Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
L
Labirent : Dehliz; dış yolu çok zor bulunan bir mağara ya da harabe; çözülmesi zor ve karmaşa bir zorun
“<Kosinski’nin öyküleri>nin ana teması aldatmak, insanları enayi yerine koymak temeline dayanıyordu
ve bunları gülüşle gülerek anlatıyordu ki, benimle oyun oynadığını, beni hangi noktaya kadar kandırabileceğini
sınadığını düşündüğüm anlar oluyordu. Belki gerçekten öyle yapıyordu, belki de yapmıyordu. Kesin olarak
bildiğim tek şey, Kosinski’nin labirent kadar karmaşık bir kişi olduğuydu.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:97)
“ESKİ GÖLGELER
----------------------Gökyüzü, göçebe bir yıldız
iğneliyor göğsüme. Bir tanık
gibi görüyorum rüzgarı,
uzaklarda
meşelerin labirentinde kaybolmuş,
bir kule gibi yükselen gece.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:25)
“FENERLER
--------------Bu küfürler, yalvarışlar, bu ilenmeler
Çığlıklar, coşkular, yaşlar, Te Deum’lar bu,
Bin labirent dolaşan bir yankı yer yer;
Ölümlü yüreklerin tanrısal afyonu!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:39)
“Kendi kendine, ‘Kaçabilirsiniz ama kurtulamazsınız,’ diye fısıldadı.
Simkins ile ekibi, raflardan oluşan labirentin içinde ilerlemeye başladı. Oyun sahasında kendi lehine o
kadar çok ipucu vardı ki, Simkins’in avını takip etmek için gözlüklerine bile ihtiyacı yoktu. Normal şartlarda
raflarla dolu bu labirent, saklanmak için uygun bir ortam sağlardı, ama Kongre Kütüphanesi enerji tasarrufu
sağlamak için harekete duyarlı ışıklandırma kullanıyordu ve şimdi kaçakların geçtiği yol, uçak pisti gibi
aydınlanmıştı.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:252)
“Sonra, uçsuz bucaksız karanlık sonunda kabarıp olgunlaşmaya, şişerek üzerine doğru gelmeye başladı,
bir çift kanlanmış göz gibi görünen bir şeyin yaklaştığını gördü. Fearmax ellerini yüzüne kapatarak ruhunu ona
teslim etti. Dudakları oynuyordu ama hiç ses çıkmıyordu. Suları akan yumuşak kocaman bir ağız onu yakaladığı
gibi yarı baygın labirentin upuzun koridorlarına doğru sürüklediğini hissetti.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa: 210)
“..... Bizler, ‘Kırmızı Şapkalı Kız’ın ormanından çok daha geniş ve daha karmaşık olan büyük dünya
labirentinde yaşıyoruz; bu labirentin tüm yollarını henüz keşfedemediğimiz gibi, bütünsel tasarımını bile
tanımlayamıyoruz. Oyunun kuralları olduğu umuduyla insanlık binlerce yıl boyunca kendisine bu labirentin bir
ya da birden çok ‘yazar’ı okup olmadığını sormuştur..... Bir ‘anlatıcı’ tanrı her yerde aranmıştır: hayvanların
bağırsaklarında, kuşların uçuşunda, yanan çalılıkta ve On Emir’in ilk cümlesinde. Ama bazıları, elbette
filozoflar, ancak aynı zamanda birçok din de, Oyunun Kuralı olarak, dünya labirentini anlaşılabilir ve kat
edilebilir kılan ya da bir gün kılacak olan Yasa olarak Tanrı’yı aramışlardır.”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Servandoni Sokağındaki Tuhaf Olay”, sa:130-1)
“ ‘Demek iki kişiden başka hiç kimse, Aedificium’un en üst katına giremiyor...’
Başrahip gülümsedi: ‘Hiç kimse girmemelidir. Hiç kimse giremez. Hiç kimse istese bile başaramaz
bunu. İçinde barındırdığı gerçek gibi ölçülmez derinlikte, sakladığı yalanlar gibi yanıltıcı olan kitaplık kendi
kendini korur. Tinsel bir labirent olduğu kadar, dünyasal bir labirenttir o. İçeri girebilirsiniz, ama dışarı
çıkamazsınız. Bunu söyledikten sonra, sizden manastırın kurallarına uymanızı diliyorum.’ ...........................
‘...... ama kitaplığa hiç adımımı atmadım. Labirent...’
‘Kitaplık mı? Labirent?’
‘Hunc mundum tipice laberinthus denotat ille’ <Hunk mundum tipise laberintus denotat ile =
Bu dünya tipik bir labirent giibidir.>, dedi tane tane, dalgın yaşlı adam. ‘Intranti largus, redeunti sed nimis
artus’.<İntranti largus, redenti sed nimis = Girişi kolay, çıkışı güçtür.> ............................
‘Kim söyledi bunu sana?’
‘İşittim. Herkes manastıra günahın girdiğini söylüyor. ..Nohut var mı sende? Gelecek sefer biraz
nohut getir bana. Yumuşayıncaya dek ağzımda tutuyorum onları; dişsiz ağzımı görüyor musun? Tükürük
salgılamaya yarıyor. ‘aqua fons vitae’ <akua fons vite = Su yaşama kaynak veriyor>.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:54-5;186-7)
“Seviyordum, sevgili Okurum, aziz dostum! Ve sizin hantal bir düşüncesizlikle ‘yaşlı kadınlar’ diye
adlandıracağınız kimseleri o coşkulu yıllarımın çılgınlığıyla seviyordum. Sert, amansız yılların damgasını yemiş,
seksen yaşlarının öldürücü ritmiyle iki büklüm olmuş, yaşlılığın gölgesinin bir deri bir kemik bıraktığı o
yaratıkları, sakalsız varlığımın sen derin labirentinden arzu ediyordum.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:17)
“KONUŞMAYALIM SEVDALANMAK
HAKKINDA
----------------SEVDA bir gölün altındaki camdan bir
kubbeymiş gibi
damlayan tünellerden oluşan bir
labirentin içinden girilen
hiç içinde olmamayı umut ve dua ettiğim”
(Selima Hill <d.1945>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.12.06)
“Sonunda artık vitrinlerden iyice başım dönmüş, mukavva bardaklardaki yıvışık kahvelerden içim
kıyılmış, her katta yeniden ve yeniden tuvalet aramanın sonsuz labirentinde yolculuk etmekten yılmış, Tuğde’ye
verdiğim hatırladığım ve hatırlamadığım bütün sözleri yerine getirmiş, dirsek dirseğe itişerek yürüyen
insanlardan sersemlemiş bir halde Akmerkez’den çıktık.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:61)
“Bird, bir meyhane ile Kore restoranının arasında açılmış çatlak gibi duran elli santim enindeki dar
sokağa vücudunu yan çevirerek girerken, o labirentin gizli bir çıkışı olup olmadığını sordu kendi kendine.
Arkadaşının verdiği haritada orası çıkmaz bir sokaktı ve Bird’ün az önce girdiği yer, çıkmazın tek girişiydi.”
(Kenzaburo Oe, “Kişsel Bir Sorun”, sa:182)
“Apaçık Gözlerle
<Canavarın salyası affetmez>
Claribel Alegria
-------------------Sokakta olmak istiyorum
labirentin içinde
Açlığa ve kedere kılavuzluk ederek
korkudan büzülmeden ve apaçık gözlerle”
(Jorge Richmann <d.1962>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.12.06)
“Poetik Antoloji’den
3.
Dönüyor yankı küllere dönmüş
volkanlarda
Ve rüzgar söküyor fosilleşmiş kayaları
Geliyor bana doğru bana sunmak için
pullarını ve
solungaçlarını sonuçsa bulamayacak
hiçbir şey, yalnız
biri diğerini takip eden ayaklar, içimdeki
labirentin
karmaşasında.”
(Jaime B. Rosa <d.1949>-Metin Cengiz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.02.07)
“ALDATIN BENİ <1911>
--------------------Yalana inanarak
hiç düşünmeden,
Ardısıra gideyim
karanlıkta ben...
Bilmeyeyim kim,
bağlayan gözlerimi,
hangi labirentlerde
sürükler beni...”
(Maksimilian Aleksandroviç Voloşin<1877-1932>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”,
Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.07.02)
Laborare est orare : (LAT.,DİN,KOLL.) <Labo’rare est orare> : Çalışmak, dua etmek demektir : To work
is to pray (İNG.)
LACAN, Jacques : (FR.,PSYCH.) <Jak Lakan> Modern Fransız Psikiyatr ve Düşünürü (1901-1981);
FREUD’dan çok etkilenmiş, onun kuramlarının : yeni bir ö z n e gelişim kuralı + Yapısalcı a n t r o p o l o j i
+ d i l b i l i m üzerinde çalışmış; D ü n y a’nın, b a ş k a l a r ı n ı n ‘BEN’liği b i l g i s i n i n, dil tarafından
belirlenmiş olduğu iddiasında bulunmuştur
“D i l: b i r e y’in, başkalarının ve b e n’liğin bilgisinin dil tarafından belirlenmesi.
K ü l t ü r : Yasaklar ve yasa’ları da içerir, ifade eder.
B e n - S e n diyalektiği : Özne’leri, aralarında, b,irbirlerine göre, taşıdıkları k a r ş ı t l ı k l a r
yoluyla tanumlayarak ö z n e l’liğin temelini oluşturur.
K a m u s a l boyutu : Kurallarla yönetilen, s ö z d i z i m s e l yapılıu boyut. Bu:
S e r b e s t ç a ğ r ı ş ı m’a, s ö z c ü k oyunu’na ve d ü ş’lere dayanan ‘ikinci boyut’ tarafından
düzenlenir.
B i l i n ç d ı ş ı d i l tarafından yaratılmıştır ve d i l’i yansıtır. Kurallar, bilinçdışını bastırır,
s e r b e s t ç a ğ r ı ş ı m ortaya çıkar. Sonuç: sözdizimi ve sabit anlam, istikrarsızlığa uğrar ve, ö z g ü r l ü k
+ psişik enerji ortaya çıkar. B i l i n ç d ı ş ı, i d e a l b e n l i k’de bir gerilim yaşar. Ç o c u k, ‘benlik yaratma
evresinde’ (bebek ve sonrası), kendini, aldatıcı bir b ü t ü n’e yansıtıp, başarısızlıkla sonuçlanmaya inanır.
D i l’in, sözdizimsel bir yapıya sahip k a m u s a l b o y u t u, bu aldanmanın faili ve kanıtıdır da. Zira düzen’in
Kendisi, hem ç o c u ğ u n n e s n e l e ş m e s i n e izin verir, hem de y ö n l e n d i r i r.
G e r ç e k l i k, d i l tarafından i n ş a e d i l i p yansıtılır, ‘dilsel değişimlerle’ birlikte, d e ğ i ş i k’
liğe uğrar. Bu anda da, g e l e n e k s e l d ü z e n i, t e r s i n e ç e v i r i r.”
(Ahmet Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:591-2)
lackey :
(İNG.,ZAN., KOLL.) <le’ki> : Uşak, erkek hizmetçi; dalkavuk, tufeyli
laconic :
Laçı :
(İNG.,PSYCH.)
<la’konik> : Kısa ve anlamlı; vecizeli söz söyleyen
Güzel (ROMAN dilinde)
“Bütün bu zırıltılara biz hiç aldırmıyor, gülüyorduk. Derken gülmemizden hıza gelen şoparlar
<çocuklar> bu sefer de eteklerimizden çekerek asılmaya koyuldular:
-Ha versene be ağam, beş paracık, odel <Allah> versin sana daha çok!
-Ah laçı <güzel> ağabeyciğim... -yerde sürünen bir meme yavrusunu göstererek- toslayasın <veresin>
buncağıza yarım metelik! Zere <zira> nenesi hastadır, yatar çadır içinde...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:12-3)
Laçka olmak : (Alet ya da kişinin) gevşekliği, laübaliliği, kaytarıcılığı; Efektif olarak fonksiyonda
bulunamamak
“Bu laçkalığı, sanatın ciddiyetiyle ve sanat eğitiminin başarısı açısından varlığı şart olan disiplinle
bağdaştırabilmek, kesinlikle olanaksızdır.”
(A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:22)
“Adamlar gözlerini kıyı gemisinin yelkenlerine dikmişler, heyecanla bekliyorlardı. Boşuna! En ufak bir
esinti bile yoktu. Yelkenler laçkaydı, gevşemiş kalmıştı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:8)
lad : (BİYO,İNG.,)
oğlan, delikanlı
<le’d> : Büyücek erkek çocuk, delikanlı, genç; (İSKOÇ) laddle <le’dıl>: erkek çocuk,
Lade nicht Alles in ein Schiff : (ALM.,DAVR.,) <La’de niht Al’les in ayn Şif> : Her yükü bir gemiye
doldurma, yumurtaların hepsini bir sepette taşıma = Don’load eveything on one ship; don’t carry all your eggs
İn one basket (İNG.)
Lades; Lades tutuşmak: İki kişi arasında oynanan ve hafıza-anınmsama’ya dayanan ‘Eski İstanbul’
oyunlarından biri. İki taraf kavilleşir; eğer varsa, tavuğun göğüs kısmından alınan ‘v’ şeklindeki kemik iki taraf
tarafından birer parçasından tutulur ve karşılıklı kırılır; eğer kemik yoksa, iki taraf da küçük parmaklarını
birbirlerine uzatarak çengel yapar ve sallarlar: “Ladesim lades olsun mu?’ diye sorar ilki; diğeri de, ‘olsun!’;
‘Havada bulut, sen bunu kırk gün kırk gecede unut!’ der ilki. Ve böylece o andan itibaren, taraflar, okulda ya da
evde, çarşıda, herhangi bir şeyi karşısındakine vererek ‘yutturmaya’ çalışır. Verilen şeyi ‘aklımda!’ demeden
alan kimse, oyunu kaybeder.
“Konsevatuvara, Hasan isminde erkek kardeşiyle birlikte gelen, hiç olmazsa benim yaşlarımda hatta bir
iki yaş daha büyük, Fazilet isminde olgun bir hatunla iki yıl ladesli kalmıştık ve sonunda ona, ‘Bari beni evinize
davet edin de orada şu ladesi bir bitirelim!’ diye teklifte bulunmuştum. Gerçekten beni evlerine davet etti.... zeki
bir kızdı. Yemek sonrası elimi yıkadıktan sonra kasten bana havlu vermek istedi, ben ‘aklımda’ dedim, sonra
birden ayağım kayar gibi yaptım ve sanki düşerken havluyu ona uzattım. O düşüşümü gerçek sandı ve heyecanla
havluyu geri aldığında ben ‘lades!’i bastım.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:237)
“Bedenin Bölümleri
------------------------yürekler akabilir gizli kaynaklara
mısırı tanele, tanı damgalı sığırları
kırılmış oynak kemikler
çözülebilir eklem yerlerinden
uzanırken şimdi bir lades kemiği gibi
bozkırda
noktacı karıncaların delik deşik ettiği
bize yeni kerterizler aç.”
(Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06)
“LADES
Uzayacağa benzer,
Tutuştuğumuz lades.
İşi gücü bırakıp
Mezarlığa nazır
Bir eve taşındım.
Ölüm, sen beni aldatamazsın,
Aklımda!”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:13)
lady : (KOLL.,SOSY.) <ley’di> Hanım, bayan, kibar kadın, hanımefendi; (L ile) Leydi, Asılzadenin eşi; Ev
hanımı; Sevilen kadın, sevgili; Lady day : 25 Mart’a rastlayan Meryem Ana Yortusu; <anneler günü :
Mayıs ayının ikinci pazarı> ladyfinger : parmak biçiminde yapılan tatlı, kadın parmağı; (BOT.) : yara otu,
sarı yosma; lady in waiting : kraliçe veya prensesin nedimesi; lady killer : kadın avcısı, kadın tavlayıcısı;
ladylove : kadın sevgili, nişanlı, maşuka, metres; lady’s maid : bir hanımın oda hizmetçisi; Our Lady :
Meryem Ana, your good lady : zevceniz, sizin hanım
Laf : Söz; Söylediği şeye bak! Laf olsun da beri gelsin! Söylediğin şey kof, yalnızca laftan ibaret!
“-Laf, resim yapacakmış. Boş şey. Aklında düşünmeye değer bir şey var mı? Örneğin bir erkek!
Sue:
-Bir erkek mi? Bir erkek için değer mi? Hayır doktor, böyle bir şey yok, diye yanıt verirken sesi bir
Yahudi harpının ezgisi gibi titremişti.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, saa:122)
“MANGAN - Öyle dobra dobra konuşuyorsunuz ki, kim olsa gücenir.
KAPTAN - Laf! Kavgalara yol açan asıl öbür çeşit konuşmalardır. Kimse benimle kavga etmez.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:38)
“-Lennie yüksek sesle:
-Unutmazdım işte, diye bağırdı.
-Unutmazmış, laf! Zaten sen beş para etmezsin. Allah da bilir ya, George seni hayatın çirkefinden
kurtarmak için elinden gelen hiçbir şeyi geri koymadı. Fakat bütün bunlar sana bir fayda vermedi.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:173)
Laf açmak : Söze başlamak, bahsetmek, bir konudan söz etmek
“ÜVERCİNKA <1956>
----------------Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil.”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:61)
Lafa dalmak, girmek : Konuşmaya dalarak geçen zamanın farkına varmamak; Arada söze girmek
“Vittoria hemen lafa girdi. ‘Ama katili yakalarsak onu konuşturamaz mısınız?’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:183)
“Bocurgatın başındaki Zenciler de lafa girerek yaşlı gemiciyle birlikte konuşmaya başladılar, ancak
onların çenesi düştükçe, giderek yaşlı denizci suskunlaşmaya başladı.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:59-60)
“-Evet, evet gidelim, diyordu, hakikaten çok soğuk. Lafa daldık. Konferans da bitmek üzeredir...
İstersen bir parça da oraya gireriz.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:194)
Lafa karışmak : Söz arasına girmek, bir konuşmaya katılmak
“Oturdum ve birlikte çalışmaya başladık. İhtiyar dışarı çıkmak istiyordu. ‘Gitme kal baba,’ dedi,
‘istediğin şey oldu işte.’ Adam ayaklarını sertçe yere vurdu ve gitmekten vazgeçti. Odada aşağı yukarı dolaşarak
şundan bundan konuşmaya başladı. Lafa karışmaya bir türlü cesaret edemiyordum.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:60)
“... ekşi bir suratla, ‘doksan yaşında hayatın nasıl olduğunu birinci elden öğrenmek okuyucuların
hoşuna gider.’ Sekreterlerden biri lafa karıştı: ‘Belki de hoş bir sırrı vardır,’ dedi, sonra da hınzır bakışlarla baktı
bana:’ Yoksa yok mu?’ Yakıcı bir esinti kavurdu yüzümü. Allah kahretsin, diye düşündüm, utangaçlık nasıl da
insanı ele verir.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:46-7)
“ ‘Görevdir’ gözü kör olsun’ diye sanki hayıflanıyordu. Murat’ın kolunu tutup, ağız aradığını belli
etmemeye çalışarak lafa karıştı:
-Murat Bey, nereye götüreceksin Selim Bey’i.. Yorulmasın Rüstem Bey... Otomobili bekçi alsın
gelsin!..”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:299)
Laf (söz) aramızda : Bu sözler ikimizin arasında sır kalsın; kimseler duymasın
Bk.: Söz aramızda (kalsın)
“Ama, mademki hepimizin alınyazısı bu, insan kendini öyle fazla koyvermemeli. Ölenle ölünmez
derler, malum ya... Onun için, sen de kendini şöyle silkele bir Bay Bovary. Bu da geçer elbette! Gel bizi gör.
Kızım ara sıra senden söz ediyor. Laf aramızda: ‘Bizi unuttu galiba,’ diyor.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:24)
“BRIGIDA - Kıskançlığın ne kadar iğneleyici bir duygu olduğunu biliyor musunuz?
GIACINTA - Senyor Leonardo pekala biliyor, kıskançlıktan hoşlanmadığımı.
BRIGIDA - Ama, laf aramızda, kıskançlık göstermesi için bazı nedenler vardı.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:34)
“Ama laf aramızda, öyle sanıyorum ki pek az kimse bu yazının gerçek bir hikayeden çok, olsa olsa
ilerde yazılması düşünülen hikayenin ‘taslağı’ olduğunu anlayacak.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:41)
“Elindeki Torquemada kalemiyle hiç kimseye danışmadan yukarıdan aşağı çizivermiş. Bu sabah bunu
öğrenince yönetime bir protesto yazısı yollamalarını emrettim. Bu benim görevimdi, ama laf aramızda size şunu
söyleyeyim, sansürcünün keyfi davranışlarına son derece müteşekkirim. Yani yazıyı kaldırmasını kabullenecek
durumda değilim.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:52)
“Eski edebiyatçılar söylemiş olduğu için ‘Başüstüne’ demeye adeta borçlusun. Canum ne hacet?
‘İstanbul ve üç şehirler’ (Bursa, Edirne, İstanbul; İstanbul ile birlikte anıldığında Eyüp, Üsküdar ve Galata’dır)
-Dersaadet ve bilad-ı selase- yazmaz mısın? Ve böyle yazılanı doğru olmak üzere okumaz mısın? İşte yanlıştır
vesselam. Ama laf aramızda ha! Kimse duymasın.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:22)
“Şiirler, 2
Haykıran şiirler,
süngü gibi saldıran, kurulu düzene
gözdağı veren şiirler
ve bir iki dizesiyle
devrimi yaratan ve bitiren şiirlerboş, yapay, övüngeççünkü artık hiçbir şiir düzeni yıkmıyor,
hiçbir şiir yığınları harekete geçirmiyor.
Hangi yığınlar? -laf aramızdaYığınları düşünen kim?”
(Titos Patrikios<d.1928>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.07.08)
“-Laf aramızda, senin çiftlikte de hazineye konarlar hani! dedi. Kırmızı kasan tıkabasa doludur sanırım.
-Nerdee, aziz Kirila Petroviç! Doluydu dolu olmasına ya, şimdi tam takır, kuru bakır!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:61)
“-Gazete! Aman, gazete gayet iyi..... Yola nasıl getirdin şunca zamandır ‘Olmaz’ diye direten rezili?
-Laf aramızda, Dadal Efendi, imzalamadı, ne dersin! Önce diller döktüm, ‘yahu, sadaka istemiyoruz,
hakkımızı arıyoruz’ dedim! Diretti ki, katır kaç para?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:281)
“-Laf aramızda... Madam Campardon’un hastalığı nedir? Bu konu açıldığında herkesin üzüldüğünü
görüyorum.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:64)
Laf atmak : Çene çalmak, dertleşmek; Birisine uzaktan anlamlı söz atmak, özellikle karşı cinse
“Yanık genç kızlar, tombul beyaz kadınlar aralarında genç bir sportmen yüzünün gezindiğini,
bacaklarının arasından bir yılan gibi süzüldüğünü fark edince fıkırdaştılar. Çığlıklar kopardılar. Hatta birkaçı ona
moda bir lisanla laf attılar. O sürekli gülüyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Bir Kıyının Dört Hikayesi”, sa:28)
“Ter, sperm, patiska, çarşaf, ucuz parfüm kokularının karışımına belli belirsiz bir çöp kokusunun da
karıştığı, yazları tozlu, kışları çamurlu sokaklarında erkeklerin,..... hayvan sürüleri gibi dolaştıkları, yarı çıplak
kadınların, kendilerini pencerelerin dışından seyreden erkeklere edepsizce laf attıkları, her an bir çığlığın,.....
makbul olamayanın parçası haline gelmenin heyecanı ve gerginliği vardır.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:74)
“Hükümet konağı önünde büyük alanda bayram gecesi şenliği vardı; hava fişekleri, çalgılar,
oynayanlar. Alanın çevresi kalabalıktı. Eskiden beri dışarının insanlarını pek anlayamazdı; otele gelenlerden
değillerdi sanki. Bir kadına sürtünmek ya da laf atmak yüzünden iki adam tartışıyordu; başkaları da karıştı.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:53)
“Maskelilerden birçoğu bu gülünç kişiye gülmeye başlamışlardı bile. Kimileri laf atmışlar, birkaç
delikanlı da alay etmişti. Adamın yürüyüşü, duruşu bu gibi önemsiz sataşmalara burun büktüğünü gösteriyordu.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:16-7)
“Haçça, ağlayarak testileri aldı gitti. İğdeli’ye doğru yürüdü. Yolda gördüğü karı kız, durup durup laf
atıyordu: ‘Şehere göçüyorsunuz gayri ha? Hakkınızda hayırlısı olsun. Ayağınıza altı okka çarık giymekten
gurtulursunuz...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:211)
“Mahallenin kızları, başları açık, kol kola girmişlerdi. Delikanlılar punduna getirip karşılarına çıkıyor,
yanlarından geçerken laf atıyor, kızlar da, başlarını çevirip gülüşüyorlardı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:29)
“ ‘Bu inanılmaz değil mi?’
‘Eh, elbette istatistikleri saygıyla selamlamalıyız!’ diye laf attı tehlikeli soyguncu takımı gibi giyinmiş
bir grup genç adam. ‘Hepimiz istatistiklere inanıyoruz! Demek ki annem babama sadık değildi, ama bu onun
değil, istatistiklerin suçu!’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:99)
“Gün geldi, o zamanlar adet olduğu üzere, hayalinde yaşattığı bir sevgiliye birkaç kez çeşmebaşında
rastladı. Önce kızarıp bozarma, bir iki atılan laf, koparılan ilk söz, derken ahırlığın ardında ilk buluşma...” .....
“Otuz beş-kırk yaşlarında hafif tombulca, gri bluz ve mavi etek giymiş bir hanım hanımcık, Nişantaşı’nın
göbeğinde gün batmak üzereyken birine böyle hitap ediyordu. Çok geçmeden laf attığı kimsenin ..... kişisel
olarak merhabımız da olan, gerçek bir keman ustası olduğunu farkettim.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi; Aysel Hanım”, sa:24;137)
“Ahmet yüreğinde bu sızı ile daireden çıkınca eve gitmeden evvel öğretmen arkadaşlarını bulup onlarla
dertleşmek üzere Hasan efendinin dükkanına uğramaya karar verdi. Yanyalı Hasan efendinin dükkanı, kasabada,
bazı memurların iş saatleri haricinde oturup laf attıkları bir toplantı yeri olmuştu.”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:40)
“Ve geveze huylu olduğundan, Adrian gözlerini masa komşularından birine dikti; o da güzel bir
yemekle geçmiş zamanların bir harikası arasında ne gibi bir ilişki bulunabileceğini anlamamışa benziyordu. Ama
bu komşunun çok bezgin bir hali vardı ve laf atmaya hiç de hevesli görünmüyordu.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:11)
“İSTANBULU DİNLİYORUM
------------------------------------İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:381)
“... yarı külhanbeyi tavırlı bir delikanlı idi ve bu lafı, tam o esnada otelin merdivenlerinden çıkmakta
olan şişman bir hanıma atıyordu. Bunun yanında duran bir köy imamı, koluyla delikanlıyı dürttü:
-‘Sus, oğlum, başına iş açarsın,’ dedi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:112)
“Köylüler arada sırada onun yanından geçerken:
‘Neden şikayet etmiyor ola, Durmuş Aliyi öldürenleri? Korkuyor mu acep? Ağamızın hışmından mı
çekiniyor?’ diye laf atıyorlardı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:251)
“DİLSİZLER
Erkeklerin işidir laf atmak,
bir kadın geçerken sokaktan
ya da metronun basamaklarından
duyuımsatmak için ona bir kadın olduğunu
ve bunu bilir bedeni onların
---------------Böyle erkekler çok sıkça
laf atarlar tek yapabilecekleri şey gibi
yine de bir kadın, kendine karşın,
bilir bunun bir övgü olduğunu...”
(Denise Levertov-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 07.05.09)
“Onca yıl sonra genç bir kadın için terk edilemeyeceğini söylüyordu. André küskün ve bezgindi biraz.
Programını yeni bitirmişti. Çevredeki insanlar arasında gülenler, laf atanlar oldu. Aldırmadılar, daha doğrusu
aldıramazlardı. Bir süre sonra birlikte gittiler.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:22-3)
“Boris’i görünce askerler gülmeye, laf atmaya başladılar. Seviyorlardı Boris’i. Boris parmaklarıyla
selam verdi, ama kimsenin ona: ‘Seni hergele seni,’ ya da ‘Yeme de yanında yat’ diye sataşmadığını fark ederek
büsbütün keyfi kaçtı.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:67)
“Doktor Freud kibarca ama aceleyle izin isteyip ayrıldı ve yoluna devam etti. Az ilerde onu ısrarlı
bakışlarla süzerek kabaca laf atan kasabın çırağına rastladı. Doktor Freud durdu, içinden delikanlıyı
yumruklamak geliyordu...”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:71)
“Sokakta bir gezgin satıcı yanık, yayvan bir sesle bağırmaya başlamıştı:
-Eskilere süpürgeler!.. Eskilere süpürgeler!
Farmason Doktor Münir Bey gülerek pencereyi gösterdi:
-Duydun mu, Deli Celadet, Yahudi bize laf atıyor!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:110)
“Hamarat ev sahibi, gıcırdayan avlu kapısını açtı; dalgın inekleri, böğürme ve ayak sesleri henüz
duyulmaya başlayan sokağa koyvererek yeni uyanan komşuyla bir iki laf atmaya koyuldu.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:13)
“Göreve çıktığı zamanlarda bazen onunla karşılaştığını hatırlıyordu Teğmen. Kuru bir sarmaşık gibi
dikilir, sarkık dudaklarında bir sigara, tek şehvetli yeri olan o dalgalı saçlarındas gezdirirdi elini. Erkeklere
edepsizce laf atardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:52)
“Sibyl kardeşini, kendinden, umutlarından, beklentileriyle olanaklarından konuşmaya yöneltti.
Oyuncuların bir maçta pas vermeleri gibi onlar da birbirlerine laf atıp tutuyorlardı. Sibyl’in içine bir ağırlık
çökmüştü.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:82)
“Daha sonra Oxford Caddesi’ni geçip dar ve utanç dolu yan sokaklarda dolaştı. Boyalı yüzlü iki kadın
yanlarından geçerken ona laf attılar. Karanlık bir avludan küfürler ve darbe sesleri geldi; onu tiz çığlıklar izledi.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:21)
“Gemi, Londra Köprüsü yakınındaki demirleme yerine doğru ilerlerken hava güzel olduğundan, çok
sayıda kentlinin, önlerinde porselen tabaklar, yanlarında alçı pipolarla, içlerinden biri bir gazeteden bir şeyler
okuyarak, sözü sık sık diğerlerinin kahkahalarıyla, laf atmalarıyla kesilerek teraslarında rahat rahat oturdukları
kahvelerin camekanlarına şöyle bir göz atabiliyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:113-4)
Lafa tutmak : Birisiyle uzun uzadıya konuşmaya dalmak
“Doktor ve rahip ayrıldılar. Madam Juzeur mezarlıkta geride kalıp Trublot’yu lafa tutmuştu.
İstemeyerek de olsa, koket tavırlarla genç adama iltifat edip onu arabasına almıştı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:130)
Lafazan : Çok konuşan, dilbaz, çenesi düşük, söz ebesi
“Akşamın beşinde sofraya oturuldu. Saat on birde hala yemek yeniyordu. Görenek öyle olduğu için
beni Matmazel Dumoulin adında bir kıza, emekli bir albayın genç, sarışın, asker tavırlı, iyice serpilmiş, pervasız
ve lafazan kızına eş yapmışlardı. Kız beni bütün gün elinin altında tuttu, bahçeye sürükledi, istesem de
istemesem de dans ettirdi, yordu, bitirdi.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:101)
Laf dolandırmak : Bir türlü gerçeği söyleyemeyerek kelimelerle oyun yapmak, lafı uzatmak ve konun etrafında
bir şeyler söylemek
“Primerose dergisine yazanları aklından geçirdi; bir grup paralı entel - anne sütü yerine para ve kültür
emmiş parlak, seçkin hayvan yavruları. O kız kılıklı sürünün içinde düdük öttürmeye çalışmak! Hepsine de
sövüyordu. Aşağılık herifler! Hem de ne aşağılık! ‘Editör üzülerek bildirir!’ Neden lafı dolandırıyorsun be
adam? Şunu düpedüz söylesene, ‘Senin berbat şiirlerini istemiyoruz, desene!”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:91)
Laf dolaşmak; döndü dolaştı : Etrafta bir tür söylentiler süregelmek; Şundan bundan konuştuktan sonra
sözün ana konuya gelmesi
“Evi bir telaştır almıştı: Taşınıyorduk, sandıklar açılmış, bavullar indirilmiş, denkler bağlanıyordu. Ne
olduğunu, ne olacağını pek anladığım yoktu. İzmir’e gitme diye bir laf dolaşıyordu. İzmir ne, taşınmak ne
demek, bilmiyordum, amma annemle aşçıbaşı Bedros Ağa arasında bir fiskos duymuştum.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:14-5)
“Türküde ceylan lafı geçtiği için laf döndü dolaştı ceylana geldi. Bir tanesi dedi ki:
‘Ocak, şubat aylarında buralarda otuz, kırk bin ceylan bir arada gezer. Ova kapkara kesilir.’
İnanamadım. Otuz kırk bin ceylan bir arada. Olacak şey değil.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:126)
Laf ebeliği yapmak; Laf ebesi : İş yapmaktansa konuşmayı yeğlemek; Çok çeneli, hazırcevap, oturduğu
yerden konuşan
“Nashe’ın itiraflarının saçmalığı, onu daha büyük bir mahcubiyete düşmekten kurtarmış oldu. Kız onu
bir laf ebesi olarak, masal uydurmaktan hoşlanan biri olarak gördü ve...”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:191)
“ ‘<Anne Ridler>a yazılmış mektuptan. Rodos, 15 Haziran 1946> Sevgili Anne, mektubunu biraz önce aldım bunca zaman sonra senden haber almak çok güzeldi...Oyunun için tebrikler.. gazetelerin bazılarının onun
hakkında , ‘..20’lerin atmosferini taşıdığını’ ileri sürmesi beni şaşırttı. Tuhaf diye düşündüm. Belki ben de bunca
zamandır uzakta olduğum ve bizim ülke şairlerini düşündüren konularla çok az ilgilendiğim için eskide kaldım.
