düşünce yazısı 3-levent köker edited-5

Transkript

düşünce yazısı 3-levent köker edited-5
TÜRKİYE’NİN YENİ ANAYASA DÜZENİNDE
DENGE VE DENETLEME
YAPILANMASI BAKIMINDAN
HÜKÜMET SİSTEMLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yazar: Prof. Dr. Levent Köker
DÜŞÜNCE YAZILARI NO: 03*
Levent Köker Kimdir?
Prof. Dr. Hüseyin Levent Köker, 1980’de
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden
mezun oldu. 1987 yılında Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde
(Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde) Siyaset Bilimi
dalında doktorasını tamamlayan Köker,
1990 yılında Gazi Üniversitesi’nde Siyasal
Teoriler Doçenti, 1996’da da Gazi
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Genel
Kamu Hukuku Profesörü oldu. 1997-1998
akademik yılında Yakın Doğu Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nin kurucu dekanlığını
üstlenen Köker, 2001-2004 yılları arasında
Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler
Bölüm Başkanlığını yürütmüş olup halen
Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu
Hukuku
Bölümü
öğretim
üyesidir.1989-1997 yılları arasında, Orta
Doğu Teknik
Üniversitesi,
Bilkent
Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nde, yarı
zamanlı olarak lisans ve lisansüstü dersler
vermiş olan Köker, Yakın Doğu Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’ndeki derslerine de devam
etmektedir. Köker’in çok sayıda Türkçe ve
İngilizce yayını bulunmaktadır. Kendisinin
kitapları arasında, Modernleşme, Kemalizm
ve Demokrasi (1990; 2005), İki Farklı Siyaset
(1991 ve 1998), Demokrasi Üzerine Yazılar
(1992), İmparatorluktan Tanrı Devletine
(1991; 2005), Tanrı Devletinden Kral Devlete
(1992; 2005), Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı
(1993; 2005) bulunmaktadır.
I. Giriş
Türkiye’nin yeni anayasasını arama süreci, TBMM Uzlaşma Komisyonu’nun
dağılmasıyla birlikte durmuş gibi görünüyor. Bununla birlikte, yeni anayasa
arayışının temel sebepleri ise varlığını muhafaza ediyor. Ancak, içinde
bulunduğumuz “seçimler dönemi” nedeniyle yaşanmakta olan siyasî belirsizlik, yeni
anayasa arayışının ne zaman canlanacağı konusunda bir öngörüde bulunmayı da
neredeyse imkânsızlaştırmış durumda. Bugün gelinen noktada en hararetli gündem
maddelerinden biri yasama-yürütme ilişkilerinin nasıl düzenleneceği ile ilgili. Bir
diğer ifâdeyle hükûmet (veya yönetim) sistemi denebilecek olan bu konu, ister yeni
anayasa düzeni içinde olsun, ister yürürlükteki anayasa düzeninde bir dizi değişiklik
yapmak suretiyle gerçekleştirilmek istensin, Türkiye’nin kısa vâdede yüzleşmesi
gereken en temel sorunlardan birini oluşturuyor. Sorunun bu kadar hayatî, bu kadar
temel nitelik almasının biri doğrudan mevcut anayasadan kaynaklanan, diğeri ise
daha çok pratik (gündelik) siyasete bağlı sebepleri bulunuyor. Bilindiği gibi mevcut
anayasa, yetkili ama sorumsuz bir cumhurbaşkanlığı makamı öngörüyor. Bu,
kuşkusuz bir hukuk garabeti. “Yetki varsa sorumluluk da vardır” diye özetlenebilecek
en ilkel ve evrensel hukuk ilkesinin açıkça ihlâli söz konusu. 12 Eylül askerî darbesinin
liderine göre biçilmiş bu garip elbisenin demokratik hukuk devleti olma iddiasındaki
bir anayasa düzeninde yeri olmayacağı açık. Bugüne kadar cumhurbaşkanlarının
TBMM tarafından seçilmesi ve cumhurbaşkanı seçilen kişilerin varsa partileriyle olan
ilişkilerinin kesilmesi, bu garabetinin belki büyük sorunlar çıkarmasına engel
olabilmiştir. Şimdi ise cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçilecek. Bu
durumda, varlığını ve meşrûiyetini TBMM’den değil de doğrudan halk irâdesinden
alan bir cumhurbaşkanı, bu yetkili konumunu siyâsî gücünü pekiştirmek amacıyla
çok daha rahat bir biçimde kullanabilecektir, üstelik “sorumsuz”dur da.
Dolayısıyla, cumhurbaşkanının anayasal statüsü ile ilgili bir düzenleme gerçek bir
zorunluluk. Bu zorunluluğu ortaya çıkaran ve pratik siyasete bağlı olarak gündeme
gelen bir başka boyut da var. Bu da, halk tarafından seçilecek yeni
cumhurbaşkanının çok büyük ihtimalle AK Parti mensubu bir isim, belki de bugünkü
Genel Başkan ve Başbakan olacağına bağlı bir sebeb. AK Parti Genel Başkanı ve
Başbakan’ın yeni cumhurbaşkanı olma isteği hâlâ bir varsayım ama, bu varsayımın
gerçek olma ihtimali çok kuvvetli zirâ AK Parti Tüzüğü uyarınca arka arkaya üç
dönemden fazla genel başkanlık ve milletvekilliği yapılamıyor. Bu kural değişmediği
takdirde, mevcut Genel Başkan’ın bu sıfatı, milletvekilliği ve dolayısıyla Başbakanlığı
ile birlikte sona erecek. Bu da bir arayış nedeni ve AK Parti bu arayış doğrultusunda
“başkanlık sistemi” adı altında bir anayasa değişikliği önerisi hazırlamış durumda.
Önerinin sunuluşu ve sonrasındaki tartışmalara baktığımızda, bazen “başkanlık” bazen “yarı başkanlık” bazen de “partili
cumhurbaşkanı” terimlerinin kullanıldığını görmekteyiz. Buna ek olarak, bazı önde gelen AK Parti sözcüleri “Türkiye tipi başkanlık
sistemi”nden de söz etmektedirler. Anlaşılıyor ki, AK Parti’de de, AK Parti önerilerine “parlâmenter sistem” lehinde sözlerle karşı çıkan
muhalefet partilerinde de ve genel kamuoyunda da kafalar epeyce karışmış vaziyette.
Bu çalışma bu kafa karışıklığını gidermeye bir katkı yapmayı amaçlıyor, kuşkusuz, ancak bundan daha öteye geçen bir amacı da var:
Türkiye’nin hem ihtiyaç duyduğu yeni anayasa bağlamında, hem mevcut anayasa düzenindeki çarpıklığı giderme ihtiyacı nedeniyle ve
hem de pratik siyasette iktidar mücadelesi veren siyasî partilerin kendi arayışları içinde, alternatif siyasî sistemlerin neler olabileceğini
tartışmak için kavramsal ve dünya uygulamalarının gözlemlenmesinden yol çıkan sonuçlara dayalı tutarlı bir çerçeve ortaya koymak.
*8 Nisan 2013 tarihinde “Denge ve Denetleme Olmadan Ne Parlamenter ne Başkanlık Sistemi” konferansında sunulmuştur.
1
Bu amaçlar doğrultusunda, öncelikle bütün hükûmet sistemi tartışmalarında esas alınması gereken bazı temel noktaları belirtmemiz
gerekmektedir:
1. Hükûmet sistemi tartışmaları, demokratik hukuk devleti anlayışına uygun bir biçimde ele alınmalıdır.
2. Demokratik hukuk devleti anlayışı, devletin yasama, yürütme ve yargı organları arasında “kuvvetler ayrılığı”nı öngörür.
3. Bir anlamda demokratik hukuk devletinin önşartı sayılabilecek olan kuvvetler ayrılığı özünde, devletin egemenlik kavramıyla ifâde
edilen “mutlak, en üstün ve sınırsız” iktidarının farklı organlar arasında bölüştürülmesiyle kurulacağı düşünülen denge ve
denetleme (checks and balances) sistemi ile eşanlamlıdır.
4. Sistemin ihlâl edilmesi mümkün olmayan temel ilkesi “yargı bağımsızlığı”dır. Bir diğer deyişle, yasama ve yürütme işlemlerinin
bağımsız yargı organı tarafından hukuka uygunluk açısından değerlendirilmesi demokratik hukuk devletinin varlığı için bir
zorunluluktur.
5. Yargı bağımsızlığının nasıl bir kurumsal yapı içinde gerçekleştirilmesi gerektiği görece ayrı bir konudur ve esasen denge ve denetleme
sistemi bağlamında daha önce ele alınmıştır. Burada şunu belirtmekle yetinelim ki Türkiye’nin yeni anayasa düzeni ile ilgili arayışında
yargı bağımsızlığı için Avrupa Konseyi normlarına ve özellikle Venedik Komisyonu’nun tesbit ettiği kurumsal ilkelere uygun
düzenlemelere yönelmesi hâlâ gerçekleştirilmeyi bekleyen bir hedef olarak ortada durmaktadır.
Demokratik hukuk devleti anlayışı bağlamında düşünmemiz gereken çağdaş kuvvetler ayrılığı düşüncesinin vazgeçilmez üst
ilkelerinden bir diğeri de insan haklarıdır. Özellikle yine Türkiye’nin anayasal arayışları bakımından belirtilmesi gereken nokta,
kuvvetler ayrılığı ile ilgili kurumsal tercihler ne olursa olsun, Türkiye’nin BM ve AK üyelikleri çerçevesinde bağlı bulunduğu temel insan
hak ve hürriyetleri ile ilgili uluslararası andlaşmaların en geniş ölçüde gözetilmesi gerektiğidir.
Bu çalışmada önce kuvvetler ayrığılı kavramı ve bu kavramın pratikte ne gibi hükûmet sistemi tercihleriyle somutlaştığı üzerinde
durulduktan sonra 1982 Anayasası ve bunun değiştirilmesine yönelik siyasî partilerin önerileri ele alınacaktır.
