48-63 S. Calangu - İnfeksiyon Dünyası

Transkript

48-63 S. Calangu - İnfeksiyon Dünyası
Prof. Dr. Semra ÇALANGU,
dolu dolu yaflam›n› ve
infeksiyon
dünyas›ndaki
yolculu¤unu
detaylar›yla
anlatt›...
Prof. Dr. Çalangu dünyaya
gözlerini açtığı İstanbul Tıp
Fakültesi (Yukarı Gureba
Hastanesi)’nden hiç kopmadı.
48
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
Mustafa Aydın ÇEVİK
B
ugünü yaşamış olmaktan çok
mutluyum. İstanbul’dayım ve
bana infeksiyonu sevdiren hocamla; zengin ve dolu dolu yaşamını,
mesleğimizi ve camiamızın sorunlarını konuşmaya, onun görüşlerini sizlere aktarmaya geldim.
Mesleğimizi seçerken bu karara etki
eden insanlar ve olaylar olmuştur
çevremizde, hemen hepimiz için ge-
Kendinizden bahsedebilir misiniz? Nerede dünyaya geldiniz? Ailenizden, ilkokul, ortaokul, lise öğreniminizden ve daha sonrasından
ana hatları ile bahsedebilir misiniz?
İstanbul’da ve tam da bu hastanede (İstanbul Tıp Fakültesi) doğdum. O zamanki adıyla Yukarı Gureba Hastanesi kadın doğum servisinde. Oldukça da güç bir doğumla
dünyaya gelmişim. Kadın doğum
stajı yapan öğrenciler için de bu
güç doğum bir eğitim vakası olmuş. Annem bu olayı anlatırken
bundan hiç gocunmazdı. Çünkü
annem bir ilkokul öğretmeniydi.
Eğitim onun için çok önemliydi.
Babam ise İstanbul Belediyesi’nde
memurdu. İlkokulu Fatih’te okudum; Yavuz Selim Okulu’nda. İlkokul öğretmenimi o vefat edinceye
kadar hep aradım. Bundan yaklaşık bir on yıl önce yine bir öğretmenler gününde tekrar arayıp telefonla ölmüş olduğunu öğrenince de
çok üzüldüm. Ortaokulu Fatih Kız
Lisesi’nde okudum. Liseyi de ora-
çerlidir bu durum. Daha öğrenci iken
“ben bu branşı asla yapamam” dediğimiz uzmanlık alanları olmuştur. Veya tam tersi; “bu olabilir, bu alanda
uzman olabilirim” dediğimiz ve aklımızın bir köşesine yazdığımız branşlar olmuştur. 1980’li yılların ikinci
yarısında sanırım henüz 3. veya 4. sınıf öğrencisi iken bana İnfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji’yi
sevdiren, “evet bu branş olabilir, bu
alanda uzman olmak isterim” dedirten hocamla şimdi bu konu üzerine
röportaj yapıyorum. Hayat gerçekten çok ilginç…
Kendisine yayına hazırlanan İnfeksiyon Dünyası isimli dergiden bahsedip, ilk sayının röportaj konuğu olur
musunuz dediğimde her zamanki nezaketi ile bizi onurlandırmayı kabul
etti saygıdeğer hocam. Belki biraz
hazırlıklı olmak gerekebilir diye röportajin yapılacağı günden bir gün
önce hazırladığımız soruları internet
da bitirdim. İlkokula aslında erken
başladım; 5 yaşındaydım. 16 Ocak
doğumluyum ben. Henüz 6 yaşını
tamamlamamış olduğum için okula alınmamda biraz zorlukla karşılaştı ailem. Ama anlattıklarına göre zaten okula başlamadan önce
okuma ve küçük hesaplar yapmayı
çözmüşüm anlaşılan. Dolayısıyla
beni bir sınava aldılar ve sınavda
başarılı olarak okula başladım.
Lise sonrası, İstanbul Tıp Fakültesi’ne girdim. Doğrusunu isterseniz,
o sıralarda moda meslek olan Kimya Mühendisliği idi isteğim. Kimya
mühendisi olmak için Teknik Üniversite sınavlarına girdim, kazanamayınca çok üzülmüştüm. Çünkü
Fatih Kız Lisesi 6 fen sınıfındaki en
iyi, en çalışkan arkadaşlarımızın
hepsi Teknik Üniversite’ye girdiler,
ben istediğim bölüme girmeyi başaramadım. İstanbul Tıp Fakültesi’ne biraz da üzülerek girmiştim
ama şimdi dönüp bakıyorum iyi ki
girmişim. Sonradan bu konuda bir
hayat felsefesi de geliştirdim doğrusu. Aslında insanın önce üzüldü-
aracılığı ile gönderdim. Kendisiyle
röportaja gittiğim gün, “yeri doldurulamaz” dediği Attila İlhan’ın ebediyete göç etmiş olduğu gündü. Ben de,
İstanbul sevdalısı hocamla röportajımıza, Attila İlhan’ı anarak başlamak
istedim. Ve yaklaşık 2.5 saat süren
ve ilgi duyanların su gibi okuyacağı
güzel bir röportaj yaptık. Aynı zamanda tarihe not düşmek adına da
iyi oldu diyebilirim. Röportaj bittiğinde bir kez daha “bana infeksiyonu
iyi ki sevdirmişsiniz hocam, mesleğimiz adına varsa yaptığım iyi şeyler sizin, kötü şeyler benim olsun” diyerek
ayrıldım odasından.
Bazıları vardır, sayıları azdır onların;
elde ettikleriyle yetinmezler, yaşamdan daha fazlasını isterler. Yaşamları;
merak, öğrenme, özgürlük ve maneviyatlarını zenginleştirmek üzerine
kurulmuştur. İşte bu nitelikleri kendisinde toplamış bir isim Prof. Dr.
Semra Çalangu.
ğü şeyler aradan zaman geçince,
dönüp baktığında iyi ki öyle olmuş
dedirtiyor. İnsan hiçbir şeye çok
üzülmemeli diye düşünüyorum.
1963’te girdiğim İstanbul Tıp Fakültesi’ni, 1969’da bitirdim. Aynı
sene buraya yani yine aynı fakülteye iç hastalıkları asistanı olarak
girdim. Dolayısıyla doğduğum hastaneden hiç kopmamış oldum böylece. 1970’de 4 Şubat’ta iç hastalıkları uzmanı oldum. Ve yine kaderin bir cilvesi olarak bir tarafa
gitmeyip bu ailenin içerisinde kaldım. O zamanki hocalarım, Prof.
İlhan Ulagay, Prof. Mehmet Oran
ve daha sonra Prof. Cihat Abaoğlu
gerçekten yolumu çizmekte bana
çok yardımcı oldular. Onların sayesinde karaciğer hastalıklarıyla
özellikle ilgilendim. Ve bu konuda
tez yapmak üzere 1976 yılında İngiltere’ye gittim. Londra’da bir yıl
süreyle Charing Cross Hospital’da
deneysel araştırmalar yaptım. Dönüşte 1978’de doçentliğimi kazandım ve doçent olduğum zaman sadece 31 yaşındaydım. O zaman için
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
49
doçentlik açısından çok genç
bir yaştı bu. Şimdi 31 yaşında doçent olmak oldukça kolay. O zaman doçentlik çok
daha zordu. Hem orijinal bir
tez hazırlamak gerekiyordu,
hem yabancı dil sınavına, İngilizce’den Türkçe’ye ve
Türkçe’den İngilizce’ye olmak üzere girmek gerekiyordu. Hem de bir deneme dersini başarmak gerekiyordu.
Ama başarılı oldum. Fakat
daha sonra kadro beklemeye
başladım. 1980 darbesinden
sonra -darbe sözcüğünü kullanmayı seviyorum- üniversitelere
bir kıyım uygulandı diyebiliriz.
Dolayısıyla bu kadar hızlı asistan,
başasistan, doçent olmuşken tam
10 yıl profesör olamadım. 1988’de
ancak toplu olarak profesör kadroları dağıtıldığında ben de herkesle
birlikte profesör oldum. O nedenle
de hala yakın tanıdıklarım bilirler,
kendimi tanımlarken profesör ünvanımı kullanmayı sevmem. Genellikle doktor ünvanını kullanmayı
tercih ederim. Çünkü bence profesörlük, çaba göstererek kazandığım
bir ünvan değil diğerleri gibi. Herkes olurken ben de oldum diye düşünüyorum.
İstanbul Tıp Fakültesinde Klinik Bakteriyoloji ve İnfeksiyon
Hastalıkları Anabilim dalını kurdunuz. İnfeksiyon Hastalıkları alanını tercih etmenizdeki faktörler
nelerdi?
1978’den sonra İç Hastalıkları
Kürsüsü’nde doçent olarak kaldım.
1982’de İç Hastalıkları Genel Dahiliye Bilim Dalı’nda doçent olarak
görevime devam ederken, o zamanki dekanımız rahmetli Prof. Cemalettin Öner’in, acil hekimlik konusuna verdiği önem ve beni bu yönde yönlendirmesiyle, İç Hastalıkları Anabilim Dalı’nın acil birim yöneticiliğine atandım. Yanlış hatırlamıyorsam, 1982’de YÖK kuruldu. 1983’de, YÖK uzmanlık dalları
arasında yer alan ama İstanbul Tıp
50
Fakültesi’nde bulunmayan İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nın tüm
üniversitelerde kurulmasıyla ilgili
bir karar çıkardı. İstanbul Tıp Fakültesi Yönetim Kurulu da bu eksikliği kapatmak için bu karara
uymak kararını aldı. Ama doğrusunu isterseniz, uzun süre -bunu
da belirtmekte yarar var, bu da tarihteki yerini bulacaktır- İstanbul
Tıp Fakültesi’nde bu anabilim dalının kurulmaması için çaba gösterildi. Çünkü Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nda görevli olan hocalarımız klinikten tamamıyla kopuk
hocalardı. Çok iyi mikrobiyoloji
hocalarımız vardı. Bunu söylemeden geçemeyeceğim, hakikaten çok
iyi hocalarımız vardı. Ama klinikle
ilgileri yoktu. İnfeksiyon hastalıklarının klinikle ilgili olan dersleri
ve hastaların takibi iç hastalıkları
hocaları tarafından yapılırdı. 1982
öncesi bu dersin anlatıldığı bilim
dalının adı Genel Dahiliye ve İnfeksiyon Bilim Dalı idi.
