kynik 1 (bahar 003)

Transkript

kynik 1 (bahar 003)
güzel insanlar ey! Nereye giderseniz gidiniz! Gidecek bir yer varmış
gibi...
Mükemmel bir yerde
inebilir miyim?
1. Avrupa’da hiçbir hayalet dolaşmıyor. Eskinin ve yeninin tüm
kabasakallı amcaları kandırdılar sizi. Bir hayalet! Sabah erken kalkıp
işine gidiyor, akşam yorgun argın yatıyor yatağına. Yarını düşünüyor,
tekrar çağrılmayı bekliyor umutsuzca.
‘Ne travailles jamais’ hayalet!
2. İşte her şeyin yok olur, devrim umudunun söner gibi olduğu anda
gelmiştin ey hayallerimin son prensesi çevrecilik! İnsanın doğa
üstünde, insanın insan üstünde, erkeğin kadın üstünde, yaşlının
gençler üstünde tahakkümünü hep birden kaldıracaktın sen. Birden
zihnimde kara ışıklar parıldadı, değil mi ya benim bokum bir gübredir
aslında.
4. Kırmızı kalemini eline alıyor ve size yazıyor satır satır dünyada
olanın kahrını yılmadan. Ama kim, kim yazıyor? Bir hayalet dolanıyor
rakı şişesinde. Kibrit çakarsanız alevlenir -ama hemen sönecektir.
Çünkü devrimciye ezilenlerin yanında ezenlerin karşısında saf
tutturup müslümana omuzları bitiştirten, bütün insanlığın yüreciğini
kıpır kıpır ettiren inançlar yerine onda inançları yerden yere vuran
inanç gelip yerleşmiştir. Burada hala yazıyorduysa o narin yumuşak
elleriyle, kendi yazışına karşı gelen her şeyin sadece zaman içindeki
varlığının bütün insani anlamlardan yoksun süregelişine teslim
oluşundan başka türlü hiçbir şeyin ortada olmayışındandır. Ey çakır
göz, Sarı! Uzun hayat ve aşk çizgilerinin derinden yardığı bembeyaz
avuçlarıyla hiçbir şey yakalamasının anlamı yokken her şeyi
yakalamak üzere hala burada içen, içtikçe de yazan ve ancak bu
yüzden yazarken göbek yapan (göbek yapsaydı da topak topak et
olsun)!.. Bir bira söyle, hem sen bilirsin onu nasıl sevdiğimi, nasıl,
nasııııl sevdiğimi… Biliyor. Kalemini kıpırdattığı anda bunu
halihazırda bulduğu, her şeyi parıldatan süregelen kişisinin
süregitmesiyle ve ondan başka hiçbir şeyle yapmadığını. Ama yine de
evrenin kendisi için boşa çıkmışlığının kahrıyla yaşıyor işte, üstelik de
önleyemediği heyecanıyla size ulaştırdı bunları. Oysa yazsa ya da
yazmasa ne olacaktı...
5. Yaz kemancı! Ey aşk! Ey karanlık gecelerimizi aydınlatan, derbeder
3. Burada bugün kar yağıyor. Bundan önce de hep kar yağmıştı ve
başka türlü bir yağış da olmayacak. Nurların yağdığı, ellerin yukarıya
açılıp açlık ve susuzlukla rahmeti beklediği acıklı günler devam
edecek -ama ucube insan zihninde. Kudretli zihinlerimiz hayatı
yaşatmaya devam edecek olan hakimiyeti üstümüzde kuracaklar
ilelebet. Korkma ey insanlık! Dünya döndükçe ne kendini yok edersin
ne yokluk sana hakim olur! Düşmez kalkmaz bir insan ailesi... Sevimli
hanemize gül parmaklarıyla doğup bize tün gün meşk ettiren iki
gözümüzün çiçeği! Sen hanemizin kapısını üç kere çalıp da heyhat
sabırsızca seni bekleyen başka kapılara yöneldin. Ama biz bir sigara
almak için bakkala kadar gitmiştik.
bomanti bildirisi, nisan 2003
1
hayatın ne kadar güzel olduğundan, mevkimin ve yaptığım işin ne
kadar anlamlı, uygun, yerinde olduğundan başka ne düşünebilirdim?
Tezahür ediyor bende
hakikat
gezi yazısı, yazı dizisi
Anlamlar üstüne (ne de güzel bir dünyada yaşıyoruz)
... Yolda artık akşam da olmuşken, ben sabahtan akşama kadar çok
pedal çevirip yorulmuşken, artık beynimin herşeyi bütünlüklü bir tek
yaşantıya, handiyse sinemaya benzer bir ortama, herşeyin aynı ışığın,
tek ışık kaynağının altında bir tamam birbirini bütünlediği, içiçe
geçtiği, tek bir şeyin de ayrı kalmadığı bir akışkan devamlılığa
dönüştürmeye başladığı, kaslarımın yorulup bedenimi bir kılarak
uzaya uzaya ağrıdığı işte o güzel akşamüstü saatlerinde aynı bir
sallanan sandalyede sıcak günbatımına karşı otururken mayışır gibi;
yolun üstündeki, kenarındaki, yol boyunca yanında uzanan herşeyi
aynı rengin tonlarına boyayıp resimleştiren akşam güneşi aşağılara
inmişken o zaman artık etrafımı ardarda dizilen fotoğraflar gibi, her
yanda özenle oluşturulmuş, düzenlenmiş sahneler var gibi izlemeye
başlıyordum. Bir ormanda hava kararmadan önce geceleyecek bir
nokta için karar vermeye çalışırken (kendimi kolay kolay
durduramıyordum) ve karar veremeden daha da devam ederken
ağaçların üst dallarına sapsarı ışık vuruyordu. Hava serinlemiş, terim
tatlı tatlı kurumakta, ellerim yarılmış, kirlenmiş, acıyor.. oluyordu.
Durup da işte o akşam serinliğinde bisikletimi sakince ayağı üstüne
dayadıktan sonra birşeyler atıştırır ağrıyan yorgun bacaklarımı hafif
hafif açmak için küçük adımlarla asfaltın üstünde dolanırken bu
Aynı anlamlılık içinde artık her yaptığım bir ve bütün ve tam ve tek
olduğundan kafamın içinde hangi kelimeleri gevelediğimin de önemi
olmuyordu. Aklımdan neler neler geçiyordu. Yolla ilgili herşey bitince
okuduğum kitapların en ilgisiz pasajları zihnime ardarda çıkıyorlardı.
En çok da şu parçayı hatırlayıp yeniden kurmakla meşgul oluyordum:
“...kumsaldan serin bir günde denize doğru yürüdüm. Ayaklarım
serin suya değdi. Ürperdim. Su serin olduğu kadar düz ve berraktı.
Serinlikle bir olan berraklık beni içine doğru ilerlemeye sevkediyordu.
Yürüdükçe herşeyi geride bıraktığımı hissediyordum çünkü önümde
küçük dalgacıklar ufka, hatta sonsuza kadar durmadan yayılıyor,
gökyüzündeki bulutlar kademe kademe üstümde açılıyor hepsi birden
beni ileri doğru çekiyordu. Sırtımdan esen rüzgar ben yerimde
kalmaya tutunmaya çalıştıkça beni ileri ittiriyordu. O sonsuza doğru
çekilme anında evrendeki yerimden, bu yerin sonsuz genişliğine
ferahlığına rağmen hep yerli yerinde belirli oluşundan kopmuş sanki
boşluğa doğru gider olmuştum. Yer altımdan kaymıştı. Yer yoktu...”
Ben de her kumsala gidişimde her tarafı anlamlarla bezeli olarak
önümde açılan eşya dünyasının bu yerinin, benim merkezinde
olduğum mevkisinin nasıl olup da dağılıvermediğini, uzaya
saçılıvermediğini anlamak isterdim.
Bir gün, belki aynı gün, kumsalda elimde bir şişe Güzel Avşa
şarabıyla yatıyordum. Önümde deniz kıpırtısız karanlıkta uzanıyordu.
Uzakta ışıklar ve köpek sesleri ve daha tasvir edilmeyi talep eden nice
gereksiz ayrıntılar yazımı aman uzattıkça uzatıyorlar ama varmak
istediğim şey de şu, edebi düzeni ihlal etmek pahasına söylemeliyim
onu size:
Size en anlamlı halleriyle anlatıyorum dünyayı -ki derdim bu değil
miydi?- ama aslında tek başıma uzanmışken tek başıma olduğum için
2
anlamların sürekli yeniden üretilmesi akışının dışına itilebilme
olanağına kavuşmuştum (belki olanak değil de tehlikesi diyeceksiniz –
elbette-)... Orada eski anılar, hatırladıklarım ve alkolle tatlı bir
sarhoşluk ararken birden farkediverdim ki aslında kafamın içi
bomboş, bomboştu. Herşeyi o kadar düşünmüş, hayallerimi de hem
gerçekleştirerek hem boşa çıktıklarını, ancak zihinde, hayalde
heyecanlı, anlamlı olduklarını öğrenmiş olarak; bende olmayanların da
bende olanlar kadar vasat olduklarını da anladığım için; o kafaya
gelen herşey kumsalın, denizin ve karanlığın ve uzaktaki ışıkların
hepsinin bomboş uzanışlarında, sarmalayıp serip dağıtışlarında,
herşeyin uzaktaki bir sonsuzluğa kaçıp dağılmasında, uzayın o kat kat
açılışında... ...işte o anda herşeye karışır olmam gerektiğini, bunun bir
nevi esrime, vecd olduğunu söyleyeceksiniz. Öyle değil. Bu hiç de
ilahi bir tecrübe değildi. İlahi olan herşeyin dağılışıydı. İlahi olan,
hayatımızın kısır vasatlığını aşma vaadinde bulunan her tür
tecrübenin... Hayat sıkıntılılığından ibaretti.
Bir şu vardır: Hali hazırda anlamlarıyla gelmiş olan varlık. Uzun bir
rampayı bisikletle tırmandıktan sonra tükenme noktasında tepede
terden ve ateşten yanarken en son noktayı bulan insanın kendini serin
rüzgara karşı aşağıya güzel bir vadiye bırakışındaki herşey anlamlıdır.
Yolda yürürken karo kaldırımın üstündeki düzensiz ek betonu,
kenarda birikmiş çakıllar ve sigara izmariti, asfalta yapışmış gazoz
kapağı, kaldırımın ortasında geçişi engelleyen ağaç, ağacın yol yol
yukarı tırmanan çatlaklarla dolu kabuğu, ağacın arkasından sıyrılıp
geliveren ortaya çıkıp yürümeye devam ederek geçen kız... İlk ortaya
geldikleri anda hep, oldukları bir şeyler olarak, bir anda bütünlükleri
içinde kavranılarak gelirler. Kafamızı bir görüntüye çevirdiğimizde
eşyayı bir anda eşya olmaklığında kuruveriyoruz. Dünyaya gözümüzü
açmaklığımızda kendimizi alışık olduğumuz yurdumuzda buluyoruz.
Sabahın ilk şaşkınlığının ardından yurdumuzda olduğumuzu, yatağın
bildik bir yer olduğunu biliyoruz.
Bir de şu vardır: Hayatın gündelik sıradan anlamlılığının, bu
doğrudan, hayvani anlamlılığın dışında ve ötesinde sıkıntımızı
(onulmaz sıkıntımızı) geçirmek, hayatı yaşanır, güzel bir yer kılmak
için aradığımız anlamlar.
Peki ben niye yola çıktım?
Bende olmayan, ben olmayan herşeyde bana ait olan herşeydeki
sıkıntıyı aşan şeyi görüyordum. Diğerlerinde, onların yaptıklarında,
onların olduklarında sanki böyle birşeyler vardı ki bendeki herşeyi
aşıyorlardı. Oysa ben ve hayatım kısırdık. Benim ortaya çıkardığım
bütün heyecanlar da zamanla sıkıntı vermeye başlıyorlardı. Kendi
kendimi büyük işler uğraşlar peşinde olduğum, çok derin bir şeyler
bilip bulduğum, kimsenin sahip olmadığı bir hazineye sahip olduğum
gibi palavralarla kandıramıyordum. Hayatımın kısır, ne yaparsam ne
kadar güzelleştirirsem basit olduğunu, şimdi öyle olmasa esasında,
özünde öyle olduğunu biliyordum. Yalnız o zaman herkesin hayatının
da öyle olduğunu bilmiyordum. Bunların hiç öneminin olmadığını da
hatırlamak istemiyordum. Onların yaptığı herşeydeki sihir beni de
çekiyordu. Yollara çıkmalıydım:
"...birdenbire içimde derin bir iyimserlik yükseldi. Hep böyle
yürürsem, hızla yürürsem, hiç durmazsam, yolculuklara çıkarsam,
sanki kitaptaki dünyaya varacaktım..."
Ben de yola çıktım. Ve en sonunda bu sihrin varolmayanda, orda
olmayanda olduğunu öğrendim. Orda varmış gibi olmaktan ötesi
yoktu. Heyecan ancak olmayan o sihrin umut vadettiği andaydı. Ama
bu umut boştur.
Size güzel şeyler anlatmak istiyorum (söyle ona başka durakta
beklesin)
Kandırılıp iğfal edilmiş bir kız gibi kumsalda sereserpe dağılmış ve
bütün ümitleri tüketilmiş olarak yatar kalırsınız. Bu da belki güzel
birşeydir. Tecavüz fantezisi.
3
Hayatta hep böyle birden çıkıp gelecek olan açılıp ferahlamayı, felahı
bekliyorsanız bunun da çaresi var: çalışmaya başlayan insan zamanla
hayatı da oturdukça (ve evlenmesi de gerek elbet) hayatın işte böyle
bir türlü doyum bulamamaktan ibaret olduğunu, en dehşetli eğlence
ve çılgınlık ve maceraların ve tecrübelerin ardından bile yaptığının
büyük bir iş olmadığını ve gerçekten büyük bir iş olamayacağını
dünyada, bildiğinden zamanla oturduğu yere oturur ve kanıksar
hayatın kısır basitliğini. (Belki de insan o kanıksama anında çocuk
yapmaya razı olmaktadır ya da bunu bir umut olarak
kucaklamaktadır.) Uzun uzun hayatın sıkıntılı gündelikliğinden
bahsetmek istemiyorum. Çünkü onu hepiniz biliyorsunuz.
bir ölüye ne faydası var? Ölüm korkulacak birşeydir. Yaşadığımız
ölüme, küçük ölüm uykuya bakalım: uyku yitmektir ve herşeyin
yitmesi. Zihnin kapanış anında, bayıldığımızda artık geride bir şey
kalmış kalmamış... onu ancak ayılan düşünür. Yiten yitmiştir.
Ölümse ardından bir daha doğulmayacak sonsuza dek sürecek
bitmeyen yokoluştur. Ölüm uyku değildir. Uykunun sıcak güvenli
dinlendirici imgesi ölümün karanlık soğuk bitimsiz ve tekinsiz
korkulu imgesinden bambaşkadır. Sonsuza kadar geri gelmeyecek
olmak da yeteri kadar korkunç (ayrıca geçerken söyleyeyim geri
gelmek, yeniden doğmak ya da devamlı olmak olanaksız kurgulardır).
Niye ölümden korkuyoruz
Ben ölsem..
Çoğunuz bütün bunları kafanızdan hızla uzaklaştırıp anlamlı bir
dünyanın akışında kaybolmayı, o akışın zihni dolduran ve bedeni
diriltip ayağa kaldıran, şişiren, etrafına da onunla tam uyuşan bir
hayat saran, onu dünyaya asla çıkmamacasına daldırabilen
hayatiyetliliğinde hayatınızı bunlara fazla takılmadan, kafayı bunlara
takmadan yaşamayı yeğlersiniz. Zira daha ölünecek ve ölünmeden
önce de herşey bir tamam gerçekleştirilirse tamam olmuş olacaktır.
Ne olmuş olacaktır?? Tam ölüm!? Mutlu ölüm? Tatminkar bir ölüm?
Sırıtarak mı öleceksiniz? Size bir sır vereyim hepimiz öleceğiz, ve bir
daha da hayata gelmeyeceğiz.
“...Bazen çok mutlu olduğum, herşeyin tam olduğunu, o andan daha
eksiksiz bir anın olmayacağını hissettiğim güzel zamanlarda işte şimdi
ölsem diyorum. Ölmenin o an uygun olduğunu biliyorum. Ama
nereden biliyorum? Kimbilir nereden biliyorum. Düşünceler zihne
geliyorlar. Gidiyorlar. Mutluluk geliyor ve bazen gidiyor. Kim
varlığını bütünüyle idaresi altında tutabiliyor? Krallığımızda zayıf
hükümdarlarız...”
Herşeyi bir tamam yapamayacaksınız. Yapsanız da bunun aslında hiç
anlamı yok. Yaşadığı hayatın tatmin edici bir hayat olmuş olmasının
Bu dünyaya birden ve anlamlarla gözümüzü açtığımız her anda
kendimizi ölümden kendisini sakınarak yaşamaya çalışan bir kişi,
insan teki, olarak buluveriyoruz. Ama asıl ölüm korkusu ceylanın
aslandan kaçarkenki can havli veya uçurumun kenarındaki ürperti
değildir. O insana özgüdür. Dille ilgilidir. Gözlerimizi kapatıp
sonsuza kadar bir daha geri gelmeyeceğimiz yokoluşu düşünmektir.
Bir gün.. iki gün.. bir hafta.. bir yıl.. bir milyon yıl.. bir milyar yıl...
Size yola çıkmayı öğütlemek istemiştim ama bu üç ay önceydi
“.. kahvemi içip ardından düşünceler hayallerle uykuya dalmışım.
Rüzgar esiyordu ve bir ara bulutların geldiğini anladım. O ara herşey
bir ıslanmış. Biraz yukarıdan indirmiş. Bir tabaka su eşyanın, otların
ve kumların üstünde... kalın da giyindiğim için biraz da terlemişim.
Şimdi de ay epey yükselmişken ve ben bunları ay ışığında yazarken
hava ve deniz tümüyle sessiz ve sakin... açık bir gökyüzü.. ıslak bir
tulum...”
İnsanı kumsaldaki o birbaşına özgürlük hissinden daha fazla
heyecanla doldurup tamamlayan ne olabilir? Tamamlayan......!
t. cemil turbey
4
2002..................... Selçuk....................bir otel
odası.............. ..............gece
yarısı.....................bir oda burası.....................
.........mimari ?.................:
m.1.yeni bir mimari?
m.2.pencerelerden bakınız dünyaya...
m.3.uyumadan önce: küçük bir odada (ki mimari bir öğe olarak oda),
uykuya dalmadan önce farkettim: dışarıda başka bir dünya var, diğer
odada (ki mimari bir öğedir oda). benim, yalnız benim içinde
olmadığım bir “diğer taraf”.
m.4.sanat öldü...... ben öldürdüm...
m.5.yeni bir mimari?
m.6.demek epeyce yalnızım ben...
m.7.eski insanın tek düşüydü öbür odada olabilmek, istese de
istemese de hep bunun için uğraştı.
m.8.öteki dünya eğlenceli mi? herkes dans ediyormuş orada, ben
gürültüsünü duyuyorum danslarının.
m.9.bir şehir birazdan yerle bir olacakmış gibi durmalı, mutluluğun
başka yolu yok belki...
m.10.modern evler annelerimizi mutlu edebilmek için yaratılmıştır:
yeni, temiz, sağlam... mutfağı da biraz büyük olsa...
5
m.11.gece uykuya bir umutla, sabah ben de o dünyanın bir parçası
olarak açarım gözlerimi umuduyla dalıyorum. sanki sabah ben de o
dünyanın bir parçası olarak açabilecekmişim gözlerimi gibi.
m.22.bir sanatçı ancak sanatı öldürerek özgür olabilirdi, ona (sadece
ona) herşeyi yapmak mübahtır artık. çünkü bir sanatçı ancak sanatı
öldürerek özgür olabilirdi, ona (yalnız ona) herşeyi yapmak mübahtır
artık. çünkü.....
m.12.yeni bir mimari?
m.13.artık insanın tedirginliğidir mimari, pencereden bakınız
dünyaya... göreceksiniz.
m.23.bakın ne diyeceğim, bütün anarşistler burjuvadır: düzenin
yaramaz çocukları... nasıl ki burjuvazi artık yaptığınız herşeydir....
m.24.burjuva olmayanlar....
m.14.aynen öyledir mutluluk veren şehir, bir fiskeyle yıkılacakmış gibi
evler, köprüler, kubbeler, kuleler, minareler...... yoksa ilerleyemez
insan..... ilerleyecek gibi....
m.25.bizi korkutanlar,
m.26.kanımızı donduranlar....
m.15.modernizm bir canidir!.. yalnız mimari ve iktisattır (yalan!), yapı
ve paradır ve yalnızca bunların üzerinden bakılır diğer herşeye.
değiştikçe zaman artık söz söylemek de sanat olmaktan çıktı......
herkes herşeyi söyleyebilir artık.
m.27.umut yeni dünya mı? ne benimki ne de diğeri?...
m.28.unutmadan:dünyanın bütün proleterleri birleşsin, tarihin
gördüğü en büyük sendika olur bu, evet...
m.16.yeni çağ üzerine geniş kapsamlı düşüncelerimizi “modernizm:
buraya kadar, insan ve hayvan” adlı makalemizde bulabilirsiniz.
m.17.sanat ölmüş..... ben öldürmüşüm......
m.18.yeni insan evinin romanını yazacak, her ev bir roman olacak.
acaba şimdi de öyle mi? diye düşündüm bir an.
a. o. ömerkız
m.19.ben diğer dünyanın vatandaşlığını uzun süre önce reddetmişim.
ellerinde imzalı, mühürlü belgeler var, bu yüzden kabul edilmiyorum
oraya.
m.20.tembellik etmesem yapılmayacak şey yok dünyada.
m.21.oda (mimari bir öğe olarak)
6
Şeytanlı öykü
Hayatını sürdürmekte olduğu sonsuz zamanın bir yerinde
İblis, yeni bir sonsuzluk buhranı içinde kıvranırken sıkıntısını bir
parça uzaklaştırmak için göğe uğrayıp İsrafil ve Cebrail’le biraz
muhabbet etmeyi düşündü. İblis yorgundu. Allah’a karşı çıkan
isyanları bastırmak için oradan oraya melekler ordusunu götürdüğü
zamanlar geride kalmışsa da sonsuz bir zamanın yorgunluğu geçip
gitmek bir yana, artıp duruyordu. Niye ayaklandıkları bir türlü
anlaşılamayan isyancıların üstüne Allah’ın ordularını sürmek üzere
evrenin ucunda bir yerlere doğru giderken bolca düşünme fırsatı
buluyordu. Niye o evrenin uçlarına doğru gittiğini sormuyordu
kendine. Nedenler önemsizdi. Kendisine yeni bir görev verildiğinde
bunun bir lütuf olduğunu hissediyordu, çünkü sıkılıyordu. Ve belki o
isyancılar da sıkıldıklarından isyan ediyorlardı...
