Etkinlikler 2013-2014

Transkript

Etkinlikler 2013-2014
İlk Şair
ve
Yazarları
ÖNSÖZ
Merhaba Sevgili Dostlar;
Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi öğrencileri olarak
okulumuzun 2013-2014 Eğitim Öğretim yılındaki
çalışmalarımızı sizlerle paylaşmak istedik.
Bir yıllık bir çabanın , emeğin ve özverinin ürünü olarak çıkarmaya çalıştığımız
kitabımızın bazı hikayelerini sizin beğeninize sunmak istedik. Böylelikle
Manisa’da Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi'nin ilk şair ve yazarlarının
kalemlerinden dökülenleri sizlerle paylaştık.Bu kitabın hazırlanmasında
öncelikle yüreklerini ve kalemlerini ortaya koyan öğrencilerime ve bana destek
olan herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Siz sevgili öğrencilerim; kalemlerinizi hiç bir zaman bırakmamanız dileği ve
isteğiyle sizleri gelecekte bir şair ya da yazar olarak görmek istediğimi
belirtmek isterim.Siz bunu başarabilecek güçtesiniz . Yüreğinizin sesini
kaleminize aktardığınızda neler yapabileceğinizi gördünüz .Sizleri daha güzel
eserlerle daha güzel yerlerde görmek dileğiyle...
Adnan ÖZDEMİR
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENİ
Huzur Bulduğum
O yorucu, bunaltıcı gecenin ardından sabah beni dehşete düşüren bir kabusla uyandım. Bu
sabah diğer sabahlar gibi değildi sanki. Güneş her zamanki ahengiyle süzülmüyordu
penceremdeki boşluklardan. Duvarlar olduğundan daha boğucu, geceleri gökyüzünü
izlercesine uyumak için tavana astığım yıldızlar diğer sabahlardaki gibi görünmüyordu
gözüme. Neydi beni bu kadar karamsarlaştıran, bu sabahın diğer sabahlardan farkı neydi?
Güçlükle doğrulup yatağın başında birkaç dakika oturduktan sonra kalktım ve gar dolabıma
yöneldim. Aynadaki yansımamdan irkilmiştim adeta. Ben miydim bu gördüğüm? Umursamaz,
boş vermiş... Yüzündeki o tatlı, samimi tebessümden eser kalmamış bu siluet bana mı aitti
gerçekten?
O sabah takvimlerden kaçmış, saatleri bir an önce geçirmek için daha önce hiç yapmadığım
birçok şeyle uğraşmıştım. Yorgundum, sadece uyumak saatlerce uyumak istiyordum.
Sabahları mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokuları, tabak sesleri ve annemin şarkı
mırıldanarak neşeyle kahvaltı hazırlayışı yüzümde her zamanki tebessümü canlandırmamıştı.
Küçük kardeşim yine etkilendiği çizgi film karakterlerine bürünmüş küçücük ayaklarıyla evin
içinde koşuşturuyordu. Bir an gözüm yerdeki halının desenlerine takıldı, dalmış olmalıyım ki
çalan kapının sesiyle irkildim. Gelen ablamdı, ekmeklerimizi ve gazetemizi getirip masaya
bıraktı.
Ben dışında her şey, herkes normaldi… Neşeliydiler. Ben neden böyle hissediyordum peki?
Bir şeyler eksikti sanki. Evet evet bir şeyler eksikti hissediyordum. Annemin ‘’davetiyemi
bekliyorsunuz küçük hanım’’ sözünden sonra sol göğsümün acısıyla kendime geldim. Canım
yanıyordu, sahte ve zorunlu bir tebessümün ardından çayımdan bir yudum aldım. İştahım
yoktu, zorla birkaç lokma yemeye çalışsam da başarılı olamadım. Müsaadelerini isteyip
sofradan ayrıldım. Kafamı dağıtmak için dışarı çıkmam gerekiyordu, elimden geldiğince
aynalardan kaçarak özensizce hazırlandım. Kıyafetimle tamamen alakasız bir çanta alıp ilk
bulduğum ayakkabıları ayağıma geçirdim. Evden hızla çıktım, ne yapacağımı nereye
gideceğimi dahi bilmiyordum. Sanırım biraz yürümek iyi gelecekti. Sahil kokusunu derin derin
içime çekip, komşumuzun köpeğiyle koşuşturmamış, neşeyle oyun oynayan çocukların
yanaklarından makas almamıştım diğer günlerin aksine. Tüm bunlara anlam veremezken
hızla yanağımdan süzülen yaşları sildim. Bitmeliydi bugün, her zaman ki neşemle
geçmeliydim senelerdir geçtiğim bu sokaklardan.
Sahilde bulduğum bir banka oturdum, birkaç dakika sonra yavru bir köpek ilişti yanıma.
Üşümüş olmalı ki bacaklarımın arasına olabildiğince sokulup sanki derdime ortak olmaya
gelmişçesine masum bir ifadeyle yüzüme baktı. Başını şevkatle okşarken biraz evvel silmeye
çalıştığım yaşların devamı süzülüverdi yanaklarımdan. Sıkmadım bu kez kendimi, hıçkıra
hıçkıra ağladım. Ağlamasam rahatlayamayacaktım.
Babamda çok severdi köpekleri, ben doğduğum zaman yavru bir köpek almıştı. Birlikte
büyümüştük, ta ki yaşlanıp ölene kadar en yakın arkadaşımdı.
Saate bakmak için elime cebime attığımda telefonumun olmadığını fark ettim. Sanırım
birkaç saattir buradaydım ve zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Telefonumu da yolda
düşürmüş olmalıydım. İyi niyetli bir vatandaşın onu bulup bana teslim etmesi için iyi
dileklerde bulunduktan sonra eve dönmek üzere yola koyuldum. Mümkün olduğunca hızlı bir
şekilde eve dönüp kendimi bir hışımla yatağıma attım. Yorganı başıma kadar çekip, bir an
önce uyuyabilmek ve sabaha kadar uyanmamak için bildiğim bütün duaları ettim…
Kaybettiğimi sandığım telefonumun sesiyle birden yataktan sıçradım. Yatağımın içindeki
sesleri takip ederek adeta savaş alanına dönmüş yatağımın içinde yorganımla ve çarşafımla
verdiğim savaştan galip çıkarak telefonumu elime aldım. Kaybetmemiştim. Bir an bile
yanımdan ayırmadığım telefonumu o gün alışılagelmişin aksine hiç elime almamış, evden
çıkarken yokluğunu fark etmemiştim bile.
20 cevapsız çağrı ve 17 yeni mesaj vardı. Nasıl olurda duymazdım telefonumun sesini? Hızla
arayan numaraları gözden geçirdim, ‘’Ablam, Ayşe (en yakın kız arkadaşımdı), ve takibi Can
aramıştı. Ard arda gelen mesajları okumaya başladım.
- Sabah güneşim günaydın.. Seni seviyorum.. (10:30)
- Uykucu uyuyor musun hala? (12:00)
- Sevgilim merak etmeye başlıyorum, arıyorum açmıyorsun da  (13:00)
- Aç şu telefonunu geberiyorum meraktan.. (15:00)
- Her şeyim nerdesin… (16:30)
Daha fazla devam etmeden hemen telefonu çevirdim, uykuyu sevdiğimi bilirdi genelde
öğlene kadar uyur, uyandıktan sonra miskin bir ses tonuyla onu arardım günaydın demek
için. İlk kez bu kadar habersiz bırakmıştım. Çok merak etmiş olmalıydı. Neyse ki telefonunu
hemen açtı.
- Sevgilim nerdesin? Öldüm meraktan.
(yorgun, bitkin ve mahçup bir ses tonuyla)
- Özür dilerim sevgilim, gece yarısı sebebini bilmediğim bir susuzluk hissiyle uyandım. Sonra
da bir daha uyuyamadım. Seni uyandırmaya da kıyamadım.
- Şükürler olsun…
- Sen günaydın mesajını atmadan birkaç dakika önce uyuyakalmışım, doğal olarak bu saate
kadar uyudum tabi…
- Neyse ki iyisin balım. Bir saate kadar seni almaya geleceğim, hazırlan. Seni seviyorum.
Ona ilk kez yalan söylemiştim. Yanında huzur bulabildiğim tek ve ikinci adama (ilki
babamdı) yalan söylemiştim. Onu seviyordum, yanında anlam veremediğim kadar huzurlu ve
güvendeydim. Beni kollarına aldığı zaman aklımdaki her şeyden arınıyor, hayatımın sonuna
kadar ‘’Benim’’ kalması için Tanrıya dua ediyordum. Kendimi ne kadar kötü hissedersem
hissedeyim yüzümü elleriyle kavrayıp alnıma masum bir öpücük kondurduğunda her şeyin
geçtiğine, bittiğine inanıyordum. Peki neden telefona sarılıp onu aramamıştım uyanır
uyanmaz? Neden onun yanında atlatmamıştım bu zor günü? Hayatta en çok sevdiğim
adamdan dahi neden kaçmıştım sanki? Sebebi ona ne söyleyeceğimi bilmememdi. Neden
böyle bir gün geçirdiğimi bende bilmiyordum çünkü.
Kendimle konuşmayı bırakıp hazırlanmak için yataktan kalktım. Evden çıkmak için Sadece
45 dakikam vardı. Normalde bu benim için yeterli bir zaman değildi. Beni kendine bu denli
aşık eden adamın yanına giderken onlarca kıyafet deniyor, aynanın karşısında saçlarımı nasıl
yapmam gerektiğini düşünürken nereden bakılsa bir buçuk saatimi geçiriyordum. Normal
günlerin aksine, sabah evden çıkarken giydiğim o özensiz kıyafetlerimin zaten üzerimde
olduğunu fark ettim ve başka bir şeyler giymeyi tercih etmedim. Saçlarımı dağınık bırakıp
ağlamaktan şişmiş gözlerimi ve yüzümdeki bitkin ifadeyi kaybetmek adına biraz pudradan
faydalandım. Aynada kendimi görmemle gözümdeki yaşların yanaklarımdan bir kez daha
süzülmesi bir oldu. Kendimi daha önce hiç görmediğim kadar kötü görmüştüm, ve her şeyden
önce kötü hissediyordum. Bir hışımla akmasından bıktığım yaşlarımdan kurtuldum ve son bir
pudra hamlesiyle kendime çeki düzen verdim. Tabiki o çok sevdiği kokumu sürdüm.
Dışarıdan gelen korna sesinin ardından derin bir nefes alıp evden çıktım. Gelen Can’dı.
Kokusunu metrelerce öteden alabiliyordum. Bir de o vardı tabi, kokusu… Tarif
edemeyeceğim kadar güzel, insanı alıp başka diyarlara götüren, tüm benliğimi baştan aşağı
linç eden, başımı döndüren bir kokusu vardı.
Yüzündeki o mükemmel tebessümün yerini bir anda endişe aldı, demek o kadar kötü
görünüyordum. Her zamankinden daha tutkulu, daha sıkı sarıldı bana. Ya da bana öyle
gelmişti… Yanağımdan öpüp, arabaya binmemi gerektiren bir işaret yaptı. Konuşmuyordu.
Sanki sormak istiyordu ancak almak istediği cevaptan korkuyordu. Yol boyunca sustu, her
zaman vakit geçirdiğimiz yol kenarında arabayı durdurdu. Bir şeylerin yolunda gitmediğini
fark etmişti. Zor da olsa düğümlenen boğazını açmak için birkaç kez yutkunduktan sonra ‘’Ne
oldu?’’ diye sordu..
- İyi misin çok kötü görünüyorsun.
(Sadece kafamla evet der gibi bir hareketle onu onayladım)
- Hiç iyi görünmüyorsun ama.. Şeyy, biz ayrılmıyoruz öyle değil mi? Yani beni
bırakmayacaksın.
Ne kadar da aptaldı… Ya da ben ne kadar da aptaldım.
- Hayır. Dedim şaşkın bir ses tonuyla
- Tabiki ayrılmıyoruz, seni bırakmayacağım. Seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun? Sadece
zor bir gün geçiriyorum, sebebini bende bilmiyorum. Düzensiz uykudan olsa gerek ben iyiyim
merak etme. Biz iyiyiz…
Yüzündeki rahatlamış ifade gerçekten görmeye değerdi. Yüzümü avuçlarının içine aldı,
güzelce kavrayıp birkaç saniye gözlerimin içine baktıktan sonra alnıma masum bir buse
kondurdu.
- Seni seviyorum. Diye fısıldadı kulağıma.
İçime işlemişti bu sözü ve hareketi. Dünya durdu o an, tüm şehir sustu.. Sabahtan beri beni
pervasızca kahırlara sokan, o sebebini bilmediğim iğrenç histen bile arınmıştı bedenim.
Sımsıkı sarıldı bana, tenini, kokusunu, bütün vücudunu iliklerime kadar hissettim. Daha önce
yapmalıydım bunu, bu yorgun günün ardından başka hiç bir şey bu kadar iyi gelemezdi.
- Bir şey olmadığından emin misin? Sorusunu sormaya tam yeltendi ki onu susturdum.
Yanından ayrılana kadar konuşmamamız gerektiğini, sadece göğsüne yaslanıp saatlerce
susarak orda kalmak istediğimi söyledim. Bir hamleyle beni kendine çekti. Ve öylece izlemeye
başladık rüzgarın denizde bıraktığı dalgaların yolculuğunu.
Hiç olmadığım kadar huzurluydum, güvendeydim, korkmuyordum.
Yaklaşık 2-3 saat kadar geçirmiştik öylece hiç konuşmadan, saat gece yarısını vurmak
üzereydi. Biran önce geçmesi için saatleri saydığım zaman, onun yanındayken hızlıca
geçivermişti. Eve gitme vakti gelmişti kısaca. Teşekkür ettim, beni kırmamıştı. Birbirimize
bakıp birkaç dakika öylece kaldık, gözlerindeki huzuru hissedebiliyordum. Burnumun üstüne
küçük bir öpücük kondurup arabayı çalıştırdı.
Çok geçmeden evdeydim, ona minnettar olduğumu dile getirip;
- Seni Seviyorum. Dedim kısık bir ses tonuyla. Arabadan inip hızla eve ilerledim. Günün
bitmesini sadece birkaç dakika vardı.
- Sonunda. Dedim kendi kendime.
Yatağıma uzanıp şu son birkaç dakikanın da bitmesini bekledim sabırla. Bitmeliydi ve uykuya
dalmalıydım. Tavana daldı bir an gözlerim, yanaklarımdan süzülecek kadar olmasa da yaşlarla
doldu yine. Bitmişti bu korkunç gün, ve ben tüm gün kendimi kandırmıştım. Aslında bana ne
olduğunu biliyordum, neden böyle hissettiğimi de. Sadece kendimi kandırmakla yetinmiştim.
Bugün babamın ölüm yıldönümüydü.. Ben 13 yıl önce bugün, yanında huzur bulduğum ilk
adamı kaybetmiştim…
DERYA COŞGUN
VAPURDAKİ GÖZYAŞLARI
Mükemmel bir uyku da ani gelen mesaj sesi ile son buldu. Gözlerimi mayışmış bir şekilde sıcacık
yatağımda bir o yana bir bu yana kıpraştırdım. Bir yandan üzerimdeki muhteşem pozitif enerji ile
ayılmaya çalışırken diğer yandan sağ kolumu yandaki tozlanmış masaya olabildiğince uzattım.
Sonunda bulup elime aldığım telefonu pat diye suratıma düşürmemle beraber alnımda muhteşem acı
veren bir kırmızılık oluşmaya başladı. Yatakta kaybolan telefonumu üşengeç tavırlarla geri aldım.
‘‘ Merhaba, şu an şaşırmış olmalısın. Belki kızacaksın mesaj attığım için ama seni görmem lazım. Eğer
gelirsen, çok sevinirim. Belki de sana hem sevinip hem üzüleceğin bir haber vereceğim. Eğer ki
gelmezsen, sana hak veririm, ama lütfen gel. Seni geceye kadar vapurda bekleyeceğim’’
Mesajını okurken alnımın acısı yetmiyormuş gibi bir de aniden kalbimin acısı yokladı. 1,5 yıl önce
ayrıldığımız adam, onu tamamen yok ettiğime zorla kendime inandırdığım, silip attığımı sandığım
adam ‘gel’ dedi ve ben her ne kadar gitmemem gerektiğini bilsem de; üzerimdeki pijama ve
panduflarla koşa koşa onun önemli haberini almaya gidecektim. Aynanın karşısına geçtim. Saçım
başım dağılmış, alnımda yer edinmiş kocaman bir kızarıklıkla tam anlamıyla iğrenç bir haldeydim. Kısa
ve biçimsiz kirpiklerim bir aşağı bir yukarı hareket ediyordu. Gözlerimdeki şaşkınlık her halimden
belliydi ve ben, ağlayamıyordum. Kalbim ağrıyordu, acıyordu, yavaş yavaş vurgun yemişe
dönüyordum sap sarı kesilmiştim ama ağlayamıyordum. Kalbim göğüs kafesime dar geliyordu,
kaburgalarımın arasından patlayacakmış gibi inatla çarpıyordu ama yinede acıdan yanan gözlerim
süzemiyordu yaşlarını teker teker. Tam 1 saat aynanın karşısında durup, karşımda gördüğüm sıfatla
tartıştım. Gitmekle gitmemek arasında kararsız kalan benliğimi sırf oyalamak için adeta boş işler
müdürüne döndüm. Bir an kafamı tik tak sesi gelen yere doğru çevirdim. Bu böyle olacak gibi değildi,
çıldırmak üzereydim. Feleğini şaşırmış deliler gibi turlayıp duruyordum. Aslında bugün dışarı çıkmayı
planlamıştım ama ya ayaklarım onun bulunduğu yere giderse? Düşündükçe deliriyordum. Vapurunun
bir köşesine ‘‘papatya’’ yazısı vardı. Acaba hala duruyor muydu? Merakımdan ölmek üzereydim. Bir
anda kendimi gar dolabımda buldum. Alışveriş yaparım diye avundum. Hazırlandıktan sonra
pandufları bir kenara fırlatıp darmadağın odamın kapısını hızlıca çekerek dışarıya attım bedenimi.
Sanki mağazaları dolaşmak için değil de beynimi kemiren sorularla boğuşmak için çıkmıştım. Saatlerce
boş boş yürümenin ardından eve dönerken ayaklarım denize doğru ilerledi. Sanki birileri beni zorla,
güçlü bir kuvvetle itiyordu. Limana yaklaştıktan sonra bir köşede oturdum. Gözlerimle aradığım vapur
meğersem tam karşımda duruyormuş, geç farkettim. Papatya yazısı hala asilliğini koruyor
vaziyetteydi. Gidip söylemeye kalksam ona hissettiklerimi, ağzımdan tek bir kelime çıkmazken
beynimin aşka ayırdığım kısmında tam anlamıyla bir kaos meydana gelir. Nasıl da özlemişim diye
düşünürken bir anda habersizce burnuma gelen mis kokusu başımı döndürdü. Bu koku sessizce beni
yoklayan en güzel, tek mayhoş misafirdi. İyi ki geldi, hoş geldi…
Sabahtan beri adeta talan edilmiş bir vaziyetteydi beynim, kalbim, ruhum, bedenim ve daha nicesi.
‘‘Umut tükenince çarpar mı yine bir kalp ?’’ demiş sanatçılığa imzasını atan değerli insan. Sahi çarpar
mı ? Benim kalbim o kadar berbattı ki bir çarpıp bir duruyor sanıyordum. Her aklıma gelişinde içimi
eriten terk edilişimi hatırlıyorum. Sanki yaşanılanlar kısa bir film şeridine çevrilip göz bebeklerime
konulmuştu. Her karesini ayrı ayrı seyrettiğim, aslında hiç olmamış aşkın ardından yazdığım şiir
avuçlarımın içine sinmişti, baktıkça kabarıyordu avuç içlerim.
KALANLARIN GİDİŞLERİ
Bazı aşklar aşkı öldürmek için var gibi.
Tamamlanmış yalanlar yarı yolda bırakıp gidenlerin eseriydi.
Mutluluk o gidişlerin ardında saklıyken, hüzün bize verilen kutsal bir emanetti.
Kalarak da gidebiliyordu insan.
Kendi acısını taşıyamıyorken bir de yetmezmiş gibi hüzün yerleşiyordu gizlide gizliye. Gidenler
ardında bıraktığının içinde içinde yarım kalan heves olarak yaşamaya devam ederken; kalanlar
kendinden uzaklaşıyordu.
Onları terk eden tek şey hayatından çıkanlar değildi ne yazık ki.
Kalpleri, vicdanları, uykuları ve hatta bedenleri bile yanlılığa mahkum bırakarak kaçıyordu.
Çünkü birkaç sokak da, binlerce kilometreler de, sonsuza denk uzanan yıllar da olsa; attıkları
adımları sayılabilir gidenlerin.
Fakat terk edilenin kalbi tüm adımların izlerini işlendiği yolları hiçe sayabilecek kadar hızlı ve gözü
kör çarpardı terk edildiği vakit.
Ve maalesef gidenler kalanlardaki sevdaların farkına belki de hiçbir zaman varamayacaktı.
Tüm kalışların daha uzağa gitmesi,
Tüm gidişlerin daha yakında kalması dileğiyle…
Düşüncelerimin doğruluğunu tarttım sonra. Sonuç olarak gitmememi gerektiren bir vapur, içerisinde
de uzun zamandır görmediğim, dokusuna kokusuna hasret kaldığım bir adam beni bekliyordu. Şimdi
atmaya başlasam ağır ağır adımlarımı kaç dakika sonra ona sarılı halde bulabilirim kendimi? İşte bu
sorunun hevesiyle doğruldum yerimden. Kulağımı çınlatan topuklu ayakkabımın her sesinde çığ gibi
büyüyen bir nefret ve öfke karışımı hissedip daha da hırslandırdım kendimi. Tekrardan ona aşık olup
dönememek için. Çünkü bir kalp kapısı daha açacak halim kalmadı benim, kalp yorgun, gönül yorgun,
aşk yılgınken... Önce yavaşça attığım adımlar git gide hızlanıp sonra bir anda kesildi. Durup birkaç
dakika daha izledim onu. Yüreğime doğru tam isabetli atılan yumruklar olsa da kalmayı seçtim.
Genzimde anlam yükleyemediğim o yakıcı acı denizin kokusu ve ağaçtan üzerime koca bir eda ile
salınan iri ve sararmış yapraklarla daha da çok arttı.