1982 yılında, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nın kuruluş kararı çıkıp,
Yönetim Kurulu da “Evet, burada,
bu anabilim dalı kurulacak” diye
karar verdiği halde iki taraf da bir
üçüncünün gelişmesine pek rıza
göstermediler. Bir iletişim yoktu
aralarında. Mikrobiyoloji bu dalın
İç Hastalıkları içerisinde yer almasını istemediği gibi, İç Hastalıkları
da “Mikrobiyologlar klinikten ne
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
anlar?” deyip bunu bırakmak
istemediler. Dolayısıyla uzunca bir süre bu karar uygulamaya geçmedi, sümen altında
kaldı. 1983 yılında, hemen
burada adını zikretmeliyim;
Allah rahmet eylesin, nur
içinde yatsın, İstanbul Tıp
Fakültesi’ne çok emeği geçmiş, çok hoca, pek çok öğrenci yetiştirmiş ve belki gerçekte olduğu kadar kıymeti bilinmemiş bir hocamız, Enver
Tali Çetin hocamızın destek
olmasıyla bu anabilim dalı
kurulmuştur. Bu anabilim
dalının kurulması için hocanın
desteğini almakta sanırım naçizane benim katkım olmuştur. Çünkü
hoca beni çok severdi. Ben de hocayı çok sayardım. Ve Enver Tali
hoca aslında sanırım az kişiye güvenirdi. Ben o güvendikleri arasındaydım. Bana güvendi, ben de sanırım onun güvenini hiç boş çıkarmadım. Yönetim kurulu kararının
uygulamaya geçmesi için, buraya
kadro verilmesi için de destek oldu. İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı,
İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik
Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Kurucu Başkanı olarak beni atadı.
Buraya Murat Dilmener hocayla
birlikte İç Hastalıkları’ndan geçtik. Yataklı bir servis kurmakta hiç
sorun olmadı, buna karşılık laboratuvar sorunumuz vardı. Murat
Dilmener ve ben, ikimizde infeksiyoncu değildik. Böyle bir diplomamız yok. Ama gayretimiz var, emeğimizi koymaya da hazırız. Özellikle Murat hocayı ben bu konuda
ikna ettim. Daha sonra ikna ettiğim için zaman zaman eleştirilere
de çok uğramışımdır. Ama yaptığımın doğru olduğunu hala düşünüyorum. Şöyle dedim: “Bizim İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı kurmamız için ihtisas vermemiz lazım.
Ama ikimizin de ihtisası yok. Dolayısıyla ihtisas verebilecek bir öğretim üyesini almamız lazım buraya”. Tabii ki ikinci bir yol, Murat
Dilmener ve/veya benim bu ihtisası almamız idi. İkinci yol bugün
için de mümkün değildir. O zamanda mümkün değildi. Çünkü yeniden öğrencilerimizle birlikte sınavlara girmek gerekiyordu. Tabii ki
aynen korsan kitaplar gibi korsan
bir ihtisas belgesi olabilirdi. Türkiye’de her şey mümkün. Bu da
mümkün olabilirdi. Ama Murat
hoca da, ben de bu yola başvurmadık. Ve Murat hoca daha da uğraştı hatta. YÖK’e görüş almak için
yazılı olarak başvurdu. Ben de altını imzaladım ama YÖK; İnfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji bir ana dal olduğu için başka
bir ana dalda ihtisas yapmış olan
nun temini de yine Enver Tali hocanın gayretiyle olmuştur. Sadece
öğretim üyesi değil, asistan kadroları da gerekiyordu. Sanırım İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji dalının kurulması ve gelişmesi sürecinde hiçbir şey beni
bu ana dala kadro bulmak kadar
zorlamamıştır, üzmemiştir, geceleri
uykumu kaçırmamıştır. Beni üzen,
kıran bir süreçtir. Kadro temini tabii ki her yerde güçtür ama hiçbiri
herhalde bu dala kadro temin etmek kadar güç olmamıştır. Bir tek
benim kadrom herhalde nispeten
kolay olmuştur. Çünkü ben kendi
isteğimle iç hastalıklarındaki kadromu alıp infeksiyon hastalıkları-
netlemiştir birbirimize. Tersine zaman zaman da aramızda çok büyük
fikir ayrılıkları olmuştur. Çok büyük olmasa bile bazı sürtüşmeler
olmuştur. Buna daha çok fikir ayrılığı demek doğru olur zannediyorum. Başlangıçta özellikle gerek
Haluk’la gerek Halit’le yurtiçi ve
yurtdışı toplantılarımız, o sıralar
yine Enver Tali hocamızın verdiği
destekle kurulan Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları yani
Klimik Derneği’nin yurt çapında
yayılması için yaptığımız sürekli
toplantılar bizi birbirimize kenetleyen noktalar olmuştur. Böylece biz
dört kişi birbirimizi daha iyi tanımak ve birbirimizi keşfetmek fırsa-
“İstanbul Tıp Fakültesi’ne çok emeği geçmiş,
çok hoca, pek çok öğrenci yetiştirmiş ve
belki gerçekte olduğu kadar kıymeti
bilinmemiş bir hocamız, Enver Tali ÇETİN
hocamızın destek olmasıyla fakültemizde
İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik
Mikrobiyoloji Anabilim Dalı kurulmuştur.”
kişilerin bu ana dalda ihtisas yapmış sayılamayacaklarını bize bildirdi. Murat hoca da, ben de “tamam” dedik. Ama buraya bir öğretim üyesi alma gayretlerimizi sürdürdük. Enver Tali hoca bize bu
konuda da yardım etti; Haluk
Eraksoy’u önerdi. Haluk Eraksoy o
sırada, yanlış söylemeyeyim, İstanbul dışında mecburi hizmetini ya
da askerliğini yapmak üzere -bunlardan biri önce, biri sonradır tam
hatırlamıyorum- Isparta’nın Yalvaç kazasındaydı. Bunu çok iyi hatırlıyorum, çünkü Haluk’la o sıra
epey telefonlaştık. O da tabii İstanbul’a geleceği ve İstanbul Tıp Fakültesi’nde çalışacağı için çok
memnun oldu. Haluk için kadro-
na geçtim. Önce iki asistan kadrosu ve bir yardımcı doçent kadrosu
temin ettik; Enver Tali hocam ve
Türk İnfeksiyon Vakfı’nın kurucusu olan yine rahmetli Avni Akyol
sayesinde. Bu iki asistan kadrosunun birisine giren şimdiki çalışma
arkadaşım, sevgili öğrencim, Halit
Özsüt’tür. Bizim İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji
Anabilim Dalı maceramız zor bir
şekilde ama bu dört kişilik ekiple
başladı. Murat Dilmener, Semra
Çalangu, Haluk Eraksoy, Halit Özsüt. Mahşerin dört atlısı gibi. Bu
ekip işin başında her biri hakikaten çok zor bir yükü kaldırmak üzere çok gayret gösterdi. Tabii çektiğimiz sıkıntılar bizi zaman zaman ke-
tını bulduk. Birlikte çıktığımız yolculukta yolumuzu çizerken birbirimizi yönlendirdik; biri düşerken
öbürü hemen elinden çekti, yukarı
kaldırdı bir bakıma. Güzel bir yolculuktu. Ama daha sonra kimi fikir
ayrılıklarımız olmuştur gerçekten.
Fakat birbirimize zannediyorum
duyduğumuz sevgiyi ve saygıyı kaybetmedik. Bu ekiple birlikte çalışmaktan mutluyduk açıkçası. Buna
karşılık, Murat Dilmener 5-6 yıl önce bizden ayrıldı. İç hastalıklarına
tekrar geri döndü. Böylece dört
ayaklı masanın bir ayağı kırıldı,
sallanır gibi olduk. Ama şimdi kendi öğrencimiz olan çok değerli bir
genç öğretim üyemiz var; Atahan
Çağatay. Onunla beraber masa tek-
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
51
İstanbul Tıp
Fakültesi Dekanı,
İnfeksiyon
Hastalıkları ve
Klinik
Mikrobiyoloji
Anabilim Dalı
Kurucu Başkanı
olarak beni
atadı.
rar kalktı. Geçen yıl ben Üniversite’den tümüyle ayrılmayı düşündüm. Ama şimdilik, bir süre için olsun, tekrar geri döndüm. Ne zamana kadar olacak onu bilmiyorum.
Maceramız bu kadar kısacası.
Kaleme almış olduğunuz, editörlüğünü
yapmış
olduğunuz
önemli kitaplarınız var, yayınladığınız kaç kitap oldu? Bunlardan
bahsedebilir misiniz?
İç Hastalıkları Anabilim Dalı’nın
acil birim yöneticiliğine atandığımda kendimi birdenbire acil serviste yönetici olarak bulunca kuşkusuz eksikliklerimi fark ettim ve
zannediyorum bir ilki gerçekleştirdim. Acildeki eksikliğimizi kapatabilmek amacıyla, her branşdaki
doçent ve profesör arkadaşlarımla,
hocalarımla konuşup birkaç aya
yayılacak bir acil dahiliye kursu
hazırladım. Acilde sıkça karşılaştığımız her konu, o konunun uzmanı
olan hocalar tarafından soru yanıt
şeklinde toplantılarla gündeme getirildi ve ben bunları bir kitap halinde toplamayı başardım. İlki gerçekleştirmem şöyle oldu. İnsanlar
genellikle konuşmayı severler ama
yazı yazmayı sevmezler. Dolayısıyla ben de bu toplantıları kasete aldım. O zamanki kasetçalarımız
şöyle kocaman bir şeydi. Hala durur bir tarafta. Hafta sonlarında o
52
kasetleri çözdüm. O zaman bilgisayarlar yoktu, onları daktiloya geçirdim. Böylece sonunda kişilerin
yazmadığı, sadece anlattığı, benim
yazıya geçirdiğim bir kitap çıkmış
oldu; “Acil Dahiliye”. Bir yenilik
de şuydu: Bu Türkçe’de yayınlanan
ilk telif acil dahiliye kitabıydı. Bu
kitap beni Türkiye’de ve Kıbrıs’ta
meşhur etti. Sonraki yıllarda ben
Samsun’dan Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan Adana’ya, Adana’dan
Kıbrıs’a ne zaman toplantılara gitsem “aaa, Acil Dahiliye kitabının
yazarı siz misiniz?” deyip bana kitap imzalattılar ve “Biliyor musunuz bu kitap sayesinde kaç tane
hastayı kurtardık” dediler. Büyük
bir gereksinim olduğunu hissediyorduk ama bu kadarını bilmiyorduk. Sanırım bu bile “iyi ki dünyaya gelmişim, işe yaramışım” dedirtecek bir şeydir. Bu kitap pek çok
tıp kitabının tersine çok satıldı, çok
sayıda baskı yaptı. Şu anda da İstanbul Tıp Fakültesi’nde acil dahiliye birimini yöneten Kerim Güler
hocamızla hala kitabın yeni baskılarını yapmayı sürdürüyoruz, 7.
baskısının hazırlığı içerisindeyiz.
