türk teceddüt edebiyatı tarihi

Transkript

türk teceddüt edebiyatı tarihi
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı
“TÜRK TECEDDÜT EDEBİYATI TARİHİ”
VE
YENİ TÜRK EDEBİYATINDA EDEBİYAT TARİHÇİLİĞİ
Hazırlayan:
Salih NURDAĞ
Danışman:
Prof. Dr. Şaban SAĞLIK
Yüksek Lisans Tezi
Samsun, 2010
KABUL VE ONAY
Salih NURDAĞ tarafından hazırlanan “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” ve
Yeni Türk Edebiyatında Edebiyat Tarihçiliği başlıklı bu çalışma,
29 / 01 / 2010 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliğiyle
başarılı bulunarak jürimiz tarafından Yüksek Lisans Çalışması olarak kabul
edilmiştir.
Başkan:
Prof. Dr. Mustafa ÖZBALCI
Üye
:
Prof. Dr. Mehmet AYDIN
Üye
:
Prof. Dr. Şaban SAĞLIK
Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım.
____ /____ /____
BİLİMSEL ETİK BİLDİRİMİ
Hazırladığım Yüksek Lisans/Doktora tezinin ya da Sanatta Yeterlik çalışmasında, proje
aşamasından sonuçlanmasına kadarki süreçte bilimsel etiğe ve akademik kurallara
özenle riayet ettiğimi, tez içindeki tüm bilgileri bilimsel ahlak ve gelenek çerçevesinde
elde ettiğimi, tez yazım kurallarına uygun olarak hazırladığım bu çalışmamda doğrudan
veya dolaylı olarak yaptığım her alıntıya kaynak gösterdiğimi ve yararlandığım eserlerin
kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu taahhüt ederim.
29 / 01 / 2010
Salih NURDAĞ
Öğrencinin Adı
Soyadı
Salih NURDAĞ
Ana Bilim Dalı
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
Danışman Adı
Prof. Dr. Şaban SAĞLIK
Tezin Adı
“Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” ve Yeni Türk Edebiyatında
Edebiyat Tarihçiliği
ÖZET
Bu çalışmada öncelikli olarak edebiyat tarihinin edebiyat biliminin diğer dallarıyla
ilişkisi incelenmiştir. Daha sonra edebiyat tarihinin ne olduğu ve kapsamı incelenmiş ve
bu disiplinin uygulanmasında kullanılabilecek olan yöntemler üzerinde durulmuştur.
Çalışmanın devamında İsmail Habib Sevük’ün “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” adlı
eserinin edebiyat tarihçiliğindeki yeri, eserde kullanılan yöntem ve buna bağlı olarak
eserin eksik yanları ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Anahtar Sözcükler:
Teceddüt Edebiyatı, Edebiyat Tarihi, Bakış Açısı, Dönem, İsmail Habib Sevük
Student’s Name
and Surname
Salih NURDAĞ
Department’s
Name
Turkısh Language and Literature
Name of the
Supervisor
Professor. Şaban SAĞLIK
Name of the
Thesis
“Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” and Literature History in
Modern Turkısh Literature
ABSTRACT
This study primarily examines the relationship of the history of literature with other
subdisciplines of literature. Then, it also scrutinizes what the history of literature mean
and the topics it includes. Another aspect of our study is about the methods which can
be applied in this discipline. Our study details the importance of İsmal Habib Sevük’s
“Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi”, methods used and points which need to be revised.
Key Words: Literature of Teceddüt, History of Literature, Viewpoint, Period, İsmail
Habib Sevük.
ÖN SÖZ
Edebiyat biliminin şubelerinden birisi de edebiyat tarihidir. Edebiyat tarihi, edebiyat
biliminin diğer disiplinleriyle de yakından ilişkilidir. Edebiyat tarihi aynı zamanda
medeniyet tarihinin de bir parçasıdır. Bu nedenle her medeniyetin çerçevesinde gelişen
edebiyatlar için edebiyat tarihi çalışmaları yapılmıştır.
Buna bağlı olarak Türk edebiyatı için de birçok edebiyat tarihi çalışması yapılmıştır. Bu
çalışmalara bakıldığında, Türk edebiyat tarihi çalışmalarında bir metodoloji birliğinden
söz edemiyoruz. Her araştırmacı kendi seçtiği yönteme göre çalışmasını ortaya koymuştur.
Bir araştırma yöntemi ya da yöntemlerinden söz edemeyişimiz, ayrıca her araştırmacının
kendi kişisel yargılarıyla eserlere, dönemlere, yazar ve şairlere yaklaşımı edebiyat tarihini
bilimsel bir yapıdan uzaklaştırmış, subjektif yargıların egemen olduğu süpekülatif bir alan
haline getirmiştir. Buradan hareketle Türk edebiyat tarihçiliğindeki sorunları; yöntem
sorunu, temsil sorunu, kriter sorunu, dönemlendirme sorunu olarak özetleyebiliriz.
Bu çalışmada öncelikle Türk edebiyatı tarihi çalışmalarında görülen problemlerin tespiti
yapılmış ve edebiyat tarihçiliğinde bir yöntemin nasıl oluşturulabileceği üzerinde
durulmuştur. Bu amaçla Türk edebiyatı tarihçiliğinde önemli bir yeri olan İsmail Habib
Sevük’ün edebiyat tarihçiliğine yaklaşımı ve onun “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” adlı
eseri geliştirilen yöntemler doğrultusunda değerlendirilmiştir.
Çalışmamız doğrultusunda bu alanda verilmiş olan yerli ve tercüme kitaplar, dergi ve
gazetelerde yayımlanmış makaleler ve mülakatlar, internet ortamındaki çeşitli makaleler,
yayımlanmamış yüksek lisans ve doktora tezleri incelenmiş ve çalışmamıza kaynak
oluşturabilecek nitelikte olanları değerlendirmeye alınmıştır. Ayrıca İsmail Habib
Sevük’ün eski harflerle basılmış olan “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” ve bu eserle ilgili
gazete ve mecmualarda çıkan yazıları derlediği “Neler Dediler” adlı eseri temin edilerek
incelenmiştir. Bu eserlerde geçen eski harfli bazı kelimeler okunamadığı için orijinal
şekilleri ile tezde yer almıştır. Bunların dışında özel isimlerin yazımında ise İsmail
Habib’in tercihine sadık kalınmıştır.
Çalışmanın birinci bölümünde yer alan edebiyat tarihi araştırmalarında kullanılacak olan
kriterlerin saptanmasında Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Mehmet Önal’ın büyük katkıları olmuştur. Ayrıca
farklı kaynaklardan da bu amaçla yararlanılmıştır.
“Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi ve Yeni Türk Edebiyatında Edebiyat Tarihçiliği” başlıklı
bu tez çalışması temel olarak iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde edebiyat
tarihçiliğinde izlenmesi gereken yöntemler verilmiş ve bir edebiyat tarihi çalışmasının
amaç ve kapsamının neler olması gerektiği üzerine bir metodoloji geliştirilmeye
çalışılmıştır. İkinci bölümde, İsmail Habib Sevük’ün “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi”
adlı eserinin Türk edebiyat tarihçiliğine katkısı, eksik yönleri ve edebiyat tarihi
araştırmalarında bulunduğu yer, bu metodolojiye göre incelenmiştir.
Yapılan çalışma, edebiyat tarihçiliği alanındaki çalışmaların incelenmesi ve özel olarak
Türk edebiyatı tarihi hakkındaki kaynakların incelenmesi, bu alandaki boşlukların
görülmesi açısından oldukça yararlı olmuş ve edebiyat biliminin çeşitli dallarıyla
karşılaştırma imkânı sunmuştur. Ayrıca bu çalışmayla edebiyat tarihi alanındaki
metodoloji eksikliğini gidermede bir adım atılmış olacaktır.
Tez konusunun belirlenmesinde yardımcı olan değerli hocamız Sayın Prof. Dr. Mustafa
Özbalcı’ya, eski yazıyla basılmış metinlerin okunmasında yardımlarını esirgemeyen ve
kaynaklara ulaşmada rehberlik eden Sayın Doç. Dr. Şahin Köktürk’e ve Sayın Yrd. Doç.
Dr. Dursun Ali Tökel’e, çalışmanın başlangıcından itibaren yardımlarını ve bilgisini
esirgemeyen edebiyat öğretmenleri Ümit Apaydın ve İbrahim Tökel’le Okutman Dr.
Hüsrev Akın’a teşekkür ederim.
Bilimsel bir çalışma yapmak yoğun bir emek ve disiplin isteyen bir süreçtir. Yüksek
lisansa başladığım günden itibaren, bana edebiyat bilimi çalışmalarında yol gösteren,
eleştirileriyle ufkumu açan, çalışmanın her aşamasında ilgisini, desteğini esirgemeyen
değerli hocam Sayın Prof. Dr. Şaban Sağlık’a özellikle teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Salih Nurdağ
Aralık, 2009
VII
İÇİNDEKİLER
ÖZET............................................................................................................................. IV
ABSTRACT .................................................................................................................... V
ÖN SÖZ ......................................................................................................................... VI
İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... VIII
ŞEKİLLER LİSTESİ ................................................................................................... XI
KISALTMALAR LİSTESİ ........................................................................................ XII
GİRİŞ ............................................................................................................................... 1
1. EDEBİYAT BİLİMİ VE TARİH .......................................................................... 1
2. EDEBİYAT TARİHİ .............................................................................................. 6
2.1 Tarihçe ................................................................................................................. 11
2.2 Amaç ..................................................................................................................... 15
2.3 Metodoloji / Sınırları........................................................................................... 17
2.3.1 Metin Tespiti ................................................................................................. 30
2.3.2 Metnin Yazarı ............................................................................................... 36
2.3.3 Metnin Ortamı .............................................................................................. 39
2.3.4 Metnin Zamanı ............................................................................................. 41
2.3.5 Metnin Okuru ............................................................................................... 42
2.3.6 Edebiyat Tarihçisi ve Bakış Açısı ............................................................... 45
2.3.6.1 Temsil Sorunu ....................................................................................... 47
2.3.6.2 Bütün Edebi Oluşumlara Bakış ........................................................... 51
2.3.6.3 Sanatçının Eserlerine Yaklaşım ........................................................... 52
2.3.6.4 Sanatçının Alt Kimliklerine Yaklaşım ................................................ 53
1. BÖLÜM.................................................................................................................. 56
1. EDEBİYAT TARİHİNİN ESASLARI ................................................................ 56
1.1 Eser Açısından ..................................................................................................... 56
1.1.1 Farklı Türler ................................................................................................. 57
1.1.2 Eser ................................................................................................................ 58
1.1.2.1 Muhteva ................................................................................................. 60
1.1.2.2 Tematik Yapı/Eserde İşlenen Kavramlar ........................................... 62
1.1.2.3 Dil Ve Üslup ........................................................................................... 65
1.1.2.4 Ahenk/ Ritm -Cümle, Kelime/ Nazım Birimi -Kafiye/ Vezin ............ 66
1.1.2.5 Eser/ Devir/ Yazar ................................................................................. 70
1.1.2.6 Eseri Besleyen Başka Eserler ............................................................... 73
1.1.2.7 Eserin Etkileri ....................................................................................... 76
1.2 Yazar Açısından .................................................................................................. 78
1.2.1 Biyografi ........................................................................................................ 78
1.2.2 Mizaç ............................................................................................................. 81
1.2.3 Birikim .......................................................................................................... 82
1.2.4 Edebi Zevk .................................................................................................... 84
1.2.5 Müstear İsimler ........................................................................................... 85
1.3 Devir Açısından ................................................................................................... 87
1.3.1 Siyasi Ortam/ Siyasi Boğumlanmalar ........................................................ 89
1.3.2 Ekonomik Ortam ......................................................................................... 91
1.3.3 Kültürel Ortam............................................................................................. 92
1.3.4 Edebiyat Topluluğu/ Toplaşma/ Grup ....................................................... 93
1.3.5 Muhit ............................................................................................................. 95
1.4 Zaman Açısından ................................................................................................ 97
1.4.1 Zihniyet Değişimi/ Tercümeler/ Adapteler ................................................ 97
1.4.2 Fikir Hareketleri ve Edebi Akımlar ........................................................... 99
1.4.3 Nesil ............................................................................................................. 103
1.5 Okur/ Eleştiri Açısından ................................................................................. 107
1.5.1 Okurların İlgisi ........................................................................................... 107
1.5.2 Eleştirmenlerin İlgisi.................................................................................. 109
1.5.3 Terminoloji ................................................................................................. 112
2. BÖLÜM................................................................................................................ 114
1. TÜRK TECEDDÜT EDEBİYATI TARİHİNE KADAR EDEBİYAT TARİHİ
114
2. TÜRK TECEDDÜT EDEBİYATI VE EDEBİYAT TARİHÇİLİĞİ............. 120
2.1 Eser Açısından ................................................................................................... 130
2.1.1 Farklı Türler ............................................................................................... 130
2.1.2 Eser .............................................................................................................. 135
2.1.2.1 Muhteva ............................................................................................... 137
2.1.2.2 Tematik Yapı- Eserde İşlenen Kavramlar........................................ 140
2.1.2.3 Dil ve Üslup, Cümle, Kelime/ Nazım Birimi, Kafiye/ Vezin, Ahenk/
Ritm .................................................................................................................. 143
2.1.2.4 Eser/ Devir/ Yazar ............................................................................... 154
2.1.2.5 Eserin Etkileri ve Eseri Besleyen Başka Eserler .............................. 158
2.2 Yazar Açısından ................................................................................................ 164
2.2.1 Biyografi ...................................................................................................... 165
2.2.2 Mizaç ........................................................................................................... 170
2.2.3 Birikim ........................................................................................................ 173
2.2.4 Müstear İsimler .......................................................................................... 177
2.3 Devir Açısından ................................................................................................. 178
2.3.1 Siyasi Ortam/ Siyasi Boğumlanmalar- Kültürel Ortam ......................... 178
2.3.2 Ekonomik Ortam ....................................................................................... 182
2.3.3 Edebiyat Topluluğu/ Toplaşma/ Grup ..................................................... 182
2.3.4 Muhit ........................................................................................................... 184
2.4 Zaman Açısından .............................................................................................. 185
2.4.1 Zihniyet Değişimi/ Tercümeler/ Adapteler .............................................. 185
2.4.2 Fikir Hareketleri ve Edebi Akımlar ......................................................... 190
2.4.3 Nesil ............................................................................................................. 191
2.5 Okur/ Eleştiri Açısından ................................................................................... 194
2.5.1 Okurların ve Eleştirmenlerin İlgisi .......................................................... 194
2.5.2 Terminoloji ................................................................................................. 196
2.6 Edebiyat Tarihçisi ve Bakış Açısı .................................................................... 198
2.6.1 Temsil Sorunu ............................................................................................ 198
2.6.2 Sanatçının Alt Kimliklerine Yaklaşım ..................................................... 201
2. 7 Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi’nden Sonraki Edebiyat Tarihleri ........... 203
SONUÇ ......................................................................................................................... 205
KAYNAKÇA ............................................................................................................... 209
Kitaplar .................................................................................................................... 209
Çeviriler ................................................................................................................... 211
IX
Dergiler..................................................................................................................... 212
Görüşme ................................................................................................................... 214
Elektronik kaynaklar .............................................................................................. 214
Ansiklopediler.......................................................................................................... 215
Derleme kitaplardaki makaleler ............................................................................ 215
Yayınlanmamış Tez................................................................................................. 215
Sözlükler .................................................................................................................. 215
X
ŞEKİLLER LİSTESİ
Şekil 1…………………………………………………………………….17
Şekil 2…………………………………………………………………… 19
Şekil 3…………………………………………………………………… 21
Şekil 4…………………………………………………………………….62
Şekil 5…………………………………………………………………... 107
KISALTMALAR LİSTESİ
s.:
sayfa
i.ö.:
İsa’dan Önce
yy:
Yüzyıl
ör.:
Örnek
haz.:
Hazırlayan
çev.:
Çeviren
YKY: Yapı Kredi Yayınları
vb.:
Ve Benzeri
ilh.:
İlâ Âhir
GİRİŞ
1.
EDEBİYAT BİLİMİ VE TARİH
Edebiyat ve tarih her ikisi de sosyal bilimlerin bir şubesidir. Burada bu disiplinlerin ne
olduğundan çok birbirleriyle münasebeti üzerinde durulacaktır. Edebiyat ve tarih ilişkisi
her iki disiplinin de birbirinden faydalanma esasına dayanır. Bu faydalanmada konu
bakımından olduğu gibi yöntem bakımından da benzerlikler vardır. Her iki disiplinin de
sosyal bilimler alanına dâhil olması bu yakınlığın en mühim sebebidir.
Her ikisi de farklı araştırma sahaları ve disiplin olmakla birlikte ortaklıkları da bulunan
edebiyat ve tarih, edebiyat tarihi başlığı altında ortak bir noktada birleşirler. Bu ortak
nokta ise “geçmiş” tir. Bir edebiyat tarihçisi ile tarihçinin geçmişe bakışı değerlendirişi
arasındaki en bariz fark edebiyat tarihçisinin ele aldığı geçmiş henüz geçmemiştir,
geçmişten kasıt daha ziyade üretilen nesne olan sanat eseridir. Ve bu eser güncelliğini
korumakta ve yaşamaktadır. Tarihçinin ele aldığı geçmiş ise artık tarihe mal olmuş ve
devrini bitirmiştir. Mesela, “bugün Lale devri yoktur. Ama o devirde yaşayan Nedim’in
divanı elimizdedir ve hala değerini korumaktadır.” (Levend, 1984: 15).
Her iki disiplin de somut olan verilerden hareket ederken tarihçinin bir anlaşma veya
ferman karşısında göstereceği tarafsızlığı bir edebiyat tarihçisinin göstermesi oldukça
zordur. Bunun nedeni ise sanat eserinin canlılığını muhafaza etmesi ve araştırmacının
eser karşısında bir zevk ve heyecan duymasıdır.
Her iki disiplinin kişilere bakışı da farklıdır;
Tarihçi, kişiler üzerinde olaylarla ilgisi oranında durur. Oysa edebiyat
tarihçisinin öncelikle üzerinde duracağı sanat eserlerini yaratan belirli
kişilerdir. O belli başlı kişilerin yarattığı eserlerin aracılığıyledir ki,
incelediği çağın dilini, zevkini ve edebî karakterini belirtecektir.
Örneğin, Lâle devrini yazacak tarihçi, 1. Ahmet, İbrahim Paşa ve
Patrona Halil üzerinde, bunların siyasal ve toplumsal olayların
gelişmesinde oynadıkları rolün önemi oranında durduğu halde,
edebiyat tarihçisi, o devrin edebi durumunu belirtmek için, ele alacağı
Nedim’in kişiliği üzerinde önemle duracak, divanındaki şiirleri birer
birer inceleyerek, özelliklerini ve çağdaşlarından ayrıldığı noktaları
araştırarak şiire getirdiği yeni sesi bulacaktır (Levend, 1984: 15).
Kişileri değerlendirmedeki farklı bakış açılarından biri de kişilere ait hususiyetlerin
seçilmesi ve ayıklanması noktasında ortaya çıkar:
Bir vesika karşısında bulunan tarihçi, bu vesikada mevcut şahsi
unsurları atabilmek üzere, onları takdir eylemeğe çabalar. Hâlbuki bir
eserin bediî veya tehyici kabiliyeti, asıl bu şahsi unsurlara bağlı
olduğundan, onları alıkoymak bizim için elzemdir. Tarihçi, Saint
Simon’un bir rivayetini kullanmak için bu rivayeti tashih etmeğe, yani
Saint-Simon’un eserinde Sain-Simon’un şahsına ait unsurları
çıkarmağa çabaladığı halde, biz, bilâkis, asıl Saint-Simon’a ait
bulunmayan, Saint-Simon olmıyan kısımları atmağa çalışıyoruz.
Tarihçi umumi vakalara ehemmiyet verir ve fertlerle, esas itibarile,
pek az meşgul olur; fertler ancak bir takım grupları temsil veya bir
takım hareketleri tadil eyledikleri nispette tarihçiyi alâkadar eder,
hâlbuki biz, ilk önce fertlerde dururuz; zira ihsas, ihtiras, zevk,
güzellik, ferdî şeylerdir (Lanson, 1935:6).
Görüldüğü gibi edebiyat tarihçisi kişileri, kişilikleri ve eserleri ile ele almakta, onu
çağdaşlarıyla karşılaştırarak onu yeni veya önemli kılan hususiyetleri belirtmek
noktasında tarihçiden ayrılmaktadır. Tarihçi olayların sebebine derinlemesine inmek
için kişisellikten uzak durmasına rağmen, edebiyat tarihçisi bunun tam tersine kişisel
olmayan yerleri dışarıda bırakarak sanatçıyı ve eserini merkeze alacaktır. Yani kişisel
olana eğilecektir. Mesela;
Na’îma’yı kaynak olarak ele alan tarihçi, “Naîma devrindeki olayları
nasıl görmüş, nasıl saptamış” diye düşünmekle birlikte, Naîma’nın
kişisel görüşlerine kendini kaptırmayacak, onun etkisinden uzak
kalmaya çalışacaktır. Aynı eseri dil ve deyiş bakımından incelemek
isteyen edebiyat tarihçisi ise Naîma’nın kişiliğini bulabilmek için,
onun kendi görüşlerini, bunları deyişte gösterdiği özellikleri
belirtmeye çalışacaktır (Levend, 1984: 16).
Bu örnekte edebiyat tarihçisi ile tarihçinin yöntem farklılığı ve olayları ele alış tarzı
daha bariz bir şekilde ortaya çıkar.
2
Tarihçi ve edebiyat tarihçisinin arasındaki farklardan biri de kaynaklardan faydalanma
tarzıdır. Tarihçi için faydalandığı kaynakların nesnelliği ön plandadır. Geçmiş döneme
ait bir belge, para veya herhangi bir nesnenin nesnelliğinden emin olunmakla birlikte
geçmişe ait yazılı bir kaynağın mesela vakanüvislerin tuttukları kayıtların ne ölçüde
nesnel olduğu bir sorun teşkil eder. Çünkü vakanüvis de eserini yazarken devrin egemen
gücünün etkisi altında kalmış olabilir, herhangi bir cemiyetin fikirleri doğrultusunda
eserini yazmış olabilir, hatta kendisi istemese ve bunu inkâr bile etse bu etkilenmeden
kaçınması olanaksızdır. Kısaca her tarih yazımında bir öznellikten söz edilebilir. Her
tarih yazımı aynı zamanda bir hikâye yazımıdır. Bu noktada tarihçi bu eserde
yazılanların doğruluğunu tetkik etme bakımından başka kaynaklara da müracaat
edecektir. Buna mukabil edebiyat tarihçisi için esas olan eserdir. Ve eser zaten kişisel
bir mahsul olduğu için edebiyat tarihçisinin bunun nesnelliğinden şüphe etme gibi bir
sorunu yoktur. Olsa olsa eserin o sanatçıya ait olması, çoğaltma sırasında meydana
gelebilecek yazım ve baskı hataları söz konusu olabilir ki bu da eserin nesnelliği ile
değil gerçekliği ile ilgili sorunlardır.
Her iki disiplinin farklı özelliklerine rağmen birbirleriyle ortak oldukları alan ise edebî
bir metni üreten kişi olan sanatçının belli bir tarihte yaşamış, yaşıyor ya da yaşayacak
olmasıdır. Dolayısıyla sanatçı istese de istemese de tarihin bir tanığıdır. Fakat bu,
sanatçının tarihin tanıklığını yaptığı anlamına gelmez hiçbir zaman. Bunu, sanatçı ancak
bir niyet çerçevesi içinde gerçekleştirir. O da sanata uygun kalıplar içinde olmak
şartıyla. Yoksa sanatçı hiçbir zaman tebliğ etmez. Edebiyat tarih ilişkisine bu gözle
bakıldığında edebî eserler tarihi bir vesika olarak da kabul görür.
Şairler ve düşünürler de tarihin arka yüzünü yazmışlardır. Tarihçi ile
onları bir araya getirmeden tarihi anlamak imkânsızdır. Örnek olarak
söyleyelim: Osmanlı tarihini, şairlerin divanını okumadan, tümüyle
kavradığını iddia eden kişi; yanılgıya düşmüştür. Şairler, bize,
hükümdarların, devlet adamlarının, çağın etkin kişilerinin canlı
portrelerini
vermişlerdir.
Onları
canlı
olarak
çağımıza
getirmektedirler. Edebiyatı kale almayan tarih, eksik kalmıştır. Bu
yüzdendir ki, tarihçilerin çoğu da, çağlarının şairlerini ve şairlerin
eserlerini tarihlerinde zikretmektedirler. Mevlidler, na’tler, kasideler,
mersiyeler bize, tarihin içyapısı, manevi kişiliği konusunda fikir
verirler. Şair, azizi anlatmak için kelimeler içinde azizleşmek, bir
kahramanı canlandırmak için onun duygularını paylaşmak
durumundadır ( Karakoç, 1997: 57).
3
Edebî metin sadece tarihi şahsiyetler hakkında bilgi vermekle kalmaz, aynı zamanda
döneminin sosyal yaşantısını da yansıtır. Dursun Ali Tökel’in “Türk Cihan Hâkimiyeti
İdealinin ve Sosyal Hayatın Önemli Bir Vesikası Olarak Kasideler” başlıklı yazısında
edebî bir tür olan kasideleri döneminin düşünce ve sosyal hayatını yansıtması
bakımından
değerlendirilmiştir.
Kasidenin
sosyal
hayatı
yansıtmasına
dair
örneklerinden birisi de şudur:
Bilhassa Nâbî’nin kasidelerinde devrin sosyal hadiseleriyle ilgili bir
hayli bilgi mevcuttur. Sadrazam Hüseyin Paşa’ya sunduğu kasideye:
Lil’lahi’l-hamd olup ma’reke-i cenk tamâm
Buldu âlem yeniden sulh u salâh ile nizâm
beytiyle başlar. Bizler bu kasideyle o devrin bütün olaylarını adeta
adım adım takip ederiz. Kasidenin sunulduğu dönemlerdeki derin
bunalımlar şairane bir şekilde kaleme alınmıştır. Bu anlaşmayla gelen
geçici huzur ortamının, yıllardır süren kargaşa ve savaşların,
sonundaki barış ortamının insan psikolojisi üzerindeki tesiri gayet
güzel vurgulanmıştır ( Tökel, 2005: 22).
Edebî eser dediğimizde bir seçimle karşı karşıya kalmaktayız. Hangisi edebî eserdir.
Hangisi edebî eser değildir? Böyle bir seçimle kalmak kadar seçimi yaptığımız kriterler
de önemlidir. Yani edebî eser kişisel zevkimize, ideolojimize uygun eserler midir, yoksa
belirli bir kriteri olan eserler midir? Burada belirleyici olan unsur edebîliktir.
Edebiyattan zevk almayı amaçlayan, okuduklarından ders çıkarmak isteyen, onu bir
edebiyat nesnesi olarak gören veya ona edebiyat tarihi çerçevesinden bakan kişi için
edebî eser tanımı bazı farklar ihtiva eder. Özellikle edebiyat tarihçisi için sadece edebî
bir eser değil,
bir divan, bir hamse, bir münşeat mecmuası gibi, bir tezkire, bir tarih,
hatta bir tasavvuf ve bir kimya kitabı da, edebiyat tarihçisinin çalışma
kadrosu içine girer. Çünkü bunların bir bölüğü sanat kaygısıyle
kaleme alınmıştır; yazıldıkları zamanın düşüncelerini ve duygularını
olduğu gibi yansıtır. Öğretim amacıyle yazılmış olanlar da, belirli
konular üzerinde çağının inanışını anlayışını belirtir. Ayrıca dil, deyiş
ve terim özelliklerini de taşır ( Levend, 1984: 4).
Buradan edebiyat tarihinin sadece edebî sayılan eserlerle değil medeniyetin ürettiği
hemen her şeyi inceleme sahası içine aldığını görürüz. Fakat bunlar edebiyat tarihçisinin
4
esas inceleme sahası olmamakla birlikte onun çalışmalarına ışık tutacak, çalışmalarının
zeminini belirleyecek, arka fonunu oluşturacak nitelikte metinlerdir.
5
2.
EDEBİYAT TARİHİ
Edebiyat denilince akla genellikle edebî türlerin oluşturduğu güzel sanatların bir dalı
olan edebiyat gelmektedir. Fakat bir de sanatçının ürettiğini değerlendiren bir bilim dalı
olan edebiyat vardır. Bu bilim de kendi içinde şubelere ayrılmıştır.
Genç bir bilim dalı olmasına rağmen edebiyat biliminin çalışma sahası,
bugün kendi içinde, birtakım alt dallara ayrılmaktadır. Bunlar;
1.
2.
3.
4.
5.
6.
Edebiyat Teorisi,
Edebiyat Tarihi,
Edebiyat Tenkidi,
Karşılaştırmalı/ Mukayeseli Edebiyat,
Edebiyat Sosyolojisi
Edebiyat Eğitimi (Çetişli, 2008: 297).
Çocuk edebiyatı ve edebiyat felsefesini de ekleyebileceğimiz bu dallardan biri olan
edebiyat tarihi içermekte olduğu çalışmalarda diğer bütün edebiyat bilimi çalışmalarını
kuşatıcı bir niteliktedir.
Edebiyat ve tarih ilişkisinden de anlaşılacağı gibi gibi yazılacak bir edebiyat tarihinin
hem edebî hem de tarihî olma şartı vardır. Burada kronolojinin büyük önemi vardır.
“Kabul edilmelidir ki, edebiyat tarihlerinin çoğu ya sosyal tarih veya edebiyatta yankısını bulan
fikirlerin tarihi veya az çok kronolojik olarak düzenlenmiş belirli eserler hakkında edinilen
intiba ve yargılardır” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 349). Adı hala daha anılan büyük
edebiyat tarihlerine baktığımızda bunların aynı zamanda medeniyet tarihi özelliği
taşıdığı görülür. Bu görüşün zıddı olan yani kronolojik bir sıra takip etmeden ve eser
dışındaki değerlendirmeleri esas almayan edebiyat tarihinde ise bir tarih yazımı
gerçekleşmemiş olmakta “bize tek tek yazarlar hakkında, aralarında bir ilişki bulunmayan bir
sürü makaleler vermekte, onlar arasında birtakım “tesirler” olduğunu iddia ederek bir bağ
kurmaya çalışmakta fakat gerçek anlamda bir tarihî gelişme kavramından mahrum olduklarını
ortaya koymaktadır.” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 349). Bu cümlelerden de anlaşılıyor ki
edebiyat tarihinden beklenen sadece eser hakkında tanıtıcı bilgi ya da inceleme değil bir
gelişim ve değişimi göstermektir. T. Todorov ise Tinyanov’dan alıntı yaparak gelişim
ve değişimi edebiyat tarihinin bakış açısı bağlamında ele alarak iki yaklaşımdan söz
eder: “Bakış açısı çalışmanın türünü belirler. İki temel çalışma türü vardır: edebi görüngülerin
oluş’unun incelenmesi ve edebi değişkenlik’in yani dizinin evriminin incelenmesi.” (2001: 97).
Oluş, edebî eserin meydana çıkma sürecini değerlendirirken, değişkenlik adından da
anlaşılacağı gibi bir türün evrimini esas alır. Fakat bu evrim en mükemmel örnekte
sonlanan bir evrim değil daima değişen ve gelişen bir süreçtir.
Edebiyat tarihi bir anlamda okuyucuların ve edebiyatla uğraşanların bu alanın tarihsel
gelişmelerini takip etme isteğidir ki Agâh Sırrı Levent de edebiyat tarihinde bunu açıkça
belirtmiştir: “Böylece okurlar, edebiyat tarihçisinin verdiği bilgilerin, verdiği yargıların ışığı
altında tarihsel gelişmeleri daha canlı olarak izleyeceklerdir.” ( 1984: 15).
Edebiyat tarihinin gerekliliği de zaman zaman sorgulanmıştır. Gerçekten bir edebiyat
tarihine ihtiyaç var mıdır? Varsa neden ihtiyaç vardır ya da yoksa neden ihtiyaç yoktur?
Buraya kadar bahsedilenler ve bundan sonra söylenenler de gösterecektir ki edebiyat
tarihi, tarihî bir bakış açısından hareketle dönemlerin ışığı altında türlerin ve sanatçının
gelişim çizgisini göstermekte, aynı zamanda bir medeniyet ve kültür tarihi de ortaya
koymaktadırlar. Edebiyat tarihini inkâr eden veya karşı çıkanların dayandıkları görüşler
nelerdir? Mesela:
W. P. Kerr, edebî eserler her zaman mevcut ve “ebedi” olduğundan,
edebiyat tarihine ihtiyacımız kalmadığını ve bu çeşit eserlerin gerçek
anlamda bir tarihi olamayacağını iddia etmişti. T. S. Eliot da sanat
eserlerinin geçmişin malı olduklarını kabul etmemektedir. O
Homer’den bu yana bütün Avrupa edebiyatının bir arada ve birlik
halinde hala yaşamakta olduğunu iddia etmektedir. İnsan,
Schopenhauer gibi, sanatın daima amacına ulaştığını söyleyebilir. Bir
sanat eseri hiçbir zaman düzeltilemez, yerine başka bir şey konulamaz
ve tekrar edilemez. Sanatta, Ranke’nin tarihçinin amacı olarak
belirttiği gibi, bir şeyin aslını yani nasıl olduğunu araştırarak bulma
amacı yoktur.( eser dışı verilerden hareket edilmeyi kastediyor) Çünkü
sanatta herşey açıkça önümüze serilmektedir. Bu yüzden edebiyat
tarihi hiçbir zaman gerçek anlamda bir tarih değildir, çünkü o, içinde
yaşadığımız zamanda, her yerde var olan ve sonsuza kadar var olacak
şeyler hakkında bildiklerimizdir.” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 352).
Bu görüşlerin dayandığı temel fikir bir sanat eseri olarak üretilen edebiyatın varlığıdır.
Oysa sözkonusu edilen bu sanat eserini inceleyen bir bilim dalı olarak edebiyat tarihidir.
7
Bu konuları böyle aşırı derecede insanlara bağlamak, bizim her sanat
eserini tamamen ayrı bir varlık olduğu ve bundan dolayı da
başkalarına nakledilemeyeceği ve anlaşılamayacağı gibi bir görüşe
sahip olmamız demektir. Biz edebiyatı daha ziyade, yeni katılanlarla
büyüyen ve devamlı olarak münasebetlerini değiştiren ve bir bütün
halinde gelişen bir eserler sistemi olarak düşünmeliyiz.” ( A. Warren
R. Wellek, 1983: 353).
Böylece edebiyat tarihinden bir bilim dalı olarak söz edebiliriz. Edebiyat tarihi bunu
yaparken diğer insan etkinliklerini de hesaba katar.
İnsan etkinliklerinden birisi olan edebiyat da diğer etkinlikler gibi Taine’ye göre üç
önemli sebebe bağlıdır. Bunlar “ırk, çevre ve an”dır. Bizde de edebiyat tarihçiliği
anlayışı bu görüşe göre gelişme göstermiştir. Edebiyat tarihçileri eserlerini bu üç unsuru
bir arada bulundurarak meydana getirmişlerdir. Ele alınan eser ve sanatçı bu sacayağına
göre değerlendirilmiştir. Eseri meydana getiren bu unsurlar eserin anlaşılmasına
yardımcı olmanın yanısıra sanatçının da anlaşılmasına yardımcı olmakta, onun yetiştiği
çevreyi ve bunun onun eserlerine nasıl aksettiğini ortaya koymaktadır. Belki de eleştiri
ile edebiyat tarihi arasındaki fark burada ortaya çıkmaktadır. Eleştiri önceden belirlenen
bir kritere göre ortaya konulurken edebiyat tarihinde bu kriterler fazlalaşır ve eserin
anlaşılmasına kolaylık sağlarlar.
Zaman içinde gelişen ve farklılaşan dünya ve düşüncelerle birlikte edebiyat tarihine de
farklı yaklaşımlar olmuş, bunlar kendilerini tanımlarda da göstermiştir. Aşağıya alınan
tanımlardan da hareketle hem bu farklılıklar hem de değişime rağmen bazı ortak
noktalar fark edilecektir.
- Edebiyat tarihi, bir ulusun çağlar boyunca meydana getirdiği edebi
eserleri inceleyerek, düşüncede ve duyguda izlediği yolu,
geçirdiği evreleri bize tanıtır. Bu bakımdan uygarlık tarihinin
önemli bir koludur (Levend, 1984: 3).
- Edebiyatın tarihsel ilişkileriyle ve gelişimiyle uğraşan, ulusal ya da
ulusalüstü dünya edebiyatının tarihsel sürecini ortaya koymaya
çalışan bir edebiyat bilim dalı. Edebiyat tarihinin kapsamı içinde
sayabilceklerimiz, edebiyat akımları, edebiyat türleri, yazarlar,
onların hayat hikâyeleri, eserlerinin tanıtımı, düşünsel bağlarıdır,
8
daha doğrusu bu saydıklarımızın tarihsel sürecidir (Aytaç, 2003:
239).
- Edebiyat tarihi sadece önemli yazarlar üstüne yazılmış bir dizi
inceleme değildir. Buna ilaveten. Tarihe alışılagelmiş yöntemleri
edebiyat alanında da uygulamak gerekir: Dönemlere ayırmak ve o
dönemlere egemen olan eğilimleri tespit etmek; olayların
arasındaki bağıntıları göstermek; her dönemin veya belli bir
döneme ait her türün önemlilerini bağıntılı oldukları şartları da
kapsayan bir çerçeveye oturturken önemsizlerini de dikkate almak
suretiyle bir çizelge yapmak; edebi olayları Tarih’in diğer
gerçekleriyle birleştirmek; kısaca, sonradan olanları bildiğimiz
için onları daha iyi anlayarak, sanki yayımlandıkları tarihte
yaşıyormuşuz gibi geçmişin eski ve yeni eserlerini hissettirmek,
edebiyatı süresinde yaşayan devamlılığı içinde sergilemek
(Carlauı- Fıllox, 1985: 64).
- Edebiyat târihi, bir milletin târih sahnesine çıkışından başlamak
üzere zamanımıza kadar meydana getirdiği edebî eserleri
kronolojik ve sistemli bir şekilde inceleyen disiplindir (Önal,
1999: 72).
- Edebiyat tarihi, bir milletin manevî ve maddî tekâmülünün edebi
eserlerin menşuru arkasından gören ve gösteren canlı bir tarih
şubesidir (Karaalioğlu, 1964: 125).
- Edebiyat tarihi bir milletin asırlar boyunca gösterdiği seyir ve
tekâmülü tam olarak inceleyen; edebî oluş ve cereyanları bir bütün
olarak ele alıp onların siyasî, içtimaî, ruhî ve fikrî muhit ve
şartlarla ilgi ve münasebetini tayin ederek ve estetik değerini
belirterek açıklayan bir ilimdir (Timurtaş, 1963: 28).
- Bir milletin uzun asırlar esnasında geçirdiği, fikrî ve hissî
gelişmeyi belirten bütün kalem mahsüllerini tetkik ile onun
manevî hayatını, gerçekte olduğu gibi tasvire çalışır ( Köprülü,
1980: 1).
Bu tanımları daha da çoğaltmak mümkündür. Ne kadar çoğaltılırsa çoğaltılsın netice
değişmeyecektir. Bu tanımlarda edebiyat tarihi ile ilgili çıkarılacak sonuç; edebiyat
tarihinin kronolojik bir inceleme olduğu, sadece eserleri değil sanatçıları da incelemek
suretiyle bir milletin duygu ve düşünce dünyasını ortaya koymayı amaçladığıdır.
Zaman geçtikçe de edebiyat tarihçisi de kendine yeni görevler belirler. Yani kendisini
var olan konjoktöre göre biçimlendirmek zorundadır bir bakıma:
Bugün, gittikçe zenginleşen kültür dünyasında edebiyatın ufku
genişlemiş, edebiyat tarihi de ağır görevler yüklenmiştir. Çağdaş
9
edebiyat tarihçisi, şairleri ‘unutulmaktan kurtarmak’ ya da eski
zevkleri hikâye etmek için eseri yazmıyor. Sadece bilgi vermeyi de
yeterli bulmuyor; incelemek, araştırmak, derinlere inmek, insanlığın
gidişini, tarihini yazdığı ulusun dünya anlayışını kavrayıcı bir
genişlikle yansıtmak istiyor (Levend, 1984: 3).
Edebiyat tarihinin edebiyat biliminin diğer şubelerinden ayrılan en belirgin özelliği
diğer şubeler gibi çok spesifik bir alana değil oldukça geniş (dikey ve yatay olarak) bir
alana yayılmış olması ve diğer şubeleri de kapsamasıdır. Bundan dolayıdır ki bir
edebiyat tarihi yazmanın güçlükleri gözönüne alındığında edebiyat biliminin diğer
şubelerine nazaran zorluğu ortaya çıkar. Bu zorluklar neler olabilir:
1.
Başka eserlerden aktarılan bilgiler yanlış olabilir. Burada şunu
belirtmek gerekir ki bu güçlükler daha çok zamanımından önceki el yazması eserler için
geçerlidir. Çünkü günümüzde arşivcilik faaliyetleri genişlemiş ve gelişmiş, istenilen
bilgiye ulaşma imkânı kolaylaşmıştır. Özellikle araştırmacı tek bir kaynağa bağlı
kalmamalı elde ettiği bilgileri ve kaynakları karşılaştırmalıdır. Bilimsel bir çalışmadan
da beklenen budur.
2.
Edebiyat tarihi zamansal bir süreyi kapsamaktadır. Bazı edebiyat
tarihleri Türk edebiyatından örnek verecek olursak başlangıcından günümüze kadar
hazırlanmış olanların yanısıra belirli dönemleri ele alan edebiyat tarihleri de mevcuttur.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İsmail Habib Sevük’ün
Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi ya da Şükran Kurdakul’un Cumhuriyet Dönemi Türk
Edebiyatı gibi. Bu araştırmacıların neden böyle bir yolu tercih ettikleri gayet
manidardır. Zira ismini zikrettiğimiz kişilerin edebiyat bilgilerinden şüphelerimiz
olmamasına rağmen “edebiyat tarihçisi, bütün devirleri elbet aynı derecede bilemez. Nitekim
ünlü Fransız edebiyat tarihçisi Lanson, eserinin başında, Rönesans’tan sonraki Fransız
edebiyatını daha iyi tanıdığını söylüyor (Levend, 1984: 23). Bundan dolayıdır ki çalışılan
alanın sınırlandırılması o alanda derinleşmeyi sağlayacağı gibi çalışmanın daha tutarlı
olmasını da sağlayacaktır.
10
2.1 Tarihçe
Edebiyat tarihinin olması veya ortaya çıkması için öncelikle bir edebiyatın varlığına
ihtiyaç vardır: fakat edebiyatın varlığı edebiyat tarihi için yeterli değildir. Edebiyatın
tarihine gereksinim vardır. Bu zaman faktörüyle ilgilidir. Yani edebiyat tarihinin de bir
tarihi vardır. Hiçbir dönemde ve hiçbir ülkede birdenbire edebiyat tarihi çalışması
ortaya çıkmamıştır. Edebiyat tarihi adıyla anılan çalışmalara geçilmeden önce biyografi
tecrübeleri, hal tercümeleri gibi çalışmalar yapılmıştır. Cemil Meriç “Edebiyat Tarihinin
Tarihi” adlı yazısında, edebiyat tarihinin Batı ve Doğu dünyasında ortaya çıkış
serüvenini anlatırken bunu değişik yüzyıllar, farklı ülkelerdeki gelişme ve edebiyat
tarihine romantik yaklaşım, rönesans ve pozitivist yaklaşım gibi ekollere de geniş yer
vererek edebiyat tarihinin macerasını gözler önüne serer (Meriç, 2008). Şu ana kadar
gerek Türk edebiyatında gerekse diğer edebiyatlarda olsun oldukça fazla edebiyat
tarihiyle karşılaşılmaktadır. Edebiyat tarihini, edebiyat biliminin diğer disiplinlerinden
ayıran en önemli farklardan birisi de durağan bir yapıya sahip olmamasıdır. Edebiyat
var oldukça ve zaman geçtikçe edebiyat tarihleri de buna ayak uydurmakta ve
kendilerini yenilemektedir. Bugüne kadar yapılmış ilk edebiyat tarihinin;
Antikitede İ.Ö. V. yy.’da bulunduğunu söyleyebiliriz. Klasik örnekler
sayılan eserlerin listeleri niteliğini taşıyan bu öncü edebiyat tarihleri
arasında Sueton’un 110 yıllarında yazdığı hayat hikâyeleri derlemesi
De viris illustribus en tanınmışıdır. Hieronymus (348-420), yine aynı
başlığı koyduğu kitabında (392) Hıristiyan yazarlarla çoktanrılılı
(antik) yazarları ayrı gruplar halinde işler ve Hıristiyanların eserlerini
“scriptura” olarak adlandırırken eskilerinkine “literatura” der. İleri
yıllarda okullarda okutulmak üzere hazırlanmış Latin edebiyat tarihi
olarak, Hugo von Trimberg’in 1280 yılında yazdığı Registrum
multorum auctorum ünlüdür (Aytaç, 2003: 239).
Gürsel Aytaç’ın bahsettiği edebiyat tarihi günümüz edebiyat tarihçiliği anlayışından
uzak, edebiyat tarihinin nüvesini oluşturan biyografi tarzı bir çalışmadır. Bu gibi
çalışmalar doğu dünyasında da mevcuttur. Bunlara hal tercümesi (tercüme-i hal) ya da
tezkire denmektedir.
İbn Hallikan, İslâm’ın Plutarque’ı (onüçüncü asrın ortası). Vefayat ülA’yan, bir çok yazarın hal tercümesini ihtiva eder. Ondan biraz önce
Arap coğrafyacısı Yakut, Mu’cem ül-Buldân adlı eserinde edebiyata
11
da yer vermiş ve ünlü bir edebiyatçılar lügati de kaleme almıştır:
Mu’cem ül-Üdeba. İbn el-Kıftî’nin ve daha sonra Safadî’nin
çalışmalarını da zikretmeliyiz. İspanyol-Arap kaynaklı sayısız hal
tercümeleri de caba. İslâm’ın en büyük tarihçisi, on dördüncü yüzyılda
yaşayan İbn Haldun. Ne var ki edebiyat, Mukaddime’de çizdiği
muazzam tablo içinde çok küçük bir yer tutar (Meriç, 2004: 394).
Vildan Serdaroğlu ise bir yazısında günümüz edebiyat tarihçiliğine yakın bir çalışma
olması dolayısıyla “Fransız François Granet tarafından kaleme alınan Edebi eserler Üzerine
Düşünceler (1736-1740) adlı çalışma, edebiyat tarihlerinin ilki kabul edilebilir” demektedir
(2007:
10).
Böylece
ilk
edebiyat
tarihi
çalışmalarını
günümüze
daha
da
yaklaştırmaktadır.
Günümüze gelene kadar edebiyat tarihinde de kuramsal olarak büyük değişmeler
gerçekleşmiştir. Edebiyat tarihi metodolojisi adlı bölümde de kuramların edebiyat tarihi
üzerindeki etkisine değinilecektir; fakat burada tarihi bir gelişim çizgisi olarak edebiyat
tarihçiliğinde Alman edebiyatı tarihinden örneklerle değişimleri göstermek kuram ve
edebiyat tarihi konusunda bir ön bilgi sağlayabileceği gibi edebiyat tarihinin tarihçesi
hakkında da faydalı olacaktır. Gürsel Aytaç Alman edebiyatı tarihinin geçirdiği
aşamaları
“Tarihî yaklaşım, Pozitivist yaklaşım, estetik subjektivist, iktisadî, duyumsal
gerçekçi, Marxsist edebiyat tarihçiliği, yıllık tarzı, çoğulcu metot ve alımlama estetiği temelli
edebiyat tarihi” (Aytaç, 2003) olarak ayrıntılı bir şekilde sıralamıştır. Böylece Alman
edebiyatı ekseninde edebiyat tarihinin tarihçesini ve değişimini vermiştir.
Türk edebiyatında edebiyat tarihçiliği nasıl başlamış ve nasıl bir gelişim çizgisi takip
etmiştir?
Türk
edebiyatında
edebiyat
tarihi
çalışmalarına
geçilmeden
edebiyatımızda tezkire geleneğinin olduğu malumdur.
Ali Şîr Nevâî’nin Mecâlisü’n-Nefâis’i ile başlayan Türk
edebiyatındaki tezkirecilik, kronolojik olarak Sehî Bey’in Heşt
Bihişt’i, Tezkire-i Lâtifî, Ahdî’nin Gülşen-i Şuârâ’sı, Âşık Çelebi’nin
Meşâirü’ş-Şuârâ’sı, Hasan Çelebi Tezkiresi, Beyânî, Riyâzî, Faizî,
Rıza, Yümnî, Âsım, Güftî, Mucîb, Safayî, Salîm, Belîğ, Safvet,
Ramiz, Silâhdar, Akif, Esrar Dede tezkireleri gibi pek çok tercüme ve
hâl tercümesi kitapları doğrudan edebiyat tarihi olmasalar bile
dönemlerinin edebiyat tarihi ihtiyacını karşılayan kitaplardır (Yetiş,
2007: 46).
12
klasik
Tezkireler içerik olarak bazı şairlerin şahsiyetlerinden ve hayatlarından bahsederken
şiirlerine değinip, bazı şiirlerinden alıntılar yapılır. Böyle olmakla birlikte tezkirelerde
de
bazı
eksiklikler
göze
çarpmaktadır.
Özellikle
“bunlardaki bazı bilgilerin,
değerlendirmelerin klişe söyleyişlerle verildiğini, bunların, klâsik şiirimizde olduğu gibi,
zamanla mazmun haline dönüştüğünü; bunun için de bunları çözmek için özel bir çalışma
gerektiği” görülmektedir ( Yetiş, 2007: 46).
Türk edebiyatı tarihlerine geçiş birden ve mükemmel örnekle olmamıştır. Bilindiği gibi
bizde batılı türlerin edebiyatımıza kazandırılması Tanzimat’la birlikte olmuştur. Bu,
edebiyat tarihi için de geçerlidir. Fakat bu arada başka tezkireler de yazılmaya devam
etmektedir. “Şefkat Tezkiresi, Mecmuatü’t- Terâcim, Bahçe-i Safa Endûz, Arif Hikmet
Tezkiresi, Fatin Tezkiresi- Hâtimetü’l- Eş’âr, Kâfile-i Şuarâ” yı bunlar arasında sayabiliriz
(Yetiş, 2007).
Tanzimatla birlikte yeni bir nesil doğmuş ve yeni bir edebiyat anlayışı ortaya çıkmıştır.
Bu konudaki öncülerden birisi de Namık Kemal’dir. Gerek öbür eserleriyle gerekse
“Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” adlı yazısıyla yeni
edebiyat teorisiyle ilgili görüşlerini de ortaya koyar. Edebiyat tarihi ile ilgili olaraksa bir
antoloji hazırlanmasını teklif eder:
Âsâr-ı mevcûdenin ifâdât-ı tabiîye letâfetine mâlik olan makalelerden
müretteb ve muhakemeli bir müntehabât mecmuası tanzim ve
mekteplerde tâlim olunmağa menûttur. (1978: 189)
Böyle bir eserin yazımı için de Ebuzziya Tevfik, Nâmık Kemal’e danışır:
Ebuzziya Tevfik bu maksatla Numûne-i Edebiyat isimli eserin
hazırlığı içindedir ve bu çerçevede Namık Kemal ile mektuplaşırlar.
Belli ki Ebuzziya ondan yardım istemiş veya ona fikir sormuştur. Bu
konuda Namık Kemal’in eldeki iki mektubu bir anlamda onun
edebiyat tarihimizin çerçevesi konusundaki plânını ortaya koyar.
(Yetiş, 2007: 51).
Görülüyor ki henüz bir edebiyat tarihi ortaya çıkmamıştır; fakat yeni bir edebiyat
anlayışının oluşturduğu edebiyat tarihine ilişkin emarelere rastlanmaktadır. Okulların
ders programlarında da edebiyat tarihi ile ilgili dersler yerlerini almaya başlamıştır.
13
Rüşdiye ve idadilerin 1892 ve 1898-1899 yıllarına ait müfredatlarında
son sınıflarda kitabet, edebiyat bilgileri, edebiyat tarihi öğretilir ve
metinler hikemî, felsefî, tarihî ve millî ve edebî konulara öncelik
verecek şekilde seçilirdi. İleri sınıflarda ayrıca Edebiyat-ı Osmâni ve
edebiyat tarihi konuları işlenirdi. “Edebiyat tarihi” kavramı eğitim
hayatında hissedilen ihtiyaca cevap aranırken hazırlanan kitaplarla
daha da sık kullanılır olmuştur.
Sultanî’nin ders programlarında 1912-1913 tarihlerinde “Edebiyat-ı
Osmaniyye” 1913’de de ilave olarak “tankidat-ı edebiyye” derslerini
görürüz. 1915’te “tenkidat-ı edebiyye” ile birlikte “tarih-i edebiyat”
dersine rastlanır. II. Meşrutiyetin tesiri ders programlarında da
kendisini gösterir. Öyle ki dersin adı 1916’da “Türkçe Edebiyat” olur.
1922’de ise “tarih-i edebiyat” ve “kavâid-i edebiyye” dersleri dikkati
çeker. 1914-1915 öğretim yılında açılan Dârülfünûn’un edebiyat
şubesinde Türk edebiyatı, resmî ve hususî kitabet, edebiyat tarihi
okutulan dersler arasındadır. 1919-1920 öğretim yılında yürürlüğe
giren Dârülfünûn-ı Osmanî Nizamnâmesi’ne göre edebiyat şubesinde
Türk tarih-i edebiyatı dersi bulunmak zorundadır. Dârülfünûn’un elde
mevcut ders programlarında da “Edebiyat-ı Osmaniyye” (1905),
“Edebiyat-ı Türkiyye” (1908- 1913), “Tarih-i Edebiyat” (1913),
“Asâr-ı Edebiyye Tetkikatı”, “Türk Edebiyatı Tarihi” (1918-1919),
derslerini görürüz (Serdaroğlu, 2007: 11).
Bu süre zarfında bazı antoloji çalışmaları yapılmıştır. Bunlardan en önemlisi Ziya
Paşa’nın “Harabat”ı, Muallim Naci’nin çok fazla bilinmeyen “Osmanlı Şairleri”,
Hacıbeyzâde Ahmet Muhtar’ın “Şair Hanımlarımız” adlı eseri ve Mehmet Celâl’in
“Osmanlı Edebiyatı Numuneleri” adlı eserleridir. Bütün bu gelişmelerin sonunda Türk
edebiyatı tarihi vücuda gelir:
Abdülhalim Memduh, Târih-i Edebiyât-ı Osmâniyye (istanbul 1306,
134 S.) si Türk kültürü ve edebiyatı içinde edebiyat tarihi ünvanını
taşıyan ilk kitaptır. Târih-i Edebiyât-ı Osmâniyye’ye kadar tezkire
anlayışı ve geleneği devam eder. Ancak gerek bu tür kitaplarda
gerekse süreli yayınlarda çıkan yazılarda yeni anlayışın ve şairlerin,
sanatkârların edebî değerleri üzerindeki yorumların öne çıktığını, hatta
klasik şairlerimizin bu yeni anlayış çerçevesinde haksz bir şekilde
tenkit edildiğini belirtelim. Abdülhalim Memduh eserini Recâîzâde
Mahmut Ekrem’e takdim eder. Kitabın başlıksız takdiminde yazar,
“…âsâr-ı edebiyye bir kavmin birer târih-i insâniyyetidir ki
müessirleri itibariyle ben o tarihin tarihini yazmak fikrine
düştüm”(s.5-6) der. Bu, dönemi için ileri bir görüştür. Aslında bu
cümleden sonra gelen şu cümle yazarın sözlerinin şuurunda ve
farkında olduğunu gösterir: “Bundan şuarâ ve üdebânın değil
edebiyatın tercüme-i hâli –mümkün mertebe- anlaşılmak matlup
olduğundan müşarunileyhimin sergüzeştleri mâlum olduğu derecede
bile yazılmamış veya yazılmaya lüzum da görülmemiştir” (s. 7). Belli
14
ki yazar şahsiyetlerin değil edebiyatın tarihini yapmak istemektedir.
Dolayısıyla da tezkire geleneğinden tamamıyla ayrılmış
görülmektedir. Edebiyat tarihi metodolojisi bakımından fevkalâde
önemli olan bu düşünce, edebiyat tarihinin çerçevesini belirlerken de
ortaya çıkar (Yetiş, 2007: 60).
İlk örnek kendinden sonra gelenleri de etkilemek ve bugünkü Türk edebiyatı tarihi
araştırmaları açısından oldukça önemlidir. Böylece yeni bir edebiyat anlayışı, yeni bir
edebiyat tarihçiliği anlayışını da bebaberinde getirmiştir.
2.2 Amaç
Edebiyat tarihi yazmanın birçok amacı olabilir. Bu amaçlar döneme, yazan kişinin
ideolojisine bağlı olarak da değişebilir. Edebiyat tarihi, bir bilim dalı olan edebiyatın
diğer alanlarıyla da çok sıkı ilişki içerisinde olduğundan ve sadece edebiyat değil
edebiyat dışı birçok alanla da etkileşimde bulunduğundan bunların da göz önünde
bulundurulması lazım gelmektedir. Ayrıca edebiyat tarihleri millî bir karakter taşıdıkları
için amaçları arasında mutlaka millî hususiyetler vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar,
edebiyat tarihinin amacının ne olması gerektiğini açıklarken bu millî hususiyetleri göz
önünde bulundurmuştur:
Edebiyat vâkıalarını zaman çerçevesi içinde olduğu gibi sıralamak,
birbiriyle olan münasebetlerini ve dışardan gelen tesirleri tayin etmek,
büyük zevk ve fikir cereyanlarını ayırmak, hulasâ her türlü vesikanın
hakkını vererek bir devrin edebî çehresini tespite çalışmak, edebiyat
tarihinden beklenen şeylerin kısa ifadesidir (Tanpınar, 1997; IX).
Diğer bir edebiyat tarihçisi Agâh Sırrı Levent ise kendi eserinin özelliklerini belirtirken
“Ele aldığım eser bir edebiyat tarihidir. Ama gerçekte yalnız edebiyat değil, aynı zamanda
kültür tarihi de olacak, edebiyat akımlarıyla birlikte düşünce hareketleri de eserde yer alacaktır.”
( 1984: 15) der ki bunda da büyük bir haklılık payı vardır. Çünkü edebiyat tarihi sadece
edebi eserlerin kronolojik olarak sıralanması değildir. Todorov ise edebiyat tarihinin
amaçlarını evrensel ve genel bir bakış açısıyla belirtir:
Edebiyat tarihinin görevlerinden biri her edebi kategorinin
değişkenliğini incelemekse, bir sonraki adım türleri ele almak
15
olacaktır. Türleri hem Bakhtin’in yaptığı gibi artzamanlı (yani aynı
tipin türsel değişkelerini inceleyerek) hem de eşzamanlı(türlerin kendi
aralarındaki ilişkiler içinde) incelemek gerekir. Şunu da unutmamak
gerekir ki, her bir dönemde, özdeş özelliklerin oluşturduğu çekirdeğe
çok sayıda başka özellik eşlik eder; ancak, bu özelliklerin diğerlerine
oranla daha önemsiz oldukları, belli bir yapıtı belli bir türe atfetmek
açısından belirleyici olmadıkları düşünülür. Sonuç olarak yapısındaki
hangi özelliğin belirleyici sayıldığına göre, bir yapıt farklı türlere ait
olabilir. Örneğin, Antikçağ’da Odyssea “destan” türüne aitti; bizim
içinse bu kavram güncelliğini yitirmiştir ve Odyssea’yı “anlatı”, hatta
“mitolojik anlatı” türüne yerleştiririz.
Edebiyat tarihinin üçüncü ödevi de, bir dönemden diğerine geçişi
belirleyen değişkenlik yasalar’ını saptamaktır (böyle yasaların
varolduklarını varsayarak). Tarihte sapılan yolları anlaşılır kılacak pek
çok model önerilmiştir; poetikanın kendi tarihinde, “organik” (edebi
bir biçim doğar, gelişir ve ölür) bir modelden “diyalektik” (tezantitez- sentez) bir modele geçiş sağlanmıştır (2001: 100-101).
Edebiyat tarihinin evrensel ve değişmez amaçları olmasına karşın edebiyat tarihçisi
buna başka anlamlar ve amaçlar da yükleyebilir. Özellikle millî edebiyatı konu alan bir
disiplin olan edebiyat tarihçiliği, okuyucuları millî edebiyatın teşekkülü hakkında
bilgilendirmek, eserler ve dönemlerden hareketle kültürel değerlere ve değişimlere ayna
tutmak gibi amaçlar da edebiyat tarihinden beklenebilir. Bu amaçlar biraz da işlenen
konuya bağlıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar, eserinin önsözünde bunu şu şekilde ifade
eder:
Tarihte metot, muayyen şartların, kronoloji ve vesikaların ihmal
edilmemesi dışında biraz da mevzuun emrinde ve onun telkiniyledir.
Kaldı ki bütün bu nazariyeler ancak bir giriş kapısı olabilirler; o
kapıdan girilir girilmez tarihin ve konunun icapları kendilerini
duyurmağa başlar. Bu icapları muayyen bir nazariyenin çerçevesinde
tutabilmek için vâkıaları lüzumundan fazla zorlamak gerekir;
elimizden geldiği kadar bundan sakınmağa çalıştık. Unutmayalım ki,
nesil, edebî zümre ve hareket, zaman, muhit ve ırk, edebî nevi ve
sanatkârın kendisi, beraberce mevcut olan şeylerdir (Tanpınar, 1997:
X).
Bu bakış açılarından hareketle bir edebiyat tarihinden beklelenenler şu şekilde şematize
edilebilir:
16
Edebiyat tarihinden Edebiyat
ne beklenir?
vak’ası Vesikanın
nasıl anlatılır?
hakkını Bir
vermek nedir?
devrin
edebî
çehresi nasıl tespit
edilir?
EDEBİYAT VAK’ASI: 1) zaman çerçevesi; 2) olduğu gibi (objektif) sıralamak; 3)
birbiri ile olan münasebetler ve dışarıdan gelen tesirler; 4) büyük zevk ve fikir
cereyanlarını ayırmak… gibi unsurlardan oluşan bir bütünlüktür.
Şekil: 1
(Önal 2007: 153)
2.3 Metodoloji / Sınırları
Edebiyat tarihinin sınırları bir anlamda insanlığın varolduğu güne kadar gitmektedir.
Fakat ilmî çalışmaların insanlığın varolduğu günlere kadar uzanabilmesi mümkün
görünmemektedir. Bu araştırmalar ise bizi ilk yazılı kaynaklara kadar götürür. Bunun
dışında edebiyatı ve edebiyat tarihini sadece yazılı eserlerle bir tutamayız. Sözlü
edebiyatı da buna dâhil etmeliyiz ancak sözlü edebiyata da gene yazıya geçtikten sonra
vakıf olabilmekteyiz. Bu noktada belgelere dayanan edebiyat tarihi yazının da icadıyla
başlar demek doğru olabilir. Zamansal olarak edebiyat tarihinin başlangıcını böyle
sınırlayabiliriz.
Bir de yöntem ve disiplinler arası olarak bir sınırlılık çizebiliriz edebiyat tarihine. Bu
sınırlılık aslında çok geniş bir sınırlılıktır. Çünkü edebiyat tarihi edebiyat bilimlerinin
hepsini kucaklayan bir konumda bulunmaktadır. Bir insan etkinliği olan edebiyat ve bu
alanı araştırma konusu yapan edebiyat tarihi de insanı konu alan bütün bilimlerden
imkân dâhilinde ve bilimselliğin sınırlarını zorlamayacak şekilde yararlanabilir. Nedir
bu bilimler? En başta zamansal bir süreklilik söz konusu olduğu için tarih, toplumu
inceleyen sosyoloji, insanı konu alan psikolojinin dışında coğrafya, ekonomi, siyaset,
askeri tarih gibi bütün disiplinlerden faydalanabilir. Bunlar günümüz pozitivist anlayışı
17
ölçüsünde kabul edilen yöntemler olmakla birlikte bunların dışında efsaneler,
menkıbeler, rüyalar da edebiyat tarihinin faydalandığı diğer kaynaklar olarak
kullanılabilir fakat bunların nesnelliği ispatlanmayacağı için edebiyat tarihlerinde
bunlara pek de yer verilmemiştir.
Disiplinler arası sınırlılığın dışında bir de kendi içinde bir yöntem anlayışı vardır ki
bunu bir sınırlılık olarak değil bir zenginlik olarak görmek gerekir. Edebiyat
kuramlarının çokluğu ve uygulanabilirliğine göre, araştırıcının tercihleri ve eserin
incelenebilirliğine göre kullanılan bu yöntemler bakış açısının zenginliğini ortaya
koyarak eserin anlaşılabilmesi için yardımcı olurlar.
Edebiyat tarihinin bir bilim olmasının önündeki en büyük engel metot sorunudur.
Özellikle edebiyat gibi bediî bir alanda, insanın kişiselliğinin ön planda tutulduğu bir
alanda bilimsel yöntemler bulma sorunudur. Bu bilimsel yöntemler fen bilimlerinin
yöntemlerinin birebir uygulanmasıyla da elde edilemez. Çünkü “her ilim ancak kendisine
mahsus olan ilmî usûllerin kullanılması ile teşekkül edilebilir.” (Köprülü, 1999: 3). Bu suretle
edebiyat tarihi de yöntem arayışlarını gene kendi edebiyat biliminin diğer şubelerinden
yararlanarak elde etmeye çalışır.
Fakat bu, diğer disiplinlerden yararlanılmadığı anlamına gelmez. Ana usüllerde diğer
disiplinlerden yararlanmakla birlikte kendi içinde kendine has yöntemler kullanır.
Edebiyat tarihi alanında genel olarak kabul gören dört yöntem vardır. Bu yöntemler
kesin sınırlarla birbirlerinden ayrılmamıştır. Yani araştırılacak esere, sanatçıya ve
döneme göre bu yöntemler arasında geçiş yapılabilir.
Genetik (hâdise ve meseleyi menşe’inden alarak tekâmülü incelemek),
estetik (eserin edebî sanatları ve bediî değerleri üzerinde durmak),
psikolojik (eseri meydana getiren sanatkârın ruhi durumunu göz
önünde tutmak), sosyolojik (daha çok dış tesirleri esas olarak almak)
olmak üzere bellibaşlı dört çeşit metod vardır. Ayrıca bu metodların
işe gelen kısımlarını alarak duruma ve ihtiyaca göre meydana getirilen
eklektik ( birleştirici ve seçici) metod da mevcuttur (Timurtaş, 1963:
29).
18
Edebiyat tarihinin diğer disiplinlerle olduğu kadar edebiyat biliminin içindeki diğer
disiplinlerle de ilişkisi vardır. Edebiyat tarihi, edebiyat teorisi ve edebî eleştiri arasında
sıkı bir münasebet vardır. Bu demek değildir ki her üçü de aynı şeydir. “Ayrı veya
kronolojik bir sıra içerisinde inceleyelim veya incelemeyelim, edebiyatın prensip ve ölçülerini
incelemek ile belirli edebi eserleri incelemek arasında farklılık vardır.” ( A. Warren R. Wellek,
1983: 46).
Bu farlılıklara rağmen kesiştikleri yerler de vardır. Bu üç alanı kesişen
kümeler olarak gösterebiliriz.
Edebiyat
teorisi
Edebiyat
tarihi
Tenkit
Şekil: 2
René Bray özellikle edebî tenkit ve edebiyat tarihinin kesiştikleri yerleri ve aralarındaki
farkları ayrıntılı bir biçimde ifade ederken edebiyat tarihinin de ne olduğunu ortaya
koymaktadır:
Edebiyat tarihi ile edebî tenkit, bir tarih ilmi olan edebiyat tarihi ile bir
san’atkâr tekniği olan edebî tenkid arasında tezad olmamalıdır. Bunlar
birbirine yardım etmelidirler. Edebiyat tarihinin mevzuunu edebî
tenkid hududlandırır. Edebiyat tarihine benliğini veren şey bir mantık
ameliyesi değil, estetik bir muhakemedir. Edebiyat tarihinin gayesi de
zaten edebî tenkidi aydınlatmaktır. Fakat edebî tenkidin de edebiyat
tarihinin bu aydınlatıcı ışığı olmadığı takdirde bir iş görmiyeceği
muhakkaktır. Edebî tenkidin vazifesi san’at eserinin tahlilidir; bu
tahlili aydınlatan şey ise san’at eserile yaratıcı dehâ arasındaki
münasebetler hakkında bildiklerimizdir ki bu da tarihin vazifesidir. Şu
halde, temel olarak, güzeli güzel olmıyandan ayıran tenkidci bir
hüküm bulunacak demektir. Güzel olan bir zemin üzerinde de, ilmî
metodlarla yahut ilmî zihniyetten mülhem olarak yapılan, eseri dehâya
bağlayan ilgileri anlatmaya çalışan, dehâyı ise bu dehâya malik olan
insana, insanı da yaşadığı zamana bağlayan münasebetler hakkındaki
bilgiye dayanan tarihî bir etüd meydana getirilecektir; bu tarihî etüdün
bir neticesi ve mükâfatı olarak da, sonunda, eserin değerini belirten
tenkidci bir tahlil yapılacaktır. İşte biz, edebiyat tarihini böyle
anlıyoruz…Bir eserin zevkine varmak maksadile onu tanımağa
çalışmak, disiplinimizin düsturu olmalıdır (Tieghem, 1948: 312).
Her alan için ayrı ayrı metotlar olmasına rağmen “bu maksat için seçilmiş olan metodların
tek başlarına kullanılamayacakları ve tarih ve tenkit olmaksızın edebiyat teorisinin veya
19
edebiyat teorisi ve tarih olmaksızın tenkidin veya tenkid ve edebiyat teorisi olmaksızın tarihin
düşünülenemeyeceğini, çünkü bunların bütünüyle birbirlerini etkiledikleri” bilinmektedir ( A.
Warren R. Wellek, 1983: 47). Bir edebiyat tarihçisi edebiyatın diğer bilimlerini de aynı
nispette bilmeli ve kullanabilmelidir. Edebiyat tarihi edebiyatın biliminin diğer alt
disiplinlerinden bağımsız değildir. Bundan dolayı bir edebiyat tarihçisinin de;
Edebiyat teorisi ve tenkitle ilgili olmadığı görüşü yanlıştır; çünkü
şimdi varlığını sürdüren sanat eseri, ister dün yazılmış olsun ister bin
yıl evvel yazılmış olsun, doğrudan doğruya incelenebilecek
durumdadır. Edebi eser devamlı olarak tenkit prensiplerine
başvurmadan incelenip değerlendirilemez. Edebiyat tarihçisi tarihçi
dahi olabilmesi için bir tenkitçi olmak durumundadır.” ( A. Warren R.
Wellek, 1983: 54).
Günümüze gelene kadar bu üç alanı da birbirinden ayırma denemelerine tanık
olunmaktadır. Mesela “F. W. Bateson, edebiyat tarihinin ‘A’ dan ‘B’ sonucunu çıkardığını,
tenkidin ise ‘A’nın ‘B’ den daha iyi olduğunu gösterdiğini ileri sürmüştür. Bu görüşe göre,
birincisi ispatı mümkün hakikatlerden, ikincisi ise kanaat ve inançlardan bahseder” ( A. Warren
R. Wellek, 1983: 47). Böyle bir ayrım ne derecede doğrudur ve ne derecede doğru kabul
edilebilir? Doğru kabul edilebilmesi için “bakış açısı” maddesinde de değinileceği gibi
edebiyat tarihinde, araştırmacının kişisel yargılarından kurtulması gerekir.
Edebiyat tarihinde tamamıyla tarafsız sayılabilecek gerçekler hemen
hemen yok gibidir. Değer yargıları materyal seçiminde kendilerini
açığa vururlar. Kitaplar ve edebiyat arasında yapılan ön seçme ve şu
veya bu yazara ayrılan yerin darlığı veya genişliği bile bir değer
hükmü ifade eder. Bir tarihin veya bir ismin belirtilmesi bile
milyonlarca kitap ve hadise arasından belirli bir kitap veya hadiseyi
seçmek gibi bir önyargı ifadesidir. Eserin basılış tarihleri, başlıkları ve
yazarların hayatları gibi nispeten objektif bilgilerin varlığını kabul
etmekle sadece edebiyatla ilgili gerçeklerin toplanmasının mümkün
olduğunu kabul etmiş oluruz. Fakat metin tenkidi, kaynaklar ve etkiler
ile ilgili biraz daha zor bir konu sürekli fikir çalışmasını gerektirir.
Mesela ‘Pope Drayden’dan ekilenmiştir’ cümlesi sadece Drayden ve
Pope’un zamanlarının sayısız şairleri arasından seçilmesini değil, aynı
zamanda Drayden ve Pope’un karakteristik yönleri hakkında bilgiyi ve
esas itibarıyla, tartma, mukayese etme ve seçme gibi devamlı bir
tenkit faaliyetini gerektirir.” (A. Warren R. Wellek, 1983: 48).
Edebiyat tarihinin tamamen tarafsız olmaması edebiyat tenkidi ve edebiyat teorisiyle
ortak olan yanlarından kaynaklanmaktadır.
20
Edebiyat tarihçiliğinde birçok metot denemeleri olmuştur. Bunların bilineni ve en çok
tercih edileni Taine’nin ırk, ortam, zaman kuramı olmakla beraber, edebiyat tarihçileri
inceledikleri devre, kendi önceliklerine göre kendilerine has
yöntemler de
geliştirebilmektedirler.
Irk
Ortam
Zaman
Şekil: 3
Günümüzde ya da günümüze kadar gelmiş birçok edebiyat tarihi çalışmasının esasını bu
yöntem teşkil etmektedir. Tabii ki kendi içlerinde başka yöntemler de taşımaktadırlar.
Özellikle eleştiri kuramları bakımından kendilerine has bir inceleme yöntemleri vardır.
Bu üç unsurla anlatılmak istenen A. Warren ve R. Wellek tarafından çok iyi bir şekilde
anlatılır ve izah edilir:
Edebiyat kültürün bir parçası olarak sadece belirli bir sosyal ortamda
ve belirli bir sosyal ilişkiler içinde meydana gelir. Taine’nin meşhur
üçlüsü (ırk, ortam ve zaman)bizi, tatbikatta diğer ikisinden ayrı olarak,
ortamın geniş bir tetkikine götürmüştür. Irk, Taine’de pek genel bir
tarzda üzerinde çalıştığı değişmez bir bütündür. Irk, çok kere, sadece
“milli karakter” yahut “İngiliz veya Fransız ruhu” anlamını taşır.
Zaman ise ortam kavramı içinde erimiştir. Zaman’daki değişiklik,
sadece ortamdaki değişikliği ifade eder, fakat analizi güç olan asıl
mesele ortam kavramını çözmek istediğimizde ortaya çıkmaktadır. Bu
durumda bir eserin en yakın çevresinin, onun dayandığı dil ve
edebiyat geleneği olduğunu kabul etmek zorundayız, buna karşılık bu
gelenek de genel bir kültür “iklimi”ne bağlıdır. Edebiyatla, gerçek
siyasi, ekonomik ve sosyal durumlar arasında doğrudan ilişki kurmak
imkânı pek sınırlıdır. Bütün beşeri faaliyet sahaları arasında karşılıklı
ilişkiler bulunduğuna şüphe yoktur… Bununla beraber ister insan
yaratılışını, iklim, biyoloji ve sosyoloji açısından ele alan Taine’nin
teorisi olsun, ister tarihte her şeyin tek sebebi olarak ruhu kabul eden
Hegel ve Hegelcilerin, yahut da herşeyi üretim tarzları ile anlatmaya
çalışan Marksistlerin görüşü olsun, belirli bir insan faaliyetini, diğer
bütün insan faalliyetlerinin çıkış noktası olarak tayin ve tespit eden bir
görüşü kabul etmek mümkün değildir.” ( A. Warren R. Wellek, 1983:
140).
21
Görüldüğü gibi sosyal, siyasi ve ekonomik durumlar eserin ortaya çıkışını ve eseri
etkilemektedir. Fakat bu etkinin derecesi sınırlıdır. Etki sadece eserin muhtevasında
kalmaktadır. Estetik değer söz konusu olduğu zaman ise “sosyal durum, estetik değerin
kendilerini değil, ancak bu değerlerin gerçekleşme imkânını tayin eder.” ( A. Warren R. Wellek
1983: 141) Fakat edebiyat tarihlerine baktığımızda eser merkezli olmaktan çok eseri
meydana getiren ortama odaklı bir incelemeleyle karşılaşırız.
Onların böyle bir yol tutmalarının bazı sebepleri kolayca anlaşılabilir.
Modern edebiyat tarihçiliği romantizm akımı ile çok sıkı bir ilişki
içinde başlamış ve Neo-Klasik tenkit sistemini ancak zaman
değiştikçe tenkit ölçülerinin de değişeceği gibi relativist bir görüşle
itibardan düşürebilmiştir. Böylece edebî araştırmalarda ağırlık noktası
edebiyattan tarihî olaylara kaymış ve eski edebiyatın yeni ölçülere
göre değerlendirilmesi haklı gösterilmiştir ( A. Warren R. Wellek,
1983: 185).
Taine’den sonra gelen Lanson ise edebiyat tarihinde usul üzerine ayrıntılı bir çalışma
yaparak edebiyat tarihi araştırmalarına bilimsel bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır.
Fakat bu yöntem içinde insan faktörünü de taşır. Lanson’un sisteminde empresyonizm
ve dogmatizm de kendisine bir yer bulur. Fakat bir şartla: “Bir ruhun bir kitap karşısındaki
aksül’amelinin ölçüsü demek olan açık, hakiki empresyonizmi kabul”
( Şerif,
1935: 4)
ederken dogmatizmin de düşmanı değildir. “O da bizim için bir vesikadır. Bediî, ahlakî,
siyasî, içtimaî, dinî her nascılık (dogmatisme), ya şahsi bir hassasiyetin veya maşerî bir vicdanın
ifadesidir.” ( Şerif, 1935: 4).
