Aynadaki Evren - E

Transkript

Aynadaki Evren - E
Aynadaki
Evren
AYNADAKİ
EVREN
AHMED BÂKİ
www.ahmedbaki.com
KİTSAN - 2005
“
Âlemleri
tanıyarak
ALLAH'a
ermek değil; ALLAH'ı tanıyarak
âlemlerini
seyretmek,
ana
gayemiz ve hedefimiz olmalıdır.
⎯Ahmed Hulûsi
”
Ahmed Bâki’nin Yayınlamış Kitapları
∼ G İZ’li Gülş en ∼
∼ Ho log raf ik Bak ış ∼
∼ A yn ad ak i Ev ren ∼
Ahmed Bâki’nin Websitesinde Yayınlanan
Diğer Eserleri
∼ Son Misafir ∼
∼ On lin e Sohb etler ∼
∼ K av anoz Y a lan ma k l a
B a lın T ad ına V ar ıl ma z ∼
∼ N ed en DİN ∼
Ahmed Bâki’nin İngilizce’ye Çevirdiği
Üstad Ahmed Hulûsi’nin Yayınlanmış Eserleri
∼H z. Muh amme d ’ in Açık lad ığ ı
ALLAH∼
∼ İSLA M∼
∼ D in i Yan lış A lg ıla ma k ∼
∼ D OST’ t an Do s ta ∼
∼ S is t e mi n S e slen iş i ∼
∼ Evr en se l S ır l ar∼
∼ Mesaj lar ∼
Üstad Ahmed Hulûsi’nin ve Ahmed Bâki’nin
yayınlanmış tüm eserlerini ve İngilizce, Almanca,
Fransızca, İspanyolca, Rusça, Flemenkçe, Arnavutça
mevcut çevirilerini www.ahmedbaki.com adresinde
“Tasavvuf ve Bilim” konulu websitesinden ücretsiz
okuyabilirsiniz.
“Ben gizli bir hazine idim,
bilinmekliğimi istedim, Ademi
meydana getirdim; bilmekliğimi
istedim
âlemi
meydana
getirdim.”
⎯Kudsî Hadis
“Halbuki, sizi de yapageldiğiniz
şeyleri de yaratandır Allah.”
(Kur’an-ı Kerim, 37:96)
SUNU
Değerli Dostlar,
1990’lı yıllarda kaleme aldığımız ve
birçoğu popüler bilim dergilerinin o
yıllardaki sayılarında yayınlanmış olan bazı
yazılarımızı,
“HOLOGRAFİK
BAKIŞ”
ismiyle bir kitap halinde sizlere sunduktan
sonra; yine okuyucularımızın isteği ve
yayınevimiz KİTSAN’ın talebi üzerine, bu
kez de ‘Tasavvuf ve Bilim’ konulu
websitemizde
1995
yılından
itibren
“AYNADAKİ
EVREN”
başlığıyla
yayınladığımız diğer bazı yazılarımızı yeni
bir kitap halinde sizlere takdim ediyoruz.
Her iki kitabımızda da “Tasavvuf, “Din” ve
“Bilim” konuları üzerinde durduğumuz için,
önce bu konularda son zamanlarda sıkça
tartışılan birkaç önemli hususa değinelim
burada.
Başlangıçta bir tespitte bulunalım:
Bilim, varolan şeyleri araştırma ve onları
insan aklının kavrayabileceği kanıtlarla
açıklığa kavuşturma yöntemidir. Bilimin
keşfettiği şeyler doğada zaten olan
şeylerdir;
dolayısıyla
bilim,
AHMED BÂKİ ■ xii
keşfedilebilineni ve nasıl keşfedilebildiğini
açıklar; keşfedilemeyenler için peşin
hükümle "yoktur" yargısına varmaz!..
Örneğin, yerçekimi kuramı geliştirilmeden
önce de yerçekimin olması veya enerjinin
formüle edilmeden önce de enerji ve
kütlenin varolması gibi...
Birşeyin "bilimsel olmayışının" anlamı,
belirli bir metodoloji ile o şeyin (henüz)
açıklığa kavuşturulamamış olması, yani o
alanda bilimsel olarak kabul edilen
çalışmaların olmayışı, veya varsa yapılan
çalışmalarla
o
sonuca
varılmadığı
anlamına gelir; o şeyin olmadığı veya
olamayacağı ya da inkâr edilmesi gerektiği
anlamına gelmez! Çünkü bilim dinamiktir,
sürekli araştırır, bulur ve gelişir... Bu
bakımdan örneğin, "dünya yuvarlak
olamaz" diyen düşünce bilimsel bir
düşünce olmadığı gibi, "gök cisimlerinin
dünya üzerindeki etkileri bilimsel değil"
ifadesi de hiçbir zaman o etkilerin
varolmadığı anlamını taşımaz.
Yaşamı, sadece bilimsel araştırmaların ele
alabildiği
dar
skalada
tanımlamaya
çalışmakla sınırlamak, ötesini yok saymak,
ya da bilimin nihayetine gelindiği
varsayımıyla harekettir. İnsanlık bilimi
olarak, evrenden, galaksiler, yıldızlar,
dünya, beyin, genler, atomlar ve atomaltı
parçacıklara kadar makro ve mikro
düzeylerde geldiğimiz noktada ne kadar az
şey bilebildiğimizi düşünün! Varolmasına
AYNADAKİ EVREN ■ xiii
rağmen
bilemediklerimiz
yanında
bilebildiklerimiz, kelimenin tam anlamıyla
bir hiçten fazla bir şey değildir...
Şimdi bu tespitten sonra din ve bilim
ilişkisine dönelim:
Galaksilerden,
atomaltı
frekans
titreşimlerine kadar, varlığımızın her
boyutunda
eksiksiz
işleyen
yaşam
sisteminin kurallarına Kur’an-ı Kerim’de
“sünnetullah” tabiriyle işaret edilmiştir.
Dünya üzerinde gelmiş geçmiş tüm nebi ve
rasûlleri tasdik eden Hazreti Muhammed
aleyhisselâm, özündeki hakikatinden aldığı
vahiy yoluyla “sünnetullah” denen ALLAH
sisteminin değişmez yasalarını insanların
ihtiyacı olan tüm incelikleriyle dillendirmiştir
ve böylece “DİN” denen sisteminin
esaslarını dile getirme işlevini kemale
erdirmiştir.
Bilim de, bu yaşam sistemini ve yürürlükte
kendi
metodları
olan
yasalarını
çerçevesinde açıklama uğraşı içerisindedir,
ve bilimin nihayeti yoktur; araştırma ve
keşif olduğu sürece yeni şeylerin ortaya
konması da devam edecektir. Mühim olan,
hangi metodla gidilirse gidilsin, öncelikle,
yaşadığımız ve tâbi olduğumuz sistem ve
düzeninin
değişmez
yasalarının
öğrenilebilmesi,
tanınabilmesi
ve
anlaşılabilmesidir.
AHMED BÂKİ ■ xiv
Bunun için düşünen insanın üzerine düşen
de,
açıklandığı
devrin
koşulları
itibariyle, zorunlu olarak benzetmeler ve
mecazlar kullanılarak işaret edilmiş olan
gerçekleri, belirli bir bilim ve kültür
altyapısı edinerek, güncel yönüyle
eskisinden
çok
daha
farklı
anlayabilmeye,
kavramaya
ve
değerlendirmeye çalışmaktır.
Yeni keşifler ve açıklamalar ortaya
konulduğu sürece, insanların yaşamı
kavrayış biçiminde de elbette değişimler
olacaktır. Ancak, bu değişimler, evrende
işleyen sistemin, yani “DİN”in değişmesi
anlamına asla gelmez. Bu itibarla, DİN'de
reform olması da sözkonusu olamaz!
Bununla birlikte, bilimsel gelişmeler devam
ettiği sürece, DİN denen tâbi olduğumuz
yaşam
sisteminin
anlaşılmasında,
kavranmasında, idrakinde değişim hep
olagelmiştir, olmaktadır ve olacaktır...
Dinin hükümlerini, bilime tezat bir şekilde
“dogmatik” olarak etiketleme alışkanlığı
ise, DİN’in gerçekte neye işaret ettiğinin
bilinmemesinden ve bildirilenleri güncel
yönüyle ele alamamaktan kaynaklanan bir
yanlış algının devam ettirilmesidir. Buna
sebep olan temel bir yanılgı, şartlanma
yoluyla, kutsal kitapların "tanrı(!) kelâmı"
diye yargılanması ve bunun sonucunda da,
DİN’in açıkladığı sistemin, “şu an içinde
yaşayıp tabi olduğumuz düzen” olduğu
yerine, mecazi sembolik anlatımların
AYNADAKİ EVREN ■ xv
karşılığı olan hayali öte bir dünya şeklinde
imgelenmesidir... Eğer "Allah kelâmı" ile
"tanrı kelâmı" kavramlarının son derece
farklı ve tezat şeyler olduğunu ve eğer
dinin bildirdiklerinin ötedeki değil, şu an
içinde yaşadığımız ve her yanımızda her
an işleyen evrensel sistemin değişmez
kuralları olduğunu kavrayabilirsek, o
zaman bu hatalardan kurtulup doğru
değerlendirme yolu da umulur ki açılır.
“Nereye kadar bilim ve akıl, nereye
kadar din ve iman; ve bununla birlikte
"din" olayının niçin akla değil de, imana
dayandırılmış”
olduğu
sorularının
cevabına gelince...
Kur’an-ı
Kerim,
sıkça,
"Hâlâ
düşünmeyecek misiniz? Hâlâ idrak
etmeyecek misiniz? Hâlâ anlamayacak
mısınız?" türünden vurgularla, aklın son
derece önemli olduğundan ve akılsızın dini
olamayacağından söz eder. Rasûlullah
aleyhisselâm şu hitabıyla da akla önemli
bir vurguda bulunmuştur: "Ya Ali, herkes
"ALLAH"a bir yoldan yaklaşır; sen, aklı
ile "ALLAH"a yakın olanlardan ol..."
Buradan çıkan sonuç şudur: DİN’in
gereğini yaşamayı amaç edinen insana
yakışan
davranışların
gerisinde,
şartlanmalar değil, düşünce ve idrak
yatmalıdır! “Etraf böyle deyip, böyle
inanıyor, böyle yapıyor” diyerek, ne
olduğunu
anlamadığımız,
idrak
AHMED BÂKİ ■ xvi
etmediğimiz şeyleri kabullenerek, güdülen
bir mahlûk gibi davranışlar ortaya koyarak
yaşamak, insanlığımızı yaşamak anlamına
gelmez. İnsanlığımızın mükemmeliğini
yaşamanın yolu, akıl ve şuur sahibi
düşünen varlıklar olarak yaşamımıza kendi
anlayış ve idrakimizle kendimizin yön
verebilmesinden geçer.
İşte bunu başarabildikten sonradır ki,
“iman” devreye girer ve neye, ne kadar ve
nasıl inanacağımıza karar verme sürecine
girmiş bulunuruz...
Bilim, akla hitap eder; yani bilimin kavrama
aracı “akıl”dır. Bilim, duyularla elde edilen
veriler üzerine çalışır, hükme varır ve
bunları akıl değerlendirir. Dolayısıyla bilim,
eldeki mevcut bilgilere dayalı bir
sistemdir ve “bilinenden” yola çıkarak
sonuca varır...
DİN ise, akılla bilinemeyen, beş duyuyla
görülemeyen gerçeklere dayalı bir
şekilde, evrenin özünde işleyen sistemi,
varlığın sırrını, aslını, orijinini bildirir.
İşte, akılla ölçülebilenin ve kavranabilenin
ötesindeki, Din’de bildirilen gerçeklere,
idrak ve müşahadeyi açık tutabilme
faaliyetinin adıdır “iman”. Dolayısıyla,
bilimle
ve
akılla
kavranamayanı
müşahadeye erdirecek yegâne yetisidir
insanın, “iman”!
AYNADAKİ EVREN ■ xvii
“İman” görülmeyene olur; görülen ve
bilinen şeye iman olmaz!.. Bu sebeple,
bilinen ve görülen ile sınırlanamayan
evrenin ve insanın aslını, özünde
işleyen sistemi, farkedebilmenin yegâne
yolu “iman”dır. İmanın olmaması, yani
inkâr ise, algı sınırlarının ötesindeki
sınırsız gerçekliğe kişinin kendi idrakini
ve müşahadesini kapatmasına, ondan
ebediyyen mahrumiyetine sebeptir...
Bu sebepten dolayı “dinin esası iman
nuruna dayanır” denmiştir! İman nuru
olmayan kişi akıl ve bilimden ne kadar
destek alırsa alsın hidâyete eremez.
Nitekim, yukarıda bahsettiğimiz şekilde
Kur`ân-ı Kerim birçok ayette aklı öne
sürerken, devamlı olarak “iman edenlere”
hitap eder, imanlı yaşamın sonuçlarını
müjdeler,
bunun
yanısıra
imandan
yoksunluğun getireceği sınırlanmaları ve
hüsranı bildirir.
Din, yani yaşam sisteminin işleyişi, mevcut
beşeri mantık ve şartlanmalar sınırlarında
kavranamıyacağı
için,
ancak
iman
sayesinde tanınabilir... Ancak, dinin iman
sayesinde
tanınabilmesi
ifadesi,
körükörüne kabulle iş biter zannıyla
sınırlandırılmamalıdır!
Çünkü, “iman” etmek, imandan sonra, o
bildirilenin
niye
bildirildiğini
ve
AHMED BÂKİ ■ xviii
hikmetinin ne olduğunu
engellemez. Burası çok
inceliktir.
araştırmayı
önemli bir
İşte Tasavvuf, iman edilenin hikmetini
çözmeye yarayan dinin temelindeki
düşünsel tabandır. Dolayısıyla, Tasavuf,
insandaki “düşünce ve şuur gücünü”
kullanarak varlığın özüne yönelmek
suretiyle,
beş
duyu
sınırlarında
kavranamayan asıl yapısını, orjinini ve
sırlarını açıklığa kavuşturur.
Buradan hemen şu bağlantıyı kuralım...
Klasik
bilim,
genelde
insanın
dış
dünyasında, beş duyusuna dayalı tespitleri
üzerine evren hakkında açıklamalar getiren
bir yöntemdir. “Modern Bilim”in esas
özelliği ise, düşünmediğimiz zaman da
dışımızda nesnel dünyanın bu şekliyle
varolduğunu kabul etme alışkanlığını
geçersiz kılarak, radikal bir tespitte
bulunması ve varlığın, insan şuurundan
bağımsız olmadığını ortaya koymasıdır.
İşte, bu noktada, yani “şuurun ve
müşahadenin” devreye girdiği noktada da,
Modern Bilim ile Din ve onun düşünsel
tabanı olan, öze erenlerin yolu Tasavvuf
buluşmaktadır.
Tasavvuf ve Modern Bilimi değerlendirerek özümüzde mevcut ve bilincimize ait
AYNADAKİ EVREN ■ xix
özellikleri kavrayıp değerlendirebildiğimiz
düzeyde,
geçmişte
mecazlar
ve
benzetmelerle
işaret
edilmiş
olan
gerçekleri çok daha farklı yönleri ve
derinlikleriyle idrak eder, ayrıca İslâm
Dini’nin gerçek ihtişam ve azametini
farketme imkânına ulaşırız.
Allah, bizlere yeniye açık bir zihinle
gerçekleri tefekkür edebilmeyi, mecazlar
çukurundan çıkabilmeyi ve imanlı bakış ile
yaşayıp hakikati görebilmeyi nasip etsin...
Ahmed Bâki
Haziran 2005
BİLİMİN ”Mİ'RÂC”I
“Şuur
ve
maddenin
karşılıklı
ilişkisinden bahsetmek bir yanılgıdır.
Çünkü gözlenen ile gözleyen aynı
varlıktır…”
Günümüz Fiziğinin ulaştığı nokta bu…
Şuur boyutunun birimsellikten TEK'liğe
ulaşan enfüsî “Mİ'RÂC”ı olduğu gibi;
beynin bilimsellikte afakî “mi'râc”ı da
vardır elbette…
Gelin
bilimin
“mi'râc”ını
gözleyelim şimdi…
“Uzayın
her
dalgaboylarıyla
yıkanmaktadır…”
bölgesi
her
yakından
çeşitli
an
“Evreni oluşturan her dalga boyunun
kendine özgü bir enerjisi ve anlamı
vardır...”
“Evreni canlılar ve cansızlar diye ikiye
ayırmak bir yanılgıdır…”
AHMED BÂKİ ■ 22
“Hiçlik
ve
madde
parçacıkları
birbirinden
bağımsız
olarak
varolmazlar...”
“Evrenin her bir
içermektedir…”
parçası
tümünü
“Evren görünürde maddeden oluşmuş
dev bir kütle olmasına karşın, içi, dışı
ve bir merkezi olmayan Sınırsız,
Sonsuz ve başka türlü tanımlanamaz
olan bir şeyin âdeta üvey bir
çocuğudur…”
“Evren, bu tanımlanamaz Sınırsızın
belli başlı tek ürünü değil, âdeta gelip
geçen bir gölgesidir…”
Evet Fizik bilimiyle yapılan “mi'râç”ta
ulaşılan bazı tesbitler bunlar!
Nörofizyoloji ile de şu tesbitlere erişildi:
“İnsandaki duyu organları birer
frekans
çözümleyici
olarak
çalışmaktadır…”
“Fiziksel nesneler diye agıladığımız
şeyler, gerçekte, bizim inandığımız
gibi değillerdir…
Örneğin gözle algıladığımız şey,
aslında dışarıda sanılan nesneler
AYNADAKİ EVREN ■ 23
değil, o nesnelerin gözümüzün retina
tabakası üzerindeki imgesidir…”
“Beyin, aslında kendimizde içsel
olarak yaşadıklarımızı, beden dışında
bulunuyormuş sanısını vererek bizi
aldatmaktadır…”
“Beyinlerimizdeki fiziksel nesneler
aslında sadece zihnimizde olan ve
algılanan bir bilgidir ve bu bilgi bir
hologramdır…”
Evreni ve beyni, bilimin yeni keşfetmeye
başladığını açıklayan araştırmacıların
bulguları bunlar…
Kavranmakta zorluk çekilen ve tüm
açıklamaları bir temelde ele alma imkânı
veren bulgu ise, varlığın aslının ve
gerçeğinin Hologramik düzenlenmiş bir
Bilgi olduğu gerçeğidir…
Evrende hologramik düzenlenmiş,
sınırsız bir Bilgi ve o bilginin
algılanmasından başka hiçbir şey
yoktur.
Ezberleyenler, ezberletildikleri bilgileri
tekrar ededursunlar; gerçeği keşfeden
araştırmacı çağdaş bilimin anlayışıyla;
evrenin aslı, sınırsız ve merkezi
olmayan bir bütünlüktür ve bu tekil
AHMED BÂKİ ■ 24
bütün, hologramik düzenlenmiş bir
bilgidir.
Evreni algılayan beyin, bu sınırsız
hologramın
kendi
özelliklerini
seyrettiği âdeta çözücü bir araçtır.
Çağdaş araştırmacıların farkettiği ve
temkinli adımlarla insanlıkla paylaşmak
istediği bu çarpıcı gerçeği; Tasavvuf ehli
diye bilinen gerçeği algılayanlar, yüzlerce
yıl öncesinden beri “Kâinat, Allah'ın
kendi cemâlini seyrettiği bir aynadır”
şeklinde,
yaşadıkları
zamanın
teknolojisiyle
ifade
etmeye
çalışmışlardır…
Neden Hologram, ya da Ayna?
Şimdi bunun üzerinde duralım…
Bir hologram, olmadığı halde varmış gibi
görünen bir imgedir. Hologramın en
başta gelen özelliği, bir nesneyi fiziksel
olarak olmadığı halde, oradaymış gibi
gösteren bir illüzyon olmasıdır…
Hologramı gördüğünüzde, onu tıpkı bir
fiziksel nesne gibi kabul edersiniz; ve
onun mekân olarak bir yer kapladığını
sanırsınız!. Oysa, o nesneye elinizi
uzattığınızda, eliniz havayı avuçlar, ya da
var sandığınız nesnenin içinden geçip
AYNADAKİ EVREN ■ 25
gider!…
Aynaya baktığınızda da, aynada görünen
bir nesne ile, yanı başınızdaki o
nesnenin kendisi arasında görünür
bakımdan bir fark yoktur.
