tarih enstitüsü dergisi - Edebiyat Fakültesi

Transkript

tarih enstitüsü dergisi - Edebiyat Fakültesi
TARİH
ENSTİTÜSÜ
XVI
DERGİSİ
m
t ft-
Sene: 1998
Sayı: 16
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ
TARİH E N S T İ T Ü S Ü
DERGİ Sİ
İSTANBUL 1998
Tarih Araştırma Merkezi M üdürü V.
Prof. Dr. İlhan Şahin
Yaym Kurulu:
Prof. Dr. Abdülkadir Donuk - Prof. Dr. Erdoğan Merçil
Prof. Dr. Kemal Beydilli - Prof. Dr. Feridun Emecen
Adres :
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Tarih Araştırma Merkezi - İSTANBUL
ÇANTAY KİTABEVİ
Büyük Reşitpaşa Cad. No. 44/C
34490 Laleli/İSTANBÛL
Tel: (0212) 513 79 68 -.526 90 45
İÇİNDEKİLER
Nuray Yıldız
Eskiçağ Kültür Tarihinde Kâtip
Ali Ahmetbeyoğlu
Türkler ve Roma Tarihçisi Ammianus
Marcellinus........................................
21
Xin-XIV. Yüzyıllarda Batı Türklü­
ğünde Şehirleşme Eğilimleri Yeni Şehir’le r.............................................
29
Osmanlı Devlet Teşrifâtmda Hırka-i
Şerif Ziyareti...................................
37
Tuncer Baykara
Zeynep Tarım Ertuğ
Mübahat S. Kütükoğlu
Cristoph K. Neumann
Hans Georg Majer
Arzu T. Terzi
Sabahattin Özel
Ali Arslan
1
Minyatürlerde Divân-ı Hümâyûn ve
Arz Odası...............................................
Al
Selanik’te Onsekizinci Yüzyıhn So­
nunda Masarif-i Vilâyet Defterleri:
Merkezî Hükümet, Taşra İdaresi ve
Şehir Yönetimi Üçgeninde Mâlî İş­
lemler ...........
69
Osmanlı Ulemasının Ekonomik Duru­
mu ......................................................
99
XIX. Yüzyıl Sonlarında Ebniye-i Seniyye İdaresi (Görevleri ve Teşkilâtı)
109
Milli Mücadele’de İzmit Mutasarrıfla­
rının Faaliyetleri........................................
İngiliz S. C. Wyatt’m Türkiye Mâlî
Damşmanhğı’na Tayin Teşebbüsü ve
İngilizlerin Bu Konudaki Çabalan
121
159
KİTABİYAT
Ebru Altaiı
Birsel Küçüksipahioğlu
Prof. Dr. Işm Demirkent, Haçlı Sefer­
leri, Dünya Yayıncılık - İstanbul 1997,
306 sayfa + 36 adet harita, resim, min­
yatür, gravür.......................................
177
Ahmet Ağırakça, Salâhaddin Eyyûbi
ve Kudüs’ün Yeniden Fethi, Beyan
Yayınlan, İstanbul 1997, 221
Sahife,Bibliyografya, D izin...............
180
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
Nuray Yıldız*
Kâtiplik mesleği, bilim ve kültür hayatının ürünlerini bize taşıyan ve
toplumlarm gelişmesini sağlayan önemli bir kurumdur. Bu meslek,
insanoğlunun herhangi bir yazı taşıyıcısı üzerine, çeşitli araç ve gereçler
kullanarak, yazmağa başlaması ile ortaya çıkmıştır. Bu durumda kâtiplik
mesleği, yazının tarihi ile paralellik gösterir. Paleolitik devirden itibaren
mağra duvarlarına çizilen, niteliği tartışmalı petroglifler; sihirbazlar,
büyücüler, din adamları ve ilk ressamlar diyebileceğimiz ilk kâtipler tarafından
yapılmışlardır. Ancak onun bir meslek haline gelişi, yazının bulunması ve
kısmen yaygınlaşması, bunu öğrenenlerin de toplumda saygınlık kazanm ası
ile olmuştur. M.O. m . bin yılının sonundan itibaren gördüğümüz bu meslek
adamları, toplumda iş bölümünün gelişmesi ve meslek dallarında
uzmanlaşmağa gidilmesi sonucunda, değişik adlar ile ortaya çıkmışlardır.
M.Ö. II. bin yılında ise daha belirgin bir kimlik kazanmışlardır
Günümüzde karşılaştığımız kâtip, zabıt kâtibi, sekreter, noter, arşivci,
kütüphaneci ve çeşitli hesaplan tutan muhasebeci ve benzeri mesleklerin
başlangıçta birbirinden ayrılmadığı söylenebilir. Bu dönemlerde, özellikle
Önasya ülkelerinde, yönetici konumundaki sekreterler ile yazı yazan alt
gruptaki kâtipler aynı kişiler olmuşlardır. Okuma-yazma ayrıcalığına sahip bu
ilk kâtiplerin, yazılı kültür hayatını başlatanlar olduklan söylenebilir.
Konumuz olan eski Yunan ve Roma döneminde gördüğümüz, görevleri
farklılaşmış, ayn meslek dallarım içeren katibe geçmeden önce, Önasya
ülkelerinde rastladığımız bazı kâtiplik görevlerinden örnekler verelim.
Eski Mısır'da yazıyı icat ettiğine inanılan tanrı Thot'un, aynı zamandan
kâtiplerin atası ve koruyucusu olduğuna inanılır. Kutsal bir meslek olan
kâtiplik, aym zamanda yüksek düzeyde bir devlet memurluğu statüsüne sahip
bir meslektir. Bunun da ötesinde Eski Krallık (M.Ö. 2780-2280) döneminde
*
Prof. Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi.
2
NURAY YILDIZ
en yüksek eğitime sahip olan kâtipler, Orta Krallık (M.Ö. 2130-1600)
döneminde okulların açılması ile öğretmenlik görevini de üslenmişlerdir, ilkin
evlerde başlayan bu eğitim, zamanla dinin koruması altında, tapmaklara bağb
okullara geçince, din adamı-kâtipler eğitici görevi üstlenmişler ve ayrıca kendi
meslektaşlarını da yetiştirmeğe başlamışlardır. Artık Yeni Krallık (M.Ö.
1580-1110) zamanında, onların, edebiyat, coğrafya, aritmatik, geometri,
beden eğitimi gibi dersler ile yetiştirilerek, metinleri elle yazar veya kopye
ederken hata yapmamaları için genel kültür edinmeleri sağlanmıştır1.
Eski Mısır'da erken tarihlerden itibaren ülkenin yönetimi için köklü bir
bürokrasiye gerek duyulduğu düşünülecek olursa, kâtiplik görevinin buradaki
önemi kolayca anlaşılabilir. Bu bürokrasi için kanun uygulamaları, gerekli
evrakın toplanması ve bunların arşivlenmesi önem taşıyordu. Günlük hayatta
ise malların değiş-tokuşuna dayanan değişim ekonomisi, tarım alanlarının
ölçülüp kaydedilmesi gibi kadastro işlemleri, tahıl ve hayvanların ölçülüp,
sayılıp kaydedilmesi gibi ticaret ile ilgili alanlar kâtipleri gerekli kılmıştı.
Ayrıca devlet yönetimini yürüten bürolarda kâtiplerce sürdürülen yazışma ve
bunların arşivlenmesini zorunlu kılmıştı. "Tahıl Ölçme Evi", "Sığır Sayma
Evi" gibi devlet ekonomisini ayakta tutan bürolar, kâtipsiz varlığını
koruyamazdı. Kralların yönetimindeki kâtipler ise her çeşit yazışmaları
yürütüyor ve alt gruplara ayrılıyorlardı. Orduda ise kâtip, gene en yüksek
görevli olarak yazılan yazıyor ve koruyordu. Eski Mısır'daki toplumda kanuna
uygun yaşam anın önemine bağlı olarak, çeşitli şikâyetler, satm almalar, kira
ve ödünç verme işlemleri, evlilikler yasalara uymalı ve kayda geçirilmeliydi2.
Bunun yanında eski Mısır'da gelişen matematik, yapı sanatı, astronomi ve
tıp3 ile edebiyat, özellikle papyruslar üzerine yazılan ölü metinleri aym
şekilde kâtiplerin rolüne işaret eder.
Eski Mısır'da bulunan arkeolojik tasvirler de kâtibin önemini
vurgulamaktadır. Örneğin Louvre'de bulunan bunlardan birinde, Amon evinin
kâtibi Nebmerutef, tanrı Thol'un yönetiminde görevini yapmaktadır. Thol bir
babun olarak tasvir edilmiş, kâtip ise ellerinde papyrus rulosu, kulağında
kalemi (fırçası) ve ağaçtan yazı levhası ile gösterilmiştir. Yüksek düzeyde
memurlardan Meket-Re'nin önünde duran dört kâtip ise, efendisinin sığırlarım
M.A.Hussein, Origins o f the Book, Egypt's Contribution to the Development o f the
from Papyrus to Codex, New York 1972, s. 13-4.
Book
H. Kees, Ägypten, Kulturgeschichte des alten Orients, München 1933, III, 1, 222; E.
Posener, Archives in the Ancient World, Cambridge 1972, s. 74, 76-7.
A. Sayılı, M ısırlılarda ve M ezopotam yalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp, Ankara
1991., s. 33-115.
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
3
saymaktadır. îki sığırtmaç ve vergi topladığı sanılan üç kişi ise parmaklan ile
hesap yapmaktadır4.
Diğer bir arkeolojik belgeye bakılırsa, ölüm sırasmda dahi kâtibin
önemli bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birinde çakal kafalı tanrı
Anubis, ölmüş insanların kalbini tartarak adaleti sağlarken, tanrıların kâtibi
Thot ise bu adaletin sonucunu yazı tahtasına yazmaktadır5.
Böylece eski Mısır'da günlük hayatm her alanında, edebi ve kültürel,
bilimsel çalışmalarda, değişik, ancak birbirine yakın meslekleri temsilen,
bazen kutsal, bazen de bürokraside yüksek bir düzeyde kâtip ile
karşılaşıyoruz. Öyle ki bu güvenilen kişi, arşivcilerin kâtibi Mai, III.
Ramses'in (M.Ö. 1198-1167) zamanında diğer görevli Peremhab ile krallıkta
gözü olan bir harem kadının çıkarttığı bir entrika için, hakem dahi tayin
edilmişlerdi6.
Mezopotamya’da M.Ö. III. bin yılda çivi yazısının bulunuşu ve
yayılması, ayrıca bölgede çok kullanılan kil tablet üzerine yazılmağa
başlaması ile, kâtiplik mesleği de önem kazanmıştır. Bir yandan
Mezopotamya'da yaşayan milletlerin kültür hayatmı yazıya geçirerek ileriki
kuşaklara taşıyan kâtip, diğer taraftan da Mısn'da olduğu gibi, sekreterlik,
kopistlik, muhasiplik, arşivcilik gibi çeşitli bürokratik görevleri üslenerek,
yüksek bir devlet memuru olmuştur. Yazının yaygınlaşmadığı bir dönemde,
devlet emrinde bulunmaları dışmda özel iş adamları da bu sekreter ve
kâtipleri kiralamışlardır. N. Kramer, kâtiplerin, Mezopotamya toplumunun üst
düzeyindeki ailelerden geldiğini şöyle anlatn: "Nikolaus Schneider, o zamana
kadar yayınlanmış bin kadar ekonomik belge içinde beş yüz kadar yazıcının
ismini çıkardı. Daha soma, onlardan çoğunun baba ismini ve mesleğini tesbit
etti. Schneider'in topladığı bu bilgilere göre, yazıcıların babalan okulu bitirmiş
vali "şehir babası", elçi, mabet idarecisi, askeri memur, kaptan, yüksek vergi
memuru, çeşitli rahipler, müfettiş, işçi başı, yönetici, kâtip, arşivci,
muhasebeci gibi meslek sahibi idiler7". Ekonomik yönden güçlü ailelerin
çocuklan olan ve şehirli insanlar olan kâtipler, yüksek zekâlı ve saygm kişiler
olarak görülmüşlerdir. Çünkü kentlerde yaşayan ve ekonomik düzeyi yüksek
olan aileler, çocuklarım saygm bir meslek olarak kabul edilen kâtiplik alanında
eğitmişlerdir. Kâtip adaylan "tablet evi" adı verilen okula giderek, usta-çırak
H.E. Winlock, M odels o f D aily Life in Ancient Egypt from the Tomb o f Meket-Rec at
Thebes, Cambridge 1955, s. 20-1.
E.A.W . Budge, O siris and the Egyptian Resurrection, London 1911, II, (İkinci cilt
frontispisi); H. Kees, Totenglauben und Jenseitsvorstellungen der altern Agypten, Berlin
1956, 2. Aufl. Çeşitli tasvirler için bkz. J.B. Pritchard, The Ancient N ear East in Phictures
Relating to the O ld Testament, Princeton 1954, s. 275, no. 230, s. 276, no. 233.
J. Breasted, Ancient Records, I, 208-221 ; krş. Posener, aynı eser, s. 89.
S.N. Kramer, Tarih Sümer'de Başlar, çev. M.İ. Çığ, Ankara 1990, s. 3.
4
NURAY YILDIZ
ilişkisi içersinde yetişiyorlardı. Bu eğitim sonunda, saray ve tapmaklarda
kâtiplik görevi yapıyorlardı. Yönetimle ilgili çalışmalar dışında, kralın
mektuplarını cevaplandırıyorlar8, devlete ilişkin sözleşmeler, ticari akitler,
hukuki yazışmalar görevleri arasında bulunuyordu.
Kâtipler zamanla tapmak kâtipler, ordu kâtipleri, tıp dalında çalışan
kâtipler olarak ayrılmışlardır9. E. Chiera'ya göre, toplumun günlük hayatında
büyük rol oynayan kâtipler, şehir kapısında bekleyen, yeri belli olan kişilerdi.