Bir laf ebeliğidir gidiyor, şöyle açık seçik ve güçlü bir şey bulmak umuduyla o korkunç antolojilerin ve
dergilerin sayfalarını çeviriyorum – felaket bir saçmalıktan başka şey yok. Galiba bizim kötü bir etkimiz oldu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:103)
“Siz minderlerinize kurulmuş laf ebeleri, buna hezeyan mı demeniz gerekir?”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:123)
“İçerdekiler günlerdir aç, bu yiyecek fazla dayanmaz onlara. Sonra hayvanlara da ot ister, arpa ister...
Eğer Katolik erenleri tepeden onlara çuval çuval buğday atarsa, ona bir diyeceğim yok. Yalnızca, papazlarının
laf ebeliğinden başka bir iş yapmakdıklarını biliyoruz.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:13)
“Yaşlı ve çirkin bir üniversiteli bir kız dikkatimi çekti özellikle, bende tiksinti uyandırdı; kırpılmış
saçlarının üzerine hasır bir erkek şapkası oturtmuştu, sigaralar tüttürüyor, bol bol şarap içiyor, bağırarak
konuşuyor, laf ebeliği yapıyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:63)
“‘... Halk aç, halk sefil, halk cahil! Baştakiler bunu umursamadılar. Yenilerse iktidara geçmek için laf
ebeliği yapıyorlar. Geçtiler mi, kendilerinden öncekilerin yolunu tutacaklar. Halk gene aç, gene sefil, gene cahil
kalacak!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:217)
“Öyleyse kitaplarım söylesin güzel sözler,
Sussun dili gönlümün dilsiz laf ebeleri.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:23, sa:87)
“LAUNCELOT GOBO - Hepsi dünden hazır efendim; herkesin iştahı yerinde.
LORENZO - Aman yarabbi ne kadar laf ebesiymişsiniz ya! Öyleyse söyleyin yemeği hazırlasınlar.”
(W. Shakespeare, “Venedik Taciri”, sa:55)
“Ona dokunan, bu yere kendisinin atanmamış olması, onu es geçmeleri değildi; ama şu geveze laf ebesi
Stremof’un bu yere herkesten daha az layık olduğunu nasıl olup da görmediklerine ermiyordu aklı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:777-8)
Laf etmek : Havadan sudan konuşmak, ciddi olmayan söyleşi; Bahsetmek
“Kitabevinin köşesini dönünce, Makedonya Lokantası’yla karşılaştı, girdi ve doğruca, patronun
bulunduğu kasaya gitti.
‘Daçya vapurunda çalışan sakallı bir tayfa olan Sotir buraya uğrar mı?’
‘Evet, her zaman, ama yemeklerden sonra, kahve içip laf etmek için.’ ”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Sotir”, sa:101)
“OPHELIA - Efendimiz, son zamanlarda, bana sevgisini gösteren birçok tekliflerde bulundu.
POLONIUS - Sevgi mi? Hadi oradan! Böyle tehlikeli durumlara hiç düşmemiş, toy kızlar gibi laf
ediyorsun. O teklif dediğin şeylere inanıyor musun?”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:29)
“Yakalandığı hastalığın amansız olduğunu sezmedi sanırım. Çünkü, kanser hakkında fikri yoktu. Onun
yok ama, senin var... Bakıyorsun canlı canlı konuşuyor, bir şey istiyor. Daha korkuncu gülüyor... Gelecekten laf
ediyor. Sen eziliyorsun.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:130)
“Böylece bir iki laf ettikten sonra kızlar Akulina Teyze’den ayrılarak kendi yollarına koyuldular. Bir
fındık ağacının koyu gölgesi altına çöken Olguşka:
-Hadi, biraz oturalım, yorgınluktan ölüyorum, dedi. Ah, şimdi ekmeğimiz olsaydı, ne güzel yerdik!”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:113)
Laf (söz) gelişi : İşte öylesine aklıma geldiği gibi, tesadüfen bağlamında
“-Annem bize hiç sopa atmaz! dedi hemen Nastya.
-Biliyorum, laf gelişi söyledim. Siz de annenizi hiç aldatmayın, yalnız bu defalık, ben gelene kadar…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:17)
Lafı ağzına tıkamak : Daha sözünü bitirmeden birine hücum borusuyla yanıt vererek ifade olasılığı vermemek
“Tam bir yolunu bulup da bu basit kadınla süt kovalarına değinecekti ki şair, Greene soyadı bu kadar
sıradan olduğu halde ailesinin Fatih’le birlikte Fransa’dan gelmiş olup, oranın en yüksek soyluları arasında yer
almasının tuıhaflığından söz ederek lafını ağzına tıkadı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:63)
Lafı (sözü) ağzında kalmak : Sözü kesilmek; heyecan ya da korkudan sözünü yarıda bırakıp donup kalmak
“Yakalıktan bahseden sarışın genç, muhabirin sözünü ağzından aldı ve bu yüzden ötekinin kendisine
nefret dolu bir bakışla bakmasına neden oldu. Delikanlı neşeli neşeli konuşuyordu.
-Asıl komikliğin bunun neresinde olduğunu biliyor musunuz, ekselans? Kitabın yazarı, bay
Krayevski’nin ‘tenkid’i ‘telkit’ şeklinde yazmasının, kelimenin aslını bilmediğinden ileri geldiğini sanıyor. Ama
zavallı gencin lafı ağzında kaldı, generalin anlatılanı çoktan bildiğini fark etti.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:42)
Lafı bile olmaz : Ondan söz ettirmem, tartışmaya hiç gerek yok
“‘Her neyse, ben senin için yaşı biraz daha büyük, çok güzel ve yine bakire olan başka birini buldum.
Babası onu bir evle değiş tokuş etmek istiyor, ama indirim konusunda tartışılabilir.’ Yüreğim buz gibi oldu. ‘Lafı
bile olmaz,’ diye itiraz ettim korku içinde, ‘ben aynı kızı istiyorum.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:62)
Lafı boğuntuya getirmek : Ciddi konuları şakayla karışık olarak sunmak
“Konuları yüzeyde tutmak - borç, sözleşme çalışma saatleri gibi şeylerden söz edip şakayla karışık lafı
boğuntuya getirmek ve omuz silkip geçmek en iyisiydi.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:124)
Laf-ı (ü) güzaf : (FARS.) :
Boş lakırdı, hespsi yalnızca laf!
“Ben İçeri Düştüğümden Beri : Ben hapise atıldığımdan beri
.................................................
‘Korkak, cesur
Cahil, hakim;
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
şarkılarımızda yalnız onların macerası vardır.’
Ve gayrisi
mesela, benim on sene yatmam
laf-ı güzaf...”
(N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa: 14)
Laf(ı) kesmek : Birinin sözünü bitirmesine imkan vermeden araya girmek; konuşmayı kesmek
Bk.: Sözünü kesmek
“NASTASYA IVANOVNA - Şekerim, kızım, Maşenka’m sinirlenme. İyi yapmadın, fakat şimdi
gidelim artık.
İVAN MAKAROVİÇ - Haydi lafı kesin, düşün önüme. Affedersiniz bayım. (Kızı kolundan tutar.
Üçü de çıkarlar.)
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa.:91)
Lafına metelik vermemek : Sözüne hiç önem vermemek
“-Demek şikayet etmeyeceksiniz, öyle mi?
-İvan vazgeçirdi. Hoş İvan’ın lafına metelik vermezdim ama bildiğim bir şey var da..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” , Cilt:II, sa:22)
Lafına taş koymak : Birisiyle laf düellosunda bulunmak, sözlerini baltalamak, kesmek, tıkamak
“... Sevmediği için her fırsatta tersliyor, zaman zaman da işi hakarete vardırıyordu ama, herifin iliği mi
boktu ne, darılıp küseceğine büsbütün dört elle sarılıyor, ayaklarının altında bir köpek gibi yaltaklandıkça
yaltaklanıyordu. İyi ama, yaltaklanmasa da dikilse, ikide birde lafına taş koysa daha mı iyiydi? Yoo...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:165)
Lafın gelişi : Sözün gelişi, örneğin, demiş olmak için
Bk.: Sözün gelişi
“Cosimo on iki yaşındaydı, bense sekiz. Ancak birkaç aydır ailenin toplu yemek yediği masaya kabul
ediliyorduk. Küçük yaşta olmama karşın ben de kardeşimin yükselişinden yararlanmıştım: Tek başıma yemek
yememi istememişlerdi... Yaranmak, lafın gelişi söylenmiş bir söz. Cosimo ile benim için güzel günlerin sonu
gelmişti.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:11)
“Elleri tabutunun kenarında, başında bekleyen adamlar, onu, yolcu edecek ziyaretçilere sunar gibiydiler.
Yolcu etmek lafın gelişi, çünkü kaba saba giysiler giymiş bu becereksiz ve çekingen robotlar ansızın kefene,
tabut kağına ve tornavidaya atıldılar.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:145)
“Bundan iki yıl önce, 1937’de, büyük stadyum üzerine konuşulurken is, lafın gelişi söylüyormuşçasına
(Hitler) şöyle der: ‘1940 olimpiyatları bir kez daha Tokyo’da yapılacak. Ama ondan sonra sonsuza dek
Almanya’da düzenlenecek.’ ”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:113)
Lafını (sözünü) ağzından almak : Birinin sözünü kesip yarım bıraktırmak
“Yakalıktan bahseden sarışın genç, muhabirin sözünü ağzından aldı ve bu yüzden ötekinin kendisine
nefret dolu bir bakışla bakmasına neden oldu. Delikanlı neşeli neşeli konuşuyordu.
-Asıl komikliğin bunun neresinde olduğunu biliyor musunuz, ekselans? Kitabın yazarı, bay
Krayevski’nin ‘tenkid’i ‘telkit’ şeklinde yazmasının, kelimenin aslını bilmediğinden ileri geldiğini sanıyor. Ama
zavallı gencin lafı ağzında kaldı, generalin anlatılanı çoktan bildiğini fark etti.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:42)
Lafını (bile) duymak istememek : Hiddetten, ilişkisini işittiği kimsenin adını bile duymak istememek
Bk.: Sözünü bile işitmek istememek
“Bir arkadaş aracılığıyla, bu kadının geçimini sağlayacak parayı ödemiş, ama, buna karşılık, artık onun
lafını bile duymak istemediğini ve kendisini tamamen unutmasını ve ismini bile ağzına almamasını ona
söyletmişti.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:126)
Lafını edememek : Söz konusu edememek, ağzını açamamak
“ ‘Durmadan izin, izin. O kadar şişiniyordunuz ki karılar kızlar biraz emsin, sömürsün de aklınız başına
gelsin diye herhalde boyna izne yolluyorlardı sizi. Biz 1914’te iznin lafını edemedik yıllarca. Biz...’ ‘Evet, siz de
izinli çıkıyordunuz 1914’te, bal gibi çıkıyordunuz.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:268)
Lafını etmek : Sözünü etmek, bahsetmek, anımsamak, hakkında konuşmak
“ ‘Bizim İnce Memed. Maşallah tosun gibi olmuş. Babayiğit. Ben de bugünlerde duruyor duruyor senin
lafını ediyordum. Noldu bu çocuğa? diyordum. Demek yüreğime doğuyormuş.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:115)
Lafını kesmek : Konuşurken araya girmek, birinin cümlesini bitirmesine olanak vermemek
“Belediye başkanı ezile büzüle bir şeyler söylemek istedi.
Köşk sahibi bayan ‘birşey söylemeseniz daha iyi olur’ diye adamın lafını kesti. ‘Ben hepsini
biliyorum. Okul paraları derneğinizce verilecek olan çocuklar on iki yaşına geldikleri halde A harfi ile Z harfini
bile ayırdedemiyorlar.’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:12)
“ ‘Evet!’ derken gülümsemekten kendimi alamadım. ‘Demek zahmetiniz boşuna değilmiş!’
N.’nin babası: ‘Fakat çok üzgünüm ki ben şakadan hiç hoşlanmam,’ diyerek lafımı nobranca
kesiyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:18)
Lafın ucunu kaçırmak : Sözü fazla uzatmak
“‘Bravo be çocuk!’ dedim kendi kendime. ‘Ne adammışsın!’
Keşfimi Yazar’a ve Lara’ya anlatmak için yanıp tutuşuyordum; belki de güzel bir hikaye konusu
olurdu bu. Neyse, galiba yine lafın ucunu kaçırdım ve size esas anlatmam gereken noktayı geciktirdim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:130)
Lafı uzatmadan : Sözün kısası
“İkinci paragrafta, lafı uzatmadan konuya giriyordu. Frashawe ortadan yok olmuştu ve altı aydan fazla
bir süredir onu görmemişti. Onca zamandır Fanshawe’den ne bir haber almıştı, ne de nerede olduğuna ilişkin bir
ipucu vardı.”
(P. Auster, “Kiltli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:7)
Laf işitmek : Azarlanmak
“MADELEINE - (Başını duvar saatine doğru kaldırarak.) Saat dokuz olmuş. Vakit geldi. Bir de işime
gitmem gerek, üstelik, geç kalacağım!
ANEDEE - Çabuk ol.
MADELEINE - (Şapkasını başına geçirerek) Laf işiteceğim. Şimdi başlarlar aramaya.. (Telefon
santralında zil sesi.) İşte, başladılar bile... Geliyorum...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:48)
“Utopia’nın rahipleri din işlerine bakarlar, törenlerini yönetirler, bir tür ahlak yargıçlığı ederler.
Uygunsuz bir davranış yüzünden onların önüne çıkmak ve laf işitmek büyük ayıp sayılır.”
(Th. More, “Utopia”, sa:145)
“Büyüklerin saraylarında kullanılan kulların ve hizmetlilerin her birinin bir işi, görevi vardır. Bunları
yerine getirmekle biraz gevşeklik ya da savsaklık gösterirlerde laf işitir ve azarlanırlar..... Ancak dervişler, böyle
bir durumdan uzaktırlar. Bunların yapması gereken de, büyüklerin lütfuna şükretmek, onları iyilikle anmak ve
kendilerine hayır dua etmektir. Böyle bir hizmetin arkadan yapılması, huzurda yapılmasından iyidir.
Günlerin anası doğurdu beni
Şu kambur feleğin doğruldu beli...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:32)
Laf kalabalığı : Bir ipe sapa gelmez konuşma, boş lakırdı; Laf salatası (Salade de mots-Fr.)
“Hemen hemen her yıl, genellikle sonbahara doğru, yolculuktan geri dönen en az bir kişiden böyle bir
kart alıyorum; dile getirilen hayal kırıklığında, ağlamaklı bir suçlamadan çok daha fazlası var. ‘Bizi uyaramaz
mıydınız, St. Juan’ın (ya da Bevalo’nun, ya da Kalamas’ın) çok sıcak ve tozlu olduğunu, bizim milletimizden
insanlarla dolup taştığını söyleyemez miydiniz?’ diye yazıyorlar hep. Bunları iç geçirerek okuyor ve her zaman,
acaba neden hiç kimsenin aklına seyahat acentesinin allı pullu laf kalabalığına karşı Yolculuğun Tehlikeli
Elkitabı hazırlamak gelmez diye merek ediyorum.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:528)
“Savaştan önce, onlarla baş edecek sağlam araçlarımız vardı. Parti, sendikalar, komiteler. Burada hiçbir
güç yok elimizde. Öyleyse yeni güçler yaratmak zorundayız. Bu iş kuşkusuz bir sürü boş gevezeliğe, laf
kalabalığınına ihtiyaç gösterir, bunu hiçbir zaman sevmedim ben, ama başka çaremiz yok.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:306)
Laf lafı açmak : Konuşma esnasında sözcüklerin yenilerine çağrışım yapması; nedeni olmak
“Laf alfı açtı, konudan uzaklaştık. Tekrar Cambridge’e dönelim. Hanımın teklifini hatırlarsınız. Bir
anlık duraksamadan sonra, genç hanıma, ikimizin de önünde dikildiği ‘24-hour store’u göstererek bir öneride
bulundum.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:144)
“Laf lafı açardı, bir bakardım ayağa kalkmışlar. Işığı yakarlardı. Hırçınlaşan babam giyinir, annem
üstünde gömlek, ilk tokat suratına ininceye kadar sövüp sayarak onun ardında dolaşırdı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:107)
“Türküyü Ali söylüyordu. Sonra kesti.
Laf lafı açtı. Eski yaşayışlarından, şimdiki yaşayışlarından söz açtık. Tahtacılar dertli. Bunlar az da
olsa toprak sahibi olmuşlar. Sevinçleri de bundan. Bu dağların ortasında tahtacıların üç tane de radyoları var.
Çoluk çocuk başına üşüşüp türkü dinliyorlar.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:61)
“Genellikle turunu bitirince, saat bire doğru uğrar ve böylece iki çift laf etmeye zamanımız olur. Laf lafı
açtıkça ikimizin de doğa bilimlerine düşkün olduğumuz ortaya çıktı. O postacılık yapmadığı zamanlar doğa
fotoğrafları çekiyor.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:199)
Laflamak : Konuşmak; gevezelik, lak lak etmek
Bk.: Laf yapmak
“<Dr. Sinskey> ...Dünya Sağlık Örgütü ve diğerlerinin tedavi planlarından bahsettiği konuşması
iyimser ve endişe gidericiydi. Coşkulu bir alkış almıştı. Konuşmanın ardından, bazı akademisyenlerle koridorda
laflarken, üst düzey diplomasi nişanı taşıyan bir Birleşmiş Milletler çalışanı yanına gelip sohbeti böldü.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:127)
“Müdür, çapayı yoklayıp tarama yapmadığından emin olduktan sonra kıç tarafa gelip yanımıza oturdu.
Tembel tembel biraz lafladık. Daha sonra yatın güvertesine sessizlik hakim oldu. Nedense domino oynamaya bir
türlü başlamadık. Düşüncelere dalmıştık.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:32)
“Papazın evine girdikten sonra üst kata çıktı, subayların seslerinin işitildiği odanın önünde dikildi.
Subaylar sohbete dalmışlar, oradan buradan laflıyorlar, en çok da tugaydaki kargaşalıktan dem
vuruyorlardı. Tugay komutanının emir subayı bile dökülüp saçılıyordu. ‘Dün o Şvayk denen adam için telgraf
çektikk. Şvayk...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:260)
“ ‘Bu benim yıllar sonra ilk tatilim. Tatil yapmayı sevmiyorum. Burada, küçük bir kızken severdim.
Sister’ların yardımıyla Adrian’da üniversiteye başladığımdan beri artık sevmiyorum. Hayatım çalışmakla
geçiyor. Dünya bankasında çalışırken bir gün bile izin almadım. Burada, New York’ta da öyle. Kendi kendimle
Dominik tarihi üzerine laflayacak zamanım yok.’ ”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:136)
“Bir yandan da, Tuğde’nin oynayabileceği yaşta çocuğu olan arkadaşlarım hızla geçiyordu aklımdan.
Onlardan birinin evine gitmesek bile bir yerde buluşabilirdik. Çocuklar kendi aralarında oynar, ben de biraz
laflardım. Aslında canım da kimseyi çekmiyordu.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:30)
“O gece, her şeyden söz ederek dolaştık. Giyinecek zaman bulmuşsam, akşamları keyfim yerinde olur.
Boyunbağının giysiyle uyumlu olmasına özen gösteririm, ama Linda bu rengin yakışmamış olduğunu söyledi.
‘Olduğum gibi çıktım, Amelio’ya gitmek için. Gitmiyor muyuz?’
‘Boşver. Bu akşam laflayalım.’ ”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:12-3)
“Çalışma odasına girip kapıyı arkalarından kapattılar. Güzel, dedi kısa boylu sıska, güzel Doktor
Pereira, iki yardımcım iş yaparken biz de biraz laflayalım. Polise telefon etmek istiyorum, diye yineledi Pereira.
Polis, diye sırıttı kısa boylu sıska, ama polis benim Doktor Pereira, en azından onların yerini ben dolduruyorum.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:159)
“Balıklar getirilmişti. Mitchell’in çırağı, balıkları dirseğinin altına kıstırıp, motosikletten atladı.
Midilliye mutfak kapısının önünde şeker yedirecek, azıcık laflayacak vakti yoktu, işi başından aşkındı artık.
Tepenin ötesindeki Bickley’e balık teslim edecekti daha; ayrıca Waythorn, Roddam ve pyeminster’a da
uğrayacaktı...”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:33-4)
“Bu kargaşanın biraz ötesinde, gezinti güvertesinde bir tanıdıkla laflıyordum ki, yanıbaşımızda iyi ya da
üç kez keskin bir flaş patladı; tam kalkıştan önce gazeteciler ünlü birini soru yağmuruna tutuyor ve fotoğraflarını
çekiyordu anlaşılan.”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:5)
Laf ola beri gele; Laf olsun diye, işte : Sırf birşeyler söylemiş olmak için
“BARIŞ İÇİN SAVAŞIYORLAR
--------------------------------------Laf olsun diye mi konuşuyorlar?
Neden tartışıyorlar?
Bu kadar kolay mı öldürmek?
Bu mu istedikleri?
Evet,
Konuşuyor, tartışıyor, öldürüyorlar –
Barış için savaşıyorlar.”
(Şakir Abdürrahim Amir, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:36)
“ ‘Kuşkusuz. Ne yazık ki bu ev bana ait değil. Artık senin de gitme zamanın geldi.‘
‘Biraz sonra. Bir gözlemimi daha söyleyeyim. Dün akşam Tanrı yüreklerimizdeki yarıkların içini
görebiliyor derken laf olsun diye konuşmamıştım. Tam anlamıyla safdilin biri sayılmam ama bu beni gerçeği
söylemekten alıkoymaz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:102)
“Kendi kendine yalan söyleyen herkesten önce alınır. Bazan alınmak pek tatlı gelir, değil mi? İnsan,
kimseden kötülük görmediğini, kırgınlığı kafasından uydurup, laf olsun diye, sırf sahne yaratmak için yalana
sarılarak pireyi deve yaptığını bildiği halde surat asar…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:60)
“ ‘... Sonuç olarak, bu kentte servet yapmak isteyen, kutsal emanet satıyor, evine döndüğünde servet
yapmak isteyen de onları satın alıyor.
‘O zaman bizim Vaftizci Yahya başlarını ortaya çıkarma zamanı geldi!’ dedi Boidi, umut dolu bir
sesle.
‘Boidi sen laf olsun diye konuşuyorsun sadece,’ dedi Şair. ‘Her şeyden önce, bir kentte, başlardan
ancak birini satabilirsin, çünkü sonra haber yayılır.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:489)
“Salona girip isteksizce günlük gazeteye laf olsun diye bir göz atmak üzere iken, Elmira, zayıf bir sesle,
gölge gibi belirdi: ‘Profesör’, dedi, ‘bu gece için hanımın vücudunu mezarlığa alıyorlar. Onu kiliseye kabul
etmeyeceklermiş.’ Ve sessizce uzaklaştı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:95)
“Kanımca Birleşik Amerika eğitim ve öğretim işlerinin yönetimini Metereoloji’ye vermek gerekirdi.
Bunu laf olsun diye söylemiyorum. Akla yakın nedenlerim var. Ama sizler öğretmenlerin meteoroloji dairesinin
emrine verilmesine karşı bir neden gösteremezsiniz.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:59)
“Başkan: ‘Beni dinle!’ diye oğlanın sözünü kesiyor. ‘Bay öğretmenin sorgu yargıçlığında verdiği
ifadede N.’nin bu valiz kırma olayını sana itiraf ettiğini kendisine söylediğin yazılı.’
‘Bunu laf olsun diye söyledim.’ ”
(Ö. von Hobarth, “Allahsız Gençlik”, sa:105)
“BAY SMİTH : Erkekler de kadınlar gibi yapsalardı, gün boyunca sigara içip pudralansalar,
dudaklarını boyasalar, viski içselerdi o zaman kimbilir neler diyecektin?
BAYAN SMİTH : Beni hiç ilgilendirmez! Ama bunu canımı sıkmak için söylüyorsun, o zaman....
BAY SMİTH : (Ayağa kalkar ve sevgi gösterileriyle karısına doğru gider.) Aman da benim kızarmış
pilicim, neden öyle ateş püskürüyormuş bakayım, laf olsun diye söylediğimi biliyorsun! (Beline sarılıp onu
öper.) Ne gülünç yaşlı ve sevdalı bir çiftiz biz! Haydi gel, ışığı söndürelim, gidip mışıl mışıl uyuyalım!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 2 - Kel Şarkıcı”, sa:45)
“ ‘... Ben de zaten Murat Bey’le kararlaştırmıştım, gideceğimiz günü... Söyledim. Peki, dedi.’
‘A, ben ata binemem. O gün laf olsun diye öyle bir şey söylemiştim. Hem bu kılık kıyafette ata nasıl
binilir, allah aşkına?’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:50)
“Ona, laf olsun diye, son zamanlarda başından geçen askerlik meselelerini hikaye etti; şimdi nerededir?
Nasıl talim ediyorlar? Saatlerce nasıl yürüyorlar? Nasıl bir karavanada yemek yiyip, nasıl bir koğuşta, kiminle
beraber yatıp kalkıyor? Bunları anlattı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:150)
“En iyisi açıkça yanıma almadım, demek. Balığa çıktık derim. Laf olsun diye zaten birer balık çektik
Suat’la. O, eli boş dönmesin diye aldı yanına. Eve götürür, tel dolabının orta yerine yerleştirir. Ailece paylaşacak
olsalar, bir tadımlık bile düşmez her birine.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:30)
“Zavallı çingene, birden, öyle afalladı, öyle korktu ki, ağlar gibi yalvarmaya başladı:
-Köpeğin olayım, yapma beyim! Tabanlarını yalayım etme beyim! Yok benim içimde hiç bir kötülük
size karşı. Ben sorarım size laf olsun diye!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:107)
“Dökmedi. Cıgarasını kibritiyle yaktı yeniden. Sönmüştü çünkü. Neden sonra laf olsun diye başladı:
-Mustafa Kemal Paşa’nın Yunan’ı İzmir’de denize döktüğü yıldanberi bu şehirde arabacıyım.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:13)
“Aynı adam:
‘Ormancılar laf olsun, garaz olsun diye verirler köylüleri mahkemeye. Hepsi de beraat eder.’
‘Boş yere orman yakılmaz ya.’
‘Yakılmaz.’
‘Eee?’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:39)
“Johann Buddenbrook’un küçük ve çukur gözleri bulanmaya başladı ve şakak kemiklerine kadar
uzanan kırmızı çizgiler oluştu gözlerinin kenarlarında. Laf olsun diye sormuştu, yoksa bu bir tek alacaklının
vadeyi uzatmasının durumu pek de değiştirmeyeceğini çok iyi biliyordu. Ama bu adamın kendisini reddediş
biçimine çok öfkelenmiş ve büyük utanç duymuştu.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:200-1)
“Ömer alıp baktı: Resimde denizci elbisesi giymiş bir çocuk vardı. Bir elini bir iskemlenin kenarına
koymuş, ötekiye selam veriyordu. Laf olsun diye sordu:
‘Kaç yaşında?’
‘Bir hafta sonra dört yaşını dolduracak!’ dedi Atiye Hanım. ‘1932 Mart’ında doğdu.’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:92)
“Olaylar biraz açıklığa kavuştuğunda, gece birkaç saat yaşlanmıştı, her zaman her şeyin açıklanması
istenir, laf olsun diye işte, neyin olup bittiği tamamen biliniyordu, ama neyin başladığı, işte sorun bu.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:301)
“Adam güçlükle homurdandı:
-Yemin ederim doğru söylüyorum, yemin ederim…
Mathieu cebinde bir on santim bulmuştu:
-Sen bilirsin, dedi; laf olsun diye söyledim.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:5)
“Mösyö Darbédat, siyah saç yığınının altındaki bu parlak ve yıpranmış yüzü bir an sıkıntıyla seyretti.
‘Kızda bir trajedi oyuncusu havası var,’ diye düşündü. ‘Kime benzediğini de tam tamına biliyorum. Orange’da
Phédre’i Fransızca oynayan şu kadına, Romanyalıya.’ Bu yersiz açıklamayı yaptığı için onu gücendirmiş
olmaktan yargılandı: ‘Laf olsun işte! Küçük şeyler için tatsızlık en iyisi.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53)
“Mathieu cebinden bir beş franklık çıkardı. ‘Boşver, laf olsun diye söylemiştim.’ Parayı adama verdi.
Adam duvara yaslanarak, ‘Bu yaptığınıza ne derler biliyor musun?’ dedi. ‘İyilik. Sana kıyak bir şeyler
dilemek istersem, ne dileyeyim?’. İkisi de düşündü.”
(J.-P. Sartre, “İlk Uyanış”, sa:9)
“İvan İlyiç karısının bu soruyu durumunu öğrenmek için değil, laf olsun diye sorduğunu biliyordu.
Çünkü kadın yönünden kocasıyla ilgili öğrenecek bir şey yoktu artık. İvan İlyiç böyle düşünüyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:86)
“HASPA : ...Şeyi düşünüyordum da hanımcığım, o centilmenin Parkta karşılaştığınızda size neler
söylediğini.
LADY U.K. : (Aynaya bakarak) Laf ola beri gele - ne demişti sahi? Saçmasapan şeyler! Küpidon’un
oklarıymış da - ha ha! Sivriltip okunu, gözüme yüzüme tutacakmış... Pöh! O lordumun zamanındaydı, yirmi yıl
oldu lord gideli... Ama şimdi şu anda ne der acaba? (Aynaya bakar) Sir Spanyel! Ödlekzade yani... (kapı
tıklatılır) Şşşt! Onun arabasının sesi bu. Koş, kızım. Aval aval bakma.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:112)
Laf ola torba dola : (COLLO.) Sırf laf edip vakit geçirmek, boş yere gevezelik etmek anlamında bir sözcük
“Teğmen Lukaş, yattığı yerden: ‘Ulan, Şvayk,’ dedi, ‘gene abuk sabuk bir şey anlatacaksın galiba,’
dedi.
‘Haklısınız komutanım. Gerçekten de saçma sapan bir hikaye. Laf ola torba dola işte, nereden aklıma
geldi ben de bilmiyorum.......çeşit çeşit insan var bu dünyada..... Bruck, kafayı bulup hendeğe yuvarlanmıştı da
bağırıp duruyordu oradan: ‘İnsanoğlu gerçeği öğrenmeye yazgılıdır; tüm evreni ruhuyla uyum içinde yönetebilir,
kendini sürekli eğitip geliştirebilir, giderek daha anlayışlı, daha sevgi dolu bir dünyanın basamaklarını
tırmanabilir!’ Çekip çıkarmaya çalışanları tırmalayıp ısırıyordu. Meğer evinde sanırmış kendini. Sonunda ne halt
edersen et diye bıraktık, bu sefer de kurtarın beni burdan diye yalvar yakar oldu.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:187)
Laf salatası : Anlamsız, karman çorman sözcüklerden oluşan konuşma (Klasik olarak, Şizofreni’nin konuşma
tarzı:‘Salade-de-mots’-FR.)
“Konuşkan toplumların insanları ise söylenmesi gereken’i çoğunlukla ikinci plana atarak, konuşmak
adına konuşurlar. Böylece ortaya çıkan laf salatasının üretkendliği, elbette ki çok tartışmalıdır.”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:206)
“LAF SALATASI - “O kırmızı dosyayı elde etmek için yüz Bulgar, iki yüz Rus, dört yüz Alman casusu
yıllarca benimle uğraştı..... Bu casuslar, benim psiko-dinamo adını verdiğim bir ruh makinasının planları için
çabaladılar..... Psiko-dinamo öyle bir makine ki, insanı önüne oturtuyorsunuz, alına bir, tabanına da bir elektrod,
veriyorsunuz ceryanı. İbre size o şahsın gelmişini, geçmişini, hayattaki tüm işlemlerini, hatta torunlarını,
dedelerini..... bu dünyada ve ahrette yaptıkları ve yapacakları her şeyi ayrıntılarıyla sergileyen grafiği çiziyor.....
Efendim, dünyada türlü türlü allahlar var: yemek allahı, gezmek allahı, mide allahı ve ilah...
-Beyler, Hoca gelecek, lütfen koğuşa girin.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Laf Salatası”, sa:13-5)
“Bütün kollar havaya kalktı, bütün yüzler o yana döndü.
‘Selam sanai tatlı Carinthia!’ dedi Prens, şapkasını yana savurarak. Kız da başını kaldırıp onun
gözlerine baktı:
‘Aşkım benim! Biricik efendim!
‘Yeter ama. Yeter. Yeter,’ dedi Isa içinden. Gerisi hep aynı laf salatasıydı.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:83)
Laf sızdırmak : Gevezelik etmek, lafı ağzından kaçırmak
“HAVVAS AĞA - Haydin tüfekliler, iş başına! Hazırlıklarınızı tamamlayasınız. Atlarınızı,
tüfeklerinizi hazır edesiniz. Kimseye laf sızdırmayasınız haa! Ben de gidem, makine işlerini halledem.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:46)
Laf sokuşturma : Konuşurken araya kinayeli, iğneleyici ve suçlu hissettirici sözler sokmak
“Ve Tanrım, beni nelerin beklediği ayan beyan ortadaydı. Haftalar boyu süren dırdır ve küslük, tam
sulh olduk derken gelen laf sokuşturmalar, daima geciken yemekler, neler olup bittiğini ölesiye merak eden
çocuklar. Ama benim asıl ağrıma giden, Aşağı Bienfield’e gerçek gidiş nedenime hiçbir biçimde akıl
erdirilemeyen o zihinsel fakirlikti.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:267)
Laf söylememek, söyletmemek : Sevilen, sayılan bir kimsenin ardından olumsuz söz ettirmemek
“Kör, yüzünde korkutucu bir ifadeyle: ‘Kadınlarıma laf söylemeyin, Bay Fischerle!’ diye onun sözünü
kesti. ‘Benim kadınlarım sakat değildir. Küfür etmeye kalkışmayın!’ Bu sözlerin ardından neredeyse mağazasını
da anlatmaya kalkışacaktı. Ama rakibine bakınca, aklı başına geldi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:373)
“Bana Franziska için bir şey söyleme. Ona laf söyletmem. Eğer işler yolunda gitseydi, aşkı ben güzel ve
beni mutlu edecek bir biçimde tanımış olacaktım.”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:90)
Laftan anlamaz : Söz dinlemez, bildiğini okuyan
“ANNE : Fatma da kahveleri hala getirmedi. Ne ağır canlı kadın. O kadar da söyledim. Yemekle
kahvenin arasını fazla açma diye.