Bu çalışma bu kafa karışıklığını
gidermeye bir katkı yapmayı amaçlıyor
kuşkusuz, ancak bundan daha öteye
geçen bir amacı da var: Türkiye’nin hem
ihtiyaç duyduğu yeni anayasa
bağlamında, hem mevcut anayasa
düzenindeki çarpıklığı giderme ihtiyacı
nedeniyle ve hem de pratik siyasette
iktidar mücadelesi veren siyasî partilerin
kendi arayışları içinde, alternatif siyasî
sistemlerin neler olabileceğini tartışmak
için kavramsal ve dünya uygulamalarının
gözlemlenmesinden yol çıkan sonuçlara
dayalı tutarlı bir çerçeve ortaya koymak.
II. Denge ve Denetleme Yapılanmasının Kavramsal Kaynağı Olarak
Kuvvetler Ayrılığı
Devletin egemenlik terimiyle ifâde edilen üstün iktidarının bölümleri olan yasama,
yürütme ve yargının birbirlerinden ayrı organlar eliyle kullanılması olarak basitçe
ifâde edebileceğimiz “kuvvetler ayrılığı” fikri, görece yeni ve modern devletin bir
hukuk devleti olması gereğine bağlı olarak ortaya çıkmış olan bir fikirdir.
Kuvvetler ayrılığının farklı açıklama biçimleri bulunsa da, kavramın özü
modern anayasacılık akımlarının ortak noktası olan devlet iktidarını objektif
hukuk kurallarıyla sınırlandırma kaygısıdır ve bu sınırlandırmanın temelinde de
devletin insan haklarını ve temel özgürlükleri koruma, bunlara saygı gösterme
yükümlülüğü yatmaktadır.
Kuvvetler ayrılığı fikrinin modern anayasal devlet düzeni bağlamında iki farklı
gerekçelendirme biçimi öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki kuvvetler ayrılığının
toplumsal sınıf ve gruplar arasındaki çatışma potansiyelini gözönüne almakta ve
kuvvetler ayrılığını bu çatışmayı belli bir dengede tutmaya yönelik bir mekanizma
olarak görmektedir. Biraz anakronik olma riskini de üstlenerek belirtmek gerekir ki
kuvvetler ayrılığı ile toplumsal sınıflar arası denge ve dolayısıyla istikrar
sağlamanın amaçlandığı fikrinin izlerini Eski Yunan ve Eski Roma’da bulmak mümkündür. Eski Yunan düşüncesinin büyük
temsilcilerinden Aristoteles’e göre en istikrarlı devlet (polis-kent devleti) düzeni, zengin sınıfın mutlak iktidarını temsil eden oligarşi ile
yoksul ve câhil halk çoğunluğunun mutlak iktidarını temsil eden demokrasinin iyi yanlarını karma bir anayasa düzeni içindebirleştirmek
sûretiyle kurulabilecektir. Aristoteles’in “politeia” dediği ve çağdaş çevirilerde “anayasal yönetim” olarak adlandırılan bu “karma anayasa
düzeni”ni teoriden pratiğe aktaranlar ise Romalılar olmuşlardır. Eski Roma’da cumhuriyet dönemi olarak bilinen dönemde devletin yasa
yapma iktidarı kentin soylular sınıfına (patriciler), yürütme ise yine soylular arasından belirlenen konsüllere âitti. Dışlanmış halk kesimini
meydana getiren pleblerin mücadelesi sonucunda Eski Roma Cumhuriyeti’nde yasama yetkisi, soylulardan oluşan Senato ve pleblerden
oluşan Halk Meclisi arasında paylaşılmış, yürütme ve yargı yetkileri de yine soylular ile pleblerden meydana gelen konsüller ve diğer
idareciler ve yargıçlar arasında bölüşülmüştü. Gerek Aristoteles’in karma anayasa fikri, gerek Roma Cumhuriyeti’nde târihî mirası,
Rönesans dönemiyle birlikte öncelikle İtalya’da kurulan modern kent cumhuriyetlerinde canlanmış ve daha sonra da çağdaş kuvvetler
ayrılığı fikrinin en büyük kurucularından olan Montesquieu tarafından geliştirilmiştir.
Kuvvetler ayrılığı teorisi ile ABD Anayasası’nı yapan “Kurucu Babalar”a önemli ölçüde ilham kaynağı olan Montesquieu, kuvvetler
ayrılığını bir yandan Eski Yunan ve Roma’daki gibi toplumsal sınıflar arası bir denge sistemi olarak görürken diğer yandan da bu dengeyi
özgürlüğün güvencesi gerekçesiyle temellendirmekteydi. “Montesquieu için özgürlük, her şeyden önce, farklı toplumsal-siyasal güçlerin
varolmasına ve bunların rekabetinin, mücadelesinin bir denge ortamı yaratmasına bağlıdır. Raymond Aron’un deyişiyle
‘Montesquieu’nün temel düşüncesi hukuksal anlamda erklerin ayrımı değil, fakat siyasal özgürlüğün koşulu olan toplumsal güçlerin
dengesidir.” Bu bağlamda Montesquieu, bütün kuvvetlerin tek elde toplandığı Osmanlı Devleti’ni bir “despotizm” olarak nitelerken, ilginç
bir biçimde, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini ayrı organlara veren fakat bütün organlarda kontrolü soylular sınıfın elinde
bulunduran Venedik Cumhuriyeti’ni de özgürlükten yoksun bir sisteme örnek olarak göstermiştir. Eklemek gerekir ki, yine Montesquieu,
belki de fazlaca idealize edilmiş bir yorumla, İngiltere Krallığı’nı mükemmel bir yönetim sistemi olarak görmekte ve bunu da toplumsal
sınıflararası güç çatışmalarını dengeleyen bir özgürlükler düzeninin varlığıyla kanıtlamaya çalışmaktaydı. Bu yorum, ilginç bir biçimde,
modern kuvvetler ayrılığı fikrinin bir diğer büyük savunucusu olan John Locke’un bireysel özgürlük kavramı temelinde İngiltere’nin
parlâmenter yapısına denk düşen görüşleriyle örtüşmektedir.
2
Modern kuvvetler ayrılığı fikrinin özgürlükler açısından nasıl anlaşılması gerektiği konusunda eski ile yeninin ilginç bir sentezini ifâde
eden bu görüşün bir benzerini 1919’da kurulan Weimar Cumhuriyeti döneminde Almanya’da da görmekteyiz. Marx’ın sınıf çatışması
analizinden hareket eden Kirchheimer ve Neumann, örneğin, Weimar Anayasası ile getirilmiş olan kuvvetler ayrılığı sistemini, yasama,
yürütme ve yargı güçlerini soylu ve burjuva sınıfları arasında paylaştırıp proletaryayı (emekçi halk sınıflarını) dışladığı için eleştirmekte ve
tam anlamıyla özgür bir demokratik hukuk devletinin kurulabilmesi için proletaryayı da içine alan bir düzen kurulması gerektiğini
vurgulamaktaydılar.
Özetle belirtmek gerekirse, kuvvetler ayrılığı fikrinin bir anayasa düzeninin temeline yerleştirilmesi bağlamında iki önemli gerekçe
yer almaktadır:
1. Toplumsal sınıf ve gruplar arasındaki çatışmanın dengelenmesi
2. Devlet iktidarının bu denge aracılığıyla bireysel özgürlüklere saygılı olacak tarzda sınırlandırılması ve denetlenmesi.
Günümüz dünyasında kuvvetler ayrılığı fikrinin bu iki temel gerekçesi geçerliliğini muhafaza etmektedir. Bununla birlikte, 18. yüzyıldan
bugüne dek yaşanan gelişmeler, çağdaş devlet düzenlerinin demokratik bir meşrûiyet zeminine dayanmasının bir zorunluluk olduğunu
göstermiştir. Bunlara eşlik eden ve kuvvetler ayrılığı fikrini demokratik bir siyasî düzen bağlamında yeniden değerlendirmeyi gerektiren
bir diğer önemli gelişme ise hak ve özgürlüklerin sosyal boyutuyla ilgili olmuştur. Böylece devletin temel hak ve özgürlükleri sâdece
korumakla yetinen değil, aynı zamanda bu hak ve özgürlüklerin gerçekleştirilmesi için pozitif yükümlülükler altına giren bir varlık olduğu
düşüncesi öne çıkmıştır. Bir bakıma Weimar döneminde sözünü ettiğimiz yaklaşım içinde şekillenen “sosyal hukuk devleti” anlayışının 20.
Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak yükselen bir değer hâline geldiğini söyleyebilmekteyiz ki, bunun bir sonucu olarak devletin
bürokratik örgütlenmesi büyümüş ve günümüzün demokratik anayasal düzenlerinde kuvvetler ayrılığı fikri düşünülürken bu sosyol
boyutun dikkate alınması tam bir zorunluluk hâlini almıştır.
Bu bağlamda, eski, modern ve güncel gelişmelerin gerçek bir sentezini yapan Bruce Ackerman, kuvvetler ayrılığı fikrini yeniden
düşünürken üç genel ilkenin gözetilmesi gerektiğini vurgulamaktadır: Demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin korunması ve etkililik.
Bunlardan ilki yasaların yapılması ve uygulanmasında yurttaşlar topluluğu olarak halkın tercihlerinin oluşmasını ve yasalara yansımasını
güvence altına alan usûl ve mekanizmalarla desteklenmiş (denge ve denetim altına alınmış) bir yasama sürecini öngörmekte; ikincisi
halkın aktif siyasî katılımı yanında yargının etkinliğine dayalı bir denetim düzenini gerektirmekte, üçüncüsü ise devlet aygıtının özellikle
de bürokratisinin işleyişinde etkililiği vurgularken yozlaşmanın engellenmesine odaklanmaktadır.
Eski çağdan günümüze gelişen bir kavram olarak kuvvetler ayrılığı iki farklı sistem tipiyle karşımıza çıkmaktadır: başkanlık sistemi ve
parlâmenter sistem. Bu iki sistemin kavramsal tipler olarak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Her iki sistemde de yargı bağımsızdır.
2. Yasama gücü halk (seçmenler) tarafından doğrudan doğruya seçilen bir kurula âittir.
3. Parlâmenter sistemde yürütme, yasama organı içinden çıkmakta, yasama organının onayıyla görev yapmakta, yasamaya karşı sorumlu
olmakta ve yasama tarafından denetlenebilmekte ve görevden alınabilmektedir.