Halkın ihtiyacı olan çeşitli belgeleri yazan kâtip, onu mühürler ve zarfa
koyardı10.
Kâtiplerin Mezopotomya'da saygm bir meslek-olduğunu ve M.Ö. EL bin
yıldan itibaren bölgede yaşayan Sümerler, Assurlular, Selevkoslar ve eski
îranlılar zamanında kültür alanında önemli" hizmetlerde bulunduklarını
biüyoruz. Mezopotamya kaynakları onlardan sözederken değişik isimler
verir11. Filolojik belgeler dışmda, arkeolojik kalıntılar da bu yörede kâtibin
varbğım ortaya koymaktadır. Örneğin Bağdat'da bulunan ve Lagas'dan gelme
siyah volkanik taş kabartma üzerinde, Erken Sülaleler döneminde, Ur Nanse
zamanında (M.Ö. XX. yüzyıl) tarihlenen bir kâtip tasviri görülmektedir. Yüzü
traş edilmiş, giyimli, oturan bu kâtip Dudu adım taşımaktadır12.
Assur alçak kabartmalarında da savaşta yağmalanan malların, kâtipler
tarafından kaydedildiği görülmektedir. Bunlardan birinde iki kâtip tasvir
edilmiş olup, birisi kil tablet üzerine yazmakta, diğeri ise sağ elinde bir kalem
ve sol elinde de esnek bir yazı malzemesi tutmaktadır. Bu nesne, kısmen
sarılmış bir rulodur. Özellikle M.Ö. VHI. yüzyıla tarihlenen IH. Tiglatpleser
dönemi (M.Ö. 668-627) duvar resimleri ile III. Adadnirari (M.Ö. 810-783)
devri kabartmalarında, sol elinde bir tablet, diğer elinde Stylus tutan sakalh
kâtip tasvirleri görülür13.
Görüldüğü gibi, M.Ö. I. bin yıl boyunca Assur, Yeni Babil, Pers, Arami
ve diğer Önasya ülkelerinde kâtipler, kil tablet yanında pergament ve papyrus
üzerine edebi, dini, ekonomik, hukuki ve diğer konulardaki metinleri yazdılar.
A.L. Oppenheim, "A Note on the Scribes in Mesopotamia", Studies in Honor o f Benno
Landsberger, Chigaco 1965, s. 253-6
G. Contenau, La Vie quotidienne a-Babylone et en Assyrie, Paris 1950, s. 182-3.
E. Chiera, Kilden Kitaplar, çev. A. Dinçol, İstanbul 1964, s.42-3.
amnel Kus-Sar (deri üzerine yazan kâtip), amel Dup-Sar (kil tablet üzerine yazan kâtip),
kussarru, amel dupsarru, amelsi-pir ve amel si-pi-ri gibi. Bkz. R.P. Bougherty. '"Writing
upon Parchment and Papyrus among the Babylonians and the Assyrians", JAOS, 48
(1928), s. 109-135.
Pritchard, aynı eser, s. 275, no. 229.
Layard, Monuments o f Nineveh, 1, 58; P. Thureau-Dangin and M. Dumand, Til-Barsip,
Paris 1938, pi. 50, s. 54-6; Pritchard, aynı eser, s. 276, no. 235.
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
5
M.Ö.'Vm.-VI. yüzyıllar arasında Arami kâtipler, Babil ve Assur'a giderek,
onların kültürleri üzerinde etkili olarak görevlerini burada sürdürdüler14.
Mezopotamya'nın kültür hayatmda büyük rol oynayan kâtipler bu yörenin
kültür birikimini bize aktaran kişiler oldular.
Anadolu'da kâtipler, M.Ö. III. bin yılından itibaren kullanılan yerli
hiyeroglif ve sonra Assur kolonistleri tarafından M.Ö. II. bin yılın başında
getirilen çivi yazısı ve M.Ö. I. bin yılında ise Geç Hititler ile Anadolu'daki
diğer Urartu, Lydia, Fryg ve diğer toplulukların hiyeroglif, çivi ve çeşitli harf
yazılarım kullandılar. Bu kâtipler, Mısır ve Mezopotamya'da olduğu gibi,
gerek kültürel hayatin devamlılığını sağlamak için düşünce ve kültür ürünlerini
yazıya geçirirken, gerekse devlet bürokrasisinde sekreter olarak devletin
önemli memurları arasında yer aldılar. Kâtipler, kil tablet, ağaç levha, papyrus
ve pergament gibi çeşitli yazı taşıyıcıları üzerine yazdılar. Anadolu'da
özellikle Hitit metinleri üzerinde çalışan bilim adamı Th. Bossert'e göre, Hitit
metinlerinde tahta tabletler üzerine yazan kâtipler de vardı ve bunlar, kil
üzerine yazan kâtiplerden ayırdedilmişlerdir15. Hititler'e ilişkin çivi yazılı
belgelerin çokluğu nedeniyle özellikle kâtiplerin durumu, onlardan
öğrenilmektedir. Kâtip, Hititler'de yüksek sosyal düzeyde bir görev olarak
kabul edilmiş ve İmparatorluk döneminde kil tablet kâtibi, sarayın yüksek
rütbeli kişilerine dahil olmuştur. İmparatorun vekili olarak, günlük duaları
yaptırma yetkisine sahib olmuştur. Ancak yukarıda belirtilen ağaç levha
kâtipleri ise, nalbant ve diğer aşağı kademedeki personel arasmda
sayılmıştır16.
Hitit yazdı belgeleri dışmda arkeolojik belgeler de Anadolu'da kâtiplerin
varlığını ortaya koymaktadır. Çeşitli dönemlere ilişkin kabartmalarda onlara
rastlıyoruz. Ancak özellikle Geç Hitit dönemine tarihlenen Zincirli
kabartmasında, kral Barrakab'ın önünde duran kâtip, kolunun altında bir tahta
diptychon taşımaktadır. Burada M.Ö.VIÎI. yüzyılın ikinci yarışma tarihlenen
tahta tablet kâtibi gösterilmiştir. Hitit hiyeroglif ve Arami yazdannın bu ağaç
tabletlere yazıldığı anlaşılmaktadır17. Maraş'da da iki Geç Hitit kabartması
üzerinde tablet kâtipleri tasvir edilmiştir18. Sam'al (Zincirli) ortostatmda bir
14
-
^
H. Th. Bossert, "Hititlerde Yazı Malzemesi ve Yazı Aleüeri", çev. U.B. Alkım, Belleten,
61 (1952), s. 1. Aynca bkz. E. Laroche, "La Bibliotheque de Hattusa", Archiv Orientalni,
Yİ (1949), s. 7-23; H.G. Güterbock, D as Siegeln bei den Hethitern, Symbolae a d ju ra
orientis antiqui partinentes Paulo Koschaker dedictae, 1939, s. 26-36.
^
A. Pohl, "Bibliotheken und Archive im altan Orient", O rientalia, 25 (1956), s. 108 ve A.
Goetze, "Kleinasien" in Kulturgeschicte der alten Orients, München 1957, III, 1., 2. Aufl,
s. 172.
17
18
The Cambridge Ancient History, III, 1-126; Dougherty, aynı eser, s. 135.
Bossert, aynı eser, s. 4, res. 3.
Bossert, aynı eser, s. 5, res. 5 ve 6; E. Akurgal, Spaethethitische Bildkunts. 1949, Lev.
XLH, res. a,b.
6
NURAY YILDIZ
saray kâtibi tasvir edilmiş olup, Berlin'deki Staatliche Museen'de
bulunmaktadır. Bu da hiyeroglif ve Arami yazılarım yazdığı sanılan bir kâtip
id i19. Maraş'da bulunan bir kabartmada ise prens Tarhu(n)pia olarak
nitelenen kişi, sağ elinde bir yazı aleti tutar. Bir ucu genişletilmiş stylusa
benzeyen bir kalem ile, tahta tablet üzerine yazan bir kişinin tasviri vardır.
Onun; tam olarak kâtip olduğu söylenemez. Ayrıca Louvre'da da defter ve
hokka tutan figür tasvirlerinin yer aldığı kabartmalar bulunmaktadır20.
Eski Yunan ve Roma Dönemi
Eski Yunan ve Roma devrini kapsayan Antik çağda kâtiplerin kültür
hayatındaki rolü, daha çok fikir ürünlerini kaleme almaları ve ayrıca onları
kopye ederek çoğaltmaları ile olmuştur. Bu çoğaltma sonunda ise, zamanla
kitapçı ve basımcılara dönüşmeğe başlamışlardır. Bu sayede, henüz
matbaanın bulunmadığı bir dönemde kitaplar elle çoğaltılarak, Antik çağın
değerli edebiyat, tiyatro felsefe ve bilimsel eserleri bize kadar ulaşmıştır.
Ayrıca bu değerli fikir ürünlerini içine alan kütüphanelerin kitap sayılarının
arttırılması da onların sayesinde olmuştur. Kâtiplerin çalışmaları sonucunda,
kütüphaneler gelişmiş ve halkın okuma alışkanlığı yaygınlaşmıştır. Bunun
yanında kitap ticaretinde gelişmeler olmuştur. Antik çağda scriba adı ile
tanıdığımız, her çeşit görevi üstlenen genel kâtip kavramı içerisinde, özellikle
kopist anlamı ile bilinen kişilere bibliographos, librarius gibi adlar verilirken;
kitapçı bu, işi yaygın bir ticaret amacı ile yapmamış iseler de, zamanla bu
durum değişmiştir.
Eski Yunanlılar'm M.Ö. IX. yüzyılda harf yazışım almalarından önce
Girit ve Mikenai'da kil tabletler üzerine yazılmış piktografik bir yazının
kullanıldığı bilinmekte ve yüksek düzeyde bir meslek olarak resimlen yapan
ve yazılan yazan kâtiplerden sözedilmektedir21. Ancak onlar Fenikeliler'den
bu harf yazısmı aldıktan sonra, onu, kendi bünyelerine uyarlayarak, çeşitli
metinler yazmağa başlamışlar ve M.Ö. VI. yüzyıldan itibaren ciddi eserleri
kaleme alarak, yüzyılın sonunda tiran kütüphaneleri dahi kurmuşlardır. Kitap
sayısmm artması, kâtiplerin çalışmalarının yoğunluğunu göstermektedir.
Tarihçi, filozof ve şairlerin daha çok özel okuma ve dinleme yoluyla
tanındıklarını söyliyebiliriz. Maddi durumu iyi olan entellektüel çevreler,
eğitimli kölelere bunları kopye ettirerek dost çevrelerine dağıtmışlardır.
A.M. Darga, Hitii Sanatı, İstanbul 1994, s. 278; E. Akurgal, M. Hirmer, D ie Kunst der
Hethiter, München 1961, s. 101, flg. 131.
Darga, aynı eser, s. 316, res. 303.
E. Vermeule, Greece in the Bronze Age, London 1972, s. 178.
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
7
M.Ö. V. yüzyıl sonunda, Pers savaşlarından galip çıkan Atina'da,
Perikles'in sağladığı refah sonucu, kitap birikimi olmuş, kültür ve bilime
meraklı kişiler evlerinde özel kütüphaneler kurmuşlardır. Komedi yazarlarının
belirttiğine göre, M.Ö. 430 yılında, Atina'da kitapçı dükkânları vardı. Atina'da
Peleponhnesos savaş sırasında, agorada, özel kitap satışı yapılan bir pazar
(la biblia) bulunuyordu. Meraklı kişiler sabahları kitapçı dükkanlarında
toplanarak, buradaki kitaplar konusunda tartışıyorlardı22. Bu entellektüel
merkezlerde kitaplar henüz yayınlanmadan meraklılara tanıtılmış ve onların
fikirleri alınmıştır. Bu ilginin sonucunda kitapların sayıları artmış ve
muhtemelen ucuzlamışlardır23. Atina dışındaki kolonilere dahi ulaşan kitaplar,
buralarda satılıyordu. Atina'nın bu şekilde önemli bir kitap yaym ve ticaret
merkezi olmasında, meslekleri kitap kopye etmek olan kâtiplerin
(bibliographos) rolü inkâr edilemez. Bu kopye eden kâtipler dışmda, yukarıda
belirtildiği gibi, zamanla, metinlerin bazı yerlerini renkli harfler kullanarak
boyayan kâtipler (kalligraphos) de ortaya çıkmıştır. Böylece kitaba duyulan
ilginin artması sonunda , kitapçıdan (bibliopola) ücret alan ve orada
müşteriler için kitapları çoğaltan kâtipler bir meslek olarak daha da
belirginleşmişlerdir. Ancak elle çoğaltma söz konusu olduğu için, metinler de,
kâtiplerin bilgi ve dikkatine bağlı olârak az veya çok hatalı ve pahalı olarak
çıkabiliyordu. Bu hatalı ve pahalı metinlerden şikâyet edildiği bilinir24.
Aynı yüzyılda yaşayan dramatistlerin eserleri kopye edilerek, hem
sahnede koro ve diyalogları sürdüren sanatçılar ve hem de tiyatroya gelen
binlerce seyirci için ucuz nüshalar halinde çoğaltılmışlardır25. Bu kopyaların
pahalıya malolmaları nedeniyle, Jchoregus, kâtiplerin ücretlerini ödüyordu.
Tiyatroda her seyircinin elinde bir metin olduğu düşünülürse Aristophanes'in
de belirttiği gibi, kâtiplere çok iş düşüyordu.
