Etkinlikler 2013-2014
Transkript
Etkinlikler 2013-2014
İlk Şair ve Yazarları ÖNSÖZ Merhaba Sevgili Dostlar; Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi öğrencileri olarak okulumuzun 2013-2014 Eğitim Öğretim yılındaki çalışmalarımızı sizlerle paylaşmak istedik. Bir yıllık bir çabanın , emeğin ve özverinin ürünü olarak çıkarmaya çalıştığımız kitabımızın bazı hikayelerini sizin beğeninize sunmak istedik. Böylelikle Manisa’da Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi'nin ilk şair ve yazarlarının kalemlerinden dökülenleri sizlerle paylaştık.Bu kitabın hazırlanmasında öncelikle yüreklerini ve kalemlerini ortaya koyan öğrencilerime ve bana destek olan herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Siz sevgili öğrencilerim; kalemlerinizi hiç bir zaman bırakmamanız dileği ve isteğiyle sizleri gelecekte bir şair ya da yazar olarak görmek istediğimi belirtmek isterim.Siz bunu başarabilecek güçtesiniz . Yüreğinizin sesini kaleminize aktardığınızda neler yapabileceğinizi gördünüz .Sizleri daha güzel eserlerle daha güzel yerlerde görmek dileğiyle... Adnan ÖZDEMİR TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENİ Huzur Bulduğum O yorucu, bunaltıcı gecenin ardından sabah beni dehşete düşüren bir kabusla uyandım. Bu sabah diğer sabahlar gibi değildi sanki. Güneş her zamanki ahengiyle süzülmüyordu penceremdeki boşluklardan. Duvarlar olduğundan daha boğucu, geceleri gökyüzünü izlercesine uyumak için tavana astığım yıldızlar diğer sabahlardaki gibi görünmüyordu gözüme. Neydi beni bu kadar karamsarlaştıran, bu sabahın diğer sabahlardan farkı neydi? Güçlükle doğrulup yatağın başında birkaç dakika oturduktan sonra kalktım ve gar dolabıma yöneldim. Aynadaki yansımamdan irkilmiştim adeta. Ben miydim bu gördüğüm? Umursamaz, boş vermiş... Yüzündeki o tatlı, samimi tebessümden eser kalmamış bu siluet bana mı aitti gerçekten? O sabah takvimlerden kaçmış, saatleri bir an önce geçirmek için daha önce hiç yapmadığım birçok şeyle uğraşmıştım. Yorgundum, sadece uyumak saatlerce uyumak istiyordum. Sabahları mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokuları, tabak sesleri ve annemin şarkı mırıldanarak neşeyle kahvaltı hazırlayışı yüzümde her zamanki tebessümü canlandırmamıştı. Küçük kardeşim yine etkilendiği çizgi film karakterlerine bürünmüş küçücük ayaklarıyla evin içinde koşuşturuyordu. Bir an gözüm yerdeki halının desenlerine takıldı, dalmış olmalıyım ki çalan kapının sesiyle irkildim. Gelen ablamdı, ekmeklerimizi ve gazetemizi getirip masaya bıraktı. Ben dışında her şey, herkes normaldi… Neşeliydiler. Ben neden böyle hissediyordum peki? Bir şeyler eksikti sanki. Evet evet bir şeyler eksikti hissediyordum. Annemin ‘’davetiyemi bekliyorsunuz küçük hanım’’ sözünden sonra sol göğsümün acısıyla kendime geldim. Canım yanıyordu, sahte ve zorunlu bir tebessümün ardından çayımdan bir yudum aldım. İştahım yoktu, zorla birkaç lokma yemeye çalışsam da başarılı olamadım. Müsaadelerini isteyip sofradan ayrıldım. Kafamı dağıtmak için dışarı çıkmam gerekiyordu, elimden geldiğince aynalardan kaçarak özensizce hazırlandım. Kıyafetimle tamamen alakasız bir çanta alıp ilk bulduğum ayakkabıları ayağıma geçirdim. Evden hızla çıktım, ne yapacağımı nereye gideceğimi dahi bilmiyordum. Sanırım biraz yürümek iyi gelecekti. Sahil kokusunu derin derin içime çekip, komşumuzun köpeğiyle koşuşturmamış, neşeyle oyun oynayan çocukların yanaklarından makas almamıştım diğer günlerin aksine. Tüm bunlara anlam veremezken hızla yanağımdan süzülen yaşları sildim. Bitmeliydi bugün, her zaman ki neşemle geçmeliydim senelerdir geçtiğim bu sokaklardan. Sahilde bulduğum bir banka oturdum, birkaç dakika sonra yavru bir köpek ilişti yanıma. Üşümüş olmalı ki bacaklarımın arasına olabildiğince sokulup sanki derdime ortak olmaya gelmişçesine masum bir ifadeyle yüzüme baktı. Başını şevkatle okşarken biraz evvel silmeye çalıştığım yaşların devamı süzülüverdi yanaklarımdan. Sıkmadım bu kez kendimi, hıçkıra hıçkıra ağladım. Ağlamasam rahatlayamayacaktım. Babamda çok severdi köpekleri, ben doğduğum zaman yavru bir köpek almıştı. Birlikte büyümüştük, ta ki yaşlanıp ölene kadar en yakın arkadaşımdı. Saate bakmak için elime cebime attığımda telefonumun olmadığını fark ettim. Sanırım birkaç saattir buradaydım ve zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Telefonumu da yolda düşürmüş olmalıydım. İyi niyetli bir vatandaşın onu bulup bana teslim etmesi için iyi dileklerde bulunduktan sonra eve dönmek üzere yola koyuldum. Mümkün olduğunca hızlı bir şekilde eve dönüp kendimi bir hışımla yatağıma attım. Yorganı başıma kadar çekip, bir an önce uyuyabilmek ve sabaha kadar uyanmamak için bildiğim bütün duaları ettim… Kaybettiğimi sandığım telefonumun sesiyle birden yataktan sıçradım. Yatağımın içindeki sesleri takip ederek adeta savaş alanına dönmüş yatağımın içinde yorganımla ve çarşafımla verdiğim savaştan galip çıkarak telefonumu elime aldım. Kaybetmemiştim. Bir an bile yanımdan ayırmadığım telefonumu o gün alışılagelmişin aksine hiç elime almamış, evden çıkarken yokluğunu fark etmemiştim bile. 20 cevapsız çağrı ve 17 yeni mesaj vardı. Nasıl olurda duymazdım telefonumun sesini? Hızla arayan numaraları gözden geçirdim, ‘’Ablam, Ayşe (en yakın kız arkadaşımdı), ve takibi Can aramıştı. Ard arda gelen mesajları okumaya başladım. - Sabah güneşim günaydın.. Seni seviyorum.. (10:30) - Uykucu uyuyor musun hala? (12:00) - Sevgilim merak etmeye başlıyorum, arıyorum açmıyorsun da (13:00) - Aç şu telefonunu geberiyorum meraktan.. (15:00) - Her şeyim nerdesin… (16:30) Daha fazla devam etmeden hemen telefonu çevirdim, uykuyu sevdiğimi bilirdi genelde öğlene kadar uyur, uyandıktan sonra miskin bir ses tonuyla onu arardım günaydın demek için. İlk kez bu kadar habersiz bırakmıştım. Çok merak etmiş olmalıydı. Neyse ki telefonunu hemen açtı. - Sevgilim nerdesin? Öldüm meraktan. (yorgun, bitkin ve mahçup bir ses tonuyla) - Özür dilerim sevgilim, gece yarısı sebebini bilmediğim bir susuzluk hissiyle uyandım. Sonra da bir daha uyuyamadım. Seni uyandırmaya da kıyamadım. - Şükürler olsun… - Sen günaydın mesajını atmadan birkaç dakika önce uyuyakalmışım, doğal olarak bu saate kadar uyudum tabi… - Neyse ki iyisin balım. Bir saate kadar seni almaya geleceğim, hazırlan. Seni seviyorum. Ona ilk kez yalan söylemiştim. Yanında huzur bulabildiğim tek ve ikinci adama (ilki babamdı) yalan söylemiştim. Onu seviyordum, yanında anlam veremediğim kadar huzurlu ve güvendeydim. Beni kollarına aldığı zaman aklımdaki her şeyden arınıyor, hayatımın sonuna kadar ‘’Benim’’ kalması için Tanrıya dua ediyordum. Kendimi ne kadar kötü hissedersem hissedeyim yüzümü elleriyle kavrayıp alnıma masum bir öpücük kondurduğunda her şeyin geçtiğine, bittiğine inanıyordum. Peki neden telefona sarılıp onu aramamıştım uyanır uyanmaz? Neden onun yanında atlatmamıştım bu zor günü? Hayatta en çok sevdiğim adamdan dahi neden kaçmıştım sanki? Sebebi ona ne söyleyeceğimi bilmememdi. Neden böyle bir gün geçirdiğimi bende bilmiyordum çünkü. Kendimle konuşmayı bırakıp hazırlanmak için yataktan kalktım. Evden çıkmak için Sadece 45 dakikam vardı. Normalde bu benim için yeterli bir zaman değildi. Beni kendine bu denli aşık eden adamın yanına giderken onlarca kıyafet deniyor, aynanın karşısında saçlarımı nasıl yapmam gerektiğini düşünürken nereden bakılsa bir buçuk saatimi geçiriyordum. Normal günlerin aksine, sabah evden çıkarken giydiğim o özensiz kıyafetlerimin zaten üzerimde olduğunu fark ettim ve başka bir şeyler giymeyi tercih etmedim. Saçlarımı dağınık bırakıp ağlamaktan şişmiş gözlerimi ve yüzümdeki bitkin ifadeyi kaybetmek adına biraz pudradan faydalandım. Aynada kendimi görmemle gözümdeki yaşların yanaklarımdan bir kez daha süzülmesi bir oldu. Kendimi daha önce hiç görmediğim kadar kötü görmüştüm, ve her şeyden önce kötü hissediyordum. Bir hışımla akmasından bıktığım yaşlarımdan kurtuldum ve son bir pudra hamlesiyle kendime çeki düzen verdim. Tabiki o çok sevdiği kokumu sürdüm. Dışarıdan gelen korna sesinin ardından derin bir nefes alıp evden çıktım. Gelen Can’dı. Kokusunu metrelerce öteden alabiliyordum. Bir de o vardı tabi, kokusu… Tarif edemeyeceğim kadar güzel, insanı alıp başka diyarlara götüren, tüm benliğimi baştan aşağı linç eden, başımı döndüren bir kokusu vardı. Yüzündeki o mükemmel tebessümün yerini bir anda endişe aldı, demek o kadar kötü görünüyordum. Her zamankinden daha tutkulu, daha sıkı sarıldı bana. Ya da bana öyle gelmişti… Yanağımdan öpüp, arabaya binmemi gerektiren bir işaret yaptı. Konuşmuyordu. Sanki sormak istiyordu ancak almak istediği cevaptan korkuyordu. Yol boyunca sustu, her zaman vakit geçirdiğimiz yol kenarında arabayı durdurdu. Bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etmişti. Zor da olsa düğümlenen boğazını açmak için birkaç kez yutkunduktan sonra ‘’Ne oldu?’’ diye sordu.. - İyi misin çok kötü görünüyorsun. (Sadece kafamla evet der gibi bir hareketle onu onayladım) - Hiç iyi görünmüyorsun ama.. Şeyy, biz ayrılmıyoruz öyle değil mi? Yani beni bırakmayacaksın. Ne kadar da aptaldı… Ya da ben ne kadar da aptaldım. - Hayır. Dedim şaşkın bir ses tonuyla - Tabiki ayrılmıyoruz, seni bırakmayacağım. Seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun? Sadece zor bir gün geçiriyorum, sebebini bende bilmiyorum. Düzensiz uykudan olsa gerek ben iyiyim merak etme. Biz iyiyiz… Yüzündeki rahatlamış ifade gerçekten görmeye değerdi. Yüzümü avuçlarının içine aldı, güzelce kavrayıp birkaç saniye gözlerimin içine baktıktan sonra alnıma masum bir buse kondurdu. - Seni seviyorum. Diye fısıldadı kulağıma. İçime işlemişti bu sözü ve hareketi. Dünya durdu o an, tüm şehir sustu.. Sabahtan beri beni pervasızca kahırlara sokan, o sebebini bilmediğim iğrenç histen bile arınmıştı bedenim. Sımsıkı sarıldı bana, tenini, kokusunu, bütün vücudunu iliklerime kadar hissettim. Daha önce yapmalıydım bunu, bu yorgun günün ardından başka hiç bir şey bu kadar iyi gelemezdi. - Bir şey olmadığından emin misin? Sorusunu sormaya tam yeltendi ki onu susturdum. Yanından ayrılana kadar konuşmamamız gerektiğini, sadece göğsüne yaslanıp saatlerce susarak orda kalmak istediğimi söyledim. Bir hamleyle beni kendine çekti. Ve öylece izlemeye başladık rüzgarın denizde bıraktığı dalgaların yolculuğunu. Hiç olmadığım kadar huzurluydum, güvendeydim, korkmuyordum. Yaklaşık 2-3 saat kadar geçirmiştik öylece hiç konuşmadan, saat gece yarısını vurmak üzereydi. Biran önce geçmesi için saatleri saydığım zaman, onun yanındayken hızlıca geçivermişti. Eve gitme vakti gelmişti kısaca. Teşekkür ettim, beni kırmamıştı. Birbirimize bakıp birkaç dakika öylece kaldık, gözlerindeki huzuru hissedebiliyordum. Burnumun üstüne küçük bir öpücük kondurup arabayı çalıştırdı. Çok geçmeden evdeydim, ona minnettar olduğumu dile getirip; - Seni Seviyorum. Dedim kısık bir ses tonuyla. Arabadan inip hızla eve ilerledim. Günün bitmesini sadece birkaç dakika vardı. - Sonunda. Dedim kendi kendime. Yatağıma uzanıp şu son birkaç dakikanın da bitmesini bekledim sabırla. Bitmeliydi ve uykuya dalmalıydım. Tavana daldı bir an gözlerim, yanaklarımdan süzülecek kadar olmasa da yaşlarla doldu yine. Bitmişti bu korkunç gün, ve ben tüm gün kendimi kandırmıştım. Aslında bana ne olduğunu biliyordum, neden böyle hissettiğimi de. Sadece kendimi kandırmakla yetinmiştim. Bugün babamın ölüm yıldönümüydü.. Ben 13 yıl önce bugün, yanında huzur bulduğum ilk adamı kaybetmiştim… DERYA COŞGUN VAPURDAKİ GÖZYAŞLARI Mükemmel bir uyku da ani gelen mesaj sesi ile son buldu. Gözlerimi mayışmış bir şekilde sıcacık yatağımda bir o yana bir bu yana kıpraştırdım. Bir yandan üzerimdeki muhteşem pozitif enerji ile ayılmaya çalışırken diğer yandan sağ kolumu yandaki tozlanmış masaya olabildiğince uzattım. Sonunda bulup elime aldığım telefonu pat diye suratıma düşürmemle beraber alnımda muhteşem acı veren bir kırmızılık oluşmaya başladı. Yatakta kaybolan telefonumu üşengeç tavırlarla geri aldım. ‘‘ Merhaba, şu an şaşırmış olmalısın. Belki kızacaksın mesaj attığım için ama seni görmem lazım. Eğer gelirsen, çok sevinirim. Belki de sana hem sevinip hem üzüleceğin bir haber vereceğim. Eğer ki gelmezsen, sana hak veririm, ama lütfen gel. Seni geceye kadar vapurda bekleyeceğim’’ Mesajını okurken alnımın acısı yetmiyormuş gibi bir de aniden kalbimin acısı yokladı. 1,5 yıl önce ayrıldığımız adam, onu tamamen yok ettiğime zorla kendime inandırdığım, silip attığımı sandığım adam ‘gel’ dedi ve ben her ne kadar gitmemem gerektiğini bilsem de; üzerimdeki pijama ve panduflarla koşa koşa onun önemli haberini almaya gidecektim. Aynanın karşısına geçtim. Saçım başım dağılmış, alnımda yer edinmiş kocaman bir kızarıklıkla tam anlamıyla iğrenç bir haldeydim. Kısa ve biçimsiz kirpiklerim bir aşağı bir yukarı hareket ediyordu. Gözlerimdeki şaşkınlık her halimden belliydi ve ben, ağlayamıyordum. Kalbim ağrıyordu, acıyordu, yavaş yavaş vurgun yemişe dönüyordum sap sarı kesilmiştim ama ağlayamıyordum. Kalbim göğüs kafesime dar geliyordu, kaburgalarımın arasından patlayacakmış gibi inatla çarpıyordu ama yinede acıdan yanan gözlerim süzemiyordu yaşlarını teker teker. Tam 1 saat aynanın karşısında durup, karşımda gördüğüm sıfatla tartıştım. Gitmekle gitmemek arasında kararsız kalan benliğimi sırf oyalamak için adeta boş işler müdürüne döndüm. Bir an kafamı tik tak sesi gelen yere doğru çevirdim. Bu böyle olacak gibi değildi, çıldırmak üzereydim. Feleğini şaşırmış deliler gibi turlayıp duruyordum. Aslında bugün dışarı çıkmayı planlamıştım ama ya ayaklarım onun bulunduğu yere giderse? Düşündükçe deliriyordum. Vapurunun bir köşesine ‘‘papatya’’ yazısı vardı. Acaba hala duruyor muydu? Merakımdan ölmek üzereydim. Bir anda kendimi gar dolabımda buldum. Alışveriş yaparım diye avundum. Hazırlandıktan sonra pandufları bir kenara fırlatıp darmadağın odamın kapısını hızlıca çekerek dışarıya attım bedenimi. Sanki mağazaları dolaşmak için değil de beynimi kemiren sorularla boğuşmak için çıkmıştım. Saatlerce boş boş yürümenin ardından eve dönerken ayaklarım denize doğru ilerledi. Sanki birileri beni zorla, güçlü bir kuvvetle itiyordu. Limana yaklaştıktan sonra bir köşede oturdum. Gözlerimle aradığım vapur meğersem tam karşımda duruyormuş, geç farkettim. Papatya yazısı hala asilliğini koruyor vaziyetteydi. Gidip söylemeye kalksam ona hissettiklerimi, ağzımdan tek bir kelime çıkmazken beynimin aşka ayırdığım kısmında tam anlamıyla bir kaos meydana gelir. Nasıl da özlemişim diye düşünürken bir anda habersizce burnuma gelen mis kokusu başımı döndürdü. Bu koku sessizce beni yoklayan en güzel, tek mayhoş misafirdi. İyi ki geldi, hoş geldi… Sabahtan beri adeta talan edilmiş bir vaziyetteydi beynim, kalbim, ruhum, bedenim ve daha nicesi. ‘‘Umut tükenince çarpar mı yine bir kalp ?’’ demiş sanatçılığa imzasını atan değerli insan. Sahi çarpar mı ? Benim kalbim o kadar berbattı ki bir çarpıp bir duruyor sanıyordum. Her aklıma gelişinde içimi eriten terk edilişimi hatırlıyorum. Sanki yaşanılanlar kısa bir film şeridine çevrilip göz bebeklerime konulmuştu. Her karesini ayrı ayrı seyrettiğim, aslında hiç olmamış aşkın ardından yazdığım şiir avuçlarımın içine sinmişti, baktıkça kabarıyordu avuç içlerim. KALANLARIN GİDİŞLERİ Bazı aşklar aşkı öldürmek için var gibi. Tamamlanmış yalanlar yarı yolda bırakıp gidenlerin eseriydi. Mutluluk o gidişlerin ardında saklıyken, hüzün bize verilen kutsal bir emanetti. Kalarak da gidebiliyordu insan. Kendi acısını taşıyamıyorken bir de yetmezmiş gibi hüzün yerleşiyordu gizlide gizliye. Gidenler ardında bıraktığının içinde içinde yarım kalan heves olarak yaşamaya devam ederken; kalanlar kendinden uzaklaşıyordu. Onları terk eden tek şey hayatından çıkanlar değildi ne yazık ki. Kalpleri, vicdanları, uykuları ve hatta bedenleri bile yanlılığa mahkum bırakarak kaçıyordu. Çünkü birkaç sokak da, binlerce kilometreler de, sonsuza denk uzanan yıllar da olsa; attıkları adımları sayılabilir gidenlerin. Fakat terk edilenin kalbi tüm adımların izlerini işlendiği yolları hiçe sayabilecek kadar hızlı ve gözü kör çarpardı terk edildiği vakit. Ve maalesef gidenler kalanlardaki sevdaların farkına belki de hiçbir zaman varamayacaktı. Tüm kalışların daha uzağa gitmesi, Tüm gidişlerin daha yakında kalması dileğiyle… Düşüncelerimin doğruluğunu tarttım sonra. Sonuç olarak gitmememi gerektiren bir vapur, içerisinde de uzun zamandır görmediğim, dokusuna kokusuna hasret kaldığım bir adam beni bekliyordu. Şimdi atmaya başlasam ağır ağır adımlarımı kaç dakika sonra ona sarılı halde bulabilirim kendimi? İşte bu sorunun hevesiyle doğruldum yerimden. Kulağımı çınlatan topuklu ayakkabımın her sesinde çığ gibi büyüyen bir nefret ve öfke karışımı hissedip daha da hırslandırdım kendimi. Tekrardan ona aşık olup dönememek için. Çünkü bir kalp kapısı daha açacak halim kalmadı benim, kalp yorgun, gönül yorgun, aşk yılgınken... Önce yavaşça attığım adımlar git gide hızlanıp sonra bir anda kesildi. Durup birkaç dakika daha izledim onu. Yüreğime doğru tam isabetli atılan yumruklar olsa da kalmayı seçtim. Genzimde anlam yükleyemediğim o yakıcı acı denizin kokusu ve ağaçtan üzerime koca bir eda ile salınan iri ve sararmış yapraklarla daha da çok arttı. Mükemmelliğin dozundaki manzarayı bile onu seyrettiğim kadar izleyememiştim bu sefer. Bir adım attım, sonra bir tane daha ve bir kez daha derken adımlarımın sesini tanıyarak heyecanla arkasını döndü. İşte o birkaç saniye bir ömre bedeldi. Adeta nefesimi kesip gözümün içine masum olduğu kadar acımasız bir şekilde bakıyordu. Onun bana dönüşünde sanki her şey herkes silinmiş, tertemiz bir sayfaya yer verilmesi gerekiyormuş gibi oldu ama bu mümkün müydü bilemiyorum. Bir zamanlar yüzümün her boğumunu ezberleyen adam, bu sefer keskin kirpikleri ile çiziyordu bu boğumları. Havada ahenk ile dans edip sarı ve yeşilin birbirine sıkıca sarıldığı tonlarıyla göze çarpan yapraklar, ona yaklaştıkça uzaklaştılar benden. Rüzgarın sesinin rengi beni benden alıyordu. Sanki beynimin aşk kısmı tekrardan onun için çalışmaya başlamıştı. Unuttum sandığım aşk meğersem yüreğimin en kuytu köşesinde usul usul gizlenmiş ve şimdi aniden yerinden fırlamış nefret duygusuyla kıyasıyla yarışıyordu. Aşkın boyutu değişir herkese göre ve korkarım ki benim aşkım karşımda duran dev dalgalar kadar büyük ve eşsizdi. Bana doğru yaklaştı. Karşımda yana doğru rüzgarın savurduğu saçı her zaman özenle incelediğim giyimi kuşamı ile tamamlamıştı yine birbirini. Sanki şu dünyada onun gibisi hiç yoktu, hiç de olmayacaktı. O saç yalnızca ona yakışıyor, kıyafetler yalnızca onun üzerinde böylesine muazzam duruyordu. Elini uzattı fakat ben görmemiş gibi yaparak binlerce anımızın olduğu vapura geçtim. – Geldin. Dedi şaşkın ve sevimli mimikleri ile. –Ne söyleyeceğini duymak için geldim. –Hemen mi? Otursaydın, konuşurduk, istersen bir yerlere gidelim ne dersin? -Otursaydım, konuşsaydık? Diyelim ki dediğin gibi yaptık sonra ne olacak? Tekrardan önce aşıklar rolünü oynayıp sonra sırasını iki yabancıya vermeye gelmedim buraya. Dediğimde ağzını açık yan yana koyamadı harfleri. Merdivenlerden aşağı doğru indi. Neden gittiğini anlamıştım. Ayak sesini, kaşını, gözünü, kirpiklerini, her şeylerini o kadar çok özlemişim ki anlatamam. Kendinden önce gelen koskoca bir buket vardı ellerinde hem de taşıyamadığı kadar büyük. Çiçeklerin kokusu; denizin kokusu ile birleşip sevdiğim adamın üzerinde uyuya kalmıştı, beni ona çekiyordu adeta. O kadar kusursuz bir manzara vardı ki ortada? Dalgasını sevdiğim deniz, renklerinde mucizeler barındıran gün batımı,, koca buket çiçek ve günü büyüleyen adam. Keşke beraberken ona daha çok sarılsaydım. O zamanlar hayatımın en mutlu anlarıymış, nerden bilebilirdim ki? Boynuna atlamamak için zor tuttum kendimi. Duygularımla büyük bir savaşa girdim. Göğsünün üzerine sığdırmaya çalıştığı çiçekleri bana uzattı. Hislerimi saklamaya çalışsam da kaybeden taraf oldum. Papatyaların kokusunu iliklerime kadar hissettim. – Sen çok seversin papatyaları Biraz zor olsa da en güzellerini bulmak, senin için değer. Bitmiş aşkın çiçeğini mi getirdin? Eskileri hatırlatmaya çalışmak için daha iyi bir şey bulamazdın sanırım. Önce vapur sonra papatya sırada ne var? Üzgünüm senden sonra papatyalardan çok uzak kaldım. Kokusunu bile unutmuşum. Sevdiğim adamı öldürünce onlar da yalan oldu tabi. -Beni yanlış anlama lütfen biliyorum uzun bir süre aramadım seni ama senin gibi sevmedim kimseyi. – Ne tesadüf bende sevemedim. Çünkü korktum ne zaman birine aşık olmak istesem seni getirdim aklıma, sonra vazgeçtim. Bana yok oluşunun acısını çektirdi fakat bunlara rağmen anılarımızı kirletmedim. Belki de yıllar sonra aklına geldim içini sızlattım ama sen bunu her gün yaptın, her gün aklımdaydın. –Seni üzdüğüm için çok… Sözünü tamamlamasına izin vermeden işaret parmağımı konuşurken çıkan nefesini izlediğim kıvrılan iki dudağına koydum. – Sakın benden özür dileyip geri dönme. Neden? 1,5 yıl arayıp sormadın sonra aniden aklına düştüm. Attığın mesaja kanarak yine geldim. Canımı zamanında fazlası ile yakana unuttum diye kendimi avuttuğum adama nefretle pis bir acıyla öfkeyle kinle ama bunların üzerini örtmeyi başaran aşkla geldim. Bunları söylediğime bakma yalanlarını hatırladıkça soğutuyorum beni senden. Biz aşkı yaşayamadık. Olmadı, olduramadık. Tüm söylediklerimi umursamamış gibi yapıp aynı davranışı sergiledi yani sıkışınca konudan konuya atladı. –Buraya ne oldu? dedi ve yüzümü iki elinin arasına alarak öptü alnımdan bir anda. Ellerinin arasından istemsizce sıyrılarak; -Önemli bir şey yok. Artık gitmem lazım. Ne olduğunu söylemeyecek misin? -Ben gidiyorum ve gitmeden önce son kez görmek istedim seni. En son sana bakmak, yüzünü aklıma kazımak istedim. –Unuttun demek beni? Demek ki gidiyorsun? Daha öncekiler gibi, daha önceki sen gibi? O zaman son kez bak bana, bir daha çıkma karşıma. Gözlerimde savrulan ateşleri gör, öfkeli halimi hatırla. Sen bencilin tekisin. Tam kendime geldiğim anda aklımı kurcalıyorsun. Beni talan ediyorsun ve ben hiçbir işe yaramayan çaresizliğime geri dönüyorum, yapma bunu. Onun gözlerinden akan pişmanlık, benim gözlerimde cayır cayır yanan aleve dönüşüyordu. Usulca elimdeki çantayı alıp dümenin yanına koydu. Onu izlerken, yaşadıklarımız bir film şeridi misali geçti gözümün önünden. Tekrar başını kaldırdı. Kirpiklerinden yanaklarına, yanaklarından dudaklarına doğru yol alan yaşlar, boynuna uğrayamadan rüzgarla beraber uçup gidiyordu. Silmek istedim ama beni durduran, adına gurur dediğiniz büyük bir engele takıldım. Ellerinin parmaklarımın arasına dolaşmış bir şekilde hissettim. Yumuşacık ellerin parmaklarımda bırakacağı izden çok korktum. –Özür dilerim. Her şey için teker teker özür dilerim dedi ve ellerimi kaptığı gibi nazik bir şekilde öptü. Sanki geçen onca ayların acısını çıkarıyordu ve sanki o da çok özlemişti en azından böyle olmasını istiyordum. Özür dilememesini istediğimi unutmuştu sanki. Cevap bile veremedim. Evdeyken akmak bilmeyen yaşlarım sanki onun yanında bana nispet yapar gibi geçti yüzümün ince hatlarımdan asil asil, suskun suskun . Kan kırmızı dudaklarım yamyaş olmuştu. Boynumu hiç eğmeden ; - Nereye gidiyorsun? Dedim, – Senin olmadığın yere. Dedi. Neden benden uzaklaşma arzusu kaplamıştı onu? Uzaklar yakışmazdı ona, biliyorum. Kalsaydı ölür müydü? ‘‘Git’’ desem de kalması gerektiğini öğretememiştim ona. Beni bırakmasaydı tekrardan? Bir başka kişiyle yeni limanlara yelken açıp ismi konulmamış mevsimlerde aşkın tadına tekrar bakmaya hazır hissetmiyordum kendimi. Şimdi, tam da şu anda dursaydı zaman denilen işe yaramaz illet kayıp? Çok mu şey istiyordum acaba? Daha fazla hükmedemedim ayaklarıma. Bir adım daha adım atıp dibinde durdum. Eğdiremediğim boynumu; benden uzun olduğunu belli eden omzunun hizasında ve göğsünün üzerindeki kap kalın kabana yasladım. Sonsuza denk yaşayabilir, yaşlanabilir, sahiplenebilirdim onun göğsünü. Bir adam ancak bu kadar tutku, şefkat ve sevgi dolu kalabilirdi. Herkesle doldurmaya çalıştığım onun boşluğunu; yine o tamamlamıştı. Gidiyordu. İnsan sonucunu bilse de kabullenemiyormuş bazı şeyleri. Susarak gidecekti ve daha da berbatı ben onun susuşunu, gözlerinde kalan hüznünü bile özleyecektim. Hiç olmazsa son bir kez daha öp beni diye geçirirken içimden, sırtımı saran kollarıyla beraber başını eğerek sanki dalgalı saçlarımın her telini öptü. Kalp kadar düşüncelerin de karşılıklı olması. İşte aşk buydu… Merve ÜNLÜ RÜYA Bir Haziran sabahıydı. Nihal,rüzgarın getirdiği deniz kokusuyla uyanmış ve balkona çıkmıştı.Hava çok güzeldi.Mis gibi çay kokusu ve kızarmış ekmek kokularının evden geldiğini hissedince aşağıya inip ablasıyla güzel bir kahvaltı yaptı.Dışarı çıkma vaktiydi.Deniz çok güzel görünüyordu.Kumsala gidip insanları izlemeye başlamıştı bile.Nihal,insanların mutlu olduğunu gördükçe huzur bulan biriydi. Aniden yolun kenarında bisiklet süren bir çocuk dikkatini çekti. Dikkatlice çocuğu seyretti.Ne kadar güzel bir bisikleti vardı çocuğun.Kıpkırmızıydı ve tekerleklerindeki süsler göz kamaştırıcıydı.Nihal’ in gözleri dolmuştu.Küçüklüğü aklına geldi.Onun hiç bisikleti olmamıştı.Bir çocuğu mutlu eden şeylerin başında gelirdi bisiklet.Nihal o duyguyu hiç tadamamıştı. Arkadaşının omzuna dokunmasıyla irkilip kendine gelen Nihal gözyaşlarını silip kendini serin sulara bıraktı.Delirmişçesine yüzüyordu.Hıncını sadece bu şekilde alabilirdi.Saatlerce yüzdü… Eve döndüğünde yorgunluktan dayanamayıp uyuyakalmıştı.Ertesi gün uyanır uyanmaz odasının içerinde kıpkırmızı kocaman bir bisiklet gördü.Şok olmuştu.Hem ağlıyor,hem de gülüyordu.Yatağından fırlayarak bisiklete sarılmaya ve çocuklar gibi sevinmeye başladı.Nihal aynı zamanda güzelliği ve beline kadar uzanan altın misali sapsarı saçlarıyla bilinen bir kadındı.Saçlarıyla bisikleti uyum içindeydi.Dışarı çıkıp bisikletini sürmeye başladı.Dünya onun olmuştu sanki… ANNE KAHVALTI HAZIR , SENİ BEKLİYORUZ. Aniden uyandı Nihal. Büyük kızı sesleniyor olmalıydı.Gördüğü şeylerin hepsini rüya olduğunu anladı. Uzun uzun odanın içine baktı.Oda karanlık ve havasızdı.Ne deniz kokusu vardı, ne de bisiklet.Nasıl olabilirdi ki zaten.Çocukluğunu yaşayamamış bir anneydi o , üstelik 68 yaşındaydı.Bunları yaşamak için geç kalmıştı.Onun suçu yoktu.Ailesini küçük yaşta kaybetmişti.Çocukluğu, genç kızlık zamanı, hayatını yaşayamamıştı. Nihal yaşlanmıştı artık.Geçmiş onu çok yıpratmıştı.Büyük kızı olan Figen annesinin artık bu kadar fazla yükle yaşayamayacağının farkındaydı.Onu en sevdiği yere denizlere götürecekti.Yola çıkmışlardı.Nihal’in doğduğu yere Bozcaada’ya gitmeye karar verdiler.Yol boyunca Nihal ağladı.Uzun bir yolculuktan sonra nihayet varmışlardı.Nihal hayatta onu tek mutlu eden şeyle baş başaydı şimdi.Deniz ona hep huzur vermişti.Bir müddet adada kaldılar.Dönmek için hazırlıklara başlamışlardı.Nihal son kez denizi görmek istedi.Bir süre sonra Bozcaada’nın her yerinde Figen’in çığlıkları yankılandı.Biricik annesi artık yoktu.Nihal ise huzura ermişti.Aciz bedeni artık bunca acıya dayanamamıştı.Deniz kenarında toprağını deniz kokusuyla besleyen bir mezara sahipti.Artık o istediği huzura kavuşmuştu. Ayşenur TUTKUN Ufukların Sultanı Osmanlı devletinin 15.yy yönetim kadrosunda güven, askeriyesinde ihtişam, geniş topraklarında ise huzur hâkimdi. Fatih Sultan Mehmet genç yaşında Osmanlı tahtına geçmiş, Hıristiyanların doğuda son kalesi olan Kostantiniye'yi alarak Hıristiyan Avrupa’sını korku ve telaşa sokmuştu. Dur durak bilmeyen Fatih, savaşlarının çoğunu batıya yönelik yaparak Hıristiyan devletlerinin üzerine yürümüştü. Sultan Mehmet’in genç yaşında tahta geçtiğine sevinen Avrupalılar, Osmanlının batıya ilerleyişlerinden dolayı sevinçleri korkuya dönmüştü. Bu korku öyle şiddetlenmişti ki, bir müddet sonra hayatlarının tehlikeye gireceğini düşünen Katoliklerin lideri papa, koskoca Osmanlı sultanına ’’eğer vaftiz olursan seni romanın kralı yapar, tüm Hıristiyan ordularını emrine bağlarım. Böylelikle dünyanın egemeni sen olursun’’ demişti. Ancak Fatih yazıyı ciddiye bile almadan papaya ’’sen sünnet ol seni şeyhülislam yaparım’’ karşılığında bulunmuştu. Oysa Fatih hayallerini İslam ve Türklük adına şekillendirmişti. Hz. Peygamberin müjdecisi olmak için Kostantiniyeyi fethetmişti. Papa, Fatihin Hıristiyan halka iyi davranmasının arkasında başka şeylerin olduğunu, adaletli davranışlarının Hıristiyanlığa yatkın olduğunu düşünmüş ve annesinin Hıristiyan olması da ona çaresizlik içinde bir umut ışığı olarak gözükmüştü. Hıristiyan ordularını haçlı seferlerine toplayamayan papa en son bu yolu tercih etmişti. Güya Fatihe din değiştirerek akıl oyunlarını oynatmak istiyordu. Tabi bunu çok iyi bilen Fatih, papanın akıl oyunlarına karşılık o da akıl oyunlarıyla cevap vermişti. İslam uğruna savaşan Fatihin hayatında din değiştirmek asla olmayacak şeylerden biriydi. Yıl 1480’nin Temmuz ayı idi. Fatih Sultan Mehmet’in emriyle İstanbul’dan kalkan Gedik Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı donanması, İtalya kıyılarında bulunan Otranto kalesini büyük uğraşlarla ele geçirmişti. Otranto kalesinin Osmanlı topraklarına dâhil edilmemesinden önce padişah, İstanbul’un fethinden sonra kurulan Gök kubbe teşkilatının en önde gelen ajanlarını İtalya’ya göndermişti. İtalyan devletlerinin ve Vatikan’ın en kritik yerlerine sızacak olan bu ajanlar, Osmanlıya karşı alınacak tutumları öğrenip önemli bilgileri payitahta bildireceklerdi. Gök kubbe teşkilatı Fatih Sultan Mehmet’in emriyle Kostantiniye’nin fethinden kısa bir süre sonra hayata geçirilmişti. Bu teşkilat gizli olmakla birlikte giderek büyümüş, teşkilatta eğitim gören ajanlar padişahın emirleriyle Ortadoğu, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’ya önemli bilgiler elde edilmek için gönderilmişti. Gök kubbe teşkilatının kurulmasının temelinde yatan en büyük etken Fatih Sultan Mehmet’in çok geniş hayallerinin olmasıydı. Küçüklüğünden beri kurduğu hayallerini bir bir hayata geçiriyordu. Önce Kostantiniye'yi alarak büyük bir sorunu ortadan kaldırmış, kısa bir süre sonra hayallerinin en önemli adımı olan Gök kubbe teşkilatını kurmuş, savaşlarla Anadolu’yu, Balkanları ve Kırımı ele geçirmişti. Asıl o büyük hayali belki de Kostantiniye’nin alınmasından ve diğer gelişmelerden daha kıymetliydi. Çocukluğunda Kostantiniyeyi alma hayalini kurmuş ve bunu gerçekleştirmişti. Genç yaşından itibaren olgunlaşan şartlar sonrasında sır gibi sakladığı o en büyük hayalini gerçekleştirme vaktinin geldiğine inanmıştı. Gençliğinden itibaren sır gibi sakladığı o hayal belki de Hıristiyan Avrupa’nın sonunu getirebilir, Müslümanlığı ve Türklüğü dünyaya duyurabilirdi. Romanın alınması dünyanın şeklini altüst edebilirdi. Romanın fethedilmesi demek Hıristiyan dünyanın parçalanması demekti. Kostantiniye alındıktan sonra Ortodoks halkı nasıl Osmanlı himayesine geçtiyse, Romanın alınmasıyla birlikte Katoliklerin lideri olan Vatikan’da Osmanlı himayesine geçebilirdi. Böylelikle dünyada söz sahibi olacak tek güç Devleti Aliye-i Osmaniye olabilirdi. Ancak bu fethin hiç kolay olmayacağı kesindi. Roma'ya sefer yapılacağı anlaşılsa papa bütün Hıristiyan ordularını birleştirip Roma'yı savunmaya çağırabilir, ya da bu seferi engellemeye çalışabilirdi. Romanın alınması için savaşacak olan Osmanlı askerleri sayıca üstün olmasa bile Allahın askerleri nasıl Bedirde, Uhudta, Çanakkale’de olduysa Romanın fethinde de Müslümanların yanında olup kâfirlere karşı cenk edebilirdi. Gök kubbe teşkilatının en önde gelen isimleri İtalya’da bilgi topluyorlardı. Gidenlerin arasında en genci ve en tecrübelisi olan Kantıkoğlu Serdar Paşa, padişahın en güvendiği isimdi. Devlet kademelerinin en üstünde olanların bile bilmediği bazı şeyleri Kantıkoğlu Serdar Paşa bilebiliyordu. Çünkü padişahla aralarında büyük bir bağ vardı. Fatih Sultan Mehmet ona baktığında kendini görebiliyordu. Henüz Kantıkoğlu Serdar Paşa küçükken Bizanslılar annesini öldürmüş ve yetim kalmıştı. Babasının da hayatta olmayışı onu hayatta çaresizce bırakmıştı. Küçük yaşına rağmen kendine bakmaya çalışan Kantıkoğlu Serdar, Kostantiniye’nin kuşatıldığını duyunca kuşatma yerine gizlice gitmiş ve bir damla bile olsa düşman kanı dökmeye yemin etmişti. Kuşatma meydanında savaşmaya her an hazır bir vaziyette bulunan bir çocuğun olduğunu fark eden Fatih Sultan Mehmet onu yanına getirttirip niye burada olduğunu sormuştu. Kantıkoğlu Serdar ise padişaha ’’bu cenge kim katılmak istemez ki’’ cevabını vermişti. Uzunca sohbetten sonra padişah onu kendi himayesine almıştı. Seneler ilerledikçe tecrübeler kazanmış ve teşkilatın başına geçmişti. İtalya’da bulunan Osmanlı ajanları İtalyan devletlerinin içine sızmayı başarmıştı. İtalya’da tedirginli ve korku hâkimdi. Herkes Osmanlının buralara geleceğinden endişe duyuyordu. Bir Müslüman devletinin buralarda hüküm sürmesini istemiyorlardı. İtalyan devletler Otranto kalesinin kaybedilmesinden sonra bulundukları bölgelerdeki kaleleri hemen onarmaya başlamışlardı. Papa ise her an kaçabilmek için gemilerini hazır etmiş, önlemlerini almıştı. Osmanlı askerlerinin az kuvvetle bile gelecek olması onları tedirgin etmeye yetiyordu. Çünkü Osmanlı yeniçerilerinin namı her tarafa korku salıyordu. Ama bu sefer Osmanlı, çok büyük bir güçle çizmeye ayak basacaktı. Fatih Sultan Mehmet ordusunun İtalya kıyılarına yerleşmesinden sonra vaktin geldiğini düşünüp savaş hazırlıklarını başlatmıştı. Fatih tüm hazırlıkların en mükemmellini istiyordu. Bunun için asker sayısına ve donanmaya büyük önem vermişti. Savaş hazırlıkları başlatılmıştı fakat seferin henüz ne tarafa yapılacağı muammaydı. Politika gereği seferin İtalya’ya değil de bir başka yere yapılacağı algısı oluşturulacaktı. Bunun için her şey titizlikle yapılıyordu. 