Bu dönemimdeki bir başka yeni ve
ilk yaptığım şey de “Hemşireler
İçin İç Hastalıkları” kitabıdır. 25
yıl kadar önce acil dahiliye servisini yönetirken, bir taraftan da İç
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
Hastalıkları Genel Dahiliye’de öğretim üyesi olarak çalışırken, bir
başka ek görev verildi bana. İstanbul Tıp Fakültesi’ne bağlı bir Sağlık Meslek Lisesi vardı. Bu sağlık
meslek lisesinde iki yıl süreyle iç
hastalıkları dersi verdim. Ortaokulu bitirmiş, tıp konusunda hiç bilgisi olmayan öğrencilere tıbbın çok
önemli konularını anlatmak zorundasınız; mide ülserinden sarılığa,
tüberkülozdan enfarktüse kadar.
Yararlanacağımız hiçbir kitap yoktu. Dolayısıyla birinci yıl notlar hazırladım, ikinci yıl da öğrencilerden aldığım tepkilerle de nerede takılıyorlar, neyi anlamakta zorlanıyorlar, bunları da dikkate alarak
notlarımla bir kitap çıkardım.
Hemşireler İçin İç Hastalıkları yine
Türkiye’de bu konuda yazılmış ilk
kitaptır. Sağlık Bakanlığı tarafından sağlık meslek liselerine, hemşire okullarına yardımcı ders kitabı
olarak önerilmiştir. Daha sonra kitabın iki ya da üç baskısını yaptık
ama ben daha sonra bu işten ayrıldım. Yıllarca bu kitap tek kitap
olarak kaldı. Daha sonra yeni baskılarını yapmadığım için de eleştirilere uğradım. Benim bilgim dışında tekrar tekrar basıldı, dağıtıldı.
Zannederim daha sonra konunun
gerçek sahipleri olan yüksek hemşireler tarafından muhtemelen yeni
kitaplar yazıldı ve artık bu kitap
tarihteki yerine gömüldü ve bitti.
Murat Dilmener ve ben, infeksiyona
geçtiğimiz halde eski uzmanlık alanımızdan, iç hastalıklarından tam
olarak kopmadık. Dolayısıyla iç
hastalıklarıyla ilgili yayınlarımızı
sürdürdük. Bunların sonuçlarından
bir tanesi “Özel Tanı ve Tedavi” kitabıdır. Cerrahi hocamız Ünal Değerli ile ve rahmetli cerrahi hocamız
Yavuz Bozfakioğlu ile birlikte hazırladığımız Özel Tanı ve Tedavi kitabı, sanırım bu alandaki ilklerden
biridir. Şu anda hatırlamıyorum
ama birkaç baskı yapmış bir kitaptır. Bir de şimdiki TUS hazırlık kitaplarından çok önce hazırlanmış,
Prof. Atilla Ökten’le birlikte editör-
lüğünü yaptığımız bir “Pratik İç
Hastalıkları” soru-cevap kitabımız
vardır. İç hastalıklarının çeşitli dallarında soru cevapları olan ama o
cevapların da niçin öyle olduğunu
açıklayan, yanlış cevapların niçin
yanlış olduğunu açıklayan bir kitaptır. O kitabın iki ya da üç baskısından fazlası yapılmadı. Daha sonra TUS kitapları çıktı, biz de onu
tekrarlamadık. Bir de Klimik Derneği’nin ilk yıllarında infeksiyon
hastalıkları disiplinini yurt çapında
tanıtıp yaygınlaştırmak amacıyla
düzenlediğimiz bilimsel toplantıları
Haluk, Halit ve ben “İnfeksiyon
Hastalıkları” yıllıkları şeklinde
topladık ve editörlüğünü yapıp yayınladık; sadece iki yıl yapabildik
bunu. Tabii ki, adım geçen, bölümlerini yazdığım başka kitaplar da
vardır. Çeşitli iç hastalıkları kitapları vardır, Mustafa Aydın Çevik’in
organizasyonunu yaptığı kitaplar
neklerin üyesiyim, Karaciğer Hastalıkları Araştırma Derneği gibi.
Sadece kurucu üye olmakla kalmayıp aktif olarak da çalıştığım dernekler, kurucu üyesi olduğum halde
kağıt üstünde kalıp çok aktif çalışmadığım dernekler var. Doğrusunu
isterseniz ben onların sayısını da
çok iyi hatırlamıyorum.
Klimik ve Ankem’in kuruluş dönemini hatırlıyor musunuz?
Ankem’in kuruluşu yanlış hatırlamıyorsam Klimik’ten öncedir. Her
ikisinin de fikir babası yine Enver
Tali Çetin’dir. Antibiyotik ve Kemoterapi Derneği hocanın kendisine yakın bulduğu, kendisinin güvendiği, yakın çevre kişileri tarafından kurulmuştur. Kurucu üyelerinin hepsini çok iyi hatırlamıyorum ama sanırım, farmakoloji hocamız, benim de çok sevdiğim arkadaşım Lütfiye Eroğlu, şimdiki
aktif yürütücüsü Kurtuluş Töreci
neği’ni de kurmak üzere hoca tarafından çağrıldı. Ve Klimik Derneği
bu şekilde kuruldu. İlk yıllarında
Tali Hoca başkanlığını, ben de genel sekreterliğini yürüttüm. O yıllarda Avrupa Klinik Mikrobiyoloji
Derneği’ne de bu disiplinin adının
Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon
Hastalıkları olması gerektiğini biz
yazmıştık ve dernekle yayın organı
olan derginin adına “İnfeksiyon
Hastalıkları (ID)” eklenmişti. Yine
o yıllarda Halit’in ESCMID’e Türkiye temsilcisi olarak seçilmesi,
hem ülkemize, hem de Avrupa’daki
genç meslektaşlarımıza eğitim açısından çok yarar sağladı, ilişkilerimizi geliştirdi ve güzel, farklı bir
boyut getirdi. Klimik Derneğinin
kurucu kadrosuyla daha sonraki
üye kadrosu seneler içinde çok büyük değişkenlik göstermiştir. Bunu
söylemem gerek. Çünkü kurucu
kadronun içerisinde infeksiyon
Ankem’in kuruluşu yanlış hatırlamıyorsam Klimik’ten
öncedir. Her ikisinin de fikir babası Enver Tali
Çetin’dir. Ankem’i kuran ekip bir iki yıl sonra yine
Enver Tali hocanın önerisiyle bir araya gelerek
Klimik Derneği’ni kurdu. Klimik Derneği’nin kurucu
kadrosuyla daha sonraki üye kadrosu seneler içinde
çok büyük değişkenlik göstermiştir.
vardır, bölüm yazdığım güzel kitaplar vardır hakikaten.
Klimik Derneği’nin, Türk İnfeksiyon Vakfı’nın kuruluşundan bahsettiniz. Bugün ülkemiz tıbbına
önemli hizmetleri olan derneklerimizin pek çoğunun kurucususunuz. Hangileri bunlar?
Ankem’in; Antibiyotik ve Kemoterapi Derneği’nin, Klimik Derneği’nin kurucuları arasındayım.
Hastane İnfeksiyonları Derneği’nin
kurucu üyesiyim. Bir takım der-
ve mikrobiyoloji ağırlıklıdır daha
çok. Kliniklerden de Çocuk Kliniğinden Ülker Öneş gibi bazı hocaların katkısıyla kurulmuştur. Ankem’i kuran ekip aradan bir ya da
iki yıl geçtikten sonra yine Enver
Tali hocanın önerisiyle bir araya
geldi. O sırada, Tıp Fakültesi’nde
Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon
Hastalıkları Anabilim Dalı da kurulmuştu. Bu anabilim dalının kuruluşundan sonra Ankem’i kuran
kişiler üç aşağı beş yukarı, tıpatıp
aynı kişiler olmayabilir ama, bir
iki ekleme çıkarmayla Klimik Der-
hastalıkları uzmanı olanların sayısı yok denecek kadar azdı. Çünkü
İstanbul Tıp Fakültesi’nde infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı yoktu o yıllarda.
Ama daha bu anabilim dalı kurulmadan önce infeksiyon hastalıkları
ve klinik mikrobiyoloji uzmanı ünvanını alan (bu bir yerde bizim
anabilim dalının tarihçesi gibi oldu Mustafa, hiçbir yerde de söylenmemiş ve yazılmamıştır, enteresan
hakikaten), 1983 yılında İstanbul
Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalık-
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
53
ları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı kurulmadan önce bu Fakülte’den bu uzmanlığı alan üç kişi olmuştur. Birisi Turan Aslan.
Şimdi Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’nde öğretim üyesidir ve
Hıfzıssıhha’dadır yanılmıyorsam.
İkincisi Hayrettin Akdeniz, şimdi
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde
öğretim üyesidir. Üçüncüsü de Haluk Eraksoy. Bizim anabilim dalımızda öğretim üyesi ve halen başkanımızdır. Her üçünün de bu ünvanı alması yine Enver Tali Çetin
hoca sayesinde olmuştur. Bugün
sürekli olarak ondan söz ettik ama
hakikaten emeği çok büyüktür. Enver Tali hoca sırayla bu üç mikrobiyoloji asistanını -çünkü onlar
mikrobiyolojiye mikrobiyoloji ihti-
Bugün yeniden seçme şansınız
olsa yine İnfeksiyon Hastalıkları
ve Klinik Mikrobiyoloji’yi seçer
miydiniz? Geriye dönüp baktığınızda infeksiyon hastalıklarını
seçtiğiniz için memnun musunuz?
Bu kritik bir soru. Şimdi önce şuna yanıt vereyim. Hani Yargıtay
kararları vardır, esastan ve usulden diye. Ben de öyle cevap vereceğim; esastan evet, usulden hayır.