M.Ö. IV. yüzyılda, özellikle Platon ve Aristoleles'in kurduğu felsefe
okullarında yer alan kütüphanesinin içerdiği kitap sayısında artış
görülmektedir. Platon'un öğrencilerinden Hermodorus'un, Yunanistan
dışındaki uzak yerlere, hocasma ait çoğalttırdığı kitapları yolladığı ve bundan
kâr sağladığı bilinmektedir. M.Ö. 300 tarihlerinde, Atina'da kitapçı dükkânları
dışmda kitap panayırları devam etmektedir. Ksenophon, Anabasis adlı
e serpide Karadeniz'e gelen kitap ticaretinin yayıldığını, Salmydessus'da
karaya oturan gemilerin yükleri arasında kitap bulunduğunu kanıtlar
anlatmıştır26. Bütün bunlar, okuma alışkanlığının yayıldığını, kitapların alıcı
bulduğunu kanıtlar. Artık mesleği kâtip olan profesyonel bu kişiler, bunları
Bkz. Aristophanes, Ranae, 114.
Bkz. Pollux, Onomast, VII, 211; IX, 47; Athenaios, Deipnasophist, III, 126 E.
Bkz. Diogenes Laertius. Vit, Phil., Ill, 39, Plato.
Aritstophanes, Ranae, 114.
Bkz. Ksenophon, Anab., VII, 5, 14.
8
NURAY YILDIZ
kopye etmiş olmalıdırlar. Varlıklı aydınların evlerinde eğitimli kölelere kitap
çoğalttırılırken, kitapçılar için de kâtiplerin kopye etmeğe devam ettikleri
açıktır. Ksenophon evinde, Homeros metinlerini bu şekiİde özel kâtiplerine
çoğalttırıyordu27. Ksenophon'un Scilla'da belli sayıda kölesi vardı ve onlara
sınırlı ölçüde kopye ettirerek, dostlarına gönderiyordu. Antigonos Gonatas da
kendi özel köleleri olan kâtiplerini Stoacı Zeno'ya göndererek, onun eserlerini
kopye ettirmek istedi28.
Bazı durumlarda kitap yakın bir dosta ödünç verilir ve bu kişi, ki tabii,
kendi kâtibine kopye ettirerek geri gönderirdi.
İskender'in dünya imparatorluğu kurmak amacıyla Doğuya yaptığı sefer
ve sonra imparatorluğun generalleri arasında paylaşılarak, küçük krallıkların
kurulduğu Hellenistik devirde (M.Ö. 330-30) Eski Yunan ve Makedonya
kültürlerinin, Doğu kültürleri ile kaynaştırılması için İskenderiye kütüphanesi
kurulmuştu. Bu kütüphane ile ona bağlı olan bilim akademisi Musaion'da
yapılan bilimsel çalışmalar ile, bilimlerinde araştırma yapılırken, edebi
metinler üzerinde filolojik çalışm alar ve metin eleştirileri de
gerçekleştirilmişti. Ayırca încil'in İbraniceden Grekçeye çevirisi dahil, pek çok
din kitabı ve kanunun da çevirileri yapıldı. Ptolemaios H Philadelphos (M.Ö.
308-246) zamanında çevrilen Yahudi kanunları buna örnek verilebilir29.
Mısır'daki Ptolemaios krallığının korunmasında kitap üretimi artıyor, büyük
bir yazma topluluğu birikiyordu. Helenistik devirdeki bu bilimsel ve
enteUektüel aşamada kâtipler önemli bir rol oynadılar. Hellenistik kentlerin,
önemli kültür merkezlerinin kitap talebini Atina karşılıyordu. Buradan ödünç
alman kitaplar, Mousaion'da kopye ediliyor ve bazen de gerçek nüshalar
yerine, ceza karşılığı, sahteleri geri gönderiliyordu30.
Hellenistik devirde Bergama, Atiokheia, Herakleia Pontica, Pella,
Delphi, Atina, Rhodos, Teos gibi .yerlerde krallık, gymnasion, yüksek okul,
özel ve değişik türde kütüphanelerin kurulmuş olduğunu bildiğimize göre,
kitap sayısının artmış olduğunu ve bunların yazılmasında ve kopye
edilmesinde kâtiplere çok iş düştüğü söylenebilir. Özellikle 500.000 kadar
kitap sayısı ile İskenderiye kütüphanesi, kâtiplerin‘kültür hayatındaki rolünü
iyi bir biçimde ortaya koyar. Bu kütüphane için tüm Akdeniz çevresinde kitap
aranarak, değerli ‘yazmalar satın veya müsadere ettirilerek, kâtiplere
çoğalttınlmıştır. Bunun içn Yunanistan, K. Asya ve Akdeniz kıyısına yayılmış
kitapçılardan yararlanılmıştır. M.Ö. İH. yüzyıla tarihlenen Oxyrrhynchus ve
27
28
29
30
ksenophon, Memorablia, IV, 2, 10
Diogenes Lasertius, Viit. Phil., VII, 36.
Bkz. Josephus, AntJud., XII, 5-6,11,13,15.
Bkz. Ksenophon, Anab., VII, 15, 12; Cicero, Ad. Attic., XIII, 21,
Vit. Phil., VH, 31; Dionys, Helicar., D e lsocr., 18.
4; Diogenes Laertius,
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
9
diğer Mısır kentlerindeki papyrus buluntuları, kitap ticaretinin ne kadar
yaygın olduğunu ortaya koymaktadır31. Ptolemaios II Philadelphos da
Theophrastos'un öğrencisi ve mirasçısı Neleus'dan, ünlü Aristoteles'in
kütüphanesini ve Theophrastos'un kişisel koleksiyonunu satın alarak32
yazmaları kopist-kâtiplere çoğalttırılmıştır. Plotemaios III Euergetes
zamanında ise Aiskhylos, Sophokles ve Euripides gibi üç büyük dramatistin
eserleri, 15 talentlik rehin karşılığında alınarak, kâtiplere kopye ettirilmiş ve
kitaplar çoğalttırıldıktan sonra, orjinali yerine kopyeleri verilmişti.
İskenderiye limanına gelen gemilerdeki kitaplar da müsadere edilerek,
İskenderiye kütüphanesindeki kâtiplere kopye ettirilerek çoğaltılmıştı. Aynı
şekilde onların da orjinalleri kütüphanelerde alıkonarak cezası ile birlikte,
sahteleri verilm işti33. Kâtiplerin kopyeleri sayesinde İskenderiye
kütüphanesine binlerce kitap yığılmıştı ve bunların arasında birden çok nüsha
vardı. Bunların içersinde kütüphane için en uygun olanlarının seçilmesinde, en
güvenilir kâtibin kopye ettiği eserlerin ve bilgili kişilerin hazırladığı
eleştirilmiş nüshaların ön planda tutulduğu anlaşılmaktadır. Yazmaları yazan
ve kopye eden kâtibin veya kitabın yazıldığı tarihin belli olmadığı durumlarda,
bunların en iyilerini seçmek için uzmanlar çaba gösteriyorlardı. Bu sonuca
göre kopye yapan kâtibin, bilgili ve imlâ kurallarını bilen bir kişi olması
gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca edebî eserler üzerinde yapılan çalışmalar
ile, onların gramer, imlâ kuralları yönünden kusursuz ve hatasız olmaları
sağlanıyordu. Gerek bilimsel ve gerekse edebi eserler üzerinde bu yoğun
çalışmalar ve mevcut nüshaların, kâtiplerin kopye etmeleri ile çoğaltılması,
kuşkusuz yazı atelyelerinin (scriptorium ) gelişmesini de hızlandırdı.
İskenderiye metinlerine, uzun süre standart metinler olarak bakıldığına göre; _
bunların, bu istinsah atelyelerinde, belli kurallara bağlı kalarak, standart ve
düzgün örnek nüshalar olarak kopye edildikleri söylenebilir. Bu da bize
buradaki kâtiplerin iyi yetiştirildiklerini göstermektedir34.
İskenderiye kütüphanesi ve Musaion'da yapılan çalışmalar arasında
Aristarkhos'un, kâtiplerin, kopye yaptıkları zaman hata yapmalarım önlemek
hem kâtiplere ve hem de okuyculara kolaylık sağlamak amacıyla, noktalama
işaretlerini (semeia, notae) geliştirdiğini belirtmek gerekir. Metinlerin
yazılması sırasında bunlar dikkate almıyordu. Suetonius, bu işaretlerin, yirmi
bir kadar olduğunu belirtmiştir35.
C.Wendel, Handbuch der Bibliothekswissenschaft I: Buch und Schritft, s. 856.
Bkz. Athenaues, Deipnosophist, 1, 3a.
Bkz. Galenos, Comment, in Hippocr., III, II, 2; N. Yıldız, Eskiçağ Kütüphaneleri, Istanbul
1985, s. 95-6.
N.YıIdız, aynı eser, s. 102-9.
Bkz. Suetonius, Gram. Lat., VII. 533.
10
NURAY YILDIZ'
Roma döneminde, diğer kurumlarda olduğu gibi, kâtiplik de daha iyi
örgütlenmeğe başlanmıştır. Roma'da Cumhuriyet döneminin sonralarında bazı
iç karışıklıklar olması yanında, kültürel hayatta olumlu gelişmeler de olmuştu.
Özellikle güney İtalya'daki eski Yunan kolonileri aracılığı ile ve ayrıca Roma'h
generallerin tüm Akdeniz çevresinde kurduğu yeni eyaletler ve alman
Hellenistik merkezlerden ele geçirilen eski Yunanlılar'a ait kitapların
Roma'ya getirilmesi ile, aydınların kitaba ilgisi artmış ve evlerinde özel
kütüphaneler kurulmuştur. Kitaba duyulan ilgi ve onun yaygınlaşması, bir
ölçüde kitap çoğaltma işleminde kâtiplerin büyük ölçüde yer alması ile
gerçekleşmiştir.
Kâtip adı altında yer alan kopistlere libraius deniliyordu. Onlar, kitapları
kopye etme dışmda, aynı zamanda onları yapıştıran, ciltleyen, süsleyen
kişilerdir. Bu kitapları satan kişiler ise, başlangıçta kâtip ile aym şahıslardı,
ancak ona, "kitapçı" anlamında bibliopola deniliyordu.
Kâtiplerin kitabı kopye etmesi için, yazar tarafından öncelikle kitabın
yazılması gerekiyordu. Yazarın kitabmı çoğaltma isteği üzerine kâtip
harekete geçiyordu. Bu çoğaltma işlemi, devrin anlayışına, teşvikine,
yöneticilerden gelen istek üzerine, toplumun kültür düzeyine ve meraklı
kişilerin güdümüne bağh olarak gerçekleşiyordu.
Bu durumda, kâtibin kopye etmesi sonucunda ortaya çıkan bir nüsha,
elden ele dolaşıyorsa, yayınlanmış demekti. Gerek özel istekle kopye
edilerek çoğaltma ve gerekse kütüphanelerdeki kitap sayısını arttırma için
yazılan kopyalarda, kâtibin hatasız örnek bir nüsha bularak, buna göre
çoğaltması gerekiyordu. Zamanla bu durum kütüphanelerde yazı atelyeleri ve
kopye etme işinde kullanılan standart ölçüyü getirmiştir36. Bu durumda Roma
Cumhuriyet dönemi başlangıcında, kitaplar kişisel girişimler ilp librarius
denilen kâtip tarafından, özellikle özel kullanım amacıyla çoğaltılıyordu ve bu
kişi, çok zaman bir köle idi. Aşağıda örnekleri verileceği gibi, bunların bazdan
çok kültürlü idi. Daha kitabın yayınlanması bitmese de; birkaç dostun, onu
kâtiplere kopye ettirmesi, yan yanya yayınlanması demekti37.
Yazar, kitabı editöre verdiği zaman, kâtibin hatasız bir kopye
yapmasını garanti edemiyordu; dikkatsiz kâtipler, kötü kopyeler
çıkartabiliyordu38. Özellikle satış amaçlı kopye edilenlerin, meslekte
deneyimli kâtiplere kopye ettirilmiş olmaları gerekiyordu. Ancak henüz o
dönemde telif hakkı bulunmadığı düşülürse, kâtiplerin istediği kadar kopye
yapıp, nüshalan çoğalttıkları söylenebilir.
36
Wendel, aym eser, s. 140.
37
Cicero, Epist. ad Attic., III, 12, 1-2; 13, 21, 4; 15, 3. A ynca bkz. Galenos., XIX, s. 10;
Hieran, Ep. 4; Sulpicius Severus, Dia/., 1 ,23.4.
38
Galenos, II, 216; XIX, 9; Diodoros, 1, 5 ,2 .
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
11
Cumhuriyet döneminde kâtiplerin önemini Cicero'nun yaymcı dostu
Atticus'a yazdığı mektuplardan öğreniyoruz. Bu- mektuplara göre, kitap
yazılıp bitince, okunarak düzeltilir, kopye edecek kâtipler tarafından metin
gözden geçirilir, hatalar düzeltilir, marja eklemeler yapılabilirdi. Eksikler var
ise kâtipler tarafından düzeltilir ve aksanlamalar, noktalama işaretleri,
harfler, kelimeler, metin dışındaki kenar notunda gösterilebilirdi. Birkaç kişilik
musahhihler grubu, yazılan metni, esas metin ile karşılaştırıyorlar,
düzeltilenler daha da değer kazanıyordu. Buna rağmen Cicero, Latin
yazmalarındaki hatalardan söz etmiş ve bunların nasıl düzeltilmesi
gerektiğini bilmediğinden şikayet etmiştir. Cicero'nun M.Ö. 54 yılının Ekim
aymda Tusculum'dan, kardeşi Quintus'a yazmış olduğu mektupta, bunu dile
getirdiğini biliyoruz39. Bu mektupta özellikle Tyrannio'nun tembelliğinden
şikayet eder ve hataların nedeni olarak onu gösterir. Cicero, aynı şekilde
M.Ö. 45 yılının 10 Temmuz tarihli ve Atticus'a yazdığı mektuplardan birinde,
müstensihlerin yani kâtiplerin hatalı kopyesinden şikayet etmiştir40.
Cicero'nun yazlık kır evinde (villasında) kitaplarını düzenleyen köleleri
vardı41. Ancak bu düzenlemeler dışmda kâtiplik görevini yapıp yapmadıklarım
bilmiyoruz.
