kynik 1 (bahar 003)
Transkript
kynik 1 (bahar 003)
güzel insanlar ey! Nereye giderseniz gidiniz! Gidecek bir yer varmış gibi... Mükemmel bir yerde inebilir miyim? 1. Avrupa’da hiçbir hayalet dolaşmıyor. Eskinin ve yeninin tüm kabasakallı amcaları kandırdılar sizi. Bir hayalet! Sabah erken kalkıp işine gidiyor, akşam yorgun argın yatıyor yatağına. Yarını düşünüyor, tekrar çağrılmayı bekliyor umutsuzca. ‘Ne travailles jamais’ hayalet! 2. İşte her şeyin yok olur, devrim umudunun söner gibi olduğu anda gelmiştin ey hayallerimin son prensesi çevrecilik! İnsanın doğa üstünde, insanın insan üstünde, erkeğin kadın üstünde, yaşlının gençler üstünde tahakkümünü hep birden kaldıracaktın sen. Birden zihnimde kara ışıklar parıldadı, değil mi ya benim bokum bir gübredir aslında. 4. Kırmızı kalemini eline alıyor ve size yazıyor satır satır dünyada olanın kahrını yılmadan. Ama kim, kim yazıyor? Bir hayalet dolanıyor rakı şişesinde. Kibrit çakarsanız alevlenir -ama hemen sönecektir. Çünkü devrimciye ezilenlerin yanında ezenlerin karşısında saf tutturup müslümana omuzları bitiştirten, bütün insanlığın yüreciğini kıpır kıpır ettiren inançlar yerine onda inançları yerden yere vuran inanç gelip yerleşmiştir. Burada hala yazıyorduysa o narin yumuşak elleriyle, kendi yazışına karşı gelen her şeyin sadece zaman içindeki varlığının bütün insani anlamlardan yoksun süregelişine teslim oluşundan başka türlü hiçbir şeyin ortada olmayışındandır. Ey çakır göz, Sarı! Uzun hayat ve aşk çizgilerinin derinden yardığı bembeyaz avuçlarıyla hiçbir şey yakalamasının anlamı yokken her şeyi yakalamak üzere hala burada içen, içtikçe de yazan ve ancak bu yüzden yazarken göbek yapan (göbek yapsaydı da topak topak et olsun)!.. Bir bira söyle, hem sen bilirsin onu nasıl sevdiğimi, nasıl, nasııııl sevdiğimi… Biliyor. Kalemini kıpırdattığı anda bunu halihazırda bulduğu, her şeyi parıldatan süregelen kişisinin süregitmesiyle ve ondan başka hiçbir şeyle yapmadığını. Ama yine de evrenin kendisi için boşa çıkmışlığının kahrıyla yaşıyor işte, üstelik de önleyemediği heyecanıyla size ulaştırdı bunları. Oysa yazsa ya da yazmasa ne olacaktı... 5. Yaz kemancı! Ey aşk! Ey karanlık gecelerimizi aydınlatan, derbeder 3. Burada bugün kar yağıyor. Bundan önce de hep kar yağmıştı ve başka türlü bir yağış da olmayacak. Nurların yağdığı, ellerin yukarıya açılıp açlık ve susuzlukla rahmeti beklediği acıklı günler devam edecek -ama ucube insan zihninde. Kudretli zihinlerimiz hayatı yaşatmaya devam edecek olan hakimiyeti üstümüzde kuracaklar ilelebet. Korkma ey insanlık! Dünya döndükçe ne kendini yok edersin ne yokluk sana hakim olur! Düşmez kalkmaz bir insan ailesi... Sevimli hanemize gül parmaklarıyla doğup bize tün gün meşk ettiren iki gözümüzün çiçeği! Sen hanemizin kapısını üç kere çalıp da heyhat sabırsızca seni bekleyen başka kapılara yöneldin. Ama biz bir sigara almak için bakkala kadar gitmiştik. bomanti bildirisi, nisan 2003 1 hayatın ne kadar güzel olduğundan, mevkimin ve yaptığım işin ne kadar anlamlı, uygun, yerinde olduğundan başka ne düşünebilirdim? Tezahür ediyor bende hakikat gezi yazısı, yazı dizisi Anlamlar üstüne (ne de güzel bir dünyada yaşıyoruz) ... Yolda artık akşam da olmuşken, ben sabahtan akşama kadar çok pedal çevirip yorulmuşken, artık beynimin herşeyi bütünlüklü bir tek yaşantıya, handiyse sinemaya benzer bir ortama, herşeyin aynı ışığın, tek ışık kaynağının altında bir tamam birbirini bütünlediği, içiçe geçtiği, tek bir şeyin de ayrı kalmadığı bir akışkan devamlılığa dönüştürmeye başladığı, kaslarımın yorulup bedenimi bir kılarak uzaya uzaya ağrıdığı işte o güzel akşamüstü saatlerinde aynı bir sallanan sandalyede sıcak günbatımına karşı otururken mayışır gibi; yolun üstündeki, kenarındaki, yol boyunca yanında uzanan herşeyi aynı rengin tonlarına boyayıp resimleştiren akşam güneşi aşağılara inmişken o zaman artık etrafımı ardarda dizilen fotoğraflar gibi, her yanda özenle oluşturulmuş, düzenlenmiş sahneler var gibi izlemeye başlıyordum. Bir ormanda hava kararmadan önce geceleyecek bir nokta için karar vermeye çalışırken (kendimi kolay kolay durduramıyordum) ve karar veremeden daha da devam ederken ağaçların üst dallarına sapsarı ışık vuruyordu. Hava serinlemiş, terim tatlı tatlı kurumakta, ellerim yarılmış, kirlenmiş, acıyor.. oluyordu. Durup da işte o akşam serinliğinde bisikletimi sakince ayağı üstüne dayadıktan sonra birşeyler atıştırır ağrıyan yorgun bacaklarımı hafif hafif açmak için küçük adımlarla asfaltın üstünde dolanırken bu Aynı anlamlılık içinde artık her yaptığım bir ve bütün ve tam ve tek olduğundan kafamın içinde hangi kelimeleri gevelediğimin de önemi olmuyordu. Aklımdan neler neler geçiyordu. Yolla ilgili herşey bitince okuduğum kitapların en ilgisiz pasajları zihnime ardarda çıkıyorlardı. En çok da şu parçayı hatırlayıp yeniden kurmakla meşgul oluyordum: “...kumsaldan serin bir günde denize doğru yürüdüm. Ayaklarım serin suya değdi. Ürperdim. Su serin olduğu kadar düz ve berraktı. Serinlikle bir olan berraklık beni içine doğru ilerlemeye sevkediyordu. Yürüdükçe herşeyi geride bıraktığımı hissediyordum çünkü önümde küçük dalgacıklar ufka, hatta sonsuza kadar durmadan yayılıyor, gökyüzündeki bulutlar kademe kademe üstümde açılıyor hepsi birden beni ileri doğru çekiyordu. Sırtımdan esen rüzgar ben yerimde kalmaya tutunmaya çalıştıkça beni ileri ittiriyordu. O sonsuza doğru çekilme anında evrendeki yerimden, bu yerin sonsuz genişliğine ferahlığına rağmen hep yerli yerinde belirli oluşundan kopmuş sanki boşluğa doğru gider olmuştum. Yer altımdan kaymıştı. Yer yoktu...” Ben de her kumsala gidişimde her tarafı anlamlarla bezeli olarak önümde açılan eşya dünyasının bu yerinin, benim merkezinde olduğum mevkisinin nasıl olup da dağılıvermediğini, uzaya saçılıvermediğini anlamak isterdim. Bir gün, belki aynı gün, kumsalda elimde bir şişe Güzel Avşa şarabıyla yatıyordum. Önümde deniz kıpırtısız karanlıkta uzanıyordu. Uzakta ışıklar ve köpek sesleri ve daha tasvir edilmeyi talep eden nice gereksiz ayrıntılar yazımı aman uzattıkça uzatıyorlar ama varmak istediğim şey de şu, edebi düzeni ihlal etmek pahasına söylemeliyim onu size: Size en anlamlı halleriyle anlatıyorum dünyayı -ki derdim bu değil miydi?- ama aslında tek başıma uzanmışken tek başıma olduğum için 2 anlamların sürekli yeniden üretilmesi akışının dışına itilebilme olanağına kavuşmuştum (belki olanak değil de tehlikesi diyeceksiniz – elbette-)... Orada eski anılar, hatırladıklarım ve alkolle tatlı bir sarhoşluk ararken birden farkediverdim ki aslında kafamın içi bomboş, bomboştu. Herşeyi o kadar düşünmüş, hayallerimi de hem gerçekleştirerek hem boşa çıktıklarını, ancak zihinde, hayalde heyecanlı, anlamlı olduklarını öğrenmiş olarak; bende olmayanların da bende olanlar kadar vasat olduklarını da anladığım için; o kafaya gelen herşey kumsalın, denizin ve karanlığın ve uzaktaki ışıkların hepsinin bomboş uzanışlarında, sarmalayıp serip dağıtışlarında, herşeyin uzaktaki bir sonsuzluğa kaçıp dağılmasında, uzayın o kat kat açılışında... ...işte o anda herşeye karışır olmam gerektiğini, bunun bir nevi esrime, vecd olduğunu söyleyeceksiniz. Öyle değil. Bu hiç de ilahi bir tecrübe değildi. İlahi olan herşeyin dağılışıydı. İlahi olan, hayatımızın kısır vasatlığını aşma vaadinde bulunan her tür tecrübenin... Hayat sıkıntılılığından ibaretti. Bir şu vardır: Hali hazırda anlamlarıyla gelmiş olan varlık. Uzun bir rampayı bisikletle tırmandıktan sonra tükenme noktasında tepede terden ve ateşten yanarken en son noktayı bulan insanın kendini serin rüzgara karşı aşağıya güzel bir vadiye bırakışındaki herşey anlamlıdır. Yolda yürürken karo kaldırımın üstündeki düzensiz ek betonu, kenarda birikmiş çakıllar ve sigara izmariti, asfalta yapışmış gazoz kapağı, kaldırımın ortasında geçişi engelleyen ağaç, ağacın yol yol yukarı tırmanan çatlaklarla dolu kabuğu, ağacın arkasından sıyrılıp geliveren ortaya çıkıp yürümeye devam ederek geçen kız... İlk ortaya geldikleri anda hep, oldukları bir şeyler olarak, bir anda bütünlükleri içinde kavranılarak gelirler. Kafamızı bir görüntüye çevirdiğimizde eşyayı bir anda eşya olmaklığında kuruveriyoruz. Dünyaya gözümüzü açmaklığımızda kendimizi alışık olduğumuz yurdumuzda buluyoruz. Sabahın ilk şaşkınlığının ardından yurdumuzda olduğumuzu, yatağın bildik bir yer olduğunu biliyoruz. Bir de şu vardır: Hayatın gündelik sıradan anlamlılığının, bu doğrudan, hayvani anlamlılığın dışında ve ötesinde sıkıntımızı (onulmaz sıkıntımızı) geçirmek, hayatı yaşanır, güzel bir yer kılmak için aradığımız anlamlar. Peki ben niye yola çıktım? Bende olmayan, ben olmayan herşeyde bana ait olan herşeydeki sıkıntıyı aşan şeyi görüyordum. Diğerlerinde, onların yaptıklarında, onların olduklarında sanki böyle birşeyler vardı ki bendeki herşeyi aşıyorlardı. Oysa ben ve hayatım kısırdık. Benim ortaya çıkardığım bütün heyecanlar da zamanla sıkıntı vermeye başlıyorlardı. Kendi kendimi büyük işler uğraşlar peşinde olduğum, çok derin bir şeyler bilip bulduğum, kimsenin sahip olmadığı bir hazineye sahip olduğum gibi palavralarla kandıramıyordum. Hayatımın kısır, ne yaparsam ne kadar güzelleştirirsem basit olduğunu, şimdi öyle olmasa esasında, özünde öyle olduğunu biliyordum. Yalnız o zaman herkesin hayatının da öyle olduğunu bilmiyordum. Bunların hiç öneminin olmadığını da hatırlamak istemiyordum. Onların yaptığı herşeydeki sihir beni de çekiyordu. Yollara çıkmalıydım: "...birdenbire içimde derin bir iyimserlik yükseldi. Hep böyle yürürsem, hızla yürürsem, hiç durmazsam, yolculuklara çıkarsam, sanki kitaptaki dünyaya varacaktım..." Ben de yola çıktım. Ve en sonunda bu sihrin varolmayanda, orda olmayanda olduğunu öğrendim. Orda varmış gibi olmaktan ötesi yoktu. Heyecan ancak olmayan o sihrin umut vadettiği andaydı. Ama bu umut boştur. Size güzel şeyler anlatmak istiyorum (söyle ona başka durakta beklesin) Kandırılıp iğfal edilmiş bir kız gibi kumsalda sereserpe dağılmış ve bütün ümitleri tüketilmiş olarak yatar kalırsınız. Bu da belki güzel birşeydir. Tecavüz fantezisi. 3 Hayatta hep böyle birden çıkıp gelecek olan açılıp ferahlamayı, felahı bekliyorsanız bunun da çaresi var: çalışmaya başlayan insan zamanla hayatı da oturdukça (ve evlenmesi de gerek elbet) hayatın işte böyle bir türlü doyum bulamamaktan ibaret olduğunu, en dehşetli eğlence ve çılgınlık ve maceraların ve tecrübelerin ardından bile yaptığının büyük bir iş olmadığını ve gerçekten büyük bir iş olamayacağını dünyada, bildiğinden zamanla oturduğu yere oturur ve kanıksar hayatın kısır basitliğini. (Belki de insan o kanıksama anında çocuk yapmaya razı olmaktadır ya da bunu bir umut olarak kucaklamaktadır.) Uzun uzun hayatın sıkıntılı gündelikliğinden bahsetmek istemiyorum. Çünkü onu hepiniz biliyorsunuz. bir ölüye ne faydası var? Ölüm korkulacak birşeydir. Yaşadığımız ölüme, küçük ölüm uykuya bakalım: uyku yitmektir ve herşeyin yitmesi. Zihnin kapanış anında, bayıldığımızda artık geride bir şey kalmış kalmamış... onu ancak ayılan düşünür. Yiten yitmiştir. Ölümse ardından bir daha doğulmayacak sonsuza dek sürecek bitmeyen yokoluştur. Ölüm uyku değildir. Uykunun sıcak güvenli dinlendirici imgesi ölümün karanlık soğuk bitimsiz ve tekinsiz korkulu imgesinden bambaşkadır. Sonsuza kadar geri gelmeyecek olmak da yeteri kadar korkunç (ayrıca geçerken söyleyeyim geri gelmek, yeniden doğmak ya da devamlı olmak olanaksız kurgulardır). Niye ölümden korkuyoruz Ben ölsem.. Çoğunuz bütün bunları kafanızdan hızla uzaklaştırıp anlamlı bir dünyanın akışında kaybolmayı, o akışın zihni dolduran ve bedeni diriltip ayağa kaldıran, şişiren, etrafına da onunla tam uyuşan bir hayat saran, onu dünyaya asla çıkmamacasına daldırabilen hayatiyetliliğinde hayatınızı bunlara fazla takılmadan, kafayı bunlara takmadan yaşamayı yeğlersiniz. Zira daha ölünecek ve ölünmeden önce de herşey bir tamam gerçekleştirilirse tamam olmuş olacaktır. Ne olmuş olacaktır?? Tam ölüm!? Mutlu ölüm? Tatminkar bir ölüm? Sırıtarak mı öleceksiniz? Size bir sır vereyim hepimiz öleceğiz, ve bir daha da hayata gelmeyeceğiz. “...Bazen çok mutlu olduğum, herşeyin tam olduğunu, o andan daha eksiksiz bir anın olmayacağını hissettiğim güzel zamanlarda işte şimdi ölsem diyorum. Ölmenin o an uygun olduğunu biliyorum. Ama nereden biliyorum? Kimbilir nereden biliyorum. Düşünceler zihne geliyorlar. Gidiyorlar. Mutluluk geliyor ve bazen gidiyor. Kim varlığını bütünüyle idaresi altında tutabiliyor? Krallığımızda zayıf hükümdarlarız...” Herşeyi bir tamam yapamayacaksınız. Yapsanız da bunun aslında hiç anlamı yok. Yaşadığı hayatın tatmin edici bir hayat olmuş olmasının Bu dünyaya birden ve anlamlarla gözümüzü açtığımız her anda kendimizi ölümden kendisini sakınarak yaşamaya çalışan bir kişi, insan teki, olarak buluveriyoruz. Ama asıl ölüm korkusu ceylanın aslandan kaçarkenki can havli veya uçurumun kenarındaki ürperti değildir. O insana özgüdür. Dille ilgilidir. Gözlerimizi kapatıp sonsuza kadar bir daha geri gelmeyeceğimiz yokoluşu düşünmektir. Bir gün.. iki gün.. bir hafta.. bir yıl.. bir milyon yıl.. bir milyar yıl... Size yola çıkmayı öğütlemek istemiştim ama bu üç ay önceydi “.. kahvemi içip ardından düşünceler hayallerle uykuya dalmışım. Rüzgar esiyordu ve bir ara bulutların geldiğini anladım. O ara herşey bir ıslanmış. Biraz yukarıdan indirmiş. Bir tabaka su eşyanın, otların ve kumların üstünde... kalın da giyindiğim için biraz da terlemişim. Şimdi de ay epey yükselmişken ve ben bunları ay ışığında yazarken hava ve deniz tümüyle sessiz ve sakin... açık bir gökyüzü.. ıslak bir tulum...” İnsanı kumsaldaki o birbaşına özgürlük hissinden daha fazla heyecanla doldurup tamamlayan ne olabilir? Tamamlayan......! t. cemil turbey 4 2002..................... Selçuk....................bir otel odası.............. ..............gece yarısı.....................bir oda burası..................... .........mimari ?.................: m.1.yeni bir mimari? m.2.pencerelerden bakınız dünyaya... m.3.uyumadan önce: küçük bir odada (ki mimari bir öğe olarak oda), uykuya dalmadan önce farkettim: dışarıda başka bir dünya var, diğer odada (ki mimari bir öğedir oda). benim, yalnız benim içinde olmadığım bir “diğer taraf”. m.4.sanat öldü...... ben öldürdüm... m.5.yeni bir mimari? m.6.demek epeyce yalnızım ben... m.7.eski insanın tek düşüydü öbür odada olabilmek, istese de istemese de hep bunun için uğraştı. m.8.öteki dünya eğlenceli mi? herkes dans ediyormuş orada, ben gürültüsünü duyuyorum danslarının. m.9.bir şehir birazdan yerle bir olacakmış gibi durmalı, mutluluğun başka yolu yok belki... m.10.modern evler annelerimizi mutlu edebilmek için yaratılmıştır: yeni, temiz, sağlam... mutfağı da biraz büyük olsa... 5 m.11.gece uykuya bir umutla, sabah ben de o dünyanın bir parçası olarak açarım gözlerimi umuduyla dalıyorum. sanki sabah ben de o dünyanın bir parçası olarak açabilecekmişim gözlerimi gibi. m.22.bir sanatçı ancak sanatı öldürerek özgür olabilirdi, ona (sadece ona) herşeyi yapmak mübahtır artık. çünkü bir sanatçı ancak sanatı öldürerek özgür olabilirdi, ona (yalnız ona) herşeyi yapmak mübahtır artık. çünkü..... m.12.yeni bir mimari? m.13.artık insanın tedirginliğidir mimari, pencereden bakınız dünyaya... göreceksiniz. m.23.bakın ne diyeceğim, bütün anarşistler burjuvadır: düzenin yaramaz çocukları... nasıl ki burjuvazi artık yaptığınız herşeydir.... m.24.burjuva olmayanlar.... m.14.aynen öyledir mutluluk veren şehir, bir fiskeyle yıkılacakmış gibi evler, köprüler, kubbeler, kuleler, minareler...... yoksa ilerleyemez insan..... ilerleyecek gibi.... m.25.bizi korkutanlar, m.26.kanımızı donduranlar.... m.15.modernizm bir canidir!.. yalnız mimari ve iktisattır (yalan!), yapı ve paradır ve yalnızca bunların üzerinden bakılır diğer herşeye. değiştikçe zaman artık söz söylemek de sanat olmaktan çıktı...... herkes herşeyi söyleyebilir artık. m.27.umut yeni dünya mı? ne benimki ne de diğeri?... m.28.unutmadan:dünyanın bütün proleterleri birleşsin, tarihin gördüğü en büyük sendika olur bu, evet... m.16.yeni çağ üzerine geniş kapsamlı düşüncelerimizi “modernizm: buraya kadar, insan ve hayvan” adlı makalemizde bulabilirsiniz. m.17.sanat ölmüş..... ben öldürmüşüm...... m.18.yeni insan evinin romanını yazacak, her ev bir roman olacak. acaba şimdi de öyle mi? diye düşündüm bir an. a. o. ömerkız m.19.ben diğer dünyanın vatandaşlığını uzun süre önce reddetmişim. ellerinde imzalı, mühürlü belgeler var, bu yüzden kabul edilmiyorum oraya. m.20.tembellik etmesem yapılmayacak şey yok dünyada. m.21.oda (mimari bir öğe olarak) 6 Şeytanlı öykü Hayatını sürdürmekte olduğu sonsuz zamanın bir yerinde İblis, yeni bir sonsuzluk buhranı içinde kıvranırken sıkıntısını bir parça uzaklaştırmak için göğe uğrayıp İsrafil ve Cebrail’le biraz muhabbet etmeyi düşündü. İblis yorgundu. Allah’a karşı çıkan isyanları bastırmak için oradan oraya melekler ordusunu götürdüğü zamanlar geride kalmışsa da sonsuz bir zamanın yorgunluğu geçip gitmek bir yana, artıp duruyordu. Niye ayaklandıkları bir türlü anlaşılamayan isyancıların üstüne Allah’ın ordularını sürmek üzere evrenin ucunda bir yerlere doğru giderken bolca düşünme fırsatı buluyordu. Niye