Neden? Bir kere yeniden İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyolojiyi seçer miydim? Kesinlikle
evet. Esastan evet. Ancak usullere
gelince orada işler biraz kritik, fikir ayrılıkları var. Ben İnfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyolojiyi -hayat hikayemi anlatırken
çok net anlaşılacağı üzere- sonradan seçtim. Yani doğuştan olmasa
da birinci planda iç hastalıkları
uzmanıyım. İç hastalıklarından infeksiyon hastalıklarına geçtim. O
dönemde, şu anda bir başka dal
olan Acil Hekimliğe de geçebilirdim. Yine o dönemde eğer İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji İstanbul Tıp Fakültesi’nde
bir ana dal olarak kurulmasaydı,
54
sası yapmak üzere girmişlerdir- ihtisas süreleri içerisinde İstanbul
Tıp Fakültesi Yönetim Kurulu’ndan karar çıkartarak 6 ay süreyle Genel Dahiliye ve İnfeksiyon
Hastalıkları Bilim Dalı’nda -o
mevcuttu burada, iç hastalıklarının
içerisinde- rotasyon yaptırarak,
dolayısıyla tüzüğün öngördüğü 6
aylık rotasyonu bu şekilde tamamlatarak sınava böyle almış ve yine
yönetim kurulu kararıyla bu rotasyonu yapan kişiler mikrobiyoloji
asistanı olarak ihtisasa başlamış
olsalar da klinik mikrobiyoloji ve
infeksiyon hastalıkları uzmanı olabilecekleri kararına dayanarak ihtisası vermiştir. Dolayısıyla bu anabilim dalı kurulmadan önce hocamız işin geçerli yönünü görerek üç
tane infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanını çıkarmıştır gerçekten buradan. Ve çok
da iyi olmuştur. Onlardan birisinin,
Haluk Eraksoy’un, bu anabilim da-
benim yolum o sırada infeksiyon
hastalıklarına geçmek değildi kesinlikle. O sırada gastroenterolojiyle birleşmemiş olan hepatoloji
alanında yan dal uzmanı olmaktı.
Düşünüyorum eğer İnfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı kurulmuş olmasaydı, ben bugün İstanbul Tıp Fakültesi’nde gastroenteroloji ve hepatoloji uzmanı olacaktım çok
muhtemelen. Dolayısıyla benim
bilerek, isteyerek, bizzat seçtiğim
bir dal olmaktan çok, karşıma çıkan bir fırsatı değerlendirmekti
belki de. Hoşuma giden, ilgilendiğim bir dal olduğu için de ben bu
fırsatı kullanmakta hiç tereddüt
etmedim. Ama o dönemde karşıma
örneğin, bir de endokrinoloji uzmanlığı gibi bir fırsat çıksaydı kesinlikle o yola gitmezdim, endokrinoloji yan dal ihtisası yapmazdım.
Demek ki, infeksiyon hastalıklarına yatkınlığım vardı, seviyordum.
Dahası, bunu öncelikle bir görev
olarak kabul ettim, ama işin içine
girdikten sonra daha da sevdim. Ve
bence Türkiye’de en azından bu
dalın bazı eksikliklerini gördüm
diye düşünüyorum. Objektif oldu-
ğum için, içerden bir kişi olmadığım için. Ve bu eksikleri kapatmaya da çok gönüllü oldum. Dolayısıyla bu çorbada, bu dalın Türkiye’de daha popüler bir dal haline
gelmesinde biraz da tuzum oldu
diye düşünüyorum. Bunu, hemen
tıp fakültesinden mezun olduktan
sonra infeksiyon hastalıkları ve
klinik mikrobiyoloji uzmanı olmak
üzere bu dalı seçmeyişime borçluyum belki de. Bir başka daldan
gelmiş olmamım objektif görme
bakımından yararlı olduğunu düşünüyorum. Neydi o eksiklikler?
İnfeksiyon hastalıkları ve klinik
mikrobiyoloji, klinik bir branş olmaktan çok bir laboratuvar branşı
olarak görülüyordu. Ama ben bir
klinikçiydim. Bunun bir klinik dal
olduğunu, klinikçilerle konuşulacak sözümüz olduğunu, bunun
ikinci branş, yardımcı bir branş olmayıp bir ana branş olduğunu bizim kabul etmemiz yetmiyordu.
Bunu başkalarının, cerrahların
özellikle kabul etmesi gerekiyordu. Onun için de onlarla aynı dili
konuşmak gerekiyordu. Bu nedenle zannediyorum ki İnfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyolo-
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
lında bu kez öğrenci yetiştirmek
üzere dönmesini de sağlamıştır. Haluk daha sonra, bildiğiniz gibi, Klimik Derneği bayrağını da devir aldı ve başarıyla götürüyor.
Türk İnfeksiyon Vakfı’nın da
kurucususunuz? Bu süreçten bahsedebilir misiniz?
Vakfın kuruluşunda kilit isim eski
Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol.
Avni Akyol’un rahmetli oğlu bizim
ilk asistanlarımızdan biriydi: Ümit
Akyol. Halit’le beraber girmişti ihtisasa. Özal zamanındaki vakıfları
hatırlarsınız, yani Semra Özal’ın
Papatyalar Vakfı gibi. Avni Akyol
da o çevrede ve oğlu da bizim asistanımız olunca, “Bir sürü vakıf kuruluyor. Görüyorum ki sizin de
ji Derneği’nin ilk toplantıları çok
disiplinli idi, diğer klinik branşlardan da meslektaşlarımızın konuşmacı ve tartışmacı olarak katıldığı, multidisipliner toplantılardı. Yani infeksiyon hastalıkları sadece bu dalın uzmanlarının konusu değildir. Hastane infeksiyonları,
jinekolojik infeksiyonlar, ortopedik infeksiyonlar, yoğun bakım infeksiyonları, transplantasyon sonrası gelişen veya febril nötropeni
şeklinde karşımıza çıkan infeksiyonlar ancak diğer branşlardan
gelen hekimlerin oluşturduğu
ekipler tarafından izlenip başarıyla tedavi edilebilir.
Bu dalı yeniden seçer miydiniz
derken neden ayrılıyorum, bu şekilde olmak koşuluyla İnfeksiyon
Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji dalı bir göz hastalıkları gibi,
kulak burun boğaz hastalıkları gibi kendi içinde kalacak bir dal değildir. Multidisipliner olmak zorundadır. Bu dalı seçerken, kurucu
başkan olarak bu görevi kabul
ederken, beni çeken bu özelliği olmuştu. Yani ben dahiliyeci olarak
cerrahlarla rahat konuşuyorum.
kadro sıkıntınız var, laboratuvar
sıkıntınız var, para sıkıntınız var,
bir vakıf kurarsak bağışcılarla, bu
ana bilim dalını abad ederiz” dedi.
Ve böylece İnfeksiyon Vakfı’nın kurucu üyelerini oluşturdu. Kurucu
üyelerin tıbbi bölümünü Enver Tali
Çetin oluşturdu. Bağışcılar, iş
adamları kısmını da Avni Akyol
seçti. Bizler de kurucu üye olarak
katıldık bu işin içerisine. Oldukça
eski bir vakıf olmakla beraber maalesef Avni Akyol’un ölümünden
sonra iş adamları, potansiyel bağışcı tarafı elini bu işten çekti ve bu
miras artısı ve eksisiyle bizlerin
üzerine kaldı. Halen Murat Dilmener, Halit Özsüt, Haluk, ben, mikrobiyolojiden Nezahat Gürler ve Bülent Gürler gibi 6-7 kişinin üzerin-
deki bir boyun borcu, bir vefa borcu olarak götürülmeye çalışılıyor.
İnfeksiyoncu olarak da rahat konuşabilmeliyim. Onların koyduğu
bir tanıda, “bu tanı yanlış kardeşim, ben böyle düşünmüyorum,
bak bu olasılık da var” diyebilmeliyim. Bu dala geçtiğim sırada infeksiyon hastalıkları ve klinik
mikrobiyoloji uzmanlarının çoğu
böyle değildi. Türkiye çapında
böyle değildi. Daha çok laboratuvarda çalışan, kültür sonuçlarını
kendi yazan, sadece tebliğ etmekle
yetinen ve hastaların tedavisini
yönlendirmeyen, Mikrobiyoloji Cemiyeti’nin toplantılarında, kongrelerinde son bir sene içerisinde yaptıkları kültür sonuçlarını, istatistik verilerle sunan bir kapalı topluluk idi. İnfeksiyon hastalıkları
ve klinik mikrobiyolojiyi seçerken,
kendine güvenen, özgeçmişinden
gelen güveni sağlayarak ben şimdi,
“Bir laboratuvar branşı değilim,
ben bir klinik ve laboratuvar
branşıyım, en az sizler kadar, hatta çoğu yerde sizden daha iyi klinik bilgiye sahibim” diyebilecek
durumda olursam bu dalı tekrar
seçerim. Kısacası, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyolojiyi
seçerken iç hastalıkları uzmanı olmamın çok yararını gördüm. Böyle
bir klinik bilgi birikimine, deney
birikimine sahip olmanın çok yararını gördüm. Eğer bu deneyim
birikimine sahip olarak yeniden
başlayacaksam kesinlikle evet, bu
dalı seçerim. Ama buna karşılık
zararını görmedim mi? Doğrusunu
isterseniz eksikliğini de gördüm.
Çünkü infeksiyon hastalıkları ve
klinik mikrobiyoloji demin söylediğim gibi klinik ve laboratuvar
dalı. Biri diğerinden daha az ya da
daha çok değil. Benim klinik yönüm çok güçlü olmakla beraber,
laboratuvar yönüm çok zayıf. Bu
nedenle de kendimi hiç klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları uzmanı olarak görmedim. Bu
uzmanlık dalını belgeleyecek bir
sertifikaya, bir belgeye sahip olmak için de hiç çaba göstermedim.
Çünkü böyle bir laboratuvar bilgim yok. Kesinlikle tekrar seçerdim ancak bugünkü iç hastalıkları
bilgisine de sahip olmak artı laboratuvar bilgilerimi daha da artırmama fırsat verilmesi koşuluyla.
Kısacası koşullu.
20-25 yıl öncesi ile bugünü kıyasladığınızda dünyada ve ülkemizde infeksiyon hastalıkları sizce
nereye gidiyor? Dün, bugün ve gelecek açısından infeksiyon hastalıklarının durumu nedir?
Dünyanın sonu bir infeksiyon hastalığından olacak. Bunu herkes biliyor. Yani mikrop uzaydan mı gelecektir, yoksa ne bileyim H5N1
veya H7N3 gibi bir grip virüsü mü
dünyayı götürecektir, bilmiyorum
ama infeksiyon hastalığı hakikaten
her zaman önemini koruyacaktır
diye düşünüyorum. Türkiye ve
dünya açısından bakarsak, ikisini
infeksiyon hastalıkları açısından
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
55
Yıllardır infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyolojiye hizmet ettiniz. Şöyle bir geriye doğru baktığınızda geride
bıraktıklarınızdan memnun
musunuz?