BABA : Anlamaz. Laftan anlamaz. Beyhude yorma kendini. Taş çatlasa bildiğini yapacak.”
(S.K. Aksal, “Oyunlar – Evin Üstündeki Bulut”, sa:43)
Laf yapmak :
Sözleri daha usturuplu <düzenli, etkili> bir şekilde başkalarına takdim edebilmek
“Jacob karısına bir kez daha teslim olarak sustu karısının ağzı ondan daha iyi laf yapardı.
Birbirlerine iyi geceler diledikten sonra, ikisi de uyuyormuş gibi yapıp birbirlerini kandırmak için
derin derin soluk alırken, acıyan gözleriyle karanlığı gözleyerek öylece yattılar.”
(J. Greenberg, “Ben Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:13)
Laf yetiştirmek : Mütemadiyen konuşmak, lakırdı atmak, şikayetçi bir şekilde konuşmak
“... anne bunun dışında çocuğun çok yaramaz olduğunu da bildirdi. Çocuğun anaokulundan beri
‘hiperaktif’ olduğunu, karşısındakine sürekli laf yetiştirdiğini, her şeyi daima ‘kendi bildiği gibi’ yapmak
istediğini, ve -başkalarını nasıl algılanmak istediklerini bilip ona göre davranıyormuş gibi- kurnazca yönlendirici
olduğunu anlattı.”
(Carroll,Lee & Tober, Jan; “indigo çocuklar”, sa:49)
“Artık benim gözlerim dolmuştu. Üstelik Bayan Renard’ın da içinden kaynadığını duyumsuyordum.
Bana boyuna laf yetiştiriyordu: ‘Ah, miskin! Görmüyor musun? Balıklarını çalıyor! Görmüyor musun?’ ”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:31)
“Bir dirsek bara dayanmış, ayak aşağıdaki demire, diğer elde biraları taşan bir bardak, sarışın garson
kızla çene çalıyordu. Kız, tezgahın öte yanında bir sandalyeye çıkmış, bira şişelerini yerleştiriyor, omzunun
üzerinden de yapış yapış laf yetiştiriyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:88)
Lağım faresi : İğrenç, pis, şundan bundan geçinen kimse, üç kağıtçı (Argo)
“SHANNON - Eğer tura götürdüğüm gruplara karşı gerektiğince sorumluluk duygum olmasaydı, şu
grubu hemen devrederdim - çünkü sizin grubunuzu sevmiyorum - buradaki şu soysuza, onun gibi lağım faresi
Latta’lara hemen teslim ederdim.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:92)
La; Lahavle çekmek : (ARAP.): ‘Lahavle vela kuvvete illa billahi’l aliyyi’l azim’ , yani, ‘Çekip çeviren de,
güç sahibi de -bunun hakkından gelebilecek de- sadece Allah’tır.’ Ya sabır çekmek, sabrın tükendiğinin işaretini
vermek
“ ‘Üç kuruş, lütfen!’ dedi biletçi amca. ‘Kız kaç yaşında, yedi var mı?’
‘Yok canım... Onun boyuna bakma, daha beş buçuk yaşında!’ diye yanıtladı beybam.
Biletçinin inanmayan bakışının ardından bir ‘la havle...’ çekti. Eminim, dükkanda olsa küfrederdi.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:7)
“ ‘Büyükbaba, siz hayat kadar bunaltıcısınız!..’ dedi. Sonra bir mahalle çocuğu tavrıyle ıslık çalarak
uzaklaştı gitti. Naim Efendi, bir müddet şaşkın şaşkın torununun ardından baktı, içinden: ‘Lahavle, lahavle,’
diyordu.; ‘bu kızda garip bir hal var!’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:17)
“Fatiha <Kur’anın birinci suresinin adı> okudu, epeyce bir lahavle çekti. Ama fatihası gönlündeki
derdi çoğalttı. Fatiha (hayrı ve şerri) çekip def etmede tektir, ama onu bizzat fatiha bu yana çekiyordu.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:6, sa:274)
“Düşmanlar derdini işitmesinler
Lahavle çekerek, sevinmesinler!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:162)
“Dadal Efendi, bu sorunun ‘kimden aşırdın?’ anlamına geldiğini, ağız yoklayaraktan bir ek yerini
bulup polise vermek niyetine başlandığını anlamakla lahavle çekti.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:55)
Laissez aller : (FR.,EKO.,KOLL.) : <Les’e alle> : Bırakınız gitsin! = Allow to go; Laissez faire : <lese
Fer> : Bırakınız yapsın! = Let the parties concerned alone; Laissez passer : <lese pase> : Bırakınız geçsin!
= Allow to pass; (XVII-XVIII.y.y. Fransız Ekonomi doktrini . (İNG.)
Lakab(p) takmak : Bugünlerde pek rastlanmamakla beraber, eski Osmanlı hayatında, Giritte, bir çok yabancı
memleketlerde de -özelllikle çocuklar arasında izlenen, genellikle alaya yorumlanabilecek alışılagelmiş bir adet<nick name (Ing)-göbek adı>
“İkinci sınufta Titiros hüküm sürüyordu; zavallı hüküm sürüyor ama, hükümet etmiyordu. Solgun
benizli, gözlüklü, gömleği kolalı, sivri yan basılmış rugan ayakkabılıydı; uzun burnu tüylü, ince parmakları
tütünden sararmıştı. Adı Titiros değil, Papadakis’di, fakat papaz olan babası, bir gün ona köyden kocaman bir
kelle peyniri getirmiş. Oğlu ‘Bu ne kocaman peynirdir, baba?’ demiş <Adamın adı Papadakis, yani ‘Papazoğlu,
Papazzade’ anlamına gelir. Kendisine takılan Titiros lakabı da Yunanca ‘Ti Tiros!’ olup, ‘bu ne kocaman
peynir!’ anlamında kullanılır. Giritlilerde, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, lakap takma yaygın bir adettir>
Rastgele evde bulunan bir komşu kadın, bu sözleri duymuş. Artık fazlasına gerek yok, zavallı öğretmeni
makaraya alıp lakabı takıvermişler.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:47-8)
“Bird; yirmi yedi yıl dört ay yaşamış bir adam. Ona Bird <İng.: Kuş> lakabını taktıklarında on beş
yaşındaydı. Sonrasında o hep Bird’dü; şu an vitrinin camında oluşan karanlık ve mürekkep rengi gölün ortasında
pejmürde kılığıyla suyun yüzüne vurmuş ceset gibi haliyle bir kuşu andırıyordu. Çelimsiz ve sıskaydı Bird.”
“Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:12)
Lakayt :
(ARAP.): Kayıtsız, ilgisiz, gösterişsiz
“Aşağıdan Süreyya’nın sesini işittiler. Balkonun kenarına çıktılar; Süreyya sandalda, lakayt bir elbise,
güneşten kavrulmuş bir çehre ile yukarı bakıyor, fesini sallayarak, ‘Hoş geldin, bakalım, bir haftadır neredeydin
a kuzum?’ diyordu.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:108)
Lakırdı : Söz, laf, lafü güzaf (yani doğru olmayan dedikodu, yanlış)
“KOMİSER (Birden parlar, parmağı Celile’nin gözlerini delecektir.) - Sensin!...
CELİLE - Vallahi değilim, billahi değilim efendiciğim, beni dinşeyin! Ben nasıl deli olurum?
KOMİSER - Sensin! Lakırdı dinlemem...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:105-6)
“Hayrullah Bey gülmeye, benimle eğlenmeye başladı:
-Lakırdıdır o küçük, o suratlı adama kimse metelik vermez. Hele siz yaştaki kızlar yok mu?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:347)
Lakırdı anlatamamak : Sözle etkili olamamak, dinletememek, söz geçirememek
“Babamın biraz canı sıkıldı ama, bana lakırdı anlatamadı. Onlar da razı olmak zorunda kaldılar.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:352)
Lakırdısını etmek : Hakkında konuşmak
“SUE, avutmaya çalışır. - Yok canım… Sen de artık kendini büsbütün kuruntuya kaptırdın…… (Kapı
açılır, Nat görünür…. Delikanlı görünüşte çökük omuzlu, sararmış yüzlü, kasları gelişmemiş bir ev içi ürünüdür.
Drew büyük bir samimiyetle ona hitap eder.) Merhaba Nat! Şeytanı an karşına çıksın! Şimdi Sue ile birlikte
lakırdını ediyorduk.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:49)
Lakırdıya dalmak : Konuşmaya, sohbete dalıp zamanın nasıl geçtiğini kaydetmemek
“İki komşu kadınla ev sahibi hanım, lakırdıya daldılar. Benim temiz yürekli, çok iyi bir çocuk
olduğumdan söz ediyorlardı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:337)
Lakırdıya tutmak : Birini, konuşmayı uzatarak oyalamak
“Ben Sör’ü lakırdıya tutarken sinek yürümeye başlamıştı. Zavallı kız, havagazı lambasının ışığında
korkunç bir akrebin kıskaçlarını, kuyruğunu titreterek kürsünün üstünde yürüdüğünü görünce bir feryat kopardı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:25)
Lakırdıyı uzatmak : Ana konuyu gizlemek kastiyle sözü uzatmak
“Adam:
-Ne yapacaksınız? dedi.
-Trene bineceğiz !
-Siz kimsiniz ?
-Arkadaş, lakırdıyı uzatma, seninle çene yarıştıracak vaktimiz yok.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:218)
Lakin : Ama, amma, ancak, bununla birlikte, fakat
Bk.: Amma velakin
“RÜYA
-------ey gözleri aydınlık bir yol, güzellik ülkesine
ey bakışları şarap, mineli kadehte
ah, koş ey, dudakları çöl laleli, kan renginde
yol, çok uzundur
lakin yolun sonu nurdan saraydır”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:41)
“Lakin ben bugün ne öğreneceğim! Yıllarca evvel, korkak ve sıkılgan bir acemi çaylak gibi geldiğim
yer burası değil miydi? Burada o sakallılara güvenerek, onların gülünç sözlerine kapılmamış mıydım?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:95)
“Selma Hanım..... bir çocuk gibi sevinç içindeydi:
‘Keşke bir mani çıksa da, bir gece burada kalsak,’ diyordu.
Lakin, ne yazık ki manii Çankırı’da arabada çıkardı. İnebolu’da ytapılan pazarlığa göre her durakta bir
gece kalmak koşulu varken, arabacı, kırk sekiz saatlik bir iskenceye mahkum etti ve ondan sonra Ankara’ya
kadar yolculuğun artık hiçbir tatlı tarafı kalmadı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:23)
“Lakin, ben bütün bu yazıları bir kimseye bir şey anlatmak için yazmıyorum. Hayır, hayır, bu hiç
aklımdan geçmedi. Ben bu yazıları, kendi kendime konuşmak için, yalnız bunun için yazıyorum.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa.98)
“..... işte bu adam, geçenlerde gözden kaçırdığı o dilenci olmalıydı. Yusuf bir daha baktı, açıklama
gerektiren bir durum, onca kadının arasında bir de o adam yürüyordu. Yusuf Şimon’a da bakmasını söyleyecekti,
hayal görüp görmediğini anlayacaktı aklı sıra, lakin ihtiyar söyleyeceğini söylemiş, çekip gitmişti, aile reisi
akrabalarının yanına dönmüştü, bu rolü oynayabileceği çok zamanı kalmamıştı artık. Tek şahidini de kaybeden
Yusuf dönüp bir kez daha Meryem’e doğru, bu kez dilenci kaybolmuştu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:52)
Laklak etmek : Oturup boş boş, havadan sudan konuşmak
“Nureddin bir türlü ısınamamış dergaha. Dayısının üzelmesine, dönek diyenlere aaldırmayıp iki aya
varmadan ayrılmış; gidip Halveti Şeyhi İsmail dede’nin elini öpmüş. Sorulunca ‘Hepsi rahatına düşkün; yiyip
içip lak lak etmeye gelmişler oraya’ demiş.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:129)
“HECTOR - Çocuklarım var zaten; unumu eledim, eleğimi duvara astım. Ama bana da böyle sürüp
gidemez gibi geliyor. Burada oturmuş laklak ediyoruz. İşler kör talihe, kör şeytana ve Mangan’a kalmış.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:136)
Lakrimariy : (ROMA,BATI Myth.) Avrupa’nın saraylarında yaşayan kadınların, yüzlerini güzelleştirmek için,
hizmetçilerinin çocuk gözyaşlarını şişede biriktirme eylemi; Orijini, tarihten önceki yıllarda, özellikle
Romalıların lahitleri içinde bulunmuş, eş,dost, akraba gözyaşlarını şişelerde saklama adeti’nden
<lachrymatory> geliyor.
“LAKRİMARİY <1934>
Eşimi savaşa gönderdim
gözyaşı şişesini satın aldım.
Güneşi eve çağırdım
bana baksın, bakışalım
odam boş kalmasın diye.
Ve ben ağlarken, o ışıldasın
şişeyi gözyaşlarımla doldururken
onlarsız, utanmalıyım...”
(Petre M. Andreevski-Erol Tufan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
Lalalık etmek; Lalası olmak : Kendi işini bırakıp nazlı bir kimsenin hizmetinde bulunmak
Bk.: Lala paşa eğlendirmek
“ ‘Manen sarhoş’muş; büyük laflara da bayılır keratalar! Lalası mıyım ben onun? Ziftlenmeden
yapamadı, yüzü gözü kan içindeydi. Kim bilir gene kiminle dalaştı?’ ”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:77)
Lambanın alevi kısılmak : Verimliliği, yaratıcılığı azalmak
“1920 yılına ilişkin günlüğünde ise yakınır Hesse. Bir sonraki yıl, hayatımda geçirdiğim en verimsiz,
dolayısiyle en hazin yıl oldu... Şu sıra, bir buçuk yıldır, bir sümüklüböcek gibi yaşıyorum, ağır bir tempoyla ve
tutumlu, lambanın alevi iyice kısıldı.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:120)
lambaste :
Lambrusco :
(DAVR.İNG.) <lem’baste - fiil -> : dövmek, dayak atmak; Fig.: azarlamak
(İTA.,İŞKİ) <lamb’rusko> :
Şıra, üzümsuyu
“Dün de bugün gibi, mevsim güz. ’10 Kasım’ diye yazar Stendhal, ‘âğaçlar hala görkemli kızıl ve tunç
renkle yapraklarını koruyorlar. Asmalar kızarmaya başlayan meyvelerin ağırlığı altında eğilen dallarıyla
birbirlerine kenetleniyorlar.’ Bağbozumu bitti. Cenderenin altında mayalanmaya başlayan lambrusco <Ita.: şıra>
üzüm kokusuyla şarap kokusu arasında duraksıyor. Ben bu yaylayı ezbere bilirim, bizimkilerden o kadar değişik
olan üzünçlü mısır tarlalarını, dutluklarını, akkavaklarını avucumun içi gibi bilirim. Burada, Parma’nın en ünlü
ailelerinden birinin malı Soragna şatosunda konuk oldum. Bugün bu yöre artık Don Camillo’nun ülkesinden
başka bir şey değil.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:13)
Lamı cimi yok : Böyle yapmaktan başka şansımız yok, mecburuz, başka yolu yok
“Travis de ona teşekkür etti; kadın gözden kaybolduğu zaman gitarcısına dönüp, gençlerin kullandığı
konuşma tarzıyla şöyle dedi: ‘Lamı cimi yok doğru, bu iş de zaten bunun için.’ Yüreğimin yaşam sevinciyle
dolduğunu hissettim.”
(Carroll, Lee & Tober, Jan; “indigo çocuklar’, sa:37)
“-Şimdi cennetten geliyorum.
-Cennetten mi geliyorsunuz? E, peki?..
-E, pekisi bu! Orada da yoklar. Ah, meleklerin meleği!...
-Ne yaparsınız papaz efendi! Cennet’te de, Araf’ta da yoksalar, bunun lamı cimi yok, demek...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:85)
“ ‘Ey güçlü Szdaa,’ dedi alçakgönüllülükle, ‘Sanırım hikayem hoşunuza gitti?’
Szdaa sıkılmışlığını bir el hareketiyle gösterdi. ‘Siz gençleri anlamıyorum. Belki de yaşlanıyorum
ben. Büyük bir hayal gücün var senin, oğul, lamı cimi yok bunun. Ama bilimkurgudan hoşlanmıyorum...”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:69)
“HANIM -... Solange, sana ve kız kardeşine, sizlere ne denli güvendiğimi bir kez daha göstereceğim!
Çünkü artık umudum kalmadı. Bu kez beyefendi, lamı cimi yok, kodesi boylayacak..”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:43)
“MICUCCIO - Et alıyordum bir gün! Bununla övünebilirim!
FERDINANDO - Vay canına!
DORINA - Ve böylece?
MUCICCIO - Öğrenmeye başladı. Hemen görüldü bu. Orada oturuyordu, gökyüzünde gibi... Bütün
kasabadan işitiliyordu, ne sesti... Halk... Böyle, aşağıda, sokakta dinliyordu... Yanıyordu, yanıyor, lamı cimi
yok...”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Sicilya Turunçları”, sa:26)
“Guiccioli konuşmak istedi. Grimaud sert bir sesle:
-Konuşma! dedi. Beni dinle! Evet, tıpkı kıçıma benzer. Lamı cimi yok. Aynı kıçım gibi. Bak, dur bir
dakika!”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:140)
“MAXINE - Hala klakson çalıyorlar.
SHANNON - Harika. Bu grubu elimden kaçırmak istemem. Benim son şansım bu, geçen ayki grup
çok kötüydü, işimden attırmaya kalktılar beni. Bunu da kaçırırsam lamı cimi yok atılırım...”
(T. Williams, “İganuanın Gecesi”, sa:16)
lamentation : (MYTH, PSYCH.,MUS.,İNG.-FR.) <lamen’teyşın - lamen’tasyon> : Ağlayış, feryat, figan,
nale; (Lamentations -kapital ile ve çoğul- ‘...şıns’) : Yeremya Peygamberin ‘Mersiyeler’ kitabı
lamia : (MYTH.,İNG.) :
kanını emen mitik ifrit
<La’mia> : Kadın başlı, yılan şeklinde ve insan eti ile beslenen, çocukların
Lampredotto : (İTA., YİYE.) Büyükbaş hayvanların (dana, inek) işkembesinen yapılan bir İtalyan yemeği;
İtalyan işkembe çorbası
“Mazgal siperli kulesi ve tek kollu bir saati bulunan meydanı geçiyorum. Sabahın erken saatlerinde,
nefesleri lampredotto ve fırınlamış zeytin kokan sokak satıcılarının arasından Piazza di San Firenze’ye
kıvrılıyorum.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:15)
Lan : ‘Ulan’ın kısaltılmışı (Argo)
“-Adı Ömer mi beyin?
-Ömer mi? Ömer kim?
-Kara Mustafa’nın.
-O mu? Vurdular onu yazın. Kardeşi vurdurmuş dediler. Parayla.
Yatağa uzandı. Öğlan pencereden avluya bakıyordu. Kolunu salladı; ‘Çabuk ol lan’ dedi kısık sesle.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:83)
“ ‘Babaaaa, babaaaa!... Lan babaaa!...’
Ahmet geliyordu koşarak.
Bayram, ‘Ne var lan Ahmet,’ diye bağırdı.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:27-8)
“Kathy donanımlıydı, yanımızda oturan moruk onu gördüğünde ağzının salyaları akardı, sürekli kapıyı
çalıp duruyordu. ‘Kathy! Heyy, Kathy! Kathy!’ kapıyı ben açardım, üstümde sadece don.
‘aaa, şey sanmıştım...’
‘ne istiyorsun lan?’
‘sanmıştım ki Kathy...’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:75)
“SESLER : Ver şu içkiyi!
Al bir yudum!
---------------Zurna gibi sarhoş. Beter ol!.
Nah işte!
Oldu be!
Geri verin lan şu şişeyi.”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8)
Lanet; Lanet etmek; Lanetlemek; Lanet okumak, Lanet olası, Lanet yağdırmak : Uğursuzluk, kötülük,
bela dileme; Birisini lanetlemek, sevgiden mahrum etmek; Başa gelen inanılmaz mezalimden dolayı, neden
olanlara bela okumak
“HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEDİ
-----------------------------------Yolun altındaki,
işçi lokantasında
balık ekmek satılıyor.
Al götür, ye
üzerinde plastik bir masanın,
sil parmaklarını pantolonuna,
tükür, lanetler yağdır:
yoksulluğunu duyumsa.”
(Tatamkhulu Afrika<1920-2002>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.05.06)
“Hayatın Fotoğrafı
Dilimdeki kaburgam değil, bu kanımın dilidir.
Yakuttan kubbelerde durmam,
Yatağım yoktur bulutların üstünde.
İşte ben buradayım bu çamurun içine batmış
Kaldırım taşlarında seslerin beni durup beklemediği.
Bütün bu yüzlerin arasında hüzünlü, hayatımı sürdürüyorum,
Taşınamayan bir kaderle
Bu kalbim lanetten olma.”
(Aram-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.10)
“AT SÜRMEK DOĞUYA
------------------------------tamamiyle tanrısız
bir şeyle aramak için
çok uzak, yazılan şey
seni lanetlemeyecek
kendininkinden kötü
bir yazgıyla.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:69)
“MAHKUM EDİLMİŞ BİR KİTABA
ÖNSÖZ
---------Sen hep çile çeken meraklı kimse,
Cennetini arayıp duran daha,
Bana acı!... Yoksa lanetlerim ha!
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:271)
“N’EYLERSİN <1916>
Her şeyin önce şakaydı adı,
Derken başladı sitem etmeye,
Güzelce kafasını salladı,
Başladı gözyaşı tüketmeye.
-------------------Çirkinleşti, gitti, dönüp baktı,
Geri döndü, bir şeyler ümit etti,
Lanetledi, oluruna bıraktı,
Ve galiba sonsuza gitti...”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 27.06.02)
“Louvre güvenliğinden Grouard Devlet Salonu’nun önünde, Sophie ile Langdon’ın onu nasıl etkisiz
hale getirdiklerini anlatırken Bezu Fache ateş püskürüyordu. ‘Lanet tabloya neden ateş etmedin!’
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi’, sa:176)
“Bir kıyıya çekilmiş olan seyislerden, Orman Şövalyesi’ne hizmet edeni, Sancho’ya dönerek
konuşmaya başlamış: ‘Ah, efendim, biz gezgin şövalye seyislerinin hayatı epey zorlu! Geçimlerimizi sahiden
alınteriyle kazanıyoruz; Tanrı atalarımızdan birine lanet etmiş olmalı’, ‘Yetmez gibi de lokmamızı diken üstünde
yiyoruz,’ dedi Sancho. ‘Zavallı gezgin şövalye seyislerinden daha fazla üşüyen, daha fazla terleyen kimse var mı
acaba?’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:483)
“PAPAĞANLAR ŞEHRİ
-------------------------------Dikkatlice bakıyorum ve gerçekten burada hiçbir eşya
gerçek eşya değil,
Sadece onların tıpa tıp benzeyen karbon kopyalarıdır
Akıl, bir bantın verdiği emirlere göre düşünür,
ampüller de öyle ışık saçar.
Lanet olsun bu gerçekten papağanlar şehri
ve ben bu dünyaya boğaza kadar dalmışım meğer.”
(Gabriel Chifu<d.1954>-Gihan Curtamer; “Çağdaş Romanya Şiiri-Papağanlar Şehri”, sa:98)
“Denny, yine bilincini kaybetmişti. Onu birkaç kez sarstıktan sonra koyu bir kahve ile kendine
getirmeye uğraşırlarken kahve tepsisi yere düşmüş, yatağın yarısı kahveye bulanmıştı. Manson ziyaret listesini
alarak yola çıkmaktan başka bir çare bulamamış ve sıcağa, sineklere, arabacının sarılığına ve Denny’nin
sarhoşluğuna lanet ederek tekrar yola koyulmuştu.”
(A.J. Cronin”, “Citadel”, sa:75)
“BALKANİ ADA
-------------------Haç, hilal, çarmıha geriliş Balkan sabahlarının
bulanık tarih girdaplarına
ışık saçan yabası.
Yumruk, kama, sırtına kurşun Balkan kayalıklarının
kamburları üzerine asırlık yazgının
üçlü laneti.”
(Blaga Dimitrova<d.1922>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.12.02)
“Kuyuların çevresinde oturup ağlayan kadınlar kalmıştı köyde yalnızca, bir de hiçbir şeyden anlamayan
kömür gözlü kara çocuklar. Hepsi için çok acı duydum. İğrenç bir yolculuk yaptık; ne kadar rüzgar varsa hepsi
esti, Ithaca ve Santa Maura açıklarında dağ gibi dalgalar bizim o küçük lanet buharlı gemimizi çekiştirip
çalkalamaya başladı, Patras’ta otomotrise yetiştik ve gecenin bir yarısı Atina’ya vardık.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:73)
“Salı sabahı tüm kent, zorla ve hileyle tahta oturan Aleksios Dukas Murtzuflo’nun geceleyin kaçtığını
fark etmişti. Öksüz kalıp yenik düşen kentliler, selefini (kendinden önce gelen imparatoru) boğarak
öldürdüğünde destekledikleri, bir akşam öncesine kadar kutladıkları o taht hırsızına bu kez lanet okumuşlardı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:22)
“Ubertino devam etti, ‘Oysa ne oldu, biliyor musun, onlara karşı gereğinden güçsüz davrandığım için
suçlanan ben oldum, sapkınlığımdan kuşkulanıldı. Sen de kötülükle savaşmakta gereğinden çok güçsüz
davrandın. Kötülük, William, kutsal kaynağa ulaşmamızı engelleyen bu lanet, bu pislik hiç bitmeyecek mi?’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:97-8)
“... o kaya, Açıl Susam örneği açılıp öldürücü bir tarraka kustu. Kumandanımız Bill, alnının ortasına ve
göğsüne yağan yüzlerce merminin etkisiyle, son duasını söyleyemeden düştü kaldı. Kendimizi daha
toparlayamadan bir yaylım daha ve bu kez Dick,dünya dışı bir haykırışla yere uzanıverdi. Thompson’u rasgele,
ürkek yıldızlara ve hala saklambaç oynayan aya lanet okurcasına kurşunlar yağdırdı, ama nafile.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:130)
“Başkaları, yabani ya da evcil eşeklere, zebralara, mandalara binmişlerdi. İçlerinden bazıları aileleri ve
putlarıyla birlikte, kulübelerinin sandal biçimi damlarını da peşlerinden sürüklüyorlardı. Gelenler arasında,
çeşmelerin sıcak sularıyla elleri, ayakları buruşmuş Ammonlular; her şeyi kasıp kavurduğu için güneşe lanet
okuyan Atarantlar; ölülerini güle oynaya ağaç dallarının altına gömen Trogloditler ve çekirge yiyen iğrenç
Auslular ile börtü böcek yiyen Gizantlar da vardı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:284-5)
“Ben daha kavga başlar başlamaz korkmuş, sobanın üstüne sıçramıştım. Oradan Yakov dayının
kanayan yaralı yüzünü yıkamaya çalışan büyük annemi seyrediyordum. Dayım ağlıyor, tepiniyor, büyükannem
ise tedirgin bir sesle:
‘Lanet herifler! Vahşi soy! Aklınızı başınıza toplayın!’ diye söyleniyordu.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:17)
“Deborah’nın laneti, bir dibuk <Bir bedenden başka bir bedene giren ruh> ya da cin gibi, kendisini
Deborah’nın gövdesi ve ağzı aracılığıyla açığa vuruyordu. Bu lanet hiç bırakmamıştı yakasını. Ameliyatlar
yüzünden okula geç başlamış, küçük okul arkadaşlarının onun yokluğunda kurduğu ilk arkadaşlıklardan ve
gruplardan yoksun kalmıştı. Bu duruma üzülen yardımsever anne, bu ölümcül ayıbı farkedince hemen işe
koyulmuş, en gözde gruptaki kızları evinde ağırlamağa başlamıştı.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:54)
“On gün evvel İl’den bir müfettiş geldi. Fok balığı gibi azıdişleri dışarı fırlamış, lanet çehreli (yüzlü) bir
şey. Bu müfettişin başkanlığı altıında bir araştırma komisyonu oluşturdular.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:378)
“GECEYE DÖNÜŞ
-----------------------Ben kuyunun dilsiz gecesiyim
Zıtlıklarla yüzleşen.
Bedenimde eriyen erkeği kabul ettim
İkimizin isteğiyle.
İniltimizden hüzünlü şarkılar yükselir
Şarkılardan çıkar lanetler
Yeryüzündeki suyun içinden.”
(Cumana Haddat<d.1970>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.12.07)
“LANET
<1-12-1998>
İki aç doğduk
İki göçmen doğduk
İki ölü doğduk
Bebekliğimizin beşiğinde kaybolduk
Ve dedelerimizin mezarlarında
Düşen boyunlarımızla çocuklarımız
kayboldu
Onların çocukları
Lanetlendi;
Harbert Samuel’in mekanında
tarafsız bir mekan
olsa da.”
(Musa Havamdeh <d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.06.06>
“Z.’nin anasını ne diye burada bekletiyorlar? Kadın ne yaptı ki? Oğlunun yaptığına karşı kadının
elinden ne gelir? Oğlu lanetlenince ne diye anayı mahkum ediyorlar? Hayır, o da adil değil.
Bir sigara tellendirmek istiyorum. Hay Allah cezasını versin, evde unutmuşum!”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109)
“Birincide <affa uğramak> zincirlerle, ikincide <durumu ölüme kadar devam ettirmek, kaçmak>
inançla bağlıydılar. Birinciden ne kokusu tütüyor? Korkunç bir lanetlenmişlik, diş gıcırtıları, nefret, umutsuz bir
kötülük, insan topluluğuna karşı bir kuduz köpek haykırışı, gökyüzüne acı bir baş kaldırma.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:420)
“Yedi yaşına kadar kulübede büyütülen ve daha sonraları yaz tatillerini orada geçiren küçük yeğen
Adrien, Dimi Dayı’nın bu lanetlemelerine tanık olurdu ama yine de onu sevmekten vaz geçmezdi.
Aslında belki mantığa aykırı düşecek ama, nedense herkes severdi Dimi’yi… Durmadan dövdüğü eşi,
son meteliğine kadar soyduğu anası ve komşuları… Köylüler, her düğün ve her kutlamaya çağırırlardı onu.
Çünkü Dimi hem becerikli bir işçi, hem de eşi bulunmayan bir flüt çalgıcısı idi.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:94-5)
“BAĞ
Ndaba oğlu Gumede, işte ben.
Göstermeye geldim
Bu değirmen taşını Masilela’nın, annemin.
Ağırdır taş, ağırlık vermiş sanki büyüyle.
Su kabağı yüreğini bıraktı ona.
Unutmayın Mpembeni evinde
Olmaya ki böcekler ürer üzerinde.
Yaşam lanet edebilir bize
Çocukları gibi davranmadığımız için.”
(Mazisi Kunene<1930-2006>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.03.07)
“Çevremdeki insanlar başka şeyden söz edemez oldular. Yaklaşan yıl, ön belirtiler, kehanetler... Gelsin!
diyorum kimi zaman kendi kendime; boşaltsın artık mucize ve felaketlerle dolu heybesini! Sonra cayıyorum bu
düşünceden; tüm o güzel yıllara geri gidiyorum belleğimde, her günü akşamın zevklerini beklemekle
geçirdiğimiz o sıradan, iyi yıllara. Ve ağız dolusu lanet okuyorum kıyamete tapanlara.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:11)
“Gökyüzü <Yelken, 1959>
O kaygısız alayı sonsuz gök mavisinin
Gamsız güzelliğiyle ezer çiçekler gibi,
Kupkuru bir acılar çölünde için için
Ökeliğine lanet eden güçsüz şairi.
<Ökelik: Deha düzeyinde üstün insan>
(Stephane Mallarmé <1842-1898>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.06.05)
“TERÖRİST 2003
--------------------Soruyorlar şimdi bana, gelip bizle çalışsana,
Zor tuttum nefesimi, basacaktım okkalı küfürü,
Aptallar mı neler, bilmem neyi içerim de
Allah’ın lanetledikleriyle çalışmak yerine.”
(Martin Mubanga, “Guantamano’dan Şiirler”, sa:74)
“BİR KADEH BEYOĞLU
-----------------------------siz tanımazsınız beni
ne beni ne de
tutkulu adımların yokuş çıktığı
eski ve sürekli
bir lanetle başlayan serüvenini afife jale’nin.”
(M. Mungan, “Oyunlar İntiharlar Şarkılar”, sa:11)
“DİVAN’dan <1861>
90
1. Galiba kanını bulundurdum
Kalbim arzulandığından yanarken
2. Namuslu bir kadının yanlızlığı
Ancak varlığını güzelleştiriyorken
3. Örtündüğü giysinin altında bedeni oynarken
Yüzü lanetler örtündüğü giysiden
4. Dünde ölenlerle ölünmez
Ölünün tadını izlemeden
(El Mütenebbi<911-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.02.04)
“Bird anahtarı kontağa yerleştirerek motoru çalıştırdı. Kasıkları, saunaya girmiş gibi bir anda ter içinde
kalıvermişti. Direksiyon Bird’ün parmaklarını hemen kaçırmasına neden olacak şekilde yanıyordu.