o evrenin uçlarına doğru gittiğini sormuyordu kendine. Nedenler önemsizdi. Kendisine yeni bir görev verildiğinde bunun bir lütuf olduğunu hissediyordu, çünkü sıkılıyordu. Ve belki o isyancılar da sıkıldıklarından isyan ediyorlardı... İblis, Allah’ı bilen ve tanıyan mahlukların nasıl olup da o herşey olana, o muazzama, o tarif edilemeze, o kudretliye.. O’na karşı isyan edebildiklerini kendi kendine sorup cevap aramaktan bıkmamıştı. O’ndan, her yerde hissettikleri bildikleri Allah’tan korkmuyorlar mıydı? Nasıl korkmuyorlardı? Sadece ibadet etmeleri için yaratılmış zavallı mahluklar nasıl olup da doğru yoldan sapabiliyorlardı? Sebep sıkıntıysa o sıkıntı bu kadar mı güçlüydü? Yaşadıkları hayat öylesine anlamsız mıydı?... Türlü düşüncelerin eşlik ettiği kısa yolculuğun ardından göğe varılır. Büyük melekler saygın görev arkadaşları İblis’i kapıda 7 karşılarlar. Selamün aleyküm faslından sonra İblis’in gözleri heryerde olan, bir çok yerde de olmayan Allah’ı aramaya başlar. Sıkıntısının üstesinden beyinsiz meleklerle sayısız kez tekrarlamış olduğu gereksiz bir sohbetle gelemeyeceğini anlayan İblis: “Allah neredeler?” diye sorar. Cebrail cevap verir ona: “Ey İblis! Cinlerinden haberleri almadın mı? Olanları gözleriyle görenlerden dinlemedin mi? ‘OL!’ dendiğini keskin kulaklarınla nasıl işitmedin? Yüce Rabbimiz son günlerde bir hayli meşgullerdi. Gerçi bize sonsuz külfet gibi görünen en zorlu meşguliyet yüce Rab için en küçük bir yorgunluk vesilesi bile değildir. Fakat asla bilemediğimiz ve anlayamadığımız sebeplerden Kadir Olan, tahtlarına son zamanlarda yorgun argın dönüyorlar. Hergün sabahtan akşama kadar bir büyük mekanda bazı yüce icraatlar gerçekleştiriyorlar.” İblis, karşısında eğilip bükülerek konuşan yüce meleğin sözleri karşısında meraka kapılarak sorar: “Ey meleklerin yücesi Cebrail, müjdeli haberler veren! Allah ne kadar zamandır uğraşıyorlar? Neyle uraşıyorlar ve hangi zamanda bitecek bu icraat?” Melek cevaplar: “Ey İblis, meraklı gözlerle arayan! Bugün tam altıncı gün oldu. Altı gündür olağanüstü şeyler oluyor fakat biz herşeyi görüp bilenlerden olmadığımız için neler olduğunu anlayamıyoruz.” Bu sözler İblis’in merakını iyice arttırmıştır. Orada bekleyip olacakları görmeye karar verir. Akşama doğru Allah uzaklardaki ışıkların arasından göründüğünde kimsenin daha önceden görüp bilmediği bir mahluk da yanındadır. Sevinçli ilahiler söyleyerek Allah’ı karşılamaya çıkan küçük ve büyük bütün melekler O’nun hemen arkasında yerde yatan yeni mahluku görünce hep bir ağızdan korku dolu bir saygıyla sorarlar: -Alemleri yaratan yüce efendimiz, bildiğiniz gibi göklerdeki ülkenizde sabah akşam yılmadan emirlerinizi bekleyen biz zavallı melekler gerçekleştirdiğiniz yeni ve büyük icraatlarınızın haberlerini almak için sabırsızlıkla beklemekteydik. Acaba bizleri yanınızda getirdiğiniz yüce eseriniz konusunda aydınlatacak mısınız? Allah yalnızdır ve kibirlidir. Melekleri başından savmak istercesine: -Deyin ki: .. (duraklar) ..yaratılmışların en yücesi olan.. ..Adem’dir! (buluşuna sevinip gülümser) Melekler daha önce hiç duymadıkları bu isim karşısında büyük bir şaşkınlık ve korkuyla hep birden gerilerler: -Yüce efendimiz!!!?.. (kararsız ve tedirgin, yeni ismi anmaya da cesaret edemeyerek hep bir ağızdan) Biz kullarınızı sonsuz ilminizle her zaman şaşırtıyorsunuz... (şaşkınlık içinde birbirlerine bakarlar) -Adem’i yeni yarattık, kuşku yok ki yaratıcıyızdır. Melekler üzüntüyle sorarlar: -Her an size ibadet etmekten başka düşüncesi olmayan biz kullarınız size karşı bilmeden bir kusur mu işledik ya Rabbimiz? -Biz şüphesiz sizlerin aklınızı ona erdirmedik. Sizi yaratırken ne kadar sıkıcı olacağınızı da biliyorduk, çünkü şüphesiz biz herşeyi bileniz. Hakikat şu ki sizlerin Allah nezdinde hiç tadınız yoktur! Oysa Adem’i çok başka türlü yarattık. -Nasıl başka yüce efendimiz? -Adem’e kendimizden ruh üfleyeceğiz ve kafasının içine akıl koyacağız ve cansız topraktan bedenine can vereceğiz... Sevinçten şaşkına dönen melekler ne yapacaklarını şaşırır, birbirlerine müjdeyi bildirmek için gözlerinden yaşlar aka aka oradan oraya koşuştururlar: -Ulu efendimiz... yüce Rabbimiz.. yaratan Rabbimiz!... Allah umursamadan sözlerini sürdürür: -Bir evren yarattık ki kudretimizin bir ispatı olsun; evrenin merkezine dünyayı koyduk, etrafına yedi kat gökler sardık, içine saymakla bitmeyecek kadar çok yıldızlar yerleştirdik, şimdi hepiniz gidin, evreni görün, tanıyın. Deyin ki: O, alemlerin yaratıcısı yüce Allah’tır. Yerlerde ve göklerdeki bütün harikaları O yarattı. Alemin içine o alemde bir zerre etmeyecek kadar küçük Ademoğullarını attı.. ..şaşırsınlar, uçsuz bucaksız alem içinde ne kadar küçük olduklarını hissetsinler, korksunlar ve Allah’a sığınsınlar diye.. ..sonra Allah onlara nerede olurlarsa olsunlar haberciler...... (Meleklerin hepsi sınırsız ahmaklıklarını büyük bir sevinçle kutluyor, benimsiyorlardı. Varlıklarından, yaratılışlarının sefilliğinden, kaderlerinden, başlarına gelecek herhangi bir şeyden ötürü Allah’ı suçlamayı akıllarının 8 ucundan bile geçirmezlerdi. Bütün bu konuşmalar boyunca bir kenarda bekleyen İblis ise başkaydı..... Hiçbir melek kainatın o hiç görmedikleri, ancak tanrının bildiği ve gittiği yörelerindeki bin türlü mahlukun niye isyan ettiğini de sormuyordu kendine... ama İblis soruyordu. Şimdi belki Allah yeni, başka türlü bir mahluk peşindeydi. Belki öncekilerden farklı özellikleri de olan yeni yaratıklarıyla eğlenecekti biraz).... ....durun! Dokunmayın sizi gafiller! Cahiller sürüsü... kırılacak. Görmüyor musunuz Adem daha kurumadı ve ona ruh üflenmedi.” Kırılacak!? Adem!? Üflenmedi!?.. İblis kendini tehlikede hissetmeye başlar. Daha fazla dayanamayarak kalabalığa yaklaşır. Sesini sızlanmaların arasından duyulacak kadar yükselterek gururlu havasını bozmadan sorar: -Ya Rab, Adem’inki nasıl bir başkalıktır? Bahşettiğin sonsuz ömrümde bana türlü mahlukat göstermiştin. Onların hepsinden de başka mıdır? Allah bakışlarını İblis’e çevirir. Samimi bir ifadeyle konuşur: -Adem hepsinin en iyisidir İblis. Yarattıklarımın hepsinin üstündedir. O biraz oyuncudur, kötüye meyillidir, onun aklı çelinebilecektir... -Peki kötü nedir ya Rab? -Çok yakında bunu iyice öğreneceksin sevgili İblis! . . . Olanlar İblis’i hem üzmüş hem yormuş hem de meraklandırmıştır. “Ne demek oluyor ki bütün bunlar? En güçlü, en yürekli, en sevgili melek benim.. Adem benim yerimi mi alacak? Benden üstün mü?... Şu toprak denen nesne ateşten daha güçlü olsa gerek... öğreneceğim ‘kötü’ denen şey de bu topraktan mı yaratılacak?”.... İblis tekinsiz düşünceleri kafasından geçirirken bir yandan Allah’ın bunları kendi kafasındaymış gibi duyduğunu biliyordu elbette.. duruma alışmıştı.. zaten bütün varlığı da bundan ibaretti, sadece onun değil bütün diğerlerinin de... onların varlığı buydu işte.. bütün hayatlarını ve yaptıkları herşeyi her an Allah onlara veriyordu. Düşünebilmesi Allah’ın bunu her an bilip kılmasına bağlıydı. Düşündüklerini Allah’ın düşündürttüğünü bilirdi. Melekler belki bunu anlayamayacak kadar saftılar ama İblis’in zekası dingin ve yekpare değildi. Hareketliydi. Bir şeyi aklına getiren de, birşey yapmaya onu sevkeden de, bunları ona yaptıran da Allah’tı. Bu yüzden ona karşı gelmek mümkün değildi. O zaten olan ve olmayan herşeydi. İblis’in tamamı da ondaydı. Hiçbir parçası, hiçbir yapıp etmesi onun dışında değildi. İblis bunu bilirdi. O yüzden düşünmekten korkmazdı. İblis ancak bir vesilesiydi düşündüklerinin.... . . . Birkaç gün sonra, herneredeyse orada, kuşkularla dolu olarak dolaşan İblis birden Adem’in kurumaya bırakıldığı yere gelmiş olduğunu farkeder. Onu inceler. Allah’ın kullarına kendini gösterdiği suretinin sönük, zavallı bir kopyasıdır bu. “Ama bir de Allah ona kendi ruhundan üfleyince!??.......... Üfleyince??!! ...Neler olacak ya rabbim?”... İblis Allah’ın zamanı gelinceye kadar kendine cevap vermeyeceğini de sonsuz bir zaman içinde sonsuz bekleyişlerinin içinde öğrenmiştir. İnsanın niye yaratıldığını ancak zaman içinde göreceklerdir... “Topraktan?!.... Oyuncu!??.... Kötü?..” İblis korkar ve meraka kapılır. Yaklaşır. Parmağını uzatır, uzatır............... ona dokunur ve aynı anda bu çok tuhaf dokunuşun verdiği ürpertiyle elini çeker. Korkuyla kaçar gider. İlerleyen günlerde İblis hergün insana daha fazla temas eder. Hatta ona nüfuz etmeye başlar. Onun içine girer. Toprağın korkulacak bir yanı olmadığını anlamıştır. Aslında yaratılan yeni evren sonsuz sıkıntının içinde bir eğlence fırsatıdır. İblis bunu anlar. Çok uzun bir zaman bu yeni evrenle eğleneceklerini de anlar. Allah’ın bu evrende onun için bir başrol ayarlamış olduğunu da hisseder. En çok Adem’i merak etmektedir şimdi. Bir de ruh üflenince çok ilginç şeyler yaşanacağını hissetmektedir. “Şimdi artık bir an önce adem kurusun, ruh üflensin ve kötü yaratılsın”. . . . 9 Zamanı gelince beden kuruyup pişti ve ona ruh üflendi ve Adem yumuşayıp canlandı. Allah onu huzuruna çağırttı ve ona dünyada ve ahirette kendisine gerekecek bütün bilgiyi verdi. Bundan sonra bütün melekleri huzuruna çağırttı. Onlara şöyle seslendi: -İşte bu insandır. Adı Adem’dir. Onu topraktan yarattık. O şüphesiz yarattıklarımızın en ulusudur. Şimdi hepiniz ona secde edin. Melekler insana secde etmekte tereddüt etmediler. Kırgınlık duymadılar. Melekler sadece Allah’ın buyruklarını yerine getiriyorlardı. İblis de sadece Allah’ın buyruklarını yerine getiriyordu. Böyle olduğunu İblis biliyordu. Ama görünüşte kendisi karar veriyor ve eyliyordu, Allah’ın buyrukları gizliydi. İblis, herşey Allah’tan geldiği halde yine de yaptıklarından kendisinin sorumlu tutulacağını biliyordu, onun varlık oyununun kuralı buydu. Allah’a güvenmekten başka yapabileceği birşey yoktu. Allah cezalandırıcı olduğu kadar bağışlayıcıydı da. Onu bağışlayacaktı. İblis, bu yüzden içinden geldiği gibi davrandı. İçine girdiği, nüfuz ettiği bu yeni yaratığın kendisinden üstün olmadığını biliyordu. Küstahça konuştu: -Onun bizden nesi üstündür ya Rab? Allah ona beklenmedik bir yumuşaklıkla cevap verdi: -İnsan kendinden beklenmeyen işler yapar İblis. Kaderini etkiler. Mesul tutulacaktır. -Ya Rab senin beklemediğin iş yapılabilir mi? -İstersem kendi yazdığımı hem hatırlar hem unuturum, ona yazdığım kaderi hem yazarım hem yazmam. Sana verdiğim bu akıl!?... Sana bu soruyu sorduran aklı ben yarattım İblis. Zavallı aklınla düşündüklerin beni anlamana yetecek mi sanıyorsun? Bu samimi sözler İblis’i korkutmuştu. İçinde ileride derinleşecek bir şüphenin işareti olan küçük bir çatlak hissetti. Ama aynı samimiyet ikisinin arasında dönecek olan oyuna kuralları ne olursa olsun girmesi gerektiğini işaret ediyordu. Herşey yazılmıştı...............................................yoksa yazılmamış mıydı? Şeytan .2 -Sen beni ateşten yarattın ya Rab, Adem’i ise topraktan. Toprağın ateşten üstün yanı yoktur, bunu gördüm. İnsanına o kıpırtısız ışıktan yarattığın meleklerin secde etsinler. Ben onun önünde eğilmem! Sakindim, temkinliydim. Bir oyunu hazırlayan uygun sözleri seçmem gerekiyordu. Öyle hissediyordum. Önümüzdeki uzun bir zamanda beni eğlendirecek bir oyun. Ama O’na başkaldırmış olmaktan korkuyordum da. O’na itaat etmedim. O’nun öyle istediğini düşündüm. İtaat etmemi istemediğini düşündüm. Böylece itaat etmiş olacağımı düşündüm. Ama bunun da belki artık çok önemi kalmamıştı... yaşadığım sonsuz zamanın sonunda ... Yine de tedirgindim. İçimize korkuyu koymuş bizi yaratırken. Ondan korkmamızı istemiş. Kafamı önüme eğdim ve bekledim. Allah kesin konuştu: -Bana baş kaldırdın İblis! Kötü, yaratıldı; insan için ve senin için. Bana baş kaldırdığın için artık lanetlendin. Evrenin sonu geldiği zaman cezanı çekeceksin. Başkaldırıda senin ardından gelirse insan da cezalandırılacak. Şimdi huzurumdan defol! Korktum. Allah benim için nasıl bir oyun hazırlamıştı? Bunun eğlenceli bir oyun olacağını düşünürken lanetlenmiş ve huzurdan kovulmuştum, cezamı da çekecektim. Allah benim için benim aklıma sığmayan bir şeyler mi hazırlamıştı? Düşündüğüm herşey yanlış mıydı? Allah’ın bana düşündürmediği şeyler mi kurmuştum kendi başıma? Ya da Allah bana yanlış olan şeyleri mi düşündürdü? Neye göre karar verecektim? Allah benden ne istiyordu? Allah birşey ister miydi? İstemez miydi? Benim aklımın anlamaya yetmediği Allah hakkında ben ne bilebilirdim?.. Demek Allah’a başkaldırmak kötüydü!? Bunu sanırım önceden hissediyordum ben. Tabii ki melekler başkaldırmayı bilmiyorlardı. Ben biliyordum... Neler olacağını kestiremiyordum. Adem yaratılmıştı ve Allah’ın huzurunda şenlik devam ediyordu. Birşeyler oluyordu ama ben oyunun dışında bırakılmıştım.. 10 Günler geçtikçe Azrail, Mikail, Cebrail ve İsrafil’in oyunda epey önemli görevlere geldiğini öğrendim. Beni seven bazı cinler bana haber taşıyorlardı (Benim gibi düşünen başkaları da vardı). Tabii ki bütün teşkilatımdan Allah haberliydi. Bunun bir önemi yoktu. Bir çok meleğe görevler verilmişti. Neredeyse bütün melekler milleti yeni evren için seferber edilmişti. Oysa ben oyunun benim için yaratıldığını düşünmüştüm. Gerçi yanılmış olduğumu düşünmek için henüz erkendi. Allah’ın işlerine tabii ki akıl sır erdiremeyecektim. Sonsuz bir zaman boyunca beni güden düşünce tarzım derin bir şüphe tarafından paramparça edilmişti. Onunla ve işleriyle ilgili, en azından kendimle ilgili kısmından birşeyleri bilirim diye düşünüyordum. Ama neyi bilebilirim ki? O her türlü olabilir. Düşünemediğim herşey olabilir. Düşünebildiğim en basit birşey de olabilir. O’nu öyle basit bir varlık olarak tahayyül edemesem de benim tahayyül edemememin onun için ne önemi olabilir? ... Belki benim için güzel tasarıları vardı, belki de hiçbir tasarısı yoktu, belki hatta, O ..haşa.. yoktu. Belki O, olmamayı da başarıyordu. Belki hem oluyordu hem olmuyordu, belki eğleniyordu bizim gibi... bana eğleniyordur gibi geliyordu, ya da belki eğlenmek diye birşey yoktu... belki Allah’ın bize yolladığı sureti kendisi değildi de sadece bir aracıydı. O belki apayrı birşeydi ya da hiçbirşeydi. Ben birşeydim, o belki hiç de birşey değildi... bütün bunlar hakkında karara varmam mümkün değildi. Allah’ın bana verdiği, belki de vermiş olmadığı yetiler beni yanıltıyordu, belki de yanıltmıyordu. Belki o tam göründüğü gibiydi, belki saydıklarımın hepsi birdendi... her nasılsa bu benim anlayamayacağım şekilde gerçekleşiyordu, belki anlayacak bir yetiye sahip olabilmem için kendim olmaktan çıkmak durumundaydım, belki de değildim. Belki benim kendisini anlayıp hala kendim gibi olmamı sağlayabilirdi... belki de sağlayamazdı... belki hiçbirşeye gücü yetmiyordu. Ben o sonsuz zaman boyunca bütün bunları farkedememiştim işte. Ama farkedememem de bir şeyi değiştirmeyebilirdi. Ama belki de değiştirirdi. Şöyle ki: varolduğum sonsuz zaman boyunca Allah bana hep tutarlı görünmüştü. Bizim varlık mekanımız içinde anlamlı, bizim düşündüğümüz gibi bir Allah vardı. Bu yüzden onun gerçekte başka türlü olabileceğinden şüphe etmeyi de çok aklıma getirmemiş olmalıyım. Belki ben yanılıp da isyan etmeseydim o da kurallarına uyar ve beni lanetlemezdi ve ben ona kayıtsızca baş eğmeye devam etseydim bana bir komplo kurmak peşinde de olmazdı. ..belki de olurdu... bilemiyorum hiçbirşeyi. Ama o an, bütün bu düşünceler kafama daha dolmadan önce, hissediyordum ki hata etmiştim. Korkuyordum. Ben uymam gereken kurallarda bir kırık oluşturdum. Oyunun kurallarını ben ihlal ettim. Pişmanım. . . . Allah Adem’i pişmek için konduğu yerden almış, evrende yarattığı cennet denen mekana koymuştu. Kendisi de sık sık o cennette boy gösteriyordu. Adem’in bir dediği iki edilmiyordu. Cennet adem için yaratılmıştı. Oraya Allah’ın beni gördüğünü bile bile gittim. Belki de görmüyordu. En azından gördüğünü belli etmiyordu. Sonuçta yapacak başka işim yoktu, lanetlenmiştim, sıkıntım daha da artmıştı (o zaman ölmek daha yaratılmamıştı ve ben sonsuza dek yaşayacağımı sanıyordum). Cennet o kadar büyüktü ki Adem sonsuza kadar bütün katlarını gezmeyi bile başaramazdı, ama sevgili Allah’tan rica edip bütün cenneti görmesini sağlayacak bir seyahat biçimi yarattırabilirdi elbet. Yine de tek başına Adem için böyle masrafa girişilmeyeceği açıktı. Benim için hala açık bir kapı vardı. Görüyordum ki Allah Adem’e iştah denen bir özellik vermişti. Adem’in iştahı bazı ihtiyaçlar doğuruyordu. Cennet de bunun üstüne kurulmuştu. Adem’in bütün ihtiyacı gideriliyor ama iştahı da sürekli yenileniyordu. Adem çok eğleniyordu. Zevk (bunu da Adem için yaratmıştı) sınırsızdı. Bizim içinse sadece sıkıntıyı yaratmıştı. ... İşin ilginci Adem efendi de en sonunda sıkılmayı becerdi. Ben de onun tatminsizliğini keşfetmiş oldum böylece. Adem’in içine girilebileceği gibi canı da çekilebilirdi. Kandırılabilirdi. Evet o, kötüye meyledebilirdi. İştahı vardı. Bunlar onun hakkında ilk öğrendiklerimdi. Zaten cennette başka bir özelliği de yoktu. 