Mükemmelliğin dozundaki manzarayı bile onu seyrettiğim kadar izleyememiştim bu sefer. Bir adım
attım, sonra bir tane daha ve bir kez daha derken adımlarımın sesini tanıyarak heyecanla arkasını
döndü. İşte o birkaç saniye bir ömre bedeldi. Adeta nefesimi kesip gözümün içine masum olduğu
kadar acımasız bir şekilde bakıyordu. Onun bana dönüşünde sanki her şey herkes silinmiş, tertemiz
bir sayfaya yer verilmesi gerekiyormuş gibi oldu ama bu mümkün müydü bilemiyorum. Bir zamanlar
yüzümün her boğumunu ezberleyen adam, bu sefer keskin kirpikleri ile çiziyordu bu boğumları.
Havada ahenk ile dans edip sarı ve yeşilin birbirine sıkıca sarıldığı tonlarıyla göze çarpan yapraklar,
ona yaklaştıkça uzaklaştılar benden. Rüzgarın sesinin rengi beni benden alıyordu. Sanki beynimin aşk
kısmı tekrardan onun için çalışmaya başlamıştı. Unuttum sandığım aşk meğersem yüreğimin en kuytu
köşesinde usul usul gizlenmiş ve şimdi aniden yerinden fırlamış nefret duygusuyla kıyasıyla
yarışıyordu. Aşkın boyutu değişir herkese göre ve korkarım ki benim aşkım karşımda duran dev
dalgalar kadar büyük ve eşsizdi.
Bana doğru yaklaştı. Karşımda yana doğru rüzgarın savurduğu saçı her zaman özenle incelediğim
giyimi kuşamı ile tamamlamıştı yine birbirini. Sanki şu dünyada onun gibisi hiç yoktu, hiç de
olmayacaktı. O saç yalnızca ona yakışıyor, kıyafetler yalnızca onun üzerinde böylesine muazzam
duruyordu. Elini uzattı fakat ben görmemiş gibi yaparak binlerce anımızın olduğu vapura geçtim.
– Geldin. Dedi şaşkın ve sevimli mimikleri ile.
–Ne söyleyeceğini duymak için geldim.
–Hemen mi? Otursaydın, konuşurduk, istersen bir yerlere gidelim ne dersin?
-Otursaydım, konuşsaydık? Diyelim ki dediğin gibi yaptık sonra ne olacak? Tekrardan önce aşıklar
rolünü oynayıp sonra sırasını iki yabancıya vermeye gelmedim buraya.
Dediğimde ağzını açık yan yana koyamadı harfleri. Merdivenlerden aşağı doğru indi. Neden gittiğini
anlamıştım. Ayak sesini, kaşını, gözünü, kirpiklerini, her şeylerini o kadar çok özlemişim ki anlatamam.
Kendinden önce gelen koskoca bir buket vardı ellerinde hem de taşıyamadığı kadar büyük. Çiçeklerin
kokusu; denizin kokusu ile birleşip sevdiğim adamın üzerinde uyuya kalmıştı, beni ona çekiyordu
adeta. O kadar kusursuz bir manzara vardı ki ortada? Dalgasını sevdiğim deniz, renklerinde mucizeler
barındıran gün batımı,, koca buket çiçek ve günü büyüleyen adam. Keşke beraberken ona daha çok
sarılsaydım. O zamanlar hayatımın en mutlu anlarıymış, nerden bilebilirdim ki? Boynuna atlamamak
için zor tuttum kendimi. Duygularımla büyük bir savaşa girdim. Göğsünün üzerine sığdırmaya çalıştığı
çiçekleri bana uzattı. Hislerimi saklamaya çalışsam da kaybeden taraf oldum. Papatyaların kokusunu
iliklerime kadar hissettim.
–
Sen çok seversin papatyaları Biraz zor olsa da en güzellerini bulmak, senin için değer.
Bitmiş aşkın çiçeğini mi getirdin? Eskileri hatırlatmaya çalışmak için daha iyi bir şey bulamazdın
sanırım. Önce vapur sonra papatya sırada ne var? Üzgünüm senden sonra papatyalardan çok uzak
kaldım. Kokusunu bile unutmuşum. Sevdiğim adamı öldürünce onlar da yalan oldu tabi.
-Beni yanlış anlama lütfen biliyorum uzun bir süre aramadım seni ama senin gibi sevmedim kimseyi.
– Ne tesadüf bende sevemedim. Çünkü korktum ne zaman birine aşık olmak istesem seni getirdim
aklıma, sonra vazgeçtim. Bana yok oluşunun acısını çektirdi fakat bunlara rağmen anılarımızı
kirletmedim. Belki de yıllar sonra aklına geldim içini sızlattım ama sen bunu her gün yaptın, her gün
aklımdaydın.
–Seni üzdüğüm için çok… Sözünü tamamlamasına izin vermeden işaret parmağımı konuşurken çıkan
nefesini izlediğim kıvrılan iki dudağına koydum.
– Sakın benden özür dileyip geri dönme. Neden? 1,5 yıl arayıp sormadın sonra aniden aklına düştüm.
Attığın mesaja kanarak yine geldim. Canımı zamanında fazlası ile yakana unuttum diye kendimi
avuttuğum adama nefretle pis bir acıyla öfkeyle kinle ama bunların üzerini örtmeyi başaran aşkla
geldim. Bunları söylediğime bakma yalanlarını hatırladıkça soğutuyorum beni senden. Biz aşkı
yaşayamadık. Olmadı, olduramadık. Tüm söylediklerimi umursamamış gibi yapıp aynı davranışı
sergiledi yani sıkışınca konudan konuya atladı.
–Buraya ne oldu? dedi ve yüzümü iki elinin arasına alarak öptü alnımdan bir anda. Ellerinin
arasından istemsizce sıyrılarak;
-Önemli bir şey yok. Artık gitmem lazım. Ne olduğunu söylemeyecek misin?
-Ben gidiyorum ve gitmeden önce son kez görmek istedim seni. En son sana bakmak, yüzünü aklıma
kazımak istedim.
–Unuttun demek beni? Demek ki gidiyorsun? Daha öncekiler gibi, daha önceki sen gibi? O zaman son
kez bak bana, bir daha çıkma karşıma. Gözlerimde savrulan ateşleri gör, öfkeli halimi hatırla. Sen
bencilin tekisin. Tam kendime geldiğim anda aklımı kurcalıyorsun. Beni talan ediyorsun ve ben hiçbir
işe yaramayan çaresizliğime geri dönüyorum, yapma bunu.
Onun gözlerinden akan pişmanlık, benim gözlerimde cayır cayır yanan aleve dönüşüyordu. Usulca
elimdeki çantayı alıp dümenin yanına koydu. Onu izlerken, yaşadıklarımız bir film şeridi misali geçti
gözümün önünden. Tekrar başını kaldırdı. Kirpiklerinden yanaklarına, yanaklarından dudaklarına
doğru yol alan yaşlar, boynuna uğrayamadan rüzgarla beraber uçup gidiyordu. Silmek istedim ama
beni durduran, adına gurur dediğiniz büyük bir engele takıldım. Ellerinin parmaklarımın arasına
dolaşmış bir şekilde hissettim. Yumuşacık ellerin parmaklarımda bırakacağı izden çok korktum.
–Özür dilerim. Her şey için teker teker özür dilerim dedi ve ellerimi kaptığı gibi nazik bir şekilde öptü.
Sanki geçen onca ayların acısını çıkarıyordu ve sanki o da çok özlemişti en azından böyle olmasını
istiyordum. Özür dilememesini istediğimi unutmuştu sanki. Cevap bile veremedim. Evdeyken akmak
bilmeyen yaşlarım sanki onun yanında bana nispet yapar gibi geçti yüzümün ince hatlarımdan asil asil,
suskun suskun . Kan kırmızı dudaklarım yamyaş olmuştu. Boynumu hiç eğmeden ;
- Nereye gidiyorsun? Dedim,
–
Senin olmadığın yere. Dedi.
Neden benden uzaklaşma arzusu kaplamıştı onu? Uzaklar yakışmazdı ona, biliyorum. Kalsaydı ölür
müydü? ‘‘Git’’ desem de kalması gerektiğini öğretememiştim ona. Beni bırakmasaydı tekrardan? Bir
başka kişiyle yeni limanlara yelken açıp ismi konulmamış mevsimlerde aşkın tadına tekrar bakmaya
hazır hissetmiyordum kendimi. Şimdi, tam da şu anda dursaydı zaman denilen işe yaramaz illet kayıp?
Çok mu şey istiyordum acaba? Daha fazla hükmedemedim ayaklarıma. Bir adım daha adım atıp
dibinde durdum. Eğdiremediğim boynumu; benden uzun olduğunu belli eden omzunun hizasında ve
göğsünün üzerindeki kap kalın kabana yasladım. Sonsuza denk yaşayabilir, yaşlanabilir,
sahiplenebilirdim onun göğsünü. Bir adam ancak bu kadar tutku, şefkat ve sevgi dolu kalabilirdi.
Herkesle doldurmaya çalıştığım onun boşluğunu; yine o tamamlamıştı. Gidiyordu. İnsan sonucunu
bilse de kabullenemiyormuş bazı şeyleri. Susarak gidecekti ve daha da berbatı ben onun susuşunu,
gözlerinde kalan hüznünü bile özleyecektim. Hiç olmazsa son bir kez daha öp beni diye geçirirken
içimden, sırtımı saran kollarıyla beraber başını eğerek sanki dalgalı saçlarımın her telini öptü. Kalp
kadar düşüncelerin de karşılıklı olması. İşte aşk buydu…
Merve ÜNLÜ
RÜYA
Bir Haziran sabahıydı. Nihal,rüzgarın getirdiği deniz kokusuyla uyanmış ve
balkona çıkmıştı.Hava çok güzeldi.Mis gibi çay kokusu ve kızarmış ekmek
kokularının evden geldiğini hissedince aşağıya inip ablasıyla güzel bir kahvaltı
yaptı.Dışarı çıkma vaktiydi.Deniz çok güzel görünüyordu.Kumsala gidip insanları
izlemeye başlamıştı bile.Nihal,insanların mutlu olduğunu gördükçe huzur bulan
biriydi.
Aniden yolun kenarında bisiklet süren bir çocuk dikkatini çekti. Dikkatlice
çocuğu seyretti.Ne kadar güzel bir bisikleti vardı çocuğun.Kıpkırmızıydı ve
tekerleklerindeki süsler göz kamaştırıcıydı.Nihal’ in gözleri dolmuştu.Küçüklüğü
aklına geldi.Onun hiç bisikleti olmamıştı.Bir çocuğu mutlu eden şeylerin başında
gelirdi bisiklet.Nihal o duyguyu hiç tadamamıştı.
Arkadaşının omzuna dokunmasıyla irkilip kendine gelen Nihal gözyaşlarını
silip kendini serin sulara bıraktı.Delirmişçesine yüzüyordu.Hıncını sadece bu
şekilde alabilirdi.Saatlerce yüzdü…
Eve döndüğünde yorgunluktan dayanamayıp uyuyakalmıştı.Ertesi gün
uyanır uyanmaz odasının içerinde kıpkırmızı kocaman bir bisiklet gördü.Şok
olmuştu.Hem ağlıyor,hem de gülüyordu.Yatağından fırlayarak bisiklete
sarılmaya ve çocuklar gibi sevinmeye başladı.Nihal aynı zamanda güzelliği ve
beline kadar uzanan altın misali sapsarı saçlarıyla bilinen bir kadındı.Saçlarıyla
bisikleti uyum içindeydi.Dışarı çıkıp bisikletini sürmeye başladı.Dünya onun
olmuştu sanki…
ANNE KAHVALTI HAZIR , SENİ BEKLİYORUZ. Aniden uyandı Nihal. Büyük kızı
sesleniyor olmalıydı.Gördüğü şeylerin hepsini rüya olduğunu anladı. Uzun uzun
odanın içine baktı.Oda karanlık ve havasızdı.Ne deniz kokusu vardı, ne de
bisiklet.Nasıl olabilirdi ki zaten.Çocukluğunu yaşayamamış bir anneydi o , üstelik
68 yaşındaydı.Bunları yaşamak için geç kalmıştı.Onun suçu yoktu.Ailesini küçük
yaşta kaybetmişti.Çocukluğu, genç kızlık zamanı, hayatını yaşayamamıştı.
Nihal yaşlanmıştı artık.Geçmiş onu çok yıpratmıştı.Büyük kızı olan Figen
annesinin artık bu kadar fazla yükle yaşayamayacağının farkındaydı.Onu en
sevdiği yere denizlere götürecekti.Yola çıkmışlardı.Nihal’in doğduğu yere
Bozcaada’ya gitmeye karar verdiler.Yol boyunca Nihal ağladı.Uzun bir
yolculuktan sonra nihayet varmışlardı.Nihal hayatta onu tek mutlu eden şeyle
baş başaydı şimdi.Deniz ona hep huzur vermişti.Bir müddet adada
kaldılar.Dönmek için hazırlıklara başlamışlardı.Nihal son kez denizi görmek
istedi.Bir süre sonra Bozcaada’nın her yerinde Figen’in çığlıkları
yankılandı.Biricik annesi artık yoktu.Nihal ise huzura ermişti.Aciz bedeni artık
bunca acıya dayanamamıştı.Deniz kenarında toprağını deniz kokusuyla
besleyen bir mezara sahipti.Artık o istediği huzura kavuşmuştu.
Ayşenur TUTKUN
Ufukların Sultanı
Osmanlı devletinin 15.yy yönetim kadrosunda
güven, askeriyesinde ihtişam, geniş topraklarında
ise huzur hâkimdi. Fatih Sultan Mehmet genç
yaşında Osmanlı tahtına geçmiş, Hıristiyanların
doğuda son kalesi olan Kostantiniye'yi alarak
Hıristiyan Avrupa’sını korku ve telaşa sokmuştu.
Dur durak bilmeyen Fatih, savaşlarının çoğunu
batıya yönelik yaparak Hıristiyan devletlerinin
üzerine yürümüştü.
Sultan Mehmet’in genç yaşında tahta geçtiğine
sevinen
Avrupalılar,
Osmanlının
batıya
ilerleyişlerinden
dolayı
sevinçleri
korkuya
dönmüştü. Bu korku öyle şiddetlenmişti ki, bir
müddet sonra hayatlarının tehlikeye gireceğini
düşünen Katoliklerin lideri papa, koskoca Osmanlı
sultanına ’’eğer vaftiz olursan seni romanın kralı
yapar, tüm Hıristiyan ordularını emrine bağlarım.
Böylelikle dünyanın egemeni sen olursun’’ demişti.
Ancak Fatih yazıyı ciddiye bile almadan papaya
’’sen sünnet ol seni şeyhülislam yaparım’’
karşılığında bulunmuştu. Oysa Fatih hayallerini
İslam ve Türklük adına şekillendirmişti. Hz.
Peygamberin müjdecisi olmak için Kostantiniyeyi
fethetmişti. Papa, Fatihin Hıristiyan halka iyi
davranmasının arkasında başka şeylerin olduğunu,
adaletli davranışlarının Hıristiyanlığa yatkın
olduğunu düşünmüş ve annesinin Hıristiyan olması
da ona çaresizlik içinde bir umut ışığı olarak
gözükmüştü. Hıristiyan ordularını haçlı seferlerine
toplayamayan papa en son bu yolu tercih etmişti.
Güya Fatihe din değiştirerek akıl oyunlarını
oynatmak istiyordu. Tabi bunu çok iyi bilen Fatih,
papanın akıl oyunlarına karşılık o da akıl oyunlarıyla
cevap vermişti. İslam uğruna savaşan Fatihin
hayatında din değiştirmek asla olmayacak
şeylerden biriydi.
Yıl 1480’nin Temmuz ayı idi. Fatih Sultan
Mehmet’in emriyle İstanbul’dan kalkan Gedik
Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı donanması,
İtalya kıyılarında bulunan Otranto kalesini büyük
uğraşlarla ele geçirmişti. Otranto kalesinin Osmanlı
topraklarına dâhil edilmemesinden önce padişah,
İstanbul’un fethinden sonra kurulan Gök kubbe
teşkilatının en önde gelen ajanlarını İtalya’ya
göndermişti. İtalyan devletlerinin ve Vatikan’ın en
kritik yerlerine sızacak olan bu ajanlar, Osmanlıya
karşı alınacak tutumları öğrenip önemli bilgileri
payitahta bildireceklerdi.
Gök kubbe teşkilatı Fatih Sultan Mehmet’in
emriyle Kostantiniye’nin fethinden kısa bir süre
sonra hayata geçirilmişti. Bu teşkilat gizli olmakla
birlikte giderek büyümüş, teşkilatta eğitim gören
ajanlar padişahın emirleriyle Ortadoğu, Avrupa,
Asya ve Kuzey Afrika’ya önemli bilgiler elde
edilmek için gönderilmişti.
Gök kubbe teşkilatının kurulmasının temelinde
yatan en büyük etken Fatih Sultan Mehmet’in çok
geniş hayallerinin olmasıydı. Küçüklüğünden beri
kurduğu hayallerini bir bir hayata geçiriyordu. Önce
Kostantiniye'yi alarak büyük bir sorunu ortadan
kaldırmış, kısa bir süre sonra hayallerinin en önemli
adımı olan Gök kubbe teşkilatını kurmuş, savaşlarla
Anadolu’yu, Balkanları ve Kırımı ele geçirmişti. Asıl
o büyük hayali belki de Kostantiniye’nin
alınmasından ve diğer gelişmelerden daha
kıymetliydi. Çocukluğunda Kostantiniyeyi alma
hayalini kurmuş ve bunu gerçekleştirmişti. Genç
yaşından itibaren olgunlaşan şartlar sonrasında sır
gibi sakladığı o en büyük hayalini gerçekleştirme
vaktinin geldiğine inanmıştı.
Gençliğinden itibaren sır gibi sakladığı o hayal belki
de Hıristiyan Avrupa’nın sonunu getirebilir,
Müslümanlığı ve Türklüğü dünyaya duyurabilirdi.
Romanın alınması dünyanın şeklini altüst edebilirdi.
Romanın fethedilmesi demek Hıristiyan dünyanın
parçalanması demekti. Kostantiniye alındıktan
sonra Ortodoks halkı nasıl Osmanlı himayesine
geçtiyse, Romanın alınmasıyla birlikte Katoliklerin
lideri olan Vatikan’da Osmanlı himayesine
geçebilirdi. Böylelikle dünyada söz sahibi olacak tek
güç Devleti Aliye-i Osmaniye olabilirdi. Ancak bu
fethin hiç kolay olmayacağı kesindi. Roma'ya sefer
yapılacağı anlaşılsa papa bütün Hıristiyan ordularını
birleştirip Roma'yı savunmaya çağırabilir, ya da bu
seferi engellemeye çalışabilirdi. Romanın alınması
için savaşacak olan Osmanlı askerleri sayıca üstün
olmasa bile Allahın askerleri nasıl Bedirde, Uhudta,
Çanakkale’de olduysa Romanın fethinde de
Müslümanların yanında olup kâfirlere karşı cenk
edebilirdi.
Gök kubbe teşkilatının en önde gelen isimleri
İtalya’da bilgi topluyorlardı. Gidenlerin arasında en
genci ve en tecrübelisi olan Kantıkoğlu Serdar Paşa,
padişahın
en
güvendiği
isimdi.
Devlet
kademelerinin en üstünde olanların bile bilmediği
bazı şeyleri Kantıkoğlu Serdar Paşa bilebiliyordu.
Çünkü padişahla aralarında büyük bir bağ vardı.
Fatih Sultan Mehmet ona baktığında kendini
görebiliyordu. Henüz Kantıkoğlu Serdar Paşa
küçükken Bizanslılar annesini öldürmüş ve yetim
kalmıştı. Babasının da hayatta olmayışı onu hayatta
çaresizce bırakmıştı. Küçük yaşına rağmen kendine
bakmaya
çalışan
Kantıkoğlu
Serdar,
Kostantiniye’nin kuşatıldığını duyunca kuşatma
yerine gizlice gitmiş ve bir damla bile olsa düşman
kanı dökmeye yemin etmişti. Kuşatma meydanında
savaşmaya her an hazır bir vaziyette bulunan bir
çocuğun olduğunu fark eden Fatih Sultan Mehmet
onu yanına getirttirip niye burada olduğunu
sormuştu. Kantıkoğlu Serdar ise padişaha ’’bu
cenge kim katılmak istemez ki’’ cevabını vermişti.
Uzunca sohbetten sonra padişah onu kendi
himayesine almıştı. Seneler ilerledikçe tecrübeler
kazanmış ve teşkilatın başına geçmişti.
İtalya’da bulunan Osmanlı ajanları İtalyan
devletlerinin içine sızmayı başarmıştı. İtalya’da
tedirginli ve korku hâkimdi. Herkes Osmanlının
buralara geleceğinden endişe duyuyordu. Bir
Müslüman devletinin buralarda hüküm sürmesini
istemiyorlardı. İtalyan devletler Otranto kalesinin
kaybedilmesinden sonra bulundukları bölgelerdeki
kaleleri hemen onarmaya başlamışlardı. Papa ise
her an kaçabilmek için gemilerini hazır etmiş,
önlemlerini almıştı. Osmanlı askerlerinin az
kuvvetle bile gelecek olması onları tedirgin etmeye
yetiyordu. Çünkü Osmanlı yeniçerilerinin namı her
tarafa korku salıyordu. Ama bu sefer Osmanlı, çok
büyük bir güçle çizmeye ayak basacaktı.
Fatih Sultan Mehmet ordusunun İtalya kıyılarına
yerleşmesinden sonra vaktin geldiğini düşünüp
savaş hazırlıklarını başlatmıştı. Fatih tüm
hazırlıkların en mükemmellini istiyordu. Bunun için
asker sayısına ve donanmaya büyük önem vermişti.
Savaş hazırlıkları başlatılmıştı fakat seferin henüz
ne tarafa yapılacağı muammaydı. Politika gereği
seferin İtalya’ya değil de bir başka yere yapılacağı
algısı oluşturulacaktı. Bunun için her şey titizlikle
yapılıyordu.
1481’in ilkbaharıydı. İtalya’da bulunan Kantıkoğlu
Serdar Paşa çok önemli bir bilgi elde etmişti. Fatih
ordusunu toplatıp meçhul bir yere sefer yapacak
olması Roma’yı yine de tedirgin etmişti. Aydın
kesimlerin bir kısmı İtalya’dan ayrılmıştı. Fatihin er
geç İtalya’ya saldıracağını düşünen papa Fatihin
öldürülmesine karar vermişti. Planın zehirleme
olduğunu öğrenen Kantıkoğlu Serdar Paşa, bizzat
kendisi padişahın yanına gitmeye karar vermişti.
Hiç hız kesmeden İstanbul’un yolunu tutmuştu.
Kantıkoğlu Serdar Paşa inanılmaz bir sürede
İstanbul’a ulaşmıştı. Ancak Fatih Sultan Mehmet
sefer yapacağı Maltepe ile Gebze arasındaki
ordugâh çadırında zehir nedeniyle kan kusarak
vefat etmişti. Kantıkoğlu Serdar Paşa da padişaha
yetişememenin verdiği acıdan dolayı inzivaya
çekilmişti. Fatihin ölümünden çok kısa bir süre
sonrada Kantıkoğlu Serdar Paşa, koruyucusunun
arkasından ebediyete göçmüştü.