Birçok edebiyat tarihi kitabında araştırmacıların hangi yöntemi kullandıklarına dair bir
açıklama yoktur. Bunun yerine kitabın bütünü incelenerek edebiyat tarihçisinin hangi
yöntemi kullandığı tespit edilir. Fakat Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi adlı
eserinin birinci cildinde inceleme yöntemine ilişkin önemli ip uçları verirken şunları
söyler:
Edebiyat tarihinde tutulan yol, metinleri araştırıp incelemeyi okura
bırakarak, sınıflara ayrılmış çeşitli bilgileri toplamak, bunları ayrı ayrı
değerlendirip yargılara varmaktır. Böylece hazırlanacak bir edebiyat
tarihi, geçmiş çağları aydınlatmağa, düşünce ve sanat hayatını
göstermeye, zevklerin değişimi ile edebi türlerin gelişimini
22
belirtmeye, şaheserlerle onların yaratıcılarını tanıtmağa yarayan bir
kılavuz olacaktır. Edebiyat tarihçisinin görevi de budur (1984: 17).
Bu cümlelerde kendince belirlediği yöntemleri ortaya koyarken kendisine bir görev de
biçmiştir. Bu tanımda özellikle üzerinde durulması gereken iki cümle araştırma ve
incelemenin okura bırakılması ki okura bırakılacak olan şey araştırma incelemelerden
sonra tercih ve kendi değerlendirmesi olabilir. Diğer konu ise başlı başına bir mevzu
olup üzerinde önemle durulması gerek konulardan eser seçimi sorunudur. Görülüyor ki
Agâh Sırrı bu sorunu şaheserleri tercih ederek çözme yolunu benimsemiştir ki bu
konuda da Lanson’un etkisi görülmektedir. Lanson’un edebiyat tarihi çalışmalarında
merkezde şaheserler vardır:
Araştırmalarımızın mihverini şaheserler teşkil ediyor; tabiri diğerle,
her şaheser bizim için bir araştırma merkezidir. Fakat, şaheser
kelimesini “hâlâ şaheser” veya “bizim için şaheser” manasında
anlamamalıyız. Tetkik edeceğimiz eserler, yalnız bizim için,
muasırlarımız için şaheser sayılanlar değil, belki, herhangi bir Fransız
okuyucu kitlesinin güzellik, iyilik veya enerji ideallerine tercüman
olmuş olan bütün eserler, yani filân veya filân tarihte şaheser olarak
tanınmış olan bütün eserlerdir (Şerif, 1935: 5).
Fuat Köprülü de edebiyat tarihi çalışmasında şaheserleri önemsemektedir. Fakat onun
buradaki amacı kendi fikir sistemine de uygun olarak bu şaheserlerin dönemini
yansıtma gücünden kaynaklanmaktadır:
Biz, insan fikrinin ve millî medeniyetin tarihini bilhassa onların edebî
tezahürlerinden aramakta, fikir ve hayatın hareketlerini daima üslûp
arasında keşif ve tespite çalışmaktayız. İşte bu itibarla bizim mihver
veya tetkik merkezimizi şaheserler teşkil edecektir… Bizim burda
bahsettiğimiz şaheserler muayyen bir zaman zarfında bir okuyucu
sınıfının kendi ruhunu, kendi temayüllerini bulduğu, taklit ve tekrar
ettiği, yani şaheser saydığı edebî mahsullerdir: Süleyman Fakih’in
Mevlid’i,
Hamzavi’nin
Hamza-Nâme’si,
Yazıcıoğlu’nun
Muhammediye’si… (Köprülü, 1999: 25).
Şüphesiz böyle bir şaheser tanımı toplumun bütün kesimlerinin şaheser olarak
benimsediği eserleri içine almaktadır. Bunların edebiyat tarihinde temsil edilmesi ise
edebiyat tarihçisi için bir sorun doğurmaktadır. Edebiyat tarihi kitaplarına herkesin
şaheser olarak kabul ettiği eserleri almak mümkün değildir. Ayrıca günümüz edebiyat
tarihçiliğinde buna karşı eleştiriler de gelmektedir:
23
Tamamen geri ve güdük kalmış olan edebiyat tarihçiliği historie
évenemtielle’in (olay tarihçiliği) dışına çıkamamıştır, burada olayların
karşılığı büyük eserler ya da büyük sanatçılardır. En önemli tarihi
ihtilaflar bile, nerdeyse tamamen, çok az sayıda eser ve yazarın
yeniden yorumlanması etrafında döner. Bu usül edebî tür kavramını
marjinal, madun bir işleve mahkum eder (Moretti, 2005: 23).
Edebiyat tarihinin metodunu belirleyen sadece metin tespiti ya da eser incelemesi değil,
anlatım, ifade tarzı da edebiyat tarihinin metodunu belirlemede önemli bir etkendir.
Tabii ki bu metot eserin amacına göre değişmekte ve amacıyla da uyuşmak zorundadır.
Neticede edebiyat tarihi yazarı sanatçı olmadığının bilincinde olmalı; fakat eseri de
malumat yığını olarak okurun karşısına çıkarmamalıdır:
Edebiyat tarihinin sayfalarını kuru bilgiyle doldurmak, bunları bilgiç
görünmek için ağır bir dil ve çetrefil bir anlatımla sunmak ne denli
sıkıcı ise, ona bir sanat çeşnisi vererek kelime oyunlarına kalkışmak
da o denli gülünç olur. Edebiyat tarihinde anlatım, ağır başlı,
doyurucu ve uyarıcı olmalı, belirli bir amaçla kaleme alınmış bir
propaganda kitabı niteliği taşımamalıdır (Levend, 1984: 20).
Anlatımı etkili kılmanın yollarından biri de özellikle yazılı anlatım söz konusu
olduğunda anlatım teknikleridir. Anlatımda sanat yapmak farklı bir şey, anlatımı daha
anlaşılır kılmak ve etkileyici olmasını sağlamak için böyle bir anlatıma müracaat etmek
başka bir şeydir. Bunun örneğini ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın XIX.
Asır Türk
Edebiyatı Tarihi’nde görürüz. Divan edebiyatında, “şairin hayat şartlarıyla olduğu kadar,
içtimaî nizamla da alâkalı bir sistemi(n) ortaya ko(nulduğunu)”(1997) söyleyen Tanpınar'ın
"saray istiaresi" olarak adlandırdığı bu "sistem", merkezinde hükümdarın, Tanrı'nın ya
da sevgilinin olduğu, iç içe geçmiş daireler şeklinde resimlenebilecek bir sistemdir.
XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ndeki bu istiare örneğinde -her ne kadar Tanpınar’ın
sanatçı kimliği bulunmakla birlikte- öncelik anlaşılırlıktır.
Zamanımıza kadar gelen edebiyat tarihlerine baktığımızda şüphesiz bazı ortak noktaları
olmakla beraber birbirinden oldukça farklı yönleri de barındırmaktadır. Bu farklılıklar
daha çok tercih edilen yöntemlerden kaynaklanmaktadır. Edebiyat tarihçisi sadece yazar
hakkında biyografik bilgi verip onun eserlerini sıralamakla yetinmez. Esere veya
eserlere yönelik eleştirileri de vardır. Edebiyat tarihçisi aynı zamanda iyi bir eleştirmen
24
de olmalıdır. Eleştiri, bir eseri yerme, övme ya da eser tanıtımı değildir. Eleştirmenden
“beklenen, okuyucunun çok kez görmeyeceği niteliklere ve eksiklere işaret ederek, bir eserin
dil, üslup, deyiş ve biçim özelliklerinden doğan sanat değerini belirtmek, kendi türü içindeki
yerini göstermek, düşünce ve sanat hayatının gelişmesinde oynadığı ya da oynayabileceği rolü
açıklamaktır.” ( Levend, 1984: 16).
Edebiyat tarihi araştırmalarının asli yardımcısı konumunda edebiyat kuramları
bulunmaktadır. Bir araştırmacının öncelikle kuramlar konusunda kafasında bir netliği
oluşturması gerekir. Kuramın ne olduğu, nasıl oluştuğu hakkında bilgi sahibi olması
gerekmektedir. Burada her eleştiri kuramının ayrıntısına girilmeden kuramın kendisi ve
edebiyat tarihi ile ilişkisi üzerinde durulacaktır.
Edebiyat biliminin, bir temel bileşeni olan, tüm çağların ve halkların
edebiyat tarihi yanında, en az onun kadar önemli bir başka bileşeni
daha vardır. Bu da gene edebiyat tarihiyle sıkı ilintili ve ona çok yönlü
ilişkilerle bağlı bulunan edebiyat kuramı’dır (Pospelov, 2005: 35).
Öncelikle kuramın ortaya çıkması için tarihsel bir süreç gereklidir. Bu süreç eser dışı
unsurların tarihi değil eserin bizzat kendisinin geçirdiği bir tarihi süreçtir. “Bir nesnenin
tarihi olmaksızın, o nesnenin kuramı da olamaz; ne var ki, nesnenin kavramını veren ve onun
sınırlarıyla ve belirlenişiyle ilgili tasarımı sağlayan tek şey kuram olduğu için, kuramı
bulunmayan bir nesnenin de tarihi düşünülemez.” (Pospelov, 2005: 36). Kuramla edebiyat
tarihinin ilişkisi ise edebiyat tarihinin sistemini belirler. “Bir edebiyat kuramının
oluşturduğu kavramlar sistemi yoksa bilimsel görevleri açıkça konmamışsa, edebiyat
tarihçisinin çalışması, bir kendiliğindenlik içinde, gelişigüzel ve başıbozuk gider.” (2005: 37).
Edebiyat tarihçisinin elinde mevcut kuramlar bulunması rağmen hem bir edebiyat
tarihçisi hem de diğerleri arasında kuramları uygulama ya da kuram tercihi bakımından
bazı farklılıklar bulunabilir. “Edebiyat kuramının, edebiyat tarihi araştırmalarında sunduğu
kavramlar sistemi, çok değişik alanlardan çıkarak oluştuğu için, oldukça heterojen
(ayrıtürlü)’dir (2005: 37).
İşte farklılığın ortaya çıktığı temel nokta da burasıdır. Zira devreye marksist, tarihsel,
psikanalitik eleştiri, yapısalcılık, feminist eleştiri gibi kuramlar girmektedir. Agâh Sırrı
bu konuda “Tarihsel eleştiri” kuramını savunurken objektiflik konusunda sanat eserinin
25
zevk ve heyecan ürünü olduğunu ve bunun karşısında tarafsız kalabilmenin oldukça güç
olduğunu savunur ( 1984: 14).
Edebiyat tarihi çalışmalarında tarihi bir kronoloji izlemenin hangi eserin öncel
hangisinin ardıl ya da karşılaştırmalarda hangi eserin hangisini ya da hangilerini
etkilediğini belirleyebilme gibi kolaylıkları vardır. Kronoloji sadece bununla da sınırlı
değildir. Kültürel, siyasî ve sosyal olayların tepkilerinin boyutu ve sürekliliği de
kronolojik yöntem takip edilerek bulunabilir.
Son yıllarda ise metin merkezli olmak üzere “Yeni tarihselcilik” yöntemi edebiyat
tarihlerine öncülük etmektedir. Kültür bakanlığının dört ciltlik eserinin önsözünde
kitabın da yazılmasında izlenilen yol anlatılırken “Yeni Tarihselcilik” e de vurgu
yapılır:
Tarihselliği ve sosyal boyutu esas alan XIX. asır eleştirisinden sonra
XX. yüzyıl eleştiri anlayışının eksenine metin yerleşir. Asrın
ortalarından sonra ise yapısalcılıkla birlikte metin tarihi sosyal
bağlamından soyutlanır ve biçimci bir yaklaşım eleştiri dünyasına
egemen olur. 1980’li yıllarda biçimi gözardı etmeden metni ‘bağlam’ı
ve ‘bağlam’la ilişki içinde yorumlamayı amaçlayan bir anlayış
edebiyat eleştirisine yeni ufuklar açar. ‘Yeni Tarihselcilik’ olarak
adlandırılan bu yaklaşım Türk Edebiyatı Tarihi’nin kurgusunda
gözönünde bulundurduğumuz bir yöntem olmuş; edebi olgu, tarihi,
sosyal, metinler arası ilişkiler bağlamı içinde yorumlanmaya ve edebi
gelişimin temelinde yatan temel dinamikler belirlenmeye çalışılmıştır.
Buna karşılık yöntem konusunda bölümlerin kendine özgü yönleri de
belirleyici rol oynamıştır ( 2006: 22).
Yeni tarihselcilik, metin merkezli biçimci eleştiri ve tarihi anlayışının tam ortasında
durarak edebiyat tarihi çalışmalarında tamamen kuşatıcı bir bütünlük sağlamıştır.
Edebî bir zevk veren ve kişisel bir olay olan edebiyatın kendisinin inceleme konusu
olmasında karşılaşılan zorluklardan birisi de nesnelliktir. Edebiyat tarihçisinin takınması
gereken tavır ne olmalıdır? Ne kadar istese de kendi beğenisini yok sayamayacaktır.
Lanson’a göre edebiyat tarihinde usulün ilk güçlüğü burada kendisini gösterir.
Bizim “hususî vakalar”ımız demek olan eserlerin bu hissî ve bediî
karakteri dolayısiledir ki kalbimiz, muhayyilemiz ve zevkimiz
26
sarsılmadan, bunları tetkik etmemiz kabil olmıyor. Bir taraftan şahsî
aksülamelimizi tayetmek bizim için imkânsızdır, diğer taraftan ise onu
alıkoymak tehlikelidir. Usulün işte ilk güçlüğü (Şerif, 1935: 6).
Bunların yanında araştırmacı her ne kadar objektif davranmaya çalışsa da yetiştiği çevre
ve aldığı eğitim gibi etmenlerden de etkilenmektedir. Günümüzde de eleştiride
objektiflik sorunu güncelliğini korumakta ve tartışılmaya devam etmektedir. Eleştirmen
ne kadar objektif olabilir? Bu objektiflik neye göre değerlendirilir?
Yaratma- eleştirme, pratikle teorinin ilişkisi içindedir. Sanat hep önde
gitmiş, kuram ondan elde edilmiştir, ama eleştirmen ele aldığı eseri
kuramsal bir temele oturtmak durumundadır. İnceleme- ayrıştırma
sırasında metin, bir belgeler ağıdır âdetâ. Eleştirmen, alımlamadaki
öznel paya rağmen belgeleri değerlendirişinde nesneldir, eleştirdiği
eser onun için bir inceleme nesnesidir (Aytaç, 1995: 33).
Aynı soru edebiyat tarihiçisi için de sorulabilir. Gerek yazar hakkında biyografik bilgi
verirken gerekse eser hakkında eleştiride bulunurken elinden geldiğince objektif
olmalıdır. Bu söylem sık sık tekrarlanır ama bunun nasıl olacağı ile ilgili net bir şey
ortaya konulmaz. “Eleştiri doğru mesafede durma işidir” (Benjamin, 1993, 14). Mesafe
kavramı ise eleştirmenin eser karşısındaki konumuyla ilgilidir. “Edebiyatın sanat, edebiyat
biliminin bilim olmasından yola çıkarak diyebiliriz ki yazarın alanı sanattır, eleştirmen sanatla
bilim arasında, sanattan çok bilme yakın bir yerdedir.” (Aytaç, 1995: 32). Bunun için gözden
kaçırılmaması gereken husus “kriter”dir. Araştırmacı öncelikle kriterini belirlemelidir.
Eserleri bu kriterlere göre incelemeli ve eleştirisini de bu doğrultuda yapmalıdır. Bunu
yaparken tek bir kriterden mi yararlanacaktır? Ele alınan eser bir kritere göre zayıf
kalırken başka bir kritere göre başarılı addedilebilir. Necip Fazıl’ın şiirleri marksist
kurama göre başarılı sayılmayabilir fakat metin merkezli bir eleştirmede oldukça
başarılı çıkacaktır. Bu, kriterin sadece bir boyutudur. Diğer boyutu da kriterin sanatçının
eserlerinin hangisine ya da hangilerine uygulandığıdır. Birçok şiiri bulunan bir şairin bir
şiirinden hareketle onun bütün şiirleri hakkında yargıya varmak da yanlış bir tutumdur.
Nazım Hikmet’in “Ağa Camii” adlı şiiri bu duruma örnek olarak verilebilir. Bu şiirden
hareketle Nazım Hikmetin bütün şiirleriyle ilgili bir genelleme yapmak edebiyat
tarihçisini ve okuyucularını yanıltır. Kısaca “kriter”in belirlenmesi kadar onun nasıl
uygulanacağı da önemli bir sorun teşkil etmektedir. Sadece belli bir eser baz alınmamalı
veya sadece tek bir eleştiri kuramından hareketle yargıda bulunmamalıdır.
27
Bu tür araştırmaların çoğu eser merkezli eleştiri içindir. Edebiyat tarihi söz konusu
olduğunda ise sanatçı ve sanatçının içinde bulunduğu sosyal ve kültürel ortam da buna
dâhil edilmektedir. Daha önce de dediğimiz gibi bu, yazara ve topluma yönelik kısa bir
biyografi olmanın ötesinde sanatçının eserine izdüşümünü yansıtan nitelikteki
yazılardır. Bunda sanatçının doğduğu yer, ailesi, aldığı eğitim, yaptığı görevler,
bulunduğu yerler gibi aslında esere yönelik olan açıklamalar yapılır.
Kimi araştırmacı bu yöntemleri maddeler halinde sırlamaktansa eserinin içine
yedirmiştir. Kimi ise yöntemleri açıklama gereği duymuştur. Bunlardan birisi olan Agâh
Sırrı ise yöntemleri:
a) Yargılarını, birçok örnekleri karşılaştırarak elde edeceği kanıtlara
göre verecek, kanıtlara dayanmayan yargılardan kaçınacaktır;
b) Kendi zevkini ve düşüncelerini gerçek birer ölçü olarak
kullanmayacaktır;
c) Daha önce verilmiş yargılara bağlanıp kalmayacak, ama bunları
dikkatle okuyacak, kendi yargılarını başkalarınınkiyle karşılaştırıp
deneyecektir;
d) İvedilikle varılmış yargılar insanı vakitsiz ve yersiz “sentez”e
götüreceğinden bunlardan kaçınacaktır;
e) Geçmişteki eserler için tarihsel zevkini kullanacak, yani eserleri
yazıldıkları devrin sanat ölçüsüyle yargılayacak, kendi devrini
sanat ölçüsünü kullanmayacaktır (1984; 14-15).
diyerek 5 maddede sıralamıştır; fakat bunlar henüz işin başlangıcında olması gerekenler
olabilir. Çünkü araştırma derinleştikçe konunun kendisine has yöntemler devreye
girecektir. Bir edebiyat tarihi araştırmasının yöntemleri bu kadar basit olarak
düşünülemez. Zaten bu tezin amacı da sıralanan bu maddelerin zaten araştırmacıda hazır
olduğu varsayılarak araştırmanın en ince noktalarına kadar neyin nasıl olması gerektiği
konusunda gerekli yöntemleri belirlemektir. Beşinci madde tartışmaya açıktır. Geçmişte
yazılan pek çok eser kendisinden sonra ortaya çıkan sanat kuramlarına göre
incelenmektedir. Bu o eserin sanat değerini düşürmekten ziyade edebiyat tarihi
içerisindeki yerini tayin etmek için daha etkili olmaktadır. Buna örnek ise Dursun Ali
Tökel’in divan şiiri örneğinde incelediği ontolojik inceleme metodudur. Bu metodu
28
“Ontolojik Analiz Metodu ve Bu Metodun Baki’nin Bir Gazeline Uygulanışı” adlı
yazısında uygulamıştır. (Yedi İklim, S. 74, Mayıs 1996, s. 53-59)
Edebiyat tarihinde metot geliştirme çabaları devam etmekle birlikte metodoloji
konusunda iki büyük hataya düşüldüğü de görülmektedir. Birincisi, edebiyat tarihinin
eseri kimin yazdığına yoğunlaşıp sanat eserini gözden kaçırmasıdır:
Edebiyat tarihi, bir eserin kimin tarafından yazıldığını araştırmakla
mükellef değildir, bu eseri inceler. Edebiyat tarihinin sahasını böyle
genişleterek, talebeler de hocalar da “çalışmanın asıl gayesi olan sanat
eserini gözden kaybediyorlar. Edebiyat tarihi sanat eserinin tarihidir.
Bütün hakikati aramamıza lüzum yoktur. Güzellik sahasında hakikati
aramak yeter (Tieghem, 1948: 311).
Edebiyat bilimi, şüphesiz edebî eserin estetik/sanat değeri sahasında inceleme
yapacaktır. Fakat söz konusu edebiyat tarihi olduğunda yani tarih de işe dâhil olduğunda
metin tespiti edebiyat tarihinin konularından birisi olmaktadır. Böyle olmakla birlikte
edebiyat tarihi sadece metin tespitiyle de yetinmemelidir. Diğer bir hata da gene
tartışmaya açık alanla ilgilidir:
Tarihî metodun, bidayetteki gayesinden uzaklaşarak, saptığı ikinci yol
da, edebiyat tarihçilerinin, çoğu zaman, sadece düşüncelerin tarihini
yapmak temayülünü göstermeleridir. René Bray daha ileride diyor ki :
“Edebiyat tarihine ait diye ortaya atılan, fakat hakikatte edebiyattan
zerre kadar bahsetmiyen, son zamanlarda yazılmış, yirmi tane kadar,
hem de en iyilerinden, doktora tezi zikredebilirim. İşlerin bu raddeye
geldiğini görmek insanı biraz korkutuyor, çünkü Fransa’da doktora
tezlerinin edebiyat tarihi disiplininde ne kadar büyük bir rol
oynadıkları malûmdur.” Victor Hugo da Gustave Flaubert de, her
şeyden evvel bir san’atkârdırlar. Fakat bu muharrirlerin san’atları
hakkında yazılmış bir eser var mı? Hâlbuki bu sahada bir değil,
birçok eser yazılmalıdır (Tieghem, 1948: 311).
Her iki hatada da dikkat edilmesi gereken edebiyat tarihinin bunlarla ilgilenmemesi
yönünde değildir. Özellikle ikinci hata olarak belirtilen düşünce tarihi- hem dönemin
hem de sanatçının düşüncesi- medeniyet tarihinin bir şubesi olarak kabul edilen
edebiyat tarihinin olmazsa olmazlarından birisidir. Ne var ki edebiyat tarihçisi ne sadece
dönemin düşünce hayatı ne de sanatçının sanatçı kişiliği ve eserlerinden ayrı olarak
29
onun düşüncelerinde takılıp edebiyat tarihini sadece bir düşünce tarihi haline
getirmemelidir.
Son zamanlarda oldukça gelişen “Karşılaştırmalı Edebiyat” bizce edebiyat tarihçisinin
vazgeçilmezi olmalıdır. Ancak bu şekilde sanatçının ve eserin gerçek değeri çağdaşları
ve kendinden öncekiler arasında belirlenebilir. Ayrıca bir milletin edebî gelişmesini ve
diğer milletlerin edebiyatlarından farkını göstermesi bakımından da önemlidir. Bu
yüzden günümüzdeki edebiyat tarihlerinde sadece milli unsurlara değil karşılaştırmalı
edebiyat bağlamında millî edebiyatın da sınırları aşılmalıdır. Bu ölçüler altında;
edebiyat tarihi bir bütün olarak, milliyetçilik ölçüsünün ötesinde tekrar
yazılmalıdır. Bu anlamda mukayeseli edebiyat incelemesi yapacak
olanların yabancı dilleri iyi bilmeleri gerekir. Bu çeşit inceleme için
olaylara daha geniş açıdan bakmak, mahalli ve dar fikirleri bastırmak
lazımdır ki, bu da kolay bir iş değildir ( A. Warren R. Wellek, 1983:
61).
Bu da edebiyat tarihçisinin zaten ağır olan yükünü daha ağırlaştıracaktır.
Edebiyat tarihinin sınırları nerede biter ve nerede başlar? Bu soruya verilecek cevabı
belirlemek zordur. Fakat kafanızdaki edebiyat tarihi tanımına göre birden çok cevabı
olan bir soruyla karşı karşıyasınızdır. Edebiyat tarihi sadece edebî eserler ve sanatçıları
değil “bir kültür tarihi olmamakla birlikte din, felsefe, ahlak, sanat tarihlerinin konularını da
kucaklayacak genişliktedir. Bunlar belirli ölçülerde edebiyat tarihinde yer alır.” (Levend, 1984:
3). Edebiyat tarihi için bir başlangıç noktası belirleyebilirsiniz. Belirli bir dönem ele
alındığında sınırlarınızı da çizmişsiniz demektir ki bilimsel çalışmalarda çalışma
alanının mahdut tutulması hem tercih edilen bir şeydir hem de gerekli olan bir
yöntemdir. Fakat genel bir edebiyat tarihi yazılacaksa işte o zaman edebiyat tarihi
çalışmalarının geleceği müphemleşecektir.
2.3.1 Metin Tespiti
Edebiyat tarihinin en önemli sorunsallarından birisi de edebî metinlerin tespiti ile
ilgilidir. Özellikle eski dönemlere ait edebî metinlerin tespitinde birçok güçlüklerle
30
karşılmaktadır. Bu metinler tespit edilse bile bu sefer karşımıza bu metinlerin temin
edilmesi sorunu çıkmaktadır. Yani eserin sadece adını bilmek veya bu konuda ilgi
vermek bir edebiyat tarihi için oldukça yüzeysel kalacaktır. Agâh Sırrı, bu konuya Leyla
ve Mecnun mesnevisinden hareketle açıklık getirir:
Tezkirelerle türlü kaynaklardan tarayıp fişlediğimiz Türkçe Leylâ ve
Mecnun’ların sayısı 26’ yı bulduğu halde, bugün kitaplıklarda bulunan
Leylâ ve Mecnun’lar NEVAÎ, HAMDULLAH HAMDİ,
DÂRENDELİ HAMDİ, BİHİŞTÎ, ŞAHİDÎ, KADİMÎ, CELİLÎ,
FUZULÎ, KUL ATA ve FAİZÎ’nin, bir de adı bilinmeyen bir Azerî
şairinin eserinden ibarettir. Son yıllarda ele geçen AHMET RIDVAN,
HALİFE ve ÖRFÎ MAHMUD’a ait üç eserle birlikte Leylâ ve
Mecnun’ların sayısı, bilinenin ancak yarısını bulmuştur. (1951: 3)
Edebiyat tarihimizin birçok noktaları hâlâ karanlıktadır. Bugüne dek adları bilinmeyen
ya
da
adları
bilindiği
halde
kendileri
bulunmayan
birçok
değerli
eserler
kitaplıklarımızda el sürmemiş halde durmaktadır. Bunlar ancak sistemli ve düzenli
çalışmalarla ortaya çıkartılabilir (Levend, 1984: 12).
Herşeyden önce nedir bibliyografya ve ne işe yarar? Ötüken Türkçe sözlükte
bibliyografya şu şekilde ifade edilmiştir: “1. Belli bir konuda yazılmış eserlerin bütünü. 2.
Bir inceleme ve araştırma eserini hazırlarken başvurulan eserler” ( 2007: 596). Agâh Sırrı,
kavramı genel anlamında:
Düşünce ve sanat ürünlerimiz nelerdir? Bugüne değin türlü bilim
dallarıyla ilgili ne gibi araştırmalar yapılmış, hangi eserler meydana
getirilmiştir? Bunlar nerede, hangi kitaplıklarda bulunmaktadır? İşte
bibliyografya bize bunları tanıtır (1984: 7).
diyerek açıkladıktan sonra Türk edebiyatı tarihi için bunun nasıl uygulanması
gerektiğini, yerli ve yabancı hangi kaynakların taranması gerektiğini belirtir.
Edebiyat tarihçisi incelediği eser hakkında bibliyografik bilgi vermekle yaptığı işe
verdiği önemi ve bilimsel çalışmayı da göstermiş olmaktadır. Duruma bir
bibliyografyanın varlığı ve göstergeleri açısından bakalım. Yazarın bilimsel çalışma
tavrından başka şeyler de söylerler bize şüphesiz. Bir eser hakkındaki bibliyografyanın
çokluğu o esere verilen değerin de bir göstergesidir. Ayrıca hangi dönemlerde ilginin
31
arttığını veya azaldığını anlamak bile mümkündür. Eser hakkındaki bibliyografik
bilgilerin akademik çevrede yoğunlaşması eserin akademik çevrece incelenmeye değer
bulunduğunun bir göstergesi iken; dergi, gazete veya televizyonda eserin reklamının
yapılması eserin popüler olduğunun bir göstergesi olabilir.
Bibliyografyaların yazılması da kendi içerisinde bir düzen gerektirir. İlk önce yazarla
eserin adını, eserin yazıldığı tarihle istinsah tarihini, kaç sayfa olduğunu, yayınevini
bildirmek gerekir. Ayrıca aynı konuyla ilgili yayınların da bir grup teşkil edecek
biçimde verilmesi de tercih edilebilir.
Edebiyat tarihi çalışmalarının en önemli kollarından birisi belki de metin tespiti
çalışmalarıdır. Bu durum özellikle matbaanın icadın önceki devirlerde el yazması
eserler incelenirken sorun oluşturmaktadır. “Eserlerin tarihlerinin tespiti edebiyat tarihçisi
için çoğu zaman büyük önem taşır. Çünkü bu mesele çözümlenmeden, mesela Chaucer ve
Shakespeare gibi yazarların sanatlarındaki gelişmeler takip edilemez” ( A. Warren R. Wellek,
1983: 82).
Bu şartlar altında edebiyat tarihçisisin filoloji ilimine de ihtiyacı vardır.
Çünkü ele geçen nüsha zaman içinde yıpranmış, bazı sayfaları yırtılmış, bozuk olabilir.
Bu durumda metin tamiri yapmak gerekecektir. Aynı metnin birden çok nüshasının
varlığında ise metinler arasında bir karşılaştırmaya müracaat etmek, hangisinin orijinal
olduğunu veya hangisinin eksiksiz olduğunu tespit etmek gerekecektir. Nüshaların
birden çok olması araştırmacının işini kolaylaştıracaktır. Mesela “Atabetü’l-Hakayık
adıyla elimizde bulunan eserin Necip Asım tarafından bulunan ilk nüshası Hibetü’l-Hakayık
adını taşımaktadır. Sonradan bulunan nüsha Aybetü’l-Hakayık diye okunmuş, daha sonraki
nüsha ile de bunun Atabetü’l-Hakayık olduğu anlaşılmıştır.” ( 1984: 10). Burada gerek nüsha
sayısı gerekse filoloji ile ilgili hususiyetleri görmekteyiz. Tabi bu yazma eserlerle ilgili
zorluklar bu kadarla sınırlı değildir. Bu konuyla ilgili sorunları şu başlıklar altında
sıralayabiliriz:
a) İlk nüshaya sahip olan kişi eserin çoğaltım aşamasında bazı yerleri
kendi zevkine göre değiştirmiş olabilir.
b) Ne kadar dikkatli olursa olsun yazıcılar imlada hata yapmış
olabilirler ki bu da gözün kör olmasına neden olabilir.
32
c) Nüshaların ilk elden çıktıktan sonra çoğaltıldıkları yer mevcut
yerden farklı bir bölgede olmasından dolayı imla ve ağız
değişiklikleri olabilir.
d) Eser elden ele geçe geçe aslından bile uzaklaşabilir (1984: 10).
Bu sorunlar, beraberinde “el yazmalarının tarihlerinin tespiti konusunda titizlikle uyulması
gereken ilkeleri belirleyen faydalı el kitaplarının yazılmasına yol açmış bir bilim dalından, yani
Paleografyadan (eski el yazması metinlerin okunması ile ilgili bilim dalı) faydalanmayı
gerektirmiştir.” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 71). Edebiyat tarihi metin tespitinde bu
bilimle de sınırlı değildir. “Eserlerin yazarlarının kimliği ve metinlerin doğru olup olmadığı
gibi meselelerin çözümü bazen delil tespitinde ciddi güçlükler ortaya çıkarmaktadır. Bu
güçlükleri çözmek için paleografi, bibliyografya, dilbilimi ve tarih gibi çeşitli bilim dallarından
da” faydalanmaktadır (A. Warren R. Wellek, 1983: 86).
Bu maddeler genel anlamda sorunları oluşturmaktadır. Peki, bunları aşmak ya da azami
bir şekilde çözmek için ne yapılmalıdır? Bunları da şöyle sıralayabiliriz:
a) Eserin birkaç nüsha olması durumunda en eski olanı ( tabii ki bunu
yaparken sağlamlık da göz önünde bulundurularak) esas alınmalı ve
diğerleriyle karşılaştırılarak farlılıkları tespit edip doğru olanı
bulmalıdır.
b) Nüsahalara ait tarih belirtilmemişse kullanılan kâğıdın, mürekkebin
cinsi ve yazı çeşidinden bir tahminde bulunabilmekle birlikte bilimsel
bir yöntem olarak karbon testi de yapabilir. Fakat buna gerek
duyulmayan durumlar da olabilir. Bunun için araştırmacının dönemler
hakkındaki bilgisi de yeterli olabilir. Mesela: “başlıklarda kullanılan
bir çeşit kırmızı renk vardır ki, bu ancak 2. Bayezid zamanına dek
görülür.” Ya da yazı için “Ta’lik, 15. Yüzyıldan sonra bizde başlar.
Bu devirden önce yazılan nüshaların çoğu nesih, harekeli nesih ve
nesih kırmasıdır. Anadolu nesihi de vardır. Siyakat da kullanılır.
Bütün bu özelliklere bakarak yazıldığı dönem kestirilebilir.
c) Eserin yazıldığı dönemin tespitine oranla yazıldığı yeri kestirebilmek
için daha geniş bir bölgeyi göz önünde tutmak gerekir. Bunun için
ağız ve lehçe ayrılıklarından faydalanılabilir.
d) Yeni baskısı yapıl(a)mamış eserler içinse yazar ikinci baskıya
girmeden önce eserin münasip yerlerine baskıyla ilgili notlar düşer ki
bu da bize daha sonraki baskılar için yol gösterir ( Levend, 1984: 11).
e) Metin tarihinin tespit edilebilmesi için başka eserlerden edinilen
bilgilerin yanı sıra, metin içinden de bazı ipuçları çıkartılabilir. Mesela
33
metinde tarihi belirli bazı önemli olaylardan bahsedilmesi metnin o
tarihlerde yazıldığını gösterir. Metin içinde böyle bir dış olayın yer
alması, sadece kitabın o kısmının hangi tarihten sonra yazılmaya
başlandığını belirtecektir ( A. Warren R. Wellek, 1983: 80).
Metin tespitiyle ilgili zorlukları sadece bunlarla sınırlayamayız. Her metin kendi
yöntemini de içinde barındırır. “Platon’un diyaloglarının yazılış tarihlerini belirlemek için
daha ziyade belirli kelimelerin metinde ne kadar sık geçtiklerinin incelenmesine dayanan ve
istatistik alanında kullanılan metodlara benzer metodlar da” kullanılmıştır ( A. Warren R.
Wellek, 1983: 81).
Tabiî bu yöntemi bütün eserlere uygulamanın aynı sonucu
getirmeyeceğinin farkında olmak gerekir.
Metnin şekil olarak tespitindeki bu zorluklar aşıldıktan sonra özellikle zaman
bakımından
günümüzden
çok
önce
yazılmış
metinlerdeki
bazı
kelimeler
anlaşılamayabilir. Bunun için o döneme ait ya da o dönemde yazılmış başka eserleri
tarayıp o kelimeyi ya da türevini bulmak olmalıdır. Günümüz metinleri için ise edebî
eserin birden fazla baskısı olabilir. Araştırmacı için esas olan bunlardan ilk olanı
seçmek gibi görünse de en azından bir edebiyat tarihçisi için böyle değildir. Çünkü
yazar, farklı baskılarda bazı değişiklikler yapmış, bazı eklemelerde bulunmuş olabilir.
Edebiyat tarihçisi bunları gözden kaçırmamalıdır. Bu yüzdendir ki edebiyat tarihçisi
farklı baskıların hepsini görerek, değişikleri tespit edip bir sanat eserinin doğuşunu ve
gelişimini ortaya koyabilmelidir. Fazla dikkat edilemeyen fakat baskılarla ilgili çok
önemli olan, önemini sanatçıyı ve sanatını anlama bakımından ihtiva eden bir diğer
husus da özel baskılardır. Özel baskılara ilave edilen edebî inceleme yazıları
araştırmacıya sanatçının yol haritasını verebilecek nitelikte bilgilerle doludur. Sadece
özel baskılar değil kült kitap diyebileceğimiz eserlerin de önsözlerine bakıldığında
sanatçıyı tanıyan veya tanımayan başka bir sanatçının eser hakkındaki değerlendirmesi
görülür. Mesela “Suç ve Ceza” başta olmak üzere Dostoyevski’nin İletişim
yayınlarından çıkan baskılarında Orhan Pamuk’un giriş yazılarında sanatçıya ve eserine
ait önemli bilgiler bulunmaktadır. Gene klasiklerden olan Ulysses’te Enis Batur’un
önsözüne rastlarız. Bu yazılar sadece sanatçıya ait olmakla kalmayıp çeşitli fikir
akımları ya da dönemine ait önemli bilgileri de ihtiva eder. Robert Musil’in “Niteliksiz
Adam” adlı romanının giriş yazısını yazan Ernst Ficther’de hem dönemine ait özellikler
hem de modernizm eleştirisi görürüz.
34
Eğer elimizdeki eser tek nüsha değilse onu diğer nüshalarla da karşılaştırmak gerekir.
Eğer bu anlaşılmama sorunu eserin sahibinden kaynaklanıyorsa kelimeyi tespit etmek
için farklı okumalar ve araştırmalara gereksinim vardır. Çünkü yazar da devrinin siyasî
şartlarından etkilenmiş ve kelime seçiminde buna dikkat etmiş olabilir, o dönemde
herkesin anlayacağı ortak imgeler kurmuş olabilir. Bu ise yaşantı ve dönemle ilişkili
olduğundan günümüzde anlaşılmaması ya da anlaşılsa bile aynı şeyleri ifade
edememeleri gibi bir durumu ortaya çıkarabilir. Yazarın kendi bölgesinde kullanılan bir
kelime olup sonradan unutulmuş veya değişmiş olabilir.
Metin tespitinden sadece eski yazmaların sağlamlığının ve orijinalliğinin denetlemesi de
anlaşılmamalıdır. Mesele ortaya sadece doğru bir metin koymak değildir. “Bir yazarın
bütün eserlerinin bir araya getirilişinde, nelerin metne alınıp, nelerin metin dışında bırakılacağı,
malzemenin nasıl düzenleneceği ve metin üzerinde ne gibi açıklayıcı notlar verileceği gibi
eserden esere değişiklik gösteren diğer bazı meselelerin de dikkate alınması gerekir.” ( A.
Warren R. Wellek, 1983: 77).
Metin tespiti tek bir metin üzerine de odaklaşmayabilir. Birçok yazarın eserlerinin tam
bir listesini vermek ya da eserlerinin yazılış sırasını vermek eserlerin hakikiliği kadar
önemli bir sorundur. Bu durumda edebiyat tarihçisi, edebiyat eleştirisi ve edebiyat
teorisi özelliklerini ön plana çıkararak bir üslüp ve şekil ve anlam incelemesi de yapmak
zorundadır. Mesela;
Shakespeare’in oyunlarının yazılış sırasını belirlemek için oyunlarda
kullanılan vezin üzerinde yapılan bir istatistik çalışmasından elde
edilen sonuçları ele alalım. Böyle bir yolla ancak tahmini bir sıralama
yapılabilir ve bunda da hata payı epeyce büyüktür. Shakespeare’in
oyunlarındaki kafiye sayısının, en çok kafiyenin bulunduğu Love’s
Labour’s Lost oyunundan sonra gitgide azaldığını düşünsek bile hiç
kafiyesiz yazılmış olan The Winter’s Tale oyununun, bu yüzden, iki
kafiyeli olan The Tempest’den daha sonra yazıldığı sonucuna
varamayız. Kafiyelerin sayısı, yapı özellikleri, düşüncenin kesintisiz
olarak bir mısradan diğerine atlayışı gibi durumlara bakarak her
zaman aynı sonuçlara ulaşılamayacağı için vezin konusunda elde
edilen istatistikî bilgilerle eserin yazılış tarihleri arasında kesin bir
ilişki kurulamaz.” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 81).
35
Bütün bunları gösteriyor ki metin tespiti tek boyutlu tek bir yöntemi olan bir çalışma
değildir. “Ancak, metnin dışından elde edilen, metin içinden çıkartılan ve hem metin hem de
başka eserlerin doğruladığı bütün bu bilgiler makul ölçüler içinde bir araya getirilerek” metin
tespit işlemini gerçekleştirmek daha makul bir yoldur ( A. Warren R. Wellek, 1983: 81).
Kısaca metin tespiti edebiyat tarihçiğilinde hazırlık aşaması içindeki en önemli adımdır
ve belki de en zahmetli olanıdır diyebiliriz. Fakat bu dediğimiz hususlar daha çok matbu
olmayan eserler için söz konusudur. Matbu olan eserler içinde bazı sorunlar mevcut
olmakla beraber yakın dönem eserlerine ve kaynaklarına ulaşma imkânı daha kolay
olduğundan bu sorunları aşmak daha kolaylaşmıştır.
2.3.2 Metnin Yazarı
Edebiyat tarihinin önemli unsurlarından birisi de edebî şahsiyetlerdir. Edebiyat
tarihlerinde az veya çok mutlaka şahıslardan bahsedildiği görülmektedir. Bununla
beraber bir devirdeki bütün şahsiyetlerin edebiyat tarihlerinde yer almadığı da
görülmektedir. Bir şahsiyetin edebiyat tarihinde yer alması için Sadık Tural’a göre üç
önemli şart taşıması gerekmektedir:
Bir yazarın, insana, hayata ve tabiata yaklaşıştaki kendine haslığı,
eserlerinde gösterecek bir başarı elde etmiş olması…
Bir edibin edebiyat dünyasında gerçekleştirmeyi düşündüğü ve ısrarlı
olduğu temel görüşler, orijinal fikirler sahipliği...
Bir şâir, romancı, hikâyeci, tiyatro veya senaryo yazarının meydana
getirdiği eserlerle kendinden öncekilerden ve çağdaşlardan ayrılan
yönlerinin bir bütünlük oluşturacak şekilde gelişme çizgisi
göstermesi... ( 1993: 10-11).
Metnin yazarı ile ilgili bölüm birçok alt başlıkları kapsamaktadır. Bunlardan bugün de
üzerinde en çok tartışılanı edebiyat tarihlerinde yaşayan sanatçılara yer verilip
verilmemesi veya yaşayan sanatçılar hakkında yapılan değerlendirmelerin doğruluk ve
kalıcılık değerinin ne ölçüde tutarlı olacağıdır. Yaşayan yazarlar üzerinde yapılan
itirazlar “araştırıcının belirli bir görüş açısına sahip olamaması, incelediği eser üzerine
36
sonradan yazılmış kitaplardaki yorumlardan faydalanma imkânından mahrum olmasıdır.” ( A.
Warren R. Wellek, 1983: 53). Mina Urgan da ingiliz Edebiyatı Tarihi’ni hazırlarken ele
aldığı/ alacağı sanatçılar için 1900 yılından önce doğmuş olma şartını koymasının
nedenini şu şekilde izah eder:
Ne var ki, değerlerin gerçek anlamda yerleşmediği, hangi yazarın ya
da şairin yaşayacağı, hangilerinin unutulup gideceği belli
olmadığından, 1900 yılından önce doğmayı bir ön koşul olarak
benimseyerek, yaşayacağına ancak gerçekten inandığımız yazarları ele
almakla yetinmek niyetindeyim (1986: 8).
Yaşayan yazarlar açısından böyle bir durum olmakla birlikte avantajlı yönleri de vardır:
Sadece gelişmekte olan yazarlar için geçerli olan bu mahzur, yazarın
eserinin yazıldığı zamanın ve o zamanın hayat şartlarının bilinmesi,
yazarla tanışma, görüşme hatta mektuplaşma fırsatlarının bulunması
düşünülürse bir mahzur olmaktan çıkar. Eğer geçmişin birçok ikinci
ve hatta onuncu sınıf yazarları incelenmeye değerse, zamanımızın
birinci veya ikinci sınıf yazarları da incelenmeye değerdir ( A. Warren
R. Wellek, 1983: 54).
Agâh Sırrı ise bu kategorideki sanatçılara daha çok dönemi yansıtma açısından bakar:
Edebiyat tarihi, yaratıcı şairler ve şaheserler sergisi değildir. İkinci
plandaki şairler de elbet edebiyat tarihinde yer alacaktır. Çünkü ortamı
hazırlayan, toplum hayatını bütün ayrıntılarıyle eserlerinde yansıtan
asıl onlardır. Onların eserleriyle karşılaştırma sonundadır ki, büyük
yaratıcıların ortamı ne denli aştığı, hangi oranda çağdaşlarından
yükseldiği anlaşılmış olur (1971: 177).
Bir müellif tarafından üretilen eser az veya çok bu müelliften bazı etkiler taşımaktadır.
Bu etkiler kasıtlı olabileceği gibi, psikanalitik görüşe göre müellifin bilinçaltının bir
yansıması da olabilir. Edebî eser bizi ister istemez yazara da götürecektir fakat burada
şunu da belirtmeliyiz ki bu yazara götürme işi bizim yazarın da hakkında araştırma
yaparak, eseri bunların ışığı altında incelememizi gerektirmez. Özellikle yapısalcılık
akımına göre metnin kendisi bizim metni anlamamız için yeterlidir. Anlama işini
metnin kendi iç dinamikleri vasıtasıyla yapma amacını güderler. Bir edebiyat
tarihçisinin aynı zamanda iyi bir eleştirmen olması ve eleştiri ekollerini bilmesi
gerektiğini de düşünürsek incelenen eseri ya da eserleri sadece bir ekole göre
37
değerlendirmenin ne ölçüde amacına uygun olduğu tartışılır. Fakat özellikle ülkemizde
yapılan edebiyat tarihlerini göz önüne aldığımızda sosyolojik, kültürel, psikolojik
etkilere açık ve yatkın bir edebiyat tarihçiliği görmekteyiz. Agâh Sırrı’nın Türk
Edebiyatı Tarihi’nin birinci cildinin girişindeki sözleri de bu düşüncemizi destekler
mahiyettedir:
Edebi eserler bizi ister istemez yazarlarını tanıtmaya, bunun için de
araştırmalar yapmaya götürecektir. Edebiyat tarihi çalışmalarının
ağırlık merkezi de bu araştırmalardır. Hiçbir yazarı, yalnız eserlerini
okumakla anlayamayız. Her yazar kendi çağının adamıdır. Doğup
büyüdüğü ailenin, yetiştiği çevrenin, ilişki kurduğu kimselerin onun
kişiliği üzerinde büyük etkisi vardır. Ayrıca, yazarın fizik yapısını,
karakterini, öğrenimini, mesleğini, ideolojisini, yaşayışını da göz
önünde bulundurmak gerekir. Bunun içindir ki yazarları, kişiliklerini
meydana getiren bu etkenleri araştırarak, eserlerini sırasıyla inceleyip
onları hangi koşullar ve ne gibi duygular içinde yazdığını anlamaya
çalışarak, geçirdiği ruh bunalımlarıyla geçirdiği düşünce ve sanat
eğilimlerini izleyerek tanımak ve öylece tanıtmak gerekir (1984: 4).
İfade edilen bütün bu çalışmaların amacı eseri daha iyi anlamak ve okuyuculara bu
ölçekte yol göstermektir. Fakat yazara yönelik bu çalışmaların niteliği önemli bir sorun
teşkil etmektedir. Eğer edebiyat tarihçisi bu gibi yöntemlerin gereksiz olduğunu
düşünüyorsa, yapısalcı yaklaşımı benimsiyorsa ne yapılmalıdır? Burada bütün
sorumluluk edebiyat tarihçisindedir. Kendisi hangi ekolu benimserse benimsesin
edebiyat tarihinin yazılış amacına uygun olarak bahsettiğimiz özelliklere az ya da çok
eserinde yer vermek zorundadır. En azından bunları tespit edip beğeniyi ve yargıyı
okura bırakmalıdır. Eğer yazar, eserin önüne geçerse bu bir edebiyat tarihinden ziyade
kişilerin tarihi olma tehlikesini ortaya çıkarır ve bu okuyucular nezdinde oldukça sıkıcı,
adeta bir biyografiler toplamından başka bir şey olmaz. Okuyucuların niteliği ve
beklentileri de gözden uzak tutulmamalıdır. Zira her metin okuyucuyla, okuma edimiyle
bir anlam ifade eder.
38
2.3.3 Metnin Ortamı
Eser merkezli eleştiri yöntemlerinde eserin kendisi tek başına yeterlidir. Eser dışında
herhangi bir sosyolojik, psikolojik ya da tarihi bir malzemeye ihtiyaç duyulmaz. Fakat
söz konusu edebiyat tarihi olduğunda edebiyat tarihinin de amacına uygun olarak başka
disiplinlerden faydalanması gerekmektedir. Zira metnin üretildiği ortamın bilinmesi
metnin anlaşılması için önemli bir durumdur. Bu açıdan bakıldığında edebiyat
tarihlerinde, eser, yazar tanıtımı ve eleştirisinin dışında tarihî, sosyolojik ve psikolojik
durumlarla ilgili açıklama yazılarına da rastlarız:
Edebiyat tarihlerinin çoğunda filozofların, tarihçilerin, ilahiyatçıların,
ahlâkçıların, politikacıların, hatta bilim adamlarının fikirleri ele
alınmaktadır. Mesela, Berkeley ve Hume, Bishop Butler, Gibbon,
Burke, hatta Adam Smith gibi yazar ve düşünürlerin fikirlerine geniş
bir şekilde yer vermeden 18. Yüzyıl İngiliz edebiyat tarihi yazılması
düşünülemez. Böyle bir edebiyat tarihinde bu yazarlara ayrılacak yer
şair, tiyatro yazarı ve romancılara ayrılacak yerden genellikle daha az
olsa da onlardan söz ederken onların eserlerinin yalnız estetik
yönlerine temas edilmekle kalınmayıp başka yönleri de belirtilir.” (R.
Wellek A. Warren, 1983: 21).
Böylece değerlendirmeler de temellendirilmiş olur. Tek kişinin hazırladığı edebiyat
tarihlerinde bu hususlar alıntılar şeklinde verilirken –Tanpınar örneğinde olduğu gibibir kurum tarafından hazırlanmış, bir heyete yaptırılan edebiyat tarihlerinde ise sadece
edebiyat tarihçileri bulunmaz. Bunun örneklerinden birisi de Kültür ve Turizm
Bakanlığı tarafından basılan dört ciltlik “Türk Edebiyatı Tarihi”nde görülmektedir.
(2006) Bu eserde sadece edebiyat bilimcilerinin değil, tanınmış tarihçi Halil İnalcık ve
filolog-edebiyatçı Murat Belge’nin yazıları görülmektedir. Tabii ki bunlar eserin ana
unsuru değildir yani edebiyat tarihçisi bu disiplinlerin de tarihçisi değil sadece bu
disiplinlerden istifade eden biri olabilir. Diğer disiplinler ancak eserin anlaşılması
bağlamında döneme ışık tutan çalışmalar olarak kalmalıdır. Eser diğer disiplinlere ışık
tutacak bir çalışma olmaktan ziyade, bu disiplinlerin de yardımıyla anlaşılırlığı ve
niteliği tespit edilmeye çalışılan bir nesne olmalıdır.
Edebiyat tarihçisinin sadece edebiyat tarihi yöntemlerini bilmesi burada yetersiz kalır.
Diğer disiplinlerin ilkelerini ve yöntemlerini de bilmeli. Bunların edebiyat bilimiyle
39
ilişkilerini ve edebiyat biliminde hangi alanlarda nasıl uygulanacağından da haberdar
olmalıdır.
Metnin ortamı ile ilgili olarak söylenebilecek şeylerden biri de metnin üretildiği
ortamdan etkilenmesidir. Tarihsel eleştiri ve edebiyat sosyolojisinin konusu olan eserin
yaratıldığı ortamdan etkilenmesi konusunda da maalesef çoğu edebiyat eleştirmenleri
esere tarihi, coğrafi ve sosyolojik bir vaka gibi yaklaşmaktadır. Hâlbuki eserin ortamdan
etkilenmesi, sanatçının içinde yaşadığı toplumun, milletin sosyal, kültürel ve ekonomik
durumundan etkilenerek eserinde seçtiği kelimelerden tutun da üslubuna tercih ettiği
anlatım türüne kadar bunu yansıtmasıdır. Türk edebiyatına baktığımızda;
Servet-i Fünun kuşağının sözlüğünde hicran, hüsran, şikeste, hayâl,
eylül; Fecr-i Âti’nin sözlüğünde lâl, melâl, hasan, leyâl, girizân gibi
sözcükler başta gelir. Eylül sözcüğünün serüvenine bakalım: Servet-i
Fünun edebiyatı bu sözcüğü bir verem mevsimi olmaktan çıkarıp,
özgürlüğünü yitirmiş ezik bir kuşağın ruh hali için kullanmakla bu
sözcüğe bir derinlik boyutu kazandırmıştır. Zaten bu sözcük, bütün bir
kuşağın varlığına dolmamış, bilinç üstü kadar bilinç altına da
sinmemiş olsaydı, toplumda böyle derin yankılar uyandırmaz, şiirde
tutunamazdı (Yetkin, 2007: 183).
Sadece bir kelime bile, ondaki anlam değişikliği bile bir ortamın veya ortam
değişikliğin mahsulüdür. Aynı şey kelime düzeyinden çıkartıp cümle, metin düzeyinde
ve üslup incelemesinde de yapılabilir.
Eser hakkında yapılan bir inceleme ve eleştiri yazısında onun edebî bir eser olduğu
unutulmamalı. Evet, eserde mutlaka dış dünyaya ait gerçeklikler vardır fakat bunlar dış
dünyanın yerine ikame edilebilecek gerçeklikler değildir artık. Edebiyat tarihçisi
unutmamalı ki sanat eserinin gerçekliği- roman ve hikâye- “sunduğu yaşam tarzında değil,
o yaşamı sunuş tarzında yatar.” (Watt, 2007; 11).
40
2.3.4 Metnin Zamanı
Edebî metnin zamanı edebî üretim için önemli bir etkendir. Özellikle edebiyat
sosyolojisi ve kültürel bağlamda edebî esere farklı yaklaşımlar mevcuttur. Edebî eser
yazıldığı dönemde mi kalmıştır yoksa belirli bir dönemde yazılmakla beraber günümüz
için de bir değer ifade eder mi? Bu değer estetik, tarihi, hedonist vb… olabilir. Bu
konuda da farklı yaklaşımlar mevcuttur. Agâh Sırrı Levend’e göre edebiyat tarihçisi bir
eserle “ancak yazıldığı zaman uyandırdığı yankı ve kendi türünde yaptığı etki oranında
ilgilenmelidir.”( 1984: 4). Şüphesiz bir edebiyat tarihçisinde aranan niteliklerinden biridir
bu. Fakat onun metinle olan ilgisini bununla sınırlayamayız. Zira “bir sanat eserinin bir
bütün olarak anlamı sadece kendi yazarı ve onun çağdaşları için ne gibi bir anlam taşıdığına
bakılarak tarif edilemez. O daha ziyade birçok devirlerde birçok okuyucular tarafından yapılan
tenkitlerin toplamıdır.” (A. Warren R. Wellek, 1983: 51). Dolayısıyla bir sanat eserine hem
kendi devrinin hem de kendinden sonraki devrilerin değerleriyle bakılabilmelidir.
Böyle bir durumda “klasik” olarak adlandırdığımız; şiirde çok eski zamanlara kadar
gitmekle, romanda ise 17. yy’ dan beri okunan eserleri nereye koymamız gerektiği gibi
bir sorunla da karşılaşabiliriz. İşte o zaman esere karşı bakışta relativizim, absolutizm ve
perspektivizm gibi üçlü bir yaklaşımla karşılaşılır:
“Relativizm, edebiyat tarihini kopuk ve böylece devamlı olmayan
parçalara ayırırken, ‘absolutism’ ya bugünkü geçici durumlara hizmet
eder veyahut bunun Yeni Hümanistlerin, Marksistlerin ve NeoThomistlerin ölçüleri gibi edebiyatın tarih boyunca gösterdiği
değişiklikleri hakkıyla yansıtmayan ve edebi olmayan bir ideale
dayanmaktadır. ‘Perspektivism’ bizim, bütün çağlarla mukayese
edilebilecek, gelişen, değişen imkânlarla dolu tek bir edebiyatın, şiirin
varlığını tanımamız demektir.” (A. Warren R. Wellek, 1983: 52).
Edebiyat tarihinde tercih edilen ise perspektivizmdir. Edebî esere bu bakış açısı tarihi
kronoloji ile de uyuşmaktadır. Böylece hem türlerin gelişimini tespit edilebilecek hem
de edebî eser belli bir zamana ait olmaktan çıkarılacaktır.
Taine’nin meşhur üçlemesinde de çevre ve an birbirinin içine girmiştir. Bu yüzden
zamanla ilgili olarak metnin üretildiği zamanın değerleri ile ilgili görüşler daha önce de
41
belirtilmişti. Bu bölümde ise daha çok tür bakımından bir değerlendirme yapılacaktır.
Hiçbir edebî tür birdenbire ortaya çıkmamıştır. Ondan öncesi ve sonrası vardır. Edebî
türlerin ait oldukları zaman onların şekil özelliklerinin belirlenmesinde edebiyat
tarihçisine yardımcı olacaktır. Sadece şekilde kalmayıp konu bakımından da yardımcı
olacaktır. Edebî “türlerin varlığını tanımamak edebiyat yapıtının kendinden önce varolan
yapıtlarla ilişki kurmadığını ileri sürmek anlamına gelir. Türler bir yapıtın edebiyat evrenine
bağlanmasını sağlayan iplerdir.” (Todorov. 2004: 16). Böylece türler arasında bir evrimden
veya bir gelenek zincirinden bahsedilebilir. Türler kendi içinde de zamanla değişme
gösterebilirler. Bu değişim konu bakımından olabilceği gibi şekil bakımından da
olabilir. Sanayileşme ile başlayan süreçte modern roman daha sonra ise postmodern
roman anlayışı veya dörtlüklü kafiyeli şiirden serbest şiire hatta epikten romana doğru
bir gelişmeden de bahsedilebilir. Edebî türün kendi içindeki değişimine roman ve
hikâyede zaman aktarımı (yavaşlatma- hızlandırma) örnek verilebilir: “Klasik roman bu
iki süreci (yavaşlatma, hızlandırma) birbirine “mantıksal” zincirlenişlerle bağlarken, modern
roman arada hiçbir “mantıksal” zincirlenişe gerek duymadan, kesitleri kopuk kopuk, bağlantısız
biçimde veren bir kurguya gidebilir.” (Rifat, 2009: 54). Edebiyat tarihçisi bu değişimlerin
farkında olmalıdır. Edebiyat tarihçisinin karşılaştığı bir metinden hareketle başka hiçbir
metindışı unsura ihtiyaç duymadan metnin yazıldığı zaman hakkında yorum
yapabilecek kadar “tür” bilgisi olmalıdır.
Eserin kendi türünde yaptığı etki ise meselenin başka bir boyutunu oluşturmaktadır.
Eser bazında “Don Kişot” u bu bağlamda değerlendirebiliriz. Bunda onun ilk olmasının
da etkisi vardır şüphesiz. Kendi türünde birçok eseri etkilemiştir. Fakat bu etki tek bir
eserden ziyade belirli bir gelenek etrafında teşkil etmektedir ki bu da edebiyat
tarihçisinin görevleri arasındadır.
2.3.5 Metnin Okuru
Metnin okurunun edebiyat tarihinde oynadığı rol nedir? Ya da böyle bir rolü varsa bu ne
büyüklüktedir? Okurun bu rolü büyük olasılıkla eserin satış rakamlarıyla ortaya çıkar.
Bu sağlıklı bir ölçü değildir. Özellikle günümüzde popüler edebiyat olarak adlandırılan
best seller ile kitapçıların raflarını süsleyen eserlerin edebî değeri nedir? sorusuyla
42
karşılaşırız. Bunlar eserin niceliği ile ilgili bakış açısını oluşturular. Popüler olmayan
ama sürekli okunan bir “Tutunamayanlar”, bir “Huzur” gibi kitaplarla bir anda satış
patlamasına ulaşan “Metal Fırtına” adlı kitap serisinin bugün adı bile anılmamaktadır.
Böyle kitapların edebiyat tarihi içindeki yeri nedir? Bu bağlamda çok satılması onun
edebiyat tarihinde yer almasını gerektirir mi? Okurun tercihleri bu noktada edebiyat
tarihçisini yanıltabilir. Şüphesiz okurun tercihleri de dikkate alınmalıdır fakat okurun
tercihlerine teslim olunmamalıdır. Zira bu tavır edebiyat tarihçisinin popülizme teslim
olması tehlikesini doğurabilir. O zaman edebiyat tarihçisi ne yapmalıdır? Edebiyat
tarihçisi okurun tercihlerini de değerlendirecektir fakat T.Todorov’un ünlü “edebiyat
biliminin nesnesi edebiyat değil edebiliktir” yani “edebi söylemdir” (T. Todorov, 2001: 7)
sözünü unutmamak kaydıyla. Edebiyat tarihçisi edebiyat bilimiyle uğraşmakta ve
eleştiride esas olan da eserin kendisidir.
Eserin nicelik değerinin yanında nitelik değeri de önemlidir. Okurun ilgisini çeken
şeyler nelerdir?
Günümüzde kitap kapitalizmden nasibini almıştır. Reklam ve
pazarlama ile okurun ilgisi çekilmeye çalışılmakta, kamuoyu oluşturulmaktadır.
Böylece kitap artık maddi bir nesne olarak satılması hatta çok satılması gereken bir şey
olmuş yayınevleri de satış politikalarını buna göre belirlemektedir. Okurun ilgisi kitabın
baskı kalitesiyle de alakalıdır aynı zamanda. Karton kapaklı, birinci derecede hamur
kâğıt hatta harf karakterleri ve puntoları bile okurun ilgisini belirleyen faktörlerdendir.
Okurun bulunduğu sosyal, siyasi ve ekonomik ortam da okurun tercihlerini
belirleyecektir. Özellikle popüler kitaplarda dönemin sosyal ve siyasi şartları büyük
önem oynamaktadır. Son yıllarda özellikle artan ve bilinçli okuyucuların da rahatsız
oldukları
korsan
kitap
satışları
gerçek
okunma
oranının
tespit
edilmesini
zorlaştırmaktadır. Ayrıca okurların ilgisini belirlemek de zorlaşmakta ve daha çok
popüler kitapların korsanları üretilmektedir.
Dikkatten kaçırılmaması gereken bir husus da okurların özel ilgisidir. Bazı okurlar
mizah kitaplarına, bazıları edebiyat, bazıları da araştırma ve tarih kitaplarına düşkün
olabilirler. Bu durumda hangi okurun beğenisi esas alınacaktır. Hatta edebiyata meraklı
olan ve edebî ürünler okuyan okur kitlesi içinde hangi tür okurun beğenisinin esas
43
alınacağı bile önemlidir. Bu ilgi sabit de değildir. Dönemden döneme okurların bu ilgisi
değişkenlik gösterebilir.
Edebiyat tarihçisi okurların beğenisi ile ilgili çalışmada bütün okurlarla görüşme imkânı
olmadığına göre yayınevlerinden ya da kitapçılardan kitapların satış miktarını alarak
tespit edebilir. Bu da ona sanatçı hakkında bir yorum verebilir. Bu yorum sanatçı
hakkında bütünsel bir yorum değil sadece genel kanaatin oluşmasına yardım edebilecek
bir bilgidir.
Edebiyat tarihinde okuyucunun yaklaşımını sadece okuyucunun sevdiği eserler bazında
değerlendirmemek gerekir. Yani edebiyat tarihçisi okurun isteklerine da kayıtsız
kalmamalıdır. Mesela, “Edebiyata düşkün bir okuyucu büyük eserlerle hiçbir önem taşımayan
eserlerin biraraya getirilmesini iyi karşılamayacaktır. Mesela Keats’ın önemli bir şiiri ile bir
mektubunda şaka yollu yazmış olduğu bir şiiri yanyana verirsek, okuyucu bundan
hoşlanmayabilir.” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 78).
Nihayetinde edebiyat tarihçisi araştırmasında edebiliği unutmamalıdır. Bir sanatçının
bütün eserlerini biraraya toplayan kitaplar için de aynı durum geçerlidir. “Shelley gibi
bütün şairlerin şiirlerini bir araya toplayan eserlerin birçoğunda, şairin gelişigüzel ve laf olsun
diye yarım kalmış veya kısacık bir şiir ile mükemmel bir sanat eseri arasındaki önemli farklar
dikkate alınmamıştır.” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 78).
Bütün eserlerin bir arada
verilmesinde bu sorun nasıl aşılacaktır? Eğer bu kısa ve eksik şiirler alınmazsa eksiklik
olacağı ve sanatçının şiir gelişiminin tam olarak yansıtılamayacağı açıktır. Burada
edebiyat tarihçisine büyük iş düşmektedir. Şiirlerin nerede, ne zaman ve hangi
bağlamda yazıldığını açıklayıcı notlarla belirtmeli ki sanatçının diğer şiirleri arasındaki
farklar anlaşılabilsin ve gelişim çizgisi belirginleşsin.
Edebiyat tarihçisi eserini oluştururken hitap edeceği kitleyi belirlemekten başka bu
kitlenin ihtiyaçlarını da gözününde bulundurmalı. Bazı okuyucular eserin muhtevası ile
ilgilenip onu sosyolojik, psikolojik ya da hikemî değerler ölçüsünde değerlendirirken;
bazı okuyucular onun sadece kurmaca olduğundan hareketle estetik değeri üzerinde
durabilirler. Edebiyat tarihçisi hangi ihtiyaca göre davranacaktır? En makul ve edebiyat
44
tarihinin yöntemleri açısından en uygun yol her iki ihtiyacı karşılamaya yönelik
olmaktır.
2.3.6 Edebiyat Tarihçisi ve Bakış Açısı
Daha önce de denildiği gibi edebiyat tarihçisinin tarafsızlığını iddia etmek çok güçtür.
Araştırmacının seçtiği kaynaklardan, değindiği önemli noktalardan- önemli gördüğü
noktalardan- eserinde sanatçıya ayırdığı yerin azlığı veya çokluğu bile bir bakış açısının
mahsulüdür. Ele aldığı sanatçının eserlerini belirtirken var olan nesnel bir gerçekten söz
ettiği için tarafsızdır. Yazar hakkında biyografik bilgi verilip de sıra esere geldiğinde
araştırmacı belirli bir kritere göre değerlendirmesi temellendirse bile kendi beğenisinin
etkisinden kurtulamayacaktır.
Bazı seçme prensipleri, karakter yaratma ve değerlendirme tecrübesi
olmadan hiçbir edebiyat tarihi yazılmamıştır. Tenkidin önemini inkar
eden edebiyat tarihçileri, değerlendirme ölçülerini ve edebi şöhret
saydıkları yazarları eski geleneklerden öğrendikleri bilgilere göre
seçmiş tenkitçiler olduklarının farkında değillerdir (A. Warren R.
Wellek, 1983: 53).
Bakış açısı sadece eser seçiminde ortaya çıkmaz. Araştırmacının sanatçıyı tanıtırken ya
da eserlerini açıklarken kullandığı sıfat ve zarflardan, hayatının hangi bölümünü ele
aldığından ve eleştiride tercih ettiği metottan da anlaşılabilir. Türk edebiyatı tarihlerinde
de eserlere karşı farklı metot denemeleri olmuştur.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi” adlı edebiyat tarihinde
ise ilmî metottan ziyade estetik bir bakış açısı hâkimdir. Orhan Okay, bu eserin
yöntemini şöyle belirtir:
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın edebî tenkitleri ve bütün olarak XIX. Asır
Türk Edebiyatı Tarihi, zengin ve teferruata dayanan bir vesika
tarihçiliği ile şahsiyet ve metinlerin sanatkârca yorumunun sentezi
karakterini taşır. Metodu, sosyal ve psikolojik şartların, sanatkârın ve
edebî eserin teşekkülünde ihmâl edilmemesi esasına dayanır (Okay,
1998: 231).
45
Tanpınar ve Köprülü’nün edebiyat tarihçiliğini karşılaştırmalı olarak ele alan Nâzım
Hikmet Polat ise ikisi arasındaki farkı belirtmektedir:
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (1949,
düzeltme ve eklerle 1956) değindiğimiz bütün edebiyat tarihlerinden
farklıdır. Tek bir yönteme teslim olmaksızın bir nazariyenin ispatına
gayret etmeksizin, konu ve malzemenin gerektirdiği her istikamete
yönelir. Köprülü’nün tarihî, siyasî ve sosyal şartlarla çokça meşgul
olarak, objektif kalma endişesiyle esere dışardan bakma yerine
Tanpınar; şahsiyet ve eseri vücuda geldiği devre yerleştirdikten sonra,
eserin muhteva, yapı, dil ve üslûbuna eğilmiştir (Polat, 2002: 71).
Tanpınar’ın “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi” ile ilgili, eserin hazırlanış safhalarını
uygulamada karşılaşılan sıklıkları ve Tanpınarın edebiyat tarihinde takip ettiği yöntemle
ilgili olarak Mehmet Önal, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘XIX. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi’ Hakkında Bir İnceleme” başlıklı yazısında ayrıntılı bir değerlendirme yapmıştır
(Önal, 2007).
Şükran Kurdakul ile ilgili değerlendirmeyi ise Gürsel Aytaç, eserinin önsözünde şu
şekilde yapar:
Meşrutiyet ve Cumhuriyet Dönemi olmak üzere iki ciltte işlediği
Çağdaş Türk Edebiyatı adlı eserinde Şükran Kurdakul ise ayrıntılı bir
şekilde edebiyat hayatımızı yansıtırken, özen gösterdiği ilkeyi
önsözünde
‘Edebiyat
hareketlerini
toplumsal
koşullardan
soyutlamadan vermek’ şeklinde belirtiyor (Aytaç, 2003: 248).
İnci Enginün ise Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat'tan Cumhuriyet'e (1839 - 1923) adlı
Türk edebiyatı tarihinde “edebî türlere göre sınıflandırmayı ve edebî eserin kendisini esas
alan bir metot izlemiştir.” (Karakartal, 2006: 56). Türk edebiyatı tarihçiliği denilince akla
gelen ilk isimlerden olan ve bu konuda edebiyat tarihi yazmakla kalmayıp alan üstüne
de teoriler üreten Mehmet Fuat Köprülü ise tarihi bir yöntemi benimser. “Temelini tarihi
kaynaklardan başlayıp tekâmül evrelerini de göz önüne alarak bir konuyu tetkik eden genetik
metotla yola çıkan Köprülü bununla tarihi arkaplanı büyük oranda edebiyat tarihinin içine
almıştır.” (Serdaroğlu, 2007: 13).
46
Son yıllarda hazırlanmış olan ve yeni eleştiri yöntemleri kullanılarak hazırlanmış Kültür
ve Turizm Bakanlığı’nca hazırlanan Türk Edebiyatı Tarihi’nde bazı yeniliklerle
karşılaşılır.
Bizce de kronolojik tarihi seyirden ziyade onu da göz önünde
bulundurarak nerdeyse tür tarihi niteliğinde hazırlanmış olduğundan
bu edebiyat tarihi yenidir. Daha önceki edebiyat tarihlerinde
görülmeyen bir metottur bu. Günümüze dek taşınmış olmasından çok
yeni terimlerle modern kuramları –feminist yaklaşım, çocuk edebiyatı
vb.- kapsıyor olması, başka bir deyişle bütüncül olması bakımından da
yenidir. Batı tarzı derleme ve aynı zamanda eleştirel bir çalışma
olması da onu yeni kılan bir başka özelliğidir. Eser Türk edebiyatının
başlangıcından günümüze gelen süreçte boşluk bırakmaması
bakımından da, diğerlerini önemli ölçüde aşmış bir çalışmadır. Ayrıca
dördüncü cildin sonunda yer alan Türk Edebiyatı Kronolojisi edebiyat
tarihi türü için yeni bir bölümdür (Serdaroğlu, 2007: 14).
Bugün dahi edebiyat tarihlerinin temel sorunu haline gelmiş, hatta bu yüzden eleştirilere
de maruz kalan nokta eser seçimi sorunsalıdır. Kendi zamanlarında beğenilmeyen bazı
eserler yıllar sonra başka araştırmacılar tarafından farklı yöntemlerle eleştirildiğinde
değerleri anlaşılmaktadır.
2.3.6.1 Temsil Sorunu
Neredeyse bütün edebiyat tarihlerinin merkezi noktasını oluşturan temel unsurlardan
birisi de temsil sorunudur. Temsil sorunundan kastımız birkaç müellif içinde hangisinin
eserlerinin alınacağı, tek bir müelliften bahsederken de onun hangi eserinin ya da
eserlerinin değerlendirmeye alınıp alınmayacağıdır. Burada edebiyat tarihçisi çok
çetrefilli bir durumda bulunmaktadır. Neye göre seçimini yapacaktır? Hangi kritere
dayanacaktır ve bu kriter edebiyat tarihine daha yakın ve geneli ortaya koymaya daha
müsaittir. Bu konuda da farklı görüşlerle karşılaşmaktayız. Bazı araştırmacılar bir seçme
ve gerçek değeri yansıtan eserler üzerinde durma taraftarıyken- ki bu gerçek değeri
belirleyen şeyin ne olduğu sorununu ortaya çıkarır- bazı araştırmacılar da bunun elde
edilen eserin bir şaheserler antolojisi olacağını söyleyerek ikinci derecedeki eserlerin de
değerlendirilmesi gerektiğini benimserler. Bu konuda henüz bir mutabakata varılmış
değildir. Fakat genel intiba edebiyat tarihini tanınmış yazarlar ve eserleri üzerine
47
oturtmaktan yanadır. Bu durum ikinci derecedeki eserlerin inkârını gerektirmez. Zira
ikinci derecedeki eserler büyük eserlerin başarısında pay sahibi oldukları düşünülebilir.
Ferdinand Bruneteire ise meseleyi biraz da eleştiriyle ilişkilendirerek farklı bir düzlemle
olaya yaklaşmaktadır. Bu bir kriterden ziyade kriterin bir önceki aşamasını ihtiva eden
kriterin belirlenmesindeki temel unsuru ortaya koymak adına yapılır:
Önce şu sorunu bir çözüme kavuşturmak gerek, bu da, İster İngiliz,
İster İtalyan, İster Alman, İster İspanyol olsun, herhangi bir edebiyatın
“asıl karakteri”nin belirtilmesi sorunudur; bunun için de, o edebiyatı
öbürleriyle olan ilişkisi yönünden incelemek gerekir (Bruneteire 1963:
592).
Bilimsel çalışmalarında kullanılan en yaygın yöntemlerden biri de “evren ve örneklem”
esasıdır. Bu bağlamda edebiyat tarihlerinde ise edebî eser tercihleri bir örneklem olarak
ele alınmaktadır. Zaten mesele de bu örneklemlerin evreni ne kadar temsil edip etmediği
meselesidir. Burada araştırmacıdan ideolojiden uzak, bilimsel bir tavır beklenir. R.
Wellek ve A. Warren temsil sorununa Shakespeare örneğinden hareketle bir çıkış yolu
ararlar:
Mesela niye Shakespeare üzerinde çalışırız? Herhalde bizi
başkalarıyla ortak olan yanları ilgilendirdiğinden değil. Öyle olsaydı
başka herhangi biri üzerinde de çalışabilirdik. Yine Shakespeare’i
bütün İngilizlerle, bütün Rönesans veya Elizabeth devri insanlarıyla,
bütün şairlerle, tiyatro yazarlarıyla, hattâ bütün Elizabeth devri tiyatro
yazarlarıyla ortak yanları olduğu için incelemeliyiz; yoksa onun yerine
Dekker veya Heywood’u da inceleyebilirdik. Shakespeare’in
özelliklerini, Shakespeare’i Shakespeare yapanın ne olduğunu
anlamak istediğimizden inceleriz. Bu da besbelli bir insanın ve onun
değerinin anlaşılması demektir. Bir devri bir akımı ya da bir ülkenin
millî edebiyatını incelerken belirli ve birbirinden farklı özellikler
üzerinde durulur. Bunlar bir milletin edebiyatını teşkil eden
hususisetlerdir (1983: 17).
Belirli yönler daha çok sanatçının dışında zuhur eden toplumsal, siyasi, ekonomik,
askeri unsurlarken farklı olan yönler ise sanatçının kendisinden kaynaklanan onu diğer
sanatçılardan farklı kılan unsurlardır. Fakat ilgili alıntıda esas dikkat edilmesi gereken
nokta neden Shakespeare’in örneklem olarak alındığıdır. Çünkü Shakeaspeare’e
baktığımızda bütün Elizabeth devrini ve o devrin şairlerini, tiyatro yazarlarını
görebiliriz. O halde seçilen sanatçı birtakım özellikleri haiz olmalı. Bu özelliklerin en
48
başında ise dönemini en iyi ve bütün yönleriyle yansıtabilecek zenginliğe sahip olmak
gelir. Zaten sanatçıyı büyük yapan da bu değil midir?
Böyle bir tercihle temsil sorunu halledilmiş olmuyor maalesef. Çünkü bu göründüğü
kadar basit değil. Edebiyat tarihlerine alınacak sanatçılar bu özelliğe göre alınırsa o
zaman bütün edebiyat tarihlerine ancak birkaç, belki de bir tane sanatçı olacaktır.
Üstelik sadece büyük eserlerin incelenmesi edebiyat tarihi çalışmasına estetik bir
hüviyet kazandırarak diğer özellikleri gözardı etmiş olacaktır. O zaman ne yapılmalı?