4. Buna karşılık başkanlık sisteminde yürütme halk tarafından ayrı bir seçimle işbaşına getirilen “başkan”dadır. Başkan’ın başta devlet
bütçesi olmak üzere, önemli görülen pek çok işlemi yasama organının denetimine ve onayına tâbidir. Bununla birlikte Başkan’ın yasama
organı üzerinde bir denetim veya fesih yetkisi olmadığı gibi, yasamanın da Başkan (yürütme) üzerinde böyle bir yetkisi (“impeachment”
istisnası dışında) bulunmamaktadır.
5. Bir karma tip olarak “yarı başkanlık” sisteminde yürütme, başkanlık sisteminde olduğu gibi halk tarafından ayrı bir seçimle göreve gelen
Cumhurbaşkanı ile parlâmenter sisteme uygun usûllerle belirlenen Başbakan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu arasında
paylaşılmaktadır.
6. Bütün sistemlerde yasama ve yürütmenin eylem ve işlemleri bağımsız yargı tarafından denetlenmektedir.
Şimdi, “yargı bağımsızlığı” konusunu 1982 Anayasası’nı ele alacağımız bölüme bırakarak yukarıda özetleyemeye çalıştığımız kavramsal
temeller üzerine kurulu iki anayasal model olarak parlâmenter ve başkanlık sistemi modellerinin gerçek dünyada bugün ne gibi
farklılıklarla karşımıza çıktıklarına bakalım.
III. Başkanlık, Parlâmenter ve Karma Tipler Açısından Çağdaş Hükûmet Sistemlerinin Karşılaştırılması
Birleşmiş Milletler örgütünün resmî kayıtlarına göre bugün 193 devlet BM üyesidir. Burada yer almayan Tayvan ve Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’ni de bu sayıya eklediğimizde sayı 195’i bulmaktadır. Bu çalışmada bunlardan 128’inin anayasal düzenleri gözden
geçirilmiştir. İncelememizin odaklandığı noktalar, bu 128 devletin anayasalarının (a) başkanlık mı, parlâmenter mi, yoksa yarı
başkanlık mı oldukları, (b) yasama organlarının iki meclisli mi, tek meclisli mi olduğu, (c) devlet yapılarının federal, üniter ve bölgeli
devlet niteliği taşıyıp taşımadıkları hususlarına odaklanmıştır.
Başkanlık ve parlamenter tiplerin günümüz dünyasındaki manzarasını tesbite yönelik incelememiz bununla sınırlı değildir. 195 devlet
arasından, özgür ve demokratik bir ülke olmak bakımından “tam not” alabilen daha sınırlı sayıda ülkenin anayasal düzenleri de bu üç
kriter bağlamında ayrıca değerlendirilmiş ve bu değerlendirme daha dar bir kapsamda, Avrupa’nın demokratik ve özgür ülkeleri
açısından bir kez daha yapılmıştır.
3
Eski çağdan günümüze gelişen bir kavram
olarak kuvvetler ayrılığı iki farklı sistem
tipiyle karşımıza çıkmaktadır: başkanlık
sistemi ve parlâmenter sistem. Bu iki
sistemin kavramsal tipler olarak özelliklerini
şöyle sıralayabiliriz:
1. Her iki sistemde de yargı bağımsızdır.
2. Yasama gücü halk (seçmenler) tarafından
doğrudan doğruya seçilen bir kurula âittir.
3. Parlâmenter sistemde yürütme, yasama
organı içinden çıkmakta, yasama organının
onayıyla görev yapmakta, yasamaya karşı
sorumlu olmakta ve yasama tarafından
denetlenebilmekte ve görevden
alınabilmektedir.
4. Buna karşılık başkanlık sisteminde
yürütme halk tarafından ayrı bir seçimle
işbaşına getirilen “başkan”dadır. Başkan’ın
başta devlet bütçesi olmak üzere, önemli
görülen pek çok işlemi yasama organının
denetimine ve onayına tâbidir. Bununla
birlikte Başkan’ın yasama organı üzerinde
bir denetim veya fesih yetkisi olmadığı
gibi, yasamanın da Başkan (yürütme)
üzerinde böyle bir yetkisi (“impeachment”
istisnası dışında) bulunmamaktadır.
5. Bir karma tip olarak “yarı başkanlık”
sisteminde yürütme, başkanlık sisteminde
olduğu gibi halk tarafından ayrı bir seçimle
göreve gelen Cumhurbaşkanı ile
parlâmenter sisteme uygun usûllerle
belirlenen Başbakan başkanlığındaki
Bakanlar Kurulu arasında paylaşılmaktadır.
6. Bütün sistemlerde yasama ve yürütmenin
eylem ve işlemleri bağımsız yargı
tarafından denetlenmektedir.
Ülke Adı
Parlamenter
raporları yayınlayan bu kuruluşun 2013 dünya raporuna göre “tümüyle özgür ülke
sayısı 87’dir ve Türkiye onlarca yıldır “yarı özgür ülke” statüsünden çıkamadığı gibi
2013 Raporu’na göre son zamanlarda bazı gerilemelerin kaydedildiği üç ülkeden
biri (diğer ikisi Rusya ve Ukrayna) durumuna da düşmüştür.
Freedom House, özünde Robert Dahl’ın çağdaş demokrasileri tanımlarken
kullandığı bir kavram olan “poliarşi”nin içeriğini meydana getiren unsurları temel
alan bir endeks geliştirmiş ve bu endeks üzerinden ülkelerin değerlendirmesini
yapmaktadır. Ayrıntıya girmeksizin, bu endeksin ana temalarının ifâde ve
örgütlenme özgürlükleri, hukuk devleti, etnik, dinî, cinsiyet veya cinsiyet yönelimi
temelli ayrımcılık yasağı, din ve vicdan hürriyeti, serbest ve dönemsel seçimler,
genel ve eşit oy hakkı, basın özgürlüğü konularından oluştuğunu söyleyebiliriz. İki
genel hak ve özgürlükler kategorisi olarak “siyasî özgürlükler” (Political
Liberties/PL) ve “yurttaş özgürlükleri” (Civil Liberties/CL) açılarından yapılan
değerlendirmede en özgür ülkeye (1), özgürlüklerin hiç olmadığı ülkeye ise (7)
verilerek bir skala oluşturulmaktadır. Bu skala açısında örneğin 2013 verilerine göre
İspanya her ikisinden de 1, Özbekistan ise her ikisinden de 7 almıştır. 1975-1980
arası dönemde sırasıyla 2 ve 3 almış ve “tam özgür” ülke statüsünde bulunan
Türkiye’nin notu 1980 darbesinden sonra kötüleşmiş,yine sırasıyla önce 4 ve 5
düzeyine gerileyerek sonra buradan 3 ve 3 düzeyine çıkarak “kısmen özgür” (partly
free) kategorisine gelmiştir. 2013 verilerine göre Türkiye’nin özgürlük notu siyasî
özgürlükler için hâlâ 3, medeni özgürlükler içinse bir puan gerileyerek 4, ortalama
olarak da 3,5 düzeyindedir.
Kuvvetler ayrılığına dayalı denge ve denetleme düzeni açısından hükûmet sistemi
tercihini ele aldığımız bu incelemede, tercihin mutlaka demokratik hukuk
devletine elverişli olması gerektiğini kabûl ettiğimize göre, incelediğimiz toplam
128 ülke arasında Freedom House’un ölçütlerine göre tam özgür ülke statüsündeki
ülkelerin sistem tercihlerinin anlamlı olacağını düşünmekteyiz. Genel bir veri
olarak toplam 128 ülkeden 35’i başkanlık, 19’u yarı-başkanlık sistemini tercih
etmişken, 74’ünün parlâmenter sistemle yönetildiğini saptamış bulunuyoruz.
Başkanlık
Y-Başkanlık
Federal
Bölgeli
2 Meclis
1. ABD
2. Almanya
3. Andora
4. Antigua ve Barbuda
5. Arjantin
6. Avusturalya
7. Avusturya
8. Bahamalar
9. Barbados
10. Belçika
11. Belize
12. Benin
13. Botsvana
14. Beyaz Rusya
15. Brezilya
4
16. Bulgaristan
17. Çek Cumhuriyeti
18. Dominika
19. Dominik Cumhuriyeti
20. Ekvator Ginesi
21. El Salvador
22. Endonezya
23. Estonya
24. Finlandiya
25. Fransa
26. Fransız Ginesi
27. Gana
28. Guyana
29. Güney Afrika
30. Hırvatistan
31. Hindistan
32. Hollanda
33. İngiltere (B. Krallık)
34. İrlanda
35. İspanya
36. İsrail
37. İsveç
38. İtalya
39. İzlanda
40. Jamaica
41. Japonya
42. Kanada
43. Karadağ
44. Kıbrıs Cumhuriyeti
45. Kiribati
46. Kosta Rika
47. Kuzey Kıbrıs Türk C.
48. Letonya
49. Lichtenstein
50. Litvanya
51. Lüksemburg
52. Macaristan
53. Malta
54. Marshall Adaları
55. Mauritus
56. Moğolistan
57. Monako
58. Nambiya
5
59. Nauru
60. Norveç
61. Palau
62. Panama
63. Peru
64. Polonya
65. Portekiz
66. Porto Rico
67. Romanya
68. San Marino
69. Sao Tome ve Principe
70. Senegal
71. Sırbistan
72. Sierra Leone
73. Slovakya
74. Slovenya
75. St. Kitts ve Nevis
76. St. Lucia
77. St. Vincent veGrenada
78. Surinam
79. Şili
80. Tayvan
81. Tonga
82. Trinidad ve Tobago
83. Tuvalu
84. Uruguay
85. Vanuatu
86. Yeni Zelanda
87 Yunanistan
TOPLAM
55
21
11
11
36
34
Tablodan anlaşılacağı üzere özgürlük ve demokratiklik kriterleri açısından tam not alabilen 87 ülkeden 55’i parlâmenter sistemle
yönetilirken sâdece 21’i, yani dörtte birinden azı başkanlık sistemine sâhiptir. Buna yarı-başkanlık sistemini de eklediğimizde sayı
32’ye, oran da üçte birin biraz üzerine, yüzde 36’ya çıkmaktadır.