Fatihin ölüm haberi Roma’ya ulaşınca İtalya’da
toplar atılıp, günlerce şenlikler yapılmıştı. Papa
bütün Avrupa Kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp
şükür ayini yapılmasını emretmişti. Fatih Sultan
Mehmet’in ölümü onları rahatlatmış, korkularını
mutluluğa çevirmişti. Onlarda çok iyi biliyordu ki
Fatih Sultan Mehmet bir müddet daha yaşayıp
İtalya Seferini düzenleyebilseydi o gün artık her şey
eskisi gibi olmayacaktı. Roma alınsaydı artık o
günden sonra onlar Müslümanların karşısında
azınlık durumunda kalacaklardı. Fatihin hayalini
ettiği nizamı âlem projesi kadere boyun eğmişti…
Serdar KANTIK
Yalnızlık
Sahi nedir yalnızlık? Kimdir? Bir kadının sevgilisinden ayrıldıktan sonra
çevresindeki insanlara söylediği ama aslında;
'şu sıralar boştayım,tekliflere açığım' demek istediği bir kelimemidir? Veya;
bir erkeğin tek başına bir evde yaşaması mıdır?
Hayır. Yanlış. Yalnızlık içimizdedir.
Düşünün; annesi, babası olmayan bir çocuk.O aranızda istemediğiniz,
konuşmadığınız,oyunlarınızda sürekli fasulye rolünü oynayan çocuk.
Siz kapının önünde anne-babanızın işten cebinde bir çikolata ile gelmesini
beklerken, O bir köşeye sinmiş sizin anne babanızın sokağın köşesinde görünür
görünmez koşup boyunlarına sarılmalarınızı izleyen çocuk.
İşte asıl yalnızlık O çocukta.O, işte benim.
Ha üzülmeyin sakın. Acımayın halime. Ben alıştım.Çocukluğumda ki gibi koymuyor
artık. Aklıma her geldiklerinde gözlerim dolmuyor istemsizce.
İçimde; acı, sevgi, özlem gibi duygulardan zerre yok. Senelerdir içimde kinim ve
kızgınlığımla besleyerek yaşattığım tek duygum nefret.
Çocukken oyunlarda fasulye yaparlardı beni. Bazen de oturtup kenardan
izletirlerdi. Arkadaşım olarak gördüğüm hiçbiri beni görmezdi.
Yada görmemezlikten gelirlerdi, bilmiyorum.
Aileleri de hiç sevmezlerdi beni. Sanki verem gibi illet bir hastalığın
pençesindeymişim ve bu hastalığımı da çocuklarına bulaştıracakmışım gibi;
ne zaman çocuklarının yakınında - yöresinde görseler kovarlardı beni.
Ama onlara hiç bir zaman kızmadım biliyor musunuz? Ailesinin; annesinin,
babasının istemediği bir çocuğu kim ne yapsın diye düşünürdüm hep.
İşe bu yüzden kimse bana yalnızlıktan bahsetmesin.
Yalnızlık..
Savunmasız bir çocuğun kimsesizliği kadar kutsal olamaz hiç bir zaman.
Fatmanur ALACA
YASAK MEYVE
Aşk neydi? Üzerine ölünebilecek bu
duygu da neyin nesiydi böyle? Efsaneleri
oluşturan,hayatın en uç noktasındaki bu üç
harften oluşan bir illet olmalıydı…Peki ya
şairler onlar ne derdi:
ateşlenecek içindeki
yangın.Söndüremeyeceksin!
Şirazi;Aşka uçma kanatların yanar,
Mevlana;Aşka uçmadıktan sonra kanatlar
neye yarar?
Yunus Emre;Aşka vardıktan sonra kanadı
kim arar? Demiş.Ne kadar da doğru
söylemişler.Sonuçta aşkın mayasıdır acı
çekmek ve acı çeke çeke anlarsın bu illeti.
Her nefes aldığında kalbinden cayır
cayır yanık kokusu alacaksın ki o zaman
anlayacaksın kendi durumunu.Oturup
sabahlara kadar ağlayacaksın mesela.Hem
nefreti hem de özlemi aynı anda
yaşayacaksın.Adını her duyduğunda
kaçacaksın,saklanacaksın
herşeyden.Kavuşamayacağını bile bile
umut edeceksin her gece.Göz yaşından
ıslanmış yastığına sarılıp buram buram
hasret kokan sevgiline sitem
edeceksin.Aylarca,yıllarca
göremeyecek,göremedikçe de daha çok
Hiç bir şeyden zevk alamayacaksın
mesela.Her esen rüzgar onu anımsatacak
sana.İçine işlediği acıları titreyerek
anımsayacaksın.Mantığını alt üst eden bir
kudret gözlerini dolduracak.Bazı zamanlar
kah gülüp kah ağlayacaksın
durumuna.Seneler sürecek bu acı.Artık
dünya sana pembe değil siyah
gelecek.Dimdik duran ayakların seni
taşıyamayacak…
Sonra unutacaksın.Yavaş yavaş geçecek
bu acı içinden.Hayatına kaldığın yerden
devam edeceksin.Kaybettiğin zamanlar
gelecek aklına.Üzüleceksin yine.Zamanla
gülmeye başlayacaksın.Yeni şeyler
yapacaksın hayatında.Mesela yeni
eşyalar,yeni arkadaşlar…Bunlar seni mutlu
edecek.Ve sonra aynanın karşısına geçip
kendi kendine bir söz vereceksin.Bir daha
yasak meyveyi asla yemeyeceksin…
Ayşenur TUTKUN
YARIM KALAN HUZUR
Yine yalnızlığıyla hayal dünyasına gelmişti.
Yavaşça masasına oturup karşı dolabındaki
renkli postitlerine gözü takılmıştı.
Neredeyse bütün mutlu,mutsuz olduğu
anlarını yazdığı postitleri dolabından alıp
yatağına uzanmıştı. Tavanındaki yıldızlarda
hafiften tebessüm ediyordu. Hepsini kısa
kısa yazmış olmasına rağmen saniyesi
saniyesine hepsi aklındaydı. Başlıkları olan
ilk önce hayatı yazılı rengarenk postitleri
okumaya başladı.
KARIŞIK HAYATIM
Ben Melinda, 19 yaşındayım. Sanırım
hayatımın yarısını uyuyarak yarısını da
yazılar yazarak geçiriyorum. Çünkü en
mutlu olduğum anlar o zaman. Bazen
kafayı yemek üzere oluyorum. Sanki
beynime hükmedemiyorum. Hayatımdaki
onca acı varken her gün mutlu rolü
yapmak zorunda kalıyorum. O kadar yalnız
hissediyorum ki kendimi terkedilmiş
olmanın verdiği bir duygu sanırım. Birden
gelip ansızın giden birinden bahsediyorum.
Her şey aniden olup bitmişti. Ondan sonra
kimseye güvenim kalmamıştı. Bu yüzden
aileme daha da sarıldım. Onların yerini
kimselerin doldurmayacağını anlamıştım
fakat onlarında yanımda olmaması beni
daha da kötü yapmaya başladı. Böyle
birşeyler işte..
HASRET
Siz hiç bilir misiniz hasreti? Ne acı bir
durumdur o. İçin kavrulup yanar sen
susarsın. Her gece kimse duymasın diye
sessizce ağlarsın. Gözlerinden her akan
damla göz yaşı yüreğindeki ateşi
söndürecekmiş gibi ama daha da
alevlendirir farkına varamazsın.
Bağırmak,isyan etmek istersin fakat kime
isyan edeceğini bulamazsın.
Küçüklüğündeki babanın yanında
olmamasına mı isyan edersin yoksa
annenin her zorun altından kalkıp hem
annelik hem de babalık yapmasına mı?
Adalet bu mudur! Sevdiklerinin yanında
olmamak mı? Ne kadar acı çeksen de
çevrendeki insanlara üzüntünü belli
etmemek midir. Baba kokusuna hasretken
evden birinin daha ayrılmasını izlemek ne
kadar zor kim bilebilir ki. Bu yüzden gülen
bir insana mutlu yorumunu yapmak yanlış
olur. Sadece rol yapıyor ve kimseye belli
etmek istemiyordur.
KARANLIKLAR İÇİNDE
Hayatımdan bir gün daha gitti. Gecenin
zifiri karanlığı üstüme çöktü. Bununla
birlikte kendi sessizliğim ve yalnızlığımla
kaldım. Yaptığım,yaşadığım iyi-kötü her
şey film şeridi gibi gözümün önüne yığıldı.
İçimdeki sıkıntılar günyüzüne çıktı. Aslında
anlatmak istediklerim kelimelere sığmaz.
Anlatsam da kelimeler benim için
kifayetsiz kalır. Duymayan birine dünyanın
en güzel şarkısını söylemek ne kadar zorsa
içimdekileri yansıtmam o kadar zor.
Herkes ne kadar yalnızlıktan dese de o
eksik. En sevdiğim,değer verdiğim belki de
uğruna canımı vereceğim kişi yanımda yok.
Aslında bana göre çok yakın.Tam solumda
kalbimin en derinliklerinde. Öyle bir an
geliyor ki hayal ediyorum onunla
yaptıklarımı ve yapmak istediklerimi. Onu
düşünürken ne kadar mutlu olduğumu
farkediyorum. Kalbim bir kelebeğin
kanatları gibi çırpınıp duruyor. İstemsizce
tebessüm ediyorum.Kendime geldikten
sonra hayalim gerçekleşemediği için diğer
tüm hayallerime küsüyorum.Sil baştan
yaşamak istiyorum hayatı. Tam
mutsuzluğun,karamsarlığın içindeyken
hayatıma ansızın tekrar biri giriyor. Kim
olduğunu bilmeden,tam olarak tanımadan
hayatımın en önemli noktalarından ve
benim için birden eşsiz biri oluyor. Her gün
her saat vakit geçiriyoruz.Nelerden
hoşlandığımı,nefret ettiğimi hatta çayı
nasıl içip kaç şeker attığımı bile bilen birisi
oluyor. “Tamam,bu beni yarı yolda yalnız
bırakmaz“ diyorum. Güvenip inanıyorum.
Bundan sonra her gün beni uzun
mesajlarıyla uyandırıp yüzümü tebessüm
ettirecek bir şekilde güne birlikte
başlıyoruz. Hemen kalkıp hazırlandıktan
sonra her zaman ki yerimizde buluşup
kahvaltı yapıyoruz. Günün nasıl geçtiğini
bilmeden,sarılmalarımızla ayrılıyoruz. Her
başımı yastığıma koyduğumda bana
söyledikleri aklıma geliyor. Mesela öyle
güzel hayatım diyor ki, her şey bir yana
gitmiş onun hayatı benim hayatım olmuş.
Birde beni kıskanmalarını unutmayalım.
Beni gözünden sakınıyor. Yani bana öyle
hissettirdi. Birde öyle bir bakışı var ki
gözlerinin derinliklerinde kaybolur
utancımdan kızarsam da bende bakmadan
duramıyordum. Hani gençlik yıllarının en
güzel çağları aşk derler ya, gerçekten de
öyleymiş. Bazılarının hayatını zindana
çevirip,o aşkın ateşinde kavurup yakar.
Bazılarının ise hayatının neşe kaynağı olup
mutluluk saçar. Bende sanırım bu aralar o
mutluluk saçanlardanım. Önceden hiç
hissetmediğim bir duyguyla da karşı
karşıyayım. Aşk diyorlarmış bunun adına..
KORKUYORUM
Her şey o kadar ani oluyor ki anlam
veremiyorum. Bir bakıyorum yanımda. Ne
tam olarak benim diyebiliyorum ne de
yokmuş gibi davranabiliyorum. O varken
hep mutluyum. Bilmiyorum o
yanımdayken içimi öyle bir huzur kaplıyor
ki kelimelere sığdıramıyorum.Hep böyle
devam etsin istiyorum.Bir
gülüşünde,bakışında öyle hayaller
kuruyorum ki ben bile inanamıyorum.Ama
bazen de bir an geliyor çok korkuyorum.
Küçücük yüreğimin bu duyguyu
kaldıramamasından,ben bu kadar hayal
kurarken hiç birinin gerçekleşmemesinden
en önemlisi beni terketmesinden
korkuyorum. Bu hislerimi bilsin de
istemiyorum. Kısaca ne yapacağımı
bilmiyorum. Acaba konuşup anlatsam mı
bu hislerimi, cevapları ondadır belki?
BÜYÜK GÜN
Artık konuşmaya karar verdim. Bugün her
zamanki yerimizde,aynı saatte ve büyük
ihtimalle aynı masamızda buluşacağız.
Karnımda anlamadığım bir ağrı var. Geçer
diye umut ediyorum ama buluşma saati
yaklaştıkça daha da keskinleşiyor. Aynanın
karşısına geçip sürekli kendi kendime
konuşuyorum. Cümleleri özenle kurup
karşısında rezil olmak istemediğim için
fakat her seferinde bocalıyorum. Saate bir
bakıyorum ki saat gelmiş artık gitme vakti.
Yolda aklımdan binlerce düşünce geçiyor.
Ayaklarım zar zor gidiyor buluşma yerine.
Bir bakıyorum ki gelmişim.O tam saatinde
ve aynı masada oturmuş beni bekliyor.
Tereddütle ve hala geçmeyen karnımdaki
ağrıyla yavaş adımlarla yanına gittim. Bana
o içten gülümsemesiyle ‘merhaba’ dedi. O
ana kadar olan bütün ağrılarım
düşüncelerim aklımdan uçup
gitti.Masamıza oturduktan sonra
siparişlerimizi verip uzun bir sohbete
başladık. O kadar hararetli konuşuyorduk
ki kahvelerimizin gelmesi konuşmamızı
yavaşlattı. O kadar samimi davranıyordu ki
bana hoşuma gitmiyor değildi. Huzur verici
ses tonu vardı. Ayrıca konuşurken
gözlerimden gözlerini bir an bile
çekmiyordu. O sıra içimden Ahmet
Batmanın sözünü söylemeye başladım.
“Gözlerin içimi ısıtırken,rüzgarın kahvemi
soğutması dileğiyle...“ Sanırım içimden
bunları düşünürken dalmış olmalıyım ki
‘Melinda?’ demesiyle bir an irkildim. Bir
şey olup olmadığını sorduktan sonra
‘kalkıp biraz gezelim mi?’ Dedim. Olumlu
bir tepki verdikten sonra masamızdan
kalktık. Nereye gittiğimizi bilmeden
yürümeye başladık. Artık konuşmam
gerektiğini anlayıp lafa atladım.
“ Mert, nasıl başlasam bilmiyorum.
Gelirken de kendi kendime baya bir
konuştum. Ben artık istemsizce sana
bağlanıyorum. Senden gelen bir mesaj
beni nasıl mutlu ediyor tahmin edemezsin.
Yanı sırada çok korkuyorum. Yanlış
birimisin ya da yanlış bir şey mi yapıyorum
hiç bir fikrim yok. Fakat sen farkında
olmadan bana bir ilaç gibi geliyorsun. Bu
duyguyu daha önce kimsede hissetmedim.
Sadece hissettim sandım. Bir rüya gibi
yaşıyorum. Anonim bir şairin ‘anı yaşa’
sözü gibi anı yaşamak istiyorum. Bu güzel
rüyadan da uyanmak istemiyorum..’’
dememe kalmadan Mert lafa atladı. ‘Bu
konuşmayı ben sana yapmak istiyordum
fakat o cesareti kendimde görmedim. Sen
çok özelsin ve benim gibi birini neden
istersin diye sürekli düşünüyordum. Ayrıca
kaybetmekten de korkuyordum. Sırf bu
yüzden sana karşı açılamadım. Affet beni..’
dedi. Aniden nasıl olduysa sarıldık
birbirimize. Kimseyi umursamadan, kimin
ne dediğine bakmadan sarıldık. Yanında
kısa kalıyordum. İyi ki de kısaydım. Kalp
atışını ve kokusunu daha rahat
hissediyordum. İşte aradığım huzur buydu!
Bir süre öyle kaldıktan sonra ayrılıp
birbirimize uzun uzun bakıp gülümsedik ve
o dakikadan itibaren korktuğum ama çok
istediğim şey başıma geldi. El ele
yürüdükten sonra beni evime bıraktı. Eve
geldiğimde yüzümde saf bir gülümseme
vardı. Korktuğum gün nasılda aniden en
önemli günüme dönüştü hala
anlayamadım..
AŞIRI DOZ MUTLULUK
İçimde anlayamadığım bir mutluluk var.
Sanki gökyüzünün o güzel maviliklerinde
bir kuş gibi özgürüm. Tabi yanımda da
sevdiğim kişi var. Birinin bana bu duyguları
hissettirebileceğini düşünememiştim. Her
gün yanımda beni hiç yalnız bırakmıyor. En
önemlisi de hiç sıkılmıyorum onun
yanındayken. Bazı zamanlar konuşucak bir
şey bulamıyoruz. Sadece bakışıyoruz ve bu
bile yetiyor. Ömür boyu yanında olup
sussam gitmeyeceğimi biliyorum. Fakat
onun için böyle olmamasından
endişeleniyorum. Ya hiç beklemediğim
anda gider de beni bu duygularımla baş
başa bırakırsa? Düşününce içinden
çıkamıyorum. Bu yüzden direk telefonuma
sarılıp ona mesaj attım.
+ İyi değilim, konuşabilir miyiz?
- İn aşağı geliyorum.
Bu mesajıyla beni ne kadar mutlu etti.
Hemen aşağı indim. Nefes nefese
kalmasına rağmen o içtenliğiyle bana
sarıldı. Dünyalar benim oldu, zaman
dursun istedim. Böyle kalıp hiç ayrılmamak
istedim..
GÜVEN VEREN SARILMALAR
Uzun bir süre sonra tekrar yazıyorum. 1
seneyi tamamladık ve çok mutluyum. Hiç
bitmesin istiyorum bu rüya. Her gün
birlikteyiz. Yemekler yapıyoruz, filmler
izliyoruz, istediğimiz gibi eğleniyoruz. Bir
ömür böyle gidecek diye umuyorum.
Mutluluğumu tarif edicek hiç bir
harf,kelime,cümle yok. Ne söyleyesem
yanlış olur. Birde sarılmalarımız var.
Yüreğimin en ücra köşesinde hissediyorum
sıcaklığını. Sadece onda buluyorum
bunu.Onun kollarında nefes almadan
saatlerce durabilirim.O kadar huzur ve
güven verici ki.. Bir bebeğin savunmasızlığı
kadar onun yanında da savunmasız
hissediyordum kendimi. Bitmesin bu
hikayemiz..
ANLAYAMIYORUM
Kafayı yemek üzereyim, beynime
hükmedemiyorum. Sanki bana profesyonel
bir şekilde işkence uyguluyor. Onun
yanında ona hasret kalmak istemiyorum
artık. Sanki kangren olmuş bir bacağı
santim santim keser gibi böyle bir acı. Ya
iyileştirirsin ya da kökten kesersin ve biter.
O ikisini de yapmıyor. 1 haftadır bir şeyler
oluyor ve anlam veremiyorum. Bugün
tekrardan buluştuk. Her zaman ki gibi
özenle hazırlanıp yanına gittim.
Konuşurken ne bir tebessüm ediyordu ne
de gözlerime bakıyordu. Ben konuşmaya
çalıştıkça kendini çekiyor ve kısa kesip
atıyordu. İyice endişenlenmeye başladım.
Boğazımda bir şey düğümlendi ve
korktuğum şey başıma gelecekti.
Tutamadım kendimi konuşmaya atladım.
+ Neyin var Mert?
- Melinda..
+Birşey mi oluyor, meraklandırmasana
beni.
- Nasıl söyleyeceğim bilmiyorum ama
olmuyor artık. Yapamıyoruz biz.
Ve ağzından hiç duymak istemediğim
cümleler dökülüyordu. Bir an durdum oda
beni seyretti öylece. Ne yapacağımı
düşünemiyordum. Elimden sadece cevap
vermek geldi.
+ Seni anlayamıyorum. 1 hafta öncesine
kadar mutluydun. Bana hep yanındayım
diyen sen değil miydin? 1 yılımızı boşuna
heba ediyorsun. Bana neden
veremeyeceğin sözler tuttun o zaman.
Neden yaptın bize bunu mert?
Cevapsız kaldı sorularım. Kendine iyi bak
diyerek gitti buluştuğumuz
yerden.
.
İNANMAK İSTEMİYORUM
Arkada kalmak gitmekten daha da zormuş.
Bunu hayat her seferinde bana acı çektire
çektire anlatıyor. Her konuda arkada kalan
oluyorum. Terk ediliyorum. Küçücük bir
kızken ailem tarafından şimdide aşık
olduğum adam tarafından. Hayat yine
yapıyor yapacağını bana karşı. Farklı
zamanlarda benzer şeyler gösteriyor. Hiç
birinede inanmak istemiyorum. Genelde
sürekli üzülen ben oluyorum. İstemsizce
akıyor gözyaşlarım. Bir yandan
yaşadıklarımı unutmak istiyorum ama
hatıralar peşimi bırakmıyor. Bi yanımda
unutma diyor. O güzel günleri boşa sayma.
Bunca olan şeye rağmen hala ben onu
bekliyorum. Gidişini kabullenmek
istemiyorum. Arkasına bakmayanın
ardında bıraktığı oluyorum. Şuana kadar
tek yanımda olan kişi annem. O kalbindeki
saflığı ve mutluluğu yüzüne vuruyor. Her
bana gülüşünde içimi ayrı bir huzur
kaplıyor. Mesela yağmur yağdıktan sonra
etrafa yayılan toprak kokusu gibi ya da
yağmurdan sonra bulutların arkasındaki
güneşin aralanmış ve o gökkuşağının
birbirinden güzel renkleri gibi. Demek
istediğim aslında ‘Seni bırakmam ,her
zaman yanındayım’ sözüne güvenip
inandığım kişidir annem. Ben annemden
sonra ona inanmak istedim ama
yanılmışım. Annem gibi olamaz kimse
bunu anladım.
EKSİK KALAN SOL YANIM
Elimde sıcacık kahve, üstümde hala teninin
sıcaklığını taşıyan ceketin oturuyorum
yıldızlara doğru. Yokluğunun soğukluğu ne
yapsam da geçmiyor, geçiremiyorum.
Şimdi yanında olmak, sana sarılıp kokunu
içime çekmek varken ben burada oturup
kalmış hayallerimi seninle süslüyorum.