Çok memnunum. Buna net olarak bu iki kelimeyle yanıt verebilirim. Hani Edith Piaf’ın şarkısında olduğu gibi; “Non, je ne
regrette rien.”. “Hiçbir şeyden
pişman değilim”. Tabii ki, bu
yolda yürürken çok tökezlediğim oldu. Ayağımı çok çarptığım oldu. Zaman zaman çok kısa süreli de olsa acaba yanlış
mı yaptım? Bir yerde hata mı
yaptım? dediğim zamanlar oldu. Bana “biz sana söylemiştik;
bu tavırlarla, bu davranış biçimleriyle, seni üzen bu davranış biçimleriyle karşılaşacağın
önceden belliydi. Uzmanı olmadığın bir dala girmemeliydin. Bunları yapmamalıydın”
diyen, uyaran arkadaşlarım oldu. Ama ben hep yaptıklarımın
doğru olduğunu düşündüm.
Hiçbir şeyden pişman olmadım. Çok mutluyum geriye dönüp baktığımda. Yeniden yaşardım her şeyi. Noktasını virgülünü değiştirmeden, hepsini
aynı şekilde, yine yapardım.
birbirinden çok ayıramıyorum
doğrusu. Çünkü mikroorganizmalar sınır tanımaz. Dolayısıyla pek
çok konuda küreselleşme, globalleşme terimlerinin açıkçası karşısındayım. -Sevmiyorum küreselleşme işini. Emperyalizmle eş anlamlı görüyorum çünkü. Ne de olsa
68 kuşağındanım ben- Ama infeksiyonlar açısından küreselleşme
kaçınılmazdır. Çünkü bir doğa olayı bu. Dolayısıyla sınırlarınızın dışındaki her infeksiyon tehlikeli bir
saatli bomba gibidir; bu onun doğası gereğidir. Her an sınırlarımızdan girebilir. İnfeksiyonlarla mücadele mutlaka küresel bir mücadele şeklinde olmalıdır. İnfeksiyon
56
hastalıklarından korunmak için
koruyucu hekimliğe önem verilmelidir. Koruyucu hekimlik derken
tabii ki ön planda beslenmeyi ve
aşıları kastediyorum. Aşılar konusunda fikrimce yapılan araştırmalar, bu araştırmalar için ayrılan
para dünyanın hiçbir ülkesinde,
gelişmiş dediğimiz Batı ülkeleri
dahil tedavi edici ilaçlara ayrılan
para kadar ve verilen imkan kadar
fazla değil. Bugün statinleri satabilmek için normal kolesterol düzeylerinin eşiğinin nerelere kadar
indirildiğini, tansiyon düşürücü
ilaçları satabilmek için normal tansiyon sınırlarının nerelere kadar
düşürüldüğünü biz hekimler olarak
görüyoruz. 20-25 sene önceki kolesterol değerleriyle, tansiyon değerleriyle bugünküler arasında
yüzde 50’lere varan bir fark var neredeyse. Bunları düzeltebilmek için
bir taraftan diyet ve benzeri davra-
Para kazanmak, para kazanmak,
daha çok para kazanmak! Koruyucu hekimlikle para kazanmak bağdaşır şeyler değil ne yazık ki. Eğer
insanları hastalanmaktan korursanız para kazanamazsınız onların
sırtından. Kazançlı bir iş değil.
Kazanç sağlayan bir yatırım olmadığı için diye düşünüyorum ben yine, sosyalistçe bir düşünce söylüyorum. Ama maalesef bir düşünürseniz gerçek bu. Bu nedenle dünyamızın infeksiyon hastalıkları açısından sonunu hiç de iyi görmüyorum. Ama infeksiyoncular açısından iyi görüyorum. Böylece benden
sonra da, benden çok sonra da torunum-torunlarım olacak infeksiyoncular da benim bugün göremediğim kim bilir ne infeksiyonlar
görecekler ve mesleklerini uygularken ne kadar keyif alacaklar
bunlardan. Ben o keyifi tadamayacağım. Ben bile en azından infeksi-
“İnfeksiyonlarla mücadele mutlaka küresel bir
mücadele şeklinde olmalı ve koruyucu hekimliğe
önem verilmelidir. Koruyucu hekimlik derken ön
planda beslenmeyi ve aşıları kastediyorum.
Aşılar konusunda araştırmalar için ayrılan para
dünyanın hiçbir ülkesinde tedavi edici ilaçlara
ayrılan para kadar fazla değil”
nış değişiklikleri önerilirken, bir
taraftan ilaçlar önerilip duruyor.
Bu ilaçların geliştirilmesi, yapılması, reklamı, promosyonu için ayrılan para ve emek asla doğrusu koruyucu hekimlik için ayrılmıyor. Bu
koruyucu hekimlik içerisine aşılar
kadar beslenme koşulları, yaşama
koşulları dahil elbette. Bunlar için
de bir imkan yaratılmıyor. Bu söylediklerim sadece Türkiye’ye özgü
değil. Sadece Afrika’ya, Asya’ya
özgü değil. Bu Amerika’da da böyle, bu Avrupa’da da böyle. Demek
ki; tüm dünyanın, tüm dünyayı yönetenlerin böyle bir sorunu var.
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
yon hastalıklarını seçmemden bugüne kadar geçen süre içerisinde o
kadar çok yeni infeksiyon gördüm
ki, örneğin bu dala geçtiğimde HIV
diye bir şey yoktu, AIDS diye bir
hastalık yoktu. Ben bunu gördüm,
dahası bu süre içerisinde geliştirilen ilaçları bile gördüm. Bu süre
içerisinde çeşitli grip virüslerini,
SARS’ı görebildim. 22 sene içerisinde en az 4 ya da 5 tane etkenini
daha önce bilmediğimiz yeni infeksiyon hastalığı gördüm. Çok hızlı
bir gidiş ve ileriye bakınca bu hız
karşısında insanın tüyleri ürperiyor sonumuz ne olacak diye?
Herhangi bir sorun çıkınca, bilir
kişi olarak uzmanlar televizyona
çıkıp fikir beyan ederler ya, son
yıllara bakarsanız 3 türlü uzman
televizyonda sürekli boy gösteriyor; infeksiyon uzmanları, deprem
uzmanları ve Avrupa Birliği uzmanları. Yani emekli büyükelçiler,
emekli askerler, jeologlar ve infeksiyon uzmanı olan doktorlar görüş
bildiriyor televizyonlarda.
İnfeksiyoncuların vizyonu sizce
ne olmalıdır? Bu alanda çalışan
meslektaşlarımız için gelecek vizyonunu nasıl tanımlamak gerekir?
İnfeksiyon hastalıkları ve klinik
mikrobiyoloji uzmanlarının tüm
ülkemizde hala tam olarak çözümlenmemiş önemli bir sorunu olduğunu biliyorum. O da demin dedim
ki, bunun bir klinik branş da olduğunu hem kendilerinin kabul etmeleri, hem de başkalarına kabul
ettirmeleri gerekir. Sorunumuz şurada; bunun klinik bir branş olduğunu kabul eder ve ettirirken asla
ayrıca bir laboratuvar branşı da
olduğundan vazgeçmemek koşuluyla. Bugün bu dalda çalışan arkadaşlarımızın en önemli sorunu
veya sorunlarından birisi bu zannediyorum. Senelerdir Sağlık Bakanlığı’nda takılıp kalmış, bir türlü çıkartılamamış, defalarca gitmiş
gelmiş olan tüzük, yine camia içerisindeki fikir tartışmalarının küçük cemaatler haline dönüşmesi
yüzünden sonuca ulaşmadı benim
görüşüme göre. Herkes kabul etmeli ki bu dal bir klinik ve laboratuvar dalıdır. Bundan asla ödün
verilmemelidir. Ben klinik kökenli
bir infeksiyoncu olduğum halde bu
görüşteyim. Laboratuvarsız bu dalın geçerli olamayacağını kesinlikle düşünüyorum. Bir takım üniversitelerimizde ya da eğitim hastanelerimizde, ama bildiğim kadarıyla
daha çok üniversitelerimizde böyle
bir sorun var. Bu gelecekteki ve şu
anda mevcut infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji asistanlarını da çok yakından ilgilen-
diriyor. Eğitimi ilgilendiriyor çünkü. Kimi fakültelerimizde ve hastanelerimizde mikrobiyoloji laboratuvarlarına asistanların sokulmadığını, infeksiyon hastalıkları
ve klinik mikrobiyoloji asistanlarının kendi laboratuvarlarını açmak
ve kendi laboratuvarlarında çalışmak yerine mikrobiyoloji laboratuvarlarında rotasyon yapmalarının istendiğini duyuyorum, öğreniyorum. Bu yanlış. Böyle şey olmaz.
İnfeksiyon hastalıkları ve klinik
mikrobiyoloji, laboratuvarının aynı çatı altında yer aldığı, birimin
içerisinde yer aldığı bir ana daldır.
Eğitimi gören asistan hastasını
muayene ettikten sonra klinik bilgilerine göre değerlendirecek, laboratuvarcı kimliğiyle gelip örneğini alacak, kendi laboratuvarında
ekecek, serolojik incelemesini yapacak, değerlendirecek. Laboratuvarcı kimliği olacak. Sonra tekrar
klinisyen kimliğini alacak, gelip
hastasına tedavisini uygulayacak.
İkisi iç içedir. İkisini birbirinden
ayırt etmeye çalışmak “infeksiyon
hastalıkları servisi olsun, ama laboratuvar olmasın, mikrobiyoloji
laboratuvarı nasılsa var. Gitsin
mikrobiyoloji laboratuvarında işlemini yapsın, dönsün klinikte uygulasın” demek olmaz. O zaman
gastroenterolojinin içerisinde endoskopi laboratuvarının olmaması,
kardiyolojinin içerisinde eko laboratuvarının olmaması nasıl düşünülemez ise burada da bir infeksiyon servisiyle mikrobiyoloji laboratuvarının ayrı dalların içerisinde
yer almasının düşünülemeyeceğini
savunuyorum.
