okumak için tıklayın

Transkript

okumak için tıklayın
İÇİNDEKİLER
5
İki Cihan Güneşi Efendimizin Bebeklik Yılları-I
(0-11 Yaş)
9
Ayın Sohbeti “Kutb-ul Aktâb Niyazi Baba Hazretleri”
Mehmet Emin Uzunosmanoğlu - I
13
Röportaj / Hocamız Mehmet Emin Uzunosmanoğlu
18
Kardeşçe Yaşamak / Ömer Faruk Erdoğan
20
Kendine Dışardan Bakmak / Tuğba Uzunosmanoğlu
22
Cennet Kokan Aile Muhabbetleri / Esra Erdoğan
24
Kardeş Sevgisi / Zeynep Uysal
26
Hayat Yaşamaya Değer / Hanife Kadiroğlu
28
İslam’da Kardeşlik Ruhu / Ülkü Akmeşe
30
İslam ve Sosyal Yaşam / Cüneyt Yusufoğlu
32
Her İşte Bir Hayır Vardır / Sümeyra Torkak
34
Fıkıh (İslam’da Hukuk İlmi) / Havvanur Şenduran
36
Vakfımızın Önerdiği Kitapları Tanıyalım
38
Sağlık-Bilim
41
Ayın İlahisi
Grafik Tasarım
Esra AKBURAK
Kapak Fotoğrafı
Kadir KOÇAK
Editör: Ömer Faruk ERDOĞAN
Gsm: 0546 691 53 25
Mail: [email protected]
Baskı
Seçil Ofset
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No: 77
Bağcılar-İSTANBUL
Tel: 0212 629 06 15
www. secilofset.com
NİYAZİYE EĞİTİM KÜLTÜR VE DAYANIŞMA VAKFI
Dr. Mediha Eldem Sokak 58/1 Can Apt. 06420 Kızılay / ANKARA
Tel: 0312 433 02 69 - Gsm: 0533 685 64 65 - Faks: 0312 433 02 70
Mail: [email protected]
Web: www.niyaziyevakfi.org.tr
Editörden
Bismillâhirrahmânirrahîm
“Allah’ın (c.c.) adı zikredilmeden başlanılan her önemli işin sonu bereketsiz olur.”
(Hadis-i Şerîf)
Selamun Aleyküm Sevgili Kardeşlerimiz,
ergimizi altıncı sayısına ulaştıran Rabb’imize hamdolsun. Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) salât ve selam olsun. Pirler Piri
Abdulkâdir Geylânî’nin ve Büyüklerimizin himmetleri üzerinize olsun…
Büyük bir sevinç ve mutlulukla yeniden karşınızdayız. İnciden Damlalar’ı altıncı
sayısına ulaştırmanın gururunu yaşıyoruz. Bu başarı hepimizindir. Bu sayımızda birbirinden değerli yazılarımızı ve Emin Hocamız ile yaptığımız çok özel röportajı sizlere
sunacağız.
İnciden Damlalar’da ayın konusunu “İman Kardeşliği” olarak belirledik. Hepimizin birliğe, beraberliğe ve kardeşliğe her daim ihtiyacı olduğu bugünlerde kardeşlik her zamankinden daha önemli hale geldi. Makalelerimizden istifade edeceğinizi
umuyorum. Dergimizin ana bölümünde Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın
(sav) çocukluk döneminin bir kısmını ele aldık. Henüz bir bebek iken hanesine nasıl
bir bolluk ve bereket kattığını heyecanla okuyacaksınız.
Niyazi Baba Hazretlerinin sene-i devriyesinin yaklaşması sebebi ile “Ayın Sohbeti” bölümünde Saygıdeğer Mehmet Emin Hocamızın dilinden Niyazi Baba Hazretlerini okuyacaksınız. Bu sohbeti hiçbir kardeşimizin kaçırmamasını tavsiye ederim.
Ayrıca Mehmet Emin Hocamız bizleri huzurlarına kabul ettiler ve kendileriyle çok
samimi bir röportaj gerçekleştirdik. O’nun gençlik yıllarındaki hatıralarını ve bilinmeyen yönlerini, bizlere neler tavsiye ettiğini can kulağıyla dinledik. Bizler dinlemeye
doyamadık, sizlerin de okumaya doyamayacağını umuyoruz.
Bu sayımızdan itibaren artık abonelik sistemine geçmiş bulunmaktayız. Sizlerden
ricam her zamankinden daha fazla çalışmanız ve yeni aboneler bulmanızdır. Bu
İnci hepimizin İncisi. Günden güne parlatmak da bizim elimizde, matlaştırmak da.
Muhterem Hocamın dediği üzere vakıf kasası Allah’ın kasasıdır. Mümkün mertebe
elimizden geleni esirgemeyelim. Sizlerden ricam dergimize sahip çıkmanız ve bizlere
yardımcı olmanız. Dergimizin içerisinde yer alan abonelik bölümümü doldurarak
İnciden Damlalar’a abone olabilirsiniz. İnşallah bundan sonraki sayılarımızda da
İncimizi ileriye taşıyacak her türlü yeniliklere ve güzelliklere yer vermeye çalışacağız.
Bu bağlamda Dergimize bugüne kadar vermiş oldukları desteklerden dolayı muhterem Mehmet Emin Hocamıza, Vakıf Başkanımıza ve Dergimizi dağıtan İdarecilere ve
diğer emeği geçenlere şahsım ve ekibim adına teşekkürü bir borç bilirim.
Bizlere göstermiş olduğunuz ilginize, hayır dualarınıza ve desteklerinize teşekkür
ederim. Allah’a emanet olunuz. Yeni sayılarda buluşmak ümidi ile. Sizleri dopdolu
bir İnciden Damlalar ile baş başa bırakıyoruz…
Ömer Faruk ERDOĞAN
D
EFENDİMİZİN
ÇOCUKLUK YILLARI - I (0-11 yaş)
D
ergimizin 5. sayısında Efendimizin
dünyaya teşrif etmesini ve bu esnada meydana gelen doğaüstü olayları işlemiştik. Bu sayımızda
ise Efendimizin çocukluk yıllarından bahsedeceğiz.
Efendimizin
doğduğu
gece şüphesiz yeryüzünün
en şerefli gecesiydi. Mekke sokaklarında sert bir
rüzgâr esiyordu. Semadaki
yıldızlar bir başka parlaktı. Zaman, en mutlu anını
yaşıyordu. Yer-gök adeta
nefesini tutmuş Efendimizi
bekliyordu. İşte bu eşsiz vakitte Efendimiz dünyaya o
mübarek gözlerini açtı. Hz.
Âmine validemiz huzurlu idi.
Evladının tatlı tebessümleriyle kocasının vefat acısını
bir nebze unutmuştu. Yeryüzünün en şerefli annesi
Efendimizi sadece bir hafta
kadar emzirebildi. Bundan
sonra Ebu Leheb’in cariyesi
Süveybe Hatun, Efendimize
sütanne oldu ve O’nu (sav)
günlerce emzirdi.1
Süveybe Hatun daha önce
de Hz. Hamza’yı emzirmişti.
Bu yüzden Efendimiz ile Hz.
Hamza sütkardeşi olmuştur. Efendimiz kendisine yapılan hiçbir iyiliği unutmazdı, O’na
(sav) sütannelik yapan Süveybe Hatun’u da
hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret
eder, ona iltifatta ve bol ihsanda bulunurdu.
Hatta Efendimizin muhterem zevcesi Süveybe
Hatun’u hürriyetine kavuşturmak için satın al1 İbn Sa’d, Tabakat, c.1, s.108
mak istedi ancak Ebu Leheb buna izin vermedi. Fakat Efendimizin Medine’ye hicretinden
sonra Ebu Leheb, Süveybe’yi kendiliğinden
azat etti.2
Ebu Leheb Efendimizin öz amcası idi. Hayatı boyunca putperestlikten vazgeçmediği
gibi İslam’ın en büyük düşmanları arasında
yer aldı. Her fırsatta peygamberimizi inkâr
2 İbn Sa’d, Tabakat, c.1, s.108
5
etti. Bu sebeple Allah’ın lanetine maruz kaldı.
Cariyesini salıverdiği için ahirette bir nebze
lütfa mazhar olduğu da şöyle anlatılır: “Onu
ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryat edip
duruyordu. Kendisine sordular: “Neden feryat ediyorsun, neyin var?” Ebu Leheb, “Neyim olacak? Susuzluk beni ateşten kavuruyor!
Hayatımda hiçbir hayır görmedim sadece
tek bir hayır buldum. Muhammed’i emziren
Süveybe’yi azat ettiğim için bana da şuradan
emip sulanmak imkânı bağışlandı.” diyerek
şehadet parmağını gösterdi.3
Bu hadise ne kadar da ibret vericidir. Hayatı boyunca Efendimize yapmadığı kötülük
ve eziyet kalmadığı halde cariyesini bıraktığı
için böylesine İlahi bir lütfa mazhar oluyor ve
azabı bir nebze hafifliyor. Varın Efendimize
hizmet edenleri siz düşünün…
Çocukları Sütanneye Verme Âdeti
Arap kabilelerinin çocukları sütanneye verme âdeti, o dönemde oldukça meşhur idi. Aileler çocuklarını bir ücret karşılığında, Mekke
dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına emzirmeleri için iki üç yıllığına verirlerdi. Bunun
pek çok sebebi vardı. Mekke’nin sıcak ve kurak havası çocukların zayıf ve güçsüz vücutları için elverişli değildi. Çölde ise hava güzel,
su temiz ve tatlı, iklim ise elverişli idi. Ayrıca
çölde yaşayan kabilelerin dili çok daha düzgün ve kibardı, ahlakları da temizdi. İşte bu
sebeplerden dolayı çocuklarını çölde yaşayan
kadınlara emzirmek üzere vermek, adet haline getirilmişti.
Beni Bekir Kabilesi Kadınlarının
Mekke’ye Gelişi
Sa’d oğulları yurdunda o güne kadar görülmemiş şiddetli bir kuraklık meydana gelmişti. Kuraklık yüzünden kabile halkı en temel
yiyecek ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale
gelmişlerdi. Bu yüzden Beni Bekir kadınları
emzirecek çocuk bulmak ve geçimlerini sağlamak amacıyla Mekke’ye geldiler. Gelen
hatunların hepsi kendilerine münasip bir çocuk buldular. Fakat Sevgili Peygamber Efendimizi almaya kimse yanaşmadı. Çünkü pek
fazla ücret alamayacaklarını düşünüyorlardı.
Mekke’ye geç giren sadece bir kadın vardı.
İffeti, yüksek ahlakı ve fazileti ile tanınmış bir
kadın. Kimselerin almak istemediği nur topu
yavrucağı eşine danışıp kabul etti. “Emzirecek
çocuk bulamadım. Arkadaşlarımın arasında
eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi
ben de gidip o yetimi alacağım” dedi. Kocası
Haris bu fikre iştirak etti: “Almanda bir beis
yok. Belki de Allah, onun sayesinde bize bereket ve hayır ihsan eder.”4
Gül kokulu yavrucağı kucağına alan Halime, Abdulmuttalib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mekke’den ayrıldı. Âmine validemiz
biricik evladının ardından gözyaşları döktü.
Ertesi sabah Haris develeri sağmaya gittiğinde, develerin adeta süt çeşmesine döndüğünü gördü. “Ey Halime! Bil ki sen, çok
mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın!” Halime
kocasına: “Vallahi, ben de öyle olmasını ümit
ediyorum.”5
Peygamberimiz Sa’d Oğulları Yurdunda
Efendimiz yaylaya gidince müthiş bir kuraklık vardı. Develer, koyunlar sütten kesilmişti. Fakat Peygamberimizin ayak bastığı
hanenin durumu birden değişmişti. O hanede
bolluk ve bereket aldı başını gitti. Halime’nin
develeri ve koyunları sütten çeşme olmuş
iken, diğer yayla sahipleri kıtlık içindeydiler.
Belki de Efendimize “yetim” deyip almayışlarının cezasını çekiyorlardı. Haris ve Halime ise
kendilerine gelen lütfa gözleri gibi bakıyordu.
Aylarca süren kıtlık ve kuraklıktan dolayı
bütün kabile yağmur duasına çıkmıştı. Fakat
bir damla yağmur dahi düşmüyordu. Yine bir
yağmur duasında Halime’nin komşusu olan
bir kadın rahibe yaklaşarak Halime’nin evindeki Mekkeli bebekten bahsetti. “O geldiği
günden beri Halime’nin evi bolluk ve bereket
görmüştü. Bu yavrucak pek hayırlı idi. Onu
yağmur duasına getirelim belki de Âlemlerin
Rabbi duamızı kabul eder” dedi. Bunun üzerine hemen Halime bulundu ve Efendimizi almak üzere eve gönderildi. Dışarıda çok
şiddetli sıcak vardı. Halime sıcaktan korumak
için Efendimizin yüzünü bir bezle örttü. Evden
çıktıklarında adeta bir bulutun kendileriyle yürüdüğünü fark etti ve çok sevindi. Bulut
4 Ibn Hişam, Sire, c.1, s. 171-172
3 İbn Sa’d, Tabakat, c.1, s.108
6
5 Ibn Hişam, Sire, c.1, s. 172
Peygamber Efendimiz’in doğduğu ev / Mekke - Kaynak: Siyer Yayınları-Peygamber’in Albümü
Efendimize gölge olmuştu. Rahip, Efendimizi
kucağına alarak dua etti. Eller tekrar semaya açıldı. Peygamberimizin başındaki küçük
bulut büyüdü büyüdü adeta tüm gökyüzünü
kapladı. Herkes sevinç çığlığı atmaya başlamıştı. “Yağmur, yağmur, yağmur.” Aylardır
süren kıtlık ve kuraklık nihayet sona erdi. Bir
hafta boyunca yağmur yağdı. Toprak adeta
suya doydu, otlaklar tekrar yeşerdi, hayvanların memeleri sütle doldu. Fakat halk bu sırrı
anlamadı. Çünkü henüz zamanı gelmemişti.
Efendimiz daha bebekti. Şimdilik bir sır olarak kalacaktı…
Efendimiz günden güne büyüyor ve gelişiyordu. Sekiz aylık iken konuşmaya başladı.
Dokuz aylık iken oldukça düzgün ve pürüzsüz
konuşuyordu. Onuncu ayında ise, diğer büyük çocuklarla ok atabilecek kabiliyete ulaştı.
Çocukları Mekke halkına teslim etme mevsimi gelip çattı. Bu yüzden Halime’nin yüreğini hüzün kapladı. Gözünden sakındığı biricik
Efendimizi teslim etmek ona çok ağır geliyordu. O sırada Mekke’de veba hastalığı yaygın
idi. Halime, Hz. Âmine validemize samimi bir
şekilde: “Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısın? Hem ben O’na Mekke
Vebasının bulaşmasından da korkuyorum?”6
Âmine validemiz bu içten teklifi istemeye istemeye kabul etti. Bir süre daha ciğer paresinden ayrı kalmak onu çok üzmüştü. Ancak
hastalıktan uzak kalacak olması onu rahatlatıyordu. Halime ise muradına ermişti. Sa’d
Yurduna tekrar geri döndüler. Efendimiz sütkardeşi Abdullah ile kuzuları ve develeri otlatıyor ve vaktini gökyüzüne bakarak geçiriyordu. Sanki birşeyler olacağını biliyor ve o
mübarek günü bekliyordu.
Efendimizin Göğsünün Yarılma Hadisesi
Aylardan bahardı, etraf mis gibi toprak
kokuyor, güneş ise parlak yüzünü ılık ılık gösteriyordu. Efendimiz yine sütkardeşi Abdullah
ile evlerine yakın bir yerde kuzuları otlatmaya
çıkmışlardı. Abdullah ağacın altında uyuya
kalmıştı. Efendimiz ise dağılan kuzuları toplamaya gitmişti. Bir süre gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişi çıktığını fark etti. Hiç
korkmadı. Onların iyi kimseler olduğunu anladı. Ellerinde içi karla dolu altın bir tas vardı.
Efendimizi usulca yaklaşıp çimlere yatırdılar.
6 Ibn Hişam, Sire, c.1, s. 173; Taberi Tarih, c.2, s.127
7
ti gelmişti, O’nu öz evlatlarından
bile çok seven Halime için bu ayrılık zordu. İlk olarak Dedesine teslim edildi. Abdulmuttalib torununu
bağrına bastı sonra da Kâbe’ye
giderek O’nunla birlikte tavaf etti.