1481’in ilkbaharıydı. İtalya’da bulunan Kantıkoğlu Serdar Paşa çok önemli bir bilgi elde etmişti. Fatih ordusunu toplatıp meçhul bir yere sefer yapacak olması Roma’yı yine de tedirgin etmişti. Aydın kesimlerin bir kısmı İtalya’dan ayrılmıştı. Fatihin er geç İtalya’ya saldıracağını düşünen papa Fatihin öldürülmesine karar vermişti. Planın zehirleme olduğunu öğrenen Kantıkoğlu Serdar Paşa, bizzat kendisi padişahın yanına gitmeye karar vermişti. Hiç hız kesmeden İstanbul’un yolunu tutmuştu. Kantıkoğlu Serdar Paşa inanılmaz bir sürede İstanbul’a ulaşmıştı. Ancak Fatih Sultan Mehmet sefer yapacağı Maltepe ile Gebze arasındaki ordugâh çadırında zehir nedeniyle kan kusarak vefat etmişti. Kantıkoğlu Serdar Paşa da padişaha yetişememenin verdiği acıdan dolayı inzivaya çekilmişti. Fatihin ölümünden çok kısa bir süre sonrada Kantıkoğlu Serdar Paşa, koruyucusunun arkasından ebediyete göçmüştü. Fatihin ölüm haberi Roma’ya ulaşınca İtalya’da toplar atılıp, günlerce şenlikler yapılmıştı. Papa bütün Avrupa Kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp şükür ayini yapılmasını emretmişti. Fatih Sultan Mehmet’in ölümü onları rahatlatmış, korkularını mutluluğa çevirmişti. Onlarda çok iyi biliyordu ki Fatih Sultan Mehmet bir müddet daha yaşayıp İtalya Seferini düzenleyebilseydi o gün artık her şey eskisi gibi olmayacaktı. Roma alınsaydı artık o günden sonra onlar Müslümanların karşısında azınlık durumunda kalacaklardı. Fatihin hayalini ettiği nizamı âlem projesi kadere boyun eğmişti… Serdar KANTIK Yalnızlık Sahi nedir yalnızlık? Kimdir? Bir kadının sevgilisinden ayrıldıktan sonra çevresindeki insanlara söylediği ama aslında; 'şu sıralar boştayım,tekliflere açığım' demek istediği bir kelimemidir? Veya; bir erkeğin tek başına bir evde yaşaması mıdır? Hayır. Yanlış. Yalnızlık içimizdedir. Düşünün; annesi, babası olmayan bir çocuk.O aranızda istemediğiniz, konuşmadığınız,oyunlarınızda sürekli fasulye rolünü oynayan çocuk. Siz kapının önünde anne-babanızın işten cebinde bir çikolata ile gelmesini beklerken, O bir köşeye sinmiş sizin anne babanızın sokağın köşesinde görünür görünmez koşup boyunlarına sarılmalarınızı izleyen çocuk. İşte asıl yalnızlık O çocukta.O, işte benim. Ha üzülmeyin sakın. Acımayın halime. Ben alıştım.Çocukluğumda ki gibi koymuyor artık. Aklıma her geldiklerinde gözlerim dolmuyor istemsizce. İçimde; acı, sevgi, özlem gibi duygulardan zerre yok. Senelerdir içimde kinim ve kızgınlığımla besleyerek yaşattığım tek duygum nefret. Çocukken oyunlarda fasulye yaparlardı beni. Bazen de oturtup kenardan izletirlerdi. Arkadaşım olarak gördüğüm hiçbiri beni görmezdi. Yada görmemezlikten gelirlerdi, bilmiyorum. Aileleri de hiç sevmezlerdi beni. Sanki verem gibi illet bir hastalığın pençesindeymişim ve bu hastalığımı da çocuklarına bulaştıracakmışım gibi; ne zaman çocuklarının yakınında - yöresinde görseler kovarlardı beni. Ama onlara hiç bir zaman kızmadım biliyor musunuz? Ailesinin; annesinin, babasının istemediği bir çocuğu kim ne yapsın diye düşünürdüm hep. İşe bu yüzden kimse bana yalnızlıktan bahsetmesin. Yalnızlık.. Savunmasız bir çocuğun kimsesizliği kadar kutsal olamaz hiç bir zaman. Fatmanur ALACA YASAK MEYVE Aşk neydi? Üzerine ölünebilecek bu duygu da neyin nesiydi böyle? Efsaneleri oluşturan,hayatın en uç noktasındaki bu üç harften oluşan bir illet olmalıydı…Peki ya şairler onlar ne derdi: ateşlenecek içindeki yangın.Söndüremeyeceksin! Şirazi;Aşka uçma kanatların yanar, Mevlana;Aşka uçmadıktan sonra kanatlar neye yarar? Yunus Emre;Aşka vardıktan sonra kanadı kim arar? Demiş.Ne kadar da doğru söylemişler.Sonuçta aşkın mayasıdır acı çekmek ve acı çeke çeke anlarsın bu illeti. Her nefes aldığında kalbinden cayır cayır yanık kokusu alacaksın ki o zaman anlayacaksın kendi durumunu.Oturup sabahlara kadar ağlayacaksın mesela.Hem nefreti hem de özlemi aynı anda yaşayacaksın.Adını her duyduğunda kaçacaksın,saklanacaksın herşeyden.Kavuşamayacağını bile bile umut edeceksin her gece.Göz yaşından ıslanmış yastığına sarılıp buram buram hasret kokan sevgiline sitem edeceksin.Aylarca,yıllarca göremeyecek,göremedikçe de daha çok Hiç bir şeyden zevk alamayacaksın mesela.Her esen rüzgar onu anımsatacak sana.İçine işlediği acıları titreyerek anımsayacaksın.Mantığını alt üst eden bir kudret gözlerini dolduracak.Bazı zamanlar kah gülüp kah ağlayacaksın durumuna.Seneler sürecek bu acı.Artık dünya sana pembe değil siyah gelecek.Dimdik duran ayakların seni taşıyamayacak… Sonra unutacaksın.Yavaş yavaş geçecek bu acı içinden.Hayatına kaldığın yerden devam edeceksin.Kaybettiğin zamanlar gelecek aklına.Üzüleceksin yine.Zamanla gülmeye başlayacaksın.Yeni şeyler yapacaksın hayatında.Mesela yeni eşyalar,yeni arkadaşlar…Bunlar seni mutlu edecek.Ve sonra aynanın karşısına geçip kendi kendine bir söz vereceksin.Bir daha yasak meyveyi asla yemeyeceksin… Ayşenur TUTKUN YARIM KALAN HUZUR Yine yalnızlığıyla hayal dünyasına gelmişti. Yavaşça masasına oturup karşı dolabındaki renkli postitlerine gözü takılmıştı. Neredeyse bütün mutlu,mutsuz olduğu anlarını yazdığı postitleri dolabından alıp yatağına uzanmıştı. Tavanındaki yıldızlarda hafiften tebessüm ediyordu. Hepsini kısa kısa yazmış olmasına rağmen saniyesi saniyesine hepsi aklındaydı. Başlıkları olan ilk önce hayatı yazılı rengarenk postitleri okumaya başladı. KARIŞIK HAYATIM Ben Melinda, 19 yaşındayım. Sanırım hayatımın yarısını uyuyarak yarısını da yazılar yazarak geçiriyorum. Çünkü en mutlu olduğum anlar o zaman. Bazen kafayı yemek üzere oluyorum. Sanki beynime hükmedemiyorum. Hayatımdaki onca acı varken her gün mutlu rolü yapmak zorunda kalıyorum. O kadar yalnız hissediyorum ki kendimi terkedilmiş olmanın verdiği bir duygu sanırım. Birden gelip ansızın giden birinden bahsediyorum. Her şey aniden olup bitmişti. Ondan sonra kimseye güvenim kalmamıştı. Bu yüzden aileme daha da sarıldım. Onların yerini kimselerin doldurmayacağını anlamıştım fakat onlarında yanımda olmaması beni daha da kötü yapmaya başladı. Böyle birşeyler işte.. HASRET Siz hiç bilir misiniz hasreti? Ne acı bir durumdur o. İçin kavrulup yanar sen susarsın. Her gece kimse duymasın diye sessizce ağlarsın. Gözlerinden her akan damla göz yaşı yüreğindeki ateşi söndürecekmiş gibi ama daha da alevlendirir farkına varamazsın. Bağırmak,isyan etmek istersin fakat kime isyan edeceğini bulamazsın. Küçüklüğündeki babanın yanında olmamasına mı isyan edersin yoksa annenin her zorun altından kalkıp hem annelik hem de babalık yapmasına mı? Adalet bu mudur! Sevdiklerinin yanında olmamak mı? Ne kadar acı çeksen de çevrendeki insanlara üzüntünü belli etmemek midir. Baba kokusuna hasretken evden birinin daha ayrılmasını izlemek ne kadar zor kim bilebilir ki. Bu yüzden gülen bir insana mutlu yorumunu yapmak yanlış olur. Sadece rol yapıyor ve kimseye belli etmek istemiyordur. KARANLIKLAR İÇİNDE Hayatımdan bir gün daha gitti. Gecenin zifiri karanlığı üstüme çöktü. Bununla birlikte kendi sessizliğim ve yalnızlığımla kaldım. Yaptığım,yaşadığım iyi-kötü her şey film şeridi gibi gözümün önüne yığıldı. İçimdeki sıkıntılar günyüzüne çıktı. Aslında anlatmak istediklerim kelimelere sığmaz. Anlatsam da kelimeler benim için kifayetsiz kalır. Duymayan birine dünyanın en güzel şarkısını söylemek ne kadar zorsa içimdekileri yansıtmam o kadar zor. Herkes ne kadar yalnızlıktan dese de o eksik. En sevdiğim,değer verdiğim belki de uğruna canımı vereceğim kişi yanımda yok. Aslında bana göre çok yakın.Tam solumda kalbimin en derinliklerinde. Öyle bir an geliyor ki hayal ediyorum onunla yaptıklarımı ve yapmak istediklerimi. Onu düşünürken ne kadar mutlu olduğumu farkediyorum. Kalbim bir kelebeğin kanatları gibi çırpınıp duruyor. İstemsizce tebessüm ediyorum.Kendime geldikten sonra hayalim gerçekleşemediği için diğer tüm hayallerime küsüyorum.Sil baştan yaşamak istiyorum hayatı. Tam mutsuzluğun,karamsarlığın içindeyken hayatıma ansızın tekrar biri giriyor. Kim olduğunu bilmeden,tam olarak tanımadan hayatımın en önemli noktalarından ve benim için birden eşsiz biri oluyor. Her gün her saat vakit geçiriyoruz.Nelerden hoşlandığımı,nefret ettiğimi hatta çayı nasıl içip kaç şeker attığımı bile bilen birisi oluyor. “Tamam,bu beni yarı yolda yalnız bırakmaz“ diyorum. Güvenip inanıyorum. Bundan sonra her gün beni uzun mesajlarıyla uyandırıp yüzümü tebessüm ettirecek bir şekilde güne birlikte başlıyoruz. Hemen kalkıp hazırlandıktan sonra her zaman ki yerimizde buluşup kahvaltı yapıyoruz. Günün nasıl geçtiğini bilmeden,sarılmalarımızla ayrılıyoruz. Her başımı yastığıma koyduğumda bana söyledikleri aklıma geliyor. Mesela öyle güzel hayatım diyor ki, her şey bir yana gitmiş onun hayatı benim hayatım olmuş. Birde beni kıskanmalarını unutmayalım. Beni gözünden sakınıyor. Yani bana öyle hissettirdi. Birde öyle bir bakışı var ki gözlerinin derinliklerinde kaybolur utancımdan kızarsam da bende bakmadan duramıyordum. Hani gençlik yıllarının en güzel çağları aşk derler ya, gerçekten de öyleymiş. Bazılarının hayatını zindana çevirip,o aşkın ateşinde kavurup yakar. Bazılarının ise hayatının neşe kaynağı olup mutluluk saçar. Bende sanırım bu aralar o mutluluk saçanlardanım. Önceden hiç hissetmediğim bir duyguyla da karşı karşıyayım. Aşk diyorlarmış bunun adına.. KORKUYORUM Her şey o kadar ani oluyor ki anlam veremiyorum. Bir bakıyorum yanımda. Ne tam olarak benim diyebiliyorum ne de yokmuş gibi davranabiliyorum. O varken hep mutluyum. Bilmiyorum o yanımdayken içimi öyle bir huzur kaplıyor ki kelimelere sığdıramıyorum.Hep böyle devam etsin istiyorum.Bir gülüşünde,bakışında öyle hayaller kuruyorum ki ben bile inanamıyorum.Ama bazen de bir an geliyor çok korkuyorum. Küçücük yüreğimin bu duyguyu kaldıramamasından,ben bu kadar hayal kurarken hiç birinin gerçekleşmemesinden en önemlisi beni terketmesinden korkuyorum. Bu hislerimi bilsin de istemiyorum. Kısaca ne yapacağımı bilmiyorum. Acaba konuşup anlatsam mı bu hislerimi, cevapları ondadır belki? BÜYÜK GÜN Artık konuşmaya karar verdim. Bugün her zamanki yerimizde,aynı saatte ve büyük ihtimalle aynı masamızda buluşacağız. Karnımda anlamadığım bir ağrı var. Geçer diye umut ediyorum ama buluşma saati yaklaştıkça daha da keskinleşiyor. Aynanın karşısına geçip sürekli kendi kendime konuşuyorum. Cümleleri özenle kurup karşısında rezil olmak istemediğim için fakat her seferinde bocalıyorum. Saate bir bakıyorum ki saat gelmiş artık gitme vakti. Yolda aklımdan binlerce düşünce geçiyor. Ayaklarım zar zor gidiyor buluşma yerine. Bir bakıyorum ki gelmişim.O tam saatinde ve aynı masada oturmuş beni bekliyor. Tereddütle ve hala geçmeyen karnımdaki ağrıyla yavaş adımlarla yanına gittim. Bana o içten gülümsemesiyle ‘merhaba’ dedi. O ana kadar olan bütün ağrılarım düşüncelerim aklımdan uçup gitti.Masamıza oturduktan sonra siparişlerimizi verip uzun bir sohbete başladık. O kadar hararetli konuşuyorduk ki kahvelerimizin gelmesi konuşmamızı yavaşlattı. O kadar samimi davranıyordu ki bana hoşuma gitmiyor değildi. Huzur verici ses tonu vardı. Ayrıca konuşurken gözlerimden gözlerini bir an bile çekmiyordu. O sıra içimden Ahmet Batmanın sözünü söylemeye başladım. “Gözlerin içimi ısıtırken,rüzgarın kahvemi soğutması dileğiyle...“ Sanırım içimden bunları düşünürken dalmış olmalıyım ki ‘Melinda?’ demesiyle bir an irkildim. Bir şey olup olmadığını sorduktan sonra ‘kalkıp biraz gezelim mi?’ Dedim. Olumlu bir tepki verdikten sonra masamızdan kalktık. Nereye gittiğimizi bilmeden yürümeye başladık. Artık konuşmam gerektiğini anlayıp lafa atladım. “ Mert, nasıl başlasam bilmiyorum. Gelirken de kendi kendime baya bir konuştum. Ben artık istemsizce sana bağlanıyorum. Senden gelen bir mesaj beni nasıl mutlu ediyor tahmin edemezsin. Yanı sırada çok korkuyorum. Yanlış birimisin ya da yanlış bir şey mi yapıyorum hiç bir fikrim yok. Fakat sen farkında olmadan bana bir ilaç gibi geliyorsun. Bu duyguyu daha önce kimsede hissetmedim. Sadece hissettim sandım. Bir rüya gibi yaşıyorum. Anonim bir şairin ‘anı yaşa’ sözü gibi anı yaşamak istiyorum. Bu güzel rüyadan da uyanmak istemiyorum..’’ dememe kalmadan Mert lafa atladı. ‘Bu konuşmayı ben sana yapmak istiyordum fakat o cesareti kendimde görmedim. Sen çok özelsin ve benim gibi birini neden istersin diye sürekli düşünüyordum. Ayrıca kaybetmekten de korkuyordum. Sırf bu yüzden sana karşı açılamadım. Affet beni..’ dedi. Aniden nasıl olduysa sarıldık birbirimize. Kimseyi umursamadan, kimin ne dediğine bakmadan sarıldık. Yanında kısa kalıyordum. İyi ki de kısaydım. Kalp atışını ve kokusunu daha rahat hissediyordum. İşte aradığım huzur buydu! Bir süre öyle kaldıktan sonra ayrılıp birbirimize uzun uzun bakıp gülümsedik ve o dakikadan itibaren korktuğum ama çok istediğim şey başıma geldi. El ele yürüdükten sonra beni evime bıraktı. Eve geldiğimde yüzümde saf bir gülümseme vardı. Korktuğum gün nasılda aniden en önemli günüme dönüştü hala anlayamadım.. AŞIRI DOZ MUTLULUK İçimde anlayamadığım bir mutluluk var. Sanki gökyüzünün o güzel maviliklerinde bir kuş gibi özgürüm. Tabi yanımda da sevdiğim kişi var. Birinin bana bu duyguları hissettirebileceğini düşünememiştim. Her gün yanımda beni hiç yalnız bırakmıyor. En önemlisi de hiç sıkılmıyorum onun yanındayken. Bazı zamanlar konuşucak bir şey bulamıyoruz. Sadece bakışıyoruz ve bu bile yetiyor. Ömür boyu yanında olup sussam gitmeyeceğimi biliyorum. Fakat onun için böyle olmamasından endişeleniyorum. Ya hiç beklemediğim anda gider de beni bu duygularımla baş başa bırakırsa? Düşününce içinden çıkamıyorum. Bu yüzden direk telefonuma sarılıp ona mesaj attım. + İyi değilim, konuşabilir miyiz? - İn aşağı geliyorum. Bu mesajıyla beni ne kadar mutlu etti. Hemen aşağı indim. Nefes nefese kalmasına rağmen o içtenliğiyle bana sarıldı. Dünyalar benim oldu, zaman dursun istedim. Böyle kalıp hiç ayrılmamak istedim.. GÜVEN VEREN SARILMALAR Uzun bir süre sonra tekrar yazıyorum. 1 seneyi tamamladık ve çok mutluyum. Hiç bitmesin istiyorum bu rüya. Her gün birlikteyiz. Yemekler yapıyoruz, filmler izliyoruz, istediğimiz gibi eğleniyoruz. Bir ömür böyle gidecek diye umuyorum. Mutluluğumu tarif edicek hiç bir harf,kelime,cümle yok. Ne söyleyesem yanlış olur. Birde sarılmalarımız var. Yüreğimin en ücra köşesinde hissediyorum sıcaklığını. Sadece onda buluyorum bunu.Onun kollarında nefes almadan saatlerce durabilirim.O kadar huzur ve güven verici ki.. Bir bebeğin savunmasızlığı kadar onun yanında da savunmasız hissediyordum kendimi. Bitmesin bu hikayemiz.. ANLAYAMIYORUM Kafayı yemek üzereyim, beynime hükmedemiyorum. Sanki bana profesyonel bir şekilde işkence uyguluyor. Onun yanında ona hasret kalmak istemiyorum artık. Sanki kangren olmuş bir bacağı santim santim keser gibi böyle bir acı. Ya iyileştirirsin ya da kökten kesersin ve biter. O ikisini de yapmıyor. 1 haftadır bir şeyler oluyor ve anlam veremiyorum. Bugün tekrardan buluştuk. Her zaman ki gibi özenle hazırlanıp yanına gittim. Konuşurken ne bir tebessüm ediyordu ne de gözlerime bakıyordu. Ben konuşmaya çalıştıkça kendini çekiyor ve kısa kesip atıyordu. İyice endişenlenmeye başladım. Boğazımda bir şey düğümlendi ve korktuğum şey başıma gelecekti. Tutamadım kendimi konuşmaya atladım. + Neyin var Mert? - Melinda.. +Birşey mi oluyor, meraklandırmasana beni. - Nasıl söyleyeceğim bilmiyorum ama olmuyor artık. Yapamıyoruz biz. Ve ağzından hiç duymak istemediğim cümleler dökülüyordu. Bir an durdum oda beni seyretti öylece. Ne yapacağımı düşünemiyordum. Elimden sadece cevap vermek geldi. + Seni anlayamıyorum. 1 hafta öncesine kadar mutluydun. Bana hep yanındayım diyen sen değil miydin? 