DİN ALLAH`A KARŞI SAMİMİ OLMAKTIR.

Transkript

DİN ALLAH`A KARŞI SAMİMİ OLMAKTIR.
DİN
ALLAH’A
KARŞI SAMİMİ
OLMAKTIR.
“Kulumun en sevdiğim ibadeti, bana karşı
ihlaslı ve samimi olmasıdır.”
(Hadis-i Şerif)
1
içindekiler
Konya İl Müftülüğü
Kültür Yayınları
Şükrü ÖZBUĞDAY / ..
İnsanın Gerçek Anlamda Kul Olması İhlâs Ve Samimiyete Bağlıdır
Sayı: 6 Yıl: 2013
Prof. Dr. Ahmet Önkal / ..
Sahâbe-i Kirâm Ve Samimiyet
Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ / ..
İman Ve Amelde Samimiyet
Şükrü ÖZBUĞDAY
İl Müftüsü
Yayın Koordinatörü ve
Editör
Dr. Hamza KÜÇÜK
Prof. Dr. Ahmet YAMAN / ..
Samimiyet Sınavı
Prof. Dr. Ali AKPINAR / ..
İhlâs Ve Samimiyet
İl Müftü Yrd.
Prof.Dr. M. Ali KAPAR / ..
Peygamberimizin Hayatından Samimiyet Örnekleri
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Hülya Küçük / ..
Tasavvuf Literatüründe Kullukta Samimiyet/ İhlas Ve Sıdk
(Sultan Veled’in İntihânâme’si Örneği)
Dr. Hamza KÜÇÜK
Yusuf ARIKAN
Adem BAHÇIVAN
Tashih
Dr. Hamza KÜÇÜK
Selma ARICI
Ümmü Gülsüm PARLAK
Yayın Türü
Yıllık, Yerel Süreli Yayın
Grafik Tasarım
Baskı - Cilt
Damla Ofset A.Ş.
Büsan Organize San.
Kosgeb Cad. 10631 Sk. No: 4
Karatay/KONYA
Tel: (0332) 345 00 10
www.damlaofset.com.tr
Sertifika No: 14972
NİSAN 2014
Prof. Dr. Adil YAVUZ / ..
Müslümanlığın Özü, Samimiyettir
Yrd. Doç. Dr. Ali ÇİFTCİ / ..
İnfak Ve Samimiyet
Yrd. Doç. Dr. Muhammet Vehbi DERELİ / ..
Samimiyet, Dini Allah’a Has Kılmaktır
Yrd. Doç. Dr. Ömer ÖZPINAR / ..
Din Samimi Olmaktır
Dr. Ali PEKCAN / ..
Âlemlere Rahmet Hz. Peygamberin Dilindensamimi Yakarış Örnekleri
Rıfat ORAL / ..
Toplumsal Samimiyetin Oluşum Sürecinde Komşuluk Hakları
Aysel SERTÇAKAR / ..
İman Ve Samimiyet
Yasemin ÇELEBİL / ..
Allah Ve Resulü’nün İstediği Samimi Genç
Şeyma YILDIRIM / ..
Öncü Ve Samimi Bir Gençlik
Dağıtım
Konya İl Müftülüğü
350 61 58
Yazıların hukuki ve bilimsel
sorumluluğu yazarlarına aittir.
2
“
editör
M
üslümanların
bu dünya
hayatında huzur
ve mutluluk
içerisinde
yaşamlarını
sürdürmeleri,
günlerine ve
geleceklerine
umutla
bakabilmeleri,
dindarlıklarını
doğru bir eksene
oturtabilmeleri,
sağlıklı bir aile
ve toplum inşa
edebilmeleri belli
değerleri hayata
geçirmeleriyle
yakından ilgilidir.
Dr. Hamza KÜÇÜK
İl Müftü Yrd.
”
Hayatımızın her alanında önemli bir yere sahip olan “Samimiyet”,
bir anlamda eylem- söylem, zahir–batın bütünlüğünün sağlanmasıdır. Bu
kavramın anlam dünyamızda ihlas, doğruluk, dürüstlük, güven, sadakat gibi
kavramlarla da çok yakın bir bağı ve bağlantısı vardır. İnancın, kulluğun ve
itaatin sadece Allah’a özgü kılınması, bütün ibadetlerin her türlü riya, gösteriş
ve çıkardan uzak olarak sadece Allah rızası için yapılması anlamına gelen
ihlas ve samimiyet dinin özü, dindarlığın hülasasıdır. Samimiyetin olmadığı
yerde dinden ve dindarlıktan bahsedilemez. Bu gerçeği, Yüce Allah’a ihlas ve
samimiyetle kulluk etmeyi emreden ayet-i kerime ile (Beyyine,5) Peygamber
Efendimizin “Din samimi olmaktır”(Müslim, Kitabu’l-İman,23) hadis-i şerifi
gayet veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.
Samimiyet, inanç ve ibadetlerimizde olduğu kadar, insanlarla olan
ilişkilerimizde de önemli ölçüde belirleyicidir. Müslümanın Müslümana karşı
samimi, içten ve gönülden davranması sağlıklı ve manevi bakımdan güçlü
bir toplum oluşturmanın önemli bir unsurudur. Zira Müslümanın en önemli
vasıflarından olan güvenilirlik, ancak samimi davranışlarla ve sağlıklı
ilişkilerle oluşturulabilir. Aile ve akraba ortamında, komşuluk ve arkadaşlık
ilişkilerinde, iş ve ticaret hayatında kısacası hayatın her alanında insanlara
karşı samimi davranmak ahlaki bir erdemdir. Bu erdemi kazanmanın en kısa
yolu da her işte Allah rızasını ön plânda tutmak ve O’nun her an görüp
gözettiğini akıldan çıkarmamaktır. İnsanları değerlendirmede ve eşyaya
bakışta bu yaklaşım esas alınırsa dünyevi çıkar ve hırsların körüklediği pek
çok olumsuzluk kolayca bertaraf edilebilecektir.
Samimiyetten uzak söz ve davranışların Allah katında hiçbir değeri
olmadığı gibi bu tür eylemler, insanın diğer insanlar nazarında da itibar
ve güven kaybetmesine yol açmaktadır. Bu itibarla; samimiyetin zıddı olan
riyakârlık ve ikiyüzlülük imanla bağdaşmayan münafıklık alameti olarak
kabul edilmiştir. Diğer yandan, Müslümanların Allah’a iman ve kulluk, Kur’an
ve Sünnete tabi olma, Peygamber Efendimizi örnek alma, toplumsal görevleri
yerine getirme, sınıf ve statü farkı gözetmeksizin bütün Müslümanların
ve hatta bütün insanların haklarına riayet etme gibi hususlarda ciddi
bir samimiyet sınavına tabi tutulduklarını gösteren birçok dini referans
bulunmaktadır.
Bu itibarla Konya İl Müftülüğü, 2014 yılı Kutlu Doğum Haftası kutlama
programları çerçevesinde hazırlamayı bir gelenek haline getirdiği eserlerin
yedincisinde, “Hz. Peygamber, Din ve Samimiyet” konusunu çeşitli
yönleriyle ele almaktadır.
Bu eserde; İnsanın gerçek anlamda kul olmasının, ihlas ve samimiyete
bağlı olmasından, Hz. Peygamber ve sahabenin hayatından Samimiyet
örneklerine; İman ve ameldeki samimiyetten, Tasavvuftaki ihlas ve sıdk
yaklaşımının Sultan Veled’in İntihânâme’sindeki örnekliğine; Toplumsal
samimiyetin oluşum sürecinde komşuluk haklarından, Hz. Peygamberin
dilinden samimi dua örneklerine; İnfakta samimiyetten, samimi gençlik
inşasına kadar bir dizi değerlendirmelerin, neler olduğunu bulacaksınız.
Kutlu Doğumların, manevi dünyamızın aydınlanmasında ışık olması
temennisiyle, eserin hazırlanmasında katkılarını esirgemeyen tüm
dostlarımıza, basımı konusundaki desteklerinden dolayı Karatay, Meram,
Selçuklu başta olmak üzere tüm ilçe Müftülüklerimize, şükranlarımızı
sunarız.
3
DİN
KENDİNE
KARŞI SAMİMİ
OLMAKTIR.
“Allah sizin sûretlerinize ve
mallarınıza bakmaz,
sadece kalplerinize ve
amellerinize bakar.”
(Hadis-i Şerif)
4
Şükrü ÖZBUĞDAY
Konya İl Müftüsü
İNSANIN GERÇEK ANLAMDA KUL OLMASI
İHLÂS VE SAMİMİYETE BAĞLIDIR
Sözlükte, saf, katışıksız, arı ve duru olmak gibi anlamları öne çıkan
“ihlas” kavramı bazı âyetlerde “Muhlisîne lehü’d-din” yani dini “
yalınızca Allah’a has kılmak”1 şeklinde ifade edilmiş ve bununla inancın,
kulluğun ve itaatin, âlemlerin Rabbi olan Allah’a özgü kılınması gerektiği
vurgulanmıştır. Bu anlamıyla ihlas, inançta samimi olmak, yani kullukta
Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Çünkü her kim Rabbine kavuşmayı
arzu ediyorsa iyi iş yapmalı ve Rabbine kullukta O’na hiçbir şeyi ortak
koşmamalıdır.2
İhlâsın zıddı “riya” ve “süm’a” dır. Riya, bir işi Allah rızası için değil
gösteriş için yapmak, süm’a ise yapılan bir iyiliği, övünme ve çıkar amacıyla
başkalarına duyurmaya çalışmaktır. İçerisine riya karışmış olan amellerin,
üzerinde az bir toprak bulunan ve şiddetli bir yağmurla çıplak kalan kaya
misali, riyakarların da amellerinin Allah katında hiçbir işe yaramayacağı,
Kur’an–ı Kerim’de açıkça belirtilmiştir.3 Allah’a kullukta O’nun rızasının
yanına başka amaçlar eklemek bir nevi şirk görüntüsü verdiği için ihlâsın
zıddı olan riya’ya gizli şirk ( şirk-i hafi) de denilmiştir.4
5
Din, özü itibariyle ihlâs ve samimiyetten ibarettir. Dolayısıyla, samimiyetin
olmadığı yerde dinden veya dindarlıktan söz edilemez. Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v) dinin samimiyetten ibaret olduğunu, “ Din samimiyettir” sözüyle ifade
etmiş, bununla neyi kastettiğini daha açık bir şekilde anlatması için, “Kime
karşı?” diye sorulduğunda ise samimiyetin, “Allah’a, Kitabına, Rasülü’ne
Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara” gösterilmesi gerektiğini
belirtmiştir.5 Ayrıca, çeşitli vesilelerle aldığı biatlerde kendisine bağlılık
yemini ederlerken, “bütün Müslümanlara içtenlikle ve samimi davranmaya”
söz vermelerini istemiştir.6
Böylece inanan insan, Allah’a iman ve kulluk, Kur’an-ı Kerim’e tâbi
olma, Hz. Peygamber (s.a.v) i örnek alma, yöneticilere karşı hakkı söyleme ve
toplumsal görevlerini yerine getirme, sınıf ve statü farkı gözetmeksizin bütün
Müslümanların ve hatta bütün insanların haklarına riâyet etme gibi konularda
ciddi bir samimiyet sınavına tâbî tutulmaktadır. Bu sınavın zorluğunu iyi bilen
Allah Rasülü (s.a.v), namazlarının ardından “ … Allah’ım! Ey Rabbimiz ve her
şeyin Rabbi! Beni ve ailemi, dünya ve ahrette her an sana ihlâsla bağlı kıl.
Ey Yücelik ve İkram Sahibi!” duasıyla Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunmuştur.7
Bu yüzden Hz. Ömer, “ Allah’ım! Amelimin hepsini salih ve sadece senin
rızana has kılınmış eyle ve amelime hiç bir şeyi ortak etme” diye dua etmiştir.8
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), pek çok hadisinde, ihlâsın önemine
işaret etmiş ve insanları ihlâslı ve samimi olmaya çağırmıştır. Bunun için de
öncelikle niyetin halis olması gerektiğini, amellerin ancak niyetlere göre değer
kazanacağını bildirmiş,9 “Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır”10 buyurarak,
niyetin önemine işaret etmiştir. Bir savaş sonrası payına düşen ganimeti Hz.
Peygamber (s.a.v) e getiren bir bedevi, “Ben bunun için sana uymadım. (okuyla
boynunu göstererek) buradan vurularak şehit olup cennete gitmek için sana
uydum.” Diyerek ganimeti geri vermişti. Bir süre sonra savaşta şehit olup
isteğine kavuşan bedevi hakkında Rasülüllah (s.a.v), “O, Allah’a verdiği sözü
tuttu, Allah da (dilediğini vererek) sözünü tuttu.”11 buyurarak hiçbir dünyevi
karşılık beklemeden halis bir iman ve samimi bir niyetle yapılan amelin Allah
katındaki değerine dikkat çekmiştir.
İnsanların Allah katındaki kıymeti, dış görünüşlerine ve mal varlıklarına
göre değil, niyetlerinin samimiyetine ve işledikleri amellere göredir. Bu
konuda Allah Rasülü (s.v.a) şöyle buyurmaktadır: “Allah sizin suretlerinize
ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.”12 Niyetin
samimiyeti; ihlâslı amelle, kalbin temizliği de, dışa yansıyan samimi tutum ve
davranışlarla belli olur. Amelin onaylamadığı bir kalp temizliği ve iyi niyet
iddiası, samimiyetten ve inandırıcılıktan uzaktır. Hayatı ve ölümü, hangimizin
daha iyi amel yapacağını sınamak için yarattığını bildiren13 Cenab-ı Hakk’ın,
bireysel ve toplumsal alanda sonucu görülmeyen soyut bir kalp temizliği
iddiasına değer vermeyeceği açıktır.
İslam Dini, iyi niyet ve samimi tutuma verdiği önemden dolayı, niyet
6
etmesine rağmen, mazereti sebebiyle yerine getiremediği amelin sevabından
bile kişiyi mahrum bırakmamıştır. Sevgili Peygamberimiz (s.v.a) in şu hadisi
buna işaret etmektedir. “ Her kim şehit olmayı Allah’tan samimiyetle isterse,
yatağında ölse bile, Allah onu şehitlerin derecesine ulaştırır.”14
İhlâs ve samimiyet, sadece ibadetlerimizde değil, insanlarla olan
ilişkilerimizde de son derece önemlidir. Müminin en önemli vasfı olan
güvenirlik, ancak içten ve samimi davranışlarla sağlanabilir. Aile ve akraba
ortamında, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinde, iş ve ticaret hayatında, kısacası
hayatımızın her alanında, insanlara karşı samimi davranmak en büyük ahlâkî
erdemlerdendir. Bu erdemi kazanmanın en kısa yolu da, her işimizde Allah
rızasını ön planda tutmak ve O’nun her an bizi görüp gözettiğini aklımızdan
çıkarmamaktır. İnsanları değerlendirmemizde ve eşyaya bakışımızda bu
yaklaşım esas olursa, dünyevi çıkar ve hırsların körüklediği birçok olumsuzluk
kolayca bertaraf edilebilir.
Yüce Allah, müşriklerin samimiyetsiz tutumunu bize hatırlatarak,
onların denizde dalgaya yakalandıklarında ölüm korkusuyla içten bir inançla
yalnız Allah’a yalvarıp yakardıklarını, karaya salimen çıktıklarında ise, bu
samimiyetten uzaklaşıp hemen Allah’a ortak koştuklarını bildirmekte ve
onların bu ikiyüzlü davranışlarının sonucunu yakında görecekleri uyarısında
bulunmaktadır.15
İhlâs ve samimiyete gölge düşüren en büyük illet, riya ve gösteriş olduğu
için özellikle nafile ibadetlerin gizli yapılması tavsiye edilmiş, bu sayede
kimsenin olmadığı yerde Allah ile samimi bir bağ kurulması ve takdirin sadece
O’ndan beklenmesi hedeflenmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) bu duyarlılığı
gösterip ibadetini gizli yapan kimsenin, daha sonra yaptığı ibadet öğrenilse
bile, hem amelini gizlediği için gizlilik sevabı, hem de işlediği amelin kendi
sevabını kazanacağını bildirmiştir.16 Aynı şekilde verdiği sadakayı kimse
bilmesin diye gizli veren, geceleyin gizlice kalkıp Allah’a yalvaran, savaşta tek
başına kalmasına rağmen Allah yolunda cesurca savaşan kimselerin Allah’ın
sevgisine mazhar olacaklarını ifade etmiştir.17 Peygamber efendimiz (s.a.v.)
gizliliğe ve dolayısıyla ihlâsa daha yakın olduğu için gece namazını teşvik
etmiş18 ve farz namazlardan sonra en değerli namazın gece namazı olduğunu
bildirmiştir.19
İbadetlerin az veya çok olması değil, ihlâsla yapılmış olması önemlidir.
Zira amelin kabulü, büyük ölçüde ihlâsla yapılmış olmasına bağlıdır. Hz.
Peygamber (s.a.v) in Yemen’e gönderdiği genç sahâbisi Muâz b. Cebel,
kendisine tavsiyede bulunmasını isteyince Allah’ın elçisi, “İnancında samimi
(ihlâslı) ol. O zaman sana az amel de yeter.” Buyurarak ihlâs ve samimiyetin
önemine dikkat çekmiştir.20
Kurtuluşa erenlerden olmak için, Allah’ın rızasını elde etmek, bunun için
de ihlâslı olmak gerekir. Allah Rasûlü, ameli ihlâsla sırf Allah için işleyen
kimsenin kalbinin, hile ve aldatma duygularından arınacağını21 ve ecri yalınızca
7
Allah’tan umarak yapılan amellerin, geçmiş günahların bağışlanmasına vesile
olacağını bildirmiştir.22 Ayrıca O, Rabbimizin yoluna ulaşmanın yolunu şöyle
açıklamıştır: “Kim hiçbir ortağı olmayan, tek olan Allah’a ihlâsla ibadet
ederek, namazı dosdoğru kılarak, zekâtı vererek dünyadan ayrılırsa, Allah,
kendisinden râzî olduğu halde ölmüş olur.”23
Hz. Peygamber’in “…Kıyamet gününde şefaatimle en fazla mesud
olacak kişi, tüm kalbiyle veya gönülden ‘Lâ ilâhe illâllâh’ (Allah’tan başka
ilah yoktur.) diyen kişidir.”24 hadisi, ihlâs konusunda söylenebileceklerin özü
olsa gerektir. İnanç, ibâdet ve iyiliklerin Allah katında değer kazanması, yani
insanın gerçek anlamda “Kul” olması, ihlâs ve samimiyete bağlıdır. Samimi
olmayan ameller, dışı süslü ama içi kof davranışlar, içtenlikten uzak ve art
niyetli sözler, insanın Allah katında olduğu kadar, diğer insanlar nazarında da
değer kaybetmesine sebep olur. Her konuda dürüst, tutarlı ve samimi bir tutum
içinde olmak, mümin olmanın ayrılmaz vasfı iken, riyakârlık ve iki yüzlülük
imanla bağdaşmayan hallerdir. Kur’an-ı Kerim’in inanç ve amelde ikiyüzlü
davranan münafıklara cehennemin en alt tabakasını müstahak görmesi25 bu
açıdan anlamlıdır. İkiyüzlü davranarak, gösteriş yaparak insanları aldatmak
mümkün olsa bile, her şeyin iç yüzünü bilen Yüce Yaratıcı’yı kandırmak
mümkün değildir.26
Sonuç olarak ihlâs, Yaratıcısına gizli açık hiçbir şeyi ortak etmeyen samimi
bir imandır. İhlâs, dünyevi bir karşılık beklemeden, sırf Allah rızası için
yapılan bir kulluktur. İhlâs, Allah’a karşı olduğu gibi, insanlara, canlı cansız
bütün varlıklara karşı da gösterilen samimiyettir. İhlâs, nifak ve ikiyüzlülükten
uzak bir kalp safiyetidir. İhlâs, Allah rızasına göre programlanan akıl ve kalbin
ivazsız, garazsız amelidir. İhlâs, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi de
olmaktır. Allah’ın azabından sadece ihlâslı kulları kurtulacaktır.27
DİPNOTLAR
1
bk. A’raf, 7/29; Yunus, 10/22;Mü’min, 40/14,65
2
bk.Kehf,18/110
3
bk. Bakara,2/264
4
bk. İbn. Mace, Zühd,21
5
bk. Müslim, İman, 95
6
bk. Buhari, İman,42; Müslim, İman,97
7
Ebu Davud, Vitr,25
8
Hadislerle İslam, Komisyon, D.İ.B. yayınları III, 139-140
9
bk. Buhari, Bed’ül –vahy,1; Müslim, İman,155
10
Taberani ,el-Mu’cemül-Kebir, V,185
11
Nesai, Cenaiz, 61
12
Müslim, Birr,34
13
bk. Mülk,67/2
14
Müslim, İmâre, 157
15
bk.Ankebut,29/65-66; lokmân, 31/32
16
bk Tirmizi, Zühd, 49; İbn Mâce, Zühd, 25
17
bk. Nesâî, Zekât, 75
18
bk. Buhârî , Teheccüd, 12
19
bk. Müslim, Sıyam,202
20
Hâkim, Müstedrek, vıı, 2797
21
bk.İbn. Mâce, Sünnet,18
22
bk. Buhâri, İman, 28; Müsâfirin, 175
23
İbn Mace, Sünnet, 9
24
Buhârî, İlim, 33; Rikâr, 51
25
bk. Nisâ, 4/145
26
a.g.e.III,144-145
27
bk. Saffât,37/39-40,127-128
8
Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL
N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
SAHÂBE-İ KİRÂM VE SAMİMİYET
Samimiyet; içi-dışı, özü-sözü bir olmaktır; ihlas ve sadâkattır;
dürüstlüktür, doğruluktur… Mensubu olmakla şeref duyduğumuz İslâm
açısından samimiyet, dinin özüdür; müslüman kişilik ve kimliğinin olmazsa
olmaz, kaçınılmaz temel şartıdır. Bu gerçeği Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)
şöylece beyan buyururlar: “Din, nasihattır.”1 Nasihatı dinin temeline
yerleştiren bu hadisin devamında ashâb-ı kirâmın: “Kim için nasihat, ey
Allah’ın Resûlü!” sorusuna, Peygamber Efendimizin şöyle cevap verdiği
belirtilir: “Allah için, Kitabı ve Resûlü için, müslüman devlet adamları için
ve bütün müslümanlar için…” Allah’a, Kitabına ve Resûlüne yapılacak
nasihat ile müslüman devlet adamları ve bütün müslümanlar için yapılacak
nasihatın nasıl olacağı ve burada kullanılan “nasihat” kavramına hangi
anlamın verilmesi gerektiğini belirten İslâm âlimleri, bu kelimenin kök
anlamını da dikkate alarak nasihatın samimiyetle özdeş olduğunu ifade
etmişlerdir.2 O halde “Din, samimiyettir.”
Bizzat “samimiyet timsâli” olan Resûl-i Ekrem’in dizi dibinde yetişen,
O’nun rahle-i tedrîsinden geçen sahâbe-i kirâm, dinin ve hayatın her alanında
9
olduğu gibi samimiyet hususunda da, değil sadece İslâm tarihinin, bilâkis tüm
beşer tarihinin en güzel örneklerini vermişlerdir.
O sahâbe-i kirâm ki Onlar, dine, Allah’a ve Peygamber’e sadakatle bağlılığın
ve teslimiyetin âbidesi olan nesildir… O sahâbe-i kirâm ki Onlar, Kur’an
güneşiyle nurlanan, Sünnet kandiliyle aydınlanan, kalblerinde samimiyetten
başka duyguya yer vermemişlerdir. Benliklerinin her zerresine kadar İslâm’ı
nakış nakış işlemişler, hayatlarının her anında ve her alanında İslâm’ın
öğretilerini büyük bir titizlikle uygulamışlardır. İslâm’ın yaşanabilirliği ve
doğru anlaşılmasının en önemli örnek ve temsilcileri olan ashâb-ı kirâm, aynı
zamanda İslâm nurunu daha sonraki nesillere taşıyan, bütün âleme duyuran
altın nesildir. Onlar, “Siz, insanlar için çıkarılmış, en hayırlı ümmetsiniz.”3 ilâhî
hitabına mazhar olmuş, “insanlara şahit ve örnek olacak mûtedil, her yönden
dengeli bir ümmet”4tir. Onlar, Yüce Rabbimizin, şu âyet-i kerîmede ifade
buyurulduğu gibi gerçek mü’minler olarak nitelediği kimselerdir: “İman edip
hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara)
yardım edenler (ensar) var ya, işte onlar gerçek mü’minlerdir.”5 Onlar, rıza-yı
ilâhîye erişmiş, ebedî saadeti hak etmiş kimselerdir: “İslâm’ı ilk önce kabul
eden muhacirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı
olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah onlara içinden ırmaklar akan,
içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.”6 Allah
onlardan razı olmuştur, çünkü kalblerindeki sadakati, hallerindeki samimiyeti
gayet iyi bilmektedir: “Şüphesiz Allah, ağaç altında sana biat ederlerken o
mü’minlerden razı olmuştur; gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve güven
duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih nasip etmiştir.”7 Onlar, Cenâb-ı
Hakk’ın: “Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara
karşı çetin, birbirlerine karşı ise merhametlidirler. Onların, rükû ve secde
hâlinde Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde
eseri olan alametleri yüzlerindedir…”8 ve “…Bu mallar özellikle, Allah’tan
bir lütuf ve hoşnutluk ararken ve Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım
ederken yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir. İşte
onlar doğru kimselerin ta kendileridir. Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda
(Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar (ensar),
hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık
duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine
tercih ederler…”9 buyurarak medhettiği kimselerdir.
Peygamber Efendimiz de onları, “insanlık tarihinin en hayırlı nesli”10 ve
“ümmetin en hayırlıları”11 diye tanıtarak takdim ve takdir etmişlerdir.
Şüphesiz sahâbe-i kirâm bu mertebeye, İslâm davasına sadakatle
bağlılıkları, Allah ve Peygamber sevgisini kalblerine yerleştirmiş olmaları ve
hayatlarının baştan sona serâpâ samimiyet oluşu sâyesinde erişmişlerdi. İşte
onlardan birkaç samimiyet ve sadakat örneği:
Müslüman olduktan sonraki günlerden birinde Hz. Ebûbekir Mekke’de
10
müşrikler tarafından feci şekilde dövülmüştü. Yere yığılmış olmasına rağmen
kâfirlerin elebaşılarından Utbe b. Rebîa kabaralı ayakkabısıyla yüzünü, kafasını,
karnını ha bire tekmeliyordu. Ebûbekir hareketsiz kalınca onu bıraktılar. Yüzü
balon gibi şişmiş, burnu görülmez hâle gelmişti; her tarafı yara bere içerisinde
idi. Kabilesinden bazı kişiler bir beze koyarak evine götürdüler onu. “Kesin
ölür” diyorlardı. Uzun süre baygın yattı. Derken akşama doğru gözlerini açtı
ve ilk olarak ağzından tek bir cümle çıktı:
-Ne oldu Resûlüllah’a? Yanındakiler kızdılar:
-Adama bak! Kendi hâlini düşünmüyor, buna sebep olan Muhammed’i
soruyor! diyerek kalkıp gittiler. Giderken de annesine:
-Buna bir şeyler yedirmeye veya içirmeye çalış, dediler. Yalnız kalınca
annesi bir şey yiyip içmesi için Ebûbekir’e ısrar edip durdu. Ama hep tek bir
söz çıkıyordu Ebûbekir’in ağzından:
-Ne oldu Resûlüllah’a? Annesi de hep:
-İnan ki bilmiyorum, diyordu. Sonunda Ebûbekir:
-Peki öyleyse, Hattâb’ın kızı Ümmü Cemîl’e git, ona sor, dedi. Çaresiz
annesi kalktı; Ömer’in kızkardeşi Ümmü Cemîl’e gitti;
-Ebûbekir, senden Muhammed’i soruyor, dedi. Ümmü Cemîl ihtiyatlı
olmak zorunda idi.
-Ne Ebûbekir’i tanıyorum, ne de Muhammed’i. Ama istiyorsan seninle
oğlunun yanına gidebilirim, diye cevap verdi. Çıkıp beraberce ona geldiler.
Ümmü Cemîl, Ebûbekir’i yarı baygın, ölü gibi görünce çığlık atmaktan kendini
alamadı:
-Hiii! Vallahi bunu sana yapan topluluk azgın, kâfir bir gruptur. Dilerim
Allah bunun intikamını alır onlardan! Ebûbekir ise sordu:
-Ne oldu Resûlüllah’a? Ümmü Cemîl, Ebûbekir’in henüz Müslüman
olmamış annesine işaretle:
-Ama annen duyuyor! dedi. Ebûbekir endişesini giderdi:
-Korkma, ondan zarar gelmez. O zaman haber verdi Ümmü Cemîl:
-Gayet iyi, hiçbir şeyi yok! Sordu Ebûbekir:
-Peki, şimdi nerede?
-Dâru’l-Erkam’da, Erkam’ın evinde. Ebûbekir biraz serinledi ama gönlü
rahat değildi.
-Resûlüllah’ın yanına gidip O’nu görmedikçe, yemin ederim ki ağzıma bir
şey almayacağım, bir şey de içmeyeceğim! dedi. Baktılar ki olmayacak:
-Hele biraz ortalık sakinleşsin, el-ayak çekilsin, dediler. Gecenin geç
11
saatinde annesi ve Ümmü Cemîl, Ebûbekir’in koluna girdiler ve onu
Resûlülah’ın yanına götürdüler. Gözüyle O’nu sağ salim görünce rahat bir
nefes aldı; sevdiğine kavuşmuştu.12
Görüldüğü gibi Hz. Ebûbekir’in İslâm davasındaki samimiyeti ve
Peygamber Efendimize sadakati, kendi nefsini değil, öncelikle Resûl-i Ekrem’i
düşünmesini gerekli kılmıştı; ya da diğer bir ifadeyle bu olay, Hz. Ebûbekir
Efendimizin samimiyetinin açık bir göstergesi idi.
Zaten Peygamber’i kendi nefsinden bile çok sevmek, gerçek mü’min
olmanın kaçınılmaz gereği idi. Nitekim kalbi Peygamber sevgisiyle dolup
taşan, hak ile bâtılın ayırt edicisi, adalet timsali koca Ömer, bir gün Efendimizin
huzurunda sonsuz bir edep ve saygıyla:
-Ya Resûlallah! Öz nefsim hariç, sizi anamdan, babamdan, çocuklarımdan,
her şeyden fazla seviyorum, demişti. Samimiyet yüklü bu sevgi beyanını
Habîbullah Efendimiz yeterli bulmamış,
-Öz nefsinden de çok sevmelisin, ey Ömer! demişti. Hz. Ömer durmadı,
düşünmedi, tereddüt etmeden haykırdı imanını ve sevgisini:
-Canımdan da çok seviyorum, ya Resûlallah! Efendimiz ay gibi parlayan
nur yüzünü kaplayan mübarek tebessümüyle tasdikledi Ömer’i:
-Tamam, işte şimdi oldu ey Ömer!13
Ne dersiniz, bu samimiyetin üzerinde bir samimiyetten söz edilebilir mi?!..
Birer insan olmaları münasebetiyle kendilerinden zaman zaman bazı hatalı
davranışlar sâdır olsa veya bu ihtimal mevcut bulunsa bile bu durum, aslâ ama
aslâ sahâbe-i kirâmı samimiyet ve doğruluktan uzaklaştıramamıştır. Bu açıdan
ashâbtan her birini samimiyet örnek ve timsâli olarak sunmamız mümkündür.
Biz binlercesi arasından son bir örnek olarak sadece okuyuverirken bile ashâbın
doğruluk ve sadakatini, ihlâs ve samimiyetini gayet güzel canlandırarak insanı
duygulandıran, hislendiren, gözlerini yaşartan şu hadiseyi İmam Buhârî’nin
rivayetinden aktarmak istiyoruz:
“Ensâr’dan Ka’b b. Mâlik diyor ki: Sadece Tebûk hariç, Hz. Peygamber’in
gazvelerinin hiç birinden geri kalmadım. Gerçi Bedir Gazvesi’ne de
katılmamıştım ama Bedir Gazvesi’nde Hz. Peygamber hadd-i zatında Kureyş
kervanını takip için çıkmışken Cenab-ı Hakk’ın takdiri O’nu düşman ordusuyla
karşılaştırmış, bu sebeple de Bedir’e katılmayanlara herhangi bir ceza ya da
kınama söz konusu olmamıştı. Ben, Hz. Peygamber’e Akabe’de biat etmiş
birisiyim; her ne kadar insanlar arasında Bedir’in şöhreti ve itibarı daha fazla
yaygın ise de, katiyetle Akabe yerine Bedir’de bulunmuş olmayı tercih etmem.
Esas anlatacağım konuya geleyim: Vallahi, Hz. Peygamber’den Tebûk’te ayrı
kaldığım zamana kadar, o gün sahip olduğum imkân ve fırsatlara katiyen sahip
olmamıştım. Tebûk hazırlıkları esnasında, daha önceki gazvelerin hiç birinde
olmadığı halde iki binite sahiptim. Resûlüllah, başka zamanlarda âdetleri üzere
12
bir yere sefer tertip ettiği zaman esas gideceği yeri gizli tutar, hatta bir müddet
başka yönde hareketten sonra asıl hedefine yönelirdi. Fakat bu gazvesinde
şiddetli bir sıcak altında, uzun çöller katedilerek, kalabalık ve teşkilâtlı bir
düşmana karşı gidileceği için herkes iyice hazırlansın diye gideceği yeri ilan
etti. Bu devrede İslâmiyet intişar bulmuş, müslümanların sayısı artmıştı. Harbe
iştirak edenler için kütükler tutulup kayıt falan da yapılmıyordu. Kendini gizli
tutarak harbe iştirak etmek istemeyen birini, vahiy nâzil olmadıkça tespit etmek
mümkün değildi. Her neyse, Resûlüllah’ın emriyle meyvelerin olgunlaştığı,
gölgelerin koyulaştığı bir mevsimde ashâb-ı kirâm harp hazırlıklarına başladılar.
Ben, her gün evden gazve için bir takım hazırlıklar yapma niyetiyle çıkıyor,
fakat hiçbir şey yapmadan dönüyordum ve “Nasıl olsa hazırlığa muktedirim;
birden hazırlanırım” diye kendimi avutuyordum. Bu böylece devam edip gitti.
Derken iş ciddiye bindi; Resûlüllah ve müslümanlar Medine’yi terk ederek yola
koyuldular. Ben hâlâ “Bir iki gün içinde hazırlanır ve yolda onlara yetişirim”
diye düşünüyordum. Günler böylece geçti ve ben hiçbir şey yapmamışken
İslâm ordusu bir hayli uzaklaştı. “Artık bari şimdi yola çıkıp ulaşayım” diye
karar verdim; keşke bunu yapabilseydim. Fakat mukadder değilmiş, olmadı.
Resûlüllah’ın ayrılışından sonra beni en çok üzen şey, Medine sokaklarına
çıktığım zaman harpten geri kalmış olarak ya münafıklıkla vasıflı kimselerle
veya Allah’ın mâzur gördüğü sakatlarla karşılaşmak oluyordu.
Tebûk’e varıncaya kadar Peygamber Efendimiz beni hatırlamamış. Sonra
ashâbıyla Tebûk’te otururlarken,
-Ka’b ne yaptı? diye sormuşlar. Benû Selime’den birisi:
-Malı-mülkü ve kibiri onu alakoydu, ya Resûlallah! deyince Muâz b. Cebel
derhal:
-Ne kötü söyledin! Vallahi ya Resûlallah, biz Ka’b hakkında hayırdan
başka bir şey bilmiyoruz, diyerek müdahale etmiş; Resûlüllah da sükût
buyurmuşlar.