Tabloda yer alan ülkeleri federasyon ve üniter yapı açısından değerlendirdiğimizde ise, 87 ülkeden 11’i, yâni yaklaşık olarak yüzde 12’si
federasyon, geriye kalan bölümü ise üniter devlet niteliğindedir. Buna karşılık, üniter devlet niteliğinde olup da yasama yetkisi de
dâhil olmak üzere geniş ölçüde bir bölgesel özerklik tanıyan ülkeleri (bölgeli devletler) gözönüne alırsak, federal devletlerle birlikte
sayı 47’ye yükselmektedir ki oran olarak yüzde 54’e denk gelmektedir. Bölgeli devlet niteliğini üniter devletlerin kendi içlerinde
oranlarsak, toplam 77 üniter devletten 35’i bölgeli devlet niteliğinde olmakla oran yüzde 45’e düşmektedir.
Yasama organının yapısı, yani tek veya iki meclisli olup olmama açısından baktığımızda ise, genel toplamda 87 devletten 34’ünde
yasama organının iki meclisli olduğu görülmektedir ki oran olarak yaklaşık yüzde 39’dur. Buna karşılık, federasyon ve bölgeli
devletlerin toplam sayısı içinde iki meclisli yasama organına baktığımızda, toplam 47 devletin 24’ünde iki meclisli yasama organının
bulunduğu görülmektedir ki, oran yüzde 51 civarındadır.
Tam anlamıyla özgür ülke niteliğinde olan devletler arasında dikkat çeken bir diğer husus da, parlâmenter sisteme sâhip 55 ülkeden
24’ünün “anayasal monarşi” olmasıdır. Bu durumda, parlâmenter ve demokratik cumhuriyetlerin sayısı, parlâmenter monarşilerin
sayısından biraz fazlayla 31’i bulmaktadır.
Konuyu, Türkiye’nin de bir parçası olduğu Avrupa devletleri bağlamında ele alırsak, tablo daha da ilginçleşmektedir.
6
Tablo-2 Avrupanın Demokratik Ülkelerinde Hükûmet Sistemleri ve Devlet Yapıları
Ülke Adı
Parlamenter
Başkanlık
Y-Başkanlık
Federal
Bölgeli
2 Meclis
32
1
4
3
17
13
1. Almanya
2 Andora
3. Avusturya
4 Belçika
5. Beyaz Rusya
6. Bulgaristan
7. Çek Cumhuriyeti
8. Estonya
9. Finlandiya
10. Fransa
11. Hırvatistan
12. Hollanda
13. İngiltere (B. Krallık)
14. İrlanda
15. İspanya
16. İsveç
17. İtalya
18. İzlanda
19.Karadağ
20. Kıbrıs Cumhuriyeti
21. K. Kıbrıs Türk C.
22. Letonya
23. Lichtenstein
24. Litvanya
25. Lüksemburg
26. Macaristan
27. Malta
28. Monako
29. Norveç
30. Polonya
31. Portekiz
32. Romanya
33. San Marino
34. Sırbistan
35. Slovakya
36. Slovenya
37. Yunanistan
TOPLAM
7
Avrupa’nın tam anlamıyla özgür ve demokratik ülkelerinin ortaya koyduğu veriler, toplam 37 ülkeden 32’sinin, yani yüzde 86’sının
parlâmenter, dördünün yarı-başkanlık sistemiyle yönetildiğini, sâdece bir ada devleti olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde başkanlık sisteminin
mevcut olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durumda Avrupa demokrasilerinin, ülkeler arasındaki kültürel ve tarihî farklılıklara rağmen,
parlâmentarizm ortak paydasında birleştiklerini söyleyebilmekteyiz.
Avrupa demokrasileriyle ilgili bir diğer önemli veri ise federasyonun istisna olmasıdır. Avrupa demokrasilerinin büyük çoğunluğu (37’de
34’ü veya yüzde 92’ye yakını) üniter devlettir. Buna karşılık, bölgeli devlet yapılanmasına sâhip olan 17 devleti federasyonlarla
birlikte hesaba kattığımızda, kendi içinde özerk bölgesel yönetimlere sâhip demokratik devletlerin oranı 37’de 20’ye, yâni yüzde 54’e
ulaşmaktadır. Bu sayı ve oran, bu tabloda demokratik ülke olarak yer alıp da bölgeli devlet modeline dâhil edilmeyen bazı ülkelerin
Avrupa Yerel yönetimler Özerklik Şartı’nı çekincesiz olarak uyguladıklarını varsayarsak biraz daha yükselebilecektir.
Avrupa demokrasileriyle ilgili bir diğer gözlem, toplam 37 ülkeden sâdece 13’ünde iki meclisli yasama organının mevcudiyetidir. Hemen
belirtmek gerekir ki, iki meclislilik ile federal veya bölgeli devlet yapısına sâhip olmak arasında büyük bir korelasyon bulunmaktadır. Bir
diğer deyişle federal devlet yapısına sâhip olup da iki meclisli yasama organı bulunmayan ülke olmadığı gibi, bölgeli devlet yapısına
giren 17 ülke arasında da çoğunlukla iki meclisli yasama organı mevcuttur.
IV. Türkiye’nin Yeni Anayasa Arayışı
Genel olarak Dünya’nın ve özel olarak da Avrupa’nın demokratik ve özgür ülkelerinin siyasî sistemleriyle ilgili bu üç boyutlu
gözlemlerimizden sonra, Türkiye’nin yeni anayasa arayışında gündeme gelen önerilerin değerlendirmesine geçebiliriz. Bu
değerlendirmeyi yargı ve hükümet sistemi konularıyla ilgili olarak ayrı başlıklar hâlinde ve kuşkusuz hâlen yürürlükte bulunan 1982
Anayasası’nın eleştirisiyle birlikte yapacağız.
A. Yargı Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı
1. Genel Olarak
Türkiye’nin anayasal ve siyasî tartışmalarında gündemden hiç düşmeyen konuların başında kuşkusuz “yargı bağımsızlığı” gelir. Son
zamanlarda, özellikle de önde gelen pek çok akademik yorumcunun “Anayasa krizi” olarak adlandırmakta tereddüt etmediği 2007 ve
sonrası yaşanan olaylarda, “yargı bağımsızlığı”na ek olarak “yargının tarafsızlığı” terimi de eklenmiştir. Bu ekleme, herşeyden önce,
Türkiye’de yargının, devletin temel siyâsî ve hukukî düzenini ilgilendirdiği düşünülen kritik uyuşmazlıklarda kurulu düzenin muhafızlığına
eğilim gösteren tercihiyle ilgili bir eleştiriden kaynaklanmaktadır. Bu eleştirinin, hiç kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti (1924, 1961, 1982)
Anayasalarının hepsinin “ideolojik anayasalar” (1924’te “altı ok”, 1961’de “Türk milliyetçiliği”, 1982’de ise “Atatürk milliyetçiliği”) olmasıyla
ilgisi büyüktür. Bu açıdan Türkiye’nin yargıya kurulu düzenin temelini belirleyen “devlet ideolojisi”ni muhafaza yönünde ve bu anlama
gelmek üzere “vesayetçi” bir işlev yüklemiş olduğu da ileri sürülmektedir.
Konuyu anahatları itibariyle yargı bağımsızlığının nesnel ve öznel boyutlarıyla birlikte ele almak gerekmektedir. Nesnel anlamda yargı
bağımsızlığı, öncelikle, yargı organının (yargı örgütünün kuruluş ve işleyişi ile bu örgütün işleyişindeki görevlilerin ve öncelikle de
yargıçların) yasama ve yürütme organının indî (arbitrary) siyasî tercihlerinden bağımsız olmasını ifâde etmektedir. Bu anlamıyla yargı
bağımsızlığının sağlanması bakımından nasıl bir yapılanmanın uygun olacağı sorusuna gelince, yerleşik demokratik hukuk devleti
niteliğine sâhip ülkelerde birbirinden farklı sistemlerin tercih edilebildiği görülmektedir. Bununla birlikte, Türkiye’nin de mensup olduğu
Avrupa Konseyi bünyesinde yer alan ülkeler açısından, Venedik Komisyonu olarak bilinen Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi
Komisyonu’nun konuyla ilgili değerlendirmelerine dikkat etmekte yarar vardır.
Avrupa Konseyi mensubu ülkeleri yerleşik demokratik hukuk devletine sâhip olan ülkeler ve demokratik hukuk devletini inşâ evresinde
olan ülkeler olarak iki ayırabilirsek, Venedik Komisyonu, birinci grupta yer alan Birleşik Krallık gibi ülkelerde yargının başı olan Lord
Chancellor’ın aynı anda hem Adâlet Bakanı, hem Lordlar Kamarası Başkanı ve hem de ülkedeki baş yargıç görevlerini yerine getirdiğini
ama buna rağmen bu ülkede yargının tam ve mükemmel bir bağımsızlığa sâhip olduğunu belirtmektedir . Buna karşılık, Türkiye’nin de
içinde bulunduğu demokratik hukuk devletini inşâ etme sürecinde bulunan ülkeler bakımından yargı bağımsızlığının tesis edilmesi için
önerilen ilkeler arasında şu iki noktanın öne çıktığı anlaşılmaktadır:
1. Yargı örgütünün kuruluş ve işleyişinde, özellikle de yargıçların özlük işleri, mesleğe giriş, atanma, yükselme, disiplin ve cezalandırma
gibi kritik önemdeki konularda karar vermekle yetkili olan bir “kurul” oluşturulmalıdır.
2. Sözü edilen kurul üyelerinin büyük çoğunluğu yargıçlık mesleğinden gelen üyelerden oluşmalı ve kurulun kararlarında “yürütme
organı” etkili bir konuma sâhip bulunmamalıdır.