Tüm bedeninizi, bulunduğunuz mekânı,
baktığınız her şeyi aynada aynen
görebilirsiniz; hepsi vardır ve orada
karşınızdadırlar.
Her şey âdeta o sırlı cam yüzeyin
arkasında yeralan bir mekânı doldurmuş
gibidir…
Ancak... O SIRLI cam yüzeyin
arkasındaki mekânda gördüğünüz
bedeninizin, diğer nesnelerin ve
bulunduğunuz yerin, ne kadar bir
alanı ve hacmi kapladığını, uzayda ne
kadar yer işgal ettiğini, düşündünüz
mü?..
Cevabınız?...
“Hiç”!..
Varlar ama, hiçten fazla birşey olarak
“var” değiller…
Uzayda ve varlıkta asla bir yer
tutmuyorlar! Bütün varlıkları, o anda,
AHMED BÂKİ ■ 26
orada “var algılanışlarından” ibaret...
O halde şimdi yeni bir bakış açısıyla
düşünelim....
Algıladığınız bu bedeninizin, içinde
yaşadığınız
mekânlarınızın,
dünyanızın,
göğün,
bu
evrenin
tamamının;
aslında
tıpkı
örneğimizdeki
gibi,
“bilincinizin”
seyretmekte olduğu, ama gerçeğini
anlayamadığınız
“aynadaki
bir
görüntü” olduğunu farketseydiniz,
kendinize ne derdiniz?
“Görüyorum
işte,
dokunuyorum,
hissediyorum, burada varlar” dediğiniz
herşeyin, aslında seyrine daldığınız
“aynadaki
bir
dünya”
olduğunu
farketseydiniz?..
Seyreden bilincin, “karşısında ve
dışında ayrı varlıklarmış” gibi, aslında
kendi hakikatinin görüntüsü ile baş başa
olduğu gerçeğini nasıl karşılardınız?..
Tasavvufun yüzyıllar boyunca ve
Modern Bilimin günümüzde, basit
anlayışa indirgemek suretiyle duyurmaya
çalıştığı uyarının özü budur!
İşte, insan bilincinin, fizik bedenin
kayıtları ve bu kayıtlı bakışın oluşturduğu
AYNADAKİ EVREN ■ 27
yanılsamalardan kurtulmasıyla; yani,
“ölüm” denen olayla birlikte geçilecek
yaşam boyutunda yüz yüze geleceği
kaçınılmaz gerçek budur.
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar”
uyarısıyla, farkında olmadığımız; ancak
gerçeğin ta kendisi olduğu için ve de
gereğini yaşamak zorunda olduğumuz
için, farkına varmamız gereken bir
hakikate işaret ediyor, “ölmeden evvel
ölenlerin” Önderi…
Yanılgıların ile öl ki, gerçeğin ile hayat
bulasın!..
“ALLAH” ismi ile işaret edilen hakikati ve
o hakikatin indindeki “DİN” olan İSLÂM'ı
bildiren Rasûlullah aleyhisselâm…
Bilincinin, bu yanılgıdan, bu uykudan,
âdeta körlükten kurtulabilmesi için,
ALLAH Sistem ve Düzenini ve onun
gereklerini yerine getirmeni öneren,
yaşamını bu uğurda değerlendiren
ALLAH Rasûlü…
DİN’i, galaksinin üstündeki yargıç tanrı
tarafından, dünya gezegeninin sakinleri
arasından
seçtiği
peygamberleri
aracılığıyla, insanoğlunu ıslah etmek için
gönderilmiş münasip bir ferman olarak
kabul
edip;
bunun
enini-boyunu
AHMED BÂKİ ■ 28
tartışmayı ve de yaşamı, gözünün
gördüğü kadarıyla sınırlayarak kendini
avutmayı
sürdürenler,
beş
duyu
dünyası için varolmuşlardır…
“ALLAH” ismiyle işaret edilene “imanı
olmayanlar”,
bu
davranışlarının
sonucunda
kendilerini
ve
kendilerindeki
evrensel
kuvveleri
inkâr etmiş olduklarından; “cennet” diye
tarif edilen kendilerindeki Evrensel
Bilince ait özellikleri yaşama boyutuna
geçemeyeceklerdir!
İSLÂM DİNİ’ne uymayanlar, kendi
hakikatleri olan Evrensel Bilincin farkında
olamamaları
sebebiyle
yaşadıkları
sistem ve düzene ters düşmek
yüzünden; ölüm ötesinde kendilerini
içinde bulacakları şartlarda bunun
bir
biçimde,
pahasını
ağır
değerlendiremediklerine
“yanarak”
ödeyeceklerdir.
Kendini beş duyu sınırlarının ötesinde,
bilinç boyutunun değerleriyle tanımak
üzere varolmuş “insan”, yaşadığı
zamanın ve ortamın şartlandırmalarından
arınarak, özgür düşünen bir birey olarak
yaşamdaki her olayı evrensel bakışla
değerlendirmeyi ve bu bakışın gereğini
yaşamayı amaç edinebilen insandır.
AYNADAKİ EVREN ■ 29
Kurtuluşun yegâne yolu “ALLAH” ismi ile
bildirilen hakikati kabul ve bu kabulün
gereği olarak, yaşamı, İSLÂM DİNİ'nin
(yani mevcut mutlak SİSTEM ve
DÜZENİN) gerçeklerine uygun bir
biçimde değerlendirmektir.
Zira, “insan için yapabildiğinin dışında
hiçbir şey yoktur” ve kendinde mevcut
olanı yaşayamayanın, bu kaybına
karşılık MAZERET sunacağı bir yer de
olmayacaktır!
12.07.1999, İstanbul
HAKİKAT
Mİ'RÂC OLA
Tâc mâ'rifet tâcıdır,
Sanma gayrı tâc ola!
Taklit ile tok olan,
Hakikatte aç ola!..
Düşe düşüp aldanma,
Kendini hayrete salma;
Hak'dan gayrı ne vardır
Tâ'bire muhtaç ola!..
Sana âlem görünen,
Hakikatte Allah'tır!..
Allâh Bir'dir vallahi,
Sanma ki birkaç ola!..
Bir ağaçtır, bu âlem
Meyvesi olmuş âdem
Maksud olan meyvedir
Sanma ki ağaç ola!..
Bu adem meyvesinin
Çekirdeği özündür…
Sonsuz bu âlem - adem
Bir anda tarac ola!..
AHMED BÂKİ ■ 32
Bu sözlerin meâli,
Kişi kendin bilmektir..
Kendi kendin bilene,
Hakîkat mi'rac ola!..
Hak denilen Özündür,
Özündeki sözündür;
Gaybî özün bilene,
Rubûbiyet tâc ola!..
Gaybî Sun'ullah
FREKANS
OKYANUSU
Bir beynin “ilgi alanı” ile bunları
değerlendirebilme alanı olan “kapsama
alanı” hiç bir zaman aynı olmaz!
Sistem Bilgi Kitabımız Kur'an-ı Kerim'i,
günümüz
anlayışıyla
değerlendirebilmemizi
kolaylaştıran
Modern Bilim, bize, bu evrenle birlikte
iç içe sayısız paralel evrenlerin
varlığını; hatta şu anda bu satırları
aynen okuyan, bir “ikizimiz” olduğunu
bildiriyor!
***
Önce şu
çalışalım…
hususu
iyice
anlamaya
Bir gül ve karşısında bir kamera
düşünün!…
Kamera,
önce,
gülü
“elektromanyetik
frekanslara”
dönüştürüyor; ve hemen ardından bir
televizyon ekranında bu frekanslar
yeniden
orijinal
gül
görüntüsüne
çevriliyor… Böyle tanımlıyoruz, ancak
gerçekten böyle mi acaba?…
AHMED BÂKİ ■ 34
Aslında kamera, gülü, frekanslara
dönüştürmüyor! Gözün gül şeklinde
gördüğünü,
kamera
sadece
“frekanslar” şeklinde görüyor ve
öylece kayda alıyor…
Görme, duyma, dokunma, tat alma ve
koklama olarak adlandırdığımız beş
duyu organlarının hepsi de gerçekte
değişik frekansları dönüştüren birer
“frekans çözümleyicisi” işlevini yerine
getirmektedir!.
Çözülen frekanslar ise beyinde birer
anlam olarak değerlendiriliyor.
Nesnel diye kabul ettiğimiz dünyanın,
şartlandığımız
gibi
olmadığını
şimdilerde yavaş, yavaş kavrıyoruz!
Oysa evliyaullah denen seçkin zevât,
bunu yüzlerce sene önce keşfedip
yazmışlar…
Neyse onlar bir yana…
Evrene başka bir gözle (özle)
bakıldığında,
seyredilecek
olan
frekanslardan oluşmuş bir “titreşimler
okyanusu” söz konusu…
Beynin muhatabı, dışındaki, ötesindeki
bir dünya değil, aslında gözün retina
AYNADAKİ EVREN ■ 35
tabakası üzerindeki imge!
Yani “görme” dediğimiz algı, dışarıda
zannedilenle beyin arasında değil;
gözün retina tabakası ile beyin
arasında gerçekleşen ve çözülen bir
kavrayış biçimi! Ancak “zan”, her şeyin,
ötede olduğu yönünde!
Keza işitme, koklama, dokunma da yine
öyle!.
Beyin bir yorum merkezi; beynin
uzantıları durumundaki mercekler olan
duyu
araçlarından
filtre
edilerek
kendisine ulaşan titreşimleri, o andan
önceki kendi veri tabanına GÖRE
yorumluyor,
“anlamlar”
olarak
“kavrıyor”…
Eğer “algının” önündeki bu mercekleri
kaldırabilsek,
algılanan
“sınırsız
titreşim okyanusu”ndan başka bir şey
kalmayacak…
Eğer “algının” önündeki mercekleri
kaldırabilsek, nesnelerin yerinde, tıpkı bir
hologram plakasının üzerindeki gibi
“frekans girişim desenleri” kalacak…
Yaşadığımız evrenin kendisi
evrendeki her şey çift yaratılmış!
ve
AHMED BÂKİ ■ 36
Biri,
taştan,
topraktan,
sayısız
nesnelerden oluşmuş, uzayda bir yer
tutan “fiziksel evren”…
Diğeri, sırf dalgaları ve girişim desenlerini
barındıran, “uzay ve zaman ötesi bir
frekans okyanusu”…
İnsan çift yaratılmış!.
Biri, madde bedenden ibaret nesnel
sureti; diğeri, merceksiz bakışa karşılık
gelen girişim desenleri şeklindeki ışınsal
sureti…
Kendini et-kemik sanarak ve beden
mezarına tutsak olarak maddî zevklerle
ömür tüketen; beş duyuya bağımlı
amaçlarla uzay ve zaman içerisinde
evreni maddi bir kitle olarak kabul edip;
dışında gördüğü bu varlıklar üzerinde
hükmetmek gayesiyle varlığını kanıtlama
çabasındaki “insan”…
Ve yanı sıra…
Zaman ve mekân kayıtlarının ötesindeki
düşünsel “insan”!
Tüm evreni düşünceden, şuurdan ibaret
olarak algılayıp, her şeyin yalnızca
düşündüklerinde
var
olduğuna
inanarak, varlığı kendi özüne dönük
AYNADAKİ EVREN ■ 37
değerlendiren “insan”…
***
Bir
kameranın
aldığı
görüntü,
karşısındaki objenin filme temasıyla
oluşmuş bir görüntü değil, filmin üzerine
düşen frekansların izidir, ışınların
görüntüsüdür, dedik.
Ekranda
veya
bir
fotoğrafta
gördüğünüz nesne, o nesnenin ışınsal
bedeninin, gözün algı kapasitesine
uyarlanmış suretidir.
Kameranın şeffaf merceği üzerine düşen,
gözün sandırdığı gibi nesnenin resmi
değil, karşısındaki “sınırsız frekanslar
okyanusu” ve o okyanustaki çeşitli
“girişim desenleri”dir.
Eğer bir kameranın şeffaf gözüyle
bakarsanız,
karşınızda
nesneler
olmayacak, oysa kendinizi çeşitli
frekans girişim desenleri içerisinde
bulacaksınız… Şu anda ve burada!..
“Biz her şeyi çift yarattık; umulur ki
tezekkür edersiniz!”
“Subhandır O ki, hepsini çiftler hâlinde
yarattı;
yerin
bitirdiklerinden,
nefislerinden, ve bilmediklerinden!”
AHMED BÂKİ ■ 38
Bilimin henüz ulaşamadığı atomaltı
düzeyde elbette sayısız enerji katmanları
mevcuttur.
İnsanın evreninde varlığın iki yönü; yani,
düşünsel (anlam) ve nesnel (bedensel)
yanı mevcuttur… Ayrıca sayısız atomaltı
düzeyler
ile
sayısız
üstmadde
düzeyleri…
İnsanın “Sağı” ve “Solu” durumundaki
bunlar yanı sıra, bilmedikleri de
sonsuzdur!.
Evren kitabını
“OKU”yanlar…
düşünsel
güçleriyle
Onlar yanısıra, her şeyi maddesel
nesneler yığını olarak algılayıp, madde
ötesi güçleri değerlendiremeyenler…
Evren içre evrenler sayısızdır…
Bu
evrende
atomaltı
parçacıklar
düzeyinde kâh dalga hareketinin, kâh da
tanecik hareketinin gözlenmesi ve her
oluşumun kesin biçimde bu evrenin bir
fizik kuralıyla açıklanamaması, gözlemci
bilincin varlık üzerinde söz sahibi
olmasının ve bilincin paralel evrenlere
açık oluşunun sonucudur…
Atomaltında
gözlendiği
ifade
edilen
AYNADAKİ EVREN ■ 39
yapılar ⎯elektron gibi⎯ kâh belirli bir
anda belirli bir noktada gözlenirler (bu
durumda enerjileri yoktur); kâh da belirli
bir enerji taşıdıkları halde bulutumsu
(kuantum
dalga
modeli)
şekilde
gözlenirler, ancak bu durumda da belirli
bir yerleri yoktur. Yani, tanecik halinde
gözleniyorlarsa,
enerjileri
yoktur;
bulutumsu
dalga
şeklinde
gözleniyorlarsa, bu kez yerleri ve belirli
bir konumları yoktur… Bu demektir ki, ya
enerjisini tespit edeceksiniz, ya da yerini;
fakat biri varken diğerinin varlığından bir
eser
bulamayacak,
söz
edemeyeceksiniz…
Esasında bu konu çok
gerçeklere işaret etmektedir.
enteresan
Bahsedilen bir durumdan diğer
duruma geçiş veya bir evrenden diğer
bir paralel evrene geçiş, duyularla
gözlemlediğimiz
madde
evrenin
tükendiği; ama bilincin seyrine devam
edebildiği farklı varlık boyutlarına
delildir.
Fizik boyutun derûnundaki herşey,
ölçümlerin ve karşılaştırmaların sonucu
olarak
“anlamlar”
vasıtasıyla
akıl
dediğimiz
meleke
sayesinde
kavranmaktadır…
AHMED BÂKİ ■ 40
Derinliğine
dalıp,
araştırıp
keşfedebildiğimiz, bir frekans okyanusu!.
Okyanus Ötesi nasıl, orada neler var,
“Okyanus Ötesinden” okyanusa ve
oradan bu evrene neler nasıl ulaşıyor, bu
akılla bilinesi değil…
Sayısız paralel ve paralel olmayan
evrenler, “ALLAH” ismiyle işaret edilenin
indinde, bu cümlenin sonundaki bir nokta
hükmünde bile değil.
Bilim, kavrama olayını şimdilik bir frekans
çözümleyici olarak “beyne” atfediyor…
Ancak beynin ve duyuların da fiziksel
beden gibi yalnızca birer hologram
olduğunun anlaşılması, elbette “şuur”
hakkında yeni bir anlayışın oluşmasını
getirecek…
Yapılan araştırmalar, tüm atomaltı
parçacıkların “bilgiyi” aralarında aktif
olarak kullanıldığını ve ⎯aslında “bilgi
birikimi”
ve
“verilerin
karşılıklı
interaksiyonu”
olan⎯
“anlam”
dediğimiz şeyin, sadece kişinin
zihnine ait değil, evrenimizdeki tüm
nesneler için geçerli bir nitelik
olduğunu ortaya çıkarmıştır…
Laboratuvarlarda,
elektronların
davranışları sırasında çevrelerine bir
tür bilgi aktardıkları ve şuurlu
AYNADAKİ EVREN ■ 41
özelliklere sahip şekilde organize
davrandıkları gözlenmektedir…
Sonuçta, bilginin kavranmasının sonucu
olan ve “anlam” denen şeyler, madde ile
ışınsal (nur) diye tanımladığımız, ⎯beş
duyuya göre⎯ varlığın çift yüzü arasında
hizmet eden ve yine bize göre ışınsal
katmanda kalan varlıklardır…
Dini terminolojide, “melek” kelimesiyle
işaret edilen varlıklar “anlam”lardır…
Her bireyin “meleke” kazanmış olduğu
eylemleri, kendi varlığında zâhir olan
mevcut meleklerin faaliyetindendir…
Ne çare ki bizler, mecaz ve benzetme
yollu anlatılan gerçekleri kelimelerdeki
şekliyle
kabullenme
faziletimiz(!)
sebebiyle, melekleri, nesnelerden kopuk,
uçan kızlar gibi figürlerle resmetmiş,
sonra da göklerde arar olmuşuz…
İşte biyolojik bedenle şuur arasında
bağlantıyı sağlayan o meleke, gerçekte
madde ile nuranî beden arasındaki
bağlantıyı sağlayan bir “anlam”dır…
Mevcudâttaki
her
şey,
varlığını,
derûnundaki anlamlar evreninden alır,
yani melekût boyutundan…
AHMED BÂKİ ■ 42
İsa aleyhisselâm'ın insanları davet ettiği
“göklerin krallığı”, yeryüzü krallıklarıyla
mukayese ederek indimizde değer
biçtiğimiz saltanat makamı değildir…
“Semâ”, gökyüzü değil, anlamlar orjinli
“esma” (isimlerin mânâları) boyutunun
adıdır…
“Semânın
krallığı”,
saltanat
değil,
hilâfettir ki; yeryüzünde her fert bu
hilafet özelliğiyle vardır…
“Her şey semâdan yeryüzüne iner”,
ifadesi, “anlamlar evreni, madde
evrenin kaynağıdır,” demektir…
İniş, yani “nüzul”, tavandan yere doğru
değil; Özden, görünene doğrudur!
Yüzünü, beş duyu sınırlarının ötesinde
varlığının özüne dönemeyen ⎯şuuruyla
gördüğünün derûnuna yönelemeyen⎯,
“ALLAH” ismiyle işaret edilene
“imanı” olmadan yaşamakla, düşünce
ve imanın gücünden bîhaber kalacaktır
ve kendini et-kemik beden sanma
düzeyinden,
bilinç
boyutunun
değerleriyle yaşama düzeyine geçme
melekesini kendinde bulamayacaktır.
Bundan dolayı, evrensel bilince ait
melekî özelliklerin yaşandığı “cennet”
denen boyuta dahil olma şansını da
AYNADAKİ EVREN ■ 43
sonsuza dek yitirecektir.
Cennetin sakinlerinin melek olmasını;
bağın, bostanın içinde rengârenk tül
giysiler içinde şirin kızlar gibi yorumlayıp,
mecazların ardındaki gerçeklere “hadi
canım”, diyen; madde bedeninin ötesinde
zevk tanımayan, bilincin zevklerini
tadmaktan mahrum dünya ehline bu
açıklama ne değer taşır acaba?…
Yaşamını, Rasûlullah aleyhisselâmın
bildirdiği ALLAH indindeki DİN'in
gereklerine göre değerlendirmeyenler,
kendi hakikatleri olan Evrensel Bilincin
“meleki
güçlerinin”
farkında
olamamaları sebebiyle; ölüm ötesi diye
bildirilen ışınsal ortamların şartlarında
güçsüz
kalacak;
çeşitli
yaşam
safhalarında cereyan edecek doğal
olaylar
karşısında,
hareketsiz,
kıpırdayamaz, tutsak, aciz ve sıkıntılı
vaziyette kaldıklarını görerek, dünya
yaşamlarında
bildirilen
tehlikelere
vurdum duymazlığın pahasını ağır bir
pişmanlıkla ödeyeceklerdir.