Resûlüllah’ın Tebûk’ten Medine’ye müteveccihen
döndüğü haberini alınca bana bir üzüntüdür, bir iç sıkıntısıdır çöktü; şimdi
ben Resûlüllah’ın öfkesinden nasıl kurtulabileceğimi tasarlıyor, yalanlar
düşünüyordum. Bütün yakınlarımla bu konuda istişarelerde bulundum; “Şöyle
yap, böyle yap, şunu de, bunu söyle” diye fikirlerini beyan ettiler. Ama ben,
Resûlüllah’ın iyice yaklaştığı haberini duyuverdiğim zaman bütün yalanlar
siliniyor, uyduracaklarım sönüp gidiyordu ve katiyetle ona yalan söyleyerek
kurtulamayacağımı biliyordum. Artık kesin kararımı vermiştim: Resûlüllah’a
doğru söyleyecek, her şeyi anlatacaktım. Ve nihayet Resûlüllah çıkageldi.
O, bir seferden döndüğü zaman önce Mescid’e gider, iki rekat namaz kılar,
sonra insanlarla görüşmeyi kabul ederdi. Bu seferinde de öyle yapınca harpten
geri kalanlar gelerek mazeretler beyan etmeye, sözlerinin doğruluğuna yeminler
etmeye başladılar; seksen küsur kişi varlardı. Hz. Peygamber, bunların iç
hallerini ve asıl niyetlerini Cenâb-ı Hakk’a havale ederek zahirî mazeretlerini
kabul etti; onlarla musafahalaştı ve onlara istiğfarda bulundu.
13
Sıra bana gelmişti. Resûlüllah’a yaklaşıp selam verince kırgın ve kızgın bir
şekilde tebessüm buyurdular ve:
-Gel bakalım! dediler. Varıp önüne oturdum. Sordular:
-Seni harpten geri bırakan sebep ne? Hazırlık yapıp binek almamış mı idin?
-Almıştım, ya Resûlallah! Vallahi dünya ehlinden birinin huzurunda bu
vaziyette bulunmuş olsaydım bir mazeret beyan eder kurtulurdum; az-çok söz
söylemesini bilirim, ağzım laf yapar. Fakat şunu çok iyi biliyorum ki şimdi
seni razı edecek bir yalan söylesem çok geçmeden Cenâb-ı Hak seni haberdar
edecek ve ben suçlu düşeceğim; işin doğrusunu söylesem senin gazabına
dûçar olacağım. Fakat bu durumda Allah’ın affını umuyorum. Hayır vallahi,
beni bu gazveye katılmaktan engelleyecek hiçbir mazeretim yoktu ve bu geri
kalışımdaki kadar hiçbir zaman refah ve bolluk içinde olmamıştım.
Resûlüllah bunları dinledikten sonra:
-İşte bu doğru söyledi, dediler ve Allah’ın hükmü gelinceye kadar kalk git!
buyurdular. Ben huzurdan ayrıldım; Benû Selime’den de bir sürü adam peşime
takıldı. Bana diyorlardı ki:
-Vallahi, senin bu güne kadar bir günah işlediği bilmiyoruz. Diğer, harpten
geri kalanların belirttikleri gibi bir mazeret beyanını beceremedin. Oysaki
Resûlüllah’ın bu mazereti kabul ederek istiğfarda bulunuvermesi günahının
affı için sana yeterdi. Bunu o kadar tekrarladırlar, o kadar ısrar ettiler ki bir ara
“Tekrar Resûlüllah’ın huzuruna dönüp evvelki söylediklerimi yalanlayayım”
diye düşündüm; sonra bunlara sordum:
-Benim durumuma düşmüş başka kimse var mı?
-Evet, iki kişi daha var. Onlar da aynen senin dediğin gibi dediler.
Resûlüllah onlara da sana yaptığı muameleyi yaptı, cevabını alınca merakla
sorumu tekrarladım:
-Kim bu iki kişi? Dediler ki:
-Mürâra b. er-Rabî ve Hilâl b. Ümeyye… Bunlar Bedir Gazvesi’ne katılmış,
salih, örnek alınacak kimselerdi. Bunların adını duyunca yoluma devam ettim.
Resûlüllah, Tebûk’e iştirakten geri kalan bu üçümüzle konuşmayı
müslümanlara yasak etmişti. Bunun üzerine insanlar bizden çekilmeye ve
yüz çevirmeye başladılar. O kadar ki sanki bu belde benim hiç tanımadığım,
hiç bilmediğim bir yer oldu. Bu şekilde tam elli günümüz geçmiştir. Diğer
iki arkadaşım insanlardan uzaklaşarak evlerine kapanmışlar, durmadan
ağlıyorlardı. Ben ise oldukça genç ve kuvvetli idim; dışarı çıkıyor,
müslümanlarla namazda hazır bulunuyor, çarşılarda dolaşıyordum. Fakat
hiç kimse benimle konuşmuyordu. Namazlardan sonra Resûlüllah, ashâbıyla
meclisinde otururken ben de huzura varır ve selam verirdim. “Acaba selamımı
almak üzere Resûlüllah’ın dudakları kıpırdadı mı, kıpırdamadı mı?” diye
14
kendi kendime düşünür dururdum. Namaz kılacağımda Resûlüllah’a çok yakın
bir yere durur, O’nun bakışına nail olmak için O’nu gözlerdim. Bazen ben
namaza dalmışken O, bana bakıverir, fakat benim bunu fark ederek kendisine
yöneldiğimi görünce bakışını çekiverirdi.
İnsanların ortasında müthiş bir uzlet ile böylece günler sürüp giderken bir
gün kendisini çok sevdiğim amcam oğlu Ebû Katâde’nin bahçesine gitmiştim.
Duvardan atlayıp ona selam verdim; vallahi selamımı almadı. Dedim ki:
-Ebû Katâde! Allah aşkına söyle, benim Allah’ı ve Resûlünü sevdiğimi
bilmiyor musun? Cevap da vermedi. Allah’ın adını anarak tekrar sordum; yine
susuyordu. Aynı şekilde Allah için söylemesini isteyince sadece:
-Allah ve Resûlü bilir, deyiverdi, o kadar… Gözlerimden yaşlar boşandı,
döndüm, duvardan atlayıp çıktım.
Bir gün ben Medine pazarında dolaşırken Medine’ye satmak üzere yiyecek
maddeleri getirmiş Şam’daki Nabatlılardan bir adam,
-Ka’b b. Mâlik’i bana kim bulur? diye sesleniyordu. Adama oradakiler
beni gösterince geldi ve Gassân hükümdarından bir mektup verdi. Mektubu
açtım; şunlar yazılıydı: “Efendinin sana zulmettiğini öğrenmiş bulunuyorum.
Allah, seni tahkir edildiğin ve kıymetinin bilinmediği bir beldede bırakmasın.
Yanımıza gel, sana ikram ederiz.” Bunları okuyunca, “Bu da bir bela!...” deyip
orada yanmakta olan bir tandıra mektubu tuttum ve atıp yaktım.
Bu şekilde 50 günden 40’ı geçince Resûlüllah’ın habercisi geldi ve
Resûlüllah’ın, eşimden ayrı durmamı emrettiğini iletti.
-Boşayacak mıyım yoksa ne yapacağım? dedim.
-Hayır, sadece ayrı duracak, yaklaşmayacaksın, diye cevap verdi. Hz.
Peygamber diğer iki arkadaşıma da aynı şeyi emretmişti. Bunun üzerine eşime,
annesinin babasının yanına gitmesini, Cenâb-ı Hak bu hususla ilgili hükmünü
bildirinceye kadar onların yanında kalmasını söyledim. Hilâl b. Ümeyye’nin
zevcesi, Resûlüllah’a gelerek:
-Ya Resûlallah! Hilâl yaşlı bir ihtiyardır. Hizmetçisi falan da yok. Ona
hizmet etmemde bir mahzur görür müsün? demiş, Hz. Peygamber de:
-Hayır, bunun bir mahzuru yok; yalnız sana yaklaşmasın! buyurmuş.
Kadıncağız ise:
-Vallahi, onda buna güç nerede?! Bu iş başına geleliden beri gece-gündüz
durmadan ağlıyor, demiş. Yakınlarımdan birisi:
-Hilâl’in zevcesine izin verildiği gibi hizmetlerini yerine getirmesi için sen
de gidip Resûlüllah’tan zevcen adına izin iste, dedi. Ben:
-Vallahi,bu hususta Resûlüllah’tan izin istemeye katiyen gitmem. Ben
gencim, kendi işimi kendim yaparım. Hem izin istesem, bakalım Resûlüllah ne
15
diyecek? diye bu teklifi reddettim.
Bu hadiseden sonra da 10 gün geçti. Resûlüllah’ın bizimle konuşmayı
yasakladığı andan itibaren 50. gün doluyordu. Bu 50. günün sabahında ben,
evlerimizden birinin damında sabah namazını kılmıştım. Cenâb-ı Hakk’ın
Kur’an-ı Kerim’de belirttiği üzere “ruhum sıkılmış ve olanca genişliğine rağmen
koskoca yeryüzü başıma dar gelmiş”14 bir vaziyette otururken birdenbire Sel’
dağı üzerinden var gücüyle bağıran birinin sesini işittim:
-Ey Ka’b b. Mâlik, müjde, müjde!... Kurtuluşa erdiğimizi anlayarak hemen
secdeye kapandım. Peygamber Efendimiz sabah namazını kıldırdıktan sonra
tevbemizin Allah tarafından kabul edildiğini ilan etmişti. Bunun üzerine bana
ve arkadaşlarıma haberi müjdelemek üzere ashâb-ı kirâm koşuşmuşlardı.
Benim için biri atını mahmuzlamış, Eslem’den biri de hemen tepeye tırmanarak
oradan nida etmişti; tepeden ses, bana daha önce gelmişti. Bu sesin sahibi
yanıma gelince müjdesine karşılık olarak üzerimdeki elbiselerimi çıkarıp ona
verdim. Halbuki başka değiş elbisem de yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen
Resûlüllah’ın huzuruna yöneldim. Yolda insanlar grup grup beni karşılıyorlar,
tebriklerde bulunuyorlar ve:
-Ey Ka’b, Allah’ın tevbeni kabulü mübarek olsun! diyorlardı. Nihayet
Mescid’e girdim. Hz. Peygamber, ashâbı arasında oturuyordu. Talha b.
Ubeydullah kalktı, koşarak beni karşıladı, musafahada bulundu ve tebrikler
sundu. Vallahi, muhacirûn’dan ondan başka beni karşılayan olmamıştı;
Talha’nın bu davranışını ve nezaketini hiç unutmam. Resûlüllah’ın yanına
varıp selam verince O, sevinçten yüzü parlayarak:
-Annenin seni doğurduğu andan itibaren yaşadığın günlerin en hayırlısı
sana müjdeler olsun! buyurdular.
-Tarafınızdan mı, yoksa nezd-i ilâhîden mi ya Resûlallah? diye sordum.
-Hayır, benden değil, Allah’tan, buyurdular.
Peygamber Efendimiz sevindiği zaman yüzü, her zamankinden daha fazla
aydınlanır, âdeta ay parçası gibi olurdu ve biz O’nun sevincini yüzünden
anlardık. Huzurunda oturunca:
-Ya Resûlallah, dedim, tevbemin kabulüne karşılık bütün varlığımı Allah
ve Resûlü uğrunda tasadduk ediyorum. Fakat O:
-Hayır, malının bir kısmını yanında bırak, böylesi daha hayırlıdır, dediler.
Ben de Hayber’deki hissemi kendim için bırakacağımı söyledim ve ilave ettim:
-Ya Resûlallah! Beni kurtuluşa erdiren şey, doğru sözlülüğüm ve
samimiyetim oldu. Yaşadığım müddetçe de yalan söylememem, tevbemin
kabulüne karşılık ahdim olsun.”15
İşte samimiyet ve işte samimiyetin sonucu… Allah’ın selamı, rahmeti,
bereketi ve rızası hepisinin üzerine olsun!
16
DİPNOTLAR
Buhârî, Îman, 42; Müslim, Îman, 95
Mesela bkz. Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, Beyrut 1972, II, 37-40. Ayrıca bu hadisin anlamı ve yorumu
için bkz. Ahmet Önkal, Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Metodu, 20. baskı, Konya 2011, s. 29-31
3
Âl-i İmrân 3/110
4
Bakara 2/143
5
Enfâl 8/74
6
Tevbe 9/100
7
Fetih 48/18
8
Fetih 48/29
9
Haşr 59/8-9
10
Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî , 1; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 211, 212
11
İbn Hanbel V, 350
12
İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut 1977, III, 30
13
Buhârî, Eymân, 3
14
Tevbe 9/118
15
Buhârî, Meğâzî, 79.
1
2
17
Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
İMAN VE AMELDE SAMİMİYET
Arapçada “saf ve hâlis olmak, her türlü şâibe ve karışıklıktan kurtulmak”
anlamına gelen ihlâs, “h-l-s” kökünden türemiştir. “Hâlis” kelimesi ise
anlam bakımından “sâfî” kelimesi gibidir. Hâlis denildiği zaman, sadece,
içindeki yabancı unsurlardan temizlenen; “sâfî” denildiğinde ise, hem
içindeki yabancı unsurlardan temizlenen, hem de içinde asla yabancı unsur
barındırmayan şey akla gelir. Dini bir terim olarak ihlâs, iman ve ibadet
gibi dini görevleri, insanların övme ve beğenmesini, yerme ve kınamasını
düşünmeksizin sırf Allah için yapmak demektir.1 İslam’da bu şekilde hareket
edenlere “muhlis” denilir. Nitekim bir âyette: “Doğrusu o bizim samimi
(muhlis) kullarımızdandır”2 buyrulur.
Kur’an-ı Kerim’de geçen “hâlis ve ihlâs” sözcüğü; bir yere ait olma3,
bir kenara çekilme4, dini salt Allah’a özgü kılma5 ve inanç boyutunda O’na
gönülden samimiyetle bağlanma6 gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu sebeple
bir rivayette Hz. Peygamber (a.s) ihlâsı, kalbin ameli olarak tanımlamıştır.7
Nasıl ki ameller, ihlâssız ve niyetsiz ibadete dönüşmezse, ihlâs ve niyetsiz
bir amel de makbul olmaz. İslam’da ameller niyetlere göre değer kazanır.8
18
O halde ihlâs, insanı Allah’tan alıkoyacak her şeyden gönlü arındırmaktır.9
“İhlas Suresi”nde anlatıldığı gibi asıl ihlas, İslam’ın tevhid boyutunda
ortaya çıkar. İtikadi alanda gerçek samimiyet; Yüce Allah’a hiçbir şeyi ortak
koşmamak ve kulluğu sadece O’na hasretmek şeklinde tezahür eder. Bu
bağlamda Müslümanların imanda samimiyeti/ihlâsı, Yahudilerin iddia ettikleri
gibi Allah’ı teşbihten, Hıristiyanların savundukları gibi üçlemeden uzak
tutmakta ortaya çıkar. Aynı samimiyet, ibadetlerde de geçerlidir. İbadetleri
ihlâsla yapmak Allah’ın kesin emridir: “Dini yalnız Allah’a has kılarak O’na
kulluk etmek; namazı kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardır.”10 İşte biz
bu makalemizde iman ve amelde samimiyeti kur’an ve sünnetten hareketle
anlatmaya çalışacağız:
İMANDA SAMİMİYET
İslâm Dini’ni bir binaya benzetecek olursak iman, bu binanın temellerini,
ibadet o binanın katlarını ve çatısını, ihlâs ise harcını oluşturur. İnancın temeli,
saf tevhid ile atılırsa, mecazi anlamda üzerine çıkılacak her bir kat hükmünde
olan ibadetler de sahih ve makbul olur. Tevhid inancında samimi olmadan
ibadet hayatında da samimi olunmaz. Tevhidde samimiyetin ilk mukaddimesi
nefsimizi kötülüklerden arındırmaktır: “Nefsini kötülüklerden arındıran
kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”11 Ünlü İslâm bilgini
İmam-ı Gazali’ye göre âyetlerde geçen tezkiye (arınma)12, insanın ilâhi bakışa
mahal olan kalbini, tevhidi bozucu şirk, riya, nifak, süm’a (duyurma) gibi amel
13
ve hallerden temizlemesidir. İşte asıl itikatta halislik ve samimiyet budur.
Biz gerçek ihlâs ve samimiyet örneğini peygamberlerin davetlerini
toplumlarına açtıkları ilk ve temel başlangıç tebligatı olan kelime-i tevhidde
görüyoruz. Çünkü kelime-i tevhide, kelime-i ihlâs denir.14Arapça ifadesiyle
“Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur)” cümlesi, içinde hem reddi
ve hem de tasdiki/isbatı barındırır. Lâ ilâhe derken, “lâ” edatıyla, bizi Allah’ı
anmaktan ve O’na kulluktan alıkoyabilecek bütün sahte ilâhları reddediyoruz,
sonra da istisna edatıyla sadece bir olan Allah’ın varlığını tasdik ve ispat
etmiş oluyoruz. İşte Allah’ın risâlet göreviyle sorumlu tuttuğu bütün elçiler,
iyi bir Müslüman olabilmenin ilk şartı olarak tevhidi bozacak olan; şirk, derin
şüphe, küfür ve nifak gibi kötü hastalıkları temizlemekle davet çalışmalarına
başlamışlardır. Ancak böyle bir arınma faaliyetinden sonra, saf katışıksız bir
tevhid inancı insanın gönlünde, kafasında ve zihin dünyasında yer edebilir. Eğer
bu ayırt edici farklılık algılanmazsa çoğu zaman, tevhidle şirki, imanla küfrü,
hakla bâtılı, salahla fâsidi, marufla münkeri birbirine karıştırabiliriz. Gerçek
anlamda iman edip de imanlarını şirke bulaştırmayanlar15 yaratanla yaratılan
arasındaki küllî mesafeyi birbirinden ayırt edenlerdir. Bu sebeple kelime-i
tevhidin olmazsa olmaz ilkeleri sağlam bilgi, kesin inanç, ihlâs, dürüstlük, ilahi
sevgi, samimiyet, içtenlik ve Allah’a tam teslimiyettir.
Her konuda olduğu gibi iman konusunda da Hz. Peygamber (a.s)
sahâbîlerini eğitmiştir. Çünkü imanda samimiyet olmadan Allah katında
19
ibadetlerin bir değeri yoktur. Sahâbîden Ebû Vâkıdü’l-Leysî Hâris b. Mâlik
anlatıyor: “Bir gün Hz. Peygamberle birlikte Huneyn’e giderken, yolda Zât-ı
Envât denilen büyük bir sedir ağacına rastladık. Müşrikler, her yıl onun yanına
varırlar, silahlarını dallarına asarlar, yanında kurban keserler ve bir gün itikâfa
girerlerdi. Bizler de: “Yâ Rasûlallah! Zât-ı Envât gibi, bize de bir Zât-ı Envât
tayin etseniz, olmaz mı?” deyince, Resûlullah (a.s): “Allâhu Ekber! Varlığım
kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; siz de Hz. Musa’ya kavminin
dedikleri gibi bir söz söylediniz! Onlar:
“Ey Musa! Onların kendilerine ait ilahları (putları) olduğu gibi sen de bize
ait bir ilah yapsana” dediler. Musa da: “Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz,
demişti.”16 Resûlullah sözlerine devamla, “işte sizler de sizden öncekilerin
gittikleri yolu karış karış, adım adım izleyeceksiniz. Onlar, bir kertenkele
deliğine girseler, sizler de onların peşine takılacaksınız” buyurmuştu.17 Bu
rivayette geçen “zât-ı envât”, kendisine kudsiyet atfedilen bir ağaçtı. Allah’ın
dışında kendilerine bir ilah yapılmasını isteyen Müslümanların bu isteğine
karşılık Rasûlullah’ın tavrı, onları eğitmek suretiyle itikatlarını düzeltmek
olmuştur.
AMELDE SAMİMİYET
İhlâs, sadece imanın değil, aynı zamanda ibadetlerin de ayrılmaz bir
parçasıdır. İbadet, meşru bir çerçevede Allah’ı razı etme adına yapılan, ister
bir şarta, bir vakte bağlı olsun isterse olmasın bir Müslüman’ın gündelik
hayatında yaptığı her türlü meşrû faaliyetlerin ortak adıdır. İslam inancına göre
Allah katında insanın yaptığı sâlih amellerin ve din hizmetlerinin makbul ve
memdûh olmasının yolu ‘ihlâs’tan, yani, samimi dindarlıktan geçmektedir.
Âhirette kurtuluşa erecek olanlar, inanç ve amelî hayatta yaşadıkları dini, salt
Allah’a özgü kılanlardır. Kur’an’ın pek çok ayetinde ibadetlerde samimiyet
vurgulanmıştır: “(Ey Resulüm!) De ki: Bana dini yalnız Allah’a has kılarak
O’na ibadet etmem emredildi.”18
Amellerde samimiyeti en güzel anlatan rivayetler arasında “Mağara
Hadis”i gelir. Bu rivayette Hz. Peygamber (a.s) mağarada kalan üç kişiden
bahseder. “Bu üç kişi, yağmurlu bir günde yolculuk yapmaktadırlar ve yağmur
iyice şiddetlenince, bir mağaraya sığınırlar. Mağaraya sığınan bu üç kişi, dağdan
kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanıp mağara çıkışını kapayınca oradan
çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları
bir ameli vesile kılarak Cenâb-ı Hak’tan kayanın yuvarlanıp gitmesini dilerler. Birinci şahıs şöyle der: “Benim yaşlı ebeveynim vardı. Ben onları çok
kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine
yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde
ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onları
uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında
kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum.
Derken şafak söktü. Uyandılar ve karınlarını doyurdum. “Allah’ım! Şayet bunu
20
Senin rızan için yapmışsam, yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!” Taş bir
miktar açılır ama çıkacakları kadar değildir.
İkinci şahıs ise, Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok
seviyordum. Ondan kâm almak istedim ama bana hiç yüz vermedi. Fakat bir
kıtlık senesinde elime düştü. Ona kendini teslim etmesi karşılığında yüz yirmi
dinar verdim, mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nail olacağım sırada,
“Allah’tan kork da iffetime dokunma!” dedi. Ben de, o söz üzerine, insanlar
arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim parayı
da geri almadım. “Allah’ım! Eğer bunu Senin rızan için yapmışsam, bizi bu
sıkıntıdan kurtar!” diyerek iffetini muhafaza edişini makbul bir amel olarak
Allah’a arz eder. Taş bir miktar açılır ama çıkacakları kadar değildir.
Üçüncü şahıs da şöyle dua eder: Rabbim, yanımda bir işçi çalıştırdım.
Diğer işçilerin ücretini verdiğim gibi, onun ücretini de ödemek istedim.
Hâlbuki o, teklif ettiğim ücreti azımsadı ve ‘Ben bunu almam’ deyip gitti.
Onunla bir koyuna anlaşmıştık. O gidince ben de koyunun ayrı üremesine
zemin hazırladım. Seneler geçti ve bu bir tek koyun büyük bir sürü hâline
geldi. Derken, bir gün bu adam kapımı çaldı ve benden hakkını istedi. Ben de o
sürüyü göstererek, ‘İşte bunlar senin hakkındır’ dedim. ‘Ben fakir bir insanım,
benimle alay etme!’ deyince; ‘Vallâhi, alay etmiyorum, alıp da götürmediğin o
koyun işte bu hale geldi. Şimdi al götür.’ dedim. Sevine sevine bütün sürüyü alıp
götürdü. “Rabbim, bunu ben Senin için yaptım. Eğer bu amelimden razıysan
mağaranın ağzını aç!” Bu duadan sonra, amellerinde samimi oldukları için taş
sonuna kadar kayar, mağaranın ağzı açılır ve hep beraber dışarıya çıkarlar ve
kurtulurlar.19
Bilindiği gibi amellerde ihlâsın zıddı, riyâ/gösteriştir. Riyâ, dini
uygulamalarda ortaya çıkar. Bu bağlamda riyâ, ahiret ameliyle dünyevi bir
çıkar ve maksat gözetmek demektir. Âhiret amelinden gaye; söz, beden ve
malla yapılan tüm ibadetlerdir. Allah adına yapılan ibadetlerin makbul olması,
her türlü riya/gösteriş ve desinler düşüncesinden uzak, salt Allah’ı razı etme
hedefine odaklanmaya bağlıdır. Biz Müslümanlar günde kırk defa bu gerçeği
tekrar ederiz: “Yalnız sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz.”20
Herhangi bir Müslüman namaz kılarken, zekât verirken, Kur’an okurken,
bir yoksulu doyururken, kendisi için “Ne güzel namaz kılıyor, ne çok zekât
veriyor, ne güzel Kur’an okuyor, maşallah bir de yoksulları doyuruyor”
denilmesini aklından geçiriyor ve bunu hareket noktalarından biri olarak kabul
ediyorsa riyaya, yani gösterişe düşmüş olur. Bu sebeple Hz. Peygamber (a.s)
riyayı, “küçük şirk” kabul etmiş ve ümmeti hakkında en çok korktuğu şeylerden
biri olduğunu söylemiştir.21
İslam’da ibadet, tapmak, boyun eğmek, itaat etmek” başka bir deyişle
“zihnini, gönlünü ve tüm benliğini Yüce Allah’a teslim etmekle” yerine getirilir.
Hiç kuşkusuz böyle bir kulluk sergileme, her insan için düşünülebilecek en
büyük cömertlik, en büyük özveride bulunmadır. Böylesi bir teslimiyet, ancak
21
yüceler yücesi olan Allah’a yapılabilir. Kulluk sadece Allah rızası için ifa edilir.
Eğer kulluk, sadece O’na sunulursa, sahibini, ulaşabileceği en yüksek noktaya
yükseltir, eğer dünya menfaatiyle karışırsa sahibini aşağılara düşürür.22
Bir gün sahâbiden birisi, Hz. Muhammed (a.s)’a gelerek: “Ey Allah’ın
Elçisi, ben Allah yolunda birçok savaşa katıldım. Gösterdiğim gayretin
insanlar tarafından da söz ve davranış olarak takdir edilmesini istiyorum. Buna
ne dersiniz? İsteğim ma’kul müdür?” diye sorunca, daha Hz. Peygamber cevap
vermeye kalmadan şu âyetin indiği rivayet edilir: “Kim Rabbine kavuşmayı
umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.”23
İşte ubudiyette tevhidin esası, böyle bir ihlâsa ve böyle bir samimiyete dayanır.
Yine Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir başka hadiste de Resûl-i Ekrem
(s.a.v) amellerdeki samimiyeti yok eden riya üzerinde durmuş ve bu konuda
ümmetini sakındırmıştır: “Kıyamet gününde üç kişi ilk olarak sorguya
çekileceklerdir: Bunlardan birisi, savaş esnasında ölen kimsedir. Allah’ın
huzuruna getirilir ve Allah, kendisine verilmiş olan nimetleri önüne serer O da,
bunlara nail olduğunu itiraf eder Bunun üzerine, Allah kendisine: “Bu sahip
olduğun nimetler içerisinde ne yaptın?” diye sorar O da: “Senin yolunda şehîd
oluncaya kadar savaştım”, cevabını verir Allahü Teâlâ: “Yalan söylüyorsun; sen
«yiğit/cesur» desinler diye savaştın. Nitekim bu söz de söylenmiştir” buyurur.
Sonra meleklerin kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklenerek
cehenneme atılır İkincisi, ilim tahsil edip başkasına da öğreten ve Kur’ân
okuyan kimse Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilmiş olan
nimetleri bir bir sayar ve önüne serer O da bunları tasdik ve itiraf eder Ve
Allah kendisine: “Bu eriştiğin nimetler karşılığında ne yaptın?” diye sorar
O da: “İlim tahsil ettim, ilmi başkasına öğrettim ve senin rızan için Kur’ân
okudum”, diye karşılık verir Bu cevap üzerine Allah kendisine: “Yalan
söylüyorsun, sen ilmi, «âlim» desinler diye öğrendin Kur’ân’ı da «güzel
Kur’ân okuyan kişi» desinler diye okudun. Nitekim bu söz de söylenmiştir”
buyurur. Sonra meleklere kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklenerek
cehenneme atılır Üçüncüsü de, Allah’ın kendisine bolluk verdiği, malların her
çeşidini ihsan ettiği zengin kimse Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine
verilen nimetleri karşısına çıkarır O da bütün bunların kendisine verildiğini
kabul eder ve Allah (c.c) ona: “Şu nail olduğun nimetlerle ne yaptın?” diye
sorar. O da: “Verilmesini istediğin ne kadar yer varsa, hep o yerlerde ve o yolda
dağıttım” diye cevap verir. Allahü Teâlâ: “Yalan söylüyorsun Sen bütün bunları
kendine «ne cömert adam!» dedirtmek için yaptın, bu söz de söylenmiştir”
der, sonra meleklere onu almalarını emreder Ve yüz üstü sürüklenerek
cehenneme atılır ”24 Bu uzun rivayetten anladığımız kadarıyla her üç kişinin
böyle bir sonuçla karşılaşmaları, yaptıkları işlere gösteriş karıştırmalarından ve
amellerinde samimi davranmadıklarından dolayıdır.
İbadetlerde şekil boyutu kadar, samimiyet boyutu da önemlidir. Bunlardan
birisi eksikse, ibadetlerden pozitif yönde beklenen ahlaki ve ruhsal değişim
22
gerçekleşemez. İbadet hayatının ruh ve manasını; iyi niyet, huşu, ihsan, ihlâs,
takva ve her şeklin sembolik anlamını kavramak oluşturur. Bundan dolayı bir
Müslümanın, ibadetle âdeti birbirinden ayırması gerekir. Bu da ancak doğru bilgi,
sahih niyet ve samimi yönelişle olur. İbadetlerin ruhunu teşkil ve tahkim eden
niyet, samimiyet ve ihlâs, bütün ibadetlerin iliğidir. Dolayısıyla, ibadetlerden
elde edeceğimiz sevabı yok eden âdetleştirilmeye dayalı, gösterişçi ve ‘
desinler’ türü dindarlıklardan uzak durulmalıdır. “Onların etleri ve kanları asla
Allah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız)
ulaşır”25 âyetinde bu ihlâs durumu ve samimi dindarlığın nasıllığı vurgulanır.
Yine Hz. Peygamber’den gelen: “Nice oruç tutanlar vardır ki, onların oruçtan
payları sadece aç ve susuz kalmalarıdır”26 rivayeti de bu gerçeği vurgular.
Yine bir başka rivayette ibadetlerin ruhunun samimi dindarlık olduğuna
dikkatlerimiz çekilir. Bu konuda Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuşlardır:
“Müflis bir adam, dünyada yaptığı bütün ibadetlerin sevabı ile kıyamet gününde
Allah’ın huzuruna gelir. Bu adam dünyada birçok hayırlar, ibadetler yapmış
olmakla birlikte başkalarına zulmetmiş, kimini dövmüş, kiminin gönlünü
kırmış, şuna buna eliyle ve diliyle eziyet etmiş.. İşte hak sahiplerinin hepsi
o adamın çevresine toplanacaklar, haklarını isteyecekler. “Bana dünyada iken
şöyle yaptı, hakkımı al Ya Rab!” diye davacı olacaklar. Allah bunun hayır ve
iyiliklerinden elde edilen sevapları davacılara dağıtacak fakat yine de onlara
olan borcu kapanmayacaktır. Nihayet davacıların günahlarını bunun üzerine
yükleyecek ve böylece onu cehenneme gönderecektir. İşte asıl iflas etmiş olan
böyle bir adamdır.”27
Öte yandan, ne yazık ki günümüzde herşeyde var olan görsellik, hayatımızda
korkunç bir hegomanya kurmuştur. Artık üretimin, tüketimin, eğitimin, ahlakın,
siyasetin olduğu kadar ibadetin de görselliğin dünyası içinde yeniden üretildiği
bir kültürel ortamda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda dindarlığın ve ibadetin
klasik tanımının içerik olarak, anlam kaybına uğramaktan kurtulamadığını
görüyoruz. Görsellik, egemen olduğu bir toplumsal hayatta din ve dindarlığa
olan etkisini, Müslüman’ın dini faaliyetlerini belirgin şekilde formatlamak
şeklinde göstermektedir. Gösteri toplumu, aynı zamanda “teşhirci” bir toplum
olma özelliği taşır.28 Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayette, gösterişin ibadetlerdeki
samimiyeti yok edip bitireceği çok güzel tasvir edilir: “Ey inananlar! Allah’a
ve ahret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi,
sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu,
üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında
onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkâr
eden kimseleri doğru yola eriştirmez.”29 Dinimizde haram olarak kabul edilen
gösteriş, salt ibadet alanıyla sınırlı kalmamış, Müslümanın yaptığı hizmetler de
dâhil, hayatının her alanına yansıtılmıştır. Hz. Peygamber (a.s) böyle bir ameli
Allah’ın kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyurur: “Her kim yaptığı bir
hayrı/hizmeti (şöhret kazanmak için) halka (çeşitli vasıtalarla) duyurursa, Allah
onu rezil ve rüsvay eder.”30 Bir başka rivayette de ibadetlerde samimiyetin
ölçüsünün iyi niyet olduğuna işaret edilir: “Allah sizin dış görünüşünüze ve
23
mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalbinize ve işlerinize bakar.” 31 Görüldüğü
gibi bu rivayetlerde de amellerin kabul edilme şartının samimiyet olduğu ifade
edilmektedir.
SONUÇ
Netice itibariyle, iman ve amelde samimiyet gerçek kulluğun temel ilkesidir.
Bu sebeple bir Müslüman’ın inanç, ibadet ve tüm amellerinde ihlas olmalıdır.
İhlâslı olmayan bir faaliyette ve hizmette hayır yoktur. Allah’ın rızası, dini
O’na has kılmada aranmalıdır. İşte o zaman, Yüce Allah ihlâsla yoğrulan dini
hizmetlerimizi bereketlendirecek ve faaliyetlerimiz somut anlamda üretime
dönüşecektir. Bu noktada Allah’ın rızasından başka bir rıza gözetilmeyen sâlih
ameller, kişinin daha dünyada iken Sırat’ı geçmesine ve Cennete girmesine
zemin hazırlayacaktır.
KAYNAKÇA
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut: Müessesetu’r-Risâle, 1999.
Aslan, Abdurrahman, Yeni Bir Anlam Arayışı, Van, 2004.
Buhârî, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, Sahih, İstanbul, 1315.
Ebu Davud, Müsned, thk. Muhammed b. ’Abdü’l-Muhsin et-Türkî, Mısır: Dâru Hicr, 1419/1999.
Gazzâli, Ebû Hamid Muhammed, el-Erbaîn fi Usûli’d-Dîn, Beyrut, 1988.
Isfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 221.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, Kahire, ts.
Müslim, Ebu’l-Huseyin el-Haccac, Sahih, Kahire, 1955.
Nevevî, Muhyiddin, Riyâzü’s-Sâlihin, terc. H.H. Erdem, Ankara: DİB Yayınları, 1976.
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed, Sünen, İstanbul, 1356.
Topaloğlu, Bekir-Y. Şevki Yavuz- İlyas Çelebi, İslam İnanç Esasları, İstanbul, 1998
DİPNOTLAR
1 Bkz. Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 221.
2 12/Yusuf 14.
3 6/En’âm 139.
4 12/Yusuf 80.
5 Bkz. 39/Zümer 2-3.
6 Bkz. 2/Bakara 139.
7 Bkz. Buhârî “İman” 39.
8 Bkz. Buhârî “İman” 22.
9 12/Yusuf 24.
10 98/Beyyine 5.
11 91/Şems 9-10.
12 Bkz. 2/Bakara 151; 62/Cuma 3.
13 Gazzali, Ebû Hâmid Muhammed, el-Erbaîn fi Usûli’d-Dîn, Beyrut, 1988, s.78.
14 Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 4.
15 Bkz. 6/En’âm 82.
16 7/Araf 138.
17 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 218.
18 39/Zümer 11.Bkz. 4/Nisa 146.
19 Buhârî “Enbiya” 50; “Edeb” 5; “Büyû” 98; Müslim “Zikir” 100; Ebu Davud “Büyu” 29.
20 1/Fatiha 4.