Sadece büyük sanatçılar ve onların şaheserleri seçilerek meydana getirilen bir edebiyat
tarihi dönemini ve edebiyatın tarihini ne kadar temsil edebilir? Bu sorunun yanıtını ise
gene R. Wellek ve A. Warren’de buluruz. Shakespeare ile ilgili söylediklerine zıt olarak
bu sefer şaheser seçiminin doğuracağı aksaklığı şu şekilde ifade ederler:
Hayal unsurunun ağır bastığı edebiyat gibi bir disiplinin tarihinde
yalnız “büyük kitaplar”a bağlı kalmak edebiyatın sürekliliğini, edebi
türlerin gelişmesini, hatta edebiyatın nasıl geliştiğinin iyi anlaşılmasını
engelleyebileceği gibi edebiyatı yakından etkileyen toplum, dil,
ideoloji gibi etkenlerin karanlıkta kalmasına yol açar (R. Wellek A.
Warren, 1983: 22).
Görüldüğü gibi sadece şaheserlerden mürekkep bir edebiyat tarihi arada boşluklar
bulunan bir nehrin üstündeki taşlara benzer. O zaman bu şaheserlerin oluşumunu
etkileyen unsurlar gözden kaçırılıp, sanki bu eserler kendiliğinden hiçbir hazırlık
aşaması geçirmeden birden bire ortaya çıkmış mükemmel örnekler olarak algılanacaktır.
Oysa bir edebiyat tarihi nehir üzerinde atlanan taşlardan ziyade nehre bir köprü inşa
etme işi olmalıdır. Zaten Bergson’dan beri gelen zamanın sürekliliği fikrine en uygun
yaklaşım da budur. Her aşama bir öncekinin sonucu olacak şekilde yani bir neden sonuç
ilişkisi içinde değerlendirilmelidir.
Temsil sorunun birçok cephesi vardır. Temsil sorununu belirleyen unsur herşeyden önce
edebîlik olmalıdır. Buna ne kadar uyulduğu ise araştırmacının eserinde kendisini somut
olarak göstermektedir. Edebiyat tarihinin amacının öncelikle millî bir edebiyatın tarihini
yazmak olduğundan hareket edersek aynı ülkenin sınırları içerisinde yaşayan ve aynı
dili konuşan fakat farklı bir dine mensup sanatçıların edebiyat tarihlerindeki yeri
tartışılır olmuştur. Hitler Almanya’sı döneminde birçok yahudi yazarın ya da yahudi
49
soykırımını potesto eden Alman sanatçı eserlerini Almanca yazmalarına karşın
dışlanmış hatta çoğu hayatını Almanya dışında sürdürmek zorunda kalmıştır.
Türkiye’de böyle bir olay olmasa da gayri müslim yazarlar konusunda bir kanon
oluştuğu söylenebilir. Laurent Mignon böyle bir yaklaşımın edebiyat tarihinde kanon
oluşturduğundan bahsederken şunları söyler:
Tanzimat sonrası edebiyat üzerine odaklanan çeşitli çalışmalarda ortak
olarak görülen bir başka yaklaşım, Türkçe yazan gayrimüslim
yazarlarının ve yapıtlarının yok sayılmasıdır. Denebilir ki Türkçe
yazan gayrimüslim yazarların yapıtları bir çeşit “tersten kanon”dur:
Onlar “ulusal” edebiyat belleğinden silinen yazarların ve yapıtların
listesini oluşturuyor. Sağcısından solcusuna akademisyeninden
eleştirmenine Türkolog’dan karşılaşırmacıya hemen hiç kimse Türk
edebiyatı çalışmalarında gayrimüslüm yazarlara değinmemiştir (2007:
36).
Ve şöyle bir çıkarımda bulunarak edebiyat tarihçiğinde önceliğin ne olması gerektiğini
ifade eder:
Sonuç olarak gayrımüslim Türkçe edebiyat unut(tur)uldu. Edebiyat
tarihini artık dine değil dile dayalı yazma zamanının çoktan gelmiş
olduğu bir gerçek. Belki de kanon tartışmalarını alevlendirmeden
önce, edebiyat tarihçiliğinin ve araştırmacılığının bu temel sorunuyla
uğraşmak bir öncelik olmalı (2007: 43).
Aynı zamanda edebiyat tarihçiliğinde eser seçiminde de bir kanon oluştuğunu,
şaheserler seçkisinin resmi bir üslûp olduğunu belirtir: “Edebiyat tarihini dipnotlardan
okumak, alternatif bir edebiyat tarihini yazmak anlamına geliyor. Tarihin ana metnine
alınmayan veya ana metninden dışlanan yazarları ve yapıtları araştırmak, resmi edebiyat tarihini
sorgulamak demektir.” (2009: 146). Böylece edebiyat tarihinin tanımını ya da sınırlarını
ele aldığı yazarlarden değil de dışarıda bıraktıklarından yola çıkarak belirler.
Mesele sadece Türkçe yazmakla sınırlı değildir. Ya da sadece gayrimüslim yazarların
Türkçe yazmalarıyla ilgili de değildir. O zaman Türkçe yazan herkesi gayrımüslim
olsun veya olmasın edebiyat tarihine almak gerekir ki bu da mümkün değildir. Durum
biraz da tersten okunduğunda farklı bir durumla karşılaşılır. Türk olduğu halde Türkçe
yazmayan sanatçıların edebiyat tarihlerinde yeri var mıdır, varsa neresidir? Almanya’da
yaşayan Aras Ören, Şinasi Dikmen, Alev Tekinay, Emine Sevgi Özdamar gibi
sanatçılar eserlerinde gurbetteki Türklerin yaşamlarını konu edinmesine rağmen
50
eserlerini Almanca yazmaktadır. Daha önce dünyadaki iletişim ve ulaşımın da bu kadar
gelişmemiş olduğunu düşünürsek bu yeni edebiyat tarihinin zaman içerisinde ortaya
çıkan bir sorunsalıdır.
2.3.6.2 Bütün Edebi Oluşumlara Bakış
Günümüzde sosyal, ekonomik ve siyasi gelişmelere paralel olarak yeni edebiyat
eleştirileri ve akımları ortaya çıkmaktadır. Mevcut edebî eleştiri yöntemlerine
bakıldığında bu yöntemlerin dönemin konjonktürüne bağlı olarak ortaya çıkabileceği
gibi birbirine tepki olarak da ortaya çıktıkları görülmektedir. Kuramların metinleri değil,
metinlerin kuramları doğurduğu gerçeğinden hareket edersek kendi zamanında yazan
bir yazar, şair belli bir kurama göre yazmaz. Eserleri sonradan bu kuramların ışığı
altında incelenir. Ahmet Mithat örneğinden hareket edersek acaba Ahmet Mithat
romanlarında üstkurmaca tekniğini kullandığını biliyor muydu? Ya da o zaman böyle
bir anlatım yöntemi var mıydı? Bunun olmadığını biliyoruz. Bütün bunları
anlatmamızın sebebi şudur ki yeni yaklaşımlar ve yöntemler ortaya çıktıkça eseri
anlama noktasında daha çok aşama kaydetmekteyiz. Edebiyat tarihçisi de bütün bu
yaklaşımlardan, akımlardan haberdar olmalıdır.
Kendi devrinde anlaşılmayan bir eserin bugün anlaşılabilme imkânı daha da artmıştır.
Kırk sene önce yazılmış bir edebiyat tarihiyle günümüzde yazılmış bir edebiyat tarihini
bu imkânlar açısından karşılaştırdığımızda günümüz edebiyat tarihçilerinin işleri daha
zor olmakla birlikte bir metni çözebilecek birden fazla anahtara sahiptirler. Bu açıklama
bizi edebiyat tarihlerinin yeterlilikleri meselesine götürmektedir. Her edebiyat tarihi
yazıldığı dönemin anlayışına uygun olduğu gibi iyimser bir görüşten hareket etmekle
birlikte edebiyat tarihlerinin sürekliliklerini ya da sürekli bir yenilenme içinde
olduklarını yadsıyamayız. Nedenini ise Nükhet Esen bir röportajında şöyle
açıklamaktadır:
Edebiyat tarihçilerimizin işe yaramaz dedikleri ya da üstünkörü,
yeterince incelemeden yargı verdikleri yazarlara yeniden bakmamız
51
lazım. Ayrıca yeni yazarlar da ortaya çıkabilir. Mesela bizim
arkadaşlarımızdan Zehra Toska bir çalışma yaparak yeni bir yazarı,
Zafer Hanım’ı günışığına çıkardı (Esen, 2003: 22-24).
İşte bu bağlamda edebiyat tarihinin sürekli bir yeniden yazımı söz konusudur. Ve şöyle
devam ediyor Nükhet Esen: “Edebiyat tarihimizi yeniden yazmalıyız. Yeni bir bakışla tüm
edebiyat tarihimiz yeniden gözden geçirilip değerlendirilmeli.” (Esen, 2003: 22-24).
Edebiyat tarihi içinde tek bir edebî oluşum yoktur. Çeşitli zamanlarda veya aynı zaman
içinde birden fazla edebî oluşumla karşılaşmak mümkündür. Edebî oluşumlar arasındaki
ilişki genellikle bir öncekine tepki mahiyetinde olsa da edebiyat dışı etkenlerden de
etkilenmektedirler. Edebiyat tarihçisi edebî oluşumlara birbirini takip eden bir zincir
olarak bakarken onların oluşumunu hazırlayan şartları da gözönünde bulundurmalıdır.
2.3.6.3 Sanatçının Eserlerine Yaklaşım
Sanatçının eserleri sabittir, değişken olan ise bakış açısıdır. Aynı esere birden fazla
bakış açısıyla bakılıp değerlendirilebilir. Eser bir yönden kuvvetli olabileceği gibi başka
yönden zayıf olabilir. Ayrıca döneme ve ortama göre bakış açıları da değişmektedir.
Sonradan ortaya çıkan eleştiri yöntemleriyle bu bakış açısı zenginleştirilebilir. Bir
sanatçının eseri ortaya çıktığı ilk anda tam olarak anlaşılmayabilir. Bu o zamanki eleştiri
yöntemlerinin yetersizliği ya da araştırmacıların ve okuyucuların eksikliğinden de
kaynaklanabilir. Bizim edebiyatımızda bunun bir örneğini ise Ahmet Mithat Efendi
oluşturmaktadır.
Bugüne kadar edebiyat tarihlerimizde, Ahmet Mithat’ın her zaman ne
kadar eğlendirici yazdığından, laubali bir üslubu olduğundan,
yazdıklarının çok kaliteli bir edebiyat sayılamayacağından dem
vurulmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar da dâhil, edebiyat tarihçilerimiz
Ahmet Mithat Efendiye müteşekkirdirler; bunun nedeni de ilk
romanlarımızı yazmıştır, okuyucu kitlesini oluşturmuştur, o kadar.
Bunun dışından saygın bir edebiyatçı değildir. Bence bu tanıma
eklenmesi gereken en önemli şey onun çok değişik anlatım yöntemleri
kullanmış olmasıdır. Ahmet Mithat Efendi’yi bir yazar olarak önemli
52
kılan bu. Evet, çok yazmış ama ne kadar çok anlatım yöntemi
kullanmış (Esen, 2003: 22).
Bu anlatım yöntemlerinin farkında olunamaması o zamanki edebiyat kuramlarının
bunun için yeterli olmamasından kaynaklanmaktadır. Edebiyat tarihçisi sanatçının
eserlerine yaklaşırken kriterini belirlemelidir. Tamamen kendi beğenisine göre hareket
eden bir edebiyat tarihçisi hata yapmaktan kurtulamayacaktır.
Sanatçı birden fazla türde eser vermiş olabilir. Edebiyatından birden fazla şubesinde
eser vermiş olabileceği gibi edebiyat dışı alanlarda da eser ya da eserler vermiş olabilir.
Bu sanatçının düşünce evreninin genişliğini de gösterir. Gene Türk edebiyatından örnek
vermek gerekirse Necip Fazıl, şair, romancı, hikâyeci, piyes yazarı olarak görülür.
Namık Kemal’e baktığmızda tiyatro yazarı, şair, romancı, eleştirmen gibi özellikleri ile
karşılaşılır. Edebiyat tarihçisinin bu eserlerden bazılarını alıp bazılarını almama gibi bir
ihtimali yoktur. Eserler arasındaki değerlendirmede de bir kritere sahip olması gerekir.
Aynı türde yazdığı eserlerin kronolojik sıralamasını, diğer eserleri arasındaki yerini
tespit etmesi gerekir. Eserler arasındaki ayrım sadece tür bakımdan da olmayabilir. Tür
ayrımından sonra eserlerdeki ortak temalardan hareketle de bir ayrım yapılabilir. Tek
tek eserlerin incelenmesinden sonra elde edilen veriler ışığında bütün eserler hakkında
genel bir değerlendirmeye de ulaşılabilir. Leitmotiv olarak nitelendirilen kavram tam da
bunun karşılığıdır. Bir sanatçının bütün eserlerinin özünü oluşturan, bütün eserlerinde
tekrar eden, vurgulanan fikirler, cümleler, kelimeler leitmotiv olarak adlandırılır. Bu
kavram sanatçının bütün eserlerine uygulanabileceği gibi tek tek eserlerine de
uygulanabilir. Fakat aslolan bütün eserlere uygulanarak sanatçının derdinin, sıkıntısını
çektiği şeyin dile getirilmesidir. Edebiyat tarihçisi eserleri incelerken bütün bu hususları
dikkate alması gerekir.
2.3.6.4 Sanatçının Alt Kimliklerine Yaklaşım
Sanatçı, genellikle en iyi yaptığı, en güzel icra ettiği sanat alanıyla ona ilgi duyanların
karşısına çıkar. Aslında sanatçı başka sanat alanlarıyla da insanların karşısına çıksa
insanlar onu en iyi olduğu sanat dalından dolayı bilip seveceklerdir. Sanatçının temel
53
kimliği nedir? Başlıktan da anlaşıldığı üzere alt kimliğin hatta kimliklerin olduğu yerde
mutlaka bir temel kimlik vardır. Temel kimlik, izah edilmeye çalışıldığı gibi sanatçının
en çok bilinen, tanınan yönünü göstermektedir. Mesela, değişik edebî türlerde eser
vermiş olan bir sanatçı okurlar nezdinde diğer türler hakkında pek bilgi olmaksızın tek
bir türde ün yapıp o türün adıyla anılabilir. Hikâye, roman, şiir vb. türlerde eserleri
olmasına rağmen “romancı” olarak tanınıyorsa o sanatçının temel ya da üst kimliği
“romancı” olmasıdır. Diğerleri onun alt kimlikleridir. Sezai Karakoç şairi tanımlarken
aynı zamanda onun alt kimleklerine de gönderme yapmaktadır:
Nedir şair?
Eserinin yapısını kurarken mimar, tasvirleri ve
portreleriyle ressam, natürmortlarıyla ressam, dildeki çizgileri,
damarları ve kelimelerin renklerini kullanırken ressam, doğadaki ve
dildeki, söz ve kelimelerdeki musikilerden özel sesler yakalar ve
onlardan öz sesler üretirken musiki adamı, bestekâr ve yaşarken veli,
kahraman, önder, bilgin ya da sıradan adam; zanaatçı ve sanatçı. Fakat
her şeyden ve hepsinden önce şair ve hep şair ve en sonda da şairdir
(1997: 61).
Türk edebiyatından A. Hamdi Tanpınar bu duruma örnek olarak verilebilir. Tanpınar’ın
eserlerine bakıldığında roman, hikâye, şiir, deneme, makale, edebiyat tarihi… gibi bir
çok türde eser vermesinin yanısıra musikiden güzel sanatlara, psikolojiden felsefeye, bir
çok alan ile ilgilenmiş çok yönlü bir entelektüelle karşılaşılır. Birçok kimliği olan bir
sanatçıdır Tanpınar. Okuyucular tarafından ise genellikle romancı kimliği ile
tanınmaktadır. Burada şunu da belirtmek gerekir ki sanatçının üst kimliği hakkında
toplumda bir sözleşmeden bahsedilemez. Tanpınar’ın üst kimliğini romancı olarak
bilenler kadar, şair olarak bilenler de olabilir. Edebiyat tarihçisinin sanatçıya ait alt
kimlikleri bilme zorunluluğu nereden kaynaklanmaktadır? sorusuna gene Tanpınar’ın
eselerinden örnekle cevap verilebilir. “Huzur” romanı okunduğu zaman dil, ifade ve
düşünce bakımından Tanpınar’ın ne kadar geniş bir düşünce iklimi olduğu
farkedilecektir.
Daha çok sanatçının biyografisi ile ilgili olabilecek bu çalışmada edebiyat tarihçisi,
sanatçının gerek düşünce dünyasını gerekse eserleri hakkındaki doğru değerlendirmeyi
yapabilmek için alt kimler hakkında da bilgi sahibi olmalıdır. Bedri Rahmi Eyüboğlu,
Türk edebiyatında şairliğiyle bilinmektedir. Fakat şairliği kadar ressamlığı ile de tanınan
54
şairin bu yönünü bilmeyen bir edebiyat tarihçisi onun şiirlerine ne kadar vâkıf olabilir?
Şiirlerinde resim sanatına ait görsel öğelere yer vermiş midir verdiyse bunun oranı
nedir? Bu gibi bilgiler şairin alt kimliği ile de ilişkilendirilebilir.
55
1.
BÖLÜM
1. EDEBİYAT TARİHİNİN ESASLARI
1.1 Eser Açısından
Özelikle metin merkezli eleştiri anlayışının öne çıktığı zamanımızda edebiyat
tarihçiliğinin esaslarından en önemlisi eser incelemesidir. Eser incelemesinde kastedilen
şey eserin bir bütün olarak tek başına biçim ve içerik özelliklerinin ortaya konulmasıdır.
Fakat bu ortaya koyma işleminde biçim ve içerik birbirinden bağımsız iki unsur olarak
ele alınamaz.
Muhtevayı (içerik) şekilden ayrı düşünmek mümkünse de, onları
birbirinden ayrı olarak ele almak ve incelemek gerçekleştirilebilecek
bir iş değildir. Çünkü her ikisine ait unsurların bir terkip halinde
birleşmesi sonunda metin veya eser vücût bulur (Aktaş, 1998: 49).
Edebiyat tarihçisinin hem edebiyat eleştirisi hem de edebiyat bilgi ve teorileri
alanındaki bilgi ve becerilerinin öne çıktığı yerdir eser incelemesi. Bunları tam olarak
bilmeyen bir edebiyat tarihçisinin eser incelemesi eksik olacaktır. Fakat eser
incelemesinde sadece esere dönük inceleme kullanılmaktadır. Sosyolojik, psikolojik ve
tarihi incelemeler de eser incelemesine girmektedir. Edebiyat tarihçisi incelediği eseri
neye göre incelediğini de belirtmeli ve bu gibi durumlarda kesin yargılardan uzak
durmalıdır. Edebiyat tarihçisi inceleyeceği metne geçmeden önce bir takım suallerle
zihnini berraklaştırmalı ve amacını da buna göre belirlemelidir. Metin tespiti aşamasını
da içine alan bu suallerin metnin tespiti maddesinde değerlendirilmeyiş sebebi, bu
suallerin sadece metni tespit etmekle kalmayıp, onun inceleme aşamasıyla da ilgili
oluşudur. Bu sualler şu şekilde sıralanabilir:
1. Metin mevsuk mudur? Mevsuk değilse filân muharrire yanlış
olarak mı isnat edilmiştir, yoksa tamamile gayri mevsuk mudur?
2. Metin bir takım tahriflere ve budanmalara uğramayıp safiyet ve
tamamiyeti muhafaza ediyor mu?
3. Metnin tarihi nedir? Tarihten maksat metnin sade intişarı tarihi
değil, fakat ayni zamanda telifi tarihidir; yine tarihten maksat,
metnin sade bütününün tarihi değil, belki aynı zamanda muhtelif
kısımlarının tarihidir.
4. Metin, ilk tab’ından itibaren, muharrir tarafından neşredilen son
tab’ına kadar nasıl değişmiştir? Ve metindeki değişiklikler
(variantes) muharririn, ne gibi fikir ve zevk istihaleleri geçirdiğine
delâlet eder?
5. İlk kanevadan ilk tab’a kadar, metin nasıl teşekkül etmiştir?
Muharirririn müsveddelerinde ve taslaklarında (eğer bunlardan
muhafaza edilenler varsa) ne gibi zevk haletleri, ne gibi san’at
prensipleri, ne gibi bir fikrî sây tezahür eder?
6. Daha sonra metnin lâfzî mânası tespit edilecek. Bu ameliye iki
kısımdan mürekkeptir: evvelâ, dil tarihi, gramer, tarihî nahiv
vasıtasile kelimelerin ve ifade tarzlarının (tours) manasının tespiti;
saniyen, gayrivazıh münasebetlerin, tarihî ve biografik imaların
tavzihi suretile cümlelerin manasının tayini.
7. Ondan sonra metinin edebî manası tespit edilecek. Yani, bu
metnin, fikre, hassasiyete, san’ata ait kıymetleri tarif olunacak.
8. Eser ne suretle vücuda gelmiştir? Hangi mizacın hangi ahvâl ve
şeraite (circonstances) karşı aksülâmelinin mahsulüdür?
9. Eserin kazandığı rağbet ve yapmış olduğu tesir ne olmuştur?
(Lanson, 1935: 17-18-19).
Edebiyat tarihçisi kendisine sorduğu bu soruların cevabını verdikten sonradır ki eser
incelemesine geçmelidir.
1.1.1 Farklı Türler
Edebiyat tarihlerinde edebiyatın hemen bütün türlerinde yazılmış eserlerle karşılaşılır.
Edebiyat tarihçisi öncelikle edebî türler hakkında sarih bir bilgi sahibi olmalıdır.
Sanatçının eserleri anlatılırken onları türlere göre sınıflandırmalıdır. Bu türlerin
57
incelemesine ondan sonra geçmelidir. İncelemede ise her türün kendine mahsus
inceleme özellikli ve yapı özellikleri olmasının yanısıra ortak noktaların bulunduğunu
da gözardı etmemelidir. Her türü kendi teorisi içinde incelemeli ve bu incelemelerde
türün zamansal gelişimini de dikkate alarak modern eleştiri yöntemlerini kullanmalıdır.
Edebiyat tarihlerinde genelikle eserlerin sosyolojik, psikolojik veya tarihsel incelemeleri
yapılmaktadır. Yeni bir edebiyat tarihçisi bunlarla yetinmemeli esere dönük eleştiriyi de
kullabilmelidir.
Hatta
bir
esere
farklı
eleştiri
yöntemleriyle
bakması
eseri
zenginleştireceği gibi edebiyat tarihinin değerini arttıracaktır.
1.1.2 Eser
Edebiyat tarihi incelemelerinin odak noktasını eser teşkil etmelidir. Aslolan eserdir.
Fakat eseri açıklarken edebiyat dışı diğer disiplinlerden de faydalanmak gerekebilir.
Böyle bir durumda dikkat edilmesi gereken bu disiplinlerin bir amaç değil bir araç
olarak kullanılmasıdır. Edebiyat tarihçisinin amacı bu disiplinlere kaynak sağlamak
değil edebî eserin anlaşılmasında bu disiplinleri kullanmaktır. Bu disiplinler edebî
eserin önüne geçtiği vakit ortada ne edebî eser ne de edebiyat kalır.
Edebiyat tarihlerini açınız. İçinde bol bol tarih, coğrafya, biyografi,
fikir tahlilleri, indi hükümler ve psikloji kırıntıları bulacaksınız.
Yegâne rastlayamayacağınız şey, edebiyat tarihidir. Çünkü bunların
hiç birisi edebiyat değildir. Bazan edebiyata giren varsa da ekseriya bu
giriş disiplinsiz ve başıboştur. Bu tufeyli bilgilerin hiçbirisi de tam ve
kanaat verici bir irtibatla esere bağlanmamıştır. Bu derleme bilgi
mozayıkını yapmak kolay bir iş olduğu için hücum bu cepheyedir
(Tarlan, 1981: 23).
Eğer dikkat edilirse Ali Nihad Tarlan bu bilgilere karşı değildir. Onun eleştirdiği nokta
bu disiplinlerin edebiyatın önüne geçmesi ve eserle tam olarak rabıtalandırılamamasıdır.
Cenap Şehabettin ise bu gibi edebiyat dışı unsurları “haric ez edebiyat” olarak
değerlendirirken bunların edebiyat tarihinde yeri olmadığını belirtir: “Edebiyat ile hâric
ez edebiyat ahvâl ve mesâili mezc etmekte mahsur görmüyorsunuz demiştim. Bu “hâric ez
edebiyat” lehde ve aleyhde olabilir, fakat kanaatime göre tarih-i edebiyatta yeri yoktur.” (İ.H.
58
Sevük, 1928: 103) dedikten sonra İsmail Habib’e hitaben bu cümlelerini Nazif ve Tevfik
Fikret’ten hareketle örneklendirir:
Fikret’in Sultani müdiriyetinden istifasını an’ane ile kayda lüzum
görmüşsünüz. Bunlar fikrimce bir müntekid ve bir müverrih-i edebiyat
için lüzümsuz iltizamdır. Bu tafsilat ile ikisinin de hangi eserleri
aydınlanmış oldu? Sultani müdiriyetinden Fikret hiç istifa etmemiş
yahud başka surette istifa etmiş olsaydı sanatkârlığı artacak yahud
şairliği eksilecek miydi? Nazif Malta’dan hiç kimseye mektup
göndermemiş olsa daha kuvvetl nâsir yahud daha beceriksiz nâzım mı
diyecektiniz? Hayır, hayır, o halde bütün böyle tafsilat “hâric ez
edebiyat” ünvanı altına girer (İ. H. Sevük 1928: 103).
Cenap’ın bu konuya önem verdiği bir önceki yazından da anlaşılmaktadır. Bir önceki
yazısında da açıklamaya gitmeden aynı konuyla ilgili olarak şunları söyler: “Edebiyatın
münekkid ve müverrihine ancak âsar ile meşgul olmak ve müessirlerin hayatını yalnız âsarı izah
için mecburiyet hissettikçe şerh etmek yaraşır.”(İ. H. Sevük, 1928: 67).
Eseri anlamanın diğer bir yolu da edebiyata has yöntemler kullanmaktan geçer. Son
yıllarda Rus Biçimcilerinin ve yapısalcıların edebiyat bilimine kazandırdıkları yöntem
her şeyden önce sanat eserini merkezine alıyordu. Rus biçimcileri, “eserden hareket
etmekten yanaydılar ve herşeyden önce edebiyat eserini diğer eserlerden ayıran biçimsel
özelliğin, yani yazınsallığın ne olduğu sorusuna cevap aradılar” (Moran, 2006: 180) ve eserin
yalnız biçimsel özelikleri üzerinde durdular. Yapısalcılar ise “yüzeydeki birtakım
fenomenlerin altında, derinde yatan bazı kuralların ya da yasaların oluşturduğu sistemi(yapıyı)”
( Moran, 2006: 186) aradılar. Bunun için de göstergebilim ve dilbilimden faydalandılar.
Görüldüğü gibi eseri anlamak ve incelemek için temelde iki farklı bakış açısıyla
karşılaşırız. Bunlar eser merkezli ve dış dünya merkezli yaklaşımlardır. Edebiyat
tarihçisi eserde bu yaklaşımları uygulamak zorundadır. Aynı esere her iki bakış
açısından bakabilmelidir. Çünkü her iki bakış da bize farklı şeyler söyler. Böylece sanat
eseri çoğaltılmış olur. Bu başlık altında incelenen bazı bölümlerde eser sadece şekil
yönünden incelenirken bazı bölümlerde de edebiyat dışı disiplinler aracılığı ile
incelenmektedir.
59
Edebiyat tarihçisi eser konusunda da dikkatli olmalıdır. Sanatçının eserlerinin ona ait
olup olmadığı, bu eserlerin ne zaman ortaya çıktığı, genellikle ne tür eserler verdiği,
eserlerinin şekil ve anlam özellikleri konusunda da bilgili olmalıdır.
1.1.2.1 Muhteva
Edebiyat tarihçisi sedece metnin yazıldığı dönemi ve dönemin metne yansıyan ya da
metni zuhura getiren sosyal şartları incelemez. Aynı zamanda eserin muhtevasıyla ilgili
de bilgi verir, vermelidir. Bunun için edebiyat tarihçisinin bilgi birikiminin en üst
seviyede olması gerekir. Çünkü bir metin, metinler arasılıkla doludur. Araştırıcı bunları
bilmelidir. Her ne kadar yaptığı açıklamada mutlaka bir eksiklik olduğunu kabul etsek
bile metnin izleğine varabilmek için metinleraraslığın, metindeki arketipellerin ve
göstergelerin farkında olması gerekir. Günümüz metinleri sözkonusu olduğunda
bunların anlaşılması daha kolay olmasına rağmen araştırıcı ile metin arasındaki süre
uzadığında ortaya bazı sorunlar çıkmaktadır. En büyük engellerden biri ve bence diğer
bütün engelleri çatısı altında toplayan zorluk dönemler arasındaki kültürel farklılıktır.
Bunu dönemin sanat anlayışı, dönemin sosyal, siyasi, ekonomik, askeri şartları gibi
daha birçok alt başlık altında inceleyebiliriz. Eserin kendisi söz konusu olduğu için
metindeki göndermeleri bulabilmek bağlamında özellikle şiiri merkeze aldığımızda
belirtilen durumlara daha iyi örnek gösterilebilir. Günümüz araştırıcısı divan şiirini
incelemeye onun muhtevasını açıklamaya kalkıştığında öncelikli olarak karşısında
“mazmun”lar ve divan şiirinin kaynakları olan “bütün dinî ve felsefî müdevvenât, Kur’an-ı
Kerîm, hadîs-i şerifler, kıssalar, mucizeler, tarih, esâtir, tabiat, kozmografya, zihniyet, olaylar,
din…” (Pala 1997: 45) gibi büyük bir birikim çıkmaktadır. Kaynaklarını bilmeden böyle
bir işe kalkışması oldukça gülünç durumlar ortaya çıkarabilceği gibi yaptığı işin niteliği
konusunda da eksiklikler ortaya çıkar. Birkaç beyitle bu durumu örneklemek gerekirse:
Mâsivâ nakşına iplik kadar olma mâ’il
Ehl-i tecridi yolından alıkor iğne
Es’ad Dede
beytinde şair dünyaya aldanma, Tanrı’dan başka hiçbirşeye değer
verme; Hak yolunda olan dervişi bir iğne yolundan alıkoyar diyor. Bu
mazmunun dayandığı efsane bilinmedikçe beyit bilmece olarak kalır.
Efsaneye göre İsa Peygamber’in üzerinde dünya eşyası olarak bir tas,
60
bir tarak, bir de iğne varmış. Birinin eliyle su içtiğini, başka birinin de
parmaklarıyla sakalını taradığını, tasla tarağını atmış. Göğe çıktığı
sırada dördündü kat gökte üstü aranmış, iğne bulunuduğu için o katta
bırakılmış (1984: 13).
Görüldüğü üzere bu kıssayı bilmeden bu beytin muhtevasına inilemeyecektir. Bir örnek
de bilim terimleriyle yazılan beyite örnek verebiliriz:
Gül âteş üzre kılur akd-i zühre-i şebnem
Tedârük-i kamer ü şems ider sabâh ü mesâ
Fuzulî
Bu beyitteki kamer ve şems kelimeleri vehmî kimya terimlerindendir;
“zühre=kalay”, “kamer=gümüş”, “şems=altın”dır. Eski kimyacılar
herhangi bir maden üzerine birtakım iksir katarak altın ve gümüş elde
edebileceklerini sanırlardı. Beyitteki “akd” kelimesi de altın elde
etmeye yarayacak herhangi bir madene ateş üzerinde iksir katmak
demektir. Buna göre beyite şu anlamı verebiliriz: Güneşin sıcaklığıyla
buğu haline gelen şebnem, ateş üstünde, üzerine iksir katılan kalay
gibidir. Gül kimyacısı bunu yapmakla sabah akşam altın ve gümüş
elde ediyor (1984: 14).
Bu örnekler de bize metinlerin anlam katmanlarının çokluğunu göstermesi bakımından
önemlidir. Bu örnekler sadece divan edebiyatı için geçerlidir. Bundan başka Türk
edebiyatının diğer dönemlerine ait eserlerin de muhtevalarının gerçek anlamıyla
bilinmesi edebiyat araştırmacısı için oldukça büyük bir yekûn tutmaktadır. Buna
mukabil edebiyat tarihçisinde bu yekûnu taşıyabilecek bir birikimi gerektirmektedir. Bu
anlatılanlardan edebiyat tarihçisinin ele aldığı sanatçının bütün eserlerinin muhtevasını
açıklamak gibi bir derdi olduğu anlaşılmamalıdır. Eğer bütün eserlerin muhtevaları
hakkında ayrıntılı bilgiler vermeye kalkarsa bu hem birikim hem de zaman olarak onu
aşacaktır hem de çalışmanın sınırlarını genişleteceği için ortaya hacim sıkıntısını
çıkartacaktır.
Eserin muhtevasından bahsederken unutulmamalı ki aslolan her zaman eserdir. Muhteva
açıklamaları onun bütünlüğünü değiştirmez, sadece ona karşı farklı bakış açıları
geliştirir:
Tahlil, hiç bir zaman terkibin küllî hüviyetini değiştirmez. Bunların
ikisi de ayrı ayrı şeylerdir. Tahlil, bir küllün unsurlarını bize
göstererek onun mahiyeti hakkındaki tecessüsümüzü bir itminan ile
61
karşılar. Bir mevcudat daima bir küldür ve vâkıadır, tahlil nazarîdir.
Bütün mevcudâtı bize bir kül olarak veren hilkat, tahlili de ruhî bir
ihtiyaç haline getirmiştir (Tarlan, 1981: 25).
1.1.2.2 Tematik Yapı/Eserde İşlenen Kavramlar
Tematik yapı edebiyat tarihi çalışmalarının en çok üzerinde durduğu konuların başında
gelir. Edebiyat tarihçisi metnin temasını dış dünyaya yönelik eleştiri yöntemleriyle
tespit etmeye çalışır. Bu tespit işleminde metnin içindeki herhangi bir cümle ya da
bölüm değil metnin tümü gözönünde bulundurulmalıdır. Sanat yapıtındaki düşünce,
“(çok iyi seçilmiş bile olsalar) birkaç alıntının kapsamında değil, fakat sanatsal yapının
tümündedir, bu yapının tümünde dile getirir kendini.” (İnce, 1992: 37). Bu demek değildir ki
sanat yapıtı tek bir düşünceden oluşur. Sanat yapıtını besleyen birçok düşünce olmasına
karşın bunların hiçbiri ya da sadece biri tematik yapısını teşkil eder. Tematik yapı yerine
metnin “izlek”i de denilebilir. Edebiyat tarihçisinin metnin izleğine inebilmesi için
öncelikle bazı aşamalardan geçmesi gerekir. Bu aşamalar okuma aşamalarıdır. Metnin
izeleğini tespit edebilmek için ayrıntılı bir okumaya ihtiyaç vardır. Bu okuma süresince
metnin diğer yapılarından geçilip izleğe ulaşılır. Edebiyat tarihçisi bu aşamalardan
birinde kalırsa izleğe ulaşamayacak, bulunduğu yeri izlek sanıp bununla yetinecektir ki
bu da okuyucuya doğru izleği vermez. Edebiyat tarihçisinin metnin izleğine varmak için
izlemesi gereken yol ve bir metnin izleğini oluşturan yapı şu şekilde ifade edilir:
Yüzey Yapı
Derin Yapı
Derin
Tasarım
İzlek
(İnce 1992: 27)
Şekil: 4
62
Bu şekil bütün edebî türlerin yapısal oluşumu için kullanılabilir. Görüldüğü gibi izlek
çekirdekte yer almaktadır. Çekirdeğe ulaşmak zahmet gerektirir. Okuma işi bir bakıma
bu çekirdeğe ulaşma uğraşıdır. Edebiyat tarihçisi incelediği metinlerin izleğine ulaşmak
için özellikle göstergebilimden yararlanmak durumundadır. Zira metnin izleği eserin
bütününe yayıldığı gibi açık bir şekilde de kendisini ele vermez. Bu yüzden edebiyat
tarihçisi metinde işlenen kavramları ve imgeleri çözümlemelidir öncelikle.
Edebiyat tarihçisinin eserde geçen kavramları anlayabilmek için tarih, coğrafya,
psikoloji, resim, musıki vb. gibi disiplinlere ve diğer sanatlara ihtiyacı vardır. Edebî bir
eser bunlardan herbirinden ayrı ayrı faydalanabilir. Mesela edebiyat tarihçisi, Peyami
Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanını anlamlandırmak için eserde
geçen başta tıp ile ilgili kavramları ve literatürü bilmeli, bunun yanında insan psikolojisi
ile ilgili de bilgi sahibi olmalıdır. Eserdeki kavramlar millî hafızaya yönelik olabilceği
gibi evrensel kültüre de yönelik olabilir. Gene Peyami Safa’dan örnek verirsek “FatihHarbiye” adlı romanın anlaşılabilmesi için Türk toplumunun batılılaşma macerasının
bilinmesini gerektirir. Bu eserde geçen müzik aletleri ve semt isimleri okuyucuya
birşeyler söylemektedir. Bu müzik kavramlarına dikkat edilmesi gerekir. Eserdeki
kavramların anlaşılabilmesi de metinlerarası, göstergerlerarası bir incelemeyi gerektirir.
Hatta aynı milletin içinde olmakla birlikte bazı kavramlar anlaşılamayabilir. Bu o
kavramın henüz millî bir özellik göstermediğin yerel olarak kaldığını işaret eder. Bu
yüzden edebiyat tarihçisi kavram konusunda son derece uyanık olmalıdır. Çünkü
kavramlar metnin karanlıkta kalan noktalarını aydınlatabilirler.
Kavramla karıştırılan ve özellikle şiir incelemelerinde karşımıza çıkan, şiirin
anlaşılmasını zorlaştıran bir terim de “imge”dir. İmge konusunda henüz net bir tanımda
mutabakata varılamıştır. Buna rağmen imgenin ne olduğu tarif edilebilmektedir. Bu
konuda Nurullah Çetin imgenin tarifini yaparken onun oluşumunu da şöyle açıklar:
En genel anlamıyla imge, dinleyici ya da okuyucunun zihninde
oluşturulan, üretilen ve çizilen görüntü ve duygulardır. Okuyucunun
gözünde özgün ve çarpıcı görüntüler oluşturmaktır. Şairin dış
dünyadan gözlemleyerek, izleyerek, hissederek, bizzat yaşayarak elde
ettiği algıların zihninde, hayal dünyasında anlamlı bir bütüne
kavuşturarak uyumlu bir görüntü oluşturmasıdır. Görüneni, görünen
özelliklerinden soyutlayarak, onları bir kenara iterek bambaşka bir
63
biçime dönüştürerek sunma biçimidir… İmge, dilin açık ve kesin
tanımlama, adlandırma, gösterme ve belirtme özelliğinden öte
benzerlikler ve çağrışımlar yoluyla duygu, düşünce, hayal ve
heyecanlarımızı karşılayacak şekilde ifade imkânlarının genişlemesini
sağlar (Çetin, 2006: 96- 97).
Edebiyat tarihçisi imgenin imkânlarını, sınırlarını ve kullanımındaki hususiyetleri
farkedip metinde bunları çözümledikten sonradır ki kavrama gelebilir. İmge ve kavram
arasındaki farklar ise oldukça barizdir:
İmge, kavram olmayandır; imge, tanımlandığı anda o olmaktan çıkan
ve kavramsallaşan bir bilmeme biçimidir.
Dün bütün gün yağmurlardı bugün yaprak
Edip Cansever
Bu dize bir meteoroloji cümlesi olmadığına göre ve bu dizeyle
herhangi bir şey biliyor olmamamıza rağmen anlıyoruz. (…) Kavram
sınırlar, imge sınırsızdır ya da kendi sınırlarını kendi belirler. Kavram
soyutlar, imge somutlar. (…) Kavram indirger, eşitler, kamulaştırırlar;
imge tekleştirir, özelleştirir. Kavram (zihni) dondurur ve sabitler; imge
çözünür kılar ve harekete geçirir.
Sanat ve bilim kıyaslaması, imge ve kavram kıyaslamasını
kolaylaştırır. Sanat imgeleri, bilim ise kavramları ve terimleri
kullanıyor. Sanatçı da bilim adamı gibi inceler, araştırır ve durmadan
düşünür; ama bu, imgelerle yapılan bir düşüncedir; kavramsal bir
düşünce değildir. Elbette sanatçı da kavramlardan yararlanır, ama
yaratıcı süreç, önünde sonunda hiç şaşmaksızın imgeye varır (Önal,
2006: 14).
İmge sadece kavramla da karıştırılmaz. İmge, simge ve sembol bazen birbirlerinin
yerine de kullanılır. Oysa imge, şaire özgüdür, daha bireyseldir. İmgeyi çözebilmek için
sanatçının psikolojisine, çevresine gitmek gerekir. Simge, millî bir karaktere sahipken;
sembol, daha evrensel durumlar için kullanılır.
Edebî eserdeki tematik duruma ve kavramlara hâkim olabilmek için oldukça geniş bir
birikime ihtiyaç vardır. Sadece millî değil, millî sınırların ötesine taşan bir kavram
genişliği beklenir edebiyat tarihçisinden. İmge, kavram, simge ve sembol değerleri
konusunda da kafası karışık olmamalıdır.
64
1.1.2.3 Dil ve Üslup
Sanatçının elindeki en büyük malzeme dildir. Bir heykeltraş nasıl mermeri işlerse
sanatçı da dili işler. Dille tarih arasında sıkı bir münasebet vardır. Bir sanatın tarihi
birbirinini takip eden dönemlerde o türün dili incelendiğinde ortaya çıkmaktadır.
Dildeki bu değişiklikler ise kendiliğinden değil sosyal, siyasal ve kültürel değişimlerin
etkisiyle oluşurlar. Dolayısıyla “edebiyat tarihi memleketin ikliminin, coğrafyasının sosyal
ve siyasî durumunun incelenmesi olduğu kadar dil durmunun incelenmesinden de o derecede
faydalanır” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 141). Dil incelemesinde edebiyat tarihçisinin
yardımına dilbilim ve stilistik incelemeleri yetişecektir.
Araştırmacı hem bir sanatçının bütün eserlerindeki dil unsurunu göstereceği gibi, onun
dil özellikleriyle başka bir sanatçının dil özelliklerini karşılaştıracak hem de belirli
dönemin dil anlayışını ortaya koyarak dönemler arasındaki farkı belirtecektir. Sayılan
bu görevler oldukça genel olmakla beraber eser incelemesi söz konusu olduğunda dil
alanında oldukça spesifik çalışmalar da yapılabilir. Yani sanatçının tek bir eserinin dil
özellikleri ayrıntılı bir şekilde ortaya koyularak eseri bir bütün yapan hususlardan en
önemlisi olan dili kullanma biçimi açığa kavuşturulur.
Üslûp incelemesi genellikle kelime ve cümle düzeyinde yapılan bir incelemedir. Üslûp
incelemesi, “bir sapmanın sınırlarını, sebeplerini ve şartlarını belli prensipler etrafında izâha
gayret sarfeder.” (Aktaş, 1998: 31). Genelde dil incelemesine dayanan üslûp incelemesi
için dil üzerinde ayrıntılı bilgi birikimi gerekmektedir. Araştırıcı dilin fonksiyonlarını
bilmelidir. Fakat üslûp incelemesi farklı türlerde farklı uygulama alanlarına sahiptir.
Nesir ve nazımda aynı üslûp incelemesini uygulamak imkânsızdır. Şiirde uygulanan
üslûp incelemesi dilbilim terminolojisi esas alınarak yapılır. Yani dilin yananlam,
değişmece, alışılmadık bağdaştırma vb. gibi kullanımlarına yöneliktir. Nesirde ise daha
çok cümle ve paragraf seviyesinde yapılır. Türlere göre yapılan bu incelemenin dışında
Şerif Aktaş üslûp incelemelerini, Tasvirî ve Tekevvünî üslûp incelemesi adında iki
başlık halinde toplar (Aktaş, 1998).
Edebiyat tarihçisinin üslûp incelemesinde izlemesi gereken yol ise bu yöntemlerin her
ikisini de uygulayarak metnin üslûp inceliklerinin ortaya çıkarılmasını sağlamaktır.
65
Fakat günümüze kadar gelmiş edebiyat tarihlerinde üslûp incelemerine fazla rastlanmaz
rastlansa da yetersizdir.
Edebiyat tarihçilerinin de üslûptan söz ettikleri görülür. Bunların
üslûp hakkındaki ifâdeleri tenkitçilerinkinden daha az izlenimcidir.
Uygulamadan kaynaklanan bir tavırla falan veya falan ifâde şeklinin
daha veciz, daha doğru ve daha ayrıntılı olduğunu belirtmeğe
çalışırlar. Edebiyat tarihçilerinin üslûba ve metin incelemesine fazla
değer verdiklerini söylemek oldukça güç (Aktaş, 1998: 61).
İnsan için parmak izi neyse sanatçı için de üslup odur. Çünkü “üslûp ferdîdir, kaynağını
yazarın mizacından ve tecrübesinden alır. O yazarın gizli ve şahsî mitolojisine uzanan kendi
kendine yeten bir dildir.” (Aktaş, 1998: 58). Bu da üslûbun ne kadar ayırt edici bir özellik
gösterdiğini kanıtlar. Edebiyat tarihi içerisinde aynı konuyu işleyen birçok sanatçı
olmasına rağmen hepsi aynı edebî değere sahip değildir. Hepsi edebiyat tarihlerinde yer
almaz. Bunun nedeni üslûp farkında yatmaktadır.
1.1.2.4 Ahenk/ Ritm -Cümle, Kelime/ Nazım Birimi -Kafiye/ Vezin
Ahenk ve ritmi belirleyen unsurlar metnin dış yapı unsuru olarak adlandırılır. Bir eserin
ahengini belirleyen en büyük etken onun ritmik unsurlarıdır. Dolayısıyla ritm edebî bir
metinde ahenk unusuru olarak kullanılır. Nesir ve şiirde ritmi belirleyen unsurlar
birbirinden farklıdır. Türler arasındaki bu farklı ritim unsurları dönemden döneme de
farklılık gösterir. Her dönemde ayrı ritim unsurları kullanılmaz. Yeni unsurlar
ekleneceği gibi –bu yeni unsurlar sadece şekil yani dış yapı ile ilgili olmayabilir- bazı
ritim unsurlarının da terkedildiği görülebilir. Özellikle Türk edebiyatındaki şiir
anlayışlarında bu değişimi daha net bir şekilde görülür. Edebiyat tarihçisi bütün
bunların haricinde ritmin şiirde ve nesirde farklı yollardan oluştuğunu bilmekle
kalmayıp ritmin ne gibi fonksiyonları olduğunu da bilmelidir. Şiirde ritim,
Hecelerin belli sayıda öbekleşmelleriyle, vurgulu ve vurgusuz, uzun
ya da kısa hecelerin düzenli dizilişiyle sağlanır. Aruz ölçüsü,
Arapçanın ses dizgesine uygun olan ve temelde hecelerin uzun ve kısa
66
(ya da açık ve kapalı) oluşuna dayalı bir ritm meydana getirir. Örneğin
“fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün” kalıbında iki açık (kısa) ve iki
kapalı (uzun) heceden oluşan bir hece öbeği üç kez yinelenir; iki açık
bir kapalı heceyle sona erer. Böylece, müzikteki gibi düzenli ses
oluşumları elde edilerek, söze müzik öğesi eklenmiş olur. Hece
ölçüsünde ise belli duraklarla ayrılan belli sayıdaki hece dizileriyle
ritm sağlanır (Aksan, 1995: 233-234).
Vezin ve kafiyenin bu başlık altında değerlendirilmesinin sebebi bunların da bir ritim
unsuru sayılmasından kaynaklanmaktadır. Ritm sadece vezinle de sağlanmaz. Adından
da anlaşılacağı gibi ritmin tekrarla sıkı bir ilişkisi vardır. Ses ve kelime tekrarı da ritmik
oluşumun önemli bir unsurudur. Kafiyedeki ses tekrarları da ritmik oluşumu sağlarlar.
Ama öncelikle bu konuda edebiyat tarihçisinin pratik vezin ve kafiye bilgisine ve
terminolojisine ihtiyacı vardır. Vezin ve kafiye konusu klasik Türk şiiri, halk şiiri ve
modern şiirde farklılıklar gösterir. Klasik şiirdeki uyak anlayışını bilmek isteyen bir
edebiyat tarihçisi aruz vezninine hâkim olmakla kalmayıp revî, te’sîs, dahîl, redif, kayd,
vasl, hurûc, mezîd, nâire, sinâd, ikvâ, ikfâ, itâ, mütekarrin, mahcû, imâle, zihaf, vasl
(Dilçin, 1992) gibi uyakla ilgili kavramları da bilmek zorundadır. Halk şiirinde ise hece
ölçüsü ve durak bilgisine sahip, uyak çeşitleri hakkında da bilgi sahibi olmalıdır.
Bu bilgilerden sonra kelime, ses tekrarıyla oluşan ritim unsurlarına geçilebilir. Yunus
Emre’nin Risale’sindeki şu dörtlükte ritim unsurları açık bir şekilde görülmektedir:
Hem bâtınem hem zâhirem
Hem evvelem hem âhirem
Hem ben Ol’um hem Ol benem
O Kerîm-i Subhân benem
İlk dizede bâtınem ve zâhirem sözcüklerinde dörder heceyle
sınırlanmış kuruluş içinde aynı yerlere yerleşen uzun ünlüler de (bâ ve
zâ hecelerinde) belli bir ritm sağlamakta, sonraki dizelerdeki âhirem
bunlara uyak oluşturduğu gibi aynı ritme katılan bir uzun ünlü (/â/)
içermektedir. Bu ritme yinelemeler (hem ve eylem çekimindeki
biçiminde –em biçimbirimlerinde) de eklenince söz müziğe
dönüştürülmekte, içerikle sunuş bütünleşmektedir. Burda hemen
ekleyelim ki bâtın/zâhir ve evvel/âhir arasındaki anlam karşıtlığı da
bir başka etki öğesi oluyor (Aksan, 1995: 236).
67
Daha önce de denildiği gibi ritim unsurları devre göre değişiklikler arz edebilir.
Günümüzde modern şiir olarak adalandırılan şiire bakıldığında klasik ve halk şiirindeki
gibi düzenli bir ölçü ve kafiyeden yoksundur. Bu tür şiirlerde ritmi belirleyen unsurlar
genellikle kelime tekrarı, ses tekrarı olmakla birlikte anlam da devreye girer.
Kelimelerin çağrışım değerleriyle de bir ritim unsuru sağlanmaya çalışılır.
Bugün eski şiir geleneklerine bağlılıklarını sürdüren sanatçılara da
rastlanmakla birlikte yeni Türk şiirinde biçim, ölçü uyak
bakımlarından yeni bir yol tutulmuş ve geleneklerden sıyrılmış
olması, özellikle ölçüden güç alan ritmin de değişik bir niteliğe
bürünmesine yol açmıştır. Tıpkı uyak konusu gibi, ritm konusu da her
şairin kişisel tutumuna bağlı bir nitelik taşımakta, özellikle
yinelemelerde, ritm zaman zaman ön plana çıkmaktadır (Aksan, 1995:
243).
Bu tarz şiire Nazım Hikmet’in “Salkım Söğüt” adlı şiirindeki şu bölüm örnek olarak
verilebilir:
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat…
Atları rüzgâr..
Atları…
At…
(Hikmet, 2008: 31)
Aynı zamanda deneysel şiire de örnek sayılabilecek bu mısralarda modern şiirdeki ses
ve kelime tekrarlarını görmek mümkündür.
Sıralanan örnekler şiirde ritimle ilgilidir. Nesirde ise ritm unsurları şiirden farklıdır.
Hikâye ve romanda ritmik unsurlar nelerdir ve ritm nasıl sağlanmaktadır. Şiirdeki gibi
sağlanmadığı muhakkaktır.
Roman ve hikâyede de kendi iç şartları ve biçimleri
ölçüsünde ritim unsurları sağlanır. Öyküde ve romanda ritim bir arayıştır aynı zamanda.
Bu arayış anlatılabilirlik endişesini de içinde taşıyan anlaşılabilirlik açısından da
önemlidir. Bu bağlamda Yavuz Demir, Sezai Karakoç’un “Meydan Ortaya Çıktığında”
adlı hikâyesini ritmik oluşum bakımından incelediği yazısında ritmik oluşum için
şunları söyler: “Roman ve hikâyede ritm ile kastedilen şey; metnin bütününe uygulanacak olan
tekrar unsurlarını, anlatının farklı temel formlarının dizilenişini göstermektir.” (Stanzel,
Wales’ten alıntılayan Yavuz Demir, 1993: 47)
68
Devamında ise anlatının temel farklı formlarından “kronolojik sapma”yı başa alan
Yavuz Demir, buna bağlı olarak beş madde daha ilave eder: “Özet ve sahneleme ya da
tasvir diye isimlendirilen temel ayrımları kendi içinde beş alt başlıkta inceleyebiliriz: a. eksilti,
b. özet, c. tasvir, sahneleme, d. yavaşlatma, e. durma.”(Demir, 1993: 49)
Öykü ve romanda ritmin oluşumu sadece kelime seviyesinde değil cümle seviyesinde de
olabilir. Ayrıca imgelerle, çağrışımlarla, tasvirlerle de ritmik oluşum sağlanır. Öyküdeki
ritmik oluşum da şiirdeki bir amaca yöneliktir. Fakat buradaki amaç daha çok anlamla
ilgili bir niyeti içinde barındırır. Şiirdeki ritmik oluşum müzikal değere yönelikken
hikâye ve romanda bu arka planda kalmaktadır. Şiirde de sadece müzikal değere yönelik
değildir. Özellikle redif merkezli şiir incelemelerinde anlamın da ön planda olduğu
görülmektedir.
Redif, şiirde sadece ahenk unsuru olarak yer almamakta, adeta bütün
anlamı kendi etrafında döndüren yoğunlaşmış bir düşünceyi
barındırmaktadır. Bizce, redifin mânâsı, çağrışımı ve ifadeler dünyası
neyse şiirin genel ve özel anlam çerçevesi de o olmaktadır. Şiirin içine
hiç girmeden sadece redifi konuşmak ve onun anlam evrenini
çıkartmak bile şiirin nelerden bahsedeceğini kestirmeye yetmektedir
(Tökel, 2003: 40).
Bu da bize ritmik oluşumların bir niyete yönelik olduğunu gösterir. Öyküde ritim aynı
zamanda okuyucunun dikkatinin de uyanık kalmasını sağlar. Sait Faik’in “Hişt Hişt”
adlı hikâyesinde bu kelimelerin tekrarıyla ritmik bir oluşum sağlanmış, okurun dikkati
uyanık tutulmaya çalışılmıştır. Aynı zamanda bir niyeti de dile getirmektedir.
Sonuç olarak vezin, kafiye, ritmik oluşum ve ahenk gibi konularda edebiyat tarihçisi
inceleme yaparken sağlam bir tür bilgisine ve edebiyat teorisi bilgisine sahip olmalıdır.
Bu maddelerin biçimle ilgili olmakla beraber metnin içeriğini de etkilediğini ve ondan
ayrı incelenemeyeceğini unutmamalıdır.
69
1.1.2.5 Eser/ Devir/ Yazar
Sanatçı dünyadan soyutlanamaz. O da diğer insanlar gibi bir zamanda ve bir mekânda
yaşamaktadır. Fakat zihinsel olarak diğer insanlardan farklı bir duyuş ve düşünüşe
sahiptir. Bu bölüm iki alt başlık altında incelenebilir. Eser - Yazar ve Eser - Devir
olarak merkeze eseri alan ancak eserin anlaşılabilirliğini devrin ve yazarın
anlaşılabilirliğine bağlayan yöntemler.
Eser – devir ilişkisi denildiği zaman akla hemen edebiyat sosyolojosi ve tarihsel eleştiri
yöntemi gelmektedir. Eser, özellikle Taine’nin ırk, çevre ve an kuramıyla
ilişkilendirilerek açıklamaya çalışılır. Fakat bunun doğruluğu ne kadardır? Buna haklı
itirazlar vardır. Hennequin, Taine’nin tarafını tutsa da bazı itirazları vardır:
Pek çok sanatkâr çevresiyle ters düşmemiş midir? Dolayısıyla
toplumsal özelliklerden hemen esere girmeyi ileri sürmek boş bir iddia
olur. Toplumsal etkinin varlığı kesin olmakla beraber, bunu saptamak
için okuyucularının, hayranlarının tümünü dikkate almak ve eserin
kimlere hitap ettiğini anlamaya çalışmak gerekir (Carlauı- Fıllox,
1985: 46)
diyerek eleştirdiği tarihsel ve sosyolojik eleştiriyi Berna Moran “Dış Dünyaya ve
Topluma Dönük Eleştiri” olarak adlandırırken o da Hennequin’le aynı görüşü
savunmaktadır: “sosyoloji bilimine dayanan edebiyat çalışmalarının büyük bir kısmı edebiyat
eleştirisi sayılamaz. Amaç, sanat eserlerini anlamak ve değerlendirmek değil, onları kullanarak
başka alanlarda bilgi edinmektir.” (Moran, 2006: 85).
Öncelikle eser kurmaca bir varlıktır. Yani eserin gerçekliğini dış dünyada aramak onu
edebiyat eseri olmaktan çıkarıp coğrafya ya da tarih kitabı olarak görmek anlamına gelir
ki bu edebiyattan beklenene ters düşer. Burada gerçekliğin dönüştürümü önemlidir.
Sanat eseri, “gerçeklikle kurmacalık arasında bir yerde, ama kurmacalık vasfı daha ağır basan,
gerçekliği ancak malzeme olarak kullanıp, onu bozan ve dönüştüren bir yapıya sahip”tir
( Sağlık, 1998: 72). Bundan dolayþdþr ki araştþrmacþ bu vasfþ unutmamalþdþr. Çünkü
Hiçbir kurmaca metin, gerçek yaşamdaki değer ölçülerini, durumlarþ,
davranþş ilkelerini olduğu gibi kopya etmez, bunlar arasþnda belli bir
seçme yaparak, seçilen öğeleri kendi aralarþnda yeniden düzenler. Bu
70
düzenleme, gerçek yaşama oranla, bir olasþlþktþr ancak. Ne gerçeğin
özdeşidir, ne de karşþlaşacağþ okurun bireysel değer ölçüleriyle yazþnsal
beklentilerinin (Göktürk, 2002: 77).
Ahmet Hamdi Tanpþnar da bunu farkþndadþr ve XIX. Asþr Türk Edebiyatþ TarihiÊni
yazarken bu dengeyi gözönünde bulundurduğunu eserinin önsözünde kendisi de ifade
eder:
⁄ İçtimaî karakter ne kadar kuvvetli olursa olsun bir edebî eser her
şeyden evvel kendisidir ve getirdiği duygu, görüş ve düşünüş yüküdür.
Biz onu ister istemez kendi hudutlarþ içinde bir vâkþa olarak alþrken
devriyle yaptþğþ konuşmayþ da ihmal etmemeye çalþştþk (1997: X).
XIX. Asþr Türk Edebiyatþ TarihiÊne bakþldþğþnda öncelik esere verilmekle birlikte
TanpþnarÊþn edebiyat tarihini yazmaya başlamadan önce yenilik hareketleri üzerinde
durduğu görülür ki bu da onun eser-devir- yazar ilişkisini gözardþ etmediğini gösterir.
Bilindiği gibi TanzimatÊla birlikte Türk edebiyatþnda bir yenileşme cereyanþ meydana
gelmiştir. (Aslþnda burada yenileşme kelimesi üzerinde de durulmasþ gerekir. Bir şeyin
yenileşmesi için eskimesi gerekir ki bu da o dönem Türk edebiyatþ için tartþşþlþr bir
mahiyettedir. Bundan sebep olacak ki TanzimatÊtan sonraki Türk edebiyatþ tarihlerinde
bakþldþğþnda bir adlandþrma sorunu ve belirsizliği ile karşþlaşþlmaktadþr. Araştþrmacþlar
yenileşme dönemi, batþlþlaşma dönemi, modern edebiyat⁄ vb adlandþrmalar arasþnda
kalmþşlardþr.) özellikle 19. Yüzyþl böyle bir arayþşþn dönemi olmuştur:
Bu sebeple Ahmet Hamdi Tanpþnar, edebiyat tarihini yazmaya
başlarken önce dönemin yenileşme hareketlerine rengini veren ve her
birinin ayrþ bir özelilği olan üç büyük yazarþ değerlendirmekle işe
girişir. Bunlar Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa ve İbrahim ŞinasiÊdir.
Ahmet Cevdet PaşaÊyþ Tanzimatþn ideoloğu, Münif PaşaÊyþ „felsefî ve
ilmî kþmþldanþş‰þn ilk ateşleyicisi, İbrahim ŞinasiÊyi ise „garp
dünyasþyla temas işinde bir yol açþcþ‰ olarak görür (Erdoğan, 2009:
15).
Yani aslolan metnin kendisi olmakla beraber edebiyat tarihçiliğinde metin kendisini
oluşturan çevreden tamamþyla soyutlanamaz:
Edebî eser ve onun birikiminden meydana gelen edebiyatþn kendisi
olmadan, edebiyatþn tarihi olabilir mi? Tabiî ki edebiyat tarihinin
üzerinde durduğu temel, edebî eserdir. Edebiyat tarihi edebî eserin
varlþğþ ile kaimdir. Fakat edebiyat tarihinin hâdisesi sadece eserden
71
ibaret değildir. Edebî eser, dağ başþnda kendi kendine biten bir bitki gibi
midir? Eser yanþnda bir de onu meydana getiren insan, o eseri
besleyen, ona zemin hazþrlayan, öncülük yapan başka eserler, yine bu
eserin tesiri altþnda bulunduğu yahut da mahsulü olduğu, zaman içinde
değişen bir edebiyat anlayþşþ, yine belli bir zamana bağlþ olarak tabi
bulunduğu veya hitap ettiği edebî zevk, oluş ve şekillenişinde değişik
ölçüde hissesi olan edebiyat cereyanlarþ ve fikir hareketleri, cemiyet
yaşayþşþndan gelen, içinde meydana geldiği sosyal ve kültürel çevrenin
ona kattþğþ, hatta yön verdiği taraflar vardþr. Bütün bunlarþ
yokmuşçasþna tamamþ ile bir yana bþrakarak, eseri yalnþz kendi başþna,
sþrf kendi içinde ele almak, onu hüda-nabit bir bitki gibi görmek olur
(Akün, 1990: 13).
Akün, sadece edebî eser ve devir sorununa açþklama getirmemiş, eserle yazar ilşkisini de
açþklayarak böylece adeta edebiyat tarihçiliğinin sþnþrlarþnþ belirlemektedir.
Esere dair diğer bir açþklama yöntemi de eser - yazar ilişkisi ekseninde olanþdþr. Burada
ise psikoloji bilminin verilerinden faydalanþlþr. Eseri açþklamak için yazarþn
biyografisine müracaaat edilir. Bu yönteme göre yazarþ yazmaya iten, çeşitli nedenlerle
dþşarþ vuramadþğþ bilinçaltþna attþğþ güdüleridir. „Mademki yazarı yazmaya iten, açığa
vurmayıp bastırmak zorunda kaldığı isteklerdir, o halde bunlar bir yolunu bulup kılık
değiştirerek kendilerini eserde belli edeceklerdir, tıpkı hepimizin rüyalarında kendilerini
gösterdikleri gibi.” (Moran, 2006: 85). Psikanaliz yöntem, sanatçıya uygulanabildiği gibi
sanatçının eserindeki karkterlerden birine de uygulanabilmektedir. Fakat bu yönem tam
bir eleştiri yöntemi olarak kabul görmemektedir. Çünkü bu yöntemle eserin değeri
ölçülemez, bu sadece eserin yaratımı ile ilgili bilgiler sunmaktadır.
Kısacası, bir edebiyat eserini yalnızca fikirlerine, felsefesine
dayanarak hiçbir zaman değerlendiremeyiz. Değerlendirmeyi bunlara
dayanarak yapanlar, eleştiriciden çok ahlâkçı, politikacı, sosyolog ya
da felsefeci sayılabilirler. Sadece estetik açıdan eleştiri yapanlarsa,
yazarın hayatla, toplumla, insanla, dünyayla ilgili şeyler söylemek
istediği ve bundan ötürü fikirlerin önemli bir yer işgal ettiği eserler
karşısında eleştiriden bekleneni veremezler. Bir eleştiricinin ilk ödevi
elindeki esere bir sanat eseri olarak bakmaktır, ama bundan fazlasını
gerektiren eserler karşısında geri yanına gözünü kapamak zorunluluğu
yoktur. Yazarın görüşlerini, düşüncelerini, tutumunu incelemek, tartıp
biçmekle eserin hakkını vermek ve ona göre değerlendirmek yerinde
bir davranıştır (Moran, 2006: 297).
Eser, devir ve yazar bağlamında ele alınan bu bilgiler edebiyat araştırmacısı tarafından
gözardı edilmemeli fakat temel eleştiri noktası olarak eserin kendisi alınmalıdır.
72
1.1.2.6 Eseri Besleyen Başka Eserler
Sanat eserleri arasında kaynaklar ve etkiler adı altında bir ilişkiler ağı mevcuttur. Bu
etki ve kaynaklar kendi çağından olabileceği gibi kendisinden önceki eserlerden de
kaynaklanabilir. Bütün edebî ürünler böyle bir oluşum içindedirler. Edebî türlerin,
Geçmişteşteki yapıtlarla hiçbir ilişkisi olmaması tezini savunmak
bugün artık imkânsızdır. İkinci noktaysa, bir metin daha önceden
varolan bir dizgenin (gücül edebiyat özelliklerinden kurulu bir düzen)
ürünü değildir, bu dizgenin dönüşümüdür aynı zamanda (Todorov,
2004: 14).
Bu konu oldukça hassastır. Çünkü etkilenme çoğu zaman olumsuz anlamıyla
kullanılmakta ve intihalle karıştırılmaktadır. Eseri besleyen başka eserleri anlamak için
edebiyat araştırmacısının hinterlandının oldukça geniş olması gerekmektedir. Sadece
milli edebiyatı bilmekle yetinmeyip, ülke sınırlarının da dışına çıkabilmelidir. Kaynak
ve etki ülke sınırlarıyla mahdut değildir. Bu alanda oldukça geniş, birbirine
karıştırılmaya müsait bir terminolojiyle karşılaşılır. Tevarüt, tenzir, taklit, mülhem,
intihal ve tesir gibi kavramlar birbirine yakın ve karıştırılmaya müsaittir. Araştırmacı
metinlerarasılık yöntemiyle karşılaştırma yaparken bu kavramı iyi bilmeli ve
kullanırken dikkatli kullanmalıdır. Bu konuda Hilmi Yavuz, Zaman gazetesinde 01. 05.
2002 tarihli “Haşim, İntihal ve Metinlerarasılık 1-2” adlı yazılarında bu konulara
değinmiş ve bu kavramların aralarındaki farkları açıklamıştır.
Burada geleneğe ayrıca değinmek gerekmektedir. Gelenekten faydalanma ve geleneğin
yeniden üretimi bir sorun teşkil eder. Özdemir İnce bu konuyla ilgili olarak T. S.
Eliot’tan şu alıntıyı yapar:
Bununla birlikte gelenek, hemen bir önceki kuşağın başarıları
eleştirmeksizin körü körüne öykünmek anlamında kullanılacaksa,
kesinlikle ondan kaçınılmalıdır. Buna benzeyen ve doğar doğmaz
kaybolup giden akımlar gördük; yenilik tekrardan daima daha iyidir.
Gelenek bundan daha geniş bir anlama sahiptir. O, hiçbir gayret
73
sarfedilmeksizin edinilecek bir miras değildir. Eğer geleneğe sahip
olmak istiyorsanız, çok gayret sarfetmeniz gerekir…(İnce, 1992: 97).
Alıntıdan da anlaşılacağı üzere geleneğin yeniden üretilmesi konusunda bazı sorunlar
vardır. Bu durumda iki yaklaşım söz konusudur. Ya geleneğin hiç değişmeden tekrarı
ya da geleneğin değiştirilerek kullanılması. Tanpınarın ifadesiyle söylersek “devam
ederek değişmek, değişerek devam etmek” tir aslolan (Tanpınar, 1988: 3).
Geleneğin yeniden üretilmesinde özellikle postmodern anlatılarda sıkça müraacaat
edilen yollar: metin ekleme, metin dönüştürme, taklit(parodi, pastiş), alaycı dönüştürm,
öykünme gibi yolarla yapılır (Sağlık 2007: 91-92). Bu yöntemlerden haberi olmayan
edebiyat tarihçisi ele aldığı metni ilk örnek sanmaktan ve yanılmaktan kurtulmayacaktır.
Her tekniğe bir örnek vermek bu çalışmanın amacını aşacağından sadece pastişe örnek
vermekle yetinilecektir.
10. YIL MARŞI
Girdik açık gözlükle kırk yılda her salaşa
Kırk yılda kırkbeş milya borç yaptık uçan kuşa!
Ne gelişme yarabbi, partimiz on yaşında,
On yılda on milyoner her sokağın başında…
Devr-i sâbıkta eğer bir varsa biz yüz ettik,
İkinci Fatih olup İstanbul’u düz ettik!
Pek sayın nutukçular meydanlardan buyurdu:
Vatan Cepheleriyle doldurduk bütün yurdu…
Dershanesiz, okulsuz, öğretmensiz kitleyiz,
Biz koltuğa alıştık, gitmeyiz de gitmeyiz!...
Çizerek viskilerle halkınma hartasını,
Bir atlatabilseydik şu seçim vartasını…
Yine eski ruh olup dağdan dağa esseydik,
Tezveren Dede için yüzbin kurban kesseydik!
Biz hesapsız, kitapsız, plansız bir kitleyiz,
Gitmeyiz de giymeyiz, gitmeyiz de gitmeyiz…
Gitmeyiz de gitme…
Git… Gitme… Git…
(Nesin, 1982: 13)
74
Örnekte de görüldüğü gibi 10. Yıl Marşı pastiş yönteminin da doğasına uygun olarak
alaycı bir dönüştürüme uğramıştır. Böylece geleneksel olan bir metin üstünde
oynamalar yapılarak ve geleneksel metini de hatırlatacak bir şekilde dönüştürülmüştür.
Eseri etkileyen sadece aynı türde eserler değildir. Edebiyattan örnek verilecek olursa
edebî türler arasında bir etkileşimden de bahsedilebilir. Roman, öykü, şiir vb türler
arasında karşılıklı bir etkileşim görülebilir. Bu bağlamda öykü ve şiir ilişkisinden
bahsedilebilir. Bu etkileşim konudan ziyade dilde görülür. Yani dilin kullanılış
biçiminde görülür. “Bir öyküde “öykü dili” arasına serpiştirilen şiir dili unsurları ne kadar çok
olursa o öykü o kadar şiirsel değer taşır. Bu da öykü için bir kusur değildir.” (Sağlık, 2008: 70).
Öykünün bu dil unsurlarını kullanması onun öykülüğünden bir şey yitirmesine sebep
olmaz. O öncelikle öyküdür. Eser incelemesi yapan edebiyat tarihçisinin türleri ve türler
arasındaki ortak noktaları ve etkilişimleri de bu örnekten hareketle bilmesi gerekir.
Bu başlık altında sayılabilecek son madde ise eserin kendi alanındaki eserlerinden değil
de başka disiplinlerden veya sanat eserlerinden etkilenmesidir. Bu etkiyi ortaya
çıkarmak için disiplinlerarası bir çalışmayı gerektirmektedir. Eserin kendi türündeki
metinlerden etkilenmesi metinlerarasılık bağlamında değerlendirilirken başka türde
sanatlardan etkilenmesinde Kubilay Aktulum göstergelerarasılık olarak değerlendirilir.
O halde göstergelerarasılık:
İki farklı gösterge dizgesi arasındaki(örneğin yazının resimle, resmin
müzikle vb.) alışveriş işlemini, değişik gösterge dizgelerine ait yapılar
arasındaki açık ya da kapalı ilişkileri belirtir. Şiirlerde kullanılan
müzik unsuru ya da roman ve hikâyede kullanılan resim öğeleri buna
örnek olarak gösterilebilir. Bu ilişkiler iki biçimde gerçekleşir: ya
sözsel bir sanat sözsel-olmayan bir sanatı söze dökerek kendi içerisine
alır, ya da sözsel-olmayan bir sanat açıkça sözsel olan bir sanata
gönderme yapar (2007: 358).
Göstergelerarasılık açık bir şekilde olmaktan ziyade kapalı ya da dönüştürülmüş olarak
karşımıza çıkabilir. Eserin bütünü bu biçimde kompoze edilebileceği gibi eserin
herhangi bir yerinde de karşımıza çıkabilir. Özellikle dünya edebiyatında bunun
örnekleri sıkça görülmektedir “Malraux’un bir romanında sinemanın, Kayıp zamanın
75
İzinde’de müziğin, Delacroix’nin resminde tiyatro unsurlarının, Debussy’nin müziğinde…” bu
etkiler vardır (Aktulum, 2007:360).
1.1.2.7 Eserin Etkileri
Her araştırmanın bir amacı olduğu gibi eserin ya da yazarın etkilerinin de incelenmesi
sebepsiz değildir. Bu incelemede amaç, “ele alınan bir yazarın veya kitabın yazarın
ölümünden sonraki yazgısının, düşünceler veya sanat biçimleri tarihindeki rolünün ve genel
olarak toplum ve edebiyat tarihindeki yeri ve öneminin ne olduğunun, tespitidir.” (CarlauıFıllox, 1985: 64).
Bazı eserler artık bir millete ait olmaktan çıkıp bir medeniyetin malı hatta dünya
edebiyatının malı olurlar. Bir gelenek zincirini başlatan bütünün ilk halkasını
oluştururlar. Böyle metinlere zemin metin de denilmektedir. Zemin metin adı üstünde
kendisinden sonra gelen bütün metinlerin zeminini teşkil eden, bütün metinlerin
ayaklarının bastığı onun üstünde yükseldiği metinlerdir. Bu tür metinlerde aranılan vasıf
ilk örnek olabileceği gibi ilk eser olmasa bile en yetkin olması bir ön koşuldur. Zemin
metinler sadece kendilerinden sonra gelen eserlere etki etmezler. Onlar tüm milletlerin
hafızasını etkilerler. Toplumların gelenek ve görenekleri incelendiğinde, davranış
kalıpları incelendiğinde zemin metinle bunlar arasında bir ilişki kurulabilir. Yani zemin
metinler aynı zamanda bir milleti ya da toplumu oluşturan metinlerdir. Halk arasında
klasik eser dediğimiz metinler de bir tür zemin metindir. T. S Eliot ise bu tür metinlerde
bulunması gereken özellikleri “Klasik Nedir?” adlı makalesinde “olgunluk (zihnî ve
davranış olgunluğu), ortak bir üslup, kucaklayıcılık, evrensellik” olarak sıralayarak
bunları açıklar ( Eliot, 2002). Italo Calvıno’ya göre ise bir eserin klasik olması için
sahip olması gereken vasıflardan bir kaçı şunlardır:
Klasikler, haklarında asla “okuyorum” sözünü değil, “yeniden
okuyorum” sözünü işittiğimiz kitaplardır. Bir klasiği yeniden okuma,
ilk okuma gibi bir keşif okumasıdır. Bir klasiği her ilk okuma,
aslında bir yeniden okumadır. Bir klasik, söyleyecekleri asla
tükenmeyen bir kitaptır. Klasikler, bizim okumamızdan önceki
okumaların izini üzerlerinde taşıyarak ve geçtikleri kültür ya da
kültürlerde (ya da daha yalın bir dille, dil ya da görenekte)
76
bıraktıkları izi peşinden sürükleyerek bize ulaşan kitaplardır. Bir
klasik, öteki klasiklerden önce gelen bir kitaptır; ama önce ötekileri,
sonra da bu kitabı okuyan kişi, hemen onun soykütüğü içindeki
yerini fark eder. Güncelliği arka plandaki gürültülü konumuna atma
eğilimi gösteren, ama aynı zamanda bu arka plandaki gürültü
olmadan yapamayan şey, klasiktir (Calvıno, 2008).
Bütün bu maddeler bir metnin ya da eserin klasik olmasının, zemin metin olmasının
şartlarını sıralamaktadır. Bir eser bu özelliklere sahipse medeniyet, kurucu metinlerden
oluşmaktadır aynı zamanda.
Bu tür metinlerin önemleri sadece ilk olmaları da değildir. Kendi özlerine ait özellikleri
de taşıması gerekmektedir. Bunlara kurucu metin de denilebilir; çünkü kendilerinden
sonra bir gelenek kurmuşlar, düşünce olarak da etkilerini devam ettirmişlerdir. Milan
Kundera, zemin metin adını kullanmaksızın modern çağın kurucusunun yalnız
Descartes değil aynı zamanda Cervantes olduğunu, Avrupa sanatının da Cervantes’le
birlikte oluştuğunu belirtir (Kundera, 1989).
Sanat eserleri arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Fakat önceki yazılan
metin yazı anlamında tamamlanmış bir metin olduğu için kendisinden sonrakinden
etkilenme imkânı yoktur. En azından yazın olarak etkilenmese de okuma bakımından
kendisinden sonra gelen metinler onun farklı olarak okunmasına yol açar.
Bu etki sadece sanatla sınırlı kalmayabilir. Bir eser kendisinden sonra gelen sanat
eserlerini etkileyebilceği gibi düşünce olarak da çağını veya çağlar sonrasını bile
etkileyebilir. Don Kişot hem sanat bakımından hem de düşünce bakımından sadece
çağını değil kendisinden sonra gelen çağları da etkilemiştir. Özellikle İngiliz, Fransız
ve Rus edebiyatındaki etkilerini Jale Parla “Don Kişot’tan Bugüne Roman” adlı
kitabında ayrıntılı olarak anlatmıştır.