Güneşin dünyayı kuşattığı “Mahşer
Günü”, kiminin dizine, kiminin boğazına,
kiminin de çenesine kadar tere batacağı
şeklinde anlatılanı; saunada kömürle ter
atmak gibi yorumlayan beş duyu
mahkûmu bir beyne bu sözler ne ifade
AHMED BÂKİ ■ 44
eder ki!!..
Sistemde mazeret geçersizdir. Onun
için:
“Dünyada
amâdır.”
amâ
olan
ebediyette
Hazreti İsa aleyhisselâm:
“Sanmayın ki ben sizi bir araya
toplamaya geldim; ben kurtla, kuzuyu
ayırmaya geldim,” diyor…
Semânın melekûtuna erişmek için
“mâna=şuur=gönül” âlemine doğun ve
önce kendinizde, kurtla kuzuyu ayırın!
Muhammedî
hakikatin
gereğini
yaşayabilmek için, “benim” sandığınız
her şeyinizi verin; şartlanmalar, değer
yargıları
ve
duygulardan
arınmak
suretiyle, “ölmeden evvel ölün!”
Bu her şeye değer…
Bunu ele geçirmek için ikinci bir şansınız
olmayacak!..
Ya gaflet içinde, ya da her şeyin
hakikatini görerek gideceksiniz. Arası
yok!.
AYNADAKİ EVREN ■ 45
Bugününüz, yarınınız demektir!
Şu an hangi hâldesiniz?
07.08.1999, İstanbul
“KENDİ”LİĞİNDEN
Bir tohum düşer toprağa! Ne toprak
haberdar akîbetinden, ne de bahçe
sahibi! Bilinmez ne olur! Bakarsın
yeşermekte bir süre sonra… Büyür, bitki
olur, çiçek açar, meyve verir… Bakar
yeşeren bu güzelliğe, seyredersin
bahçende…
“Su verdik büyüdü, çiçek açtı, meyve
verdi,” der kimi…
Kimi duymuştur, “Allah'ın
kendiliğinden büyüdü,” der!..
hikmeti,
Peki düşündün mü hiç, nerede
büyürken, “onu büyüten tanrı”?..
o
Bu sözün üzerinde dur!
Dar düşünce var, geniş düşünce var…
Kimi yaşar bilgisizliğin yaktığı ateş için,
kimi yaşar bilmenin getirdiği saadet
için…
Koymuşlar bir kalp hücresini kültüre;
AHMED BÂKİ ■ 48
bölünmüş, çoğalmış, organ olmuş;
zaman sonra başlamış yürek gibi
çırpınmaya olduğu yerde… Düşün bir
kez, nereden geldi o hücreye, sen
çoğalıp yürek olacaksın ve kendi kendine
çarpacaksın, hükmü?.. Kimden? Bir
tanrıdan mı?
Göremediğin kadar küçük bir hücrenin
içlerinde bir yerde, bir “gen”de,
hakkındaki tüm bilgi yazılı… Boyun,
posun, kaşın, gözün, beynin, dilin… Ve
aynı gen, her yanındaki milyarlarca
hücrenin her birinin içerisinde gizli,
değişmeden… Her bir gene, vücudunun
hangi hücresi ve organı olacağını, ne iş
için var olduğunu bildiren kim? Nereden
gelmekte bu bilgi, bu istem; düşündünmü
hiç?
Yağmuru yağdıran biri mi var?.. Yoksa
kendiliğinden mi düşmede yere damla
damla?…
Irmakları coşturan?
Denizi biriktiren?
Suyu
buharlaştıran,
gökte
bulutu
gezdiren, fırtınayla yağmuru indiren?
Kim?..
AYNADAKİ EVREN ■ 49
Nerede tanrı?..
Gök gürlerken gürleten kim, tanrı mı?
Akan suyu yürüten nerede?
Yağmur “yağar” mı kendiliğinden, yoksa
“yağdıran mı var?”
Böyle değil mi herşey?
Mecazda mı hakikat var? Hakikat mi bir
mecaz?
Rüzgâr “eser” mi, yoksa estiren mi var?..
Nerede rüzgârın tanrısı?
Bir kasırga çıkar, yıkar ağaçları
şiddetiyle, binaları, evleri… Ne acır
hayvan böğürtülerine, ne tanır insan
haykırışlarını!..
Sende
merhameti
çağrıştırsa da feryatlar, inlemeler; anlam
ifade etmez doğaya, ne yakarışlar,
yalvarmalar, ne çaresiz imdat sesleri!..
Sarsılır arz bir zelzeleyle! Tanımaz
üzerinde
kim
olduğunu!
Bakmaz
kurduğuna,
üstündeki
dünyalıların
mevkisine, şanına, dinine, devletine!
Hayvan böğürtüsüyle, insan feryadının
farkı yoktur tufanın kulağına! Farketmez
ne tayfuna, ne sele, ne depreme, ne
AHMED BÂKİ ■ 50
yanardağa, ne de ateşe!.. Farksızdır
onlara önlerindeki! İşitmeden kimseyi,
yürürler kendi yollarında! Yakar, yıkar,
ezer, geçer, gider onlar…
Bakmazlar
senin
“yargılarına”,
“beklentilerine”, kimsenin değerlerine,
satın aldıklarına; düşünmeden lâfını edip
kendini inandırdıklarına!
Gecenin
karanlığında
çekip
gider
herşeyin elinden, ansızın derinlerden
gelen bir uğultuyla; sen, tanrının, bu
azaba müsaade etmeyeceğini beklesen
de…
Yöresel ve göresel inançlarla bakışının,
hükümlerinin, yoktur değeri gerçekler
karşısında!
Kendi yörüngesinde yüzer her nesne! Ne
var ki bir Güneş tutulması sırasında, Ayı,
gölge ettiği yerden kaçırtmak için
gürültüler çıkararak yaşayan toplumlar
var hâlâ yanıbaşımızda!
Aramızdaki
milyonların
“deprem,
tanrının
bir
cezalandırması”…
gözünde,
toplumu
Sen yukarıda başına geleni tanrının
“kudret” gösterisi diye yorumlasan da,
aşağıda, jeofizik kurallarıyla cereyan
AYNADAKİ EVREN ■ 51
eden olaylardan başka birşey yok… Bak
ki, uzaktan seyreden, zelzeleye “tanrının
cezalandırması”
derken,
adetâ
mezarından
çıkan
yaralı,
sağ
kurtulmasını “tanrının merhametine”
bağlıyor, “beni o korudu,” diyor…
Anla artık doğayla ve insanlarla uğraşan
bir tanrının olmadığını, adına ne dersen
de! Ama insanların, kendi yaptıklarının
neticesini yaşadıklarını!..
***
Yaşayan sensin, öyle ya da böyle;
kendine dön, kendinde ara!
Sistemin hükmü “ellerinle önceden
hazırladığını” vurguluyor! Sistemle ve
yaşadığın ortamın şartlarıyla kendi
arandaki,
ve
sonuçlarını
kendin
yaşayacağın
meseleyi,
dünyandaki
otoriteyle veya sürünün çobanıyla
arandaki
mesele
gibi
algılamanın
sonuçları ağır olur…
Kurunun yanında, yaş da yanmada!
Altında kaldığın enkaz; cehalet! Üzerine
gelen tonlarca yük; birikmiş tamâhın,
tabiatın! Yerinden sarsılanlar; değer
yargıların,
duyguların…
Seni
sıkıştıranlar,
ezenler;
huyların
ve
şartlanmaların… Seni üzen yerküre
AHMED BÂKİ ■ 52
değil; seni üzen sahiplik duygun, ansızın
koptuğunu gördüğün bağların!
Arınmadıkça bu zincirlerden insan, asla
ulaşılamaz felâha!.. İman etmedikçe
hakikate, asla erişilemez arınmışlığa…
Yaşananlardan ibret alıp gerektiği gibi
içsel
arınmayı
gerçekleştirmeyen
toplumlar,
bilinçsizce
satınaldıkları
necasetin getireceklerini ve sonuçlarını
kendi elleriyle biriktirirler.
Taşta, toprakta, tabiatte çözüm arama;
taşı, toprağı belâ haline getiren kendi
tabiatına bak!
“Bir topluluk kalplerindeki gidişatı
değiştirmedikçe, Allah onlar üzerine
verdiklerini değiştirmez…” (8/53)
Hakikat apaçık bildirilmişken, Rasûl,
“Allah uyarısını” seslendirirken; sen
duygularına, şartlanmalarına, huylarına,
hırsına, açgözlülüğe, bedeninin tabiatına
hizmetle ne kadar daha oyalanacaksın?
Geçici olanı alıp da, ebedi olanı
görmezden gelerek daha ne kadar
kandıracaksın kendini?
***
Doğada duygu yok! Doğada acıma yok!
AYNADAKİ EVREN ■ 53
Doğada kayırma yok!
Varlık böyle, Sistemin gereği bu!
Bunu iyi düşün!
“Kendi”liğinden olur herşey, kimseye
“başkası” zarar veremez! “Kendi”liğinden;
ne ötede bir özne, ne de karşısında bir
nesne olmadan!… Kendine bir bak!..
Kuşattığını yakan güneş
Güzergâhında herkesin!
Tutuşmuş
ateşin
hiç
kayırdığını gördün mü?
te
öyle!
yanacakları
Güneş kuşatır dünyayı! Cehennem
yakar, ayırmadan taşları ve insanları!..
Düzen bu!
Hâlâ göremedin mi “acıma” olmadığını
fiziğin yasalarında? Kimsenin göz yaşına
bakılmadığını!!!
Yakan, ateşin kendisidir, başkası değil!
Sönmemişse içindeki ateşin eğer,
bekleme birinden ne acıma, ne kayırma!
Hiç ateşe farkeder mi kömürün çıkardığı
çıtırtı ile senin acıdan feryadın,
AHMED BÂKİ ■ 54
yanarken?.. Bunu bir ciddi düşün!
Sen diri diri kabre konup, yanından
ayırmak bile istemediklerin üzerine
tomarla toprak atarken, nerede seni
kayıracak
yüce
tanrın?
Bırakıp
giderlerken seni yapa yalnız, tek başına,
kim kurtaracak seni, “seni” yakan kaybın,
ayrılığın ateşinden?..
Aslanın pençesindeki ceylan gibi, düşer
dev hararet girdapları ve kaynar
fokurdamaların eline, kozasına tutsak
olmuş, kendindekini bilip bulamamış eli
kolu bağlı zayıf gariban!..
Masum, suçsuz diye ceylanı, merhamet
edip aslanın pençesinden kurtaran
adama, aslan, “yavrularımın rızkını
neden elimden alıyorsun, merhametin
yok mu?” diye sormuş; duy bunu!..
Oltaya takılan balığın gücü yeter mi,
balıkçı, insanların en masumu olsa dahi?
Senin sıcak çorbanı yudumladığın bir
akşam, gün ağardığından beri kaç bin
masum bebeğin daha açlıktan dünyayı
terk ettiğini biliyor musun? Açlıktan kim
öldürdü onları? Nerede o herşeyi ayıran
iyi tanrının yardımı, nerede seni
kayırmasını beklediğin tanrının, biçare aç
anneyi kayırması bu günde?
AYNADAKİ EVREN ■ 55
Düşündünmü hiç, ateşin kağıdı acı
çektirmek
için
yakmadığını,
ama
varolmak için yanmaktan başka birşey
bilmediğini!..
***
Farket, üzerinde dur artık işleyen
Sistemin
ve
kendi
geleceğinin!
Güzergâhın üzerinde olandan gaflette
inat etme! Herkesin sırf kendi derdine
düştüğü, yakınlarından dahi kaçacağın
günü düşün ve kendin için birşeyler
yap!..
“ALLAH'tan kendini satın al!” diye
uyarıyor ALLAH Rasûlü!
“İnsan” olmak için “vermek” üzere
yaşamayı prensip edinenlere katıl…
Onlar, ulaşılması gerekenin ne olduğunu
ve karşılığında ne verilmesi gerektiğini
akleden ve o gerçeğe iman edenlerdir…
Er-geç elinden çıkacak olan dünyalığı
satın
almakla
geçerken
günlerin,
kaybettiğin değerlerin bilincinde misin?!
Galaksilerden,
gezegenlerden
vücudundaki hücrelere, atomlara kadar
herşey
üzerinde,
kimsenin
asla
müdahalesi olmadan yürüyen SİSTEM'e
gafil olup, “olmayan ama varsaydığın”
şeylere, “özgür iradeni” veya karşındaki
AHMED BÂKİ ■ 56
başkasının(!) “iradesini” fail olarak
atfetme yanılgısından kurtulup, ne
zaman
gerçeğin
aydınlığına
yöneleceksin?
Tek hakikat olan ve “ALLAH” ismi ile
işaret olunanı bilmeden, anlamadan;
ALLAH isminin mânâsını, anlayışının ve
bakışının esası olan hakikat olarak kabul
etmeden ve yaşamı bu anlayış üzere
değerlendirmeden,
kendiliğinden
oluşun, ⎯ÖZ'den gelenin⎯ mânâsını
kavrayamaz;
varsaydığın
kendini
vermeden, diğer mahlûkattan ileri
gidemezsin.
Ulaşman
gerekenin
ne
olduğunu
bildiysen, bunun için vermen gerekeni
farket, Sistemin Seslenişine kulak ver ve
gereği için değerlendir bu yaşamı?
“Onlar malları ve
aldılar, cenneti…”
canlarıyla
satın
Hitaba kulak ver; “Şükür, nimeti vereni
görmektir…” Bu nimettir, bir de ötede
onu veren var zannıyla, nankörlükten
vazgeç artık… “Kendi”liğinden olanı,
“özünden geleni” anla!
***
Yeni bir milenyuma girerken, insanoğlu
AYNADAKİ EVREN ■ 57
yalın bir gerçeği farkediyor:
“Asırlar boyunca, bir dünyada “bizler”
varız, yaratılmış; bir de herşeyi
vareden “tanrı” var sanırdık, yaratan!
Oysa şimdi farkediyoruz ki, iki varlık
yok imiş, asla var olmamış…”
Kendindeki, seni var kılan hakiki
güçleri ve özellikleri bilip, bulup,
gereğini yaşamaksa amacın, önce
kendine atfettiğin, “benim” sandığın
güçlere aslında sahip olmadığının,
ancak onları edinmen gerektiğinin
bilincine var!
Gördüğünün
hakikatinin
farkında
olarak yaşamaksa amacın, O'nu “sen”
veya
“o”
diye
ayırmaktan;
suçlamaktan,
kızmaktan,
kıskanmaktan,
yargılamaktan,
kınamaktan,
dedikodusunu
yapmaktan, kısacası “gayrı” diye
nitelemekten uzak dur!
ALLAH ilmi ile bakışı kazan ki, aslını
bulasın!
“Kendi”liğinden olmanın mânâsı, gören
ile
görülenin
ayrılığının
hakikatte
olmayışı, etken ve edilgen, özne ve
nesne varsayımının geçersizliğidir.
AHMED BÂKİ ■ 58
Ehli Tasavvuf diye bilinen, gerçeğe
erenlerin yüzyılardır dile getirdiğini artık
çağdaş bilimin dilinden de işitiyoruz…
“Anlam” denen şey, “bilgi, ilim” denen
şey her yerde, her nesnededir, deniyor.
Bir nesne, bir de anlam ayrılığı yoktur!
Gafil olan ise tüm bilgisine rağmen hâlâ
“benim ilmimden” bahsediyor!..
Sana ceza veren veya seni kayıracak
birini aramayı bırak! “Kendi”liğinden
işleyen varlığın Sistemini, varlığını ebedi
kılan Sistemi farkedip anlamaya çalış! Ve
bil ki o Sistemi görüp, anlayabilmek ve
korunmak için en temel bir ihtiyacın var:
“ALLAH”
ismiyle
işaret
edileni
hakkıyla bilmek ve o mânâya inanarak
gereğini ortaya koymak zorundasın.
Evet dostum! Korunanlardan olmak
varsa
Özünden
gelen
takdirinde,
bırakırsın zanları bir yana, gerçekler
rehberin
olur!
Arınırsın
tanrı
varsayımından, ki o tanrının kulu, o
tanrının velisi, o tanrının peygamberi,
o tanrının dini, o tanrının mükâfatı, o
tanrının azabı, vs., hepsi kaynağından
yok olsun indinde!
Bilincini = kalbini = gönlünü, tanrından
AYNADAKİ EVREN ■ 59
paklamadan, “kendi”liğinden oluşun
mânâsını göremeden, “ALLAH” ismiyle
işaret edilen hakikatin ne olduğunu
anlamadan, inanıp da o hakikatin
gereğini yerine getirmeden ve o hakikate
dayalı
bakışa
ermeden,
içinde
bulunduğun
evrensel
Sistemi
OKUyamaz, çözemezsin…
23.08.1999, İstanbul
BİLİNCİN DOĞASI
Çağdaş insanın “aydın” tarifi şöyle:
“Bilinci yeniye ve herşeye açık olan,
bununla birlikte zihninde hiçbir bağı
ve kayıtlılığı olmayan insan...”
Mevlâna Celâleddin Hazretleri de
“Hürriyeti
kulluğa,
taş
çatlasa
değişmem!” diyerek, bağımsızlığın, ne
türden olursa olsun değerler yanındaki
yerine işaret ediyor!
Şuurun, madde ile kayıt altına
girmeyen,
bağımsız,
düşünsel
yaşamı...
Tasavvufta ve Modern Bilimle, evren,
beyin ve şuur hakkında ortaya konan
bulgular göstermiştir ki, varlıkta hükmü
yürümekte olan, parçalardan oluşmamış,
sınırsız tek bir bilinç sözkonusudur,
herşey onun varlığından meydana
gelmiştir;
ve
gerçekte
evrende,
seyreden bilincin, kendi hakikatinin
görüntüsünden başka hiç bir şey
yoktur.
AHMED BÂKİ ■ 62
Beş duyu verileriyle bloke olması
dolayısıyla, duyularla farkedilemeyen
oluşumları kabul edebilme ve bu
oluşumları düşünüp değerlendirebilme
yetisinden
yoksun
beyinlerin
asla
kavrayamayacağı bir gerçek var:
İnsan zihninin, yani iç dünyasının,
dışarda diye algılanan fiziksel dünya
ile birebir ilişki içerisinde olduğu
gerçeği...
Algıdaki bu körlük sebebiyle de
karşılaşılan birçok oluşumun gerçeğini
düşünüp değerlendirebilme düzeyinden
çok uzak bir biçimde, neden ve nasıl
olduğu bir türlü bilinemeyen, sayısız
“başa gelen çekilir” türünden olaylar
içerisinde tükenir nice yaşamlar...
Bahşolunmuş nice hazine de kayıp gider
hakkını veremeyen ellerden, böylelikle!..
İlmin gerektirdiği bakışla yaşayabilenler
için ise insanın “karşılaştıkları,” sistemli
ve şuurlu bir şekilde gelişen, insan
bilinci ile fizik dünya arasındaki karşılıklı
etkileşimin sonuçlarıdır...
Şu çok önemli hususu vurgulayarak bu
konuya
açıklık
getirelim
dilimiz
döndüğünce...
AYNADAKİ EVREN ■ 63
Beş duyu ile bloke olmuş beyinlerin
gözünde “dua”, tanrı diye kabul edilen
ötedeki
bir
varlıktan
istekte
bulunmaktır...
Bu çok gelişmiş(!) beyinler, temelde her
çıkarımlarını ve itirazlarını üzerine bina
ettikleri,
başkalarının
inandığını
varsaydıkları
kendi
kafalarındaki
“tanrının”
varolamayacağını
vurgulayarak; aslında farkedemeden
“tanrı” kabullerini itiraf ettikleri halde,
kendilerini bazen “tanrı-tanımaz” diye
nitelerler...
