Kapıları Aşarken

Transkript

Kapıları Aşarken
Kalemzáde
Cengiz Yardım
Kapıları Aşarken
Ol’madık | Ol’uyoruz
Kalemzáde|BLOG2015
kalemzade.nete-kitap
Kalemzáde
Cengiz Yardım
Kalemzáde|BLOG5YIL
[email protected]
Ocak2015-Eylül2015|DarıcaKOCAELİ
Güncelleme/Eylül2015|DarıcaKOCAELİ
Kitabın tüm hakları yazara aittir
Hiçbir içerik, yazarından izin alınmaksızın, kendi namına kullanılamaz
Ticari değildir
Para ve sair yollarla satılamaz
All rights reserved to the author
On behalf, any content of the book can not be used without permission
Not commercial
No permission for sale
Kitabı okumak ve paylaşmak isteyenler
kalemzade.net sitesi üzerinden e-posta ile bloga üye olduktan sonra
A5-pdf formatındaki nüshayı gönül rahatlığıyla indirebilir
Máliyetine bile olsa ticári maksat gütmemek kaydıyla çıktısını alabilirler
Bu Ümmetin Çocukları!
“Ölüler sizi duyamaz” diyen Kuran’ı ölülere okuyan, “Ne dediğinizi
bilmeden salata yaklaşmayın” diyen Kuran’ı ne dediğini bilmeden
namazında okuyan, “Şefaatin tümü Allah’ındır” diyen Kuran’dan,
başka şefaatçiler çıkaran, “Bu kitaptan sorulacaksınız” diyen Kuran’a
karşı “şu rivayetlerden, şu kitaplardan, şu şu hükümlerden de
sorumluyuz” diye ekleyen, “Kolaylaştırılmıştır” diyen Kuran’ı
zorlaştıran ve sen anlayamazsın diyen, “Oku” diyen Kuran’ı okumayıp
duvara asan ya da bilmediği bir dilde ölülere okuyan uyanamamış
nesillerin çocuklarıyız.
ÖnSöz
4 numaralı e-kitaptan itibaren tüm e-kitaplarım, Allah’ın ayetlerini ve
tevhidi keşfedişimden sonra blog sitemde yazdığım yazılarımın
kronolojik olarak kitaplaştırılmasından ibarettir. Asla ve asla birer din
öğretim kitabı değillerdir. Alelade bir insan olarak belli bir süreçteki
tespit ve düşüncelerimi, blog sitemde yazmak suretiyle paylaşımımdır.
Temel iddiam “oku” emrinin herkes tarafından anlaşılarak dinimizin tek
kaynağı olan Kuran’a, esas olarak geleneğe değil, sadece Kuran’a
yönelinmesi ve Allah’ın kitabının bireysel akıl yoluyla
anlaşılamayacağından korkulmaması gereğidir. Bunun dışındaki tüm
düşüncelerim ve anlatımlarım, bir gelişim döneminin tezahürü olarak
değerlendirilmeli, kendi fikrime değil doğru yola, Allah’a ve O’nun
sözlerinin gerçekliğine çağırımımın paylaşımı olarak görülmelidir.
Kalemzâde | Cengiz Yardım
Eylül2015
Darıca/KOCAELİ
İçindekiler
__1 Rüyaların Tevili
Rüyalar Gaybdan/Gelecekten Haber Verir mi?
_11 O da Bir Sebebi İzledi
Sabah/Akşam Yıldızının Düşündürdükleri
_22 Vay Müşrik Vay!!!
Kime müşrik denir? Toplumumuz müşrik mi?
_30 Lãnetlenmiş Ağaç
Şeytanın ve Âdemin Tefsiri
_35 Ruhuna El-Fatiha!
Uyuyan Ümmet
_47 Allah’a İman Zan mıdır?
Bilim Bilmekten Gelir
_49 Din ve Bağış İlişkisi
Bahçe Sahiplerinin Düşündürdükleri
_53 Lodos Etkisi
Kim Daha Kirli?
_58 Başlıksızca… Özgecan…
Özgecan…
_64 Kahvehane Parlamentosu
Sahte Okey…
_67 Parasız Müslümanlık!!!
Parasız Müslümanlık da Olmuyormuş’muş!!!
_69 Tanrı Yokmuş’muş!
Zıddıyla Düşün!…
_73 TaHa’nın Düşünceleri
Her İnananın Musa’dan Alacağı Birçok İbret Vardır
_77 Ne Güzel Şehir! Ne Álâ Memleket!
Beled Suresinden Gönledüşümler
_82 At Toksinlerini
İnfitar’ın Ertesi İzdüşümü Sahnesi
_86 Daha Önce İndirilenlere İman
Kitaplara İman Bahsi
118 Kendini Tes Et|Kuran’a İnanıyor musun?
İmanlı mısın İnkârcı mı?|İsa Tarzı Bir Sorgulama
125 Affedin
Affetmezlikten Arınmak
135 Pamuk Gibi Bir İhtiyarın Tutarsız Duası
Dua mı Ediyoruz? Kendimizi mi Kandırıyoruz?
138 Hál’e Kısa Bir Özet
Salãt ve Sair Tartışmalar Üzerine…
146 Öfkeli Gençlerin (!) Kara Bayrağı
Kara Bayraktaki Büyük Yanlış
156 Allah’ın Sınırları Var Baba
İnsan, Allah’ın Sınırlarını Aşabilir mi?
165 Allah Biliyorsa Bizim Seçim Şansımız Var mı?
Bu Yazıyı Tıklamanız Bir Seçim ama Çok Küçük Bir Olasılıktı
169 Büyük Şehirler Küçük İnsanlar
Musa Dedi ki; İstanbul’a Gidin, İstediğiniz Orada Vardır!
174 Batıdan Doğan Güneş
Neden Cehennem, Neden Deneniyorum, Ben mi İstedim Dünyayı!
179 Sen Hep Varsın
Küçüğüz, Daha Çok Küçüğüz…
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Rüyaların Tevili
Rüyalar Gaybdan/Gelecekten Haber Verir mi?
Rüyalar hepimizi evvelden beri düşündüren başlıklardan biri olmasına
rağmen konuşmaktan genelde haklı olarak imtina ediyoruz. Çünkü ben
de aynı fikirdeyim ki; rüyalar kişinin kendi mahremidir. Onların sizden
başka sadece (her şeyi yaratan ve tanık olan) Allah aynısıyla
farkındadır. Geleneksel rüya tabiri anlayışına ise hiç girmek bile
istemiyorum. Kültüre özel bazı simgeler olabildiği muhakkak ama,
klasik rüya tabirleri çoğunlukla saçma sapan “zan”lara ulaştırırlar bizi.
Genellikle bir sonuç da çıkaramazlar. Ortaya sallanan bir iddia
curcunası vardır. Onlardan biri tutarsa “işte rüyam tuttu” olur! Acaba
rüyalar (gaybdan) bilinmezden ya da gelecekten haber verirler mi
gerçekten! Ya da başka bir nedeni de var da biz mi bilmiyoruz henüz!
1
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Neden İbrahim’in oğlunu boğazladığı rüya, üzerine basa basa bu kadar
anlatılıyor? Yusuf’unki ilmi sayesinde kuvvetli bir zan mıydı? Yoksa
rüya tevil etmek için bazı bilgilere haiz miydi? Bu bilgiler gayb bilgisi
mi yoksa olayların tefekkürü müydü? İbrahim oğluna rüyasını
anlattığında ne oldu? Oğlunu kesme gibi bir durumu yaşadı mı İbrahim?
Vahiy almasına rağmen neden Muhammed’den gördüğü rüyadan ders
alması isteniyor? Neden Yusuf’un rüyasını anlatmaması konusunda
Yakup bu kadar ısrarlı? Bir elçi nasıl oluyor da bir zannın peşine
düşmüş bir kâhin gibi zindan arkadaşlarına rüya tabir ediyor? Nasıl
oluyor da Melik’in rüyasına dayanarak Yusuf böyle ekonomik bir işe
kalkışıyor? Allah’tan başka kimse geleceği bilemezken, bilinmezden ve
gelecekten haber verebilir mi bir elçi? Eğer veremiyorsa daha
gerçekleşmeden Yusuf nasıl bildi? Ve en önemlisi… Her rüya bahsinin
neticeye ulaşması anında neden bir secde ve Allah’a övgü söz konusu?
Rüya ile önü açılan bu bilgiler bize hangi ana gerçeği gösteriyor?
Rüyalar çoğunlukla günlük yaşamdan zihnimize yansıyan (psikolojik)
görüntüler, görümler olarak ortaya çıkıyorlar. İçimizdeki sevinç ya da
sıkıntı ve yahut bir yoğunluk kendisini rüyamızda da karşımıza benzer
biçimlerde çıkarıyor. Ancak benim bugün size bahsedeceğim rüya
biçimi bu çoğunluk rüyalarımızdan biraz farklı. Sizin de başınıza
gelmiştir ki; bir rüya gördüğünüzde bazen öyle bir yerde bulursunuz ki
kendinizi, yeryüzünde ve hayatınızda henüz öyle bir yere gitmiş, öyle
bir yerde bulunmuş ya da öyle bir olayı bir benzeri ile yaşamış
değilsinizdir. Belki de birkaç defa aynı rüyayı benzer biçimlerde
görmüş, hep aynı yerde bulunmuş ve benzer oluşlarda bulmuşsunuzdur
kendinizi. Ve demişsinizdir ki “Ben bunu sadece rüyamda gördüm.
Veya sadece rüyamda gördüğüm bir yer. Veya sadece rüyamda
bulunduğum bir mekân. Ya da sadece rüyamda tanıdığım bir kişi. Yahut
sadece rüyamda yaptığım bir iş.” Eminim ki bu sadece benim başıma
gelmiyor. Birçok rüya uyanır uyanmaz veya çok kısa bir sürede
unutulurken tekrar tekrar kendini gösteren ve hissettiren bu tip rüyalar
genelde etkilidir ve üzerimizde sorular ve izler bırakırlar.
2
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Sözgelimi… Yıllarca önce rüyanızda kendinizi o hiç bilmediğiniz yerde,
hiç bilmediğiniz bir evde, hiç bilmediğiniz bir pencerenin önünde, o
şekliyle hiç bakıp da görmediğiniz bir manzaraya bakarken gördünüz.
Unutmadınız da. Çünkü bu mekânı ve manzarayı farklı hallerde ve
oluşlarda olsa da rüyalarınızda defalarca gördünüz. Ve yıllar sonra hayat
bu ya, günü geldi. Daha önce hayatınızda tanık olmadığınız o eve
taşındınız. Daha önce bulunmadığınız o pencerenin önünde, daha önce
bakmadığınız o manzaraya bakarken buldunuz kendinizi. Fark ettiniz ki
bu gerçek size yılarca önce rüyalarınızda malum olmuş meğerse. Böyle
bir durumdan ne ders çıkar bize?
Hiç karşılaşmadığımız ve sadece rüyalarımızda gördüğümüz bir şeyin
gerçek hayatta ya da gelecekte yaşanması bir kanıttır. O da, bilinmezi
sadece Allah’ın bildiğine kanıttır. Yani bu tip rüyaların gerçekleşmesi
Allah’ın varlığına delildir. Çünkü O, bizim bilmediğimiz şeyleri
bilendir. Ve bunu kendi nefisimizde bize göstermektedir.
Aslında bu durum mucizenin ta kendisidir. Çünkü sadece Allah’ın
bildiği bir gerçek gerçekleşmiş durumdadır. Eğer o evin o penceresini
ve o manzarasını daha önce rüyanızda görmemiş olsaydınız, onu sadece
Allah’ın bildiğini nasıl anlayacaktınız!!! Her gün yüzlerce yeni şey
görüp, yeni oluşlar yaşıyoruz. Ama her birini ilk defa yaşadığımız için
bunları Allah’ın daha önceden bildiği aklımıza bile gelmiyor. İşte
bunlardan birini veya birkaçını eğer daha önce rüyamızda görmüşsek ve
hatırlamışsak, işte o an Allah’a secde edip O’nun her şeyi önceden
bildiğini kavradığımız an olmalıdır. Rüyayı bizim görmüş olmamız bu
neticeyi değiştirmez. Çünkü bizim için, rüyanın kesin tevili
gerçekleştiğinde anlaşılır. Daha önce değil. Daha önceki, az ya da çok
zan içerir.
Bir bilgi, bir haber ancak doğrulandığı zaman gerçekleşmiş olur.
Televizyonda haber dinliyorsak doğrulanmış gerçekleri dinliyor
olmalıyız. Diğer haberler ise ya bir tahmin, ya bir hesaplama ya da bir
aktarım olarak hiçbir zaman yüzde yüz değildir. Hava tahmini gibi.
Yarın kar yağacaktan ziyade yağabilirdir… Bulutların hareketi bizi belli
3
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
bir tahmine yöneltir ama kar yağışı beklerken bulutların yoğunlaşmadan
üzerimizden geçip gittiğini de çok defa yaşamışızdır.
Rüyanın gelecekten haber olup olmadığını anlamak için gerçekleşmesi
gerekir. Ne zamanki gerçekleşir, rüyanı gerçekleştirmiş olur ve anlarsın.
İşte bu maddi manevi secde gerekçesidir. Allah’ın varlığının, bizi
denediğinin, yetiştirdiğinin, bize kendisi hakkında deliller sunduğunun
delilidir. Yoksa rüya ile gaybten şu haberi yüzde yüz aldım diyemez
kimse. Gaybı bilmem ben, der. Ama şunun şöyle olacağını, şu şu
kuvvetli deliller nedeniyle umuyorum, tahmin ediyorum der. Bunun için
de ilme, bilme ihtiyaç vardır. Sadece rüya için değil günlük gelişmeler
için de böyledir. O halde Kuran’daki rüya kıssalarını nasıl anlamalıyız?
Şimdi kısaca onlara bakalım. İçinde rüya geçen bölümlere…
12 Yusuf 4 Bir vakit Yûsuf babasına şöyle demişti: “Babacığım,
ben rüyada on bir yıldızla, Güneş’i ve Ay’ı gördüm; onları bana secde
ediyorlar gördüm.”
12 Yusuf 5 “Yavrucuğum, dedi, rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra
sana bir oyun oynarlar. Hiç kuşkusuz şeytan, insan için açık bir
düşmandır.”
Neden Yakup Yusuf’a rüyanı kardeşlerine anlatma diyor? Bu soru hep
kafamı kurcalamıştır. Ne olacak ki anlatsa, diye. Niye kötülük etsinler
Yusuf’a, rüyada ayın, güneşin ve yıldızların kendisine secde ettiğini
görmüş diye. Net bir cevap bulamamıştım. Eğer onlarda da rüya ilmi
varsa o halde neden başlarına gelecekleri tahmin edememiş
olabilirlerdi? Sonra Yusuf 37’de Yusuf’un zindan arkadaşlarına
konuşmaya başlarken “Ben Allah’a güvenmeyip ahreti de tanımayan bir
toplumun dinin terk ettim” diye söze başlaması da hep kafamda soru
işaretleri oluşturmuştur. Çünkü Yusuf kıssasında ne zaman nerede
Yusuf, ortak koşan bir kavmin dinini ne ara terk etmişti bulamıyordum.
İşte meğerse cevaplar bu “rüya” ayetlerinde saklı imiş.
Eğer Kuran’da güneş, yıldız ve ay kelimelerinin geçtiği tüm ayetleri göz
önüne alırsanız, çok eski devirlerden beri güneşe, aya ve yıldızlara
4
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
ilahlık vasfı verildiğini ve bunun taa Mekke dönemine kadar sürdüğünü
görebilirsiniz. “Güneşe de, ay’a secde etmeyin, bana edin” (41:37)
diyen Allah bu kahrolası kültürü defalarca yerle bir ettiği halde insanlar
ortak koşmaktan vazgeçmemiştir. Ortak koşan bu kimselerin peygamber
çocukları olması bir şeyi değiştirmez. Yusuf’un kardeşleri, Allah’a
inansa da güneşe, aya ve yıldızlara halen ilahlık vasfı veren kişiler
olarak eğer Yusuf’un rüyasını dinlemiş olsalardı, muhtemelen çıngar
çıkardı. Bugün evliyalara, ermişlere, gavslara, kutuplara ve hatta
peygamberlere ilahlık vasfı verenlere tutup, ben bunların hepsinin bana
secde ettiklerini rüyamda gördüm dediğinizi düşünün ve alacağınız
tepkiyi hayal edin!!! Dolayısıyla Yakup da Yusuf da bu rüyayı
konuştukları o gün anlamış değillerdir. Yakup’un korkusu diğer
çocuklarının bu gök cisimlerini Allah’a ortak koşuşları ile ilgiliydi.
Rüyanın tevilini bildiği için değil. Ne zamanki kıssa sonunda Mısır’da
birleştiler, rüya o zaman tevil edilmiş oldu.
12 Yusuf 100 Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu; onun için
secdeye kapandılar. Dedi ki: ‘Ey Babam, bu, daha önceki rüyamın
yorumudur. Doğrusu Rabbim onu gerçek kıldı. Bana iyilik etti, çünkü
beni zindandan çıkardı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan
sonra, (O,) çölden sizi getirdi. Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek
ince düzenleyip tedbir edendi. Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sahibi
O’dur.’
Kısacası burada geleceği bilen bir Yakup ya da Yusuf yoktur. Kıssanın
başında, kısa vadede olacakları tahmin eden muvahhid bir Yakup ve ne
olduğunun farkına bile varmayan ama sadece Allah’a yönelen bir Yusuf
söz konusudur. Diğer kardeşler ise henüz muvahhid değillerdir. Olay
gerçekleşene kadar olacakları bilen sadece Allah’tı. Yusuf gördüğü
rüyanın gerçekleştiğini, işte Mısır’daki bu birleşme anında anladı ve
bunu ifade etti. “Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sahibi
O’dur” Yusuf’un bildiği ise sadece kendi bildiği kadarıyla sözleri ve
olayları yorumlamadan ibarettir (12:101) ve bunu devamındaki ayetler
5
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
anlatır. Ardından Muhammed’e de “Bunları sen bilmezdin. Gayb
haberidir bunlar” (12:102) denmesi de bu kapsamda manidardır.
Peki o halde bir çelişki yok mu? Yusuf’un zindan arkadaşlarına yaptığı
rüya yorumları ne olacak? Yusuf orada gelecekten haber vermiyor mu?
Bakalım…
12 Yusuf 36 Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: ‘Ben
(rüyamda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm.’ dedi. Öbürü: ‘Ben de
kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan
yemekteydi’ dedi. ‘Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni,
iyilik yapanlardan görmekteyiz.’
Zindanda bu kadar kısa konuşmuş olamazlar elbette. Mümkün ki
gençler Yusuf’a kendilerinden ve yaşadıklarından da çokça
bahsetmişlerdir. Onları etraflıca tanıyan Yusuf da rüyalarından bir
anlam çıkarmış olabilir. Ama Yusuf’un asıl bildiği rüyanın yorumundan
çok sözlerin ve olayların etraflıca düşünülmesinden çıkardığı sonuçtur.
Siz olsanız, öleceğini bildiğiniz birisine öleceksin der misiniz? Diyecek
olsanız da “böyle devam edersen sonun ölüm olur” dersiniz. Birisine
sigara içtiğin için öleceksin demezsiniz, sigara içmeye devam edersen
sonun böyle olabilir dersiniz ancak. İşte Yusuf’un söylediği de bunun
gibidir. Sen böyle başkalarını rab edinmeye devam edersen sonunda
kaybedersin demiştir. Elbette böyle derin düşünebilen birisinden
rüyadan da gerçeğe en yakın tahmini yapmış olması beklenir. Bakalım
Yusuf ne demiş…
12 Yusuf 37 Dedi ki: ‘Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben
mutlaka size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu,
rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen,
ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terk
ettim.’
Gördüğümüz gibi Yusuf, henüz rüya tabirine geçmeden önce asıl
becerisinin oluşları, olayları ve neden sonuç ilişkilerini değerlendiriyor
olmasıdır. Yemeğin rüyayla bir ilgisi yoktur. Kabiliyetinden bahsediyor
6
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Yusuf. Ve belki de biraz fazlaca güveniyor kendisine. Ardından 38,39
ve 40’ıncı ayetlerde hala yoruma geçmemiş olan Yusuf önce tevhidi
anlatıyor. Nihayet 41’inci ayette başlıyor rüyalardan yaptığı çıkarıma…
12 Yusuf 41 “Ey benim zindan arkadaşlarım! Rüyanıza gelince: Bir
taneniz rab edindiği kişiye şarap sunacak. Ötekiniz ise asılacak da
kuşlar başından yiyecek. Hakkında fetva sorduğunuz iş, böyle hükme
bağlanmıştır.”
Şimdi şunu diyebilirsiniz. İşte Yusuf gelecekten haber veriyor. Hatta
hüküm budur gibi bir şey söylüyor. Bu kapsamda Kuran’da geçen
Yusuf’un sözleri ile Allah’ın sözlerinin birbirine karıştırılmaması
gerektiğini düşünüyorum. Yusuf’un her söylediğini Allah tasdik ediyor
mu acaba! Evet, ben de çoğunuzla aynı şeyi düşünüyorum. Burada
Yusuf kendinden fazlaca emin ve iş budur, bitmiştir, gibi bir tavrını
seziyorum. Ve o kadar emin ki, kurtulacağını düşündüğü kişiden
kendine bir menfaat sağlamaya, Allah’tan aldığı ilimle Allah’tan
başkasından destek almaya çalışıyor. Ama bakın neler oluyor…
12 Yusuf 42 Kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: ‘Efendinin katında
beni hatırla.’ Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu,
böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı.
İşte Yusuf o anda şeytanın oyununa gelmiş oluyor. Hiçbir gayb haberini
yüzde yüz bilemeyeceğini, her şeyi bilenin Allah olduğunu ona bir an
için unutturan nefsi onu yanıltmış oluyor.
Ne rüya, gerçekleşmeden tevil edilmiş olur, ne de bizim her hesabımız
yüzde yüz doğrudur. Yusuf’un, öldürüleceğini düşündüğü gencin
öldüğüne dair de bir ifade geçmez Kuran’da. Biz de Yusuf gibi
(bilgimiz ve tecrübemiz kadarıyla) sadece yorumlarız. En doğru bilgiye
ulaşmaya çalışırız. Her şeyin en doğrusunu ise sadece Allah bilir. Bir
şeyleri iyi yorumluyor oluşumuz, en doğrunun o olduğu ya da
yaptığımız hesap kitaptan sonra tahmin ettiğimiz şeyin gerçekleşeceği
yüzde yüz anlamına gelmez. Umarız, ümit ederiz, bekleriz, gerçekleştiği
anda tevil olur. Kesin bildiğimiz sadece Allah’ın her şeyi bildiğidir.
7
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kibre ya da çokbilmişliğe girdiğimiz anda, daha yıllarca bilgisizlik
zindanından çıkamamaya da hazır olmalıyız.
Ya Melik’in rüyası diyebilirsiniz…
12 Yusuf 43 Hükümdar:’ Ben (rüyamda) yedi besili inek görüyorum,
onları yedi zayıf inek yiyor; bir de yedi yeşil başak ve diğerleri ise
kupkuru. Ey önde gelen (kahin-bilginler,) eğer rüya yorumluyorsanız
benim bu rüyamı çözüverin’ dedi.
Yusuf bu rüyaya yönelik olarak ettiği tefekkürle, kuvvetle ihtimal
olabilecekleri beyan etmiş ve tarım ve ekonomi politikalarına yönelik
tedbir alınmasını önermiştir. Geçmişten aldığı dersle de zindandan
çıkma işini (günümüz politikacılarına ders olacak mahiyette) artık
aklanmaya bağlamıştır. Yusuf rüyalara da olaylara da ilmiyle tefekkür
ederek çareler bulmuştur. Bir kâhin gibi hareket ettiği anda cezasını da
görmüştür. Demek ki rüyalar henüz gerçekleşmeden tevil olmuş
olmazlar. Ancak bazı rüyalar bize ders ve tedbir almamızı hatırlatabilir
ve Allah’ın her şeyi bildiğini ispat ederler. Bu kapsamda rüyalar bizim
için denenme gerekçesidir. Peygamberler ve elçiler için de böyle.
Allah’ın gerçekliğini hatırlamak üzere…
17 İsra 60 Hani biz sana: ‘Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre
kuşatmıştır’ demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı insanları denemek
için yaptık, Kur’an’da lanetlenmiş ağacı da. Biz onları korkutuyoruz.
Fakat (bu) onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şey arttırmıyor.
48 Fetih 27 Yemin olsun ki Allah, resulüne o rüyayı hak olarak doğru
çıkarmıştır. Allah dilerse, başlarınızı tıraş etmiş, saçlarınızı kısaltmış
olarak güven içinde, korku duymadan Mescid-i Haram’a mutlaka
gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bildi de bundan önce size yakın
bir fetih nasip etti.
Peki İbrahim’in rüyası… Öncesinde İbrahim “Salihlerden bir yardımcı”
istiyor (37:100). Ardından bir çocukla müjdeleniyor (37:102). Ve
ardından aşağıdaki ayet geliyor…
8
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
37 Saffat 102 Böylece (çocuk) yanında koşabilecek çağa erişince
(İbrahim ona): “Oğlum” dedi. “Gerçekten ben seni rüyamda
boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.” (Oğlu) Dedi ki:
“Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden
bulacaksın.”
Ortada ne bir bıçak var, ne kesme… Hatta ne de ne de İsmail…
İbrahim’in duasına yönelik olarak müjdelenen çocuk İshak olduğu halde
gelenekte neden İsmail deniliyor bilmiyorum. En azından Kuran’da
görebildiğim kadarıyla bu çocuğun İshak olma ihtimali mantıksal olarak
da yüksek. Ama yine de net bir iddia ortaya koymadan “çocuk” diyelim
biz. İbrahim bir rüya görüyor. Rüyasında çocuğu boğazladığını
(kesmeye mecaz anlamında da gırtlağını sıkmak anlamında da olabilir)
görüyor ve oğluna rüyasını anlatıp yorumlamasını istiyor. Gelenekte ya
İbrahim’in rüyası gerçek gibi algılanmış ya da tevili (gerçekleşmesi)
rüyadaki simgelerle karıştırılmış durumda. Devam edelim…
37 Saffat 103 Sonunda ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırdı.
Bir insanı kesmek için alnı üzerine yatırmak ne kadar mantıklı!!! Ense
köküne bıçak vurularak daha da mı yavaş çıksın canı istiyor İbrahim!!!
Kurbanlık hayvan bile keserken yan yatırılıp yumuşak yere vurulan
bıçak sıra insana gelince omurlara mı vurulacak!!! Üstüne üstelik “bir
masumun canını almayı yasaklayan” Allah, elçisine “oğlunu kes” mi
diyor!!! Neyse… Çok tartışmalı… Ama gerçek olan şu ki her ikisi de
Allah’a secde ediyorlar. Bir şekil varsa, insan alnı üzerine secde eder
çünkü. Rüya her ne görüntüde olursa olsun tevil olmuş (gerçekleşmiş)
oluyor çünkü. Kuran’daki diğer rüya tevillerinde olduğu gibi. Olay
tamamlanmış oluyor. Artık oğlunu alıp araziye götürüp bıçağı vuracak
olsaydı bile vurmasına gerek kalmamış oluyor. Rüyanın gereği bitti.
Alınacak ödül varsa alındı, edilecek secde edildi zaten. Rüya
doğrulandı, tevil edildi, gerçekleşti.
37 Saffat 104 Biz ona: “Ey İbrahim” diye seslendik.
9
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
37 Saffat 105 “Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Şüphesiz biz, ihsanda
bulunanları böyle ödüllendiririz.”
Demek ki gelenekte anlatılan ve Tevrat’ı da hadis kitabına dönüştüren
bir rivayet daha yerle bir oldu Kuran’la. Çünkü Kuran öyle bir dehşet
hikâyesi anlatmıyor bize. Varsa da rüyalardaki simgelerden ibaret
kalmış olması muhtemel.
Ve demek ki rüyaların tevili, aynısıyla ya da bir benzeriyle
gerçekleşmesidir. O bilinmezin bilinir hale gelmesidir. İnsanların Allah
tarafından denenmesidir. Yusuf’ta da Muhammed’de de, İbrahim’de de
böyledir. Belirli rüyalar iyi bir tahminle (genellikle de kendi kendine)
yorumlanabilirler. Ama gerçekleşene kadar gelecek, net bir biçimde
kimse tarafından bilinemez. Allah hariç. Gerçekleşmesi ise Allah’ın
delillerindendir.
10
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
O da Bir Sebebi İzledi
Sabah/Akşam Yıldızının Düşündürdükleri
Kuran’da apaçık ayetler okuyoruz ve okuyanlar olarak anlıyoruz. Sonra
ilgili ayetteki gerçeği bir şekilde tebliğ ediyoruz. Ayetin tüm açıklığına
rağmen bir de bakıyoruz ki “sen Kuran’a kendi kafana göre anlam
veremezsin” diye bir itiraza uğramışız! Hâlbuki biz ayeti olduğu
şekliyle ifade etmişiz. Bu kez “sen onu anlayamazsın” iddiası! Sanki
Allah bize anlamayacağımız bir kitabı göndermiş gibi! Bu tip iddiaları
çok konuştuk ve tutarsızlıklarını ortaya çok defa koyduk. O konulara bir
kez daha girmek istemiyorum. Ancak bir şeyi konuşmadık. Açık Kuran
ayetlerinin reddedilmesinin nedeni nedir? Yani sebep nedir?
11
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Sözgelimi görüyoruz ki cehennem diye bir kavram var ve ona
yaslananlar onda ebediyen kalacaklar. Elbette ki Allah aksini
dilemedikçe… Ve Allah “ben bunun aksini dilerim” ya da “dilemem”
diye bir şey söylemiyor. Bu durumda geleneksel inanışta “cehennemde
günahlarımızın kefaretini çektikten sonra bir hayal havuzunda yıkanıp
paklanıp cennete gidebileceğimiz” yönünde batıl bir iddia var. Batıl
diyorum. Çünkü Kuran’da karşılığı yok. Ateş olarak nitelenen azabın
dışında azaplar da olabileceği söz konusu. Ama ateşe girip “Cem
Yılmaz’ın ironik deyimiyle” biraz bronzlaşıp cennete gitmek diye bir
şey yok. Demek ki bunu iddia etmek, Allah’a O’nun demediği bir şeyi
dayatmak gibi bir şey. Konuyla ilgili peş peşe gelen şu iki ayeti
dikkatlice okuyalım.
3 İmran Ailesi (Al-i İmran) 23 Şu kendilerine Kitap’tan pay verilmiş
olanlara bak, aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabı’na
çağrılıyorlar da içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor.
3 İmran Ailesi (Al-i İmran) 24 BUNUN SEBEBİ onların, “ateş bize
sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demeleridir.
Uydurmuş oldukları yalanlar, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır.
Açıkça anlaşılıyor ki “cehennemde arınıp da cennete gitmek” diye bir
şey yok. Ancak, benim asıl üstünde durmak istediğim mesele “sebep”
meselesi. İlk ayette “kitaptan yüz çevirme” olayı ortaya konup ikinci
ayette bunun sebebi açıklanıyor. Sebep neymiş? Allah hakkında
demediği bir şeyi iddia etmek. Ve özellikle son cümleye
dikkat! “Uydurmuş oldukları yalanlar, dinlerinde kendilerini
aldatmaktadır”. Bundan daha açık bir ifade olabilir mi? Allah hem
hatayı hem de sebebini ortaya koyuyor ve “ders alın işte, aynısını
yapıyorsunuz” diyor. Ama işte ilkini yapan yani kitaptan yüz çeviren
kişi, ikinci ayette ne dendiğini düşünecek kadar bile ayetlere bakmıyor.
Sebep nedir? Sebep “neden” diye sormak değil midir? Niçin’in sahibi
değil midir sebep. Sormak, sorgulamak değil midir? Peki sebepler bu
12
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
kadar önemli mi? Acaba Allah sebepleri o kadar işaret etmiyor da ben
mi işime geldiği için buna parmak basıyorum? Bakalım…
3 İmran Ailesi (Al-i İmran) 75 Ehlikitap’tan öylesi vardır ki, ona
yüklerle emanet teslim etsen onu sana iade eder. Onlardan öylesi de
vardır ki, onu bir dinar emanet etsen, tepesine çökmedikçe onu sana
geri vermez. BUNUN SEBEBİ şudur: Onlar: “Ümmilerin, bizim
aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir.” demişlerdir. Onlar, bilip
durdukları halde, Allah hakkında yalan söylerler.
Dikkat edersek göreceğiz ki az önceki cehennem bahsi ile ilgili benzer
bir durum burada da var. Allah hakkında iddia edilmiş bir yalana uymak
yine sebep olarak ortaya konuyor. Ama oluş farklı olduğunda farklı bir
sebep de olabilirdi elbette. Enam 130’dan sonra 131’de olduğu gibi.
6 ÇiftlikHayvanları/BüyükNimet (Enam) 131 SEBEP şudur: Rabbin,
halkı habersiz bir haldeyken kentleri helâk edici değildir.
Benim dikkatinizi çektiğim nokta, doğruyu bulmamız için, yine
sebepleri izlemeye yönlendiriliyor olmamız. Allah sebeplere birçok
yerde işaret eder ve onlar üzerinde düşünmemizi ister. Hacc 15’de yine
Allah hakkında bir iddiaya “sebep yoluyla araştırın” üzerine bir işaret
vardır.
22 KutsalZiyaret (Hacc) 15,16 Kim Allah’ın dünyada ve âhirette
kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa; BİR SEBEPLE GÖĞE
UZANSIN, sonra öteki ilişkilerini kessin de bakıversin: Oyunu,
öfkelendirdiği şeyleri gerçekten giderecek mi?” Biz onu, böylece açıkseçik ayetler halinde indirdik. Kuşkusuz, Allah, dilediğine/dileyene
kılavuzluk eder.
Yasin 18,19’da uyarıcıları uğursuzluk sebebi sayanlar, aynı uyarıcılar
tarafından asıl sebebi bulmaya yönlendirilir.
36 YeSin (Yasin) 18 Dediler: “Sizin yüzünüzden uğursuzlukla
karşılaştık/biz sizi uğursuzluk sebebi saymaktayız. Eğer bu işe son
13
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
vermezseniz, sizi mutlaka taşlayacağız. Ve bizden size acıklı bir azap
kesinlikle dokunacaktır.”
36 YeSin (Yasin) 19 Dediler: “Uğursuzluk kuşunuz sizinle beraberdir.
Size öğüt verildi diye mi bütün bunlar? Hayır, siz savurganlığa,
aşırılığa sapmış bir topluluksunuz.”
Sad 10’da vahye karşı baş kaldırmış ve elçileri beğenmeyen bir gruba,
kendilerinin özel olmadıkları hatırlatılır ve iddialarını kanıtlamak için
sebeplere yönlendirilirler.
38 Sad 10 Yoksa göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mülk
ve saltanatı onların mı? Eğer öyleyse SEBEPLER İÇİNDE
YÜKSELSİNLER.
Mümin 12 ve 22’de hesap günü çıkış yolu arayanlara hallerinin sebebi
açıklanır. Yani geçmişleri hatırlatılır.
40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 12 Bu HALİNİZİN SEBEBİ şu: Allah’a,
yalnız O’na çağrıldığınızda inkâr etmiştiniz. O’na ortak koşulduğunda
ise iman ediyordunuz. Artık hüküm o en yüce, o en büyük olan
Allah’ın…
40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 22 SEBEP şuydu: Resulleri onlara açıkseçik mesajlar getirirdi de onlar inkâr ederlerdi. Sonunda Allah hepsini
yakaladı. O çok güçlüdür, azabı da şiddetlidir.
Mümin 36 ve 37’de Firavun kendisini sebeplere bakmaya ve düşünmeye
çağıran Musa’yla dalga geçer.
40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 36 Firavun dedi ki: “Ey
Hâmân, SEBEPLERE ULAŞABİLMEM İÇİN bana yüksek bir kule
yap!”
40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 37 “GÖKLERİN SEBEPLERİNE
ULAŞIRSAM, Mûsa’ın tanrısına, da ulaşırım. Ben onun yalancı biri
olduğunu düşünüyorum.” Firavun’a, yaptığı işin kötülüğü bu şekilde
süslü gösterildi de yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı hep kayıptadır.
14
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Hemen ardından gelen 41’inci ayette Musa’nın içimizi sızlatan sözleri
gelir. Allah o Musa’dan razı olsun. Hesap günü ona ve aynı duyguları
yaşamış tüm elçilere üzüntünün zerresini tattırmasın İnşallah.
40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 41 “Ey toplumum! SEBEP NE Kİ; ben
sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.”
Musa’yla bugünkü müminleri aynı duygularda burunlarımızı sızlatarak
buluşturan Allah’a şükürler olsun. Kimileri bunu anlamazlar. Bir durun
ve bir an için düşünün ve emin olun; Bu hissiyat için Allah’a ne kadar
teşekkür etsek, ne kadar secde etsek azdır.
40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 42 “Siz beni, Allah’a nankörlük etmeye ve
hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyi O’na ortak koşmaya
çağırıyorsunuz. Bense sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olana davet
ediyorum.”
Casiye 35’de de ateşe gireceklere bir başka sebep hatırlatılır.
45 DizÇöküş (Casiye) 35 Bunun SEBEBİ ŞUDUR: “Siz, Allah’ın
ayetlerini eğlence aracı yaptınız, dünya hayatı sizi aldattı/gurura itti.
Bugün ateşten çıkarılmayacaklar, özür dilemeleri de kabul
edilmeyecek.”
Münafikun suresinde Muhammed’e “Şehadet ederiz ki sen Allah’ın
elçisisin” dedikten sonra dönüp yine onun aleyhine işlere girişenlere
durumlarının sebebi açıklanır.
63 İkiYüzlüler (Münafikun) Bu durumun SEBEBİ ŞUDUR: Onlar iman
ettiler, sonra küfre saptılar da kalpleri üzerine mühür basıldı. Artık
onlar incelikleri anlamazlar.
Ve geldik özellikle sona bıraktığım Kehf suresine. Sebep konusunu en
belirleyici kıssa durumundadır. Okuyanlar bilirler Zülkarneyn sebepten
sebebe koşan hem mülk hem de derin ilim sahibi bir kul olarak,
tedbirden tedbire ulaşır.
15
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
18 Mağara (Kehf) 84 Biz onun için yeryüzünde güç ve saltanat
hazırladık ve ona her şeyden bir SEBEP verdik.
Eline verilmiş imkânların kıymetini bilen Zülkarneyn sebepleri yol
edinmiştir. Kâh laftan anlamazlarla, kâh üzerine türlü belalar
gelmişlerle, kâh türlü zalim ya da mazlum toplumlarla karşılaşmış,
mücadelesine her şart ve ortamda devam etmiştir. Bunları yapmak içinse
sebepten sebebe koşmuştur.
18 Mağara (Kehf) 85 O da bir SEBEBİ İZLEDİ.
18 Mağara (Kehf) 89 Sonra BİR SEBEBİ DAHA İZLEDİ.
18 Mağara (Kehf) 92 Sonra YİNE BİR SEBEBİ İZLEDİ.
Kıssanın ayrıntıları bu makalenin direkt olarak konusu değil ama
Zülkarneyn bildiğiniz gibi sormuş, sorgulamış, aramış, bulmuş,
yardımlarda bulunmuş, tedbir almış, doğruları bularak vahyi hayata
tatbik etmiştir.
Aynı surede Musa da kendi kıssasında kendisinden ders aldığı kula
sebep peşinde koşarak ulaşmıştır. İşte sebep’in en iyi tanımlarından biri
64’üncü ayettedir.
18 Mağara (Kehf) 64 (Musa) Dedi ki: ‘Bizim de aradığımız buydu.’
Böylelikle ikisi İZLERİ ÜZERİNDE GERİYE DOĞRU gittiler.
18 Mağara (Kehf) 65 Derken, katımızdan kendisine bir rahmet
verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan
bir kulu buldular.
İşte “sebebi izlemek” oluşun ardından geriye doğru giderek “neden”i
bulmaktır. Sebebi izlemek “neden” diye sormaktır. Her elçinin yaptığı
sorgulama ve araştırma işinin adıdır. Her müminin de yapması
gerekendir.
Sebepleri izlemek geriye doğru gidildikçe tek sebebe ulaştırır. O da
Allah’tır. Aklınıza ne gelirse gelsin, akıllı bir sorgulamayla sebepten
sebebe giderek Allah’ın bir sıfatına ulaşmak mümkündür.
16
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Sözgelişi ıslandık, sebebi ne… yağmur yağıyor, sebebi ne… bulutlar
yoğunlaştı, sebebi ne… yükselen su buharı birikti, sebebi ne… sular
buharlaştı, sebebi ne… güneş ısıttı, sebebi ne… güneşte patlamalar var,
sebebi ne… yakıt oluştu, sebebi ne… içe çekim var, sebebi ne… dönüş
hızı vs, sebebi ne… genişleyen uzay, sebebi ne… big bang, sebebi ne…
zerrenin patlaması, sebebi ne… potansiyel enerji, sebebi ne… yokluk,
sebebi ne… varlık, sebebi ne… mutlak bilinç, sebebi ne… Allah, sebebi
ne… Sebebi olmaz, O öncesi ve sonu olmayan olmalıdır ki Allah olsun,
aksi takdirde bütün sebepler çöker.
İyi ya da kötü hangi oluşu izlersek izleyelim sebep zinciri bizi bir
şekilde Allah’a ulaştırır. Ama sebepleri Allah’ın yaratmış olması bizim
sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. Başımıza her ne gelirse gelsin
potansiyel olarak Allah yaratmıştır ama o sebeplerin içinden birini biz
seçtiğimiz için başımıza gelen her şeyin sebebi yine biziz.
Zincir süreci içerisinde sebepler birden çok da olabilir. Biz birini bile
bulsak o bulduğumuzun yolunu izleyip yine tek sebebe varırız. İşte o
birçok sebepler bizim çoğunlukla seçimlerimiz olur. Her sebep hazırdır.
Bizden öncekiler o sebeplerden birini oluş olarak takip edip gelmiştir.
İyi ya da kötü her oluştan geriye doğru gidersek asıl sebeplere ulaşırız.
Peki bu bizim ne işimize yarar? Hem ilmimiz derinleşir. Hem Allah
fikri, delilli ispatlı olarak göğsümüze oturur. Hem de sebepleri bulmuş
olmamız, oluşun sonucunda doğru işi yapmaya yönlendirir bizi.
Sebepler yerine sonuçları düşünen kişiler genellikle yanlış ya da doğru
bile olsa rastgele çözümler bulurlar. Ama sebeplere dayanan kişi eğer
oluş kötüyse, tedbir alır; eğer oluş iyiyse bilinçli olarak örnek alır ve
tavsiye eder. Sanırım örneklendirirsek daha iyi anlayabiliriz.
Sözgelimi maden kazası oldu. “Şimdi ne yapalım?” diyerek sonuca
doğru düşünen kişi olayın nedenlerini araştırmaz. Eğer etik tarafı güçlü
değilse kendisini olayın dışında görmeye ve kurtarmaya bile çalışır. Ne
yapalım oldu, der. Bu işin niteliği budur der. Çözüm olarak da “bari
kalanların maaşlarını artıralım, ailelerine imkânlar verelim, üzüntülerini
17
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
paylaşalım, yas ilan edelim, sorumlu olarak birilerini bulalım ve benzeri
işler üretir. Bunların çoğu da elbette kötü işler değildir. Hayra yönelik
olanları vardır. Ancak ne işçilerin maaşlarının artırılması, ne ailelerin
acılarının paylaşılması, ne sorumlularının hapse atılması ne de yas ilan
edilmesi, ne gidenleri geri getirir, ne de kazanın SEBEBİNİ ortadan
kaldırır. Gidenler elbette geri gelmez ama eğer SEBEPLER
İZLENİRSE o oluşu oluşturan “neden?”ler sorulmuş ve bulunmuş
olacağı için bir daha aynı biçimde kazalar meydana gelmesine çareler
bulunmuş olur. Bu paragrafı lütfen siyasi mesaj gibi algılayıp hakkımda
lehte ya da aleyhte zanda bulunmayın. İyi işlere iyi kötü işlere kötü
deme prensibimden vazgeçmiş değilim. Örnek bariz ve güncel bir örnek
olduğu içindir.
Sadece siyasetçiler hata yapmıyor, biz de hata yapıyoruz. Ama
siyasetçileri sorguladığımız kadar kendimizi sorgulamıyoruz. Sebebi
izlemek hususunda şimdi kendimizden örnekler verelim…
Sözgelimi hasta olduk. Hasta olmak bir oluştur. İlaç alıp iyileşebiliriz.
İstirahat edip iyileşebiliriz. Bunların hepsi sebebe değil sonuca yönelik
işlerdir. Ne ilaç almak, ne istirahat etmek bir daha o hastalığa
yakalanmayacağız demek değildir. Oysa sebebi izlersek neden hasta
olduğumuzu buluruz. Sebep rüzgâr olsun, soğuk olsun, mikrop olsun ve
sair olsun. İşte sebebi bulunca, bir daha rüzgârda dışarı çıkarken
üzerimize kalın bir şeyler giyeriz. Elimizi yüzümüzü, iç çamaşırımızı,
merdivenlerimizi ve evimizi temiz tutarız ki bir daha aynı hastalığa
yakalanma ihtimalimizi azaltalım.
Sözgelimi sınavdan zayıf not aldık. Sonuca yönelik olarak, bunu
ailemize nasıl açıklayabileceğimizden, suçu öğretmene atmaya kadar
yeterince çözüm olmayan işler yerine sebepleri izlesek neden kırık not
aldığımıza yönelik nedenlere ulaşır ve en doğru çözüme adım atmış
oluruz.
