kula doğumlu, Greko-Romen
stilinde olimpiyatlara katılan ve altın, gümüş madalyalar
alan güreşçimiz de DDY’dan…
104
ŞEKER BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN
Geçen yüzyılın ilk yarısıydı. Yine böyle bir Bayram’dan
önceki günlerde çarşıya çıkıp ayakkabı aldık.
Bayramlık ayakkabıma, “Şaplı”, deniyordu. Çok merak
etmeme rağmen “Şaplı”nın ne olduğunu öğrenmem için
çocukluktan çıkmam gerekti. Şaplı demek, tam
işlenmemiş öküz derisi demekmiş. Suyu görünce
kabardığını tembihlenip geldik çarşıdan ve Bayram
sabahına kadar başucumuzda ayakkabımıza baktık.
Çocuklar ve tüm insanlar ancak bayramdan bayrama yeni
giysilere büründüğü gibi yeniliklere de bayramlar vesile
olurdu. Bayram önceleri bu yüzden yoğun telaş
sürdüğünü anımsıyorum.
Örneğin, yeni alınan ev eşyaları ile birlikte boya ve
badana işleri…
Bayram öncesi hamam ve bayram tıraşı, bayram ikramı
olan baklava hazırlığı ve ilk kez güllaç, bir de ekmek
kadayıfı da…
Neyse, bunların içerisinde benim giysilerim güme gitti.
Giysilerim duvarda asılı. Tüm çocukların Bayram günü
beklentisi sürüyor. Ve İkinci Dünya Savaşı sıkıntılarının
ardından Dünya bayram yapıyor…
“Muş”, diye kulaklarımızda kalmış cümleler var… Bizde
büyüklerimizin elini öperek asıl amacımız olan cep
harçlığı düşüncesi ağır basıyor. Cep harçlığı ise, Bayram
yerinde harcama parası... Asıl olan para… Onunla oluyor
dolaba, atlı karıncaya binmek, keten helva, macun yemek
ve çaptan düşmüş üç tekerli bisiklet ile bir tur atmak…
Eskişehir’de; biri Alanönü, diğeri Stat’ın önünde olmak
üzere iki bayram yeri sahası vardı. Stat’ın önü sonradan
Yalaman’a gitti ve her iki Yalaman çay bahçesi
bayramlarda çocukların hayali oldu: Koz helva, macun
ve diğer yiyecek bir şeylerle beraber seyyar köfteciler;
atlı karınca, dönme dolap, kayık salıncak ve tahterevalli
ile beraber bir köşede “Şahmaran” çadırı...
“Beş basan on alıyor’cuların yanına yaklaşma”, denirdi
105
bize. Merak eder sokulurduk, ama hiç oynamadık! Bir
başka köşedeyse saçma attık tüfekle. Önümüzdeki hedefi
vurdukça zevklenirdik. Hele bir arkadaşımız kasnak
atardı sigara paketlerine…
Mantar tabancası, çata-pat kokusu, balon olmazsa olmazı
idi bayramın biz oğlanlar için. Kızlar için ne önemliydi
bilmiyorum…
Onların hepsinin saçlarında taftadan kurdeleler vardı,
ellerinde de mendil… Ayaklarında da beyaz çoraplar,
beyaz ayakkabılar.
Erkek çocukların da kısa pantolon; askılı hepsi.
Üstlerinde de uydurma bir gömlek…
Evet, şaplı ayakkabılar ve cebimizde paralar…
Çocuk da olsak, giysi ve para insana güven veriyor...
Yürürken kasılıyoruz.
Şeker Bayramı
Hep merak ederim bu bayrama neden “Şeker Bayramı”
demişler, diye. Herkes bilir ki Ramazan bayramıdır adı.
En basitinden gelen misafirlere şeker ikramı bunun
nedeni olsa gerek. Ama bazıları çikolata ikram ederdi.
Örneğin; Hüseyin ağabey bir bayramda kaynına ikram
ettiği çikolatayı diğer bayramda kaynından ikram olarak
görünce alır yemez; bir kez daha ikram alarak kaynına
sunar ve bu böyle sürer gider. Bir gün sorduk, “Şu
çikolata kaç yaşında?” diye…
Şeker Bayramı’nız kutlu olsun…
106
ESKİ DOSTLAR
Çelebi’ye sordum: "Nerde şu eski dostlar?" diye.
Başladı Marmara, Ege ve Akdeniz’in kıyı kentlerini
saymaya. Taa Mersin’e kadar uzadı listesi.
Çelebi ile Batıya doğru yelken açtık. Mersinden…
Alanya, çok dostumuzu almıştı. Yeğenlerimle beraber
okuldan, çarşıdan, çevreden pek çok dost Alanya’da ev
alıp mevsiminde gittikleri gibi oraya yerleşenler de oldu.
Antalya’dan Ahmet, Manavgat’tan Avni ile internette
görüşüyorum. Ve ben oralara gittiğimde yolda-belde
tanışlara rastlıyorum. “Buralı olduk”, diyorlar.