Yaşamının
neredeyse
tümünü, karşısına alıp “yokluğunu
kanıtlamaya çalıştığı bir tanrı” ile
mücadele ederek tüketen, “ALLAH”
ismiyle işaret edilen hakikatten ise
bîhaber, yaşama bakışı beş duyu
sınırlarının ötesine geçemeyen sevimli
beyinler!..
Asla suçlu değiller!. Zira kim neyin
sonuçlarını yaşamak üzere var ise, onun
gereğini
yaşamaktan
asla
geri
duramayacak!..
Beş
duyu
ötesi
gerçekleri
değerlendirebilme özelliği ile var olmuş
beyin sahipleri için ise “dua”, ötedeki bir
varlıktan istekte bulunmak değil; insanın
iç dünyası ile dışında görünen dünya
arasındaki ayrımın esasta geçerli
AHMED BÂKİ ■ 64
olmadığının anlaşılması; herşeyin
birbiriyle ilintili olduğunun, bunun da
özünde herşeyin evrensel tek bir
bilinçten
ve
güçten
meydana
geldiğinin
gözlenmesi
ve
bu
değerlendirmenin
sonuçlarının
yaşanması faaliyetidir...
Rûyaların
gerçekleşmesi
veya
bilinmeyen yerlerin, kişilerin önceden
rûyada görülmesi türünden birçok olay
da aynı şekilde insan bilinci ile dış dünya
arasındaki görünen ayrımın esasta
geçerli
olmadığına
işaret
eden
müşahadelerdir...
Akıldan
ve
maneviyattan
biraz
nasiplenmiş kişi düşündüğünde tabii
olarak şu noktayı farkeder...
Kişi kendi özüne yönelerek dua ettiğinde,
o andaki tüm yönelimi ve istemi
tamamen kendi özünde, kendi iç
dünyasında gerşekleştiği halde, ettiği
duanın sonuçlarının dışında diye bilinen
bu fizik dünyada ortaya çıkması, kişinin
iç dünyası ile dışındaki dünya
arasındaki bağın ve birliğin açık bir
göstergesidir...
Kimi
var,
gözüyle
görmediğine
inanmaz ve inanmadığı için göremez!
Kimi var, görmediği halde inanır ve
AYNADAKİ EVREN ■ 65
neticede görmeyip inandığını görür
olur. Diler ve dileğinin gerşekleştiğini
seyreder...
Dua eden, sonuçta istediği, belki de hiç
bilmediği fiziksel bir nesneye veya
manevi bir değere ulaşır...
Kimi, sevdiği için dua eder ve ettiği dua
sonucunda, yakınında olmasa bile o
sevdiği için duasının gerçekleştiğini
görür...
Kimi, bir bakar ki yıllar sonra gelişen
şartlar ve olaylar sebebiyle yaşamak
durumunda kaldığı ortam, aslında
vaktiyle hayalini kurup ulaşmayı istediği
ortamdan başka bir yer değildir...
Her dilenen,
karşılığını!..
er
veya
geç
bulur
Basiret
sahibi
için
bir
dileğin
gerçekleşmesi,
kişinin
bilinciyle,
gerşekleşen oluşum arasındaki dinamik
birliğin ve bütünlüğün seyri, fizik
boyutun oluşumları ile bilinç boyutunun
değerleri arasındaki kaçınılmaz ilişkinin
müşahadesidir...
Dua,
olmayan
birşeyin
yoktan
varedilmesi anlamına gelmez, varolan
ile
bilinç
arasındaki
ilişkinin
AHMED BÂKİ ■ 66
keşfedilmesi ve seyridir, dua...
Dua, Sistemin işleyişine müdahale
etmek veya onu değiştirmek anlamına
da gelmez! Dua, Sistemin işleyişinin
“gereğini” yerine getirmektir...
Kişinin kendini ve evreni, fizik boyutun
ötesinde bilinç boyutunun değerleriyle
tanımaya başlamasıdır, dua...
İnsandan zahire gelen, özünde mevcut
özelliklerin
keşfedilmesi
ve
değerlendirimesidir, dua...
Yaşamda
bir
Sistemin
yürürlükte
olduğunu farkedebilen basiret sahipleri
için, duada gözlenen bu bilinç ve
oluşumlar arasındaki birlik - bütünlük,
her alanda geçerlidir.
Dahası, yaşanan tüm olaylar dahi
hakikatte insanın kendi iç dünyasının
halinin karşılığından, yani kendi
elleriyle
kazandığından
başkası
değildir...
Nitekim, Kur'an-ı Kerim aşağıdaki ayette
bunu vurgular:
“İnsan hayrına olan duası gibi, şerrine
de dua eder.” (17:11)
AYNADAKİ EVREN ■ 67
İnsan, çevresiyle ve yaşadığı doğa ile
özde bir bütündür; algıladığımız
düzeyde ise herşeyle sürekli olarak
karşılıklı etkileşim içerisindedir.
İster gizlensin, ister açıklansın, bir şeyin
bilinçte yeralması, o şeyin Sistem
indinde bilinmesidir ve bilinçte oluşan
herşeyin yapısına göre Sistemde
karşılığı mutlaka ortaya çıkar.
Doğayı ve oluşumları anlamanın yolu
kişinin
kendi
bilincinin
doğasını
anlamaktan geçer...
Dolayısıyla
topluluklar
kendi
bilinçlerindeki gidişata ilmin gerektirdiği
şekilde yön vermedikleri sürece, doğal
oluşumların doğuracağı sonuçlardan
korunmaları mümkün olmaz!
“Kul azmayınca belâ nazil olmaz” sözü,
evren ile bilinç, doğa ile insan arasında
gözlenen
bu
karşılıklı
ilişkinin
mekânizmasına işaretle söylenmiştir.
Bir
toplumdaki
bireylerin
yaşam
biçimlerinin ve beyin faaliyetlerinin
sonucu yaydıkları çeşitli dalgaboyları
sistemdeki
çeşitli
dalgaboylarını
etkileyerek olayları yönlendirir ve bu da
ya çeşitli güzelliklerin ya da çeşitli
felaketlerin oluşmasında etkili olur.
AHMED BÂKİ ■ 68
Basiret yetersizliği dolayısıyla “tanrı”
kavramıyla şartlanmış beyinler ise
insanla dünyası arasındaki birliği
göremeyip, göremediği için de inkâr
eder. Mecazla işaret edilenlerin hakikatini
çözemez; yaşadığı olaylar karşısında
kâh kafasındaki O(!)ndan korkar, kâh
O(!)na sığınır, kâh O(!)nu suçlar, kâh da
O(!)nu hesaba çeker...
“ALLAH” ismiyle işaret edilen hakikati
bilememenin neticesinde ise özüne ait
kendinde mevcut gerçek özellikleri
yaşamaktan mahrum kalması sebebiyle,
kendi hakikatini örten ve kendine
zulmedenlerden olur...
Oysa, insanlara ve toplumlara mükâfat
veya azap veren yukarda bir yargıç tanrı
yoktur, Kur'an-ı Kerim'e ve Modern
Bilime göre! Evrensel SİSTEM'in gereği
olarak kimseye haksızlık edilmeden
herkes sonsuza kadar kendinden
ortaya çıkan düşünce ve fiillerin
sonucunu yaşar...
Bilinçten her çıkan, tıpkı suya atılan bir
taşın yaydığı dalgalar gibi zincirleme
etkiler oluşturmaya devam eder... Her
sahneyi, o sahneye göre oluşan yeni
sahneler takip eder ve böylece bugünün
temelleri üzerine yarının dünyası inşa
olur...
AYNADAKİ EVREN ■ 69
Her adım sadece atıldığı yere götürür.
İyilik edenin iyiliği kendinedir; fenalık
eden de yine kendine fenalık etmiş
olur...
Hakikat; birliktir, bütünlüktür. Zan ise
ayrılığın, gayrılığın hizmetindedir...
Hakikati olan Özündeki Birliğe kulluk
eden Birliğin huzuruna; kişisel maddi
çıkarları uğruna ayrılığa hizmet eden de
doğal olarak ayrı-gayrılığın karşılığına
erişir, kendine takılıp kalanlarla birlikte...
Karşılaşılan zorlukları, “bunlar sadece
bizim dışımızda, herşeyin dışında gelişen
sıradan doğal olaylardır; insanlarla,
insanların yapıp ettikleriyle hiç bir ilgisi
yoktur, biz bildiğimize devam edelim”
deyip
geçiştirmek;
araştırmadan,
sorgulamadan ve gerçekçi düşünceden
uzak ilkel bakışın sonucudur. Getirisi ise
yaşananlardan ibret alamamak, evrende
işleyen şuurlu Sisteme kendini kör etmek
ve dolayısıyla doğruya, iyiye ve güzele
yönelmek yerine kara bulutları çağıran
yanlışlarda ısrar etmektir...
Zira, nasıl ki kayıpların gerisinde bir
toplumun hata ve eksikliklerinin yeraldığı,
onun gerisinde de bireylerin çıkarları ve
tamahının yattığı anlaşılabiliyorsa... Ve
ıslah edilmesi gerekenin dış dünyadan
AHMED BÂKİ ■ 70
evvel
iç
dünyanın
olduğu
anlaşılabiliyorsa... Buradan hareketle,
karşılaşılan olayların gerisinde yaşamın
ve
bilincin
özelliklerinin
hakkıyla
değerlendirilememesinin yeri ve önemi
farkedilebilmelidir...
Tüm
yanlış
değerlendirmelerin
temelinde, ALLAH Sistemi ve Düzenini
“OKU”yamamak ve bir “tanrı” kavramına
dayalı olarak düşünmek yatar!
Devası olmayan dert değilse eğer
bizdeki, hiç olmazsa yaşananlardan ibret
alıp, inkâr, kavga, ayrım, aldatma,
başkasının hakkını yeme, gaspetme,
tamah, böbürlenme gibi davranışlarla
ilkellik, ayrılık ve zulme hizmeti bırakıp,
kabullenmeyi, kanaati, şükretmesini,
vericiliği, cömertliği, paylaşmayı, sevmeyi
öğrenip, karşımızdakine saygı duymanın
güzelliklerini yaşamayı, Birliğe hizmet
etmeyi amaç edinelim!..
Hakikat Güneşi hep parlamada! Ne var
ki, basiretsizlik ve nefse zulümden
olacak; her geçen gün kara bulutlar
toplanmada, arz devamlı sarsılmada!
Şuurun, madde ile kayıt altına girmiş
hali, fizik bedenin taş-toprak altında
kalmasından mukayese edilemeyecek
kadar çok daha kötü bir haldir...
AYNADAKİ EVREN ■ 71
Mahşerde, farkedemediğin ama içinde
bulunduğun bu felaketin enkazından
çıkıp da, halinin dile geleceği,
şuurunun
kıyama
geçeceği
anı
hesabederek, aklın varsa, imanınla
elindekini
şimdi
kurtarmaya
ve
değerlendirmeye bak!..
Sana ulaşan ilmi değerlendirmemekle,
özündeki evrensel şuurun sınırsız
değerlerini, şartlanmaların, duyguların ve
bağımlılıkların
sebebiyle,
maddenin
kaydı altına sokarak her geçen gün biraz
daha kaybediyorsun... Bilgisizlik ve
basiretsizlik yüzünden içinde bulunduğu
hali göremeyip, hâlâ er veya geç
terkedeceği
GÖRESEL
değerleri
sahiplenmek uğruna başkalarıyla kavga
ederek, onlara hükmederek, aldatarak,
kaçırarak
ama
gerçekte
nefsine
zulümden başka birşey elde edemeyen
keskin zeka ahmakların durumuna
düşme!..
Sistemle arandaki meseleyi, ötendeki bir
başkasıyla arandaki mesele gibi algılama
yanılgısından kurtul ki karşılaştıkların
seni hayrete düşürmesin!
Ve hiçbir zaman unutma ki, ALLAH
takdiri çeşitli olaylar ve sebepler silsilesi
içinde açığa çıkacaktır... Her birim ve
topluluk ne gaye üzere varolmuşsa, o
AHMED BÂKİ ■ 72
gayeye
ulaşması
yaşanacaktır...
için
gerekenler
Tek
kurtuluş,
Allah
Rasûlü'nün
getirdiği ilmi değerlendirmek ve o
ilmin yolundan hedefe ulaşmaktır...
ALLAH kolaylaştıra...
09.09.1999, İstanbul
KUR'AN RUHU'NUN
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
DİN'i ve Kur'an'ı anlamaya çalışırken,
öncelikle
üzerinde
durmamız
ve
değerlendirmemiz gereken nokta şudur:
“Rasûlullah Muhammed Mustafa’nın
aleyhisselâm tebliğ ettiği Kur'an-ı Kerim,
insanlığı geçmiş çağlardaki bir yaşam
tarzına sabitleyip hapsetme amacıyla mı
bildirilmiş bir Kitap’tır; yoksa insanlığa
ışık tutup yol gösterme, insanları
geleceğin şartlarına hazırlama ve
saadet yollarını gösterme gayesine
yönelik olarak bildirilmiş bir Kitap
mıdır?..”
Eğer Kuran’ın tebliğ edildiği ortamı, o
çağdaki yaşam düzeyini ve o günün
insanları arasında kabul edilen anlayış
biçimini; bunun yanında tebliğ edilen
hükümlerin getirdiği bakışı, yeniliği ve
değişimi geniş bir bakış açısıyla bütün
olarak değerlendirebilirsek, o zaman
açıkça görürüz ki, Kur’an’ın temel
prensiplerinden biri de, geriye dönüşü
durdurmak ve insanları ileriye dönük
AHMED BÂKİ ■ 74
değerlendirme yapmaya teşviktir...
İbrahim
aleyhisselâm,
Musa
aleyhisselâm gibi birçok enbiyanın,
kavimlerine doğru yolu gösterirken
özellikle eskide kalmayı önleme, geriye
dönüşü durdurma ve kendilerinden
önceki atalarının dinine dönmelerini
önleme çabaları, bu temel prensip
üzerinde hareket edişlerinin ifadesidir...
Taştan-topraktan yapılmış ilahlardan
yardım dileme düzeyinde anlayışa sahip
olan, kız çocuğunu bir utanç olarak ve
kadını cinsel meta hükmünde algılama
düzeyindeki bir toplulukta, Kur’an’ı
Kerim’in tebliği ile, evlenme, miras,
şahitlik, kısas, kölelik ve ırk ayrımı gibi
konularda
haksızlıklar
ortadan
kaldırılmış, kadınların eş olarak bir
takım
hakları
edindirilmiş,
haklar
sahiplerine teslim edilmiş; bunların da
ötesinde, evrensel değerler bildirilmiş,
insanların kendi hakikatlerini idrak etme
yolları ve cennet diye tanımlanan saadet
boyutunda yaşamı elde etme yolları
gösterilmiştir...
Kur’an’ın
RÛHU
anlaşılmadan,
Kur’an’ın OKU’nması mümkün değildir.
Çünkü, Kur’an’ın hükümleri yaşamdan
kopuk “ölü” hükümler değil, yaşamın
AYNADAKİ EVREN ■ 75
özünde varolan
hükümlerdir…
“canlı
ve
diri”
Yaşam devam ettiği sürece Bakî olan
Kur’an
hükümleri
canlılığını
ve
geçerliliğini koruyacaktır... Bilmeliyiz ki,
eğer
Kur’an’ın
hükümleri
ile
algıladığımız yaşam sitemi arasında bir
çelişki
görüyorsak,
bu
bizim
bakışımızdaki sınırlılıktan, yetersizlikten
ve
Kur’an’ın
Rûhu’nu
değerlendirememekten
kaynaklanmaktadır…
Kur’an’ın hükümlerini belirli bir zaman
diliminin kabulleri ile sınırlandırma, onun
“Zamanüstü
Kitap”
oluşunu
değerlendirememektir...
Hatırladığım kadarıyla, Hazreti İsa
aleyhisselâm, bildirdiklerine şaşkınlıktan
inanmayan ancak kendilerinin Hazreti
Musa’nın bildirdiklerine iman ettiğini
söyleyen Kudüslü hahamlara, “bütün
nebilerin bildirdiklerinin aynı sistem
olduğuna ve aynı kaynaktan geldiğine”
işaret ederek şu mealdeki sözü söyler:
“Musa’nın
sözlerini
sizler
ölü
hükümler gibi taşlara yazmışsınız,
oysa onlar canlıdırlar ve sizden
beklenen
onları
taşlara
yazıp
bırakmanız
değil,
kalplerinize
AHMED BÂKİ ■ 76
(bilinçlerinize) yazmanızdır…”
Eğer Kur’an’ın RÛHU’nu anlayabilirsek
o zaman fakederiz ki, Hazreti İbrahim
de, Musa da, İsa da, Hazreti
Muhammed aleyhisselâm da aynı
RÛHU
“OKU”muşlar
ve
KİTAB’ın
hükümlerini bildirmişlerdir.
“Deyin ki: Biz Allah’a iman ettiğimiz
gibi, bize ne indirildiyse, İbrahim’e,
İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve evladına
ne indirildi ise, Musa’ya, İsa’ya ne
verildi ise ve enbiyaya Rableri
tarafından ne verildiyse, hepsine iman
ettik. Onların birini diğerinden ayırt
etmeyiz ve biz nefsimizi O’na teslim
etmişiz.” (Bakara:136)
Bu RUH dolayısıyladır ki, yaşamın
kendisiyle bir bütün olan “canlı
hükümler”, BİLİDİRİLDİKLERİ zamanın
anlayış
düzeyine
GÖRE
“İFADE”
edilmişlerdir!..
Ve yine aynı RUH dolayısıyladır ki,
KİTABI okuyan tüm enbiyanın bildirdiği
aynı sistemdir, geldiği günün şartlarına
göre
hükümlerin
İFADEYE
GETİRİLMELERİ değişik algılansa dahi!..
Bütün enbiyaya İNZAL olan KİTAP aynı
sisteme dairdir, o KİTAB’ın İRSAL’i
AYNADAKİ EVREN ■ 77
insanlara GÖRE farklı algılansa dahi!..
Yine anladığım kadarıyla, bu sebepledir
ki, Kur’an’daki birçok sure ve ayet
İFADE ET Kİ anlamına “Kul” (De ki —
mevcut anlayışa GÖRE ifade et ki)
ifadesiyle başlar. Bu, canlı olan Kur’an
RÛHU’nun bir ifadesidir.
Zaman ve mekân şartlarıyla kayıtlı
olmayan Kur’an RÛHU, hükümlerin
bildirildiği dönemde geriye dönülmez en
alt sınırları belirtmiş, ancak ileriye doğru
uygulamalara ve ondan alınan feyzle
kemale ermeye, yücelmeye asla engel
olmamıştır... Kur’an RÛHU’nun ebedi
canlılığı ve onun bu temel prensibi
dolayısıyla her yüzyılın başında bir
Müceddid gelir ve Kur’an’a dayalı DİN'i
o günün ANLAYIŞINA GÖRE yeniler...
Kur’an’ın
hükmü
hiçbir
zaman
yeryüzünden
kalkmayacak,
insanlık
yaşadıkça anlayış sahiplerine ışık
tutacak ve ebedi saadete ermenin
yollarını gösterecektir!.. Tebliğ edilen
Kur’an hükümlerinin insanlar için ihmal
edilmemesi gereken en alt sınırı ifade
etmesi, ahırete hazırlanma çalışmaları
olan ibadette olduğu gibi insan hakları
bakımından da böyledir…
Nasıl ki zekâtta malının kırkta biri en alt
AHMED BÂKİ ■ 78
sınır olmasıyla birlikte, “kendilerine
verdiğimiz rızıktan karşılıksız infak
ederler”,
“verdikleri
sadaka
ile
sevabları kat kat artar”, “onlar
mallarını Allah yolunda feda ederler”
ifadeleriyle bunun ötesinde cömertlik,
vericilik ve sadakaya teşvik varsa...
