YAY ve OK - (Adabelenliler) Derneği

Transkript

YAY ve OK - (Adabelenliler) Derneği
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İÇİNDEKİLER
Prof. Dr. Kemal Kocabaş
Mehmet Genç
Hüseyin Yaşar
Prof. Dr. Kemal Arı
Prof. Dr. Ayhan Çıkın
Damla Bektaş
Bekir Özgen
Salih Gözek
Tahsin Şimşek
Etem Oruç
Emin Ugunlu
Ahmet Nuri Doğan
M. Cevat Turan
Şadiye Dönümcü
Ali Kaya
Asım Güneş
Nurettin Özkan
Kadri Gülhan
Ahmet M. Egemen
Hülya Karakuş
Eyüp Yılmaz
Zekeriya Yavuz
Bahtiyar Takkalı
Azmi Ermiş
Muammer Özler
İlyas Kalay
Turgut Dereli
Ünal Yurtçu
Cuma Esentürk
Nabide Kılınç
Tevfik Kemikler
Bülent Akın
Nilgün Tarım
Mehmet Ali Tıraş
Prof. Dr. Ramazan Demir
Mehmet Halil Arık
Mehmet KARABACAKLAR
Haberler
Okullar Açıldı ..........................................................................................................2
Hariçten Gazel ........................................................................................................3
Bir Topluma Toplu Olarak Tecavüz .........................................................................4
Topçu Kışlası Artık Başka Türlü Anımsanacak ..........................................................5
Kimlik ......................................................................................................................6
İcat çıkarma Elif! Bakan kızabilir ............................................................................7
Otobüs Yolcuları.......................................................................................................9
Eskiyen ..................................................................................................................11
Lozan’ı Anlamak ve Yaşatmak ................................................................................12
Beyaz Bir Merhaba ................................................................................................14
Sen Rahat Et ..........................................................................................................15
Matematik Sanatı ve Eğitim ...................................................................................16
Battılar ..................................................................................................................18
İnsan Hakları Yaştan Bağımsızdır...........................................................................19
Kasımpatılar...........................................................................................................20
Atatürk’ün Işığını Görmek ......................................................................................22
Sonbaharda............................................................................................................22
Atatürk’ün Manevi Babası Sedirlerli Hacı Hüseyin Ağa ..........................................23
Atatürk’den Bir Anı Devlet Adamı Kimdir, Nasıl Olunur? .......................................23
Londra’da Yaşam ve Özlediğim Ülkem, Türkiyem ..................................................24
Köy Enstitüleri ile ilgili olarak bunları biliyormusunuz? ........................................26
İda’nın Yüreğine Saplanan Hançer (2) ..................................................................28
Anlamaz.................................................................................................................29
Çağlayan ...............................................................................................................30
Adabelen’in Soluğunda ..........................................................................................32
Yaşamımdan Kesitler ve Bir olay ............................................................................33
Bir Genç Kızın Gözyaşları ......................................................................................35
Üretimin Abidelerinden .........................................................................................36
Orak Tarlası............................................................................................................38
Adabelen’e Yolculuk ...............................................................................................39
Çocuk ....................................................................................................................40
Dört Yaşında Bir Çocuğum ....................................................................................41
Gelincik Kırmızısı ...................................................................................................41
İki Anım .................................................................................................................42
4 Parmak Sembolünün Gerçek Anlamı ..................................................................43
Ben’Kişot ................................................................................................................45
Gözlerinde Yaşadım Aşkı........................................................................................45
..............................................................................................................................47
Gençleri anlamak için Lübnanlı ozan, yazar, ressam Halil Cibran'ın(1881-1931)
dizelerini bilmek, anlamak uygulamak gerekiyor. Anne babalarla çocuklar,
gençler arasındaki ilişkiyi ünlü şair aşağıdaki dizelerle anlatıyor:
YAY ve OK
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değildir.
Onlar hayatın kendi varoluş özlemi için doğan kızlar ve erkeklerdir.
Sizin vasıtanızla dünyaya gelirler, fakat sizden gelmezler.
Sizinle beraberdirler, fakat size ait değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, fakat düşüncelerinizi veremezsiniz.
Çünkü kendi düşünceleri vardır.
Vücutlarını yanınızda tutabilirsiniz, ruhlarını tutamazsınız.
Çünkü ruhları yarında yaşar, yarına gidemezsiniz rüyanızda bile.
Onlar gibi olmak için çabalayabilirsiniz, fakat onları kendinize benzetmeye çalışmayın.
Çünkü hayat ileriye doğru yürür, dünde oyalanmaz.
Siz “yay”sınız, çocuklarınız geleceğe fırlatılmış canlı “ok”lardır.
-1-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
OKULLAR AÇILDI...
Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ
[email protected]
16 Eylül 2013 Pazartesi günü Türkiye'de yaklaşık 18
milyon öğrenci çalan zillerle “okula merhaba” dedi. 16
Eylül sabahı İzmir caddeleri, sokakları, okul önleri cıvıl
cıvıldı. Trafik yoğun, veliler telaşlı, çocuklar değişik
duygular içinde servislerine koşuyorlardı. Okul hep
aydınlanmadan, değişimden, dönüşümden yana taraf bir
aydınlanma kurumu. O nedenle okul yolu, birey olmanın,
yaşama daha sistematik bakmanın, sanatla buluşmanın,
evrenle, akıl ve bilimle tanışmaya gidilen aydınlık yol.
yaşamının eğitim yoluyla
değişmesiydi. Parasız yatılı
ilköğretmen okullarında devam
eden eğitim sürecimizle bunu
başarmanın mutluluğunu hep
yaşadı.
Tarih 16 Eylül 1961, sabah saat 8.00'de evimizin
karşısında, yaklaşık 300 metre ötedeki eski bir karakol olan
beş sınıflı okulumuzun bahçesindeydim. Elimde kocaman
bir çanta, siyah önlüğüm, beyaz yakalığım, boynuma iple
bağladığım bir silgi ile okula adım atmıştım. Cebimde de
kocaman bir kırmızı elma vardı… Biraz ürkek ve tedirgindim.
Ya ş a m ı m d a b i r ş e y le r i n d e ğ i ş m e k t e o ld u ğ u n u
hissediyordum. Altı yaş, ilk çocukluk
dönemi bitmişti, giysiler değişmiş, kitap,
defter, çanta ve okul kavramları vardı artık.
Evrilme, değişime adım atma denilen süreç
buydu herhalde. Mahalle arkadaşlarımı
gördüm. Büyük sınıflar koşuşturuyordu.
Biraz sonra okulun emektar hademesi
“Pembe Abla” toplanma zilini çaldı.
Okulun önünde merdiven basamakları
vardı. Basamakların önünde sınıf sınıf
yaklaşık 200 öğrenci toplandık. Biraz sonra
okul kapısında babam belirdi. Sol
yakasında kırmızı bir gül vardı. “Günaydın
Çocuklar” dedi. Hep birden, coşkulu bir
şekilde “Günaydın” dedik. Günaydın
kelimesi bana hep okulun o ilk gününü
anımsatır. Büyülü, coşkulu bir terim…
Aydınlığa, değişime, dönüşüme
yolculuğunun tılsımlı sesi gibi gelir bana
hep. Günaydın sonrası beşinci sınıflardan
bir ağabey bayrakla merdivenlere çıktı.
Babam ses verdi ve ilk İstiklal Marşını o gün
hep birlikte söyledik. İstiklal Marşıyla da tanışmıştım. İstiklal
Marşı sonrası babamın “yeni öğretim yılı, okul, dersler,
Mustafa Kemal” konulu coşkulu konuşmasını hep birlikte
dinledik. Benim gözüm öğretmenlerdeydi. Hangisi
öğretmenimiz olacaktı? Öğretmenler merdivenlerden sevgi
dolu bakışlarla, gülümseyerek bizleri izliyorlardı… Sınıf sınıf
içeriye dershanelerimize girdik. Sınıfta ilk kez gördüğüm
arkadaşlarım vardı. Biraz sonra kapı açıldı. Muğla İlköğretmen
Okulu'ndan yeni mezun Durani Tekke (Keleş) tüm güzelliği
ve insani sıcaklığıyla içeri girdi. Öğretmenimizi birden çok
sevdik… Okul başlamıştı… Kavaklıdere'de o yıllarda Atatürk
büstü yoktu. Bir gün okulda büyük bir hareketlilik vardı. Tüm
okul “Atatürk Anıtı” için seferber oldu. Kavaklıdere mezarlık
Okulların açıldığı gün, kendi tarihimi, 16 Eylül 1961
Kavaklıdere İlkokulunda “Günaydın” dediğim günü
anımsadım. Geçen 52 yılı düşündüm. Siyah önlüğümü,
beyaz yakalığımı yani çocukluğumu özlediğimi hissettim…
İlkokul 1. sınıfa başladığımda ablam
ilkokulu bitirmiş, ağabeyim 4. sınıftaydı. Bir
gün önce berberde üç numara okul
tıraşıyla başlamıştı heyecan. Yeni ayakkabı,
çorap, pantolon, kitap-defter ve çanta, ne
tatlı coşkulardı onlarla buluşmak. Bakkal
Amcamdan defterleri, kitapları, kalem ve
silgiyi, altı renkli boyalı kalemleri çantama
koyduktan sonra eve gidişim zafere
yürüyen bir kahraman gibiydi adeta. 1961
yılında Kavaklıdere'de elektrik yoktu.
Mutfak ocağında yanan ateşlerin ışığında
ve sıcaklığında ailecek yenen akşam
yemeği sonrası devam eden okul
heyecanımı hiç unutamam. Annemin
kömürlü ütü ile pantolon ve önlüğümü
ütülediği o akşamın güzelliğini ve
merakımı hatırlarım hala. Kömür, ütü ve
ütülemek olayı arasındaki ilişkiyi ilk kez o
gün sorguladığımı hatırladım bu satırları
yazarken. Okul imecesi devam ediyordu.
Babamın eski gazeteleriyle ablamla birlikte
kitapları, defterleri kapladık, kırmızı etiketleri yapıştırdık.
Erkenden yatmıştım. Yorganımın altında çantam ve yeni
ayakkabılarım da vardı…
Kargaşa, heyecan, merak dolu uykusuz bir gece
sabahı kahvaltıda annem, ablam ve ağabeyim ile
birlikteydik. Okul müdürü babam yaklaşık bir saat önce
okula gitmişti. Onun dünyasındaki okul heyecanını,
dinamiğini ancak Köy Enstitüleri gerçeğini öğrenince
anlayabilmiştim. Babamı şık bir kravat, boyalı ayakkabılar,
ütülü elbiseleri ve yoğun, idealist bir öğretmenlik aşkıyla
anımsarım hep. Öğretmenlik ona çok yakışırdı. Elli dört
yıllık yaşamında hep öğretmen gibi yaşadı. Sade, yalın ve
aydınlanmacı… Kısa yaşamında tüm heyecanı bizlerin
-2-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
bölgesinden elden ele 200 öğrenci taşları taşıyarak
“Atatürk Anıtı” imecesini ürettiler. Okul müdürü olarak
babamın kaideyi anıtın üstüne yerleştirirken ki yüz
ifadesini unutamam.
Hariçten
gazel…
Kavaklıdere İlkokulu, yaşamımdaki “ilk devrim” idi.
Nitelikli bir ilkokul eğitimi aldık o yıllarda. Zira eğitimin en
önemli öznesi olan öğretmenler çok nitelikliydi. İlkokul
yıllarımda her sabah tüm öğrenciler ve öğretmenler okul
etrafında 3-4 tur atar, sabah kültürfiziği yapılırdı. Şimdiki
deyimiyle “çakralar” açılırdı. Her sınıfın hobi bahçesi vardı.
Sebze ve çiçekler dikilirdi. Sınıf sobasını sırayla yakardık.
Her 23 Nisan'da ilkokul mutlaka tüm yurttaşlara yönelik
müsamereler düzenlerdi. Tüm bayramlar özellikle
Cumhuriyet Bayramı büyük bir coşku ile kutlanırdı. Şiirler,
trampet takımı, marşlar, halk oyunları, matematikle,
sayılarla tanışmamızı sağlayan fasulyeler, yerli malı
kutlama haftalarımız gibi pek çok etkinliklerle dolu yıllardı
ilkokul dönemi. Yıl 1966, ilkokul bitmişti. Kavaklıdere'de
ortaokul yoktu. Tek seçenek parasız-yatılı okullardı.
Yaşamımdaki ikinci devrim bu sınavlar sonucunda 16 Eylül
1966 günü Ortaklar İlköğretmen Okulu'nun kapısından
içeri girdiğim gün başlıyordu. Laik, demokratik, parasız,
karma eğitime merhaba, diyordum. 11 yaşındaydım ve
artık hayata, okul denilen “evrensel mekân” ile daha farklı
bakıyordum.
Mehmet GENÇ
[email protected]
Şiirin zıddı kendisidir, zıt gidilmez şiire
Şair ateşli silahlara kinli, gözlerin hariç
İnsanım diyorum, insan, üstelik şair ve erkek
Erkek köle olarak bir kadına yakarışım hariç
Gönülsüz geri dönüşüme benzermiş ölüm
Aşk uğruna ilk kurban oluşumuz hariç
Amacında ölüm olmayan intiharsa aşklar
İntihar dâhildir şairin yaşamına, ayrılık hariç
Yıl 2013… Benim okul öyküm, algılarım böyle. 52 yıl
sonra günümüzün çocukları, torunları acaba neler
yazacaklar merak ediyorum… Onlar da coşkuyla okullarını,
öğretmenlerini, laik-demokratik eğitim kazanımlarını
yazabilecekler mi? Bilmiyorum… Ama, onların da yazacağı
okul öyküleri olmalıdır dileğim var. Akıl, bilim ve diyalektik
gelişim “Her şey akar” diyor. Eğitimi dinselleştirmepiyasalaştırma, akıl ve bilimden uzaklaştırma çabalarına
rağmen hayat insanın özgürleşmesi yönünde akacaktır ve
akmaktadır. Kavaklıdere'deki tüm ilkokul arkadaşlarıma,
Or taklar İlköğretmen Okulu'nda sınıflarda,
yatakhanelerde, pamuk tarlalarında, işliklerde, bayram
imecelerinde beraber olduğum tüm arkadaşlarıma ve tüm
öğretmenlerime sevgiyle, saygıyla…
Yarı parçam diyorsun ya, yarı, arı içerikli
Arı, bal çağrışımlı olsa ne çıkar, acısı hariç
Hariçten gazel okuyan şairin biriyim belki
Dize arasında seni giz olarak saklayışım hariç
Mor giyinme bir daha Osmanlı saraylısı gibi
Türkmen dudağına kazıdığım morluk hariç
-3-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bir Topluma Toplu
Olarak Tecavüz
Hüseyin YAŞAR*
[email protected]
Bir ülkede:
Öncelikle, hâlihazırda okullarımızdaki genel uygulamalara
kısaca göz atalım:
Yöneticiler, kendilerine göre doğru ve iyi olan yaşam
biçimini herkese kabul ettirmek istiyorsa, başka bir
anlatımla yetişkinleri yetişkin olarak görmüyorsa ve
yetişkinler de bu duruma karşı tepki vermiyorsa,
İçinde öğretmen, veli ve öğrencinin bulunmadığı bir
''büyükler heyeti '' müfredat adı verilen bir bilgiler dizini
hazırlar. Konuların dili, güncelliği, yaşam ile olan bağlantısı
ve öğrencinin profiline bakılmaksızın bu dizin, bir paket
halinde okullara gönderilir. Öğretmen paketin kalıbını bile
bozmadan öğrenciye aktarır. Öğretmen aktarabildiği,
öğrenci de belleğe doldurabildiği kadar başarılıdır(!).
Sorgulama yoktur. Gözlem, deney, karşılaştırma,
betimleme, konuya ilişkin bütünsel bakış vb. kısıtlıdır.
Örneğin, çocuk erozyon olayını ot, çalı, toprak, suyun
toprağa sızması, yamaç, eğim, yağış, kar erimesi ve aşırı
otlatmayı görmese de ve bunlar arasındaki iletişim ve
etkileşimi bir bütün olarak kavramasa da sular seller gibi
anlatır. Sınavda da seçeneklerden doğru olanı kolayca
işaretler. Böylece eğitim-öğretim (!) olayı, yeni bir aktarıma
kadar sona ermiş olur. Ama erozyon, ülkemizde azalacağına
daha da artar. Neden? Çünkü konu, sorgulanmamış,
araştırılmamış ve gözlenmemiş, sadece ezberletilmiştir.
Başta kadınlar, erkeğin yarattığı yaşam biçimini
sorgulamıyor, sessiz kalıyor ve ona uyum sağlayıp sınırlı
bir yaşam sürüyorsa, kısaca erkeğin şahsında kimliğini
yitiriyorsa, bu yapı toplumun önemli bir kesimince de
kabul görüyorsa,
Altmış aylık çocuklar, doğuran ve onları büyütenlere
danışma gereği duymadan ilkokula başlatılıyorsa v e yılın
sonunda, onca çocuk adeta telef oluyorsa, sürüye
kattığımız oğlak ve kuzuların bile hesabının sorulduğu
günümüzde, kimse çocuğunun yaşadığı travmanın
nedenini sormuyorsa, soramıyorsa,
Bilim ve teknoloji üretilmeyip dışarıdan satın alınıyor,
satın alınan bilimsel ve teknolojiye ait terimler satın alanın
dilini istila ediyorsa,
Teknolojik yoksunluktan dolayı sulanıp gübre
verilemeyen topraklar, işletilmedikleri için madenler ve
limanlar satılmak zorunda kalınıyorsa,
Bunun sonucunda, o ülkenin ekonomik geleceğine
ilişkin kararlarını, teknoloji ve bilim satıcıları veriyorsa, o
ülkenin insanına toplu olarak tecavüz ediliyor, demektir.
Bilindiği gibi, tecavüzler yalnız cinsel olarak değil,
yukarıda anlatıldığı gibi ekonomik ve kültürel yönden de
gerçekleşmektedir. Bu hale düşmenin /düşürülmenin en
önemli nedeni, küçük yaştan itibaren insanların okulda
sorgulama yapmaksızın, her söyleneni/anlatılanı/
uygulamayı bir ayet gibi, kabul etmeye alıştırılmış
olmasıdır. Yerleşik aile gelenekleri de bu duruma destek
vermekte, kuşkusuzluk bir yaşam tarzı olarak, işyerinde,
tarlada, ailede ve fabrikada sürüp gitmektedir.
Bilimsel düşüncenin temelini sorgulama oluşturur.
Sorulmamış sorunun açılmamış kapıdan farkı yoktur.
Sorular sorulduğu sürece yanıtları bulunur. Sorular
çeşitlendikçe yanıtlar da aynı oranda çeşitlenir. Her yanıtta
önümüz aydınlanır. Soruların çeşitlenmesi de
sorgulayanların çoğalmasına bağlıdır.
Ezberin olduğu yerde hafız ve hafizeler vardır. Bilgi ve
teknoloji üretilmez; satın alınır. Satın alanlar satanlara
bağımlı olmak durumundadır. Satın alanlarda edebiyat,
tiyatro,heykeltıraşlık, müzik,dans,… gibi sanatlar da
gelişemez. Bir buçuk milyar nüfuslu İslam toplumuna
bakınca bunlardan çok görürüz.
Sorgulayıcı yaşam biçimini geliştirmenin
yolu/yolları elbette vardır. Bunların başında da okullar
gelir.
Bir toplumu bu şekilde kötürüm durumuna getirme
eyleminin sözlüklerde “tecavüz”den başka bir adı var mıdır?
*Emekli Coğrafya Öğretmeni
-4-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
TOPÇU KIŞLASI ARTIK
BAŞKA TÜRLÜ ANIMSANACAK!
(Yalnız 31 Mart Ayaklanması Değil, 2013 Direnişi de Onun Tarihiyle Bütünleşti)
Prof. Dr. Kemal ARI
DeÜ Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi
Daha önce söylemiştim. 31 Mar t Gerici
Ayaklanması'nda, Taksim'den Harbiye'ye doğru uzanan
alanda yer alan topçu kışlasına yerleştirilen Avcı
Taburları'nın, mektepli subaylara acımasızca nasıl
saldırdıklarını ve onunla aynı anda Sultanahmet'te
başlayan olayların dal budak salarak, Bab-ı Ali'ye doğru
gittiğini... Dolayısıyla, bir yandan Derviş Vahdeti, öte
yandan Said-i Nursi'nin ve kimi cami hocalarının; “Din
elden gidiyor; kadınlar artık yüzü açık geziyor; Şeriat
İsteriz!” nidalarıyla kışkırtmada bulunduklarını... Sultan
Abdülhamit'in, ayaklanan güruhun isteği üzerine onlarla
görüştüğünü; dolayısıyla bu görüşmenin kalkışmacılara
daha büyük cesaret verdiğini... İstanbul'un haftalar boyu
gerici ayaklanmacılara teslim olduğunu ve bunda Topçu
Kışlası'nın baş rol oynadığını... Hareket Ordusu'nun
İstanbul'a girdikten sonra, kanlı çarpışmaların yaşandığını;
sonunda İstanbul'un düzenli askerlerin kontrolüne
girdiğini ve Mahmut Şevket Paşa'nın buyruğuyla, Topçu
Kışlası'nın topa tutularak, ağır bir darbe aldığını...
askerlerini yerleştirdiler. İşgal dönemi boyunca, İstanbullu
sayısız yurtsever bu kışlada yok Anadolu'ya insan kaçırmak,
yok casusluk yapmak, yok para göndermek; yok silah
kaçırmak gibi nedenlerle, burada, yani bu kışlada işgalciler
tarafından acımasızca sorguya çekildi... Bu kışlaya
hapsedilenler, orada günler boyunca işkenceden
geçirilenler oldu. Bu işkence sırasında yaşamlarını yitirenler;
yitirdikten sonra da cesetleri, kışlanın bir yerine kaldırılıp
atılanlar vardı...
Gericiliğin ve işgalin tanıklığıydı bu kışla... Ha,
diyeceksiniz ki; kışlanın bütünüyle yıkılması doğru muydu?
Sonuçta tarihe tanıklık
Haklısınız!
Ancak, cumhuriyet döneminde, pek çok kentte
planlamalar yapıldı. Özellikle yabancı uzmanların görüşleri
doğrultusunda kentlere yeni çehreler verilmeye,
cumhuriyetin devrimci yüzü yeni mimari ve şehircilik
olgusuna yansıtılmak isteniyordu. Üstelik geçen zaman
içinde, özellikle işgalden sonra, kimi göçmen kafilelerin
barınma yeri; suç potansiyeli olan evsiz barksız insanların
sığınma yeri; hatta kimi spor karşılaşmalarının yapıldığı
kutlama alanı gibi işlevleri; kışlanın yapılış amacıyla hiç
örtüşmüyordu. Bölgede, kentin nefes alacağı geniş bir alan
oluşturulmak istendi. Üstelik kışlanın, pek mimari değeri
olmadığı saptaması yapılmıştı. Bunu bugün, dünyanın en
önemli sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Doğan Kuban da
söylüyor...
Bunların hepsi doğru... Üstelik öncesi de var sonrası
da… Merak edenler; o günleri anlatan ciddi anılara ve
akademik incelemelere bakabilirler...
Sonrası dedik de... Hemen anımsatalım:
Bu ünlü kışla, topa tutulduktan sonra, iyice yıpranmış
ve metruk bir hale gelmiş; gericilik orada ve onun gibi
başka mekânlarda boğulmuştu. Ancak kimi onarımlardan
geçirilerek, eskisi gibi olmasa da bu kışla yine de
kullanılmıştı.
Ve cumhuriyet, yeni kent mimarisine yönelirken, bir
seçim yapmış ve bölgeyi halkın rahatça gezip dinleneceği
geniş bir park alanına dönüştürmek istemişti...
Ve ne oldu biliyor musunuz?
İstanbul işgal edilince, bu kışla, işgal ordularına bağlı
askerlerin kışlası yapıldı. Kışlaya İngilizler getirip,
Bütün bunların hepsi tarihte yerini aldı.
Ancak bundan sonra başka bir şey daha var. O
da şu:
Artık Taksim Kışlası'nın yerine yapılan Gezi
Parkı, başka bir yönüyle tarihte yerini alacak:
2013 Ayaklanmasıyla...
Evet, 2013 Yılı Mayıs Ayı, daha önceki
olayların hepsinden daha baskın bir tarihsel olguya
dönüşmüş ve tarihteki yerini almıştır:
Bunu, nasılsa ömrü olanlar, günü geldiğinde
olaylar üzerine kitaplar yazılmaya, belgeseller
çekilmeye başladığında görecekler...
Topçu Kışlası
-5-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
KİMLİK
Prof. Dr. T. Ayhan ÇIKIN*
At korkularını zamanın sonsuzluğuna / Kalmasın içinde geçmişin yıkıntıları
Cem,
16 Eylül 2013
seninle karşılaşmamızın 14. yılına giriyoruz.
Kalbi(m/n) 37 yaşında, tenim 68
Doktorlar, kalp naklinden sonra kapattılar dosyalarını
Ya nakil sonrası yaşantımız?
37'lik kalp, 68'lik ten…
İçimde müthiş bir çelişki,
Ve aklımda hep sen
Rahmetle anıyorum seni…”
*
At korkularını zamanın sonsuzluğuna
Kalmasın içinde geçmişin yıkıntıları
En güzel gecelerini koy masaya
Bir 'an' olsa da yaşa 'aşk'ın ateşini
Nympha'ların çılgın danslarındaki adam
Kaybetmiş haritada kendi yüreğini
Yanı başından kayıp giderken zaman
Sorgulandın mı hiç ölüm taşında sen
Çizerken portresini yaşamın 'ince gülü'
-sonsuzluğa göçüş mü?Seninle bir kez yaşamanın ödülü?
*
Taşı yüreğinde sevdanı
- beyninde düşüÇekinme, gir otuz yedi'sindeki bir yüreğe
Marsias'ta gör ritmini tutkunun
Ateşle gençliğinle yetmişindeki bir teni
Tut ellerinden yalnızlığın gecelerini
Eğil, sor çöldeki durgun sulara
'Kaybolmaktaki yüzün kimliğini'
*Ozanımız T. Ayhan Çıkın genç yaşta yaşamını yitiren bir yurttaşımızın kalbiyle yaşıyor. Onun
kalbini yaşatıyor. Ona seslenerek onu minnetle anıyor. Biz de olanca duygularımızla ozanımıza
katılıyoruz ve organ bağışlamanın ne denli önemli olduğunun altını bir kez de biz çiziyoruz.(Adabelen)
Bakanımız diyor ki…
“Bu ülke Müslüman bir ülke. Yüzde 99'u Müslüman. Şimdi Türkiye'nin konumu itibarıyla biz icat yapamıyoruz, buluş
yapamıyoruz. Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz? Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. O zaman biz çok daha iyi eğitim
almak zorundayız. İnsanlarımızı çok daha iyi yetiştirmek zorundayız. Öyle kalem efendisi değil.
Eğer biz çocuklarımızı iyi yetiştirirsek kalem efendisi değil, ara teknik eleman, üniversiteyi bitiren, teknolojiyi iyi
kullanan, bilgisayar bilen ve lisan bilen, dünyadaki bütün bilgileri alıp onları çok iyi kullanan, çok kaliteli gençler olarak
yetiştireceğiz.”
Erdoğan Bayraktar- Çevre ve Şehircilik Bakanı
-6-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İcat çıkarma Elif ! Bakan Kızabilir…
Damla BEKTAŞ
[email protected]
16 yaşındaki genç bilim insanı Elif Bilgin, muz
kabuğundan ürettiği *biyoplastik'le Google Bilim
Fuarı'nda finale kaldı. Elif'in bu başarısı “ara eleman
ülkesiyiz” diyen devlet büyüklerini tekzip eder
nitelikteydi.
İstanbul'da yaşayan 10. sınıf öğrencisi Elif Bilgin,
henüz 10 aylıkken cümle kurarak konuşmaya, 4 yaşında
bilim dergileri okumaya başladı. Bilimsel araştırmalara olan
merakı onu ilginç projeler üretmeye itti. Muz kabuğundan
biyoplastik üretimi projesineyse iki yıl önce başladı.
Başlangıçta başarısız olsa da, sonunda muz kabuğundan
biyoplastik üretmeyi başardı. Projesini bu yıl üçüncüsü
düzenlenen, 120 ülkeden 13-18 yaş arası binlerce gencin
yarıştığı Google Bilim Fuarı'na yolladı ve halkoylamasında
birinci oldu. Böylece Elif Bilgin 23 Eylül'de açıklanacak olan,
Büyük Ödül'ün sahibi 15 finalistten biri olmaya da hak
kazandı.
-Bilime olan merakınızı ne zaman fark ettiniz?
-Hep meraklı oldum. Hep çok konuşan, çok soru soran
bir çocuktum. Küçük yaşta kendi kendime okumayı
öğrenerek meraklarımı kitaplardan gidermeye çalıştım.
Ailemin aldığı, çocuklar için uygun bilimsel kitaplar benim
ilk okuma kitaplarım arasında yer aldı. Bilime esas merakım
sonraki yıllarda ortaya çıktı. 5. sınıfta İstanbul Bilim ve Sanat
Merkezi'nde özel eğitim görmeye hak kazandım ve burada
bilimin çeşitli dallarında kendimi geliştirme imkanı buldum.
-Daha önce buna benzer çalışmalarınız oldu mu?
-Daha önce de okulda ve Bilim ve Sanat Merkezi'nde
düzenlenen bilim fuarlarında rüzgar gücüyle çalışan araba
tasarımı ve topraksız tarım yaparak sebze üretimi
projelerimle alınmış iki birinciliğim var.
-Bu projeyi gerçekleştirirken ailenizin ve
çevrenizdekilerin tutumu nasıldı?
-Ailem desteğini hiç eksik etmedi, yarışmaya
katılıncaya kadar okul arkadaşlarımın haberi olmadı. Sadece
BİLSEM'de danışman öğretmenim Songül Genç haberdardı.
Zatenprojemi yarışmaya için teşvik eden de o oldu.
-Ödülünüzle yapmayı planladığınız özel bir şey
var mı?
-Bu ödülün bir bölümünü projemle ilgili kullanıp kalan
kısmını da maddi imkanları kısıtlı, fakat üstün başarılı iki
üniversite eğitim giderlerine karşılamaya yardımcı olmak
için kullanmayı düşünüyorum.
-İleride eğitiminizi Türkiye'de mi, yoksa yurt dışında mı
devam ettirmek istersiniz, sizin için hangisi daha avantajlı
olur?