Geleceğin asistanlarına neler söylemek isterim diye sorarsanız, burada onlara bir şey söylemeden önce bugünün hocalarına söylemek
istediklerim var doğrusu. O da şu:
bugünün hocaları da günümüzün
gerçeklerini kabul edip tutucu olmamalılar. Hocalar geleceğe bakmalı. Eğiticinin eğitici özelliği nedeniyle geleceğe bakan kişileriz
biz. Biz tarih öğretmeni değiliz,
geçmişi öğretelim. Tutucu olmamalıyız ve bilim hiç kimsenin tekelinde olmamalı. Bilim nerdeyse gidip
öğrenmeli ya da öğretmeli ya da
asistanlarımızı onun iyi öğretilebileceği yere yönlendirmeliyiz. Bence
hocalık budur. Son zamanlarda aldığım duyumlara göre infeksiyon
hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji ihtisasına talep azalmış. Kendi
kurumumdan, asistanlarımızdan
ayrılanlar, başka branşlara girmek
üzere yeniden TUS’a giren ve başka branşları seçen asistanlarımız
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
57
oldu. Demek ki İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanlık Dalı bugün cazip bir dal
değil. O zaman iş bize düşüyor. Niye cazip değil acaba? Ya da biz daha cazip hale getirmek için ne yapmalıyız? İşte bakın, camianın oturup düşünmesi gereken şeylerden
bir tanesi ve önde geleni bu bence.
Bu dalı daha cazip hale getirmenin
birinci yolu klinik ve laboratuvarın birlikte olması gerektiğini vurgulamak ve bu yönde eğitim vermektir. Bu yönde eğitim verebilmek için laboratuvarla kliniğin bir
veriliyor elinize. O halde siz hem
klinikçi olarak hasta bakar, muayenehanede çalışır hem de laboratuvarınız olur laboratuvarda
materyal alıp bunu işleyebilirsiniz.
Ben üniversite dışında da çalışan,
hem özel bir hastanede çalışan,
hem de muayenehane deneyimi
olan bir hekimim. Bu kadar çok
özel hastane açılıyor, bu kadar çok
poliklinik açılıyor, gidip bakın lütfen, bunların tümü cerrahi branş
hastaneleri olduğu halde, yani
günde en az 7-8 ameliyat yapan
hastaneler olduğu halde, dolayısıy-
“Herkes kabul etmeli ki, bu dal bir klinik ve
laboratuvar dalıdır. Bundan asla ödün
verilmemelidir. Ben klinik kökenli bir
infeksiyoncu olduğum halde bu görüşteyim.
Laboratuvarsız bu dalın geçerli olamayacağını
kesinlikle düşünüyorum”
arada olması gerekir, evet ama o
zaman ihtisas süresini uzatmak gerekir. Şimdi camianın anlaşamadığı, hocaların birlik olamadığı noktalardan bir tanesi budur. Eğer daha uzun bir ihtisas süresi olur ise o
zaman daha uzun bir eğitim almış
olan uzmanlara daha fazla saygı
duyulacağını, daha fazla değer verileceğini
zannediyorum.
Karşı görüşte olanlar olduğunu biliyorum, ihtisas süresinin uzatılması durumunda bu branşın çekiciliğini
büsbütün kaybedeceğini, bu
kadar uzun bir ihtisası hiç
kimsenin göze alamayacağını söylüyorlar. Doğru. O halde bu söylediğim gerekli,
ama yeterli değil. İkinci
nokta; cazip hale getirmek
için bu ihtisas süresinin sonunda elde edilen mesleğin
para kazandırır bir meslek
olması gerekir. Para kazandıran bir meslek olması için
de hem kliniği hem laboratuvarı işletecek bir diploma
58
la hastane infeksiyonları açısından
bu kadar riskli hastaneler olduğu
halde, kaçında infeksiyon hastalıkları uzmanı var bunların? İnfeksiyon hastalıkları uzmanlarının iş
bulamamasını ben düşünemiyorum. İnfeksiyon hastalıkları uzmanları bu özel hastanelerde niçin
çalışmıyorlar? Kendilerine güven-
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
leri mi yok? Az para mı veriliyor?
Yoksa laboratuvarda biyokimya ve
mikrobiyoloji uzmanı var da, infeksiyon hastalıkları ve klinik
mikrobiyoloji uzmanını laboratuvara mı sokmuyorlar? Bunları infeksiyon hastalıkları uzmanlarına
sormak gerek. Bu çok basit iş. Bir
anket yapılabilir. Uzmanlık derneğinin yapması gerekenlerden bir
tanesi budur. Önümüzde beğenelim
beğenmeyelim, yararına inanalım
inanmayalım, bir Avrupa Birliği
süreci geliyor ve burada sivil toplum örgütlerinin ne kadar önemli
olduğunu görüyoruz. Bu ana dalın
geleceği konusunda yön verecek
kuruluş öyle görülüyor ki Sağlık
Bakanlığı değil, Klimik Derneği
olacak. Klimik Derneği’nin de buna hazır olması için bu söylediğim
sorunları gözden geçirmesi lazımdır. Yani bu dalı çekici bir hale getirmek için “Nerede yanlış yapıyoruz? Nasıl çekici hale getirebiliriz?
Bu dalın eğitimini nasıl yapabiliriz
ki, daha kaliteli uzmanlar yetiştirelim? Bu kaliteli uzmanlar bırakın
iş bulamamayı, paylaşılamaz hale
gelsinler. Büyük paralar verilsin
bunlara. Bunun yollarını aramalıdırlar” diye düşünüyorum. Önümüzdeki yıllar bunu getirecek. Bundan hakikaten çok endişe duyuyorum. Endişe ettiğim konulardan birisi, günümüzde infeksiyon
hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji ihtisasının cazip bir
dal olmaktan çıkması ve bu
dala tıp fakültesini bitirmiş
olan yeni doktorlarımızın içlerinden çok kaliteli olanların
pek de ilgi göstermemesidir.
Bundan üzüntü duyuyorum.
Bu kadar değerli bir dal tercihlerde, sıralamalarda alt sıralarda olmamalı. Bunun sebebini asla geleceğin asistanlarında, bu dalı seçmeyenlerde aramıyorum. Eğiticilerde
arıyorum. Eğiticilerin durup
düşünmesi gerekli. Ben düşünüyorum. Umuyorum diğer
eğiticiler de düşünür.
“Klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon
hastalıkları camiası, camia olarak
kalma özelliğini mutlaka korumalı,
cemaat olmamalıdır. Burada camia
ile cemaat arasındaki fark bence
çok önemli. İkisi de arapça
biliyorum. İkisi de cem; toplanmak
fiilinden geliyor. Ancak camiada
imam yoktur, cemaatte imam
vardır. Camia olarak kalmak
istiyorsa, fikir tartışmalarının
olduğu platform özelliğini
korumalıdır.”
İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik
Mikrobiyoloji eğitimi alan genç
meslektaşlarımıza, asistanlara önerileriniz nelerdir? Son dönemde yetişenler sanki biraz daha az mikrobiyoloji bilerek yetişiyor. Bu noktada asistanlara önerileriniz neler?
Asistanlara hiçbir şey söyleyemiyorum. Çünkü bu sorun onların sorunu değil. Demin söylemeye çalıştığım gibi eğiticilerin sorunu. Eğiticiler, sonuna kadar dayatıp mikrobiyoloji açısından zayıf yetişmemeleri için gerekli önlemleri kendi
kurumlarında almalılar, bir. Genel
olarak Dernek aracılığıyla belki
Türkiye bağlamında tüm sistem
olarak almalılar, iki. Bunu yerleştirmek gerekli. Mikrobiyolojiye rotasyona giderek infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı olunmamalı, buna göz yumulmamalı. Kendi laboratuvarımızın içerisinde olmalı eğitim. Bu
benim görüşüm, böyle düşünüyorum. Ve bu asistanların sorunu değil. Çünkü asistanlar da bundan
son derece şikayetçi, biliyorum.
Ama kurumsal bazda kimisinde
mikrobiyoloji ağırlıklı, kimisinde
klinik tarafı ağır basıyor, o nedenle de zaten klinik mikrobiyoloji ve
infeksiyon hastalıkları eğitiminin
bir kişi tarafından değil, bir ekip
tarafından verilebileceğini düşünüyorum. Özellikle üniversitelerde
bu kadar tutucu olmamak gerek.
İnfeksiyon Hastalıkları Klinik
Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nın
içerisinde bence eğitici olarak, öğretici olarak sadece bu dalın uzmanları değil, iç hastalıkları uzmanı olabilir, mikrobiyoloji uzmanı
olabilir, biyolog olabilir, bunlar
ekibin parçalarıdır. Ama bunu sadece üniversite hastaneleri için
öneriyorum. Üniversite bilim üretecek bir yerdir. Üniversite sadece
hasta bakan, eğitim veren bir yer
değil, aynı zamanda araştırma yapılan, bilim üretilen bir yerdir.
Araştırma yapacak kurumlarda çeşitli uzmanlık dallarından insanlar
bir arada çalışabilirler. Ben bu bakımdan tutucu olmamak gerektiğini düşünüyorum.
Asistanlara gelince, bir kere sadece
infeksiyon hastalıkları ve klinik
mikrobiyoloji değil, tüm branş
asistanları dahiliyeci, cerrah, diğer
branşlarda ihtisaslarını yapan tüm
asistanlarda bugün için gördüğüm,
saptadığım şöyle bir şey var; üzülerek görüyorum. Birincisi, “Bir an
önce ihtisası bitirip para kazanalım.” Bu günümüzün gerçeği, kabul etmek zorundayız bunu. Uzun
bir eğitim süreci doktorluk. Bunun
arkasından yine uzun bir ihtisas
var. Onun arkasından da ne olacağı belli değil. “Kadrolar kısıtlı,
mecburi hizmetler kapıda, evde çoluk çocuk, hala anne baba parasıyla geçiniyoruz, kiralar şöyle, işte
eşim orda çalışıyor, ben burada çalışıyorum” gibi bir sürü problem
var. Bu tabii bizim çözemeyeceğimiz, tabii asistanın da çözemeyeceği, ülkenin sorunu. Bunun için kalkıp “tabipler odasına kaydolun,
ülkenin kaderinde söz sahibi olun”
gibi böyle dogmatik laflar da etmek istemiyorum. Bu gerçekçi değil. Ama asistanlar, günümüzde en
gelişmiş ülkelerden Afrika’nın pagan kabilelerine kadar tüm dünyada, en geçerli mesleğin doktorluk
olduğunu unutmamalıdır. Doktor,
tüm toplumlarda en saygı gören kişidir. Doktor önce herkesin kendisine saygı duymasını gerektirecek
davranış ve kültür birikimine sahip olmalı. Bundan taviz vermemeli. Asistan doktor gidip kaportacıyla kavga edemez, asistan doktor
küfredemez, değil hastasına, sokakta arabasına çarpan adama da
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
59
İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji camiasına yönelik önerileriniz neler olabilir?