18
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Bu “sebebi izlemek” konusunu günlük hayatımıza izdüşürerek birçok
derdimize en doğru devayı bulmaya çalışmak varken çoğumuz maalesef
sonuca yönelik işlere girişiriz de sebepleri göz ardı ederiz.
Bunu imani meselelerde kullanmak da bir müminin en güzel imana
gelme ve inancından emin olma yöntemidir. Her mümin, şu ve benzeri
soruları sormalı sebepten sebebe koşarak Allah fikrine ulaşmalıdır.
Neden Müslüman oldum? Neden doğdum? Neden var oldum? Neden
insanım? Neden seviyorum? Neden nefret ediyorum? Neden Kuran çıktı
karşıma? Neden Allah böyle demiş? Neden oruç? Neden namaz? Neden
fakire yardım? Neden cennet? Neden cehennem? Neden, neden,
neden…
Konuyu bitirirken… Geçmişte bilim insanları da bu sebep zinciri ile bu
güne kadar düşünmüş ve bilimsel başarılara böyle imza atmışlardır.
Neden, diye sorarak. Ve bundan sonra da düşünmelidirler? Mesela,
neden güneş sistemindeki tüm gezegenler bir yöne dönerken Venüs ters
yöne dönmektedir? Neden Venüs dünyanın ikizi denebilecek bir şekil ve
büyüklüktedir? Neden dünya su ve toprak rengiyle özdeşleşmiş bir
mavicennet timsali iken, Venüs ateş renkleriyle simgeleşmiş ve üzerinde
lavlarla dolu ırmaklar olan bir cehennem gibidir? Tüm volkanik
akıntılara rağmen neden Venüs’te birçok metalin erimeden bulunmasına
engel bir sıcaklık seviyesi yoktur? Dünyada benzer sıcaklık ve şartlarda
yaşayabilen organizmalar varken Venüs’te bu sıcaklığa dayanabilecek
canlılar neden yok denilmektedir!!! Neden Venüs atmosferinde su
buharı vardır? Dünyada volkanlar sönmüş ve yerkabuğu parça parça
iken, hala sönmemiş volkanlarla dolu Venüs’ün yüzeyinde neden hala
yekpare ve sert bir tabaka vardır? En uzak gök cisimleri hakkında birçok
bilgiye ulaşan insanlık milyarlarca yıl önce Venüs’ün dünya gibi bir
cennet olduğunu iddia ettiği halde, nasıl değiştiğini neden
bilmemektedir? Neden Venüs’ün yeryüzünde üzerine güneş doğmayan,
doğduğu görünmeyen, gölge olmayan yerler vardır? Venüs’te geceler ve
gündüzler neden mevsim halindedir? Venüs neden, yılın gününden kısa
sürdüğü tek gezegendir? Neden Venüs’ün yoğun bulut kaplı yüzeyi
19
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
gizemini hala bu kadar koruyor? Neden güneş sistemini çevreleyen
takımyıldızlar arasında kuvvetli bir manyetik alan ve Venüs
atmosferindeki gibi manyetik yıldırımlar vardır? Neden VenusExpress
ve diğer mekiklerin çalışmaları ve ulaştıkları sonuçlar ülkemizde
yeterince incelenmiyor?
Tarihçiler de düşünmelidir… Neden Venüs geçmişte sabah akşam
ilahlık vasfı verilerek tapınılan bir yıldız olarak kabul edilmiştir? Neden
Venüs’e ve üzerindeki yeryüzü şekillerine hep tanrıça (dişi) isimleri
verilmiştir? Neden Babil tabletlerinde Venüs’ten bu kadar çok
bahsedilir? Aynı tabletlerde Venüs’ün yörünge döngüsü o günkü
teknoloji ile nasıl bu kadar hassas bir şekilde hesaplanabilmiştir? Orta
Amerika, Uzak Doğu ve Mezopotomya kültürlerinde Venüs neden bu
kadar çok geçer? Babil’de indirilmiş olduğu iddia edilen tabletler
Müslüman tarihçilerce neden yeterince incelenmemektedir?
Teologlar da bu araştırmalara katılmalıdır. İşin maddesel taraflarından
çok manevi tarafları olduğunu elbette biliyorum. Ama merak etmek
bulmanın yarısı değil mi bilimde? Sözgelimi, dünyayı dışarıdan ve
mümkün olan en yakından izlemek isteyen “yabancı”lar olsaydık, radyo
ve ötesi dalga alıcılarına yakalanmayacak gözetleme mevzileri olarak,
kaç tane uygun oturma yeri seçebilirdik?
Kesin bir şey ima etmiyorum. Sorularımın bir kısmı zanlar da içeriyor
elbette. Olmadık yorumlar yapmak da değil maksadım. Bilimci değilim,
tarihçi değilim. Ben bu soruların çoğunun cevaplarını bilmiyorum.
Sadece örtüşen şeyler dikkatimi çekiyor. Kuran’a kafamıza göre anlam
veremeyiz diyenler, o halde en çok bilimle uğraşıp gerçeklerle anlam
verenler olmalı değil midir? Hadi Kuran’ı okumaktan kaçıyorlar ama
eğer bilime de önem vermiyorlarsa bu da onların bir başka
tutarsızlığının adıdır. Bilime önem veren “gavur!!!” ülkelerde bazı
bilimsel tespit ya da teoriler çizgi romanlara bile konu olurken, kutsal
kitabı “oku” diye başlayan bir ülkede doğru dürüst kitap bile
okunmuyor. Neyse…
20
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Umarım bilimcilerimiz kopyala yapıştır tezler dışında bunları da
araştırır ve umarım tarihçilerimiz rivayetleri araştırdıklarının onda biri
kadar bu gereksiz(!) konuları da inceler ve arkeologlarla birlikte
çalışırlar. Ayrıca umarım ki futbol kulüplerinin yabancı futbolculara
yüzlerce milyon dolar harcadıkları bir ülkede birileri çıkar uluslararası
bilimsel araştırmalara da on on beş milyon dolarla ortak olur. Ve
umarım devletimiz ülke içindeki bilime de, diyanete harcadığının az bir
kısmı kadar yatırım yapıp bilim insanlarımızı da destekler.
Farkındayım, bu yazının son kısmı olağan yazılarımdan daha farklı
oldu. Hadi ben bir değişiklik yapıp böyle yazdım da, sebepleri izleyelim
bakalım ki, siz neden bu yazıyı buraya kadar okudunuz? Bence aynı
sorular farklı biçimlerde hafızamızdan gelip geçtiği için. Çünkü merak
bizim yaratılışımızda var. Ve de sebep zincirini takip edelim bakalım,
neden merak ediyoruz? Müşterek hissiyatlarımızla beraber sevgi ve
selam ile…
21
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Vay Müşrik Vay!!!
Elçi, nebi kimdir? Son elçi mi, son nebi mi? Kitaba inananlar olarak biz
de elçi miyiz? Kime müşrik denir? Toplumumuz müşrik mi? Mekke halkı
henüz uyarılmamış mıydı? Ve bu kapsamdaki diğer sorulara cevap
niteliğinde düşünceler…
Elçi ne iş yapar diye başlayalım. Elçi, kime; yani hangi bilinçli
hükümdara elçilik ediyorsa ondan haber getirir. Eğer Allah’ın elçisiyse
Allah’tan, kulun elçisiyse kuldan. Elçiliğin delili getirilen haberdir. Bu
haber illa ki bir kitap olmayabilir. Kitap indirilmişse nebiliktir aynı
zamanda. Ama kitap olsun ya da başka bir şey olsun, getirilen şey haber
niteliği taşımalı ve Allah’tan olduğuna dair delil içermelidir. Biz nebi
değiliz. O halde bizim bulduğumuz deliller, adı üstünde “bizim
22
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
bulduğumuz deliller”dir, Allah’ın “kulum sen elçimsin git haber ver”
dedikleri değil.
Her ne kadar kitabı savunanlar “ben Allah’ın elçisiyim” demeseler de,
arada bir “Kuran’ın elçisiyim” diyebiliyorlar. İyi niyetle söylendiğinde
son günlere kadar ben de bir sakınca görmüyordum ama yine de haddi
aşmışlık sezmiyor da değildim. Çünkü elçilik, bir bilinçli görevlendirme
gerektirir. Bu kapsamda cismi olarak kitap bir bilinçli görevlendiren
değildir. Çünkü arkasındaki bilinç kitabın değil, Allah’ındır. Kitap
cansız, bilinçsiz bir cisimdir. Kuran’ın canlı olması mecazi bir
anlatımdır, muhteviyatının yaşanır olmasıyla ilintilidir.
Oysa hiç tereddüt etmeden kendimizi tanımlayabileceğimiz başka bir
kelime var Kuran’da. O da “uyarıcı”dır. Bizler bu kapsamda eğer
hakkıyla gerçeği savunuyorsak ancak “uyarıcı(lar)” olabiliriz. Şehrin
ötesinden koşarak gelip “elçilere uyun” diyen adamlar ve kadınlar
olabiliriz ancak.
Son haberci gelmiştir. “Hatemül nebiyyin” olan Muhammed’dir o da.
Haber getirenlerin sonuncusudur. Allah’tan haber getirme dönemi o
tarihte bitmiş demektir. Ondan beri Kuran’ı dillendirenler ancak ona
uyup, Muhammed’e (yani onun getirdiği ve uyduğu habere) uyun
diyenler olabilir. İşte Kuran’da “o elçiye itaat edin” emrinin gereği de
budur. Onun getirdiği ve uyduğu haberdir. O’nun elçilik belgesi
önümüzdeyken (Kuran’a bile olsa) ben de elçiyim demek pek doğru
gelmiyor bana. Hele Allah’a elçilik iddiasını konuşmuyorum bile. Eğer
“ben de elçiyim” diyorsak, bana da “şu haberi götür dendi” demiş
oluruz. Oysa biz o elçilik belgesini getiren değil, okuyup, anlayıp, o
hızla koşa koşa insanları uyarmaya başlayan insanlarız. Uyarıcıyız.
Kitapta bu güne kadar kimsenin görmediği bir şeyi görmek de elçi
olduğumuz anlamına gelmez. Gördüğümüz şey yüzünden koşa koşa
uyaracağımız anlamına gelir. Kitapta uyarıcı anlamındaki kelime ise
“nezir”dir. “Size hiçbir uyarıcı gelmedi mi” diye sorulduğunda “eğer
gerçekten iman etmişsek” onlar üzerine biz de şahit olalım diyedir.
23
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Çünkü kitap kişi ayırt etmeden bize “kalk ve UYAR” demektedir. Uyar
emrini kabul ediyorsak “uyarıcı” olduğumuzu, nezir olduğumuzu da
kabul etmişiz demektir.
Görebildiğim kadarıyla Kuran’da “nezir” kelimesi “canlı uyarıcı”lar
dışında kullanılmamıştır. Nerede kullanılmışsa kavmini uyaran kişilere
verilmiş bir sıfattır. Kitaba, her türlü ayete ve vahye ise “zikr”
sözcüğünden türeyen “hatırlatıcı” kelimesi ve türevleri kullanılmıştır.
Ama birçok mealde bu iki kelime birbirinin yerine kullanılarak hatalı
anlamlara yol açmaktadır. Hatırlatmak başka şey, uyarmak başka şeydir.
Bu kapsamda nebiler de, elçiler de, diğer müminler de nezir’dir. Elçiler
açık (mübin) uyarıcılardır. Allah onlara bunu açıkça beyan etmelerini
vahyetmiştir ve onlar da bildirmişlerdir.
15 Hicr 89 Ben açık (mübin) bir uyarıcıyım…
Her nebi aynı zamanda müjdeleyici ve uyandırıcı bir elçi ve bir nezirdir.
Her elçi nebi değildir, ancak aynı zamanda bir (uyarıcıdır) nezirdir. Her
diğer uyarıcı mümin ise sadece nezirdir. Nebiler de, elçiler de, nezirler
de diğer insanların üzerine şahittir. Her kavme peygamber gelmesi
gerekmez ama her kavim için hidayete sebep olacak kişiler vardır. Açık
ya da kapalı. Ve bu kişiler orada burada aranmaz, hüsnü zan ile bile olsa
şudur budur denilip de yüceltilmez. Bunun hem diyenlere hem de
denilenlere zararı vardır. Üstelik bu konuda yanılabiliriz de. Görüşüm o
ki o uyarıcılar aynı zamanda her gerçek müminin ta kendisidir zaten.
Birbirlerini de uyarırlar.
Müddessir 2’deki “Kum fe ENZİR” emriyle bize söylenen de budur.
Kalk ve uyar, kalk ve nezirlik yap, denir bize… kalk ve elçilik yap, kalk
ve nebilik yap denmez. Kuran’a elçi olmak ise sadece aramızda
kullandığımız mecazi ve iyi niyetli bir söylemdir belki ama çok da
yerinde bir tabir olarak görmüyorum artık.
Peki nezirler kimi uyarırlar? Müşrikleri mi!!! Eğer uyarılmamışsa nasıl
müşrik olabilir ki bir insan? Uyarılmamışsa nasıl kâfir olabilir? Kuran’ı
rehber edinenlerle mücadeleye girişmemişlerse Tevbe suresindeki gibi
24
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
nasıl anlaşılabilir? Müminlerle mücadeleye girişenler elbette kendilerini
gösterecekler ve bunu bir şekilde dile getireceklerdir. Bunun dışında
ortalıkta müşrik aramak ve onu bunu tekfir etmek bir mümine yakışan
bir iş değildir. Eğer müşrikler varsa onlar kendilerini zaten belli eder.
Sokaktaki ihtiyar amcaya ya da evdeki yaşlı teyzeye “cübbesiyle ün
salmış” din bozguncusu ya da müşrik muamelesi yapılmamalıdır.
Çok iyi niyetli ve affedici bir bakış açısıyla bakabilirsek, bazı hataları
görmezden gelebilir ve bir kitabın içinde “bu kitabı oku” yazsa bile o
kitabı okumayan kişiler onun okunacağını bilemeyebilirler ve duvara
asıp bırakabilirler, diye düşünebiliriz. İşte bu yüksek iyi niyetle
bakabilirsek, bu noktada bir uyarıcıya ihtiyaç olduğunu görürüz. “Oku”
demesi gereken bir kişiye… İşte nezirler (uyarıcılar) eğer bir toplum
uyarılmamışsa o toplumu uyarırlar. Şehrin bir ucundan öbür ucuna,
ülkenin bir köşesinden diğer köşesine, dünyanın bir bucağından diğer
bucağına koşarak ne konuda uyaracaklarsa o konuda uyarırlar ve “ben
de elçiyim” demez “elçilerin haber verdikleri doğruymuş” derler. Çünkü
vahyi işitmiş ya da okumuş ve gerçeği fark ederek ona tanık
olmuşlardır.
36 YeSin (Yasin) 20 Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi:
“Ey kavmim, elçilere uyun” dedi.
Hem “son nebi ve elçi gelmiş” diyoruz, hem de “kendilerine uyarıcılar
gelmeden yok edilmiş toplum yoktur” diyoruz. Demek ki bugünkü
toplumlara da uyarıcılar gelmeli ve “ey halk elçinin getirdiği haber
doğruymuş” demelidirler. Uyarıcıların “bana da elçilere vahyolunduğu
gibi vahyolundu” demek gibi bir iddiaları olamaz. Uyarıcılar sadece
okur, işitir ve işittiğinin doğruya yönelttiğini anlayıp, o hızla kalkıp
kendi halklarını uyarmaya başlarlar. Aynen şu ayette olduğu gibi…
46 KumTepeleri (Ahkaf) 29 Hani cinlerden birkaçını, Kur’an dinlemek
üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman,
dediler ki: “Kulak verin;” sonra bitirilince kendi kavimlerine uyarıcılar
(munzirin) olarak döndüler.
25
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
O ana kadar uyarıcıların toplumları uyarılmış olmayabilir de. Eğer
uyarıcılar kendi toplumlarına hemen “müşrik” yaftası yapıştırırlarsa
halklarını uyarmadan onlardan kopmak istedikleri anlamına gelir. Bu
durumda uyarıcılık görevlerini yapmamış, hatta kötüye kullanmış
olurlar. Gerekmedikçe kimseyi tekfir edip de açıkça şirk koşanlar hariç,
toplumlarından nefret etmeye başlayanlar ne İbrahim gibi, ne Musa gibi,
ne Lut gibi, ne İsa gibi, ne Nuh gibi, ne de Muhammed gibi davranmış
olurlar. Çünkü uyarılmamış toplum şirk bile koşuyor olsa uyarılmış
olmamak gibi ciddi bir mazereti vardır. Bu mazeretin Allah katında
geçerli olup olmadığı ve uyarılmamış toplumların halinin ne olacağı
Allah’a kalmıştır. Bizim bilmediklerimizi Allah bilir. Haklarında bir
iyiliğe mi kötülüğe mi karar verdiği hususunda bizim zannın ötesinde
bir matematiğimiz olamaz.
Ayrıca toplumlar şirk koşuyor olsa bile uyarılana kadar “müşrik” sıfatını
hak edip etmedikleri hakkında yorum yapamayız. Şirkin önde gidenleri
ve küfrün liderleri ile toplumun bilmeyenini aynı kefeye koyarsak,
hükmü biz vermiş oluruz ki bunu elçiler bile yapmamış, son dakikaya
kadar uyarmaya devam etmiş ve hatta Lut vakasında İbrahim’in yaptığı
gibi neredeyse helake engel olmak için son ana kadar çabalamışlardır.
Uyarılmamış toplumu illa bir isimle isimlendirmemiz gerekirse o isim
“müşrik” değil ancak “ümmi” olur. Çünkü ümmiler kitap nedir, iman
nedir bilmeyen insanlardır. Doğruya muhtaç haldedirler. Kuran
peygamberi bile kendisine vahiy gelmeden önce “kitap nedir, iman
nedir” bilmediği halde eğer müşriklerden olmamışsa, İbrahim’in
putperest bir toplumda kâinattaki melekûta tanık olup ve vahiy alıp
uyarmaya başlayana kadar, hiç müşriklerden olmadığı söyleniyorsa, biz
nasıl uyarılmamış toplumumuzu müşrik diye sınıflandırabiliriz! Hayır,
onlar müşrik değil ümmidirler. Ellerinde bir kitap olması, yeryüzündeki
diğer kitaplardan haberdar olmaları ve bugüne kadar din hakkında
kendilerine doğru yanlış birçok şey öğretilmiş olması onların mümin bir
uyarıcı tarafından gerçekle uyarılmış olduğu anlamına gelmez. Mekke
toplumu da öyle değil miydi? Etraflarında Tevrat da, Zebur da, İncil de
26
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
vardı. İbrahim’den gelen dini bir gelenek de. Ve uyarılmamış kabul
edilip, sonunda uyarıldılar. Doğduğundan beri kendisine ateşin tanrı
olduğu söylenen bir insan bile hiç uyarılmamışsa doğruyu bulamama
hususunda mazeret sahibidir. Örtüsüne bürünmüş ümmilerdir onlar.
Kendisine nezir (uyarıcı) gelmemiş toplumları Allah helak etmeyeceğini
söylüyor. Her kasabaya uyarıcı gelmesi de gerekmez, belirtilen şey;
uyarıcı gelmemiş yerlerin helak edilmeyeceğidir. Bu yüzden neresinin
altı üstüne getirilecekse orada uyarıcılar türemeye başlamıştır ki orada
kurtuluşa layık olanlar bu yok oluştan, bu silinişten kurtulsunlar. Yani
uyarıcıların türemesi belki de son şanstır o toplum için. Ümmiler şirk
koşsalar bile müşrik değil, mazeret sahibidirler. İşte gerçek nezirler
o mazereti de ortadan kaldırmak içindir. “O halde kimseyi uyarmayalım
da kıyamet günü sevdiklerimizin mazereti olsun” gibi şeytani bir
düşünce de bu durumda akla gelebilir. Eğer öyle yaparsak da Yunus’un
düştüğü hataya düşmüş oluruz. Allah’ın emrine karşı duran kurtulabilir
mi? Anladığımız kadarıyla Yunus kavmine kızmış ve terk etmişti onları.
Bundan dolayı sıkıntıya uğramayacağını da zannetmişti. Ama kınandı.
Ve unutmayalım Yunus bu hatasından dönmeseydi yüz binden çok
kişinin kurtulmasına vesile olabilir miydi? Kuran’da gördüğümüz
kadarıyla Yunus, kavminin hepsi iman eden belki de tek elçidir.
Tüm bunlara rağmen bugün görüyoruz ki, ümmileri bir tarafa bırakın,
Kuran’ı merkezleyen Müslümanlar bile basit ihtilafları büyüterek
birbirlerini tekfir etmeye, farklı bir görüşünden dolayı terk etmeye ve
böylece aynı hataya tek tek düşmeye başladılar. Asıl fitneler vahye tabi
olanların arasında çekemezlik nedeniyle ve gerçekte toplum hayatına
etki etmeyen çok basit nedenlerle dolaşıyor. Bir insan doğru yolu
bulduğunu da düşünse, nezir de olsa, elçi de olsa, nebi de olsa kendisi
hakkında ne karar verileceğinden ve cehenneme yollanıp
yollanmayacağından emin olamaz. Sırtına aldığı yükten dolayı belki de
ümmilerden bile daha zordadır. Ben kurtuldum, kimin ne hali varsa
görsün diyen kişinin bir davası olabilir mi!!! Davası yoksa, değeri
27
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
olabilir mi!!! Allah Kuran’ı görmen için seni seçtiyse, neden seçmiştir
hiç mi düşünmez insan!!!
Bakara 213’ü hep hatırlayalım… …O kitap hakkında aralarındaki
çekememezlik yüzünden ayrılığa düşenler, kendilerine verilenlerden
başkası değildi…
Anlatacağımı anlattım sanıyorum. Kuran’ın gerçek tevhid anlayışını ilk
fark edişinde, kendi eski halini unutup sağa sola kâfirler, münafıklar,
müşrikler diye saldıran düşünmezler gibi olmayalım. İlmin kendisine
açılıyor olması bir Müslüman için denenme sürecidir. Cenneti kazandığı
ve süreci doğru yaşadığı anlamına gelmez. İlme talip müminler olarak,
Kuran gerçeklerini gördükten sonra dünyayı bir anlamda terk etmenin
ve gece gündüz sadece kendimizi abartmanın da manası yok. Vahyi
okuyup işittikten sonra bu bilinçle hayatımıza kaldığımız yerden devam
etmeliyiz. Ve bu kez yanlışlarımızdan arınmakta olan, doğru işler yapan
ve Allah’ın kitabından öğüt alıp, akıl ettiğini hayatına tatbik etmeye ve
bu bilinçle uyarmaya çalışanlar olalım. Bölünüp parçalanıp, akrabalık
bağlarını koparmayalım. İlk sözümüzde doğruya şıp diye inanmalarını
bunca arınmamışlıktan sonra beklemeyelim insanlardan. Bir hıristiyana,
bir yahudiye, bir hinduya veya hiç tanımadığımız herhangi bir
yabancıya ve hatta Tanrının varlığını ve kitabı reddedenlere
gösterdiğimiz iyi tavrı, güler yüzü ve hoş sözü, kendi toplumuna
göstermez bir tutarsızlıkta olmayalım.
İçimizdeki öfkeyi değil, barışı, sevgiyi ve merhameti canlı tutalım.
Onların çoğu, uyanmaya aday olan bizim canımız ciğerimiz, eşimiz,
kardeşimiz, arkadaşımızdır. Onlar müşrik değil ümmidir. Müşrikler net
bir şekilde haberli, ümmiler ise habersizdirler. Biz de öyle değil miydik?
Daha önce yaptığımız iyi işlerden dolayı mı yoksa bundan sonra yapma
potansiyelimiz olduğundan dolayı mı Allah bizi kitabını fark etme
lütfuna nail etti? Hangimiz Kuran kendisine açılana kadar hep
dosdoğru işler yaptığını iddia edebilir! Hatırlayın… Biz de habersizdik.
Eğer Kuran’a yönelmişsek bizi de bir şekilde, bir biçimde birileri
uyarmıştır öncesinde. Oluşların sahibi ise elbette Allah’tır.
28
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Ben doğru yolu buldum deyip ilk iş olarak onu karnında taşımış
annesine müşrik diyen hayırsız gafillerden olmayalım. Gelin bir İbrahim
gibi olalım. O, ortak koştuğu besbelli babasından, apaçık işareti alana
kadar hiç yüz çevirmemiş, şirk koştuğunu bile anlatmaya çalışırken, ona
hiç “müşrik” dememiş “babacığım” diye hitap etmiştir. Umarım Kuran’ı
hayatının merkezine almış müminler olarak da hatalarımızdan günden
güne arınırız. Kuran kolaylaştırılmıştır ama basit değildir. Müminliğe
adım atmak da kolaydır ama asla basit bir iş değildir. Yük oldukça
ağırdır. Ancak taliplisine Allah kolaylaştırır.
Müddessir suresini hatırlayalım… Bize kalk ve uyar dendi. Ardından
elbiseni temizle diye ilave edildi. Elbiseni çıkar da çıplak kal denmedi.
Mesele üzerimizdeki elbiseyi temizleyerek, Rabbimizi yücelterek,
üzerimize o ana kadar bulaşmış olan şirk pisliğini temizleyip, o elbiseyi
temiz olarak giymeye devam ederek uyarmaktır. Kendi farkındalığımızı
insanların başına kakmak için uyarmıyoruz, onların da uyanması için
uyarıyoruz. İyilik “vay müşrik vay” diyerek tebliğ ettiğimizi de başa
kakmak değildir. Rabbimiz için sabrederek mücadele etmeliyiz.
Allah’ın ayetlerine karşı birisi inatçı kesilmiş olabilir. Kimse boşa
yaratılmamıştır. Ne amaçla yaratıldığını ve tüm çabamıza rağmen neden
ikna olmadığını bilmediğimiz bir kişiyi Allah’la baş başa bırakmamız
gerekmez mi? Şirkin önderleriyle ümmileri nasıl aynı kefeye koyarız!
Öfkemize nasıl teslim oluruz! Yoksa biraz bir şeylerin farkına vardık
diye sur’a üfürülecek o günden hiç mi korkmuyoruz artık!!! Deneniyor
ve büyüdükçe küçülüyoruz. Haddimizi aşmayalım… Biz, doğruya
ileten bir Kuran dinledik/okuduk sadece… Ve unutmayalım Kuran
da şefaatçi değil, sadece şifadır. Şefaatin tümü Allah’ındır.
29
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Lãnetlenmiş Ağaç
Şeytanın ve Âdemin Tefsiri
Allah, Adem’e “şu ağaca yaklaşma” emrini verdi… Şeytan emrin
farkında ve dosdoğru yol üzerinde oturuyordu… Şeytan emri yok
saymadı… Adem de emri yok saymadı… Adem emrin nedenini merak
etti… Adem emrin nedenini bulamasa bile orada bir gerçek olduğuna
emindi önce… Adem’in emri yorumlayacak aklı da vardı… Oysa emir
ve içinde geçen ağaç sadece bir fitneydi… Allah’a iyi niyet güdenle
kötü zan biçeni ve dolayısıyla sadık olanla olmayanı ayırmak için…
Adem’in aceleci merağını gören şeytan emri alıp Adem’e “senin
düşünmene gerek yok, sebebi budur” diye tefsir etti… Ama şeytanın
30
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
açıklaması Allah hakkında “kötü zan” içeriyordu… Adem kendisi
anlamaya çalışsa Allah hakkında “iyi zan” ile Allah’ın gerçek iradesini
bulabilirdi… Şeytan’ın tefsiri, Allah’ın Adem’i kendisinden uzak
tutmak için ona kötülük irade ettiği yönündeydi… Senin sonsuz bir
hayata kavuşmanı ve melek olmanı istemiyor dedi… Eğer emri Adem
tefsir etseydi, Allah’ın kendisini koruyup gözetmek için bu emri
verdiğini ve kendisi için iyilik irade ettiğini anlardı…
İzdüşümüne gelince…
Şimdi Kuran var… İçinde tevhid temelinde ve kapsamında kendini
tekrarlayan birçok öğüt ve misal var… Eğer şeytan tefsir ederse Allah
hakkında “kötü zan” içeren birçok netice çıkarır… Eğer sen tefsir
edersen Allah hakkında “iyi zanla” birçok netice çıkarırsın…
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; Allah sana azap diledi,
herkese kabir azabı verecek, sorgu melekleri gelip kafana tokmaklarla
vuracak, börtü böcük gelip azapla hepinizi yiyecek der. Sen, Allah
hakkında iyi zanla tefsir edersin; kabir azabı da neymiş, sadece
zalimlere cehennem, O’na güvenip de iyi işler yapanlara ise cennet
verecek dersin.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; orucunu bozarsan 61 gün
cezası var der. Sen, iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın
gününe gün tutmanı öğütlediğini görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; senelerce kılmadığın
namazları kaza etmen gerektiğini, her gün defalarca rükûlar (rekât)
etmeni söyler. Sen, iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın
namaza kaza şartı koymadığını ve dünyaya dalıp da unutmaya yüz
tutmaman üzere vakitlenmiş olarak, onu tesbih etmeni istediğini
görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; yabancı ve gırtlak yapına
uymayan bir dille ve özellikle anlamadan okumanı tavsiye eder. Sen iyi
31
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın kendi dilinde ve
anlamak üzere okumanı istediğini görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; senin aklını kullanmanı
istemiyor, kullanırsan günaha girersin der. Sen iyi zanla tefsir edersin;
en merhametli olan Allah’ın, bize aklımızı, gözümüz ve kulağımız gibi
kullanmak üzere verdiğini ve ısrarla kullanmamız gerektiğini
hatırlattığını görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; zorlaştırdıkça zorlaştırır.
Sen iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın kolaylaştırdıkça
kolaylaştırdığını görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; ölümden korkutur. Sen iyi
zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın verdiği ölümün nimet
olduğunu görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; Allah hepinizi cehenneme
tıkacak, sizi ancak başka şefaatçileriniz kurtaracak der. Sen iyi zanla
tefsir edersin; bütün şefaatin Allah’ın olduğunu, O’ndan başka kimsenin
şefaatçi, kurtarıcı olmadığını görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; Allah adeta bir
zalimmiş(!) de başkaları sana karşı daha merhametli imiş gibi gösterir.
Sen iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olanın Allah olduğunu
görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; din günü birçok sahip
olduğunu söyler. Sen iyi zanla tefsir edersin; din gününün tek sahibinin
Allah olduğunu görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; Allah’a ulaşabilmek için
birçok kişiden (alimden, hocadan, evliyadan, peygamberden, ölüden,
hükümdardan, tarikattan ve ne kondurabilirse) torpil ve yardım gerekir
der. Sen iyi zanla tefsir edersin; sadece Allah’tan yardım dilenmesi
gerektiğini görürsün.
32
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; şu yol doğru yoldur bu
yol doğru yoldur ötekisi de doğru yoldur diyerek sana birçok sözde
sırat-ı müstakimler gösterir ve buna rahmet diyerek, o saydığı yolların
kuldan sahiplerinin ancak seni oraya sokabileceğini zannettirir. Sen iyi
zanla tefsir edersin; dosdoğru yolun sadece Allah’ın gösterdiği olduğunu
ve O’ndan istemen gerektiğini görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; seni fakirlikle korkutur,
nimetlenebilmen için birilerinin kölesi olmaya gönderir. Sen iyi zanla
tefsir edersin; dünyevi korkuların geçiciliğini anlar, nimeti de ilmi de
Allah’ın verdiğini görürsün.
Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; dosdoğru yolda olanı
sapık, deli, dinden çıkmış gösterir ve insanlar nezdinde kınar. Sen iyi
zanla tefsir edersin; insanların çoğunun yanlış yolda olduğunu görür ve
insanların değil Allah’ın seni kınamasından çekinirsin.
İşte benim gördüğüm lanetlenmiş ağaç, bu şeytanın soyudur. Hep kötü
meyve verir, zora sokar. Ateşte doğar, cehenneme biter. Dallarındaki
tomurcuklar şeytan başları gibidir. Yersen onunla gıdalanırsın. Doğduğu
yere ait olursun.
İyi meyve veren ağaç ise, o şeytana uymayacak olan insanların soyudur.
Toprakta doğar, gökyüzünden inen suyla can bulur, cennete biter.
Dallarında ne nimeti arzuluyorsan ondan vardır. Yersen onunla
gıdalanırsın. Doğduğu yere ait olursun.
İçimizdeki şeytanı ve dışımızdaki şeytanları tanıyalım. Onlar ateş gibi
yakıyorlar ve canımızı acıtıyorlar. Zehir gibi tadları var. Oysa Allah
topraktan yarattığı bizi Kuran’la serinletiyor ve ayağımızın altındaki
toprağa da her gün tonlarca su yağdırıyor. Hem manevi, hem maddi.
Kimisi şu metaforlu anlatımı masal sayabilir. İster inanın ister
inanmayın, O’nun varlığını reddediyor bile olsanız, Allah size yine de
öğütler verir. İyi zanla bakan “işittik ve itaat ettik” der. Kötü zanla
33
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
bakan “işittik ve isyan ettik” der. Kimisi ise ümmi gelir ümmi gider, her
söylenene inanır ve meçhule giden bir gemiye biner.
Kimisi kör gelir kör gider, hiçbir şeye inanmaz. Kimisi sağır gelir sağır
gider, işine gelenden başka bir şeyi duymaz. Kimisi kendi kokusundan,
cennetin kokusunu bile alamaz. Gözünü kullanmak istemeyenin göze,
kulağını kullanmak istemeyenin kulağa, koku almak istemeyenin burna
ihtiyacı yoktur. Aklını kullanmayanın da akla ihtiyacı yok demektir. Ha
bir insan olmuş ha bir taş! Ha bu hayatta, ha diğerinde!
Herkes kendini bilir. Herkes kendi istediğini “ol”ur. Neyi istiyorsa ona
ulaşmayı dava edinir. İsteyen Kuran’ı anlamak için okur, onu dava
edinir. İsteyen Kuran’a iman ettiğini zannederken Kuran’ın üstüne
geçmişten beri yığılıp uydurulan ve yeni yeni uydurulmaya da devam
eden dinleri yol edinir. İsteyen kendi tutarsızlığını Kuran’a vurup
Kuran’ı reddeder, öte hayatta olasılığını bile sıfırladığı karşılığı
beklemez. İnanmak istemeyen, yasayı da müjdeyi de reddeder. İman
etmek isteyen ikisinden birden emin olma peşine düşer. İşte benim
gördüğüm, bu ikisi birden Kuran’ın içindedir. Dışında arayan sadece
olayın farkında değildir, habersizdir. Yine de herkes kendi bilir. Dinde
zorlama yok.
Biz Allah’ın rızasını öncelesek de en merhametli olan Allah öte hayatta
bize cenneti vaat ediyor. Her şeye ve tüm bu olumsuzluklara rağmen
isterim ki biz o cenneti dünyada da kurmayı dava edinelim. İster inansın
ister inanmasın, birlikte yaşadığımız insanlarla belki de bu dünyayı da
huzur ve barış yurduna çevirebiliriz. En azından bunu hayal edebiliriz.
Güzel taraflarından bakabiliriz şu mavi/yeşil cennete. Biz bunu burada
dava edinmezsek öte taraftakine talip olmak hazıra konmak istemekten
farklı değil.
34
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Ruhuna El-Fatiha!
Uyuyan Ümmet
Kuran’ı okurken “Allah’ın adıyla” diye başlayan ama sonunda “Amin”
kelimesini Fatiha suresine ekleyerek mescitleri bir Amon tapınağıymış
gibi çınlatan ve Allah’tan gayri herkesi dinde önder sayan ümmetlerin
çocuklarıyız.
Kuran’ı okurken “Bütün Övgüler Allah’adır” diye söz veren ama,
peygamberleri, evliyaları, azizleri, ölüleri, imamları, hocaefendilerini ve
mülki liderlerini Allah’tan daha çok övme peşinde olan, hatta
peygamberini iki kainatın efendisi, Geylanisini zamandan ve mekandan
münezzeh sayan nesillerin çocuklarıyız.
35
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kuran’ı okurken “En gözetici, en merhametli, en koruyucu Allah’tır”
diyen ama, peygamberi, sahabesi, evliyası, şeyhi O’ndan daha
merhametliymiş gibi bilinç altı(ötesi) kirlenmiş nesillerin çocuklarıyız.
Kuran’ı okurken “Din Gününün sahibi Allah’tır” diyen ama, din günü
peygamberini, evliyaları, şehitleri, şeyhleri, âlimleri, imamını ve hatta
cemaatini ve kitaplarını şefaatçi edinen nesillerin çocuklarıyız.
Kuran’ı okurken “Sadece sana kulluk eder, sadece senden yardım
dileriz” diyen ama, Yetiş Ya Muhammed, Yetiş ya Ali, Yetişin Gavslar
Kutublar, Yetiş şeyhim diye başkalarını çağıran, din adına din
adamlarına, liderlerine ve patronlarına bile sığınma peşinde olan
nesillerin çocuklarıyız.
Kuran’ı okurken “Bizi dosdoğru yoluna ulaştır” diyen ama, Allah’ın
dosdoğru yolu olan Kuran’dan bihaber şekilde fırka fırka, hizip hizip
olmuş, çeşit çeşit yolların, tarikatlerin, mezheplerin, cemaatlerin en
doğru yol olduğunda ısrar eden ve bu yüzden birbiri ile kavga eden
nesillerin çocuklarıyız.
Kuran’ı okurken “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba
uğramış ve sapmışların yoluna değil” diyen ama, Kuran nimetinden
nasiplenmemiş, nimeti Kuran’ın dışında arayan, Allah ve peygamberleri
hakkında her türlü iftirayı din diye dayatan, gaflet ve delalet içerisinde
bulunanların yolunda giden nesillerin çocuklarıyız.
“Ölüler sizi duyamaz” diyen Kuran’ı ölülere okuyan, “Ne dediğinizi
bilmeden salata yaklaşmayın” diyen Kuran’ı ne dediğini bilmeden
namazında okuyan, “Şefaatin tümü Allah’ındır” diyen Kuran’dan, başka
şefaatçiler çıkaran, “Bu kitaptan sorulacaksınız” diyen Kuran’a karşı “şu
rivayetlerden, şu kitaplardan, şu şu hükümlerden de sorumluyuz” diye
ekleyen, “Kolaylaştırılmıştır” diyen Kuran’ı zorlaştıran ve sen
anlayamazsın diyen, “Oku” diyen Kuran’ı okumayıp duvara asan ya da
bilmediği bir dilde okuyan uyanamamış nesillerin çocuklarıyız.
36
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
İşte bu ümmetin ölüsüne değil yaşayan “ruhuna el-fatiha” demenin ve
uyandırmanın zamanıdır! Sen de uyan kardeşim! Artık uyan!!!
37
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Yazı ile ilgili Öne Çıkan Yorumlar…
Yorumcu1: [46:17] Vellezî kâle li vâlideyhi uffın lekumâ e teidâninî en
uhrece ve kad haletil kurûnu min kablî ve humâ yestegîsânillâhe veyleke
ÂMİN, inne va’dallâhi hakk(hakkun), fe yekûlu mâ hâzâ illâ esâtîrul
evvelîn(evvelîne).
[ALİ BULAÇ] O kimse ki, anne ve babasına: “Öf size, benden önce nice
nesiller gelip geçmişken, beni (diriltilip) çıkarılacağımla mı tehdit
ediyorsunuz?” dedi. O ikisi (anne ve babası) ise Allah’a yakararak:
“Yazıklar sana, iman et, şüphesiz Allah’ın va’di haktır.” (derler; fakat)
O: “Bu, geçmişlerin masallarından başkası değildir” der.
Yorumcu2: Amin kelimesi Aramice “öyle olsun” anlamina geliyor,
yani amon/misir tanrilari ile bir alakasi yok…dine okadar ekleme
yapmislarki, fatihanin sonuna ekleme yapilmasi insani hic sasirtmiyor.
Güzel bir yazi olmus, ellerinize saglik.
Selam ve dua ile.
Yorumcu3: Fatiha Suresinin hakkını veremeyenlerden Kur’an’ın
hakkını vermesini bekleyebilir miyiz?
Yorumcu4: ALLAH razı olsun kardeşim. Yaratıcı fatiha ve diğer
sürelerde hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır. tas tamam söylemiştir. Kimin
haddine ki tamamlama ihtiyacı duyar. bizler yaratıcının söylemini eksik
mi buluyoruz da tamamlıyoruz. Bu haddini aşmak olur. haddini aşan
hadis kolleksiyoncuları bunu bilerek yapmışlardır. KUR’AN Müslümanı
olsalardı. hadisler diye bir uydurmalar olmazdı, saygılarımla
Kalemzáde: Allah umuyorum bilmeden kullandığımız ifadelerden
dolayi sorumlu tutmaz. 46nci surede gecen amin ifadesi “iman et”
fiilidir. Bugun kullanilan amin kelimesi ile ayni kelime degildir. Bu
kapsamda asıl kullanilmasi gereken elhamdülillah ve inşaallah’tır.
İnşallah kelimesi tahrife ugramistir. Bugun inşallah kelimesi maalesef
‘sanmiyorum ama umarim olur’ gibi bir manada kullaniliyor.
38
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Yazida bahsettigim amin konusu ise fatiha suresine ekleniyor ve
suredenmis gibi ve seslice okunuyor olmasi ile iliskilidir. Kral Amon’un
dualarinizin ardindan adimi anın soylemi ise dusundurucudur.
Dolayisiyla şirkin kokusu olduğuna dair suphe icerir ve kanimca tercih
edilmemelidir.
Yorumcu5: Amin kelimesiyle ilgili bir kaç kafa karıştırıcı yazı
okumuştum.. Artık pek kullanmıyorum (ağız alışkanlıklarım dışında)
onun yerine Allah’ın sözü olan ”İnşaallah”ı kullanıyorum..
Kısa ve öz yine yeniden harika bir yazı olmuş yüreğinize sağlık…
Yorumcu6: Yaradan nasıl dua edileceğini hiç bir şeyi eksik
bırakmadığı Kuran’da öğretiyor.
YÛNUS-10 (Diyanet Vakfi Meali) Onların oradaki duası: «Allah’ım!
Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!» (sözleridir). Orada birbirleriyle
karşılaştıkça söyledikleri ise «selâm» dır. Onların dualarının sonu da
şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Allah’a emanet
Yorumcu7: Bu yazı doğru yol göstermiyor; bunu okuyanı şüpheye ve
çevresi içerisinde ayrılmaya itiyor. Fesatlık ile beraber insanın içine
vesvese sokuyor ve belki de şeytana uymaya itiyor.
” Bunu yapıyorsun, yapma.” diyor ama ” yapman gereken aslında şu ”
demiyor. Yanlışı kendince, sert bir şekilde ifade edip ” bakın yanlışları
gösterdim. ” diye böbürleniyor ama ” Bunlar yerine şunu yapmanız ”
diyerek bu ‘alışkanlıklardan’ kurtarmak adına daha keskin ve yapıcı
sözler kuramıyor.
Amin kelimesine gelince…
Amin, amen ve türevleri… Bir çoğu semavi dinlerde kullanılıyor.
Kitapta amin yazmıyor ama amin derseniz yanlış yaparsınız da demiyor.
Aslında amin kelimesi tek bir yaratıcının olduğunun ve diğer semavi
dinlerde kalıplaşmasına rağmen onlarında aynı yaratıcıdan geldiğinin
39
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
de bir göstergesi adeta. Hemen Amon-Ra tapınakları ile özdeşleştirmek,
kendi fikrinizi kabul ettirmek adına bir oyun aslında.
Sizinde dediğiniz gibi, bilmediklerimizden sorumlu değiliz. Ama amin
kelimesini ne anlamda, niçin ve cemaat halinde neden söylediğimizi de
hiç olmazsa biz biliyoruz. Ve bu da ümmeti yanlış yola sevk etmedi hiç
bir zaman. Sağlıcakla.
Kalemzáde: İlginç ve manidardır ki; “Amin” kelimesi kanonik
İncillerde de şerh düşürülerek geçer. Matta 6’nın altında bulunan
dipnota dikkat edin.
Yorumcu8: Siz de Kuran’ı olduğu gibi kabul etmiyorsunuz.
Yazılarınızda sürekli ayetleri olduğundan farklı yorumlama çabası var.
Üstelik bu yaptığınız Kuran’ın açık ve anlaşılır olmasıyla çelişiyor.
Kalemzáde: T… bey, Havada bırakmayın iddianızı, örnek getirin.
Hangi âyetleri olduğundan farklı yorumladığımı gösterin. Hatamı
bileyim ve düzelteyim.
Yorumcu8: Rüyaların Tevili yazısı baştan sona. İsra Gece Yürüyüşü
yazısında İsra ilk ayette kimden bahsedildiği konusunda Bakara 23 ayeti
göz ardı edilmiş. İlk bakışta gözüme çarpanlar bunlar.
40
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kalemzáde: Dikkat ederseniz her iki yazıda da size geleneğin öğrettiği
şeyleri korumaya almaya çalışıyorsunuz, Kurana sarılıp onun ne
dediğini anlamaya değil. Bakara 23 ü göstererek orada geçen kul
ifadesini alıp ısra 1 e yamiyorsunuz. Çünkü gelenek size peygamberin 7
kat göğe miraca ciktiğini öğretmis. Bunun yanlış olma ihtimalini
gormek istemiyor farkına varmadan Kuran’ı görmezden geliyorsunuz.