1 yılımızı boşuna heba ediyorsun. Bana neden veremeyeceğin sözler tuttun o zaman. Neden yaptın bize bunu mert? Cevapsız kaldı sorularım. Kendine iyi bak diyerek gitti buluştuğumuz yerden. . İNANMAK İSTEMİYORUM Arkada kalmak gitmekten daha da zormuş. Bunu hayat her seferinde bana acı çektire çektire anlatıyor. Her konuda arkada kalan oluyorum. Terk ediliyorum. Küçücük bir kızken ailem tarafından şimdide aşık olduğum adam tarafından. Hayat yine yapıyor yapacağını bana karşı. Farklı zamanlarda benzer şeyler gösteriyor. Hiç birinede inanmak istemiyorum. Genelde sürekli üzülen ben oluyorum. İstemsizce akıyor gözyaşlarım. Bir yandan yaşadıklarımı unutmak istiyorum ama hatıralar peşimi bırakmıyor. Bi yanımda unutma diyor. O güzel günleri boşa sayma. Bunca olan şeye rağmen hala ben onu bekliyorum. Gidişini kabullenmek istemiyorum. Arkasına bakmayanın ardında bıraktığı oluyorum. Şuana kadar tek yanımda olan kişi annem. O kalbindeki saflığı ve mutluluğu yüzüne vuruyor. Her bana gülüşünde içimi ayrı bir huzur kaplıyor. Mesela yağmur yağdıktan sonra etrafa yayılan toprak kokusu gibi ya da yağmurdan sonra bulutların arkasındaki güneşin aralanmış ve o gökkuşağının birbirinden güzel renkleri gibi. Demek istediğim aslında ‘Seni bırakmam ,her zaman yanındayım’ sözüne güvenip inandığım kişidir annem. Ben annemden sonra ona inanmak istedim ama yanılmışım. Annem gibi olamaz kimse bunu anladım. EKSİK KALAN SOL YANIM Elimde sıcacık kahve, üstümde hala teninin sıcaklığını taşıyan ceketin oturuyorum yıldızlara doğru. Yokluğunun soğukluğu ne yapsam da geçmiyor, geçiremiyorum. Şimdi yanında olmak, sana sarılıp kokunu içime çekmek varken ben burada oturup kalmış hayallerimi seninle süslüyorum. Rüzgarın her esintisi yüzüme vurdukça gözümden süzülen yaşlar gittikçe çoğalıyor. Bir şey yapmak istiyorum fakat sadece istemem yetmiyor. Elim kolum bağlı seni bekliyorum. Beklemek hem acı hem de zevk veriyor. Neden mi? Çünkü ; beklediğim kişi sensin. Beklemek ne kadar zor olsa da, sessiz çığlıklarımla gelmeni bekliyorum. Nasılda yağmur yağıyor duyuyor musun? Ben burada sana ağlarken gökyüzü de bana ağlıyor. Şimşeklerini çakıyor ,sanki bir şey anlatmak ister gibi. Mesela artık gelmeni, çok mutlu olacağımızı ve hiç ayrılmayacağımızı anlatıyor. Bak ne güzelde söyledi. Kendini özletmede gel artık. Gel de sımsıkı sarılalım, kokunu çekeyim içime.Elmacık kemiğimi de çok severdin.Hep güldürmek istiyorum diye sen demez miydin bana? Hem öpersin tekrardan,aynı duyguları yaşatırsın bize.. SENSİZLİK Senden vazgeçeli aylar olsa da unutmam mümkünatsız. Çözemediğim bir şeyler var sende, hiç bir dilde tarifi olmayan.. Kalbim gelmeni istesede beynim hazmedemiyor gelecek olmanı. Aslında farkında gelmeyeceğinin kalbim artık üzülsün istemiyor. Seni düşünmekten, her anımızı saniye saniye hatırlamaktan yoruluyorum. Bu yüzden sensizlik her gece beynimi linç ediyor. Sensizlikten boğuluyorum derken içinden sıyrılıveriyorum. Tam her şey iyi derken seni hatırlatacak bir şeyler oluyor. Ve tekrar boğuluyorum. Aslında çok garip değil mi? Beni kurtaracak olan da sensin, boğacak olanda.. TÜKENEN SEVDA Geleceksen de gelme artık. Ne kendini ne de beni tekrar kandırma. Oysa ki hiç sevmedin beni, hiç sahiplenmedin de. Bütün mutluluğumuz bir yalan üstüne kuruluymuş. Bunu farkedeli geç olsa da yavaş yavaş anlıyorum artık. Aslında sana teşekkür ediyorum. Kapanan gözlerimi tekrardan açtın. Ailesi terkedip giden bir kızı sen nasıl da terketmessin. Bu saatten sonra ne mutlu olabilirim ne de birine güvenebilirim. İyi mi kötü mü bilmiyorum. Hazır olamam mutlu olmaya. Kendimi o kadar güçsüz ve çaresiz hissediyorum ki canım çok yanıyor. Benden bu kadar çabuk vazgeçebilen kişiden nasıl oluyor da vazgeçemiyorum. Gün geçtikçe çaresi bulunmayan hastalık gibi büyüyorsun içimde bense onu kapatmaya çalıyorum. Nasıl olucak bilmiyorum.. SON SATIRLAR Bu son yazışım artık. Yazdıkça kendimi durduramıyorum. Yazdıklarımı da yırtıp atamıyorum. Diyordum ya ilk başta korkuyorum diye ne kadar da haklıymışım. Rüyadan uyanıp kabus olan hayatıma geri döndüm. Yine yalnız kaldım. Beni kim toplayacak artık hiç bir fikrim yok. Ailem desem kendileri dağılmış bana yararları olmaz. Arkadaşım,dostum dediğim insanlar arkamdan iş çevirir olmuş. Bundan sonra yok kimseye güvenmek. Hayatta 1 adama tapar gibi sevmiştim. Oda kıymetli babam. Nerde diye sorarsanız uzakta hem de çok uzakta. Diğeri de sen oldun. Sen yakınımdayken bana uzak kaldın. En acı olanda buydu zaten. Ama bu kağıtları yakarken sana olan sevgimi de, kızgınlığımı da yakıp atacağım. Sana dair geleceğime tek bir şey bile kalmayacak. Bunu derken her ne kadar inanamasam da kendime, mutluluğum için yapmalıyım. Mutluluğumuz için neler yaptıysam kendim için birazını göstermeliyim bunun. Kendine iyi bakmayı unutma, tek bir kelimeye sığdırıyorum artık yaşananları, Hoşçakal.. Ve artık postitlerini bitiren Melinda yüzünde değişik bir ifadeyle gülmeye başladı. Bunların üstünden 2 yıl geçmiş fakat duygularını yeniden yaşar gibi olmuştu. Aslında o hiç unutmamıştı. Kalbinin derinliklerinde saklıydı. Daha fazla acı çekmemek ve hatırlamamak için renkli postitlerini dolabına bırakıp, uykuya daldı.. Miray KABAY SEVGİLİ GÜNLÜK Hatırlıyorum, onunla geçirdiğim bir gündü. Ama ikimizde bilmiyorduk bu görüşmemizin son görüşmemiz olduğunu. Oturduğumuz yerde saatlerce dinlemiştim anlattıklarını. Rüzgara karışan parfümü geliyordu burnuma, yeşilin tonu uçsuz bucaksız bir uçurumdu gözleri. Ve ben onun en çok kirpiklerini severdim. 5 saniyelik bir bakışından sonra hiç düşünmeden sarıldım ona, öyle sıkı sarıldım ki kemiklerini kıracaktım. Özlemiştim sanki bıraksam bir kuş gibi uçup gidecekti ellerimden ama olan buya bir an önce anlatmalıydım hislerimi.Konuşmaya başlardım. Benim sayfalara sığdıramadığım cümlelerim varken o susuyordu olur mu hiç? İnsan sustuklarının da hesabını vermeli. Çaresiz bir çocuk gibi ağlamaya başlamıştım, yanaklarımdan öylece süzülüp gidiyordu dağılan hayallerim. Elleriyle yüzüme dokunup siliyordu göz yaşlarımı, yalandan biraz hüznü vardı. Ama ben her şeyi anlamıştım. Bir oluru yok gidiyordu işte oysa ben onu hiç gitmeyecekmiş gibi sevmiştim. Hayat ‘senin için tasarlanmış bir yer değil ki; Bazen çok yalnız kaldım bazen üçer beşer hayatıma girmeye çalışanlar oldu. Bunun bir orta noktası yoktu işte öyle biri girmişti ki hayatıma gülüşünle aşkı bulmuştum, yanağındaki küçük bir gamze bile etkilenmişti beni, yanındayken unutuyordum her şeyi onun yerine bir başkası gelse de, doldurmuyordu bendeki yerini sesi onun gibi değil, onun gibi gülmüyor mesela, onun gibi bakmıyor. Ayrılığın acısını oluklarına kadar yaşıyorsun. Ama o gelmiyor... Oysa sen onu gelmeyeceği zamanlarda da seviyorsun. Geceleri başına yastığına koyduğunda, bir şarkının nakaratında, yolda yürürken, kahve içerken, sigaranı yaktığında bir anda geliveriyor işte. Hiç üşenmeden düşünüyorsun onu saatlerce. İyi, kötü, güzel, çirkin, ne yaşadıysanız gözünün önünden film şeridi gibi geçiyor. Doğanın güzelliği göremeyecek kadar kör, pamuk şeker yiyen çocukların sesleri, kuşların cıvıltısını duyamayacak kadar sağır oluyor insan, oluyor insan, o an zaman duruyor ve kara bulutlar kaplıyor etrafınızı, hiç bir şeyin farkında değilken bile en sevdiğiniz şarkının sözleri ağzınızı doluveriyor. Elinizde soğumuş bir kahve gözlerinizi dikip dalıyorsunuz öyle maviliklere.. Annesini kaybetmiş çaresiz gözlerle bakan bir çocuk gibi bekliyorsunuz 4 duvar kuytularda. Dönerse severim dönmezse yine severim dercesine.. Nereye gittiğinizi bilmeden öylece yürüyorsunuz. Yanınızdan insanlar,hatıralar; yıllar geçiyor. Aslında bir bakıma, seyrediyorsunuz yok oluşunuzu. Ayrılığın her saniye yaşarken diğer sevdiklerinizi ihmal ediyorsunuz giderek dibe vuruyorsunuz.. Çırpınmaya çalıştıkça bakmak nedir siz bilir misiniz? Karanlıkta kaybolmak, kendi içinde boğulmak, hissettikleriniz anlatamamak.. Konuşacak kimseniz kalmıyor. Sizi anladıklarınıı sansalar da aslında anlamıyorlar. Sonra kendinle konuşmaya başlıyorsun. Nedir seni bu hale getiren? Neyin peşindeydi bu katil? Başından geçenleri bir bir anlatıyorsun ruhuna, anlatamadıklarını işliyorsun hafızama.. Kendini berbat hissediyor hatta yediğiniz yemekten tat bile alamıyorsunuz. Hayat onsuz ne kadarda en anlamsız öyle değil mi? Ne garip; kendini bile düşünmeyen bir erkeğin sizin hayatınız mahvetmesi.. Sonunun ne olacağını bile bile yürüyorsun ya bu yolda, seviyorsun ya hani taparcasına.. İşte bunun adı ‘aşk’. Herkes yaşayamaz bu hissi içten. Öyle deli gibi sevemez. Kimi beğendiği kişiye aşık olur, kimi güzelliğine, kimi huylarına kimi ise gününü geçirdiği kişiye.. Adı aşk ya sözde. Ama ben öyle bir aşık olmuştum ki boydan boya köprücük kemiklerinden parmak uçlarına kadar . Durumlar böyle işte sevgili günlük hissetiklerimi yazarken kendimi kaybediyorum bazen saatte 2yi geçiyor yatsam iyi olacak galiba, iyi geceler. Günaydın sevgili günlük; her seferinde acısını yaşayacağım bir güne daha başlıyorum. Bu sabah yine annem uyandırdı beni. Perdeden yansıyan güneş yüzüme vururken bakıyordum camda öyle, herkes ne kadarda neşeli, ne kadarda mutlu konuşacak o kadar çok şeyleri var ki anlata anlata bitiremiyorlar. Ben bu kadar mutsuzken nedir bu insanları güldüren? Kafamdaki sorulara anlam veremeden kahvaltıya oturuyorum. İştahım yok. Gözüm dalıyor düşünürken. Annem anlıyor aslında bu hüznümü, boş bakan gözlerle anlatmak istemesem de kelimeler dökülüyor ağzımdan bir anda kendimi ağlarken buluyorum. Ağlasam da biraz içimi açmak iyi geliyor. Toparlanıp okula geldiğimde sanki herkes bana bakıyor, herkes beni konuşuyor içimdeki hüznün yüzüme vurduğunu düşünüp lavaboya gidiyorum yüzüme birkaç kez su çarptıktan sonra azda olsa kendime geliyorum. Herkes mutlu, sanki acıyan gözlerle bakıyorlar bana oysa aşk kötü bir şey değil ki; birini tüm duygularınla yaşı,boyu,kilosu umrunda olmadan seviyorsun.. Oturduğum sıradan izliyorum insanları, birlikte olmak istemediğim bir sürü insanla bir araya geldiğim yerde kalıyorum günlerce, bu daha çok canımı sıkıyor. Mutsuzluğum öyle çok yüzüne vurmuş ki soran sorana. Bedenimle ruhum arasında geçen bir savaş bu aslında. Yine yaşadığım günden bir şey anlamadan ve yorucu bir günün ardından eve dönüyorum. Sonunda evdeyim kendimi huzurlu hissettiğim tek yer burası.. Yatağa uzanıyorum düşüncelerim hep aynı, kalkıp koltuğuma oturuyorum yine sen, bazen pencereden bakıyorum. Cama vuran yağmur damlalarının sesinde seni arıyorum. Sadece bedenim değil ruhum arıyor, gözlerim arıyor, ilk baktığım yerde görmek istiyorum seni. Balkona çıkıyorum gözyaşlarımla karışmış yağmur damlaları süzülüp gidiyor yüzümden.. Başucumda yokluğunun korkusu, hafızama işleyen saat tiktakları bırakmıyor peşimi. Kabuslarla uyandığım uykular, seni görmemek için döndüğüm ilk sokaklar, yalnız yürüdüğüm kaldırımlardı aslında hayatım. Öyle zor ki yokluğunda savaşmak gözlerimi kapattıkça seni görüyorum açtıkça ağlıyorum. Şimdi her gece şairim ben yazılar yazıyorum gidişinin ardından.. Bir çocuk öldü bu akşam içimde, giderken huzurumu, mutluluğumu, benliğimi, gamzelerimi de götürdün bir çocuk öldürdün bu akşam içimde cesedini sürüklüyorum gittiğim her yere.. Merve BEYAZIT HUZUR Aylardır süren hasret sonunda bitmişti. Şuan karşımdaydı, bana doğru koşuyordu. Yüzüne gelen güneşten dolayı gözlerini kısmıştı. Yumuşak teniyle sarıldı bana. İnsana huzur veren bakışı güvende hissetmemi sağlıyordu. Yanındayken hiçbirseyi gözüm görmüyordu. Oturdu karşıma, o huzur veren bakışıyla, tatlı konuşmasıyla, yanaklarını şişire şişire konuşuyordu. Hiç birini dinlemiyordum, o karşımdayken yapamazdım. Biran durdu. Bir şey oldu sanmıştım. Ama bana duymayı ondan sevdiğim o iki kelime dökülmüştü ağzından “seni seviyorum”. Bir lafıyla kitlemişti beni kendine. Sanki hep beni sevecek gibi içten, derinden söylemişti. 2 gün sonra buluşmak için sözleşmiştik. Ve o gün bugündü. İlk buluşmanın heyecanı üzerimdeydi hala, titrek bedenim bunu hissettiriyordu bana. Yerimize benden önce gelmiş, tatlı gülüşüyle ayakta karşıladı beni. Yumuşak teniyle ellerimi tuttu.Ellerinin arasında kaybolmuştu ellerim. Pamuk gibi göğsüne yattım, sesi çıkmadı. Sanırım huzura yatmaktı bunun adı. 1-2 saat öyle kaldım. Küçüçük bebeğin bakışıyla bakıyordum, güneş gibi parlayan gözlerine. Huzur dolu bakışı mutlu ediyordu beni. Sanki o bakışta seni tanıyan bir ben varım diyordu. Mutluluktan ayaklarım tutulmuştu. Ne yazık ki ayrılma vakti gelmişti.Eve kadar bana eşlik etti. Yolda eleleydik, bulutlardaydım. Zaman sanki çok hızlı geçmişti. Tek başımayken bitmek bilmeyen yol, onunlayken 10 dakika gibiydi. Kocaman sarıldı bana, kocaman öptü, kollarındayken uçuyor gibiydim. Evden içeri uça uça girmiştim. Yüzümdeki gülümseme annemin dikkatini çekmiş olacak ki hemen yanıma odaya gelmişti. Şaşkınlıktan ilk defa anlatmıştım anneme hayatımın anlamı dediğim insanı, ilk defa çok seviyorum anne diyerek ağlamıştım. İlk defa kadar çok korkuyordum, çünkü bir gün herkes giderdi. Annemin kocaman sarılmasıyla olduğumdan bile daha iyi olmuştum. Yakınlarına mutlu olduğun anları, ayaklarının yerden kesildiği zamanları anlatmak kadar rahatlatıcı başka bir şey olamazdı. Uzunca bir konuşmadan sonra babamın “hanımlar artık yanıma gelseniz” lafıyla gülüşmüştük annemle. Ailecek güzel bir akşamdan sonra yine benim dünyam dediğim yere, kapıdan girdiğinde alçalmaya başlayan ve pencere hizasının en alt noktasıyla, tavanı önce insanın içini karartsa da daha sonradan her gencin hayali olan çatı katı odam. Yatağıma uzanıp bugünü tekrar tekrar yaşatıyordum gözlerimin önünde.Öyle mutluydum ki her günümün onunla geçmesini diliyordum. O kadar çok özlemiştim ki yanımda hissediyordum nefesini.Bu aşktan öte bir şeydi. Ne hissettiğim belliydi hiç durmadan yürüyordum yanında. Mutluluk, heyecan, sabırsızlık bir bakımdan da endişeydi benimki. Kokusu hala burnumun direğinde bitiyordu. Sanki elleriyle sarıyordu belimi. Korkmuyordum artık, ruhu yanımdaydı. Delice güven vardı ona karşı içimde. Hissettiklerini, düşüncelerini duyabiliyordum. Kulağıma fısıldayan sesi yalnız bırakmıyordu beni. Yalnız değildim ben, o vardı. Ruhu benliğimle bütünleşmişti. Ben değildim, o değildi bizdik. Çok bağlanmıştım ona, her an o her gün o. Bi ona bağlandım ben böyle, hep başına bir sey gelirse ne yaparım korkusuyla yaşıyorum. Bir benleyken ona birsey olmaz diyorum. Sen aşkların en güzeli, biz ise yağmur sonrası kokan toprak gibiyiz. Yüreğimde taşıyorum seni, kocaman seviyorum. Kokunu içime çekiyorum , huzura doyuyorum buram buram.Sevgilerle şiir kokulu adam… Merve KARAKAYA Ecdada Mektup Biliyorum ki benim için şuan her şeyden daha önemli. Hiçbir şeyin şu dakikadan sonra, bir anlamı yok. Ne yarınki yazılı sınavımdan nede tuttuğum takımın en önemli maçından. Hiçbirinin kıymeti onunla değerlendirilemez. Şu an her şeyden daha kıymetli. Günlük yaşamda yaptıklarımızdan daha önemli. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Günlük yaşamda hiç yapmadıklarımızdan. Sadece okul sıralarında sizi, duyduklarımızdan. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Size borcumu nasıl ödeyebilirim diye. Uğrunda öldüğünüz değerlerin kıymetini, nasıl anlayabilirim diye. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Sizin o acılarınızı hissedebilir miyim diye. Sizin için kalem oynatan bu eller acaba, düşmana kurşun sıkabilir mi diye. Acaba Ulubatlı Hasan olup surlara bayrağı, ben dikebilir miyim diye. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Sizleri yazarken gözlerim, kan çanağına dönsün diye. Denizlerde savaşan leventlerimiz nasıl boğularak şehit oldular ise, acaba bende sizleri yazarken, kendi gözyaşlarım da boğulabilir miyim diye. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Vurulduğunuz o anların acısını yüreğimde hissedebilir miyim diye. Yunanlıları denize döktüğünüz sevincin, papanın size yalvarmasının gururunu, bedenimde hissedebilir miyim diye. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Unutturulmak istenen sizlerin kıymeti, yüreğimde daha net anlaşılsın diye. Yazıyorum bunları çünkü varlığım sizlerin sayesinde. Ecdadım Türkün adını her yere duyurmuş diye. Bizlere büyük bir tarih zenginliği bırakmış diye. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Bu toprakları kanla aldığınızı ve yine kanla ödeneceğini kalbime asla unutturmamalıyım diye. Şehit torunu olduğumuzu herkese anlatacağımdan, emin olabilirsiniz diye. Ey şehit ecdadım. Mezarınızdan kalkıp aniden karşıma çıksanız, ayaklarınıza kapanıp hüngür hüngür ağlardım. Ey Sarıkamış’ta donarak şehit olan ecdadım. Dünyaya ayak bassanız sizleri hemen aramaya koyulurdum. Evimde bulunan kaliteli ayakkabılarımı, sizleri sıcacık tutacak kazaklarımı tereddüt etmeden size verirdim. Ey ecdadım. İmkânım olsaydı maziye gitmek isterdim. Yaşadığım şu bolluk hayatını bırakıp sizlerin yanlarınıza dönmek isterdim. Çünkü yerini ve zamanını bildiğim Moğol ve ermeni zulümlerinden sizleri kurtarmak isterdim. Ninelerimin namusuna göz dikenin gözlerini oymak isterdim. Azak kalesindeki 500 Osmanlı yiğidinden birisi olup deli Pedronun yüz binlik ordusuna 64 gün direnmek isterdim. Cesur olmak, vatanseverlik, kardeşçe yaşama, kimseye kin ve nefret beslememe gibi yitirdiğimiz değerleri, sizlerin sayesinde öğrenmek isterdim. Yaşadığımız bu zamanda insanlığın ne demek olduğunu bilmeyenlere, sizleri göstermek isterdim. Anne babasını sokaklara terk edene ibretlik olsun diye hasta annesini sırtında taşıyan bir ecdadımızın olduğunu göstermek isterdim. Kavga etseler de karısını asla öldürmeyen bir dedelerimizin olduğunu, sevdiklerinin kalplerini kırmamak için dikkatli davranmaya çalışan bir geçmişimizin olduğunu herkese göstermek isterdim. Birilerine yardım yapıldığını göstermek için herkesin önünde alkış tutulmadığı, gece karanlığında kapıların önlerine yardımların bırakıldığı, her mahallede sadaka taşlarının olduğunu ve ihtiyacı olanların ihtiyacı kadar para aldığı, yoldan bir bayan geçtiğinde ona bakmayanın ancak bir Türk olabileceği bilinen bir ecdadımızın olduğunu, 21.yy insanımıza göstermek isterdim. İmkânın olsaydı yaşadığım bu bolluk hayatını bırakıp sizlerin zamanınızda doğmak isterdim. Yeryüzüne geldiğimiz bu hayatın kıymetini daha iyi anlayabileyim diye. Türk topraklarını nene hatunla aynı cephede savunma şerefine, erişebileyim diye. Abdestsiz asla yere basmayan, bir kere gördüğü insanı asla unutmayan ve kendisi bir dahi olan Sultan II. Abdülhamid'in, uyuması için kendisine ayrılan odanın duvarında kuranı kerim asılı diye sabaha kadar uyumayan Osman Gazinin, Hz. Peygamber çölü yaya yürürken ben nasıl atıma binerim diyen Yavuz Sultan Selimin, gemileri karadan yürüten, Roma'yı almaya geleceğini düşünen Papayı korkusundan kaçmayı planlatan ve ancak ölümü Avrupa’yı sevindiren Fatih Sultan Mehmet’in, yabancıların esirinde olmayı göze almayıp cumhuriyeti kurarak tüm esir halklara örnek olmasını sağlayan Atatürk ve silah arkadaşlarının zamanında yaşayarak o anlara şahit olmak isterdim. Allahtan bir dileğim olsaydı ecdadımla beraber düşmanla savaşıp bu toprakların kanımla sulanmasını isterdim. Sadece ve sadece sizler gibi şehit olmak isterdim. Ey Türkün adını her yere duyuran ecdadım. Biliyorum içimi döktüğüm bu mektubu, sizler okuyamayacaksınız. Bizim sizler için neler yapıp yapmadığımızı bilemeyeceksiniz. Sizlere ne kadar değer verdiğimizi tespit edemeyeceksiniz. Ancak inandığım tek şey var ki sizler sadece Anadolu da değil, Kırımda, Kuzey Afrika’da, Hint Okyanusunda, Viyana’da, Atlas Okyanusunda ve başka başka yerlerde yaklaşık 24 milyon kilometre karede düşmanla savaştınız ve şehit oldunuz. Bu yerlerde ve bu savaşlarda savaşanlar sadece Türkler değildi. Herkes bir dava için savaşmıştı. Hepsi Osmanlı, hepsi Selçuklu, hepsi Gazneli, hepsi Göktürklü, hepsi Memluklu devletinin birer bireyleriydiler. Ne olursa olsun sizin bunca yaptıklarınız her şeye bizler değer vermeliyiz. Sizlere Kırım'da, Yemen'de, Tunus'ta, Plevne'de, Belgrat'ta, Kafkas Dağları'nda ve diğer yerlerde şehitlikler yapmalıyız. Sizleri unutmadığımızı göstermeliyiz. Bu yazdıklarımı hissedemeyebilirsiniz ama o anıtları yapınca sizlere değer verildiğini anlayabilirsiniz. Mehmet Akif’in güzel bir sözü vardır: Sanma ki ecdadın asırlarca uyudu, Yoksa nereden bulacaktın eldeki yurdu. Serdar KANTIK DELİ HALİL Sabahın köründe uyanmıs olduğu için gözleri şişmiş olan Halil, sanki insanlığa meydan okurmuscasına esnedi. Ellerini havaya kaldırıp gerindiği bir esnada annesi tarafından atılan yastığın karnına gelmesiyle ellerini asağıya indirdi. Çift karakterliydi Halil, henüz yeni uyandığından diğer ihsan harekete geçmemişti. Gözleri yarı baygın annesine baktı ve ''Zaten erken kalkmamın negatifliği üstümde, içimdeki diğer ihsan uyanmadan çık odamdan dediğinde adete ihsanın odasından fırladı ve kendini evin dar koridoruna zor attı. Yataktan kalkıp doğruldu,açık olan odanın penceresinden önce ufka sonra aşağı eğilerek baktı. Henüz çok erken olmasına rağmen mahallenin küçük çocukları yol kenarında bir şeyler yapmaktaydılar. Bir anda Halil'in o kulakları sağır edercesine yüksek sesli bağırtısıyla sağa sola kaçışmaya başladılar. Halil, ailesinin onun dahi bir çocuk olmadığının anladığında 9,tipsizin teki olduğunda 13, liseyi ikinci sınıfta terk ettiğinde 15, girdiği ilk işten kavga edip ayrıldığında 17 yaşındaydı. ''ben böyle çocukların..'' diye kendi kendine homurdandı. Kıyafetlerini giydikten sonra annesinin ''oğlum kahvaltın hazır gel bir şeyler atıştır'' lafına aldırmadan sokağa çıktı. Yolda kendi halinde takılan kediye bir tekme savurdu. kedi, can havliyle kendini kaldırıma, oradan bahçe duvarının tepesine zor attı. O sırada 'patateess, soğuaaannn.. Üç kilo bi milyoouunn' diyerek zerzevat satmaya çalısan adama sataştı. Seyyar arabasını itmeye başladı. Hop demeye kalmadan arabanın denegesı bozuldu. araba yaklasık 45 kilogram patates-soğanla birlikte usulca devrildi. adam çok sinirlendi. Adeta gözleri yuvalarından fırlamış, suratı mosmor kesilmişti. Küfürlerle karışık bağırtıları duyan ahali, Halil'in yardımına yetişmiş ve Halil'i adamın elinden almıştı. Gözüne okkalı bir yumruk yiyen Halil korkudan zangır zangır titriyordu. Mahallenin yardımıyla zerzevatını toplatıktan sonra adam tekrar yoluna koyulmuştu. Komşuları Sabrıye Hanım Halil'in yüzüne su çaldı ve gözüne sıcak bir su koyması için evine davet etti. Sabriye hanımı kaba bir şekilde iten Halil evine doğru koşmaya başladı. Canı yanmıştı Halil'in, tıpkı yaktığı canlar gibi.Halil evine gelip kapıya dayandı ve adeta koç bası gibi 'güm, güümm' diye yumruklama başladı. Annesi telaşlı bir şekilde ne olduğunu bilmeden açtı kapıyı.Karşısındaki oğlunun gömleğinin üstten üç düğmesi kopuk, rengi sapsarı ve güzünü mosmor gürünce yere yığıldı. Ana yüreği iste, dayanır mı hiç ? Halil yere düşen anasına aldırmadan üstünden atladı ve salonda divanda duran kahverengi, gül işlemeli ve üzeri dantel süslemiş olan eski sandığa yöneldi. sandığı açtı ve kurcalamaya, içindeki çeğizlerı savurmaya başlamıştı. Halil ne arıyordu? Aradığı neydi? Yoksa bir silah mıydı ? Kibirine kapılıp acaba o korkunç günahımı işleyecekti? Evet, Halil dede yadigarı olan beyaz bir mendile sarılmış olan silahı usulca açıyordu. Hiç alışık değildi, ürkmüştü de. Mendilden usulca sıyrılan silah, güzelce parlatılmış mat bir gri renge sahipti. Ve o artık Halil'in elindeydi. Halil kafaya koymuştu. intikamını alacaktı. ve bu intikamı acı olacaktı. Çünkü Halil kendince mahalle ortasında dayak yiyerek namını ayaklar altına düşünüyordu. ve namını tekrar yüceltmek için o zerzavatçıyı vurmalıydı. evet vurmalıydı.Halil bir hışımla çıktı odadan.kapı önünde yarı baygın olan annesi Halil'in elindeki silahı görünce kalan dermanıyla ayağından tutup mani olmak istedi,ancak başaramadı. Halil dayak yediği sokağa ardından zerzevatçının gittiği yola doğru son gücüyle koşmaya başladı. gören mahalleli Halil'in bu koşuşuna anlam veremeyip Halil'in çok büyük bır yanlışa emin adımlarla koşup gittiğini bilemediler. Yasadığı olay nedeniyle morali bozuk olan zerzevatçı, satışı erken bitirmiş eve giriyordu. Halil 100m uzaktan zerzevatçının arabasıyla birlikte trafonun yanındaki eve girmek üzere olduğunu gördü. kalan gücüyle koşmaya başladı. zerzevatçı arabasını garaja bırakmış, tam eve girerken yakaladı : - duur!! diye baıırdı. zerzevatçı anlam veremediği bu sese dondu ve donup kaldı.şimdiyse onun suratı sapsarıydı. Halil ise yüzünde haince bir şırıtış vardı. dede yadigarı olan silahı doğrultmuş tetiği çekmişti. zerzevatçıyı kapıda karşılayan karısı diz çökmüş ağlıyor, ancak olanlara anlam veremiyordu. kim neden yapar bunu ? işte bu soruların cevabını zerzevatçıdan bekliyor ancak onun ağzını bıçak açmıyordu. henüz 4 yasında olan oğlu babasını ayağına sarılmış olanlara anlam veremeyip o saf yüreğiyle sadece izliyordu. zerzevatçıda yalvaran gözlerle boynu bükük, ellerini sanki' yapma, ne olur yapma, indir o silahı ' dercesine kaldırmıştı. Halil daha kibirlenmiş bu manzara hoşuna gitmişti ve kendini daha güçlü hissetmişti. Arkasında duran çöpte ekmek arayan köpek, bir kedi görünce ard arda birkaç defa havladı.. Halil korkmuştu ve olan olmuştu. Halil o kurkuyla çekili olan tetiği ateşledi ve zerzevatçıyı tam kalbinden vurdu. Halil zerzevatçıyı yere yığıldığını gördüğü gibi kaçmaya, koşmaya başladı. Son gücüyle, kalan dermanıyla, nereye gittiğini bilmeden, sadece koşuyordu. Halil'in nefesi kesilmiş, gücü tükenmiş ve bayılmıştı. Gözünü açtığında karakoldaydı ve 25 seneden yargılanacaktı, zerzevatçının olay yerinde hayata gözlerini yumduğunu, karısını dul, oğlunu yetim bırakmasına yetim olan halinin haberini alan anası, kalbine yenik düşmüş ve oracıkta can vermisti. Halil her seyini kaybetmişti.Gelmiş geçmiş tüm yaratıklar içinde insanoğlu en tiksindirici olanıdır. Acıyı bilmesine rağmen sırf zevki için acı veren tek yaratıktır. Oğuzhan YOLCU -SİYAHIN UMUT TONLARIHer zaman ki sokaklarında buluşmuşlardı.Her zaman ki sokaklarında buluşmuşlardı. Her zaman ki çıkmaz sokaklarında. Bu sokak öyle her sokağa benzemezdi. Uzun bir yolun en uç noktasında ki dönemeçte başlayan ama çıkmazı olmayan, apartmanların arka cephelerini gören, köprü altı, dar ve izbe bir sokaktı bu. Onlar her buluştuklarında sokağın girişinde oyun oynayan çocuklar olurdu mutlaka. Birlikte sağ taraftaki taş kaldırımda otururlardı bütün gün. Kaldırımda duran ve kim bilir hangi kimsesizin geceleri evi olan eski bir bank onlarında gündüzleri evi olurdu. Sokağın girişinde oyunlar oynayan minik bedenlerden çıkan melodik cıvıltılar onların huzur şarkıları olurdu hep. Ama o gün kimsecikler yoktu görünürde. Sokağın üstündeki köprüden geçen arabaların kimi zaman duyulan ani fren sesleri dışında ortalık sessiz ve sakindi. Adam susuyordu. Kadın bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Ama sormaya da korkuyordu. Sessizce beklemeyi tercih edip oturduğu bankta sağ ayağını sallamaya başladı. Bir ileri.. Bir geri.. Adam az sonra yerden kaldırdığı bakışlarını karşılarında duran köprünün soğuk, boyası atmış duvarına çevirdi. Kadın bir süre daha bekledi.Adam yavaş hareketlerle paketinden çekip çıkardığı sigarasını özenle iki dudağının arasına yerleştirdi ve sakince yakıp,ilk nefesini çekti içine.Kadın hala kendisini izliyordu.Ah, Ne de güzel bir adamdı karşısında oturan adam.Sigara içişlerinden bile seviyordu.Saçları,yüzü,bulutsu gözleri, sağ yanağındaki gamzeyi andıran minik çukuru.Ne zaman baksa sevdiği adama o kadar dikkatli ve uzun bakardı ki, ezberlemek isterdi yüzünün her bir kıvrımını.Fakat artık tahammül edemiyordu. Daha ne kadar susacaktı? Daha ne kadar içini yakacaktı adamın bu gergin nefes alış verişleri? Nihayetinde dayanamayıp sesinde ki korku ve endişenin belli olmaması için tanrıya yalvarırken tiz bir şekilde çıkan sesiyle ‘’neyin var’’ diyebildi.Sersemlemişti, sanki bir an için kadının yanında olduğunu unutmuş gibi silkinerek kendine gelmeye çalıştı. Yavaşça kadına doğru döndü.Yapacağı şeyin ikisini de kahredeceğini bilse de, her ne kadar zor da olsa ayrılmak istediğini kadına söylemeliydi.Derin bir nefes aldıktan sonra kısık ve donuk bir sesle ‘’olmuyor’’ dedi.İşte şimdi sessizliği delip geçen bu kelime her şeyin sonu olmuştu.Kadının nefesi kesilmiş dünyası başına yıkılmıştı.Adama delirmiş olduğunu düşünerek bakıyordu.Ne dediğinin farkında mıydı?Olmayan neydi?Hepsinden öte bu kadar kolay mıydı hiçbir şey yaşanmamış gibi tek kelimede bitirmek? Hayır.Hayır.Ağlamak istemiyordu.Şimdi olmazdı. Lütfen.Gözyaşlarını tutabilmek için başını gökyüzüne çevirdi. Adam bir açıklama yapması gerektiğinin farkındaydı.Fakat bir türlü cümlelerini toparlayamıyordu. Evde tek başına yaptığı tüm o denemeler silinmişti şimdi aklından.Yanında oturan ve ne yapacağını bilmediğinden elleriyle oynayan kadına takıldı bakışları.Göz göze gelmek istemiyordu. ‘’ayrılmalıyız’’ dedi. Sanki karşılarında duran duvarla konuşuyor gibiydi.Kadın nefesini tutmuştu.Eğer bırakırsa ağzından hiç istemeyeceği,sonradan pişman olacağı şeyler çıkmasından korkuyordu.İnsanın içi acır mıydı hiç? Acıyordu işte.Gidiyordu sevdiği adam.Verdiği onca söz,kurdukları onca hayal,hepsini yerle yeksan edip gidiyordu.Nasıl acımazdı ki? -‘’Bak Deniz, sen çok iyisin,beni yanlış anlama seni kırmak yada üzmek değil asla niyetim ama ayrılmalıyız.’’ -‘’Sen ne dediğinin farkında mısın?’’ -‘’Kızma bana lütfen, ben böyle olsun istemezdim, mutlu olursun umarım, mutlu olmayı hak ediyorsun ama benimle olamazsın. -‘’Söz vermiştin.Bitirmek yoktu.Gitmek yoktu.’’Gözlerini kadının gözleriyle buluşturdu.Yeşilin her tonunu barındırırdı gözlerine baktığında kendimi görürdü kadın.Gülen gözlerinin içinde görmek kendisini..Belki bir ömür boyu orada yok olup gitmeyi istemesi içindi sanki.Ama şimdi acı çekiyor gibiydi.Ellerine uzandı, avuçlarının içine aldı ellerini.Bunu ne zaman yapsa elleri kaybolurdu sevdiği adamın avuçlarında.Oysa şimdi,ne elleri sığabiliyor avuçlarına, ne kendisi sığabiliyor yeryüzüne.Soğuktu.Üşüyor muydu? Peki ya üstünü örtmesi için geceleri ondan kim söz alacaktı? Adam yavaşa doğruldu ve ayağa kalktı.Tam karşısına dikildi.Kadının o koyu kahve gözlerinde biriken her an dökülmeye meyilli gözyaşlarından gözlerini ayrımsamaya çalışarak son bir defa baktı.’’Özür Dilerim’’dedi.’’Böyle olsun istememiştim.Affet beni.’’Dudaklarını kadınınkilerle buluşturdu.Bu sondu.Kadın kollarını adamın boynuna sardı.Öptü boynunu.Kokusunu soludu derince son bir defa daha.Cennetten çıkma kokusu,koca dünyada en sevdiği kokuydu.Üzerinden çekti kadının kollarını,’’Hoşça kal’’. Bu defa gözlerine bakmaya bile cesaret edememişti.Arkasını döndü,hızlı ve ivedi adımlarla uzun dar sokağın taş kaldırımında yürümeye başladı.Kadın olduğu yere çivilenmişti adeta.Gitmek istiyordu ardından,bağırmak istiyordu,elleri acıyana kadar tokatlamak ve kendisine getirmek sevdiği adamı..Ama yapamadı.O an tek yapabildiği şey yanağına düşen oradan da süzülerek boynuna konuveren gözyaşlarına izin vermekti.Adam dar sokağın sonundaki dönemece geldiğinde,her şeyinde sonuna gelmişti.Fakat durup düşünmeden,ardına bile bakmadan köşeden sola dönüp ortadan kayboldu.İşte, şimdi artık gerçekten de yoktu.Nefesini sessiz bir feryatla koyuveren kadın,döktüre döktüre ağlıyordu.Sahi, neydi ağlamak? Acizlik mi? Çaresizlik mi? Neydi? Benimle mutlu olmazsın ne demekti, peki? Herkes illa ki mutlu olacak diye bir kural mı vardı? Mutsuz olurlardı.Ama yine birlikte olurlardı.Anlayamıyordu kadın.Hayal kırıklıkları batıyordu içine,nefes alışları yarım kalıyordu. Kaç vakittir o sokakta, o bankta oturuyordu bilmiyordu. Duruyordu öylece.Gözleri taş kaldırımın bitiminde,köşeden çıkıp gelecek diye bekliyordu bir umut.Hava çoktan kararmıştı.Bir süre sonra ay ışığında sokağın belli yerlerine düşen loş ışık hariç, ortalık karanlıktı.Umutluydu kadın.Gelecek diyordu kendi kendine.Gelecek.Karanlıktan korkan kadın,oturmuş şimdi ondan umut bekliyordu.Gelmedi adam.O gece kimse gelmedi.Korkuyordu kadın.İçinden 3’e kadar sayıyordu.Adam yine gelmiyordu.Ertesi gün ve daha sonraki günler.. Kadın erkenden kalkıp gidiyordu.Oturup sabahtan gece yarısına kadar bekliyordu adamı,ama nafile.Bu böyle aylarca devam etti.Ne gelen vardı,ne de giden. Her gün öyle geçen günlerden birinde..Tam da hıçkırıklarını özgür bırakmış o bankta ağlarken yine,derinden gelen bir sesle irkildi kadın.Kafasını kaldırdığında boşuna endişelendiğini anladı.Bu ses sokağın başında oyun oynayan çocuklardan birinin sesinden başkasına ait değildi.Her gün orada oyunlar oynayan bu çocuklar neden o gün orada değillerdi? Çocuk yineledi. ‘’Abla!Topumuzu atacak mısın artık?’’ İçinden gelen çığlık atarak delicesine ağlama isteğini beyninin tozlu raflarına kaldırıp, toplarını verdi.Ve derin bir nefes alıp yeni yeni çiselemeye başlayan yağmura yüzünü açıp,o dar ince uzun taş kaldırımda; o gün o adamın kendisini bırakıp kaybolduğu gibi, ardında bırakıp o çocukları,ardında bırakıp o sokağı kaybolmak istedi. Banktan kalktı nereye gittiğini bilmiyordu, tek istediği uzaklaşmaktı.Hem de bir daha hiç gelmemek üzere. . Fatmanur ALACA ADAM Uzaklar diyordu şair “senle daha yakın olacak sevdiğim” deyip son vermişti sözlerine. Gözlerinden akan yaşlar, yanaklarından boynuna ilerlemişti. Yutkundu. Kafasını kaldırdığında salondaki seyircilerin alkışlarıyla karşıladı kendini. Selamını verip içeri girdi. Koltuğa oturduğunda ise ağlamalar hızlanmış hıçkırıklarıyla boğuşuyordu. Yanına gelen birkaç kişiyi göndermeye çalışırken, Leyla gelmişti yanına. Git demedi, diyemedi.Oturdu yanına Leyla, sildi gözyaşlarını. Bedenine değdi elleri. Ürkek bakışlarıyla baktı adam. Konuşmaya başladı Leyla, adam biliyordu bunları. Ayrılığın acısını atamazken, tekrar dinlemek canını daha da yaktı. Hala içinde, belki kalır umuduyla bakıyordu adam. Olmadı, olamadı.Kalmadı Leyla. Bir kez daha terk etti adamı, bir kez daha kanattı içini. Bütün gece Leyla’nın terk ettiği yerde oturdu, içti sigarasını, oturdu. Oturdukça düşündü, düşündükçe ağladı,ağladıkça tükendi. Her gece yatmadan önce son buluşmalarını düşünüp uyuyakalan adam, bu gece uyumadı uyuyamadı.Terasta esen rüzgar şiddetlenmiş, üzerindeki hafif battaniyeyi uçurmuştu.Ürpertiyle kalktı yerinden. Montunu alıp dışarı çıktı. Evine gidiyordu,yolları ruh gibi geçti. Anahtarını bulup kapıyı açtı.Evin soğukluğu yüzüne vurmuştu.