Rüzgarın her esintisi yüzüme vurdukça
gözümden süzülen yaşlar gittikçe
çoğalıyor. Bir şey yapmak istiyorum fakat
sadece istemem yetmiyor. Elim kolum
bağlı seni bekliyorum. Beklemek hem acı
hem de zevk veriyor. Neden mi?
Çünkü ; beklediğim kişi sensin. Beklemek
ne kadar zor olsa da, sessiz çığlıklarımla
gelmeni bekliyorum. Nasılda yağmur
yağıyor duyuyor musun? Ben burada sana
ağlarken gökyüzü de bana ağlıyor.
Şimşeklerini çakıyor ,sanki bir şey
anlatmak ister gibi. Mesela artık gelmeni,
çok mutlu olacağımızı ve hiç
ayrılmayacağımızı anlatıyor. Bak ne
güzelde söyledi. Kendini özletmede gel
artık. Gel de sımsıkı sarılalım, kokunu
çekeyim içime.Elmacık kemiğimi de çok
severdin.Hep güldürmek istiyorum diye
sen demez miydin bana? Hem öpersin
tekrardan,aynı duyguları yaşatırsın bize..
SENSİZLİK
Senden vazgeçeli aylar olsa da unutmam
mümkünatsız. Çözemediğim bir şeyler var
sende, hiç bir dilde tarifi olmayan.. Kalbim
gelmeni istesede beynim hazmedemiyor
gelecek olmanı. Aslında farkında
gelmeyeceğinin kalbim artık üzülsün
istemiyor. Seni düşünmekten, her anımızı
saniye saniye hatırlamaktan yoruluyorum.
Bu yüzden sensizlik her gece beynimi linç
ediyor. Sensizlikten boğuluyorum derken
içinden sıyrılıveriyorum. Tam her şey iyi
derken seni hatırlatacak bir şeyler oluyor.
Ve tekrar boğuluyorum. Aslında çok garip
değil mi? Beni kurtaracak olan da sensin,
boğacak olanda..
TÜKENEN SEVDA
Geleceksen de gelme artık. Ne kendini ne
de beni tekrar kandırma. Oysa ki hiç
sevmedin beni, hiç sahiplenmedin de.
Bütün mutluluğumuz bir yalan üstüne
kuruluymuş. Bunu farkedeli geç olsa da
yavaş yavaş anlıyorum artık. Aslında sana
teşekkür ediyorum. Kapanan gözlerimi
tekrardan açtın. Ailesi terkedip giden bir
kızı sen nasıl da terketmessin. Bu saatten
sonra ne mutlu olabilirim ne de birine
güvenebilirim. İyi mi kötü mü bilmiyorum.
Hazır olamam mutlu olmaya. Kendimi o
kadar güçsüz ve çaresiz hissediyorum ki
canım çok yanıyor. Benden bu kadar çabuk
vazgeçebilen kişiden nasıl oluyor da
vazgeçemiyorum. Gün geçtikçe çaresi
bulunmayan hastalık gibi büyüyorsun
içimde bense onu kapatmaya çalıyorum.
Nasıl olucak bilmiyorum..
SON SATIRLAR
Bu son yazışım artık. Yazdıkça kendimi
durduramıyorum. Yazdıklarımı da yırtıp
atamıyorum. Diyordum ya ilk başta
korkuyorum diye ne kadar da haklıymışım.
Rüyadan uyanıp kabus olan hayatıma geri
döndüm. Yine yalnız kaldım. Beni kim
toplayacak artık hiç bir fikrim yok. Ailem
desem kendileri dağılmış bana yararları
olmaz. Arkadaşım,dostum dediğim
insanlar arkamdan iş çevirir olmuş.
Bundan sonra yok kimseye güvenmek.
Hayatta 1 adama tapar gibi sevmiştim.
Oda kıymetli babam. Nerde diye sorarsanız
uzakta hem de çok uzakta. Diğeri de sen
oldun. Sen yakınımdayken bana uzak
kaldın. En acı olanda buydu zaten. Ama bu
kağıtları yakarken sana olan sevgimi de,
kızgınlığımı da yakıp atacağım. Sana dair
geleceğime tek bir şey bile kalmayacak.
Bunu derken her ne kadar inanamasam da
kendime, mutluluğum için yapmalıyım.
Mutluluğumuz için neler yaptıysam
kendim için birazını göstermeliyim bunun.
Kendine iyi bakmayı unutma, tek bir
kelimeye sığdırıyorum artık yaşananları,
Hoşçakal..
Ve artık postitlerini bitiren Melinda
yüzünde değişik bir ifadeyle gülmeye
başladı. Bunların üstünden 2 yıl geçmiş
fakat duygularını yeniden yaşar gibi
olmuştu. Aslında o hiç unutmamıştı.
Kalbinin derinliklerinde saklıydı. Daha fazla
acı çekmemek ve hatırlamamak için renkli
postitlerini dolabına bırakıp, uykuya daldı..
Miray KABAY
SEVGİLİ GÜNLÜK
Hatırlıyorum, onunla geçirdiğim bir gündü.
Ama ikimizde bilmiyorduk bu
görüşmemizin son görüşmemiz olduğunu.
Oturduğumuz yerde saatlerce dinlemiştim
anlattıklarını. Rüzgara karışan parfümü
geliyordu burnuma, yeşilin tonu uçsuz
bucaksız bir uçurumdu gözleri. Ve ben
onun en çok kirpiklerini severdim. 5
saniyelik bir bakışından sonra hiç
düşünmeden sarıldım ona, öyle sıkı
sarıldım ki kemiklerini kıracaktım.
Özlemiştim sanki bıraksam bir kuş gibi
uçup gidecekti ellerimden ama olan buya
bir an önce anlatmalıydım
hislerimi.Konuşmaya başlardım. Benim
sayfalara sığdıramadığım cümlelerim
varken o susuyordu olur mu hiç? İnsan
sustuklarının da hesabını vermeli. Çaresiz
bir çocuk gibi ağlamaya başlamıştım,
yanaklarımdan öylece süzülüp gidiyordu
dağılan hayallerim.
Elleriyle yüzüme dokunup siliyordu göz
yaşlarımı, yalandan biraz hüznü vardı. Ama
ben her şeyi anlamıştım. Bir oluru yok
gidiyordu işte oysa ben onu hiç
gitmeyecekmiş gibi sevmiştim. Hayat
‘senin için tasarlanmış bir yer değil ki;
Bazen çok yalnız kaldım bazen üçer beşer
hayatıma girmeye çalışanlar oldu. Bunun
bir orta noktası yoktu işte öyle biri girmişti
ki hayatıma gülüşünle aşkı bulmuştum,
yanağındaki küçük bir gamze bile
etkilenmişti beni, yanındayken
unutuyordum her şeyi onun yerine bir
başkası gelse de, doldurmuyordu bendeki
yerini sesi onun gibi değil, onun gibi
gülmüyor mesela, onun gibi bakmıyor.
Ayrılığın acısını oluklarına kadar
yaşıyorsun. Ama o gelmiyor... Oysa sen
onu gelmeyeceği zamanlarda da
seviyorsun. Geceleri başına yastığına
koyduğunda, bir şarkının nakaratında,
yolda yürürken, kahve içerken, sigaranı
yaktığında bir anda geliveriyor işte. Hiç
üşenmeden düşünüyorsun onu saatlerce.
İyi, kötü, güzel, çirkin, ne yaşadıysanız
gözünün önünden film şeridi gibi geçiyor.
Doğanın güzelliği göremeyecek kadar kör,
pamuk şeker yiyen çocukların sesleri,
kuşların cıvıltısını duyamayacak kadar sağır
oluyor insan, oluyor insan, o an zaman
duruyor ve kara bulutlar kaplıyor etrafınızı,
hiç bir şeyin farkında değilken bile en
sevdiğiniz şarkının sözleri ağzınızı
doluveriyor. Elinizde soğumuş bir kahve
gözlerinizi dikip dalıyorsunuz öyle
maviliklere.. Annesini kaybetmiş çaresiz
gözlerle bakan bir çocuk gibi bekliyorsunuz
4 duvar kuytularda. Dönerse severim
dönmezse yine severim dercesine.. Nereye
gittiğinizi bilmeden öylece yürüyorsunuz.
Yanınızdan insanlar,hatıralar; yıllar
geçiyor. Aslında bir bakıma,
seyrediyorsunuz yok oluşunuzu. Ayrılığın
her saniye yaşarken diğer sevdiklerinizi
ihmal ediyorsunuz giderek dibe
vuruyorsunuz.. Çırpınmaya çalıştıkça
bakmak nedir siz bilir misiniz? Karanlıkta
kaybolmak, kendi içinde boğulmak,
hissettikleriniz anlatamamak.. Konuşacak
kimseniz kalmıyor. Sizi anladıklarınıı
sansalar da aslında anlamıyorlar. Sonra
kendinle konuşmaya başlıyorsun. Nedir
seni bu hale getiren? Neyin peşindeydi bu
katil? Başından geçenleri bir bir
anlatıyorsun ruhuna, anlatamadıklarını
işliyorsun hafızama.. Kendini berbat
hissediyor hatta yediğiniz yemekten tat
bile alamıyorsunuz. Hayat onsuz ne
kadarda en anlamsız öyle değil mi? Ne
garip; kendini bile düşünmeyen bir erkeğin
sizin hayatınız mahvetmesi.. Sonunun ne
olacağını bile bile yürüyorsun ya bu yolda,
seviyorsun ya hani taparcasına.. İşte
bunun adı ‘aşk’. Herkes yaşayamaz bu hissi
içten. Öyle deli gibi sevemez. Kimi
beğendiği kişiye aşık olur, kimi güzelliğine,
kimi huylarına kimi ise gününü geçirdiği
kişiye.. Adı aşk ya sözde. Ama ben öyle bir
aşık olmuştum ki boydan boya köprücük
kemiklerinden parmak uçlarına kadar .
Durumlar böyle işte sevgili günlük
hissetiklerimi yazarken kendimi
kaybediyorum bazen saatte 2yi geçiyor
yatsam iyi olacak galiba, iyi geceler.
Günaydın sevgili günlük; her seferinde
acısını yaşayacağım bir güne daha
başlıyorum. Bu sabah yine annem
uyandırdı beni. Perdeden yansıyan güneş
yüzüme vururken bakıyordum camda öyle,
herkes ne kadarda neşeli, ne kadarda
mutlu konuşacak o kadar çok şeyleri var ki
anlata anlata bitiremiyorlar. Ben bu kadar
mutsuzken nedir bu insanları güldüren?
Kafamdaki sorulara anlam veremeden
kahvaltıya oturuyorum. İştahım yok.
Gözüm dalıyor düşünürken. Annem anlıyor
aslında bu hüznümü, boş bakan gözlerle
anlatmak istemesem de kelimeler
dökülüyor ağzımdan bir anda kendimi
ağlarken buluyorum. Ağlasam da biraz
içimi açmak iyi geliyor. Toparlanıp okula
geldiğimde sanki herkes bana bakıyor,
herkes beni konuşuyor içimdeki hüznün
yüzüme vurduğunu düşünüp lavaboya
gidiyorum yüzüme birkaç kez su çarptıktan
sonra azda olsa kendime geliyorum.
Herkes mutlu, sanki acıyan gözlerle
bakıyorlar bana oysa aşk kötü bir şey değil
ki; birini tüm duygularınla yaşı,boyu,kilosu
umrunda olmadan seviyorsun..
Oturduğum sıradan izliyorum insanları,
birlikte olmak istemediğim bir sürü insanla
bir araya geldiğim yerde kalıyorum
günlerce, bu daha çok canımı sıkıyor.
Mutsuzluğum öyle çok yüzüne vurmuş ki
soran sorana. Bedenimle ruhum arasında
geçen bir savaş bu aslında. Yine yaşadığım
günden bir şey anlamadan ve yorucu bir
günün ardından eve dönüyorum. Sonunda
evdeyim kendimi huzurlu hissettiğim tek
yer burası.. Yatağa uzanıyorum
düşüncelerim hep aynı, kalkıp koltuğuma
oturuyorum yine sen, bazen pencereden
bakıyorum. Cama vuran yağmur
damlalarının sesinde seni arıyorum.
Sadece bedenim değil ruhum arıyor,
gözlerim arıyor, ilk baktığım yerde görmek
istiyorum seni. Balkona çıkıyorum
gözyaşlarımla karışmış yağmur damlaları
süzülüp gidiyor yüzümden.. Başucumda
yokluğunun korkusu, hafızama işleyen saat
tiktakları bırakmıyor peşimi. Kabuslarla
uyandığım uykular, seni görmemek için
döndüğüm ilk sokaklar, yalnız yürüdüğüm
kaldırımlardı aslında hayatım. Öyle zor ki
yokluğunda savaşmak gözlerimi kapattıkça
seni görüyorum açtıkça ağlıyorum. Şimdi
her gece şairim ben yazılar yazıyorum
gidişinin ardından.. Bir çocuk öldü bu
akşam içimde, giderken huzurumu,
mutluluğumu, benliğimi, gamzelerimi de
götürdün bir çocuk öldürdün bu akşam
içimde cesedini sürüklüyorum gittiğim her
yere..
Merve BEYAZIT
HUZUR
Aylardır süren hasret sonunda bitmişti. Şuan
karşımdaydı, bana doğru koşuyordu. Yüzüne
gelen güneşten dolayı gözlerini kısmıştı.
Yumuşak teniyle sarıldı bana. İnsana huzur
veren bakışı güvende hissetmemi sağlıyordu.
Yanındayken hiçbirseyi gözüm görmüyordu.
Oturdu karşıma, o huzur veren bakışıyla, tatlı
konuşmasıyla, yanaklarını şişire şişire
konuşuyordu. Hiç birini dinlemiyordum, o
karşımdayken yapamazdım. Biran durdu. Bir
şey oldu sanmıştım. Ama bana duymayı ondan
sevdiğim o iki kelime dökülmüştü ağzından
“seni seviyorum”. Bir lafıyla kitlemişti beni
kendine. Sanki hep beni sevecek gibi içten,
derinden söylemişti. 2 gün sonra buluşmak için
sözleşmiştik. Ve o gün bugündü. İlk
buluşmanın heyecanı üzerimdeydi hala, titrek
bedenim bunu hissettiriyordu bana. Yerimize
benden önce gelmiş, tatlı gülüşüyle ayakta
karşıladı beni. Yumuşak teniyle ellerimi
tuttu.Ellerinin arasında kaybolmuştu ellerim.
Pamuk gibi göğsüne yattım, sesi çıkmadı.
Sanırım huzura yatmaktı bunun adı. 1-2 saat
öyle kaldım. Küçüçük bebeğin bakışıyla
bakıyordum, güneş gibi parlayan gözlerine.
Huzur dolu bakışı mutlu ediyordu beni. Sanki o
bakışta seni tanıyan bir ben varım diyordu.
Mutluluktan ayaklarım tutulmuştu. Ne yazık ki
ayrılma vakti gelmişti.Eve kadar bana eşlik etti.
Yolda eleleydik, bulutlardaydım. Zaman sanki
çok hızlı geçmişti. Tek başımayken bitmek
bilmeyen yol, onunlayken 10 dakika gibiydi.
Kocaman sarıldı bana, kocaman öptü,
kollarındayken uçuyor gibiydim. Evden içeri
uça uça girmiştim. Yüzümdeki gülümseme
annemin dikkatini çekmiş olacak ki hemen
yanıma odaya gelmişti. Şaşkınlıktan ilk defa
anlatmıştım anneme hayatımın anlamı
dediğim insanı, ilk defa çok seviyorum anne
diyerek ağlamıştım. İlk defa kadar çok
korkuyordum, çünkü bir gün herkes giderdi.
Annemin kocaman sarılmasıyla olduğumdan
bile daha iyi olmuştum. Yakınlarına mutlu
olduğun anları, ayaklarının yerden kesildiği
zamanları anlatmak kadar rahatlatıcı başka bir
şey olamazdı. Uzunca bir konuşmadan sonra
babamın “hanımlar artık yanıma gelseniz”
lafıyla gülüşmüştük annemle. Ailecek güzel bir
akşamdan sonra yine benim dünyam dediğim
yere, kapıdan girdiğinde alçalmaya başlayan ve
pencere hizasının en alt noktasıyla, tavanı
önce insanın içini karartsa da daha sonradan
her gencin hayali olan çatı katı odam.
Yatağıma uzanıp bugünü tekrar tekrar
yaşatıyordum gözlerimin önünde.Öyle
mutluydum ki her günümün onunla geçmesini
diliyordum. O kadar çok özlemiştim ki yanımda
hissediyordum nefesini.Bu aşktan öte bir
şeydi. Ne hissettiğim belliydi hiç durmadan
yürüyordum yanında. Mutluluk, heyecan,
sabırsızlık bir bakımdan da endişeydi benimki.
Kokusu hala burnumun direğinde bitiyordu.
Sanki elleriyle sarıyordu belimi.
Korkmuyordum artık, ruhu yanımdaydı. Delice
güven vardı ona karşı içimde. Hissettiklerini,
düşüncelerini duyabiliyordum. Kulağıma
fısıldayan sesi yalnız bırakmıyordu beni. Yalnız
değildim ben, o vardı. Ruhu benliğimle
bütünleşmişti. Ben değildim, o değildi bizdik.
Çok bağlanmıştım ona, her an o her gün o. Bi
ona bağlandım ben böyle, hep başına bir sey
gelirse ne yaparım korkusuyla yaşıyorum. Bir
benleyken ona birsey olmaz diyorum.
Sen aşkların en güzeli, biz ise yağmur
sonrası kokan toprak gibiyiz. Yüreğimde
taşıyorum seni, kocaman seviyorum. Kokunu
içime çekiyorum , huzura doyuyorum buram
buram.Sevgilerle şiir kokulu adam…
Merve KARAKAYA
Ecdada Mektup
Biliyorum ki benim için şuan her şeyden daha önemli. Hiçbir şeyin şu dakikadan sonra, bir anlamı
yok. Ne yarınki yazılı sınavımdan nede tuttuğum takımın en önemli maçından. Hiçbirinin kıymeti
onunla değerlendirilemez. Şu an her şeyden daha kıymetli. Günlük yaşamda yaptıklarımızdan daha
önemli. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Günlük yaşamda hiç yapmadıklarımızdan. Sadece okul
sıralarında sizi, duyduklarımızdan. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Size borcumu nasıl
ödeyebilirim diye. Uğrunda öldüğünüz değerlerin kıymetini, nasıl anlayabilirim diye. Çünkü ben sizlere
mektup yazıyorum. Sizin o acılarınızı hissedebilir miyim diye. Sizin için kalem oynatan bu eller acaba,
düşmana kurşun sıkabilir mi diye. Acaba Ulubatlı Hasan olup surlara bayrağı, ben dikebilir miyim diye.
Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Sizleri yazarken gözlerim, kan çanağına dönsün diye. Denizlerde
savaşan leventlerimiz nasıl boğularak şehit oldular ise, acaba bende sizleri yazarken, kendi
gözyaşlarım da boğulabilir miyim diye. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Vurulduğunuz o anların
acısını yüreğimde hissedebilir miyim diye. Yunanlıları denize döktüğünüz sevincin, papanın size
yalvarmasının gururunu, bedenimde hissedebilir miyim diye. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum.
Unutturulmak istenen sizlerin kıymeti, yüreğimde daha net anlaşılsın diye. Yazıyorum bunları çünkü
varlığım sizlerin sayesinde. Ecdadım Türkün adını her yere duyurmuş diye. Bizlere büyük bir tarih
zenginliği bırakmış diye. Çünkü ben sizlere mektup yazıyorum. Bu toprakları kanla aldığınızı ve yine
kanla ödeneceğini kalbime asla unutturmamalıyım diye. Şehit torunu olduğumuzu herkese
anlatacağımdan, emin olabilirsiniz diye.
Ey şehit ecdadım. Mezarınızdan kalkıp aniden karşıma çıksanız, ayaklarınıza kapanıp hüngür hüngür
ağlardım. Ey Sarıkamış’ta donarak şehit olan ecdadım. Dünyaya ayak bassanız sizleri hemen aramaya
koyulurdum. Evimde bulunan kaliteli ayakkabılarımı, sizleri sıcacık tutacak kazaklarımı tereddüt
etmeden size verirdim. Ey ecdadım. İmkânım olsaydı maziye gitmek isterdim. Yaşadığım şu bolluk
hayatını bırakıp sizlerin yanlarınıza dönmek isterdim. Çünkü yerini ve zamanını bildiğim Moğol ve
ermeni zulümlerinden sizleri kurtarmak isterdim. Ninelerimin namusuna göz dikenin gözlerini oymak
isterdim. Azak kalesindeki 500 Osmanlı yiğidinden birisi olup deli Pedronun yüz binlik ordusuna 64
gün direnmek isterdim. Cesur olmak, vatanseverlik, kardeşçe yaşama, kimseye kin ve nefret
beslememe gibi yitirdiğimiz değerleri, sizlerin sayesinde öğrenmek isterdim. Yaşadığımız bu zamanda
insanlığın ne demek olduğunu bilmeyenlere, sizleri göstermek isterdim. Anne babasını sokaklara terk
edene ibretlik olsun diye hasta annesini sırtında taşıyan bir ecdadımızın olduğunu göstermek
isterdim. Kavga etseler de karısını asla öldürmeyen bir dedelerimizin olduğunu, sevdiklerinin
kalplerini kırmamak için dikkatli davranmaya çalışan bir geçmişimizin olduğunu herkese göstermek
isterdim. Birilerine yardım yapıldığını göstermek için herkesin önünde alkış tutulmadığı, gece
karanlığında kapıların önlerine yardımların bırakıldığı, her mahallede sadaka taşlarının olduğunu ve
ihtiyacı olanların ihtiyacı kadar para aldığı, yoldan bir bayan geçtiğinde ona bakmayanın ancak bir
Türk olabileceği bilinen bir ecdadımızın olduğunu, 21.yy insanımıza göstermek isterdim.
İmkânın olsaydı yaşadığım bu bolluk hayatını bırakıp sizlerin zamanınızda doğmak isterdim.
Yeryüzüne geldiğimiz bu hayatın kıymetini daha iyi anlayabileyim diye. Türk topraklarını nene hatunla
aynı cephede savunma şerefine, erişebileyim diye. Abdestsiz asla yere basmayan, bir kere gördüğü
insanı asla unutmayan ve kendisi bir dahi olan Sultan II. Abdülhamid'in, uyuması için kendisine ayrılan
odanın duvarında kuranı kerim asılı diye sabaha kadar uyumayan Osman Gazinin, Hz. Peygamber çölü
yaya yürürken ben nasıl atıma binerim diyen Yavuz Sultan Selimin, gemileri karadan yürüten, Roma'yı
almaya geleceğini düşünen Papayı korkusundan kaçmayı planlatan ve ancak ölümü Avrupa’yı
sevindiren Fatih Sultan Mehmet’in, yabancıların esirinde olmayı göze almayıp cumhuriyeti kurarak
tüm esir halklara örnek olmasını sağlayan Atatürk ve silah arkadaşlarının zamanında yaşayarak o
anlara şahit olmak isterdim. Allahtan bir dileğim olsaydı ecdadımla beraber düşmanla savaşıp bu
toprakların kanımla sulanmasını isterdim. Sadece ve sadece sizler gibi şehit olmak isterdim.