Başlangıçta özel girişimler ve henüz yaygınlaşmadan yapılan
çoğaltmalara Varro (M.Ö. 116-27) ve Cicero (M.Ö. 106-43)'nun dostu
Atticus'un bir yaymevi sahibi olmasını örnek olarak gösterebiliriz. Atticus,
dostlara ait kitaplar dışında, beğenilen kitapları da kölelerine kopye
ettiriyordu. Bu köleler dışmda hür kişiler de görev yapıyordu. Hiçbir siyasi
bağımlılığı olmayan Atticus, Cicero'ya edebi danışmanlık yapmış olabilir.
Mektuplarda sık sık hatalardan söz edilmesi, Atticus'un bu yazıları
düzelttiğini ve Cicero'ya zaman zaman fikir vermiş olabileceğini gösterir.
Atticus'un yanında çalışan ve bu işleri sürdüren yardımcıları, kâtipleri, bilgili
ve kaligrafisi düzgün kişilerdi. Bu kişiler, köleler, daha çocukluklarından
itibaren kaligrafi yönünden eğitiliyorlardı. Atticus'un scriptorium'undan çıkan
kopyeler oldukça hatasızdı. Belirtildiği gibi, libraii çok yetenekli ve bilgili
kişiler olup yazma işlemi dışında, yapıştırma, ciltleme gibi işler ile de
uğraşıyorlardı. Bu yetenekli köleler arasında, Cicero'nun azatlı kölesi Tiro
tarafından kısaltmalar (notae) hazırlanmış ve bu sayede düzgün nüshalar
yazılabilmiştir. M.Ö. 56 Nisan-Mayıs tarihli mektupta, gramerci Tyrannio'nun
bu işi yaptığı ve iki yardımcısı bulunduğu anlaşılmaktadır42. Bu yardımcılar ise
Dionysos ve Mnephilos adlı köleler idi43. Cicero, Atticus'un bu kölelerini,
Bkz. Cicero, Epist, ad Quint, frat., HI, VI, 6.
Cicero, Epist. ad Attic., XIII, XXII; 2.
Bkz. Cicero, Epist. ad Attic., IV, 4 a.
Bkz. CicevorEpist. ad Attic., IV, 4 a.
Bkz. Cicero, Epist. ad Attic., VI. 8 a.
12
NURAY YILDIZ
kütüphanesini düzenlemek için almıştır. Bunlar çeşitli işlere bakıyorlardı,
ancak asıl kâtip Tyrannio idi. Bu daha az önemli işleri yapan iki kişiden
Dionysos kaçmış, Cicero'nun kitaplarından bazılarını da yanma almıştır ve bu
nedenle cezalandırılmıştır44. Köle ve azatlı köleler, kitap onarımlan ve
düzenlemeleri de yapan kâtipler miydi? Bu librarii denilen köleler. Cicero'ya
kitapları konusunda yardım etmiş olsalar da esasen kâtiplik görevini
sürdürmüş olmalıdırlar45. Atticus çok istenilen kitapları, işte bu kölelere veya
kâtiplere kopye ettirerek satıyordu. Atticus'un kâtiplere çoğalttırdığı kitapları
sattığı, Atina'da açmış olduğu bir kitap deposundan da anlaşılmaktadır. Bu
depoya Roma'lı turistler ve kendi dostlan gelerek, eski Yunan yazmalarım
buradan satın alıyorlardı46. Roma'h yazarlar böylece kolaylıkla eski Yunanca
eserleri bulabiliyorlardı.
Atticus'un söz konusu kâtip ve yardımcıları genelde eski Yunan adlan
taşımaktadır. Dionysius, Menophilus, Antaeus ve Phamaces'in adları bunu
göstermektedir. Cicero'nun yardımcısı Khrysippus da diğer bir örnektir47.
Cicero'nun mektuplarından bu kâtiplerin adlarını öğreniyoruz. Bu adlar
arasında bazı değişik görevler de belirtilmiştir. Servile, Phamaces, Antaeiıs
ve Salvio adh kişiler ömek verilebilir. Pharmace, tabellarius4^ ve Salvius ise
anagnostes (okuyucu)49 olarak gösterilmişlerdir. Yukarda belirtildiği gibi,
Mnephilos ve Diodorus da bu arada adları geçen kişilerdir. Cicero'nun
mektuplarının bize gösterdiği gibi, Atticus, eski Yunanca ve Latince
yazmalan, eğitim görmüş bu köle-kâtiplere yazdınyor ve onlan kopye yolu ile
çoğalttınyordu. Cornelius Nepos da, Atticus'un hayalından sözederken, gerek
kopya yapan ve gerekse okuma işini sürdüren bu eğitimli köle kâtiplere
değinmiştir50. Atticus'un scriptorium ’nndaki bu faaliyeti geniş boyutlu
olmalıdır. Çünkü yukarıda belirtilen Atina'daki kitap satışı dışmda, diğer
pekçok ülkeden kitap satın alınarak toplanıyor ve bunlar, kâtiplere kopye
ettirilerek çoğaltılıyordu51. Bu ticaret eyaletlere kadar yayıldığına göre52,
Kâtiplerin sayısı ve faaliyetlerinin çokluğu görülebilir. Öyle ki Roma dışından
gelen kitaplar, yazı atelyesinde sıralarım bekliyorlardı. Bundan başka Cicero,
44
45
46
47
48
49
50
51
52
Bkz. Cicero, Epist. ad Attic., XHI, LXXVII, 3.
N. Y \d a ,a y m eser, s. 180-6.
Bkz. Cicero, Epist. ad Quint., D/I.
Cicero, Epist. a d Attic., IV, 8, a 2; V, 2, 8; 5, 3; XI, 2 ;3; XIII, 44, 3; 30, 2; Cicero Epist. ad
Quint, frat., Ill, 4, 5; 56.
Cicero, Epist. ad Attic., XVI, 2, 6.
Cicero, Epist. ad Attic., XIII, 29,3.
Cornelius Nepos, Attic., XIII, 3.
Cicero, Epist. ad Attic., XIII, 8.
Bkz. Cicero, Epist. ad Attic., m , 4,6.
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
13
kitaplarının Atina ve diğer eski Yunan kentlerine yayılması için onları,
Atticus'a emanet etmişti53.
Atticus ünlü olduğu için onu tanıyoruz. Onun dışmda da kâtipleri
kullanan scripîorium sahipleri bulunmuş olmalıdır. Sayıları çok olan librarii,
kâtipler, değişik yerlerde ve kişilerin kendi evlerinde çalışmış olmalıdırlar54.
Ancak Cicero zamanında rastladığımız, zengin kişilerin kendi evlerinde,
kitaplarını, bu kâtiplere kopye ettirmeleri her zaman iyi sonuç
vermeyebiliyordu. Aynı şekilde Cicero'nun Atticus'a yazdığı mektuplardan, bu
kâtip hatalarından söz edilmektedir55. "İlgimi çeken kitaplar satılık değil ve
akıllı bir kâtip bulunmaz ise çoğaltılamıyorlar. Pekçoğu da hatalı kopye
edilmiş ve dürüstçe satılmıyor".
Bazı zenginlerin kendi kâtipleri tarafından, evlerinde yapılan kopyeleri
ve Atticus gibi, yayınevi sahibi diyebileceğimiz kişilerin yazı atelyelerindeki
kopye ve yazma faaliyetlerini gördükten sonra bu kâtip-kopistlerin, yavaş
yavaş nasıl kitapçıya dönüştüklerinden sözedelim. İlkin bazı librarii yani
kâtipler, kitapçı dükkanları açarak, kopye ettikleri kitapları satmağa
başladılar. Atticus'un iyi örgütlenmiş, dikkatli ve yetenekli kâtipler seçebilmiş
olması, bu kâtiplerin kitap sayısının artması, sonuçta kitap satışının
düzenlenmesini gerekli kılmıştır.
Cumhuriyet devri başlarında bu kitapçıların sayısı azdı. Onlar, kendi
kitaplarını, kâtiplere kopye ettirerek, aralarında değiş-tokuş yapıyor ve
satıyorlardı56. Kitap ticareti gelişmeden önce libraius, sadece istek olursa
kopya yapıyordu. Birden çok kopya yaparak, bunları satmak .için depolamak
gibi bir fikri yoktu. Bu kitapçılar yaygınlaşmadan önce, kişilerin ve daha geniş
anlamda halkın, belgeleri çoğaltmak için, Forum yakınında dükkanları bulunan
ve kendi başlarında çalışan kâtipler, halkın günlük metinlerini kopye
ediyorlardı. Daha çok popüler okul metinleri ve edebi günlükler satıyorlardı.
Öğrenci, gerek duyduğu zaman, bunları alarak çoğalttırıyordu. Livius
Andronicus'un eserlerinin satışı bu şekilde başlamıştı. İşte öğrencilerin ve
diğer kişilerin isteklerinin karşılanması için, kâtipler, librarii, kitapçı durumuna
geçmek zorunda kaldılar. Onlar sürekli kopya yaparken, aym zamanda kitapçı
rolünü de birlikte üslenmiş oluyorlardı. Diğer bir deyişle, librarius'dan yani
kâtipten kitapçıya, bibliopola'ya yavaş yavaş geçilmiş oluyordu. İlk zamanlar
kitapları sınırlı olarak çoğaltırken, tam anlamı ile kitapçı dükkânı haline
dönüşünce, değerli ve müşteriyi memnun edecek hatasız yazmalar elde
Bkz. Cicero, Pro Sull., 42; Cicero, Epist. ad Attic,, II, 1,2; Cattullus, 95, 5.
Cicero, Epist ad Attic., XIII, 21 ,4 ; Cicero, Epist ad Fam., XVI, 21,8; Cicero, Pro Sull., 43
Cicero, Leg, III, 46.
Cicero, Epist. ad Attic., Ill, 4, 6; Cicero, Epist. ad Quint., 3,4,5 ve 3,5,6.
Cicero, Epist., ad Attic., Ill, 4; Cicero, Epist. ad Quint., Ill, 4,5.
14
NURAY YILDIZ
etmek için artık kitapçı dükkânlarında dikkatli ve bilgili kâtiplerin çalıştırılmış
olmaları gerekir. Azatlı ve kölelerden oluşan bu librarius, sadece kâtip rolünü
mü üsleniyordu? Yazmaları süsleyen, yapıştıran, ciltleyen yardımcı elemanlar
ile aym kişiler mi idi? Her ne olursa olsun, burada, kâtip büyük bir rol oynamış
olmalıdır.
Cicero zamanında az olan bu kitapçıların57 Catullus'un da tanıklığı ile58,
bulunduğunu biliyoruz. Bu durumda kitapçı ve kopistlerin fonksiyonları
birleşmiş oluyordu. Gene de I. yüzyılda bir yandan kitapçı dükkânları
gelişirken, diğer taraftan yan kitapçı, yarı yazı atelyesi durumundaki, içinde
kâtiplerin çalıştığı yerler artmış olmalıdır. Ancak imparatorluk döneminden
önce, bunların sayılarının az olduğu bilinmektedir59. Bu dönemde kişiler de
özel olarak, kendi aralarında değiş-tokuş yolu ile kâtiplerin çoğalttıkları
kitapların dolanımım sağladıkları ve ticaretini yaptıkları anlaşılmaktadır60.
Bu yazı atelyelerindeki ve onu takiben kitapçı dükkânlarındaki
kâtiplerin kopye işlemleri, Cumhuriyet döneminin kütüphaneleri için de hizmet
veriyordu. Bu kütüphanelere yeni kitaplar satın alınırken, eski kitapların ise
kâtiplere çoğalttırılarak sağlandıkları düşünülebilir.
Roma'da İmparatorluk dönemine geçildiğinde, ilk imparator
Augustus'un (M.Ö. 27-M.S. 14), Romalılık bilincini güçlendirmek ve eski
Yunan kültürünün egemenliğinden kurtarmak amacıyla milli şair ve yazarları
koruması sonucu özellikle Latinlere ilişkin her çeşit yayın çoğaldı. Bu
dönemde Varro ve Asinius Pollio'nun girişimleri ile halk kütüphanelerinin
Roma'da kurulması da yayma duyulan ihtiyacı arttırmış olmalıdır. M.S. II.
yüzyılda Roma İmparatorluğu zamanında her alanda görülen gelişme sonucu,
gene çeşitli türden kütüphaneler kurulmuş ve kitapçı dükkânları çoğalmıştır.
Bu durum, M.S. III. yüzyıl sonlarına doğru, çeşitli nedenlerle, Roma'nm
güçten düşmesine kadar sürmüş, ancak zayıflamanın kültür hay atma etkileri
de artmıştır.
Roma İmparatorluk döneminde de gene eğitilmiş köle ve azatlılar, kâtip
olarak özel evlerde, yazı atelyelerinde kitapçılarda ve kütüphanelerin yazı
odalarında çalışmağa devam ettiler. Aym şekilde papyrus, pergament veya
balmumu levhalar üzerine yazmayı sürdürdüler. Bu kâtipler, librarii,
içerisinde, balmumu levha üzerine yazanlara scribae cerarii adı veriliyordu.
Ancak genel scriptor başlığı altında belirlenen bu kâtiplerden kitapları kopye
Bkz. Cicero, Phil., n , 9,21; Cicero, Epist. ad Quint., HI, 4,5.
Bkz. Catullus, XIV, 17, 20.
Bkz Cicero, Epist. a d Attic., III, 4; Cicero, Epist. ad Quint., III, 4,5.
Bkz. Cicero, Epist. a d Quint., İÜ, 4.
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
15
edenler61 ile kitapçılık görevini üslenenlerin62 hepsine de librarius denilebilir.
Kütüphanelerde kâtiplik yapan kişiler yanında, bazen diğer görevleri yapanlar
da bu ad ile belirlenmişlerdir63.
Bu dönemde bazı görevlerin kurallara bağlandığı görülmektedir.