Sonra da validesine teslim ettiler.8
Muhterem Dede Mekkelilere bir
hafta ziyafet çekti. Sütanne Halime yurduna geri döndü. Fakat ne
Efendimiz onu, ne de o Efendimizi unutamadı. Efendimiz onu her
gördüğünde anneciğim der, iltifatlarda bulunurdu. Her türlü eksiğini gidermeye çalışırdı. Efendimiz o yılları şöyle anlatırdı: “Ben,
aranızda en halis Arabım. Çünkü
Kureyşliyim. Aynı zamanda, Beni
Sa’d b. Bekir yanında süt emdim
ve lisanım da onların lisanıdır”.9
Ağacın altında uyuyan Abdullah tam bu esnada uyandı. Telaşlanarak eve koştu ve olan
biteni evdekilere anlattı. Büyük bir telaş ile
evden çıkan Halime ve kocası o hızla soluğu
Efendimizin yanında aldılar. Fakat ortalarda
kimsecikler görünmüyordu. Efendimizin benzi
kaçmıştı ve hafiften gülümsüyordu. “Ne oldu
sana yavrucuğum diye sordular?” O da şöyle cevap verdi: ”Yanıma beyaz elbiseli iki kişi
geldi. Birinin elinde içi dolu bir tas vardı. Beni
tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp
yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp
bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla
temizledikten sonra ayrılıp gittiler”.7 Efendimizin mübarek kalbi, daha o yaşta Cenab-ı
Hakk tarafından ilahi nur ve bir ruh ile genişletilmiştir. Ve her türlü fitneden, kötü düşünceden temiz hale getirilmiştir.
Efendimizin Validesine Getirilmesi:
Efendimiz 4 yaşını geçmişti ve oldukça
gelişmişti. Başına gelen bu hadiseden ötürü
Halime ve kocası telaşlanmaya başlamıştı. Bu düşünceler yüzünden O’nu validesine
teslim etmeye karar verdiler. Efendimizi alıp
Mekke’ye gittiler. Bir ara gözlerden kaybolan Efendimizi Varaka B. Nevfel ve arkadaşı
bulup getirdi. Artık emaneti teslim etme vak-
Baba Kabrine Gelişi
Efendimiz altı yaşındaydı. Muhterem validesiyle güzel günler yaşıyordu. Ona saygıda kusur etmiyor ve ona ev işlerinde yardım
ediyordu. Validesi de ona oldukça şefkatli ve
merhametliydi. Validesi hem eşinin mezarını
hem de Abiyy b. Neccar oğullarını ziyaret etmek istiyordu. Bu sebeple Medine’ye gitmek
için hazırlandılar. Hz. Âmine sanki bir daha
hiç dönmeyeceğini hissetmişti. Arkasını defalarca dönüp Mekke’ye bakıyordu. Uzun ve
yorucu yolculuktan sonra dayıoğullarından
Nabiga’nın evine vardılar. Hz. Abdullah’ın
kabri bu evin bahçesinde idi. Âmine validemiz gözyaşlarını tutamadı. Efendimiz ilk defa
yetimliğinin acısını burada hissetti. O mübarek gözlerinden yaşlar döküldü. Geç de olsa
muhterem babasına kavuşmuştu.
Efendimiz Medine’de güzel vakitler geçiriyordu. Bazı Yahudi âlimlerinin dikkatini kısa
zamanda kendine çekti. O’nu dikkatlice inceleyen âlimler adının Ahmed olduğu öğrenince: “İşte bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir. Bu şehir de O’nun hicret edeceği yerdir.
Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler
ve büyük işler olacaktır”.
Efendimizin çocukluk döneminin devamı
Dergimizin 7. sayısında…
8 Ibn Hişam, Sire, c.1, s. 176
7 Ibn Hişam, Sire, c.1, s. 174; Taberi Tarih, c.2, s. 128
8
9 Ibn Hişam, a.g.e., c.1, s. 176
MEHMET EMİN HOCAMIZIN NİYAZİ BABA HZ.
İLE İLGİLİ BAZI HATIRALARI - I
N
iyazi Babam Hz. nur içinde yatsın.
Elbette ki O’nun nurlu izini, nurlu sözünü aynen aktarmamıza ne
güç yeter ne dil yeter ne de bir başka şey yeter. Ancak kırık dökük de olsa gözümün nuru
olan Sultanımdan gördüklerimizden, duyduklarımızdan bazılarını aktarmaya çalışacağım.
Bu yola girişimiz bir ramazan bayramı günü
oldu. Bayramın birinci veya ikinci günü evde
duruyorum ama Sultanımın daha yüzünü görmedim. Yalnızca Etimesgut’ta diye duydum.
Sabah kahvaltıyı yapar yapmaz; bizim hanım,
kardeşim İdris’in hanımı, Emiş ablam, dört kişi
miydik beş kişi miydik Şenyurt’tan Etimesgut’a
gittik. Etimesgut’ta gittik ama ben daha hayatımda hiç oraları bilmem, hakikaten bilmem. Etimesgut’ta tren istasyonunda durduk.
Oradan Etimesgut’un içine geçtik, az daha
gidip sağa döndük. Siz burada biraz durun,
ben bir araştırayım neredeymiş dedim. Onlar
beklerken ben gittim. Birine sordum bilmiyor,
diğerine sordum bilmiyor, en sonunda birisi
“ben biliyorum, gel” dedi. Gittik bir de baktım
ki, hanımları bıraktığımız yere geldik. Meğer
hanımları oturttuğumuz yer, tam da Niyazi
Baba’nın oturduğu apartmanının dibiymiş.
Oraya vardık, kapıyı çaldık, Niyazi Babam
(ra) kapıyı açtı tebessümle, gülerek; “Buyur
Emin Efendi, gel gel” dedi. Tabi o ses, o ton,
o güzellik… Ama ben oraya gideceğimi haber vermedim, evini bilmiyorum, telefonunu
bilmiyorum. Tesadüf eseri arayıp bulacağız.
Ama Cenabı Hakk aratmadı. Eve vardık; hoş
geldin, beş gittin dedikten sonra ne olduysa
9
O’nun o hali; O da ağlıyor, ben de ağlıyorum. Niye ağlıyoruz onu da bilmiyorum ama
ağlıyoruz. Bayramlaştıktan sonra ayrıldık.
Niyazi Babam, Ekrem Beye “Şenyurt’a git,
orada halkayı kur. Orada Emin Efendi var,
orada halkayı kurun” demiş. Baktım ki bir
gün Ekrem Bey geldi. Daha evvelden dersi de
Ekrem Beyden almıştım. Bize orada haftada
bir gün Cumartesi mi, Pazar mı neydi. Baba
Hazretleri her hafta zikiri yaptırmaya geliyor.
Evine alan da yok, hep bizim evde. Takriben
üç sene bizim eve Zikrullah’a geldi. Allah razı
olsun emeği çoktu.
Bir gün ne oldu bilmiyorum, Niyazi Babama gitmiştim. Babam “Emin Efendi bundan
sonra orada zikiri sen yaptıracaksın” dedi.
Peki, Baba baş üstüne dedim ama dua etmesini bilmiyorum. Bir Kur’an ile de olmuyor.
Zikrullahı da sırası ile bilmiyorum. Baba Hazretleri bir kağıda sırası ile bir bu, iki şu şeklinde gösterdi. Zikrullahı yaptırırken cetveli koyardım; Okudukça cetveli çekerdim. Rabbim
bize bunu böylelikle nasip etti. Dolayısıyla bu
böyle bir müddet devam etti.
Babam ile ekseriyet Cuma günleri, beraber Cuma’ya giderdik. Cuma’dan çıktığımızda Hasköy Dörtyol’da pazar olurdu. Arabaya
biner beraberce doğru oraya gelirdik. Pazardan alacağımızı alırdık; fakat orada veya
başka bir yerde Niyazi Babam rahmetullahi
aleyhinin solundan bir şey aldığını görmedim.
Pazara nereden giriyor; hep sağa bakar, gelir
gelir döner bu sefer de solda kalan tarafı yine
sağ olur ve hep sağdan alırdı. Oradan alır;
Hacı Efendi sen de al derdi. Kendisi pek fazla
almazdı. Maksat beni pazara getirecek.
Yani pazarcılığı bize yaptıracaklar; evden
sıkıntı gelmesin diye. Pazarı beraber yapardık. Ankara’da olduğum zamanlar ekseriyetle evine gelir ve Cumalara beraber giderdik.
Ezanlar okunurken Kızılay’dan çıkarız, sanki
tüm yollar açılmışçasına, tüm ışıklar yeşil yanmışçasına namaza Hacı Bayram Camisi’ne
10
yetişirdik. Akıl ermezdi pek, hakikaten de ermezdi. Erdirmeye de pek uğraşmazdım; takdiri ilahi diye. Böyle bir yaşantımız her Cuma
olurdu. Cuma’dan sonra da Niyazi Babam
Hz.lerini alır, gelir evine bırakır, ondan sonra
elini öper giderdim.
Hanımı Fahriye Annem çok değerliydi,
tam bir Osmanlı hanımıydı; Allah rahmet eylesin. Bir gün Cuma’ya gidiyoruz. Bir soğuk
var; inanın ki söylüyorum neredeyse tükürsen tükürüğün yere düşmeden buz tutacak
şekilde soğuk. Niyazi Babamın paltosunu
tuttu, atkıyla ağzını, burnunu, yüzünü sardı.
Ben de gidiyorum Anne dedim; gel buraya
dedi. Beni çağırdı Fahriye Anne, oradan bir
atkı daha aldı bu kez benim boynumu, ağzımı, burnumu sardı. Babam ile beraber çıktık.
Konu buraya gelmişken haftada üç-dört kez
kesin uğrardım. Uğramazsam hasta olurdum
yani kalbim, gönlüm hep orda olurdu. Tabiî
ki bu uğrama esnalarında da emri var mı,
bir işi var mı, nasılsın Baba, iyi misin? Hadi
Allah’a ısmarladık deyip geçer giderdim. Bu
uğramalarımızda Fahriye Annemin çok güzel
halleri… Bir gün, bugün dünya yarın ahiret.
Oraya geldim, gelince dedi ki rahmetullahi
aleyh; Fahriye dedi, Emin Efendi aç ona bir
şeyler getir de yesin dedi. Peki, Efendim dedi.
Ondan sonra usulca gitti, kısmetimizde o varmış; ekmek teknesinin dibinde ekmek kırıkları
ama hepsi de küflü, yemyeşil onları getirdi,
birkaç zeytin getirdi. Bir de rahmetlik nur içinde yatsın tansiyonu yüksekti ama çok severdi
misafiri, bana boz bulanık bir çay getiriyor
şöyle; bardak içinde oynuyor tıkır tıkır… Öyle
getirdi ama çok da üzüldüm öyle hasta hasta
hizmet ettiği için. Yani o hasta halinde iken
bile hizmet ediyordu mübarek Anne. Baba
Hz. “Hacı Efendi, ye bunları” dedi. Hacı Annenin o şekilde bir ikramı düşünkine ben onları yedim, sünnetledim, iyice kırık kırtık… Ya
onlar yenir mi? ye dediyse yiyeceksin. Yok, bu
kuruymuş, bu küflüymüş; onu seçme hakkın
yok. Hangi ihvan olursa olsun kısmet neyse o.
İlla şu yemek yok bu yemek yok diyemezsin.
Ne varsa. Dolayısıyla bir güzellikler oldu. Ben
onları sünnetliyorum rahmetullahi aleyh nur
içinde yatsın bir dee baktım ki Baba Hz. bıyığının altından gülüyor. Dolayısıyla öyle bir
güzellikleri yaşadık.
hele. Elnur’a, çık şu kiraz ağacına kiraz topla
gel dedi. O kız başıyla bir poşet alıp çıktı kiraz
ağacına. Topladığı kirazları balkonda beraber yedik; mübarek kirazı pek severdi.
Toplumu ilgilendiren bir konu olduğunda,
hele bir durun Hacı Emin Efendi’ye bir danışalım, konuşalım da ondan sonra karar veririz
dermiş. Hemen arkadaşların orada teklif vermeleri kabul görmezmiş. İlla, illa çağıracak.
Yine bir gün Şenyurt’ta toplantı var; yemek
verilecek, kurban alınacak, kurban almaya
gittik beraber. Getirdik ve İsmail’in evinin kömürlüğüne koyduk. Ertesi gün kurbanı keseceğiz; kömürlüğün kapısı kilitlenmiş; kesinlikle açılmıyor. Anahtar; anahtar da yok. Ondan
sonra durun ben kazmayı alayım da geleyim;
İnanın onun öyle olduğundan benim haberim de yok yani, inan ki yok. Her zaman söylüyorum gönlüm hep rahmetullahi aleyh’te
olur, kalbim gönlüm orada. İşyerimde isem
Kavaklıdere’den Kızılay’a (Niyazi Babamın
evi orada) geçer, muhakkak söylüyorum; ya
iner, uğrardım veya durumum acil ise üç İhlas
bir Fatiha okuyup ruhaniyet makamına hediye edip ondan sonra oradan öyle geçerdim.
Yoksa oradan boş geçtiğimi hatırlamam. Bir
gün Baba Hz.leri bize geldi, balkonda oturuyoruz. Hacı Efendi, nerde Elnur!, Elnur’u çağır
kazma mı, balta mı? aldım geldim. Rahmetli
Baba Hz. de oturuyor şöyle; Hacı Efendi ne
yapacaksın o baltayı, kazmayı dedi. Efendim
kapıyı kıracağız başka çare yok dedim. Açamadık kurban içerde kaldı, mümkünümüz
yok. Kapı kırılır mı? dedi. Baba Başka türlü
açamadık dedim. Elimde kazma ile geldim,
tam o kömürlüğün arka tarafında kapının o
köşesinden döndük o yarı yere kadar geldik;
kapı kendiliğinden şırak diye açıldı. Koyun dışarı çıktı. Neyse koyunu tuttuk, baltayı attık.
Bu alenen, Baba Hz.’nin büyük bir kerametiy11
di. Dünya gözüyle gösterdiği kerametlerden
bir tanesiydi.
Bir gün Hayri Baba Hz. hanımı Şaziye Anne
vefat etmiş İstanbul’da. Onu Hayri
Babama Trabzon’a götürüyorlarmış.
Ben de o zaman benim kayınbirader
hacca gidiyor; onun pilavı var.
Sabah erkenden namazı kıldım,
hanımı da alıp köye gittim. Annem, babam var evde daha eve
girmeden bir telefon geldi; acele gel! Niyazi Baba’m seni çağırıyor.
Peki dedik. İçeri girdim anamın, babamın elini öptüm. Baba müsaadenizle durum böyle, Baba Hz geri çağırıyor
dedim; git oğlum dedi. Hakkım helal git
dedi. Hanım ile çıktık geri, köyde
araba dolu; ama araba bulamıyoruz. Neyse bizim kayınbiraderin oğlu Mustafa bizi
görüverdi; ne yaptın Hocam.
E böyle böyle. Bizi aldı Şabanözü
kavşağına kadar getirdi. İndik hemen
bakınıyoruz kimse yok neyse ilerden
yeni bir araba geldi. Gelin bakalım nereye gidiyorsunuz? Ankara’ya
gideceğiz. O da gelin dedi bindik,
Şenyurt’ta indik. Adama parası neyse
vereyim dedim; yok sen bir dua
edeceksin o kadar dedi. Dua
ettik, o gitti. Vardık hemen eve,
Baba Hz.lerine telefon açtım.
Baba buyur, emret geldim diye.
Neredesin dedi. Evdeyim dedim. Peki
dedi; hele bir gel Hacı dedi. Gittim Hacı
Efendi durum böyle böyle. O geliyor bir
şey söylüyor, beriki geliyor bir şey söylüyor.
Kafamı döndürdüler Ya Rabbi ne yapacağımı anlayamadım ya hu. Baba hiç telaş
etme, sen bir dua ediver, o işi İnşallah
hallediverelim. Baba bir otobüse bineriz yanımıza çay, çorba neyse atıştıracak şeyler de
alırız. Giderken de acıktığımız yerde iner yer,
çayımızı içer geçer gideriz deyince kafasına
12
yattı rahmetullahi aleyhinin. Tebessüm etti,
rahatladı. İyi o zaman git hazırlan dedi. Ama
akşam ekmeğine buraya gel beraber yiyelim
dedi. Şenyurt’tan adam da çok; adam çoksa
Şenyurt’takileri almayı veririz, onlar idare ederler dedim. Elnur’u al
dedi. Hâlbuki Elnur kim ki; bebe
yani, Elnur’u al dedi. Peki, Baba
dedim, telefon ettim; sen de gidiyorsun dedim. Sahi mi Baba,
sahi dedim. Rahmetlik onun
üzerinde ayrı bir duruyordu.