Eskişehir’in sanki suyu çıkmış, yahut deniz olmazsa bu
hayat çekilmezmiş gibi sahil kentlere kaçmış dostlar…
Eskişehir’in kışı altı ay sürüyor kesin. Geri kalanı da ne
bahar, ne de yaz… Yaz göremiyormuş aziz dostumuz.
Çok doğru. Biz devamlı yakıt parası öderken onlar
ceketle, kazakla geziyorlardı. Gerçekten gittik gördük. O
yönden hak verdik.
Antalya’da turistlerle beraber yemeğe oturmuştuk. Onlar
salata ile yetindiler. Biz tatlısı, etlisi ile bir güzel
doyunduk.
Sonra da onların kalem gibi fiziklerine özendik.
Nasıl form tutulurmuşlar gözlerimizle gördük.
Asıl hemşerilerimiz bu noktadan sonra yoğunlaşıyordu.
Antalya’nın Batısı’ndan itibaren her yerleşim bölgesinde
bizim kuşak ve bizim dostlarımız vardı.
Kaş ve Finike’den sonra da bir avuç arkadaşım Datça’ya
yerleşmişti. Orda rutubet yokmuş.
Buradaki kadar sıcak geçmiyormuş yazlar.
Ne bileyim öyle söylüyorlardı. Marmaris’e gelince; bana
birçok arkadaş oradan selam göndermekteydiler.
Akşamları toplanıp sohbet ederlermiş ve bizi
anımsarlarmış!
Sağ olsunlar aynen Bodrum’dan da selam alıyorum.
Eğer inanırsam Çelebi ile benim çok iyi insanlar olarak
107
anıldığımızı aktardılar, iş davete gelince kimse öne
çıkmıyormuş!
Necmi İzmir’e yerleşti, Doğan ve Necdet ile kardeş
gibiydik. Orada rahmetli oldular. Büyük hala İzmir’e
yerleşmişti.
Çok akrabam orda… Yukarı doğru, yani Kuzey’e
çıkarsak yeğenler var Dikili ile Ayvalık’ta da. Pek çok
arkadaşım yerleşip oraları mesken tuttular.
Yani denizlerimizin kıyıları çekti tüm dostları ve
akrabaları. Bunların bir kısmı Edremit, Akçay ve ilerde
Saroz’dalar…
Çelebi’ye saydım, döktüm. O da bana arka çıktı ve
anlattıkça tasdik etti…
Ben de onun anlattığını onayladım, “Doğrudur” dedim.
Ve geldik gözbebeğimiz İstanbul’a. Burada Yolava’yı
yazımıza dahil etmedik. Orayı bir başka pazara bıraktık
ve Boğaz’dan geçip Marmara’da uzunlamasına yol alıp
adaların önünde demirledik.
Karşıdan İstanbul çok büyük ve muhteşem görünüyordu.
Çelebi’ye baktım, gözleri parlıyordu. “İşte” dedim, “Taşı
toprağı altın, denilen İstanbul…”
Akşamın rengi miydi gözümüzü alan? Hayır,
İstanbul’du…
Müthiş bir çekicilik ile ışıldayan koca kente daldık…
Haftaya yalnızca pek çok sevdiğimizi çekip alan bu
kentten aktarmalar yapacağım. Şimdilik Çelebi ile kol
kola yürüyoruz; hem güzelliğin, hem de tarihin
içersine…
108
İLGİNÇ
Tarihte tek olan Kleopatra`nın pek çok yerde mezarı
varmış. Akdeniz sahillerinde gezerken, Antalya’nın
Doğusunda ve Batısındaki kasabalarda Kleopatra’nın
namı yürümekteydi. Ayrıca bu güzel Mısırlı’nın dünyaca
tanınması bana ilginç geldi.
Başka ilginç konu ise Edison’dan. Hafızası çok zayıfmış.
Tanıştığı kişilerle bir kez daha karşılaşınca
tanıyamazmış. Unutkanlığı sonucu okulda başarı
sağlayamamış, hep sınıf sonuncusu olmuş. Gelin görün
ki, Edison’un unutulmazlığı ortada; İlginç!
Bir ilginç şey ise Mark Twain’den. Arkadaşı Graham
Bell’in telefonla uğraşısına karşı, zaman zaman bu
konuya, “Bu makinayı gözüm tutmadı, böyle boş işlerle
uğraşacağına yararlı işlerle uğraş”, diyerek arkadaşını
yönlendirmeye çalışmış... İlginç!
Ünlü yazar Jack London da ilginç insanlardan birisi.
Yüksek okulu üç ayda bitirip rekor kıran London, on
sekiz yılda elli bir kitap yazarak ayrı bir rekor kırmış.
İlginç elbette, ayrıca her bir kitabı okunma rekoruna
sahip...
Bildikleriniz duyduklarınızdan, okuduklarınız da size
anlatılanlardan çok fazlaymış. Çünkü duyduklarınız ve
okuduklarınız beyninizin yargı ve algılama süzgecinden
geçermiş. Onların bizim hazinelerimiz olduğu
söyleniyor.