Şömineyi yaktıktan sonra bir fincan kahve yaptı.Tam o sırada yağmaya başlayan yağmurla beraber uzaklara daldı gözleri. Evinin her köşesi Leyla’yı anlatırken,çaresizce bakakaldı uzaklara. Kahvesinden bir yudum aldı,birden yatak odasına yürüdü.Topladı eşyalarını bir hızla,nereye gideceğini bilmiyordu.Durdu,gözünden yaşlar akmaya başladı.Yığıldı kaldı orda adam,kalkamadı yerinden.Dağıttı eşyalarını,kırdı döktü her şeyi.Telefonu aldı eline,Leyla’yı arayıp buluşmak istediğini söyleyecekti ama o telefon çalmadı hiç. Arayamadı adam. Aylardır canı olan insandan çekindi. Akşam olmuştu,hala kalkamamıştı oradan,toparlayamadı yüreğindeki kırıkları. Dağıldı onlar da adamla birlikte oracıkta. Gün doğuyordu yavaş yavaş, plakta Leyla’nın sevdiği parça çalıyor, ev Leyla kokuyor, elinde sigarası,Leyla’yı bekleyen gözler…Bir insan nasıl olur da hem bu kadar canını yakıp hem de tek bir kelimesiyle mutlu edebilirdi. İç geçirdi adam gel dedi, üzmem dedi. Aslında demedi,diyemedi. Aklında ne varsa yapardı Leyla,geriye kimse döndüremezdi onu, adam olsa bile. Dayanamıyordu ama adam daha fazla. Günler olmuştu,evden dışarı çıkmıyordu,Leyla’nın kokusu gidecek diye kapı pencere açmaz oldu adam. Plak desen tekrar tekrar , değişmedi şarkısı.Telefonlara bakmadı hiç,hiçbir programına gitmedi. Çalan kapıları açmadı. Görmüyordu gözü,duymuyordu kulağı Leyla’yı düşünmeden bir saniyesi geçmiyordu. Leyla’nın son dokunuşu, son söyledikleri vardı hep aklında.Onlarla yaşamaya başlamıştı artık.Kendine kızıyordu da fakat elinden bir şey gelmemesine üzülüyordu en çok.Kurduğu tüm hayaller, verilen sözlerin hepsi uçup gitmişti şimdi.Arda kalan hep adam olmuştu. Küçüklüğünde babasının onu terk etmesiydi ilk ayrılığı, şimdi ise Leyla. O günlerden sonra söz vermişti kendine. Hiçbir kadını terk etmeyecekti. Leyla’yı tanıdı. Adına şiirler yazacak kadar çok seviyordu.Bir o vardı dünyada, sanki adam için yaratmıştı onu Tanrı.Ayları geçmişti birlikte,şimdi de geçiyordu aylar ama eksikti. İki kişiden biri gidince, bir değil yarım kalıyordu geriye. Giden kalanın yüreğini de alıp gidiyordu. Kendine gelmeli, toparlanmalıydı adam. Unutmalıydı belki Leyla’yı, yeni bir hayata başlamalıydı. Herkesten uzak yeni insanlar tanımalıydı. Fakat istemiyordu gitmek,unutmak istemiyordu Leyla’yı. Eskisinden farklıydı adam, gözleri dalıyordu uzaklara, uzun uzun . Düşünceleriyle kafasını daha fazla karıştırıyordu. Şiir dahi yazamaz oldu artık. Keşkeleri çoğalmıştı, yapamadığı şeyler için içiyordu adam. Sarhoş olup, ağlamaktı geceleri programı.Ve bu durum monotonlaşmıştı.Aldı bir gece eline kalemi, duvarlara yazı yazmaya başladı.Leyla’nın kokusuyla başlayıp, dudaklarıyla biten dolusuna şiir. Aşk Aşkı kimse anlatamaz. Anlatsa da yaşamadan anlayamazsınız. Ama aşık olduğunu nerden anladığınızı anlatabilirim. Mesela aşık olduğunda, onu gördüğün zaman kalbin yerinden çıkacak gibi atar. Gerçi sürekli onu görmek istersin, sadece yanında o olsun istersin kimse umurunda değildir. O sana bir kere bakar, sen ondan sonra kimseye bakamazsın. Yavaş, yavaş ona bağlanırsın. Resmen alışkanlık haline getirirsin onu. Aşk eğer iki taraflıysa güzeldir. Ama çoğunlukla bu öyle olmaz. Biz birini çok seviyoruz. Başka biri bizi çok seviyor. Sorun sevgide değil, sadece denk getiremiyoruz. Sen onu çok seversin o ise başkasını sever. Ya da birini çok sevmiştir onu unutamamıştır ama yinede sana ümit vermiştir. Seni, sevdiğine inandırmıştır. Sende ona bağlanmışsındır, gözün ondan başkasını görmüyordur. Sana acı verse de sen onu istersin. Çünkü ona deli gibi aşıksındır. Zannedersin ki seni hiç bırakmıycak. Onunla beraber gelecek ile ilgili hayaller kurmuşsunuzdur. İleride çok mutlu olacağınızı düşünmüşsünüzdür. Birbirinize sözler vermişsinizdir. Birbirinizi hiç bırakmıyacaksınızdır. Ama gün gelir bir taraf sıkılır ve bir bahane bulup çekip gider. Senin iyiliğin için der, seni başkaları daha çok mutlu eder der, ben sana göre değilim der, ben sevmeyi bilmiyorum der, der durur. Yani bahane çoktur. Sen istemessin. Çünkü çok sevmişsindir onu. Bir daha böyle sevemeyeceğini düşünürsün. Sen onunla var olduğunu onunla da yok olacağına inanırsın. Ona güvenmişsindir seni bırakmayacağına inanmışsındır ama o resmen seni kullanıp bir kenara atmıştır. Sen her gece yatağında kimse ağladığını duymasın diye yorganın altında sessizce ağlamaya çalışırken acaba o seni düşünüyor muydu? Sen onun için üzülüp, onu düşünürken, acaba şimdi nasıldır? ,hasta olmuş mudur? Diye kendini üzerken o seni düşünüyor mudur? En çokta bu kemirir insanın içini. Kaç kere telefonu alıp aramak istersin ama yapamazsın. En azından alır telefonu mesaj atarsın. Ona sinirlendiğinde ağzına geleni yazarsın ama sonra onu çok sevdiğini düşünürsün, öyle şeyler yazdığın için üzülürsün. Daha sonra bir sürü onu sevdiğine dahil mesajlar atarsın ama o bunların hiç birini önemsemez. Çünkü artık seni unutmuştur… Sen ise hala deli gibi onu sever, onu özler, onu düşünürsün. Onu unutmak istersin ama unutamazsın. Beraber geçirdiğiniz zaman gelir aklına, anılarınız gelir. Onu çok özlersin. En çokta kokusunu özlersin mesela. Aynı parfümden başkasında da vardır aslında ama o koku en çok ona yakışıyordur. Unutmaya çalışsan da illa bir şeyler onu hatırlatır. Herkese onu unuttuğunu, artık onu sevmediğini söylersin. Ama yalan. Hala onu seviyorsundur. Onun mutlu olmasını istersin. Ama sen orda ağlarken onun orda gülmesi seni üzer. O yüzden hep mutsuz olmasını istersin, hiç kimseyi sevmesin istersin, hiç kimsede onu sevmesin istersin. Ama gelse yine deli gibi istersin. Mesela ağlarken gelse sarılsa ve bir daha hiç bırakmasa diye düşünürsün. Ama bu asla olmıyacaktır. Sen sadece düşünürsün. Zaten o gittikten sonra hep düşünürsün, onsuz hayaller kurarsın ama hiç biri gerçekleşmez. Çünkü o artık yoktur. Gitmiştir. Seni yarı yolda bırakıp gitmiştir. Sen onu ailene anlatacak kadar sevmişsindir ama o seni sahiplenecek kadar adam değildir. Onu unutmak için elinden geleni yaparsın. Tabii ki unutamazsın. Bazıları verdiğin değeri anlamaz hepsi bu. Kaybetmek, en çok onların hakkı işte. Yavaş, yavaş onun yokluğuna alışırsın. Ama birden çıkar karşına göz göze gelirsiniz ve canın yine acır. Artık ona nefret duyarsın. Çünkü sana yalan söylemiştir. Ama yinede seversin onu. Çünkü sen AŞIKSIN… Her insan mutlaka aşık olur. Bazıları yanlış yerde, yanlış zamanda aşık olur. Sen benim karşıma yanlış zamanda çıktın. Şimdi gittin ya, eğer geri döneceksen doğru zamanda, doğru yerde çık karşıma… Unutmayın ki her insanın gönlünü fethetmiş, gönlünün fatihi olmuş biri vardır… Büşra YILDIZHAN KAÇAK ELEKTRİK Aşk… Bu kelimen anlamını hemen hemen herkes bilir yada bildiğini düşür. Bu meret dünyanın her yerinde her insana en az bir kere bile olsa büyük derecede bir etkisi bulunmuştur.MUHAKKAK… Bazıları bu karmaşık duygu yüzünden büyük bir çukurun içinde kaybolup gitmiş bazı şanslılar ise onun iyi yanından faydalanıp gerçek benliğine kavuşmasına bile sebep olmuştur. Aşk… Bu kavram sizce gerçek mi yada gerçekten bu kadar büyük etki etme sebebi ne ? Çok insan tanıdım hayatı boyunca sevgi yada şu görkemli aşkı arayan.Doğru mutlu hayat.Bu ikileme inanan milyonlarca insan bulabilirsiniz. Dedelerimizden bir kaç hikaye duymuşunuzdur. Artık eski aşklar kalmadı yada buna benzer cümleler. Belki de haklılar eski aşklar , mutlulukla , sevgiler kalmadı.Ama bazı insanların öyle temiz öyle saf kalpleri vardır ki belki de şu dedelerimize rakip çıkabilir. Şimdi benden küçük bir hikaye dinlemek ister misiniz ? Aşk insanı erken yaşta yakalayabilir.İlk okula giderken 1. Sınıfta sevgi ve şevkat duyduğu özel biri olmuştur.O küçük ve temiz kalbiyle bir yetişkinin bile hayal edemeyeceği kadar güzel hayaller kurabilir. Bu olaylardan bir tanesini yakından izlemeye ne dersiniz ? 2.BÖLÜM Natham… Bu zeki ve pek yakışıklı olmasa da güzel çocuk Ditroit’de bir lise öğrencisidir.Bu yaşına kadar hiç doğru düzgün ilişki yaşamaması belki de büyük bir tecrübesizlik ama olumlu yönden bakarsak en doğru kişiyi bulabilmesi için büyük bir şans idi. Lisedeki ilk günüydü.Ufak bir heycanın yanında belki de onu bekleyen yeni maceralar olduğu içinde mutluydu.Sınıflar,öğretmenler,öğrenciler belirlendi ve Natham kendi sınıfına doğru gitmeye başladı.Sınıfa girdiğinde göz ucuyla sınıftaki simalara bakıp en arkada ki cool çocuğun yanı boş olduğunu fark edip o sıraya doğru ilerlemeye başladı.Çocuğun yanına geldiğinde derin bir sesle yanına oturmak istediğini söyledi ve çocuk büyük bir içtenlikle bu teklifi kabul etti.Kısa bir tanışma faslı ardından Natham çocuğun ismini Adam olduğunu öğrendi.Adamla kısa bir sohbet ettikten sonra Natham arkasına yaslanıp tekrar sınıfı denetlercesine bir göz attı.İlk günün verdiği çekingenlikten dolayı sınıfı büyük bir sessizlik kaplamış herkes şaşkın bakışlarla ortama alışmaya çalışıyordu. Natham şimdiden bu okulun ona bir kaç deneyim belkide mutluluk getireceğini farkındaydı.Kendine olan özgüveni tam takım yerinde olması da onu rahatlıyordu.Ama beklenmedik bir sürpriz yapabilirdi belki hayat.Tüm dünyasına değiştirecek bir kişi çıkacak mıydı acaba karşısına? Ve ardından sınıfa takım elbiseli şık bir bay girdi.Sınıf içeri giren kişinin öğretmen olduğunu anladıktan sonra usulca yerinden kalkıp saygıyla hocalarını karşıladılar.Öğretmen gür ve samimi bir sesle sınıfı selamladıktan sonra yerine geçti.Herkes dikkatini kravatlı adamda toplamış ağzından çıkacakları merak ile bekliyordu.Öğretmen oturduğu yerden yavaşca ayağa kalkıp konuşmaya başladı. Merhaba çocuklar, ben Richard.Bu sene fizik derslerinize girecek şanslı kişiyim. Bay Richard klasik bir ilk konuşması ardından ellerini yavaşça birleştirip ‘Hadi şimdi birbirimizle tanışma vakti dedi’. En öndeki çocuğa söz verip ayağa kalkıp ismini,ailesini ve nerden geldiğini söylemesini istedi.Sırayla herkes kendini güzel bir şekilde tanıtıp sınıfı selamlıyorlardı.Natham da en arka sıradan ayağa kalkan kişileri dikkatlice izliyor ve isimlerini aklında tutmaya çalışıyordu.7-8 kişinin ardında orta sıradaki o güzel kız ayağa kalktı.Sınıftaki herkes dikkatini ona vermişti özelliklede erkekler.Orta boylu kumral genç kız konuşmaya başladı. Merhaba arkadaşlar , ben Jasmin. Nathamda Jasmini dikkatlice dinliyordu.Jasmin kendini tanıttıkta sonra yerine oturdu.Natham kendi kendine ‘demek ismi Jasminmiş’ diyip tatlı bir ifadeyle gülümsedi. Farklı bir kız olduğunu anlamıştı ve çok güzel olduğununda farkındaydı. Çok geçmeden kendini tanıtma sırası Natham’a gelmişti.Yerinden doğrulduğunda Jasmini arkasına dönüp ona baktığını gördü.Tam cümleye başlıycakmış gibi oldu ama bir anda duraksadı.Jasminin gözlerinin içinde sanki kaybolmuştu.Kelimeler boğazına düğümlenmişti.O özgüvenli çocuğun yerine yeni doğmuş bir bebek masumluğu alıverdi. Bay Richard ‘evet seni dinliyoruz bayım’ deyip kendine gelmesini istedi bir bakıma.Natham bu sesi duyduktan sonra bir silkelenip özür dileyip kendini anlatmaya başladı.Yerine oturduğunda kalbinin çok hızlı çarptığını fark edip ufaktanda terlemeye başlamıştı bu kış günü. Peki bu duygunun adı neydi ? Yıllardır aradığı şeyi bulmuş muydu acaba ? Ve bunun ilk görüşte olması da mümkün müydü ? Kafasında dolanan sorularla boğuşan Natham gözlerini de Jasminden alamıyordu.Yerinde sessizce bekleyip tüm ders o güzel kızı seyretti.Teneffüs zili çalmıştı.Bay Richard iyi dersler dilekleriyle sınıftan ayrıldı.Adam Natham’a onunlar beraber dışarı gelmek isteyip istemediğini sordu.Natham yerinde kalmak istediğini söyleyip teklifi reddetti.Çünkü şu an dışarıda olanlardan daha önemli bir şey vardı sınıfta.Cesaretini toplayıp kızla tanışmak için yanına gitmek istedi bir an ama yapamadı çünkü ilk günden direk Jasmin ile ilgilenmesi dikkat çeker ve Jasminin duygularını fark etmesinden korktu.Aslında tam olarak ona karşı bir duygu veya bir his var mıydı içinde ? Ama bu kızın hayatının geri kalanlarından çok daha özel olduğunu farkındaydı. Natham bir gününü sessizce uzaktan izleyerek geçirdi.Bakalım ne zaman cesaretini toplayıp Jasmin’e bir kaç kelime söyleyebilcekti ? Ertesi gün sınıf yavaş yavaş birbiri ile kaynaşmaya başlamış çekingenlikler ortadan kalkmıştı.Natham da bu kaynaşmayı fırsat olarak görerek bundan yararlanmak için bekleyiş içersindeydi. Sıradaki ders İngilizceydi.Öğretmen sınıfa gelip okulun ilk günleri olduğu için oda küçük bir konuşma yapma ihtiyacı duydu.Konuşmasının ardından derse geçti.Öğretmen yazı yazdırmak için bir öğrenci istedi.Parmak kaldıranların arasında Jasmin de vardı ve seçilen o oldu.Jasmin güzelliğinin yanında şıklığıyla yine bütün dikkatleri üstüne toplamış herkesin ona odaklanmasını sağlıyabiliyordu.Kalemi öğretmenden alıp istekleri yazmaya başladı.Natham Jasmin’in yazısını pekde güzel olmadığın fark etti.Ve bunu fırsat bilip onunla biraz uğraşmak istedi.Natham ‘Hadi Jasmin eminim ki bu yazıdan daha iyisini yapabilirsin’ deyip gülümsedi.Jasmin arkalardan gelen sese kulak kabartıp arkasına döndü ve Natham’a bakarak hafif kızmış gibi gülümsedi.Natham Jasminin bir şey söylememesine şaşırmıstı.Ama ona bakıp gülümsemiş olması belkide o mutluluk hayatının geri kalanına kadar yetebilirdi. Jasmin dersin sonunda Natham’ın yanına gitti.Natham’ın kalbi yine sanki yerinden fırlıyacakmış gibi çarpmaya başladı.Ne diyeceğini merak etmişti.Jasmin kızgın edasıyla ‘derste bana laf atma sebebini sorabilir miyim ?’ deyip kollarını birleştirdi.Natham bir anda korkmuştu.’Sadece şaka yapmak istemiştim’ deyip yüzüne masum bir ifade getirmeye çalıştı.Jasmin duruşuna hiç bozmadan sessizce bekledi.Kısa sureli bir sessizlik olduktan sonra, Jasmin bir kahkaha patlatıp ‘bende sadece şaka yapıyordum’ deyip Natham’ın omzuna hafiften dokunarak gülümsedi.Natham bu olay karşısında irkilmiş ve büyük şaşkınlık içerisindeydi.Bozuntuya vermeyip o da gülümsedi.Nasıl olduysa bir anda muhabbete daldılar ve o 20 dakikalıl teneffüsün sonuna kadar eğlenceli bir muhabbet ettiler.Zil çaldıktan sonra Jasmin kendi yerine geçip sıradaki dersi beklemeye başladı.Arada bir arkasına dönüp Natham’a gülümsüyordu.Tabi Natham o dakikalar sınıfta değildi sanki bulutların üstünde süzülüyordu.Bu olanlar gerçekmiydi.Aslında ortada o kadar da büyütülecek bir şeyde yoktu.Sadece 15 dakikalık bir muhabbet.Natham daha once hiç bu kadar mutlu ve bu saçma duygu içine girmemişti.Bu duygu yada his ne kadar ona saçma gelsede onu mutlu ettiği için iyi hissediyordu.Hatta bu duyguyu kafasında biçimlendirip isim bile vermeye başlamıştı…AŞK… Gün geçtikçe Natham ile Jasmin daha samimi oluyor Natham her bulduğu fırsatı onunla birlikte değerlendirmeye çalışıyordu.Jasmin Natham’ın hayatında büyük bir parça olmuştu adeta.Eve gittiğinde Jasmin’i düşünmekten alıkoyamıyordu kendisini.Jasmin Natham’ı sevdiği bir arkadaşı olarak mı yoksa arkadaşlıktan bir kaç tık ileri bir şeylerde varmıydı içinde ? Natham bilinçli bir şekilde düşünemediği için Jasmin’in onunla fazla ilgilendiğini kendine inandırmıştı.Bir bakıma kendi kendine gelin güvey oldu diyebiliriz.Zaman geçtikçe birbirlerini daha iyi tanımaya başladı bu ikili. Jasmin günlerden bir gün Natham ile konuşuyor gülüyorlardı.Jasmin Natham’ın kulağına doğru yaklaşıp ‘sana bir sır vermek istiyorum diyip utangaç bir tavırla gülümsedi.Natham bir anda heycanlanıverdi.Seni dinliyorum diyerek cevap verdi.Jasmin söze başladı; -Iıı, nasıl desem biri var işte. -Nasıl biri var? -Hoşlandığım biri var işte ismi Eric. Natham bunları duyduktan sonra kalbinin tam ortasına bir hançer saplanmış gibi bir acı hissetti.Afallamıştı.Bozuntuya vermemeye çalışarak buruk bir gülümsemeyle ‘senin adına sevindim umarım Eric ne kadar şanslı olduğunu farkındadır’ diyip sustu. Jasmin teşekkür edip ‘daha ona karşı olan hislerimi söylemedim ama en kısa zaman da cesaretimi toplayıp Eric’e duygularımı ifade etmeye çalışacağım’. Jasmin sürekli anlatıyor Natham ise karşısında hiç bir şey söylemeden öylece dinliyordu.Aslında kafasında onlarca şey düşünüyordu.Gerçekten beyin büyük bir travma yaşıyordu.Kurulan onca hayalin üstüne bu cümleler.Natham daha Jasmin’e hissettiklerini söyliyemeden Jasmin kendisine başka birini sevdiğini söylemişti bile. Yaklaşık bir hafta aranın ardından Jasmin yüzünde güller açarak sınıfa girdi.Gözleri ışıl ışıl palıyor yürümekten ziyade sanki süzülüyordu.Hızla Natham’ın yanına gelip ona selam verdi.Natham onu bu kadar mutlu gördüğü için oda mutlu olmuştu.Ama Natham’ı bekleyen bir acı gerçek daha… Natham Jasmine bu neşenin altında yatan şeyi sordu.Jasmin de bu soruya karşılık ‘ne oldu tahmin et’ diyip ağzı kulaklarına varmıştı.Natham sadece gülümsedi.Ve Jasmin devam etti ‘dün akşam Eric’e sonunda duygularımı paylaştım ve oda bana duygularımızın kaşılıklı olduğunı söyledi.O da uzun zamandan beri benden hoşlanıyormuş ama söylemeye cesaret edememiş.Ve biz çıkmaya başladık’ diyip bitirdi.Natham’ın gözleri doldu.Bıraksalar büyük bir su birikintisi oluşturacak kadar ağlıyacaktı.Bir az toparlanıp ‘senin adına sevindim’ dedi ve tekrar dinlemeye devam etti.Jasmin anlattıkça Natham’ın kalbinden bir parça daha söküp alıyordu.Natham hislerini bir kenara atmak zorunda kalmış ve deliler gibi sevdiği kızın bir başkasıyla mutluluğunu dinliyordu.Onu tek iyi yapan şey Jasmin’in mutlu olduğunu görmekti bir başkası ile bile olsa.Bir aydan biraz daha fazla Jasmin sınıfa hiç alışılmadık bir yüz ifadesiyle gelir.O mutlu neşeli kızın yerini bitkin mutsuz bir kişi alıvermiş gibiydi.Natham bu durumu gördüğünde endişekenmişti hemen Jasmin’in yanına gidip onu sessiz bir yere çekti.Natham Jasmin’e ‘neyin var’ diye sorduğunda Jasmin’in gözleri doldu ve kafasını Natham’ın göğüsüne yaslayarak ‘ayrıldık’ diyip gözlerinden yaşlar akmaya başladı.Natham ayrıldıklarına sevinememişti bile.Jasmin’I böyle görmek onu kahrediyordu.Jasmine ‘ağalama lütfen’ diyip göz yaşlarını sildi.Jasmin’in durumu gerçektende çok kötüydü.Natham o gün Jasmin’in yanından bir saniye bile olsun ayrılmadı.Jasmin ile dertleşip onu teselli etmeye çalışıyordu.Eve döndüğünde Natham düşünmeye başladı.Acaba artık söylemelimiydi sırıl sıklam aşık olduğunu? Sonra bunu saçma bir fikir olduğunu doğru zaman olmadığını düşünüp uyudu. Ertesi gün okul geldiğinde Jasmin’I biraz daha iyi görünce sevindi.Dün gece düşündükleri hala aklındaydı.Jasmin’in yanına gidip ‘bu gün seni daha iyi gördüm’ dedi.Jasmin onaylayıp öyle sessizce oturmaya başladılar.Teneffüste Jasmin arkadaşları ile birlikte oturmuş sohbet ediyordu.Natham bir anda hislerini söylemeye karar verdi.Bunun delilik olduğunu biliyordu.Hemde herkesin içinde.Ama bunu daha fazla içinde tutarsa en sonunda psikolojisi bozulacaktı.Derin bir nefes alıp Jasmin’in bulunduğu topluluğun yanına gitti.Jasmin’in yanına geldiğinde ona bir şey itiraf edeceğini söyledi. Jasmin; -Evet seni dinliyorum Natham. -Biliyorum bu söyliyeceklerime benden beklemezdin ama gönül işte. Ne yapacağı belli olmuyo serserinin.Demek istediğim şey okulun ilk gününden beri seni ilk gördüğüm andan beri kalbimin ritmi değişti.Sana karşı control edemediğim şeyler var. Ve sanırım bunun ismide AŞK. Jasmin seni seviyorum.Bu sevgi tahmin edebileceğin yada küçümsenecek bir şey değil.Geçekten çok kuvvetli hisler.Hayatıma bir meteor gibi düştün.Bu duyguları daha fazla içimde tutamadım.