‘Lanet olsun’ dedi Bird öfkeyle.
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:158)
“BİR AFRİKA AĞITI
---------------------------Lanet okumuyoruz meyvelere tatlıyken,
Ya da sular üzerinde kibarca seken ışıklara,
Şükrediyoruz koşullarımıza acılar içinde bile.
Şükrediyoruz sessizce.”
(Ben Okri <d.1959>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.02.10)
“YILLARDAN SONRA
----------------------------Güya hep aynıyız. Ne ki bugün sen
karşıma dikilsen, bakacağım yok.
Eski hisler kabarsa da aniden,
boğarım onları... çok geç artık, çok.
Ah, içimden lanet olsun diyorum
bu boş inada da, ayrılığa da.
İkimiz adına geberiyorum.”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
“Hemencecik fazlasıyla pahalı olacağı prensibinden hareketle, en iyi çözüm yolunun bir
marangozhaneden aynı boyda, işlenmemiş durumda, yuvarlak bir sopa satın alıp, gerçek bir işaret sopasına
olabildiğince benzemesini sağlayana kadar üstünde çalışmam olduğuna karar verildi. Öyle de yapıldı. Annem de
babam da, ne lehime ne de aleyhime, bu işe karışmamışlardı. Cumartesi öğleden sonralı ve pazarlar da dahil
olmak üzere belki de iki hafta boyunca, elimde çakıyla, tıpkı bir mahkum gibi, o lanet sopayı yonttum,
rendeledim, törpüledim, eğeledim, cilaladım durdum.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:76)
“EDMUND - Efendimiz, ihtiyar ve zavallı kralı güvenilir muhafızların sorumluluğu altında bir yere
kapamayı uygun buldum. Biliyorsunuz, yaşının ve hele krallık ünvanının bir sihiri, bir çekiciliği var..... Şimdi
daha terlerimiz kurumadı, kanlarımız dinmedi, arkadaş arkadaşa ağlıyor; savaşın acısını çekenler, daha hırslar
yatışmadan, en haklı davalara bile lanet ederler.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:146-7)
“Düşünce insanların ve kaderin gözünden
Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım;
İrkilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden,
Bahtıma lanet okur, yüreğimi dağlarım.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99)
“Joel, afalladı kaldı. Zenci, dürüst bir adamdı. Ya kendisi neydi? Onun yüzünden, dört adam günlerce
içerde kalacak ve sırtları yedikleri sopalardan yarılacaktı. Ağızlarından fışkıracak her iniltide, belki daha sonra
uğursuz bir öç şarkısı oluşturacak sonsuz bir lanetleme bulunacaktı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:111)
“‘Gerçi gazete alıp da ne oluyor ya?... Hiçbir şey olduğu yok. Lanet olsun şu savaşa: Tanrı savaşın
belasını versin!.... Yine de, şu salyangozun duvarda ne işi var Allah-aşkına?’ Tabii ya, duvardaki leke!
Salyangozmuş.”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:52)
“Charles’ı hafakanlar boğuyordu, bir takım lanet hareketleri yaparak, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya
başladı.
-Bekliyorum, gelsin, kapı dışarı atacağım, orospu, alçak!... Hiçbirini zaptedemiyoruz (zapt-ı rapt
altında tutamıyoruz=koruyamıyoruz). Hepsini gebe bırakıyorlar. Altı ay geçti miydi, tamam, namuslu bir aile
içi0nde, karnı burnunda, oturmalarına olanak kalmıyor...”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:250)
Lanete mazhar olmak; Laneti üzerinde olmak; Lanetli, Lanetlenmiş : Beddua almak, günahı vebali
boynuna; Beddualı
“İlk hafta koyunlardan biri ölüyor ve çok uzaklardan gelip anneme büyük bir zenginlik vaat ettikten
sonra bize hiçbir şey bırakmadan giden bir adamın oğlu olduğum için benim lanetlenmiş olduğum hakkında
etrafta dedikodu çıkıyor.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:186)
“Geçirdiği bu krizler, yaşarken sırtında taşıdığı bir yük. Krizlerin yaklaştığına ilişkin önsezilere kulak
vererek, işaretlerden anlam çıkarmaya çalışarak ne çok zaman geçtiğini şimdiye kadar kimseye itiraf etmedi.
Neden lanetliyim ben, diye haykırıyor sessizce, toprağı deyneğiyle döverek, kayalardan yanıt bekleyerek.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:81)
Çıplak, etleri iğrenç kurbağalarca kemirilen, tiksindirici bir gırtlakla kendi lanetlenişini uluyan,
bacakları tıpkı bir grifininki gibi sert kıllarla kaplı, şiş göbekli bir satirle çiftleşmiş kösnül bir kadın gördüm;
c0imri bir adam gördüm...”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:74)
“... ve Şeyh Bahaeddin, Tanrı’nın kazasına razı olarak tam bir doğrulukla mürid ve kul oldu ve:
‘Madem ki bu dünyadan gideceğim, hiç olmazsa lanete mazhar olan bir kul gibi değil, inayete mazhar olan bir
kul gibi gideyim’ dedi. Bahaeddin bir kaç gün hasta oldu ve on üç günde Tanrı’nın rahmetine kavuştu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:348)
“-Piskopos babamıza söz veriyorum, onun itaatli evladı olacağım. Ama bu beni öldürecek.
-Dünyadaki hayatını kim arar? Sade ölümümüz bahtlı olsun!
-Ölümüm lanetli olacak, pederim. Çünkü kilisenin ıslak cenaze odasında yatacağım ve açıkta,
rüzgarların uçuştuğu bozkırda dinlenemeyeceğim düşüncesi, ölürken bile beni rahat bırakmayacak.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:17)
“Birincide <affa uğramak> zincirlerle, ikincide <durumu ölüme kadar devam ettirmek, kaçmak>
inançla bağlıydılar. Birinciden ne kokusu tütüyor? Korkunç bir lanetlenmişlik, diş gıcırtıları, nefret, umutsuz bir
kötülük, insan topluluğuna karşı bir kuduz köpek haykırışı, gökyüzüne acı bir baş kaldırma.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:420)
“Duydukları, cehennemin derinliklerinden çıkıp gelen, sonsuza dek lanetlenmişlerin Tanrıya yakarış
sesiydi sanki! Çanlar saat biri vurduğunda, ne hancının kendine gelmesine, ne de toplanan insanların öfkeye
kapılmasına fırsat kalmadan sesleri birden kesiliverdi. Alınlarından çenelerine, göğüslerine akan iri ter tanelerini
0mendilleriyle sildile. Paltolarını çıkarıp yere döşemenin üzerine serdiler ve yatıp derin bir uykuya daldılar.
Saatlerdir yaşadıkları iç gerilimin tutsağı olmuşlardı sonunda. Bitkindiler. Hancı onların derin uykuya
daldıklarını görünce, rahatlamış bir halde haç çıkardı.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Kutsal Cecilie Ya Da Müziğin Gücü”, sa:129)
“Buna <Levi’nin esir alınıp Auschwitz’de kimyager olarak
çalıştığı fabrikanın adı. 28 Aralık 1945>
Parçalanmış ayaklar ve lanetlenmiş toprak,
Uzun bir sıra yine, bu sisli sabahta.
Binlerce bacadan tütüyor Buna
Diğer günler gibi bir gün bekliyor bizleri.
Şafakta düdükler yine korkunç:
‘Siz ölü yüzlü kalabalıklar
Çamurların monoton dehşetinde
Izdırap çekilecek yeni bir gün doğuyor’ ”
(Primo Levi<1919-1987>-Güran Tatlıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.07.06)
“Methiye <32>
27. Yüzlerinden geçen günlerin
Kavuru bütün lanetlenip kesilenden”
(El Mütenebbi<915-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.07.04)
“O aralık lokantacı kadının:
-Seni hırsız çapkın sesi! Bedava yiyip içmeyi, ala yatakta yatmayı ben sana gösteririm.
Papazın da:
-Delikanlı! Bu kadar kişinin laneti üzerine olur!. Ah, ne yaptın? dediğini işitiyordum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:97)
Lanete gelesi; Lanet okumak; Lanet olası; Lanet olsun; Lanet savurmak, yağdırmak : Beddua okumak,
öfkeyle fena şeyler dilemek
“ ‘Lanet olsun!’ diye sövdüklerini duydum. O sırada bir araba siren çalarak tepesindeki dönen kırmızı
ışıkla köprüye geldi. Bu kasabamızda devriye gezen eyalet polisi Vigil’di.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima!”, sa:35)
“Hiç gün doğmayacak mı? Halbuki ben horoz sesini işiteli çok zaman oldu. Kölelerim de korkuyorlar!
Eskiden böyle olmazdı. Ey Savaş, sana bin bir neden yüzünden lanet olsun. Kölelerimi cezalandırmama bile izin
verilmiyor. İşte bu terbiyeli delikanlı da uyanmaz ama, beş kürkün içine yusyuvarlak sarılmış sarmalanmış
yellenir. (Tekrar yatar.)”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:21)
“Karanlık Bir köşe
----------------------Düşen
elmayı armağan ederim
beni lanetleyen
kaderimi giyinirim.
Erkek bağırır
kadın çığlık çığlığa,
patlatırım
sahne başıma yıkılır.”
(A. Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.10)
“PANTER
-----------el açarım yine, bil
o esmer güzelliğe
hem de lanetle değil
en içten dua ile.”
(Dimitır Boyaciyev<1880-1911>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.12.08)
“ELSİNORE”
Atreus sarayında da Elsinore’da olduğu gibi
Her şey olumluydu - duvarlar kalındı
Uzayıp giden salonlar yankı yapıyor,
Kadim lanetin hırıltısı duyuluyordu”
(Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 8
temmuz 2000)
“Titanyum tüp gürültülü bir şekilde tıkırdadı ve Langdon elini sanki yanmış gibi geri çekti. Lanet olsun.
Kendi kendine açılıp ölümcül bir gaz yayacakmış gibi duran tübe baktı. Tüp üç saniye sonra tekrar tıkladı, belli
ki kilidini açıyordu. Nutku tutulan Langdon, Sierra’ya baktı.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:69)
“ ‘Dijital Kale’yi yeniden yazmak hastalıklı bir şey!’ diye bağıırdı Hale. ‘Lanet olası, sen de bunun ne
anlama geleceğini çok iyi biliyorsun - NSA’nın her şeye erişimi!’ Sirenler onun sesini bastırıyordu ama Hale
çıldırmış gibiydi.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:305)
“ ‘... Bay Langdon? Üçüncü kanaldasınız. Komutan birinci kanalda sizden haber bekliyor.’
‘Birinci kanalda olduğunu biliyorum lanet olası! Onunla konuşmak istemiyorum. Camerlengo’yla
konuşmak istiyorum. Şimdi! Biri bana onu bulsun.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:357)
“Uzay gemisindeki 8-10 kadın ve erkek, Nuh’un yeni gemisi, insanlığın yorgun tohumunu başka bir
gezegene ekmek? Ve bu battaniyenin beni öldürmeye çalıştığına inanacak adam veya kadın nerde? Bir tek kişi
yok, lanet olsun!”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:41)
“ ‘Tanrıya şükür.’ diye derin bir soluk aldı Kien. ‘Neyse ki kadın öldü, o lanet olası yemek kitabı da
yakınlarda çıkmayacak. Mahkemede, bu konuya da değineceğim. Dünya dinleyecek!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:308)
“Bu kaba şakaları hiç kaldıramayan hancı, başka bir çıngar çıkmadan konuğuna şu lanet olası
şövalyelik rütbesini vermeyi kararlaştırdı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25)
“Bu arada Petrus garsondan söz etmeyi sürdürüyordu. En sonunda, yine Hıristiyanlıktan kanıtlar
göstererek kendini doğru davrandığına inandırmayı başardı.
‘Hz. İsa zina yapan kadını bağışlamış, ondan bir inciri esirgeyen adamı lanetlemişti. Eh, benim de
iyilik perisi olacak halim yok.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:76)
“Lanet, güçlünün oturup kendine, ‘Şu işi yaparsam benim ve ailemin lanetleneceğini söylüyorlar yapmalı mıyım, diye sorduğu ve, ‘Yok artık! Tanrılar kimmiş, lanet neymiş,’ cevabını verdiği an vücut buluyor.
O saygısız, soyundan gelenleri lanete uğratıyor; karşılığında da torunları ona lanet okuyor.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:59)
“MAŞA (Babasına.) - Baba, izin ver de bir at versinler kocama. Eve gitmesi gerek.
ŞAMRAYEV (Öfkeyle taklit ederek.) - ‘At versinler...’, ‘Eve gitmesi gerek...’ Hayvanlar istasyondan
yeni döndü, görmedin mi? Yine yola koşamayız ya!
MAŞA - At köküne kıran girmedi ki canım... (Babasının sustuğunu görünce elini lanet olsun
anlamında sallar.) Size dert anlatmak mı!..”
(A. Çehov, “Martı”, sa:86)
“Campion da tek ayağının üstünde ondan farklı değildi. Graecen onu rahatlatsın diye usulca
Virginia’nın kolunu sıkmıştı, kızın da aynı sıcaklıkla cevap vermesi üzerine içinden kendine lanet okuyordu.
Alçak sesle aklına gelen her küfrü saydı. Kapana kısılacağa benziyordu giderek - koşulların da yardımıyla kendi
içinde bulunduğu durum yüzünden. Paldur küldür hızlanarak budalaca bir romantikliğe doğru, çaktırmadan
yokuş aşağı iniyordu ta ki… ta ki…”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:176)
“Arada bir evde halamla aralarında otorite çatışması olurdu ve beybam hemen daima yeni eşinin tarafını
tutardı. Bir seferinde taşlıkta yuvarlak masamızda yemek yerken beybamın sinirlenip tüm siniyi duvara
geçirdiğini ve bizlerin ağlayarak odalarımıza gittiğimizi anımsarım. Onun zaman zaman böyle içkili anlarında
parlamasından son derece korkar, lanetler okurdum. O merete verilen parayla eve neler alınmaz, çocuklara ne
oyuncaklar, ne hediyeler getirilmezdi?”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:52)
“... küçük Slava birbirine düşman gibi duran şu iki dostun gizli bir şey söylemeye niyetlendikleri böyle
bir günde, yanında biri olduğu halde, etrafını çevirenn bu saydam tüller arasında görünmüştü. Slava, yanına bir
arkadaş, yani Vinska’yı almıştı. Bunu, Pavel’le Arnost, aynı anda sezdiler ve biri bağırarak, diğeri de
mırıldanarak, aynı şeyi tekrarladılar: ‘lanet olsun!’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:251)
“MÜDÜR - Ne bırtı! Hadi çocuklaşmayın... Bir sürü boktan haberleriyle bizimle dalga geçen o lanet
olasıca gazetecilerin gözleri üzerimizdeyken, birbirimizle iyi geçinmek zorundayız... Çekiştirip durmayın...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:26)
“ROSA -... Sonra diğer kadın, metres, ağır hastalanıp, korkunç ızdıraplar içinde ölüyordu... (Lucia
gücenir) Hadi, hadi şaka yapıyorum... Lucia seni seviyorum... ama önceleri sana kızıyordum... sana lanet
yağdırıyordum...”
(D. Fo, “klakson, borazanlar ve bırtlar”, sa:57)
“ELIZABETH -... Bu da nesi?.. Marta neden her yeri kapalı tutuyorsun?..... Ah! Stuart, lanet olasıca!
(Masanın üzerinden kamayı alır.) Defol! Korkmuyorum senden... (Elindeki kamayla kıpırdayan perdeye doğru
atılır.) Senden de. Gördüm seni piç kurusu. Deşeceğim seni. (Kamayı perdeye batırır)”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:8)
“YERYÜZÜ AYETLERİ
-----------------------------insanlar
düşmüş insanlar güruhu
lanetli cesetlerinin ağırlığı altında
yılgın, yorgun ve şaşkın
gurbetten gurbete koşuyordu
cinayetin acıyan isteği
avuçlarında kabarıyordu”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:79)
“Emma çocuğu yerden kaldırmak için koştu, çıngırağı çalayım derken ipi kopardı, avazı çıktığınca
bağırarak hizmetçiyi çağırdı, tam kendi kendine lanetler yağdıracağı sırada Charles göründü….. Emma sakin bir
sesle:
‘Baksana şuna, şekerim,’ dedi. ‘Oyun oynarken yere düştü, yanağı kesildi.’ ”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:129)
“FAUST -... Duygularımızı etkileyen göz kamaştırıcı hayallere ve rüyalarımıza girerek bizi aldatan şan
ve şöhret hülyasına lanet olsun! Sahip olmamızın gururumuzu okşayan çoluk, çocuk, uşak ve sapan gibi şeylerin
hepsine lanet olsun! Sunduğu servetlerle bize cesurca işler yaptıran ve gereksiz eğlenceler için bize taban
hazırlayan zenginliğe de lanet olsun! Üzümlerin güzel kokulu suyuna ve aşkına o en yüksek duyarlılığına lanet!
Umuda, imana ve hepsinden önce de sabıra lanet!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:77)
“EUGENIO - Lanet olsun, hiç şansım yok. Hepsini kaybettim. Bir kakao uğruna on zekkino
kaybettim.... Beni kandırarak oyuna sokmak, bütün paralarımı dolandırmak, sonra da verdiğim söze güven
beslememek? Şimdi artık inadım tuttu; yarın sabaha kadar oynamak isterim.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:58)
“Bir keresinde, yandaki dikiz aynasında göz göze geldiği genç kıza sordu:
‘Evlendiğimde budalanın tekiydim -nasıl çocuk yetiştirileceğini, nasıl baba olunacağını bilmeyen lanet
olası genç bir budalaydım- bunu biliyorsun, değil mi?’ ”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:11)
“O akşam evine dönerken Hacı İshak Efendi’yi köşe başında Hacı Numan Efendi yakaladı. Derin bir
ahla onu duvar kenarına çekerek:
-Bugün sokakta zevceniz Hanım’a rastgeldim, yanındaki ufak kızdan tanıdım.
-La vallah, benden izinsiz çıkmaz.
-Çıkmış... Çıktığını bütün komşular gördü.
-Çıktı ha! Ya melun avrat, lanete gelesi iblis.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:359)
“ ‘... Kedilerin müzik kulağı yoktur derler, onun için de kanaryaların şakımasına dayanamazlarmış.
Geberesiceye nasıl sövdüm bilemezsiniz; anasını sattığımın kedisi dedim, Allah seni sürüm sürüm süründürsün.
Ama en çok da kendime de lanet okudum. Bu rezil hayvanı nasıl bir cezaya çarptıralım diye saatlerdir sizi
bekliyorum.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190-1)
“Söylenenleri dikkatle dinleyen Narziss başını salladı.
‘Çok ani oldu,’ dedi. ‘Ama buna benzer bir şey beklemiştim zaten. Seni sık sık düşüneceğim. Seni çok
arayacağım, dostum. Benden yapmamı istediğin bir şey var mı?’
‘Mümkünse bizim Başrahip Daniel’e söyler misin, bana bütün bütün lanet okumasın. Manastırda senin
dışında hakkımdaki düşüncelerine önem verdiğim tek kişi varsa odur. O ve sen!’ ”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:96)
“---------yerde....
çırılçıplak...
ısırıp öpüyorduk birbirimizi...
bir gözümüz kapıda...
çıplak yakalanmayalım diye...
acele ediyordu kadın...
ve ben düzüyordum onu...
sıyırıyordu başına kadar
soyar gibi sosisi...
lanetler okuyup Bapolas’a...
----------”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:66)
“Sayın piskopos, yahova varsayımı beni yoruyor. Bu varsayım ancak çarpuk çurpuk bedenli, kafası boş
insanlar üretmekten başka bir işe yaramaz. Bana eziyet eden şu büyük evrene lanet olsun! Selam! Sıfır!”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:59)
“Mihail, sözünü yarıda kesti, bir başka sigara sardı ve bakışlarını yeniden Adrien’in gözlerine dikip ona
ansızın sordu:
-Hiç özgürlüğünü yitirdin mi?
-Hayır, asla!
-Günün birinde onu, bir an, güç bir anda, yitirmeni dilerim..... Özgürlüklerini hiç yitirmemiş kimse, ne
ruhunun kaynaklarını ne de zayıflıklarını bilmez. Ah, şu lanet olası yeryüzünde, hiçbir şey düzenli değildir;
dengeyi yitirinceye dek, her şeyi duyumsamak iyidir!”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:176)
“ARISTOVULOS
---------------------Anası, büyük Prenses, bu en yüce İbrani kadın,
ağlayıp dövünüyor:
Aleksandra ağlayıp dövünüyor bu felakete.
Ama yalnız kalınca değişiyor, ağlayıp sızlaması.
İnliyor, kuduruyor, küfredip lanetler yağdırıyor.”
(Konstantinos Kavafis<1863-1933>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.07.03)
“ (Babam) papazlardan nefret ederdi; bir tanesiyle yolda karşılaştı mı, bu kötü raslantıyı defetmek için
istavroz çıkarır ve papaz korka korka ona: ‘Günaydın, Kapetan Mihali!’ diye selam verdiği zaman da: ‘Lanetin üstüme
olsun!’ diye karşılık verirdi. Papazları görmemek için, kiliseye ya da tapınağa gitmezdi.” (Ek.: Çevirenin notu:
“Yunanlılar ‘lanet olsun sana!’ sözünü çok kullanırlar. Özellikle papazların çok kullandığı bir deyimdir bu. Yazar,
burada, papazın bu adeti bildiği için, nasılsa lanetleneceğini anlayan babasının, papazdan önce davrandığını belirtmek
istiyor.”)
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:26)
“ ‘Lanet olsun sana!’ diye mırıldandı Barabbas, tir tir titreyerek. ‘Allah belanı versin, hayalet misin
sen?’ Lazarus’un sağ koluna yapışıp hızla sarstı. ‘Söyle hayalet olduğunu, bırakacağım seni.’ ”
(Nikos Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:474)
“ADAM, kendi kendine. - Hay lanet olsun! Ne yapayım bilmem... Ben ayrılırken bir şey
şangırdamıştı!...
LICHT, onu ürküterek - Bay Yargıç siz...?
ADAM - Ben mi? Namusum hakkı için değil! Ben dikkatle asmıştım. Öküz değilim ya...”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:29)
“Kızını bağışlamaya hazırdı o anda. Genç kadın ise, bu durumu kabul etmemekte direniyordu. Çıldırmış
gibiydi. İşte o an, annesinin sabrı taştı; birden oturduğu yerden fırladı ve ‘Git... gözüm görmesin seni. Sen hiçbir
şeye değmezsin. Seni doğurduğum güne lanet olsun!..’ diye haykırdı, odadan çıkıp gitti.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:36)
“Kapris No:2 <1968>
Lanet olsun! Bu dünya öylesine neşeli,
öylesine eğlenceli,
öylesine nazik ki, gittikçe
asılan birinin
evini andırıyor!
ve ben sırıtıyorum!”
(Lyubomir Levcev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan. Cumhuriyet Kitap, 03.05.07)
“ ‘Ben anarşistim, ölünceye kadar da öyle kalacağım. Dükkandan içeri kötü niyetli biri girerse -ister
polis, ister gerilla olsun- bu tüfek patlayacak! Lanet olsun! Kahrolsun komünizm! Polislere ölüm!’ ”
(M.V. Llosa, “Mayta’nın Öyküsü”, sa:250)
“Grimsi bir leke dokumanın beyazlığını bozuyordu. Gene mi gelmişti? Utançla karışık bir öfke Casa de
Caoba’nın <Başkan Trujillo’nun doğduğu kasaba Cristobal’deki çiftlik evi> tatsız anısını sildi. Lanet olsun!
Lanet olsun! Bu, yıllardır satın alarak, baskı yaparak, öldürterek savaştığı ve yendiği yüzlerce, binlerce düşmanı
gibi değildi. Ta içinde yaşıyordu, etine işlemiş, kanına karışmıştı.
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:26)
“Sabah, şafak vakti, bu lanet olası şatodan, oğluyla ayrılmaya karar verdi. Şayet biri onu önleyecek
olursa, babasına ve ağabeylerine bir haberci gönderir, onlar da ellerinde silahları, artlarında adamlarıyla gelip
onu kurtarırlar ve Şeyh’in şatosunu yerle bir ederlerdi.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:41)
“Bay Gosch’un sağlık durumu kötüydü. Mutlu biri olduğumu sanmayın der gibi anlamlı bir el hareketi
yaptı. Artık iyice yaşlanmış ve sağlık şikayetleri artmıştı; biraz önce kendisinin de söylediği gibi artık bir ayağı
çukurdaydı. Akşamları aldığı özel içkisini içerken yarısını döküp saçıyordu, elleri öyle titriyordu ki! Lanet
okumasının hiçbir yararı olmuyordu...”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522)
“İstanbul’a Gittiğimiz Zaman
<Santiago’ya Gideceğim
Boğulmuş bir deniz kumlar üstünde yatan>
F.G. Lorca
----------------------------------------------
İstanbul’a gittiğimiz zaman
Reka kalırdı
ergenler güveyler dullar
Reka kalırdı
ağlayışlar acılar lanetlerle
Reka kalırdı
ah İstanbul’a gittiğimiz zaman”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.04.05)
“AŞKA KARŞI
-----------------Aşk: gizli bölümler
Boyanmış kapıları petek dehlizlerin.
İşte böyle. Lanet olsun! S.ktir et! Zulüm.
Zaman: taşlaşmış çileklerin taşı;
Sterfontein Mağaraları yakınlarında
Bir babunun çaldığı piknik sepeti,
Yok olmuş iki eş.
Evet bu kadar. Lanet-”
(Charl-Pierre Naude<d.1959>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06)
“Bird, kadınların yüzündeki endişe, ümit, hatta sevinci okuduktan sonra başını çevirdi. Ambulan siren
çalmaya başlayarak yola çıktığında, Bird sarsıntıyla oturduğu tabureden düşecek gibi olunca, tüm gücünü
ayaklarına vererek tutundu. ‘Lanet olası siren!’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:41)
“YANK (Acı acı.) - Demek bu kuşlar da bir yere layık görmüyorlar beni. Ihhh, cehennem olsunlar!....
Artık çelik değilim, dünya bana sahip. Ahh, lanet olsun! Göremiyorum, her taraf karanlık, anlıyor musun? Her
şey ters! (Aya bakıp abuk sabuk sesler çıkaran bir maymun gibi acı alaylı bir yüz takınır.)”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:64-5)
“MARSDEN (Eza duyan bir insan gibi sırıtır.) - Böyle dalgınlıktan bir şey çıkmıyor... lanet olsun şu
cinsiyete... Bu gün şu beceriksizliğimizle beraber davul çalıp zinadan bahse kalkışmak...”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:8)
“LAVINIA (Korkusuz, yukarıya doğru kardeşinin gözlerinin içine bakarak soğukkanlılıkla.) - Yalan
söylemediğimi biliyorsun. Büyük baba Hamel’i ziyaret bahanesiyle New York’a gidip durdu. Halbuki gerçekte
kendini teslim etmek için.
ORIN (Kederli.) - Yalan söylüyorsun, lanet olsun! (Tehdide kalkarak!) Annem hakkında bunu
söylemeye cüret ediyorsun ha!” Öyleyse bunu kanıtlamak zorundasın...”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:155)
“Fakat o anda kendimi hiç de partinin gözbebeği gibi hissetmiyordum. Aniden, bugünlerde sabahları ne
kadar keyiifsiz olduğumun farkına vardım, oysa uykumu alıyordum, iştahım da yerindeydi. Aslında bunun
sebebini biliyordum: şu lanet olası takma dişler.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:8)
“BAYAN McELLIOT - ‘Ellen ve ben iki saattir şehirde dolanıyoruz. O koca lambalar tepemizde
parlarken ve ikişer ikişer dolanan aynasızlar dışında ortada tek bir Tanrı’nın kulu yokken etraf lanet olası bir
mezarlık gibi görünüyor.’
SNOUTER - ‘Lanet biri beş geçiyor ve akşam yemeğinden beri tek lokma yemedim! Elbette
böylesine lanet bir gecede başımıza bu gelmeliydi, değil mi?’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:192)
“ ‘Pale! Pale!’ İşte bunun üzerine arkadaşım elindeki değneği fırlattı ve aceleyle şöyle dedi: ‘O piçler.
Yılan onu ararken adımı öğrenirse, sonradan tanır.’
-Gel buraya, dedim yavaşça.
Lanet olasıca yaşlı kadın bağırmayı sürdürüyordu.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:13)
“GECENİN GÜRÜLTÜLERİ
------------------------------------Adamın gözleri kararıyor gecede
Bir başkası bunaltıyor garibi
Ortada küçük bir para sorunu
Lanet olası azıcık bir miktar
Belki dört beş ya da altı yüz frank
Siz uyuyun iki kulak üüstünde
Hani öyle derler içiniz rahat olsun
Adamın gözleri kararıyor gecede
Yarın aile siyahlara bürünecek
Bitti her şey
Siz uyuyun iki kulak üstünde
İyi geceler.”
(Jacques Prévert<1990-1977>-Kenan Sarıalioğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.05.02)
“Bardağını masaya koyarak Kern’in gözünün içine baktı. ‘Bir bu eksikti,’ dedi, ‘nerdeyse hüngür
hüngür ağlayacaksın. Yahu sende hiç terbiye yok mu?’
Kern, ‘Ağlamıyorum,’ diye karşılık verdi. ‘Ağlasam bile, her şey vız gelir. Ama lanet olsun, ben hep
Steiner’i döndüğümde bulacağım diye düşünmüş durmuştum.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:516)
“Akla yol göstermek
------------------------akla yol göstermek
ihtiyar bir sarhoş olarak, lafı geveleyen
yalvaran lanet eden homurdayan guruldayan
Polisin kaza kurşunlarıyla
Yere yığılmadan önce”
(Jorge Richmann <d.1962>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.12.06)
“Sokaklardaki kardeşlerim
Ah, siz siyah çocuklar
Siz, geceleri bir ürperti gibi ortaya çıkan ince gölgeler,
Siz, geceleri yürek parçalayıcı ayak sesleri duyulan
Sokaklardaki kardeşlerim,
Hapishanelerde tatil yapan,
Hastanelerde dinlenen,
Hakaretlere gülümseyen,
Beyazları korkutan,
Ah, siz siyah çocuklar,
Siz, siyah otlaklara yayılan sürü suları,
Siz, kurşunlardan kurtulan lanet olası gövdeler,
Sokaklardaki kardeşlerim.”
(Mongane W. Serote<d.1944>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.01.10)
“IAGO -... Zayıf iradeli bazı insanlar vardır ki uykuda gündüz yaptıklarını sayıklarlar; Cassio da bu
cinsten: Uykuda ‘Tatlı Desdomona, tedbirli davranalım, sevgimizi gizleyelim,’ dediğini işittim..... ‘Ah tatlı
yaratık!’ diye haykırdı. Sonra beni sömürür gibi öptü: Sanki dudaklarında büyüyen puseleri köklerinden çekip
koparıyordu. Sonra bacağını baldırımın üzerine attı, içini çekti, öptü ve ‘Seni Mağripliye nasibeden bahta lanet
olsun!’ dedi.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:74)
“Düşünce insanların ve kaderin gözünden
Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım;
İrkilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden,
Bahtıma lanet okur, yüreğimi dağlarım.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99)
“Bana bakan bu insan da kimdi? Bu gözler benim olamazdı, hiçbir zaman böylesine yassı gözlerim
olmamıştı. Bir tavuğun ya da hindinin gözleri gibi parlak, cilalı, boş gözlerdi bunlar. Ve gözlerimin altında şiş ve
griden sarıya çalan renklerle torbalar oluşmuştu. ‘Lanet olsun!’ diye düşündüm, bu berbat tuvaletin ışığından
olmalı diye düşündüm.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:57)
“Nabila içinde korkunç bir enerjinin yükselmekte olduğunu hissetti; bu Tiru’nun, yavrularını koruyan
kaplanın sahip olduğu enerji idi. Serbest olan elini yumruk yapıp havaya kaldırdı ve midesinden yükselen bir
sesle ‘Alçaklar!’ diye bağırdı. ‘Lanet olasıcalar! Sizi konuşturan öfkeden başka bir şey değil. Ben ve Raj
başardık! Çoktan kurtulduk, anlıyor musunuz, kurtulduk!’ ”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?”, sa:31)
“Kaptan gemisine lanet etti. Çatırdılarını ve iç çekişlerini duymazlıktan gelmeye çalıştı. Ölmek
istemiyordu. O öfkeyle lostromoya bu gece sonuna yaklaştıkları hayatları pahasına taşıdıkları kargodaki ipleri
çalmasını emretti.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:289)
“Meleğin Yürüyüşü
Bu ölü meleğin başına saplanmış baltayla
ve kesik kanatlarıyla
üstüne yağdıracak o ölümü
o ölümüyle
ve bütün şeyler beleğin bilgeliği altında ve kötülük yalnız ondan
bu yürüyen meleğe
sabır ve imanla tutunurlarve ona şükrederler,
yapmadan, bir şey yapmadan
lanetlenen zaman ve hayatla
ona yardım edip secde ederler...”
(Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.02)
“ ‘Ama o bir Alman!’
‘Kendi kızım bana o lanet olası ırkın <Musevilik> bizim pırıl pırıl Aryan <Bk.:Aryanizm> ulusumuza
ait olduğunu söyleme küstahlığını mı gösteriyor?’ ”
(Eva Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:73)
“Üç Maria’lar. Kız kurusu azizecikler. Cadılar. Erkeksiz bakireler. O lanet olasıca dedikodu
kumkumaları, bakirelik gemisinin içinde cennete gideceklerdi. Bir solucan bile onlara acımazdı...”
(W.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:28)
“Önceleri kimse beni dövmezdi. Ama sonra her şeyi öğrendiler ve zamanlarını, benim bir şeytan, bir
baş belası, lanet olasıca bir sokak kedisi olduğumu söyleyerek geçirmeye koyuldular. Buna aldırdığım yoktu.