Nasıl ki, iki, üç ve maksimum dört
kadınla evlenmenin bir sınır olarak
belirtilmesiyle
birlikte,
bir
kadınla
evlenmeye teşvik varsa...
Nasıl ki, kısasta karşılıklı ödeşme
ötesinin
menedilmesiyle
birlikte,
bağışlamanın daha hayırlı olacağı kesin
ise...
Nasıl ki, 5 vakit toplam 17 rekât salâtın
gerekenin en azı olarak bildirilmiş
olmasıyla birlikte, “onlar gecelerini salât
ile geçirirler” gibi ifadelerle daha
ilerisine bir sınırlama yoksa ve bu 17
rekâtın ilerisinde nafile ibadetlerden geri
durmuyor isek...
Aynı şekilde kadın-erkek arasında
paylaşma veya eşit haklara sahip olma
konusunda da belirtilen en alt sınırın
ilerisinde hak vermeye Kur’an hiçbir
engel getirmez... Bunun aksi, Kuran’ın
RÛHU’nu
algılayamamak
veya
ardniyetlilikle tanımlanabilir!
AYNADAKİ EVREN ■ 79
Zira, varlığındaki “hilafetin” gereğini
ortaya koyma önerisinin muhatabı kadın
veya erkek ayrımı olmadan “insandır”.
Kur’an’ın
Hazreti
Muhammed
aleyhisselâm zamanında bizim bugün
gördüğümüz ciltli kitaplar haline getirilmiş
olmadığı
gerçeğini
gözönünde
bulundurarak, Rasûlullah’ın “Kur’an”
hakkında bahsederken ve Kur’an’ın
kendisinde Kur’an’dan bahsedilirken,
(sayfalar halinde baskıdan çıkmış bir
kitap olmadığına göre) kasdedilen
mânânın
ne
olduğunu
anlamaya
çalışırsak,
bu
anlamda
Kur’an’ı
OKUMANIN nasıl birşey olduğunu
değerlendirebilisek ve onda sıkça
tekrarlanan “DÜŞÜNÜN, AKLEDİN”
önerisinin gerektirdiği dinamizmi hesaba
katarsak, onun ölü hükümlerden ibaret
bir emriler dizisi olmadığını, insanlığın ve
hakka riayetin gelişmesini durdurmaya
yönelik olmadığını, yaşamın ta kendisi ile
bir bütün olduğunu ve ebediyyen sürecek
canlılığını, daha gerçekçi biçimde
kavrarız inşallah…
Allah,
şahit
olduğumuz
hakikati
değerlendirmeyi nasip etsin hepimize…
02.10.1998, İstanbul
TEFVİZNAME
Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Arif onu seyreyler;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler...
Sen Hakk'a tevekkül kıl,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve razı ol;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Kalbin O'na berk eyle,
Tedbirini terk eyle,
Takdirini derk eyle;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Hallâk-ı Rahim O'dur,
Rezzâk-ı Kerim O'dur,
Fe’âl-i Hâkim O'dur;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Bil kat-ı hacâtı,
Kıl O'na münacâtı,
Terk eyle murâdâtı;
AHMED BÂKİ ■ 82
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Bir işi murâd etme,
Olduysa inâd etme,
Hak’dandır o reddetme;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Hakk'ın olacak işler,
Boştur gâm ve teşvişler,
Ol hikmetini işler;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Hep işleri fâiktir,
Birbirine lâyıktır,
Neylerse muvâfıktır;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Dilde gamı dûr eyle,
Rabbinle huzur eyle,
Tefviz-i umûr eyle;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Sen adli zulüm sanma
Teslim ol oda yanma,
Sabret, sakın usanma;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
AYNADAKİ EVREN ■ 83
Deme şu niçin şöyle,
Bak sonuna sabr eyle,
Yerincedir ol öyle;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Hiç kimseye hor bakma,
İncitme gönül yıkma,
Sen nefsine yan çıkma;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Mü’min işi renk olmaz,
Akıl huyu cenk olmaz,
Arif dili tenk olmaz;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Hoş sabr-ı Cemilindir,
Takdir-i Kefilindir,
Allah ki Vekilimdir;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Her dilde O'nun adı,
Her canda O'nun yâdı,
Her kuladır imdâdı;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Nâçâr kalacak yerde,
Nâgâh eder ol perde,
Dermân eder ol derde;
Mevlâ görelim neyler
AHMED BÂKİ ■ 84
Neylerse güzel eyler.
Her kuluna her anda,
Gâh kahr-û gâh ihsânda,
Her anda O bir şanda;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Gâh Mu’ti û gâh Mâni
Gâh Darr ü gâh Nâfi
Gâh Hâfizu gâh Râfi.
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Gâh âbdin eder ârif,
Gâh eymenü gâh hâif,
Her kalbin O'dur Sârif;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Gâh kalbini boş eyler,
Gâh hulkunu hoş eyler,
Gâh aşka duş eyler;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Gâh sâde ve gâh rengin,
Gâh tabun eder rengin,
Gâh hürrem gâh gamgin;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Az ye, az uyu, az iç,
AYNADAKİ EVREN ■ 85
Ten mezbelesinden geç,
Dil gülşenine gel göç;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Bu nass ile yorulma,
Nefsinle dahi kalma,
Kalbinde irab olma;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Geçmişle geri kalma,
Müstakbele hem dalma,
Hal ile dahi olma;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Her dem anı zikreyle,
Zirekliği koy şöyle,
Hayrân-ı Hakk ol şöyle;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Gel hayrete dal bir yol,
Kendin unut O'nu bul,
Koy gafleti hazır ol;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Her sözde nasihat var,
Her nesnede ziynet var,
Her işte ganimet var;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
AHMED BÂKİ ■ 86
Hep rumzu işarettir,
Hep gamz ve beşâdettir,
Hep ayn-ı inayettir;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Her söyleyeni dinle,
Ol söyleteni anla,
Hoş eyle kabul canla;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Bil elsine-i halkı,
Eklâm-ı Hakk ey Hakkı,
Öğren edeb-u hulkû;
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş;
Allah görelim netmiş
Netmişse güzel etmiş.
İbrahim Hakkı Erzurumî
İKİBİN YILIN
ARDINDAN
(Yeni Milenyum)
Hazreti İsa'nın yeryüzüne
ikibininci yılını kutluyoruz!..
gelişinin
Ne mutlu bize, ne mutlu biz insanlara!..
Hazreti İsa'nın uyarılarını duymamızdan
buyana ikibin yıl geçmiş... İki milenyum!
Ne mutlu ki uyarıldık biz
bilmediklerimiz açıklandı bize!
insanlar,
Gerçeğin uyarısı geldi!
...
Yeryüzünde “insan” olmanın gereğini
yaşamada bir hayli yol almış olmalıyız...
O günden bu yana çok şey değişmiş
olmalı biz insanlarda!
Öyle ya, bir nedeni olmalı tüm bu
kutlamanın, coşkunun!
AHMED BÂKİ ■ 88
“İnsan olmanın gereğini” bir önceki
binyıla göre daha bir hakkıyla yaşamaya
hazır oluşumuzun heyecanı mı bu
acaba?
Hazır mıyız acaba?
Yaşadıklarımızın
ve
birlikte
olduklarımızın
hakkını
vermeye
hazırlandık mı gerçekten, hazır mıyız
“insanca” yaşama?..
Değilsek, bize “YENİ” gelmedi dostum!
Biz hâlâ kafamızda kum saatlerimizle
“dünde” yaşıyoruz!
***
“Tanrı” hayalini ve
dayalı
“DİNSEL
terkedebildik mi?
tanrı inancına
ANLAYIŞLARI”
İbrahim
aleyhisselâmın,
Musa
aleyhisselâmın, İsa aleyhisselâmın ve
daha
nice
nebinin
“Hakikatimiz”,
“Varedenimiz” olarak bildirdiği ve “Allah”
ismiyle
Muhammed
aleyhisselâmın
işaret ettiği mânânın ne olduğunu
bilebildik mi?
Yaradan’ın “TEK” olmasının ne mânâya
geldiğini anlayabildik mi?
AYNADAKİ EVREN ■ 89
O mânâya imanın gereğini yaşamaya
hazır mıyız?
Asırlar ve asırlar boyu söylenen, yazılan
gerçekleri, hoş bir nağme edip dillerde
dolaştırmaktan
başka
ne
şekilde
değerlendirebildik? Açıklananları bizden
evvelkilerden
daha
ciddi
hayata
geçirmeye hazır oluşun coşkusu mu bu?
Sahi, “ALLAH KELÂMI” olarak bildirilen
“KİTABI” “OKU”dunuz mu? Elimizde,
bizi VAREDENE ait “Kitap” varken ⎯en
değerli
ve
kutsal
YAŞAM
REHBERİMİZ⎯, geçen bunca yüzyılda
onu anlamayı ve gereğini yaşamayı
başarabildiniz mi?
Açıklanan gerçekleri değerlendirebildiniz
mi?
Kendinizi tanıyabildiniz mi? Bilincinizle
bedeninizi ayırt debildiniz mi?
Hiç olmazsa “beyinlerinizin” ve “ibadet”
denen çalışmaların önemini farkedip,
insan beyninin özelliklerini çözebildiniz
mi?
Evrendeki yerinizden haberdar oldunuz
mu? Sınırsızlıkta bir “hiç” olmayı
hazmedebildiniz mi?
AHMED BÂKİ ■ 90
Yoksa, evrenin merkezinin dünya
olmadığını farkettikten sonra benliğinizle
herşeyin
merkezine
mi
koydunuz
zanlarınızı?..
Yoksa, “kâinatın 6 günde yaratılması”
gibi mecazların işaret etiiği boyutsal
anlamları çözmek yerine; evrenin
yaratılışını,
evrendeki
sayısız
galaksilerden
birindeki
milyarlarca
yıldızdan birinin çevresinde dönen ve
zerre kadar yer tutmayan belirsiz bir
gezegen olan dünyanızın kendi etrafında
dönüş
sayısıyla
mı
ölçmeye
çalışıyorsunuz? Yaradılmışa izafeten
“Yaradan’ın”
değerlendirilemeyeceği
açıklanmadı mı size?
DİN'in mecazlarını çözmek bir yana,
bari
Bilimin
açıkladığı
gerçekleri
değerlendirebildiniz mi?
Yoksa yeni binyılın getireceklerini
sayarken, “yeni bir beyne sahip olacak
mıyız?” diye soracak kadar lâfında
mısınız bilimin? Bedenin beyni değil,
beynin
bedeni
kullandığını
değerlendiremeyerek beyin naklinden
sözedecek kadar?
***
“İnsanlığınızın” fizik bedenin sınırları
AYNADAKİ EVREN ■ 91
ötesinde yer aldığını kavrayabildiniz mi?
Beş duyu sınırlarından ve ondan doğan
maddenin
kayıtlılığından
kurtulmayı
başarabildiniz mi?
Aynada
gördüğünüz
fizik
olmadığınızı anlayabildiniz mi?
beden
Kendinizi et-kemik bedenden ibaret
zannetmeden, ebedi varlığınız olan
bilinç
boyutunun
değerleriyle
yaşamaya hazır mısınız?
Değilseniz, siz geçen bu ikibin yılı da
kaçırdınız dostum!
***
“ÖZDE BİR” olduğumuzu anladınız mı?
Yaşamınızın asla son bulmayacağını,
varlığınızın ebedi olduğunu farkettiniz
mi?
“Ölümün” bir son olmadığını, sadece
bilincinizin
bineği
olan
bedeninizi
terkedip, “hologramik ışınsal bir
bedenle” yaşamınıza devam edeceğiniz
gerçeğini kabul edebildiniz mi?
Yoksa hâlâ binlerce yıl öncesinin
cehaletiyle insanı bir beden, ölümü
tadanı
da
yok
mu
oldu
AHMED BÂKİ ■ 92
zannediyorsunuz?.. Arkasından saç, baş
yolarken siz, onun sizi seyrettiğini,
gönderdiğiniz düşüncelerle ona acı
çektirdiğinizi öğrenemediniz mi?
Yaşadığınız olaylar karşısında “kabile
üyesi” gibi davranmaktan, “insan” gibi
davranma düzeyine geçebildiniz mi?
Sahi, evrensel gerçekleri esas alarak
mı, yoksa din, töre, gelenek, görenek,
yasa,
kural
isimlerini
verdiğiniz
“şartlanmalara” GÖRE mi yaşamınıza
yön veriyorsunuz?..
***
Dünyayı ve insan olmayı bir bedende
deneyimleyen gelip geçici misafirler
olduğunuzu
farkederek,
bırakıp
gideceğiniz sizin olmayan şeyler için
kavga etmeye bir son verdiniz mi? Şu
dünyada geçen günlerinizde, ölümle
başlayan ebedi yaşamınıza hazırlanan,
“bilinç”ten meydana gelmiş varlıklar
olarak kendinizi tanıdınız mı?
Kendiniz için istediğinizi, sizinle bu
yolculuğu yapan yol arkadaşlarınız için
de isteyebiliyor musunuz?
Karşınızdakinin hakikatini tanıyabildiniz
mi?
AYNADAKİ EVREN ■ 93
Karşınızdakine saygı duymanın hazzıyla
yaşamanın
nasıl
birşey
olduğunu
tadabildiniz mi?
Her birimizin aynı Öz'den geldiğini ve
gerçekte birbirimizden ayrı olmadığımızı
kabul edebildiniz mi?
İnsanların dünyaya gelirken hiçbir
şeçimleri olmadığını, ellerinde olmayan
nedenlerden
dolayı
da
suçlanıp
kınanamayacaklarını
hazmedebildiniz
mi?
Din, dil, renk, ırk ayrımı yapmadan, tüm
insanlara sadece aynı Varedene “kul”
oldukları için saygıyla kucak açabiliyor
musunuz?
“Yaradandan”
sevmeyi
ve
edebildiniz mi?
dolayı
“yaradılmışı”
hoş
görmeyi
kabul
***
Maddede güç aramak yerine, düşünce
gücünüzün farkına vardınız mı?
Sırf düşüncelerinizin yön verdiği bir
yaşama hazır mısınız?
Yaşamınıza yön verenin kendinizden
çıkan
düşünceler
olduğunu,
AHMED BÂKİ ■ 94
karşılaştıklarınızın kendi yaptıklarınızın
sonucu olduğunu tereddütsüz kabul
etmeye ve bu inanç ışığında yaşamaya
hazır mısınız?
Dışınızdaki
evreni
değil,
kendi
özünüzdeki evreni anlayıp çözebildiniz
mi? Gerçekte yaşadığınız yerin kendi
evreniniz olduğunu kabul etmeye ve
gereğini yaşamaya hazır mısınız?
Yaşamın bir Sistem ve Düzen olduğunu
görebildiniz mi?
Sistemi
“OKU”manın
düşündünüz mü?
anlamını
“Sistemin Seslenişini” işitebildiniz mi?
***
Varlığınızın “evrensel bilinçten” ve
“evrensel enerjiden” meydana gelmiş
olduğunu hissedebildiniz mi?
Hakikatiniz olan “ALLAH’a” giden yolun
kendi özünüzden geçtiğini anlayabildiniz
mi?
Akıl ve mantık” sınırlarınız ötesine sizi
götürecek yegâne yetinizin “İMAN”
olduğunu keşfettiniz mi?
AYNADAKİ EVREN ■ 95
“İmanın” gücünü farkedebildiniz mi?
DUA'nın sırrının “İMAN” olduğunu ve bu
sırra işaretle “AMİN” dendiğini anladınız
mı?
İmanlı yaşamın “iman bilgisiyle yaşam”
demek olmadığı açıldı mı size?
“ALLAH” ismiyle işaret edilene imanın
gereğini yaşamaya gerçekten hazır
mısınız? Bu yolda sizden öncekiler gibi
malınız ve canınız ile imtihana hazır
mısınız?
Eğer cevabınız evet ise...
Yeni yılınız bereketli olsun!
Ama eğer hazır değilseniz ve eğer
zamanın işaretlerini görebiliyorsanız, bilin
ki zor günler bekliyor sizi dostum, hem
de çok zor!..
***
Dostluk
ve
anladınız mı?
samimiyetin
kıymetini
Şikayet yerine rızayı, kınama yerine
hoşgörüyü, kusur arama yerine örtücü
olmayı, şüphe yerine inancı, nefret
yerine sevgiyi, kin yerine bağışlayıcı
AHMED BÂKİ ■ 96
olmayı, nankörlük yerine şükrü, gönül
yıkmak yerine gönül yapmayı, almak
yerine
verici
olmayı
kesintisiz
yaşamayı yüreğinize sığdırabiliyor
musunuz?..
Yüzyıllar
boyu
“kahrolsun…!”
...
diye
üzerine
yürüdüklerinizi, baştacı etmeye de hazır
mısınız?
Evreni yargılamanın mümkün olmadığını
ve size sunulandan başkasını seçme
şansınız
olmadığını,
elinizdekileri
değerlendirmek zorunda olduğunuzu
kavrayabildiniz mi?
Size gelenin, verdiklerinizin karşılığı
olduğunu
görebildiniz
mi?
Karşılaştıklarınızın içinde bulunduğunuz
hâlin etkeni değil, sizdekinin ortaya
çıkartıcısı olduğunu, sizde olmayanın da
sizden çıkamayacağını anlayabildiniz
mi?
“Ne ararsan kendinde
yaşayabildiniz mi?
Ulaşmayı istediklerinizin
özünüzde
mevcud
farkedebildiniz mi?
ara”
sözünü
de zaten
olduğunu
***
Hep beklediğiniz ama, aslen kâinat dahi
AYNADAKİ EVREN ■ 97
yaratılmazdan evvel varolan Allah
Rasûlünü gönüllerinize konuk etmeye
hazır mısınız? Yer açtınız mı?
Semâdan,
yani
özünüzdeki
bilinç
boyutundan, melâikenin ilim ve kudret
kanatları arasında, beşduyu dünyanıza
inecek
olan
İsa
aleyhisselâmı
karşılamaya hazır mısınız?
Bilinç boyutununun değerlerini feda
etmek yerine, bedensel ve bireysel
arzularınıza dur deyip, tabiatınıza,
duygularınıza ve şartlanmalarınıza ters
geleni seçmeye… Yanında her türlü
bedensel ve bireysel zevkin yerladığı
Deccal'in cehennemine, bugün ve her
an kendinizi atmaya hazır mısınız?..
Yoksa bütün bunları hep geleceğe(!)
yönelik
masallar
olarak
mı
algılıyorsunuz?
***
Samimiyeti, sevgiyi, aşkı, vericiliği,
hizmet
etmeyi,
affediciliği,
size
bahşedilmiş
birer
hazine
olarak
değerlendirebiliyor musunuz?
Size gelenin, her ne olsa ALLAH'tan
geldiğine ve elinizden çıkanın da ALLAH
takdiri ile çıktığına rıza göstermeye, bir
AHMED BÂKİ ■ 98
elinizden Hakk'tan verileni diğeriyle halk
diye görünene dağıtmaya; gelenler ile
şımarmamaya,
kaybettiklerinize
de
üzülmemeye hazır mısınız?
Varlığın aslının tek bir bütün olduğunu
hissedebildiniz mi?
“Evren” diye algıladığınız yapının “tümel
hologramik
bir
bilgiden”
ibaret
olduğunu, bu bilgide herkes için takdir
olunandan
başkasının
sözkonusu
olmayacağını ve yine size isabet
edenlerin etmemesinin, size isabet
etmeyenin de isabet etmesinin mümkün
olmadığını kabul edebiliyor musunuz?
Üzüntü ve mutsuzluğu feda edebildiniz
mi?
Nefsinize yenilmeyecek kadar er kişi
misiniz, dostum?
***
Milenyumu
kutlayabiliyor
musunuz?
Sorgulayıp kendinizi, zihninizde bir bir
patlıyor mu fişekler, saçılarak her biri bir
yana rengârenk... Işıl ışıl oluyor mu
üzerinizde sema, yani bilinç dünyanız?..
Onun görkem ve güzelliği karşısında
hayret ve hayranlık içinde kalıyor
musunuz?...
AYNADAKİ EVREN ■ 99
Özünüzdeki zenginliği farkedebildiniz mi?