İblis, Allah’ı bilen ve tanıyan mahlukların nasıl olup da o
herşey olana, o muazzama, o tarif edilemeze, o kudretliye.. O’na karşı
isyan edebildiklerini kendi kendine sorup cevap aramaktan
bıkmamıştı. O’ndan, her yerde hissettikleri bildikleri Allah’tan
korkmuyorlar mıydı? Nasıl korkmuyorlardı? Sadece ibadet etmeleri
için yaratılmış zavallı mahluklar nasıl olup da doğru yoldan
sapabiliyorlardı? Sebep sıkıntıysa o sıkıntı bu kadar mı güçlüydü?
Yaşadıkları hayat öylesine anlamsız mıydı?...
Türlü düşüncelerin eşlik ettiği kısa yolculuğun ardından göğe
varılır. Büyük melekler saygın görev arkadaşları İblis’i kapıda
7
karşılarlar. Selamün aleyküm faslından sonra İblis’in gözleri heryerde
olan, bir çok yerde de olmayan Allah’ı aramaya başlar. Sıkıntısının
üstesinden beyinsiz meleklerle sayısız kez tekrarlamış olduğu gereksiz
bir sohbetle gelemeyeceğini anlayan İblis: “Allah neredeler?” diye
sorar. Cebrail cevap verir ona: “Ey İblis! Cinlerinden haberleri
almadın mı? Olanları gözleriyle görenlerden dinlemedin mi? ‘OL!’
dendiğini keskin kulaklarınla nasıl işitmedin? Yüce Rabbimiz son
günlerde bir hayli meşgullerdi. Gerçi bize sonsuz külfet gibi görünen
en zorlu meşguliyet yüce Rab için en küçük bir yorgunluk vesilesi bile
değildir. Fakat asla bilemediğimiz ve anlayamadığımız sebeplerden
Kadir Olan, tahtlarına son zamanlarda yorgun argın dönüyorlar.
Hergün sabahtan akşama kadar bir büyük mekanda bazı yüce
icraatlar gerçekleştiriyorlar.” İblis, karşısında eğilip bükülerek
konuşan yüce meleğin sözleri karşısında meraka kapılarak sorar: “Ey
meleklerin yücesi Cebrail, müjdeli haberler veren! Allah ne kadar
zamandır uğraşıyorlar? Neyle uraşıyorlar ve hangi zamanda bitecek
bu icraat?” Melek cevaplar: “Ey İblis, meraklı gözlerle arayan! Bugün
tam altıncı gün oldu. Altı gündür olağanüstü şeyler oluyor fakat biz
herşeyi görüp bilenlerden olmadığımız için neler olduğunu
anlayamıyoruz.” Bu sözler İblis’in merakını iyice arttırmıştır. Orada
bekleyip olacakları görmeye karar verir.
Akşama doğru Allah uzaklardaki ışıkların arasından
göründüğünde kimsenin daha önceden görüp bilmediği bir mahluk
da yanındadır. Sevinçli ilahiler söyleyerek Allah’ı karşılamaya çıkan
küçük ve büyük bütün melekler O’nun hemen arkasında yerde yatan
yeni mahluku görünce hep bir ağızdan korku dolu bir saygıyla
sorarlar:
-Alemleri yaratan yüce efendimiz, bildiğiniz gibi göklerdeki ülkenizde
sabah akşam yılmadan emirlerinizi bekleyen biz zavallı melekler
gerçekleştirdiğiniz yeni ve büyük icraatlarınızın haberlerini almak için
sabırsızlıkla beklemekteydik. Acaba bizleri yanınızda getirdiğiniz yüce
eseriniz konusunda aydınlatacak mısınız?
Allah yalnızdır ve kibirlidir. Melekleri başından savmak
istercesine:
-Deyin ki: .. (duraklar) ..yaratılmışların en yücesi olan.. ..Adem’dir!
(buluşuna sevinip gülümser)
Melekler daha önce hiç duymadıkları bu isim karşısında
büyük bir şaşkınlık ve korkuyla hep birden gerilerler:
-Yüce efendimiz!!!?.. (kararsız ve tedirgin, yeni ismi anmaya da cesaret
edemeyerek hep bir ağızdan) Biz kullarınızı sonsuz ilminizle her
zaman şaşırtıyorsunuz... (şaşkınlık içinde birbirlerine bakarlar)
-Adem’i yeni yarattık, kuşku yok ki yaratıcıyızdır.
Melekler üzüntüyle sorarlar:
-Her an size ibadet etmekten başka düşüncesi olmayan biz kullarınız
size karşı bilmeden bir kusur mu işledik ya Rabbimiz?
-Biz şüphesiz sizlerin aklınızı ona erdirmedik. Sizi yaratırken ne kadar
sıkıcı olacağınızı da biliyorduk, çünkü şüphesiz biz herşeyi bileniz.
Hakikat şu ki sizlerin Allah nezdinde hiç tadınız yoktur! Oysa Adem’i
çok başka türlü yarattık.
-Nasıl başka yüce efendimiz?
-Adem’e kendimizden ruh üfleyeceğiz ve kafasının içine akıl
koyacağız ve cansız topraktan bedenine can vereceğiz...
Sevinçten şaşkına dönen melekler ne yapacaklarını şaşırır,
birbirlerine müjdeyi bildirmek için gözlerinden yaşlar aka aka oradan
oraya koşuştururlar:
-Ulu efendimiz... yüce Rabbimiz.. yaratan Rabbimiz!...
Allah umursamadan sözlerini sürdürür:
-Bir evren yarattık ki kudretimizin bir ispatı olsun; evrenin merkezine
dünyayı koyduk, etrafına yedi kat gökler sardık, içine saymakla
bitmeyecek kadar çok yıldızlar yerleştirdik, şimdi hepiniz gidin, evreni
görün, tanıyın. Deyin ki: O, alemlerin yaratıcısı yüce Allah’tır.
Yerlerde ve göklerdeki bütün harikaları O yarattı. Alemin içine o
alemde bir zerre etmeyecek kadar küçük Ademoğullarını attı..
..şaşırsınlar, uçsuz bucaksız alem içinde ne kadar küçük olduklarını
hissetsinler, korksunlar ve Allah’a sığınsınlar diye.. ..sonra Allah
onlara nerede olurlarsa olsunlar haberciler...... (Meleklerin hepsi
sınırsız ahmaklıklarını büyük bir sevinçle kutluyor, benimsiyorlardı.
Varlıklarından, yaratılışlarının sefilliğinden, kaderlerinden, başlarına
gelecek herhangi bir şeyden ötürü Allah’ı suçlamayı akıllarının
8
ucundan bile geçirmezlerdi. Bütün bu konuşmalar boyunca bir
kenarda bekleyen İblis ise başkaydı..... Hiçbir melek kainatın o hiç
görmedikleri, ancak tanrının bildiği ve gittiği yörelerindeki bin türlü
mahlukun niye isyan ettiğini de sormuyordu kendine... ama İblis
soruyordu. Şimdi belki Allah yeni, başka türlü bir mahluk peşindeydi.
Belki öncekilerden farklı özellikleri de olan yeni yaratıklarıyla
eğlenecekti biraz).... ....durun! Dokunmayın sizi gafiller! Cahiller
sürüsü... kırılacak. Görmüyor musunuz Adem daha kurumadı ve ona
ruh üflenmedi.”
Kırılacak!? Adem!? Üflenmedi!?.. İblis kendini tehlikede
hissetmeye başlar. Daha fazla dayanamayarak kalabalığa yaklaşır.
Sesini sızlanmaların arasından duyulacak kadar yükselterek gururlu
havasını bozmadan sorar:
-Ya Rab, Adem’inki nasıl bir başkalıktır? Bahşettiğin sonsuz
ömrümde bana türlü mahlukat göstermiştin. Onların hepsinden de
başka mıdır?
Allah bakışlarını İblis’e çevirir. Samimi bir ifadeyle konuşur:
-Adem hepsinin en iyisidir İblis. Yarattıklarımın hepsinin üstündedir.
O biraz oyuncudur, kötüye meyillidir, onun aklı çelinebilecektir...
-Peki kötü nedir ya Rab?
-Çok yakında bunu iyice öğreneceksin sevgili İblis!
.
.
.
Olanlar İblis’i hem üzmüş hem yormuş hem de
meraklandırmıştır. “Ne demek oluyor ki bütün bunlar? En güçlü, en
yürekli, en sevgili melek benim.. Adem benim yerimi mi alacak?
Benden üstün mü?... Şu toprak denen nesne ateşten daha güçlü olsa
gerek... öğreneceğim ‘kötü’ denen şey de bu topraktan mı
yaratılacak?”.... İblis tekinsiz düşünceleri kafasından geçirirken bir
yandan Allah’ın bunları kendi kafasındaymış gibi duyduğunu
biliyordu elbette.. duruma alışmıştı.. zaten bütün varlığı da bundan
ibaretti, sadece onun değil bütün diğerlerinin de... onların varlığı
buydu işte.. bütün hayatlarını ve yaptıkları herşeyi her an Allah onlara
veriyordu. Düşünebilmesi Allah’ın bunu her an bilip kılmasına
bağlıydı. Düşündüklerini Allah’ın düşündürttüğünü bilirdi. Melekler
belki bunu anlayamayacak kadar saftılar ama İblis’in zekası dingin ve
yekpare değildi. Hareketliydi. Bir şeyi aklına getiren de, birşey
yapmaya onu sevkeden de, bunları ona yaptıran da Allah’tı. Bu
yüzden ona karşı gelmek mümkün değildi. O zaten olan ve olmayan
herşeydi. İblis’in tamamı da ondaydı. Hiçbir parçası, hiçbir yapıp
etmesi onun dışında değildi. İblis bunu bilirdi. O yüzden
düşünmekten korkmazdı. İblis ancak bir vesilesiydi
düşündüklerinin....
.
.
.
Birkaç gün sonra, herneredeyse orada, kuşkularla dolu olarak
dolaşan İblis birden Adem’in kurumaya bırakıldığı yere gelmiş
olduğunu farkeder. Onu inceler. Allah’ın kullarına kendini gösterdiği
suretinin sönük, zavallı bir kopyasıdır bu. “Ama bir de Allah ona
kendi ruhundan üfleyince!??.......... Üfleyince??!! ...Neler olacak ya
rabbim?”... İblis Allah’ın zamanı gelinceye kadar kendine cevap
vermeyeceğini de sonsuz bir zaman içinde sonsuz bekleyişlerinin
içinde öğrenmiştir. İnsanın niye yaratıldığını ancak zaman içinde
göreceklerdir...
“Topraktan?!.... Oyuncu!??.... Kötü?..” İblis korkar ve meraka
kapılır. Yaklaşır. Parmağını uzatır, uzatır...............
ona dokunur ve
aynı anda bu çok tuhaf dokunuşun verdiği ürpertiyle elini çeker.
Korkuyla kaçar gider.
İlerleyen günlerde İblis hergün insana daha fazla temas eder.
Hatta ona nüfuz etmeye başlar. Onun içine girer. Toprağın
korkulacak bir yanı olmadığını anlamıştır. Aslında yaratılan yeni evren
sonsuz sıkıntının içinde bir eğlence fırsatıdır. İblis bunu anlar. Çok
uzun bir zaman bu yeni evrenle eğleneceklerini de anlar. Allah’ın bu
evrende onun için bir başrol ayarlamış olduğunu da hisseder. En çok
Adem’i merak etmektedir şimdi. Bir de ruh üflenince çok ilginç şeyler
yaşanacağını hissetmektedir. “Şimdi artık bir an önce adem kurusun,
ruh üflensin ve kötü yaratılsın”.
.
.
.
9
Zamanı gelince beden kuruyup pişti ve ona ruh üflendi ve
Adem yumuşayıp canlandı. Allah onu huzuruna çağırttı ve ona
dünyada ve ahirette kendisine gerekecek bütün bilgiyi verdi. Bundan
sonra bütün melekleri huzuruna çağırttı. Onlara şöyle seslendi:
-İşte bu insandır. Adı Adem’dir. Onu topraktan yarattık. O şüphesiz
yarattıklarımızın en ulusudur. Şimdi hepiniz ona secde edin.
Melekler insana secde etmekte tereddüt etmediler. Kırgınlık
duymadılar. Melekler sadece Allah’ın buyruklarını yerine
getiriyorlardı. İblis de sadece Allah’ın buyruklarını yerine getiriyordu.
Böyle olduğunu İblis biliyordu. Ama görünüşte kendisi karar veriyor
ve eyliyordu, Allah’ın buyrukları gizliydi. İblis, herşey Allah’tan
geldiği halde yine de yaptıklarından kendisinin sorumlu tutulacağını
biliyordu, onun varlık oyununun kuralı buydu. Allah’a güvenmekten
başka yapabileceği birşey yoktu. Allah cezalandırıcı olduğu kadar
bağışlayıcıydı da. Onu bağışlayacaktı. İblis, bu yüzden içinden geldiği
gibi davrandı. İçine girdiği, nüfuz ettiği bu yeni yaratığın kendisinden
üstün olmadığını biliyordu. Küstahça konuştu:
-Onun bizden nesi üstündür ya Rab?
Allah ona beklenmedik bir yumuşaklıkla cevap verdi:
-İnsan kendinden beklenmeyen işler yapar İblis. Kaderini etkiler.
Mesul tutulacaktır.
-Ya Rab senin beklemediğin iş yapılabilir mi?
-İstersem kendi yazdığımı hem hatırlar hem unuturum, ona yazdığım
kaderi hem yazarım hem yazmam. Sana verdiğim bu akıl!?... Sana bu
soruyu sorduran aklı ben yarattım İblis. Zavallı aklınla düşündüklerin
beni anlamana yetecek mi sanıyorsun?
Bu samimi sözler İblis’i korkutmuştu. İçinde ileride
derinleşecek bir şüphenin işareti olan küçük bir çatlak hissetti. Ama
aynı samimiyet ikisinin arasında dönecek olan oyuna kuralları ne
olursa olsun girmesi gerektiğini işaret ediyordu. Herşey
yazılmıştı...............................................yoksa yazılmamış mıydı?
Şeytan
.2
-Sen beni ateşten yarattın ya Rab, Adem’i ise topraktan. Toprağın
ateşten üstün yanı yoktur, bunu gördüm. İnsanına o kıpırtısız ışıktan
yarattığın meleklerin secde etsinler. Ben onun önünde eğilmem!
Sakindim, temkinliydim. Bir oyunu hazırlayan uygun sözleri
seçmem gerekiyordu. Öyle hissediyordum. Önümüzdeki uzun bir
zamanda beni eğlendirecek bir oyun. Ama O’na başkaldırmış
olmaktan korkuyordum da. O’na itaat etmedim. O’nun öyle istediğini
düşündüm. İtaat etmemi istemediğini düşündüm. Böylece itaat etmiş
olacağımı düşündüm. Ama bunun da belki artık çok önemi
kalmamıştı... yaşadığım sonsuz zamanın sonunda ...
Yine de tedirgindim. İçimize korkuyu koymuş bizi yaratırken.
Ondan korkmamızı istemiş. Kafamı önüme eğdim ve bekledim.
Allah kesin konuştu:
-Bana baş kaldırdın İblis! Kötü, yaratıldı; insan için ve senin için.
Bana baş kaldırdığın için artık lanetlendin. Evrenin sonu geldiği
zaman cezanı çekeceksin. Başkaldırıda senin ardından gelirse insan da
cezalandırılacak. Şimdi huzurumdan defol!
Korktum. Allah benim için nasıl bir oyun hazırlamıştı?
Bunun eğlenceli bir oyun olacağını düşünürken lanetlenmiş ve
huzurdan kovulmuştum, cezamı da çekecektim. Allah benim için
benim aklıma sığmayan bir şeyler mi hazırlamıştı? Düşündüğüm
herşey yanlış mıydı? Allah’ın bana düşündürmediği şeyler mi
kurmuştum kendi başıma? Ya da Allah bana yanlış olan şeyleri mi
düşündürdü? Neye göre karar verecektim? Allah benden ne
istiyordu? Allah birşey ister miydi? İstemez miydi? Benim aklımın
anlamaya yetmediği Allah hakkında ben ne bilebilirdim?.. Demek
Allah’a başkaldırmak kötüydü!? Bunu sanırım önceden
hissediyordum ben. Tabii ki melekler başkaldırmayı bilmiyorlardı.
Ben biliyordum...
Neler olacağını kestiremiyordum. Adem yaratılmıştı ve
Allah’ın huzurunda şenlik devam ediyordu. Birşeyler oluyordu ama
ben oyunun dışında bırakılmıştım..
10
Günler geçtikçe Azrail, Mikail, Cebrail ve İsrafil’in oyunda
epey önemli görevlere geldiğini öğrendim. Beni seven bazı cinler
bana haber taşıyorlardı (Benim gibi düşünen başkaları da vardı). Tabii
ki bütün teşkilatımdan Allah haberliydi. Bunun bir önemi yoktu.
Bir çok meleğe görevler verilmişti. Neredeyse bütün melekler
milleti yeni evren için seferber edilmişti. Oysa ben oyunun benim için
yaratıldığını düşünmüştüm. Gerçi yanılmış olduğumu düşünmek için
henüz erkendi. Allah’ın işlerine tabii ki akıl sır erdiremeyecektim.
Sonsuz bir zaman boyunca beni güden düşünce tarzım derin bir
şüphe tarafından paramparça edilmişti. Onunla ve işleriyle ilgili, en
azından kendimle ilgili kısmından birşeyleri bilirim diye
düşünüyordum. Ama neyi bilebilirim ki? O her türlü olabilir.
Düşünemediğim herşey olabilir. Düşünebildiğim en basit birşey de
olabilir. O’nu öyle basit bir varlık olarak tahayyül edemesem de
benim tahayyül edemememin onun için ne önemi olabilir? ...
Belki benim için güzel tasarıları vardı, belki de hiçbir tasarısı
yoktu, belki hatta, O ..haşa.. yoktu. Belki O, olmamayı da
başarıyordu. Belki hem oluyordu hem olmuyordu, belki eğleniyordu
bizim gibi... bana eğleniyordur gibi geliyordu, ya da belki eğlenmek
diye birşey yoktu... belki Allah’ın bize yolladığı sureti kendisi değildi
de sadece bir aracıydı. O belki apayrı birşeydi ya da hiçbirşeydi. Ben
birşeydim, o belki hiç de birşey değildi... bütün bunlar hakkında
karara varmam mümkün değildi.
Allah’ın bana verdiği, belki de vermiş olmadığı yetiler beni
yanıltıyordu, belki de yanıltmıyordu. Belki o tam göründüğü gibiydi,
belki saydıklarımın hepsi birdendi... her nasılsa bu benim
anlayamayacağım şekilde gerçekleşiyordu, belki anlayacak bir yetiye
sahip olabilmem için kendim olmaktan çıkmak durumundaydım,
belki de değildim. Belki benim kendisini anlayıp hala kendim gibi
olmamı sağlayabilirdi... belki de sağlayamazdı... belki hiçbirşeye gücü
yetmiyordu. Ben o sonsuz zaman boyunca bütün bunları
farkedememiştim işte. Ama farkedememem de bir şeyi
değiştirmeyebilirdi.
Ama belki de değiştirirdi. Şöyle ki: varolduğum sonsuz zaman
boyunca Allah bana hep tutarlı görünmüştü. Bizim varlık mekanımız
içinde anlamlı, bizim düşündüğümüz gibi bir Allah vardı. Bu yüzden
onun gerçekte başka türlü olabileceğinden şüphe etmeyi de çok
aklıma getirmemiş olmalıyım. Belki ben yanılıp da isyan etmeseydim
o da kurallarına uyar ve beni lanetlemezdi ve ben ona kayıtsızca baş
eğmeye devam etseydim bana bir komplo kurmak peşinde de
olmazdı. ..belki de olurdu... bilemiyorum hiçbirşeyi. Ama o an, bütün
bu düşünceler kafama daha dolmadan önce, hissediyordum ki hata
etmiştim. Korkuyordum. Ben uymam gereken kurallarda bir kırık
oluşturdum. Oyunun kurallarını ben ihlal ettim. Pişmanım.
.
.
.
Allah Adem’i pişmek için konduğu yerden almış, evrende
yarattığı cennet denen mekana koymuştu. Kendisi de sık sık o
cennette boy gösteriyordu. Adem’in bir dediği iki edilmiyordu.
Cennet adem için yaratılmıştı. Oraya Allah’ın beni gördüğünü bile
bile gittim. Belki de görmüyordu. En azından gördüğünü belli
etmiyordu. Sonuçta yapacak başka işim yoktu, lanetlenmiştim,
sıkıntım daha da artmıştı (o zaman ölmek daha yaratılmamıştı ve ben
sonsuza dek yaşayacağımı sanıyordum).
Cennet o kadar büyüktü ki Adem sonsuza kadar bütün
katlarını gezmeyi bile başaramazdı, ama sevgili Allah’tan rica edip
bütün cenneti görmesini sağlayacak bir seyahat biçimi yarattırabilirdi
elbet. Yine de tek başına Adem için böyle masrafa girişilmeyeceği
açıktı. Benim için hala açık bir kapı vardı. Görüyordum ki Allah
Adem’e iştah denen bir özellik vermişti. Adem’in iştahı bazı ihtiyaçlar
doğuruyordu. Cennet de bunun üstüne kurulmuştu. Adem’in bütün
ihtiyacı gideriliyor ama iştahı da sürekli yenileniyordu. Adem çok
eğleniyordu. Zevk (bunu da Adem için yaratmıştı) sınırsızdı. Bizim
içinse sadece sıkıntıyı yaratmıştı. ...
İşin ilginci Adem efendi de en sonunda sıkılmayı becerdi.
Ben de onun tatminsizliğini keşfetmiş oldum böylece. Adem’in içine
girilebileceği gibi canı da çekilebilirdi. Kandırılabilirdi. Evet o, kötüye
meyledebilirdi. İştahı vardı. Bunlar onun hakkında ilk
öğrendiklerimdi. Zaten cennette başka bir özelliği de yoktu.