-Hayalim yurt dışında üniversite eğitimi almak. Her
ikisinin de avantaj ve dezavantajları olduğunu biliyorum.
Fakat sonuçta bilimle ilgili bir dalda çalışıyor olacağım ve ve
bunu tüm insanlık adına yapacağım için nerede olduğum
çok fazla fark etmeyecek diye düşünüyorum.
-Türkiye'de bilimle ilgilenen
gençler sizce yeterince destekleniyor mu?
-Daha önce de bahsettiğim gibi
bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Bilim Sanat
Merkezleri çeşitli testlerle ve mülakatlarla seçilmiş
öğrencilere okullarının haricinde bilimin kadar çoğaltılırsa ve
maddi açıdan desteklenirse benim gibi birçok genç, bilimsel
çalışmalar yapmaya imkân bulur.
-Bu projeyi gerçekleştirirken kendinizle çatıştığınız
oldu mu, hiç içinizden pes etmek geçti mi?
-Bu soruya hayır demek imkânsız. Çünkü sonuçta hiçbir
çalışma başlangıçtan sonuca kadar sorunsuz gitmez. Pes
etmek istediğim zamanlarda önce duruma sakin olarak
bakmayı, sonra tekrar tekrar düşünüp çeşitli fikirler yürütmeyi
öğrendim,
-Aldığınız ödüllerden en çok hoşunuza giden
hangisiydi?
-Google'dan aldığım ilk ödül dünyaca ünlü ve çok prestijli
bir bilim dergisinin verdiği özel ödüldü. İkinci ödğl de yine
dünya çapında halk oylamasına sunulan projeler içinde en
beğenilen projeye verilen bir ödüldü. Bunların her ikisi de
Türkiye'nin adının tekrar tekrar duyulmasına sebep olduğu
için, benim için çok değerli.
-Çalışmalarını beğenerek takip ettiğiniz biri var mı?
-Beni CERN'e davet ederek unutulmaz bir deneyim
yaşamamı sağlayan değerli bilim insanı, Bilge Demirköz
idolüm. Umarım ilerde ben de kendisi kadar başarılı olurum.
- B i l i m le i lg i le n e n ya ş ı t l a r ı n ı z a ö n e r i ve
tavsiyeleriniz var mı?
-Bilimle ilgilenmeye başlamış birisi zaten meraklı,
araştırmacı, öğrenmeyi zevk haline getirmiş birisidir. Benim
tek önerim, yılmadan bıkmadan çalışmalarına devam
etmeleri.
-Çalışma, yaratıcılık, zeka, hayal gücü, eğitim… Size
göre bir projeyi gerçekleştirebilmek için hangisi daha
önemli?
-Herkesin kendine özgü bir çalışma şekli var. Bence ideal
olan saydıklarınızın hepsine birden sahip olabilmek.
Bunlardan bir ikisine sahipseniz ve kendinizi geliştirmeye
çalışırsanız iyi bir proje çıkarmak her zaman mümkün.
*Biyoplastik nedir? :Doğaya zararlı olan plastikler
konusunda alternatif oluşturularak geliştirilen biyoplastik
ürünler çevreye duyarlı ve geridönüşümü mümkün bir halde
üretilmektedir. Dünya geneline bakıldığında çok küçük bir
kesimin biyoplastik konusunda üretim yapıyor olması
biyoplastik kullanımının yaygınlaşmasını engellemektedir.
Günümüzde ambalaj malzemeleri, tek kullanımlık çatal, bıçak,
bardak ve biyoplastiklerden üretilen bahçe malzemeleri gibi
ürünler piyasa da yer almaktadır.
(15 Eylül 2013 tarihli Cumhuriyet Gaz. Pazar ekinden)
-7-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Gerçek Bir Yurtsever
GİRİŞİMCİLİK NEDİR BİLİYOR MUSUN?
(KÜTÜPHANECİ MUSTAFA GÜZELGÖZ'ÜN SERÜVENİ)
“Bulunduğun yere yenilik katmalısın ve mutlaka adım atmalısın!”
Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak
Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o
dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki
kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün
olur, gelen giden yok.
hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.
Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve
Singer'e mektup yazar:
“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını
kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz
tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar.
Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:
“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.”
Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon
mu, almıyon mu?
Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın
kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada
bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar
diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce
halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider.
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa
maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o
kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…
Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu
arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “Kendi görev tanımı
dışında davranıyor.” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca
baskıyla emekli edilir.
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?”
diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler.
Eşi önce “Deli misin Bey?” der, ama kocasının bir şeyler
üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin
tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da
şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş
gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da…” zihniyeti
aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki
Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da
olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.
İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre
180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare Sandığı”
yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
Kütüphaneye de bir yazı asar:
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe
köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa
Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında
toplanırlar. Ürgüp'e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve
eşeğinin heykelini dikerler.
“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”
Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir
amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir.
Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise
gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek,
Girişimcilik ne biliyor musun? Mutlaka adım atmalısın.
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mustafa Amca da…
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş
gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer
köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak.” der.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir
uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar;
insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali,
bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse
hatırlamaz, ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.
Mustafa, artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün
durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir.
Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde
alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç
içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa
yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak
oturup iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel, yediği otu
O'nu saygıyla anıyoruz, O'nun yaşamı herkese örnek olsun,
diyoruz.
-8-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
OTOBÜS YOLCULARI
Bekir ÖZGEN
[email protected]
Bir kıyı ilçesine giden otobüste birbirlerine hem
yabancı hem tanıdık, tam elli kişi. Kırk dördü oturmuş,
altısı ayakta.
kişilik yürüyen evde hepimiz can
taşıyoruz. Bizleri tehlikeye
atmaya hakkınız yok.”
Vakit ikindiye yeni vurmuş. Dışarı bir fırın ağzı gibi
ateş saçıyor. Sıcağın saldırısından az da olsa kurtulmuş
olmanın rahatlığı içinde soluklanmaya çalışıyor kendini
içeri atanlar.
Hâlâ suskun öteki yolcular.
Biraz daha üstüne gidince, “Konu çok önemli!
Konuşmamı kesemem!” diye dikleşiyor Raji.
“Öyleyse, otobüsten in, öyle konuş!” uyarısı geliyor
karşısındakinden.
Otobüsün kalkmasıyla, sürücü yardımcısı yolcuları
uyarıyor; “Hareket halindeyken cep telefonlarınız kapalı
kalsın!”
Raji, birden parlıyor ve kimsenin beklemediği bir atağa
geçiyor.
Sonra da, “Cümleten hayırlı yolculuklar!” diyor.
“Sizin canınız can da, benimki patlıcan mı? Hem
benim canım hepinizinkinden daha değerli,” diyerek
dikleşiyor.
Otobüsün yola düşmesiyle, orta koltukta oturan iki
genç âşık, oynaşmaya başlıyor. Oğlan, bağcıklı
ayakkabısını çıkarıp yana atmış. Ayaklarını öndeki
koltuğun tepesine uzatıp geriniyor. Sol yanında oturan kız
arkadaşı da sağ bacağını sevgilisinin kucağına
yerleştirmiş.
Onun bu son tümcesi, önceki sözlerinin üstüne tuz
biber ekse de, otobüstekiler yine suskun, yine devinimsiz.
Ha varlar ha yoklar.
O anda, yandaki koltukta oturan ak saçlı gözlüklü
yetmişlik, “Gençlik bu! Damardaki kan deli akıyor; beyin,
duyguya yenik düşüyor,” diye düşünürken, Raji'nin bu son
tümcesiyle, birden dizginlenemez bir öfkeye kapılıyor.
İçindeki sıkıntının büyüyüp dallanmasının önüne
geçemiyor. Yerinde doğruluyor, gözündeki güneş
gözlüğünü çıkararak, sesleniyor Raji'ye:
Öpüşüyor, konuşuyor, söyleşiyorlar. Arada bir, kızın,
“Raji'm, Aşkım!” sesi duyuluyor.
Gözleri bu manzaraya erişebilen yolculardan biri,
“Tam bir yabancı film sahnesi!” diyor.
Daha yolun yarısına bile gelmeden, keçi sakallı Raji,
3G'li cep telefonunu açıp konuşmaya başlıyor. Arkası
gelmeyen bir söyleşi bu… Sesleri herkes duyuyor ama
kimse bir şey anlamıyor söylediklerinden.
“Ukalalığın anlamı yok delikanlı! Senin canın bu denli
değerliyse, böyle bir halk otobüsünde ne işin var?
Gideceğin yere özel bir otoyla ya da helikopterle gitsen
daha iyi olmaz mı?”
Önü alınamaz bir sıkıntı kol geziyor otobüste.
Ayaktaki yolculardan bıyıklı, uzunca boylu genç
sayılabilecek biri, dayanamıyor. Bu gence dönüp “Tam on
dakikadır, cep telefonuyla konuşuyorsun. Hem de otobüs
görevlisinin sizleri yasak konusunda uyarmış olmasına
karşın. Ne aymazlık, ne cürettir bu böyle?” diye soruyor
öfkeyle.
Raji'nin etine kızgın demir değmiş gibi. Kin dolu
gözlerle ihtiyarı süzüyor. Gözleri irileşmiş, yüz çizgileri
gerilmiş. Henüz örselenmemiş gençliğiyle diklenmeyi
sürdürmekten yana. Sevgilisi bırakmıyor. “Uyma bunlara!”
diyor titrek bir sesle.
Aldırmıyor Raji.
Onların bir arka sırasında oturan saçları kızıla boyalı
bayan, ”Her yerin bir delisi olur ya! Bu da, bizim
otobüsümüzünki!” diye geçiriyor içinden.
Yolcularda bir kıpırdanma oluyor. Boyunlarının
tutulmasına aldırmadan, dönüp arka koltuklara
bakıyorlar.
*
Yalnızca sırıtıyor esmer delikanlı. Çoğu yolcunun
içten içe tepkili olduğu bakışlarından okunuyor. Ama
ortak bir tepki de yok.
Aradan yirmi dakika ya geçmiş ya geçmemiş. İçerdeki
rahatsızlık diz boyu. Bütün bu olan bitenlere bir de ağustos
sıcağı musallat olmuş; aç kurtlar gibi üzerlerine geliyor.
Ofların, pufların çoğaldığı bir anda otobüsteki bir başka
genç, kulağındaki inci küpelerle, bu konuşmalara
kayıtsızmış gibi görünüyor. Ancak, o da ne?.. Telefon
İş yine o düzgün hatlı bıyıklı gence düşüyor. Oğlanın
bu kayıtsız tavrına dayanamayıp “Kardeşim!” diyor. “Şu elli
-9-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
bir ses tonuyla, “Yontulmamış yobazlar, ne olacak! Saldım
çayıra mevlam kayıra,” diye çıkışıyor.
mikrobu domuz gribi oluyor, ona da bulaşıyor her nasılsa!..
Cep telefonunu eline alıyor, karıştırıp duruyor. Sağa sola
iletiler yolluyor. Sonra da, tuşa basıp kulağına götürüyor.
“Alo canımın içi nasılsın?” diyerek başlıyor konuşmaya.
Onun söyleşisi de uzadıkça uzuyor.
Başı örtülü, yürümekte güçlük çeken bayan, hınçlı ve
dolu… Duyduklarının altında kalacak gibi değil. “Sizlerin
nasıl yontulduğu belli… İki saattir, ne mal olduğunuzu
ortaya koydunuz. Hepinizin de ar damarı çatlamış.
Büyüğe saygı, insana sevgi hak getire. Aile terbiyesi
derseniz, semtinize uğramamış. Görgü kurallarının
yanından bile geçmemişsiniz. Nasipsizler…” diye
veryansın ediyor.
Otobüs yolcuları şaşkın, kaygılı ve suskun… “Bu
kadarı da olmaz ki!” dercesine, bakışıyorlar.
Bu arada, otobüs sorumluları ortalıkta görünmüyor.
Sanırsınız, onlar sağır. Onlar kör. Onlar yok. Böyle olunca
da, duruma el koyma, yine ayaktaki o uzun boylu bıyıklı
gence düşüyor. Bu kez de, küpeli gence dönerek,
“Arkadaşım!” diyor. “Biraz önce konuşulanları duydunuz.
İnadına yaparmış gibi telefonunuzu niçin açık
tutuyorsunuz?”
Ayaklanan yolculardan biri, “Boş ver kardeşim!” diyor,
kime ne için söylediği belli olmadan.
Tam da o sırada, dışarıda otobüs bekleyen
yolculardan birinin elindeki radyodan gelen yanık bir şarkı
dolduruyor kulakları:
Küpelinin yanıtı çok sert, sert olduğu kadar da ilginç:
“Boş vere, boş vere…”
“Sen bu otobüsün hareket memuru musun yoksa
güvenlik sorumlusu mu? Sana ne? Sen kendi işine bak!
Beni ancak otobüs görevlileri uyarabilir.”
Güneş, havada asılı kalmış bir yakıcı umut ışığı gibi
durmuş, öylece onlara bakıyor.
Bir anda konuşma, tartışmaya
dönüşüyor. Ses tonları istem dışı
yükselmeye başlıyor.
İnenlerin dışındakiler çok geçmeden,
denizin arkasına saklanmış Bayraklı'da
buluyorlar kendilerini. Daha durağa
varmadan, Raji ayağa fırlıyor. Biraz önce
sevgilisinden ayrılmak istemeyen kendisi
değilmişçesine, “Değerli arkadaşlar,
saygıdeğer büyüklerim,” diye yükseltiyor
sesini. “Sizleri üzdüğümüzün, çoğunuzu
hayal kırıklığına uğrattığımızın
ayrımındayız. Şu anda aranızda bulunan
biz sekiz kişi, Bayraklı Kültür Merkezi
Topluluğunun oyuncu üyeleriyiz.
Halkımızın hoşgörü sınırlarını yoklamak ve
kafalarda kimi soruların oluşmasına
yardımcı olmak üzere doğaçlama yollu bir
oyun sergiledik. Dışarıdaki acımasız yaşamı, biraz abartılı
da olsa, içeride yaşatmak istedik. Sağ olun, bilmeden de
olsa, çoğunuz bize hem katılmakta hem katlanmakta
sakınca görmedi ve yardımcı oldu…Bir kusurumuz
olduysa affoluna.”
Bu arada ortalık biraz sakinleşince,
yetmişlik adam cep telefonunu hâlâ açık
tutan gence dönüyor. Ağlamaklı bir sesle,
“Kulağındaki pahalı küpeden, üstündeki
marka giysilerden okuryazar olduğunuz
anlaşılıyor. Şu camlarda yazılı olan uyarıyı
okuyorsunuz da, neden duyarlı
davranmıyorsunuz? Çevrenizdeki insanlar
bu kadar mı değersiz sizce?” diye
sormadan edemiyor.
Olan bitenleri izleyen yaşlı bir
adam, “Bu gençler, kurallara meydan okumaktan zevk
alırlar. Onlara göre dünyada yalnızca kendileri vardır.
Gerisi, fasa fiso…” diyor.
Onlara kulak kabartan genç bir kız da, “Şu zeytin
ağaçlarına bak hele anne!” diye fısıldıyor. “Boynunu eğmiş
dallarda zeytin çitiliyken, dik dallarda bir tek zeytin yok.”
Kendilerini bu oyunun içinde bulanlar şaşkın mı
şaşkın. Afallamış, bir tuhaf olmuşlar. Kimse ne diyeceğini,
ne yapacağını bilemiyor. Derken, yetmişliğin önündeki
koltukta oturan esmer kadın, kara gözlerini kara kara
devirerek yerinden kalkıyor birden. Kaşları çatık, başlıyor
verip veriştirmeye:
*
Zaman geçmek bilmezken, otobüs kent merkezine
yaklaşıyor… Yol üstünde denizi arkasına saklamış ana
duraklardan birine yüzünü çeviriyor. Kaptan yardımcısının
uzun süredir çıkmayan sesi birden gürlüyor, “Soğukkuyu!..
”Bir kıpırdanma başlıyor otobüste. Ayağa kalkanlar oluyor.
Arka sıralardan birinden ön kapıya doğru ilerleyen başı
örtülü, orta yaşlı bir bayanın çantası, ayrımında olmadan,
koridor koltuklarından birinde oturan genç bir bayana
çarpıyor. Bir vaveyla da orada kopuyor. Öğrenci olduğu
anlaşılan kız, çantalı bayanı özensizlikle suçlayan alaycı
“Haydaaa!..” diyor. “Böyle de oyun mu olurmuş?.. Bu
yaptıkları şaka olmaktan çıktı kaka oldu.”
Bir başkası ise, “Sağ olsunlar, var olsunlar,” diye hava
atıyor. “Zaten yaşam da bir oyundan öte ne ki? Bizi
düşündürmeyi başardılar ya. Gerisi hava…”
-10-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“Bunlar oyuncu falan değil, düpedüz terörist!” diyor
başı örtülü bayan.
Herkesin kafasından geçenleri okuyormuş gibi
istemeden de olsa bir kez daha yola koyuluyor otobüs.
Utanmasa, duracak, “İnin aşağı ulan! Ben, makineyken
makineliğimi biliyorum da, sizler insanken insanlığınızı ne
tez unuttunuz,” diye yakınacak.
ESKİYEN
İki, bilemediniz iki buçuk saatlik bir yolculuk bu şunun
şurasında. Ne ki bu zaman diliminde yaşananlar unutulur
gibi değil. Bayraklı'dan hastane durağına dek kendini
göstermeyen, ama var olduğu tam da o anda ortaya çıkan
bir ortak düşünceyi, orta sıralarda oturan orta yaşlı oturaklı
bir bey dillendiriyor:
Salih GÖZEK
[email protected]
ipi kopmuş bir uçurtma
savrulur içimin göğünde
“Şuna bakın hele! Toplum olarak ne hale gelmişiz.
Herkes olmuş birer barut fıçısı. Bir kıvılcım değse,
patlayacak!” diyor. Sonra da soruyor:
dağınık bir coğrafyada
yalnızlığımdır
belirsiz duygularla izini sürdüğüm
susuzluğumdur
terli bıçak gibi her gece
sokaklara vurduğum
“Biz, böyle mi olacaktık?..”
Toplumların da yanlışlardan bıkabileceklerini
doğrularcasına, suskun yolcuların ağzında bir koro
oluşuyor:
“Doğru söylüyorsunuz. Doğru. Doğru. Çok doğru…”
her akşam
yıkılır kül olmuş hüzün vakitleri
ipi kopmuş uçurtmayla
kendi içimedir yolculuğum
*
Otobüs otogara gelip park ettiğinde tekerleklerin
değil ama yolcuların baş dönmesi sürüyor. Yıllar boyu gelip
geçilmiş, eskitilmiş bir yolu, ilk kez kat etmiş gibiler.
kutsal bir söz gibi ezberimdedir adı
adı, iç sesimde akıp giden ırmak
bir kibrit çakımı söndürdüğüm
Güneş, nar kırmızılığına, papatya sarısı katarak yavaş
yavaş yuvasına çekilirken, kimin için doğup kimin için
battığı belli olmuyor pek. Duyulan duyulmayan bütün
konuşmaları arkada bırakıp evlerinin yolunda yürürlerken,
yolcular, birbirlerine biraz daha yabancılaşmış, biraz daha
ötekileşmişler mi? Yoksa sahnelenen bu mobil oyunda
aldıkları rollerle daha mı yakınlaşmışlar?
dışarıda birileri
kırılıp sürgün geçiyor bulvarı
sabah, kurşun gibi alnımda
eskiyor
çalınmış duygularım!
Belli olmayan bu işte…
O gün bugündür, Altınyol'dan ne zaman geçsem,
yaşlı yüreğimin ıssızlıklarına bu otobüs yolculuğunun
hüznü gelir, oturur.
-11-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Olmazsa olmazımız
LOZAN’I ANLAMAK
ve YAŞATMAK
Tahsin ŞİMŞEK
[email protected]
Lozan'ın üzerinden 90. yıl, Ankara'nın düzünden
silindirler geçti!...
çok ki, ha Hitler'in 'kahverengi
gömlekliler”i, ha bizim “kara
çarşaflılar”ımız, sıkmabaşlarımız. Onlar ki, siyasetin militan
emir kulları. Öyle olmasaydı, bir zamanlar Ahmet Necdet
Sezer'e tepkilerini göstermek için, ellerinde Kur'an,
Çankaya Köşkü'nün kapısına kadar yürümeye
kalkışabilirler miydi? Kadını yaşamın dışına düşüren hangi
anlayışın ve eylemin, kadının iyiliğine olduğu söylenebilir?
Sokakta, mecliste söz hakkı olmayan kadının mı?
Bu metni kaleme alırken kendime sordum: Lozan'ı
savunanlar nerede, karşı çıkanlar nerede? Lozan'ı
savunanlar tutuklu, Lozan'ı savunanlar hep
muhalefette… Onlar, “ulusalcı” oldukları için, siyasetin de
sosyal yaşamın da dinozorları artık… En azından
beyinlere şırınga edilerek oluşturulan algı bu.
Peki, Lozan'a karşı çıkanlar, açıktan olmasa bile, Sevr
düşleri kuranlar neredeler? Başımıza çuval geçirenlerle
işbirlikçiliğin tadını çıkarmaktalar. Onlar, siyasetin de
medyanın da söz kesenleri. Hatta onlar, yurtiçinde ve
dışında Lozan'ı protesto yürüyüşleri yapacak cesareti
kendilerinde gören demokrasi fırsatçıları, ayrılıkçılar…
İş gelip dayanıyor eğitime. Bakın Cumhuriyet eğitimi
almış Attilâ İlhan bir yazısında ne diyor: "O zamanlar lisede
bir dersin sınavında başarısız olduğumuzda, ülkemize karşı
görevimizi yerine getirememiş gibi bir duyguya kapılırdık;
çünkü o zamanlar cumhuriyet vardı, Atatürk vardı." Ben
ekleyeyim, bir de Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) vardı.
Lozan'da Tevhid-i Tedrisat kavgası da verilmiştir.
Osmanlı'nın son döneminde, ülkenin her yanında
misyoner okulları açılmıştır. İstanbul ve İzmir dışında
yabancı dille eğitim yapan, yabancılara ait üç yüzü aşkın
okul vardır. Özellikle Elazığ, Van, Diyarbakır gibi kentlerde
iyice yoğundur. Bu okullar, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş
Savaşı'nda Beşinci Kol gibi faaliyet göstermiştir. Atatürk bu
tehlikeyi çok iyi bildiği için bunların hepsinin
kapanmasından yanadır, kapatmıştır. Bak şu yabancı dil
düşmanına diyebilirsiniz.
Ayrılıkçılar deyince aklıma geldi. Castro 1994'te şu
saptamayı da yapıyor: “Türkiye'deki olayları yakından
izliyorum. Umarım ve dilerim ki, sizin oradaki Kürt
hareketi, Yankee'nin (ABD) petrol bekçisi olmaz.” Geç
kaldık, oldular bile… Ha dünün emperyalizmi, ha
bugünün küreselleşmesi. Onalar, işbirlikçisini, her
zaman, her ülkede buluyor. Hiç unutulmamalı ki Misak-ı
Milli ruhu, Lozan'la yaşamaktadır. Ülke bütünlüğünden
ödün verilemez.
Bırakalım Lozan'ı bir yana, 18 Mart'larda,
Çanakkale'de ölen şehitlerimiz de “emperyalist bir
ordunun askerleri” olarak nitelenmekte artık. Kanıtı, 18
Mart 2005 tarihindeki NTV programı. Birilerine, Bilgi
Üniversitesi'nden Aykut Kansu'ya göre, Lozan'ın
temelleri üzerinde yükselen Cumhuriyet ise “bütün
özgürlüklerden, parlamento özgürlüğünden geri
dönüştür.” Demek ki Lozan ve Cumhuriyet, birilerini
özgürlüğünden etmiş!... Belki de esir olma hakkından?...
Lozan'da görüşmelerin en çetin geçtiği alanlardan biri
bu okulların geleceğinin ne olacağıdır. Ne var ki onca
savaşıma karşın, birkaç tanesini kapatmak mümkün
olmamıştır. Örneğin Robert Kolej bunlardan biridir.
Atatürk'ün bir ilkesi vardı: Ulusal kimliğimizi koruyarak
çağdaşlaşmak. Yeni üniversitelerimiz, niye hâlâ Robert
Kolej'i örnek alıyor dersiniz?... Bunları sorgulamadan,
uygulamaları algılamadan Dil Devrimi'ni
anlamak/algılamak olası değildir.
“Atatürk İhtilali”nin kuramcı ve uygulayıcılarından
Mahmut Esat Bozkurt'un “Bir ferdin, bir milletin 'Ben hür
olmayacağım, esir olacağım.' demek hakkı yoktur.”
tümcesini, biz onun şu sorusuyla tamamlayalım: “Hem
bir neslin, gelecek nesiller üzerinde kötülüğe doğru
tasarruf hakkı nasıl kabul edilebilir?” Ama yıllardır hem de
demokrasi adına, bu saçmalıkların kabul edildiğini
görmekteyiz; ne acı!... Mahmut Esat Bozkurt'un
Kuşadası'ndaki, büstünün üst üste saldırıya uğraması,
elbette boşuna değil.
Yıllardır, Tevhid-i Tedrisat'la biçimlenen eğitim
politikalarının rafa kaldırıldığını hepimiz biliyoruz. İç
politika ve onun uluslararası uzantıları, ne yazık ki her şeye
kadir!.. “Kuvayı Milliye'nin eğitim ayağı köy enstitüleri”ni de
demokrasimize sıfır çektiren politika erbapları kapatmıştı.
“Siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz.” diyen o
büyüklerinden el alan bugünün politika demagogları da,
denetimsiz Kuran kurslarıyla ve türbanla yatıp kalkmıyorlar
mı? Kendi kuşaklarına bakıyorlar mı bilmem, ama onlar,
Lozan'ı hâlâ tanımayan, tanımaya niyetli olmayan ABD'nin
Kötülüğe doğru tasarruf hakkını kullananlar o kadar
-12-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
'yeşil kuşak'ı, “ılımlı İslam”ı olmaktan asla
vazgeçmeyecek görünüyorlar. Bir de Lozan'ı
keşke tanımasaydım diyen Avrupa'nın kuyruğu
olmaktan.
Evet, Sevgili Gençler,
Başak, Eylem, Sevgi… Barış, Umut, Ata…
ABD'nin Lozan'ı hâlâ tanımadığını
unutmayın. Atatürk'ün cenaze töreninde
Türkiye'deki temsilcisinin hazırlattığı 300
Dolar'lık çelengi, çok görüp 200 Dolar'a indirten
o ABD'dir.
Atatürk ne diyordu: "Ben, manevi miras
olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve
kalıplaşmış düstur (ilke) bırakmıyorum. Benim
manevi mirasım, bilim ve akıldır." Yani “ulema
bilir” demiyordu.
ki, ilelebet payidar kalacak olan gerçeklerdir. Bütün
çabamız, Güncelin tuzağında debelenenlere, kararsızlık
gösterenlere Atatürk gerçeğini göstermek, öğretmek
olmalıdır. Bu gerçeği, gerçek devrimciler iyi görüyor. F.
Castro, onca yılın deneyimiyle HABİTAT için geldiği
İstanbul'da bakın şunları söylüyor:
Atatürkçülük, yeni Türk devletinin temelini
oluşturan “çağdaş” ve “ulusal” değerlerin birleşimi bir
dünya görüşüdür. Demem o ki “ulusalcılık” öyle
korkulacak bir şey değil, çağdaşlaşmaya da engel değil.
Bu özelliğiyle aynı zamanda Türk yurdunun, Türk
tarihinin, Türk halkının bütünlüğüne, gerçeklerine
dayanan ulusal bir görüştür. İleriye yeniliğe açık devrimci
bir yoldur. Halkımızı ortaçağdan modern çağa yönelten
ilerici bir akımdır.”
“Bu kadar büyük devrim yaptım; O'nun yaptıklarını
ben başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk'tür.”
Castro'nun sözlerini şöyle tamamlayabilirim:
“Devrimcilik, onun altı temel ilkesinden biridir, üstelik hep
en genç olanıdır.”
Şimdi bir iki öykümceyle (anekdot) sözlerimi
noktalamak istiyorum. Amacım Lozan'ın özüne
göndermelerde bulunmak, uzak yakın çağrıştırımlar
yaptırmak.
Hiroşima'daki Barış Müzesi'ni gezerken, müzenin adı
da “Barış” olduğuna göre Lozan'ın ve Cumhuriyet'in
ruhunu, ziyaretçi/anı defterine nasıl dökebilirim diye
düşündüm ve deftere şu tümceyi yazarak imzaladım.
“Türkiye'den yüz yıllık bir merhaba: Yurtta barış, dünyada
barış”
Uluslararası ilişkilerde eşitlik ilkesi geçerlidir.
Lozan'da da Cumhuriyet'in ilk yıllarında da bu ilkeye
bağlılıktan ödün verilmemiştir. Bakın bu ilke, İnönüMusolini görüşmesine nasıl yansıyor.
Resmi bir gezi nedeniyle İnönü, İtalya'dadır,
Musolini tarafından kabul edilir. İnönü kapıda görünür,
ama Musolini yerinden kıpırdamamakta, hâlâ
oturmaktadır. İnönü, uygun bir dille, Musolini'ye iki eşit
devletten birini kendisinin temsil ettiğini hatırlatır ve
bekler. Sonunda Musolini yerinden kalkar, bir adım
İnönü, bir adım Musolini atar, ortada buluşur ve el
sıkışırlar.
Söz meclisten dışarı, söz arif olana deyip sözlerime bir
fıkrayla noktayı koyuyorum:
Eski fıkradır. Bir gün eşeği düğüne çağırmışlar.
Sevinmiş, kendince süslenip püslenmiş. Tam kapıdan
çıkacak telaşla aranmaya başlamış. Semerim nerde,
kolanım nerede diye. “Yahu düğüne gideceksin ne
edeceksin semeri, kolanı?” dedilerse de söz
dinletememişler. “Tamam, belki haklısınız ama, bizde bu
eşeklik olduktan sonra mutlaka taşıtacak bir şey bulurlar.”
yanıtını almışlar. Kendi konumunun farkında olması
gerekenler, kuşkusuz önce “insan”oğulları. Sözüm, belki
de Atatürk sevgisini lafta bırakanlara. Törensel sözlerle,
belli günlere özgü biçimsel birlik gösterileriyle
yetinenlere.
İnönü'nün bu onurlu davranışına, “Oval Ofis”lerde
buluşmaları bayram sevincine dönüştürenler ne derler
orasını bilmem.
