ŞANS Bölüm 1: Kaderi Başlatan Gün Karanlıktı - Riot-web
Transkript
ŞANS Bölüm 1: Kaderi Başlatan Gün Karanlıktı - Riot-web
ŞANS Bölüm 1: Kaderi Başlatan Gün Karanlıktı. Kendine geldiğinde ancak bunu idrak edebildi. Cesaretini toplayıp burnuna çarpan tuz ve kan kokusunun arasında dehşetle gördüğü manzaraya baktı. Ay’ın zarif ışığı altında acımasız bu tablo yeşil gözüne yansırken içindeki bazı şeylerin koptuğunu hissetti. Bıçakla kesip atılan bir ip gibi. Kendinden geçmeden önce denize dökülen kanlar gürültülü bir şekilde ikinci bir deniz misali Bilgewater’ın suyunu kızıla boyamıştı. Şimdiyse bu gürültünün yerini güçlükle duyulan ve karanlıkta tüyleri diken diken eden hafif damla sesleri alıyordu. Yerinden doğrulmak için sıkı sıkıya kapattığı avucuyla bulunduğu köprüye dayandı ama dengede duramadı. Islaktı. Ay ışığında pırıl pırıl parlayan köprüye baktı. Her yer kana bulanmıştı. Ağzındaki metal tadını andıran kanı hissettiğinde farkında olmadan diğer gözüne uzandı. Yerinde olmadığına inanmak istemediği için kendince bir bahane uydurarak zor da olsa ayağa kalktı ve kendisiyle aynı kanı taşıyan insanların cansız bedenleri arasında yürüdü. Arada sırada ayağı kaysa da umursamıyordu. Burada sadece kendisi kalmıştı. Bu bir bağışlanma hediyesi olamayacak kadar acımasızcaydı. Avucunda sıkı sıkı tuttuğu şeyi daha sıkı kavradı ve hayal meyal birisini gördüğünü sandı. Hayır, orada birisi vardı. ‘’Yalnızlık oldukça korkutucudur. Neyse ki sen yalnız olamayacak kadar şanslısın.’’ Şans mı? Buna inanması zordu işte. Duygudan yoksun bir ifadeyle karşısında dikilen adama baktı. Silahını kullanmak gibi bir niyeti olmadığını belli etmek ister gibi elini öne uzatmıştı. İçindeki ağlama isteğini zar zor bastırarak fısıldadı. Sesi gecenin sessizliğini bıçak gibi yardı. ‘’Ben buna şans yerine lanet derdim.’’ Adam bunun üzerine ay ışığında oynaşan yüz hatlarıyla ona gülümsedi. İşte o an bıçakla kopan bazı iplerin bağlanabileceğini düşündü. Yanılmamayı o kadar istiyordu ki bu ânı hep hatırlayacağına söz verdi. Ona uzanan eli bir davet olarak kabul ederek tuttu ve onu duydu. ‘’O zaman seni lanetleyen adama bunun hesabını soralım. Yedi yıl sonra. Birlikte.’’ Yedi yıl sonra. Birlikte. Bu dört kelime içinde kopan ipleri pekâlâ yeniden bağlayabilirdi. Yama gibi duracak olması sorun değildi. Yalnız değildi. Yine de burası karanlıktı ve öyle kalacaktı. Ay ışığı adamın kemerinde oynaşmaya başladığında ise önemli olduğunu hissettiği bir şey gördü ama zihni buna pek dikkat etmedi. Adamın kemerinde pek çok cam tüp vardı. Kendi elindeki gibi. Bir de parlayan bir kolye. Kılıca sarmalanmış bir yılan. BÖLÜM 2: Eski Bir Söz Denizin sessizliğini bastırmak ister gibi onun durgun yüzeyine çarpan cesaret dolu sesler kulağına kadar gelirken yüzünü buruşturarak elindeki kılıcı keskinleştirmeye devam etti. Karşısında emir bekleyen genç adamına hâlâ bir cevap vermemişti. Sanki söylediği her söz bu sesleri durdurmaya yetecekti. Öyle olmayacağını biliyordu. Zaten kendisi böyle olmasını da istemezdi. Şu an sahip olduklarını uzun süren sıkıntılar sonucunda elde etmişti. O, zor yolu seviyordu. Kesin olanı. Bıçağın keskin yüzeyinde yüzünün yansımasını gördü. Yaşadığı yılları inkâr etmeyen kırışıklarla dolu, şahin keskinliğinde olduğunu haykırmak ister gibi tehlikeli bir parıltıyla dolup taşan iki göz ve acımasız yollardan geçtiğinin kanıtı olan sayılamayacak kadar çok yara izi olan bir çehre. Bir süre bu yüze bakarak ne hissettiğini çözmeye çalıştı. Tahmin etmek kolaydı. Hiçbir şey. Yapılması gereken işler vardı. Başını kılıcın üzerinden hafifçe kaldırıp keskin bir bakışla onu bekleyen gence baktı. Genç bu bakışlardan etkilenmiş gibi hafifçe geriye doğru sendeledi. Bu haliyle idam edilecek bir suçluya benziyordu. Bilgewater’da yaşayan herkes onun gözünde öyleydi gerçi. Elindeki kılıcı yavaşça masanın üzerine bırakarak parmak uçlarını birbirine değdirdi ve ona doğru eğildi. ‘’Verilmiş sözleri tutmanın önemini bilir misin, evlat ?’’ Karşısındaki açık mavi gözler ona bakarken yavaşça başını salladı. Ne kadar korkaktı. ‘’Öyleyse sana bir söz verdireceğim ve o sözünü tutacağından emin olmak için sana bir mühür vereceğim. Bu mühür tamamlanınca bu eski bir söz olacak, anlaşıldı mı?’’ Bu sefer başını sallayıp sallamaması önemli değildi. Bir eliyle ona eğilmesini işaret etti. Titreyen beden yavaşça masaya doğru yaklaşırken keskinliğine güvendiği kılıcını gencin korkuyla açılmış gözlerini kendisine de gösterecek şekilde ona doğru tuttu. Bir saniye sonra denizin durgun yüzeyine çarpan seslerin içine acıyla yakaran bir ses karıştı. Sözlerin bir bedeli vardı. Her zaman olmuştu ve olacaktı. Yoksa bu isyan nasıl durdurulabilirdi ki? Kırmızı sıvı kılıcını kaplarken gencin kulağına doğru fısıldadı. ‘’Timore. Nalia Timore. Verilen süre doldu. Buraya gelecekler. İkisi de.’’ Genç acıdan sersemlemiş bir halde şiddetle başını salladı ve sol gözünü tutarak beceriksizce bir selam vererek eski kapıyı gıcırdatacak kadar sert bir şekilde kapadı. Belki o kadar da korkak değildi. Kılıcına tekrar baktı. Kırmızı renk gerçekten bir kılıca en uygun renkti. Eski bir bezle kanı temizlerken dudakları zevkle karışık bir mutlulukla yukarı doğru kıvrıldı. Fazla beklemişti. Artık beklemeyecekti. BÖLÜM 3: Bilgewater Sorgucu Kendine geldiğinde geminin hâlâ yol aldığını anladı. Ellerini başına yaslayarak doğrulduğunda boynunu yana doğru kaydırdı ve esnedi. Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu ama o kadar da önemi yoktu. Görüş alanına artık Bilgewater’ın dehşetle dolu havasını oluşturan sis girmişti. İçinde biriken korku ve nefret hissi onu sarhoş ederken titredi. Hızlı adımları tahtalarda tok sesler çıkarırken Delrick’i aradı. Kamarasında olmalıydı. Küçük bir gemide olmanın en iyi yanı kamaranın yakın ve bir tane olmasıydı. Kamarayı gemiden ayıran kapıya geldiğinde elini kaldırdı ama bir ses bunu yapmasına gerek olmadığını belirtti. ‘’İçeri gel.’’ Uyumaması onun içinin biraz rahatlamasına neden olmuştu. Böyle bir havada uyumayan tek kişi olmak yalnız hissetmesine neden oluyordu. Yalnızlıksa hissetmek istediği en son şeydi. Yedi yıl önceki gibi. Kapı gıcırtıyla açılırken elinde olmadan kolunu burnuna kapatarak eliyle tozları savurdu. ‘’Burayı ne zaman temizlemeyi düşünüyorsun ?’’ Cevabı beklemeden ona baktı. Dalgınca masada oturuyor ve elinde döndürüp durduğu bir iple oynuyordu. İpin ucunda da görmeye katlanamadığı o şey sarkıyordu. Bu kolyeden nefret ediyordu. İzin beklemeden masanın yanındaki bir iskemleye oturdu ve ses çıkarmadı. ‘’Ne önemi var ki? Öyle bakmana gerek yok. Kabul etmek istemesen de bu senin tarihinin bir parçası.’’ Nalia göz ucuyla güneşin kızıl ışıklarında oynaşan Bilgewater Sorgucu’na baktı. Bir kılıcın kabzasından sarkan sayısız madalyon ve onlara sarılmış olan bir yılan. Delrick’in ona baktığının farkında olmadan yavaşça elini kolyeye değdirdi. Temasıyla olağanüstü bir şey olmasa da kalbinin çarpmasına engel olamıyordu. Her seferinde onu görmek kendini unutmaya çalıştığı yüzleri zihninde belirmiş olarak bulmasına neden oluyordu. Omzunda hissettiği güçlü el onu gerçekliğe doğru çekerken hafifçe gülümsedi. Bu gülümsemeye karşılık olarak kalın ses kamarayı doldurdu. ‘’Ne hissettiğini biliyorum. Aynı şeyleri yaşayıp yaşamadığımı anlatmaya çalışmıyorum ama herkesin yapması gereken şeyler vardır, Nalia. Belki de öfkenin seni ele geçirmesine fazla izin veriyorsun.’’ Nalia’nın yüzündeki gülümseme aniden yok olarak yerini donmuş bir ifade aldı. Nasıl böyle konuşabilirdi? ‘’Yani benim ailemi kaybetmem ve sonucunda bu soyadı taşıyan tek kişi olarak kalmam, doğruca o zoraki yöneticiye kurban olarak sunulmam anlamına mı gelmek zorunda? Ne uğruna peki? Bilgewater’daki herkesin bir hayalde yaşaması uğruna mı?’’ Delrick, Nalia’nın omzundaki elini daha da sıkarak onu sarstı. O bir Timore’du. Kendini böylece kolay kaybederse Gangplank’in karşısında ne yapacaktı? ‘’Feda edilen tek insanlar senin ailen mi sanıyorsun? Yıllarca çektiğimiz bu acılar sadece senin kanını taşıyan ya da senin kanını yıllarca taşımış olan insanlarla sınırlı değil!’’ Nalia öfkenin bütün vücudunu ısıtmaya başladığını hissetti ve ani bir hareketle omzundaki eli iterek hızlıca ayağa kalktı. Dehşetle açtığı gözlerini ona doğrultmuşken Delrick hareket etmeden öylece onu izliyordu. Nalia elini hiddetle yana savuruyor ve parmağını suçlar gibi ona doğrultuyordu. ‘’Bunu biliyorum zaten. Bilgewater insanlarının anılarını kontrol etmesini sağlamasına daha ne kadar izin vereceğiz? Kendi kanımı bu korkakça amaç uğruna feda etmem gerekiyorsa kendimi şu çok nefret ettiğim denizde boğmayı yeğlerim. Bana ders vermeye kalkma, Delrick. Timore kanının gücünü biliyorum ama inanmak da istemiyorum. Eğer gerçek olduğuna inanırsam da ne yapacağıma ben karar veririm.’’ Hızlıca kamaradan çıkıp geminin direğine yaslanıp sakinleşene kadar aralarında bu konuşma geçmişti. Nalia’nın içinde yavaş yavaş filizlenen pişmanlık onu sanki boğuyordu. Gerçekten Gangplank’in yönetimini devam ettirmenin tek yolu bu muydu? Timore ailesi uzun yıllar boyunca Bilgewater kıyısında yaşamış soylu bir aileydi. Gerçekten soylulardı. Kızları oldukça asil ve zarif birer savaşçı olurken erkekleri de bir o kadar haşmetli ve kuvvetli olurdu. Sanki dünya üzerinde Bilgewater bu ailenin korumasıyla kutsanmış gibi bir izlenim uyandırırdı. Bu her ailenin olmayı hayal ettiği bir ütopyada yaşamak gibiydi. Bu hikâyeyi uzun zaman önce büyükbabasından dinlemişti. Uzun zaman önce Bilgewater, adı koyulmamış yöneticiler tarafından yönetilirken korsanlarla dolup taşmıyordu. Öyle ki meyhanelerde şarkılar ve gemilerde yağmacılar yoktu. Sadece ölü denizin etrafına çarpık bir planla yapılmış eski barakalar bulunurdu. Bir balıkçı kentinden bile daha az korkutucu olduğu bilinirdi. Yine de Bilgewater adı konulmasından da önce buraya musallat olmuş huzur kaçırıcı bir sis insanların eski neşesinin söküp alınmasına