Bu iki temel ilke açısından Türkiye’nin tecrübesine bakacak olursak, şu hususlar öne çıkmaktadır:
1. 1961 Anayasası, yargıçların ve savcıların meslekî düzenini oluşturan kararların alınmasını Yüksek Hâkimler Kurulu (YHK) ve Yüksek
Savcılar Kurulu (YSK) olarak iki ayrı kurul hâlinde düzenlemiş, YSK’nda Adâlet Bakanlığı’na üyelik ve karar sürecine katılma imkânı
verilirken, YHK tümüyle bağımsız bir biçimde düzenlenmişti. YHK’nun 18 üyesinden 6’sı o dönemde Millet Meclisi ve Cumhuriyet
Senatosu olarak iki bölümden oluşan TBMM tarafından, 6’sı Yargıtay tarafından ve kendi üyeleri arasından ve 6’sı da birinci sınıf yargıçlar
arasından belirlenmekteydi. 1971 askerî müdahalesinin ardından yapılan değişiklikle üye sayısı azaltılan ve sadece Yargıtay tarafından
belirlenecek şekle getirilen YHK, 1982 Anayasası’nda YSK ile de birleştirilerek HSYK adını almış ve üye yargıç ve savcı sayısı sadece
8
Yargıtay ve Danıştay tarafından belirlenen 5’e indirilmiştir. Anayasa gereği Başkan konumundaki Adâlet Bakanı ile doğal üye olan
Müsteşarı da dâhil edildiğinde üye sayısı 7 kişiye çıkan Kurul toplantılarında ve kararlarında yürütme organının etkililiği artırılmıştı.
2010 yılında halk oylamasıyla kabûl edilen Anayasa değişikliği ile üye sayısı 21’e çıkarılan, kompozisyonunda yüksek yargı
mensubu olmayan birinci sınıf yargıçların temsil imkânı bulduğu ve üç ayrı alt kurul hâlinde örgütlenen yeni bir yapıya
kavuşturulan HSYK, Venedik Komisyonu’nun yukarıda belirtilen ölçütleriyle görece daha uyumlu bir kurul haline gelmişti.
Bununla birlikte, Türkiye’nin 2013 sonlarından itibâren yaşadığı son siyasî gelişmeler sonucunda HSYK’nın örgütlenişini ve iç
işleyişini düzenleyen yasa değiştirilerek Adâlet Bakanlığı’nın kurul kararlarındaki etkisi artırılmıştır. Bu husus, esâsen yasayı
onaylayan Cumhurbaşkanı’nın da dikkât çektiği bazı Anayasa’ya aykırılık iddiâlarını gündeme getirmiştir ki konu hâlen Anayasa
Mahkemesi tarafından karara bağlanmayı beklemektedir.
2. Türkiye açısından değinmemiz gereken ikinci nokta, yargı organına yüklenen “ideolojik işlev” ile ilgilidir. Bu işlev, Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nın Başlangıç bölümü ile ilk üç maddesinde belirtilen ve daha çok “Cumhuriyet’in nitelikleri” adı altında “resmî
ideoloji” olarak özetleyebileceğimiz temel kuralların yargı organı tarafından geliştirilen içtihat ile belirlenmiş özelliklerinden
kaynaklanmaktadır. Bir diğer deyişle, Türkiye’de yargı bağımsızlığı, Anayasa’da ve dolayısıyla Türk hukuk sisteminin temelinde yer
alan resmî ideoloji tarafından bir anlamda bozulmaktadır. Yargı, Anayasa ve hukuk düzeni bakımından esas kabûl etmek
durumunda kaldığı bu ideolojiyi esas alarak karar üretmek durumunda kalmaktadır. Bu bağlamda, özellikle Anayasa’da 2004 yılında
getirilmiş olan (AY madde 90/son) ve temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası andlaşmalarla kanunların çatışması veya çelişmesi
hâlinde uluslararası andlaşmaların esas alınarak karar verileceğini emreden kuralın yarattığı çelişki dikkat çekicidir. Çeşitli “hukuk
sosyolojisi” araştırmalarında işâret edilmiş olan bu çelişki, temel hak ve özgürlüklere dâir uluslararası andlaşmalarla çatışma veya
çelişme durumunda, devletin resmî ideolojisini referans alarak bağlayıcı nitelikte yüksek yargı kararları üretildiğini göstermektedir. Bir
diğer ifâdeyle, HSYK ile ilgili Anayasa değişiklikleri sonrasında –anayasa’ya aykırılık iddiası hâlen AYM tarafından karara bağlanmayı
bekleyen son yasa değişikliği bir yana- yargı bağımsızlığı konusunda bir ilerleme kaydetmiş olan Türkiye’de, Anayasa’nın demokratik
hukuk devleti ilke ve kurallarıyla bağdaşmayacak biçimde yorumlanagelen resmî ideoloji yükü nedeniyle varolan bir çelişki
yaşanmaktadır.
Bu çelişkinin temel kaynağı olan “(Anayasal) resmî ideoloji”, yargı bağımsızlığının öznel boyutunu, yâni yargıçlık mesleğinin tüm
pratiklerinde yargıçların ideolojik tercihlerden de bağımsızlaşmaları zorunluluğunu büyük ölçüde imkânsızlaştıran bir hukuk (ve yargı)
kültürü yaratmış olmaktadır. Sorunun halledilmesi için, yargı örgütünün kuruluş ve işleyişinin yanında bu “resmî ideoloji” boyutunu da
giderecek bir anayasa yenilenmesine ihtiyaç olduğu açıktır. Bu yapılmadığı ölçüde yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanabilmesi
de imkânsızlaşmış olacaktır.
3. Yukarıda değinilen noktalara ek olarak, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı için elzem olan bir hususu daha vurgulamak
gerekmektedir: “Doğal yargıç” (tabiî hâkim) ilkesi. Bu ilke, bilindiği üzere, olağanüstü yargı organlarının kurulamayacağı, olaya
göre mahkeme oluşturulamayacağı, herkesin önceden hukuka uygun olarak belirlenmiş bağımsız yargı mercileri tarafından âdil
bir biçimde yargılanma hakkının tanınmasını ifâde etmektedir. Türkiye’de bu ilkeye aykırı olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin
kaldırılmasından sonra kurulan “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri” ile Terörle Mücâdele Kanunu’nun 10. Maddesi uyarınca
oluşturulmuş ağır ceza mahkemeleri bu ilkeye ters düşmeye devam ediyordu. Son reformlarla bu mahkemelerin de kaldırılmış olması,
“doğal yargıç” ilkesinin yerleştirilmesi bakımından olumlu adımlar olarak değerlendirilmelidir.
2. Siyasî Partilerin Önerileri
Türkiye’nin de içinde bulunduğu
demokratik hukuk devletini inşâ etme
sürecinde bulunan ülkeler bakımından
yargı bağımsızlığının tesis edilmesi için
önerilen ilkeler arasında şu iki noktanın
öne çıktığı anlaşılmaktadır:
1. Yargı örgütünün kuruluş ve işleyişinde,
özellikle de yargıçların özlük işleri,
mesleğe giriş, atanma, yükselme, disiplin
ve cezalandırma gibi kritik önemdeki
konularda karar vermekle yetkili olan bir
“kurul” oluşturulmalıdır.
2. Sözü edilen kurul üyelerinin büyük
çoğunluğu yargıçlık mesleğinden gelen
üyelerden oluşmalı ve kurulun
kararlarında “yürütme organı” etkili bir
konuma sâhip bulunmamalıdır.
Bu değerlendirmeler ışığında siyasî partilerin önerilerine bakacak olursak, şu
noktaların dikkat çektiğini görmekteyiz:
1. Mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı başlığı altında yer verilen
önerilerde “hâkimler görevlerinde bağımsız ve tarafsızdırlar” kuralı üzerinde
bir mutabakat vardır. Benzer bir mutabakat hiçbir “makam, merci veya kişi”nin
mahkemelere ve yargıçlara emir veya talimat veremeyeceği, genelge
gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı kuralı için de geçerlidir.
Buna karşılık, yargıçların Anayasa ve kanunlara, hukuka ve vicdanî kanaatlerine
göre hüküm vereceği kuralına Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP), diğer
partilerden farklı olarak, uluslararası hukuk ve teamül kurallarını da açıkça
yerleştirmeyi önermesi dikkat çekmektedir. Bu öneri, Türkiye’nin yargı
pratiğinde 2004 sonrası tüm değişikliklere rağmen uluslararası özgürlük ve
demokrasi normlarının savsaklanabilmiş olmasından kaynaklandığını
söyleyebiliriz.
2. Siyasî partilerin yargı ile ilgili önerilerinde, genel ilke olarak doğal yargıç
(tabiî hâkim) ilkesine uygun ve bu ilkenin gereği olan olağanüstü yargı
organlarının oluşturulmasının engellemesi yönünde birleştikleri görülmektedir. Benzer bir mutabakat, yargı bağımsızlığının en
önemli şartlarından olan yargıç güvencesi (savcılık da dâhil) başlığı altında da mevcuttur. Buna karşılık, AK Parti önerisinde
“Hâkimler ve savcılar idarî görevleri yönünden Adâlet bakanlığı’na bağlıdır” kuralının getirilmesi dikkat çekicidir. 1961
Anayasası’nda savcılar için getirilmiş olan bu düzenlemenin AK Parti önerisinde yargıçları da içine alacak biçimde genişletilmiş
olması, yargı bağımsızlığı açısından sorunlu durmaktadır. Savcılar için idarî yönden kabûl edilebilecek olan bu kuralın yargıçlar için
gündeme hiç gelmemesi ve yargıçların idâri yönden de bağımsız olmalarının vurgulanması, Türkiye’nin târihî ve güncel tecrübeleri
bakımından özellikle daha yerinde olurdu.