Özellikle kopist veya müstensih diyebileceğimiz bu kâtiplerin, yazma
koşulları zaman zaman belirlenmişti. Saatte ortalama 15-16 satır kadar kopye
yapabiliyorlardı. Roma'da uygulanan bu kural dışmda, kitapçı dükkânlarında
çalışan kâtipler ise günde on saat çalışıyordu. Her eser aym sayıda kopya
edilmez, bazılarının çok sayıda kopyası yapılırdı. Örneğin Tacitus, devlet
kütüphanelerine konulmak üzere, 275 yılında, on kez yazılmıştır64.
Kitapçılarda ortalama yüz kadar köle çalıştırılıyordu. Bunların kopye ettiği
eski Yunan ve Latin yazmaları için belirli bir ölçü bulunuyordu. Kopya yapan
kâtipler için 35 satır, 16 hece, 50-100 kadar sütun gibi ölçüler (stichometri)
konularak, çalışmalar buna göre düzenleniyordu. Seneca zamanında bilgili bir
kölenin, 100 sestertius aldığı belirtilmiştir. Verilen ücret, kopistler (librarii)
ve uzmanlar (amanunsis) için ayrı ayrı idi65. Kâtiplere verilen ücretler,
kitabın maloluş fiatını artırıyordu. Eski Yunanca bilen köleler, ortalama 8000
sestertius kadar ücret alıyorlardı; yüksek eğitimli olanlar için bu ücret
artabilirdi66. Ancak M.S. 301 yılında, imparator Diocletianus tarafından
çıkartılan bir buyrultuya göre67 100 satır yazma karşılığında 20-25 denarius
verilmesi öngörülmüştü68.
Kâtipler kopya yaparken, biri okuyor ve birkaç kopist-kâtip metni
yazıyordu. Özellikle kapsamlı eserler için 10'dan çok Kâtipden
yararlanılıyordu. Onlar, ancak doğru olarak duyarsa, hatasız olarak
yazabiliyordu. Yazarken dikkat edilmesine rağmen, hatalı metinler de
çıkabiliyordu. Latince zamanm konuşulan dili olduğu halde, Latince
metinlerde hata daha çok, Grekçe metinlerde ise daha azdı. Bunun nedeni,
kopya yapan kâtiplerin Grekçe yazmaları daha kolayca istinsah edebilen eski
Yunanlı Kâtipler olmasıdır. Bu azatlı kâtipler, yazdığı Grekçe yazmalar,
Latince olanlardan daha değerli idi. Latince metinleri yabancı dil gibi
yazıyorlardı. Ancak Sosius kardeşler (Sosii), Secundus, Atrechus,
Cicero, Epist. ad Attic., 12 ,4 0 ,1 ; Titius Livius, 38,55,8.
Seneca, B enef, 7,6,1; Aulus Gellius, Noct. Attic., 5,4,1.
N. Yıldız, aym eser, s. 349.
Wendel, aym eser, s. 140.
H. Leclercq, "Livre", D'aremb.-S'aglio, süt. 1770.
Phillips, The Publication o f Books at Rome in Classical Period, 1981, s. 233.
Bkz. Edict. Diocl., 7, 39-40.
R. Duncan Jones, The Economy o f the Roman Empire, Cambridge 1974, s. 54.
16
NURAY YILDIZ
Valerianus gibi Roma'lı olanları da vardı69. Buna karşılık Tryphon70 ve
Dorus eski Yunan'lı71 idiler. Grammaticus'un elinden çıkan tashihli metinler
hatasız oluyordu ve bu kitaplar daha pahalıya satılıyordu72. Aulus Gellius, O.
Octavius Lampadio'nun bilgili bir kişi olarak Ennius'un metinlerini hatasız
yayınladığını belirtmiştir73. Bazen de bilgisiz okuyucular, kafalarına göre
kitaplardaki kelimelerin hatalı olduklarını düşünerek, bunları değiştiriyorlar ve
kâtiplerin üzerine atıyorlardı74.
"Bilgisiz okuyucular, eski kitaplar ile karşılaştıklarında, bazı şekilleri
değiştirmeğe ve bunu, aynı hatadan dolayı bizzat suçlanmış kâtiplerin
cahilliğine yükleme eğilimindedirler".
Kâtipler, yasaklanmış bir yazarın eserini kopya ettikleri için
cezalandırılıyorlardı. Örneğin imparator Domitianus, Tarsus'lu Hermogenes'in
eserlerini yasaklamış ve onu kopye eden kâtibi de çarmıha gerdirmişti75.
Yazarın izni olmaksızın da kâtip kopya yapabiliyordu. Quintilianus'un
konuşmaları bu şekilde yazıldı76.
Kâtibin, kitap kopya etme koşullarından söz ettikten sonra, onun bu
çalışmasının sonucu olarak kitabm yaygınlaşmasına değinelim. Bu nedenle de
onun kitapçı dükkânlarında önemli görevler aldığını vurgulayalım.
İmparator Augustus'un zamanında, İskenderiye'den sonra Roma kenti
de başlıca kitap pazarı olmuştur77. Belirtildiği gibi, Cumhuriyet döneminde
sadece dostlar için yapılan kopyalar, kitaba duyulan ilginin sonunda artarak,
açılan kitapçı dükkânlarında satılmağa başlanmıştır. Ancak bu kitapçıların ilk
sahipleri kâtipler olmalıdır. Özellikle satış için yapılan kopyalar, bilgili,
dikkatli, deneyimli kâtipler tarafından yazılıyordu. Nitelikli kitapçılar, ticarî
amaçla, iyi satış yapabilmek için bu bilgili kâtiplerden başka, dükkânlarında
dikkatli okuyucular (anagnostai, anagnostae) ve musahhihler (âiortatai)
bulunuyorlardı. Böylece satılacak kitaplardaki kâtip hataları, bu dükkânlarda
tashih edildikten sonra alıcı buluyordu78. Martialis, kitaplardaki hatalarını,
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
Marlialis, Epigr., 1 ,2; 1,113; 1, 117.
Martialis, Epigr., 4, 72; Quintilianus, inst. Orat., praef. 1.
Seneca, Benef., 7,6,1.
Bkz. Martialis, Epigr., VII, 12, 5,8.
Bkz. Aulus Gellius, Noct, Attic., XVIII, V, II.
Quintilianus, Inst. Orat., IX; IV, 39.
Suetonius, Dom., 10.
Quintilianus, Inst. Orat., VII, II, 24.
Bkz. Strabon, Georg., XIII, 609.
Aulus Gellius, Noct, Attic., V, IV, 1.
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
17
yazar tarafından değil, onu kopya eden kâtip tarafından yapıldığını iddia
ederek, bu görüşü doğrulamıştır79.
"Okuyucu, eğer bu sayfadaki şiirler size ya müphem veya dili
(Latincesi) bozuk geliyorsa, bu benim hatam değildir. Müstensih, sizin için
metni acele ile kopya ederken, onları bozmuştur".
Martialis kendisi de bu durumla karşı karşıya idi. Onun Ksenia adlı
eseri kâtip hataları ile dolu olarak, Tryphon dahil, çeşitli kitapçı dükkânlarında
satılıyordu. Ancak kopya yapma işlemi tekrarlandığı zaman hatalar da
düzeltilmiş oluyordu80.
Kâtiplerin bu çalışmaları Roma'daki iç piyasayı doyuruyordu, ancak
M.Ö. I. yüzyılın son çeyreğinde kitap sayısı artınca, Roma dışmda da kitap
pazarları oluştu. Africa'daki Utica ve İspanya'daki ilerde gibi yerlerde dahi
Roma'dan gönderilen kitapların satıldığı pazarlar vardı. Bu kitap ticaretinin
yaygınlaşmasında kâtibin rolü büyük olmuş ve kitabın kalitesi artmıştır.
Augustus zamanında, içlerinde kâtiplerin çalıştığı kitapçılardan pekçoğu
bilinmektedir. Bunlardan Horatius'un eserlerini satan Sosii81; Quintilianus'un
yayıncısı olan Tryphon82; Argiletum.'da zarif kitapların satıcısı Atrectus83;
Barış Tapmağı ile Minevra Tapmağı arasındaki, Martialis.'in yayıncısı
Secundus84; Cicero ve Titus Livius'un eserlerini satan Dorüs85 ve ayrıca
Martiails'in gençlik eserlerinin yaymcısı olduğu gibi, Q. Yalerianus'un
yaymcısı Pollius86 sayılabilir. Bunlar merkezi yerlerde, halkın ve özellikle
entellektüellerin gitme alışkanlığı olan yerlerde idiler. B öylece gerek Roma'da
ve gerekse dış ülkelerde, eyaletlerde Augustus devrinin ünlü ve verimli şair
ve yazarları kâtiplerin sayesinde dağılıyor, geniş kitlelerce okunmağa
başlıyordu. Doğal olarak, daha sonraki dönemlerde de bu durum devam etti.
Örneğin İmparator Traianus zamanmda Plinius'un kitapları Lyones'da
satılıyordu87.
Bu genişleyen kitap ticaretinde önemli bir yer tutan kitapçıların bazıları,
hem kitapları çoğaltan yayıncı ve hem de kitap satıcısı idiler. Örneğin,
Martialis ve Quintilianus'un yayıncısı Tryphon bu iki görevi de
Martialis, Epigr., II, VIII.
Phillips, ayrı eser, s. 13.
Bkz. Horatius; Epist., 1 .20,1; Horatius, Ars Poet., 345.
Bkz. Quintilianus, Irıst. Orat., Ep. ad. Tryph., 3; Martialis, Epigr., IV. 72, 2; XIII, 3, 43.
Bkz. Martialis, Epigr., 1 ,117, 8-11.
Bkz. Martialis, Epigr., I, 2; I, 113.
Bkz. Seneca, D e Benef, VB, 6,1.
Bkz. Martialis, Epigr., 1 ,113.
Bkz, Plinius, Epist., IX, 11; 2; Aulus Gellius, Noct, Attic., IX, 4,1.
18
NURAY YILDIZ
sürdürüyordu88. Bu dükkânlarda hem kopya yapan müstensih-kâtipler
çalışıyor, ayrıca cilt, yapıştırma v.s. gibi işleri sürdüren kişiler de
bulunuyordu. Dükkânlarda yaklaşık yüz kadar köle çalışıyor ve popüler
kitaplar daha çok kopya ediliyordu89.
M.S. IV. yüzyılda, Roma dünyasında hristiyanlığın yerleşmesi
sonucunda din kurumlan artmış, bunları besleyen yaym hayatı gelişmiş ve din
konulu kitaplan içeren kütüphaneler kurulmuştur. Buna bağlı olarak kâtiplerin
çalışmaları da değişik bir yöne girmiştir. Onların hizmet verdiği
scriptoriumlaıda, Hristiyanlıkla beraber sözlükler, litürjik eserler, Kilise
Babalarının eserleri kopye edilmişlerdir. Bu manastır yazı atelyelerinde daha
önceki dönemlerin klasik eserleri de eğitim amacıyla çoğaltılmışlardır. Bunlar
arasında İstanbul'daki • (Constontinopolis) k â tip le rin , a n tiq u a rii,
kütüphanelerdeki kitaplan kopya ederek çoğalttıklan bilinmektedir. İmparator
Theodosius'un kodeksinde bu müstensih ve kopistlere, diğer bir deyişle
kâtiplere ayncalık verildiği belirtilmiştir90.
"Kâtip, müstensih ve korisüllüğe ilişkin liktorlann decuries'inin düzeni,
(imparatora) yakarışlarla takdim edildi... onlara imtiyazlar verildi".
İstanbul'daki kütüphanenin kitaplarının kopya edilmesi konusunda ise
şöyle deniyor91:
"Yazı konusunda yetenekli dört Yunanlı ve üç Latin müstensih
0antiquarii), yaşlarından dolayı (Constantinus) kütüphanesine seçilmiş
olmasını emrettik. Onlara, halkın Coduces erzağmdan çıkartılmış olan uygun
nafaka tahsis edilecektir, müstensihler için bizzat halktan alınmış görünüyor".
Böylece Hristiyanlık dönemindeki Lyons, Kartaca, Aleksandria,
İstanbul ve diğer kentler kitap ticaretini sürdürürken, bu konuda kâtiplere de
çok iş düşüyordu.
Böylece yukarda görüldüğü gibi, kültür ve bilim tarihi açısından,
kitapların çoğaltılması ile, kâtibin (kopist olarak) önemli bir rol oynadığı,
kültür ve bilim yaygınlaştırılması için hizmet verdiği anlaşılmaktadır. Aynı
amaçla kütüphanelerdeki kitapların da çoğaltılmasında görev alan kâtip,
zamanla kitapçı, kitap satan kişi olarak, bu işlevi sürdürmüştür. Ancak
bilindiği gibi, her yazı yazan kişi kâtip değildir. Örneğin kitabın yazarından
(scriptor) ve öğrencilerini eğiten, onlara yazdıran öğretmenden (litterator)
farklı bir kişidir. Ancak eskiçağın kuramlarında, "dikte ettirilen kişi" anlamına
gelen sekreterin, kâtip olarak da ele almdığmı görüyoruz. Değişik adlar ile
Bkz. Martialis, Epigr., IV, LXXü; XII, 2.
N. Yıldız, aynı eser, s. 318.
Cod. Theod., 8, 9, 1.
Cod. Theod., 14, 9, 2.
a
ESKİÇAĞ KÜLTÜR TARİHİNDE KÂTİP
19
kâtip ve sekreterlik görevleri ile karşılaştığınız Antikçağda; bu görevlerin
bazen günümüzde olduğu gibi, sekreterlik adı ile, bir çeşit yönetici
fonksiyonlarına sahip olduğunu görüyoruz.