Evet, Atatürk, hem eylemi hem düşüncesiyle
yirminci yüzyıla hapsedilemez. Birlikte soralım şimdi:
“Wilson neresinde, Hitler, Stalin nerede?...” Unutmayalım
-13-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Tahsin Şimşek ve Bir Kitabı
BEYAZ BİR MERHABA
Etem ORUÇ
[email protected]
Ege'nin yüz akı yazarlarından Tahsin Şimşek,
Afrodisyas'ın çocoğudur. Doğum yeri Işıklar Köyü
olmasına karşın Afrodisyas'ta geçmiştir çocukluğu.
“Çocukluğunun geçtiği yerdir anayurt” derler ya onun da
anayurdudur Afrodisyas. Afrodisyas'ı onunla gezmek,
onun şiirsel seksi anlatımından dinlemek o güzellikleri,
insanı başka âlemlere alıp götürür. Afrodisyas heykelin
olduğu kadar aşkın ve özgün düşüncenin de boy attığı
yerdir.
Troya ören kentini gezerken
yönderimiz, on yedi uygarlığın üst
üste olduğunu söylemişti. Afrodisyas'ı çocuğu gibi seven, bu
ören kenti gün ışığına çıkarırken yaşamını yitiren, Prof. Dr.
Kenan Erim de on altı uygarlığın üst üste yaşadığını
söylemişti. Batı Anadolu'da bu uygarlıkları kuran insanlara
ne oldu? Su gibi buharlaşıp göklere mi yükseldi. Bunlar
harmanlanarak bir şekilde bu günlere geldiler. Zaten saf
ırkların o denli güzel şeyler ürettiği görülmemiştir. Tüm
güzel sanatlar, uygarlıklar birbirini beslerler.
Dergide okuduğum “Beyaz Bir Merhabadır
Afrodisyas'ta Aşk ve Barış” adlı yazısında söyle sesleniyor
ozanımız. “ Bir insanı tanımak için, nasıl zamana
gereksinim varsa, bir kenti tanımak ve anlamak için de
zamana gereksinim vardır. İnsanları farklı kılan nasıl
ortaklılar değil, özgelik-ayrılıklar ise, sevgili tepeden
tırnağa nasıl bir özge can ise, kentleri kent yapan da
kuşkusuz kendine özgülükleridir.
Kenan Erim, Temmuz 1959 tarihinde anı defterine
düştüğü notta: “Hayatımda yeni bir dönem başlıyor. Öyle bir
kent düşünün ki, balık istifi gibi heykeller yuvarlansın
sarksın.” Bir ömür verdi Kenan Erim bu kente, yetmedi.
Bu yüzden olsa gerek Geyre'nin eski halkı da bazı
ilaçları doğadan elde etmeyi bilir. Hem de anaerkil bir
gelenekle kuşaktan kuşağa aktararak. O zaman insan ister
istemez düşünüyor. Bu kadar uygarlık kurulmuş, yıkılmış,
insanlar, inançlar iç içe girmişse Anadolu'da ırkçılık
yapmanın bir anlamı olur mu? Bence bu düşünce tüm dünya
için de geçerlidir, ama emperyalist ülkeler, bir ülkeyi
sömürmek için bir sorun yaratmak isterler. En kolay yaratılan
sorunsa ırk ve din kışkırtmalarıdır. İlk çağlardan bu yana tarih
bunun örnekleriyle doludur.
Benim o özge sevgili kentim Afrodisyas, kendimi
tanımam ve anlamam için, bana bir ömür soru üzerine soru
sordurttu. Yaş altmışı geçmişken hâlâ yeterince tanıyıp
anlayabildiğimi sanmıyorum.”
Bu toprağın çocuğu olan şair Tahsin Şimşek'in usuna
sürekli sorular takılıyor: “Afrodisyas'ın daha önceki adları
neydi? Geçmişte hangi halklar yaşadı? Eski adı Ninoe ile
Ninova, bugünkü adı Geyre ile Karya arasında bir ilişki
kurulabilir mi? Niye Afrodisyas Afrodit'i diğer Afrodit'lere
benzemiyor, başı neden örtülü? Göğsündeki “ay” ya da
“yengeç”, elindeki “nar” neyin simgesi? Niye bir genç
kızdan çok bir anaya benziyor?” Hani derler ya
sorgulanmamış yaşam yaşam değildir, ta ilk çağlardan bu
yana güzel heykelleri kadar insana düşünmeyi,
sorgulamayı öğreten felsefe okulları da olan Afrodisyaslı
Tahsin Öğretmenim de gördüğü her şeyi sorgulayarak
düşüncenin süzgecinden geçiriyor.
Tahsin Şimsek, söyle sürdürüyor gözlemlerini:
“Afrodisyas müzesini gezerseniz giriş kapısının tam
karşısında Penthesileia heykelini görürsünüz. Penthesileia,
Amazon kraliçesidir. Torya Savaşı'nda Anadolu'nun birliği
için, çift ağızlı baltasıyla savaş alanına yıldırım gibi giren
Amazon kraliçesi. İşte olağanüstü bir güzelliğe sahip olan bu
yontu bir dünya harikasıdır. Kadın ayağının güvercin
zarafetini, tenin duru çekiciliğini; daha doğrusu kadını kadın
yapan, edadan güzelliğe her şeyi bir arada görmek,
düşlemek olası.
“Afrodisyas'taki Afrodit ile Efes'teki Artemis heykeli
karşılaştırıldığında, aşağı yukarı aynı boyutlarda olmalarına
karşın, biri niye o denli klasik, diğeri niye o denli sürrealist
özellikler taşıyor? Aynı coğrafyada olmalarına karşın bu
Afrodisyas- Efes rekabeti neden? Neden bütün eski kentler,
güvenlik gerekçesiyle sırtını dağa/tepeye ya da denize
yasladığı halde, Afrodisyas düz ovada ve milattan sonra 3.
yüzyıla değin sursuzdur? Buradaki heykellerin belden
aşağısı, neden tülle örtülüdür? Demek ki Afrodisyas'ta
çözülecek çok düğüm var,” derken hep Afrodisyas'ı yaşıyor
hücrelerinde. Her yazarın, düşünürün, ozanın yaşadığı
kente borcu vardır. Tahsin arkadaş da borcunu ödemeye
çalışıyor, çocukluğunun geçtiği bu kente.
Penthesileia'nın aldığı mızrak ve kılıç yarası, sağ
memesinin altında boyalı olarak gösterilmiş heykelde. Ama
benim ilk gördüğümde kırmızı kan lekesi zamanla
kırmızılığını yitirmiş, siyah bir şekle dönüşmüş. Mermeri
damar damar, göze göze saydamlaştıran Afrodisyas sanatı,
bugünün betonerme kübik dünyasına alaysı bir
gülümsemeyle bakıyor.”
Batı Anadolu'da geçen çocukluğum, bu ören kentlerin
söylencelerini dinlemekle geçti. Geyre'de Afrodisyas'ta
Afrodit'in altın beşiği varmış da ilk kazıyı yapanlar ülkelerine
kaçırmışlar. Geyre'den bir tünele giren bir dana yer altından
giderek Azizabat yakınlarından çıkmış. Bu dediğimiz iki yer
arası en az elli kilometre. Benzer öyküler Nysa'da, Efes'te,
-14-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Didim'de Milet'te de anlatılır. Bu yörenin insanları
uygarlıklar karmasıdır. Yasaları yapanlar ölür, türküleri
yakanlar ölmez derler ya bu yöre aşk öyküleri, aşk
türküleriyle de doludur.
SEN
RAHAT ET
Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan efeler, bu
uygarlıklara yapılan haksızlıklara bir isyandır. Giysilerinde,
davranışlarında, paylaşımlarında bu uygarlıkların izlerini
taşırlar. Efelik, haksızlığa, zulme, baskıya bir isyan, onurlu
bir dik duruş, bir başkaldırı destanıdır. Halikarnas Balıkçısı
Cevat Şakir Kabaağaçlı “Hey Koca Yurt” adlı yapıtında
efelerin kökenine Sultanhisar yakınlarındaki NYSA kent
devletine bağlar. Hiç birimiz sütten çıkmış ak kaşık değiliz.
Birbirimizi besleyebildiğimiz, sevebildiğimiz denli insanız.
Emin UGUNLU
[email protected]
Düşümün ortasında bulduğum kâğıdın
Arka yüzünde şunlar yazıyordu:
''Berbere teslim eder gibi
Kafanı birilerine teslim et
Onlar düşünsün yerine
Sen rahat et
Afrodisyas da aşkların, âşıkların kentidir. Doğunun
Kerem ile Aslı'sı burada Edallis ile Fideli olarak ortaya çıkar.
İki öykünün sonunda da âşıklar birbirinin külünde
sonsuzluğa erişirler. Sevginin aşkın olmadığı yerde sanat
da olmaz. Öyleyse insanlar önce sevmeyi, sevilmeyi
öğrenmeli. Koca Yunus: “ Sevelim, sevilelim” diye boşuna
mı söylemiş.
Sorma, sorgulama, yargılama
Ye, iç, yat
Memleket meselelerinin
Anasını sat
Heredot: “İnsan, Karya'da yaşar,” sözünü boşa
söylememiştir. Sözünü ettiği coğrafya yıllarca, aşk, barış ve
hoşgörünün anavatanıdır. Ege'ye sahiplenmek, önce aşkı,
barışı, ve hoşgörüyü yüceltmektir. Çünkü aşk tanrıçası
Afrodit gibi Leto'nun çocukları Apollon ve Artemis de
Egelidir.
Berbere teslim eder gibi kafanı
Birilerine teslim et
Onlar düşünürler senin yerine
Onlar söylerler sana
Memleket meseleleriyle ilgili
Yapman gerekenleri
Böylece dalmana gerek kalmaz derine
“Karya'nın komşusu Likyalılar Ege'yle Akdeniz'in
buluştuğu coğrafyada yaşayan yiğit insanlardır. İlyada'da
da özellikle Likyalı Sarpedon'un yiğitliğinden övgüyle söz
eder. Sarpedon, Zeus ile Laodamia'nın çocuğudur.
İlyada'nın 12. Bölüm 243. dizesi şöyle der: “ Bir tektir en
doğru belirti / o da der yurdunu savun” Ben de derim ki:
“Salt darda kalınca savunmaktan öte, aşkını sun bütün
zamana.”
Şair Tahsin Şimşek arkadaş, şiirsi bir dil ve şiirleriyle
beslediği bu güzel yazılarını bir kitap haline getirmiş.
Mozaik Serisi- Arkeoloji ve sanat yayınları “AFRODİSYAS O
Beyaz Merhaba” adıyla basmış. Ege uygarlığına ilgi duyan
tüm okurlara duyurulur.
Sen onların dediklerine selam çak
Şu hisseli memleketten hisseler kapmaya bak
Çıban başı olma düzene
Kafanı birilerine berbere teslim eder gibi
Teslim et
Sen rahat et
-15-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
MATEMATİK SANATI
ve EĞİTİM
Ahmet Nuri DOĞAN
[email protected]
Öğrenciler yakınır; “matematiği anlayamıyorum”,
“matematiği seviyorum ama geometriyi sevmiyorum”,
“derste anlıyorum ama sınavda olmuyor”… Öğretmenler
yakınır; “öğrenciler dersi iyi dinlemiyor”, “yeterince
çalışmıyorlar”, “verdiğim ödevleri yapmıyorlar”… Veliler
yakınır; “çok çalışıyor ama olmuyor”, “matematikten
korkuyor”, “anlıyor ama yapamıyor”… Lise dönemi
yakınmaları bunlar. En çok da matematik dersi ile ilgili olur
benzer yakınmalar. Birer veridir eğitimciler için. Anlaşılır ve
çözüm aranır. “Bu kadar matematiğe ne gerek var”, “patlıcan
alırken fonksiyon mu gerekli”, “matematik öğrenmedim de
ne oldu” … diyen bilmişlere ise lafımız yok. Sağda solsa
yazsalar da, kendilerini dinleyecek ya da okuyacak birilerini
bulsalar da onlar patlıcan alışverişine devam etsinler…
yıllardır kullanmıyor mu” diye.
Neyse kimse sormadıysa da ben
sormuş oldum. Yanıtını ise belli… Her şeye karşın matematik
öğretimi sorun olmaya devam ediyor. Biz de ve dünyada.
Matematik zor olmaya da devam ediyor elbette… Ama bir şey
daha devam ediyor bilim çevrelerinde; “matematiksel
güzelliği programlara yansıtma çabası.” Azıcık onlardan söz
edelim.
MATEMATİK SANAT MI?
Matematik ve sanat ilişkisi deyince birilerinin hemen
Escher'in tablolarını, altın oranı, Fibonacci Sayılarını ya da
doğadaki şekilleri kanıt olarak sunar. Escher matematiksel
formları kullanarak eşsiz tablolar yapmıştır. Altın oran ya da
Fibonacci sayıları doğada karşılık bulan önemli matematiksel
kavramlardır. Estetik değerleri ve gizemleri şaşırtıcıdır. Ama
bunları matematiğin sanatla bağdaşıklığının kanıtları
biçiminde sunmak ikna edici değil. Bunlar yaşamın her
alanında olan matematiğin, sanatta da gözlemlendiğinin
örnekleridir. Eğer matematikte sanat tartışılacaksa veya
matematik ile sanat arasında bir koşutluk aranacaksa ya da
matematiğin sanat olup olmadığı tartışılacaksa bunu
matematik ve sanatın biçimlenişlerinde, davranışlarında ve
işleyişlerinde aramak gerekir. “Soyutlama, seçicilik, gizem,
ilginçlik – ayrıcalık, güzellik, estetik, kalıcılık gibi sanata ilişkin
özellikler matematikte ne ölçüde var?” sorularını yanıtlayarak
ve her iki disiplinin gelişim süreçlerini karşılaştırarak…
Elbette matematik öğretimi sorunsuz değil.
Ülkemizdeki matematik eğitimindeki sorunların nedenleri
ile ilgili birçok şey söylenebilir. “Sınav hedefli, ezberci eğitim”
der eleştirebilirsiniz. “Başarı odaklı eğitim” der
eleştirebilirsiniz. “İyi eğitenlerimiz yok” ya da “eğitim
ortamları iyi değil” der eleştirebilirsiniz. Doğrudur da
genellikle. Başka şeyler de söylenebilir. Ve uzun uzun
tartışılır… Zaten bu yakınma ve tartışmalar sadece
ülkemizdeki matematik öğretimi ile sınırlı da değil. Dünyada
da matematik öğretimi tartışılıyor. Elbette sorunlu ki
tartışılıyor. Hem de yüzyıllardır. Sonuçta matematik
öğretmek kolay değil. Çünkü matematik zor! Bu anlamda
kimse kimseyi “kolaydır” diye kandırmaya kalkmasın. Hele de
öğrencileri…
Gelişim süreçleri paraleldir. Matematiğin ve sanatın tarihi
insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü her ikisi de insanlaşma
sürecinin yapı taşlarıdır. Mağara resimleri - taş yontuları
sanatın, duvar çizikleri - geometrik figürler matematiğin
tarihsel önceliklerinin kanıtlarıdır. En ilkel dönemlerde çizgiler
biçimindeki çocuksu resimler perspektif gelişimi ile nasıl üç
boyutlu resimlere evrildiyse, çentik biçimindeki ilk sayma
çabaları da sonsuzu araştırmamıza yarayan modern sayılara
dönüşmüştür. Ayrıntılı incelendiğinde her iki seyrin şaşırtıcı
benzerlikleri görülebilir.
Bizim burada tartışmaya çalışacağımız matematik
öğretiminin zorluğu karşısında ne yapılması gerektiği? Eğer
yüzeysel ve doğrudan düşünülürse zorluk karşısında ne
yapılacağı açıktır. Ya kaçarsın, ya da yaradana sığınıp üzerine
gidersin. Ya o ya sen deyip. İlkel bir intihar çizgisi. Bir anlamda
Milli Eğitim Bakanlığı'nın yaptığı gibi. Hani her bakan kendi
programıyla çıkıp birkaç yılda bir aynı edayla “çağdaş
programlar hazırlıyoruz, çağdaş yöntemler geliştirdik,
ezberci eğitime son veriyoruz, falan ülkenin eğitim sistemini
getirdik…” diyorlar ya. İşte öyle. Yetkililer birkaç yılda bir aynı
ajitasyonla sorunu çözüyor. 1001 afra tafrayla. Nasıl mı?
Öğretim programından bazı konuları ve başlıkları çıkararak.
Yani minderden kaçarak. İki yıla kalmaz bir daha çözerler.
Giderek matematik öğretimi kalkarsa kimse şaşmasın. Ha bir
de “teknolojiyi aktif kullanmaya” açtılar. Fatih projesiyle. Yeni
teknoloji çözümleri de gelebilir yakında. Osmanlı'da padişah
çok… Teknoloji sayesinde artık sular seller gibi matematik
öğreneceğiz!
Beslenme kaynakları gerçek dünyadır. Matematiğin de
sanatın da beslenme kaynakları gerçek dünyadır. Bir başka
deyişle gerçek dünyanın nesneleri ve nesneler arasındaki ilişki
hem matematiğin hem sanatın itici gücüdür. Sanatçı gerçek
dünyadaki bir taşı alır, kendi dünyasına taşır, yontar, insanı taşa
işler. Ve de onu heykel olarak gerçek dünyaya geri gönderir.
Gerçek dünyada o taş yoktur artık. Taşa işlenen insan da bir gün
yok olur. Ama heykel gerçek dünyada yaşamaya devam eder.
Nesnelerin nicelikleriyle ilgilenen matematikçi de
sanatçı gibi gerçek dünyanın nesnelerine gözünü diker.
Örneğin bire – bir karşılaştırılabilen nesneleri alır kendi
Birileri de çıkıp sorsa; “Dediğiniz ülkelerde matematik
öğretimi sorunu çözülmüş mü?”, “O ülkeler teknolojiyi
-16-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
dünyasına. Yeni bir biçim verir ve adını koyar. “Üç” der
örneğin. Gerçek dünyada olmayan, insan aklının geliştirdiği
bir formdur üç. Ya da hareketli bir nesnenin hareketini ele alır
matematik. Onlardan modeller üretir. Fonksiyon der adına,
türev der, vektör der. Kendi nesnelerini üretir. Gerçek
dünyada olmayan nesneler…
ilginçtir. Matematikçi, alan ölçümü için bir kurgu ortaya koyar.
Onu benzer dörtgenler için de uygular. Ortaya attığı kurgu
kareyi aşar, kurama dönüşür. O kurgu yeni bir kavramdır artık.
Eşsiz, yüce ve derde deva… Çünkü kuram tüm dörtgenlere, tüm
çokgenlere uygundur. Hatta uzaydaki cisimlere bile.
Yaratılanlar tektir, güzeldir, mükemmeldir. Sanat
eserinin mükemmelliği onun “eşsiz” oluşundandır. Eşsiz ve
bulunmaz olduğu için tektir. Kurtuluş Savaşı ile ilgili birçok şiir
yazılmıştır. Ama Nazım Hikmet'in “Kurtuluş Savaşı Destanı”
tektir, biriciktir. Yazılanların en coşkulusu, en güzeli, en
mükemmelidir. Çünkü kamunun beğenisine sunulmuştur,
onaylanmış, kalıcı hale gelmiştir. Heyecan vericidir.
Soyutlama disiplinleridir. Nesneler dünyasında üç
tane olma ilişkisi bire – bir karşılaştırma sonucudur. Üç
sandalye - üç insan, üç kedi – üç fare, üç ev – üç ağaç – üç…
gibi. Nesneler dünyasında sandalye var, insan, ağaç, kedi… var.
Ama “üç” yok. Üç artık “3” olarak matematik dünyasında var.
O dünyada ise sandalye yok, ağaç yok, insan yok… Çünkü o
dünya insan beynindedir, soyuttur ve o nedenle de
“mükemmel” dir. Yaşamdaki en iyi çizilen üçgenin bile
pürtükleri varken, insan beynindeki üçgenin pürtüklerinin
olmaması gibi.
Matematikte de aynı konu birçok matematikçi tarafından
incelenir, kuramlar oluşturulur. Bunların içinde en
mükemmeli kabul görür. Kabul gören kuram kurala veya
teoreme dönüşür. Diğerleri elenir. Sanattan farklı olarak en
basit, en sade, en anlaşılır ve en şaşırtıcı olandır seçilen.
Matematiksel mükemmelliğin temel ölçütü genel olarak
“tutarlılık” ve “yararlılık” tır. En tutarlı, en yararlı olan tektir,
“eşsiz” dir. En güzel olan da odur. Teklik ve güzellik sanat ve
matematik için ortak yandır. Ama sanatsal güzellik için
mükemmellik yeterli iken, matematiksel güzellik için tutarlılık
ve yararlılık aranır. Biraz daha dolaylı biraz daha karmaşık…
Belki biraz daha özenli. Yararlılığı bir anlamda “ciddilik” olarak
alan büyük matematikçi G.H. Hardy, Bir Matematikçinin
Savunması kitabında; “Nasıl ki şiirde bile güzellik, bir ölçüde,
içerdiği fikrin önemli olmasına bağlıysa, bir matematik
probleminin 'güzelliği' de büyük ölçüde, onun ciddi oluşuna
bağlıdır… Güzellik ilk sınavdır. Çirkin matematik için dünyada
yer yoktur” der.
Ressam da nesneler dünyasından etkilenir. Kuştur
örneğin etkilendiği. Onu resmeder. O kuş uçup gider.
Ressamın tablosundaki kuş, “güzel kuş” uçup gitmez
kalıcıdır. Hatta bütün güzel kuşlardır artık o. Sanat
dünyasındaki kuştur, soyuttur doğada örneği yoktur. Kuşun
niceliksel ifadesi olan “1” in olmadığı gibi. Yani “n” yıl sonra,
nesneler dünyasındaki kuş “her tek nesneye”, sanat
dünyasında “estetik forma”, matematik dünyasında ise “1”
sayısına dönüşür
1
Nesneler Dünyası
Sanat Dünyası
Evrensel etkinliklerdir. Gerek sanat gerekse matematik
kitlelerin onayına açıktır. Kitlelerin olurunu aldığı ölçüde
sanattır ya da matematiktir. O kitle tüm insanlıktır. Sanatın
yurdu yoktur yerel motifler içerse de. Sanatçının da. Betofen
Çin'lidir, Arap'tır, Avrupa'lıdır… Matematik teoremlerinin
matematikçilerin de yurdu yoktur. O da yeryüzünde yaşayan
her insanın beğenisine, hizmetine açıktır. Yani evrenseldir.
Gerek sanat gerek matematik eserler üretildikleri çağa da ait
değildir. Çağın ip uçlarını verse de sonsuzdan gelip sonsuza
giden insanlığın ortak mallarıdır. Mağaradaki resim ya da
çetele, kilisedeki ikon, cami avlusundaki tasvir, Pisagor
teoremi… Bunlar günümüzde de hala taptaze eserlerdir.
İnsanlık var olduğu sürece de kalıcılıklarını sürdürecektir.
Matematik Dünyası
Sanat da matematik de seçicidir. Dünyada birçok aşk
yaşanır. Çoğunlukla da birbirine benzer. Sanatçı aşkı yazar.
Yazdığı birbirine benzeyenler değildir ama… İlginç olandır,
seçilmiş olandır. Pol ve Virjini'nin aşkıdır yazdığı ya da Leyla ile
Mecnun'un aşkı. Bülbülün sesi bestelere konudur. Karganın
değil… Beste yapan o sesi seçer. Çünkü farklıdır, ilginçtir.
Matematik de kendi yapısı içinde ilginç olanı seçer.
Matematik için cismin düşmesi değil, nasıl düştüğü ilginçtir.
Düşerken hangi yolu izlediği, hangi şiddetle düştüğü ilginçtir.
Onu inceler. Yüzeyi kare olan sonsuz cisim vardır. Matematik
neden karedir sorusu ile değil, karenin kendisini seçer onu
irdeler. Kare ilginçtir çünkü. Kenarlarının konumu, açıları ve
kapladığı yer diğer dörtgenlere pek benzemez.
Estetik eğitim araçlarıdır. Sanatın insanın, insanlaşma
eğitiminin aracı olduğu bilinen gerçektir. Her ne kadar bir
sarayın mimarisi muktedirin gücünü gösterse de, ya da zalimin
gücü gösteren resimler de olsa, yani her zaman “gül kokulu”
olmasa da, sanat insanlaşma çabasının en güçlü aracıdır.
İnsanda coşku, mutluluk, zarafet gibi estetik duygularını
geliştirir.
Yaratıcılık üretim biçimleridir. Sanatçı gerçek
yaşamdan nesneleri seçerken seçicidir. Ama seçtiğinin
seçkinliği ile yetinmez. Ona kendi duygularını katar. Seçkini
daha seçkin hale getirir. Pol ve Virjini'nin aşkı seçkindir.
Yazarın algısı daha da seçkindir. Yazarken duygularını katar
aşka. Öyle katar ki, o aşka Pol de şaşar, Virjini de. Gerçek
dünyadakinden daha idealdir. Ve de yeni aşklara gebe…
Bu anlamda matematik de sanattan aşağı kalmaz.
Matematik insanın yaşamı anlama – anlamlandırma yani
insanlaşma çabasının en önemli aracıdır. Gökyüzündeki kuşun
bir “an” daki kanat sesini duyarsın matematikle,
dokunamadığın Merih'le birlikte dönersin uzayda, ışığın nasıl
Matematikçinin seçtiği kare herhangi bir dörtgene göre
ilginçtir. Bir anlamda da seçkin. Karenin kapladığı yüzey de
-17-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
büküldüğünü gözlersin sonsuzlukta. Birçok matematik
probleminin çözümünde ya da bir teoremin ispatında da
yaşanır sanattakine benzer haz, coşku, güzellik…
biliyorum. Çok ciddi çalışmalar, tartışmalar gerektirir elbette.
İki nedenle yazdım. Birincisi Adabelen eğitim çevrelerinin
dergisi. Eğitime ilişkin sorunlara kafa yormak, tartışmak en çok
eğitime emek verenlerin hakkı ve görevi. Çünkü zorlukları
yaşayanlar, karşılık beklemeden didinen eğitim emekçileridir.
İkincisi, öğretim programı bu halde olduğunda bile
matematiğe estetik özelliklerin yansıtılabileceğine
inanmamdır. İnanmamın da ötesinde uygulamaya çalıştım ve
iyi sonuçlar aldım. Alanda fiili olarak çalışan arkadaşlara katkısı
olacağını umuyorum.
Yine bir farkla ki sanattan zevk almak çoğunlukla özel
bir çaba gerektirmez. İzlemeyi, görmeyi, dinlemeyi bilmek
yeter. Matematik ise biraz çaba gerektirir. Matematiği
anlamak ve öğrenmek çabası. Sunduğu eşsiz güzellikleri
duyabilmek için değecek bir çaba. Bu çabanın değeri
bilinmediği için birileri için coşku duyulan, birileri için
korkulan bir etkinliktir matematik…
Öyleyse yeni bir soru: Korkulan bir etkinlik olması
yukarıdaki saptamalarla çelişmiyor mu? Matematik, sanatsal
bir etkinlik ise neden korkulan bir etkinlik olsun? İşte
tartıştığımız bu fiili durum. Bir yanda yararlılık yanıyla
sistemin öne çıkardığı bir anlamda “dayatılan” matematik.
Diğer yanda estetik yanı ile güzellikleriyle “görmemezlikten
gelinen” matematik.
BATTILAR
Cevat TURAN
EĞİTİMDE MATEMATİK SANATI
[email protected]
Uygulanan ve dayatılan matematik, sınavlarda
sorulacak soruların öğretildiği “şifre” lere ya da sistemin
devamı için gerekli olacak “hesap” a indirgenmiş durumdadır.
Bu nedenle de matematik öğretiminde başarıyı arttırmanın
yolları olarak; oyunlar, öğretim yöntemleri, çok soru çözmek,
çok çalışmak, teknolojiyi kullanmak gibi yüzeysel
denilebilecek önlemler öne çıkmaktadır. Bu önlemlere
önemsiz oldukları için yüzeysel demiyorum. Önlemler,
gövdesi su alan tekneye bezden yapılan yamalar gibi. Su
yüzünde tutma, iteleme çabaları. Tekneyi yenilemez. Ben
teknenin yenilenmesinden söz ediyorum. Matematik
öğretiminde matematiğin programlarının yeniden
düzenlenmesinden. Yani matematiğin sanatsal özelliklerinin
programlara yedirilmesinden. Yani estetik matematiğin
kurgulanmasından…
Vahşi duygulara su yürüdü
Oysa mevsim yaz
Meyveleri yoldular yaprak yerine
Yalazalarda yaktılar umutları...
İnanç namlısına
Ölümleri sürüp
Cehennem zebaniliğine
Eğer dediğimiz program devrimi gerçekleşirse: 1) İki üç
yılda bir konu azaltarak sorun çözme kaçkınlıklarına gerek
kalmayacaktır. 2) Estetik matematik oyun, modelleme,
güzellik gibi özellikleri içerdiği için yama tarzı dışsal
çözümlere de gerek kalmayacaktır. 3) İstenilen, merak edilen
bir matematik kurgusu öne çıkacağı için “çok soru çöz”
benzeri bilimsel olmayan kof önlemler de anlamını
yitirecektir. 4) İstekli öğrenme anlamlı öğrenmeyi
gerçekleştireceği için, sınavlar için “soru tipleri” ezberlemeye
de gerek kalmayacaktır. 5) “Ben öğrenmedim de ne oldu”
diyen ekran bülbülü ekrandan çekilip patlıcan satmaya
başlayacaktır…
Yazıldılar gönüllü...
Aç nefesleri alev oldu
Uluşarak üflediler
Cenneti hayal edip
Cehennemi körüklediler
Bu inanç batağında
Mandalar gibi yattılar
Ve
Biliyorum okuyanlar, “madem çözüm bu, bunca bilimci
bunları neden gündeme getirmiyor” sorusunu soracaktır.
Getiriyorlar aslında. Hem de en saygın bilim insanları dile
getiriyor. Umarım bir gün kabul görür. O zaman matematik
“öğrenilemez” olmak, öğrenciler de “öğrenemiyorum”
duygusu yaşamak haksızlığından kurtulur. Öğretmen
arkadaşlar da “öğretemiyorum” sıkıntısından.
Kıpırdadıkça
Hep birlikte
Battılar...
(2005)
Yazdıklarımın bir dergi yazısı olamayacak kadar ayrıntılı
olduğunu biliyorum. Hatta bu haliyle yüzeysel olduğunu da
-18-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İnsan Hakları Yaştan Bağımsızdır
Tüm dünyada insan hakları ve temel özgürlüklerin geliştirildiği ve
korunduğu tüm yaş gruplarını kapsayan bir toplum oluşturulmalı.