9
3. Yukarıda değinilen ve siyasî partilerin önemli ölçüde mutabakat sağlayabildikleri ilkelerden farklı olarak, yargıçların ve savcıların
atanmaları ve diğer özlük işleriyle ilgili konularda getirilen önerilerin birbirlerinden farklı nitelikler taşıdıkları görülmektedir. AK
Parti “Hakimler ve Savcılar Kurulu” adıyla (içinde Hâkimler Dairesi ve Savcılar Dâiresi’ne ayrılan) bir kurul önermekte ve Adalet Bakanı ile
Müsteşar’ın Kurul çalışmalarında etkililiğini yargı bağımsızlığını tehdit edebilecek ölçülere açık (örneğin soruşturma sürecindeki etki)
bir biçimde muhafaza etmek istemektedir. Buna karşılık BDP, yürütme organından tümüyle bağımsız, bir “Yargı Yüksek Kurulu”
öngörmektedir.“Hâkimler Yüksek Kurulu” ve “Savcılar Yüksek Kurulu” adlarıyla iki ayrı kurul oluşturulmasından yana olan CHP ve MHP
önerilerinde ise, MHP önerisinde yer alan Savcılar Yüksek Kurulu’nun başkanının Adalet Bakanı olarak önerilmesi dışında pek büyük bir
fark görülmemektedir. Öneriler arasındaki farklılıklar “tek kurul-iki ayrı kurul” ve kurulların üye sayıları gibi unsurlarda belirginleşse de,
temelde AK Parti dışındaki önerilerde ortak nokta yargı örgütü ile ilgili kurulun (veya kurullardan) dışlarken, AK Parti ve savcılıkla sınırlı
olmak kaydıyla MHP Adalet Bakanı’nın varlığını muhafaza etmek istemektedirler.
B. Hükûmet Sistemi (Yasama-Yürütme İlişkileri) Bakımından 1982 Anayasası’nın Atipik Tercihi
Bu çalışma bağlamında ince ayrıntılarına girme imkânımızın bulunmadığı dünya örneklerinin sunduğu tabloya bakacak olursak, varolan
bütün demokratik ve özgürlükçü anayasal sistemlerin, başta açıklamaya çalıştığımız kuvvetler ayrılığına dayalı hükûmet sistemi
modellerinden birine mutlaka çok yakın özellikler taşıdığını ve modellerden büyük sapmalar içermediklerini öncelikle belirtmemiz
gerekmektedir.
Buna karşılık 1982 Anayasası ile sâhip olduğu sistem, demokratik ve özgürlükçü hukuk devleti anlayışıyla bağdaşması mümkün
olmayan ve hem modeller ve dayandığı ilkeler bakımından ve hem de siyasî hayatın gündelik işleyişi bağlamında sorun yaratan bir
sistemdir. Kısaca özetleyelim:
1. 1982 Anayasası ile bakışta parlâmenter sistemin benimsendiği görülmektedir. Bununla birlikte, yüksek yargı organları başta olmak <<
üzere çok önemli atama yetkilerinin yanında, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni gerektiğinde toplantıya çağırmak”, “gerek gördüğünde”
Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek veya kendi başkanlığında toplantıya çağırmak, belirli şartlar dâhilinde de olsa Türkiye Büyük Millet
Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek gibi son derece önemli icraî yetkileri bulunan bir Cumhurbaşkanlığı makamı
oluşturulmuştur. Üstelik bu makam, devlet organları arasında uyumlu çalışmaya gözetmek gibi bir görev yüklenerek, Türkiye’nin
demokratik ve özgür bir ülke olmasının önündeki târihî engellerden birini oluşturan vesâyetçiliğin en önemli taşıyıcılarından biri
hâline getirilmiştir. Bütün bu yetkilerine ve vesâyetçi konumuna rağmen Cumhurbaşkanlığı, ahlâken olduğu kadar hukuken kabûl
edilmesi mümkün olmayan bir çarpıklık içinde, “sorumsuz” bir makam olarak düzenlenmiştir. “Yetki varsa sorumululuk da vardır” diye
özetleyebileceğimiz en temel hukuk ilkesini açıkça ihlâl eden bu düzenlemenin değiştirilerek, burada anahatlarını ve dünya
örneklerinin sunduğu karşılaştırmalı özellikleri ortaya koymaya çalıştığımız modellerden birine uygun bir demokratik düzenlemeye
kavuşturulması son derece ciddî ve âcil bir zorunluluktur.
2. Yetkili ve sorumsuz Cumhurbaşkanlığı makamının Türkiye’deki hükûmet sistemi bakımından yarattığı sorunlar sâdece kuvvetler
ayrılığı bağlamında değerlendirmeye çalıştığımız denge-denetleme düzeni ve demokratik esaslar ile sınırlı değildir. İlkesel açıdan
sorunlu olan bu yapı, Türkiye’nin güncel siyasî gelişmelerinde de büyük krizler yaratmaya adaydır. Çok yakın geçmişte, 2007
seçimlerinin hemen öncesinde ve sonrasında yaşanan ağır anayasal ve siyasî krizlerde Cumhurbaşkanlığı makamının yetkilerini, o
dönemde parlâmento içinden çıkan ve ona karşı sorumlu olması gereken yürütme organına karşı kullanmasının büyük rolü olmuştur.
Hatırlanacağı üzere, bu kriz sonucunda Türkiye, Cumhurbaşkanı’nın halk oyuyla seçilmesi sistemini benimsemeyi krizden çıkış için bir
çare olarak görmüş ve kabûl etmiştir. Şimdi sorun, bu bağlamda, biraz da nitelik değiştirmeye aday bir biçimde, yetkili ve halk oyuyla
seçilecek olan bir Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’nin siyasî hayatını nasıl etkileyeceği ile ilgilidir. Özünde parlâmenter sisteme göre oluşan
yürütmenin iki başından biri olan Cumhurbaşkanı, acaba yeni dönemde yetkilerini nasıl kullanacaktır?
3. Buna bağlı olarak ortaya çıkan bir diğer sorun da, Cumhurbaşkanı seçilecek olan kişinin Anayasa’ya göre parti üyeliğinin sona
ermesini emreden Anayasa hükmünden kaynaklanmaktadır. Yakın geçmişteki ANAP ve DYP örnekleri, siyasî parti genel
başkanlarının Cumhurbaşkanı olması hâlinde bırakmak zorunda kaldığı siyasî partilerin sorun yaşayıp dağıldıklarını göstermektedir. Bu
örnekler, Türkiye’de siyasî iktidarı 2002’den beri artan oy oranlarıyla elinde tutma becerisini gösteren AK Parti liderliği açısından
düşündürücü olmaktadır. Zira, AK Parti’nin kendi iç düzeninden kaynaklanan bir zorunluluk nedeniyle, kurucu genel başkan ve
Başbakan Erdoğan’ın arka arkaya dördüncü kez milletvekili ve dolayısıyla da Başbakan olma imkânı yoktur. Bu durumda ya bu parti içi
kural ya da anayasa değiştirilecektir. Tabiî, Türkiye’nin genelini ilgilendiren bir sorun olarak anayasadaki hükûmet sistemi tercihi sorunu
ile AK Parti’nin kendi iç düzeninden kaynaklanan bir takım siyasî kaygıların özdeşleşmesi doğru değildir. Ancak, AK Parti’nin konumu ve
siyasî iktidara gelecekte de aday olma gücü dikkate alındığında, sorunu sâdece bir parti içi sorun olarak görmek de mümkün değildir.
Kaldı ki, güncel siyaset içinde beliren bu sorun, 1982 Anayasası’nın garip ve çarpık sistem tercihinin âcilen değiştirilmesi yönündeki
ihtiyaçla da örtüşmektedir.
4. Nihayet ve daha genel ama çok daha belirleyici olması gereken bir düzeyde, Türkiye’nin Kürt sorunu bağlamında içinde
bulunduğu barış ve çözüm sürecinin de hükûmet sistemi tercihiyle birlikte gündeme oturan özgürlükçü demokratik düzen kurma
arayışlarıyla uyumlu bir çizgiyi gerektirdiği söylenmelidir.
10
Nesnel anlamda yargı bağımsızlığı,
öncelikle, yargı organının (yargı
örgütünün kuruluş ve işleyişi ile bu
örgütün işleyişindeki görevlilerin ve
öncelikle de yargıçların) yasama ve
yürütme organının indî (arbitrary) siyasî
tercihlerinden bağımsız olmasını ifâde
etmektedir.
C) Siyasî Partilerin Hükûmet Sistemi Önerileri
Yukarıda belirtilen noktalar ışığında, yeni anayasa arayışları bağlamında, TBMM Anayasa
Uzlaşma Komisyonu (Komisyon) çalışmaları çerçevesinde bir dizi hükûmet sistemi
önerisi sunulmuştur. Bunlar arasında AK Parti’nin yukarıda özetlemeye çalıştığımız
kaygılarının da yön verdiği mülâhazalarla gündeme getirdiği “başkanlık sitemi”, partinin
siyasî ağırlığı nedeniyle özel bir öneme sâhiptir. Dolayısıyla önce bu öneri üzerinde
duralım.
1. “Türkiye Tipi Başkanlık Sistemi”
AK Parti’nin gündeme getirdiği öneriyi en iyi TBMM Adâlet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya özetlemektedir: “Türkiye Tipi Başkanlık
Sistemi”. Gerçekten de önerilen sistem, birçok bakımlardan “başkanlık sistemi”ne benzemektedir. Özellikle bu önerinin gerçekleşmesi
hâlinde “Başkan” adını alacak olan kişinin doğrudan halk oyuyla seçilmesi ve yürütme gücünü tek başına eline alması, yürütmenin
yasama organından tamâmen ayrılması yönünde bir öneri olarak bu benzerliğin ilk işâretidir. Buna ek olarak, “Başkan” tarafından
belirlenecek olan “bakanlar”ın milletvekili olamayacakları kuralı da bu benzerliği pekiştirmektedir.
Buna karşılık, sistemi “Türkiye tipi” olarak nitelendirmeyi haklı çıkaran ve bu çalışmanın başında ortaya koymaya çalıştığımız başkanlık
sistemi tipinden uzaklaşan unsurlar da mevcuttur. Bunların başında, yürütmeyi ifâde eden Başkan ile yasama organının ayrı ayrı
yapılacak seçimlerle belirlenmeleri şartına ek olarak, bu seçimlerin aynı zamanda yapılmalarının önerilmesi gelmektedir. Bu öneri
kabûl görürse, yürütme ile yasama arasında katı bir kuvvetler ayrılığına dayanan başkanlık sisteminin özünde yatan kuvvetlerin
birbirlerini dengelemeleri ve denetlemeleri imkânı hukuken mevcut olmakla birlikte f iilen ortadan kalkabilecektir. Benzer bir
durum, başkanlık sisteminden açık bir sapma meydana getiren yürütme ve yasama organlarının birbirlerini feshetme veya
seçimlerin yenilenmesine karar verme yetkilerinin bulunmasıdır. Bu öneri kabul edilirse, yine kuvvetler ayrılığının kesin biçimi olan
başkanlık sisteminin özü zedelenmiş olacağı gibi, üç defa arka arkaya seçilmesi mümkün olmayan Başkan’ın ikinci görev döneminin
bitiminden kısa bir süre önce seçimlerin yenilenmesine karar vermek suretiyle f iilen üç dönem başkanlık yapma yolunu arayabileceği
de ciddî bir yozlaşma ihimali olarak ortadadır.