11 Adem efendi sıkılınca Allah ona benzer başka birşey yarattı. Bu da insanmış ama biraz daha ufak tefekmiş. O andan sonra ikisi birlikte vakit geçirmeye başladılar. Allah onları kendi hallerine bıraktı. Yine de onca masraftan sonra işin burada kalmayacağı belliydi. Adem aptaldı ve onun yüzünden lanetlenmiş olmaya katlanmam mümkün değildi. Allah’ın bütün olan biteni özellikle kurduğunu daha kuvvetli hissediyordum. Emin değildim tabii ama öyle geliyordu işte. Zaten bunların önemi yok. Kendime hakim olmadım. Ben zaten batmıştım. Neden insan da batmasındı? Cennette bir tek kötü vardı. O da özel bir ağacın meyvesini yemek. Bir şekilde Adem ve arkadaşı Havva’yı kışkırttım ve Adem sizin genelde elma olarak andığınız meyvayı yedi. Adem ve Havva toprağın geldiği yere yollandılar. Bundan sonrası bildiğiniz gibi gelişti. Adem ve Havva üremeye başladılar, sizler doğdunuz... . . . Dünya dediğiniz yerde insan gelmeden önce bütün hazırlıklar yapılmıştı zaten. Yani insan bir şekilde buraya düşmek için yaratılmıştı. Ben bunları biliyordum ve aslında Adem denen budalaya ettiğim hainlikten ötürü de üzgünüm şimdi. Fakat elma oraya bir tek sebeple konmuştu. Bu da mı benim suçum? Böyle düşünüyordum. Allah oraya yasağı niçin koysundu? İşte göklerde geçen bütün olayların ardından insanlar hata ettiler ve ne olduğunun farkında bile olmadan günah işleyip duracakları sonsuz sayıda yasaklar ülkesine düşüverdiler. Gerçekleşecek oyunu heyecanla beklediğim ve hazırlanmasında rol aldığım için evet biraz ben de suçluyum. Belki şimdi hissettiğim derin bir pişmanlıktır... ama olanlar oldu bile. Öfkem yatışana kadar birçok insanın aklını çeldim. O günlerde insanlarla gerçekten çok eğlendim. Zevk benim için de yaratılmıştı. Ve Allah’ın oyunu benim için yarattığına iyice inandım. Dünyanın renkli ve hareketli hayatına kendimi kaptırdığım için şüphelerimden uzun bir süre uzaklaştım. Onların aklını çeldim. Cebrail ve Azraille ilginç oyunlar oynuyorduk. ... Kısacası iyi vakit geçiriyorduk. Sonra zamanın sonuna gelmekte olduğumuzu bir gün İsrafil ağzından kaçırıverdi. Zamanın sonu kehanetin gerçekleşeceği ve benim cezalandırılacağım anlamına geliyordu. Topu topu birkaç yüzyılım kalmıştı. Allah’ın Oğlu .3 Allah beni önce yanına aldı. Sonra da yalnız başıma bıraktı gitti. Uzun bir süre bedenimden yoksun öylece beklediğimin farkındaydım. Hissettim, düşündüm, biliyorum bunları, hatırlıyorum.. Ama aynı bir rüyadaki gibi anlaşılmaz ve silik herşey. Gerçekten de öyle yaşadım çünkü. Bedenim yokken hayatım yoktu. Sadece belirsiz, dağınık bazı anlar, duygular vardı. Allah beni yanına alacağını ve korkmam için bir sebep olmadığını söyledi. Bana onun oğlu olduğumu söylüyorlardı. Belki de ben öyle söylüyordum. O yüzden Allah’a güveniyordum. İnsan babasına güvenir. Beni aldılar ve çarmıha gerdiler. Ellerimi ayaklarımı çivilediler. Çok acı çekiyordum. Ölmek istiyordum ama babam bana söz vermişti. Beni yanına alacaktı. Beni bir an önce yukarı çağırmasını istiyordum ondan. Ona yalvardım... Nihayet birkaç gün sonra beni indirdiler. Ama hala yukarı alınmamıştım. Öldüm. Belki de ölmedim. Galiba ölmedim. İnsan öldüğünü nasıl anlayabilir? Belki de uyuyordum. Allah’a yine de güveniyordum. Herşeyi ona olan inancım ve güvenimle yaptım. Arkamdan masumları sürüklerken O’na inanıyordum. O’ndan mucizeler isterken aslında korkuyordum. Korktuğumu bildiğini de biliyordum... O’ndan şüphe etmiyordum hiç. İstediklerimi yerine getirecek güçte olduğunu biliyordum. Ama buna kendisi karar veriyordu. Bütün dualarımı geri çevirip beni yüz üstü bırakabilirdi. O zaman peşimden gelerek herşeylerini feda eden insanlara ne diyecektim? Allah beni yüz üstü bıraktı mı diyecektim? Allah hepimizi yüzüstü bıraktı. Hayır bunu söylemem gerekmedi. Allah ölüleri canlandırmamı, körleri iyileştirmemi sağladı, nimetini bizim için sonsuz kıldı. Beni takip edenler bana , O’nun oğlu 12 olduğuma iman ettiler... .. oysa ben kendime hiç iman edemedim. Söylediklerimin doğru olmamasından içten içe hep korktum. Beni bir evladı sever gibi kollayıp gözetseydi beni acılar çekmeye bu sefil dünyaya yollar mıydı diye düşünmekten kendimi alamıyordum ve böyle düşündükçe de O’nun güvenini yitirdiğimi ve O’na başkaldırdığımı hissediyordum. Bu yüzden başıma gelenleri hak ettiğimi de düşünüyordum bazen. Aslında hiç bir şey bilmiyordum. Allah bana var olduğuna dair kanıtlar yolluyor diye düşünüyordum. Ama Allah benim babam mıydı? Ya da neydi? Yalnızca bir insanım ben. Beni çarmıha gerdiklerinde çok acı çektim, ellerimden günlerce kanlar aktı yerlere. Tanrının oğlu bir insandı... ama belki tanrı da insan gibiydi. Biz öyle düşünüyorduk. Belki de ben düşünmüyordum ve yanımdakiler bana öyle söylüyorlardı. Sonuçta ben yoluma iman ettiğimi hissettim ve sonuma kadar bu yoldan dönmedim. Ve Allah beni gerçekten yanına aldı. Beni övdü. O’nun oğluydum galiba. Evet bana babam gibi göründü... ve zaten sonra bunu düşünecek vaktimi kaybettim. Kendimi kaybettim. Bir çukura düşmüş gibi bekledim İşte şimdi beni çukurdan alıp kendime getirdiler. Bana bedenimi verdiler. Olanları hatırlayıp kendimi toplamam için bekletiyorlar beni bir yerde. Dünyanın sonu gelecekmiş ve beni geri göndereceklermiş. Herkesi yine Allah’a davet edecekmişim. Zaten bunları önceden biliyordum. Gerçi şimdi... şimdi herşey değişmiş gibi geliyor... değişim kendimi farkedemediğim yüzyıllar boyunca kendi kendine mi oldu yoksa yeniden uyandıktan sonra bir anda mı gerçekleşti... bunları bilmek galiba mümkün değil. Neyin nasıl olduğunu anlamak mümkün değil. Şimdi ben Allah’ı görmüşken ve ölmüşken ya da ölmemişken, nihayetinde öteki bir dünyaya gelmişken hala hiçbirşeyi bilmiyorum... bilemeyeceğimi de bilemiyorum. Allah bana göründü. İşte melekler gözümün önündeler ve ben de bana bildirildiği gibi dünyaya dönmek için vazifelendirildim. Ama Allah gördüğüm gibi miydi? Tek yapabileceğim O’na güvenmek. Ama O’na güvenip güvenemeyeceğimi de bilemem...... Bu yüzden şimdi kendimi yeniden toparlarken anılarımı hatırladıkça onları o zaman yaşadığım hallerinden çok farklı görüyorum. Bana çok farklı görünüyorlar. Böyle olmasını ben istemedim ama yine şüphe ederek O’na başkaldırdığımı hissediyorum şimdi. Bu haldeyken nasıl dünyaya gidip insanları O’na çağıracağımı bilemiyorum. Allah insanlar için dünyayı, hayvanları, bitkileri ve bütün evreni yarattı... bizi oraya koydu... bize hayvanları verdi... biz de onları avladık... ya da yetiştirdik... onlardan faydalandık ve onları yedik. Aslında onlara eziyet de ettik... onların eziyet edilmek için yaratıldığını biliyorduk... sadece bizi ne için yarattığını bilemiyorduk... yaşıyorduk... belki engel olamadığı bazı zorunluluklar yüzünden bizi yaratmak durumunda kalmıştı... bunun önemi var mı o da belli değildi... belli değil gibi geliyordu... ama önemi vardı... çünkü gittiğim diyarlarda gördüğüm insanların yaşadıkları yaşam.. yaşamaya çalıştıkları bu dünya, çok zorlu bir dünyaydı. Tehlikeliydi, insanlar sürekli ölüyorlar ve birbirlerini öldürüyorlardı... belki ölmek sorun değildi... ama ölmekten korkuyorlardı... korku onları tetikte tutuyordu... ölmemek için herşeye katlanıyorlardı... herşeyi de yaşamaya devam etmek için yapıyorlardı... yaşam buydu. Yaşam bütün tehlike ve zorluklarla birlikte, onlardan korkarak, bütün korkularla da birlikte o yaşamı devam ettirmeye çalışmaktı. Fakat bazıları da çok eğleniyordu.. bir kısım insan büyük acılar çekmeden güzel güzel yaşayıp gidiyordu, bazıları ise sadece acı çekiyordu... acı çekenlerle iyi yaşayanlar, acı çektirenler bir arada yaşıyorlardı. Allah adil bir dünya yaratmamıştı ve hak yerini bulmuyordu... hak yerini bulmuyordu ama bulacaktı... dünyada Allah’ın adil düzenini bozanlar sonra bir diğerinde cezalandırılacaktı... o zaman böyle düşünüyorduk. Çirkinliklerle dolu dünya yokolacak ve hakedenler cennette sonsuz bir yaşama kavuşacaklar... herşey yerine oturmuyor mu? Ama sorular bitmiyor kafamda. ya Rabbim beni kendi yoluna döndür bu kafirce soruları kafamdan al götür....al götür!........... Sorular kafamdan çıkıp gitmiyorlar bir türlü..... Dünyada rahat yaşayanların hepsi cehenneme mi gidecekti? Cennete gitmek için ödenmesi gereken bedel neydi? Allah’ın kurallarına uymak, ona inanmak, boyun eğmek... bu durumda rahat ve güzel bir dünya hayatı yaşamakla kimse öteki dünyayı kaybetmiyor. Ama dünyada acılar 13 çekip haksızlığa uğrayanlar ne kazanacaklar?.... konunun bu olmadığını anlamak gerekir. Dünya bir sınama ama sınama herkes için farklı zorlukta. Herhalde bunun karşılığını da ona göre alacağız. O zaman daha büyük ve zorlu bir sınamaya tabi tutulanlar şanslı olmalılar ve o zaman bu dünyada daha fazla zorluğa tabi tutulanlar, daha zorlu durumlarda kalanlar, büyük acılar çekenler daha fazla mükafat alacaklar. Ancak herkesin yapısı farklı olduğundan birçokları kendilerine bahşedilen şansı değerlendiremeyecekler ve sınavı geçecek nitelikte olmadıkları anlaşılacak. Hele o belki sınanmakta olduklarını hiç duymamış insanlara ne mutlu, tek başlarına Allah’ı bulmak zorunda olanlar... hele bir de en zorlu görevi başarıp kendi başlarına O’nu bulurlarsa ne büyük bir mükafat görecekler... tek başlarına... doğadaki ibret verici harikaları seyrederek, hayata kafa yorarak Allah’ı... çokları bulamayacaklar tabii, yoksa sınav mı olurdu?.. ama birkaç tanesi... işte ne mutlu onlara.. ama..... yani... yani bu sınav belki bazılarına haksız bir sınav gibi gelir... yani Allah bazılarını altından kalkamayacakları bir sınava sürüyor gibi görünüyor belki ama aslında... yani bazılarının da daha kolay bir sınavla cennete gidivermeleri... ama şunu unutmayalım ki kötü yerinden girecekler cennete... yani şimdi bu bir fırsat... zor sınav karşılığında böylece daha fazlasını elde edeceklerdi, ya hep ya hiç gibi görünüyor.. tabi öyle ama.. ayrıca sürüyorsa demek ki onlara bu zor sınavın altından kalkma gücünü de vermiş demektir değil mi.. yani Allah adilse... zor bir sınava soktuğu kulunu ona göre mükafatlandırır ve onlara kaldıramayacakları yükü yüklemez, Allah adil olduğuna göre böyle olması gerekir... Ne kadar kaçınmaya çalışsam da aklım sürekli fitneyle doluyor. Söylediklerimde kendimi ikna etmeyen bir yan var sanki hep. Bu halde Allah’ın bana verdiği görevi nasıl yerine getiririm? İnsanları adil Allah’a imana, Allah’ın adil düzenine uymaya nasıl çağırırım? Allah’ın düzeni adil mi? Adil tabii ki... bizi yarattı çünkü... çünkü... çünkü............. yani niye olursa olsun bizi yarattı, bizi sınamak için yarattı belki... bu ona kalmış tümüyle, ben bunu sorgulayamam. Ben inanırım. İçimden imansızlığı kazımalıyım... Allah’a sorgusuzca iman etmeliyim. O, bazı kullarını güzel yaratır, bazılarını çirkin, bazılarını güçlü yaratır, bazılarını zayıf, bazılarını zengin yaratır, bazılarını fakir, bazılarını öyle yaratır ki onların ruh sağlığı olmaz, bazıları Allah’ın adını bile duymadan yaşar ve ölürler, bazıları ise onun gönderdiği habercilerin mucizelerine şahit olurlar ve iman ederler, yine de iman etmemekte direten cehennemlikler de vardır. O şüphesiz bazı kullarını daha çok sever, dilediğini saptırır ve dilediğini kendine çeker, iyiliği de verir kötülüğü de.... işte zihnim berraklaşıyor yeniden... herşey açık... Açık ama................... ............. ama böyle bir adalete nasıl şehadet ederim? Benim inanıp doğru bildiğim herşeye ters değil mi bütün bunlar? Ben adaletin sağlanacağı vaadini götürdüm insanlara, onlara adil davranmayan Allah’a onları nasıl çağırırım? Mesela havarilerim mükafatlandırılacaklar çünkü bana iman ettiler... bütün insan soyu arasından havarilerim olmak üzere onlar seçildiler.. çünkü onlar... onlar... onlar bu iş için uygun yaratıldılar.. çünkü... bazı kullarını daha çok sevdi ve kayırdı.. çünkü onlar onun sevgili kullarıdır... çünkü... çünkü onları öyle olsunlar diye yarattı... bazıları da zavallı lanetlilerdir... çünkü onlar... Allah’a iman etmediler... çünkü Allah onları sınamak için onların aklını çelecek şeyler yolladığında onların aklı çelindi... çünkü Allah onları sınadı çünkü bütün insanlar Allah’ın sevgili kulu olmaya layık değildiler çünkü Allah onları öyle yaratmadı ama Allah onlara şans verdi ve belki daha büyük mükafat verecekti.. en azından onları kurtaracaktı onlar lanetli zavallılar da olsalar yani aslında onları yaratan Allah onları o hale koydu tabi ama onlara şans da verdi beni de bunun için yollamıştı ama benim ulaşamadıklarım kendi akıllarıyla dünyayı böyle adaletsiz yaratanın adil bir Allah olmadığı sonucuna varmayacaklar mıydı? Varanlar yanılacaktı varmamalıydılar bunu da anlamalıydılar Allah onlara akıl verdi bu akılla dünyayı yaratan adil ve iyiliksever tanrıyı bulmamaları için ne sebep vardı her tarafından eşitsizlik ve sebepsizlik ve acı akıyordu tabi dünyanın ama yine de iyilik.. yani orda güzel şeyler de .. yani ordan.. yani bulabilirlerdi..... bu kadar adaletsiz olamayacağını düşünmeliydiler ama elbet O bizi yarattı herhalde bizi acılar çekelim diye yaratmadı... işte güzel şeyler de var hayatta onları da aynı yaradan 14 verdi demek ki o bize sonunda güzellikler verecek şimdi vermiyor vermiyor çünkü sonra verecek... yani tabii acıları çeken bizler bunun suçlusu değiliz... yani suçlu olduğumuzdan dünyada acı çekmiyoruz bu yalnızca bir sınama yani dünyada rahat yaşayanlar da sınanıyorlar onlar da bunu hak etmek için birşey yapmadılar ama Allah böyle istedi işte ve istediklerini saptırdı ve onları zaten öyle yaratmıştı ki onlar sınavı.... Hayır! kimseyi öyle yaratmış olamaz herkese şans verdi...... aslında istemezse de vermezdi.. aslında bizi lûtfedip kurtaracak O. Evet! Bu gerçeği anlamalıyız işte. Buraya düştük ve Allah’ın inayeti olmadan buradan çıkamayız. Suçlu değilmişiz gibi geliyor ama biz suça batmış durumdayız... suçlu olmadığına inanmak için saf olmak gerek... evet ben de O’na imanda kusur ettim ve benim de suçum bu olmalı... insanlığı bu sefer kurtarmalıyım... evet biz O’nu anlayamıyoruz.. anlamaya da çalışmayalım... ya da çalışalım. ama anlamadığımızda ona iman etmekten sapmayalım... ancak böyle kurtulacağız.. insanlara mesajım bu olacak işte... evet O bu adaletsiz dünyayı yarattı ve bizi oraya bir çok kandırıcının arasına koydu. Ama biz yine O’na iman etmeliyiz. Bu bizim sınavımızdır. Varlığımızın amaçlarını ve sınavı akılla kavrayamamamız da sınavın parçasıdır. Ne zorlu bir sınavla karşı karşıyayız. Sınav zorlu olduğu için ödülün büyük olacağı yargısını çıkartmak da yanlıştır. Belki de hiç bir ödülü olmayacak. Belki Allah bizi affetmeyecek. Bizi suçlu yaratanın O olması neyi değiştirir. Suçlu olmamızı, imansız olmamızı değiştirir mi? O zaman belki bizi hiç affetmeye de bilir. Biz ancak yakarırız O’na bizi affetmesi için. Bunun için yalvarırız. İşte gerçekleri bana söyletiyor artık ya Rabbim şükürler olsun sana! Allah beni bu yüzden geri yolluyor... son bir af dilemek, Allah’a son bir yalvarmak için. Benim bir avuç insanla birlikte dünyadaki masum ya da gerçekte günahkar olduğunu düşünebileceğimiz insanların hepsi için af dilemem yadırganmamalı. Bu durumun çok anlamlı görünmediğini biliyorum. Suç işleyenler, insanlara acı çektirenler cezalarını çekmeli, herkes aynı kefeye konmamalı, bütün insanlık bir değil biliyorum... yani sanki öyle gibi onu biliyorum... ama eğer öyle olsaydı bütün bunları yaratan Allah’ın da bize acı çektirdiği için....... öyle değil! Önemli olan insanlara acı çektirenler değil. Allah’ın rızası dışında acı çektirenler. Allah uğrunda savaşmışsanız... o zaman mükafat alırsınız.. ben ilk hayatımda böyle söylemiyordum. Çünkü ben acı çeken herkese adil bir Allah adına sesleniyordum. Ben Allah’ı böyle bildim. Ama ben artık... benim aklım artık..... ben artık aklımla mukayese etmeye kalkmamalıyım Allah’ı...... o zaman elden başka birşey gelmiyor. Dünyaya gitmemle hepimiz, bütün bir insan nesli olarak Allah’ın karşısına çıkıp af dilemiş olacağız, O da bazılarımızı kurtaracak. Biz bütün bunları aklımızla kavrayamıyoruz. Sadece emirlere uymalıyız. Suçluyuz, aksine inansak da, aksine inandığımız için... Aklımızın bizi sürüklediği yerden suçluyuz, o aklı bize Allah vermiş olsa da... ve adil bir Allah’a inanıp güvenmeliyiz çünkü başka bir şey yok. Ben buna inanmalıyım. Ve Allah’ın bana verdiği bu son görev için hazırlanmalıyım. Sevgili Peygamber .4 Ben geldiğim zaman benden önce gelen bütün ayetlerin geçersiz olduğu bana bildirildi. Benden sonra başka peygamber gelmeyeceği de bana bildirildi. Ben insanları Allah’ın dinine davet etmek için görevlendirilmiştim. Allah bana meleğini yolluyor ve o yolla sözlerini bana iletiyordu. Benden önce gelen kitaplar hala ortalıkta dolaşıyordu. Allah bana onların sahte ve değiştirilmiş olduğunu bildirdi. Ben de öyle öğrettim. Ama Allah istediği ayetleri değiştirebiliyor veya unutturabiliyordu. Yani diğer elçilere gelen kitaplar varsın korunmuş olsun bu tartışmayı yapmaya gerek bile yok. Allah sözlerini değiştirebilir. O’nun için bunun önemi yoktur. Allah benimkinden önceki kitapta belki bana bildirdiklerinden başka hakikatler bildirmişti, belki de bildirmemişti. Bunun benim için bir önemi yok. Benim için önemli olan tek şey bana bildirilendir. Allah bana bazen meleğini yollar bazen bana bizzat bildirir. Onun zatı nasıldır bunun önemi yok. Allah iyiyi yarattım diyor. Kötüyü de yarattım diyor. Dilediğimi saptırırım, dilediğimi doğru yola çeviririm diyor. Bu 15 sözlerde ne tuhaflık var? Allah’tan büyük ve önemli hiçbirşey olmadığına göre tartışacak birşey var mıdır? Allah her kavme bir elçi gönderdiğini söylüyor. Bazı kavimlere bir sürü yollamış ama onlar bir türlü doğru yola gelmemişler, yine yollamış. Bazı kavimlere de tekrar tekrar yollamamış. Bu kadar işte. Kavim deyince, bu bütün kullarına ulaşmak anlamına gelmiyorsa bunun da önemi yok. Dedelerinin suçu yüzünden bazı kullara haksızlık edilmiş .... evet edilmiştir. Evet herkese eşit bir sınav vermiyor ve adaletin terazisi belki hiçbir zaman dengelenmiyor, belki bazı kulları hem yaşarken hem cennette mutlu olacaklar ve bazı kulları asla mutlu olmayacak ve cehennemde yanacaklar... saçmalık nerede? Allah herkese beni ve kendisini bulsunlar diye akıl verdiğini bildiriyor. Belki bazılarına o akıl oyun eder de onlar için Allah’ı bulmayı imkansızlaştırır. Ne yapalım onlar da bulamasınlar. Hem Allah öyle demiyor. Ve ben yalnız Allah’a inanırım. Hakikat benim kafamdaki olabilir mi? Evet bana verilen akıl kendiyle çelişir durur. Ne olacak yani? İşin gerçeği şu: Allah ister iyiyi verir ister kötüyü. Allah seni yaratmış lûtfetmiş. Sana niye sana da adil gelecek şekilde davransın? Niye? O herşeydir. O’ndan başka olan şeylerin O’nun karşısında hiçbir önemi yoktur. İyiliği ve kötülüğü de O bizler için yarattı. O’nun için iyilik ve kötülük yoktur. Zaten iyilik ve kötülük yoktur, emir ve yasak vardır. Fiiller ancak Allah emrettiği için hayır ya da şer olurlar. Şimdi bazılarınız akıllarınca onun adaletsizliğini göstermeye çalışıyorlar. Akıllarınca!... Allah senin aklına sığmaz zavallı. Adalet onun yaratığıdır. İyi ve kötü, hayır ve şer onun yaratıklarıdır.... aklın onun yaratığıdır... şimdi o senin aklına uysun, senin aklınca iyi olsun istiyorsun. Gerçek böyle değil. Ey zavallı Ademoğlu! Aslında senin bildiğin herşey önemsiz. O’na inan. Yapabileceğin başka birşey yok!!............ Yok. Şimdi ben çekildiğim cennet köşesinden kıyametin kopmasını ve sevgili kulların bazılarının, çok az bir kısmının da olsa, buraya gelerek cenneti şenlendirmelerini bekliyorum. Allah bana daha yaşarken onun sevgili kulu olduğumu bildirdi. Bütün insanlığı ve evreni ben olmasam belki yaratmayacağını bildirdi. Bunlar beni mutlu kılıyor. Cennette de Allah’ın sevgili kulları için en güzel yerler ayrıldı. Bulunduğum cennet köşesi cennetin en üst katında en güzel mevkidir. Yaşarken etrafımda olan arkadaşlarım, benimle mücadele edenler yanımda olanlar da buraya yanıma gelecekler. Benim onlara gösterdiğim yolda hayatlarını feda edenler de buraya gelecek... Sonra bütün müminler diğer katlara yerleştirilecekler. İnsanlar birbirlerine eşit yaratılmamıştır ve bunu Allah istemiştir. Şimdi o eşitsizlikten bahsedip Allah’a isyan etmek düpedüz gafilliktir. Nerden çıkartıyorsun Allah’ın seni de sevgili bir kulu yapması gerektiğini? Seni en aşağılık bir halde bile yaratmış olsa O’nun lutfudur bu yalnız. O sana fırsatları sundu. Sen bu fırsatı teptin. İşte benim aklım bu sonuçlara da varıyor. Senin aklın da bunlara erer elbet... ama sen kötü niyetlisin, fitnecisin. Tutmuşsun Allah’ın senin için yazdığı kurallara uyması gerektiğini söylüyorsun, sen yalnız günahkarsın bu söylediğinle. Evet bana da sorarsan ona söz vermedik ki hiç, ona karşı sorumlu olalım. Evet ben de seçmedim olduğum yeri, buna layık olmak için de önceden hiç birşey yapmam gerekmedi. Ben Allah’ın sevgili kulu olarak doğdum... ama bunlar ne ifade eder? Bana böyle geliyor ama aklımın bütün oyunları ne ifade eder Allah varlığının karşısında. Hepsi sınavın bir parçası. Allah bana bildirdi. Bana bizzat bildirdi ki bana ve getirdiğim kitaba inanmak zorundasın. Konuşuyorum işte. Tek kurtuluş şansınım senin. İyi dinle sözlerimi. Sen bana inanmakla yükümlü kılındın. Bunu seçip seçmemek senin elinde. Allah pek azınızın doğru seçimi yapacağını biliyordu. Öyle söylüyor. O bizi yalnız sınamak için yarattı. Niye bizi sınamak istediğinin ne önemi var, yaratıldık bir kere. Sen bunları bırak da hemen şimdi kendine sor: Hesap günü gelince Allah’a ne cevap vereceksin. “Bana delil göndermedin” mi diyeceksin? “Bana elçi yollamadın” diye ağlayacak mısın? O da: “sana evreni delil gösterdim sana bir resul gönderdim” diyecek. Sen “ben o elçinin doğru söylediğini nereden bilebilirdim pek çok da yalancı elçiler yolladın” diyeceksin, O: “ben sana akıl verdim seçecektin” diyecek. “Sen sınavı geçemedin” diyecek. Sen niye bu sınava tabi tutulduğunu ve niye yaratıldığını anlayamayacaksın. O, “ben sana bildirmiştim yalan mı?” 16 diyecek. “Ama bildiriyi ben anlayamadım, pek çokları da anlayamadı, pekçok bildiri vardı, hangisini seçecektim, hepsinde saçmalıklar vardı” diyeceksin. O da sana: “gözünün önündeydi, değil miydi?” diyecek. Sen direneceksin: “ama önümdekinin doğru olduğunu nereden anlayayım, beni yolladığın dünyada pek çok zaman gözümün önünde olan beni aldatıyordu!” O da diyecek ki: “sınav da buydu işte ve sen başaramadın”. “Sana iman et dendi, denmedi mi? Sana peygamberlerim geldiler, gelmediler mi, sana kitaplarımla hakikat bildirildi, bildirilmedi mi?” diye tekrar soracak. “Ama beni aldattın Allah’ım” mı diyeceksin? “Beni kandırmak için bana şeytanı yolladın ve dünyaya aklımı çelecek türlü türlü hileler koydun ve benim aklım öyle oluştu ki babamın dini bana saçma geldi ve ben doğru olanı aramak zorundaydım neye inanacağımı bilemedim...” diye çırpına çırpına devam ederken sana anlamlı gelen bu sözler onu hiç etkilemeyecek. “Hem de babanın dinini bıraktın” diyecek. “Kurtuluşun çok yakındı ve sen onu teptin” diyecek. Sana peygamberlerimi yolladım ve sen onları geri çevirdin, sana apaçık deliller olan dağları, denizleri ve yıldızları, sonra evreni gösterdim de bana yüz çevirdin” diyecek. Boşuna dağların benim getirdiğim dine seni çağırmadığını, o muazzam evrenin benim getirdiğim dinden başka herşeyi çağrıştırdığını, insanın bu kadar küçük olduğu evrenin sebebi olduğuna inanmasının mümkün olmadığını anlatmaya çalışma. O sana adil bir dünya yaratmak durumunda değildi. O hiçbirşey yapmak durumunda değildi. O bizi ve kainatı böyle yarattı............ O söyleyeceğini söyledi. Şimdi intikam alınacak. Ve Allah öcünün çok şiddetli olacağını da bildirmişti. Anlayacağın ey insanoğlu Allah’a karşı haklı çıkamazsın. Sen sorumlusun O değil. Seni yarattı ve sana kuralları koydu. Sen kuralları ihlal ettin mi? Ettin. O’na inanman gerekiyordu ama sen şüphe ettin ya da hiç inanmadın. Suçlusun. Herşey yaşandı. Herşeyin tutanağı tutuldu. İnkar etmen anlamsız. Haklı bile olacak olsaydın bunun bir anlamı yoktu. Biz Allah’ın sevgili kulları onun buyruklarını yerine getirdik. Biz cennette mükafatlandırılırken sen cehennemde suçunun cezasını çekeceksin. Anlasan da anlamasan da suçlu olduğunu bileceksin. .5 Kıyametin yaklaştığı günlerde Allah, yaklaşan kader karşısında ne yapacağını bilemeden tedirginlikle son yüzyıllarını dünyada bir kuytuda saklanıp kömür yiyerek geçirmeye karar veren İblis’in karşısına çıktı. İblis onbinlerce yıl süren insanlık tarihinde genelde dünyada ikamet etmiş ve kendisine bir takım dünyevi zevkler edinmişti. Kemik ve tezek yemekte sebebini anlayamadığı büyük bir keyif bulmuştu. Şimdi yeraltında bir kömür yatağına yerleşmişti. Allah karanlık kömür yatağında birden ona görünüverdi. İblis korktu. Bir yandan da eski bir arkadaşı görmüş gibi sevindi. Allah ona öyle göründü. İblis Allah’ın niye geldiğini düşünemedi. Ama ondan korktu. Allah konuştu: -İntikam vakti geldi İblis. İşte artık alıştığın dünyada, öğrendiğin karanlıkta gerçekleşecek bu intikam. Ben şüphesiz öc alıcıyım. İblis sustu. İblis korkmayı bıraktı. Allah ona korkutucu görünmedi. Allah onu korkutmadı.Allah konuştu: -Ne o İblis, artık konuşmuyor ve başkaldırmıyorsun. Ama bunlar benim intikamımı engellemez. İblis düşündü. Bunları biliyordu. İblis bunları bildi. Allah ona bunları çoktan bildirdi. İblis yorgunluğu tümüyle hissetti. İblis takatten düştü, karanlığa gömüldü. Allah onu karanlığa gömdü. . . . Allah İblis’i uyandırdı. Dünyadaydılar. Allah güldü. İblis’e öyle göründü. Allah İblis’e onu affettiğini söyledi. Allah onu cezalandırmayacaktı. İblis affedilecek bir suçu olmadığını düşündü. İblis suçlu olmadığını bildi. Ama sonra bunu bilemez oldu. Şüpheye düştü...... İblis bütün bunların hiç önemi olmadığını anladı. Sadece bir vesile olduğunu anladı, suçsuz olduğunu ama bunun önemli olmadığını anladı. Suçlanmanın da affedilmenin de anlamı başkaydı. Allah’ın iradesiyle uzlaşmamanın bir anlamı yoktu. Allah onunla eğleniyordu. Belki onun anladığı şekilde eğlenmiyordu. Ama Allah 17 İblis’e eğleniyor olarak göründü. İblis Allah’ın iradesiyle uyuşacaktı. O’nun görünür iradesiyle İblis’in görünür iradesi, yani İblis’in yaşamında gerçekleştiği haliyle uyuşacaktı. İblis Allah’ın verdiği emre uyacaktı. Allah ona dünyada kalmasını ve vazifesini tamamlamasını emretti. Bütün insanları Allah’ın yasaklarını ihlal etmeye sevkedecekti. Böylece kıyamet gelecekti. İblis biliyordu. Hep biliyordu. İnsanların bir önemi yoktu. O budala Adem’i gördüğü zamandan beri biliyordu. İnsanların acı çekmesi Allah’ın umurunda bile değildi. Onların çektikleri acıyı kendi çekiyor gibi biliyordu Allah, ama insanları bunu bilerek yaratmıştı zaten. O’nun bilmediği birşey yoktu. Belki de vardı. İsterse bilmiyordu. Belki insan kılığına girip unutmanın ve hazzın tadına varıyordu. Bilinmezliğin tadına varıyordu. Eğleniyordu belki. Belki kadınlarla yatıyor ve bundan da bir ilahın alacağı şiddette bir zevk alıyordu. Belki o anda zevkten küçük bir deprem yaratıyordu......... İblis dünyada eğlenirken belki Allah da çeşit çeşit kılıkla ve gerçekten o kimlikleri edinerek yaşıyordu. Allah’ın buna gücü yetmez mi? O’nun herşeye gücü yeter. Allah insan kılığında günahlar da işlemiş ve belki bir insan olarak suçluluk bile duymuştu. Belki kendini de cehenneme atar ve bir vakit de öyle eğlenirdi. Allah sonlu kılıklarda ve sonlu kafalarda ortaya çıkarak önce zamana giriyor sonra da zamanlılığın getirdiği sıkıntıyı gideriyordu. Kendine yoktan eğlence yaratıyordu. Bütün bunların bir sebebi de yoktu. Sadece Allah böyle istiyordu. O’nun istemesi nasıldır bunu İblis bilemedi. Bu düşündükleri doğru mudur, bunu da bilemedi. İblis’e başka birşey görünmedi. . . . İlerleyen yıllarda İblis dünyada çok çalıştı. Etrafındaki şeytanlar ordusuyla bütün insanların aklına girdiler. Herkesin yüreğine şüphe soktular. İnsanlar da inançsızlık konusunda çok yetenekli çıktılar. Bu son yüzyıllarda İblis daha önce dünyada hiç olmadığı kadar başarılı oldu. İlk defa belirlenmiş bir görevle insanlığı kötüye sevketmeye memur edilmişti. İblis yine Allah’ın ordularının başındaydı. Bu sefer görevi insanları Allah’a karşı ayaklandırmaktı. Zaman dardı ve İblis yeteneklerini sonuna kadar kullandı. İnsanların hayatına yığınla yeni icat sokarak onları Allah’tan hızla uzaklaştıran bir yola sevketti. Dünyadaki zamanın sonu yaklaştığında ortaya kehanetlerdeki gibi Deccal çıktı. Kimse onun Deccal olduğunu anlayamazdı artık. Çünkü inanç ortadan kalkmıştı. Sonra bir genç, bir meczup Deccal’ı öldürdü. Ve kendisinin Allah’ın oğlu İsa olduğunu bildirdi. Bütün insanlığı Allah’a dönmeye çağırdı. İnsanlar artık kendini mesih ilan eden meczuplardan bıkmışlardı. Ona ağır bir ceza verildi. İsa idam edildiği ana kadar insanları Allah’a davet etmeyi sürdürdü... ama ona kimse inanmadı. İsa acılar içinde ikinci kez idam edildi. Elektirikli sandalyede Allah’a yalvardı. Ama Allah onu duymadı. Belki de duydu. Belki o yüzden İsa kolay ölmedi. Allah’a yalvardı. Allah onun neler çektiğini kendi çekermiş gibi biliyordu ama belki hissetmeyiverdi. Ya da belki zevkle hissetti. İsa öldü. Allah onu yanına almadı. Allah onun babası değildi. Belki bir ara olmuştu. Belki bakire Meryem’e gelmiş ve insan gibi........ ...İsa, hesap gününde inancından şüphe ettiği ve Allah’ın oğlu olduğunu iddia ettiği için yargılandı. Melek .6 Herşey çoktan yazıldı ve dünyada yaşamakta olan pek çok kul gibi biz melekler de Allah’ın ülkesinde o gün için hazırlanıyoruz. Rabbim dünyaya alametleri yollamaya başladı bile. Benim de o önemli günde bazı vazifelerim olacak. Allah’ın bazı sevgili kulları üstünde bulutlar tutacağım ki beyinleri kavrulmasın ve acı çekmesinler. Allah’ın sevgisine layık olmayan ve sevgili olmayan kullar telaş ve korku içinde kaçışırlarken onlar, iyi kullar, rahat olacaklar. O gün kimse başkalarını düşünemeyecek. Herkes o raddede korku ve dehşet içinde olacak. Herkes olanlardan korkacak. Ama asıl korku Allah korkusu olacak. Herkes anlayacak. Herkes neler olduğunu anlayacak. O yüzden korkacaklar. “Korkuların en büyüğü 18 olsun” dedi Allah. Bazıları kendilerini rahatlatmak için şöyle düşünecekler: “evet kızgın güneşi yaklaştırarak beynimi kaynatıyor, bütün alemi bir kargaşa ve korkuya sevkediyor ama yine de o iyiliksever Allah’tır, merhametlidir ve ondan korkmamalı, o kullarını sever.” Ama yine de korkacaklar. Çünkü Allah onların içine korku salacak. Korkuların en büyüğünü. Onlar yanılacaklar. Allah onlardan öcünü alacak. Bazıları da sanacaklar ki işte o gün geldi ve cennete gidiyorlar. Onlar da içlerindeki korkuyu yatıştırmaya çalışacaklar, onlar günahsız olduklarını sanıyorlar. Ama günahsız olanlar çok azdır. Çünkü onların anlamadıkları ve bilmedikleri günahlarının da tutanağı tutuldu. Onlar da cezalarını çekecekler. Korkuyu ne kadar yatıştırmayı deneseler başaramazlar. Çünkü korkuyu içlerine Allah soktu. Niye korktuklarını, niye bu sonsuz anın bitmediğini, niye acılar içinde kıvrandıklarını düşündükçe o an suçlu olduklarını anlamaya başlayacaklar. Allah onlara suçlarını böyle anlatır. Bazıları korku ve dehşet içinde af dilenecekler. Korkuyla yalvaracaklar. Suçlu olduklarını tüm benlikleriyle bilecekler. Fakat onlar bağışlama ve dinginlik bulamayacaklar. Ne de: “Allah’tan korkmanın alemi var mıdır? Evet ben yanıldım günahlar işledim, şimdi de Allah bana ne yapacaksa yapacak ve benim elimden birşey gelmez, Allah belki beni acılarla cezalandırır, belki yok eder ama işte Allah var ve artık yapacak birşey kalmadı” diyerek sakinliklerini korumaya çalışanlar telaş ve dehşete düşmekten kurtulabilecekler. Çünkü Allah hepsinin içine korku salacak. Telaş içinde kaçışacaklar. Allah’ın elçisinin ümmetinde yer alabilmek için tek esas, Allah’ın buyruğunu yerine getirmiş olmaktır. Sağlıklarında o mevkiye en çok yakıştırılanlar şaşkınlık içinde uzaktan seyredecekler müminleri. Sonra hepsi ölecek... İyiler de kötüler de. Herkes öylece yatacak bir an. Biz melekler için belki çok uzun sürecek, belki sürmeyecek. İnsanlar için bir an olacak. Sonra herkes kalkacak. Suçlu olan suçluluğunu anlamış olacak. Sonra ona suçu bildirilince yaptığı herşeyi hatırlayacak. Böylece kimin Allah’ın sevgisini hakettiği kimin etmediği herkes tarafından da görülmüş olacak. Allah kimin gafil kimin mümin olacağını insanoğullarını yaratırken de biliyordu. Onlar da öğrenecekler... Ve sonra Allah’ın düzeni içinde cennette ve cehennemde sonsuz yaşam başlayacak. Artık yasak olmayacak. İnsanlar suçsuz yaşayacak. Allah son elçisine böyle anlattı. Biz de böyle uygulayacağız. Müşrik .7 Cehenneme gideceğim günü bekliyorum. Dünyada sınanmışım. Artık bunu biliyorum. Kabrimde açılan bir perdeden çekeceğim acıları da görüyorum........ korkuyorum da................ Ancak bunu kabulleneceğim sanılmasın. Allah, eğer beni duyuyorsan sana şunu söylüyorum. Ne hesap gününde ne beni acılar içinde yakmak için haince yarattığın cehenneminde sana boyun eğmeyeceğim. İstersen beni bir anda yok edersin. Beni yaratıp bu sözde adil sınamaya soktuğun gibi, bütün evreni ve canlıları yarattığın gibi... Ben senin adaletini kabul etmiyorum. Sen bana adil davranmadın. Beni tanrıyı başka türlü anlatan bir kavme gönderdin ve onlar beni tanrılara iman etmem gerektiğine inandırdılar, beni öyle büyüttüler ve ben de tanrılara karşı çıkanlara onların buyruklarına uyarak şiddetle saldırdım ve onlarla savaştım. Ve tanrılara öyle iman ettim ki bu uğurda öldüm. Ölünce görüyorum ki karşıma çıkan sen “bana eş koşanlara sonsuz azap vardır” diyorsun. Ben iman ettim sonuna kadar ve yanıldım. Ama sana iman edenler de yanılmış olabilirlerdi. Kavminin dinini bırakan, sonu belli olmayan lanetli bir yola çıkar. Ben kavmimin dinine sonuna kadar inandım çünkü bana öyle öğretildi. Ve ben içimde hep hissettim tanrıların varlığını. Babamın inandığı gibi. Ve senin kavimlerin de sana öyle inandılar belki. Hatta belki benim gibi kuvvetle inanmaları gerekmedi bile... Onların bana üstünlüğü nerededir? Beni bu kavme yolladın. Onu kendi kavmine. Benim başaramadığım ve onun başardığı nedir? Onun şansı yaver gitti karşımıza sen çıktın ey Allah! Ama sen şimdi bana sonsuz azabı layık görmüşsün, kendin bilirsin. İçime bütün korkuları sal. Bir parça iradem kaldığı müddetçe buyruğuna girmem senin. Ben adil tanrılara inandım. 19 Son Bölüm .8 Yaşlı adamın başı ağrıyordu, kafası sanki gözünden başlayıp ensesine doğru uzanan bir çizgiden çatlayıp ayrılacak gibiydi. Etrafına bakındı. Nerede olduğunu bilemedi. Önceki gece çok içtiğini hatırladı, her gece çok içtiğini hatırladı ve işte bir kaldırımın üstünde yatıyordu şimdi... Bir yeri yurdu ailesi olmadığı için bazen böyle yol kenarlarında kaldırımlarda geceliyordu. Orda burda yatıp kalkıyor, gece olunca da dünyanın bütün içkilerini içiyordu... Gerindi. Bir yandan kendi kendine söylenirken köşebaşındaki büfeye doğru yürüdü. “...