Başlangıçtan itibaren her kurumun bir sekreteri veya kâtibi bulunduğu
ve bunun, özellikle eski Roma'nın gelişmiş teşkilât tarihinde oynadığı rol
düşünülecek olursa, kültür ve bilim alanından farklı bir nitelik taşıyan bu
kâtiplik ve sekreterlik kurumunu ayrı bir araştırmada ele almak
gerekmektedir. Gerek özel ve gerekse resmi görevlerde bulunan bu kişiler,
değişik kurumlar içersinde ve değişik adlar ile ortaya çıkmaktadırlar. Ancak
bu görevleri yapan kişiler, bazen değişik işlere de baktıkları için karmaşık bir
konumda bulundukları söylenebilir.
TÜRKLER VE
ROMA TARİHÇİSİ AMMİANUS MARCELLİNUS
Ali Ahmetbeyoğlu
IV. Asırda, 332-400 yılları arasında yaşamış olan Ammianus
Marcellinus, Grek Antiocheia bölgesinden Orontes'li Roma tarihçisidir.
Döneminin bir çok savaşlarında yüksek rütbeli subay olarak bulunmuş ve
müşahadelerini kaleme almıştır. Özellikle İmparator Julianos (361-363)
yaşlanıp sefere çıkamaz olunca, onun arzusuyla devrin tarihi olaylarını
yazmıştır1. Res Gestae adlı 31 kitaptan oluşan, Latince olarak kaleme aldığı
tarihi eseri mevcuttur. Eserde 96-378 yılları arasındaki hadiseler
anlatılmaktadır. Fakat yazdıklarının, çoğu günümüze intikal etmemiştir.
Yalnız 353 yılından sonraki tarihin kayıtlı olduğu 18 kitap bulunmaktadır.
Marcellinus, Roma'da tarih çalışmalarım ders olarak da anlatmıştır. Eserinin
telifini 392-393 yıllarında tamamlamıştır2. Tarihinde; Tacitus, Herodot,
Strabon, Xenophan, Josephus gibi antik çağ müelliflerinin oldukça tesirinde
kalmıştır. Daha sonraları Cassiodoros, Gladius Cladianus, Jerome,
Symmachus, Sozomenus,. Zosimos, Eunapios gibi tarihçiler Marcellinus'u
kaynak olarak kullanmışlardır3. Marcellianus'un ölümünden soma Anonymus
Valesii, kaldığı yerden tarihi hadiseleri yazmaya devam etmiştir4. C. U.
Clark, Berlin'de 1910 yılında Marcellinus'un eserinin tenkitli neşrini
yapmıştır5.
Ammianus Marcellinus'un tarihi eserinin Türk tarihi bakımından
ehemmiyeti; Hunlarm
Avrupa önlerinde görüldükleri ilk devirlerine dair
Dr.', İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
Gy. Nemeth, Attila es Hunjai, Budapest 1940, s. 291; W. Buchwald-A. Hohlweg-O. Prinz,
Tusculum Lexikon, Münih 1982, s. 46.
O.J. Maenchen-Helfen, The D ate o f Ammianus Marcellinus Last Books, American Journal
of Philology, 76, 1955, s. 385, 399 ; Tusculum Lexikon, s. 46; G. Ostrogorsky (Türk. terc. F.
Işıltan), Bizans D evleti Tarihi, Ankara 1986, s. 22
O J. Maenchen-Helfen, The Date o f Ammianus Marcellinus Last Books, s. 390 vd.
Tusculum Lexikon, s. 46.
Gy. Nemeth, Attila ve H unlan, Ankara 1982, s. 247; B.İplikçioğlu, Eskihalı Tarihi, 1,
Ankara 1997,s.392-393.
22
ALİ AHMETBEYOĞLU
malumat veren ilk Latin ve Bizans kaynağı olmasındandır. Ayrıca Hunların
Alanları hakimiyet altına alarak Don Nehri üzerinden Avrupa içlerine
ilerlemeleri ve Gotlan mağlup etmeleri hakkında verdiği bilgiler bakımından
da oldukça mühimdir. Bunların yanında Hunların kültürleri, adetleri ile sosyal
hayatlarına dair yazdıkları da enteresandır6.
Marcellinus'un Hunların hayat tarzları hakkında anlattıkları şöyledir:
"Tüm harabiyetin ve çeşitli felaketlerin ki, bunları Mars'ın gazabı ortaya
çıkarmıştır, orjin ve tohumları her yerde adet dışı ateşlerle gözükmektedir.
Hun insanları, az bilinen tarihi kayıtlarda buzla çevrili okyanusun yanında,
Maeotis denizine doğru oturmaktadır. Vahşilik seviyelerinin tümünü
aşmışlardır. Çocukların yüzlerinde, ilk doğdukları günlerde saçların büyümesi
için çelikle açılmış derin izler vardır. Bu izler daha sonra buruşuk yara halini
alır. Sakalsız, güzellikten yoksundurlar ve harem ağası (hadım) gibi büyürler.
Sıkı, güçlü kol ve bacakları, kaim boyuna sahiptirler. Canavarvari çirkin ve
şekilsizdirler. Ama, çirkin bir şekle sahip olmalarına rağmen, kendi hayat
tarzlarında o kadar dayanıklıdırlar ki, ne ateşe ne de lezzetli yiyeceklere
ihtiyaç duyarlar. Ancak her ne olursa olsun her çeşit hayvanın yarı pişmiş
etlerini, bacakları ile atm sırtı araşma koyup, etlerin bir parça ısınmasını
sağlayarak yerlerdi.
Herhangi bir barınma yerleri yoktu. Ama bunlardan hergün kullanılan
mezarlar gibi kaçmnlardı. Bunlar arasında saz ve samanla örtülü kulübeler
bulunabilir. Ama geniş dağlık ve ormanlık alanların ortasmda amansız
şartlara alışmak için soğuğa, açlığa ve susuzluğa dayanmayı beşikten
itibaren öğrenirler. Evlerinden uzakta olduklarında, aşırı bir zorunluluk
olmadıkça asla bir eve girmezler, çünki bir çatı altmda kaldıkça güvenlikte
olmadıklarım düşünürler.
Onlar, keten bezinden veya birçok tarla faresi derisinin birlikte
dikilmesinden oluşan giysiler giyerler ve ev içinde-dışmda aynı giysiyi
giyerler. Ancak bir kez solmuş giysiyi üstlerine giydiklerinde, o elbiseyi
üzerlerinden parça parça yırtılana kadar çıkarmazlar ve değiştirmezler.
Kafalarım yuvarlak keplerle örterler. Kıllı bacaklarım keçi derileri ile korurlar.
Ayakkabıları serbest adımlara imkân vermemektedir. Bu nedenle ayakları
üzerinde hayvanlara uyum sağlayamazlar. Ama atlarına hemen yapışırlar. Bu
atlar çok zorlu olsalar bile. Atlarında gündüz ve gece boyunca alışveriş
yapan, yiyen, içen ve dar boyunlarına boyunduruk vurulan atlar serbest
bırakılınca uyurken gördükleri rüyalara ortak olan tek milletdir.
Ağırlıklı konular hakkında özen gösterildiğinde, bu konuda at sırtında
istişare ederler. Oıılar, hükümdardan kaynaklanan hiçbir kısıtlamaya maruz
H.N. Orkun, Türk Tarihinin Bizans Kaynakları, Ankara 1938, s. 7; Gy. Nemeth, Attila es
Hunjai, s. 291-292.
TÜRKLER VE ROMA TARİHÇİSİ AMMİANUS MARCELLİNUS
23
değildirler. Önemli adamların düzensiz hükümetinden memnundurlar. Bu
adamlar, insanları yolları üzerinde her engele zorluyorlar. Kışkırtıldık!arında
hemen hemen her zamanda savaşırlar ve muharebelerin içine girerek, kama
şekilli cisimleri kullanırlar. Bir yandan da vahşi çığlık atarlar. Hızlı ve ani
hareketler için teçhiz edildiklerinden, ânîden maksada uygun olarak çizgi
halinde dizilirler ve saldırırlar. O kadar hızlıdırlar ki, düşman kamplarını
yağma etmek içzin siperlere saldırırlarken asla görünmezler.
Bu açıklamadan onları çok korkunç savaşçılar olarak isimlendirmekte
tereddüt edebiliriz. Çünki onlar, belli bir mesafeden keskin, sivri uçlu bronz
veya demir mızraklarla savaşırlar. Bunları hedefe doğru fırlatmakta müthiş
hünerlidirler. Mızrakları attıktan sonra dörtnala giderler ve hayatlarım hiçe
sayarak kılıçlarla göğüs göğüse savaşırlar. Düşmanlar süvari kılıcı ile
yaralanmaktan korunurlarken, hasımlarının üzerine kıvrılm ış ipler atarlar ve
onları dolayıp düşmanı yakalar, el ve ayaklarına zincir vururlar.
Onların ülkesinde hiç kimse topraklarım sapanla sürmez. Hiç birinin
belli bir evi, aile ocağı, oturmuş bir hayat stili yoktur. Bir yerden diğerine
firariler gibi gezerler. Dört tekerlekli yük arabalarında hayatlarını devam
ettirirler. Bu arabalarda karıları çirkin elbiselerini dokurlar. Çocuklarıyla
ergenlik çağma gelinceye kadar birlikte yaşarlar.
Onların evlâtlarından hiç biri sorulduğunda nereden geldiklerini size
anlatamaz. Çünki o, bir yerde doğmuş olduğunu ve çok daha farklı bir yerde
yetiştiğini izah eder.
Barış anlaşmasında güvenilir ve sadık değildirler. Kuvvetli olarak
kendilerine sunulan yeni ümitlerin esintisinin yönüne eğilmeye meyillidirler ve
ortadaki çılgın bir harekete her duyguyu kurban ederler. Mantıksız vahşi
insanlar gibi, doğruyla yanlış arasındaki farkı ayırdedemeyecek kadar
cahildirler. Konuşmalarında hilekâr ve belirsizdirler. Asla dini veya batıl
bağlılıkları yoktur. Sonsuz altın susuzluğu içerisindedirler. Oldukça dönek ve
kızmaya eğilimlidirler. Bir provokasyon yok iken sık sık dostlarıyla da kavga
ederler. Bazen bunu aynı günde birden fazla yaparlar ve bir aracı olmadan
tekrar arkadaşlık kurarlar"7
Hunlann kültürleri hakkında bu bilgileri veren Ammianus Marcellinus,
Hunlann Avrupa'da göründükleri zaman hayatta olmasına rağmen onları hiç
görmemiş ve tanımamıştır. Zaten Hunlann geldikleri yerler, hayatları, dış
görünüşleri ve yaptıkları ile alakalı haberleri verenler, genel olarak Hunlar
karşısında mağlub olmuş, hakimiyet altına alınmış, hakir görülmüş kavimlerin
tarihçileridir. Bu sebeble, onlar h akkında hakiki ve objektif düşünceler
beklemek imkânsızdır. Halbuki Hunlann menşei hakkında antik ve eskiçağ
Bk.Ammianus M arcellinus, III, Books, XXVII-XXXI, Excerpta Valescona, J.C.Rolfe,
Londra 1939, s. 381-387.
ALİ AHMETBEYOĞLU
24
tarihçileri fazla birşey bilmemekteydiler. Nitekim mükemmel yetişmiş,
yüksek rütbeli bir subay olan Ammianus M arcellinus, Roma
İmparatorluğu’nun komşularını ve düşmanlarını bizzat tanımış olmasma
rağmen, Hunlan hiç görmemiştir. Onlar hakkında verdiği bilgilerin kaynağım
duyduğu rivayetler ile.Strabon'dan Herodot'a kadar antikçağ yazarlarının
masalımsı, dehşet verici, asırlarca öncesine dayanan anlattıkları
oluşturmuştur. Ayrıca Amazonlar, insan eti yiyen ve 1000 yıl önce kökleri
kurumuş Agathyrsler, Massagetler, Gelonlar ve Neurlarla Hunların
etnografîk tasvirleri arasında paralellik kurmuştur8.
Bu sebeple Marcellinus'u temel olarak kabul eden bazı tarihçiler
;Hunları devamlı yer değiştiren, hayvan yetiştiren, otlak tutan, zaman zaman
da avlanan insanlar olarak görmüşlerdir. Bunlar, Hunların sadece yağmaya
dayalı bir hayat sürdükleri, köklerinden gelen bu ekonomik temelin onları
fetihler yapabilecek duruma yükselttiğini, fakat devamlı zaferler kazanmada
ve imparatorluk seviyesinde teşkilâtlanmada kabiliyetsiz olduklarını da
düşünm üşlerdir9. Oysa Türk bozkır kültürünün özellikleri, Hunların
Avrupa'daki siyasi faaliyetleri ve teşkilatlanmalarına bakıldığı zaman bunların
mesnetsiz iddialar olduğu anlaşılacaktır10. Heredot'un asırlar öncesinde
çeşitli kavimler ile Marcellinus'un Hunlara dair verdikleri bilgiler arasında
paralellik kurulursa, anlatılanların ne derece hakikatleri ortaya koyacağı daha
iyi gözler önüne serilecektir.
Herodot'un İskitler, Agathyrsler, Massagetler, Neuriler, Androphaglar
ve Amazonların kültürleri hakında anlattıkları şunlardır: " Skythia'da odun pek
bulunmaz, onun için Skyth'ler eti şöyle pişirirler: kurbanları yüzdükden sonra,
kemikleri örten bütün etleri ayırırlar, sonra kendi ülkelerine özgü bir tencere
vardır. Ellerinin altında böyle bir tencere bulunuyorsa eti ona koyarlar. Bu
tencereler tıpkı lesbos krateroslarma benzerler, yalnız onlardan çok daha
büyük olurlar; etler bunun içerisine konur, tencere, hayvan kemikleri üzerine
konur ve kemiklere ateş verilir. Eger tencere yoksa etler hayvanın iskeleti
üzerine bırakılır, su da katılır, alttan kemiklerle beraber ateşlenir kemikler
pek güzel yanarlar ve iskelet kemikten ayrılmış eti kolaylıkla tartar..."11.