Rüyaların tevili yazısında da ben Kuranin söylediğinin aksine bir yorum
yapmadım. Kuranda olanı kadariyla düşündüm. Ama siz muhtemelen
olmayan bıçağı ismailin boynuna vurma, secde yerine girtlagini
kesmeye ve yusufun kardeşlerini de şirkten kurtarmaya odaklandıniz.
Çünkü gelenek size bunları böyle anlattı, Kuran değil. Iddianizin tam
aksine bende kuran ayetlerini olduğu gibi anlama çabası var, ama
gelenek bunu yapmadığı ve hep farklı yorumladığı için şimdi Kuranda
öyle değil böyle yazıyor dediğimiz zaman benim gibileri yalanci
sayıyorsunuz. Çünkü Kuranda ne yazdığına ve ne yazmadıgina
odaklanamiyorsunuz. Selam.
Yorumcu8: Ayetlerin açık anlatımına gelenek deyip kendi yorumunuzu
doğru kabul ediyorsunuz. Yusuf peygambere ilim verilmiş. Bu gayb
değildir. Gayb olsaydı da ters düşmezdi çünkü Kehf suresinde bunu
veren de Allah’tır.
İbrahim peygamberin hadisesi Kuran’daki evlatlarla imtihan edilme
ayetinin bir örneğidir.
İsra ilk ayette peygamberimizden bahsedildiği açıktır. Buna ayetten
delil getirmeme yamamak diyorsunuz.
Miraç keyfiyeti meçhul bir konudur. Bedenen olması da şart değildir.
Gelenek karşıtlığı inkarcılığa yol açmasın.
Kalemzáde: Umuyorum bir gün gerçege, Allahın gerçeğine şahit
olacaksınız. Allaha emanet olun.
41
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Yorumcu9: Evinize giren katillerden hirsizlardan kurtulmak için
sadece Allahin yardimini bekleyin sakin sakin polis veya asker
cagirmayin yoksaaaa yukarda saydiklarinizdan olursunuz..
Kalemzáde: L…., mantık hatası yapma; evine giren hırsızdan
kurtulmak için tabi ki polisi çağır. Ama aşçı çağırma, dürümcü
çağırma… Hele hele polis kılığına girmiş hırsız ve katilleri sakın
çağırma.
Ve en önemlisi uyanık ve tedbirli ol ki hırsız evin girmesin.
Yorumcu10: Amin kelimesi, İslamiyet’e Hz. Muhammed’in ölümünden
300 yıl sonra hadis kitapları ile girmiştir. Hıristiyanlığa ise
Yahudilikten geçmiştir.
Amin kelimesinin manası, “olsun” demektir. İbranice’de ise su
anlamına gelmektedir. Hıristiyanlıkta “Amen” olarak kullanılmaktadır.
Amin kelimesi, Kuranda hiç geçmediği halde Hz. Muhammed kullandığı
için biz Müslümanlar olarak kullanmaktayız. Tek tanrılı ve semavi
dinlerin hepsinde amin kelimesi kullanılmaktadır. Pek çok dinde, tanrım
dualarımı kabul et anlamına gelmektedir. Bir dua sonunda amin
deniliyorsa, ‘’Tanrının gerçekliğini, mükemmeliyetini, güvenirliğini
kabul ediyorum, yerine getirilmesi istediğim dua ve taleplerin
doğruluğunu tasdik ediyorum’’ demektir.
İslam hadislerine göre, Hz. Muhammet Fatiha süresini okurken sonuna
geldiğinde, Cebrail görünerek ve Amin demesi için ikaz etmiştir. Bu
olaydan sonra Hz. Peygamber, Müslümanlara imam amin dediğinde
sesli olarak Amin deyiniz demiştir.
Amin kelimesinin Yahudilikten dilimize geçtiği düşünülse de, çok eski
zamanlarda kullanıldığı da söylenmektedir. Mısır tanrısı Amon’dan
geldiğine inanlar da vardır. Ra adı ile Güneş tanrısı kabul edilen Amon,
gizliliği ve görünmeyeni temsil etmektedir. Eski Mısırlılar, tüm dualarda
ve yakarışlarda Amon’un ismini anarlardı. Bu dönemde, orada yaşayan
42
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Yahudilerin Amon
düşünülmektedir.
kelimesini
amin
olarak
dillerine
aldıkları
Yorumcu11: Yetiş ya muhammed denmesinin sebebi farklıdır dinimizi
saptıranlar sizlersiniz insanların kafasını karıştırmaktan başka birşey
yaptığınız yok ..
Yorumcu12: “”Âmin, “kabul et” manasına gelen bir ism-i fiil (fiil
manasına gelen isim)dir. Âmin demeye de te’min (emniyet hissi vermek)
denilir. Bu Kur’an nazmının bir parçası değildir. Bunun için Mushafa
yazılmaz.
Fakat Buhari ve Muslimde de rivayet edildiği üzere Hazreti Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz buyurmuşturki:
“İmam veleddâllîn dediği zaman hepiniz âmin deyiniz. çünkü melekler
âmin derler.
Âmin denmesi, meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları
affedilir.
Diğer mevkuf bir hadiste de:”Dünya halkının saflarının hızasında
göktekilerin safları bulunur”
Bundan dolayı yerdeki “âmin” gökteki “âmin”e rastgelirse ibadet
edenin günahları affedilir.” buyurulmuştur.
Bundan dolayı “âmin” sünnet ile sabittir. Hem imam ve hem cemaat
tarafından gizlice yapılmalıdır. İmam gibi yalnız başına namaz kılan da
gizlice söyler.”” Hak Dini Kur’an Dili (Elmalılı Hamdi Yazır) Cilt 1
sayfa:142
Not: Günümüzde, gelenek gelenek deyip saf ve temiz müslümanların
itikatlarını bozmaya çalışan bir kısım kimselere uymak yerine hz.
Peygamberin hadisine uymak daha doğru bir davranış değilmidir. Yarın
huzurullahta sorulduğu zaman, en azından ben Hz. Peygambere
uyduğumu ifade edeceğim. Ya siz ne diyeceksiniz, filancalar, falancalar
bize böyle dediler mi diyeceksiniz. yazık…
43
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kalemzáde: A…, kafan karıştıysa daha önce inandıklarını gözden
geçir. Kafan karıştıysa, daha önce tatmin olarak iman edip etmemiş
olduğunu sorgula.
Eğer kafan karıştıysa bu demek oluyor ki, kafanda Kuran’a dair net
bilgiler yok.
Kafan karıştığına göre daha öncekiler kesin doğru diye bildiklerin değil
sadece zan imiş.
Madem kafan karışıyor, Kuran’ı anlayarak oku ve kafa karışıklığını
gider.
Selam ile…
Kalemzáde: 10 Yunus 10 …Onların dualarının sonu şudur:
“Bütün övgüler âlemlerin rabbi Allah’adır.”
“Elhamdülillahi Rabbil Alemin”
Yorumcu13: Ya bu Buhari ve Müslim de yani zamanında Gayb Tv’yi
kurmuşlar galiba. Nasıl yayın yapıyolar gaybdan…..
Bunlar Resullere kitaplara Allah’a iftira atmaktan başka birşey
yapmıyorlar…..
Allah’tan başka doğru sözlü kim olabilir?
Yorumcu14: Ne Buhari kaldı ne Müslim ne de Ebu Hureyre. O kadar
çok düşmanlık yapıyorsunuz ki hadisçilere, yolunuz Kur’anı anlamak mı
birşeylere düşmanlık etmek mi belli değil?
Yorumcu13: F… Hocam; Nisa 48’de.. Doğrusu Allah, kendisine ortak
koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise,
dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah’a şirk
koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur.
Allah günahları nasıl affedeceğini ayette bizlere açıklıyor. Şirki asla
affetmem diyor. diğer günahları ise dilediğim kimseler için bağışlarım
44
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
diyor. bu şekilde Muhammed resula bizlere bildirmesi için vahiy ediyor.
Muhammed resul bu vahyi olduğu gibi değiştirmeden bize aktardığına
göre;
Şimdi Buhari ve Müslim ne diyor bakalım. melekler ile birlikte amin
dersek geçmiş günahlarımız (içinde şirkde olsa bile) bağışlanır diyor. ve
bunu Muhammed resuldan aldık diyor….
Ana burada birileri yalan söylüyor!!! Yalan söyleyenleri buldunuz değil
mi?
Allah’ın hükmüne ortak oldular mı resullere, kitaplara ve Allah’a iftira
attılar mı?
Kendimize soralım İslama kitaba ve gerçekten iman edenlere düşmanlık
yapan kim?
Hadislerin Muhammed resule iftira edilerek yaldızlı sözlerle
düzenlenmiş bir aldatmaca ZAN’lar topluluğu olduğunu görmüyor
musunuz?
Yorumcu14: Malumu her yerde söylemeye gerek yok. Şirkin
affedilmeyeceği bu makamda söylenmesine de gerek yok. Hadiste geçen
ifadeler teşbih. Bunu anlamayıp, “aha şirki de affettiriyorlar, ayete
karşı geliyorlar” demek su-i zandır. İtham etmek, tahkir etmektir.
Bunları anlamamak, anlamak istememektir…
Ama Nisa 48 i bildirip, “Allah dilerse affeder” deyip, kimseye hakaret
etmeden kendi görüşünü bildirmek daha doğru değil mi? Benim
değindiğim nokta bu. Allah düşüncelerimize istikamet versin, doğrularla
buluştursun. Yanlışları arattırmasın, doğruları buldursun…
Amin kelimesi ile ilgili; ben dualarımı “Amin Velhamdülillahi Rabbil
Alemin” diyerek bitiriyorum. Ayete aykırı birşey var mı?
Yorumcu15: Sayın Kalemzade, Muhteşem bir yazı yazmışsınız.
Yürekten kutlarım. Bu ümmetin büyük çoğunluğu Yüce ALLAHIN
KURAN DA BELİRTTİĞİ İMAN EDEN MÜMİN KİMSELERDEN
45
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
OLUŞSA idi yüzyıllardır mezhep savaşlarıyla birbirini boğazlayan,
Yüce peygamberimiz Hz.Muhammed den sonra en yakın arkadaşları
Hz.Ömer-Hz Osman-Hz Ali VE Hasan Hüseyini katlatmezlerdi.
Günümüzde Irak Suriye, Libya Afganistan Ve Pakistan da, Afrika da
milyonlarca Müslüman katledilmezdi,
Emperyalist ülkelerin boyunduruğunda yıllardır
cehaletten, geri kalmışlıkdan kıvrandırmazdı,
yoksulluktan,
Kuran ne diyor””” işledikleri günahlar, zulumler nedeniyle bir kısmını,
bir kısmına MUSAALAT EDERİZ”
Saygılarımla1
1
Diğer yorumlar için kalemzade.net’i ziyaret ediniz.
46
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Allah’a İman Zan mıdır?
Bilim Bilmekten Gelir
Varsayalım ki Tanrı yok! Tanrı yoksa hiçbir şey yoktur. Olan şeyler
olmayan şeylerden var olamaz. Fiziksel, tabiat inançlı bir var oluş bile
düşünseniz bir ilk neden şarttır. Varoluşu kendinden olan hiçbir şey,
hiçbir örnek getiremezsiniz. Yağmurun ve karın yağması da, bulutların
yer değiştirmesi de, karadeliklerin oluşması da, tırnağınızın kanaması
da, dövizin ederinin düşmesi de bir sebebe ve hatta sebeplere bağlıdır.
Her oluşta ya da varlıkta sebepler sebepleri izler. Büyük Patlama (Big
bang) bile bir nedene bağlı olmak zorundadır. Aksi halde big bang’i
tanrı yapmış olursunuz. Patlayan, bilinçsiz, kendini akışa ve tesadüfe
bırakmış bir tanrı olabilir mi? Ne kadar derine giderseniz gidin nedeni
47
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
olmayan bir ara neden bulamazsınız. Nedeni olmayan tek neden, her
şeyin nedeni olan Allah’tır. Nedensizlik O’nun varlığının özelliğidir.
Bunun gibi yüzlerce yol bulabiliriz O’nun varlığını görmeye. Peki bu
akıl yürütme bilim değil midir? Bilim sadece akıllı cep telefonunu veya
suyun kaldırma kuvvetinin ölçüm değerini bulmak mıdır? Bu bilim,
yerçekiminin kaç Newton çektiğinden bile daha hakiki bir bilim değil
midir? Felsefe bilim değil midir? Akıl bilimi bilim değil midir? Bilim
bilmekten gelir değil midir? Bilim bir şeyi bilmekse, en hakiki bilim
Allah’ı bilmek bilmi değil midir? O halde Allah’a iman nasıl olur da zan
olabilir? Allah’ın tüm mahiyetini bilmek ise, apayrı bir konudur.
Kuran’da geçen bilgilerin bir kısmına ulaşamamış olup buna rağmen
orada Allah’ın işaret ettiği bir gerçek olduğuna iyi zan duymakla,
Allah’ın varlığına imanın da aynı ölçüde bir iyi zan olduğu
özdeşleştirilebilir mi!!!
Böyle bir görüş, ateizm inancına mazeret oluşturur. Oysa ateizm,
medeniyetin şu son döneminde ortaya çıkmasına rağmen, en ilkel dindir.
Allah’ın varlığına iman zerre kadar şüphe ve zan içermez. Kelimeleriniz
anlatmaya yeter ya da yetmez ama eğer gözlemler ve düşünürseniz kesin
bir şekilde varlığını bilir ve yaşarsınız. Allah’ın varlığından emin
olamamak net ve acı verici bir eksikliktir. Hayatın anlamını
kaybetmesidir. Koca evrende kaybolmaktır. Yaptığınız yapmadığınız
her şeyin bile nedensizleşmesi kadar saçmadır. Allah’ın varlığına iman
için kitaba da ihtiyaç yoktur, okullar bitirmeye de. Kuran hatırlatıcıdır.
Bir insan Kuran’ı okuyup da Allah’ı bulabilir elbette ama Kuran ve
diğer kutsal kitaplar Allah’ın varlığını bilmek için değil, O’ndan gelen
öğüdü anlayıp doğru yola girmek, kulluğu sadece O’na yapmak içindir.
Kuran “ol” emrinin gereği olarak en iyi biçimde “ol”abilmek için bir
rehberdir.
Allah var. Hiç zan’netmeyin. Emin olun.
48
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Din ve Bağış İlişkisi
Bahçe Sahiplerinin Düşündürdükleri
Bir şerefeli, iki şerefeli, üç şerefeli minarelerin dibinde yıllar önce yarım
araba ateş tuğlasıyla örülmüş, iç duvarları rutubette çağ atlamış ve üstü
toplama saclarla kaplanmış 0 artı 1 gecekondular… Kocaman kubbeleri
olan, üstü kurşunla kaplanmış, içi pahalı mozaik ve çinilerle süslenmiş
camilerin önünde kucağında ayağı çıplak bebesiyle dilenen kadınlar…
Devlet bütçesinden dine diyanete ayrılan meblağların dışında, her Cuma
günü dolup taşan camilerde, o camiyi daha da büyütmek, falanca
kuran(!) kursunu daha da büyütmek, filanca cemaatin mescidini daha da
büyütmek, daha da büyüyen o camilerin daha da büyüyen masraflarına
49
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
katkı vermek için toplanan daha da büyük paralar… Allah adına az ya
da çok veren sayısız insan…
Bu bağış işleri böyle olmasaydı da… O camilerde her Cuma o
mahalledeki en az üç camide toplanan paralarla bir yoksul aile ayağa
kaldırılsaydı… Bir gün bir borçlu özgürleştirilseydi… Bir diğer gün bir
okuyamayan okutulsaydı… Bir başka gün bir işsizin derdine derman
olunsaydı… Öbür hafta birinin kirası ödenseydi… Diğer hafta birine bir
rızık tezgâhı açılsaydı… Bir hafta o mahallede Türkçe Kuran
dağıtılsaydı… Bir gün çaresiz bir hastanın masrafları karşılansaydı…Bir
gün bir yaşlı çift sevindirilseydi… Acaba birkaç yıl içinde o mahallede
bugünkü kadar dert kalır mıydı!!!
Hep camilere mi salvolar… Hayır! Biz kendi mahallemizi iyi
bildiğimizden… Başka mahalleler de elbet var şu topraklarda ve şu
dünyada…
İçleri altından haçlarla, tunçtan İsa heykelleriyle süslenmiş daha büyük,
daha büyük kiliselerin köşesinde elindeki şarap şişesiyle sızmış derbeder
ihtiyarlar… Kiliseler için bağış sepetleri, maaşlardan kesilen vergiler ve
rakamı dudakları uçuklatacak bağış kampanyaları… Tarihi ve korunaklı
havraların kenarındaki sokakta kurulmuş pazarda tezgâh altlarından
kıvırcık ve patates toplayan kadınlar… Önünde bağdaş kurmuş kocaman
Şiva heykelleri olan koskocaman tapınakların mermerlerinde üzerindeki
50
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
yırtık pırtık bir bez parçasıyla secde etmiş, zayıflıktan kurumuş Hint
fakirleri… Dünya, ibadethanelere bağışladığı paralar ile Tanrı’sını satın
alabileceğini zanneden bir yığın akılsız insanla dolu. Havuzlara,
nehirlere ve su kuyularına atılan bozuk paraları saymıyorum bile.
Dindarlarla da bitmiyor… Anıtmezarlarda taşları öptüren bir tuhaf
milliyetçilik görüntüleri ve çeşitli –izm’ler ve –çilik’ler adına toplanan
ve harcanan mallar, paralar… Anıtların ve heykellerin önünde haklı ya
da haksız direnirken, gerçekte ne yaptığından habersiz ve ödediği fahiş
ev kirasından artan cebindeki son kuruş harçlığını karikatür dergilerine,
sprey boyalara ya da dört sayfalık –izm gazetelerine veren,
tutuşturulmuş öğrenciler ve işçiler de var.
İnsanlar bunları da görmeli elbette… Herkes gördüğünü,
yaşadığını biliyor… Biz evimizdeki çöpü daha iyi biliriz. Camidekini
onun için özellikle söylüyoruz. Herkes kendi çöpünü dökmeli… Herkes
kendi evinin önünü süpürmeli ki mahalleler çiçek açsın. Taştan
kocaman binalar değil, yeryüzünün tamamı Allah’ın mescidi olur işte o
zaman. Allah’ın kitabında “neden camiye yardım etmiyorsunuz, büyük
camiler neden yapmıyorsunuz?” diye bir cümlesi yok… Aksine
“Hayır!” diyor “Siz yetimi yedirmiyorsunuz, siz yoksulu
doyurmuyorsunuz, siz muhtaca yardım etmiyorsunuz.”
Sadece dinler ve –izm’ler yoluyla değil destekleşmeye ve barışa
ihanet… Kime yardım ettiklerini, nedense doğru dürüst bir türlü
göremediğimiz birçok yardım kuruluşunu da, tüm bu saydıklarımıza
ekleyelim. Çeşitli bahanelerle toplanan paraların az bir kısmı bile eğer
ihtiyaç sahiplerine gitse, bir ülkede kimsenin aç ya da yoksun kalacağını
hiç zannetmiyorum. Ekonomik hayatın tam içinde de böyle. Mal ve
hizmet yoluyla sömürenler de bitmiyor. Örneğin bedava ya da çok cüzi
olması gereken ve havadan son derece düşük maliyetle tv gibi yayını
yapılabilecek internet ve dijital haberleşme teknolojisi yok mu da, halen
hem öğrenciler hem aileler kabarık internet ve iletişim faturaları
ödüyor? Şu internete ve telefona gereğinden fazla ödenmiş paraların
yoksullukla mücadele için harcandığını düşünün az biraz. Birkaç
51
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
danışıklı firma, akbabalar gibi nasıl da üşüştü şu toplumun üzerine de,
yıllardır koparıp koparıp duruyor, iletişim satıyorum diyerek! Yoksa
birileri hala doymadı mı? Ne mide varmış birilerinde! Nasıl bir işkembe
bu!!!
Keynes teorileri de umarım yakında çöker… Ekonominin tanımı da!
Acaba kaynaklar mı sınırlı olan, yoksa kaynaklar sınırsız da insanlar mı
onları sahiplenip, şu fakirler bahçemize girmesin diyerek çit çevirip
sınırlandırıyorlar!!! Yoksa yağmuru da ekonominin küresel kurmayları
mı yağdırıyor!!! Şu gezegeni yörüngesinde onlar mı çeviriyor!!! İlahları
ile kandırmayan, Allah’ı hakkıyla anabilen kimse mi kalmadı şu
dünyada tepemize dikilenlerde!!!
Gerçi suç mışıl mışıl uyuyanlarda… İnsanlar kendisini mi düzeltiyor da
toplum düzelebilsin! İnsanlar edindikleri ilahları bırakmıyor ki Allah’ı
anlayabilsin! Söze gelince Allah, icraata gelince parayı tanrı edinenler
sadece parası çok olanlardan çıkmıyor. Kendisine zulmeden, insanın ta
kendisi! Herkesin, kendi çapı kadar tanrısı var. Çapı kadar çalıyor. Çapı
kadar yığıyor. Acıkınca da tanrısını yiyor.
52
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Lodos Etkisi
Kim Daha Kirli?
Üç gün kesintisiz sürmüş ve evlerin aralarına kadar girip dolaşmış, her
köşe bucakta sağlamlaştırılmamış her nesneyi arayıp bularak, oraların
altını üstüne getirmişti lodos fırtınası. İnsanlar şu rüzgâr artık bir kesilse
de alıştığımız normal hayatımıza dönsek diyordu. İşte şimdi lodos
etkisini kaybetmiş ve yerini soğuk kuzey rüzgârlarına bırakmış
durumda. Ama şimdi lodos kadar sert olmamasına ve hatta
kıyaslanamayacak kadar yumuşak esmesine rağmen hava buz kesiyor…
53
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Gecenin on iki buçuğu… Sahil yolunda uzun ara önümdeki arabayla
uyumlu bir hızda giderken aniden dörtlülerini yakıp sağa yanaştığını
gördüm. Kaldırım üzerinde bulunan uzun boylu iki kadından biri
yaklaşarak arabanın sağ ön camına 90 derece açıyla eğilip, kollarını açık
cam girişine sabitledi ve sürücü ile konuşmaya başladı. Kadınların
giyiminden ve tavrından o saatte orada ne için bulundukları
anlaşılıyordu. Yanlarından geçip yoluma devam ediyordum ki, çok az
ileride sağ taraftaki çimlerin arasındaki bodur bir ağacın arkasında birisi
daha olduğu dikkatimi çekti. Bir adam bir eli deri ceketinin cebinde
dikkatle onları izliyorken elinde sigara olan diğer eliyle kadınlara
“tamam” der gibi işaret etti. Dikiz aynasından baktığımda az önce
konuşmakta olan kadının o arabaya bindiğini, diğer kadının ise geriye
çekilip üşümemek için iki kolunu kavuşturup beklemeye devam ettiğini
gördüm. Belli ki üçü de beraber çalışıyorlardı.
O kadınların yaptığının ne kadar yanlış ve temiz olmayan bir iş
olduğunu düşündüm. Acaba dedim mazeretleri, yaptıkları işin
kirliliğinin üstünde olabilir mi? Sonra çimlerin arasındaki adam aklıma
geldi. Onların yaptıkları kirli işin getirisi olan kirli paraya ortak olan
adam… Acaba o kadınlar mı daha kirliydi, yoksa onların etini
pazarlayıp yiyen ve onlara asalak gibi yapışarak iyi kazandığını
zanneden bu adam mı? Acaba dedim bu adamın getireceği herhangi bir
mazeret yaptığının kirini temizleyebilir mi?
Fakat daha olayın en başında sağa yanaşıp duran adamın pisliğini ve
mazeretini ilk etapta hiç önemsememiştim!!! Sık sık “pislik” kelimesi
içinde bolca bulunan bu düşünceler beynimde gidip gelirken konudan
uzak gibi görünse de hatırıma “Müşrikler birer pisliktir” ayeti geldi.
9 Tevbe 28 Ey iman edenler, MÜŞRİKLER ANCAK BİRER
PİSLİKTİRLER; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a
yaklaşmasınlar.
EĞER
İHTİYAÇ
İÇİNDE
KALMAKTAN
KORKARSANIZ, ALLAH DİLERSE SİZİ KENDİ FAZLINDAN ZENGİN
KILAR. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
54
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Düşündüm… Ben oradaki bu insanları içten içe kınarken aslında ne
kadar merhametsiz ve ikiyüzlü olduğumu eve gelip iki tane mandalina
yedikten sonra kitabı açınca fark ettim. Çünkü Allah kitaptaki bir önceki
ayetinde “dilediği kimsenin tevbesini de kabul edeceğini” söylüyordu.
9 Tevbe 27 Sonra ALLAH, DİLEDİĞİ KİMSEDEN TEVBESİNİ KABUL
EDER. ALLAH, BAĞIŞLAYANDIR, ESİRGEYENDİR.
Ya ben! Onları görünce aklıma pislikten ve nefisten başka bir şey
gelmemişti. Çünkü işin ne tür bir iş olduğunu biliyor ve iğrenti
duyuyordum. Oysa yaptıkları şirk değil, fahiş bir günahtı sadece. Ama
tüm bu iğrentinin içinde şeytanın nefsimize süslü gösterdiği şeyler de
yok muydu! İğrendiğimi söylediğim şeyden, işin içinde olsaydı
gerçekten iğrenir miydi nefsim? Demek ki asıl kınanması gereken
başkalarından çok kendi nefsimizdi. Allah’ın koruması olmasaydı,
bizim nefsimiz çok mu temizdi! Aklımıza gelen ayetlere “bla bla”
diyerek geçici bir süre duymazdan gelmeye, bir dörtlü yakmaya, frene
basmaya, sağa yanaşmaya ve ufak bir nakit avansa bakardı, pis
gördüğümüz şeyi süslü görmek!!!
Hangisi kendisini daha kolay temizler? Elleri kirlenmiş birisi ellerini
yıkayınca kiri akıp gider. Foseptik çukuruna bile düşsek, en fazla bir
hafta kokar, yıkana yıkana temizleniriz. İnsanların çoğu en büyük pisliği
zina zannediyor… Hele hele başkasının zinasını daha da kötü
zannederler. Onların da bir kısmı kendi zinasından kolaylıkla
kurtulduklarını düşünürler. Gerçekten de öyle midir?
Bir hayat kadınının temizlenmesi bir iddet döneminden ne kadar fazla
olabilir? Onların adı çıkmış. Ya kendisine “hayat erkeği” lakabı
konulmamış, zinası elinin kiri olmuş adamcıklar!!! Ya her ikisinden
olmayıp da günahlardan korunduğunu zanneden bizler!!! Sokakta
gördüğümüz o günahkârların hiç temizlenemeyeceğini ve Allah’ın
onları asla lütfuna nail etmeyeceğini zanneden bizler, acaba içine
düştüğümüz şirk foseptiğinden ne kadar kolayca yıkanıp
temizlenebiliriz!
55
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
4 Nisa 116 Hiç şüphesiz, ALLAH KENDİSİNE ŞİRK KOŞANLARI
BAĞIŞLAMAZ.
Bunun
dışında
kalanlar
ise,
(onlardan)
dilediğini/dileyeni bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir
sapıklıkla sapmıştır.
Bir hayat kadını, ister Müslüman olsun ister dinsiz, çoğunlukla yaptığı
işin doğru olmadığını bilir. Buna rağmen kendince mazeretleriyle
devam eder. Eğer yaptığı işten vazgeçerse ve pişman olup bir daha
yapmazsa ve de belki de elinden bir tutan olursa temizlenir elbette. Hele
ki tevbe edip Allah’ın kitabına dönerse diğerlerinden bile daha temiz
olur. Allah mümin kullarının günahlarını örter.
Peki şirki, yani Allah’a ortak koşmayı din zannedip, bütün hayatını o
şirkle bulanmış olarak yaşayan ve dosdoğru yolda olduğunu zanneden
bir insan o kadar kolay temizlenebilir mi? Yanlış yaptığını bilen hayat
kadını yaptığı yanlıştan dönerken, yanlış yapmadığını düşünen müşrik
hayat adamı yanlışından nasıl döner? Hangisinin kiri Allah katında
katmer katmerdir.
4 Nisa 48 Gerçekten, ALLAH KENDİSİNE ORTAK KOŞULMASINI
BAĞIŞLAMAZ. BUNUN DIŞINDA KALANI İSE, DİLEDİĞİNİ
BAĞIŞLAR. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira
etmiş olur.
Her fırsatta zina eden bir adamla, her fırsatta şirk koşan adamı yan yana
getirdiğinizde, emin olun ki zina eden daha temizdir. Her gün fuhuş
yapan hayat kadını ile hayatının her anında şirki din diye yaşayan kadını
yan yana getirdiğinizde emin olun, hayat kadını diğerine göre daha
temizdir. Yok öyle olmaz, diyorsanız; Allah’ın her türlü günahı dilerse
affedebileceğini söylerken neden şirki affetmediğini söylediğini bana
daha iyi açıklamanız gerekir.
4 Nisa 49 Kendilerini (övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır;
ALLAH DİLEDİĞİNİ TEMİZLEYİP YÜCELTİR. Onlar, ‘bir hurma
çekirdeğindeki iplikçik kadar’ bile haksızlığa uğratılmazlar.
56
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Allah boşu boşuna ve laf olsun diye söz söylemez. Eğer Allah
“müşrikler birer pisliktir” demişse pisliktirler. Temizlenmesi arınması
gerekir. Onu temizleyebilmek için önce onun farkında olması gerekir.
Pis olduğunu düşünmeyen yıkanmaz. Pislik içinde olduğunu görmeyen
temizlenmeye gerek duymaz. Şirki ne abdest temizler, ne hamam. Kırk
tane kiremidi suyun altında eritecek kadar gusletseniz de, sadece Allah’a
yönelmedikçe, şirk pisliğinizi temizleyemezsiniz. Onu temizleyecek
olan akıl ile anlamak üzere okunan Kuran’dır. Bizi kötülüklerden
koruyacak olan, o kitaptan ve yaratılmışlarda gördüğümüz yansıyan
ayetlerden öğrendiğimiz ve boyun eğdiğimiz salâtı hayata ikame
etmemizdir.
Fuhuş elbette ki insanlık onuruyla bağdaşmıyor. Buna rağmen Allah
dilerse onu affediyor. Ya şirk!!! Ya Allah’tan başkasına yöneliş!!!
Başkalarının da Allah gibi hüküm koyma yetkisi olduğuna dair bir gafil
hayat!!! Başkalarına da Allah’ı sever gibi sevmek ve hatta daha güçlü
bir bağlılıkla bağlanmak!!! İnsanlık onuruyla hiç bağdaşıyor mu?
Sadece Kuran da değil… Her yer ayetlerle dolu. Başkasının nefsini
görünce lodos etkisi yapıyor. Günah kavramını az çok bilene doğal
olarak fazla ve fahiş geliyor. Ama kendi nefsimiz alıştığımız kuzey
rüzgârları gibi. Kuvvetli lodos, sokakların ve evlerimizin arasında gezip,
elimizle kurduğumuz şeyleri arayıp, bulup, yıkıp, dağıtıp bize haddimizi
bildirdi ve uyardı. Ama çaktırmadan esen soğuk rüzgârlar iliğimize
kadar işleyip bizi hasta etmeye devam ediyor. Buna rağmen her türlü
ilacını da vereni görmezden gelmek ne büyük gafillik…
O soğuk havada… ambalaj üstüne ambalajlara bürüyüp… şifa dolu bir
suyu ikramlık paketler halinde dilim dilim mandalinanın içine
koyarak… bize servis eden Allah’ı apaçık göremedikçe… o aptal ve
küçük nefsimizi şişirip şişirip bir şey zannederiz… ve ilaç olan Kuran’ın
ne dediğini de asla anlayamayız. Allah en koruyucudur… Allah en
merhametlidir… Allah en affedicidir… Nefsini övmeyip, merhameti
isteyene ve affını dileyene…
57
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Başlıksızca… Özgecan…
Özgecan…
Kar yağmış bir güzel. Ağacın dallarına dolmuş bembeyaz bir güzellik.
Koskoca adam gidiyor, hihoha diye kahkahalar atarak silkeliyor ağacı.
Bir görevi varmış da onu başarmış gibi dönüp gidiyor sonra. Adam
mutlu, tabiat mutsuz.
Çocuklar uğraşıp didinip bir kardan adam yapmışlar. Havucunu,
zeytinini eksik etmemiş, süpürgesini koymuş fotoğraf çekiniyorlar. İki
tane serseri gelip tekme tokatla ve kartopuyla yıkıyorlar kardan adamı.
Serseriler mutlu, çocuklar mutsuz.
Bir sürü yemiş vermiş sahipsiz bir ağaç. Meyveler sallanıyorlar
dallarında. Canı çeken bir tane alıp yiyor, gelip geçen nasipleniyor.
Hatta kuşlar, arılar ve kelebekler de… Sonra bir doymamış adam
geliyor, döküyor tüm meyveleri aşağıya. Doldurup doldurup götürüyor.
58
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Adam mutlu, soyguna uğramış biçare ağaç mutsuz. Gelen geçen mutsuz.
Kuşlar, arılar ve kelebekler mutsuz.
Bir güzel gül açmış dalında ve en güzel kokularına bürünmüş. Etrafına
mutluluk ve güzellik yaymakta. Adamın biri geliyor. Koparmadan bir
türlü sevemiyor gülü. Yapraklarını darmadağın edemeden duramıyor.
Sonra da yere dökülmüş, hüzünlü yaprakların üstüne basa basa çekip
gidiyor. Sanki verilen görevi başarmış bir edayla. Adam mutlu, güller
mutsuz.
Her güzellikte Allah’ı göremeyen, hepsi benim olmalı, her güzellik
benim olmalı, her ağaca ben yaklaşmalıyım, her malı ben kazanmalıyım,
her şey benim şehvetimindir diyenlerin yaptığıyla, en azılıların yaptığı
zulümler, tecavüzler ve katliamlar, hep aynı kaynaktan besleniyor.
Nefis… Şeytan…
İnsanlardan öyleleri var ki, her şey kendisinin olsun ister. Bembeyaz,
tertemiz bir şey gördümü orayı kirletenin, kullanacak olanın kendisi
olmasını ister. Bembeyaz sayfaları çizer karalar. Paranın çoğunu, malın
en iyisini, arabanın en iyisini, malın en görkemlisini ister. Onun var,
benim niye yok der. Bir şekilde kendisi de elde etmeye çalışır. Açsa da
doymaz, toksa da doymaz. Gökyüzündeki yıldızlar derlenip
toparlanabilecek olsa, insanların çoğunun onları toplayıp, hepsi benim
olsun diyerek ceplerine doldurmak isteyeceklerinden öyle eminim ki!
Çiçeği dalından koparmadan sevemeyen bir kültürün, sevgisini,
sıcaklığını ve güler yüzlülüğünü şehvetiyle sık sık karıştıran gafil bir
neslin çocuklarıyız. Özgecan’lara da Can’lara da baktığında onların
güzelliklerinde Allah’ın güzelliğini göremeyenler, bu gafilliği
de abartan ve şehvetlerini tanrı edinenlerdir. Görünürde işledikleri en
fahiş tecavüzler, biriken bir yığın küçük tecavüzün büyüye büyüye türlü
günahlara dönüşüp kendilerini kuşatmasıyla gerçekleşmiştir. Her güzel
bir kız gördüğünde şehvete kapılan erkek bozuntuları, her güzel bir
delikanlı gördüğünde onu baştan çıkarıp elde etmeye çalışan kadın
59
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
bozuntuları, bizim için birer ibrettir. Onları o hale getiren de toplumdaki
şirk batağından başka bir şey değildir.
Gerçekte özgecanlara kimse tecavüz edebilmiş ve onları kesip, yakıp
öldürebilmiş değildir. Onlar öyle zannediyor. Asıl ölüler bu kötülükleri
yapanlar, asıl zulmettikleri nefisleri ve asıl yakılacak olanlar da bizzat
kendileridir. Şu geçici hayal perdesi sadece doğruyu ve yanlışı ayrıt
edebilip bizim ol’mamız içindir. Kötülük yapan kendine zulmeder.
Ölçüsüz ve yön tanımayan şehvet, şeytan işi pislikten başka bir şey
değildir. Kuran’a dokunabilenler özgecanlara dokunamazlar. Allah’ı
tanıyanlar her güzellikte Allah’ı görürler. Çiçeği dalında ve sanatkârını
överek severler. Allah’ı tanımayanlaraysa süslü görünen kahrolası
şehvetleridir. Bir karıncanın önünü kesmekte tereddüt edenler
özgecanların ellerini kesemezler. Kuru çalıları bile böceklere bir şey
olmasın diye yakmaktan çekinenler, özgecanları yakamazlar. Çiçeği
dalından koparmakta tereddüt edenler, özgecanları dalından
koparamazlar. Güzelliklerde Allah’ı görebilenler, şeytan kötülükleri
akıllarına getirdiğinde Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarlar.
Eğer birileri korkmuyorlarsa ve özgecanlara kıyıyorsa, şeytanlarıyla
beraber cehennem onları beklemekte. İyi ki de beklemekte… Özgecan’a
hangi günahından ötürü öldürüldüğü sorulacak.
Ha bu arada… o pislikler erkek de sanılmasın. Kuran’a göre erkek,
kadınları koruyup gözetmeyi hedef edinenlere verilen sıfattır. Onlara
tecavüz edenlere, yakanlara, öldürenlere değil. Kontrolsüzce hareket
eden kendi uzuvlarına bile sahip olamayana, koruyup gözetemeyene
erkek mi denir? Onlar yerin dibine geçirilesi ibretlik şeytanların ta
kendileridir.
Allah her şeyi görüyor, biliyor. Her şeyin de karşılığını verecektir. Allah
hem Rahman hem Rahimdir. Allah’ın merhameti Allah’ın adaletine
mani değildir.
60
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
19 Meryem 68-70 Andolsun Rabbine, onları da şeytanları da mutlaka
haşredeceğiz. Onları cehennemin çevresinde diz çökmüş olarak hazır
edeceğiz. Sonra her bir gruptan Rahman’a karşı azgınlık göstermek
bakımından en şiddetli olanları ayıracağız. Biz ceheneme girmeyi
kimlerin en çok hak ettiğini çok iyi biliriz.
61
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Yazı ile ilgili Öne Çıkan Yorumlar…
Yorumcu1: Yazınız için teşekkürler, İşte bu ve bu gibi fahşanın çıkış
yolu şu cümlenizde netleşiyor;
“biriken bir yığın küçük tecavüzün büyüye büyüye türlü günahlara
dönüşüp kendilerini kuşatmasıyla gerçekleşmiştir.”
Hayatı dolap beygiri gibi yaşamaktan sıyrılmak, düşünebilen,
sorulayabilen toplum haine gelebilmek gerekiyor. Çareyi düzenin
gerçek sahibinde aramaz isek üretilen çarelerin yetmeyeceğini
göreceğiz. Kur’an tanımı ile İnsan; kan dökücü, fesat çıkarıcı, aceleci,
nankör. Nefsini terbiye eden müstesna. İdrak edebilen, Hikmeti
anlayabilenlerden zikrine uyanlardan eyle bizi Rabbimiz. Selam ve dua
ile…
Kalemzáde: Özgecan’ın Babası (Allah ondan razı olsun) Mehmet
Aslan’ın Sözleri:
“Bize ocu bucu diyenler varmış. Ben çok akıllı bir insan değilim, ancak
dilimin döndüğü kadar Kur’an-ı Kerimi okuyorum… Ben çok şey
bilmem ama, halkımıza Ma’un Suresi’ni, Ali İmran Suresi’nin 103.
ayetini ve Asr Suresi’ni okumalarını tavsiye ediyorum. Bu ayetler bana
göre çok önemli. Doğru yolu bulmak, doğru yolu seçmek, doğru yolda
yürümek çok zor. Malum, dünya geçimini sürdürmek için çalışıyoruz.
Gözümüz körleşiyor, kulaklarımız sağırlaşıyor. Herkes kalbindeki sesi
iyi dinlesin… Elbette ki çalışacağız, memleket için, ailemiz için,
çocuklarımız için ama arada sırada da şöyle bir durup düşünmemiz
lazım”
Al-i İmran 103 Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp
ayrılmayın. Ve Allah’ın üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz
düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz
O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş
çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete
erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.
62
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Maun suresi: Dini yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip-kakan,
Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) salat/namaz
kılanların/edenlerin vay haline, Ki onlar, namazlarında/salatlarında
yanılgıdadırlar, Gösteriş yapmaktadırlar, Ve ‘ufacık bir yardımı da’
engellemektedirler.
Asr suresi: Asra andolsun ki insanlar hüsranda. Ancak iman edip salih
işler yapanlar ve birbirlerine doğruyu ve sabrı tavsiye edenler hariç.
Yorumcu2: Bu tarz olayların başlıca suçlusu kontrolsüz medya ve
internettir. Yıllardır kadın bedeni üzerinden her türlü rezilliği özgürlük
ve sanat kılıfıyla insanlara sınırsızca istedikleri gibi yayın yaptılar. Şu
ülkede porno içerikli bütün site ve yayınlar yasaklanacak deseniz en
başta bugün sevgi kelebeği rolleri kesenler ayaklanır. İnternet ve
televizyonda her türlü rezilliğe kolayca ulaşılabiliyor. Genç beyinler
zehirleniyor.
Yorumcu3: “Çiçeği dalından koparmadan sevemeyen bir kültürün,
sevgisini, sıcaklığını ve güler yüzlülüğünü şehvetiyle sık sık karıştıran
gafil bir neslin çocuklarıyız.” Başka söze dahi gerek yok!
Emeğine, gönlüne sağlık değerli Kardeşim.
Dileğim ve çabam, diğer “CAN” lara zarar gelmemesi olacaktır.
Selam ve Dua ile.
63
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kahvehane Parlamentosu
Sahte Okey…
Adam kahvehanede okey oynarken veriyor veriştiriyor tepedekilere.
Bunların hepsi hırsız, bunların hepsi arsız, bunların hepsi kendi
menfaatinin peşinde diye! Bir yandan da masanın altında elindeki
fazladan beşli balyaya bakıyor, içinde okey ya da göstergesi var mı
diye! Karşısındaki adam da bu sırada demin attığı taş lazım olduğu için
onu küçük parmağıyla geri alırken hak veriyor ortağına “Evet abi!”
diyor “Verdiğimiz vergilerin yarısı bunların cebine gidiyor!”
64
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Bu sırada rakip eşler de katılıyor muhabbete. Bir tanesi “Dün duydum!”
diyor “İhalelere kendi ortaklarını sokuyorlarmış.” karşısındaki eşine
kaşıyla gözüyle “Kırmızı birlin var mı?” diye sorarken. Ortağı da “Abi
zaten ihale detaylarını gizlice onlara bildiyorlar ki önceden!” diyor
elindeki okeyi taşı düzeltirmiş gibi yapıp eşinin alması için en üste
bırakırken! Bu sırada kenara oturmuş yancı bedavadan çayını içerken
“Hepiniz çok haklısınız!” diyor “Devletten tanıdığı olan işi götürüyor!”
Ertesi sabah bu beş adam rızkını aramak için mesailerine başlıyorlar.
“Bunların hepsi hırsız!” diyen adam Pazar tezgâhına gelen müşterisine
bir kilo pirinci yüz gram eksik tartıyor. “Vergiler bunların cebine
gidiyor.” diyen adamsa, hatırına gelip de istemediği için fatura kesmiyor
müşterisine.
“İhalelere ortaklarını alıyorlar.” diyen zat devamlı müşterisine beş liraya
sattığı malı yabancı müşteriye on beş liraya kakalıyor. “İhale detaylarını
önceden bildiriyorlar.” diyen şahıssa belediyedeki adamından öğreniyor
af çıkacağını ve ödemekten vazgeçiyor emlak vergisini.
Yancı ise bu sırada iş bulmuş kendisine. Minibüs durağında çığırtmaya
başlamış her gün o minibüse binenlere, şu minibüs şuraya gidiyor diye!
Akşam olunca dördü tekrar buluşuyorlar kahvehanede ve başlıyorlar
fakirlik, arabesk ve ezilmişlik edebiyatına ve ben olsam şöyle iyi
yönetirdim, ben olsam böyle politika üretmezdim, ben olsam fakirlik
kalmazdı, ben olsam bunları Taksim’de sallandırırdım demeye. Yancı
ise az sonra yanlarına oturup “Haklısınız abi!” diyor çayına
katmayanların şekerlerini, ceketinin cebine atarken.
Eğer böyleyse… Ben de diyorum ki; siz dördünüz beşiniz orada
olsaydınız ve oradaki dört beş kişiyi sizin okey masanıza oturtsaydık
değişen çok da bir şey olmazdı. Hatta belki de daha kötü olurdu! Çalan
çalmıştır çalmamıştır onu hukuk bilsin ben bilmem, ama ihtimaldir ki
Allah sizin daha fazla çalacağınızı bildiği için oraya sizi getirmemiş,
paranız çok olunca ailenize ve yakınlarınıza yüz çevirip de azacağınız
için sizi zengin de etmemiştir! Allah malı veriyorsa da vermiyorsa da
65
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
rahmetindendir. Eğer onlar insanlara zulmediyorsa ihtimaldir ki sen
onların yerine geçtiğinde daha da fazla zulmedeceğini biliyor ve bu
yüzden “ben olsam”la bırakıyordur seni!