Buna ek olarak, AK Parti’nin “Türkiye tipi” önerisinde dikkat çeken bir diğer husus “Başkanlık kararnamesi”dir. Başkanlık sistemini bir tip
olarak ortaya koymamızı sağlayan ABD örneğindeki “executive orders”dan (yürütme emirleri) esinlenmiş gibi görünen bu öneri, ABD
örneğinden özde tamamen farklı bir yapıdadır. ABD örneğinde Başkan’ın anayasayı ve yasaları sadâkatle uygulama
yükümlülüğü”nün bir sonucu olan yürütme emirlerine karşılık AK Parti önerisindeki Başkanlık Kararnamesi, yasama organı
tarafından düzenlenmemiş konularda Başkan’ın gerek gördüğü düzenleyici işlemleri yapabilmesi olarak formüle edilmiştir. Açıkça
yürütme organına “aslî düzenleme, yani yasa yapma yetkisi verme” anlamına gelen bu düzenleme hiçbir demokratik sistemin içeriğiyle
bağdaşabilir nitelikte değildir.
Başkan’a yine AK Parti önerisinde tanınması öneriler yargı ile ilgili yetkiler de hesaba katıldığında, önerilen “Türk tipi başkanlık sistemi”,
en temel denge ve denetleme mekanizmalarından büyük ölçüde yoksun bir otokratik siyasî yapılanmaya dönüşebilecek bir sistem gibi
görünmektedir.
2. Parlâmenter Sistem Önerileri
AK Parti’nin yukarıda özetlenmeye çalışılan önerilerine karşılık CHP, MHP ve BDP
tarafından yapılan önerilerde parlâmenter sisteme bağlı kalındığı görülmektedir.
Parlamenter sistemin bu çalışmanın başında ortaya koymaya çalıştığımız özellikleri
esas alındığına, Türkiye’de yürürlükte bulunan 1982 Anayasası ile getirilmiş
bulunan iki başlı yürütme yapılanması temelinde, Cumhurbaşkanı odakta yer
almak üzere yürütme organının güçlü kılındığı bir parlamenter sistem
öngörülmüştür. Bu değerlendirmelerin temelindeki haklılık unsuru, Kenan Evren’in
şahsında ve Cumhurbaşkanlığı makamında kişiselleştirilmiş iktidar modelidir.
Hükümet sisteminin odağında yer alan Cumhurbaşkanı, bütün organlar üzerinde
adeta hem karar alma konusuna birincil konuma yerleştirilmiş hem de koruyucular
kurulu/ vesâyet makamı niteliğinde bir yaklaşımla bütün organlar üzerinde hâkim
olması düşünülmüştür. Böylece sistemin bütün mekanizmaları adeta kendisine
bağlanmış ve meydana gelecek aksaklık ve krizlerde çözüm üretici merci olarak
tasarlanmıştır. Bu durum, parlâmenter sistemin esnek ve çeşitli siyasal sorunlara
çare üretme imkânına getirilmiş bir sınırlama olmuştur. Çünkü demokratik siyasal
karar alma süreci işlemez kılınmıştır. Yetki yoğunluğunu Cumhurbaşkanı etrafında
oluşturmuş bu düzenleme, gerek 2007 yılı Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının
halk tarafından seçilmesi ve gerekse 2010 yılı Anayasa değişikliği ile yapılan
Parlamenter sistemin esnek ve uyumlu
özelliği, Sartori’nin ifade ettiği üzere,
krizlerin dar ölçekli olarak hükümet
krizleri şeklinde ortaya çıkması
düzeyinde görülmektedir. Ancak bunun
için temel gereksinimler arasında kriz
çözme konusunda “uzlaşmacı, uyumlu
ve disiplinli siyasi partiler”in varlığı
gerekmektedir. Türkiye açısından en
büyük sorun ise tam da bu noktada
ortaya çıkmaktadır. Kırılgan siyasal
meseleler konusunda siyasi partilerin
birey odaklı yaklaşımdan öte insan
hakları esasına dayanmayan ve
tartışmaya açık olmayan kırmızı çizgiler
ortaya koymaları uzlaşmacı ve uyumlu
hareket etme konusunda en büyük
engeli oluşturmaktadır.
11
düzenlemeler göz önüne alındığında, Cumhurbaşkanının yetkilerini sınırlandırmamış, üstelik 2010 yılı değişiklikleri ile birlikte atamaya
ilişkin yetkilerinde bir genişleme meydana getirmiştir. Böylece Cumhurbaşkanının sahip olduğu ve sıkça şikayet konusu edilen
yetkilerinde sınırlanma yoluna gidilmemiştir. CHP, MHP ve BDP’nin anayasa önerilerinde “parlâmenter sistem”in benimsenmesi amacıyla
anayasanın mevcut hükümleri üzerinde pek çok değişiklik öngörülmektedir.
Parlamenter sistemin esnek ve uyumlu özelliği, Sartori’nin ifade ettiği üzere, krizlerin dar ölçekli olarak hükümet krizleri şeklinde ortaya
çıkması düzeyinde görülmektedir. Ancak bunun için temel gereksinimler arasında kriz çözme konusunda “uzlaşmacı, uyumlu ve disiplinli
siyasi partiler”in varlığı gerekmektedir. Türkiye açısından en büyük sorun ise tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kırılgan siyasal
meseleler konusunda siyasi partilerin birey odaklı yaklaşımdan öte insan hakları esasına dayanmayan ve tartışmaya açık olmayan kırmızı
çizgiler ortaya koymaları uzlaşmacı ve uyumlu hareket etme konusunda en büyük engeli oluşturmaktadır. Nitekim siyasi partilerin
anayasa önerilerinde bunu açıkça görmek mümkündür. (AK Parti önerisinde, “başkan” odaklı iktidar oluşumuna karşın) CHP, MHP ve BDP
önerilerinde genel olarak parlamento odaklı bir nitelik kazanmakta ve ayrıca kimi konularda ise iktidarın yaygınlaştırılması yöntemlerine
başvurulmaktadır. Dolayısıyla özellikle CHP ve BDP önerilerinde Cumhurbaşkanının önemli yetkilerinin neredeyse tamamının
sınırlandırıldığı görülmektedir ki bu durum 1982 Anayasasının hükümet sistemindeki garip çarpıklığı önemli ölçüde gidermektedir.
Öneriler bu çerçevede parlâmentonun üstünlüğüne dayanmakta ve siyâsî temsil bağının merkezine halkı ve dolayısıyla parlâmentoyu
yerleştirmektedir. Burada BDP’nin özel bir önerisi, parlâmenter sistemi bölgesel ve yerel temsilî kurumlarla pekiştirmek yönündedir.
Burada Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı hükümleriyle paralel düzenlemelere ve siyasal nitelikte bölge yönetimine yer
verilmektedir. MHP mevcut anayasa hükümlerini benimseyip özerklik konusuna yer vermezken, CHP ise idarî özerklikten hareketle
düzenleme önermekte yerel kararların alınması konusunda halk oylaması gibi yarı temsili hükümet kurumlarına yer verilmesini
önermektedir. Yürütme ve yargı organları ise her üç partinin önerisinde, mevcut anayasada olduğu gibi egemenlik yetkisi kullanan
organlar olarak düzenlenmektedir. Ancak bu noktada temel toplumsal tercihlerin, toplumun beklentileri ve iktidar-birey ilişkilerinde
birey odaklı bir yaklaşımla iktidarın sınırlandırılmasıyla karşılık bulup bulmadığı önem kazanmaktadır. Çünkü egemenliğin kaynağını
geleneksel yaklaşım yoluyla yalnızca göstermek yeterli olmayıp bunun temelinde yer alan halkın beklentilerinin anayasal düzende
ifadesini bulması gerekmektedir ki çağdaş ve halkı esas alan demokratik bir anayasadan söz edilebilsin.
Öneriler bu yaklaşımdan hareketle değerlendirildiğinde Cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlandırıldığı görülmektedir. CHP ve MHP,
Cumhurbaşkanının, 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği öncesinde olduğu gibi, TBMM tarafından seçilmesi önerisini getirirken;
BDP ise 2010 yılı anayasa değişikliği ile getirilen, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi usulünü önermektedir. Dolayısıyla
önerilerde, bu yönleri itibari ile CHP ve MHP bakımından klasik parlamenter sistem; BDP bakımından ise “başkanlı parlamenter sistem”in
esas alındığı seçenek üzerinde durulabilir. Ancak BDP önerisinin bu yönde olduğunu söyleyebilmek için, Cumhurbaşkanın sahip olduğu
yetkilere bakılarak bir sonuca varmak mümkün olabilir. Zira, BDP önerisi, “sembolik yetkili” ve “halk tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı”
ile “icrâî yetki” sahibi “Bakanlar Kurulu” temeline dayanmakta ve buna bağlı olarak da BDP tarafından “Cumhurbaşkanlığının görev ve
yetkileri anayasada sayma yoluyla belirlenir” ifadesi ile yetki sayımı yoluyla bir sınırlama öngörülmektedir. Bu durumda BDP önerisinin
gerçek niteliği, Cumhurbaşkanlığının yetkilerinin nasıl tasavvur edildiğine bakılarak anlaşılabilecektir. BDP- Cumhurbaşkanı’nın
yetkileri arasında “gerekli gördüğünde Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek” ve “gerekli gördüğünde TBMM’ni toplantıya çağırmak”
gibi açık yetkiler ile “anayasanın uygulanmasını ve hakemlik niteliğiyle, kamu yönetiminin demokratik ve adil biçimde işleyişini
gözet[mek]” gibi görevlere yer vermekle, Cumhurbaşkanlığı’nı parlâmenter sistemde sâhip olması gereken sembolik yetkili
konumunu aşan bir makam olarak tasavvur etmiş gibi görünmektedir.