Türk edebiyatında da böyle metinlerle karşılaşmaktayız. Bu metinlere ideal örnek ise
Mevlana’nın Mesnevi’sidir. Yalnızca kendi zamanında değil günümüzde de hala
Mesnevi okumaları yapılmakta, mesnevi üzerine farklı yaklaşımlarda bulunulmakta,
şerh çalışmaları yapılmaktadır. Şekil özellikleri olarak günümüzde artık kullanılmasa da
özellikle içerik bakımından kendisinden sonra gelen nesilleri etkilemeye devam
77
etmektedir. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ında bu etkiler açık bir
biçimde görülmektedir:
Romanın hemen başlarında Kara Kitap ile Mesnevi ve Özellikle Hüsn
ü Aşk arasında birtakım bağlar kurulacağını, okur, Galip ve Celâl
adlarıyla karşılaştığında değilse de apartmann adının “Şehrikalp”
olduğunu öğrendiği zaman tahmin edebilir. Çünkü yazar apartmana
verdiği Şehrikalp adıyla Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ındaki Diyâr-ı
Kalp’e açık gönderme yapmaktadır. Romanın geri kalan kısmı yazarın
Celâl karakteriyle Mevlana Celâleddin Rumî arasında ve Galip
karakteriyle de Şeyh Galip arasında çağrışımlar uyandırmak istediğine
kuşku bırakmaz. Örneğin, Celâl’in “Mevlana’dan kendinden söz eder
gibi söz (ettiğini) kendini Mevlana yerine koyduğunu öğreniriz.”(s.
240). Galip ile Rüya’nın öyküsü Hüsn ü Aşk’ta anlatılan öyküye koşut
öğeler taşır. Ayrıca Galip Hüsn ü Aşk’ı Rüya ile birlikte okurken
Rüya’ya âşık olur vb.
Kanımca Orhan Pamuk’un yapmak istediği şeylerden biri, Doğu
edebiyatı bağlamında ve o gelenekten yararlanarak çağdaş bir roman
yazmak.” (Moran, 1996: 80;81).
Yeni Türk edebiyatında ise çoğu metinlere sosyolojik olarak yaklaşıldığı için genellikle
dönemini etkilemiştir. Hatta Reşat Nuri’nin Çalıkuşu adlı romanın askere giden her
subayın manevra sandığında olduğunu Rauf Mutluay bize aktarmaktadır.( Bilim ve
Aklın Aydınlığında Eğitim 2003- s. 42-43) Özellikle toplumsal buhran zamanlarında,
kırılma zamanlarında üretilen metinler devirlerini etkilemektedir. Kurtuluş savaşı
yıllarını anlatan eserlerin halkın üzerinde olumlu etkisinden bahsedilmektedir.
1.2 Yazar Açısından
1.2.1 Biyografi
Edebiyat tarihlerinde sadece eserlerin değil bu eserlerin yazarlarının da tanıtıldığını
söylemiştik. Bu tanıtımın bir aşaması da yazarların/şairlerin hayat hikâyelerini oluşturan
biyografilerdir. Buna neden gerek duyulduğu sorusunun cevabı ise edebiyat tarihçiliği
anlayışında gizlidir. Eseri meydana getiren sanatçının çevresi, aldığı eğitim, aile ortamı,
gelir durumu… gibi özellikler edebiyat tarihçisinin gözünde dönemi ve eseri anlamak
için önemli kaynaklar durumundadır. Biyografi, sanatçının;
78
Çalışması, çevresindeki arkadaşları, yaptığı geziler, gördüğü ve içinde
yaşadığı çevre ve şehirler hakkında, edebiyat tarihine ışık tutabilecek,
yani şairin hangi geleneğe bağlı olduğu, ne gibi tesirler altında kalarak
sanatına yön verdiği ve hangi konulardan ilham aldığına dair soruları
cevaplandıracak materyaller toplar ( A. Warren R. Wellek, 1983:
100).
O halde biyografi lise veya ilköğretimde yapılan biyografi ödevlerinden farklı olarak
titiz ve ciddi bir araştırmanın ürünüdürler. Agâh Sırrı biyografinin yazılış amaçları ve
şartlarıyla ilgili beş madde belirlemiştir:
a) Bir kişiyi övme, yerme ya da savunma amacıyla kaleme alınır.
Bunlar tarafsız olmaz.
b) Bir kişinin resmi hayatında geçirdiği aşamaları, bulunduğu
görevleri bildirerek eserlerinin adlarını sıralamakla yetinir. Bunlar
kısa “haltercümeleri”dir. Daha genişçe olanlarına klasik
biyografya denilir.
c) Bir yazarın asıl kişiliğini yaratan üstün niteliğini ana çizgilerle
belirtir. Bunlar Fransız dilinde “portrait”, “figure”, “profil” gibi
adlar taşır.
ç) Yazarı kendi zamanı içinde, ailesi, çevresi, resmi ve özel hayatı ve
eserleriyle etraflıca belirtir. Bunlar inceleyen ve eleştiren
biyografyalardır.
d) Bir yazarın ölümünden hemen sonra, onun anılarını belirtmek
amacıyla yazılır. Bunlara”necrologie” denir (1984: 6).
Bunlardan özellikle ilk madde bir edebiyat tarihçisinin amacını aşacak tarzda olmakla
birlikte diğer maddelerde anlatılanlardan faydalanmak da onun için elzemdir. Biyografi
ne kadar önemli olursa olsun “onu özellikle tenkit yönünden önemli saymak tehlikeli
görülmektedir. Hiçbir biyografik delil, tenkit mahiyetinde bir değerlendirmeyi değiştiremez ve
etkileyemez.” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 100).
Biyografi kendi başına sadece bir çalışma alanı olduğundan, yani tek bir kişiyle ilgili
geniş biyografi çalışmaları olup kitap haline getirildiğinden –Yahya Kemal, Ahmet
Haşim, Peyami Safa, Tevfik Fikret gibi- edebiyat tarihçisi biyografisini sınırlı tutmak
zorundadır. Bunun diğer nedeni de kitabın hacim sorunudur. Kapsamlı bir biyografi
diğer sanatçıları da işin içine kattığımızı düşünürsek oldukça külfetli olacak ve kitabın
kullanımını ve okunmasını zorlaştıracaktır.
79
Biyografiyle ilgili bir başka boyut da biyografisi yazılan kişinin hayatta olup olmaması
ve biyografi yazanın onunla çağdaş ve ya ona yakın kimseler tarafından kaleme
alınmasıdır. Bunun yazarı daha yakından tanı(t)ma gibi bir faydasının yanında
objektiflikten uzaklaşma olasılığı daha kuvvetli ve eksik olma durumuyla karşı
karşıyadır.
Edebiyat tarihçisini biyografi karşısında bekleyen en büyük tehlike biyografi yazılırken
edebiyat dışı alanlara çıkmak özellikle de günümüzde magazine bulaşma tehlikesi taşır.
Böyle bir durumda edebiyat tarihçisi asıl işinden uzaklaşarak Orhan Veli’nin “Ben
Orhan Veli” şiirinde “Bir de sevgilim vardır pek muteber;/ ismini söyleyemem/ edebiyat
tarihçisi bulsun” mısralarıyla istihza ettiği bir araştırmacı tipine dönecektir. Aslına
bakılırsa aynı durumdan Yahya Kemal de rahatsızdır. Fakat Yahya Kemal, Orhan Veli
gibi istihza yollu bir yaklaşımla değil de ilmî bir tarzda bizde biyografinin olmadığını
söyler:
Meselâ, Türkçe’de hâlâ en kolay gibi görünen şâir, edîb ve sanatkâr
hayatlarını yazmak nev’i, yani Frenkçe biyografi henüz belirmiş bir
nevî olmaktan çok uzaktır. Eski Tezkire’lerdeki gibi kof, lâf bulamacı,
hattâ herzeden ibaret şâir hayatlarından sarf-ı nazar etsek, yeni
edebiyat devrinde, en meşhur şâirlerimizin hayatlarını ve eserlerini
sözde tasvir eden yazılara bakınız, ya tadından yenilmez, şeker gibi
medhiyelerdir yahut da indiyyâttan ibâret lâf kümeleridir; hiçbirinde
tahlil olmadıktan başka terkîb hiç yoktur. Nitekim bu eserler, az çok
dedikodulu ve garazkârâne olmadıkları vakit zerre kadar merak
uyandırmazlar. Demek ki bizde biyografi nev’i henüz yoktur. Yoktur,
çünkü bir defâ ehliyetli bir edip çıkıp da bu nev’in kalite’sini
Türkçe’de tecellî ettirememiştir, bu nev’in en câzibeli nümûnelerini
vermemiştir hâsılı bu nev’i, tam Avrupalılar’da gördüğümüz değerde
yaratmamıştır (Kemal, 2005: 148).
Aynı kişi hakkında farklı biyograflerle de karşılaşılabilir. Burada edebiyat tarihçisi
uyanık olmak durumundadır, çünkü biyografi onu kaleme alan kişinin yorumuna,
eğilimlerine ve tercihlerine göre değişebilir. Ayrıca kronolojik bir sıra ile verildiğinden
bu kronoloji sade gün, ay ve yıldan ibaret tarihler dizisi olmamalı; zamanın siyasî,
sosyal ve kültürel olaylarıyla bağlantılı olarak verilmelidir.
80
Görüldüğü gibi biyografi yazma işi ne kişinin resmi kaydını tutar gibi devlet görevlerini
ve öğretm hayatını vs. yazmaktan ibarettir ne de magazinel boyuta bulaşarak merak
uyandırmaktan ibarettir.
1.2.2 Mizaç
Mizaç incelemesi esere değil sanatçıya yönelik bir incelemedir. Amaç sanatçıyı daha iyi
tanımak suretiyle eserin açıklanmasıdır. Bu tür incelemeleri Berna Moran “sanatçıya
dönük eleştiri” (Moran, 2006) olarak adlandırmaktadır. Özelikle Freudyen bakış açısının
hâkim olduğu bu araştırmada sanatçının mizacı tespit edilerek onun eser üzerindeki
eserin oluşumu üzerindeki etkisi tespit edilmeye çalışılır. Edebî ve bilimsel bir
eleştirinin içinde yeri olmayan bu yöntem edebiyat tarihlerinde kullanılmaktadır. Bu da
gene Taine’nin “ırk, çevre ve an” kuralından hareket eder. Adeta sanatçının bir portresi
çıkarılır. Amaç değerlendirme yapmak değil açıklamaktır. Çünkü değerlendirme daha
çok estetik yapıya ilişkindir. Daha çok doğuştan getirilen özellikler bütünü olarak
değerlendirilen mizacı etkileyen dış etkenler de vardır. Bunların da gözden uzak
tutulmaması gerekmektedir.
Doğuştan asabi bir ruh haline sahip bir sanatçının,
bulunduğu ortamın bu asabiyeti tetikleyici özelliklere sahip olması bu asabiyeti harekete
geçirir. Edebiyat tarihçisi de sanatçının mizacından bahsederken mizacı etkileyen bu dış
durumlara da değinmek durumundadır. Edebiyat eleştirisi ve tarihi alanındaki ilklerden
olan Sainte- Beuve,
Ele aldığı yazar hakkında bazı küçük tarihi olaylar toplamakla işe
başlar; bazen yazarın kişiliğinin “kilit noktası”nı bulmak ve ilk
şaheserini yarattığı anda onu yakalayabilmek için onun menşeini ve
hangi şartlar içinde yetişmiş olduğunu anlatır; bazen de biyografiye
ait, manalı birkaç ayrıntıyla onun olgunluk çağını gözlerimizin önünde
canlandırır (Carlauı- Fıllox, 1985: 64).
diyerek edebî yaratıcılıkta mizacın önemi belirtmiştir. Edebiyat tarihçisi ise sanatçının
mizacının eser üzerindeki etkisini ortaya çıkarabilmek için sanatçıya dönük eleştiri
yapmak
durumundadır.
Fakat
edebî
yaratımı
sadece
sanatçının
bağlamamalıdır. Olsa olsa bazı hususları bu mizaçtan kaynaklanabilir.
81
mizacına
Mizaç aynı zamanda sanatçının duyuş ve düşünüşü de demektir. Sanatçının algısı diğer
insanlardan farklıdır. O etrafına başka bir gözle bakmaktadır. Sezai Karakoç, genelde
sanatçıyı, özelde ise şairi dünyaya düşmüş fizikötesi yaşantılı bir kazazedeye benzetir.
Karakoç’a göre etrafına bakışı diğer insanlardan farklı olan şair,
Yeni doğan günün, eşyaya yeni bir ruh haliyle bakışını getirir. O,
insana, eşyaya bakışı için yeni bir ışık, bütün iç sıkıntılarını dağıtan
yeni bir umut, yeni bir sevinç, her fecre yeni bir horoz, her çiçeğe yeni
bir ussare getiren tılsımcıdır (Karakoç, 1997: 40).
Farklı mizaç özelliği sadece sanatçıya has değildir. Her insanın mizacı birbirinden
farklıdır. Sanatçı kişilik bu mizacın dışavurumunda ortaya çıkar. Edebiyat tarihçisi de
sanatçının mizacından hareketle onun yaratımı hakkında bilgi verir.
1.2.3 Birikim
Birikim zaman içerisinde meydana gelen bir kazanımdır. Birikimin aktarılması yani
sanat eserine dönüşmesi ise ayrı bir alanı ihtiva etmektedir. Sanatçı gördüklerinden,
duyduklarından, okuduklarından birikim elde eder, fakat sanatsal yönden asıl birikimini
geleneğin zincirinden kazanır. Sanatçı ne kadar orijinal olursa olsun mutlaka
kendisinden önce gelenlerin bir birikimidir. Sanatçı, “şahsiyetinin büyük kısmı itibarile,
geçmiş nesillerin bir muhassalası, muasır cereyanların bir camiasıdır.” (Lanson, 1935: 8).
Kendisinden önce meydana gelmiş bir gelenek içerisinde olmak bakımından hem ondan
hem de çağdaşlarından istifade eder.
Edebiyat tarihçisi ise sanatçıdaki bu birikimi ortaya koyarken bunlara dikkat etmelidir.
Onu sadece kendinden menkul olarak değerleririrse, onu gelenek zincirinden koparır.
Sanatçıyı geleneğin içinde değerlendirmek en tutarlı yoldur. Bunun için ise
karşılaştırmalı edebiyat yöntemiyle sanatçının gelenek içerisindeki yeri tespit edilebilir.
Goethe’nin şu sözü sanatçının birkiminin ne kadar geniş olduğunu göstermektedir:
“Şâir, bir kartala benzer, özgür bakışla ülkeler üzerinde uçar. Vurup indireceği tavşanın
82
Prusya’da mı, Saksonya’ da mı koştuğu onun için önemli değildir.” (Aytaç, 1986: 493). Sanatçı
birkimini örerken millet ve coğrafya ile kendisini snırlamaz. Bu birikimin anlaşılması
için okuyucu da sanatçı gibi özgür bakışla ülkeler üzerinde uçabilmelidir. Özellikle
metinler arası yönteme müraacat eden araştırmacı için bu şarttır. Çünkü metnin “metinler
arasının tümüyle okurun okumasına bağlı olarak algılanması gerekir, algılanmadığı zaman “ölü”
bir iz olarak kalır ve metin anlaşılmazlıktan kurtulamaz.” (Aktulum, 2007: 68). Milan kundera,
Don Kişot’tan bahsederken:
Avrupa’nın tarihi vardır. 1000 yıldan günümüze kadar tek bir ortak
serüvendir bu. Hepimiz onun bir parçasıyız ve bireysel ve ulusal tüm
eylemlerimiz ancak ona göre konumlanırlarsa tam olarak
açıklanabilirler. Don Kişot’u İspanya tarihini bilmeden anlayabilirim
ama Avrupa’nın tarihsel serüvenini, örneğin şövalyelik dönemini,
saray aşklarını, Ortaçağdan Modern Çağa geçişi bilmezsem, bunlarla
ilgili üstünkörü de olsa bilgim olmazsa anlayamam” (1989: 50).
diyerek hem Don Kişot’un önemini hem de bir metni anlamada birikimin gerekliliğini
vurgulamıştır. Dikkat edilirse Don Kişot’un anlaşılabilmesi için İspanya tarihini
bilmesine gerek yoktur. Demek oluyor ki bir metin sadece milli tarihten ya da
özelliklerden yola çıkılarak anlaşılamayabilir. O bir medeniyet okumasını gerektirir.
O halde sanatçı değerlendirilirken sadace yaşadığı zamanla sınırlandırılmamalı. Onu
besleyen etkenler de göz önünde bulundurulmalı. Eliot, Vergilius’u anlamak için
“arkasındaki edebiyat olmaksızın ve bu edebiyat hakkında onunki kadar derin bilgiye sahip
olmadan gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını” (Eliot, 2002: 201) söyler ki tamamen
doğrudur. Sanatçının birikimin sadece kendisinden önceki ve çağındaki edebî eserlerle
de sınırlandıramayız. İçinde yaşadığı sosyal çevre, kültür ve aldığı eğitim de onun
birkiminde etkili olan unsurlardır ki bunlar genellikle eser incelemesinde değil yazarın
hakkında biyografik bilgi verilirken dile getirilir.
83
1.2.4 Edebi Zevk
Edebî zevke geçmeden önce zevkin ne olduğu üzerinde durmak gerekir. İnsanlar neden
bazı şeylerden zevk alırken bazı şeylerden zevk almaz? Zevk doğuştan getirilen bir şey
midir yoksa sonradan kazanılan bir deneyim midir? Bu sorular daha çok felsefenin,
güzellik felsefesinin güzellik üstüne sorduğu sorularla ilgilidir. İnsanoğlunun var olduğu
günden beri bu sorular cevabını aramaktadır. Bir kısım felsefesiciye göre güzellik,
doğru olanken, bir kısmına göre faydalı olandır. Bu başlığın içeriği bu çalışmada böyle
sorunlarla ilgilenilmesine müsait değildir. Başlığın konusu insana ait bir sürü
zevklerden biri olan edebî zevktir. Edebî zevk, “Edebiyatın sahip olması gereken nitelikleri
göz önünde bulundurmak kaydıyla, edebî eserleri ve şahsiyetleri değerlendirme, aralarında
seçme ve derecelendirme yapabilme yeteneği veya olgunluğudur.” ( Kaplan, İleri, Öztürk 1998:
11) edebî zevk kendi içerisinde bir seçme olgusunu barındırır. Bu seçmenin neye göre
yapılacağını veya yapıldığını ise sanatçının birikimi belirler.
Sanatçının edebî zevkinin beslenme kaynakları sınırsızdır. Sanatçı sadece üreten
değildir. Üretmek için okumak durumundadır aynı zamanda. Okuma işlemi kendi
zamanındaki edebiyatçılar olabileceği gibi kendisinden önceki sanatçıları da kapsar.
Özellikle klasik olarak nitelendirilen eserler sanatçının edebî zevkinin biçimlenmesinde
önemli rol oynarlar. Klasikler ve zemin metin kavramlarına sanatçının eseri besleyen
başka eserler maddesinde değinilmişti. Bu eserler eseri beslemekle kalmayıp yazarı da
beslerler. Sanatçının edebî zevkinin oluşmasında sadece okuduğu kitaplar etkili değildir.
Sosyolojik eleştiri ya da psikolojik eleştiri yöntemleriyle de onun edebî zevkinin
gelişmesine katkıda bulunan etkenler araştırılabilir. Sanatçının yetiştiği çevre, takıldığı
mekânlar, içinde bulunduğu kültürel ortam, aldığı eğitim hatta cinsiyeti bile edebî
zevkinin oluşmasında etkili olabilir. Neticede edebî zevk de üslûbun bir parçası sayılır.
Bu yüzden de ayırıcı bir vasıftır. Fakat aynı eseri eserleri okuyan, aynı kültürel ortamı
paylaşan kişilerin edebî zevkleri birbiriyle uyuşmayabilir. Bunun nedenini sanatçının
yaratılışında aramak gerekir.
Edebî zevk, aynı zamanda, dil zevki demektir. Aynı konuyu anlatan tonlarca eser
arasından bir seçme işleminin yapılması bunun göstergesidir. Edebî zevki yüksek olan
sanatçıların yaratmaları da sıkıntılır. Böyle sanaçılar estetiği çok önemserler. Bu yüzden
84
kendi yazdıklarını bile kolay kolay beğenmezler. Türk edebiyatında bunun en tipik
örneği Yahya Kemal’dir. Her sanatçı edebî zevk konusunda aynı tavrı göstermeyebilir.
Bazı sanatçılar edebî zevk denildiği zaman eserin estetik değerini anlarken, kimileri o
eserin toplumsallığını, kimileri de eserin ve yazarın psikolojisini esas alırlar. Böyle
farklı görüşler içinde genel kabul eserin estetiğinin edebî zevk olarak benimsenmesidir.
Edebî zevkin diğer boyutu da sanatçının kendi eserlerine ait edebî zevkidir. Edebiyat
tarihçisinin esas inceleme alanı da burasıdır. Sanatçının eselerinden hareketle onun
edebî zevkini tespit etmeye çalışır. Eserleri hakkında bir değerlendirmede bulunur.
Edebiyat tarihçisi böyle bir değerlendirmeyi, hangi kritere veya kriterlere göre
yapacağını önceden belirlemelidir. Sanatçının herhangi bir eserinden yola çıkılarak
edebî zevk hakkında genellemede bulunmak edebiyat tarihçisini yanıltır. Bu yüzden
sanatçının edebî zevkini belirleyebilmek için onun bütün eserleri değerlendirilmelidir.
Aynı türdeki eserlerinin yanısıra farklı türde yazdığı eserler de dikkate alınmalıdır.
Fakat türler arasındaki edebî zevk anlayışı farklı olabileceği için türlerin ayrı ayrı
değerlendirilmesinde fayda vardır. Her tür için edebî zevki belirleyen ölçütler iyice
tespit edildikten sonra bu işleme geçilmelidir. Şiir için kelime seçimi, ritim unsurları
vb.,. roman ve hikâye için ise tasvir, söz- eylem aktarımı gibi unsurlar sanatçının edebî
zevkini yansıtırlar. Edebiyat tarihçisi sanatçının edebî zevkini tespite çalışırken
sanatçının niyetini de dikkate almalıdır, çünkü sanatçının bu konudaki her tercihi belli
bir niyetin ürünüdür.
1.2.5 Müstear İsimler
Müstear isim Türk edebiyatında önemli bir gelenektir. Gelenek olarak nitelenmesinin
sebebi yeni değil Türk edebiyatının çok eski dönemlerinden beri kullanılıyor
olmasındandır.
En geniş anlamı ile yazar olarak değerlendireceğimiz şairlerin,
âşıkların ve kalem erbabı diğer kişilerin eserlerinde, kendi isimlerini
farklı gerekçelerle de olsa saklayıp yerine değişik adlar aldığı
sembolik kelimelere mahlas (Arapça“hulus” tan, isim), müsteâr isim
(Arapça “ariyet”ten sıfat), takma ad veya tapşırma denir. Şemsettin
85
Sami sözlüğünde bu kelime için “muvakkaten kullanılmak üzere
alınmış” olan karşılığını verir. Bu sembolik isimler kullanıldığı dönem
ve edebi türe göre farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Eğer kullanıcı
halk edebiyatı ürünü olan şiirlerinde bu sembolik kelimeleri
kullanmışsa buna mahlas ya da tapşırma diğer türlerde ise müsteâr ya
da takma ad olarak anılmıştır. Bu sembolik isimlerin nam-ı müsteâr
tamlamasıyla da karşılandığı olmuştur. Bu sembolik kelimeler
Almanca’da dectname, Fransızca’da pseudonyme, İngilizce’de
pseuddonym sözleri ile karşılanmıştır. Müzikte de bir makamın adının
da müsteâr olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Mahlas veya
müsteâr isim kullanmanın önemli sebepleri vardır. (Yıldırım 2009: 31)
Müstear isimler sanatçının dublörü olarak düşünülüdüğünde onun kullanılma
nedenlerinin en önemlisi de ortaya çıkmış olur. Bazı sanatçılar devlet baskısı yüzünden,
bazıları gerçek isimlerine gölge düşürmemek için, bazıları geçim kaygısıyla ( Peyami
Safa’nın Sever Bedii takma adıyla yazdığı eserler buna bir örnek teşkil eder), bazıları da
düşman kazanmamak için bu yolu tercih etmişlerdir. Müstear isim, takma ad ve mahlas
gibi kavramlar da birbirine çok yakındır. Bunlar arsında bazı nüanslar bulunmakla
birlikte ortaya çıkış sebeplerinin ortak olmalarından dolayı hepsi aynı başlık altında
toplanabilir. “Takma ad, iğreti ad, müsteâr, mahlas ve tapşırma ne adla anılırsa anılsın yazarın
gerçek kimliğini gizleme ihtiyacından doğmuş sembolik isimdir.” (Yıldırım 2009: 18). Türk
edebiyatında takma adlar o kadar çoktur ki bunların zaman zaman birbirine
karıştırıldığına da tanık olunmaktadır. Bu konuda Mustafa İsen şunları söylemektedir:
Mahlas meselesi, Divan edebiyatının pek çok başka konusu gibi henüz
ele alınıp irdelenmemiş problemlerinden biridir. Mahlaslar şairin
mizacını ve psikolojik konumunu ele veren son derece önemli
ipuçlarıdır. Latifi, Ahmet Rumi adlı bir şairden söz ederken bunun
bazen ‘Ahmet’ bazen de ‘Rumi’ tahallüs ettiğini ve Ahmet Paşa’dan
epeyce önce yaşadığını söyledikten sonra şöyle bir latife nakleder :
Devrin şiirseverlerinden Ahmet Paşa’ya bir gün, ikiniz de aynı
mahlası kullanıyorsunuz. Bu durumda şiirlerinizin karışma ihtimali ya
da şiirlerinizin ona isnad edilmesi söz konusu olmaz mı diye sormuş.
Şiirine sonsuz güven içinde olan Ahmet Paşa, bu soruya şöyle cevap
vermiş: “Benim şiirimi ona isnad etmeleri gam değil, yeter ki onun
saçmalıklarını bana mal etmesinler.” Aynı takma adı kullanan
sanatçıların eserlerinin birbirlerine karışmaması için araştırmacıların
titiz davranmaları gerekmektedir. Ortak takma adların kullanımı her
zaman araştırmacıları zorlayan, ilgisini çeken ve çözüm aradıkları bir
sorun olmuştur. Bu sorunu çözmenin akla ilk gelen metodu ortak
takma adlı şairlerin metinlerinin karşılaştırılmasıdır. Bu metod sorunu
çözmek için yeterli değildir. Ancak belirttiğimiz gibi uygulanacak ilk
yöntemdir. Bu durumda ortak takma ad sorunu çözülememişse farklı
86
araştırma teknikleri ile bu sorun çözülmeye çalışılabilir (Yıldırım
2009: 49).
Edebiyat tarihçisi bu konuda dikkatli olmalıdır. Eğer aynı müstear isimle yazmış iki
farklı sanatçıyı aynı sanatçı gibi gösterirse komik duruma düşmekten kurtulamayacağı
gibi güvenilirliğine de gölge düşürmüş olacaktır. Edebiyat tarihçisinin dikkat etmesi
gereken noktalardan birisi de her sanatçının sadece bir değil birden fazla müstear ismi
olabileceğidir. Aziz Nesin’in yaklaşık 200’ü aşkın müstear isim kullandığı
bilinmektedir. Bundan başka Necip Fazıl, Münir Süleyman Çapanoğlu ve Nazım
Hikmet de çok sayıda müstear isim kullanmıştır.
Müstear isim konusunda günümüz edebiyat tarihçilerine yardımcı olabilcek iki eserden
söz edilebilir. Biri Tahsin Yıldırım’ın hazırlayıp Selis Yayınları’nın yayınladığı
‘Edebiyatımızda Müstear İsimler’ (2006) adlı sözlük, diğeri Edebiyat Otağı
Yayınları’nın yayınladığı, Nurullah Çetin’in ‘Takma İsimler Sözlüğü’(2006) dür.
1.3 Devir Açısından
Dünyanın çevresinde meridyenler ve paraleller olmadığı halde ellerimizdeki dünya
haritalarında her zaman sanki gerçekten varmışlar gibi karşımıza çıkarlar. Bunu sebebi
dünyayı coğrafi anlamda parçalara bölerek bölgeler arası farklılığı ortaya koymak,
ölçümlerin sağlıklı ve güvenilir yapılmasını sağlamaktır. Edebiyat tarihlerine
baktığımızda benzer bir durumla karşılaşmaktayız. Sadece bizim edebiyatımızda değil
diğer milletilerin edebiyatlarında da bu durumla karşılaşmaktayız. Ortaçağ edebiyatı,
rönesasn edebiyatı gibi dönemlere ayrılan Avrupa edebiyatının yanısıra bizim
edebiyatımız da Tanzimat, Servet-i Fünün… gibi dönemlere ayrılmıştır. Dönemlere
ayırmada belirleyici bazı vasıflar vardır: dil, edebiyat anlayışı, edebî akımlar gibi. Fakat
daha önce de edebiyat tarihine bakışta perspektivizmden söz edilmişti. Yani edebiyat
tarihine bakışta bir süreklilik gözetmekten söz ediliyor. Farklı kompartımanlar, fakat
birbirine bağlı, en başta bu kompartımanları çeken bir lokomotifin varlığını
gerektirimektedir. Bu da dönemler ne kadar farklı da olsa ortak olan noktalardır. Bu
ortak noktalar ne kadar çoksa bu lokomotifin hızı o kadar çoktur. Ayrıca edebiyat
87
tarihindeki bu dönemler birbirinden kesin hatlarla ayrılmasalar da aralarında onları ayrı
kılacak kadar farklar bulunmaktadır. Bu farklılık onların birbirinden tamamen bağımsız
dönemler olduğu anlamına da gelmez.
Edebiyat tarihlerinde dönemlere ayırmanın kendi içerisindeki edebî anlayış farkının
yanında araştırmacı için de araştırmanın sınırlarını belirleme ve diğer dönemle
karşılaştırma yapabilmesi bakımından bazı avantajları vardır. Ama denildiği gibi bu
dönemlerin kendi içinde bir süreklilik olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Her ne kadar
edebiyatı dönemlere ayrımada genellikle sosyal ve siyasi olaylar etkili de olsa ve bir
milletin politik ve siyasi alanda geçirdiği değişikliklere göre ele alınsa, dönemlerin
belirlenmesi işi siyasi ve sosyal tarih uzmanlarına bırakılsa da bizim hareket noktamız
edebiyatın edebiyat olarak gelişmesini incelemek ve edebi dönemleri tamamen edebi
ölçülere göre belirlemek olmalıdır. ( A. Warren R. Wellek, 1983). Ali Nihad Tarlan da
bu görüşe yakın olarak edebiyat tarihinin sadece “edebiyatın tarihi” (1981: 21) olacağını
söylemekte ve tarihle edebiyat arasındaki ilişkiyi şu şekilde ifade etmektedir: “Tarih,
muayyen hadiseleri zaman çerçevesi içinde mütalaa etmek olduğuna göre, edebiyat tarihi de
“edebî hadiseler”in zaman çerçevesi içinde mütalaası demektir” (1981: 21). Bu bakımdan
baktığımızda belki de Türk edebiyatında yeni bir dönemlendirme onun anlaşılması ve
devamlılığını ortaya koymak bakımından daha faydalı olabilir. Dünya edebiyatında
bunun örnekleriyle karşılaşmaktayız. Fransız edebiyatında Rönesans, klasik, romantik
ve gerçekçi dönem adlandırmaları tamamem edebî ve fikri akımlara göre
adlandırılmıştır. Keza Rus edebiyatında da aynı şeyleri görmekteyiz. İngiltere’de durum
biraz farklıdır.
Eski İngiliz edebiyat tarihlerine bakacak olursak onların ya birtakım
sayılarla bölümlere ayrıldığını ya da bazı politik olaylara veya İngiliz
krallarının saltanat sürelerine göre düzenlendiğini görürüz… daha son
zamanlarda yazılmış İngiliz edebiyat tarihlerine bakacak olursak
yüzyıllara veya kralların saltanatlarına göre dönemlere ayırma
sisteminin tamamen ortadan kalktığını ve bunun yerine dönemlerin
insan düşünce hayatının çeşitli faaliyetlerine göre isimlendirildiğini
görürüz. Dönemlerin “Elizebethan” ve “Victorian” gibi saltanat
isimlerine göre belirlenmesi usulu hâlâ devam ediyorsa da, bunlar
memleketin fikir tarihinde yeni bir mana kazanmışlardır… bu iki
kraliçe devirlerinin karakterlerini temsil etmektedir.” ( A. Warren R.
Wellek, 1983: 364).
88
Mina Urgan İngiliz Edebiyatı Tarihi adlı eserinin sunuşunda İngiliz edebiyatını on
döneme ayırırken dönem adlandırmalarının da gerekçelerini belirtmektedir. Bu dönem
adlandırmalarına bakıldığında egemen gücün yani iktidarın etkisi açıkça kendisini
hissettirmektedir (1986).
Bazı araştırmacılar ise dönemler kavramına, dolayısıyla edebiyatı dönemlere ayırmaya
karşı çıkmaktadır. Bunun sebebi Bergson’cu felsefeye dayanmaktadır. Özellikle
“Historie de la littérature (= Edebiyat Tarihi) adlı eserinde, Thibaudet, tarihi belli dilimlere
bölmek yerine, iyi bir Bergson’cu olarak, edebiyatımızın devamlı hareketini, süresini, sürekli
gelişimini, kısaca edebiyatımızın yaşamını göstermek istemiştir.” (Carlauı- Fıllox, 1985: 77).
Edebiyat tarihçiliğinde devir sadece dönemleri adlandırma ile sınırlı değildir. Devir
kavramı da kendi içerisinde bazı alt başlıklara ayrılabilir. Bu bölümün devamında bu alt
başlıklar incelenecektir.
1.3.1 Siyasi Ortam/ Siyasi Boğumlanmalar
Edebiyat tarihinin amaçları kısmında da değinildiği gibi çoğu araştırmacı edebî eseri bir
belge olarak görmekte ve sosyolojik bir araştırma nesnesi olarak metne yanaşmaktadır.
Böyle bir yaklaşımda “edebi eserler, bütün düşünce ve sanat ürünleri gibi, toplumun hayatıyla
ilgili olduğu ve ulusal kültürün izlerini taşıdığı için, hem sanat eseri hem de yazıldıkları zamanı
canlandıran birer belge olarak ele alınır.” (Levend, 1984: 3). Sadece eser değil yazar da aynı
yaklaşımla ele alınır. “Yaratıcılar da, yaşadıkları çağın koşulları ve yetiştikleri çevrenin
özellikleri göz önünde tutularak incelenir.” (Levend, 1984: 3). Böyle bir yaklaşımın temel
amacı bir kültür tarihi ortaya koymaktır.
Siyasi ortamın edebiyata etkisini kırılma noktalarında daha iyi görebiliriz. Bizde
Tanzimat Fermanı’nın ilanı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyetin ilanı ve darbelere
baktığımızda edebiyattaki aksülamelini net bir şekilde görebiliriz. Tanpınar, “Modern
Türk edebiyatı bir medeniyet kriziyle başlar.” (Tanpınar, 1977: 101) derken de bunu
kastediyor bir bakıma. Bu krizin etkileri bizim edebiyatımızda da görülür. Basit bir
89
örnek olarak Tanzimattan önce başlayan batılılaşma maceramız ve yanlış batılılaşma
birçok romanımıza konu edilmiştir. R.M. Ekrem’in “Araba Sevdası” ve Peyami
Safa’nın “Fatih Harbiye” romanları yanlış batılılaşma ve medeniyet krizinin
edebiyatımızdaki yansımalarını teşkil eder. Devamında ise bu görüşünü devam ettiren
Tanpınar, “bugünkü Türk edebiyatında mevcut cereyanları inceleyebilmek için birkaç büyük
realite üzerinde durmak ve bilhassa bu edebiyatın, bir medeniyet değişmesinin neticesi
olduğunu gözönünde tutmak gerekir.”( 1977: 101) diyerek siyasal boğumlanmaların
önemine dikkati çeker.
Daha önce de değinildiği gibi edebiyat tarihi aslında bir milletin geçirdiği bütün
değişimlerin edebiyatın aynasında ortaya çıkan görünüşleridir. Bir süreklilik arzeder.
Siyasi boğumlanlamaları sadece Tanzimatla da sınırlayamayız. Türk edebiyatındaki
dönemlere ve dönem adlandırmalarına baktığımızda Türk siyasi-askeri tarihi hakkında
da bir ön fikir sahibi olabiliriz. Osmanlı’dan başlayarak Lale devri, Tanzimat, Servet-i
Fünun, Fecr-i Ati, Milli Edebiyat, Cumhuriyet Dönemi edebiyatı, Garip akımı, İkinci
Yeni… bu adlandırmaların hepsi sosyolojik ve siyasi bir olayın neticesidir. Özellikle
Türkiye’de 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri romanlara oldukça konu olmuştur.
Orhan Kemal’in “Vukuat Var”, Attila İlhan’ın “Kurtlar Sofrası”, Aziz Nesin’in
“Zübük”ü
27
Mayıs;
Tarık
Buğra’nın
“Gençliğim
Eyvah”ı,
Oğuz
Atay’ın
“Tutunamayanlar”ında ise 12 Mart eleştirilerine rastlamak mümkündür (Türkeş, 2004:
434). Bu örnekler de gösteriyor ki bir eserin içeriğinin anlaşılmasında politik ve
ideolojik formasyon önemlidir. Bu örneklerden hareketle “bir sanat eserini sadece bir
doktrinin açıklanışı olarak görmemiz ve daha da kötüsü onun bazı kısımlarını seçerek
okuyucuya sunmamız eserin kendine has özelliklerini anlamamızı engeller; böyle bir inceleme
eserin yapısındaki bütünlüğün bozulmasına ve onun değeri hakkında, sanatla ilgisi olmayan
ölçütlere dayanarak bir karara varılmasına yol açar.” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 149).
Dikkati sadece başlığa yöneltmek bizi sanki boğumlanmalar sadece dönem
adlandırmalarına etki etmiş zehabına kaptırabilir. Fakat bu boğumlanmalar ya da krizler
esas olarak dönemin edebiyat zevkine ve anlayışına etki etmiş bu etki neticesinde ise
dönem içeriğine uygun bir adla anılmıştır.
90
Edebiyat tarihçisi de bir eseri değerlendirirken eserin içeriğini daha iyi anlayabilmek
adına aynı anda birden fazla okuma yapmak durumundadır. Birden fazla okumayla
kastedilen bir eseri okurken –özellikle roman için geçerli- aynı anda tarihsel, psikoljik
ve sosyolojik okuma yapabilmelidir araştırmacı.
1.3.2 Ekonomik Ortam
Ekonomik ortam iki başlık altında incelenebilir. Birincisi sanatçının içinde bulunduğu
ekonomik ortam ikincisi ise sanatçının içinde yaşadığı toplumun ekonomik ortamı.
Ekonomik ortamla sanatçının eserleri arasında bir bağ bulunduğu şüphesiz bir gerçektir.
Sanatçının içnde bulunduğu bu ekonomik sıkıntı ürettiği eserlerin konusunu da teşkil
etmiştir bazen. Nobel ödüllü yazar Kunt Hamsun “Açlık” adlı romanında kalemiyle
geçinen bir yazarın karşılaştığı zorluklar
çektiği sıkıntılar ve bu olumsuzluklar
karşısında onurundan ve ahlaki değerlerinden taviz vermemesini anlatmıştır (2005).
Sanatçının içinde bulunduğu ekonomik durum onun eserlerinin niteliğine ve niceliğine
etki de etmektedir. Bu konuda birçok örnek verilebilir.
Rus edebiyatının büyük romancılarından Dostoyevski’nin kumara olan tutkusu
biyografisi incelendiğinde ortaya çıkmaktadır. Dostoyevski kumar borcunu ödemek için
kısa sürede roman yazmak zorunda kalmıştır. Türk edebiyatında da bunun örnekleri
çoktur. Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Kemal Tahir gibi yazarlar “geçinmek için ya yan
işler yaptılar ya da zaten yazarlık dışında başka işleri vardı; yazarlığı bir gece mesleği gibi
yaptılar.” (İleri, 2004: 26).
Yaklaşık beş yüz civarında ve değişik türlerde eser veren Peyami Safa da geçim sıkıntısı
çekmiş bir sanatçıdır. “Cingöz Recai” adlı polisiye seriyi “Server Bedi” imzasıyla
yayınlamak durumunda kalmıştır. Bunun dışında bugün de okunan önemli eserler
yazmış birisidir. Fakat bu iki tür eser arasındaki fark vardır. Birisi sadece geçinmek için
yazılmış edebî değeri düşük nitelikte eserlerken ikinci kategoride sayılabilecek eserler
edebî ve fikrî değeri olan eserlerdir.
91
Bu örnekleri daha çoğaltmakla birlikte edebiyat tarihçisi için aslolan sanatçının içinde
bulunduğu bu ekonomik durumun onun yaratıcılığını ne yönde etkilediğidir. Ekonomik
sıkıntı her sanatçıyı olumsuz yönde etkileyemeyebilir. Hatta toplumda sanatçının
üretebilmesi için başta ekonomik sıkıntı içinde olmak üzere çile çeken, sıkıntı çeken
birisi olması gerktiğine dair bir kanıdan da sözedilebilir. Bunun tersi de söylenebilir.
Eğer sanatçı ekonomik anlamda sıkıntı çekmezse kendini daha iyi yetiştirip daha
nitelikli eserler bırakacaktır gibi.
Sanatçının üretimi ile ilgili olan bu araştırma daha çok sanatçıya yönelik bir eleştirinin
sınırları içerisine girmektedir. Ancak ondan sonra o şartlarda üretilen eserin
değerlendirilmesine geçilmelidir.
Ekonomiyle ilgili diğer bir başlık olarak sayılan madde ise sanatçının yaşadığı toplumun
ekonomik durumudur. Sanatçı bundan direkt olmasa bile dolaylı yollardan etkilenebilir.
Bu etki genellike kitap satışında kendisini gösterir. Gelir seviyesi düşük insanların
okuma oranlarının düşmesi veya okuyacakları kitap sayısındaki düşüş sanatçının
üretimini de etkileyebilir. Özellikle kalemiyle geçinmek zorunda kalan bir yazar için bu
durum daha da vahimdir. Eserleri satmadığında üretkenliği bu durumdan direkt bir
şekilde etkilenecektir. Bu madde de edebiyat tarihçisini toplum merkezli eleştiriye
yöneltir. Yani sanatçının üretkenliğini ve eserlerinin niteliğini bu bakımdan inceleme
konusu yapabilir. Fakat burada şunu belirtmek gerekir ki sanatçının üretimiyle ilgli olan
bu şartların hiçbiri tek başına etkili değildir. Bir sanatçının üretimini sadece bu
nedenlere bağlamak edebiyat tarihçisini yanıltır. Bu yüzden araştırmacı bunların
yanında sanatçının psikolojisi, tarihi ve toplumsal şartlar gibi birden çok faktörü göz
önüne almak durumundadır
1.3.3 Kültürel Ortam
Edebiyat tarihlerine bakıldığında sadece eser ve yazar incelemesinin ve tanıtımıın
dışında devrin siyasi, ekonomik ve özellikle kültürel ortamının da anlatıldığı
görülmektedir. Bunun sebebi edebiyat tarhihçiliği anlayışında gizlenmektedir. Edebiyat
92
tarihi medeniyet tarihinin önemli bir şubesi olduğu için eserler ve yazarlar kadar
eserlerin ortaya çıktığı zemini, yazarların ortamlarını da anlatarak bir çeşit kültür
tarihçiliği yapmaktadırlar. Kültürel ortam da eseri ve yazarı etkileyen en önemli
unsurlardan biri olduğu için edebiyat tarihçiliğinin önemli bir konusudur.
Her dönemin kültürel ortamı farklı olmakla birlikte aynı dönem içinde farklı kültürel
gruplar da ortaya çıkabilmektedir. Bunun için farklı kültürel ortamlarda yaşayanların ve
bu ortamların zevk aldıkları eserlerin de birini diğerine tercih etmeden değerlendirilmesi
edebiyat tarihinin kapsayıcılığı ve güvenirliği açısından önem arz etmektedir. Her
dönemin kültür ortamı farklı olmakla birlikte aynı dönem içinde farklı kültürler de bir
arada bulunabilir. Çok uluslu devletler için geçerli olan bu durum farklı etnik yapıları
barındıran devletler için de geçerlidir. Kültürel ortam genellikle sanatçı ve eser tanımına
geçilmeden öncelikle verilmektedir. Doğru olan da budur. Çünkü okuyucuların
sanatçıyı ve eserlerini değerlendirirken bu şartları gözönüne alarak değerlendirmesi
meseleye daha bütüncül bakmalarını sağlayacaktır.
Kültürel ortamın oluşumu da edebiyat tarihçisi için önemlidir. Genellikle sosyolojik,
siyasî ve ekonomik şartlar kültürel ortamın oluşumunu etkiler. Bundan önceki
bölümlerde de görüldüğü gibi eser dışı çalışmalarda bu üç unsur birbirinden ayrı
düşünülememektedir. Kültürel ortamı oluşturan insanlardır. Aynı zamanda bu kültürel
ortamdan etkilenenler de gene insanlardır. Kültürel ortam sanatçının kişiliği üzerinde
etkili olduğu gibi onun eserleri üzerinde de etkilidir. Sanatçıyı ve eserlerini ve
eserlerinin ortaya çıkışını doğru tespit etmeyen bir edebiyat tarihçisi kültürel ortamın
oluşumu ve kültürel ortamlar hakkında ayrıntılı bir çalışma yapmalıdır.
1.3.4 Edebiyat Topluluğu/ Toplaşma/ Grup
Her dönemde bazı sanatçıların başta edebiyat olmak üzere bazı sahalarda görüş
birliklerine vardıkları görülmektedir. Özellikle edebiyat alanında ortak fikre sahip
sanatçıların biraraya gelerek oluşturdukları gruba edebiyat topluluğu denmektedir.
93
Edebiyat topluluğunun oluşumunda üç önemli faktör rol oynamaktadır: 1. Tarihi ve
sosyal olaylar, 2. Siyasal akımlar, 3. Süreli yayınlar (Emiroğlu, 2003). Edebiyat tarihçisi
sanatçının hangi edebiyat topluluğuna ait ya da hangi edebiyat topluluğunu belirtmekle
kalmamalı, sanatçının bunu tercih etmesinin nedenlerini de araştırmalıdır.
Sanatçının içinde bulunduğu edebî grup ya da topluluk sanatçının sanat ve edebiyat
hakkındaki
düşüncesi
hakkında
edebiyat
ipuçları
vermektedir.
Mesela Türk
edebiyatında Beş Hececiler olarak bilinen şairlerin oluşturduğu grubun temsilcilerinden
olan Faruk Nafiz Çamlıbel’den hareket eden edebiyat tarihçisi grubun diğer temsilcileri
arasındaki ortak noktalara ulaşabilir. Bu ortak noktalar genellikle edebiyat alanına ait
olmakla birlikte herhangi bir grubun içerisindeki sanatçıların kendilerine ait
husussiyetleri olduğu da unutulmamalıdır. Ortak noktalar genellikle edebiyatla ilgili
temel konulardadır. Sadece edebiyat değil edebiyatla ilgili olarak sosyal ve kültürel
konular da bu birlikteliğin içerisindedir. Fakat sanatçıların edebî eseri yaratma
aşamasına gelindiğinde aynı grubun içerisindeki sanatçıların birbirilerinden farklı
özellikler gösterdiği görülmektedir. Bu yüzden edebiyat tarihçisi gruptan hareketle
verdiği genel yargılarda dikkatli olmalı, kesin yargılarda bulunmaktan kaçınmalıdır.
Edebiyat topluluklarının özelliklerinden birisi de çoğunlukla birbirlerine tepki olarak
ortaya çıkmış olmalıdır. Bu yüzden bir süreklilik ve gelenek zinciri oluştururlar. Bu
durumda edebiyat tarihçisinin sadece bir grubu değerlendirmesi onun havada kalmasına
sebep olacaktır. Bu yüzden o topluluğun oluşumunu hazırlayan şartlar başta olmak
üzere ondan önceki grubun dil ve edebiyat hakkındaki görüşleri de belirtilmelidir.
Edebiyat tarihi bir edebiyat topluluğunu açıklarken aynı zamanda o dönemin ve
toplumun sosyal ve kültürel şartlarını da açıklamış olur.
Bir edebiyatın içerisindeki edebiyat topluluklarının çok olması bir arayışın
göstergesidir. Aynı zamanda da dil ve edebiyat anlayışı bakımından bir çeşitlilik ve
zenginlik gösterisidir. Edebiyat tarihçisi bu zenginliği kucaklayacak bilgi donanımına
da sahip olmalıdır. Bir ülkenin edebiyatının anlaşılması için o ülkedeki edebî
oluşumların iyi analiz edilmesi gerekir.
94
Her sanatçının belli bir edebiyat topluluğuna ait ya da belli bir grubun edebî görüşünü
benimsemiş olduğunu düşünerek bütün sanatçıları kategorize etmek de yanlıştır. Bazı
sanatçılar yaşadıkları dönemde belli edebiyat toplulukları olmasına rağmen bunlardan
hiçbirisine girmemiş olabilir. Türk edebiyatında da bağımsız olarak nitelendirilen böyle
sanatçılar vardır. Mehmet Emin Yurdakul ve Hüseyin Rahmi Gürpınar Servet-i Fünun
dönemindeki; Mehmet Akif ve Yahya Kemal gibi sanatçılar da millî edebiyat
dönemindeki bağımsız sanatçılar olarak adlandırılır. Edebiyat tarihçisi bir dönemdeki
edebiyat topluluğunu ya da topluluklarını araştırıp dönem hakkında yargılarda
bulunurken bağımsız sanatçıları unutmamalıdır. Dönemin bağımsız sanatçılarından
yoksun bir şekilde verilen döneme ait bilgiler eksik kalacaktır.
1.3.5 Muhit
Edebî oluşumun içeriği oldukça zengindir. Edebî oluşuma bakış belirli bir türü, belirli
bir grubu, belirli bir bölgeyi ya da belirli bir dönemi kapsayabilir. Böyle bir edebiyat
tarihi sadece lokal çalışmalar olarak düşünüldüğünde faydalıdır. Fakat genel bir ebiyat
tarihi iddiasında olup da yerelle sınırlı kalan ya da yerele ağırlık veren çalışmalar eksik
kalırlar ve edebiyat tarihinin yazılma amacını gerçekleştiremezler. Aynı dönem içinde
aynı ülkede belirli bir bölgede farklı bir dil ve edebiyat anlayışı olabilir. Mutlaka buna
da değinmek zorundadır. Bu değini olmaktan çıkıp edebiyat tarihi içerisinde esas teşkil
ederse sorun olur. Yoksa milli edebiyatın oluşumuna katkıları açısından böyle bir
oluşum incelenmeye değerdir. Aynı durum dil anlayışında da geçerlidir:
Ortaçağda Latince en önemli edebi dil olduğuna ve Avrupa’da çok
sıkı bir kültür birliği kurulduğuna göre, bir lehçeye aşırı ilgi
göstermek, özellikle ortaçağ edebiyatı incelemeleri için zararlıdır.
Latince ve Anglo-Normanca yazılmış çok sayıda eseri ihmal eden,
İngiltere’de ortaçağa ait bir edebiyat tarihi, İngiltere’nin edebi
durumunu ve genel kültürünü yanlış aksettirir.” (A. Warren R.
Wellek, 1983: 51).
95
Bu durum sadece İngiltere ölçeğinde değil bütün ülkeler için aynı gerçekliği içerir.
Çünkü cüze eğilmek bir anlamda küllün ihmal edilmesine zemin hazırlar. Oysa edebiyat
tarihi cüzden ziyade külle ulaşmayı hedefler.
Muhitle ilgili olarak söylenecek şeylerden biri de yazarın birikimiyle de sıkı bir ilişkisi
olan edebiyat çevresinin bir arada bulunduğu mekânlardır. Türk edebiyatında bu
mekânlar bolluğuyla dikkati çekerler. Sultanahmet, Divanyolu, Beyazıt ve Şehzadebaşı
kahveleri kültürün nefes alıp verdiği ve beslendiği mekânlar olmuşlardır. Bu gibi
ortamlarda sadece edebiyatçılar bulunmayıp, onların öğrencileri ve edebiyata meraklı
kimseler de onların etrafında toplanmaktadır. Bu mekânların en önemlilerinden birisi
belki de en önemlisi Küllük kahvesidir. Birçok ünlü edebiyat ve kültür adamını burada
bulmak mümkündür. Tarık Buğra,
Yahya Kemal’i, Fuat Köprülü’yü, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Ali
Nihad Tarlan’ı, Mükrimin Halil’i, Rıfkı Melûl Meriç’i, Nurullah
Ataç’ı, Yavuz Abadan’ı, Neyzen Tevfik’i ve daha nicelerini Küllük’te
tanımıştır. Çoğuyla sohbet, bazılarıyla, mesela Nurullah Ataç ve
Yavuz Abadan’la briç arkadaşı olmuş, bazılarıyla da sabahlayarak
Bayezid Camii müezzinlerinden Hafız Kerim’in dilkeşhâveran
makamından okuduğu salâları ve ezanları dinlemiş, kısacası,
Küllük’te beslenmiştir.
Tarık Buğra’ya göre, Küllük, üniversitenin tamamlayıcısı, hatta
başlıbaşına bir üniversitedir. Gönül rahatlığıyla “Külülk’ten
mezunum!” diyenler bile vardır (Ayvazoğlu, 2009: 11).
Bu yüzden edebiyat tarihinde bu gibi yerler anlatılmadan, bunların edebiyat tarihinde ne
gibi rolleri olduğuna değinmeyen bir edebiyat tarihi muhit bakımından eksik olacaktır.
Edebiyat tarihçisi sanatçı hakkında biyografik çalışma yaparken onun beslendiği bu gibi
mekânları da unutmamalıdır.
96
1.4 Zaman Açısından
1.4.1 Zihniyet Değişimi/ Tercümeler/ Adapteler
Edebiyat tarihlerine bakıldığında –edebiyat tarihleri öncelikle millî olma özelliklerini
taşımasından da hareketle- edebî anlayışlarında zaman içerisinde bazı değişiklikler
ortaya çıkmaktadır. Bu değişikliklerin nedeni de medeniyet tarihinin önemli bir şubesi
sayılan edebiyat tarihi araştırmacısı için değinilmesi ve açıklanılması gereken bir
durumdur. Zihniyetteki bu değişme sanat alanında olabileceği gibi sosyal, kültürel,
ekonomik, askerî bir alanda da olup edebiyatı etkileyebilir. Ya da herhangi bir sanat
alanında başlayıp sonra edebiyatı ve diğer sanatları etkilemiş olabilir. Bunun tam tersi
de doğrudur. Yani edebiyatta başlayan bir yenilik diğer disiplinleri ya da toplum
hayatını etkileyebilir. Her milletin hayatında böyle kırılma anları vardır. Bu kırılma
anları milletin duygu ve düşünce dünyasını da etkiler. Bu kırılma anları sadece millî
şahsiyeti ya da edebiyatı etkiler diye de düşünülmemelidir. Tüm dünya milletlerini
etkileyen önemli olaylar vardır. Bu etkiler neticesinde insanların sasyal hayatından
ekonomisine düşünce tarzlarına kadar her şey değişmiştir. Bu olaylar dünya için de bir
kırılma noktasıdır. Tarihçilikte bir çağı bitirip başka bir çağı başlatan olaylar bunlara
örnek verilebilir.
Edebiyat tarihçisi için aslolan tüm bu zihiniyet değişimi ve buna sebep olan olayların
sanat eseri ve sanatçılar üzerindeki etkileridir. Bir edebiyat tarihçisinin postmodern
olarak adlandırılan bir edebiyatı ve böyle bir yapıtı anlamlandırması için postmodern
edebiyatı oluşturan şartları iyi tespit etmek durumundadır. 1. ve 2. Dünya savaşının
sonuçlarını, insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerini ve modernizme karşı olan inancın
zayıflamasından bîhaber olan edebiyat tarihçisi neden sonuç ilişkisi kuramayacağı gibi
esere tam olarak nüfûz edemez.
Sadece postmodernizm olarak değil edebiyattaki
değişikler özellikle tarihi yöntem uygulandığında mutlaka bir nedene dayanmaktadır.
Hiçbir değişiklik durduk yere ve birden bire ortaya çıkmamıştır. Bir süreci
kapsamaktadır. Edebiyat tarihçisi edebî oluşumları açıklamak için bu süreci iyi analiz
etmelidir.
97
Zihniyet değişimleri belirli sosyal olaylar neticesinde olabileceği gibi tercümeler
yoluyla da olabilir. Metinlerarasılık ve karşılaştırmalı edebiyatın ilgilendiği tercüme
eserler ve bunların milletlerin edebiyatlarındaki etkileri konusunda eebiyat tarihçisi
hangi eserlerin tercüme edildiğini, ne zaman tercüme edildiğini, hangi türde eserlerin
tercüme edildiğini ve bunların edebiyatı nasıl etkilediği gibi çalışmaların farkında
olmalı bunun için de özellikle karşılaştırmalı edebiyatın yöntemlerini kullanmalıdır.
Sanatçı, besleneceği kaynak konusunda herhangi bir sınır tanımaz. Ayrıca tercüme
edilen eserler edebî sahaya ait olmayabilir. Böyle olmakla birlikte bu edebiyatı
etkilemez demek de değildir. Edebî bir eser olmasa da özellikle sosyoloji, psikoloji,
felsefe hatta fen bilimlerine dair çeviriler de edebî anlayışa etki etmektedir. Diğer
disiplinler de işin içine girince edebiyat tarihçisisinin bunları da bilmesi gerekmektedir.
Bu durumda edebiyat tarihçisinin eserin tercümesini değil de orijinalini görüp okuması
ona bu konuda daha yardımcı olacaktır. Daha önce de değinildiği gibi bir sanatçı birçok
ülkenin edebiyatlarından etkilenmiş olabilir. Edebiyat tarihçisi sadece kendi edebiyatına
değil diğer milletlerin edebiyatı hakkında da bilgi sahibi olması gerekmektedir.
Edebiyat tarihçisini ilgilendiren çevirinin niteliği değildir. Çevirinin edebî olup
olmaması daha çok eleştirmenlerin ilgi alanına girer. Edebiyat tarihçisi daha çok
tercüme ile değişen edebiyat anlayışı ve etkileri üzerinde durmalıdır.
Türk edebiyatına bakıldığında Tanzimat’ın ilanıyla birlikte edebiyata giren yeni türlerin
oluşmasında ve gelişmesinde tercümenin büyük etkisi görülür. Türk edebî hayatında
önemli kırılma noktalarından birisi de tercüme faaliyetidir. Adeta onu modern dünyaya
ve edebiyata bağlayan bir can damarı gibidir. Hatta neredeyse tercüme sayesinde gelişen
bir edebiyat denilebilir. Tanzimat’ın ilanından sonra kurulan Tercüme Odası Türk fikir
hayatına olduğu kadar edebî hayatına da etki etmiştir. İlk önce diğer devletlerle olan
ilişkilerden doğan ihtiyacı karşılamak için kurulan Tercüme Odası;
1839’dan sonra burası âdeta bir mektep haline gelmiştir. Tanzimat
devrinde Âli, Fuad ve Safvet paşaları yetiştiren bu oda, sade yeni
yetişenlere ecnebî dili öğretmekle kalmaz. Yavaş yavaş yeni bir dünya
görüşünün, yeni bir siyasi idealin geliştiği çok ileri bir muhit olur.
Abdülaziz devrinde hızlanan fikir hayatının başında bu kalemin büyük
hissesi vardır.
98
Garplılaşma fikrinin, siyasî mücadele fikriyle beraber yürümesi ve
yeninin bütün düşünce ve sanat hayatını sarması, nisbeten sade dil ve
düzgün nesir endişesinin ön safta yer alması gibi vâkılar, bu kalemde
kendiliğinden teşekkül eden muhitin tabiî eserleridir. Mustafa Refik,
Nâmık Kemal, Edhem Pertev Paşa, Sadullah Paşa gibi Abdülmecid
zamanının son senelerinde yetişen gençler, Said Beyin “Bâbıâli’nin
muhalefet fırkası” adını verdiği bu muhitte şahsiyetlerini idrak ederler
(Tanpınar, 1997: 143).
Tercüme faaliyeti Tanzimat’la birlikte durmamaış adeta millî bir mesele haline de
getirilerek. Cumhuriyetten sonra da devam ettirilmiştir. Dönemin Milli Eğitim bakanı
Hasan Âli Yücel tercüme konusunda şunları söylemektedir:
Bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde daha doğrusu
kendi idrakinde tekrar etmesi, zekâ ve anlama kudretini o eserler
nispetinde arttırması, canlandırması ve yeniden yaratmasıdır. İşte,
tercüme faaliyetini, biz, ehemmiyetli ve medeniyet dâvamız için
müessir bellemekteyiz. Zekâsının her cephesini bu türlü eserlerin her
türlüsüne tevcih edebilmiş milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası
olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat, bütün kütlenin
ruhuna kadar işleyen ve sinen bir tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve
cemiyet ittisali, zamanda ve mekânda bütün hudutları delip aşacak bir
sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi milletin kütüphanesi bu
yönden zenginse o millet, edebiyat âleminde daha yüksek bir idrak
seviyesinde demektir. Bu itibarla tercüme hareketini dikkatli bir
surette idare etmek, Türk irfanının en önemli bir cephesini
kuvvetlendirmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir
(2006: I).
Edebiyat tarihçisi de Tanzimat nesli ve ondan sonra gelen nesli anlamak için bu
tercüme faaliyetlerine bigâne kalmamalıdır. Zira tercüme sadece eserin çevrilmesiyle
nihayet bulmaz. Başta tercüme eden olmak üzere onu okuyanlarca yeniden üretilerek
yeni fikirlere kapı açar. Tercüme faaliyetinin etkileri sadece fikir boyutuyla da sınırlı
kalmaz. Dünya görüşü ve kültür bakımından kattığı zenginliğin yanısıra “dilin anlatım
imkânlarını zorlamasıyla da yeni ufuklar açar.” (Aytaç, 1995: 20).
1.4.2 Fikir Hareketleri ve Edebi Akımlar
Edebî eseri yaşanılan dünyadan soyutlayamayız. Bir insan faaliyeti olarak düşünsel
akımlardan,
sosyolojik
dalgalanmalardan,
99
ekonomik
ve
askeri
olaylardan
etkilenmektedirler. Bu yüzden edebiyat tarihi çalışmalarında eserle birlikte eserin
muhteva ve biçimine etki eden bu unsurlar da belirtilmelidir. Fakat bunun nasıl
belirtileceği araştırmacının tercihine ve kifayetine kalmıştır. Eserden bağımsız olarak bu
düşünsel hareketler, edebî akımlar… verilirse o zaman eser de bu akımlar da havada
kalabilir. En tutarlı yol bu akımların ortaya çıkış sebepleri ile bunların uyandırdıkları
etkiyi ve eserlere yanısımasını birlikte vermektir.
Bizde ise özellikle Tanzimattan sonra edebî akımların izlerini görmek mümkündür.
Gerçi Tanzimat dönemi bizde başlı başına bütün hareketlerin düşünsel, edebî, siyasî
başlangıcı olarak kabul edilmiş ve edebiyatı olduğu gibi birçok alanı da etkilemiştir.
Sadece milli edebiyat sınırları içinde değil dünya edebiyatı için düşündüğümüzde de
birçok felsefi ve edebî akım edebî eserlerin oluşumunu ve sanatçıları etkilemiştir.
Tanzimattan sonra ortaya çıkan batı etkisindeki edebiyatımıza baktığımızda birçok
edebî akımın etkisini eserlerde görmekteyiz. Romantizm, realizm, sürrealizm,
parnasizm… gibi akımlardan etkilenen sanatçılar eserlerinde bunlara ait hususiyetleri
kullanmışlar hatta bazı sanatçılarımız bizzat o akımın edebiyatımızdaki temsilcisi
sayılmıştır. Ahmet Haşim çok fazla bilenen bir örnek olarak karşımıza çıkar.
Edebiyatımızda sembolizmin temsilcisi sayılan Ahmet Haşim’ın “Göl Saatleri” adlı şiir
kitabının şu şiir-mukaddimedeki şu mısraları da bizzat bunu söylemektedir:
Seyreyledim eşkâl- i hayatı
Ben havz -ı hayâlin sularında
Bir aks -i mülevvendir anunçün
Arzın bana ahcâr u nebatı (Haşim, 2005:125)
Çok bilindiği için verilen bu örneği daha da çoğaltabiliriz. Örnekte de görüldüğü gibi
edebî akımlar sanatçının eserlerinde yansımasını bulurlar. Fakat burada bir örnekten
yola çıkılarak genel bir değerlendirme araştırmacıyı yanıltabilir. Böyle bir araştırmanın
bütün eserleri kapsayıcı nitelikte olması gerekir. Edebiyat tarihi araştırmacısının bunu
ve benzer edebî akımların temsilcilerini veya eserde bu akımlara ait özellikleri tespit
edebilmesi için bu akımlardan haberdar olması o akımların özelliklerini iyi bilmesi
gerekir. Ayrıca bunları bilmek başka bir şey bu özellikleri eserde tespit edebilmek ayrı
100
bir şeydir. Her sanatçı örnekte de belirtildiği gibi sanat düşüncesi açık bir şekilde belli
etmeyebilir. Eserin içinde bunların izlerini bulmak araştırmacının maharetine kalmıştır.
Bir sanatçının bu edebî akımlardan bile isteye istifade ettiğini söylemek de güçtür. Zira
sanatçı kendi his ve düşünceleriyle hareket etmiş, edebî akım kendisinden sonra ortaya
çıkmış da olabilir. Bu da bize kronolojinin önemini göstermektedir. Çünkü eser her
zaman kuramdan önce gelmektedir. Özellikle de edebî eleştiri ve kuramları belirleyen
eserlerdir.
Edebî akımlardan başka bir de sanatçının yaşadığı dönemde ortaya çıkan ya da
kendisinden önce ortaya çıkıp da etkisini ve geçerliliğini koruyan fikir akımlarından da
etkilenmiş olabilir. Bu daha çok sanatçının alt kimlikleriyle ilgili,
onun bir aydın
olmasından kaynaklanan bir durum olmasına rağmen eserinde de bunun etkileri
görülebilir. Bu fikir akımları edebî akımlar gibi her zaman evrensel boyutlarda olmaz.
Materyalist, spiritüalist, rasyonalist akım ve varoluşçuluk gibi dünyayı etkileyen büyük
fikir akımlarının yanında milli ölçekte kalmış olan fikir akımları da vardır. Özellikle
Osmanlının son döneminde ortaya çıkmış olan Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi
akımlar o döneme damgasını vurmuş fikir akımlarıdır. Sanatçı da bu dünyada yaşayan
biri olarak bu fikir akımlarından etkilenir. Bu fikir akımlarıyla düşünsel boyutlarıyla
ilgileneceği gibi sanatında da bunları işleyebilir. Sanat boyutunda fikir akımları şekilden
ziyade eserin tematik boyutuyla ilgilidir.
Fikir akımları içinde felsefi akımlar önemli bir yer tutar. Özellikle edebiyat ve felsefe
ilişkisi incelendiğinde bu açıkça görülebilir. “Çoğu zaman bir şairin belirli bir felsefi akıma
bağlılığı veya bir zamanlar revaçta olan felsefi teorilere inandığı veya hiç değilse onların
dayandığı genel görüşleri bildiği şiirlerinde ya açıkça belirtilir ya da mısralarından bu anlamlar
çıkartılır.” ( A. Warren R. Wellek, 1983: 149).
Türk edebiyatında düşünce akımlarının izlerini görmek daha mümkündür. Özellikle
siyasi boğumlanma olarak adlandırılan Tanzimat, Kurtuluş savaşı, Cumhuriyetin ilanı
gibi dönemlerde fikir akımları eserlerde kendilerine bolca yer bulmuştur. “Ziya
Gökalp’ın ‘Türkçülüğün Esasları’ adlı kitabında Cumhuriyet’in ilanından sonra yeni bir terkip
şeklinde verdiği bu ideolojiler, Medeniyetçilik, İslamcılık ve Türkçülük cereyanlarıdır. Her biri
cemiyetin ayrı bir realitesini karşılayan bu ideolojilerin etrafındaki mücadele, belki de modern
101
Türk edebiyatının asıl tarihini yapar.” (Tanpınar, 1977: 101). Ziya Gökalp’in eseri tamamen
fikri sahaya ait bir eser olmasına rağmen Türk edebiyatındaki fikri unsurları ihtiva eder.
Sanat sahasında ise özellikle Ömer Seyfettin’in “Başını Vermeyen Şehit”, “Primo Türk
Çocuğu” gibi hikâyelerinde o dönemde önem kazanan Türkçülük düşüncesinin izlerini
görebilirz. Zaten Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının çıkardıkları “Genç Kalemler” adlı
dergiye ve “Yeni Lisan” adlı bildiriye bakılırsa edebiyat düşüncelerinin Türklük üzerine
yoğunlaştığı görülür.
Fikir akımları sadece desteklenme boyutunda değil muhalafet boyutuyla da karşımıza
çıkabilir. Muhalefet fikir dolayısıyla daha çok mevcut siyasal güce yöneliktir:
Sanatçının dünya görüşüyle siyasal iktidarın dünya görüşü birbiriyle
uyuşmadığı ve çeliştiği zaman ya da iktidarın koyduğu yasa ve
buyruklar benimsenmediğinde sanatçıyla siyasal iktidar arasında
çatışmalar çıkmaya başlar. Bu durumda her iki güç, kendilerine özgü
yöntemlerle birbirleriyle çekişir. Sanatçı, sanatın kural ve yöntemleri
içinde siyasal iktidarı eleştirmeye ( Karaca, 2004: 202).
başlar ki bu her zaman sanatın sınırları içerisinde olmayabilir. Türk edebiyatında belki
de fikir akımlarının en fazla muhalefet boyutu ön plana çıkmıştır. Bu ise batılılaşma ile
değil divan edebiyatından itibaren Türk edebiyatının doğasında bulunan bir özelliktir.
Hiciv türü altında anılabilcek bu tür karagöz Hacivat oyunlarından tutun da Divan
edebiyatında Nefi ile devam eden Tanzimat’tan sonra Ziya Paşa, Tevfik Fikret ile yakın
dönemde Aziz Nesin’e kadar gelen bir hiciv geleneği mevcuttur. Bizim için aslolan
hiciv değil fikirlerin nasıl sunulduğudur.
Bunların dışında ideoloji olarak adlandırdığımız düşünceler ideolojik edebiyat olarak da
adlandırılır. Bu ideolojik hareketler sadece siyasi boğumlanma dönemlerine has da
değildir. Günümüzde de bazı sanatçılar bu tavrı devam ettirmektedirler. Özellikle Türk
edebiyatında ideolojik olarak adlandırılabilecek eserlerin ve sanatçıların çokluğu
ideolojinin Türk edebiyatındaki önemini göstermektedir. İdeolojik edebiyatın diğer bir
adı da “güdümlü edebiyattır”. Aziz Nesin, “ Genç Şair ve Yazarlara Yanıtım” başlıklı
yazısında solcu yazarların güdümlülüğü konusunda şunları söyler:
102
Örgütsüz bile olsa bir solcu yazar, yine de kendi kendini güdümler. Bu
kendikendine güdümün iki ölçütü vardır:
1. Yazılıp açıklanacak doğrunun Türk halkına yararı var mıdır? Bu ölçüt
çok önemlidir. Çünkü gerek dünya güçler dengesi, gerek egemen
sınıfa karşı uygulanmakta olan savaşın stratejisi- hattâ taktiği bilegerek işçi sınıfının gerektiğinde destek olacağı ve yardım göreceği
güçlerin iyi hesaplanması gerekir ve bu hesaplar her doğrunun yazılıp
açıklanmasını sınırlar.
2. Yazılıp açıklanacak doğrunun, sağcıların, egemen sınıfın daha çok
işine yarayacağı durumlarda, yine her doğru yazılıp açıklanmaz.
Bu sözler, karşımızda sanatını belli bir siyasal görüşün hizmetine adamış, edebiyatı
sınırlı, koşullu bir “doğru”yla görevlendirmiş angaje (güdümlü) bir yazar bulunuduğunu
gösterir (Aytaç, 1990: 49).
Yakın dönemde ilk akla gelen isimler Necip Fazıl ve Nazım Hikmet iki farklı kutbun
temsilcileri olarak görülmüşlerdir. Dikkat edilmesi gereken nokta ise sanatçıların
hepsinin böyle algılanmaması gerekir ve sanatçının elbette siyaset ve fikir akımlarına ait
düşünceleri vardır fakat bütün sanatçılar fikirlerinin bayraktarlığını yapmamışlardır.
Yani bazı sanatçılar sanatı ön plana alarak fikri onun içine yedirmişler bazılar ise sanatı
fikirlerini yaymak için bir araç olarak kullanmıştır.
1.4.3 Nesil
Neslin teşekkülü zamanla ilgilidir. Sözlükte “Nesil: 1. Aynı çağda yaşayan ve yaşları
birbirinin aynı veya birbirine yakın olan kimselerin tümü; kuşak. 2. Soy zincirinde derece,
kuşak…”(Çağbayır 2007: 3526)
Fakat söz konusu edebiyat ve edebiyat tarihi olunca
zikredilen tanımların dışına çıkmak ihtiyacı duyuluyor. Nesil sadece yaş birlikteliği
değil aynı zamanda fikir birlikteliğidir de edebiyat tarihinde. Aynı tarihlerde yaşamayı
da aynı fikri paylaşan kişilerin de aynı nesilden sayılmadığını belirtmek gerekir.
Demek ki ‘edebiyat kuşağı’(nesil) sayılarla ilintili bir şey değildir ve
ancak sosyal yansıların ve bilincin getirdiği nitelik değişikliği taşıyan
sanat anlayış ve yaratışları ile tanımlanabilecek bir şeydir. Başka bir
103
deyişle, biyolojik zamanla değil, sosyal zamanla ilintilidir (Hilav,
2008: 197).
Buna rağmen zamanın nesillerin oluşumundaki rolü inkâr edilemez. Çünkü mevcut
zaman içinde yaşayan insanlar pek çok şeyi paylaşırlar:
Aynı içtimaî, siyasî ve iktisadî şartlar altında yaşayan, aynı çeşit
terbiye ve müesseselerinde yetişen, aynı endişe ve meselelerle meşgul
olan ve aşağı yukarı aynı yaşta bulunan insan toplulukları arasında
müşterek bir ruhun teşekkül etmesi gayet tabiî bir hadisedir. (Kaplan,
2006: 13)
Bir neslin yetişmesi için belirli bir süreye ihtiyaç duyulur. Tabii her nesil bu zaman
içerisinde kendi zevkini ve beğenisini de kazanır. Bu kazanım kendi içinde olabileceği
gibi neslin kendisinin dışından gelen eğitim, ortam gibi çevrelerden de kaynaklanır.
“Aynı içtimaî, siyasî ve iktisadî şartlar altında yaşayan, aynı çeşit terbiye müesseselerinde
yetişen, aynı endişe ve meselelerle meşgul olan ve aşağı yukarı aynı yaşta bulunan insan
toplulukları arasında müşterek bir ruhun teşekkül etmesi gayet tabiî bir hadisedir.” (Kaplan
2006: 13) Burada her neslin beğenisi farklıdır gibi bir yanlış yargıya kapılmamalıyız.
Böyle bir düşünce edebiyatta geleneği sıfırlar. Her neslin kendisine ait beğenileri
olmakla birlikte geleneğin devamını da sağladıkları yönleri vardır. Hatta bazı nesiller
kendi geleneklerini oluşturarak kendilerinden sonrakilere bu zevki miras bırakır.
Türk edebiyatı tarihine baktığımızda hatta sadece edebiyatta değil siyasal ve kültürel
hayatta bile daima yeni gelen oluşumun ilk örneği geçmişi reddetmek olmuştur. Türk
edebiyatı adeta reddetmek üzerine kurulmuş bir sistemdir. Durum böyle olunca da
kültürel ve edebî süreklilik akamete uğramaktadır. Böylece bir neslin devamı, dikkat
edelim buradaki nesil zamansal olmaktan ziyade edebî zevk ve anlayışla ilgilidir, kesilip
yeni bir zevke göre teşekkül edilmiş bir nesil ortaya çıkmaktadır. Türk tarihine
baktığımızda yıkılan bir sürü devlet ve bunların peşine kurulan devletler böyle bir
sürekliliğin sağlanmasını engellemiştir. Bugün ilk diyebileceğimiz eser nedir? Ya da bu
soruyu şöyle sorabiliriz. Türk edebiyatının zemin metinleri hangisidir? İşte bu soruya
verilecek cevabın çokluğu edebî nesil devamının önemini ve bizdeki durumu ortaya
koymaktadır.
104
Edebî neslin oluşumu sadece bir devletin yıkılıp yeni bir devletin kurulmasına bağlı
değildir. Bu oldukça uzun bir zamanı kapsar. Oysa edebî anlamda yeni bir neslin
oluşumu bazen çok kısa bir sürede de olabilir. On yıllarda bile başka nesil oluşabilir.
Cunhuriyetten sonra özellikle askeri darbeler sonucunda yeni edebiyat nesillerinin
oluşumundan söz edilebilir. Sadece milli oluşumlar değil tüm dünyayı etkileyen
durumlar da böyle nesiller meydana çıkarabilir. Buhar makinesinin kullanımı ile
başlayan teknolojik gelişme sonucunda modernizm dünyayı kasıp kavururken 1. ve 2.
Dünya savaşı sonucunda modernizmin sonuçlarını gören insanoğlu postmodernizm
olarak adlandırılan bir anlayışı benimseyerek siyasetten edebiyata kadar bu görüş
doğrultusunda eserler meydana getirmişlerdir. Bu durum sadece Türk edebiyatında değil
bütün dünya edebiyatlarında yansımasını bulmuştur.
Bir devri anlamak, o devrin özelliklerinin yansımalarını tam anlayabilmek için,
“mutlaka nesli toptan gözönünde bulundurmak lazım gelir.” (Kaplan, 2006: 13). Türk
edebiyatında Divan edebiyatından sonra Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile yeni bir
edebiyat, yeni bir nesil teşekkül etmiştir. Bu yeni neslin oluşumu sadece Tanzimat’ın
ilanına bağlanamaz kuşkusuz.