Sonra yola koyulduk. Şükürler
olsun öyle bir güzellikler yaşamıştık.
Yine bir gün rüya âleminde
memlekete anamı, babamı
ziyarete gidiyorum, kabristan
ziyaretine; fakat orada bir tanesinin kabri alev alev yanıyor. Her
taraftan alev çıkıyor. Tabi ona üzülüyorum. Bir de o rüya içindeki rüyayı Niyazi Baba’ma anlatıyorum.
Baba böyle böyle burada bir kabir
var, yanıyor ne yapacağız. Geri
dön, o kabre git ve 11 İhlas, 1
Fatiha oku; kökünü ona hediye
et, orda bir dua et, dedi. Peki,
Baba dedim. Hala o kabir
gözümün önünde duruyor.
Dua ettik, dua ettikten sonra
bir baktık ki alev de bitmiş, her şey de bitmiş. Eskine göre tam tersi olmuş; güllük gülistanlık olmuş. Dolayısıyla bu böyle derken
bir yanlışlığa vesile vermeyelim. Kalıpta biz
gittik ama mânâda Niyazi Babam Hz. gitti.
Duayı, o okudu, o dua etti; Allah’ın kudreti ile. Bu yüzden Baba Hz.lerinin bazen yer
altından bazen de yer üstünden de inanın ki
bazı kerametler gösterdiği aşikârdır.
Bu özel sohbetin devamı Dergimizin 7. Sayısında…
RÖPORTAJ
S
ayın Hocamız, ilk olarak bizleri huzurunuza kabul ettiğiniz için Dergimiz adına teşekkür ederim. Burada
olmak ve sizin huzurunuzda olmak bizler için
şereftir. Burada olmaktan son derece mutluyum ve bir o kadar da heyecanlıyım. Heyecanımıza yenik düşüp hatalarımız, kusurlarımız
olursa şimdiden affınıza sığınıyorum.
1. Saygıdeğer Hocam yüksek müsaadenizle size birkaç soru sormak istiyorum. Öncelikle bize kısaca kendinizi
tanıtır mısınız?
Ben 06.01.1939 tarihinde Çankırı Şabanözü ilçesinin Bakırlı köyünde doğdum.
Emekliyim. Muhterem Babamın ismi Yahya,
Muhterem Validemin ismi Fatma’dır. Bir kız,
beş erkek olmak üzere altı kardeşiz. 75 yaşındayım. Ankara Pursaklar’da ikamet etmekteyim. İki kız, bir erkek olmak üzere üç evladım
var.
2. Çocukluk yıllarınızdan bizlere biraz bahseder misiniz?
Çocukluğum Şabanözü’nde geçti. Daha
ilkokula başlamadan köydeki hocalardan
Kur’an öğrendim, sürekli gidip köyümüzün
çeşitli hocalarında Kur’an okurdum. Benim
gibi yapan arkadaşlarımdan evvel hatim edeyim, önlerinde gideyim diye hevesim vardı.
İlkokula başlama senesi geldi senesini hatır-
lamam zor yani. İlkokula gittim. Eski yazıyı
Kur’an’ı iyi bildiğim için yeni yazı bana çok
kolay gelmişti. Hatta rahmet olasıca nur içinde yatsın ilkokul öğretmenim bana, “Emin,
gel sen 1. ve 2. sınıfı birlikte oku. Sonra seni
3. sınıfa geçirelim” demişti. Tabi ilk gittiğimde biraz bana ağır geldi. Öğretmenim bana
güvenirdi çünkü bir yeri 1-2 defa okuyunca
hemen kafama girerdi. Ezberim kuvvetliydi.
Bunu gören öğretmenim ona yardım edeyim
diye beni birinci sınıfın öğretmeni yaptı. İkiye geçtiğimde aynı hocam duruyor tabi bana
“Yahu Emin gel iki ile üçü beraber oku notu
verecek benim” dedi. Benim de hoşuma gitti.
Lakin Babam nur içinde yatsın bir çift öküzü
vardı yetiştiremiyordu, bir çift daha aldı. Onu
da bana aldı. Çift sürdürecek. Dolayısıyla
beni okuldan aldı. Orta’nın Büyük köyünde
akrabalarımız vardı. Köyde mahalle odaları
vardı. Misafirler oralarda ağırlanırdı. Oraya
gitmeye çekinirdim. Sebebi şuydu: Sesim çok
güzeldi. Ne zaman gitsem Emin Efendi geldi diyerek hemen bana Kur’an okuturlardı.
Maksat ses dinlemekti. Yoksa kıraatlı, mahreçli, tecvitli Kur’an okuyamazdım. Ama sesim güzeldi, çektikçe çekerdim severdim bozmazlardı beni. Oradaki hafız yetiştiren Kazım
Hoca beni babamdan istedi fakat babam
vermedi. Bir yerde Kur’an okunacaksa hemen
kolumdan tutar masanın başına getirirlerdi.
13
Özellikle Köyün en eski hocası ve benim hocam Hacı Mustafa’ydı. O da çok severdi beni.
Hacı Arif benim ikinci hocamdı. Emin Efendi sana bir hafta izin Yasin’i ezberleyeceksin.
İkinci gün geldim. Bir şeyi iki üç sefer okusam kafama girerdi. Vardım Hocamın yanına
bana “niye geldin?” dedi. Ezberledim hocam
deyince “oku” dedi. Okudum “aferin” dedi.
Şimdi de “Tebarake Suresini” ezberle, gel
dedi. Nur içinde yatsın onunda sesi çok güzeldi benim de sesim güzel olduğu için beni
pek severdi.
Babam hayvanları alınca çift sürülen sabanı tutmaya boyum yetmezdi ben de koltuğumun altına alır öyle sürerdim. Dolayısıyla
Çocukluk yıllarım biraz çileli ve imtihanlı geçti. Rahmetlik Babam da beni pek severdi. Misal Beni pazara yollardı üzüm gibi meyveleri
sat getir derdi. Bende satıp kuruşu kuruşuna
eline bizzat sayardım karşılığını göstererek.
Dürüst olduğum için beni severdi. 5. Sınıfı bitirmeyince diplomayı vermiyorlardı. Dışardan
Şabanözü’nde imtihan açtılar. Tarihini aldım
girdim. O zamanın Milli Eğitim Müdürü sağolsun, Allah razı olsun bize pekiyi dereceyle
14
diplomayı verdi. Diplomamı kendi çabamla
aldım.
3. Gençlik yıllarınızı da biraz anlatır mısınız?
Askere gitmeden önce babam beni evlendirmek istemişti. Ben peki dedim. Hanım
babamın öz dayısının kardeşinin kızı. Rahmetli kayınvalidem ben kimsenin evine sığmam çocuklarım bakar, bakmaz dolayısıyla
“bu kızı bu oğlana verelim” demiş. Rahmetli
Kayınpederim de heybetliydi nur içinde yatsın
sonra onun da gönlü oldu. Çünkü Köyün ileri
gelen hocaları severdi beni. Camiye gidince
hemen müezzinlik yapardım. Cuma günleri cemaat toplanana kadar mukabele okurdum. Çok mu iyi bilirdim hayır ama bildiğim
kadarıyla yapardım. Atılımcıydım yani. Hemen geçerdim rahlenin başına cemaat gelene kadar Kur’an okurdum. Ama üç sayfa, beş
sayfa neyse yani.
4. Efendim, hazır gençlik döneminizden bahsetmişken biz gençlere ne
gibi tavsiyeleriniz var?
Allah razı olsun güzel soru geldi. Gençlik
devremde yaşadığımı gençlere tavsiye ederim. Ben emsalimle ya da emsalimden küçüklerle arkadaşlık yapmadım. Babamın asker
arkadaşlarıydı benim arkadaşlarım. O seviyedeydi benim arkadaşlarım. Gençliğin, bebelerin yanına pek gitmezdim. Bir şey de öğrenemezdim onlardan, içim de rahat etmezdi.
Ama öbürleriyle iyi anlaşırdım. Bunu tavsiye
ederim geçlerimize. Genç olsun ancak; itikadı, ibadeti, Kur’an’ı olan insanlarla haşır neşir
olmalarını şahsım adına tavsiye ederim. Çünkü arkadaşın iyiyse sen de iyi yola gidersin.
O hangi yoldaysa seni de o yola sürükler. O
yüzden kardeşlerimize, daima hayır yoluna
teşvik eden, kendini bilen, namazını kılan,
Kur’an okuyan, büyüğüne hürmet küçüğüne
sevgi gösteren insanlarla haşır neşir olmalarını tavsiye ederim.
5. Efendim evde nasıl bir eşsiniz?
Evli çiftlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Eşimle sağolsun isteyerek evlendik, evlerimiz yakındı. Arada iki ev vardı. İki ev vardı ama o zamanlar görüşme durumu yoktu, ayıplanırdı. Bir gün onlara iş yapmaya
gitmiştim. O akşam çalışan herkesi yemeğe
çağırdılar, tabi beni de. Kaynatamdan pek
korkardım, çok heybetli biriydi. Bir köye karşı
gelecek heybeti vardı. Hiç kimseden ürkmez
korkmaz böyle bir mübarek adamdı. Çekine
çekine eve gelirken bana “Ne sıkılıyon ben
sana kızımı verdim. Geç, sen bu evin adamısın.” deyince içim rahatladı.
Hanım ile o sevgi her an var. Hanım beni
görmese bir müddet amanın ne oldu? Bir şey
mi var? Neden gelmedi? der. Evden çıkarken, özellikle, “Hanım bir ihtiyacın var mı?
Bir şey istiyor musun?” diye sorarım sonra da
öperim ve helalleşirim, çıkarım. Çekinmem,
onlar da görsün de evlerinde yapsınlar diye.
Her çıktığımda yapar mıyım inan yaparım, 75
yaşındayım yine de yaparım. O da beni öper,
kucaklar. İnşallah yapmayanlar da payına
düşeni alırlar büyük, küçük.
6. Saygıdeğer Hocamız, Bu Mübarek yola ne zaman teşrif ettiniz?
Bir gün rüya gördüm hep sarıklılarla görüştüm. Gönlüm hep Pir Abdulkâdir
Geylânî’deydi. Onunla ilgili kitaplar okudum.
Dolayısıyla başka cemaatten davetler aldım
Dikmen’den. Sonra Yenimahalle’de oturan,
küçük kardeşim Hüseyin Bey “Abi bugün misafirim çok bize gelip baba vekili olur musun?” dedi. Gitmezsem diğer tarafa gidecem,
dua almaya, ders almaya gidecem yani. Başçavuş Ekrem Bey oranın yani Yenimahalle’nin
idarecisiydi. Namaz kılınacaktı. Ekrem Bey,
“Emin Hoca kıldıracak” dedi. “Olur mu” dedim, “Geç, sen kıldıracan” dedi. “Peki” dedim, itiraz etmeyip namazı kıldırdık. Zikrullah
yaptık. Sonra bana ders verin dedim. Ders
aldım. Ertesi hafta o kalabalığı evime davet
ettim. Allah razı olsun hepsi geldiler. Tadını
aldım tabi, ertesi hafta yine istedim. Takriben
söylüyorum 3 sene gibi bir zaman zikrullahı
evime aldım. Böylece bu mübarek yola girmiş
oldum.
7. Mürşidimiz Niyazi Baba Hazretlerinin sene-i devriyesi yaklaşıyor. Bu
bağlamda, Onunla yaşadığınız hatıralardan bizlere biraz bahseder misiniz?
Son görüşmenizi bizlere aktarır mısınız?
Bayramın birinci veya ikinci günü evde duruyorum ama Sultanımın daha yüzünü görmedim. Yalnızca Etimesgut’ta diye duydum.
Ondan sonra sabah kahvaltıyı yapar yapmaz; bizim hanım, kardeşim İdris’in hanımı,
Emiş ablam, dört kişi miydik, beş kişi miydik
buradan Etimesgut’a gittik. Etimesgut’ta gittik
ama ben daha hayatımda hiç oraları bilmem.
Etimesgut’ta tren istasyonunda durduk. Oradan Etimesgut’un içine geçtik, az daha gidip
sağa döndük. Siz burada biraz durun, ben
bir soruşturayım neredeymiş dedim, onlar
beklerken biz gittik. Birine sordum bilmiyor,
diğerine sordum bilmiyor, en sonunda birisi
ben biliyorum, gel dedi. Gittik bir de baktım
ki, hanımları bıraktığımız yere geldik. Meğer
hanımları oturttuğumuz yer, tam da Niyazi
Baba’nın apartmanının dibiymiş. Oraya var15
dık, kapıyı çaldık, Niyazi Babam kapıyı açtı
tebessümle, gülerek; “Buyur Emin Efendi, gel
gel” dedi. Yüreğime bir ürperti geldi. Bayramlaştık. Uzatmayalım evimize döndük.
Baba hazretleri Kızılay’a taşındı. En az haftada üç gün uğrardım. Kızılay benim için zenginlik beldesiydi. Baba hazretleri Kızılay’dan
gittiği zaman Kızılay bana bitpazarı gibi
geliyordu, o kadar kötü yani. Bir gün Baba
Hazretleri şöyle söyledi: “Hacı Efendi bundan sonra zikrullahı orada sen yaptıracaksın,
Ekrem bey değil” dedi. “Peki, efendim, baş
üstüne” deyip elini öptüm. Fakat ne okuyacağımı bilmiyom yani. “Dur hele şurada zikir kâğıdı var” dedi. Öğretti bana nur
içinde yatsın. O kâğıdı aldım cebime koydum. Ertesi hafta
yine toplandık, bu defa
hoca benim. Elime bir
cetvel aldım o kâğıdı
ortaya
koydum.
Okudukça indirdim
iki üç hafta böyle
yapa yapa orayı
ezberledim. Bir seferinde Ekrem Bey
geldi. Baba hazretleri ona da söylemiş sakın karışma
gibisinden. Dersi de
ilk ondan aldım, sıkılıyorum haliyle. Niyazi Babamla tanışmam böyle. Şenyurt’ta
takriben 25-30 sene devam ettim.
Gençliğimin en verimli yıllarını Şenyurt’ta
geçirdim. Bir gün Niyazi Babam gelmiş. Bizi
bulamamış Yaşar Beylere gitmiş. Dediler ki
Baba Hazretleri gelmiş. Amanın deyip hanımla birlikte koştuk yanına. O esnada ileride
mahalleli toplanmış cami yapımı için. Ancak
dernek başkanı olmadığı için bir türlü yapamıyorlar. Kimse kabullenmiyor. Baba hazretleri sordu bunlar kim diye. “Efendim,” dedim.
“Bu insanlar toplanırlar cami yaptıralım diye
fakat gönüllü başkan olmadığı için dağılırlar.” “Sen nesin? Git yürü” dedi. “Baba Hazretleri baş üstüne ancak camicilere hep iftira
atıyorlar para çalıyor diyorlar, sen himmet
edersen” deyince “Yürü yürü” dedi Müba16
rek, sert tavırlarla. Hemen elini öptüm, gittim.
Orada idare heyetini seçtim, cemaati dağıttık.
Öylelikle elhamdülillah o camiye başlamış
olduk. Mimarımız, mühendisimiz yoktu. Kendi çabalarımızla yaptık. Baba Hazretleri nur
içinde yatsın, üzerimizde durur ve bizi severdi. Gözden düşecem diye aklım giderdi. Hep
tasavvuf kitapları okurdum. Madem bu yola
girdim bu yolun adabını öğreneyim, ilerde
lazım olur diye düşündüm.
Bir gün rüyamda Baba Hazretleri “Hacı
Emin Efendi acele hemen gel” dedi sabah namazı saatlerinde. Rüya âleminde ilkin gittim.
Kapıyı küçük kızı Sonay açtı arkasında Fahriye Anne vardı. Hâlbuki o vefat etmişti.
İçerden Baba Hazretleri “kim o”
deyince “Emin Efendi” dediler, “gelsin” dedi. Baktım
Baba Hazretleri yatıyor.