Ey Türkün adını her yere duyuran ecdadım. Biliyorum içimi döktüğüm bu mektubu, sizler
okuyamayacaksınız. Bizim sizler için neler yapıp yapmadığımızı bilemeyeceksiniz. Sizlere ne kadar
değer verdiğimizi tespit edemeyeceksiniz. Ancak inandığım tek şey var ki sizler sadece Anadolu da
değil, Kırımda, Kuzey Afrika’da, Hint Okyanusunda, Viyana’da, Atlas Okyanusunda ve başka başka
yerlerde yaklaşık 24 milyon kilometre karede düşmanla savaştınız ve şehit oldunuz. Bu yerlerde ve bu
savaşlarda savaşanlar sadece Türkler değildi. Herkes bir dava için savaşmıştı. Hepsi Osmanlı, hepsi
Selçuklu, hepsi Gazneli, hepsi Göktürklü, hepsi Memluklu devletinin birer bireyleriydiler. Ne olursa
olsun sizin bunca yaptıklarınız her şeye bizler değer vermeliyiz. Sizlere Kırım'da, Yemen'de, Tunus'ta,
Plevne'de, Belgrat'ta, Kafkas Dağları'nda ve diğer yerlerde şehitlikler yapmalıyız. Sizleri
unutmadığımızı göstermeliyiz. Bu yazdıklarımı hissedemeyebilirsiniz ama o anıtları yapınca sizlere
değer verildiğini anlayabilirsiniz. Mehmet Akif’in güzel bir sözü vardır:
Sanma ki ecdadın asırlarca uyudu,
Yoksa nereden bulacaktın eldeki yurdu.
Serdar KANTIK
DELİ HALİL
Sabahın köründe uyanmıs olduğu için gözleri şişmiş olan Halil, sanki insanlığa meydan okurmuscasına
esnedi. Ellerini havaya kaldırıp gerindiği bir esnada annesi tarafından atılan yastığın karnına
gelmesiyle ellerini asağıya indirdi. Çift karakterliydi Halil, henüz yeni uyandığından diğer ihsan
harekete geçmemişti. Gözleri yarı baygın annesine baktı ve ''Zaten erken kalkmamın negatifliği
üstümde, içimdeki diğer ihsan uyanmadan çık odamdan dediğinde adete ihsanın odasından fırladı ve
kendini evin dar koridoruna zor attı. Yataktan kalkıp doğruldu,açık olan odanın penceresinden önce
ufka sonra aşağı eğilerek baktı. Henüz çok erken olmasına rağmen mahallenin küçük çocukları yol
kenarında bir şeyler yapmaktaydılar. Bir anda Halil'in o kulakları sağır edercesine yüksek sesli
bağırtısıyla sağa sola kaçışmaya başladılar. Halil, ailesinin onun dahi bir çocuk olmadığının anladığında
9,tipsizin teki olduğunda 13, liseyi ikinci sınıfta terk ettiğinde 15, girdiği ilk işten kavga edip
ayrıldığında 17 yaşındaydı. ''ben böyle çocukların..'' diye kendi kendine homurdandı. Kıyafetlerini
giydikten sonra annesinin ''oğlum kahvaltın hazır gel bir şeyler atıştır'' lafına aldırmadan sokağa çıktı.
Yolda kendi halinde takılan kediye bir tekme savurdu. kedi, can havliyle kendini kaldırıma, oradan
bahçe duvarının tepesine zor attı. O sırada 'patateess, soğuaaannn.. Üç kilo bi milyoouunn' diyerek
zerzevat satmaya çalısan adama sataştı. Seyyar arabasını itmeye başladı. Hop demeye kalmadan
arabanın denegesı bozuldu. araba yaklasık 45 kilogram patates-soğanla birlikte usulca devrildi. adam
çok sinirlendi. Adeta gözleri yuvalarından fırlamış, suratı mosmor kesilmişti. Küfürlerle karışık
bağırtıları duyan ahali, Halil'in yardımına yetişmiş ve Halil'i adamın elinden almıştı. Gözüne okkalı bir
yumruk yiyen Halil korkudan zangır zangır titriyordu. Mahallenin yardımıyla zerzevatını toplatıktan
sonra adam tekrar yoluna koyulmuştu. Komşuları Sabrıye Hanım Halil'in yüzüne su çaldı ve gözüne
sıcak bir su koyması için evine davet etti. Sabriye hanımı kaba bir şekilde iten Halil evine doğru
koşmaya başladı. Canı yanmıştı Halil'in, tıpkı yaktığı canlar gibi.Halil evine gelip kapıya dayandı ve
adeta koç bası gibi 'güm, güümm' diye yumruklama başladı. Annesi telaşlı bir şekilde ne olduğunu
bilmeden açtı kapıyı.Karşısındaki oğlunun gömleğinin üstten üç düğmesi kopuk, rengi sapsarı ve
güzünü mosmor gürünce yere yığıldı. Ana yüreği iste, dayanır mı hiç ? Halil yere düşen anasına
aldırmadan üstünden atladı ve salonda divanda duran kahverengi, gül işlemeli ve üzeri dantel
süslemiş olan eski sandığa yöneldi. sandığı açtı ve kurcalamaya, içindeki çeğizlerı savurmaya
başlamıştı. Halil ne arıyordu? Aradığı neydi? Yoksa bir silah mıydı ? Kibirine kapılıp acaba o korkunç
günahımı işleyecekti? Evet, Halil dede yadigarı olan beyaz bir mendile sarılmış olan silahı usulca
açıyordu. Hiç alışık değildi, ürkmüştü de. Mendilden usulca sıyrılan silah, güzelce parlatılmış mat bir
gri renge sahipti. Ve o artık Halil'in elindeydi. Halil kafaya koymuştu. intikamını alacaktı. ve bu
intikamı acı olacaktı. Çünkü Halil kendince mahalle ortasında dayak yiyerek namını ayaklar altına
düşünüyordu. ve namını tekrar yüceltmek için o zerzavatçıyı vurmalıydı. evet vurmalıydı.Halil bir
hışımla çıktı odadan.kapı önünde yarı baygın olan annesi Halil'in elindeki silahı görünce kalan
dermanıyla ayağından tutup mani olmak istedi,ancak başaramadı. Halil dayak yediği sokağa ardından
zerzevatçının gittiği yola doğru son gücüyle koşmaya başladı. gören mahalleli Halil'in bu koşuşuna
anlam veremeyip Halil'in çok büyük bır yanlışa emin adımlarla koşup gittiğini bilemediler. Yasadığı
olay nedeniyle morali bozuk olan zerzevatçı, satışı erken bitirmiş eve giriyordu. Halil 100m uzaktan
zerzevatçının arabasıyla birlikte trafonun yanındaki eve girmek üzere olduğunu gördü. kalan gücüyle
koşmaya başladı. zerzevatçı arabasını garaja bırakmış, tam eve girerken yakaladı :
- duur!! diye baıırdı. zerzevatçı anlam veremediği bu sese dondu ve donup kaldı.şimdiyse onun suratı
sapsarıydı. Halil ise yüzünde haince bir şırıtış vardı. dede yadigarı olan silahı doğrultmuş tetiği
çekmişti. zerzevatçıyı kapıda karşılayan karısı diz çökmüş ağlıyor, ancak olanlara anlam veremiyordu.
kim neden yapar bunu ? işte bu soruların cevabını zerzevatçıdan bekliyor ancak onun ağzını bıçak
açmıyordu. henüz 4 yasında olan oğlu babasını ayağına sarılmış olanlara anlam veremeyip o saf
yüreğiyle sadece izliyordu. zerzevatçıda yalvaran gözlerle boynu bükük, ellerini sanki' yapma, ne olur
yapma, indir o silahı ' dercesine kaldırmıştı. Halil daha kibirlenmiş bu manzara hoşuna gitmişti ve
kendini daha güçlü hissetmişti. Arkasında duran çöpte ekmek arayan köpek, bir kedi görünce ard arda
birkaç defa havladı.. Halil korkmuştu ve olan olmuştu. Halil o kurkuyla çekili olan tetiği ateşledi ve
zerzevatçıyı tam kalbinden vurdu. Halil zerzevatçıyı yere yığıldığını gördüğü gibi kaçmaya, koşmaya
başladı. Son gücüyle, kalan dermanıyla, nereye gittiğini bilmeden, sadece koşuyordu. Halil'in nefesi
kesilmiş, gücü tükenmiş ve bayılmıştı. Gözünü açtığında karakoldaydı ve 25 seneden yargılanacaktı,
zerzevatçının olay yerinde hayata gözlerini yumduğunu, karısını dul, oğlunu yetim bırakmasına yetim
olan halinin haberini alan anası, kalbine yenik düşmüş ve oracıkta can vermisti. Halil her seyini
kaybetmişti.Gelmiş geçmiş tüm yaratıklar içinde insanoğlu en tiksindirici olanıdır. Acıyı bilmesine
rağmen sırf zevki için acı veren tek yaratıktır.
Oğuzhan YOLCU
-SİYAHIN UMUT TONLARIHer zaman ki sokaklarında buluşmuşlardı.Her zaman ki sokaklarında buluşmuşlardı. Her zaman ki
çıkmaz sokaklarında. Bu sokak öyle her sokağa benzemezdi. Uzun bir yolun en uç noktasında ki
dönemeçte başlayan ama çıkmazı olmayan, apartmanların arka cephelerini gören, köprü altı, dar ve
izbe bir sokaktı bu. Onlar her buluştuklarında sokağın girişinde oyun oynayan çocuklar olurdu
mutlaka. Birlikte sağ taraftaki taş kaldırımda otururlardı bütün gün. Kaldırımda duran ve kim bilir
hangi kimsesizin geceleri evi olan eski bir bank onlarında gündüzleri evi olurdu. Sokağın girişinde
oyunlar oynayan minik bedenlerden çıkan melodik cıvıltılar onların huzur şarkıları olurdu hep. Ama o
gün kimsecikler yoktu görünürde. Sokağın üstündeki köprüden geçen arabaların kimi zaman duyulan
ani fren sesleri dışında ortalık sessiz ve sakindi. Adam susuyordu. Kadın bir şeylerin ters gittiğini
anlamıştı. Ama sormaya da korkuyordu. Sessizce beklemeyi tercih edip oturduğu bankta sağ ayağını
sallamaya başladı. Bir ileri.. Bir geri..
Adam az sonra yerden kaldırdığı bakışlarını karşılarında duran köprünün soğuk, boyası atmış duvarına
çevirdi. Kadın bir süre daha bekledi.Adam yavaş hareketlerle paketinden çekip çıkardığı sigarasını
özenle iki dudağının arasına yerleştirdi ve sakince yakıp,ilk nefesini çekti içine.Kadın hala kendisini
izliyordu.Ah, Ne de güzel bir adamdı karşısında oturan adam.Sigara içişlerinden bile
seviyordu.Saçları,yüzü,bulutsu gözleri, sağ yanağındaki gamzeyi andıran minik çukuru.Ne zaman
baksa sevdiği adama o kadar dikkatli ve uzun bakardı ki, ezberlemek isterdi yüzünün her bir
kıvrımını.Fakat artık tahammül edemiyordu. Daha ne kadar susacaktı? Daha ne kadar içini yakacaktı
adamın bu gergin nefes alış verişleri? Nihayetinde dayanamayıp sesinde ki korku ve endişenin belli
olmaması için tanrıya yalvarırken tiz bir şekilde çıkan sesiyle ‘’neyin var’’ diyebildi.Sersemlemişti,
sanki bir an için kadının yanında olduğunu unutmuş gibi silkinerek kendine gelmeye çalıştı. Yavaşça
kadına doğru döndü.Yapacağı şeyin ikisini de kahredeceğini bilse de, her ne kadar zor da olsa
ayrılmak istediğini kadına söylemeliydi.Derin bir nefes aldıktan sonra kısık ve donuk bir sesle
‘’olmuyor’’ dedi.İşte şimdi sessizliği delip geçen bu kelime her şeyin sonu olmuştu.Kadının nefesi
kesilmiş dünyası başına yıkılmıştı.Adama delirmiş olduğunu düşünerek bakıyordu.Ne dediğinin
farkında mıydı?Olmayan neydi?Hepsinden öte bu kadar kolay mıydı hiçbir şey yaşanmamış gibi tek
kelimede bitirmek? Hayır.Hayır.Ağlamak istemiyordu.Şimdi olmazdı.
Lütfen.Gözyaşlarını tutabilmek için başını gökyüzüne çevirdi. Adam bir açıklama yapması gerektiğinin
farkındaydı.Fakat bir türlü cümlelerini toparlayamıyordu. Evde tek başına yaptığı tüm o denemeler
silinmişti şimdi aklından.Yanında oturan ve ne yapacağını bilmediğinden elleriyle oynayan kadına
takıldı bakışları.Göz göze gelmek istemiyordu. ‘’ayrılmalıyız’’ dedi. Sanki karşılarında duran duvarla
konuşuyor gibiydi.Kadın nefesini tutmuştu.Eğer bırakırsa ağzından hiç istemeyeceği,sonradan pişman
olacağı şeyler çıkmasından korkuyordu.İnsanın içi acır mıydı hiç? Acıyordu işte.Gidiyordu sevdiği
adam.Verdiği onca söz,kurdukları onca hayal,hepsini yerle yeksan edip gidiyordu.Nasıl acımazdı ki?
-‘’Bak Deniz, sen çok iyisin,beni yanlış anlama seni kırmak yada üzmek değil asla niyetim ama
ayrılmalıyız.’’
-‘’Sen ne dediğinin farkında mısın?’’
-‘’Kızma bana lütfen, ben böyle olsun istemezdim, mutlu olursun umarım, mutlu olmayı hak
ediyorsun ama benimle olamazsın.
-‘’Söz vermiştin.Bitirmek yoktu.Gitmek yoktu.’’Gözlerini kadının gözleriyle buluşturdu.Yeşilin her
tonunu barındırırdı gözlerine baktığında kendimi görürdü kadın.Gülen gözlerinin içinde görmek
kendisini..Belki bir ömür boyu orada yok olup gitmeyi istemesi içindi sanki.Ama şimdi acı çekiyor
gibiydi.Ellerine uzandı, avuçlarının içine aldı ellerini.Bunu ne zaman yapsa elleri kaybolurdu sevdiği
adamın avuçlarında.Oysa şimdi,ne elleri sığabiliyor avuçlarına, ne kendisi sığabiliyor
yeryüzüne.Soğuktu.Üşüyor muydu? Peki ya üstünü örtmesi için geceleri ondan kim söz alacaktı?
Adam yavaşa doğruldu ve ayağa kalktı.Tam karşısına dikildi.Kadının o koyu kahve gözlerinde biriken
her an dökülmeye meyilli gözyaşlarından gözlerini ayrımsamaya çalışarak son bir defa baktı.’’Özür
Dilerim’’dedi.’’Böyle olsun istememiştim.Affet beni.’’Dudaklarını kadınınkilerle buluşturdu.Bu
sondu.Kadın kollarını adamın boynuna sardı.Öptü boynunu.Kokusunu soludu derince son bir defa
daha.Cennetten çıkma kokusu,koca dünyada en sevdiği kokuydu.Üzerinden çekti kadının
kollarını,’’Hoşça kal’’.
Bu defa gözlerine bakmaya bile cesaret edememişti.Arkasını döndü,hızlı ve ivedi adımlarla uzun dar
sokağın taş kaldırımında yürümeye başladı.Kadın olduğu yere çivilenmişti adeta.Gitmek istiyordu
ardından,bağırmak istiyordu,elleri acıyana kadar tokatlamak ve kendisine getirmek sevdiği
adamı..Ama yapamadı.O an tek yapabildiği şey yanağına düşen oradan da süzülerek boynuna
konuveren gözyaşlarına izin vermekti.Adam dar sokağın sonundaki dönemece geldiğinde,her şeyinde
sonuna gelmişti.Fakat durup düşünmeden,ardına bile bakmadan köşeden sola dönüp ortadan
kayboldu.İşte, şimdi artık gerçekten de yoktu.Nefesini sessiz bir feryatla koyuveren kadın,döktüre
döktüre ağlıyordu.Sahi, neydi ağlamak? Acizlik mi? Çaresizlik mi? Neydi? Benimle mutlu olmazsın ne
demekti, peki? Herkes illa ki mutlu olacak diye bir kural mı vardı? Mutsuz olurlardı.Ama yine birlikte
olurlardı.Anlayamıyordu kadın.Hayal kırıklıkları batıyordu içine,nefes alışları yarım kalıyordu.
Kaç vakittir o sokakta, o bankta oturuyordu bilmiyordu. Duruyordu öylece.Gözleri taş kaldırımın
bitiminde,köşeden çıkıp gelecek diye bekliyordu bir umut.Hava çoktan kararmıştı.Bir süre sonra ay
ışığında sokağın belli yerlerine düşen loş ışık hariç, ortalık karanlıktı.Umutluydu kadın.Gelecek diyordu
kendi kendine.Gelecek.Karanlıktan korkan kadın,oturmuş şimdi ondan umut bekliyordu.Gelmedi
adam.O gece kimse gelmedi.Korkuyordu kadın.İçinden 3’e kadar sayıyordu.Adam yine
gelmiyordu.Ertesi gün ve daha sonraki günler..
Kadın erkenden kalkıp gidiyordu.Oturup sabahtan gece yarısına kadar bekliyordu adamı,ama
nafile.Bu böyle aylarca devam etti.Ne gelen vardı,ne de giden.
Her gün öyle geçen günlerden birinde..Tam da hıçkırıklarını özgür bırakmış o bankta ağlarken
yine,derinden gelen bir sesle irkildi kadın.Kafasını kaldırdığında boşuna endişelendiğini anladı.Bu ses
sokağın başında oyun oynayan çocuklardan birinin sesinden başkasına ait değildi.Her gün orada
oyunlar oynayan bu çocuklar neden o gün orada değillerdi? Çocuk yineledi.
‘’Abla!Topumuzu atacak mısın artık?’’ İçinden gelen çığlık atarak delicesine ağlama isteğini beyninin
tozlu raflarına kaldırıp, toplarını verdi.Ve derin bir nefes alıp yeni yeni çiselemeye başlayan yağmura
yüzünü açıp,o dar ince uzun taş kaldırımda; o gün o adamın kendisini bırakıp kaybolduğu gibi, ardında
bırakıp o çocukları,ardında bırakıp o sokağı kaybolmak istedi. Banktan kalktı nereye gittiğini
bilmiyordu, tek istediği uzaklaşmaktı.Hem de bir daha hiç gelmemek üzere. .
Fatmanur ALACA
ADAM
Uzaklar diyordu şair “senle daha yakın olacak sevdiğim” deyip son vermişti sözlerine. Gözlerinden
akan yaşlar, yanaklarından boynuna ilerlemişti. Yutkundu. Kafasını kaldırdığında salondaki seyircilerin
alkışlarıyla karşıladı kendini. Selamını verip içeri girdi. Koltuğa oturduğunda ise ağlamalar hızlanmış
hıçkırıklarıyla boğuşuyordu. Yanına gelen birkaç kişiyi göndermeye çalışırken, Leyla gelmişti yanına.
Git demedi, diyemedi.Oturdu yanına Leyla, sildi gözyaşlarını. Bedenine değdi elleri. Ürkek bakışlarıyla
baktı adam. Konuşmaya başladı Leyla, adam biliyordu bunları. Ayrılığın acısını atamazken, tekrar
dinlemek canını daha da yaktı. Hala içinde, belki kalır umuduyla bakıyordu adam. Olmadı,
olamadı.Kalmadı Leyla. Bir kez daha terk etti adamı, bir kez daha kanattı içini. Bütün gece Leyla’nın
terk ettiği yerde oturdu, içti sigarasını, oturdu. Oturdukça düşündü, düşündükçe ağladı,ağladıkça
tükendi. Her gece yatmadan önce son buluşmalarını düşünüp uyuyakalan adam, bu gece uyumadı
uyuyamadı.Terasta esen rüzgar şiddetlenmiş, üzerindeki hafif battaniyeyi uçurmuştu.Ürpertiyle kalktı
yerinden. Montunu alıp dışarı çıktı. Evine gidiyordu,yolları ruh gibi geçti. Anahtarını bulup kapıyı
açtı.Evin soğukluğu yüzüne vurmuştu.Şömineyi yaktıktan sonra bir fincan kahve yaptı.Tam o sırada
yağmaya başlayan yağmurla beraber uzaklara daldı gözleri. Evinin her köşesi Leyla’yı
anlatırken,çaresizce bakakaldı uzaklara. Kahvesinden bir yudum aldı,birden yatak odasına
yürüdü.Topladı eşyalarını bir hızla,nereye gideceğini bilmiyordu.Durdu,gözünden yaşlar akmaya
başladı.Yığıldı kaldı orda adam,kalkamadı yerinden.Dağıttı eşyalarını,kırdı döktü her şeyi.Telefonu
aldı eline,Leyla’yı arayıp buluşmak istediğini söyleyecekti ama o telefon çalmadı hiç. Arayamadı adam.
Aylardır canı olan insandan çekindi. Akşam olmuştu,hala kalkamamıştı oradan,toparlayamadı
yüreğindeki kırıkları. Dağıldı onlar da adamla birlikte oracıkta.