21 Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428-429.
22 Topaloğlu, Bekir-Y. Şevki Yavuz- İlyas Çelebi, İslam İnanç Esasları, İstanbul, 1998, s. 108.
23 18/Kehf 110.
24 Müslim “İmare” 152.
25 22/Hac 37.
26 İbn Mâce “Sıyâm” 21.
27 Müslim “Birr” 60; Tirmizi “Kıyamet” 2.
28 Aslan, Abdurrahman, Yeni Bir Anlam Arayışı, Van, 2004, s. 52.
29 2/Bakara 264.
30 Nevevî, Muhyiddin, Riyâzü’s-Sâlihin, terc. H.H. Erdem, Ankara: DİB yayınları, 1976, III, 190.
31 Müslim “Birr” 33; İbn Mâce “Zühd” 9.
24
Prof. Dr. Ahmet YAMAN
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
SAMİMİYET SINAVI
Temîm ed-Dârî’nin (r.a.) rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
“Din samimiyetle bağlanmaktır.” Biz, “Kime (samimiyetle
bağlanmaktır)?” diye sorduk. Efendimiz buyurdular ki: “Allah’a,
onun kitabına, peygamberine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün
Müslümanlara.”1
Bu hadis-i şerif, dinin başka bir şey değil ancak samimiyet ve içtenlik
olduğunu ortaya koymaktadır. Zira mübteda (ed-dîn) ve haberin (en-nasîha)
her ikisinin de ma’rife olması “kasr” ve “hasr” yani özgüleme ifade eder.
Dolayısıyla hadisimiz, Müslümanın temel özelliğinin samimiyet olduğunu
ve bu özelliğin beş aşamada somutlaşacağını ifade ediyor. Bir başka deyişle
Müslümanın gireceği samimiyet sınavının beş aşamalı olduğunu söylüyor.
Samimiyet sınavının ilk aşamasında Yüce Allah’a olan hayırhahlığımız
ölçülüyor. Yani kulluk görevimizi ne kadar ve ne kıvamda yapabildiğimiz.
Bu noktada durup Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında, kulluğumuzun genel
25
anlamda “ibadet” kelimesiyle karşılandığı görülür. İbadet, geniş anlamda
“Yüce Allah’ın kudreti önünde baş eğip, ona karşı isyan etmemek ve tam bir
teslimiyetle ona boyun eğerek emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından
uzak durmak suretiyle onun hoşnutluğunu kazanmak için çabalamak” şeklinde
tanımlanmıştır.2
Allah’a gönülden inanan insanlarla birlikte evrendeki bütün varlıklar, şu
ayet-i kerimelerin bildirdiğine göre öncelikle bu anlamda ibadet etmektedirler:
“Yedi gök, yer ve onların içinde yer alan her şey onu tesbih ederler/onun
sınırsız kudret ve yüceliğini anarlar; Her şey onu hamd ile tesbih eder. Ancak,
siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz,
mühlet verir), çok bağışlayandır.”3, “Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların birçoğunun Allah’a secde
ettiklerini görmüyor musun?...”4
Bunların yanında “Allah için nasihat”in başka bir boyutu da dini sadece
O’na özgülemek yani şirkten, aracıdan, riyadan bütünüyle soyutlanarak sadece
O’na yönelip O’ndan istemektir. “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu
bırakıp da başka veliler/dostlar edinenler, ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a
daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa
düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah,
yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.”5; “(Allah) göklerin, yerin ve bu
ikisi arasındakilerin Rabbidir. Öyleyse, ona ibadet et ve ona kullukta devamlı
ve sebatlı ol! Hiç, ismi onunla birlikte anılmaya değer bir başkasını tanıyor
musun?”6.
Allah için sevmek, yine Allah için buğzetmek, ona gönülden itaat edenlere
yardımcı olmak, onun yolundan sapanlarla mücadele etmek, din-i mübîn-i
İslam’ın izzeti için beden ve mal ile gayret sarfetmek, sürekli şükür hâlinde
olmak ve ma’rufu yani akl-ı selim ile şer-i şerife uygun olanı tavsiye edip
münkerden sakındırmak da Yüce Allah’a yönelik samimiyetimizin göstergesi
olacaktır.7
Sınavın ikinci aşamasında Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e yönelik
samimiyetimiz sınanmaktadır. Kuşku yok ki ilk görev, onun bir harfinin
bile değişmeden ve eksilmeden elimize ulaştığına iman etmektir. Ardından
içeriğinin, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in beyan ettiği ve sahabe-i kiramın algıladığı
ve uyguladığı anlam ve biçimiyle evrensel ve sürekli olduğunu kabul etmektir.
Böyle olunca Kur’an, belli bir tarihe ve topluma hapsedilmeyecek, aksine hem
lafzıyla hem de manasıyla bütün zaman ve mekânlarda hükümfermâ olacaktır.
“Andolsun, biz onlara, bilerek açıkladığımız bir kitabı, inanan bir toplum
için bir yol gösterici ve rahmet olarak getirdik.”8, “Biz Kur’an’dan inananlara
şifa ve rahmet olarak şeyler indiriyoruz. O, haksızlık yapanların ise sadece
kaybını artırır.”9 ayetleri, onun amacını ve bir hidayet kaynağı olarak
mahiyetini belirlerken, “Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerde
olana bir şifa, inananlara bir rehber ve rahmet gelmiştir.”10, “Bu Kur’an,
26
âlemler için ancak bir öğüttür. Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra
mutlaka öğreneceksiniz.”11, “Bu Kur’an, insanlar için besâir/gerçeği gösteren
deliller konumundadır ve kesin olarak inanan bir toplum için de bir hidayet ve
bir rahmettir.”12 ayetleri, onun bu niteliğinin evrensel ve tarihüstü olduğunu
göstermektedir. Öyleyse “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verin ve susun
ki, merhamet olunasınız.”13
Kur’an’ı böyle kabul ettikten sonra Müslümanın önüne, ona yönelik
samimiyetinin gerçek olup olmadığının deneneceği somut bir durum gelir.
Acaba Müslüman, onu bir bütün hâlinde mi benimsemekte ve uygulamaktadır;
yoksa parçalamakta ve bir kısmını benimseyip diğer kısmını hayatıyla ve
düşüncesiyle uyumlu görmeyip rafa mı kaldırmaktadır? Daha açık ifadesiyle
acaba Kur’an’ı, ister bireysel ister toplumsal boyutlu olsun hayatın her anına
ve durumuna, tenzîl edildiği anlamıyla hitap eden bir ilahî buyruk olarak
mı görmekte, yoksa onu, kendi heveslerini ya da düşüncelerini her daim
onaylatacağı bir noter mi zannetmektedir?
Şu ayet-i kerimeler ilahî vahyin ve tabiatıyla Kur’an-ı Kerim’in bir
bütün olarak kabul edileceğini ve her türlü sübjektif yorumun ötesinde tenzîl
edildiği anlamıyla yani sahabe-i kiram (r.a.)’ın Hz. Peygamber (s.a.s.)’den
aktardığı anlam çerçevesiyle hayatı kuşattığına inanmak gerektiğini açıkça
belirtmektedir:
“Yoksa siz ilahî kelâmın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkâr mı
ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bu dünya
hayatında zilletten ve kıyamet günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka
bir şey olmayacaktır. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.”14;
“Onlar, (bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr ederek) Kur’an’ı da parça
parça edenlerdir. Rabbine and olsun, onların hepsine yapmakta olduklarını
mutlaka soracağız. Şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah’a
ortak koşanlara aldırış etme.”15; “Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku!
Onun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Ondan başka asla bir
sığınak da bulamazsın.”16; “Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet! Onların
arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’an’ın bazı
hükümlerinden) seni uzaklaştırmalarından sakın! Eğer yüz çevirirlerse, bil ki
şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor.
Zaten insanların birçoğu Allah’ın emrinin dışına çıkmış durumdadır.”17; “Eğer
senin bu çağrına da kulak vermiyorlarsa, artık bil ki, onlar sadece hevâlarının
(nefsî istek ve çıkarlarının) peşindedirler. Allah’tan bir yol gösterme olmaksızın,
kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapık kim olabilir ki? Gerçek şu ki,
Allah zulmü kendine yol edinen toplumu doğru yola eriştirmez.”18
Samimiyet sınavının üçüncü aşaması, Hâtemü’l-enbiya Hz. Muhammed
Mustafa (s.a.s.)’ya gösterilecek hayırhahlıktır. Onun sadece son peygamber
olduğunu tasdik etmek ve tebliğ-beyan görevini kusursuz yaptığını teslim
etmekle ona olan samimiyetimiz ölçülmüş olmaz. Asıl samimiyet, onu hayat
27
rehberi olarak görmek ve buyruklarını tam bir teslimiyetle yerine getirmeye
azmetmekle gösterilebilir. “Andolsun, sizin için; Allah’a ve ahiret gününe
kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Rasûlünde güzel
bir örnek vardır.”19; “De ki, ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah
da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın’…”20; “Hayır! Rabbine andolsun
ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin
verdiğin hükme içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun
eğmedikçe iman etmiş olmazlar.”21
Bu temel duyarlılığın yanında Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ahlakıyla
ahlaklanmak, ismi her anıldığında salât ü selâm ile mukabelede bulunmak,
ehl-i beyti yani eşleri ve çocuklarıyla birlikte bütün ashabına saygı gösterip
onları sevmek, ashab-ı kirama dil uzatanlara engel olmak, onun sünnet-i
seniyyesine karşılık bid’at çıkaranlarla mücadele etmek, sünnetini ihya etmek,
davetini elden geldiğince etrafa yaymak gibi tutum ve eylemler de ona olan
hayırhahlığın gereği olarak sıralanmıştır. Hatta bunların yolu ilim tahsilinden
geçtiği ve âlimler de peygamberlerin vârisleri olduğu için hem öğrenirken hem
öğretirken ilme saygılı olmak ve âlimleri baş tacı etmek bile Resûl-i Ekrem’e
olan samimiyetin ölçüsü olarak tespit edilmiştir.22
Müslümanların yöneticilerine karşı hayır murat etmek de samimiyet
sınavının bir başka aşamasıdır. Hayır muradının ilk ayağını, meşru otoriteye
saygı duyup itaat etmek oluşturur. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin.
Peygamber’e itaat edin ve sizden olan yöneticilere de…”23 ayeti, bunun
gerekliliğini vurgulamaktadır. Esasen Müslüman toplumun her düzeydeki
yöneticileri “Onlar (ortak meselelerini) aralarında danışma ile karara
bağlarlar”24 ilahî irşadınca, o toplumun genel onayıyla işbaşına gelirler.
Yönetim görevini üstlenenler de görevlerini bir emanet duyarlılığında adaletle
yürütmelidirler: “Allah, size, emanetleri (kamu görevlerini ve yönetimini,
sorumluluk gerektiren meseleleri) mutlaka ehline vermenizi ve insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu
Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir,
hakkıyla görendir.”25
Mezkûr yolla ve donanımla göreve gelen yöneticiler de Allah’ın buyrukları
doğrultusunda hareket ederler: “Onlar öyle kimselerdir ki, şayet kendilerine
yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği
emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin sonucu Allah’a aittir.”26 İşte
bu nitelikleri hâiz kamu yöneticilerine itaat etmek, arkalarında namaz kılmak,
verdikleri görevleri hakkıyla yerine getirmek, Allah yolunda beraberce
mücadele etmek, kamu görevlerinin yürütülmesinde onlara yardım etmek ve
haklarında hayır murat edip dua etmek de onlara yönelik samimiyetin gereğidir.
Yazımızın mihverini teşkil eden hadisimize göre samimiyet sınavının son
aşamasında bütün Müslümanlara olan hayırhahlık yer almaktadır. Uzak-yakın,
Arap-acem, yaşlı-genç, kadın-erkek ayırımı yapmadan bütün Müslümanların
28
samimiyetle iyiliğini istemek ve onların yararı için çaba sarfetmek, aslında bir
iman borcu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Çokça bilinen, “Sizden hiçbiriniz
kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe olgun mümin olamaz”27 hadisi
yanında Cerîr b. Abdillah (r.a.)’ın verdiği şu haber, bu iman borcuna işaret
etmektedir: “Ben Resûlullah’a, namazı dosdoğru kılmak, zekât vermek ve her
bir Müslümanın samimiyetle hayrını istemek üzere bey’at et­tim.”28
Müslümana hayırhahlık, onun selamını almayı, davetine icabet etmeyi,
kusurunu görmemeyi, ayıbını örtmeyi, bağışlanması için niyazda bulunmayı,
zor durumunda yardım etmeyi, kendisine iyiliği tavsiye edip kötülükten
alıkoymayı, gıybetini etmemeyi, ona haksızlık yapmamayı, malını, canını ve
namusunu tıpkı kendisininki gibi korumayı, onu düşmana teslim etmemeyi,
onun bulunmadığı yerde hakkını savunmayı, hakkında hayır dua etmeyi,
küçümsememeyi, iyi komşu olmayı, hastalandığında ziyaret etmeyi, cenazesine
katılmayı vb. erdemleri gerektirir.
Bu sayılanların her biri ve daha birçoğu Resûl-i Ekrem’in (s.a.) ayrı ayrı
hadislerine dayanmaktadır. Onun, iki elinin parmaklarını birbirine kenetleyerek
sarfettiği şu mübarek sözü, Müslümanların kendi aralarındaki hayırhahlıklarının
hangi motivasyona dayandığını göstermeye yeterlidir: “Müminin mümine karşı
durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir.”29
Keza “Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve
birbirlerine şefkat gösterip korumada tek bir beden gibidir. O bedenin bir
organı (bir mümin) acı çektiği zaman, bedenin diğer organları (müminler) da
uykusuz kalıp acı çekerler.”30
Müslümanın samimiyetinin ve kardeşine olan hayırhahlığının günümüzde
en çok muhtaç olduğumuz bir alan olan ekonomik ilişkilerdeki yansımasına
dair hisse dolu bir örneği burada paylaşalım:
Sahabe-i kiramdan Cerîr b. Abdillah (r.a.), kendisine bir at satın alması için
hizmetçisini pazara gönderir. Hizmetçisi üç yüz dirheme bir at alır ve ödemeyi
yapması için sahibiyle birlikte Cerîr’e gelir. Atı çok beğenen Cerîr, sahibine
“Senin bu atın üç yüz dirhemden fazla eder. Onu dört yüze satar mısın?”
der. Atın sahibi “Sen bilirsin” deyince Cerîr bu defa, atın aslında daha fazla
edeceğini söyleyerek beş yüz dirheme satıp satmayacağını sorar. Aynı cevabı
alınca “Senin atın bundan daha fazla eder” diyerek tekrar yüz dirhem daha
artırır. Sonuçta atın fiyatı sekiz yüz dirheme kadar çıkar ve Cerîr, hizmetçisinin
üç yüz dirheme pazarlık yaptığı atı sekiz yüz dirheme satın alır. Kendisine niçin
böyle yaptığı sorulunca da “Çünkü ben, Allah Resûlü’ne (s.a.s), her Müslümana
sadakatle davranacağımı beyan ettim” cevabını verir.31 Gerçekten de güzide
sahabî Cerîr (r.a.), bu ibretlik davranışıyla, vaktiyle Hz. Peygamber’e verdiği
“Her Müslümana samimi davranıp sadakatle yaklaşacağı sözünü”32 tutmuş
olduğunu göstermiştir.
Sözümüzü, yazı boyunca işaret edilegelen samimiyet sınavında bizlere
yardımcı olacak hikmet dolu cümlelerle sonlandıralım. Tâbiînden Ebû Utbe
29
Abbâd b. Abbâd el-Havvâs eş-Şâmî diyor ki:
“Allah’tan korkun! Çünkü sizler, verânın (günahtan kaçınmanın)
zayıfladığı, huşûnun azaldığı; ilmin, onu bozanların eline düştüğü bir zamanda
yaşıyorsunuz. Böyleleri, ilmi taşıyan/doğruyu bulup gösteren kimseler olarak
tanınmak isterler, onu zayi eden kimseler olarak anılmaktan da hoşlanmazlar.
Bunlar izledikleri yanlış yöntemler sebebiyle ilmin içine soktukları hatalar
dolayısıyla hevâlarından konuşurlar. Kelimeleri/hükümleri, aslî-doğru
anlamlarından çıkarırlar ve kendi yaptıkları bâtıl yorumlarla uyumlu hâle
getirip tahrif ederler. Bu sebeple onların günahları, bağışlanmayacak günahlar,
kusurları da üstlenilemeyecek kusurlardır. Yol gösterici kimse şaşırırsa, yol
gösterici ve irşad edici arayan kimse doğru yolu nasıl bulabilir ki?
Kardeşlerinizde onlara yakıştıramadığınız şeyler görürseniz siz önce
kendinize bakın. Rabbinize karşı hayırhah, kardeşlerinize karşı da merhametli
olun. Başkalarının kusurlarından çok kendi kusurlarınızla ilgilenin. Birbirinizden
nasihat (hayırhahlık) istemeyi ve birbirinize vermeyi esirgemeyin. Size bu
nasihati (tavsiyeyi, irşadı, düzeltmeyi) yapan kişi sizin yanınızda çok değerli ve
saygın olsun. Nitekim Ömer b. Hattâb (r.a.) şöyle demiştir: “Bana kusurlarımı
hediye eden kimseye Allah merhametiyle muamele etsin!.”33
***
DİPNOTLAR
1 Buharî, İman, 42; Müslim, İman, 95.
2 Tehânevî (Tânevî), Keşşâfu ıstılâhâti’l-fünûn ve’l-ulûm, Beyrut 1996, II, 1161.
3 İsrâ, 17/44
4 Hac, 22/18; bk. Ra’d, 13/15; Rahmân, 55/6.
5 Zümer, 39/3.
6 Meryem, 19/65.
7 Nevevî, Sahîhu Müslim bi şerhi’n-Nevevî, Kahire 1929, II, 38; Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme
ve Şerhi, İstanbul 1977, I, 300.
8 A’râf, 7/52.
9 İsrâ, 17/82.
10 Yûnus, 10/57.
11 Sâd, 38/87-88; bk. Kalem, 68/52.
12 Câsiye, 45/20.
13 A’râf, 7/204.
14 Bakara, 2/85.
15 Hicr, 15//91-94.
16 Kehf, 18/27.
17 Mâide, 5/49.
18 Kasas, 28/50.
19 Ahzâb, 33/21.
20 Âl-i İmrân, 3/31.
21 Nisâ, 4/65.
22 Nevevî, age. II, 38; Davudoğlu, age., I, 300.
23 Nisâ, 4/59.
24 Şûrâ, 42/38; bk. Âl-i İmrân, 3/159.
25 Nisâ, 4/58.
26 Hac, 22/41.
27 Buharî, İman, 7; Müslim, İman, 71-72; Tirmizî, Kıyamet, 59; Nesâî, İman, 19, 33.
28 Buharî, Mevâkîtu’s-salât, 3; bk. Müslim, İman, 97-99.
29 Buharî, Salât, 88; Mezâlim 5; Müslim, Bir, 65.
30 Buharî, Edeb, 27; Müslim, Bir ve Sıla, 66.
31 İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1350, VIII, 440-441.
32 Müslim, İman, 97-99.
33 Dârimî, Mukaddime, 57.
30
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
İHLÂS VE SAMİMİYET
İhlâs, saf, arı duru, katkısız ve katıksız olmak demektir. Terim olarak
ihlâs, kulun gönül, beyin, dil ve diğer organlarıyla yaptığı eylemlerinde
yalnızca Allah’ın rızasını gözetmesidir. Gerçek anlamda Allah’a kulluk da
budur. Bunun için Yüce Allah’ı en anlamlı bir şekilde anlatan ve Kur’ân’ın
üçte birine denk sayılan Kur’ân suresinin adı İhlâs suresi olmuştur.
Gönlün Allah’ın olması, O’nun sevgisi ve sevdasıyla dolmasıdır.
Gönlünde ihlâs yer eden kimsenin iç dünyasında, Allah’ın ölçülerine aykırı
olan sevgilere, kin ve nefretlere yer yoktur artık.Beynini Allah’a teslim eden
kimse, yalnızca Allah’ın ölçüleri doğrultusunda düşünecek ve düşünceler
üretecektir.Dili Allah’a ait olan ise her zaman ve her şartta hakkı söyleyecek;
diline yalan gıybet gibi şeyleri almayacaktır.Tüm organları Allah’a teslim
olmuş olan kimse, bütün organlarıyla yalnızca Allah’ın ölçüleri doğrultusunda
hareket edecektir. Kur’ân’ın bizden istediği de budur:Artık her kim Rabbine
kavuşmayı umuyorsa, salih/iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi
ortak koşmasın.1
Böyle bir kimse Allah için yaşayacak ve Allah için can verecektir.
31
Tıpkı şu ayette buyrulduğu üzere: Şüphesiz benim namazım, kurbanım/malî
ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.2Zaten
namazı Allah için olan kimsenin, malî ibadetleri de Allah için olur. Bedenî ve
malî ibadetleri Allah için olan kimse, Allah için yaşıyor demektir. Allah için
yaşayan, Allah’ın ölçüleri doğrultusunda bir hayat sürenin ise, ölümü de Allah
için olacak demektir.
Bu konuda Hz. Ali şöyle diyerek gerçek kulluğun başka bir deyişle ihlâslı
olmanın tanımını yapar: Cennet arzusu ile ibadet tüccarın ibadeti, cehennem
korkusu ile ibadet kölelerin ibadeti, Allah için ibadet ise gerçek hürlerin
ibadetidir.Fudayl b. Iyaz da şöyle der:İnsanlar için ameli terk etmek riya,
insanlar için amel etmek şirktir. İhlâs ise, bu ikisinden uzak kalmaktır.
İslam, ihlâs ve samimiyet dinidir. Pek çok ayette dinin yalnızca Allah’a
has kılınması ve dinde samimiyete vurgu yapılır: Öyle ise dini Allah için
halis kılarak O’na kulluk et. Dikkat edin, halis din Allah’ındır.3Dini Yüce
Allah’a has kılmak, yalnızca O’nun rızasını kazanmak için dine girmek,
samimiyetle inanmak ve inancın gereği sâlih amelleri yapmaktır. Ayette geçen
hâlis din ifadesi, herhangi bir şirk şaibesinden uzak din demektir. Cennetlikler
anlatılırken de şöyle buyrulur: Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler,
Allah’ın Kitap’ına sarılanlar ve dinlerine Allah için candan bağlananlar
müstesnadır. Onlar inananlarla beraberdirler. Allah müminlere büyük ecir
verecektir.4
Kur’ân kulluk ve ibadette olduğu gibi duada da ihlâslı olmayı emreder:
Dinde samimi olarak O’na yalvarın.5Burada istenen samimiyet de yine
yalnızca Yüce Allah’a dua etmek, O’ndan isterken başka şeyleri aracı kılmamak
ve Allah’ın dinini O’ndan öğrenip O’nun için yaşamaktır.
Kur’ân, inançta, ibadette, ahlakta ve muamelatta hep Allah için, O’nun
hoşnutluğunu kazanmak için hareket edilmesini ister. Yüce Yaratıcıya gerçekten
Ma’bûd olduğu için inanmak ve ibadet etmek, ahlakî değerleri ve davranışları
O’nun rızasına nail olmak için yerine getirmektir, insanlardan istenen. Onun
için ibadetlere, niyet ettim Allah rızası için cümlesi damga vurur. Zira Allah
için olmayan bir inanç, ibadet ve amelin Allah katında bir değeri yoktur.
Bunun için inkârcıların, gerçek anlamda Allah’a inanmayan münafıkların
ve Allah’a inandıklarını söyledikleri halde O’na başka şeyleri ortak tutan
müşriklerin yaptıkları ameller boşa gidecektir. O ameller, onlara dünyada bir
takım menfaatler kazandırsa bile, ahirette onlara herhangi bir sevab/karşılık
verilmeyecektir.
Kim imanı inkâr ederse, şüphesiz amelleri boşa gider. O, ahirette de
kaybedenlerdendir.6Eger Allah’a ortak koşarlarsa amelleri boşa çıkar.7İşte
ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa
gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları da batıldır.8Onlar, dünya ve ahirette
işleri boşa çıkacak olanlardır. Onların hiç yardımcıları da yoktur.9Bunların
amellerinin boşa gitmesi, hem İslam aleyhine yaptıkları sonuçsuz kalacak,
32
hem de yaptıkları bir takım iyiliklerin karşılığında onlara ahrette bir şey
verilmeyecektir, şeklinde açıklanmıştır.
İhlâs Şeytanlara Karşı En Güçlü Silahtır:
İhlâs, hem cehennem azabına karşı hem de şeytana ve onun aldatıcı
oyunlarına karşı en güçlü kalkandır. Zira şeytan ancak ihlâslı kullara söz
geçiremez: İblis dedi ki: Senin kudretine and olsun ki, onlardan, sana içten
bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım.10Samimi kullarımın
üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.11İnsanın kadîm düşmanı şeytan,
aslında Yüce Allah’ın varlığını kabul eder. Ancak o, kibri sebebiyle O’na
başkaldırmıştır ve insanları O’nun yolundan alıkoymak ve uzaklaştırmak için
çırpınıp durmaktadır. Yani şeytan, tevhid ve ihlâstan uzaklaşmıştır. Dolayısıyla
onunla baş edebilmek için, tevhid ve ihlâs silahı ile kuşanmak gerekir. Zira
tevhid ve ihlâsı kuşanamayanların gönül ve düşünce dünyalarında boşluklar,
zafiyetler olacak; şeytan da bu boşluklardan sızıp onları baştan çıkaracak,
doğru yoldan saptıracaktır.
İnsanlığın örnekleri peygamberler Kur’ân’da şöyle tanımlanırlar:
Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakup’u da an. Biz
onları ahiret yurdunu düşünen, içten bağlı kimseler kıldık. Doğrusu onlar
katımızda seçkin, iyi kimselerdendirler.12Evet, o seçkin kullar iman ve itaatte
güçlü, ilim ve irfanda basiret sahibi kimselerdi. Onlar bu özellikleriyle Yüce
Allah’ın sadık ve gözde kulları olmayı hak etmişlerdi. Yüce Allah da onları
seçkin kılmış, onları sırf hayır adamları kılmıştır. Aslında ayet, peygamberlerin
üzerinden, ihlâslı olmanın yolunu da bizlere göstermektedir: Önce güçlü bir
iman ve taate sahip olmak, ardından basiret sahibi olmak, bütün bunları ahiret
yurdunu gözeterek yapmak ve nihayet ihlâsa ermek. Yani önce ihlâsı hak etmek
gerekmektedir.
İhlâs Dersiyle Hayata Merhaba Demek:
Kültürümüzde ilk eğitim ihlâs dersiyle başlar. Şöyle ki eskiden bizim
medreselerimizde yeni tahsile başlayan çocuklarımıza şu cümleler ezberletilirdi:
İnsanlar helak oldu, âlimler hariç. Âlimler de helak oldu, ilmiyle amel
edenler hariç. Onlar da helak oldu, ihlâslı olanlar hariç.İhlâslılar da
büyük tehlikelerle karşı karşıyadır.Bu cümlelerde ihlâsa ermek için ilim
sahibi olmanın, ilmiyle amel etmenin ve bunu içtenlikle yapmanın gereğine
vurgu yapılmaktadır. Demek ki ilimsiz ve amelsiz ihlâsa erilemez. İlim ve
amelden sonra elde edilecek ihlâs yolu da tehlikelerle doludur. Şöyle ki, ihlâs
yolunda, kişiyi ihlâstan alıkoyacak ins ve cin şeytanları pusuda beklemektedir.
İhlâslı inanca şirk şaibeleri bulaştırmak isteyen, ihlâsla başlanan bir amele
riya karıştırmak isteyen şeytanlar beklemektedir. Hemen arkasından ihlâsla
yapılan amellerden elde edilen sevapları silecek günahlara çağıran davetçiler
gelecektir. Onun için Allah için bu ameli işlemeye diyerek yola çıkan mümin,
amelinde ihlâsı ne kadar muhafaza edip etmediği endişesi içerisindedir.
Nitekim bir ayette şöyle buyrulmuştur: Onlar ki Rablerine saygıdan titrerler.
33
Ve onlar ki Rablerinin ayetlerine inanırlar. Ve onlar ki Rablerine ortak
koşmazlar. Verdiklerini, Rablerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle
kalpleri korkudan ürpererek verirler. İşte onlar, hayır işlerine koşarlar ve
onlar hayır için önde giderler.13Ayetler indiğinde Hz. Âişe, peygamberimize
şu soruyu yöneltir: Ey Allah’ın Rasülü, bunlar günah işledikleri için mi korku
içerisindedirler? Soruya peygamberimizin cevabı şöyle olur: Hayır, aksine
onlar kabul edilip edilmeme endişesi içerisinde namaz kılan, oruç tutan ve
infakta bulunan müminlerdir!14
Yine Allah için amel edenlerin anlatıldığı bir ayette şöyle buyrulmuştur:
Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği, sevgiyle, yoksula, öksüze ve esire
yedirirler. Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve
teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz çok asık suratların bulunacağı bir
günde Rabbimizden korkarız derler.15Demek ki Allah için olmak, yaptığı
iyiliğe karşılık bir teşekkür bile beklememek ve yaptığının karşılığını yalnızca
Allah’tan beklemektir.
Yazımıza nasıl ihlâslı olunur, sorusuna cevap vererek son verelim: Her
şeyden önce Yüce Allah’ı tanımakla, O’na kul olduğumuzun bilincinde
olmakla, O’nun için, O’nun Rızasını kazanmak için çalışmakla ihlâsa ulaşılır.
Yapıp ettiklerimizi Allah rızasına uygun yapmak için de sürekli, ben kim için ve
ne için bu işi yapıyorum, benim bu işten beklentim nedir,sorularıyla kendimizi
test etmemiz gerekmektedir. İhlâsı ve ihlâsla yapılan amelleri korumak için
gayret etmek de işin başka bir yönüdür.
DİPNOTLAR
3
4
5
6
7
8
9
18 Kehf 110.
6 Enâm 162.
39 Zümer 2-3. Ayrıca bkz. 2 Bakara 139, 39 Zümer 11, 14.
4 Nisâ 146.
7 A’râf 29, 10 Yunus 22, 29 Zümer 65, 31Lokman 32, 40 Mümin 14, 65; 98 Beyyine 5.
5 Maide 5.
6 Enâm 88.
11 Hûd 16.
3 Âlu Imran 22; 9 Tevbe 69.
10
38 Sâd 83.
11
15 Hıcr 40
12
38 Sâd 45-47.
13
23 Müminûn 57-61.
14
İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, s, 896.
15
76 İnsan 8-10.
1
2
34
Prof.Dr. M. Ali KAPAR
N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDAN
SAMİMİYET ÖRNEKLERİ
Samimiyet, riya ve menfaat karışmadan içten, kalpten, art niyetsiz olarak,
herhangi bir dünyevi beklenti içinde olunmadan yapılan davranışlardır.
Samimiyet kavramı bu anlamda bir çok davranışı içine almaktadır. Nitekim
mütevazılık, doğruluk, ahde vefâ, vefakârlık, fedakârlık, diğergamlık ve
hasbilik samimiyet kavramı içinde değerlendirilmelidir.
Hz. Peygamber’in samimiyetini,
örneklendirecek olursak;
zikredilen
kavramlar
altında
Rasûlüllah bütün Müslümanlar için Üsve-i Hasene (en güzel örnek) dir.1
O’nun emir ve nehiy olarak getirdiklerini hayatımızda harfi’yen uygulamak,
bizim için dini bir görevdir. O’na itaat Allah’a itaatten sonra gelir. Dolayısıyla
Allah’a itaat Peygamber’e itaat etmekle mümkündür. O’nun sevmek ve
O’nun da bizi sevmesini sağlamak, O’na tabi olmakla mümkündür. Ayrıca
Cenâb-ı Hak ayetlerinde Hz. Peygamber’in özellikleriyle ilgili olarak;
“Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan sizi kötülüklerden arındıran, size
kitabı ve hikmeti talim edip, bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik”
buyurmuştur.2 “And olsun ki, kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir
35
ki, sizin sıkıntıya düşmeniz O’na ağır gelir. O, size düşkün, mü’minlere karşı
da çok şefkatli ve merhametlidir” 3 “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara
yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yüzlü olsaydın, onlar senin etrafından
dağılıp giderlerdi” 4 buyurmuştur.
Risalet öncesi el-Emin olarak isimlendirilen Hz. Peygamber, her konuda
dosdoğru olmuş, doğruluğu tavsiye etmiş, inananları yalandan uzaklaştırmıştır.
Yine O, doğruluğun iyiliğe iyiliğin de cennete götüreceğini söylemiştir.5
Nitekim Ebû Cehil, Nadr b. Hâris ve Ebû Süfyân gibi müşrikler Hz. Peygamber’i
asla yalanlayamamışlardır. 6
Külfette en önde ve nimette en arkada olmayı prensip edinen Hz.
Peygamber, ashabını Medine’ye hicret ettirmeden kendisi hicret etmemiştir.
Özellikle Medine’de fakir bir kimse gibi yaşamış, kendisine yapılan ikramları
başta Suffe Ehli olmak üzere, diğer Müslümanlarla paylaşmıştır. Nitekim
Rasulüllah kendisine gelen yiyecek ve giyecek türünden hediyeleri ihtiyaç
sahibi Müslümanlara vererek, kendisinden çok onların rahat ve huzurunu
istemiştir.
Ömrünün sonuna kadar mütevazı bir hayat süren Hz. Peygamber’in yemesi,
içmesi, giymesi, oturduğu ev ve döşemesi son derece sade idi. İki ay üst üste
evinde ateş yanmayan Hz. Peygamber’in devamlı yiyeceği hurma ve su olmuş,
buğday ekmeği bulmuşsa katık aramamış, ikram edilen sirkeyi en önemli katık
olarak değerlendirmiştir.
Hz. Peygamber ashabını çok sever, onların sevinç ve kederine iştirak
eder, sahabe onunla rahat konuşur, taleplerini her zaman dile getirirdi.7 Onun
ashabına olan düşkünlüğünün bir sonucu olarak, onların yokluğunu sorar,
hastaları ziyaret eder, yaralıları tedavi ederdi. Nitekim Hendek’te yaralanan
Sa’d b. Muâz’ın tedavisi ile bizzat meşgul olmuştur.
Hz. Peygamber, Hz. Hatice’nin vefatından sonra, onun kendisine yaptığı
hizmet ve fedakârlığı asla unutmamış, ölümünden sonra, Hz. Hatice’nin
dostlarına, kestiği kurbanlardan göndermiş ve hatta bu durum Hz. Aişe’nin
kıskançlığına bile sebep olmuştur.8 Yine Hz. Peygamber’in çocukluğundan
itibaren büyütülmesinde ve hizmetinde bulunan Ümmü Eymen’i ziyaret etmeyi
ihmal etmemiş, hatta daha sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de bu ziyareti
yerine getirmişlerdir. 9
Fıtrata uygun olmayan yaşantı ve talepleri kabul etmeyen Hz. Peygamber
bilhassa ibadet konusunda aşırılıklardan uzak durmayı tavsiye etmiş ve bu
konuda kendi yaşayışını örnek göstermiştir.10 Nitekim Osman b. Maz’ûn’un
evlenmeme teklifini kabul etmemiş11 gündüzleri çalışıp geceleri ibadet için
uyumayan Havla bint Tuveyt’e “Takat getireceğiniz işleri yapın” tavsiyesinde
bulunmuştur. 12
Ashabına çok değer Hz. Peygamber bir kimsenin başkası tarafından renk,
şekil veya kabilesi gündeme getirilerek küçümsenmesini uygun görmemiştir.
36
Nitekim Ebû Zer el Ğıfârî’nin Hz. Bilâl el-Habeşî’ye “Siyahi ananın oğlu”
demesini eleştirmiş ve bunun bir cahiliye anlayışı olduğunu ifade ederek, bu
davranıştan uzaklaşmasını istemiştir.13 Yine azadlısı Zeyd b. Harise’yi Hz.