11
Adem efendi sıkılınca Allah ona benzer başka birşey yarattı.
Bu da insanmış ama biraz daha ufak tefekmiş. O andan sonra ikisi
birlikte vakit geçirmeye başladılar. Allah onları kendi hallerine bıraktı.
Yine de onca masraftan sonra işin burada kalmayacağı belliydi. Adem
aptaldı ve onun yüzünden lanetlenmiş olmaya katlanmam mümkün
değildi. Allah’ın bütün olan biteni özellikle kurduğunu daha kuvvetli
hissediyordum. Emin değildim tabii ama öyle geliyordu işte. Zaten
bunların önemi yok. Kendime hakim olmadım. Ben zaten batmıştım.
Neden insan da batmasındı?
Cennette bir tek kötü vardı. O da özel bir ağacın meyvesini
yemek. Bir şekilde Adem ve arkadaşı Havva’yı kışkırttım ve Adem
sizin genelde elma olarak andığınız meyvayı yedi. Adem ve Havva
toprağın geldiği yere yollandılar. Bundan sonrası bildiğiniz gibi gelişti.
Adem ve Havva üremeye başladılar, sizler doğdunuz...
.
.
.
Dünya dediğiniz yerde insan gelmeden önce bütün hazırlıklar
yapılmıştı zaten. Yani insan bir şekilde buraya düşmek için
yaratılmıştı. Ben bunları biliyordum ve aslında Adem denen budalaya
ettiğim hainlikten ötürü de üzgünüm şimdi. Fakat elma oraya bir tek
sebeple konmuştu. Bu da mı benim suçum? Böyle düşünüyordum.
Allah oraya yasağı niçin koysundu? İşte göklerde geçen bütün
olayların ardından insanlar hata ettiler ve ne olduğunun farkında bile
olmadan günah işleyip duracakları sonsuz sayıda yasaklar ülkesine
düşüverdiler. Gerçekleşecek oyunu heyecanla beklediğim ve
hazırlanmasında rol aldığım için evet biraz ben de suçluyum. Belki
şimdi hissettiğim derin bir pişmanlıktır... ama olanlar oldu bile.
Öfkem yatışana kadar birçok insanın aklını çeldim. O günlerde
insanlarla gerçekten çok eğlendim. Zevk benim için de yaratılmıştı.
Ve Allah’ın oyunu benim için yarattığına iyice inandım. Dünyanın
renkli ve hareketli hayatına kendimi kaptırdığım için şüphelerimden
uzun bir süre uzaklaştım. Onların aklını çeldim. Cebrail ve Azraille
ilginç oyunlar oynuyorduk. ...
Kısacası iyi vakit geçiriyorduk. Sonra zamanın sonuna
gelmekte olduğumuzu bir gün İsrafil ağzından kaçırıverdi. Zamanın
sonu kehanetin gerçekleşeceği ve benim cezalandırılacağım anlamına
geliyordu. Topu topu birkaç yüzyılım kalmıştı.
Allah’ın Oğlu
.3
Allah beni önce yanına aldı. Sonra da yalnız başıma bıraktı
gitti. Uzun bir süre bedenimden yoksun öylece beklediğimin
farkındaydım. Hissettim, düşündüm, biliyorum bunları, hatırlıyorum..
Ama aynı bir rüyadaki gibi anlaşılmaz ve silik herşey. Gerçekten de
öyle yaşadım çünkü. Bedenim yokken hayatım yoktu. Sadece belirsiz,
dağınık bazı anlar, duygular vardı.
Allah beni yanına alacağını ve korkmam için bir sebep
olmadığını söyledi. Bana onun oğlu olduğumu söylüyorlardı. Belki de
ben öyle söylüyordum. O yüzden Allah’a güveniyordum. İnsan
babasına güvenir. Beni aldılar ve çarmıha gerdiler. Ellerimi ayaklarımı
çivilediler. Çok acı çekiyordum. Ölmek istiyordum ama babam bana
söz vermişti. Beni yanına alacaktı. Beni bir an önce yukarı çağırmasını
istiyordum ondan. Ona yalvardım... Nihayet birkaç gün sonra beni
indirdiler. Ama hala yukarı alınmamıştım. Öldüm. Belki de ölmedim.
Galiba ölmedim. İnsan öldüğünü nasıl anlayabilir? Belki de
uyuyordum.
Allah’a yine de güveniyordum. Herşeyi ona olan inancım ve
güvenimle yaptım. Arkamdan masumları sürüklerken O’na
inanıyordum. O’ndan mucizeler isterken aslında korkuyordum.
Korktuğumu bildiğini de biliyordum... O’ndan şüphe etmiyordum
hiç. İstediklerimi yerine getirecek güçte olduğunu biliyordum. Ama
buna kendisi karar veriyordu. Bütün dualarımı geri çevirip beni yüz
üstü bırakabilirdi. O zaman peşimden gelerek herşeylerini feda eden
insanlara ne diyecektim? Allah beni yüz üstü bıraktı mı diyecektim?
Allah hepimizi yüzüstü bıraktı. Hayır bunu söylemem gerekmedi.
Allah ölüleri canlandırmamı, körleri iyileştirmemi sağladı, nimetini
bizim için sonsuz kıldı. Beni takip edenler bana , O’nun oğlu
12
olduğuma iman ettiler... .. oysa ben kendime hiç iman edemedim.
Söylediklerimin doğru olmamasından içten içe hep korktum. Beni bir
evladı sever gibi kollayıp gözetseydi beni acılar çekmeye bu sefil
dünyaya yollar mıydı diye düşünmekten kendimi alamıyordum ve
böyle düşündükçe de O’nun güvenini yitirdiğimi ve O’na
başkaldırdığımı hissediyordum. Bu yüzden başıma gelenleri hak
ettiğimi de düşünüyordum bazen. Aslında hiç bir şey bilmiyordum.
Allah bana var olduğuna dair kanıtlar yolluyor diye düşünüyordum.
Ama Allah benim babam mıydı? Ya da neydi? Yalnızca bir insanım
ben. Beni çarmıha gerdiklerinde çok acı çektim, ellerimden günlerce
kanlar aktı yerlere. Tanrının oğlu bir insandı... ama belki tanrı da
insan gibiydi. Biz öyle düşünüyorduk. Belki de ben düşünmüyordum
ve yanımdakiler bana öyle söylüyorlardı. Sonuçta ben yoluma iman
ettiğimi hissettim ve sonuma kadar bu yoldan dönmedim.
Ve Allah beni gerçekten yanına aldı. Beni övdü. O’nun
oğluydum galiba. Evet bana babam gibi göründü... ve zaten sonra
bunu düşünecek vaktimi kaybettim. Kendimi kaybettim. Bir çukura
düşmüş gibi bekledim
İşte şimdi beni çukurdan alıp kendime getirdiler. Bana
bedenimi verdiler. Olanları hatırlayıp kendimi toplamam için
bekletiyorlar beni bir yerde. Dünyanın sonu gelecekmiş ve beni geri
göndereceklermiş. Herkesi yine Allah’a davet edecekmişim. Zaten
bunları önceden biliyordum.
Gerçi şimdi... şimdi herşey değişmiş gibi geliyor... değişim
kendimi farkedemediğim yüzyıllar boyunca kendi kendine mi oldu
yoksa yeniden uyandıktan sonra bir anda mı gerçekleşti... bunları
bilmek galiba mümkün değil. Neyin nasıl olduğunu anlamak
mümkün değil. Şimdi ben Allah’ı görmüşken ve ölmüşken ya da
ölmemişken, nihayetinde öteki bir dünyaya gelmişken hala hiçbirşeyi
bilmiyorum... bilemeyeceğimi de bilemiyorum. Allah bana göründü.
İşte melekler gözümün önündeler ve ben de bana bildirildiği gibi
dünyaya dönmek için vazifelendirildim. Ama Allah gördüğüm gibi
miydi? Tek yapabileceğim O’na güvenmek. Ama O’na güvenip
güvenemeyeceğimi de bilemem...... Bu yüzden şimdi kendimi yeniden
toparlarken anılarımı hatırladıkça onları o zaman yaşadığım
hallerinden çok farklı görüyorum. Bana çok farklı görünüyorlar.
Böyle olmasını ben istemedim ama yine şüphe ederek O’na
başkaldırdığımı hissediyorum şimdi. Bu haldeyken nasıl dünyaya
gidip insanları O’na çağıracağımı bilemiyorum.
Allah insanlar için dünyayı, hayvanları, bitkileri ve bütün evreni
yarattı... bizi oraya koydu... bize hayvanları verdi... biz de onları
avladık... ya da yetiştirdik... onlardan faydalandık ve onları yedik.
Aslında onlara eziyet de ettik... onların eziyet edilmek için
yaratıldığını biliyorduk... sadece bizi ne için yarattığını bilemiyorduk...
yaşıyorduk... belki engel olamadığı bazı zorunluluklar yüzünden bizi
yaratmak durumunda kalmıştı... bunun önemi var mı o da belli
değildi... belli değil gibi geliyordu... ama önemi vardı... çünkü gittiğim
diyarlarda gördüğüm insanların yaşadıkları yaşam.. yaşamaya
çalıştıkları bu dünya, çok zorlu bir dünyaydı. Tehlikeliydi, insanlar
sürekli ölüyorlar ve birbirlerini öldürüyorlardı... belki ölmek sorun
değildi... ama ölmekten korkuyorlardı... korku onları tetikte
tutuyordu... ölmemek için herşeye katlanıyorlardı... herşeyi de
yaşamaya devam etmek için yapıyorlardı... yaşam buydu. Yaşam
bütün tehlike ve zorluklarla birlikte, onlardan korkarak, bütün
korkularla da birlikte o yaşamı devam ettirmeye çalışmaktı. Fakat
bazıları da çok eğleniyordu.. bir kısım insan büyük acılar çekmeden
güzel güzel yaşayıp gidiyordu, bazıları ise sadece acı çekiyordu... acı
çekenlerle iyi yaşayanlar, acı çektirenler bir arada yaşıyorlardı. Allah
adil bir dünya yaratmamıştı ve hak yerini bulmuyordu... hak yerini
bulmuyordu ama bulacaktı... dünyada Allah’ın adil düzenini bozanlar
sonra bir diğerinde cezalandırılacaktı... o zaman böyle düşünüyorduk.
Çirkinliklerle dolu dünya yokolacak ve hakedenler cennette sonsuz
bir yaşama kavuşacaklar... herşey yerine oturmuyor mu?
Ama sorular bitmiyor kafamda. ya Rabbim beni kendi yoluna
döndür bu kafirce soruları kafamdan al götür....al götür!...........
Sorular kafamdan çıkıp gitmiyorlar bir türlü..... Dünyada rahat
yaşayanların hepsi cehenneme mi gidecekti? Cennete gitmek için
ödenmesi gereken bedel neydi? Allah’ın kurallarına uymak, ona
inanmak, boyun eğmek... bu durumda rahat ve güzel bir dünya hayatı
yaşamakla kimse öteki dünyayı kaybetmiyor. Ama dünyada acılar
13
çekip haksızlığa uğrayanlar ne kazanacaklar?.... konunun bu
olmadığını anlamak gerekir. Dünya bir sınama ama sınama herkes
için farklı zorlukta. Herhalde bunun karşılığını da ona göre alacağız.
O zaman daha büyük ve zorlu bir sınamaya tabi tutulanlar şanslı
olmalılar ve o zaman bu dünyada daha fazla zorluğa tabi tutulanlar,
daha zorlu durumlarda kalanlar, büyük acılar çekenler daha fazla
mükafat alacaklar. Ancak herkesin yapısı farklı olduğundan birçokları
kendilerine bahşedilen şansı değerlendiremeyecekler ve sınavı
geçecek nitelikte olmadıkları anlaşılacak. Hele o belki sınanmakta
olduklarını hiç duymamış insanlara ne mutlu, tek başlarına Allah’ı
bulmak zorunda olanlar... hele bir de en zorlu görevi başarıp kendi
başlarına O’nu bulurlarsa ne büyük bir mükafat görecekler... tek
başlarına... doğadaki ibret verici harikaları seyrederek, hayata kafa
yorarak Allah’ı... çokları bulamayacaklar tabii, yoksa sınav mı
olurdu?.. ama birkaç tanesi... işte ne mutlu onlara.. ama..... yani... yani
bu sınav belki bazılarına haksız bir sınav gibi gelir... yani Allah
bazılarını altından kalkamayacakları bir sınava sürüyor gibi görünüyor
belki ama aslında... yani bazılarının da daha kolay bir sınavla cennete
gidivermeleri... ama şunu unutmayalım ki kötü yerinden girecekler
cennete... yani şimdi bu bir fırsat... zor sınav karşılığında böylece daha
fazlasını elde edeceklerdi, ya hep ya hiç gibi görünüyor.. tabi öyle
ama.. ayrıca sürüyorsa demek ki onlara bu zor sınavın altından
kalkma gücünü de vermiş demektir değil mi.. yani Allah adilse... zor
bir sınava soktuğu kulunu ona göre mükafatlandırır ve onlara
kaldıramayacakları yükü yüklemez, Allah adil olduğuna göre böyle
olması gerekir...
Ne kadar kaçınmaya çalışsam da aklım sürekli fitneyle
doluyor. Söylediklerimde kendimi ikna etmeyen bir yan var sanki
hep. Bu halde Allah’ın bana verdiği görevi nasıl yerine getiririm?
İnsanları adil Allah’a imana, Allah’ın adil düzenine uymaya nasıl
çağırırım? Allah’ın düzeni adil mi? Adil tabii ki... bizi yarattı çünkü...
çünkü... çünkü............. yani niye olursa olsun bizi yarattı, bizi sınamak
için yarattı belki... bu ona kalmış tümüyle, ben bunu sorgulayamam.
Ben inanırım. İçimden imansızlığı kazımalıyım... Allah’a sorgusuzca
iman etmeliyim.
O, bazı kullarını güzel yaratır, bazılarını çirkin, bazılarını
güçlü yaratır, bazılarını zayıf, bazılarını zengin yaratır, bazılarını fakir,
bazılarını öyle yaratır ki onların ruh sağlığı olmaz, bazıları Allah’ın
adını bile duymadan yaşar ve ölürler, bazıları ise onun gönderdiği
habercilerin mucizelerine şahit olurlar ve iman ederler, yine de iman
etmemekte direten cehennemlikler de vardır. O şüphesiz bazı
kullarını daha çok sever, dilediğini saptırır ve dilediğini kendine çeker,
iyiliği de verir kötülüğü de.... işte zihnim berraklaşıyor yeniden...
herşey açık... Açık ama...................
............. ama böyle bir adalete nasıl şehadet ederim? Benim inanıp
doğru bildiğim herşeye ters değil mi bütün bunlar? Ben adaletin
sağlanacağı vaadini götürdüm insanlara, onlara adil davranmayan
Allah’a onları nasıl çağırırım? Mesela havarilerim
mükafatlandırılacaklar çünkü bana iman ettiler... bütün insan soyu
arasından havarilerim olmak üzere onlar seçildiler.. çünkü onlar...
onlar... onlar bu iş için uygun yaratıldılar.. çünkü... bazı kullarını daha
çok sevdi ve kayırdı.. çünkü onlar onun sevgili kullarıdır... çünkü...
çünkü onları öyle olsunlar diye yarattı... bazıları da zavallı
lanetlilerdir... çünkü onlar... Allah’a iman etmediler... çünkü Allah
onları sınamak için onların aklını çelecek şeyler yolladığında onların
aklı çelindi... çünkü Allah onları sınadı çünkü bütün insanlar Allah’ın
sevgili kulu olmaya layık değildiler çünkü Allah onları öyle yaratmadı
ama Allah onlara şans verdi ve belki daha büyük mükafat verecekti..
en azından onları kurtaracaktı onlar lanetli zavallılar da olsalar yani
aslında onları yaratan Allah onları o hale koydu tabi ama onlara şans
da verdi beni de bunun için yollamıştı ama benim ulaşamadıklarım
kendi akıllarıyla dünyayı böyle adaletsiz yaratanın adil bir Allah
olmadığı sonucuna varmayacaklar mıydı? Varanlar yanılacaktı
varmamalıydılar bunu da anlamalıydılar Allah onlara akıl verdi bu
akılla dünyayı yaratan adil ve iyiliksever tanrıyı bulmamaları için ne
sebep vardı her tarafından eşitsizlik ve sebepsizlik ve acı akıyordu
tabi dünyanın ama yine de iyilik.. yani orda güzel şeyler de .. yani
ordan.. yani bulabilirlerdi..... bu kadar adaletsiz olamayacağını
düşünmeliydiler ama elbet O bizi yarattı herhalde bizi acılar çekelim
diye yaratmadı... işte güzel şeyler de var hayatta onları da aynı yaradan
14
verdi demek ki o bize sonunda güzellikler verecek şimdi vermiyor
vermiyor çünkü sonra verecek... yani tabii acıları çeken bizler bunun
suçlusu değiliz... yani suçlu olduğumuzdan dünyada acı çekmiyoruz
bu yalnızca bir sınama yani dünyada rahat yaşayanlar da sınanıyorlar
onlar da bunu hak etmek için birşey yapmadılar ama Allah böyle
istedi işte ve istediklerini saptırdı ve onları zaten öyle yaratmıştı ki
onlar sınavı.... Hayır! kimseyi öyle yaratmış olamaz herkese şans
verdi...... aslında istemezse de vermezdi.. aslında bizi lûtfedip
kurtaracak O. Evet! Bu gerçeği anlamalıyız işte. Buraya düştük ve
Allah’ın inayeti olmadan buradan çıkamayız. Suçlu değilmişiz gibi
geliyor ama biz suça batmış durumdayız... suçlu olmadığına inanmak
için saf olmak gerek... evet ben de O’na imanda kusur ettim ve benim
de suçum bu olmalı... insanlığı bu sefer kurtarmalıyım... evet biz O’nu
anlayamıyoruz.. anlamaya da çalışmayalım... ya da çalışalım. ama
anlamadığımızda ona iman etmekten sapmayalım... ancak böyle
kurtulacağız.. insanlara mesajım bu olacak işte... evet O bu adaletsiz
dünyayı yarattı ve bizi oraya bir çok kandırıcının arasına koydu. Ama
biz yine O’na iman etmeliyiz. Bu bizim sınavımızdır. Varlığımızın
amaçlarını ve sınavı akılla kavrayamamamız da sınavın parçasıdır. Ne
zorlu bir sınavla karşı karşıyayız. Sınav zorlu olduğu için ödülün
büyük olacağı yargısını çıkartmak da yanlıştır. Belki de hiç bir ödülü
olmayacak. Belki Allah bizi affetmeyecek. Bizi suçlu yaratanın O
olması neyi değiştirir. Suçlu olmamızı, imansız olmamızı değiştirir
mi? O zaman belki bizi hiç affetmeye de bilir. Biz ancak yakarırız
O’na bizi affetmesi için. Bunun için yalvarırız. İşte gerçekleri bana
söyletiyor artık ya Rabbim şükürler olsun sana! Allah beni bu yüzden
geri yolluyor... son bir af dilemek, Allah’a son bir yalvarmak için.
Benim bir avuç insanla birlikte dünyadaki masum ya da gerçekte
günahkar olduğunu düşünebileceğimiz insanların hepsi için af
dilemem yadırganmamalı. Bu durumun çok anlamlı görünmediğini
biliyorum. Suç işleyenler, insanlara acı çektirenler cezalarını çekmeli,
herkes aynı kefeye konmamalı, bütün insanlık bir değil biliyorum...
yani sanki öyle gibi onu biliyorum... ama eğer öyle olsaydı bütün
bunları yaratan Allah’ın da bize acı çektirdiği için....... öyle değil!
Önemli olan insanlara acı çektirenler değil. Allah’ın rızası dışında acı
çektirenler. Allah uğrunda savaşmışsanız... o zaman mükafat alırsınız..
ben ilk hayatımda böyle söylemiyordum. Çünkü ben acı çeken
herkese adil bir Allah adına sesleniyordum. Ben Allah’ı böyle bildim.
Ama ben artık... benim aklım artık..... ben artık aklımla mukayese
etmeye kalkmamalıyım Allah’ı...... o zaman elden başka birşey
gelmiyor. Dünyaya gitmemle hepimiz, bütün bir insan nesli olarak
Allah’ın karşısına çıkıp af dilemiş olacağız, O da bazılarımızı
kurtaracak. Biz bütün bunları aklımızla kavrayamıyoruz. Sadece
emirlere uymalıyız. Suçluyuz, aksine inansak da, aksine inandığımız
için... Aklımızın bizi sürüklediği yerden suçluyuz, o aklı bize Allah
vermiş olsa da... ve adil bir Allah’a inanıp güvenmeliyiz çünkü başka
bir şey yok. Ben buna inanmalıyım. Ve Allah’ın bana verdiği bu son
görev için hazırlanmalıyım.
Sevgili Peygamber
.4
Ben geldiğim zaman benden önce gelen bütün ayetlerin
geçersiz olduğu bana bildirildi. Benden sonra başka peygamber
gelmeyeceği de bana bildirildi. Ben insanları Allah’ın dinine davet
etmek için görevlendirilmiştim. Allah bana meleğini yolluyor ve o
yolla sözlerini bana iletiyordu.
Benden önce gelen kitaplar hala ortalıkta dolaşıyordu. Allah
bana onların sahte ve değiştirilmiş olduğunu bildirdi. Ben de öyle
öğrettim. Ama Allah istediği ayetleri değiştirebiliyor veya
unutturabiliyordu. Yani diğer elçilere gelen kitaplar varsın korunmuş
olsun bu tartışmayı yapmaya gerek bile yok. Allah sözlerini
değiştirebilir. O’nun için bunun önemi yoktur. Allah benimkinden
önceki kitapta belki bana bildirdiklerinden başka hakikatler
bildirmişti, belki de bildirmemişti. Bunun benim için bir önemi yok.
Benim için önemli olan tek şey bana bildirilendir. Allah bana bazen
meleğini yollar bazen bana bizzat bildirir. Onun zatı nasıldır bunun
önemi yok.
Allah iyiyi yarattım diyor. Kötüyü de yarattım diyor.