Burada zaman meselesinden de bahsetmemiz icap eder. Tanzimattan
sonra Avrupalı şiir, roman, hikâye, tiyatro, tenkit ve deneme, hattâ
eski vak’anüvislerimiz içinde hakikaten lezzetli ve büyük muharrirler
bulunmasına rağmen, tarih gibi nevilerle yeniden başlayan bu
edebiyat, bu nevilerin tercüme ve telif Türkçede ilk görüldükleri
andan itibaren (1859-1861) ancak yüz senelik vâkıadır. Bu kısa
modern Türk edebiyatında kendisine mahsus, tesirleri devamlı bir
şekilde takip edilmesi mümkün olabilecek tam bir gelenek yaratmaya
yetişmeyeceği âşikardır. Garp medeniyetinin yirmi beş asırlık
miraslarına ve gittikçe ve birdenbire hızlanan bir edebî çalışmanın
mahsûllerine birdenbire açılan Türk edebiyatında, nesillerin dışarıdan
getirdikleri şeylerle ayrıldıkları hissini verirler. Her edebiyatta tabiî
olan filiation’u bu yüz sene içinde ancak yukarda bahsettiğimiz büyük
memleket meseleleri etrafında takip mümkündür, demek hatalı olmaz.
Kaldı ki, dildeki değişiklikler çok defa en yakın nesilleri biribirine
kapamıştır (Tanpınar, 1977: 103).
Görüldüğü gibi hiçbir neslin oluşumu sadece tek bir nedenle açıklanabilecek kadar
basit değildir. Arkasında sosyolojik, siyasi, kültürel, ekonomik bir sürü faktör vardır.
Edebiyat tarihçisi bu bakımdan aynı zamanda bu faktörlerin de peşine düşmeli ve
bunları tespit etmelidir. Çünkü bu etkenler sadece edebiyatı değil bir toplumu her
105
yönüyle etkileyen önemli durumlardır. Ayrıca Tanpınar’ın son cümlede sözünü ettiği
dildeki değişiklik de bizim edebiyatımızda nesil farkının doğmasında önemli bir
unsurdur. Özellikle latin harflerinin kabulünden sonra yeni nesil kendisini bir önceki
nesle adeta kapatmıştır. Mehmet Kaplan, “Nesillerin Ruhu” adlı kitabının aynı adı
taşıyan girişinde Tanzimat ve Cumhuriyet nesilleri arasındaki nesillerin oluşumuna ve
oluşumundaki başat rollere dikkati çekmektedir. Böylece hem edebî hem de sosyokültürel açıdan bir gelişim ve değişim çizgisi görünür kılınmaktadır.
Türk edebiyatı nesil bakımından oldukça zenginlik gösterir. Özellikle Batılılaşma
maceramızla başlayan bu nesiller -Tanzimat, Servet-i Fünün, Fecr-i âti, Milli Edebiyat,
Cumhuriyet dönemi …- arasında edebiyat anlayışı ve zevki bakımından büyük farklar
vardır. Bu nesiller bazen uzun dönemler içerisinde oluşmuştur bazen de özellikle
Cumhuriyetin ilanından sonra ortaya çıkan daha çok “edebi akım” adı altında
toplayabileceğimiz Garip, Mavi, Hareket, 2. Yeni gibi akımlar da aralarında fazla bir
zaman farkı olmadan daha çok birbirlerine tepki neticesinde ortaya çıkmış ve de askeri
darbelerin bunda önemli etkileri olmuştur.
Bir edebiyatta bu kadar neslin olmasını bir avantaj mı yoksa dezavantaj olarak mı
değerlendirmek gerek? Belki bir çeşitlilik katması bakımından zenginlik unsuru olarak
kabul edilebilir. Dikkatten kaçmaması gereken nokta ise bu nesillerin birbirine kapalı
mı yoksa açık mı olduğudur. Eğer birbirine açıksa bir kompartıman oluşturacak ve bir
edebiyat geleneği meydana getirecektir.
Görüldüğü gibi edebî nesil meselesi zaman ve anlayışla ilgili bir durumdur. Sadece milli
bir olgu değil evrensel boyutları da vardır. Edebiyat tarihçisi bu noktada ele aldığı
sanatçının nesil içerisindeki yerini belirlemekle kalmayıp böyle bir neslin teşekkülünde
rol oynayan unsurları da tespit ederek bunların izini sürecektir.
106
1.5 Okur/ Eleştiri Açısından
1.5.1 Okurların İlgisi
Sanat eseri tek başına hiçbir anlam ihtiva etmez. Ancak okurla buluştuğunda bir anlam
kazanır.
Her yazın yapıtının ortağıdır okur. Bir yazın yapıtı da okurda yaşar
ancak. Artık yazmayan bir yazarı da yalnız okurdur yaşatan.
Sayfalarına okur gözünün değmediği bir yapıt, kâğıttan, mürekkepten,
kartondan başka bir şey değildir. Yazın yapıtlarının kendi başlarına
birer yaşamları yoktur. Ancak, okurca yaşandıklarında, okurların
belleğinde, kafasında yaşam kazanırlar (Göktürk, 2006: 16).
Yazar, eser, okur ve toplum ilişkisini Berna Moran şu şekilde denklemlendirmiştir.
Edebiyat tarihçisi de bu denklemden hareketle okuyucuyu yok saymamalıdır.
Şekil: 5
SANATÇI
(Moran 2007: 10)
ESER
OKUR
TOPLUM
Sanat eserinde kastedilen özellikle roman ve hikâye türleridir ki sanatçı bazı anlam
boşlukları bırakır. Bunları doldurmak okuyucunun görevidir. Bu görev neticesinde de
gelişen iki eleştiri kuramıyla karşılaşılır. Bunlardan biri “İzleminci eleştiri”dir
İzlenimci eleştiri kurallara uymadığı ve eser hakkında herkesçe geçerli
yargılar verilemeyeceği kanısında olduğu için eserin nitelikleri yapısı
üzerinde durmaz. Onlarca eser hakkında söylenen şeylerin doğru ya da
yanlış olması söz konusu edilemez. Nasıl edilsin ki güzellik bir zevk
meselesidir ve zevkler değişir. Eleştirici eserden zevk alıp almadığına
bakar ve yapabileceği tek şey de eserin kendisinde uyandırdığı
107
duyguları, yaşantıları anlatmaktır. Bundan ötürü eleştirici her şeyden
güzelliğe karşı duyarlı olmalı, güzelin heyecanına varabilmelidir.
Yoksa birtakım kurallara göre eseri ölçmek, ondan sonra “başarılı”,
başarısız”, ya da “yararlı”, “zararlı” gibi yargılar savurmak hiçbir işe
yaramaz. Eleştirici eser hakkında değil, kendisi hakkında birşeyler
söylediğine göre yazısının değeri, eser hakkındaki görüşlerin
doğruluğundan gelmez, kendi sanat değerinden gelir (Moran, 2007:
266).
Okur merkezli eleştiride ise anlam boşluklarını doldurmak okura bırakılmış ve okur
metin içine çekilmiştir. Eserin değeri hakkında bilgi vermiyorsa bu eleştiri yazılarını
neden okuruz ya da neden ilgi çekerler? Eleştiride aranılan kriterleri taşıdığından değil
ancak
biyografik,
sosyolojik
ya
da
psikolojik
okumaya
açık
olmalarından
kaynaklanmaktadır.
Sanat eserinin değerini belirlemede okurların ilgisi bir ölçüt olarak kullanılabilir mi?
sorusu bizi açık uçlu cevaplara götürür. Sanat eserine ilgi gösteren kitleden hareketle o
sanat eserinin içeriği, biçimi hakkında bilgi edinilebileceği gibi değeri hakkında da
kısmen de olsa bilgi edinilebir. Eser genellikle medyada yer alıyorsa -ki bunda reklamın
da katkısı büyüktür-, çok satanlar listesinde ise genellikle popüler olarak nitelendirilen
eserler sınıfına dâhildir. Akademik çevre tarafından takip ediliyorsa bu onun estetik
değerinin daha fazla olduğuna işaret eder.
Okurların ilgisi okurların ilgi ve ihtiyaçlarına göre de çeşitlenebilmektedir. Bu ilgi ve
ihtiyaçlar da yaşa, cinsiyete, ekonomik ve sosyokültürel duruma, eğitime vb gibi
durumlara bağlı olarak değişir. Okurların metin karşısındaki tutumları da farklı olabilir.
“Kimi okuyucu ‘metinde beni doğrulayan düşünce ve duygular var mı?’ diye okurken, kimi
okuyucu ‘farklı bir şey söylemiş mi?’ (Uçan, 2004: 328) diyerek okur. Günümüzde önemi
gittikçe artmaya başlayan, üzerine araştırma kitapları da yazılmaya başlanan “çocuk
edebiyatı” denilen alanı belirleyen sadece bu edebiyatın neye göreliği değil aynı
zamanda bu edebiyata ilgi gösteren insanların yaş seviyesidir. Bu alanla ilgilenenler de
bunu dikkate alarak eserlerini bu okuyucu kitlesine göre biçimlendirirler.
Eserin satış rakamları da bize okurların ilgisini gösterir. Bahsedilen durumlar sadece
edebiyat istatistiği ile tespit edilecek durumlardır. Eserin değeri hakkındaki bilgiyi
108
ancak bilimsel bir eleştiri incelemesi verebiliceği için okurun ilgisi bu konuda sadece
yol gösterici olabilir. Ama bu yol gösterici araştırmacıyı yanıltabilir de. Okurun ilgisi
sadece bir tespit olarak kalmalıdır. Okurun ilgisi zamanla da ilgilidir. Kendi zamanında
ilgi görmeyen bir eser daha sonraki zamanlarda okurdan oldukça fazla ilgi görmüş
olabilir. Bu eserin anlaşılması için sosyal, siyasi vb. ortamların yeni yeni oluştuğunu
gösterebileceği gibi okurun beğenisinin değiştiğini ve arttığını da gösterebilir. Aynı
durumun tersi de söylenebilir.
Neticede edebiyat tarihçisi için esere gösterilen okurun ilgisi tek boyutlu değildir.
Birden fazla boyutu olan bu durum için bütün seçeneklerin göz önünde bulundurulması
ve eseri değerlendirmede tek kriter olarak seçilmemesi gerekir. Ancak eserin ne kadar
ilgi gördüğü ve bu ilginin nedenleri üzerine bir araştırma konusu olabilir.
1.5.2 Eleştirmenlerin İlgisi
Bir esere çeşitli kitleler tarafından ilgi gösterilebilir. Belirli bir meslek grubu, belirli bir
yaş grubu, okuyucular ya da eleştirmenler vb. Eleştirmenin eser karşısındaki tavrından
diğer bölümlerde bahsedilmişti, fakat burada eleştirmenin eser karşısındaki tavrından
ziyade eleştirmenlerin esere karşı gösterdikleri ilgiye değinilecektir. Eleştirmen, “bir
sanat eserini, sanatçısı hakkında hiçbirşey bilmeden, gökten düşmüş birşeymiş gibi, yalnız dış
yapısına, dış örgüsüne göre incelemelidir.” (Yetkin, 2007: 17). Esere böyle yaklaşan bir
eleştirmenin elinde bir de kriter (ölçüt) bulunmalıdır. Eseri neye göre değerlendiriğini,
hangi kriterlere göre eleştirdiğini belirtmelidir. Eleştiri gerek edebiyat tarihçiliğinde
gerekse edebiyat bilimin diğer alanlarında bir fonksiyonu yerine getirmektedir. Bunların
en bilineni eserin alaşılmasını sağlamak, onun karanlıkta kalmış yönlerini göstermek,
esere farklı bakış açılarından bakılmasını sağlamak gibi. Daha genel anlamıyla ise,
“eleştirinin görevi dünyada bilenen ve düşünülenlerin en iyisini bilmek ve devamında doğru ve
yeni fikirler cereyanı oluşturarak bu bilginin başkalarınca da paylaşılmasını sağlamaktır.”
(Arnold, 2002: 53). Bu paylaşım hem yazara hem de okura yöneliktir. Eleştiri anlayışının
109
böyle olduğu yerde de eleştirmenin vazifesi sadece hata bulmak da değildir. Her ne
kadar günümüzde böyle olumsuz bir anlam yüklense de ideal bir eleştirmen “bütün
‘mesai-i zekkâîyesi’ni edebî eserin ‘kıymet-i hakikîye ve mahiyet-ı ulvîyesini göstermeğe’ hasr
etmelidir. Münekkid sanat eserinde gizli olan güzelliği, ‘bütün anasır-ı ilmiyesini, bütün kudretı beyânını, nüfûz-ı nazarını, rıkkat-ı hiss u hayâlini’ esere yönelterek ortaya” (Tarakçı, 1986: 55)
koymalıdır. Edebiyat tarihçisi eser incelemesinde her ne kadar bir eleştirmen gibi olmak
zorunda da olsa edebiyat tarihi ve tarihçisi ile eleştiri ve eleştirmen arasında da bazı
farklar vardır:
Edebiyat tarihinin üzerinde durmakla kendisini mükellef kabul ettiği
eser günümüzün değil, şu veya bu zaman mesafesinden geçmişe ait
olan, geçmişte meydana gelmiş bulunandır. Edebiyat tenkidinde ise
eser daha çok günümüzünkidir. Eser eskiye gitse bile onu ele alışta
hareket noktası günümüzün değerleri ve zevkidir. (…) Edebiyat
tarihçisi kendisini, eserin meydana geldiği devrin, hitap ettiği ortamın
şartları içinde değerlendirmek, onu içinde doğduğu içtimaî ve tarihî
zemine göre düşünmek gibi bir yükümlülük altında hissediyor.
Edebiyat tenkitçisi ise, kendisini bu gibi mecburiyetlere bağlı
saymaksızın eserin sırf estetik formuna bakabiliyor, bir tarihî gerçeğe
uysun uymasın, olmasını istediği, görmeyi arzuladığı şekilde ona bir
yorum koyabiliyor. Onu mizacına, keyfine, eğilimine göre evirip
çevirirken, edebiyat tarihçisinin riayet etmeye çalıştığı şartlar onu
alâkadar etmiyor. Edebiyat tarihçisi, tenkitçiye nispetle daha disiplinli,
daha mecburiyetleri olan kimsedir (Akün, 1990: 13).
Sabit ve değişken olarak baktığımızda sabit olan eser olmasına karşın eleştirmenler ve
eleştiri kuramları değişkendir. Farklı eleştirmenler aynı esere farklı açılardan bakmış
olabilir. Neticede eser biri tarafından değerli bulunabileceği gibi diğeri tarafından
tamamen değersiz de bulunabilir. Edebî esere karşı birçok eleştiri yöntemi vardır.
Sanatçıya dönük, esere dönük, dış dünyaya ve topluma dönük, okur merkezli eleştiri
kuramları gibi. Bunların herbiri eserin farklı bir yönüne ışık tutmaktadır. Edebiyat
tarihçisi bunlardan hangisinin dikkate değer bulunması gerektiği konusunda titiz olmalı,
bu değerlendirmede kendi kriterlerini de gözardı etmemelidir. Sanat eseri çoğul
okumaya müsait bir yapıdadır. Yani bir sanat eseri estetik okuma, tarihsel okuma,
psikolojik okuma vb. yöntemleriyle okunabilir ve eleştirilebilir. Sanat eseri ne kadar çok
okumaya açıksa o kadar değerlidir. Bu değeri ortaya çıkaran ise eleştiri ve eleştirmendir.
Edebiyat tarihlerine baktığımızda da bu tür metinlerin ve yazarlarının ağırlıkta oldukları
görülür. O halde edebiyat tarihçileri eleştirmenlerin yargılarını önemserler hatta
110
önemsemeliler. Burada söz konusu edilen kriter ise eserin ne kadar çok eleştirmen
tarafından ele alındığı, ne kadar çok farklı eleştiri yöntemleriyle incelendiği ve
eleştirinin ne kadar zaman sürdüğüdür. Zaman ile kastedilen üzerlerinden yıllar da
yüzyıllar da geçse bazı eserlerin eleştirilmeye devam etmesidir. Bu da o eserin niteliği
hakkında bilgi vermektedir.
Esere gösterilen ilginin boyut ve niteliği edebiyat tarihçisine eser hakkında bir bilgi
vermekle birlikte edebiyat tarihçisi eserin değeri konusunda en çok eleştirmenin ilgisine
itibar eder. Çünkü ele aldığı eser hakkındaki bilgilerin kaynağını bir otoriteye
dayandırma zorunluluğu hisseder. Eleştirmenlerin değerlendirmeleri dikkate alınmadan
meydana getirilen bir edebiyat tarihi eser seçimi, edebiyat teorisi, sanatçı
değerlendirmesi yönünden eksik kalacaktır. O halde eleştirmenlerin eser(ler) hakkındaki
yargıları edebiyat tarihçisine eser seçiminde yol gösterici olacaktır.
Temsil sorunuyla da ilişkilendirilebilecek olan sorunlardan biri de esere dönük eleştiride
bazı eserlerin karanlıkta kalması meselesidir. Bu tür eserlerin neden karanlıkta kaldığı
günümüze kadar neden araştırılmadığı sorusunun estetik zevk başta olmak üzere
değişen fikirler, eleştiri anlayışları olmak üzere birçok nedeni olabilir. Kendi
zamanlarındaki eleştirmen ve okurlarca ilgi görmeyen bir eser daha sonraki devirlerde
hakettiği ilgiyi görebilir. Edebiyat tarihçisi eseri sadece kendi dönemindeki eleştirilere
değil daha sonraki dönemlerde o eser üzerine yapılan eleştirileri de dikkate almalıdır.
Selim İleri bir röportajında bu konudaki rahatsızlığını şöyle dile getirmektedir:
Edebiyat tarihlerimizin bir kısmını okuduğum vakit oradaki
haksızlıklar sinir sistemimi alt üst ettiğinden zorunlu olarak bazı
şeyleri yazdım. Meselâ Safiye Erol. Şimdi çok şükür yeniden basıldı.
O da birkaç kişinin çabasıyla oldu. Kubbealtı Neşriyat’ın yayımlaması
benim yıllardır süren ısrarım, Beşir Ayvazoğlu’nun, Murat Belge’nin
çabalarıyla oldu. Hâlbuki hiçbir edebiyat tarihinde Safiye Erol yok.
Oysa Tanpınar’la başabaş gidebilecek kadar felsefî boyutu olan bir
yazarla karşılaşıyoruz. Doğu-Batı meselesi üzerine çok ciddî tespitleri
ve teklifler olan bir yazar. Kısacası edebiyat tarihlerinde yazılanlara
çok fazla güvenmiyorum ben (İleri, 2004: 26).
Selim İleri’nin verdiği örnekte de eleştirinin ve eleştirmenlerin edebiyat tarihindeki
önemi ve edebiyat tarihine katkısı görülmektedir. Zamanında Safiye Erol’un edebiyat
111
tarihlerinde yer almaması eleştirmenlerin veya edebiyat tarihçilerinin gözünden kaçmış
veya herhangi bir sebeple yer verilmemiş olabilir. Fakat bundan sonraki edebiyat tarihi
çalışmalarında yer almaması o edebiyat tarihi için büyük bir eksiklik olacaktır. Selim
İleri, Beşir Ayvazoğlu ve Murat Belge’nin tam da konu başlığına uygun bir şekilde hem
okur hem de eleştirmen olarak Safiye Erol ve eserlerine gösterdikleri ilginin neticesinde
edebiyat dünyasında hakettiği yeri alacaktır.
1.5.3 Terminoloji
Terminoloji kavramı hem okuru hem de eleştirmenleri ilgilendiren bir kavramdır. Fakat
daha çok eleştirmenleri ilgilendiren, onların bilmesi gerekli olan kavramlardır. Bir
okurunun bilmesi gereken terminoloji ile eleştirmenin bilmesi gereken terminoloji aynı
değildir. Okur metni anlayabilmek için metnin yüzey yapısına ait terminolojiyi bilmekle
yükümlüdür. Mesela eserde geçen tıbbî bir olay anlatılıyorsa okur tıpla ilgili
terminolojiyi bilmek durumundadır. Veya resim, müzik vb. alanlara ait terminolojiyi
metnin konusuyla ilgili olarak bilmek zorundadır. Aksi halde metni anlayamayacaktır.
Ve gerekli anlam boşluklarını dolduramayacaktır. Nazen Bekiroğlu’nun “Lâ” ve Elif
Şafak’ın “Aşk” adlı romanlarını anlayabilmek için tasavvuf terminolojisi ile ilgili bir
birikim gerekmektedir.
Eleştirmeni ilgilendiren ve dolayısıyla edebiyat tarihçisini de ilgilendiren terminoloji ise
eserin yapı özellikleriyle ilgili olan terminolojidir. Edebiyat tarihçisinin ve eleştirmenin
eseri doğru değerlendirebilmesi için terminolojiye hâkim olması gerekmektedir. Bunun
için hazırlanan edebiyat terimleri adlarıyla yayınlanmış kitaplar da mevcuttur.
Terminolojiyi bilmek metni anlamanın yollarından birisidir. Mesela, “ileri/geri kırılma”
kavramını, terminolojisi bilmeyen bir eleştirmen metinde bunu nasıl tespit edecektir.
Anlaması için öncelikle bilmesi gerekmektedir. Eğer edebiyat tarihçisi terminolojiden
yoksunsa metni anlamada sıkıntı çekeceği gibi anlatmada da sıkıntı çekecektir.
Değerlendirmeleri
kişisel
değerlendirmeden,
beğeni
yansıtmasından
öteye
geçemeyecektir. Oysa bilimselliğin ölçütlerinden birisi de terminoloji bilgisidir. Hep
şikâyet edilen bir durum olan Türk edebiyatında eleştirinin olmayışının nedenlerinden
112
birisi de budur. Gürsel Aytaç üslup incelemesi bahsinde nasıl inceleme yapılması
gerektiğini anlatırken terminoloji yokluğunu şu şekilde belirtir:
Üslûp, edebiyat eserinin herşeyden önce bir dil ürünü olduğu
gerçeğinden yola çıkarak, bir yazarın eleştiri konusu eserinde dili nasıl
kullandığının, kesinlikle sorgulanmasıdır. Cümle türleri (yalın, bileşik,
isim cümlesi, fiil cümlesi) gibi söz sanatları (retorik figürler), sonra
üslûp düzeyi, eleştirmenin öncelikle üzerinde durduğu, daha doğrusu
durması gereken hususlardır. Yeri gelmişken belirtmek isterim ki
okuduğum eleştirilerde üslûba ilişkin yargılar gülünç derecede ilkel:
En çok “duru ve anlaşılır (ya da akıcı)” üslûp tespit ediliyor! (1995:
38).
Eserle ilgili terminoloji sadece eseri inceleme aşamasında değil eserin türü ve tür
özellikleriyle ilgili kavramları da içermektedir. Mesela divan şiirini incelemek isteyen
bir edebiyat tarihçisinin divan edebiyatının nazım şekillerini ve özelliklerini bilmesi
gerekir ki bu da türle ilgili bir terminolojidir.
Edebiyat
tarihçisinden
terminoloji
konusunda
beklenenlerden
birisi
de
yeni
terminolojiye açık olmasıdır. Yeni edebiyat akımları ve eleştiri yöntemleri çıktıkça
bunlara bağlı olarak yeni bir terminoloji de ortaya çıkar. Edebiyat tarihçisinin de bunları
bilme zorunluluğu vardır. Özellikle son elli yılda ortaya çıkan yeni gelişmeler edebiyat
dünyasına etki etmiş ve yeni eleştiri yöntemleri yeni akımlar ortaya çıkarmıştır. Bunlara
bigâne kalan bir edebiyat tarihçisinin incelemeleri değerlendirmeleri eksik kalacaktır.
Aynı zamanda metne bakış açısı kısır olacaktır. Oysa yeni çıkan akımlarla birlikte yeni
terminoloji metne çoğul bakış açıları kazandırarak edebî eseri zenginleştirmektedir.
113
2.
1.
BÖLÜM
TÜRK TECEDDÜT EDEBİYATI TARİHİNE KADAR
EDEBİYAT TARİHİ
Birinci bölümde Türkiye’deki edebiyat tarihçiliği çalışmalarından bahsedilmişti.
Edebiyat tarihi çalışmaları ve tecrübeleri bizim edebiyat geleneğimizde çok eskilere
dayanmakla beraber ilmî manada tam bir edebiyat tarihi niteliği göstermezler.
Tezkireler ve Hâl Tercümeleri gibi eserler sanatçıların eserlerinden seçmeler ve
sanatçının kısa bir biyografisine yer vermektedirler. Bu demek değildir ki bu eserler
önemsizdir. Günümüz anlayışındaki edebiyat tarihçiliğiyle kıyaslandığında iptidai
örnekler olarak nitelendirilebilir. Ayrıca adı edebiyat tarihi olmadan da edebiyat tarihi
niteliği taşıyan fakat daha çok bir antoloji olarak ele alınabilecek eserler mevcuttur.
Ziya Paşa’nın “Harabat”(1874), Ebuzziya Tevfik’in “Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye”
(1879)- 20 tane nesir üstadının biyografilerini vermiştir.-, Recaizâde Mahmut Ekrem’in
“Kudemadân Birkaç Şair” adlı eseri -12 şairin hayat ve eserlerini kronolojik sıra ile
vermiştir.-, Mehmet Celâl’in “Osmanlı Edebiyat Numuleri” (1893) adlı eserleri bu
kategoriye dâhil edilebilir.
İlk Türk edebiyatı tarihi olarak Abdülhalim Memduh’un
“Tarih-i Edebiyyât-ı
Osmâniye” adlı eseri kabul edilmesine rağmen Türk edebiyatı adını taşıyan İlk Türk
edebiyatı tarihi bir yabancı tarafından Venedik’te yazılmıştır:
Klasik edebiyatımız döneminde, şiire dayalı edebiyatımızın tarihçiliği
şuara tezkireleriyle yapılıyordu. Durağan bir toplum hayatı için
birbirinden çok farklı olmayan bu eserler, kendi alanında yeterli
kaynaklardı; çünkü şairleri unutulmaktan kurtarmak gibi bugün için
artık çok küçük görünen bir hedefe hizmet ediyorlardı. Fakat hem fert
hem kitle bazında ihtiyaçlarıyla, sıkıntılarıyla, çözüm öneri ve
yollarıyla, eğitim ve kalkınma tercihleriyle bütün yaşama şeklini,
hedeflerini yeniden düzenleyen medeniyet değişikliği; kültür hayatını,
ona bağlı olarak edebiyatı ve dolayısıyla edebiyat tarihi ihtiyacını da
farklı bir mecraya sürükledi. Bizde bu yeni ihtiyacı ilk fark eden Ziya
Paşa’dır. Hâlbuki ondan iki asır önce G. B. Donaldo bir Türk
Edebiyatı Tarihi ( Della letteratura dei Turchi, Venedik, 1688)
yazmıştı bile. Ne var ki aydınlarımızın ta II. Meşrutiyet yıllarına kadar
bu ve benzeri eserlerden haberi bile olmadığı için, Türkiye’deki
edebiyat tarihçiliğinde söz konusu eserlerin katkısından bahsetmek
imkânsızdır (Polat 2002: 1).
Bizde ise ilk defa Abdülhalim Memduh 1888’de “yani Donaldo’dan tam 200 yıl sonra,
ilk defa bu tür adını kitabının adına yerleştirerek Tarihi Edebiyat-ı Osmaniye’yi
yazmıştır. Üç bölümlük bu eserin baş tarafı Osmanlı sahası Türkçesi ve Dîvan şiirine ait
teknik ve çok yüzeysel bilgilerin verildiği “Bazı Mütâlâat” başlıklı kısımdır (Polat
2002: 5).
Bu kısa bilgiden sonra Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi’ne kadar gelen süreçteki diğer
edebiyat tarihlerine ve bunların içeriklerine bakılabilir. İlk olarak Abdilhalim
Memduh’un “Tarih-i Edebiyyât-ı Osmâniyye’sine bakılacak olursa:
Yazar, edebiyat tarihini hazırlarken izlediği tasnif metodu konusunda
teorik görüşlerine pek fazla yer vermiyor. Bununla birlikte eserin
bölümleniş biçimini özetle şöyle açıklamaktadır: “ Edebiyyât-ı
Osmâniyye’nin tahrîr-i ahvali bu eserde üç kısma münkasımdır.
Birinci fasıl birtakım keyfiyyât-ı edebiyyemizi, ikinci Sinan Paşa’dan
Âkif Paşa’ya ve üçüncü Âkif Paşa’dan şimdiye kadar olan ahvâli
hâkîdir.” (Çetin, 1988: 47).
Yazar birinci bölümü “Bâzı Mütâlaât” başlığıyla ele alır. Bu bölümde yazar Türk
edebiyatı ve genel anlamda edebiyat üzerine bazı meselelerden söz ederken Osmanlı
Devleti’inden önce Türkçe olarak yazılan eserleri tasavvufi oldukları gerekçesiyle edebî
eser olarak kabul etmez ve eserine almaz. Bu bölümde ayrıca bir dil olarak Türkçenin
tarihi hususiyetleri üzerinde de durmuştur.
İkinci bölümde 15. ve 19. yy arasını ele almaktadır. Oldukça dar tuttuğu bu bölümde
sanatçılara ayrılan yerlerdeki dengesizliğin yanısıra Türk edebiyatı tarihi içinde önemli
yerleri olan Bâki ve Şeyhülislam Yayha gibi şahsiyetlerin alınmayışı da başka bir
eksiklik olarak göze çarpar.
115
Üçüncü bölümde ise Tanzimat Edebiyatı devri olarak adlandırılan devri elan yazar bu
devri Âkif Paşa ile başlatır (Çetin, 1988).
Üç bölümlük bu edebiyat tarihinde sosyo- kültürel zevk seviyesiyle belirlenen edebiyat
sınıflamasına gitmeyerek halk edebiyatı ürünlerini almamıştır. Buna rağmen;
Eserin ikinci ve üçüüncü bölümlerinde görüldüğü gibi edebî
şahsiyetler, kronolojik bir sıra içinde verilmiş. Alfabetik sıraya göre
düzenlenen tezkirelerden ayrılan bu yönüyle Abdülhalim Memduh’un
Târih-i Edebiyyât-ı Osmâniyye’si batılı anlamda edebiyat tarihi
anlayışına yaklaşmıştır (Çetin, 1988: 51).
Aynı adı taşıyan bir edebiyat tarihi de Şehâbeddin Süleyman’a aittir. Şehabeddin
Süleyman’ın edebiyat tarihçiliği daha çok sosyolojik algılayışa bağlıdır. Edebiyatı kendi
içindeki değişimleriyle değil de toplumun sosyolojik durumuyla ilişkilendirerek açıklar:
Cemiyyât-ı beşeriyye, münferid insanlar gibi kısa, mahdûd, fâni bir
hayata mâlik değildir. Bir şekl-i cemiyyetin tebeddülüyle esâs-ı
cemiyet de tebeddül etmez. Bir milletin tarihi muhtelif teşekkülâtı,
muhtelif tebeddülâtı muhtelif eşkal-i cemiyyeti hâvidir. Maâmafîh
cemiyyetin şeklinin tebeddülâtı muhtelif edvâr-ı edebiyye her millette
vardır. Buna binâendir ki edvâr-ı edebiyye nâmıyla her milleyin
tarihinde muhtelif edebiyat devreleri vardır (Çetin, 1988: 52).
Yazar, eserin dönem anlayışını da şu şekilde ifâde etmektedir:
Biz edvâr-ı edebiyyeyi on ikinci asr-ı hicrî nihâyetiyle on üçüncü asr-ı
hicrî evâilinde husûle gelen teceddüt-i şekl-i cemiyyete kadar birinci
devir ( Âşık Paşa’dan Tanzimat’a kadar olan dönem), ondan sonraki
devri ikinci devir (Tanzimat Dönemi), Nâci zamânını zamân-ı fetret
ve edebiyyât-ı cedîdeyi de üçücü devir telakki edeceğiz (Çetin, 1988:
53).
Bu sosyolojik tasnif ve dönem adlandırmalarıyla farklı bir edebiyat tarihçiliği anlayışı
ortaya koyan Şehabeddin Süleyman’ın; birinci devirde Ahmed Midhat ve Sâmi
Paşazâde Sezâi gibi bazı şahsiyetleri ve tekke edebiyatı gibi diğer zümre edebiyatlarına
da yer vermemesi eseri açısından bir eksikliktir (Çetin, 1988).
116
Ali Ekrem’in 1910 yılında hazırladığı edebiyat tarihinin adı da diğer ikisi gibi Tarih-i
Edebiyyât-ı Osmaniyye’dir. Bu kitapta edebiyat bir bütün olarak ele alınıp tasnifte tür
ya da dönem gibi bir ayrıma rastlanmamaktadır. Bir ders kitabı olarak hazırlanan eserde
“ne teorik ne uygulamalı, sistematik bir tasnif bulamamaktayız. Çünkü yazar, Türk edebiyatının
yalnızca “Devr-i Cedîd” adını verdiği bir dönemi ele alıp inceleyeceğini daha önceki edebî
ürünlerimizden de mümkün olabildiği oranda söz edeceğini belirtmektedir.” (Çetin, 1988: 57).
Târih-i Edebiyyât-ı Osmâniye adlı edebiyat tarihi kitaplarının sonuncusu Faik Reşat
tarafından hazırlanmıştır. Baskı tarihi belirsizdir. Eserini üç ciltte hazırlamayı
planlamasına rağmen sadece birinci cildi yayınlanmıştır. Faik Reşat edebiyat tasnifini şu
şekilde yapmaktadır:
Edebiyyât-ı Osmâniyye’nin nazım kısmı on iki devirden ibarettir ki
şöyledir: 1. Âşık Paşa Devri, 2. Şeyhî Devri, 3. Ahmed Paşa Devri, 4.
Necâti Devri, 5. Zâtî Devri, 6. Bâkî Devri, 7. Nefî Devri, 8. Nâbî
Devri, 9. Nedim Devri, 10. Ragıp Paşa Devri, 11. Şeyh Galip Devri,
12. Şinasi Devri.
Birinciden altıncıya kadarki devirler Şi’r-i Osmânî’nin devr-i
tufûliyyetidir. Şeyhî, Ahmedî, Ahmed-i Dâî, Cemâlî, Ahmed Paşa,
Nizâmî, Necâtî, kasâid ve mesnevîyatta tamâmen ve gazeliyyâtta
kısmen Acem ve yine Acem demek olan Mâverâünnehir şuarâsı
mukallidleri olmakla beraber efkâr ve hayâlât-ı şâirânelerini gayet
mahdût bir dâire dâhilinden hârice çıkaramadıkları gibi lisânlarını da
kabalıktan kurtaramışlardır (Çetin, 1988: 59).
Bu sınıflandırmadan da anlaşılacağı gibi yazar sanatçı merkezli bir tasnif yöntemi
seçmiştir. Fakat bu snıflandırmayı neye göre yaptığını, hangi esaslara göre bu
şahsiyetleri seçtiğini belirtmemiştir. Ayrıca tasniften de anlaşılacağı gibi Divan
edebiyatı ağırlıklı bir edebiyat tarihi olmuş, diğer zümre ve edebiyatlara hemen hemen
hiç yer vermemiştir (Çetin, 1988).
Mehmed Hayreddin’in hazırladığı edebiyat tarihinin adı ise “Tarih-i Edebiyat Dersleri”
(1330) adını taşımaktadır. Diğerleri gibi hacimli bir kitap olmayan, sadece ders
notlarından meydana gelmiş olan bu kitapta teorik ya da pratik anlamda tasnife ilişkin
fazla bir şey olmamakla beraber; yazar, kendine göre yaptığı bir tasnifte edebiyatımızı
dört döneme ayırmıştır:
117
Birinci Dönem: Fuzûlî ve Bâkî’den sonra yetişen şuarâmız- Nedim zamanı
İkinci Dönem: Nedim- Muallim Nâci arası dönem.
Üçüncü Dönem: Muallim Naci – Fecr-i Âtî arası dönem.
Dördüncü Dönem: Yeni Lisan ve sonrası dönem.
Yazar bu tasnifi yaparken belirleyici unsur olarak dilin kendi içindeki gelişimini ve
değişimini esas almıştır (Çetin, 1988).
Köprülüzâde Mehmed Fuad ve Şehabeddin Süleyman’ın birlikte hazırladıkları “Yeni
Osmanlı Tarih-i Edebiyatı” adlı edebiyat tarihinde Türk edebiyatı iki büyük devreye
ayrılmıştır. Birinci devre,” Mâye-i Şark ile beslenen, gıdâsını Acem, Arap
edebiyâtından ahz eden Âşık Paşa’dan başlayarak, Âkif Paşa- Şinasi devrine gelen devri tarihî-i edebî” dir. İkinci devre ise “Âkif Paşa ile başlayan, mâyesini Garp’tan ahz eden,
hâlâ devam eden devr-i edebî-i tarihî” dir (Çetin 1988: 65).
Tabii bu tasnif bu kadar kaba bir şekilde ele alınmamıştır. Hem zaman, hem dil, hem
kültürel değişim vb. yönlerden büyük bir zaman dilimini kapsayan bu iki büyük dönem
de kendi içlerinde alt devrelere ayrılmıştır. Diğer edebiyat tarihlerinde gördüğümüz
kusurlar bu edebiyat tarihinde de karşımıza çıkmaktadır. Bu kitapta Yunus Emre gibi
Tasavvufî halk şairlerine yer vermekle birlikte bütün bir zümre edebiyatını tam olarak
ele almadığı görülmektedir (Çetin, 1998).
İbrahim Necmi’nin hazırladığı “Tarih-i Edebiyat Dersleri” (1338) adlı edebiyat tarihi
öncelikle bir ders kitabıdır. Kitap sadece Türkiye’deki Türk edebiyatının serencamını
ele almış, Türkiye dışındaki Türk edebiyatına ise fırsat düştükçe değinmekle
yetinmiştir.
İşte Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi’nden önce yapılan edebiyat tarihi denemelerinde
genellikle bir temsil sorunu yaşandığı görülmektedir. Bundan başka dönem
adlandırmaları da birbirinden farklıdır. Kimisi dönem olarak bir tasnif yaparken kimisi
şahıs etrafında bir tasnifi yeğlemiştir. Burada ayrıca belirtmek gerekir ki eksiklikleri
olsa da onları yazıldıkları döneme göre değerlendirmek o zamanki edebiyat
118
tarihçiliğinin yöntemlerine uygun olarak değerlendirmek gerekir. Şu anda edebiyat
tarihçiliğinin geldiği duruma bakıldığında elbette bu eserler birçok eksikliği
barındırmaktadır. Bunların neticesinde yazılan Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi adlı
kitap
ise
çalışmanın
esas
bölümünü
oluşturduğundan
müstakil
olarak
değerlendirilecektir. Böylece kendisinden önceki edebiyat tarihilerinden farkı ve
edebiyat tarihine/ tarihçiliğine ne gibi katkıda bulunduğu ya da bulunamadığı daha iyi
görülecektir.
119
2.
TÜRK TECEDDÜT EDEBİYATI VE EDEBİYAT
TARİHÇİLİĞİ
Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, İsmail Habib Sevük tarafından yazılmış; İstanbul’da
Matbaa-i Âmire’de miladi 1340 tarihinde basılmıştır. 702 sayfadan oluşan bu eser eski
harflerle (Osmanlıca olarak) basılmıştır. “İsmail Habip, Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihini
1922'de Ankara Erkek Lisesi'nde öğretmenlik yaptığı yıllarda yazmaya başlar. Kitabın basım işleri,
Edirne Maarif Müdürüyken tamamlanır” (Özcan, 1999: 230).
Kitabın girişinde İsmail Habib kitabı yazma nedenini; “Bu kitap sadece bir mektep kitabı
olmak için yazılmadı; fakat öyle tertib edildi ki talebeler de bu kitabdan seviyelerine göre,
derece derece istifade edebilsinler (Habib, 1340: 3) olarak belirtir. Daha en başından yaptığı
işin bir mektep kitabı yazmak olmamakla beraber mektep talebebelerinin de
yararlanabileceği bir kitap yazdığını belirtmekle eserin ilmi cephesinin ağır bastığını
fakat ilme boğulmuş bir eser olmadığını da okuyucuya hissettirir. Bundan dolayıdır ki
kitabını “Ne çok engin bir 'ihtisas' ve malumat mecellesi, ne çok münakkah bir 'klasik' kitap”
(Habib, 1340: 3) olarak vasıflandırır. Eserini on bir yıllık edebiyat öğretmenliğinin tecrübeleri
ışığında kaleme aldığını ve "enfûsî"likten uzak kalmaya gayret ettiğini, ancak tahlillerde kuru
bir "afakîlik" içinde kalmamaya da özen gösterdiğini vurgular. İsmail Habip, eserinin,
hakikati sadakatle aksettirirken kuru, ağır, somurtkan bir çehre göstermemesine de dikkat
eden yazar, bunda ne derece başarılı olduğuna kitabı okuyanların karar vereceğini şu
cümlelerle ifade eder:
Kitabın bazı yerlerinde üslûp ve edebiyat var gibidir. Hiç üslûp ve
edebiyat gösterilmeseydi kitap daha ilmî ve daha ağır başlı görülmeyecek
miydi? 'Ciddiyet'in 'Yubûset'le ikiz olduğuna kanaat getirenlerden
değilim. Çatık kaşlı olmadan da ciddî olabiliriz sanıyorum. Kitabım daha
ilmî fakat kuru görüneceğine, daha az ilmî, fakat yumuşak görünsün
dedim. Dedim, lakin ihtimal ki, dediğimi hiç de yapamadım, ne yapalım
istemekle yapmak her vakit kol kola yürümüyor ( Habib,1340: 3).
120
Daha sonra Cenap Şehabettin’in eleştirilerine cevap olarak yazdığı bir yazıda ise üslûpla
ilgili görüşlerini biraz da Cenap’a serzenişte bulunarak şu şekilde dile getirir:
Herkesin tabiatı bir değil. Ben kitabımda âlim görünmeyeyim diye
ilmi erittim. Hem şüphesiz cehlimdendir, benim yegâne ilmim, bizde
henüz ilim olmadığını bilmekten iler gidemedi (1928: 81).
İsmail Habib kitabını hazırlarken çağdaşları olan edebiyat tarihçilerinin de farkındadır.
Özellikle batılı çağdaşları olan Brunetiere, Jules Remaitre ve Emile Faquet’in
yöntemlerini bilmekle birlikte onlara eleştiri getirmeyi de ihmal etmez:
“Brunetiere”, edebiyatı bir hendese gibi telakki ediyor, edebiyatta da
hendesede olduğu gibi, kat'î, lâtegayyür kaziyyeler çıkarabiliriz. Diğer
münekkit, 'Jul Lömater', birincinin nakızıdır: san'at meselelerinde
prensip tanımıyor, geçen hafta iyi dediği bir şiir ve bir piyese bu hafta
fena diyebilir. Çünkü zevklerimiz mütebeddildir, çünkü eski
fikirlerimize sadık kalmaya çalışmak yalancılığa düşmek demektir. Bu
ikisinin ortasında görünen diğer meşhur bir isim, 'Emile Fage' edebî
eserlerde şekle değil, fikirlerdeki 'ictimaiyet'e bağlıdır. Onu 'Russo',
'Rasin'den, 'Renan', 'Hugo'dan daha ziyade alâkadar eder. Edebiyata
daima bir darülfünuncu zihniyetiyle bakıyor (Habib, 1340: 4).
Bu münekkitlere karşı yöneltilen bu eleştirilerden kendisinin bu yöntemlerini
kullanmadığı anlaşılan İsmail Habib’in kendisi hangi yöntemleri kullandığına dair bir
bilgi de vermemiştir.
Genelde olumlu bir bakış açısına sahip olduğunu nakısalardan ziyade meziyetleri
gösterme amacında olduğunu ifade eden İsmail Habib’in kitabın hacmi de düşünüldüğü
için teceddüt devrini bir kitaba sığdıramamaktan şikâyetçi olduğu görülür:
Müspet'i iraiye 'menfi'yi teşhirden çok daha güç değilse, kolay hiç
değildir. Bunu söylemekle noksanları ızmar ettiğimi anlatmış
oluyorum. Hatayı ihfâ da hatayı sevap göstermek kadar hatalıdır. Yalnız
mütemadiyen çürük noktaların sayılıp durulması ne doğru, ne faideli
görüldü. Varlık yalnız kıymettedir. Kıymetsizlikleri mefkûd farz ettim
(Habib, 1340: 5).
Kitabın yazımında karşılaştığı zorlukları da dile getiren İsmail Habib bazen kendinden
öncekilerin açtığı yoldan yürüdüğünü bazen de önünde hiçbir yol gösterici olmadığını
belirtir:
121
İlerde, bu yolda daha kıymetli eser yazacak olanlar, o yol üstünde, kendi
başına, bazen sendeleyerek, bazen çalıları yırtarak geçmiş olan bir
heveskârın ayak izlerini, o izlerin o yollarda ne kadar emekle çizildiğini
görebilecekler mi? (Habib, 1340: 5).
Kitabın önsözü mahiyetindeki bu bölümlerden sonra -3,4 ve 5. Sayfalar- oldukça uzun
bir “medhal” (s.7-80) bölümü gelir. “Teceddüt Devrinden Evvelki Edebiyata Umumi
Bir Bakış” başlığı adı altında ele alınan bu bölüm “Türk Edebiyatının Menşei", "İki
Edebiyat", "Halk Edebiyatı'nın Kıymeti ve Envaı, "İki Edebiyatın Menşe’de Birliği",
"Divan Edebiyatının Meziyetleri", "Hayattaki Tebeddül", "Edebiyat-ı Kadîmenin
Noksanları", "Fransız Tesiratı -Klasik Devir, XVIII. Asır, Romantik Devir" olmak üzere
sekiz alt başlıkta incelenir.
Türk Edebiyatının Menşe’i bahsinde bu edebiyatın menşeini bilemeyeceğimizi, bunun
da iki büyük nedeni olduğunu söyler:
Türk edebiyatının menşei mazinin karanlığına karışıp gidiyor. Türk
edebiyatını menbalarından itibaren vâzıh ve toplu olarak
bilememekliğimizin iki ana sebebi var: Biri Türk milletinin tarihten
daha yaşlı olmasıdır. Bu millet o kadar kadîm ki onun menşeini
tarihin mâverasında, hurafelerin zulmeti içinde gayb ediyoruz.
Hâlbuki mesela garb milletlerinde böyle değil. Fransız milleti ne
zaman teşkil etti? Bunu biliyoruz. “Kurûn-ı ‘ûlâ” nihayetindeki
“muhaceret-ı akvâm”da “Frenkler” “‫ ”ووار‬i mağlup ve istila
ediyorlar, o andan itibaren bugünkü Fransız milletinin teşkil ettiğini
görüyoruz. Miladi on birinci asırdan itibaren bugünkü Fransa lisanının
ilk menbaları, bu lisanın ilk edebi eserleri meydana çıkıyor. Yine
mesela İngiliz milleti de böyledir, o da o devirlerde, “ anglo-sakson”
ihtilâtıyla husûle geldi. Hâlbuki Türk milleti onlar gibi, tarihin havzası
dâhilinde teşekkül etmiyor, ihtiyar tarih bu milletten daha gençtir
(Habib, 1340: 7-8).
İsmail Habib’e göre birinci neden zamansal bir nedendir. Bu zaman ise Türk milletinin
geçmişinin çok eski oluşuna bağlanırken bu eski oluş onun tarihi hakkında bilgi
eksikliğini de beraberinde getirir.
Saniyen Türk milletinin edebiyat tarihini, tarihin ma’lûm olduğu
devirlerden itibaren yekpare olarak tedkike de imkân yoktur; çünkü bu
milletin hayatı muîn bir kıtada, muîn bir tekâmüle tâbi’ olarak, muîn
bir hayat geçirmedi. Asya’nın ortasında, dört taraf bulutları delen
dağlarla çevrilmiş, geniş, yüksek bir yayla üstünde tarihin kayıt
etmediği devirlerden beri yaşayan bu millet, yatağına sığmayan
coşkun ve feyyâz bir nehir gibi taşmış, şarka, garba, şimale, cenuba
büyük muhaceretlerde bulunmuş, muhtelif kıtalarda, muhtelif camialar
122
yaratarak muhtelif temerküzler vücûda getirmişti. Hâlbuki mesela
Fransız ve İngiliz milletleri gibi diğer birçok milletlerde bu hali
görmüyoruz, onlar milliyet haline geçtikleri muîn kıtalarda “merkez
teşekkül” lerini muhafaza ettiler, hayatları aynı yerde tekâmül etti.
Binâen aleyh onların edebiyatlarını ibtidadan bugüne kadar “yekpare
bir küll” halinde görebiliyoruz fakat Türk milleti ki muhtelif semtlere
dağılmıştı, Türk milleti ki ayrı ayrı kıtalarda lehçelerle yekdiğerinden
farklı, tekâmülleri yekdiğerinden ayrı muhtelif edebiyatlar vücuda
getirmişti, bu milletin “umumi bir edebiyatı”nı elde etmek için bu
muhtelif edebiyatların hepsini “münferiden” tedkik etmek ve onlardan
bir “küll” meydan getirmek lazımdır (Habib, 1340: 7-8).
Gene bu bölümde yazarın edebiyatı dönemlendirmede medeniyeti ve düşünceyi
belirleyici unsur olarak ele aldığı da görülür:
Bu muhtelif Türk edebiyatları içinde en ehemmiyetlisi en çok
tekâmüle mazhar olanı ve biz Anadolu Türklerini doğrudan doğruya
alakadar edeni “garp Türkleri” nin edebiyatıdır ki, bu edebiyat menbaı
itibariyle asıl anavatan olan Asyanın göbeğinde doğmuş, İran ve
Azerbaycan üstünden aşarak Anadolu’da İslamlaşmış, oradan garba
ulaşarak son asrın kisvesini giymiş bir edebiyattır. Bu edebiyatta vâzıh
hatlarla ayrılmış üç büyük merhale görüyoruz: biri İslamiyetten
evvelki “kavmî Türk edebiyatı”, ikincisi İslam te’siri altında yeni bir
mahiyet alan “Türk ve İslam edebiyatı” , üçüncüsü garb te’siriyle ayrı
bir şekle bürünen “Türk asrî edebiyatı”dır. Birinci devredeki
edebiyatın esas damgası “kavmiyet” ikinci devrede “din” üçüncü
devrede “medeniyet”tir.
Türk edebiyatındaki bu üç devre, Türk milletinin tarihte geçirdiği üç
büyük merhaleye tekabül ediyor (Habib, 1340: 8).
Bu bölümü İslamiyetin kabulünün Türkçe ve dolayısıyla edebiyat üzerindeki tesiriyle
bitiren yazar “İki Edebiyat” altbaşlığına da bir giriş yapmış olur. Bu bölümde ise
özellikle lise ders kitaplarına bile girmiş olan iki lisandan ve iki edebî zevkten bahseder.
Halkın konuştuğu dille zevk aldığı edebiyatla, yüksek zümrenin konuştuğu ve zevk
aldığı edebiyatın birbirinden ayrı olduğunu söyler:
Selçuk devrinde iki tabaka vardı: biri yüksek tabaka, diğeri halk
tabakası, birinci tabakanın lisanı Farisi, ikincinin Türkçe idi. Bu iki
tabakanın arasında bir ittisal yoktu: o zaman birinci tabakaya timsal
olarak “Mevlana”yı, ikinci tabaka için de timsal olarak “Yunus
Emre”yi alabiliriz: birinin lisanı sırf Acemce, diğerinin lisanı sırf
Türkçe idi. Birinin kullandığı vezin Arab’tan doğup Acem’den gelen
aruz, diğerinin vezni Türkçenin kendi bünyesine uygun hece vezni idi
(Habib, 1340: 13).
123
Bu iki edebiyat arasındaki farkı ayrıntılı bir şekilde ortaya koyan İsmail Habib bu
konuyla ilgili olarak altı maddede bu farkı özetler:
İki edebiyatın esas farkları şunlardı:
1. Lisanları ayrı idi, yüksek tabaka edebiyatının lisanı, lügatli, terkibli,
ağdalı, anlaşılmaz bir lisandı, bu lisanda bilhassa nesir muammalı bir
şekil almıştı, vezin ve kafiye zaruretiyle şiir nesre nisbetle çok sade
olmakla beraber yine lügatli, yine terkibli, yine halkın anlayamayacağı
derecede halktan uzaktı.
2. İki edebiyatın nazım şekilleri ayrı idi, yüksek tabaka edebiyatının
nazım şekilleri Arapça ve Acemceden alınmıştı. Bunlardan “gazel”,
“kaside” gibi şekiller Arablardan, “mesnevi”, “rubai” gibi şekiller
Acemlerden geliyordu, bu edebiyat nazım şekillerinde millî örnekleri,
Türklerin kendilerine mahsus nazım eşkâlini unut(tur)muştu. Hâlbuki
“halk edebiyatı”nda , “varsağı”, “mani”, “koşma” gibi Türk nazım
şekilleri canlı bir varlık halinde yaşıyordu.
3. İki edebiyat vezinleri itibarıyla ayrıydı. Yüksek tabakanın vezni
“aruz”, halk tabakasının “hece” idi. Bunun böyle olması da pek tabii
görülmelidir. Yukarı tabakanın Arabî, Farisi kelimelerle dolu, bu
lisanın terkiplerle süslü lisanına aruz uyabilirdi, hâlbuki halk
tabakasının lisanı halis Türkçe kelimelerden mürekkebdi, Arabî, Farisi
terkibler yapmıyordu, Türkçe gibi heceleri bariz lisana ise, aruz gibi
harekât ve sekenâta istinad eden bir vezin klişesi tabii bir taraf
olamazdı.
4. İki edebiyatın farkları böyle yalnız lisana, vezne, şekle ait değildi,
iki edebiyatın tahassüs tarzı, zevklerinin başkalığı, sanat telakkisi de
yekdiğerinden ayrıydı. Yüksek tabaka edebiyatı ilhamlarını
“divan”lardan, hâlbuki halk tabakası kendi ruhundan alıyordu, birini
örneği “kitap”, diğerinin örneği “hayat”tı. Keza yukarı tabaka şiiri bir
“hirfet” haline koymuştu, orada şairlik kuyumculuk gibi bir maharet
göstermekti, halk tabakası ise şiiri kendi emellerini, aşklarını,
elemlerini, terennüme bir vasıta yapıyordu.
5. Yüksek tabaka edebiyatının en bariz vasıflarından biri “din” idi, o
edebiyat bir “ümmet” edebiyatıydı, dinin teessiri halk edebiyatında da
kendisini göstermekle beraber, halk edebiyatının “Tekke tarzı” hatta
“âşık tarzı” şubelerinde tasavvufun mühim te’siri olmakla beraber,
umumiyetle halkın kendi türkülerinde, manilerinde, destanlarında,
şiirlerinde din ve tasavvuf te’sirinden ziyade kavmiyet ve ırkın
te’sirini görüyoruz.
6. İki edebiyat tekâmülleri itibariyle de yekdiğerinden ayrılır. Yüksek
tabaka edebiyatı ibtidada basit, kaba, aksaklı bir lisana mâlikken bu
edebiyat asırların tehzibiyle inceldi, medrese ve seviye terakkisi
feyzini hep bu edebiyata veriyordu, hâlbuki halk edebiyatı alî hale
kaldı, vakıa tekke edebiyatında bektaşi şiirinde, bilhassa âşık tarzında
tekâmüller görülmemiş değildir, ... (Habib, 1340: 15-16).
124
“Halk Edebiyatının Kıymeti ve Envaı” bahsinde ise özellikle Yesevi ve Yunus
Emre’den bahseden İsmail Habib’e göre halk edebiyatı milletin ruhunu ve zekâsını
yansıtmaktadır. Bu düşüncesini halk edebiyatı ürünlerinden verdiği örneklerle de
desteklemektedir:
Mahalli edebiyatlar: “mahalli edebiyatlar” ünvanı altında ifade
edebileceğimiz halk edebiyatının bu kısmından maksat, her yerin
türküler, maniler, destanlar şeklinde gayri şahsi, gayrı ferdi, olarak
vücuda getirdiği edebiyattır. Bu nevi edebi eserler, muayyen şahıslara
değil, halkın kendisine aittir, sırf “milli deha”nın mahsulü olan bu
eserlere “ferdi deha”lar karışmadığı için, onlarda halkın ruhu daha saf
bir inikâs halinde tecelli etmektedir. Maa-t- teessüf bu nevi halk
eserleri hep “gayr- ı mektub” kaldığı, hep yalnız halkın hafızasında
yaşadığı ve en acısı eskiden beri bu gibi halk eserlerinin kıymetini
anlamadığımız, bunları edebiyatın hudûdu haricinde telakki ettiğimiz,
onları toplayıp tesbit etmeyi aklımızdan geçirmediğimiz için
asırlardan beri bu cihetten kim bilir ne sayısız hazineler mahv ve tebah
olup gitti. Halk bu gibi kendi türkülerinde, manilerinde destanlarında,
aşkları, hicranları vak’aları, her şeyi terennüm ediyordu:
Gidiyorum elinizden, kurtulam dilinizden
Yeşilbaş ördek olsam, su içmem gölünüzden
Hangi namdar şair, kin ve nefreti, bu basit mini mini beyit kadar
kuvvetli bir belagatle ifade etmiştir;
Eğil dağlar eğil üstünden aşam!
türküsü
kadar
Anadolu’daki
yolsuzluğu
hangi
kalem
canlandırabilmişti? Hepimiz “hicran” diyoruz fakat halk “hicran”ı ne
ince bir kudretle anlatıyor, ölümü “Allah’ın emri” gören halk, hicranı
ölümden acı telakki etmekle, dört basit mısra’ içinde bize hicranı
bütün mahiyetiyle ne ruhtan yaşatıyor:
Şu dağlar olmasaydı, çiçekler solmasaydı
Ölüm Allahın emri, ayrılık olmasaydı
Halk “yâr”in tahtdan da, saltanattan da kıymetli olduğunu pekâlâ
biliyor, pekâlâ ifade ediyordu.
Çekmecemi çekemem, tülden gömlek biçemem
Padişah tahtı verse, ben yârimden geçemem
O yine biliyordu ki birleşen gönülleri ayıracak hiçbir kuvvet yoktur:
Bahçelerde ebleşeh kendi küçük boyu şah
İki gönül bir olsa ayıramaz padişah (Habib, 1340: 20-21).
125
Yazar aynı tavrı tekke ve âşık edebiyatı ile bektaşi şiiri için de kullanırken onların
türlerinin adını belirtmekte ve beğendiği bazı türlere ait şiirlerden örnekler vermektedir.
“İki Edebiyatın Menşede Birliği” başlığı altında Özellikle Acemler ve Türklerin
İslamiyeti kabuluyle birlikte edebiyatlarındaki değişmeyi ele alan İsmail Habib Acem
edebiyatında bizdeki gibi bir ikiliğin olmadığını söyler. Asıl önemli olarak ise bugün
yüksek tabaka edebiyatı olarak görülen ve nitelenen edebiyatın aynı zamanda halka da
hitap ettiğini belirtir:
Bu iki edebiyattan birinin menbaını Sultan Veled’e, diğerinin
menşeini Yunus Emre’ye götürmüştük: bu iki ırmak ibtidada hemen
hemen müttehid gitti. Osmanlı hükümetinin teşekkül ettiği
zamanlardaki yüksek tabaka edebiyatı halk edebiyatından o kadar
aykırı değildi, çünkü o devirlerde yüksek tabaka edebiyatı da halka
hitab ediyordu, sultan Veled’in “Rubabname”si, Âşık Paşa’nın
“Garipname”si, Sülayman Çelebi’nin “Mevlid”i, Ahmedî’nin
“İskendername”si, Yazıcıoğlu’nun “Muhammediye”si… Bütün bu
yüksek tabaka edebiyatının bu eserleri vâkıa hep aruzla yazılmıştı,
vâkıa onlarda Acemce, Arapça kelimeler vardı, lakin bu aruz heceden
pek farklı değildi, bu kitaplarda aruzun heceye en yakın olan en basit
vezinleri kullanılmıştı. Bu kitaplardaki lisan halkın lisanından pek ayrı
değildi, halk onları anlıyordu, bunun sebebi neydi? Bunun sebebi Aşık
Paşaların,
Süleyman
Çelebilerin
fazla
lügatli,
terkipli
yazamayacaklarında aramak doğru değildir, Farisi ve Arabiye pek iyi
vâkıf olan onlar isteseydiler, halkın hiç anlamayacağı derecede lügatli,
terkipli bir lisan kullanabilirlerdi. Onlar bunu yapmadılar, çünkü
maksatları yazdıklarını halka anlatmaktı, Sultan Veled kitabını
Mevlana’nın fikirlerini halka telkîn için yazıyordu (Habib, 1340: 3031).
“Divan Edebiyatının Meziyetleri” bölümünde ise Divan edebiyatına klişe bir gözle
bakılmasına rağmen onun bu milletin eseri olduğunu belirtir:
Fakat bu edebiyatın yine kendine göre büyük meziyetleri ve bugünkü
edebiyatımıza icra-yı te’sir eden büyük hizmetleri vardır.”edebiyat- ı
kadîmemiz” sun’iydi, mukallitti, millî değildi, lafzcıydı, şöyleydi
böyleydi diye bu edebiyatı mühimsememek doğru değildir. Altı yedi
asır yaşayan bir edebiyat lâyemut bir varlıktır. Bu edebiyatı sun’iydi,
mukallitti diye hiçe indiremeyiz. Edebiyatlar ki hayatın inikâslarıdır,
bizim edebiyat- ı kadîmemiz ki altı yedi asır bir hayatı ifade etti,
edebiyatımız suni ise o hayat da sunidir, hâlbuki yaşayan hayat suni
olamaz! Edebiyat-ı kadîmemiz yalnız muayyen bir tabakanın değil,
muayyen bir hayatın edebiyatı olduğu içindir ki hayatiyet sahibi oldu
ve bu hayatiyet kudretiyle altı yedi asır, yaşattığı o hayatın yaşadığı
126
müddetçe devam etti, binaenaleyh edebiyat-ı kadîmemiz en tabii bir
edebiyattır (Habib, 1340: 33).
Divan edebiyatı bahsinde İsmail Habib edebiyat tarihçiliğinde esere bakıştaki kriterini
de belli eder. O her eserin yazıldığı şartlar içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünür.
Ve bu edebiyatla övünmeyi de ihmal etmez:
Biz edebiyatı kadîmeye bugünün gözlüğüyle değil, kendi devrinin
gözlüğüyle bakmalıyız, düşünmeliyiz ki o edebiyat ifade ettiği hayatı
ne dereceye kadar yaşatmıştır, içinde bulunduğu şeraite göre ne
dereceye kadar muvaffak olmuş veya olamamış bir edebiyattır?
Muhakemeyi bu noktadan yürütmeliyiz; ve böyle muhakeme edince
derhal anlarız ki o edebiyat bu milletin en büyük şereflerinden biridir!
Milletimizin askeri zaferleriyle, yetiştirdiği büyük kumandanlarıyla,
yarattığı abideleriyle nasıl öğünüyorsak, bu milletin edebiyatıyla da
öyle ve daha ziyade müftehir olabiliriz. “Fuzuli,” “Bağdat Köşkü”
kadar derin bir abide, “Nefi” “Süleymaniye Kubbesi” kadar muazzam
bir varlık, “Nedim” “Ahmed-i Sâlis Çeşmesi” kadar ince bir bediadır
(Habib, 1340: 33).
Daha sonraki satırlarda ise örneklerle birlikte divan edebiyatının meziyetlerini açıklar.
Bu meziyetlerin en önemlisi lisanda olmak üzere, bizim maneviyatımızı işlemesi,
mensup olduğu devrin manzara ve ruhunu aksettirmesi, halk edebiyatına verdiği ve
ondan aldığı unsurlar, şiir âlemine lâyemut simalar ihda etmesi olarak sıralar (Habib,
1340).
“Hayattaki Tebeddül” bahsinde ise değişim ihtiyacından şu şekilde bahsederken;
Saydığımız meziyetlere rağmen edebiyat-ı kadîme sükût etti ve sükût
etmesi tabii idi, çünkü hayat değişmişti. Biz “eski” bir hayattan “yeni”
bir hayata giriyorduk. Bu tebeddülü daha hakiki ve daha ilmi ifade
edelim: biz bir medeniyet zümresinden yeni bir medeniyet zümresine
intikal ediyorduk. Bu yeni medeniyet eski hayatı çürütüyor, onun
yerine yeni bir hayat ikame ediyordu. Bu işi yapan yeni medeniyet
nedir? Ve bizim terke mecbur kaldığımız eski medeniyet nedir?
(Habib, 1340: 45)
sorularını sorarak bizim İslam medeniyetine dahil olduğumuzu, İslam medeniyetinin
dünya medeniyetine katkıları, Türklerin İslam medeniyetine katkılarını anlatırken
Osmanlı’nın çöküşü üzerinde durur ve bunu iki önemli sebebe bağlar: “Bu inhitatın asıl
ismini söyleyelim: mensub olduğumuz medeniyet çürüyordu. Bu medeniyet ne için çürüdü?
127
Bunun iki sebebi var: biri harici, diğeri dâhili; yani biri garpta doğan “Rönesans”, diğeri bizim
medeniyetimizi “klişe” yapışımız.” (Habib, 1340: 51).
Teceddüt ihtiyacının artık kaçınılmaz olduğunu belirten İsmail Habib’in bu konudaki
dikkatleri ise şunlardır:
Artık “teceddüt ihtiyacı” hayatta zorla kendini hissettirmiş, biz de onu
ister istemez kabulde muztarr kalmıştık. Garipdir ki bizde teceddüt
ihtiyacı padişahlardan başlamıştı. Bunun böyle oluşunun iki mühim
sebebi vardı: biri mütemadi harici mağlubiyetler padişahların da nüfuz
ve haysiyetini kesr ediyordu, diğeri dâhili isyanlar, hal’ler padişahları
emniyetsizlik içinde bırakıyordu (Habib, 1340: 56).
Divan edebiyatının meziyetlerini anlattığı bölümden sonra gelen ve oldukça uzun süren
bu teceddüt ihtiyacı ile ilgili bölümden sonra “Edebiyat-ı Kadîmenin Noksanları”
başlıklı yeni bir bölüm açar. Bu bölüme de gene divan edebiyatının meziyetlerini
anlattığı kısımdaki gibi sorularla başlayan yazar, bu noksanları da maddeler halinde
sıralar:
Edebiyat-ı kadîmenin noksanları: “eski edebiyat” yeni hayata
uyamazdı, yeniçeriliği nasıl yeni asker yapmak mümkün değilse eski
edebiyatı da yeni edebiyat yapmak kâbil değildi, hayatta nasıl eski
medeniyet teşkilatı yıkılmış, yerine yeni teşkilat ve müessesât
gelmişse edebiyatta da aynı şey olacaktı, bu, ne için böyleydi? Eski
edebiyat yeni hayatın icâbetine niçin tatbik edilemezdi? (Habib, 1340:
59).
Ayrıntılı olarak açıkladığı bu eksikliklerin madde başları şunlardır: eski edebiyatın
saray ve şahıs etrafında temerküz etmesinden dolayı edebiyatın da kuvvetine ehemmiyet
vermiş olması, ana mihverini “din” in oluşturması, eski edebiyatın sanatı tasannuya,
lisanı muammaya, elfazı da manaya hâkim yapması, divan edebiyatının nazım şekli ve
mevzu itibarıyla sınırlı olması, klasik olması - Klasik demek main ve sabit esasata riayet
eden main desturların haricine çıkmayan, bunun için de başka milletler edebiyatından
örnek alan bir edebiyat demektir (Habib, 1340: 62). Divan edebiyatında roman, hikâye,
tiyatro gibi türlerin olmaması, münferit güzellikleri kendisine ibda eylemesi, divan
edebiyatının tabiate, hayata ve kalbe bakmaması- burada divan edebiyatının
meziyetlerini saydığı bölümdeki divan edebiyatının milletin ruhunu ve dönemin
havasını yansıttığı yolundaki sözleriyle çelişkiye düşmektedir-, ve divan edebiyatının
128
ihtiyarlamasıdır (Habib, 1340). Bu özelliğinden dolayıdır ki Cemil Meriç, bu eser için
“Türk Teceddüt Edebiyatı, gerçek bir edebiyat tarihinden çok bir redd-i miras beyannâmesidir;
uzun bir “Mukaddime-i Celâl”, yedi yüz sayfalık bir zafer neşidesi.” (2006: 214) demektedir.
Bununla beraber bu eseri çok beğendiğini de ifade eder. Bu beğenisi daha çok eserin
üslûbuyla ilgili olduğu için bu konuya üslûp bahsinde değinilecektir. Ayrıca Cemil
Meriç, edebiyat tarihinin hem kuramsal hem de amelî boyutuyla da ilgilenmiştir.
Köprülü gibi A. H. Tanpınar’ın da edebiyat tarihçiliğine temas etmekte bu
değerlendirmeleri ise genellikle İsmail Habib’i merkeze alarak yapmaktadır. İsmail
Habib ve Tanpınar’la ilgili karşılaştırması oldukça ilgi çekicidir. Burada da görüleceği
gibi anlatılanların içeriğindan çok üslûba yönelik bir değerlendirme söz konusudur:
Ahmet Hamdi öldü. Radyoda zaman zaman şiirlerini dinledik. Hamdi
sadece bu şiirler midir? Onun bir düşünen adam tarafı yok mu? “On
Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı” bütün derme çatmalığına rağmen
ziyaretçisi olmak gereken bir mabettir. İsmail Habip öleli kaç yıl oldu.
Hani yeni İsmail Habipler? İsmail Habib’in kâh sarhoş nârâsına, kâh
aşk ilânına benzeyen nesri şimdi dua, şimdi, fısıltı, şimdi kekeleyiş,
eğri büğrü ama yaşayan bir nesir, girdibadı olan, cibali bir nesir.
Girdibadları sığ, dağları bodur.. Kabul! Ama edebiyatı bütün bir nesle
o tattırdı. Tanpınar’a gelince tefekkür kazanında yeni bir terkip
yapmaya çalışan ve satıhtaki köpükleri boyuna üfeleyen daha sabırlı,
daha geniş nefesli, daha az parlak, fakat çok daha metin bir üslûpçu.
İsmail Habip Doğu, Tanpınar Batılaşmış Doğu. Cümleler çok defa
düşünce bayırını güçlükle tırmanıyor. Yazar kendi kendini
tamamlamaya, düzeltmeye malzemeyi yeniden kazana atmaya,
madeni tekrar eritmeye… hülasa realiteyi bütünü ile kucaklamaya,
bütünü ile şekillendirmeye namuslu bir gayret harcıyor. Söyledikleri
ile sarhoş olmuyor. İsmail Habib gibi vâiz değil. İsmail Habip
düşünmez, şarkı söyler. Tanpınar düşünmeye çalışıyor (2008: 127128).
İsmail Habib, Medhal bölümün sonunda ise “Fransız Tesiratı, Klasik Devir, XVII. Asır,
Romantik Devir” başlığı altında verdiği bu bölümde ise; bize garp tesirinin Fransa
kanalıyla geldiğini, Tanzimat devri şair ve yazarlarının romantizm ve klasizm ile ihtilali kebiri hazırlayanlardan etkilendiğini belirtir. Ancak, Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihî’nde
böyle bir etkilenmeyi ortaya koyup, bunun izahını yapmayı ihmal ettiği için, bu alt
başlığın kitapla organik bir bağı da kurulamamıştır (Özcan, 1999: 41). Daha sonra 17 ve
18. asır şair ve yazarlarıyla romantik dönem ediplerinin kısa biyografileri ve eserleri
hakkında bilgi verdikten sonra medhal bölümünü bitirir.
129
Oldukça uzun olan bu medhalden de anlaşılmaktadır ki İsmail Habib’in edebiyat tarihi
kendisinden öncekilerden daha hazırlıklı ve daha donanımlı olarak vücuda getirilmiştir.
Uzun bir çalışmanın ve etüdün ürünü olan medhal bölümünde Türk edebiyatının
bütününden oluşum safhasından itibaren söz etmesine rağmen kitabın adından da
anlaşılacağı üzere kitap sadece Türk edebiyatının belli bir bölümünü- Teceddüt Devriele alıp, bu bölümün tarihini anlatmaktadır. Kitap aslen dört bölümden oluşmaktadır:
1. Bölüm: Medhal (s. 7-80)
2. Bölüm: Tanzimat Edebiyatı: (s. 81-424)
3. Bölüm: Servet-i Fünûn Edebiyatı (s.426-594)
4. Bölüm: Millî Cereyan Edebiyatı: (s.596-690)
Tanzimat dönemini “izhâri safha, Takarrür safhası ve Eski zevkin Devâmı” olarak üç
safhada inceleyen İsmail Habib, Servet-i Fünun’da ise farklı bir tasnif yapar: Tevfik
Fikret, Halid Ziya ve Cenab Şehabeddin başlıklarından sonra “Diğer Türler” adı altında
alt başlık açarak “Nâsirler ve Hikâyeciler”, “Şairler” ve “Servet-i Fünûn Haricindeki
Şahıslar” olarak bölümlendirmiştir. Gene bu dönem içerisinde yer alan ve dikkati çeken
bir ayrıntı ise Fecr-i Âti döneminin müstakil bir bölüm olarak bulunmamasıdır. İsmail
Habib bu dönemi Servet-i Fünûn’a zeyl olarak vasıflandırmış (1340: 574) ve ayrı bir
bölüm açmamıştır.
2.1 Eser Açısından
2.1.1 Farklı Türler
Edebî türlerin incelenmesi de edebiyat tarihlerinde yer alan bir konu olmasına rağmen
İsmail Habib’in edebî türlerin incelenmesi için ayrı başlıklar açtığına rastlanmaz. Bunu
sanatçının “şairliği” veya “nesri” gibi bölümlerden bahsederken verdiği görülür.
Meselâ, Âkif Paşa’yı anlatırken eski edebiyattaki nesir türü hakkında da bilgi verir:
130
…biliyoruz ki eski edebiyatın nesirdeki en bâriz sıfatı musanna’ ve
muammâlı oluşu idi. O nesrin elfâz ve istiârâta boğuluşu, o nesirden
manâ çıkarmanın imkânsız görülüşü idi. Fakat yine de biliyoruz ki
Edebiyât-ı Kadîme’de Nedim’in Tarihi gibi gayet selis ve açık nesirler
de vardır (Habib, 1340: 90).
Fakat kitabın sonunda ayrıntılı olmamakla birlikte: Temaşa, Mizah, Hitabet" başlığı ile
"Tenkid ve İlim" başlıklarını açar. "Temaşa - Mizah - Hitabet" başlığı altında tekrar
sırasıyla üç türü, ehemmiyeti, tarihçesi ve dönemindeki temsilcileri ile inceler. (S.674682) Temaşa'ya kısaca değinerek, Tanzimat'ın temaşa panoramasını özet bilgi halinde
verir ve Meşrutiyet'e geçer. Mizah türünde, Fazıl Ahmed, Halil Nihad ve Ercümend
Ekrem'e değinir. Hitabette ise, Ömer Naci, Hamdullah Suphi ile halka hitaben yaptıkları
konuşmaları, çok yakından takip ettiği Gazi Paşa'dan bahseder. İsmail Habip, "Tenkid
ve İlim" başlığı altında, Ziya Gökalp ile -çok kısa olarak da- Köprülüzade Mehmet Fuad
üzerinde durur (1340: 682-687).
Edebî türler üzerinde İsmail Habip'in ayrıca dikkat geliştirmediğini, incelediği edebî
şahsiyetleri bazı dönemlerde "Naşirler ve Hikâyeciler", "Şâirler" başlıkları altında tasnif
etmek dışında, edebî türler bahsini genişletmediğini söyleyebiliriz (Özcan, 1999: 263).
İsmail Habib’in türler konusundaki yaklaşımına bir eleştiri de Nurullah Çetin’den gelir.
Nurullah Çetin’e göre İsmail Habib tür konusunda şiir ağırlıklı bir yaklaşım
göstermiştir: “İsmail Habib, ağırlıklı olarak şiir türü üzerinde durmuş ve bir anlamda edebiyat
tarihini Türk şiir tarihi gibi düzenleme yoluna gitmiştir.” (1988: 144).
Tanzimat edebiyatıyla birlikte edebiyatta yeni türler de görülmeye başlanır. Bu türleri
ayrı birer başlık altında zikretmeyen İsmail Habib, bu türleri ilk kullananlardan önem
dereceleri itibariyle bahseder. Bu konuda ilk olarak Şinasi’yi görür:
Şinasi’nin en büyük ve en te’sirli, en meşkûr hizmeti de bizde
gazeteciliği müessisî ve vazıî olmasıdır. Esasen onun asıl şöhreti
şairliğinden ziyade muharrirliktedir. Ve o “yeni cereyan”ı bir sistem
halinde tedvin etmek, etrafına kıymetli gençleri toplayarak bir nevi
“mektep” sahibi olmak gibi hizmetlerini bu gazetecilik sayesinde
yapmıştı. Vâkıa Türkiye’de ilk gazete Şinasi tarafından
neşredilmemişti, Şinasi’nin gazetesinden evvel “İzmir”de Fransızca
131
bir gazete çıkıyordu, o zaman bizim ülkemiz bulunan “Mısır”da
Mehmet Ali Paşa’nın himmetiyle Arapça ve Türkçe müşterek bir
gazete neşrediliyordu., İstanbul’da da bir taraftan resmi olarak
“Takvim-i Vekayi” intişar ediyor, diğer taraftan da “Çörçil” namında
bir İngiliz tarafından “Ruznâme-i Ceride-i Havadis” adlı bir gazete
çıkarılıyordu. Şinas’inin gazetesi işte bütün bunlardan sonra
neşredilmekle beraber Şinasi’yi, yine bizde gazeteciliğin hakiki
müessisî ve onun gazetesini bizde ilk hakiki gazete olarak telakki
ediyoruz: çünki bütün o saydığımız gazetelerin hiçbiri tam manasıyla
ilk gazetemiz değildir. Çünkü onların kimisi resmi bir hükümet
gazetesidir, yalnız kanunları i’lân etmektedir, kimisi ecnebi lisanlarla
neşredilmektedir; Türkçe değildir, kimisini ecnebiler neşretmektedir,
Türklerin değildir. Binaen aleyh Türkiye’de Türkçe olarak, bir Türk
tarafından hususî ve gayr-ı resmi mahiyette ilk gazeteyi çıkaran
Şinasi’dir (1340: 118).