Şadiye DÖNÜMCÜ*
[email protected]
Yaşamının nihai döneminde iyilik halini sürdüremeyen,
yoksunluk ve yoksulluğu artan, yurttaşlık haklarını tümüyle
kullanamayan, yeterli toplumsal destek alamayan, sosyal,
siyasal ve kültürel unsurlardan tam olarak yararlanamayan,
toplumsal bağları zayıflayan, haklarını koruyan kurumların
olanaklarından yararlanmakta zorlanan, özgüven kaybı
yaşayan, toplumla organik dayanışması zayıflayan yaşlı
insanlar kendi içine çekilir.
“Bir yanda umutların, düşlerin, düşüncelerin
Bir yanda aldığını geri vermez koca bir evren” (1)
Yaşlı insanlar için “Yaş yetmiş, iş bitmiş”, ”Ağaç yaşken
eğilir”, “Kurt kocayınca, köpeğin maskarası olur”, “Eşek
kocamakla (büyümekle) tavla başı olmaz” diyoruz
atasözlerimizde. Yaşlı insanlar için “Çaptan düştü”, “Çürüğe
çıktı”, “Okunu atmış, yayını atmış”, ”Ununu elemiş, eleğini
asmış”, “Elin ermez, gücün yetmez”, “Ele şenlik olursun”,
“Artık köşende oturma zamanı” ve “Yaşından utanmıyorsan,
ak saçlarından utan!” deyimlerini kullanıyoruz laf arasında.
“Yaşlı insanlar tüketicidir”, “memnuniyetsizdir”,
“müşkülpesenttir”, “gençleri sevmez”, geri kafalıdır”, “kafası
basmaz”, “bencildir”, “sağlıksızdır”, “hoşgörüsüzdür”, “katıdır,
esnek değildir” diye kalıp yargılarımız var.
Taa çocukluktan başlayarak bu tür atasözü, deyim ve
kalıp yargılar şekillendiriyor, yaşlılara ve yaşlılık dönemine
bakış açımızı.
“Düşler bitmişse, gerçekler bir tokat gibi inmişse
Tek başına mutlu ol bakalım, olabilirsen”
Oysa yaşlı insanlar anlaşılmak istiyor. Bizden ilgi, destek,
ihtimam ve sakin, sabırlı, hoşgörülü ve özverili iletişim
bekliyor. Kendilerine saygı duyulmasını bekliyor. Toplumdan
dışlanmak ve yaşa bağlı ayrımcılığa maruz kalmak istemiyor.
İnsan yaşamının çok zorlu ve çok sorunlu dönemindeki
bu insanların “bağımsızlık”, “katılım”, “bakım”, “kendini
gerçekleştirme” ve “itibar” hakları (2) var!
“Ne zaman uzattıysam ellerimi, parçalandı
Mutluluk serseri bir mayındı denizlerimde yüzen”
Yaşlı insanlar; temel gereksinimlerini karşılamak ve
sağlık bakımından yararlanmak için yeterli gelire sahip olmalı;
gereksinimlerini karşılayabilmeleri için aile ve toplumca
desteklenmeli ve bazı gereksinimlerini kendilerinin
karşılayabilmesine yardımcı olunmalı; gelir getirici bir işte
çalışabilmeli; emeklilik koşullarının tanımlanmasında söz
sahibi olmalı; yaş-yeteneklerine uygun eğitim ve öğretim
programlarına sahip olmalı; bireysel tercihlerine uygun
güvenli bir çevrede, -mümkün olduğunca uzun süre- kendi
evinde ya da aile ortamında yaşamalı. Çünkü onların
bağımsızlık hakkı var.
Yaşlı insanlar, toplumla ilişkilerini sürdürmeli, bilgi ve
becerilerini genç kuşaklar ile
yeteneklerine uygun
etkinliklere gönüllü katılımda bulunmalı ve hizmet edebilmeli,
refah düzeylerini doğrudan etkileyecek politikaların
hazırlanması ve uygulanması aşamalarına aktif biçimde
katılımda bulunmalı. Çünkü onların katılım hakkı var.
Yaşlı insanlar; aile-toplum tarafından desteklenmeli,
korunmalı ve gözetilmeli; gereksinimi olana uygun bakım
hizmeti verilmeli; fiziksel, zihinsel ve ruhsal iyiliği kazandıracak
ve sürdürecek sağlık bakımına sahip olmalı; yaşamlarını kendi
başlarına sürdürebileceği ya da gereksinim duyduğunda
korunup bakılabileceği, rehabilite edilebileceği, çeşitli sosyal
hizmetlere ve yasal düzenlemelere sahip olmalı; huzurevi ya da
rehabilitasyon merkezinde yaşamaları durumunda ihtiyaç,
inanç, haysiyet, özel yaşam, bakım biçimleri hakkında kendi
kararlarını verebilmeli. Çünkü onların bakım hakkı var.
Yaşlı insanlara yetenek ve becerilerini tam olarak
gerçekleştirebileceği fırsatlar yaratılmalı; mevcut
uygulamalardan yararlanması sağlanmalı; toplumun eğitim ve
kültür etkenliklerine aktif katılımı için çaba harcanmalı. Çünkü
onların kendini gerçekleştirme hakkı var.
Yaşlı insanlar itibar görmeli ve güven içerisinde yaşamalı;
sömürüden, istismardan uzak tutulmalı; hizmetlerden
yararlanırken yaş, cinsiyet, ırk, etnik köken, özür durumu ya da
diğer konumları nedeniyle ayrım görmemeli; gelir düzeyinden
bağımsız olarak gereksinimleri karşılanacak şekilde uygun
hizmetlerden yararlanmalı. Çünkü onların itibar hakkı var.
“Ver, durmadan ver, eller uzanmış, baksana
Ver ki; kurulsun sofra, başlasın şölen”
Bütün insan hakları ve temel özgürlüklerin yaşlılara
tanınmasını hedefleyen “Uluslararası Eylem Planı(3)”
dayanağında hazırlanan “Yaşlanma Ulusal Eylem Planı(4)” ile
“Ulusal Eylem Planı Uygulama Programı (5)”nın ivedilikle
hayata geçmesini bekleyen yaşlı insanlar için bizim de iyi
dileklerimiz var!
“En güzeli sevmek diyeceksin insanları tümüyle
Usanmadan, bir şey ummadan, beklemeden”
Dünyanın her yerinde insanlar bütün haklara sahip birer
vatandaş olarak güvenli ve saygın şekilde yaşlanmalı. Tüm
dünyada insan hakları ve temel özgürlüklerin geliştirildiği ve
korunduğu tüm yaş gruplarını kapsayan bir toplum
oluşturulmalı.
* Sosyal hizmet uzmanı.
** Birleşmiş Milletler Genel Kurulu; yaşlanma sorununun küresel
düzeyde fark edilmesini sağlama amacıyla “1 Ekim” tarihini Dünya Yaşlılar
Günü” olarak ilan etmiş olup ülkemizde de 1983 yılından bu yana
kutlanmaktadır.
(1) Dizeler Ümit Yaşar Oğuzcan'ın “50 Yaş” şiirinden
-19 -
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
10 Kasıma doğru
KASIMPATILAR...
Ali KAYA
[email protected]
Parklarda bahçelerde görmeye alışıp
kanıksadığımız, sonbaharın simgesi, bir güzel güz
çiçeğidir kasımpatılar… Patlak patlak çiçek açarlar kasım
ayında, bilirsiniz... Kokuları olmasa da görüntüleri
güzeldir. Kar yumağı gibi bembeyaz, vişne suyuna
batırılmış gibi renkli, dal dal toplanarak kucakla getirilen
bu kasımpatılarıyla, ne güzel çelenkler yapılırdı
eskiden!..
ötesinde büyük bir aymazlıktır, terbiyesizliktir.
İşin kolayına kaçma tembelliği alışkanlık halini
alınca, bu umursamazlık, işin ucunu bakın nerelere
getirdi… O günlerde üzerinde pek de durmadığımız bu
olumsuz davranışımızla, son günlerde yaşanan bu ihanet
derecesindeki aymazlığımızı, yıllardır biz kendimiz
hazırladık. Bilerek ve isteyerek yapıldı bu duyarsızlık ve
birileri de göz yumdu bu aymazlığa. Aydın geçinen bizler,
törenleri izlemeye gelen halkımız bu çirkin saygısızlığa
anında tepki göstermeliydik …
Sözü tam oraya getirmek istiyorum işte…
Kasımpatılarıyla örülen o güzelim çelenklere!.. Hani şu
son günlerde; “koyardım- koyamazsın” kavgalarıyla,
üzerinde kıyametler kopartılan, itilip kakışmalarla
kapanın elinde kalırken parçalanan şu çelenklere
getirmek istiyorum sözü…
Böylesine savsaklamalarla, ne yazık ki o güzelim
kasımpatıların da boynu bükük kaldı 10 yıldır. Ne acıdır ki
kimileri, birkaç demet çiçeği çok gördü Atasına. İşte
“fazilet” bildiği Cumhuriyet'ine ihanet etmek de bu
saygısızlıkla başladı zaten!..
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'yla, 10 Kasım
Atatürk'ümüzü anma programları için büyük bir özenle
hazırlanan çelenkler vardı ya hani taa çocukluğumuza
dek uzanan anılarıyla… Canlı ve rengârenk
kasımpatılarıyla özenerek süsleyip şekillendirdiğimiz o
capcanlı çelenkler… Çiçekleri yetiştirirken ayrı, dalında
koparıp getirirken ayrı, bir çelengi süslerken işin içine
“emeğimizi” kattığımız o güzelim çelenkleri hangimiz
anımsamayız ki…
Bu işin bir kanunu, yasası yönetmeliği yok mudur,
henüz araştırmadım bu konuyu. Asıl yasaklanması
gereken “Anıta çelenk koyma” değil; bu tür “uyduruk
çelenklerin” konulması olmalıydı asıl… İşin içinde ileriye
dönük ince hesapların olduğu, şimdi daha iyi anlaşılıyor.
İşte, bayramlarda ve anma günlerinde beni oldukça
rahatsız eden bu durumu oturup yazmak istemiştim ne
zamandır. Öyle sanıyorum ki sizler de rahatsızlık
duymuşsunuzdur bu duyarsız, duygusuz, saygısız, saçma
sapan çelenk koyma işinden.
Daha dün kadar yakındı çiçeklerin çeleklerle
örtüşüp öpüşmesi. Oya işler gibi her bir çiçeği çelenk
zeminine tek tek yerleştirirken duyulan o sevgi, o insan
sıcaklığı, harcanan emek bugün anılarımızda
yaşattığımız birer nostalji olmanın ötesinde, elimizde ne
kaldı geriye?..
Çelenk koyma kavgaları sürüp giderken böylesine
önemli bir konuyu tartışarak, bir açıklığa kavuşturmanın
ve sonuca ulaştırmanın zamanıdır, diye düşünüyorum.
Eylül 2013 /Dikili
Son yıllarda bir haller oldu bize… Tembelliğin de
ötesinde bir umursamazlık, bir vurdumduymazlık çöktü
sanki üzerimize. 8- 10 yıldır ( tam da bu döneme
rastlaması rastlantı mıdır, bilinmez…) Kurum âmiri
yetkililer, daire müdürleri öylesine bir “gaflet ve dalalet”
içine düştüler ki… Önceleri kuru bir teneke parçasının
üzerine 5-10 plastik ruhsuz çiçeği gelişigüzel iliştirerek,
çelenk diye koymaya başladılar. Son günlerde ondan da
vazgeçtiler ne yazık ki… Üç bacaklı bir teneke parçasını
yüzleri bile kızarmadan, yasak savar gibi “çelenk” diye
koydular bu yurdun kurtarıcısı ve kurucusunun
heykelinin önüne..
Cumhuriyet'imize saygısızlıktır bu… O Cumhuriyeti
kuran Yüce Atatürk'e saygısızlığın, nankörlüğün de
-20-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bir Mektup, Bir Kitap
“HAL BÖYLEYKEN SARI SAÇLIM” adlı kitabın yazarı,
Değerli ve çok sevgili kardeşimiz ALİ KAYA' ya…
Yazılarınızı derlediğiniz ve “DENEME” olarak
belirttiğiniz bu güzel kitabınızı da önceden okuduğum
“KUM TANECİKLERİ” kitabınızı ve gazetelerde, dergilerde,
bültenlerdeki yazılarınız gibi severek, zevkle okudum.
Edebiyatı uğraş olarak seçen sizin yazılarınız ve
eşdeğerli konuşmalarınızla da size sevgimiz büyüktür.
Ulusal günlerimizde alanlarda, uygulanan tören ve
anmalarda hep vardınız ve en öndeydiniz.
Öğretmenliğinizde çocuklarımızın; bilimle sanata ve
y a ra t ı c ı l ı ğ a u l a ş m a l a r ı i ç i n y e t i ş m e le r i n d e ,
aydınlanmamız için konuşmalarınızda tükettiğiniz
çabaları unutamayız.
Yurdumuzda ve bazı ülkelerde bilindiği gibi:
Belediyemizin düzenlediği ünlü “DİKİLİ BARIŞ,
DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK ŞENLİKLERİ” öncülüğünde
yapılan, Dikili'mizde özgürlük havasının, her şeye karşın
hâlâ özgürce solunması; sıradan bir şenlik, rastlantı değildir.
İnsanlarımızın önemli arayış ve özleyişlerine yönelişidir.
Çok önceleri geçmiş yıllarda, Atatürk'ümüzü bir
a n m a t ö re n i n d e S ay ı n H a l i m Ya ğ c ı o ğ lu ' n u n
“ATATÜRK'TEN SON MEKTUP” şiirini öyle
içtenlikli ve coşkulu okumuştunuz ki!…
Ayakta alkışlandığınız o günü
anımsıyorum. Sevgilerimi, saygılarımı,
teşekkürlerimi yineliyorum.
Katkıları olanların / katkılarınızın
içtenliğe, sevgiye ve bilgiye dayalı
gerçekler olduğunu görenler çoğalıyor.
Çok seviniyorum, sevgi ve saygılar
sunuyorum.
Güncelliğini koruyan konuşmalarınız
ve uyarıcı, belletici “DİLİMİZ, KİŞİLİĞİMİZ
VE KİMLİĞİMİZDİR” gibi o çok güzel
yazılarınızı; okumayı sevenlere, eğitimi
önemseyenlere öneriyorum.
Dilinize, ellerinize,
sağlık Ali KAYA kardeşimiz.
kaleminize
“HAL BÖYLEYKEN SARI SAÇLIM”
kitabınız gibi başarılı çalışmalarınızın ve
mutlu yaşamlarınızın sürmesi dileğimdir.
Dikili'mizi seven yetişkinlerimizin,
Dikili'mize yerleşen hemşerilerimizin,
sizler gibi değerli yazarlarımızın, güzel
sanatları uğraş edinmişlerin, çok yönlü
katkıları nedeniyle, bir Dikilili olarak
hepinize teşekkürü bir borç biliyorum, sağ
olunuz
Sizi sevgilerimle kutluyorum
Resul YAY
-21-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
ATATÜRK'ÜN IŞIĞINI GÖRMEK
Asım GÜNEŞ*
[email protected]
Ortaklar İlköğretmen Okulu'nda, 1971 yılı baharında
düzenlenen Antalya gezisine katılmıştım. O dönemde,
okulumuzun öğrenci örgütü başkanı da bendim. Her
gittiğim yerdeki eğitime dair her şeyi incelemeye
çalışıyordum. Dönüş yolunda, konaklamak üzere gece
saatlerinde, Gönen İlköretmen Okuluna giriş yaptık.
Okulun girişinde gördüğüm ışıklı Atatürk portresi beni çok
etkiledi. Atatürk ışıklarını tüm ülkemize buradan
yayıyormuş gibi geldi bana. Bizim okulumuzda da böyle bir
Atatürk portresi olmalı, dedim.
portremizi yerleştirdik. Geceleri
de ışıkları açıldı mı Atatürk ışığı
her yana yayılıyordu.
Okulumuza gittiğiniz de,
eski okul kurağının bulunduğu meydandaki yeni dersliğin
üzerindeki, Atatürk portresinin öyküsü böyledir.
ATATÜRK sevgisinin en güzel örneği, el emeği, göz
nuru…
Okula dönünce ilk
işim, öğrenci örgütü
yönetiminde konuyu
gündeme getirerek,
karlaştırmak oldu.
Ö r g ü t t e , TA K K o l u
başkanı olarak görev
yapan çok yakın
arkadaşım Mehmet
Çetinkaya ve Hasan
Erdoğan ile birlikte
üçümüz bu projeyi yaz
çalışmasında hayata
geçirecektik.
SONBAHARDA
Nurettin ÖZKAN
Gözlerimden akan bir
Nehir sessizliğinde
Hayat,
Vurmuş sahildeki kumların
Üstüne
Yazın son güneşi.
Yaşam sanki
Bir düş salıncağı
Asırlardır bitmeyen.
Bir aşk vardır,
Dalgalarla sahildeki
Çakılların aşkı,
Ayrılır ayrılır tekrar
Koşarlar birbirlerine özlemle,
Sarılırlar sırılsıklam..
İş bilgisi öğretmenimiz, Sevgili Esat Hocamıza
konuyu anlattık. Proje üzerinde önerileri doğrultusunda
düzeltmeler yaptık. Malzemeler örgüt bütçesinden, yapım
üç öğrenci,iş atölyesi personeli ve saygıyla andığım Esat
Türköz'ün gözetiminde gerçekleşecekti.Eğitim şefi Cevat
Gülmez de konuya sıcak baktı.Okul müdürü Cavit
Öztürk'ün de onayını aldık.
İş atölyesinin demirhane bölümünde,7x6 m
ebadında, içi paslanmaz kafes telleri ile kaplanmış
çerçeveyi hazırladık. İş portrenin şablonun çıkarılmasına
geldi. Meydan daki sinema perdesinde bir bölümü, beyaz
ambalaj kâğıdı ile kapladık. Fizik laboratuarımızda bulunan,
epidiyaskop cihazı ile Atatürk portresini 7x6 m ebadında
sahnedeki kâğıda yansıtıp çizdik. Artık kağıt üzerindeki
çizimi, kafes telleri üzerine işaretleme zamanıydı.
Heyecanla bunu da yaptık. Kafes tellerini kesip arasında 20
cm açıklık yarattık. Işığın dağılmaması için portrenin sınırını
,paslanmaz çinko şeritlerle çerçeveleyip, kesilen tüm
telleri çinko şeritlere lehim ettik.Aradaki açıklığa da ,su
geçirmez yağmur duylarından 81 adet yerleştirdik.
Atölyede yaptığımız denemeler de bile heyecan
doruktaydı. Başarmıştık.1971 yılı Haziran ayı sonunda, yeni
derslik diye adlandırdığımız binanın üzerine dev ATATÜRK
-22-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Atatürk’le ilgili iki anı
ATATÜRK'ÜN MANEVİ BABASI
SEDİRLERLİ HACI HÜSEYİN AĞA
Kadri GÜLHAN
Atatürk'ün Konya'ya gelişlerinde, eşi Latife Hanım da
vardır. Konya Belediyesi'nin Ata'ya hediye ettiği halen Atatürk
Müzesi olan evlerine inmişler. (Bu Konya'ya beşinci gelişleriydi.)
Ata'yı görmek isteyen meraklılar içinde 60 yaşın üstünde,
iri yapılı, ak sakallı, nurani yüzlü bir zat, köşke girmek üzere olan
belediye başkanına yalvararak:-Ne olur, Mustafa Kemal Paşa'ya
iki çift sözüm var, dileğimi bildirin, der. Belediye başkanı ihtiyarı
yanına alarak içeri götürür ve Atatürk'le tanıştırır. Atatürk boş
koltuğu göstererek ihtiyarın oturmasını ister. Ancak ihtiyar:
-Oturmayacağım paşam. Maruzatım kısadır, arz edip
rahatsız etmeden ayrılacağım. Paşam, bana Sedirlerli Hacı
Hüseyin derler. Üç oğlum vardı. en büyüğünü Balkanlarda şehit
verdim. İkincisi Çanakkale'de şehit oldu. Üçüncü oğlum
kalmıştı. Vatan tehlikede, Mustafa
Kemal asker istiyor, denilince onu da
emrinize vatan müdafaasına
gönderdim. Dumlupınar'da şehit
olduğu haberi geldi. Üç oğlum da vatan uğruna şehit oldular.
Helal olsun, vatan kurtuldu ya yeter… Şimdi sizden bir ricam var.
Üç oğlumun yerine size “Oğlum” diyebilir miyim? Gazi oğlum,
seni alnından öpebilir miyim evladım?, deyince, Gazi de Latife
Hanım da derhal ayağa kalkıp:
-Bizleri evlat olarak kabul etmenizden gurur duyarız
babacığım, diyerek Sedirlerli üç şehit babasının ellerinden
öperler. Baba oğul olurlar. Ertesi gün Hacı Hüseyin Ağa'nın
evine giderler. Hacı Hüseyin'in eşi Akile Nine'nin de elini
öperler. Onunla da ana-oğul olurlar…
ATATÜRK’TEN BİR ANI
DEVLET ADAMI KİMDİR, NASIL OLUNUR?
Ahmet M. EGEMEN
[email protected]
Yıl 1934,
O dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise,
Niğdeli Abidin Özmen'dir. Bakan, makamında çalışırken kapı
çalınır. Bakanın gür sesi; "Giriniz!.."
Mustafa Kemal Atatürk'ün yaveri, yanında iki çocukla
makama girer... Bakan, konuklara yer gösterir ve kendisine
uzatılan zarfı alır. Atatürk'ten gelen bir mektuptur bu… Abidin
Özmen, zarfı özenle açar ve mektubu dikkatle okumaya başlar;
“Bay Abidin Özmen,
Milli Eğitim Bakanı
Yaver Bey'le, size iki fakir ve kimsesiz çocuk
gönderiyorum. Bu çocukları, uygun göreceğiniz bir liseye
PARASIZ VE YATILI olarak kaydını yaptırmanızı rica ederim...”
Bu, Atatürk'ün bir emridir. Kesinlikle yerine getirilecektir.
Bakan Abidin Özmen, Orta Öğretim Genel Müdürü'nü çağırtır ve
şu direktifi verir;
“Yaver Bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve
bu çocukları Haydarpaşa Lisesi'ne PARALI ve YATILI olarak
kaydını yaptırıp, her ikisi için de üçer yıllık PARALI – YATILI
makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Mustafa Kemal
Atatürk'ün ismini yazdırarak bana getiriniz…” Bakan'ın emri
yerine getirilmiştir. Abidin Özmen de kısa bir mektup yazarak
Yaver Bey'le Atatürk'e gönderir. Mektubun içeriği;
“Muhterem Atatürk,
Yaver Bey'le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında
emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin
kurucusu ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk
bulunduğu için, bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul
etmeme, hem yasalarımız hem de mantığımız izin vermedi.
Bu nedenle, her iki çocuğun
da emirleriniz gereği Haydarpaşa
Lisesi'ne PARALI ve YATILI olarak
kayıtlarını yaptırdım. Çocukların
üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları da ekte takdim
ediyorum..En derin Saygılarımla…”
Cumhurbaşkanı Atatürk bu olayı, Başbakan İsmet
İnönü'ye; "Senin Milli Eğitim Bakan'ın bana ne yaptı?" diyerek
anlatmış. İnönü, Bakan adına özür dilemiş. Mustafa Kemal
Atatürk; “Yok!.. Özür dileme… Çok memnun oldum… Keşke her
devlet adamı, bu medeni cesarete sahip olabilse ve doğruyu
gösterebilse...” demiş.
NOT: Tarihi değeri olan ve hiçbir yerde yayımlanmayan bu
anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan Bakan'ın yeğeni
yüksek mimar H.Rahmi Özmen, bu olayı bir mektupla gazeteci
-yazar Vahap Okay'a iletmiş, o da gazetesinde yayımlamıştır.
-23-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Londra'dan bir mektup var…
İki yıldır yaşamını İngiltere'de sürdüren okurumuz Hülya KARAKUŞ,
hem Londra'yı, hem de Türkiye'ye duyduğu
özlemini anlatıyor:
LONDRA'DA YAŞAM ve ÖZLEDİĞİM
ÜLKEM, TÜRKİYE'M…
Hülya KARAKUŞ*
Londra, İngiltere'nin başkenti midir, yoksa
İngiltere'nin kalbi mi? İki farklı soru olsa da yanıt hep
aynıdır… Londra, İngiltere'nin İngiliz olmayan başkentidir.
Zira sekiz milyonluk nüfusun %34'ü bu ülkede
doğmamış olanlardan oluşmaktadır. Bir başka deyişle,
İngiltere'de üç kişiden biri İngiltere dışında doğmuştur.
İngiliz vatandaşı olup da farklı köklerden gelenlerin oranı
ise %42'dir.
gece hayatı, hem yerli halkın, hem de turistlerin
gözdesidir. Dünyanın pek çok yerinde olmayan bir özellik
de yine bu kente özgüdür: Tüm müzeler ve sanat
merkezleri ücretsizdir. İsteyen herkes para ödemeden
buraları rahatlıkla gezebilir.
Londra, düzlük bir arazide kurulmuş yemyeşil bir
şehirdir. İngiltere'nin en büyük parkı olan HYDE PARK 142
hektarlık bir alanı kaplamakta ve bizim alışık olmadığımız
ayrı bir özellik ve güzellik katmaktadır bu şehre!
Dünyanın bir başka yerinde eşine rastlanmayan bir
gelenek, yıllardır bu parkta hâlâ sürdürülüyor..”SPEAKER
CORNER” adı verilen bölümde herkes düşüncelerini,
aykırı da olsa görüşlerini, hiçbir kısıtlama olmadan, bir
müdahaleye de uğramadan özgürce, yüksek sesle
haykırabiliyor hâlâ... Bu nedenle Londra demek, özgürlük
demektir aslında. Burada herkes eşit şartlarda ve özgürce
yaşar. İster meslek olsun ister sosyal farklılık, bu sizin
hayattaki imkânlardan asla geri kalmanızı engellemez.
Doktor, ev hanımı, belediye isçisi, öğretmen, öğrenci,
emekli… ne olursa olsun herkes aynı eşit sosyal haklara
sahiptir. Zenginlerin ya da fakirlerin yaşadığı kenar
mahalledeki evler ya da bölgeler hiçbir ayrım olmadan bu
sosyal haklardan ve hizmetlerden eşit olarak yaralanırlar.
Dünyanın en önemli ekonomi merkezlerinden
biridir Londra. İngiltere'nin en büyük emlak, iş ve finans
kaynaklarına sahiptir. 2008 yılında şehrin brüt katma
değeri 265 milyar sterlin olarak geçmiştir verilere...
Dünyanın en önemli bankalarının merkezi olma özelliği
de Londra'ya aittir.
Çok kültürlülüğün ve çok dilliliğin adeta kalesidir.
Yaklaşık olarak 300' ün üzerinde dilin konuşulduğu çok
sesliliğin merkezidir. Bu demek oluyor ki dünyanın tüm
dillerinin konuşulduğu bir mozaik bileşkesidir Londra.
Farklı dil, din, ırk, kültür, renk ve yaşam tarzıyla, farklı
insanlardan oluşan rengârenk bir yelpaze şehridir. Bu
ışıltılı çok renklilik adeta göz kamaştırır. Hayat sanki bir
karnaval havası içinde akıp geçerken, sonradan gelip de
buraya uyum sağlamaya çalışan bizim gibiler, şaşkınlıkla
izlemekte yaşanan tüm bu olup bitenleri...
*
Buradaki her topluluk, kendine has bu özgün
gelenek ve göreneklerini adeta kendi ülkesindeymiş gibi
özgürce sürdürebilmektedir. Bu kent, onlara gerekli
ortamı hazırlayarak, olanak sağlamış, sağlamaya da
devam ediyor hâlâ. Gökyüzündeki bulutların sürekli
yağmura dönüştüğü bu nemli ve ıslak topraklar, burayı
yurt edinen herkesin sığındığı bir liman olmuştur.
Bu ülkedeki tüm evler devlete aittir. Yani Birleşik
Krallığa ya da diğer adıyla Büyük Britanya'ya… Herkes bu
topraklarda kiracıdır ve asla toprağın gerçek hâkimiyeti
insanlara verilmemiştir. Örneğin bu ülkede ev aldığınızı
düşünün. O evi 99 yıllığına devletten almış olursunuz,
ancak bu sürenin bitiminde devlet evi sizden yine geri alır.
Kısaca biz buna bu ülkede “kullanım hakkı” diyoruz.
Evlerin hepsi de oldukça eskidir. Çoğu evlerin yaşı yüz
yılın üzerindedir, ama hâlâ dimdik ayaktadırlar.
İngiltere'de evlerde balkon aramayın, çünkü
–balkonların evlere yük olduğu mu, yoksa yer kaybı
olarak mı düşünülmüş öteden beri, evler balkonsuz
olarak inşa edilmektedir buralarda.
Çok dinamik ve hareketli bir şehirdir Londra ve bu
dinamiklik, yaşayan nüfusa da yansımıştır. Diğer şehir ve
bölgelere oranla Londra daha genç nüfusa sahiptir.
Şehrin %43'ü 20- 44 yaş grubundadır
İ s t e r g e n ç o lu n i s t e r ya ş l ı , b u ş e h i rd e
yapabileceğiniz bir şeyler, para kazanabileceğiniz bir iş
mutlaka vardır.
*
Londra, 1863'te yapılan dünyanın en eski ve metro
adıyla bilinen yer altı treni ağına sahiptir. Şehrin her tarafı
Çok sayıda parkı, bahçesi, müzikalleri, spor
organizasyonları, turistik mekânları bulunan bu yerlerde
-24-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
adeta demir ağlarla örülmüştür. Metro hem çok hızlıdır,
hem de her bölgeye yer altından gitme olanağı sağlar
size. Trafiğin ters aktığı başkentte, tek tip siyah taksiler ve
çift katlı kırmızı otobüsler, şehri marka yapan değerler
arasındadır. Bu ülkede trafik sorunu yok denecek kadar
azdır. Çünkü yollar hem çok geniş, hem de çizgilerle
ayrılmıştır. Otobüslerin gidiş çizgisine asla başka bir araç
giremez. Bunlar, trafiğin hızlı akmasına ve kazaların en
aza indirgenmesinde en önemli etkenlerdir.