Dilediğimi saptırırım, dilediğimi doğru yola çeviririm diyor. Bu
15
sözlerde ne tuhaflık var? Allah’tan büyük ve önemli hiçbirşey
olmadığına göre tartışacak birşey var mıdır? Allah her kavme bir elçi
gönderdiğini söylüyor. Bazı kavimlere bir sürü yollamış ama onlar bir
türlü doğru yola gelmemişler, yine yollamış. Bazı kavimlere de tekrar
tekrar yollamamış. Bu kadar işte. Kavim deyince, bu bütün kullarına
ulaşmak anlamına gelmiyorsa bunun da önemi yok. Dedelerinin suçu
yüzünden bazı kullara haksızlık edilmiş .... evet edilmiştir. Evet
herkese eşit bir sınav vermiyor ve adaletin terazisi belki hiçbir zaman
dengelenmiyor, belki bazı kulları hem yaşarken hem cennette mutlu
olacaklar ve bazı kulları asla mutlu olmayacak ve cehennemde
yanacaklar... saçmalık nerede? Allah herkese beni ve kendisini
bulsunlar diye akıl verdiğini bildiriyor. Belki bazılarına o akıl oyun
eder de onlar için Allah’ı bulmayı imkansızlaştırır. Ne yapalım onlar
da bulamasınlar. Hem Allah öyle demiyor. Ve ben yalnız Allah’a
inanırım. Hakikat benim kafamdaki olabilir mi? Evet bana verilen akıl
kendiyle çelişir durur. Ne olacak yani? İşin gerçeği şu: Allah ister iyiyi
verir ister kötüyü. Allah seni yaratmış lûtfetmiş. Sana niye sana da adil
gelecek şekilde davransın? Niye? O herşeydir. O’ndan başka olan
şeylerin O’nun karşısında hiçbir önemi yoktur. İyiliği ve kötülüğü de
O bizler için yarattı. O’nun için iyilik ve kötülük yoktur. Zaten iyilik
ve kötülük yoktur, emir ve yasak vardır. Fiiller ancak Allah emrettiği
için hayır ya da şer olurlar.
Şimdi bazılarınız akıllarınca onun adaletsizliğini göstermeye
çalışıyorlar. Akıllarınca!... Allah senin aklına sığmaz zavallı. Adalet
onun yaratığıdır. İyi ve kötü, hayır ve şer onun yaratıklarıdır.... aklın
onun yaratığıdır... şimdi o senin aklına uysun, senin aklınca iyi olsun
istiyorsun. Gerçek böyle değil. Ey zavallı Ademoğlu! Aslında senin
bildiğin herşey önemsiz. O’na inan. Yapabileceğin başka birşey
yok!!............ Yok.
Şimdi ben çekildiğim cennet köşesinden kıyametin kopmasını
ve sevgili kulların bazılarının, çok az bir kısmının da olsa, buraya
gelerek cenneti şenlendirmelerini bekliyorum. Allah bana daha
yaşarken onun sevgili kulu olduğumu bildirdi. Bütün insanlığı ve
evreni ben olmasam belki yaratmayacağını bildirdi. Bunlar beni mutlu
kılıyor. Cennette de Allah’ın sevgili kulları için en güzel yerler ayrıldı.
Bulunduğum cennet köşesi cennetin en üst katında en güzel
mevkidir. Yaşarken etrafımda olan arkadaşlarım, benimle mücadele
edenler yanımda olanlar da buraya yanıma gelecekler. Benim onlara
gösterdiğim yolda hayatlarını feda edenler de buraya gelecek... Sonra
bütün müminler diğer katlara yerleştirilecekler. İnsanlar birbirlerine
eşit yaratılmamıştır ve bunu Allah istemiştir. Şimdi o eşitsizlikten
bahsedip Allah’a isyan etmek düpedüz gafilliktir. Nerden
çıkartıyorsun Allah’ın seni de sevgili bir kulu yapması gerektiğini?
Seni en aşağılık bir halde bile yaratmış olsa O’nun lutfudur bu yalnız.
O sana fırsatları sundu. Sen bu fırsatı teptin. İşte benim aklım bu
sonuçlara da varıyor. Senin aklın da bunlara erer elbet... ama sen kötü
niyetlisin, fitnecisin. Tutmuşsun Allah’ın senin için yazdığı kurallara
uyması gerektiğini söylüyorsun, sen yalnız günahkarsın bu
söylediğinle.
Evet bana da sorarsan ona söz vermedik ki hiç, ona karşı
sorumlu olalım. Evet ben de seçmedim olduğum yeri, buna layık
olmak için de önceden hiç birşey yapmam gerekmedi. Ben Allah’ın
sevgili kulu olarak doğdum... ama bunlar ne ifade eder? Bana böyle
geliyor ama aklımın bütün oyunları ne ifade eder Allah varlığının
karşısında. Hepsi sınavın bir parçası. Allah bana bildirdi. Bana bizzat
bildirdi ki bana ve getirdiğim kitaba inanmak zorundasın.
Konuşuyorum işte. Tek kurtuluş şansınım senin. İyi dinle sözlerimi.
Sen bana inanmakla yükümlü kılındın. Bunu seçip seçmemek senin
elinde. Allah pek azınızın doğru seçimi yapacağını biliyordu. Öyle
söylüyor. O bizi yalnız sınamak için yarattı. Niye bizi sınamak
istediğinin ne önemi var, yaratıldık bir kere. Sen bunları bırak da
hemen şimdi kendine sor: Hesap günü gelince Allah’a ne cevap
vereceksin. “Bana delil göndermedin” mi diyeceksin? “Bana elçi
yollamadın” diye ağlayacak mısın? O da: “sana evreni delil gösterdim
sana bir resul gönderdim” diyecek. Sen “ben o elçinin doğru
söylediğini nereden bilebilirdim pek çok da yalancı elçiler yolladın”
diyeceksin, O: “ben sana akıl verdim seçecektin” diyecek. “Sen sınavı
geçemedin” diyecek. Sen niye bu sınava tabi tutulduğunu ve niye
yaratıldığını anlayamayacaksın. O, “ben sana bildirmiştim yalan mı?”
16
diyecek. “Ama bildiriyi ben anlayamadım, pek çokları da anlayamadı,
pekçok bildiri vardı, hangisini seçecektim, hepsinde saçmalıklar
vardı” diyeceksin. O da sana: “gözünün önündeydi, değil miydi?”
diyecek. Sen direneceksin: “ama önümdekinin doğru olduğunu
nereden anlayayım, beni yolladığın dünyada pek çok zaman gözümün
önünde olan beni aldatıyordu!” O da diyecek ki: “sınav da buydu işte
ve sen başaramadın”. “Sana iman et dendi, denmedi mi? Sana
peygamberlerim geldiler, gelmediler mi, sana kitaplarımla hakikat
bildirildi, bildirilmedi mi?” diye tekrar soracak. “Ama beni aldattın
Allah’ım” mı diyeceksin? “Beni kandırmak için bana şeytanı yolladın
ve dünyaya aklımı çelecek türlü türlü hileler koydun ve benim aklım
öyle oluştu ki babamın dini bana saçma geldi ve ben doğru olanı
aramak zorundaydım neye inanacağımı bilemedim...” diye çırpına
çırpına devam ederken sana anlamlı gelen bu sözler onu hiç
etkilemeyecek. “Hem de babanın dinini bıraktın” diyecek.
“Kurtuluşun çok yakındı ve sen onu teptin” diyecek. Sana
peygamberlerimi yolladım ve sen onları geri çevirdin, sana apaçık
deliller olan dağları, denizleri ve yıldızları, sonra evreni gösterdim de
bana yüz çevirdin” diyecek. Boşuna dağların benim getirdiğim dine
seni çağırmadığını, o muazzam evrenin benim getirdiğim dinden
başka herşeyi çağrıştırdığını, insanın bu kadar küçük olduğu evrenin
sebebi olduğuna inanmasının mümkün olmadığını anlatmaya çalışma.
O sana adil bir dünya yaratmak durumunda değildi. O hiçbirşey
yapmak durumunda değildi. O bizi ve kainatı böyle yarattı............ O
söyleyeceğini söyledi. Şimdi intikam alınacak. Ve Allah öcünün çok
şiddetli olacağını da bildirmişti. Anlayacağın ey insanoğlu Allah’a
karşı haklı çıkamazsın. Sen sorumlusun O değil. Seni yarattı ve sana
kuralları koydu. Sen kuralları ihlal ettin mi? Ettin. O’na inanman
gerekiyordu ama sen şüphe ettin ya da hiç inanmadın. Suçlusun.
Herşey yaşandı. Herşeyin tutanağı tutuldu. İnkar etmen anlamsız.
Haklı bile olacak olsaydın bunun bir anlamı yoktu.
Biz Allah’ın sevgili kulları onun buyruklarını yerine getirdik.
Biz cennette mükafatlandırılırken sen cehennemde suçunun cezasını
çekeceksin. Anlasan da anlamasan da suçlu olduğunu bileceksin.
.5
Kıyametin yaklaştığı günlerde Allah, yaklaşan kader karşısında
ne yapacağını bilemeden tedirginlikle son yüzyıllarını dünyada bir
kuytuda saklanıp kömür yiyerek geçirmeye karar veren İblis’in
karşısına çıktı. İblis onbinlerce yıl süren insanlık tarihinde genelde
dünyada ikamet etmiş ve kendisine bir takım dünyevi zevkler
edinmişti. Kemik ve tezek yemekte sebebini anlayamadığı büyük bir
keyif bulmuştu. Şimdi yeraltında bir kömür yatağına yerleşmişti. Allah
karanlık kömür yatağında birden ona görünüverdi. İblis korktu. Bir
yandan da eski bir arkadaşı görmüş gibi sevindi. Allah ona öyle
göründü. İblis Allah’ın niye geldiğini düşünemedi. Ama ondan
korktu.
Allah konuştu:
-İntikam vakti geldi İblis. İşte artık alıştığın dünyada, öğrendiğin
karanlıkta gerçekleşecek bu intikam. Ben şüphesiz öc alıcıyım.
İblis sustu. İblis korkmayı bıraktı. Allah ona korkutucu
görünmedi. Allah onu korkutmadı.Allah konuştu:
-Ne o İblis, artık konuşmuyor ve başkaldırmıyorsun. Ama bunlar
benim intikamımı engellemez.
İblis düşündü. Bunları biliyordu. İblis bunları bildi. Allah ona
bunları çoktan bildirdi. İblis yorgunluğu tümüyle hissetti. İblis
takatten düştü, karanlığa gömüldü. Allah onu karanlığa gömdü.
.
.
.
Allah İblis’i uyandırdı. Dünyadaydılar. Allah güldü. İblis’e
öyle göründü. Allah İblis’e onu affettiğini söyledi. Allah onu
cezalandırmayacaktı. İblis affedilecek bir suçu olmadığını düşündü.
İblis suçlu olmadığını bildi. Ama sonra bunu bilemez oldu. Şüpheye
düştü...... İblis bütün bunların hiç önemi olmadığını anladı. Sadece bir
vesile olduğunu anladı, suçsuz olduğunu ama bunun önemli
olmadığını anladı. Suçlanmanın da affedilmenin de anlamı başkaydı.
Allah’ın iradesiyle uzlaşmamanın bir anlamı yoktu. Allah onunla
eğleniyordu. Belki onun anladığı şekilde eğlenmiyordu. Ama Allah
17
İblis’e eğleniyor olarak göründü. İblis Allah’ın iradesiyle uyuşacaktı.
O’nun görünür iradesiyle İblis’in görünür iradesi, yani İblis’in
yaşamında gerçekleştiği haliyle uyuşacaktı. İblis Allah’ın verdiği emre
uyacaktı.
Allah ona dünyada kalmasını ve vazifesini tamamlamasını
emretti. Bütün insanları Allah’ın yasaklarını ihlal etmeye sevkedecekti.
Böylece kıyamet gelecekti. İblis biliyordu. Hep biliyordu. İnsanların
bir önemi yoktu. O budala Adem’i gördüğü zamandan beri biliyordu.
İnsanların acı çekmesi Allah’ın umurunda bile değildi. Onların
çektikleri acıyı kendi çekiyor gibi biliyordu Allah, ama insanları bunu
bilerek yaratmıştı zaten. O’nun bilmediği birşey yoktu. Belki de vardı.
İsterse bilmiyordu. Belki insan kılığına girip unutmanın ve hazzın
tadına varıyordu. Bilinmezliğin tadına varıyordu. Eğleniyordu belki.
Belki kadınlarla yatıyor ve bundan da bir ilahın alacağı şiddette bir
zevk alıyordu. Belki o anda zevkten küçük bir deprem
yaratıyordu......... İblis dünyada eğlenirken belki Allah da çeşit çeşit
kılıkla ve gerçekten o kimlikleri edinerek yaşıyordu. Allah’ın buna
gücü yetmez mi? O’nun herşeye gücü yeter. Allah insan kılığında
günahlar da işlemiş ve belki bir insan olarak suçluluk bile duymuştu.
Belki kendini de cehenneme atar ve bir vakit de öyle eğlenirdi. Allah
sonlu kılıklarda ve sonlu kafalarda ortaya çıkarak önce zamana giriyor
sonra da zamanlılığın getirdiği sıkıntıyı gideriyordu. Kendine yoktan
eğlence yaratıyordu. Bütün bunların bir sebebi de yoktu. Sadece Allah
böyle istiyordu. O’nun istemesi nasıldır bunu İblis bilemedi. Bu
düşündükleri doğru mudur, bunu da bilemedi. İblis’e başka birşey
görünmedi.
.
.
.
İlerleyen yıllarda İblis dünyada çok çalıştı. Etrafındaki
şeytanlar ordusuyla bütün insanların aklına girdiler. Herkesin
yüreğine şüphe soktular. İnsanlar da inançsızlık konusunda çok
yetenekli çıktılar. Bu son yüzyıllarda İblis daha önce dünyada hiç
olmadığı kadar başarılı oldu. İlk defa belirlenmiş bir görevle insanlığı
kötüye sevketmeye memur edilmişti. İblis yine Allah’ın ordularının
başındaydı. Bu sefer görevi insanları Allah’a karşı ayaklandırmaktı.
Zaman dardı ve İblis yeteneklerini sonuna kadar kullandı. İnsanların
hayatına yığınla yeni icat sokarak onları Allah’tan hızla uzaklaştıran
bir yola sevketti.
Dünyadaki zamanın sonu yaklaştığında ortaya kehanetlerdeki
gibi Deccal çıktı. Kimse onun Deccal olduğunu anlayamazdı artık.
Çünkü inanç ortadan kalkmıştı. Sonra bir genç, bir meczup Deccal’ı
öldürdü. Ve kendisinin Allah’ın oğlu İsa olduğunu bildirdi. Bütün
insanlığı Allah’a dönmeye çağırdı. İnsanlar artık kendini mesih ilan
eden meczuplardan bıkmışlardı. Ona ağır bir ceza verildi. İsa idam
edildiği ana kadar insanları Allah’a davet etmeyi sürdürdü... ama ona
kimse inanmadı. İsa acılar içinde ikinci kez idam edildi. Elektirikli
sandalyede Allah’a yalvardı. Ama Allah onu duymadı. Belki de duydu.
Belki o yüzden İsa kolay ölmedi. Allah’a yalvardı. Allah onun neler
çektiğini kendi çekermiş gibi biliyordu ama belki hissetmeyiverdi. Ya
da belki zevkle hissetti. İsa öldü. Allah onu yanına almadı. Allah onun
babası değildi. Belki bir ara olmuştu. Belki bakire Meryem’e gelmiş ve
insan gibi........ ...İsa, hesap gününde inancından şüphe ettiği ve
Allah’ın oğlu olduğunu iddia ettiği için yargılandı.
Melek
.6
Herşey çoktan yazıldı ve dünyada yaşamakta olan pek çok kul
gibi biz melekler de Allah’ın ülkesinde o gün için hazırlanıyoruz.
Rabbim dünyaya alametleri yollamaya başladı bile. Benim de o
önemli günde bazı vazifelerim olacak. Allah’ın bazı sevgili kulları
üstünde bulutlar tutacağım ki beyinleri kavrulmasın ve acı
çekmesinler. Allah’ın sevgisine layık olmayan ve sevgili olmayan
kullar telaş ve korku içinde kaçışırlarken onlar, iyi kullar, rahat
olacaklar.
O gün kimse başkalarını düşünemeyecek. Herkes o raddede
korku ve dehşet içinde olacak. Herkes olanlardan korkacak. Ama asıl
korku Allah korkusu olacak. Herkes anlayacak. Herkes neler
olduğunu anlayacak. O yüzden korkacaklar. “Korkuların en büyüğü
18
olsun” dedi Allah. Bazıları kendilerini rahatlatmak için şöyle
düşünecekler: “evet kızgın güneşi yaklaştırarak beynimi kaynatıyor,
bütün alemi bir kargaşa ve korkuya sevkediyor ama yine de o
iyiliksever Allah’tır, merhametlidir ve ondan korkmamalı, o kullarını
sever.” Ama yine de korkacaklar. Çünkü Allah onların içine korku
salacak. Korkuların en büyüğünü. Onlar yanılacaklar. Allah onlardan
öcünü alacak. Bazıları da sanacaklar ki işte o gün geldi ve cennete
gidiyorlar. Onlar da içlerindeki korkuyu yatıştırmaya çalışacaklar,
onlar günahsız olduklarını sanıyorlar. Ama günahsız olanlar çok
azdır. Çünkü onların anlamadıkları ve bilmedikleri günahlarının da
tutanağı tutuldu. Onlar da cezalarını çekecekler. Korkuyu ne kadar
yatıştırmayı deneseler başaramazlar. Çünkü korkuyu içlerine Allah
soktu. Niye korktuklarını, niye bu sonsuz anın bitmediğini, niye acılar
içinde kıvrandıklarını düşündükçe o an suçlu olduklarını anlamaya
başlayacaklar. Allah onlara suçlarını böyle anlatır. Bazıları korku ve
dehşet içinde af dilenecekler. Korkuyla yalvaracaklar. Suçlu
olduklarını tüm benlikleriyle bilecekler. Fakat onlar bağışlama ve
dinginlik bulamayacaklar.
Ne de: “Allah’tan korkmanın alemi var mıdır? Evet ben
yanıldım günahlar işledim, şimdi de Allah bana ne yapacaksa yapacak
ve benim elimden birşey gelmez, Allah belki beni acılarla cezalandırır,
belki yok eder ama işte Allah var ve artık yapacak birşey kalmadı”
diyerek sakinliklerini korumaya çalışanlar telaş ve dehşete düşmekten
kurtulabilecekler. Çünkü Allah hepsinin içine korku salacak. Telaş
içinde kaçışacaklar. Allah’ın elçisinin ümmetinde yer alabilmek için
tek esas, Allah’ın buyruğunu yerine getirmiş olmaktır. Sağlıklarında o
mevkiye en çok yakıştırılanlar şaşkınlık içinde uzaktan seyredecekler
müminleri. Sonra hepsi ölecek... İyiler de kötüler de.
Herkes öylece yatacak bir an. Biz melekler için belki çok uzun
sürecek, belki sürmeyecek. İnsanlar için bir an olacak. Sonra herkes
kalkacak. Suçlu olan suçluluğunu anlamış olacak. Sonra ona suçu
bildirilince yaptığı herşeyi hatırlayacak. Böylece kimin Allah’ın
sevgisini hakettiği kimin etmediği herkes tarafından da görülmüş
olacak. Allah kimin gafil kimin mümin olacağını insanoğullarını
yaratırken de biliyordu. Onlar da öğrenecekler... Ve sonra Allah’ın
düzeni içinde cennette ve cehennemde sonsuz yaşam başlayacak.
Artık yasak olmayacak. İnsanlar suçsuz yaşayacak. Allah son elçisine
böyle anlattı. Biz de böyle uygulayacağız.
Müşrik
.7
Cehenneme gideceğim günü bekliyorum. Dünyada
sınanmışım. Artık bunu biliyorum. Kabrimde açılan bir perdeden
çekeceğim acıları da görüyorum........ korkuyorum da................
Ancak bunu kabulleneceğim sanılmasın. Allah, eğer beni
duyuyorsan sana şunu söylüyorum. Ne hesap gününde ne beni acılar
içinde yakmak için haince yarattığın cehenneminde sana boyun
eğmeyeceğim. İstersen beni bir anda yok edersin. Beni yaratıp bu
sözde adil sınamaya soktuğun gibi, bütün evreni ve canlıları yarattığın
gibi... Ben senin adaletini kabul etmiyorum. Sen bana adil
davranmadın. Beni tanrıyı başka türlü anlatan bir kavme gönderdin
ve onlar beni tanrılara iman etmem gerektiğine inandırdılar, beni öyle
büyüttüler ve ben de tanrılara karşı çıkanlara onların buyruklarına
uyarak şiddetle saldırdım ve onlarla savaştım. Ve tanrılara öyle iman
ettim ki bu uğurda öldüm. Ölünce görüyorum ki karşıma çıkan sen
“bana eş koşanlara sonsuz azap vardır” diyorsun. Ben iman ettim
sonuna kadar ve yanıldım. Ama sana iman edenler de yanılmış
olabilirlerdi. Kavminin dinini bırakan, sonu belli olmayan lanetli bir
yola çıkar. Ben kavmimin dinine sonuna kadar inandım çünkü bana
öyle öğretildi. Ve ben içimde hep hissettim tanrıların varlığını.
Babamın inandığı gibi. Ve senin kavimlerin de sana öyle inandılar
belki. Hatta belki benim gibi kuvvetle inanmaları gerekmedi bile...
Onların bana üstünlüğü nerededir? Beni bu kavme yolladın. Onu
kendi kavmine. Benim başaramadığım ve onun başardığı nedir?
Onun şansı yaver gitti karşımıza sen çıktın ey Allah! Ama sen şimdi
bana sonsuz azabı layık görmüşsün, kendin bilirsin. İçime bütün
korkuları sal. Bir parça iradem kaldığı müddetçe buyruğuna girmem
senin.
Ben adil tanrılara inandım.
19
Son Bölüm
.8
Yaşlı adamın başı ağrıyordu, kafası sanki gözünden başlayıp
ensesine doğru uzanan bir çizgiden çatlayıp ayrılacak gibiydi. Etrafına
bakındı. Nerede olduğunu bilemedi. Önceki gece çok içtiğini
hatırladı, her gece çok içtiğini hatırladı ve işte bir kaldırımın üstünde
yatıyordu şimdi... Bir yeri yurdu ailesi olmadığı için bazen böyle yol
kenarlarında kaldırımlarda geceliyordu. Orda burda yatıp kalkıyor,
gece olunca da dünyanın bütün içkilerini içiyordu...
Gerindi. Bir yandan kendi kendine söylenirken köşebaşındaki
büfeye doğru yürüdü. “...önceki gece çok kaçırmışım... Bir grup
ayyaşa birahanede Allah’ın varolmadığını anlatıyordum hararetle.