önceki gece çok kaçırmışım... Bir grup ayyaşa birahanede Allah’ın varolmadığını anlatıyordum hararetle. Bazıları bana çok kızdılar. Ve sonra beni dövüp dışarı attılar. Niye varolsun? Diyordum ben onlara. Evreni anlamak için Allah’a ne ihtiyacınız vardı ki? Size evren hakkında, evreni bırakın kendi varlığınız hakkında ne anlatıyor ki? Hiç! Niye varsınız? Allah istiyor diye! Niye istiyor? Allah bilir! Evrenin ucu bucağı var mı? Bilinmez... Bu soruları uzat dur. Hepsinin cevabı: Allah bilir Allah bilir... başka cevap yok! Bir de bize anlatsa bildiklerini!... İşin doğrusu Allah gerçekten çok masraflı bir varsayım beyler dedim. Ona inanmakla altına girdiğiniz borçların karşılığını alamıyorsunuz. Yılda en azından bir ayınızı ona ayırıyorsunuz. Hatta bazılarınız ona bütün hayatlarını adıyorlar, külfetli ibadetler... ona ibadethaneler açmak, onu öğretecek okullar kurmak, dini gruplar oluşturmak için bir servet harcanıyor sürekli. Ne için? Varolmayan bir Allah için. Niye inanıyorsunuz? Babanız, dedeniz ve etrafınızdaki herkes onun varolduğuna inandığı için. Oğlunuz niye inanacak? Aynı sebeple... sanki kendiniz seçip inanmış gibi de inancınıza sonuna kadar sahip çıkıyorsunuz... İşte bunları coşkuyla anlatıyordum ben... Onlarsa birden benim ne anlattığımı anladılar ve öfkeden kudurdular... hepsi birden üstüme yürüyüp beni tekme tokat dışarı attılar... Oysa ben şunu söyleyeyim, onlar etraflarından duyduklarına aynen inanmış oldukları için, düşünerek kendileri bulmuş olmadıkları için biri Allah hakkında konuştuğunda bu kadar sarsılmış ve çaresiz oluyorlar... Bir bilseler niye inandıklarını, niye Allah’ı seçtiklerini söyleyebilseler, bırakın söyleyemesinler ama bunu bilip bilemeyeceklerini bir kez düşünmüş olsalar böyle hiddetlenip beni susturmaya çalışmazlardı. Dert olmazdı ki onlar için benim söylediklerim.... ne farkediyor bu zavallılar için bir ihtiyarın ipe sapa gelmez fikirleri? Niye böyle şiddetle bağlılar? Niye en mukaddes mesele bu? Onlara başka neler neler, ne sorunlar ve ne hazlar verilmedi mi? Ne umuyorlar da....... ..Beni bu gafiller dışarı attığında arkamdan biri geldi... doğru söylediğimi, onu ikna ettiğimi, tanrının gereksiz olduğunu bana söyledi. Ona içimden acıyla güldüm. İşte o nankör insanlar böyle. Gözlerinin önündeki gerçeği inkar ediyorlar. Akılları her an her sözle çelinmeye hazır. Allah’a gerek yokmuş! Budalalar! – o gerzek insanlara gerek varmış gibi!- Allah evreni açıklasın diye var sanki... O birahanede o günah yuvasındaki bir tek inançsız oradaki herbir müminin cehenneme yollanmasına yeter. Başımı da ağrıttılar üstelik... Bizim hiç şüphesiz başımız ağrımaz. İnananlarla inanmayanların davası kıyamette görülecek. Ya da bazıları hemen de infaz edilebilir..... iyi fikir! O zaman ben de şimdi bu büfeden çıkar o günahkar imansızın karşısına çık.. tım. Şaşırıyorsun birden karşında beni bulunca ey kafir! Biliyorsun kim olduğumu... dünyanın en büyük dehşetiyle korkuyorsun... hissedebileceğinden fazla dehşet vereceğim sana....... evet kapan kapan ayaklarıma yalvar, yalvar ama hiçbir işe yaramaz.... ..şimdi beni bir daha gör... sıkıldım bu törenden... sen şansını teptin! Sen affedilmeyeceksin! Bak senin karşına bizzat çıktım... ben bütün kullarımın iyiliğini isterim... şimdi gidip senin... becerdim... hiç zor olmadı hah ha! Şüphesiz intikamım acıdır... hala inanmıyor musun bana, inanmıyor musun? Gereksiz miyim ben? Ne yapacaktın ki beni? Ne işe yararım ki ben peki? Ne işe yararım? Sana verdiğim korkulardan sığınmak için ihtiyaç duyuyorsun ya bana! İşte böyle, yine bana yalvarırsın! Ben senin bana ihtiyaç duymana ihtiyaç duyar mıyım? Ben ihtiyaç duymam! Gafil! İşte ben böyle işaretlerle kullarımı doğru yola çekerim. İşte ben sana böyle işaretler yollarım ki iyice düşünüp taşın doğruya var!...” “...Yine sabah olmuş birden!? Nerdeyim ben böyle? Neyse şimdi bilmiyorum. Dün gece ineklerin arasında bir ahırda yattım... 20 şimdi de burada uyanıverdim... ... A!? Kimleri görüyorum? İşte İblis değil mi karşıdaki? Şunun yolunu keseyim... demek bana karşı kullarımı kışkırtan İblis sensin! Ama hayır!.. şimdi ona görünmeyeyim. Karşı kaldırıma geçip saklanayım... Bu günahkarların hepsini ayartan sensin ey şeytan... demek camiye gidiyor... ben de gireyim... cemaatin arasında gönülleri çelerek nasıl da süzülüyor! Safları sıklaştırın ey cemaat, aradan şeytanlar sızıyor vallahi! Beni gördü mü acaba? Buraya mı bakıyor? Ey İblis arkanı dönme namazın bozuluyor. Kaç kişinin aklına fitne sokuyorsun şimdi... müslümanları birbirlerinden nasıl da soğutup... hain! Oysa ben ona git kullarımı uyar kurtar, hainleri yok et demiştim... Herneyse namazımı bitireyim... yavaş yavaş.. acele etmeyin... ....verahmetullaah.. oh.. Allah kabul etsin... ağır ağır çıkın itişmeyin ey insanlar. Şüphesiz ben yaşlılardanım. ...............!?..? Allah kahretsin ayakkabılarımı çalmışlar!? Dur ben de İblis’inkileri çalayım... hah ha!.. Allah işte böyle alır öcünü.... Ha!? Bu çukur da ne!?.. Az daha düşüyordum dalgınlıkla... aman daha değil... daha çok günahlarım var... hacca gitmek nasip olmadan...?..! .................Evet ben hacca gitmeliyim şimdi!” Yaşlı adam Kabe’yi tavaf eden kalabalığa karışmıştı. Etrafında yüzbinlerce mümin aralıksız dönüyor dönüyorlardı. Yaşlı adamın başı dönmüştü. Biraz rahatlamak ve serinlemek için gölgelik bir yer aramaya başladı. “Hah! şuradaki siyah eve gireyim... Burası da çok sıcak, cehennem gibi... ürpertti beni bu cehennem... kullarım iyi ki buraya girmiyorlar.. onca kalabalık evimi berbat ederdi, sonra akşama kadar halıları temizle!...” Çok sıcaktı. Yaşlı adam sıcaktan terliyor hem de kapısı açılmayan havasız binada nefesi sıkışıyordu. Yorulmuştu. Birden saatlerdir göğsünün ağrımakta olduğunu farketti. “Yoksa? Yok canım!?” güldü. Ancak şiddetli bir sancı birden sol göğsüne abanınca büyük bir dehşet bütün vücuduna yayıldı. Ölüm korkusuydu bu. “Rezillik!.. Ne biçim bedene bürünmüşüm, onca genç ve güzel kullarım dururken bu bunak ayyaş öldürecek beni.” Bir yandan bunları düşünüyor, ölmekten korkuyor, öte yandan öleceğine hiç ihtimal vermediği için muzip bir tavırla çarpılmış ağzının kenarından sırıtıyordu. “Dışarıdaki kullarım gelseler de artık bu halden beni kurtarsalar. Şapşallar orda dönüp durmayın burdayım işte! Burdayım!...” Ağrısı gittikçe şiddetlenirken yaşlı adamın gülümseyen suratı kasıldı. Ölüme gitmekte olduğunu idrak etmişti. Ölmek bu kadar basitti işte. İhtiyar bedende kalmış olan son güçle dışarıdaki insanlara seslenmeye çalıştı. Ancak yüzbinlerce insanın uğultusu zavalı yaşlı adamın güçsüz yardım çığlığının duyulmasını imkansız kılıyordu. “Ölüyorum?????????????” Bütün evren ölümünü anlamış titriyordu. Varlığı evrenin biraraya toplanmış tüm dehşetiyle haykırıyordu “Allaaah... ya Allah! Herşey bitiyor! Herşey! Ey insanlık boşa dönüyorsunuz! İçeri gelin! İçeri.. ??.................eşhedüü... içeri.. burdayım aradığı perihan a. hoşgül 21 Bilimin Ruhu Geldi Bugün, Ben Hata Paylarını Kutsadım... Ne Kadar Acizdim... Hayat tatsızlaştıkça miskinliği bir tarafa bırakıp hareketlendim. Bende birşeyler vardı, içimde... yaşlı bir adamdı, yetmişlerinde, huzursuz, huysuz. Ne kadar çok yaşamıştı, neler görmüştüm ben, biz, hayatımızdan hiç de memnun değildik. Belki de çok küçüktü çocuk, savunmasızdı da sırf bu yüzden her şeye saldırmalıydı... biraz düşünmüş ve önce her şeyi açıkça söylemek gerektiğine karar vermiştim ki şöyle dedi... şöyle: “Dünyayı koskoca bir laboratuvara çevirdiler caniler, apaçık bu, herşeyi öldürdüler...” (ne kadar öfkeliydi). “Bilim dini diğer hiçbir dinin veremediği zararı verdi hepimize, bir çeşit esaret, kalıp, duvar, yapmacık bir ciddiyet ve hızlanıyor gün geçtikçe, cesaretleniyor. Onun mutlak doğruları var ve bunlar dışında hiçbir şey görmek istemiyor gözü.” (ama aydınlanmanın mirasıydı ‘mutlak doğrular’). “İki yüzyıl önce düşmememiz gereken entelektüel yanlışlar belirlendi bazılarınca, öyle etkili oldu ki bu, onların değerleri üzerinden gelişti geri kalan herşey, yeni kategoriler eklendi zihinlerimize, yeni iyiler, akılcı olanlar, mutluluk getirenler ve tüm kötüler, yanlışlar, ilerlemeye ket vuranlar.” Küçücük adam, nereden uydurmuştum bunları? Hiç yakıştıramadım bilgeliğime, bana sessizlik yaraşırken bir de şöyle demeyeyim mi: “ Ne demekti bu ‘ilerleme’? Yalnızca bir devini mi? Sefil insan tarihinin bilgi birikimi mi? Yoksa birşeyler gerçekten iyiye mi gidiyordu? Bu görkemli terimin imparatorluğunun gerekli olduğunu kim söyledi bize, kim nasıl fısıldadı kulağımıza ki gözümüz başka şey görmez oldu. Öyleyse artık daha mutlu insan ırkı, hep daha iyiye gidiyor herşey... hayat epey bir anlam kazandı demek” (ve ne denli umutsuzdu düşündükçe). 22 Bilimin ruhunu çağırdım bugün, konuştuk biraz. Öyle zavallıydı, nasıl acizdi bilemezsiniz, kendisini sevmeyenlerden o da, kendinden bıkmışlardan ( aslında ben öyle görmek istedim onu, ama bıkmış bir hali vardı, bu doğru). Bu denli büyük ve mağrur görünüşlü başka hiçbir şey yoktur... kendinden ne kadar emindi ki gecenin en karanlık anını, benim en savunmasız halimi değil, günün en aydınlık vaktini seçmişti gelmek için. Güneş birkaç yüzyıldır bir tarafından doğup bir tarafından batarken bu eşsiz varlığın, şimdi benim derli toplu odamda aynı güneş öyle bir aydınlattı ki bizi, ben bu pek garipsemediğim şeyin içindeki boşlukları gördüm ışıktan ve cesaretle atıldım, kin doluydum: - Yeni lanet, hep vardın aslında, başka adlar altında başka işler yapıyordun ama hep bekliyordun, senin günün de gelecekti ve seni gerçekte hiç anlayamayan, yerine başka tanrıların başka kurallarıyla oynayan insanoğlundan intikamını alacaktın, hem de öyle bir alacaktın ki bu en büyük ceza, en ağır esaret olacaktı onlar için, zavallı insanoğlu dört elle tutunacaktı sana ve senin dört duvarını yeni dünyası sanacaktı. -Oysa sizler beni esir ettiğinizi sanıyorsunuz hep, övünüyorsunuz da bununla. -Biz gerçekte neyle savaşmamız gerektiğini bilemedik hiç ya da savaşmanın da bir anlamı olmadığını... seni kullandığımızı sandık çünkü hükmetmek geçmişti aklımızdan, doğaya, tüm evrene... böyle insan olduk biz, geçmişimize ve herşeye karşı savaşlar yaratarak. Kudret, sen bizim tek silahımızdın. -Peki ya herşey bunun tam tersi şekilde gelişmişse, ya ben sizinle savaşımda kullanmışsam evrenin o akıl almaz gücünü, ve mağrur insanoğlu, sizi kendime mahkum etmişsem.. Nasıl da tadını kaçırmıştı herşeyin... Size biraz anlatayım bilimin neye benzediğini, çünkü biliyorum, hiç görmediniz onu. Bir: penceremden içeri girebilecek kadar küçüktür bilim, daha doğrusu narindir. Ancak tüm odada öyle olmayan bir yeri kaplar ki, konuşurken onunla, sadece tavana ya da ne bileyim ilk andaki korkudan ve heyecandan titreyen elinizdeki renkli fincana bakmanız yeterlidir. Başka şekilde de göremezsiniz onu, bir “şey” lere bakmadan, şöyle derin bir nefes alıp ne içinde, ne diye yaşadığınızı düşünmeden. İki: hiç korkutucu değildir aslında, hiçbir şeye benzemez, tanrı gibidir biraz... bu yüzden korkmazsınız ondan, korkularımız hep gördüklerimizle şekillenir çünkü. Tanıdık değildir hiç ve hiç yabancılık çekmezsiniz yanında, belki de acizliğimizin, ona karşı koyamayacağımızın farkında oluşumuzun rahatlığıdır bu. Üç: daha kendinden emin bir varlık düşünülemez, tüm sıkıntısının ve acizliğinin bu kendinden eminlikten kaynaklandığını görür görmez anlarsınız, tıpkı ona bakar bakmaz tüm akılları ardına almasına rağmen kendisinin ve bütün yaptıklarının ne kadar akıl dışı, ne kadar bitkin bir coşkunun sonucu şeyler olduğunu da anlamanız gibi. Dört: işte bunlardan dolayı sadece sinir bozucudur aslında, biz insanlar bu kadar önemli bir şey karşısında en çok nefret dolarız. - Aslında babam sizsiniz benim, haydi neşelen biraz, beni bul... gerçekçi ol... Bense çoktan reddetmiştim bunu, düşman kesilmiştim çoktan. Aydınlanmana da, sana da... ağzım da bozulmuştu üstelik. İçimde küçüklüğüm dört şekerli, çok tatlı bir çay içmek istedi, çünkü masumiyetimi bu büyük laflar karşısında kaybedebileceğimden korktum... gittim, biraz da zaman kazanmak için, bir çay koydum. İşte şimdi saldırabilirdim: - Seni yaratmadık ki biz, elinden tuttuk sadece, belki büyüttük. Sense yalnız ruhlarımızı esir etmek ister gibisin, nankörsün. Sahi, nasıl kandırabildin insanoğlunu? Umduğum saldırı değildi bu ve anladım ki bu kudret karşısında daha büyük bir güce, sorudan başka bir şeye ihtiyacım vardı. Cevap?... benim gerçek bir cevabım olamazdı ona karşı, cevap: onun silahıdır. 23 - Kolay olmadı bu, önceleri bir çok tanrıyla savaşmak zorunda kaldım. Kimi zaman gerçekliğimle, katılığım ve değişmezliğimle kandırdım sizi; kimi zaman da tapınaklarınızı yıktırdım askerlerime, zihinlerinizde temelsiz ve aceleyle dikilmiş tapınaklarınızı... ve yerine yenilerini inşa ettirdim. Doğrusu daha görkemliydi benimkiler, hem de hazinemle doluydu, mantıkla. Bir de elle tutulur şeyler vermem gerekti, bir sonucu olan işe yarar şeyler yarattım bu yüzden, işte böyle oldu. Nasıl bilmezdim, anlamazdım hayatımızı ne kadar kolaylaştırdığını, ben miydim nankör olan? Dikkat ettiniz mi bilmem ama bilimin neye benzediğini sayarken “hayatı kolaylaştırabilecek bir şeye benziyor o” dememiştim çünkü tüm o karmaşıklığı ve anlaşılmazlığına bakarken insanda böyle bir şeyin imkansızlığı da kendiliğinden uyanıveriyor. Hem onu gördüğümde ben hayatı neye benzettiğini değil, hayatı bir şeye benzetmesinin gerekli olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım. İşte bu kadar derindir bilim, zihin açar. - Peki şimdi istiyor muyum bu imparatorluğu? Hayır, sıkıldım artık, yordunuz, allak bullak ettiniz beni... hani neredeyse sizden biri oldum. - Senden önce de bu denli gözükara mıydı insanoğlu? dedim. Benimki nasıl bir acizlikti böyle, hiçbir şey yapamayıp yine soruvermiştim. Belki biliyordum: tüm söz hakları onundur. - Benim aslında hep var olduğumu söyleyen sen değil miydin? Doğru, hep vardım ancak sizler beni pek umursamazdınız, başka coşkular, başka anlamlar peşindeydi insan. Beni ilk farkeden türdeşiniz de canı sıkılmış, meraklı bir akılsızdı zaten... binlerce yıl önce, ben suyun dibinde, o sessizliğin güzelliğine dalmış, her hırstan arınmış dinlenirken, işte bu insan da suya dalgın, düşünceli, öylece bakıyordu. Derken ne olduysa oldu ve ben işte buradayım, yarattığım dünyada. Belki haklısın, çekilmez kıldım hayatınızı, zalim, dediği dedik bir imparatorum ben ama kabul edin ki sizler de düşüncelerinize hükmedecek bir imparatoru yaratıp, egemenliği altına girmeden yaşayamazsınız. İşte bu yüzden, taptığınız güçleri hep değiştiriyor olmanızdan dolayı bir de tarihi çağlara bölüyorsunuz... utanmadan. - Biz buna ilerleme diyoruz, dedim ve söylediğimin ağırlığı altında kalıp da gelecek geceyi garip bir pişmanlık ve uykusuzlukla geçirmemek için gözümü kapatıp devam ettim: ...tarihi ve ahlaki ilerleme. Her çağ kendi doğrularını da beraberinde getirir ya da insan her çağın imparatorunun ahlakını kutsuyor, sevinçle karşılıyor. Demek gerçek bir ahlakımız yok, aslında ahlaksızız, köpekten bile daha ahlaksız insanoğlu. Gelgör ki istemiyor bunu, dünyada farklı bir yaratığın dolaştığını kanıtlayacak başka sıfatlar arıyor hep: “ahlaklı insanoğlu”. Kimden yanaydım ben? Yanımda tüm görkemiyle duran bu ruhla savaşacak kudretimin olmadığını anlayıp, korkuyla tüm suçu zavallı insanoğluna mı atmaya başlamıştım? Yoksa hakikaten tüm suç bizim miydi? Bilime can veren, onu besleyip, büyütüp, tüm zamanların en güçlü ruhuna çeviren biz miydik gerçekten. Utandım bir an, ama hayat dediğimiz yığının saçma coşkusunu ancak böyle anlarda hissedebileceğimizi anladım: pişmanlık bizim en katı gerçeğimizdir.. bilim. Benim tedirginliğim ise bu büyük suçun faillerinden biri olmayıp yine de bu pişmanlığı en derinde duymamdandır, sanki benden başka kimseler bu suçun farkında değilmiş gibi hissetmemden ve ona, o ruha karşı yalnızlığımdandır. 