Peygamber seriyye kumandanı olarak tayin edince, onun belki de bir azadlı
olduğunu bahane ederek sahabeden bazıları onun komutanlıktan alınarak bir
başkasının komutan yapılmasını istemişler, ancak Hz. Peygamber onların bu
teklifini kabul etmemiştir. Hatta bir müddet sonra Hz. Peygamber’in tayin
ettiği Üsame’nin komutanlığına da itirazda bulunulması üzerine Rasulüllah;
“Vaktiyle babasına da aynı itirazda bulunmuştunuz” diyerek bu teklifi
yapanların taleplerini kabul etmeyerek hem Zeyd’in hem de Üsame’nin itibarını
korumuştur. 14
Hz. Peygamber ashabının hatalarını asla yüzlerine vurmamış, genellikle
toplu uyarıda bulunarak, “Bazılarınıza ne oluyor da, şöyle şöyle yapıyor”
demiştir.15 Ashabına olan samimiyet ve muhabbetini “Ashabıma sövmeyin.
Allah’a yemin olsun ki, biriniz Uhud Dağı kadar altın infak etse, onların bir
ölçeğine veya yarısına erişemez”16, “Yıldızlar sema için, ben ashabım için,
ashabım da ümmetim için bir emniyettir”17 sözleriyle dile getirmiştir.
Hiçbir giyeceği iki olmayan Hz. Peygamber, ev olarak çok küçük bir odada
kalmış, odanın içindeki döşeme de sadece hasır, içi hurma lifi ile dolu bir yatak,
yastık ve minderden ibaret olmuştur.
Gününü üçe ayıran Hz. Peygamber üçte birlik kısmını Allah’a ibadet,
üçte birlik kısmını kendisine ve evine hizmet, üçte birlik kısmını da ashabı
için ayırmıştır. Hatta kendisi için ayırdığı kısmı zaman zaman ashabına tahsis
etmiştir.
Ashabını çok seven Hz. Peygamber, onları incitmemek için elinden gelen
çabayı göstermiş, ashabından ve çevresinden gelen olumsuz davranışları
hoşgörü ile karşılayarak olumlu hale getirmiştir. Hz. Peygamber Allah’ın Rasûlü
olarak vahyin gelmediği konularda özellikle Müslümanların problemlerinin
çözümlemesinde istişareyi ön planda tutarak ashabının görüşlerini almayı asla
ihmal etmemiştir. Nitekim Hz. Peygamber, Bedir Savaşında ordunun durduğu
yerin değiştirilmesini öneren Hubâb b. Münzir’in görüşünü benimsemiştir.18
Rasulüllah kadınlara iltifat eder, geçerken onları selamlar, çocukları öper,
okşar, şakalaşır ve hastalandıklarında ziyaretlerine giderdi.
Hz. Peygamber risaletinin ilk gününde Hıra’dan döndüğü zaman içinde
bulunduğu durumdan endişe etmesi üzerine eşi Hz. Hatice “Sen yakınlarına
yardım eder, aileni korur, hayatını şerefinle kazanır, başkalarına doğru yolu
gösterir, yetimleri korur, sözün doğrusunu söyler, emanete riayet edersin”
diyerek Efendimizi teselli etmiştir.
İnsanlar arasında fark görülmesini istemeyen Hz. Peygamber, huzuruna
gelen bir gencin titremesi üzerine “Korkma! Rahat ol. Ben kral değilim. Ben
kuru ekmek yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum” buyurmuştur. Hatta güneşten
37
korunmak amacıyla üzerinin gölgelenmesine bile asla izin vermemiştir.
Hz. Peygamber’e saygısından ve hürmetinden dolayı secde etmek için izin
isteyen Kays b. Sa’d’a Rasulüllah; “Bunu yapmayın” diyerek izin vermemiş.
19
Ahde vefa konusunda İslam öncesi dönemde bile asla vefasızlık yapmamıştır.
Nitekim, Abdullah b. Ebi’l-Hamsâ şöyle anlatır: “Peygamber gönderilmeden
önce Rasulüllah ile bir alışverişte bulundum.Yaptığım Alışverişten dolayı
O’na vereceğim vardı. Vermem gerekeni bulunacağı yere getireceğime söz
vermiştim. Ben bu sözümü iki gün unuttum ve üçüncü gün gittiğimde O’nu
yerinde buldum.20
İnsanları hidayete erdirmede sebatı ve dava konusundaki gayret ve
samimiyeti konusunda amcası Ebu Talib’in davet konusundaki uyarısına
üzerine; “Sağ elime güneşi, sol elime de ayı koysalar yine de bu davadan
vazgeçmem” demiştir.
Hz. Peygamber çocukları sever, okşar, öperdi. Onlara karşı şefkat ve
merhameti o kadar ileri seviyede idi ki, bir gün Akra b. Hâbis’in; “Benim on
çocuğum var fakat onların hiçbirisini öpmem” demesi üzerine Rasulüllah;
“Allah senin kalbinden merhameti kaldırmışsa ben ne yapayım” demiş ve
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurmuştur. 21 Uhud harbinde dişi
kırılan ve yüzünden yaralanan Rasulüllah’a ashabı; “Müşrikler için beddua
etmelerini istemiş, ancak Rasulüllah; “Ben lanetleyici olarak değil, davetçi ve
rahmet olarak gönderildim” buyurmuştur. Enes b. Malik; “Hz. Peygamber’e on
yıl hizmet ettim, bir gün bana ne kötü bir laf söyledi, ne tokat attı, ne azarlayıp
kovdu, ne ekşi yüz gösterdi, ne de yapmadığım bir işten dolayı niçin yapmadın
dedi” buyurmuştur. 22
Hz. Peygamber; “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi
sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız” 23 diyerek İslam kardeşliğinin
önemine işaret etmiş ve “Allah’ın kulları arasında öyle mü’minler vardır ki,
onlar Peygamber ve Şehit olmadıkları halde onları Peygamber ve Şehitler ilgi
ile izlerler” buyurmuştur.
Sahabe; “Kimler Ya Rasûlallah?” deyince
Rasûlüllah; “Birbirini seven mü’minlerdir” cevabını vermiştir. 24
Huneyn Savaşı’ndan sonra bir gün Ebû Mahzûra adındaki genç, Hz.
Peygamber’in müezzininin okuduğu ezanı arkadaşları ile birlikte alay ederek
okumaya başlar. Hz. Peygamber ezan sonrası onlara haber göndererek içinden
duyduğu güzel sesli kişiyi tespit etmek ister. Onlar da Ebû Mahzûra’yı
gösterirler. Ebû Mahzûra Hz. Peygamber’in yanına giderek O’nun yanında
ezan okur ve Rasulüllah çok beğenir. Daha sonra Ebû Mahzûra Mekke’de
müezzin olarak ezan okumak için izin istemiş 25 ve böylece Hz. Peygamber’in
müezzinleri arasına katılmıştır.
Bu konudaki örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Sonuç olarak ifade etmek
38
isteriz ki; Hz. Peygamber, en yakın çevresi olan eşleri, çocukları, torunları
ve yakın akrabaları başta olmak üzere özellikle ashabıyla olan ilişkilerinde
samimiyetten asla ayrılmamıştır. Her türlü fedakarlığa katlanarak, onlara sabır
ve af ile muamele etmiş, onları Üsve-i Hasene sıfatıyla İslâm ahlâkı üzere
yetiştirmiş ve onları yeni bir örnek toplum haline getirmiştir.
DİPNOTLAR
1
Ahzâb 33: 21.
2
Bakara 2: 151.
3
Tevbe 9: 128.
4
Al-i İmrân 3: 159.
5
Buharî, Edeb, 69.
6
İbn Hanbel, I/262.
7
Müslim, Ideyn,16.
8
Buhârî, Edeb, 23.
9
Müslim, F. Sahâbe,103.
10
Buhârî, Nikâh, 1.
11
Müslim, Nikâh, 8.
12
Buhârî, Savm, 49, 52.
13
Buhârî, Edeb, 44.
14
Buhârî, Fedâilü Ashabi’n- Nebi, 17.
15
Ebû Davûd, Edeb, 6.
16
Müslim, F. Sahâbe, 221, 222.
17
Müslim, F. Sahâbe, 207.
18
İbn Sa’d, et-Tabakât, II/15.
19
İbn Hanbel, IV/ 381.
20
İbn Sa’d, et-Tabakât,VII/ 59.
21
Buhârî, Edeb, 18.
22
Müslim, Fedâil, 51, 54.
23
Müslim, İmân, 93.
24
Ebu Davud, Büyû’ 78.
25
İbn Hanbel III/ 409; İbn Mâce, Ezân, 2.
39
Prof. Dr. Hülya KÜÇÜK
N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
TASAVVUF LİTERATÜRÜNDE KULLUKTA
SAMİMİYET/ İHLAS VE SIDK
(SULTAN VELED’İN İNTİHÂNÂME’Sİ ÖRNEĞİ)
Kullukta samimiyet, yapılan ibadetin sadece ve sadece Allah için
yapılmasıdır. Kur’an-ı Kerîm’in insandan istediği de budur. Nitekim
Allahu Taâlā şöyle buyurur: “Dikkat edniz! Hâlis din Allah’ındır.” (Zümer
39/3). Bu âyet, ihlası tanımlar gibidir. İhlas, yapılan işin/fiilin, yaratıkların
mülâhazasından/ yaptığın iş hakkında ne düşündüklerini merak etmekten
temizlemektir. Hatta “ihlas, şahısların mülahazalarından/görüşlerinden
sakınmaktır” denmesi de mümkündür. 1
Rasulullah’a (a.s.) ihlasın ne olduğu sorulduğunda, O: “Cebrail’e ihlasın
ne olduğunu sordum. O da: Rabbime ihlasın ne olduğunu sordum. Bana şöyle
dedi” diye başlayan müselsel bir hadiste2 Rasulullah, ihlasın ne olduğunu
şöyle açıklar: Sırlarımdan bir sırdır ki, kullarımdan sevdiklerimin kalbine
koyarım.” İhlas ve sıdk/ samimiyet o kadar gizlidir ki, sahibi bile göremez.
Bu sebeple ibadette ihlas ve sıdk /samimiyet iddia edenin ihlas ve sıdkı
ihlasa muhtaç hale gelir. 3 İhlâsa riâyet etmeyen, Allah’ın kulu üzerindeki en
öncelikli hakkına riâyet etmemiş olur.
Hâris el-Muhasibî’nin (v. 243/ 857)
40
de belirttiği gibi, ihlas ve
samimiyetten uzak olma, öyle büyük bir derttir ki, nefsin istemediği şeyleri
(ihlassızlık korkusuyla yapmazsan), hemen hemen dininin hepsini bırakman
gerekir. İhlası yerine getirmenin ilk şartı, ihlası yerine getirmeye niyet etmektir.
Niyet, ya Allah’ın (a.c.) vereceği sevaba erişmektir ya da dünyayı istemektir.
Yani ya sevabına ermek ve Allah’ın (a.c.) rızasını kazanmak için namaz
kılıyordur, ya da (insanların) övgü ve senasını almak için. İşte bu, niyettir.
Birşeyi Allah (a.c.) için yapmaya niyet, o işte sadece Allah’ın (a.c.) vereceği
sevabı isteyip başka hiçbir şey istememektir. “Ben, ihlas sahibi olarak namaz
kılan, oruç tutan, her işinde Allaha (a.c.) itaat eden birisi olmak istiyorum. (Ne
yapmalıyım?)” diyene şu cevap verilebilir: “Bu iki şekilde olur:
Birincisi: İhlaslı olmaya ve yaptığın herşeyi Allah (a.c.) için yapmaya
niyet edersin. Gece kalkıp namaz kılmaya, gününü oruçlu olarak geçirmeğe
ve herhangi bir ma’siyetle karşı karşıya geldiğinde, ondan, “ Allah’tan (a.c.)
korktuğun için” kaçmaya niyet edersin. Senin niyyetini oluşturan bu istek,
Allah’ı (a.c.) istemektir.
İkincisi: İhlası yerine getirmediğin halde, ihlaslı olmak; oruçlu olmadığın
halde oruç tutmak; namaz kılmaya üşendiğin veya dünyayla meşgul olmayı
tercih ettiğin halde, namaz kılmak; nefsin , tevbeye yanaşmadığı halde,
Allah’tan (a.c.) korktuğun için ma’siyetleri bırakmak istemendir. İşte bu istek
de “birşeyi sevmeye niyet” tir.4
Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin (v. 672/1283) oğlu ve Mevleviliğin tarîkat
olarak kurucusu olan Sultan Veled (v. 712/1312) de İntihânâme’sinde sık sık
ihlas ve sıdk konusuyla ilgili açıklamalar yapar ve neden ibadetlerin temeli
olduğunu izah eder. İntihânâme, Sultan Veled’in halka ve mürîdlerine vaazlarını
ve öğütlerini içeren bir eseridir. Zaman zaman Mevlânâ ve hem-demleri/
etrafındaki akrân ve müridleri hakkında da kısa bilgiler verir. 1946 yılında
Niğdeli İbrahim Hakkı Eroğlu (v. 1955) tarafından yapılmış olan Osmanlıca
bir tercümesine dayanılarak bu satırların yazarı tarafından hazırlanarak modern
okuyucuya sunulmuştur. Tercüme, edebî bir manzum metin oluşturmaktan
çok uzak olsa da, manzumların aslını içermesi açısından yeterli görülebilir. 5
Aşağıda sunacağımız metinler bu çalışmadan alınmadır.
Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
1) Ona göre, din, ihlâstan ibârettir. Dînin taâmı zikirdir, namâzdır, Hakk’a
ihlâs ile kulluk etmektir. Şüphesizdir ki dîn bu türlü gıdâlarla beslenirse büyür,
kuvvetlenir, sâhibini enbiyâ ve evliyâ âlemine eriştirir ve onların esrârına
mahrem kılar. Kur’ân-ı Kerîm’de:
‫«من يطيع هللا والرسول فاولئك مع الذين أنعم هللا عليهم من النبيين والصديقين‬
6
»‫والشهداء والصالحين وحسن اولئك رفيقا‬
buyrulmuştur. Meâli kerîmi: “Allah’a ve Rasûle itâat eden kimseler,
Allah’ın in‘âmına mazhar olan nebîler, sıddikler, şehidler ve sâlihlerle beraber
41
haşrolunurlar. Onlar ne güzel arkadaşlardır. ”
Bu mânâyı îzâh eden başka bir misâl: Zâhiren otlarda, ilaçlarda, müshil
hablarında kabz, def‘-i safra ve def‘-i balğam gibi hâssâlardan biri mahsûs
değildir. Her ilacın hâssa ve te’sîri tecrübe ile anlaşıldı. Meselâ şarâbın serhoş
edeceğini kim bilirdi. Tecrübe ile anlaşıldı ki onlar ne vakit tenâvül edilirse
aynı hâssiyetleri gösteriyor. Henüz malûm olmayan hâssiyetler de zaman
geçtikçe meydana çıkar. Arpa, buğday, ekmek, ağaç yetiştirmek hep tecrübe
mahsûlüdür.
Hak Taâlâ Hazretleri zikirde, namâzda, tâatte, ihlâsla yapılan hayrât ve
hasenâtta da bir takım hâssiyetler koymuştur. Ezcümle, fenâ bulmaz bekâya
mazhar olursun. Zulmetin nûr olur. Hak’la kāim olursun. İbâdetle husûle gelen
devlet ve saâdeti yüzbin sene şerhetsem başa çıkmaz.
‫لو كان البحر مدادا‬
7“
Enbiyâ, evliyâ ve mü’minlere de bu ve emsâli devlet, tecrübe ile hâsıl
olmuştur. Bunu anlamak akıl ile kābil değildir; tecrübe ile hâsıldır. Tâlii mes‘ûd
olanlar tecrübe ile hâsıl ettiler, halka haber verdiler. Ne mutlu o cana ki o haberi
kabul ederek amel-i sâlih ile meşgûl oldu.
2) Sultan Veled’e göre ihlâs, kavlin/sözün, fiilin/yapılan herşeyin Allah
için olmasıdır:
Kavlin, fiilin Hak rızası için olursa, ihlâsına riyâ yol bulamaz.
Cân cihânında muhakkak zengin, Hak yanında makbûl ve mahbûb olursun.
Hakk’ın yanında korkulardan emîn olarak ebedî cennette mukîm olursun.
O gülşende hiç diken göremezsin. O şarâbın neş’esinin hımârı yoktur.
3) Sultan Veled ibadette zâhire çok önem vermenin, zâhire ve görünüşe
takılıp bâtın/kalp ve niyetlerin ihmal edilmesinin ihlassızlık olduğunu söyler:
Eğer namâzın bu noktasına (zâhirî şekline) kanâat edersen, riyâ için
yapıyorsun demektir, ihlâsla değil.
Sonunda o namâz sana soğuk gelmeye başlar. Bu dünyâdan müflis ve
mağbûn olarak ayrılırsın.
4) Sultan Veled, ihlas ve sıdka varmak için nefisten vazgeçmek gerektiğini
söyler. Kitaptaki otuz yedinci Makāle’de Sultan Veled bunu şöyle ifade eder:
İnsanlardaki nefs-i emmâre, öyle bir ejderhadır ki bütün âlemleri yenmiş ve
yenmektedir. Kuvvetçe saman çöpü kadar zayıf olan insan, dağ gibi kavî nefisle
nasıl başa çıkabilir? Öyleyse Hak’tan yardım istemelidir ki
‫ال حول و ال قوة إال باهلل العلي العظیم‬
Yâni Kâfir nefsi, mağlûb edersek ancak Hakk’ın kuvvetiyle edebiliriz,
42
kendi kuvvetimizle değil. Hakîkat gözüyle bakılacak olursa, beş vakit namâzı
duâdır: “Ya Rabbi bize yardım eyle de düşman nefsi kahre muktedir olabilelim”
mânâsı tazammun eder. Eğer duâ ihlâs ve sıdkla olursa, rahmet deryâsı coşar
ve muhlis bendelere yardım eder, Hakk’ın inâyetiyle nefs düşmanı mağlûb ve
makhûr olur. Nasıl ki enbiyâ ve evliyâ mağlûb etmişlerdir.
Nefse galebe edemeyenler varsa sebebi şudur: Duâlarında hulûs yoktur.
Başka bir yerde Sultan Veled şöyle te’yid eder bu fikirlerini:
Nefsin hevâ ve heveslerinden geç, yüzünü ondan mirâz tarafına çevir.
Bu dünyânın hevesleri bütün rehzendir; aldatmak, mekr ve hîle yapmak
husûsunda kadın gibidir.
Her hevesin derin (kurnazca) bir mekri, bir hilesi vardır. Her dânesinin
altında müthiş bir tuzak saklıdır.
Ey oğul! Senin yolunu bağlamışlardır ki seni o güzellikten, o zînetten geri
bırakalar.
Bu hevesler birer şeytana benzer; senin gibi yüz binlerce insanın yolunu
kesmişlerdir.
Haydi! Sıdk ve ihlâs kılıcıyla boyunlarını devir ki kadın gibi onların altında
kalmayasın.
Mü’minlerin harbi böyle düşmanlarla olur. Onlara bu düşmanların kanı,
şekerden tatlı gelir.
Her birinin katliyle bir mükâfata erer. Yeni yeni zindelik ve hayâta kavuşur.
Her birinin katlinde yüzlerce hayât vardır. Öyle hayâtlar ki hastalıktan ve
ölümden uzaktırlar.
Cenkte her şerden bir sır edin! Tâ ki derûnunla tortusu sâf şarap olsun.
5) Sultan Veled’in İntihânâme’sine göre Yukarıda söylenenlerin tersi de
doğrudur. Yani ihlas ve sıdka varmak için nefisten vazgeçmek gerektiği gibi,
nefsin hastalıklarının çaresi de ihlas ve sıdk ile yapılan ibadettir.
Bu hastalığın ilacı, oruçla namâzdır (ibâdettir). Fakat sıdk ve ihlâsla olan
oruç ve namâz…
Tâ ki bu hastalık senden zâil ola. Çünkü hastalık ârızî olursa zâil olur
(tedavisi mümkün olur).
Eğer dünyâda hastalığın nâsūr ise (müzminleşmişse) senden ümidi kesmek
lâzımdır.
O ders Allah’ın lütfundan başka bir şeyle geçmez. Çünkü kolayca ve
43
çarçabuk geçer bir hastalık değildir.
Hak Taâlâ bâriz bir kudret göstermelidir ki toprak altına tahavvül edebilsin.
6) Sultan Veled’e göre ihlaslı olmak için evliyayla birlikte olmak gerekir:
Herkes kendi kendine çalışsa ve san‘atı elde etse de onun san‘atı mükemmel
olmaz (ölçümlükte kalır).
Dünyâda hiçbir kimse üstâda hizmet etmeden kendi kendine san‘at elde
edemez.
Şu halde eğer sen de ihlâs ile Hakk’a tâlib isen, evliyâdan başkasına iltifât
etme.
Tâ ki bu benlikten kurtularak Hakk’a vâsıl olasın, iyilik ve kötülük
tuzağından kurtulasın.
İyi ile kötü iki zıddır. Halbuki orada zıd yoktur. O taraf zıdd ve nidden
müberrâdır.
7) İntihânâme’ye göre bunun tersi de mümkündür. Yani ihlas ve sıdk için
evliyaya yakın olmak gerektiği gibi, evliyaya yakın olmak için de ihlas ve sıdk
gereklidir.
İmanı olan şahıs, îmân ve itikādı ihlâsa mukārin olursa, evliyâya erişir.
Hak Taâlâ Kur’ân-ı Mecid’inde :
8
»‫«ألحقنا بهم ذريتهم‬
buyurdu. İman oldukça mü’min maksûduna erer.
Esas îmândır. Esas oldukça mü’minin yeri dâima yüksektedir, yerde
kalmaz.
Eğer îmânı amele de makrûn olursa, melekler gibi yedinci kat semânın
üstünde uçar.
Doğru itikād Hudâ’nın manzûrudur. Öyle olan gökten Hakk’ın nûru hiç
uzaklaşır mı?
Şeksiz itikād Hakk’ın mir’âtıdır. O Kerîm kendi yüzünü o aynada seyreder.
Binâenaleyh o ayna onun mâşûkudur ki kendi cemâlini onda temâşâ ediyor.
Dervişi herkese tercîh ettiği, dâima kendisi taleb ettiği cihetledir.
8) Sultan Veled’e göre, ihlas: Vuslatı getirir
Rıhlet zamanında Hak Taâlâ Hazretleri onlara yakînen görünmüştür. Çünkü
dîn yolunda ihlâs ile yürümüşlerdir.
Ama vâsıllar, ki onlar nâdirdir, mücâhedesiz ilim ve kemâle ererler.
44
9) Sultan Velede göre, bu kadar önemli bir özellik olan ihlas ve sıdkın
bulunmadığı kişiler, şeytan gibi ezelde şaki olanlardır:
Taklide müstenid olursa ve halk arasında şuyû‘ bularak “işim ileri gitsin”
gibi bir garaza mübteni olursa,
Mâdemki sıdk ve yakîne mukārin/birlikte olmuyor, ihlâs ve aşktan neş’et
etmiyor,
Muhakkak o perde arkasında mahbûs kalır; o cihetten ona bir fütûhât
olmaz.
Onun rûhu inkâr mâdeninden demek olur. Çünkü îmânı, ezelden beri kālıp
ve sahtedir.
Hak Taâlâ Hazretleri iblis hakkında buyuruyor ki: “ O îmânsız şimdi kâfir
olmuş değildir”.
O, kadîmden beri merdûd idi. Ondan dolayı rahmetimden hiç korku
duymadı.
Ben onu ezelden şakî yarattım. Onun zâtı ademde iken fenâ idi.
Öyleyse ihlas ve sıdkın, ibadetin özü olma ve kişinin hem bu dünyada
hem de öbür dünyada mutluluğunu sağlama hususiyeti vardır ve bu haliyle
dinin onun üzerine kurulu olduğunu göz önünde tutmak gerekir. Aslında sıdkı
elde etmenin en kısa ve pratik yolu “bizi Allah’ın her an görüp gözetmekte
olduğunu” düşünmektir, yanî Cibril hadîsinde belirtilen: “Sen onu görmesen
de o seni görmekteymiş gibi kulluk etmektir.”9
DİPNOTLAR
Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâle, ed. M. Zurayk ve A.A. Baltacı, Beyrut 1413/1993, 207.
Aynı söz veya hareketin bütün rivayet edenlerce tekrar edildiği hadislere müselsel hadis denir.
3
el-Kuşeyrî, er-Risâle, 208.
4
Haris el-Muhâsibî, er-Riâye, tahkîk: Abdulkadir Ahmed Ata, Daru’l-Kütübi’l- Hayriyye, 4. baskı, s. 246vd.
5
Bkz. Hülya Küçük, Tercüme-i İntihânâme-i Sultan Veled, Konya 2012
6
Nisa: 4/69
7
“Deniz mürekkep olsaydı…”: Lokman 31/27.
8
“…. Biz , onların zürriyyetlerini de kendilerine kattık”: Tûr 52/21.
9
Buhârî, İman, 37.
1
2
45
Prof. Dr. Adil YAVUZ
N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
MÜSLÜMANLIĞIN ÖZÜ, SAMİMİYETTİR
Rabbimizin “ben sizin rabbiniz değil miyim? (sorusuna) karşılık
söylenen Kâlû belâ (bilakis sen bizim Rabbimizsin)” ikrarıyla başlamıştı1
insanoğlunun serüveni. Söz verilmişti verilmesine ama bu iş, sözle
kalmayacaktı. Verilen sözün ardında durulması, samimiyetin ispatı
gerekiyordu. Yani imtihan ve sınanma ile bu samimiyet test edilecekti. Bu
imtihan öncesinde de AllahuTeala, gerçekten onlara lütufta bulunmuş ve
yarattıklarının birçoğundan üstün kılmıştı.2 Her şeyi yoktan var eden Allah,
“yeryüzünde bir halife yaratacağım”3 buyurmuştu. Hilafet sadece bir yetki
değil aynı zamanda bir mesuliyetti, yerine getirilmesi gereken görevler ve
sorumluluklar demekti. “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara
teklif ettik de, onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan
(kabul edip) yüklendi. Şüphesiz o, çok zalimdir, çok cahildir”4 ayetiyle bu
sorumluluk alanının nirengi noktası vurgulanmıştı.
İnsanlık tarihinin ilk samimiyet imtihanı, ilk insan ve ilk Peygamber Hz.
Adem ve eşi Hz. Havva ile başlamıştı. AllahuTealâ şöyle buyurmuştu: “Dedik
ki: Ey Adem! Sen ve eşin Cennet’e yerleşin. Ondan dilediğiniz yerde bol
46
bol yeyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”5 Allah’a
karşı samimiyetlerinin bir gereği olarak bu uyarıya uymaları gereken Adem
(as) ve eşi Havva’yı şeytan aldatıp, ayaklarını kaydırmış, bunun neticesinde
de ebedi nimet yurdu olan Cennet’ten onlar çıkarılmıştı.6 Son pişmanlık, fayda
etmemişti. Onlar ve zürriyetleri için Cennet’e kavuşmak, dönebilmek, ancak
çetin bir dünya imtihanını başarabilirlerse mümkün olacaktı. Artık insanlık
için kıyamete kadar devam edecek dünya serüveni başlıyordu. Kuşaklar
nesiller peyderpey dünyaya gelecek, zamanı dolan, imtihanı bitenler dünya
değirmeninde öğütülüp gidecekti.
Hz. Adem’in iki oğlunun kıssası Kur’an’da kalıcı bir ibret olarak sonraki
kuşaklara aktarılır. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın anlattığına göre o ikisi birer
kurban sunmuştu. Samimiyetle elindekinin en iyisini takdim eden Habil’den
kurbanı kabul edilmiş, görüntüyü kurtarmaya, kulluk imtihanını geçiştirmeye
çalışan oğlun kurbanı ise kabul edilmemişti.7Halbuki verilen, kurban edilen
şeyin Allah’a ulaşacak bir faydası söz konusu değildi. Nitekim bu konuda
kıyamete kadar geçerli olan hakikati Rabbimiz şöyle beyan etmektedir:
Kestiğiniz kurbanların “ne etleri ne kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin
takvanız (sizin, Allah’ın buyruklarını tutmanızın göstergesi olan saygınız) ona
ulaşır…”8 Hz. Peygamber de (s), bu konuda insanlığı uyararak, “Allah, samimi
olarak ve kendi rızası gözetilerek yapılanlar hariç hiçbir ameli kabul etmez”9
buyurmuştur. Demek ki insanlığın imtihanının evrensel ilkelerinden birisi de
(belki de birincisi), samimiyet olmaktadır. Ameli amel yapan özünde taşıdığı
samimiyettir.
Geçmiş ümmetler açısından da insanların kulluğunun özünün, temel
dinamiğinin samimiyet olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Kendilerine kitap verilen Ehl-i kitap, ancak kendilerine o
apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. Halbuki onlara, dini Allah’a
has kılarak (samimi bir şekilde) hakka yönelip ona kulluk etmeleri, namaz
kılmaları ve zekat vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir”10 İnsanların
hakikatten haberi olmayınca, istikametlerini kaybetmeleri bir ölçüde makul
karşılanabilir. Ancak hakikati öğrendikten sonra ona uymak yerine onu tartışma
konusu haline getirip ihtilafa düşmeleri, içlerinde hakka karşı içten bir bağlılığın
olmadığını göstermektedir. Nitekim Hz. Musâ (as), kavmine “Allah size bir sığır
kesmenizi emrediyor demişti.11 Bu emri alan dinlerinde kulluklarında samimi
olan insanların, ne yapması gerektiği açıktır. Ancak İsrailoğulları, bu emri
yerine getirme görevini savsaklayarak, bu sığırın vasıfları ile ilgili lüzumsuz
tafsilat peşine düşmüşlerdi. Sonunda neredeyse yapamayacakları ayrıntılı bir
kurban ile mükellef tutulmuşlardı.12 Rabbimizin anlattığı bu kıssa, bizlere dinin
emrettiği hususları, lüzumlu lüzumsuz tartışmalara boğarak, malumatfüruşluk
edip bilgiçlik taslayarak bir tartışma malzemesi haline dönüştürmenin taşıdığı
riskler konusunda uyarmaktadır. Örneğin Ramazan ayında insanların yapması
gereken diğer kulluk görevleri ile birlikte oruçlarını tutmaktır. Ancak arz-ı
endam etme, kendinden söz ettirme hırs ve hevesi ile bir takım insanların
47
yazılı ve görsel basında oruçla ilgili konuları bir tartışma malzemesi haline
getirmeleri ve tafsilata boğmalarının, İsrailoğullarının yaptığından ne farkı
kalmaktadır? İlim sahipleri bilgiyi, insanları bir aydınlatma vasıtası olarak
kullanabilecekleri gibi zihinleri karıştırma, onları şüpheye düşürme, düz yolda
şaşırtma kaynağına dönüştürmeleri de mümkündür. Bu da alimin samimiyet
noktasındaki imtihanı olsa gerektir. İlminde samimi olanın tutması gereken
yol, birinci yol olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s), kıyamet günü ilk olarak
üç (grup) insanın Allah tarafından hesaba çekileceğini, bunların savaşa gidip
vuruşurken öldürülen savaşçı, ilim sahibi olan alim ve servet sahibi olan zengin
olduğunu anlatır. Savaşa giden kimseye verilen nimetler hatırlatılıp Allah için
ne yaptığı sorulur. O, -senin yolunda şehit edilinceye kadar savaştım der.
Ona, bunları Allah için değil, ne cesur insan denilsin diye yaptığı söylenerek
cehenneme atılması emrolunur. İlim ve Kur’an öğrenen alime kendisine
Allanh’ın verdiği nimetler hatırlatılarak, Allah’ın rızası için ne yaptığı sorulur.
O ilim öğrendiğini, öğrenciler yetiştirdiğini, Kur’an öğrenip anlattığını söyler.
Ona -yalan söylüyorsun, sen bunları Allah rızası için değil, insanlar sana alimdir
desinler diye yaptın. Bunlar da sana dünyada söylendi, denilerek cehenneme
atılması emrolunur. Allah’ın kendisine bolluk ve çeşit çeşit mallar verdiği
zengine de kendisine verilen nimetler hatırlatılıp, ne yaptığı sorulur. O da senin
sevdiğin hiçbir şeyi istisna etmeden rızan için infak ettim der. Ancak ona da
yalan söylüyorsun, sen bunları ne cömert insan desinler diye yaptığı söylenip
cehenneme atılması emrolunur.13 Aslında her üç kesim de dünyada yapılması
gerekenleri (zahiren) yapmışlardır. Ama imtihanı kaybetmişlerdir. Eksik olan
nedir? Eksik olan samimiyettir, samimi niyettir. Bunun için Allah Rasulü uyarır
: “Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır (önemlidir)”14 diye.
Müslüman, hem yaptığının doğru olmasında hem de doğru bir şekilde iyi
bir niyetle samimiyetle yapma konusunda hassas davranmalıdır. Sıradan işler
bile iyi ve samimi bir niyetle yapıldığında adetâ bir ibadete dönüşüp kişiye
sevap kazandıracaktır. Yoldan geçerken gördüğümüz insanlara sıkıntı veren
bir şeyi kaldırıp atmak, normalde sorumluluk hisseden her insanın yapması
gereken bir iştir. Ancak bu, iyi niyetle, başka amaçlar taşımadan müslümanlara
zarar vermesin diyerek ve Allah’ın rızasını gözeterek yapılınca bir ecir ve
sevap vesilesi olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s), “(insanlara) sıkıntı veren
bir şeyi yoldan kaldırman, sadakadır”15 demiştir. Hiçbir gölgenin olmadığı,
insanların büyük sıkıntılarla karşılaşacağı Kıyamet gününde, Allah’ın özel
lütfuyla gölgelendireceği yedi sınıf insanı Rasulullah (s) bize haber vermektedir.
Bunlardan birisi de “sağ eliyle verdiğinden sol elinin haberdar olmayacağı bir
şekilde infakta bulunan kimsedir.”16Peki infak gibi güzel bir ameli yaparken
gizlemenin sebebi nedir? Sebep, yapılan işi sadece ve sadece Allah rızası için
yapma hassasiyetinin, samimiyetinin korunması endişesidir.
Bu önemli hususu dikkate alarak günümüz insanın tutum ve davranışlarına
baktığımızda acaba bu hassasiyet yeterince korunabiliyor mu? Yani yapılan
amel, hayır sadece Allah’ın rızası gözetilerek yapılmaya çalışılıyor mu?
48
Gerçekten bu hassasiyeti gözeten insanlar vardır. Yaptığı hayır için adının
anılmasını istemeyen, samimiyetine halel gelmemesi için özen gösteren
insanlar bulunmaktadır. Bunların yanı sıra yaptığı küçük bir işi bile reklam
etmeye çalışan, yaptığı hayrı kendi tanıtımı için bir vasıtaya dönüştürmeye
çalışan insanların varlığı da bir gerçektir. Allah’ın rızası talebiyle yapılacak
bir işi, insanların beğenisini kazanmak için yapma anlamına gelen riya, aslında
kişiyi sadece o amelin ecrinden mahrum etmemektedir. Adetâ bir kurdun
kemire kemire bir ağacı, içi boş bir kütüğe dönüştürdüğü gibi, amellerin içlerini
boşaltmaktadır. Nasıl böyle bir ağacı alan marangoz, hizarla biçince büyük bir
hayal kırıklığına uğruyorsa, dünyada devasa hayırlar yapan veya yaptığını
zanneden bazı kimseler, belki de kıyamet gününde onun gibi büyük bir hayal
kırıklığı ile karşılaşabilecektir. Samimiyetin bozulması, sadece ameli değerini
düşürmemektedir. İnsanı daha büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirmektedir.