Uyandım. Sonra tekrar dalmışım. Baba
Hazretleri “hemen
gel” deyince gittim. Hâlbuki saat
10.00’dan
önce
gitmezdim rahatsız
etmemek için. Saat
takriben söylüyorum
7-8 civarı. Kapıyı yine
Sonay açtı arkasında
Necla Anne vardı. Kendisi de divandaydı. Biraz
konuştuktan sonra “eline kâğıt
kalem al” dedi. “Biraz zamanımız
tükeniyor” dedi. Peki, Efendim dedim. O
anda bir hanım geldi. Hoş bi hanımdı, adaplı
biriydi. O hanıma bizatihi; bizim Baba Hz. ile
görüşmemiz olacak, bize müsaade eder misin dedim, kadın duymuyor da kalkmıyor da.
Yani hâlbuki öyle bir hanım değil, kendini bilen bir hanım. Baba Hz. sinirlendi, yüzü kızardı, öfkelendi. Baba Hazretlerinin rahatsızlığı
artınca, yatağına götürdük, yatırdık. Kalbine
masaj yaptık. Necla Anne dedi ki; “Hacı Efendi biraz bırakalım da yatsın, sonra İnşallah
nasip olursa görüşürsünüz” dedi. O arada
bir işimiz vardı; o işi göreyim de geleyim diye
oradan çıkasıya Baba Hazretleri gözünü açmış. “Emin Efendi nerde?” demiş. “Baba, dı-
şarı çıktı” deyince “Hemen çağır gelsin” demiş
Sonay’a. Sonay oraya bakıyor, buraya bakıyor biz yokuz veya göremedi. “Baba, yok” diyor. Eve geldim, telefon ettim hemen; Babam
nasıl diye. Telefonu oğlu Mehmet Ali açtı.
“Durumu gayet iyi, gayet güzel” dedi. Benimle konuştuktan sonra Baba Hazretleri “Kim o,
kiminle konuştun” diye sorunca; “Emin Ağabey” deyince “Niye telefonu bana vermedin?
Niye çağırmadın?” deyip azarlamış. Ondan
sonra telefon geldi baba hazretleri kötüleşmiş
Yusuf Bey gelmiş. Dolaysıyla son görüşmemiz
de böyle oldu.
8. Efendim Bir ihvan Mürşid-i
Kâmilin kalbine, gölüne nasıl girer?
Bir ihvanın mürşidinin kabine girebilmesi
için o kapıyı sevgiyle açması lazım. Nedir bu?
Seveceksin ilkin Allah’ı, Allah için Rasûlallâh’ı,
sonra da Pirini ve Mürşidini. Bir insanın kalıbı
nerde olursa olsun aklı fikri mürşidinde olsun.
Niyazi Baba Hazretleri şöyle derdi: “Mürşidinizle yat, otur, kalk, yürü. Mürşidin ayağı yastığın olsun.” Mürşidin başı nerde? Onun başı
da Efendimizde. Efendimizin başı nerde? Beytullahta ve Hz. Allah’ta. Bu rabıtayı şerifedir.
9.
Son olarak Dergimiz aracılığıyla
okurlarımıza bir mesajınız var mı?
Bu hayra vesile olan, çaba sarf eden, yazılmasına, yayılmasına, toplanmasına, yani
İslam’a ışık tutan kardeşlerime saygı ve hürmet duymalarını arz ederim. Dört kişinin
amel defteri kapanmaz. Bu dergi ama küçük
bir kitap yerine geçer. Bu Dergiyi insan okur
ona göre amel ederse onun amel defteri kapanmaz. Daima güzel olacağına inanıyorum.
İlmiyle amil olup, okuyup, dinleyip, yaşayıp,
yayanlardan eyleye, Resulüme de yoldaş eyleye.
Görüşüme göre söylüyorum Vakfımıza sahip çıkmak, sevip saymak ve yaşatmak ihvanların görevidir. Vakıf demek Allah’ın kasası
demektir. Allah yolunda harcamak demektir.
Kardeşlerime söylüyorum Allah’ın kasasına
elimizden gelen yardımları esirgemeyelim.
Kardeşlerimizin de Vakfımıza sahip çıktığına
eminim. Başarılar dilerim. Allah razı olsun.
Teşekkür ederim.
İnciden Damlalar ekibi adına bizleri
huzurunuza kabul ettiğiniz ve kıymetli
zamanınızı bizlere ayırdığınız için teşekkür ederim.
Ömer Faruk Erdoğan / Esra Erdoğan
17
KARDEŞÇE YAŞAMAK
K
ardeşlik, düşmesin diye tutmak ve
bırakmayacağını bilerek dayanmaktır.
Kardeş denildiğinde akla ilk gelen genellikle aynı anne ve babadan doğmuş olan
kimselerdir. Bu tanım doğru ancak eksiktir.
Çünkü mü’minleri kardeş yapan sadece kan
bağı değil, içlerinde taşıdıkları kalptir, samimiyettir ve teslimiyettir. Bunu da İslam kardeşliği olarak tanımlayabiliriz. Kardeş sözcüğünün kelime anlamı incelenirse; Arapçada
ahi sözcüğüne karşılık geldiği görülür. İhve ve
18
ihvan ise ahi kelimesinin çoğuludurlar. Böylelikle ihvan kelimesinin kardeşler anlamına
geldiğini görüyoruz. Ayrıca kardeş sözcüğü
boydaş, yurttaş, dildaş, dindaş, gönüldaş ve
denktaş anlamına gelmektedir. Bu kavramlarda görüldüğü üzere kardeşlik, soy-sop
kardeşliğinin dışında aynı dile ve aynı dünya
görüşüne mensup olmayı da ifade eder.1
Kardeşlik kutsaldır ve kişinin en temel ih1 Hasan Eren, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Ankara
1999, s.212
tiyaçlarından biridir. Bu cümle klişedir fakat
hakikattir. Bizlere Yüce Yaratıcının bir lütfudur.
Düşünün ki en zor anımızda tutulacak el
demek, asla arkalarını dönmeyeceklerini bilmektir. Her ne zaman sıkılsak, bunalsak bizlere merhem olurlar. Tüm ışıklar söndüğünde
ve tüm umutlar tükendiğinde ben buradayım,
yanındayım diyerek elinizi tüm samimiyetiyle
tutan kişidir kardeş. Bir araya gelindiğinde
hep aynı heyecan, aynı masumiyet, içten gülüşmeler, sıcacık hasret gidermeler ve bitmek
tükenmek bilmeyen tatlı, uzun sohbetler… Bu
yorumlara katılan bireyler hakiki kardeşlerini
bulmuş demektir. Bizlere her yerde rehber olduğu gibi bu hususta da ışık olan Peygamber
Efendimiz gelin bakalım kardeşliğin tanımını nasıl yapıyor: “Gördüğünüzde size Allah’ı
hatırlatan, konuştuğunuzda bilginizi artıran,
ilmiyle de size ahireti hatırlatan sizin için en
hayırlı arkadaştır.” Bir de Allah’ın aslanı Hz.
Ali’nin (ra) tavsiyelerini dinleyelim: “Senin
gerçek kardeşin yanında bulunan ve sana
faydalı olmak için zarara katılan, zamanın felaket ve musibetleri ile karşılaştığın zaman ne
pahasına olursa olsun, yardımına koşandır.”
Görüldüğü üzere kardeşlik zaruri ihtiyaçtır,
can’dır. Can’larımızın kıymetlerini bilmeliyiz.
Peki ya kıymetini bilmezsek? Çünkü yeryüzü hiç olmadığı kadar kirli ve kötü durumda.
Her köşesinde türlü türlü fitne, vesvese kol
gezmekte. Bu yüzden bizim için kritik öneme
sahip kardeşlik gibi değerlerimiz maalesef
yozlaşmaya başlamıştır. “Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik ancak bu
arada çok basit bir sanatı unuttuk: kardeşçe
yaşamayı” der ünlü sosyolog. Bizler de bu tuzağa düşmemek için etrafımızdakilere dikkat
etmeli ve ilişkilerimizi gözden geçirmeliyiz.
Adeta sapasağlam bina gibi ve bütün zerreleriyle birbirine bağlı kusursuz vücut gibi olunmalıdır. Binanın herhangi bir kısmı eksik ya
da çürük olursa yerle bir olur. Bu hususta da
Efendimiz bizlerin imdadına koşuyor ve şöyle
buyuruyor: “Mü’minin mü’mine bağlılığı, par-
çaları birbirini bütünleyen bina gibidir”.2 Peki,
binanın çürük kısımları ve sistemi aksatan
sorunları karşısında neler yapmalıyız? Yani
kardeş diye bildiğimiz kimseler arasındaki
çürük elmaları nasıl tespit etmeliyiz? Çünkü
şöyle bir atasözü var: “Bana arkadaşını söyle,
sana kim olduğunu söyleyeyim”. Bu cümleyi
doğrular nitelikte pek çok olaya ve etrafımızda cereyan eden hadiselere hayatlarımızda
rastladık ve rastlayacağız. Körle yatan şaşı
kalkar sözünden yola çıkarak etrafımızdaki çürük elmaları temizlemeliyiz. Bilinmelidir
ki eğer elma dolu sepette tek bir çürük olsa
dahi zamanla tüm sepetin çürümesine sebep
olur. O bakımdan bizlere yakışmayan ve zarar veren arkadaşlardan uzak durmalıyız. Bu
işlem kalplerini kırmadan yapılırsa pek hayırlı olur. Efendimiz bizi şöyle uyarıyor: “Yalnız
mü’minle arkadaş ol ve ekmeğini ancak takvalı kimse yesin”.3 Bir büyüğümün bende iz
bırakan öğütlerini sizlerle paylaşmak isterim:
“Oğul! Eğer dostunu tanımak istersen onunla sofraya otur. Önüne somun ekmeğini ver.
Sofrada yalnız bir ekmek olsun. Kişi eğer ekmeği ortadan bölerse arkadaşındır. Eğer ikiye
böldüğü ekmeğin büyük kısmını sana verirse
hakiki kardeşindir. Yok, eğer ekmeğin küçük
kısmını sana verirse ondan sana dost olmaz.”
Çünkü kardeşliğin ruhunda fedakârlık, samimiyet vardır. Derin bir denizdir ve dibi yoktur,
her kul kaldıramaz.
Sonuç olarak, etrafımızdaki kimselerden
emin olmalıyız. Eğer eminsek ilişkilerimiz
kökü sağlam dev bir çınar ağacı misali olmalı.
Kuşkusuz dostluğu bitiren gıybettir, hatalarını
yüzüne vurmaktır ve ihtiyacı olduğu anda terk
etmektir. Bunlardan şiddetle kaçınmalıyız.
Çünkü hakiki kardeşlik verilmiş bir sözdür,
tutmayı bilmeliyiz. Ünlü şairin dediği gibi:
“Kardeşlik incinsen de incitmemektir”. Layık
olduğumuz kimselerle karşılaşmak ümidiyle
hepinize saygılarımı ve hürmetlerimi sunarım.
Ömer Faruk Erdoğan
2 Buhari; Salat, 88
3 Tirmizi; Zühd:55
19
KENDİNE DIŞARDAN BAKMAK
“… İnsan kendi benliğine (nefsine) şahit
olacak, türlü mazeretler ortaya koymuş olsa
bile…”1 Her an nefsimizle baş başa olduğumuz halde, bizi hangi yöne sürüklediğinin ne
kadar farkındayız? Fıtrat gereği yaptığımız
eylemler – yeme, içme, uyuma vb.- yanı sıra
kendi isteklerimiz doğrultusundaki yaptırımlarımızla geçiriyoruz dünyadaki mesaimizi. Yüce
Yaradan’ın üzerimize emir kıldığı yaptırımlar
bile nefsimiz tarafından engellenme lüksüne
sahip maalesef. Çok yorgun ya da hasta olduğumuzda nefsin “dinlen” sözüne itaat edip
İlahi emri rahatlıkla göz ardı edebiliyoruz. Ve
bunu çoğu zaman yaptığımız hatanın farkında olmadan yapıyoruz. İşte bu noktada durup
bir düşünmeli. Kişi kendi nefsini almalı şöyle
bir karşısına demeli ki: “ Ey nefis! Ne sen benden ayrı durabilirsin ne ben senden, ama Hak
katında hesap verecek olan benim, o yüzden
beni yanlış yollara saptırmana izin veremem!”
Sonra da nefsinin her an ensesinde, kontrol
sahibi, hâkimi olmalı. Abdulkadir Geylani k.s.
şöyle buyurmuştur: “Nefsinden çık, ondan yüz
çevir, mülkünden bağını kopar. Her şeyi Allah
Azze ve Celle’ye teslim et, kalbinin kapısında
O’nun kapıcısı ol! O’nun iradesinden gayrı
bir iradeyi irade etme. Daima O’nun emrini
muhafaza et! Daima O’nun nehyi ile vazgeç!
Daima O’nun takdir ettiği şeye teslim ol. Nefsini kontrol et, gaflete düşüp mutmain olma!”2
1 Kıyamet,14-15.
2 Fütuhu’l Gayb, Abdulkadir Geylani.7.bölüm.
20
Zor bir iş elbet nefsin idaresi, iradenin kuvvetliliği, Yaradan’a tam anlamıyla teslim olmak
her kişinin kolayca yapabileceği bir iş değil
ama başaranlar, çalışanlardır. İnsan bu; beşer ve şaşar, öyle anlarımız oluyor ki nefsimize
uyup yaptığımız işlerin zararımıza olduğunun
farkında bile olmuyoruz. Kendinden uzaklaşıp
şöyle bir dışarıdan bakmak, kendini hesaba
çekmek lazım oluyor böyle durumlarda. “Ben
ne yaptım? Bu yaptığım Hakk’ın razı olacağı
bir şey değildi, niye yaptım? Tekrar aynı hatayı yapmamak için ne yapmalıyım?” Bu ve
benzeri sorularla kişi kendine ayna tutar. Kalbi gaflet uykusundan uyanır ve içinde bulunduğu halin farkına varır. Kalbine tövbe etme
isteği, yapmış olduğu yanlış davranışlarını düzeltme isteği hâsıl olur. Allah (cc) da hatasından dönmeyi, tövbe sebeplerine hazırlanmayı
nasip ederek ona yardım eder. Kişi de nasibi
doğrultusunda hatasını anlayıp tövbe istiğfara yönelir ve bir daha aynı hatayı işlememeye
gayret gösterir. Resulullah (sav) Efendimiz bir
hadis-i şerifinde “Günahtan tövbe eden hiç
günah işlememiş gibidir. Allah tövbe edenleri, temizlenenleri sever” buyurmuştur.3 Bizdeki nefsi yaratan Yüce Allah (cc) bizim içinde
bulunduğumuz durumu bizden iyi bilendir.
Nefsimizle olan mücadelemizi, şeytanın bizi
çeldirmek için kullandığı hileleri, etrafımızda
bulunan bizi kötü etkileyen diğer insanlar faktörünü hepsini var eden Allah (cc) zaten bizim
bunlarla her daim savaş içinde olacağımızı
da var etmiş oluyor. Yani özetle insanın bu
savaş ortamında olması, bir ileri bir geri de
olsa gayret içerisinde olması takdir-i İlahi’den
başka bir şey değil. Bizden istenen her daim
bir muhasebe içinde kendimizi hesaba çekmek, yanlış giden Allah’ın razı olmadığı bir
şey varsa bundan vazgeçip, tövbe etmektir,
3 İbn Mace, Zühd,30.
doğr u y u
bulmaktır. Ve bunu çok
kere de yapmış olsak
asla ümitsizliğe kapılıp vazgeçmemektir. Şeyh
Ali Dekkak anlatıyor: “ Müridlerden biri tövbe etti. Sonra
kendisinde bir gevşeklik meydana
geldi. Bir gün acaba tekrar tövbe edersem bunun hükmü nasıl olur diye tefekkür ederken gaybdan bir ses, ‘Ey falan!
Bize itaat ettin, biz de itaatini makbul ettik.
Sonra bizi bıraktın, biz de sana belli bir süre
tanıdık. Eğer bize dönersen seni geri kabul
ederiz’ dedi. Bunun üzerine genç tövbe haline
döndü ve bunda başarılı oldu.”4 En makbul
olanı tövbe edilen hataya tekrar dönmemek
olsa da aciz olan insan fıtrat itibariyle tekrara
müsaittir ve iradesi de eğer sağlamlık derecesinde yeterli değilse bunun olması muhtemeldir. Bu durumda kişi aczini itiraf ederek
tövbe kapısına tekrar varmalı, tıpkı hatada
yapmış olduğu tekrar gibi tövbede de tekrarı
uygulamalı. İnsanın acziyetini bilen Allah’ın
huzurundan başka gidilecek kapı olmadığını bilip, O’na yönelmeli. Yüce Allah’ın rahmetinden ümit kesilir mi..? Kesilmez! O halde kişi kendinin farkında olup, ona göre yol
almalı. Nefis muhasebesini her daim yapıp,
hatalarından nadim olan, tövbe ile temizlenip
tekrar kirlenmeyen kullardan oluruz inşallah.