24 Bir din gibi yer ettiğini kabul etmiş, ancak gönüllerde değil, zihinlerde: - Benim yarattığım din kabul edilmeyecek gibi değil ama, direnemezsiniz, çünkü ben tüm duygularınızı, tüm coşkularınızı esir aldım ilk önce. Ne kurnazım, yalnızca yaratıyor gibi hissetmenin heyecanını bıraktım size, derken bana mecbursunuz bu yüzden. Söyle bana! Ben olmasam, yani tüm yaratımlarım, tüm etkilerimle birlikte yokoluversem, hiç olmamışım gibi, siz hayvanlığınızın hafifliği ve yaşamlarınızın anlamsızlığıyla nasıl başa çıkarsınız? Ne için kavga eder, hangi bahaneyle kan akıtırsınız? Belli ki beni etkilemeye çalışıyordu, belki korkuyordu... belki. - Nasıl tatmin olursunuz tanrı aşkına? Bak, “tanrı” diyorum, dedim ya sizden biri oldum ben, yeminlerinizi bile paylaşıyorum artık. Her neyse, tüm inançlarınız, umutlarınız ve ilkeleriniz aşkına sevgili insanoğlu, varlığınıza bensiz nasıl bir kılıf uydurabilirsiniz bundan böyle? Hem ben çıkıvermeseydim karşınıza, esir almamış olsaydım en zeki türdeşlerinizi ve tüm diğer değersiz varlıkları ve hayatın ne denli saçma ve tüm tanrıların ne denli aciz olduğunu bilen siz insanların gözlerine, ufuklarına kendim kadar sahte, kendim kadar katı, kendim kadar gerçek bir ışık, en büyük icadım olan bir ışık tutmamış olsaydım nasıl, hangi anlamların tesellisiyle yaşatırdınız ilahsız kalmış yüreklerinizi? Akılsızdı beni sudan ilk çıkaran, sizse diyetini ödüyorsunuz akılsızlığının, tüm varlığınızla, tüm coşkunuzla tapın bana... sıkıldım sizden. Söylediğim her sözün, yaptığım her hareketin hesabını vermek istemiyordum ona... yazık ki bildiğim bir şey daha vardı, hesap vermek, daha doğrusu hırçın bir hesaplaşmaya girişmek istemiyor olsaydım, şimdi burada onunla konuşuyor, eziliyor, yeniliyor ve kızıyor olmazdım herhalde. Daha bir kederlendim sonra, ama: - Ama elimden gelen hiçbir şey yok, biliyorum, ölmeni beklemekten başka, yine biliyorum ki sen hiç ölmeyeceksin. Yargıçların tüm yapıp ettiklerimi, aklımdan geçen herşeyi senin terazinle tartmaya, bana en ağır cezaları hiç acımadan -tüm bir insanlığın desteğini de alarak arkasına- vermeye hep devam edecekler. O akılsız insanoğlu bomboş beynini senin kesinliğinle doldururken neler hissetti kim bilir, ne kadar mutluydu insanlığını arkasında bırakırken, ne kadar hafiflemişti. Bense senin tüm varlığını reddederken bile neden üzerimden hiç yük kalkmamış gibi hissediyorum? Cevabı biliyordu, biliyordum. Bana, basmaya tenezzül bile etmeyeceği bir küçük karıncaymışım gibi baktı, belli ki ciddiye almayı bırakmıştı da belki biraz alaya alacaktı beni, en samimi kederlerimle, en heyecanlı anlarımla dalga geçecek, birazdan kendisini daha iyi anlayabilecek ünlü bir filozofun temiz odasına doğru yol alacaktı... Kıskançlıktan öldürecekti beni. Ben pencereyi açmış, “işte ben bu kadarım” der gibi bakarken odanın dumanlı tavanına, dedi ki: - Senin anlamak istemediğin, aslında anlayıp kederini arttırmasın diye hep yüz çevirdiğin bir şeyler var... Pencereyi kapattım, utandırılmaya hazırdım artık ve düşündüm... bilim kaçınılmazlığından alır gücünü bir de insanı insana bırakmayışından, insanı yalnızken bile kendi temelleriyle düşünmeye zorlayabilirliğinden. - Çünkü, dedi, ben sadece basit bir ruh değilim, milyonlarca, milyarlarca insan ruhuyum da bir yandan. Üzerinde yüzyıllarca düşünülmüş, insan düşüncesinin en derin ve en köklü halleriyle donatılmış, çözümlenmiş birşeyim ben. Sense basit bir insani duyguyla -ki buna bile inanmadığını biliyorum, herşeyi biliyorumbeni beyninden atabileceğini, iliklerinden sökebileceğini düşündün. Beni yerle bir edebileceğini mi sandın? Hepiniz aynısınız, heyecanlı, saldırgan, akılsız hayvanlarsınız hepiniz. En büyük filozoflarınızla nasıl savaşacaksınız? Onların mirası, şimdinin tek gerçeği, 25 tutunacağınız tek dal olan değerlerimi hangi güçle yıkacaksınız? Ben kendi rızamla terketmezsem sizi, bensiz bir hayatın neye benzediğini asla öğrenemezsiniz, ama bir ipucu vereyim sana, o hayat yaşadığınızdan daha anlamlı değil, hep sefilsiniz, hep de öyleydiniz. Sefilliğiniz bana sorgusuzca boyun eğmenizden değil, bir şeylerin iyi, bir başka şeyinse kötü olduğunu düşünmenizden hep. Ben nasıl da başkalarının mutluluğuyum bir bak! Bir bak ve insan kardeşlerine nasıl bir kötülük yapabileceğini gör, onları benden, yeni tanrılarından, en güçlü ilahlarından mahrum etmeye çalışan sen, sefil, biliyorum ki bir zamanlar sen de bana tapıyordun... o alaycı halinle “ilerleme” dediğin şey senin de umudundu bir zamanlar. Sana vereceğim bir ceza yok şimdi ama bilirsin ki, insanoğlu senin gibi “dinden çıkmışlar”ı, bana itaatsizlik edenleri sadece bakışıyla cezalandırır bir gün. Sakın benim şerrimden!.. Kırılmıştım... ve onurumu, ortak onurumuzu ayaklar altına alan bu “şey”e kızamadım, biz bunu çoktan haketmemiş miydik? Ben, bunu çoktan haketmiştim... verdiği huzuru, içimize işlettiği güveni -insana tutunacak sağlam bir dalın verdiği eşsiz güvenireddedip garip tedirginliklere, kendinden emin olmayan sorgulamalara vermiştim kendimi. İçimdeki şeyse karşı çıkmak istedi ona ve ben bir anda -bir içgüdüydü bu- o içimdeki “şey” oldum, bunun da kendine has bir huzuru varmış, anladım. Ama sustum, artık kendine daha çok güvenen ben, bu sinirli ruha bir şans daha vermenin kötü olamayacağına karar verdim, çünkü siniri, tıpkı bende olduğu gibi, çaresizliğine delalet ediyordu. Bir an sonra sakinleşti: - Şimdi sana gerçekmiş gibi gösterdiklerimi düşünme hiç. Ben seni tüm yüklerinden kurtarmışım gibi, dünya bağnazlıklarından kurtulmuş insan ırkının elinde oyuncakmış gibi ve sen benim sağladığım koşullar sayesinde düşüncelerinde sınırsızca özgürmüşsün gibi... yatağına yat, saçma bir ıslık tuttur, sonra ya öl veya uykuya dal hemen. Genç adam, üzme kendini! - Eğer hesaplaşmıyor olsaydım seninle biliyorsun, bunu yapacaktım. İnsanlığıma saldırdın oysa, altta kalmaz insan... beni cevap vermeye mahkum ediyorsun söylediklerinle. En zayıf halime, hırsıma sesleniyorsun. Ne yalan söyleyeyim ruh, senden sonra bana kalacak huzursuzluğu özledim ben, senin huzurunun sahteliğini görmüştüm: çok eskidendi, sen ona “hayat” denilsin istedin diye, ve ben de emrindeydim o zaman, hayat dediğim şeyden sıkıldım (sıkıntı düşüncenin babasıdır, bilirsin) düşündükçe de kendimden. Hep derler ya “öldü” diye, bende birşeyler o gün öldü, intikamını almaya yemin ettim sonra... sen değilsin tek düşmanım, ama en güçlüsünün karşısında olacaktım. Belki bu yolla yeni bir anlamı olacaktı hayatın benim için, belki de -bu en büyük yenilgisi olursa bu zavallı kulunher şeyin gerçekten bittiğini sonunda anlayıp, bilmem işte, ölmeyecektim belki, ya da ölecektim, kimbilir belki de sana yeniden inanıp, sırt çevirdiğim mutluluğu bir kez daha yakalayabilecektim. Şimdi seni tüm gerçekliğinle gördükten sonraysa artık hiç korkmamam gerektiğini anladım, sen zaten yokken ölmüş bir ruh için, başka bir şeyler var sanki. Ama yoksa da üzülmez bu zavallı, senin gerçekliğinin ne denli hakiki, varlığının ise ne denli sahte bir özü olduğunu bilince insan, artık hiçbir şey üzemez onu çünkü bu insan sana tüm bir hayatmışsın gibi saldırdı, yoksa pek de ciddiye aldığı yoktu seni. Başkalarının tanrısını sen de ciddiye almamıştın bir zamanlar. Koca ruh ben bunları bir seferde, ezberlemişcesine söylerken beni dikkat ve şüpheyle dinliyormuş gibiydi, dinlememiş... acil bir şeylere yetişecekmiş gibi, aklı bambaşka bir yerdeymiş demek, demek yine ciddiye almadı beni, bir anda çekti gitti. Yalnız kaldım...hiçbir şey düşünmedim. O beni tüm yüklerimden kurtarmış gibi, dünya bağnazlıklarından kurtulmuş insan ırkının elinde oyuncakmış gibi ve ben onun sağladığı koşullar sayesinde düşüncelerimde sınırsızca özgürmüşüm gibi... yatağıma yattım ve ıslık falan da çalmadım, hemen uyumuşum. refik f. omançek 26 Çok çok kolay iki soru: Köpek miyim ben? Vazifem nedir? Hiçbir şey yapmamanın, öylece bomboş oturmanın nesi kötüdür? Kişioğluna zararı nedir? Peki pire neye benzer bilir misiniz? Ben çok küçüktüm gördüğümde, pek hatırlamıyorum ama zıplıyordu, zıplıyordu, küçücük bir şeydi, habire zıplıyordu. Çalışıyorsunuz bakıyorum da ben öyle bomboş otururken, dilim bir karış dışarıda. Biliyorum insana benzediğimi, tüy değil onlar saç farkındayım ama şu dil, işte o huylandırıyor beni. Çok, pek çok sessiz bir geceydi, geceye, yıldızlara, ellerime hayranlıkla bakıyordum ki fark ettim: simetrik olan, düzenli hiçbir şey yoktur... hem zaten olsa da hayranlık uyandıracak bir şey değildir bu. Acı çektim bir süre, ta ki dilimin bir köpeğinki gibi dışarıda olduğunu, derin derin ve hızla tıpkı bir köpek gibi soluduğumu anlayıncaya kadar. Kaşıntı? Hayır... yalnız üzerimden atmak istemişimdir hep şu yünlü, pamuklu, naylon giysileri, işte bu his epeyce arttı o an. Şöyle bir baktım üzerimdekilere -siyah beyaz gördüğümü sanıyordum her şeyi- koyu renkli iki silindirden oluşmuş yumuşak bir şeydi şu pantolon, bakın.. şimdi de öyle değil mi? Bembeyaz bir bezdi, sırtımı, göğsümü ve kollarımı kaplayan, işte şu gömlekti tabi ya. Bakın yine yabancılaşıyor bana. Demek şu gömleğin bir anlamı olduğunu söylüyorsunuz... size katılmamı beklemeyin benden, nasıl aynı kavrayışa sahip olabilirim sizlerle? Bunu ancak zeki bir yaratık, bir insan söyleyebilir. Ne yani şimdi şu üzerimdeki, beyaz, kesilip tekrar dikilmiş bez parçası kesilip tekrar dikilmiş bir bez parçasından farklı bir şey mi? Doğrusu hayranım size, koskoca bir insan başı benimki ancak insan olmak başka bir şey demek ki; yediğinizle, içtiğinizle, giydiğinizle, içinde yaşadığınız dört duvarla, garip, motorlu, tekerlekli, uçan, yüzen, korkutan araçlarınızla, sevdikleriniz ve anlamlar yüklediklerinizle, sevmedikleriniz ve anlamlarını yitirttiklerinizle ve ağırlıklarla ve baş dönmesiyle, içinde güzellikler bulduğunuz her şeyle (bu bir kaya parçası ya da sadece sudur kimi zaman), bütün kötülükleriniz ve aydınlatan lambalarınızla ya barışıksınız ya da sevmeyiveriyorsunuz bazılarını... daha ötesini atıvermişsiniz zihninizden. Ben bir yıkıntıya bakarken o şey yıkılmadan önce neyse yine o olduğunu sanıyorum hep, her şey aynıymış gibi, hiçbir şey olmamış, olmayacakmış gibi. Sizler ise var etme ustalarısınız yoktan... her şeyin bir yıkıntının bile aslında başka bir şey olduğunu sanıyorsunuz ya da üzmemek için güzel canınızı öyleymiş gibi davranıp geçiyorsunuz. Köpekler yaratamaz, sizler? Varolan her şeyi üst üste koyun... bir de amaçlar üretin... ha şöyle, şimdi o yığını kendisi için kullanabileceğiniz bir şeyleriniz var. Sizin farkınız, üstünlüğünüz burada ve ben bu üstünlüğü hissedemediğim için bu denli rahatım; ben büyük bir ihtimalle uyuz bir köpeğim. Fayda? Onu da sizler yaratmamışsınız gibi bir de soruyorsunuz. Ben de bunu anlatmıyor muyum zaten? Yoksa sandığım kadar zeki değil misiniz hanımlar beyler? Önce dertlerinizi, sonra dermanlarınızı; önce amaçlarınızı, sonra araçlarınızı büyük bir yaratıcılıkla var ediyorsunuz (ya da belki bazen değişiyor bu sıra, ne fark eder...), sonra da benim kirletilmemiş, 27 zaten çalışmayan küçücük beynimi dolduruyorsunuz tüm bu yapıp ettiklerinizle. Buna da ne diyordunuz? Evet, “tarih”... sahi onu gerçekten siz mi yaratıyorsunuz? Köpek olmadığımı söyleyip durmayın bana, sinirlendirmeyin beni... hem neyim köpek değilsem? Kendini köpek sanan bir deli mi? Rrrrrrr. Benim bir tarihim yok... çünkü tehlikeli alışkanlıklara sahip değilim. Bir köpeğinki kadar uzamış ve keskinleşmiş olsaydı dişlerim ısırırdım bazılarınızı, doğru, ancak bunu belki hayatı aşağısı ve yukarısıyla, iti, köpeği ve ısırılmış, parçalanmış bacaklarınızla görebilmeniz için bir uyarı, bir bahane olsun diye yapardım sadece. Tüm kardeşlerim zaten bunun için geçiriyorlar o sivri dişlerini bazılarınıza, pek işe yarar bir yol olmadığını kabul ediyorum bunun lakin onlar, yani bizler daha akıllıca yollar keşfedemeyiz ki. Aramızda oluşan samimiyete güvenerek bir şey söyleyebilir miyim? Sizinki de yeterli bir akıl değil aslında, kızmayın hemen, doğru bu. Ben o aklı atıverdim bir kenara, bir içgüdüydü yalnızca, çünkü anladım ki ya insan aklından çok daha ötede olmalıydı her şeyi olduğu gibi görebilecek akıl ya da hiç olmamalıydı. Yoksa yalnız insan olursunuz, anlamsız neşeleriniz, hüzünleriniz, amaçlarınız, yapıp ettikleriniz olur yalnız; bir doğumunuz, bir ölümünüz olur Bu soruyu bekliyordum ve siz çatık kaşlı, şüpheci, nasıl desem, modern görünüşlü okuyucudan geleceğini de biliyordum ama yanlış kişiye, yanlış yaratığa sordunuz sorunuzu. Sizin hayatlarınızın yaşamaya değer olup olmadığını, değilse eğer ne yapmanız gerektiğini ben nasıl bilebilirim? Hem bu çok kolay, çok yüzeysel bir soru değil mi siz insanlar için? Bir geçmişinize, tüm varoluş serüveninize bakın, tüm bir felsefe tarihinizin ağırlığına ve yüceliğine, o eşsiz zekalarınıza ve yüksek sanatınıza; bir de şu soruya... çocuk olmayın. ki ben bunu hiç istemezdim sizler gibiyken... İlk soruma cevap vermediniz bakıyorum. Şimdi tüm söylediklerimden sonra cevap verin bana zira ben cevabını bir türlü bulamıyorum: hiçbir şey yapmamanın nesi kötüdür? Öylece, bomboş oturmanın... “Para kazanamam!” demeyin sakın, demeyeceğinizi de biliyorum. “Sıkıntı” da demeyeceksiniz bana, hepiniz hep sıkıntılısınız tüm yapıp ettiklerinize rağmen. Zor soru değil bu ama yine de cevap istemiyorum sizden çünkü ne yapıp edip bir cevap bulacaksınız ve bu da zaten görüldüğü üzere epeyce karışmış olan aklımı iyice karıştıracak. Hayır, ellerimle kaşınmayı reddediyorum. Zor olsa da ayaklarımla kaşıyorum her yerimi, “ben ilkeleri olan bir köpeğim”, doğru olmadı bu, doğrusu: “ben ilkelerini reddetme eğiliminde olan bir insanım” bu yüzden köpekleştim ve demek ki artık ilkesizim. Bazı kurallarım var, insan yanımın kırıntıları... peki, bundan böyle ayaklarımla değil, ellerimle kaşınacağım ve gerçek lakin biraz farklı bir köpek olacağım. İşte gördünüz mü... hala ‘diğerlerinden farklı’ olma tehlikesi taşıyorum, bu da insanlığımdan kalma. Hep gördükleriniz, duyduklarınız, yaşadıklarınız, hissettikleriniz üzerine konuştuk, hep konuştuk, hep... Sizin bir de ne gördüğünüz, ne duyduğunuz ne de hissettiğiniz yaratımlarınız var. Ben köpeğim, siyah beyaz gördüğümü sanarım herşeyi, acıkırım, çiftleşirim (gerçi bu sorunu çözebilmiş değilim hala, ama bir gün tamamıyla inanırsam köpek olduğuma iyi bir eş aramaya hemen başlayacağım), ‘inanmam’, yalnızca kanarım bazılarınıza, bir de arada bir çalışıp karnımı doyurabilmek için az biraz para kazanırım hiç istemediğim halde, fakat çöp yemeye alışmak tahmin ettiğinizden daha güç. Sizin bir de ne gördüğünüz, ne duyduğunuz ne de hissettiğiniz ve buna rağmen hiç korkmadığınız yaratımlarınız var. Siz hiçbir şeyden gerçekten korkmuyorsunuz ama beni, şu zavallı köpeği bazen çok ama çok korkutuyorsunuz. Gerçekten bu yaratımlarınız için mi yaşıyorsunuz? Sizi heyecanlandıran, hiç olmadığınız 28 kadar coşkunlaştıran bu mu? Peki, bu hissettiğiniz şey heyecan mı? Ben neden hiç... neyse boşverin. Sanat, o dediğiniz şey bazen beni bile kandıracak oluyor, güzelliğine kapılacakken tam, bir köpeğin içgüdüleriyle örneğin işeyiveriyorum güzel bir tablonun üstüne, bu da benim uyanışım. Bir heykel, özenle yapılmış, hiç dürüst olmayan bir niyetle biraz da fazlaca süslenmiş bir seramik parçası, büyük sanatçılarınız, pahalı zevkleriniz... gördüğüm yerde önce biraz tereddüt edip sonra utanmazca işiyorum. Geçmişte bu yüzden kodeslerinize bile tıkıldım, ‘toplum ahlakına aykırı’ şeyler yaptığım için yani. Müziğe gelince o herhalde biraz farklı, garipleştiriyor beni, hani neredeyse tekrar insanlaştırıyor (ve sırf bunun için tehlikeli buluyorum onu). Yarattığınız en anlamlandırılası şey o ve ben, bana gerçekmiş gibi gelen bu şey üzerine konuşmayacağım. Köpekler çelişkiye düşmez, ben de düşmem. Acı çekiyorum, acı... Sizlerin yerinde olsaydım, yani kocaman, hantal bir köpeğe çevirmeseydim kendimi, sadece yaşardım, belki biraz da köpek gibi. Bir işim olurdu, çocuklarım, patronum, çalışanlarım, çocuklarım ve bir eşim ve planlarım, televizyonum, bir duvarım, asılı resimlerim, çocuklarım, ilaçlarım, bir intihar fikrim ve perdelerim olurdu, bir araba hayalim, seviyeliliğim, sınırlılıklarım olurdu. O zaman “mutlu muyum ben?” diye düşünmezdim asla, asla, ass... Ancak umutlanmazdım da, karanlık bir tünelin ucunda bir parlaklık sezersem eğer, o parlaklığın koskoca bir ateş topunun üzerinde yaşadığımız gezegene yaydığı ışıktan başka bir şey olmadığını bilirdim zira. Ya da yalnızca köpek olurdum, öylece otururdum ... h. bürhan Bazarov ve Rus Nihilistleri 1. Nihilizm kelimesinin Avrupa’da halk arasındaki tarihinin eski ve belirsiz olduğu söylenir. Yine de Rus yazar Turgenyev belki nihilizmi siyasi bir kavram olarak (pek ünlü ‘Babalar ve Oğullar’ romanında) ortaya çıkartan kişi olarak anılabilir. Romanda nihilist, içine daldığı aşk ilişkisiyle romantik bir karakter olarak da tariflenebilecek Bazarov adlı bir genç tarafından temsil edilir. Bazarov’un sanat dahil bütün değerleri reddedişi Rusya’ya özgü bir nevi aydınlanmacı devrimcilikten kaynaklanmaktadır... “...Bazarov Rus toplumsal hiyerarşisinin sosyal, politik, duygusal ve ruhsal hayatının kabullerinden ve bilimsel olmayan yollardan ortaya konmuş “hakikatlerinden” açıkça sıyrılmayı arzular. Rus sosyal hiyerarşisinin temeli olan serflik ile ilgili bütün ortak kabulleri ve onun salt bir reformunu, bütün sosyal ve ekonomik dallanmalarını da içerecek şekilde reddeder en başta...” 2. “...Politik nihilizm akılcı, mantıki, deneysel, bilimsel ve amaçsız duygulardan boşanmış bir dünya görüşüdür. 