Bazıları bana çok kızdılar. Ve sonra beni dövüp dışarı attılar. Niye
varolsun? Diyordum ben onlara. Evreni anlamak için Allah’a ne
ihtiyacınız vardı ki? Size evren hakkında, evreni bırakın kendi
varlığınız hakkında ne anlatıyor ki? Hiç! Niye varsınız? Allah istiyor
diye! Niye istiyor? Allah bilir! Evrenin ucu bucağı var mı? Bilinmez...
Bu soruları uzat dur. Hepsinin cevabı: Allah bilir Allah bilir... başka
cevap yok! Bir de bize anlatsa bildiklerini!... İşin doğrusu Allah
gerçekten çok masraflı bir varsayım beyler dedim. Ona inanmakla
altına girdiğiniz borçların karşılığını alamıyorsunuz. Yılda en azından
bir ayınızı ona ayırıyorsunuz. Hatta bazılarınız ona bütün hayatlarını
adıyorlar, külfetli ibadetler... ona ibadethaneler açmak, onu öğretecek
okullar kurmak, dini gruplar oluşturmak için bir servet harcanıyor
sürekli. Ne için? Varolmayan bir Allah için. Niye inanıyorsunuz?
Babanız, dedeniz ve etrafınızdaki herkes onun varolduğuna inandığı
için. Oğlunuz niye inanacak? Aynı sebeple... sanki kendiniz seçip
inanmış gibi de inancınıza sonuna kadar sahip çıkıyorsunuz... İşte
bunları coşkuyla anlatıyordum ben... Onlarsa birden benim ne
anlattığımı anladılar ve öfkeden kudurdular... hepsi birden üstüme
yürüyüp beni tekme tokat dışarı attılar... Oysa ben şunu söyleyeyim,
onlar etraflarından duyduklarına aynen inanmış oldukları için,
düşünerek kendileri bulmuş olmadıkları için biri Allah hakkında
konuştuğunda bu kadar sarsılmış ve çaresiz oluyorlar... Bir bilseler
niye inandıklarını, niye Allah’ı seçtiklerini söyleyebilseler, bırakın
söyleyemesinler ama bunu bilip bilemeyeceklerini bir kez düşünmüş
olsalar böyle hiddetlenip beni susturmaya çalışmazlardı. Dert olmazdı
ki onlar için benim söylediklerim.... ne farkediyor bu zavallılar için bir
ihtiyarın ipe sapa gelmez fikirleri? Niye böyle şiddetle bağlılar? Niye
en mukaddes mesele bu? Onlara başka neler neler, ne sorunlar ve ne
hazlar verilmedi mi? Ne umuyorlar da....... ..Beni bu gafiller dışarı
attığında arkamdan biri geldi... doğru söylediğimi, onu ikna ettiğimi,
tanrının gereksiz olduğunu bana söyledi. Ona içimden acıyla güldüm.
İşte o nankör insanlar böyle. Gözlerinin önündeki gerçeği inkar
ediyorlar. Akılları her an her sözle çelinmeye hazır. Allah’a gerek
yokmuş! Budalalar! – o gerzek insanlara gerek varmış gibi!- Allah
evreni açıklasın diye var sanki... O birahanede o günah yuvasındaki
bir tek inançsız oradaki herbir müminin cehenneme yollanmasına
yeter. Başımı da ağrıttılar üstelik... Bizim hiç şüphesiz başımız
ağrımaz. İnananlarla inanmayanların davası kıyamette görülecek. Ya
da bazıları hemen de infaz edilebilir..... iyi fikir! O zaman ben de
şimdi bu büfeden çıkar o günahkar imansızın karşısına çık.. tım.
Şaşırıyorsun birden karşında beni bulunca ey kafir! Biliyorsun kim
olduğumu... dünyanın en büyük dehşetiyle korkuyorsun...
hissedebileceğinden fazla dehşet vereceğim sana....... evet kapan
kapan ayaklarıma yalvar, yalvar ama hiçbir işe yaramaz.... ..şimdi beni
bir daha gör... sıkıldım bu törenden... sen şansını teptin! Sen
affedilmeyeceksin! Bak senin karşına bizzat çıktım... ben bütün
kullarımın iyiliğini isterim... şimdi gidip senin... becerdim... hiç zor
olmadı hah ha! Şüphesiz intikamım acıdır... hala inanmıyor musun
bana, inanmıyor musun? Gereksiz miyim ben? Ne yapacaktın ki
beni? Ne işe yararım ki ben peki? Ne işe yararım? Sana verdiğim
korkulardan sığınmak için ihtiyaç duyuyorsun ya bana! İşte böyle,
yine bana yalvarırsın! Ben senin bana ihtiyaç duymana ihtiyaç duyar
mıyım? Ben ihtiyaç duymam! Gafil! İşte ben böyle işaretlerle
kullarımı doğru yola çekerim. İşte ben sana böyle işaretler yollarım ki
iyice düşünüp taşın doğruya var!...”
“...Yine sabah olmuş birden!? Nerdeyim ben böyle? Neyse
şimdi bilmiyorum. Dün gece ineklerin arasında bir ahırda yattım...
20
şimdi de burada uyanıverdim... ... A!? Kimleri görüyorum? İşte İblis
değil mi karşıdaki? Şunun yolunu keseyim... demek bana karşı
kullarımı kışkırtan İblis sensin! Ama hayır!.. şimdi ona
görünmeyeyim. Karşı kaldırıma geçip saklanayım... Bu günahkarların
hepsini ayartan sensin ey şeytan... demek camiye gidiyor... ben de
gireyim... cemaatin arasında gönülleri çelerek nasıl da süzülüyor!
Safları sıklaştırın ey cemaat, aradan şeytanlar sızıyor vallahi! Beni
gördü mü acaba? Buraya mı bakıyor? Ey İblis arkanı dönme namazın
bozuluyor. Kaç kişinin aklına fitne sokuyorsun şimdi... müslümanları
birbirlerinden nasıl da soğutup... hain! Oysa ben ona git kullarımı
uyar kurtar, hainleri yok et demiştim... Herneyse namazımı
bitireyim... yavaş yavaş.. acele etmeyin... ....verahmetullaah.. oh.. Allah
kabul etsin... ağır ağır çıkın itişmeyin ey insanlar. Şüphesiz ben
yaşlılardanım. ...............!?..? Allah kahretsin ayakkabılarımı çalmışlar!?
Dur ben de İblis’inkileri çalayım... hah ha!.. Allah işte böyle alır
öcünü.... Ha!? Bu çukur da ne!?.. Az daha düşüyordum dalgınlıkla...
aman daha değil... daha çok günahlarım var... hacca gitmek nasip
olmadan...?..! .................Evet ben hacca gitmeliyim şimdi!”
Yaşlı adam Kabe’yi tavaf eden kalabalığa karışmıştı. Etrafında
yüzbinlerce mümin aralıksız dönüyor dönüyorlardı. Yaşlı adamın başı
dönmüştü. Biraz rahatlamak ve serinlemek için gölgelik bir yer
aramaya başladı. “Hah! şuradaki siyah eve gireyim... Burası da çok
sıcak, cehennem gibi... ürpertti beni bu cehennem... kullarım iyi ki
buraya girmiyorlar.. onca kalabalık evimi berbat ederdi, sonra akşama
kadar halıları temizle!...”
Çok sıcaktı. Yaşlı adam sıcaktan terliyor hem de kapısı
açılmayan havasız binada nefesi sıkışıyordu. Yorulmuştu. Birden
saatlerdir göğsünün ağrımakta olduğunu farketti. “Yoksa? Yok
canım!?” güldü. Ancak şiddetli bir sancı birden sol göğsüne abanınca
büyük bir dehşet bütün vücuduna yayıldı. Ölüm korkusuydu bu.
“Rezillik!.. Ne biçim bedene bürünmüşüm, onca genç ve güzel
kullarım dururken bu bunak ayyaş öldürecek beni.” Bir yandan
bunları düşünüyor, ölmekten korkuyor, öte yandan öleceğine hiç
ihtimal vermediği için muzip bir tavırla çarpılmış ağzının kenarından
sırıtıyordu. “Dışarıdaki kullarım gelseler de artık bu halden beni
kurtarsalar. Şapşallar orda dönüp durmayın burdayım işte!
Burdayım!...” Ağrısı gittikçe şiddetlenirken yaşlı adamın gülümseyen
suratı kasıldı. Ölüme gitmekte olduğunu idrak etmişti. Ölmek bu
kadar basitti işte. İhtiyar bedende kalmış olan son güçle dışarıdaki
insanlara seslenmeye çalıştı. Ancak yüzbinlerce insanın uğultusu
zavalı yaşlı adamın güçsüz yardım çığlığının duyulmasını imkansız
kılıyordu.
“Ölüyorum?????????????” Bütün evren ölümünü anlamış
titriyordu. Varlığı evrenin biraraya toplanmış tüm dehşetiyle
haykırıyordu “Allaaah... ya Allah! Herşey bitiyor! Herşey! Ey insanlık
boşa dönüyorsunuz! İçeri gelin! İçeri.. ??.................eşhedüü...
içeri..
burdayım
aradığı
perihan a. hoşgül
21
Bilimin Ruhu Geldi Bugün,
Ben Hata Paylarını Kutsadım...
Ne Kadar Acizdim...
Hayat tatsızlaştıkça miskinliği bir tarafa bırakıp hareketlendim.
Bende birşeyler vardı, içimde... yaşlı bir adamdı,
yetmişlerinde, huzursuz, huysuz. Ne kadar çok yaşamıştı, neler
görmüştüm ben, biz, hayatımızdan hiç de memnun değildik. Belki de
çok küçüktü çocuk, savunmasızdı da sırf bu yüzden her şeye
saldırmalıydı... biraz düşünmüş ve önce her şeyi açıkça söylemek
gerektiğine karar vermiştim ki şöyle dedi... şöyle: “Dünyayı koskoca
bir laboratuvara çevirdiler caniler, apaçık bu, herşeyi öldürdüler...”
(ne kadar öfkeliydi). “Bilim dini diğer hiçbir dinin veremediği zararı
verdi hepimize, bir çeşit esaret, kalıp, duvar, yapmacık bir ciddiyet ve
hızlanıyor gün geçtikçe, cesaretleniyor. Onun mutlak doğruları var ve
bunlar dışında hiçbir şey görmek istemiyor gözü.” (ama
aydınlanmanın mirasıydı ‘mutlak doğrular’). “İki yüzyıl önce
düşmememiz gereken entelektüel yanlışlar belirlendi bazılarınca, öyle
etkili oldu ki bu, onların değerleri üzerinden gelişti geri kalan herşey,
yeni kategoriler eklendi zihinlerimize, yeni iyiler, akılcı olanlar,
mutluluk getirenler ve tüm kötüler, yanlışlar, ilerlemeye ket vuranlar.”
Küçücük adam, nereden uydurmuştum bunları? Hiç yakıştıramadım
bilgeliğime, bana sessizlik yaraşırken bir de şöyle demeyeyim mi: “
Ne demekti bu ‘ilerleme’? Yalnızca bir devini mi? Sefil insan tarihinin
bilgi birikimi mi? Yoksa birşeyler gerçekten iyiye mi gidiyordu? Bu
görkemli terimin imparatorluğunun gerekli olduğunu kim söyledi
bize, kim nasıl fısıldadı kulağımıza ki gözümüz başka şey görmez
oldu. Öyleyse artık daha mutlu insan ırkı, hep daha iyiye gidiyor
herşey... hayat epey bir anlam kazandı demek” (ve ne denli
umutsuzdu düşündükçe).
22
Bilimin ruhunu çağırdım bugün, konuştuk biraz. Öyle
zavallıydı, nasıl acizdi bilemezsiniz, kendisini sevmeyenlerden o da,
kendinden bıkmışlardan ( aslında ben öyle görmek istedim onu, ama
bıkmış bir hali vardı, bu doğru). Bu denli büyük ve mağrur görünüşlü
başka hiçbir şey yoktur... kendinden ne kadar emindi ki gecenin en
karanlık anını, benim en savunmasız halimi değil, günün en aydınlık
vaktini seçmişti gelmek için. Güneş birkaç yüzyıldır bir tarafından
doğup bir tarafından batarken bu eşsiz varlığın, şimdi benim derli
toplu odamda aynı güneş öyle bir aydınlattı ki bizi, ben bu pek
garipsemediğim şeyin içindeki boşlukları gördüm ışıktan ve cesaretle
atıldım, kin doluydum:
- Yeni lanet, hep vardın aslında, başka adlar altında başka işler
yapıyordun ama hep bekliyordun, senin günün de gelecekti ve seni
gerçekte hiç anlayamayan, yerine başka tanrıların başka kurallarıyla
oynayan insanoğlundan intikamını alacaktın, hem de öyle bir
alacaktın ki bu en büyük ceza, en ağır esaret olacaktı onlar için, zavallı
insanoğlu dört elle tutunacaktı sana ve senin dört duvarını yeni
dünyası sanacaktı.
-Oysa sizler beni esir ettiğinizi sanıyorsunuz hep, övünüyorsunuz da
bununla.
-Biz gerçekte neyle savaşmamız gerektiğini bilemedik hiç ya da
savaşmanın da bir anlamı olmadığını... seni kullandığımızı sandık
çünkü hükmetmek geçmişti aklımızdan, doğaya, tüm evrene... böyle
insan olduk biz, geçmişimize ve herşeye karşı savaşlar yaratarak.
Kudret, sen bizim tek silahımızdın.
-Peki ya herşey bunun tam tersi şekilde gelişmişse, ya ben sizinle
savaşımda kullanmışsam evrenin o akıl almaz gücünü, ve mağrur
insanoğlu, sizi kendime mahkum etmişsem..
Nasıl da tadını kaçırmıştı herşeyin... Size biraz anlatayım
bilimin neye benzediğini, çünkü biliyorum, hiç görmediniz onu. Bir:
penceremden içeri girebilecek kadar küçüktür bilim, daha doğrusu
narindir. Ancak tüm odada öyle olmayan bir yeri kaplar ki,
konuşurken onunla, sadece tavana ya da ne bileyim ilk andaki
korkudan ve heyecandan titreyen elinizdeki renkli fincana bakmanız
yeterlidir. Başka şekilde de göremezsiniz onu, bir “şey” lere
bakmadan, şöyle derin bir nefes alıp ne içinde, ne diye yaşadığınızı
düşünmeden. İki: hiç korkutucu değildir aslında, hiçbir şeye
benzemez, tanrı gibidir biraz... bu yüzden korkmazsınız ondan,
korkularımız hep gördüklerimizle şekillenir çünkü. Tanıdık değildir
hiç ve hiç yabancılık çekmezsiniz yanında, belki de acizliğimizin, ona
karşı koyamayacağımızın farkında oluşumuzun rahatlığıdır bu. Üç:
daha kendinden emin bir varlık düşünülemez, tüm sıkıntısının ve
acizliğinin bu kendinden eminlikten kaynaklandığını görür görmez
anlarsınız, tıpkı ona bakar bakmaz tüm akılları ardına almasına
rağmen kendisinin ve bütün yaptıklarının ne kadar akıl dışı, ne kadar
bitkin bir coşkunun sonucu şeyler olduğunu da anlamanız gibi. Dört:
işte bunlardan dolayı sadece sinir bozucudur aslında, biz insanlar bu
kadar önemli bir şey karşısında en çok nefret dolarız.
- Aslında babam sizsiniz benim, haydi neşelen biraz, beni bul...
gerçekçi ol...
Bense çoktan reddetmiştim bunu, düşman kesilmiştim
çoktan. Aydınlanmana da, sana da... ağzım da bozulmuştu üstelik.
İçimde küçüklüğüm dört şekerli, çok tatlı bir çay içmek istedi, çünkü
masumiyetimi bu büyük laflar karşısında kaybedebileceğimden
korktum... gittim, biraz da zaman kazanmak için, bir çay koydum.
İşte şimdi saldırabilirdim:
- Seni yaratmadık ki biz, elinden tuttuk sadece, belki büyüttük. Sense
yalnız ruhlarımızı esir etmek ister gibisin, nankörsün. Sahi, nasıl
kandırabildin insanoğlunu?
Umduğum saldırı değildi bu ve anladım ki bu kudret
karşısında daha büyük bir güce, sorudan başka bir şeye ihtiyacım
vardı. Cevap?... benim gerçek bir cevabım olamazdı ona karşı, cevap:
onun silahıdır.
23
- Kolay olmadı bu, önceleri bir çok tanrıyla savaşmak zorunda
kaldım. Kimi zaman gerçekliğimle, katılığım ve değişmezliğimle
kandırdım sizi; kimi zaman da tapınaklarınızı yıktırdım askerlerime,
zihinlerinizde temelsiz ve aceleyle dikilmiş tapınaklarınızı... ve yerine
yenilerini inşa ettirdim. Doğrusu daha görkemliydi benimkiler, hem
de hazinemle doluydu, mantıkla. Bir de elle tutulur şeyler vermem
gerekti, bir sonucu olan işe yarar şeyler yarattım bu yüzden, işte böyle
oldu.
Nasıl bilmezdim, anlamazdım hayatımızı ne kadar
kolaylaştırdığını, ben miydim nankör olan? Dikkat ettiniz mi bilmem
ama bilimin neye benzediğini sayarken “hayatı kolaylaştırabilecek bir
şeye benziyor o” dememiştim çünkü tüm o karmaşıklığı ve
anlaşılmazlığına bakarken insanda böyle bir şeyin imkansızlığı da
kendiliğinden uyanıveriyor. Hem onu gördüğümde ben hayatı neye
benzettiğini değil, hayatı bir şeye benzetmesinin gerekli olup
olmadığını sorgulamaya başlamıştım. İşte bu kadar derindir bilim,
zihin açar.
- Peki şimdi istiyor muyum bu imparatorluğu? Hayır, sıkıldım artık,
yordunuz, allak bullak ettiniz beni... hani neredeyse sizden biri
oldum.
- Senden önce de bu denli gözükara mıydı insanoğlu? dedim.
Benimki nasıl bir acizlikti böyle, hiçbir şey yapamayıp yine
soruvermiştim. Belki biliyordum: tüm söz hakları onundur.
- Benim aslında hep var olduğumu söyleyen sen değil miydin? Doğru,
hep vardım ancak sizler beni pek umursamazdınız, başka coşkular,
başka anlamlar peşindeydi insan. Beni ilk farkeden türdeşiniz de canı
sıkılmış, meraklı bir akılsızdı zaten... binlerce yıl önce, ben suyun
dibinde, o sessizliğin güzelliğine dalmış, her hırstan arınmış
dinlenirken, işte bu insan da suya dalgın, düşünceli, öylece bakıyordu.
Derken ne olduysa oldu ve ben işte buradayım, yarattığım dünyada.
Belki haklısın, çekilmez kıldım hayatınızı, zalim, dediği dedik bir
imparatorum ben ama kabul edin ki sizler de düşüncelerinize
hükmedecek bir imparatoru yaratıp, egemenliği altına girmeden
yaşayamazsınız. İşte bu yüzden, taptığınız güçleri hep değiştiriyor
olmanızdan dolayı bir de tarihi çağlara bölüyorsunuz... utanmadan.
- Biz buna ilerleme diyoruz, dedim ve söylediğimin ağırlığı altında
kalıp da gelecek geceyi garip bir pişmanlık ve uykusuzlukla
geçirmemek için gözümü kapatıp devam ettim: ...tarihi ve ahlaki
ilerleme. Her çağ kendi doğrularını da beraberinde getirir ya da insan
her çağın imparatorunun ahlakını kutsuyor, sevinçle karşılıyor.
Demek gerçek bir ahlakımız yok, aslında ahlaksızız, köpekten bile
daha ahlaksız insanoğlu. Gelgör ki istemiyor bunu, dünyada farklı bir
yaratığın dolaştığını kanıtlayacak başka sıfatlar arıyor hep: “ahlaklı
insanoğlu”.
Kimden yanaydım ben? Yanımda tüm görkemiyle duran bu
ruhla savaşacak kudretimin olmadığını anlayıp, korkuyla tüm suçu
zavallı insanoğluna mı atmaya başlamıştım? Yoksa hakikaten tüm suç
bizim miydi? Bilime can veren, onu besleyip, büyütüp, tüm
zamanların en güçlü ruhuna çeviren biz miydik gerçekten. Utandım
bir an, ama hayat dediğimiz yığının saçma coşkusunu ancak böyle
anlarda hissedebileceğimizi anladım: pişmanlık bizim en katı
gerçeğimizdir.. bilim. Benim tedirginliğim ise bu büyük suçun
faillerinden biri olmayıp yine de bu pişmanlığı en derinde
duymamdandır, sanki benden başka kimseler bu suçun farkında
değilmiş gibi hissetmemden ve ona, o ruha karşı yalnızlığımdandır.
24
Bir din gibi yer ettiğini kabul etmiş, ancak gönüllerde değil,
zihinlerde:
- Benim yarattığım din kabul edilmeyecek gibi değil ama,
direnemezsiniz, çünkü ben tüm duygularınızı, tüm coşkularınızı esir
aldım ilk önce. Ne kurnazım, yalnızca yaratıyor gibi hissetmenin
heyecanını bıraktım size, derken bana mecbursunuz bu yüzden. Söyle
bana! Ben olmasam, yani tüm yaratımlarım, tüm etkilerimle birlikte
yokoluversem, hiç olmamışım gibi, siz hayvanlığınızın hafifliği ve
yaşamlarınızın anlamsızlığıyla nasıl başa çıkarsınız? Ne için kavga
eder, hangi bahaneyle kan akıtırsınız?
Belli ki beni etkilemeye çalışıyordu, belki korkuyordu... belki.
- Nasıl tatmin olursunuz tanrı aşkına? Bak, “tanrı” diyorum, dedim ya
sizden biri oldum ben, yeminlerinizi bile paylaşıyorum artık. Her
neyse, tüm inançlarınız, umutlarınız ve ilkeleriniz aşkına sevgili
insanoğlu, varlığınıza bensiz nasıl bir kılıf uydurabilirsiniz bundan
böyle? Hem ben çıkıvermeseydim karşınıza, esir almamış olsaydım en
zeki türdeşlerinizi ve tüm diğer değersiz varlıkları ve hayatın ne denli
saçma ve tüm tanrıların ne denli aciz olduğunu bilen siz insanların
gözlerine, ufuklarına kendim kadar sahte, kendim kadar katı, kendim
kadar gerçek bir ışık, en büyük icadım olan bir ışık tutmamış
olsaydım nasıl, hangi anlamların tesellisiyle yaşatırdınız ilahsız kalmış
yüreklerinizi? Akılsızdı beni sudan ilk çıkaran, sizse diyetini
ödüyorsunuz akılsızlığının, tüm varlığınızla, tüm coşkunuzla tapın
bana... sıkıldım sizden.