Kötülük potansiyeldir. İyiliğin gerçekliğini belirler. Allah kötülüğü
potansiyel olarak yaratmıştır. Kötülüğün kendisi kötü değildir. O
kötülüğü potansiyelden çıkarmaktır insanı kötü yapan. Şu satırların
yerine daha da ilgi çekicilikte bin türlü sinkaf içeren bir yazı
yazabilirdim. Bu bir potansiyel kötülüktür. Ama yapmıyorum. Ya da
siz, internet mahallesinin zürafa sokağında bir işler çeviriyor
olabilirdiniz. Ama onun yerine, burada bir kardeşinizin yazısını
okuyorsunuz. Siz de ben de belirgin kötülüklerden kaçınmaya çalışıp,
daha faydalı işler yapmaya çalışıyoruz. Eğer yaptığımızın bir kıymeti
varsa o sinkaflı yazının ya da net âlemindeki o çıkmaz sokağın
potansiyel olmasındandır. Eğer tevhid iyi ise şirk potansiyel olduğu
içindir. Her şey zıddı ile kaimdir. Karanlık gündüzün kıymetini, yokluk
varlığın kıymetini, kötülük iyiliğin kıymetini ortaya koyar. Hatta bence
şu dünyada tanık olduğumuz kötülerden daha da kötüleri vardır. Ama
Allah onlara çok muhtemel ki bu potansiyellerini ortaya çıkarma imkânı
vermemiştir.
Kahvehane parlamentoları başa gelseydi eminim ki bundan daha iyisi
olmazdı. Toplum neyi hak ediyorsa onu görüyor, onu yaşıyor. Birey
düzelmeden toplum düzelmiyor.
Hırsızlıktan şikâyet ediyorsan, önce sen çalmayacaksın. Sen az çalarken,
çok çalandan şikâyet ediyorsan, sen aslında çalınmasına değil, sen
varken başkasının çalmasına karşısın demektir. Zaten herkes kendi çapı
kadar çalabilir. Ben az götürüyorum diyerek yırtamazsın abi! Sen
götürebildiğin kadar götürüyorsun! Potansiyelin bu kadar! Daha fazla
potansiyelin olsa belki de şikâyet ettiklerinden bile fazla çalacaksın!
Eğer toplum ıslah edilmemiş diyorsan, önce kendini ıslah edeceksin
hacı! Ben kurtuldum, sayıyı aldım derken oku’mazsan kitabını, bir de
bakarsın ki okeyin de sahteymiş, hesap da sana kalmış!
66
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Parasız Müslümanlık!!!
Parasız Müslümanlık da Olmuyormuş’muş!!!
Eğer Allah bize halen yeter bir maddi zenginlik vermiyorsa acaba daha
ol’mamış olabilir miyiz! “Nerede hata yapıyorum!” diye ya da “Bu da
benim denenmemin ta kendisidir. Ben neye şükrediyor, neye
şükretmiyorum ona bakayım!” diye düşünmeli değil miyiz! Yoksa
zenginin neden malla sınandığını düşünmeden, onun “sanal” malıyla,
züğürt çenemizi yormaktan öte ne yapmış oluyoruz ki! Adaletsizliğe
karşı kıyam etmekle, elindekine şükretmek karıştırılmamalı tabi ki bu
67
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
arada. Zengin de elbette düşünmeli ki “Bunların hepsi benim mi?” diye
ya da “Bunları gerçekten ben mi kazandım!” diye.
İster paramız çok olsun, ister az.. İsterse de olmasın! Paranın en büyük
sorun olduğunu zan’netmekten vazgeçtiğimiz anda para büyük sorun
olmaktan
çıkacaktır.
Mevcut
mal
ve para
varlığımızla
yapabileceklerimizi gözden geçirebilmeliyiz. Kuran’dan uzak kalma
mazereti olarak şu fakirlik edebiyatımıza bir çeki düzen vermeliyiz!
“Para büyük ihtiyaç! Onun yokluğuyla dertlenmişken müslümanlık da
olmuyor!” diyor, ya da “Elektrik faturası düşünürken Fecr suresini mi
okuyup düşünmek gelir insanın aklına!” diye mazeretler üretiyorsak,
dönüp kendimize bir daha bakmalıyız. Onların tuzu kuruymuş! Para
derdini halletmişlermiş! Nereden biliyorsun! Belki de sen onları zengin
zannediyorsun! Belki de algın paraya o kadar odaklı ki sadece işin
maddi tarafını görmek istiyorsun! Belki de sen Allah’a güvenmiyor,
ahrete inanmıyor ve sadece parayı ve bu dünyayı seçiyorsun!
Cahillik de mazeret değil. Ki bu cahillik okul cahilliği değil zaten. Şu
ihtimali de düşünmek gerek! Birilerinin Kuran’ı kabul etmeyip
anlamamasına sebep, fakirlik değil de, o kitap ilmini alınca ona da
nankörlük edebilecek ya da kendine zarar verebilecek potansiyel bir
zulüm ya da bir erken fikri ergenlik tehlikesi olmasın!
Para da aynen ilim gibi… Allah seni paraya ulaştırmayarak seni aslında
koruyor olamaz mı! Kimisi parayı bulunca kendi geçmişini unutup
sevdiklerinden yüz çevirip zevkü sefaya dalacağı için para ona gelmiyor
olamaz mı! Kimisinin de ilmi bulup onu heva ve isteklerine alet edip
sadece kendisi için evirip çevirip onu sahiplenmeye kalktığı gibi! Parayı
da ilmi de infak etmek gerekir! Cahillik gibi fakirlik mazereti de çürük.
Düşünemiyor muyuz ki, tarih boyu vahiyle kıyama kalkanların çoğu
neden fakirdi! Zenginlik ise denenme için zaten büyük tehlike! Onu
kıyasıya istemek ve hayatını ona ulaşmak üzere kurmak çok büyük
tehlike! Allah’a “Önce bana para ver, sonra sana inanırım!” demek gibi
bir şey. Allah korusun…
68
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Tanrı Yokmuş’muş!
Zıddıyla Düşün!…
Çok kızdırdılar beni. Zorla mı kabul edeceğim arkadaş! Haliniz ortada!
Şöyle bir gerinip “Tanrı diye bir şey yok!” dedim sertçe “Tanrı
dediğiniz, kendi kendinize uydurduğunuz bir şey! Tanrı insanları değil,
insanlar Tanrı’yı yarattı! Eğer bu Tanrı saplantınız olmasaydı yeryüzü
ne kadar mükemmel bir yer olurdu!”
Beni dikkatle dinleyen birisi sözümü bitirdiğim an çılgınlar gibi caddede
koşmaya ve bir çığırtkan gibi “Tanrı yokmuş!” diye bağırmaya başladı
“Öyle bir şey yokmuş ahali!”
69
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Bana inanamayanlar bile o adama inandılar. Birbirlerine hayretle ve
şaşkınlıkla Tanrı’nın olmadığını söylemeye başladılar. Artık herkes
anlamaya başlamıştı gerçeği! Tanrı yoktu! Artık her duyan öldürüyordu
tanrısını! Böyle devam ederse ne de güzel olurdu! Artık uyanmaya
başlıyordu herkes! Tanrı yokmuş! Tanrı yokmuş! Tanrı yok! Artık
özgürüz! Siliniyordu bu maskeli fenomen yeryüzünden!
Sevinçle evime gittim. Elime patlamış mısır paketini alırken,
televizyonu açtım. Son dakika haberleri hep aynı konuyla ilgiliydi.
Altyazılar kalın puntolarla veriyordu haberi: “Tanrının olmadığı
bildirildi! Tanrının olmadığı ispatlandı! Tanrı yalanmış! İsviçreli bilim
adamları Tanrı’nın olmadığını kanıtladı!”
Bütün gece çalkalanmış dünya! Tanrı yok, Tanrı yok, diye! Belki de ilk
defa bu kadar rahat bir uyku çekmek üzere huzurla yattım yatağıma!
Sabah uyandım ki bir ben kalmışım unutmayan. Tanrı fikri silinmiş
beyinlerden… Komşulardan kime bahsettimse “O da kim?” diye
sordular “Biz böyle bir şey duymadık daha önce!” Öyle sevindim ki!
Artık herkes benim gibiydi. Kimse artık Tanrı diye bir şeyin varlığına
inanmıyordu!
Sokakları gezmeye başladım. Ama nedense herkeste tuhaf bir hüzün, bir
yılgınlık ve bir huzursuzluk vardı. Gözler sanki ağlamaktan morarmış,
dudaklar mutsuzluktan ve endişeden kımıldamak bile istemiyordu. Her
köşe başında sinmiş ve kendi kendine “Her şeyi düzeltecek bir şey vardı
ama hatırlayamıyorum!” diye mırıldanıyordu çokça insan. Ümitsizlik,
amaçsızlık, güvensizlik ve dayanak bulamamışlık sarmıştı bedenleri.
Sonra bir mahalleye girdim. Altı üstüne geliyordu. “Başıma gelenler
kötülerin yanına kâr kalmayacak!” diye bağırıyordu birisi, bir diğeri
“İntikam! İntikam!” diye ortalığı çınlatırken! Malı çalınan hakkını
arayamıyor, öldürülen bebeler sokaklarda çürümeye terk ediliyordu.
Yavaş yavaş insanların içindeki doğruya endeksli her şey siliniyordu.
An be an insanlar çıldırıyor gibiydi. Herkeste bir korku bir telaş!
Kimsenin kimseye güveni yoktu. Kadınlar tecavüzlere uğruyor,
70
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
kaçarken başkasına yakalanıyorlardı. “Bir daha mı geleceğim dünyaya!”
diye ortalığı inleten insanlar tarafından dükkânlar ve mağazalar talan
ediliyor, insanlar her öfkelendiklerini hemen orada öldürüveriyorlardı.
Yüksekçe bir yere çıktım. Şehre doğru baktım. Her yerden dumanlar
çıkıyor, yer yer küçük volkanlar patlamaya başlıyor, denizin dalgaları
büyüyerek içerilere akmaya başlıyordu. Aslanlar, kaplanlar ve ayılar
şehirlere hücum ediyor, insanları parçalıyorlar, vahşi kuşlar sürüler
halinde parklardaki bahçelerdeki her şeye saldırıyorlardı. Tüm
sürüngenler ve böcekler talan ediyorlardı yeryüzünü. Beslediği kedi
köpek sahibine saldırıyor, sinekler her yiyeceğe üşüşüyorlardı. Tanrı
yoktu! Gökyüzünde yıldızlar sağa sola kayıyor, koca bir ateş kütlesi
güneşin önünden savrulup geçiyordu. Ardından bir göktaşı yağmuru
başlıyor ve koca koca manyetik patlamalarla yeryüzü parçalanıyor ve
yavaş yavaş evren içine çöküyordu.
“Tanrı vaaar!” diye bağırdım “Vazgeçin bu öfkenizden, vazgeçin
kininizden!”
“Tanrı vaaar!” diye bağırdım “Tanrınızı değil şeytanınızı öldürün!”
“Tanrı vaaar!” diye bağırdım “Kesinlikle var! Siz farkında değilsiniz!”
Tanrı yoksa ahlak yoktu. Tanrı yoksa düzen yoktu. Tanrı yoksa kanun
yoktu. Tanrı yoksa dünya yoktu. Tanrı yoksa yeryüzü, güneş, ay,
yıldızlar, gökyüzü, kâinat yoktu! Yediklerini hazmetmeye bile gerek
yoktu. Tanrı yoksa oksijen yoktu. Nefes yoktu. Kalp atışı yoktu. Tanrı
yoksa ben yoktum!
Sonra uyandı ateist… Bir “oh” çekip “hepsi rüyaymış” dedi. Tanrılar
yokmuş, sadece Tanrı varmış, dedi. İyi ki de varmış. O
bıraksaydı herkes birer tanrı olur ve hep birlikte yok olurlardı. Meğer
tepkim Tanrı’ya değil, hem O’nun yerine kendilerini veya başkalarını
ilah edinenlere, hem de o merhametli Tanrı’yı sevmek yerine ondan
çokça korkan kendimeymiş! Affet Allah’ım. Senden korkan sana
yaklaşmalıymış meğer. Sen sevilecek ve dayanılacak olanmışsın. İyi ki
71
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
varsın. İyi ki teksin. İyi ki her şeyi çekip çevirensin. Sen olmasan iyilik
de olmazdı. Sen olmasan biz de olmazdık. Ama biz olmasak Sen yine
olurdun. Bütün teşekkürüm sanadır.
72
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
TaHa’nın Düşünceleri
Her İnananın Musa’dan Alacağı Birçok İbret Vardır
Taha, anlamak üzere okuduğu Kuran’la doğruyu fark etmiş, bilmeden
Allah’a ortak koşuyor olmaktan tevbe etmiş bir mümindi. Zaten ortak
koştuğunu bilen ortak koşmazdı ki! Ortak koşanlar, ortak koştuğunun
farkında olmayanlar, kendilerini doğru yolda zannedenlerdi. O da
öyleydi bir zamanlar. Din diye ne söylense inananlardandı. Bugüne
kadar bildiklerinin, ona din diye anlatılanların birçoğunun doğru
olmadığını, gerçek doğrularının Kuran’da Allah’ın kelimeleriyle ifade
edilmiş olanlar olduğunu anlamıştı.
73
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
İçi içini kemiriyor, sevdiklerine de bir an önce bu gerçekleri
anlatabilmek ve onları da uyandırmak istiyordu. Bu uyandırma işi
esnasında karşılaştığı zorluklar, hakaretler ve hatta tekfir edilişler canını
çok sıkıyor, göğsünü sıkıştırıp duruyordu. Kendine Müslüman diyen,
ama neredeyse Kuran’da anlatılanları reddeder tavırlara girenler ve tam
aksini din diye savunanlar onu üzüyordu. Hele hele bazılarının,
Kuran’da henüz Taha’nın da tam olarak derinine inmediği ayetleri
karşısına
dikmeleri…
kendi
anlamamışlıklarını
Taha’ya
yönlendirmeleri… madem anlıyorsun şu ne demek bu ne demek diye en
derin düşünülesi gereken ayetleri sormaları… ama anlama peşinde değil
de anlamamanın geçerli olduğunu iddia etme peşinde olmaları çok
canını sıkıyordu. Oysa herkes anlayabildiği kadar anlayacaktı. Mesele
öğüdü alabilmekti. Bu düşünceler ve üzüntüler içinde kendi adının adı
olan sureyi bir kez daha ağır ağır okumaya başladı. Ve her solukta
düşündü…
Kuran güçlük çekmek için değil, onda olanları düşünüp, doğru bilgiye
yönelerek ibret almak içindi. Onu indiren, yeryüzünü ve ucu bucağını
bilmediğimiz gökleri yaratandı. Koskoca bir evrenin küçücük bir
yerinde bizim gibi bilgiye aç mini mini yaratılmışlar için, düşünene ne
büyük bir lütuftu. Göklerin, yeryüzünün ve onun nemli toprağının
altında ne varsa hepsi O’nundu. Hepsi kutsaldı. Vahiyle ve Allah’ın
kelimeleriyle birlikte aydınlanan kimi noktaları ise ikinci kez kutsanmış
demekti. O vadi de öyle bir yerdi. Vadiye Tuva ismini belki de sonradan
koyanlar insanlardı, ama orayı ikinci kez kutsayan Allah’tı. Bizler sözü
söylesek de, içimizde tutsak da O, gizlimizi de gizlimizin gizlisini de
bilendi.
Aynen o kutsal vadi gibi Allah’a bizim ne isim verdiğimiz değil, en
güzel özelliklerin O’na ait oluşuydu önemli olan ve bizi bilgili kılan. Biz
O’nu nasıl tanımlarsak tanımlayalım, O’na hangi tanrısal isimle
seslenirsek seslenelim, en güzel vasıflar O’nundu. Yaratan O olduğuna
göre, O neye iyi derse iyi olan, neye kötü derse kötü olan oydu. İnsanın
iyi dediği değil, Allah’ın iyi dediğiydi iyi olan. İnsan denen yaratık,
74
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
nasıl olur da O’nun “doğrusu budur” dediğine “hayır, iyi o değil bu”
diyebilirdi! Allah’ı takdir edebilen, doğruya en iyi adımı atacak olandı.
Allah kulunu şüphesiz seviyordu. Ya kulları O’nu! O kullarının ne
dediğini, ne düşündüğünü, hatta daha kulları O’ndan istemeden evvel
onların neye ihtiyacı olduğunu onlardan bile iyi bilendi. Musa’nın da
biliyordu.
Musa ailesiyle gece yürüyüşündeyken bir ateş gördüğünde belirgin
niyeti orada olması muhtemel kişilerden bir destek almak, belki de
dünyevi bir yol bulmaktı. Ama Allah biliyordu ki gece gündüz
Musa’nın yüreğindeki en derin istek, yeryüzünde bir yere giden değil,
Yaratanına giden en doğru yolu bulmaktı. Bu yüzden, Musa’ya gerçek
yol göstericinin, Yaratanı olduğunu orada hatırlattı. Önce ayağındaki
nal’ları, nalın’ları çıkarttırdı. Öncelikle, ancak ayakların altına layık
olan eski bildiklerini atmasını, unutmasını elzem kıldı. Yepyeni ve
dosdoğru şeyler öğrenmesi için ilk yapacağı şey, o eskiden doğru
bildiklerinden sıyrılmaktı. Ayağı yere basmalıydı Musa’nın. Allah, onu
vahyini okuyup anlamaya layık bularak seçmişti. Bundan böyle
vahyolunana tabi olmasını söyledi. Ona, tek ilahın Allah olduğunu
unutmamasını ve O’na giden yolda çalışıp didinmesini emretti.
Musa’ya, dünyanın ve dünya hayatının sonunun gelmekte olduğu
bilgisini neredeyse gizlemiş olabileceğini hatırlattı. Çünkü bir son
olduğundan ve sondan da sonrası olduğundan habersiz, iyi ve kötüyü
içinde barındıran çift kişilikli insan, içinden geçen her kötülüğü hiç
çekinmeden yapabilirdi. Ya da tam tersi, herkes net bir biçimde sondan
ve ötesinden haberdar olsaydı özgür irade ile hareket etmeyebilirdi.
İnsanların özgür iradeleriyle yapıp ederek tam karşılığını alması için bu
bilgi tam kararında bir oranla verildi. Böylece iyiler ve kötüler, ol’anlar
ve ol’amayanlar ayırt edilecekti. Ekinler ambara alınırken, saman
çöpleri fırına atılacaktı. İşte Allah, o saatin geleceğinden şüphe içinde
olanlara kulak asmamasını istedi Musa’dan. Gözlerinin sondan ötesini
de görmesini istedi. Çünkü o hak edenlerden ya da hak edeceklerden
birisiydi. Aynen tüm salih müminler gibi.
75
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Musa’ya elindekinin ne olduğunu şefkatle soran Allah, elbette biliyordu
asanın ne olduğunu. Musa’nın görünenin ötesini görmesini istedi. Nasıl
ki ayakta durmak için asasına yaslanıyorsa vahye yaslanmasını, nasıl ki
asasıyla ağaçlardan yaprak dökerek hayvanlarına fayda sağlıyorsa vahye
uzanarak ondan aldığını ona ulaşamayanlara ulaştırmasını, nasıl ki o
asada başka başka faydalar varsa, o vahiyde de başka başka faydalar,
şifalar olduğunu bilmesini istedi. Nasıl ki bıraktığı zaman asası dirilip
koşar gibi olduysa, vahyin de diri olduğunu ve kuldan kula koşan bir asa
gibi olduğunu ve ölü hükmündeki insanlara da bir anlamda can verdiğini
bilmesini istedi. O asayı ilk durumuna çevireceğini belirten Allah elbette
insanları da, dünyayı da ilk durumuna çevirecekti. Her şeyi başlangıçta
ışık fotonları aşamasından geçiren Allah, Musa’nın koynundaki ilmiyle
elini de bembeyaz bir ışığa çevirebilirdi.
Taha kendi halini düşündü. Vahyin farkına varan her mümin zaten Musa
gibiydi. Allah’ın, göğsünü açmasını, işini kolaylaştırmasını, dilinin
düğümünü çözmesini ve söyleyeceklerini diğer insanların da anlamasına
yardımcı olmasını istiyordu. Kendisinin gerçeğin farkına varışı gibi
diğerlerinin de farkına varmasını arzuluyordu. Bu kapsamda vahyin
farkına varan her mümin, keşke benim gibi düşünen bir kişi daha olsa
da, onunla arkam kuvvetlense, onunla paylaşsam, onunla konuşabilsem,
onunla sorularımıza beraber cevaplar arasak, onunla beraber ortak güzel
işler yapsak, onunla birlikte gülsek, onunla birlikte ağlasak, onunla
birlikte Allah’ı daha iyi ansak ve anlasak diye düşünürdü. Her Musa’nın
geçmişinde irili ufaklı kabahatleri vardı. Şüphesiz Allah da bunu
biliyordu. Musa gibi olan her mümine, Harun gibi kardeşler, dostlar
verirdi. Musa’yı annesine de, Harun’a da, kızkardeşine de kavuştururdu.
Allah onları da seçmiş, onlara da vahyetmişti.
Birbirini anlamaya başlayan ve kalpleri ısınan tüm müminler, tüm
Musa’lar, tüm Harun’lar ve onların annesi ve kızkardeşi gibi olan tüm
anneler ve tüm kızkardeşler selam üzerinedir. Ama tüm bunlar olmasa
bile Taha biliyordu ki; Allah, kuluna dost olarak yetendi.
76
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Ne Güzel Şehir! Ne Álâ Memleket!
Beled Suresinden Gönledüşümler
Şehrinle övünüyorsun. Geniş caddeleri ve renkli ışıklarla süslenmiş
direkleriyle. Plazalarıyla, hava meydanlarıyla, kocaman camileriyle,
alışveriş merkezleriyle, paralı otobanlarıyla. Bu şehirde oturduğun için
kendini şanslı hissediyor ve övgüyle anlatıp duruyorsun. Övünüp
duruyorsun köprülerinle, tramvaylarınla, trenlerinle, karayollarınla ve
gökdelenlerinle. Ama farkında değilsin ki anlattığın hep
alıştırılagelmişlikten gördüğün ve övünmek istediklerin. Andolsun şu
şehre ki sen gafilin tekisin!
77
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Sokak aralarında ne olduğundan, hırsızların nerelere girdiğinden, hangi
minibüste hangi genç kızın taciz edildiğinden, alıp başını gitmiş
ahlaksızlıktan, üç kuruş için dostunu satandan, kıskançlıktan, öfke
patlamalarından, hangi çocuğun çikolata ile kandırılıp kaçırıldığından,
dilencilerden ve dilenci çetelerinden bahsetmiyorsun. Sen yağmuru,
sıcak çayını yudumlayarak pencereden seyrederken, o yağmurun logar
kapaklarından taşırdıklarının hangi iki odalı evi bastığından haberin
yok. Okulların kırık kapısından ve tuvaletlerindeki klozetin olmayan
kapağından, okulun önünde gezen torbacıdan bahsetmiyorsun. Elektrik
faturasını ödeyemeyenlerle, et yerine en ucuz patatesi yiyenlerle, vergisi
kârından çok esnafıyla övünmüyorsun. Karısını, kızını sokak ortasında
döven, sözüne cinsel tercihiyle başlayan adamlarla, ya da acındırma,
gıybet ve dedikoduyu yaşam tarzı yapan kaşı gözü sürekli oynayan
kadınlarla özdeş kılmıyorsun kentini.
Andolsun şu beldeye ki çok şeyden gafilsin. Andolsun şu caddelere ki
hüsrandasın. Yapacağın bir şey olmadığını zannederek kaçmaktasın
gerçeklerden. Üçüncü sayfalara bakmak bile gelmiyor içinden.
Andolsun insanı en güzel biçimde yaratmış olana, öyle anneler ve
babalar var ki şehrinde çocuklarının yumrukçukları açılmamış
ceninlerini ve hatta daha gözünü açmamış diri bedenlerini bile çöp
konteynerlerine atıyorlar. Öyle evlatlar var ki şu şehrinde ana babalarını
bir huzurevine bırakıp yıllardır arayıp sormamış, ve hatta dövüp sokağa
atmışlar! Neden övünmüyorsun onlarla! Onlar da şehrinin birer parçası
değil mi?
Kendini kendine yeterli gören ve yığınla mal tüketen insanın gözü,
şehrinin sözde güzelliklerini görüyor, çirkinliklerini yok sayıyor. Ne
başka bir dert, ne başka bir tasa! Tek derdi, tasası, kendi olmuş davası!
Rakısı, balığı, mezesi ve masası! Tesbihi, seccadesi, cami önü
muhabbeti, mezhebinin yasası! Ya da rahatına endekslenmiş siyaset
davası! Kiminin şarj cihazı, telefonu, maç davası! Flaması, zebra
perdesi, hamburger menüsü, dört ka televizyonu, yeni model arabası ve
latte kahvesine yetecek olan parası! Daha çok, daha da çok için! Daha
78
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
da çok tüketmek, daha da çok zevk için! Ne gelirse ihtiyacı! Ne
çıkmışsa piyasaya, onun ihtiyacı! Andolsun ki şehrinde demliği ve
tenceresi kaynamayanlar var. Onlar senin şehrinden değil mi? Övünsene
onlarla!
Kendisini hiç kimsenin görmediğini zanneden insanın, aslında kendi
gözleri görmüyor da farkında değil. Bir dili ve iki dudağı var ama
sadece konuşmak istediğini konuşuyor. Önünde iki yol, iki amaç. Biri
besbelli, diğeri sarp bir yokuş. Biri hüsran, diğeri kurtuluş. Ama o sarp
yokuşa göğüs geremiyor. Dizlerinin bağı çözülüyor ve görmezden
geliyor beldesinin kahırlarını. Bana ne diyor, ben halimden memnunum
ve Allah’a da inanıyorum işte! Daha ne yapayım! Ben mi kurtaracağım
O’nun kurtarmadıklarını! Halbuki bir boyun çözse yetecek! Elinden
geldiğince, kalbinden koptuğunca bir boynu çözse… İki hamburger
menüsünden ve bir üst model telefondan vaz geçip bir açı açlıktan
kurtarsa! Ama her şeyin en iyisi onun ihtiyacı. Tercihi hep kendinden
yana. O üst model onun ihtiyacı, o hamburger menüsü onu erteletecek!
Nelere para verecek ve nelere olduğundan fazla ödeyecek, ama bir
boynu çözecek ve bir aç aileyi doyuracak geliri kalmayacak! Çünkü
baştan ayırmayacak! Önce kendi şeytanını doyuracak ve kalan bozuk
paraları ya bir cami sandığına ya da arabasının camını silen çeteye
verecek! Ve böylece Allah’ı da memnun etmiş olacak!
Etrafımda kimse yok diyecek! Fakir yok! Belki de sen onları zengin
zannediyorsun! Özgürleştireceğin bir borçlu da mı yok! Belki de
istemeye yüzleri yok! Sürünen yoksulu anlamak istiyorsan sözlerine
değil, gözlerine bak. Sabrına bak, merhametine bak. Anlamak istiyorsan
anlamanın yolu çok. Eğer vermek istiyorsan vermenin de yolu çok.
Söylemene de gerek yok. Kapıları kilitlenmiş ateşe girmek istemiyorsan,
kapıları kilitlenemeyen iki göz evlerine bak. Ya göreceksin, ya evlerini
bile göremeyeceksin! Kimilerini görmek içinse o sokaklara güven
duyup giremeyeceksin!
Malından veremeyenlerdensen mutluluk dağıt etrafa. Umut ol, gülücük
ol. Uyandır uyanamayanları. Oku, okut. Herkese Kuran’la da hatırlatma,
79
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
ama Kuran’ı bil de hatırlat. Eğer okuyacaksan Belde suresini, fakirden
çok zengine oku. Ve kıyam et yoksulu aldatana! Kartellere, bedava olanı
sahiplenip kırpıp kırpıp satanlara karşı kıyam et! Ucuzlayanı pahalı
satan sömürücülere karşı kıyam et! Karşılıksız kazanana karşı kıyam et!
Herkesi aynı kefeye koyma, aşırıya kaçma, dengede ve adaletli ol.
Sesini çok yükseltme, çok da kısma. Ama kıyam et!
Her söyleneni aleyhine zannedenlerin seni yanlarına çekmelerine karşı
kıyam et! Altında araban yokken karayoluyla, uçağa bir kez bile
binememişken hava meydanlarıyla, üstünden bir kez bile geçmediğin
köprülerle, kendine ait bir evin bile yokken gökdelenlerle ve plazalarla
övünme. Parti, hizip, ideoloji, kulüp seçip durma. Birini öbüründen
üstün görme. İyi işe “aferin” kötü işe “bu kötü” de. Kendi fikrini, kendi
yolunu, kendi aklını bul. Doğru işlere destek verirken yanlışlara karşı
kıyam etmeyi unutma. Kendin ol, başkası olma. Yıldız ol, uydu olma.
Zenginin vergisi mamule zam yaptırmayı gerektiriyorsa bu nasıl zengin
vergisiymiş de! Son kullanıcı ayrıca vergi ödüyorsa aldığı mala…
Zengin neden vergisini koyar aynı malın fiyatına, de. Bütün vergiyi son
kullanıcı ödeyecekse zenginden vergi aldığını söyleyen dünyanın büyük
şeytanlarına ve onların haman olmuş iş ortaklarına inanma! Mal ve para
onların arasında dönüp dururken, hangi gayri safi hâsıladan cebine
girmeyen ortalama payı alıp da övünüyorsun şehrinle! Faiz zengine
verdiğin paranın getirisi olmuş! Ribadan kaçmak, bankanın zorunlu
olarak fakire verdiği fazlayı almamak olmuş! Bu nasıl riba ki ondan
kaçmak bile parası çok olana yarıyor! Sen eğer yığıyorsan neden para
yığdığını sorgula. Bankalar, olmayan paralarını sana satarken, üç
kuruşunun faizini almamak mı kurtaracak seni! Bankaların sana
karşılıksız ve fazladan para mı verdiğini zannediyorsun, senden aldığı
ribanın álâsı ortadayken. Sen üç liralık malı onüç liraya satma ya da
verdiğin hizmetten çalma. Faizin, ribanın, karşılıksız kazancın babası
orada.
Muhtacı bulup da veremiyor musun? Zengini doyuran fakiri göremiyor
musun? Aldatanlara kıyam edemiyor musun? Söz bile söyleyemiyor
80
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
musun! Hiç değilse içine dert de mi edemiyorsun! Azıcık dert et! Belki
verebileceklerden bir hisseden olur. Tüm bunları dert etmeye gerek
kalmadığında, işte o zaman övünebilirsin şehrinle. Yoksulu kalmamış,
sokaklarında istediğin saatte güvenle dolaşabildiğin ve Allah’ın
dosdoğru yolunu bulmuş ne güzel memleket ve birbiriyle güler yüzle
selamlaşıp duran ne güzel insanlar diye! Hayal mi diyorsun kalemzade!
Hayali bile güzel. Birkaç kişi daha hayal eder belki!
81
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
At Toksinlerini
İnfitar’ın Ertesi İzdüşümü Sahnesi
O, en merhametlidir. Bizi en iyi gözetip koruyan O’dur. O her şeyin
sahibi, tek olan Allah’tır. Beşer inanır, beşer inanmaz, ama O ne dediyse
göreceksiniz ki olacaktır. Gökyüzü yarılıp parçalandığı zaman…
Yıldızlar dağılıp söndüğü zaman… Denizler fışkırarak taştığı zaman…
Kabirlerin içinde ne varsa dışarıya atıldığı zaman… Artık O’nun
söylediklerinin ne kadar doğru ve ne kadar önemli olduğunu herkesin
82
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
fark edeceği zaman gelmiş demektir. Herkes o zamana kadar ne
yapmışsa yapmış, ne yapmamışsa artık yapmasına da gerek kalmamıştır.
Ortada duran gerçeğe rağmen, nedir insanı yanıltan! Bu kadar ikram
sahibi, bu kadar verip duran, suyunu nefesini, meyvesini ve sindirenini,
kanını dolaştıranını ve kalbini attıranını, gözüyle görmediği aklını ve
beynini çalıştıranını, parmağının eklemindeki sıvıyı bile sızdırarak tuşa
basmasını sağlayanını veren Allah’a karşı bu kadar nankör olmasına
neden olan şey nedir!
O’ndan başka kim olabilir şu Samanyolu’nu ve onun da üstündeki yıldız
kümelerini ayakta tutan! Hangi tesadüf dünyayı döndürür aynı hızda ve
güneşten şu mesafede uzakta! Hangi nedensiz nasıl, bu kadar aklı
yaratır! Hangi enerji göğsünü bu kadar titretebilir! Hangi sevgi, her türlü
haltı eden insana bu kadar sabredebilir!
Hangi tasarımcı seni bu kadar güzel güldürebilir? Hangi ihtimal
gamzelerini yanağının en güzel yerine kondurabilir? Hangi şans, senin
gözlerini et kemik yerine o saydama ve o duygulu bakışa dönüştürebilir?
Hangi para ile satın alabilirsin birisi tarafından gerçekten sevilmeni ya
da senin için üzülen birinin gözyaşlarını? Seni sevene ve senin için
üzülene o duyguyu veren sen misin, yoksa onların, o duyguların gerçek
sahibi mi?
Maalesef! İnsan dini, karşılık gününü yalanlıyor. Allah’ı da kendini de
bilmiyor. Öğrenmek de istemiyor. Gözlerinin önündeyken göremiyor,
kulakları duyarken anlayamıyor. Dokunduklarını bile hissedemiyor.
Maalesef! İnsan Allah’ı da kendini de hiç tanıyamıyor. Dili ile kabul
ederken, açıkça reddediyor. O’nun merhametini göremedikçe, O’nun
koruyuculuğunu hissedemedikçe kitaptan ne dense dinlemiyor, her
şeyini o ayetlere tercih ediyor. Oysa her yaptığı, gözünün ve kulağının
önünde, bir bir kaydediliyor.
Kim fısıldadı sana en son yaptığın kötülüğü? Kim ayarttı da seni, kırdın
kalbini sevdiğinin? Kim tahrik etti seni de, öfkelendin dostuna? Kim
yapma dedi de, vazgeçtin üç kuruş infak etmekten? Var mı gördüğün,
83
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
bildiğin biri? Ben söyleyeyim… Hepsini yapan da yaptıran da sendin.
İçindeki o arkadaşın ne fısıldarsa onun dediğini doğru kabul ediyor, ama
fısıldanmasına bile gerek olmayan ve net biçimde bildiğin iyiliği,
bilmezden geliyordun. Sapmışsan seni saptıran, senden başka kimse
değildi.
Kötülüğü insana ne fısıldarsa kabul ediyor, iyi olduğunu bildiklerini ise
erteleyip duruyor. Kötülüğü orada burada arayan insan, aslında kendi
içinde olan kötülüğü yenmeye, ondan arınmaya hiç gayret bile etmiyor.
Ne derse doğru, ne yaparsa doğru, ne isterse onun zannediyor. İnsanı
saptıran falanca filanca değil, bizzat kendisi de, düşünüp farkına bile
varamıyor.
En büyük düşmanın da sensin, en büyük mücadelen de kendinle
yaptığın. Ya kendinden olan o arkadaşınla beraber onun gitmek istediği
ateşe doğru yüzeceksin, ya da ondan arınıp en güzel günlere yelken
açacaksın. Tercih tamamen senin. Bu dünyanın karşılığı olacak o günde,
kimse kimseye bir fayda ya da zarar veremeyecek. Kimse kimseyi
kurtaramayacak. Sadece sen ve öbür sen olacaksınız, tek karar vericinin
karşısında. Kendinden arınmışsan kurtulacak, arınamamışsan onunla
beraber onun gitmeyi çok istediği o muhtemel yere sen de gideceksin.
Kendinde olanı, sana potansiyel olarak verilmiş olan kötülüğü ve tüm
şeytani taraflarını Allah’a iade edemez misin? Ben bunları istemiyorum
ve geri veriyorum diyemez misin? Verip arınamaz mısın? O kötü
tarafının istediği, kötü olan ama süslü gördüğün ne varsa verip arınamaz
mısın? Sana güzellikler, iyilikler kalsa olmaz mı? Hayata bu güzellikleri
tatbik etsen… Mutlu olsan… Sevinçli olsan… Müjdeyi fark etsen…
Sonsuz hayattan vazgeçmesen… Buradaki hayata ise güzelliklerinle ve
daha bir hevesle atılsan… Şeytanına satmasan nefsini de Allah’a versen.
Allah’ın, işte bu nefsinin bir kısmını bile vermene karşı vaat ettikleri ve
rızası sana fazlasıyla yetmez mi?
İnfitarı gerçekleştirsen. Deşsen içini gök gibi, yarsan göğsünü yer gibi.
İçindeki kötülükleri kovsan da gitseler… Moleküllerini temizleyip,
84
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
toksinlerini atsan. Tertemiz olsan. Arınsan her türlü pislikten…
Potansiyeli bile kalmasa… Dezenfekte etsen…
Allah en merhametlidir. Allah bir tanedir. Biricik Rabbindir. O’na
teslim olup dayansan. Söylediklerini kitaptan okuyup, gökyüzüne ve
yeryüzüne bakıp anlamaya çalışsan, kimse sana zarar veremez. Sen
kendi kendine vereceğin zarardan kurtulsan… O’na sığınsan… Ki seni,
O’ndan başka kimse kurtaramaz ve O’ndan başka kimse seni bu kadar
iyi anlayamaz. Mutlu olmayı hak ediyorsun. O’nun da senden beklediği
bu zaten.
Hadi sevinmeye, gülümsemeye başla. Olayların mahiyetini düşün, ama
ne uç, ne de kahrol! Beraber gülmek de beraber ağlamak da mutluluktur.
Dağıt yığdığın kara bulutlarını. O senin mutlu olmanı istiyor. Senin
içine koyduğu mutluluğu fark etmeni ve başkalarına da hatırlatarak
çoğaltmanı. Gerçeği yalanlama ve sana ne verilmişse onu paylaş ki
onlar da hatırlasınlar. Temizle göğsünü, bul mutluluğu. Sen kimsenin
kilidini sökemezsin. İyiliği tavsiye et, kötülükten uzak tut. İyi olmaya
başlayanın ve hak edenin göğsünü açacak olan O’dur. Sonra insan
olanlarla birleştir ellerini ve artık gülümse. Hem onlara hem de seni
mutlu etmek için tüm fırsatları yaratan Yaratan’ına.
85
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Daha Önce İndirilenlere İman
Kitaplara İman
Geleneksel İslami algıda Tevrat’tan ve İncil’den bahsedildiğinde
inanılmaz bir alerji gündeme geliyor. O kadar yoğun bir “Onlar tahrif
edilmiş kitaplardır!” algısı var ki, o kitapları eline almak bile günaha
girmekle ve hatta dinden çıkma tehlikesiyle eşdeğer bir hareket gibi
görülüyor. Gariptir ki bu kapsamda İncil’e olan tepki Tevrat’tan bile
daha fazladır. Geleneksel vaazlarda bir şekilde Tevrat az da olsa
gündeme gelirken İncil kelimesi onun kadar bile ağza alınmaz. Hatta
“İsa” kelimesi bile bundan etkilenmiş, İsa’dan bahsetmek adeta
86
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
misyonerlikle eşleştirilmiştir. Oysa eğer bir alerji duyulacaksa, Tevrat’a
İncil’den daha fazla alerji duyulabilirdi. Çünkü Tevrat üzerinde
döndürülmüş dolaplar İncil’e göre çok daha fazladır. Ama çoğunluk
gerçeğin farkında değil. Bunun böyle olmasının nedeninin Tevrat
üzerinde eğilip bükülen dillerin oluşturduğu sözde hadis külliyatlarıdır.
İncil üzerinde eğilip bükülerek İslam dünyasına hadisleştirilip sokulan
rivayetler, Tevrat yoluyla yapılanlara göre daha azdır. Bu yüzden İncil’e
duyulan alerji, hatta gizli öfke aynı oranda Tevrat için söz konusu
değildir.
Buna rağmen her iki kitap ve içeriğindeki onlarca kitap da geleneksel
bir Müslüman için hiç de önemli görülmez. Sanki Allah bilmediğimiz,
hayali kitaplara iman etmemizi söylüyormuş gibi bir algı söz konusudur.
Oysa Kuran’ın indiği dönemde hemen hemen bu kitapların aynısıydı
yeryüzünde olanlar. Allah açıkça diyebilirdi “O kitaplara bakmayın.
Onlar tahrif edilmiş ve içinde benim zikrim yoktur.” diye. Ama
görüldüğü gibi böyle olmamış “Onların içinde Allah’ın zikri vardır.”
denilmiştir Kuran’da.
Demek ki bu kitaplar için “Tahrif edilmiştir.” diyenler de “Orijinal
olarak korunmuştur.” diyenler de yanılıyor. Demek ki başka bir şey
olmalı. Demek ki ortada her ayetin bize öngördüğü ve aklımızı
kullanarak iman etmemiz gerektiği gibi bir vasati yol olmalı. Allah bize
zorluk dilemez. Ama aklımızı kullanmamızı gerektirecek kadar bir saha
da bırakır. Sadece bu konudaki ayetler için değil, hemen her ayet için de
durum böyledir. Örneğin evren ne sonsuzdur, ne de sonlu. Vasati bir yol
vardır ki her iki tezi de çürütür ve evren sürekli genişlemektedir, der.
Şekle takılan, dindar olacağım diye aklını sofulaştıran veya hevasına
yenilip her gördüğüne Pollyanna gibi bakan, dolayısıyla aklını ve
mantığını yeterince kullanmayan anlayamaz. Aklı kullanma, imanın,
eminlik olması için gerekli bir yöntemdir. Allah’ın ayetleri ne tahrif
edilmiştir, ne de edilmemiştir. Ama sürekli manipüle edilmeye,
gizlenmeye, örtülmeye ve değiştirilmeye çalışılmaktadır. Oysa aklını
87
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
kullananlar Allah’ın zikrini hep bulmuşlardır. Çünkü Allah insanların
ciltlediği kitapları değil, kendi zikrini korumaktadır.
Allah, Kuran’ı “daha önce indirilenlerdekini onaylamak, onlarda ihtilafa
düşülen hususlara açıklama getirmek üzere…” indirdiğini söyler. Ama
Kuran da geçmişten beri şeytani öğretilere kurban edilmeye kalkışılmış,
geleneksel ve dönüştürülmüş anlayışla daha öncekilerin akıbetine
uğratılmaya çalışılmıştır. Neyse ki bugünlerde Kuran’ı aslına döndürme
çabaları, Allah’ın yardımıyla güçlenmiştir. Keşke Tavrat ve İncil’i esas
kitap kabullenenler de kendi kitaplarını aslına döndürmeye çalışmış
olsalardı!
Bu noktada ortaya çıkmıştır ki Kuran, gerçekten de “daha önce
indirilenlere” de iman için vazgeçilemez bir anahtardır. Buna rağmen
her uyanışta olduğu gibi, bu son uyanış da baltalanmaktan geri
kalmamıştır. Kuran’da bu konudaki muhkem ayetler bile, şekle
hapsedilmeye ve aklı kullanmaksızın sadece şeklen kabule
zorlanmaktadır. Oysa eğer bir ayete iman edilecekse aklı kullanma
çerçevesinde nasıl iman edileceği de bu kitapta yazılıdır. Allah “Daha
önce indirilen kitaplara iman edin” diyerek bırakmamıştır. Birçok
ayetiyle bu imanın nasıl olacağını da açıklamıştır.
İyi niyetle de olsa Tevrat’ı ya da İncil’i eline alıp okuyanların çoğu, o
kitaplarda geçen bir ifadenin Kuran’la taban tabana zıt olduğunu
gördüğünde ne yapacağını şaşırıyorlar. Düşüncelerinde belirsizliğe
düşüyorlar ya da düşünmekten bile vazgeçiyorlar. Allah da bunun
farkındadır elbette. O, insanlara kaldıramayacağı bir yük yüklemez.
Cevaplar Kuran’da var. İşte bu makalemi “daha önce indirilenlere iman”
konusundaki net düşüncelerimi hem o kitaplardaki hem de “Kuran’daki
cevaplar” çerçevesinde paylaşmak için yazdım. Umarım anlaşılabilirim.
Allah son kitabında ehli kitaba atfen “Ey kitap ehli, ne diye İbrahim
hakkında çekişip tartışırsınız? Tevrat da ondan sonra inmiştir, İncil de.
Akıl etmiyor musunuz ki?” (3:65) der. Bu ayeti üzerimize alındığımızda
gördüğümüz şudur: En son indirilen Kuran’dır. Daha öncekiler
88
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
hakkında herhangi bir tartışmaya girdiğimizde, son kitabı dayanak kabul
etmeliyiz. Aynı zamanda Kuran’da “daha önceki kitapların onaylandığı,
onlarda ihtilafa düşülen birçok konulara açıklama getirildiği ve daha
önce indirilenlere de iman etmemiz gerektiği altı çizilerek gösterilir. Ve
bir de bizden, ehli kitabı çağırırken “ortak olana ve Tek Tanrıya
çağırmamız” istenir.
O halde yapmamız gereken, ister Tevrat’ın içindekiler ve Zebur olsun,
ister İncil olsun, isterse Ani kitabeleri veya ne bileyim Orhun yazıtları,
Zümrüt tabletler falan olsun, hatta hint ve çin felsefesi gibiler olsun hiç
fark etmez; o kitaplarda okuduklarımızdan Allah lafzı olarak geçtiği
iddia edilenler, Kuran’da okuduklarımızla ve kâinatın reddedilemez
gerçekleri ile hangi ortak noktaları içeriyorsa iman etmemiz gereken
onlardır. Biz gerçeği onaylayanlar olmalıyız. Sözü okur, işitir, gerçeği
onaylayana iman ederiz. Diğerleri, yani uymayanlar için boşuna
tartışmanın manası yok. Ya eklenmiş, ya rivayetlerle süslenmiş, ya
çevirilirken yanlış çevrilmiş, ya da henüz biz anlamamış olabiliriz. Ve
en önemlisi biz, bize indirilen kitaptan sorumluyuz (43:44) ve ehli kitap
olsun olmasın, hatta Allah’a iman etsin etmesin, diğer insanlarla selam
içinde yaşama gayretinde olmalıyız.