V. Genel Değerlendirme ve Bazı Öneriler
Türkiye’nin yeni anayasa arayışında önemli temel konulardan biri olan ve güncel siyasî gelişmeleri ışığında, yeni anayasa çalışmalarından
bağımsız olarak, özellikle de AK Parti tarafından gündeme getirilme ihtimâli son derece yüksek görünen hükûmet sistemi tercihi hakkında
şu genel değerlendirmeleri yapabiliriz.
1. Dünyanın demokratik ve özgür ülkelerinde parlâmenter, başkanlık veya yarı-başkanlık sistemleri demokratik alternatifler olarak
uygulanabilmektedir. Bununla birlikte, burada ele alınan 87 demokratik ülke anayasasında, yasama-yürütme ilişkilerinin örgütlenmesi
bakımından “parlâmenter sistem”in ağır bastığı görülmektedir. Türkiye’nin de içinde yer aldığı Avrupa ülkelerinde parlâmenter sistemin
ezici bir ağırlığı bulunmaktadır. Parlâmenter sistemin ağırlığı sâdece Avrupa ülkeleri bağlamında değil, Türkiye’nin kendi siyasî ve
anayasal geleneğinde de mevcuttur. Bu durumda, “Türkiye tipi başkanlık sistemi” oluşturmaya kalkışmak yerine, varolan parlâmenter
gelenekten ağır bir sapma ortaya koyan 1982 Anayasası’ndaki Cumhurbaşkanı odaklı yapıyı klâsik parlâmentarizme uygun bir yapıya
dönüştürmek çok daha kolaydır.
2. Başkanlık sistemi önerilerinin gerekçelerinde, mevcut anayasadaki çarpık düzenlemenin etkisi altında, AK Parti liderinin
Cumhurbaşkanı olmasıyla çıkabilecek siyasî sorunların potansiyel olarak yaratabileceği kriz ortamlarına veya koalisyon
istikrarsızlıklarına dikkat çekilmektedir. Bu incelemede göstermeye çalıştığımız gibi, Türkiye’nin hükûmet istikrarı bakımından en zayıf
olduğu dönemlerde demokratik özgürlükler bakımından yüksek notlar aldığı unutulmamalıdır. Dolayısıyla, hükümet istikrarı ile siyasî
istikrar özdeşleştirilmemelidir. Bunu AK Parti’nin güçlü bir biçimde seçim zaferleri kazandığı uzun dönemler boyunca yaşanan anayasal
ve siyasî krizlerde de yakından görmüş bulunuyoruz. Aslolan özgürlüklerin korunmasını ve geliştirilmesini sağlayacak ölçüde meşrû
zemini kuvvetli bir demokratik düzen kurabilmektir. Sâdece Türkiye’de değil, Avrupa’da ve dünya genelinde bu düzen ağırlıklı olarak
parlâmenter sistem tipine uygun olarak örgütlenmektedir.
3. Çağdaş demokrasilerin özünü oluşturan kuvvetler ayrılığı konusunda ABD’nin istisnaî bir başarı sergilediği, siyaset bilimi ile kamu
hukuku alanlarında yerleşmiş bir gerçekliktir. Bugün başkanlık sistemi altında demokrasiyi devam ettirmeye çalışan ABD dışındaki
12
Dünyanın demokratik ve özgür ülkelerinde
parlâmenter, başkanlık veya yarı-başkanlık
sistemleri demokratik alternatifler olarak
uygulanabilmektedir. Türkiye’nin hükûmet
istikrarı bakımından en zayıf olduğu
dönemlerde demokratik özgürlükler
bakımından yüksek notlar aldığı
unutulmamalıdır. Dolayısıyla, hükümet
istikrarı ile siyasî istikrar
özdeşleştirilmemelidir. Çağdaş
demokrasilerin özünü oluşturan kuvvetler
ayrılığı konusunda ABD’nin istisnaî bir başarı
sergilediği, siyaset bilimi ile kamu hukuku
alanlarında yerleşmiş bir gerçekliktir.
İnsanlığın henüz icâdına muvaffak olamadığı
mükemmel ve kriz yaratmayacak bir sistem
kurma iddiası geçerli olamayacağına göre,
sorun sistem ne olursa olsun kriz üreten
temel toplumsal nedenleri ortaya
çıkarabilmektir. Bunun da yolu özgürlüklerin
en geniş bir biçimde tanınıp güvence altına
alındığı bir sistem kurabilmekten
geçmektedir. Bu sistem de, halkın serbest
tercihlerine dayanan demokrasiyi, temel
özgürlüklerin korunmasını ve bürokratik
mekanizmanın yozlaşmasını önleyecek
denge ve denetleme mekanizmalarının
yerleştirilmesini içermelidir. Bu
mekanizmaların başında, hiç tavizsiz “yargı
bağımsızlığı” ve bağımsız yargının yasama ve
yürütme tasarruflarını demokratik hukuk
devleti ilkelerine uygunluk açısından etkin
biçimde denetlemesi gelmektedir. Buna ek
olarak, yasama ve yürütme organlarının
kendi iç işleyişlerinde de komisyonlar ve
kurullar aracılığıyla etkin iç denetim
mekanizmalarını düşünmek durumundayız.
Ancak, en az bunlar kadar önemli bir diğer
husu da siyaset mekanizmasının merkezîyetçi
niteliğinin tasfiye edilmesi ve yasama,
yürütme ve yargı güçlerinin denge ve
denetleme sistemi iinde örgütlenişini
bölgesel ve yerel düzeylerde de
kurabilmektir.
ülkelerin başarılı olup olamayacakları henüz belli değildir. Kaldı ki, ABD de dâhil
başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde de, parlâmenter sistemin geçerli olduğu
devletlerde de krizler olmaktadır. İnsanlığın henüz icâdına muvaffak olamadığı
mükemmel ve kriz yaratmayacak bir sistem kurma iddiası geçerli olamayacağına
göre, sorun sistem ne olursa olsun kriz üreten temel toplumsal nedenleri ortaya
çıkarabilmektir. Bunun da yolu özgürlüklerin en geniş bir biçimde tanınıp
güvence altına alındığı bir sistem kurabilmekten geçmektedir. Bu sistem de,
kuvvetler ayrılığının günümüzdeki yeni anlamı üzeri yazan Bruce Ackerman’ın çok
özlü bir biçimde ifâde ettiği üzere, halkın serbest tercihlerine dayanan
demokrasiyi, temel özgürlüklerin korunmasını ve bürokratik mekanizmanın
yozlaşmasını önleyecek denge ve denetleme mekanizmalarının yerleştirilmesini
içermelidir.
4. Bu mekanizmaların başında, hiç tavizsiz “yargı bağımsızlığı” ve bağımsız yargının
yasama ve yürütme tasarruflarını demokratik hukuk devleti ilkelerine uygunluk
açısından etkin biçimde denetlemesi gelmektedir. Buna ek olarak, yasama ve
yürütme organlarının kendi iç işleyişlerinde de komisyonlar ve kurullar
aracılığıyla etkin iç denetim mekanizmalarını düşünmek durumundayız. Ancak,
en az bunlar kadar önemli bir diğer husu da siyaset mekanizmasının merkezîyetçi
niteliğinin tasfiye edilmesi ve yasama, yürütme ve yargı güçlerinin denge ve
denetleme sistemi iinde örgütlenişini bölgesel ve yerel düzeylerde de
kurabilmektir. Büyük çoğunluğu parlâmenter olan çağdaş demokratik sistemle
arasında istisnâ gibi duran başkanlık ve yarı başkanlık sistemleri, bu incelemede
göstermeye çalıştığımız gibi, büyük bir bölümü itibariyle federasyon veya bölgeli
devlet niteliğindedir (21 başkanlıktan 12’si, 9 yarı-başkanlıktan 6’sı). Aynı biçimde,
çağdaş parlamenter demokrasilerde, çok büyük çoğunluğu iki meclisli yasama
organlarına sâhip başkanlık ve yarı-başkanlık sistemlerine ek olarak, iki meclisli
yasama organı yapılanmasının azımsanmayacak bir önemi bulunmaktadır.
5. Son olarak, Türkiye için belirtmek gerekirse: 1961 Anayasası ile bir yandan
demokratik ve özgürlükçü bir hukuk devleti inşâ etmeye yönelen ama diğer
yanıyla da bürokratik vesâyetçi bir düzenin temellerini atmış olan Türkiye’de,
1961 Anayasası’nın ilk hâlinde varolan özgürlükçü düzenlemeleri bölgeli veya
yerel özerkliğe dayalı, çokkültürlü ve iki meclisli parlâmenter bir yapı içinde
yeniden kurmayı düşünmek, çağdaş gelişmiş demokrasi ilkeleriyle uyumlu ve
gerçekleştirilebilir bir hedef gibi görünmektedir.
13

Benzer belgeler

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ SONUCUNDA PARLAMENTER

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ SONUCUNDA PARLAMENTER Eski çağdan günümüze gelişen bir kavram olarak kuvvetler ayrılığı iki farklı sistem tipiyle karşımıza çıkmaktadır: başkanlık sistemi ve parlâmenter sistem. Bu iki sistemin kavramsal tipler olarak ...

Detaylı

Başkanlık Sistemi

Başkanlık Sistemi “başkanlık sistemi” adı altında bir anayasa değişikliği önerisi hazırlamış durumda. Önerinin sunuluşu ve sonrasındaki tartışmalara baktığımızda, bazen “başkanlık” bazen “yarı başkanlık” bazen de “p...

Detaylı

Bölüm 15 PARLÂMENTER SİSTEM

Bölüm 15 PARLÂMENTER SİSTEM Eski çağdan günümüze gelişen bir kavram olarak kuvvetler ayrılığı iki farklı sistem tipiyle karşımıza çıkmaktadır: başkanlık sistemi ve parlâmenter sistem. Bu iki sistemin kavramsal tipler olarak ...

Detaylı