neden olmuştu. Oraya adımını atan herkes ilk önce ciğerlerine şahmerdan gibi vuran acının kurbanı olur sonra da zihninde bazı şeylerin bulandığını hayal meyal fark ederek buradan ayrılmaktan korkardı. Sisin Gölge Adalar’dan geldiğini söyleyen kişilere deli gözüyle bakılsa da böyle uğursuz bir şeyin başka bir yerden geleceğini iddia etmeye çalışan yoktu. Hepsi biliyordu. Uğursuz şeyler ancak oradan gelebilirdi. İnsanlar günün uzun vakitlerini bulanık bir zihinle kafalarına fısıldayan ufak emirlerle geçirirdi. Ta ki sis masmavi gökyüzü altında biraz silikleşene dek. Günün bu anları da sanki insanlara acı çektirmek istiyor gibi daha kısa olur ve eski kasvetli havasına tekrar bürünürdü. Dışarıdan buraya gelen herkes çıkış kapısını unutmuş gibi burada yaşamaya devam ederken Bilgewater yavaş yavaş yağmacı korsanların eline düşmeye başlamıştı bile. Bu sis Gölge Adalar dışında bir kaynaktan geliyorsa şüphesiz bu işin altından çıkar sahiplerinin çıkacağını herkes bilirdi. Buraya hangi korsan gelirse gelsin sis onları sadece anlık olarak etkiliyor ve bir anlık sersemlemeden sonra yağmalamaya devam ediyorlardı. Buna asla ara vermediler. Ta ki burayı artık kendi memleketleri yapmak isteyene kadar. Pek çok kişi bunu engellemek istedi ama elde ettikleri tek şey Bilgewater’ın ölü denizini boyayan kanları oldu. Bilgewater korsanlarla dolup taştığında ise yöneticilerinin kim olacağını tahmin etmek kimse için zor değildi. Timore ailesinin en güçlü kanına sahip kişi Lindow. Bir süre buna izin veren korsanlar yağmalamaya son vermeyle ilgili anlaşma görüşmelerinden sonra burasının artık bir korsan kenti olduğunu kafalarına iyice sokmaları için Gangplank’in önderliğinde toplanmak zorunda kalmışlardı. Bilgewater adaletin yeri değildi. Gangplank yönetici olduğundaysa bir daha bunun sözü bile edilemeyecekti. O zorla kabul edilen kraldı. Kendi çapında bir kente sahip olmuş nüfuzlu bir korsan. Gangplank yönetici olduğunda Bilgewater’da değişen tek şey uğursuz olarak kabul edilen sisin daha da kalınlaşıp kenti boğar gibi üzerine örtmesi oldu. Sanki sis konuşamayan insanların yerine kendi dilinde bir şeyler söylemek istiyordu. Hayır, söylemişti. Bu zoraki krala ve onun yandaşlarına lanetler yağdırarak Bilgewater’ı yutmak istemişti. Bu beklenmedik olayın sonucunda Gangplank istemeden de olsa halkın kabul ettiği Timore ailesinin başı Lindow Timore ile anlaştı. Anlaşmanın şartları basitti. Sarhoş bir korsanın anlayabileceği kadar basit. Bilgewater’ın kontrolü korsanlarda kalacak ve Timore ailesi onları ne pahasına olursa olsun koruyacaktı. Bu adil bir anlaşma gibi görünse de öyle olmamıştı. Yıllar boyunca buna uyan Timore ailesinin başı Lindow en sonunda isyan etti. Ailenin gerektiği saygıyı görmemesinden şikayetçi olması diğerlerinin hoşuna gitmedi. Bu gerginlik böylece devam ederken günler ayları, aylar da yeniden yılları kovaladı ve Timore ailesi gittikçe güçlenmeye başladı. Bilgewater’a kimse yan gözle bakamıyor ve korsanlar rahatça yağmaladıkları malları buraya taşıyabiliyordu. Girmeleri yasak olan denizlere bile rahatça yelken açabilecek kadar korumaları vardı. Bu da kuşkusuz Timore ailesinin gücünden ileri gelmekteydi. Anlaşmanın şartlarına Timore ailesi uysa da Gangplank’in buna pek uyduğu söylenemezdi. Sadece kendi isteklerine göre Timore ailesini bir kukla gibi kullanması böylesine soylu bir aile için hakaret kabul ediliyor ama hiddetiyle saldığı korku yüzünden kimse sesini çıkaramıyordu. Öyle ki Lindow Timore bile cesaretli bir adam olmasına rağmen ailesinin güvenliği için çenesini kapalı tutuyordu. O an Bilgewater’daki herkes bir gerçeği kafasına kazımıştı. ‘Korsanlara asla güvenilmez.’ Bütün bunlar olup biterken konu en sonunda Bilgewater’ın bir simgesi olması gerektiğine gelmişti. Gangplank bunun için bir toplantı bile kurmuştu. Bu sırada Lindow Timore eline geçen kozu kullanmayı akıl edebilmişti. Sonuçlarını düşünmeden. Bir umudu olarak. Bilgewater’ın Sorgucu’nu tasarlayarak bu fikri resmi olarak sadece bir şekil olarak sundu. Asıl fikrini ise sadece Gangplank’e açtı. Sorgucun Timore kanı kullanıldığı sürece insanları etkileyecek oldukça güçlü bir yeteneği vardı. İsteklere cevap veren ve anıları değiştirebilen bir yetenek. Şeytani düşüncelere kapılmış birinin elinde bir silaha dönüşebilecek bir yetenek. Bu anlaşma ikisi arasında olsa da bir şekilde halka duyurulmuştu. Anlaşma tüyler ürperticiydi. Timore ailesinin uzun yıllardan bu yana bir geleneğini sona erdirecek bir madde içermekteydi. Sorgucun mührü sadece en güçlü Timore tarafından açılabilirdi. Böylece Timore ailesinde en güçlü kişinin kanının bulunduğu kolye ipine sarılı tüpler saklandı. Bu geleneğin anlamı gücün aralarında eşit olduğuna inanılmasıydı. Lindow bunu bilmesine rağmen tutunduğu son bir umut kırıntısıyla Gangplank’e bunu teklif etmiş ve eli boş dönmemişti. Yani eli boş dönmediğini sanıyordu. Bu planla en azından insanların anılarını kontrol edecek kişinin kendisi