Orijinal yazımlarının hemen tamamı birbirini tuttuğu halde ve ortada
iken, bugünkü Kuran meallerinde bile, bir yığın tahrif ve hatalı çeviri
varken, Tevratta ve İncili okuduğumuzda içimizi sızlatan ifadelerin de
mevcut halleriyle hatasız olduğunu iddia eden birimiz, okuduğu her
Kuran mealinin de hatasız olduğunu kabul etmesi gerekir. Bu hem zan
hem de ciddi bir tutarsızlıktır. Kendi adıma şunu söylemek istiyorum.
Ben Kuran’ın tamamına iman ederken daha önce indirilen kitapların
tümündeki satırlara değil, o satırlardaki (tanık olduğum) Allah zikrine
ve reddedilemeyecek gerçeklere, yani indirildiğine emin olduklarıma
iman ediyorum. İndirildiğine emin olmadıklarıma da iman ettiğimi
söylersem, hem size, hem kendime, daha önemlisi hem de Allah’a yalan
söylemiş olurum.
89
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
“Daha önce indirilenlere iman” etme noktasında daha iyi bir çözümü
olan var mı bilmiyorum. Dinlemeye de hazırım. Ama görüşümü
söyleyip böyle bırakmayacağım. Bu görüşü destekleyen görebildiğim
delilleri de satır aralarımda paylaşmaya çalışacağım.
Allah’a savaş açanlar O’nun ayetlerinin üzerini örterler. Aynen bir
savaşta örtü ve gizleme yapmak gibi. Siz mühimmatlarınızın ve
silahlarınızın üstüne istediğiniz kadar çalı çırpı toplayıp örtün, er geç o
çalı çırpı kuruyacak ve zamanla rüzgârlarla birlikte uçup gittiğinde
altındaki gerçek görüntü ortaya çıkacaktır. Ya da tam tersi, kartondan
bir evi taştan bir bina diye satmaya kalksanız da gerçeğin ortaya çıkması
işi bilenlerin aklını kullanmasına bakar. Siz bir hurafenin üstünü
istediğiniz kadar altın rengiyle kaplayın, parmaklarıyla iki “tık tık”
yapabilenler altındaki kof sesi duyar ve sahte bir bina olduğunu anlarlar.
Bu yüzden ister Tevrat’ta ister İncil’de olsun, Allah’ın zikrini
görebilenler görür ve “Bu da kitaptandır” denen her şeye değil
“indirilene” iman ederler. Ama bunu görebilmek için Allah’ın zikrine
daha önceden tanık olmak gerekir. İster Kuran’da, ister Tevrat’ta, ister
Zebur’da ya da İncil’de olsun. Ki Tevrat ve İncil mevcut durumu ile bile
bu doneleri içerir. Bu durumda Tevrat ve İncil’i takip ettiğini iddia
edenler bile kendi kitaplarına ihanet etmekte, bu kitapların tamamının
Allah’tan olduğunu söylemekle o kitapların içinde olan bir kısım
ayetleri de böylece reddetmektedirler. İnsan sözleri ile Tanrı sözleri
ayrıştırılmalıdır. Din sadece Allah’ındır.
Şimdi nihayet örneklerle bazı delilleri sunmaya çalışayım…
“Allah yeri ve göğü altı günde yaratandır.” ifadesi hem Kuran’da, hem
İncil’de hem de Tevrat’ın “Yaratılış” bölümünün daha ilk satırlarında
birbirine benzer cümle yapılarıyla geçer. Bu söz (anlam itibarı ile)
Allah’ın zikridir. Ama Tevrat’a ilave edilen bir cümle ve devamındaki
bazı yönlendirmeler Kuran’la uyuşmaz. Allah’ın bu zikrini gizlemek
isteyen birisi onun üstünü çalı çırpı ile örtmeye çalışmış ve “Yedinci
gün tanrı dinlendi.” demiştir. Oysa o günün (devrin), yedinci günün
anlamı bu değildir. Şimdi bir Kuran iman edeni olarak, daha önceki
90
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
kitaplara iman edeceğim diye o cildin iki kapağının arasında bulunan bu
cümleye de iman edip “Allah yedinci gün dinlendi” dersem ne olur
biliyor musunuz? Kuran’daki defaten geçmiş bir çok ayeti reddetmiş
olurum. Eğer Allah “o kitaplara iman edin” dedikten sonra ne şartlarla
iman edeceğimi söylememişse sırtıma taşıyamayacağım bir yük
yüklemiş demektir. Bu da Allah’ın şanına yakışmaz.
Ama Allah bizi yarı yolda bırakmamış ve gerçeği, Kuran’da
açıklamıştır. Senin için sonra gelen önce gelenden hayırlıdır, demiştir.
Altı günde yeri göğü yaratmış ve ardından onun kürsüsü yarattığını
kuşatmıştır, demiştir. Ve de en önemlisi ihtilafa düşülen tartışmaya son
vermiş ve “Allah’a hiçbir yorgunluk dokunmamıştır.” diyerek Tevrat’a
ilave edilerek gerçeğin üstünü örtmeye çalışan bu cümleyi açık açık
reddetmiştir. Şimdi kalkıp “daha öncekilere iman” edeceğim diye
Allah’ın yedinci devirde yorulup dinlenmeye geçtiğine mi iman
etmeliyim, yoksa yaratılışın yedinci devrinde olanın ben olduğuma mı?
Allah’ın yorulup dinlendiğine mi iman etmeliyim yoksa bu cümlenin
Allah’ın zikri olmadığına mı? Düşünün ve karar verin.
O saçma “dinlendi” ifadesi Allah’ın zikri değil, Allah’ın zikrinin üstünü
örtmek için eklenmiş bir rivayet veya geleneğe uydurmak için bilinçli
olarak hatalı çevrilmiş bir ifade ya da dönüştürülmüş bir örtüdür, bir çalı
çırpıdır. Zamanı gelmiş, sararıp solmuş ve Kuran rüzgârıyla uçuşup
giderek, altındaki gerçek zikir ortaya çıkmıştır. “O’na hiçbir yorgunluk
dokunmamıştır.” diyen Allah başka belirli kalıplarla da Tevrat’a ilave
edilen sözcükleri, cümleleri, paragrafları ve beşeri yorumları yalanlar.
Daha önce indirilenlere iman edin, derken bize kıstaslar koyar.
91
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Tevrat ve İncil Nasıl Doğrulanır?
Eğer sözlerimi iyi sıralayabilirsem, makalemin devamının, Tevrat ve
İncil’de neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda tereddüte düşmüş
olanlara ciddi bir ufuk açabileceğini iddia ediyorum. Umut ediyorum ki,
aslında çözümün ne kadar kolay olduğunu görecekler. Tabi ki eğer
Kuran’ı kendi dillerinde hakkıyla, anlayarak ve üzerinde düşünmüş
olarak okumaya çalışmışlarsa!
Daha önce de belirttiğim gibi, Tevrat’ın ve İncil’in içinde bulunan Allah
zikrine tanık olan Kuran ehlinin bir kısmı, hevesle 66 kitaptan oluşan
“kitab-ı mukaddes” cildinin içinde ne var ne yoksa Allah’ın lafzından
olduğu veya lafzı olmasa bile Allah’ın dini olması gerektiği, Yahudi ve
Hıristiyanların tamamının da bizim gibi baştan sona hak olan bir kitaba
iman ettikleri gibi bir zanna kapılıyorlar. Çünkü bilinç ötelerinde “o
kitaplara da iman” ayetleri var. Elbette öyle ama Kuran’da bu imanın ve
92
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
o kitapları onaylamanın, doğrulamanın nasıl olduğunu anlatan
ayetlerdeki bazı kelimeleri düşünmeksizin es geçtiklerini çok iyi
biliyorum. Bu iddiamı Kuran’da “Tevrat” ve “İncil” kelimeleri geçen
ayetlerle inşallah size delil göstereceğim şimdi. Tereddüdü olanlar
Kuran’ı açıp bakabilirler…
Tevrat kelimesi, hem de İncil’le beraber ilk olarak 3:3’de geçer. Allah,
kitabı hak ile indirdiğini söyler ve ardından meallerde genellikle
“önündeki” benzeri bir kelime kullanılır ve ardından daha önce de
Tevrat ve İncil’in benzer biçimde indirilmiş olduğuna işaret eder.
Bu bahsettiğim kelime arapça “beyne yedey” olarak okunan bir
yapıdadır. Basitçe “ellerin arasında olan” demektir. Deyimleşmiş bu
yapı “önünde olan, iki elinde olan, iki elinin arasında olan, müşahade
edilen, görüp tespit edilmiş olan, yanında halihazırda olan, gözünün
önünde olan, eline verilmiş olan” gibi hemen hemen benzer anlamlarla
açıklanır. Meallerde de genellikle “önündeki” diye çevrilir. Anlaşılabilir
bir çeviridir. Ama elbette ayeti okurken o kelimeyi de okuduğunun
farkında olana!
İşin can alıcı noktası şu ki, kitapta ne zaman Kuran’ın Tevrat ve İncil’i
veya İncil’in Tevrat’ı onaylamasıyla ilgili bir ayet geçse bu “beyne
yedey” yapısı bir şekilde o ayetin içindedir. Ama unutmayın meal
yazanlar bu kelimeyi çevirmeyi gereksiz bulmuş da olabilirler. Maalesef
bazı meallerde ya da aynı meal içinde bazı ayetlerde bu kelime hiç
kullanılmadan “Tevrat’ı ve İncil’i onaylamak” onsuz çevriliyor. Peki bu
ne demek?
Bu, şu demek ki Allah, kitabında ne zaman daha önce indirilen kitapları
onamaktan, daha doğrusu “doğrulamak”tan bahsediyorsa aslında
“önündekiyle doğrulamak”tan ya da “önündekini doğrulamak”tan
bahsediyor. Yani hâlihazırdaki Tevrat ve İncil’i, cilt arasındaki kitap
olarak değil, önünde bulunanın doğrularıyla doğrulamayı ve eşzamanlı
olarak doğrulanmayı kast ediyor.
93
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Şimdi 3:3’ü gözden geçirirsek anlayacağımız şudur: Kitabı sana HAK
İLE DOĞRULAYICI olarak indirdi. O şey ki ÖNÜNDEKİDİR. Tevrat’ı
ve İncil’i de indirdi(ği gibi)
Anlıyoruz ki “Önündeki” denilen şey indirilen şeydir. Allah’ın vahyidir.
Bu ayetin devamındaki 4 ve 5’inci ayetler de bu tezi doğrulayıcıdır.
4’üncü ayette “Daha önce insanlara bir yol gösterici olarak da
Furkan’ı (doğruyu yanlışı ayırt edici olarak) indirdi. Şu bir gerçek ki,
Allah’ın ayetlerini örtüp inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Ve
Allah hem Azîz’dir hem intikam alıcı…” şeklindeki ifade bize Tevrat’ın
Furkan olmaktan çıkartılmak için başına ne çoraplar örüldüğünün ve
yeni Furkan olan Kuran’ın inişiyle bunu yapanların foyalarının nasıl
ortaya çıktığının işaretini verir. 5’inci ayette de “yerde gökte hiçbir
şeyin Allah’a gizli kalamayacağı” ifade edilerek anlam pekiştirilir.
Tevrat içinde Allah’ın zikri korunmuştur ama “Bu da kitaptandır, Bu da
Allah’tandır” diyen din adamları, kâhinler ve hahamlarca eklenen
hurafelerle Yahudiler kendilerini kitap yüklü eşeklere çevirmişlerdir.
İçindekilerle birlikte Tevrat aslında bugün görüldüğü kadar kalın bir
kitap değildir.
Yine de ben iddiamı tek bir ayetle bırakacak değilim. Tevrat ve İncil
geçen diğer ayetleri de hatırlatacağım. Başka deliler de var.
3:48’de Allah, İsa’ya atfen Meryem’e seslenerek “Ona Kitap’ı, hikmeti,
Tevrat’ı ve İncil’i öğreteceğini” söyler. Sadece İncil’den ve hikmetten
bahsedebilirdi. Ama zaten ortada olan bir kitabı, Tevrat’ı da söylüyor.
Demek ki Tevrat konusunda öğrenilmesi ve hatırlanması gereken şeyler
var. Zaten bunları dört şahitli İncil’de görüyoruz. İncil’in ardına eklenen
bir yığın uydurma kitapta göremesek de!
Bu ayetin hemen bir ayet sonrasında, 3:50’de ise İsa’nın ağzından şöyle
söylenir: “Tevrat’tan ÖNÜMDE BULUNANI DOĞRULAYICIYIM. Size
haram kılınmış olanın bir kısmını size helal yapacağım. Rabbinizden
ayet getirdim size. Artık Allah’tan sakının ve bana itaat edin!”
94
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Dikkat edersek, İsa Tevrat’ı tamamıyla onaylamıyor, Allah’ın yasasını
geçersiz kılmaya, tamamen yok saymaya geldiğini de söylemiyor.
Vasati yoldan gidiyor. ÖNÜNDEKİNİ Tevrat’tan onayladığını, Tevrat’ı
ancak ÖNÜNDEKİ çerçevesinde doğrulayabileceğini belirtiyor. Ve
ekliyor… Size haram kılınmış olanın bir kısmını helal kılacağım, diyor.
İnanın ki Tevrat’ı okumuşsanız göreceksiniz, haram kılınanlar, (birkaç
kalem hariç) din adamlarının diktası sebebiyle halklarına haram
kıldıklarından başkası değil. İsa (ayrıca vahyedilenler müstesna)
Allah’ın haram kıldıklarını değil, din adamlarının haram kıldıklarını
helal kılacağını söylüyor.
Bugünkü Tevrat’ın içinde, Allah’ın adı kullanılarak haram kılınanların
Allah’ın emri olmadığını anlamamak için kör olmaktan başka çare yok.
Sadece “Levililer” kitabını (bölümünü) bile okusanız, baştan sona
halkın din adamlarınca nasıl sömürüldüğünü ve halka başa defalarca
kakarcasına “Rab sizi Mısır’dan kurtardı. Karşılığını vereceksiniz.
Yoksa
Rab
sizi
affetmeyecek.
Denileni
yapmazsanız
öldürüleceksiniz.” diye korkutularak verilen acımasızca emirlerin
Allah’tan olamayacağını görürsünüz. Levililer kitabını bir örnek olarak
seçtim. Okuyanlar bilirler, bugünkü Tevrat’ın başka yerlerinde de
benzer şeyler söz konusudur. Levililer büyük bir bölümüyle tam bir
Samiri kitabıdır. Halkın elinde neyi var neyi yok toplayıp, Musa’nın ve
Harun’un izinden gittiği iddiasıyla yeni ve sahte bir dini anlayış
oluşturması ve halkın ona uymasını istemesi gibidir.
Levililer çok ibret alınası uydurmalarla doludur. Aklı selim
okuduğunuzda neler görürsünüz neler… Halkın altınlarının,
mücevherlerinin, ipeklerinin, eşyalarının nasıl din adamlarınca gasp
edildiğini… Çeşitli kurban sunuları altında ruhban sınıfının hergün
sabah akşam taze etle ve en kaliteli yiyeceklerle beslendiğini… En güzel
giysilerle kuşandırıldığını… Buluşma çadırı denen havralarda hemen
her eşyanın en değerli taş ve mücevherlerle halka yaptırıldığını… Çeşitli
özel günler ve bayramlar adı altında havraya hediye üstüne hediye
getirmek zorunda bırakıldığını… Bir kısmının zorunlu hizmetlerle
95
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
havralarda çalıştırıldığını… Kadınlarının, kızlarının ve gençlerinin belli
yaşlara kadar köle gibi kullanılıp yaşı ilerleyince havradan
çıkartıldığını… Özgürlük yılı adı altında bir yıl çalışmaktan men edilen
halkın maddi durumunun zayıflatılarak ellerindeki tarlaların ve evlerin
bile ellerinden alındığını… Çıkan problemlerde her seferinde zengin
olanların fakirleri daha da fazla sömürmesine yol açan sözde Allah emri
çözümler getirildiğini… Uzun vadeli borçlarla tutsaklaştırıldıklarını…
Sözde Harun soyundan gelen bu kâhinlerin, ruhbanların sürekli
kutsanarak sömürgen bir elit sınıf oluşturulduğunu… Hastalıklı ve
engelli insanların tapınaklara yaklaştırılmayıp, kirli sayıldığını ve hatta
şehirden bile çıkartıldığını… Tapınağa küçücük bir kusuru olan bir
hayvanı sunu olarak getirenin nasıl cezalandırıldığını… Affedilmesi için
kusursuz bir hayvan daha getirmesinin şart koşulup, daha önce verdiği
kusurlu hayvanın ederinin beşte biri fazlasını ödeyerek ancak geri
alabildiğini…. Ve daha neler neler… Ve tüm bunların Allah’ın Sina
Dağında Musa’ya verdiği emirler olarak sayfalarca, cüzlerce
anlatıldığını göreceksiniz.
Kimse kusura bakmasın bizim ÖNÜMÜZDEKİ Kuran bunları
doğrulamıyor. Bizim önümüzdeki Kuran, koskoca Levililer kitabında
ancak üç beş satırı onaylıyor. Onlar da doğruluğuna itiraz
edemeyeceğimiz birkaç satır işte. Ki İncil bile Levililer kitabından
sadece şu sözü hatırlatır ve sadece onun üzerinde durur: “Komşunu
kendin gibi seveceksin.”
Unutmayalım ki bir şeyi gizlemek için üstüne örtü örtülür. Allah’ın
ayetlerini gizleyenler, o ayetleri silmezler, onların üstünü kendi
sözleriyle örterler. Kafir, gerçeğin üstünü örtendir.
Tevrat’ın ilk bölümü olan “Yaratılış” kitabına bile baktığınızda satırlar
arasına eklenen paragraflarda bazı sinsice planları görebilirsiniz. Güya
Lut sarhoş ve kendinden bihaberken, kızlarının babalarıyla sözde cinsel
birliktelikleri ve ondan hamile kalmış olmaları gibi. Sorun, Lut gibi
“Kuran’da tertemiz olduğu müşriklerin ağzından bile ifade edilen” bir
peygambere ve kızlarına iftira atılması da değil. Olayı okurken biraz
96
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
dikkat ederseniz altındaki gayenin ne kadar şeytani olduğunu, asıl
maksadın politik olduğunu, hatta ırkçılık koktuğunu görürsünüz. Açıp
okuyun. Olay anlatılır ve hemen ardından bu kızlardan doğan çocukların
iki ayrı soy (millet) oluşturduğundan bahsedilir. Ve nedense bu milletler
İsrailoğullarının düşmanı olan milletlerdir!
Peki Allah, aynı kitapta hem zikrini koruyor, hem de bu uydurmalara
müsaade ediyorsa, bunun sebebi nedir diye düşünebilirsiniz. İşte sebebi
açık. Bugün tanık olduğumuz ve Kuran etrafına örülen rivayet duvarları
ne ise Tevrat’ın hem etrafına örülmüş hem de gerçekleri gizlemek üzere
içine sokuşturulmuş olanlar onlar ve benzerleridir. İncil’de de bu hurafe
duvarları vardır ama dört şahitli İncil kitaplarının içinden ziyade,
uydurma rivayetler daha çok arkasına eklenmiştir. Bu kapsamda dört
şahitli İncil, Tevrat’tan biraz daha sağlıklı durumdadır. Yani hurafeler
tarih boyunca Allah’ın izniyle hep zikirden uzaklaşa uzaklaşa gelmiştir.
Nihayet sıra Kuran’a gelmiş ve hurafeler dışta kalmıştır. Ve biz de bu
yüzden “Sadece Kuran” diyoruz. Allah zikrini koruyor ve her yeni
indirdiği kitapta öncekilerin aymazlıklarını karanlıklarında lambalıyor.
Eğer bu hurafeler bugünkü Tevrat’ın içinde olmasaydı, daha öncekilerin
bizim gibi olmadığı hissine kapılabilir ve onların da dini güzelmiş,
diyebilirdik! Oysa dinleri yıkılmış toplumları gösteriyor bize Allah. Ne
güzelmiş diyerek, onlarınki gibi put yapmaya heveslenmemize gerek
yok. Başımızda zaten bize “Ne kadar cahil bir toplumsunuz! Bu kadar
da saçmalamayın!” diyecek bir Musa da yok.
97
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
İndirilenle Hükmetmek
Kuran’da Tevrat ve İncil’in geçtiği bir sonraki ayet 3:65’dir. Daha önce
değindiğim
gibi “Ey
Ehlikitap!
İbrahim
hakkında
neden
çekişiyorsunuz? Tevrat da İncil de ondan sonra indirildi. Hâlâ aklınızı
işletmeyecek misiniz?” denilmesi yine son kitabın öncekiler için
ÖNÜMÜZDE olduğu ve dayanak kabul edilmesi gerektiğine işaret
kabul edilebilir.
Gelelim 3:93’e. “Tevrat indirilmeden önce İsrail’in kendi üzerine
haram kıldığı şeyler dışında tüm yiyecekler İsrailoğullarına helaldi.
Onlara de ki: “Tevrat’ı ortaya getirin; doğru sözlü iseniz onu okuyun.”
İşte yukarıda İsa’nın bahsettiği gerçek, burada bir kez daha ortaya
çıkıyor. Tevrat’ta yazılı olan haramlaştırmaların Tevrat’tan önce de
98
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
geçerli olmadığı, İsrail’in (İsrailoğlu önderlerinin) bunları kendi kendine
haram ilan ettiği anlaşılabilir. Tevrat’ı okuduğunuzda da bunu
görürsünüz. Tüm haramlaştırmalar İsrailoğullarına kitap indirildikten
sonradır. Evet, azgınlıkları sebebiyle Allah’ın onlara haram kıldığı
şeyler vardır. Ama bunlar müstesna olmak üzere bugünkü kitaplarında
yazanların çoğunun İsrail kâhinlerinin ve yönetici sınıfının Musa ve
Harun ağzıyla, İbrahim ve Allah adına uydurduğu ve halklarını
köleleştirmek üzere kullandıkları yalanlar olduğunu düşünüyorum.
Ayetin devamındaki diğer ayetler de bunu açıkça ortaya koyuyor ve bu
yalanları uyduranların müşrik olduğunu belirtiyor…
3:94 Artık bundan sonra kim yalan düzüp Allah’a iftira ederse böyleleri
zalimlerin ta kendileridir.
3:95 De ki: Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah’ı bir tanıyan (Hanif)ler
olarak İbrahim’in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.
Maide suresi konulara daha da net açıklık getirilmekte…
5:41’de kalpleriyle inanmamış olduklarının farkına varamayanların
inkarda nasıl yarışırcasına koştukları anlatılır. Yahudilerin bazılarının
nasıl yalancılık etmekte oldukları, Tevrat’taki kelimelerin yerlerini
değiştirerek, eğip bükerek ve kendi kendilerine yazdıklarıyla “Size şu
verilirse alın, eğer verilmezse geri çekilin.” diyerek, kendi toplumlarını
nasıl kandırdıkları ifade edilir.
5:42’de anlatılan “yalana kulak verişleri, haramı tıka basa
yemeleri” Tevrat’a eklenen bölümlerin tam bir açığa çıkarılmasıdır.
Ayetin devamında 5:43’de bu durumun tezahürü olarak Yahudilerin
peygamberimize hüküm sormak için gelmeleri eleştirilir ve kendi
kitaplarının durumu ortaya konulmuş olur. Ellerinde “İçinde Allah’ın
hükmü bulunan” Tevrat varken nasıl oluyor da Muhammed’in
hakemliğine başvurmak zorunda kalıyorlar, sonra da verilen hükümden
yüz çeviriyorlar, şeklinde bir ironi vardır. Çünkü Tevrat içine
eklenenlerle tutarsız ve hüküm çıkartılamayan bir haldedir. İndirilen
99
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
kitap uydurulan dinden temizlenmelidir ki onu takip edenler tutarlı bir
hüküm verebilsinler.
5:44’le devamen Tevrat’ın özü anlatılır ve korunmayan yerleri olduğu
işaret edilir. İçinde güzele kılavuz ve ışık olduğu, sadece Allah’a teslim
olmuş peygamberlerin Yahudilere onunla hakemlik yaptığı, kendilerini
Rab’lerine
adayanlarla
ilimde
derinleşenlerin
“ALLAH’IN
KİTABINDAN MUHAFAZA ETMEKLE SORUMLU OLDUKLARIYLA
hükmettikleri açıklanır. Demek ki muhafaza ile sorumlu olunmadıkları
da var. Ve onların zaten Allah’ın kitabına TANIK OLDUKLARI ilave
edilir. Ve ardından şu manidar cümle gelir: Allah’ın İNDİRDİĞİ ile
hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.
5:45’te Tevrat’ın içinde bulunan ve onaylanan “kısas hükmü, cana can,
dişe diş ve affetmenin erdemliliği” şeklindeki hüküm örnek olarak
gösterilir ve biz de anlarız ki Kuran’la örtüşenler ancak Tevrat’taki
Allah zikri olabilir. Yine bu ayetin de sonunda yine manidarca, Allah’ın
İNDİRDİĞİ ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir, denir.
Hiç ara vermeden gelen 5:46’ncı ayet yine bu makaledeki tezime
yönelik delillerimin en önde gelenlerindendir…
5:46 Ardından o peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa’yı
gönderdik. TEVRAT’TAN ÖNÜNDE BULUNANI DOĞRULUYORDU.
Ona İncil’i verdik. Hidayet ve ışık varDI onda. TEVRAT’TAN
YANINDA OLANI TASDİKLEYİCİYDİ. Doğruya ve güzele kılavuzDU,
takvaya sarılanlara bir öğüt.
Demek ki biz de Tevrat’a ve İncil’e bakarken ÖNÜMÜZDE OLANI,
YANIMIZDA OLANI, yani KURAN’I doğrulayacak biçimde
bakmalıyız. Kitabı Mukaddes adı altında iki kapağın arasına yazıp
dizilmiş her şeyin Allah’ın zikri olmayabileceği gerçeğini görmeliyiz.
Çünkü elimizde doğruyu yanlıştan ayıran FURKAN sıfatındaki son
kitap var. Çokları değerini bilmese de!
Hiç ara vermeden 5:47’ye bakalım ne diyor…
100
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
5:47 İncil bağlıları ALLAH’IN ONDA İNDİRDİĞİYLE hükmetsinler.
Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler sapıkların ta kendileridir.
Bakın şimdi ayet nasıl anlaşılır hale gelmiş oldu. İncil bağlıları İncil’i
bıraksın denmiyor ama, eğer uyacaklarsa kilise ve rahip sözlerine değil
Allah’ın İNDİRDİKLERİne uysunlar deniyor. Zaten bunu yaptıklarında
son kitap olan Kuran’a da aykırı bir duruş sergilememiş olacaklar. Hatta
Kuran’ı da okumak zorunda kalacaklar. Çünkü İncil’de ve özellikle
Yuhanna kitabında müjdelenen “GERÇEĞİN RUHU” indirilen Kuran
ruhundan başka bir şey değil. İncil’de uyarıldıkları halde bu ruhu “Tanrı
İsa’dır!” diyen sahte peygamber Pavlus’ta arayanlar maalesef kilise
kültürünün etkisiyle İncil’e de ihanet ederek sahte peygamberin Kuran
peygamberi olduğunu ZANnediyorlar. Ne acı!
5:48’in hemen ilk cümleleri yine bu makalenin tezini apaçık
doğruluyor… “Sana da Kitap’ı hak olarak indirdik. Kitap’tan
ÖNÜNDE BULUNANI TASTİKLEYİCİ olarak… O halde onlar
arasında ALLAH’IN İNDİRDİĞİ İLE hükmet, Hak’tan sana gelenden
uzaklaşıp ONLARIN KEYİFLERİNE UYMA….”
Maide suresi benzer cümlelerle akıp giderken 5:66 yine çok manidardır.
5:66 Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i, KENDİLERİNE İNDİRİLMİŞ OLANI
AYAKTA TUTABİLMİŞ OLSALARDI elbetteki hem üstlerinden hem
ayaklarının altından rızıklanacaklardı. İçlerinde ORTA YOLU
İZLEYEN bir topluluk var. Ama onların çoğunluğunun yapmakta olduğu
ne kadar da kötü!
Devamındaki 5:67’de “Rabbinden sana İNDİRİLENİ TEBLİĞ ET. Eğer
bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş
olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah, küfre batmış topluluğa
kılavuzluk etmez.” denir ve 5:68’de aynı şekilde ehli kitap uyarılır ve
dinlerin nasıl yıkılıp küfre battıkları hatırlatılır.
5:68 De ki: “Ey Ehlikitap! Siz, Tevrat’ı, İncil’i ve RABBİNİZDEN SİZE
İNDİRİLENİ tam uygulamadıkça hiçbir şey değilsiniz.” Rabbinden
101
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
SANA İNDİRİLEN, onlardan birçoğunun küfür ve azlığını elbette
artıracaktır. Küfre batan topluluk için tasalanma artık.”
Buna rağmen, en merhametli olan Allah 5:69’da Yahudiler, Sâbiîler ve
Nasranilerden Allah’a ve âhiret gününe inanıp hayra ve barışa yönelik iş
yapanların kurtulacağını belirtmektedir.
5:110’da İsa’ya atfen yine kitap’ı, hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i öğretmekten
bahsedilir. Ve ardından gelen 5:111’de Allah“havarilere vahyettiği”ni
açıklar. Dolayısıyla haklarında delil indirmiş olur. Eğer bu gibi ayetler
olmasaydı havari ağzından yazılmış olan dört şahitli İncil’in değerine
daha da sekte vurulmuş olunurdu. Bu dört incili tarih yazmalarından,
rivayetlerden ve hadis külliyatlarından ayıran en önemli özelliklerden
başta geleni budur. Bu Kuran ayetidir.
Devamındaki ayetler Pavlus zihniyetini ve İncil’e eklenen kitapların
çoğunu yerle bir eder. Şu aşağıdaki ayetleri Kuran’dan okuduktan sonra
Pavlus’un, eklenen rivayet kitaplarının, bazı mektupların da İncil’in
içinde olduğu, oradaki gibi müteşabih öğeler içerdiğini ve Allah’tan
esinleme olduğunu söylemek gerçeğe gözünü kapatmaktır.
5:116 Allah şunu da söyledi: “Ey Meryem oğlu İsa! Allah’ın yanında
beni ve annemi de iki tanrı olarak kabul edin diye insanlara sen mi
söyledin?” İsa dedi: “Hâşâ! Tespih ederim seni. Hakkım olmayan bir
şeyi söylemek benim haddime değildir. Eğer onu söylemişsem sen onu
elbette bilirsin. Sen benim içimde olanı bilirsin ama ben senin zatında
olanı bilmem. Çünkü sen, evet sen, gaybları çok iyi bilensin!”
5:117 “Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey
söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk
edin.’ İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni vefat
ettirince üzerlerine yalnız sen gözetleyici oldun. Ve sen zaten her şey
üzerinde bir Şehîdsin, bir tanıksın.”
Dört şahitli İncil’de Kuran peygamberi ve vahiy meleğiyle gelen Kuran
vahyi “Yardımcı/Paraklit” ve “Gerçeğin
Ruhu” gibi
ifadelerle
102
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
müjdelenir. Ama bunları görebilmek için Hıristiyanların kilise
kültüründen sıyrılması, rivayetlerden arınması ve nihayet Kuran’ın da
Allah’ın vahyi olma ihtimalini en azından akletmeleri gerekiyor. Aksi
takdirde elçilerini, azizlerini ve kiliselerini ilahlaştırmaktan geri
kalmayacaklardır.
7:157 Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları
ümmî elçiye uyarlar; o onlara iyiliği emreder, kötü ve çirkinden onları
alıkoyar. Güzel şeyleri onlara helal kılar, pis şeyleri onlara yasaklar.
Sırtlarından ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp
atar. Ona inanan, onu destekleyen, ona yardım eden, onunla indirilen
ışığa uyan kişiler, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
9:111’de Allah vaadini ve vaadinden dönmediğini ve Tevrat ve İncil’de
de bunu belirttiğini söyleyerek Tevrat’ın içinde geçen ve Allah
kavramını adeta insani vasıflara bürüyen, yaptığından pişman olan, sık
sık öfkelenip verdiği nimetleri insanların başına kakıp duran, en ufak bir
kabahatlerinde öldürülmeleri emrini veren, sürekli kendi verdiği
nimetleri insanlardan türlü yakma sunular, hediyeler ve kurbanlar olarak
geri isteyen, başka ulusları en ağır ifadelerle ve suçsuzları bile dehşetle
işkencelere maruz bırakan acayip bir Tanrı kavramı haline getirilmesini
yalanlar.
48:29’da müminlerin Tevrat’ta ve İncil’deki vasıflarına gönderme yapan
Allah’ın ayetlerini ve hatta benzetmelerini gerçekten de Tevrat’ın ve
İncil’in içinde bulabilirsiniz. Kuran’da Tevrat ve İncil’in içine atılanlar
yalanlanırken, doğru olanlara da sık sık atıf yapılır. Kuran’la beraber
Tevrat ve İncil’i de Furkan gözüyle okuyanlar bunları göreceklerdir.
61:6 yine “ÖNÜNDEKİ” ifadesini içeren ve makalenin tezini
güçlendiren ayetlerden biridir. Zaten Kuran’da “ÖNÜNDEKİ” ifadesi
kullanılmadan eski kitapları tasdik etme yoktur. Meallerin bazılarında
çevrilsin ya da atlansın, orijinal metni açıp baktığınızda “Beyne Yedey |
‫ ”ﺑ َﯿْﻦَ ﯾ َﺪ َيﱠ‬ifadesini bir formuyla mutlaka göreceksiniz.
103
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
61:6 Meryem oğlu İsa’nın da şöyle dediğini hatırla: “Ey İsrailoğulları!
Ben size Allah’ın elçisiyim. ÖNÜMDEKİNİ TEVRAT’TAN
DOĞRULAYICI ve benden sonra gelecek Ahmet adında/sıfatında bir
elçiyi müjdeleyici olarak gönderildim.” Fakat İsa’nın müjdelediği elçi
onlara apaçık deliller getirdiğinde: “Bu, katıksız bir büyüdür!” dediler.
62:5’de Kitap Yüklü Eşekler benzetmesiyle sadece Yahudiler değil,
yüklendikleri kitabı getirdikleri durum da ortaya konur.
62:5 Tevrat’ı yüklenip de sonra ONU GEREĞİ GİBİ
TAŞIYAMAYANLAR, kocaman kitaplar taşıyan eşeğin misaline
benzerler. Allah’ın ayetlerini yalanlayan o kavmin misali ne kötüdür.
Ayetin devamında manidar biçimde sadece kendilerini Allah’ın kulları
gören Yahudiler’in Tevrat’a da girmiş iddiaları reddedilir. Mana itibarı
ile ve diğer benzer ayetlerle bütünleştirdiğinizde “Eğer Allah’ın gerçek
velilerinin sadece siz olduğunu iddia ediyorsanız ölümü dileyin” denir.
İlginçtir ki bu ifade Tevrat’ta da çok farklı şekillerde geçer.
İsrailoğullarına “Size İsrail dışında da Tanrının güçlü olduğunu
göstereceğim.” şeklinde ifadeler vardır. Ayrıca Kuran’dan önce İncil de
zaten Tevrat’ın bu “özel halk” iddiasını ortadan kaldırmış durumdadır.
Elbette gören gözlere, anlayan dimağlara…
Benzetme ağırlıklı dört şahitli İncil’in arkasına eklenen insan
yazmalarının çoğunun kitaptan olmadığını anlamak için okumak gerek.
Zaten takipçileri bunu kendileri de biliyor ama aynen bizim
kültürümüze ait Mesneviler, Mevlitler, Rubailer, Risaleler, Deyişler gibi
adlar altında “Allah’tan esinlenme!” iddiasında olduğu gibi İncil
takipçilerinde de maalesef bu kitapların her ne kadar insan sözü olduğu
bilinse de “Tanrı esinlemesi!” savına bir sığınışları ve Allah’ın
ayetlerini bilmeden inkâr etme korkuları söz konusu. Oysa kendi
kitaplarında bile defalarca “Tanrı buyruklarına uyun, insan sözlerine
değil” şeklinde ikaz ediliyorlar. Yani kısaca… Onlar da
düşünmüyorlar… Sadece takliden inanıyorlar. Ya okumuyorlar ya da
okuduklarını anlamıyorlar. Dini yıkılmış bir toplum olarak çelişkiler
104
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
içerisinde yüzüyorlar. Ve Tevrat’a ve İncil’e eklenen bunca yazmanın
çelişkisini gören Musevi ve İseviler Kuran’dan da haberdar olamadıkları
ya da baştan reddettikleri için ya deizme ya da ateizme kayıyorlar.
Geriye kalanların çoğu da ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, hatta
mezheplerini reddetseler bile geleneksel dini kültürlerinin ve ruhban
sınıfının etkisinden çıkamıyorlar.
7:27 Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca
gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i
verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık.
Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık. Ancak Allah’ın rızasını
aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla
birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu
fasık olanlardır.
2:79’a da bakalım. Sizce aşağıdaki ayet sadece bugünü mü anlatıyor,
yoksa Tevrat ve İncil hakkında o günler için de ipuçları mı veriyor!
Düşünün… Kuran indiği dönemdeki Tevrat ve İncil, belirgin tarihi
verilere göre neredeyse bugünkünün aynısıydı. O halde!
2:79 Yazıklar olsun o kişilere ki, Kitap’ı kendi elleriyle yazarlar da
sonra onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye, “İşte bu, Allah
katındandır!” derler. Vay haline onların, ellerinin yazdıkları yüzünden!
Vay haline onların, kazanıp durdukları yüzünden!
Zaten bu ayetin devamında da uzun müddet Yahudilerin bugünkü
Tevrat’ta da görebileceğiniz iddialarına yalanlamalar gelir. Gerek
cehennem azabının belirli bir zaman için olacağı sonra cennete
gidileceği, gerek temel dini ve ahlaki inançlarla ilgili birçok tema
işlenerek Bakara suresinin de büyük bölümü, daha önce Allah adına
uydurulmuş yalanları deşifre etmektedir.
Bu durumda kimileri, Kuran peygamberine atfedilen hadis külliyatının
da içinde doğrular olduğunu, onlara da benzer biçimde iman etmemiz
gerektiğini ileri sürebilir. Unutmayın ki arada ciddi bir fark vardır. Allah
Tevrat, Zebur ve İncil’e gerektiği gibi iman konusunu Kuran’da
105
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
işleyerek delillendirmiştir. Hakkında delil indirmiştir. Ama hadisler gibi
zaten kitap dışında kalanlar için herhangi bir delil sözkonusu değildir.
Yanlışlardan ibret alınması ve dinin hükmü olarak kabul edilmeden
tarihi verilerin karşılaştırılarak faydalanılması için okunması müstesna.
Allah dileseydi zikrini korurken o kitapları içinde sadece Allah zikri
kalacak biçimde de koruyabilirdi. O safsataların Tevrat ve İncil’in
içinde olmasının hikmetlerinden biri Kuran’ın Furkan sıfatı ve o
yazımların bize ibret teşkil etmesidir. Siz de hadislerinizi, insan
yazmalarınızı çeşitli yollarla Kuran’ın içine sokmayın, dininizi
yıkmayın, demek istemesidir diye düşünüyorum.
106
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kuran’a Göre Kitab-ı Mukaddes
Görünen o ki… Tevrat’ta da İncil’de de, daha doğrusu Eski antlaşma ve
Yeni antlaşma olarak bilinen kitapların içinde Allah’ın zikri ile beraber
çok fazla insan zikri de mevcuttur. Hiristiyanların büyük kısmı bu iki
cildin tamamına Kitabı mukaddes der, hatta bir kısmı tamamına İncil
der.
Görüşümce
o
kitaplarda
iman
etmemiz
gereken
ÖNÜMÜZDEKİYLE tanık olduğumuz Allah zikridir. Çünkü o
kitapların içinde doğruların yanında “Bunlar da Allah’tandır” denerek
ilave edilenler vardır. Dillerin eğip bükülmesiyle oluşturulmuş yalanlar
vardır. Bizim kitabımızda İNDİRİLEN KİTAPLARA İMAN vardır,
yazılan mektuplara ve tarih kitaplarına değil. Ama bunlar da bugün
önümüze koyulan kitabı mukaddes’in içindedir.
Dört şahitli İncil benzetme ağırlıklı olup içindeki Allah’ın zikri,
Kelimetullah olan ve Allah’ın kutsal ruhuyla desteklenen Mesih İsa’nın
ağzından çıkan vahyi sözleridir. İncil’de de İsa kendisine neyi nasıl
söylemesi gerekiyorsa öyle söylediğini, takva sahiplerinin anlaması,
müşriklerin anlayamaması gerektiği için benzetmelerle konuştuğunu,
107
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
kendi ifadeleri olmadığını ve indirilen ayetleri değiştirmeden ifade
ettiğini defalarca belirtir. Tevrat ve İncil’de bizim sorumlu olmadığımız
ve sadece İsrailoğullarına verilmiş emir ve yasaklar da vardır. Biz kendi
kitabımızdan sorumlu olduğumuz için onlara atfen “Şu hayvanlar veya
hayvanların şu şu yağları ve bağırsaklarının yenmesi haramdır” gibi
ifadeler bizi bağlamamaktadır. Ki İsrailoğullarına verilen bazı emirlerin
onların azgınlığı dolayısıyla karşılık olarak verildiği açıklaması ve buna
örnekleri zaten Kuran’da vardır.
Allah sadece Yahudilerin tanrısı değil, Alemlerin Rabbidir. O kitaplarda
tereddüte düştüğümüz yazımlarda “Besmele”yi düşünmeli, Allah’ın en
merhametli ve en koruyucu olduğunu, en adaletli olduğunu, kötü olanı
emretmeyeceğini ve haksız yere kimseye zulmetmeyeceğini, herkese
adil davranacağını hatırlamalı ve ona göre değerlendirmeliyiz. Bir şeyin
kitaba yazılı olması bir şey ifade de etmez. Allah bize ayetlerini
nefsimizde ve afakta göstereceğini ve bizim onları görüp tanıyacağımızı
söyler ve vaadini bize hergün her dakika gösterir. Kuran’ı yaşayanlar
bilir ki göstermektedir de.
Davarlarının kulaklarına varıncaya kadar Allah’ın yarattığını değiştirten
şeytan Tevrat’ın içine attığı “sözde” sözleşme maddeleriyle, sözde
antlaşma belirtileriyle ve hikâyelerle dediğini başarmış ve bunu dinden
dine bile geçirttirmiştir. İster suretli bir varlık olarak ister manen bir
varlık olarak, ister insanın kötülük tarafı olarak düşünsek de, onun
apaçık bir düşman olduğu unutulmamalıdır.
Deist, ateist, Sünni, Şii, Alevi gibi Hıristiyan ve Yahudi arkadaşlarımız
da olabilir. Dünyevi anlamda dostluklar da kurulabilir ve barış içinde
yaşanmalıdır da zaten. Ama dini anlamda veli edinilemezler. Zaten
Kuran’dan hakkıyla haberdar bir Müslüman, kendi dininden bir ruhbanı,
bir dini önderi de veli edinme bağlamında benimseyemez. Çünkü
Kuran’a göre ruhbanlık Allah tarafından emredilmiş bir yapılanma
değildir. Mümin kimse fırkalaşamaz.
108
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Bugüne kadarki gözlemlerime göre, hemen tümü mezhep sahibi olan
Hıristiyanlara din bahsiyle yaklaştığımızda genellikle bizimle
konuşurlar, hele İncil’den ve Tevrat’tan bahsediyorsak saygılı ve hoş
görülü davranırlar. Ama onların da çoğu konuyu hiçbir şekilde Kuran’a
ve Kuran peygamberine getirmek ve o konu hakkında konuşmak
istemez, zebraların aslandan kaçtığı gibi bizim dinimizle ilgili
konuşmaktan kaçarlar. Onlara Kuran hakkındaki düşüncelerini
sorduğumuzda onlar ısrarla İncilden, sevgiden, merhametten ve
Tevrattaki filanca ayetten ve humanizmden bahsederler. Sizin yüzünüze
Kuran’ı sahte bir din kitabı ve onun indirildiği elçiyi sahte bir
peygamber olarak gördüklerini söylemezler. Ama Allah kalplerindekini
bilir. Ve onların kitaplarını Kuran gözlüğüyle okuyan müminler de bunu
bilirler. Onların kavmi, İsa ölür ölmez gerisin geriye dönmüş ve asıl
sahte peygamberleri İncil’e sinsice saldırarak onun özellikle arkasına
“Tanrı İsa!”dan sözde vahiyler eklemiştir. Siz onlara iki yüzlülük etmez
ve onların kitaplarındaki Allah zikrini över ve Kuran’la uyuşan noktaları
söylersiniz, ama uyumsuzlardan bahsettiğinizde ya öfkeye konuşur ya
da geriye çekilip kollarını kavuşturup gönülsüz bir izleyişle sizi
reddederler. Bu onların kötü olduklarını değil, yıkılmış bir dini
anlayıştan geldiklerini gösterir. Aynen bizim toplumumuzdaki
geleneksel bir mezhepsel anlayıştan gelen birisine İncil’den ve İsa’dan
bahsettiğinizde soğuk duş etkisi yarattığı gibi. Elbette Allah bize de,
onlara da bunlara da bulundukları çerçevenin şartlarında adaletle hüküm
verecektir. Allah en merhametlidir.