*
Bu ülke, güvenliğin en iyi sağlandığı yerlerin başında
gelmektedir. Şehrin güvenliği yaklaşık yedi bin 500
güvenlik kamerasıyla sağlanmaktadır. Ülke genelinde
tüm olup bitenler, 7 gün 24 saat kamera sistemiyle kayıt
altına alınmaktadır. Bu nedenle, ülkede işlenen herhangi
bir suç kısa zaman içinde çözülmektedir. Cinayet, gasp,
hırsızlık ya da başka suçların işlenme oranı da buna bağlı
olarak düşüktür. Halkın huzur ve moralini bozmamak
için, işlenen bir suç ya da olay televizyon kanallarında
gösterilerek hemen sergilenmez.
Hülya Karakuş(güneş gözlüklü) Londra'da Gezi Parkı protestosunda
kadar güzel, “düzenli yaşam” sistemlerine karşın, ben
“doğduğum yer” diye düşünüyorum hep!.. Çünkü bunca
olanak, yaşamı kolaylaştıran bunca düzen olmasına
karşın, hayatımda hep bir şeyler eksik, hep yarım sanki… O
da vatanımdan ayrı kalmak, sevdiklerimden uzak
olmak… Altın kafese hapsedilmiş bir kuş gibi görüyorum
sanki kendimi. Hani, bülbülü altın kafese koymuşlar da
“ille vatanım!” demiş ya… Açıvermişler kafesin kapağını,
kanat çırparak uçmuş özgürlüğe, gitmiş, dere
kenarındaki bir kızılcığın dalına konarak başlamış
sallanmaya. Benimkisi de aynen öyle işte… Anadolu'mun
dağları, bayırları, toz toprak içinde de olsa çamurlu yolları
bile gözümde tütüyor hep!..
Londra' da her şey tam bir sistem içinde
işlemektedir. Öyle ki elde yazılı bir “ANAYASA”ları bile
olmayan İngiltere'de hayatın her alanındaki bu düzen
takdire değer doğrusu. Örneğin; burada hiç bir zaman o
bizde uzayıp giden kuyrukları göremezsiniz. Her şey
randevu sistemi ile yürütüldüğünden kuyruklarda
zaman kaybı yaşanmamaktadır.
Diğer önemli bir özellik de İngiltere'de “geri
dönüşüm” sisteminin yerleşmiş olmasıdır. Evlerdeki
atıklar değişik kutularda toplanarak değerlendirilmek
üzere ilgili yerlere geri gönderilir. Cam, plastik, karton,
kâğıt, metal vb geri dönüşüm kutularında toplanır.
Normal ev çöpüyle, yemek artıklarının ayrı kutularda
toplanması, yerleşmiş ve toplum tarafından
benimsenmiş bir gelenek görenek halini almıştır. Devlet,
artık ev yemeklerinden gübre yapmakta ve bunu tüm
park ve yeşil alanlarda kullanmak için olanak
yaratmaktadır.
Çok uzaklardaki sıla özlemimi Dikili sahilinden
topladığım deniz kabukları, Dikili kartpostalları ve
evimizin bahçesinden toplayıp kuruttuğum çiçeklerle
geçirmeye, yüreğimdeki özlemi dindiremesem bile,
birazcık olsun hafifletmeye çalışıyorum…Ve öylesine
özlüyorum ki hasret kaldığım sılam Anadolu'yu,
insanlarını, annemi babamı, kardeşlerimi ve tanıdığım
tüm yakınlarımı!.. Hepsini hasretle öpüyorum…
*
Hoşça kal benim güzel yurdum ve onun çilekeş
insanları, hoşça kalın!
Bu ülkede en çok beğendiğim ve takdir ettiğim bir
özellik de ikinci el dükkânlar ve yardım marketleri…
Herkes kullanmadığı ya da az kullanılmış eşyalarını bu
yardım marketlerine verir. Bu marketler de bu ürünlerden
elde ettiği geliri kanser merkezlerine, çocukların eğitim
ve sağlık harcamalarına, huzur evlerine ve ihtiyaç
duyulan alanlara aktarır.
**H. Karakuş, 8 Kasım 1980'de Gümüşhane'nin Şiran
İlçesi'nin Balıkhisar Köyü'nde doğdu. 7 yaşındayken ailesiyle
İzmir'in Dikili İlçesi'ne geldi. İlkokul, ortaokul ve liseyi Dikili'de
bitirdi(1999-2000). 2006 yılında da Anadolu Üniversitesi İktisat
Fakültesi Kamu Yönetimini bitirdi. Mezuniyetten sonra Özel İzmir
Hastanesi'nde Muhasebe bölümünde çalışmaya başladı. Ancak 2
Mayıs 2010'da evlendi ve eşinin İngiltere'de çalışması nedeniyle
3 Ekim 2011'den itibaren Londra da yaşamını sürdürmektedir.
Okumak en büyük tutkusudur. Londra'da kitap alıp verdiği
kütüphane tarafından en çok kitap okuyan kişi seçilmiştir.
Bundan sonraki sayılarımızda da Londra'dan göndereceği
yazılarını yayımlamayı umuyoruz.
*
Hayran olup takdir edilmeyecek şeyler değil tüm
bunlar... Ama derler ya hep: “doyduğun yer mi, yoksa
doğduğun yer mi?”diye…Tüm bu olanaklar ve bir düş
-25-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Köy enstitüleri ile ilgili olarak
BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?
Eyüp YILMAZ
Adabelen 1960 Mezunu
“ORDUYA PAŞA”
Köy Enstitüsü Mezunu Öğretmen, yedek subaylığını yaparken doğuda bir askeri birliğe atanır. Atandığı yerde kirada
oturulacak ev olmadığı gibi lojman da yoktur. Yedek subay askerlerle birlikte yerel olanakları da kullanarak lojmanları yapar.
Açılışa gelen 3.Ordu Komutanı lojmanları görür, tebrik ve teşekkür ettikten sonra “Köy Enstitülü olmasaydın seni bu orduya
“paşa” yapardım.” der.
(Mahmut Makal, Kanal B, Atölye Programı)
“MİLLİLEŞTİRİLECEK”
Recep Peker, kuşkulu 1946 seçimlerinden sonra başbakan olmuştur. (07.08.1946) Peker, Atatürk zamanında (1936)
İtalya'ya siyasal partileri incelemek için yollanır. Dönüşte Atatürk'e sunduğu raporda CHP'nin İtalyan Faşist Partisi gibi
yapılanmasını önerir. Bu yüzden gözden düşer. İşte bu kişi 10 yıl sonra İnönü tarafından başbakan olarak atanır.
Başbakan Recep Peker de Reşat Şemsettin Sirer'i Milli Eğitim Bakanı olarak atar. İşte Peker'in başbakan, Sirer'in MEB
olduğu hükümetin programından bir cümle: “Köy Enstitüleri millileştirilecektir.”
( Kanal B Atölye Programı )
“LAF SÖYLETMEM”
Yine bilinen bir gerçektir. Köy Enstitüleri'nin kapanması süreci doğulu toprak ağalarının şikâyet dilekçesi üzerine
başlamıştır.
Bir mülkiye müfettişi bir sohbet sırasında Kinyas Kartal'a (Van Milletvekili) sorar: “Köy Enstitüleri'nden sonra niye
şikâyetçi oldunuz? Gerçekten köy enstitüleri ile CHP komünizmi getirebilir miydi?” Kinyas Ağa yanıt verir: “Onlar komünizmi
bilmezler. Ben Çarlık Rusyası Harp Okulu'ndan mezunum. Onu ben çok iyi bilirim. Benim köylerimden ikisine köy enstitüsü
mezunu öğretmen verdiler. Bu köyler 3 ay sonra ağaları olan bana karşı ayaklandılar. Ben sağlığımda ağalığıma laf söyletir
miyim?” der.
( Ceviz Kabuğu Programı )
PEYGAMBERLİK”
Emin Sazak Birinci Meclisten 1950 yılına kadar (23.04.1920'den – 14.05.1950) Eskişehir milletvekilliği yapmış bir
toprak zenginidir. Köy Enstitüleri Kanunu 1940'ta TBMM'de görüşülürken “Köy öğretmenine başbakanlık yetkisi”
“Peygamberlik unvanı veriyorsunuz.” der.
( Ceviz Kabuğu Programı )
EMİR SAM AMCA'DAN
“Başlangıcından Sonuna Köy Enstitüleri” adlı makalesinde Prof. Dr. Mustafa Altınışık aynen “Köy Enstitüleri açıldığında
Amerikan hükümetinin hazırladığı istihbarat raporunda 'Dikkatli olun, Türkler büyük bir eğitim atılımıyla geliyor.'”
demektedir.
ABD, Truman Doktrini ile Türkiye'ye Marshall yardımı yaptığında üç şartı vardı: Tek dereceli seçimlerin, milli şefliğin, beş
yıllık planların kaldırılması ve KÖY ENSTİTÜLERİNİN KAPATILMASI…”
Demek ki bizim doğulu toprak ağaları ezbere (!) dilekçe vermemişler.
-26-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Tanımadığımız değerlerimiz:
Sakallı Celal
(Celal Yalnız,1886-1962)
"SAKALLI Celal" bir Anadolu kasabasında
öğretmendir. Her yerde olduğu gibi, burada da softalarla
başı derttedir. Bir gün öğretmenler odasına topraktaki
böcekleri araştıran bir yabancı bilginin fotoğrafını asar,
ancak birkaç gün sonra fotoğraf yok olur. Meğer
öğretmenler başı şapkalı olduğu için, fotoğraftan rahatsız
olmuşlardır. "Sakallı Celal"in tepesi atar:
"Ulan, adam sizin hatırınız için güneşin altında başı açık mı
çalışsın?"
"SAKALLI Celal" silaha düşkündür, bir gün polisler onu
silahla yakalarlar, ama ruhsatı vardır, buna rağmen sorarlar:
"Neden silah taşıyorsun?"
"Gazi Paşa"yı (Atatürk'ü) ve Cumhuriyet'i korumak
için!"
CUMHURİYET'in ilk yılları, Ankara okuryazara,
diplomalıya muhtaçtı, rivayet ederler ki, Ankara'da trenden
inenlerden yabancı dil bilen varsa "Hariciyeci" yaparlar.
Ortaokul mezunları maden okulunda, kısa bir eğitimden
sonra maden mühendisi olur, "Hukuk Mektebi"ne de
ortaokul mezunları alınır.
İŞTE bu koşullarda Ankara Sultanisi'nin, yani lisenin
müdürü "Sakallı Celal"dir, Milli Eğitim Bakanı da sınıf
arkadaşı Hamdullah Suphi'dir. Bir gün bakanlıktan bir yazı
gelir, ülkenin yetişmiş adam ihtiyacı belirtilir ve müdürden,
son sınıf öğrencileriyle birlikte bir önceki sınıfın
öğrencilerinin de, mezun olması, bunun için sınavlarda
yardım edilmesi istenmektedir.
Böyle bir şey "Sakallı Celal"in anlayışıyla kesinlikle
b a ğ d a ş a m a z , k a b u l e d e m e z v e i s t i f a e d e r.
Bakan, durumu anlatır, ihtiyacı belirtir, istifasını geri
almasını ister, ne de olsa sınıf arkadaşıdır. Arkadaşlık bir
yana "Sakallı Celal"in ilkeleri bir yanadır...
“Bak Hamdullah!" der. "Meşrutiyet ilan ettik olmadı,
Cumhuriyet'i getirdik yine olmadı. Bir de ciddiyeti
denemeye ne dersin?"
"Sakallı Celal" böyle bir adamdır.
Sakallı Celal'den:
"Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkün
olur."
"Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de
ilgisizdir."
"Türkiye'de aydın geçinenler Doğu'ya doğru
seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde
koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar."
x) Sakallı Celal, Bir Bilinmeyen Ünlü'nün Yaşam
Öyküsü, Orhan Karaveli / Pergamon Yayınları
(Derleyen: İsmail Tuna)
TÜRK toplumunun çelişkisini, Batı ile Doğu değerleri
arasında bocalamasını, çok kere bir benzetmeyle anlatırız:
"Bu memleket Doğu'ya giden bir gemidir, içindeki
bazı saflar, Batı'ya doğru koşarlar."
Bu benzetmede zaman zaman kelimeler değişse de,
çelişki açık seçik bellidir. Kim söylemiştir bu sözü?
Sakallı Celal. Kimdir Sakallı Celal?
CUMHURİYET'in ilk yıllarında "sakal" değil,
"sakalsızlık" modası vardır, işte o, bu dönemde bir sakal
bırakarak dikkatleri üzerine çekmiş, Galatasaray Lisesi
mezunu kitapsız bir filozoftur.
Fransızca'yı gayet iyi bilir; konuşur, yazar, okur, ülke ve
dünya sorunlarıyla her an ilgilidir; fakat uzaktan bakan biri,
onun için "Bir baltaya sap olamamış!" diyebilir. Bu onun
başarısızlığından değil, herkesin başarı dediklerini
istemeyişindendir.
Melih Cevdet Anday onun için "kahraman" der.
Nasıl bir kahraman?
Kendisi için hiçbir şey istemeyen kahraman... Ne para,
ne parlak makam… Yeter ki memleket yükselsin, çağdışı
geleneklerden, inanışlardan kurtulsun, aklın mantığın
dediği olsun...
-27-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İDA'NIN YÜREĞİNE SAPLANAN
HANÇER (2)
Zekeriya YAVUZ
[email protected]
(Geçen sayıdan devam…)
İlkbaharın ilerleyen
günleriydi. Büyülü güzelliklerle
bezenen İda'nın dayanılmaz albenisi herkesi kendisine
doğru çekiyordu. Tabii en çok da Cenk'i… İkindi sıralarıydı.
Hava birdenbire değişiverdi. Kapalı, gri, yer yer kapkara bir
gökyüzü, aniden çöküveren yoğun bir sis bulutu ve
yakalaşan akşam karanlığı… Hem Esin'i hem de İda'yı ve
köylüleri bir kez daha görebilmenin heyecanı ve arzusuyla
orman yolunda arabasıyla sabırsızlıkla, hızla
tırmanmaktaydı. Geleceğin yolunda pusu kuran karanlık
gölgeler yine iş başındaydı. Karanlıklardan beslenen
yaratıklar korkuları körükleme uğraşındaydı. Bir virajı
döndüğünde, yukarıdan üzerine hışımla gelen tank gibi
güçlü bir kamyoneti fark etti Cenk. Şimşek hızıyla karar
verip, direksiyonu sağa, yamaca kırdı. Gerisini hiçbir zaman
hatırlayamamıştı. Yoldan aşağı uçmuştu. Arabası üç dört
takla attıktan sonra biraz aşağıda çam ağaçlarına takılarak
durabilmişti ancak. Bir zaman sonra yoldan traktörle geçen
birkaç köylü, arabayı fark edince koşup baygın vaziyetteki
Cenk'i çıkardılar ve hastaneye yetiştirdiler. Kamyonet ise
anında sırra kadem basmıştı. Hiç kimse görmemişti her
nasılsa!..
*“Sevgidir insanın yaratıcı kaynağı… Duyguların en
yücesi, bir diğerini anlayarak onu yüreğinde hissetmektir.
Sevmek, insanlarla, doğayla eş duyum kurmak değil
midir?”
Aradan günler geçtikçe çok daha neşeli, çok daha
mutlu bir görünüme kavuşan Esin, öğrencileriyle bu kez de
gıda maddeleri ve bitki tohumları konusunu işlemekteydi.
GDO “genetiği değiştirilmiş organizma” lara değinmek
zorunda hissetmişti kendini:
“Gıda maddesi ve hayvan yemi olarak da kullanılan
genetik yapısı değiştirilmiş soya ve mısır, dünyada GDO'lu
tüm tarımsal ürün üretiminin yüzde sekseninden fazlasını
oluşturmaktadır. Soya ve mısır; ülkemizde yaklaşık bin
çeşit gıda maddesinde girdi olarak kullanılmaktadır.
Kırmızı et mamulleri, şiş kebaplar, ezmeler, çikolatalı
ürünler, hazır çorbalar, bebek mamaları, pastalar,
bisküviler, gazoz, kola, meyve suyu, tatlandırıcılar ve
hayvan yemleri… Tüketilecek bu GDO'lu gıdalar insanlarda
ve diğer canlılarda alerjiye yol açan, zehirleyici etki yapan
bazı farklılaşmalara neden olabilmektedir.”
Kollarında, bacaklarında, kaburgalarında birçok
kırıklar oluşan Cenk aylarca hastanede yatmak zorunda
kaldı. Canını kurtardığına şükretti. Kazayı duyar duymaz
hastaneye koştu Esin. Baştan aşağı beyazlara boyanmış
hastane koridorları, Esin'in içinin kararmasını önleyemedi.
Gözlerinde biriken yaşlara hâkim olmaya çalışırken, alçılar
içindeki Cenk'in ellerini kavradı sıkıca. Her ikisi de sessizce
hayatın nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu
düşünüyorlardı. Birbirlerine sevgiyle kilitlenen iki çift göz,
mücadelelerini aynı inanç ve cesaretle sürdürmeye kararlı
olduklarını ilettiler karşılıklı. Sonsuz bir mutluluğun,
dayanışmanın, inancın ışığı gözlerinden taştı. Solgun
yüzleri, pırıl pırıl bir geleceğin sabahında coşkuyla
renklendi. Sevda ateşi onları en kısa sürede ayağa
kaldıracaktı. Eskisinden de daha güçlü ve daha
gençleşerek savaşımlarına bıraktıkları yerden devam
edeceklerdi. Büyük aşklarını da hiç kimse
engelleyemeyecekti. Onları ayırmaya asla güçleri
yetmeyecekti. Cenk'in başucundaki küçücük radyodan
yayılan melodi onlar içindi…
Öte yandan Cenk de köylülerle aynı konuyu
tartışmaktaydı:
“GDO'lar insanlarda antibiyotiklere karşı direnç
g e l i ş m e s i n e n e d e n o l m a k t a d ı r l a r. İ n s a n l a r
hastalandıklarında antibiyotiklerden artık yeterli yararı
görememektedirler. Gerçekte Türkiye'nin ve dünyanın
GDO'lu tohumlara ve gıdalara gereksinmesi yoktur. Kendi
sebze, meyve ve tahıllarımız bize yetmektedir. Yerel
yemek kültürlerimiz de yeterli zenginliktedir. GDO'lu
tohumlar ülkemiz topraklarında ekilmemelidir. GDO'lu
gıda ürünleri ülkemiz insanlarına yedirilmemelidir. Hep
birlikte karşı çıkmalı, mücadele etmeliyiz!”
Avukat Cenk ve Esin Öğretmen Kazdağı yöresinde
yaşamlarını sürdüren orman köylüleri tarafından çok
sevilmekteydiler. Bu arada onları sevmeyenler, hatta
nefret edenler, ellerine geçirseler, belki de bir kaşık suda
boğacak kadar öfkeli olanlar da vardı elbette… Yürüttükleri
çevre çalışmaları, bazılarının kulaklarına kar suyu
kaçırmıştı. İda'yı mekân tutanların tamamı uyanmadan,
hep birlikte karşılarına dikilmeden bir şeyler yapmaları
gerektiğine inanmışlardı. Cenk zaten uzun süredir tehdit
telefonları almaktaydı. Son günlerde benzer telefonlar
Esin'e de gelmeye başlamıştı. Tüm bunlara karşın, doğa
aşığı iki sevgili, tehditlere hiç aldırış etmediler, yaşantılarını,
çalışmalarını aynen sürdürmeye devam ettiler.
“Biz iki çılgın sevgiliyiz, / Delicesine sevdalıyız… / Öyle
büyük ki bu sevgimiz! / Biz ayrılamayız…”
Nişanlısının, sevdiğinin başına gelen bu esrarengiz
kaza ile adeta çılgınlaşan Esin, derste öğrencilerine şöyle
sesleniyordu:
-28-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“İnsan yüreği yalnızca sevgiye açık olmalıdır. Çok
geniştir insan yüreği. Sayısız sevgilere, çok büyük aşklara
hep yer vardır orada. Kutsal sevgiler, binlerce insanın
sevgisi, ülke sevgisi, doğa sevgisi küçücük yüreklere
sığdırılabilir. Kin ve nefret yüktür insan kalbine.
özverili çalışmalar boşa gitmemişti.
Tekerlekli sandalyedeki Cenk'in yanında Esin'i yeni
görev yerine uğurlamak üzere toplanan köylülerin
arasından öne çıkan Muhtar Ahmet, inançla konuştu:
“Şu anda öğrendiğimize göre; İda'mızda altın
aramaları için on altı firmaya ruhsat verilmiş bulunuyor.
Otuz dört değişik yerde dört yüz bin ton siyanür
kullanılarak altın aranacak! Hayat tehdit altında olacak!
Suyumuz ve havamız siyanürle kirletilecek!
Ama bazen çok önemli anlarda kin ve nefret de
gerekebilir. Bu gün böyle bir ikilemle karşı karşıyayız.
Gezegenimizi, sularımızı, havamızı kirleten, ormanlarımızı,
bizim yaşamımızı ve diğer tüm canlıların yaşamlarını
tehlikeye sokan, yalnızca kendi kazançlarını düşünen çok
acımasız, çok güçlü birileri var. Onların, bizleri kendilerine
sadık birer kul etmelerine izin vermeyelim! Onurlu ve özgür
birer birey gibi yaşayalım ama birlikteliğimizi,
dayanışmamızı hiç yitirmeyelim. İşte, onlara yenilmemek,
hem kendi yaşamımızı sağlıklı ve mutlu bir şekilde devam
ettirebilmek hem de cennet İda'mızı ve barındırdığı tüm
canlıları kurtarabilmek için, onlara karşı kalbimizdeki kini,
nefreti, öfkeyi hiç eksiltmeyelim, hep güçlü tutalım! Ta ki
hep birlikte onları yeninceye, bizi İda'mızla baş başa bırakıp
buraları terk etmelerini sağlayıncaya değin…”
Ormanlarla birlikte, on milyon zeytin ağacımız
ölecek, tarım bitecek! Bir yılda tarımdan elde edilen yedi
buçuk milyar dolar kaybolacak, yedi yüz elli bin kişi aç
kalacak. Ama siz ikiniz de rahat olun, gözünüz arkada
kalmasın! Çevre bilinci gelişmiş, mücadeleci bir kimlik
kazanmış onlarca, yüzerce hatta binlerce insan
bırakıyorsunuz arkanızda. Bilinçle, dirençle, sabırla
sürdüreceğiz uzun soluklu mücadelemizi. İzin
vermeyeceğiz, İda'mızın delik deşik edilmesine,
ormanlarımızın yok olmasına, sularımızın ve havamızın
zehirlenmesine. Atalarımızdan bize miras kalan bu cennet
İda'yı gelecek kuşaklara tertemiz, yaşanılır bir halde
devredeceğiz. Bundan hiç kuşkunuz olmasın…”
Ülkemizin en büyük ozanı, ne de mükemmel ifade
etmişti pek çok şeyi, birkaç dizede:
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi
kardeşçesine / Bu hasret bizim…”
*(Halil YILMAZ)
Bu Esin Öğretmen de çok ileri gitti, onun da defterini
dürmek gerek diye düşünenler kısa sürede dileklerini
gerçekleştirerek, muratlarına erdiler. Üst makamların
oluruyla İda'dan çok çok uzaklardaki bir köy okuluna
sürgün ediliverdi bir anda…
Ozanca bir sesleniş,
ANLAMAZ
O her şeye burnunu sokan, ukala avukat
bozuntusuna ve çizmeyi aşan, bilgiç öğretmene hadleri
bildirilmişti(!) Layığını bulmuşlardı(!) Hadi bundan sonra
yine dönen tekere çomak soksunlardı bakalım!..
Bahtiyar TAKKALI
Bozuk düzen çilesini çekmeyen
Zulümden anlamaz, dertten anlamaz
İnsanı hak bilip insan sevmeyen
Yiğitten anlamaz, mertten anlamaz
Esin'i bu yöreden uzaklaştırıp, Cenk'i aylarca yerinden
kıpırdayamaz duruma düşürenler; rahata erdiklerini,
bundan sonra istedikleri gibi at oynatacaklarını sanıp
rahatladılar ama çok geçmeden de çok yanıldıklarını
anladılar. Cenk'in ve Esin'in çevre konusunda sürdürdükleri
Hamal olup şu dünyayı taşıyan
Arka ayakla kulağını kaşıyan
Uçuk duvar gölgesinde yaşayan
Yumşaktan anlamaz, sertten anlamaz
Çağlayıp da gürül gürül akmayan
İnsanlara can gözüyle bakmayan
Eşitliğin meşalesini yakmayan
Obadan anlamaz, yurttan anlamaz
Bahtiyar'ım bitmez çileler, dertler
Karanlıklar bastı, çıktı namertler
Kalın enseleri yağlı göbekler
Pireden anlamaz, bitten anlamaz
-29-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
ÇAĞLAYAN
Azmi ERMİŞ
[email protected]
Ilık bir ilkbahar sabahı… Pikniğe gidecekler biraz
sonra. Kent uykudan uyanmamış henüz. Sokaklar daha
sessiz. Baş ağrıtan gürültüden uzak. Güney Çağlayanı'na
gidecekler. İçi kıpır kıpır. Çocukluğunda birkaç kez gittiği
şelaleye yeniden gidecek olması heyecanlandırdı onu.
Arabanın içinde neşeli sesler, türküler, şarkılar… Herkes
kendi havasında… Bir ara Güney ve çağlayanla ilgili tanıtıcı
bilgiler verildi. Araba Büyük Menderes vadisinde yol
almakta. Dağdan esen yelin getirdiği çam kokularını çekti
ciğerlerine. “Memleket kokusu bir başka.” diye seslendi.
Büyük Menderes Nehrinin yanında durdular. Çağlayan,
nehrin karşı yamacında. Köprünün iki tarafı taş yapı; ortası
ıkılmış, ağaçlar üzerine kapanmış.
üzerinde.
Kulaklığından gelen ve kitap okuyan bayanın sesiyle
özdeşleştirdi çağlayanı. Ne de güzel okuyordu coşkulu,
yüreğinden gelen inançlı bir sesle. Tanımadığı insanlara
sesiyle bilgi, mutluluk, inanç taşıma çabasındaydı. Yaşama
daha sıkı tutunmaları yolunda sesiyle güç, vermekte,
yüreklendirmekte dinleyicilerini.. Çok sevecen, yumuşacık,
insanı sarıp sarmalayan bir ses bu. Yaz sıcağında kar şerbeti
gibi serinleten… Hep istekli, canlı ve hep gülümseyen bir
ses. Yoruluyor, ama iş yapmanın, ülkenin dört bir yanına
coşku taşımanın mutluluğu var içinde sanki. Çok dingin. O,
ne zaman bu sesi duysa yeniden dünyaya gelmiş gibi
duyumsar kendisini. Çünkü çok
severdi kitapları. Aylık dergiler, her
gün okunan gazeteler...
Çocukluğunda korkarak geçerdi
bu köprüden. Menderes'in boz
bulanık sularına bakınca başı dönerdi.
Otobüsten eşyaları aldılar, köprüden
geçerek çağlayana doğru
tırmanmaya başladılar. Bu yolun iki
tarafı ağaçlarla kaplı. Böğürtlenler,
incir ağaçları, dutlarla bezeli
yamaçlar. Çağlayan güçlü akmakta.
Coşkuyla karşıladı onları. Neşe içinde
yapılan kahvaltı sonrası çağlayana
yakın bir masaya ilişti. Yalnız kalmak,
kendisini dinlemek istedi bir süre.
Böyle bir yaşama nasıl geldi, nasıl
oldu bu iş?..
Bir küçük kanlanma başladı
gözünde. Önce önemsemedi. Verilen
d a m l a l a r v e h a p l a r, i ğ n e le r,
hastaneler, zaman zaman devam
eden kanamalar… İki yıla yakın süre
geçti aradan. Üniversiteden öğrenilen
acı gerçek tokat gibi indi suratına. Şok
yaşadı. Körlüğü kaçınılmazdı. Üstelik
on beş yıl ömür biçmişlerdi kendisine,
karanlık dünyada yapayalnız, umarsız.
Ölümü düşünmedi hiç. Ancak on beş
yıl kitapsız ve dergisiz yaşayabilmek
gerçekten çok güçtü. Çekilesi değildi
y a ş a m . B u b o ş lu ğ u n u k ü ç ü k
kardeşlerine gazete aldırarak
doldurmaya çalıştı. Gazete çocuklara
ağır. Bu kez magazin ağırlıklı aldırdı,
hiç değilse kardeşleri okumaya
alışırdı. O da bir kazançtı. Haberlerle birlikte bulmacaları
çözdüler. Bazen arkadaşları eve gelerek kitap okudular
kendisine. En çok üzülen anasıydı. “Yavrucuğum, ben
okuma yazma bilsem heç kimselere muhtaç etmezdim
seni emme, cahilliğin adı batsın.” Annesinin yüreğindeki
acının derinliğini kitap okuyamadıkça daha iyi anladı, içi
sızladı. Çünkü ana yüreği bir başkaydı. Salçayı, bulguru ve
nişastayı göz ve kaş arasında hazırlar, tarhanayı keseler,
üzümleri ve kavunları askılara sessiz sedasız dizerdi.
Geceleri yufka yapardı. Sabahları çamaşır teknesinin
başında iş makinesi gibi. Ne zaman uyur, ne zaman
Çağlayan, yıllardır amacına
çabuk varmak isteyen bir koşucu, bir
elektrikli tren, bir uçak sanki...
Uçurumdan aşağı coşkuyla keyifle
bırakmakta sularını... On beş metre
yükseklikten uçarak oluşturulan
arkların içini doldurmuş sular.
Menderes'e doğru sıralanan, ama
şimdi terk edilmiş yıkık su
değirmenlerine doğru yol almakta. Bahçelerde yaz
sıcaklığında kavrulan toprağa buz gibi serinliğini akıtarak
onun ateşini yok etmekte. Can vermekte doğaya.. Elma,
şeftali, kiraz ve kayısı ağaçları köklerinden aldıkları can
suyu ile çiçeklerle bezenmişler. Ovada pamuklar papatya
gibi dizilmişler yan yana. Küçük kurbağa suyun göletinde
oynamakta. Balıklar salına salına dingin bir yaşamın
içinde. Su yaşam veriyor kuruyan, biten tükenmişliğe
doğru giden toprağa. Sesi gürül gürül çağlayanın… Akışı
çılgınca. Koşturması, ovadaki dinginlikten sonra denize
ulaşma çabası. Yorgun ama yararlı olmanın mutluluğu var
-30
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
dinlenirdi bu kadıncağız… Akşamlara dek halı dokur, yedi
çocukla yemek, temizlik; nasıl baş ederdi? Kepçe gibi
eliyle küllü suyu başından dökerek yanaklarını ve
vücudunu kızartana kadar ezerdi çocukluğunda.