Bugün için camiada gördüğünüz
eksiklikler nelerdir? Neler yapılması gerekiyor?
Yine kritik bir soru. Hem de çok
kritik bir soru. Bir cümle ile şunu
söylemek istiyorum burada. Klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon
hastalıkları camiası, camia olarak kalma özelliğini mutlaka korumalı, cemaat olmamalıdır. Burada camia ile cemaat arasındaki
fark bence çok önemli. İkisi de
Arapça biliyorum. İkisi de cem;
toplanmak fiilinden geliyor. Ancak camiada imam yoktur, cemaatte imam vardır. Dolayısıyla fikir tartışmalarının olduğu bir
platform özelliğini korumalıdır
camia olarak kalmak istiyorsa.
Klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları camiası içerisinde kırgınlıklara, küskünlüklere
yol açıldı. Bunların bir kısmında
küfredemez. Günümüzün asistanlarına her şeyden önce önermek istediğim budur; önce kendinize say-
60
ben arabuluculuk etmek zorunda
da kaldım. Oysa ki bu olmamalı.
Camiada fikirler tartışılır elbette.
Bu fikirlerin içerisinde bu doğrudur, bu yanlıştır diye bir şey de
çıkmayabilir. Önemli olan sadece
fikir jimnastiği yapabilmektir.
Nasıl farklı takımları tutabiliyorsak ve bu bizim birlikte arkadaş,
dost olmamızı engellemiyorsa,
nasıl farklı partilere oy verebiliyorsak ve bu bizim dost kalmamızı engellemiyorsa, konuşmalarımızda taraftarlık ya da partizanlık ağır basmıyorsa; aynı konuya
gönül vermiş, emek vermiş, hayatını vakfetmiş kişilerin arasında
da tartışma olmalı ama bu tartışmalar konuşmamak, iletişimi koparmak, tamamıyla küsmek ya da
birbirini kırmak şeklinde olmamalıdır diye düşünüyorum. Aksi
halde camiayı yönlendiren bir kişi ya da bir grup olur, o zaman camia cemaat halini alır ve bence
bu çok tehlikelidir. Bu durum; o
gılı olun. Sonra ailenize, hastalarınıza, tüm topluma karşı saygılı
olunuz ki örnek olabilesiniz. Doktor örnektir. İkinci önerim, içlerindeki çocuğu öldürmemeleridir. Çocuk meraklıdır. Çocuk sürekli öğrenmek ister. Yine asistanlarda gördüğüm, maalesef hepimiz bunu vizitler sırasında görüp karşılaşırız,
“hoca şu ilacı ver, şu filmi çektir”
der, o da kağıdı kalemi eline alır,
tıpkı lokantadaki garsonun siparişleri not ettiği gibi hoca ne derse onu
yazar. Olmaz. Asistan laboratuvarda gördüğü bir kan hücresinin ne
hücresi olduğunu, hastasında
gördüğü bir döküntünün
hangi hastalıkta olabileceğini merak etmeli. Merak etmeli ki, öğrenebilsin. Günümüzde asistanlar bizim asistanlığımızda sahip olamadığımız imkanlara sahip, bunu
hepimiz biliyoruz. Bilgiye
kolay ulaşılabilecek bir yer-
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
kurumun, o birimin gelişmesini
çok önler, engeller. O zaman ne
olur, aynı saha içerisinde koşar
durur insanlar. Şöyle söyleyeyim,
güzel bir deyiş vardır; “Ormanda
öten kuşu duymuyorsan, o kuş ötmemiş demektir.” Dolayısıyla
eğer bu camia içerisinde konuştuklarımızı, vardığımız sonuçları
başka camialara duyurmayı beceremiyorsak, onların söylediklerini biz dinlemiyorsak o zaman birbirimizden hiç haberdar olmuyoruz. Kendimiz yaşadığımızı, yaptığımızı zannederiz ama hiçbir
şey yaşamamış, hiçbir şey yapmamışız demektir diye düşünüyorum. Şimdi bunlar böyle çok soyut cümleler gibi oldu ama sanırım ki bu derginin okuyucuları bu
satırları okurken benim ne söylemek istediğimi anlayacaklardır.
Okuyucuların hepsi biliyorlar konuyu. Söyleyeceğim budur, camia
olarak kalmak, cemaat olmamak.
de insanların bu kadar meraksız olması hakikaten üzücü bir şey. Merak sadece tıp alanında da olmamalı bence. Bizim zamanımızdaki
hocaların neslinin artık tükendiğini görüyorum, üzülüyorum. Eskiden şöyle denirdi; “Tıp fakültesinden her şey çıkar, ara sıra doktor
çıkar.” Şimdi günümüzde üzülerek
görüyorum ki tıp fakültelerinden
sadece ara sıra doktor çıkıyor. Bu
belki biraz acımasızca oldu ama
doktor dediğimiz şey, sadece tıp bilen insan değildir. Bir sürü doktor
ressam, doktor besteci, doktor yayıncı, doktor sanatçı, doktor bilim
adamı var. Doktor başka şeyleri de
okur, değerlendirir. Kutsal ve çok
saygıdeğer bir meslektir. İnsan vücudunu tanıdıkça, kendisini yaradana daha çok saygı duyar, dolayısıyla kendisine saygı duyar ve sürekli de merak eder. Merak, öğrenmenin ve sürekli kendini geliştirmenin ilk koşuludur.
“Astronomiye olan
ilgim bundan
yaklaşık 10 yıl
kadar önce
Cumhuriyet
Gazetesi’nin Bilim
Teknik ekinde
astronomi ile ilgili
yazıları okuyarak
başladı.”
Çok farklı alanlara ilginiz olduğunu biliyoruz. Resim sanatı, hayvanseverlik, gökbilimi gibi. Gökbiliminden başlamak istiyorum.
Hangi boyuttadır bu ilgi?
Aslında astronomiye olan ilgim
bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce
Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim
Teknik ekinde Ortadoğu Teknik
Üniversitesi’nin, sonra giderek Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi astronomi bölümlerinin
hocalarının ve oradaki astronomi
araştırmaları topluluklarının yazdığı yazıları okuyarak başladı. “Bu
ayın gökyüzü” sayfalarıyla: Bu ay
neyi göreceğiz? Başımızı kaldırdığımızda hangi takım yıldızlarını
görüyoruz? Okuyup başımı kaldırdığımda hakikaten dergideki resimdeki takım yıldızlarını gökyüzünde görünce büyülendim. Bütün
bir yıl takım yıldızlarını tanımak,
ne zaman hangisi doğuyor, ne zaman hangisi batıyor, onları incelemek ve bunlara aşina olmakla başladım. Bir sene kadar sonra ilk defa Ankara Üniversitesi’nde iki
günlük bir toplantı düzenlendi. Tamamen amatörlere yönelik. Bir gece yataklı trene binip Ankara Üniversitesi’ne gittim. Ve burada Türkiye’nin her tarafından gelmiş, çe-
şitli yaş ve çeşitli mesleklerden
yaklaşık 200 kadar insanla tanıştım. O kadar etkilendim ki dönüşte
Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik
ekine “Tren Penceresinden Gökyüzü” diye kısa bir yazı yazdım. Bu
yazı nedeniyle bu kez astronomi
camiasında tanınır bir insan haline
geldim. Bununla kalmadı; biz amatörler ertesi sene yine Ankara’da
toplandık. Bir dernek kurduk.
Amatör Astronomlar Derneği’nin
kurucu üyelerinden biriyim. Ama
dernek maalesef birkaç sene sonra
işlerini yürütemedi, kapandı. Ankara’daydı, çok gidip gelemedim
açıkcası. Daha sonra Ege Üniversitesi Astronomi Bölümü’nün yaz
okullarına katıldım. İzmir’den
uzak, Yıldıztepe’deki gözlemevinde bütün bir hafta kamp kurarak,
gündüzleri dersleri takip ederek,
gece gözleme çıkarak yapılan yaz
okuluna en son bu yaz, üçüncü kez,
şimdi Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrenci olan, amatör
astronomi merakım nedeniyle yıllar önce tanıştığım Ahmet’le birlikte gittim. Amatör astronomi; aslında doğayı, evreni, dünyayı tanımak için çok güzel bir uğraş. Başınızı geceleyin gökyüzüne kaldırmanız yetiyor. Tabii ki bazı sakın-
caları var: Gökyüzünü sevdikten
sonra gece yürürken başını yukarıya doğru kaldırdığında bazen ayağın takılıyor. Ve şöyle söyleyeyim, o
kadar hoş bir şey ki; bunu söylemek isterim: Tamamıyla yabancı
bir ülkede bir otelde tek başınasınız, akşam yemeğe çıkıyorsunuz,
dilini bilmediğiniz insanlarla birliktesiniz, başımı gökyüzüne kaldırıyorum, Jüpiter orada, Antares
burada. Tanıdık birisini görmüş gibi oluyorum, içim rahatlıyor.
Yıldızların hepsini bilir misiniz?
Pek çoğunu evet. Gökyüzünün, kuzey yarı kürenin gök haritasını aşağı yukarı ezbere biliyorum ama iki
defa güney yarımküreye indim. Bir
defa Avustralya’ya, bir defa da Güney Afrika’ya gidişimde yukarıya
baktım ve tanıyamadım yıldızları,
ama çizdim, dönüşte hemen baktım.
Benim dikkatimi çeken en
önemli özelliklerinizden birisi
Türkçe’yi çok güzel kullanmanız.
Hem yazarken, hem de konuşurken
Türkçe’niz gerçekten çok güzel. Bu
gerçeği size daha önce söyleyen oldu mu bilmiyorum? Bu bir yetenek
mi? Yoksa özel bir çabanın ya da
eğitimin ürünü mü?
Bunu söyleyenler oldu, mesela Recep Öztürk söyler zaman zaman.
En hoşuma giden soru bu oldu hakikaten. Teşekkür ederim. Sanırım
bunda hepsinin etkisi var. İstanbul’da doğmuş ve büyümüş olmamın kuşkusuz etkisi vardır. Ama
evde, ailede öğrenilir dil. Annemin,
babamın da çok güzel Türkçe konuşmalarının büyük etkisi olduğunu zannediyorum. Annem ilkokul
öğretmeniydi ve eski öğretmenler
Türkçe’yi, İstanbul Türkçesiyle konuşurlardı. Tabii ki İstanbul’a çok
göç geldi ve bugün ilkokul öğretmenleri arasında çok şive farkı var.