Sokakta olmasam şarkı bile söylemeye başlardım.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:13)
“Ancak Yahudiler onu öyle soyup sovana çevirdiler ki, elinde küçük bir çiftlikten başka bir şey
kalmadı. Her gün biraz daha çirkinleşen karısı hırçınlaştı, dayanılmaz oldu; sakat olan yaşlı kadın,
Cunégonde’dan da daha çok hırçınlaştı. Bahçede çalışan ve İstanbul’a sebze satmaya giden Cacombo çok iş
görüyor ve kötü talihine lanet okuyordu.”
(Voltaire, “Candide”, sa:130)
“VERA - Bugünlük mektup yok, Baba.
PETER - Biliyordum.
VERA - Ama yarın bir tane olacak, Baba.
PETER - Böyle nankör bir oğula lanet olsun!”
(O. Wilde, “Vera Yahut Nihilistler”, sa:32)
“Üniformalarından anlaşıldığı kadarıyla bir grup kayıkçı ya da posta tatarı, delikanlıca bir meydan
okumayla avaz avaz avaz avaz en yakası açılmadık meyhane şarkılarını söylerlerken bir ağaca doğru savrulup
dudaklarında küfürlerle sulara gömüldüler. Yaşlı bir asılzade -kürklü kaftanından ve altın kösteğinden
anlaşılıyordu asil olduğu- Orlando’nun durduğu yerin yakınında, son nefesinde bu şeytanlığı planlamakla
suçladığı İrlandalı asilere lanetler okuyarak dibi boyladı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:48)
“Sıradan bir duygusallıktan kaynaklanan bu söz, Stendhal’in her türlü hissetme imkanını anında yok
ediyor. Kendini hayal kırıklığına uğramış ve aldatılmış hissederek ve şu kaba saba adama lanetler yağdırarak
öfkeyle çarçabuk uzaklaşıyor oradan.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:170-1)
Lapa gibi çökmek : Yorgunluktan bitkin bir halde, oturduğu yere çökmek
“Bir sessizlik oldu. Vapur, dalgaların tepesinde dans etmeye başlamıştı; Pierre kendini lapa gibi
çökmüş, gevşemiş hissediyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:152)
Lapa lapa kar yağmak : Büyük parçalar halinde, sürekli kar yağışı
“İÇ SIKINTISI
-----------------Uzunlukta ne yetişir topal günlere,
Karlı yıllar lapa lapa kar yağarken yere,
Acı meraksızlığın meyvesi, Bıkkınlık,
Varır ölümsüzlük boyutlarına artık.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:145)
“TAVERNADA
Balta boynumu vurmadan çok önce içimde
ölüp giden neşeli bebekler
JEAN GENET
------------------Yaşlı kadının ardından
Yükseliyor memleketimin tepeleri,
O tepede
Zamansız kışın karı yağıyor lapa lapa,
Ötesinde tepenin
Şaman evinin yalnız çatısı,
Üstünde çatının
İri taneli karda, çocuklar oynuyor.”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:25)
“Dağ köyleri güzeldir -bugün, bir dağ selinin kenarına kıvrılıp yatmış, kendi içine kapanmış, dev
akkavaklarla gölgelenmiş Kalkopetria, uğursuz bir şekilde sakin görünüyordu; ama daha yüksekte, kayalık dağ
silsilesinin bayağılığını hafifleten hiçbir insan yapımı bir yer yoktu- oysa Amiandos gibi bir köy gördüğümüz
zaman acıdan neredeyse soluğumuz kesildi. Acemice tıraşlanmış bir dağ yamacına kurulmuştu. Evler, fabrikalar,
kulübeler, lapa lapa kar yağmış gibi bembeyaz toz kaplıydı; nereye baksanız beyaz kar yığınları yükseliyordu,
dağın kımıltısız serin havası asbest tozuyla <Kayalifi, Taşpamuğu; Tremolit’in -bir asetik asit tuzu- değişimi
sonucu oluşan, bükülebilen, ateşe dayanıklı, ipeğe benzer iplikli mineral> kaplıydı.”
(L. Duırrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:156)
“Biz böyle konuşurken günbatımı duası sona ermişti. Hizmetçiler akşam yemeği için çekilmeden önce
işlerine dönüyorlardı. Rahipler yemekhaneye doğru gidiyorlardı. Hava şimdiden kararmış, kar yağmaya
başlamıştı. Hafif, küçük lapalar halinde bir kar; sanırım hemen hemen bütün gece sürecekti; çünkü ertesi sabah
tüm ova, daha sonra anlatacağım gibi apak bir örtüyle örtülecekti.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:141)
“Hep tilki kürkünden bir paltoya bürünerek evinde dolaşıyor, uyruğuna adalet dağıtıyor, komşuları
arasındaki kavgaları yatıştırıyordu. Kışın lapa lapa kar yağışını seyrediyor ya da hikayeler okuyordu. Bahar
gelince, katırına binerek, küçücük yollardan yeşeren başakların yanına kadar gidiyor, köylülerle konuşarak
öğütlerde bulunuyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:52)
“Bir gün, ıssızlıktaki bir köyün, bir viran evinde aydınlık kadar temiz, hülya gibi güzel bir küçük
İstanbul kızına rastladım. Karakış ortasında, karın lapa lapa yağdığı bir gece, odanızın penceresini açsanız, siz
karanlıktan bir bülbül sesi gelse ne duyarsınız? İşte ben, o dakikada bunu duydum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:418)
“Hayatın alt tabakalarda insanları kavuran, çarpışıp didiştiren fırtınaları, burasunı tutmuyordu. Burada
duygu yönünden de durgun, değişimsiz bir hava, karları lapa lapa yağan, kıpırtısız bir dağ iklimi vardı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13)
“Orada ayakta dikiliyor ve hıçkırıyordum. Bir anda rüzgar dindi ve kar yağmaya başladı, bu sulu kar
değildi, lapa lapa kar yağdı ve kar taneleri üstüme düşüp eriyor, çevremdeki doğaya düşüp onu örtüyordu.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:255)
lapidary : (SAN., MÜCEVH., İNG.) <lepi’deri> Hakkak, elmas kesici, cevahirci; mezar taşı yapan adam;
kıymetli taş kesme-yontma sanatına ait; lapidate, lapidation : <lepi’deyt, lapi’dasyon> recmetmek, taşlayıp
öldürmek; lapidescent : <lepi’desınt> Taş haline girebilen, bir şeyi taş haline koyabilen
lapis (çoğul : lapides) : (LAT.,LİTOGR.,MÜCEVH.) <Le’pis, lepidiz> : Taş; lapis infernalis : cehennem
taşı; lapis lazuli : (LİTOG.) <le’pislak’suli>: Lacivert taşı, Sodalit grubundan, sodyum alümino-silikat ile,
kalsiyum klorür ve kalsiyum sülfattan oluşan deniz mavisi renginde bir taş; bu taşın mavi rengi <Lat.: ‘stone of
azure’>; lapis lydius (le’pis lid’yus> : mehenk taşı
Bk.: Caduceus
“Langdon, kadının kolyesine bakarak, ‘Güzel bir nazarlık,’ dedi. ‘Lapis lazuli mi?’
Sinskey başını evet anlamında sallayıp, dikey duran bir asaya <sopa, baston> sarılı yılan şeklinde
kesilmiş taş nazarlığa baktı. ‘Tıbbın sembolü; caduceus. Ama bunu zaten bildiğinize eminim.’
(D. Brown, “Cehennem”, sa:333)
lappet : (LAT.İNG;) <le’pit> : sarkık şey; elbisenin az kıvrıklı yeri,; kulak memesi; sarkık et parçası; kadın
başlığının sarkık kordelesi
lapsus : (LAT.) <lap’sus> : Hata, yanlış; lapsus calami : kalem hatası; lapsus linguae : ağızdan kaçırılan
söz; lapsus memoriae : hafıza hatası
larceny : (HUK.,İNG.) <lar’seni> : Suç, hıırsızlık, compund larceny : başka suçlarla bir arada yapılan
hırsızlık; grand arceny : büyük hırsızlık: petty larceny : küçük hırsızlık
larder :
(YAPI,İNG.) <lar’dır> : kiler, erzak; larderer : kilerci
large : -adv.- : (KOLL.) <larc> : geniş, büyük, cesim; iri, derin; cömert, eli açık; (DEN.) pupa’dan <arka,
kıoç bodoslama> gelen rüzgar: (SAN.) : serbest; (MUS.) Orta Çağlarda kulanılan pek uzun bir nota; at l. :
serbest, umumiyetle; l. handed : cömert, eli açık; largehearted : iyi kalpli, halden anlayan, cömert ruhlu; l.minded : geniş fikirli, serbest düşünüşlü; at l.: ayrıntılı, serbest, genel; in the l. : tüm içeriği ile; largely :
ziyadesiyle, bol bol, büyük; largeness : büyüklük, cesamet; largish : irice, büyücek
largess(e) : (KOLL.,İNG.)
larghetto : (MUS.,İTA.)
Largo :
(MUS.İTA.)
<lar’ces> : Bahşiş, hediye, ihsan
<lar’geto> : Ağırca, ‘largo’dan biraz daha çabuk ritm; largeto
<largo> : Batı müziğinde, tempoların en yavaşı; ağır ve görkemli çalış
“... ama umarım, Robert, kızını ya da oğlunu bu Kretz denen adamla bir dakika bile yalnız bırakmazsın;
ukalalıktan cinsiyetini bile unutmuş. Batma numarası yapıyorlar Robert, ama iyi yapamıyorlar, bir tek largo
(müzikteki en ağır tempo) eksik, derken üçüncü sınıf bir mezara giriverirsin...’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:254)
lark : (ZOO.,İNG.) <lark> : -isim- Bir kaç çeşit tarla kuşu; rise with the lark : (FİG.) çok erken kalkmak
-fiil-: cümbüş etmek, eğlenmek; takılmak, şaka etmek
larrikin :
larrup :
lascar :
(PSYCH.,İNG.) <lerikin> : Yaramaz, serseri, haylaz
(KOLL.,İNG. -slang-) <le’rap> : -fiil- dövmek, dayak atmak, sopa çekmek
(PERS,DENİZ) : <les’kır> : Hintli gemici, Hintli
lash : (KOLL.DAV.) : <le’ş> Kamçı darbesi, kamçı ucu; istihza-alay için fırlatılmış söz; vurma, çarpma;
kirpik; kamçı ile dövmek; hicvetmek; vurmak, çarpmak; l. oneself into a fury : çok öfkelenmek: l. down :
bağlayıp muhafaza etmek; l. together : iple biribirine bağlamak; l. out : birine karşı alaycı söz sarfetmek
Lasciete ogni speranza, voi ch’entrate : <Las’iate ogni spe’renza, voi k’ent’rate> : Tüm ümitlerini terket, sen
buradan içeri gir! (Cehenneme giriş kapısındaki yazı) = The inscription on the entrance to hell - Look: Dante
ALIGHIERI, Inferno, III, 9) ‘Abondon all hope, you who enter here’ (İNG.)
lass : (SOSY.) <!e’s> : Genç kız, nişanlı kız, sevgili; lassie : küçük kız, kızcağız; (DAVR.,PSYCH.,İNG.)
lasslorn : sevgilisi tarafından reddedilmiş adam
lassitude : (FİZY.,İNG.) <le’si’tüd> : yorgunluk, dermansızlık, halsizlik, bitkinlik
lasso : (ZOO.,KOLL.) <le’so> : Yabani atları tutmağa mahsus ucu ilmikli ip, kement
last : (zamir) <last> : son, en sonraki, en gerideki, geçen, evvelki; sabık, nihayet; l. but not least : son fakat
aynı derecede önemli: l. mentioned : en son olarak söylenen; l. night : dün gece; l. offices : cenaze
duaları; l. quarter : (ayın) son çeyreği; l. sleep : ölüm, son uyku; l. straw : son had, dayanılmaz derece; L.
Supper : Aşai Rabbani; Hz. İsa’nın müridleriyle yediği son yemek <Matta İncili 26: 20-30>; l. Tuesday :
Geçen Salı; l. word : son söz, son moda, en mükemmel şey; at l.: nihayet, en sonunda, akıbet; at long l. : en
nihayet(te); breath one’s l.: son nefesini vermek, ölmek; in my l. I wrote: son mektubumda yazdım; is one of
the l. importance : son derece önemlidir; the two l. : sonuncu iki; the L. Day : Mahşer günü, Kıyamet günü;
the l. two : son ve ondan evvelki; the l. word on the matter : problem (konu) hakkında son ve kat’i söz; to the
l.: nihayete kadar; when did you see him l.? : onu en son nerede gördünüz?; lastly : velhasıl, son olarak, özet
(Yeni Redhouse Lügati)
Lata : (KOLLO.,GİYSİ) : Dar ve kalın inşaat tahtası; Osmanlı devrinde, bilim adamlarının giydiği yakası
ve kolları setre biçiminde cüppe
“Bir ara kendini oracığa atıp ağlamak geldi Hans’ın içinden, ama kendini tuttu, sundurmadan baltayı alıp
geldi, sıska kollarıyla kaldırıp kaldırıp tavşan kümesine indirdi, belki yüz parça yaptı kümesi. Latalar ayrılı ayrılıverdi
birbirinden, çiviler garç gurç ederek eğilip büküldü, geçen yazdan kalmış bir avuç kokuşmuş tavşan yemi açığa çıktı.
Ne varsa hepsinin üzerine baltayı indiriyordu Hans, sanki böylelikle tavşanlara, August’a ve bütün o geride kalmış
çocuksu yaşantılara karşı içindeki özlemin hesabını görmek istiyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:16)
Latife :
Şaka; Güldürecek güzel ve tuhaf söz, hikaye, nükte
“Bir derviş, uzun bir yolculuktan sonra bir konağa vardı. Konak sahibi cömert bir insandı. Söz ustaları
ve erdemli kişiler onun yemek sohbetindeydiler. Zarif insanların her biri nükteli, latifeli sözler söylüyorlardı. Biri
şaka yollu dervişe:
‘Sen de bir şey söylesene,’ dedi. Derviş:
‘Benim sizler gibi üstünlüğüm, sanatım yok... Bir beyitle yetinmeniz gerekecek:
‘Ben, şu aç halim ile, sofranın karşısında,
Bekar biri gibiyim, kadınlar hamamında!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:119)
LATİNCE : Latin dili, lisanı Öğrenmeye başlamak ister misiniz ? (Not.: Önce “dil” i okuyun lütfen!)
ROMAN Dilleri I :
LATİNCE
Latince denince akla hep eski ROMA İMPARATORLUĞU gelir. O dil, Hıristiyanlık
gibi oraya sanki kendi eviymiş gibi yerleştiği gibi; yüzyıllarca o lisan işlendi, entellerin ve en büyük
dini meclis ve oluşumun: Papalık resmi dili olarak değişmeden kaldığı gibi, gerek İtalya’da ve
gerekse Avrupa’nın diğer ülkelerinde yeni ‘Devlet’ler kurulup kendi benliklerini ve bunun özel bir
göstergesi olan yeni resmi “dillerin” gelişimlerine karşın, Yeni Çağlara kadar ulemanın ve entellerin
temel dili olarak kaldı; birçok eserler, nüfus kayıtları, doğum ve ölümler, resmi ve gayrı resmi
hükümler, o sayede kaybolmadan kilise kayıtlarında yaşadı. İtalya, o muhteşem imparatorluğun ve
dünyanın en zengin dilinin doğal bir varisi oldu. O ülkeye bir gezi yapan herkes, tarihin kalıntılarıyla,
ister bir su kemeri olsun ister bir harabe ama şahseser (Coliseum), o ihtişamı içinde hissedebiliyor.
Sonuçta, Latince bugün müzelik bir dil olmasına karşın, önünde saygı ile eğilmemiz gerekir.
*
Latince, bugün “ölü dillerden biri” diye anılmasına karşın, yüzyıllarca, entel
kişiler arasında, bir ayrıcalık yaratıyordu. Buna çok düşkün olan Lord (George Gordon)
BYRON <1788-1824>, “Peppo”sunda, bakın Latince’nin yumuşaklığı için ne diyor?
“I love the language, that soft bastard Latin,
Which melt like kisses from a female mouth.”
Çevirisi:
“Lisanı seviyorum, şu ‘piç’ Latin’i
Bir kadının ağzından eriyip çıkan öpücükler gibi!”
Bu tür hisler, Roma İmparatorluğunun yıkılışını izleyen karanlık günlerde,
“Latince’nin nesebi -soyu, geleceği ne olacak?” anlamında, halkın zihninde bir ezgi gibi kaldı.
Ama Latince’nin mirası, o gelmiş geçmiş imparatorlukların en kudretlisinin sessiz izleyicileri
olarak hemen hemen dünyanın her köşesinde, sessiz bir mabet gibi dikilmiş duruyor. Veyl
göremeyene!
Latince öğreten “Linguaphone” kitapçıklarından biri de LATİNCE için şöyle
der: “Latin is a dead language. As dead as it can be. First, it killed the Romans, now it’s
killing me.” <Latince, ‘ölü’ bir lisandır: Olabildiği kadar ölü. İlk önce o Romalıları öldürdü,
şimdi de beni!> Aynı kitapçık, Latince’nin ilk kez M.Ö.500 civarlarında, bir pantolon kayışının
üzerinde şu sözlerle belirmişti: “Manius made me for Numerious” <İnsan tarafından birçok
kimseler için yapılmıştır!> Ama aynı dil, M.S. 1. y.y.’da, ünlü filozof ve şairler CICERO ve
VERGIL(ius) ve CEASAR’ı evlat edinen ve onun BRUTUS tarafından hançerlenmesinden
sonra krallık tahtına oturan Roma’nın İlk İmparatoru AUGUSTUS devrinde “Golden Age of
Latin Literature” <Latin Edebiyatı’nın Altın Çağı> diye anılacaktır. Edgar Allan POE’nun tarihe
geçen sözleri, Eski YUNANLILAR’ın ve ROMA’nın büyüklüğünü, Latince’ye atfeder.
KATOLİK KİLİSE de, hem vak’anüvis olarak tarihi eserlerin korunmasında ve gerçek insanlık
tarihinin sosyal açıdan (evlenme, doğum, ölüm, bağışlar vb.) değişmez, kaybolmaz kayıtlarını
muhafazasını, Latince’ye borçludur.
A L F A B E:
Latince’de, onu izleyen birçok dillerde (Örn.: İtalyanca) olduğu gibi, 24
harf vardır:
A (a), ‘ae’: ‘ay’; B (be, ‘t’ or ’s’den önce: p -”urbs”<kent>, ‘örps’), C (ke:
Cicero: ‘Kikero’)(ke), D (de), E (e;’ei’:'ey’; F (fe), G ’sert G’; H ‘ha’, I‘i’;
K ‘ka’; L ‘le’; M ‘me’,
N ‘ne’; O ‘o’, ‘oe’: ‘0′; P ‘pe’; ‘Q
Q‘: ‘Qu’ ile: ‘kv’; R ‘re’; S ’se’; T’te’; U ‘u’, ‘ui’:'uy’; V ‘u’ genellikle;
X ‘ks’; Y ‘ü’; Z ‘ze’-çok ender rastlanır-.
Görülüyor ki olmayanlar: yumuşak ’sesli-vokal’ler: i,ö,ü; sessiz:ğ. Beş seslivokal’i var: a, e, i, o, u. (y), yumuşak Latinceye giren sözcükler içinde ’sesli’ görevi görür.
Modern alfabe’lerdeki ‘w’, isim olarak iki ‘u’, ve şekil olarak iki ‘v’den ibarettir, ama Roman
alfabesinde yoktur. Zihinleri karıştırabilecek diğer şey: ‘U’ ve ‘V’ nin yalnızca ‘U’ şeklinde
temsil edildiğidir. ‘Q’, yalnız yazılmaz, ‘Qu’ olarak geçer ve (k) olarak telaffuz edilir. Keza ‘c’,
Türkçedeki ‘c’den farklı olarak ‘k’ gibi tellafuz edilir. Roma yazısı soldan sağadır -Etrüsk’ler
tarafından bu yöne çevrilmiştir- ve cümlelere büyük harflerle başlanmaz, her şey küçük
harflerle yazılır. Diğerlerinden farklı olarak bu dilde Büyük harflerin kullanılışı, Eski Çağların
sonunda ve Orta Çağlar’da görülmeye başlanmıştır.
Latince’de her harf okunur; “Birleşik harf’leri”n bazılarını yukarda alfabe’de
gördük, daha fazlasını ilerde sırası gelince göreceğiz, yalnız başlangıçta en önemli olan: “ae”
kombinasyonunu not edelim: Ayni Latince bileşimini, İngilizce okuyacaksanız, Türkçedeki “i”
gibi telaffuz edersiniz, ama bizler bunu Latince’de görünce ‘e’ diye okuyacağız. Bu çok
önemlidir, zira ‘e’ harfi, Latince’de çoklukla ‘tekil’i ‘çoğul-plural‘ yapan bir ektir. Örneğin:
A.
NOMEN (isimler):
Via: Yol (f) ;
Viae: Yollar.
Diğer dillerden farklı olan bir gramer yapısı da, Latince’de, cümle
başlıklarında sözcüklerin (harfi tarifler, örneğin ‘the’ vb.) taşımamasıdır.
Latince’de v u r g u , eğer sözcük iki heceden oluşmuşsa, stres ilk hece
üzerinedir: ‘quo
quo - ta.’ (quota). Eğer üç hece’den oluşmuşsa, ikinci hece üzerinedir: pla - ce bo (plasebo).
Latince’de sözcükler, birçok diğer Roman dillerinde olduğu gibi :
1) er-erkek (masculinum
masculinum),
masculinum
2) dişi (femininum
femininum),
femininum ve
3) nötral (neutrum
neutrum)’
neutrum durlar. Bunları baştan ezberlemeniz gerekir.
B.
VERBUM (Fiiller):
Ben okulda altı yıl yalnızca ‘Fransızca’yı sistematik olarak okuduğum için,
gramer’ini en iyi bildiğim dildir. Diğerlerini de okurken, öğretmenlerimiz, “basit cümle”
kurgusunu öğretmeye kalktıklarında, ilk yaptıkları iş, “OLMAK” fiilini öğretmekti. Biz de aynen
böyle yapacağız:
(Fr.:’Etre
Etre‘;
‘To Be‘;
essere‘;
estar“,
estar‘)
Etre İng.:‘To
Be İtal.:’essere
essere İsp.:’estar
estar Port.:’estar
estar fiilinin
çekimini yaptırmak idi. Şimdi biz bunu L a t i n c e için yapacağız.
SUM = ESSE : Olmak
A. (Preasens - Şimdiki zaman)
a. <Praesens><indicative present>
sum
: (ben)im
es
: (sen)sin
est
: (dır)-o-
su‘mos
su mos
es‘tis
es tis
sunt
(Cogito
Cogito ergo sum!)
sum = “Düşünüyorum,
yorum; o halde varım!” - Descartes.
: (biz)iz
: (siz)siniz
: (onlar)dır
b. <Imperfectum><imparfait>
(Active
Active Imperfect)
Imperfect = Geçmişi hikaye
etmek
e’ram
ram
: Ben -idim- <yapıyordum>
e’ras
ras
: Sen -idin-
e’rat
rat
: O -idi-
era’mus
a’mus : Biz -idikera’tus
a’tus : Siz -idinize’rant
rant
: Onlar -idilerc. <future
future =futu’rum> = Gelecek
e’ro
ro
: Ben -olacağım- <yapacağım>
e’ris
ris
: Sen -olacaksın-
e’rit
rit
: O -olacak-
e’rimus
rimus
e’ritis
ritis
: Biz -olacağız: Siz -olacaksınız-
e’runt
runt
: Onlar –olacaklar-
İkinci önemli fiil: HABERE :(MALİK OLMAK) tır. Bunu da L a t i n c e için
yapalım: (Fr.:’Avoir
Avoir‘;
To have‘;
haben‘;
avere‘;
haber‘;
ter‘)
Avoir Ing.:’To
have Alm.:’haben
haben İta.:’avere
avere Spa.: ’haber
haber Port.:’ter
ter
HABERE
: Malik Olmak
ha’beo
o
: Benim var
ha’bes
s
: Senin var
ha’bett
: Onun var
habe’mus
mus
: Bizim var
habe’tis
tis
: Sizin var
ha’bent
ent
: Onların var
habe’bam
bam
: Benim -var idi-
habe’bas
bas
: Senin -var idi-
habe’bat
bat
: Onun -var idi-
a) Praesens (Present) :
-şimdiki zaman-
b) Active Imperfect
<imparfait>: hikaye etmek
habeba’mus
ba’mus : Bizim -var idihabeba’tis
ba’tis
: Sizin - var idi-
habe’bant
bant
: Onların -var idi-
habe’bo
bo
: Benim olacak
habe’bi
bis
bis
: Senin olacak
habe’bit
bit
: Onun olacak
habe’bimus
bimus
: Bizim olacak
habe’bitis
bitis
: Sizin olacak
habe’bunt
bunt
: Onların olacak
c)
(Future = futu’rus
-Gelecekte-
Diğer dillerde (İng., Fra. etc.) olduğu gibi, LATİN’cede de, “Habere”ye hemen
hemen eşdeğer bir fiil vardır: (POSSE
POSSE = Muktedir olmak); bunları karıştırmamalıdır; “posse”,
bir “iktidar arzusudur, belirtisidir”, “habere” halihazırda elinde olan ieydir. Örneğin:
“Possum
Possum dicere”
dicere (Possum diçere) = söyleyebilirim (söylemeye muktedirim!)
(Fr.:’Posséder
Posséder‘;
‘To possess‘;
Besitzen‘;
possedero’;
poseer‘,
tener‘;
Posséder Ing.:‘To
possess Alm.:’Besitzen
Besitzen İta.:’possedero’
possedero’ İsp.:’poseer
poseer ‘tener
tener
Port.:’possuido
possuido‘)
possuido
Onun çekimi de şöyledir:
POSSE
:
(Praesens - Şimdiki zaman)
Muktedir olmak
(Indicativus Activus Praesens)
pos--sum
:
Ben yapabilirim
pos-es
es
:
Sen yapabilirsin
pos-est
est
:
O yapabilir
pos-sumus
sumus
:
Biz yapabiliriz
pos--estis
:
Siz yapabilirsiniz
pos-sunt
pos sunt
:
Onlar yapabilirler
Çok kullanılan “fill”lerden bazıları :
parare
: hazırlamak
amare
:
sevmek
:
taşımak
compare : hazırlanmak, beraber olmak
desere
: durmak
portare
ludere
: oynamak
accusare :
itham etmek
probare
: onaylamak
scribere
yazmak
:
Şimdi size birkaç “sıfat” (Adiectivum) verelim de, artık küçük ‘cümle’ler
yapmaya başlayalım:
bo’na
mag’na
par’va
mul’ta
: çok
: iyi, bonüs
: büyük
lon’ga
no’va
: küçük
ve’ra
la’ta : geniş
: uzun
: yeni, acemi, yabancı
: doğru
Örnekler:
Sicilia est insula
Sicilya bir adadır
-
Insula est magna
-
Ada büyüktür
Via longa est bona
-
Uzun sokak güzeldir
Uzun sokaklar güzel-
Viae longae sunt bonae-
dirler
*
Fiillerin -sözcüklerin bitiş şekillerinin- gruplanmasını, dört belirli-düzgün
(regular) olanlarının çekim ve zamana uyum şekillerini yakın gelecekte göreceğiz. Latince’de
de, diğerlerinde olduğu gibi, “düzensiz (irregular) fiiller de bulunmaktadır ve bunların
da başlıcalarını inceleyeceğiz. Gramer’in Fransızca’ya benzerliği sizleri hayrete
düşürecektir. Bazı tekrarlar zaruri olacak, ama prensip olarak, her dil’i kendi branşı altında
incelemeye devam edeceğiz. İkinci kez çalışmak istediğinizde, konuları lütfen “her dilin kendi
ayrı bölümü” içinde çalışmaya devam edeceğiz; bu demektir ki, diğerlerini okuyun ya da
okuyun, bir dili izliyorsanız, gelecek sefer, bir önce bıraktığınız yere dönmeniz gerekecek.
Bizim tavsiyemiz, hepsini çalışmasanız dahi, gerçek arzumuza kavuşmak için, hepsine her
zaman göz atabilmek en yararlısı olacaktır.
Yine, kural olarak, her ders her dilin altına, ona özgü sözcük ya da tarihten
ünlü deyim ya da mesaj’ları bilgi hazinenizi zenginleştirmek için, bazı sözcük ve deyimler
ekleyeceğiz.
Ezberlenecek sözcükler:
agricola (m) : köylü, çiftçi
schola (f) : okul
amica (f) : kız arkadaş
anne (f) : mater
ada (f) : insula
baba (m) : pater
gül (f) : rosa
ana-baba (m) : parens lingua (f) :
terra (f) : arazi, dünya, toprak
dil
filia (f) : kız çocuk
kardeş : frater (m), soror (f)
Önemli deyimler ve sözler :
.Veni
Veni,
Veni vidi,
vidi vici
(Sezar’ın Senato’da başarılı olduğu bir
münakaşadan
sonra söylediği söz: “Geldim, gördüm, yendim!”
.Sine
Sine qua non
“Olmazsa olmaz!” ögesi. Özellikle yasamada, ya
da örneğin
tiyatro’da: “Seyirci, tiyatronun ‘olmazsa olmaz’ öge’sidir!”
.Ad
Ad usum proprium
”Kendi şahsıma mahsus; Şahsım tarafından kullanıl-
---ad
ad personam
mak üzere..” Özellikle bir hekim kendine bir reçete yazarsa
.e
e pluribus unum
“Birçoklardan biri..” - Amerika Birleşik Devletleri metal paraların
üzerindeki yazı.
‘Otorize edilmiş’ (authorized version) - Bible gibi.
.a.v
a.v.
a.v
.”amicus
amicus Plato sed magis
”Platon’u severim, ancak gerçeği daha çok.”
amica est veritas“
veritas
ARISTOTELES
* * *
N O M E N (isimleri), geçmiş derslerde,
a) c i n s l e r’ine (genus) göre, üçe ayırmıştık
I.
‘Erkek’ <masculinum>,
II.
‘Dişi’
<femininum>,
III. ‘Nötral-cinssiz” <neutrum>
b) s a y ı l a r’ına (numerus) göre de, ikiye ayırmıştık
I.
‘Tekil’ <singularis>,
II.
‘Çoğul’ <pluralis>
c) h a l l e r’ine (casus) göre de, Türkçe dahil, hemen hemen tüm dillerde
olduğu gibi (6) -altı- sınıfa ayırırız. Bunlar çok önemlidir, zira isimler, bu ‘haller’e göre
çekimlerinde farklılık kazanacaklardır.
I.
“Nominatif” <nominativus> : Y a l ı n hali
‘Yüklem’i, ‘çekimli fiil’ olan bir tümce’de, ö z n e, kat’i olarak <nominativus>
şeklindedir. Fiil’i yapanın KİM ve yaptığı NE sorularına yanıt verir.
II.
“Genitif” <genetivus> : İ y e l i k hali.
İsim tamlama’sının, KİMİN? ve NEYİN? sorularına yanıt vermektedir.
III.
“Datif” <dativus> : “-e-hali”
hali ; KİMİN İÇİN? KİME? NEYE?
sorularına yanıt verir.
IV.
“Aküzatif” <accusativus> : “-ii- hali”
hali ; Tümce içinde “nesne”,
‘aküzatif” halindedir, yaptığı soruşturulur. ?KİMİ, ?NEYİ? sorularına yanıt verir.
V.
“Ablatif” <ablativus> : NE İLE? sorusuna yanıt verir.
Birtakım
‘prepozisyon’ (edat)’larla <praepositio> ile birlikte, örneğin: (in+ablativus) : NEREDE? (in:
içinde, üzerinde, arasında) ; (cum+ablativus) : KİMİNLE? (cum: = kum : ile) ; (ex-ablativus) :
NEREDEN? (eks: tarafından, dışından) ; (a; ab -ablativus) : KİMİNLE, KİMİN TARAFINDAN?
(a, ab : tarafından, uzağından), ek olarak, KİMDEN? KİMİN TARAFINDAN?’ ı yanıtlar.
VI.
“Seslenme” <vocalius>: Hitap, seslenme: e y! o y!
———-
-devam edecek- İ.E.
Laubali : Gayrı ciddi, senli benli, saygısız
“Ne ağzından tek bir sözcük çıkıyor, ne de yüzünün ifadesi değişiyordu, tek yaptığı, zaman zaman
parmaklarının arasında yanmamış bir sigarayı yuvarlamaktı, adamakıllı laubali biriydi anlaşılan.”
(P. Süskind, “Üç Buçuk Öykü-Bir Çatışma”, sa:23)
Laudon, Mareşal Gideon Ernest : Yedi Yıl Savaşı ve Avusturya’nın 1788’de katıldığı Osmanlı-Rus
Savaşı’nda, Habsburg’ların en başarılı komutanları arasında yer alan Avusturyalı Mareşal Gideon Ernest
Laudon <1717-1790>, Prusya Kralı II. Fridrich’in ordusunu yenilgiye uğrattıktan sonra Avusturya ordularının
başkomutanlığına getirilmiştir
“Albay Gerbich’in artrit nöbeti tutmamışsa, odası her rütbeden subay ve astsubayla dolardı. Böyle ender
durumlarda dünyayı toz pembe gören albay, çevresindekiilere o açık saçık hikayeleri anlatmadam edemezdi.
Olağanüstü bir keyif alırdı bundan. Ötekiler ise, belki de ta Mareşal Laudon döneminden beri dillerde dolaşan bu
fıkraları kimbilir kaçıncı kez dinleyip kahkahalar atarlardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:250)
Laus Deo : (LAT.,DİN,KOLL.) <Lav’s Deo> : Allahına şükret! = Praise be to God (İNG.)