Söylediğim her sözün, yaptığım her hareketin hesabını
vermek istemiyordum ona... yazık ki bildiğim bir şey daha vardı,
hesap vermek, daha doğrusu hırçın bir hesaplaşmaya girişmek
istemiyor olsaydım, şimdi burada onunla konuşuyor, eziliyor,
yeniliyor ve kızıyor olmazdım herhalde. Daha bir kederlendim sonra,
ama:
- Ama elimden gelen hiçbir şey yok, biliyorum, ölmeni beklemekten
başka, yine biliyorum ki sen hiç ölmeyeceksin. Yargıçların tüm yapıp
ettiklerimi, aklımdan geçen herşeyi senin terazinle tartmaya, bana en
ağır cezaları hiç acımadan -tüm bir insanlığın desteğini de alarak
arkasına- vermeye hep devam edecekler. O akılsız insanoğlu bomboş
beynini senin kesinliğinle doldururken neler hissetti kim bilir, ne
kadar mutluydu insanlığını arkasında bırakırken, ne kadar hafiflemişti.
Bense senin tüm varlığını reddederken bile neden üzerimden hiç yük
kalkmamış gibi hissediyorum?
Cevabı biliyordu, biliyordum. Bana, basmaya tenezzül bile
etmeyeceği bir küçük karıncaymışım gibi baktı, belli ki ciddiye almayı
bırakmıştı da belki biraz alaya alacaktı beni, en samimi kederlerimle,
en heyecanlı anlarımla dalga geçecek, birazdan kendisini daha iyi
anlayabilecek ünlü bir filozofun temiz odasına doğru yol alacaktı...
Kıskançlıktan öldürecekti beni. Ben pencereyi açmış, “işte ben bu
kadarım” der gibi bakarken odanın dumanlı tavanına, dedi ki:
- Senin anlamak istemediğin, aslında anlayıp kederini arttırmasın diye
hep yüz çevirdiğin bir şeyler var...
Pencereyi kapattım, utandırılmaya hazırdım artık ve
düşündüm... bilim kaçınılmazlığından alır gücünü bir de insanı insana
bırakmayışından, insanı yalnızken bile kendi temelleriyle düşünmeye
zorlayabilirliğinden.
- Çünkü, dedi, ben sadece basit bir ruh değilim, milyonlarca,
milyarlarca insan ruhuyum da bir yandan. Üzerinde yüzyıllarca
düşünülmüş, insan düşüncesinin en derin ve en köklü halleriyle
donatılmış, çözümlenmiş birşeyim ben. Sense basit bir insani
duyguyla -ki buna bile inanmadığını biliyorum, herşeyi biliyorumbeni beyninden atabileceğini, iliklerinden sökebileceğini düşündün.
Beni yerle bir edebileceğini mi sandın? Hepiniz aynısınız, heyecanlı,
saldırgan, akılsız hayvanlarsınız hepiniz. En büyük filozoflarınızla
nasıl savaşacaksınız? Onların mirası, şimdinin tek gerçeği,
25
tutunacağınız tek dal olan değerlerimi hangi güçle yıkacaksınız? Ben
kendi rızamla terketmezsem sizi, bensiz bir hayatın neye benzediğini
asla öğrenemezsiniz, ama bir ipucu vereyim sana, o hayat
yaşadığınızdan daha anlamlı değil, hep sefilsiniz, hep de öyleydiniz.
Sefilliğiniz bana sorgusuzca boyun eğmenizden değil, bir şeylerin iyi,
bir başka şeyinse kötü olduğunu düşünmenizden hep. Ben nasıl da
başkalarının mutluluğuyum bir bak! Bir bak ve insan kardeşlerine
nasıl bir kötülük yapabileceğini gör, onları benden, yeni tanrılarından,
en güçlü ilahlarından mahrum etmeye çalışan sen, sefil, biliyorum ki
bir zamanlar sen de bana tapıyordun... o alaycı halinle “ilerleme”
dediğin şey senin de umudundu bir zamanlar. Sana vereceğim bir
ceza yok şimdi ama bilirsin ki, insanoğlu senin gibi “dinden
çıkmışlar”ı, bana itaatsizlik edenleri sadece bakışıyla cezalandırır bir
gün. Sakın benim şerrimden!..
Kırılmıştım... ve onurumu, ortak onurumuzu ayaklar altına
alan bu “şey”e kızamadım, biz bunu çoktan haketmemiş miydik?
Ben, bunu çoktan haketmiştim... verdiği huzuru, içimize işlettiği
güveni -insana tutunacak sağlam bir dalın verdiği eşsiz güvenireddedip garip tedirginliklere, kendinden emin olmayan
sorgulamalara vermiştim kendimi. İçimdeki şeyse karşı çıkmak istedi
ona ve ben bir anda -bir içgüdüydü bu- o içimdeki “şey” oldum,
bunun da kendine has bir huzuru varmış, anladım. Ama sustum, artık
kendine daha çok güvenen ben, bu sinirli ruha bir şans daha
vermenin kötü olamayacağına karar verdim, çünkü siniri, tıpkı bende
olduğu gibi, çaresizliğine delalet ediyordu. Bir an sonra sakinleşti:
- Şimdi sana gerçekmiş gibi gösterdiklerimi düşünme hiç. Ben seni
tüm yüklerinden kurtarmışım gibi, dünya bağnazlıklarından
kurtulmuş insan ırkının elinde oyuncakmış gibi ve sen benim
sağladığım koşullar sayesinde düşüncelerinde sınırsızca özgürmüşsün
gibi... yatağına yat, saçma bir ıslık tuttur, sonra ya öl veya uykuya dal
hemen. Genç adam, üzme kendini!
- Eğer hesaplaşmıyor olsaydım seninle biliyorsun, bunu yapacaktım.
İnsanlığıma saldırdın oysa, altta kalmaz insan... beni cevap vermeye
mahkum ediyorsun söylediklerinle. En zayıf halime, hırsıma
sesleniyorsun. Ne yalan söyleyeyim ruh, senden sonra bana kalacak
huzursuzluğu özledim ben, senin huzurunun sahteliğini görmüştüm:
çok eskidendi, sen ona “hayat” denilsin istedin diye, ve ben de
emrindeydim o zaman, hayat dediğim şeyden sıkıldım (sıkıntı
düşüncenin babasıdır, bilirsin) düşündükçe de kendimden. Hep
derler ya “öldü” diye, bende birşeyler o gün öldü, intikamını almaya
yemin ettim sonra... sen değilsin tek düşmanım, ama en güçlüsünün
karşısında olacaktım. Belki bu yolla yeni bir anlamı olacaktı hayatın
benim için, belki de -bu en büyük yenilgisi olursa bu zavallı kulunher şeyin gerçekten bittiğini sonunda anlayıp, bilmem işte,
ölmeyecektim belki, ya da ölecektim, kimbilir belki de sana yeniden
inanıp, sırt çevirdiğim mutluluğu bir kez daha yakalayabilecektim.
Şimdi seni tüm gerçekliğinle gördükten sonraysa artık hiç
korkmamam gerektiğini anladım, sen zaten yokken ölmüş bir ruh
için, başka bir şeyler var sanki. Ama yoksa da üzülmez bu zavallı,
senin gerçekliğinin ne denli hakiki, varlığının ise ne denli sahte bir
özü olduğunu bilince insan, artık hiçbir şey üzemez onu çünkü bu
insan sana tüm bir hayatmışsın gibi saldırdı, yoksa pek de ciddiye
aldığı yoktu seni. Başkalarının tanrısını sen de ciddiye almamıştın bir
zamanlar.
Koca ruh ben bunları bir seferde, ezberlemişcesine söylerken
beni dikkat ve şüpheyle dinliyormuş gibiydi, dinlememiş... acil bir
şeylere yetişecekmiş gibi, aklı bambaşka bir yerdeymiş demek, demek
yine ciddiye almadı beni, bir anda çekti gitti. Yalnız kaldım...hiçbir şey
düşünmedim. O beni tüm yüklerimden kurtarmış gibi, dünya
bağnazlıklarından kurtulmuş insan ırkının elinde oyuncakmış gibi ve
ben onun sağladığı koşullar sayesinde düşüncelerimde sınırsızca
özgürmüşüm gibi... yatağıma yattım ve ıslık falan da çalmadım,
hemen uyumuşum.
refik f. omançek
26
Çok çok kolay iki soru:
Köpek miyim ben?
Vazifem nedir?
Hiçbir şey yapmamanın, öylece bomboş oturmanın nesi kötüdür?
Kişioğluna zararı nedir? Peki pire neye benzer bilir misiniz? Ben çok
küçüktüm gördüğümde, pek hatırlamıyorum ama zıplıyordu,
zıplıyordu, küçücük bir şeydi, habire zıplıyordu. Çalışıyorsunuz
bakıyorum da ben öyle bomboş otururken, dilim bir karış dışarıda.
Biliyorum insana benzediğimi, tüy değil onlar saç farkındayım ama şu
dil, işte o huylandırıyor beni.
Çok, pek çok sessiz bir geceydi, geceye, yıldızlara, ellerime
hayranlıkla bakıyordum ki fark ettim: simetrik olan, düzenli hiçbir şey
yoktur... hem zaten olsa da hayranlık uyandıracak bir şey değildir bu.
Acı çektim bir süre, ta ki dilimin bir köpeğinki gibi dışarıda olduğunu,
derin derin ve hızla tıpkı bir köpek gibi soluduğumu anlayıncaya
kadar. Kaşıntı? Hayır... yalnız üzerimden atmak istemişimdir hep şu
yünlü, pamuklu, naylon giysileri, işte bu his epeyce arttı o an. Şöyle
bir baktım üzerimdekilere -siyah beyaz gördüğümü sanıyordum her
şeyi- koyu renkli iki silindirden oluşmuş yumuşak bir şeydi şu
pantolon, bakın.. şimdi de öyle değil mi? Bembeyaz bir bezdi, sırtımı,
göğsümü ve kollarımı kaplayan,
işte şu gömlekti tabi ya.
Bakın yine yabancılaşıyor bana. Demek şu gömleğin bir anlamı
olduğunu söylüyorsunuz... size katılmamı beklemeyin benden, nasıl
aynı kavrayışa sahip olabilirim sizlerle? Bunu ancak zeki bir yaratık,
bir insan söyleyebilir. Ne yani şimdi şu üzerimdeki, beyaz, kesilip
tekrar dikilmiş bez parçası
kesilip tekrar dikilmiş bir bez parçasından farklı
bir şey mi?
Doğrusu hayranım size, koskoca bir insan başı benimki ancak
insan olmak başka bir şey demek ki; yediğinizle, içtiğinizle,
giydiğinizle, içinde yaşadığınız dört duvarla, garip, motorlu, tekerlekli,
uçan, yüzen, korkutan araçlarınızla, sevdikleriniz ve anlamlar
yüklediklerinizle, sevmedikleriniz ve anlamlarını yitirttiklerinizle ve
ağırlıklarla ve baş dönmesiyle, içinde güzellikler bulduğunuz her şeyle
(bu bir kaya parçası ya da sadece sudur kimi zaman), bütün
kötülükleriniz ve aydınlatan lambalarınızla ya barışıksınız ya da
sevmeyiveriyorsunuz bazılarını... daha ötesini atıvermişsiniz
zihninizden.
Ben bir yıkıntıya bakarken o şey yıkılmadan önce neyse yine o olduğunu
sanıyorum hep, her şey aynıymış gibi, hiçbir şey olmamış, olmayacakmış gibi.
Sizler ise var etme ustalarısınız yoktan... her şeyin bir yıkıntının bile aslında
başka bir şey olduğunu sanıyorsunuz ya da üzmemek için güzel canınızı
öyleymiş gibi davranıp geçiyorsunuz.
Köpekler yaratamaz, sizler? Varolan her şeyi üst üste koyun...
bir de amaçlar üretin... ha şöyle, şimdi o yığını kendisi için
kullanabileceğiniz bir şeyleriniz var. Sizin farkınız, üstünlüğünüz
burada ve ben bu üstünlüğü hissedemediğim için bu denli rahatım;
ben büyük bir ihtimalle uyuz bir köpeğim. Fayda? Onu da sizler
yaratmamışsınız gibi bir de soruyorsunuz. Ben de bunu anlatmıyor
muyum zaten? Yoksa sandığım kadar zeki değil misiniz hanımlar
beyler? Önce dertlerinizi, sonra dermanlarınızı; önce amaçlarınızı,
sonra araçlarınızı büyük bir yaratıcılıkla var ediyorsunuz (ya da belki
bazen değişiyor bu sıra, ne fark eder...), sonra da benim kirletilmemiş,
27
zaten çalışmayan küçücük beynimi dolduruyorsunuz tüm bu yapıp
ettiklerinizle. Buna da ne diyordunuz? Evet, “tarih”... sahi onu
gerçekten siz mi yaratıyorsunuz?
Köpek olmadığımı söyleyip durmayın bana, sinirlendirmeyin
beni... hem neyim köpek değilsem? Kendini köpek sanan bir deli mi?
Rrrrrrr.
Benim bir tarihim yok... çünkü tehlikeli alışkanlıklara sahip
değilim. Bir köpeğinki kadar uzamış ve keskinleşmiş olsaydı dişlerim
ısırırdım bazılarınızı, doğru, ancak bunu belki hayatı aşağısı ve
yukarısıyla, iti, köpeği ve ısırılmış, parçalanmış bacaklarınızla
görebilmeniz için bir uyarı, bir bahane olsun diye yapardım sadece.
Tüm kardeşlerim zaten bunun için geçiriyorlar o sivri dişlerini
bazılarınıza, pek işe yarar bir yol olmadığını kabul ediyorum bunun
lakin onlar, yani bizler daha akıllıca yollar keşfedemeyiz ki. Aramızda
oluşan samimiyete güvenerek bir şey söyleyebilir miyim? Sizinki de
yeterli bir akıl değil aslında, kızmayın hemen, doğru bu. Ben o aklı
atıverdim bir kenara, bir içgüdüydü yalnızca, çünkü anladım ki ya
insan aklından çok daha ötede olmalıydı her şeyi olduğu gibi
görebilecek akıl ya da hiç olmamalıydı. Yoksa yalnız insan olursunuz,
anlamsız neşeleriniz, hüzünleriniz, amaçlarınız, yapıp ettikleriniz olur
yalnız; bir doğumunuz, bir ölümünüz olur
Bu soruyu bekliyordum ve siz çatık kaşlı, şüpheci, nasıl
desem, modern görünüşlü okuyucudan geleceğini de biliyordum ama
yanlış kişiye, yanlış yaratığa sordunuz sorunuzu. Sizin hayatlarınızın
yaşamaya değer olup olmadığını, değilse eğer ne yapmanız gerektiğini
ben nasıl bilebilirim? Hem bu çok kolay, çok yüzeysel bir soru değil
mi siz insanlar için? Bir geçmişinize, tüm varoluş serüveninize bakın,
tüm bir felsefe tarihinizin ağırlığına ve yüceliğine, o eşsiz zekalarınıza
ve yüksek sanatınıza; bir de şu soruya... çocuk olmayın.
ki ben bunu hiç istemezdim sizler gibiyken...
İlk soruma cevap vermediniz bakıyorum. Şimdi tüm
söylediklerimden sonra cevap verin bana zira ben cevabını bir türlü
bulamıyorum: hiçbir şey yapmamanın nesi kötüdür?
Öylece, bomboş oturmanın...
“Para kazanamam!” demeyin sakın, demeyeceğinizi de biliyorum.
“Sıkıntı” da demeyeceksiniz bana, hepiniz hep sıkıntılısınız tüm yapıp
ettiklerinize rağmen. Zor soru değil bu ama yine de cevap
istemiyorum sizden çünkü ne yapıp edip bir cevap bulacaksınız ve bu
da zaten görüldüğü üzere epeyce karışmış olan aklımı iyice
karıştıracak.
Hayır, ellerimle kaşınmayı reddediyorum. Zor olsa da
ayaklarımla kaşıyorum her yerimi, “ben ilkeleri olan bir köpeğim”,
doğru olmadı bu, doğrusu: “ben ilkelerini reddetme eğiliminde olan
bir insanım” bu yüzden köpekleştim ve demek ki artık ilkesizim. Bazı
kurallarım var, insan yanımın kırıntıları... peki, bundan böyle
ayaklarımla değil, ellerimle kaşınacağım ve gerçek lakin biraz farklı bir
köpek olacağım. İşte gördünüz mü... hala ‘diğerlerinden farklı’ olma
tehlikesi taşıyorum, bu da insanlığımdan kalma.
Hep gördükleriniz, duyduklarınız, yaşadıklarınız, hissettikleriniz
üzerine konuştuk, hep konuştuk, hep... Sizin bir de ne gördüğünüz, ne
duyduğunuz ne de hissettiğiniz yaratımlarınız var. Ben köpeğim, siyah
beyaz gördüğümü sanarım herşeyi, acıkırım, çiftleşirim (gerçi bu
sorunu çözebilmiş değilim hala, ama bir gün tamamıyla inanırsam
köpek olduğuma iyi bir eş aramaya hemen başlayacağım), ‘inanmam’,
yalnızca kanarım bazılarınıza, bir de arada bir çalışıp karnımı
doyurabilmek için az biraz para kazanırım hiç istemediğim halde,
fakat çöp yemeye alışmak tahmin ettiğinizden daha güç. Sizin bir de ne
gördüğünüz, ne duyduğunuz ne de hissettiğiniz ve buna rağmen hiç
korkmadığınız yaratımlarınız var. Siz hiçbir şeyden gerçekten korkmuyorsunuz
ama beni, şu zavallı köpeği bazen çok ama çok korkutuyorsunuz. Gerçekten bu
yaratımlarınız için mi yaşıyorsunuz? Sizi heyecanlandıran, hiç olmadığınız
28
kadar coşkunlaştıran bu mu? Peki, bu hissettiğiniz şey heyecan mı? Ben neden
hiç... neyse boşverin.
Sanat, o dediğiniz şey bazen beni bile kandıracak oluyor,
güzelliğine kapılacakken tam, bir köpeğin içgüdüleriyle örneğin
işeyiveriyorum güzel bir tablonun üstüne, bu da benim uyanışım. Bir
heykel, özenle yapılmış, hiç dürüst olmayan bir niyetle biraz da
fazlaca süslenmiş bir seramik parçası, büyük sanatçılarınız, pahalı
zevkleriniz... gördüğüm yerde önce biraz tereddüt edip sonra
utanmazca işiyorum. Geçmişte bu yüzden kodeslerinize bile tıkıldım,
‘toplum ahlakına aykırı’ şeyler yaptığım için yani. Müziğe gelince o
herhalde biraz farklı, garipleştiriyor beni, hani neredeyse tekrar
insanlaştırıyor (ve sırf bunun için tehlikeli buluyorum onu).
Yarattığınız en anlamlandırılası şey o ve ben, bana gerçekmiş gibi
gelen bu şey üzerine konuşmayacağım. Köpekler çelişkiye düşmez,
ben de düşmem.
Acı çekiyorum, acı...
Sizlerin yerinde olsaydım, yani kocaman, hantal bir köpeğe
çevirmeseydim kendimi, sadece yaşardım, belki biraz da köpek gibi.
Bir işim olurdu, çocuklarım, patronum, çalışanlarım, çocuklarım ve
bir eşim ve planlarım, televizyonum, bir duvarım, asılı resimlerim,
çocuklarım, ilaçlarım, bir intihar fikrim ve perdelerim olurdu, bir
araba hayalim, seviyeliliğim, sınırlılıklarım olurdu. O zaman “mutlu
muyum ben?” diye düşünmezdim asla, asla, ass... Ancak
umutlanmazdım da, karanlık bir tünelin ucunda bir parlaklık
sezersem eğer, o parlaklığın koskoca bir ateş topunun üzerinde
yaşadığımız gezegene yaydığı ışıktan başka bir şey olmadığını bilirdim
zira.
Ya da yalnızca köpek olurdum, öylece
otururdum ...
h. bürhan
Bazarov ve Rus
Nihilistleri
1. Nihilizm kelimesinin Avrupa’da halk arasındaki tarihinin eski ve
belirsiz olduğu söylenir. Yine de Rus yazar Turgenyev belki nihilizmi
siyasi bir kavram olarak (pek ünlü ‘Babalar ve Oğullar’ romanında)
ortaya çıkartan kişi olarak anılabilir. Romanda nihilist, içine daldığı
aşk ilişkisiyle romantik bir karakter olarak da tariflenebilecek Bazarov
adlı bir genç tarafından temsil edilir. Bazarov’un sanat dahil bütün
değerleri reddedişi Rusya’ya özgü bir nevi aydınlanmacı
devrimcilikten kaynaklanmaktadır...
“...Bazarov Rus toplumsal hiyerarşisinin sosyal, politik, duygusal ve
ruhsal hayatının kabullerinden ve bilimsel olmayan yollardan ortaya
konmuş “hakikatlerinden” açıkça sıyrılmayı arzular. Rus sosyal
hiyerarşisinin temeli olan serflik ile ilgili bütün ortak kabulleri ve
onun salt bir reformunu, bütün sosyal ve ekonomik dallanmalarını da
içerecek şekilde reddeder en başta...”
2. “...Politik nihilizm akılcı, mantıki, deneysel, bilimsel ve amaçsız
duygulardan boşanmış bir dünya görüşüdür. 19.yy’da pek çok politik
nihilist eylemlilik içindeydi, özellikle Rusya’da. Ayrıcalıklı sınıf
üyelerini, tabi ki arada masumları da, öldürüyorlardı. Başka bir çok
açıdan da Rus toplumunu dehşete salmışlardı. Fakat eylemleri için iyi
bir bahaneleri olduğundan emindiler. Rus toplumu çürümüştü, bu
yüzden herşeyi, en başta Çar ve çevresini havaya uçurmak onların
göreviydi. Çar’ın ailesi bile bu nihilistler için bir hedefti... ... fakat bu
doğru kavrayışa rağmen o politik nihilistler insanları, birçok durumda
29
kendileri kadar fakir masum vatandaşları elemeye çalışan
teröristlerden başka bir şey değildiler...”