“Yakışıklı adamlar mis gibi kokmalı.” derdi. Bir şey
beklemeden, istemeden hep bir şeyler verme
çabasındaydı. O, ilk maaşından annesine para vermişti
kendisine bir şeyler alması için. Annesi de gidip kilim
almıştı o parayla. “Hepimiz için” demişti.
öldüydü. Allah derdi sevdiğine verirmiş. Şükret.” Bu ve
benzeri sözler onu gecelerin içine itmişti iyice. Anası
sessizce kapıyı açar, uyku taklidi yapan oğlunun saçını
okşar, öylesine derin nefes alır ve verirdi ki bu nefes,
umarsızlık, kahroluş, isyan ve yorgunluk dolu olurdu. Bu
ana, ikiz kardeşlerini iki ayrı beşikte emzirirken çoğu kez
uyuya kalırdı açıkta. Arpa tarlasında iyice coşunca: “Aman
da kızlar ne zor imiş burçak yolması” türküsünü söylerdi
onlara.
Kitap okuyanın sesi ne çok benziyordu
annesininkine. Gözünde canlandırdı. Bu yumuşak sesli,
hep sever gibi konuşan kadını. Boynu kuğu gibi. Kırlaşmış
saçlarını ensesinden tokayla tutturmuş. Geniş bir alın,
yuvarlak bir burnu olmalı. Çenesi köşeli. Dudakları
gülümser gibi aralı. Bembeyaz dişleri görünmekte. Ok gibi
uzun kirpiklerinin arasındaki kapkara gözler. Derinliğinde
acılar yatıyor. Çok sıkıntılar çekmiş, ama ışıl ışıl
parlamakta. Çünkü birçok insana göz oluyor. Umut
oluyor. Esmer yüzünde gamzeleri pek de hoş. Üzerindeki
elbisesi gelincik tarlası gibi. Pek yakışmış kendisine.
Benim anam sarışın. Aralarında sadece ten farkı var. Suratı
bembeyazdı anamın. Bana dağlardan kil kazdırır, toprak
yerdi. Sonraları öğrendim kansızlıktan toprak yediğini.
Doğumlar, düşükler…
Anasını düşündü. Şu anda evde yapayalnız. Doksan
yaşını bulmuş, savaşlardan yorgun, yürüme güçlüğü
çeken, çocukları, damatları, gelinleri ve torunlarına bir
şeyler vermeye çalışan, hep gülümseyen anası. Oysa
akşamları 25-30 kişi gürültü patırtı yaparak ziyaret görevini
bir an önce tamamlayıp evlerine dağılma çabasında
olanlar. Çay ve kahveyi içemiyor anası. Oysa gelenler çay ve
kahve getiriyor çoğu zaman. Kaç zamandır balkonda
gelene geçene bakarak zaman geçirmekte anası. Arabalılar
var. Ne parka, ne de bir akrabaya götürürler. Aylaklık
yapmaktan sıra gelmiyor. Üstelik:“Ana, bu kadar gelin ve
damatla nasıl anlaşıyorsun?” diye soruyorlar. Anam da:
“Kırlangıç gibi bir alttan, bir üstten geçiyorum. İdare
ediyoruz yavrucuğum. İşin temeli sevmek.” diyerek işin
sırrını veriyor.
Hastalığını, gereksinimlerini bilmeyiz biz. Bu yorgun
yürek hep gülümsemekte. Ağzından “a yavrum.”
sözünden başka bir şey duymak olası değil. Tatlı dilli hep…
“Baba, çay getirdim.” diyor oğlu. Bu ses onu bugüne
getirdi. “Sağ ol yavrum. Buraları sevdin mi? Eğleniyor
musun?”
Afyon'da gelen en son krizle onun gözü kan çanağı
olmuş. Tıp umarsız. Okulun yardımcı hizmetlisiyle
memleketi Güney'e gelmişti. Görme bitikti. Güney'de
anası ve babasıyla karşılaşma anı ürkütüyordu onu. Nasıl
söyleyecekti artık temelli kör olacağını. Oğlunun birini
erken yaşta yitirmiş, yıllardır yoksullukla boğuşan kısacası
dünya yüzü görmemiş anasına nasıl söyleyecekti… Bir
yıkım olurdu bu onun için. Otobüste bunları düşüğündü
hep. Evlerini tarif etti yanındaki eşlik eden hizmetliye.
Kapılarını çaldılar ürkerek. Bu anın korkusu yüreğinde.
Kapı açıldı. Karşısında sessizlik, zaman dondu sanki.
Aradan yüzyıllar geçmiş gibi. Soluğundan tanıdı anasını.
“Ana! Ben geldim.” diyebildi güçlükle. Anası: “Yavrııııım!”
diyen hıçkırığını içinde saklamak istedi. Onun yüreği,
patlayan bir yanardağ gibi alev alev. Lavlar tüm vücudunu
sarmakta. Yangınını bilmesin istiyor oğlu. Sarıldılar ve
gözyaşları karıştı birbirine. Bir süre kala kaldılar öylece…
“Çok güzel baba, eğleniyorum. Sen çayını iç, birlikte
şarkı söyleyelim. Olur mu baba?”
“Elbette olur oğlum.”
Az ötede sazın coşkulu sesi. Alkışla tempo tutarak
koro halinde türkü söylüyor gençler: “Cemilemin gezdiği
dağlar meşeli.” Güzelim dut ağacı, Dadaloğlu'nun elinde bir
başkaldırının sesisin. Karacaoğlan'ın kara gözlüsüne
sevdasını dile getirişisin, Köroğlu'nun elinde ve dilindesin.
Bolu Beyine meydan okuyuştasın, Pir Sultan'ın karanlığa
attığı aydınlatma fişeğisin. Kısacası sevginin ve
başkaldırının sesisin…
Gençler coşkulu, gençler oynamakta.
“Baba, çayım bitti.”
Oğlu on yaşında. Ne de çabuk büyüdü. Toprağa düşen
tohum yeşermekte. Doğduğu günü anımsadı. Dışarıda
korkunç bir ayaz. Bıçak gibi kesiyor. Doğumevinde
heyecan, kaygı ve merakla beklemekte doğumu.
Yukarıdan eşinin sancıyla birlikte yükselen sesleri
tırmalıyor kulağını. Umarsız. Yanında oturduğu hastane
hizmetlisi para tırtıklayıp bir şeyler aldırmak sevdasında.
Adama çok kızdı. Adamın derdi kırmızı pabuç. “Ben can
derdindeyim, kasap et derdinde.”diye geçirdi içinden.
Yardımcı hizmetlinin nispet yaparcasına ağzını
höpürdeterek çay içişi. Duymayayım diye kulağına
kulaklığını takmıştı ki, ebe: “Hocam, bebek keseyi
Kör olduktan sonra uzun kış gecelerinde sobada
çıtırdayan odunun sesi. Kaynayan çaydanlığın kapağının
ritmik tıkırdaması:“Tıkır da tıkır, tıkır da tıkır.” Öbür divanda
yokuş yukarı çıkan lokomatif gibi ninesinin nefes alıp
verişi. Karnı acıkan kedinin miyavlaması… oyalardı onu.
Yorganının altındaki radyosunu kısık sesle dinlerdi
sabahlara dek. Çünkü gündüzleri uyurdu genellikle.
Gelen insanların moral bozan davranışları canını çok
sıkardı. “Ah yavrum! Pek de gençmiş.” “Gader gardeşim!
Ne etcen? Bizim köyde biri böyle oldu da gepgenç
-31-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
patlatamıyor. Acil doktorunu çağıracağım.” Sırtından
terler boşandı. Doktorun gelişine kadar geçen zaman,
haftalar, aylar, yıllar gibi geldi ona. Neyse ki doktor çabuk
geldi. On dakika sonra:
ADABELEN’İN
SOLUĞUNDA
“Hocam, gürbüz ve çok sağlıklı bir oğlun oldu.” diye
onu dalgınlıktan kurtardı ebe hanım. Ne yapacağını
bilemeyen, yorgun, sırtından yük kalkmışçasına külçe
gibi oturdu yerinde bir süre. “Haydi, bebeği görelim.”
diyen ebenin koluna girdi. Oğlu iştahla emiyordu
memeyi. Bir ara ağzından kaçan memeden sonra çığlık.
Ebe:“İşte, dedi, yaşam savaşına başladı. Umarım uzun ve
daha az sıkıntılı bir yaşam olur.”
Muammer ÖZLER
[email protected]
“Haydi baba. Kalbimin sahibi sensin, diyelim.”
Birlikte söylediler: “Kalbimin sahibi sensin orda yalnız sen
varsın.”
Kır çiçekleri gibiydik bir zamanlar
Bana gelincik olmak düştü
Onca renkler akarken Naipli
“Baba bak, dinle. Ağaçtaki kuş da şarkı söylüyor.”
“Evet duydum. Ne söylüyor o?”
“Karşısındaki babasına, kalbimin sahibi sensin,
diyor.”
Ellerim tütün sarısı
Çocukluğumdan kalan,
Ne olur
El ele tutuşabilsem Gökkuşağı'nın
Yedisinin de yedisi ile.
Alnıma aklar düşse, yok olsa karalar,
Nice eylülleri bıraksam
Gene, Adabelen Tepesi'ne...
O an, kendisine binlerce kez sevgisiyle “kalbimin
sahibi sensin.” diyen anasını düşündü.
“Oğlum” dedi yutkunarak. “Yarın bir gül alarak
babaanneye gidelim, hem de ona birlikte şarkı
söyleyelim.”
“Kalbimin sahibi sensin, diyelim baba.”
Sevgiyle bağrına bastı oğlunu. Bağrına oğlunu sıkıca
bastırırken üzüm taneleri gibi akan gözyaşlarına engel
olamadı.
Benim neyime gerek korkulu düşler,
Uyanmak varken derin uykudan.
Dolaşsam kitaplarda sayfa sayfa
İnci gibi dizilse dilimde sözcükler
Bir uğur böceği düşse avucuma,
Uçursam onu yeniden
Adabelen Tepesi'ne...
Yaralarımı türkülere desem
Kıvrımlarında aksam okuduğum şiirlerin
Gün, ikindiyi açmış gibi zaten
Yıkılan duvarlarını bari örebilsem
Yeniden Adabelen Tepesi'nin...
Bir Kurban Bayramı daha geçti.
Kutlu olsun…
-32-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Yıllar öncesi Sivas katliamı denemesi, Kayseri olayı
Yaşamımdan Kesitler ve Bir Olay
İlyas KALAY*
Kızılçullu Köy Enstitüsü Mezunu
aldığı maaşa eşit olması gerekmez mi?
1943-1944 öğretim yılı sonunda Kızılçullu Köy
Enstitüsü'nden diplomamı aldım. Öğretmen olarak
Manisa- Demirci'nin Hırkalı Köyü'nde göreve başladım.
Yanıt: Sizin tayininizi kendi köyünüze yapıyoruz. Orada
size maddi yönden yardım edecek babanız ve anneniz ve
yakın akrabalarınız var.
3803 sayılı kanun gereği bana demircilik atölyesinde
bulunacak aletleri verdiler. Ayrıca bir inek, bir at,bir araba,
pulluk, ıslah edilmiş mısır tohumu, 50 lira işletme kredisi de
verdiler.
2-Çocuk zamları diğer memurların 10 lira, bizimki niçin
5 lira?
Yanıt: Sizler köy kökenli olduğunuz için çok çocuk
yapıyorsunuz.
1946'da çok partili hayata geçtik ve Demokrat Parti
kuruldu. Kurucuların çoğu ağası idi. Köyde öğretmenin
çalışmasını istemiyorlardı. Çünkü çıkarları bozulacaktı.
Arazilerinde köylüleri köle gibi kullanamayacaklardı. Diğer
bir grup da hiçbir zaman Atatürk'ün koyduğu ilkeleri
istemeyen, din ağırlıklı bir yönetimi isteyen, laikliği kabul
etmeyen, köyde öğretmenin değil, imamın bulunmasını
isteyen kişilerdi. Bugünkü diktatörün iktidar olması o
günlerden başlar.
Bu cevaplar bir ilköğretim genel müdürüne yakışır mı?
Değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum.
CHP'nin iktidar olarak bize sahip çıkması gerekmez
miydi? DP zaten bizi yok etmek için uğraşıyor.
Bu şartlarda bizim sorunlarımızı kendimizin çözmesi
gerekti.
Hemen orada örgütlü mücadele yapmaya karar verdik.
Köy öğretmenleri Derneğini kurduk. O dernek 1950-1960
yılları arasında çok gelişti, federasyon haline geldi. 27 Mayıs
1960'taki Kurucu Meclise Halil Akyavaş temsilci olarak
katıldı.
Kısa zamanda DP çığ gibi büyüdü. ABD'nin savaş
artıklarını vermesi, biraz da maddi yardımda bulunması
halkın ekonomik durumunu düzeltti.
CHP, DP'nin gelişmesini görünce onun uyguladığı
görüşleri hayata geçirmek için hükümet değişikliği yaptı.
Yeni hükümetin başbakanı İlahiyat Profesörü Şemsettin
Günaltay'ın hükümet Programı, dini ağırlıklı ve Atatürk
ilkelerini zayıflatan bir programdı. İlk kırılma o zaman
başladı. İsmet Paşa partinin bu görüşünü önleyemedi. Milli
Eğitim bakanı Reşat Şemsettin Sirer'di. Eski bakan Hasan
Ali Yücel bakanlıktan ayrıldı. Yeni bakan eski bakanın zıttı
fikre sahip, yeni hükümetin programını yapan kişiydi. İlk işi
Köy enstitülerini klasik eğitim sistemine getirmek oldu.
Artık enstitülerde sanat, tarım çalışmaları kaldırıldı, birçok
uygulama geçersiz hale getirildi. Bu uygulama CHP'ye çok
pahalıya mal oldu. Çünkü halkın pek çoğu CHP'nin bu
uygulamasına inanmadı. Çünkü halkın pek çoğu CHP'nin
bu uygulamasına inanmaz. CHP'li seçmenler, Atatürk
ilkelerinden taviz verildiği için partiden ayrılır. Yani silah
geri tepti. 14 Mayıs 1950'deki seçimlerde DP 415, CHP 35
milletvekili çıkararak hezimete uğradı.
1960'tan sonra bütün öğretmen örgütleri birleşti.
TÜRKİYE ÖĞRETMENLER FEDERASYONU adını aldı. 1965'te
federasyonun Adapazarı'nda yıllık genel kurul toplantısı
vardı. Ben Salihli delegesi olarak katıldım. Başkanı Hayrettin
Uysal'dı.
Fakir Baykurt 10 arkadaşı ile toplantıya katıldı. Türkiye
Öğretmenler Sendikası'nı kurduklarını söylediler(TÖS).
Genel kurulda karar aldık. Federasyon kapatılarak TÖS'te
birleştik. Artık Türkiye'de öğretmenlerin de sendikası vardı.
Öğretmenlerin büyük çoğunluğu sendika üyesiydi.
Sonraki günlerde Ankara'da TÖS'ün yönetimini
belirlemek için toplantı yapıldı. Seçim sonucunda TÖS'ün
genel başkanlığına Fakir BAYKURT seçildi. Yeni yönetim
böylece belirlendi.
Genel kurulda alınan karar gereği, her yıl yapılacak
genel kurullar değişik illerde yapılacaktı. Gelecek yıl
yapılacak toplantının da Kayseri'de yapılmasına karar verildi.
Yeni bakan 1948'de Enstitüden mezun olan
öğretmenlerin bilgileri noksan(Enstitülerin adı amele
okulu idi.) zannedip 1946'ya kadar mezun olan
öğretmenleri okulda kursa aldılar. Ben de vardım. 100
öğretmen 2 şube oldu. Okula Yusuf Kazım Könü İlköğretim
genel müdürü olarak geldi. Sorunlarımızı ona aktaracak bir
sözcü seçtik.
Bir yıl sonra yapılacak bu toplantı için yer, tarih
belirtilen çağrı bütün şubelere gönderildi.
Ben ve Ali Ergenç arkadaşım Salihli delegesi olarak
Kayseri'ye gittik. Günlerden perşembe idi. Toplantı 3 gün
sürecekti. Daha önce kalacağımız otel belirlenmişti. Başka
delege arkadaşlarla otele gidip yerleştik.
1-Bizim maaşlarımız neden az, diğer öğretmenlerin
-33-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Arkadaş grupları çeşitli lokantalarda akşama
doğru akşam yemeği için yerimizi aldık. Bizim
bulunduğumuz lokanta Kayseri'nin lüks ve
tanınmış bir yeri idi.
Hava karardı. Elektrikler kesildi. Karanlıkta
kaldık. Mumlar yakılarak neşe içinde yemeğimize
devam ettik.
Gündüzden 5 Kayserili milletvekili gelmiş.
Esnafı, sanayi sitesini dolaşıp komünistlerin
geldiğini, bunların Müslüman olmadığını, her
türlü kötülüğü yapacaklarını söylemişler. Ayrıca
sanayide kalfa ve çıraklara 5'er lira vererek ertesi
gün yapılacak toplantının yapılmaması için
görevlendirmişler. Vali ve emniyet müdürünü
izinli göndermişler. Halkı bize karşı kışkırtmışlar.
İşte yukarıda belirttiğim, elektriklerin
kesilmesi, bir senaryonun başlangıcıydı. Bunun
için onlar iş(!) başındaydı. Bir türbeye ve camiye
Molotof kokteyli atmışlar. Arkasından Kayseri
halkına:” İşte gördünüz mü, size söylemedik mi?
Bunların yapacağı budur.
dehşetini anlıyor. Hiçbir yerden talimat almadan alarm
sesiyle askerler bir anda alanda toplanıyor. Komutan
“İstikamet Alemdar Sineması, süngü tak, hücum !” emrini
veriyor. Süngülü asker, saf halinde kalabalığa doğru
yürüyünce, kızgın kalabalık kaçarak bir anda yok oluyor.
Sinemanın giriş kapısından itibaren garnizona kadar
süngülü askerlerle koridor oluşturuluyor. Biz onların yardımı
ile garnizona geçiyoruz. Günlerden Cuma olduğu için cami
hutbesinde bizi kötüleyen konuşmalar yapmışlar. Bunun
üzerine Namazda çıkan cemaat kısa zamanda büyük bir
kalabalık oluşturdu. Boş binaya bu sefer onlar saldırdılar.
Sinemanın içine girerek localar dâhil her tarafın altını üstüne
getirdiler. Lokantanın kullanılan bütün malzemelerini
caddeye fırlattılar. 3. kattaki otelin malzemelerini ise
tamamen kırdılar, kullanılamaz hale getirdiler. Sonra
kapıları, pencereleri ve camları kırdılar. Böylece bina sahibi
de çok büyük zararla TÖS'e toplantı iznini verdiği için
cezasını çekti.
Bizim bu olaylardan haberimiz yok. Toplantı yerine
geldik. Fakir Baykurt yoktu. Yarım saat sonra geldi. Bize
yukarıdaki olayları anlattı. “Katiyken dışarı çıkmayın. Halk
çok kızgın, sizi öldürebilirler.” dedi.
Bunun üzerine sinemada bayan delege arkadaşları
sahneye topladık. Sinemanın iki kapısı vardı. Biri giriş, diğeri
çıkış kapısı idi. Kapıları içeriden kilitledik.
Çok geçmeden büyük bir kalabalık, giriş kapısından
lobiye girmeye başlıyordu. Buzdolaplarını, yiyecek
vitrinlerini, lavobaları kırarak paramparça ediyorlar. Sonra
sinema salonuna açılan kapıyı büyük bir darbe ile kırıyorlar
ve içeriye girmeye çalışıyorlar Biz de içeriden onları içeriye
sokmamak için karşı koyuyoruz. Bir ara kapıdan
saldıranlarla Fakir Baykurt konuşmak istedi. Kızgın
kalabalık kolundan tutup aralarına almak istedi. Biz de
içeriden diğer kolundan asılarak vermek istemiyoruz. Bu
mücadelede ceketi ikiye bölündü. Yarısı bizde, yarısı
onlarda kaldı. Ancak F. Baykurt'u kendi tarafımızda bıraktık
ve vermedik onlara. Yoksa gözü dönmüş o kalabalık onu
linç edebilirdi.
Bir grup saldırgan da yönetimin binasını tahrip ettiler.
İşte iki yüz yıldan beri Türk halkının ilerlemesini,
gelişmesini önleyen şeriat heveslileri gerici, yobazların
yüzlerce isyanı, başkaldırısı vardır. Zaman zaman çıkarcı
politikacılarla anlaşarak hükümetler yıkmışlar, padişahları
kesmişlerdir. Hatta üç halifeyi öldürmüşlerdir. Bunların
içinde peygamberimizin damadı Hazreti Ali ve oğulları
imam Hüseyin ve Hasan da vardır.
Çıkış kapısı ise ara sokağa açılıyordu. Büyük bir
kalabalık da oradan saldırdı. Yakınında bulunan odun
depolarından aldıkları takozları sinemanın içine atarak bir
yığınak oluşturdular. Sonra ateşlediler. Localar ve perdeler
yanmaya başladı. İçerisi kesif bir dumanla doldu. Artık
nefes almakta zorlanıyorduk. Yangın olduğu belli olmasına
rağmen itfaiye gelmiyor. Belli ki onlar da bu işin içinde.
Komutan 20 cemse tahsis etti ve askerin kontrolünde
Nevşehir'e geldik. Özel eşyalarımız Kayseri'de otellerde
kaldı. Gidip de alamadık.
Sinema 1. kat, 2. kat lokanta, 3. kat da otel. Bina CHP'li
bir vatandaşın. TÖS'e toplantı yapabilmeleri için
verdiğinden kışkırtılan kalabalık kızgın.
Oradan otobüslerle Ankara'ya geldik. Cumartesi günü
Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin toplantı salonunda toplantıyı
tamamladık. Yine Fakir Baykurt genel başkanlığa seçildi. Biz
de görevimize döndük.
Karşımızda Doğu Menzil Komutanlığına ait askeri
birlik var. Komutan sinemanın yandığını görünce olayın
*İlyas Kalay Ortaklar Köy Enstitüsü İnşaatlarında Çalıştı
-34-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
BİR GENÇ KIZIN GÖZYAŞLARI
Turgut DERELİ
[email protected]
Geçenlerde bir dostun izlemem için verdiği eski Türk
filmleri arasında Hülya Koçyiğit ve Rahmi Saltuk'un
başrollerini oynadıkları, “Acı Vatan Almanya” adlı 1979
yapımı bir film de vardı. Zamanında çok ses getiren bu filmi o
zamanlar izlemiştim, ama çok az sahnesini anımsıyordum.
Üşenmedim yeniden izledim.
Almanya, simge bir ülkedir aslında… O yıllarda Türklerin
göç ettiği diğer Avrupa ülkeleri arasında öne çıktığı için
diğerlerinin adı pek anılmaz. Onun için de tüm göç edenlere
“Almancı” denegeldi
Bir zamanlar toplumumuzu ilgilendiren en önemli
gündem maddelerinden birini oluşturan bu göç olayı;
günümüzde de etkilerini sürdürmekle birlikte, ilk kuşaktan
geri dönmek isteyenler döndüğü, diğerleri orada yerleştiği ya
da Alman yurttaşlığına geçtiği için sorun unutulmaya yüz
tuttu.
Film, beni aldı 1980'lerde bir dershanede idareci olarak
çalıştığım yıllara sürükledi. Dedim ya hepimizi,
özellikle de göç olayını yaşayanları derinden
etkileyen, bir olguydu Almancılık…
Üniversite hazırlık sınıfında okuyan bir kız
öğrenci, sınıfta birdenbire bir ağlama krizine
tutulmuş. Öğretmen, nedenini
öğrenemeyince derste de zaman
kaybetmemek için bir öğrenciyi, onu katta
görevli idareciye götürmesi için
görevlendirmişti. Arkadaşını sınıfa
gönderdikten sonra bir süre sakinleşmesini
bekledim.
Ben de onun en az babası yaşındaydım.
Öğretmenin de bir baba olduğunu, bana
güvenmesini sorununu bana anlatabileceğini uygun bir dille
anlattığımda, yaşadıklarını benimle paylaşmaya razı
olmuştu:
“Biz üç kardeşiz. En büyükleri benim. Annem ve babam
çalışmak için Almanya'ya birlikte gittiler. Benden küçük olan
kardeşlerimi yanlarında götürmüşler, beni anneanneme
bırakmışlardı. Anneannem dayımlarla birlikte yaşıyordu. Ben
beş yaşlarındaydım. Bir süre sonra anne-baba özlemiyle
kavrulmaya başlamıştım. Anneannem hep onları
sayıkladığımı söylüyordu. Ne var ki bir yandan da şöyle
düşünüyordum:'Bak kardeşlerini yanlarında alıp götürdüler.
Seni sevselerdi, seni de götürürlerdi. Demek ki seni
sevmiyorlar.' Bu düşünce beni kahrediyordu. Bir yandan
onları özlüyor, bir an önce gelmelerini bekliyordum. Bir
yandan da onlardan nefret ediyordum. Tatile geldiklerinde
gidip balkona saklanırdım. Onlara sarılmak yanaklarından
öpmek isterdim, ama nefret duygum ağır basar, ağlamaya
başlardım. Onlarsa: 'Ne oldu bu çocuğa?'diyerek şaşkınlıklarını
ifade ederlerdi. Bu böylece yıllarca sürüp gitti. Bugün kesin
dönüş yaptılar, ama anlaşmazlığımız sürüyor.”
Hıçkırıklarla sık sık kesilen anlatısının özü yukarıdaki
gibiydi.
“Sen artık kocaman bir genç kızsın. Bugün çocukken
düşündüklerinin doğru olmadığının ayırtına varman gerekir.
Aileni artık sorumlu tutmamalısın,” dediğimde:
“Öğretmenim, ben de biliyorum ama bilinçaltımdaki
duygularımı silip atamıyorum. Onlara bu durumu anlattığımda
beni azarlıyorlar. 'Biz Almanya'ya gitmeseydik. Oturduğumuz
bu daireye sahip olabilir miydik? Bu arabamız, yazlığımız olur
muydu? Size bu yaşantıyı sağlayabilir miydik? Ne sanıyorsun
sen!' ” diyorlar.”
Ebeveynleri ilkokul eğitimliydi. Buna karşın kızlarını bir
psikiyatriste götürmüşler.
“Ne çözüm önerdi psikiyatrist?” dedim.
“Benimle ve ailemle ayrı ayrı görüştü. Bazı
öğütlerde bulundu,” dedi ama ayrıntılarını
açıklamıyordu.
Elbette bir psikiyatrist, önemli şeyler
söylemiştir. İlaçla tedaviyi de gerekli
görebilirdi. Neler yapıldı bilemiyorum.
Sohbetlerimiz bir süre devam etti, yararlı
olduğunu söylüyordu. Ben de yılların
eğitimcisiydim. Kendi deneyimimden yola
çıkarak ona bir ara dedim ki:
“ Bak evladım, Onlar da kendi açılarından
haklılar… Sen onlardan daha eğitimlisin.
Çözümü biraz da sen bulmalı, ailenle ilişkilerini
düzeltmelisin. Anneler, kızlarının yemek yapmak
istemesinden, ya da örgü yapma isteğinden çok hoşlanırlar. Bir
gün annene: 'Anne bu yemeği birlikte yapsak' desen… Başka bir
gün ondan yün ipliği almasını ve örgü öğretmesini istesen, bir
başka gün de uygun bir zamanda babanın dizine oturup
yanağına bir öpücük kondursan.” Bu benim önerilerimdi.
Son görüşmemizden bir hafta sonra geldi ve
önerdiklerimi aynen yaptığını söyledi.
“Peki sonuç? “dedim.
Yanıtını hiç unutamam…
“Annem dedi ki: 'Kızım ne oldu sana, başını bir yere mi
vurdun?”
Bütün “Almancı” dostlara selam olsun.
Bu yazı daha önce Muğla Devrim Gazetesinde
yayımlanmış olup dergimizde yazarımızın izni ve
önerisiyle yayımlanmaktadır.”
-35-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
ÜRETİMİN ABİDELERİNDEN
Ünal YURTÇU*
[email protected]
Ortaklar –Köy Enstitüsü, İlköğretmen Okulu,
Öğretmen Lisesi- Türkiye ve Köy Enstitülerinin kaderini
belirleyen 1954 yılında TBMM'ne vekil olan 35
Güneydoğu'lu ağa “ Köy çocukları okuduğunda ..kimi
ırgat yapacağız.” düşüncesi ile hem Güneydoğu'nun, hem
Türkiye'nin atılım kaderini değiştirmişlerdir…
kuruluşu, devamı ve işlerliği,
öğretmen olmanın ve ulusun
aydınlanmasındaki sorumluluğumuz ve bu okulların tanımı ile yoğrulmuştuk.
30 Eylül 1970 yılında eş durumundan bu güzel okula
geldiğimde sevincimi tarif edemem. Hayallerim gerçek
olmuştu. Yonca Hanım ve Günak Öğretmenim
önderliğinde Köy Enstitülerinden kalan bu abidenin tüm
birimlerini, öğretmenlerini, ziraat yapılan arazisini ve diğer
olanaklarını tanıma fırsatı buldum. Okul müdürü Cavit
Öztürk Bey çok sıcak karşılamıştı beni.
Güneydoğu'lu kardeşlerim, yıllardır devletin her
kademesinde görev alan ağa babalarınızdan, bir gün dahi
gerçekten toplu olarak yakasına yapışıp özlük haklarınızı
istediniz mi? İsteyemediniz, istetmediler… Bunu
yapmadığınız için, dün ve bugün suçu tamamen Türkiye
Cumhuriyeti devletine yüklediniz. Oysa devletin birer
parçasının da kendiniz olduğunun hala farkında
değilsiniz. Ayrıca 1954'teki ABD Marshal yardımının da bu
okulların kapanmasının bir diğer gerçeği olduğu
bilinmelidir…
Okulda açık lojman olmadığı için Ortaklar
nahiyesinde bir ev kiraladık. Tokat'tan getirdiğim
motosikletimle okula gidip geldik. Bir ay sonra bir lojman
açıldı. Müdür Cavit Bey sırada başkaları olmasına rağmen
ders dışı çalışmalarımızın da değerlendirmesini yaparak
lojmana bizim geçmemizi önerdi. Sıradaki diğer
arkadaşlarda bu öneriyi kabul ettiler. Bu konu Yonca
Hanım'la beni daha da kamçıladı. İki ay sonra Müdür Cavit
Beye bir rapor sundum. Bu rapor okulun spor ve eğitim
açısından çehresini değiştirebilecek nitelikteydi. Ancak
okulu müdür yönetir ve oluşumlara hayır derse öğretmen
klasik şekilde derslere girer çıkar. Önerime, okul
yöneticileri olarak verdikleri destek önümüzü açtı ve çok
sevdiğim, saydığım Beden Etimi Öğretmeni Nurettin
Tamay Ağabey'imin rızası ile spor kolu başkanlığını da bana
verilmesini sağladı Müdür Cavit Bey.