19.yy’da pek çok politik nihilist eylemlilik içindeydi, özellikle Rusya’da. Ayrıcalıklı sınıf üyelerini, tabi ki arada masumları da, öldürüyorlardı. Başka bir çok açıdan da Rus toplumunu dehşete salmışlardı. Fakat eylemleri için iyi bir bahaneleri olduğundan emindiler. Rus toplumu çürümüştü, bu yüzden herşeyi, en başta Çar ve çevresini havaya uçurmak onların göreviydi. Çar’ın ailesi bile bu nihilistler için bir hedefti... ... fakat bu doğru kavrayışa rağmen o politik nihilistler insanları, birçok durumda 29 kendileri kadar fakir masum vatandaşları elemeye çalışan teröristlerden başka bir şey değildiler...” “ ...Politik nihilizmin tarihi Rusya’da en azından 19.yy’ın ikinci yarısına kadar geriye gider; Çar’ın despot otoritesini devirmeyi amaçlayan bir devrimci hareket olarak. Rusya’da nihilizm (1860-1917) devlet, kilise ve aile otoritesini reddeden gevşek biçimde örgütlenmiş bir devrimci hareketle özdeşleştirilmiştir... ...hareket bilginin tek kaynağı olarak akılcılık ve materyalizm üstüne örgütlenmiş ve bireysel özgürlüğü en yüksek amaç kabul eden bir toplum düzenini savunuyordu. Yerine sadece materyalist olanını koymak üzere ruhsal özü reddederek tanrıyı ve özgürlüğe karşı olan dinsel otoriteyi inkar ettiler...” “...Bazı sosyologlara göre ateizm ruhsal kayıtsızlık üstüne dayandırılırsa nihilizmle işiniz var demektir. Ve onlara göre nihilizm toplum için çok ciddi bir tehlikedir; değerlerin zayıflamasının kaosa sürükleyeceğini düşünürler. Kuralların ve yönetenlerin meşrulaştırılabilmesi için değerlerin bulunmasının zorunlu olduğu kanısındadırlar. Onlar için sabit değerler, yönetenler ve kurallara zorunlu itaat olmadığı sürece bir toplumdan sözetmek imkansızdır. Ve bazı açılardan haklıdırlar: ruhsal kayıtsızlık insanlıkdışı bir toplum yaratır... gerçekte bu kayıtsızlık diğer insanların varolma hakkının reddi üstüne dayanmaktadır. Kişi diğerlerini hesaba katmak için daha fazla ihtiyaç hissetmez. .. Bu kesinkes suçun özüdür....” (alıntılar: muharrem) “...Rusya’da sayısız destekçiler bulmuş olan bir politik organizasyonun üyeleriydiler. Çalışmalarını gizlice sürdürüyorlardı ve toplumun her kesiminden temsilcilere sahiptiler. Rusya’da sık rastlanan birçok komplo ve suikastin arkasındaki hareket ettirici ruh olarak görülmüşlerdir -ki etkinlikleri Rus-Japon savaşı öncesi her zamankinden daha yoğun olmuştu. Nihilistlerin Çar II. Aleksandır’ın 1881’deki suikastinden ve yöneticilere karşı sonraki sayısız suikastten ne kadar sorumlu oldukları (Grandük Sergius dahil) herhalde asla tam olarak bilinemeyecektir. Nihilistler otokrasi karşısında büyük bir engelleyici güçtüler. Rus otokrasisinin 1917’de yıkılışından sonra nihilistler ya da nihilizm hakkında çok az şey duyuldu... Bir çok açıdan Rus nihilistleri 1860’ların hippileriydiler, çoklukla popülerlik rüzgarlarıyla çalıştırılan entipüften büyük fikirler...... burada anarşizm ve nihilizmin bazı ortak öğeleri var gibi görünüyor. Mesela anarşist şöyle söyleyecektir: ‘kimse diğerine ne yapacağını söyleyecek otoriteye sahip değildir’. Fakat nihilist diyecektir ki: ‘eğer emirleri veren bir silaha sahipse ve diğeri yoksunsa o silahtan, o zaman haklar ve otorite ne ifade eder?’ Anarşistler idealistlerdir, onlar öznel kavramlara mesela barış, adalet ve özellikle bireyin en üst derecede soylu doğasına inanırlar. Nihilist gerçekçilik böyle bir aptallıktan yoksundur. ...” 3. Bundan yüz elli yıl kadar önce bizdeki jöntürklere tekabül eden bir grup ateşli reformcu ve devrimci, belki insanseverler, belki rahatsız, ahlaki kalıplardan muzdarip, hareketli zengin çocukları, belki önleri tıkanmış asilzadeler ya da onların çocukları, bir de tabi memleketlerine hizmet etmeleri için vatansever bir iklimde okutulup da yaşadıkları düzenin düzen olmadığını, güzelim başka düzenlerin gelecekten sevgili vatanlarına göz kırptığını görüp, gerçek vatanseverlik sınavının başka olduğunu farkeden radikal vatanseverler haline dönüşen Rus aydınları, aydınları elbette çünkü aydın yarım entelektüel olmakla hala tam bir toplumcu tam bir milliyetçi, hedefler sahibi tam bir ülkücü olabilme vasfını taşımaktadır o aslında içine konduğu okulda bir araç olarak -mühendis olarak- yarım akıllı yetiştirilmek zorundadır, Rusya’da hareketlendiler. Bunların da bir kısmı ki muhtemelen genç olanlarıydı çünkü fizyolojik olarak radikallik gençlere vergidir hele ateşli reddiyecilik, bütün mevcut değerleri yozlaşma içinde ve yalan yanlış uydurmalar olarak değerlendirmeleriyle, bir de nurlu ufukların önünü çürümüş kalıntılarıyla tıkayan, büyük insanlığın tarihsel ereğine ulaşmasını engelleyen eski düzenin her türlü kalıntısına karşı düşünsel ve fiili bir savaş bayrağı açmalarıyla nihilistler olarak adlandırıldılar. Öyle bir ilkeler bütünüyle yola çıkmışlardı ki her adımda olası bütün bir 30 çelişkiler topağının ta kendisi halinde alev alev de yanarak dikkat çekmeye mahkumdular. Onların hedefleri vardı, bir açıdan hiçbir yüksek değer de olmadığına göre -ki bu hakikatin de ta kendisiydiartık herşey mübahtı. Onlar da tedhişe giriştiler ve henüz bunlarla mücadele etmeyi öğrenmemiş olan devleti taciz etmeye başladılar. Durum bir büyük becerikli valinin gelmesiyle öyle bir çırpıda bastırılabilecek, hedefsiz, saçma, döküntü tabakaların basit birkaç komplocu tarafından yönlendiriliverdiği münferit olaylardan ibaret değilmiş ki sonradan muhafazakarlaşan Dostoyevski’yi gömdü ama kendi ancak imansızların iktidara gelişiyle karıştı tarihe. Karıştı çünkü artık ilkesizliği içinde bir de sıkı bir şeklide örgütlenmeyi ilke edinmiş olan Marksist Lenin vardı karşılarında. Devrim yapmak amacı öyle bir tanrılaştırılmış ve bulutların üstüne yükseltilmişti ki artık eski değerler ve ilkeler sadece yöneten kast ya da merkez komite için ortadan kalkmış, yönetilen militan taban ise tek ahlak olarak üstlerinden emir alma ahlakına ikna edilmişti. Şimdi şu ortaya çıkan saçmalığa bakalım bir: devrim yapma arzusu bütün ilkelerin de ortadan kaldırılabileceği bir muhalefet iklimini bazı çevrelere getiriyor. Ancak tanrının ortadan kalkışıyla artık yapılacak herhangi bir şeyin, tarihe kazınacak herhangi bir işaretin bütün önemi ve istenirliği artık sahte önem-anlam-istenirlik olduğundan artık belki özgürleştik devrim için herşey mübahtı da ama niye devrim yapacaktık ki biz? Biz bu reddiyede devrimin, vatanın, amacın, tarihin, insanlığın herşeyin anlamını bir tamam üstünü çizerek okunmaz hale getirdik. Ancak kelimeler üstleri çizilmiş bile olsalar okunmaya devam ettiler, ısrarlı bir nihilist devrimciliğin daha bir yüzyıl sürecek ve yılmayacak değerlendirmesi sürdü. Kitabın sadece kendini aldatmayı sağlayan paragrafları okunuyordu... geri kalanı okunaklı değildi, hiç de olmadı. Tarihe adlarını yazdıranlar hep o tarihin anlamı olduğunu düşünenler olacaktı elbette, bu bir totolojiydi. mesut c. ongunhan Devrimcinin El Kitabı Neçayev Bölüm Bir Örgütün Genel İlkeleri 1. Örgütün yapısı bireysel güvene dayanır. 2. Tertipçi (kendisi de bir üye) tanıdıkları arasından beş ya da altı kişi seçer, herbiriyle ayrı bir tartışma yapıp rızalarını alarak onları bir araya getirir ve kapalı bir hücrenin temellerini atar. 3. Örgütün mekanizması ilgisiz gözlerden gizlidir, bu yüzden hücrenin bütün temas ve eylemleri diğer herkesten saklı tutulur; tertipleyicinin belirlenmiş günlerde tam bir rapor verdiği merkez hücre ve üyeler dışında. 4. Üyeler hazırlık çalışmasının yürütüldüğü mevki, sosyal sınıf ya da muhitle ilgili bilgiler temelinde tanımlanmış bir plan dahilinde özelleşmiş görevler üstlenirler. 5. Örgütün bir üyesi hemen kendi etrafında ikinci dereceden bir hücre oluşturur. İlk oluşturulmuş hücre bunun için merkez hücre rolünü üstlenecektir, ki örgütün bütün üyeleri (ya da ikinci derece hücrelerle ilişki içinde tertipçiler) kendi hücrelerinden elde ettikleri bilgilerin tamamıyla onu besleyecektirler; bu da daha üstteki hücreye teslim edilecektir. 6. Doğrudan yöntemlerle operasyon yapmama ilkesi, dolaylı yöntemler yoluyla aynı başarıyla yönetilebilecek bütün kişilerle ilgili olarak, en büyük kılıkırkyararlıkla gözetilmelidir. 31 7. Örgütün genel ilkesi ikna etmeye kalkışmamaktır, şöyle ki: amaçla hiçbir ilişki taşımayan bütün tartışmaları elemek için, yetiştirmek değil, halihazırdaki bütün güçleri pekiştirmek. 8. Üyeler tertipçiye sadece amacı daha alt seviye hücrelerle bağlantılı olan sorular sorarlar. 9. Üyelerin tertipçiyle toplam samimiyeti gayenin başarılı ilerlemesinin temelidir. 10. İkinci kategori hücrelerin oluşturulması üstüne, önceden örgütlenmiş hücreler onlarla ilişkili olarak merkezler haline gelirler ve topluluğun düzenlemeleriyle, bulunduğu mevkideki eylemlerinin tam bir programı onlara sağlanır. Bölümler Şebekesinin Genel İlkeleri 1. Bölümlerin amacı örgütün çalışmasının bağımsızlık ve otonomisinin sağlanması ve ortak gayenin güvenliği için fazladan bir garanti olarak kullanılmalarıdır. 2. Bu bölümler ilkin şebeke tarafından yetkilendirilmiş ve komite tarafından onaylanmış iki ya da üç kişiden oluşur. Örgütün genel ilkeleri zemininde, sadece, komitenin kanısına göre gereklerini yerine getirebilen hücrelerden bir grup seçerler. Şebeke ile temas tertipçiler üstünden sağlanır. 3. Hücrelerden bir bölümün üyeliğine seçilen kişiler bir sonraki toplantıda yemin ederler a) toplu halde, ortaklaşa, çoğunluğun sesine tam altgüdüm içinde hareket edeceklerine ve bölümü yalnızca komitenin talimatları üzerine daha da sıkı kademelere girmek üzere terkedeceklerine b) ve aynı zamanda dış dünyayla bütün ilişkilerinde yalnızca topluluğun iyiliğini akıllarında tutacaklarına yemin ederler. 4. Kişiler bir bölümün üyeliğine yalnızca bir kere bir seferliğine seçilirler. Kişi sayısı altıya ulaştığında bölüm, komitenin talimatlarıyla gruplara bölünür. 5. Kırtasiye işleri görevi için bir kişi hep birlikte seçilir (raporların biraraya toplanması, komite üyelerinin ve bölümle bir bütün olarak ilişkili olan diğer ajanların kabulü ve sevkedilmeleri.) Aynı kişi dokümanları emanet alır, zimmetlenir ve adresleri tutar. 6. Diğer üyeler belirli bir muhit sınıfında hazırlayıcı çalışmalar yürütmeyi üstlenirler ve kendileri için genel ilkelere göre örgütlenmiş kişiler arasından yardımcılar seçerler. 7. Genel ilkelere uygun olarak örgütlenmiş bütün bu kişiler, topluluğun amacını gerçekleştirmek ve girişimlerini hayata geçirmek için vasıtalar ya da aletler olarak görülürler ve kullanılırlar. Bu yüzden bölüm tarafından gerçekleştirilecek bütün işlerde bu iş, ya da girişim için yapılan planın genel doğası sadece bölüm için bilinir olmalıdır; işi infaz eden kişiler hiçbir durumda onun gerçek doğasını bilmemelidirler; gerçekleştirilmesi kendi bahtlarına düşen kısımlarla ilgili önemsiz detaylar dışında. Heveslerini yükseltmek için işin doğasını onlara sahte bir ışıkta tasvir etmek hayati önemdedir. 8. Üyeler komiteyi kendileri tarafından tasarlanan bir girişimin planı hakkında bilgilendirirler ve yalnızca komitenin onayıyla onu uygulamaya girişirler. 9. Komite tarafından önerilen bir plan, anında uygulanır. Komitenin bölümün gücünün üstünde taleplerde bulunmasını engellemek için bölümün durumuyla ilgili olası en kesin ve kati bir rapor komiteye temas kanallarından ulaştırılır. 10. Bir bölüm, üyelerini kendi altındaki hücreleri soruşturmak için yollayabilir ve onları yeni örgütler kurmaları için taze mevkilere sevkedebilir. 11. Mali kaynaklar sorusu birincil önemdedir: a) doğrudan bir zorunlu para toplama, üyeler ve sempatizanlar için, bir komite formu olarak hazırlanmış, bağışın miktarı üstüne kelimelerle yazılmış halde. b) dolaylı bir zorunlu toplama, akla uygun bahanelerle, her türlü mülk sahiplerinden, sempatizan olmasalar da. c) sözde farklı amaçlara yönelik toplantılar, geceler düzenlenmesi. d) özel bireylerle ilgili olarak çeşitli girişimler; bölüm, gücünün ötesindeki herhangi başka, daha hırslı yöntemi kullanmaktan men edilmiştir ve sadece komitenin talimatları üzerine böyle bir planın uygulanmasını teşvik edebilir. e) mülk alındılarının üçte biri komiteye gidecektir. 12. Bir bölümün eylemlerini başlatması için gerekli koşullar arasında: 32 a) barınaklar (inler) oluşturulması, b) akıllı ve pratik adamlarının işportacıların, fırıncıların vs. muhitlerine sızması, c) kasaba dedikoducularının, fahişelerin ve söylentilerin toplanma ve dağıtılmasının diğer özel yollarının bilgisi, d) polis ve eski katipler dünyasının bilgisi, e) toplumun suçlu denilen kesimleriyle ilişkilerin kurulması, f) üst kademe insanlar üstünde kadınları yoluyla etki kurmak, g) bütün olası yollarla sürekli propaganda. (bu kopya dolaştırılmayacak fakat bölümde kalacaktır.) Bölüm İki Devrimciyi Yönlendirmesi Gereken İlkeler Devrimcinin Kendine Karşı Tutumu 1. Devrimci adanmış bir adamdır. Kendisine özel çıkarları, işleri, duyguları, bağlanmaları, kişisel eşyaları (ismi bile) yoktur. Ondaki herşey bir tek ayrıcalıklı çıkar içinde özümsenmiştir, bir tek düşünce, bir tek tutku – devrim. 2. Varlığının derinliklerinde, sadece sözlerde değil eylemlerinde de, toplumsal düzenle ve bütün kültürlü dünyayla, onun bütün yasaları, adetleri, toplumsal uzlaşmaları ve ahlaki kuralları ile her bağı koparmıştır. O bu dünyanın yersiz yurtsuz düşmanıdır, ve eğer onun içinde yaşamaya devam ediyorsa, bu sadece onu daha etkili biçimde yokedebilmek içindir. 3. Devrimci bütün doktrinciliği küçük görür ve dünyevi bilimleri, sonraki kuşaklara bırakarak, reddetmiştir. O sadece tek bilimden anlar, tahrip etmenin bilimi. Bu amaçla ve yalnız bu amaçla, mekanik, fizik, kimya ve belki tıp çalışacaktır. Bu hedefe doğru gece ve gündüz, yaşayan bilimi çalışacaktır: insanlar, onların karakterleri ve durumlar ve mevcut toplumsal düzenin olası bütün seviyelerdeki tüm özellikleri. Onun yalnız ve değişmez amacı bu aşağılık düzenin derhal yıkılmasıdır. 4. Kamu oyunu küçük görür. Varolan toplumsal ahlakı bütün ortaya çıkışlarında ve ifadelerinde küçük görür ve ondan tiksinir. Onun için devrimin zaferine yardım eden herşey ahlakidir. Gayrı-ahlaki ve suç olan onun yolunda duran herşeydir. 5. Devrimci adanmış bir adamdır, devlete ve genelinde bütün eğitilmiş ve ayrıcalıklı toplumun tamamına karşı acımasız; ve onlardan da hiçbir acıma beklememelidir. O ve diğerleri arasında ilan edilmiş yahut edilmemiş, bitmeyen ve uzlaştırılamaz bir ölüm kalım savaşı vardır. Kendini işkenceyi devam ettirecek şekilde eğitmelidir. 6. Kendine karşı sert olduğu gibi diğerlerine karşı da sert olmalıdır. Bütün sevecen ve kadınsı duygular, akrabalık, arkadaşlık, sevgi, minnettarlık ve hatta onur onda devrimci amaca yönelik katı ve sabit fikirli bir tutkuyla bastırılmalıdır. Onun için yalnız bir haz vardır, bir teselli, bir ödül ve bir memnuniyet – devrimin başarısı. Gece ve gündüz yalnız bir düşüncesi olmalıdır, tek amaç – acımasız yıkım. Amacının soğukkanlı ve yılmaz bir takibinde hem kendisi ölmeye hem de kendi elleriyle başarının önünde duran herşeyi yoketmeye hazır olmalıdır. 7. Gerçek devrimcinin doğasında herhangi bir romantizm, bir duygusallık, bir coşku ya da şevk için hiçbir yer yoktur. Kişisel bir nefret ya da intikam için de yer yoktur. Onun içinde daimi zihinsel durum olmuş olan devrimci tutku, her an soğuk hesaplamayla birleşmiş olmalıdır. Herzaman ve heryerde kendi kişisel eğilimlerinin onu sevkedeceği değil, devrimin genel çıkarının tariflediği (kişi) olacaktır. Devrimcinin Yoldaşlarına Karşı Tutumu 8. Devrimci sadece pratikte en az kendisi kadar devrimci olduğunu göstermiş kişiyi arkadaşı olarak tanır ve yakın tutar. Arkadaşlığının, adanmasının ve yoldaşına karşı başka yükümlülüklerinin kapsamı 33 sadece onların toplam devrimci yıkım yolunda pratik çalışmadaki yararlılık derecelerince belirlenir. 9. Devrimciler arasında dayanışma ihtiyacı kendinden açıktır. Devrimci çalışmanın bütün kuvveti bunda yatar. Aynı derecede devrimci kavrayış ve tutku sahibi devrimci yoldaşlar olabildiğince her tür önemli konuyu birlikte tartışmalı ve ortak sonuçlara ulaşmalıdırlar. Fakat bu şekilde kararlaştırılmış bir planın uygulanmasında her adam olabildiğince kendine dayanmalıdır. Bir seri yıkıcı eylemin gerçekleştirilmesinde her adam kendi için hareket etmeli ve yoldaşlarının yardım ve tavsiyesine ancak planın başarısı için zorunluysa başvurmalıdır. 10. Her yoldaş kendi altında ikinci ve üçüncü kategoriden devrimcilere sahip olmalıdır, tam olarak işin içine girmemiş yoldaşlar. Onlara devrimci kapitalin ortak fonundan kendi emrine verilmiş paylar olarak yaklaşmalıdır. Kapitalden kendi payına düşeni ekonomik olarak harcamalıdır; her zaman olası en büyük karı elde etmeye çalışarak. Kendisine devrimci amacın başarısına vakfedilmiş kapital olarak yaklaşmalıdır; fakat tümüyle işin içindeki yoldaşların bütün bir şirketinin onayı olmadan harcanmaması gereken bir kapital. 11. Bir yoldaşın başı belaya girdiğinde, devrimci onun kurtarılıp kurtarılmayacağına karar verirken kişisel duygularına göre değil, sadece devrimci amacın iyiliğine yönelik olarak düşünmelidir. Bu yüzden bir yanda yoldaşın yararlılığını diğer yanda kurtarılması için zorunlu olarak harcanacak olan devrimci enerjiyi teraziye koymalı ve hangisinin daha ağır bastığına karar vermelidir. Devrimcinin Topluma Karşı Tutumu 12. Yeni bir üyenin -kendini sözlerle değil yaptıklarıyla kanıtlamışkabulü sadece ortak onay ile kararlaştırılabilir. 13. Devrimci, devletin, sınıfın ve sözde kültürün dünyasına girer ve orda sadece onun hızlı ve bütüncül yıkımı sebebiyle yaşar. Eğer bu dünyadaki herhangi bir şey için acıma duyuyorsa o devrimci değildir. Eğer yapabiliyorsa bir durumun, bir ilişkinin ya da bu dünyanın parçası olan bir kişinin yokedilmesiyle yüzleşmelidir –onun için herşey ve herkes eşit iğrençlikte olmalıdır. Onun için en kötüsü bu dünyada aile, arkadaşlar ve sevilen kişiler sahibi olmasıdır; kendi elini devam ettirebiliyorsa devrimci değildir. 14. Acımasız yıkıma yönelmişliğinde devrimci bazen toplum içinde olduğundan başka türlüymüş gibi davranarak yaşamalıdır. Devrimci her yere nüfuz etmelidir, bütün en aşağı ve orta sınıflara, ticaret evlerine, kiliseye, zenginlerin malikanelerine, bürokrasi dünyasına, askeriyeye ve edebi ortama, üçüncü bölüme (gizli polis) ve hatta kışlık saraya. 