Bu tehlike şirktir. Çünkü Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmaktadır: “Riya,
küçük şirktir.”17 Çünkü riyada, Allah’ın rızası için yapılacak bir ameli insanlar
beğensin, razı olsun diye yapmak söz konusudur. Rıza makamında Allah olması
gerekirken, Rabbini değil insanları razı etme niyeti ile bu ameli yaptığı için,
başkalarını bu makama taşıyarak bir nevi şirk koşmuş olmaktadır. Bu kritik
noktada kulun ayağını kaydıran, iyi niyet ve samimiyetin kaybedilmesinden
başka bir şey değildir.
Müslüman, sözünde özünde samimi insan olmalıdır. Çünkü bir hadîs-i
şerifte “Allah, sizlerin dış güzelliğinize, mallarınızın çokluğuna bakmaz (itibar
etmez). Ancak kalplerinize ve amellerinizin (samimiyet değerine) bakar”18
buyrulmuştur. Bu yönüyle samimiyet, müslümanın tüm hayatını kuşatır.
Hayatındaki tüm ilişkilerinde, ilahî, nebevî, idarî ve beşerî münasebetlerinde
Müslümanlar samimi olmak, samimi davranmak zorundadırlar. Nitekim
Rasulullah (s), “Din samimiyettir (‫)الدين النصيحة‬19. Din samimiyettir. Din
samimiyettir, buyurmuştur. (Sahabe) kime karşı samimiyettir ya Rasulallah
diye sorunca, “Allah’a karşı, Kitabı (Kur’an’a) karşı, Allah’ın Rasulü’ne
karşı, Müslümanların yöneticilerine karşı ve tüm Müslümanlara karşı
(samimiyettir)”20 Bu hadis-i şerif, samimiyeti müslümanlar için evrensel bir
değer haline getirmiştir. İmam Nevevî (676//1277), Bunun son derece önemli
bir hadis olduğunu ifade ederek, alimlerin bazılarının bunun dinin temel
dinamiğini oluşturan dört hadisten biri olduğunu söylediklerini, ama bunun
doğru olmadığını, dinin tümüyle bu hadisin (beyan ettiği ilkeye) dayandığını
söylemiştir.21 İmam Buharî (256/870) ise, bab başlığı olarak bu hadisi ve
beraberinde Tevbe suresinin 91. ayetini zikretmiş ve hadisi o ayet bağlamında
değerlendirmiştir. Bu ayet-i kerimede, Allah’a ve Rasulüne karşı samimi
davranmak kaydıyla, zayıfların, hastaların ve yol masrafını karşılayacak imkanı
olmayanların savaşa gidememeleri durumunda bir sorumlulukları olmadığı
beyan edilmektedir. Bundan bir önceki ayette ise, bazı bedevilerin gerçekte
bir mazeretleri olmadığı halde bazı bahanelerle –gerçekte inanmadıkları İslam
için- savaşa katılmadıkları ve onlar için acı bir azabın olacağı anlatılmıştır.
Savaşa gidemeyen iki gruptan mazeretleri gerçek olan ama Allah ve Rasulüne
49
karşı samimiyetlerini muhafaza eden kimseler olmaları sebebiyle günahkâr
olmadıkları belirtilmiştir.22 Konumuzun ana mihverini teşkil eden bu hadisimizi
tahlil ederek üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.
Hattâbî (388/988), Allah’a karşı samimi olmanın (nasîhatin), doğru bir
şekilde onun vahdaniyetine iman etmek anlamına geldiğini söylemiştir.23Nevevî
ise konuyu biraz daha açarak bunun, Allah’a inanmak, ona ortak koşmamak,
sıfatlarını inkar etmemek, onu kemal sıfatları ile bilip noksan sıfatlardan onu
tenzih etmek, ona itaat edip, isyan etmekten kaçınmak, onun rızası için sevmek
ve onun rızası için buğzetmek, ona itaat edenlerle dost, ona isyan edenlerle
düşman olmak, onu inkar edene karşı cihad etmek, nimetlerini itiraf edip
onlar için şükretmek, bütün işlerde ona karşı samimi olmak, bu güzel vasıfları
edinmeye (insanları) davet etmek ve teşvik etmek, mümkün olabildiği kadarıyla
insanlarla iyi geçinmek anlamına geldiğini söylemiştir.24Nevevî’nin bu
açıklamalarından, itikattan sevgiye, onun rızası için cihad etmekten nimetlere
şükre varıncaya kadar Allah’a karşı samimi bir kulluk sergilememiz gerektiği
anlaşılmaktadır.
Kur’an’a karşı samimiyet, onun Allah’ın kelamı olduğuna, onun benzerini
insanların getirmekten aciz olduğuna inanmayı, onu saygı ve hürmetle
okumayı, onu tahrif edenlerin yorumlarına, onda kusur bulmaya çalışanların
tenkitlerine karşı onu savunmayı, ahkamını anlamayı, ilgili ilimleri öğrenmeyi,
nasihatlerinden ibret almayı gerektirmektedir.25 O halde, sadece onun ibadet
niyetiyle okunması, ona karşı olan sorumluluk ve samimiyetimizle ilgili tek bir
yönü yansıtmaktadır. Böyle bir tutum ise Kur’an’a yönelik sorumluklarımızı
yerine getirmek için yeterli olmamaktadır. Şöyle bir örnek konunun anlaşılmasına
katkı sağlayabilir. Günde kılınan beş vakit namazda Müslümanlar, okudukları
Fatiha suresiyle “(Ey Rabbimiz) bizi Sırat-ı Müstakîm’e, kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna eriştir. Kendilerine gazap olunanların ve sapıtanların
yoluna değil”26 diye dua ederler. Hz. Peygamber (s), bu surede geçen gazap
olunanların Yahudiler, sapıtanların ise Hıristiyanlar olduğunu söylemiştir.27
Beş vakit namazlarını kılan bazı Müslümanların bir taraftan böyle dua ederken,
diğer taraftan Allah’ın “Ey İman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost
edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa,
o onlardandır. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez”28 ayetine aldırış
etmemek nasıl mümkün olabilir? Bir taraftan her namazda –aman bizi Ehl-i
kitab’ın yoluna değil Sırat-ı Müstakîm’e eriştir- diye dua ederken diğer taraftan
Ehli kitap ile dostluk kurulması ne yaman bir çelişkidir. Okuduğu ayetlerin ne
anlama geldiğini bilen bunu yapabilir mi?
Bugün yaşanılan bir başka gerçek ise, sevilen tabi olunan grubun,
alimlerin kitapları, Kur’an’ın önüne geçebilmesidir. Onlara gösterilen ilgi ve
ihtimam Kur’an’a gösterilen ilgiden çok daha fazladır. Geçtiğimiz günlerde
Türkî Cumhuriyetlerden gelip burada doktora yapan bir öğrencimle kendi
ülkelerinde İslam’ın anlatılması amacıyla hangi eserlerin kendi dillerine
çevrilip yayınlandığını sormuştum. O, Türkiye’den giden her cemaatin kendi
50
cemaat veya üstadlarının kitaplarını bu ülkenin diline çevirdiğini söyledi. Peki
Kur’an meali, tefsiri veya hadis kitaplarından hangileri çevrildi diye sordum.
Hiçbiri çevrilmedi dedi. Beni son derece şaşırtan bu durum, şu soruları
aklıma getirdi? Bizler orada İslam’ı anlatmayı mı önceliyoruz yoksa kendi
meşrep ve cemaatimizin düşüncelerini anlatmayı mı önceliyoruz? İslamın
anlatılmasındaki aslî ve öncelik verilmesi gereken kaynaklar, Kur’an ve sünnet
midir yoksa mensubu veya müntesibi olduğumuz cemaatin kitapları mıdır?
Bizim anlatmakta öncelik vermemiz ve anlaşılmasını istememiz gereken
kitap Alah’ın kitabı mı olmalıdır yoksa onun kullarının kitapları mı olmalıdır?
Hz. Peygamberin sünnetinin kitapları mı olmalıdır yoksa ona ümmet olmaya
çalışanların kitapları mı olmalıdır? Buyurun sizler de düşünün bir muhasebe
yapın, bu tabloyu bir yana koyun. Bir de büyük sahabi Abdullah İbnMes’ûd’un
şu tutumunu bir tablo olarak yanına koyun. İbrahîm et-Teymî’nin anlattığına
göre insanların hoşuna gidip (okudukları) bir kitabın olduğu haberi Abdullah
ibnMes’ud’a ulaşmıştı. Bu kitabı ona getirdiklerinde (ona bakıp) imha etmiş
ve “Sizden önceki Ehl-i Kitap, Rablerinin kitaplarını terk edip, alimlerinin
kitaplarına düşkünlük gösterdikleri için helak oldular, demiştir.”29 Bu iki
tablodan birisi yanlış olmalı. Elinizi vicdanınıza koyup karar verin. Yüksek
sesle de bunu söyleyin, hangisi yanlış? Bu soru esasında, öncelikle ittiba edilen
peşinden gidilen ve büyük kitleleri yönetenlere de sorulmalıdır. Bu gidilen
yol yol değildir, anlatılmak istenen öncelikli şey de İslam değildir. Her kitap
sahibine göre değer ve ihtimam görmelidir.
Allah’ın Rasulüne karşı samimiyet, onun risaletini tasdik etmeyi,
getirdikleri şeylerin hepsine iman etmeyi, emir ve yasaklarına uygun
davranmayı, ona dost olana dost, düşman olana düşman olmayı, ona saygı
göstermeyi, sünnetini yaşatmayı, öğrenip öğretmeyi, söz ve fiillerinde ona
uymayı, davetini yaymayı, ona yöneltilen ithamları reddetmeyi, sünnetini
iyi anlamayı, ahlakı ile ahlâklanmayı, edebiyle edeplenmeyi, Ehl-i beytini
ve ashabını sevmeyi gerektirmektedir.30 Ümmet-i Muhammed’den olduğunu
iddia eden bizler açısından meseleyi ele alacak olursak, bizlerden kaç kişi
böyle bir samimiyet sahibidir? Söylem bazında herkesin cân-ı gönülden Hz.
Peygamberi sevdiğini söylediği bir gerçektir. Ama iş ciddiyete bindiğinde, pratik
uygulamalara dönüştüğünde, sevdiğimiz peşinden gittiğimiz, bağlandığımız
insanların sözleri, talepleri çoğu zaman sünnetten daha çok rağbet görmektedir.
Halbuki Allah, Müslümanlar olarak bizlere hitap ederek, “Ey iman edenler,
Allah’ın ve elçisinin önüne geçmeyin (onlardan önce konuşmaya, bir iş
hakkında hüküm beyan etmeye kalkmayın). Allah’dan korkun. Şüphesiz Allah,
işitendir, bilendir”31 buyurmaktadır. Bizi etkileyen kimselerden Rasulullah’ın
sünnetine aykırı tavsiyeler veya talepler aldığımızda, bunun sünnete aykırı
olduğunu söyleyip karşı çıkma cesaretini gösterebilecek Müslümanlar ne
kadardır? Hz. Muhammed’in, kendisi açısından sözünü dinleyeceği ilk kimse
olduğunu söyleyip buna inanan her Müslüman için bu, ciddi bir kaygı meselesi
olmalıdır. Bir şeyi usulen idareten söylemek ile samimi olarak inanmak ayrı
şeylerdir. Nitekim AllahuTealâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Münafıklar
51
sana geldiklerinde, -şahitlik ederiz ki sen Allah’ın Rasulüsün derler- Senin
muhakkak kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah, münafıkların
yalancı olduklarına şahitlik eder.”32 Bu ayete göre münafıkların söyledikleri
söz (Hz. Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğu) doğrudur, ama Rasulullah’a
inandıklarını söylemelerinde samimi olmadıkları için yalancıdırlar ve nifaktan
kurtulup İslamla müşerref olamamışlardır.
Müslümanların önderlerine (idarecilerine) karşı samimiyet ise, hak üzere
oldukları sürece onlara yardım etmeyi, itaat etmeyi, yanıldıklarında uyarmayı,
en iyi metotla onları zulümden alıkoymayı, onlara karşı isyan etmemeyi, onlara
itaat için insanların gönlünü onlara ısındırmayı, arkalarında (cemaat olup) namaz
kılıp ihtiyaç duyulduğunda onlarla beraber cihad etmeyi gerektirmektedir.33
İdarecilere karşı tek yaptığı şey sadece onları eleştirmekten ibaret olan, onların
hatalarını düzeltmeleri için bir şey yapmayan insan, İslam’ın öngördüğü
samimiyete sahip midir? Yahut onlara yakın olmak ve bazı menfaatleri elde
etmek amacıyla onların hatalarını bile onaylayıp alkışlayan insan samimi
midir? Alimlerin de yerine göre Müslümanların önderlerinden olduğu gerçeğini
dikkate alarak düşündüğümüzde, sevdiği, tâbi olduğu alimi, hatasını gördüğü
halde uyarmayan ya da onları tevil ederek hatalarını bile tebcil edip yücelten
Müslümanlar, böyle bir samimiyete sahip olduklarını söyleyebilirler mi?
Maalesef bu noktada Müslümanların ekseriyetini yönlendiren ana dinamik,
İslam ilkelerine dayanmayan günü birlik hesaplar, dünyevi çıkarlar olmaktadır.
Alimler tüm Müslümanlara karşı samimiyetin ise, onlara şefkatle
davranmayı, onlara fayda verecek şeyleri öğretip göstermeyi, onlara sıkıntı
veren şeyleri onlardan gidermeyi, kendisi için istediği şeyleri onlar için de
istemeyi, istemediklerini onlar için de istememeyi, onlara sözlü ve fiili olarak
destek olmayı, ayıplarını örtmeyi, onlara zarar veren şeyleri gidermeyi,
fayda veren şeylerin elde edilmesine çalışmayı, içtenlikle ve dostane bir
üslupla onlara iyiliği emredip kötülükten menetmeyi, büyüklerine saygı
gösterip küçüklerine merhamet etmeyi, onların mallarına ve namuslarına
gelecek sözlü ve fiili kötülükleri engellemeyi, sözü geçen tüm güzel vasıflarla
ahlâklanmaları için teşvik etmeyi gerektirdiğini söylemişlerdir.34 Müslüman
kardeşine karşı samimiyet noktasında, “Sizden birisi kendisi için istediğini
Müslüman kardeşi için de istemedikçe (kamil manada) iman emiş olmaz”35
hadisi, şayet Müslümanların hayatında uygulanabilse, İslam toplumunun
problemlerinin çoğu çözüme kavuşmuş olurdu. Günümüzde insanların
kendilerine özel kusurunu, (başkalarının hakkı çiğnenmedikçe, hukuki bir suç
teşkil etmedikçe) örtmek yerine onların dedikodusunun yapılması, mahrem
alanlarına girilip onların yayılması, medya yoluyla teşhiri sıradan işler haline
gelmiştir. Müslümanların mallarının ve namuslarının korunması bir tarafa,
-özellikle savaş gibi durumlarda- onların çiğnenmesi, bırakın Müslüman olanı,
vicdan sahibi sıradan insanların bile tahammül edemeyeceği yaygın bir zulme
dönüşmektedir. Son çeyrek asırda Müslümanlar arasında yaşanan Irak-İran,
Körfez savaşları, Mısırda ve Suriye’deki iç savaş sürecinde olanların hesabını,
52
bu olaylara katılan ve Müslüman olduğunu söyleyenler verebilecekler midir?
Bu savaşların şöyle veya böyle içinde olanlar, hangi Müslümanlığın daha hayırlı
olduğu sorusuna cevap olarak varit olan “Müslümanların elinden ve dilinden
(gelecek tehlikeler yönünden) güvende olduğu kimsenin (Müslümanlığıdır)”36
hadisi ile ortaya konulan tanımı esas alarak samimi bir Müslüman olduklarını
söyleyebilirler mi? Hz. Peygamber’in “benden sonra birbirinizin boynunu
vuran kafirlere dönmeyin”37 uyarısı, 21. asır müslümanının zihninde ne tür bir
çağrışım yapmaktadır? İyi bilinmelidir ki, bu ve benzeri hadisler bir kadîm
(eski) kültür malzemesi değildir. Kendine tabi olan müslümanlar açısından,
Kıyamete kadar geçerli bir risaletin vazgeçilmez prensipleridir. Bu hadis
çerçevesinde ele aldığımız hususlar, iyi bir Müslüman olup olmamayı ortaya
koyan bir turnusol kağıdı, Müslümanlığımızı tespit açısından ise bir samimiyet
testidir. Yaşanılan süreç de, samimi niyet sahiplerini düşündürecek acı bir
tablodur. Bu yönüyle asırlardır İslam dünyasında yeni bir şey yok maalesef.
Konumuzu bir dua ve ayetle bitirmek istiyoruz.
Ey Rabbimiz! sana kullukta ve Rasulünün gösterdiği yolu takip etmede,
yöneticilerimizle ve Müslüman kardeşlerimizle olan ilişkilerimizde, Kur’an ve
sünnetin getirdiği ilkelere uymada bizlere samimiyet nasip et. “Ey Rabbimiz!
Bizi ve bizden önce imanetmiş kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde iman
edenlere karşı bir kin tutturma. Rabbimiz sen çok şefkatli çok merhametlisin!”38
DİPNOTLAR
1
Bkz. A’râf s., 7/172.
2
Bkz.,İsrâ s., 17/70
3
Bakara s., 2/30.
4
Ahzâb s., 33/72.
5
Bakara s., 2/35.
6
Bkz.,Bakara s. 2/36-38.
7
Bkz.,Mâide s., 5/27. Kurbanının kabul edilmemesini hazmedemeyen Kabil, kardeşine haset ederek onu yok
etmenin yollarını aramış, sonunda onu öldürerek insanlık tarihinde kardeş katilliğinin öncüsü olmuştur.
Bkz.,Mâide s. 5/28.
8
Hâc suresi, 22/37.
9
Nesâî, Ahmed b. Şuayb, Sünenü’n-Nesâî, I-IX, 3. bsk. Beyrut, 1414/1994,Cihad, 24.
10
Beyyine s., 98/4-5.
11
Bakara s., 2/67.
12
Bkz., Bakara s., 68-71.
13
Bkz. Müslim, b. HaccâcKuşeyrî, Sahihu Müslim, I-V, thk. M. Fuadabdulbaki, Beyrut, 1375/1956, Fedâilü’l-cihâd, 152; Nesâî, Cihâd, 22.
14
Taberânî, Süleyman b. Ahmed, el-Mu’cemü’l-kebîr, I-XXV, Beyrut, 1984, VI, 185.
15
Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîhu’l-Buhârî,thk: Abdulazîz b. Abdullahb. Bâz, I-VIII, Beyrut, 1994,
Mezâlim, 46; Müslim, Zekât, 56.
16
Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91; Tirmizî, Muhammed b. İsa, Sünenü’t-Tirmizî, I-V, thk. Ahmed Muhammed Şakir, FuadAbdulbâkî, Abdulkadir İrfânHassûne, Beyrut, 1414/1994, Zühd, 53.
17
İbnMâce, Muhammed b. YezîdKazvînî, SünenüİbnMâce, I-II, thk, SıdkîCemîlAttâr, Beyrut, 1415/1995,
Zühd, 21.
18
Müslim,Birr, 34.
19
Bu hadiste kastedilen şeyin zahiri anlamda bir nasihat olması mümkün görünmemektedir. Çünkü hadisin
devamında bunun, Allah’a yönelik bir boyutu dile getirilmiştir. Haşa Allah’a nasihat etmekten söz edilmesi,
insanların yapması söz konusu olamayacak bir durumdur. O halde hadiste (nasîhat) ile kastedilen şey kelimenin diğer anlamı olan samimiyet, içtenlik olmalıdır. Nitekim Hadiste geçen en-Nasîha ifadesinin, aslının
halis olmaktan geldiği, bu bağlamda mumundan ayrılmış saf bal için kullanıldığına işaret olunmaktadır.
Übey’in (ra), Hz. Peygamber’e tevbe-i nasûh’u sorunca onun, bir daha (tevbe edilen) günaha dönülmeyen
samimi halis tevbe anlamına geldiğini söylemiştir. Bkz.,İbnü’l-Esîr, Mübarek b. Muhammed, en-Nihâye fî
garîbi’l-hadîs, I-V, thk., Mahmûd Muhammed et-tanâhî, Kum, 1342, V, 62-63.
20
Buhârî, İmân, 42; Müslim, Îmân, 95; Ebu Dâvud, Süleyman b. Eş’asSicistânî , SünenüEbîDâvud, I-IV, thk:
Sıdkî Muhammed Cemil, Beyrut, 1414/1994, Edeb, 59; Tirmizî, Birr, 17; Nesâî, Bey’at, 31; Dârimî, Sünenü’d-Dârimî, thk.,MahmudAhmedAbdulmecîd, Beyrut, 1421, Rikak, 41; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned,
53
I-VI, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, Amman, 2003, I, 351, II, 297.
Bkz.,Nevevî, Yahya b. Şeref, el-Minhâc fî şerhi SahîhiMüslimi’bni’l-Haccâc, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye,
Amman, 1421, 131.
22
Bkz.,Tevbe s., 9/90-96.
23
Bkz.,Hattâbî, Ahmed b. Muhammed, Meâlimü’s-Sünen, I-IV, thr. AbdusselamAbduşşâfî, Beyrut, 1411, IV,
117.
24
Bkz.,Nevevî, age., 56.
25
Bkz.,Nevevî, age., 56; Azîmâbâdî, Muhammed Eşref b. Emîr, Avnu’l-Ma’bûdalâ süneni EbîDâvud, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, thr., Râid b. Sabrî, Ammân, trs.,2127; Mübarekpûrî, Muhammed Abdurrahman b.
Abdurrahîm, Tuhfetü’l-ahvezîşerhucâmii’t-Tirmizî, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, thr., Râid b. Sabrî, Ammân,
trs., II, 1626.
26
Fatiha s., 1/5-7.
27
Bkz.,Tirmizî, Tefsîr, 2.
28
En’am s., 5/51.
29
Darimî, Mukaddime, 42.
30
Bkz.,Nevevî, age., 131; İbn Hacer el-Askalânî, Ahmed b. Ali, Fethu’l-bârîbi şerhi Sahîhi’l-Buhârî, I-III,
Beytü’l- Efkâri’d-Devliyye, Lübnan, 2004, I, 313; Azîmâbâdî, age., 2127; Mübarekpûrî, age., II, 1626.
31
Hucurât s., 49/1.
32
Münâfikûn s., 63/1.
33
Bkz.,Hattabî, age., IV, 117; Nevevî, age., 131; İbn Hacer el-Askalânî, age., I, 313.
34
Bkz., Bkz., Hattabî, age., IV, 117; Nevevî, age., 131; İbn Hacer el-Askalânî, age., I, 313; Mübarekpûrî,
age., II, 1626.
35
Buharî, İman,7; Müslim, İman, 72.
36
Buharî, İman, 5; Müslim, İman, 66.
37
Buharî, İlm, 44; Müslim, İman, 118.
38
Haşr s., 59/10.
21
54
Yrd. Doç. Dr. Ali ÇİFTCİ
N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
İNFAK VE SAMİMİYET
Önce infak teriminin lügat anlamı üzerinde durursak bu kavram sülâsi
olarak n-f-k maddesinden türemiştir. Paranın bitmesi tükenmesi, binek için
kullanılan hayvanlardan at, eşek, katır gibilerinin öldüğünü bildirmek içinde
kullanılır.1 Ticaret mallarının satışının revaçta olması, müşterisinin çok olması, pantolonun geniş olan kısmı, yer altındaki tünel, geçit anlamlarını da
içermektedir.2
İf’al vezninde ayni veya nakdi malları hayır olan bir yere harcamak,
mal, para veya başka bir şeyi sarf etmek, harcamak da infak kavramıyla
anlatılır.3
Terim anlamıyla infak ise; Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla kişinin kendi servetinden ihtiyaç sahiplerine her türlü yardımda bulunmasıdır.
Meşru ve faydalı harcamalar Allah yolunda yapılırsa bu da infakın kapsamı
içerisine girer.
Ayeti Kerimelere Göre İnfakta Samimiyet
Kur’an-ı Kerimde infak anlatılırken bazı ayetlerde “Onlar ki Allah yo-
55
lunda mallarını infak ederler”4şeklinde bazı ayetlerde de “Allah’ın rızasını
gözeterek onun hoşnutluğunu kazanmak”5 için verirler biçiminde geçmektedir.
Bütün amellerde olduğu gibi işlerin Allah katında makbul olabilmesi için
niyetlerin halis olması samimiyetin esas alınması gerekir. Gösteriş, muhatabı
minnet altında bırakma, başa kakma gibi fiiller, yapılacak infakın boşa gitmesine
sebeptir. Allah Teala “Ey İman Edenler! Sadakalarınızı başa kalkmak ve eziyet
etmekle boşa çıkarmayın. Malını insanlara gösteriş olsun diye infak eden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi olmayın.” 6
İnfak ederken başa kakma ve minnet altında bırakma gibi zemmedilen
eylemlerin olmaması gerektiğini de Kur’an şöyle anlatır. “Allah yolunda mallarını infak eden sonra harcadığını baş kakıncı yapmayan ve bir eziyete dönüştürmeyen kimselerin mükafatları Rableri katındadır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve kaygı duymayacaklardır.7Nitekim Ömer b. Hattab (ra)’dan rivayet
edildiğine göre bir bedevi yanına gelerek şöyle demiş: Ey hayır sahibi Ömer!
Sana karşılık olarak cennet verilsin. Kız çocuklarıma ve annelerine giyecek
ver. Zamana karşı sen bize kalkan ol! Yemin ederim ki bunu mutlaka yapacaksın. Hz Ömer: Dediğini yapmayacak olursam ne olur? diye sorunca, bedevi
bende çeker giderim. Peki çekip gidersen ne olur, dedi Ömer. Bunun üzerine
bedevi: benim halimden mutlaka sana sorulur. Bağışlar o gün yapılmış hayra
göre olacaktır. Sorguya çekilecek olanın duracağı yer onların arasıdır. Ya ateşe
veya Cehenneme gidecektir. Bunun üzerine Hz Ömer sakalı ıslanıncaya kadar
ağladı ve sonunda şöyle dedi. Oğlum al bu bedeviye şiir için değil o gün için
(kıyamet) şu gömleğimi ver. Allah’a yemin ederim ki bundan başkasına sahip
değilim.8 Elmalılı bu ayette geçen “menn” kavramına İnam ve nimet, ihsan
ettiği kimseye karşı ihsanını bir şey saymak ve bu yaptığı ikramdan dolayı gururlanmak anlamını verir. “Ezen” kavramını ise iyiliğe balgam atmak, in’amı
yüzüne vurmak başa kakmak anlamlarıyla tefsir eder. 9
Yine Kur’an, gönül alan hoş bir sözü, münasebetsizliğe karşı af ile muamele etmeyi, arkasından eza gelen ve inciten bir sadakadan daha hayırlı görmektedir.10 İman ve amelde takva düzeyine çıkmış bir mü’min birisine iyilik yapmak
için mutlaka ondan bir iyilik görmek, bir nimet elde etmek gerektiğini düşünmez. Mü’min her türlü nimetin yalnızca Allah’ın bir lütfu olduğuna inanır. Yapacağı bütün eylemlerinin eksenine Allah rızasını koyar ve ona göre davranır.
Ebu Bekir (r.a), Mekke’de Müslüman olan yaşlıları, kadınları, köleleri
azat ederdi. Babası Ebu Kuhafe: Ey Oğlum! Görüyorum ki hep güçsüz insanları azat ediyorsun madem ki bunu yaptın bari kuvvet olacak önünde duracak
bir takım güçlü insanlar azat etseydin ya demişti. Ebu Bekir (r.a) cevabı: Babacığım ben ancak Allah katındaki mükafatı istiyorum şeklinde olmuştu.11 Bunun
üzerine şu ayetler nazil oldu.
Allah’tan en çok korkan cehennem ateşinden uzaklaştırılacaktır ki o malını Allah katında temizlenmek ve nemalanmak üzere verir. Onda hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti yoktur. Yani hiç kimseye medyun/ borçlu ve
minnettar değildir ki, verirken ona karşılık versin. Ancak o yüce rabbinin rı-
56
zasını gözetmek için vermiştir. Elbette O bunun mükafatını görecek ve hoşnut
olacaktır.12 Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere infak, samimi niyetle, Allah’ın
rızasını gözeterek yine O’nun yolunda mal harcamaktır. İçtenlikle yapılan infakın Allah katındaki mükafatı, bire on değil bire yedi yüz nispetinde tahakkuk
etmektedir. Bunu Kur’an, bir buğday başağına benzetmektedir. Allah yolunda
mallarını infak edenlerin misali yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane
bulunan bir buğdaytanesine benzer. Allah dilediğine böyle kat kat verir. Allah
vasi’dir, Alim’dir.
İnfaktaki samimiyetin bir diğer göstergesi de verilecek olan malın düşük
mal/basit olmaması, ve helalinden olmasıdır. Efendimiz, fakir Müslümanların
ve özellikle de Ashab-ı Suffe’nin ihtiyaçlarını karşılamak için varlıklı insanların infak etmelerini istedi. Mescid-i Nebevinin direkleri arasına ipler gerildi,
hurması olan mü’minler hurma salkımlarını getirir bu iplere asarlardı. Bir takım kimseler olgunlaşmamış veya yemesi zor olan adi hurmaları da iyi hurmaların arasına katmışlardı ki bunun üzerine şu ayeti kerime nazil oldu.13
Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden
çıkardığımız şeylerden infak ediniz. Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız
adi şeyleri vermeye yeltenmeyin. Bilin ki Allah Ğanidir, Hamiddir.14
Kendimize verildiğinde hoşlanmadığımız, yüzümüzü çevirdiğimiz malları
başkalarına vererek bir de bunları tasadduk etmeden dolayı övünmeye kalkmamız ne derece İslam’ın ruhuna uymaktadır ? Kullanılmaktan dolayı eskimiş
olan eşyaları ihtiyaç sahiplerine veren ve bununla da övünmeye kalkan kişileri
zaman zaman toplumda müşahede etmekteyiz. Bu üzücü bir durumdur değil
mi? Müslümanlar, ayni malları tasadduk ederken Bakara suresinin 267. ayetini
ve bu ayetin nüzul sebebini dikkate almalıdırlar.
Hadis-i Şeriflere Göre İnfakta Samimiyet
“Bir kimse helal yoldan kazandığı bir tek hurmayı bile sadaka verse Allah
onu sağ eliyle alır ve sizden herhangi bir kimsenin tayını veya deve yavrusunu
büyütüp beslemesi gibi büyütür ta ki bir dağ gibi veya ondan daha büyük bir
miktara ulaşıncaya kadar.15 Üç kişi cennete girmeyecektir. Ana babasına karşı
gelen/itaat etmeyen, devamlı içki içen, verdiğini başa kakıp minnet eden.16 Bu
Hadisi Şerif, tasaddukta bulunan kimsenin verdiğini adeta unutması gerektiğini ve başkalarına ilan etmemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kıyamette arşı
âlanın gölgesinde gölgelenecek olan yedi grup kimseden birisi de sağ eliyle
verdiğini sol elinin bilmediği kimsedir.17
Hz. Peygamber (sav)’in Medine’de irad ettiği ilk hutbesinde şu sözler dikkatimizi çekmektedir. Yarım hurma ile bile olsa cehennem ateşinden sakının.18
Bu hadisi şerifte, yapılacak infakın kemmiyetine (sayısına) değil keyfiyetine
(kalitesine) dikkat çekilmektedir. Gönülden gelerek yapılan az miktardaki bir
infak, içerisine riya karışan çok miktardaki infaktan daha hayırlıdır. Ayrıca
iman ve namazdan sonra Kur’an’ın dikkat çektiği ve Hz. Peygamberin de üzerinde ısrarla durduğu infak eylemi, Mü’min’in mutlaka yerine getirmesi gere-
57
ken bir vazifedir ve mü’minden ayrılmayan bir sıfat olsa gerektir.
İnfaktaki samimiyetin bir göstergesi de kişinin en yakınlarına tasadduk
etmesidir. “Allah Rasulü, çoluk çocuğunun geçimine öncelik ver, infaka bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla.” Buyurmaktadır.19Akrabalarından
fakir kişiler olmasına rağmen onları ihmal edip, başkalarına infakta bulunanlar
bu davranışlarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Sadakanın en faziletlisi, az bir şeyi olanın, fakire gizlice verdiği, gücünün
son yettiğidir.20 Gizlice verilen sadaka Rabbin gazabını söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.21
Bu vesileyle infakı gizli yapan, gösterişten uzak kalmış; kendisine infak
edilen kişinin de şahsiyeti zedelenmemiş olur. Konya’mız da 150 yıl önce köşe
başlarında bulunan sadaka taşları bunun en güzel bir uygulaması idi. Bu taşlar
iki metre boyunda mermer bir sütundan oluşmakta, üstünde bir çukur bulunmaktaydı. Madeni paralar infak edenler tarafından bu taşın üzerine bırakılırdı. İhtiyacı olanlar ihtiyaçları kadarını alır fazlasına dokunmazlardı. Ne veren
kimse alanı, ne de alan kimse veren kişiyi bilirdi. Üsküdar’da da bu taşlar bulunmaktaydı.22
Hz Enes(ra)’den rivayet edildiğine göre Allah Rasulü şöyle buyurmuştur.
“Allah yeryüzünü yarattığı zaman, yeryüzü ileri geri gidip sallanmaya başladı.
Bunun üzerine ona dağları bir kazık gibi çakıverdi de yeryüzü istikrar buldu.
Melekler dağların şiddetine hayran kalarak sordular: Rabbimiz bu dağlardan
daha güçlü bir şey yarattın mı? Evet demiri yarattım. Peki demirden daha
kuvvetli bir şey yarattın mı? Evet ateşi yarattım. Peki ateşten daha güçlü bir
şey yarattın mı? Evet suyu. Peki sudan daha güçlü bir şeyi yarattın mı? Evet
rüzgarı. Peki rüzgardan daha güçlü bir şey yarattın mı? Evet Ademoğlunu ki
Ademoğlu sağ eliyle infak ettiğini sol elinden gizlerse bütün bunlardan güçlü
olur.23
İşte bu hadis-i Şerifte de infakın gizli yapılmasının daha faziletli olduğuna
ve bunun teşvik edildiğine bir delil vardır.
DİPNOTLAR
1 Ezheri, Tehzibullüga IX, 192, ZemahşeriEsasülbelağa s.648
2
Halil b. Ahmet Kitabulayn s.978 Tezhibullüga 192-193
3 İbniManzürLisanul Arap 358
4 Bkz 2 Bakara, 261-262
5
2 Bakara 265, 272 Leyl 20
6
2 Bakara 264
7
2 Bakara 262
8 Kurtubi El Cami’liAjkamül Kur’an III 292
9
Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili II, 900-901
10 2 Bakara 263
11 Elmalılı Hak Dini Kur’an Dili, VIII, 5881-5882
12 92 Leyl suresi 17-21, Elmalılı Hak Dini Kur’an Dili 5880-5882
13 Kurtubi El Cami’ liAhkamil Kur’an, trc M. Beşir Eryarsoy III 552
14 2 Bakara 267
15 Müslim, Zekat 63-64 Nesai Zekat 48
16 BkzNesaiZekat 69
17 Müslim Zekat 91
18 Zekat 10 Müslim 20 hadis no:1016
19 Buhari Zekat 18 Müslim Zekat 95
20 NesaiZekat 40 Ebu Davud vitr 12
21 TirmiziZekat 28
22 A Süheyl Ünver Sadaka Taşları, Hayat Tarih Dergisi 1967 cilt: 3 sayı: 11 sf: 12
23 TirmiziTefsirul Kur’an 95 hadis no: 3369
58
Yrd. Doç. Dr. Muhammet Vehbi DERELİ
N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
SAMİMİYET, DİNİ ALLAH’A HAS KILMAKTIR
Samimiyet, Arapça bir kelimedir ve iç, yürek, öz, bir şeyin içi, özü, içten,
yürekten gibi anlamları da barındırır.1Bir şeyi irade ve sevgiyle kabul etmek,
içtenlikle davranmaktır. Mü’min, dini Allah’a has kılarak saflaştırmakla
emredilmiştir. Dolayısıyla o, özüyle sözüyle samimi bir insandır, öyle
olmalıdır.