Gün doğuyordu yavaş yavaş, plakta Leyla’nın sevdiği parça çalıyor, ev Leyla kokuyor, elinde
sigarası,Leyla’yı bekleyen gözler…Bir insan nasıl olur da hem bu kadar canını yakıp hem de tek bir
kelimesiyle mutlu edebilirdi. İç geçirdi adam gel dedi, üzmem dedi. Aslında demedi,diyemedi. Aklında
ne varsa yapardı Leyla,geriye kimse döndüremezdi onu, adam olsa bile. Dayanamıyordu ama adam
daha fazla. Günler olmuştu,evden dışarı çıkmıyordu,Leyla’nın kokusu gidecek diye kapı pencere
açmaz oldu adam. Plak desen tekrar tekrar , değişmedi şarkısı.Telefonlara bakmadı hiç,hiçbir
programına gitmedi. Çalan kapıları açmadı. Görmüyordu gözü,duymuyordu kulağı Leyla’yı
düşünmeden bir saniyesi geçmiyordu. Leyla’nın son dokunuşu, son söyledikleri vardı hep
aklında.Onlarla yaşamaya başlamıştı artık.Kendine kızıyordu da fakat elinden bir şey gelmemesine
üzülüyordu en çok.Kurduğu tüm hayaller, verilen sözlerin hepsi uçup gitmişti şimdi.Arda kalan hep
adam olmuştu. Küçüklüğünde babasının onu terk etmesiydi ilk ayrılığı, şimdi ise Leyla. O günlerden
sonra söz vermişti kendine. Hiçbir kadını terk etmeyecekti. Leyla’yı tanıdı. Adına şiirler yazacak kadar
çok seviyordu.Bir o vardı dünyada, sanki adam için yaratmıştı onu Tanrı.Ayları geçmişti birlikte,şimdi
de geçiyordu aylar ama eksikti. İki kişiden biri gidince, bir değil yarım kalıyordu geriye. Giden kalanın
yüreğini de alıp gidiyordu. Kendine gelmeli, toparlanmalıydı adam. Unutmalıydı belki Leyla’yı, yeni bir
hayata başlamalıydı. Herkesten uzak yeni insanlar tanımalıydı. Fakat istemiyordu gitmek,unutmak
istemiyordu Leyla’yı. Eskisinden farklıydı adam, gözleri dalıyordu uzaklara, uzun uzun . Düşünceleriyle
kafasını daha fazla karıştırıyordu. Şiir dahi yazamaz oldu artık. Keşkeleri çoğalmıştı, yapamadığı şeyler
için içiyordu adam. Sarhoş olup, ağlamaktı geceleri programı.Ve bu durum monotonlaşmıştı.Aldı bir
gece eline kalemi, duvarlara yazı yazmaya başladı.Leyla’nın kokusuyla başlayıp, dudaklarıyla biten
dolusuna şiir.
Aşk
Aşkı kimse anlatamaz. Anlatsa da yaşamadan anlayamazsınız.
Ama aşık olduğunu nerden anladığınızı anlatabilirim. Mesela
aşık olduğunda, onu gördüğün zaman kalbin yerinden çıkacak
gibi atar. Gerçi sürekli onu görmek istersin, sadece yanında o
olsun istersin kimse umurunda değildir. O sana bir kere bakar,
sen ondan sonra kimseye bakamazsın. Yavaş, yavaş ona
bağlanırsın. Resmen alışkanlık haline getirirsin onu. Aşk eğer iki
taraflıysa güzeldir. Ama çoğunlukla bu öyle olmaz. Biz birini çok
seviyoruz. Başka biri bizi çok seviyor. Sorun sevgide değil,
sadece denk getiremiyoruz. Sen onu çok seversin o ise başkasını
sever. Ya da birini çok sevmiştir onu unutamamıştır ama
yinede sana ümit vermiştir. Seni, sevdiğine inandırmıştır. Sende
ona bağlanmışsındır, gözün ondan başkasını görmüyordur. Sana
acı verse de sen onu istersin. Çünkü ona deli gibi aşıksındır.
Zannedersin ki seni hiç bırakmıycak. Onunla beraber gelecek ile
ilgili hayaller kurmuşsunuzdur. İleride çok mutlu olacağınızı
düşünmüşsünüzdür. Birbirinize sözler vermişsinizdir. Birbirinizi
hiç bırakmıyacaksınızdır. Ama gün gelir bir taraf sıkılır ve bir
bahane bulup çekip gider. Senin iyiliğin için der, seni başkaları
daha çok mutlu eder der, ben sana göre değilim der, ben
sevmeyi bilmiyorum der, der durur. Yani bahane çoktur. Sen
istemessin. Çünkü çok sevmişsindir onu. Bir daha böyle
sevemeyeceğini düşünürsün. Sen onunla var olduğunu onunla da
yok olacağına inanırsın. Ona güvenmişsindir seni
bırakmayacağına inanmışsındır ama o resmen seni kullanıp bir
kenara atmıştır. Sen her gece yatağında kimse ağladığını
duymasın diye yorganın altında sessizce ağlamaya çalışırken
acaba o seni düşünüyor muydu? Sen onun için üzülüp, onu
düşünürken, acaba şimdi nasıldır? ,hasta olmuş mudur? Diye
kendini üzerken o seni düşünüyor mudur? En çokta bu kemirir
insanın içini. Kaç kere telefonu alıp aramak istersin ama
yapamazsın. En azından alır telefonu mesaj atarsın. Ona
sinirlendiğinde ağzına geleni yazarsın ama sonra onu çok
sevdiğini düşünürsün, öyle şeyler yazdığın için üzülürsün. Daha
sonra bir sürü onu sevdiğine dahil mesajlar atarsın ama o
bunların hiç birini önemsemez. Çünkü artık seni unutmuştur…
Sen ise hala deli gibi onu sever, onu özler, onu düşünürsün. Onu
unutmak istersin ama unutamazsın. Beraber geçirdiğiniz
zaman gelir aklına, anılarınız gelir. Onu çok özlersin. En çokta
kokusunu özlersin mesela. Aynı parfümden başkasında da
vardır aslında ama o koku en çok ona yakışıyordur. Unutmaya
çalışsan da illa bir şeyler onu hatırlatır. Herkese onu
unuttuğunu, artık onu sevmediğini söylersin. Ama yalan. Hala
onu seviyorsundur. Onun mutlu olmasını istersin. Ama sen orda
ağlarken onun orda gülmesi seni üzer. O yüzden hep mutsuz
olmasını istersin, hiç kimseyi sevmesin istersin, hiç kimsede onu
sevmesin istersin. Ama gelse yine deli gibi istersin. Mesela
ağlarken gelse sarılsa ve bir daha hiç bırakmasa diye
düşünürsün. Ama bu asla olmıyacaktır. Sen sadece düşünürsün.
Zaten o gittikten sonra hep düşünürsün, onsuz hayaller
kurarsın ama hiç biri gerçekleşmez. Çünkü o artık yoktur.
Gitmiştir. Seni yarı yolda bırakıp gitmiştir. Sen onu ailene
anlatacak kadar sevmişsindir ama o seni sahiplenecek kadar
adam değildir. Onu unutmak için elinden geleni yaparsın. Tabii
ki unutamazsın. Bazıları verdiğin değeri anlamaz hepsi bu.
Kaybetmek, en çok onların hakkı işte. Yavaş, yavaş onun
yokluğuna alışırsın. Ama birden çıkar karşına göz göze gelirsiniz
ve canın yine acır. Artık ona nefret duyarsın. Çünkü sana yalan
söylemiştir. Ama yinede seversin onu. Çünkü sen AŞIKSIN…
Her insan mutlaka aşık olur. Bazıları yanlış yerde, yanlış
zamanda aşık olur. Sen benim karşıma yanlış zamanda çıktın.
Şimdi gittin ya, eğer geri döneceksen doğru zamanda, doğru
yerde çık karşıma…
Unutmayın ki her insanın gönlünü fethetmiş, gönlünün fatihi
olmuş biri vardır…
Büşra YILDIZHAN
KAÇAK ELEKTRİK
Aşk…
Bu kelimen anlamını hemen hemen herkes bilir yada bildiğini düşür.
Bu meret dünyanın her yerinde her insana en az bir kere bile olsa büyük
derecede bir etkisi bulunmuştur.MUHAKKAK…
Bazıları bu karmaşık duygu yüzünden büyük bir çukurun içinde kaybolup gitmiş
bazı şanslılar ise onun iyi yanından faydalanıp gerçek benliğine kavuşmasına
bile sebep olmuştur.
Aşk… Bu kavram sizce gerçek mi yada gerçekten bu kadar büyük etki etme
sebebi ne ?
Çok insan tanıdım hayatı boyunca sevgi yada şu görkemli aşkı arayan.Doğru
mutlu hayat.Bu ikileme inanan milyonlarca insan bulabilirsiniz.
Dedelerimizden bir kaç hikaye duymuşunuzdur.
Artık eski aşklar kalmadı yada buna benzer cümleler.
Belki de haklılar eski aşklar , mutlulukla , sevgiler kalmadı.Ama bazı insanların
öyle temiz öyle saf kalpleri vardır ki belki de şu dedelerimize rakip çıkabilir.
Şimdi benden küçük bir hikaye dinlemek ister misiniz ?
Aşk insanı erken yaşta yakalayabilir.İlk okula giderken 1. Sınıfta sevgi ve şevkat
duyduğu özel biri olmuştur.O küçük ve temiz kalbiyle bir yetişkinin bile hayal
edemeyeceği kadar güzel hayaller kurabilir.
Bu olaylardan bir tanesini yakından izlemeye ne dersiniz ?
2.BÖLÜM
Natham…
Bu zeki ve pek yakışıklı olmasa da güzel çocuk Ditroit’de bir lise öğrencisidir.Bu
yaşına kadar hiç doğru düzgün ilişki yaşamaması belki de büyük bir tecrübesizlik
ama olumlu yönden bakarsak en doğru kişiyi bulabilmesi için büyük bir şans idi.
Lisedeki ilk günüydü.Ufak bir heycanın yanında belki de onu bekleyen yeni
maceralar olduğu içinde mutluydu.Sınıflar,öğretmenler,öğrenciler belirlendi ve
Natham kendi sınıfına doğru gitmeye başladı.Sınıfa girdiğinde göz ucuyla
sınıftaki simalara bakıp en arkada ki cool çocuğun yanı boş olduğunu fark edip o
sıraya doğru ilerlemeye başladı.Çocuğun yanına geldiğinde derin bir sesle
yanına oturmak istediğini söyledi ve çocuk büyük bir içtenlikle bu teklifi kabul
etti.Kısa bir tanışma faslı ardından Natham çocuğun ismini Adam olduğunu
öğrendi.Adamla kısa bir sohbet ettikten sonra Natham arkasına yaslanıp tekrar
sınıfı denetlercesine bir göz attı.İlk günün verdiği çekingenlikten dolayı sınıfı
büyük bir sessizlik kaplamış herkes şaşkın bakışlarla ortama alışmaya
çalışıyordu.
Natham şimdiden bu okulun ona bir kaç deneyim belkide mutluluk getireceğini
farkındaydı.Kendine olan özgüveni tam takım yerinde olması da onu
rahatlıyordu.Ama beklenmedik bir sürpriz yapabilirdi belki hayat.Tüm
dünyasına değiştirecek bir kişi çıkacak mıydı acaba karşısına?
Ve ardından sınıfa takım elbiseli şık bir bay girdi.Sınıf içeri giren kişinin
öğretmen olduğunu anladıktan sonra usulca yerinden kalkıp saygıyla hocalarını
karşıladılar.Öğretmen gür ve samimi bir sesle sınıfı selamladıktan sonra yerine
geçti.Herkes dikkatini kravatlı adamda toplamış ağzından çıkacakları merak ile
bekliyordu.Öğretmen oturduğu yerden yavaşca ayağa kalkıp konuşmaya
başladı.
Merhaba çocuklar, ben Richard.Bu sene fizik derslerinize girecek şanslı kişiyim.
Bay Richard klasik bir ilk konuşması ardından ellerini yavaşça birleştirip ‘Hadi
şimdi birbirimizle tanışma vakti dedi’.
En öndeki çocuğa söz verip ayağa kalkıp ismini,ailesini ve nerden geldiğini
söylemesini istedi.Sırayla herkes kendini güzel bir şekilde tanıtıp sınıfı
selamlıyorlardı.Natham da en arka sıradan ayağa kalkan kişileri dikkatlice izliyor
ve isimlerini aklında tutmaya çalışıyordu.7-8 kişinin ardında orta sıradaki o güzel
kız ayağa kalktı.Sınıftaki herkes dikkatini ona vermişti özelliklede erkekler.Orta
boylu kumral genç kız konuşmaya başladı.
Merhaba arkadaşlar , ben Jasmin.
Nathamda Jasmini dikkatlice dinliyordu.Jasmin kendini tanıttıkta sonra yerine
oturdu.Natham kendi kendine ‘demek ismi Jasminmiş’ diyip tatlı bir ifadeyle
gülümsedi.
Farklı bir kız olduğunu anlamıştı ve çok güzel olduğununda farkındaydı.
Çok geçmeden kendini tanıtma sırası Natham’a gelmişti.Yerinden
doğrulduğunda Jasmini arkasına dönüp ona baktığını gördü.Tam cümleye
başlıycakmış gibi oldu ama bir anda duraksadı.Jasminin gözlerinin içinde sanki
kaybolmuştu.Kelimeler boğazına düğümlenmişti.O özgüvenli çocuğun yerine
yeni doğmuş bir bebek masumluğu alıverdi.
Bay Richard ‘evet seni dinliyoruz bayım’ deyip kendine gelmesini istedi bir
bakıma.Natham bu sesi duyduktan sonra bir silkelenip özür dileyip kendini
anlatmaya başladı.Yerine oturduğunda kalbinin çok hızlı çarptığını fark edip
ufaktanda terlemeye başlamıştı bu kış günü.
Peki bu duygunun adı neydi ?
Yıllardır aradığı şeyi bulmuş muydu acaba ? Ve bunun ilk görüşte olması da
mümkün müydü ? Kafasında dolanan sorularla boğuşan Natham gözlerini de
Jasminden alamıyordu.Yerinde sessizce bekleyip tüm ders o güzel kızı
seyretti.Teneffüs zili çalmıştı.Bay Richard iyi dersler dilekleriyle sınıftan
ayrıldı.Adam Natham’a onunlar beraber dışarı gelmek isteyip istemediğini
sordu.Natham yerinde kalmak istediğini söyleyip teklifi reddetti.Çünkü şu an
dışarıda olanlardan daha önemli bir şey vardı sınıfta.Cesaretini toplayıp kızla
tanışmak için yanına gitmek istedi bir an ama yapamadı çünkü ilk günden direk
Jasmin ile ilgilenmesi dikkat çeker ve Jasminin duygularını fark etmesinden
korktu.Aslında tam olarak ona karşı bir duygu veya bir his var mıydı içinde ?
Ama bu kızın hayatının geri kalanlarından çok daha özel olduğunu farkındaydı.
Natham bir gününü sessizce uzaktan izleyerek geçirdi.Bakalım ne zaman
cesaretini toplayıp Jasmin’e bir kaç kelime söyleyebilcekti ?
Ertesi gün sınıf yavaş yavaş birbiri ile kaynaşmaya başlamış çekingenlikler
ortadan kalkmıştı.Natham da bu kaynaşmayı fırsat olarak görerek bundan
yararlanmak için bekleyiş içersindeydi.
Sıradaki ders İngilizceydi.Öğretmen sınıfa gelip okulun ilk günleri olduğu için
oda küçük bir konuşma yapma ihtiyacı duydu.Konuşmasının ardından derse
geçti.Öğretmen yazı yazdırmak için bir öğrenci istedi.Parmak kaldıranların
arasında Jasmin de vardı ve seçilen o oldu.Jasmin güzelliğinin yanında şıklığıyla
yine bütün dikkatleri üstüne toplamış herkesin ona odaklanmasını
sağlıyabiliyordu.Kalemi öğretmenden alıp istekleri yazmaya başladı.Natham
Jasmin’in yazısını pekde güzel olmadığın fark etti.Ve bunu fırsat bilip onunla
biraz uğraşmak istedi.Natham ‘Hadi Jasmin eminim ki bu yazıdan daha iyisini
yapabilirsin’ deyip gülümsedi.Jasmin arkalardan gelen sese kulak kabartıp
arkasına döndü ve Natham’a bakarak hafif kızmış gibi gülümsedi.Natham
Jasminin bir şey söylememesine şaşırmıstı.Ama ona bakıp gülümsemiş olması
belkide o mutluluk hayatının geri kalanına kadar yetebilirdi.
Jasmin dersin sonunda Natham’ın yanına gitti.Natham’ın kalbi yine sanki
yerinden fırlıyacakmış gibi çarpmaya başladı.Ne diyeceğini merak etmişti.Jasmin
kızgın edasıyla ‘derste bana laf atma sebebini sorabilir miyim ?’ deyip kollarını
birleştirdi.Natham bir anda korkmuştu.’Sadece şaka yapmak istemiştim’ deyip
yüzüne masum bir ifade getirmeye çalıştı.Jasmin duruşuna hiç bozmadan
sessizce bekledi.Kısa sureli bir sessizlik olduktan sonra, Jasmin bir kahkaha
patlatıp ‘bende sadece şaka yapıyordum’ deyip Natham’ın omzuna hafiften
dokunarak gülümsedi.Natham bu olay karşısında irkilmiş ve büyük şaşkınlık
içerisindeydi.Bozuntuya vermeyip o da gülümsedi.Nasıl olduysa bir anda
muhabbete daldılar ve o 20 dakikalıl teneffüsün sonuna kadar eğlenceli bir
muhabbet ettiler.Zil çaldıktan sonra Jasmin kendi yerine geçip sıradaki dersi
beklemeye başladı.Arada bir arkasına dönüp Natham’a gülümsüyordu.Tabi
Natham o dakikalar sınıfta değildi sanki bulutların üstünde süzülüyordu.Bu
olanlar gerçekmiydi.Aslında ortada o kadar da büyütülecek bir şeyde
yoktu.Sadece 15 dakikalık bir muhabbet.Natham daha once hiç bu kadar mutlu
ve bu saçma duygu içine girmemişti.Bu duygu yada his ne kadar ona saçma
gelsede onu mutlu ettiği için iyi hissediyordu.Hatta bu duyguyu kafasında
biçimlendirip isim bile vermeye başlamıştı…AŞK…
Gün geçtikçe Natham ile Jasmin daha samimi oluyor Natham her bulduğu fırsatı
onunla birlikte değerlendirmeye çalışıyordu.Jasmin Natham’ın hayatında büyük
bir parça olmuştu adeta.Eve gittiğinde Jasmin’i düşünmekten alıkoyamıyordu
kendisini.Jasmin Natham’ı sevdiği bir arkadaşı olarak mı yoksa arkadaşlıktan bir
kaç tık ileri bir şeylerde varmıydı içinde ?
Natham bilinçli bir şekilde düşünemediği için Jasmin’in onunla fazla ilgilendiğini
kendine inandırmıştı.Bir bakıma kendi kendine gelin güvey oldu
diyebiliriz.Zaman geçtikçe birbirlerini daha iyi tanımaya başladı bu ikili.
Jasmin günlerden bir gün Natham ile konuşuyor gülüyorlardı.Jasmin Natham’ın
kulağına doğru yaklaşıp ‘sana bir sır vermek istiyorum diyip utangaç bir tavırla
gülümsedi.Natham bir anda heycanlanıverdi.Seni dinliyorum diyerek cevap
verdi.Jasmin söze başladı;
-Iıı, nasıl desem biri var işte.
-Nasıl biri var?
-Hoşlandığım biri var işte ismi Eric.
Natham bunları duyduktan sonra kalbinin tam ortasına bir hançer saplanmış
gibi bir acı hissetti.Afallamıştı.Bozuntuya vermemeye çalışarak buruk bir
gülümsemeyle ‘senin adına sevindim umarım Eric ne kadar şanslı olduğunu
farkındadır’ diyip sustu.
Jasmin teşekkür edip ‘daha ona karşı olan hislerimi söylemedim ama en kısa
zaman da cesaretimi toplayıp Eric’e duygularımı ifade etmeye çalışacağım’.
Jasmin sürekli anlatıyor Natham ise karşısında hiç bir şey söylemeden öylece
dinliyordu.Aslında kafasında onlarca şey düşünüyordu.Gerçekten beyin büyük
bir travma yaşıyordu.Kurulan onca hayalin üstüne bu cümleler.Natham daha
Jasmin’e hissettiklerini söyliyemeden Jasmin kendisine başka birini sevdiğini
söylemişti bile.
Yaklaşık bir hafta aranın ardından Jasmin yüzünde güller açarak sınıfa
girdi.Gözleri ışıl ışıl palıyor yürümekten ziyade sanki süzülüyordu.Hızla
Natham’ın yanına gelip ona selam verdi.Natham onu bu kadar mutlu gördüğü
için oda mutlu olmuştu.Ama Natham’ı bekleyen bir acı gerçek daha…
Natham Jasmine bu neşenin altında yatan şeyi sordu.Jasmin de bu soruya
karşılık ‘ne oldu tahmin et’ diyip ağzı kulaklarına varmıştı.Natham sadece
gülümsedi.Ve Jasmin devam etti ‘dün akşam Eric’e sonunda duygularımı
paylaştım ve oda bana duygularımızın kaşılıklı olduğunı söyledi.O da uzun
zamandan beri benden hoşlanıyormuş ama söylemeye cesaret edememiş.Ve
biz çıkmaya başladık’ diyip bitirdi.Natham’ın gözleri doldu.Bıraksalar büyük bir
su birikintisi oluşturacak kadar ağlıyacaktı.Bir az toparlanıp ‘senin adına
sevindim’ dedi ve tekrar dinlemeye devam etti.Jasmin anlattıkça Natham’ın
kalbinden bir parça daha söküp alıyordu.Natham hislerini bir kenara atmak
zorunda kalmış ve deliler gibi sevdiği kızın bir başkasıyla mutluluğunu
dinliyordu.Onu tek iyi yapan şey Jasmin’in mutlu olduğunu görmekti bir başkası
ile bile olsa.Bir aydan biraz daha fazla Jasmin sınıfa hiç alışılmadık bir yüz
ifadesiyle gelir.O mutlu neşeli kızın yerini bitkin mutsuz bir kişi alıvermiş
gibiydi.Natham bu durumu gördüğünde endişekenmişti hemen Jasmin’in
yanına gidip onu sessiz bir yere çekti.Natham Jasmin’e ‘neyin var’ diye
sorduğunda Jasmin’in gözleri doldu ve kafasını Natham’ın göğüsüne yaslayarak
‘ayrıldık’ diyip gözlerinden yaşlar akmaya başladı.Natham ayrıldıklarına
sevinememişti bile.Jasmin’I böyle görmek onu kahrediyordu.Jasmine ‘ağalama
lütfen’ diyip göz yaşlarını sildi.Jasmin’in durumu gerçektende çok
kötüydü.Natham o gün Jasmin’in yanından bir saniye bile olsun
ayrılmadı.Jasmin ile dertleşip onu teselli etmeye çalışıyordu.Eve döndüğünde
Natham düşünmeye başladı.Acaba artık söylemelimiydi sırıl sıklam aşık
olduğunu? Sonra bunu saçma bir fikir olduğunu doğru zaman olmadığını
düşünüp uyudu.
Ertesi gün okul geldiğinde Jasmin’I biraz daha iyi görünce sevindi.Dün gece
düşündükleri hala aklındaydı.Jasmin’in yanına gidip ‘bu gün seni daha iyi
gördüm’ dedi.Jasmin onaylayıp öyle sessizce oturmaya başladılar.Teneffüste
Jasmin arkadaşları ile birlikte oturmuş sohbet ediyordu.Natham bir anda
hislerini söylemeye karar verdi.Bunun delilik olduğunu biliyordu.Hemde
herkesin içinde.Ama bunu daha fazla içinde tutarsa en sonunda psikolojisi
bozulacaktı.Derin bir nefes alıp Jasmin’in bulunduğu topluluğun yanına
gitti.Jasmin’in yanına geldiğinde ona bir şey itiraf edeceğini söyledi. Jasmin;
-Evet seni dinliyorum Natham.