İsmail Habib, Nurullah Çetin’in dediği gibi daha çok şiir eksenli bir edebiyat tarihi
hazırlamıştır. Verilen örneklere bakıldığında şiirlerin tartışılmaz bir hâkimiyeti söz
konusu olmaktadır. Fakat sanatçıları değerlerlendirirken onların farklı türde eserlerinden
de bahsetmemezlik yapmaz. Hatta aynı türde yazılmış fakat farklı muhtevaya sahip
eserleri bile örneklerle verir. Bunu verirken de eserden örnek vermeyi ve üslûbunu da
belirtmeyi ihmal etmez:
Nâmık Kemâl mizahî şiirler de yazdı. “Hırrenâme” manzumesinde
çok sesli, çok tabiî, âdeta bugünün şivesini yaşatan bir edâ var:
Keseyi kapsa dökerdi yere hep pâreleri
Ciğere işler idi tırnağının yâreleri
Koşturur oynar idi kukla gibi fareleri
Deliğe sokmaz idi bir gün o âvâreleri
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi (1340: 165)
Aynı tür içindeki muhteva farklılıklarını dile getiren İsmail Habib, sanatçıların farklı
türdeki eserleri için de ayrı başlıklar açmaktadır. Eğer sanatçı şiirin yanında bir de nesir
türünde örnek veya örnekler vermişse nesir başlığı açmakta ve bu nesirleri öncelikle bir
bütün olarak üslûp incelemesinden geçirip daha sonra eser hakkında yorumlara
geçmektedir. Fakat burada da bir tutarlılık göstermez. Mesela, Recaizâde’nin
eserlerinden bahsederken “Şairliği” başlığı altında onun şiirlerini değerlendirirken
nâsirliği gibi bir başlık açmamıştır. Onu daha çok şairlik ve münekkidlik yönüyle ön
plana çıkarmıştır. Namık Kemal’de de aynı tavrı göstermektedir. İntibah’ın sadece adı
geçer. “Araba Sevdası” adlı eseri ise;
132
Üstad Ekrem’in en mühim, en şâyan-ı dikkat eseri bu büyük
hikâyedir. Halkın “Alafranga”, “Züppe” dediği “Kozmopolit” bir tip
burada gülünç bir çehreyle yaşatılmıştır. Bu eserde “Realizm”in
lem’aları var. Kitap “Romantik” devre bir vedâ’, realizme bir
müjdedir (1340: 205).
diyerek kısa birkaç cümle ile belirtmiştir. Bu ifadelerinde eseri çok önemli gördüğünü
belirtmesine rağmen onun hakkında daha fazla teferruata girmez. Bu da Nurullah
Çetin’in İsmail Habib’le ilgili olarak şiir ağırlıklı bir edebiyat tarihi yazdığı eleştirilerini
doğrular niteliktedir. “Makber” incelemesi buna örnek olarak gösterilebilir. Roman ve
hikâye türüne fazla bir yer ayırmayan hatta çoğunun ismini zikrederek geçen İsmail
Habib, “Makber” incelemesine on üç sayfa yer ayırır. Kitapta hiçbir esere bu kadar yer
tahsis edilmemiştir (1340: 293-309).
Hiç mi nesir incelemesine yer vermemiştir? Vermiştir tabiîki. Mesela Samipaşazâde’den
bahsederken “Sergüzeşt”i de inceler. Fakat bu eserle ilgili incelemeleri şiir
incelemelerine göre daha sathîdir: “İşte Sergüzeşt’in mevzuu böyle basit, böyle hazindir.
Türk edebiyatının edebî roman mahiyetindeki bu ilk hikâyesi kim bilir ne kadar karie gözyaşı
döktürdü.”(1340: 349). Üslûbunu ise Namık Kemal’den izler taşıyor diyerek eleştirdikten
sonra romanın kendi ağzından özetini verir.
İsmail Habib farklı türleri sanatçının verdiği farklı türdeki eserler bağlamında
değerlendirmiş fakat o dönemde ortaya çıkan yeni türlerin gelişiminden bahsetmemiştir.
Sanatçının ehemmiyetinden bahsederken bunlara değinir fakat burada da bir ayrıntı
görülmez. Mesela, Abdülhak Hamid’in ehemmiyetinden bahsederken “Hamid
edebiyatımıza ilk def’â olarak “manzum tiyatro” yu getirdi.”(1340: 321) diyerek yeni bir türü
belirtir. Tanpınar ise tam tersine yeni edebî türlerin ortaya çıkışını ayrı bir başlık altında
elli bir sayfada değerlendirmiştir (1997). İsmail Habib ise Tanzimat Devrine umûmi bir
bakış ana başlığı altında “fen, felsefe, tarih, roman, temâşa” altbaşlıkları açarak bunlar
hakkında bilgi vermeyi tercih eder. Fakat burada da tür başlıklarına göre değil kişi
eksenli açıklamalarda bulunur. “İshak Efendi, Hoca Tahsin Efendi, Ali Suâvi, Cevdet
Paşa, Ahmed Midhat Efendi, Ahmed Vefik Paşa, Âli Bey, Sadullah Paşa, Ebuzziya
Tevfik, Murad Bey ve Şemseddin Sâmi Bey”in şahsı etrafında alt başlıktaki bilgileri
133
vermeyi tercih eder. Daha sonra ise “Tanzimat Edebiyatının Umûmi Evsâfı” başlığı
altında döneme ait genel bir değerlendirme yaparak Tanzimat Edebiyatı bahsini
sonlandırır (1340: 396-424).
Teceddüt Edebiyatı Tarihinde dikkat çeken özelliklerden birisi de türlerden ve bunların
gelişiminden ayrı bir başlık altında açıklama gereği duymamıştır. Türlerle ilgili bilgiyi
kısa bir şekilde vermeyi tercih etmiştir. Yalnız “Bugünün Edebiyatı” başlığı altında
“Temaşa, Mizah, Hitabet” altbaşlığı açar ki bu bölümde bu türlere ait kısa da olsa
değerlendirmede bulunur (1340: 674-675).
İsmail Habib, teceddüt edebiyatını değerlendirirken aynı zamanda batı edebiyatını da
bildiğini gerek onlardan aldığı örnekler gerekse yaptığı karşılaştırmalar ve etkilerle
gösteriyor. Zaten eserinin bir kısmında da “Muassır Fransız Edebiyatı” başlıklı bir
bölüm açması da bunun bir göstergesidir.
İsmail Habib, eserde sıkça müracaat ettiği karşılaştırmaya bu sefer eser veya sanatçılar
arasında değil de aynı türler arasındaki ilk olmaları sebebiyle müracaat eder. Böyle bir
değerlendirmede bulunabilmek gerçekten de edebiyat tarihçisinde bulunması gereken
önemli özelliklerden birisidir. Bu onun kronoloji bilgisini ortaya koymaktadır. Fakat bu
değerlendirmede eserlerin basılış tarihlerini vermesi gerekirdi ki bu onu daha inandırıcı
kılardı. Çünkü bugün çoğu edebiyat tarihinde aşağıdaki bilginin tersi bir bilgi
sözkonusudur. Halid Ziya ve Samipaşazâde Sezâi arasındaki mukayese kısa hikâye
türüyle ilgilidir:
Bir defa “küçük hikâye”nin bizde ilk babasıdır. Vâkıa “Sezâi” Beyin
“Küçük Şeyler”i Servet-i Fünûn edebiyatına epeyce mütekaddimdi,
fakat Hâlid Ziya’nın “Bir Yazın Tarihi” hikâyesi tarih itibariyle
Sezâyi’nin eserlerine de mütekaddimdir. Şüphesiz ki Sezâyi Bey
İzmir’de henüz ismi duyulmamış bir genc tarafından neşr edilen bu
küçük hikâyeleri görmüş değildi. “Sergüzeşt” müellifi, ilk küçük
hikâyelerini yazdığı zaman, bunların edebiyatımızda hakikaten “ilk”
olduklarına kâni’ bulunuyordu: fakat hakikî takdim “Aşk-ı Memnû”
müellifine aiddir (1340: 506).
Böyle bir iddia karşısında eserlerin basım tarihlerine müracaat etmek gerekmektedir.
Kenan Akyüz, “Küçük Şeyler” için 1890 tarihini verirken, “Bir Yazın Tarihi” için 1900
134
tarihini vermektedir. Bu konuda İsmail Habib’in iddiasını temellendirme gereği
duymaması edebiyat tarihçiliğinin ciddiyetine uygun düşmemektedir.
İsmail Habib’in yöntem konusunda tutarlı olmadığının bir göstergesi olarak Servet-i
Fünûn dönemi sanatçılarından Tevfik Fikret, Halid Ziya ve Cenap Şahabeddin’i
değerlendirdikten sonra bu dönem içinde yer alan diğer sanatçıları nâsirler, hikâyeciler
ve şairler başlığı altında değerlendirmesi gösterilebilir. (1340). Aynı değerlendirmeyi
Tanzimat edebiyatı döneminde yapmadığı görülür.
2.1.2 Eser
İsmail Habip, edebî eser değerlendirmelerinin ardından, eser ile ilgili diğer edebiyatçıların
ifadelerine de yer verir, fakat burada dipnotlara yer vermez. Eser seçiminde derli toplu bir kriter
görülmemektedir:
Ahmet Vefik Paşa'nın eserleri üzerinde tek tek durmaz. Modern edebiyat
tarihçiliği anlayışında da her edibin bütün edebî eserlerine detaylı bir
şekilde yer vermek ne gerekli, ne zarurîdir. Ancak yazarın, bazı ediblerin
bütün eserlerine ayrı ayrı alt başlıklar açarken, bazılarını bu şekilde
geçiştirmesi tesbit ettiği kriterlerden kaynaklanmaz. Bu tarz bir uygulama,
yazarın metodsuzluğunu ve edipler-eserler karşısındaki donanımsızlığını
gösterir (Özcan, 1999: 235).
Sanatçılara ait eserlerinin adını zikretmekle birlikte sanatçının isminin hemen altında
yer alan başlıklardan birisinin adı “intihab”dır. İsmail Habib, “İntihab” bölümünde
sanatçıya ait eserlerden kendisine göre bir tercihte bulunarak uzunluğuna göre ya
hepsini ya da belli bir bölümünü alıntı yapar.
Elinden geldiğince sanatçıların bütün eserlerinin adını zikretmeye çalışan İsmail Habib,
bütün eserlerle ilgili açıklama kısımlarında ise kendince bir seçim yapmaktadır. Bütün
eserlere yönelik bir uygulama değildir bu. Bu yönüyle belki eleştirilebilir bir uygulama
olmasına rağmen eserin zaten mevcut hacmi düşünüldüğünde böyle olması mazur
görülebilir. Ayrıca İsmail Habib’in açıkladığı eserlere bakıldığında ise kendi alanında
135
ilk veya olgun örnek olma gibi hususiyetleri taşıdığı görülmektedir ki bu da onun eser
seçimindeki dikkatini sunar. Bu dikkate göre ilk ve olgun olmak İsmail Habib için
belirleyici bir özelliktir. Eserlerle ilgili bir eksiklik olarak ise Ahmed Cevdet Paşa'nın
Belagat-ı Osmaniyye'sinin adının bile zikredilmemesi önemli bir noksanlık olarak
görülür.
İsmail Habib’in sanatçıların eserlerini değerlendiriş yöntemi ise tür esasına
dayanmaktadır. Sanatçının şiirleri için ayrı bir başlık, nesirleri için ayrı bir başlık
açmakta ve bu eserleri o başlık altında değerlendirmektedir (1340). Gene Nâmık Kemal
bahsinden örnek olarak gösterilebilecek bir diğer husus da İsmail Habib’in; sanatçının
eserlerini sayarken sadece kitap boyutundaki eserleri değil sanatçının gazete ve
mecmualardaki yazılarını ve makalelerini de bunların ismini saymadan sadece hangi
gazete ve mecmualarda yazdığını belirtmesidir.
Eser konusunda birinci bölümde dile getirilen önemli bir ayrıntı olarak eserin muhtelif
baskılarıyla ilgili olan kısımdı. İsmail Habib, her ne kadar eserlerin adını üslûbunu ve
muhtevasını açıklasa da bir eserin zaman içinde baskısındaki değişikleri belirtmek de
bir edebiyat tarihçisinin görevidir. İsmail Habib, Namık Kemal’in romanlarını saydıktan
sonra eserlere yönelik açıklamalar yapmıştır. Bu açıklamalarda roman türüne ait
açıklamaların oldukça cılız kaldığı görülür. Bununla birlikte “İntibah” isimli romanın
sadece adını zikreden İsmail Habib, bu romanın önce “Son Pişmanlık” adıyla çıktığını
fakat daha sonraki baskısında “Sergüzeşt-i Ali Bey” olarak basıldığını, son baskısında
da sadece “İntibah” adıyla basıldığını belirtmemiştir. Şüphesiz İsmail Habib gibi birinin
bunu bilmediğini söyleyemeyiz. Bu olsa olsa daha önce de eser hakkındaki
eleştirilerden biri olan İsmail Habib’in “Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi”nde şiire
ağırlık vermesiyle ve öznel tavrıyla ilgili olabilir. Böyle de olsa bir edebiyat tarihinde
böyle bir bilginin atlanmaması gerekmektedir. İsmail Habib, İntibah’ta göstermediği bu
dikkati Finten’de gösterir. Finten’in daha önceki baskısından bahseder: “Kitabın bir
kısmı, vaktiyle “Servet-i Fünûn”da “sahaif-i bediiyye” serlevhası altında A.H imzasıyla,
müellifi gizletilerek tefrika edilmişti, o zaman her parçanın intişârı büyük bir te’sir
yapıyordu.”(1340: 238) Aynı şekilde Hamid’in “Bir Sefile’nin Hasbıhali” adlı eseri için
de bu tür bilgiler verir: “Asıl ismi “Kahbe”idi, fakat müellif bu ismi hakikaten haksiz bulmuş
olmalı ki eserine “Bir Sefile’nin Hasbıhali” ünvanını vermiştir.”(1340: 290). Eserin farklı adla
136
baskısının yanında özellikle dönemin sosyal ve siyasî şartlarından dolayı çeşitli yollarla
çoğaltılan eserler de edebiyat tarihçisinin dikkati dâhilindedir. Bu konuda Tevfik
Fikret’in şiirlerinden örnek gösterilir:
Bir kısmı, Rubâb’ın Meşrutiyetten sonraki tab’ına kadar ancak gizlice
elden ele ve hâfızadan hâfızaya geçerek yayılan şiirlerdir; “Sis”,
“Revzen-i Mahlû”, “Millet Şarkısı” gibi. Bunları ele geçirenler, devrin
karanlık haşyeti içinde heyecanlı bir zevk ve korkulu bir incizâb ile
onları gizli ve tehlikeli bir ibâdet yapar gibi okuyorlardı (1340: 462).
Bir edebiyat tarihçisinin değinmesi gereken bu konulara değinerek hem eserin basım
macerasını hem de dönemini yansıtan İsmail Habib, bu dikkatini maalesef İntibah’ta
göstermemiştir.
Eserin basım tarihlerinin verilmesi de edebiyat tarihçiliğinde eserin ve türün gelişimini
göstermesi bakımından önemlidir. İsmail Habib, bazı sanatçıların eserlerinin
neşrolunduğu tarihleri verirken bazılarının sadece adını vermekle yetinmiştir. Fakat
Abdülhak Hamid’in eserlerinin açıklamalarını tek tek yaparken basım tarihi konusunda
da oldukça titizdir. Oysa bir edebiyat tarihçisinin bütün eserlerde aynı titizliği
göstermesi gerekir.
2.1.2.1 Muhteva
Eserin muhtevasıyla ilgili olarak tek başına bir eser değerlendirmesi yapmayan İsmail
Habib, tarihi olaylardan bahsederken eserlerle bağlantı kurmaktadır. Tanzimat Fermanı
dolayısıyla Reşit Paşa’yı anlattığı bir bölümde başta Şinasi olmak üzere Namık Kemal
ve Ziya Paşa’nın eserleriyle Tanzimat’ın ilanı ve Reşit Paşa arasındaki bağlantıyı gözler
önüne serer:
Şinasi gibi şairler bu kanun sayesindedir ki Reşit Paşa’ya hitaben o
kanun için şu sözleri söyleyebiliyorlardı:
Bir ıtıknâmedir insana senin kanunun
Bildirir haddini sultana senin kanunun
137
Eğer Reşit paşanın bu kanun ile ve bu kanunun tatbikatıyla açılan
Tanzimat devrinin temin ettiği masuniyet olmasaydı ne Şinasi
“Tasvir-i Efkâr”daki yazılarını, ne Ziya Paşa “Zafername”sini, ne
Namık Kemal “Vatan” tiyatrosunu yazabilirlerdi veyahut yazsalar
bile idam edilirlerdi. O kanun bu memlekette epeyce uzun müddet
epeyce kuvvetli bir hürriyet temin etti (1340: 84).
Eserlerle ilgili eserden alıntı yapmadan çoğu yerde “eserleri” bahsinde eser adlarını
zikredip eserin muhtevası hakkında kısa bilgiler vermektedir. Bu tavrı süreklilik
göstermez. Pertev Paşa’nın eserlerinden bahsederken bu tavrı görülür:
Pertev Paşa’nın âsarı şunlardan ibarettir: 1. “Itlâku’l-‘ale’l-Efkâr fî
‘Ukadü’l-Ebkâr.” Paşa bu kitabında taaddüt-i zevcât aleyhinde
bulunan Avrupalıların zehâblarını reddetmişti. “Osmanlı müellifleri”
Tâhir Bey kitap için “âsâr- makbuldendir” diyor. 2. Habnâme. Bu
kitap isminden anlaşılacağı cihetle uykunun fazâili hakkında
yazılmıştır. 3. Âli Paşazâde Fuad Bey ve Arif Paşa ile müştereken
tercüme ettikleri ehl-i salib tarihi. “Emrü’l-‘Acîb fî Târîh-i Ehl-i
Salîb” ünvanını taşıyan bu kitabın yalnız birinci cildin matbuu
olduğunu Tahir bey söylüyor. 4. Eski “Mecmua-i Fünûn” namındaki
mevkut risalede intişar eden Jan Jak Ruso’dan mütercem “Beka-yı
Şahsî ve Nev’î” namındaki makale. 5. “Gavganâme”si. Paşa bunu
“Şinâsî”nin “Tasvir-i Efkâr” gazetesinde İstanbul köpeklerinin ref ve
izalesi hakkında yazdığı makaleye karşı, köpeklerin hukukunu sıyânet
yollu ced ve mizahla karışık olarak, mükâlemeli bir tarzda yazmıştı. 6.
Hügo ve Russo gibi garp şairlerinden tercüme ve lisanımıza naklettiği
bazı manzumeler. 7. Sadrazamlardan “Mahmut Nedim” Paşa hakkında
hece vezniyle yazdığı bir destan (1340:101).
İsmail Habib’in eser bahsinde belki de en çok üzerinde durduğu kısım eserin
muhtevasına yönelik olan yerlerdir. Aslında eserden bahsederken genellikle onun
muhtevasını açıkladığı görülür. Bir örnek olarak Ziya Paşa’nın “Terkib-i Bend”ini
açıkladığı kısımlar gösterilebilir. Bunu yaparken eserden alıntı da yapmakta ve kendi
yorumlarını da eklemektedir:
Terkib-i Bend’in aslı yeni fikirli kısımlarına gelince: Terkibin asıl
hararet ve kuvvetini bunlardan duyuyoruz. Şair zalimlere karşı
pervasız bir isyanla haykırmakta, mazlumları kudretli bir sedâ ile
sıyânet etmektedir.
Zâlimleri adlin ne zaman hâk edecektir.
Mazlûmların çıkmadadır göklere âhı (1340: 135)
Ziya Paşa, alafrangalıktan milliyetini unutanlardan, kozmopolitliğe
sapanlardan tezyif ile kuvvetli bir istihza ile bahseder:
138
İsnad-ı taassub olunur merd-i gayura
Dinsizlere tevcih-i reviyet yeni çıktı
İslam imiş devlete pa-bend-i terakki.
Evel yoğ idi iş bu rivayet, yeni çıktı. (1340: 136)
Bu örneklerde de görüldüğü gibi İsmail Habib, aynı anda hem eserin muhtevasını
açıklamakta, hem eserde geçen kavramları göstermekte hem de döneme ait özellikleri
anlatmaktadır.
Bazen de eserin muhtevasını tek tek değil de bütün eserlere yönelik olarak hatta bizzat
şahsiyetin kendisinden kaynaklanan özelliklerden yola çıkarak anlatır:
Fikirlerin yeni bir nura koştuğu devirlerde “vatan”la “san’at” birbirine
karışır. O zaman bir fecrin lem’alarını seziyordu, bu lem’alar önünde
Kemâl’in eserleri bir güneş gibi parladı, o kalblerdeki mübhem,
dağınık iştikâklı, vatan hislerine bir mihrak oldu ve ruhunun alevinden
zayıf ruhlara kuvvet, mütereddit seciyelere azim, karanlık idraklara
aydınlık serpdi, hiçbir ruh vatan aşkında onun kadar büyük değildi,
hiçbir ruh bu ulvî ateşin aşkıyla onun kadar kavrulmadı, o ruh sanki
ilahi bir volkandı, vatan kelimesi onun ağzından daima bir dilim lav
gibi çıkıyordu (1340: 149).
İsmail Habib’de dikkati çeken bir özellik olarak özellikle eserden bahsederken onu
muhtevasından bahsetmesi bununla ilgili olarak bolca örnek vermesidir. İsmail Habib,
Nâmık Kemal’den ve onun eserlerinden bahsederken onun vatanperverliğine birçok
şiirden alıntı ile örnekler vermektedir:
Önündekini unutmuş, cemiyetin içinde cemiyet için “fenâ-fi millet”
olmuştur. Bunu bize ne kadar kendine yakışan bir edâ ile anlatır:
Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemal
Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdıma (1340: 164)
Diğer sanatçılarla ilgili olarak onların sanatçılığı ile ilgili açıklamalarda da aynı tavrı
devam ettirir. Bu yönüyle edebiyat tarihinin daha kolay okunmasını, anlaşılmasını
sağlamıştır. Zaten kullandığı dilden de bu anlaşılmaktadır. Bu yönüyle Teceddüt
Edebiyatı Tarihi bol örnekli bir edebiyat tarihi niteliği gösterir ki bu da eserin
inandırıcılığını ve anlaşılırlığını sağlamlaştırmaktadır.
139
İsmail Habib’in eserleri değerlendirmeye geçmeden önce onları muhtevasına göre
ayırdığı görülür. Hatta sanatçının eserlerinden bahsederken sadece matbu olanları değil
sanatçının matbu olmayan elden ele geçirilerek istinsah edilen eserlerinin de olduğunuözellikle şiir- söyledikten sonra muhtevaya göre bir tasnif yapar. Fakat bu tasnif tür
tasnifinden sonra gelmektedir. Yoksa yalnız muhteva tasnifiyle sınırlı kalmaz. Önce
türe göre tasnif edip ayrı başlıklar açan İsmail Habib, daha sonra sanatçının diğer
eserlerinin muhtevasını söyler:
Tevdi’ olunan şiirlerinden başka muhtelif vâdide muhtalif eserleri
vardır, bunların bazıları tarihîdir: “Devr-i İstilâ”, “Bârika-i Zafer”,
“Evrâk-ı Perîşân”, “Kıbrıs Muhasarası”, “Osmanlı Tarihi” gibi.
Ba’zıları temâşaya aiddir: “Vatan”, “Zavallı Çocuk”, “Âkif Bey”,
“Gülnihal”, “Karabela”, “Celâleddin Harzemşah” gibi. Ba’zıları da
roman vadisinde yazılmıştır: “Cezmi”, “İntibah” gibi. Ba’zı tenkidî
eserleri de vardır: “Tahrib-i Harabât” gibi (1340: 168).
Bu bilgilendirmelerden sonra tek tek eserlerin muhtevaları açıklanmakta ve bu eserlerin
üslûbları hakkında bilgi verilmektedir. İsmail Habib, aynı yöntemi Recaizâde için de
uygulamaktadır (1340: 200-201).
Muhtevaya oldukça önem verdiği görülen İsmail Habib, bu konuda en çok ağırlığı
Abdülhak Hamid’in eserlerine göstermiştir. Adeta metnin özetini çıkarırcasına
metinlerden örnek parçalar da vermek suretiyle açıklar.
2.1.2.2 Tematik Yapı- Eserde İşlenen Kavramlar
İsmail Habib tematik durumu ortaya koymak için tek tek eserlerden hareket etmek
yerine bütüncül bir bakış açısıyla hareket eder. Sanatçının eserlerinde hâkim olan genel
havayı aksettirir. Ziya Paşa örneğinde bu kendisini gösterir:
Fikirlerine bir darb-ı mesel olabilecek kudretin sırrını bilmektedir.
Şiirlerinin özünü “hikmet” teşkil ediyor. Zamanı ve ahfadı onu
edebiyatımızın en hakîm şairi telakki etti. Şarkta ki hikmet şiirin en
makbul ve en vakûr zirvesidir. Paşa bu zirvede eslaftan hiçbirine nasip
olmayan bir irtifaa sahip oldu (1340: 143).
140
Şinasi’nin eserlerini incelediği bölümlerde onun eserlerinde çoşkunluğun olmadığını
duygulara değil de dimağa hitap ettiğini belirtir:
Şinasi emeli kadar kuvvetli bir kaleme, gayesinin vuzuhu kadar parlak
bir sanata, ruhunun hamlesi kadar parlak bir ibdaa malik değildi, o
yeni edebiyata hem şiirle hem nesirle çalıştı, lakin yüksek bir sanatkâr
değildi, kendisinde şiiriyetin coşkunluğu yoktu, heyecan ve ihtirasla
yazmıyordu. Onun için onun şiirleri ve nesirleri yalnız dimağlara hitap
etti, ruhları dalgalandırmadı ( 1340: 112).
Şüphesiz teceddüt edebiyatının başlamasıyla birlikte edebiyatımıza da yeni kavramlar
girmiştir. Bu kavramlar özellikle Batı’yla temas halinde olan sanatçıların eserlerinde bu
kavramlara rastlanmaktadır. Tanzimat devrinde başlayan bu kavram yenileşmesi ilk
olarak Şinasi’de görülmektedir. İsmail Habib, bunu dikkatlere sunarken Şinasi’nin
eserlerinden alıntı yapmayı da ihmal etmez:
Şinasi edebiyatımıza “hürriyet, vatan, millet, kanun… ilh.” gibi yeni
mefhumlar getirmişti:
“Bildirir haddini sultana senin kanunun”
Sözünü padişahın yüzüne fırlatabilen Şinasi:
Âleme mûnis-i can adl ile ihsan olmuş
Âdeme bais-i şan akıl ile irfan olmuş diyordu.
Reşit Paşa’ya:
Ettin azad bizi olmuş iken zulme esir
Cehlimiz sanki idi kendimize zincir. Hakikatini söyleyebiliyordu.
Olmuş insana taassup bir onulmaz illet
Hüsn ü tedbirin ile kurtulur ondan millet.
diye beş altı asrılık edebiyatımızda hiç söylenmemiş bir dua yapıyordu (1340:
114).
Ziya Paşa’nın şiirlerinde de “adalet, hürriyet, zulme kafa tutuş, milleti nura, istiklâle çağırış
var”dır. (1340: 133).
Aynı kavramlar Namık Kemal’de de bulunur. Fakat İsmail Habib bu kavramlardan
özelikle “vatan”a vurgu yapar. Namık Kemal’in diğer eserlerinde vatanla ilgili
141
benzetmelerini sıralayarak vatanın onun fikirlerinde ve eserlerindeki önemini belirtir
(1340: 161-162).
Eserde geçen kavramları bazen aynı sanatçının farklı eserleri arasında karşılaştırma
yaparak sanatçıdaki değişimi de vermekte ve anlatıların daha anlaşılır kılınmasını
sağlamaktadır:
Makber’de felsefe ve hikmet kalbin feryâd ve feverânı içinde erimiş
gibidir, orada derin fikirleri hislerin içinde seçiyoruz, fakat “Ölü”de
şair bir “hakîm” tavrı almıştır. Mısralarına sağlam ve ihtimamlı bir
muhafaza yapıyor. Binâen-aleyh bazı fikirlerin burda daha derli toplu
ifâde edildiğini görüyoruz, zaten, şair “Ölü”yü bunun için yazıyor,
Makber “merhume” için zikredilmiş bir his ve ruh âbidesi idi, “Ölü”
ise mehumenin kabri üstüne fikir ve muhakemenin heykelini dikiyor
(1340: 302).
İsmail Habib, tematik durum ya da eserde işlenen kavramlardan bahsederken örneklerle
bunu destekler. Bazen de bu tematik duruma örnek vermekle birlikte ele aldığı sanatçının
şiirinin bir özelliğini belirtir. Tevfik Fikret’in şiirinden bahsederken ondaki hikemî
söyleyişe de atıfta bulunur:
Fikret’in şiirlerini beğendiren, zamanında o şiirlere büyük bir cazibe
veren sebeblerden mühim biri de “Rubab” şairinin en basit
mevzulardan bile bir hikmet çıkarmaktaki kudretidir (1340:460).
İsmail Habib, burada da ele aldığı eserlerin hepsinin tematik durumlarını ya da
kavramlarını vermekten ziyade yani bir şeyle karşılaştığında vermeyi tercih etmiştir.
İsmail Habib’in eserlere yönelik bu tematik değerlendirmesi bazen döneme yönelik de
olmaktadır. Fecr-i Âti’den ve onların şiire getirdikleri yeniliklerden bahsederken o
dönemin eserlerinin tematik durumunu şu şekilde özetler: “Vakıa neyli, kamışlı, melalli
akşam tasvirleriyle edebiyatı gölge içinde bırakmışlardı.”(1340: 574).
Eserlerdeki tematik yapıyı verirken de aynı dönem ya da başka dönem sanatçıları
arasında da karşılaştırma yapar. Cenab Şehabettin’in şiirlerindeki lirizmi daha iyi
anlatabilmek için onu Tevfik Fikret’le karşılaştırır: “Rubab”ın tellerindeki ciddiyete bedel
142
Cenab’ın “Elhân”ı en “lirik”, en âşıkâne nağmeler çıkarmalıdır. Zaten onun şiirlerini ihtizâza
getiren hep aşkdır” (1340:514).
2.1.2.3 Dil ve Üslup, Cümle, Kelime/ Nazım Birimi, Kafiye/ Vezin, Ahenk/ Ritm
Birinci bölümde ayrı ayrı ele alınan bu başlıklar burada birlikte ele alınmıştır. Birlikte
ele alınmasının nedeni İsmail Habib’in eseri değerlendirirken ya da eser hakkında bilgi
verirken bunları ayrı ayrı değerlendirmek yerine hepsini içiçe olarak değerlendirmiş
olması ve bu başlıkların birbirinden kesin çizgilerle ayrımanın imkânsız oluşundan
kaynaklanmaktadır. Bu bölümde de İsmail Habib’in ağırlıklı olarak durduğu
unsurlardan aza doğru herbirine örneklerle yer verilecektir.
Üslup bahsi iki başlık altında ele alınabilir. Biri edebiyat tarihçisinin eserinde kullandığı
üslûp, diğeri ise sanatçının üslûbuna ait değerlendirmedir. İlk Önce İsmail Habib’in
kendi üslûbundan bahsetmek onun edebiyat tarihçiliği hakkında da bilgi verecektir.
İsmail Habib’in edebiyat tarihçiliğinde en çok dikkat çeken ve en çok eleştirilen
yönlerinden birisi de onun kullandığı üslûba yöneliktir. Bu üslûbun yer yer
bilimsellikten uzaklaştığı örneklerde de görülmektedir: “Sururi'yle Sünbülzâde'nin
karşılıklı hezeliyatı hezl değil kişnemeli tepişmedir." (1340: 677). Voltaire'in "Kovanın içinde
hârika-engiz bir sanatkâr olan arı kovanının haricinde alelade bir sinektir." sözü ile
Namık Kemal'in vatan temasını işleyen şiirleri dışındaki şiirleri ile arasında bir
münasebet kurarak şöyle der: "Bu sözü şiirlerinde hamaset ve vatanperverlik haricine çıkan
Namık Kemal, hakkında da aynen tatbik edebilirdik." (1340: 164).
İsmail Habip, H. Nazım'in şiiri ile ilgili olarak da uçuk bir benzetme yapar:
Bazı kadınlar vardır, güzel gibi görünür, âza ve eşkâli mütenâsibdir, fakat
cazibesi yoktur, soğukturlar, kansız bir beyazlıkla donuk dururlar. H.
Nazım'ın şiiri buna benziyor (1340: 87).
İsmail Habib, bazen, süslü, oyunlarla dolu üslûbuyla, sanatkârlığa kaçarak izah etmeye
çalıştığı meseleyi karmaşık bir hale sokar: “Kiralık Konak, dışa bakan Yakup'la, içe bakan
143
Yakup'un çarpıştığı bir eserdir ve romanda dışta sendeleyen zaaf ile içte kudretleşen kıymet
bocalayıp duruyor." (1340: 633).
Süslü ve oyunlarla dolu dolu cümlelere devam etmektedir: "Söz var söyleyenle, söyleyen var
söylediği sözle büyür." (1340: 681). "Bugün Hâmid'in sanat şahikası karşısında, Kemal'in san'atını
bir tümsek gibi görüyoruz: Fakat kendi zamanında bu tümsek, o şahikayı bile bir tümsek halinde
bırakan bir şahika idi." (1340: 147).
İsmail Habip, Muallim Naci bahsinde “çocuk şundan bundan müteferrik ders almaya başladı"
diyerek Muallim Naci'nin ders aldığı hocaları kıran ve üzen bir ifade kullanır, isim isim
zikretmez.
Fecr-i Âti Toplaşmasının başkanlığını yapanları hatırlayamaz veya önemsemediği için
edebiyat tarihinde bulunmaması gereken bir şekilde şunları söyler: "Galiba evvela Faik Âli,
sonra Celâl Sâhir Fecr-i Âti'ye reis oldu." (1340: 575).
Abdülhak Hâmid'in bir eserinin yazılış tarihi için de yine müphem bir ifade kullanır:
“Tarhan'ı da herhalde Meşrutiyet iptidalarında yazdı." (1340: 422).
Bazen de, hiç bir manâ çıkarılamayan, bozuk cümleler kurar, sık sık hissî yargılarda bulunur:
"Bu en sarsan şiiriyet karşısında herkes gibi basit kalacaksak niye şâiriz?" (1340: 483). "Fakat
devletteki şuursuzluk dindeki bu müthiş kudretten de istifade edemedi" (1340: 701).
İsmail Habip, Sultan II. Abdülhamid için de aynı öznel yargıda bulunur: “Heyet-i
Umumiyesiyle belahate yakın bir vehm ile malul idi, bazı hadiselerde cesaret gösterdiği
görülüyordu, fakat asıl hüviyeti ürkeklik ve korkaklıktı." (1340. 417).
Yeni Türk Edebiyatı adlı kitabında Vasfi Mahir Kocatürk, İsmail Habip'in Türk
Teceddüt Edebiyatı Tarihi’nin üslûbunu şöyle değerlendirir: "Kitap dil ve üslûp
bakımından da takdirden ziyade tekdire layıktır... İfadesinin kusuru sun'î ve ciddiyetsiz
olmaktan ziyade hiç müsbet fikir vermiyen bir sürü mânâsız çörçöp dolu olmasındandır."
(Özcan, 1999: 51-52).
144
Abdülkadir Karahan, İsmail Habip'in Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi'ni, "Edebiyat Tarihi içinde
edebiyat yaparak acele hükümler veren ve fazlaca üslûpçuluğa kaçan san'atkar hassasiyetini"
beğenmediğini ifade eder (Özcan, 1999: 52).
İsmail Habib ve Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi ile ilgili iki adet yazı yazan Cenap
Şehabettin de bu yazılarında aynı zamanda tenkitin ne olduğu ve ne olması gerektiği
gibi konularla ilgili olarak da ayrıntılı açıklamalarda bulunurken Üslûba yönelik
eleştirilerini dile getirir:
Ah, ne olurdu intikadınız daha az romantik, daha az lirik ve biraz daha
gayrişahsî olsaydı… Diğer cihetten ya kendi intibanıza yahud
ammenin red ve kabulüne istinad eden hükümlerinizdeki katiyyet de
sık sık beni irkiltti. İntikad ederken sanki elinizde hiç
yanmayacağından emin olduğunuz bir musaddak var. Her eseri ona
vurarak kesib atıyorsunuz ( Sevük, 1928: 65).
Bir sonraki yazıda ise Cenap Şehabettin, İsmal Habib’in çok kere hükmüne heyacanını
karıştırdığını söyleyerek üslûba yönelik eleştirisini yineler (İ. H. Sevük, 1928: 104).
İsmail Habib, bu eleştiri karşısında kendisinin Avrupa’daki münekkidler gibi hüküm
verirken tereddüt etmediğini hüküm vermeden önce tereddüt ettiğini fakat ondan sonra
hükmünü verdiğini ayrıca okuyucuya da sen bana bakma dediğini belirtir (1928: 83-84).
İsmail Habip Sevük’ün üslûbuna yönelik olumsuz eleştirilere rağmen bu üslûbu
beğenenler de vardır. Bunların en önemlisi ise Cemil Meriç’tir. Meriç’e göre, İsmail
Habib’in bu eseri “asırlık bir kavganın şairane bir fezlekesi”, İsmail Habib de “edebiyat
tarihine
edebiyat
haysiyeti
kazandıran”
birisidir
(2006:
213-214).
Meriç,
bu
değerlendirmesinde tamamen üslûbu kriter olarak değerlendirmektedir. Çünkü kendisi
de üslûba çok önem vermekte bu üslûbun peşinde koşmaktadır. Bunu bizzat kendisi de
belirten Cemil Meriç hangi tür eser olursa olsun üslûp arayışındadır. “Celal Nuri gibi
Köprülü’nün bir edebiyat tarihçisi olarak üslûbu yoktur” (2005: 75) derken de edebiyat tarihi
çalışmalarında üslûbu önemsemekte ve bu yüzden İsmail Habib’i beğenir. Bununla
birlikte Cemil Meriç, İsmail Habib’i bir edebiyat tarihçisi yani bir bilim adamı olarak da
görmez: “İlim adamı değildir İsmail Habib. Samimiyeti kusurlarını örter.”( 2005: 47). Bu
samimiyet ise İsmail Habib’in üslûbundan kaynaklanmaktadır.
145
İsmail Habib’in bu kitapta kullandığı üslûp sadece edebiyat tarihine has değildir. Diğer
kitapları incelendiğinde görülecektir ki aynı tarz üslûp devam etmektedir. Belki diğer
kitapları ve yazıları (gezi, deneme, fıkra..) için uygun olabilecek bu tarz ifadeler bir
edebiyat tarihi için uygun görülmemektedir. Bu konuda bir eleştiri de Yahya Kemal’den
alır. Fakat bu eleştiri istihza ile karışıktır. Tokatlı’da bir dost meclisi sırasında şu
konuşma geçer:
Yine bir akşam birçok edebiyatçılar Tokatlı’da Yahya Kemal’in
etrafında toplanmış konuşuyorlardı. Söz, İsmail Habib’in
Cumhuriyet’te neşrettiği Yurttan Yazılar’ında geçti. Yahya Kemal:
“Birkaç gün sonra İzmir’e gitmeliyim.” dedi. Diğerleri sordular:
“Üstad, bu sıcaklarda İzmir’e gidilir mi?”
“İsmail Habib İzmir’den bahsetmeden yurdumu şöyle güzelce bir
göreyim.” dedi ve sonra Faruk Nafiz’e dönerek “Ne yapıp yapıp
Habib’e Bursa ile İstanbul’dan bahsettirmeyelim, yoksa yaşanacak yer
kalmaz” diye ilave etti (1984: 87).
Sanatçıların üslûbuna ait dikkatlerinde ise çeşitlilik görülmektedir. İsmail Habib’in
üslup konusundaki değerlendirmeleri eserden alıntılarla yapılmaz. Genel olarak bir
değerlendirme özelliği taşır. Sanatçının eserlerinin geneli üzerine bir değerlendirme
olarak sunulur. Bunu yaparken de karşılaştırmalarda bulunmayı da ihmal etmez:
Teceddüt edebiyatımızın ilk şairi Akif Paşa’dır. Çünkü nesirde ilk
sade, açık, samimi, eseri o yazdı ve şiirde divan edebiyatının ruhundan
kurtulmuş ilk numuneleri o verdi. Vakıa ondan evvel de Nedim’in
tarihi, mütercim Asım’ın kitapları gibi sade lisanla nesir yazanlar
olmuştu, vakıa ondan evvel de şiirde hece veznini kullanan, aşık
tarzında bazı koşmalar ve şiirler yazanlar görülmüştü. Fakat bütün
onlar münferit birer hadise halinde kaldılar (1340: 88).
İsmail Habip, bazan sanatkârın eserlerini sıralarken, eserin dili hakkında bir fikir
vermek maksadıyla da eserden kısa alıntılar yapar (Ör. Recaizade Mahmut Ekrem bahsi,
Müntehabat Mecmuası )(Özcan, 1999: 269). Fakat bu yönteme her zaman müracaaat
etmez.
Aynı sanatlı anlatım sadece sanatçıları anlatırken değil yaşanılan devir anlatılırken de
devam eder:
146
Mehmet Ali Paşa’nın Bursa yakınlarına gelen ordusu bir hamle daha
yapsa İstanbul’u alacak, “devlet ebed müddet”in hayatına bile hatime
çekecektir. Bunalan devlet çarlığa iltica ediyor, denize düşen biçarenin
yılana sarılması gibi, izmihlalin imanında çalkanan devlet çarın zehirli
ve öldürücü himayesini bir dua gibi görmüştür. “Hünkar Muahede
Hafiyesi” bizi Rusya’nın bir mahmisi yapıyordu: kaç asırdır türbemizi
kazmak isteyen çarlık bir türbedar gibi başımıza dikilmişti! (Sevük,
1340: 81).
Böylece İsmail Habib, eserinin başında dediği gibi kuru bilgi yığınından uzaklaşmakta
ve okuyana zevk verecek bir edebiyat tarihi meydana getirmektedir. Bu anlatım tarzıyla
dediğini gerçekleştirdiği görülmektedir. Kolay okunan, yormayan, zevk veren bir
edebiyat tarihi yazmıştır.
Dil ve üslûp bahsi de edebî zekle alakalıdır. Çünkü edebî zevk de bu konularda seçme
işlemi olduğu için edebî zevkle ilgili hususiyetler bu başlık altında ele alınacaktır.
İsmail Habib, ele aldığı sanatçının üslûbundan bahsettiği satırlarda sanatçının üslûbuyla
devrinden önceki üslûp farkını ortaya koyduğu gibi sanatçının diğer eserleriyle de
karşılaştırmalı bir üslûp incelemesi yapar. Fakat bu incelemede eserlerden ayrıntılı
örnekler vermeden dile getirmekle yetinir:
Saniyen Âkif Paşa’nın eserlerinde eski edebiyatla yeni edebiyatı yan
yana yürüten numuneler de görüyoruz. Bu gibi eserlerde Paşa şeklen
bile bir taraftan edebiyat-ı kadîmeyi, diğer taraftan teceddütü
yaşatmaktadır. Bir ayağını “yeni”ye atmış, diğer ayağı “eski”de
kalmış. Bu yoldaki eserlerinden nesrine en güzel misal meşhur
“Tabsıra“ risâlesidir. Bu risaleyi padişah Mahmud-ı Sâninin emriyle
yazıyor. Risâle sırf rakibi idham Pertev Paşa’yı tehzil için kaleme
alınmıştır. Tabsırada iki nevi üslup görürüz: biri resmi üslup, diğeri
hususi üslup.
Paşa vaka-i siyâsiyeyi izah ederken birinci üslûba, Pertev Paşa’nın
şahsından ve hatalarından bahsederken ikinci üslûba müracaat ediyor.
Birinci nevi üslûb bize terkipleri, uzun cümleleri, ağır ve külfetlice
edasıyla vâdi-i kadîm inşasını tahattur ettirmekte, ikinci nevi üslûb ise
daha kısa cümleler, daha sade ifadeler, hücumlarına şiddet, fikirlerine
kuvvet, delillerine katiyet vermek gibi meziyetlerle nazarımızda yeni
müeddâlı bir eda canlandırmaktadır. “Tabsıra“daki bu ikiliğin Namık
Kemal de farkına varmıştı. Bu risaleden bahsederken diyor ki: “
Tabsıra’nın bir kusuru varsa o da lisan-ı resmide yazılmış bir risâle
veya edibâne tahrir olunmuş bir makale sûretinden birine
benzememesidir (1340: 93).
147
İsmail Habib, bu karşılaştırmada daha çok çağdaşı olan ve aynı türde eserler veren
sanatçıları karşılaştırmaya özen gösterir. Bunu yaparken kullandığı sıfatlar da kendine
has bir üslûp taşır. Namık Kemal’in nesirdeki üslûbu için şu karşılaştırmayı yapar:
Onun nesri yanında “Şinasi”nin makaleleri kuru bir iskelet, o nesrin
şelaleli ahengi yanında Ekrem’in eserleri sesi işitilmeyen bir şırıltı,
onun üslûbundaki şa’şâya nisbeten Hamid’in mensur bediâları rengi
belirsiz birer sönük levha, onun tantanalı edasına “Sezâi”nin tabiî ve
beşerî ifâdesi letafeti görülemeyen birer yazı idi (1340: 166).
Görülen o ki İsmail Habib, bu karşılaştırmaları yaparken anlaşılırlık kaygısı da taşıdığı
için somutlaştırmalara müracaat etmekte, duyular ve renklerden yararlanmaktadır.
Edebî zevk bahsinde ayrı bir başlık açamayan İsmail Habib, bu konuyu eser bahsinde
değil de yazardan veya şairden bahsettiği bölümlerde dile getirmiştir. Zevk konusunda
sadece kişisel tercihleri yansıtmakla kalmamış karşılaştırmalara da müracaat etmiştir.
Akif Paşa’dan ve onun edebî zevkinden bahsederken bu mukayeseyi yaptığı görülür:
Vakıa ondan evvel de Nedim’in Tarihi, mütercim Asım’ın kitapları
gibi sade lisanla nesir yazanlar olmuştu, vakıa ondan evvel de şiirde
hece veznini kullanan, âşık tarzında bazı koşmalar ve şiirler yazanlar
görülmüştü. Fakat bütün onlar münferit birer hadise halinde kaldılar.
Hece veznindeki şarkılar, şehirlilerin bazen köylü kıyafetinde resim
çıkartması gibi, fantezi bir heves için yapılıyordu, ara sıra pek nadir
olarak nesirlerde, meselâ Nedim’in Tarihi gibi, husûsi emirler ve
husûsi maksatlarla sâde yazılıyordu. Gerek şiir ve gerek nesirde, divan
edebiyatından ayrılmış gibi görülen o pek müstesna şâzz kabilinden
bir iki numunenin nasir ve şairleri ise heyet-i umumiyeleri itibarıyla
edebiyat-ı kadîmeye mensuptular. Saniyen o bir iki numûne müselsel
bir zincirin halka başları olamamıştı, ondan sonra o eserler takip
edilmedi, onlar edebiyat-ı kadîme tarihinin umûmi seyri içinde,
münferit, ehemmiyet atfedilmeyen, takip ve taklit olunmayan birer
hadise halinde kaldılar. Hâlbuki Akif Paşa böyle değildir, onda
edebiyat-ı kadîmeden ayrılmış bir ruh görüyoruz. O nesirde latif ve
terkip için değil, mânâ için yazı yazdı, şiirde klişeyi değil, ruhun sesini
terennüm etti. Sâniyen onun eserleri kendinden sonra tevâli eden bir
devrin başında bulundular, o eserler artık inkıtasız, mütemadi, gittikçe
inkişaf eden, gittikçe kuvvetlenen bir hareketin, ibtidâsı oldular (1340:
88).
Bu karşılaştırma sadece eser ve dönem bağlamıyla sınırlı kalmayıp sanatçının diğer
eserleri arasında da bir karşılaştırmaya tabi tutulur:
148
Akif Paşa’nın eserlerinde üç nev’ hüviyet görülmektedir. Bir kısım
eserlerine bakıyoruz, nesir ve nazımda Paşa bir edebiyat-ı kadîme
münşisi ve bir divan edebiyatı nâzımı gibidir. “münşeat”ında “tarz-ı
kadîm”e ait parçalar, küçük “divan”ında da yine eski tarzda şiirler var.
Fakat şeklen tamamıyla edebiyat-ı kadîme kisvesi gösteren bu nesir ve
bu şiirlerde de alelekser ruh itibarıyla edebiyat-ı kadîmenin, evvelki
mebhaslarda saydığımız, umûmi evsâfından ayrılmak isteyen bir mânâ
seziyoruz. Bu tarz-ı kadîmdeki eserlerinde bile vuzuh, sadelik var.
Bilhassa yeni tahassüs ve tefekkür emâreleri nazara çarpıyor ( 1340:
92).
Özellikle Âkif Paşa’nın üslûbundan bahsederken onun dil konusundaki hassasiyeti
konusunda Namık Kemal’den alıntı da yapar:
Namık Kemal merhum, 1283 tarihinde “Tasvir-i Efkâr”daki
lisanımıza ve edebiyatımıza dâir yazdığı makalede lisanın sadeleşmesi
meselesinden bahs ederken Akif Paşa hakkında diyor ki: “lisanımızın
bu babda bazı mertebe-i terakkisi dahi, en büyükleri merhum Akif
Paşa olan, bir takım müceddidin üdebanın himmeti sayesindedir.”
(1340: 88).
Şinasi’nin üslûbundaki coşkunluğun eksik olduğunu belirten İsmail Habib buna rağmen
onun Türk edebiyatında yaptığı yeniliği şu şekilde ifade eder:
Şinasi’yi edebiyatımızı değiştiren bir “müceddit” olarak selamlıyoruz.
Fakat o edebiyatın mazrufunu değil, zarfını değiştirir,
edebiyatımızdaki yeniliği gözlere gösterdi, lâkin ruhlara aşılayamadı.
Çünkü Şinasi’de bunu yapacak “sanat harareti” yoktu. Onun eserleri
donuk ve kuru duruyor, beğeniyoruz fakat sevemiyoruz. Şinasi
zamanında takdirkârlar buldu; fakat sanatına perestişkâr bulamadı.
Eğer teceddüt edebiyatı yalnız Şinasi ile kalaydı eski edebiyat daha
çok zaman “hâkimiyetini” idâme ederdi. Eskinin tadı ancak daha
kuvvetli yeni bir zevk karşısında kuvvetini kaybetmeye başladı. Bunu
yapanlar ise Şinasi’den sonra gelenlerdir (1340: 112).
Dil ve üslûp ayrı başlıklar altında verilmemiştir. Buna rağmen önemli bazı sanatçıların
dile ait husisiyetlerini vermiştir. Bu konuda da sanatçıların dil zevklerini ifade etmede
tam bir tutarlılık görülmez. Ziya Paşa, Tanzimat döneminde dilde yenilik gerçekleştiren
sanatçılardan biridir. Bu yenilik sadece şekilde değil ruhen de kendini göstermektedir.
Bunu diyen İsmail Habib, dediklerine örnek göstermeyi de ihmal etmez:
Hele nesirlerinde edebiyât-ı kadîmeden ruhen değil şeklen de
ayrılmıştı. “Rüya”sı bugün için de sade ve temiz bir lisandır, hele
149
çocukluğuna, şiirimize vesaireye dair yazdığı bazı makaleler zamanın
değil uzun bir âtinin yazılarıdır (1340: 132).
Ziya Paşa ile ilgili dile ait hususiyetleri bununla sınırlamayan İsmail Habib, onun
“divan”ından da örnekler verir:
Ziya Paşa fikirlerine bizzat numûneler verdi, efkârları faaliyet ile teyit
etmek istiyormuş gibi en sade nesirleri yazdı, şiirlerinde de bazısı
aruzlu olmakla beraber hece vezniyle de divanında üç dört tane şarkı
görüyoruz.
Nedir ey nûr-ı dîdem söyle hâlin
Niçin böyle sarardı dil-i cemâlin (1340: 133).
Aynı Ziya Paşa’nın Zafernâme’ndeki üslûbu da oldukça beğendiği belli olmaktadır: “Bu
şerhte de Hüsnü Paşa’ya yakışacak tecahüller, tegaffüller göstererek onun ağzından gaflar,
potlar devirerek Ziya Paşa eserine çok kıymetli bir tehzil kudreti vermiştir.” (1340: 140).
İsmail Habib’in üslûp değerlendirmelerinde de kendine özgü sanatkâr dili kullanmayı
ihmâl etmediği görülür. Aynı zamanda bu dilde sahihlik bulunmadığını da belirtmek
gerekir:
Onun hakikaten koyu renkli, şatafatlı, tabiiliği taşıran bir üslûbu vardı,
bir üslûb ki ilk nazarda her nesi varsa hepsini gösteriyordu, bir üslûb
ki hep göze çarpan teşbihlerle dolu idi, basitti derin değildi, onda
meselâ Hamid’in bulutlar üstünden uçan hayalleri, parlaklığını birden
göstermeyen mübhem ve azâmetli fikirleri yoktu, onda hatta meselâ
Recâizâde’nin bazı şiirlerinde gördüğümüz, o ilk temasta ince bir
rikkatle ruhumuzu titreten hisleri de yoktu. Fakat bütün bunlara
rağmen Kemal’in üslûbu-zamanında- Hamid’in Ekrem’in ve başka
herhangi birinin yapmadığı te’sirleri yaptı (1340: 148).
İsmail Habib, bu değerlendirmesinde örnek vermeyerek anlattıklarının havada
kalmasına sebep olur. Fakat zamanına göre oldukça önemli olan karşılaştırmalı bir
yöntem kullanarak anlattıklarının anlaşılabilir olmasını sağlamaya çalışmıştır.
Vezin ve kafiye ile ilgili değerlendirmelerine geçmeden önce İsmail Habib’in bunlardan
ne anladığını bilmek gerekir. İsmail Habib, sadece aruzla ilgili değerlendirmede de
bulunmamıştır. Hece vezni hakkında da bir zevki ve bilgisi olduğunu özellikle Mehmed
150
Emin’in şiirlerinden bahsederken ortaya koymaktadır (1340: 571). Bu bize onun
değerlendirme kriterini de verecektir. Namık Kemâl bahsinde onu Hamid’le
karşılaştırırken bu konudaki düşüncesini de ortaya koyar:
Edebiyat yalnız nesirde, şairliği yalnız nazımdan ibaret sanmaktan
gelen bu tefrîki “Ebuzziya Tevfik” Bey senelerce evvel “Numune-i
Edebiyyât-ı Osmaniyye”sinde çürütmüş “edebiyat lafzı münşî ile şairi
birleştirmiş.”, demişti, biliyoruz ki “bediiyyât” vezne, kafiyeye,
cümleye değil ruha bakıyor, nesir olsun nazım olsun san’atın ulvî
alevinden bir ziya aksettirebilmişse o “san’atkârdır.” (1340: 161).
Sanatçının eserlerinden bahsederken özellikle şiir söz konusu olduğunda sanatçının
şiirlerinde hangi vezinleri kullandığı ile bilgi de vermektedir. Bunu da sanatçının az
kullandığı vezinle ilgili olanı örnek vererek yapar:
Kemâl’in divanında hece vezniyle de birkaç kıt’a görüyoruz; en
meşhuru şu kıt’adır:
Geceyi görenler zannederler güya
Kara kan dalgalı bir ulu derya
Kırları dağları içine almış
Kabarmış kabarmış da donakalmış (1340: 165).
Bazen de örnek vermeden ilk olması sebebiyle vezinle ilgili bilgilendirmelerde bulunur.
“Nesteren”den bahsederken Hamid’in bu ilk hâilesini hece vezniyle yazdığını
belirtirken aynı zamanda eserin türünü de verir. Hamid’in hece vezniyle yazdığı ikinci
eseri ise “Liberte”dir. Liberte ile ilgili olarak şu biçim özellikleri üzerinde durulur:
Eserin diğer bir hususiyeti “mesnevi” tarzında olmayışıdır. Hamid
bütün piyeslerini manzum, bütün eserlerini hep “beyit kafiyesi” yle
yazmıştı. İlk defa olarak bu eserde “müzdevic” kafiyenin baştan
nihayete kadar hâkim olduğunu görüyoruz (1340: 264-265).
Yalnız bu tarz bir inceleme eserin bütününe yani ele alınan bütün şiir veya piyeslere
yönelik olarak yapılmamıştır.
Hece vezni kadar aruzla ilgili değerlendirmelere rastlanmaktadır. Burada da gene bir
yenilik bahsinden dolayı aruzdan söz edilir. Arapça ve Acemce kullanımıyla ilgili
151
olarak, Türkçenin sadeleştirilmesi ve şiir dili olmasından hareketle Tevfik Fikret ve
onun şiir dilinde yaptığı yeniliklerden söz eder.
Lâkin şiirimizde Arab ve Acem’in yalnız kelimeleri ve kaideleri değil
Şîveleri de hâkimdi. Türkçe kelimeleri aruzun içinde, o şîveye tevfik
için, ezib büzüyorduk, bilhassa Türkçeleşmiş, kendi telaffuzumuzu ve
şîvemizi iktisab etmiş Arab ve Acemce kelimeler nazım içinde yine
derhal kendi müstakil şîvelerini alıyorlardı, işte bunu yenmek bir zevk
meselesi idi. Fikret bu zevki gösterdi (1340: 452).
Bu zevke başka örnekler de veren İsmail Habib, şiirimizdeki bir başka yeniliğe de gene
Tevfik Fikret vesilesiyle değinir. Bu yeniliğin adını vermese de bu günümüz edebiyat
kitaplarında anjambman olarak anılan bir düzendir:
Artık Fikret’in elinde ma’nâlar mısralara ve beyitlere göre
tamamlanmakdan kurtulmuştu. Ondan evvel her ma’nâ hemen her
beyitte biterdi. Fikret dört beş mısralık, ba’zen daha uzun cümleler
yazdı. Ondan evvel cümleler mısraların orta yerinde kesilmezdi, Fikret
ma’nâyı mısralara tâbi tutacağı yerde, mısraları ma’nâya mutî yapdı
(1340: 453).
“Bugünün Edebiyatı” başlığı altında Orhan Seyfi, Yusuf Ziya Ve Enis Behiç gibi hececi
şairlerden bahseden İsmail Habib, bunlar vesilesiyle hece vezni üzerine düşüncelerini,
bu şairlerin hece veznini kullanışlarını da belirtir. Böylece sadece aruza değil hece vezni
hakkında da malumatı olduğu anlaşılır ki bu da edebiyat tarihçisinde bulunması gereken
özelliklerden birisidir (1340).
İsmail Habib, yenilikleri anlatmaya devam eder. Tevfik Fikret’le birlikte Türk şiirindeki
değişikliklerden biri de kafiye anlayışıdır. Hamid’de de böyle bir girişime
rastlanmaktadır:
Fakat kafiyelerin cinsiyetindeki yeknesaklık ortadan kalkmadı, bu işi
yapmak Fikret’e nasîb oldu. “Hasta Çocuk” manzumesi intişar
edilince pek çokları kafiyelerdeki bu cinsiyet tehâlüfüne i’tirâz
etmişlerdi, onlar sonları kulağına aynı ahengi getiren, fakat biri isim,
diğeri fiil, biri sıfat, diğer, zarf olmak gibi…(1340: 454).
Tevfik Fikret’in şiir dilindeki, kafiye ve vezindeki yenilik çalışmaları devam
etmektedir: “Fikret, “aruz”a da yeni bir kabiliyet verdi, aruzu mevzua göre tenevvü eden bir
152
musıki yapmak istemişti.”(1340:455). İlerleyen satırlarda da şiirimizdeki yenilikleri Tevfik
Fikret hasebiyle açıklar.
Böylece İsmail Habib sadece edebî zevk veya üslûbu vermekle kalmamış aynı zamanda
yeri geldikçe edebiyatımızdaki zihniyet değişimlerini veya yenilikleri de göstermiştir.
Bu bakımdan İsmail Habib’in edebiyat tarihindeki değişiklikleri ve yenilikleri iyi bir
şekilde takip ve onları analiz ettiği söylenebilir.
İsmail Habib, sadece şiirdeki üslupla da sınırlamamıştır bu incelemelerini. Her ne kadar
şiire ait üslûb değerlendirmeleri ağırlıktaysa da nesre dair de üslûb değerlendirmeleri
bulunmaktadır. Bu konudaki ilk nesir değerlendirmesini Namık Kemâl’in nesirleri için
yapar:
İşte Kemâl’in nesrindeki husûsiyet budur: o her şeyi, en basit ve en
sade bir fikri de daima teşbihlerle hayallerle koyu bir tasvir ile
kabartıb şişirir. Kemâl’in nesri sanki “tabiat” a gerilmiş muhaddeb bir
ayna gibidir. Hiçbir şeyi oraya olduğu gibi aksetmiyor. Teşbihleri çok
sever, bunları israf derecesinde ibzâl etmiştir, ne zaman edîbâne
yazmak isterse her cümleye mutlaka bir teşbiyye sıkıştırır, o teşbihler
alelekser basittir (1340: 166).
Daha sonraki satırladaki açıklamalarından da anlaşılıyor ki bu tespitini tek bir esere
münhasır kılmıyor. Bütün eserlerinden hareketle böyle bir yargıya varıyor. Bu da bir
edebiyat tarihçisi için en doğru yoldur. Tek bir eserden yola çıkılarak verilen yargıların
bütün eserler için doğruluğu tartışmalıdır.
İsmail Habib’in nesre yönelik eleştirilerine bakıldığında şiir eleştirilerine göre daha
yüzeysel olduğu görülmektedir. Halid Ziya’nın romanlarına yönelik eleştirilerine
bakıldığında bu eleştirilerin daha çok mevzunun veriliş tarzı ve kahramanların
özelliklerine ait eleştiriler olduğu görülür:
İnsanı sürükleyip götüren, aradan rub’ asırlık bir zaman geçtiği halde
okunurken yine kendini bırakdırtmayacak kadar cazibesini muhafaza
eden bu kudretli eserin ilk göze çarpan kusuru mevzûdaki vahdetin
dağılışı daha doğrusu, eserin birkaç mevzuudan terkib edilişidir…
153
Diğer esaslı bir kusur; kahramanlarını titreyerek sıyânet etmek,
onların kusurlarını örtmek, yalnız iyi taraflarını şişirterek göstermek,
müellif bu hastalığından bu eserde de kurtulamamıştır (1340: 501).
Üslûbla ilgili eleştiri ve değerlendirmelerini ise daha çok “San’atının Evsâfı” başlığı
altında ele alır. Burada Halit Ziya’nın üslûbunun Ta’lim-i Edebiyyât’tan hareketle
müzeyyen olduğunu belirtir. Fakat bu değerlendirmelerin hiçbirine örnek verme gereği
duymaz (1340: 505).
İsmail Habib sanatçının hayatına ve eserlerine yönelik bütüncül bakış açısını onun edebî
zevki söz konusu olduğunda da sürdürmeye devam eder. Namık Kemal ve Ziya
Paşa’nın eski edebî zevkine yönelik değerlendirmelerde bulunan İsmail Habib, Muallim
Naci’de de aynısını yapar. Onu tek vechesiyle ele alıp değerlendirmez. Muallim Naci’yi
sadece eski zevkin bir devam ettiricisi olarak görmez:
Nâci devrini bu sûretle görmek, Nâci’nin yalnız bir cebhesini
görmektir. Hâlbuki ona bir de ikinci bir cebheden bakalım: göreceğiz
ki o yalnız eski zevki yaşatmadı, “hâl”in şiirlerini ve “istikbal”in
nesrini yazdı. Yeni tarzdaki şiirlerinde, herhalde meselâ Recaizâde
Ekrem Bey’den çok daha maziden kurtulmuştu, hele nesrinde yalnız
Tanzimat devrini değil “Servet-i Fünûn” devrini de geçdi, ve bize
bundan otuzbeş kırk sene evvel, hâlâ bugünün bile en sâde ve en tabiî
nesrini verdi (1340: 373-374).
Böyle bir tavır edebiyat tarihçisinden beklenen tavırlardan birisidir. Sanatçıya tek yönlü
bir bakış eksik olacak, onun edebiyat dünyası içindeki yerini hakkıyle belirtmekten uzak
kalacak ve okuyucuya da yanıltacaktır. İsmail Habib bu tavrıyla örnek bir edebiyat
tarihçisi tavrı göstermiştir.
2.1.2.4 Eser/ Devir/ Yazar
İsmail Habib sanatçı ve dönem arasındaki ilişkiyi inkâr etmez. Ona göre, “her sanatkâr
muhitden ve hayatdan müteessir, muhite ve hayata müessir”dir.(1340: 675)
Ele aldığı
sanatçılara ve eserlerine de bu yönüyle bakmayı denemiştir; fakat hem örneklerden hem
154
de genel değerlendirmeden anlaşılacağı gibi bunu sosyolojik bir araştırma amacıyla
yapmamış ve bu konuya fazla ağırlık vermemiştir.
Âkif Paşa’nın hayatından bahsederken Âkif Paşa ile Pertev Paşa arasındaki rekabete ve
anlaşmazlığa
değindikten
sonra
onun
çeşitli
vilayetlerde
çeşitli
görevlerde
bulunmasından bahsederek bu ikili arasındaki rekabetin daha doğrusu Âkif Paşa’nın
Pertev Paşa’ya duyduğu nefretin şiirlerinde de görüldüğünü örneklerle anlatır:
Fakat celp ettiği gayz hâlâ sükûnet bulamamış olmalı ki zavallı Akif
Paşa mahkemenin hükmünü dahi ifa ettiği halde yine serbest
bırakılmadı; kendisine sadece – maskot reisi- olan Yozgat’la
Bursa’dan hangisinde isterse ikamet etmek ihtiyarı verildi. Paşa da
Bursa’yı tercih etti. Bu nefy ve gurbet hayatı Paşa’ya çok te’sir
etmişti, divanında acı feryadlar var:
Zincir-i Kehkeşan ile bağlandı tâlim
Ne istikameti mutasavver, ne ricâti
Yarab ne tire-baht cihanım felekde kim
Subh u tanda yâd ederim Şam-ı gurbeti
Ayine-i kaza mıyım ayâ bu âlemin
Hep bende mi görünse gerek dert ü mihneti (1340: 90).
Eser, devir ve yazar ilişkisi bilindiği gibi sadece millî edebiyat sınırları dâhilinde olan
bir ilişki değildir. İsmail Habib de eserinde buna binaen, özellikle de bizim teceddüd
edebiyatımızın Fransa ve Fransız edebiyatı vasıtasıyla olduğunu belirttikten sonra
Fransız Edebiyatı adıyla müstakil bir başlık açar. Bu bölümde Fransız edebiyatına ait
hususiyetlerden bahsetmesine rağmen bunlarla Türk edebiyatı arasında ilişki kurmaz:
İsmail Habip, "Fransız Edebiyatı" alt başlığında, Servet-i Fünûn
ediblerinden sonra, onların Batı'dan ne derece feyiz aldıklarını, o
zamanki batı edebiyatına ne derece nüfuz edebildiklerini mukayese
edeceğini belirtmesine rağmen, böyle bir mukayeseye yer vermez
(Özcan, 1999: 43).
Servet-i Fünûn dönemini anlatırken ise dönemle o dönemin edebiyatı arasında ilişki
kurmayı ihmal etmez:
155
Bir tarafta durgun limanlı, yosun kokan, gürültüsüz, âsûde bir hayat;
diğer tarafta ruhlara vehim salan, insanı ürküten ve sindiren bir
hava… Bir tarafta çürüyen bir tarih, çöken bir coğrafya, inildeyen ve
çatırdayan bir toprak; diğer tarafta benliğini kaybetmiş, mutasanni’,
bü’l- heves, levanten bir muhit: işte “Servet-i Fünûn” edebiyatı öyle
bir zamanda öyle bir muhitte öyle ictimâi şerâit içinde başladı! (
Sevük, 1340: 112).
Küçük birer paragrafla kendilerinden bahsedilen edipler şunlardır: Flaubert, Zola,
Gouncourt Kardeşler, Alfons Daudet, Guye de Mauppasant, Prosper Merime, Eugene
Fromentin, Octave Feuillet, Alexander Dumas Fils, Emile Angier, Victor Sardou,
Leconte de Lisle, Sully Prudhomme, Francoise Coppee, Poul Verlaine, Hippolyte Taine,
Emest Renan, F. Sarcey, Jules Claretie.
İsmail Habib’in özellikle eserler bölümünde tarihi bir inceleme yaptığı görülmektedir.
Eserden bahsederken esere dair herşeyi bir anda ortaya dökmektedir. Fakat eserle devir
ve devirdeki siyasi ve sosyal olayları gözden kaçırmaz
Buna bir örnek olarak da Namık Kemal’den bahsederken onun şiirlerindeki
samimiyetin bizzat onun hayatından geldiğini ve şiirlerinde anlattıklarını yaşadığını
belirtir. “Çünkü biliyoruz ki o söylediklerini bizzat hayatıyla yaşamıştır, onun için şiirlerinde
samimiyetten gelen bir hararet var.” (1340: 163).
İsmail Habib’de eser-devir-yazar ilişkisi daha çok eseri aydınlatmak için kullanılır.
Eserden hareketle hem zamanda eserin muhtevasını verir hem sanatçının devir
karşısındaki tutumunu hem de dönemini yansıtır. Abdülhak Hamid’in “Liberte” adlı
eserini anlatırken eserdeki kahramanların adlarında da anlamlarından yararlanarak
Abdülhamid devrini bize nakleder (1340: 263).
Tevfik Fikret’in hayatından bahsederken şiirlerinden hareketle eserle devir arasında
ilişki kurar. “Sis” şiirinde istibdadı anlatırken, “Bir Lahza-i Taahhür”de Abdülhamid’e
suikastı konu alır. İttihat ve Terakki yapılacak ihtilal için güfte isterler bunun üzerine Tevfik
Fikret de “Millet Şarkısı”nı yazar (1340: 445). Aynı şekilde devrini yansıtan eserlerin adını
vermekle yetinmeyip örnekler de verilir:
Bütün boşluk, zemîn boş, asumân boş, kalb ü irfân, fikr ü vicdân boş
Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş-i hasârımda
Bütün boşluk, döner bir hîç-i mevhuş civârımda
Döner beynim berâber, ihtiyarım, sanki bir sarhoş
Düşer lagzidepa, her saha-i ümmide bir kerre
156
Bu manzume yalnız Fikret’in bir şiiri değil, bütün bir devrin ifâdesidir
(1340: 480).
Edebî dönemdeki değişme anlayışta da bir değişikliği beraberinde getirmiştir. İsmail
Habib, Hüseyin Rahmi’nin romanlarından bahsederken hem kendisinden önce yazılan
romanlarla karşılaştırır hem de eser- devir ilişkisini açıklar. Böylece İsmail Habib’in
edebiyattaki kronolojik gelişme çizgisini takip ettiği de anlaşılır:
Onun kahramanları önceki romanlarda olduğu gibi, salon adamları
değildi, o hikâyelerinin eşhasını hep orta ve aşağı tabakalardan
seçmişdi.
O eserlerini yazıhanesinin başında değil, romanlarına aldığı eşhâsın
arasında yazdı. Meselâ İstanbul’un “Sulukule” âlemini tedkîk için
orada bir ev kiralayarak aylarca onlarla beraber yaşadı (1340: 565).
Bazı sanatçılar da aynı edebî neslin içnde yaşamalarına rağmen kendi devrinden önde
giderler ve kendilerinden sonra gelecek olan devri müjdelerler. Kendi devirlerinin sanat
anlayışından farklı bir anlayışa sahiptirler. Aynı dönemde yaşayan sanatçılar arasındaki
tek ortak yön aynı zamanı paylaşmalarıdır. Bunlardan birisi de Ahmed Hikmet’tir.
İsmail Habib’in değerlendirmesi de bu yöndedir:
O Servet-i Fünûn zamanında millî cereyân devrini terennüm etdi.
“San’at için san’at” diyen zümrenin içinde “hayır için, millet için,
Türklük için san’at” diyen bir telakkiye sahibdi. Daha Servet-i Fünûn
edebiyatı başlamadan, o mecmuada edebî zümre faaliyete geçmeden o
üç dört sene evvel, Ahmed Hikmet Bey edebiyatımızın millî bir gayesi
bulunmasına kanaat getirmişdi (1340: 544).
Aynı yöntemi başka sanatçıların hayatları hakkında bilgi vermek için kullanan İsmail
Habib, bunu dönemi anlatmaktan ziyade sanatçının hayatına ışık tutmak ve eserlerinde
hayatının aksini bulmak adına yapar. Böyle de yapsa nihayetinde dönem hakkında
okuru aydınlatmakta ve dönem, yazar, eser ilişkisi kurarak bunların anlaşılırlığını
arttırmaktadır.
Bütün bu ifadelerden de anlaşılıyor ki İsmail Habib, edebiyat ve devir üzerinde de
durmaktadır. Edebiyat ve dönem hakkındaki görüşlerini, Millî Cereyân Edebiyatı
başlığı altında ele aldığı yazıları da bunu bizzat ispatlıyor: “Edebiyat da hayatla
mütevâzin sahfa safha milliyetleşiyor; hayatı sezen edebiyat millete vuzûh, edebiyatdan
vuzûhu alan hayat ibhâma şuur verdi.”(1340: 610). Bu başlık altında ayrıca yazarın
Tanzimattan sonraki yılların özellikle siyasî ve askerî durumunu yansıtarak Millî
157
Cereyânın oluşumunun nedenleri üzerinde durduğu da görülmektedir. Bu bölümde
edebiyattan ziyade tarihî ve toplumsal konulara ağırlık verdiği görülmektedir (1340).
2.1.2.5 Eserin Etkileri ve Eseri Besleyen Başka Eserler
Eserin etkisini ve eseri etkileyen diğer eserleri İsmail Habib, ayrı başlıklar altında değil
de birbiriyle içiçe girmiş bir şekilde açıkladığı için bu çalışmada da aynı tarzda
yapılması uygun görüldü. Ayrıca sadece eser boyutundan değil aynı şeye sanatçı
bakımından da burada değinilecektir.
Eseri besleyen eserlere ayrı bir başlık açmayan İsmail Habib, sanatçının eserleri
bahsinde değini biçiminde ele alır. Pertev Paşa’nın eserlerinden bahsederken onun eseri
üzerindeki Fransız edebiyatı tesiri de gösterir: “Viktor Hügo”dan tercüme değil iktibasen ve
tevsien kendi şahsiyetinden de birçok şeyler ilave ettiği “Tıfl-ı Naim” namındaki şiiri ise
edebiyatımızda, divan edebiyatının nazım şekilleri haricinde “kavâfi-i mümtezice” ile vücuda
getirilmiş ilk manzumedir” (1340: 102).
İsmail Habib’de eserin etkisinden ziyade sanatçının ve fikirlerinin etkisinden bahsettiği
görülür. Bunların arasında da eserin etkisine değinir fakat bu ayrıntılı bir açıklama
değildir. Genel bir değerlendirmeden öteye geçmez:
Samimi imanlara sirâyet eden bir kuvvet vardır, Kemâl inandırdığı
için inandırdı. Bu imandaki hararet, vatan aşkındaki bu samimiyet ve
coşkunluk: işte bu onun en sihirli kudret menbâıdır. Onun
eserlerindeki, bu vatanî ruhun te’siri, onun san’atından gelen te’sirle
karıştı (1340: 149).
Etki ve etkilenme altbaşlığında değerlendirilecek bir başka nokta da eserin değil de
sanatçının başka bir sanatçı üzerindeki etkisidir. İsmail Habib’de de böyle bir etkiden
bahsedilebilir. Bu bahiste Namık Kemâl’den bahsederken onun ilk üstadının ona
“Nâmık” mahlasını veren Eşref Paşa olduğu, ikinci üstadının ise Leskofçalı Galib
olduğunu belirtirken aynı zamanda bir etkilenmenin de olduğunu gösterir. Tabii ki bu
etkilenme Nâmık Kemâl için Edebiyat-ı Kadîme zevkinin hâkim olduğu dönemde
geçerlidir (1340: 154).
158
Dönemini değiştirecek ve kendisinden sonra gelenlere de bir mektep vazifesi görecek
nitelikte sanatçılar ise daha çok belli bir dönem başlatacak kuvvette olanlardır. Bunların
sayısı ise sınırlıdır. Denilebilir ki Tanzimat edebiyatı döneminde Şinasi, başta Namık
Kemal olmak üzere diğer sanatçıları da etkilemiştir. İsmail Habib, özellikle döneminde
büyük değişimlere neden olan sanatçıların diğerleri üzerindeki etksinden bir iki kelime
ile de olsa bahseder. Nâmık Kemâl’deki değişimden bahsederken ondaki bu değişim
kaynağı olarak Şinasi’yi gösterir: “O gazelle ve bu yazıyla görüyoruz ki on dokuz yaşındaki
çocuk, çâlâk bir adımla, tasavvuftan hürriyete, garbî ve Farisîden Fransızca’ya sıçramıştır: onda
bu inkılâbı yapan “Şinâsi”idi!” (1340: 156). Böyle bir etkiyi en çok da Hamid’in yaptığını
düşünen İsmail Habib, “şiirimizin en büyük ilhâmı olan Makber mübdei, Rubab şairine de en
büyük mülhem olmuş” diyerek bu etkiyi belirtir (1340: 459).
Bununla birlikte bazı eserlerin etkilerinden de söz etmiştir. Fakat bu etkiler edebî
olmaktan çok siyasî, sosyal ve sanatçının hayatına yöneliktir. Buna örnek olarak ise
Namık Kemâl’in “Vatan” piyesini gösterir. Bu piyesten sonra halk coşmuştur. Telaşa
kapılan saray ve hükûmet NamıkKemâl’i Kıbrıs’a sürgüne yollamıştır (1340: 158). Etki
bahsinde sadece bunlara değinen İsmail Habib, eserin içeriğiyle etki arasında bir bağ
kurmamış sadece neticeye değinmiştir.