Samimiyet, gönülden istemek, bir eylemi en temiz duygularla yerine
getirmektir. Mü’minin arzusu da sadece Rabbinin rızasına ulaşmaktır.
Samimiyet, iyi niyettir. İnsanın iç âlemi ile dış görünümünün birbiriyle
uyumudur. Peygamberimizin (a.s.) ifadesiyle “Eylemler ancak niyetlere göre
değer bulur. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır.”2
Dinimiz İslam, baştan sona bir samimiyet dinidir. Çünkü, inançtan
ibadetlere ve insani ilişkilere kadar her alanda dürüst olmak en büyük erdemdir.
İnsana dinini de kazandırır, dünyasını da. Zaten bu ikisini birbirinden ayırmak
mümkün değildir.
Samimiyet, inancın hakkını vermek, gereğini yerine getirmektir.
59
Samimiyet, kişinin kendisiyle barışık olmasıdır. Aklından geçenlerle
yaptıklarının örtüşmesidir.
Samimiyet, her başarının anahtarıdır. Allah katında değer bulmak da,
insanların hoşnutluğunu kazanmak da ona bağlıdır.
Samimiyet, dürüstlüktür. Kendisine ve diğer insanlara karşı dürüst davranan
kişi, vicdanen rahat olur. İçini bir şeylerin tırmalamasına, rahatsız etmesine izin
vermez.
Samimi olmak denilince akla gelen bir diğer temel kavram da,“ihlâs”tır.
Çünkü samimi olmak, ihlas sahibi olmayı ifade eder. İhlâs, “halâs” kelimesi ile
aynı köktendir. Halâs, bir şeyden kurtulmak, ihlâs da bir şeyi arındırmak, saf
haline döndürmek demektir. İhlâs, Allah ile olan iletişiminde bireyin sır tutucu
olması, görev ve sorumluluklarını bir başka amaçla değil, yalnızca O emrettiği
için yerine getirmesi, O’nun memnuniyetini hedeflemesidir.
İhlâsın zıddı karıştırmak, kirletmek, saflığı bozmaktır.Samimiyetten yoksun
olan kişi ya da eylemler, karma karışıktır, eksiktir, kirlidir. Mü’min ise her
yönüyle temizdir, karmaşıklıktan uzaktır, net tavırlara sahiptir.
Bilindiği üzere bir de işin hulâsa’sı vardır. Yani, onun posası atıldıktan
sonra geriye kalan özüdür. Hâlis kelimesi ise bir şeyin saflığını, sadece bir şeye
aidiyetini, haslığını, içinde yabancı bir şey barındırmayışını ifade eder.3 Sadece
Allah’ı memnun etmek için ibadet yapan, davranışlarında samimi olan kişiyi
ifade eder. Buna göre ‫خ‬-‫ل‬-‫ ص‬maddesinin bütünüyle arınma ve içtenlik anlamları
üzerinde yoğunlaştığını ifade edebiliriz.4
Samimiyet, öncelikle dini bütünüyle ve yalnızca Allah’a hasretmektir.
Din adına yapılan her şeyin odağında sadece Allah’ın yer almasıdır. Kur’an’ın
ifadesiyle “Dikkat edin, halis din Allah’ındır.”5Özden kulluk, yalnız Allah’a
olur. Bütün peygamberlerin tebliğinin temeli de budur. Kur’an bu gerçeği şöyle
ortaya koyar:
“(Ey Rasûlüm!) De ki; bana dini yalnız Allah’a özgü tutarak O’na ibadet
etmem emredildi.”6
Dini Allah’a has kılmak, öz olarak dini Allah’ın dini olarak kabul etmektir;
dini Allah’ın indirdiği gibi kabul etmektir. Dinde değişiklik yapmamaktır. İlah
ve Rab olarak Allah’ı tanımak, ibadeti yalnızca Allah’a yapmak, Allah’tan
başkasından yardım talep etmemek, din gününün sahibinin yalnızca Allah
(c.c.) olduğuna inanmaktır. Dini kendimize değil, kendimizi dine uydurmaktır.
Hayatımızı, Allah’ın ortaya koyduğu şekliyle gerçek dine göre düzenlemektir.
İhlâs, iyi olan her söz ve davranışı Allah’a adamak, Allah’a özgü kılmaksa,
bu, önce îmanla başlar. Çünkü din, îmanla başlar. Îman karışıklık istemez. İhlâs
da riyayı, gösterişi kabul etmez. O halde îman, halkın övgü ve beğenisini, yerme
ve kınamasını düşünmeksizin, sırf Allah’ı razı etmek için, Allah’a teslim olmaktır.
Sadece O’nu tek ilah olarak görmek ve buna göre hayatını sürdürmektir. Bunun
için de ikiyüzlülükten ve her türlü gösterişten arınmış olmaktır.
60
Allah’ın eşi, benzeri olmayan yegâne, tek oluşunu anlatan Kur’an’ın 112.
sûresinin adı da bu yüzden “İhlâs”tır.Sûrenin ana fikri, tevhidi O’na has kılmak,
yalnızca O’nun ilah oluşuna iman etmektir.
İnançta samimiyetsizliğin özel adı ise “nifak”tır, münafıkça yaşamaktır.
Kur’an bundan kurtuluşun, tövbe, halin ıslahı, Allah’ın kitabına sarılma ve dini
Allah’a has kılmakla mümkün olabileceğini şöyle ifade eder:
“Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.
Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın. Ancak tövbe edenler, durumlarını
düzeltenler, Allah’ın kitabına sarılanlar ve dinlerini Allah’a has kılanlar
müstesnadır. Bunlar mü’minlerle beraberdirler. Allah, mü’minlere büyük bir
mükâfat verecektir.”7
İhlâs, kulun bütün hareket ve davranışlarının Allah Teâlâ için olması ise,
bu, kullukta samimiyeti gerektirir. Günde en az kırk defa Rabbimizin huzurunda
verdiğimiz “Ancak sana ibâdet ederiz, ancak senden yardım dileriz!”8sözümüzün
arkasında durmamızı ister. Kur’an, hemen açılış bölümündeki bu âyetiyle ihlâsa
ve görevlerin Allah rızasını kazanmak amacıyla yapılmasına dikkat çekmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in bütününde de inanç ve iyi davranışların yalnızca Allah’ı
memnun etmek için yapılmasının gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Örneğin,
Zümer sûresinin 2. âyetinde Kur’an bize şöyle seslenir:
“(Ey Muhammed!) Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise
sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et!”
Öyleyse ibadet ve dualarımız, birilerine hoş görünmek için olmamalı.
Bunları insanlara duyuracak her türlü hal ve harekettende kaçınmalıyız.
İhlâs, iç ve dış yönümüzün ahenkli oluşu ise bu, iman ve kulluğun yanı
sıra eylemlerimizin, iyi davranış ve sözlerimizin de dürüstçe ve dosdoğru
olmasını gerektirir. Davranışlarımızda ve beşeri ilişkilerimizde samimiyet
esastır. Bir eylem sırf Allah için yapılırsa “ihlâs” olur. Başka niyetlerle yapılırsa
gösteriş olur, ikiyüzlülük olur. Allah’ın rızasını, memnuniyetini elde etmenin
dışında yapılan ibadetlerin Allah katında bir değeri yoktur. Davranışı ile dünya
nimetlerini, makam ya da mevki sahibi olmayı isteyene Allah istediğini verir,
ancak onun âhirette alacağı bir pay kalmaz. Âhiret için çalışan ve istekte bulunan
kişiye ise,O, ödülünü mutlaka verecektir.9
İhlâs, kalbe ait bir eylem olduğundan, onu ancak kişinin kendisi ile Allah
bilebilir. Allah kişiye, niyetine, kalbinin eğilimine göre değer verir. İhlâsın irade,
kasıt ve niyetle doğrudan ilgisi vardır. Bir davranış, ihlâssız ve niyetsiz olduğunda
ibadete dönüşmediği gibi; ihlâssız ve niyetsiz ibadet de geçerli değildir. Adının
anlamı gibi halden hale çevrilen kalbin, davranışlarımızın merkezinde yer
aldığını, bu yüzden onu saf ve doğru niyetlerle donatmamız gerektiğini Kutlu
Peygamber (s.a.v.) şöyle dile getirir:
“Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o iyi olursa bütün
bedeniyi olur; eğer o bozulursa bütün beden bozulur. Dikkat edin o, kalptir.”10
61
İhlâs, kişiyi inandığı gibi yaşamaya zorlar. Aksi takdirde insan, yaşadığı
gibi inanmaya başlar. Bu da onun hayattan lezzet alamamasına yol açar. İçinde
samimiyet olmayan kimse huzurlu olamaz. Hangi konuda olursa olsun, işinde,
ailesinde ya da beşeri ilişkilerinde samimi olmayan kimse başarıya ulaşamaz.
Samimiyet, sabırla anlaşılır. İçinde samimi, işinde sabırlı olan insan, hedefine
ulaşır. Samimi olmayan insan, sabırsızdır, sürekli arayış içindedir, değişken
ve kendisiyle çelişen tavırlar sergiler. Böylelikle onun Allah’a olan güveninin
yetersiz olduğu dahi ifade edilebilir.
Tövbede esas olan da samimiyettir. Tahrim sûresinin 8. âyetinde samimi
bir tövbe ile yani içtenlikle Allah’a yönelme emredilmiştir. Tövbe-i nasûh’u
günahlardan dolayı pişmanlık duymak, bir daha aynı günaha düşmemeye söz
vermek ve bu sözünün arkasında durmak şeklinde özetleyebiliriz.
Din, samimiyettir.
Rasûlullah (s.a.v.) “Din, bütünüyle samimiyetten ibarettir.” buyurmuş;
kendisine, “Kime karşı samimiyet ve sadakat gösterilecek?” diye sorulunca:
“Allah’a, Kitabına, Rasûlüne, Müslümanların önderlerine ve bütün Müslümanlara
karşı,”cevabını vermiştir.11
Bir mü’min için en büyük hedef, Yüce Rabbinin sevgisi ve rızasıdır. Bir
insan için bundan öte bir saadet yoktur. Çünkü Yüce Allah’ın hoşnutluğunu
kazanan bir insan, dünyanın ve âhiretin şerefini elde etmiş, bitmeyen bir sevgi ve
mutluluğu kazanmış olur. Bu hedefini gerçekleştirmesinde ihlâs, onun en büyük
yardımcısıdır. Çünkü o, gönlü tek bir hedefe kilitlemeyi ve her işte sadece Yüce
Allah’ın rızasını arzulamayı aşılar.
Son söz olarak, şunu söyleyelim: İslâm, her mü’minden herkese karşı
samimiyet ister. Mü’minin, sevdiğini samimi olarak sevmesi gibi, kızdığına
veya kızması gereken kimseye de samimi olarak kızması, söz ve davranışlarında
korkaklık, yağcılık ve ikiyüzlülükten kurtulması gerekir.
Bu kutlu doğum vesilesiyle kendimizi bu anlamda sorgulamak ve buna göre
kendimizi geliştirmeye çalışmak, bizim için en büyük kazanç olacaktır herhalde.
Rabbimizden, samimiyetimizi, içtenlikle O’na tabi olma konusundaki azim
ve kararlılığımızı artırması niyazlarımızla…
DİPNOTLAR
Bkz. Ferâhidî, Halîl b. Ahmed,Kitâbu’l-Ayn(Thk. Mehdî el-Mahzûmî-İbrahim es-Samerrâî), Müessesetu’lÂlemi li’l-Matbûât, Beyrut, 1408/1988, VII, 92-93.
2
Buhârî, Bed’u’l-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155; Ebu Dâvûd, Talâk, 11.
3
Bkz. Yusuf, 12/80.
4
Bütün bu anlamlar için bkz. Halîl b. Ahmed,Kitâbu’l-Ayn,IV, 186-187.
5
Zümer, 39/ 3.
6
Zümer, 39/ 11.
7
Nisa, 4/145-146.
8
Fatiha, 1/5.
9
İsrâ, 17/18–20; Hûd, 11/15–16.
10
Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; Ahmed, el-Musned, IV, 280.
11
Müslim, İman, 95.
1
62
Yrd. Doç. Dr. Ömer ÖZPINAR
N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
DİN SAMİMİ OLMAKTIR
Giriş
Allah’a inanan bir kimsenin en önemli vasıflarından birisi olan
“samiyyet”, Kur’ân ve hadîslerde “ihlâs” ve “nush” kelimeleriyle ifade
edilmektedir. İhlâs sözlükte, sâfî/arındırılmış kelimesiyle eş manalı olarak
görülmüşse de, aralarında şöyle bir fark bulunmaktadır. Hâlis, içindeki
benzer unsurları izale edilmiş; sâfî ise, bidayetten karışımı olmayan şey
manasınadır. Müslüman kimsenin ihlâslı olmasına gelince, bu kimsenin
imanını teşbih vb. imana zarar veren akidelerden ve düşüncelerden uzak
tutması, Allah’tan başka her şeyden teberri etmesi demektir.1
Samimiyeti açıklayan ikinci kelime ise, “nush” veya “nasîha(t)”dir.
Aynı kökten glen bu kelimeler sözlükte, yapanı için her yönüyle iyilik olan
fiil ya da sözler için kullanılmaktadır. Samimiyeti ve safiyeti ifade eden
bir kelime olarak “nush” veya “nasîha”nın manası, saf, hâlis ve katıksız
bala nâsıh (nâsıhu’l-asel) denilmesinden daha iyi anlaşılmaktadır. Bu
kelime ihlâslı ve sağlam olmayı da ifade etmektedir.2 Kur’ân-ı Kerîm’de
içten, gönülden ve samimiyetle yapılan tevbeye, “nasûh tevbesi (tevbeten
63
nasûha)”3 denilmektedir. Bunun bir daha günaha dönülmeyecek şekilde tevbe
etmeyi ifade ettiği belirtilmiştir.4
Ayrıca “nush” ve “nasihat” kelimeleri, insanları iyiye ve güzele sevk
etmek için yapılan güzel konuşma, vaaz etme, öğüt verme, tavsiye etme, irşad
etme, ibret verici ders gibi ifadeleri kapsayacak şekilde de kullanılmaktadır.
Nitekim bu anlamıyla ele alındığında nasîha (samimiyet), ‘nasihat edilen
kimsenin hayrını istemek’ anlamına gelmektedir. Türkçemizde de bu
anlamıyla kullanılmakta ve bilinmekte olan “nasihat”in,5 sadece ‘öğüt vermek’
manasına indirgenmiş olması, büyük bir anlam daralmasına ve kaybına sebep
olmuştur. Oysa yukarıda geçtiği üzere “nasihat”, Arapçada tek bir kelime ile
ifade edilemeyecek zenginlikte bir anlam dünyasına sahiptir ve eş anlamlısı
bulunmayan nadir kelimelerden kabul edilmektedir.6
Gerek “nasîha” ve gerekse “ihlâs” kelimelerinin Türkçedeki karşılığını,
‘içten olma durumu, içten davranış ve samimilik’ olarak ifade etmek
gerekmektedir. Buna göre samimi dindarlık ve imân denilince ne anlamamız
gerektiğinin cevabını, Ebû Sümâme’den nakledilen şu rivâyet ortaya
koymaktadır: “Havariler, Hz. İsa (a.s.)’ya: ‘Ey İsa! Allah’a ihlâsla kulluk
etmek nasıl olur?’ diye sordular. İsa Peygamber buyurdu ki:’İnsanlardan hiç
kimsenin takdir etmesini beklemeden iş yapmaktır. İnsanların haklarından
önce Allah’ın hakkını gözeterek Allah’a samimiyetle teslim olmuş kişi, Allah’ın
hakkını insanların hakkına tercih eder. Kendisine biri dünyalık, diğeri âhirete
yönelik iki iş verildiğinde dünya işinden önce ahiret işine öncelik verir.’”7
Din samimettir; Mümin içtenlikli kuldur.
İmân, iç aydınlanmanın temel unsurudur. İmanın temel unsuru ise samimi
olmaktır. Bu sebeple makbul imânda, dil ile ikrarla yetinilmeyip bundan daha
önemlisi olan kalp ile tasdikin şart koşulması, samimiyete ve içtenliğe yapılan
vurgudandır. Bir başka ifade ile, içtenlikten uzak bir imân, kişiyi mü’min
yapmamaktadır. Yüce Allah’ın: “Bedevîler “inandık” dediler. De ki: Siz iman
etmediniz ama “İslâm olduk.” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi”8
ayetinde işaret ettiği inanma biçimi, işte samimiyetle inanma ile dil ile inanma
arasındaki bu farkı ortaya koymaktadır.
Binaenaleyh imanın kişiye kazandırdığı ilk ve en önemli değer, belki
de samimiyettir. Samimiyet ve ihlâs, kişinin imanını makbul ve fonksiyonel
hale getiren bir kulluk şuurudur. Zira imanın ortaya çıkardığı bu değer, hayatı
anlamlandıran, ona bir gaye gösteren ve bu gaye uğrunda yaşama biçimini
yoğuran, şekillendiren en temel kulluk vazifesidir.9 Hatta bu değer olmadığı
zaman, imanın kişiye kazandıracağı kulluk bilinci ve bunun devamındaki
ibadetler ve ameller, bir işlerlik kazanamayacaktır. Bu bakımdan samimiyetin
kendisi bile bir kulluk çeşidi ve bilincidir. Samimiyet, Allah rızasını kazanmaya
vesile olan başlı başına bir salih ameldir. Nitekim bir kutsi hadîsinde Hz.
Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Allah buyuruyor ki; ‘kulumun kendisiyle
bana ibadet ettiği en sevimli şey, bana karşı ihlaslı ve samimi olmasıdır.”10
64
İslâm inancının vaat etmiş olduğu imanın, sahibine dünya ve ahirette
kazandıracağı erdem ve nimetler, samimiyetsiz bir imanla hasıl olmayacaktır.11
Bu sebeple Kur’ân’ın bildirdiğine göre bütün peygamberler, insanları içten bir
şekilde Allah’a imân etmeye çağırmışlardır. Aksi takdirde onlara dindarlığın
ve imanın gayesinin gerçekleşmeyeceğini ihtar etmişlerdir.12 Nitekim bir
hadîslerinde Allah Rasûlü (s), kıyamette hesabı öncelikle görülecek insanlardan
haber verirken, bu kimselerin dünyada Allah yolunda şehid olan, ilim öğrenenöğreten ve zengin olan kimseler olacağını belirtmektedir. Bu kimseler Allah
Tealâ’ya verdiği nimetlere karşı canlarını, ilimlerini ve mallarını O’nun
yolunda harcadıklarını söyleyerek mukabele edeceklerdir. Ancak Allah Tealâ
bu kimselerin söyledikleri amellerinde samimi olmadıklarını; şehid olanın
kahraman desinler diye savaştığını, alim olanın şöhret için ilimle meşgul
olduğunu, zengin olanın da ne kadar cömert adam denilmesi için infak ettiğini
onlara bildirecektir. Hz. Peygamber (s), bu kimselerin sonlarının “cehenneme
atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenmek” şeklinde olacağını haber vererek,
samimiyetten uzak amellerin işe yaramayacağını bildirmiş olmaktadır.13
Samimiyetsiz ve ihlassız olarak ne kadar amel yapılırsa yapılsın, bunların
bir kıymeti olmayacağı anlaşılmaktadır. Gizliyi ve açığı en iyi bilen ve kendisine
hiçbir şeyin gizli kalmayacağı tek varlık olan Yüce Allah, kişinin niyetini de
samimiyetini de en iyi tespit edip amelleri buna göre değerlendirecektir.
Yine Allah Tealâ ancak samimi bir imanın iş göreceğini Yüce Kitâb’ında
bir çok yerde beyan etmektedir. Bunlardan bazılarında şöyle ifade buyurmuştur:
“Halbuki onlar, dini sadece Allah’a tahsis ederek, Allah’ı birleyerek, ancak
Allah’a ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır.
İşte dosdoğru din budur.”14
َّ ‫( فَا ْدعُوا‬Haydi, kâfirlerin hoşuna gitmese
“ َ‫صينَ لَهُ ال ِّدينَ َولَوْ َك ِرهَ ْال َكافِرُون‬
ِ ِ‫للاَ ُم ْخل‬
de Allah’a, Allah için dindar ve ihlâslı olarak dua edin!)”15
Bir başka âyet-i kerimede Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
َّ ‫( إِ َّل ِعبَا َد‬Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnadır (onlar azap
“ َ‫صين‬
ِ َ‫للاِ ْال ُم ْخل‬
görmeyeceklerdir)”16
Amel ve İbadetlerde Samimiyet
İmân ve dindarlık konusunda o kadar değerli ve paha biçilmez bir kavram
olan samimiyet ve ihlâs, ibadette içtenliği, gösterişsizliği ve Allah adına
yapmayı anlatan çok kapsayıcı bir kavramdır. Bu sebeple din, samimiyet
üzerine kurulmuştur. Yüce Allah’ın: “(Ey Muhammed) de ki: “İçten bir inançla
Allah’a bağlanarak yalnız O’na kulluk etmekle emrolundum”17 buyruğunda
vurguladığı üzere müminlerden beklediği husus, işte bu ihlâs ve samimiyettir.
İhlâs ve içtenlikle yapılan ameller ancak Hak nazarında bir değer ifade
etmektedir. Nitekim “Ancak Allah’a kalb-i selîm (içten ve temiz bir kalp) ile
gelenler (o günde fayda bulur)”18 ayetiyle ifade edilen ve kıyamette iş görecek
olan amellerin, ancak ihlâs ile yapılan ameller olduğu anlaşılmaktadır.
65
İslam, inananlarında bütün insani değerlerin yeşermesini ve hayata
geçmesini isteyen bir dindir. Bu sebeple sözü ve özü bir olan insanlar yetiştirmek
üzere prensipler getirmiştir. İslam’a dayalı hayatlar, samimiyet üzerine inşa
edilmek durumundadır. İşte bunu sağlayacak ve insani değerleri anlamlı kılacak
husus olarak, ihlâslı olmayı, samimiyet içinde bulunmayı salık verir.
Anlatılanları veciz bir şekilde Hz. Peygamber (s)’in şu hadîs-i şeriflerinde
ifade ettiğini görmekteyiz. Peygamber Efendimiz, bir gün sahabilerine dinin ne
olduğunu ve nasıl iyi mü’min olunacağına dair öğüt verirken, bazı rivayetlerinde
üç defa vurgulayarak: “Din, samimiyettir” buyurmuştur. Bu vurgudan meselenin
önemini kavrayan sahâbe: “Kime karşı samimi olmaktır” diye sorunca, cevaben
Allah Rasûlü (s): “Allah’a, Kitabına, Rasulüne, Müslümanların yöneticilerine
ve bütün müslümanlara karşı samimi olmaktır” buyurmuştur.19
Neredeyse bütün temel hadîs kaynaklarında sahâbîler İbn Abbas, Ebû
Hüreyre ve Temîm ed-Dârî’den gelen farklı rivayetlerle geçen bu hadis, dinin
nebevî tarifini ortaya koymasının yanında, makbul bir dindarlığın şeklini
de çizmiş olmaktadır. Buradaki “samimiyet (nasîha)”in, ihlâslı olmak, içten
ve gönülden bağlılık manasına geldiğinde kuşku yoktur. Kişinin kendisiyle,
ailesiyle, toplumla, çevresiyle ve Yaratanı ile girdiği ilişki ve iletişimde,
içtenlikten yoksun hiçbir amel ve davranışın, dinen bir değer taşımadığını
ortaya koymaktadır.
Öte yandan söz konusu hadîs, Müslümanlığın, her alanda samimiyetli
davranışın marka adı olduğunu bize öğretmektedir. Binaenaleyh din
samimiyetten ibaretse, Müslüman da hayatının her alanında art niyetsiz
olduğunu, göründüğü gibi, örtüsüz ve saklamasız olduğunun şuurunda hareket
etmek durumundadır. Bu mana dünyasına, bir başka dini terim olan sıdk
(doğruluk, dürüstlük) kelimesinin de dahil edilmesi gerekecektir.
Yukarıdaki nebevî öğretide ifade buyrulan Allah’a karşı samimi olmanın
anlamı, ona içten ve sadakatle imân etmek, sahih itikat sahibi olmak, kulluğu
ihlâs ve sağlam niyet üzere devam ettirmektir.
Allah’ın Kitâb’ına karşı samimiyet, Kur’ân’ı hayat kitabı kabul etmek, onu
öğrenmek, öğretmek, yaşamak, yaşatmak ve ahkamıyla amel etmektir.
Peygamber’e karşı samimiyet, onun (s) nübüvvetini tasdik etmek, Allah’tan
getirdiklerine tabi olmak, sünneti üzere yaşamak ve onu sevmektir.
Müslümanların imamlarına samimiyet göstermekten maksadın ise,
Müslümanların işlerini gören içlerinden çıkan idarecilere karşı gösterilmesi
gereken içtenliktir. Dinin ve insanlığın yararına olan işlerinde onlara yardımcı
olmak, yanıldıkları zaman uyarmak, sahici olmayan övgülerden uzak durmak
ve ıslahları için dua etmek, idarecilere karşı samimiyetin göstergelerinden
bazılarıdır.
Müslümanlara gösterilecek samimiyete gelince, onları irşada çalışmak,
66
hayırlı işlere yönlendirmek, kötülüklerden alıkoymak, aldatmamak, şefkat ve
merhametle muamele etmek, küçüklerine sevgiyle ve büyüklerine saygıyla
davranmak gibi tutumlardır.
Hadîsten anlaşıldığına göre samimiyet, bir şekilde sadece sözlerle değil
davranışlardaki içtenlikle ve hissedilebilen tavırlarla ortaya konulan bir kulluk
bilincini işaret etmektedir. Böyle bir samimiyet her şeyden önce kişinin
kendisiyle, yakın çevresiyle, toplumuyla, çevreyle ve Allah ile barışık olmasını
gerektirmektedir. Modern dünyanın günümüzdeki en büyük problemi de zaten
burada yatmaktadır. Samimiyetten uzak birey ve bu bireylerin oluşturdukları
toplumlar, maalesef mutlu olamadıkları gibi yeryüzünü de fesada götürmektedir.
Zira “samimiyet”ten uzak bireyler, aslında dinden ve dolayısıyla iç huzurundan
da uzaklar maalesef…
Zikrettiğimiz “Din, samimiyettir (ed-Dînü en-nasîha)” hadisi, alimler
tarafından anlam ve muhtevasından dolayı dinin dörtte birini ortaya koyan
bir rivâyet olarak değerlendirilmiştir. İslâm’ın genel esaslarını (mebâdiü’lİslâm) ifade ettiği söylenen dört hadisten bir tanesi,20 söz konusu samimiyet
hadîsidir.21 Dolayısıyla samimiyetin din olarak adlandırılması, dini amellerin
onsuz makbul olamayacağını beyan ettiği gibi, aynı zamanda müslümanın
samimiyetsiz bir kimse olamayacağını da açıklamış olmaktadır.
Bütün ibadetlere kulluk şuurunu katan “samimiyet”, bütün amellerin
Allah katında değer bulması için de gerekli ameldir. Hem kitabının ilk hadisi
hem de imân bölümünün sondan ikinci hadisi olarak “Ameller niyetlere göre
değerlendirilir”22 hadisine yer veren büyük hadîs alimi Buhârî (v.256/869)’nin,
bu hadîsten sonra “Din samimiyettir”23 hadisini bâb başlığı yaparak imân
bölümünü bitirmesi ne kadar anlamlıdır. Burada Buhârî’nin verdiği mesaj çok
açıktır; amellere değer katan imandır, sonra sağlam bir niyettir ve bütün bunları
sarmalayacak olan samimiyettir. Şayet bu şartlar bir amelde bulunmuyorsa,
demek ki o amel Allah indinde makbul bir amel değildir.
Hz. Peygamber efendimiz bir hadislerinde şefaatinin ancak samimi olanlar
için gerçekleşeceğini şöyle ifade buyurmuştur: “Benim şefaatim, samimiyetle
kalbi dilini, dili de kalbini tasdik ederek Allah’tan başka ilah olmadığına
şehadet eden için geçerlidir.”24
İfade etmek gerekirse samimiyet, insanı kendine güvenli, huzurlu, rahat ve
güçlü yapan imânî bir değerdir. “Din, samimiyettir” denilen nebevî öğretide
ifade edildiği üzere, gerçek samimiyet ilahi kaynağı olan ve ahiret hesabıyla
ortaya konulan samimiyettir. Bu bakımdan samimiyet öğrenilebilen bir
yetkinlik ve değer olarak karşımızda durmaktadır. Bunun için İslâm tarihinin
önemli şahsiyetlerinin sözü olarak aktarılan şu tespit ne kadar yerindedir:
“Alimler dışında insanlar helak olmuşlardır; amil olanları dışında alimler de
helak olmuşlardır; samimi (ihlaslı) olanların dışında amiller de helak olmuştur.
İhlaslı olanlar da büyük bir tehlike üzeredirler.”25
67
Samimiyetin Müslüman hayatındaki tezahürleri
Samimiyet, kalbi bir fiildir. Adı üstünde “içten olmak”tır; içte olanı da
ancak Allah ve sahibi bilebilir. Dışarıdan birisinin içte olan bir fiilden haberi
olması ya da müdahale etmesi mümkün değildir. İçten gelme olgusunu her
zaman doğru bir şekilde sezebilme imkanı bulunmamaktadır. Samimiyet ölçer
bir araç ya da alet bulunmamaktır. Dolayısıyla samimiyeti kıymetli yapan da
belki onun tabiatında bulunan bu gizemliliktir. Kişi ile Allah’ı arasında olan bir
değer olması, onu hem bilinmez hem de kıymetli kılmaktadır.
Bu sebeple Hz. Peygamber (s), samimiyetin kişiler tarafından sorgulanmasını
ve bunun üzerine hüküm bina edilmesini tasvip etmemiştir. Örneğin kendisine
münafık olduğunu iddia ettiği birisini öldürmek için izin isteyen sahabiye o
adamın şahadet getirip getirmediğini sormuştu. Sahâbî: “Evet ediyor, fakat
o bunu samimiyetle söylemiyor” diye cevap verince Rasûlullâh (s) tekrar:
“Namaz kılıyor mu?” diye sordu. Sahâbî: “Evet, fakat samimi değil...” cevabını
vermişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Böyle kimselerin öldürülmesini Allah
Tealâ yasakladı” buyurmuştur.26 Çünkü insanlar, zahire göre hüküm vermek,
bilemedikleri hususları Allah’a havale etmekle memurdur. Aksi takdirde ortaya
büyük bir kaosun çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Bununla birlikte samimiyet konusunda insanların söz ve fiillerinin dışa
vurumundan bazı ip uçları yakalanabilmektedir. Örneğin yukarıda bahsi geçtiği
üzere inanan kişi, amellerine dünya menfaatlerinden birisini ortak etmişse
veya karıştırmışsa, o kişi samimi bir dindarlık içinde değildir demektir. Bu
bağlamda halkın beğenisini kazanmak, ün kazanmak, kahramanlık elde etmek
gibi manevi, ya da ganimet elde etmek, para kazanmak, makam sahibi olmak
gibi maddi menfaat temin etmek şeklindeki bir takım hususlar zikredilebilir.
Müslüman kardeşine karşı beşeri ilişkilerinde takınılan tavır da, kişinin
samimiyetinin bir göstergesi olabilmektedir. Zaten samimiyet (nasihat)
kelimesinin gerek dini literatürde ve gerekse günlük kullanımında zıt anlamına
baktığımızda, bunun aldatmak, kandırmak, ve iki yüzlü davranmak olduğunu
görmekteyiz. Kaynaklarımızda da “nush” veya “nasîhat” kelimesinin zıt
anlamlısı olarak “ğışş” yani ‘aldatmak’ veya ‘adâvet’ yani ‘düşmanlık’ kelimesi
kullanılmaktadır.27 Dolayısıyla Müslümanları herhangi bir biçimde aldatan,
ona karşı hile ve düzenbazlık içinde olan kimse, dini samimiyetini kaybetmiş
demektir.
Sosyal ve beşeri ilişkilerdeki samimiyete İslâm o kadar büyük önem
vermektedir ki, Hz. Peygamber ilk defa Müslüman olacak kimselerden Allah’a
imân ve ibadetten sonra Müslümanlara karşı samimi davranmak üzere de biat
almıştır.28 Bu bağlamda Müslümanlara idareci olup da onlara karşı samimi
davranmayanların cennetin kokusunu bile duyamayacakları ihtarında bulunan
hadîs-i şerifler29 ile, Müslümanların birbirinin gıyabında bile samimiyetten
ayrılmamaları gerektiğini salık veren hadîs-i şeriflere de işaret etmek
gerekmektedir.30
68
Nitekim alimler, alışverişte insanları aldatmanın caiz olmadığını, çünkü
“dinin samimiyet” demek olduğunu söyleyerek meseleyi bir de bu yönüyle
açıklamışlardır. Buna göre, aldatan kişinin dindarlığının sorgulanır hale
geleceğini ifade etmişlerdir.31 Hz. Peygamber (s) de bir hadislerinde samimi
olanların hainliği asla aklından bile geçirmeyeceğini ifade buyurmaktadır.32
Demek ki bu hususlarda dikkatli olunmalı, geçici ve az bir dünyalık uğruna
dinimizi heba etmemeliyiz.
Müslümanlara karşı samimiyet, bir davranış biçiminde olduğu kadar, bir
söz, bir yazı, bir tutum, bir eylem ve bir olgu şeklinde de tezahür edebilmektedir.
Müslümanların dertleriyle dertlenen, acılarına katlanan ve faydalı işlerine
koşan bir kimse, böyle bir samimiyetin içinde olarak değerlendirilecektir.
Bu bakımdan İslâm toplumunun çıkarları ile, şahsi ya da ait olduğu grubun
çıkarlarının çatışması durumunda, Müslümanların çıkarını öncelemek de
Müslüman samimiyetinin bir gereğidir.
Dinimizce ayrıca yasaklanmış olan manevi kirler olan riya, kibir, süm’a,
ucub, zulüm, yalancılık, sahtecilik, düzenbazlık, art niyetlilik, belirsizlik,
kaypaklık, yüze gülücülük, dalkavukluk ve münafıklık gibi tutum ve davranışlar,
samimiyetsizliğin sonucu olduğu kadar aynı zamanda birer samimiyetsizlik
göstergesidirler de. Bu kabil kötü huylardan vazgeçmek de samimiyeti elde
etmenin yollarındandır.
Sonuç
Samimiyet ve içten olmak, insani ve İslâmî pek çok erdemi içine alan
kapsamlı bir kavramdır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s) “Din samimiyettir
(nasihattir)” buyururken, bu kavramı dinle özdeşleşmiştir. Allah’a, Kur’ân’a,
Rasûle ve Müslümanlara karşı içten ve gönülden bağlılığın adı olarak
samimiyet, dinin hedeflediği erdemleri ve kazanımları tek başına ifade eden
bir manaya sahiptir.
Samimiyet, sahibini şahsiyetli bir Müslüman yapmasının yanında, onun
topluma ve insanlığa faydalı işler yapmasına da vesile olur. Bütün bunları,
sadece Allah rızasını kazanmak için yapma bilincini aşılar. Bu sebeple samimi
Müslüman, çevresinde başkalarınca sevilmek, hoş karşılanmak, saygıyla
karşılanmak, övülmek için değil, sırf rıza-ı Barî adına özveride bulunan
kimsedir. O, sözünü, düşündüğü gibi çekinmeden ve açıkça söyler; o tutum
ve davranışlarını başkalarının beğenisini kazanabilmek amacıyla değiştirmez.
“İnsanların haklarından önce Allah’ın hakkını gözeten” kimse, dinini
samimiyetle yaşıyor demektir.