Lavman : Barsak tembelliği, polip’ler, kalın barsak rahatsızlıkları, ülser’ler, romatizma v.b. rahatsızlıklarla
kronik kabız ortaya çıkınca, geçici olarak, anüs yolundan, kimyevi sıvı verilmesi
“Herkes bakımdan payına düşeni fazlasıyla aldı. Kimi, Allahınızdan bulun diye bela okuyor; kimi de bir
gün ben de sıhhiye olursam Allah sizi elime düşürmesin diye tehditler savuruyordu. Bir tek Şvayk dayanıklı
çıkmıştı. Kendisine lavman yapan sıhhiye erine, ‘Sakın iltimas geçme bana,’ dedi. ‘Ettiğin yemini unutma.
Burada yatan baban da olsa, gözünü kırpmadan sokacaksın şırıngayı kıçına. Bil ki, Avusturya’nın kaderi bu
şırıngalara bağlı. Zafer bizimdir!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:92)
Lavta, lavtacı : Ut yavrusu, mızrapla çalınan ilkel tip bir musiki aleti. Daha ziyade halk sanatkarları ve
Roman’lar arasında popülerdir; Bu çalgıyı çalan sanatkar
“İki üç gündür, burada öyle bir düğün hazırlığı var ki, sanırsınız, masallardaki peri padişahının kızı ile
eski Hindistan hükümdarlarından birinin oğlu evlenecek... Halbuki, yaşlı bir lavtacının <lavta: -mızrapla çalınan
ut yavrusu bir halk çalgısı- çalgısını çalan sanatkar> oğlu olan kemancılardan biriyle eski bir zurnacı’nın kızı
evlenecekler...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:201)
Laydak : Aşağılık, serseri kimse (Argo)
“İçmekten fitil gibi olmuş Kalganov öğüt verir bir halle,
-Vazgeçin şu Polonya’yı yemekten; dedi.
-Sen sus çocuk! Herife aşağılık demek ne diye Polonya’yı yemek olsun. Bu laydak Polonya’yı temsil
etmiyor ya…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:134)
Lay Lay Lom (Okulu) : Hayatı ciddiye almayıp sırf laf olsun diye eğlenmek, sosyalleşmek için okula giden
grup gençler
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
----------------------------yarından itibaren
Haçik’in dükkanındaki zulada
birkaç gram birinci kalite halis maldan birkaç nefes çekip
birkaç kase dalavereli Pepsi cola içtikten sonra
ve birkaç ya Hak ya Hu ve vah vah ve hu hu savurduktan sonra
mütefekkir fazıllar ve münevver faziletliler
ve lay lay lom mektebi müdavimleri arasına resmen katılabilirim”
(Furuğ-Ferruhzad-<1835-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:59)
layout : (KOLL.,İNG) <ley’aut> : Plan, tertip; takım, aletler takımı; (argo) ziyafet
layover : (SOSY.,İNG)
<ley’over> : Konaklama, bir yerde duraklama
lazar : (TIP.,BİYO.) <le’zır> : Fakirlere ve bilhassa cüzzamlı hasta-fakirlere mahsus hastane; karantina;
lazaretto (TIP,İTA.) <le’zareto> : Fakirlere ve özellikle cüzzamlılara <Lepra> mahsus hastane, bakımevi;
(DEN.) : Geminin kıç tarafındaki erzak ambarı, kumanyalık
lazzarone : (SOSY.,İTA.) <leze’rone; çoğul: ‘i’> : Napoli’nin adi işlerle veya dilencilikle geçinen en aşağı
halk tabakası
lea : (DOĞA,KOLL.,İNG.) <li> : 1) Çayırlık, otlak, mera; 2) 120 – 300 yarda arasında değişen iplik ölçüsü
leasing : (MYTH.,KOLL.) <li’sin> : -Özellikle eski zamanlarda yaygındı- Yalan, yalancılık
leather-head : (SLANG,İNG.) <le’dır hed> : Mankafa, eşek kafalı; leather-neck <le’dır nek> : Bahriyeli
<Yeni Redhouse Lügati>
Leb demeden leblebiyi anlamak, çakmak : Çok zeki kimse; karşısındaki daha ağzını açmadan ne
söyleneneceğini sezebilmek
“Sanki anadan doğma pandomimacı mübarek. Şöyle yapmış olmalı (Pandomima yapar). Simca’nın
sürücüsü akıllı adamdır. Leb demeden leblebiyi anlar. Marino’nun demek istediklerini anlamıştır.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:32)
“... hem Gavur Etem’in dediği gibi, İstanbul!un bu meşhur ve çok bilmiş hanende ve çengi kızları hiç de
Nazlı’lara, Gülizar’lara falan benzemiyor. Bunlar daha lep demeden leblebiyi çakıyor ve kendilerine tutulanları
etraflarında Marmara çırası gibi cayır cayır yakıyorlar.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:196)
“Koca Osman, ‘eh, gayri,’ diye düşünüyordu, ‘İnce Memedin bizim eve geldiği bundan da başka türlü
nasıl söylenir! Bu Ferhat Hoca cin gibi adam, Leb demeden leblebiyi anlar, anlar ama bu kadar açık sözü nasıl
anlamıyor.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:109)
“Kadın hiç gülümsemeden ‘Bunlar sadece senin için, ben yemek yedim.’ dedi. Söylediğinin yanlış
anlaşılmasından korkan Adam, ‘Şaka yapmıştım,’ diye atıldı hemen.
‘Ben de şakayı şakalamıştım,’ diye cevap verdi ev sahibesi korsanca bir gülümsemeyle. Sonra ekledi:
‘Hatırlasana, eskiden de mizah duygum olduğunu söylerdin. Sen ve ben aramızda leb demeden leblebiyi
anlardık, birbirimize göz kırpardık,’ dedi.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:47)
“Madam Darbédart’nın biraz canını sıkıyordu. Sözcüklerin üzerine basa basa her şeyi enine boyuna ona
açıklamak gerekiyordu. Madam Darbédart, leb demeden leblebiyi anlayan ince duygulu kişilerin arasında
yaşamayı hayal ediyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:46)
“Biz, doğma büyüme İstanbul külhanbeyiyiz, leb demeden leblebiyi anlarız. Bizi çağırıyor. ‘Dışarıya
çık’ diyor. Lakin anlamazlığa vurdum, istifimi bozmadım. O serkomiserse, biz de kendimize göre serkomiseriz.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110)
“Bizi de sınadı kurban olduğum, birazını açıktan, birazını gizliden sınadı. Baktı, direksiyon: Demir
kazık... Baktı, laf anlamak: Şıpşak... Lep demenle leblebi... Ayak çabukluğu dersen, bildiğin fırtına...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:286)
Légion d’honneur : (FR.,KOLL.) <Lej’yon don’ör> : Fransız hükümeti, daha doğrusu Napolyon Bonaparte
tarafından 1802’de başlatılan, ve üstün askeri ya da sivil (sulh, icat, yüksek başarı, sanatkar ya da yazar)
kimselere, gerektiğinde verilen ‘Şeref’ Belgesi ya da madalyası <Not.: Bana 2008-2009 yıllarında, İngiltereEnternasyonal Bir Teşkilat tarafından teklif edilen bu şerefi, şerefli bir insan olduğum için kabul etmemiştim;
evet hayatımda çok işler yaptım, sayısız ödüller aldım hatta ‘Hayat Boyu Yüksek Başarı Oskar’ını aldım, ama
özel olarak Fransa Hükümeti ya da ulusu adına hiç bir şey yapmadım!. Dr.İ.E.)
“Yine 1819 yılında, Madeleine tarafından icat edilen yeni usulün ürünleri sanayi sergisinde teşhir edildi.
Jüri heyetinin raporu üzerine kral, usulün mucidine ‘Légion d’honneur’ nişanının şövalye rütbesini verdi. Küçük
şehirde yeniden söylentiler dolaştı. ‘Tamam! İstediği nişandı.’ Madeleine Baba, nişanı da reddetti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:268-9)
LEIBNIZ, Godfried Wilhelm von; (1642-1716); XVII. y.y.’ın a k ı l c ı l ı ğ ı n ı n DESCARTES ve
SPİNOSA’dan sonra gelen en büyük düşünürü; Monadoloji’nin banisi
“Temel: Deneysel, tümevarımsal ve matematiko-mekanik d o ğ a bilimlerinden, özellikle f i z i k’
ten gelir. Doğa, sonsuz küçüklükteki ögelerin birliğinden oluşur. Cisimlerin karşılıklı olarak e y l e m yapma
ve düzenli e t k i l e n m e l e r i için, güç gerekmektedir. Bu, ‘cisimsel olmayan, düşünen, algılayan ve maddi
olmayan bir g e r ç e k l i k t i r.’ M o n a d, bu güç birimidir; faaliyetleri : i d e’ler, ve a l g ı’lar olarak ortaya
çıkar. E v r e n ise, yanyana varolan m o n a d’lardan ibarettir.
Metafizik : D ü n y a, makrokosmos ile mikrokosmos arasındaki ilişkidir. B i r e y ve e v r e n,
‘niceliksel’ değil, ‘niteliksel’ bir ilişki içindedir. Her bireysel b e n, her m o n a d, evren’in bütününü, onu
aktüel olarak k a p s a m a anlamında değil de, i d e a l bir şekilde tasarımlama anlamına gelir.
Bu monadoloji, duyularımızla gözlemlediğimiz cisimler daha küçük parçalara bölünebilir olup,
varolan herşey, birleşik cisimlerden meydana gelmektedir (Basit TÖZ ya da gerçek’LER.) M o n a d’lar, basit
bilinemez t ö z’lerdir. Monad’lar, a t o m’lara benzer; farkı: ATOM’lar, yer kaplayan maddi varlıklardır;
MONAD’lar enerji’dirler. Her ikisi de dış kuvvetlerden bağımsızdırlar ve dış bir güçle kaldırılamaz. Monad’lar,
yer kaplamaz, nedensel bir ilişkli içinde bulunmazlar, m a d d i varlıklardan önce varolmuşlardır. Kendi
faaliyetlerininin kaynağını yine kendilerinden bulurlar. Her monad, kendi içinde, bütün öteki varlıkları yansıtır.
Her monad, evrenin tümünün bir aynası gibidir. Onların dünyayı tasavvur edişleri, algılarının açık seçik
oluşuyla açıklanır. TANRI, var olan herşeyin, f a i l nedenidir. ÖZ’ü: Varolşunu içeren zorunlu varlık’tır.
LEIPNITZ’e göre, h a y a t, a k l a dayanan, entellektüel faaliyetle belirlenen bir yaşamdır.
Bulanık ve belirsiz düşüncelerden, potansiyel güçleri gerçekleştirme gücüne dayanır. Temel e r d e m,
bilgelik’tir. Özgürlüğe gelince: İnsan, yaptığı şeyi n i ç i n yaptığını bilir; bu, onun ö z g ü r l ü ğ ü’dür.”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:596-8)
Leibzig çarpışması : (TAR. MYTH.) : Napoléon’un kesin yenilgisiyle sonuçlanan ve Fransa’nın Almanya ve
Polonya’daki son topraklarını da yitirmesine yol açan çarpışma (1813). Bu çarpışmada, Napoléon’un komuta
ettiği 185 bin kişilik ordu ile, komutanları arasında Prens Kral Philipp Schawarzenberg’in de bulunduğu
Avusturya, Rusya, Prusya ve İsveç birliklerinden oluşan 320 bin kişlik müttefik ordular karşı karşıya gelmişti
“ ‘Lepzig Çarpışması’nı bilir misin?’ diye sordu, Biegler. ‘Feltmareşal Prens Schwarzenberg 14 ekim
1913’te Liebertkovitse üstüne yürümüştü hani, 16 ekim’de de Lindenau Çarpışması olmuştu. General
Merweldt’in çarpışmalarını okumamışsındır; Avusturya ordusu Wachau’ya girmişti, 19 ekim’de de Leipzig
düşmüştü.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:51-2)
Lenfatik (kişilik) : Aşırı soğukkanlı, heyecansız, kendini beğenmiş, tembel tip kişilik yapısı
“Üçüncü genç kız, Papaz Niemeyer’in biricik kızı Hulda Niemeyer’di ve öteki iki kızdan daha kadınsı
tavırlı, bu yüzden de kendini beğenmiş, can sıkıcı, lenfatik bir sarışındı.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:19)
Lepanto Savaşı : 1571 Messina boğazı çarpışması, Osmanlılar – Venedik arasında. Bk.: İnebahtı Savaşı
Lepiska : Almanya’nın ‘Leipzig’ kentinden alıntı: Leipzig’de dokunan ipek; o ipeği andıran uzun, yumuşak ve
sarı saçlar
“Öğle sonrası güneşi tarlaları ılıttı, gölgelere mavi akıttı, mısırı kızıllaştırdı. Derin parlaklık, vernik gibi
yayıldı tarlaların üzerine. Bir araba, bir at, bir ekin kargası sürüsü - onun içinde her ne kımıldarsa- bir altın
olarak yuvarlanıyordu. İnek, ayağını kımıldatırsa kızıl altından dalgacıklar titretiyor, boynuzları ışıkla çizilmiş
görünüyordu. Kırlardan gelen salkım saçak kısa bacaklı, ilkel görünümlü arabalardan süpürülmüş lepiska saçlı
mısır serpintileri öylece durdu hendeklerde.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:142)
Leş; Leş herif: Kir pasak içinde, Hayvan ölüsü; Sarhoş, insan değerleri dışındaki kişi (Argo)
“Dizleri üzerinde doğrulurken mendilini çıkarıp ağzına bastırdı. Çenesine bulaşan bu yarı kurumuş
nesne parktaki kuşun pisliğiydi. Kusamayacaktı. Mendili cebine koydu.
-Ne arıyor bu sarhoş burada?
-Leş herif!
-Atın şunu be!”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:117)
“BİR LEŞ
----------Güneş parlıyordu pişirip kotarmaya
Üstünde bu çürüntünün,
Geri verebilmek için büyük Doğa’ya
Çattığından yüz kat üstün.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:71)
“... işten ayrılmayı düşündü; izbe bir avludaki pis bir dükkanda çalışsaydı, elektrik kablosu, baharat, ya
da soğan satılan bir yer, aşağı sarkmış pantolon askıları ve çeşit çeşit dertleri olan leş gibi patronlar yılışıklık
etmeye kalkarlarsa, en azından onları tersleyebileceğ bir yer...”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:8)
“Meliz Bolio otelinde Efrain ve gruptan ayrılanları buldular. Onların oteli daha moderndi, bir iç avlu
etrafına sıralanmış beton küpler. Gençler, klimalarının gümbürtüsünden kaçmak için dışardaki plastik
sandalyelere yerleşmişlerdi. İç avlunun sonunda leş gibi bir kafesin içinde bir tür yabani tavuskuşu boğuk
çığlıklarla volta atıyordu. Hava, datura <İlaç yapımında da kullanılan, Amerika Birleşik Devletlerinde yasa dışı
olarak kabul edilen, halüsinasyon ve zehirlenme yan etkileri olan uyuşturucu sınıfından bir bitki.> ve marihuana
karışımı, hafif tatlı bir kokuyla doluydu.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:190)
“Eggo’nun Doğumu
-----------------------Kıyılarda, çamurlu çalılıklar,
kül ya da tüten leşler, yıkıntılar.
Ve tepe, insanın kendisi, diyor tarih
ölülerin ağızlarından, doğmuştu suların üstüne.
Kendi çekirdeğine vardığında, artık bir insan değildi,
kocaman bir ağaçtı, dalları, sayısız kürek,
boyu bosu, birbiriyle boy ölçüşen bir dolu tekne
ve yanıbaşında altın top bir çiçek.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap,03.04.08)
“ ‘Bağrışmayın öyle kadınlar. Onu tedirgin edecek değilim. Niçin elimi kaldırayım? O ölmüş ve
gömülmüş. Hala ayakta duruyor, konuşuyor, ağlıyor, ama ölü aslında. Leş! Tanrı onu bağışlasın.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:565)
“Kralın adamlarının bir samanlığın ot yatağında isyancının kanlı cesdini buldukları, mücevherlerini ve
giysilerini aldıkları, çıplak bedenini de hayvan leşleri arasına fırlattıkları sırada, karısı, eşinin başına gelen
felaketten habersiz, sarayın ipek yatağında iki (ikiz) kız çocuğu dünyaya getirdi.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Benzer Benzemez Kızkardeşler”, sa:161)
Leş gibi kokmak, Leş kokulu : Bir suyun, ırmağın, havanın, bozulmuş yemeğin, kişinin vücudunun çok kötü
kokması; Tütün ve alkol kokma; ölü hayvan vücudunun kokusu
“GAYEV - Kızkardeşim har vurup harman savurmak alışkanlığını bırakmamış hala. (Yaşa’ya.) Biraz
ötede dur aslanım, leş gibi tütün kokuyorsun.
YAŞA (Alaycı.) - Siz de, Leonid Andreyiç, nasıldıysanız öylece kalmışsınız.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:120)
“NOEL GÜNÜ KAHKAHALARLA GÜLEN
YEDİ ASKER
------------------Zımbaladılar, astılar adamı çırılçıplak
Barakasının direğine. Baş aşağı
Kanara’daki <mezbaha, hayvan kesim yeri>leş gibi, sallandı durdu
Noel Günü’nde, Noel Günü’nde.”
(Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08)
“Madam Şarlot gidip Adrian’ın alnından öptü:
-Sen iyi çocuksun. Bundan böyle benim şnaps’ımı <alkollü bir içki> sen getirirsin, olmaz mı?
-Tabii, hem de en iyisinden. Böyle leş gibi kokanından değil.
-Eh! Söylemesi kolay. Bakalım ‘leş gibi kokmayanından’ almak için Anna’dan yeteri kadar para
koparabilecek misin? Eli para tutalıdan beri Anna’nın ne pinti olduğunu bir bilsen.”
(P. Istrati, “uşak”, sa:17-8)
“Porsuk Çayı, beni nereye kadar götürebilir? Zira, bu çay önüme çıktığı andan beri, hep onun kıyısında
yürüyorum..... Ne sünepe, nemiskin, ne biçare ağaçlar. Porsuk Çayı’nın balçığı leş gibi kokuyor.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:42)
“A LUTA CONTINUA
Duma Nokwe için requiem
--------------------------Kan lekelerimizle söylenen adın
doğmuştu bedeninden önce
haber vermek için bize:
Bir işçiler dünyası yükseliyor göğe
ırkçıların, ırz düşmanlarının, altın dişli
Sömürgenlerin
leş kokulu, sular içindeki mezarları
üzerinden”
(Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07)
Leşini yere sermek : Nefret edilen birini, maamafih, çoğu zaman tehlikeli bir hayvanı (ayı, kurt, yılan) vurarak
öldürmek
“Bunun üzerine bir an bir çalılık arkasında gözden kayboldu. Onu vırmak, bir köpek gibi leşini yere
sermek benim için benim için ne büyük bir zevk olacaktı! Fakat acelesi ne!”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:181)
“Köylünün başbelası diyorlar benim için, işim köydeki tazelere <genç kızlara> Latince dersi vermek,
salamları tütsülendikleri baca boşluklarından, hokus pokus yürütüp mideme indirmek. Şimdilik muhtarın
karısının yatağını gözüme kestirdim. Daha önce kargalar tarafından didik didik edilmezsem.......... Bohemya
kralı biraderimdir <erkek kardeş> ve hepimizin babası benim gibi onun da rızkını veriyor; ama bu konuda Tanrı
babamızın en çok beni işe koştuğunu söyleyebilirim. Önceki gün, bütün babalar gibi, taş kalpli davranarak
açlıktan yarı ölmüş bir kurdu hayata döndürmeye alet etmek istedi beni. Bu canavarın leşini sermeseydim, sayın
meslektaşım, bugün benimle tanışmak şerefine eremeyecektiniz asla. In saecula saeculorum. Amen. <Bk!>”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:159)
Leş kargası, kargaları : Fırsattan istifadeciler; özellikle birinin evinin ya da otel,restoran gibi müesseselerin
mutfaklarının artıklarını yiyen(ler)
“... ışığı çekinerek yakardı. Ama yine de büyükanne ile sık sık karşılaştığı olurdu. O zaman kadının
boğuk sesi, holde yankılanırdı: ‘Ne o? açgözlü herif? Bu saatte hala daha zıkkımlanmayı mı düşünüyorsun?”
Bolda, tiz sesiyle gülerdi: ‘Evet, leş kargası, daha karnım aç. Var mı bir diyeceğin? İstersen gel, sen de ye!’ ”
(H. Böll, “Babasız Evler”, sa:10)
“ ‘Yalancı Arkadaşlık’ otuz bir yıllık Trujillo Dönemi’nin en önemli tiyatro olayı olmamış mıydı?
Eleştirmenler, gazeteciler, profesörler, papazlar, aydınlar göklere çıkarmamışlar mıydı bu oyunu? Onca zaman
O’nun kesesinden geçindikten sonra şimdi ‘gringo’lar <İng., Amer. gibi yabancılar -Spa.-> gibi insan
haklarından söz etmeye başlayan uzun etekli piskoposlar, o leş kargaları, o Yahudalar övgüler yağdırmamışlar
mıydı kitaptaki kavramlara?’ ”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:27)
“Üç yıl gittikçe artan bir enflasyon sırasında, memlekette durmuş oturmuş tek değer ölçüsü, yabancı
paraydı. Viyana’nın bütün bu otellerini leş kargaları doldurmuştu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa: 363)
lettre d’avis : (FR.,TİC.,KOLL.) <let’r d’avi> : Referans mektubu = Letter of advice
lettre de cachet : (FR.,HÜK.,HUK.) <letr dö kaşe> : Fransız kralından çıkan, hiçbir yasaya dayanmayan
hapis-sürgün kararlarını içeren mühürlü mektup
Leuconoé :
(LATİN, YUN. MYTH.): Tanrıça Minée”nin kızlarından biri
“Horace da dostlarına böylesi öğütler verdi... Siz, Leuconoé, geleceğin sırlarını bilmek isteyen isyankar
güzel kadın. O gelecek artık geçmiş olmuştur ve onu biz bilmekteyiz. Aslında bu kadar az şey için kendinize
eziyet etmeye hiç hakkınız yoktu; dostunuz size akıllı olmanızı ve YUNAN şaraplarınızı süzmenizi öğütlemekte,
bilge adam olduğunu gösteriyordu: Sapias, vina liques= Şarabın berrak, bilgin derin olsun!’ ”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:32-3)
Leviathan : (FEN. MYTH.) : Fenike Mitolojisi’nden alınmış olup, Ahdi Atik’de de bahsi geçen, efsane olmuş
bir ada ya da balinaya benzer su canavarı. TEVRAT’ta adı, ‘çoktanrıcılığın’ simgesi olarak geçer <Aynı
zamanda zıtların: iyi-kötü beraberce bulunması inancı>
“Konuşulacak daha çok şey vardı. Aklıma binbir çeşit soru gelmişti, ama neredeyse şafak söküyordu ve
artık dayanamayacak kadar bitkindim. Sachs’a parayla ilgili sorular sormak istiyordum (elinde ne kadar kalmıştı,
o da bitince ne yapacaktı), Lillian Stern’le ayrılması konusunda daha çok şey öğrenmek istiyordum; Maria
Turner’i, Fanny’yi, (bir kez olsun göz atmadığı) Leviathan notlarını sormak istiyordum.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:221)
“ <Ona mihmandarlık eden Melek’le beraber Genç Adam Cehennem’de bir müddet ilerledikten
sonra>... Neden sonra bulutların ve dalgaların arasından Doğu’ya baktık ve ateşle karışık bir kan selini gördük:
bizden birkaç taş atımı ötede canavarımsı bir yılanın pullu kıvrımları belirdi ve tekrar gözden kayboldu. Nihayet
Doğu’ya doğru yaklaşık üç derece ötede, dalgaların üzerinde kızıl bir doruk belirdi. Yavaş yavaş altın bir kaya
gibi yükseldi. Sonra iki kızıl ateş küresi gördük, deniz duman bulutları içinde yitmişti. O zaman bunun
Leviathan’ın başı olduğunu anladık; alnı, bir kaplanın alnınınkine benzer yeşil ve mor çizgilerle bölünmüştü.
Çok geçmeden ağzını gördük; kızıl solungaçları öfkeli köpüğün üzerinde asılı duruyordu, karanlık uçurumu kızıl
ışınlara boyamıştı, ruhsal bir varlığın tüm öfkesiyle bize doğru ilerliyordu.”
(William Blake, “Cennet ve Cehennemin Evliliği”, sa:48)
Lex hoci : (LAT.,HUK.,) <Leks ha’ki> : Bulunulan mevkiin adetleri, yasaları = Law of the place; customs of
the region (İNG.) Lex terrae <Leks terray> : The law of the land (İNG.)
Leylek bacaklı : Erginliğe girmek üzere olan, ince uzun bacaklı çocuklara, kendi aralarında takılan isim
“Gene erkenden sıra, evde ya da okulda, ya da yan sokaktan çıkagelen ilk yaralardır. Başkaları
sözleriyle, bakışlarıyla ona yoksul ya da topal ya da bodur ya da ‘leylek bacaklı’ ya da yanık tenli ya da çok
sarışın ya da sünnetli ya da sünnetsiz ya da öksüz olduğunu hissettirir – her kişinin dış çzgilerini belirleyen bu
sayılmayacak kadar çok irili ufaklı farklılıklar, çoğu zaman son derece yapıcı olarak ortaya çıkan ama kimi
zaman da sonsuza kadar süren yaralara neden olan davranışları, görüşleri, korkuları, emelleri yeratır.”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:26-7)
Leylek göçü : Leyleklerin sonbaharda sürü halinde daha sıcak iklimlere göç edip ilkbaharda dönmeleri
“O zaman ilk leyleği görüyor. Çirkin, oranları bozulmuş bir haç gibi uzun gaganın ucundan küçücük
başa, uzun, eğri büğrü boyundan tulum gibi şişkin gövdeye, uzun, çöp gibi, sırık gibi, birbirinden ayrı her an
gövdeden ayrılıverecek, kopuverecek, yere düşüverecek gibi duran iki bacaktan çocukların duvara çizdikleri
resimlerdeki parmaklara benzeyen uzun, çöp parmakların ucuna doğru sürüp giden biçimsiz bir çizgiyi gövde
üzerinde kesen enli, kırık kırık, gevşek, yeli kesilmiş yelkenler gibi kanatlar….. Bu leylek, havada, dikine
yükselirlen, sağdaki kayalığın arkasından birkaç leylek daha göğe ağıyor <düşmek, yağmak>. Andronikos
anlıyor. Leyleklerin göçü bu. Her yıl çocukların heyecanla beklediği, büyüklerin gülerek, alay ederek seyrettiği,
yaşlıların bir leylek göçü görmüş olmanın sevinciyle acısı arasında, kışın nasıl geçeceğinin imi <simge, belirti>
diye uzun uzun yorumladıkları göç… Leylek göçü….. Başta uçan leyleğin arkasından gelen öbek de şimdi daha
yüksekte…. Andronikos, uzaktan, tepenin doğuya bakan yamacının hemen altından bir leylek ordusunun yavaş
yavaş çıktığını, havalandığını, yükselmeye, yaklaşmaya başladığını görüyor. Oturuyor. Leylekler yavaş yavaş
yüz oluyor, bin oluyor… Leylek öbeklerinin kimi düzgün, düzenli, kimi düzensiz uçuyor kalkışta. Ama sonra
gökyüzüne yükselirken, kendiliklerinden bir düzene giriyorlar. İlk gördüğü leylek şimdi çok yüksekte, çok
uzakta, ufacık.
Yeryüzü ile gökyüzü arasındaki köprü uzadıkça uzuyor. Leylekler, bütün gökyüzünü dolduracakmış
gibi uçuyor. Oysa, rengi arada bir değişen şerit, gitgide düzgünleşiyor. Leyleklerin takırdılarına, arada bir, martı
sesleri karışıyor….. Epey yükselmiş olan leyleklerden biri öbekten ayrılıyor, gerisin geri uçmaya, yeryüzüne
yaklaşmaya başlıyor… Düzgün şeridi bozan, şeridin kıyılarından diş diş uzaklaşan leylekleri uyarıyor, onları
yeniden düzene sokuyor bu leylek…
Yandan vuran turuncu ışıkta, tembel tembel, yalpa vura vura uçan, sabaha karşı yatmış da gün
doğduktan sonra uyandığından yüzüne su bile çarpamadan, arkadaşlarının arkasından koşup yetişebilmeğe
uğraşan delikanlılar gibi bir leylek… Ansızın, gökyüzündeki şeridin ucundan yeni bir köpek kopuyor, yıldırım
hızıyla bu tembel kuşu dürtüklüyor. Sona kalan kuş, önce, köpeğin gagalamalarından kaçıp kendini sakınmağa
çalışıyor, sonra öbür akşamcıların, kendisinden birkaç dakika önce havalanmağı nasılsa becerebilmiş
arkadaşlarının ardında sıraya giriyor. Tembeller öbeği düzgünleşip öndekilere yetişmek için hızla uçmağa
başladığı zaman bile, köpek yerine dönmüyor.”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:50-53)
Lezzet organı : Penis
(Argo)
“1- Sevgilimin Ağzı
Kırmızı ağzınla rüzgarı tutar gibi kahvede
Yükselen kuşlarla yükselir ve alçalır
Yirmi neden çıkarır yaptıklarıyla konmak için
Üstümdeki tan yerini süsler ve gider,
Yaptıklarıyla canlanırım, oysa yolunda yürüyordum
Gecede, fışkırmada lezzet organımdan...”
(El Rakkaş El Asğar-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.09.04)
Lıkır lıkır içmek : Bir şeyi boğazından sesler çıkara çıkara, ara vermeden bir şişeyi bitirme gayesiyle içmek
(içki, su)
“Masaların üzerinden birbirlerine fildiği tabureleri, altın kaşıkları fırlatıyorlardı. Tulumlardaki Yunan
şaraplarını; testilerdeki Kampanya şaraplarını; fıçılarla getirilen Kantabriya şaraplarını; hünnap, çin darısı, lotus
şaraplarını lıkır lıkır içiyorlardı. Yerde şarap birikintileri vardı, basanın ayağı kayıyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:15)
“Çelkaş bunu söyleyerek Gavrila’ya bir şişe uzattı.
Gavrila şişeyi aldı:
-Allah razı olsun deyip kafasına dikti. Lıkır lıkır içmeye başladı.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:75)
“Aletlerini yere koyup sevinçle ellerini birbirine sürttü, bir dolap açtı, içinden sukabağı dolusu şarabı
aldı, kısa, tombul, tüylü gırtlağını eğerek ağzını dayayıp lıkır lıkır içmeye başladı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:154)
“Beri yandan delikanlı boynunu arkaya uzatmış, başı havada, tıpkı bir koşunun arkasından soğuk su içer
gibi, biraz sonra yeniden kafasını, belleğini ve delice korkusunu uyutacak olan rakıyı lıkır lıkır içiyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:24)
“Uzaklaştıkça kaybolan sesler, arkasından yuvarlanılan lıkır lıkır bira seslerine dönüşüyordu. Gordon
cebinden paraların birini çıkardı ve karanlığın içine fırlattı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:89)
lıteratım : (LAT.) <litera’tim> : Harfi harfine, kelimesi kelimesine
Libas : (ARAP MYTH.): Giysi
“Konuklar, Emir’in karşısında el pençe divan durmuşlardı. Geceki baskını, ölenleri dilleri döndüğünce
anlattılar ve bu çadıra giren kovaladıkları adamın, katillerin başı olduğunu, onun ya dirisini, ya ölüsünü istediler.
‘Demek benden, evime sığınmış bir insanın ya ölüsünü, ya dirisini istiyorsunuz?’
Ak libaslı delikanlılar boyun kırıp sustular.”
(Y. Kemal, “Bir Adanın Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:253)
Libido Kuramı : (PSYCH.) :
enerjisi’ olarak tarif edilebilir.
Libido, Freud’ün üzerine bastığı üzere, ‘nesneye yönelmiş cinsel içgüdülerin
“ ‘Libido kuramı, içgüdülerle el ele gider..... Psişik fonksiyon kavramları arasında bir tanesi
diğerlerinden ayırt edilmelidir; bir ‘miktar’ duyarlılık, bir uyarı ‘toplamı’, bir niceliğin tüm ögelerini içeren bir
şey. Ne yazık ki onu ölçmeye hiç imkanımız yok. Bu ‘enerji’ azalabilir, çoğalabilir, yer değiştirebilir veya açığa
çıkarılabilir... Bu, fizikçinin elektrik akımı nosyonu’na eşdeğerdir.’
‘Libido kavramı, ilk başta ‘Histeri’ olaylarını açıklamak için ortaya atılmıştı. Freud, bu hastalıkta,
seksüel enerjinin normal kullanımının bloke edilerek diğer organlara yayıldığını ve onlara ‘bağlandığını’, bu
nedenle de çeşitli semptomların ortaya çıktığını düşünmüştü. O, tedavi ettiği hastalarda, daha evvelden ‘normal’
görünümlü olan bu kimselerinn, ‘çekilmez, tahammül edilemez’ olan bir fikri, düşünce veya muhakeme
yollarıyla (suppression = bastırma) ile çözemeyip, o fikir veya his, sanki hiç yokmuş gibi hareket etmeye
uğraştıklarını fakat çoğu zaman, ‘cinsel’ anılar veya duygulardan kaynaklanan bu fikirler ve onlara bağlı hislerin
şiddetlerinin ego tarafından hiç olmazsa hafifletilmeleri gayesiyle, bağlı bulunan enerjinin vücutsal ifadelere
dönüşümünün (transmutation, conversion), hieterik belirtilerinin sahnelendiğini açıklamıştı.
‘Freud’a göre, bu ‘dayanılmaz’ fikirlerin hemen hemen tümü, cinsel yaşantılardan kaynaklanır.
‘Obsesyon’ ve ‘Fobi’lerde, dayanılmaz cinsel fikir, bilinç alanında bir ‘yedek’ (surrogate) ile temsil edilmiştir.