Bazı dönemlerde bazı sanatçılar gerek eserleri gerekse düşünceleriyle kendisinden sonra
gelecek nesilleri etkilerler. İsmail Habib, bu hususta Ekrem’in etkisinden “Servet-i
Fünûn” devrinin açılmasındaki öncülüğü dolayısıyla bahseder. Bu da geniş bir etki
incelemesinden ziyade bir öncülüktür. Burada da ayrıntıya pek girmez (1340:185).
Recaizâde’yle ilgili bölümün başında onun Türk edebiyatındaki yerini ise şöyle belirtir:
“Ekrem Bey’in edebiyat mücadelesindeki en büyük rolü harita çizmek, istikametler göstermek,
yolları işaret etmek oldu.” (1340: 181). Buradan da anlaşılıyor ki İsmail Habib, geniş bir
etki incelemesi üzerinde durmamış sadece yüzeysel bir değerlendirme yapmıştır.
Teceddüt edebiyatında gerek fikirleri gerekse eserleriyle en çok etki yapan sanatçıların
başında Abdülhak Hamid gelmektedir.
159
Ekrem Bey’in manzumelerinde Hamid’in pek çok te’sirini görüyoruz:
birinci Zemzeme’deki sekiz “lahn”li “Bahar” ile “Çoban”
manzumelerinde “Sahra” nın te’sirâtı pek barizdir. Bunlarda nazmın
şeklinden tutunuz da, edada, ahenkte, tasvir ve tahassüs tarzında hep
“Hamid” den bir aks-i sedâ işitiliyor (1340: 190).
Eserin etkileri bahsinde İsmail Habib’in belki de en ayrıntılı dikkati bu satırlardadır.
Burada hem etkiyi, hem etkinin niteliğini vermiştir. Ayrıca daha sonraki satırlarda bu
etkiye örnek de vermiştir.
Burada da gene yöntem konusunda bir tutarsızlık görülmektedir. Hamid’in ve
eserlerinin etkilerinden bahsedildiği kadar diğer eser ve sanatçılardan bahsedilmemesi
eserin yöntem konusunda öznelliği tercih ettiğinin bir göstergesidir. Hamid’de yönelik
dikkatlerinde de ayrıntılı bir çalışma görülmektedir. Özellikle Hamid’e ve eserlerindeki
etki konusunda bu görülmektedir. İsmail Habib, “Finten”den bahsederken ondaki
Shakespeare etkisini şöyle ifade eder: “Finten’de Şekspir’in te’siri pek barizdir: Davalı Ciro
“Othello”ya ne kadar benziyor.”(1340: 238).
İsmail Habib, “Nesteren” ile Corneille’in “Le Cid” adlı eserlerinin benzer yanları
olduğunu fakat her iki eserin aynı olmadığını belirtir. Her iki eser hakkında geniş bir
açıklama verdikten ve olay örgülerini verdikten sonra bu iki eseri bazı noktalardan
mukayese eder:
Corneille, eserinde merkez sıkleti “Rodrique”e vermişti ve kitabın
ismini de o taşıyor, hâlbuki Hamid asıl kahraman vakıa olarak
“Nesteren”i alıyor. Burada “Şeyman” kitaba kendi ismini veriyor. “Le
Cid” de meselenin halli zamana bırakılmıştır. “Nesteren”de ikizli bir
ölüm meseleyi hallediyor. Fransız dramında Şeyman’la Rodrik’i te’lif
eden kral bîtaraf vaziyetteydi. Hamid’in eserinde ise bu rolü yapan
hükümdar aynı zamanda katilin babasıdır. “Le Cid”de vakıa yalnız
Şeyman’la Rodrik arasında geçmektedir. “Nesteren”de ise araya bir de
“Nesrin” giriyor. Vakıanın cereyanı üzerinde hiçbir te’siri olmayan bu
şahsiyetin neye ilave edildiğini bilmiyoruz, belki de “Nesteren”i “Le
Cid”den ayıracak farkların artması için (1340: 245).
İsmail Habib’in bu mukayesesi ayrıntılı bir üslûb, muhteva… içeriğinden yoksundur.
Buna rağmen eserin ve sanatçının etkilendiği başka eser ve sanatçıları göstermesi
bakımından önemlidir. Corneille, Hamid’i o kadar etkilemiştir ki bu etki sadece
160
Nesteren’le sınırlı kalmamıştır. İsmail Habib,
bu etkiyi iyi analiz etmiş olacak ki
“Eşber”in de gene “Corneille”in “Horace” adlı eserine nazire olarak yazıldığını belirtir.
Aynı karşılaştırmayı bu iki eser arasında da yaptıktan sonra şunları söyler: “Artık bu iki
eserin mukayesesinden sonra “Eşber”e takliddir diyemeyiz; hattâ naziredir diyemeyiz,
diyelim ki “Hores” sadece “Eşber”in yazılması için bir ilham olmuştur.” (1340: 253).
İsmail Habib etki konusunda genellikle şahsa yönelik değerlendirmelerde bulunmakla
birlikte koca bir devre yönelik de değerlendirmede bulunmaktadır. Servet-i Fünûn
edebiyatına girmeden onlardaki Fransız te’sirini özetler: “Servet-i Fünûn”cular da garb
edebiyatından en ziyade, yüzde doksan nisbetle, Fransız edebiyatından müteessir
oldular. Hemen hepsi o edebiyatı numûne ittihaz ettiler.”(1340: 436). Bu satırların
peşinde olması gereken açıklama görülmez. Bu etkinin nisbeti ve derecesi ile ilgili
ayrıntı yoktur. Bu etkiden Servet-i Fünûn sanatçılarından ve eserlerinden bahsederken
değinmeyi tercih eder. Fakat bu da ayrıntılı bir etki değerlendirmesi değildir. Tevfik
Fikret’te Baudelaire etkisini şiirinden örnekler vererek gösterir:
O, hayatı çok defa karanlık ve bedbîn telakki ediyordu. “Gayya-yı
Vücûd”daki tasviri çok “Bodlervâri”dir:
Bâzı kırlarda gezerken görülür nefretle
Bir çukur yerde birikmiş mütekeddir bir su,
Solucanlarla, sülüklerle, yılanlarla dolu.
İşte “hayat” da böyledir:
Edecekdir bu nuzülünde ebedlerle devâm (1340: 477).
Devre yönelik önemli etkilerden birisi de Servet-i Fünûn’un Fecr-i Âti üzerindeki
etkisidir. İsmail Habib’in Fecr-i Âti’yi bir dönem olarak değil de Servet-i Fünûn’a zeyl
olarak adlandırmasının temelinde de bu özellik olsa gerek:
San’at telakkileri aynen Sevet-i Fünûncular gibiydi. Lisanları yine
onlardan farksızdı. Türkçeleşmeyen o sun’î ve cansız lisan şiirde
Fikret’in, nesirde Halid Ziya ve Cenab’ın, hikâyede Servet-i Fünûn
romanlarının te’siri altındaydılar (1340: 574).
Bu başlık altında Fransız edebiyatını edebî akımlarına göre tasnif ederek bu akımın
temsilcisi olan sanatçılar hakkında kısa kısa bilgiler verir. Aynı şekilde “Millî Cereyân
Edebiyatı” bahsinde de “Muassır Fransız Edebiyatı”
adıyla bir başlık açarak bu
dönemin sanatçıları hakkında bilgi verir. İsmail Habib, Fransız edebiyatı hakkında bu
161
kadar ayrıntıya girmesine rağmen bu etkinin incelenmesi konusunda gerektiği kadar titiz
davranmamıştır. Ayrıca “Teceddüt Edebiyatı Tarihinde” Fransız edebiyatına bu kadar
fazla yer ayrılması eleştiriye açık bir taraf olarak görülmektedir. Zira önemli olan
Fransız sanatçılarının eserleri hakkında bilgi değil onların Türk edebiyatının teceddüt
devresine olan etkileridir.
Etki bahsinde daha birinci derecedeki sanatçıların diğerleri üzerindeki etkisinden
bahsedilebilir. İsmail Habib de bununla ilgili olarak özellikle Servet-i Fünûn
sanatçılarından Tevfik Fikret ile Hamid’in Servet-i Fünûn’un diğer simâları ve Servet-i
Fünûn hâricindeki sanatçılar üzerindeki etkisinden kısa değinilerle bahsetmektedir.
(1340).
Bir eser kendi devrinde gösteremediği etkiyi başka bir dönemde hatta kendi edebî
sınırları içinde görmediği ilgiyi başka milletlerin edebiyatı tarafından görebilir. Bunu
takip edebilmek ise millî edebiyatın sınırlarını aşmakla olur. İsmail Habib Mehmed
Emin’in şiirinden bu hassalarına göre bahseder:
Lakin Türk şairliğini kendine bir meslek yapan, bu mütemâdi sebat
ile, kendini daha evvel hece yazanlardan ayıran “Türkçe Şiirler”
nazmının sesine kimse ehemmiyet vermiyordu. İşte “Ben Bir
Türküm” diyeli hemen on beş seneyi geçtiği halde, ne yazık hâlâ
lâkaydâne bir sükûnla karşılanıyor, şiirâ ve edebâmızdan gördüğü
mükâfat hâlâ umumî bir ihmaldir. Halbu ki hâricdeki manzara hic de
böyle değildi: dahlin sükût ve ihmalini hâricin takdîr ve tebcîli
çerçeveliyordu!
Almanlar, Macarlar, diğer milletler… Kendi edebiyatlarına bakarak
bu yeni sesi ehemmiyetle telakki ettiler (1340: 570).
İsmail Habib, şairin kendi memleketinde ihmal edilmesine rağmen yurtdışında önemli
sayıldığını belirtmektedir. Fakat bu ifade sadece bir iddiadan öteye geçemiyor. Çünkü
bir edebiyat tarihçisinden beklenen bu iddialara delillerle örnekler göstermektir.
Etki farklı dönemlerde değil aynı dönemde yaşayan sanatçılar arasında da mümkündür.
İsmail Habib, böyle bir etkilenmeyi de değerlendirmiştir. Aynı dönem sanatçılarından
sayılan Cenap Şehabettin ve Halid Ziya arasında böyle bir etki mevcuttur. Özellikle de
şair Cenab değil de nâsir Cenab’ın Halit Ziya’dan etkisinden söz eder:
162
Nâsir Cenab’a gelince: nâsir Cenab’ı “Servet-i Fünûn” zamanında,
“Hac Yolu”ndan gönderdiği mektublarla tanıyoruz. Bu on altı mektub
onun nesrinde ilk merhaledir. Bu mektubların edâsında yer yer, Hâlid
Ziya’nın te’siri hissediliyor, üslûbun fazla şiirliliği, tasvirlerin
koyuluğu, cümlelerin kıvrıntılığı itibariyle kendini hissettiren bir te’sir
(1340:522).
Bütün bu açıklamalardan İsmail Habib’in Hamid’de ve eserlerindeki etki üzerinde
titizlikle durduğunu ve sadece Türk edebiyatına değil Fransız edebiyatını da haiz olduğu
anlaşılıyor. Birinci bölümde de edebiyat tarihçisinin niteliklerinden bahsedilirken ideal
bir edebiyat tarihçisinin kendisi millî edebiyatla sınırlamaması gerektiği ifade edilmişti.
İsmail Habib bu yönüyle ideal özelliklerden birisini taşımaktadır.
Etki bahsinde edebiyat tarihine konu olan eserin etkisi kadar meydana getirilen edebiyat
tarihinin de edebiyat çevrelerince nasıl karşılandığı ve ona yönelik eleştiriler de
önemlidir. İsmail Habib, Türk Teceddüt Edebiyatı adlı eserine yönelik eleştirileri “Neler
Dediler?”(1928) adlı kitapta toplamıştır. Bu kitap çeşitli tarihlerde gazete ve
mecmualarda yazılan yazılardan, İsmail Habib’in bunlara verdiği cevaplar ve
mektuplarından oluşmaktadır. Bu yazılardan özellikle İsmail Habib’le Cenap Şehabettin
arasındaki karşılıklı açık mektup şeklinde yazılan polemikleri oldukça önemlidir. 1927
tarihinde Güneş Mecmuası’nda çıkan bu yazılar İsmail Habib’in edebiyat tarihçiliği ve
Cenap’ın eleştiri ve eleştirmen hakkındaki görüşleri açısından oldukça değerlidir. Bu
açık mektuplaşmalarda Cenap adeta bir eleştiri poetikası çiziyor ve eleştirinin kendisi ve
yöntemi üzerine önemli tespitlerde bulunuyor. Bu yazılarda eser, yazar ve hayat ilişkisi,
hakikat, his, zevk ve akıl, tenkitin eksik bulmak demek olmadığı, edebiyat ve diğer
bilimler ilişkisi, güzellik ve kurmaca üzerine görüşlerini sıralayarak bir münekkid
portresi çiziyor. Cenap Şehabettin’in bu konudaki görüşleri tezin sınırlarını aştığı için
burada ayrıntılı bir şekilde ele alınmayacaktır.
Bu kitapta; Cenap Şehabettin’den başka Akşam Gazetesinde 1925 tarihinde Fazıl
Ahmed’in, 1925 tarihinde Halk Gazetesinde çıkan imzasız bir yazı, 1926 tarihinde gene
Akşam gazetesinde iki yıldızlı bir imza ile çıkan yazı, 1926 tarihinde İkdam gazetesinde
çıkan özellikle vaktiyle bu gazetede yazanlarla ilgili olarak Türk Teceddüt
Edebiyatı’nda söylenenlerden alıntıların olduğu bir yazı, 1926 tarihinde Yeni Ses
163
gazetesinde Mehmet Rauf’un yazısı, İsmail Habib’in bu yazılara cevapları ve bir iki
mektubu yer alır.
2.2 Yazar Açısından
Edebiyat tarihlerinde açılan başlıklardan birisi de sanatçılara yöneliktir. Bu başlıklar
kendi içerisinde altbaşlıklara ayrılabilceği gibi sadece sanatçının ismi kullanılarak da
verilebilir. Fakat altbaşlıklara yer verilmesi sanatçı hakkındaki bilginin daha sistemli ve
ilmi olmasını da sağlar:
İsmail Habip'in, ele aldığı sanatkârı, kabiliyetleri ve zenginliği
doğrultusunda: "ehemmiyeti", "hayatı", "şairliği", "nesri", "asıl
kıymeti ve hizmeti", "sanatının evsâfı", "eserleri", "eserlerinden intihâb"
alt başlıkları açarak incelemesi, klâsik tezkire yazıcılığındaki biyografik
malumatı çok aşmış bir zihniyeti göstermesi bakımından önemlidir. Bu alt
başlıklar, kesin hüküm ve tespitleri zaruri kılmakta, sanat yaparak yuvarlak
cümlelerle meselenin geçiştirilmesine engel olmaktadır (Özcan, 1999:
259).
Fakat bu alt başlıklar daha sonra da görüleceği üzere bütün sanatçılar için kullanılmaz.
Bu eserde görülen tutarsızlıklardan birisidir. Ayrıca İsmail Habib’in kişisel tercihini
göstermesi bakımından da önemli bir ayrıntıdır.
İsmail Habib’in edebiyatçıları tanıtmasında dikkati çeken bir başka özellikse sanatçıyı
gene başka bir sanatçıyla, özellikle kendisinden önceki sanatçıyla mukayese etmesidir:
Mesela merhum Tevfik Fikret, hususî hayatının tedkikinden anlıyoruz
ki, kendi ruhunun içinde belki Hâmid'den daha çok heyecanlı idi,
şüphesiz ondan daha çok ızdıraplar duyuyordu, bu ızdıraplar kendisini
vakitsiz ölüme götürecek derecede şiddetli idi, fakat Fikret'te o
heyecanları, içinin o girdaplarını, bütün hareket ve kuvvetiyle, kelime
ve ahenk halinde harice atacak bir deha kudreti yoktu; içi çok ateşli
olduğu halde menfezinden yalnız duman ve kıvılcımlar çıktığını
gördüğümüz yanar dağlara benzeyen şâirlere bedel, dâhilerin nasibi
lavlarını fesanevî bir nefesle semâlara püskürtmektir. Hâmid işte bu işi
yaptı! (1340: 212-213).
164
Aynı şeyi Ahmet Midhat’la Hüseyin Rahmi için de yapar:
O (Ahmed Midhat), hayatı muhayyilesine takmıştı. Bu (Hüseyin
Rahmi) mefkuresini hayata projektör yapıyor. Bunun için onu bugün
münevverler okuyamıyor, fakat bunu herkes ve her vakit okuyacak
(1340: 567).
Aynı zamanda temsil sorunu olarak da değerlendirilebilecek konulardan birisi de
sanatçılara ve eserlerine yönelik uygulanan yöntemdir. İsmail Habib, Recaizâde için
“Ehemmiyeti, Hayatı, Şairliği, Münekkidliği, Eserleri, Ekrem Bey’den İntihab”(1340: 181).
başlıklarını açarken bütün sanatçılarda aynı başlıkları açmamıştır. Bunda biraz da ele
aldığı sanatçının ehemmiyeti ve verdiği türdeki eserlerin farklılıklarının payı vardır.
Fakat Hamid’de bu başlıkların çeşitliliğine şahit olunur: “Ehemmiyeti ve Kıymeti, Hayatı,
İlk eserleri, Tarık, İbn-i Musa, Finten, Nesteren, Eşber, Tezer, Zeyneb, Sardanapal, Liberte,
Nazife ve Abdullahü’s Sagır, Turhan, Sahra-i Belde, Garam, Sefile, Makber, Ölü ve Hacle,
Validem, Tayflar Geçidi, Hamid’in Hizmetleri, Hamid’den İntihab” (1340: 210).
Görüldüğü gibi ehemmiyeti maddesi her ikisinde de ortakken kıymeti maddesi sadece
Hamid’de bulunmaktadır. İsmail Habib’in neden bütün sanatçılar için onların
isimlerinin altında aynı madde başlıklarını kullanmadığı İsmail Habib’in kişisel zevki
ve ilgisi ile açıklanabilir ancak.
2.2.1 Biyografi
Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi etrafında alevlenen tartışmaların ve tenkitlerin en yoğun
olduğu yerlerden birisi de biyografiyle ilgili olan kısımlardır. Özellikle biyografide
yapılan hatalar ve ayrılan yerin hacmi konusunda oldukça tartışma çıkmıştır.
Biyografide sanatçılara ayrılan yer konusu biraz da temsil sorununa dâhil olduğu için
orada ele alınacaktır. Bu bölümde daha çok kişilerin biyografilerinin alındığı, varsa
hataları ve üslup üzerinde durulacaktır.
165
Eserdeki şahıs başlıklarına bakıldığında hemen altında bu şahısların hangi başlıklara
göre değerlendirildiği yazmaktadır. Bunlar genelllikle ehemmiyeti, hayatı, eserleri ve
intihap gibi bölümlerden oluşur. Fakat bu alt başlıklar her şair için açılmaz. Mesela
Samipaşazâde’yi anlatırken hayatı ve sanatını ehemmiyetiyle birleştiriken, Encümen-i
Şuara şairlerinden bahsederken de hiçbir başlık açmaz. İsmail Habip, biyografiyi
oluştururken umumiyetle edebî eserden örneklerle desteklemeyi ihmâl etmez. Bu
örnekler, İsmail Habip'in edebî metinlere nüfuzunu göstermesi bakımından da
önemlidir (Özcan, 1999: 250).
İsmail Habib biyografi yazarken de üslup denemesi yapmayı ihmal etmez.
Biyografilerde genellikle kısa bir dil kullanan yazar, anekdotlarla da biyografiyi
zenginleştirir. “Abdülmecid aleyhine yapılması kararlaştırılan ihtilâlin, Alemdağı'ndaki ön
toplantısına Şinasi ile birlikte sadece birkaç arkadaşının katılması hadisesi bu anekdotlardan biridir.
İsmail Habip, bu anekdotu dipnotlu olarak verir.” (Özcan, 1999: 251).
Tanzimat
dönemi,
Servet-i
Fünun
dönemi
edebiyatçılarının
biyografilerinin
verilmesinden sonra herbiri kendi döneminin içinde olmak üzere Tanzimat Dönemi
edebiyatçılarının biyografilerinden sonra Tanzimat Devrinde İlmî Hayat diye bir alt
başlık açarak Hoca Ishak Efendi, Hoca Tahsin Efendi, Ali Suavi Efendi, Cevdet Paşa,
Ahmed Midhat Efendi, Ahmet Vefık Paşa, Ali Bey, Sadullah Paşa, Ebüzziya Tevfik
Bey, Murat Bey, Şemseddin Sami Bey’i kısaca anlatır. Servet-i Fünûn Edebiyatında
Diğer Simalar alt başlığında ise Mehmed Rauf, Hüseyin Cahit, Süleyman Nazif, Ahmet
Hikmet, Hüseyin Siret, Faik Ali, Hüseyin Suat, Süleyman Nesib, Celâl Sâhir gibi
isimlerden bahsederken bunlara diğer sanatçılarda olduğu gibi ehemmiyeti ve hayatı
gibi başlıklar açmadan sanatını ve hayatını birlikte verir. Aynı şeyi, Servet-i Fünûn
Haricindeki Şahsiyetler başlığı altında, Nâbizâde Nâzım, İsmail Safa, Hüseyin Rahmi,
Ahmet Rasim ve Mehmet Emin'i anlatırken de yaparak ayrıntıya girmeden biyografik
bilgiyi verir. Servet-i Fünûn'a Zeyl" olarak telakki ettiği Fecr-i Âti bölümünde, Emin
Bülent, Şahabeddın Süleyman, Tahsin Nahit, Ahmet Haşim'i neredeyse hiç biyografiye
yer vermeden anlatır. Bugünün Edebiyatı başlığı altında Halide Edib, Yakup Kadri, Refik
Halid, Ömer Seyfettin, Falih Rıfkı, Reşat Nuri, Ruşen Eşref, Aka Gündüz, Yusuf Ziya,
166
Enis Behiç, Halid Fahri, Nazım Hikmet’ten bahseden İsmail Habib’in biyografik bilgiye
yer verdiği görülmez.
Eğer sıralanan biyografik bilgilere bakılırsa İsmail Habib’in son devirlere doğru
yaklaştıkça biyografik bilgi vermenin azaldığı görülür. Bu yazarın ilgisine, bilgisine
veyahut önem derecesi anlayışına bağlanabilir.
İsmail Habib’in sanatçının biyografisini verirken sadece biyografiyle sınırlı kalmayıp sanatçı
kişiliğinden ve onun sanatçı kişiliğinin oluşmasında etkili olan unsurlardan da bahsederek
ayrıntıya kaçar:
İsmail Habip, şâirlerin hayatını anlatırken, bazen edebî
şahsiyetlerinden de -sanatkâr yönleri ile ilgili ayrıca alt başlık
açmasına rağmen- bahseder. Biyografinin, bazı yerlerde edebî
şahsiyetten ayrılamadığını görürüz. Tevfik Fikret'i verirken "Hayatı ve
Ahlâkı" başlıklı kısımda, Onun edebî şahsiyetini şekillendiren
hususlar ve etkisi altında kaldığı yazar ve şâirlerden bahseder.
Fikret'in, Galatasaray Sultanisi'nden istifaları ve Emrullah Efendi ile
mektuplaşmaları -alıntılar yapmak suretiyle- oldukça detaylı olarak
verilir. İsmail Habip, böyle iç içe geçmiş malumatfuruşluğu Halit Ziya
bahsinde de tekrarlar. İsmail Habip, Cenab Şahabeddin'i ise, bu tür
detaya inmeden, bölümleme yapmadan tek başlık altında verir (
Özcan, 1999: 272).
Araştırmacının biyografi yazması kadar yazdığı biyografilerde yararlandığı kaynaklar da
biyografinin sağlamlığı açısından önemlidir. Ali Ekrem'in basılmamış Darülfünun Tarih-i
Edebiyat Notları'ndan, müstakil biyografya kitaplarından (Süleyman Nazîf in Namık
Kemal'i, Ali Ekrem'in Recaizâde Mahmud Ekrem Bey), Diyorlar ki'den, Ebüzziya
Tevfik'in Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye'sinden, Bursalı Tahir Bey'in Osmanlı
Müellifleri gibi eserlerle, Ahmed Cevdet Bey'in makalelerinden, edebî şahsiyetlerin
arkadaşlarına yazdıkları mektuplardan, Rıza Tevfik'in Abdülhak Hâmid ve Mülahazât-ı
Felsefiyesi'nden faydalanır ve faydalandığı bu kaynakları dipnotlarda belirtmeyi de
ihmal etmez.
Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi’nin en çok eleştirilen yerlerinden birisi de biyografik
bilgilerdeki yanlışlıklardır:
167
Ziyad Ebüzziya, Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi'nde Şinasi'nin
Encümen-i Daniş'e üye olarak gösterilmesini tenkit eder ve ismail
Habip'i masal uydurmakla suçlar. Ziyad Ebüzziya Şinasi hakkında
yaptığı monografik çalışmasında, İsmail Habip'in Türk Teceddüt
Edebiyatı Tarihi'nde Kuleli Vak'ası ile ilgili cümlelerini de tenkit eder.
Ziyad Ebüzziya, İsmail Habip'in yazdıklarını daima ihtiyatla karşılamak
gerektiğini, yazarın "kendine has üslubuyla, kalemini zorlayarak
'edebî nükte' düzenleme, bunu da mübalağa ile verme hastalığı" gibi
bir alışkanlığı, hayatının sonuna kadar devam ettirdiğini belirtir. Ziyad
Ebüzziya'ya göre, İsmail Habip, bu hastalığından dolayı tarihî
gerçekleri rahatlıkla feda etmekten çekinmez (Özcan, 1999: 44).
Ali
Canip’in
de
esere
yönelttiği
eleştiriler
biyografik
bilgi
yanlışlıklarına
dayanmaktadır. Ali Canip biyografi hatasına yönelik üç eleştiride bulunur:
Geçen sene zarfında (Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi) unvanlı,
bilhassa ifade ve görüş itibariyle pek hoş ve ekseriya isabetli, bir eser
neşreden İsmail Habip Bey Şinasi için (1242’de doğmuştur) diyor. Bu
iki senelik farkı nerden çıkardığını göstermiyor. Habip Bey’in zuhul
etmesi ihtimali çok vardır. Çünkü vukuatın zamanını tespit etmek,
daha doğrusu (tarihi sıhhati haiz olmak) noktasından eseri zayıftır.
Mesela Şinasi’nin Avrupa’ya tahsile gitmesine dalalet eden meşhur
Tophane muşiri Fethi Paşa olduğu muhakkak iken Habip Bey eserinde
(o zaman Tophane nazırı Münif Paşa idi) gibi katiyen aslı ve esası
olmayan bir şey yazıyor. Habip Bey’in eserinde bu tarzda hayli hatalar
vardır. Mesela Akif Paşa hasmı Pertev Paşa ile (Ethem Pertev) Paşa’yı
da karıştırmıştır. Ma’haza Abdulhalim Memduh merhum da (Tarih-i
Edebiyat-ı Osmaniye) unvanlı küçük eserinde aynı yanlışlığı yapmıştır
(Sevük 1928: 8).
Aynı kitapta İsmail Habib bu eleştirilere şu karşılığı vermektedir:
Ali Canip Bey’in zikrettiği bu hatalar kitabın intişârı akabinde
merhum “Halk Gazetesi” tarafından da aynen söylenmişti. Mehmet
Rauf Bey’in makalesi dolayısıyla “Yeni Ses”te verdiğim cevapta buna
da temas edildiğini kariler bu eserde göreceklerdir. İşin garibi o zaman
Halk gazetesinin şimdi de Ali Canip Bey’in gösterdiği bu iki üç hatayı
ayrıca iki üç kişi de mektuplarla bildirmek lütfunda bulundular.
Demek ki kim kitabın noksanlarına temas ederse hep o iki üç noktayı
ileri sürüyor. Herkes tarafından yalnız onların görüldüğüne bakılırsa
kitapta başka hata olmaması lazım gelecek.
Hâlbuki kitabı yazan bilâhare gün ve zaman geçtikçe ne kadar
noksanların farkına vardı ve Hamit’in Tarık’a söylettiği gibi “eseriyle
mağrur olacağı yerde nefsini tahkire mecbur oldu.” Nefse karşı bu
haklı itap, kazip bir iltifattan daha zevkli. Ali Canip Bey’in “Teceddüt
Edebiyatı Tarihi” ni “tarihi sıhhati haiz olmak” itibariyle “zayıf”
görmesi haksız değildir. Yalnız şunu insafla nazara almalı ki üç sene
evvel çıkan, matbaada bir sene tatile uğrayan, bir senede tabı hitam
bulan eser, bundan altı sene evvel Ankara’da yazılmaya başlanmış ve
168
bir sene bitmeden bitirilmiştir. O zaman Ankara’da böyle bir kitap için
ne kadar menabi’ ve vesaik bulunmak kabilse onlar bulundu.
Beş seneden beri tab’ı yeni yeni menabi’ elde edince noksan cihetleri
daha vüzuhla anladım. Lakin noksan bir nakısa ise de bir hata değildir.
Söylememek eğri söylemekten bin kere ehven. O zaman menabi’ tam
bulamadığım için söyleyeceklerim noksan kalmışsa bilahare yeni
vesaik bulundukça söylenecekler ikmal olunur. Bu tekemmülü
aramayan olaydım yosun tutan olurdum. Hem Ali Canip Bey’in
mütalaası vesilesiyle şunu da arz edeyim ki o kitap sırf hurda
teferruata kadar tarihi vesaikin tespiti için yazılmadı ve bunun için
neşrolunmadı edebiyat tarihimizin en meşhur bir ismi, maarif vekâleti
erkânından bir arkadaşa bizim kitaptan bahsederken “Türk Teceddüt
Edebiyatının en büyük nakısası üslubunun âlimane olmayışıdır.”
demiş. O kitap işte bu nakısa ile mücehhez olmak için yazıldı ve onun
için çıkarıldı (Sevük 1928: 8-9-10).
görüldüğü gibi İsmail Habib, bu eleştiriler karşısında gayet alçakgönülü davranmakta ve
hatasını da kabul etmektedir. Böyle olmakla birlikte eserinin sadece malumat yığını
olmadığını da belirtme gereği duymaktadır.
Biyografik bilgi yanlışlarından başka bir de sanatçı tercihi ve onlara ayrılan yer
noktasında eleştirilmiştir. Bu konudaki eleştiri ise Cenap Şehabettin’e aittir:
Dikkat-i nazarımı celb eden bir cihet de Fransız’ların médiocrité
dedikleri sınıfa konulabilecek birçoklarımızı uzun uzun intikada layık
gördüğünüz halde hakikaten kıymetli şairlerimizden bir kısım
mühimmini zikre şâyan bulamayışınızdır: Meselâ Muallim Nâci’ye
otuz sahifeye yakın bir mevki’ tahsis etmişken onun kuvvetinde ve
belki ondan daha kuvvetli bir şair olduğu şüphe olmayan “Ali Rûhi”
Beyi naht-ı sükûtta terk ediyorsunuz. Yine meselâ muassırlarımızdan
İzmirli Tokadızâde Şekib Bey üstadımız gibi çok gürbüz ve ince
şairlerimizden olduğunda şüphe olmayan Midhat Cemal’i ihmal
etmişsiniz… (Sevük, 1928: 77-78).
İsmail Habib’in biyografisini yazdığı sanatçılarda ortak yönler ele alınmakla beraber
(sanatçının doğumu, aile hayatı, eğitimi, yurt içi ve yurt dışı görevleri..) öznel tavrını bu
bölümde de sürdürmektedir. Bazı sanatçıların biyografilerinin uzun ve ayrıntılı
olmasına rağmen bazılarının detaydan yoksun olduğu görülmektedir.
İsmail Habib’in özellikle genç sanatçılara eserinde yer vermesi olumlu bir özellik olarak
gözükmesine rağmen bazı sanatçıları da eserine almaması eleştiri konusu olmuştur.
169
Eserde bulunmayan kişilerden birkaçı Beşir Fuad, Abdülhalim Memduh ve Manastırlı
Mehmet Rıfat olduğu gibi “Mizancı Murad'ın Turfanda mı Yoksa Turfa mı? adlı romanını ve
diğer eserlerini Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi'nde” anmaz (Özcan,1999: 237). Türk Teceddüt
edebiyatı tarihinde görülen sahşiyet eksikliğinden özellikle kadın edebiyatçılar da payını
alır: Fatma Aliye, Emine Semiye, Makbule Leman, Fatma Nigar, Mihrünnisa Hanım’ın
isimlerine de kitapta rastlayamayız.
Biyografi bahsinde değerlendirilebilecek bir başka husus da bu bölümün hemen başında
ele alınan sanatçının ehemmiyeti başlıklı bölümdür. İsmail Habib, bu bölümde
sanatçının sadece kendi ekseni etrafındaki ehemmiyetini vermekle sınırlamaz. Onu
kendisinden önceki sanatçılarla da karşılaştırarak onun ehemmiyetini ortaya koymaya
çalışır:
Teceddüt edebiyatımızın şimdiye kadar gördüğümüz simalarını
“Tanzimat Edebiyatı”nın “İzhârî kısmı” na idhal ediyoruz. Onların
hiçbiriyle “Yeni Edebiyat” kat’î ve kâmil bir tekerrür safhası arz
edememişti. Âkif ve Pertev Paşalar yeni edebiyata aid ilk eserlerin
ancak lem’alarını verebildiler. Şinasi vâkıa tecedüddü tedvîn etdi,
lisanı sadeleştirdi, gazeteceliği te’sîs etdi, fakat yalnız bir muharrir
kaldı, ne kudretli bir şâir, ne nâfiz bir nâsir olamadı, kezâ Ziya Paşa da
teceddüt edebiyatımızda çok ehemmiyetli bir sima idi, fakat o da
ancak şairlikle temayüz eyledi ve şâirlikte de edebiyât-ı kadîme
şeklinden ayrılmamıştı, herkes onu eski şeklin asrî bir şâiri gibi
görüyordu. Binâenaleyh Şinasi ve Ziya Paşa da dahil olduğu halde
yeni edebiyat hâlâ kat’î zaferini kazanamamıştı. Nihayet teceddüt
edebiyatının “tekerrür” devrinde bu zaferi tecellî eyledi, artık
“alacakaranlık” devri geçmişti: bu zaferin en büyük kahramanı Nâmık
Kemal’dir (1340: 147).
2.2.2 Mizaç
Sanatçının yaratmasında ya da yaratma sürecinde etkili olan süreçlerden birisi de
sanatçının mizacıdır. Edebiyat tarihinde hem biyografik bilginin verilmesinde hem de
sanatçının eserinin anlaşılmasında müracaat edilen kaynaklardan birisi de sanatçının
mizacıdır. Özellikle edebiyat psikolojisinde faydalanılan bir alan olması bakımından,
sanatçının yaratma serüvenini ele vermesi bakımından önemlidir. Böyle bir
170
değerlendirmede en önemli kaynak olarak sanatçının eseri görülülmektedir. İsmail
Habib de bu noktayı atlamaz ve sanatçıların eserlerinden örnekler vererek onun mizacı
hakkında bilgi verir. Fakat bu bilgiyi vermekteki amaç onun eserlerinin muhtevasının ve
tematik yapısının anlaşılmasına yardımcı olmaktır. İsmail Habib, eserinde en sık
kullandığı ve sanatçıya bağlı kalmadan hemen hemen bütün sanatçılar için bu yöntemi
kullanmıştır. Tevfik Fikret’in mizacını anlattığı şu bölüm bu yönteme örnek olarak
gösterilebilir:
O kadar şefîk ve merhametli bir kalbi vardı ki meselâ çocuğu
bayramlık elbiselerine bakarak en neş’eli ve ma’sûm bir sevincle
çırpınır, ve pederi de bunun karşısında sevinib dururken birden
hâtırına böyle bayramlık elbiseleri olmayan fakir ve kimsesiz çocuklar
gelir, artık o sevinc bir azâb olmuşdur, artık o kendi hayatından bile
kıymetli olan çocuğu sevinmemelidir:
Çıkar o süsleri artık sevindiğin yetişir
Çıkar biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin
Şâir “karlar”ı tasvîr eder, zannedersin ki bize karın şiirini anlatacak,
hayır onun rahîm kalbi kardaki şiiri değil, buğulu camların arkasından
karın güzelliğine bakarak, soğuktan titreşen fakirleri akıllarına
getirmeyen hissiz bahtiyarları düşünmektedir:
Lâkin sorun, şu penceresinden bakanlara
Kâh-ı tahayyülün
Onlarca ‘aynıdır bu bürûdetli manzara
Bir sîne-i semende gülen bir beyâz gülün (1340: 465-466).
Ayrıca bu değinmede sanatçının dışında bazı kaynaklara da müracaat etmiştir:
Akif Paşa gerek tarihte bıraktığı namdan, gerek Şeyh Müştak’a
yazdığı meşhur mektuptan anlıyoruz ki herhalde ahlakta salabet,
tabında mertlik, sözünde ve özünde doğruluk bulunan bir zât imiş
(1340: 92).
Şinasi’nin milliyetçiliğini de Namık Kemal’le olan ilişkisinden istifade ederek
anlatmaktadır:
“Kuleli” vâkıası denen bir hadise Şinasi’deki vatanperverliğe kıymetli
bir bürhandır: o zaman Abdülmecid aleyhine gizli bir ihtilal tertip
edilmiş; bu ihtilale beş yüz kadar zat dâhil oluyor. Muin bir günde
müzakere için “Âlem Dağı”nda toplanmaya karar veriyorlar, nazar-ı
dikkati celp etmemek için herkes birer ikişer gidecektir. Şinasi, oraya
171
varıyor, bekliyor, fakat kendisiyle beş altı arkadaşından başka kimse
gelmemiştir ve kimsenin geleceği de yoktur.
Şinasi bu vakıayı şakirdi Namık Kemal’e : “bu millette daha inkılap
vücuda getirecek istidat olmadığını “isbat için mükerreren anlatır
dururmuş. Şinasi de Namık Kemal de buna kâni olmakla beraber,
onlar yine bu millette bir inkılâp yapmak, bu milleti meşrutiyete nâil
etmek için mücadelelerinden bir an ferağ olmadılar: asıl büyüklükleri
buradadır (1340: 111).
Görülüyor ki İsmail Habib, sanatçılar hakkında bilgi verirken sadece sanatçının
kendisiyle sınırlı kalmamış onun diğer sanatçılarla ilişkisinden de istifade etmiştir. Hatta
diğer sanatçıların o sanatçı hakkındaki fikirlerine de geniş yer vermiştir. Bunu yaparken
de diğer bazı maddelerde olduğu gibi bu yöntemi bütün sanatçılara tatbik eylememiştir.
Kendisine göre önemli gördüğü sanatçılar için bu yöntemi kullanmıştır. Nâmık Kemal,
bahsinin sonunda onun hakkında Sâmipaşazâde Sezâî, Hâlid Ziya, Cenab Şehâbeddin,
Hüseyin Cahid, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik, Halide Edib, Hamdullah Subhi, Mehmed
Fuad, Ömer Seyfeddin gibi sanatçıların birer cümlelik değerlendirmelerine yer vermiştir
(1340: 174-175). Aynı metodu Abdülhak Hamid için de kullanır. Onun hakkında da
diğer sanatçıların görüşlerine birer cümleyle yer verir (1340: 337).
Bazen de sanatçının eserlerini açıklamak için onun şahsiyetine yöneltir dikkatini. Fakat
bu dikkat derin bir araştırma ve tecessüs taşımaz. Sadece bir fikir vermek derecesinde
kalan değini olarak yer alır. Namık Kemal’in sanatından ve ehemmiyetinden
bahsederken onun sanatçılığındaki yönüne mizacından hareketle bir açıklama getirmeye
çalışır: “Kemâl’in bütün bir devre hâkim olacak derecedeki kudretinin sırrı yalnız onun
san’atındaki bu “vasatıyyet”den ile gelmiyordu, bu kudretin diğer mühim bir sebebi daha vardı:
Kemâl’in ruhundaki vatanperverâne coşkunluk!” (1340: 149).
Sanatçının mizacını oluşturan unsurlardan birisi de yaşadıklarıdır. İsmail Habib, bunu
da unutmaz. Nâmık Kemâl’den ve onun av merakından bahsederken ondaki rakikliğin
kaynağı olarak avda yaşanılan bir olayı nakleder. Bu sıralarda Namık Kemal, henüz on
dört on beş yaşlarında bulunmaktadır:
Bir gün Sofya civarındaki ormanların birine geyik avına çıkmış, güzel
bir ahu vurmuş, fakat avcı bir kurşunda iki cana kıydığını anlıyor,
çünkü geyik gebedir: artık Kemâl ondan sonra tüfengini bir daha avda
kullanmamak üzere duvara asıyor (1340: 152)
172
Sanatçının mizacı onun eserlerinin şekil ve muhtevasına da sirayet etmektedir. İsmail
Habib, Recaizâde’inin eserlerinin hissi olmasını onun bu hissiyatına ve evlat acılarına
bağlamaktadır.
Ekrem Bey’in şiirde muvaffak olduğu, kendi şahsiyetini en çok ibraz
ettiği vadi melâl ve ölüm şiirleridir. Onu en kıymetli hususiyetiyle
çocukları hakkında yazdığı şiirlerde görüyoruz. Kendisi rahîm ve şefîk
bir babaydı, çocuklarını perestiş edercesine seviyordu (1340: 194).
Abdülhak Hamid’de ise eserleri bahsinde onun sözleriyle Hamid’in yazma alışkanlığı
üzerinde dururken onun gürültüsüz yerde oturamadığını hatta yazamadığını ifade eder
(1340: 284).
Mizaç konusunda Özellikle Servet-i Fünûn sanatçıları hakkında ayrıntıya kaçıldığı
görülür. Bunda Servet-i Fünûn dönemi edebiyatının ve sosyal hayatının da etkisi vardır.
Çünkü bu dönem sanatçıları toplumsaldan ziyade bireysel konulara eğilmişlerdir. Bu da
onların mizaçları hakkında daha ayrıntılı bir açıklamayı gerekli kılmıştır. İsmail Habib,
karşılaştırmalı değerlendirme anlayışını burada da devam ettirir:
Fikret, Kemâl’i anlayamazdı ve anlayamadı. Sanatkâr Fikret onu
anlayamazdı, çünkü Kemal bir artist değildi. Ahlâkcı Fikret de onu
anlayamadı, çünkü ikisinin ahlâkı birbirine hiç benzemiyordu,
Kemal’in ferdî ahlakında belki birçok mübâlatsızlıklar vardı. Buna
mukâbil Fikret şahsî ahlak itibarıyla en kusursuz bir numune idi
(1340: 450).
2.2.3 Birikim
Özellikle teceddüt edebiyatındaki şair ve yazarların beslendiği kaynaklar bir iki başlılık
gösterir. Divan edebiyatı zevkiyle yetişen sanatçılar daha sonra batı edebiyatını özellikle
de Fransız edebiyatından etkilenerek bu türde eserler vermişlerdir. İsmail Habib, Pertev
Paşa’dan söz ettiği bölümde onun batıdan getirdiği yenilik konusunda öncü olduğunu
belirtmekle bir anlamda sanatçıların birikimleri bakımından da ipucu vermektedir:
173
“İntihap kısmında aynen alınan bu manzume (Tıfl-ı Naim) dikkatle okunmağa çok layıktır. Bu
manzume müstesna olmak üzere Pertev Paşa edebiyatımıza getirdiği yenilikleri hep garpten
nakletmiştir.” (1340: 103).
Tek tek sanatçıların birikiminden bahsetmeden ayrıca Şinasi’den bahsedilen bölümde
Şinasi’nin ehemmiyetini anlatırken onun, edebiyatımızda bir birikime öncülük ettiğini
de belirtmektedir:
Hâlbuki Şinasi bir “mektep” sahibi oldu, zamanının gençlerini
etrafında topladı, yeni edebiyatın en büyük kahramanlarını yetiştirdi;
Namık Kemal, Ziya Paşa, Ekrem bey gibi gençler onun etrafında bir
halka oldular, onun “mekteb”inde yetiştiler ve onun irşadlarıyla,
teşvikleriyle, müzaheretleriyle parladılar. Binaenaleyh “yeni edebiyat”
hareketinin ilk hakiki vazıı olarak Şinasi’yi görüyoruz (1340: 107).
Sanatçıların birikimi hakkında verilen bilgiler daha çok sanatçının hayatı ve eserleri ile
ilgili bölümlerinde düzenli olmayan bir şekilde verilmiştir. Birikimler özellikle
sanatçının edebiyata getirdiği yenilikle özdeşleşecek biçimde anlatılır. Mesela
Şinasi’den bu yönüyle bahseder:
Paris’te o zaman büyük Reşit Paşa sefir bulunuyordu: Şinasi Paris’teki
faaliyetile Paşa’nın teveccühünü, himayesini, dostluğunu kazanmıştır.
Paşa ona maliye tahsiline çalışmasını tavsiye ediyor, Şinasi buna göre
çalışmaktadır, lakin bir taraftan da Fransa edebiyat alimleriyle temas
ediyor, bütün Fransızların tapınır derecede sevdikleri meşhur şair
“Lamartin”in “edebi bir mahfil” olan hanesine devam edenler içinde
Şinasi’de vardır. Zeki Türk genci birçok garp ekâbiriyle maarifeler
peyda ediyor, meşhur müsteşriklerden “Şaşi“ ile dost olmuştur, yine
meşhur allame ve üdeban “Ernest Renan” ile tanışmaktadır. İşte böyle
üç dört senelik bir tahsilden sonra Şinasi dimağı yeni fikirlerle dolu,
ruhu yeni hamlelerle coşkun, İstanbul’a geliyor (Sevük, 1340: 109).
İsmail Habib, sanatçıların özellikle eserleri ile ilgili kısımlarda onların birikimine
değinirken bütüncül bir bakış açısı sergiler. Sanatçının hayatına ve eserlerine kronolojik
bir bakış açısının hâkim olduğu görülür:
Ziya Paşa’nın hayatında nasıl iki safha varsa eserlerinde de iki safha
görüyoruz. Hayatının birinci safhasında Paşa, nasıl eski harabat
şairleri gibi yaşamışsa, eserlerinin birinci safhasına ait olanlarında da
o, tamamen edebiyât-ı kadîme şairi simasıyla görülmektedir…
Hâlbuki eserlerinin ikinci safhasında, bilhassa Avrupa’da yazdığı
174
eserlerde artık Ziya Paşa bambaşka bir simâdır. Vakıa bu vadideki
şiirlerinde de edebiyât-ı kadîme eşgâli vardır; fakat onlarda yeni bir
ruhun haykırışı duyulurdu (1340: 131-132).
Böyle bütüncül bir bakış açısıyla sanatçıdaki ve onun sanatındaki değişimleri ve
gelişmeleri daha yakından takip etme imkânı da bulunmakta ve bu da okuyucuya
yardımcı olmaktadır. Bu bakış açısının daha çok sanatında bazı aşamalar geçirmiş yani
dil, üslûp ve zihniyet bakımından değişmeler göstermiş sanatçılar için kullanıldığı
görülmektedir. Tevfik Fikret’in şiirlerini değerlendirirken de aynı yöntem kullanılmıştır:
Fikret hamâsi şiirler de yazdı: “Doksanbeşe Doğru”, “Hân-ı Yağma”,
“Mücahid Lisanından”, “Rubab’ın Cevâbı” hep birer hücumdu, hepsi
kuvvete, taassuba, zâlimlere karşı haykırıyordu, zâten şâir
“Rubab”dan sonra, hayatının ikinci devresinde, kendini yalnız bu gibi
şiirlere vakfetmişti (1340: 464).
Sanatçıdaki birikim ve bu birikim gelişmesinden de kronolojik olarak bahseder. Namık
Kemal’in hayatında dedesinin etkisi, aldığı eğitimlerin, dedesinin görevi sebebiyle
yaşadığı çeşitli bölgeleri belirten İsmail Habib, bunların onda ne gibi bir birikim husule
getirdiğini belirtme gereği duymaz. Yalnız bu sıralarda Nâmık Kemâl’in elinden
düşürmediği Sünbülzâde divanı belirli bir döneme kadar onun sanatçılığı üzerinde etkili
olmuş, onun birikimine katkıda bulunmuştur: “Zaten on dört yaşında şiir yazmağa başlıyor,
o zaman elinde “Sünbülzâde”nin divanından başka numune olmadığı için şiirleri “Vehbi”
tarzındadır (1340: 153).
Tanzimat dönemi sanatçılarının birikimlerine bakıldığında iki kaynaktan beslendikleri
görülür. Garbî ve Farisî kaynaklar. Tanzimat sanatçıları Özellikle Farisî birikimlerini
aile efradından almaktadırlar. Ziya Paşa ile ilgili bölümde bu açıkça görülmektedir: “Bir
taraftan pederinden Garbî ve Farisî tedris ediyor, bir taraftan hariciyede bulunduğu için,
Fransızca ta’lim eyliyordu.”(1340: 182). Garbî tesirleri ise daha çok tercüme odalarında,
Hâriciye mektebinde veya okullarda almışlardır.
Sanatçının birikimini bilmek için edebiyat tarihçisinin de en az onun kadar birikime
sahip olması gerekmektedir. Yani sanatçının beslendiği kaynakları tespit etmek için
araştırmacının da bütün bir dünya edebiyatını tanıması gerekmektedir. İsmail Habib’in
Abdülhak Hamid’i anlattığı bölümde bu özelliklere rastlanır. İsmail Habib; Fuzûli,
175
Bâki, Nef’î, Nedim, Gâlib, Hâfız-ı Şirâzi, Şeyh Sâdi, Firdevsî, Hayyam, Kornel, Rasin,
Hugo, Şekspir gibi sanatçıların adlarını saydıktan sonra Hamid için:
Onda Acemden, Fransızdan, İngilizden, Türkten, herşeyden herşey
var: fakat o bütün bu muhtelif te’sirleri kendi dehasının mümtaz
hususiyetinde hazm ve âmâl ederek kendine mahsus bir deha halinde
tecelli etti. Onun şiirlerinin bazılarında Fuzuli’nin o samimi harareti,
onun bazı beyitlerinde Nedim’in utanan şefafiyeti, onun bazı
hayallerinde Nef’î’nin o kamaştıran şimşekleri vardır. O bazen Hafız
gibi derin, Sâdi gibi hakîm, Hayyam gibi mütefekkirdir. Onu
“Eşber”de bir Cornel gibi, “Sefile”de bir Hugo gibi, “Finten”de bir
Şekspir gibi görüyoruz: fakat Hamid yine bütün bunlardan ayrı, başlı
başına bir âlemdir (1340: 210-211).
diyerek ondaki zengin birikimi ortaya koyar. Bunu yaparken aynı zamanda kendi
edebiyat bilgisinin de genişliğin gösterir.
İsmail Habib, sanatçının birikiminde onların eğitiminde önemli rolleri olan hocalarını da
dikkate almıştır. Özellikle babası onun iyi bir eğitim almasını istediğinden ona küçük
yaştan itibaren özel hocalar tutmuştur:
Hocalarından bilhassa iki zâtı tanıyoruz: biri meşhur hey’et-şinâs ve
âlimlerimizden “Hoca Tahsin” efendi, diğeri Nafia Nezareti
mümeyyizlerinden ve felsefe ve hey’et mütehassıslarından “Edremitli
Bahaeddin” Efendi. Bahaeddin Efendi, Hamid’in ruhunda küçükden
beri çok derin ve bizzat Hamid’in şükranla anlattığına göre çok hayırlı
te’sir yapan bir zattır (1340: 215).
Halid Ziya’nın yetişmesinde de hocaların etkisi çoktur. Onun üzerinde iki hocasının
tesiri görülmektedir. Piyer Vazel adlı hocası ona klasikleri okutmuştur. Daha sonra ise
Reymon Parye adlı gene yabancı bir hocası ona şiirde parnasyenleri, nesirde ise
naturalistleri okutur. Böylece hem edebiyat akımlarından bahseden İsmail Habib hem de
Halid Ziya’nın üzerinde tesiri olan hocalara değinir (1340: 489). Dikkat edilirse yazarın
eğitim hayatında Tanzimat sanatçıları gibi doğu tarzında bir eğitim almadan direkt
olarak batılı bir tarzda ve yabancı hocaların elinde yetişmiştir.
Birikim olarak hemen her sanatçının bu yönüne değinen İsmail Habib, bunu sanatçının
hayatını anlattığı bölümde yapar. Daha sonra sanatçının eserleri bahsinde ise onların
176
etkilendiği veya temas ettikleri daha çok yabancı olmak üzere şair ve yazarları
belirtmekle iktifa eder.
İsmail Habib, sanatçının birikimini daha çok onun biyografisi ve eserlerini açıklarken
verir. Bu birikimi ise onun yaşantısıyla, eğitim hayatıyla, temas ettiği kişilerle ve yurtiçi
ve yurtdışı görevleriyle açıklamıştır.
2.2.4 Müstear İsimler
Özellikle Divan edebiyatına ait bir gelenek olan müstear isim ya da diğer adıyla mahlas
Teceddüt edebiyatı devrinde pek kullanılmaz. Ancak özellikle Tanzimat edebiyatı
olarak adlandırılan devirdeki şairler aynı zamanda eski zevke de sahip ve bu zevkle
eserler
de
verdiklerinden
onların
bu
türde
verdikleri
eserlerde
mahlaslara
rastlanmaktadır. İsmail Habib, özellikle müstear adları ve sahiplerini belirtmek için
değil de sanatçıların eski zevkle yazdıkları bu eserlerde kullandıkları adları ifade eder.
Burada da bu sanatçıların hepsi için aynı durumu belirtme gereği duymaması bu başlık
için ayrı bir sistematiği olmadığını göstermektedir. Bunu biraz da devrin gereklerinde
yani müstear isim uygulamasının kullanılmamasında aramak gerekir. Buna rağmen yeri
geldikçe bazı sanatçıların mahlaslarını söylemeyi de ihmal etmez. Nâmık Kemâl’in eski
tarz şiirlerinde, özellikle “encümen-i şuara” zümresi içinde yazdığı şiirlerinde “Nâmık”
mahlasını kullandığını belirtir. Bu mahlası ona Eşref Paşa vermiştir (1340-154).
Abdülhak Hamid’den bahsederken ise onun eserleri kısmında “Finten” adlı eserin ilk
tefrikalarında A.H takma adını kullandığını belirtir. Dikkat edilirse Müstear isimler son
dönemlere doğru artmaktadır. Servet-i Fünûn döneminde Tevfik Fikret onbeş onaltı
yaşlarında Tercüman-ı Hakikat gazetesine “Nazmî” müstearıyla şiirler ve yazılar
yazmaktadır (1340: 442).
Müstear isimlerin bir önemi de sanatçının sanat ve dünya görüşünü yansıtmasıdır.
Tevfik Fikret’in müstear ismiyle ilgili böyle bir yoruma da rastlanmaktadır: “Fikret
177
“Fikrî bir şair”dir. Bunu bize mahlası bile gösteriyor, “Mehmed Tevfik” efendi, kendisine
mahlas olarak “Fikret” kelimesini muvâfık buldu.”(1340: 468).
Halid Ziya’nın ilk eserini zikreden İsmail Habib onun bu eserlerinde “Mehmed Halid
Ziya” imzası taşıdığını da ilave eder (1340: 489). Dikkat edilirse müstear isimlere
özellikle siyasi baskının yoğun olduğu Servet-i Fünûn döneminde rastlanmaktadır.
Bunlardan birisi de Süleyman Nazif’tir. Servet-i Fünun’ a hicrî 314’te dâhil olan sanatçı
“İbrahim Cehdî müstearını kullanıyordu. Süleyman Nazif imzasını Meşrutiyet’ten sonra isti’mâl
edebildi” (1340: 542). Müstear ismiyle tanınan diğer bir şair ise Süleyman Nesib’dir.
“Asıl ismi “Sâmi’dir. Fakat müstear ismini Meşrutiyet’ten sonra bile bırakmadı. Şiirlerinde hep
müstear ismiyle tanındı.” (1340: 550).
Edebiyat araştırmacısı için sanatçının müstear isimle yazdığı eserlerin bilinmesi onun
edebî ve düşünsel gelişiminin takibi açısından önemlidir. İsmail Habib de teceddüt
edebiyatı döneminde geçen müstear isimleri göstermeye çalışmıştır. Bunu yaparken
sanatçının ilk eserlerine dikkatini yoğunlaştırmıştır. Çünkü bu tarz isimlere o
dönemlerde ilk eserlerde rastlanmaktaydı. Fakat dönemin özelliğinden dolayı bu
kullanımın fazla olmaması karşısında yapılacak bir şey yoktur.
2.3 Devir Açısından
2.3.1 Siyasi Ortam/ Siyasi Boğumlanmalar- Kültürel Ortam
Türk edebiyatındaki dönem adlandırmalarına bakıldığından siyasi boğumlanmaların
oldukça etkili olduğu görülmektedir. İsmail Habib de “Medhal” kısmındaki bilgilerden
sonra Tanzimat Edebiyatı başlığı adı altında ilk önce Reşit Paşa’yı ele alır. Fakat sadece
Reşit Paşa’nın kendisinden de söz etmez. Mehmet Ali Paşa’nın Bursa önlerine kadar
gelmesi, Rusya’yla yapılan savaş ve Rusya’nın fırsatçılığı gibi konulara değindikten
sonra (1340: 81) Tanzimat’ın ilanını hazırlayan koşulları da ele alır:
178
Devleti ilk defa şuurlu bir “siyaset-i hariciye” sahibi yapan Reşit Paşa
pek iyi biliyordu ki harici müzâheret hiçbir vakit bir devleti
kurtaramaz. Dâhilde metin bir siyasete istinat etmeyen her harici
siyaset mutlaka yıkılacaktır. Binaenaleyh bir taraftan hârici kazanan
Reşit Paşa, devleti dâhilden kuvvetlendirecek faaliyetlere geçti.
Bunun için de her şeyden evvel asrî bir kisveye bürünmekliğimiz
lazımdı, idaremiz hala kurun-ı vustaiydi, padişah hâlâ “her şey”di,
bütün memleket hala sarayın malikânesi, bütün halk hâlâ padişahın
kölesi, bütün varidat hâlâ keyfin oyuncağıydı. Hâlâ kimse malına
mutasarrıf değil, hâlâ müsadere ve angarya cari, hâlâ bir emirle
hapisler ve idamlar yapılıyor, hâlâ memlekette ne bir zerre hürriyet,
tebaa beyninde ne bir parça müsavat, herkeste ve her fikirde ne bir
parça emniyet vardı; bir kelime ile memlekette “kanun” yoktu: işte
Reşit Paşa tarafından padişah namına bizzat yazılan ve Gülhane
meydanında bizzat Reşit Paşa tarafından okunan “Hatt-ı Hümayun”
kanun devrinin güşad edildiğini ilan eden çok yüksek bir sadâydı
(1340: 82).
İsmail Habib’in Tanzimat’ın ilanını değerlendirirken söyledikleri aynı zamanda onun
olaylara bakışı ve edebiyat tarihçiliği hakkında da bilgi verir niteliktedir. İsmail Habib,
her olayı kendi şartları ve dönemi içerisinde değerlendirme taraftarıdır:
Bize bugün pek nâkıs ve pek basit gelen o kanuna istihfafla bakıyoruz,
Tanzimat devrinin noksanlarını ve hatalarını sayıp dökmek, bilhassa
son senelerde umumi bir müedda oldu; fakat maziyi bugünkü
kafamızla değil mazideki ihtiyaçla düşünürsek samimiyetle tasdik
ederiz ki Reşit Paşanın okuduğu o kâğıt çok geniş, çok cesur, çok
mütecellid bir teceddüt hamlesiydi (1340: 83).
Dönem başlarında verilen siyasi ortamla ilgili bilgiler bunlarla sınırlı kalmamıştır.
Sanatçıların hayatları anlatılırken de siyasi ortama ait bilgiler verilmektedir. Bunlara
birkaç örnek olarak şunlar verilebilir:
Hükümetçe Avrupadaki “yeni Osmanlılar” ın İstanbul’a avdetlerine
müsaade edilince Ziya Paşa da İstanbul’a geldi. Abdülaziz’in
hallinden, Beşinci Murat’ın cennetinden sonra da Abdülhamit’in ilk
devresinde, gerek Ziya Paşa gerek Kemal ikbaldeydiler. Çünkü
padişah kendini ahrara taraftar gösteriyordu, hatta “kanun-i esasi”nin
tahriri vazifesini Ziya ile Kemal’e havale etmişti. Lakin çok geçmeden
Abdülhamid’in hakiki çehresi kendini gösterdi. Artık hürriyetperverler
için menfalar, zindanlar, sürgünler devri açılmıştı. Mithat Paşa’yı
Taif’te boğduran Abdülhamit, bütün münevver kalem erbabını da
birer suretle, öteye beriye attı. Ziya Paşa dahi kendisine vezâret rütbesi
verilerek Suriye valiliğiyle İstanbul’dan teb’id edildi. Ziya Paşa’nın
böyle diğerlerine nispeten daha müsait bir tarzda, daha ikbalkârâne bir
179
şekilde teb’idinin hikmeti onun Abdülaziz Han’ın bendegânından
telakki edilmesindendi. Abdülhamit, Abdülaziz’in adamlarına fazla
şedid göstermemişti. En ziyada gayz ve kahrına hedef olanlar zavallı
sultan Murat’ıan adamları ve taraftarlarıydı (1340: 129-130).
İsmail Habib, kültürel ortamı anlatmak için ayrı bir başlık açmamıştır. Fakat Tanzimat
ve Servet-i Fünûn edebiyatlarına geçmeden dönem hakkında bilgi verirken döneme ait
bir panorama çizer. Dönemlerin alt başlıklarında devri hakkında bilgi verileceği
belirtilir. Meselâ Servet-i Fünûn dönemi için açılan altbaşlıklardan dönemle ilgili olarak
şunlar görülür: “Abdülhamid zamanı, İstibdadın Koyuluğu” (1340: 426). Bu başlık altında
Abdülhamid’e karşı oldukça acımasız ithaflara tanık olunur. Abdülhamid’den önceki ve
yirmi yıl sonraki donanmanın durumunu karşılaştırır. Daha sonra ise devrin siyasî
hayatını “hârice karşı hudutsuz bir müsamaha, dâhile karşı hudutsuz bir tazyîk” olarak özetler
(1340: 427). Bu dönem münevverlerin en büyük hasssası olarak ise bedbinliği gösterir.
Bu bedbinlikten kurtulmak için çırıpınanlar da vardır. Bu vesileyle Jön Türkler’den
bahseder: “Avrupa’da, şurada, burada “Jön Türkler” namıyla bazı firârilerin, bazı inkılabcı
gençlerin çalıştıkları işitiliyor, fakat bu ümidler karanlığın kesâfeti içinde bir kibrit parıltısı gibi
zayıf, bir şebtâb aydınlığı gibi geçicidir.”(1340: 429). Daha sonra devrin sosyal hayatına
geçilir. Bir Batılı hayranlığı başlamıştır. Onlar gibi giyinmek bir meziyet olmuştur.
Gençler, Türk’üm demeye utanır olmuşlardır. Kibarlık göstergeleri olarak çocuklarına
ecnebi mürebbiyeler tutmak, evlerde piyano bulundurmak ve garb musikısi dinlemek
moda olmuştur. Basın hayatı da bu dönemden nasibini almıştır. Gazeteler artık eski
havasında değildir. “İkdam”, “Sabah” gibi gazeteler renksiz, kuru satırlarla doludur (1340:
430).
Görüldüğü gibi birden edebî döneme geçilmemiştir. Bu kadar izahattan sonra sıra
edebiyata gelir.
Recaizâde Ekrem, Galatasaray’dan öğrencisi olan Tevfik Fikret’i
Ahmed İhsan’ın sahibi olduğu “Servet-i Fünûn” adlı derginin başına getirir. Cenab
Şehabeddin ve Halid Ziya gibi isimler de bu dergiye geldiler. Daha sonra başka isimlerin de
katılmasıyla Servet-i Fünûn nesli oluşuyor (1340: 431).
Tanzimat’ta olduğu gibi izhâri safha olarak bir tasnif yapmasa da edebî hayata
geçmeden önce siyasi ve sosyal hayat hakkında bilgilendirme yapılmaktadır. Bu
panoramanın içerisinde dönemin kültürel hayatı da bulunmaktadır:
180
Diyordu o elindeki kalemle, “kitabet-i resmiye”deki zincirleri teklif ve
tasannu’ kırdı, resmi kitabete anlaşılır bir lisan verdi. Tesis ettiği
gazetecilik sayesinde lisanın sadeleşmesinde geniş bir imkân açtı.
Sonra “Rüşdiye” mekteplerini tesis etti: bu mekteplerden evvel tahsil
yerleri ancak medreseler ve “devair-i devlet aklâmı“ idi, medreseler
berbat haldeydi, müsbet ilimler nâmına hiçbir şey okunmuyordu,
“yenilik”e kapılarını kapayan medreseler yenilik aleyhinde her
harekette büyük bir şevk ile kapılarını açıyor ve uğultulu bir
kalabalıkla huruc yapıyordu! Tanzimat devrindeki maarif ve teceddüt
hareketlerinin ne müşkülatla yapıldığını, taassup ve muhafazakârlığın
her fırsatta nasıl tehditkâr bir vaziyet aldığını anlamaklığımız için çok
ibretli misaller ve vakalar vardır (1340: 85-86).
Kültürel ortama daha çok ele aldığı sanatçıların hayatları bahsinde yer veren İsmail
Habib, genel bir edebiyat ortamından ziyade dönemin kültürel faaliyetlerinin bir sonucu
olarak etkilerini ele alır. Bu etkileri ele alış ise daha çok sonuca yönelik olarak değil
bilgi vermeye yöneliktir. Namık Kemal’in hayatından bahsederken onun yetişmesinde
aileye ait husiyetleri anlattıktan sonra onun eğitimi ile ilgili kısımda Namık Kemal’in
okuduğu rüştiye mekteplerine sözü getirirek bu mektepler ve bu mekteplerin sağladığı
değişim hakkında bilgi verir: “Büyük Reşit Paşa bu rüştiye mekteplerini o sırada yeni
açmıştı, binâen-aleyh bu mekteplerin ilk feyizli mahsullerinden biri Nâmık Kemâl olmuştur.”
(1340: 152).
İsmail Habib, kültürel ortamı anlatmak için sadece sanatçının dönemini değil ondan
öncesini de anlatma gereği duyar. Bu konuya da hâkim olduğu görülür. Abdülhak
Hamid’den bahsederken onun ailesinin edebiyata ve sanata teşne olduğunu belirttikten
sonra o dönemde bir “allâme zâdeganlığı sınıfı” olduğunu ve Hamid’in ailesinin de bu
sınıftan olduğunu ifade eder. Bunu da diğer açıklamalarında olduğu gibi sanatçının
hayatını ve eserlerini daha iyi yansıtmak adına yapmaktadır (1340: 213).
181
2.3.2 Ekonomik Ortam
İsmail Habib, Servet-i Fünûn dönemine gelene kadar ekonomik hayata yönelik herhangi
bir bilgilendirmede bulunmaz. Belki buna da o dönemler için pek de gerek yoktur.
Ekonomik hayat tek başına değil diğer ortamları da etkilemekte ve onlardan
etkilenmektedir. Bu etki de kendisini en çok Servet-i Fünun’da gösterir. Servet-i Fünûn
bahsinin hemen başında ekonomideki bozulmayı anlatır: “Milyonlar sarfla müzeyyen ve
sayısız saraylar, köşkler, kaşâneler yapılıyor. Millet mâli bir uçuruma gidiyordu. Hâricden
mütamadiyen istıkrâz yapılmış ve gelen para mütemadiyen teba olmuştu.”(1340: 426).
Devrin yayın organı olan gazeteyi takip edebilmek de belirli bir ekonomik külfeti
beraberinde getiriyordu. İsmail Habib, bunu biraz da mizahi bir dille değerlendirir.
Süleyman Nazif;
Ebuzziya Tevfik merhumla “Tasvîr-i Efkâr”ı çıkarmağa başladılar.
Yalnız bu yevmî gazete havâsa mahsus olacakdı avam okuyamasın
diye fiyatını yirmi para yapdılar. Diğer gazetelerden bir misli bahalı!
Anlaşılan havas ya az, ya züğürtdü, gazete devam edemedi (1340:
542).
2.3.3 Edebiyat Topluluğu/ Toplaşma/ Grup
İsmail Habib, Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemini edebiyat topluluğu olarak değil de
bir edebî dönem olarak görmektedir. Buna rağmen bu dönemler içindeki çeşitli
toplaşmalardan da müstakil olarak değil de yeri geldikçe, herhangi bir vesileyle
bahsettiği görülür. Namık Kemal’in İstanbul’a gelişini anlatırken burada eski zevki
yaşatan şairlerden bahseder. Bu şairleri bir zümre olarak adlandıran İsmail Habib, bu
şairlerin adını zikreder:
O sıralarda İstanbul’da eski zevki yaşatan bir zümre vardı, Kâzım
Paşa, Avni Beğ, Rif’at Beğ, İsmail Hakkı Beğ, Hersekli Ârif Hikmet
Beğ, bilhassa Leskofçalı Galib Beğ gibi Edebiyât-ı Kadîme üstadları
bir “encümen-i şuara” teşkîl etmişlerdi… (1340: 153).
182
Belki de Fecr-i Âti’yi ayrı bir dönem olarak ele almamasının nedeni bu oluşumu bir
edebiyat toplaşması olarak görmüş olması olabilir. Bu bölüme ayırdığı sayfa sayısından
da hareketle onun bu döneme veya toplaşmaya verdiği önem görülebilir. Ayrıca İsmail
Habib, bu adlandırmasının gerekçesini de şöyle açıklar:
Bu yeni ünvân ve yeni teşkîl ile onlar herşeyden evvel anlatmak
istiyorlardı ki kendileri eski Servet-i Fünûn’dan ayrı yeni bir varlık ve
edebiyatta yeni bir merhaledirler. Hâlbuki buna rağmen birçok
noktalardan Servet-i Fünûn’un bir zeyli ve o devrin bir devamı
olduklarını anlattılar (1340: 574).
İsmail Habib, sadece dönemleri ve devirleri vermekle kalmamış onları yeri geldikçe de
karşılaştırma gereği duymuştur. Karşılaştırma yöntemi “Türk Teceddüt Edebiyatı
Tarihi”nde sıkça müracaat edilen bir yöntemdir. Servet-i Fünûn ve Tanzimat dönemi
edebiyatını şu ölçülere göre karşılaştırır:
Tanzimat edebiyatı halefine nisbetle iki cihetden yayvan, Servet-i
Fünûn edebiyatı selefine nisbetle iki cihetden dardır: Tanzimatcılar
daha geniş bir kitleye hitab ettiler. Vakıa bununla daha umumî ve basit
göründüler, lâkin kendilerini halka daha çok verdiler ve halkdan o
edebiyatın havzasına daha çok kitle girdi. Servet-i Fünûncular ise
kendi ruhlarının içine çekildiler. Yegâne mecmuaları yalnız bin nüsha
basıyordu. Kariin çoğunu değil güzidesini aradılar. Şiarları “sanat içün
sanat”, tesellileri müzeyyen ve mümtaz görünmekdi. Tanzimat
edebiyatı taşkındı, vatan hudutlarından aşdı. Harezmlerde,
Endülüslerde dolaşdı: bizden ziyade müslümanları arıyordu. Servet-i
Fünûn edebiyatı maksûrdu, beride “Ayestefanos”, ötede “‫ ”ز‬dan
ileri geçemedi: onun için o edebiyatta vatan havası esemiyor! (1340:
590).
İsmail Habib, “Millî edebiyat Cereyânı” başlığı altında adeta “medhal” bölümünün
tekrarını yapar. Bu bölümde sanatçı eksenli bir edebiyat değerlendirmesinden ziyade
divan edebiyatından itibaren Türk edebiyatının bütün dönemlerine edebiyatın
millîleşmesi bakımından kuşbakışı bir değerlendirme yapılır. Bu değerlendirme arasında
Ömer Seyfeddin ve “Genç Kalemler” hareketine de değinilir (1340:608). Fakat
“Bugünün Edebiyatı” başlığı altında hecenin beş şairiyle ilgili tek tek açıklamalar
yapmasına karşın böyle bir topluluğun adını zikretmez.
183
2.3.4 Muhit
İstanbul, İmparatorluk başkenti olması sebebiyle sadece siyasi bir merkez değil aynı
zamanda kültürel bir merkezdir de. İstanbul’da yaşayan sanatçılar İstanbul dışına
çıktıklarında bunun etkisi hayatlarında ve eserlerinde görülmektedir. Kitapta muhit tek
başına ele alınmaz ya da sanatçının eserlerine katkısı bağlamında ele alınmaz. Bunun
yerine sanatçının hayatından bahsederken mekânlara da değinilir. Buna güzel bir örnek
olarak Âkif Paşa verilir. Paşa’da İstanbul hasreti ve İstanbul’a kavuşmanın mutluluğu
şiirlerinden örneklerle verilir:
Harâb oldu cismim temelden harâb
Âmân sâkiya verme bir eski şarab
Bakub camdan beri İstanbul’a
Şu anda nefyi unutsam nola ( 1340: 91).
mısralarıyla İstanbul’a olan özlemi dile getirilirken, İstanbul’a kavuşmanın mutluluğu
şu beyitlerle verilir:
Rûzı kılınca hak bana hân-ı inâyeti
Etti nasîb-i ni’met darü’l- hilafeti
Mahsur iken kenarda nevmîd nâgihân
Buldum hücûm-ı ceyş-i telefden selâmeti (1340: 91).
Muhitin sanatçı üzerindeki diğer bir etkisi de onun sanatına doğrudan olan etkisidir.
Yani doğumundan itibaren içinde bulunduğıu çevre olarak da alınabilecek olan muhit,
edebiyat tarihinde bu yönüyle de değerlendirilebilir. İsmail Habib, her ne kadar muhit
bahsinde kültürel ve edebî bir muhitten bahsetmese de sanatçının içinde bulunduğu ve
yetiştiği muhitin onun eserindeki ve şahsiyetindeki tesirlerine değinmiştir. Bu ayrıntılı
bir psikanalitik bir değerlendirmeden uzaktır. Buna rağmen çevrenin sanatçı üzerindeki
tesirini
ele
alması
ve
değerlendirmesi
bakımından
Her dehâ şüphesiz fıtratın verdiği bir bahtiyarlıktır, sonra dehaların
kendi inkişaflarına en müsâid bir muhite mazhâriyetleri de ikinci bir
bahtiyarlıktır. İşte Hamid bu muzâaf bahtiyarlığa nâil oldu. Onun
gerek mensub olduğu aile muhiti, gerek gördüğü tahsil hayatı, gerek
geçirdiği memuriyet hayatı ve Şark ve Garbın muhtelif beldelerinde
184
önemlidir:
yaşayışı Hamid’in dehasındaki inkişâfen müsaid bir imkân hazırladı
(1340: 213).
Muhit, sanatçıyı besleyen unsurlardan birisi de olabilir. İsmail Habib, Süleyman Nazif’i
değerlendirirken onun
doğduğu
ve
yaşadığı
yer olan
Dicle’yi
bu şekilde
değerlendirmektedir. Ona göre, “Dicle ayrı bir şiir ilhâmıdır.”(1340: 541).
Muhit bahsinde İsmail Habib’de bundan daha fazla bir ayrıntıya rastlanmamaktadır.
Hamid’de olduğu gibi diğer sanatçıların da hayatlarını anlatırken onların az çok aile ve
memuriyet hayatına atıflarda bulunmuş fakat bunu Hamid’de olduğu gibi bir etki sebebi
olarak zikretmemiştir. Bunda İsmail Habib’in Hamid’e karşı olan sevgisinin de önemli
bir payı bulunmaktadır.
Hamid’in biyografisini diğer sanatçılara göre daha geniş tutan İsmail Habib, burada
ayrıntıya da değinmiş aynı zamanda psikolojik bir inceleme sayılabilecek olan
Hamid’in şiirlerinde Hindistan ve Bombay’ın tesirine yer vermeyi de ihmal etmemiştir.
Özellikle eşinin Bombay’da vefat etmesi onun şiirlerinde bu mekânların önem
kazanmasına vesile olmuştur (1340: 219).
2.4 Zaman Açısından
2.4.1 Zihniyet Değişimi/ Tercümeler/ Adapteler
Özellikle dönem başlarındaki izahatlarında zihniyet değişimlerine geniş ölçüde yer
vermektedir. Edebiyattaki değişimi aynı zamanda sosyal hayattaki değişime bağlayan
İsmail Habib “Medhal” bölümünde bu zihniyet değişimini ve edebiyata etkisinden
bahsederken şu cümleleri kullanır:
Saydığımız meziyetlere rağmen edebiyat-ı kadîme sükût etti ve sükût
etmesi tabii idi, çünkü hayat değişmişti. Biz “eski” bir hayattan “yeni”
bir hayata giriyorduk. Bu tebeddülü daha hakiki ve daha ilmi ifade
edelim: biz bir medeniyet zümresinden yeni bir medeniyet zümresine
intikal ediyorduk. Bu yeni medeniyet eski hayatı çürütüyor, onun
185
yerine yeni bir hayat ikame ediyordu. Bu işi yapan yeni medeniyet
nedir? Ve bizim terke mecbur kaldığımız eski medeniyet nedir?
(Sevük, 1340: 40).
Teceddüt devrini anlatırken de özellikle Fransız etkisinden bahseder. Tercümeyi direkt
olarak söylemese de lisanla ilgili de birkaç cümle söyleyen İsmail Habib, Yeni Türk
edebiyatının adaptasyon sürecinde etkilendikleri edebiyatın Fransız edebiyatı olduğunu
belirtir:
Garp ile temasımıza en çok vâsıta olan Fransız lisânıydı. Edebiyattaki
müceddidlerimiz, yani Tanzimat devrinin şâirleri ve edipleri de hep
Fransızca öğrenmişler, hep Fransız edebiyatından müteessir
olmuşlardı (1340: 70).
Türk edebiyatının batılılaşma macerasında oldukça önemli bir yeri olan Tercüme
Odası’na ayrı bir bölüm ayırıp tetkik etmeyen İsmail Habib, birkaç yerde sadece burayı
anar. O da tanıttığı şair veya yazarların burada görev yapmasından ötürüdür. Hamid
bahsinde onun Tercüme odasında memurluk yaptığını belirtir (1340: 216). Oysa Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ne baktığımızda Tanpınar’ın
tercüme faaliyeti yapan bu oda için “İlk Tercümeler ve İlk Eserler” adıyla müstakil bir
bahis açtığı görülür ki (1997: 285) doğru olan da budur.