Bizlerse maalesef Allah’ın ayetlerini unutuyoruz. Çünkü okunması
gereken, sürekli okunması gereken kitabı, yani “Kuran’ı” okumaktan
uzak kaldıkça başka şeylere dalıp gidiyoruz ve bu unuttuğumuz ayetler
nedeniyle, başka insanlardan yeni bir bilgi ya da düşünceyle
karşılaştığımızda hatalı kararlar veriyoruz. Ta ki o unuttuğumuz ayetleri
ya bize birisi hatırlatacak ya da kendimiz Allah’ın lütfuyla, affıyla ve
şefkatiyle ve de korumasıyla bir kez daha o ayeti bu sorgularımızla bir
daha okuyacağız! Allah bize sürekli yardım ediyor, destek veriyor. Oku
109
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
dediği ve biz okumaya ara verdiğimiz halde bir şekilde tekrar o ayeti
okuduğumuzda gerçekle bir kez daha yüzyüze geliyoruz. Ama
unutmayalım ki böyle dalıp gitmeye ve ayetleri okumaktan vazgeçmeye
devam edersek bir gün o lütfu da kaybedebiliriz. Ne elimize kitabı alıp
okuruz ne de o ayetleri bize hatırlatacak bir kişiyi Allah bizim karşımıza
çıkarır! Biz insanlar kendimize kötülük etmeyi ve tembelliği, ve
özellikle okumaktan tembelliği çok seviyoruz. Oku oku nereye kadar
değil… Oku, düşün, oku, uygula. Sevinçle ve bilinçle yaşa hayatını,
dememiz ve yaşamamız gerekir. Sofilikle, arabeskle değil. Din, Kuran,
kafede ya da sosyal medyada itibar elde edilecek bir söylem ya da
başardım denilecek bir strateji oyunu, bir eğlence aleti değildir. Üç
okuyup, iki düşünüp, bir söylemek ve ardından öğrendiğini hayata
geçirmeye çabalamak lazım.
Özellikle İseviler “Allah’ın indirdikleri” ile “Allah’ın esinlemesi”
konusunu birbirine karıştırmış durumdalar. Herkesin Allah’ın
esinlemesi ile bir şeyler yazdığını iddia etmesinin önüne geçemezsiniz.
Ama öyle bile olsa bunlar Allah’ın indirdiği ile eşdeğer değildir. Kimse
elçilere vahyedildiği gibi bana da vahyedildi diyemez Kuran’a göre.
Şeytani dürtüler sözlerin içine bir şekilde yanlışlar katabilir. Yazan ve
konuşan bile bunu bilmeyebilir, bunun farkında olmayabilir. Niyeti ile
kelimeleri bir noktada kesişmemiş olabilir. İnsan sözlerinde maksat
aşılmış olabilir. Ama Allah’ın indirdiği ayetler hüküm ve hikmet
doludur. Ve en doğrusudur. İnsanları yöneltmemiz gereken cihet bizim
değil “Allah’ın kelimeleri”dir.
Pavlus’un kiliselere yazdıkları mektupları da Allah’ın vahyi ile eşdeğer
veyahut İncil’in içinde sayacak isek, o halde peygamberimizden olduğu
iddia edilen hadisleri neden Kuran’ın içinde saymıyoruz! Eğer
Pavlus’un, Petrus’un mektupları da İncil’se, aynı formülü kullanmak ve
tutarlı olmak için; Celalettin’in Şems’e yazdıklarını, Said’in Allah’tan
esinleme olarak “bana yazdırıldı” dediklerini, peygamberin ruhuyla
iletişime geçtiğini iddia ettiği risaleleri, işaretül icazları veya
Fethullah’ın memleket mektuplarını veyahut gelmiş geçmiş Allah
110
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
dostu(!) şeyhlerin müritlerine yazdığı “kırk mektup” kitaplarını da,
Cübbeli’nin İtikat risalelerini de Kuran’ın içine koymamız gerekir! Ki
bu tutarsızlıktır.
Bir muvahhid “Kuran’a iman ettim ve onun etrafına örülen insan
yazmalarını din sayamam” dedikten sonra, daha önce indirilen kitaplara
eklenmiş insan sözlerini nasıl olur da dinden sayabilir! Bu lahana
turşusu ile perhiz yapmak kendi dinini yıkmak ve kararında ve
tamamlanmış kitabı yağla ve toksinle şişirip obez yapmak ve koca koca
kitaplar yüklü bir hamal haline gelmek değil midir? Aksine biz Kuran’ı
hatta hatalı çeviri ve mealleri nasıl insan sözlerinden arındırma
gayretindeysek, İncil ve Tevrat inanlılarına da kendi kitaplarını insan
sözlerinden temizlemelerini önerebiliriz ancak. Aksi takdirde diğer
kitapları aklamak adına kendi kitabımızı kurban etmiş oluruz. Velhasıl
“bu Tevrat ve İncil tahrif edilmiştir, bakmam onlara” diyen de
yanlıgıdadır, “elimizdeki Tevrat ve İncil’in tamamı Allah’tandır”
diyenler de yanılgıdadır. Bu, benim zanla inandığım değil, okuyup,
görüp, tanık olup da ikna olarak kabullendiğimdir. Elbette ki Allah bize
gösterdiğinden çok daha fazlasını ve en doğrusunu bilendir.
Ben Kuran’da İsrailoğullarına “Şehre secde ederek girin” diyen ve “Size
saldırılmadıkça siz de saldırmayın” diyen bir Allah’ı tanıyorum.
Tevrat’ın içine hahamlarca ve siyaseten eklendiğine ikna olduğum “O
şehre kılıç çekerek girin ve çoluk çocuk kadın yaşlı ve evcil hayvan
demeden öldürün, sünnet derilerini yüzüp torbalara doldurup getirin.”
diyen bir Allah algısını nasıl kabul edebilirim! Allah Tevrat’ın içinde de
hem “öldürmeyeceksin” diyecek hem de “toplu katlima yap” mı
diyecek! Benim Kuran’dan tanıdığım Allah’ın böyle bir adalet anlayışı
yok. Benim tanıdığım Allah, bir şehre bir felaket bile verse, iyileri ve
eceli henüz gelmemişleri oradan çıkaracak, hiç kimseye zerre kadar
haksızlık etmeyecek, aman dileyene el kaldırtmayacak, hiçbir nefse
hurma lifi kadar haksızlık etmeyecek bir Allah’tır.
Tevrat’ın içinde istendiği kadar “Tanrı yoruldu ve yedinci gün
dinlendi.” densin, benim Kuran’da tanıdığım ve mantığıma dönülmez
111
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
biçimde oturttuğum Allah “Bana yorgunluk dokunmaz.” diyor. Tanrı
algısını kafasına oturtamamış, ayetler arasında fikir yürütemeyecek en
akılsız bir adam bile olsam basitçe derim ki “İkisi de Allah’tansa, sonra
gelen doğrudur.”
Kimileri daha halihazırdaki “Kutsal Kitap”ın eski antlaşma olarak
adlandırılan bölümünün içindeki “Tevrat olarak genel kabul gören” 39
kitabı ve yeni antlaşma olarak adlandırılan bölümün içindeki “İncil
olarak kabul gören” 27 kitabı okumadan, üç beş sayfada Allah’ın zikrini
görünce aceleyle ve sevinçle bu kitapların tamamının da Allah’tan
olduğunu iddia ediyorlar. Oysa kitabın içinde sadece Allah’ın değil,
yüzlerce insanın, elçilerin, yazarların, hatta adı bile bilinmeyenlerin
satırları vardır. Allah bize “daha önce indirilene” iman etmemizi
söylüyor, eklenene, yorumlanana, tarihçelere ve uydurulana değil.
Kuran için bunu yaparken daha önce indirilenler için neden
yapmıyoruz! İnsanlar “ya hep ya hiç” diyorlar. Akıl alır gibi değil. O
ümmetler kutsal kitabı insan sözlerinden arındıramamışlar, görmüyor
musunuz? Ve üstelik senin elinde Kuran gibi bir termal gözlük var ve
onların indirilenine iman edebilmen ve o kitapları da hurafelerden
arındırman için öylece duruyor. Sen tutup kızıl ötesini çıplak gözle
görmeye çalışıyorsun.
İnsan okumadığı kitaba inanır mı? Size “Bak Musa, şunların dini de
güzel! Bize de onların kitaplarından yapsana!” dendiğini düşünün. Musa
olsam şunu söylerdim: “Be ey ….lar! Allah sizi seçti. Hurafe denizlerini
ve uyduruk mezhep öğretilerini aşıp geçtiniz. Uçurumların kenarından
sizi Allah kurtardı. Elinizdeki Kuran’ın hak söz olduğunun farkına
vardırdı. Şimdi ise size indirilenle, daha önce indirilenleri tanımak
varken, onların elindekine zanlarıyla birlikte yönelmeye kalkıyorsunuz!
Siz ne laftan anlamaz, ne cahil insanlarsınız! Onların dini de sizin
kurtulduğunuz uyduruk din gibidir, yıkılmıştır. İçlerinde doğru yolda
olanlar olsa da çoğunluğu dini yıkılmış bir kültürden geliyorlar. Siz
elinizdekinin kıymetini bilseniz, onlara da bir faydanız olurdu! Ama siz
112
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
elinizde olanın bile değerini bilmezken onların elindekinin değerini nasıl
anlayacaksınız!”
Elimizdeki kitap, daha önce indirilenlere nasıl iman etmemiz
gerektiğinin tüm kıstaslarını verirken, Musa’nın asası gibi tüm hileleri
yutarken, Nuh’un gemisi gibi bizi kurtuluşa taşırken, Yusuf’un gömleği
gibi gözlerimizi açarken, İbrahim’in baltası gibi tüm uydurma
putlarımızı yıkarken, Yahya’nın vaftiz (abdest) suyu gibi bizi
kötülüklerimizden temizlerken, İsa’nın ağzından çıkan tertemiz sözler
gibi aklımıza hitap ederken, biz hiç mi düşünmeyeceğiz! Ne zaman
sadece “indirilenlere” iman edeceğiz!
Zorla Allah’ı kıyamete zorlayabileceğini zanneden bir kültürün Allah’ın
ayetlerindeki kelimelerin yerlerini değiştirmeye kalkmayacağını mı
zannediyorsunuz? Ki bunu Allah son kitabında açık açık söylemişken!
Allah Kuran’da (2:84) İsrailoğullarından “Birbirinizin kanını dökmeyin,
birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın” diye misak aldığını söylerken
Tevrat’ın içi İsrailoğullarının Allah’ın emriyle birçok ulusun kanını
döktüğü ve sürdüğü siyasi savaşlarla doldurulmuştur. Tevrat’ın içinde
diye nasıl Kuran’a taban tabana zıt böyle şeylere itibar edebiliriz!
Sadece zikir! Sadece Allah zikri! Hala anlayamayanlar var.
Allah Kuran’da (2:91) “Allah’ın İNDİRDİKLERİNE iman edin’
denildiğinde: “Biz, sadece bize indirilene iman ederiz” diyenler gibi de
olamayız. Biz Allah’ın vahyine, Onun indirdiğine iman ederiz. İnsan
sözlerine değil. Uymak başka bir şeydir. Sorumlu tutulacağımız kitap
elbette Kuran’dır ve ona uyarız (43:44). Yani diğerlerinin içindeki Allah
zikrine de iman etmemiz gerektiğini söyleyen kitap.
Allah Kuran’da (2:102) Süleyman ve Davut hakkında uydurulan
yalanları ifşa eder. Uydurulan Tevrat bölümlerini açıp okuduğunuzda
Süleyman’ın putperest olduğu ve benzeri yalanların orada Allah’tanmış
gibi yazıldığını görebilirsiniz. İşte Kuran’ı okuyan bazı Yahudi din
adamları gerçeğin farkındadırlar ve Kuran’ın ve Kuran peygamberinin
hak olduğunu anlarlar (2:46) ama bunu kabullenmektense gizlemeyi
113
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
yeğlerler. Yani hidayeti gizleme (2:159) peşindedirler. Çünkü birilerinin
daha çok hidayeti bulması onların saltanatlarının ve hatta yeryüzündeki
tüm dinlerin ruhbanlarının saltanatlarının yıkılışı demektir. Bu yüzden
hangi dinden olurlarsa olsunlar ruhbanların ileri gelenleri hidayete karşı
bilinçli ya da bilinç ötesi bir birliktelik içindedirler.
İsrailoğulları Allah’ın ayetlerle verdiği nimeti (2:211) değiştirmişlerdir.
Tevrat’ta görülen ruhban sınıfı ve İncil’e eklenen kilise sınıfının tam
anlamıyla karşılıksız kazanç (riba) peşinde olduğu, küçük sineği süzüp
ayırdığı, ama deveyi havuduyla (semeriyle) birlikte yuttuğu ortadadır.
Bunu yapabilmek için de “bu da Allah katındandır” diyerek (3:78) bile
bile yalanlar uydurmaktan hiç vazgeçmemişlerdir. Bunu yapabilmek
için Musa’yı da Harun’u da kullanmaktan ve onları ilahlaştırmaktan
çekinmezler. Oysa onlar asla “Allah’la beraber bana da kulluk edin”
demeyen (3:79) elçilerdi. Tevrat ve İncil’le nasıl Allah’a karşı yalan
uydurdukları (4:50) ortaya çıkmıştır. Kuran, Tevrat için olduğu gibi
İncil için de Furkandır. Daha önce onun da olduğu gibi. İncil’e eklenen
cümlelerde olduğu gibi dağa çıkınca son saatin dehşetinden
kurtulamazsınız. Ölüm nerede olursak olalım (4:78) bizi bulur, yüksekçe
tahkim edilmiş şatolarda olsak bile. 90 yaşında taşla vura vura kendini
sünnet eden bir peygamber algısı Kuran’da yok. Tam aksine şeytanın
neleri nasıl vaat ettiği (4:119,120) var. Allah, İsa’yı onlar öldürmediler
ve asmadılar diyorsa (4:157) bu böyledir. Aksini iddia edemeyiz.
İncil’de geçen bu iddianın incelikleri varsa da Allah ilim verdiği ve delil
gösterdiği biçimiyle anlarız. Yahudilere azgınlıkları sebebiyle haram
kılınan şeyleri (4:160) hadisler yoluyla alıp bize de “bunlar haramdır”
demenin de manası yok. Üstelik bu haramları kabul eden bugünkü çoğu
müslümanım diyenin, bunların aslında hadis olmayıp Tevrat’tan alıntı
olduklarından bile haberleri yok.
Hak kitaplar da içimizdeki elçilerdir. Peygamberlerden nasıl misak
alınıp da (3:81) kendilerine bir elçi geldiğinde ona iman edip yardım
edecekleri emredilmişse, onlar için de bizim için de bunun
114
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
izdüşümlerinden biri “önümüzdeki” kitapla daha önceki elçilikleri
temsil eden Allah zikrine gereği gibi iman etmektir.
Kitap ehli, dini konusunda taşkınlık etmiş, Allah’a karşı gerçek olandan
başkasını söylemiştir. Meryem oğlu Mesih İsa Allah’ın elçisi ve
kelimesidir. Meryem’e yönelttiği bir ruhtur. (4:171) Kimse Tanrı üçtür
diyemez. (4,172 5:73) İncil’de benzetmeler elbette vardır ve çoktur ama
Kuran vahyiyle uyumsuz başka bir yöne çekilip gerçeğe ihanet
edilemez. Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, Allah’a kul olmaktan
kesinlikle kaçınmazlar. (4:172)
İsrailoğullarından inkâra sapanlar, sözleşmelerini bozmaları sebebiyle
lanetlenmiştir. Onlar kelimeleri konuldukları yerlerden saptırmışlardır.
(5:13) Kendilerine hatırlatılanlardan pay almamışlardır. Biz Nasranileriz
(İseviler) diyenlerden de kesin söz alınmış, ama sonunda onlar da
kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unutmuşlardır. (5:14) Biz
Kuran ehli olarak bize hatırlatılanlardan öğüt almayı nasıl unuturuz!
Kitap ehlinin kitaptan üzerini örtmüş olduklarının çoğunu açıklayan ve
birçoğundan geçiveren elçi gelmiştir. (5:15) Allah’tan bir nur ve apaçık
bir kitaptır. Allah, rızasına uyanları bununla doğruya ulaştırır,
karanlıklardan ışığa çıkartır. (5:16)
“Allah Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler küfre düşmüştür. (5:17, 5:72)
Eğer Yahudi ve Hıristiyanlar “Biz Allah’ın çocuklarıyız ve
sevdikleriyiz” dese de (5:18) onlar da O’nun yarattığından birer beşer
olduklarının farkına varmalılar. Meryem de Meryem oğlu Mesih de
yemek yerdi. (5:75)
Kitap ehlinin çoğu, yalnızca Allah’a, bize indirilene ve önceden
indirilene inanmamız ve çoğunun fasıklar olması nedeniyle bizden
hoşlanmazlar. (5:59)
Kahinleri ve ahbarları, onları, günah söylemelerinden ve haram
yiyiciliklerinden sakındırmalıyken (5:63) kendi yapmış oldukları ne
kötüdür.
115
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rablerinden indirileni ayakta
tutsalardı, olmaz mıydı! (5:66) Tevrat’ı, İncil’i ve onlara Allah’tan
İNDİRİLENİ ayakta tutmadıkça hiç bir şey üzerinde olmadıklarını
keşke bilselerdi! (5:67)
İsrailoğullarından inkâr edenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle
lanet edilmiştir. (5:78) Zeburu ve İncili okuyanlar bunu orada da
görebilirler. Zamanı geldiğinde İsa’ya “Ey Meryem oğlu İsa, insanlara,
beni ve anneni Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?”
diye sorulacak (5:116) ve o da “Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir
sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu
bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen’de olanı bilmem.”
diye cevap verecektir ve şöyle devam edecektir: “Ben onlara bana
emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. Benim de Rabbim, sizin
de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. Onların içinde kaldığım
sürece, ben onların üzerinde bir şahittim. Benim hayatıma son
verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen’din. Sen her şeyin üzerine
şahid olansın.” (5:117) “Eğer onları azablandırırsan, şüphesiz onlar
Senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz aziz olan, hakim olan
Sen’sin.” (5:118)
İsrailoğullarından zulmedenler, sözü kendilerine söylenenden başka bir
şeyle değiştirmişlerdir. (7:162) Kendilerine hatırlatılanı unutmuşlardır.
(7:165, 166)
Kitap ehli Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler
edinmiştir. Meryemoğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan
Allah’tan başkasına ibadet/kulluk etmemeleri emredilmişti. (9:31)
Kuran “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarıp-korkutur. (18:4) Bu
konuda kendilerinin ve atalarının hiç bir bilgisi yoktur. Onlar sadece
yalan söylüyorlar. (18:5)
Tevrat‘daki ve İncil’deki benzetmelerden bazıları Kuran’da da anlatılır.
(48:29) İnananların yüzlerinde secde eseri/izi vardır. Bu onların
Tevrat’taki nitelikleri. İncil’deki nitelikleri de şöyle: Tıpkı bir ekin ki
116
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş. Filiz kalınlaştı, gövdesi
üzerine dikildi. Ziraatçıları da imrendirir/hayran bırakır bu ekin. Allah
böyle yapar ki, onlar sayesinde, inkâr edenleri öfkelendirsin. Allah
onlardan iman edip hayra ve barışa yönelik işlen yapanlara bir
bağışlanma ve büyük bir ödül vaat etmiştir.
Yahudi mezhepçilerinden Ferisiler ve din adamları İsa’ya gelip karşı
çıktıklarında İsa onlara daha önce Yeşeya peygambere inmiş olan
(Tevrat | Yeşeya 29,13) Allah vahyiyle cevap verir… (İncil | Markos
7:6,9) Yeşaya’nın siz ikiyüzlülerle ilgili peygamberlik sözü ne kadar da
doğrudur! Yazmış olduğu gibi “Bu halk, dudaklarıyla beni sayar, ama
yürekleri benden uzak. Bana boşuna taparlar. Çünkü öğrettikleri, sadece
insan buyruklarıdır.” Ve İsa devam eder… “Siz Tanrı buyruğunu bir
yana bırakmış, insan geleneğine uyuyorsunuz. Kendi geleneğinizi
sürdürmek için Tanrı buyruğunu bir kenara itmeyi ne de güzel
beceriyorsunuz!”
İşte eğer Tevrat’ı ve İncil’i okursak tüm bu Allah zikrinin ve daha
fazlasının farkına rahatça varabileceğimiz gibi, Allah’ın zikrinin
karşısında insan sözleri olarak uydurulmuş olanları da ibret almak üzere
rahatça fark edebiliriz. Ama tabi ki OKUrsak!
117
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kendini Test Et|Kuran’a İnanıyor musun?
İmanlı mısın İnkârcı mı?|İsa Tarzı Bir Sorgulama
Adım Müslüman diye geçinen adam! Çokça örtündüm diye
kurtulduğunu zanneden kadın! Gelin Kuran’a uyun. Gelin gerçeğin
ruhuna. Gelin Allah’ın size bahşettiği özgürlüğe. Allah size
geleneğinizin uydura geldiği o saçma sapan dini değil, akıl dinini
gönderdi. Maksadım seni, senin beni tekfir ettiğin gibi tekfir etmek
değil, sadece uyarmak. Maalesef sen Kuran’a inanmıyorsun! Sen
inandığını söylediğin kitabı inkâr ediyorsun. Ayetlere, başka hükümleri
tercih ederek, o ayetleri bilmediğin yalanlarla örtüyorsun. Allah’ın
ayetlerini örtene de kâfir dendiğini çok iyi biliyorsun. Eğer Allah’ın
118
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
ayetlerine başka hükümleri tercih ediyorsan sen de kitaba göre kâfir
olmayasın! Şimdi şu aşağıdaki sorulara cevap vererek kendini test et.
Kuran’a gerçekten inanıyor musun, yoksa bilmeden inkârcı mı
olmuşsun!
Kitapta “Atalarınıza uymayın, Allah’a uyun” diye söylendiğini işittin.
Sen hala “Benden öncekiler Kuran’ı anlamış olmalıdırlar,
büyüklerimden öğrendiğime uyarım.” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş
olmuyor musun?
Kitapta “Biz ruhbanlık emretmedik, din adamlarınızı rabler edinmeyin”
dendiğini işittin. Sen hala “Ancak onlar bize dinimizi öğretirler!”
diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Her türlü bağımlılıktan özgürleşmiş olarak sadece Allah’a
yönelin” dendiğini işittin. Sen hala “Şeyhim beni Allah’a ulaştırır!”
diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Şefaatin Tümü Allah’ındır” dendiğini işittin. Sen hala “Şefaat
ya resulallah!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Bu kitaptan sorulacaksınız” dendiğini işittin. Sen hala
“Hadisler, icmalar, kıyaslardan da sorumluyuz” diyorsan Kuran’ı inkâr
etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Allah’a bağlanın, onunla bağlantınızı ayakta tutun” dendiğini
işittin. Sen hala araya başka bağlantılar koyuyorsan Kuran’ı inkâr etmiş
olmuyor musun?
Kitapta “Mezhepleşmeyin, fırkalaşmayın, dinde bölünmeyin” dendiğini
işittin. Sen hala “Yetmiş iki fırkadan benimki en doğru fırkadır”
diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Allah, âlemlerin rabbidir. Peygamberse bir beşerdir, insandır”
dendiğini işittin. Sen hala peygambere “Kâinatın efendisi!” diyorsan
Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
119
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kitapta “Ben sadece bana vahyolunana uyarım” dendiğini işittin. Sen
hala “Rivayetlerle gelene de uyarım” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş
olmuyor musun?
Kitapta “Allah, pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır ”
dendiğini işittin. Sen hala “İslam akıl dini değil, nakil dinidir!” diyorsan
Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Zanna tabi olmayın” dendiğini işittin. Sen hala kitapta olmadığı
halde Allah ve peygamber adına anlatılan her şeyi din diye dinliyorsan
Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Oku” dendiğini işittin. Sen hala okumayı islamın ve imanın
şartlarından bile saymıyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Ne dediğinizi bilmeden salât’a yaklaşmayın” dendiğini işittin.
Sen hala ne dediğini bilmeden namaz kılıyorsan Kuran’ı inkâr etmiş
olmuyor musun?
Kitapta “Kim ayetlerden yüz çevirirse ona bir şeytan sardırılır. Şeytan
onları yoldan çıkarır. Ama onlar kendilerini hala doğru yolda
zannederler.” dendiğini işittin. Sen hala ayetlerde ne dendiğini
önemsemiyorsan ve okumuyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Yemin olsun, öğüt alınsın diye Kuran’ın anlaşılmasını
kolaylaştırdık” dendiğini işittin. Sen hala “Biz onu anlayamayız!”
diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta peygamberin ahretteki tek şikâyetinin “Rabbim, halkım Kuran’ı
terk etti.” olduğunu işittin. Sen hala o kitabı anlamak peşinde değilsen
Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Bu kitabı indirmemiz size yetmiyor mu?” dendiğini işittin. Sen
hala “Kuran yetmez!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “İnsanların çoğu hüsranda, insanların çoğuna uyarsanız sizi
yoldan saptırır, insanların çoğu ortak koşmadan Allah’a iman etmez”
120
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
dendiğini işittin. Sen hala “Çoğunluğa uyarım!” diyorsan Kuran’ı inkâr
etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Sana vahyedilene uy. Dosdoğru yol budur.” dendiğini işittin.
Sen hala “Kuran ve peygamberin sünneti” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş
olmuyor musun?
Kitapta “İhtiyacınızdan artanı infak edin” dendiğini işittin. Sen hala
“Kırkta bir zekât!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Allah, kendisine ortak koşulması dışında tüm günahlarınızı
dilerse affeder” dendiğini işittin. Sen hala “Affedilmeyecek günah
sadece kul hakkıdır!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta “Allah tek olarak anıldığı zaman inanmayanların içini sıkıntı
basar. Ama Allah’la beraber başkaları da anıldığı zaman hemen
rahatlarlar.” dendiğini işittin. Sen hala sadece Allah’a yönelmeye
çalışırken peygamberin, meleklerin ve gelmiş geçmiş başka insanların
da adını anmaktan geri duramıyorsan, Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor
musun?
Kitapta “Kuran eksiksizdir, öğüt alınması için açık anlaşılırdır, kendini
açıklar, tamamlanmıştır” dendiğini işittin. Sen hala “Kuran’ı ancak
hadisler açıklar!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Kitapta bütün elçilere müşriklerce “Sapkın, sapık, sapmış, mecnun” gibi
sözlerle karşı çıkıldığını işittin. Sen hala “Kuran yeter” diyen müminlere
bile “Sapık!” diyorsan o müşriklere benzemiş ve Kuran’ı inkâr etmiş
olmuyor musun?
Kitapta “O zikri biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz” dendiğini
işittin. Sen hala, hafız olarak Kuran’ı unutulmaktan koruyacağını
zannediyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Allah, müşriklere atfen “Onlar eskilerin eserleriyle yol almaya
çalışırlar” derken sen hala eski âlimlerin eserleriyle yol almaya
çalışıyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
121
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kitapta “Kuran indirilirken sorulmamış ve dolayısıyla cevaplanmamış
olanlardan sorumlu olmadığımız”ı işittin. Sen hala başka haram ve
helaller uyduranlara dinmiş gibi uyuyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor
musun?
Kitapta “Bütün övgüler Allah’a” dendiğini işittin. Sen hala din adına
önüne geleni övüyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun?
Şimdi bütün bunları tekrar işittin. Peki itaat etmeyecek misin?…
Bana kızma! Düşün… İçimizdeki merhamet kibrimizi eritmese her
tekfir edilişe ve dışlanmaya katlanıp da bu kadar üsteler miydik! Sizi
gerçeğe çağırıyor olmasak sizinle dünyaya dalıp da gitmez miydik!
Allah’a dön. O’nun kitabını oku. Allah sana yeter. O ne güzel vekildir.
122
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Yazı ile ilgili Öne Çıkan Yorumlar…
Yorumcu: Peki Hz peygamberi bu yazınin neresine koyacaksiniz. Bu
dini bize aciklayan izah eden anlatan Hz resululahin kimeti harbiyesi
hiç mi yok. Bu sizin bahsettiğiniz din hangi dindir acaba.
Madem kuran diyorsunuz cenabi hak kurani kerim de ve ma atakumu
resulu feguzu hu ve ma nehakum anhu fentehu. O peygamber size neyi
verdiyse onu aliniz size neyi yasakladiysa ondan kaciniz buyurmuyor mu
Allah.
Peki sizler bu dinin icerisinden hz peygamberi ve sozlerini nasil
cikarirsiniz. Bu millet hz peygambere degilde size mi uyacak.
Bu fikirlerinizle sizler mezhepcilik yapmiyor musunuz.
Hz peygamber kurani kerimi acikladiği zaman hasa yanlis yapiyorda
sizler mi kurani kerimi acikladiginiz zaman doğru yapiyorsunuz.
böyle sacma sapan fikirlerinizi kendinize saklayin.
Kalemzáde: Selam M… E…. kardeşim, Gel adın gibi Mehmet ol, adın
gibi dininden emin olup da inan. Peygamber bu yazının her yerinde,
onun sözlerini başka yerde arama, ki Allah’ın Kuran’daki her lafzı
peygamberin ağzından çıkmıştır, gel mehmet ol gel bundan emin ol.
Allah’ın elçisinin kıymeti olmaz mı! Gel Allah’ın elçisinin okuduğu gibi
anlayarak oku kitabını.
Gel alıntıladığın ayetin önüne arkasına bak da konunun ne olduğunu
anla, ki orada dağıtılan ganimetlerden bahsedildiğini gör.
Gel din namına sadece kitabına uy ki fırkalaşmaya mezhepleşmeye sen
de uyma, ki kitabın hükümlerinde birleşenler ancak fırkalaşmazlar.
Gel bu milletin ne sana ne bana ne de imama değil de Kuran’a uyması
gerektiğini gör.
123
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Peygamber Kuran’ı beyan etmiştir, gel peygambere uy da sen de
başkalarının söylediklerini değil Kuran’ı beyan et.
Gel Mehmet emin ol. Sanki Allah bugün bir kitap indirmiş say ve aç o
kitabı hiçbirşey bilmiyormuş gibi ve sana iniyormuş gibi oku.
Gel merak et Allah ne demiş, anlamak için oku bu kez de ve iman et.
Sen de adın gibi Mehmet ol, sana bugüne kadar din diye anlatılanlardan
değil gel Kuran’dan emin ol.
Allah’a emanet ol.
124
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Affedin
Affetmezlikten Arınmak
Size bir şey soracağım… Affetmezliğimizden arındık mı? Sözgelimi, şu
duayı yapmaya hazır mıyız?
“Ben, bana karşı yapılan her şeyi, herkesi affettim, sen de beni affet
Rabbim.”
Şu ölümlü dünyadaki son gününüze gelmiş olduğunuzu düşünün…
Daha önce size yapılan kötülükleri affetmenizle affetmemeniz arasındaki
fark, o zaman çizgisinde, hayatınızın o son saniyelerinde ne önemdedir?
125
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Yazının devamına geçmeden önce aşağıdaki soruyu bir daha okuyun ve
gözlerinizi kapatıp az biraz düşünün.
Daha önce size yapılan kötülükler, dünya hayatınızın o son
saniyelerinde ne önemdedir?
Allah’ın “size yazıldı” dediği şeyler bize gösterdiği en iyi opsiyonlardan
biri midir yoksa bir şeyin “bize yazılmış olması”şart olması mı
demektir? Eğer yazılan şey şart olan ise neden kısas yazıldıktan sonra
kısastan vaz geçmek ve yapılanı affetmek daha hayırlı bir seçenek
olarak önümüze konulmuştur?
Kanaatimce yazılmış olan şey, inananlarca yapılması makbul olan,
asgari yüklenilebilecek şeydir. Bize kaldırabileceğimizden fazla yük
yüklemeyen Yaratıcımızın bize yazdığı şey, kapasitesi gereği en az yük
yüklenebilecek olanımızın yapabileceği şeydir. Ama içimizde öyle
cevherler olabilir ki daha fazlasını da yüklenebilir. İşte kısas buna en
güzel örnektir. Kendisine yapılana aynı misliyle karşılık vermek, yani
kısası uygulamak her müminin yapabileceği asgari yüktür. Ama bir
kısası affetmek her inananın yapabileceği değil, bu yükü
kaldırabileceklerin harcıdır.
Tecavüz edilmeye kalkılıp da katledilen Özgecan’ın babasının katil
hakkındaki sözlerini hatırlayın. “Benim kızım gitti diye o kişinin idam
edilmesini istemem…” diyebilen o güzel adam kapasitesinin ne kadar
üstünde bir yük yüklenebildiğini cümle âleme göstermişti. Ya biz! Ya
bizim başımıza Özgecan’ın babasının başına gelmiş olandan daha kötü
ne geldi ki affetmeye yanaşmayalım!
Demem o ki “kitabi olmak koşuluyla” daha hayırlı olduğuna işaret
edilen bir seçenek buluyorsak onu da tercih edebiliriz. Eğer Âdem’in
oğullarından biri, diğeri onu öldürmeye kalktığında karşılık vermiyor ve
bir anlamda kendine yapılanı Allah’tan korktuğunu ileri sürerek
affediyorsa, hatta bu yolda ölüyorsa… Allah bize bu örnekle kendimizin
de kitabı inceleyerek bulacağı birçok hikmetli davranışı seçenek olarak
veriyor demektir. “Sen beni öldürsen de ben sana elimi
126
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
kaldırmam.” demek, “isterim ki ben yargılayıcı olmayayım, o yargının
sahibi seni yargılasın.” demek ve bunun yanında affederek yargılayıcı
olmaktan arınmak istemek, “kendimi az buçuk bile ilah edinmek
istemem.” demek değil midir?
Ya biz! Sen bütün kabahatlerine, yaramazlıklarına rağmen kendini
affedip dururken, başkasının sana yaptıklarını affetmemek ne büyük iki
yüzlülük. Sen veya siz hitaplarım hepimiz içindir…
Dünyanın son gününde senin için onu affetmemişliğin mi daha büyük
suçtur, sana geçmişte başkaları tarafından yapılmış bir kötülük mü?
Bilemezsin. O halde hangisi ile öte tarafa geçmek istersin? Sana
yapılmış kötülüğü zaten Allah bildiğine göre senin için kötü olan
başkasının sana kötülüğü değil senin kendi kalbindeki o öfkedir. Sen
birisini affetmemiş olarak, Allah tarafından affolmayı umduğun tarafa
geçmek üzeresin. Neden tamamen arınmış olarak geçmeyesin de hala
kusurlu olasın! Dünyada olup bitmiş bir problemden dolayı kalbin
neden kirli olarak haşrolasın!
Diyelim ki yıllar önce birisinin hakkına girdiniz ve geri ödemenizi
yapamadınız. Belki o kişiyi bir daha bulamadınız ya da bulsanız da sizi
reddetti. Tevbe etmiş bir inanan olarak Allah’tan bekliyorsunuz ki
bundan dolayı sizi sorumlu tutmasın! Ama bir de varsayalım ki Allah’a
rağmen o kişi sizi affetmedi ve sorumlu tutmak istedi. O kişinin
karşısına öyle bir iyilikle çıkmalısınız ki, o sizin ödeyemediğinizin
değerini kat kat aşmış olarak elinizde oraya götürebileceğiniz ve
mizanda ağır yük çekecek bir şeyiniz olsun. O tarafa doları, lirayı
götüremezsiniz. Götürebilseydiniz bile tüm para birimlerinin değeri
sıfır. Değeri sıfır olan bir parayı “exchange” yapabileceğiniz hiçbir
döviz bürosu bulamazsınız. Öte tarafta bir işe yaramaz. Bu dünyada geri
vermeliydiniz. Ama veremediniz. Mal da götüremezsiniz. Ama
götürebilseydiniz bile o mal da öte tarafta, Allah’ın hazinesindekilerin
yanında çerçöpten başka anlam taşımayacak. O halde!
127
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
O halde, eğer kendi nefsinizi affediyorsanız, eğer Allah’ın da sizi
affetmesini bekliyorsanız, siz de başkalarını şimdiden affedin. Sizin o
kimseye yaptığınız kötülüğün bir benzerini ve hatta daha fazlasını
başkası size yapmış ve siz affetmişseniz, o affedilmemişlik durumunun
karşısına korkmadan çıkabilirsiniz.
O yüzden şu ölümlü dünyada bize yapılanlar her ne olursa olsun
(Allah’a karşı değil, sadece bize/şahsımıza yapılanları kastediyorum)
hadi onları ne varsa affedelim ki bizim yaptığımız aptalca
kabahatlerimizi de Allah affetsin. Kimde bizim hakkımız varsa helal
edelim ki, bizde hakkı olanlara karşı bir mazeret edinelim. Öyle ki,
aslında onları affederek kendimizi affetmiş olacağız. Çünkü
affetmezlikten de arınmalıyız. Eğer biz affetmiyorsak, affedilmeyi nasıl
hak edebiliriz! Bir duamız varsa onu dava edinmeden nasıl duamıza
icabet edilmesi için beklenti içine girebiliriz!
Kendi yaramazlıklarımızı ve kendimize ve başkalarına ettiklerimizi hiç
düşünmeden… kendimizi affedebilmiş gibi yaşıyor… ve hala
başkalarına aynı iyi niyeti (içsel olarak) gösteremiyorsak… gerçekte o
benzer kabahatlerimizden dolayı kendimizi de affetmemişiz demektir.
İkiyüzlülüğü başkasına karşı yapmak kötü de o ikiyüzlülüğü kendimize
karşı yapmak iyi mi? Kısacası kendimize de iki yüzlü olmamak
durumundayız.
Eğer
başkasından
beklentimizi
kendimize
uygulamıyorsak veya tam tersi kendimiz için gösterdiğimiz şefkati
başkasına besleyemiyorsak yine ikiyüzlülük yapmış oluyoruz.
O yüzden bugüne kadar bize bilerek ya da bilmeyerek yapılmış her
kötülüğü ve onu yapanları, ne kadar zor bir karar olsa da affedebilsek ve
gerçek affı sahibine iade edebilsek ne de güzel bir iş yapmış oluruz,
değil mi! Herkes kendisine yapılanı affederse, Allah da böyle insanların
O’na karşı yaptıkları hataları inşallah affedecektir.
Misalen… Senin üç kuruşunun üzerine yattı diye onu affetmezlik
yapma. Dünyanın veya ömrünün son günü o üç kuruşun da üç milyar
doların da hiçbir önemi kalmayacak, ama “affetmezlik”ten arınmamış
128
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
olanın bu arınmazlıktan doğan sorumluluğu ortadan kalkmış
olmayacaktır. Tasavvuf edebiyatı ya da arabesk yapmıyorum. Affetmek
sadece duygusal olmak zorunda değildir. Mantıklı bir karardır. Ki bu
karar birçok engeli ortadan kaldırır. Allah’ın affını düşünün. O’nun af
kararı bizim için cennete giden engelleri ortadan kaldırır. Bizim
kararımız da belki de bizim için bu engelin kalkmasında ilk aşamadır.
Hüküm sahibi sadece O olduğuna göre, biz “seni asla affetmem”
diyerek kendimizi hüküm sahibiymiş gibi nasıl görürüz! Eğer size birisi
kötülük yapmaya devam ediyorsa ondan sessizce ve affederek
uzaklaşmak varken, onu yargılama peşine düşmek kendini yargıç yerine
koymak değil midir?
Sevmediğimiz insanı bile affetmek kadar erdemli bir iş yapmaktan
neden kaçalım! Adem’in erdemli oğlu gibi davranalım. Sevmezsek de
uzaklaşsak da affedelim. Ki biz de affedilelim. Öte tarafta, bizim bu
hayatta iken bilerek ya da bilmeyerek hata ve kötülük yaptığımız
insanlarla yüzleşmek zorunda kaldığımızı varsayalım… ve
affedilmezliğe karşı en güzel kalkanı… affetmiş olma kalkanını
kuşanmış olalım.
Şu ölümlü dünyada bizim olan neyimiz var ki bir de böbürlenip
birilerini affetmezliğe soyunuyoruz! Hangi dağları biz yarattık, hangi
sineğin kanadındaki hayvan nesillerini biz taşıdık, hangi gezegeni
yıldızının etrafında biz yörüngede tutuyoruz, hangi nefesi biz veriyoruz
ki birilerini bize karşı sorumlu tutalım!
Affetmek, sana karşı kabahat işleyeni bu işinden dolayı artık sorumlu
tutmamaktır. O kadar özgür yaratılmışız ki Allah’ın bize olan affı bile,
bir anlamda bizim elimizde. Eğer Allah affedecekse biz istediğimiz, biz
affettiğimiz için olacaktır. Biz gerçekte neye talipsek Allah bize O’nu
verecektir. Bize sadece laf değil, sadece söz değil, sadece davranış değil
kalbimiz dahil “gerçeklik manasında” istemediğimiz hiçbir şeyi bize
vermeyecek, istediğimiz her şeyi verecektir. Biz bunun şahitleriyiz.
Allah kimseye zulmetmiyor. Biz bize zulmediyoruz. Dua ediyorsak onu
129
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
dava edinmek durumundayız. Herkesin kuşu boynunda değil mi?
Herkes yaptıkları ve yapmadıklarının karşılığını görmeyecek mi? O
halde “Allah’ım beni affet” demekle torpili değil, O’nun bize bu
affediliş için göstereceği yolu bulacağız.
“…Affedin!… Allah’ın da sizi affetmesini istemez misiniz!…” (24:22)
“Evet evet! Öyle tabi!” diye cevap verilecek, kalbe inmeden kulaklardan
gelip geçecek öylesine bir hatırlatma değil bu. Gerçeğin ta kendisi. Hem
de ta kendisi. Mesele hakkınız yendiğinde haklı olmanız değil. Allah
sizin haklı olduğunuzu zaten biliyor. Ama ölümlü dünya… Eğer siz
kendinize yapılanı affedemiyorsanız, kininiz, düşmanlığınız, öfkeniz,
yıkılmışlığınız ve yılgınlığınız bitmiyorsa haklı bile olsanız bir daha
düşünün. Cennet istiyorsanız cennet, rıza istiyorsanız rıza tamamen sizin
elinizde. Sevmeseniz de, yüz çevirseniz de, yüzünü görmek istemeseniz
de, bu da bana yapılır mıydı deseniz de, kızsanız da, sövseniz de, onu
affettiğinizi ona söylemeyecekseniz de, söyleyemesiniz de, yüzüne karşı
“seni asla affetmiyorum” demiş olsanız da, barışmasanız da, yılanın teki
olduğunu bilseniz ve uzak duracak olsanız da gelin affedin. O bilmese
de Allah bilsin affettiğinizi. Bu erdeminiz sizin, bizim yaptıklarımızın
umarım ki kefareti olacaktır. Size yaptıklarından dolayı öte tarafta
kimseyi size karşı sorumlu tutmayın ki, sizin yaptıklarınızdan dolayı
birisi sizi sorumlu tutarsa mizanınızda aksi yönde ağırlık yapmasın.
Affetmişliğiniz hep daha ağır kalsın.
Unutmayalım ki… Eğer Allah’ın üzerimizdeki merhameti olmasaydı hiç
birimiz temize çıkamazdık (24:21). Kitapta, bizi imanımızdan sonra
küfre döndürmeyi yürekten isteyenleri bile Allah’ın emri gelene kadar
affetmemiz istenir (2:109). Kendimiz için hayır olarak neyi verirsek,
Allah katında onu bulacağımızı bilmeliyiz (2:110). Güzel bir sözün ve
bir bağışlamanın ardından eziyet gelen bir doğrulamadan/sadakadan
üstün olduğunu unutmamalıyız (2:263). Nimet ve imkândan
başkalarına bağışladığımız, esasında bizim öz benliklerimiz lehinedir
(2:272). Kurtuluşa erenler öfkelerini yutup, insanları affedenler, güzel
düşünüp güzel davrananlar olacaktır (3:134). Bir kötülüğü affedersek,
130
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Allah’ı da çok affedici bulacağız (4:149). İçlerinden birazı dışında, diğer
insanların çoğundan sürekli ihanet görüp dursak da yine de onları
affetmemiz, aldırış etmememiz isteniyor bizden (5:13). Kısas hakkını
bile kim bağışlarsa, bu bağışlaması kendisi için günahlara bir perde olur,
deniyor (5:45). Kitaba varis olanlar bugün biz isek “Biz zaten
bağışlanacağız!” diyemeyiz, bu bağışlanmanın yolunu bulmak için o
kitabın içindekileri okuyup inceleyip aklımızı kullanmalıyız (7:169).