"Neurilerin görenekleri Skythlerinki gibidir. Dareios istilasından bir
nesil önce ülkelerini yılanlar kaplamış, burası daha önce de zaten yılan
doluymuş, yurtlarım bırakıp çıkmak zorunda kalmışlar. Kuzeyden küçük bir
9
O. Maenchen-Helfen, The Legend o f the Origin o f the Huns, Byzantion, XVII, 945, s. 244
v d .; B Istvan, D as Hunnenreich, Stuttgart 1991, s. 25 vd.
B. Istvan, aynı eser, s. 36 vd.
İ. Kafesoğlu, Türk M illî Kültürü, İstanbul 1984, s.201 vd. ; A. Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun
İmparatorluğu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1997, s. 140-167.
11 Herodotos, Herodot Tarihi, (Türk. tere. M. Ökmen- A. Erhat), İstanbul 1973, s. 247.
TÜRKLER VE ROMA TARİHÇİSİ AMMİANUS MARCELLÎNUS
25
ordu gibi yenileri inmiş, ülke artık yılanlarla dolmuş, sonunda gidip Budinlerin
yanma sığınmışlar. Bana öyle geliyor ki, bunların tümü de göz boyayıcıydı.
SkytMere ve Skythia'da yerleşmiş Yunanlılara bakarsanız her Neuri yılda bir
kez ve bir kaç gün için kurt biçimine girer sonra eski haline dönermiş. Aslında
bu laflan şüpheyle karşılarım ama ısırmazlarmış, bunu söyler, yemin bile
ederler"12.
"Agathyrsler pek fazla kadınlaşmış adamlardır. Parlak süslere
bayılırlar; kadın herkesindir. Böylece herkes birbirleriyle kardeş olur ve bu
genel akrabalık karşılıklı kıskançlık ve kin duygularım kandırır"13.
"Massagetlerin giyinişleri ve yaşamalan Skythlerinki gibidir; atlı ya da
yaya savaşırlar (çünki her iki şekilde de savaşabilirler). Atlar ve kargıyla
savaşırlar ve daha çok sageris dedikleri baltayı kullanırlar. Silahlarım yalnız
bakır ve altınla yaparlar; kargı ve mızrak uçlan, baltalar hep bakırla yapılır,
savaş başlığı, kılıç kayışı, koltuk altlarını koruyan parçalar altın süslerle
bezenmiştir. Atlan da öyledir. Göğüs cebeleri bakırdandır; gem, kantarma,
şakakları koruyan plaklar altın yıldızlıdır. Demir, gümüş kullanmazlar. Bunun .
nedeni Skythlerde olduğu gibi, bunlarda da madenlerin bulunmayışıdır. Buna
karşılık altın ve bakır çok boldur.
... Birisi iyice ihtiyarladı mı, yakınlan bir araya gelir, sürülerindeki
başka bir takım hayvanlarla onu da kurban ederler. Sonra bu etleri pişirir ve
afiyetle yerler. Bunu en mutlu akibet sayarlar.
...Toprağı ekip biçmeyi bilmezler; sürü hayvanlanyla ve Arax ırmağının
bol balıklarıyla geçinirler..."14.
" Androphaglar inasanlann en yabanlandırlar. Ne adet bilirler ne yasa;
göçerdirler, Skythler gibi giyinirler, ama dilleri ayrıdn ve bütün bu halkların
içinde tek insan yiyen bunlardn"15.
"...Budinler göçerdirler ve bütün uluslar içerisinde bit yiyenler bir tek
bunlardn; Gelonlar ise toprağı ekerler, buğday yerler, bahçe yetiştirirler, ne
görünüşleri ne de renkleri Budinlere benzer. Bununla beraber Yunanlılar,
Budinlere de Gelonos adını verirler ama yanlıştır. Ülkeleri vadilerden ve
ormanlardan oluşur. Çeşitli bitkilerle kaplıdır; bitkilerin en bol olduğu vadide
çok büyük ve derin bir göl bulunur. Bataklık kıyılarında saz yetişir. Burada su
samuru, kunduz' ve dörtgen burunlu başka hayvanlar tutulur, bunların
Herodot Tarihi, s. 261.
13
Herodot Tarihi, s. 261.
^
Herodot Tarihi, s. 100-101.
^
Herodot Tarihi, s. 261.
26
ALİ AHMETBEYOĞLU
kürklerini öbür adi kürklerin içine dikerler ve hayalarını döl yatağı
hastalıklarına karşı ilaç olarak kullanırlar"16
" ...Amazonlar (hepsi kadmdı) at ve silahtan başka şeyleri yoktu, av ve
yağma ile yaşıyorlardı. Öğle vakti olunca Amazonlar şöyle yapmayı adet
edinmişlerdi.Birer ikişer dağılıyorlar ve tabiî ihtiyaçlarını gidermek için
birbirlerinden ayrılıyorlardı. Bunu gören Skythler de öyle yapmaya başladılar.
Ve içlerinden birisi bu tek başma kalmış kızlardan birisini yere yatırmak
istedi. Amazon olmaz demedi ve delikanlının kendi gövdesine yaptıklarına
karşı öfkelenmedi. Ona bir şey söyleyemezdi -çünkü ikisi de birbirinin
dilinden anlamıyordu-, ama işaretlerle ona anlattı ki, yarın gene gelsin, bir
arkadaşım da getirsin, kendisi de bir başka kız daha getirecekti. Delikanlı
döndü, olanı biteni öbürlerine anlattı. Ertesi gün yanma bir arkadaşım alıp
gitti; Amazon, yanında bir başka Amazonla beraber bekliyordu. Durumu
gören öbür oğlanlar da, geri kalan Amazonları insanlaştırmaya koyuldular.
Ondan sonra kamplarım birleştirip beraber yaşadılar. Herkesin karısı,
ilk olarak buluşmuş olduğu kızdı. Erkekler, kadınların dilini sökememişler,
ama kadınlar erkeklerin sözlerini anlamayı başarmışlardı. Birbirleriyle
anlaşabildikleri zaman delikanlılar, Amazonlara şöyle dediler: "Bizim ana
babalarımız, malımız mülkümüz var. Artık böyle yaşamayı bırakalım.
Bizimkilerle birleşelim, onlar gibi yaşayalım. Bizim kanlarımız olacaksınız,
üstünüze başka kadınlar getirmeyeceğiz". Cevap verdiler: "Biz sizin
evlerinizdeki kadınlarla bir arada oturamayız, törelerimiz birbirine benzemez.
Biz ok atar, mızrak fırlatır, ata bineriz; ama kadm işleri bilmeyiz. Sizin
kadınlarınız dediklerimizin hiç birisini yapmazlar, kadm işleri yaparlar,
arabalarının içine kapanıp otururlar, ne ava giderler ne de başka bir yere.
Onun için biz onlarla anlaşamayız. Ama siz eğer bizleri kan olarak almak ve
bize iyi davranmak istiyorsanız, gidip babalarınızı bulunuz, payınıza düşenleri
alıp geliniz, burada kendi yasalarımıza göre yaşayalım"17.
Ammianus Marcellinus'un Hunlar hakkında anlattıklarına, antik çağda
yaşamış olan kavimlere dair yazılanlar, hiç tanımadığı, bilmediği bir kültür
tarafından mağlub edilmenin acısı, bunun yanında halk arasında yayılan
olağanüstü tasvirler ilham kaynağı olmuştur. Bunların ışığında Ammianus
Marcellinus'a göre Hunlar, her türlü güzellikten yoksun, evlerde oturmayan,
hatta damının başlarma çökeceği endişesiyle hiçbir kapalı alana adım
atmayan; erkekleri attan, kadınları ise arabadan inmediğinden ve eğri büğrü
bacaklara sahip olduklarından yürümeyi beceremeyen; teşkilâttan,
intizamdan, dini duygudan ve fare derilerinden yaptıkları giysileri giyecek
Herodot Tarihi, s. 262.
^7
Herodot Tarihi, s. 263.
TÜRKLER VE ROMA TARİHÇİSİ AMMİANUS MARCELLİNUS
27
kadar medeniyetten mahrum; buna karşı silâh kullanmada, harp etmede ve
ata binmede mahir ebedî yurtsuzlardır18.
Halbuki Marcellinus'un anlattıklarım, başka kaynaklardaki bilgilerle
mukayese ettiğimizde hakikati ifade etmediği görülecektir. Çünki;cesaretleri,
fiziksel özellikleri şiirlere konu olan Hunlar ,savaş zamanlarında diğer
devletler ordunun beslenme işi için arkalarından sürüler sevkederken, pratik
olarak yanlarında taşıdıkları kuru etle karınlarını doyurmuşlardır. Yazlık ve
kışlık olarak kullandıkları ayrı ayrı evleri olduğu gibi, sefere çıkarken arabalar
üzerine kurulu olan çadırlarım da beraberinde taşımışlardır. Avda vurdukları,
yetiştirdikleri koyun, kuzu, tilki, sığır, keçi gibi hayvanların deri ile yünlerinin
yanında, ipek ve işlemeli kumaşlardan yapılan giysiler giymişler, bunları
çeşitli ziynet eşyaları ile de süslemişlerdir ki, Romalılar iç çamaşırı, gömlek
ve çeşitli takılan onlar üzerinde tanıyarak kullanmaya başlamışlardır. Ayrıca
Hun Devleti, gerek İdarî, gerekse askerî sahada en küçük birimden, en
yüksek makama kadar Asya Hunlarından beri bilinen 10'lu sisteme göre
teşkilatlanmış, en ücra köşeye kadar intizam ve disiplini hakim kılmıştır.
Bunların yanında sözüne güvenilen ve sulh zamanında kendisinden emin
olunan Hunlar, münasebette bulunduğu kavimlerle yapılan bütün
antlaşmalara sadık kalmış ve gereksiz yere akdi bozan taraf olmamışlardır19.
Netice olarak Ammianus Marcellinus'un Hunlar hakkında verdiği
bilgiler, onların sosyal hayat ve kültürlerini yansıtmadığı gibi, sonradan gelen
müelliflere de tesir ederek hilâf-ı hakikat tasvirlerin ortaya çıkmasına sebep
teşkil etmiştir. Bu yüzden modem devir tarihçilerinin bu anlatılanları, fazla
itibar göstermeden, zaten az sayıda olan sair kaynaklardaki kayıtlar ve
arkeolojik buluntularla mukayese etmesi icab etmektedir.
1R
19
B. Istvân, D as Hunnenreich, s. 26-35.
A. Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun imparatorluğu, s. 140 vd.
XIII-XIV. YÜZYILLARDA BATI TÜRKLÜĞÜNDE
ŞEHİRLEŞME EĞ İLİM LERİ
YENİ - ŞEH İR 'ler
Tunçer Baykara*
Türk tarihinin sosyal boyutlarının söz konusu edilmemesi, maalesef
•yaygın bir gerçek olduğundan, kaynaklarda açıkça belirtilen pekçok husus,
şimdiye kadar incelenmeden kalmıştır. Mesela XIV. yüzyılda Osman Gazi'nin
Kuzey Batı Anadolu'daki Yeni-şehir'i tesis etmesi, hem OsmanlIlardaki
yerleşik hayatı belirlemesi hem de şehirleşme açısından çok büyük önemi
hâiz olmasına rağmen layıkiyle değerlendirilmemiştir. Bunda tarihçilerin
Osm anlılan ve Türkleri genellikle göçer, göçebe (aslında ise göçer-evlü, bk.
Hadidî) kabul etmeleri sebebiyle, bunun gibi gerçekler adeta .görmezlikten
gelinmiştir. Oysa araştırıcıların kaynaklardaki böylesine kayıtlara büyük
önem verip bunlan değerlendirmeleri ve tarih içindeki yerlerine oturtmaları
gerekmektedir. Bu konuda ilerde çok daha ayrıntılı araştırmalar yapılmasına
bir başlangıç olması açısından, burada bazı gerçekleri belirtmek istiyoruz.
Osman Gazi'nin Yeni-şehir'i inşa ettirmesi, acaba bir istisna, aykırı bir
örnek midir? XTV. yüzyılın ilk yansındaki bu açık gerçeği, sadece bu yüzyılın
değil, hatta önceki ve sonraki yüzyılın benzer olayları ile birlikte tahlil
edebiliriz. Ancak bundan sonra, yani biraz değerlendirme yapıldıktan sonra,
istisna olup olmadığı söz konusu edilebilir. Biz, Osman Gazi'nin Yeni-şehir'i
yapmasının geçici veya istisnai (aykırı) bir eğilim olup olmadığını kısaca
araştırmak istiyoruz.
Şehir, iskânın son halkasıdır; gelişmenin ve sosyal canlılığın da adeta
en son merhalesi kabul edilebilir. Farsça bir kelime olan Şehir'in türkçesi
Balık1 ise de, müslümanlığm kabulünden sonra bu kelime kullanılmaz
olmuştur. Şehir ise, XTV ve XV. yüzyıllarda, kısalarak Şar şeklini almıştır1. Ş
a r şeklinde günümüze kadar gelen birçok yerleşme (Şar-köy gibi) olmakla
birlikte, § a r şekli kimi zaman sadece tarihte, bizim bazen ulaşamadığımız
yörelerin insanının zihninde ve dilinde kalmıştır. Ş a r, Yunus Emre’nin
*
Prof. Dr., Ege Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi.
Bk T. Baykara, Anadolu'nun Selçuklular Devrindeki Sosyal ve iktisadi Tarihi Üzerinde
Araştırmalar, İzmir 1990, s. 33-36, 48-50.
30
TUNCER BAYKARA
türkçesinde de yaygın olarak kullanıldığından, buna dayanarak ş a r 'ın daha
eski olduğunu da belirleyebiliriz. Herhalde bazı hususlarda daha geç devir
kâtip veya müstensihlerinin gayretleri ile ş a rla r ş e h i r olmuşa
benzemektedir.