Ben C. Ünal Yurtçu. Tokat İlköğretmen Okulu'nda
1960-1964 yıllarında öğrenim gördüm. Köy Enstitüsü
mezunu değilim. Ama öğretmenlerimin çoğunluğu Köy
Enstitüsü kökenliydi. Eğitimin-öğretimin, insan
ilişkilerinin, üretimin, oto kontrollü çalışma düzeninin,
bireyin çalışmalarının değerlendirmesinin, Türkiye
gerçeklerinin iç ve dış yelpazesinin, kalkınmanın nereden
ve nasıl başlayacağının, insan denen en değerli varlığın
özüne inildiğinde her bireyin ayrı bir değer olduğunun ve
çalışarak, üreterek, çağdaşlığı yakalayacağımızın bilincini
aşıladılar bize. Onlarca öğretmenimin içerisinde ellerini
öptüğüm, saygı duyup bilgilerinden yararlandığım,
ilkelerinden ödün vermeyen öğretmenlerimden;
öğretmenim, babam, arkadaşım, çocuklarımın dedesi
değerli eğitimci Günak Yüzak; tüm öğrencilerine sevgi
dolu yaklaşımı ile arkadaş, yol gösterici ve sabırlı eğitimci,
meslek dersleri öğretmenim Lemanser Sükan; eğitimde
oto kontrol sisteminin, spor ve beden eğitiminin insan
yaşamının bir parçası olduğunun , ödünsüz üretimde
kararlılık gerektiğinin, kendine güven , hangi koşulda ve
nerede olursan ol üretimde sevgi ve saygıdan
vazgeçmeme kararlığındaki beden eğitimi öğretmenim
Faruk Sükan ve diğerleri…
Okuldaki öğrenci sayısı 1700. Çoğunluğu yatılı ve köy
kökenli sınavla seçilmiş başarılı öğrenciler. Yüzlerce
dönüme kurulmuş bir okul, yönetim tarafından tarafımıza
tam destek. İyi bir aşçıysanız üretimin en güzelini
yapacaksınız. Müdür Cavit Bey 2. Öğretmenler kurulu
toplantısında bu konuda kurulu bilgilendirdi, konu tartışıldı
ve kuruldan tam destek çıktı.
Derslerdeki özel ve bayrak törenlerindeki genel
konuşmalarımızla öğrencilerimizi bilgilendirmeye çalıştık.
Onlara tüm çalışmalarımızın disiplin içerisinde
yapılacağını, seçilerek görev alacak arkadaşlarına
çalışmalarında yardımcı olunması gerektiğini aşılamaya
çalıştık. Diğer beden eğitimi öğretmeni arkadaşlarımdan
da bu konuda destek aldık. En büyük desteği Nurettin
Tamay, Tokat ilköğretmen okulu mezunu Salih Özdursun
abim ve her konuda bana yardımcı olan yine Tokat mezunu
H ü s e y i n Ta n k u ş k a r d e ş i m d e n a l d ı k .
Kurduğumuz sistem gereği sınıflar kendi aralarında kız-
Öğretmen okullarında çalışabilme arzumla
bitirdiğim Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi
bölümünden 1977 yılında mezun oldum. Tunceli
İlköğretmen Okulu'na atanmamın birinci yılında kendimi
asker, üçüncü yılında, kendimi eş durumundan Ortaklar
İlköğretmen Okulunda buldum. Bu güzel okul bana pek
yabancı değildi. Tokat'ta okurken tüm Köy Enstitülerinin
-36-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
erkek ayrı ayrı gizli oy ile seçtikleri ; spor sınıf başkanlarını
,basketbol, voleybol, futbol, hentbol, atletizm ,masa
tenisi ,jimnastik, halk oyunları ve spor yönetim kurulu
aday üyelerini belirler. Sınıflar seçimlerini bitirince, tüm
branş kaptanları ayrı ayrı toplanıp bir kız-bir erkek
başkaptanlarını seçerler. Spor yönetim kurulu
seçimlerine katılan üyeler de, tüm spor faaliyetlerini
planlayacak, uygulayacak , sonuçlandıracak,
değerlendirecek ,10 kişilik okul spor yönetim kurulu ile 5
kişilik ödül ve ceza kurulunu seçerler.n Beden eğitimi
öğretmenleri kurulların doğal üyesi olarak ,isterlerse tüm
toplantılara katılıp,görüş bildirebilirler.
Çalışmalarda yapılan yoklama listeleri, sekreterler
tarafından bir dosyada toplanır, karne öncesi spor yönetim
kurulu üyeleri ile +(artı) -(eksi) toplamları yapılır, derslerde
aldıkları tüm branşlara ait puanları ayrıca yazılır, ,Yonca
Hanımın okulun diğer faaliyetlerine katılan(müzik-tiyatrohalk oyunları-güreş -bilgi yarışmaları-gibi) öğrencilerin
listeleri de dosyaya konur, okul takımlarında olanlar- milli
takımlara gidenler, yine bu dosyada toplanır. Tüm bunlar
değerlendirilerek öğrencilerin puanları hesaplanır. Puanlar
öğrenci katılım adetlerine bölünerek notları verilirdi.
Elbette öğretmen kanaati ve öğrenci disiplini de bu
değerlendirmelerde yer bulurdu. Bu oluşum bir ekip ve
özveri işidir. Bu düzenin Türkiye'de bir eşinin olduğunu
hatırlamıyorum. Olamaz da. Ya müdür izin vermez ya okul
koşulları elvermez, ya da beden eğitimi öğretmenleri ayrı
telden çalar veya bu sistemi hayal dahi edemez, bunun için
emek vermez. (velilerin : çocuğum bir basket atamadı….bir
takla atamadı bedenden zayıf aldı gibi sudan sebepleri de
bizim sistemimizde yer bulamazdı. Ayrıca bu tür
üretimlerde değer bulmayan çocuk olamazdı.)
Seçimler tamamlandıktan sonra belgeler okul
müdürüne onaylatılıp bir örneği müdürlüğe bırakılır. Spor
yönetim kurulu da ilk toplantısında, spor kolları
yönetmeliğine göre bir yıllık planlamasını yapar. Okulun
ekonomik koşulları çerçevesinde müdürlüğün katkıları,
sahalar, tesisler, spor malzemeleri, spor karşılaşmaları gibi
konuları değerlendirir ve uygulamayı başlatır. Yönetici
olarak ben tüm konularda görevlilerin danışmanıydım.
Tüm toplantılar benim kontrolümde yapılırdı. Bireyi
yaşama hazırlama, yönetme, yönetilme ve görev bilincini
aşılama, sorunların ve dileklerin sözlü veya yazılı olarak
iletilmesi, sürecin takibi, ödüllerin veya cezaların
değerlendirilmesi tamamen spor yönetim kurulu
sorumluluğundadır.
Bu çalışmaların dışında tüm branşlarda ortaokul-lise
kız- erkek okul takımlarımızın çalışmaları ayrı bir
değerlendirmedir. Önceleri açık sahalarda, sonra büyük
uğraşılarla Müdür Cavit Beyle yaptırılmasına katkımız olan
tek tribünlü spor salonundaki çalışmalarımız, geceleri
23.00'e kadar devam ederdi.( bir anı: salon açılışında
konuşma yapmak isteyen Müdür Cavit Beyi, pırıl pırıl cilalı
salona dışarıda giydiği ayakkabılarla almamış, o da kızarak
tribünden konuşmasını yapmıştı. Daha sonraki
görüşmemizde bana hak vermişti. )
Okula sınav ile seçilerek gelmiş, zeki öğrencilerim,
her konuda olduğu gibi spor etkinlikleri konusunda da
başarıda zirve yaptılar. Spor sahasının altından çıkan kara
suyun dereye akıtılması için yaptıkları küçük kanallar,
futbol, basketbol, voleybol, hentbol ve tüm kategoriler
için ayrı ayrı atletizm sahaları vs. bu planlamanın
üretimleridir. Yapılan bu tesislerde yine spor yönetim
kurulunun hazırladığı ve her gün saat 16:00-17:30 arası
ders dışı çalışma programı; her sınıfa, kız erkek ayrı ayrı,
haftada 2 gün ,bir buçuk saatlik çalışma olanağı
sunulmuştur. Her hafta, gün ve branşlarda değişiklik
yapılırdı. Bu etkinliklerde sınıf branş kaptanı sınıfından
sorumludur ve yoklama yapar. Görevlendirilen tecrübeli
öğrenci diğer öğrencileri çalıştırır. Branş başkaptanları
kontrol eder. Spor yönetim kurulu üyeleri tüm sahalarda
genel düzeni sağlar, beden eğitimi öğretmenleri
isterlerse, genel düzene karışmadan denetleyici ve
gerekirse yardımcı olurlardı.
Okulda yapılan bu çalışmalar, meyvelerini kısa sürede
verdi. Yalnız öğrenci açısından değil tüm okulun genel
yapısında da değer buldu. Ortaklar İlköğretmen Okulu
Ege'nin her konuda incisi oldu. Milli takımlara onlarca
öğrenci verdi. Atletizm ferdi dallarda onlarca öğrencimiz
Türkiye birinciliği madalyalarını taktılar, Ege'de yılın
sporcuları seçildiler. Halk oyunlarında Nurettin Tamay ve
güreş takımlarımızda Şeceaddin Gada Ağabey'im ile
fırtınalar estirdiler. Masa tenisinde Abdullah Aras Bey ile
Türkiye şampiyonalarına kadar gitti-küçük erkek voleybol
takımı Adana'da Türkiye şampiyonu, yıldız kız atletizm
takımları 3 yıl üst üste Türkiye şampiyonu, yıldız basketbol
kız takımımız Eskişehir de Türkiye 2. Si genç kız basketbol
takımımızın aydın gurup ve yarı finalleri alması mutluluktu.
Atletizm lise erkek ve yıldız erkek takımlarımız İzmir'de
Türkiye 3.sü atletizm, atma ve atlamalar dalında Antalya'da
Türkiye birinciliğinde 52 madalya ile okulumuz tarih yazdı.
Bu etkinliklerde okulumuzun 1150 öğrencinin lisanslı
olması da ayrı bir değerdir. Ayrıca okul- kulüp işbirliğinin
yararına inanarak, okul müdürünün onayı ile spor kolları
yönetmeliğinin öngördüğü doğrultuda Germencik spor ile
Yıllarca uygulamaya çalıştığımız bu üretimlerde;
Genel Sekreterler olarak Recep Çelik, Necdet Ayyıldız,
Şakir Sarıoğlu ,Mevlüt Kızıltan, Ekin Yalçın, Resul Gencer,
Mine Karabük, Emel Tuğ, Nursel Karaisaoğlu, Gül Altuğ,
Esin Pehlivan , Mehlika Ezanoğlu unutamadığım
üretimde özverili öğrencilerimdi.
-37-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
işbirliği yaptık. Futbol dışındaki branşlarda onları biz
temsil ettik. Bu branşlarla ilgili tüm malzemeler de kulüp
tarafından karşılanmıştı. Atletizm de alınan başarılar;
basketbol kızlarda Anadolu kupasının alınması diğer
dallarda Aydın ve gruplardaki başarılar kulüp ve okul adına
çok güzeldi. 29 Ekim Cumhuriyet, 23 Nisan Milli
Egemenlik ve Çocuk bayramlarının Ortaklar nahiyesinde
halka sunulması, bayram sonrası mahalle aralarında
yapılan kros yarışmaları (yarışma ödülleri esnaf ve halk
tarafından verilirdi) halkla bütünleşmede ayrı bir
güzellikti. 19 Mayıs'ın coşkusu yıllardır olduğu gibi
Aydın'da en üst düzeyde değer bulurdu. 1500 öğrencinin
özel tahsis edilen kara tren ile Aydın'a kadar şarkılar,
türküler ve oyunlarla yaşadığı coşku bizler için de ayrı bir
mutluluktu.
ORAK
TARLASI
Cuma ESENTÜRK
[email protected]
aldı eline Yalınayak Fadime orağı
kavradı ekini
biçti, biçti, biçti,
'aah!' dedi içinden “aaah!'
“bütün dertlerim de böyle kesilse
bir günde,
bir saatta
yok olsa”
yaktı sıcak,
kavurdu ak tenleri,
ekine döndürdü
Okuldaki bu çalışmalar süresince öğrencilerden ve
bazı öğretmenlerden de yakınmalar elbette geldi. Ancak
başarılar geldikçe tüm olumsuz yaklaşımlar değişti.
Bilhassa özenle yaptığımız (cumartesi-pazar hariç)her
gün 06—07 arasındaki sabah jimnastiklerinde, epeyce
küfür yediğim olmuştur. Sabah 5,5 da öğrencileri nöbetçi
öğretmen ile uyandırmamız, öğrenci açısından zor
olabilirdi. Ben de her sabah 5 :00 de uyanıyordum. Ama
06-07 arasında müzik öğretmeni Ali Oğuz beyin veya
müzik kolundaki öğrencilerin, cimnastiği müzikle
birleştirmeleri, doyumsuz bir zevk verirdi. Ara ara Nurettin
Tamay abinin tüm öğrencilere o saatlerde halk oyunlarını
yine müzikle oynatması, ayrı bir güzellikti. Sahadan
duşlara, temizliğe, etüde, oradan sabah kahvaltısına ve
zinde olarak derse başlama çok güzeldi. Öğretmen,
öğrenci tüm okul ailesinin o günlere ait olumlu
değerlendirmelerini bugün teşekkürle sunmalarının,
Yonca hanımı ve beni sonsuz mutlu ettiğini de belirtmek
isteriz.
bir türkü tutturdu Kara Yunus
ekin dalgalandı
ırgat titredi
bir damla gözyaşı
Elif'in derdi,
bir damla gözyaşı
Memed'in derdi,
bir damla gözyaşı
Ayşe bebenin,
sarı ineğin,
pırıt koyunun,
evin,
köyün,
ülkenin derdi
dertler toplandı sel oldu
gözyaşı dinmez hala.
Tüm bu çabalar; öğretmen olmak için gelmiş
öğrencilerimizin, Türkiye koşullarında ve Atatürk ilkeleri
ışığında; ulusunu seven, her konuda bilgili, çağdaş
değerlerden ödün vermeden üretim yapan gönüllü
bireyler olarak toplumda değer bulmalarını sağlamaktır.
Bu değerli yuvada görev alan tüm öğretmen ve
yöneticilerinin tek amaçları da buydu. Bu amaç
doğrultusunda tüm öğretmen ve görevli arkadaşlarımın
da kendi görevlerinde kesinlikle başarılı olduklarına
inanıyorum. Böyle olduğu içindir ki,bu yuvadan mezun
olan öğrencilerimiz, görevlerinde mutlak söz sahibidirler.
B u n u n g ü ze l l i k le r i n i d e h e r y ı l g e le n e k s e l
toplantılarımızda ve haberleşmelerimizde doyasıya
paylaşıyor, yaşıyoruz.
kavradı ekini
diz boyu,
cılız,
üç tane var başakta
yağmur az oldu bu kış
toprak sevmez zaten bunları
toprak kıraç,
toprak çatlak
dertler omuz boyu.
Bu başarılarda emeği geçen tüm Ortaklar
İlköğretmen Okulu ailesine sevgi ve saygılarımızı
sunarız…
*Emekli beden eğitimi öğretmeni
-38-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
ADABELEN’E YOLCULUK
Nabide KILINÇ
[email protected]
D ü n m i s a f i r le r i m va rd ı , s ev g i l i Ş ev k i y e
Çakmak(Topaloğlu) ve eşi Aresul Topaloğlu. Şevkiye
Çakmak Adabelen mezunu.
geleceğe ışık ve yol olacaktır.
Hasanoğlan'ı görmedim;
okudum, izledim, heyecanlandım; ama şu Ortaklar
kalbimin attığı yer oldu. En görkemli anıt, hayat veren
yer burası. Işık ışık yer, ışıl ışıl çocukları ile. Geçmişi hep
böyle düşündüm.
Beş öğrenci, ilkokulu bitirmişler, küçük ve narin
yaşlarında Yerkesik'ten çıkıp gitmişler. Çocuk yaşta,
onlar için gurbet, uzak olmuş. Giderlerken, bir gün
Adabelen'in, onların yetişip filizlendikleri, geliştikleri,
serpildikleri ve eğitildikleri bir yer, kısacası can damarları
ve gerçek yuvaları olacağını nereden bileceklerdi?
Şimdi Adabelen ile ilgili gördüklerimi düşüncelerimi,
gözlemlerimi yazmak istiyorum. Neler yapılabileceğini
de.
Onlar, Şevkiye Çakmak, Macide Kılınç, Sıdıka
Türkoğlu, Adile Eyibilir, Ümran Düzen'di.
Bu arada Adabelenliler Derneği'nden güzel haberler
geliyor, oranın canlandırılması ile ilgili neler yapılabilir,
arayışlar içindeler, güzel ve beklediğim şeyler diyebilirim.
Dün yine Yerkesik'te Adabelen heyecanı yaşandı.
Misafirlerim iyi ki geldi, mutluydum. Keyifli bir çay
içmenin, sohbet etmenin tadı vardı. Bu buluşmanın
temel konusu yine Adabelen'di. Ben Adabelenli değilim.
Ama kendimi hep Adabelenli hissederim. O nedenle
katılırım buluşmalara. Hemen bu yılki okuldaki buluşma
geldi aklıma.
Ancak diyorum ki, Adabelene Adabelenliler hayat
vermelidir.
Bir kurtarma projesi evet gerçekleştirilebilir. Bunun
için ne gerekli ise bu bağlantılar kurulabilmeli. O yıllara
tanıklık etmesi için burası kurtarılmalı. Ancak şu Adabelen
için hüzünlenmekten ve yürek burkulmasından artık
vazgeçmeliyiz.
Her sene olduğu gibi 16 Mart2013 günü buluşma
günüydü. Geçen yıl da, bu yıl da oradaydım.
Her sene gitmiş buluşmuş, Adabelenli'ler. Eskimiş
kapılarında kocaman asma kilit görmüşler. Eskimiş,
dökülmüş penceresi, sıvaları, hayalet hale gelmiş,
Çökmüş çatılar. O buluşmalarda hep acı burkulmalar ile
buluşmuş Adabelen ve Adabelenliler. Terk edilmiş,
eskimiş yapılar seyredilmiş. Ancak el atılmamış. Bu
konuda oranın kurtarılması ile ilgili bir ara Yeni Kuşak Köy
Enstitüleri Derneği'nin Aydın Adnan Menderes
Üniversitesi ile girişimlerde bulunulması ile ilgili
çalışmalar da yer almıştı. Ansıyorum. Ancak tüm bu
çalışmaların bir tek yolla gerçekleşebileceği inancını ve
güvenini taşımaktayım.
O görkemli yer ve yapılar, bahçesi, idare binası, yolu
ne kadar çok heyecanlandırır beni.
Geçen yıl ilk adım atışımdı. Çok daha farklı
heyecanlara tanıklık ettim, sevdiğim kişilere rastladım:
Nurcan Eroğlu, Özcan Çukur.
Yine Fethiye ekibi ile birlikteydik. Doğal bir
program ve doğal buluşma yaşandı. Özellikle 63
mezunları yakalarına taktıkları isimlerle buluştular.
Makbule Kaya ile buluşma heyecanı yine herkes
için doruklardaydı. Makbule Kaya, türküleri ile coşturdu
yine, arkadaşlarına ve okuluna kavuşmanın sevinciyle.
Siz Adabelenliler orada gördüğüm o görkemli yerin
yapılarını, oradan aldığınız eğitim ve içinizdeki heyecanla,
kültür ve şevkle orayı, Adabeleni kucaklayabilirsiniz,
ileriye taşıyabilirsiniz diye düşünüyorum…
Şimdi Adabelen'in o görkemini ve muhteşem ışığını
o ovalara, dağların ardına salışını, bereketi ve verimini,
huzuru, ekini getirişini bir kez daha yaşadık.
Adabelen yolunda etrafa bakınarak yürürken
buraların Adabelenlilere can veren yerler olduğunu
düşünüyorsunuz. O muhteşem eğitimin can damarını
oluşturan yapılar, Ortaklar'ın en anlamlı yerine
kurulmuş. O sırtlara, güzelliğe, o suya…
Her yıl Mart ayındaki buluşmada bir el atılsa, bir sıva
atılsaydı, bir pencere yapılsaydı, bir kiremit konsaydı, bir
çatısı onarılsaydı, bir boyası yapılsaydı!..
Diriltilerek 16 Martları yaşasalardı. Ne yürekleri
burkulacaktı. Hüzünler değil sevinçler, neşeler, o canlılık
tekrar yaşansaydı…
O yer, bu görkemi ile, eğitimi ile gün gelecek, yine
-39-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Ve Adabelen'in can verdiği siz Adabelenliler oranın
tekrar canlanması için yola çıkabilirsiniz.
Kaç ünite var? Bir üniteye kaç Adabelenli, kaç
gönüllü emek ve hayat verebilir. Buna güçleri ve yürekleri
var, diye düşünmekteyim Adabelenlilerin…
ÇOCUK
Tevfik KEMİKLER
Kaldı ki oradaki üniteleri toplasak kaç tanedir? Gittim,
gördüm.
Bunlar için kolları sıvamalı, diye düşünüyorum.
Arayışların bu yoldan başlaması inancımı koruyorum.
Bunun için içlerindeki heyecan, aldıkları ışık, yetiştikleri o
yerin görkemi onları harekete geçirecektir.
Hey çocuk seninle çocuk olabilir miyim?
Ben hiç çocuk olmadım da.
Kumda oynuyorsun,
Rüzgâra karşı kum savuruyorsun,
Ne güzel kirlenip eğleniyorsun.
Ben de kirlenip, kum savurabilir miyim?
Ben de oyununa girebilir miyim?
Mutlu ol çocuk.
Ve Adabelen tepesi sizinle tekrar can bulmaya o
kadar direniyor ki… O Adabelen sırtları buluşmayı, o
canlılığı öylesine hak etmiş ki, öylesine gizli güzel
duyguyla bekliyor ki, çağırıyor türkü ile, şiir ile, anı ile
çağırıyor… Ve yollarına bıraktığınız ayak izlerinizle,
ovalarına ektiğiniz pamuklarla ve de eğitime adandığınız o
yıllarınızla…
Salıncakta sallanan çocuk,
Saçlarını toplama sal çocuk, sal gitsin.
Rüzgârla yarışsın.
Yanında ben de sallanabilir miyim?
Ben salıncakta hiç sallanmadım da!
Gülen sesine, gülen yüzüne,
Ortak olabilir miyim?
Mutlu ol çocuk!
Size can veren, sizinle hayat bulan Adabelen.
Adabelen mezunu siz değerli arkadaşlarım orada
yetişmenin ayrıcalığını yaşamaya, yaşatmaya ne dersiniz?
Birlikte sayalım, haydi üniteleri toplayım aşağıdaki
lojmanlarıyla birlikte dört elle, gönülle kucaklayalım,
neyse arayışı birlikte yapalım.
Siz de oraya hayat vermenin, bir iş yapmanın tekrar o
günlerdeki gibi heyecanını, mutluluğunu yaşayın…
Emeğinizle gurur duyun.
Çocuk gül, gül, gülümse.
Gül goncaları gibi,
Kır çiçekleri, gelincikler gibi
Çok kolay, iş oraya gelince, çok kolay… Bir üniteyi kaç
Adabelenli kurtarabilir hem büyük bir keyifle, hem de
özlemle ve de vefa duyguları ile?..
Gülücüklerin hiç eksilmesin,
Mutlu ol çocuk!
Adabelen sizden güzel işler bekliyor. Orayı yeşertin,
sular fışkırsın, bahçesinde güller açsın. Ünitelerinde
eğitimin o yıllarındaki gibi o nitelikteki çocukları yine
tanıklık etsin geçmişten geleceğe.
Ele ele tutuşun, sevgi zincirinde buluşun, kurtarma
projesine hazırlanın. Oranın canlandırılması ile ilgili imece
yapalım. Neyse girişimler hep birlikte arayalım.
Ben bir taraftan bunları düşünüp konuklarımla da
ilgilenirken zaman hızla akıp geçmiş.
Son söz olarak ışığın yayıldığı tepenin görkemi ve
umutla Adabelene, Adabelenlilere, Adabelen dostlarına
sevgi ve selam olsun, diyorum.
-40-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“Dört Yaşında Bir Çocuğum”
Bülent AKIN
Biliyor musunuz, ben dört yaşımı 10 yıl sonra
dolduracağım. Bu nedenle beni ileri yaşlarda
görmeyin.
Parçalanmış bir Sevr'den sonra ben Anadolu'dan
doğdum. Bir insan 365 gün yaşarsa bir yıl yaşlanır.
Beni kimse anlamıyor. Bana koskoca 90 yıllık diye
bakıyorlar. Sevr ile parçalanmış fakir bir Anadolu,
hiçbir şey yapılmamış, hor görülmüş, sadece
madenleri çalınmış, savaş zamanı sancak verilen
köyler, ilçeler ve kentler gencecik evlatlarını savaşa
göndermiş. Ne bir sanat, ne bir esnaflık öğrenmiş. Ya
ırgat, ya da asker. Ölürsen de vatan sağ olsun.
GELİNCİK
KIRMIZISI
Nilgün TARIM
[email protected]
Kırmızıyım ben,
Kıpkırmızı.
Nar tanesi gibi,
Bitmez tükenmez.
Kırmızıyım ben,
Daldaki kiraz gibi,
Narin, hayata tutunan.
Kırmızıyım ben,
Günbatımındaki güneş gibi
Ertesi güne hayal kuran.
Kırmızıyım ben,
Bayrak gibi, kırmızı,
Gönlü dalga dalga,
Enginlerde olan.
Kırmızıyım ben kırmızı,
Bir gül goncasındaki,
Aşkın sözü kırmızı.
Kırmızıyım ben kırmızı,
Gelincik kırmızısı;
Baharlara yakışan,
Gönlü hep bahar kalan.
Cumhuriyet-devrim ve de demokrasi çok kaliteli
bir yemektir. Hazmetmesi zordur. Bazı kesimler 90
yıldır hazmedemedi ve de yeni yeni kusmaya başladı.
Bazı kesimler hala cumhuriyetin kazanımlarını
anlayamamış. Çorak bir yerden başkent olmaz
dediler. O yaptı ve oldu. Dört ülkenin işgal ettiği
Anadolu'dan Türkiye Cumhuriyetini kurdu ve
arkasında Anadolu vardı. Kuldan yurttaş, yurttaştan
ulus yarattı. Yalnız ne yazık ki insanımız yurttaş
olamadı. Nasıl mı? Verilmiş hakları hor kullandı. Nasıl
olsa hayat böyle devam ediyor, deyip ne bir partiye ne
de bir sivil toplum örgütüne üye olarak yurttaş
olamadı. Kadınlarımız haklarına sahip çıkamadı.
Dünyanın hiçbir yerinde olmayan seçme ve seçilme
hakkı verildi değerini bilemedi. Eşitiz, dedi; erkeğin
gölgesinde kaldı. Ama inanıyorum ki cumhuriyet
düşmanları eteklerindeki taşları döküp yüzünü
gösterdiği gibi kadınlarımız da doksanlı kuşaklar gibi
kabuğunu kırıp benim üzerimden siyaset yapma
diyecektir.
Ben bugünleri cumhuriyetimizin yeniden
doğuşu olarak düşünüyorum. Halkın yeni yeni
cumhuriyete sahip çıktığını, örümcek kafalılara
cumhuriyet ve demokrasi yemeğinin nasıl ağır
geldiğini ve de nasıl kustuklarını dördüncü
yaşımdayken gördüm. Zaten Atam Mustafa Kemal ne
yapmıştı? Kurduğu cumhuriyeti gençliğe emanet
etmişti. İşte ileri görüşlülük de budur.
-41-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İKİ ANIM
Mehmet Ali TIRAŞ
[email protected]
Her meslektaşımın, mesleğini sürdürdüğü
dönemlerde pek çok anıları vardır. Bu anıların bir kısmı
unutulur, ama bir kısmı da her zaman hatırlanarak
tazeliği korunur. İşte ben de dilimin döndüğü kadar bir
iki anımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
dinlemeyi, giysi ve el yüz ,saç
temizliğini, yemek yemeyi (o
sıralarda beslenme programı
uygulanıyordu), elini ve yüzünü yıkamayı, bardaktan su
içmeyi ve hatta tuvalete girmeyi ve oturmayı bile
öğretiyoruz .” dedim.
Yıl 1985. İlköğretim Müdürlüğü görevinden
ayrılarak tekrar sınıf öğretmenliğine dönmüştüm.
Selçuk-İsabey İlkokulu'nda yeniden birinci sınıf alarak
mesleğimi sürdürmeye başladım. Okul öğrencisi
kalabalık olduğu için bana “Öğretmen Odası” derslik
olarak tahsis edilmişti. Öğrenci sıraları, yazı tahtasının
önüne kadar sıralanmıştı. 35 öğrenci alabilmişti derslik.
Adam, elini dudaklarına götürerek şaşkınlığını
belirtiyordu. Tekrar bizim yetkiliye dönerek bir şeyler
söyledi. Herhalde bu denli eğitim hizmeti veren bir
öğretmen ne kadar ve ne şekilde öğrenim görüyor
demiştir. Bizim en büyük avantajımız da; “Adabelen'de
okumuş olmak ve çok değerli öğretmenlerimizden feyz
almak!
Sanırım Aralık ayı sonu veya Ocak ayı başlarıydı.
İkinci dersi işliyordum. Birden kapı çalındı ve kibar bir
bayan; “Sınıfınızı, yabancı bir bakan ziyaret etmek
istiyor. İzin verir misiniz?” dedi. Kapıyı açtım ve okul
müdürü dahil 4-5 kişi daha vardı. İçeri buyur ettim.