olduğuna emindi. Tabii ki bu anlaşmaya eklenen son maddeye kadar geçerliydi. Gangplank bir kez daha zekasını ortaya koymuştu. Sorguç sadece Bilgewater’ın yöneticisinin kanıyla mühürlenebilirdi. Sorgucun mühürlenmesi ise bir bedenin feda edilmesi anlamına gelmekteydi. Lindow kendi planının açığını fark edememenin cezasını kendi bedeniyle ödemek zorunda kaldığında Timore ailesinde büyük bir isyan baş göstermişti. Bu isyanı bastırmak ise artık Lindow’un içinde bulunduğu sorguç için sadece saniyelik bir işti. Bastırılan her isyanın sonucunda denize dökülen kanlar asla durmamıştı. Deniz her yıl aynı günde kızıla boyanmaya devam etmişti. Sis ise Bilgewater Sorgucu ile birlikte insanların zihnini aynı günde bulandırmıştı. Yıllarca. En güçlü Timore ise gerçekten kendisi miydi? Delrick bunu iddia ediyordu. Bugünlerde Gangplank sorguca tekrar ihtiyacı olduğuna karar vermişti ve her yere onunla ilgili haber salmış olmalıydı. Zaten kaçmak gibi bir niyeti de yoktu. Zihni karanlıkla buluşur buluşmaz annesinin kanlar içinde denize hayati sıvısını bahşettiği sahne yeniden canlanıyordu. Kısa bir aradan sonra ise görüntü değişiyordu. Bu sefer sol elinde oymalı bir hançeri sıkı sıkı tutarken sağ eliyle kendisine uzanarak bir tüp uzatıyordu Nalia’ya. Sonra da kulaklarında çektiği acıya rağmen neşeli olan kadının sesini duyuyordu. ‘Bunu bir miras olarak düşün ve koru. Bir gün buna ihtiyacın olacak, Nalia. Sen güçlü bir kızsın. Benden de güçlüsün. Senden hep korktuk. Ah, bunu sakın yanlış anlama. Biz Timore’uz.’ Sonrasında ise ses kayboluyor ve geriye ona uzattığı tüpün içindeki kızıllık kalıyordu. Dişlerini sıkarak gözyaşlarını geri göndermeye çalışsa da ne kadar başarılı olduğunu anlayamıyordu. Kendine acı çektirmek ister gibi zihninde beliren tüpü hissetmek için basit denizci kıyafetinin altındaki ipe dokundu ve onu yüzeye çıkardı. Tüp sıcaktı. İçindeki kan ise bir zamanlar en güçlü olan atasının kanıydı. Tüpü mavi gökyüzüne kaldırıp görüşünün en net olduğu sol tarafa yatırdı. Kan sanki döküldüğü yılları yalanlıyor gibi canlı ve sıcaktı. Kulağında belli belirsiz yankılanan berrak sesi tekrar duyarak tüpü yerine koydu. ‘Onu hayatta tutan şey damarlarında akan güç. Bunu unutma. Biz Timore’uz.’ Tüpü sıkmaya devam ederek kısa bir öksürük nöbetine tutuldu. Bazen ailesinden nefret ediyordu. Güçlü insanlar her zaman en iyiler miydi? Hayır, bu yalandı. Kendi ailesi 7 yıl önce isyan etmişti ve geriye sadece kendisi kalmıştı. Kaçanlar olup olmadığını bilmiyordu. Tek bildiği kendini orada yalnız başına bulduğuydu. Onu neden canlı bıraktıklarını asla düşünmemişti. Bilmek de istemezdi. Bir de Delrick’i düşündü. Hayatta kalmasına yardım ettiği için minnettardı bu kadar. Delrick bile o yedi yıl içerisinde Nalia’nın ağlayarak uyuduğu geceleri sayamazdı. Bir Timore ağlamazdı. Gangplank ne kadar bedel ödemişti bilmiyordu ama onu gördüğü ilk yerde bunu soracağına yemin etmişti. Aniden bir ses işitti. Delrick olduğunu sanıp cevap vermedi. Başka kim olabilirdi ki? Yine de sonradan duyduğu yabancı bir ses yerinden sıçramasına neden oldu. Evet, korkan bir Timore. Bunu da saklayamıyordu. Ne kadar güzel bir temsilciydi öyle. ‘’Bilgewater’ın yaşadığı sorunların çözümü için yardımınızı talep eden Gangplank tarafından bir mesaj iletmek üzere gönderildim efendim.’’ Nalia sesi duyduğunda çıtırtının direğin yanından değil de gemiye çok yakın başka bir gemiden geldiğini anladı. Göz ucuyla gemiyi süzdü. Klasik bir Bilgewater donanmasıydı. Gangplank’in sahip olduğu anlatılan Ölü Havuzu’nun yanından bile geçemezdi. Tam cevap verecekken kamaradan ışık hızıyla karşılaştırılacak kadar hızla çıkan Delrick gemiye doğru gür bir sesle cevap verdi. ‘’Bu haberi siz vermeden önce ben Gangplank’e mesajı iletmiştim zaten. Burada durmanıza gerek yok. Malum denize varmamıza az kaldı. Yolu biliyoruz.’’ Yine de geminin kaptanı gibi görünen ve yüzünden açık bir korku okunan genç yerinden kıpırdamadı. Aniden adamın sol gözündeki yarayı fark etti ve görüşünün yarısı karardı. Acıyla haykırmak üzereyken Delrick onun bu durumunu anlayarak onun ağzını kapadı ve kulağına fısıldadı. Nalia o an kandırıldığını anlamaya başlamıştı. ‘’Sana hala anlatmadığım şeyler var ama şimdi sırası değil. Sessiz kalman gerek.’’ Delrick böyleydi işte. Her şeyi tehlike anında anlatacağına söz verirdi ve bunu öğrenene kadar onun gözünü oymak isterdiniz. Nalia ne zaman farkında olmadan gözleri ile ilgili bir yorum yapsa başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Görüşünün yarısı her zaman mı kapalıydı yoksa birden gözünün biri kör mü olmuştu? Yuvarlak biçimli burnu şaşkınlıktan ve öfkeden kızarmış bir halde cevap bekledi. Geminin kaptanı olan genç Delrick’e beceriksizce bir saygı ifadesi gösterirken gemiye geçmek için izin istedi. Delrick sakince buna izin vererek Nalia’yı serbest bıraktı. Nalia bir anlığına sendelediğinde ise yeniden Delrick’in desteği ile karşılaştı. Kendisine bakan yeşil göz ise tek bir şey söylüyordu. ‘Bir Timore’un zayıf görünmesine asla izin veremem.’ Bunun üzerine dengesini yeniden bularak omuz silkti ve gence dikkatle baktı. Genç sanki onun görüşünün kısıtlandığını kendisiyle aynı anda fark etmiş gibi dehşet dolu bir ifadeyle ona bakıyordu. Sinirleri bozulmuştu. Delrick ise kontrol kendi elindeymiş gibi davranıyordu. Gerçi öyleydi zaten. Gencin yarasına bakarak ona oturmasını işaret etti. Normalde kamaradaki iskemleye davet edebilirdi ama pek kibar bir adam olduğu söylenemezdi. Kibar olan tek şey yüzüydü. Düzgün bir burun, yeşil gözler ve bir göz bandı. Mükemmel. ‘’Anlaşılan buraya gelmeden önce bayağı hırpalanmışsın.’’ Genç adam sanki sırrı açıklanmış gibi ellerini başının iki yanına koydu ve sakin kalmaya çalıştı. Nalia dudak büktü. Gangplank ne kadar da merhametliydi. ‘’Bu sadece sözümü tutacağımın bir işareti efendim. Ayrıca-’’ Sözü denizin ani bir dalgası gibi daha güçlü bir sesle bölündü. Delrick’in sesi normalde de kalındı ama bu kadar şiddetlisini yedi yıl boyunca Nalia bile duymamıştı. Tıpkı Nalia’nın babası gibi bağırıyordu. Güçlü ve otoriter. ‘’Onun sözlerinin hepsini biliyorum. Sözünü tutmadığında ise o mührü bozmak için senin bir kolunu ya da bacağını alacak. Yanılıyor muyum? Adın ne senin?’’ Adam diğer sorulara cevap vermek yerine direk adını söyledi. ‘’Kauf.’’ Delrick başını sallayarak onu onayladı ve bir elini adamın omzuna koyarak kendini ona doğru itti. Tek gözlü iki adamın buluşması. Oldukça dramatik bir görüntüydü ve Delrick en az bu sahne kadar dramatik bir sesle konuşmayı sonlandırdı. ‘’Yolu biliyoruz, Kauf.’’ Genç o gözde ne gördüyse hemen ayaklanarak kendi gemisine doğru geçti ve bağlantı için kurduğu köprüyü kesmeyi bile akıl edemeden dümene geçti. Neyse ki tayfası ondan daha sakindi. Delrick uzun bir sessizliğin ardından yere uzandı ve ona baktı. O gözde Nalia sadece merak uyandıran bir gizem görmüştü. “Benden ne saklıyorsun,” diye düşündü. ‘’Senden sakladığım şey o kadar gizli değil. Sadece tek gözü olan ben değil sensin.’’ Nalia büyük bir şok geçirdi. Öyle ki ne nefes alabiliyor ne de hareket edebiliyordu. Ciddi miydi? Öyleyse iki gözü şimdiye kadar… Bunu kabul edemezdi. Titreyen bir sesle cevap verdi. ‘’Yalan söylüyorsun.’’ Delrick dalga geçer gibi ona baktı. ‘’Yarım gören ben değilim.’’ Eliyle zarif bir şekilde göz bandını çıkararak parlayan iki orman yeşili gözüyle ona baktı. ‘’Sensin.’’ Bölüm 4: BILGEWATER Sinirlerine hakim olmak için kendisine sakin olmasını söyleyen adamlarını duymamazlıktan geliyordu. Elinde yine kızıla boyanmış bir kılıç tutarken sakin olmasını kim bekleyebilirdi? Kılıcının ucuyla yerde yatan adamı işaret ederek bağırdı. ‘’Sözünü tutamıyorsan bunu hak etmişsindir.’’ Onun sözü başka bir hikayeydi. Şu anki daha önemliydi. Adamlarına döndü. Gözleri çakır çakır parlarken kılıcını deri eldiveniyle bir hamlede temizledi ve kınına koydu. ‘’Onları karşılayın ve beklemeden bana getirin. ‘’ Sinirden titreyerek maun ağacından yapılmış odanın ortasındaki masaya çöktü ve eldivenlerini çıkararak ellerine baktı. Yine yara izleri. Sözlerin karşılığı. En güçlü o kız değilse dünyada tek bir Timore kalmayana kadar hepsini temizleyecekti. Denizi köpürtecek şiddette sesler hala kulağına çalınıyordu. Bugün fazla uzun sürmüştü. Eğer sorguç bu yıl bu isyanı bastıramazsa sisin ne yapacağını düşünmek istemiyordu. Burasına uzun yıllar hükmetmişti. Hâlâ da ihtiyacı vardı. Bir süre sonra kapısının açıldığını ve kendisini sakinleştiren o sözleri duyunca şeytani bir kurnazlıkla gülümsedi. ‘’İkisi de geldi, efendim.’’ Karşısında kirli sarı saçları ve tek yeşil gözlü kızı gördüğünde içinde büyük bir öfke filizlendi. Kız tehditkâr bir şekilde ona bakıyor ve sesini çıkarmıyordu. Yanında da Delrick vardı. Bu adamın da icabına bakacaktı elbet. Yine de ikisi arasında büyük bir kargaşa yaşandığı gün gibi ortadaydı. Gangplank en çok zayıf yönleri kurcalamayı severdi. Bu fırsatı kaçırmadı. ‘’Sanırım güzel bir kavga edip gelmişsiniz.’’ Cevap gelmeyince homurdanarak arkasına yaslandı. ‘’Burada daha eğlenceli şeyler yapacağız, Nalia Timore. Sözünü tam anlamıyla tutacaksın.’’ Nalia bunun üzerine onun gibi gülümsedi. Gülümsemesi tek gözüyle oldukça korkutucu bir tezat oluşturuyordu. ‘’Ben de bunu umarak gelmiştim.’’ Bunun üzerine Gangplank yeniden gülümsedi. Bu söz sonunda tutulacaktı. BÖLÜM 5: Atanın Kanı Soğuktu. Gelir gelmez Gangplank tarafından bir mahzene sürüklenmişlerdi. Kafasında planı düşündü. Birinci adım. Yeminini bozma. Gangplank onu arkasında sürüklerken ona yaklaştı ve tepki verilmesine fırsat vermeden kabzalı küçük bıçağını onun boynuna yaklaştırarak öfkeli bir sesle sordu. ‘’Bunlara sahip olmak için nasıl bir bedel ödedin?’’ Gangplank’in buna bu kadar kolay yakalandığını görünce şaşırmıştı. 