Selam ve dua ile…
Tuğba Uzunosmanoğlu
4 Kuşeyri Risalesi, Abdulkerim Kuşeyri, Tövbe bahsi.
21
CENNET KOKAN EV MUHABBETLERİ
H
er insan evlilik yolunda yürümeye
bir umut ile başlar. Herkes mutlu
ve huzurlu bir yuva ister yaşamını
geçirmek için. Bazılarımız arasa da bir türlü
bulamaz o huzuru, bazılarımızın ise içindedir
mutluluk aramaya gerek bile kalmaz. “Çok
şanslı o kız/erkek” cümleleri ile açıklanıverir
kimi zaman cennet bahçesi evler, muhabbetler. Fakat bilinmelidir ki huzurlu bir aile
ancak bilinçli bir çabanın eseridir.
Aile ortamı bireyin en temel ihtiyaçlarının
önemsendiği ve karşılandığı yerdir. Kişi ailesiyle beraberken kendisini huzurlu hisseder, kendini oraya ait hisseder. Huzurlu bir
aile cennet bahçesidir kişi için. Her ev güzel
bir bahçe ise yaşanan ülke hatta dünya da
cennet olur o zaman. Peki ya değilse? Ya
her haneden mutsuzluk, huzursuzluk, kavga, küskünlük ve ayrılık kokuları geliyorsa
buram buram? O zaman orada yaşamak
da cehennem azabı vermez mi insana?
İşte bu yüzden bir ailenin yapısı, çocuklara verilen önem, eşlerin birbiriyle uyumu,
diyalog tarzları, beraberlik ortamı gibi tüm
bu etmenler çok önemlidir yaşamımızı güzelleştirmek için.
Sizler de ev yaşantınızda eşinize, çocuğunuza varsa anne ve babanıza göstermiş
olduğunuz ilgi, sevgi ile ve onlara olan davranışlarınızla kendi hanenizi cennete çevirebilirsiniz ya da herkese cehennem azabı
da yaşatabilirsiniz. Bu bir seçimdir, seçim
de sizindir.
Mutlu bir hane nasıl olur, kişiler huzurlu
bir ev ortamı için ne yapmalıdır bunu biraz
inceleyelim.
Öncelikle eşlerin birbiriyle ilişkisi önemlidir. Çünkü aile her şeyden önce eşlerin birlikteliği ile başlar. Çocuklarımıza iyi anne baba
olabilmek için, öncelikle iyi eş olmak gereklidir. Eğer burada sıkıntılar varsa ilerde çocuklara da yansıyacaktır. O yüzden öncelikle
22
eşleriniz ile iyi geçininiz. Eşiniz sizden razı mı,
bunu sorgulayınız.
1- Mutluluğun sermayesi sevgidir:
Hiç şüphesiz sevgiden yoksun ve güvenden
mahrum bir aile ortamında mutluluktan söz
etmek neredeyse imkânsızdır. Fakat sevgi
sadece histen ibaret olmamalı, mutlaka ve
mutlaka davranışlara da yansımalıdır. “Zaten sevdim de evlendim, sevgimi çok gösterirsem şımarır, öyle davranırsam elalem
ne der” gibi düşüncelerden artık sıyrılıp sevgimizi hem eşimize hem de çocuklarımıza
her fırsatta göstermeliyiz. Bizler birbirimizi
sevelim ki Rabbimiz de bizleri sevsin.
2- Etkili iletişim:
Birbirimizle iletişimimiz doğrudan, açık
ve net bir şekilde olmalıdır. Sorunumuz her
ne ise bunu karşımızdakini suçlamadan,
açık bir şekilde söyleyebilmeliyiz. Kızmak,
bağırarak karşımızdakini suçlamak ya da
küsüp susmak ise seçilen yanlış yöntemlerdir. Bazen maalesef eşler arası iletişime çocuklar da aracı edilmektedir.
Örneğin;
(baba) “Kızım söyle şu annene, benle
öyle konuşmasın”
(anne) “Kızım asıl sen o babana söyle,
her şeye karışmasın”
Açık ve net olarak gerçekleşen aracısız iletişim, samimiyetin bir göstergesidir.
Problemlerimizi doğru yöntemlerle çözmeye çalışmalıyız.
3- Problemsiz ev yoktur: İyi gündekötü günde diye söz vermiştik
Sıkıntıların, sorunların uğramadığı hiçbir
hane yoktur. Fakat sorunlarının üstesinden
gelebilen, onları çıktığı noktayla sınırlı tutabilen, sorun her ne olursa olsun bunların eşiyle
olan ilişkisini olumsuz etkilemesine fırsat vermeyen çiftler vardır ki bunlar evlerinde huzuru
bulanlardır.
Ya da her tartışmada ağzına geleni düşünmeden söyleyen, tartışmaya “süpürgenin
çalışmaması” ile başlayıp “sen zaten bir kere
daha böyle yapmıştın” ile geçmişe doğru devam eden, problemi çözmeye çalışmak yerine birbirlerinin olumsuzluklarını arayıp bulan
çiftler vardır ki bu evlerde de kızgınlıklar küskünlükler fazlaca görülür.
İki çiftin davranışları da onların tercihleridir. İsterlerse devam ettirirler, istemezlerse
davranışlarının sonuçlarını fark edip olumsuz
alışkanlıklarını değiştirirler.
4- Tartışmanın da bir adabı var:
Eşler kesinlikle çocukların, yakın akrabaların, başka insanların yanında tartışmaya
girmemeli, çözecekleri meseleyi baş başa kaldıklarında çözmeye çalışmalıdır. Eşini kendine en yakın dost kabul edip, onun varsa bazı
hata ve noksanlıklarını en uygun ve inandırıcı
bir metotla düzeltmeye çalışmalıdır.
“Onurum”, “gururum” türü ifadeler, şeytanın tuzak olarak kullandığı sözlerdir. Tartışma
esnasında şeytan bunları bahane ederek, eşlere sürekli birbirinin hatasını gösterir ve barış
kapısını kapatmaya çalışır. Bu yüzden tartışırken şeytana uymayıp, eşimizin güzel yönlerini
ve iyiliklerini de hatırlamaya çalışıp; beğenmediğimiz yönlerinin tüm iyiliklerini örtmesine
fırsat vermemek yerinde olacaktır.
Sonuç olarak; evlerimizi mutlu ve huzurlu
kılmak, eşimizle tatlı geçinmek, çocuklarımızı
güzel yetiştirmek hepimizin gayesidir. Fakat
tüm bu güzelliklere ulaşabilmemiz için, evimizin hoş sohbetli cennet bahçeleri olması için
üstümüze düşen sorumlulukları yerine getirmeliyiz ve bu bilinçle yaşamalıyız. Yazımı şu
cümle ile bitirmek istiyorum: “Bir evin güzelliği uyumdur, bir evin sürekliliği bağlılıktır, bir
evin sevinci sevgidir, bir evin zenginliği çocuktur, bir evin yasası hizmettir, bir evin refahı
memnun olan gönüllerdir”.
Yazımızın sizlerde hoş bir tat bırakması, ailenize ve yuvanıza hoş muhabbetler katması
dileğiyle…
Esra Erdoğan
23
KARDEŞ SEVGİSİ
G
ünümüzde insanlık gittikçe somut
bir hal almaya başladı. Ne yazıktır
ki bizler de içimizdeki huzuru göremeden dünya işlerine yönelmeye başladık.
Öyle zamanlar yaşar olduk ki kardeşimizi,
aynı kanı paylaştığımız kişileri bile ezer geçer
olduk. Kardeşlerimizi en büyük düşmanlardan bile düşman görecek kadar gözümüzü
kör eden şeyler neydi peki? Hırs mı para mı
yoksa güç mü?
Öncelikle tarihteki ilk kardeş kavgası olarak bilinen hikâyeyi kısaca özetleyelim; Habil
ile Kabil; İlk insan ve ilk Peygamber olan Hz.
Âdem’in oğulları olan Habil ile Kabil ikiz kardeşlerdir. Büyüyüp genç adam olduklarında
Kabil kardeşinin evleneceği kıza talip olmuş,
Hz. Âdem bunun asla caiz olmadığını söyleyerek, birer kurban kesmelerini ve Allah’ın
kimin kurbanını kabul edeceğini görmelerini
istemiştir. Yüce Allah Habil’in kurbanını kabul
etmiş, Kabil de kıskançlık yüzünden kardeşini öldürmeyi düşünmüştür. Kur’an-ı Kerim’de
bu hadise şöyle anlatılmaktadır: “(Habibim)
Kureyş müşriklerine Âdem’in iki oğlunun kıssasını iyice anlat. Hani onlar birer kurban takdim etmişlerdi de birisinin (Habil’in) kurbanı
kabul olunup, öbürünün (Kabil’in) kurbanı
kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan Kabil kardeşine: “ Ben de seni muhakkak
öldürürüm.” demişti. Habil ise: “Hayır, Allah
ancak kendisinden korkanların kurbanını kabul eder. Eğer sen beni öldürmek niyetiyle
elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi
uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan
Allah’tan korkarım”1
Aralarında böyle konuşmalar geçmiş ve
Kabil kardeşini öldürmüştür. Sonra pişmanlık
duymuş, dünya ve ahiret hayatında hüsrana
uğrayanlardan olmuştur. Kardeşini gömmek
için bir karga ona örnek olunca: “Şu karga
kadar bile olamadım. Kardeşimin cesedini
gizleyemedim” demiştir.
1 Maide:27
24
Hz. Âdem Habil’in öldürüldüğünü duyunca
çok üzülmüş, Kabil’e beddua etmiştir. Kabil de
babasından korkup Yemen diyarına kaçarak
orada ateşe, toprağa, puta tapmaya, Allah’a
isyan etmeye başlamıştır. Kabil yeryüzündeki
ilk cinayeti işleyen kişi olarak ebediyen kötülükle anılır. Peygamber Efendimiz bir hadisi
şeriflerinde: “Haksız yere öldürülen her insanın kanının günahından, Âdem’in oğlu (Kabil
hesabına) bir pay ayrılır. Çünkü bu cinayeti
adet edenlerin önderi odur.” buyurmuşlardır.
Bu hikâyeden yola çıkarak dahi kardeş
sevgisini yok eden sebepler açıkça görülebilir. Günümüzde de kardeş sevgisini yok eden,
tüketen tüm sorunların temeli aslında bu gözü
karalıkta yatmaktadır. Nefsine sahip çıkamayıp kardeşi Habil’i öldüren Kabil nasıl ki kin
ve nefretinin esiri olmuşsa bu hırslar günümüze kadar artarak süregelmiştir.
Allah korkusu olmayan, içinde huzuru taşımayan kimseler bu günahlara düşmeye her
zaman müsait kişilerdir. Bundan ziyade aile
yapısının da çok fazla etkisi görülebilir. Ailelerin yanlış yetiştirmesi sonucu çocukların küçüklükten itibaren büyüyen sorunları ilerleyen
zamanlarda kişiyi çıkmaza sürükleyebilecek
duruma getirebilir. Bundan mütevellit kin ve
nefret oluşumu söz konusu da olabilir. Bu bir
zaman sonra kişinin kendi psikolojisini de etkiler ve kin ve nefret kendisine döner.
Kardeşlik, bu kadar önemsiz bir konu gibi
görünürken dünya üzerinde işlenen ilk suçun
kardeş katli olması ise önemsizlik göstergesini tamamen yanılgıya çıkartıyor. Kur’an-ı
Kerim’de kardeş olgusunun en iyi şekilde anlatıldığı örneklerden biri de şüphesiz ki Yusuf
Suresidir. Hz. Yusuf ile ağabeyleri arasındaki ilişki bir zaman sonra kin, nefret ve öfkeye dönüşür ve kardeş kavgası sirayet eder.
Yusuf’un on bir tane erkek kardeşi vardı.
Yusuf fevkalâde güzel ve son derece zeki bir
çocuktur. Babaları Hz. Yakub en çok Yusuf’u
seviyordu. Bu sevgiyi ağabeyleri kıskanıyor-
lardı. Hz. Yusuf bir gece rüyasında on bir yıldızın, güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini
gördü. Bu rüyayı babasına anlattı. Babası rüyanın, Hz. Yusuf’un büyük bir adam olacağına işaret olduğunu anladı ve Yusuf’a rüyasını
ağabeylerine anlatmamasını tembihledi. Ancak, ağabeyleri bundan haberdar oldular ve
Yusuf’u öldürüp bir yere atmayı plânladılar.
Babalarından izin alarak, gezip eğlenmek
bahanesiyle Yusuf’u alıp kırlara, götürdüler.
Onu bir kuyuya attılar, gömleğini da kana
bulayarak, “Yusuf’u kurt kaptı” diye babalarına yalan söylediler. Kuyunun yanından geçmekten olan bir kafile Yusuf’u buldu ve köle
olarak satmak üzere alıp, Mısır’a götürdüler.
Orada az bir fiyatla onu Aziz’e (maliye bakanına) sattılar. Aziz’in hanımı Yusuf’a göz koydu.
Onu kendisiyle beraber olmaya çağırdı. Yusuf
(as) bunu kabul etmeyince, ona iftira edip kocasına şikâyet etti ve hapse attırdı. Hz. Yusuf
senelerce hapiste kaldı. Orada hükümdarın
şerbetçisi ve aşçısı ile tanıştı. Onların gördükleri rüyaların yorumunu yaptı. Birisinin, kurtulup efendisinin hizmetine devam edeceğini,
diğerinin ise öldürüleceğini söyledi. Sonunda
dediği çıktı. Hz. Yusuf, kurtulandan, kendisini
efendisinin yanına almasını istedi. Hükümdar
bir gece rüyasında yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi
kuru başak gördü. Bu rüyanın yorumunu yaptırmak istedi. Hz. Yusuf’un rüya yorumu yaptı-
ğını öğrendi ve onu hapisten çıkarıp, rüyasını
anlattı. Hz. Yusuf, yedi sene bolluk olacağını,
peşinden gelen yedi senenin ise kıtlıkla geçeceğini söyledi. Bunun üzerine hükümdar,
Hz. Yusuf’u maliye bakanlığına getirdi. Yusuf
(as) bolluk yıllarında bütün ambarları zahire
ile doldurttu; kıtlık yılları gelince bu zahireyi halka dağıtmaya başladı. Aynı kıtlık, Hz.
Yusuf’un babasının memleketi olan Kenan
diyarında da yaşandı. Yusuf’un (as) kardeşleri de zahire almak için iki kez Kenan ilinden
Mısır’a geldi. Sonunda Yusuf (as) kardeşlerine kendini tanıttı ve onları affettiğini belirterek, “Bugün azarlanacak değilsiniz, Allah sizi
bağışlar, O, merhametliler merhametlisidir”2
dedi. Yusuf (as), babası, annesi ve kardeşlerinin tamamını Mısır’a davet etti. Ailesi Mısır’a
vardığında Yusuf (as) anne ve babasını tahta
oturttu; diğer on bir kardeşi ise Hz. Yusuf’un
önünde eğildiler. O zaman Yusuf (as); “Babacığım, işte bu vaktiyle gördüğüm rüyanın
çıkışıdır; Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan
benimle kardeşlerimin arasını bozduktan
sonra, beni hapisten çıkaran, sizi çölden getiren Rabbim, bana pek çok iyiliklerde bulundu. Doğrusu Rabbim, dilediğine lütufkârdır.
O şüphesiz, bilendir, hâkimdir”3 dedi. Bu
şekilde İsrailoğulları, Filistin’den Mısır’a gelip
yerleşmiş oldu. Bir süre sonra Yakub (as) vefat
etti. Yusuf (as), Allah Teâlâ’ya şöyle yalvardı:
“Rabbim, bana hükümdarlık verdin, rüyaların
yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve âhirette koruyanım sensin!