Bakanlık müsteşar vekili; “Bakan öğrencilerinizi
görmek istedi. Yardımcı ol.” dedi. Kapıyı ilk açan bayan
ise bakanın tercümanı imiş. Federal Almanya Essen
Eyaleti Milli Eğitim Bakanı ülkemize gelmiş. İstanbul'da
birkaç özel okulu gezdirmişler ama bakan ısrarla ;”Ben
Anadolu'da normal ve bir kasaba okulunu görmek
isterim.” demiş. İsabey İlkokulu da Aydın-İzmir yolu
üzerinde. Yani, “ayakaltı” bir okul. Her zaman ve her
durumda görüşe hazır sayılır.
Bir anımı daha aktarmak istiyorum. Yabancı
evliliklerde çocuk sorunu. Çok uzun bir konu ama ben bir
noktayı kısaca aktarmak istiyorum. Dördüncü sınıf
okutuyordum. Bilindiği gibi o tarihlerde (1994) dördüncü
sınıftan itibaren Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi vardı.
Ders bitiminde bahçeye çıkarak öğrencilerimle yürüyüş
yapıyordum. Bir kız öğrencim; “Öğretmenim, ben şimdi
hangi dindeyim ?” diye sordu. Soru soran öğrencimin
babası Türk, annesi ise İsviçreli idi. Soru karşısında bir an
düşündüm. Çünkü hiç böyle bir soru beklemiyordum.
Yanıt vermek ise daha zordu. Öğrencime ;”Ne demek
istediğini tam olarak . anlayamadım. Bir daha söyler misin
?” dedim. “Öğretmenim! Annem Hıristiyan ve Katolik.
Babam ise Müslüman. Ancak; ne babam namaz kılar veya
camiye gider. Ne de annem ibadet yapar veya kiliseye
gider. Ben hangi dini seçmeliyim? “
Bakan, çok kibar bir adamdı. Tercümanı
aracılığıyla;“Öğrencilerinizin araçlarını, defterlerini ve
yaptığınız çalışmaları görmek isterim. İzin verir
misiniz?” dedi. Ben bu tür konuşmaya hasret olduğum
için şaşırdım. Yabancı bir bakan! Devlet konuğu. Sıradan
bir okulda ve öğretmenden izin mi istenir? Bizim
yetkililer veya bazı müfettişlerimiz olsa –izinin lafı mı
olur- ;” Açın defterlerinizi. Çıkarın kitaplarınızı.” der. Her
neyse.
İşte şimdi buna yanıt vermek zor. Daha 10-11
yaşında çocuk ! “Hangi dinden veya ırktan olursa olsun.
Birbirimizi beğendik ve sevdik. “ demek kulağa ne hoş
geliyor değil mi? Peki. Ya çocuklar? Soruyu geçiştirmek
de olmaz. Çünkü zeki bir kız! Bak yavrum. Sen, 17-18
yaşına gelince her iki dini ve kurallarını incelersin. Hangisi
senin aklına yatarsa onu seçersin. Şimdilik bu düşünceni
dondur.
Bakan ve tercümanı, bizim yetkililer tek tek sıraları
dolaştı ve defter ve kitapları inceledi. Bana dönerek
Almanca bir şeyler söyledi. “Okuma yazma dışında,
matematik ve sayılar, resim çalışmaları ve el işleri
yapılmış. Bir öğretmene bu denli görev verilir mi? Bu
öğretmen nasıl bir eğitimden geçiyor acaba? demiş.
Ben de söze girdim. “Bunlar rutin çalışmalarımız. Bunun
dışında biz öğrencilerimize; söz istemeyi ve konuşmayı
Şu anda bu öğrencim, ODTÜ'nün Psikoloji
Bölümünü bitirdi. İsviçre'de kariyer yapıyor. Yaz tatilinde
geldiğinde soracağım. Bakalım seçimini nasıl yapmış.
Daha pek çok anılarım var bu konuda, ama
zamanınızı almak istemiyorum.
-42-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“4” Parmak Sembolünün
Gerçek Anlamı…
Prof. Dr. Ramazan DEMİR
Mısır'daki Devrim Hareketinin ardında sanal ortamda
“4” (dört parmak) işaretini çok sık görmeye başladık.
Merak edip araştıran ve bilerek kullanan olduğu kadar,
araştırmadan; “özenti” ya da sanal baskı, biat kültürü
gereği bilinçsizce kullananlar da olmuştur. Ancak konu
artık “politik-ideolojik” bir sembol haline geliverdi. Dün
akşam haberlerinde, politik bir zatın, durmadan dört
parmağını göstererek vatandaşlara “politik yön”
vermeye çalışması çok ilginçti!
doldurmak peşinde. İyi insan
olmanın sebebi cennet için verilen söz oldu. Kötülükten
korunmanın sebebi de cehennemden korku… İşte onun
için cenneti ve cehennemi arıyorum. Bir bulursam,
elimdeki bu meşalenin ateşiyle cenneti yakıp yok
edeceğim. Bu su ile de cehennemin ateşini söndüreceğim.
Böylece hepimiz, cennet rüşvetinden veya cehennem
korkusundan değil, iyiliğin güzelliğinden dolayı iyi insan
olacağız”
Evet, bugüne kadar aktarılan Rabia hikâyesinin felsefi
boyutu böyle kaydedilmiş…
“Rabia sembolünün anlamı nedir?”
Merak edip bu ideolojik ve biraz da “bağnazlık”
kokan işaretin anlamı nedir, diye sorguladık, bazı
kaynaklardan alıntı yaparak konuyu değerlendirdik,
yorumladık; görüntü (profil) resmi yapanların çoğunun
bu “4” (parmak-el) işaretinin gerçekten ne anlama
geldiğini, bu işaretin köken olarak nereden
kaynaklandığını ve ardındaki felsefi düşüncenin, mesajın
ne olduğunu bildiklerini sanmıyorum… Öğrenilmesinde
yarar vardır ki gerçeklerin nasıl politika uğruna istismar
edildiği; yalanlarla, demagoji ile insanların nasıl
kandırıldığı anlaşılsın…
*
Biraz tarihi olaylarla ilişkilendirelim; İ.S. 7-8. yy
dönemi… Arap toplumu erkek egemen bir toplum…
Kadının, özellikle kız çocuklarının hiç değeri yok. Kadınlar,
her türlü muameleye reva görülüyor; esir ya da köle olarak
alınıp satılıyor; cariye olarak da hareme kapatılıyorlardı…
İşte Rabia, böyle ilkel bir toplumda dünyaya gelmiş,
korkmadan konuşan cesur bir kadın…
Bu cesaretinden dolayı da ona “deli (mecnun)”
denilmiş…
Bu “4”(parmak-el) işareti nereden geliyor, kaynağı
nedir? Ona bakalım:
*
Bilinen söylentiye göre bir hatun kişi vardı. Adı da
“Rabia el-Adeviye” idi. Bu tarihi söylentiden (?) aktarılan
hikâyesi şöyle:
Kimdir Rabia?
Bedevi Arap'ı fakir bir ailenin 4. kızıdır… Zaten adını da
“Dördüncü” anlamına gelen "Rabia" koymuşlar...
“Mecnun” yani “deli” olarak tanınan bu yaşlı
kadının bir elinde ateşten meşale, diğer elinde bir kova su
vardı. Gece gündüz Irak'ın Basra kentinin sokaklarında
gezinirdi. Basra halkı ona karşı kısmen hoş görülüdür,
çünkü ne de olsa “deli” sayılır… Basralı'nın dilinden
aktarıldığı varsayılan ifade şöyle:
Kısaca adsızdı “Rabia”…
Arap toplumunda anne babası ölen kızlar esir-köle
pazarlarında satılırdı. Rabia da anne babası ölmüş ailenin
dördüncü kızı olarak köle-esir pazarında “cariye” olarak
satılmış…
Her satılışta, yeni sahipleri tarafından haremlerine
kapatılmış, bir süre cariye olarak hayvani hislerinin tatmini
içi kullanılmış...
Rabia'ya: “Biz zaten seni deli biliriz de, bu yeni
deliliğin sebebi nedir?” diye sorarlar… Rabia'nın verdiği
cevap, belki de zaman tüneli boyunca ekleme çıkarmalar
yapılarak, biraz da duygusallıklarla süslenerek günümüze
kadar aktarılmış. Rabia'nın dilinden aktarıldığı söylenen
ifadenin özeti şöyle:
Arap toplumunda egemen olan anlayış ve sistem
“köleci rejim”. İşleyişinin doğası gereği kölelerin,
cariyelerin insan yerine konulmadığı bir zaman dilimi…
Köle sahibi, cariyelerine nikâh yapma mecburiyetinde
değildi. Bir süre kullanıldıktan sonra köle pazarında tekrar
satabiliyordu cariye-köle kadınlar...
“Bize söylendi ki, eğer dinimizin kurallarını takip
edersek, cennete gidip sonsuza kadar keyif içinde
yaşayacağız. Eğer kurallara karşı çıkarsak, cehennemin
kızgın ateşleri içinde yanacağız. O nedenle, herkes
sadece kurallara uyup yeryüzündeki zamanını
Duyarlı bir ruha sahip kadın, bedeni her satıldığında,
-43-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
sahibi tarafından gördüğü muamelenin kendisini nasıl
incittiğini, onun ruhunda ne denli tahribat yaptığını
tahmin etmek çok zor değil…
Şimdi, “4 parmak” (Rabia) işaretini politik malzeme
yaparak, halkın din duygularını basamak yaparak “OY”
toplamaya çalışan politikacıları Allah'a havale ediyorum,
Allah onları ıslah etsin derim! Ancak sosyal medyadaki
profillerinde Rabia simgesini bilmeden kullananlar,
umarım ki işin aslını, verilen gerçek mesajı öğrenmiş
olurlar bu açıklamalı yazı ile… Rabia'nın verdiği mesajı
doğru ve tam anlarlar; insanlık için iyi şeyler yaparlar; ona
göre hareket ederler...
İşte Rabia da böyle bir toplumda akla gelebilen her
türlü cefayı görmüş, çileyi çekmişti…
Rabia'nın çektiği acılar, O'nu özgün düşünceye,
arayışa sevk etti, Arap toplumunun anlayışını, köleliğe,
cariyeliğe izin veren “bağnaz” anlayışını ve sistemi
sorgulamaya başladı… Acıların verdiği kavrukla mücadele
ruhu gelişti... Öyle bir düşünce sistemi beyninde yer etti ki,
kötülük yapan insanların cennet-cehennem rekabetini
anlatmak istedi...
Cenneti yakmak için tuttuğu meşale ile
cehennemi söndürmek için taşıdığı bir kova suyun
anlamı çok büyük… Burada din ticaretine bir isyan var…
İşte bu kahraman cesur kadının esas verdiği mesaj “dinci”
zihniyete karşı mücadele edilmesi mesajıdır. İnsanları
sömürmek için cennet ve cehennem pazarlamacılığı
yapan din tüccarlarına karşı mücadeledir, isyandır,
uyarıdır, mesajdır…
Düşünelim şimdi; “4” (parmak-el) sembolünü
kullananlar, Rabia'ya her türlü kötülüğü yapanların
taşıdığı zihniyete bilerek ya da bilmeyerek destek vermiş
olmuyorlar mı!?…
Kötülüklerin öncüsü toplumsal bir zihniyetin
yerilmesidir Rabia'nın yukarıdaki sözleri…
Mısır'daki Kahire'de Rabia'nın adını taşıyan
meydanda güya “hak-adalet” arayışında olanlar, Rabia'nın
bu çok önemli mesajına hizmet etmek için mi bağırıyorlar,
birbirini katlediyorlar?. Bu kalabalıkların söylemleri,
gayeleri, Rabia'nın yukarıda ifade edilen mesajına uygun
mudur? Yani cennet ve cehennem ticaretine karşı bir
nümayiş, toplantı mıdır yaptıkları?
HAYIR!.. O zaman, Mısır'daki kalabalıkları
desteklemek için “4”(dört parmak) sembolünü
kullananlar, başta Rabia'nın ruhunu incitmekte
olduklarını hiç düşündüler mi?
Mümkün olsa da Rabia ayağa kalksa ve;“Bre zalimler,
bana her türlü kötülüğü reva gören sistemin, anlayışın
karşısında benim verdiğim mesaj belli. Hâlbuki sizler
aksine Allah adını kullanarak birbirinizi katlediyorsunuz.
Yine din ticareti yapıyorsunuz, benim adımı da sembol
olarak kullanıyor ve istismar ediyorsunuz, verdiğim mesajı
anlamamışsınız. Defolun benim adımı taşıyan bu
meydandan…” dese, acaba Mısırlı nümayişçiler ne derdi?
Rabia'nın ruhu, şimdilerde olup biteni görüyor ve bu
zalimlerin yaptıklarını hissediyordur. Onun için,
inanıyorum ki Rabia'nın ruhu isyandadır bu sahtekârlara
karşı…
-44-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Gözlerinde
Yaşadım
Aşkı
BEN’KİŞOT
Mehmet Halil ARIK*
Mehmet KARABACAKLAR
[email protected]
Hiçbir şey yoktu önce
Devlere saldırırken Donkişot,
Aklında yalnızca doğrunun zaferi vardı.
Sahte gerçeğe onurla meydan okurken
Elinde kör bir kılıç, gönlünde Dulsiyana'sı vardı.
Düşünmedi alaşağı olacağını.
Yolu yok,
İnançla, gayretle, emekle
O yedi kanatlı devle,
Amansız bir savaş olacaktı,
Belki bir kanat çırpışında devin,
Tam da arifesindeyken zaferin,
Savrulup yitmek de vardı.
*
Bir onur savaşıdır bu, kaybı ölümden beter…
Ya onurlu bir zaferle kazanılan aşk,
Ya da onursuz bir teslimiyetle biter!
Sever miydi sanırsın Şirin, korkak olsaydı Ferhat'ı?
Gönlünü sarmasaydı Aslı'nın aşkı sımsıcak,
Kalır mıydı bugüne Kerem'in aşkını anımsayacak!..
*
Özgürlükle örülmüş bir onur savaşıdır bu…
Siz her ne kadar vurdumduymazsanız da,
Biz o kadar vurup duyuracağız…
Donkişot'un onuruyla dolu,
Doğrunun, emeğin, özgürlüğün kulu,
Ben'kişot olmuşuz!..
Ne bir özlem
Ne bir sevda
İki siyah göz belirdi sonra
Karanlıktan kara
O gözlerde tattım sevgiyi
O gözlerde yaşadım aşkı
Tahir'in
Zühre'yi sevdiği gibi
İnce bir sızı olsa da seni sevmek
Yaksa da yüreğimi
Dönmem bu sevdadan
Vazgeçilmez çünkü gülden
Var diye dikeni
*1944 Denizli- Güney doğumlu.
İlk ve ortaokulu orada, liseyi
Denizli'de bitirdi. ODTÜ Kimya
bölümünden ise 1963'te
mezun oldu. Eskişehir'de ve
dershanelerde öğretmenlik
yaptı. Dergimizde ilk kez yazıyor.
-45-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Daha fazla öğrenciye burs sağlayabilmek için burs destekçileri arıyoruz!
2013-2014 ÖĞRENİM YILI İÇİN BURS VERMEK İSTEYENLERE ÇAĞRI:
Çağdaş bir Türkiye için, gençlerimize sahip çıkalım!..
Atatürk'ümüzün: “Cumhuriyet sizden fikren, ilmen ve bedenen yüksek karakterli muhafızlar ister.”sözünü özümsemiş
cumhuriyet öğretmenleri olarak yaşamımızı sürdürüyoruz. Hepimiz biliyoruz ki güzel yurdumuzun bağımsızlığı, çok büyük
özverilerle elde edilmiş, savaş sonrası kurulan Cumhuriyetimizle pekiştirilmiştir. Bu büyük başarının temelinde, bizim
bugünlerde rahat yaşamamızı sağlayan binlerce şehidimizin ve gazimizin harcının bulunduğu unutulmamalıdır.
Ortaklar Öğretmen Okullular(Adabelenliler) Derneği olarak sizlerin desteğiyle ekonomik zorlukları olan, başarılı,
çağdaş, laik ve Cumhuriyet ilkelerini savunan; Atatürkçü üniversiteli gençlerin eğitimine 2003 yılından beri katkıda
bulunuyoruz. Sonuç olarak bu süreçte:
* 2003-2004 öğretim döneminde 16
*2004-2005 öğretim döneminde 26
*2007-2008 öğretim döneminde 36
*2008-2009 öğretim döneminde 39
* 2009-2010 öğretim döneminde 34
*2010–2011 öğretim döneminde 28
*2011-2012 öğretim döneminde 32
*2012-2013 öğretim döneminde 50
üniversite öğrencisine burs verdik.
Burs komisyonumuz 2013 -2014 öğretim döneminde burs tutarını öğrenci başına aylık 75,00 TL, 8 aylık sürede
toplam 600,00 TL olarak belirlemiştir.
Burs katkılarınızın miktarı bu rakamın üstünde ya da altında olabilir. Oluşturduğumuz burs havuzundaki birikimler bir
öğrenci payına ulaştığında yedekteki öğrenciye aktarılmaktadır.
Bu güne kadar katkı koyan ve koyacak olan tüm Adabelenlilere, Adabelen dostlarına sonsuz teşekkürler ediyoruz.
Burs vermek isteyenler aşağıdaki posta çekiyle ya da banka hesabına ödeme yapabilir.
Posta Çeki No: 5364820'dir - İş Bankası hesap numarası: 3422 – 0477385
İlginizi bekliyor, önceki yıllarda olduğu gibi bizlere yine destek olacağınıza inanıyoruz. Şimdiden sonsuz teşekkürler…
Adabelenli duyarlılığı:
Sevgili Dostlar,
2003 yılından beri derneğimizin öncülüğünde yürütülen burs sistemimize katkı koyan dostların isteği nedeniyle kendi
adlarını açıklamadık. Ancak bazı Adabelenliler bu güne kadar kaybettikleri sınıf arkadaşları ve öğretmenlerimiz adına burs
vermeyi düşündüklerini belirttiler. 2013-2014 döneminde Mehmet KAHVECİOĞLU, Yüksel OĞUZ, Mehmet SUNGUR,
Ramazan SÖNMEZ, Kenan KARACA, Tufan EKİCİ anılarına ve 1964'lüler, 1962'liler, 1968'liler, Selçuklu Adabelenliler,
Menderesli Adabelenliler adları altında burslar verilecektir. Ekim ayı itibarı ile burs katkılarınız 40'a ulaşmıştır.
Bundan böyle önerilecek yeni isimleri de sizlerin bilgisine sunacağız.
Adabelenli Eğitim Emekçilerine Çağrı!
Eğitim, toplumu yönlendirmenin en etkili unsuru. Bu nedenle siyasilerin en çok ilgilendiği alan. Ve ne yazık ki şu
andaki iktidar tarihte olmadığı kadar eğitimle oynuyor. Bunu yaparken de “çağdaş yöntemleri”, “ileri ülkelerin deneyleri”
vb. aldatmalara yöneliyor. Ve yine ne yazık ki demokrat olduğunu söyleyen bir kesimi de arkasından sürüklüyor. Oysa yeni
diye yutturulan hiçbir şey yeni değil. Gerek öğretim programları, gerek eğitim yöntemleri, gerekse eğitim ortamları
bağlamında. Ülkemizin eğitim deneyimi çok zengin. Başka ülkelere ilham verecek denli de önemli. Elbette Adabelenli
eğitim emekçilerinin de. Olanaksızlıklara karşın arkadaşlarımızın neler yarattığını bizler biliyoruz. Ama kamuoyu bilmiyor.
Genç öğretmen arkadaşlar da bilmiyor. Adabelenli'nin işi henüz bitmedi. Nostalji dışında yapılabilecek çok şey var.
Çağrımız şu:
Dergide “Adabelenlilerin ve Dostlarının Eğitim Deneyleri” başlıklı bölüm oluşturmaya karar verdik. Özellikle bilimsel
içerikte olabilecek yazılar bekliyoruz. Adabelen kardeşliği duygularıyla…
YARATICI ÖĞRETMENLİK ÖYKÜLERİNİZİ BEKLİYORUZ. EĞİTİM VE ÖĞRETİMDE İLGİNÇ UYGULAMALARINIZI
DERGİMİZDE YAYIMLAYALIM.
-46-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
HABERLER...
kadar övünsek azdır.
SEFERİHİSAR BELEDİYE BAŞKANIMIZI ZİYARET
ETTİK
*1985 MEZUNLARIMIZ KUSADASI'NDA
BULUŞTULAR:
Derneğimizin İzmir-Seferihisar'daki geleneksel
etkinliği için Seferihisar'a giden Dernek Başkanımız
Mustafa Özmen ile Seferihisar temsilcimiz Fatma Kaya,
Belediye Başkanımız Tunç Soyer'i makamında ziyaret
ettiler. İlçede eğitim alanındaki belediye projelerinin
değerlendirildiği buluşmada sohbetimiz dostluk,
dayanışma ,doğa,çevre konularında sürdü, gitti.çalışkan ve
dinamik başkanımızın çalışmalarında başarılarının
devamını diliyoruz.
Adabelenliler'in geleneksel buluşmalarından biri olan
1985 mezunları buluşması Ağustos ayının sonunda
Kuşadası'nda oldu. Düzenleyicileri derneğimizin İstanbul
temsilcisi Olcay Gülşen ile dönem arkadaşı Nilüfer Atlığ idi.
Geceye dernek başkanımız Mustafa Özmen ile Kuşadası
Mahmut Esat Bozkurt İlkokulu Müdürü Adabelenli Fevzi
Uysal da katıldı. Adabelenli Rukiye Sarı'nın dergimize
kazandırdığı 20 kişilik abonenin formlarını başkanımıza
sunması gecenin en önemli süprizi oldu.1985 mezunu
Adabelenli kardeşlerimizin katkılarıyla oluşturulan 3
öğrencilik burs katkısının önceki yıllarda yitirdikleri
arkadaşları Kenan Karaca ve Tufan Ekici adına sürdürme
dilekleri geceye katılanlarca onaylandı. Bu güzel,
geleneksel buluşmanın 2014 yılında İstanbul'da yapılması
kararlaştırıldı.
ADABELENLİLERİN (Kardeşlik-Dostluk)
BULUŞMALARI
*KIRK BİR YIL SONRA ORTACA'DA BULUŞTULAR:
*AKYAKA BULUŞMASI:1982-1983 mezunları ve
yakın devre arkadaşlarının birlikte olmak isteği
Adabelenlileri 13 Temmuz'da Dünyanın en güzel
yerlerinden biri olan Gökova Körfezi kıyısında- (Muğla- Ula)
AKYAKA' da buluşturdu.. Oktay OKÇU ve Semra YILMAZ
arkadaşlarımızın eşgüdümünde Hamle Otel'de
geçekleşen buluşmaya yaklaşık 40 Adabelenli katıldı.
Dernek başkanımız Mustafa ÖZMEN 'nin dernek adına
katıldığı gecede, ayrıca Muğla devrim gazetesi
yazarlarından Nabide KILINÇ da bir Adabelen dostu
olarak gecenin konuğuydu. Gece boyu anılarını anlatarak,
gönüllerince eğlenen Adabelenliler ertesi gün Azmak
deresi ve Akyaka'nın koylarına düzenlenen tekne turuna
katıldılar.
Ortaklar İlköğretmen Okulu'ndan,1972 yılında mezun
olan, 6/A sınıfı öğrencilerinden 19 kişi , 41 yıl sonra
Ortaca'da bir araya geldiler.
İki günlük Ortaca buluşmasını organize eden emekli
öğretmen Asım Güneş, ''Buluşmamıza Aydın, Nazilli, Didim,
Kuşadası, Söke, Köyceğiz ve Fethiye'den sınıf arkadaşlarımız
eşleriyle birlikte katılmışlardır. Buluşmamızın ilk günü,
Dalyan kanallarında, bir tekne gezisi düzenledik. Oldukça
güzel ve neşeli geçen turun ardından, Özalphan'daki akşam
yemeğinde, kendimize 41 kere maşallah, diyerek sazlı sözlü
eğlendik. Muhteşem gecemizin ardından,19 Eylül sabahı,
Göcek 12 adalar turu için yola çıktık. Burada da
unutulamayacak anıları hep birlikte yaşayarak otelimize
döndük. Ertesi gün,öğle yemeği için yuvarlak çayını tercih
ettik. Harika doğası ve su sesleri eşliğinde yenilen yemekten
sonra, veda zamanı geldi. Tekrar buluşma dilekleriyle
vedalaştık.'' dedi. İki günlüğüne Aydın, Nazilli, Kuşadası,
*1982-1983 MEZUNLARI KUŞADASI'NDA
BULUŞTU:
Adabelenlilerin geleneksel buluşmalarından bir olan
1982 mezunları buluşması Kuşadası'ndaydı. Kuşadası'nda
yaşayan Fevzi UYSAL arkadaşımızın koordine ettiği
buluşma ya Öğretmenlerimiz Mustafa ALTINIŞIK ve Nuriye
ALTINIŞIK ikilisi de katılarak Adabelenlileri
onurlandırdılar.Adabelen dergisi Temmuz sayısını
arkadaşlarına ulaştıran Rukiye SARI arkadaşımızın
çabalarıyla Adabelenliler dergimize 15 kişilik yeni abone
kazandırdılar.
Adabelen onurunu yaşatan bu arkadaşlarımızla ne
-47-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
Didim, Fethiye ve Köyceğiz'den katılanlar da bir arada
olmaktan ve birlikte eğlenmekten çok mutlu olduklarını
belirterek: “Gelecek yıl daha kalabalık olarak, Fethiye'de
sınıf arkadaşlarımızla buluşmayı hedefliyoruz.''dediler.
“Hatta bunu yılda birkaç kez yapmamız gerekiyor.” diye de
eklediler.
HABERLER...
Sığacık-Akarca 'da Teos Ormancı Restoran'da yapıldı.
Organizasyonu 1980 mezunlarımızdan Fatma Kaya
tarafından yapılan toplantıya kırkın üzerinde Adabelenli
katıldı. Geceye derneğimizi temsilen dernek yöneticileri
katılırken, ayrıca Gökçeada Atatürk İlköğretmen Okulu
mezunlarından Kemal ÇETİN ağabeyimiz de bizleri
onurlandırdı. Geceye katılanların katkılarıyla, birkaç ay önce
yitirdiğimiz Adabelenli arkadaşımız RAMAZAN SÖNMEZ
adına 2013-2014 dönemi için bir öğrencilik burs katkısı
oluşturuldu ve dernek yönetimine teslim edildi.
Adabelenlilik ruhu ve kardeşliğinin doyasıya yaşandığı
gecenin ertesi günü bir grup Adabelenli, önce Sığacık turu
yaptı. Sonra Adabelenli ablamız Tezel ÇULHAOĞLU'nun
evinde konuk oldular. Bademler kalkınma kooperatifi
sahasında inceleme gezisi ve Bademler Köy Pazarı turu
sonrası bu kez Adabelenli kardeşimiz Rukiye SARI nın
Bademler'deki evine konuk olan Adabelenliler gelecek
yıllarda tekrar buluşmak dilekleriyle vedalaştılar.
*0KULUMUZUN 1963-64 YILI MEZUNLARI
KUŞADASI'NDA BİR ARAYA GELDİ:
*ADABELEN 1968 -6B SINIF BULUŞMASI:
5 Ekim 2013 Cumartesi günü Ahmet Kösebaş
ağabeyimizin koordinatörlüğünde Kuşadası Panaroma
Otel'de buluşan 6/B sınıfı 1968 mezunları, anılarını
tazelediler. Geceye Dernek Başkanımız Mustafa Özmen de
katıldı.1968 mezunumuz Hüseyin Tunç 2013-2014 Öğretim
Yılı'nda derneğimizin burs sistemine iki öğrencilik burs
katkısı taahhüdünde bulundu. Kendisine teşekkür ediyoruz.
Böylesi katkı yapacak dostlarımızın çoğalacağına da
inanıyoruz.
Kuşadası Kadınlar Denizi'ndeki Martı Otel'de
gerçekleşen bu buluşmada, gece geç saatlere kadar canlı
müzik eşliğinde eğlenen 1963-64 mezunu Adabelenliler
renkli görüntüler ortaya koydular.
Geleneksel olarak her yıl Türkiye'nin çeşitli
bölgelerinde düzenlenen toplantının 7.si bu yıl
Kuşadası'nda gerçekleştirildi. Toplantıya yurt içi ve yurt
dışından 94 Adabelenli eşi ve çocukları katıldı. 49 yıl
aradan sonra birçok sınıf arkadaşıyla ilk kez kucaklaşan,
bazı Adabelenliler yoğun duygusal anlar yaşadılar.
O gün gönüllerince eğlenen 1968'li 6/B sınıfı
dostlarımız gelecek yıl için Foça'da buluşma kararı aldılar.
Adabelenlilerin böylesi buluşmaları sürüyor, sürecektir,
sürmelidir de!
7. Geleneksel buluşma gecesini düzenleyen 1963
mezunu Mustafa Oran: "Geleneksel hale getirdiğimiz
toplantılarımızda sizleri Kuşadası'nda ağırlamaktan dolayı
son derece mutluyum. Aramızda 49 yıl sonra birbirlerini ilk
defa gören sınıf arkadaşlarımız var, ümit ediyorum ki yeni
katılan bu arkadaşlarımız, bundan sonra bizleri yalnız
bırakmayacakladır. Ben, toplantımıza katılan siz saygı
değer sınıf arkadaşlarıma, bu güzel toplantımızda emeği
geçen herkese ve derneğimize teşekkür ediyorum. " dedi.
Adabelen onurumuzdur. Selam olsun böylesi
buluşmalarla yaşatanlara!..
YİTİRDİKLERİMİZ
Toplantıya derneğimizi temsilen Selçuk temsilcimiz
temsilcimiz Mehmet Ali TRAŞ da katıldı. Geceye katılan
Adabelenliler, 2013 -2014 öğretim yılında derneğimiz
burs etkinliklerine katkı amacıyla aralarında oluşturdukları
bir öğrencilik burs katkısını 1964 MEZUNLARI adına
dernek temsilcimize teslim ettiler. Gelecek yıl Dikili'de
buluşmak üzere vedalaştılar.
1967 Mezunumuz
Veli Çelik
1977 Mezunumuz
Hüseyin Pehlivan
1961 Mezunumuz Hüseyin Akpınar
1962 Mezunumuz Sami Ezer
*SEFERİHİSAR BULUŞMASI:
İlkinin geçen yıl başlatıldığı Adabelenliler Bademler
Buluşması, bu yıl 28 Eylül Cumartesi günü Seferihisar
Ailelerine ve Adabelenlilere başsağlığı diliyoruz...
-48-

Benzer belgeler

haberler... haberler... haberler... haberler

haberler... haberler... haberler... haberler Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun! -ADABELEN

Detaylı