Bunu kabul edelim. Eskiden öyle
değildi. Oxford İngilizcesi gibi ilkokul öğretmenleri İstanbul Türkçesi konuşurlardı. Onun için zannediyorum benim yaşımda olup da
İstanbul’da doğmuş ve İstanbul’da
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
61
büyümüş, ilkokula İstanbul’a gitmiş olanlarda bu özellik vardır.
Sanırım bu da yetmez. Annem,
özellikle babam kitaba çok düşkündü. Bizim evimizde çocukluğumdan beri sürekli olarak kitapla haşır neşir olunur. Anlattım; ilkokula başladığım zaman kendim
farkında değilim ama okumayı
sökmüşüm. Klasikleri çok küçük
yaşta okudum. Klasiklerin içerisinde her halde okumadığım yoktur. Kısacası evet, annem öğretmen, babam okumaya düşkün, İstanbul’da doğdum, İstanbul’da
okula gittim ve en önemli özelliklerimden birisi, çok okurum.
Okumak, önce Türkçe’yi iyi öğrenmek için şart. Eğer bu söylediğim
özelliklere sahip olup da hala
Türkçe’si iyi olmayan varsa kitap
okumadıklarındandır. Çünkü insanın aklı sadece kulağında değil, bir
de gözündedir. Kimi hocalarımızın
hala ayrı yazılan “da” ile içinde
anlamındaki “da”yı ayıramadıklarını görüyorum ve hakikaten üzülüyorum. Profesör ünvanlı bazı hocalarımızın bir toplantıya makale,
bildiri gönderirken kurdukları
cümlelere bakınca gerçekten şaşırıyorum. Ama buradan hemen şu
sonuca da varıyorum: Bence kitap
okumuyorlar.
Asistanlığım sırasında, arkadaşım
Meral Koniçe ile gece otellerde elimizde kitap çalışarak, Roma’yı,
Paris’i Venedik ve Verona’yı gezdik. Yunanistan’a gittim. Ama Yunan adalarına henüz gidemedim.
Türkiye’nin hakikaten her tarafını
severek, isteyerek, merak ederek
dolaşmışımdır. Bunların arasında
en sevdiğim, en unutamadığım yer
Doğu Karadeniz Bölgesi’dir. Doğu
Karadeniz bölgesine hayranım
gerçekten, orası cennetten bir köşe.
Orada çektiğim fotoğraflar her
halde en sevdiğim, en güzel fotoğraflardır. Fırtına Deresi’ni hiç unutamıyorum. Çamlıhemşin’i hiç
unutamıyorum. Oralar çok çok güzel. İşte Ayder Yaylası’nı. Artvin’e
kadar gittim. Uzungöl’e gittim.
Doğu Karadeniz’e tekrar gittim.
Tekneyle mavi yolculuğa çıktım.
Denizi de çok seviyorum aslında.
Sudan korkarım ama seviyorum.
Doğu Karadeniz ve Gökova Körfezi’ne doğayı sevdiğim için gitmişimdir ama aslında Anadolu uygarlıkları beni çok çekiyor. Bir iti-
Bu röportaj için farklı yönlerinizle ilgili bilgi toplama aşamasında sizin iyi bir gezgin olduğunuz
söylendi bana. Bu anlamda neler
söylemek istersiniz? Gezip gördüğünüz yerler sonrasında şöyle genel bir değerlendirme yaptığınızda
ne söylemek istersiniz?
Gezginlik, şu özelliklerim içerisinde belki en arka planda olanı aslında. Sadece hekim olduğumuz için
gittiğimiz toplantılarda, gittiğim
çevreyi de görüyorum. Asistan iken
arkadaşlarımla birlikte otobüs ve
trenle Almanya’ya, İngiltere’ye çok
hoş bir gezi yapmıştık. Yine arkadaşlarla vapurla İskenderun’a kadar gittik. Ailemle Türkiye’nin her
tarafını gezmişizdir herhalde.
62
İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
rafta bulunayım; ne zaman Ankara’ya gelsem, bir kere daha giderim
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne.
Kaç defa ziyaret ettiğimi bilmiyorum.
Ben dünyanın henüz hiçbir ülkesini görmemişken doğal güzellik
açısından Türkiye’ye yapılan övgüleri biraz abartılı bulurdum.
Ama dünyanın pek çok ülkesini gezip gördükten sonra anladım ki, o
söylenenlerde gerçek payı var. Siz
katılıyormusunuz buna?
Kesinlikle. Tabii ki dünyada da
çok yer gördüm. Avrupa’nın nerdeyse tüm ülkeleri, bir ikisi hariç
belki. İki ya da üç defa Amerika’ya, Kanada’ya gittim. Bir Güney Amerika’ya gitmedim diyebilirim. Avustralya’ya gittim. Gördüğüm yerler arasında, ülkeler konusunda tam olarak bir şey diyemem
ama en güzel şehir, İstanbul! Bütün
büyük ve güzel şehirlerin içerisinden -Ankaralılar duymasınlar- su
geçiyor; Londra, Paris böyledir.
Tuna’nın geçtiği şehirler böyledir.
Moskova, Petersburg ve herhalde
Volga’nın geçtiği şehirler böyledir.
Ama İstanbul’un içerisinden deniz
geçiyor. Yani İstanbul’un içerisinden vapurlar geçiyor. İstanbul’un
içerisinde serçe kuşları gibi martılar. Evinizin kapısına kadar geliyorlar. İçinden deniz geçen bir şehirde yaşamak hakikaten ayrıcalık, kendimi şanslı sayıyorum.
Resim sanatına olan ilginizden
bahsedebilir misiniz?
Sadece suluboya resim yapıyorum.
Benim resim hocam fakültemiz hocası Prof. Dr. Orhan Arıoğul. Bir
gün beni aldı, Sirkeci’ye götürdü.
Bir dükkandan içeriye soktu; tümüyle resim malzemeleri var. Kağıtlar, boyalar, fırçalar. Hepsini bir
bir kendisi seçti. Tahmin ediyorum
4 sene olmuştur. Orhan Arıoğul çok
iyi bir yağlı boyacı. Bense yağlı boyaya hiç sempati duyamadım. Ben
suluboyacıyım. Nasıl yapacağıma
dair biraz bilgim var ama boya
işiyle çok fazla meşgul değilim. Orhan hoca bana yurtdışından İngilizce resim kitapları getirdi. Ben
onları okudum. Ve böylece Orhan
hocadan da kurtulamadım; her gün
soruyor, telefon açıyor, soruyor, görünce soruyor “ne yaptın” diye.
Mecburen ben ev ödevi gibi yapıyorum resimleri. Kimini beğeniyor,
kimini beğenmiyor, eleştiriyor.
Ben resme kıyısından köşesinden
öyle girdim. Şimdi arada bir yapıyorum ama resim yapmak yetenek
işi. Toplantılarda kimi izleyiciler
resim çizerler, aslında o bir kaçış.
Ben de çiziyorum toplantılarda.
Dikkat ettim ne çiziyorum diye;
genelde bir yelkenli çiziyorum, deniz çiziyorum, bir takım evler çiziyorum, kırda evler. Demek ki toplantıdan sıkılınca kırlara, denizlere kaçmak istiyorum.
Hayvanseverlik özelliğiniz, bildiğim kadarı ile kedi severliğiniz
önemli bir özelliğiniz. Bir kaç cümle ile bahsedebilir misiniz? Kaç kediniz var?
Bütün hayvanları severim, köpekleri, kuşları, kelebekleri, tırtılları,
ayıları... Ama kediler hepsinden
farklıdır. Biri diğerine benzemez.
Kişilikleri vardır, özgürdürler, sürü
halinde dolaşmazlar. Sizden sadece
yemek, su ve sevgi değil, mutlaka
saygı beklerler. Çocukluğumdan
beri bir sürü kedim oldu, ama Tırmık ve Sofi benim için hepsinden
farklıydı, onları başka türlü sevdim. İkisini de kaybettim. Şimdi
Yumak ve Köfte ile beraberim.
Bahçede, sokakta, işe gidip gelirken yol boyunca aşina olduğum,
beslediğim, selamlaştığım kedilerimin kaç tane olduğunu bilmiyorum, hiç saymadım; sayıları azalmasın diye.
Bu röportaj serimizin standart
bir sorusu olacak. Bir gazete bu soruyu çok farklı özellikleri olan ünlülere sorarak her gün birisinin cevabını yayınladı. Sorunun cevabının bir cümle olması ve veciz olması gerekiyor. Bu hayattan ne öğrendiniz? Mesela birisi ’’bu hayattan
öğrenmenin sonu olmadığını öğrendim’’ demiş. Aynı soruyu size
sorsak bize veciz bir söz olarak ne
söylebilirsiniz? Bu hayattan ne öğrendiniz?
Bu hayattan şunu öğrendim; her
şeyin bir bedeli var. Bu nereden
aklıma geldi derseniz, bu röportajda karakterimin en önemli özelliği
nedir, diye sorulabilir diye düşünmüştüm.
Peki soralım hocam, nedir bu
özellikler?
Birkaç özelliğim var; ben çok disiplinliyimdir, programlıyımdır,
sürprizleri sevmem, yani ani değişiklikler çok rahatsız eder beni.
Ama buna karşılık oldukça da tutarlı bir insanım. Fakat en önemli
özelliğim bunlardan hiç birisi değil. Acayip özgürlüğüme düşkünüm. Başkalarının yaptığını yapmak zorunda değilim; mesela araba almış satmışımdır, araba kullanmam, vapurla, otobüsle gidip
gelmek daha çok hoşuma gider; istediğim yerde bırakırım, yürürüm.
Kira evinde oturmak beni rahatsız
etmez. Ama bu özgürlüğün bedeli
çok ağır. İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1
www.bilimseltipyayinevi.com
63

Benzer belgeler

Yaşam bakterilerle başladı, yine onlarla son bulacak

Yaşam bakterilerle başladı, yine onlarla son bulacak karşısına “Nasıl ulaşılabileceği araştırılacak” notunu düşmüşüm. Bu notun gereği olarak yaptığım bir kaç görüşme sonrasında Prof. Dr. Sercan Ulusoy aracılığı ile kendisine ulaştım. Bilgehan Hoca ne...

Detaylı