Benim canımı, Müslüman olarak al! Ve beni
iyilere kat!”.4
Hz. Yusuf güzel ahlakını onca yaşadığı
kötülüğe rağmen koruyabilmiş ve Kur’an-ı
Kerim’de “Ahsenü’l-Kasas, Kıssaların en güzeli” ünvanını almıştır. Allah bizleri Hz Yusuf
gibi her zorluğa rağmen güzel ahlakını koruyanlardan eylesin. Kardeş sevgisini dahi yaşamayacak kadar gözlerimizi kör eden hırstan uzak etsin.
Zeynep Uysal
2 Yusuf, 92
3 Yusuf,100
4 Yusuf, 101
25
HAYAT YAŞAMAYA DEĞER
İçinde
yaşadığımız
dünyaya maddi olarak
baktığımızda sahip olabileceğimiz pek çok değerin
varlığı gözlerimizi kamaştırır, iştahımızı kabartır.
Ama aynı zamanda sahibi olduğumuz şeyleri kaybedebileceğimiz aklımıza
geldiğinde de içimizi korku ve karamsarlık kaplar.
Öyleyse bakışımızı, bizi
daima saadete sürükleyecek maneviyata çevirmeli,
Rabbül Alemin’in her yarattığında sergilediği üstün sanatını görmeye çalışmalıyız. Güzeli görmek
için güzel bakmaya gayret
etmeliyiz.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun’1
D
önüşümüzün baştan belli olduğu
hayat yolculuğunda, yaşamı değerli kılan güzellikleri fark edebilmeyi, misafiri olduğumuz şu fani âlemi gönül
gözümüzle görüp idrak edebilmeyi Rabbim
hepimize nasip eylesin.
Hayatı yaşamaya değer kılan en önemli
özelliklere doğuştan sahibiz aslında: eşref-i
mahlûkattan, din-i İslam’dan, ümmet-i
Muhammed’den ve İslam’a hizmetin en âlâsı
ile şereflenmiş soylu bir milletteniz elhamdülillah.
1 Bakara,156
26
Peygamberimiz
Muhammed Mustafa (sav) bir
gün ashabından birkaç kişi ile birlikte yürürlerken kötü bir koku ile dikkat kesilirler. Az ileride yolun kenarında bir köpek ölüsü bulunduğunu görürler. Yanına yaklaştıkça yer yer
çürüyüp, kemikleri görünmeye başlayan hayvanın kokusu daha da artar. Efendimizin yanında bulunanlar dayanılmaz kokudan dolayı
burunlarını kapatıp yüzlerini buruştururken,
Hz. Muhammed (sav) tebessümle: ‘Gördünüz
mü? Ne kadar güzel dişleri vardı.’ buyurur.
Örnek insan yine ümmetine ölü bir hayvan
üzerinden çağlar sonrasına uzanacak mesajı
vermiştir. Bakmasını bilene güzellik mi yok?!
Son zamanlarda bilim insanlarının yoğun
olarak üzerinde durduğu ‘Altın Oran’ konusu
bile tek başına ömür boyu sürebilecek nitelikte
ve hayatın yaşamaya değer oluşuna örnektir.
Araştırıldığında insan yüzünden küçücük bir
sineğin kanadına; gezegenlerin güneş etrafındaki dizilişinden ay çekirdeklerinin muntazam sıralanışına kadar yaratılanların hepsinde bulunduğu anlaşılan bu oran Yaratan’ın
kudretini gözler önüne serer. Yeryüzünde inşa
edilen ilk bina olma özelliğini taşıyan Kâbe,
içinde bulunduğu şehrin altın oran noktasındadır. Bu kutsal şehir yani Mekke’nin yeri ise
kutup noktalarından hesaplandığında yine
altın oran çıkar karşımıza. Acaba binlerce yıl
önce bu oran kim tarafından hesaplanmış ve
Kâbe insanlığın merkezi haline getirilmiştir?!
Bütün bunları düşünebilmek, O Kudretli El’in
muhteşem eserini var olan bütün duyularımızla anlayıp hissedebilmek bizlere sunulan
eşsiz bir lütuf değil de nedir?
Hayatın yaşamaya değer oluşunu yaşantımızda sıklıkla yer vermeye gayret edeceğimiz salih amellerle de yaşayabilir ve yaşatabiliriz. Bir yetimin gözünde mutluluğun
pırıltısını görebilmek; bir yaşlı veya hasta
insanın tebessümüne vesile olabilmek;
zor zamanlarda dostum diyebileceğimiz
birilerinin varlığını hissetmek; varlığımızın
huzur sebebi olduğunu fark etmek; hayırlı
işler yapmak ya da hayra vesile olabilmek
birkaç örnek sadece.
İbrahim Peygamber eşi Sare’nin hazırladığı pencere önüne kurulu sofrasında
yemeğe başlayacağı sırada camın öbür
tarafında birinin kendisini izlediğini fark
eder. Üstü başı perişan, saçı sakalı karışmış, bitkinliği her halinden belli olan
bu zat aslında daha çok sofrayı izlemektedir. İbrahim Aleyhisselam onun aç
olduğunu anlayıp hemen sofrasına davet
eder. Adam sofraya oturur ve tam yemeğe başlayacağı sırada Hz. İbrahim onu
durdurur: ‘Sen Allah’ın adını anmadan
mı yemeğe başlayacaksın?’ diye sorar.
Adam kendisinin Mecusi olduğunu söyleyip
Allah’ın adını anmayı reddeder. Bunun üzerine Hz. İbrahim onu sofrasından ve evinden
uzaklaştırır. Canının sıkıldığı her halinden
bellidir, kendisi de yemek yemez ve evinden
çıkıp hava almaya gider. Bir süre sonra duyduğu sesle kendine gelmeye başlar. Duyduğu
ses ona ‘Ya İbrahim, seni ve o Mecusi’yi yaratan Rabbin kendisine inanan ve inanmayan
herkese nimetlerini sınırsız olarak vermişken,
sen nasıl olur da sofrandaki yemeği paylaşmayıp o zatı evinden kovarsın? Kaldı ki senin
baban elleriyle yaptığı putları satarak geçiminizi sağlarken bir gün bile aç mı kaldınız?’
der. Hz. İbrahim hemen yerinden fırlayıp
Mecusi’yi aramaya başlar ve köyün çıkışında
bitkin bir halde onu bulur. Özür dileyip başına gelenleri anlattıktan sonra evine götürüp
karnını doyurur. Mecusi yaşadıklarının ardından Hanif olmaya karar verir. Hz. İbrahim ise
o günden sonra asla sofraya yalnız oturmaz.
Her gün evinden sokağına taşan ‘Halil İbrahim Sofralarında Rabbinin verdiklerini
inanan- inanmayan herkesle paylaşır ve
bu geleneği bizlere kadar ulaştırır.
Allah dostlarının kurduğu sofralar o
gün bu gündür maddi manevi açlıklarımızı gidermek için dolar taşar. Yaşam
gayemiz gerçekten, sınırlı ve az sayıdaki
günlerimizi değerli kılmaksa bu sofraların kıymetini bilmeli, buralardaki lezzetleri tadabilmeli, gücümüzün elverdiği ölçüde
başkalarına da tattırabilmeliyiz.
Hayat yaşamaya değer! Bir anını
bile boşa harcamadan, ‘Hay’dan gelip
Hû’ya gittiğimizin’ bilincinde, gönül gözümüz açık, bize sunulan nimetlerin tadını doya doya çıkarıp, şükrü elden bırakmadan değerli kılalım yaşamlarımızı.
Ömürlerimizi ziyan etmemek duası
ile…
Hanife Kadiroğlu
27
İSLAM’DA KARDEŞLİK RUHU
R
eddedilmeyecek bir emirle, Allah katından indirilen ayetlerle kardeşlik üzerimize farz kılınmıştır. Allah’u Teâlâ Hucurat Suresinde “Muhakkak ki mü’minler kardeştir”
Ayetiyle iman bütünlüğünün, kardeşliği getireceğini bizlere söylemiştir. Eğer Allah’a ve Resulüne
iman ettiğimizi söylüyorsak o zaman, imanda birleştirdiklerimizi, kardeş bilmeliyiz. Hangi renkte,
hangi dilde, hangi ırkta olursa olsun, iman ettim
diyen, insanlar bizim iman kardeşimizdir. Çünkü
biz aynı Allah’a iman ediyor, aynı Allah’a ibadet
ediyor, dua ediyoruz. Hepimiz tek
olan Rabbimizin rahmetini umuyoruz, gazabından korkuyoruz. Hepimiz
aynı
ipe
sarıldık,
kurtuluşu
umuyoruz.
Bütün bu
saydıklarımız (daha
da
sayılacak
olanlar) ne kadar
ortak noktalarda birleştiğimizi göstermeye yetecektir. Bu kadar birliktelikte ayrılık gayrılık
olmaz. Bütününde bu kadar ortak nokta varken,
hukuki noktada birbirimizden sorumlu tutuyoruz.
Bu ortak noktalar arttıkça sorumluluklarımız da
artıyor. Din kardeşisin, bir de bunun üstüne komşuluk, akrabalık, yolculuk, cemaat eklenince hukuk çoğaldıkça çoğalıyor.
Aynı yola çıktığımız yol arkadaşlarımız artık bizim için daha da özelleşiyor. Aynı sohbet
grubunda, aynı manevi sofrayı paylaşırken,
28
birbirimize ters bakmamız, hor görmemiz
olmaz. Zira o kardeşliği bize Allah’u Teâlâ
nasip etmiş. Aynı Allah dostundan aynı feyz
ırmağından içerken, birbirimize hoş bakmaz
isek Allah’u Teâlâ bize hoş bakmayacaktır.
Birbirimize merhamet etmezsek Allah’u Teâlâ
da bize merhamet etmeyecektir. Allah dostunun “Birlikte rahmet, ayrılıkta gazap vardır”
hadisini defaatle bizlere hatırlatması boşuna
değildir. Bunun hikmetini düşünmeliyiz. Demek ki kardeşlik durumumuzda eksiklikler var
ki, birçok ziyaretlerde bizlere bu
vurgulanıyor.
Tasavvufun ilk
dönemlerinden itibaren
kardeşlik
sıkı
bir
şekilde
vurgulanmıştır. Tasavvuf ehli,
birbirinin yüzüne severek
ve
merhametle
bakmayı ibadet sayıyordu. Bu dönemde müritlerin
birbirine hizmet etmeleri, gönül hoşluğuyla
birbirlerinin ihtiyaçlarını gidermeyi, ihvan kardeşine karşı fedakâr ve tahammüllü olmaları, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan
sakınmayı, sevgi duygularıyla dolu olmaları
öğütleniyordu. İslam’ın inceliklerini yaşamayı
bize öğreten tasavvuf, kardeşlik konusunda
da takvayı bize en güzel şekilde gösteriyor.
Tasavvufa giren bir dervişin bunlara aksi bir
davranışta bulunması düşünülemez. Hak ve-
rirsiniz ki bu hususiyetler üzerinde yaşanan
kardeşlik bizlere rahmet getirecekler.
Kardeşlik hukukuna, nefis terbiyesi yönünden baktığımız zaman, zaten bu hukukun
belki de %90’ını halletmiş olacağız. Nasıl
mı? Düşünün, nefsini adam etmeye çalışan
bir insan, zaten başkasının hatasını görmez.
Hata görmezse, kardeşi hakkında konuşmaz,
kalp kırmaz zira ona göre bir kusurlu varsa o
da kendisidir. Bu manada kardeşine hor da
bakmaz. Kibirden de kendisini korur. Onun
gözünde herkes iyidir. Ona göre herkes kendisinden üstün ve hürmete layıktır. Kendisini
hürmete layık görmez, hürmet istemez, hürmetsizlikten de gocunmaz, hürmet etmekten
de. Daima kendi kusurlarına ağlar, onun için
kardeşlerinin hep iyilikleri, güzellikleri vardır.
Zira tarikat terbiyesi almış bir kişinin kalbinde
kardeşlerine zerre kadar bile olsa, kin gütmemesi, hiçbir mü’mine nefret nazarı ile bakmaması, dostluk halkasını daima genişletmesi
esastır.
İslam’da Gerçek Tasavvuf ve Edebleri adlı
kitabımızda da müridin ihvanı ve mü’min kardeşlerine karşı bazı vazifeleri ve adabları şöyle anlatılmıştır:
1) İhvan ve mü’min kardeşleri ile selamlaşmak
2) İhvan ve mü’min kardeşlerine güler yüzle muamele etmek, hal ve hatırlarını sormak
3) İhvan ve mü’min kardeşlerine yardım
etmek, ihsanda yardımlaşmak
4) Kardeşlerine yük olmamak
5) Kardeşlerine hürmet ve tâzim etmek ve
onlarla otururken de edebe riayet etmek
Gönlünü kardeşine muhabbetle dolduran, onu çekiştirmeden, kırmadan hatalarıyla sevebilen, yeri geldiği zaman kendi nefsini
kardeşine tercih edebilen bir mü’mini bakın
Peygamber Efendimiz (sav) nasıl anlatıyor:
“Allah’ın kullarından bir takım insanlar vardır
ki, nebi değillerdir, şehit de değillerdir, fakat
kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebiler ve şehitler imrenerek bakacaklardır”. Ashab-ı Kiram; “Bunlar
kimlerdir ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve
yakınlık gösterelim Ya Resulullah” dediler.
Resulullah (sav): “Bunlar öyle bir kavimdir
ki, aralarında ne akrabalık ne de ticaret ve
iş münasebeti olmaksızın, sırf Allah rızası için
birbirlerini severler. Vallahi yüzleri bir nurdur
ve nurdan bir minber üzerindedirler. İnsanlar kıyamet günü korktukları zaman bunlar
korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler”. Buyurdu ve peşinden şu ayeti okudu. “Bilesiniz ki, Allah’ın
dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar ki Allah’a iman etmişler ve hep
takva ile (Kalben Cenab-ı Hakk’a yakınlıkları
sayesinde) korunur dururlar. Onlara dünya
hayatında da, ahiret hayatında da müjdeler
vardır. Allah’ın sözlerinde değişiklik yoktur.
İşte bu en büyük kurtuluştur.”1 2
Allah için birbirini sevenlerin, yüzlerinin
nur, minberlerinin nur olması, korkudan ve
hüzünden emin olmaları, büyük bir müjde
değil midir? Bu müjdeleri kaçırmak büyük
bir kayıp değil midir? Dünyalık hangi durum,
hangi menfaat, hangi kin, hangi küskünlük
buna değer. Allah’u Teâlâ’nın sevgisini kazanabilmek varken neye aldanır da, kardeşlerimizi incitir onlara hor bakarız. Hepimiz Allah
bizi sevsin diye uğraşmıyor muyuz? İbadetimizin, tasavvufa girişimizin, hizmetimizin sebebi
Muhabbetullah değil mi?
İşte bize verilmiş bu müjdeler, Allah’u
Teâlâ o müjdelere erenlerden eylesin. O müjdelere layık olanlardan eylesin.
Ülkü Akmeşe
1 Yunus 62-64
2 Ebu Davud- Hakim
29
İSLAM ve SOSYAL YAŞAM
‘’Allah’a en sevimli olanlarınız, ahlakı en
güzel olan; insanlarla iyi
geçinen ve kendileriyle
de iyi geçinilen yumuşak
huylu olanlarınızdır’’1
Sosyal; kelime anlamı olarak toplumla
alakalı demektir. Sosyal
yaşam ise toplum ile bir
bütün halinde hayatını
sürdürme anlamına gelmektedir. Sosyal hayatımızın standartlarını ise
benimsediğimiz din, örf
ve adetler, yetiştirilme
koşullarımız, kişisel ahlakımız vb. gibi materyaller
oluşturur. Bu yapıların
meydana getirdiği yansıma, bizim sosyal kişiliğimizi oluşturmaktadır.
Ülkemizde var olan
sosyal hayatın en temelinde şüphesiz dinimiz
İslam’ın getirdikleri yer
almaktadır.
Müslüman
olmak Müslüman gibi
yaşamayı zorunlu kılar.
Atalarımızın bu konudaki
hassas yapısı sayesinde
toplumumuzda bazı dinsel olaylar gelenek ve
görenek haline de gelmiştir. Bu yüzden de bu
ülkede yaşayan iman etmiş veya etmemiş her
insan İslam’ın güzelliklerinden payını almaktadır. Misafirperver yapımız, komşumuzla yemeklerimizi paylaşmamız, hasta ziyaretlerine
bir hayli önem vermemiz, yaşlılara hürmet,
gençlere sevgi ile yaklaşmamız İslam’ın toplumumuza kazandırdığı örf ve adetlere birkaç
örnektir.