-Biliyorum bu söyliyeceklerime benden beklemezdin ama gönül işte. Ne
yapacağı belli olmuyo serserinin.Demek istediğim şey okulun ilk gününden beri
seni ilk gördüğüm andan beri kalbimin ritmi değişti.Sana karşı control
edemediğim şeyler var. Ve sanırım bunun ismide AŞK.
Jasmin seni seviyorum.Bu sevgi tahmin edebileceğin yada küçümsenecek bir
şey değil.Geçekten çok kuvvetli hisler.Hayatıma bir meteor gibi düştün.Bu
duyguları daha fazla içimde tutamadım.Özür dilerim.’
Jasmin yerinde kalakaldı.Ne diyeceğini şaşırmıştı.Hatta şaşkınlığından Natham’a
‘şaka mı yapıyorsun’ diye sordu.
Natham’ın şaka yapmadığını ve gerçekten çok ciddi olduğunu anlayan Jasmin
söze başladı;
-Natham tamam duygularına bir şey diyemem ama ben sana hiç o gözle
bakmadım ki.Sen benim en sevdiğim arkadaşlarımdan biriydin.Dertleşebildiğim
tek insandın.Yani benim sana karşı öyle hisleri beslememi asla bekleme.Biz
birlikte olamayız.’ Dedikten sonra Natham sanki şu an yarı ölüydü.Hiç bir şey
söyliyemeden oradan uzaklaştı.Lavaboya gidip elini yüzünü yıkarken göz
yaşlarına hakim olamıyordu.Ayakta durmakta zorlanan Natham göz yaşlarını
sildikten sonra bir banka oturdu.Jasmin’in sözleri sürekli kafasının içerisindeydi.
Bir haftayı ağlayarak ve çok mutsuz olaraka geçiren Natham artık Jasmin’in
yanına konuşmak için bile gidemiyordu.
Uzun bir sürenin ardından bu duyguya yavaş yavaş alışmaya başlamıştı.Jasmin
ise sevgilisiyle tekrar birlikte olmuş mutlu bir şekilde hayatının geri kalanına
devam ediyordu.
Natham tam da doğru kişiyi bulduğunu zannettiği anda hayat ona bir darbe
daha indirdi.
Aşktan iyice umudunu kesmişti.Ve hayatı boyunca ne biriyle birlikte oldu nede
başka birini sevdi.Ömrünün geri kalanını yalnız bir şekilde devam etti.
Hikayemizi bitirmiş bulunmaktayız.İşte bazı aşk hikayeleri de umduğumuz gibi
bitmiyormuş…
Necati DOLGUN
Bir Bekleyen Bir De Beklenen
Ben beklerim.İşim ne ki zaten? Eğer söz konusu sen isen ben beklerim,çok güzel beklerim hem
de.hele bir de geleceğine inanıyorsam. Ya da kendimi kandırıyorsam.Bir daha ne zaman geleceksin ki?
Vakit geçti artık.Bana geleceğin zamanı geçeli çok oldu. Saatler sen diye atmayalı çok oldu.Geç kaldın
bayım,geç kaldık. Beni sevmene,eski günlere dönmemize.Biz her güzel şeye geç kaldık.özellikle de
birbirimize. Ne demiş Sezen ''kolay olmayacak'' olmuyor zaten.Nasıl da bilmiş.Bütün şarkılar sanki
sana yazılmış gibi.Sanki seni benim gözümden görmüşler de yazmışlar gibi.Her dizesinde,her
kelimesinde hece hece seni anlatmışlar gibi.Ama artık öyle değil şimdi hiçbiri anlatmıyor seni
bana.Şarkılar bile bana seni anlatmayı bırakalı çok oldu.Dedim ya biz her güzel şeye geç kaldık.
Yaşayacağımız daha çok hayal varken...
Gülşah BELEN
BİSİKLET
Seni yeniden sevmek;
uzun bir aradan sonra,
bisiklet sürmeye tekrardan başlamak gibi bir şey..
Her ne kadar defalarca tökezleyecek olsam da;
Vazgeçmem senden.
Vazgeçmem tökezlemekten.
Hep;
Yine, yeniden başlarım sana ben..
Fatmanur ALACA
Sevdikçe Sevesim Geliyor
Bana bir gülüşüyle tüm mavi tonlarını hediye eden adam,artık başkasına gülümsüyordu gülüşündeki
huzuru artık bir başkası hissediyordu. bundan daha acı başka ne olabilirdi? gülümsemesiyle
mevsimler değişiyordu içimde.sonbaharsa ilkbahar oluveriyordu hemen.bir senin gülüşündeki huzur
veren maviliği bir de iri büyük gözlerini sevdim ben.Gözlerin demişken o ela büyük gözlerin bir bana
farklı bakıyordu. bir bana konuşmadan söylemek istediğini anlatabiliyordu.şimdi başkasına bakıyorsun
o şekilde. ama bana baktığın kadar güzel değil.Bana baktığın gibi sevgi dolu
değil,hissedebiliyorum.Yada kendimi o şekilde kandırıyorum bilmiyorum. Olmuyor yapamıyorum.Seni
bir başkasıyla düşündükçe boğazımda bir düğüm oluşuyor,çözülmüyor.Gecenin bir vakti özledim
deyişlerini de özlüyorum.Keşke bir bakışını bir de gülüşünü özlemekle bitse! Özledikçe
özleyesim,sevdikçe sevesim geliyor seni.Sesini,gülüşünü,bakışını,kokunu,senin beni
sevmelerini,özlemelerini. Kokunun tarifi yok,anlatılması imkansız.Hadi sesini duyuyorum arada.ya
kokunu? Niye gittin sevgilim? bir Cem Adrian dizelerinde yine ağlatıyorsun beni. Nasıl olurda içimde
mevsimler yaratan adam,gider benden? nasıl olurda bana tüm mavilikleriyle gülen adam,siyahlar
içinde gider benden üstelik bir daha dönmemek üzere?
Gülşah BELEN
Beni Yargılama
“ Başını dik tut adam! Ama beni yargılama. Ama beni yargılama.
Belki de en çaresiz anında yanında ben vardım. Hayatı bölme ve beni dışlama!
Her şey olması gerektiği bir şekilde evrene hüküm sürüyor. Siyahın ayırdığı zaman karanlığa
gömülüyor.
Ama beni yargılama!
Seni saran ben değilim, o zamanın kendisidir. Orada ışıldayan milyonlarca yıldızı parlatan siyahtır. O
yüzden, beni ayırma.
Kimsenin hak edemeyeceği kadar kötü düşünüyordu. Ve hiç bir şey sana yol göstermiyor. Sen,
milyarlarca kardeşini kaybediyorsun. Evren böylece karanlığa gömülüyor.
Beni yargılama adam!
Ben de insanım. Kalbim var ve o zamana ait. Ama sen kimsenin elinde değilsin. Siz sevgiye mecbur
değilsiniz.
O halde bana küfür etme!
Benden üstün değilsin. Sen öldüğünde saygı değer bir cenaze törenin olacak. Ben öldüğümde beni
herkes unutacak. Ama orada beni, aşağılayamayacaksın. Çünkü biz toprağa değil, o bize sahiptir.
Bu yüzden, beni yargılama.
Şu anda bunu yapacaksan, bana insan olmanın ilk önce ne demek olduğunu anlatacaksın.
Eğer buna devam edeceksen, bana bunu nasıl yapabildiğini anlatacaksın.
Bana, evrenin en büyük değerinin insanlık mı yoksa başkaları için biçtiğin adi değerler olduğunu mu
söyleyeceksin? Senin hangi yoldan gittiği ve şimdi neyi seçtiğini anlatacaksın.
Ve şimdi seni ben yargılayacağım.”
Gauss’ın kararlı ve asi sözlerine karşı iyi ezberlenmiş fakat aynı zamanda benimsenmiş olan bu
konuşmayı yapışı adamın tüm vücudunda korkuyla yayılmıştı. Onun karşısında titriyor ve adeta
psikolojik bir kriz geçiriyordu. Ellerine bağlı olan halatlara asılmış yumruklarını sıkıyordu. Zayıf ve ince
bacakları arada birbirilerine çarpıyor ve tüm bedeni kasılıyordu. Göğsüne giren kramplar onu nefes
nefese bırakmıştı. Teriyle karışmış gözyaşı çatlamış göz çukurlarına doluyordu. Burada her an
canından olabilirdi. Kalp krizi geçirebilecek kadar korkuyordu. Fakat Gauss, daha fazla beklemedi.
“ Ben McCarthy, senin uğruna ömrünü harcadığın gerçekten o mu? Yoksa kendine has bazı nefret
duygularını beslemekten haz mı alıyorsun? Susuyorsun. Çünkü yapabileceğin başka bir şeyin kalmadı.
Sen, elin kolun bağlıyken bir sefilsin. Ama eline bir otuz sekizlik verirsem senden daha güçlüsü kalmaz
değil mi? Beni defalarca vururdun. Şehirde adın yankılanırdı. “ Gauss’tan kurtulan adam!” Ne büyük
bir iltifattır. Ama böyle olmayacağını ikimizde biliyoruz. Hadi Lary ya da adın her neyse… Ben sana Tito
diyeceğim.”
Adamın tüm sinir sistemini alt üst eden bir kelime daha duyması onu mahvediyordu. Dişlerini
kırabileceği kadar çok sıkıyordu. Keskin yüz hatları ve dışarıya doğru bükülmüş iri dudaklarıyla nefret
dolu bir adam olduğunu kanıtlıyordu. En fazla bir yıl kadar Ben McCarthy’nin çetesinde üyelik
yapmıştı. Her biri kendi aralarında birer serseri muamelesi görürken Ben McCarthy’nin gözünde üye
olarak kalabilmişlerdi. Kendilerini geri çekip daha çok karşılık istediklerinde iş değişiyordu. Bu sefer de
şehrin gözünde acımasız bir örgüte dönüşüyordu. İşte bu adamın yüzündeki ufak çizgiler ara sıra
girdiği bıçaklı kavgaları göz önüne sererken aynı zaman da ne kadar asi olduğunu da ispatlamış
oluyordu. Ama onunki asilikten çok daha fazlasıydı. Tamamen agresif yapısı cahilliğinin ona bahşettiği
en büyük yetenekti.
“ Bana onu anlat. Ben McCarthy’den söz ediyorum. Sevdiği içkileri, kadınları, sokakları… Onun benden
nasıl nefret ettiğini, ne kadar büyük bir kin beslediğini açıkla. Bu sefer susup gitmenize izin
vermeyeceğim. Bundan bir ay önce en yakın dostunu ben vurdum. Bir köşede oturup beni dinledi.
Gözleri uyuşturucunun verdiği bir yılgınla bakıyordu. Nefes alamayacak kadar yorgun görünüyordu.
Ona sadece çeteme yaklaşmaması gerektiğini söylemiştim. Ama o bunu kabul etmedi. Arkamı
döndüğümde cebinden çıkardığı kırk beşliğin sesini duydum sadece. Bir kurşun kulağımın yanından
hızla geçip gitmişti. Ona doğru baktığımda ölmeye çalışıp çalışmadığıma bakıyordu. Gözleri iyi
görmüyordu. Elleri titriyordu aynı senin gibi korkakça silahının ardına saklanmış avının ölmesini
umuyordu. Yere düşer gibi silahımı çıkardım ve sağ omzuna ateş ettim. Ama onu öldürmedim. Üstelik
Ben McCarthy’ye benden bahsetmesine rağmen. Evet, Tito, sevgili dostunu yere göğe sığdıramadığın
patronun öldürdü. Sana bunlardan neden söz ettiğimi pekâlâ biliyorsundur. O dumanlı gözlerinde
gördüğüm korkunç bir nefret ve ben bunun karşılığını daha vermedim. Ama hala emri altına sığındığın
o adamın nasıl bir katil olduğunu bilmiyorsun. Eskiden sokakta madde satan bir serseriydi. Zengin bir
bunağın eline geçen kadar orada burada sürünüp durdu. Şimdi zengin ve tüm ipler onun elinde.
Üstelik ırkçı bir pisliğin teki. Sırf görüşlerininiz aynı diye birbirinizle çalışıyorsunuz. Siz çete değil iğrenç
bir örgütsünüz. Yakında dostum tüm bilgilerimin arasında serisizce gezen boşlukları dolduracağım. Ve
bunu yaptığımda Ben McCarthy buradan gitmek zorunda kalacak. Ama şimdi şu anı tartışmalıyız. Sen
cahilce çizdiğin bir ön yargıyı kafanda tasarlayıp bir canavar yarattın. Ama Tito, bu şehrin diğer
eyaletlere benzemesine izin vermeyeceğim. Bunun içinde siyaset yok. Kuzey ve güney savaşlarıyla
hiçbir alakası yok. Bu sizin ortaya attığınız şok edici toplu bir katliamdır. Ama sana Ben McCarthy ile
bu düşmanlığa nasıl başladığımızı anlatırken aklımın diğer ucundan sen ve diğerlerinin boşa çektiği
kürekler geliyordu. Söylesene Tito, çaresiz birkaç Afrikalıyı linç etmen için sana ne vat ediyor? Orası
senin için de bomboş bir bilgi birikimi. Çünkü senin işin düşünmek değil yapmaktır muhtemelen;
Düşünmen de yasaktır. Bu konuşmanın sonunda anlayacağın şu ki; O, kimsenin değerini ölçmüyor ve
sen de onun için bir şey ifade etmiyorsun. Şimdi bana onun neler planladığını anlat. Eğer yanılırsan,
beni aldatmaya çalışır ve sır saklarsan bunu anlarım. Ama sakın ama sakın unutma ; Buradan
kurtulmak için başka hiçbir şansın yok.”
Gauss, adamın gözlerinin içine bakıyordu. Onun aklından geçen her düşünceyi tahmin edebiliyor ve
çaresizliğini görebiliyordu. Adam ani bir hareketle öne doğru eğildi. Fakat ağır cüssesi onu
durdurmaya yetmişti. John büyük bir ustalıkla adamın boynuna asılınca kulak tırmalayıcı bir ses
duyuldu. Clark, atik bir şekilde adamın ağzına bir bez sokuşturup onu geriye doğru sertçe itti. Öfke
dolu bakışlarıyla ağzındaki bezin de etkisiyle homurdanıp duruyordu.
Gauss, olamayacak bir şey için uğraşmayan biriydi. Bu kadar çaba sarf ettikten sonra bile kendisini
dinlemeyen bir adama karşı tahammülü yoktu. Ve gördüğü kadarıyla bu adamın ağzından alacağı bir
tek söz bile işe yaramayacaktı. Uyuşturucu manyağı ırkçı bir serseriden daha fazla yararlanması
imkânsız gibi görünüyordu. Aslında onun sayesinde Ben McCarthy’de Gauss’ ve çetesinin dikkate
değer ve tehdit edici olduğunu anlamıştı. Fakat bunun gayet açık olduğunu düşünen Gauss için bir
önemi yoktu.
John, bununla birlikte kurnazca parlayan gözlerine adama dikmiş ve ona aşağılarcasına sırıtmıştı.
John, Louie ve Clark adamın etrafında pervane olmuştu. O ise ayaklarını yere vuruyor ve çırpınıyordu.
Boğazından çıkan boğuk sesler ve çırpışları depoyu dolduruyordu. Clark, adamın arkasından usulca
yaklaştı ve iki elini de onun omuzlarına sertçe indirdi. Louie, adamın yüzündeki ifadeye bakarak güldü.
Ve alaycı bir ses tonuyla söze başladı.
“ Serseri! O kadar telaşlısınız ki…”
John adamın kulağına doğru eğildi.
“ Tanrıya dua ediyorsun değil mi aşağılık herif?
“ O tıpkı bir sıçan gibi köşeye sıkışmış durumda dostum!”
Louie, kızgın bir ifadeyle sesini yükseltmiş ve adamın yakalarıyla oynuyordu.
“ Burası Amerika!”
Fakat bu, Louie’nin daha fazla oyalanmasına sebep değildi. Oradaki herkes yumruğunu bu adamın
yüzünde kullanmak istiyordu. Ama Gauss, hızla adamın yanına geldi ve sabırla eğildi.
“Konuşacak mısın?”
Adam başka çaresi olmadığını anlayarak oldukça hırçın bir tavırla başını salladı.
Clark, ağzındaki bezi sertçe çekti.
“Sen şart mı koşuyorsun? O, ben değil dostum, bunu iyi öğren!”
Adam gönülsüzce ona atılan yumruğun nereden geldiğini anlamadan Gauss’a baktı. Üstelik yoktan
saymak zorunda kaldığı bu şiddeti göz ardı ederek berbat sesiyle kötü sözler savurmaya başladı.
“Ben McCarthy bir katil! Seni de öldürmek için beni görevlendirecek.”
John, sinirlerine hakim olamadığı bu sözün ardından adama öyle şiddetli bir yumruk atmıştı ki onun
birden sersemlediğini henüz fark etmişti. Bir süre sonra, kendini toparlayan adam öfke dolu gözlerle
John’a bakıp kan akan dudağını ısırdı. Gauss, kapıya doru ilerlemiş ve arkasını dönmüştü.
“Sana son bir şans daha veriyorum. Bu bile çok fazla… Sen vakit kaybısın.”
Adam az önce kabullendiği sonu yaşamaya başlamıştı. Öylesine kötü ve nefret doluydu ki cümle
kurmak istemiyor sadece kan kusuyordu.
“ Hayır! Bunu yapmayacağım!”
Gauss, bunun üzerine gözlerini yummuş ve içindeki tüm nefret dolu nefesi dışarıya vermişti. Şiddetle
adam dönerek cebinden çıkardığı kırk beşliğin namlusunu adamın göğsüne dayadı. Aşağılayıcı ve
ondan iğrendiğinin en büyük ifadesini yansıtan bakışlarıyla adama son bir kez baktı. John ve diğerleri
oldukça şaşkın bir ifadeyle korku içinde geri atıyordu. Gauss, namluyu adamın göğsüne bastırarak
gözlerine baktı. Fena halde soğuk terler döken adama büyük bir endişeyle son ses bağırmaya başladı.
Kötü bir ses tıpkı çiftlik hayvanlarını andırırcasına kulakları tırmalıyordu. Sinirleri oldukça gerilmiş
üstelik korkunç bir dehşete kapılmış bir şekilde ağzında bir kadın ismi geveliyordu.
“Sandra! Sandra! Sandra May!”
Gauss, dişlerini son derece öfkeli bir şekilde sıkarak adamın yüzüne baktı.
“O kim!”
Seçenekleri oldukça sınırlı olan adam sert bir ses tonuyla yanıtladı.
“McCarthy’nin kuzeni! Daha fazla bir şey bilmiyorum. Bilmiyorum!”
“Nerede yaşıyor!”
“Bilmiyorum seni aşağılık serseri! ”
“Adın ne? Adın ne!”
“Lanet olsun! Gary! Adım Gary Lason!”
“Şimdi kapat çeneni Ve bana cevap ver!”
“ Hayır!”
“Öyleyse canın cehenneme Gary!”
“Hayır, hayır! Dur! Dur! Dur, söyleyeceğim! McCarthy’nin hepimizden gizlediği bir kadın. Kimseye
söylemez. Onun evden çıkmasına izin vermez. Gitmesine… Gitmesine asla izin vermez. Onu daha hiç
görmedim. Nerede olduğu belli değildir. Her zaman… Nerede olduğunu kimseye söylemez. Daha
fazlasını bilmiyorum. Bilmiyorum! Kimse bilmiyor!”
“Kapat çeneni!”
Gauss, sert tavırlarıyla namluyu adamın göğsünden indirdi.
“Adamın icabına dışarıdakiler baksın. Ama bir söz verdim. Onun için öldürmeyin.””
Gauss, nefretle ardına bakmadan çıkıp gittiğinde içeride sadece adamları kalmıştı. Louie, sert bir
tavırla kendini kurtarmaya çalışan adama bağırdı.
“Şimdi bu çöplüğü ve seni havaya uçuracağım!”
John ise tiksindirici bir gülüşle alay ediyordu.
“İşte tam bu sırada Ben McCarthy gelir ve senin cesedine tükürür. Ama hayır! O geldiğinde yaşıyor
olacaksın ve bunu sen canlıyken yapacak serseri!”
“Hey! Adamı rahat bırakın. Daha çok işimiz var.”
Clark’ın bu uyarışına itiraz eden John’un kolunu çeken Louie, tedirgin bir şekilde yan bakış atarak
sordu.
“Daha ne yapmak istiyorsun?”
“Artık kaybolmalıyız. Gerisi onların işi Louie.”
Clark, gözlerini kapayarak ona susmasını işaret etti ve kapıdan dışarıya çıktı. Gauss, depodan ayrıldığı
andan itibaren ortadan kaybolan adamını aramış fakat bulamamıştı. O, gecelerin daha neler
getirebileceğini bilmiyordu. Kendisi dahi farkına varamadan elinden kayan gençliği o karanlık çalmış
ve geceye saklamıştı. Bedenini bir gölgeye kapatmış ve taş kalbine demirden bir zincir vurmuştu. Ve
bu hayatın anahtarını hiç kimsenin bilmediği kara toprağa gömmüştü. Onun başına amaçsızca bir
tahta saplanmış ve yerin dibine itilmişti. Kimse toprağını avuçlamayacak ve tek damla dahi göz yaşı
dökmeyecekti. Ben McCarthy bu durumun farkındaydı ve bu yüzden oldukça temkinli davranıyordu.
Gauss ise, onu belalarıyla fazla uzun bir süre yalnız bırakmıştı ve buna karşı büyük bir pişmanlık
duyuyordu. Çünkü amansız bir intikam tüm şehri ele almış ve geleceğini çalmıştı. Artık buna bir çare
bulmalıydı.