Tercüme bahsinde sanatçının eserlerinden bahsederken birkaç cümleyle birlikte
sanatçının yaptığı tercümeleri belirtmekle yetinir. Pertev Paşa’nın eserlerini sıralarken
yaptığı çeviriyi de söyler: “Russo’dan tercüme ettiği “beka-yı ruh” serlevhalı manzumede
paşa daha çok muvaffak olmuştur” (1340: 103). İsmail Habib, “Garbe bakan garp tekniği ve
garp ruhunu getiren Servet-i Fünun erkânı…” (1340: 103) ifadesiye aynı şeyi Servet-i Fünûn
edebiyatçıları için de söyler.
Şinasi’nin öneminin anlatıldığı kısımlarda onun tercüme faaliyetine de yer
verilmektedir. Fakat İsmail Habib, değerlendirmede sadece tercüme edilen eserleri
vermez tercümelerin niteliği hakkında da yorumda bulunur:
Şinasi bize garp edebiyatından epeyce tercümeler getirdi. “Rasin”in
bazı şiirlerini, “Lafonten”in birçok masallarını nazmen nakletmişti,
dostu “Lamartin”den de hissi şiirler tercüme etmişti. Bunlarda Şinasi
186
için çok muvaffak oldu diyemeyiz, o zaten şekle ve kelimelere pek
ehemmiyet vermezdi (1340: 116).
Ziya Paşa’nın da tercümeleri bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi ise “Endülüs
Tarihi” dir. İsmail Habib bu konuda önemli bir ayrıntıyı da gözden kaçırmaz:
Lâkin zannedildiği gibi bu kitabı Ziya Paşa doğrudan doğruya
Fransızca’dan tercüme etmemiştir. Kitap, müze müdürü Hamdi ve
Halil Beylerin pederi olan Sadrazam Ethem Paşa tarafından tercüme
edilmişti. Eserini süslemek, zamanıın edebî terakkisine göre eseri
lügatler, terkibler, seciler ile güzelleştirmek üzere Ziya Paşa’ya verdi.
O da Ethem Paşa’nın bu ricası üzerine eseri baştanbaşa kendi
kaleminden geçirdi (1340: 142).
Bundan başka Ziya Paşa’nın Engizisyon Tarihi, Tartüf tercümeleri de bulunmaktadır.
Tartüf’ü “Rüyanın Encâmı” adıyla tercüme etmiştir (1340: 142). Görülüyor ki Tanzimat
edebiyatında yoğun bir tercüme faaliyeti vardır. Yapılan tercümelere bakıldığında
Tercümelerin çoğunun batı edebiyatından ve özellikle de Franszı edebiyatından
yapıldığı görülmektedir. İsmail Habib, Tercüme faaliyetinin etkisi üzerinde durmamış
sadece tercüme eden sanatçı ve tercüme edilen eseri zikretmekle yetinmiştir.
Tanzimat devri edebiyatıyla birlikte eserlerde görülen zihniyet de değişmiştir. İsmail
habib Tanzimat devrinin ilk şairi olarak Âkif Paşa’yı alır. Bunu alma gerekçesi ise
“Adem Kasidesi”dir. Bu kasidede değişen zihniyet, eserin hem dış yapısında hem de
muhtevasında kendisini gösterir:
Böyle vadi-i kadîmedeki şiirlerinden en meşhuru olan, “Adem
Kasidesi” şeklen koyu bir edebiyat-ı kadîme manzumesidir. Fakat bu
kasidede onu mânâen edebiyat-ı kadîmeden ayırır gibi telakki
edilebilecek noktalar vardır. Bir kere divan edebiyatında kaside
girizgâhlardan, methiyelerden, fahriye, gazel, duaya gibi kısımlardan
mürekkeb bir halitadır. Hemen bütün divan edebiyatında tek bir fikre
müstenit bir kaside görmüyoruz. Halbuki Akif Paşa’nın bu kasidesi
yalnız “adem” fikri üstünde dönüyor. Burada ne girizgâh, ne methiye,
ne duaya, hiçbir şey yok. Bu uzun, aynı zamanda sanatlı edebiyat-ı
kadîme hünerlerini en çok tecelli ettiren kasidede hep “adem”in tahlili
ve “adem”in anlatılması fikri hakimdir. Ve bütün bu kaside bu suretle
bir mihver etrafında devran etmektedir. Sonra bu kasidede eski
edebiyatta görmediğimiz bazı fikirleri seziyoruz. Bütün bir mazide
“adem”i Akif Paşa gibi telakki eden yoktu:
187
“adem şarabını hayal etmek bile âdeme ruh ve can veriyor. Acaba
adem kadehinin cevheri “cevher-i can” dediğimiz şey midir?
Kainatta ne varsa ademdedir, bir şey ki onda yoktur, o şey yoktur,
binaenaleyh hakiki huzur ve rahatı istiyorsak ademi istemeliyiz.”
Ademe biz yok dedikçe o var olur, bu hali garip değildir? Acaba bizim
yokluk manasına aldığımız “adem”in ismi “varlığın namı” olmasın ve
bu varlık bize “mana-yı ademin” halini göstermesin! Bütün bu “gün
ve mekan kitabı” iki nüshalık bir kağıttan ibarettir: bu iki kağıttan biri
varlığın bekasını, diğeri yokluğun ifnasını ister, halbuki hepsi ademde
birleşecek. Ben güya varım ve vücud sahibiyim, halbuki hakikatte
gerek ismim, gerek ben o kadar yokuz ki eğer ikimiz de aransak
ortada yalnız ademin müsemması kalacak.”
Görülüyor ki bu fikirlerde eski telakkilerden kurtulmuş bir ayrılık var
(1340: 92-93).
İsmail Habib, bu zihniyet değişiminin en olgun örneğinin Namık Kemal’le verildiğini,
onunla birlikte bu değişimin tamamlandığını ifade eder:
“Yeni”nin “eski”ye galebesini en çok ve en çok Nâmık Kemal’e
medyûnuz. Muasırları içinde hiçbiri yeni edebiyatı bütün saltanatıyla
hâkim yapmak husûsunda Kemal kadar müessir ve onun kadar faideli
olamadılar, hiçbiri onun kadar bütün kanaatlere hâkim bir “sulta”
te’mîn edemedi. Ve hiç kimse Nâmık Kemal gibi kendi zamanında ve
kendinden sonraki neslin ruhunda ilâhi bir hâle ile muhât ulvî bir
timsâl olamadı; bugün Hamid’in san’at şâhikası karşısında Kemal’in
san’atını bir tümsek gibi görüyoruz: fakat kendi zamanında bu tümsek,
o şahikayı bile bir tümsek halinde bırakan bir şâhika idi ( 1340:148).
Fakat değişimin büyük öncüsünün Abdülhak Hamid olduğunu özellikle “Sahra şiiriyle
birlikte tabiata karşı bakışın değiştiğini, bu şiirle birlikte tabiata ilk defa tabii bir gözle
bakıldığını söyler (1340: 282). Hattâ İsmail Habib, “Hamid’i anlamak teceddüt
edebiyatımızın büyük bir kısmını anlamakdır, Makber’i anlamak da Hamid’in büyük bir kısmını
anlamakdır” (1340: 295) gibi oldukça iddialı bir cümle sarfeder.
Görüldüğü gibi İsmail Habib, zihniyetteki ve edebiyattaki değişimi de gözden
kaçırmamış, bunu anlatırken de daha iyi anlaşılabilmesi için karşılaştırmalara müracaat
etmiş ve edebiyat tarihçiliği anlayışı olarak da eseri ve şahsı yaşanılan dönem şartları
içinde değerlendirme anlayışını devam ettirmektedir.
İsmail Habib, bazen de şahıstaki değişmeden bahsederken dönemdeki değişmeyi de
açıklamaktadır. İfade edildiği gibi sanatçının eserlerine ve sanatına bir bütün olarak
188
bakıp ondaki değişimi gözler önüne sermeyi amaçlar. Bunu yaparken de eserden
örnekler de verir: Namık Kemal’de bu değişim kendisini şu şekilde gösterir:
Birgün divan şairi “Nâmık”ın hayatında mühim bir tebdil görüyoruz:
hep tasavvufkârâne şiirlerle dolu olan divanının sonuna şöyle bir gazel
yazmıştır:
Rahat u millet için terk-i rahat eyleyelim
Vatan yolunda yürü azm-i gurbet eyleyelim
Müyesser olmaz ise bârı mülkün ihyâsı
O yolda olmağa îsâr-ı kudret eyleyelim
Bu biraz peltek lisanlı gazel, Nâmık Kemâl’in divan edebiyatına
veda’ını i’lân etmektedir. Divanındaki bu son gazelin bulunduğu
sahifenin arkasında da gayet acemi bir yazı ile Fransızca bazı
kitapların ve müelliflerin isimleri yazılıymış; bu çapraşık yazıda bize
Kemâl’in önünde yeni bir hayatın açıldığını gösteriyor! (1340: 156).
Servet-i Fünûn dönemine geçildiğinde ise neden bunun bir dönem olarak anıldığını
Tevfik Fikret’ten hareketle izah eder. Ona göre Fikret’le birlikte edebiyatımıza yeni
şekil, yeni bir tahassüs ve yeni bir zevk gelmiştir. Fakat bunlar bir devir için yeterli
şartlar mıdır? İsmail Habib de bunu yeterli görmemiş olacak ki sadece anlayış
değişikliğine bağlanmaz. Fikret’in kendisinden sonra gelenler üzerinde de tesiri
olduğunu ve değişikliğin kendisiyle sınırlı kalmadığını belirtir (1340: 440).
Millî edebiyat bahsinde edebiyattaki millîleşme temayülüne değinen İsmail Habib,
“Bugünün Edebiyatı” başlığı altında ise gerek nesirde ve gerekse şiirde değişik görüşleri
ve yenilik hareketlerini sanatçıları anlatırken belirtir. Zaten bu bölümlerde ele aldığı
sanatçıların biyografilerine yer vermeden sadece basit bir şekilde sanat telakkilerine ve
eserlerine değinmeyi tercih etmiştir. 700 sayfalık “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi”nin
sadece yetmiş üç sayfası bugünün edebiyatına hasredilmiştir.
189
2.4.2 Fikir Hareketleri ve Edebi Akımlar
Edebî
akımlara
ait
ilk
cümleye
Nâmık
Kemal’den
bahsederken
rastlanır.
Edebiyatımızdaki ilk romantik eserin “Cezmi” olduğunu belirten İsmail Habib,
Romantizm hakkında herhengi bir ön bilgi vermeksizin bunu söyler. Daha sonra da
bunu kısaca tahlil denemesine girişir (1340: 171). Edebî akımlarla ilgili açıklamaları
daha sonraki bölümlerde de aynen devam eder. Recaizâde’nin “Araba Sevdası” adlı
eserinden bahserderken bu eserin reailizme bir müjde, romantizme ise elveda olduğunu
söyler; fakat gene bu akımlarla ilgili hiçbir açıklamada bulunmaz.
Samipaşazâde Sezâi ile ilgili bölümde “Sergüzeşt”ten bahsederken realizm akımından
bir vesileyle bahseder ve onun bir özelliğine değinir. Bu eserdeki esir hayatıyla ilgili
olarak onun babasının konağında böyle manzaralara sıkça rastladığını belirterek:
Onun için kitabına “hakîk”den gelen bir kuvvet aksettirebilmiş. Zâten
“Realizm”e aid romanların en bâriz vasfı budur. Bize canlı bir hakîkat
hissi vermesidir ve işte “Sergüzeşt”e bunun içindir ki bizde realizmi
müjdeleyen ilk hikâye nazarıyla bakıyoruz (1340: 351).
diyerek realizmle ilgili kısa da olsa bir bilgi verir. İsmail Habib, özellikle Servet-i
Fünûn’daki Fransız tesirine değinirken de akımlardan bahseder: “Servet-i Fünûncular,
Fransa’daki “realist” devrinin inkişâfına tesâdüf ettiler. Muassır Fransa’yı da idrak eylediler.
“naturalizm” mektebinden ders aldılar. Servet-i Fünûn şiirlerine en çok “parnasyen”ler hâkim
oldu.” (1340: 432). Dikkat edilirse edebî akımlardan söz edilmesi dönemleri etki altına
alan akımlarla birlikte bir paralellik göstermektedir. İsmail Habib, Fecr-i Âti döneminin
sonunda “Servet-i Fünûn Edebiyatının Evsâfı” adlı bir son değerlendirme başlığı açar.
Bu başlık altında ilk olarak Fransız parnasyenlerle Servet-i Fünûncuları karşılaştırır.
Ona göre her ikisi de dönemlerine yeni bir ahenk, yeni bir eda ve yeni bir renk
getirmişlerdir (1340: 584). Bu bahiste etki kelimesini kullanmadan adeta Fransız
parnesyenlerle Servet-i Fünûn edebiyatını eş tutmaktadır. Ayrıca bu açıklamalarında
hiçbir karşılaştırmalı örneğe müracaat etmemiştir. Bütün bu akımların peşinde
Sembolizm akımı gelmektedir ki bundan da Tevfik Fikret’in şiirinden sebeple bahseder.
Bundan önce Tevfik Fikret’in şiirimize remizciliği ve kapalılığı getirdiğini söyleyen
İsmail Habib, sözü sembolizm’e getirir ve bu şiirleri “gayeyi saklamak ve onu bir timsal
190
halinde ifâde ederek keşfi kâriin muhayyilesine bırakmak itibariyle bunları bir nev’î
“senbolizm”” (1340: 462) olarak nitelendirir. Daha sonraki değerlendirmelerde özellikle
de Servet-i Fünûn dönemi eserleriyle ilgili değerlendirmelerinde bu akımları zikreden
İsmail Habib ayrıntıya girmez. Eserde bu akımların görülüş ya da uygulanış tarzları
üzerinde durmaz.
Fakat edebî akımlarla ilgili değerlendirmelerde izahata girildiği görülmez. Bir sanatçıyı
veya dönemi ele alıp bunlar üzerindeki etkilerinin örneklerle gösterilemesine
rastlanılmamaktadır. İsmail Habib bu konuda sadece yüzeysel bilgi vermeyi yeterli
görmüştür. Edebî akımlardan bahsetmek için onlardan bahsetmez. Herhangi bir sanatçı
veya eserin özelliklerini anlatırken ondaki edebî akımın etkisini göstermek için zikreder.
Mesela Halide Edib’in eserlerindeki kahramanlarının neden bu kadar gerçekçi olduğu
sorusuna şu cevabı verirken edebî akımdan bahsetme gereği duyar:
Onları hayattan çok muhayyilede görüyor gibiyiz, öyle iken bize bu
“fevka’t-tabiîyye” mahlûklar niye “tabiî” gibi görünür ve bizi
sahifelerin üstünde hiç soluk almadan nasıl sürükleyib götürüyorlar?
Çünkü romanın vakıaları en realist kalemle çizilmiştir (1340: 631).
Fikir akımlarına hususi olarak yer vermeyen İsmail Habib, fikir akımlarını genel olarak
değerlendirmiştir. Bu değerlendirmeyi “Millî Edebiyat Cereyânı” başlığı altında veren
yazar Türk edebiyatındaki çeşitli fikir akımlarına ve değişim hareketlerine da burada
yüzeysel olarak değinmiştir.
2.4.3 Nesil
Dönem ve döneme ait adlandırmalar daha çok kronolojik bir sıra takip ettiğinden nesil
başlığı altında verilmesi uygun görüldü. “Teceddüt Edebiyatı Tarihi ve Edebiyat
Tarihçiliği” başlığı altında görüldüğü gibi edebiyatı dönemlere ayırırken orijinal hiçbir
adlandırmada bulunmaz. Tekke şirii, Bektaşi şiiri, Divan Edebiyatı, Edebiyat-ı Kadîme,
Tanzimat… gibi adlandırmalar zaten kullanılan adlandırmalardır.
191
Tanzimat edebiyatını da üç başlık altında verir: İzhari safha’da(Hazırlık Safhası) Âkif
Paşa, Edhem Pertev Paşa, Şinasi, Ziya Paşa’yı; Takarrür Safhası’nda (Yerleşme
Safhası) Namık Kemâl, Recaizâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hâmid, Samipaşazâde
Sezai’yi; Eski Zevkin Devamı’nda ise Leskofçalı Galib Bey, Hersekli Arif Hikmet,
Yenişehirli Avni ve Muallim Naci’den bahseder. Bu aradaki dönemi “devr-i fetret ya da
fasıla-i teceddüd” olarak da adlandırır (1340: 373). Tanzimat adlandırması orijinal bir
adlandırma olmamakla birlikte Tanzimat edebiyatının kendi içinde üç aşamada
incelenmesi ve adlandırılması orijinal bir bakış açısıdır.
Servet-i Fünun Edebiyatı başlığı altında Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin ve Halit
Ziya’dan bahsederken Nabızâde Nazım, İsmail Safa, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim ve
Mehmet Emin’i de Servet-i Fünun dışındaki şahsiyetler olarak gösterir.
Fecr-i Âti’yi ise bir dönem olarak görmemektedir. Çünkü onlara müstakbel bir yer ve
başlık vermekten ziyade onları daha çok küçük bir grup ya da toplaşma olarak
görmektedir. Zaten başlıkta da Fecr-i Âti’nin üstünde Servet-i Fünûn’a Zeyl başlığı
vardır. Millî Cereyan Edebiyatı başlığında ise şahıslara müstakil bir biçimde yer
vermediği görülür. Bu bölümde sadece edebiyat tarihindeki millileşme eğilimini siyasî
ve askerî gelişmelerin ışığında kronolojik bir sırayla anlatmayı tercih etmiştir.
“Bugünün Edebiyatı” nı ise diğer dönemlerdeki değerlendirmelerden farklı olarak dört
bölüme ayırmıştır:
1. Nâsirler ve Hikâyeciler
2. Şâirler
3. Temâşa, Mizah, Hitâbet
4. Tenkîd ve İlim.
Bu bölümlerde de bu sınıfta eser veren sanatçıları değerlendirir. Bu sanatçılar şunlardır:
“Nâsirler ve Hikâyeciler”de: Halide Edib, Yakup Kadri, Refik Halid, Ömer Seyfeddin,
Falih Rıfkı, Reşad Nuri, Ruşen Eşref, Aka Gündüz; “Şâirler”de: Yahya Kemal, Rıza
Tevfik, Mehmed Akif, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Enis Behic, Ali Canib, Halid Fahri,
192
Faruk Nafiz, Nazım Hikmet, Kemaleddin Kamu görülmektedir. Bu bölümün sonunda
ise kısa bir bölüm daha açar ve bu bölümün başlığını da “Son Nesil” koyar. Yaklaşık üç
sayfalık bu bölümde “Hâlide Nusret, Âli Mümtaz, Necmeddin Halil gibi şairler
hakkında kısa bilgiler verir. “Temâşa, Mizah, Hitâbet”te: Fazıl Ahmed, Halil Nihad,
Ercümend Ekrem, Ömer Naci, Hamdullah Suphi, Gazi Paşa; “Tenkîd ve İlim”de ise:
Ziya Gökalp ve Köprülüzâde Mehmed Fuad gibi isimlere yer verir. Bu isimleri
değerlendirmede ise biyografik bilgi yok denecek kadar az, eserlerine yönelik dikkat ise
dağınıktır. Daha doğru şekilde ifade edilirse İsmail Habib’in Tazimat ve Servet-i Fünûn
dönemlerindeki ayrıntıya ve titizliğe bu bölümlerde ve sanatçıların anlatımında
rastlanmamaktadır. Bunun nedeni ele aldığı sanatçıların birçoğunun hayatta olmasına
bağlanabileceği gibi İsmail Habib’in ilgisi ile de açıklanabilir. İsmail Habib, bu durumu
“bugünün edebiyatı ve edibleri daha tarihe mâl olmadı… kıymetli isimler ne olduklarını
vuzuhla söylediler. Fakat daha sözleri bitirmediler.” diye de ifade eder (1340:627). Ayrıca bu
dönemin ele alınışındaki farkın diğer sebepleri olarak da eserin hacminin artacağından
endişe etmesini, zaten yeterince kalınlaştığını ve bazı şahısları değerlendirmeyi geleceğe
bıraktığını da belirtir (1340: 627).
İsmail Habib, nesli, neye göre adlandırmıştır? Nesli belirlerken dikkat ettiği ölçütler
nelerdir? Bu sorulara eserin içindeki bölümlendirmelerden ulaşılabileceği gibi bizzat
kendi ifadesi de bunun anlaşılmasına yardımcı olur. İsmail Habib, bugünün
edebiyatından bahsederken “başka memleketlerde edebî nesiller rub’ asırda değişirmiş. Bizde
son zamanlarda, nesil sekiz on senede eskimeğe başladı”(1340: 666) der. Bu da
göstermektedir ki nesle ait genel bir zaman anlayışı olmakla birlikte Türk edebiyatı için
böyle bir değerlendirmeyi esas kabul etmemektedir. Bunun en önemli sebeplerinden
birisi ise o dönemde edebiyata ait farklı düşüncelerin artması ve değişik anlayışların
ortaya çıkmasıdır.
Bazen de tek bir sanatçının bir nesli temsil ettiği ve o sanatçıyla birlikte bir neslin
anıldığına şahit olunur. İsmail Habib de Tanzimat ve Servet-i Fünûn nesilleri için aynı
benzetmeyi yapar. Bu devirleri şiirde ve nesirde temsil eden sanatçılar vardır: “Servet-i
Fünûn edebiyatını (Tevfik Fikret- Hâlid Ziya) ifade etmek umumî bir ta’bîr oldu. Tanzimat
edebiyatı da (Kemâl- Hamid) devri diye hülâsa edildiği gibi.”(1340: 488).
193
Nesil konusundan çok bireysel olarak ele alınabilecek bir başka husus da sanatçının
önemine ve değerine ait değerlendirmedir. İsmail Habib, eserinin başında dediği gibi
her nesli içinde yaşadığı şartlar altında değerlendirme taraftarıdır. Bunun için Namık
Kemal ile ilgili kısımda onun şimdi olamasa bile yaşadığı dönemde büyük bir sanatçı
olduğunu belirtir: Nâmık Kemal kendi zamanında hem “en büyük”, hem “en san’atkâr”dı.
Bugünün nazarında o şübhesiz “en san’atkâr” değildir, fakat kendi zamanında daha çok “en
büyük”tür.(1340:138) İsmail Habib’e göre sanatçı iki zamanda bulunmaktadır. Bu iki
zamanın neslinden birisine hitap eder. Tevfik Fikret ve Hâmid’in şairliğini buna göre
değerlendirir: “Hâl”i teshir eden şâirlerin çoğu “âti”yi feth edemiyor; âtinin fâtihleri içinde de
hâle mağlub olanlar vardır. Ya hâlden kazanc, âtiden zarar; ya hâlden ferâgat âtiyi feth, Fikret
birincinin, hâmid ikincinin timsâli oldu.”(1340: 467).
2.5 Okur/ Eleştiri Açısından
2.5.1 Okurların ve Eleştirmenlerin İlgisi
İsmail Habib, okurların ilgisi konusundaki kaygıyı ilk olarak kitabının okunabilirliği ve
anlaşılabilirliği konusunda taşır. Bununla birlikte okuyucuların diğer eserler kaşısındaki
tavrını da değerlendirir fakat bu değerlendirme genel bir beğeni olmaktan ziyade kişisel
olarak işlenmekte ve bilimsel bir üsluba ters düşecek biçimde verilmektedir:
Dokuz on sene evvel genç muharrir ve ediplerimizden birinin, bilmem
hangi mecmuada, bu mersiyeden bahsederken “bu manzumecik
edebiyatta bir bomba hadisesi yapmıştır” dediğini tahattür ediyorum.
Zamanı itibarıyla düşünülünce bu sözün doğru olmadığını ve
olamayacağını anlarız (1340: 95).
Halkın şaire ve şiire yönelik beğenisine ise ilkler sözkonusu olduğunda değinmekte
fakat bunu her yenilik için uygulamamaktadır. Mesela Mehmet Emin’in şiirlerinden
bahsederken halkın beğenisini şu şekilde dile getirir: “Halk “Türk Sazı” şairine ne temiz
bir kalb, ne payansız bir hüsn-i niyet, ne ulvî bir emel ve bütün bunların haklı bir mükâfatı
olarak, ne mes’ûd bir mazhariyyet vermiş.”(1340: 573).
194
Okurların ilgisi eserin ya da sanatçının beğenilip okunmasına göre değil de sanatçıya
veya esere yönelik eleştiri bağlamında ele alınır. Abdülhak Hamid’ile ilgili olarak
okurun gözünde nasıl göründüğünü şöyle ifade eder:
“Liberte” vatanperverliğin en asil bir âbidesi gibi kalacak. Sonra
Hamid’i anlaşılmazlıkla itham edenler, onun yalnız kendi semâsında
yaşadığını zanneyleyenler, onun millî vezinden, sâde lisandan, halka
hitabdan dâima müstağni kaldığına kanaat getirenler hiç olmazsa şu
eseri okumalı (1340: 270).
İsmail Habib, her ne kadar öznel bir anlatım tarzını benimsese kendisinden önce
yazılmış edebiyat tarihlerinden de faydalanmayı ihmal etmemiştir. Edebiyat
tarihçiliğimizde önemli bir yeri olan Abdülhalim Memduh’a da müracaat eder:
Edebiyat-ı kadîmenin mahdut eşkâl-i nazmının muin kafiye tertipleri
vardı, hiçbir şair beş altı asır onların haricine çıkmadı. İlk defa olarak
Pertev Paşa’nın bu manzumesiyle kafiyelerin mümtezic olarak garp
üslubunda tertip edildiğini görüyoruz. “Abdülhalim Memduh”
merhum bu manzumeden bahsederken “ gariptir ki Pertev Paşa’dan
Hamid Bey’e kadar zuhûr eden ekseri üdeba Pertev Paşa’nın o
tercümesi yolunda yazmadıkları halde Hamit Bey garp usûlünü şarkta
gösterir göstermez inhimak ve meylan-ı umumiye mazhar olmuştur.”
Diyor (1340: 102).
İsmail Habib, bölüm sonlarında yararlandığı kaynakları görmekle birlikte bu kaynaklar
arasında İbrahim Necmi’nin “Tarih-i Edebiyat Dersleri” bulunmamaktadır. “Türk
Teceddüt Edebiyatı Tarihinden iki yıl önce neşredilen Tarih-i Edebiyat Derslerini, İsmail
Habip'in Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihini yazarken görmemiş olması, talihsizlik olarak kabul
edilebilir.” (Özcan 1999: 240).
Recaizâde Mahmud Ekrem’in münekkidliğini anlatırken onun Zemzeme’sine geniş bir
yer ayıran İsmail Habib, bu eser etrafında yaşanan edebî tartışmaları, yeri geldiğinde
eserden örnek vererek ve isim zikrederek açıklamaktadır (1340: 196-200). Bu da İsmail
Habib’in sadece edebî esere değil diğer türlere de ilgili olduğunu ve bir edebiyat
tarhiçisi olarak edebî münakaşaları ve tartışmaları takip ettiğini gösterir.
195
2.5.2 Terminoloji
Eserin bibliyografyası da eserin terminolojik bilgisini yansıttığı için burada verilmesi
uygun bulundu. “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi”ndeki bibliyografik malumat her
bölüm sonunda küçük harflerle açılan “mezhar” başlığı altında sunulur. Medhal’in
sonundaki mehazlar dört başlık altında toplanır: “Tarihî menbalar, ilmî ve edebî eserler,
Divanlar, Fransızca Menbalar.”(s. 80) Tanzimat dönemi edebiyatının saonundaki
mehazlar da aynı başlıklar altında toplanır. (s. 423-424) Servet-i Fünûn ve Servet-i
Fünûn’a Zeyl olarak adlandırdığı Fecr-i Âti dönemi içinse “Mecmualar, Yevmî
Gazeteler ve Edebî Eserler” (s. 593-594) alt başlıklarını açar. Milli Edebiyat Cereyanı
ve Bugünün Edebiyatı ile ilgili kısımların sonunda ise böyle bir kaynakça
gösterilmemiştir.
Kitaptaki çoğu uygulama gibi bu konuda da bir tutarlılık yoktur. Eserde dipnotlara
başvurmakla birlikte bazen dedikodu olarak anılabilcek cümleler de kurar. Mesela,
Cenap Şehabettin için “bilmem kim edebiyatımıza şehevî şiirler getirdi demişdi” (s. 517)
diyerek bu cümleyi temellendirme gereği duymaz. Aynı duruma bazı sanatçılar
hakkında sarfedilen cümlelerde de rastlanır:
Namık Kemal bahsinde "Şahabeddin Süleyman ve emsalinin dediği
gibi" diyerek bir cümleye başlamış, cümleyi iktibas etmiş, kaynakların
ve emsalin kimler olduğunu belirtmemiştir. Makale künyeleri tam
olarak verilmemiş, "Mehmed Rauf’un Halid Ziya hakkındaki
makalesi", "Ahmed İhsan'ın Servet-i Fünun'daki Makaleleri" gibi
makale ve süreli yayınların adı, cildi, numarası, sayfa numaraları
belirtilmeden geçilmiştir (Özcan, 1999: 265).
Eserde sadece bu tür ifadelere rastlanmaz. Müracaat edilebilecek başka kaynaklar da
vardır. Özellikle sanatçının özel hayatından çıkarılabilecek birer sonuç olarak mektuplar
da bunlardan sayılabilir. Şinasi ile ilgili bölümde buna rastlanmaktadır:
Paris’te 30 kanun-i sâni 866 tarihli validesine gönderdiği bir
mektubun sonunda şu cümleler vardır: “… ve rahmete vesile olan
asara say ederim; din ve devlet, vatan ve milletim uğruna kendimi
feda etmek isterim.”Bunu yazan on sekiz yaşındaki çocuk, bizde
“vatan ve milletim uğruna”tabirini ilk kullanandı, bu ilk sözü yazan
çocuk edebiyata ve hayata “yeni”yi getirdi (1340: 108).
196
Namık Kemal’in şiirinden ve vatanperverâneliğinden bahsederken de onun Hâmid’e
yazdığı bir mektubu kaynak gösterir (1340: 149).
Gene Şinasi’den bahsederken onun annesine yazdığı mektuptan da istifade etmektedir:
Şinasi, yanında ateşîn birkaç genç, elinde sadece bir gazete fakat
ruhunda çelikten bir azim, dimağında bu milletin ancak garp
medeniyetiyle kurtulacağına ait sarsılmaz bir kanaat, mütemadiyen ve
mütemadiyen, ölünceye kadar genç yaşında, henüz kırk iki yaşını
bitirmemişken fazla dimağ meşguliyetinden gelen bir hastalıkla hayata
gözlerini yumuncaya kadar mütemadiyen çalıştı ve çarpıştı: 18
yaşında Paris’ten validesine gönderdiği ilk mektupta “vatan ve
milletim uğruna kendimi feda etmek isterim” diyen çocuk sözünü pek
iyi tutmuştu:
Ölmüş insana taassup bir onulmaz alet
Hüsn ü tedbirin ile kurtulur andan millet
Vücud-ı mucizin eyler taassubu tahzir (1340: 110).
Diğer sanatçılar hakkındaki bölümlerde de özellikle de onların hayatlarına dair olan
kısımlarda İsmail Habib’in mektuplara oldukça sık müracaat edildiği görülür.
Belki o zamana kadar kullanılmayan bir kaynaktan da yararlanmıştır İsmail Habib. O da
bir fotoğraftır. Bu fotoğraftan faydalanma şekli ise gayet ilginç ama aynı zamanda onun
araştırmacı yönüne de ışık tutmaktadır: “Ziya Paşa kendi fotoğrafının arkasına yazdığı bir
kıta ile şu temennide bulunmuştu” (1340: 130) cümlesi bir fotoğrafın arkasındaki yazıya
dayandırılarak kurulmuştur.
İsmail Habib, yeri geldikçe yabancı sanatçılardan da alıntılar yapar fakat bunları dipnot
olarak göstermez. Özellikle de “Voltaire”den alıntılara sık rastlanır (1340: 164).
Kaynak olarak İsmail Habib’in en ayrıntılı kaynaklara bile müracaat ettiği görülür.
Özellikle de özel olarak sayılabilecek mektup ve konuşmalardan faydalanması ve
bunları temin etmesi bir edebiyat tarihçisi için önemlidir. Buna rağmen önemli bazı
kaynakları görmemesi veya görüp de eserinde bunları belirtmemesi eser için bir eksiklik
sayılabilir.
Sadece edebiyatta değil hangi alanla ilgili olursa olsun o insanın o alandaki bilgisi biraz
da o alana ait terminolojik bilgiyle ölçülür. Bir resim, resim sanatının terminolojisiyle
197
açıklanacağı gibi edebî bir eser de ancak edebiyatın terminoloji kullanılarak
açıklanabilir.
Terminoloji açısından bakıldığında İsmail Habib’in dönemine ait hemen hemen bütün
edebî kavramları kullandığı görülür. Bu kavramlar genellikle edebî türlerle ilgili
kavramlardır. Sadece divan edebiyatına aid kavramları değil Tanzimattan sonra
edebiyatımıza tiyatro ile birlikte giren suflör gibi kavramları da kullandığı görülür
(1340: 677). Günümüz terminolojine göre değerlendirme yapıldığında ise oldukça zayıf
kalmaktadır.
2.6 Edebiyat Tarihçisi ve Bakış Açısı
2.6.1 Temsil Sorunu
İsmail Habip, edebiyat tarihinde edibleri ve edebî eserleri ele alırken, tutarlı
olamamıştır. 702 sayfalık büyük boy Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi'nde Abdülhak
Hamid'e 130 sayfalık yer ayırması, mukaddime mahiyetindeki bölümde "Ne yapayım ki
bu kitapta o yeri ona yazan vermedi, yazılan kendi yerini kendi aldı." (1340: 4) izahına
rağmen, İsmail Habib'i haklı çıkarmaz. Zira gerek Abdülhak Hamid’in hayatının
anlatılması gerekse eserlerinin tek tek ve ayrıntılı olarak değerlendirilmesi diğer sanatçılar
için aynen uygulanmamıştır. Burada tabiî ki Hamid’in sanatçılığının da etkisi vardır. Fakat
eserlerin tahlilinde ve tenkitinde müracaat edilen yöntemler ona has bir mahiyettedir.
İsmail Habip'in edebî eseri ele alırken hareket noktası "şaheser" olmamış, tesadüfî bir
ekleme ile bazı eserler üzerinde durmuştur. Edebî eseri ele alış tarzında sadece ana
çizgileri ile vak'alarını vermeyip, edebî eserde anlatılan gerçeğimsi âleme, karakterlere
yönelik tenkitlerde bulunması kitabın artı taraflarındandır (Özcan, 1999: 322).
198
İsmail Habib’in şaheser tercihi ile ilgili olarak dönemini en iyi yansıtan sanatçı
konusundaki tercihi de önemlidir. İsmail Habib’e göre dönemi en iyi yansıtmak ile o
dönemin en iyisi sanatçısı olmak farklı şeylerdir:
Şeyh Galib’i edebiyat-ı kadîme son devrinin en parlak şerefi gibi
görüyoruz, fakat o inhıtât zamanının asıl mümessili “Hüsn ü Aşk”
mübdeî değil, Sündülzâdeler ve Vâsıf Enderûniler idi. Hâmid,
Tanzimat devrinin baş döndüren irtifâıdır, fakat o devrin mümessili
Nâmık Kemâl oldu (1340: 440).
Daha önceki bölümlerde ve İsmail Habib’de de temas edildiği gibi edebiyat tarihlerinde
ele alınacak şahıs ve eserlerle ilgili olarak şaheser seçiminin ağırlık kazandığı
görülmektedir. İsmail Habib, “Türk Teceddüt Edebiyatı” adlı kitabında Servet-i Fünûn
dönemi şairlerinden Cenab Şehabeddin’e kadar olan kısımlarda sanatçıları tek tek ele
almıştır. Fakat Servet-i Fünûn içinde “Servet-i Fünûn Edebiyatında Diğer Simâlar” adlı
bir başlık açar. Bu başlık altında “Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid, Süleyman Nazif,
Ahmed Hikmet, Hüseyin Sîret, Fâik Âli, Hüseyin Suad, Süleyman Nesib, Celal Sahir,
(1340: 533) ve bir iki isim adıyla da H. Nâzım, A. Nâdir ve Ahmed Kemâl (1340: 553)
gibi sanatçıları değerlendirir. Bu sanatçılar ise hem hacim bakımından hem de
derinlemesine bir değerlendirme bakımından diğer sanatçılar kadar ayrıntılı olarak ele
alınmamıştır. Buna rağmen çoğu edebiyat tarihinde adı bile anılmayan bazı genç
sanatçılara yer verildiği görülür. Bu o zamanın edebiyat tarihleri içinde alışık
olunmayan bir durumdur. Hatta bugünkü edebiyat tarihlerine bakıldığında bile hep
şaheser merkezli bir incelemenin yapıldığı görülmektedir. Bu sanatçılara yer vermesi
bakımından İsmail Habib’in zamanına göre oldukça ileri bir anlayışa sahip olduğu
görülür. Böyle bir tercih şüphesiz içinde bulunulan dönemi daha iyi yansıtmaktadır.
Servet-i Fünûn döneminde yaşamış sanatçıları bu şekilde tasnif eden İsmail Habib, bu
dönemde yaşamış fakat bu edebiyata mensup olmayan sanatçılar içinse “Servet-i Fünûn
Hâricindeki Şahsiyet” başlığı atarak “Nabizâde Nâzım, İsmâil Safa, Hüseyin Rahmi,
Ahmed Râsim ve Mehmed Emin”e kısaca değinir (1340: 563). Bu tasnif anlayışı hemen
hemen bütün edebiyat tarihi kitaplarında kabul gören bir anlayıştır.
199
Millî edebiyat başlığı altında sadece edebiyattaki eğilimin değişmesini örneklerken bazı
sanatçılardan bahseder ki bunların çoğunu “Bugünün Edebiyatı” başlığı altında anlatır.
Fakat bu anlatımlarda sanatçılara yönelik kuşatıcı bir anlatım görülmemektedir. En
azından Tanzimat ve Servet-i Fünûn devrindeki gibi ayrıntılı bir izahatla karşılaşılmaz.
Ayrıca bu bölümde ele aldığı şairlerden isim listesinde de dikkati çeken bir yön Necip
Fazıl’ın olmamasıdır. İsmail Habib’in neden böyle bir tercihte bulunduğuna dair kitapta
herhangi bir bilgi de bulunmamaktadır. Bundan başka ele almadığı sanatçılar da vardır
ki İsmail Habib, eserin sonunda bunları unuttuğunu kabul etmektedir. Bu sanatçılar;
Süleyman Paşa, Hüseyinzâde Ali, Müfîde Ferid, İhsan Raif, İbrahim Alaaddin’dir
(1340: 692).
İsmail Habib’in eserinde kullandığı öznel dilin dışında sanatçı ve onların eserlerini
seçişi de kendisine yönelik önemli eleştirilerden birisidir. Bu eleştirilerden birisi de
diğer bir edebiyat tarihçisi olan Ahmet Hamdi Tanpınar’a aittir. Hatta her ikisinin de
bizzat bu yüzden tartıştığı da bilinmektedir. Fakat bu tartışma Türk Teceddüt Edebiyatı
ile ilgili değil İsmail Habib’in bundan sonra yazdığı diğer edebiyat tarihi kitabı olan
Edebî Yeniliğimiz ile ilgilidir. Görülüyor ki İsmail Habib diğer edebiyat tarihi
kitaplarında da aynı üslûbu kullanmaya devam etmiştir.
Gazeteler ve görgü tanıklarının ifadeleri birbirini tutmamakla beraber tartışmanın
kavgaya dönüştüğü ile ilgili ifadeler de yer almaktadır. İsmail Habib, Edebî Yeniliğimiz
adlı eserinin her üç baskısında da Ahmet Hamdi Tanpınar’a yer vermemiştir. Sadece
Tevfik Fikret’le ilgili kısımda hakkındaki eserler bölümünde Tanpınar, Tevfik Fikret
adlı eseri dolayısıyla zikredilir. Olay 1938 yılı Kasım’ında Hacı Abdullah Efendi
Lokantasında meydana gelir. Tanpınar, İsmail Habib’in masasına gelir ve kendisine
neden kitapta yer verilmediğini sorar. Bunun üzerine İsmail Habib: “Ben eser üzerine
konuşan bir adamım! Kitaba geçecek eseriniz olsaydı, sizden de bahsedileceği tabiî idi!”
diyerek karşılık verir (Dirin, 2000: 70-81).
Bu sözlerden anlaşılıyor ki İsmail Habib’in sanatçı seçimindeki kriter sanatçının
eserinin olmasıdır. Fakat Türk Teceddüt Edebiyatı’na bakıldığında Servet-i Fünûn
dönemindeki ikinci derecedeki sanatçıları da dâhil etmiştir ve bunların da eserleri
200
mevcut değildir. Dediği ile yaptığı birbirini tutmayan İsmail Habib, bu konuda
tutarszılık göstermektedir.
2.6.2 Sanatçının Alt Kimliklerine Yaklaşım
İsmail Habib’in sanatçının alt kimliklerine dair yaklaşımı bir alt kimlik olarak değil de
sanatıyla veya sanat çevresiyle ilgili diğer uğraşları arasında yer bulur. Şinasi’den bir
şair olarak bahseden İsmail Habib, onun tiyatro, gazetecilik faaliyetlerinden de
bahsederken bunları bir alt kimlik olarak değerlendirmez. Aynı şekilde Nâmık
Kemâl’den de bir şair olarak bahsederken;
Şinasi’nin vefatından sonra gazete münhasıran onun uhdesinde kaldı.
O bu halinde de hem resmî vazifesine, hem de hususî tahsillerine
devam ediyor; Arabcayı gayet vakıfâne elde etmiştir, Farisîyi etrafıyla
hazm eylemiştir, Fransızcayı en iyi sûrette öğrenmiştir (1340: 156).
Sanatçıların sadece bir edebî alanda değil başka edebî alanda da eserler
verebileceğinden hareketle bu alanlara da değinen İsmail Habib, bunlardan başka
sanatçıların özellikle resmi görevlerine de atıfta bulunmaktadır.
Mesela Tanzimat
dönemi sanatçılarından Ziya Paşa ve özelikle Namık Kemal’in Midilli ve Sakız
mutasarrıflığı görevlerinden bahsetmektedir. Bu yaklaşım diğer sanatçılar için de aynı
tarzda bir anlatım vardır. Sanatçıya ait diğer türlere ait eserlere ve resmî görevlere,
sanatçının hayatı veya eserleriyle ilgili bölümlerle temas edilir. Bu bilgilerin sadece
bibliyogafik bilgi düzeyinde kaldığı ve sanatçının entelektüel seviyesini açıklamaya
yönelik olmadığı görülmektedir.
Belki tür bahsinde de ele alınabilecek olan fakat edebiyatın daha çok bilim vechesini
teşkil eden münekkitlik de sanatçının alt kimlikerinden biri sayılır. İsmail Habib, bunun
için münekkid sanatçılara da, mesela; Recaizâde Ekrem’e münekkid altbaşlığını açmış
fakat bunu daha çok bir alt kimlik olarak değil de edebiyatla birlikte ve edebî bir uğraş
olarak değerlendirmiştir (1340: 192).
201
Söz konusu Ahmed Midhat Efendi olunca birçok alt kimlikle karşılaşmak
kaçınılmazdır. İsmail Habib de Ahmed Midhat’ın bu çok yönlü kişiliğine uygun bir giriş
yazar. Onun hiçbir şeyi tam bilmediğini ama herşeyi bildiğini söyledikten sonra, Ahmed
Midhat’ın gazeteci, müverrih, feylosof ve romancı olmak üzere dört cephesi olduğunu
ifade eder. Daha sonra da bu yönleriyle Ahmed Midhat’ı tanıtır (1340: 415).
İsmail Habib, sanatçının sadece alt kimliklerini vermekle kalmaz. Bu alt kimlikler
arasında ilişki kurduğu da görülür. Cenap Şehabeddin’den bahsederken onun
gazeteciliği, şairliği ve nâsirliği gibi özelliklerini belirttikten sonra özellikle gazeteciliği
ve sanatçılığı üzerinde durarak bu iki alanı birbirine karıştırdığını söyler:
Cenab’ın süslü san’at gülşeni üstünde kurutan bir fenâ rüzgârı esiyor:
o ki muharrirlikle san’atkârlığı, gazeteceilikle nâsirliği ayırmadı. O ki
her vakit edîb görünmek isteyendir. Gazeteciliğin gündelik hayatı
onun edebiyatını da kendi yanına aldı!
Edebiyat kalemiyle gazetecilik yapmak isteyen Cenab ne kadar
“sükût-ı hayâl”lere uğramadı; ne kadar kara dedikleri beyaz, ne kadar
beyaz sandıkları kara çıkdı. Neden? Çünkü yalnız zekâsına
güvenmişdi, çünki san’atını yalnız fikir ve zekâ üstüne binâ etdi, çünki
fikir ve zekâ budelâ mikyaslarıdır. Mukayeselerdir, aldanabilirler.
Aldanmayan hisdir, lâyemut olan duymak ve duyurmakdır: ölen
muharrirlikle ölmeyen san’atın sırrına erilemiyor! (1340: 529).
Türk edebiyatında görülen hususlardan birisi de sanatçıların devlet görevlerinde
bulunmasıdır. Özellikle de milletvekilliği. İsmail Habib bu konuda da dikkatlidir.
Yakup Kadri’den bahsederken son kısımda özellikle onun üç dört aydır mebusluk
yaptığını belirtme gereği duyar fakat bununla sanatı arasında bir ilişki kurmaz (1340:
634).
Sanatçıların alt kimliklerini onların zenginliğini anlatmanın bir yolu olduğunu düşünen
İsmail Habib, Rıza Tevfik’teki zenginliği anlatmak için de onun çeşitli kimliklerine
müracaat etmekten çekinmez: “Zengin bir tenevvü içinde muhteşem bir fikir! Filozof kadar,
hatibdir, doktordur, münekkiddir, pehlivandır, meddahdır, siyasidir, şaridir.” (1340: 650). Daha
önce de Sanatçıların alt kimliklerine değinen İsmail Habib, ilk defa olarak bir sanatçının
alt kimiliklerini peşi peşine sıralamıştır. Diğer sanatçıların alt kimlerini ise satır
aralarında biyografilerinden bahsederken vermiştir.
202
İsmail Habib, sanatçıların alt kimliklerine elinden geldiğince değinmeye çalışmıştır.
Fakat bu değini ile sanatçının sanatı arasında bir ilişki kurmamıştır. Daha çok
okuyucuyu bilgilendirici bir değerlendirme olarak kalmıştır.
2. 7 Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi’nden Sonraki Edebiyat Tarihleri
Edebiyat tarihi çalışmalarının en önemli özelliklerinden birisi de süreklilik arz
etmesidir. Yani bir milletin edebiyat tarihi bir kerede yazılıp rafa kaldırılamaz. Çünkü
edebî ürünler üretilmeye devam etmektedir. Bu ürünlerin edebiyat tarihi içerisindeki
yerini tespit için de yeni edebiyat tarihi çalışmalarına ihtiyaç vardır. Bundan dolayıdır ki
İsmail Habib, Teceddüt Edebiyatı Tarihi adlı eserini yazdıktan sonra edebiyat tarihi
çalışmalarına nokta koymamış, daha sonraki yılalrda farklı adlar altında başka edebiyat
tarihi çalışmaları da yapmıştır. Edebiyat tarihi çalışmalarının süreklilik göstermesi
sadece bu nedenle de açıklanamaz. Fakat başta bu olmak üzere edebî esere yeni bakış
açılarının geliştirilmesi, yeni edebî akımların zuhur etmesi ve yeni türlerin ortaya
çıkması gibi nedenler de edebiyat tarihlerinin yenilenmesi için geçerli sebepler
arasındadır.
Türk edebiyatına bakıldığında edebiyatın kendi sürekliliğinden kaynaklanan hem de
edebiyat tarihçisinin kişisel tercihlerine dayanan nedenlerden ötürü yeni edebiyat tarihi
çalışmalarının yapıldığı görülmektedir. Edebiyat tarihlerinin isimlerine bakıldığında,
gerek dönemlendirme gerekse edebiyat tarihini adlandırmada kişisel tercilerin farklılığı
dikkati
çekmektedir.
İsmail
Habib’den
sonraki
edebiyat
tarihi
çalışmalarına
bakıldığında bu süreklilik daha da somutlaşmaktadır:
Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, İsmail Habib Sevük, 1340.
Türk Edebiyatı Tarihi ( 4 cilt), İsmail Hikmet Ertaylan, 1295-1926.
Tanzimata Kadar Muhtasar Türk Edebiyatı Tarihi ve Numuneleri, Saadettin
Nüzhet Ergun, 1931.
203
Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış, Hasan Âli Yücel, 1932.
Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi, Mustafa Nihat Özön, 1930-1932.
Türk Edebiyatı Tarihi, Orhan Rıza, 1934.
Türk Edebiyatı Tarihi, Nihal Atsız, 1940.
Başlangıcından Tanzimata Kadar Türk Edebiyatı Tarihi, Hıfzı Tevfik GönensayNihat Sami Banarlı, 1942.
XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, 1942.
Tanzimata Kadar Türk Edebiyatı Tarihi, Hıfzı Tevfik Gönensay, 1944.
Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Nihat Sami Banarlı, 1948.
Türk Edebiyatı Tarihi (Tanzimata Kadar), A. Ferhan Oğuzkan, 1949.
Büyük Türk Edebiyatı Tarihi, Vasfi Mahir Kocatürk, 1964.
Türk Edebiyatı (5 cilt), Ahmet Kabaklı, 1965-1991.
Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Kenan Akyüz, 1969.
Türk Edebiyatı Tarihi, Agâh Sırrı Levend, 1973.
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ahmet Oktay, 1923-1950.
Çağdaş Türk Edebiyatı, Şükran Kurdakul, 1994.
Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, Ramazan Korkmaz (Editör), 2004.
Türk Edebiyatı Tarihi, Atilla Özkırımlı, 2004.
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e 1839-1923 Yeni Türk Edebiyatı, İnci Enginün, 2005.
Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, Orhan OKay, 2005.
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İnci Enginün, 2006.
Tanzimat Edebiyatı, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun/ Prof. Dr. Abdullah Uçman/
Zeynep Kerman/ Prof. Dr. İsmail Parlatır/ İnci Enginün/ Nurullah Çetin, 2006
Türk Edebiyatı Tarihi, Talat Sait Hamlan (Editör), 2006.
II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Alim Gür/ Prof. Dr. İsmail Çetişli/ Prof. Dr.
Abide Doğan/ Şenol Demir/ Cengiz Karataş,
Dönemler ve Problemler Aynasında Türk Edebiyatı, Kazım Yetiş, 2007.
Yeni Türk Edebiyatı Tarihi I-II, (2006), Eski Türk Edebiyatı Tarihi I-II, (2007),
Türkiye Araştırmaları Liteatür Dergisi. (Hece, 2008: 126-127)
204
SONUÇ
Sonuç kısmına geçmeden önce Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi ile ilgili olarak bilinen
bir yanlışı açıklamak faydalı olacaktır. Bunu belirttikten sonra eserin ve İsmail Habib’in
daha kolay anlaşılacağı tahmin edilmektedir.
İsmail Habip ile ilgili olarak çoğu kaynakta, “Edebî Yeniliğimiz” ve “Yeni Edebî
Yeniliğimiz” adlı kitaplarının, “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi”nin yeni baskıları
olduğu yazılıdır. İsmail Habip, “Edebî Yeniliğimiz”in 2. cildinde "Birkaç Noktanın
İzahı" başlığı altında, 2. maddede:
Bu 'Edebî Yeniliğimiz'in eski 'Teceddüt Edebiyatı Tarihi' ile hiç
alâkası yoktur. Aralarındaki irtibat ikisinin de aynı mevzu tetkik
etmesinden ibarettir, yoksa bazılarının zannedeceği gibi, bu yeni eser
eski harflerle çıkan eski kitabın yeni harflere çevrilmesinden ibaret
değildir; eğer böyle olaydı yapılan yeni iş en emeksiz bir şey olurdu;
hâlbuki müellif yeni esere, eski eser için gösterdiği cihet, lâakal beş
altı mislini sarf eyledi. Pek mahdut bir iki şahsiyet için eski kitaptaki
çerçeve muhafaza edilmiş gibidir, fakat umumî heyeti itibarile yeni
eserin büsbütün ayrı bir mahiyet arz ettiğini, yazan söylemese bile
okuyan anlayacaktır. Saha aynı amma gezinti başka (1932:509).
İsmail Habib’in eser tasnifinde ana başlıklara sadık kaldığı, ele alınmayan
değerlendirmeleri sadece kısa değerlendirmelerle geçiştirdiği görülmektedir. Bu ana
başlıklar eser, sanatçının hayatı, edebî dönem tasnifi ve değerlendirme olarak
belirlenebilir. Sanatçının üslûbu, eserin muhtevası, eser devir yazar ilişkisi, eseri
etkileyen başka eserler ve eserin etkileri, sanatçının birikimi, ahenk, ritm, eserde
işlenen kavramlar sanatçının mizacı, ekonomik ve kültürel ortam, muhit, nesil, okur ve
eleştirmenlerin ilgisi gibi maddeleri ise yeni bir alt başlık açmadan bu ana başlıklar
içinde değerlendirdiği görülmektedir. Bu değerlendirmelerin bazıları ayrıntıya kaçacak
nitelikte olmakla birlikte ele alınan sanatçıları değerlendirmede bunların ağırlıkları
değişmektedir.
İsmail Habib’de dönemine göre ileride bir yöntem olarak alınabilecek diğer bir husus da
her ne kadar ayrıntılı bir karşılaştırmalı edebiyat çalışması sayılamasa da bir sanatçıyı
değerlendirirken başka sanatçılardan yola çıkarak, onu başka sanatçılara göre
değerlendirerek veya başka sanatçıların onun hakkındaki sözlerine dayanarak o
sanatçının yerini tayin etme tecrübesidir. Bu yöntemle anlatılanların zihinde bir yere
oturmasını kolaylaştırmakta ve somutlaştırmaktadır.
Dikkat çeken bir başka özellik ise ismail Habib’in gerek sanatçının hayatını gerek
eserlerini ve gerekse onun önemini anlatırken karşılaştırmalara başvurması, diğer
sanatçılarla kıyaslaması ve bu konuda ilmi eserlerle yetinmeyi diğer sanatçıların kendi
anlattığı sanatçı hakkındaki düşüncelerine de yer vermiş olmasıdır. Bu yöntemi hemen
hemen bütün sanatçılar için uygulamıştır. Böyle bir bakış açısı eseri daha anlaşılır, daha
tutarlı ve okunur kılınmıştır.
İsmail Habib ve edebiyat tarihçiliği konusunda önemli bir çalışma yapan Nezahat Özcan
ise Teceddüt Edebiyatı ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar:
Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi başlangıcından itibaren Türk
edebiyatının geniş Türk coğrafyasındaki edebî macerasını üst seviyede
bir terkib halinde sunacak olan metodlu bir edebiyat tarihine model
teşkil edecek konumda bulunmasa da, Türk edebiyat tarihi
yazıcılığında bir merhale olması ve döneminde oynadığı rol
bakımından önemlidir (Özcan, 1999: 321).
Sanatçıları
ve
eserleri
değerlendirirken
gerek
onların
birbirlerine
yazdıkları
mektuplardan gerekse birbirleriyle ilgili değerlendirmelerinden yararlanması eser için
sayılabilecek olumlu özelliklerdendir.
İsmail Habib için denilecek şeylerden birisi araştırmanın başlıkları dikkate alındığında
da görülecektir ki eserlerin muhteva ve üslûp incelemelerine ağırlık verdiğidir. Özellikle
muhteva konusunda Abdülhak Hamid’in eserlerinde neredeyse eserlerinin birer özetini
vermiştir. Diğer bir eleştiri de eserin adı Türk Teceddüt Edebiyatı yani yenileşme
dönemi Türk edebiyatı olmasına rağmen Tanzimatla birlikte edebiyatımıza giren roman
türüne ağırlık vermek yerine bizde zaten varolan şiir türüne ağırlık verilmiş, bu türün
içeriğinden ve üslûbundan bahsedilmiştir. Ayrıca türlerin gelişimi bütün edebiyat
206
tarihlerinde olmasa bile adı Teceddüt Edebiyatı olan bir edebiyat tarihinde ayrı bir
başlık olarak değerlendirilmesi daha uygun olurdu.
Eserin muhtevasına bakıldığında ise Teceddüt Edebiyatı Tarihi’de İsmail Habib’in,
ağırlıklı olarak biyografi, eserin muhtevası ve üslûp konularına ağırlık verdiği rahatlıkla
söylenebilir. Bu da gösteriyor ki daha henüz modern edebiyat tarihçiliği anlayışı tam
olarak oturmamış, tezkireciliğin etkileri devam etmektedir. Dönem olarak ise ağırlığıhem hacim hem de inceleme bakımından- Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemlerine
verdiği görülür. Bundan sonra “Millî Cereyân Edebiyatı” ve “Günümüz Edebiyatı”
başlıklarını açan İsmail Habib, buradaki inceleme ve değerlendirmelerinde aynı titizliği
göstermemiştir. Sadece yüzeysel bilgiler vermekle geçiştirmiştir. Bu bölümlerde sanatçı
eksenli bir değerlendirmeden ziyade kronolojik olarak dönem ve dönemin özelliklerini
anlatmayı tercih etmiştir.
Kaynakçasını eserin başında, her edebî dönemin sonunda ve yeri geldikçe dipnotlar
halinde gösteren İsmail Habib, daha çok dipnotsuz kaynaklara müracaat etmiştir.
Dipnotsuz bu kaynakların çoğu mektuplara veya bir sanatçının diğer bir sanatçı
hakkında yaptığı değerlendirmelere istinad etmektedir. Bu yönüyle Türk “Teceddüt
Edebiyatı Tarihi”nden iki yıl önce neşredilen “Tarih-i Edebiyat Dersleri” adlı edebiyat
tarihi kitabının bu kaynakçada yer almaması dışında faydalanılan kaynaklar bakımından
yeterli görülebilir.
Kendisine kadar gelen edebiyat tarihlerine bakıldığında İsmail Habib’in “Türk Teceddüt
Edebiyatı” adlı eserinin gerek hacim gerekse içerik yönünden diğer edebiyat
tarihlerinden daha evlâ olduğu görülecektir. Bu kitap diğer edebiyat tarihlerinden tasnif,
değerlendirme, bilgi, metodoloji ve ayrıntı gibi konulardan oldukça farklı olmakla
birlikte edebiyat tarihçiliği bakımından da onlardan daha ileri bir seviyededir. Denebilir
ki İsmail Habib, devrine göre çok ileride bir edebiyat tarihi yazmıştır. Tabii ki bazı
eksiklikleri vardır. Özellikle de bilgi ve yöntem olarak. Fakat bu eserin kendi içinde
değerlendirilmesi gereken hususlardır. Bu eksilikleri ise İsmail Habib, eserinin
sonundaki “Birkaç Satır” başlığı altında yazdığı son sözle baştan kabul ettiğini şu
cümlelerle ifade eder:
207
Eserin tab’ı bittikten sonra “hata ve sevab cedveli”nin tanzimi için
kitabı bir daha okudum. Eserin hacmine göre o cedvele girecek tab’
hataları az, buna memnunum, fakat müellife aid olub da o cedvele
giremeyecek hatalar o kadar çok ki! (1340:691).
Eserindeki hataları baştan kabul etmesi bir olgunluk ve tevazu örneği olarak kabul
edilebilmesine rağmen bu okumanın eser baskıya girmeden defalarca gerçekleştirilip
değerlendirilmemesi yönüyle eleştirilebilir.
Son olarak şunlar denilebilir; İsmail Habib, eğer Abdülhak Hamid’e gösterdiği titizliği
ve incelemeyi diğer sanatçı ve eserlere uygulasaydı hem daha az eleştirilecek hem de
bugün için okunması elzem bir edebiyat tarihi yazmış olacaktı. Eserin bugün o kıymette
olmamasının diğer bir yönü de İsmail Habib, kendisini bu eserle sınırlamamış, örnek bir
edebiyat tarihçisi tavrı göstererek kendisini yenilemiş ve Edebî Yeniliğimiz, Yeni Edebî
Yeniliğimiz, Tanzimattan Beri Edebiyat Tarihi adlarıyla birden fazla edebiyat tarihine
imza atmıştır. Bu çalışmaların hiçbiri birbirinin aynı olmamıştır. Bu çalışmaya söz
konusu olan Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi’ne bakıldığında İsmail Habib’in belirli bir
sisteminin bunulunmadığını, sisteminin kendi beğenisi olduğunu söyleyebiliriz ki bunu
da daha önce belirttiğimiz gibi kendisi eserinin başında zaten ifade etmiştir. İsmail
Habib’in daha sonraki edebiyat tarihlerine bakıldığında onlarda da aynı yöntemi izlediği
görülmektedir. İsmail Habib, Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi’nden sonraki edebiyat
tarihi çalışmalarını isimlerinden de anlaşılacağı gibi oldukça sınırlı tutmuştur. Bizce bu
eserler içinde ilk olmasına rağmen en kapsamlısı Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihidir.
Fakat diğer edebiyat tarihi çalışmlarında da bu eserindeki eksikliklerini tamamlayıcı
niteliktedir. İsmail Habib’den sonraki edebiyat tarihi çalışmalarına bakıldığında ise
hepsinde aynı almamakla beraber Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi’ne nazaran daha
kapsamlı ve metodolojik olduğu görülmektedir. Bunda edebiyat tarihçiliği alanındaki
yeni yöntemler, gelişmeler ve yeni inceleme tekniklerinin ölçüsü bulunmaktadır.
Özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar ve Fuat Köprülü’nün edebiyat tarihi çalışmaları
nedensellik ilkesine dayanan çalışmalar olması bakımından bu edebiyat tarihi
çalışmaları arasında ayrı bir yere ve öneme sahiptir.
208
KAYNAKÇA
Kitaplar
AÇIKGÖZ, Halil, 2005. Cemil Meriç İle Sohbetler, İstanbul: Doğu Kütüphanesi
Yayınları.
AKSAN, Doğan, 1995. Şiiir Dili ve Türk Şiir Dili, Ankara: Engin Yayınları.
AKTAŞ, Şerif, 1998. Edebiyatta Üslûp ve Problemleri, Ankara: Akçağ Yayınları.
AKYÜZ, Kenan, 1995. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923,
İstanbul: İnkilap Kitabevi.
AYTAÇ, Gürsel, 1995. Edebiyat Yazıları 3, Ankara: Gündoğan Yayınları.
--------------------, 1990. Edebiyat Yazıları 2. Ankara: Gündoğan Yayınları.
-------------------, 2003. Genel Edebiyat Bilimi, İstanbul: Say Yayınları.
ÇETİN, Nurullah, 2006. Şiir Çözümleme Yöntemi, Ankara: Edebiyat Otağı Yayınları.
ÇETİŞLİ, İsmail, 2008. Edebiyat Sanatı ve Bilimi, Ankara: Akçağ Yayınları.
DİLÇİN, Cem,
1992. Örneklerle Türk Şiir Bilgisi,
Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları.
EMİROĞLU, Emir, 2003. Türkiyede Edebiyat Toplulukları, Ankara: Akçağ
Yayınları
ERDOĞAN, Mehmet, 2009. Bir Eleştirmen Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar,
İstanbul: Dergâh Yayınları.
ESEN, Nüket, 1996. Kara Kitap Üzerine Yazılar, İstanbul: İletişim Yayınları.
GÖKTÜRK, Akşit, 2006. Sözün Ötesi, İstanbul: YKY Yayınları.
-----------------------, 2002. Okuma Uğraşı, İstanbul: YKY Yayınları.
HAŞİM, Ahmet, 2005. Bütün Şiirleri, (Haz: İnci Enginün- Zeynep Kerman). İstanbul:
Dergâh Yayınları.
HİKMET, Nazım, 2008. Bütün Şiirleri, İstanbul: YKY Yayınları.
HİLAV, Selahattin, 2008. Edebiyat Yazıları, İstanbul: YKY Yayınları.
İNCE, Özdemir, 1992. Tabula Rasa, İstanbul: Can Yayınları.
KAPLAN, Mehmet, 2006. Nesillerin Ruhu, İstanbul: Dergay Yayınları.
KAPLAN, Ramazan, Canan, İleri, Ali Öztürk, 1998. Edebiyat Bilgi ve Kuramları,
Ankara: Açık Öğretim Fak. Yayınları.
KARAKOÇ, Sezai, 1997. Edebiyat Yazıları 1, İstanbul: Diriliş Yayınları.
KEMAL, Yahya, 2005. Edebiyata Dair, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti.
KÖPRÜLÜ, Fuat, 1988. Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Ötüken Yayınları.
----------------------, 1999. Edebiyat Araştırmaları, Ankara: Türk Tarih Kurumu.
KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI, 2007. Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt. 1. Ankara:
Kültür ve Turizm Bakanlığı.
MERİÇ, Cemil, 2006. Bu Ülke, İstanbul: İletişim Yayınları.
-------------------, 2008. Jurnal 1, (Haz. Mahmut Ali Meriç). İstanbul: İletişim Yayınları.
------------------, 2008. Kırk Ambar, Cilt: 1 (Haz: Mahmut Ali Meriç). İstanbul: İletişim
Yayınları
MİGNON, Laurent, 2009. Ana Metne Taşan Dipnotlar, İstanbul: İletişim Yayınları.
MORAN, Berna, 2006. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul: İletişim Yayınları.
NESİN, Aziz, 1982. Azizname, İstanbul: Ada Yayınları.
ÖNAL, Mehmet, 1999. En Uzun Asrın Hikâyesi/ Yeni Türk Edebiyatına Teorik Bir
Yaklaşım, Ankara: Akçağ Yayınları.
PARLA, Jale, 2000. Don Kişot’tan Günümüze Roman, İstanbul: İletişim Yayınları.
SEVÜK, İsmail Habib, 1928. Neler Dediler?, Akşam Matbaası.
----------------------------, 1340. Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Matbaa-i
Âmire
--------------------------, 1932. Edebi Yeniliğimiz, İstanbul: Devlet Matbaası.
SIRRI LEVEND, Agâh, 1984. Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt: 1. Ankara: Türk Tarih
Kurumu
ŞERİF, Yusuf, 1935. Muhtasar Avrupa Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Devlet Matbaası.
TANPINAR, Ahmet Hamdi,
1977. Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz: Zeynep
Kerman). İstanbul: Dergâh Yayınları.
-------------------------------, 1997. 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul:
Çağlayan Kitabevi.
TARAKCI, Celal 1986. Cenâb Şehabeddin’de Tenkid, Samsun: Eser Matbaası.
TARLAN, Ali Nihat, 1981. Edebiyat Meseleleri, İstanbul: Ötüken Yayınları.
TURAL, Sadık, 2006. Şahsiyetler ve Eserler, Ankara: Yüce Erek Yayınları.
210
URGAN, Mina, 1986. İngiliz Edebiyatı Tarihi. Cilt: 1. İstanbul: Altın Kitaplar.
YETİŞ, Kazım, 2007. Dönemler ve Problemler Aynasında Türk Edebiyatı, İstanbul:
Kitabevi Yayınları.
YETKİN, Suut Kemal, 2007. Edebiyat Üzerine Denemeler, Ankara: Palme Yayınları.
Çeviriler
BENJAMİN, Walter, 2008. Son Bakışta Aşk, Nurdan, Gürbilek (çev.) , İstanbul: Metis
Yayınları.
CALVİNO, Italo, 2008. Klasikleri Neden Okumalı?, Kemal Atakay (çev.), İstanbul:
YKY Yayınları.
CARLAUI, J.C., J.C. FİLLOX, 1985. Edebi Eleştiri, Çakmaklı Hümeyra (çev.),
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.
GOETHE, 1986. Goethe Der Ki, Aytaç Gürsel (çev.), Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı
KUNDERA, Milan, 1989.
Roman Sanatı., Yerguz, İsmail (çev.) İstanbul: Afa
Yayınları.
MORETTİ, Freanco, 1995. Mucizevi Göstergeler, Altok, Zeynep (çev.), İstanbul:
Metis Yayınları.
POSPELOV, Gennadiy Nikolayeviç, 2005. Edebiyat Bilimi, Onay, Yılmaz (çev.),
İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
TİEGHEM, Philip Van, 1948. “Edebiyat Tarihinde Yeni Usüller”, Perin, Cevdet (çev.),
İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. 3, s. 307-333.
TODOROV, Tzvetan, 2001. Poetikaya Giriş, Kaya, İsmail (çev.), İstanbul: Metis
Yayınları.
------------------------------, 2004. Fantastik, Öztoket, Nedret (çev.), İstanbul: Metis
Yayınları.
WATT, Ian, 2007. Romanın Yükselişi, Aydar, Ferit Burak (çev.), İstanbul: Metis
Yayınları.
WELLEK, R., A. Warren, 1983. Edebiyat Biliminin Temelleri, Uysal, Ahmet Edip
(çev.), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.
YÜCEL, Hasan Ali, 2006. Giriş, Sis, Miguel De UNOMUNO, İstanbul: İş Bankası
Yayınları.
211
Dergiler
AKTULUM, Kubilay, 2007. “Metinlerarasılık/Göstergelerarasılık”, Frankofoni, S. 19,
s. 355-376.
AKÜN, Ömer Faruk, 1990. “Türk Edebiyatı Tarihi Yazmak Mümkün mü?”. Orta Sayfa
Sohbeti, Dergah. Cilt. 1, S. 1, s. 12-19.
AYVAZOĞLU, Beşir, 2009. “Türk Edebiyatı Tarihine Mal Olmuş Bir Restaurant: Emir
Efendi Lokantası.” , Türk Edebiyatı, Ağustos, S. 420.
BİLGİN, Azmi, 2004. “Mehmed Tevfik Efendi’inin Mecmûatü’t-terâcim’inin Edebiyat
Tarihimizdeki Yeri”, İlmî Araştırmalar, S. 17. Sayfa: 83-88.
BRUNETİERE, Ferdinand, 1963. “Evrimsel Öğreti ve Edebiyat Tarihi”. ( çeviren:
Tahsin Saraç), Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Temmuz, C. XII, S. 142, s. 591-593
Eleştiri Özel Sayısı - I
ÇETİN, Nurullah, 1992. “Faik Reşat’ın Târih-i Edebiyyât-ı Osmâniyyes’si”, Türkoloji
Dergisi, C. X, Sayı: 1, sayfa: 169-176.
DEMİR, Yavuz, 1993. “Bir Sezai Karakoç Hikâyesinde Ritmik Oluşum” Yedi İklim,
Kasım-Aralık 1993, s.47-51.
DEMİRAY, Kemal, 1981.”Yeni Bir Yazın Tarihi [Emin Özdemir, Türk ve Dünya
Edebiyatı Tarihi]”, (Kitaplar - Tenkit), Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Şubat, C.
XLII, S: 350, s. 512-513. Özel Bölüm: Necati Cumalı ve Şiiri
DİRİN, İlyas, 2000. “Cumhuriyet Sonrası Türk Edebiyatında Edebî Münakaşalar 1”,
Kaşgar, Mart, S.14. s. 70-83
DİZDAROĞLU, Hikmet, 1974. “Türk Yazın Tarihi [Agâh Sırrı Levend: Türk Edebiyatı
Tarihi]”, (Kitaplar - Tenkit), Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Haziran, C. XXIX, S.
273, s. 752-755.
Türk Edebiyatı Tarihleri, Hece, S. 135, s. 126-127.
KARACA, Alâattin, 2004. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Sanat/Edebiyat ve
Siyasal İktidar”, Hece, S. 90-91-92, s. 196-204.
KARACA, Alâattin, 2004. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Sanat/Edebiyat ve
Siyasal İktidar”, Hece, S. 90-91-92, s. 196-204.
212
KARAKARTAL, Oğuz, 1995. “Avrupa’daki İlk Türk Edebiyatı Tarihi: Della
Letterature De Turchi (1688) ve Yazarı Giambattista Dona”,
Türk Dili Dil ve
Edebiyat Dergisi, Eylül, C: 1995/II, S: 525, s. 993-996.
KARAKARTAL, Oğuz, 2006. “Edebiyat Tarihimiz İçin Yeni Bir Kaynak”, Hürriyet
Gösteri, Eylül. S. 283.
KUTLU, M. 1959, “Türk Dili Edebiyatı ve Tarihi Üzerine Milletlerarası Bir Eser
[Fundamenta]”, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Temmuz. C. VIII, S. 94, s. 572574.
LEVEND, Agâh Sırrı, 1971. “Türk Edebiyatı Tarihi Nasıl Hazırlanabilir? – I”. Türk
Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Haziran, C. XXIV, S. 237, s. 177-181.
-----------------------------, 1971. “Türk Edebiyatı Tarihi Nasıl Hazırlanabilir? – II”, Türk
Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Temmuz, C. XXIV, S. 238, s. 261-265.
---------------------------, 1951. “Türk Edebiyatı Tarihi Nasıl Meydana Gelebilir”, Türk
Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Ekim, C: I, S: 1, s. 3-7.
-------------------------, 2001. “Türk Edebiyatı Tarihi Nasıl Meydana Gelebilir?”, Türk
Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Ekim, C. 2001/II, S: 598, s. 3-7. 50. Yıl Özel Sayısı
MİGNON, Laurent, 2008. “Bir Varmış Bir Yokmuş… Kanon, Edebiyat Tarihi ve
Azınlıklar Üzerine Notlar”, Pasaj, S. 6, s. 35-43.
ÖNAL, Mehmet, 2006. “Tarifinde Hemfikir Olmadığımız Bir Teknik: İmge”, Türk
Edebiyatı, Kasım, S.397, s. 12-15.
----------------------, 2007. “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “XIX. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi” Hakkında Bir İnceleme”, Türkbilig, S. 14, s. 143-167.
RİFAT, Mehmet, 2009. “Anlatı Hızı Ya Da Entelektüel Anlatıyı mı Savunuyorum?”,
Varlık, Ağustos, S. 1223, s. 54-57.
SAĞLAM, Nuri, 2006. “Medeniyet Tarihimizin En Girift Labirenti: Türk Edebiyatı
Tarihi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, C: 4, S. 7, s. 9-21.
SAĞLIK, Şaban, 2007. “Türk Öykücülüğünde Postmodern Durum”, Hece, S. 24, s. 86109.
SAĞLIK, Şaban, 2008. “Öykü Dilindeki Şiirsellik”. Hece. Ekim, S. 29, s. 61-73.
SERDAROĞLU, Vildan, 2007. “Türk Edebiyatı Tarihlerine Dair”, Türkiye
Araştırmaları Literatür Dergisi, C. 5, S. 9, s. 9-18.
213
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, 1963. “Türk Edebiyatı Tarihi Ana Kitabı Nasıl Yazılabilir”.
Türk Kültürü. Cilt. 1, S.7, s. 28-30.
TÖKEL, Dursun Ali, 2005. “Türk Cihan Hakimiyeti İdealinin ve Sosyal Hayatın
Önemli Bir Vesikası Olarak Kasideler”, Millî Eğitim, S. 166, s. 8-32.
TÖKEL, Dursun Ali, 2005. 2003. “Anlama Götüren Kilometre Taşları: Divan Şiirini
Redifine Göre Yorumlamak”, Yom Sanat, S. 11, s. 39-43.
TÜRK EDEBİYATI, 1984. “Yahya Kemal’den Nükteler”, Türk Edebiyatı. S. 134.
UÇAN, Hilmi, 2004. “Yazı’nın, Yazar’ın, Edebiyat’ın İşlevi ve Okuyucu”, Hece, S. 9091-91, s. 325-330.
Görüşme
ESEN, Nükhet, 2003. “Edebiyat Tarihimizi Yeniden Yazmalıyız”, Hami Çağdaş.
İstanbul: Hürriyet Gösteri, s. 22-24.
İLERİ, Selim, 2004. Selim İleri İle Söyleşi, “Ziyan Edilmiş Bir Günüm Olursa Çok
Pişmanlık Duyarım”, Ethem Baran-Saban Özüdoğru, Ankara: Bilim ve Aklın
Aydınlığına Eğitim Dergisi. s. 52-53.
OKAY, Orhan, 2006. “”Orhan Okay’la Türk Edebiyatı Tarihi Üzerine”, Ali Birinci.
İstanbul: Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi. s. 351-359.
Elektronik kaynaklar
POLAT,
Nazım
Hikmet,
Neresindeyiz?”.[elektronik
2009.
“Türk
çevrim].
Edebiyatı
Çukurova
Tarihçiliği
Üniversitesi
Çalışmalarının
Türkoloji
AraştırmalarıMerkezi. ttp://turkoloji.cu.edu.tr/ESKİ/TURK//EDEBIYATI/14.php.
YILDIRIM, Tahsin, 2008. “20 bin Müstear İsim Tespit Ettim”, [elektronik çevrim].
Tüm Gazeteler. http://www.tumgazeteler.com/?a=2725451
214
Ansiklopediler
OKAY, Orhan, 1998. “Ahmet Hamdi Tanpınar”, Dergâh Türk Dili ve Edebiyatı
Ansiklopedisi, İstanbul: Dergâh Yay.
Derleme kitaplardaki makaleler
ELİOT, T.S,
2002. “Klasik Nedir?”, Eleştiri Anlamı ve İşlevi, Ahmet Aydoğan,
İstanbul: İz Yayınları, s. 187-212.
Nâmık Kemal, 1978. “Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II”, Lisân-ı Osmânî’nin
Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir, Mehmet Kaplan, İnci Engünün, Birol
Emil, İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası, s. 189.
Yayınlanmamış Tez
ÇETİN, Nurullah, 1988. “Tanzimat’tan Fuat Köprülü’ye Kadar Bizde Edebiyat
Tarihçiliği”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi.
ÖZCAN, Nezahat, 1999. “İsmail Habip Sevük Hayatı ve Edebiyat Tarihçiliği”,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi.
Sözlükler
ÇAĞBAYIR, Yaşar, 2007. Ötüken Türkçe Sözlük, İstanbul: Ötüken Yayınları.
215

Benzer belgeler