15. Bütün bu hatalı toplum çeşitli kategorilere bölünmelidir: ilk kategori derhal ölüme mahkum edilecekleri kapsar. Topluluk bu idamlık kişilerin devrimci amacın ilerlemesine verebilecekleri görece zarara ve böylece ortadan kaldırılmalarına göre bir listesini hazırlamalıdır. 16. Bu listelerin toplanmasında ve yukarıda bahsedilen sıranın kararlaştırılmasında, yol gösterici ilke kişinin gerçekleştirdiği bireysel kötülükler, hatta toplumda ya da insanlar arasında uyandırdığı nefret olmamalıdır. Ancak bu kötülük ve nefret yaygın ayaklanma çıkartabilecekleri için bir ölçüye kadar yararlı olabilirler. Yol gösterici ilke kişinin ölümünün devrimci amaca vereceği hizmetin ölçüsü omalıdır. Bu yüzden ilk elde özellikle devrimci amaca karşı zararlı olanlar ve ani ve vahşi ölümleri hükümette en büyük korku uyandıracak olanlar ve onu en akıllı ve enerjik figürlerinden yoksun bırakarak gücünü kıracak olanlar yokedilmelidirler. 17. İkinci kategori geçici olarak yaşamalarına izin verilecek olanlardır, yalnızca vahşi davranışları insanları önlenemez ayaklanmaya sürükleyebileceği için. 18. Üçüncü kategoriye bir üst-sınıf büyük baş çokluğu dahildir, ya da herhangi bir özel zeka ya da enerji ile ayrışmış olmayan fakat pozisyonları sebebiyle zenginlik, bağlantılar, nüfuz ve gücün tadını çıkaran kişilikler. Mümkün olan her yol ve tarzda sömürülmelidirler; ağa düşürülmeli ve kafaları karıştırılmalıdır. Ve ne zaman kirli sırlarıyla ilgili elde edebildiğimizin en çoğunu bulursak; onları kölelerimiz yapmalıyız. Güçleri, bağlantıları, nüfuzları, zenginlikleri, 34 ve enerjileri böylece tükenmez bir hazine odası ve çeşitli girişimlerimiz için etkili bir yardım haline gelir. 19. Dördüncü kategori politik olarak hırslı kişiler ve çeşitli tonlarda liberallerden oluşur. Onlarla kendi programlarına göre, aslında onların kontrollerini elimize geçirirken, onları gözlerimiz kapalı takip ediyormuş gibi davranarak, onların bütün sırlarını ortaya çıkararak ve onlarla en sonuna kadar uzlaşarak, böylece devlette düzensizlik çıkartmak için kullanılabilecekleri şekilde dönülmezce işe koşulmaları sağlanarak, komplolar kurabiliriz. 20. Beşinci kategori doktrinerler, komplocular, devrimciler, kitlelerin önünde yada kağıt üstündeki aylakça söyleve adananların hepsinden oluşur. Bunlar sürekli olarak pratik amaçlarını şiddetli yollarla ortaya koymaları için tahrik edilmeli ve zorlanmalıdırlar, sonuç olarak çoğunluk iz bırakmadan yokolacak ve gerçek devrimci kazanım az olanla artacaktır. 21. Altıncı ve önemli bir kategori kadınlarınkidir. Üç ana tipe ayrılmalıdırlar: ilk olarak şu uçarı, düşüncesiz ve yavan kadınlar ki üçüncü ve dördüncü kategorilerdeki erkekler gibi kullanabiliriz. İkinci olarak: ateşli, yetenekli ve adanmış fakat daha gerçek, tutkudan uzak, ve pratik devrimci kavrayışa ulaşmamış oldukları için bize ait olmayan kadınlar: bunlar beşinci kategoriden erkekler gibi kullanılmalıdırlar. Ve sonuncu olarak: tümüyle bizimle olan kadınlar vardır, tümüyle işin içine girmiş ve programımızı bütününde kabul etmiş olanlar. Böyle kadınlara yardımları olmadan yapamayacağımız, hazinelerimizin en değerlisi olarak yaklaşmalıyız. Topluluğumuzun İnsanlara Karşı Tutumu işe koşacaktır. 23. Genel devrim ile topluluğumuz klasik batılı modele göre düzenli bir hareketi kastetmemektedir. – bir hareket ki her zaman mülkiyet kavramı ve sözde medeniyetimizin geleneksel toplumsal düzeni ve ahlakı tarafından dizginlenmiştir, şimdiye kadar kendini sadece bir politik yapının yalnız bir diğeriyle değiştirilmek üzere yıkılmasıyla sınırlamıştır ve böylece sözde devrimci devleti yaratmaya uğraşmıştır. İnsanları kurtarabilecek tek devrim bütün devlet sistemini silen ve Rusya’daki rejimin bütün devlet geleneklerini ve sınıfları yokedendir. 24. Bu yüzden topluluğumuz insanların üstüne yukarıdan aşağı herhangi bir örgütlenme dayatmayı hedeflememektedir. Gelecekteki her örgütlenme, hareket ve insanımızın hayatı boyunca şekillenecektir, fakat bu gelecek nesillerin bir görevidir. Bizim görevimiz korkunç, bütünsel, evrensel, acımasız yıkımdır. 25. Bu yüzden insanlara yaklaşırken her şeyden önce kendimizi popüler hayatın, şu Moskova’nın devlet gücünün kurulmasından beri, sadece sözleriyle değil, yaptıklarıyla da devletle doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili olan herşeye: soyluluğa karşı, bürokrasiye karşı, rahiplere karşı, tüccar loncalarına karşı, ve sıkı avuçlu köylü sömürücüsüne karşı protestoyu hiç kesmeyen üyeleriyle müttefik kılmalıyız. Fakat kendimizi Rusya’daki tek gerçek devrimciler olan haydutların gözüpek dünyasıyla müttefik kılmalıyız. 26. Bu dünyayı bir tek yenilmez ve herşeyi yokedici güce birleştirmek – bu bütün örgütümüzün amacı, komplomuz ve görevimizdir. [bu kitapçık 1869’da Rus anarşistlerine despotik Çarlık rejimini yıkmaları için bir rehber olarak yazılmıştır.] 22. Topluluğumuzun tek amacı vardır – insanların, yani sıradan işçilerin, toplu özgürleşmesi ve mutluluğu. Fakat onların özgürleşmesi ve bu mutluluğun başarılmasının sadece herşeyi yokeden bir genel devrimle gerçekleşebileceğine inanmış olarak, topluluğumuz bütün gücünü ve kaynaklarını, en sonunda insanlığın sabrını tüketip onu genel bir ayaklanmaya sürükleyecek olan o belaların ve kötülüklerin yoğunlaşması ve artmasını teşvik etmek için 35 anlamsızlığın dolanıcı adımı, nihilizmin arka kapısı, eve döndüren ama yaşayan ölüye çeviren kara delik... 1. Hakikat basitçe ifade edilebilir: hayatımızın yaşamaya değerliği, bütün anlamlılığı içinden boşaltılabilir olan narin bir gündelikliğin anlamından ibarettir. Ama böylece hayat son tahlilde değersizdir. Ölüm arkasına eklendiği bütün kişisel tarihi bir tamam anlamsızlaştıracak olduğu için, arkasına kader olarak ölüm eklenen tarih, içinden anlamları boşaltılmış ama varolmakta inat eden tarihtir. Sonuyla anlam kazanıp bütünlenen değil sonuyla anlamsızlaşan tarihtir. Kişinin güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü, mutlu ya da mutsuz yaşamasının bu yaşamdayken üreteceği bütün kişisel ve toplumsal farklılıklar da ölecek olmak yüzünden yokolmuştur. 2. Anlamsızlık ortaya çıktığı anda adımını herşeyin önüne dolanarak atar. (Ölecek olduktan sonra herhangi bir şeyi yapsanız ne, yapmasanız ne? Sonsuza kadar geri gelmeyeceğiz.) 3. İçimizde her an ortaya çıkan tuhaf, kaynağı belirsiz yaşamaya yönelmişlik güdümündeki bütün insan türünden hayvan olarak yaşamaklığımız aslında bir yaşayan ölü olarak yaşamaktır. İnsan yaşayan ölüdür. Yaşamı yücelten sevinci kaybetmek anlamında psikolojik tarzda eleştiri kesinlikle geçerli değildir bu noktada. En sevinç dolu insan da aynı mantığı ileri sürebilir ve haklıdır. 4. Anlamsızlığın farkındalığının ardından bütün kavramlar, renkler, istekler ve amaçlar yaşamaya devam edebilirler. Zira hiç bir şey yasak edilmemiş, yasak olanlar da serbest kılınmışlardır. Sonunda kaybedilecek hiçbir şeyin kalmadığı bu olası en büyük bağımsızlık anında ironik biçimde herhangi bir şeyi yapmak için bir sebep de kalmamıştır. Zorunlu şüphecilik ikliminde herşey (kavramlar, amaçlar, insan teki...) bir yaşayan ölü olarak varlığını sürüdürür. 5. Değerleri yitirmek sorun değildir. Varolan herşeyin sıkıntı verici gereksizliği ve herşeyin ancak ordaymış gibilikte, yanılsamada anlamlı olduğunu farketmek ikincildir. Ölecek olmak sorundur. Şüphecilik kendini avutmadır. 6. Kendi kuyruğunu yiyen yılan mı? Yoksa dipsiz bir kuyuya, kara deliğe sonsuza dek akan ve arka taraftan çıkıp yine sıraya giren evren? Nihilizmin kuyusuna düşen her kavram arka kapıdan da çıkar. Onun yalanladığı herşey arka tarafta yalanlanamazlığıyla dirilir ama ancak yaşayan bir ölü olarak. Herşey nihilizmin kara deliğine düşmeye mahkumdur. 7. Bu hayatı yaşıyoruz; kilit bir cümle. Hayat son tahlilde anlamsız, ölecek olduktan sonra hiç anlamı yok; bu da kilit cümle. Biz içinde kendimizi bulduğumuz ölecek olmak ama yaşamak istemek muammasında kendimizi salıyoruz. Kendimize bırakıyoruz kendimizi. 8. Nihilizm meselesinin hesaplaşılamadan sürekli taşınması gereken asıl ve ağır mesele olduğunu anlamalıdır. Biz ancak onu inkarla hayatımıza döneriz. Bir hayat yaşıyoruz ve yaşarken de kendimizden sinsi sinsi, ya da saf saf saklıyoruz olanların saçmalığını. Ve hayat da bunun üstüne kurulu ve ancak böyle olacaktı. Nihilizm meselesinde bir çıkış yok: insanı en devrimci hareketlere de götürür en büyük sıkıntı ve eylemsizlikte de bırakır koyar. 9. Aktivizm nihilizmin ölümsüz sorusuyla karşılaşıyor: niye? Sonra daha derin bir irdeleme de gelir: bu hayat da ne? Nasıl da burdayız ama anlamsızlığın içine gömülmüş, bütün anlamlarımız dağılıp yitiyor. Hiçbir şeye elle tutulur bir zemin üretemeyiz, herşey boşlukta... (Galip Tekin’in uzaya dağılan küçük adalarındaki gibi..) Bir 36 izin, belirsiz bataklık bir alanın üstündeyiz ama bataklık boşlukta yüzüyor. Hayatı yaşarken herşey anlamla dolu ama bu anlam boşlukta yüzüyor. Anlamlar boşlukta yüzüyorlarsa gerçek bir anlam mıdırlar? Herşey içinde yüdüğümüz boşluğa dağılmaya mahkum. 10. İnsan hiç değildir, düşünmenin ordan oraya akışında tespit edilmekte oluşudur. Hiç olan insan olmayacaktır. 11. Şimdi üstünde durduğumuz bataklığa bakalım: nesneler dağılıyor, sabit olan şey yok, zaman ve ancak zamanlı oluşumuz bizi yok ediyor. Zamanlı olan var değildir. Akış oluşumuz insanın da o belirsiz kuantalar gibi belirsiz olması demek. Zamanda kısa anlarda asılı kalan kavram ve kişimizle, benimizle, kendimizle kendimizi kandırıyoruz. Oysa doğduğumuz bu an ölüme gittiğimiz an aynı zamanda. Varoluşumuz varlığımızı yiyip tüketiyor. Zaman varlık bahşediyor ve o varlığı da alıp götürüyor... bu en derin ve en dağıtıcı darbe. Varlığın yokluğu. Akışın mutlak varlığının bir anla sınırlı oluşu. Bir zihinde hafıza sayesinde varız ve her şey var. Ama bu masa, örtüsü, ellerim ve ben ta kendim de yalnız benim kurgumuz. Şu anda burda ben dediğim zihinsel uzayda oluşuyor ve akıyoruz hep beraber. Oysa ancak bir an ışıyoruz ve ben de ancak bir an ışıyorum. Burda artık tam olarak yaşayan ölüleriz, sadece ölmeye mahkum olmakla değil, her an zaten tam anlamında ölüyor olmakla. Yaşayan ölüler olarak doğduk. 12. Saçmalığın herşeyi anlamsızlaştıran dolanıcı adımından sonra hala bunları yazıyorum işte. Bu yıkım bütün tuğlaları unufak etti artık yeniden yapım yok. Açılan izler de arkamızdan silinmek üzere açılıyor. Saçmalığın sorusu ölümsüz. Dünyada kaldığım her an ben aslında düşündüğüm her konuda çelişkilere itiliyorum. Mesele aptalca bir meydan okuma bir isyan meselesi değil. Varlığımı devam ettirmemek elimdeyken bu çelişik varlığımı niye devam ettiriyorum, gerekçem mi var? Şimdi ölmezsem sonra öleceğim devam etmenin ne anlamı var? Bu düşüncelerimi kendime, içimde direnen o eskiden kalma hissiyata, intihara içten içe beni sevketmeyen, beni yaşamaya atan, hayatiyetle dolduran bütün hissiyatlara kabul ettire de bilirim. Ne karmaşık bir an şu yaşadığım. İçten içe intihar etmeyeceğimi bildiğim için rahatım. Bu çağın da en öncelikli ve önemli meselesi intihardır. Ve bu hiç değişmeyecek. (Herhangi birşeye isyan etmemiz gerektiğinden değil. Belki de çok güzel bir hayat sürüyoruz hatta yaşam, olası evrenlerin en güzelinde...) Düşüncede anlamsız olanın pratikteki anlamları içinde coşkuyla yaşıyoruz ve ilk anlamsızlık düşüncemize sürekli aykırı düşen bir yolda... Sürekli asıl düşüncelerime uymayan bir yolda konuştuğumu farkediyorum. Bir alemde ben dönek gibiyim. Daha beteri bir münafık. Bu münafıklık sanki onlar gibiymiş gibi yapma, bir de buna kaptırma, sanki anlamlıymış gibi düşünürmüş gibi kendimi bulmak... işte intihar için yeter sebep. Ama hala herhangi bir eylem için olmadığı gibi intihar için de sebep yok. Dürüstlük isteğiyle kendimi yönlendirmenin saçmalığını da biliyor olmaklığımı öne sürüşümü de bir kendini kandırma olarak bulmamla sürüyor tartışma, sonra herşey büyük bir saçmalık içinde bir anda buharlaşıyor. Ölümü önceye almak. Bu bir cesaret meselesi değil. İkna meselesi. 13. Yukarıda kurduğum cümledeki her bir varlık yoklukta dağılmaya hazır. Yine ve her yerde anlamsızlığın dolanıcı adımları___ 1.ölüm 2.her tür dilsel nesnel toplumsal varlıkların yalnız öznenin, bilincin tahayyülleri oluşu –ontolojik mesele 3. kaçınılmaz şüphecilik – epistemolojik mesele 4. hayatın şiddetli amaçsızlığı ve anlamsızlığı – teleolojik mesele 5. Saçmalık, uygunsuzluk –biçimsel mesele 6. ikinci maddenin aynıyla kişinin kendine uygulanırlığı, özdeşlik yokluğu. Hafızadaki kimdir? Kişinin toplanmışlığının sahteliği. 14. Ölüm insanı toparlayıp birey yapmaz, onun bireyliğini tümüyle anlamsızlaştırır. Anlamsızlığın adımı her noktadan dolanır ve öne atılır. necdet y. bombacısuat 37 banu güven beni kurtar Bir zaman İstanbul’da bir evde İstanbul’da dediysem İstanbul’un cehennem kısmında bir evde yakin bir arkadaşımla ömür çürütüyorduk. Belki zaten çoktan o ömrü biz çöp torbasına koyup apartmanın çöp kuyusuna atmış olmalıydık. Küçük parçalara da ayırmış olmalıydık herşeyden önce hayatımızı, zira büyüktü; ölmüş ve şişmiş olduğundan her kalıba sığma yetisini kaybetmişti.. Hayat! Sıkıntılı hayat!... Ara sıra sıkıntımızı dağıtmak için cehennemden çıkıp gece hayatının yoğun olduğu mevkilere doğru yürümeye başlıyorduk. Niyetimiz yoğun gece hayatına karışmak değil o tarafa doğru yürüyüp gitmek, belki katılırız diye düşünmek, uzaktan insanların kalabalığı görününce de hemen geri dönüp evimizin yolunu tutmaktı. Evimiz cehennemdeydi ama asıl İstiklal cehennemdi. Başımızı önümüze eğer yürür giderdik. Kaçardık. Ordan kaçıp evimize sığınıyorduk ama evde evimi paylaştığım şahıs kulaklarına kulaklıkları takıyor, benden kendini soyutluyor, camdan dışarı sigarasını üfleyerekten uzaklarda bir yerlere dalıyor, tabi eski sevgilisini düşünüp duruyordu. Bana artık 38 onu anlatamıyordu çünkü yıllardır bir daha birleşemeyeceği eski sevgilisini düşünmeyi bırakamaması benim sinirimi bozuyordu. Ama bunu bahane ederek beni bırakıverip gitmesi daha çok içimi sıkıyordu. Öyle ki daha sonra onu yine böyle beni yalnız bırakmış bir yerlere gitmişken öldürme sebebim de -evdeki tek keskin bıçakla kanını yerlere akıtışımın sebebi- budur elbet. Onun beni bırakıp gitmesine dayanamıyordum. O küçücük cehennemde birlikte çile çekiyorduk çilemizden tuhaf hazlar yaratıyorduk ama sonra o başka yerlere gidiyordu. Sabah kalkıp ona bakıyordum, yorganları üstüne almış yine bir yerlere gitmiş oluyordu. Akşama kadar da geri gelmeyeceğini biliyordum. Dolaştığı yerden de bana bahsetmeyecekti beni oranın dışına atmıştı.... Ben de öyle yapsaydım, çıkıp gitseydim o benimleyken. Nebileyim, kolay, geri dönüşü olan bir ceza verseydim ona... Niye öldürdüm ben ev arkadaşımı? Şimdi bu evde ev dediysem cehennemde onun bir yerlere gitmesini bile özleyeceğimi ahmak kafam niye tahmin edememişti..? Sakin sakin yaşıyorduk işte. Akşam televizyonu açıyorduk mavi ışıkların arasında O’nun yüzünü hayranlıkla seyrediyorduk. İkimiz de O’na hastaydık. Sonradan öğrendim ki herkes de O’na hastaydı. O’nun o kaşlarını kaldırışı anlayışla gülümseyerek zamanın bittiğini çaresizce ama hep anlayışla, gülümsemesini engelleyemeyerek, biraz da ufak bir telaşla anlatmaya çalışması, gözünün arkadaki yönetmenin işaretlerine bir milim kayışı sonra aynı gözü kocaman açışı, söyleneni kafasını aşağı eğerek ağzını sıkıca kapayarak ve dudaklarını hafifçe ileri uzatarak anlayışı, tekrar söze başlayışı, arada kontrolünü kaybettiği sesi........ Herşeyine hayrandık, geceleri o bizim kurtarıcımızdı.. ..Banu Güven, ben ev arkadaşımı niye öldürdüm? Şimdi beni canlı yayına bağlayacak mısın? Anlayışla beni dinleyecek misin? Sevgili Banu ben şimdi evde pencerenin önündeki masada oturuyordum pencere de üçe beş metrelik salonun kısa kenarında basık bir pencereydi tabi anlıyorum zamanımız dar şimdi anlatıyorum efendim ben de orda oturuyordum ve elmalı sandviç bisküvi yiyordum biz bununla besleniyorduk Sayın Güven sizi seviyorum Sayın Güven şimdi son bir cümleyle özetliyorum efendim en çok da o besleniyordu çayına attığı on şekerle beslenir efendim gerçektir bu, günde de yaklaşık yedi çay içer soğuk sıcak aldırmaz içer işte birlikte otururken o yine gitti Banu, beni televizyonun karşısında bıraktı ve kürdilihicazkardan muhayyerkürdiye geçiş taksimini dinlemeye başladı yine. Ben de dinleyebilirdim efendim hiç dinlemez olur muyum birlikte dinleyebilirdik zaten evimiz avuç içi kadardı nereye saklandığını sanıyordu bu? Nereye gitmişti? Onu aramaya başladım ona seslendim cevap yoktu nereye kaybolmuştu? Fazla uzağa gitmemiş olmalıydı. Benden nereye kaçmıştı? Tabii efendim yayını piç ettiğimin farkındaysam da artık bütün seyirciler de öykünün sonunu beklemiyorlar mı? Evet bıçakla efendim. Mutfaktan aldım. Döndüğümde o hala kayıptı. Nereye kadar kaçabileceğini sanıyordu benimle alay mı ediyordu. Evet efendim şaşırmıştır kendisi ama kanı da kıpkırmızı boşanmıştır eskimiş halıya. Masa örtüm de kirlenmiştir................. Banu beni affedebilecek misin? Banu? Sanırım hat kesildi.. Banu? beni duyuyor musun? Ben burada yalnız kaldım................... ev arkadaşımı öldürdüm Banu ... Banu? Banu, bana tekrar bağlanacak mısınız?.. natalya o. (vahşi güzel) 39 KYNIK (istendiği gibi çoğaltılır) [email protected] 40 41