Burada “Din, samimi olmaktır (nasihattir)” hadîsinde geçen “nasîha”
kelimesinin, Türkçemizde kullandığımız “öğüt vermek, vaaz, irşad ve tavsiye
etme” gibi anlamlarından daha geniş manaya geldiğine tekrar vurgu yapmak
gerekmektedir. Böylece Hz. Peygamber’in yapmış olduğu muhteşem din
tanımını gözden kaçırmamış olacağız.
69
DİPNOTLAR
1
Râgıb, Hüseyin b. Muhammed el İsfehânî (v.502/1108), el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul, 1986, 221.
2
Râgıb, el-Müfredât, 753; İbn Manzûr, Cemâlüddîn Ebû’l-Fadl Muhammed b. Mükerrem (v.711/1311),
Lisânu’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrût, ty., I-XV, II, 615.
3
Tahrîm 66/7.
4
İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, II, 616.
5
Örneğin edebiyatımızın ünlü şairi Ziya Paşa’nın meşhur beyti şöyledir: “Nush ile yola gelmeyeni etmeli
tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
6
Bkz. Nevevî, Şerhu Müslim, Matbaatü’l-Mısriyye, 1347/1929, II, 37. Diğer manaları için bkz. İbn Manzûr,
Lisânu’l-arab, II, 615-618.
7
İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed el-Kûfî (v.235/849), el-Musannef, thk. Muhammed
Avvâme, I-XXV, Dâru Kurtuba, Beyrût, 1427/2006, XIX, 26 (hd. no: 35375).
8
Hucurat 49/14.
9
Zümer 39/2, 11.
10
İbn Hanbel, Müsned, V, 254.
11
Bkz. Sâffât 37/ 40.
12
Bkz. A’raf 7/29; Saffât 37/40, 160.
13
Müslim, İmâre, 152.
14
Beyine 98/5.
15
Mü’min 40/ 14.
16
Sâffât 37/160.
17
Zümer 39/11.
18
Şu’arâ 26/ 89.
19
Bkz. Buhârî, İmân, 42; Müslim, İmân, 95; Ebû Dâvûd, Edeb, 59; Tirmizî, Birr, 17; Nesâî, Bey’at, 31; İbn
Mâce, Menâsik, 76; Dârimî , Rikâk, 41; İbn Hanbel, Müsned, I, 437, II, 391.
20
Söz konusu diğer üç hadis, “Ameller, niyetlere göredir,” “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen boş (mâlâyâni)
şeyleri terk etmesi güzel Müslüman olduğunu gösterir” ve “Sizden biri kendi nefsi için istediğini mü’min
kardeşi
için de istemedikçe mü’min olamaz” hadisleridir.
21
Bkz. Nevevî, Şerhu Müslim, II, 37.
22
Buhârî, İmân, 41.
23
Buhârî, İmân, 42.
24
İbn Hanbel, Müsned, II, 307.
25
Hasan Basrî’nin sözü olarak nakledilen rivâyetin tahriç ve değerlendirmesi için bkz. es-Sehâvî, Keşfu’l-hafâ,
II, 312 (no: 2796).
26
Muvatta, Kasru’s-Salât, 24.
27
İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, II, 615.
28
Buhari, İman, 42, Şurût, 1.
29
Buhari, Ahkam, 8, VIII, 107.
30
Bkz. İbn Hanbel, Müsned, I, 89; II, 321; Nesaî, Cenaiz, 52.
31
İbn Hacer, Ebu’l-Fadl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali el-Askalânî (v.852/1448), Fethu’l-bârî, Fethu’l-Bârî, thk.
M. Fuâd Abdulbâki-Muhibbuddin el-Hatîb, I-XIII, Dâru’l-Ma’rife, Beyrût, 1379, IV, 337.
32
İbn Hanbel, Müsned, IV, 81.
70
Dr. Ali PEKCAN
Selçuk Dini Yüksek İhtisas Merkezi Öğretim Görevlisi
ÂLEMLERE RAHMET
HZ. PEYGAMBERİN DİLİNDEN SAMİMİ
YAKARIŞ ÖRNEKLERİ
DUA ETMENİN USUL VE ÂDABI1
Fıkıh ve hadis âlimleri ile selef ve halef âlimlerin çoğunluğunun
görüşüne göre duâ etmek müstahaptır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Rabbiniz buyurdu ki ‘Bana dua edip isteyin, kabul edip istediğinizi
size vereyim”2
Yine Allah Teâlâ, “Yalvararak ve gizlice Rabbinize duâ edin”
buyurmuştur.3
Bu konudaki ayetler oldukça fazladır. Sahih olan hadislere gelince,
bunlar da ziyadesiyle bilinen şeyler olup, serdedilmelerine gerek yoktur.
Başarı Allah’tandır.
İmam Ebu’l-Kasim el-Kuşeyrî (r.a.) Risale’sinde şöyle demiştir:
“Duâ mı, yoksa sükût ve rızâ mı daha faziletlidir, konusu üzerinde
insanlar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
71
Bir kısmı, “Duâ ibâdettir” hadisine dayanarak ‘Duâ daha faziletlidir.
Çünkü duâ, Allah’a ihtiyacı göstermektir, derken, bir kısmı da; ‘Kaderin
hükmü altında sükût etmek ve sönük olmak daha sağlamdır ve kaderin geçmiş
hükmüne rızâ göstermek daha iyidir’, demişlerdir. Başka bir grup da, ‘Duâ ve
rızânın her ikisini bir araya getirmek için, dil ile duaya ve kalp ile rızâya sahip
bulunmalıdır.’ demişlerdir.”
Kuşeyrî (r.a.) şöyle demiştir:
“Vakitler değişik değişiktir. Bazı hallerde duâ, sükûttan daha faziletli olur
ki, o zaman dua yapmak edebe uygundur. Bazı hallerde de sükût etmek, duâ
etmekten daha faziletli olur. O zaman da sükût etmek edebe daha uygundur.
Bu da ancak içinde bulunulan hal ile anlaşılır. Eğer kalbinde duaya bir işaret
buluyorsa, onun duâ etmesi daha iyidir. Eğer sükût etmeye dair bir işaret
buluyorsa, o zaman sükût etmek daha iyidir. Ancak şöyle demek de doğrudur:
“Eğer, yapılan işte, müslümanların payı yahut Allah Teâlâ’nın kendisinde
(müslümanların selâmetini istemek yahut Allah’ın dinini ikame etmek gibi) bir
hakkı bulunursa, o zaman dua etmek daha iyidir; çünkü dua ibadettir. Eğer işte
şahsi bir pay varsa, sükût etmek daha eftaldir.”
Duanın şartlarından biri de yemeğin helâl olmasıdır.
Yahya İbni Muaz er-Razî şöyle derdi:
“Ben günah işler halde sana nasıl dua ederim? Kerim olduğun halde de
sana nasıl dua etmem?
Kalbin huzur içinde olması da duanın edeplerindendir.
İnşallah delili gelecektir. Bazıları da duadan maksat ihtiyacı
göstermektir, yoksa Allah Teâlâ dilediğini yapar, demişlerdir.
Ebu Hamid el-Gazalî İhyâ-ı Ulûmüddîn’inde şöyle demiştir:
Duanın edepleri ondur:
1-Dua ederken Arefe gününü, Ramazan ayını ve Cuma gününü, gecenin
son üçte birini ve seher vakitlerini, değerli zamanları arayıp, gözetmektir.
2-Bazı halleri fırsat bilip o hallerde dua etmektir. Örneğin, secde halinde,
orduların karşılaşması zamanında, yağmur yağarken, kamet getirilirken ve
ondan sonra dua etmek gibi...
Ben [Nevevî] derim ki, bir de, kalbin ince ve narin olduğu sıralarda.
3-Dua sırasında mümkünse, Kıbleye yönelmek, iki eli yukarı kaldırmak ve
duâ sonunda da elleri yüze sürmek.
4-Gizli ve aşikâr arasında bir sesle yalvarmak.
5-Taşkınlık haline dönüşen zorlama davranışlardan kaçınmak. En iyisi,
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabından nakledilen [me’sûr] duaları yapmaktır.
72
Herkes güzel duâ yapamayacağı için, yapılan duada aşırılığa düşülebilir.
Âlimlerden biri, zillet ve ihtiyaç dili ile duâ et, fesahat ve gösteriş dili ile değil,
demiştir.
Denilir ki:
Âlimler ve zahitler yedi kelimeyi geçen duâ yapmazlar. Bakara Suresi’nin
sonunda Allah Teâlâ’nın buyurduğu şu âyet buna şahitlik etmektedir:
“Rabbimiz, bizi muahaze etme...”
Allah Teâlâ hiç bir yerde bundan daha fazla kullarının duasından haber
vermemiştir.
Ben [Nevevî] derim ki;
Bunun benzeri, İbrahim Suresi’ndeki Allah Teâlâ’nın şu sözüdür:
“Hani İbrahim demişti: “Rabbim! Bu beldeyi emniyet ve güven yeri
yap”.”
Derim ki, âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, duanın miktarı konusunda
kısıtlama yapmamak gerekir. Dolayısıyla, yedi kelimeden ziyade duâ etmek de
mekruh değildir. Doğrusu, herhangi bir kayıt altına almaksızın duayı uzatmak
müstahapdır.
6-Yalvarmak, iç huzuru duymak ve korkmaktır. Bunu ifade bağlamında
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bütün peygamberler hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize
duâ ederlerdi. Bize karşı da teslimiyet içinde itaatkârdırlar.”4
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Yalvararak ve gizlice Rabbinize duâ edin.”5
7-Kesinlikle istemek ve duanın kabul edildiğine inanmak, isteğinin
kabulünü doğrulamak. Bunun delilleri çoktur ve meşhurdur.
Süfyan İbni Uyeyne (ra.) şöyle demiştir:
“Sizden hiç biriniz kendini, bildiği günahlarına rağmen yine de duâ
etmekten asla alıkoymasın; Çünkü Allah Teâlâ, mahlûkatın en kötüsü olan
İblis’in:
“Rabbim, insanlar dirilecek leri(kıyamet) günü[ne] kadar bana mühlet
ver.” isteğini, “Sen mühlet verilenlerdensin.” buyurarak kabul etmiştir.
8-Duada ısrar etmek ve bunu da en az üç defa tekrarlamaktır. Bir de duanın
kabul edilmesinde acele etmemektir.
9-Allah Teâlâ’nın ismini anarak duaya başlamaktır.
Ben derim ki, Allah Teâlâ’ya hamd ve senada bulunduktan sonra Peygamber
Efendimiz(s.a.v)’e salât getirmek ve yine böyle başlangıçta olduğu gibi aynen
73
duayı tamamlamak.
10-Bu şartların en önemlisidir ve duanın kabul edilmesinde esas ve asıl
olanı da budur. O da [hemen] tevbe etmek, masiyeti bırakıp, Allah Teâlâ’ya
yönelmektir.
Duanın Faydası ve Önemi:
İmam Gazali şöyle demiştir;
“Eğer; “Allah’ın takdir ettiği hüküm geri çevrilmeyeceğine göre, duanın
faydası nedir?” diye sorulacak olursa, ona denir ki,
“Bil ki, belâyı duâ ile geri çevirmek de kader cümlesindendir. Duâ, belânın
geri çevrilmesi ve rahmetin meydana gelmesi için bir sebeptir. Kalkanın, silâhı
geri çevirmeye; suyun, yeryüzünde nebatın çıkmasına sebeb olması gibi. Duâ
ile belâ da böyledir. Silâh taşımamak, kaza ve kaderi itiraf etmenin şartından
değildir.”
Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur:
“(Mü’minler) tedbirlerini alsınlar, silahlarını takınsınlar.”6
Böylece Allah Teâlâ işi takdir ettiği gibi sebebini de takdir etmiştir.
İşte yapılan dularda sözünü ettiğimiz birçok faydalar bulunmaktadır.
Anlattığımız faydalar da kalp huzurunu sağlamak için gereklidir. Bu iki
haslet, bütün ibâdetlerin ve marifetin başıdır. Allah en iyiyi bilendir.
İnsanın Salih Amelleri İle Allah Teâlâ’ya Tevessül Ederek Duâ Etmesi
İbn Ömer’den (r.a) rivayet edilen “mağara arkadaşları” hadisinde, İbn-i
Ömer (r.a.) şöyle anlatmıştır:
“Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurduğunu dinledim:
“Sizden önceki ümmetlerden üç kişi, yola çıktılar. Nihayet bir mağarada
barınıp gecelemek zorunda kaldılar ve oraya girdiler. Sonra dağdan bir kaya
parçası yuvarlanıp mağarayı üzerlerine kapadı. Aralarında dediler ki, “Bu
kayadan kurtulup çıkmanız için tek çare, yaptığınız amellerin en iyisi ile
(tevessülde bulunarak) Allah Teâlâ’ya duâ etmenizdir.”
İçlerinden birisi şöyle dedi:
“Allah’ım! –sana malum olduğu üzere- Benim çok yaşlı bir ana-babam
vardı. Onların sütünü vermeden aileme süt vermezdim.” Böylece onlardan her
biri salih bir amelini anlattı ve:
“Ya Rabbi, eğer senin rızanı isteyerek ben bu işi yapmışsam, içinde
bulunduğumuz tehlikeden bizi kurtar”, diye duâ etmişti.
Onlardan her birinin duası sonunda o mağaradan bir kısım açıldı. Nihayet
üçüncünün duası sonunda mağaranın tamamı açıldı, sonra çıkıp gittiler.”7
[Şâfiî mezhebinin] İmamlarından el-Kadî Hüseyin ve başkaları “Darlık
74
içine düşen bir adamın kendi salih ameli ile duâ etmesi müstahaptır.” demişler,
sonra da sözü edilen hadisi bu görüşlerine delil göstermişlerdir.
Ancak, bu görüşe, ‘böyle davranmak, bir nevi amele dayanarak istemek
oluyor ki, bu da mutlak surette Allah Teâlâ’ya ihtiyacı terk etmek demektir,
duadan asıl maksad ise ihtiyaçtır’, denilerek itiraz edilebilir. Hâlbuki Hz.
Peygamber (s.a.v), bu olayı mağara arkadaşlarını övmek için anlatmıştır. Bu
da salih amelleri vesile kılarak dua etmenin doğru olacağına bir delildir. Başarı
Allah’tandır.
Duâ konusunda selefden nakledilen sözlerin en güzeli, Evza’i’den rivayet
edilendir. Allah Teâlâ ona rahmet etsin, o şöyle demiştir:
“İnsanlar yağmur duasına çıktılar. İçlerinden Bilâl İbn-i Sa’d kalktı,
Allah’a hamd edip senada bulundu. Sonra şöyle dedi: “Ey hazır olan topluluk!
Siz günahları ikrar etmiyor musunuz? Onlar evet ediyoruz”, dediler. Bunun
üzerine Bilâl şu duayı yaptı:
“Allah’ım, senin şöyle buyurduğunu dinledik:
“İyilik edenleri kınamaya bir yol yoktur.”8 Biz günahları ikrar ettik. Senin
mağfiretin ancak bizim gibilere olur, Allah’ım bize mağfiret et, bize buyur ve
bize yağmur ver.”
Böylece ellerini kaldırdı, insanlar da merhamet ellerini kaldırdılar. Sonra
yağmura kavuştular. Şairler bu mana üzerinde şiir söylemişlerdir: Günahkârım,
çok yanılmışım; fakat afv geniştir. Eğer günah olmasaydı, afv vaki olmazdı...
Duada Elleri Kaldırmak Sonra Onları Yüze Sürmek
Ömer İbnü’I-Hattab’dan (s.a.v) yapılan rivayete göre, “Rasûlullâh(s.a.v)
duada ellerini kaldırdığı zaman, onları yüzüne sürmeden indirmezdi.”9
Duayı Tekrarlamak Müstehaptır
İbn-i Mes’ud’dan(r.a) yapılan rivayete göre, “Rasûlullâh (s.a.v) duayı üç
defa tekrarlamaktan, üç defa mağfiret dilemekten hoşlanırdı.”10
Huzurlu Kalb İle Dua Etmeye Teşvik Etmek
Açıklanmış olduğu üzere duadan maksat kalbin huzurudur. Bunun delilleri
anlatılamayacak kadar çoktur. Bunu bildirmeye de gerek yoktur. Ancak
bereketlenmemiz için bir hadis anlatacağım:
Ebû Hüreyre’den(r.a) yapılan rivayete göre, Rasûlullâh (s.a.v) şöyle
buyurdu:
“Kabul edileceğine inanarak Allah’a duâ edin. Biliniz ki Allah Teâlâ gafil
olan dalgın bir kalpten duayı kabul etmez.”11
Müminlere Gıyaben Duâ Etmenin Fazileti
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
75
“Onlardan (muhacir ve ensardan) sonra gelenler, derler ki:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi
bağışla.”12
Yine Allah Teâlâ
“Hem kendi günahın için, hem de mümin erkek ve mümine kadınlar
için (Allah’tan) mağfiret dile.” buyurmuşlardır.”13
Bir başka ayette de şöyle buyurur:
“Rabbimiz, beni ve ana-babamı ve müminleri hesaba durulacağı
günde (kıyamette) bağışla).”14
Yine Allah Teâlâ Nuh Peygamber’den haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Rabbim! Beni, ana-babamı, mümin olarak evime gireni ve bütün
mü’min erkekler ile mü’mine kadınları bağışla.”15
Ebu’d-Derdâ (r.a)’dan yapılan rivayete göre, O, Rasûlullâh (s.a.v)’ın şöyle
dediğini anlatır:
“Hangi bir müslüman kul, gıyabında kardeşine duâ ederse, muhakkak
(görevli) melek: “Ettiğin duâ kadar sana da var”, der.”
Yine Ebu’d-Derda (r.a)’dan diğer bir rivayet şöyledir. Peygamber efendimiz
(s.a.v)şöyle söylerdi:
“Müslüman kişinin gıyabında kardeşine duası makbuldür. Başucunda
görevli bir melek bulunur. Kardeşine her ne zaman bir hayırla duâ ederse
ona görevli melek: Âmin, sana da o kadar olsun, der.”16
İbn Ömer’den (r.a) yapılan rivayete göre, Rasûlullâh(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
“En çabuk kabul edilen duâ, gaibin gaibe duâsıdır.”17
Kendine İyilik Edene Dua Yapılmasının Müntahap Oluşu Ve Yapacağı
Duanın Şekli
Bu bölümle ilgili çok şeyler vardır ki, bunlar daha sonra kendilerine
mahsus yerlerde gösterilmişlerdir. Bunların en güzeli Tirmizî’den yaptığımız
rivayettir:
Üsame İbni Zeyd’den (r.a) rivayet edildiğine göre demiştir ki,
Rasûlullâh(s.a.v)şöyle buyurmuştur:
“Kime bir iyilik yapılır da, o iyiliği yapana: Allah sana mükâfat olarak
hayır versin, derse teşekkürü tam yapmış olur.”18
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır.
“Size kim bir iyilik ederse ona karşılıkta bulunun. Ona karşılık olacak bir
şey bulamazsanız, ona karşılıkta bulunduğunuza inanıncaya kadar kendisine
76
dua edin.”
Dua İsteyen Dua İstenenden Daha Faziletli Olsa Bile Fazilet Ehlinden
Dua İstemek ve Şerefli Yerlerde Dua Etmek Müstahabdır
Bil ki, bu bölümle ilgili hadisler bir araya getirilemeyecek kadar çoktur.
Bunda ittifak vardır. Buna en kuvvetli bir delil olarak da Ebû Dâvud ve
Tirmizî’nin kitaplarımda rivayet ettiğimiz hadisdir:
Ömer İbnü’I-Hattab’dan(r.a) rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Umre için Hz. Peygamber (s.a.v)’den izin istedim. İzin verip şöyle dedi:
“Ey kardeşciğim, duandan bizi unutma.”
Peygamber (s.a.v) (bana) bir söz söyledi ki, onun karşılığında dünya bana
verilse, beni bu kadar sevindirmezdi.”
Bir rivayette de şöyle demiştir:
“Ey kardaşcağazım, bizi de duana ortak yap.”19
Mükellef Olan Bir Kimsenin, Kendine, Çocuğuna, Hizmetçisine,
Malına ve Benzeri Şeylere Beddua Etmesi Yasaktır
Sahih bir isnatla Câbir’den (r.a) yapılan rivayete göre, Hz. Peygamber
(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Kendi aleyhinize duâ etmeyin. Çocuklarınız aleyhine duâ etmeyin.
Hizmetçilerinizin aleyhine duâ etmeyin. Mallarınızın aleyhine duâ etmeyin.
Yoksa Allah tarafından duanın kabul edilip ihsanda bulunulan bir vakte
düşürmüş olursunuz da, sizden (o beddua) kabul edilir.”20
Bu hadisi Müslim, Sahih’inin sonunda rivayet etmiş ve oradaki ifade
şöyledir:
“Kendi aleyhinize duâ etmeyin. Çocuklarınızın aleyhine duâ etmeyin.
Mallarınızın aleyhine duâ etmeyin, yoksa Allah tarafından duanın kabul edildiği
bir vakte uygun düşürmüş olursunuz da Allah o duanızı kabul ediverir.”
Duâ Eden Müslümanın Yahut Başkasının Dileği Kabul Edildiğine
Dair Deliller
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Eğer kullarım sana beni soracak olurlarsa, ben [onlara] yakınım.
Birisi bana dua edince onun duasına icabet ederim.”21
Yine Allah Teâlâ: “Siz bana duâ edin, ben de duanızı kabul
edeyim.”22buyurmuştur.
Duanın Kabulünü İstemede Acele Edilmemelidir
Ubâde İbnü’s-Sâmit’den (r.a) yapılan bir rivayette, Rasûlullâh (s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
77
“Allah Teâlâ’ya yeryüzünde duâ eden hiç bir müslüman yoktur ki, onun
istediğini Allah ona vermesin. Yahut günah bir şeyi yapmayı ya da silâ-i rahmi
kesmeyi istemedikçe, onun istediğinin karşılığı kadar kötülüğü kaldırır.”
Cemaat içinden bir adam: “O zaman biz çok duâ ederiz” dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.v):
“Allah’ın ihsanı çok daha fazladır.”23buyurdular.
el-Hâkim Ebu Abdullah, bu hadisi Sahihayne dayanarak el-Müstedrek’inde
Ebu Said el-Hudri (r.a)’ dan rivayet etmiş ve ona şunu ilâve etmiştir: “…Yahut
ona istediğinin karşılığını ahirette verir.”
Ebû Hüreyre (r.a)’dan yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
“Sizden biriniz acele edip: ‘Duâ ettim de, duam kabul edilmedi’, demedikçe,
onun duası kabul edilir.”24
NEBEVÎ YAKARIŞ ÖRNEKLER
“Allah’ım, Senden hidayet, takva, iffet ve zenginlik isterim.”25
“Allah’ım, bana doğruyu ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru.”26
“Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dininin üzerinde sabit kıl.”27
“Allah’ım, beni bağışla, bana merhamet et, bana afiyet ver ve bana rızık
ver.”28
“Allah’ım, günahlarımı bağışla, bana merhamet et, hidayet et, bana afiyet
ver, rızık ver.”29
“Allah’ım, yaptığım şeylerin şerrinden ve yapmadığım şeylerin şerrinden
Sana sığınırım.”30
“Zorlu beladan, bedbahtlıktan, kötü kaderden ve düşmanların şamatasından
Allah’a sığınırım.”31
“Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi
cehennem azabından koru.”32
“Allah’ım, cehennem fitnesinden ve cehennem azabından, zenginliğin ve
fakirliğin şerrinden Sana sığınırım.”33
“Allah’ım, açlıktan Sana sığınırım; o, ne kötü bir arkadaştır. Hainlikten
Sana sığınırım; o, ne kötü bir sırdaştır.”34
“Allah’ım, nimetinin elden çıkmasından, afiyetinin ters dönmesinden,
ansızın azabına uğramaktan ve her türlü gazabından Sana sığınırım.”35
“Allah’ım kalbimi aydınlık kıl, lisanımı, kulağımı, gözümü, ardımı, önümü,
üstümü, altımı aydınlık eyle. Allah’ım, nurumu büyüt.”36
“Ey Hay ve Kayyum olan! Sadece Senden yardım isterim; Hayatımı düzelt,
78
gözümü açıp kapayıncaya kadar bile beni nefsimle baş başa bırakma.”37
“Allah’ım, Senden sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve beni Senin sevgine
ulaştıracak ameli isterim. Allah’ım, Senin sevgini bana nefsimden, ailemden ve
soğuk sudan daha sevimli eyle.”38
“Allah’ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan ve
cimrilikten Sana sığınırım. Kabir azabından Sana sığınırım. Hayatın ve ölümün
fitnesinden Sana sığınırım.”39
“Allah’ım; bütün hamdler Sanadır. Sen beni onunla giydirdin. O, elbisenin
hayrını ve onun için yapılanın hayrını Senden isterim. Onun ve onun için
yapılanın şerrinden Sana sığınırım.”40
“Allah’ım, Senden rahmetini icap ettiren şeyleri, mağfiretini gerektiren
şeyleri, bütün günahlardan esen kalmayı, bütün iyilikleri ganimet olarak
kazanmayı, cennete nail olmayı ve cehennemden kurtulmayı isterim.”41
“Allah’ım, işimi koruyan dinimi ıslah et, geçimimi sağlayan dünyamı ıslah
et, dönüp varacağım yer olan ahiretimi ıslah et. Hayatı her hayrı artırmama
vesile eyle, ölümü bütün kötülüklerden kurtulmama çare eyle.”42
“Allah’ın adıyla, Allah’a tevekkül ediyorum. Allah’ım! sapıtmak ve
saptırılmaktan, alçalmak ve alçaltılmaktan, zulmetmek ve zulmedilmekten,
bilgisizlikten ve bilgisiz bırakılmaktan Sana sığınırım.”43
“Bütün hamdler O Allah’a ki O, bana yeter, bana acır; yine bütün övgüler
O’na ki, O, beni doyurur ve su varır. Bana ihsanda bulunup, beni -insanlarınen faziletli(si) kılan Allah’a hamd olsun. Senden beni ateşten korumanı
diliyorum.”44
“Allah’ım, Sana teslim oldum, Sana iman ettim, Sana tevekkül ettim, Sana
döndüm, Senin için dava ettim ve Sana başvurdum. Önceden yaptıklarımı ve
sonraya bıraktıklarımı, açık yaptıklarımı ve gizli yaptıklarımı bağışla. İleriye
götüren ve geriye bırakan Sensin. Senden başka İlah yoktur.”45
“Allah’ım, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, ihtiyarlıktan ve kabir
azabından Sana sığınırım. Allah’ım, nefsime takvasını ver ve onu temizle. Onu
en iyi temizleyecek olan Sensin. Onun sahibi ve mevlâsı Sensin. Allah’ım,
faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan
duadan Sana sığınırım.”46
“Allah’ım! Dünyada ve ahirette Senden esenlik isterim; Allah’ım, dinim,
dünyam, ailem ve malım konusunda Senden af ve esenlik isterim. Allah’ım,
ayıplarımı ört. Korkularımdan beni emin eyle. Önümde, ardımda, sağımda,
solumda, üstümde olanlardan beni koru. Altımdakilerden de Senin azametine
sığınırım.”47
“Allah’ım, hatamı ve cahilliğimi, işimde aşırılığımı ve benden iyi bildiğin
şeylerimi bağışla. Allah’ım, ciddimi ve şakamı bağışla, hataen ve kasten
yaptıklarımı bağışla. Bütün bunlar bende vardır. Allah’ım, yapıp ileriye
79
gönderdiğim ve yapmayıp geriye bıraktığım; açıkladığım ve gizlediğim
şeylerimi ve benden daha iyi bildiğin şeylerimi bağışla. İleriye süren ve geriye
bırakan Sensin. Sen her şeye kadirsin.”48
“Allah’ım, Sen benim Rabbimsin, Senden başka ilah yoktur. Beni Sen
yarattın, Ben, Senin kulunum, gücüm yettiğince Senin ahdin ve vaadin
üzereyim; işlediklerimin şerrinden Sana sığınır, üzerimdeki nimetlerini Sana
ikram eder, günahımı da itiraf ederim, bundan ötürü beni mağfiret eyle. Senden
gayrı kimsecikler günahları bağışlayamaz.”49
“Allah’ım, bütün hamdler Sanadır. Sen, yerin, göğün ve onlarda olanların
nurusun. Hamd yine Sana’dır. Çünkü Sen yerin göğün ve bunlarda olanın
yegâne idarecisisin ve yine bütün övgüler Sana aittir. Ki Sen, Hak’sın, vaadin,
sözün, Seninle karşılaşmak, cennet ve cehennem, peygamberlerin, Muhammed
(sav)’in kıyamet saati, bütün bunlar haktır. Allah’ım, Sana teslim oldum, Sana
inandım, Sana tevekkül ettim, Sana yöneldim, tövbe ettim, senin uğruna
mücadele ettim, seni hakem edindim. Gelmiş gelecek, gizli ve açık bütün
günahlarımı bağışla. Sen, benim ilahımsın. Senden başka ilah yoktur. Şanı
yüce olan Allah’ın güç ve kuvvetinin dışında güç ve kuvvet yoktur.”50
“Gökleri ve yeri yaratan, görünen ve görünmeyeni bilen, her şeyin Rabbi,
meliki ve sahibi olan Allah’ım! Senden başka ilah olmadığına şahidim.
Nefsimin kötülüğünden, şeytan ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım.
Nefsime bir kötülüğün gelmesinden veya Müslümanlara karşı bir suç işlemeye
onu itmesinden yine Allah’a sığınırım.”51
“Allah’ım, Senden, temiz, güzel ve mübarek ve en sevdiğin O İsm-i
A’zam’ınla diliyorum ki, onunla sana yalvarıldığı zaman kabul edersin. Onunla
senden bir şey istenildiği zaman verirsin. Onunla senden esirgenme dilendiği
zaman esirgersin. Onunla senden sıkıntıların giderilmesi istendiği zaman
giderirsin.”52
“Ey rabbimiz, Hamd Sana mahsustur. Hem gökler dolusu, yerler dolusu ve
bunlardan öte ne yaratmayı dilediysen hepsinin dolusu hamd. Sena ve mecde
layık olan Allah’ım! Hepimiz senin kullarınız, Allah’ım verdiğine engel olacak
yoktur, vermediğini de verecek yoktur. Senin katında hiçbir varlık, sahibine
fayda vermez.”53
“Allah’ım, Günahlarımın tümünü, küçüğünü-büyüğünü, ilkini-sonunu,
gizlisini-açığını bağışla!”54
“Allah’ım, cehennem ve kabir azabından, hayatın ve ölümün fitnesinden,
Mesîh-Deccâl’in şerrinden Sana sığınırım!”55
“Allah’ım, senden işte sebat, doğruluk için gayret dilerim. Senden nimetine
şükrü; ibadetini iyi yapmakta yardımını dilerim. Senden dürüst bir kalp, doğru
bir dil dilerim. Senden hakkımda bildiklerinin en hayırlısını dilerim. Hakkımda
bildiklerinin şerrinden sana sığınırım. Hakkımda bildiğin günahlarım için
senden bağışlanma dilerim!”56
80
“Allah’ım, kalplerimizi hayır üzere telif et. Aramızı bul. Bizi selamet
yollarına ilet ve bizi karanlıklardan kurtarıp, nura kavuştur! Açık-gizli tüm
hayâsızlıklardan bizi uzaklaştır. Kulaklarımızı, gözlerimizi, kalplerimizi ve
eşlerimizi bizim için mübarek eyle! Tövbelerimizi kabul eyle. Sen tövbeleri
çokça kabul edensin, esirgeyensin. Bizi nimetlerine karşı şükredenler kıl. Bize
bolca vererek nimetlerini tamamla!”
“Allah’ım, seni zikretmekte, sana şükretmekte ve senin ibadetini iyi
yapmakta bana yardım et!”57
“Gaybı bilen ve yaratıklarına kudreti yeten Allah’ım, yaşamamın benim
için daha hayırlı olduğunu biliyorsan beni yaşat! Eğer, ölüm hakkımda daha
hayırlı ise –ki bunu sen bilirsin- beni öldür Allah’ım! Yalnız olayım, insanlar
içerisinde olayım, senden korkmayı senden dilerim. Rıza ve öfke hallerimde
de senden ihlâs kelimesini dilerim. Fakirlikte ve zenginlikte de senden iktisat
etmemi dilerim! Senden bitmeyen-tükenmeyen nimeti isterim. Kazadan sonra
rızayı isterim. Senden kesintisiz göz aydınlığı dilerim. Ölümden sonra Senden
güzel bir hayat dilerim. Cemaline bakmak ve sana kavuşmak lezzetini dilerim.
Kimsenin zararına uğramamayı, saptırıcı fitneye maruz kalmamayı dilerim.
Bizi iman süsü ile süsle. Bizi hidayete ermiş olan, doğru yolu gösterenlerden
eyle!”58
DİPNOTLAR
1
Bu bölüm İmam Nevevî’nin, el-Ezkâr adlı şaheserinden alınmıştır. Bkz.,thk. Muhyiddîn elMistû, Dâru İbnKesîr, Beyrut 1992, s.432 vd.
2
el-Mü’min sûresi, 60.
3
el-A’raf suresi, 55.
4
el-Enbiyâ Suresi, 90.
5
el- A’raf Suresi, 55.
6
En-Nisa Süresi: 102.
7
Buhari, Müslim, EbûDâvud.
8
Tevbe Suresi: 91.
9
Tirmizî, EbûDâvud ve İbnMâce rivayet etmiştir. Bunların hepsinin isnadından zaaf vardır.
10
EbûDâvud. Nesâi, Amelü’l-Yevmve’l-Leyle.
İbnü’s-Sünnî.
11
Tirmizî ve Hâkim rivayet etmiştir. Tirmizi’deki
isnadı zayıftır.
12
el-Haşir Suresi, 10.
13
Muhammed Suresi, I9.
14
İbrahim Suresi, 41.
15
Nuh Suresi, 28.
16
Müslim, EbûDâvud.
17
TirmizîEbûDâvud. Buhârî, el-Edebül-Müfred.
(Tirmizi bu hadisi zayıf kabul etmiştir.)
18
Tirmizi bu rivayetin hasen- sahih olduğunu söylemiştir.
19
Tirmizî, EbûDâvud. Tirmizî hadisin hasen-sahih olduğunu söyler.
20
Müslim ve EbûDâvud rivayet etmiştir.
21
el-Bakara, 186.
22
el-Mü’min Suresi, 6O.
23
Tirmizi bu rivayetin hasen- sahih olduğunu söylemiştir.
24
Buharî-Müslim
25
Müslim
26
Tirmizî
27
Tirmizî
28
Müslim
81
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
29
30
Müslim
Müslim
Buharî-Müslim
Buharî-Müslim
Ebû Davud
Ebû Davud
Müslim
Buharî-Müslim
Hâkim
Tirmizî
Müslim
Tirmizî
Müslim
Müslim
Tirmizî
Ebû Davud
Buharî-Müslim
Müslim
Ebû Davud
Buharî-Müslim
Buharî
Buharî-Müslim
Tirmizî
İbn Mâce.
Müslim-Nesâî.
Müslim.
Müslim-Ebu Davud-İbn Mâce.
Ebu Dâvud-Nesâî.
Ebu Dâvud- Nesâî.
Nesâî.
Rıfat ORAL
Selçuk Dini Yüksek İhtisas Merkezi Öğretim Görevlisi
TOPLUMSAL SAMIMIYETIN OLUŞUM SÜRECINDE
KOMŞULUK HAKLARI
21. yüzyılda komşu olmak zor!.. Gökdelenler, süpermarketler ve
koşuşturan insanlar… Ellerinde fast food ve colalar... Aynı sitede yaşadıkları
halde birbirlerini tanımayan komşular… Bu çağın hafızalarda kalan en
vahim fotoğrafı işte budur.