“İnsanların ibadet ediyoruz diye yüzlerini
sağa sola döndürmeleri
yahut bazı adetleri itiyat
edinmeleri iyilik değildir; esas iyilik inanç ve
samimiyetle davranmak
ve sahip olduklarını ihtiyaç sahipleriyle içtenlikle
paylaşmaktır.”2
Yüce din İslam’da
sosyal yapı her zaman en
üst seviyede tutulmaktadır. İslam, sosyal dayanışmayı çok yönlü olarak
ele alır. Bu konuda da
anahtar kavramlar aracılığıyla perspektifini ortaya koymaktadır. Toplum
kavramı nasıl ki farklı
düzey ve düzlemlere sahipse, dayanışma anlayışı da çeşitli düzeylerde ve
karmaşık bir yapıya sahiptir. Kur’an-ı Kerim ve
Hz. Peygamber (sav)’in
örnekleri incelendiğinde
dayanışma
anlayışının
madde ve çıkar endeksli
olmaktan daha çok, ahlak eksenli olduğu görülmektedir. İnsanın ahlakı
insanın elbisesidir. Müslüman insanın da ahlakının güzel olması, İslam’ın sosyal yaşama getirdiği anlamı iyi bilmekten geçer.
“Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır: Karşılaştığın zaman ona selam ver.
Seni (ikramda bulunmak üzere) davet ettiği
vakit davetine katıl. Senden tavsiye ve nasihat
talep ettiğinde öğüt ver. Aksırıp Allah’a hamdettiği zaman onun için Allah’tan rahmet dile.
Hastalandığı zaman ziyaretine git ve vefat ettiğinde cenazesine katıl.’’3
2 Bakara, 2/177, 189; 3 Al-i İmran, 92
1 Beyhaki, Şu’abu’l-iman VI. 232, 234
30
3 Müslim, ‘’Selam’’, 5.
Müslümanların asosyal hatta anti-sosyal
olduğunu iddia eden bazı toplumlar vardır.
Ancak İslam’ın şartlarına bakıldığında bile
bunun öyle olmadığı görülmektedir. Örneğin, toplum fertlerini birbirine bağlayan, insanlar arasındaki maddi farklılıkları azaltan,
İslam’ın şartlarından biri olan zekât toplumsal
dayanışmayı sağlamaktadır. Camilerde namaz kılmanın sevabının kat kat fazla olması
insanı sosyalleşmeye itmektedir. Aynı şekilde
Hac vazifesi ve oruç tutmak da mü’minleri bir
araya getiren ibadetlerdir. Yani İslam’ı yaşayabilmek için sosyal olmak gereklidir diyebiliriz.
Sorumluluk bilinciyle yaratılan insanın,
başta Allah olmak üzere kendisine, ailesine,
komşularına ve topluma karşı sorumlulukları vardır. Topluma karşı sorumlulukların
başında, Müslümanların birbirini sevmesi ve
birbirlerinin haklarına saygı göstermesi gelmektedir. İslami terbiye ile yetişmiş insan;
seven, sevilen merhamet eden, herkesle hoş
geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen, toplumla
barışık olandır. Böyle bir insan maddi ve manevi alanda iyilikte yardımlaşır, muhtaçlara
yardım elini uzatır. Kendisinin ve bakmakla
hükümlü olduğu aile fertlerinin ihtiyaçlarını
karşılamak yakınlarına ve topluma yük olmamak için çalışır. Harcarken ne israf eder ne de
cimrilik yapar.
İslam dini, fert ve toplum haklarına yönelik bütün zarar verme çeşitlerini yasaklamıştır. Bu çerçeveden bakacak olursak, kişisel
çıkarlar uğruna toplum menfaatlerini çiğnemek sosyal çevremize zararımızın dokunması ahiretimizi tehlikeye sokmaktadır. Kur’an-ı
Kerim’de Al-i İmran suresinde kıyamet günü
bütün hak sahiplerine haklarının iade edileceği haberi verilmektedir. Günümüzde, Müslüman gibi yaşama konusunda eksiklerimizin
olduğu ve bunun sonucunda da toplumsal
problemlerin çoğaldığı bir dönemin içerisindeyiz. Sosyal Müslümanlığın, kendine Müslümanlığa dönüştüğü bir zaman diliminden
geçiyoruz. Toplumsal sorunlarımızın temelinde kul hakkının, toplumla yaşama bilincinin
önemini kaybetmeye başlamasından kaynaklanmaktadır. Gündelik hayatımıza baktığımızda o kadar çok birbirimizin hakkına
giriyoruz ki mesela, trafikte bile birbirimizin
hakkına çiğniyoruz. Cuma namazında bile
birbirimize saygı göstermez hale geldik, toplantılarımızda birbirimizin hakkında dedikodu
yapar hale geldik. Komşu hakkının ne demek
olduğunu unuttuk. Alış-verişte birbirimizden 5
kuruş daha fazla para kazanmanın hesabını
yapar olduk. Yalan söylemeyi ihtiyaçmış gibi
algılar olduk. Dünyevi arzularda başkalarının
önünde olmak için yarışır olduk. Yolda birbirimizi gördüğümüzde selam vermeye korkar
olduk. Cuma namazından sonra tokalaşıp
Salavat getirmeye, Allah kabul etsin demeye
çekinir olduk. Bir şeylere sinirlendiğimizde birilerini kırmayı adet haline getirdik. Topluma
yararlı birey olmaktan daha çok kendimize
yararlı olmayı tercih ettik. Toplum olarak gittiğimiz yolun tehlikeli olduğu aşikâr bir gerçektir. Hâlbuki İslam’ı düzgün yaşayan bir ülke
olsaydık Dünyanın en modern en yaşanabilir
ülkesi olurduk. Allah bizlere Kur’an ahlakı ile
doğru yolu bulmayı, sünnet ile de yolunu güzelleştirmeyi nasip eylesin.
Kaynakça:
-Kürsüden Öğütler, Diyanet İşleri Başk.
Syf:438
-İslam’a Giriş, Diyanet İşleri Başk.
Cüneyt Yusufoğlu
31
HER İŞTE BİR HAYIR VAR
‘’Her işte bir hayır vardır” sözünden
kasıt başa gelen iyi veya kötü her işin
sonunda kulun farkına varacağı hayırların olduğudur. İnsanız üzülebiliriz
derdimize derman arar, ararken
düşebilir yanılabiliriz fakat yine
de olan bitenin içinde kendimizi
kaybetmemek için sabır ve tevekkülle örülü bir bilince sahip
olmalıyız. İyi veya kötü tüm
yaşadıklarımızın sonuçlarını
doğru değerlendirdiğimizde hayır umduklarımızdan bir şerrin,
şer bulduklarımızdan da bir
hayrın çıktığını görebiliriz. Bu
şekil değerlendirme, bizim
sabrımızla, tevekkülümüzle
ilgili olduğu kadar Allah’u
Teâlâ’ya karşı hüsn-ü zannımızla da ilgilidir. Şayet Allah
Azze ve Celle’den gelen her şeye
“başım üstüne” diyorsak, O’nun
takdir ettiği her şeyin iyiliğimize,
faydamıza olduğunu da peşinen
kabul etmişiz demektir. Bir an için farz
edelim ki, karşılaştığımız kötü bir olayın sonuçları da aleyhimize oldu. Ele avuca gelen
bir hayır elde edemedik. Nefsin hareketlendirmesi ve şeytanın vesvesesi ile “hani her
işte bir hayır vardı, şer gördüğümüzden hayır çıkardı” şüphesinin kalbimizi istila etmemesi için, sabır ve dua ile Allah’u Teâlâ’ya
yaklaşmamız, derdimizi O’nun varlığında uyutmamız dünyalık umduğumuz her
hayırdan daha güzel değil midir? Üstelik
Allah Teâlâ’dan her gelene gönül hoşnutluğuyla “amenna” diyecek kadar yakınlık
kuranın, yaşadıkları karşısında kendini çaresiz, ümitsiz hissetmesi, sıkıntıya düşmesi
mümkün olabilir mi? Olmaması gerektiğini Peygamber Efendimiz (sav) şu Hadis-i
Şeriflerinde buyuruyor: “Allah Teâlâ’nın
kazasına rıza göstermesi, kulun mutluluk
sebebidir.”
32
Eski devirde, bir medrese talebesi şöhretli
bir şeyhin dergâhına gidip ona talebe olur.
Okuyup çalışmaya, aynı zamanda dergâhın
işlerini de görmeye başlar.
Bir gün çeşmeden su doldurup, tekkeye dönerken, mahallede oynayan
çocuklardan biri, bir taş atıp adamın elindeki testiyi kırar. Üzülerek
hocasına gider vak’ayı anlatır.
Hocası, “Zararı yok evladım
her işte bir hayır vardır aldırma” der.
Ertesi gün, yine aynı şey
olur, tekrar hadiseyi korkarak hocasına anlatır. Hocası:
“Böyle şeyler olur evlâdım,
zarar yok her işte bir hayır vardır” der.
Üçüncü günü, tekrar çeşmeden su doldurup dönerken bu
sefer testiye atılan taş adamın gözüne gelerek kör eder.
Can acısıyla perişan, şeyhine giderek,
felaketini anlatır. Şeyh yine soğukkanlı, “Onu
tedavi ederiz, korkma evladım geçer,” diye
her günkü gibi; “Her işte bir hayır vardır” deyince, adam, içinden; “Senin hayrına da şerrine de,” diyerek geceyi bekler ve herkes yattıktan sonra pılısını pırtısını toplayıp, geldiği
köyün yolunu tutar.
Sabah, şafak sökerken yolun kenarındaki
çalılıktan bir ses gelir:
“Tutun şu adamı, derhal yatırıp kurban
edin!”
Her tarafı silahlarla dolu iki kişi birdenbire yola fırlayarak adamı tuttukları gibi
yere yatırırlar ve ellerindeki keskin bıçakları boğazına dayarlarken bir tanesi bağırır:
“Ağa, bu adamın bir gözü kör, ne buyurursun keselim mi?”
Ağa cevap verir:
“Yok, olmaz, bırakın gitsin.”
Neye uğradığını şaşıran adam, yerden
kalkıp üstünü başını temizledikten sonra korka korka sorar:
“Beni neden kesecektiniz?”
“Dün rakiplerimizle vuruştuk. Tutulduğumuz kurşun yağmurlarının altında bir tek
can kaybetmedik. Bu bize Allah’ın büyük bir
lütfu deyip, sabah ilk gördüğümüz bir canlı
mahlûku kurban etmeye karar verdik. “Yolumuza ilk sen çıktın, seni kurban edecektik.”
Adam şaşkın bir halde tekrar sorar: “E, peki
o halde niye bıraktınız?” “Dinimizde sakat bir
kurbanın sevabı yoktur, caiz de değildir. Senin gözünün birini kör görünce bıraktık, işte
bu. Hadi geç git yoluna” diye adamı iteleyince, adamcağız yolunu ters yüz edip doğruca
hocasının yanına döner ve tekrar ona talebe
olur.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur.
Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin
için şerli olabilir. Netice itibarıyla neyin hayr
ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz
bilmezsiniz.”1 Diğer bir Ayette ise “Olabilir ki
bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda
birçok hayr takdir etmiş bulunur.”2
Evet, hayatta abes ve manasız hiçbir şey
yoktur. Her olayın arkasında nice hikmetler,
hayırlar, alınacak ders ve tedbirler söz konusudur. Yeter ki olayları yorumlamasını bilelim,
ifade ettiği ikaz ve ihtarları okuyup, alınması
gereken tedbirleri alarak tekrarını önleyelim.
Böylece şer gibi görünen olayı, alınan ders ve
tedbirlerle hakkımızda hayra çevirmesini bilelim!
Yüce Allah, şer gibi görünen nice işlerin
içinde pek çok hayır saklamıştır. Acele ile feryat ve isyan etmeden işin sonu beklenirse bu
hayırlar görülür. Asıl şer, sonu kötü biten ve
insanı ilâhi azaba iten iştir. Sonu rahmete çıkan bir şeye kötü denmez.
Hz. Âdem’in yasak ağaçtan yiyip dünyaya
gönderilmesinin içinde Hz. Muhammed (sav)
Efendimizin bu âlemi şereflendirmesi saklıdır.
Hz. İbrahim (as) ateşe girmeseydi, ondaki
halil (dostluk) sıfatı ortaya çıkmazdı.
Hz. Yusuf (as) kuyuya atılmasaydı ve köle
diye satılmasaydı, Mısır’a sultan olup tahta çıkamazdı. Zindana hapsedilmeseydi temizliği
ve mertliği anlaşılmazdı.
Hz. Musa (as), balığı kaybettiği yerde Hızır’ı
(as) bulmuştur. Çünkü Hızır’ı bulması balığı
kaybetmesine bağlanmıştı. Yol arkadaşı bunu
bilmediği için hayıflanıp Hz. Musa’ya: “Eyvah, ben onu size söylemeyi unuttum. Daha
doğrusu şeytan unutturdu. Azığımızdaki balık,
önceki konaklama yerinde sen uyurken canlandı, denize atladı ve suyun içinde kaybolup
gitti” diye üzüntüsünü belirttiğinde, Hz. Musa
(as) “Üzülme, işte aradığımız bu idi” demiştir.3
İnsanların, “kaybetti, bitti, gitti” deyip tıkandığı noktada, kalbi uyanık insanlar hiç
endişe etmeden, sıkıntının içinde saklı hayrı
görüp: “İşte aradığım buydu!” diye sevinirler.
İmanın bir şartı da, hayr ve şer bütün işlerin Yüce Allah’ın ilmi, iradesi, kudreti, takdiri
ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır. Evet,
bu âlemde iyi-kötü, güzel-çirkin, acı-tatlı,
her ne olmuş, oluyor ve olacaksa hep Yüce
Allah’ın hükmü ve yaratmasıyladır. Hüküm
ve yaratmada Allah tekdir. O’nun herhangi
bir eşi, yardımcısı, danışmanı, karışanı, zorlayanı, engel olanı yoktur. Dünya ve ahirette
O’nun iradesi dışında hiçbir şey olmaz. Kötü
gibi görünen her hadisenin hayr tarafını araştırmamız, nefsimizi sorgulamamız, istiğfar
etmemiz, yapılan hataları tespit ederek gelecekte aynı hatalara düşmemeye çalışmamız,
her mü’mine yakışan bir davranış olacaktır.
Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi, mağfiret
ve hidayeti üzerinize, üzerimize olsun. Selam
ve dua ile...
Sümeyra Torkak
1 Bakara/216
2 Nisa/19
3 Kehf/63-65
33
FIKIH BÖLÜMÜ
“İslâm kardeşliği” denince ilk akla gelenler, “Hucurât” Sûre-i celîlesinin 10. Ayet-i
Kerîmesi ile bu konudaki pek çok Hadîs-i Şerîf
ve “Hicret”ten sonra Sevgili Peygamberimiz’in
(sav) Medine-i Münevvere’de akdettiği, o
güne kadar bir eşi benzeri bulunmayan, dillere destân mesâbesinde olan “Muâhât (Kardeşlik) Akdi”dir.
Bilindiği gibi din; iman, ibadet, muamelat
ve ahlâk gibi önemli paydaları hamur gibi
yoğurarak içinde barındıran umumî bir caddedir. Terminolojiyle ve kavramlarla uğraşarak ana vurgu noktasını dikkatten kaçırmak
isabetli bir yaklaşım tarzı olmaz. Müslümanların bugün topyekûn uhuvveti anlamaya ve
topyekûn kardeş olmaya ihtiyacı vardır.
Müslüman’ı Müslüman’a kardeş kılan İslâmiyet’tir. Kur’ân, “Mü’minler ancak
kardeştirler”1 buyuruyor. Peygamber Efendimiz (sav) bu Ayeti şu sözleriyle tefsir ediyor:
“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona
zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz.
Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da
onun ihtiyacını görür. Kim bir Müslüman’ı bir
sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu
Kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim
bir Müslüman’ı örterse, Allah da onu kıyamet günü örter.” Kezâ, Sevgili Peygamberimiz (sav) bir diğer hadislerinde: “Müslüman
Müslüman’ın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez.
Her biriniz, kardeşinin âyinesidir, onda bir
rahatsızlık görürse bunu ondan izale
etsin.”