Ruhsal yaşantıların kendileri ‘çekilemez’ olmayıp, o fikirden çözüşmüş duygular, diğer fikirlerle bağlantı
kurmuşlardır.’ .........................
‘Freud, 1914’te yayımladığı ‘Narsisizm Üzerine’ adlı monografında, vücut organlarının kendilerinin
yarattığı e r o t i k bir ego olduğundan bahsetti. Bu fikir, daha sonraki psikanalitik yazılarda ‘cinsel’ sözcüğünü
daha da genişleterek kapsadı. Bu yazısında Freud, vücudun üç açık penceresinin, yani: ‘ağız’, ‘anus’ ve
‘genitaller’, özel bir libido içerdiğini ve yeni doğmuşun gelişiminin bunları izleyerek belirli bir düzenle
pekiştiğini iddia etti.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. Basım, sa:115-117)
Libuşe, Kahin : (ÇEK MYTH.) : Efsanevi kadın kahin Libuşe, Modern Çek’lerin ilk hükümdarı olarak kabul
edilir. Büyük Çek bestecisi Bedrich Smetana’nın (1824-1884) ‘Libuşe operası’na da konu olan efsaneye göre,
Prag kenti, Prenses Libuşe ile kocası Prjemisl tarafından kurulmuştur. Smetana, 26 eylül 1877’de yakın
arkadaşı Prochazka’ya yazdığı mektupta, bu opera’nın ona (ve Çek milletine) çok şeylerkazandırdığını, bunun
tamamiyle ‘orijinal ve yüksek dramatik bir çalışma’ olduğunu söylemişti. Bilindiği gibi bestekar, vatanının aşığı
olup, Prag sokaklarını arşınlamaktan, kahvelerde ve opera salonlarında mahalli gürültüyü içine çekmekten
büyük zevk duyardı. Kendinden önceki ünlü bestekar Beethowen gibi, kulaklarından gitgide mustarip olan
bestekar, duyamamanın verdiği melankoli ile bu opera’yı bitirdikten sonra hastane tedavisi aldı, sol kulağı
işitmeye başladı, sonra yine kapandı. Hayata küsüp, evli kızı ile çok sevdiği Prag’ı terketti ve hayatının sonuna
kadar layık olmadığı bir maddi sefalet yaşadı. Bu hastalığının ağırlaştığı devrede, Smetana hala ‘The Kiss’,
‘Four Symphonic Poems’ ve 7. operası: ‘The Secret’i yarattı. Sifiliz, Dr. Fleming trafından Penicillin’’in Tıbbın
hizmetine verildiği 1945’e kadar nice böyle yarım düzine^dn fazla opera yazmış ünlüleri vakitsiz götürecekti
(Dr.İ.E.).
“Şvayk, onbaşıya sataşmadan edemedi: ‘Sende iş yok, kardeşlik. Bizim orada bir bodrum katında
oturan çöpçü Makaçek’in eline su dökemezsin. .... pencereyi öyle ustaca sıvardı ki, Prag’ın zaferini müjdeleyen
Libuşe’nin resmi çıkardı cama. Her seferinde karısından öyle bir kötek yerdi ki suratı Çarşamba pazarına
dönerdi. Ama huylu huyundan vazgeçer mi, Libuşe’nin resmini her geçen gün biraz daha mükemmelleştirirdi.
Tek eğlencesi buydu herifin.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:248)
Lider : Önder, baş (çete, takım, toplum)
“‘Mösyö Ernest’i vuran sizden biri mi?’
‘Benim,’ diyor Lakdar, yaşlı bir liderin sadeliğiyle.
‘Eline sağlık, kardeş. İstersen, bıçak için sana yirmi frank daha uçlanırım.’ ”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:13-4)
lignum vitae :
(LAT.,DİN) <linyum vitay> : Haç’ın yapıldığı: ‘Yaşam odunu’
“ ‘Ah, Efendimiz, kilise kimlerin eline kaldı!’ Başını sunağa doğru çevirdi. ‘Orospu’ya dönmüş, sıcakta
gevşeyen bir yılan gibi kösnü içinde kıvranıyor. Haçın ‘lignum vitae’si nasıl odunsa, öyle odundan yapılmış
olan, Beytlehem’deki ahırın çıplak arılığından, altın ve taş şenliğine!...... İmgelerin kendini beğenmişliğinden
kurtuluş yoktur! Deccal’in günleri yakındır, Korkuyorum William!’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:81)
Li(ğ)me li(ğ)me : Parça parça, eski püskü (genellikle giysi)
“KOMİSER - Rica ederim işime karışmayın benim... Yeter artık! Vazife benim, sorumluluk benim!
A. HAMLET - Karar da benim...
KOMİSER - Ne haddine! Kafanı parçalarım, dişlerini sökerim... Gözlerin patlar... Belini kırar, bacaklarını
lime lime ederim.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:133)
“David telefon kulübesinde durdu ve içini çekti. Lime lime olmuş Guıa Telefonica’yı alıp sarı sayfaları
karıştırmaya başladı. ‘Burada hiçbir şey yok,’ diye mırıldandı kendi kendine.”
(D. Brown, “Dijital kale”, sa:109)
“orda oturmuş yazar olmak üstüne düşünüyordu, sonra elini arka cebine attı.
‘çenemi tutmam için verdiler bunu.’
liğme liğme olmuş deri bir cüzdan.
‘kim verdi?’
‘iki kişinin birini öldürmelerine tanık oldum. Susmam için bunu verdiler bana.’
‘neden öldürdüler onu?’
‘bu cüzdanın içindeki 7 dolar için.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Pis Moruğun Notları’ndan Seçmeler”, sa:117-8)
“Marsilya, otel odası. Halının gri yüzeyü üstünde kocaman sarı çiçekler. Lekeli bölgeler. Koca
radyatörün arksındaki pis ve yağlı köşeler. Lime lime olmuş yatak, kırık elektrik düğmesi...”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:53)
“Bir iki hafta sonra hava öyle kötüleşecek ki ancak en dayanıklılar yola çıkabilecek. Sert kuzey rüzgarı
gün boyu ulayacak, bitkileri kurutacak, engin platoda bir toz denizini taşıyacak, ani dolular ve kar getirecek. Ben
şahsen lime lime olmuş giysilerimle, eski sandaletlerimle, elimde değnek, sırtımda bohçayla o uzun yürüyüşten
sağ çıkabileceğimi sanmıyorum.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:173)
“Sonra Cornille Usta gibi tanınmış, o zamana dek herkesin saydığı bir adamın, yalınayak, başında delik
deşik bir külah, sırtında lime lime bir ceket, sokaklarda dolaşması, hiç de hoşa gitmiyordu.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:24)
“Walsh sükunetini koruyamayacağını, onların ikisini tedirgin edeceğini, kendisiyle Trigger arasındaki
ilişkinin temelini oluşturan suskunluğu yok edeceğini biliyordu. Trigger çok rahatsız edici, lime lime olmuş
duygularla dolu olarak uykudan uyanabilir ve onun sözcüklerine katlanamayabilirdi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:268)
“Klasik filoloji bölümlerinden birinde de, ilk çağların bilim adamlarının Yunanlı şairlere, benim
gelecek bin yıldaki Eskimolarımın, lime lime bir popüler şarkı sözü koleksiyonunun içeriğine baktıkları gözle mi
bakmış olduklarının tartışılacağı bir seminer düzenlenmiş olduğunu biliyorum.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:10)
“Baba, ‘eğer dünyaya bir kez daha gelmek kısmet olursa, acaba ne olarak gelmek isterdim?’ diye kendi
kendine düşündü. Herhalde lime lime olmuş elbiseleriyle, yükünü taşıdığı ihtiyar olmak istemezdi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68-9)
“İp gibi bükülmüş bir boyunbağı, mavi çuhadan, yıpranmış, havı dökülmüş, bir dizi ağarmış, öbür dizi
delik bir pantolonu, dirseklerinden biri, yeşil bir kumaş parçasıyla sicim kullanılarak yamanmış lime lime bir
kruvaze köylü cekedi, sırtında içi tıklım tıklım dolu, sıkıca kapatılmış ve yepyeni bir asker çantası, elinde
budaklı kocaman bir sopa, çorapsız ayakkabılarında ise altı demir nalçalı pabuçlar vardı. Başı tıraşlı ve sakalı
uzundu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:109-10)
“Çamurlu yolda, birbirini iteleyerek koşuşan on kadar yarı çıplak çocuk, yalın ayak, başı kabak,
yarışıyorlardı. İlk kez olarak onların lime lime giysilerinden çıkan cinsel organlarını görünce, ta kulaklarıma
kadar kızardım.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:12)
“Bu gidişin sonunda yakın bir gelecekte ya öleceğim ya da yaşamak için bütünüyle uygunsuz olacağım
-bu büyük bir olasılık, çünkü son iki gece içinde epeyce kan kustum- kendi kendimi lime lime ayırdığımı
söylememe izin verin.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:89)
“Zorba üstü başı çamur ve leke içinde çıkageldi, gömleği lime limeydi. Yanı başıma büzüldü. Sevinçle,
‘Günümüz iyi geçti, çalıştık!’ dedi. Zorba’nın dediklerini duymuş, anlamamıştım. Aklım uzaktaki
esrarengiz kayalıklardaydı.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:180)
“İnsanlar, kamburları çıkmış, iki büklüm olmuş, pis ve hatta çoğunun giysisi lime lime, yerden
kalkmayan adımlarla karın içinde sürükleniyor, seğirtiyorlardı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:98)
“Sete-Sois, Beira’daki garnizonun Alentojo’daki birliklerin yardımına gitmektense olduğu yerde
kalacağı söylentileri ortada dolaşırken çıktı yola. Alentoja’da diğer eyaletlerde olduğundan çok daha ciddi bir
boyutta bir kıtlık vardı. Ordu lime lime, ayaklar çıplak, paçavralar içindeydi; askerler çiftçileri soyuyordu, savaşa
devam etmeye niyetleri yoktu. Birçoğu orduya baş kaldırdı, diğerlerinden kaçanlar oldu, kaçanlar ana yollardan
uzakta kalmaya özen gösteriyordu, karınlarını doyurmak için yağmalıyorlardı, yolda karşılaştıkları her kadına
tecavüz ediyorlardı; kısacası, onlara hiç bir şey borçlu olmayan ve onlarla aynu umutsuzluğu paylaşan masum
insanlardan alıyorlardı intikamlarını.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:32)
“Bundan, fena durumda alınan Giulio, ilk kararını unutarak, yeniden Fabio’ya saldırdı:
-Lanet sana! Kötü bir zamanda karşıma çıktın! diye haykırdı.
Alelacele yapılan birkaç vuruştan sonra, ikisinin de, zırhların üzerine giydikleri giysiler lime lime
dökülmeye başladı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:61)
“Onu yenecek kişinin gerçekten de ondan daha iyi bir oyuncu olması gerekirdi. İşte bugün böyle bir şey
olacağını tahmin ediyordu herkes. Yeni bir usta çıkagelmişti, eski şampiyonun fiyakasını bozacaktı -bozmak ne
kelime- onu alaşağı edecek, lime lime doğrayacak, yerden yere çalacak, sonunda yenilmenin tadını tattıracaktı.
Böylece de kimilerinin yenilgisinin acısı çıkmış olacaktı.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:25)
“İkimizin arasında doğal bir fark oluştu derken, işte bunu söylemeye çalışıyordum. Senin zırhının
oluşmaya başladığı dönemde, benimki çoktan lime lime olmuştu. Sen benim gözyaşlarıma katlanamıyordun, ben
de senin bu ani katılığına.....Karşımda birden bire yepyeni biri vardı ve ben bu insana nasıl davranmam
gerektiğini artık bilemiyordum.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:14-5)
“Ekmek pahalı, yaptığı iş ucuzdu; eline geçeni aynı gün harcıyorlardı. Kunduracıyla karısının bir tane
kürkleri vardı; o da çoktandır lime lime olmuştu; kunduracı, tam iki yıldır yeni bir kürk için koyun postu almaya
niyetleniyordu.”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:17)
“Orada tanıdığı insanların ayaklarında bile dokunmaktan çekinecekleri böylesine eski püskü şeyleri
paylaşıyorlar; bu lime lime olmuş eski giysiler, aşınmış ayakkabılar, bütün bu aptal ve komik paçavralar onların
gözünde ne kadar da değerli!”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:158)
Lila : Leylak rengi
“23 Şubat sabahı yağmur daha da kuvvetli, hava da inanılmaz derece soğuktu. Yün kazak, üstüne de
kalın bir manto giymeme ve boynumu lila rengi paşminayla örtmeme rağmen, üniversiteye gidene kadar içim
titredi. Üstelik şapka da giymiş, şemsiyemin altına sığınmıştım.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:74)
Lilliput; Lilliputian : Jonathan Swift’in (1667-1745) ‘Güliverin Seyahatları - Gulliver’s Travels’ adlı
eserindeki boyları on beş santimetreyi aşmayan cüceler; Böyle cücelik sıfatını haiz, yani klüçücük, ufacık tefecik
şey, eşya, kimse
“Üzerlerinde leylek yuvalarının eksik olmadığı saman kaplı çatılar göz alıyor, ahırların önündeki küçük
havuzlar içlerinde yüzen ördekler, parlatılmış metal parçaları gibi güneşte pırıldıyordu. Balmumu rengine
bürünmüş tarlaların arasında Liliput ülkesindeki cüceleri anımsatan minik figürler, otlayan alaca renkli inekler,
ekin biçen, saman ayıran kadınlar, öküzlerin çektiği sabanlar ve el arabalarını hızla sürerek ekinleri taşıyan
çiftçiler görünüyordu”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:103-4)
Limerick : (EDE.,SAN.) <Lime’rik> : Bir, iki ve beşinci dizeleri bir uyakta, üç ile dördüncü dizeleri ise
Başka bir uyakta olan, beş dizelik nükteli şiir
“Masallar gibi içinde yalnızca öykünün yer aldığı, basit biçimli anlatılar vardır ve ‘Kıemızı Şapkalı Kız’
bunlardan biridir: Evden çıkan ve ormanda başından bir serüven geçen kız ile başlayıp, kurtun ölümü ve kızın
eve dönüşü ile sona erer. Tümüyle öyküden oluşan basit biçimli anlatılara başka bir örnek olarak Edward
Lear’ın l i m e r i k’leri gösterilebilir:
İng:: ‘There was an old man of Peru
Tk.: ‘Peru’lu yaşlı bir adam varmış
who watched his wife making a stew;
güveç yapan karısına (ı) bakarmış (gözlermiş)
But once by mistake
Ama karısı bir dalgınlık anında
In a stove she did bake
pişirivermiş onu fırında
That unfortunate man of Peru.’
Şu (o) Peru’lu talihsşz adamı.!”
(U. Eco., “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, Çev.: Kemal Atakay, sa:43-4)
Limoni : Sarımsı renk, ekşimsi tat; mec.: iki kişi arasındaki ilişkilerin pek tatlı olmadığını, uyuşmazlık ve
geçimsizliği belirten sözcük
“‘Hayatta asla unutmayacağım bir şey varsa, o da, senden zaman zaman neden bu kadar nefret etmiş
olduğumdur.’
‘Aramız limoniydi, birbirimize pek de bayılmıyorduk, hatırladın mı? Benimle konuşurken şimdiki
zaman kullanmaktan çekinme, ölsem de babanım...’ ”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:148)
Limon sıkacak kadar vakit geçirmeden : Bir an bile kaybetmeden, hemencecik
“TONY, odadakilere. - Efendiler, belki bu gelenler size layık olacak kadar kibar adamlar değillerdir,
onun için bir dakika kadar aşağı inin. Ben de, limon sıkacak kadar vakit geçirmeden yanınıza gelirim.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:27)
Limuzin : Uzun ve geniş karuserli, 8,12 hatta 16 motorlu, otomatik, camı ışık geçirmez, genellikle koyu,
tercihan siyah renkli, içi her türlü modern ve rahat koltuklarla ve diğer teçhizatla bezenmiş lüks araba
“Julia bir fincan çayı alelacele içtikten sonra, gardrobun içindeki rafta duran bavulu alıp yatağın üzerine
koydu. Giysileri katlamaya başladı, sonra fikrini değiştirip hepsini bavula tıktı. Yolculuk için hazırlanmayı bir
kenara bırakıp pencereye doğru ilerledi. İnceden bir yağmur yağıyordu. Bir limuzin ise sokakta ilerliyordu.”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:226)
Lipizza atları : Adını, Trieste yakınlarında, eskiden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde
kalan Lipizza’daki imparatorluk harasından aşan at soyu
“Kraliyet harasında eğitim gören beyaz Lipizza atları Majestelerine cilve yapar gibi dans ederek gelip
geçtiler. Onlardan sonra sıra, nal sesleriyle gök gürültüsünü andıran atlı süvari bölüğündeydi. Siyah sarı
miğferleri güneşte ışış ışıl parlıyordu.”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:240-1)
Livre : (FR. MYTH.):
Eskiden Fransa’da kullanılan ‘yarım kilo’ değerinde bir ağırlık ölçüsü
“Kadınlar hep bir ağızdan yiyecek darlığından, her şeyin ateş pahası olduğundan yakınmaya başladılar.
Göçmenlere lanetler okudular. Oynak karfılara yatak payı olarak besili tavuklar, dört livre’lik koca ekmekler
veren bölge temsilcilerinin boynunun bıçaklara gelmesini dilediler. Öküzlerin Seine nehrine, un çuvallarının
lağımlara, ekmeklerin ayak yolu kuburlarına atıldığına dair öyküler anlatılıyordu. Kralcıların, hainlerin işiydi.
Paris halkının açlıktan ölmesini istiyorlardı.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:77)
Lis pendens : (LAT.,HUK.) <Lis pen’dens> : Dava açıldı = Lawsuit pending; Lis sub judice <Lis sub yudike>: Dava hala mahkemede! = A suit still in the courts (İNG.)
Li(y)me li(y)me olmuş : Yırtık pırtık (elbise, koltuk vb.)
“Kadınlar sarı saçları, mavi gözleri, çukur gamzeleri, ince çeneleri, kemerli burunları, eskimiş, liyme
liyme olmuş, kara çizgili Karadeniz işi önlükleri, çift örgülü, uzun, kalın belikleriyle birbirlerine benziyorlardı.
Çocuklar da sarışındı. Gamzeleri, çenelerindeki çukurlar, uzun boyunları, güneşte çok kalmış, kavlamış ince
kemerli burunlarıyla analarına benziyorlardı. Kadınlar inceydiler, uzun boyluydular, bilekleri, elleri güzeldi,
oradaki tekmil erkekler, biraz utangaç, bu iki güzelliğe bakıyorlardı. Çocuklar da güzel çocuklardı. Bacaklarına
tuhaf, yırtık ama temiz şalvarlar çekmişlerdi. Çizgili mintanları tertemizdi, yamalıydı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:502)
Lobi; Lobicilik : Otel girişlerindeki geniş bekleme salonu; Yayın, halk ve parlamento fonksiyonlarında,
inanılan bir görüş, kişi ya da yarar uğruna gruplaşmak, propaganda yapmak
“Doğanın lobicilerinden biridir - yorulmak ve yılmak nedir bilmeyen bir adam. Hiç kuşkum yok.
Kraliyet Derneği’ndekiler onu derneğin bulunduğu o sokaktan gelirken gördüklerinde kim bilir kaç kez
inlemişlerdir; belki de giriş kapısını kilitleyip kanepelerin altına gizlendiler. Lobi, lobi, lobi. Dilekçeler
hazırlanıp imzalanıp dağıtılmadan rahat etmezdi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:18)
“Biz yağmurdan kaçarak hızlı hızlı Pera Palas’ın lobisine girerken, Süleyman valelere profesörün
eşyalarını veriyordu. Ama Wagner kemanını kendi taşıyordu. O kutuyu yanından hiç ayırmıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:29)
“Lobide bir tanıdık, babamın her öğleden sonra burada çay içerse kendini Avrupa’da sanan bir çocukluk
arkadaşı beni tanıdı, yanımda kederli sevgilimin elini fiyakalı bir hareketle sıktıktan sonra kulağıma arkadaşım
matmazelin ne hoş olduğunu fısıldadı, ama ikimizin de aklı başka yerdeydi.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:312)
LOCKE, John : (FEL.) İngiliz Emprisizm’inin kurucusu (1632-1704). Çalışmasının ve fikirlerinin önemli
alanları: B i l g i nasıl kazanılır, meydana çıkar ? İ d e’ <FR.:fikir, düşünce> ler nasıl ortaya çıkar?
“John Locke’a göre, b i l g i, d u y u-deneyi yoluyla kazanılır. Bilgi’nin meydana gelişi için, şu yetilere
ihtiyaç <gereksinme> vardır :
(1) Z i h i n e , gerekli ‘i d e’leri, tasarımları sağlayan a l g ı,
(2) Z i h n e giren tasarımları saklayan b e l l e k,
(3) İ d e’leri birbirlerinden a y ı r t e t m e yetisi,
(4) Birçok i d e’yi birbirileriyle k a r ş ı l a ş t ı r m a yetisi,
(5) Birçok b a s i t i d e’yi b i r l e ş t i r m e yetisi;
(6) ‘Benzer ide’lerden, o r t a k ö ğ e’yi bulup, çıkartma - s o y u t l a m a yetisi.
Basit ide’ler, dış dünyadaki cisimleri ve onların niteliklerini duyu organlarımız üzerindeki etkisi
sonucunda, duyularımız aracılığıyla kazanalılmış olan i d e’lerdir. İnsan zihni bu ‘basit ide’leri birbirleriyle
çeşitli şekillerde birleştirerek, k o m p l e k s i d e’lere sahip olur; onları birbirlerinden ayırt eder. Bu işlemleri
yapmak için izlenen yol, algı, bellek ayırt etme ve karşılaştırma’dır. S o y u t l a m a’da ise, insan zihni, genel
kavramları gösteren g e n e l s ö z c ü k l e r kullanır. Varolan herşey, b i r e y s e l’dir.”
(A. Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:601-3)
Loco citato : (LAT.,HUK.) <Lo’ko kita’to> : Tekst’in içinde, genellikle kısaltılmış (abbreviated) olarak da
kullanılır: l.c., ya da loc.cit. = In the passage cited, often abbreviated! (İNG.)
Locum tenens : (LAT.,HUK.) <lo’kum te’nens> : Yerine geçici olarak eleman yerleştirme : A substitute;
used, for example, by physicians to designate a temporary practitioner taking care of patients during their
absence
Locus criminis : (LAT.,HUK.) <Lo’kus kri’minis> : Suçun oluştuğu sahne = Scene of the crime; Locus
delicti : <lo’kus de’likti> : Suçun işlendiği yer = The place where the crime took place (İNG.)
Lodos : Güney ya da güneybatıdan esen, genellikle sıcak ve nemli, bazen yağmur getiren, beraberinde allerjik,
baş dönmesi, ruhsal sıkıntı belirtileri getirdiğine inanılan, genellikle denizlerde vapur seferlerini aksatan,
sıcaklık hariç, pek de sevilmeyen, şikayet odağı bir rüzgar
“O gün, karşı Arabistan çöllerinden çıkıp Akdeniz’den geçip gelen kızgın bir lodos vardı. İnce kum
bulutları havada dolanıyor, insanların gırtlağına, ta içine kadar giriyordu. İnsanın dişleri gıcırdıyor, boğazı
yanıyordu. Kuma bulanmadan bir parça ekmek yiyebilmek için pencerelerle kapılar sıkı sıkı kapatılmıştı.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:165)
“Nice defterlerden ismim sildirdim
Gelmedi hiç senden ses, kara bahtım
Bahtın gemisinde yelken yok bildin
Durma, lodos gibi es, kara bahtım”
(Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:474)
“Ferdinand uyandığında içinde bir canlılık ve dışarıda, pırıl pırıl pencerenin gerisinde tertemiz bir
sabahın aydınlığı vardı. Lodos, nesnelerin karanlığını alıp götürmüştü ve gölün üzerinde, beyaz bir çerçeve
içindeki, uzak dağ zinciri parlıyordu. Ferdinand fırlayıp kalktı, uykuda geçirdiği saatler yüzünden henüz biraz
mahmurdu; fakat gözü kapalı sırt çantasına ilişince bir anda ayıldı.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:174)
Lodosculuk : Denizleri aramak
“Gün güngüneşlikti. Saat yedi sularında Menekşeye indim. Hasan Ağa Kumkapıdan gelip beni
bekleyecekti kahvede. Ondan derinlemesine Lodosculuğu öğrenecektim. Denizleri aramak, yani Lodosculuk
kadim (eski) meslektir. Dünyanın en eski mesleklerinden biridir Lodosculuk. Kaşıkçı elması diye ünlü elması bir
lodoscu bulmuştur.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:179-80)
Logos : Bilgi, deyi (Eski Yunanca)
“Her şey bu Logos’a göre
olup bitse de
insanlar
hiçbir şey yaşamamış gibiler”
“Beni değil
Logos’u dinlemek
bilgelik”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:13;15)
Lo que hoy se pierde se gana manana : (İSP.,KOLL.) <Lo ke oy se pier’de se ga’na man’yana> :
CERVANTES: ‘Bugün ne kaybettiysek, yarın geri kazanılacak!’ = What we lose today will be won back
tomorrow (Don Quijote, Part I, vıı) (İNG.)
Lokmalar boğazında dikilmek, dizilmek, düğümlenmek, takılmak : Heyecandan, korkudan lokmaların
sanki boğazından geçememe hissi
Bk.: Lokma boğazından geçememek
“Bu bakımdan ağabeysi, İvan Fedoroviç’in tam zıddıydı. Öteki, üniversitenin ilk iki yılında çalışarak
ekmeğini kazanmıştı; çocukluğunda da, velinimetinden yediği lokmalar boğazında dizilirdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:24)
“Zaten yol yorgunluğundan tıkanmış olan Ali Rıza Bey’in lokmalar boğazında düğümleniyordu.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:131)
“O gün öğleden önce bir türlü geçmek bilmedi zaman. Stuttgart’tan bir haber çıkmadı. Öğle yemeğinde
lokmalar içi kan ağlayan Hans’ın boğazına dikildi. Öğleden sonra saat ikide sınıfın kapısından içeri adımını
attığında, öğretmen derse girmiş bulunuyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:31)
“ ‘Dua etmeden mi? Sana ekmek verdiği, fasulye ve orospu verdiği için Tanrına şükretmeden mi?’
İsa’nın ağzındaki lokma boğazına takıldı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:113)
“Bu çirkin şeyi söylediği için şimdiye kadar duyduğu bütün üzüntüler yeniden onu sardı, çeneleri
kilitlenmiş, konuşamıyor, yemek yiyemiyor, lokmalar boğazına diziliyordu. Pamuk ipliğiyle bağlı bulunduğu bu
insanlardan, artık kendisinin olmayan bu evden kaçıp kurtulma isteği içini yiyordu.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:162-3)
Lokma etmek : Yemek yemek
“Buruşuk yanakları kızarmış, açk gözleri parıl parıl yanıyor, abani (ipekten, sarıya çalar, rengarenk bir
kumaş) sarık arkaya atılmış:
-Oh, oh, buradasınız ha. Ben de uskumru aldım. Kendim kızartacağım. Ne olur kalın, beraber lokma
edelim.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:258)
Lokmalar boğazından geçmemek : Korku ya da heyecandan, yutamamak korkusuyla yemek yemeyi
arzulamamak
“Yeniden arkasına dönünce, Friedrich’in sakin ve sessiz bir halde kanepenin önündeki masada tek
kişilik bir tepsi hazırlamakta olduğunu fark etti. İşte, akşam yemeği... İster istemez sofraya oturmam gerekecek.
Ancak lokmalar boğazımdan geçmiyordu; yeniden ayağa kalktı, annesine yazdığı mektubu bir kez daha gözden
geçirdi.”
(Th. Fontaine, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:107)
“Talha’ya mı gitti aacaba? Ona gittiyse beni hatırlamaz bile, yahut hatırlasa da onu bırakıp gelmez. Onu
beklemekten vazgeçip yemeğe oturdum. Lokmalar boğazımdan geçmiyor.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:141)
“Talha’ya mı gitti aacaba? Ona gittiyse beni hatırlamaz bile, yahut hatırlasa da onu bırakıp gelmez. Onu
beklemekten vazgeçip yemeğe oturdum. Lokmalar boğazımdan geçmiyor.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:141)
Lokma lokma etmek, yemek : Harfi harfine, kanibalistik-yamyamvari bir şekilde pişmiş ya da çiğ bir eti
(Hayvan ya da insan) lokma lokma yemek
“Ama Therese, onun vasiyetnamesine karşı duyduğu dayanılmaz istekle çılgına dönmüş, kendisini
lokma lokma yemişti. Son anına dek vasiyetname gözlerinin önünden gitmedi. Etlerini didik didik ederek
kemiklerinden ayırmıştı bu sırtlan, etlerini bir bir ağzına götürdü, kanıyan etleri pişirmeden yiyordu, nasıl
pişirebilirdi ki, sonra öldü, iskelet halini aldı, eteklik çıplak kemiklerin üzerinde kaskatı katlanmış, yukarı
kıvrılmıştı, bir fırtınanın onu bu hale soktuğu sanılırdı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:301)
“Bir çocuk, kulağını yırttı. Bir genç kız, yeninin içinde sakladığı bir bizle yanağını yardı. Başından
tutam tutam saç, vücudundan lokma lokma et koparılıyordu. Başkaları, sırıkların uçlarına insan pisliğine
batırılmış süngerler takmış, yüzüne sürüyorlardı. Boğazının sağ yanından oluk gibi kan fışkırdı. Bunun üzerine
halk kendinden geçti. Barbarların sonuncusu olan bu adam onlar için tüm Barbarları, tüm orduyu temsil
ediyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:390)
Lokman Hekim : Her derde deva olan folklorik halk hekimi ya da kişi. Kimilerine göre Veli sayılan, Kur’anı
Kerimde <31:12> kendisine bilgelik ve hekimlik verdiği yazılıdır.
“Yeni bir sevdaya müptela oldum
Evvelki çektiğim sevda ne imiş
Yarimden derdime bir şifa buldum
Lokman’ın verdiği deva ne imiş”
(Müptela: Bağımlı olmak)
(Bezmi-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:527)
“Aşk ehline derman sordum alemde
Ne Eflatun bilir, ne Lokman yazar
Erbab-ı aşk olan kalır matemde
Anların ahvalin perişan yazar”
(Aşk ehli: Aşıklar; Erbab-ı aşk: Sevgi ustaları; Ahval: Durumlar)
(Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:668)
“Irak yollar yakın ola
Her güzelde hakkım ola
Dostum Lokman Hekim ola
Sarsam yarayı, yarayı”
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:637)
“Ağlayu ağlayu geldim kapuna
Güzellik tahtına sultan olan yar
Bir hastayım, düştüm senin tapuna
Hey aşık derdime Lokman olan yar”
“Bin dokuz yüz otuzsekiz senesi
Yine arttı bu derdimin yarası
Lokman Hekim gelse yoktur çaresi
İstanbul, Edirne, İzmir ağlasın”
(Bursalı Aşık Halil-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:420;“Türk Sazşairleri
III”, xıx.-xx. yy., sa:746)
“Bunların arasında kendi dinlerinden kaçan rahipler ve vaizler, sahte Hindular, gizbilimcileri, dil
öğretmenleri vardı. Masaj yapanlar, hipnotizmacılar, sihirbazlar ve Lokman hekimleri de.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:48)
“Hiç gitmiyor şu başımın dumanı
Kesemedim şu dünyanın gamını
Çok aradım bulamadım Lokman’ı
Derdime bir çare bula mı bildim”
(Kırşehirli İlhami-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:755)
“Lokman Hekim’e sordulardı:
‘Bilgeliği kimden öğrendin?’