Cahillerden yüz çevirsek de affetmeyi esas almalıyız (7:199). Bize bu
dünyada (maddi ya da manevi) ne verilmişse dünya hayatının metaıdır,
Allah katında olan ise daha hayırlıdır (42:36). Öfkelensek bile
affedenlerden olmalıyız (42:37). Bir kötülüğün karşılığı tıpkısı bir
kötülük olsa bile, affetmeyi esas alanın ücretini bizzat Allah verecektir
(42:40). Affedebilmek çok büyük bir iştir. Sabredip bağışlayan bilsin ki
bu, işlerin en zorlularındandır (42:43). Yakınlarımızı da eğer affeder,
ellerini tutar, hatalarını görmezden gelirsek, kuşkusuz Allah’ı da bize
karşı affedici, merhamet edici buluruz (64:14)
Tüm bu ayetlerin yanında İncil’de de bu ayetleri destekleyen,
önümüzdekiyle doğrulayabileceğimiz gerçeğin ruhuna dair ifadeler
vardır. Matta 6:12’de “Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, Sen
de bizim suçlarımızı bağışla.” diye dua edilir. Yine Matta 6:14,15’de
mealen “Başkalarının suçlarını bağışlarsanız, Rabbiniz de sizin
suçlarınızı bağışlar. Ama siz başkalarının suçlarını bağışlamazsanız,
Rabbiniz de sizin suçlarınızı bağışlamaz.” denmektedir.
Bir kez daha içinde bulunduğumuz şu Ramazan ayı, inşallah hepimiz
için bağışlama ve bağışlanma için elimizden gelen en büyük çabayı
gösterdiğimiz bir ay olur. Hadi… Bundan önce ne geçtiyse geçsin bize
karşı yapılmış tüm kötülükleri affedelim. Bizim gibi insanlara düşen
inanıyorum ki budur. Selam ve saygılarımla, hayırlı Ramazanlar…
131
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Yazı ile ilgili Öne Çıkan Yorumlar…
Yorumcu1: İslam’da ve Kuran’da yer alan “Kısas” gibi mantıki akılla
vicdanla uyumlu bir duruma rağmen insanları çok pasif, aslında toz
pembe sevgi kelebeği gibi hoş görünse de vicdanen adaletsizliğe iten bir
yaklaşım olmuş.
Evet İslâm da birini affetmek güzeldir. Ama bize tokat atana diğer
yanağını çevirmek, sen beni öldürsen de ben sana dokunmam ya da
yazıda verildiği gibi özgecanın babasının sözünün alınıp “o şahsın idam
edilmesini istemem” (ki o babanın tıbbi yardımla sakinleştirici vs
aldığını düşünüyorum) gibi örneklerle kişiyi pasif duruma düşüren
yaklaşıma kesinlikle inanmıyor ve mümin kimliğimle karşı duruyorum.
İslam’da savunma savaşı vardır. Sana zulmedene baş kaldırırsın karşı
çıkarsın sen de ona yürürsün bu kadar basit. Ya da zina edenleri 4 şahit
durumunda 100 vuruşla ciltlerine ceza ehliyetini kullanırsın.
Bu yazılan anlayış pek çok kişiye göre “iyi niyet” gelse de Kuran
müminleri haksızlığa zulme çirkin işlere karşı aktif karşılık veren
kimseler haline getirir.
affederek yargılayıcı olmaktan arınmak istemek, “kendimi az buçuk bile
ilah edinmek istemem.” demek değildir. Kuran hükümlerine uyulduğu
müddetçe değildir…
Kalemzáde: P…, kısas hakkından vazgeçmenin daha hayırlı olduğunu
ben söylemiyorum, Kuran’da bu böyle ifade ediliyor.
Üstelik affetmek demek, suçun dünyevi bir karşılığı olmasın, katiller
ortalıkta serbestçe dolaşsın demek değildir. Yazı boyunca bahsettiğim af
mekanizması zaten bireysel ve içsel bir af mekanizmasıdır. Mağdur
olmuş müminle Allah arasındaki iletişimin bir parçasıdır. Bunu anlamış
olmalısın.
Yorumcu2: Merhabalar Cengiz bey, Affetmek aynı zamanda kendi iç
huzurumuzu da bulmak demektir bana göre, kendi iyiliğimizedir. Af
132
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
ederek, içimizde sıkıntı yaratan bir ruh halinden de kendimizi kurtarır
ve rahatlarız. Her halde, hep iyiliğmizi isteyen Yüce Rabbimizin bize bir
başka lütfu gibi de değerlendirebiliriz af etmeyi aslında. Çok zor bir şey
af etmek ama size katılıyorum ve af etmeyi kendimize öğretmeliyiz diye
düşünüyorum.
Selam ve dua ile….
Kalemzáde: Merhaba Ö… kardeşim, Yazıyı yayına hazırlarken aklımda
olan ama bir şekilde yazının içine eklemeyi unuttuğum bir konuydu
affın psikolojik yönü. Ama siz güzel ifade etmişsiniz. Ve ayrıca evet,
affetmek çok zor bir iş ve bu hem Kuran’daki ayetle sabit hem de
günlük yaşamımızda kendini ispat eden bir gerçek. İnşallah en çok
affedebilenlerden ve affedilenlerden oluruz.
Selamlarımla…
Yorumcu3: Merhaba cengiz bey.. Bizi en cok perdeleyen,tikayan bir
konuyu muhtesem yakalamis ve aciklamissiniz…P… kardes, cokluk
yanilgisiyla kendince hakli cikarimlar yapmis… Her ne yana baksan
Allahin vechini gorursun ayeti,icraatini yapanin Allah oldugunu
bilmemiz icin.. Teklik bakis acisiyla anlamaya gayret edince yazinizin
icerigi anlam buluyor. Ne halde olursen o halde hasrolacagim.. Ve ne
zaman vaktin gelecegini bilmedigime gore, bu hali bir an once hazmiyla
yasantima gecirmem gerek ki.. hazirliksiz yakalanmayayim..
Benim icin ihtiyacti bu yazi ,beyninize kaleminize saglik..
Allah nurunuzu ilminizi artirsin..
selam ve sevgiler..
Yorumcu4: Yazınızda özgecanın babası ile ilgili bölüm ve kendini az
buçuk bile ilah edinmek gibi ifadeyi ciddi yanlışlar olarak görüyorum.
Özgecan olayı sadece bir cinayet değil toplumda derin bir acı ve infial
uyandıran travmadır.
133
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kuranda yer alan bozgunculuk fesad çıkarma suçununda ağır bir
örneğidir. Ayrıca cinayet suçundan affetme durumunda bile fidye
ödenmesi gerekiyor.
Cinayet ve bozgunculuk suçunu diğerleri karıştırmamak gerekiyor
bunlarda af değil kısas teşvik edilen durumdur.
Yorumcu4: Yazınız af konusunda yanlış bir yönlendirme ve büyük
oranda abartı içeriyor. Cinayet ve bozgunculuk suçunda af değil kısas
teşvik edilen durumdur. Öldürülenler hakkındaki ayetten bir sonraki
ayette bu açıkça belirtiliyor.
Bakara, 179.. Ayet: “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır.
Umulur ki sakınırsınız.”
Özgecan olayı sadece bir cinayet değil toplumda derin bir acı ve infial
uyandıran travmadır. Ağır bir fesad suçudur aynı zamanda. Bu suç
sadece o insan ve ailesine değil toplum düzenine karşı işlenmiştir.
Kuranda yer alan kısas hükümleri intikam değil toplum düzeni içindir.
Dikkat edilirse affedilmesi teşvik edilen durumlar hafif suçlar ve
toplumsal ilişkilerde yaşanan hatalarla ilgilidir.
134
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Pamuk Gibi Bir İhtiyarın Tutarsız Duası
Dua mı Ediyoruz? Kendimizi mi Kandırıyoruz?
İzleyenler bilirler, televizyonda bir kanalda, kucağındaki bebeği ve
yanında kocası ile dünyayı gezen ve çektikleri görüntüleri paylaşıp
anlatan güler yüzlü bir kadının beğendiğim bir programı var. Geçenlerde
Mekke ve Medine’deydi. Orada rastladığı Türk vatandaşlarıyla da
röportajlar yapmış. Konuştuğu insanlar genellikle geleneksel İslami
inanca uyduğu, giyimleriyle kuşamlarıyla ve düzgün tıraşlarıyla
ülkemizin zengin Müslüman kesiminden olduğu intibaı uyandıran
kimselerdi. Yaşlı bir amcayla konuşmaları özellikle dikkatimi çekti.
Programı sunan kadın ona, oraları sordu. Adam da “Buralar çok güzel.”
dedi ve sözleriyle İslamın altın devrinin, peygamber zamanının ve
135
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
sahabenin hayatının kokusunu aldığını anlatmaya çalıştı. Ardından
samimi olarak dedi ki “Allah gelemeyenlere de buralara gelmeyi,
görmeyi nasip etsin.”
Birkaç kelam daha konuştuktan sonra bu kez sunucu bayan kaç defa bu
topraklara geldiğini sordu yaşlı amcaya. Adam yanındaki ailesine
dönerken gülümseyerek ve övünerek mırıldandı “Kaç kez oldu
hatırlamıyorum. Çok geldik çok. Neredeyse her fırsatta geliyoruz biz.”
Şimdi size soruyorum. Bu nur yüzlü, namazında niyazında olduğu ve
kimseye kötülük yapmak isteyeceğini zannetmediğim ve de kendisini
dine adadığı intibaı uyandıran bu amcanın “Allah gelemeyenlere de
buralara gelmeyi, görmeyi nasip etsin.” şeklinde ettiği dua ne kadar
samimidir?
İnsan kendisi için istediğini başkası için de istiyorsa bunu eyleme
dönüştürmeli değil midir? “Allah’ım sen bana verdin, ben de her sene
geliyorum. Başkalarına da ver.” demek Allah’a karşı samimi olmak
mıdır, yoksa Allah’a ve insanlara karşı ikiyüzlülüğün bir göstergesi
midir? Eğer sen her sene, her fırsatta buralara gezmeye geliyorsan, artık
gelmeyip başkalarını göndermeyi neden düşünmezsin? Allah’a sözde
başkaları için dua ederken, sen de bu duanı dava edinip başkalarının da
oraya gelmesi için neden gayret sarf etmezsin? Allah’ım bana ver,
dedikten sonra şükrün sadece teşekkür müdür yoksa sana verilenden
başkasına da vermek midir?
Her yaz tatilinde Miami’ye, Paris’e gidenler de senin gibi yapmıyorlar
mı? Onların içinde de buralar çok güzel, Allah herkese burayı görmeyi
nasip etsin diyenler yok mu? Hiç yalan söyleme amca! Sen geziyorsun,
lezzet alıyorsun… ve lezzet alırken Allah’ı da memnun ettiğini
zannediyor ve bununla huşu duyup övünüyorsun! Oysa Allah senden
paylaşmanı bekliyor da görmezden geliyorsun. Senin şükründe vefa
yok, senin duanda dava yok, senin nur yüzünde ışık yok. Sadece
kandırıyorsun. Hilkat garibesi olsaydın da yüzünde zerre nur olmayıp
kalbin nurla dolu olsaydı keşke. İnsanlara güler yüzlü olmasaydın da
136
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
ellerin başkalarını güldürseydi keşke! Senin “Allah başkalarına da nasip
etsin.” diye ettiğin dua ihtiyaç sahibi birine “Hadi, Allah versin” demeye
benziyor. Kırmızı şaraplı kuş sütü eksik olmayan masalarında yemek
yerken yarım somun ekmeği fakire vermeyi hatırlayamayanlardan hiçbir
farkın yok.
Sana bakınca gözümüz pamuk gibi bir ihtiyar görüyor ama varsa
yaptığın iyi amellerin de sanki bu arada boşa gidiyor! Ettiğin duanın
kimseye faydası yok! Allah sana “iyiyim” diye verdi zannediyorsun.
Bilmiyorsun ki duan sana geri dönüyor! Bilmiyorsun ki Allah sana o
kadar merhametli ki, ettiğin duanın karşılığını hep sana geri vererek
sana zikri hatırlatıyor. Ama kalbini kilitlemiş anlamıyorsun. Senin her
uçak biletinle bir aile iki ay karnını doyuruyor. Sen halinden
memnunsun, dünyalık istiyor, dünyayı alıyorsun. Ödülünü burada alıp,
öbür tarafa alacak bir şey bırakmıyorsun. Ömrün bitmeden keşke
uyanabilsen!
137
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Hál’e Kısa Bir Özet
Salãt ve Sair Tartışmalar Üzerine…
Fitnelere kapılmayıp, inananların din üzerine kavga etmemeleri gerekir.
İlmi tartışmaya evet, ama içinde kavga olanına hayır…
İnsan başına bir müsibet geldiği zaman zaten Allah’ı anar ve hatta
birinci sıraya oturtur. Yani istese de istemese de Allah’la bağlantısını
kurmaya başlar. Artık kötülüklerden alıkonulmak için ilave bir çabaya
gerek kalmamıştır. Zaten müsibet anında insan, mecburen Allah’la
bağlantısını ayakta tutmaktadır. Sözgelimi kimse hasta yatağından
kalkıp ya da ailesinden acil hasta bir üyesini öylece bırakıp hacca
gitmez, gitmemelidir de. Benim gözümde bunu yapmak akılsızlıktır.
Çünkü hacca gitmek bir yana hac zaten ayağına gelmiştir.
138
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kitapta Allah’ı sadece müsibet anında hatırlayanlar için neler
söylendiğini unutmayın.
Mesele o musibete uğramadığın zaman da Allah’ı anmak, O’nun birinci
gündemde olduğunu anlamaktır. Ki böylece normal zamanlarda da
kötülüklerden alıkoysun kendini. Salât kötülükten alıkoyar, ama
hastaysanız, seferdeyseniz, zordaysanız, başınızda bir güvenlik sıkıntısı
varsa Allah’ı isteseniz de istemeseniz de zaten tesbih etmektesinizdir.
Namaz oruç salat hac diye tartışıp durmayalım.
Ne yapmak istiyorsak onu, ne gördüysek onu, nasıl yapmak istiyorsak o
şekliyle yapalım. Salâtta namaz da vardır, oruç da, kilisenin tahta
sırasına kapaklanıp dua etmek de, yıldızları seyre dalıp Allah’ın
yaratışını düşünmek de. Kalkıştığın salât üşenerek kalktığın bir salâtsa,
hiç namazı savunma! Her sabah kalkıp ders yapmıyorsan salât derstir
diye dayatma. İki ayda bir birine beş kuruş verdiğinle övüneceksen ya
da yaptığın arkadaş toplantılarında sadece Kuran’ı anlamak üzerine
konuşup hayattaki problemlerinizi paylaşmak ve çözmek için birbirinize
destek olmayacaksanız hiç salat destekleşmedir de deme! Klasik müzik
dinlerken veya belgesel seyrederken Allah’ın sanatı aklına gelmiyorsa
hiç tesbihten de bahsetme.
Kitapta şu sırayla ve şöyle yapın diye yazması gerekmez. İster
uygun örfe uyarsın, ister kendin çıkarım yaparsın. Mesele nüsukları ne
şekilde yaptığın değil, neden yaptığındır. Ama işte bunları sadece
zorlukta değil kolaylıkta ve hayatın normal ritminde de yapabilmek ve
bu araçlarla böylece kötülükten alıkonulmaktır hedefleri. Onun ibadet
biçiminden sana ne! Sen kendininkine bak! İçini Allah tefekkürüyle mi
doldurdun yoksa başka birilerine aidiyet hissiyle mi diye! Davut da
kuşlarla beraber dağlara dönüp nağme ederdi. Allah’ın, Davut’u böyle
salat olmaz diye kınadığını mı okudun kitapta!
Hasta olduğunuz zaman zaten ne iştahınız, ne şehvetiniz, ne az önceki
boş tartışmalara önem atfettikleriniz ne de birisine kötülük yapma
isteğiniz kalır. Tek derdiniz sevdiğinizin ya da kendinizin sağlığı,
139
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
güvenliğinizdir. Birileri size yardım etse de etmese de tek yönelecek
olduğunuzun da, gerçeğin de Allah olduğunu hatırlarsınız. Her ne kadar
aklınızı kullanıp şifa çözümleri, doktorlar, problem çözücü vesileler
arasanız da her şeyin sahibinin, şifanın gerçek sahibinin O olduğunu
itiraf edemeseniz de hatırlarsınız. Bunu hatırlayabilmek için ne ayrıca
namaz kılmanıza, ne oruç tutmanıza ne de Kuran okumanıza gerek
kalmıştır. Allah size sizi mecburi bırakarak bunları o zorlukta ve o an’a
özel bir ritüelle size yaptırmaktadır zaten. Müsibet anında namaz
kıldığınızın farkında bile değilsinizdir. Zaten Yaratıcınızla zorunlu bir
iletişim halindesinizdir. Denenmektesinizdir. Eğitilmektesinizdir.
Tekâmül ettirilmektesinizdir. İtaat mi isyan mı edeceğiniz size malum
olmaktadır.
Demek ki mesele bunun ritüeli üzerinde tartışmak değil, yedi yirmidört,
sabah akşam O’nu zikredebilmekte yani hatırlayabilmekte ve hayatını
O’nunla birlikte olması gereken ritmine kavuşturabilmektedir. O
hayatınızın zaten içindedir. Mesele sizin bunu fark etmeniz ve böylece
kötülüklerden alıkonulmanızdır. Bir kötülüğe niyet ettiğiniz anda
Allah’ı hatırlayıp vazgeçmişseniz en iyi kıldığınız namazlardan, en
harika oruçlarınızdan biri emin olun ki odur. Çünkü o hatırlayışınız,
yapmaya niyetlendiğiniz bir kötülükten sizi vazgeçirmiştir.
Namazmış, oruçmuş, başörtüsüymüş, tarihsel miymiş evrensel miymiş,
şu var mıymış bu yok muymuş, iki vakit miymiş beş vakit miymiş… Bu
konular ve binlercesi kitabı daha iyi anlamak için belli başlı arkadaş ya
da fikri meclislerde konuşulabilir, araştırılabilir belki… Ama asla
parçalanma ve taraf olma sebebi olamaz, olmamalıdır. İnancını bile
beğenmediğiniz birileri kuyruklu yıldızlar üzerinde, hastalıkların
tedavisi üzerinde, yazılımlar, donanımlar üzerinde, tabiat ve mikrohayat
üzerinde araştırma yapıp bilerek ya da bilmeyerek insanlığa daha faydalı
buluşlar üzerinde tartışırken, inandığını söyleyen müslümanlar hala
başörtüsü ve seccade üzerinde ring kurmuş birbirini yumrukluyor ve
boğazlıyorsa bıraksınlar “iyi ve aklını kullanan kul olanlar bizleriz”
ayaklarını da, cennet hayallerini de. Görüşümce onlar bu halleriyle
140
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
aklını kullanan diğer beşer cinsi için sadece aklını kullanmayan ibretlik
birer canlı türü olarak kalabilirler.
Bugüne kadar sürekli tartışılan, ibadete ve kitabın anlaşılmasına yönelik
bu tip konularda hep birleştirici olmaya ve özellikle bir tarafa
yanaşmamaya çalıştım. Asıl önemli olanın tek ilaha ve dolayısıyla
gerçeğe yöneliş olduğunu belirtip durdum. Tartışmaları görüp salâtı
kendi anladığımca anlatmaya da çalıştım. Bir kısım insan namaz
inkârcısı derken, bir kısmı namazı ve ritüelini ispat etmeye çalışıyor
dedi. İlginçtir diğer bir kısım da orta yolcu demeye getirdi. Ben
kulluğumuzda özgürüz dedikçe çokları kendi inandığı gibi beni
anlamaya çalıştı.
İster örfe göre namaz kılın, ister Kuran okuyun, ister ders yapın, ister
fecre doğru eliniz ensenizde seyre dalın, eğer Allah’ı anıyorsanız bence
hepsi de ayrı ayrı ve bir arada doğrudur ve mesele yoktur dedim.
Cahilllikle bile itham edildim. Ama bir şeyi unuttular, ben hiçbir zaman
âlimim demedim ki! Yine de şunu gördüm ki, bugüne kadar din denince
aklımıza hep namazı orucu getirip gerçek tevhidin ne olduğunu bize
hatırlatmayanlar yüzünden bugün Kuran’a uyanan bizler de din denince
namaz oruç abdest hakkında konuşur, tartışır olduk.
Her seferinde birilerinin tek bir konuya dalıp gittiğini gördüm.
19 meselesine bakışımı anlatırken yine mesele o kitaptan öğüt almaktır
ama 19’la ilgili kitapta deliller görüyorum dedim. Tevbe suresinin son
iki ayetini ise kimse gerçekte reddediyor değil, mesele gerçeği
onaylamaksa o iki ayeti kitaptan saysın saymasın o ayette anlatılanların
gerçek olduğunun önünde değildir dedim. Ne 19’culara yaranabildim,
ne 19’u hiç düşünmeden reddedenlere ne de bundan haberi bile
olmayanlara. Ve bir kısım yine orta yolcu demeye kalktı. Oysa ben bu
tür her mesajımda iki tarafın haklı olduğu kadar, iki tarafın yanıldığını
da söyledim. Kavga etmeyin demek ikiniz de haklısınız demek değil,
dönüp kendimize bir daha bakalım, belki bizim de hatalarımız vardır,
önemli olan Allah’ın ne öğüt verdiğidir demektir. Kavga etmeyin
141
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
demek, bir olun da benimle kavga edin demek de değildir! Kimin nasibi
neyse onu anlasın. Bu kadar mı merhametsiziz ki herkes benim gibi
anlasın peşindeyiz. Eğer o kitaba inandığımızı ve onu mucize olarak
gördüğümüzü söylüyorsak herkesin kendisine lazım olan bilgiyi o
kitaptan alabileceği ihtimalini nasıl yok sayarız!
Eğer herkes kendi doğrusunu bulamayacak durumda ve sizin dediğinize
inanmak zorundaysa o kitaba olan güveninizde de ikiyüzlü bir yalancı
olduğunuz gibi bir gerçekle yüzleşmeniz gerekir. Gerçekten inandınız
mı yoksa hala kuşkularla mı bakıyorsunuz kitaba! Eğer farkına
varmadan hala kuşku duyuyorsanız sakın kimseye Kuran’ı anlatmaya
falan kalkmayın. Önce kendinize anlatın. Kuşkularınızı giderin.
Kuşkularınızı gidermek başkalarına fikrinizi onaylatmak değildir.
Cevabı verecek olan hem kitap hem de vicdanınızdır. Öğreten Allah’tır.
O öğrettiğinde zaten emin olacaksınız.
Fikrinizi onaylatmak ve bir hevesle ama yarım tefekkürle Kuran’ı
anlatmaya çalışmak peşinde olmamalıyız.
Bu sadece futbol takımı taraftarlığı olur o zaman! Bu gerçeğe hazır
mısınız! Takım taraftarlığı yaparsanız sadece kendinize yapılan faulleri
ve penaltıları görürsünüz. Böyle bir kutsal kitap anlayışınız varsa bunun
geleneksel mezhepçilikten ne farkı kalır ki! Onlar da sadece kendilerine
yapılan faulleri görüyorlar. Onlar da sadece kendi gibi olanları
seviyorlar. Siz daha iyi olarak ne yapıyorsunuz ki onlardan bir farkınız
ola!
Kimileri de kitabı basamak olarak kullanıp zoru görünce özledikleri
Tanrısız inanca ya da tanrılı ama vahiysiz bir inanca koştular. Onlar
aslında kitabı hiç anlayamayanlardı. Ben Kuran’ı artık anladım dedikten
sonra gerisin geriye öyle bir dönüş yaptılar ki Buhari’yle Tırmizi’nin
yerini Nietzsche ve Camus’un aldığının farkında bile olamadılar.
Dolayısıyla en fazla onlar kadar olabilmeyi hedeflediler. Allah’ın hedef
gösterdiği salih kulluk ise kaf dağının ardındaki bir ütopyadan öteye
geçemedi onlar için.
142
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Tarihsel evrensel tartışması da böyle.
Elbette Kuran’da tarihsel ifadeler vardır. Ve evrensel ifadeler de vardır.
Ama tüm ifadeler bir şekilde bize bugüne izdüşümü olan öğütler verir.
Neyi tartışıyorsunuz! Anlamaya ve tarihsel de olsa evrensel de olsa öğüt
almaya baksanıza! Evren sonlu mu sonsuz mu diye çatışanlara karşı
Kuran’ın verdiği cevabı hiç aklınızdan çıkarmayın. İkiniz de
yanılıyorsunuz diyor kitap. Ne sonlu ne de sonsuz, evren sürekli
genişliyor. Kavganızın sonu yok. Allah bilir siz bilemezsiniz. Bildiğinizi
söyleyin, bilmediğiniz konularda ilmi bekleyin olmaz mı! Neyin
peşindesiniz? Allah’lığın mı!!!
Kitabı eksik görmezken eksik görmeye doğru yelken açtı kimileri.
Halbuki yaptıkları kulağı ters taraftan göstermek oldu. Kitap eksiksizdir
dediğimizde, hiçbir zaman her hükmün orada harflerle satırlara yazılı
olduğunu iddia etmedik ki! İddia ettiğimiz şey din adına eksiksiz olduğu
ve akıl çerçevesinde okunan Kuran’ın her doğru hükme yetecek yeterli
bir işarete sahip olduğu idi. Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa
yazmakla bitmeyecek olanlar Allah’ın hikmet ve akıl çerçevesinde bize
anlattıkları idi. Ayetlerin sadece kitaptaki satırlarda değil, kendi hayat
cidarımızın içinde ve kâinatta da her yerde yazılı olduğunu
anlamadıysak, her seferinde yeni bir sahtekârın peşine düşme tehlikemiz
hep vardır.
Eğer bunu anlamadıysak sebebi, kendimize düşünmenin her seferinde
ağır gelmesi ve kolayına kaçıp hep başkalarından düşünmelerini
beklememizdir. Bu beklentinin farkında olanların içinden de her
seferinde sadece iyi insanlar çıkmaz karşımıza. Eğer tehlikelerin
farkında değilsek, bize verilen arı duru gördüğümüz bir bardak serin
suyun içine damlatılmış ufak bir damla zehir, işimizi bitirmeye
yetecektir. Zannetmeyin ki inandım diyen herkes inanmıştır. Birçokları
bunu bir taraftarlık ve yeni bir mezhep gibi yaşadığının farkında bile
değil.
Dikkat ederseniz siz de göreceksiniz, trajikomik şeylere tanık oluyoruz.
143
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Facebookta kırk küsur yaşında bir kadın bakıyorum çocuk denecek
yaşta biriyle konuştuğunun farkında bile değil. Çocukcağıza Kuran’da
namaz olmadığını anlatmaya çalışıyor. Yeterli bir bilgisi olmadığını
anlayınca yükleniyor da yükleniyor! Sonra bakıyorum bir lise öğrencisi
masumca bir tarafgirlikle bir partinin sloganını paylaşmış. Çok bilen (!)
50 yaşında bir adamsa filanca partinin yaptığı iyi işleri saydırıyor
çocuğa ve ne kadar körsün, vatana ihanet ediyorsun diyor! Sonra
dinibütün bir kadın bakıyorum onbeş yaşında kızı pantolonla çekilmiş
resmini facebook’a koyduğu için kınıyor da kınıyor! Bir bakıyorum
daha ortaokul öğrencisi bir çocuk peygamberin bir hadisini paylaşmış
diye bir çok bilmiş Kurancı çocuğa paylaştığı hadis nedeniyle sen
müşriksin demeye getiriyor.
Bunların teknik olarak birbirlerinden ne farkları var ki! Sosyal medyaya
tekdüze bakmayın. Dikkat edin göreceksiniz bunları! Ve bazen sizin
gibi düşünmeyenlerden bazen de sizin gibi düşündüğünü
zannettiklerinizden bile utanacaksınız! Yahu bu kadar gözü kör
olmayın! Doğru dürüst bir duruşunuz yoksa gidin kendi çocuğunuza
okuyun Kuran’ı mı anlatacaksınız hayatı mı her neyi anlatacaksanız!
Milletin daha ergenlik çağına ulaşmamış masum yavrularına kendinizi
ispatlamaya kalkmayın.
Madem Kuran’ı anladığınızı iddia ediyorsunuz, artık hayatınızla örnek
bir insan olsanıza!
Aklınızı kullansanıza! Artık cedelleşmeyi bırakıp arada bir hayata
yönelik güzel işler yapmaya başlasanıza! Emir kipinde konuştuğum için
alınanlar oluyor. Eğer üzerine alınmıyorlarsa bana da alınmasınlar. Eğer
üzerlerine alınıyorlarsa, zaten demiştim; kimin putunun boynuna baltayı
asacağım belli olmaz diye. Yeter ki put olsun, asarım da kırarım da.
Kime hitap ettiğimi biliyorum ben. İsimlere değil sıfatlara hitap eden
sizden çok da farkı olmayan bir adamım ben. Seni kast ediyorum sanma.
Hitabımın içinde sen de ben de olabilirim bazen. Kendi putumu
gördüğümde ilk önce onu kırıyorum. Bir yerde “buraya kadar, ben artık
oldum” diyerek hiç durmadım ve durmaya da niyetim yok. Sen
144
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
beğensen de beğenmesen de. Sen anlasan da anlamasan da. Seni değil,
senleri benleri kast ediyorum. Artık öfkelenmiyorum da… Yazışım,
derdimi anlatışım böyle arkadaş. Mesele sen ben değiliz, şu toplumun
vazgeçtiği Kuran, hala anlamadık mı!
Selam ile…
145
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Öfkeli Gençlerin (!) Kara Bayrağı
Kara Bayraktaki Büyük Yanlış
Bir üst düzey devlet büyüğümüz tarafından “öfkeli gençler” olarak
nitelendirilmiş olan, ancak kelle kesen, bomba olup patlayan, insanları
kurşuna dizip, kısas hükmünü hiçe sayarak “bir cana karşılık olmaksızın
can alan” ve “yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık, korku ve fesad
çıkaran” üstelik Allah’ın tevhid bayrağı altında bunu yaptığını iddia
eden bir örgütün kullandığı kara renkli bayrağı incelediğimde ortaya
benim bile gözlerime inanmakta zorluk çektiğim ilginç bir işaret
gördüm. Bunun üzerine aşağıya özetini çıkardığım araştırmayı yaparak
sizinle paylaşma gereği duydum. Belki de bu bayrağı onur duyarak ve
davasına inanarak taşıdığını düşünen bu malum öfkeli gençlerin(!) bile
146
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
farkına varamadığı ve öyle kolay kolay kabul edemeyeceği ilginç bir
işaret var bu bayrakta.
Bayrak ilk bakışta şöyle görünüyor… Üzerinde tevhid (La ilahe İlle
Allah | Allah’tan başka ilah yoktur) ibaresi ve onun altında (onu
anlayınca sevmemek ne mümkün olan) barışçı peygamberimizin gümüş
yüzüğünde var olduğu tarihi kaynaklarca bildirilen mührü. Çok bilen
güncel tarihçilerimizden Murak Bardakçı’nın ifadesi ile “bir tasarım
şaheseri” (!) olan bir kompozisyon görüyoruz bu kara bayrakta. Üstte
tevhid altta peygamberimizin risaletinin simgesi… Tam bir kelime-i
şehadet! Gerçekten de öyle mi acaba!
Allah’a ortak koşanlara bile sorsak “yeri göğü yaratan ilah kimdir” diye
“elbette ki Allah” derler ve hatta birçoğu “pek tabi ki O’ndan başka ilah
yoktur” derler. Bu kapsamda bayraktaki tevhid cümlesinde hiçbir sorun
yok. Ancak hemen altındaki peygamber mührüne sıra geldiğinde ne
yazdığına bir daha bakın!
“Allah-Rasul-Muhammed”
Bildiğiniz gibi arapça sağdan sola yazılır ve ama soldan sağa yazılan bir
dile çevrildiğinde tersten kavram kavram okunur ki anlam otursun. Aksi
takdirde kelimeler yerlerinden oynatıldığı için söylenenin tam tersi bir
anlam ifade edilmiş olur. Şimdi o mühre bir daha bakın. Ne yazıyor!!!
147
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kim kimin elçisi? Kim kimin resulü? İlah olan hangisi!!!
AllahResulMuhammed midir yoksa MuhammedResulAllah mıdır!!!
Eğer Allah kelimesi altta, Muhammed kelimesi üstte olsaydı itiraz
edemezdik. Eğer yazı türkçe olsaydı sözüm olamazdı. Ama yazı arapça!
Ama öyle bir arapça ki sanki önce türkçeye çevrilmiş, türkçe ya da
soldan sağa yazılmış bir başka dilde okunacak gibi yazılmış ama sonra
tekrar arap harfleriyle simgelenmek durumunda kalınmış gibi!
Şimdi aklımıza, bu sorundan şöyle bir kurtuluş reçetesi gelebilir. Mühür
gümüş yüzük üzerindedir ve düzgündür ama deri üzerine
baskılandığında ayna görüntüsü vermiştir! Ama eğer bu iddia doğru
olsaydı ya harfler ters olacak, soldan sağa okunacak biçimde deri
üzerine düşecek ya da yüzükteki harfler baskı için ters yapılandırılmış
olacak ve baskılandığında düz çıkmış olacaktı! Ama her iki durum da
yok, kelimeler yukarıdan aşağıya tek tek yazılmış.
Arapça sağdan sola yazılır ama kelimeler alta alta yazıldığında aşağıdan
yukarı değil yukarıdan aşağı okunur. Dolayısıyla bu iddia da boşa
çıkıyor. Yüzüğe dönü verilmiş olsaydı bile harfler ters görünmeliydi ki
yine iddia geçersiz kalıyor. Hat sanatı diyenler çıkacaktır. Hem yazı hat
değil, hem de peygamber döneminde hat sanatı olduğuna dair bir emare
yok. Biraz Osmanlı rüzgarı var gibi işin içinde.
Üstelik azıcık ince düşünün, Kuran peygamberi böyle bir imza atar
mı!!! Bu durumda geriye bir ihtimal kalıyor…
Bu mühür, bu kadar ciddi bir hata yapabileceğini zannetmediğim,
dünyanın gelmiş geçmiş en akıllı insanlarından biri olduğuna sonuna
kadar iman ettiğim bizim Kuran peygamberimize ait değil!
Peki bu mührü öfkeli gençler nereden bulup bayraklarına almış
olabilirler?
Onun cevabını da yine ilginçtir bu bayrağı tasarım harikası olarak
nitelendiren malum tarihçimiz geçtiğimiz dönemde açıklamış.
148
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
İşte bu mühür Topkapı sarayındaki kutsal emanetlerin arasında bulunan
ve peygamberimize ait olduğunu bildirilen mektupların altında duruyor.
Bu mührü öfkeli gençlerin dışında Harun Yahya mahlaslı şahsın
kullandığını daha önce görmüştüm. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı da
bu mührü zaman zaman yayınlarında resmederek kullanmıştır.
Peygamberimize ait olduğu bildirilen bu mühürlü mektuplara göz
atmanız için çevirilerini aşağıdaki resimlerle alıntıladım ve daha birçok
kaynakta ya da Topkapı sarayında da bulabilirsiniz. Onlara bir göz
atmanızı öneriyorum. Ama iş bununla da bitmeyecek!!!
Prof.Dr. İsmail Hakkı GÖKSOY’un bu mektupların orijinalitesi ile ilgili
şu makalesini okumanızı tavsiye ediyorum. Özetle şunları söylüyor…
Bu mektupların birincisi Mısır Kralı Mukavvıs’a atfen yazılmış…
149
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
İddiaya göre adının ne olduğu bilinmeyen Mısır Muvakkısı mesajdan
memnun kalmış ve Mariye ve Şirin isimli iki cariye ve bir hadım köleyi
peygamberimize hediye etmiştir! Bunun üzerine peygamber Mariye ile
Şirin de devrin şairlerinen biriyle evlenmiştir. Mariye’den de
peygamberimizin erkek çocuklarından İbrahim doğmuştur. Bunlar
rivayetler. Peygamberimize ait olduğu ileri sürülen bu mektupsa 1852
yılında Fransız bir seyyah tarafından başka bir eserin (muhtemelen bir
İncil) içerisine yapıştırılmış olarak bulunmuş ve ardından Osmanlı
150
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Sultanı Abdülaziz’e satılmış. Sultan da bunu kutsal emanetler arasına
koymuş. Mektubun altındaki mühür bu yazımın bahsi olan mühürdür.
Mektupların ikincisi Habeşistan Kralı Necaşi’ye atfen yazılmış…
İçeriğinde gönderilen arkadaşlarını muhafaza etmesinden bahsedilir ama
mektubun içinde İslam’a davet de vardır. Ancak hadislerde hicretten
önce peygamberimizin hiçbir hükümdara İslam’a davet gönderdiğine
dair bir kayıt yoktur. Hadislere göre Necaşi’ye gönderilen ilk mektupta
arkadaşlarına sadece iyi davranmasını istediği yazılıdır. Necaşi’ye
gönderilen asıl davet mektubu hadislere göre Mekke’nin fethinden
sonradır ve dolayısıyla içinde arkadaşlarının korunmasından
bahsedilmesi tutarsızdır. Bu durumda ya hadisler yanlıştır ya da mektup
peygamberimize ait değildir. İşin ilginç taraflarından biri de bu mektup
1940 yılında bir İngiliz tarafından Habeşli bir papazdan ele geçirildiği
151
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
iddiasıyla ortaya çıkmıştır. British Museum’un mektubu incelemesi
sonucuna göre mektup, peygamberimiz dönemine kadar geriye
tarihlenebilecek bir eskiliğe sahip değildir. Ve ayrıca yazı tipi o tarihlere
endekslenen Kuran Arapçası yazıtiplerine uymamaktadır. Rivayetin ise
İbni Hişam’ın uydurmaları olduğu iddia edilmektedir. Mektubun
altındaki mühür bu yazımın bahsi olan mühürdür.
Üçüncü mektubun Bizans İmparatoru Herakliyus’a gönderildiği iddia
edilmektedir.
Tebük seferine neden olan süreçten önce olduğu değil daha sonra
gönderildiği kabul edilen ikinci mektuptur. Rivayetlere göre ilk
mektubu reddeden Herakliyus, bu kez Kudüs’te elçiyi iyi niyetle kabul
etmiş ve aynı dönemde Gazze’de bulunan Ebu Süfyan’dan
peygamberimiz hakkında bilgi almış ve ardından Müslümanlığı kabul
etmiştir. Ama ardından gelen tarihi olaylar ve kralın tutumu bu iddiayı
152
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
yalanlar niteliktedir. Bu mektup da Ürdün’de son yüzyılda ortaya
çıkmıştır. Eski Ürdün Kralı Abdullah’ın hareminden bir kadın bu
mektubu İsviçre’de satmıştır. Ürdün Kralı Hüseyin ise bunu öğrenince
mektubu Abu Dabi Emirinden geri satın almıştır. Mektubun bin yıl
kadar eski olduğu söylenmektedir. Ama bu durum mühür için geçerli
midir!!! Mektubun altındaki mühür bu yazımın bahsi olan mühürdür.
Dördüncü mektubun İran Kisrasına gönderildiği görülmekte.
Bu mektup da 1963 yılında Beyrut’ta bir dergide resmedilerek ortaya
çıkmıştır. Lübnan’ın eski dış işleri bakanlarından birinin özel arşivinden
ortaya çıktığı belirtiliyor. Yazıtipi hicri dönemlere benzemekle beraber
mektubun yaşı hakkında bilimsel bir inceleme yapılmamıştır. Mektubun
altındaki mühür bu yazımın bahsi olan mühürdür.
Tüm bu mektupların içinde, muhaddis senet kritiğine göre bile sadece
Herakliyus’a gönderilen mektubun geçerliliği geleneksel İslam
külliyatına, daha doğrusu Buhari’de geçen hadise uygundur. Bunun
dışında kalan mektupların sıhhatleriyle ilgili, geçmiş ve güncel
çalışmalarda çok fazla şüphe bulunmakta. Günümüz ilahiyatçılarından
153
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Süleyman Ateş de bu mektupların hiçbirinin orijinal olmadığını,
içeriklerinin şüpheli olduğunu, mektupların rivayetlerin kendisi
olduğunu iddia etmektedir.
Görünene göre bu mektuplar Mısır’a da, İran’a da, Bizans’a da arapça
yazılmıştır. Hadi arapça yazılsın, neden çoğunlukla kuru bir İslam’a
davet, İslam ol ifadeleri vardır da İslam’ın içeriği hakkında, neye
uyulacağı hakkında yeterli bir detay yoktur! Yanında Kuran
gönderilmesi ihtimali yokken neye uyması gerektiği istenmiştir
krallardan!
Kralların birilerinden “ben Allah’ın elçisiyim” imzalı mektup almaları
durumunda bu kadar hassas davranmaları beklenilir bir tavır mıdır!
Peygamberimiz kendi yanındaki kitap ehlini bile inançlarında serbest
bırakmışken, o krallara örtülü tehdit içeren cümlelerden ziyade İslam’ın
yayılmasına engel olmamalarını, destek olmalarını, iyi niyet
beslemelerini istememiş olabilir mi! Bu mühür bulunan nüshalar neden
ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılda ortaya
çıkmıştır!
Daha önce peygamberin mührü bilinmiyor muydu!
154
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Bu arada bana bu mektuplara benzer bir mesaj gönderebilmek için
üşenmeyip beş on dakikalığına bir facebook adresi açıp beni Allah’a
davet eden ve mesajını okumamın hemen ardından hesabını ve kimliğini
yok eden ve de profil resminde bu yazıya konu mührü taşıyan arkadaşa,
derin tefekkür gerektiren manidar uyarısı için teşekkür ederim!
Allah’a davet güzeldir. O’ndan geldik O’na döneceğiz. Hiçbirimiz bunu
unutmayalım. O, tuzak kuranların tuzaklarını boşa çıkaracak olandır. Ve
Allah o kadar merhametli ve o kadar büyüktür ki hiçbir şeyle
kıyaslanamaz bile.
Öfkeli gençler sakinleşirlerse umarım ki bu manidar gerçekleri gözden
geçirirler. Öfkelerini yöneltecekleri gerçek istikametin, hangi dini
kimlikten olursa olsun masum insanlar olmadığını, gerçek inkârcıların
Allah’ın ve O’nun resulünün adını kullanarak, kelimelerin yerlerini
değiştirerek kendilerini aldatıp ölüme ve öldürmeye yönelten
bozguncular olduğunu ve onlara verilecek en iyi cevabın da bu kanlı
yapılaşmayı ve onun hedeflerini terk ederek Allah’ın kitabını hakkıyla
okuyup barışçı insanlar olarak yaşamaya devam etmeleri olduğunu,
vakit çok geç olmadan umarım görürler. Aksi takdirde yaptıklarının
hesabını veremeyeceklerini, kıyam günü yaptıklarının ve yapacaklarının
karşılığını en acı biçimde alacaklarını çok iyi bilmelidirler. Kışkırtılmış
bir öfke ile bu hayatını hiçe sayarak ölüme ve katle koşanlar, gerçekte
sonsuz hayatlarını yok etmekte ve azabın en büyüğüne kucak
açmaktadırlar. Bu dünyada ölüm kurtuluştur, ama öte dünyada ölüm
yoktur. Keşke bilselerdi! Keşke bu kötülükleri hiç yapmasalardı! Selam
ile…
155
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Allah’ın Sınırları Var Baba
İnsan, Allah’ın Sınırlarını Aşabilir mi?
Baba bak şimdi… Benim anladığım kadarıyla… İnsan kendini daha iyi
yapamaz! Ancak kendine verdiği zararı düzeltebilir. Allah bize de
yarattığı her şeye de sınırlar koymuş. Uçacağız diye sırtımızdan kanat
çıkartamayız ki baba. Allah isteseydi, bizi o şekilde yaratırdı. Biz ancak
O’nun koyduğu sınırlar içinde yarattıklarını kullanarak uçabiliyoruz.
Uçan da biz değiliz, O’nun yarattıkları.
Kendimiz aklımızı kullanıp O’nun verdiklerini bir araya toplamaktan
başka bir şey yapamıyoruz. Bizim kanadımız bile aklımız.
Ama Allah evreni genişlettiği gibi bize koyduğu sınırların içinde kalan
alanı da genişletiyor ve bu genişletmeyle ayetlerini bize bir bir açıyor
baba!…
156
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kuran’ın indiği yüzyılda bile insanın fark edebildiği hız sınırı hızlı
koşan bir atın hız sınırıydı. İnsan koşarak o ata yetişemezdi. Ama insan
o ata bindi ve diğer atı yetişti. İnsan yine sınırlıydı ama Allah, insanın
kendi kendine aşamayacağı hız sınırını yarattığı at ile insana aştırdı.
İnsan hala at kadar hızlı koşamıyor. Kendi bedenini daha iyi bir hale
getiremedi. Ama Allah sınırlarının önünü ona açtı.
İnsan ortaçağda uçağın hız sınırından berideydi. İnsan saatte 800 km.lik
hıza asla ulaşamadı. Ama uçağa bindi ve o hızı geçti. Atı kullanan insan
bu kez kuşlara bakıp kanatlar yaptı, hafif metalleri bir araya getirip hava
basıncını, tepkime kuvvetini kullandı. Allah’ın atlarına binmeye devam
etti. İnsan yine sınırlıydı ama kendi kendine aşamayacağı bir sınırını
Allah ona yarattığı doğanın ölçülerine uymasını sağlayarak aştırdı. İnsan
hala uçamıyor. Kendi bedeninde hala bir kanat çıkaramadı.
Allah insanı olması gereken mükemmelikte yaratmıştır…
Dolayısıyla ne müdahalede bulunursa bulunsun insan kendini daha iyi
bir hale getiremez. Tam aksine insan kendisine zarar verir. Yapabileceği
şey de işte kendine verdiği bu zarardan dönmek ve kendini düzeltmek
olabilir ancak. Ve insan başkasına ne zarar ne de fayda verebilir. Onlara
sadece kendi tecrübesiyle örneklik ya da ibretlik olabilir. Bu da kendi
elinde değil, onu Yaratanın oluşları var etmesiyledir.