Cenâb-ı Hak bütün mü’minleri kardeş ilân
etmiş, kardeşliğin şart ve vecîbelerini beyân etmek için de Peygamber Efendimiz’i biz kullarına numûne-i imtisal kılmıştır. Sahâbe-i Kirâm
ve Hak dostlarını da, kardeşlik ruh ve şuurunun zamanlara yayılan zirveleri eylemiştir.
Dünyâda yalnızca mü’minlere bahşedilen bu
müstesnâ saâdet hazînesini muhâfaza etmek,
mü’minlerin en mühim vazîfelerindendir. Zîrâ
lâyıkıyla sahip çıkılmayan kıymetler, zamanla
elden çıkar.
Din kardeşliği tabiriyle,
İslâm ümmetince bin dört yüz
yıldan beri aynı Allah’a iman
eden, aynı Peygambere inanan, aynı kıbleye yönelen,
aynı dine mensup kişilerin
arasında kurulması, aynı
dince emredilen “kardeşlik bağı” kast edilir. Bu
kardeşlik, gücünü elbette
imandan alır. Dinin özünde
de esasen “iman” vardır. Fakat
terminoloji olarak kullanılan ve herkesçe kabul gören
ortak tabir “din kardeşliği”
tâbiridir.
1 Hucurat -10
34
Kardeşlik cevherini muhâfaza etmek; onu
şefkat, merhamet, nezâket ve mes’ûliyet şuuruyla yaşamaya bağlıdır. Bu hususta ihmâl ve
gaflet göstermek, mü’minlerin arasını bozmak için fırsat kollayan şeytana kapı aralamaktır. Bu fırsatı yakalayan şeytan aleyhillâne ise, mü’minlerin
nefsâniyetlerini tahrik ederek
birbirlerine darılmalarını teminde gecikmez.
Âyet-i Kerîmelerde dargın mü’minlerin aralarını
düzeltmeleri açıkça emredilmektedir. Yâni din
kardeşliği, “ben haklıyım sen haksızsın” gibi
tartışmaların üzerine bir
şal atarak, geçmiş husûmetleri
unutmayı ve gerektiğinde nefsinden fedâkârlık yaparak
mü’min kardeşini affetmenin
fazîletine ermeyi gerektirir.
Zîrâ küs durmak, Allâh’ın
emrine itaatsizliktir. Kâmil
bir mü’min, ne pa-
hasına olursa olsun, hiçbir zaman Allâh’ın emrine bile bile itaatsizlik etmez. Efendimiz (sav)
İslâm kardeşliğinin îmân ile münâsebetini
şöyle ifâde etmişlerdir:
“Îmân etmedikçe cennete giremezsiniz.
Birbirinizi sevmedikçe de tam îmân etmiş olmazsınız. Size bir şey söyleyeyim ki onu yaptığınız takdirde birbirinizi seversiniz: Aranızda
selâmı yayınız.”2 Bu bakımdan, din kardeşliğini muhâfazada titiz olmak ve dargınlığa
mahal vermemek, bir îman zarûretidir. Ahnef
bin Kays şöyle buyurur: “Kardeşlik, ince ve
latif bir cevherdir. Onu korumazsan kazâya
uğrar. Dâimâ hiddetini yenmekle onu koru ki,
sana zulmeden gelip senden özür dilesin. Var
olanla yetin, ne kendin için fazlasını ara, ne
de kardeşinin kusuruna bak.”3
Birlik ve Berâberliğin Temel Harcı İslam
kardeşliği ile mümkün olur ancak..!
Efendimiz (sav) ilk Müslümanları ilâhî rahmet ve ihsanla bir bahar faslı gibi kucaklamış;
birbirine kanlı düşmanlar olan Arap kabileleri, müstesnâ bir kardeşlik atmosferi içinde
muhabbetle kaynaşmıştır. Bu hakîkate Ayet-i
Kerîme’de şöyle işâret buyrulur:
“Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allâh’ın size
olan nîmetini hatırlayın: Hani siz birbirinize
düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nîmeti sâyesinde kardeş
kimseler olmuştunuz…”4
Cenâb-ı Hak cümlemizi îman hassâsiyetiyle
din kardeşliğini yaşayıp yaşatan sâlih-saliha
kullarından eylesin. Bütün bir ömrümüzü
rızâsına muvâfık amellerle ihyâ ederek ebedî
bayramlara erişmemizi lutf- u keremiyle ihsân
eylesin! Bunun için bugün acilen yapılması
gereken, din kardeşliği veya iman kardeşliği
gibi kavram bazında sun’î fırtınalar koparmak değil; bütün Müslümanları kardeş bilmek ve bütün Müslümanların kardeş olduğunu hissettirmeye dönük adımlar atmaktır.
Baki Selamlar..
Havvanur Şenduran
2 Müslim, Îmân, 93
3 İhyâ, II, 466
4 Âl-i İmrân, 103
35
VAKFIMIZIN ÖNERDİĞİ
KİTAPLARI TANIYALIM
Değerli “İnciden Damlalar” okuyucuları,
Hocamızın da arzuları doğrultusunda, sizlere düzenli okuma alışkanlığı kazandırılabilmesi,
dolayısıyla bilgilerinizin ve ilminizin artırılabilmesi için 2014 yılı, Vakfımızca,”kitap edinme ve
okuma yılı” ilân edilmiştir. Yine, Hocamızın tavsiyeleri doğrultusunda öncelikle “Müzekkin Nüfus”, “Firdevs’deki Gülün Adresi ZİKİR”, “Allah’ı Niçin Anıyoruz”, “İslâm’da Gerçek Tasavvuf
ve Edebleri” ile “Hay Sultan” isimli kitaplar Vakfımızca temin edilerek isteyenlere dağıtılmaya ve
gönderilmeye başlanılmıştır. Tavsiye edilecek diğer kitaplar da daha sonra sizlere duyurulacak
ve Vakfımızca toptan temin edilerek isteyenlere arz edilecektir.
Bu kitaplardan; Tam Müzekkin Nüfus; öncelikle ve defalarca okumamız ve hayatımıza
geçirmemiz, uygulamamız gereken, gerçekten nefisleri temizleyen, İslâm tasavvufunun esaslarını ve inceliklerini açık ve samimî bir üslûp ve ifade ve seçkin kıssalarla açıklayan bir irfan ve
ahlâk düsturudur. İslâmî ahlâk ve faziletlerin özü ve özetidir. Kurtuluşa erme yolunda önemli bir
rehberdir. Firdevs’deki Gülün Adresi ZİKİR; iman, itikad, ahlâk, tasavvuf, âdab, edeb, mübarek aylar günler ve gecelerin faziletleri, aile saadeti, tefekkür, zikir ve duâlar gibi bazı konuları
da ihtiva eden ve çok sayıda ilahinin de eklendiği, çantalarımızda veya cebimizde taşıyabileceğimiz Hocamızın derlediği pratik başvuru kaynağıdır. Allah’ı Niçin Anıyoruz; zikre dair âyet-i
kerimeler, zikre dair hadîs-i şerîfler ve İslâm büyüklerinin zikre dair görüşlerine geniş şekilde yer
veren önemli bir eserdir. İslâm’da Gerçek Tasavvuf ve Edebleri; gerçek tasavvuf erlerinin
yolu olan hakîkî islâm’ı yaşamanın usûlünü, edeb ve erkânını göstermektedir. Hay Sultan;
Abdulkâdir Geylânî Hazretlerinin hayatını roman halinde anlatan, okudukça düşüneceğimiz ve
ibret alacağımız yeni bir kitap. Bu kitabı okuyunca Pîr’imizin hayatını daha detaylı olarak öğrenmek isteyeceğinizi umuyoruz.
Bu müstesna eserleri hepimizin defalarca okuması, yaşantımızda uygulaması ve okuduklarımızla, öğrendiklerimizle amel etmemiz gerekmektedir. Bu kitapları okumak, içimize sindire
sindire okumak ve okuduklarımızı uygulamak, öğrendiklerimizle amel etmek, hayatımıza, aile
yaşantımıza yeni bir yön verecektir. İçimize huzur dolduracak, ailemizdeki, evimizdeki huzur ve
saadeti artıracaktır. Dünya ve âhiret görüşümüzü etkileyecek ve düzeltecektir. Selam ve dua ile.
Niyaziye Eğitim Kültür ve Dayanışma Vakfı
36
37
SAĞLIK-BİLİM
Peygamber Efendimizin Unutulmuş
Sünneti “Hacamat”
H
z. Muhammed’in (sav) sünneti
olan hacamat alternatif tıp olarak
dünyanın pek çok yerinde kullanılmaktadır. Peki, hacamat nedir? Hacamat ile
ilgili Hadis-i Şerif var mıdır? Faydaları nelerdir? Hangi hastalıkların tedavisidir? Hacamat
yaptırmanın sakıncaları var mıdır? Kimler
hacamat yaptırabilir, kimler yaptıramaz? Modern tıpta hacamatın yeri var mıdır? İşte tüm
bu merak edilen soruların cevapları için bu
yazıdan istifade edebilirsiniz.
Hacamat deriden ufak ensizyonlardan
vakum yolu ile kan alınmasıdır. Genellikle
iki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden
bardak veya boynuzla alınır. Diğer bir ifade
ile Hacamat deri altında birikmiş, damarda
dolaşmayan, atıl kalmış, vücuda zararlı ve
biriktiği noktada ilgili organa zarar veren pis
kanın vücuttan dışarıya alınması işlemidir.
38
Hacamatla ile ilgili pek çok hadis vardır.
Bunlardan bazıları:
“Her kim ayın on yedi on dokuz ve yirmi
birinci günlerinde kan aldırırsa kan hücumundan dolayı meydana gelen birçok hastalıklardan şifa bulur.”1
Hz. Muhammed’in bizzat kendisi Ebû Taybe adında bir hacamatcıya hacamat yaptırmış ve başından kan aldırıp ücretini ödemiş
ve şöyle buyurmuştur: “Kan aldırma yollarının
en güzeli hacamattır. (yahut hacamat sizin en
iyi tedavi yollarınızdır)”2
Miraç gecesinde yanından geçtiği bir melek grubunun Hz. Muhammed’e: “ümmetine
hacamatı emret!” diye söylediğini Abdullah b.
1 E. Davud Tıp H. 3861; Tirmizi Tıp H. 2051 Ebu
Davud, Tibb 4, (3859); Ibnu Mace, Tibb 21, (3484)
2 Buhâri, Tıb 13; Müslim, Musakat 62, 63; Ebû
Dâvûd Nikâh 26, Tıb 3) Abbâs rivayet etmektedir.3
Peki, Hacamat nasıl yapılır? Modern ve
sağlıklı Hacamat kupaları 30 saniye ila 2 dakika arası hacamat uygulanacak bölgeye
vakumlanır. Bu vakumlama ile vakumlanan
bölgedeki pis kanı toplar. Hacamat kupalarının yeteri kadar beklemesi sonucunda orası
iyice uyuşur sonra kupalar çıkarılır ince ince
neşter ile kesikler atılır, (0.5cm uzunluğunda,
1-2 mm arası derinlikte) sonra kupalar tekrar çizik atılan yerlere takılır böylece vücuda
zarar veren fazla ve pis kanlar o kupa içinde
toplanır. Hacamatda hijyen ve temizlik çok
önemlidir. Atılan bu çizikler bir günde iyileşir,
atardamar veya kılcal damarlara asla zarar
vermez.
Baştaki secde noktasına yapılabilir. Çene
altına, iki omuzun iç taraflarına, boyun altı
göğüs girişi yanlarına, sol göğüs üst tarafına,
ayak bileğine, topuk üstüne, göğüs tahtası
alt tarafına ve sol göğüs altına yapılabilir. Ayrıca iki göğüs arasından alınabilir ama göğüs
üzerine asla yapılamaz. Göbek altı, sağı, solu
ve üstüne yapılabilir ama göbek ortasından
asla yapılamaz.
Kansızlık, demir eksikliği, tansiyon dü-
şüklüğü şikâyeti olan kimseler ve kanında bulaşıcı hastalığı olan kimselere bu
tedavi uygulanmaz. İşinde uzman ve ehil kişilere yaptırmalısınız. Son zamanlarda Sağlık
Bakanlığı’nın direktifiyle hacamat resmî hüviyet kazandı. Bu kadim tedavi geleneği, artık
kamu ya da özel kurumlarda uygulanacak.
Modern tıbbın aciz kaldığı bazı hastalıklarda
hacamat birebirdir.
Hacamatın başlıca faydaları şunlardır:
- Kılcal damarlardaki tıkanıklığı açar.
- Kan ve dokulardaki kan ve toksinlerin atılmasını sağlar.
- Dolaşım sisteminde ve damarlarda dolaşan kan içerisinde toksin miktarı artınca ‘gaz’
oluşmaya başlar ve bu da iltihap, ödem ve
şişkinliklere neden olur. Hacamat ile bu toksin maddeler ve gaz temizlenir.
- Hacamat tabii doğal kortizonu arttırır. Bu
veri klinik çalışmalar ile ispatlanmıştır. Bu da
hacamat sonrası ağrılı durumların azalmasını
hatta ağrıların yok olmasını sağlamaktadır. - Hacamat kaslardaki sertliği ve ödemi çözer.
Sülükle beraber dönüşümlü olarak kullanıldığında çok daha faydalı olur.
- Kan üretiminden sorumlu organları (kemik
iliği, karaciğer, dalak) uyarır.
3 Ali Nâsıf, et-Tâc, III, 203
39
- Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir, vücuda
direnç kazandırır. - Ağrıları gidermede yan etkisi olmayan en
tesirli tedavi yöntemidir.
- Bel tutulması, eklem ağrısı, baş ağrısı, belboyun fıtığı ve kireçlenmeye bağlı ağrıları giderir. - Kaygı bozukluğu, depresyon ve korkulara
karşı etkilidir. - Dalak ve karaciğer hastalıklarının tedavisinde en büyük yardımcıdır. - Tansiyonun dengelenmesine yardımcı olur.
Tansiyon rahatsızlığı olanlar açlık oruçları ve
bağırsak temizlikleri yaptıkları takdirde modern tıbbın çaresiz kaldığı tansiyon hiç bir yan
etkisi olmadan rahatlıkla kontrol altına alınır.
- Kalp damar rahatsızlığı ve damar sertliğine
çok faydalıdır. - Migren ağrılarının kesin ve tek çözümüdür.
- Aklı, hafızayı ve anlayışı arttırır. Dikkati arttırır. - Çıban, sivilce, kist ve tümöre iyi gelir.
- Besin ve oksijenin dokulara rahat ulaşmalarını sağlar. - Akupunktur ilmine göre deri üzerinde beyin ile organlar arası iletişimi sağlayan Enerji
(canlılık) yollarındaki akımı düzenler. - Kafadan düzenli hacamat unutkanlığı önler,
hıfzetme, ezberleme gücünü artırır. - Özellikle çocuk yaşlarında kafadan hacamat, beyin kapasitesini maksimum kullanma
yönünde çok büyük yardımcıdır. Düzenli Hacamat yaptıran kimselerin ciltleri daha sağlıklı ve genç görünür. Dünyada en
fazla satılan ilaç ve krem türlerinden biri olan
cilt kremleri ve gençlik iksirleri maalesef kullananların dolaşım sistemlerine sentetik maddeler karışmasına vesile olur. Hâlbuki düzenli
hacamat genç ve sağlıklı olmak için yeterlidir.
Gelin hep beraber Peygamber Efendimizin
unutulmuş olan sünnetini yeniden canlandıralım ve daha huzurlu, sağlıklı yaşayalım.
1 YILLIK ABONELİK SADECE 20 TL
NİYAZİYE EĞİTİM KÜLTÜR VE DAYANIŞMA VAKFI GENEL MERKEZİ
“Her Eve Bir İnci”
Abonenin Üyelik Bilgileri:
TC NO:
AD SOYAD:
ADRES:
TELEFON:
E-MAIL:
Dostunuza, İş Arkadaşlarınıza, Komşunuza kısacası tanıdığınız herkese öneriniz. Hayırlarda
yarışınız.
VAKIF İLETİŞİM BİLGİLERİ:
Adres: Dr. Mediha Eldem Sk. 58/1-06420 Kızılay/Ankara
Tel: 0312 433 02 69
Fax: 0312 433 02 70
Web: www.niyaziyevakfi.org.tr
Posta Çeki: 00888446
Havale İle Ödeme: Türkiye Finans Katılım Bankası Ankara Şubesi
IBAN No: TR14 0020 6000 0101 2267 0400 01
40

Benzer belgeler