Toplumsal hayatı yeniden kurgulamak gerekir. İnsanlarla beraber
yaşamak; paylaşmak, fedakârlıkta bulunmak ve haklara saygılı olmak
demektir. Söz konusu haklardan birisi de komşuluktur. Beraber yaşayan
insanların birbirlerini anlamaları ve empati yapmaları gerekir. Ama insanların
birçoğu bencildir. Kendilerinden başkasını düşünmezler. Bencilliğin
günümüzdeki en tipik yansıması gürültü kirliliğidir. Televizyon sesleri
sonuna kadar açılır, çocuklar komşuların rahatsız olmasına aldırmaksızın
evde futbol oynar veya güreş tutarlar. İşte bu noktada anne ve babaların
sorumluluk bilinci taşımaları gerekir. Takva, bu açıdan başkalarını rahatsız
etmemektir.
İslâm, komşuluk haklarını iman ve ahlâk açısından değerlendirir. Toplumun
en küçük çekirdeği ailedir. Ailelerin birbirleri ile olan münasebetlerini
82
düzenleyen disiplin ise komşuluktur. İyi komşuluk iyi aileler, iyi ve eğitimli aileler
ise iyi ve sağlam bir toplum demektir. Kur’ân’da komşuluk sadece bir ayette
geçerken, hadislerde ise bütün yönleriyle incelenir ve pratik örnekler verilir.
1-Kur’ân’da Komşuluk: Allah bize her türlü komşuya iyilik yapmamızı
emreder. Bu iki şekilde ifade edilir: Yakın komşu ve uzak komşu.
Şöyle buyrulur:
“Allah’a ibadet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya,
yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın
arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik yapın. Allah,
kendini beğenip böbürlenenleri sevmez.” (Nisa, 4/36)
Ayette geçen yakın komşu, akraba komşular demektir. Uzak komşu ise,
akraba olmayanlardır. Bazı alimlere göre yakın komşu Müslümanlar, uzak
komşu ise Müslüman olmayanlardır. Her halükârda onlara iyi davranmamız
emredilmektedir.
Ayrıca genel olarak davranış biçimleri birçok surede incelenmektedir.
Meselâ, Hucurât Suresi’nde insanî ilişkiler üzerinde durulmaktadır:
“Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de
onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar.
Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi ayıplamayın, kötü
lakaplarla çağırmayın. İmandan sora fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe
etmezse işte bu kimseler zalimlerdir.
Ey iman edenler! Zandan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.
Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin.
Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz.
O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok
merhamet edendir.” (Hucurat, 49/11-12).
2-Hadislerde Komşuluk: Peygamber Efendimiz hayatı çok iyi analiz
eden bir kişiydi. Bize nakledilen hadislerde komşuluk konusu bütün yönleri ile
incelenmiş ve bazı tavsiyelerde bulunulmuştur. Çünkü aileden sonra en yakın
sosyal çevremizi, komşular oluşturmaktadır. Buna göre yapılması gereken
şeyler:
a-Komşuya karşı sürekli iyi davranmak: “Cebrail (a.s) durmadan bana
komşuya iyilik etmeyi tavsiye etti. Hatta öyle ki, komşuyu komşuya mirasçı
kılacağını zannettim” buyurur. (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr ve Sıla, 140:
141; Tirmizi, Birr, 28; İbn Mace, Adeb, 4)
b-Onu rahatsız etmemek: “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve
dilinden emin oldukları kişidir.” (Buhârî, İmân, 3-4; Müslim, İman, 64-66)
“Şerrinden komşusunun güveninde olmadığı kimse gerçek mü’min
olamaz.” (Buhârî, Edeb, 29; Müslim İman, 73; Tirmizî, Kıyame, 60; Ahmed b.
83
Hanbel, I, 387, II, 288, 336, 373, III, 154).
Mehmet Akif’in dediği gibi:
Komşulardan sıkılın, tezden atın naraları;
Büsbütün sustururum sonra, çıkarsam yukarı!
c- Ona ikramda bulunmak: “Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğinde suyunu bol
koy ve komşunu da gözet.” (Müslim, birr 142,143; Dârimî, at’ime 37 )
d- Ona küsmemek: “Müslümanın kardeşiyle üç günden fazla konuşmaması
helâl değildir.” (Buhârî edep 57, 62, isti’zân 9; Müslim, birr, 23, 25, 26; Eb0
Dâvûd, edep 47; Tirmizî, birr 21, 24))
e- Onun haklarına riayet etmek: “Müslümanın Müslüman üzerindeki
hakkı altıdır: Karşılaştığında selam verir, davetine icabet eder, aksırdığı zaman
Elhamdülillah derse Yerhamükallah der, hastalandığında ziyaretini yapar,
öldüğünde cenazesinin ardından yürür kendisi için sevdiğini o kardeşi için de
sever.” (Tirmizi, Edeb, 44 (2736); Dârimî, İstizan: 5; İbn Mâce, Cenaiz: 43)”
f- Kocası olmadığında kadının evine gitmemek: Amr b. Âs şöyle dedi:
“Rasûlullah (s.a.v.), kocalarının izni olmadan kadınları ziyaret etmeyi bize
yasakladı” (Tirmizi, Edeb, 30 (2779))
g- Fedakâr olmak: “(İyi bir) komşu, duvarına (zarar vermediği takdirde)
diğer komşu­sunun kiriş çakmasını engellemez.” (Buhari, Mezalim 21; Müslim,
Müsakat 136 (1609))
h- Şufa hakkına riayet etmek: Bir kişi kendi mülkü gayr-ı menkulü satmak
istediğinde öncelikle komşusuna teklif etmesi gerekir. “Komşu, komşusunun
malında şuf’a hakkına sahiptir.” (Ahmed, III/303 (Ş. Arnavud: Sahih); Ebû
Davud, İcare 75 (3518), (Elbani: Sahih); Tirmizi, Ahkam 32 (1369); İbn Mace,
Şuf’a 2 (2494))
“Komşu, (satılan eve) bitişik olması nedeniyle onu satın almada öncelik
hakkına sahiptir.” (Buhari, Hiyel 14)
ı- Komşuyu küçümsememek: “Ey Müslüman kadınlar! Komşu komşuyu,
(verdiği) bir koyun paçası için de olsa tahkir etmesin.” (Buhari, Hibe, 1;
Müslim, Zekât 90 (1030))
j- Empati yapmak: Peygamberimiz haklara saygıyı imanın kemale
ermesinde temel şart olarak görür. “Bir kişi kendi için istediğini komşusu veya
kardeşi için istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman 6; Müslim,
İman 72 (45); Lafız Müslim’e aittir.)
3-Sosyolojik Açıdan Komşuluk: Ev, işyeri, arazi, köy, şehir ve ülke
bakımından yakın olanların birbirlerine göre konumlarına komşuluk denir.
Bu açıdan bakıldığında komşuluğun ne kadar geniş kapsamlı, hatta ulusal ve
evrensel ölçekte olduğunu anlarız. Komşuluk deyince, sadece ev komşuluğu
84
anlaşılmaz. Esnafın dükkan komşuluğundan tutun da, sakinlerin köy veya
şehir komşuluğuna, hatta ulusların ülke komşuluğuna kadar uzanan geniş
bir yelpaze... Aileler ile toplumun en küçük parçaları anlaşılır. Bu parçaların
birleştirilmesine ve küçük gruplar oluşturulmasına da komşuluk denir.
Klasik kitaplarda en az 40 ev ile komşuluk hakkı belirlenmektedir. Sokak ve
mahalle komşuluğu düşünüldüğünde bu sayının ne kadar kabaracağını anlarız.
Günümüzde ise dev siteler/gökdelenler kurulmuş, insanlar daha toplu halde
yaşıyorlar. Ama kendi sitelerindeki komşularını bile zor tanıyorlar. Bu açıdan
düşünüldüğünde yukarıdaki sayının ne kadar azaldığı/küçüldüğü ortaya çıkar.
Önceki yıllarda ya da asırlarda nüfus sayısı azdı, ama komşuluk sınırı
daha genişti. Günümüzde ise nüfus sayısı arttığı halde komşuluk sınırı daha da
daralmıştır. Bu görüntülerden nüfus sayısı ile komşuluk sınırının birbirlerine
ters orantılı olduğunu düşünmeyin. Asrımızda komşuluk sınırlarının oldukça
daralmasını/küçülmesini ahlâki ve dini değerlerin zayıflamasına bağlamak
daha doğru olsa gerek. Çünkü batı toplumlarına baktığınızda komşuluk
ilişkilerinin zayıfladığını, hatta yok olmaya yüz tuttuğunu görürüz. Onlar her ne
kadar bilim ve teknolojide gelişmiş olsalar da manevi yapılarının buharlaştığı
gözlenmektedir. Bir toplumun manevi yapısı onun ruhunu temsil eder.
Maneviyatı sökülüp çıkartılmış bir toplum, ruhu alınmış bir cesede benzer. Bir
toplumun mozaik yapısı maneviyat ile parçalanmadan korunur. Ama ırkçılık
ve etnik milliyetçilik bir yere girerse koskoca toplumu parçalar ve çökertir.
Dışımızdaki gayr-ı müslim devletlerin de istediği budur. Ümmetin daha da
bölünmesi, küçük parçalara ayrılması, sonunda onların dişine uygun lokmalar
haline gelmesi, korkunç sonun geldiğinin işaretleridir. Bu sebeple ufak hesaplar
yerine ümmet bilinci bağlamında vahdetimizi nasıl koruruz düşüncesi üzerinde
yoğunlaşmalıyız. Güzel bir elma düşünün: büyük ve kıpkırmızı. Ama kesip
de içinin çürümeye başladığını görürseniz onun güzelliğinin ne hale geldiğini
anlarsınız. İçimizdeki hastalıkları tedavi etmeli ve İslâm kardeşliğini yeniden
düşünmeliyiz/yaşamalıyız.
Sonuç olarak iyi komşuluğun faydası mutlu bir hayat ve güçlü/uzun ömürlü
bir toplumdur. Bu nedenle Allah Rasûlü şöyle buyurur: “İyi komşuluk ve güzel
ahlâk ömrü uzatır.” (Ahmed, VI/159 (Ş. Arnavud: Sahih)). Ömrün uzaması;
bereketlenmesi ya da sayısal olarak uzaması şeklinde anlaşılabilir. Bu gerçeği
kişisel ve toplumsal olarak düşünebiliriz. Acaba biz de iyi bir komşu muyuz?
Bunu hepimiz yeniden sorgulamalıyız.
85
Aysel SERTÇAKAR
Selçuklu Müftülüğü Uzman Vaizi
İMAN VE SAMİMİYET
Birbirine en çok yakışan kelimelerden ikisi iman ve samimiyet
kelimeleridir. İman sözlükte; gönül huzuru ile benimsemek, şüpheye yer
vermeyecek biçimde içten ve yürekten inanmak anlamına gelir.
Terim olarak; Hz. Peygamberin Allah’dan getirdiği kesin olarak bilinen
hükümlerin ve onun haber verdiği her şeyin doğru olduğuna gönülden
inanmak demektir.
Samimiyet ise: kişinin içiyle dışının bir olması, hiçbir hesap yapmadan
kendisini gerçek kimliği ve düşüncesi ile ortaya koymasıdır. Samimiyeti
iyi niyet ve sadakat olarak da yorumlamak mümkündür. Aynı zamanda
samimiyet; şirkten, riyadan, gösterişten, iki yüzlülükten, yalandan,
aldatmadan ve çıkar hesaplarından uzak olmak demektir.
Samimiyetin olmadığı bir iman düşünülemez. Çünkü iman gönüllü bir
teslimiyete ve tasdike dayanır. Bir başka deyişle gönle yerleşmeyen bir inanç
iman değildir.
İman bir insanın sahip olabileceği en değerli hazinedir. Ona her iki
86
cihanda huzur ve güven içinde olmanın kapılarını açar. Kur’anı Kerim bu
gerçeği imanıyla ve tüm yaşantısıyla bir samimiyet örneği olan Hz. İbrahim’in
dilinden şöyle dile getirir:
“Siz, Allah’ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O’na
ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl
korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan hangisi güvende
olmaya daha layıktır?
İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya,
işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” 1
Burada iman edip de imanlarına bir zulüm bulaştırmamaktan maksat,
tevhidde samimi olmaktır. Yani Allah’dan gayri hiçbir ilah olmadığına yürekten
inanmak ve tasdik etmektir. Allah’a ortak koşmak en büyük zulümdür. Çünkü
zulmün gerçek anlamı, hak sahibine hakkını vermemektir. İnkâr her şeyi yoktan
var eden Allah’ın yarattıkları üzerindeki hakkını kabul etmemektir. Oysa tüm
yaratılanlar üzerindeki en büyük hak; en büyüğün yani Allah’ın hakkıdır.
Samimiyet de Yüceler Yücesi Rabbimiz’in üzerimizdeki sonsuz hakkını idrak
ve teslim etmektir.
Bu konuyla ilgili olarak Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın kulları üzerindeki hakkı O’na kulluk edip hiçbir şeyi kendisine
ortak koşmamalarıdır.”2 Allah-ü Zülcelâl ısrarla kendisine hiç kimseyi ortak
koşmamamızı istemektedir.
Amellerin kabul edilmesindeki en önemli sebeplerden biri hatta birincisi
“Yalnızca Allah rızası için” yapılmış olmasıdır. Samimiyet, tüm hayatını
O’nun rızasını gözeterek yaşamaktır. Her işinde ve hayatının her anında,
yaptığı ticaretten, kurduğu dostluğa kadar her davranışında Rabbinin rızasını
aramaktır.
Allah’dan gayri tanrı tanımamak; yalnızca “Allah’dan gayri tanrı
yoktur” demekten ibaret değildir. Aynı zamanda sadece O’na ait olan hiçbir
sıfatı “yaratılanlara vermemek” konusunda da titiz olmayı gerektirir. Örneğin
O’ndan başka birisinin de her şeyi gördüğüne, her şeyi bildiğine, ya da her şeye
gücü yettiğine inanmak Allah’ın birliği inancına aykırıdır.
Müşriklerin şirk koşmalarının en önemli sebebi; Allah’ın kendilerine uzak
olduğunu zannetmeleridir. Onlar, biz putlara bizi Allah’a yaklaştırsın diye
tapıyoruz diyorlardı. Müşrikler Allah’ı doğru tanımamız için gönderilen vahye
itibar etmiyor, atalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter diyorlardı. Bu
yüzden hem Allah’a iman ettiklerini söylüyor, hem de O’na eş koşuyorlardı.
Bu hususu Yüce Rabbimiz şöyle ifade eder:
“(Rasülüm) de ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım) bu dünya ve
onda bulunanlar kime aittir?
Allah’a aittir” diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünmüyor musunuz, de.
87
Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arşın Rabbi kimdir? diye sor.
“(Bunlar da) Allah’ındır.”diyecekler. O halde hala sorumluluğunuzun
bilincine varmayacak mısınız? de.
De ki: “her şeyin hakimiyetini elinde tutan, (her varlığı) kollayıp
koruduğu halde kendisi kimsenin koruyup kollamasına muhtaç olmayan
kimdir, biliyorsanız (söylesenize)?”
Allah’tır diyecekler.
De ki: O halde, nasıl büyülenmiş (gibi) davranabiliyorsunuz? ” 3
Ayeti Kerime muhataplarının durumunu açıkça ortaya koyuyor:
Bütün bu gerçekleri kabul ettiğini söyleyen müşrikler buna rağmen Allah’a
eş koşmaya ve ahirette dirilişi inkâra devam ediyorlar. Oysa iman bir bütündür.
Onlar bu bütünü parçalayarak ve hatta bazı şeyler ekleyerek iman dairesi
dışına çıkıyorlar. Büyülenmiş bir insan gibi akıl dışı davranıyorlar. Atalarının
dininden yani putlarından vazgeçmemek düşüncesi ve bazı menfaatlerden
mahrum kalacakları endişesi onları bu çelişkili tutuma götürüyor.
İslâmda niyet; yani neyi ne amaçla yaptığımız çok önemlidir. Önemli olan
nasıl göründüğümüz değil, gerçekte neyi amaçladığımız, nasıl olduğumuzdur.
Samimiyetten uzak olan kişiler “olmayı” değil “görünmeyi” önemseyen
kişilerdir. Oysa “olmak” hakikattir. Görünmek ise “imaj” dır. Rabbimizin
bize herkesden daha yakın olduğunu bilen “olmayı” önemser, “görünmeyi”
değil. Nasıl olduğunu, neyi niçin yaptığını bilen Yüceler Yücesi bir Rabbi
olduğunun bilincindedir çünkü. Her halinin onun rızasına uygun olmasına
gayret eder. Kendisi için O’ndan daha önemli hiç kimse yoktur. Bu yüzden
en çok Allah’ı memnun etmek, Onun rızasını kazanmak ister. O’ndan gayri
her şeyin ve herkesin kendisini terk edeceğini ama bir tek O’nun her an
kendisiyle olduğunu bilen, başkaları için yapmacık davranmanın yanlışlığını
anlar. Yürekteki samimiyetin görünüşümüzden çok daha öncelikli olduğunun
farkına varır. Kalplerin Allah’ın nazargâhı olduğunu Allah’ın kalplerin özünü
bildiğini idrak eder.
Sevgili Peygamberimiz buyurur ki: “Allah-ü Tealâ sizin bedenlerinize ve
yüzlerinize değil, kalplerinize bakar.” 4
Yani kalplerinizdeki samimiyete bakar. Rabbinizin rızasını gözetip
gözetmediğinize bakar. O halde mü’min kalbini riyadan, iki yüzlülükten,
fitne ve fesattan uzak tutmalı, Rabbine samimi bir iman ve gönül temizliği ile
yönelmelidir. Şairin:
“Padişah gelmez saraya,
Hane mamur olmadan”
beytiyle ifade ettiği gibi gönlünü iyi niyet, ihlas ve samimiyetle, Allah aşkı
88
ile mamur etmelidir ki Rabb’inin rızasını kazanabilsin
Olmadığı gibi görünmek isteyen; insanlara yaranmak peşindedir. Bu tutum
belki şu kısacık dünya hayatında bazı menfaatler kazandırır. Ama Allah’ın
yanında çok şey kaybettirir. Oysa tüm insanlar Allah’ın izni olmadan kimsenin
kimseye hiçbir faydasının olmayacağı bir hesap gününe doğru ilerlemektedir.
İmanda samimiyet Allah ne diyorsa hepsine gönülden inanmayı iman
esaslarını birbirinden ayırt etmemeyi gerektirir. Yüce Rabbimiz Bakara Suresinin
son ayetlerinde şöyle buyurur: Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene
iman etti, mü’minler de( iman ettiler.) Her biri Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. “Allah’ın peygamberlerinden
hiç biri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz affına
sığındık! Dönüş sanadır.” dediler.
İmanlarında samimi olan kimseler Allah’ın peygamberleri arasında ayrım
yapmadıkları gibi emirleri arasında da ayrım yapmazlar. Onlar bu kainat nasıl
mükemmel yaratılmışsa, her şey yerli yerinde ve tam olması gerektiği gibi ise
Allah’ın bütün ayetlerinin de böyle mükemmel olduğunu idrak edrler. Hepsini
gönülden tasdik ederler. Asla Kur’anı Kerimin bazı ayetlerini kabul edip,
bazılarına karşı çıkmak gibi korkunç bir hataya düşmezler. Böyle bir tutumu
benimsemenin Allah’a cehalet isnad etmek gibi büyük bir küstahlık olduğunu
bilirler çünkü. Yüce Allah böyle davrananlara şöyle hitap etmektedir:
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden böyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık;
kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta
olduklarınızdan asla gafil değildir.” 5
Her şeyi gören, bilen, her şeye gücü yeten Allah; elbette kulları için en
hayırlı en doğru ve en güzel hükümleri verendir. Onun ayetlerini okudukça,
anladıkça samimiyetle inanan kişilerin imanları güçlenir. Kalpleri titrer. O’na
karşı olan sevgileri, muhabbetleri ve imanları kat kat artar.
“Mü’minler ancak, onlardır ki Allah anıldığı zaman yürekleri titrer,
kendilerine Allah’ın ayetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların
imanını arttırır ve onlar yalnız Rablerine dayanıp güvenirler.” 6
Onlar bir gün olup da kendilerini terk edecek olan insanlara değil, asla
terk etmeyecek olan Allah’a dayanır ve güvenirler. Onlar gücü, kuvveti sınırlı
olan insanlardan değil, gücü, kuvveti sonsuz ve sınırsız olan Allah’dan isterler.
Onlar, Allah kendileri için hayır ya da zarar ne dilerse kimsenin buna engel
olamayacağının bilincindedirler. Bu yüzden O’na sığınır, O’ndan yardım
isterler. Onlar yalnızca dara düştükleri zaman değil, her durumlarında Allah’a
yalvarırlar. Bollukta ve darlıkta O’nu anmaya devam ederler. İmanlarında
samimi olmayanlara gelince onlar yalnızca başları sıkışınca hatırlarlar Allah’ı
ve sıkıntıdan kurtulunca da yine unuturlar. Bu husus Yunus Suresi’nde şöyle
dile getirilir:
89
“İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta
durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan
sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize
dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta
oldukları şeyler güzel gösterildi.” 7
İmanlarında samimi olmayan bu kişilerin ahirette çok kötü bir son ile
karşılaşacakları Kur’an-ı Kerim’de açıkça ifade edilir. 8 İmanlarında sadık
olan kişilere gelince samimi bir mü’min, din günü hesabını veremeyeceği işler
yapmaz. Gönlündeki Allah sevgisi onu Rabbinin rızasını kaybettirecek tutum
ve davranışlardan uzak tutar. O, imanını tüm yaşantısı ile de ispat edecek bir
hayat yaşamanın gayreti içindedir. Ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Yüce Rabbimizin onlara vereceği ödül En’am Suresi 48. ayette ne güzel dile
getirilir:
“Biz Peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak
göndeririz. Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur ve
onlar üzülmeyecekler.”
DİPNOTLAR
1
En’am. 81-82
2
Buhari, Tevhid,1; Müslim, İman,48-51
3
Mü’minun, 84-89
4
Müslim, Birr, 33; İbni Mace, Zühd, 9
5
Bakara, 85
6
Enfal, 2
7
Yunus, 12
8
Nisa,140, Maide,10
90
Yasemin ÇELEBİL
Mahmut Sami Ramazanoğlu İ.H.L. Öğrencisi
ALLAH VE RESULÜ’NÜN İSTEDİĞİ SAMİMİ GENÇ1
İnsan hayatı çocukluk gençlik olgunluk ve ihtiyarlık gibi belli başlı
safhalardan oluşur. Bu devrelerin her birinin kendine has özellikleri
bulunmasına rağmen aralarında gençlik safhasının çok önemli bir yeri
vardır. Çünkü ahlaki erdemlerin yerleştiği kişinin kendisine ailesine ve
vatanına faydalı olacak meziyetlerin kazanıldığı: dönemdir gençlik. Yüce
rabbimizin en değerli nimetlerinden biri olan gençlik, bir insanın Allah
rızasını kazanmak, Peygamberin şefaatine layık olmak ve Kuran ahlâkına
hizmet etmek için gayret gösterebileceği en verimli dönemdir. Osmanlıcada
genç kelimesinin karşılığı olarak hazine define gibi anlamlar görülür. Bu
hazineye sahip olmak için Kuran ve sünnet gençlere en iyi yol göstericidir.
Zaman insanoğluna en büyük nimettir. Bu nimetin meyvesi ise gençlik
... Resulullah Efendimiz (s.a.v) zamanın ne denli kıymetli olduğunu şöyle
anlatmıştır: “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin; ölüm gelmeden önce hayatın, hastalık gelmeden önce sağlığın, meşguliyet gelmeden
önce boş vaktin, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce
zenginliğin” Halk arasında gençliğini yaşamak tabiri çok sık kullanılır ve
91
çokça da yanlış yorumlanır. Gençliğini yaşamak demek birtakım arzuların peşinde koşmak anlamına gelmemelidir. Elde bir fırsat varken iyi bir insan, iyi
bir Müslüman olmanın yolları aranmalıdır. Dinimiz her alanda israfı haram
kılmaktadır. İsraf etmek genellikle mal eşya hakkında bilinse de bundan daha
kötüsü ömür hazinesini boşa, gayesiz bir şekilde tüketmektir. İşte israfın en
kötüsü ise en lüzumlu ve asıl vazifeleri bırakıp en lüzumsuz ve zararlı işlerle
meşgul olarak ömrü ve özellikle gençliği boş yere harcamaktır.
Topluma faydalı, Allah ve Resulü’nün istediği gençlerin yetişmesinde en
önemli etken aşılanması gereken en önemli manevi değer inançtır. Allah ve Resulü inançlı ve özgüvenli bir genç ister. Kuran ve sünnet doğrultusunda yetişen
bir genç inandığını Ayet ve hadislerle ifade edebilecek seviyede özgüvene de
sahip olmalıdır. Bizim toplumumuzda öğretmenine “eti senin kemiği benim”
tabirine çokça rastlanmaktadır. Halbuki İslam toplumlarından saygın, sözü geçen gençlerin önemli yerlerde olmasında en önemli etken yetiştiği toplum ve o
toplumun zihniyetidir. Bir genç kendisine sağlanan güven ile toplumda sindirilmeden düşüncelerini aktifleştirme yoluna gidebilir. Asr-ı Saadet gençliğine
bakıldığında İslam’ın yayılmasında Peygamberimize en çok desteği sağlayan
gençler olmuştur. Düşüncelerini açıkça dile getirmiş, toplumda saygınlık kazanıp yüksek mertebelere gelmişlerdir. Mesela genç yaşta İslam’ı kabul edenlerden: Hz. Ali, Zeyd b. Harise, Abdullah b. Mesud, Zübeyr b. Avvam, Talha b.
Ubeydullah, Sad b.Ebu Vakkas, Musab b. Umeyr, Cafer b. Ebu Talib, Abdullah
b. Ömer, Osman b. Affan gibi sahabeler genç yaşta islamı kabul etmişler ve
gerek Peygamber döneminde gerekse onun vefatından sonra çok önemli görevlere gelmiş, içlerinden valiler komutanlar çıkmıştır.
Hz. Peygamber gençlere gözü pek, cesur olmayı nasihat eder. Hz. Ali hicret sırasında Peygamberimiz’in yatağına yatarak canını tehlikeye atmıştır. Bu
nedenle Hz. Ali’ye Esedullah yani Allahın Aslanı lakabı verilmiştir.
Allah resulü gençlere ilim öğrenmelerini nasihat eder. Genç yaşta Müslüman olan ve Resulullah’ın muhabbetini kazanan Cabir b. Abdullah Allah ve
Resulünden ve sahabenin pek çoğundan hadis rivayet etmiştir. 1000 den fazla
hadis nakleden 6 sahabeden biri olarak hadis külliyatında yer almıştır. Resulullah ilim aşkı nedeniyle bu sahabeyi çok severdi.
Namaz iman sancağıdır, .namaz dinin direğidir. Bu sancağı gelecek nesillere aktaran ise gençlerdir. Hepimiz biliriz ki ağaç yaş iken eğilir. Resulüllah
efendimiz buyuruyor ki “çocuklarınıza 7 yaşında namazı kıldırın.” Çocuk yaşta görülenler yapılanlar gençlikte karakter olarak bünyeye yerleşir ve artık kalıcı hale gelmiştir. Günümüz gençliğinde namaz dinin direği olmasına rağmen
bir önem arz etmiyor. En sık görülen örneği de evlenmelerde kız veya erkek
için ‘iyi çocuk, bir namazı yok’ deniliyor. Oysaki ne yürek acıtan bir durum ...
Resulüllah Efendimiz (s.a.v) bir hadisinde buyuruyor ki “Altın tasla Kevser Suyunun başında ümmetimi bekleyeceğim. Oraya gelenlere ikram edeceğim. “ der.
92
Ahir zaman gençlerini görünce elindeki tası bırakır. Bunu görenler; “Ya
Rasulullah! Onlara vermeyecek misin?” deyince Rasulullah onlara: “Ahir zamanda alnını secdeye koyan gençlerle arama altın tası koymak istemiyorum
onlara elimle ikram edeceğim.” ‘Allah; genç yaşlarında ibadet edenleri meleklerine göstererek sevincini ilan eyler.’
Günümüz gençliğinde açıkça görülen ve önüne geçilemeyen bir durum da
geçlerin batıya batının çağdaşlık olarak nitelendirdiği imansızlık kervanına katılmasıdır. Giyinilen kıyafetler, dinlenilen müzikler, okunulan kitaplar, yazılan
yazılar hepsi gençlerin batının esiri olduğunu gösteriyor. Oysaki Allah ve Resulü esaret gençlik değil iman esasına sadık bir gençlik ister. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde 20 yaşındaydı. Fatih’in ortaçağı kapayıp yeniçağı
açması, yaşadığı çağa ayak uydurmasından, çağdaşlık denilen saplantıların ardı
sıra peşine takılmasından değil, Kuran’a uyup hak yolundan gitmesindendir.
İşte Allah’ın ve Efendimizin (s.a.v) istediği Gençlik:
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin. kalbinin davacısı bir gençlik ...
Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’
düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik ...
Mahşer günü hesaba çekileceğimiz ilk konu gençliğimizi nerde ve nasıl
harcadığımız peki ya vereceğimiz cevap ... Zararın neresinden dönersek kârdır.
Allah çokça bağışlayandır tövbe eden genci sever.
Ey Müslüman Genç Kardeşim !
Gençliğin senin en büyük hazinen. Beş metrelik toprağın altına girdiğin
zaman sana sorulacak olan o soruya cevabın hazır mı ?
Öyleyse gençliğini iyi kullan ...
DİPNOTLAR
1. Bu Makale, Haciveyiszade Mustafa Kurucu’yu anma programında İHL’ ler arası Konya Birincisi seçilmiştir.
93
Şeyma YILDIRIM
Dede Aşıklar Kur’an Kursu Öğrencisi
ÖNCÜ ve SAMİMİ BİR GENÇLİK1
Gençlik, çocukluk ile olgunluk arasındaki en dinamik çağ, en latif
nimettir. Bu nimetin, nasıl ve ne uğurda harcandığı mühimdir. Bu hususta
Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanoğluna, gençliğini hangi yolda
tükettiğinin sorulacağını2 haber verir. Şüphesiz önemli olan, bedenen hayatta
olan bir gençlik değil, imanıyla hayatı kanaviçe işlercesine güzelleştiren bir
gençliktir.
İslam toplumunun şekillenmesinde, İslami değerlerin yaşanmasında
ve yayılmasında gençlerin rolü yadsınamaz. Bu bağlamda Hz. Peygamber
(s.a.v) gençliğe ve gençlerin yetişmesine büyük önem vermiş, onlara
mühim görevler yüklemiştir. Öyle ki Allah Rasülü, Tebük Gazvesi’nde
Beni Neccar Kabilesi’nin sancağını, henüz yirmili yaşlarda olan Zeyd İbn
Sabit’e vermişti. Bedir Savaşı’nda Hz. Ali’yi sancaktar yapmıştı. Beni
Kudaa üzerine göndermek için hazırladığı birliğin sancağını da Üsame ibn
Zeyd’e vermişti. Allah Rasülü, alemin esrarında helezon gibi sağırca ve
duraklayarak dönen değil, atardamarlarında safi özgüven duygusu taşıyan
bir gençlik arzu ediyordu.
94
Hz. Muhammed (s.a.v)’in bir peygamber ve insan olarak en önemli özelliği,
“üstün ahlâklı”3 ve “en güzel örnek”4 oluşudur. O (s.a.v), “Ben, Müslümanların
ilki olmakla emrolundum.”5 düsturuna bağlı kalarak, bir yandan Allah’tan aldığı
vahyi olduğu gibi insanlara ulaştırmış, diğer yandan da ilahi vahyi öncelikle
kendi hayatına uygulayarak tüm müminlere rehber olmuştur.
“İlim öğrenmek kadın-erkek her Müslüman’a farzdır.”6 buyuran Hz.
Peygamber (s.a.v), bütün Müslümanlara Mescid-i Nebevi’de eğitim veriyordu.
Burada ashap çeşitli ders halkaları da oluştururdu. Hz. Peygamber (s.a.v) de
mescide geldiğinde ibadet ile meşgul insanların yanına değil, eğitimle iştigal
olanların halkasına katılırdı. Gençlerin ilim alanında yetişmesine büyük ilgi
gösteren Allah Rasülü’nün, vahiy katiplerini de umumiyetle gençler arasından
seçtiğini, İslam’a davet mektuplarını gençlere yazdırdığını ve daha nice
eylemleriyle gençleri ilme teşvik ettiğini görüyoruz.
Kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgelendirilecek olanlar arasında
“Rabbine kulluk üzere yetiştirilmiş genç”leri7 de sayan Hz. Peygamber (s.a.v),
hakkın yolunda dümdüz ilerleyen ve batıla yol vermek için kıvrılıp kenara
çekilmeyen bir gençlik diliyordu. Acılara, hayatın problemlerine sağlam
bir imanla galip gelen bir gençlik ... Bu hususta Allah Teala da Yüce Kitabı
Kur’an’ı Kerim’de, “hisse” alalım diye nice “kıssalar” zikretmiştir. “Ashab-ı
Kehf “ kıssası da bunlardan biridir.
Ashab-ı Kehf. .. Onlar, inkârcı ve zalim bir toplulukta gerçeği açıkça
görmüş ve imanlarını yüreklice ortaya koymuş gençlerdi. İnançlarının zarar
görmesinden kaçarak, dünya hayatının süsünü bırakıp Allah’a dayanmış, dar
ve karanlık bir mağaraya sığınmak zorunda kalmışlardı. Sonra İlahi Şefkat
her tarafı kaplamış, o daracık mağara onlara engin bir meydan oluvermişti.
Şüphesiz Allah Teala, Ashab-ı Kehf gibi hakikate sımsıkı sarılan, tercih ettikleri
imanla şeref duyan bir gençlik istiyor.
Bir gençlik ki, Hz. İbrahim gibi, imanın terbiye ettiği bir kalple putlardan
arınan ve zalimlere en naif sözlerle çağrıda bulunan, karanlığa ışık olan
bir gençlik ... Kardeşine, “ ... and olsun eğer sen beni öldürmek için elini
uzatırsan, ben öldürmek için sana asla elimi uzatmayacağım”7 diyerek Rabbine
sığınan, ‘Habil gönüllü’ bir gençlik ... Firavun’un kavmi gibi sıkıntılı anlarda
Allah’ı hatırlayan, kendini güvende hissettiğinde ise her şeyi unutan bir
gençlik değil; Hz. Musa gibi, hak yolda batıla mukavemet eden, düşünce,
ahlâk ve uygulamalarıyla Rabbi için cihat eden bir gençlik ... Adem (a.s.)’in
tövbekarlığını, Hacer (a.s.)’ın teslimiyetini, Meryem (a.s.)’ın iffetini, İsmail
(a.s.)’ın sıddıkiyetini, Eyyüb (a.s.)’ın sabrını, Yusuf (a.s.)’ın takvasını kendisine
düstur edinmiş bir gençlik ...
Velhasılıkelam, Allah ve Rasül’ ü, hakikatin kalbine doğru durmadan
kulaçlarını atan, hikmet denizinde yüzmeye doymayan, ayak seslerinin yankısı
çağın körelmiş beynine çekiç gibi inen, inancının azamet ve ihtişamıyla nice
nesilleri dirilten bir gençlik istiyor.
95
Selam olsun Cenab-ı Allah’ın rızasını kazananlara ...
Selam olsun Hz. Peygamber (s.a.v)’in ahlâkıyla ahlâklananlara ...
Selam olsun dinini koruyup, emanetlerini ifa eden ve amellerini hayırla
sonuçlandıran tüm
Müslümanlara ...
DİPNOTLAR
Bu Makale, Haciveyiszade Mustafa Kurucu’yu anma programında Kur’an Kursları arası Konya Birincisi
seçilmiştir.
2
Bkz. Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyame, 1.
3
Bkz. Kalem Süresi, 68/4.
4
Bkz. Ahzab, 33/21.
5
Zümer, 39/12.
6
İbn Mace, Mukaddime, 17.
7
Bkz. Tirmizi, Zühd, 53
1
96

Benzer belgeler