İnsan özgür yaratılmıştır, ancak kendi üst sınırının altında ve alt
sınırının üstünde bir özgürlüktedir. Eğer üst sınırının üzerine çıkabilme
becerisi olsaydı zaten ilah olurdu. Bu yüzden insan kendi üst sınırından
ne kadar aşağıya düşerse ancak o kadar yukarıya çıkabilir. İnsanın
hedeflediği üst sınır yaratılmış her şeyin en iyisi, en şereflisi olma üst
sınırıdır. Düşebileceği alt sınır ise bunun simetriği olan yaratılmış her
şeyin en kötüsü, en şeref yoksunu olabilme alt sınırıdır. Onun daha
altına da inemez.
Eğer bunu başarabilseydi, kötülüğün alt sınırını koyan Yaratıcısını
yenmiş olurdu. İnsan asla bunu yapamaz. Ne kadar kötü olursa olsun,
Allah’ın müsaade ettiğinden daha kötü olamaz.
157
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Allah insana aynı zamanda, insanın kesin olarak tespit ettiği her sınıra
varabilmesi üzere yaratmıştır. Eğer bugün en yüksek hız ışık hızı ise,
insan bu ışık hızı atına binebilecek bir sınırdadır. Yani ışık hızı, insan
için artık üst sınır değil, onun altıdır. Şayet karadelik hızı ışığın bile
kaçamayacağı bir hızda ise artık ışık hızı da değil, karadeliğin olay
ufkudur insanın sınırı. Ve bu hak olarak tespit edilmişse karadelik olay
ufku artık üst sınırın altında insanın önüne açılabilecek olan sınırdır.
Ama sınırları insan değil Allah genişletir. Tam sınıra vardım dersiniz,
bir de bakarsınız ki sınır çok daha uzaklarda size göz kırpıyor. Binyıllar
önce insan için öküzün hızı sınır iken bugün karadelik ise, bu karadelik
fiziği o gün de vardı. Ama Allah, aklını daha iyi kullanana ve öğretene
kadar insanın önüne açmadı o sınırı.
Cennet ve Cehennem Sınırlar Ötesinde mi?
Cennet dediğimiz şeyi bugün net olarak anlayamıyor ve ancak Allah’ın
bildiklerimiz üzerinden bize onu açıklıyor oluşuyla kavramaya
çalışıyorsak şu an için cennet bizim algımızın ötesinde ve sınırın öbür
tarafındadır.
Allah’ın zatı için de durum böyledir. Biz Allah’ın ne olduğunu zanna
düşmeksizin anlayabiliriz ve takdir edebiliriz ancak Allah’ı her yönüyle
kavrayamayız, bilemeyiz. Biz O’nu değil, O bizi kavrar ve kapsar.
Eğer Allah’ı her yönüyle kavrayabilecek olsaydık, onu kapsamaya
kalkar ve haddimizi aşıp kendimiz Tanrı olurduk! Ama Yaratıcının
ölçüsü (kaderi) bizi sınırlardan muaf tutmuştur. Sadece ahlaki yöndeki
sınırlarımız değil maddi her sınır için de durum budur.
Eğer Allah’ın koyduğu sınırları aşmaya kalkarsak ancak kendimize
zarar veririz.
Cehennemin ne olduğunu bilmemiz için de onun manevi iklimini
yaşamamız gerekir. Onu yaşayana kadar bilemez, ancak anlayabiliriz.
Cehennemin ateş oluşu değil, azabı değil midir niteliği?
158
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Bugün bildiğimiz, ateşin yakıcılığı, yok ediciliği ve suyun ise
serinleticiliği ve yaşam kaynağı oluşudur. Bu iki ucun arasındaki azab
farkı her ne ise cennet ile cehennemin arasındaki fark da teknik olarak
sanıyorum ki odur.
Kıyas olarak iki oluşun arasındaki mutluluk farkı, aynı zamanda azap
farkıdır. Eğer cehennem ateşten bir yakış olmasa bile, bizim henüz
bilmediğimiz cennet Allah’ın bilgisi dahilinde o kadar mutluluk verici
olmalıdır ki, tüm dünyanın sahibi olarak şu dünyada yaşamaya devam
etmeye mahkum edilen bir kişi için bu dünya bile cehennemin ta kendisi
olabilir.
Allah’a inanan ve güvenen insanlar birgün uzay gemilerine binip
kâinatın daha keşfedilmemiş öbür ucundaki cennet adasına giderken, şu
dünyada diğer tüm kötülerle ebediyen yaşamaya mahkûm edilen bir kişi
için ayrıca ateş denizlerinden oluşan bir cehenneme belki de ihtiyaç bile
kalmayacaktır. Çünkü bu dünyada ebediyen yaşamaya devam edecek
olan kötüler er geç bu dünyayı sürekli kötüleşen bir cehenneme
çevirmeye devam edeceklerdir. Üstelik şeytanlarıyla beraberce.
Tabi ki bu benim kavramaya çalışmak için misalim. Böyle olacak
demiyorum. Ama anlamaya çalışırsak, Allah’ın sınırsız tüm vasıflarını
da anlamış oluruz. Bilmek ise elbette sınırların ötesinde.
Şihabın Kovalaması…
Eğer Allah o sınırları geçmemize hükmederse önümüze bir yeni sınır
daha koyar. Bu sınırlar da sürekli genişler ve asla o en üst sınıra
varamayız. Çünkü en üst sınırın ötesinde Allah’ın zaten kendisi vardır.
O sınırı aşmak insan için eğer mümkün olursa, onun Yaratıcısı zaten bir
üst sınıra çoktan geçmiş demektir. Dolayısıyla Allah tektir. O’na
yetişemezsiniz. Dolayısıyla asla ikinci bir tanrı söz konusu olamaz.
Eğer sen tanrı olduğunu zannedersen, aynı zamanda bilirsin ki gerçek
Tanrı çoktan senin üstünde bir Tanrı haline gelmiştir.
159
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Bence Allah’ın sınırlarını aşmaya kalkan şeytanları bir şihabın
kovalaması ve geri çevirmesinin manevi iklimi işte budur. Sınırı aşmaya
kalkanı bir bela kovalar, sınırları aşmaya kalkan kendine zarar verir,
sınırları aşmaya kalkanı vicdan azabı bürür, ahlaki sınırları aşmaya
kalkanın bile bunu gizlemek gibi bir derdi olur, sınırları aşmaya kalkan
başına dünyada bile bela alır.
Hiçbir yaratılmış asla Allah’tan daha merhametli, Allah’tan daha iyi,
Allah’tan daha bilgili, Allah’tan daha ahlaklı, Allah’tan daha güçlü,
Allah’tan daha akıllı olamaz.
Oluşan düzen kesinlikle en iyi düzendir.
Şu kâinat düzeninden ve şu insanlığın yaşadığı geçiş dünyasından daha
mantıklı bir geçiş dünyası söz konusu olamaz. Her şeyi en iyi bilen
Allah’tan daha iyi bilen bir başka varlık olamayacağına göre “Madem
öyle, Tanrınız şunu neden şöyle yaratmış da böyle yaratmamış” diyen
bir tanrıtanımazın hali içler acısıdır. Kendini sınırların ötesine
geçebilecek kadar yetenekli zanneden bu gariban beğenmediği bu
düzenin içinde, Allah’ı hakkıyla takdir edebilenler için sadece ibretlik
bir meta olduğunun farkında bile değildir.
Kimse sınırların ötesine geçemez, geçtiğini zannettiği anda peşine düşen
belanın tam da göbeğindedir. Allah’ın o üstün gücü ara sınırlar için
dilediğine vermesi müstesna.
İnsan kendisini daha iyi yapamaz, ancak kendine verdiği zarardan
dönebilir. Aynı biçimde insan şu düzeni ve dünyayı da kâinatı da daha
iyi hale getiremez, sadece verdiği zarardan dönebilir. Üstelik verdiği
zarardan döndüğü anda kâinat düzeni zaten kendi kendisini
düzeltebilecek ölçüyü uygular ve düzelir.
İnsan da aynı biçimde kendine zulmetmekten döndüğü anda onun için
koyulmuş doğa yasaları, ahlak yasaları ve Allah’ın sınırları içerisinde
kalması nedeniyle düzelmeye başlar. Bu Allah’ın yaratma sanatıdır. Hep
160
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
daha iyiye, başlangıçtaki mükemmeliyete döner yaratılmışlar. Geldiği
yere döner.
İnsan da bedeni de en güzel biçimde yaratılmıştır. Zaten olması gereken
mükemmellikte olan şeyi insan asla daha iyi yapamaz. Ancak bozar ya
da olanı kullanır. Oku atan insan değildir, Allah’tır. Ok da onundur, onu
atan el de, rüzgâr da, güç kuvvet de, hedef de.
Bütün düzen onun Yaratıcısı tarafından baştan sayılmış, dökülmüş,
ölçülüp biçilmiş ve sınırları sürekli genişletilecek biçimde var edilmiştir.
Zaman da onun içindedir, mekân da. Hepsi birden Yaratıcı için an’dır,
an’da oluşturulmuştur. Zaman bir çizgidir. Geçmekte olan zaman değil,
o zamandan ve mekândan pay verilenlerin geçişidir. Geçen zaman değil
bizim bedenimizdir. O da üflenen ruhumuzun şahitliğindedir. Bedenin
ölümü son değil, ruhun bizi taşıdığı ol’uşun doğumudur.
Sınırları ancak Allah genişletir, ancak O açar…
Kimse, Allah o sınırları açmadıkça, Allah’ın sınırlarını gerçekte
aşabilecek yetenekte değildir. O sınırları açıp yeni bir sınır koyan
Allah’tır. Allah’ın vahyini anlayamayanların üst sınırı o vahyin
anlaşılacağına dair sınırdır. Çünkü o sınırı kendilerine kendileri üst sınır
olarak koymuşlardır. Allah’ın vahyini anlayanların üst sınırı ise o vahyi
bilme sınırıdır.
O sınır, o vahyin tevil olduğu (gerçekleştiği) sınırdır. Vahyi tanıyanlar
onu anlarlar ama bilme sınırı o vahyi bizzat tecrübe edip yaşamalarıdır.
Bu da yine kendi özgürlükleri, kendi istemeleri dâhilindedir. O vahyi
tevil ile görüp bilenlerin sınırı ise Allah tarafından genişletilir. Kendini
vahye teslim edenin önüne yeni bir ufuk, yeni bir sınır açılır.
Kimileri son sınırdaki (sidretül münteha) ağacın yanında cennetin,
cehennemin bilgisini alacak kadar yaklaşıp onun ilminden de az da olsa
öğrenir, kimisi ise bizim gibi örtüsünü çekiştirir, günde kaç defa
eğileceğim diye tartışır durur!
161
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kimse en alim olamaz, alim Allah’tır. Kimse en merhametli olamaz,
Rahman Allah’tır. Kimse kimseyi kapsayacak kadar koruyamaz, en
Rahim olan Allah’tır. Kimse her şeye hükmedecek kadar büyüyemez,
Hüküm Allah’ındır, Hâkim olan Allah’tır.
Allah’ın gösterdiği sınırları aşmak için üstün bir güce ihtiyaç vardır. O
sınırın bilgisi kendisine açılmamış olan o sınıra ulaşmaya kalkarsa
kendisine zarar verir. Işık hızını aşabilecek bilgiye ulaşmamış olanlar, o
ışık hızını aşmaya kalkarsa kendilerine zarar verirler.
Karadelikten geçecek güce sahip olmayanlar o karadeliğin girdabında
yok olur giderler. Allah’ın bilgisini hak etmeden onu aşmaya kalkanları
bir ateş kovalar. Onlar da bu ateşten kaçmak zorunda kalır ve asla
öğrenemezler.
Ama aklını kullananlar için evren de bilgi de sürekli genişler. Çünkü o
kişiler Allah’ın sonsuz kudretinin farkında oldukları ve asla kendilerinin
de ilah olamayacaklarını bildikleri için bunu hak ederler.
2 Bakara 255
Allah’tan başka ilah yok. Hayy’dır O, sürekli diridir; Kayyûm’dur O,
kudretin kaynağıdır. Ne gaflet yaklaşır O’na ne kendinden geçme ne de
uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa yalnız O’nundur. O’nun
huzurunda, bizzat O’nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir! O,
insanların önden gönderdiklerini de bilir, arkada bıraktıklarını da!…
İnsanlar O’nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiçbir
şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre
kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması O’na hiç de zor gelmez.
Aliyy’dir O, yüceliğisınırsızdır; Azim’dir O, büyüklüğü sınırsızdır.
9 Tevbe 118
…Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, ÖZ
BENLİKLERİ KENDİLERİNİ SIKIŞTIRMIŞTI. Allah’ın öfkesinden
kurtulmak için yine Allah’a sığınmaktan BAŞKA ÇARE OLMADIĞINI
fark etmişlerdi. Sonra onlara tövbe nasip etti ki, ESKİ HALLERİNE
162
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
DÖNSÜNLER. Hiç kuşkusuz, Allah, tövbeleri çok çok kabul eden,
rahmeti SINIRSIZ olandır.
13 Rad 26
Allah, dilediği kimse için rızkı ALABİLDİĞİNE AÇAR DA, SINIRLAYIP
KISAR DA. İğreti dünya hayatıyla sevinip şımardılar. Oysaki dünya
hayatı, âhirete oranla SADECE KÜÇÜK BİR NİMETLENME.
Tüm bunlarla birlikte…
Dünyada iken bile bir insan, beş dakika içerisinde dünyanın en zengin
insanı da, en mutlu insanı da olabilir. Eğer size verilenden razı ve daha
fazlasına gözünüzü dikmiş değilseniz dünyanın en zengin insanı
sizsinizdir. Dünyanın parası en çok olan insanı sizin kadar zengin
değildir. Çünkü hala eksiği vardır. Henüz elde etmeyi düşündüğü daha
fazla para, daha fazla mal vardır.
Eğer hâlihazırdaki sevdiklerinizden memnun ve hatta sevmediklerinize
rağmen bulunduğunuz durumun size Allah’ın takdir ettiği pozisyon
olduğunu biliyor ve daha fazlasına O vermedikçe göz dikmiyorsanız,
insanlar size ne kadar hakaret ederlerse etsinler dünyanın en mutlu
insanı da en itibarlı insanı da sizsiniz demektir.
Hala makam ve mevki peşinde veya onu devam ettirme peşinde olan
dünyanın en yüksek makamlarında oturan insanlar, sizin kadar mutlu ve
bütün dünya insanları onları övse bile sizin kadar itibarlı
olamazlar. Bedenin ihtiyacı karnının doymasıdır gözünün değil. Ruhun
ihtiyacı ise Allah’ı ve kendisini bilmesidir, başkası hakkında hüküm
vermesi değil.
Bugün yine uzun bir yazı ile, çok başınızı ağrıttığımı biliyorum. Bu
makaledeki birçok çıkarımım için, ummadığım kadar derin
düşünceleriyle bana ufuk açan sevgili oğlum Emre’den Allah razı olsun.
Daha 16’sındaki Emre beni birkaç gün önce çok şaşırttı.
163
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Değme felsefecilerin bana anlatamadığını “Baba bak şimdi, benim
anladığım kadarıyla…” diye söze başlayıp bir saat içinde bana anlattı.
Bu yazıdaki ayetlere kadar olan bölümdeki tefekkürün bir kısmı ona
aittir.
Ben ancak düzenleyip, ayetlerle ilişkilendirerek biraz daha derinleştirip,
onun söylediklerini kendi dilimden yazıya dökebildim. Akıl yaşta değil
baştaymış gerçekten.
Selam ile…
164
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Allah Biliyorsa Bizim Seçim Şansımız
Var mı?
Bu yazıyı tıklamanız bir seçim ama çok küçük bir olasılıktı
Tıkladınız mı? Tamam! Bu linki tıklamanız o kadar küçük bir olasılıktı
ki belki de katrilyonda bir, belki de daha küçük. Şu anda burada
buluşmuş olma ihtimalimize bir mucize bile diyebilirsiniz. Ama bu
mucizeyi önümüze seren çok büyük oranda kendi seçim ve
seçimlerimiz. Tabi ki seçimlerimize ve sonuçlarına dair tüm düzeni
kuran ve seçimimizde olsun olmasın her şeyi yaratan ise elbette Allah.
165
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Şu anda merak ettiğiniz bir maçın sonucuna bakmak üzere bir spor
sayfasını inceliyor, bir başka web sitesinde haber okuyor ya da sosyal
medyada gezinmeye devam ediyor veyahut bir bardak çay almak için
mutfağa gidiyor olabilirdiniz. Ama zaman çizgisinin şu anki noktasında
sizin seçiminiz bu yazıyı okumaktan yana oldu. Yine de eğer
istiyorsanız şimdi gidip yine de çayınızı alabilirsiniz. Ardından
televizyon da seyredebilirsiniz. Yani her an seçeneğinizi
değiştirebilirsiniz. Geleneksel anlamda kullanırsak, kaderiniz sizin
elinizde.
Şu anda okumaya devam ediyorsanız bu gerçeklik… en az sizin ve
benim ve ilaveten bilgisayarlarımızı üretmeyi seçenin, onun
yazılımlarını yazmayı seçenin, benim gözümdeki gözlüğün camını
takanın, sizin biraz önceki baş ağrınızı geçiren hapı almanızın ve o hapı
üretmek için gerekli hammaddelerden birini tarlasında ekenin
kundaktaki bebeğinin ağlamıyor oluşunun ve sebepleri saymaya devam
edemeyeceğimiz belki de milyonlarca kişinin seçimleri sonucunda oldu.
Ne kadar muhteşem bir matematiğin ve olasılık hesaplarının sonucunda
şu anda birlikteyiz farkında mısınız?
Peki gelelim asıl seçim sorularına…
Tüm bunları yapan biz insanların seçimlerinin ne olacağını Allah daha
önceden tasarlamış mıydı? Yani klasik anlamda sorarsak, alın yazımız
çizilmiş miydi? Ne yapacağımız daha biz yapmadan belli miydi? Eğer
öyleyse nasıl bir denenme bu? Seçimlerimizden niçin sorumlu
tutuluyoruz?
Evet! Allah sizin ve benim şu anda bu yazıda buluşmuş olmamızı
önceden tasarlamış durumda. Ama başka bir şey daha var. Allah sizin ve
benim şu anda bu yazıda buluşMAmış olmamızı da tasarlamış durumda.
Hatta, şu anda sizin mutfakta gizlice şokellayı kaşıklarken, benim masa
tenisi oynuyor olmamı da tasarlamış durumda. Ve hatta benim bu yazıyı
hiç yazmamış sizin de hiç okumayacak olmanızı da tasarlamış durumda.
Örnekleri artırabilir ve görürüz ki buradan bile milyonlarca olasılık
166
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
ortaya çıkar. Hepsi de bizim seçimlerimizle ilgilidir. Demek ki Allah her
şeyi tasarlamış durumda ama biz onların içinden, kendi irademizle
istediğimizi seçiyoruz. Böylece seçimlerimiz bizim anladığımız
anlamda gerçeğe dönüşüyor.
Ama seçimlerimiz bir şarta bağlı…
O da Allah’ın tüm kâinata koyduğu ölçü, denge. İşte her ne seçim
yaparsak yapalım, kâinattaki bu dengenin sınırları içerisinde ve seçim
sonuç haritasına göre yapabiliriz. Yani ne yaparsak ne olur’a dair tüm
sonuçlar hesaplanmış ve belirlenmiş durumda. Taşı havaya doğru
atarsanız yere düşer, bu bellidir. Yerçekimi, özgül ağırlık, rüzgâr,
fırlatma gücü ve sair hepsi bir neden sonuç ilişkisi ve şartlar içinde
bellidir. Taşın havada asılı kalacağı durumlar bile söz konusu olsa, onu
da haritalayan bir neden sonuç ilişkisi mutlaka vardır.
Kısacası bütün seçenekler ve sonuçları, diğer seçeneklerin de etkileri
dâhilinde bellidir. Biz ise kendi seçeneklerimizle ilerler, yeni
seçimlerimizle bir yolda seçe seçe gideriz. Ama asla bu düzenin dışına
çıkamayız. O halde Allah sadece ne yapacağımızı değil, her
yapacağımızı, yapma ihtimalimiz olan her şeyi bilir.
Gelelim en ince soruya…
Allah seçme şansımız olan, olmayan her olasılığı biliyor tamam da…
Bizim, bu olasılıklar içinden hangisini seçeceğimizi de biliyor mu?
Allah bu düzeni kuran, bu kadar olasılığı yaratan ve insanın içine
ruhundan üfleyen ve de ona ondan yakın olan olduğuna göre
(anlaşılması açısından) en mükemmel tahmini yapıyor ve bu nedenle
kesin olarak biliyor elbette. O halde tüm bu düzenin gayesi bizim
kendimize şahit olmamız içindir. Allah zaten ezelen ve ebeden şahittir,
bizi yaratışı biz de kendimize şahit olalım diyedir. Kendi biletimizi bile
kendimiz kesecek kadar özgürüz ve buna tanık oluyoruz. Allah’ın
biliciliği vasfındandır, kadri gereği bilir. Ama biz bilmeyiz. Biz de
167
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
bilelim istiyor. O’nun biliyor oluşu bizim seçme hakkımıza asla engel
değil. Anlayalım diye, bilmiyorum mu desin!!!
Son soru… Madem biliyor, kötülüklere neden mani olmuyor?
Cevapların birincisi… Aslında birçoğuna mani oluyor. Ayrı bir konu…
Belki başka bir yazıda bahsederiz ama bunu kendi yaşamımızdaki vay
be şöyle olsaydı böyle olacaktı’lardan gayet rahat görebiliriz. İkincisi…
Tüm kötülüklere mani olsaydı ne bize ruh üflemesine gerek kalırdı, ne
de insan olarak yaratmasına, ne de iyinin ne olduğuna. Kötülüğü
olmayan o tür varlıkları zaten yarattı ve bize boyun eğdirdi. Biz de bu
özgür irademizle yaratılmışların en şereflisi ile en aşağılığı arasında bir
yer bulacağız kendimize. Olay bundan ibaret! En doğrusunu ise Allah
bilir. Çünkü O, bizim bilmediklerimizi de bilendir.
Selam ile…2
2
Bu yazı altına yapılmış onlarca yorumu okumak için kalemzade.net’i ziyaret
ediniz.
168
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Büyük Şehirler Küçük İnsanlar
Musa Dedi ki; İstanbul’a Gidin, İstediğiniz Orada Vardır!
Musa, onları çıkardıktan bir süre sonra, İsrailoğullarının tekrar Mısır’ı
özlemeye başladıklarını biliyorsunuz. Musa’dan, bıldırcın eti ve her
sabah bitkilerin üzerinden taze taze topladıkları kudret helvasına artık
katlanamadıklarını, bundan böyle yerin bitirdiklerinden de istediklerini
hatırlarsınız. Hatta Firavun’un onlara verdiklerine hasret çekenler ve
zoru görünce, keşke Musa’nın ardına düşmeyeydik diyenler olmuştur.
Musa da onlara “istedikleriniz Mısır’da var, dilerseniz oraya
gidebilirsiniz” der. Ama “siz iyi olanı daha aşağı olanla mı
değiştireceksiniz?” diye de ekler.
169
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Oysa Musa onlar için ayrı ayrı taze su pınarları bile tahsis etmişti.
Bozgunculuk yapmamaları ve kendi oluşturdukları şehre secde etmeleri
neticesinde umutlu bir geleceği işaret etmişti onlara. Ama onlar razı
olmadılar. Ayetin devamında, böylece onların üzerine hor görülmüşlük
ve yoksulluk damgası vurulduğu, dolayısıyla gazaba uğradıkları
belirtilir. Sebep olarak da ayetleri görmezden gelmeleri, elçileri
(öldürmeleri) yok saymaları, isyan etmeleri ve sınırları çiğnemeleri
gösterilir. Buradaki izdüşümünü bulmaya çalışırken ve Mısır’ın “bilinen
çevrili büyük şehir” anlamına da geldiğini öğrenmemin ardından aklıma
ülkemizdeki büyükşehirler ve kent hayatı geldi.
Yiyecek üzerinden gittiğimizde… Evet! Bugün de büyükşehirlerde her
türlü yiyeceği bulabiliriz. Kuru baklagillerden, sebze meyveye, her türlü
etten, bala ve süt ürünlerine kadar geniş bir yelpazede her şeyi
bulabiliriz. Ama şimdi ayetleri hatırlayarak şunları düşünelim…
Yiyeceklerin önemli bir kısmı birinci el değil sanayi etkili ya da sanayi
ürünüdür. Önemli bir bölümü kurutulmuş gıdalardır. En taze bilinen
sebze meyveler bile birkaç günlüktür. Süt ve et ürünleri çeşitli yollarla
sunileştirilmiştir. Seri üretime dayalı ürünler hem hileli hale getirilmiş
hem de kalitesizleştirilmiştir. Kaliteli ürünler ise diğerlerinden çok daha
pahalı ve çok daha azdır. İnsanlar köylerinde bedavaya yedikleri
yumurtayı almaya kalktıklarında şehrin dışına çıkmak ya da çok daha
fazla ücret ödemek zorunda kalıyorlar.
Su içmek için bırakın pınarların fışkırmasını, pet damacanadaki nasıl
doldurulduğundan emin olmadığınız bayat suyu içebiliyorsanız, en
azından çeşmeden akan klora basılmış ve zaman zaman neden
koktuğunu bile bilmediğiniz suyu içenler kadar şanssız değilsiniz
demektir.
Giyecek üzerinden gittiğimizde… Evet! Yine şalvardan bluejean’e her
şeyi bulmak mümkün. Ama ortalama kalitede bir giyecek için yine çok
fazla ücret ödemek gerekiyor. Çoğunluğun giymesi planlanan
kıyafetlerse daha ucuza satılmak üzere daha kalitesiz malzemeden, daha
170
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
kalitesiz dikişle, kullanım miadı çok daha kısa olarak pazarlanıyor.
Plastik ve çeşitli sentetik üst giysileri, üç gün sonra kenarı patlayan
ayakkabılar, seri üretilen ve dikişleri ilk giyişte atan, renkleri ilk
yıkamada solan ve vücuda zarar veren iç çamaşırları raflarda üst üste
satılıyor. Eğer bir üst kaliteyi bile alayım diyebiliyorsanız sadece en
alttan bir üst sınıfa çıkmışsınız demektir. Ama en üste çıkmanız için
yüzde sıfır nokta beşin kazandığı kadar para kazanıyor olmanız gerekir.
Emlak pazarından vasıtaya, mobilyadan beyaz eşyaya kadar her şeyin,
çoğumuz en kalitesizini ve bizim için üretilmiş olan en ucuzunu
almaktayız. Çünkü hak ettiğimiz o. Ölülerimizi bile gömerken mezarlık
var, mezarlık var! Öyle üst sınıfın manzaralı ya da korunmuş
mezarlıklarına gidip de ananızı babanızı gömemezsiniz. Siz gidersiniz
yer kalmadı derler, itibar sahibi biri ölünce yeri çoktan hazırdır.
Neyse uzatmayayım… Verecek daha binlerce örnek bulabiliriz. Ama
anlaşılan şu ki ayetleri zaman çizgisinde bugüne ve mekan düzleminde
bizim buralara izdüşürdüğümüzde İsrailoğullarının düştüğü gaflete
bizim toplumumuzun da hiç farkına varmadan düştüğünü görüyoruz.
Çeşitli nedenlerle ve büyük ümitlerle büyükşehre göç eden insanımıza
burada fakirlik ve hor görülmüşlük damgası çoktan vurulmuş
durumdadır.
Dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırının hemen hemen dört bin lira
olduğu bu günlerde büyükşehirlerde yaşayan insanların büyük kısmı net
bir biçimde yoksullukla damgalanmış durumdadır.
Belli nezih semtlerin belirli sakinleri dışında bugün büyükşehirlerde
yerleşik olarak yaşayan insanların çoğu toplumun avam kesimi olarak
görülmekte, hor görülmüşlükle damgalanmış durumdadır.
Bu insanların önemli kısmı kiracı olup kendi evi yoktur. Bu insanların
önemli bir kısmı ortalamanın çok altında ve genellikle asgari ücretle
geçinmektedir. Yine önemli bir kısmın tahsil seviyesi ortalamanın
altındadır.
171
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Oysa insanlar büyük şehirlerde kazandıklarının yarısını bile
kazandıklarında diğer kasaba ve şehirlerde, büyükşehre göre çok daha
rahat ve rafah içinde ve de sağlıklı bir hayat sürebilirler. Büyükşehirde
yaşamak pahalıdır ve kalitesizdir. Sağlıksız ve yorucudur. Ama
büyükşehirlere göç edilmesinin de nedenleri ortadan kaldırılmadan tabii
ki kimse kimseye köyüne dön de diyemez. O halde toplum uyanıp
çözüm bulmalıdır. Hizip yaratacaklara değil çözümü uygulayacaklara,
işinin ehline yüz vermelidir. Çözümün ne olduğunu toplum kendisi
bilmelidir. Çözümü bilmek için de önce nedenleri bilmelidir ki, kimi
neyin başına getireceğini de bilsin.
Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusun üçte ikisi köylerde iken
şu anda tam tersi üçte ikisi şehirlerde yaşıyor. İnsanların büyük
şehirlere göç etmesinin ardında yatan sebepler nelerdir diye siz de
düşünmüşsünüzdür. Kısaca sayarsak: Çoğu ekonomiktir… sosyal ve
siyasi nedenler de vardır… afetler… hızlı nüfus artışı… toprakların
yetersizleşmesi… şehirde iş bulma olanakları… makineli tarımın
artması ve insan gücü ihtiyacının azalması… kentlerdeki eğitim ve
sağlık hizmetleri… kolaycılık… özenti… de diğer nedenlerin başlıcaları.
Ya sonuçları! Dengesiz nüfus dağılımı… dengesiz yatırım… düzensiz
kentleşme.. altyapı yetersizlikleri… kentlerde işsizliğin artması… aşırı
nüfus yoğunluğu… trafik… kentlerde erkek nüfusun kırsalda kadın
nüfusunun artması… tarım alanlarının boşalması… hayvancılığın
azalması… çevre ve hava kirliliği… adaletsiz yerleşim… mafyalaşma…
Üstelik bugün tarımda çalışan nüfus azalsa bile sanırım halen
işgücünün çoğu tarım kesimi. Ama ülkemizde tarım verimliliği ve kişi
başına düşen tarımsal gelir maalesef köylüyü köyünde tutmayacak
kadar düşük.
Bu arada dış göçler de vardır. İş bulma ümidinin yanında savaş ve
asayiş sorunları nedeniyle de geri kalmışlık nedeniyle de olabiliyor…
Ayrıca dış göç beyin göçü olarak da gerçekleşebiliyor. Bunların da
nedenleri ve sonuçları ayrı bir bahis…
172
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Neyse.. İşte tüm bu zilletle damgalanışın sebebi de; kitaptaki ve
etrafındaki ayetleri görmezden gelen, hakka uymaktan ve haksızlığa
karşı kıyam etmekten men olunmuş, hep devlet büyüklerinin verdiği
vereceği ile oyalanmış bir toplum olmamızdır. Haksızlığa karşı kıyam
etmeyi hırsızlıkla, rüşvetle, torpille ve ne kazanırsan mübah olmakla
karıştıran kötü örnekler… hak aramayı silahla ve bozgunculukla
karıştıran illegal örgütlerse her zaman birileri tarafından maşa olarak
kullanılarak… toplumun barışçılık ve tekamül dahilindeki haklı tepkisi
etkisizleştirilmiş… birbirine karşı hizipleştirilmiş ve böylece manen her
seferinde köleleştirilmiştir. Kazananlar hep aynı, kaybedenlerse hep
birbirini yok etmekte. Birileri hep, aman bahçemize fakirler girmesin
derdinde. Fakirlerse sahiplerinin dediğinden çıkmayıp, koca bahçede
kendilerine tahsis edilen incir ağacından birbirini aşağıya atmakta.
İsrailoğullarının elinde ne var idiyse bugün toplumun elinde de o vardır.
Allah kimseyi aç bırakmaz. Birbirini aç bırakan insanlardır. Ama
insanlar beton binalar arasında yiyecek aradıkları sürece ne bıldırcın eti
ne de kudret helvası bulabilirler. Büyükşehirlerde bulacakları şey
şoklanmış hamburger, bayat ve kokusuz hormonlu sebzeler, raf ömrü
artırılmış kuru gıdalar ve plastik kokan sulardır!
İşte bugün de toplumun çoğu, ya durumunu doğal zannedip zilletinin
farkında bile olmadan yaşıyor ya da dertlerine çözüm bulmayı yine
kölelik şartları içerisinde arıyor. Oysa çözüm sadece ve sadece Allah’a
kul olmakta. İster büyükşehirde yaşa, ister köyde!
Selam ile…
173
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Batıdan Doğan Güneş!!!
Neden Cehennem, Neden Deneniyorum, Ben mi İstedim Dünyayı!
Şimşek çaktığında biraz yürüyenleri peşinden sürükleyip, etkisi geçince
karanlıkta öylece kalakaldıran birkaç soru, birkaç sorgulama var. Durup
dururken neden yaratıldım? Neden deneniyorum ki! Neden cehennem
diye bir ceza var? Bütün bunları ben mi istedim? Daha iyi bir düzen
kurulup da herkesi mutlu edecek bir son olamaz mıydı?
Kısa cevap… Olamazdı arkadaşım! En iyisi bu.
Sorulara karşı değilim. Elbette bu sorular da sorulmalı. Sorgulamaları
yapılmalı. Sağ olsunlar, böyle soruları gayet güzel bir üslupla ve iyi
zanlı mesajlarla bana soranlar var. Yazımın dili o arkadaşlar için değil.
Üzerlerine alınmasınlar. Çünkü bu soruları gerçeğin peşinde olan iyi
174
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
niyetliler sormuyor sadece. Üstelik kimseyi kınamıyorum bunları
sordukları için. Ben de sordum. Daha ağırlarını bile kendime sordum!
Bu bir süreç işi. Her birimiz belki de farklı aşamalarda deneniyoruz. Ve
belki de benim vereceğim cevaplar beni tatmin etse de başkasını
etmeyebilir. Çünkü sadece kendi cevaplarımı verebilirim, beklenileni
değil.
Denenme sadece imtihan olmak demek değildir. Aslında doğruyu
görebileceğimiz, iyiyi kötüyü ayırt edebileceğimiz, ilmimizi artırmak
için sebeplerin peşinde koşup koşmayacağımız oluşların karşımıza
çıkartılmasıdır. Denenme aynı zamanda ol’uşumuzdur. Bildiğimizde
manen secdemizi etmemiz, o gerçeğe teslim olmamız içindir. Ama
içimizde reddetme hevesi varsa soruları ona da mazeret ediniriz. Çünkü
o niyet gözümüze perde olmuştur.
Herkes için geçerli olmayabilir ammaaaa… Durum tespiti şöyle…
Yukarıda şimşeğe göre hareket ettiğimizde bizi peşinde sürükleyip
ortada bırakan sorular ve sorgulamalar dedim. Çünkü Allah’a gerçekte
iman etmiş olanların etrafındaki nur zaten sürekli bir aydınlık verir.
Çünkü onlar Allah’ı hakkıyla takdir edip bilmek isterler, reddetmek
değil. İşte bu aşamaya henüz geçememiş olanlar yukarıdaki soruları
sordukları zaman ya bir şimşek bekliyor ya da bir ateş yakmış oluyorlar.
Ama ateşin içinde nur yok. Niçin sorduğuna emin olunmadan sorulunca
olmuyor işte. Hüsnü zanla sormak var, sui zanla sormak var. Ateşi
yakmışız. Ateş etrafımızı aydınlatacakmış gibi yanıyor ama içinde
aydınlığı veren ışınlar olmayınca dibini bile aydınlatamıyor. Bunun
sebebi de o ateşi yakan bizim aydınlığı yıllardan beridir ateşten bekliyor
oluşumuz. Oysa aydınlık ateşte değil nurdadır. Ateşin çoğu ısıdır, ışık
değil. Ve bizim bahsettiğimiz ışık kafamızdaki iki gözle görünmüyor,
kalp gözü ile görülüyor.
Gelelim ayrıntılı cevaba…
Öncelikle… Seçim şansımız olmadan yeryüzüne gönderildiğimize emin
miyiz!!! Kitapta emaneti kabul ettiniz diyor. Ve işte bu da sözleşmeniz
175
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
diye ekliyor. Ben okuduğumu böyle anlıyorum. Tabi ki bu kitaba
inananları ilgilendirir.
İkincisi… İstesek de istemesek de artık varız yahu! Ve aklımız bu
konuda çaba sarf etmeniz gerektiğini, bu oyunu kuralına göre
oynamamız gerektiğini söylüyor. İstememiş bile olsaydık, şu anda
gerçek bu. Buradayız.
Üçüncüsü… Hiçbirimiz şu muhteşem evreni ve dengeyi yaratan kadar
bilgi sahibi olmadığımıza göre, evrenin var oluşu da bizim var oluşumuz
ve deneniyor oluşumuz da, tüm iyilikleri ve kötülükleriyle dünya hayatı
da olması gereken gibidir. Var mı itirazı olan!
Eğer bunun aksini iddia ediyorsak, onu çevirecek bir bilgimiz olması
gerekir. Bu da Tanrı’yı yenerek onun yerine geçmektir. Eğer bu evreni
yaratan Tanrıysa ki başka alternatif yok ve üstelik tek olmaması akla
ziyan.. en adaletli, en olması gereken, en geçerli düzen bu demektir.
Daha iyisi olmadığına göre en iyisi budur. Daha iyisi daha adaletlisi
olabileceğini iddia etmemiz bizim şeytanımızın aklımıza oyunudur.
Yaratan kuşkusuz en iyi biçimde yaratmıştır. Çünkü Yaratan O’dur. En
iyisi budur. Biz beğenmiyor bile olsak budur.
Dördüncüsü… Cennet de cehennem de dünyadaki bildiğimiz kavramlar
üzerinden benzeştirilerek bize anlatılır. Allah bize bilmediğimiz ve bu
dünyada gerçek mahiyetiyle bilemeyeceğimiz şeyleri açıklıyor. Önemli
olan manasını kavramaktır.
Su ile ateş arasındaki farkı düşünün. Bir de öte dünyada hesap verdikten
sonraki halimizi… iyiler (sözgelimi) evrenin taaaa öbür ucundaki
muhteşem güzelliklere sahip cennet adı verilen gezegene giderken… biz
bu dünyanın tamamına bile her dilediğimiz şekilde sahip olsak…
burasının ne kadar aşağıda kaldığını ve üstelik burada tecavüzcü, katil,
hırsız, kibirli kötülerle birlikte kaldığımızı görürüz. O halde başka bir
ateşe, bir başka cehenneme ihtiyaç mı kalır! Önemli olan, su ile ateş
arasındaki fark gibi, bir azaba ebediyyen müstehak olmamak için
uğraşıp didinmek değil mi?
176
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Dünyayı isteyene dünyanın hepsi verilse, birileri en en en ennn
güzeline… hatta bilemediğimiz kadar güzeline… ve bütün
kötülüklerden sıyrılmış olarak giderken… biz burada kötülerle, terleyen
bedenimizle, kestiğimiz tırnaklarla, kirlenmiş klozetlerimizle ve baca
kokularıyla kalmak zorunda kalırsak… başka cehenneme gerek var mı?
Böyledir demiyorum elbette. Sadece Allah’ın en iyi düzeni kurduğuna
eminim diyorum. Çünkü O bizim bilmediklerimizi biliyor. Çünkü
Yaratan O ve neye iyi diyorsa iyi olan odur. Bizim kısıtlı bilgimizle
beğendiğimiz ya da beğenmediklerimiz değil. Biz neyi beğenirsek en iyi
o, biz neyi beğenmezsek kötü olan o. Başka bir kitabımız var da oradan
mı okuyoruz bunları!
Hadi diyelim ki daha iyi bir dünya, daha iyi bir düzen, daha uyumlu(!)
bir evren ve herkesin mutlu sonunu okuyacağı bir kitap olsun hayat!
Allah’ın yaptığını, yarattığına burnumuzu çevirip, hadi beğenmedik
diyelim! Madem bu kadar isyan ettik, hadi bakalım iş başına! Hadi
sokalım ellerimizi taşın altına! Hadi elele verelim güneşi batıdan
doğuralım var mısınız!!! Hadi şu güneşi bir kez olsun batıdan doğuralım
da ondan sonra diyelim ki bu düzen kötü! Hadi gelin daha iyisini
yapalım! Oldu olacak yıldızların yerlerini değiştirelim, güneşi yazın
biraz küçültelim, ayı her güneş batışından sonra doğurtalım var
mısınız!!! Var mı bu işe önderlik edecek bir ilah aranızda ben de ona
uyacağım. Göstersin marifetini! Sorgusuz sualsiz hemen uyacağım!!!
Yani kalemzade konuyu nereye getirdin. Cevap basit! Tanrı manrı yok!
Hadi hobaraa!!! Allah yok diyelim! Ne olacak! Tüm bu işlerin milyarda
birini yapamadıktan sonra, kalkıp kâinatın bu düzeni ne kadar da kötü
demek ne demek! Akıl işi mi!!! Eğer tanrı yok diyorsak tanrı biziz
demektir! İnanmadığın Tanrı, karşılığını tamamladığını ve kendi
tasarımında her şeyi çözeceğini söylüyor. Hayır diyorsan, hadi sen çöz
şu dünyanın bütün sorunlarını! Sağla adaleti! İddian “O yok” ise sen
göster marifetini!
177
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Gösteremiyor musun? Yeteneksiz misin? O halde tanrı yok diyerek bu
tanrı olma hevesinden de, düzeni beğenmeyip kendini O’na ortak
koşmaktan da vazgeç. İki gram uyku uyutmayan bir dişi sivrisineği
bulamıyorsun odanda… ondan sonra kalkıp “bu düzen yanlış” diyorsun!
Aklını çalıştır biraz. Allah olmasaydı ne sen, ne ben, ne de şu evren
olurdu. Benim tek olan Allah’ım, bu düzeni en mükemmel şekilde
kurmuştur. Zaten kuran O ve daha iyisini kuracak kimseye henüz
rastlamadım. Haa onu da göreceğim gün gelecek. Ama yine O yapacak.
İşte orası cennetin ta kendisi olacak. Bu yüzden Ahiret var. Bu yüzden
ölümle bitmiyor. Hayal bile edemeyeceğin kadar güzel bir hayat seni
beklerken, sen sorularını kötü zanla sorarak istediğin cevapları veriyor
ve demek ki Allah yok zannederek hevesle azaba, gözyaşına, seni
saptıranlara öfkeyle diş gıcırdatmaya ve sonu gelmez bir pişmanlığa
koşuyorsun! Bir zan uğruna cehenneme gitmeye değer mi a benim güzel
kardeşim!
Selam ve sevgi ile…
178
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Sen Hep Varsın
Küçüğüz, Daha Çok Küçüğüz…
Hakk’ın merhametli gözünde bir bebek gibi olduğumuza eminim.
Hepimiz insanız ve halen kıyıya vurmaya namzet küçücük
çocuklarız. Allah kimseye zulmetmiyor. Kendi yapıp ettiklerimizden
dolayı bize ibretler gösteriyor… Ol’alım diye! Gerçek olan dünyaya
henüz gözümüzü açmadık. Daha doğmadık! Ol’uyoruz. Ama ol’urken,
gördüğümüz ibretlerden payımızı da almalı ve af dilemeliyiz. Affolmak,
ol’urkenki kötü olan taraflarımızdan arınmamız demektir. Daha iyi bir
adem olalım diyedir.
Aklı kullanırken duyguları yok sayamayız. Bazen sizin de O’nunla baş
başa kaldığınız duygusal anlarınız olur, bilirsiniz. Bize yalnız
179
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
olmadığımızı hatırlatır. Biz kendi kendimize hatırlıyoruz zannederiz.
Dilememizi ve yönelmemizi bekler. Farkındayım senin der. Neyi, neleri
dert ettiğini biliyorum der. Açığa vurduğunu da, içinde sakladıklarını da
biliyorum ve daha sen söylemeden neyi söyleyeceğini de anladım der.
Hiç de yalnız olmadığımızı sevgiyle ve merhametle hatırlatır. Ben
sadece bir tanesini yazıya döktüm. Sizin de yazılası ne çok olmuştur.
Sen Hep Varsın
Hatırımda Sen’sin. Nefesimde Sen. Yüreğimde Sen.
Sevgimde Sen. Kıyamımda Sen. Şükrümde Sen.
Gücüm de Sen’den, sevincim de Sen’den, hüznümde Sen.
En derinlerde Sen’siz yer yok, en yükseklerde Sen.
Alçalan gönüllerde Sen varsın, yükselen ilimlerde Sen.
Söylemeden Sen varsın, söylediğimde Sen.
Görmediğim yerlerde Sen varsın, çıkamadığım yerlerde Sen.
Bildiğimde Sen varsın, bilmediğimde Sen.
Görsem Sen, göremesem Sen, görülmesem Sen.
Bilsem Sen, bilemesem Sen, bilinmesem Sen.
Varlığımda Sen varsın, yokluğumda yine Sen.
Neden diye sorduğumda yanıtımda, yanıtladığım sorumda Sen.
Her zorluğumda omzumda, her kaybettiğimde yolumda Sen.
Dileğim o ki bağışla bizi ve yolumuza Sen’sizleri çıkartma.
Hissimde Sen varsın, fikrimde Sen, zikrimde Sen.
180
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
181
Kalemzáde|Kapıları Aşarken
Kalemzáde
Cengiz Yardım
Kalemzáde|BLOG2015
kalemzade.nete-kitap
182

Benzer belgeler