“ ...Politik nihilizmin tarihi Rusya’da en azından 19.yy’ın ikinci
yarısına kadar geriye gider; Çar’ın despot otoritesini devirmeyi
amaçlayan bir devrimci hareket olarak. Rusya’da nihilizm (1860-1917)
devlet, kilise ve aile otoritesini reddeden gevşek biçimde örgütlenmiş
bir devrimci hareketle özdeşleştirilmiştir... ...hareket bilginin tek
kaynağı olarak akılcılık ve materyalizm üstüne örgütlenmiş ve bireysel
özgürlüğü en yüksek amaç kabul eden bir toplum düzenini
savunuyordu. Yerine sadece materyalist olanını koymak üzere ruhsal
özü reddederek tanrıyı ve özgürlüğe karşı olan dinsel otoriteyi inkar
ettiler...”
“...Bazı sosyologlara göre ateizm ruhsal kayıtsızlık üstüne
dayandırılırsa nihilizmle işiniz var demektir. Ve onlara göre nihilizm
toplum için çok ciddi bir tehlikedir; değerlerin zayıflamasının kaosa
sürükleyeceğini düşünürler. Kuralların ve yönetenlerin
meşrulaştırılabilmesi için değerlerin bulunmasının zorunlu olduğu
kanısındadırlar. Onlar için sabit değerler, yönetenler ve kurallara
zorunlu itaat olmadığı sürece bir toplumdan sözetmek imkansızdır.
Ve bazı açılardan haklıdırlar: ruhsal kayıtsızlık insanlıkdışı bir toplum
yaratır... gerçekte bu kayıtsızlık diğer insanların varolma hakkının
reddi üstüne dayanmaktadır. Kişi diğerlerini hesaba katmak için daha
fazla ihtiyaç hissetmez. .. Bu kesinkes suçun özüdür....”
(alıntılar: muharrem)
“...Rusya’da sayısız destekçiler bulmuş olan bir politik
organizasyonun üyeleriydiler. Çalışmalarını gizlice sürdürüyorlardı ve
toplumun her kesiminden temsilcilere sahiptiler. Rusya’da sık
rastlanan birçok komplo ve suikastin arkasındaki hareket ettirici ruh
olarak görülmüşlerdir -ki etkinlikleri Rus-Japon savaşı öncesi her
zamankinden daha yoğun olmuştu. Nihilistlerin Çar II. Aleksandır’ın
1881’deki suikastinden ve yöneticilere karşı sonraki sayısız suikastten
ne kadar sorumlu oldukları (Grandük Sergius dahil) herhalde asla tam
olarak bilinemeyecektir. Nihilistler otokrasi karşısında büyük bir
engelleyici güçtüler. Rus otokrasisinin 1917’de yıkılışından sonra
nihilistler ya da nihilizm hakkında çok az şey duyuldu... Bir çok
açıdan Rus nihilistleri 1860’ların hippileriydiler, çoklukla popülerlik
rüzgarlarıyla çalıştırılan entipüften büyük fikirler...... burada anarşizm
ve nihilizmin bazı ortak öğeleri var gibi görünüyor. Mesela anarşist
şöyle söyleyecektir: ‘kimse diğerine ne yapacağını söyleyecek otoriteye
sahip değildir’. Fakat nihilist diyecektir ki: ‘eğer emirleri veren bir
silaha sahipse ve diğeri yoksunsa o silahtan, o zaman haklar ve otorite
ne ifade eder?’ Anarşistler idealistlerdir, onlar öznel kavramlara
mesela barış, adalet ve özellikle bireyin en üst derecede soylu
doğasına inanırlar. Nihilist gerçekçilik böyle bir aptallıktan
yoksundur. ...”
3. Bundan yüz elli yıl kadar önce bizdeki jöntürklere tekabül eden bir
grup ateşli reformcu ve devrimci, belki insanseverler, belki rahatsız,
ahlaki kalıplardan muzdarip, hareketli zengin çocukları, belki önleri
tıkanmış asilzadeler ya da onların çocukları, bir de tabi
memleketlerine hizmet etmeleri için vatansever bir iklimde okutulup
da yaşadıkları düzenin düzen olmadığını, güzelim başka düzenlerin
gelecekten sevgili vatanlarına göz kırptığını görüp, gerçek
vatanseverlik sınavının başka olduğunu farkeden radikal vatanseverler
haline dönüşen Rus aydınları, aydınları elbette çünkü aydın yarım
entelektüel olmakla hala tam bir toplumcu tam bir milliyetçi, hedefler
sahibi tam bir ülkücü olabilme vasfını taşımaktadır o aslında içine
konduğu okulda bir araç olarak -mühendis olarak- yarım akıllı
yetiştirilmek zorundadır, Rusya’da hareketlendiler. Bunların da bir
kısmı ki muhtemelen genç olanlarıydı çünkü fizyolojik olarak
radikallik gençlere vergidir hele ateşli reddiyecilik, bütün mevcut
değerleri yozlaşma içinde ve yalan yanlış uydurmalar olarak
değerlendirmeleriyle, bir de nurlu ufukların önünü çürümüş
kalıntılarıyla tıkayan, büyük insanlığın tarihsel ereğine ulaşmasını
engelleyen eski düzenin her türlü kalıntısına karşı düşünsel ve fiili bir
savaş bayrağı açmalarıyla nihilistler olarak adlandırıldılar. Öyle bir
ilkeler bütünüyle yola çıkmışlardı ki her adımda olası bütün bir
30
çelişkiler topağının ta kendisi halinde alev alev de yanarak dikkat
çekmeye mahkumdular. Onların hedefleri vardı, bir açıdan hiçbir
yüksek değer de olmadığına göre -ki bu hakikatin de ta kendisiydiartık herşey mübahtı. Onlar da tedhişe giriştiler ve henüz bunlarla
mücadele etmeyi öğrenmemiş olan devleti taciz etmeye başladılar.
Durum bir büyük becerikli valinin gelmesiyle öyle bir çırpıda
bastırılabilecek, hedefsiz, saçma, döküntü tabakaların basit birkaç
komplocu tarafından yönlendiriliverdiği münferit olaylardan ibaret
değilmiş ki sonradan muhafazakarlaşan Dostoyevski’yi gömdü ama
kendi ancak imansızların iktidara gelişiyle karıştı tarihe. Karıştı çünkü
artık ilkesizliği içinde bir de sıkı bir şeklide örgütlenmeyi ilke edinmiş
olan Marksist Lenin vardı karşılarında. Devrim yapmak amacı öyle
bir tanrılaştırılmış ve bulutların üstüne yükseltilmişti ki artık eski
değerler ve ilkeler sadece yöneten kast ya da merkez komite için
ortadan kalkmış, yönetilen militan taban ise tek ahlak olarak
üstlerinden emir alma ahlakına ikna edilmişti.
Şimdi şu ortaya çıkan saçmalığa bakalım bir: devrim yapma arzusu
bütün ilkelerin de ortadan kaldırılabileceği bir muhalefet iklimini bazı
çevrelere getiriyor. Ancak tanrının ortadan kalkışıyla artık yapılacak
herhangi bir şeyin, tarihe kazınacak herhangi bir işaretin bütün önemi
ve istenirliği artık sahte önem-anlam-istenirlik olduğundan artık belki
özgürleştik devrim için herşey mübahtı da ama niye devrim
yapacaktık ki biz? Biz bu reddiyede devrimin, vatanın, amacın,
tarihin, insanlığın herşeyin anlamını bir tamam üstünü çizerek
okunmaz hale getirdik. Ancak kelimeler üstleri çizilmiş bile olsalar
okunmaya devam ettiler, ısrarlı bir nihilist devrimciliğin daha bir
yüzyıl sürecek ve yılmayacak değerlendirmesi sürdü. Kitabın sadece
kendini aldatmayı sağlayan paragrafları okunuyordu... geri kalanı
okunaklı değildi, hiç de olmadı. Tarihe adlarını yazdıranlar hep o
tarihin anlamı olduğunu düşünenler olacaktı elbette, bu bir
totolojiydi.
mesut c. ongunhan
Devrimcinin El Kitabı
Neçayev
Bölüm Bir
Örgütün Genel İlkeleri
1. Örgütün yapısı bireysel güvene dayanır.
2. Tertipçi (kendisi de bir üye) tanıdıkları arasından beş ya da altı kişi
seçer, herbiriyle ayrı bir tartışma yapıp rızalarını alarak onları bir araya
getirir ve kapalı bir hücrenin temellerini atar.
3. Örgütün mekanizması ilgisiz gözlerden gizlidir, bu yüzden
hücrenin bütün temas ve eylemleri diğer herkesten saklı tutulur;
tertipleyicinin belirlenmiş günlerde tam bir rapor verdiği merkez
hücre ve üyeler dışında.
4. Üyeler hazırlık çalışmasının yürütüldüğü mevki, sosyal sınıf ya da
muhitle ilgili bilgiler temelinde tanımlanmış bir plan dahilinde
özelleşmiş görevler üstlenirler.
5. Örgütün bir üyesi hemen kendi etrafında ikinci dereceden bir
hücre oluşturur. İlk oluşturulmuş hücre bunun için merkez hücre
rolünü üstlenecektir, ki örgütün bütün üyeleri (ya da ikinci derece
hücrelerle ilişki içinde tertipçiler) kendi hücrelerinden elde ettikleri
bilgilerin tamamıyla onu besleyecektirler; bu da daha üstteki hücreye
teslim edilecektir.
6. Doğrudan yöntemlerle operasyon yapmama ilkesi, dolaylı
yöntemler yoluyla aynı başarıyla yönetilebilecek bütün kişilerle ilgili
olarak, en büyük kılıkırkyararlıkla gözetilmelidir.
31
7. Örgütün genel ilkesi ikna etmeye kalkışmamaktır, şöyle ki: amaçla
hiçbir ilişki taşımayan bütün tartışmaları elemek için, yetiştirmek
değil, halihazırdaki bütün güçleri pekiştirmek.
8. Üyeler tertipçiye sadece amacı daha alt seviye hücrelerle bağlantılı
olan sorular sorarlar.
9. Üyelerin tertipçiyle toplam samimiyeti gayenin başarılı
ilerlemesinin temelidir.
10. İkinci kategori hücrelerin oluşturulması üstüne, önceden
örgütlenmiş hücreler onlarla ilişkili olarak merkezler haline gelirler ve
topluluğun düzenlemeleriyle, bulunduğu mevkideki eylemlerinin tam
bir programı onlara sağlanır.
Bölümler Şebekesinin Genel İlkeleri
1. Bölümlerin amacı örgütün çalışmasının bağımsızlık ve
otonomisinin sağlanması ve ortak gayenin güvenliği için fazladan bir
garanti olarak kullanılmalarıdır.
2. Bu bölümler ilkin şebeke tarafından yetkilendirilmiş ve komite
tarafından onaylanmış iki ya da üç kişiden oluşur. Örgütün genel
ilkeleri zemininde, sadece, komitenin kanısına göre gereklerini yerine
getirebilen hücrelerden bir grup seçerler. Şebeke ile temas tertipçiler
üstünden sağlanır.
3. Hücrelerden bir bölümün üyeliğine seçilen kişiler bir sonraki
toplantıda yemin ederler a) toplu halde, ortaklaşa, çoğunluğun sesine
tam altgüdüm içinde hareket edeceklerine ve bölümü yalnızca
komitenin talimatları üzerine daha da sıkı kademelere girmek üzere
terkedeceklerine b) ve aynı zamanda dış dünyayla bütün ilişkilerinde
yalnızca topluluğun iyiliğini akıllarında tutacaklarına yemin ederler.
4. Kişiler bir bölümün üyeliğine yalnızca bir kere bir seferliğine
seçilirler. Kişi sayısı altıya ulaştığında bölüm, komitenin talimatlarıyla
gruplara bölünür.
5. Kırtasiye işleri görevi için bir kişi hep birlikte seçilir (raporların
biraraya toplanması, komite üyelerinin ve bölümle bir bütün olarak
ilişkili olan diğer ajanların kabulü ve sevkedilmeleri.) Aynı kişi
dokümanları emanet alır, zimmetlenir ve adresleri tutar.
6. Diğer üyeler belirli bir muhit sınıfında hazırlayıcı çalışmalar
yürütmeyi üstlenirler ve kendileri için genel ilkelere göre örgütlenmiş
kişiler arasından yardımcılar seçerler.
7. Genel ilkelere uygun olarak örgütlenmiş bütün bu kişiler,
topluluğun amacını gerçekleştirmek ve girişimlerini hayata geçirmek
için vasıtalar ya da aletler olarak görülürler ve kullanılırlar. Bu yüzden
bölüm tarafından gerçekleştirilecek bütün işlerde bu iş, ya da girişim
için yapılan planın genel doğası sadece bölüm için bilinir olmalıdır; işi
infaz eden kişiler hiçbir durumda onun gerçek doğasını
bilmemelidirler; gerçekleştirilmesi kendi bahtlarına düşen kısımlarla
ilgili önemsiz detaylar dışında. Heveslerini yükseltmek için işin
doğasını onlara sahte bir ışıkta tasvir etmek hayati önemdedir.
8. Üyeler komiteyi kendileri tarafından tasarlanan bir girişimin planı
hakkında bilgilendirirler ve yalnızca komitenin onayıyla onu
uygulamaya girişirler.
9. Komite tarafından önerilen bir plan, anında uygulanır. Komitenin
bölümün gücünün üstünde taleplerde bulunmasını engellemek için
bölümün durumuyla ilgili olası en kesin ve kati bir rapor komiteye
temas kanallarından ulaştırılır.
10. Bir bölüm, üyelerini kendi altındaki hücreleri soruşturmak için
yollayabilir ve onları yeni örgütler kurmaları için taze mevkilere
sevkedebilir.
11. Mali kaynaklar sorusu birincil önemdedir:
a) doğrudan bir zorunlu para toplama, üyeler ve sempatizanlar için,
bir komite formu olarak hazırlanmış, bağışın miktarı üstüne
kelimelerle yazılmış halde.
b) dolaylı bir zorunlu toplama, akla uygun bahanelerle, her türlü mülk
sahiplerinden, sempatizan olmasalar da.
c) sözde farklı amaçlara yönelik toplantılar, geceler düzenlenmesi.
d) özel bireylerle ilgili olarak çeşitli girişimler; bölüm, gücünün
ötesindeki herhangi başka, daha hırslı yöntemi kullanmaktan men
edilmiştir ve sadece komitenin talimatları üzerine böyle bir planın
uygulanmasını teşvik edebilir.
e) mülk alındılarının üçte biri komiteye gidecektir.
12. Bir bölümün eylemlerini başlatması için gerekli koşullar arasında:
32
a) barınaklar (inler) oluşturulması,
b) akıllı ve pratik adamlarının işportacıların, fırıncıların vs.
muhitlerine sızması,
c) kasaba dedikoducularının, fahişelerin ve söylentilerin toplanma ve
dağıtılmasının diğer özel yollarının bilgisi,
d) polis ve eski katipler dünyasının bilgisi,
e) toplumun suçlu denilen kesimleriyle ilişkilerin kurulması,
f) üst kademe insanlar üstünde kadınları yoluyla etki kurmak,
g) bütün olası yollarla sürekli propaganda.
(bu kopya dolaştırılmayacak fakat bölümde kalacaktır.)
Bölüm İki
Devrimciyi Yönlendirmesi Gereken İlkeler
Devrimcinin Kendine Karşı Tutumu
1. Devrimci adanmış bir adamdır. Kendisine özel çıkarları, işleri,
duyguları, bağlanmaları, kişisel eşyaları (ismi bile) yoktur. Ondaki
herşey bir tek ayrıcalıklı çıkar içinde özümsenmiştir, bir tek düşünce,
bir tek tutku – devrim.
2. Varlığının derinliklerinde, sadece sözlerde değil eylemlerinde de,
toplumsal düzenle ve bütün kültürlü dünyayla, onun bütün yasaları,
adetleri, toplumsal uzlaşmaları ve ahlaki kuralları ile her bağı
koparmıştır. O bu dünyanın yersiz yurtsuz düşmanıdır, ve eğer onun
içinde yaşamaya devam ediyorsa, bu sadece onu daha etkili biçimde
yokedebilmek içindir.
3. Devrimci bütün doktrinciliği küçük görür ve dünyevi bilimleri,
sonraki kuşaklara bırakarak, reddetmiştir. O sadece tek bilimden
anlar, tahrip etmenin bilimi. Bu amaçla ve yalnız bu amaçla, mekanik,
fizik, kimya ve belki tıp çalışacaktır. Bu hedefe doğru gece ve gündüz,
yaşayan bilimi çalışacaktır: insanlar, onların karakterleri ve durumlar
ve mevcut toplumsal düzenin olası bütün seviyelerdeki tüm
özellikleri. Onun yalnız ve değişmez amacı bu aşağılık düzenin derhal
yıkılmasıdır.
4. Kamu oyunu küçük görür. Varolan toplumsal ahlakı bütün ortaya
çıkışlarında ve ifadelerinde küçük görür ve ondan tiksinir. Onun için
devrimin zaferine yardım eden herşey ahlakidir. Gayrı-ahlaki ve suç
olan onun yolunda duran herşeydir.
5. Devrimci adanmış bir adamdır, devlete ve genelinde bütün
eğitilmiş ve ayrıcalıklı toplumun tamamına karşı acımasız; ve
onlardan da hiçbir acıma beklememelidir. O ve diğerleri arasında ilan
edilmiş yahut edilmemiş, bitmeyen ve uzlaştırılamaz bir ölüm kalım
savaşı vardır. Kendini işkenceyi devam ettirecek şekilde eğitmelidir.
6. Kendine karşı sert olduğu gibi diğerlerine karşı da sert olmalıdır.
Bütün sevecen ve kadınsı duygular, akrabalık, arkadaşlık, sevgi,
minnettarlık ve hatta onur onda devrimci amaca yönelik katı ve sabit
fikirli bir tutkuyla bastırılmalıdır. Onun için yalnız bir haz vardır, bir
teselli, bir ödül ve bir memnuniyet – devrimin başarısı. Gece ve
gündüz yalnız bir düşüncesi olmalıdır, tek amaç – acımasız yıkım.
Amacının soğukkanlı ve yılmaz bir takibinde hem kendisi ölmeye
hem de kendi elleriyle başarının önünde duran herşeyi yoketmeye
hazır olmalıdır.
7. Gerçek devrimcinin doğasında herhangi bir romantizm, bir
duygusallık, bir coşku ya da şevk için hiçbir yer yoktur. Kişisel bir
nefret ya da intikam için de yer yoktur. Onun içinde daimi zihinsel
durum olmuş olan devrimci tutku, her an soğuk hesaplamayla
birleşmiş olmalıdır. Herzaman ve heryerde kendi kişisel eğilimlerinin
onu sevkedeceği değil, devrimin genel çıkarının tariflediği (kişi)
olacaktır.
Devrimcinin Yoldaşlarına Karşı Tutumu
8. Devrimci sadece pratikte en az kendisi kadar devrimci olduğunu
göstermiş kişiyi arkadaşı olarak tanır ve yakın tutar. Arkadaşlığının,
adanmasının ve yoldaşına karşı başka yükümlülüklerinin kapsamı
33
sadece onların toplam devrimci yıkım yolunda pratik çalışmadaki
yararlılık derecelerince belirlenir.
9. Devrimciler arasında dayanışma ihtiyacı kendinden açıktır.
Devrimci çalışmanın bütün kuvveti bunda yatar. Aynı derecede
devrimci kavrayış ve tutku sahibi devrimci yoldaşlar olabildiğince her
tür önemli konuyu birlikte tartışmalı ve ortak sonuçlara
ulaşmalıdırlar. Fakat bu şekilde kararlaştırılmış bir planın
uygulanmasında her adam olabildiğince kendine dayanmalıdır. Bir
seri yıkıcı eylemin gerçekleştirilmesinde her adam kendi için hareket
etmeli ve yoldaşlarının yardım ve tavsiyesine ancak planın başarısı
için zorunluysa başvurmalıdır.
10. Her yoldaş kendi altında ikinci ve üçüncü kategoriden
devrimcilere sahip olmalıdır, tam olarak işin içine girmemiş yoldaşlar.
Onlara devrimci kapitalin ortak fonundan kendi emrine verilmiş
paylar olarak yaklaşmalıdır. Kapitalden kendi payına düşeni
ekonomik olarak harcamalıdır; her zaman olası en büyük karı elde
etmeye çalışarak. Kendisine devrimci amacın başarısına vakfedilmiş
kapital olarak yaklaşmalıdır; fakat tümüyle işin içindeki yoldaşların
bütün bir şirketinin onayı olmadan harcanmaması gereken bir kapital.
11. Bir yoldaşın başı belaya girdiğinde, devrimci onun kurtarılıp
kurtarılmayacağına karar verirken kişisel duygularına göre değil,
sadece devrimci amacın iyiliğine yönelik olarak düşünmelidir. Bu
yüzden bir yanda yoldaşın yararlılığını diğer yanda kurtarılması için
zorunlu olarak harcanacak olan devrimci enerjiyi teraziye koymalı ve
hangisinin daha ağır bastığına karar vermelidir.
Devrimcinin Topluma Karşı Tutumu
12. Yeni bir üyenin -kendini sözlerle değil yaptıklarıyla kanıtlamışkabulü sadece ortak onay ile kararlaştırılabilir.
13. Devrimci, devletin, sınıfın ve sözde kültürün dünyasına girer ve
orda sadece onun hızlı ve bütüncül yıkımı sebebiyle yaşar. Eğer bu
dünyadaki herhangi bir şey için acıma duyuyorsa o devrimci değildir.
Eğer yapabiliyorsa bir durumun, bir ilişkinin ya da bu dünyanın
parçası olan bir kişinin yokedilmesiyle yüzleşmelidir –onun için
herşey ve herkes eşit iğrençlikte olmalıdır. Onun için en kötüsü bu
dünyada aile, arkadaşlar ve sevilen kişiler sahibi olmasıdır; kendi elini
devam ettirebiliyorsa devrimci değildir.
14. Acımasız yıkıma yönelmişliğinde devrimci bazen toplum içinde
olduğundan başka türlüymüş gibi davranarak yaşamalıdır. Devrimci
her yere nüfuz etmelidir, bütün en aşağı ve orta sınıflara, ticaret
evlerine, kiliseye, zenginlerin malikanelerine, bürokrasi dünyasına,
askeriyeye ve edebi ortama, üçüncü bölüme (gizli polis) ve hatta kışlık
saraya.