Şimdi koltuğunda, beyaz kıyafetleriyle oturmuş yaklaşmakta olan bir sonraki gecenin neler
getireceğini düşünüyordu. Bazen gerçekleşmesi gereken tüm düşünceleri için gülümsüyor ve dünyada
yaratacağı fark için yine o konulara dalgınlıkla bakıyordu. Dünya, herkes için azalmış bir yaşam alanı
vat ederken Gauss, bir köşeye çekilmiş ortaya yeni fikirler sunuyordu. O daima yaşaması gereken ve
gerçekten hayatı seven, dünyayı koruyan insanların bu karanlık ortamlarda hayatlarını kaybettiklerini
söylüyordu. Fakat iyi biliyordu ki; Aslında bu tür ortamları oluşturan insanlar bir bakteri yumağı gibi
ürüyordu ve şimdi gerçek hastaların da kendileri olduklarını açığa çıkarıyorlardı. Onların bu açığını
yakalamak için bariz bir mantık yeterliydi. Ama artık her şey değişiyor ve onlar oldukları konumdan
kımıldamıyordu. İşte bu insanlar dünyayı kendi emellerinin peşinden karanlığa sürüklemiş ilk adamlar
halini almıştı. Zenginlik, bu dünyada türemiş mağara adamlarını örten en büyük unsur olmasına karşın
gerçek zamana sığınıyor ve sadece Gauss’ın ışığıyla ortaya çıkıyordu. Onun için artık zaman yok ve
gerçekte var olamıyordu. Artık ne gece bu çirkin işleri kapatabiliyor ne de gün onlardan geçebiliyordu.
Ve şimdi sabahın ışıklarıyla uyanan serin bir rüzgâr o güne bir de kışı getiriyordu. Soğuk ise onu
gerçeklerle döverek yolunu öğretiyordu. Gauss, durgun düşüncelerle baktığı duvardaki lekelere
dalmıştı. Burası oldukça büyük bir depoydu fakat bir cep saatinin çıkardığı seslerle doluyordu. Odada
dönüp duran birkaç sivri sineğin yaydığı kanat sesleri ve ayrı bir oda olarak garaja dahil edilen
bölmedeki musluğun damla sesi saate rakip çıkıyordu. Caddeden geçen araba sesleri zaman
ilerledikçe daha da gürültülü oluyordu. Gauss, gözlerini açtığında saat on ikiyi gösteriyordu. Sabahın
serinliği gitmiş yerine sonbaharın yağmurlu ve karanlık soğuğuna bırakmıştı. Gauss’ın gözleri
kapanıyor ve tam kendini toparlayacakken yeniden uykuya dalıyordu. Bu mücadeleyi kazandığında
ise çoktan saatler akşam beşi bulmuştu. Kapı aralıklarına bakıyor ve eşikten sızan ışığı takip ediyordu.
Gauss, isteksizce ayağa kalkıp motosikletine doğru ağır ağır ilerledi ve her zaman yaptığı gibi
anahtarlarını aramaya koyuldu. Fakat zindan kadar karanlık ve soğuk olan bu yerde olan bur yerde ne
yazık ki küçücük bir eşyayı bulmak çok zordu. Kapının altından belli belirsiz sızan ışık haznesi zaman
geçtikçe zayıflarken ıssız garajın içindeki suliyetler de kayboluyordu. Gauss, sessiz pervazların
aralarında yürümeye devam ediyordu. Hızlı bir şekilde giyinerek hemen garaj kapısının yanına döndü.
Aradığını motosikletinin üzerinde bulmuştu. Beş küçük demir parçası cılız ışığın etkisiyle parlıyordu.
Dışarıdan gelen bir motosiklet sesi onun hareketlerini yavaşlatmıştı. Motorlu bir araç sesi oldukça
içmiş ve şehri dolaşmaya çıkmış gibiydi. Gauss ise, hava gerçekten kararana kadar bu olasılıktan hiç
vaz geçmedi.
Saat dokuz olduğunda cadde boş bir sessizliğe gömülmüştü. Ve bu kenar mahallenin en ıssız bloğunda
bulunan geniş bir garaj kapısı ağır ağır kalkıyor ve Ay gökyüzünde boz bulutların ardından son bir kez
daha açığa çıkıyordu. Sonrasında tavana vuran garaj kapısı sertçe durdu. Gauss, aceleyle motosikletini
dışarıya çıkardı. Eline aldığı kalın bir sopayla kapıya vurdu ve tekrar kapanmasını sağladı. Diğer yöne
doğru bakan odanın anahtarlarını cebine atarak motosikletine bindi. Etrafına iyice bakındıktan sonra
hızlıca motorunu arka sokağa sürmeye başladı. Yerlere inmiş sisleri darma dağın eden bir hızla
sokağın sonuna gelmiş ve adamlarını orada bulmuştu.
Gauss, sert bir fren ile motosikletini yan yatırarak karanlık bir köşeye çekildi. Uzun ince bir karaltının
ani hareketleri dikkatini çekmişti. Kimse ağzını açmıyorken sadece onun konuşması açıklanmaya
değerdi. Gauss, çetesinin en akıllı üyesinin bu konuda yaptığı yorumu dikkatlice dinlemeye başladı.
“Dün geceden sonra McCarthy ve adamları daha hızlı hareket etmeye başlamış. Bu gece de taşkınlık
yapmışlar. Bu olay polis departmanının kulağına gitmiş. Ama işin içine bizim çetenin adı da karışmış.
Biz de saklanmamız gerektiğini düşündük. Sen ne yapmamızı istersin Gauss?”
Gauss, kaşlarını çatmış ve canı sıkılmıştı. O kız hakkındaki edindiği birkaç parça bilgi hakkında sorduğu
sorularından aldığı cevap onun için net değildi.
“Aslını istersen güzel bir kadın olduğunu duyduk. Fakat bir o kadarda McCarthy’nin kuzeni. Melek
sayılmaz değil mi?”
“Bu konuda tutarsızlık yaptığı söylenemez.”
“Evet dostum. Sonuçta kadınlara güvenilmez.”
Will ve Buster’ın daldığı bu konuşmaya destek veren Louie, Gauss’a hitaben dönerek konuşmasına
devam ediyordu.
“Sanırım tam adı Sandra May McCarthy olmalı.”
“Bu durumda Bayan May, McCarthy’nin gerçekten kuzeni olduğu netleşiyor.”
“İyi ama duyduğuma göre McCarthy sevgili kuzenine âşıkmış.”
“İşte bu her şeyi değiştirir Louie!”
Gauss, sert bakışlarının ardından uzaklardan gelen motor seslerine takıldı. Onunla birlikte herkes
olağan tehlikeyi sezmiş ve geri adım atmıştı. John, bu son anları değerlendirerek Gauss’a seslendi.
“Hey, Gauss! Sanırım dün geceki olaydan sonra kız evden kaçmış. Bu gece çetesinden biri ağzından
kaçırmış. McCarthy fena öfkelenmiş. Dikkat etmemiz gerekiyor.”
“John, sana şunu söylemeliyim ki harika birisin! Ama olayı değerlendirmeliyiz. Bence kızı bulup
konuşturmak bizim için iyi olacaktır.”
“Pekala çocuklar! Herkes dağılmalı. Will sen doğu sen de batı tarafını tutacaksın John.”
Will, Gauss’ın kararlı sesinden duyduğu kadarıyla hareket etmeye hazırdı. Onu gözleriyle
kaybetmesine rağmen komutlarına itaat etmeye devam ediyordu.
“Hadi millet! Biz doğu ve batıyı alacağız. Geri kalanlar! Siz kuzey ve güneyi alacaksınız. Aralarda da
birkaç adam kalsın. Süreli iletişim istiyorum. Gauss’ın neler dediğini olduğu gibi duymak istiyorum
anlaşıldı mı?”
Uzaklardan gelen sürekli motosiklet sesi çok yakınlarda aniden kaybolmuştu. Bir süre sonra oldukça
uzaktaki genç adamın bağırış sesleri duyuldu. Dakikalar sonra bu bağırışlar yerini tok ayak seslerine
bırakmıştı. Fakat uzun sürmeden birkaç kişi daha bu karmaşaya eklenince şehrin oldukça kalabalık
olduğu anlaşılıyordu. Kısa sürede bu kalabalık çete motorlarına çoktan atlamış oldu.
Şirin ŞAHİN
MACERA
Okulların kapanmasına son bir hafta kalmıştı. Küçüklüğünden beri
tanışan ve birbirlerini çok seven dört arkadaş vardı. Bu arkadaşların ikisi
kardeşti. Kardeşlerden birinin adı Erva diğerinin ise Buğra idi. Erva beyaz
tenli,yeşil gözlü,uzun düz saçlı,15 yaşında güzel bir kız ve en yakın
arkadaşı Neva. İkiz kardeşi Buğra ise Erva’nın tam tersi esmer, kıvırcık
saçlı, siyah gözlü ve en yakın arkadaşı Enes. Erva’nın en yakın arkadaşı
Neva gözlüklü, turuncu saçlı ve suratında çilleri olan şirin bir kız. Enes ise
okulun en yakışıklı çocuğu ve okulda popüler biri. Ee tabi haliyle havalı
ama iyi biri.
Erva: Neva yaz tatili için annenle konuştun mu?
Neva: Evet konuştum. Annem eğer başımızda Özlem teyzede olacaksa izin
verdi.
Enes: Neye izin verdi?
Buğra: Hani annem yaz tatilinde bizi bir yere götürecekti ya Neva da
gelecekmiş onun için annesinden izin aldı. Enes sende bizimle gelsene.
Enes: Aaa çok iyi fikir aslında. Hem yaz tatilinde de birlikte oluruz. Ama
benim hayranlarım izin verecek mi acaba.
Neva: Evet Enes yine komikliğe başladı. Neyse derse giricez birazdan. Enes
sende annenlere sor ve bize haber ver çünkü cumartesi gidiyoruz.
Okullar kapandı ve cumartesi günü geldi çattı.
BÖLÜM 1
YERLEŞME VE UZAKTAKİ EV
Çocuklar herkes hazır mı?
Neva: Biz hazırız Özlem teyze.
Beyler siz hazır mısınız?
Enes: Bir dakika Özlem teyze saçlarımı yapıyorum.
Oğlum bu kadar süslenmene gerek yok hadi.
Enes: Olur mu Özlem teyze yolda hayranlarım falan görür Allah korusun
beni hazırlıksız yakalamasınlar hem orda da yeni arkadaşlar bulurum
falan beni yakışıklı görsünler. Geldim zaten çıkabiliriz.
Buğra: Anne gerçekten orda da yeni arkadaşlar bulabilir miyiz?
Tabi oğlum bulursunuz. Hem ben sizin orda çok eğleneceğinize inanıyorum.
Neva: İnşallah.
Kalacakları yere gelirler. Kalacakları yer ise sessiz ve tavuk, köpek, kedi
gibi hayvanların olduğu bir köy eviydi.
Erva: Anne biz şimdi burda mı kalacağız?
Buğra: Noldu canım beğenemedin mi?
Çocuklar kavga etmeyin. Evet kızım burda kalacağız. Hem önyargılı
davranmayın burayı çok seveceksiniz. Hadi herkes odasına geçsin ve
eşyalarınızı yerleştirin daha sonra yemek yeriz.
Erva: Neva yaz tatilimizi geçireceğimiz yeri nasıl buldun?
Neva: Fena değil sanki, temiz hava en sevdiğim şeydir. Ama burada nasıl
eğlenebiliriz bilmiyorum.
Erva: Evet aslında insan alışıyor biraz da olsa, ama haklısın nasıl
eğlenebileceğimizi bende bilmiyorum.
Buğra: Kızlar çabuk pencereden bakın. Şu ilerde bir ev var.
Neva: Ama orası çok uzak ki pencereden bile zor gözüküyor hem yıkık
dökük bir yer kimse yaşamıyordur orda.
Buğra: Kim bilir?
Enes: Anlaşılan Buğra yeni eğlencesini buldu.
Erva: Hiç sanmıyorum. Annem ona hayatta o eve gitmesine izin vermez.
Kızlar, aa noluyor burada herkes buraya toplanmış.
Erva: Bak annemde geldi işte. Anne Buğra şuradaki gizemli eve
gidecekmiş.
Hayır olmaz.
Buğra: Ya anne evi görmedin bile hadi lütfen gideyim zaten bir şey yoktur
ki.
Sen öyle san oğlum o evi en iyi ben bilirim.
Neva: Nasıl yani Özlem teyze?
Aşağı insin herkes hem yemek yer hem anlatırım.
Enes: Hadi Özlem teyze anlat.
Tamam çocuklar anlatıyorum. Ben de sizin yaşlarınızdayken annemler
beni yaz tatilinde buraya getirmişlerdi. Bende o evi sizin gibi çok merak
etmiştim. Annemler banada o eve gitme demişti fakat ben onları
dinlemedim ve o eve gittim.
Enes: Ee Özlem teyze sonra ne oldu?
Dur oğlum anlatıyorum bekle. Neyse ben eve gittim evde kimse yok. Zaten
kapı açıktı bende içeri girdim. İçeriyi biraz dolaşıyorum bakıyorum neler
var diye. Daha sonra’’kimse yok mu?’’ diye bağırdım. Yukarıdan değişik
sesler geldi. Bende çok korktum tam kapıya doğru koşarken ayağım bir
yere takıldı, yere düştüm ve bileğimi burktum. O anda kapı açılmıştı ve
annemler gelmişti. İçim rahatladı. Beni alıp o evden uzaklaştırdılar. Daha
sonrada bir daha o eve gitmedim.
Buğra: Ama anne o, o zaman olmuş bir olay bu şimdi olmaz ki.
Enes: Saçmalama oğlum. Ben hayatta o eve gitmem. Kötü cadı benim
güzelliğimi almak isteyebilir.
Neva: Kötü cadı mı?
Enes, korkutmasana kızları. Hayır canım kötü cadı falan yok. Yine Enes’in
saçmalıkları işte. Şaka yapıyor aklı sıra.
Artık gece oldu ve herkes odalarına çekildi. Kızlar aynı odada ve erkekler
de birlikte aynı odada kaldılar. Herkes uyumuştu fakat Buğra’nın aklında
hala o ev vardı. Ertesi sabah herkes uyanmış kahvaltılarını yapmışlardı.
Çocuklar etrafı biraz gezmek için dışarı çıkmışlardı. Çocuklar gizemli evin
yakınlarına geldiler ve
Buğra: Hadi şu eve gidelim.
Erva: Buğra olmaz annem izin vermedi hatırlamıyor musun?
Neva: Evet Buğra, Erva haklı. Özlem teyze izin vermedi hem başımıza ya
bir şey gelirse.
Enes: Doğru ya kötü cadı vardı dimi orda. Kızlar hadi ama
saçmalıyorsunuz. Bir kere gidip ne varmış diye bakmakla bir şey olmaz.
-Bence öyle düşünme. O eve kimse girmiyor.
Enes: Sende kimsin?
Ben Tuğçe. Burada yaşıyorum. Galiba siz yazın kalmak için geldiniz.
Erva: Evet biz yaz tatili için geldik. Peki sen bu ev hakkında ne biliyorsun?
Tuğçe: Ben burada yaşıyorum. O ev hakkında bir sürü rivayetler var.
Kimileri hayaletli ev olduğunu söylüyor, kimileri ise o evde değişik
yaratıkların olduğunu söylüyorlar. Hatta anne babalar çocuklarını o evden
uzak tutmak için’’herhangi bir çocuk o evin bahçesine girerse ev o çocuğu
yiyormuş’’ diyorlar.
Buğra: Yok artık saçmalayacak başka bir şey bulamamışlar da bunu mu
uydurmuşlar.
Enes: Bence de bunlar çok saçma hiç kimse buna inanmıyordur herhalde
dimi?
Tuğçe: Hayır. Herkes buna inanıyor.
Neva: Peki bunları nerden biliyorlar?
Tuğçe: Hiç kimse bir şey bilmiyor aslında. Sadece herkes bir şeyler
uyduruyor o kadar. Emin olmak için ise kimse o eve girmedi. Hatta
bazıları birinin o eve girdiğinin ve de bir daha geri gelmediğine
inanıyorlar.
Buğra: Demek ki birileri bu olayın doğruluğunu kanıtlıyacak.
Enes: O birileri biz değilizdir umarım.
Buğra: Tabi ki biziz. Kim ne derse desin ben o eve gideceğim ve ne
olduğunu bulacağım. İster gelin ister gelmeyin.
Erva: Seni asla yalnız bırakamam.
Neva: Tabi ki bizde.
BÖLÜM 2
Evdeki Gizem
Çocuklar ertesi sabah kararlaştırdıkları yerde toplanır ve gizemli eve doğru
giderler. Aralarından en kararlıları Buğra ve Tuğçe idi. Erva ve Neva hala
şüpheliydiler. Enes ise bunun hala bir oyun olduğunu düşünüyordu. Eve
geldiler.
Erva: Buğra bu eve girmekten emin misin? İçerde bizi ne beklediğini
bilemiyoruz, dikkatli olmalıyız.
Buğra: Tabi ki eminim ve içeri girip ne olduğunu öğreniceğim.
Eve girerler. Ev yeterince sessiz ve fazlasıyla toz doluydu. Belli ki içeride
kimse yoktu ve uzun zamandan beride kimse girmemişti. Belli ki eve uzun
zamandan beri ilk kez bizim kahramanlarımız girmişti. Alt kat gayet
normaldi ve değişik herhangi bir şey yoktu. Çocuklar yavaşça üst kata
çıkmaya başladılar. Fakat merdivenler çok eski olduğu için Enes’in ayağı
merdiven basamağının içine girdi ve bileği burkuldu. O anda yukardan
değişik bir ses çıktı ve çocuklar korktu. Enes’i de alıp hemen o evden
uzaklaştılar. Fakat bu onları daha da meraklandırmıştı. Acaba üst katta ki
ses neydi? …
Çocuklar evden uzaklaştılar, Enes’in bileğine baktılar ve ev hakkında
konuşmaya başladılar.
Enes: Ben bir daha o eve gitmem.
Buğra: Enes saçmalama. Bu kadar yaklaşmışken asla vazgeçemeyiz.
Erva: Enes haklı Buğra. Baksana az dağa bileğini kırıyordu.
Neva: Evet. Hem Özlem teyze bunu duyunca çok kızacak.
Buğra: Sakın anneme söylemeyin bu olayı. Tuğçe peki sen ne
düşünüyorsun?
Tuğçe: Ben sana katılıyorum, bu kadar yaklaşmışken vazgeçmek olmaz
ama kızlarda haklı başımıza kötü şeyler gelebilir.
Buğra: Başımıza hiçbir şey gelmiycek. Ne gelebilir ki?
Macera arayan Buğra o eve girmeye kararlıydı. Evin içinde ne olduğunu
düşünmeden içeri girecek kadar cesaretliydi. Fakat kardeşi ve arkadaşları
onu durdurmaya yararlı olacak mıydı? Buğra evin gizeminin peşinden mi
gidecekti, yoksa bu hikayeden vaz mı geçecekti?
Hava iyice kararmıştı. Artık herkes evine gitti. Çocuklar yorgun düşmüş ve
hepsi odalarına çekilmişlerdi. Fakat maceraperest arkadaşımız Buğra
uymayıp dışarı çıktı ve tek başına gizemli eve doğru yol almaya başladı.
Arkadaşları ne derse desinler Buğra kafaya koymuştu bir kere o evin
gizemini çözecekti ama bunu tek başına yapabilecek miydi?
BÜŞRA YILDIZHAN
ÖLÜM UYKUSU
Genç kız her zamanki yerinde duruyordu. Şömineyi
çoktan yakmıştı. Şöminenin içinde yanan odunların her
çatırtısında yalnızlığını hissediyordu. Onun yanında olan,
varlığını sesleri ile belirtmeye çalışanlar; saatin tik tak
sesleri; yandığı zaman çıtırtı çıkaran odunlar, ve kendinden
büyük camlara sıçrayan , her sıçrayışında yürek hoplatan
damlacıklardı. Saçları sapsarıydı, adeta güneş gibi. Gözleri
kum taneleri kadar küçük ve acizdi. Gözler kalbin aynasıdır
derler. Onun için de öyleydi. Yüzündeki kum taneleri, her şeyi
anlatmaya yetiyordu. Yüzü ise yeni doğan bir bebeğin
ağlayışını andırıyordu. Çaresizdi, çok çaresiz. Dünyadaki tek
varlığı olan annesini de kaybedince; ne yöne gideceğini
şaşırdı. Çok benziyordu annesine. Kaşı gözü burnu hatta ve
hatta elleri, ayakları sanki annesinindi. Aynaların kimisini
evden kaldırmış kimisinin de üzerine çarşaf sermişti. Artık
aynalardan nefret eder oldu. Çünkü ne zaman baksa
karşısında kendini değil de annesini görüyordu sanki. Ve bu
olaydan çok korkuyor, istemsizce kendine zarar vermeye
kalkıyordu. Cam kenarına oturdu yine. Hava soğuktu, ev
sıcak. Hiçbir şey annesinin ne üşüten ne de sıcaktan bayıltan
o ılık nefesini vermiyordu. Ağzından çıktığı her sözde onun
samimiyetini, iyiliğini isteyen annesi artık yok oldu. Bir çöp
veya kürdandan farksız olan kız, annesinin kıyafetlerini
giymek için de az buçuk kilo aldı. Sabah akşam annesinin mis
kokulu kıyafetleriyle duruyordu. Dünyadaki gerçeği de yalan
oldu artık. Bırakıp gitti onu. Şimdi kazaklarla gömleklerle
kendini avutmaya çalışsa ne fayda? Ateşten gömlek canını
hep yakıyor zaten. Genç kız şu an çaresizlikten olmalı ki iyice
aklını yitirmiş duvarlarla sohbet ediyordu. ‘Annene ne oldu?’
diye sorduklarında şu yanıtı veriyordu ;
‘‘ Çok uykusu gelmiş, uyumak istedi. Hava da sonbahar ın
soğukluğu olmasına rağmen dışarıda kokusunu unuttuğum
babamın yanına yatmak istemiş. Babamın yanına bir güzel
yatak açtık. Oraya yattı. Ama babamla annemle kadar
yorulmuşlar ki? Hala uyanamadılar. E bende onları
uyandırmaya kıyamıyorum. Birlikte hem dışarıda yatmak
istediklerini söyledikleri halde ikisi de üzerine öyle kalın
yorgan örtmüş ki? Her hale üşümemek için. Daha rahat nefes
alabilsinler diye toprak kokulu yorganlarının yanına çiçekler
bıraktım. Anlamadığım şuydu annemin korkup nefret ettiği
karınca, solucan beklide akrep ve yılanların bu örtüde ne işi
vardı? Sanırım babama ayak uydurmaya çalıştı. Neyse
anneciğim, babacığım; sizi çok özledim ben. Uyanın yanıma
gelin artık o kadar çok ihtiyacım var ki buna? Pekala size bir
müddet daha veriyorum. Hadi yine şanslısınız. Biraz daha
uyup gelin yanıma. Ölüm kadar derin bir uyku değil ya? ’’
Genç kız farkında olmasa da o uyku gerçek bir ölüm uykusu
okyanus kadar derinliğin, dağları kadar tepelerin, gökyüzü
kadar maviliğin bile döndüremeyecek uyku. 19 yaşındaki
genç kızın bir çocuktan farkı kalmıyor , günden güne
eriyordu..
Merve Ünlü

Benzer belgeler