Özür dilerim.’ Jasmin yerinde kalakaldı.Ne diyeceğini şaşırmıştı.Hatta şaşkınlığından Natham’a ‘şaka mı yapıyorsun’ diye sordu. Natham’ın şaka yapmadığını ve gerçekten çok ciddi olduğunu anlayan Jasmin söze başladı; -Natham tamam duygularına bir şey diyemem ama ben sana hiç o gözle bakmadım ki.Sen benim en sevdiğim arkadaşlarımdan biriydin.Dertleşebildiğim tek insandın.Yani benim sana karşı öyle hisleri beslememi asla bekleme.Biz birlikte olamayız.’ Dedikten sonra Natham sanki şu an yarı ölüydü.Hiç bir şey söyliyemeden oradan uzaklaştı.Lavaboya gidip elini yüzünü yıkarken göz yaşlarına hakim olamıyordu.Ayakta durmakta zorlanan Natham göz yaşlarını sildikten sonra bir banka oturdu.Jasmin’in sözleri sürekli kafasının içerisindeydi. Bir haftayı ağlayarak ve çok mutsuz olaraka geçiren Natham artık Jasmin’in yanına konuşmak için bile gidemiyordu. Uzun bir sürenin ardından bu duyguya yavaş yavaş alışmaya başlamıştı.Jasmin ise sevgilisiyle tekrar birlikte olmuş mutlu bir şekilde hayatının geri kalanına devam ediyordu. Natham tam da doğru kişiyi bulduğunu zannettiği anda hayat ona bir darbe daha indirdi. Aşktan iyice umudunu kesmişti.Ve hayatı boyunca ne biriyle birlikte oldu nede başka birini sevdi.Ömrünün geri kalanını yalnız bir şekilde devam etti. Hikayemizi bitirmiş bulunmaktayız.İşte bazı aşk hikayeleri de umduğumuz gibi bitmiyormuş… Necati DOLGUN Bir Bekleyen Bir De Beklenen Ben beklerim.İşim ne ki zaten? Eğer söz konusu sen isen ben beklerim,çok güzel beklerim hem de.hele bir de geleceğine inanıyorsam. Ya da kendimi kandırıyorsam.Bir daha ne zaman geleceksin ki? Vakit geçti artık.Bana geleceğin zamanı geçeli çok oldu. Saatler sen diye atmayalı çok oldu.Geç kaldın bayım,geç kaldık. Beni sevmene,eski günlere dönmemize.Biz her güzel şeye geç kaldık.özellikle de birbirimize. Ne demiş Sezen ''kolay olmayacak'' olmuyor zaten.Nasıl da bilmiş.Bütün şarkılar sanki sana yazılmış gibi.Sanki seni benim gözümden görmüşler de yazmışlar gibi.Her dizesinde,her kelimesinde hece hece seni anlatmışlar gibi.Ama artık öyle değil şimdi hiçbiri anlatmıyor seni bana.Şarkılar bile bana seni anlatmayı bırakalı çok oldu.Dedim ya biz her güzel şeye geç kaldık. Yaşayacağımız daha çok hayal varken... Gülşah BELEN BİSİKLET Seni yeniden sevmek; uzun bir aradan sonra, bisiklet sürmeye tekrardan başlamak gibi bir şey.. Her ne kadar defalarca tökezleyecek olsam da; Vazgeçmem senden. Vazgeçmem tökezlemekten. Hep; Yine, yeniden başlarım sana ben.. Fatmanur ALACA Sevdikçe Sevesim Geliyor Bana bir gülüşüyle tüm mavi tonlarını hediye eden adam,artık başkasına gülümsüyordu gülüşündeki huzuru artık bir başkası hissediyordu. bundan daha acı başka ne olabilirdi? gülümsemesiyle mevsimler değişiyordu içimde.sonbaharsa ilkbahar oluveriyordu hemen.bir senin gülüşündeki huzur veren maviliği bir de iri büyük gözlerini sevdim ben.Gözlerin demişken o ela büyük gözlerin bir bana farklı bakıyordu. bir bana konuşmadan söylemek istediğini anlatabiliyordu.şimdi başkasına bakıyorsun o şekilde. ama bana baktığın kadar güzel değil.Bana baktığın gibi sevgi dolu değil,hissedebiliyorum.Yada kendimi o şekilde kandırıyorum bilmiyorum. Olmuyor yapamıyorum.Seni bir başkasıyla düşündükçe boğazımda bir düğüm oluşuyor,çözülmüyor.Gecenin bir vakti özledim deyişlerini de özlüyorum.Keşke bir bakışını bir de gülüşünü özlemekle bitse! Özledikçe özleyesim,sevdikçe sevesim geliyor seni.Sesini,gülüşünü,bakışını,kokunu,senin beni sevmelerini,özlemelerini. Kokunun tarifi yok,anlatılması imkansız.Hadi sesini duyuyorum arada.ya kokunu? Niye gittin sevgilim? bir Cem Adrian dizelerinde yine ağlatıyorsun beni. Nasıl olurda içimde mevsimler yaratan adam,gider benden? nasıl olurda bana tüm mavilikleriyle gülen adam,siyahlar içinde gider benden üstelik bir daha dönmemek üzere? Gülşah BELEN Beni Yargılama “ Başını dik tut adam! Ama beni yargılama. Ama beni yargılama. Belki de en çaresiz anında yanında ben vardım. Hayatı bölme ve beni dışlama! Her şey olması gerektiği bir şekilde evrene hüküm sürüyor. Siyahın ayırdığı zaman karanlığa gömülüyor. Ama beni yargılama! Seni saran ben değilim, o zamanın kendisidir. Orada ışıldayan milyonlarca yıldızı parlatan siyahtır. O yüzden, beni ayırma. Kimsenin hak edemeyeceği kadar kötü düşünüyordu. Ve hiç bir şey sana yol göstermiyor. Sen, milyarlarca kardeşini kaybediyorsun. Evren böylece karanlığa gömülüyor. Beni yargılama adam! Ben de insanım. Kalbim var ve o zamana ait. Ama sen kimsenin elinde değilsin. Siz sevgiye mecbur değilsiniz. O halde bana küfür etme! Benden üstün değilsin. Sen öldüğünde saygı değer bir cenaze törenin olacak. Ben öldüğümde beni herkes unutacak. Ama orada beni, aşağılayamayacaksın. Çünkü biz toprağa değil, o bize sahiptir. Bu yüzden, beni yargılama. Şu anda bunu yapacaksan, bana insan olmanın ilk önce ne demek olduğunu anlatacaksın. Eğer buna devam edeceksen, bana bunu nasıl yapabildiğini anlatacaksın. Bana, evrenin en büyük değerinin insanlık mı yoksa başkaları için biçtiğin adi değerler olduğunu mu söyleyeceksin? Senin hangi yoldan gittiği ve şimdi neyi seçtiğini anlatacaksın. Ve şimdi seni ben yargılayacağım.” Gauss’ın kararlı ve asi sözlerine karşı iyi ezberlenmiş fakat aynı zamanda benimsenmiş olan bu konuşmayı yapışı adamın tüm vücudunda korkuyla yayılmıştı. Onun karşısında titriyor ve adeta psikolojik bir kriz geçiriyordu. Ellerine bağlı olan halatlara asılmış yumruklarını sıkıyordu. Zayıf ve ince bacakları arada birbirilerine çarpıyor ve tüm bedeni kasılıyordu. Göğsüne giren kramplar onu nefes nefese bırakmıştı. Teriyle karışmış gözyaşı çatlamış göz çukurlarına doluyordu. Burada her an canından olabilirdi. Kalp krizi geçirebilecek kadar korkuyordu. Fakat Gauss, daha fazla beklemedi. “ Ben McCarthy, senin uğruna ömrünü harcadığın gerçekten o mu? Yoksa kendine has bazı nefret duygularını beslemekten haz mı alıyorsun? Susuyorsun. Çünkü yapabileceğin başka bir şeyin kalmadı. Sen, elin kolun bağlıyken bir sefilsin. Ama eline bir otuz sekizlik verirsem senden daha güçlüsü kalmaz değil mi? Beni defalarca vururdun. Şehirde adın yankılanırdı. “ Gauss’tan kurtulan adam!” Ne büyük bir iltifattır. Ama böyle olmayacağını ikimizde biliyoruz. Hadi Lary ya da adın her neyse… Ben sana Tito diyeceğim.” Adamın tüm sinir sistemini alt üst eden bir kelime daha duyması onu mahvediyordu. Dişlerini kırabileceği kadar çok sıkıyordu. Keskin yüz hatları ve dışarıya doğru bükülmüş iri dudaklarıyla nefret dolu bir adam olduğunu kanıtlıyordu. En fazla bir yıl kadar Ben McCarthy’nin çetesinde üyelik yapmıştı. Her biri kendi aralarında birer serseri muamelesi görürken Ben McCarthy’nin gözünde üye olarak kalabilmişlerdi. Kendilerini geri çekip daha çok karşılık istediklerinde iş değişiyordu. Bu sefer de şehrin gözünde acımasız bir örgüte dönüşüyordu. İşte bu adamın yüzündeki ufak çizgiler ara sıra girdiği bıçaklı kavgaları göz önüne sererken aynı zaman da ne kadar asi olduğunu da ispatlamış oluyordu. Ama onunki asilikten çok daha fazlasıydı. Tamamen agresif yapısı cahilliğinin ona bahşettiği en büyük yetenekti. “ Bana onu anlat. Ben McCarthy’den söz ediyorum. Sevdiği içkileri, kadınları, sokakları… Onun benden nasıl nefret ettiğini, ne kadar büyük bir kin beslediğini açıkla. Bu sefer susup gitmenize izin vermeyeceğim. Bundan bir ay önce en yakın dostunu ben vurdum. Bir köşede oturup beni dinledi. Gözleri uyuşturucunun verdiği bir yılgınla bakıyordu. Nefes alamayacak kadar yorgun görünüyordu. Ona sadece çeteme yaklaşmaması gerektiğini söylemiştim. Ama o bunu kabul etmedi. Arkamı döndüğümde cebinden çıkardığı kırk beşliğin sesini duydum sadece. Bir kurşun kulağımın yanından hızla geçip gitmişti. Ona doğru baktığımda ölmeye çalışıp çalışmadığıma bakıyordu. Gözleri iyi görmüyordu. Elleri titriyordu aynı senin gibi korkakça silahının ardına saklanmış avının ölmesini umuyordu. Yere düşer gibi silahımı çıkardım ve sağ omzuna ateş ettim. Ama onu öldürmedim. Üstelik Ben McCarthy’ye benden bahsetmesine rağmen. Evet, Tito, sevgili dostunu yere göğe sığdıramadığın patronun öldürdü. Sana bunlardan neden söz ettiğimi pekâlâ biliyorsundur. O dumanlı gözlerinde gördüğüm korkunç bir nefret ve ben bunun karşılığını daha vermedim. Ama hala emri altına sığındığın o adamın nasıl bir katil olduğunu bilmiyorsun. Eskiden sokakta madde satan bir serseriydi. Zengin bir bunağın eline geçen kadar orada burada sürünüp durdu. Şimdi zengin ve tüm ipler onun elinde. Üstelik ırkçı bir pisliğin teki. Sırf görüşlerininiz aynı diye birbirinizle çalışıyorsunuz. Siz çete değil iğrenç bir örgütsünüz. Yakında dostum tüm bilgilerimin arasında serisizce gezen boşlukları dolduracağım. Ve bunu yaptığımda Ben McCarthy buradan gitmek zorunda kalacak. Ama şimdi şu anı tartışmalıyız. Sen cahilce çizdiğin bir ön yargıyı kafanda tasarlayıp bir canavar yarattın. Ama Tito, bu şehrin diğer eyaletlere benzemesine izin vermeyeceğim. Bunun içinde siyaset yok. Kuzey ve güney savaşlarıyla hiçbir alakası yok. Bu sizin ortaya attığınız şok edici toplu bir katliamdır. Ama sana Ben McCarthy ile bu düşmanlığa nasıl başladığımızı anlatırken aklımın diğer ucundan sen ve diğerlerinin boşa çektiği kürekler geliyordu. Söylesene Tito, çaresiz birkaç Afrikalıyı linç etmen için sana ne vat ediyor? Orası senin için de bomboş bir bilgi birikimi. Çünkü senin işin düşünmek değil yapmaktır muhtemelen; Düşünmen de yasaktır. Bu konuşmanın sonunda anlayacağın şu ki; O, kimsenin değerini ölçmüyor ve sen de onun için bir şey ifade etmiyorsun. Şimdi bana onun neler planladığını anlat. Eğer yanılırsan, beni aldatmaya çalışır ve sır saklarsan bunu anlarım. Ama sakın ama sakın unutma ; Buradan kurtulmak için başka hiçbir şansın yok.” Gauss, adamın gözlerinin içine bakıyordu. Onun aklından geçen her düşünceyi tahmin edebiliyor ve çaresizliğini görebiliyordu. Adam ani bir hareketle öne doğru eğildi. Fakat ağır cüssesi onu durdurmaya yetmişti. John büyük bir ustalıkla adamın boynuna asılınca kulak tırmalayıcı bir ses duyuldu. Clark, atik bir şekilde adamın ağzına bir bez sokuşturup onu geriye doğru sertçe itti. Öfke dolu bakışlarıyla ağzındaki bezin de etkisiyle homurdanıp duruyordu. Gauss, olamayacak bir şey için uğraşmayan biriydi. Bu kadar çaba sarf ettikten sonra bile kendisini dinlemeyen bir adama karşı tahammülü yoktu. Ve gördüğü kadarıyla bu adamın ağzından alacağı bir tek söz bile işe yaramayacaktı. Uyuşturucu manyağı ırkçı bir serseriden daha fazla yararlanması imkânsız gibi görünüyordu. Aslında onun sayesinde Ben McCarthy’de Gauss’ ve çetesinin dikkate değer ve tehdit edici olduğunu anlamıştı. Fakat bunun gayet açık olduğunu düşünen Gauss için bir önemi yoktu. John, bununla birlikte kurnazca parlayan gözlerine adama dikmiş ve ona aşağılarcasına sırıtmıştı. John, Louie ve Clark adamın etrafında pervane olmuştu. O ise ayaklarını yere vuruyor ve çırpınıyordu. Boğazından çıkan boğuk sesler ve çırpışları depoyu dolduruyordu. Clark, adamın arkasından usulca yaklaştı ve iki elini de onun omuzlarına sertçe indirdi. Louie, adamın yüzündeki ifadeye bakarak güldü. Ve alaycı bir ses tonuyla söze başladı. “ Serseri! O kadar telaşlısınız ki…” John adamın kulağına doğru eğildi. “ Tanrıya dua ediyorsun değil mi aşağılık herif? “ O tıpkı bir sıçan gibi köşeye sıkışmış durumda dostum!” Louie, kızgın bir ifadeyle sesini yükseltmiş ve adamın yakalarıyla oynuyordu. “ Burası Amerika!” Fakat bu, Louie’nin daha fazla oyalanmasına sebep değildi. Oradaki herkes yumruğunu bu adamın yüzünde kullanmak istiyordu. Ama Gauss, hızla adamın yanına geldi ve sabırla eğildi. “Konuşacak mısın?” Adam başka çaresi olmadığını anlayarak oldukça hırçın bir tavırla başını salladı. Clark, ağzındaki bezi sertçe çekti. “Sen şart mı koşuyorsun? O, ben değil dostum, bunu iyi öğren!” Adam gönülsüzce ona atılan yumruğun nereden geldiğini anlamadan Gauss’a baktı. Üstelik yoktan saymak zorunda kaldığı bu şiddeti göz ardı ederek berbat sesiyle kötü sözler savurmaya başladı. “Ben McCarthy bir katil! Seni de öldürmek için beni görevlendirecek.” John, sinirlerine hakim olamadığı bu sözün ardından adama öyle şiddetli bir yumruk atmıştı ki onun birden sersemlediğini henüz fark etmişti. Bir süre sonra, kendini toparlayan adam öfke dolu gözlerle John’a bakıp kan akan dudağını ısırdı. Gauss, kapıya doru ilerlemiş ve arkasını dönmüştü. “Sana son bir şans daha veriyorum. Bu bile çok fazla… Sen vakit kaybısın.” Adam az önce kabullendiği sonu yaşamaya başlamıştı. Öylesine kötü ve nefret doluydu ki cümle kurmak istemiyor sadece kan kusuyordu. “ Hayır! Bunu yapmayacağım!” Gauss, bunun üzerine gözlerini yummuş ve içindeki tüm nefret dolu nefesi dışarıya vermişti. Şiddetle adam dönerek cebinden çıkardığı kırk beşliğin namlusunu adamın göğsüne dayadı. Aşağılayıcı ve ondan iğrendiğinin en büyük ifadesini yansıtan bakışlarıyla adama son bir kez baktı. John ve diğerleri oldukça şaşkın bir ifadeyle korku içinde geri atıyordu. Gauss, namluyu adamın göğsüne bastırarak gözlerine baktı. Fena halde soğuk terler döken adama büyük bir endişeyle son ses bağırmaya başladı. Kötü bir ses tıpkı çiftlik hayvanlarını andırırcasına kulakları tırmalıyordu. Sinirleri oldukça gerilmiş üstelik korkunç bir dehşete kapılmış bir şekilde ağzında bir kadın ismi geveliyordu. “Sandra! Sandra! Sandra May!” Gauss, dişlerini son derece öfkeli bir şekilde sıkarak adamın yüzüne baktı. “O kim!” Seçenekleri oldukça sınırlı olan adam sert bir ses tonuyla yanıtladı. “McCarthy’nin kuzeni! Daha fazla bir şey bilmiyorum. Bilmiyorum!” “Nerede yaşıyor!” “Bilmiyorum seni aşağılık serseri! ” “Adın ne? Adın ne!” “Lanet olsun! Gary! Adım Gary Lason!” “Şimdi kapat çeneni Ve bana cevap ver!” “ Hayır!” “Öyleyse canın cehenneme Gary!” “Hayır, hayır! Dur! Dur! Dur, söyleyeceğim! McCarthy’nin hepimizden gizlediği bir kadın. Kimseye söylemez. Onun evden çıkmasına izin vermez. Gitmesine… Gitmesine asla izin vermez. Onu daha hiç görmedim. Nerede olduğu belli değildir. Her zaman… Nerede olduğunu kimseye söylemez. Daha fazlasını bilmiyorum. Bilmiyorum! Kimse bilmiyor!” “Kapat çeneni!” Gauss, sert tavırlarıyla namluyu adamın göğsünden indirdi. “Adamın icabına dışarıdakiler baksın. Ama bir söz verdim. Onun için öldürmeyin.”” Gauss, nefretle ardına bakmadan çıkıp gittiğinde içeride sadece adamları kalmıştı. Louie, sert bir tavırla kendini kurtarmaya çalışan adama bağırdı. “Şimdi bu çöplüğü ve seni havaya uçuracağım!” John ise tiksindirici bir gülüşle alay ediyordu. “İşte tam bu sırada Ben McCarthy gelir ve senin cesedine tükürür. Ama hayır! O geldiğinde yaşıyor olacaksın ve bunu sen canlıyken yapacak serseri!” “Hey! Adamı rahat bırakın. Daha çok işimiz var.” Clark’ın bu uyarışına itiraz eden John’un kolunu çeken Louie, tedirgin bir şekilde yan bakış atarak sordu. “Daha ne yapmak istiyorsun?” “Artık kaybolmalıyız. Gerisi onların işi Louie.” Clark, gözlerini kapayarak ona susmasını işaret etti ve kapıdan dışarıya çıktı. Gauss, depodan ayrıldığı andan itibaren ortadan kaybolan adamını aramış fakat bulamamıştı. O, gecelerin daha neler getirebileceğini bilmiyordu. Kendisi dahi farkına varamadan elinden kayan gençliği o karanlık çalmış ve geceye saklamıştı. Bedenini bir gölgeye kapatmış ve taş kalbine demirden bir zincir vurmuştu. Ve bu hayatın anahtarını hiç kimsenin bilmediği kara toprağa gömmüştü. Onun başına amaçsızca bir tahta saplanmış ve yerin dibine itilmişti. Kimse toprağını avuçlamayacak ve tek damla dahi göz yaşı dökmeyecekti. Ben McCarthy bu durumun farkındaydı ve bu yüzden oldukça temkinli davranıyordu. Gauss ise, onu belalarıyla fazla uzun bir süre yalnız bırakmıştı ve buna karşı büyük bir pişmanlık duyuyordu. Çünkü amansız bir intikam tüm şehri ele almış ve geleceğini çalmıştı. Artık buna bir çare bulmalıydı. Şimdi koltuğunda, beyaz kıyafetleriyle oturmuş yaklaşmakta olan bir sonraki gecenin neler getireceğini düşünüyordu. Bazen gerçekleşmesi gereken tüm düşünceleri için gülümsüyor ve dünyada yaratacağı fark için yine o konulara dalgınlıkla bakıyordu. Dünya, herkes için azalmış bir yaşam alanı vat ederken Gauss, bir köşeye çekilmiş ortaya yeni fikirler sunuyordu. O daima yaşaması gereken ve