15. Bütün bu hatalı toplum çeşitli kategorilere bölünmelidir: ilk
kategori derhal ölüme mahkum edilecekleri kapsar. Topluluk bu
idamlık kişilerin devrimci amacın ilerlemesine verebilecekleri görece
zarara ve böylece ortadan kaldırılmalarına göre bir listesini
hazırlamalıdır.
16. Bu listelerin toplanmasında ve yukarıda bahsedilen sıranın
kararlaştırılmasında, yol gösterici ilke kişinin gerçekleştirdiği bireysel
kötülükler, hatta toplumda ya da insanlar arasında uyandırdığı nefret
olmamalıdır. Ancak bu kötülük ve nefret yaygın ayaklanma
çıkartabilecekleri için bir ölçüye kadar yararlı olabilirler. Yol gösterici
ilke kişinin ölümünün devrimci amaca vereceği hizmetin ölçüsü
omalıdır. Bu yüzden ilk elde özellikle devrimci amaca karşı zararlı
olanlar ve ani ve vahşi ölümleri hükümette en büyük korku
uyandıracak olanlar ve onu en akıllı ve enerjik figürlerinden yoksun
bırakarak gücünü kıracak olanlar yokedilmelidirler.
17. İkinci kategori geçici olarak yaşamalarına izin verilecek olanlardır,
yalnızca vahşi davranışları insanları önlenemez ayaklanmaya
sürükleyebileceği için.
18. Üçüncü kategoriye bir üst-sınıf büyük baş çokluğu dahildir, ya da
herhangi bir özel zeka ya da enerji ile ayrışmış olmayan fakat
pozisyonları sebebiyle zenginlik, bağlantılar, nüfuz ve gücün tadını
çıkaran kişilikler. Mümkün olan her yol ve tarzda sömürülmelidirler;
ağa düşürülmeli ve kafaları karıştırılmalıdır. Ve ne zaman kirli
sırlarıyla ilgili elde edebildiğimizin en çoğunu bulursak; onları
kölelerimiz yapmalıyız. Güçleri, bağlantıları, nüfuzları, zenginlikleri,
34
ve enerjileri böylece tükenmez bir hazine odası ve çeşitli
girişimlerimiz için etkili bir yardım haline gelir.
19. Dördüncü kategori politik olarak hırslı kişiler ve çeşitli tonlarda
liberallerden oluşur. Onlarla kendi programlarına göre, aslında
onların kontrollerini elimize geçirirken, onları gözlerimiz kapalı takip
ediyormuş gibi davranarak, onların bütün sırlarını ortaya çıkararak ve
onlarla en sonuna kadar uzlaşarak, böylece devlette düzensizlik
çıkartmak için kullanılabilecekleri şekilde dönülmezce işe koşulmaları
sağlanarak, komplolar kurabiliriz.
20. Beşinci kategori doktrinerler, komplocular, devrimciler, kitlelerin
önünde yada kağıt üstündeki aylakça söyleve adananların hepsinden
oluşur. Bunlar sürekli olarak pratik amaçlarını şiddetli yollarla ortaya
koymaları için tahrik edilmeli ve zorlanmalıdırlar, sonuç olarak
çoğunluk iz bırakmadan yokolacak ve gerçek devrimci kazanım az
olanla artacaktır.
21. Altıncı ve önemli bir kategori kadınlarınkidir. Üç ana tipe
ayrılmalıdırlar: ilk olarak şu uçarı, düşüncesiz ve yavan kadınlar ki
üçüncü ve dördüncü kategorilerdeki erkekler gibi kullanabiliriz. İkinci
olarak: ateşli, yetenekli ve adanmış fakat daha gerçek, tutkudan uzak,
ve pratik devrimci kavrayışa ulaşmamış oldukları için bize ait olmayan
kadınlar: bunlar beşinci kategoriden erkekler gibi kullanılmalıdırlar.
Ve sonuncu olarak: tümüyle bizimle olan kadınlar vardır, tümüyle işin
içine girmiş ve programımızı bütününde kabul etmiş olanlar. Böyle
kadınlara yardımları olmadan yapamayacağımız, hazinelerimizin en
değerlisi olarak yaklaşmalıyız.
Topluluğumuzun İnsanlara Karşı Tutumu
işe koşacaktır.
23. Genel devrim ile topluluğumuz klasik batılı modele göre düzenli
bir hareketi kastetmemektedir. – bir hareket ki her zaman mülkiyet
kavramı ve sözde medeniyetimizin geleneksel toplumsal düzeni ve
ahlakı tarafından dizginlenmiştir, şimdiye kadar kendini sadece bir
politik yapının yalnız bir diğeriyle değiştirilmek üzere yıkılmasıyla
sınırlamıştır ve böylece sözde devrimci devleti yaratmaya uğraşmıştır.
İnsanları kurtarabilecek tek devrim bütün devlet sistemini silen ve
Rusya’daki rejimin bütün devlet geleneklerini ve sınıfları yokedendir.
24. Bu yüzden topluluğumuz insanların üstüne yukarıdan aşağı
herhangi bir örgütlenme dayatmayı hedeflememektedir. Gelecekteki
her örgütlenme, hareket ve insanımızın hayatı boyunca
şekillenecektir, fakat bu gelecek nesillerin bir görevidir. Bizim
görevimiz korkunç, bütünsel, evrensel, acımasız yıkımdır.
25. Bu yüzden insanlara yaklaşırken her şeyden önce kendimizi
popüler hayatın, şu Moskova’nın devlet gücünün kurulmasından beri,
sadece sözleriyle değil, yaptıklarıyla da devletle doğrudan ya da dolaylı
olarak ilgili olan herşeye: soyluluğa karşı, bürokrasiye karşı, rahiplere
karşı, tüccar loncalarına karşı, ve sıkı avuçlu köylü sömürücüsüne
karşı protestoyu hiç kesmeyen üyeleriyle müttefik kılmalıyız. Fakat
kendimizi Rusya’daki tek gerçek devrimciler olan haydutların
gözüpek dünyasıyla müttefik kılmalıyız.
26. Bu dünyayı bir tek yenilmez ve herşeyi yokedici güce birleştirmek
– bu bütün örgütümüzün amacı, komplomuz ve görevimizdir.
[bu kitapçık 1869’da Rus anarşistlerine despotik Çarlık rejimini
yıkmaları için bir rehber olarak yazılmıştır.]
22. Topluluğumuzun tek amacı vardır – insanların, yani sıradan
işçilerin, toplu özgürleşmesi ve mutluluğu. Fakat onların
özgürleşmesi ve bu mutluluğun başarılmasının sadece herşeyi
yokeden bir genel devrimle gerçekleşebileceğine inanmış olarak,
topluluğumuz bütün gücünü ve kaynaklarını, en sonunda insanlığın
sabrını tüketip onu genel bir ayaklanmaya sürükleyecek olan o
belaların ve kötülüklerin yoğunlaşması ve artmasını teşvik etmek için
35
anlamsızlığın dolanıcı adımı,
nihilizmin arka kapısı,
eve döndüren ama yaşayan
ölüye çeviren kara delik...
1. Hakikat basitçe ifade edilebilir: hayatımızın yaşamaya değerliği,
bütün anlamlılığı içinden boşaltılabilir olan narin bir gündelikliğin
anlamından ibarettir. Ama böylece hayat son tahlilde değersizdir.
Ölüm arkasına eklendiği bütün kişisel tarihi bir tamam
anlamsızlaştıracak olduğu için, arkasına kader olarak ölüm eklenen
tarih, içinden anlamları boşaltılmış ama varolmakta inat eden tarihtir.
Sonuyla anlam kazanıp bütünlenen değil sonuyla anlamsızlaşan
tarihtir. Kişinin güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü, mutlu ya da mutsuz
yaşamasının bu yaşamdayken üreteceği bütün kişisel ve toplumsal
farklılıklar da ölecek olmak yüzünden yokolmuştur.
2. Anlamsızlık ortaya çıktığı anda adımını herşeyin önüne dolanarak
atar. (Ölecek olduktan sonra herhangi bir şeyi yapsanız ne,
yapmasanız ne? Sonsuza kadar geri gelmeyeceğiz.)
3. İçimizde her an ortaya çıkan tuhaf, kaynağı belirsiz yaşamaya
yönelmişlik güdümündeki bütün insan türünden hayvan olarak
yaşamaklığımız aslında bir yaşayan ölü olarak yaşamaktır. İnsan
yaşayan ölüdür. Yaşamı yücelten sevinci kaybetmek anlamında
psikolojik tarzda eleştiri kesinlikle geçerli değildir bu noktada. En
sevinç dolu insan da aynı mantığı ileri sürebilir ve haklıdır.
4. Anlamsızlığın farkındalığının ardından bütün kavramlar, renkler,
istekler ve amaçlar yaşamaya devam edebilirler. Zira hiç bir şey yasak
edilmemiş, yasak olanlar da serbest kılınmışlardır. Sonunda
kaybedilecek hiçbir şeyin kalmadığı bu olası en büyük bağımsızlık
anında ironik biçimde herhangi bir şeyi yapmak için bir sebep de
kalmamıştır. Zorunlu şüphecilik ikliminde herşey (kavramlar,
amaçlar, insan teki...) bir yaşayan ölü olarak varlığını sürüdürür.
5. Değerleri yitirmek sorun değildir. Varolan herşeyin sıkıntı verici
gereksizliği ve herşeyin ancak ordaymış gibilikte, yanılsamada anlamlı
olduğunu farketmek ikincildir. Ölecek olmak sorundur. Şüphecilik
kendini avutmadır.
6. Kendi kuyruğunu yiyen yılan mı? Yoksa dipsiz bir kuyuya, kara
deliğe sonsuza dek akan ve arka taraftan çıkıp yine sıraya giren evren?
Nihilizmin kuyusuna düşen her kavram arka kapıdan da çıkar. Onun
yalanladığı herşey arka tarafta yalanlanamazlığıyla dirilir ama ancak
yaşayan bir ölü olarak. Herşey nihilizmin kara deliğine düşmeye
mahkumdur.
7. Bu hayatı yaşıyoruz; kilit bir cümle. Hayat son tahlilde anlamsız,
ölecek olduktan sonra hiç anlamı yok; bu da kilit cümle. Biz içinde
kendimizi bulduğumuz ölecek olmak ama yaşamak istemek
muammasında kendimizi salıyoruz. Kendimize bırakıyoruz
kendimizi.
8. Nihilizm meselesinin hesaplaşılamadan sürekli taşınması gereken
asıl ve ağır mesele olduğunu anlamalıdır. Biz ancak onu inkarla
hayatımıza döneriz. Bir hayat yaşıyoruz ve yaşarken de kendimizden
sinsi sinsi, ya da saf saf saklıyoruz olanların saçmalığını. Ve hayat da
bunun üstüne kurulu ve ancak böyle olacaktı. Nihilizm meselesinde
bir çıkış yok: insanı en devrimci hareketlere de götürür en büyük
sıkıntı ve eylemsizlikte de bırakır koyar.
9. Aktivizm nihilizmin ölümsüz sorusuyla karşılaşıyor: niye? Sonra
daha derin bir irdeleme de gelir: bu hayat da ne? Nasıl da burdayız
ama anlamsızlığın içine gömülmüş, bütün anlamlarımız dağılıp
yitiyor. Hiçbir şeye elle tutulur bir zemin üretemeyiz, herşey
boşlukta... (Galip Tekin’in uzaya dağılan küçük adalarındaki gibi..) Bir
36
izin, belirsiz bataklık bir alanın üstündeyiz ama bataklık boşlukta
yüzüyor. Hayatı yaşarken herşey anlamla dolu ama bu anlam boşlukta
yüzüyor. Anlamlar boşlukta yüzüyorlarsa gerçek bir anlam mıdırlar?
Herşey içinde yüdüğümüz boşluğa dağılmaya mahkum.
10. İnsan hiç değildir, düşünmenin ordan oraya akışında tespit
edilmekte oluşudur. Hiç olan insan olmayacaktır.
11. Şimdi üstünde durduğumuz bataklığa bakalım: nesneler dağılıyor,
sabit olan şey yok, zaman ve ancak zamanlı oluşumuz bizi yok ediyor.
Zamanlı olan var değildir. Akış oluşumuz insanın da o belirsiz
kuantalar gibi belirsiz olması demek. Zamanda kısa anlarda asılı kalan
kavram ve kişimizle, benimizle, kendimizle kendimizi kandırıyoruz.
Oysa doğduğumuz bu an ölüme gittiğimiz an aynı zamanda.
Varoluşumuz varlığımızı yiyip tüketiyor. Zaman varlık bahşediyor ve
o varlığı da alıp götürüyor... bu en derin ve en dağıtıcı darbe. Varlığın
yokluğu. Akışın mutlak varlığının bir anla sınırlı oluşu. Bir zihinde
hafıza sayesinde varız ve her şey var. Ama bu masa, örtüsü, ellerim ve
ben ta kendim de yalnız benim kurgumuz. Şu anda burda ben
dediğim zihinsel uzayda oluşuyor ve akıyoruz hep beraber. Oysa
ancak bir an ışıyoruz ve ben de ancak bir an ışıyorum. Burda artık
tam olarak yaşayan ölüleriz, sadece ölmeye mahkum olmakla değil,
her an zaten tam anlamında ölüyor olmakla. Yaşayan ölüler olarak
doğduk.
12. Saçmalığın herşeyi anlamsızlaştıran dolanıcı adımından sonra hala
bunları yazıyorum işte. Bu yıkım bütün tuğlaları unufak etti artık
yeniden yapım yok. Açılan izler de arkamızdan silinmek üzere
açılıyor. Saçmalığın sorusu ölümsüz. Dünyada kaldığım her an ben
aslında düşündüğüm her konuda çelişkilere itiliyorum. Mesele aptalca
bir meydan okuma bir isyan meselesi değil. Varlığımı devam
ettirmemek elimdeyken bu çelişik varlığımı niye devam ettiriyorum,
gerekçem mi var? Şimdi ölmezsem sonra öleceğim devam etmenin
ne anlamı var? Bu düşüncelerimi kendime, içimde direnen o eskiden
kalma hissiyata, intihara içten içe beni sevketmeyen, beni yaşamaya
atan, hayatiyetle dolduran bütün hissiyatlara kabul ettire de bilirim.
Ne karmaşık bir an şu yaşadığım. İçten içe intihar etmeyeceğimi
bildiğim için rahatım. Bu çağın da en öncelikli ve önemli meselesi
intihardır. Ve bu hiç değişmeyecek. (Herhangi birşeye isyan etmemiz
gerektiğinden değil. Belki de çok güzel bir hayat sürüyoruz hatta
yaşam, olası evrenlerin en güzelinde...) Düşüncede anlamsız olanın
pratikteki anlamları içinde coşkuyla yaşıyoruz ve ilk anlamsızlık
düşüncemize sürekli aykırı düşen bir yolda... Sürekli asıl
düşüncelerime uymayan bir yolda konuştuğumu farkediyorum. Bir
alemde ben dönek gibiyim. Daha beteri bir münafık. Bu münafıklık
sanki onlar gibiymiş gibi yapma, bir de buna kaptırma, sanki
anlamlıymış gibi düşünürmüş gibi kendimi bulmak... işte intihar için
yeter sebep. Ama hala herhangi bir eylem için olmadığı gibi intihar
için de sebep yok. Dürüstlük isteğiyle kendimi yönlendirmenin
saçmalığını da biliyor olmaklığımı öne sürüşümü de bir kendini
kandırma olarak bulmamla sürüyor tartışma, sonra herşey büyük bir
saçmalık içinde bir anda buharlaşıyor. Ölümü önceye almak. Bu bir
cesaret meselesi değil. İkna meselesi.
13. Yukarıda kurduğum cümledeki her bir varlık yoklukta dağılmaya
hazır. Yine ve her yerde anlamsızlığın dolanıcı adımları___ 1.ölüm
2.her tür dilsel nesnel toplumsal varlıkların yalnız öznenin, bilincin
tahayyülleri oluşu –ontolojik mesele 3. kaçınılmaz şüphecilik –
epistemolojik mesele 4. hayatın şiddetli amaçsızlığı ve anlamsızlığı –
teleolojik mesele 5. Saçmalık, uygunsuzluk –biçimsel mesele 6. ikinci
maddenin aynıyla kişinin kendine uygulanırlığı, özdeşlik yokluğu.
Hafızadaki kimdir? Kişinin toplanmışlığının sahteliği.
14. Ölüm insanı toparlayıp birey yapmaz, onun bireyliğini tümüyle
anlamsızlaştırır. Anlamsızlığın adımı her noktadan dolanır ve öne
atılır.
necdet y. bombacısuat
37
banu güven beni
kurtar
Bir zaman İstanbul’da bir evde İstanbul’da dediysem İstanbul’un
cehennem kısmında bir evde yakin bir arkadaşımla ömür
çürütüyorduk. Belki zaten çoktan o ömrü biz çöp torbasına koyup
apartmanın çöp kuyusuna atmış olmalıydık. Küçük parçalara da
ayırmış olmalıydık herşeyden önce hayatımızı, zira büyüktü; ölmüş ve
şişmiş olduğundan her kalıba sığma yetisini kaybetmişti.. Hayat!
Sıkıntılı hayat!... Ara sıra sıkıntımızı dağıtmak için cehennemden çıkıp
gece hayatının yoğun olduğu mevkilere doğru yürümeye başlıyorduk.
Niyetimiz yoğun gece hayatına karışmak değil o tarafa doğru yürüyüp
gitmek, belki katılırız diye düşünmek, uzaktan insanların kalabalığı
görününce de hemen geri dönüp evimizin yolunu tutmaktı. Evimiz
cehennemdeydi ama asıl İstiklal cehennemdi. Başımızı önümüze eğer
yürür giderdik. Kaçardık. Ordan kaçıp evimize sığınıyorduk ama evde
evimi paylaştığım şahıs kulaklarına kulaklıkları takıyor, benden
kendini soyutluyor, camdan dışarı sigarasını üfleyerekten uzaklarda
bir yerlere dalıyor, tabi eski sevgilisini düşünüp duruyordu. Bana artık
38
onu anlatamıyordu çünkü yıllardır bir daha birleşemeyeceği eski
sevgilisini düşünmeyi bırakamaması benim sinirimi bozuyordu. Ama
bunu bahane ederek beni bırakıverip gitmesi daha çok içimi
sıkıyordu. Öyle ki daha sonra onu yine böyle beni yalnız bırakmış bir
yerlere gitmişken öldürme sebebim de -evdeki tek keskin bıçakla
kanını yerlere akıtışımın sebebi- budur elbet. Onun beni bırakıp
gitmesine dayanamıyordum. O küçücük cehennemde birlikte çile
çekiyorduk çilemizden tuhaf hazlar yaratıyorduk ama sonra o başka
yerlere gidiyordu. Sabah kalkıp ona bakıyordum, yorganları üstüne
almış yine bir yerlere gitmiş oluyordu. Akşama kadar da geri
gelmeyeceğini biliyordum. Dolaştığı yerden de bana bahsetmeyecekti
beni oranın dışına atmıştı.... Ben de öyle yapsaydım, çıkıp gitseydim o
benimleyken. Nebileyim, kolay, geri dönüşü olan bir ceza verseydim
ona... Niye öldürdüm ben ev arkadaşımı? Şimdi bu evde ev dediysem
cehennemde onun bir yerlere gitmesini bile özleyeceğimi ahmak
kafam niye tahmin edememişti..? Sakin sakin yaşıyorduk işte. Akşam
televizyonu açıyorduk mavi ışıkların arasında O’nun yüzünü
hayranlıkla seyrediyorduk. İkimiz de O’na hastaydık. Sonradan
öğrendim ki herkes de O’na hastaydı. O’nun o kaşlarını kaldırışı
anlayışla gülümseyerek zamanın bittiğini çaresizce ama hep anlayışla,
gülümsemesini engelleyemeyerek, biraz da ufak bir telaşla anlatmaya
çalışması, gözünün arkadaki yönetmenin işaretlerine bir milim kayışı
sonra aynı gözü kocaman açışı, söyleneni kafasını aşağı eğerek ağzını
sıkıca kapayarak ve dudaklarını hafifçe ileri uzatarak anlayışı, tekrar
söze başlayışı, arada kontrolünü kaybettiği sesi........ Herşeyine
hayrandık, geceleri o bizim kurtarıcımızdı.. ..Banu Güven, ben ev
arkadaşımı niye öldürdüm? Şimdi beni canlı yayına bağlayacak mısın?
Anlayışla beni dinleyecek misin? Sevgili Banu ben şimdi evde
pencerenin önündeki masada oturuyordum pencere de üçe beş
metrelik salonun kısa kenarında basık bir pencereydi tabi anlıyorum
zamanımız dar şimdi anlatıyorum efendim ben de orda oturuyordum
ve elmalı sandviç bisküvi yiyordum biz bununla besleniyorduk Sayın
Güven sizi seviyorum Sayın Güven şimdi son bir cümleyle
özetliyorum efendim en çok da o besleniyordu çayına attığı on
şekerle beslenir efendim gerçektir bu, günde de yaklaşık yedi çay içer
soğuk sıcak aldırmaz içer işte birlikte otururken o yine gitti Banu,
beni televizyonun karşısında bıraktı ve kürdilihicazkardan
muhayyerkürdiye geçiş taksimini dinlemeye başladı yine. Ben de
dinleyebilirdim efendim hiç dinlemez olur muyum birlikte
dinleyebilirdik zaten evimiz avuç içi kadardı nereye saklandığını
sanıyordu bu? Nereye gitmişti? Onu aramaya başladım ona seslendim
cevap yoktu nereye kaybolmuştu? Fazla uzağa gitmemiş olmalıydı.
Benden nereye kaçmıştı? Tabii efendim yayını piç ettiğimin
farkındaysam da artık bütün seyirciler de öykünün sonunu
beklemiyorlar mı? Evet bıçakla efendim. Mutfaktan aldım.
Döndüğümde o hala kayıptı. Nereye kadar kaçabileceğini sanıyordu
benimle alay mı ediyordu. Evet efendim şaşırmıştır kendisi ama kanı
da kıpkırmızı boşanmıştır eskimiş halıya. Masa örtüm de
kirlenmiştir................. Banu beni affedebilecek misin? Banu? Sanırım
hat kesildi.. Banu? beni duyuyor musun? Ben burada yalnız
kaldım................... ev arkadaşımı öldürdüm Banu ... Banu? Banu, bana
tekrar bağlanacak mısınız?..
natalya o. (vahşi güzel)
39
KYNIK (istendiği gibi çoğaltılır)
[email protected]
40
41