‘Körlerden’, dedi Lokman, ‘çünkü bir yeri değnekleriyle yoklayıp güzelce anlayıncaya dek adım
atmazlar!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:34)
“Çok tabibe vardık olmadı Lokman
Ahir derde oldu Gazi’miz derman
Açıldı mektebler, yükseldi irfan
Kolayca okunur yazımız bizim”
(Aşık Suzani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:728)
Lokman Hekimin ye dediği : Çok lezzetli bir yemek. Çok güzel, işveli kadı; herkesin koloaylıka önerebileceği
bir çeşni
Bk.: Lokum
“Her zaman karıyı kaçırırlar, her seferinde herif yine kabul eder. Doğrusunu söyleyeyim, karı da karıdır
ha! Lokman Hekimin ye dediği!.. Şirin, kıvrak, fıkırdak mı fıkırdak, üstelik süt gibi bir ten..”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:20)
Lokmasını diken üstünde yemek : O kadar dikkatli ve vazifeşinast olması gerekiyor ki, yemek yerken bile
kendini diken üstünde oturur hisseder
“Bir kıyıya çekilmiş olan seyislerden, Orman Şövalyesi’ne hizmet edeni, Sancho’ya dönerek
konuşmaya başlamış: ‘Ah, efendim, biz gezgin şövalye seyislerinin hayatı epey zorlu! Geçimlerimizi sahiden
alınteriyle kazanıyoruz; Tanrı atalarımızdan birine lanet etmiş olmalı’, ‘Yetmez gibi de lokmamızı diken üstünde
yiyoruz,’ dedi Sancho. ‘Zavallı gezgin şövalye seyislerinden daha fazla üşüyen, daha fazla terleyen kimse var mı
acaba?’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:483)
Lokum : Şekerleme, tatlı; Genellikle güzel, oyuncul kadınlar hakkında kullanılan bir sıfat
“Herif nereye baksa ağlıyor. Vah sefalet, vah bu memleket, yazmış!... Arada ‘sevgili karıcım’ da
yazmış! Gülmekten donuma ediyordum! Karının adı da Perihan. Peri gibi bir lokum! Yatağı da boş değildir
canım. Bu sosyetikleri bilirsin.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:353)
Lombroso, Césare : (ITA. MYTH.) : Kriminoloji <Suçluluk bilimi> uzmanı, (1835-1909); ‘L’uomo
delinquent!= Suçlu insan’ adlı kitabında, belli bireylerin doğuştan suçlu olduğunu savunmuş, bunun belli
fiziksel özellikler <stigmata> ile ta çocukluktan beri gözlenebileceğini <dar alın, gözler birbirine yakın, yüzde
asimetri vb. iddia etmişti. Bu ‘Né criminel (Fr.)=Doğuştan suça yönelik’, benim ihtisas aldığım 1955 yıllarında
hala geçerliydi ama sosyo-psikolojik, ortam faktörleri gitgide taraf kazanıyordu <Dr.İ.E.>
“Selamına karşılık almak şöyle durdun, kaburgalarına bir yumruk yedi ve bir masanın önünde buldu
kendini. Masanın başında soğuk memur suratlı bir adam oturuyordu. Adamın yüzünde öyle kıyıcı, öyhlessine
acımasız bir anlatım vardı ki, az önce Lombroso’nun ‘Suçlu İnsan’ adlı kitabından fırlamıştı sanki.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:43)
long : (UZA.) <lon’> : uzun, uzun süren, yorucu; mesafece uzun; (MUS.) Eski zamanlarda kullanılan uzun
nota; longboat : yelken gemisinin en büyük sandalı; long-cloth : iyi cinsten pamuk kumaş; long distance :
uzun mesafeli, kent harici; uzak gösteren gözlük, dürbün; long -drawn : uzun süren; long eared : uzun
kulaklı, kulak gibi uzun tüyleri olan kuş; long forgotten : çoktan unutulmuş; longheaded : düşünüş yeteneği
olup da uzağı-geleceği görebilen akıllı, zeki kimse; longhand : bayağı el yazısı (makine değil); long-horned :
uzun boynuzlu veya antenli ; long last : en nihayet; long-lived : uzun ömürlü; long measure : uzunluk:ölçüsü;
long odds : bir bahiste iki taraftan birinin koyduğu büyük meblağ para; long range : uzun menzilli (ateşli
silah, top vs); long shot : uzaktan ateş etme; (DÜŞÜN.) ihtimali az bir sonuç, olay, düşünce; long-sided :
ilersini gören, düşünebilen; long-suffering : uzun süreli acı çekme, tahammül, sabır; long-tailed : uzun
kuyruklu; long view : uzağı, ilerisini görüş; longways : (KOLL.) uzunluğuna; long-winded : sözü uzatır,
tükenmez, uzun, bitmez; a long face : ekşi yüz, asık surat; a long head : mutattan <beklenildiğinden> uzun
kafa, zeka, akıl, feraset; a long tongue : uzun dil, çok konuşan kimse; as long as : mademki; before long :
yakında; çabuk, tez elden; has a long arm : eli uzağa erişir, hükmü geçer; in the long run : nihayette,
sonunda; long dozen : on üç; long standing : çok eskiden, -beri; not by a long side, or, not by a long ways :
kat’iyen; so long as : mademki; the last and the short of it : uzun lafın kısası, hulasa-özet, doğrusu; longish :
uzunca
(Yeni Redhouse Lügati)
loqueris Latine ? : (LAT.) <lo’keris Latine?> : Latince konuşur musunuz?
Lotarya, Lotaryacılık : (İta.) İsim ya da numara çekerek oynanan oyun, loto
“Zorba bana kağıdı yırtan o kalın ve ağır kalemiyle şunları yazardı. ‘Burada <Aynaroz Manastırı, Yun.>
iş olmuyor, patron; burada keşişler pireyi bile nallıyor, kaçacağım.’ Birkaç gün sonra da başka bir kart:
‘Lotaryacalık <Loto> için, elimde papağanı taşıyarak manastırları dolaşamıyorum; bunun için tutup onu meraklı
bir keşişe hediye ettim.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:289)
Lourdes : (HRİST. MYTH.) : Fransa’nın güneybatısındaki Pirene’lerde, bu küçük kasabanın dinsel ve
tarihsel bir değer kazanması şu olaya dayanır: 1858’de 14 yaşında, Bernadette Saouibirous adında bir kız,
Massabielle Mağarası yakınlarında Meryem Ana’nın kendisine göründüğünü ileri sürdü. 1862’de Papa’nın
olayın doğruluğunu ilan etmesiyle, Lourdes Meryem Ana tapımı resmen onaylanmış oldu. Kızın Meryem Ana’yı
gördüğü yer olarak belirttiği mağara pınarının bazı mucizevi özellikleri taşıdığının yayılmasıyla, Lourdes en
büyük Hac merkezlerinden birine dönüştü
“Hayatının son yıllarında, Charcot, açık, bilinçsel durumlarla organik beyin fizyolojisini kapsayan
hastalıklar arasında geniş gri bir alanın varlığını düşünüp kendini ‘kader-iman-itikat şifası = faith healing’ e
hasretti. Son yayınlarında, bazı hastalarının <Bernadette Saouibirous> Lourdes’a gidip Meryem Ana’dan şifa
bulduklarından bahsetti.”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. basım, sa:99)
“ ‘...... adamın biri demiş ki, Azize Ursula rahibelerinin manastırındaki bir şişe’de Meryem Ana’nın,
İsa’yı bebekken emzirdiği sütü varmış. Sonra, Beneşov’daki yetimhanenin yöneticileri, içme suyunu ille de
Lourdes’dan getirteceğiz diye tutturunca, zavallı yavrucaklar öyle bir ishale yakalanmışlar ki, yeryüzünde
böylesi görülmemiş.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:160-1)
Löbet, Löbet gelmek : Nöbet (ateş, sar’a), öyle bir nöbetin gelmesi (Anadolu lehçesi)
“Irazca durakladı: ‘Nesi var acap?’ dedi.
‘Valla ana, löbet gelmiş gibi yanıyor. Öyle terlemiş ki!’
Irazca içinden: ‘Tabii terler!’ dedi. ‘Onun çektiğini bir Allah biliyor bir de kendi...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:51)
Lök; Lök gibi oturmak : Erkek deve; Tüm ağırlığıyla çökercesine oturmak (Deve gibi)
“Karanlık çöküyordu, lök gibi. Hintkirazı, hamakların beyazlığıyla yer yer lekelenmiş bir gölgeden
başka bir şey değildi. Bir sürü beyaz haçıyla iç kapayan karanlık bir mezar izlenimi bırakmaktaydı. Sivrisenek de
vardı, ama az sayıda.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:64)
Löp löp : Şişman şişman, dolu dolu, büyük parçalar halinde
“Bileklerim sızlamaz o zaman. Saatın tıkırtısı masanın üzerinde. Rıza uyumuş olacak bu sessizlikte.
Aydınlık yerinden -camları kırılmış olacak- eriyen kar löp löp beş kat yüksekten iniyor aşağı. Patlamış dolama
gibi yayılır yerde.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:45)
“Dehşet içinde kalmıştım. Aklıma gelen tek şey geldiğim yerden kaçıp gitmek olmuştu, tam o sırada
dağ sabunu kokan löp löp etli çıplak kadınlardan biri arkamdan bana sarıldığı gibi kucağına alıp çırılçıplak
dolaşan kiracı kadınların bağrışmaları ve alkışları arasında, ben yüzünü bile göremeden, mukavvadan yapılma
bölmesine götürdü.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:105)
Lögat; Lögat bilmek : Lügat; sözcük, dil, sözcük hazinesi; Konuşmayı bilmek (Anadolu lehçesi)
“ ‘... Biraz lögat bilmesi gereğir. Halbuysam Durana domuzluktan başka bir şey bilmez! Evet, ben de
fazla lögat bilmem, bilsem bile zarfedemem, emme, kafam çalışır. Hökümetin verdiği gararı gabul ederekten,
evladımı daha gün doğmadan okula salarım. Derim ki, hadi gızım. Öğretmenine hörmet et. Derslerine gayret
et...’ ”
(F. Baykurt, Onuncu Köy”, sa:7)
Lucca :
(İTA.,GİYSİ): Dante Alighieri’in ünlü portresinde giymiş olduğu kırmızı cüppe
“Langdon, “Dante Alighieri,’ diye başladı. “Floransalı olan yazar ve filozof, 1265 ile 1321 yılları
arasında yaşamıştır. Bu portrede, tüm tasvirlerde olduğu gibi, başında kırmızı bir cappuccio, yani dar, kulaklıklı,
kıvrımlı bir başlık var. Koyu kırmızı Lucca cüppesiyle Dante’nin en çok taklit edilen resmidir.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:106-7)
Lucky Luc :
(İNG.): ‘Talihli Lük’, Red Kit’in Fr. orijinal adı
“Çizgi roman karakteri RED KİT’in, Franszıca orijinal adı: Lucky Luc.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:88)
Lumpen, -Lümpen- : Sefil, yoksul; İşçi sınıfının en alt cahil tabakası; figüratif olarak, günümüzün eğitim ve
kültürden mahrum ‘street smart’ <sokak alimleri> gibi şurada burada gösteri yapan ve entellektüel davranan
kişilerine de aynı ad verilir. (İ.E.)
“Ardından Fransızcayı kafa tutarak şarkılaştıran kaldırımların kızı çılgın lumpen unutulmaz Piaf.
Mezarına gene kilisenin aforozu yüzünden dini törensiz götürülmüştür. Her şeyi gözüpek, doyumsuz yaşamış bu
kadınların erkek olan kilise başlarında afaroz edildiklerini düşünmeniz doğaldır. Üstelik, siz hiç kadın papa
gördünüz mü?”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:57)
lusus naturae : (LAT.) <lusus na’turay> : Hilkat garibesi!
Lut, luti; Lut Peygamber : (İBR. MYTH.) : Lut Peygamber, İbrahim Peygamber’in şeriatına bağlı olarak
yaşamıştı. Kabilesi, genç erkeklerle -eşcinsel- iilşkilere girişmeyi adet edinmişti. <Luti: Oğlancı>. Sonunda,
Tanrı’nın buyruğuyla Lut kavmini terketti. Lut’un, kötü kişilerle ilişkisi olan karısı da, depremle yerle bir olan
şehirde başına taş düşerek öldü. <Bk.: Kur’anı Kerim, 11:26> Bir diğer rivayete göre de, şehri terkederken
karısı, iki kızıyla birlikte ardından çağırır, Lut ardına bakar, üçü de taş kesilir. ‘Sodom ve Gomore’ bu öyküyü
ayrıntılarıyla yazar
“Lut’un karısı da bu kötülerle
Erdemini yitirmişti böylece
Ama Yedi Uyurlar’ın köpeği
Yürüdü de iyilerin ardından
Oldu bir güzel insan...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:44)
Luriler, Luristan halkı :
(PERS MYTH.) :
İran ROMAN’ları
“Gün görmüş, tecrübeli bir ihtiyar vardı kervanda:
‘Dostlar,’ dedi, ben hırsızlardan sizin bu koruyucunuzdandan korktuğunuz kadar korkmuyorum. Bir
hikaye vardır: Arabın biri biraz para biriktirmiş. Geceleri Luriler’den korktuğu için evde yalnız başına
uyuyamazmış. Dostlarından birini evine götürmüş, onunla kendini yalnız hissetmesin diye. Adam birkaç gece
sonra, parayı çalar çalmaz savuşup gitmiş! Sabahleyin bakmışlar, Arap feryat ediyor. ‘Ne oldu?’ demişler;
‘paranı hırsız mı aşırdı?’, ‘Yok, vallahi!’, demiş, ‘bekçi aşırdı!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:154)
Lut Gölü Rulo’ları : (ISR. MYTH.) : Filistin’in güneyindeki Yahuda çöllerinde çeşitli mağara ve
yıkıntılarda, 1947-1960 aramalarında bulunmuş bakır, papirus ve deri yazma metinlerini ihtiva eden <içeren>
rulo’lar. Bunlar, Tevrat’ın MS 135 yıllarında yeniden yazılmasına neden olmuştur.
“Tüm bunlar, Bing on altı yaşındayken vahiy inmişçesine bir anda geliverdi aklına. Bir öğleden sonra
Lut Gölü Ruloları hakkındaki bir kitabı karıştırırken, parşömen metinlerin yanı sıra, kazılarda çıkarılan tabaklar,
ilkel çatal kaşıklar, hasır sepetler, çanak çömlekler, testiler gibi, en ufak zarar görmemiş buluntuları gösteren
bazı fotoğraflar gördü..... Resimdeki nesneler iki bin yıllık ama son derece yeni, son derece çağdaş görünüyordu.
..... İki bin yıl önce Roma İmparatorluğunun ücra <uzak> bir köşesinde yaşayan insan, bugünkü ev araç
gereçlerini tıpatıp aynısını tasarlayabilmişse, o insanın aklı, yüreği ya da iç dünyası kendisininkinden nasıl farklı
olabilirdi?”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:74)
Lux et veritas : (LAT.,FELS.) <Luks et vei’tas> : Işık ve gerçek = Light and truth (YALE Üniversitesi’nin
motto’su) (İNG.)
Luxiria :
(LAT.): Şehvet;
Hıristiyanlıkta Yedi Ölümcül Günahtan üçüncüsü
“Langton, şeytanın altına kazınmış yedi harfe baktı. Süslü kaligrafi, tüm silindir mühürlerde olduğu gibi
tersten yazılmıştı ama Langdon harfleri okumakta zorlanmadı: SALIGIA
Sierra gözlerini kısarak yazıya bakıp yüksek sesle okudu. Saligia.
Langdon başını salladı, Kelimenin yüksek sesle söylenişi tüylerini ürpertmişti. Ortaçağda,
Hıristiyanlara Yedi Ölümcül Günah’ı hatırlatmak için Vatikan’ın türettiği bir anımsatıcıydı. S a l i g i a
<günah>: superbia <kibir>, avaritia <hırs>, luxiria <şehvet>, invidia <kıskançlık>, gula <açgözlülük>, ira
<öfke> ve acedia <tembellik> baş harflerinden oluşan bir akronim <sözcüklerin yalnızca başharflerini alarak
düz yazı ya da şiir sunma oyunu>.
(D. Brown, “Cehennem”, sa:78)
Lügatında yer olmamak : Bir insanın günlük düşünce ve davranışlarında seçtikleri sözcükler ve düşünce,
inanç biçimleri o ögeleri niteleyecek şekilde betimlenir ve pratiğe konurlar; bu nedenle, kişilerin psikolojik yapı
ve fonksiyonlarını ifade edebilecek birçok kalite, iyimserlik, başarı, ya da tamamen tersi, kötümserlik ve acı
çekme, ve bunları niteleyen grup sözcükler ve düşünme mod’ları hiç pratiğe konmaz.
“Morris ise kardeşlerinin en büyüğü olduğu, hem de annesi erkeklere kadınlardan daha çok güvendiği
için, ne zaman bir derdi olsa ona açılırdı; bu dertler hiçbir zaman sorun olarak tanımlanmazdı (olumsuz
sözcüklere annesinin lügatında yer yoktu); ama seninle ufak bir şey görüşmek istiyorum, dediği zamanki gibi
hep ‘ufacık bir şeylerdi’ bu dertler. Morris, annesinin bu tavrına ‘bilinçli körlük’ diyordu; gümüş astarlar,
manevi zaferler peşinde koşmakta, -üç kocayı gömmek, torununun ortadan yok oluşu, üvey torununun kazada
ölmesi gibi- en acı gerçekleri ‘şafaktan öncesi karanlık’ diye tanımlamakta inatçı bir ısrarı vardı; ama, onun
geldiği dünya buydu.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:146-7)
Lügat paralamak, parçalamak : Konuşurken edebiyat yapmaya, bilgi göstermeye çalışmak
“MEPHISTOPHELES - Ey Tanrım..... işte ben de hizmetkarlarının arasında karşına çıktım. Bütün
etraftakiler benimle alay etseler bile, yüksek deyimler kullanamayacağım için beni affet. Zira, eğer gülmek
alışkanlığını bırakmamış olsaydın, benim lügat paralamam seni kesin güldürürdü.’ ”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:19-20)
“Köyden ayrılışını bir gün sonraya ertelemesi bir başka yaşantıyı da beraberinde getirmişri; bir günlük
gecikme aynı köyde bir meslektaşla tanıçmasına neden oldu. Viktor adında uzun boylu, pervasız, atak biriydi bu;
yarı rahip yarı yol kesen eşkiya karışımı bir görünümü vardı. Goldmund’u Latince lügatlar paralayarak karşıladı
ve kendini dünyayı gezip dolaşmaya çıkmış bir öğrenci diye tanıttı, oysa öğrencilik yıllarını çoktan geride
bıraktığı halinden anlaşılıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:158)
“Ve onbaşının ardından gitti.
Belediye Başkanı, bir koltuğa oturmuş, onu bekliyordu. Kendisi, oranın noteriydi. İri, ciddi, lügat
paralar bir adamdı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:73)
Lügen haben kurze Beine : (ALM.,KOLL.) <Lü’gen ha’ben kurtse Bay’ne> : Yalanların bacakları kısadır =
Lies have short legs (İNG.)
Lüks, Lüks lambası: Eskiden,yani 1930 larda ve akabinde girmediğimiz İkinci Dünya Savaşı koruma
önlemleri alındığında, i.e. hava karartmalarında kullanılmaya başlanan, modern, temiz, parlak, kolaylıkla
taşınabilen, fakat hırıltıyla çalışan fener. Özellikle Anadolu’nun elektrik bulunmayan kırsal kesiminde, bağ ya da
ormanlıkta; elektrikli zamanlarda da kır kahvelerinde etrafa donuk-parlak ışık saçan, beyaz filtreli, pompalı,
pompaya basıldıkça hava basıncıyla daha da parlayan, bir tür petrol lambası.
“Ben büyük hanımın yanına seğirttiğimde, herkes onu elini öpmüş, hal hatır sorulmuş ve bağ evinden
içeri girilmişti. Basık tavanlı ama geniş bir yer. Sağda hazır bir cibinlik, oraya buraya gelişigüzel serpiştirilmiş
bir iki işlemeli yastık, odundan bir eşya sandığı, oldukça geniş bir etajer üstünde elle kahve çekme makinesi,
cezve ve iki fincan, iki idare lambası ve bir lüks.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:71)
“Ve beklenen kuşlar da geldi. Büyüklerin hiçbirisi bu yıl kuşlara ilgi göstermedi. Oysa geçen yıl adanın,
en azından erkeklerin yarısı, kadınların da bir çoğu, çocukların hemen hepsi ağlarla, lüks lambalarıyla kuş avına
çıkmışlardı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:83)
Lükse kaçmak : Gereğinden daha fazla para harcamaya, pahalı şeyler almaya meyil göstermek
“O zaman bu kadar para harcamaya içi elvermedi. Rastladığı yatak odası takımlarının en iyisini satın
alması şart değildi. O güne dek dürüst yaşamıştı. Tutumunu evlendikten sonra mı değiştirecekti? Lükse kaçmaya
gerek yoktu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:100)
Lüksü olmamak : Yapmamayı afford edememek, ihmal edememek
“Adam çizmeye başladı, o çalıştıkça Maria giderek coşkusunu kaybetti, kendini anlamsız hissetmeye
başladı. Bu bara girdiğinde, nazik bir karar alma -para getiren bir mesleği terk etmek-, daha da zor bir savaşı
göğüsleme- memleketinde bir çiftliği idare etmek gibi- yeteneğine sahip bir kadındı. Şimdi ise, içinde tekrar
güvende olmadığı izlenimi uyanmıştı, ki bir fahişenin bunu hissetmek gibi bir lüksü yoktu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:96-7)
Lümere : Numara, yalan, yapmacık
(Anadolu lehçesi)
“Eşeği üstünde düşüne düşüne gidiyordu Irazca:
‘Domuz Muhtar!.. Domuz, yardım edecekstin. İşlerin bir yanından dutacaktın. Deli Haceli’yi golundan
dutup atacaktın. Hep lümere! <lümere> diyorum da, ‘Deyil’ diyordun. Hemi de senin yardımın senin olsun!
Kim ister senin yardımını? Senden gelecek yardım allahtan gelsin. Domuz herif!.. Haceli’ylen de kafa kafaya
verip dolaşıyorsun... Fiskos fiskos...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:174)
Lümpen : Yoksul, sefil
Bk.: Lumpen
Lüpçü; Lüpçülük : Hazırdan, çalışmadan para kazanan; Beleşçi, fırsatçı, madrabaz
“Kişisel olarak, ben sonuçtan pek ümitli değildim. Babasına herkes ‘lüpçü’ der hapishanede. ‘Kurdun
oğlu kurt olur!’ derler. Arnut, ağacından uzağa mı düşecek sanki? İnşallah yanılıyorum.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:53)
“Ulan mortocu, daha duralım mı? Sen lüpçülüğe iyice alıştın!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:44)
Lüpletmek; Lüp lüp etmek, götürmek : Büyük bir iştahla ve kıvançla, afiyetle midesine indirmek (Argo)
“... ekmekleri dilip tereyağını sürüyor, yumurtaları lüp lüp götürüyor; sizin anlayacağınız, sabahtan
akşama kadar domuz gibi tıkınıp duruyor. Sigaraları birbiri ardına tüttürüp bir nefes olsun çektirmiyor kimseye.”
..... “Ama o küçük maymun ne yapsa beğenirsiniz, kaşla göz arasında kuşcağızın kafasını koparmasın mı! Yemin
billah, böyle bir adilik beklemezdim ondan. Aslında, komutanım, kafasını kopardığı bir serçe falan olsaydı gene
sesimi çıkarmazdım, ama o güzelim cins kanaryanın acısı içime oturdu doğrusu. Görecektiniz, nasıl lüpletti
hayvancağızı, tüyleri havada uçuştu! Sonra da keyiflenip mırıl mırıl mırıldanmaya başladı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk, Cilt:1, sa:119;190)
“Hani macuncu Hafız’ı tanırsın sen; Allahın günü tablaylan bizim oraya türlü türlü macunlar getiriyor,
herkes o macunlardan parmak parmak lüpletiyor da, Allah bir hakkı için ben o macunların yüzüne bilem <bile>
bakmıyorum. Rana abladan başka bizim Seher’le Ziynet bilen bana acıyorlar.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:272)
Lütfen : Rica ederim, böyle yapmanızı dilerim; Sanki bana (bize) bir hediye olsun diye kullanılan kinaye
sözcüğü
“(Bay Goines) kitapların sırtındaki Dewey sayılarını görmen için kitapları burnunun ucuna uzatıyor;
yaptığın yanlışı ancak o zaman anlıyorsun. Kitapları yanlış yerleştirmişsin, önce gelmesi gerekeni sonraya, ikinci
olması gerekeni de birincinin yerine koymuşsun. Bay Goines kibirli bir tavırla, ‘Bunu sakın bir daha yapmayın
lütfen,’ diyor. ‘Bir kitap yanlış yere konursa, yirmi yıl, belki daha fazla, hatta hiç bulunmayabilir.’ ”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:82)
“Bütün o şehir... sonunu görmek mümkün olmadı onun.../
Son, lütfen, ne olur, sonu görmek mümkün mü acaba?/
O Allahın cezası borda iskelesinde ne güzeldi her şey...”
(A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:56)
“TAVERNADA
Balta boynumu vurmadan çok önce içimde
ölüp giden neşeki bebekler
JEAN GENET
Sokaktan sokağa
Ve sonra bu küçük tavernaya.
Yaşlı kadın, bir bardak daha ver lütfen,
Akşam karanlığı fakir şairin ödülü...”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:25)
“ ‘Lütfen,’ dedi, ‘size dört yıl önce verdiğim küçük, kırmızı kartı masanızdan alın.’..... ‘Lütfen, kartın
üstünde yazanı bana okuyun.’..... ‘Lütfen son bölümü tekrarlayın..... ‘Hem size verdiğim telefon numarasının
Prens Heinrich Oteli’ne ait olduğunu nereden bildiniz?’ Kadın sesini çıkarmadı. ‘Dört yıl önce verilmiş olsalar
da, direktiflerime uymanız gerektiğini unutmayın... lütfen.’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:7)
“Serge bana birkaç çekle, içinde para bulunan bir zarf uzattı.
‘Altmış iki mark, seksen fenik,’ dedi. ‘Lütfen çeklerde yazılı paralarla bu zarftakileri bizim hesabımıza
yatırınız. Hesap numaramızı biliyorsunuz, değil mi?’
‘Biliyorum.’ ”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:160)
“Nunez, ‘NFC şampiyonluk maçları,’ diye cevap verdi. ‘Bu akşam herkes Redskins’i izliyor.’ Nunez de
bunu yapmayı dilerdi ama, işteki ilk ayıydı ve kısa çöpü o çekmişti. ‘Metal nesneleri kutuya bırakın lütfen.’ ”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:28)
“CHAUSER’IN PARA KESESİNE SİTEMİ
------------------------------------------------------Ne olursunuz, lütfen, bu gün veya bu gece
İşiteyim o şen, o şakrak sesinizi,
Ya da güneşe benzeyen yüzünüzün
O altın sarısı pırıl pırıl rengini.”
(Geoffrey Chauser <xıv. y.y.>-Eğe Üniv., İngiliz Dil & Ede. Bl., Nazmi Ağıl yönetiminde öğrenciler;
“Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.03.05)
“Gülünçtü bu, kendi kendine kuruyordu gene.
‘İsterdim ki...’
‘Lütfen, konuşma,’ dedi adam. ‘Işığını görüyorum.’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:97)
“ ‘Bana bir eğe bulup getireceksin,’ dedi ve iyice yatırdı beni yere. ‘Yiyecek bir şey getireceksin,’ dedi.
‘Yoksa yüreğinle ciğerini deşerim senin, anladın mı?’ Ödüm kopmuştu. Öyle de başım dönüyordu ki. Ona
sımsıkı sarılarak:
‘Lütfen beni ayağa kaldırın, yoksa içim dışına çıkacak,’ dedim.
Bunu söyleyince, bu kez beni ters çevirdi. Karşımdaki kilise adeta takla attı.”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:8)
“Sinyalci devam etti, ‘Her iki yönde de “tehlike” iletisi göndersem buna bir neden gösteremem. Başım
belaya girer ve hiçbir işe yaramaz.’ Acuçlarını silerek konuşmasını sürdürdü. ‘Delirdiğime inanırlar. İşte şöyle
çekmem gerekir: ‘Dikkat! Tehlike! Önlem alın!’
Karşıdan yanıt: ‘Ne tehlikesi? Nerede?’
Ben: ‘Bilmiyorum, fakat lütfen, Tanrı Aşkına önlem alın!’ ”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Sinyalci”, sa:51)
“ ‘Birçoğunu tanımam’ dedim, ‘Louis Aragon ve karısı Elsa Triolet’yi saymazsak, bir de İspanya’da
savaşan birkaç dost.’
‘Lütfen bana şu söylediğinizi, bir de siyasal hareketlere katılmayacağınızı bildiren bir mektup yazar
mısınız?’ ”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:78-9)
“Şimdi bulunduğu yerde, bu kadar sıradan bir soruya ne karşılık vereceğini bilememişti ve sanki ona
yardım etmekle yükümlüymüşler, sanki bu yardım gelmediği takdirde kimsenin ondan bir karşılık istemeye bir
hakkı yokmuş gibi, başkalarına bakıyordu. O sırada yanına yaklaşan mübaşir, adamı yatıştırmak ve
yüreklendirmek için konuştu: ‘Buradaki bey, yalnızca ne beklediğinizi soruyor. Lütfen cevap verin.’ ”
(F. Kafka, “Dava”, sa:82)
“Bereket versin ki hemşirelerden biri, Geordie, diğerinden daha insaflı idi, ondan rica ettim, ‘Allah
aşkına durudurn, onu öldüreceksiniz!’. Öteki hemşire bana küfretti, ‘Si..ir ol! Yoksa aynını sana da yaparız!’ Ben
Geordie’ye ısrar ettim, ‘Lütfen, senin gibisi yok, onu öldüreceksiniz!’ Onun yüzü bembeyaz kesildi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:42)
“Büyükelçinin elleri titriyordu.
‘Lütfen evimi terk edin, hemen şimdi! Bana huzurumu geri verin. Lütfen! Biliyordum böyle olacağını.
Bu memlekette herkes deli. Yıllardır kaçtığım delilikler evimin içine doldu. Lütfen terk edin evimi.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:337)
“... nefretlik sese karşı kulaklarını kapatmaya çalışmasına sebep oldu. Ama bitkinliği ile mücadele etti;
her zamanki gibi kendini ikinci tekil şahısta keskin sözlerle payladı. Hadi ama, Dorothy, hemen kalk! Kestirmek
yok! Lütfen!”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:7)
“-İyi günler. Kimliğiniz lütfen.
-Yanımda değil, Şef. Ben... koşmaya çıktım.
-Sizi gördüm; zorla bir bankamatiğe girdiniz, sinsi sinsi ilerlediniz, bu binada özel mülke tecavüz
ettiniz ama koşu falan yaptığınızı görmedim, öyle değil mi?”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:114)
“... uçak şiddetle sarsıldı. Bunyi gözlerini yumdu ve kızını iradeyle uzaklara gönderdi. Keşmira yoktu.
Sadece Keşmir vardı.
‘Madam, lütfen otur.’ Gülümsemesi kocaman, masum dişlerle dolu, karmaşık bir Güneyli bir ismi
taşıyan genç bir asker, ahşap bekleme salonunun önünde, askeri bir cipin direksiyonunda onu bekliyordu.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:264)
“LENI - Tüm kadınlar ondan hoşlanırlardı... (Ara.) Eski günahlarının kefaretini ödüyor şimdi. Bir
zamanlar onca beğenilen o ağız... artık... (Johanna’nın anlamadan baktığını fark eder.) Belki bilmiyorsunuzdur,
gırtlak kanserinin en kötü yanı...
JOHANNA (Anlayıp sözünü keser.) - Susun, susun lütfen.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:20)
“Gülmesi birden kesildi, neşeli denebilecek bir tavırla sordu:
-Peki ama, kim öldürdü beni?
-Bir dakika, lütfen...
Elindeki gözlüğüyle kediyi defterin üzerinden kovdu:
-Çekil Regulus, tam katilin isminin üzerinde duruyorsun.
Sonra defterin üzerindeki işareti çözerek:
-İşte! Sizi Lucien Derjeu öldürmüş.
-Vay! Bacaksız kerata! Demek isabet ettirebilmiş.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:28)
“BAYAN - Sizden söz ettiğini duymuşumdur. Avustralya’ya sepetlendiğinize göre, doğal olarak,
değersiz olduğunuz kanısına varmıştım. Ama bunun zararı yok. Çünkü işim çok basit. Vasiyetnamemi
düzenletmek istiyorum. Nem varsa hepsini kocama bırakacağım. Bunda da hataya düşmeniz hemen hemen
olanaksız sanırım.
SAGAMORE - Elimden geleni yaparım. Lütfen oturunuz.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:4-5)
“-Ee, yarın ne yapıyoruz? Dolli, yemeğe davet et onu! Onu Moskova’nın aydınlarıyla ağırlamak için
Koznişef ile Pestsof’u da çağırırız.
Dolli:
-Geliniz lütfen, dedi, saat beşte, altıda bekleyeceğim sizi. Ee, benim sevgili Anna’cığım ne yapıyor?”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:707)
“Ağzı çarpıldı; zavallı bir insanın kötücül, karanlık, alaycı anlatımı yayıldı yüzüne.
-Biraz yardım edeyim demezsin, değil mi? diye söylendi. Ah, istemez, istemez! Kendim kalkarım;
yalnız, arkama şu çuvallarını koyma lütfen!... Tamam, yeter, beceremiyorsan bırak daha iyi.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:81)
“ ‘Sandviçler. Beate’den. Yolculukta ihtiyacınız olur diye düşündü; aç kalmanızı istemedi...’
‘Lütfen ona teşekkür et. Çok teşekkür et.’ Elizabeth kendi ağzından çıkan kelimeleri, sanki başkası
söylüyormuş gibi duyuyordu.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:185-6)
“Her birimiz, karşılaştığımız Hamlet’leri, Othello’ları, Fallstaff’ları, dahası, duruma göre III. Richard ve
Macbeth olabilecek tipleri anlatıyorduk birbirimize. Yaşlıbaşlı bir adam olan ev sahibi arkadaşımız:
-Ben de baylar, dedi, bir zamanlar bir Kral Lear tanımıştım. Hepimiz:
-Nasıl olur? diye sorduk.
-Öyle ise, isterseniz anlatayım...
-Lütfen! diyerek anlatmasını istedik!. Arkadaşımız da hemen öyküsüne başladı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:11)
“VEDALIK
-karımaBazen ziyaret edeceğim düşlerini
davetsiz konuk gibi, hiç istenmeyen.
Dışarda yol ortasında bırakma benikapını sürgüleme, lütfen.”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
“Clarissa şiddetle onun sözünü kesti. ‘Boş lafa gerek yok… Lütfen, rica ediyorum, boş lafa gerek yok…
Bunları kaldırabilecek durumda değilim… Ölüm kalım meselesi bu… Bunlara dayanamıyorum… Bu uçarı tarzı
kaldıramıyorum…’ ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:157)
“ ‘Sizin gibi ticaretten pek anlamayan birinin gerçekten de bu gibi işlerden tamamen elini çekmesi en
doğru davranış..... Sizden özellikle bir ricam olacak...’ Yutkundu. ‘Lütfen, lütfen, karşınıza çıkıp satmakla kötü
yaptığınızı veya çok ucuza sattığınızı söyleyecek insanların sizi yanıltmasına fırsat vermeyin.’ ”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:179)
Lütuf : Sayılan, sevilen ya da kudret-makam sahibi (Tanrı dahil) birinden, beklenmedik anda gelen iyilik,
yardım; kayra
“BİR AKŞAM NOTU
<De Autoretratos’dan>
--------------------------Bırak sana tekrarı olmayan lütfundan
söz edeyim
bu nisan akşamının, geçici güzelliğin
ışığın, benim arkadaşım olan ve
sükunetle
yazdığım kağıdı okuyan”
(Eloy Sanchez Rosillo<d.1948>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.11.08)
-Tüm Hakları Saklıdır-