gerçekten hayatı seven, dünyayı koruyan insanların bu karanlık ortamlarda hayatlarını kaybettiklerini söylüyordu. Fakat iyi biliyordu ki; Aslında bu tür ortamları oluşturan insanlar bir bakteri yumağı gibi ürüyordu ve şimdi gerçek hastaların da kendileri olduklarını açığa çıkarıyorlardı. Onların bu açığını yakalamak için bariz bir mantık yeterliydi. Ama artık her şey değişiyor ve onlar oldukları konumdan kımıldamıyordu. İşte bu insanlar dünyayı kendi emellerinin peşinden karanlığa sürüklemiş ilk adamlar halini almıştı. Zenginlik, bu dünyada türemiş mağara adamlarını örten en büyük unsur olmasına karşın gerçek zamana sığınıyor ve sadece Gauss’ın ışığıyla ortaya çıkıyordu. Onun için artık zaman yok ve gerçekte var olamıyordu. Artık ne gece bu çirkin işleri kapatabiliyor ne de gün onlardan geçebiliyordu. Ve şimdi sabahın ışıklarıyla uyanan serin bir rüzgâr o güne bir de kışı getiriyordu. Soğuk ise onu gerçeklerle döverek yolunu öğretiyordu. Gauss, durgun düşüncelerle baktığı duvardaki lekelere dalmıştı. Burası oldukça büyük bir depoydu fakat bir cep saatinin çıkardığı seslerle doluyordu. Odada dönüp duran birkaç sivri sineğin yaydığı kanat sesleri ve ayrı bir oda olarak garaja dahil edilen bölmedeki musluğun damla sesi saate rakip çıkıyordu. Caddeden geçen araba sesleri zaman ilerledikçe daha da gürültülü oluyordu. Gauss, gözlerini açtığında saat on ikiyi gösteriyordu. Sabahın serinliği gitmiş yerine sonbaharın yağmurlu ve karanlık soğuğuna bırakmıştı. Gauss’ın gözleri kapanıyor ve tam kendini toparlayacakken yeniden uykuya dalıyordu. Bu mücadeleyi kazandığında ise çoktan saatler akşam beşi bulmuştu. Kapı aralıklarına bakıyor ve eşikten sızan ışığı takip ediyordu. Gauss, isteksizce ayağa kalkıp motosikletine doğru ağır ağır ilerledi ve her zaman yaptığı gibi anahtarlarını aramaya koyuldu. Fakat zindan kadar karanlık ve soğuk olan bu yerde olan bur yerde ne yazık ki küçücük bir eşyayı bulmak çok zordu. Kapının altından belli belirsiz sızan ışık haznesi zaman geçtikçe zayıflarken ıssız garajın içindeki suliyetler de kayboluyordu. Gauss, sessiz pervazların aralarında yürümeye devam ediyordu. Hızlı bir şekilde giyinerek hemen garaj kapısının yanına döndü. Aradığını motosikletinin üzerinde bulmuştu. Beş küçük demir parçası cılız ışığın etkisiyle parlıyordu. Dışarıdan gelen bir motosiklet sesi onun hareketlerini yavaşlatmıştı. Motorlu bir araç sesi oldukça içmiş ve şehri dolaşmaya çıkmış gibiydi. Gauss ise, hava gerçekten kararana kadar bu olasılıktan hiç vaz geçmedi. Saat dokuz olduğunda cadde boş bir sessizliğe gömülmüştü. Ve bu kenar mahallenin en ıssız bloğunda bulunan geniş bir garaj kapısı ağır ağır kalkıyor ve Ay gökyüzünde boz bulutların ardından son bir kez daha açığa çıkıyordu. Sonrasında tavana vuran garaj kapısı sertçe durdu. Gauss, aceleyle motosikletini dışarıya çıkardı. Eline aldığı kalın bir sopayla kapıya vurdu ve tekrar kapanmasını sağladı. Diğer yöne doğru bakan odanın anahtarlarını cebine atarak motosikletine bindi. Etrafına iyice bakındıktan sonra hızlıca motorunu arka sokağa sürmeye başladı. Yerlere inmiş sisleri darma dağın eden bir hızla sokağın sonuna gelmiş ve adamlarını orada bulmuştu. Gauss, sert bir fren ile motosikletini yan yatırarak karanlık bir köşeye çekildi. Uzun ince bir karaltının ani hareketleri dikkatini çekmişti. Kimse ağzını açmıyorken sadece onun konuşması açıklanmaya değerdi. Gauss, çetesinin en akıllı üyesinin bu konuda yaptığı yorumu dikkatlice dinlemeye başladı. “Dün geceden sonra McCarthy ve adamları daha hızlı hareket etmeye başlamış. Bu gece de taşkınlık yapmışlar. Bu olay polis departmanının kulağına gitmiş. Ama işin içine bizim çetenin adı da karışmış. Biz de saklanmamız gerektiğini düşündük. Sen ne yapmamızı istersin Gauss?” Gauss, kaşlarını çatmış ve canı sıkılmıştı. O kız hakkındaki edindiği birkaç parça bilgi hakkında sorduğu sorularından aldığı cevap onun için net değildi. “Aslını istersen güzel bir kadın olduğunu duyduk. Fakat bir o kadarda McCarthy’nin kuzeni. Melek sayılmaz değil mi?” “Bu konuda tutarsızlık yaptığı söylenemez.” “Evet dostum. Sonuçta kadınlara güvenilmez.” Will ve Buster’ın daldığı bu konuşmaya destek veren Louie, Gauss’a hitaben dönerek konuşmasına devam ediyordu. “Sanırım tam adı Sandra May McCarthy olmalı.” “Bu durumda Bayan May, McCarthy’nin gerçekten kuzeni olduğu netleşiyor.” “İyi ama duyduğuma göre McCarthy sevgili kuzenine âşıkmış.” “İşte bu her şeyi değiştirir Louie!” Gauss, sert bakışlarının ardından uzaklardan gelen motor seslerine takıldı. Onunla birlikte herkes olağan tehlikeyi sezmiş ve geri adım atmıştı. John, bu son anları değerlendirerek Gauss’a seslendi. “Hey, Gauss! Sanırım dün geceki olaydan sonra kız evden kaçmış. Bu gece çetesinden biri ağzından kaçırmış. McCarthy fena öfkelenmiş. Dikkat etmemiz gerekiyor.” “John, sana şunu söylemeliyim ki harika birisin! Ama olayı değerlendirmeliyiz. Bence kızı bulup konuşturmak bizim için iyi olacaktır.” “Pekala çocuklar! Herkes dağılmalı. Will sen doğu sen de batı tarafını tutacaksın John.” Will, Gauss’ın kararlı sesinden duyduğu kadarıyla hareket etmeye hazırdı. Onu gözleriyle kaybetmesine rağmen komutlarına itaat etmeye devam ediyordu. “Hadi millet! Biz doğu ve batıyı alacağız. Geri kalanlar! Siz kuzey ve güneyi alacaksınız. Aralarda da birkaç adam kalsın. Süreli iletişim istiyorum. Gauss’ın neler dediğini olduğu gibi duymak istiyorum anlaşıldı mı?” Uzaklardan gelen sürekli motosiklet sesi çok yakınlarda aniden kaybolmuştu. Bir süre sonra oldukça uzaktaki genç adamın bağırış sesleri duyuldu. Dakikalar sonra bu bağırışlar yerini tok ayak seslerine bırakmıştı. Fakat uzun sürmeden birkaç kişi daha bu karmaşaya eklenince şehrin oldukça kalabalık olduğu anlaşılıyordu. Kısa sürede bu kalabalık çete motorlarına çoktan atlamış oldu. Şirin ŞAHİN MACERA Okulların kapanmasına son bir hafta kalmıştı. Küçüklüğünden beri tanışan ve birbirlerini çok seven dört arkadaş vardı. Bu arkadaşların ikisi kardeşti. Kardeşlerden birinin adı Erva diğerinin ise Buğra idi. Erva beyaz tenli,yeşil gözlü,uzun düz saçlı,15 yaşında güzel bir kız ve en yakın arkadaşı Neva. İkiz kardeşi Buğra ise Erva’nın tam tersi esmer, kıvırcık saçlı, siyah gözlü ve en yakın arkadaşı Enes. Erva’nın en yakın arkadaşı Neva gözlüklü, turuncu saçlı ve suratında çilleri olan şirin bir kız. Enes ise okulun en yakışıklı çocuğu ve okulda popüler biri. Ee tabi haliyle havalı ama iyi biri. Erva: Neva yaz tatili için annenle konuştun mu? Neva: Evet konuştum. Annem eğer başımızda Özlem teyzede olacaksa izin verdi. Enes: Neye izin verdi? Buğra: Hani annem yaz tatilinde bizi bir yere götürecekti ya Neva da gelecekmiş onun için annesinden izin aldı. Enes sende bizimle gelsene. Enes: Aaa çok iyi fikir aslında. Hem yaz tatilinde de birlikte oluruz. Ama benim hayranlarım izin verecek mi acaba. Neva: Evet Enes yine komikliğe başladı. Neyse derse giricez birazdan. Enes sende annenlere sor ve bize haber ver çünkü cumartesi gidiyoruz. Okullar kapandı ve cumartesi günü geldi çattı. BÖLÜM 1 YERLEŞME VE UZAKTAKİ EV Çocuklar herkes hazır mı? Neva: Biz hazırız Özlem teyze. Beyler siz hazır mısınız? Enes: Bir dakika Özlem teyze saçlarımı yapıyorum. Oğlum bu kadar süslenmene gerek yok hadi. Enes: Olur mu Özlem teyze yolda hayranlarım falan görür Allah korusun beni hazırlıksız yakalamasınlar hem orda da yeni arkadaşlar bulurum falan beni yakışıklı görsünler. Geldim zaten çıkabiliriz. Buğra: Anne gerçekten orda da yeni arkadaşlar bulabilir miyiz? Tabi oğlum bulursunuz. Hem ben sizin orda çok eğleneceğinize inanıyorum. Neva: İnşallah. Kalacakları yere gelirler. Kalacakları yer ise sessiz ve tavuk, köpek, kedi gibi hayvanların olduğu bir köy eviydi. Erva: Anne biz şimdi burda mı kalacağız? Buğra: Noldu canım beğenemedin mi? Çocuklar kavga etmeyin. Evet kızım burda kalacağız. Hem önyargılı davranmayın burayı çok seveceksiniz. Hadi herkes odasına geçsin ve eşyalarınızı yerleştirin daha sonra yemek yeriz. Erva: Neva yaz tatilimizi geçireceğimiz yeri nasıl buldun? Neva: Fena değil sanki, temiz hava en sevdiğim şeydir. Ama burada nasıl eğlenebiliriz bilmiyorum. Erva: Evet aslında insan alışıyor biraz da olsa, ama haklısın nasıl eğlenebileceğimizi bende bilmiyorum. Buğra: Kızlar çabuk pencereden bakın. Şu ilerde bir ev var. Neva: Ama orası çok uzak ki pencereden bile zor gözüküyor hem yıkık dökük bir yer kimse yaşamıyordur orda. Buğra: Kim bilir? Enes: Anlaşılan Buğra yeni eğlencesini buldu. Erva: Hiç sanmıyorum. Annem ona hayatta o eve gitmesine izin vermez. Kızlar, aa noluyor burada herkes buraya toplanmış. Erva: Bak annemde geldi işte. Anne Buğra şuradaki gizemli eve gidecekmiş. Hayır olmaz. Buğra: Ya anne evi görmedin bile hadi lütfen gideyim zaten bir şey yoktur ki. Sen öyle san oğlum o evi en iyi ben bilirim. Neva: Nasıl yani Özlem teyze? Aşağı insin herkes hem yemek yer hem anlatırım. Enes: Hadi Özlem teyze anlat. Tamam çocuklar anlatıyorum. Ben de sizin yaşlarınızdayken annemler beni yaz tatilinde buraya getirmişlerdi. Bende o evi sizin gibi çok merak etmiştim. Annemler banada o eve gitme demişti fakat ben onları dinlemedim ve o eve gittim. Enes: Ee Özlem teyze sonra ne oldu? Dur oğlum anlatıyorum bekle. Neyse ben eve gittim evde kimse yok. Zaten kapı açıktı bende içeri girdim. İçeriyi biraz dolaşıyorum bakıyorum neler var diye. Daha sonra’’kimse yok mu?’’ diye bağırdım. Yukarıdan değişik sesler geldi. Bende çok korktum tam kapıya doğru koşarken ayağım bir yere takıldı, yere düştüm ve bileğimi burktum. O anda kapı açılmıştı ve annemler gelmişti. İçim rahatladı. Beni alıp o evden uzaklaştırdılar. Daha sonrada bir daha o eve gitmedim. Buğra: Ama anne o, o zaman olmuş bir olay bu şimdi olmaz ki. Enes: Saçmalama oğlum. Ben hayatta o eve gitmem. Kötü cadı benim güzelliğimi almak isteyebilir. Neva: Kötü cadı mı? Enes, korkutmasana kızları. Hayır canım kötü cadı falan yok. Yine Enes’in saçmalıkları işte. Şaka yapıyor aklı sıra. Artık gece oldu ve herkes odalarına çekildi. Kızlar aynı odada ve erkekler de birlikte aynı odada kaldılar. Herkes uyumuştu fakat Buğra’nın aklında hala o ev vardı. Ertesi sabah herkes uyanmış kahvaltılarını yapmışlardı. Çocuklar etrafı biraz gezmek için dışarı çıkmışlardı. Çocuklar gizemli evin yakınlarına geldiler ve Buğra: Hadi şu eve gidelim. Erva: Buğra olmaz annem izin vermedi hatırlamıyor musun? Neva: Evet Buğra, Erva haklı. Özlem teyze izin vermedi hem başımıza ya bir şey gelirse. Enes: Doğru ya kötü cadı vardı dimi orda. Kızlar hadi ama saçmalıyorsunuz. Bir kere gidip ne varmış diye bakmakla bir şey olmaz. -Bence öyle düşünme. O eve kimse girmiyor. Enes: Sende kimsin? Ben Tuğçe. Burada yaşıyorum. Galiba siz yazın kalmak için geldiniz. Erva: Evet biz yaz tatili için geldik. Peki sen bu ev hakkında ne biliyorsun? Tuğçe: Ben burada yaşıyorum. O ev hakkında bir sürü rivayetler var. Kimileri hayaletli ev olduğunu söylüyor, kimileri ise o evde değişik yaratıkların olduğunu söylüyorlar. Hatta anne babalar çocuklarını o evden uzak tutmak için’’herhangi bir çocuk o evin bahçesine girerse ev o çocuğu yiyormuş’’ diyorlar. Buğra: Yok artık saçmalayacak başka bir şey bulamamışlar da bunu mu uydurmuşlar. Enes: Bence de bunlar çok saçma hiç kimse buna inanmıyordur herhalde dimi? Tuğçe: Hayır. Herkes buna inanıyor. Neva: Peki bunları nerden biliyorlar? Tuğçe: Hiç kimse bir şey bilmiyor aslında. Sadece herkes bir şeyler uyduruyor o kadar. Emin olmak için ise kimse o eve girmedi. Hatta bazıları birinin o eve girdiğinin ve de bir daha geri gelmediğine inanıyorlar. Buğra: Demek ki birileri bu olayın doğruluğunu kanıtlıyacak. Enes: O birileri biz değilizdir umarım. Buğra: Tabi ki biziz. Kim ne derse desin ben o eve gideceğim ve ne olduğunu bulacağım. İster gelin ister gelmeyin. Erva: Seni asla yalnız bırakamam. Neva: Tabi ki bizde. BÖLÜM 2 Evdeki Gizem Çocuklar ertesi sabah kararlaştırdıkları yerde toplanır ve gizemli eve doğru giderler. Aralarından en kararlıları Buğra ve Tuğçe idi. Erva ve Neva hala şüpheliydiler. Enes ise bunun hala bir oyun olduğunu düşünüyordu. Eve geldiler. Erva: Buğra bu eve girmekten emin misin? İçerde bizi ne beklediğini bilemiyoruz, dikkatli olmalıyız. Buğra: Tabi ki eminim ve içeri girip ne olduğunu öğreniceğim. Eve girerler. Ev yeterince sessiz ve fazlasıyla toz doluydu. Belli ki içeride kimse yoktu ve uzun zamandan beride kimse girmemişti. Belli ki eve uzun zamandan beri ilk kez bizim kahramanlarımız girmişti. Alt kat gayet normaldi ve değişik herhangi bir şey yoktu. Çocuklar yavaşça üst kata çıkmaya başladılar. Fakat merdivenler çok eski olduğu için Enes’in ayağı merdiven basamağının içine girdi ve bileği burkuldu. O anda yukardan değişik bir ses çıktı ve çocuklar korktu. Enes’i de alıp hemen o evden uzaklaştılar. Fakat bu onları daha da meraklandırmıştı. Acaba üst katta ki ses neydi? … Çocuklar evden uzaklaştılar, Enes’in bileğine baktılar ve ev hakkında konuşmaya başladılar. Enes: Ben bir daha o eve gitmem. Buğra: Enes saçmalama. Bu kadar yaklaşmışken asla vazgeçemeyiz. Erva: Enes haklı Buğra. Baksana az dağa bileğini kırıyordu. Neva: Evet. Hem Özlem teyze bunu duyunca çok kızacak. Buğra: Sakın anneme söylemeyin bu olayı. Tuğçe peki sen ne düşünüyorsun? Tuğçe: Ben sana katılıyorum, bu kadar yaklaşmışken vazgeçmek olmaz ama kızlarda haklı başımıza kötü şeyler gelebilir. Buğra: Başımıza hiçbir şey gelmiycek. Ne gelebilir ki? Macera arayan Buğra o eve girmeye kararlıydı. Evin içinde ne olduğunu düşünmeden içeri girecek kadar cesaretliydi. Fakat kardeşi ve arkadaşları onu durdurmaya yararlı olacak mıydı? Buğra evin gizeminin peşinden mi gidecekti, yoksa bu hikayeden vaz mı geçecekti? Hava iyice kararmıştı. Artık herkes evine gitti. Çocuklar yorgun düşmüş ve hepsi odalarına çekilmişlerdi. Fakat maceraperest arkadaşımız Buğra uymayıp dışarı çıktı ve tek başına gizemli eve doğru yol almaya başladı. Arkadaşları ne derse desinler Buğra kafaya koymuştu bir kere o evin gizemini çözecekti ama bunu tek başına yapabilecek miydi? BÜŞRA YILDIZHAN ÖLÜM UYKUSU Genç kız her zamanki yerinde duruyordu. Şömineyi çoktan yakmıştı. Şöminenin içinde yanan odunların her çatırtısında yalnızlığını hissediyordu. Onun yanında olan, varlığını sesleri ile belirtmeye çalışanlar; saatin tik tak sesleri; yandığı zaman çıtırtı çıkaran odunlar, ve kendinden büyük camlara sıçrayan , her sıçrayışında yürek hoplatan damlacıklardı. Saçları sapsarıydı, adeta güneş gibi. Gözleri kum taneleri kadar küçük ve acizdi. Gözler kalbin aynasıdır derler. Onun için de öyleydi. Yüzündeki kum taneleri, her şeyi anlatmaya yetiyordu. Yüzü ise yeni doğan bir bebeğin ağlayışını andırıyordu. Çaresizdi, çok çaresiz. Dünyadaki tek varlığı olan annesini de kaybedince; ne yöne gideceğini şaşırdı. Çok benziyordu annesine. Kaşı gözü burnu hatta ve hatta elleri, ayakları sanki annesinindi. Aynaların kimisini evden kaldırmış kimisinin de üzerine çarşaf sermişti. Artık aynalardan nefret eder oldu. Çünkü ne zaman baksa karşısında kendini değil de annesini görüyordu sanki. Ve bu olaydan çok korkuyor, istemsizce kendine zarar vermeye kalkıyordu. Cam kenarına oturdu yine. Hava soğuktu, ev sıcak. Hiçbir şey annesinin ne üşüten ne de sıcaktan bayıltan o ılık nefesini vermiyordu. Ağzından çıktığı her sözde onun samimiyetini, iyiliğini isteyen annesi artık yok oldu. Bir çöp veya kürdandan farksız olan kız, annesinin kıyafetlerini giymek için de az buçuk kilo aldı. Sabah akşam annesinin mis kokulu kıyafetleriyle duruyordu. Dünyadaki gerçeği de yalan oldu artık. Bırakıp gitti onu. Şimdi kazaklarla gömleklerle kendini avutmaya çalışsa ne fayda? Ateşten gömlek canını hep yakıyor zaten. Genç kız şu an çaresizlikten olmalı ki iyice aklını yitirmiş duvarlarla sohbet ediyordu. ‘Annene ne oldu?’ diye sorduklarında şu yanıtı veriyordu ; ‘‘ Çok uykusu gelmiş, uyumak istedi. Hava da sonbahar ın soğukluğu olmasına rağmen dışarıda kokusunu unuttuğum babamın yanına yatmak istemiş. Babamın yanına bir güzel yatak açtık. Oraya yattı. Ama babamla annemle kadar yorulmuşlar ki? Hala uyanamadılar. E bende onları uyandırmaya kıyamıyorum. Birlikte hem dışarıda yatmak istediklerini söyledikleri halde ikisi de üzerine öyle kalın yorgan örtmüş ki? Her hale üşümemek için. Daha rahat nefes alabilsinler diye toprak kokulu yorganlarının yanına çiçekler bıraktım. Anlamadığım şuydu annemin korkup nefret ettiği karınca, solucan beklide akrep ve yılanların bu örtüde ne işi vardı? Sanırım babama ayak uydurmaya çalıştı. Neyse anneciğim, babacığım; sizi çok özledim ben. Uyanın yanıma gelin artık o kadar çok ihtiyacım var ki buna? Pekala size bir müddet daha veriyorum. Hadi yine şanslısınız. Biraz daha uyup gelin yanıma. Ölüm kadar derin bir uyku değil ya? ’’ Genç kız farkında olmasa da o uyku gerçek bir ölüm uykusu okyanus kadar derinliğin, dağları kadar tepelerin, gökyüzü kadar maviliğin bile döndüremeyecek uyku. 19 yaşındaki genç kızın bir çocuktan farkı kalmıyor , günden güne eriyordu.. Merve Ünlü