Gördüğümüze bakmamız! Duyduğumuzu dinlemek
gerekiyormuş. Artı, karşımızdaki insanların bizim
aynamız oldukları söyleniyor. İlginç tabii...
Yeğenim dünyanın devamlı değiştiği iddiasında. Her gün
yeni bir dünya kurulmaktaymış. İlginçlikleri yazdım
yukarıda; Mısır tarihinden bir kadını, Edison’u, Graham
Bell’i,
sonra da Jack London’u. Değişken dünyada ilginçliklerle
unutulmamışları…
109
1942’de Eskişehir’de
doğmuşum. Babamın babası
Çanakkale’de; annemin babası
Kurtuluş Savaşı’nda iken
doğmuşlar. Benim babam
çarşıda terziymiş ve yine savaş
varmış; İkinci Dünya Savaşı…
Ticaret Lisesinden sonra
gazetelerdeyim… Çarşıda;
Hakimiyet, Küçük Gazete, İstikbal, Yeni Haber ve Türk
Gücü’nde 1958’den beri dolaştım durdum… O yılların
tüm usta yazar, çizerlerinin arasında pişmeye çalıştım.
Vatan, Cumhuriyet, Tercüman gazetelerine ve Anadolu
Ajansı’na haberler ilettik. 1960 sonrasında o dönem
İstanbul’da çıkan “Yeni Sabah”, Tozman Çarşısı’ndan
beni çekti aldı. Şefim rahmetli İrfan Türksever, başarılı
buldu beni; askere yolladı, ne var ki talih elvermedi
sonra, gazete kapandı…
Diğer gazetelerde kadro bulamayınca kentime döndüm.
Küçük çapta bir gazete çıkarmaktı amacım o sıralar. Ama
gerçekleştiremedim bu hayalimi…
Değirmen Sokak’ta eğlenirken, babamın işine yardım
etmem söz konusu oldu. Ancak ticaretle uğraşsam da
yazma tutkumdan kopmadım yine de. Gazetelere,
dergilere, anı defterlerime…
Oğuz Türkmen ile İstikbal’deydim. 1990’larda… On
sene kadar sonra, “Artık yeter” demiştim ki; “2 Eylül
gazetesinde buldum kendimi. Dergilere, mecmualara
yaza yaza ve işte şimdi bu kitabımla sizinleyim…
Değerli usta Naci Gelendost bana on beş yıl önce, “Daha
on yıl daha çalışırsın”, demişti. Beş yıl da aştım…
Benim yazmam hep amatörce oldu, olmakta…
Ömrümce sevdim yazmayı hasılı…
110
İÇİNDEKİLER
7- Hamam Yolu
9-Bir Umut
10- Benim Gündemim
11- Bir Varmış, Bir Yokmuş
13- Emekliliği Yok Bunun
14- Berber de Olmak Vardı
16- Avara
18- Rengin Daniskası
19- Han Kapısından Girmez, (…..)
21- Çatak’taydık
23- Eskiye Dönmek İsteyenlere
24- Lakaplar
26- Çeşme Başları
28- Nerdeler, Kim Söyler Bana?
29- Dün Gece Rüyamda
31- Dansöz
33- Babam Görseydi
35- Defterimizde Yeri Vardı
37- Bir Hayal Gibi
38- Futbol Değil, Spor Özlemi
40- Söz Uçar, Yazı Kalır
42- Alışkanlıklarım
43- Moby Dick İle Sohbet
45- Hayvan Sevgisi
47- Şundan Bundan
48- Yazlık- Mazlık
50- Anımsadığım Kadar Altmış Sene Önceydi
52- Empatiye Saplanma
54- Senin Aklın Ermez
56- Nostalji ve Notlarım
58- Bir Pertev Geçti
60- Trencimizdi O
62- Eskişehir’se Teferruattır
63- Nasıl Geçti Habersiz O Güzelim Yıllarım
65- Dalıp Gitmişim
66- O Bir Kahramandı, Hem De İlk
111
68- Bir Röportaj
7o- Üretmek
71- Kim Kazanır?
72- Arabacı Kemal
73- Bayram da Bayramdı Hani
75- Anlamlı Hediye
76- Yarış Bisikleti
78- Üç-Beş Anı
80- Yılbaşı
82- Yaşadık
84- Çer Çöp, Mum Direk
86- Eski Zaman Olur Ki
88- Siyasete Bakışım Soğuk
89- Eskişehir
90- Çukurpark
92- Türk İşi Dizi
93- Çelebi’siz Bir Gezinti
95- Şimi’nin Öyküsü
97- Beytullah Heper
98- Çelebi İle Bir Ömür
100- Eski Günler
101- Perşembe Pazarı
102-Tefrika-Mefrika
105-Şeker Bayramınız Kutlu Olsun
107-Eski Dostlar
109-İlginç
110-Yaşamöyküm
112

Benzer belgeler