Tüm değerlendirmelerinizi beş duyu ve
madde sınırları içerisine hapsederken,
gerçekte bilincinizi Özünüzdeki sınırsız
özelliklerden mahrum ettiğinizin farkına
vardınız mı?
“Fizik” bilimi dahi geldiği noktada
“evrenin manevi boyutundan” söz
ederken, sizler fiziksel dünyanızın
özündeki
manevi
dünyanıza
yönelebildiniz mi ve gerçek yaşam
boyutunuzun
neresi
olduğunu
anlayabildiniz mi?
Çıkarınıza
olduğunu
zannederek
dünyaya ait değerleri toplayıp, biriktirip,
başkalarına hükmedip, yargılamakla,
yalanla, aldatmayla gerçekte bilincinizi
maddeyle
kayıtlayıp
hapsederek
kendinize zulm ettiğinizin farkına
vardınız mı?
Mal, mülk, mevki, koltuk, para, şan,
şöhret gibi şeylerin sadece dünyanıza ait
olduğunu ve orada kalacağını farkedip,
yaşarken terkedebildiniz mi?
Yaşamı, bilinciniz dış dünyaya dönük
olarak harcamak yerine, Evrensel
Bilince, yani Özünüze dönük olarak
değerlendirmeye kararlı mısınız? Hazreti
AHMED BÂKİ ■ 100
İsa’nın deyimiyle, “çanağın içini de dışı
gibi” temiz tutuyor musunuz?
Maddeyi er veya geç terkedeceğinizi,
ancak
ölmeden
onunla
kayıtlılığı
terkedenlerin varacağı yerin bilinç boyutu
olduğunu
hissedebildiniz
mi?
Terkedemediklerinizi ölümle terketmek
zorunda kalmanın acısını hissedip,
kaçınılmaz olana hazırlanabildiniz mi?
Günlük telaşın içerisinde hiç olmazsa
vaktinizin bir kısmını özünüzdeki
Evrensel Bilince dönerek manevi
ibadetler ile değerlendirmenin önemini
kavradınız mı? Bunun için kendinize
zaman
ayırıyor
musunuz?
Bu
çalışmaların beyniniz vasıtasıyla size
neler kazandırdığını ve sonuçlarını bilinç
boyutunda neyle elde edeceğinizi artık
biliyor musunuz?
Beytullah’a dönüp çepeçevre secdeyi
yaşadınız mı? Tüm dünya insanlarının,
ölümötesine geçmeden evvel, arınma
yolunda dünyadaki tek şansları olarak
bildirilen Arafat’ı değerlendirebildiniz mi?
Kendinizdeki “Varedene” ait sınırsız
güçlere ermenin yolunun maddi dünyaya
hükmetmek değil, daha üst düzeylerde
bilinçlenmek olduğunu görebildiniz mi?
AYNADAKİ EVREN ■ 101
Herşeyle bir bütün olduğunu kavrayıp
herkesi olduğu gibi kabul edenin,
şükredip
elindekini
değerlendirenin,
paylaşanın, karşılıksız verenin ve haddini
bilip gerçeğe teslim olanın; gücünü
kanıtlamak
çabasıyla
hükmetmeye,
savaşmaya,
kabul
edilmek
için
suçlamaya, yargılamaya, kınamaya,
şikayet etmeye, almaya, sahiplenmeye,
mala,
mülke,
mevkiye
MUHTAÇ
OLANDAN her zaman daha güçlü
olduğunu görebildiniz mi?
Her
tür
değerlendirmenin
sadece
değerlendirene ait olduğunu; yargılamak,
kınamak, suçlamak, horgörmekle sadece
yargılayıcı,
kınayıcı,
suçlayıcı
ve
hoşgörüsüz biri olmaktan başka birşey
elde edemeyeceğinizi görebildiniz mi?
Her şeye sahip iken, sahiplik davanız
yüzünden
yoksullukta
yaşadığınızı
farkettiniz mi?
İlim sizde iken, bilgiç olma gayretiniz
yüzünden
cehalette
yaşadığınızı
farkettiniz mi?
Evreni ve hiçbir zerresini yargılamanın
mümkün olmadığını, ancak kendi
nefsinizin yaptıklarınızla her an hesaba
çekilmekte olduğunu hissedebildiniz mi?
AHMED BÂKİ ■ 102
Gerçek cahilin kendini bilmeyen, kendini
bilmeyenin de nefsine zulmeden
olduğunu farkedebildiniz mi?
***
Karşılıksız
vermenin
ne
olduğunu anlayabildiniz mi?
demek
Yüz ile alnı, el ile kolu ayıran bir sınır
olmadığını, gerçekte her birinin aynı
bedenin ayrı “isimlerle” anılan yapısı
olduğunu
ve
BÜTÜN'den
ayrı
olmadıklarını...
Elinizde bir yara kanarken, yaralı olan
sadece el diyerek vücudunuzdan ayrı
tutamayacağınızı
ve
bunun
gibi,
dünyanızın bir yerinde zulme sessiz
kalarak bulunduğunuz yerde barışı
devam ettiremeyeceğinizi öğrendiniz mi?
haline
Kusurları
yaşamın
parçası
getirmemenin yolunun örtmek olduğunu
anlayabildniz mi? Yanlışı veya şerri
ortadan kaldırmanın çaresinin şerre
odaklanıp ona şiddetle karşılık vermekle
sağlanamayacağını,
bunun
sadece
yanlışın, yani şerrin parçası haline
gelmek olduğunu; oysa sadece hayra
odaklanmanın,
hayrı
ve
doğruyu
paylaşarak
onu
yayıp
alanını
genişletmenin çare olduğunu görebildiniz
AYNADAKİ EVREN ■ 103
mi?
“Bize bizden başka dost yoktur”
demenin, “biz herkese düşman gözüyle
bakıyoruz” demekle aynı olduğunu
kavrayabildiniz mi?
Her yerde şiddete dönüşenin, korku,
şüphe, inançsızlık ve bilgisizlik olduğunu
farkederek onları yaşamınızın parçası
olmaktan çıkarmaya hazır mısınız?
Birlik istiyorsak ayrıma, sevgi ve barış
istiyorsak nefrete düşüncemizde yer
vermeye
hakkımız
olmadığını
farkedebildiniz mi?
Hizmet etmek ile hükmetmeyi birbirinden
ayırdedebildiniz mi? Seçimle gelmenin,
seçene hükmetmek için değil, hizmet
etmek için olduğunu kavradınız mı?
Hizmetin, saygı ve sevgi duymadan,
vermeden
karşındakine
değer
gerçekleşemeyeceğini
farkedebildiniz
mi? Yoksa halka hizmet veya değişik
adlar altında kabile yaşantıları ve
krallıklar mı devam ediyor binyıllardır
hâlâ? Yoksa bilinç boyutunun sınırsız
değerleriyle donatılmış krallığın yanında
yeryüzü
krallıklarının
değersizliğini
göremediniz mi?
Yukardaki
tanrıya
dayalı
din
AHMED BÂKİ ■ 104
anlayışlarının çatışmalarından, o hayali
tanrının veya o tanrıların dinlerinin
adamlarından kurtulmayı başarabildiniz
mi? Yoksa hâlâ “din adına”, “tanrı
adına” konuşan, hüküm veren kişilere
mevki ve mertebeler verip peşlerinden
giderek, olmayan tanrıların hayali
cennetlerinden
köşkler
ve
huriler
kotaracağınızı mı sanıyorsunuz?
Yanılgılara son verip gerçeğe yönelmeye
hazır mısınız?
Karşınızdakini kınayıp suçlamadan evvel
hangi fiil ve düşüncenizle onun bu
davranışa itilmesine sebep olduğunuzu
sorgulama
erdemini
yaşıyabiliyor
musunuz?
Egoya hizmetin neticesi olan “ayrım”
yerine Hakk’a kulluğun karşılığı herşeyle
“birliği” yaşamayı amaç edindiniz mi?
Ayrıma değil birliğe nasıl hizmet
edebilirim kaygısı taşıyor musunuz?
Çeşitliliğin ayrım için değil zenginlik için
varolduğunu kabul edebildiniz mi?
Şartlanmalarınız,
tabiatınız
ve
duygularınızın
sizi
“ayrılıklara”
sürüklediğinin farkında mısınız?
Kendini kanıtlama, baş olma, kendini
daha güçlü, daha önemli göstermeye
AYNADAKİ EVREN ■ 105
çalışma faaliyetleriyle gerçekte herkes ve
herşeyle BİRlik, Bütünlük yerine seçimi
“ayrılıktan” yana yaptığınızı, oysa
Hakikati yaşamanın BİRliği yaşamakla
mümkün olduğunu düşündünüz mü?
Komşunuzu kendiniz gibi sevebilmeyi
öğrenebildiniz mi?
Sen - ben, biz - onlar, siyah - beyaz, şu
ırktan - bu renkten, şunca veya bunca,
şu dinden veya bu inançtan gibi
ayrımlara dayalı anlayış ve bakış açınızı
terkettiniz mi?
Karşınızdakini
içtenlikle
dinlemeyi
hazmedebildiniz mi? Ona hoşgörü ile,
sevgi ile, aşk ile yaklaşmanın ona ait
birşey olmadığını ve bunların gerçekte
sizin zihinizde bulacağınız cennet
nimetleri olduğunu; öte yandan, kızgınlık,
öfke, kıskançlık, haset, öçalma, nefretin
de
gerçekte
bilincinizde
yanan
cehennem ateşi olduğunu farkettiniz mi?
Gururun, sizi yakan ve yakacak
cehennem
ateşiniz
olduğunu
anlayarak onu yüreğinizden kazıdınız
mı?
Düşmanınızı sevebildiniz mi?
Aşk için varolduğunuzu anladınız mı?
AHMED BÂKİ ■ 106
Her yüzde sevilenin gerçekte kim
olduğunu
tanıdınız
mı?
Ve
tanıdıysanız, herşeyinizi verene kadar
karşılıksız sevmeye hazır mısınız?
Değilseniz, değişen, yeni olan ne sizin
için, dostum?
Asırlardan
beri
söylenen
yazılanlardan ne çıkardınız?
Yoksa
sadece
bunların
sevenlerden misiniz?
ve
lâfını
Yoksa bal yemekle, bal kavanozu
yalamak
arasındaki
farkı
farkedemeyecek kadar cahil mi kaldınız?
***
Kurtla kuzunun birbirinden ayrılma
vakti yakın görünüyor, dostlar!
Bunların hiçbiri yeni değil; yüzyıllardır,
binyıllardır hep söyleniyor!
İşleyen Evrensel Sistemin gereğine
göre ya doğruyu ve sınırsız sabrı
yaşamayı
seçip
çevresiyle
bunu
paylaşanlardan olmak, ya da cehaletle
kalarak Doğruya duyarsız bir şekilde
şartlanmalı yaşama hizmet etmek
suretiyle insanların gerçeği görmesine
AYNADAKİ EVREN ■ 107
mâni olmak var! Bu ikisinden başka
seçiminiz olamayacağını, nötr kalacak
bir ara yer bulamayacağınızı farkettiniz
mi?
İnsanın dünyada varoluş gayesini ve
insanlığın
gerçek
sorununu
farkedebildiniz mi?
Sistemin Seslenişine kulak verdiniz mi?
“ALLAH indinde” DİN'in ne olduğunu
anladınız mı?
ALLAH'ın dilediğini yaşamaya razı
mısınız?
ÖZünüze şehadete hazır mısınız?
Özünüzdeki evrensel değerler için;
şartlanmalarınız, duygularınız, tabiatınız,
ve
bunların
değer
yargılarınız
oluşturduğu varlık zannınız ile her dem
mücahede ederek, sınırsızlıkta her an
yeni müşahadelerle değerlendireceğiniz
bir yaşama hazır mısınız?
HİÇ'liğinizi hazmetmeye hazır mısınız?
Varlığa muhtaç olmayan YOK'luğu
yaşamaya hazır mısınız?
“BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRÂHÎM”i
AHMED BÂKİ ■ 108
işitmeye ve KIYÂM'a hazır mısınız?
***
Evet dostlar! Şu dünyadaki coşkuya,
heyecana bir de Milenyum coşkusunun
eklendiğini görünce; bunun yanında da
zamanın
getirdiklerine
rağmen
kendimdeki eksiklikleri farkedince, hâlimi
bir an “siz” aynasında sorguladım ve
gördüklerimi sizinle paylaşmak istedim…
Sürç-i lîsan etti isek, affola!
Allah bize gerçekleri idrak etmeyi,
gerçekler indinde yerimizi bilmeyi ve
gereğini yaşamayı kolaylaştırsın!
Kutlu olsun, hakkını verebilene!…
24.12.1999, Antalya
ALLAH RASÛLÜ'NE İMAN
(Modern Bilimin Ötesi)
Size Rasûl geldi nefsinizden, Aziz.
(Kur'an-ı Kerim)
Yeryüzünde akıllı insana bahşedilmiş en
büyük nimet, doğruluğunu aklettiği
“hakikate olan İMAN”ıdır…
“Akıl”, bilinene erdiren yeti iken; “İMAN”,
akılla bilinemeyene erebilmenin yegâne
çaresidir…
İman sahibi olmayan, inanmadığının ne
olduğunu asla bilemez ve göremez!
Bugün,
görebildiğimiz
kadarıyla,
Asya’dan
Afrika’ya,
kutuplardan
Amerika’ya kadar dünya üzerinde
yaşayan insan neslinin büyük çoğunluğu
herhangi bir “Yaratıcı” kavramına sahip
değildir!
“Tek tanrılı” diye bilinen dinlerin
mensupları
dışındaki
toplulukların
çoğunluğu için herşey, “görünen” dünya
ve “görünmeyen” diğer varlıklardan
AHMED BÂKİ ■ 110
ibarettir. Bu toplulukların kutsal varlıkları
da
yeryüzü
işlerini
yöneten
o
görünmeyen varlıklara yönelmelerini
sağlayan çeşitli sembollerdir!
Eğer bir Asyalı size, örneğin, tanrıyı
gördüğünü söylerse buna şaşırmayın!
“Tanrı” diye nitelediği, büyük ihtimalle
görmüş olduğu madde ötesi bir varlık,
yani
fiziksel
dünyada
herkesin
göremediği bir varlıktır… Madde olmayan
bu varlıklar İslâm terminolojisinde “cin”
ismi ile bilinir…
Dolayısıyla
“tanrı”
kelimesi
ile
karşılaştığınızda,
kastedilenin
sizin
bildiğiniz mânânın dışında başka bir şey
olabileceği gerçeğini de hesaba katmak
gerekir…
Öte yandan, “tek tanrılı” diye tanımlanan
dinlerin mensupları ise, bu “görünen” ve
“görünmeyen” âlemlerin ötesinde bir
“Yaratıcı” kavramına sahiptirler… Bu
yaratıcı tanrı, hiçbir şeyle kayıtlanamaz,
her şeyden ayrıdır ve ötededir…
Hangi toplum veya coğrafyada olurlarsa
olsunlar, ne adla anarlarsa ansınlar,
mensupları, inandıkları o tanrı için yaşar,
o tanrı için ibadet eder, o tanrı için
çalışır; hatta o tanrı için ölür ve
öldürürler!…
AYNADAKİ EVREN ■ 111
Bunun da ilerisindeki düşünce sistemine
eren küçük bir azınlık, ilkel insan
kimliğinden çıkarak; ötede ve ayrı
olmayan bir Tanrı ile bütünlük
içerisinde olduğunu düşünenlerdir…
Varlığı bu düzeyde değerlendirebilenler
için “tek bir Tanrı” vardır, ve o “Tanrı”
her şeydedir, her şeydir… Dolayısıyla,
Tanrı insanın içindedir… Tanrı, insanın
benliğindedir… Neticede, “bizler o
TANRIYIZ”, derler!
Bu seçkin azınlık için yeryüzünde
kendinin gerçekte tanrı olduğunu bilenler
ve bunun yanısıra tanrı olduğunun
farkına varamayanlar söz konusudur…
O “evrensel tanrı”ya inanan, kendisinin
gerçekte sanıldığı gibi maddeden ibaret
küçük bir varlık olmadığını, sandığından
çok daha üstün, evrensel ve hatta
“tanrıya ait özelliklere” sahip bir varlık
olduğunu bilir ve bu özellikleri ortaya
koyabilmeyi amaç edinir… Onlar için,
bulundukları
toplumların
mutfak
becerilerine göre çeşitli kurabiyeler,
“aslının
tanrı
olduğunu”
bilen
“tanrının ermişleri, peygamberleri,
velileri, azizleri, azizeleri, çeşitli din
adamlari, tanrının yolu, tanrının
bildirdiği gerçekler”, vs. vs. söz
konusudur…
AHMED BÂKİ ■ 112
Günümüz
“Atomaltı
Fiziği’nin”
keşfetmiş olduğu gerçek, ötede olmayan
bu “evrensel tanrının varlığı, tekliği;
insanla
ve
her
şeyle
olan
bütünlüğüdür”… “Mevcudat Tanrıdır;
Tanrı, varlıkta ne görüyorsan hepsinin
toplamıdır ve o Tanrı insandan ayrı
değildir”… Dolayısıyla, “her bir insan
gerçekte
tanrısal
özelliklerle
varolmuştur”…
Ancak,
Fiziğin
sonunun
burası
olmadığını savunan, daha derinlere
yönelebilen düşünce adamlarının bu
noktada ileriye dönük olarak sorguladığı
esas şudur:
Bu tür gözlem ve keşifler,
olabileceği
hakkında
sonuçlardır; ancak her şeyi
formüle
ulaşabilmemiz
düşünsel
bir
değişim
gerekmektedir.
gerçeğin ne
varılabilen
açıklayan bir
için
köklü
geçirmemiz
Acaba insan düşüncesinde köklü bir
değişim meydana getirmesi beklenen,
uzay-zaman evreninde işleyen bu düzeni
anlamamıza yetecek, “tüm güçleri
açıklayan birleşik kuram (unified
theory)” nedir?
İnsan, şu an içinde bulunduğumuz
“uzay-zaman” çerçevesindeki yaşamda
AYNADAKİ EVREN ■ 113
ortaya konan ve kaynağını buradan alan
düşüncelerle, tanımlanması mümkün
olmayan bir boyutu, asl olan hakikati
formüle edebilecek, tanımlayabilecek
düşüncelere nasıl ulaşabilecektir?..
İnsanca düşünce, kendi düşüncesiyle
aklettiği, farkına vardığı ancak kendinden
tanımlayamadığı bu gerçeğe nasıl
erişebilecektir?
Ayrıca bu formüle ulaşsa dahi,
doğruluğunu bu akılla kanıtlaması
mümkün olmayan bir gerçeği nasıl
bilebilecektir?
Bize göre bu suallerin cevabını veren
Kurân’daki “İhlâs Sûresi” yeryüzünün
en büyük mucizesidir!
Çünkü, bu mesaj “uzay-zaman kozası”
içerisine hapsolmuş bilincin, kendi
araçlarıyla
asla
tanımlayabilmesi
mümkün
olmayan,
sırf
hakikatin
açıklanmasıdır!…
İnsanca düşüncenin ötesindeki, daha
açıkçası “insandan” ortaya çıkanla
kayıtlanamayan bu hakikatin tebliğ
edicisi ise “insanın bilemediğini”
bildiren ALLAH Rasûlü’dür…
“De ki;
AHMED BÂKİ ■ 114
ALLAH
AHAD’dır
―sınırsızdır―;
SAMED’dir ―tümdür―; BÖLÜNÜP,
PARÇALANMAMIŞTIR; denk tutulup
benzetilebileceği
birşey
yoktur,
AHAD’dır.”
İşte o hakikate iman, “amentü Billahi”
ifadesiyle tanımlanır ve “ALLAH’a iman”
olarak bilinir…
Nedir “ALLAH’a İMAN”?
Bu hakikatin bildirildiği Kurân’da, iman
sahibine hitap şudur:
“Ey
iman
ALLAH’a!”
edenler,
iman
edin
İman sahibinden istenen ve herhangi bir
iman edişten farklı olan “ALLAH’a
İMAN” nedir, neyi gerektirir?