17 yaşındaki bir kıza yenilmek ya da yakalanmak? Bilgewater’ın gücü olan bu adam mıydı? Düşünceleri ensesinde soğuk çeliği hissetmesiyle kesildi. Şüphesiz ki bu adamın da numaraları vardı. Yüzündeki yara izlerinden sorduğu sorunun saçmalığını kendisi bile görebiliyordu. ‘’Ben bir gözden daha fazla bedel ödedim. Hala da ödüyorum. Şimdi kapa çeneni ve sözünü tut.’’ İkinci adım. Zayıflık gösterme. Ensesindeki soğuğu umursamayarak karşı çıktı. ‘’Ben sana söz falan vermedim.’’ Gangplank bu oyundan zevk alan bir çocuk gibi alayla başını yana yatırdı. ‘’O, oo. Demek hâlâ cesursun, ha?’’ Ani bir hareketle onu çevirerek kılıcı boğazına dayadı. Hızlıydı. Fazla hızlı. ‘’O kanı taşıyarak yeterli sözü vermiş oluyorsun zaten. Yürü!’’ Tamam şimdiye kadar harika gitmişti. Yanında yürümeye devam eden Delrick’in gözlerinde endişeyle karışık bir pişmanlık görmek onu daha da sinirlendiriyordu. Bu adama güvenmek için harcadığı vakitlere acıyordu. Planı uyguladığında hepsini hainliklerin örtbas edildiği bu ölü denize atacaktı. Hepsini. En sonunda mahzende yürümeyi kestiler ve devasa bir yapının önünde durdular. Nalia bu devasa heykel karşısında hayrete düştü. Bilgewater’ın Gerçek Sorgucu. Demek atalarının kanı yıllarca bunun için aranıyordu ve kendisi buna hayat verecekti. Öyle bir niyeti yoktu aslında. Adım üç. Kandır. Gangplank onu heykelin önüne itti ve bağırdı. ‘’Kanını şu mühre doğru akıt! Çabuk ol!’’ Nalia buz gibi bir bakışla ona döndü. Gangplank bir anlığına kızın gerçek bir Timore olacağına inanmaya başladı. Gerçi yaşamayacaktı. Gülümseyecekken aldığı cevapla yüzündeki sırıtış dondu. ‘’Peki benim en güçlüsü olduğumu nereden biliyorsun?’’ Gangplank yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyordu. Yedi yılı bu inatçı kız için mi beklemişti? ‘’Başka birisiyse onu da bulurum dediğimi yap!’’ Nalia daha fazla üstelemek istese de diğer adıma geçmek zorundaydı. Adım beş. İtaat et. Elindeki kabzalı bıçağı tutarak bu devasa heykelin küçük versiyonuna baktı. Çeliğin üzerinde kendini görüyordu. Artık tek gözü olduğunu ciddi ciddi görmüştü. Delrick haklıydı. Asıl gören kişi Nalia değildi. Elini kesiyor gibi yaparak kolyesini çıkardı ve bıçağın ucunu tüpün dibine batırdı. Çatlayan camdaki kızıl sıvı mührün üzerini suladı. Rünlerle çevrili mühür kızıla boyanırken Nalia sorguca baktı. Sorguç uğursuz bir ışıkla parlamaya başladı. Gülümsememek için kendini zor tutuyordu. Bir süre sonra Bilgewater’ın Sorgucu yeniden karanlığa gömüldü. Anlaşılan Lindow Timore artık en güçlü değildi. Yine de adının hakkını vermişti. ‘’Sen benimle dalga mı geçiyorsun?’’ Nalia kafasında aniden patlayan acıya hazırlıksız yakalanarak ciğerlerindeki havanın boşaldığını hissetti. İşte bu planda yoktu. Başı ikinci kez mühre çarpacakken Delrick harekete geçti. Gangplank’in elini tutarak onu yerine sabitledi. ‘’Biraz sakin ol.’’ ‘’Bu da ne demek? Bana söz verdiniz. İkiniz de.’’ Delrick aynı Nalia gibi buz kadar soğuk bakışlarını ona dikti. Gangplank içinde bir şeylerin değiştiğini hissetti. ‘’Korkuyorsun. Bir kral gibi olmana rağmen. Sürekli insanları katlediyorsun. Bunun yanına kalacağını mı-‘’ Gangplank öfkeyle onu eliyle itti ve tekmeyle yan duvara savurdu. Delrick inleyerek duvara çarptı ve yüzüstü düştü. Nalia dehşetle yarım görüşüyle ne kadar ayrıntı yakalayabilirse o kadarını zihnine kaydediyordu. Neden engel olmuştu? Planda bu yoktu. Hem o Timore bile değildi. Aklından geçenleri okumuş gibi Delrick ayağa kalktı ve Nalia’ya baktı. Pişmanlık dolu gözlerle. ‘’Adım altı. Gerçekleri anlat.’’ BÖLÜM 6: Adımlarla Kurulan Plan ‘’Gerçekler mi?’’ Ağzında kan tadı hissederken ancak bunu sorabilmişti. Başı hâlâ ağrıyordu ve Gangplank saçlarını tutan elini bir an bile gevşetmiyordu. Delrick ona bakarken bakışlarındaki pişmanlık saklayamayacağı kadar büyüktü. Nalia o an duymadan gerçekleri anladığını hissetti. ‘’Şu an burada iki Timore var ve hangisinin en güçlü olduğunu bilemezsin.’’ Gangplank bunu bekliyormuş gibi beklentiyle ona döndü ve Delrick’e doğru elini salladı. ‘’Bak sen. Demek hayatta olan bir Timore daha. Öyleyse ikisini de öldürürüz.’’ Delrick artık susmanın çok geç olacağını fark ederek devam etti. ‘’Nalia. Veda konuşması gibi saçma bir şey yapmak istemiyorum ama tek bir şey söylememe izin ver.’’ Nalia duygudan yoksun yüzüyle ona bakıp cevap verdi. ‘’Bir yalancıdan duyacak bir şeyim yok benim.’’ Gangplank bu cevaptan keyif almış gibi kızın saçını daha da çekti ve ona fısıldadı. ‘’Bir ortak noktamız varmış bak!’’ Nalia ona da aynı yüzle baktı. ‘’Yine de yalancı olman seni benden ayırıyor.’’ Gangplank onu aniden bırakarak Delrick’e döndü. ‘’Öyleyse söyle bakalım en azından birinizin hayatını bağışlamama yardımcı olabilirsin. Ben merhametli bir adamım. Anlaşılan bunu bilmiyorsun, kimliksiz adam.’’ Delrick ses çıkarmadan Nalia’ya baktı. Bakışlarıyla her şeyi anlatıyorlardı. İçindeki bağları temsil eden iplerin gerildiğini hissetti. Öyle olmalıydı çünkü Nalia tek gözünü kapatıp yalancı karanlığa teslim olduğunda Delrick’in bütün anılarını görebiliyor gibiydi. Onu kurtarışı. Kimliğini saklayışı. Yüzlerce akrabasını gözünü kırpmadan feda edişi ve sadece Nalia ile anlaşabilmesi. Hatta onun anlaşabildiği tek kadın olduğunu düşünmesi. Yine de bütün bunlar Nalia’nın öfkesini dindirmiyordu. Ailesinden biri kendini saklamış ve bugün için onu büyütmüştü. Şimdi de çıkmış özür diler gibi gerçekleri anlatmak istiyordu. Gerçekten pişman olsa bile olan olmuştu. Onu affetmeyecekti. Buna rağmen Delrick sanki borcunu öder gibi son teklifini ortaya koydu. ‘’Öyleyse bir kumar oynayalım.’’ BÖLÜM 7: Son Kumar ‘’Kumarbaz birisine benzemiyorsun. Her neyse artık ya ikinizden birisi kanını şuraya döker ya da ben bütün kanınızı oraya dökerim. Seçim sizin.’’ Delrick elini kaldırarak onu susturdu. ‘’Zaten kumar dediğim şey de o. İlk önce ben deneyeceğim. Bakalım en güçlü kimmiş?’’ Elindeki bıçakla koluna büyük bir çizik atarak mührün önünde diz çöktü ve çoktan kurumuş olan atasının kanının üzerine kendi kanını döktü. Sorguç uğursuz ışığını yeniden gösterirken Gangplank bir ıslık çaldı. ‘’Belki de kumarbazsındır.’’ Delrick ise yeniden Nalia’ya baktı. Kızın bakışında ne demek istediğini biliyordu yine de gülümsedi. İlk defa pişmanlık hissediyordu. O kadar kişiden sonra. ‘’Anlaştığım tek kadın sensin.’’ Sorguç karanlığa gömüldüğünde Delrick çabuk bir hareketle Nalia’ya gitmesini işaret etti ama Nalia ona bakmaya devam etti. En sonunda ani bir karar verdi. ‘’Sıra bende.’’ Başını hızla sorgucun mührüne vurdu. Defalarca. Ona durmasını söyleyen Delrick’e aldırmadan. Bilincini kaybettiğinde görmemiş olsa da sorgucun parladığını biliyordu. Hem de iki seferden daha güçlü bir şekilde. Zihni uyandığında bir bedeni olmadığını fark etti. Her şeyi bir sisin ardında gibi görüyor ve bir duvarın ardındaymış gibi duyuyordu. Kılıcın kabzasına uzanan yılanı hayal ederek kendi kendine düşündü. İntikamımı sen alacaksın. Benim ve tüm Timore’ların. Yine de Delrick’i tek başına bırakacaksın. Sorgucun kılıcındaki kabzasından sarkan en küçük madalyonda olduğunu biliyordu. Önemsiz gibi görünen şeyler genelde ana merkez olurdu. Lindow Timore oldukça zeki bir adam olmalıydı. Bilgewater’ın ölü denizi bir gün bu ihanet ve yalanlara tahammül edemeyecekti. Bir gün bütün şehri yutacaktı. Hem de kızıl bir deniz olarak. Buna emindi. Ne zaman olacağı ise onu artık ilgilendirmiyordu. Duyduğu sesi umursamadan bekledi. Yıllarca. ‘’Öyleyse en güçlüsü sensin!’’ Sonra bir kılıcın ete saplanma sesi. Fıskiyeden fışkıran bir su gibi akan kan. Sorguç bu mahzenden daha soğuktu. Kan sesi durduğunda sorgucun parıltısının söndüğünü gördü. Anlaşılan Gangplank kendi ataları kadar zeki değildi. En güçlünün kanı kendisinden daha aşağı birisi ile temas edemezdi. Sorgucun içinden olanları çaresizce izlerken yedi yıl öncesini hatırladı. Düşünceleri belli belirsiz çığlıklar atarken Delrick’in cansız gözleri yedi yıl önceki gecede olduğu gibi ay ışığı altında parlıyordu. Hayal meyal Delrick’in elinde duran aynı annesinin ona verdiği gibi olan cam tüpe baktı ve ucundaki bir damla kana. Anlaşılan son bir umutla oyununu oynamıştı ama şans buna izin vermemişti. Mahzende gökyüzünü gösteren tek açıklığı fark etti. İçindeki ipler bir kez daha kopmuştu. Bu sefer bağlayan birisi de olmayacaktı. Gangplank öfkeyle adamlarına emirler yağdırırken zihninde onun ölmesi için yalvardı. Bir anlığına sorgucun her yanı kaplayan ışıltısı Gangplank’in bile görebileceği kadar net bir sahne canlandırdı. Delrick’in zar zor hareket eden elinde tuttuğu hançer. Sonra bir kapının ardından dinliyormuş gibi yeniden duyulan metalin ete saplanma sesi. Nalia’nın bedeni sorgucun mührünü kapamamış olsaydı sorguç çoktan mühürlenmişti. Gangplank’in kanı onun bedenini yıkamıştı. Yine de yaşadığı gözlerindeki uğursuz parıltıdan belliydi. Anlaşılan burada alınması gereken daha çok intikam vardı. Nalia’nın sorguçta tanıdık bir enerji hissetmesiyle birlikte içinde kopan ipler Bilgewater’ı yas tutan birisi gibi kara sislerle çevreledi. Gölge Adalar’dan daha uğursuz şeyler de vardı demek ki. İntikam arzusu. *** ‘’Hayır, orada madalyonlar falan yok, Bill. Beni korkutmaya çalışma.’’ Küçük çocuk ağabeyinin paltosuna sıkı sıkı yapışmaya devam ederek şehir meydanındaki büyük heykeli işaret etti. ‘’Ama orada. Onu görüyorum. En küçük olanı parlıyor.’’ Ağabeyi onun bu saçmalıklarına göz devirerek kardeşinin elini indirdi. ‘’Parlayan tek şey gökyüzü, Bill. Tamam mı ?’’ Bill itaat ederek fısıldadı. ‘’Gökyüzü.’’ Gökyüzü denen şey ise gittikçe kalınlaşmaya devam eden örümcek kozasını aratmayan sisle kaplı bulut kümesinden başka bir şey değildi. Burası Bilgewater’dı. Yine de herkes mutlu bir diyarda yaşadığını sanıyordu. Tıpkı Bill ve ağabeyi gibi. Yanlarından geçen seyyar bir satıcı onların bu konuşmasına tanık olduğunda gözlerini heyecanla açtı. ‘’Ah, bu madalyonları görebiliyorsun demek, Bill?’’ Kendisiyle konuşan kişiyi gördüğünde saygıyla eğilip başını salladı. Yaşlı adam heykele doğru baktı. ‘’Öyleyse bir sonraki hikâyemiz seninle ilgili olabilir.’’ Beklemeden yürümeye devam etti. Kulübesine vardığında kendini bir koltuğa bıraktı ve buruş buruş olmuş ellerini göz kapaklarına koydu. Zihninde kelimeleri tekrar etti. Sorguç bir daha asla parlamadı. Yine de hâlâ bir umut vardı. Evet, her şeyde bir umut vardı zaten. Bilgewater artık sis tarafından o kadar yoğun korunuyordu ki buraya yeni birisi gelmeyeli uzun zaman olmuştu. Yaşlı kulaklarına onun tam aksine hayat dolu bir ses dolarken kendini bu düşüncelerden soyutladı. ‘’Bugün hikaye ne hakkında, dede?’’ Yaşlı Uriah yerinden doğrularak torununa baktı. Sarı saçları ve yeşil gözleriyle tıpkı ona benziyordu. Gerçi onu görmemişti. Sadece duymuştu ama en az torunu kadar güzel olmalıydı. Sevinçle torununu kucağına alarak ona cevap verdi. Sesi gıcırdayan bir kapı gibi çatallıydı. ‘’Bir bakalım. Neredeyse diğer diyarların öykülerini bitirdik. Bugün biraz da havasını soluduğumuz yerlere bakalım, değil mi ama ?’’ Küçük kız anlamamış gibi ona baktı ve düşünür gibi elini çenesine koydu. Belki de düşünüyordu. Zeki bir kızdı. ‘’Ne oldu, Amelia ?’’ Amelia orman yeşili gözlerini açarak ellerini havaya kaldırdı ve gökyüzünü gösterdi. ‘’Bugün Bill ağabeyim bana Bilgewater Heykeli’nde daha önce görmediği madalyonlar gördüğünü anlattı.’’ Yaşlı adam titreyerek bu konunun kapanmasını diledi ama imkansızdı. Burada yaşandığı sürece tarih kendini devam ettirecekti. Timore ailesi ortadan kalkmış olsa bile. Başka bir aile seçilecekti. Böyle olmak zorundaydı. Ne cevap vereceğini bilemeyerek ona bakmaya devam etti. En sonunda Amelia’yı kucağından indirdi ve elini uyarır gibi kaldırdı. ‘’Peki ya sen, Amelia? Madalyonları hiç gördün mü?’’ Amelia bu soru karşısında durgunlaştı. Sanki karşı çıkamadığı birisi onun şekerini almıştı ve bir şey söyleyemiyordu. Sonra başını kaldırıp dedesine baktı. ‘’Aslında ben madalyonları görmedim ama heykelin yanına yaklaştığımda bazı sesler duyuyorum.’’ Uriah kulaklarının yanlış duyduğunu varsayarak tekrar etti. ‘’Bir şeyler mi duyuyorsun ?’’ Kız, kendisini dikkatle dinleyen dedesine minnet dolu bir bakış atıp başını salladı. ‘’Evet. Yanından her geçtiğimde kulağımda belli belirsiz fısıltılar duyuyorum. Sekiz yaşında olabilirim ama o seslerin oradan geldiğine eminim, dede.’’ Amelia oldukça ciddi görünüyordu. Uriah vereceği cevabı kestirememişti. ‘’Neler duyuyorsun peki?’’ Amelia işin en zevkli kısmına geldiğini anlatmak ister gibi ellerini birbirine yaklaştırdı. ‘’Gangplank adlı birisinin adını sayıklıyorlar. Binlerce kişi. Kimisi kadın kimisi erkek. Hatta çocuklar bile var. Bazen bebeklerin çığlığını da duyar gibi oluyorum ama kapıldığım dehşetten mi bilemiyorum. Çok mu saçmalıyorum acaba?’’ Uriah torunundaki bu olgunluğa şaşırarak başını salladı. Şimdiki gençler bu çağa ayak uyduracak nitelikte doğuyor ve büyüyorsa kendilerini daha dehşet verici bir dönem bekliyor demekti. Gangplank isyanları bastırdığından beri yeni işler peşindeydi. Yine. ''Sorgucun hikâyesini biliyor musun, Amelia? Gerçek hikâyesini.'' Küçük kız başını iki yana salladı. ‘’Belki de bugün hikâyemiz bu olur.’’ Yaşlı adam dayanamayarak gözlerinden süzülen yaşlarla Nalia’ya çok benzeyen kıza baktı. O zaman Bill de Delrick miydi? Kader bazı seçimleri acımasızca yapıyordu. Hem de çok acımasız bir şekilde. Buna razı olmak istemese de seçim hakkı olmadığını biliyordu. Bu haldeyken neyi durdurabilirdi ki? Gangplank adlı şeytan bile durduramamışken. Aslında Bilgewater kimse tarafından yönetilmiyordu. Kader onları sonsuz çemberinde döndürüyordu. Birden Amelia’nın bir cevap beklediğini fark ederek yeniden doğruldu ve torunun gözlerinin içine baktı. Orman yeşilinin koyu tonları onu sakinleştirirken sanki masal anlatıyor gibi boğazını temizleyerek Amelia’nın dediklerini anlaması için yavaş yavaş konuştu. ‘’Belki de bir sonraki hikâye sen olacaksındır, Amelia. Her şey unutulduktan sonra.’’ Çok şükür ki unutmamıştı. Zihni sis yüzünden yeniden bulanmaya başladı. Güneş kısa bir zaman sonra doğacaktı. Az da olsa hafızasını yoklayabilirdi. Yine de güneş kızıl ışıklarını denizle sonra da gökyüzüyle buluşturduktan sonra yaşlı Uriah ne hakkında düşündüğünü bile hatırlayamadı. İçinde biriken hüzün ve pişmanlığın kaynağını bilmeden öylece Amelia’ya baktı. Küçük kız da sanki dedesini anlıyor gibi duygudan yoksun bir ifadeyle ona bakıyordu. Sorguçtaki madalyonları ve fısıltıları artık Timore ailesi duyamazdı. ‘’Bugün bana hikâye anlatacak mısın, dede?’’ Uriah bilinçsizce ona baktı. ‘’Sana Ionia’nın kurtuluşunu anlatmamıştım, değil mi?’’ Oysa ki defalarca anlatmıştı. Amelia’nın en sevdiği hikayeydi. Yine de kız hevesle ona baktı. ‘’Ionia da neresi?’’ *** Uzun bir süre sonra gözlerini açtı. Tüylerini diken diken eden soğuğu hissetti ve o güçlü sesi duydu. ‘’O zaman seni lanetleyen adama bunun hesabını soralım. Yedi yıl sonra. Birlikte.’’ Nedenini bilmeden hüzünlü bir gülümsemeyle kendisine uzanan eli tutarak parlayan cam tüpü gördü. Bazı hikayeler asla bitmezdi. Bunu sonra daha iyi anlayacaktı. Diğerleri gibi.