“ALLAH ismiyle işaret edilene iman”
acaba nasıl bir İMAN olmalıdır?
“ALLAH”, ötedeki bir tanrının veya
tanrısal bir varlığın ismi olmadığına göre,
“Tanrı”ya iman ile farkı nedir?
Şimdi buradan öteyi, dilimizin döndüğü
kadarıyla izah etmeye çalışalım…
Hazreti
Muhammed
aleyhisselâm’ın
AYNADAKİ EVREN ■ 115
açıkladığı ve İhlâs Suresinde bildirilen
ALLAH’ın “AHAD” oluşunun, yani
HADDİ, SINIRI olmayışının sonucu,
O’nun Sınırsız ve Sonsuz Tekliği
yanısıra başka bir varlığın söz konusu
olamayacağıdır!
Yani, bir “ALLAH” adıyla işaret edilenin
varlığı, bir de yanı sıra kâinatın varlığı
şeklinde iki ayrı mevcudun sözkonusu
olmadığıdır…
Bunun sonucu da şu ki; varlığı, kâinatı
veya âlemleri anlayıp da, ardından
ALLAH’ı tanımak görüşü son derece
yanlış bir görüştür… Burası çok önemli
ve lütfen tekrar okuyun!
Çünkü “amentü billahi” diyen tahkiki
iman sahibi için “iman”dan gaye, iman
ettiği “ALLAH” ismiyle işaret edilen
mânâyı anlamak, tanımak ve o mânânın
gereğini yerine getirebilmektir…
Şöyle ki:
Kişi, bir tanrıya iman edebilir ve üst
düzey gerçeklere vakıf olarak kendi
varlığının tanrının varlığı olduğunu ileri
sürebilir...
Sen, “senliğinle” O’nu bilir, O’na erer ve
O’nu yaşarsın, adına ne dersen de!.. Ne
AHMED BÂKİ ■ 116
var ki, bakılan ve özellikleriyle hallenilen
“O” olsa da, neticede bakan ve o
özellikleri yaşayan “sensin”!
“Senden
Æ
sözkonusudur…
önemli bir nokta!
O’na”
Burası
bir
son
bakış
derece
Ancak…
AHAD olan ALLAH’a iman odur ki,
“iman edildiği anda”, iman edenin
“imanının” gereği olarak ayrılık ifade
eden tüm kelimeler, kavramlar, ikilikten
doğan isimlendirmeler düşer ve varlığın
özündeki Teklik boyutu dışında hiç bir
şey kalmaz!
ALLAH’a imandan sonra, tekrar
kendisini, Allah yanısıra bir varlık
olarak görmek(!), ve birey gözüyle
değerlendirmelere(!)
sapmak,
o
imandan uzaklaşmaktır…
Kurân’ın bu konudaki açık işaretini iyi
değerlendirelim:
“Onlar müslüman
başına kakıyorlar.
olmalarını
senin
De ki: Müslüman olmakla bana minnet
yükletmeyin! Bilâkis, eğer gerçekten
iman ehli iseniz, size imanı bağışlayıp
AYNADAKİ EVREN ■ 117
hidayet eden Allah’a şükrü yaşayın!”
(49:17)
Dolayısıyla, eğer imanın bir tanrıya değil
de “ALLAH” ismiyle işaret edilene ise, bu
imanının gereği olarak, bunu kendinden
değil, ALLAH’dan bilmen, ALLAH’ın
lütfu olarak bilmen ve hiç bir suretle
O’ndan yüz çevirmemen gerekir!..
Kendinden, benliğinden, kişiliğinden
bildiğin herşeyde, hakikatte O’ndan yüz
çevirmedesin.
Senin ALLAH’ı bilmen muhâldir; ve sen,
ALLAH’a şehadet edemezsin!
Zira, ALLAH ismiyle işaret edilen
AHAD’ın kendisinin dışında hiçbir
varlık
olmadığına
gene
kendisi
şehadet eder…
“Şehidallahu enne Hu la ilahe illa Hu”.
Tanrıya
inanan
bireyin
kendindenÆTanrıya
bakışı,
kendininÆTanrıya imanı ve şehâdeti
sözkonusu iken...
“Allah’a imanın” gereği ve sonucu...
Kendi mânâlarını, kendi âlemlerini, Å
ALLAH’tır seyreden…
AHMED BÂKİ ■ 118
Çünkü
ALLAH’ı
bilebilecek
değerlendirebilecek bir varlık
YOKTUR ve var olmamıştır…
veya
asla
“Senden Æ O’na” olanla, “sana Å
O’ndan”
olan
tamamen
birbirinin
zıddıdır.
Bu inceliğe dikkat et!
Birincide “sen” varsın, “O” hayal!
İkinci de “O” var, “sen” hayalsin! Dahası
YOKSUN!
Tanrıya imanda “sen” varsın, “tanrın”
hayal!
Allah’a imanda “O” var, “sen” hayalsin!
Dahası YOKSUN!
Birbirinin tamamen zıddı!
O halde, “ALLAH’a iman”, iman
edenin ALLAH indinde YOKLUĞU’nu
idraki, yani HİÇLİĞİNİ itirafıdır…
“Tanrıya iman” üzere varolan için gaye,
varlığının üstün özelliklerini yaşamak,
ortaya koymak, kendini bu özelliklerle
tanımlamak, kanıtlamak iken…
AYNADAKİ EVREN ■ 119
Buna
karşılık,
ALLAH’a
imanın
getirisi;
sırf
“yokluğun-hiçliğin”
gereğini yaşamaktır…
Çünkü,
“ALLAH’a
iman
ettim”
dendiğinde, “ALLAH de, ötesini bırak!”
hükmü yerine gelmiştir. Fark buradadır
ve bu da “şirk-i hafi” kalkmadan
gerçekleşmez!
•
“Bu varlıkta mevcut herşeyin toplamı
O’dur” düşüncesi Panteizm’dir.
•
“Bu varlık yanısıra bir de tanrı yoktur”
düşüncesi Ateizm’dir.
•
“Varlık tektir, sadece O’nun varlığıdır,
gayrı yoktur”,Vahdet-i vücud ‘dur.
•
“Vücud tektir, ancak Zat’a nisbetle
hayaldir”, Vahdet-i şühûd’dur.
•
“ALLAH’a İMAN” (amentüBillahi),
yani “ZAT’ından başka herşeyin
helâk oluculuğu”, Şuhûd-u Zat’tır…
Burada çok çok önemli bir inceliğe dikkat
edelim:
Rasûlullah
aleyhisselâma
imanı
olmayanın,
aklın
erişebileceğinin
ötesindeki bu hakikate yönelmesi, bu
“uzay-zaman kozası” içerisinde asla ve
katiyen mümkün değildir…
AHMED BÂKİ ■ 120
ALLAH gibi değerlendiremeyenin, dahası
ALLAH gözü ile ALLAH indindeki
değerleri
seyirde
olmayanın
da;
olduğunu söyleyenin de “ALLAH’a
yakınlığı”, lâftan ibarettir…
Çünkü, asl olan, sana, “uzay-zamanın”
ötesinden hitabeden, ALLAH Rasûlüne
İMAN’dır…
İster Modern Bilimler yoluyla olsun,
ister “manevî keşif” veya manevî
ilimler
yoluyla
olsun,
insanın
edineceği hiç bir bilgi, ALLAH ismiyle
işaret
edileni
tanımaya
yeterli
değildir…
Bunun için ilk ve tek hedef, Rasûl’ün
bildirdiği “ALLAH” ismi ile işaret
edilenin ne olduğunu, yine Rasûl’ün
bildirdiği anlamıyla öğrenmek ve
anlamaktır…
ALLAH’ın “iman” bahşettiği müminin
yüzü, varlığın aslı olan YOKLUĞA
dönüktür…
TANRI’ya inananın yüzü ise, VAR
ZANNETTİĞİNE dönüktür…
Tıpkı Rasûl’ün bildirdiği “ALLAH” ilmi ile,
“TANRI”larını
update
ederek
güncelleştirenler gibi…
AYNADAKİ EVREN ■ 121
Bu ikisi birbirinden tamamen ayrıdır!
İşte, DOST’a gidenle, seçimini Deccal’in
ardına takılmaktan yana yapanların yolu
burada birbirlerinden ayrılır…
Rasûlullah
aleyhisselâma
hizmetin
dışındaki
her
seçim,
bedensel
birlikteliklerden, tatmin arayışlarından
ibarettir; âhırette (bilinç boyutunda)
geçerliliği yoktur ve “bireyselliğini
kanıtlamak veya TANRILAŞTIRMAK”
uğraşından başka birşey değildir!..
Rasûlullah aleyhisselâm ile paylaşımını
görmek isteyen ise, hayalindekilerle
bilgisizce
gönlünü
hoş
etmeyi,
duygularını tatmin etmeyi bıraksın,
bugünde amaç birliğine, yönelimine
baksın!..
İlme rağmen hataya düşmek istemeyen,
şunu iyi anlamalıdır ki, Rasûlullah’tan
yüz çevirerek, ALLAH’a yönelmiş
olmak muhâldir, hayâldir!
“Nankörlük” ile “yakîn” birarada olmaz!
Rasûlullah’ı bilemeyene; ve Sistemin
Seslenişini değerlendiremeyene ise
zaten söylenecek sözümüz yoktur!
Netice olarak…
AHMED BÂKİ ■ 122
Neyi
bilmediğimizi
anlamaz
ve
öğrenmez isek, “bilmediğimizi” asla
bilemeyiz…
Bildiğimizle ise, kendi değerlendirme ve
yargılarımız içerisinde, “olduğumuz”dan
ötesine
asla
eremeyiz…
Bunun
Tasavvufta adı, nefse hizmettir…
İnsanlara “bilmedikleri hakikati” bildiren
“Rasûlullah’a”
iman,
bilebildiğimiz
kadarıyla, Allah Sistemi ve Düzeni
gereği, çok seçkin zevâta Allah’ın
lûtfudur. Gayrı, “tanrısı” ile beraberdir…
Bu itibarla; aslın ve hakikatin olan
“ALLAH’ı bilmekten ibaret olan “DİN”,
ALLAH Rasûlunün düşüncesine tâbi
olmaktan, O’na teslim olmaktan, “O’nun
bilincinin hâliyle hâllenmekten; yani,
“O’nun ahlâkıyla ahlâklanmaktan”
başka hiçbir şey değildir…
İman eden kendisi için etmiş olur;
etmeyenin
ziyanı
da
ancak
kendisinedir… Hakikati bilen bilir,
bilmeyen bilmez!
ALLAH, kendini bildirdiği Rasûlü’ne
iman edenlerden olmayı; bu satırların
idrakini, hazmını ve şükrünü nasip
eylesin; bu ilmime vesile olan Üstadım
Ahmed Hulûsi’ye nankörlükten beni
AYNADAKİ EVREN ■ 123
korusun…
21 Ocak 2000, Antalya
__________
Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. (8:46)
Allah'a
(7:158)
ve
Rasûlü’ne
iman
edin.
Hakkıyla Allâh’a ve Rasûlüne iman
edin, yardımcı olun, saygı gösterin ve
O’nu sabah akşam tesbih edin. (48:9)
Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği
zaman iman eden erkek ve kadına o
işte muhayyerlik yoktur. (33:36)
Her kim, Allah ve Rasûlü’ne âsi
olursa, çok açık bir sapıklığa düşmüş
olur. (33:36)
Kim hakkıyla Allah’a ve Rasûlü’ne
iman etmezse, bilsin ki biz gerçeği
örtenlere alevli ateşi hazırlamışızdır.
(48:13)
Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse,
onu altında ırmaklar akan cennete
sokar. (48:17)
Ey
iman
edenler!
Allah’ın
ve
Rasûlü’nün önüne geçmeyin. (49:1)
Artık, Allah’a, Rasûlü’ne ve
ettiğimiz Nur’a iman edin. (64:8)
inzal
“BAŞKASI”
Kişinin dünyası ne kadar “başka”
kavramı ile doluysa, “ALLAH” ismiyle
işaret edilene İMANLI yaşamdan o
derece uzak düşmüş demektir; kim kime
ne adı, hangi mertebeyi verirse versin…
“ALLAH”a İMANI olmayanın dünyasını
şekillendiren
kavramın
karşılığıdır
“başka” kelimesi!
Hakikat
bilgisini
dilimizden
düşürmediğimiz halde, “dünyamız” ne
kadar “başkaları” ile dolu, bunu hiç
düşündünüz mü?
“Başkasına” kızar, “başkasına” söver,
“başkasını” sever; “başkasını” horgörür,
“başkasını”
hoşgörür;
“başkasını”
çekiştirir, “başkasını” över, yüceltir,
“başkasını” çözer, anlar, “başkasını”
değerlendirir, “başkasına” sığınır, erer….
İla nihaye “başka” ile dolu başka
dünyalarda yaşar gideriz… “Gayrı
yoktur”u dillerde terennüm ede ede!
BAŞKA?!
AHMED BÂKİ ■ 126
Kime BAŞKA?!
Kimin BAŞKASI?!
İmandan nasibi olmayan, her dem
“başkası” ile yatıp “başkası” ile kalkar;
baktığı, gördüğü, konuştuğu, dinlediği,
okuduğu hep “başkasıdır”…
Bu “başka” nasıl bir kavram ki, bilinci alır
götürür, kişiyi ayırır tüm hakikatten;
perdeler aslından herşeyin?
Bilinçsizce, alışkanlık edinilmiş perde tek
bir kelime bile olsa, farkına varıldığında
insanın kafasını alak bullak etmeye
yeter…
“Kâfirin”, “başka”sı vardır, “başkasından”
başka birşey bilmez!
“Müşrikin”
“başkası”!
hem
“beni”
vardır,
hem
“Mukallit”, “benini” yok farzetse de, onun
da “başkası” vardır…
“Müminin”, sadece “ALLAH”ı vardır…
***
“Kâfir”, Özünde mevcut olduğu halde,
AYNADAKİ EVREN ■ 127
Hakikat kendine örtülü olduğundan,
gereğini yaşamaktan mahrum olandır…
Kendini bilmekten mahrumdur!… İsimde
müslümanlıkla yetinmeyen, kendinde
kâfir kalmayana kadar mücahede eder…
“Müşrik”, birşeyler bilse dahi, “ben”inden
vazgeçemediği
için,
kendini
“var”
zannettiği için, “başkası” da eksik olmaz
dünyasından…
“Mukallit” ise, kızmaktan, kınamaktan,
kırmaktan geçer; amma o da “başkasını”
sever, “başkasını” över, “başkasına”
verir,
“başkasına”
hizmet
eder,
“başkasının” indinde yokluğunu kabul
eder, “başkasına” teslim olur…
“Muhakkikin” gözünde ise;
Sevmesi, sevme
olanın; hakikatte!
değildir
“başka”sı
Vermesi, verme değildir “başka”sı olanın;
hakikatte!..
“Müşrik”,
kendini
bilmez,
“ben”i
başkasıdır; “mukallit”in “sen”i başkası!..
Müşrikin Varedeni dışarda ötesindedir!
Mukallit, Varedenim Özümde derse de,
onun da içinde ötesindedir…
AHMED BÂKİ ■ 128
“Başka”dan doğar, “benim-senin”, “bizimsizin” kavgası! “Başka”dan doğar ayrılık,
kin, nefret; kıskanma, haset, düşmanlık,
fitne! Hep “başka”dan doğar şikayet,
huzursuzluk, acı, azap!
Müşrikin “düşmanı”, “başka”sıdır!
Mukallitin “dostu”, “başka”sı!
İblis, beni “sen” azdırdın deyip te,
“başkayı=gayrını” gördüğü sebepten
lânetlendi,
tardolundu
“ALLAH
indinden”…
Öte yandan Adem, içinde bulunduğu hâli
nefsinden bilerek, “sen” diye gayrına
atmadığı için bağışlanmaya nâil oldu…
“Başka”yı suçlayanı
(kendi) “başkası”!
yaktı
sonunda
Azap, ateş, cehennem; hepsi bir, ama
yakan “başka”!
Ne kötülük gördüysen, başkasından
değil, “başka”ndan görmektesin!
Ateş değil seni yakan, “başkası”… Ama
“O başkası” değil, sendeki “başka”
zannı!
Bu inceliği iyi anla!
AYNADAKİ EVREN ■ 129
“Başka”sı eksik olmayan, ikilikten geçmiş
olmaz!
İslâm Dini’nde uzak durulması tavsiye
edilen, yasak diye algılanan hükümler, o
nesnelerden değil, senin bilincindeki
yanılgıdan uzak durman için, gayrı ile
perdelenip bilincinin kör olmaması için
teklif edilmiştir…
“Başka”dan doğar GÜNAH!
“Başka”dan doğar HARAM!
Dışındaki değil, SENDEKİ “başka
anlayışından
ve
kabulünden”…
Zihninde,
bilincinde,
gönlündeki
“başka”dan… Sen varlıkta direndikçe,
“başka”lar da var olmaya devam eder
hep!..
***
Modern Bilim herşeyin bölünmez
bütünlüğünü,
ayrılık
kavramının
geçersizliğini açıklıyor, vurguluyor…
Evrenin orjini Sınırsız TEK’tir diyor…
DİN, aslın olan, varedenin, herşeyin
varedicisi SINIRSIZ BÜTÜN’ün varlığına
işaret ediyor “ALLAH” ismiyle! Vareden
TEK’tir diyor, Sınırsız TEK!
AHMED BÂKİ ■ 130
Akıldan ve imandan nasipsiz değilsen,
neyi bekliyorsun “başkasız” bir dünya
için?
Hakikat bilgisini alarak DİN’i eğlence
edinen, herşey yerli yerince, niye
değişmeye
çalışayım
diyen,
dünyasındaki “başka”larına baksın!..
“Zaten tanrı kavramı yok, neden
kurtulayım?”
diyen,
kendi
halini
göremiyorsa, dünyasında ne kadar
“başkası” var, ona baksın!..
“Ben yokum ki” diyen mukallit, birlikte
yaşadığı “başkalarına” baksın!..
Gözünden,
zihninden,
gönlünden
“başkası” silinmeden de, vermiş olursun
belki ait olmayanı ama “o”na vermiş
olursun; sevmiş olursun belki, ama “o”
sevgiliyi, girmiş olursun bir gönüle, ama
“o”nun gönlüne girmiş olursun…
O halde kurtulmak, arınmak lâzım “gayrı”
varsayımından, “başka”sından…
“La ilahe” demeden, “gayrı yoktur”
yaşanmadan,
“illa-ALLAH”
denmiş
olmaz, demiş ehli!
Yokluğun işareti, “başka”dan kurtulmuş
olmaktır!
AYNADAKİ EVREN ■ 131
Peki
nerede
yok
edeceksin
“başka”larını? Senin başkalarını?
o
Dışarda mı?
Dışarda değil, sende! Kendinde!
Kendinde
küfür
kalmayana
kadar
mücahede et! Gir bilinç mabedine,
İbrahim gibi kır putları bir-bir! Ortada
“başkası” kalmasın ki, pâk secdegâhını
göresin! Ama eğer bunu “başkalarına”
saldır diye anlarsan, bil ki “ALLAH’ı”
unuttun, nefsin için harbe girdin! Sonu ne
olursa olsun, ziyandasın, kaybeden
sensin her bir mücadelende, savaşında!
Ne ki “yabancı” kaldı sana, bil ki o
kadar mahrum kaldın hakikatinden!
Dışarda gördüğün dünya-alemi ortadan
kaldırsan, bilki yine sen başkasın, kalan
BAŞKA!
Kendine, Aslına dönemezsen; dışarıya
baktığın
sürece
“başkalarıylasın”!
Uğraştıkça “dışarısı” tükenmez, ama sen
tükenirsin!
Gafletten
uyan!
Kendi
“başka”nı
gerçekten “başka” zannetme! Bil ki hem
“başkalarını”
görüp,
hem
de
“başkalarından” kurtulamazsın! ALLAH’ı
bilmekse gayen, kendindekini YOK ET!..
“Zan” ile bakmayı bırak, ilminin ışığında
AHMED BÂKİ ■ 132
yaşa!
Kalmasın “başka” gözünde, bilincinde,
gönlünde!..
Gelin, hep BİRlikte “başkasız” bir yaşam
için dua edelim…
Gelin; suçlamasız, kınamasız, şikâyetsiz,
övgüsüz, sövgüsüz olalım! Gelin, “ben”
için yaşamayı aşarak “TEK”e ermeyi
amaç edinelim! Elsiz, dilsiz, gözsüz,
kulaksız olup, âlemi yorumsuz seyre
koyulalım!
Gelin; bilgi hamalı gibi öğretilenleri
taşımaktan azat edelim kendimizi! Lâfı
bırakıp, “ALLAH”tan “başkasız” bir
yaşam isteyelim…
Gelin, “başkası” olmayalım!
Veren, seven, hizmet eden, şükreden
olalım; ama karşısında “başkasını”
görmeden! Hatta, ne “gayrını”, ne de
“ayn”ını görmeden!
Gelin
samimiyete
erip
kurtulalım;
güzelden,
sevgiliden de geçelim!
mecazdan
bâdeden,
Bilelim ki, hakikat bilgisini bugün ve
burada yaşayamazsak, tüm gayretimizle
AYNADAKİ EVREN ■ 133
hayalimizdeki yarın için yaşamış oluruz!
Zira karşısında gördüğünün hakikatine
eremeden giden, neyin hakikatine ermiş
olur?
Hep verelim, hep şükredelim, hep hizmet
edelim ki, “başka” kalmasın, silinsin
gözümüzden, dilimizden, gönlümüzden!
Cümlemizin bir tek bilinç olduğunu,
aklımızın da, varlığımızın da tek
olduğunu
görelim!…
Kanmayalım,
yanıltmasın bizi aynadaki görüntüler!
Gelin “kula şükretmeyen Hakk’a
şükretmiş olmaz” diyen “Rasûlullah”
aleyhisselâmı anlayalım!
Gelin, “başkası” kavramından kurtulalım!
Olmayan “başkası” ile değil, Hakk ile
BİRliği yaşayalım!
Gelin HİÇ’liğin
bakalım!..
aynasına
“başkasız”
07.04.2000, Antalya
HAY ALLAH
HAY Allah!
Yaşamımız “HAY’dan gelip HU’ya gitmiş”
de farkında değiliz…
Dahası… Şu koca Evren, HAY’dan gelip
HU’ya gitmiş te farkedememişiz…
Hu!..
Bir günü bu dünyadaki bin yıl olan sene!..
Bir yılı ellibin yıl olan seneler!..
Fizikte “Zaman”!.. Düşüncede bir “An”!..
ALLAH indinde:
...?
YOK!..
Kimi beş duyu dünyası için var; kimi
bilinç dünyası için… Peki ya “ALLAH”
için…!
AHMED BÂKİ ■ 136
Hu!
Ya Hu!…
***
Kuantum Fiziğindeki bulgular bazen
araştırmacıları hayrete düşürüyor ve
onları şu sorgulamayı yapmaya itiyor!
“Bir gözlemci bakmadığı zaman
dünyada gördüğümüz bu nesneler
yine bu şekliyle mevcut mu acaba;
yoksa, hep varolan sınırsız bir dalga
okyanusu da, bizim bakışımızla mı
madde
olarak
görünmekte
bu
manzara?”
Bakmadığımız yerde gerçekten eşya bu
şekliyle yok mu? Tüm evren sayısız
frekanslardan ibaret olduğuna göre ve
duyu organlarımız da bu frekansların
çözücü araçları olduğuna göre, bizim
algılama araçlarımızın sınırları dışında
bu manzara sözkonusu değil mi?
Eşyanın bu şekilde varlığı sözkonusu
değil de, algılama sınırlarımız içerisinden
bakınca biz mi onları var sanıyoruz?
Evet ya da hayır olsun cevap, farketmez;
fakat bir gerçek var o da, evrenin yokluğu
da varlığı da şu anda! İçinde
bulunduğumuz AN’da…
AYNADAKİ EVREN ■ 137
Yirmi- kırk - elli, bilemedin yetmiş,
seksen veya daha fazla yıl yaşamış
olabilirsiniz dünyada… Bütün bilginiz ve
yaşadıklarınızın hepsi, eksiksiz onun
içinde, bir ömür…
Çevrenize bakın! Eğer bir kentte iseniz,
gördüğünüz tüm yapılanma, bu manzara,
muhtemelen bu dünyada bulunduğunuz
süre içerisinde gerçekleşti, bu binalar
yükseleli geçen süre belli… Hiç olmazsa
bir çeyrek asırda bunların nasıl oluşup
geliştiğini, yaşananların ortaya çıktığını
hatırlarsınız… Gördüğünüz ve içinde
bulunduğunuz
bu
manzaranın,
o
zamandan
şimdiye
hepsinin
şekillenmesi, “ömür” diye hatırladığınız
süre içinde… Veya gelin deyin ki iki misli
kadar bir süre… Ondan önce adı bile
anılmazken ne bu gidişatın, ne bu
olanların…
Dünyada görüp-yaşadıklarım veya bir o
kadar daha önceyi bildim mi zihnimde,
yarım yüzyıllık, belki yüzyıllık bir tarih
yaşanmış anılarımın içinde, zihnimde
bir fikir, düşüncemde bir bilgi… Tüm
geçmiş hatıramda…
Ve o kadar birkaç kez daha öncesini
hatırama alabilirsem, dünyanın hızlı
gelişme sürecinin büyük bölümü, bir
tarih, bir anı kadar…
AHMED BÂKİ ■ 138
Bir veya birkaç kez daha öncesinde ise,
henüz İsa aleyhisselâm yeryüzünde bile
değil… Cehalet içinde bir ışık arayışında
insanoğlu…
O zamandan bu zamana - sonrası
hatıramda, zihnimde bir ömrün anısı gibi,
bir fikir sadece, bir bilgi…
“Önce” denen çok uzak değil aslında; bir
ömrün anısı kadar yakın tamamı!..
Nerdeyse düşüncem insanlığın tüm
“öncesini” yaşamış, tümü ömrümün anısı
içinde… Hepsi şuurluluğumda!
Binlerce yıl önce çekiç sallamış ustanın
elinden çıkan eser önümde şimdi,
yürüdüğü taşlar burada… Bir düşünürün
kaleminden çıkan kitabı elimde şimdi …
Binlerce yıl önce İdris aleyhisselâmın
dilinden ifadeye gelmiş sınırsızlık bilgisi
şimdi zihnimde, düşüncemde… Olanın
dışı mı var; olan şu anda, burada!..
Âdeta evrenin onbeş milyar yıl denen
ömrü, kendi ömrümden fazla birşey
değil… Tümünün anısı bir ömür
nihayetinde, bir hatıra… Bir şuurluluk, bir
farkında oluş! Bir anı… Derinlerde…
Olmuş… Bitmiş…
***
AYNADAKİ EVREN ■ 139
Nice şeyler var, bakmadığım için
görmüyorum ve benim için yok
hükmünde! Varlıklarından bîhaberim!
Var olduğu söylenen parmak izimin
çizgileri
arasındaki
bir
mikroorganizmanın bitmek bilmeyen
ömrü, benim indimde olmuş-bitmiş…
Doğumundan ölümüne kadar her şeyi
belli! Parmağımdaki bir hücrenin, hücre
olma programının dışında yapabileceği,
bilinmeyen, hiç bir şey yok! Henüz
varolmadan o, ne için varolacağı, neyi
yerine getireceği ve sonuçta nereye
varacağı kesinleşmiş, asla çizgisinin
dışına
çıkamayacak…
Saçımdaki
hücrenin de öyle, gözümdekinin de…
Bakmadığım için görmüyorum ve yok
bana göre! Tıpkı Ademin varlığından
haberdar olmayan müheymin melâikenin
indindeki “dünya” ve “adem” gibi…
“Dehr içre öyle bir süreç vardır ki,
insan henüz anılır bir şey dahi
değildir.” (Dehr Suresi: 1)
Oysa bir mikroskopla çalışan araştırmacı
için, âdeta günlerinin, yaşamının bir
parçası o mikroorganizmalar, o hücreler!
Onlar için çabalıyor, onlara bakıyor,
besliyor, onları bekliyor, onlar için
tasalanıyor,
onların
yaptıklarıyla,
AHMED BÂKİ ■ 140
yaşadıklarıyla, geldikleri sonuçla mutlu
oluyor… Onlarla kalabalık, hareketli bir
dünyanın içinde…
Ne çare ki ne o yaşama, ne de öyle bir
dünyaya, kendi dünyama baktığım
bilicimde bile yer yok! Tabiri caizse; anısı
yok, anmıyorum bile nice öyle dünyayı…
Bana göre var olanlar ise, baktıklarım ve
dünyamın parçası haline gelenler… Ama
bakmayana göre anısı bile yok bu
şeylerin…
İnsanın gözüyle bakarım, bilirim insanın
dünyasını, ama bir meleğin gözüyle kim
bilir nasıl bu dünya!..
Geçen zaman kime göre?…
Fizik boyutta “zaman” adını almış…
Berzah
boyutunda
değerleriyle bakışta,
haliyle…
“asr”…
Asr’ın
insan hüsranda
Rabbin indinde bir “gün” var ki, sizin
saydığınızla “milenyum” gibi… (Hac
Suresi)
Melekût boyutunda “dehr”…
Vahidiyet
boyutunda
“an-ı
daim”,
AYNADAKİ EVREN ■ 141
sabahsız, akşamsız…
Oysa, “oluş, tek bir defadadır; göz
kırpması kadar bir anda…” (Kamer: 50)
Ve tüm bunları varlığında izhar eden,
“her an yeni bir oluşta”…
***
Bir an hatırımdan geçen bir hikayeyi
nakledeyim…
“Raci” yudumlayınca “Aynalı’nın” ikram
ettiği kahveyi fincandan, dalar gider
başka âlemlere Hayalin Derinlikleri
isimli
eserinde
Filibeli
Ahmed
Hilmi’nin… Orada şu olayı nakleder:
“Şekerli kahveyi içmeye başlamıştım… Kendimi
karıncalar arasında ve binlerce sokağı bulunan bir
karınca yuvasında, karınca şeklinde buldum.
Etrafa hayran, hayran bakmağa başladım… Ben
karınca beylerinden birinin oğlu imişim… Henüz
yemeğimi bitirmiştim ki, hocalarımdan biri yanıma
geldi ve söze başladı:
“⎯Ey Şehzadem! Şehrimizin kuzeyinde çorak
arazide ne kadar tuhaf tabiat olaylarının zuhur
etmekte olduğunu bilirsiniz… Yaptığımız ilmi
gezilerde alimleri ihtilâfa düşüren hava durumunun
yine başladığını öğrendik… Parlak gökyüzünün
birçok tarafları birden bire bir takım kalın ve sıra
sıra bulutlarla örtülüyor. Bu bulutlar değişik
zamanlarda birden bire yok oluyorlar. Acaba bu
hava durumunun sebebi nedir? Bildiğiniz gibi
AHMED BÂKİ ■ 142
tabiat olayları akıl ve mantıkla bilinemez. Bu
acayip durumu tetkik için yapacağımız geziye siz
de buyurun!…”
Büyük bir kalabalıkla acayip yapılışta olan bir
araziye doğru seyahate başladık. Garip ve tuhaf
olan o ki, ben hem “insan algısı ve bilgisi” ve hem
de “karınca algısı ve anlayışı” ile bezenmişim.
Nihayet acayip araziye gelmiştik. Karınca gözü ile
baktığımda
hakikaten
düşünülecek
ve
konferanslar verilecek kadar acayip ve garip bir
şekillenmeye sahip olduğunu anlıyordum.
Oysa insan gözüyle baktığımda, iki tarafı
muntazam mağazalar, süslü düz bir şekilde Napoli
taşları ile döşenmiş geniş bir caddede
bulunduğumuzu görüyordum.
Bu iki his arasındaki farkı hayretle muhakemeye
koyulduğum sırada tabiatçi alimlerden biri bu garip
arazi hakkında konferans vermeye başladı:
“⎯Efendiler!” diyordu. “En fazla dikkati çeken bu
büyük hücrelerin şekliyle aralarındaki kanalların
intizamıdır. Hücreler takriben düz, çatlaklar ise
hemen hepsi mükemmel denilecek intizamda
düzgün çizgilerle doludur. Bu intizamın sebebini
ulemamız bir türlü keşfedemiyor…”
Konferansın en tatlı yerine gelinmişti ki birdenbire
yüzbinleri geçen dinleyiciler arasında bir çığlık
koptu! Gökyüzü açık olduğu halde, şddetli ani bir
yağmur yağışı ile müthiş bir seylâp ve sıcak bir
tufan bir anda binlerce karıncayı sürüklüyor ve
boğuyordu… Bu tufandan hasıl olan dev nehirler
binlerce karıncayı sürükleyip götürüyordu…
Ben bir dakika korku ve dehşete mağlûp olduktan
AYNADAKİ EVREN ■ 143
sonra bu garip tufanın sebebini anlamak istedim.
Yukardan
hâlâ
fasılalı
sağanakla
seller
akmaktaydı… Bu müthiş hadiseye insan nazarıyla
baktığım zaman hayretten ve gülmekten kendimi
alamadım…
Garip arazi adı verilen caddede bir kaldırım
kenarında yerimizi almıştık. Bulunduğumuz yerde
bir at arabası durmuş, arabacı uyumuş, hayvanlar
torbalarından yemlerini yerken, her ikisi de
anlaşmış gibi aynı anda işemeye koyulmuşlardı…
İşte zavallı karıncaları yok eden sıcak tufan bu
hayvanların pislemesinden başka birşey değildi…
Yuvalarda bütün ahali üzüntü ve ızdırap içinde
ölümümle meşguldüler. Zira ben de orada vefat
edenler arasındaydım. Ulema ise acayip arazide
vukua gelen tufanın sebeplerini araştırmakla
meşgul oluyorlardı…”
***
Şuurumda evrenin milyarlarca yıllık
varoluşuna gittiğimde, zihnim evrenin
indine yükseldiğinde, bütünü andığımda,
1999 yılı denen içinde bulduğum günler
yok indimde!
Ne bu yüzyıl var, ne de binyıl! Var olduğu
söylenenler, süre giden zamanın ömrü,
bir ömürden fazla bir şey değil zihnimde!
Bir AN! Olmuş-bitmiş indinde zihnimin…
Ezelinden, ebediyete, asla çizgisinin,
varoluş gayesinin dışına çıkmamış,
çıkmayacak hiçbir nesne…
AHMED BÂKİ ■ 144
Ama var olanlar da yok değil baktığımda!
Baktığımda
“var”,
parçası
onlar
dünyamın, biliyorum.
Biliyorum, daldığımda bu düşe,
aslında “yok” kadar kısa o “an”,
yavaşlıyor, uzuyor âdeta, tıpkı bir
ağrıyla geçmek bilmeyen süre gibi,
uzun bir “zaman” a dönüşüyor…
Oysa biliyorum, az “evvel” dalmadan bu
düşün içine varlığımla, bir “an”dan
ibaretti tüm kâinat…
Her an inip
yokluğuna!
çıkmadayım
evrenin
Varlıktan yokluğa; yokluktan, varlığa!
Sonsuz bir “an”dan “zamanın akışına”;
“zamandan”, yokluğa!
Yaşadığımla, yaşamadığım arasında fark
yok bana!
Geçmişle gelecek ayrı değil, çıkınca
“ben” aradan…
Hepsi bir ANI, bir İLİM, bir BİLİŞ!..
Bir AN’dan fazla anısı olmayan ANI,
tümü şuurluluğumda…
AYNADAKİ EVREN ■ 145
Bir elektron misali… Yoktur aslen
elektron denen şey, ama vardır ona ait
bir iz bakınca. Elektronun var ve hareket
eder gibi görünmesi, aslında bir an bu
evrende ortaya çıkışının ve bir an
bilinmeyen saklı bir yaşam düzenine
gizlenişinin sonucu…
Âdeta yokluk kaynağından fışkırıyor
her şey bir anda ve tekrar o yokluk
kaynağında
kayboluyorlar
diğer
anda…
Ve insan, bir an “var”a çıkıp, bir an
“yok”a döneni, kendi, algıladığını da
geçip-giden “zaman” sayıyor!
Az önce olan, yok şu anda; olmayan şu
anda, var gibi bir sonraki anda …
Nerede az öncesi? Nerede “şimdi”ler?
Var görünenler, YOK denen kaynaktan
gelen ve tekrar yokluğa dönen dalgalar…
Hiç gördün mü su yüzündeki dalgalardan
daimi kalanını? Hiç yok olmayan dalga
var mı?
Duyduğun şu sesleri dinle! Ardarda
duyulan tınıların altında, zemindeki
sükûnetin sessizliğini duyabiliyor
musun? Dalga dalga ses nerede var
AHMED BÂKİ ■ 146
oluyor? Sessizliğin üzerinde! Bir ses
bir an var ve bir daha yok, ardından
bir diğeri! Bir varmış, bir yokmuş!
Ama ardarda varsayınca onları,
dinlediysen kalır kulağında hoş bir
namesi… Ama hani, hiç yok olmayan
ses var mı?
İşte her şey böyle bana… Varlığa çıkmış,
bir varmış; yokluğa dönmüş, bir
yokmuş…
Varlığın özündeki yokluktan haberdar
mısın?
ASL’ın olan yokluğu tanıyabildin mi?
Melekler ve ruh, miktarı “ellibin sene”
olan sürede O’na dönerler. (Mearic
Suresi)
Her
şeyin
kaynağı
bir
YOK’un
hologramına bakar gibi bakmaktayım
yaşama, durduğum yerden görünenler
var, baktığıma göre; ama durmadığım
için bir an bile, o görüntü yok, bir sonraki
var olduğunda… Ve sonraki... Ve
sonraki… Ama hepsi aynı an içinde…
Yok olan her şeyin kaynağı YOKLUK’tan
gayrı ne var?…
Bakana var, dünya…
AYNADAKİ EVREN ■ 147
Bakmış olana, bir ANI!…
Bir nükteli ifade, bir varsayım evrenin
kendisi… Bir “düş”…
Düşüncemden, bilincimden daha yaşlı
değil!
Ona yaşlar biçilse de, şuurluluğumun
yaşı yok!
Evren, bilincimde, şuurluluğumda!
Ben bir şuurum! Şuurum bu AN’da!
Bu sınırsız bilincim, “evrende” var
olmadı!…
“Evren”, “her şey”, bilincimde bir
“varsayım” aslında. Bir “fikir”!
Tüm bu görünen, tüm bu geçip giden, bir
an şuurluluğumda!
Bir “varsayım”, bir “inanç”!
Ben dünyanın bir yerinde, zamanın bir
noktasında doğmuş değilim!
“Zamanlar”,
doğmakta!
“tarihler”
bilincimde
AHMED BÂKİ ■ 148
Bu zaman ve içindeki her şey bir an
var, bir an yok şuurumda!
Ölüm de yok bana!
Çünkü, aslında YOK’um ben, fâni…
Varlıkta ismim, “Bâki”…
Hep var olan “O” tanıma gelmeyen; her
an tükense de bu nesnel düş…
Mahlûkun “zamanı” içinde görünenler,
kâinat
var
olmazdan
“önce”,
derûnumda, “an” içre “olmuş-bitmiş”
aynıyla…
Aslının indinde ise sınırsız bir “yok”
sadece!
Her şey bir varsayım, bir düş!
Ama aslında ne düş gören var, ne de
düş!
Mal da yalan, mülk de yalan…
ANIsı yok, AN dahi yok…
Olmayanın sahibi mi?!..
ANI bize, AN da bize…
AYNADAKİ EVREN ■ 149
“Uzay” bizle, “zaman” bizle…
Ateş bizle, nimet bizle…
Lâ havle velâ kuvvete illâ “B”illah!.
Allah!…
Hu!.
Topu HU’dan bir NÜKTE kâinatın… Bir
varsayım!
Hay’dan gelip Hu’ya gitmiş bir Nükte!
HAY Allah!..
Selâm olsun o Nükteye!…
14.07.1999, İstanbul