Burada sözünü edeceğimiz hususlar için iki önemli kaynağımız vardır:
Tarihi kaynakların kendisi yanında, bir de toponimik kayıtlar, yani yer adlan.
Hemen belirtelim ki, toponomik kaynaklara, yani yer adlarına dayalı olarak
söylediklerimiz, mahalli ağızın veya bunu kaydeden kişinin imkan verdiğince
doğru tesbit edilmiş imlâsıdır.
Y e n i - ile başlayan yer veya iskân-yeri adları, daha X. yüzyıl
sonlarından itibaren Türk aleminde görülmekte idi. Aral Denizi doğusunda,
Sır Derya deltasındaki Oğuz Yabgularınm kışlık pay tahtı Yengi-kend
biçiminde bilinmekte idi2. Buradaki "kend"i günümüzdeki gibi şehir olarak
değil, belki bir köy (arapçası karye, farsçası dih) olarak algılamak gerekir.
Sonraki yüzyıllarda burası gelişmiş olmalı ki, XIII. yüzyıl başlarında buraya
Şehr=Şar(?) - kend de denilmeye başlanmış idi3. Yeni-kend, Yeni-şehir,
Yeni-köy ve benzerlerine, sonraki yüzyıllarda da tesadüf edebiliyoruz.
Şimdi, Yeni- ile başlayan örneklerimizi sıra ile görelim:
1.
Yeni-şar: Muhtemelen Selçuklu çağma âit bir ad olmakta birlikte,
isim olarak kayıtlarım geç devirlerden biliyoruz. Burası doğrudan iskân yeri
olmamakla birlikte, şehir olma şartlarım taşıdığından, şehir itibar edilen bir
yerdir. Yeni-şar, Beyşehir gölünün batısmda, Kubad-abad da denilen,
Alaeddin Keykubad'm yazlık saraymm bulunduğu yerdir. Sonraki Selçuklu
sultanları da burada kaldıklarından, saray ve yöresi kesinlikle bir Şehir itibar
edilmiş, adı da Yeni-şar olarak bilinmiştir. Yapılması XHI. yüzyılın ikinci
çeyreği ortalarına, 1230-35 yıllarında gerçekleşen bu yazlık saray, Alaeddin
Keykubad devrinin büyük imâr, hareketi, yani şehirleşmesinin bir olağan
örneği gibi kabul edilebilir.
\
Halk arasında burası kesinlikle Yeni-şar olarak, XX. yüzyıla kadar
kullanılmış olmakla birlikte4, daha XVI. yüzyıldaki resmî adı Y eni-şehir
olmuş idi5.
Barthold, Turkestan, London 1968, s. 178Barthold, Aynı eser, s. 415, 416.
Böcüzade Süleyman Sami, İsparta Tarihi(yay. S. Seren), İstanbul 1983, s. 58; XIX. yüzyıl
resmi kayıtlarında Yenişehir'dir (T. Baykara, Anadolu'nun Tarihi Coğrafyasına G iriş I.
Türk D evri İdari Taksimatı, Ankara 1988, s. 238). Burası günümüzde Yeni Şarbademli
şeklini almıştır. Köylerimiz, Ankara 1968, s. 565.
Baykara, Tarihi Coğrafya,,s. 187; A. Rifat, Lugat-ı Tarihiye ve Coğrafiye, V, İstanbul
1300, s. 227:"nam-ı diğer Kaşaklı".
BATI TÜRKLÜĞÜNDE ŞEHİRLEŞME EĞİLİMLERİ
31
2. Yeni-şar: Eskişehir yöresinde bir yer, köy adıdır. Çifteler Köy
Enstitüsü Müdürü M. Rauf İnan, 1940'iı yılların başlarında, arkeolog Remzi
Oğuz Arık ile birlikte, buraya giderek camiye çıkmışlardır. Çünkü buradaki
cami, rivayete göre, Osman Gazi'nin istiklali sırasındaki ilk hutbesini
okuttuğu yerdir6. Burası hakkında daha dikkatli araştırmalar yapılmasını
dihyoruz.
3. Yeni-şehir: Kurulduğu XTV. yüzyılın ilk yarısında, muhtemelen
Yeni-şar diye anılmakla birlikte, XV. yüzyıl sonlarına âit Osmanlı
tarihlerinde, böyle geçmektedir. O zamanın kültürlü insanlarının, kelimeyi
halk ağzı ile değil, doğru lugatıyla yazmaya ihtimam gösterdikleri anlaşılıyor.
Başhca kaynakların burası hakkmdaki kesin bilgisini verelim:
* Mehmed Neşri:
"Kendü Yeni-şehir'e varup tahtgâh edindi. Yanında olan gazilere evler
yapdurdu (metinde buyurdu). Ma'mur etti. Andan ötürü ana Yeni-şehir
dinildi7".
'* Âşık-paşazâde:
"Kendü Yeni-şehir'e vardı. Yanmdağı gazilere evler yapıverdi. Anda
durakladı. Anun adım Yeni-şehir kodılar8".
* îbn-i Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, 1. Defter:
"Kendüye makam olmağa Bursa ile İznik arasında bir şehir bünyad etdi.
İçinde gaziler turmağıçun evler yaptırdı. Verüb ol diyarı âbâd etdi. Mezkûr
diyâr-ı makam-ı ma'muru Dar'ül-mülk-ı tahtgah idinüp Yeni şehir deyü ad
urdı. Bilecik'de olurdu, hadem ve haşemiyle göçdü vardı anda turdu9".
* Anonim Osmanlı Tarihleri de, benzer ifadelerle burasının kuruluşunu
anlatmaktadır.
"Kendüsü Yenişehir'de karar etdi. Gazilere evler yaptırdı. Anda
turaklandı. Adım Yenişehir kodı10".
M.Rauf İnan, Bir Ömrün Öyküsü: 2, K öy Enstitüleri ve Sonrası, Ankara 1988, s. 121
"(R.O. Arık ile birlikte) Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi'nin kendi adına ilk
hutbeyi okuttuğu Yenişar’a gittik... Yenişar ve camii yüksek bir tepede idi".
I, M.Neşri, Kitab-ı Cihannüma, N eşri Tarihi, (Neşr F.R.Unat-M-A. Köymen), I, İstanbul
1949, TTK, 112-113.
Aşık-paşa oğlu, TevSSih-i  l-i Osman, neşr. N. Atsız, İstanbul 1949, s. 105.
İbn Kemal, Tevârih-i  l-i Osman. 1. Defter, Yay. Ş. Turan, Ankara 1983, s. 140.
Anonim Tevârih-i Âl-i Osman (F Giese neşri), Hz. N. Azamat, İstanbul 1992, s. 10.
32
TUNCER BAYKARA
* Hadidi'nin Tevârih-i Âl-i Osman'ında da11 benzer ifadeler vardır.
Yini ev eylediler anda bünyad
Pes ol şehre Yeni-şehr urdılar ad.
Bütün bu kayıtlarda dikkati çeken, Osman Gazi'nin gaziler için
yaptırdığı "ev"lerin varlığı olup asıl bunların özellikleri üzerinde durulması
gerekirdi.
Netice olarak kesinlikle diyebiliriz ki, Osman Gazi, XIV. yüzyılın ilk
çeyreği içinde, yöredeki Bursa ve İznik gibi eski şehirlerin yanında, bir
"Yeni" şehir yaptırmıştır. Buraya, yörede eskidenberi var olan şehirlere
nisbetle, yeni yapıldığından Türk ad verme geleneğine ve gerçeklerine uygun
bir şekilde Yeni-şehir denmiştir.
Bu şehirin kurulduğu yıllardaki adını (şar veya şehir) bilemesek de,
XV. yüzyıldan itibaren kaynaklarda hep Yeni-şehir olarak geçmektedir12.
Sonraki devirlerde ülkedeki öteki Yenişehir'lerden (Yenişehir-i Aydın,
Yenişehir-i Fener) ayırmak için Yenişehir-i Bursa diye anılacaktır13.
4. Yeni Şehir: Aydm Sancağında XV. yüzyıldan itibaren haberdar
olduğumuz bir iskân yeridir14. Şimdiki Nazilli'nin güney-doğusunda, eski
Dandalos nehri havzasının kuzey ucunda, Menderes nehrinin güneyinde
bulunuyordu. Muhtemelen XIV. yüzyıl başlarında Aydm Beğ'in kurduğu ve bir
süre için oturduğu bir yer olmalıdır. Yenişehir-i Aydm, Beylikler ve Osmanh
devrinin kazalarından birisidir.
5. Yeni-şehir: Boğdan'da, şimdiki Moldavia'mn orta kesiminde (Orhei
kazasında) son zamanlarda kazılan bir şehir harabesi olup, çıkan kitabeler,
XTV. yüzyılın sonlarına âit bu şehirden kesinlikle söz etmektedir. En has
göçebe kabul edilen Kırımlılara veya Altmordu Hanlarına âit olabileceği kesin
olan bu şehir, Karadeniz'in kuzey-batısı hakkmdaki düşüncelerin biraz daha
değişmesini gerektirmektedir. Daha önceleri bir kısım Türklerin söz ettikleri
gibi, V-VI. yüzyıllardan beri bu yörelerde kalmış olan Hun ve Türk
kalıntılarının desteğinde, müslüman Türklerin de yaşadıkları açıkça
görülmektedir.
Hadidi, Tevarih-i Âl-i Osman, yay N. Öztürk, İstanbul 1991, s.44, b. 616
12
13
14
O.Turan, İstanbul'un Fethinden önce yazılm ış Tarihi Takvimler, Ankara 1954, s. 17, 31,
41,53.
A. Rıfat, Lugat-ı Tarihiye ve Coğrafîye, VII, 227; Şemseddin Sami, K am us'ül-alâm ,
İstanbul 1316, VI, s. 4805; Ali Cevad, Memalik-i Osmaniyenin Tarih ve Coğrafya Lügati,
İstanbul 1314, s. 849; Baykara, Tarihi Coğrafya, s. 225, 232.H. Akın, Aydınoğulları Tarihi Hakkında bir Araştırma, Ankara 1968, bk. indeks; Baykara,
Tarihi Coğrafya, s. 180 (XVI. yüzyılda), XIX. yüzyılda "Yenişehir-i Aydm mea Karacasu".
BATI TÜRKLÜĞÜNDE ŞEHİRLEŞME EĞİLİMLERİ
33
Araştırıcılar şimdiki Trebujeni köyü yakınlarında bir cami, iki türbe, bir
kervansaray ve üç hamam harabesi meydana çıkarmışlardır. Sikke buluntuları
1363-69 araşma âit olup, ilk senedekiler Yangi-şehr, sonrakiler ise Şehr elcedid'den söz etmektedirler. Buradaki Yengi-şehir XIV. yüzyıldaki
şehirleşme hareketinin kesin bir örneğidir15.
'6. Yeni-şehir: Şimdiki Yunanistan sahasındaki şehir olup, öteki
Yenişehirlerden yanındaki Fener kasabasının da adıyla, Fener Yenişehiri
(Yenişehir-i Fener) adıyla ayrılıyordu. Burası XIV. yy. sonlarında kurulmuş
olması gereken bir şehirdir16. Buradaki yeni yerleşim, ötekiler gibi aym
zihniyeti yansıtmaktadır.
7. Yeni-şehir adına, sonraki yüzyıllarda da rastlanmaktadır.
Günümüzde "köy" sayılan bir Yeni-şehir, XIX. yüzyılda, Denizli Livasma;
günümüzde ise Uşak Vilâyetinin Eşme kazasma bağlı bulunmaktadır17.
İçinden Îzmir-Ankara karayolu da geçmektedir. Burasından XIX. yüzyıl
ortalarında geçen V.Van Lennep de bazı özelliklerine dikkat etmiş idi18.
8. Yeni-şehir: Çanakkale'de, eski Troya harabelerine uzak olmayan
bir iskân yeri; muhtemelen XVIII. yüzyılda ortaya çıkmıştır19.
9. Yeni-şehir sadece bağımsız iskân yerlerinin değil, şehir iskân
yerlerindeki yeni mahallenin de adıdır20. Şehirlerdeki ada, hem eski (Elmalı,
XVI. yüzyıl) hem de yeni (Ankara, XX. yüzyıl) olarak tesadüf,ediyoruz.
12 th Syposium o f the Comité International d'Etudes Pre-Ottomanes et Ottomanes.
Prague, 9-13 Septembre 1996. Summaries o f Contributions. Prague 1996, s. 47: E. Nicolas,
" Quelques Consideration sur les monnaies tatares de "La V ille Neuve" (yangi-sehr 'Sehr
al-cedid'), Altmordu sahasındaki sikke kesim yerleri arasında bu türden isimlere tesadüf
edilir.
Yenişehir-i Fener için bk. M-N. Bouillet, Dictionnaire..., s. 1002: "Ienicheher", L arisse
maddesinde; A. Rıfat, Lugat-ı Tarihiye ve Coğrafiye.., V E, s. 227; Ş. Sami, Kamus'ülâlam, VI, 4805-06.
17
18
19
20
Baykara, Tarihi Coğrafya; Köylerimiz (içişleri Bakanlığı), 1968, b. 565; A.Rıfat, Lugati...., s.227: "Denizli'de bir kasaba".
H J. Van-Lennep, Travels in Little-known Parts o f Asia Minor, London 1870, H, 263-264:
"üç minaresi, vaktiyle Uşak kadar olmasa da yine de önemli bir merkez olduğuna işaret
ediyor".
M-N. Bouillet, Dictionnaire Universel d'Histoire et de Géographie, Paris 1847, ss. 869.
•
Elmalı'da, XVI. yüzyılda bir mahalle ismi ("Teke-eli", M ); XX. yüzyılın ikinci çeyreğinde
oluşan Ankara'nın Yenişehir'i ise cümlenin malûmudur.
TUNCER BAYKARA
34
* Aynı esaslı isim, "Yeni", "nev" şeklinde farsçalaştırılarak
Anadolu'nun ortasında, XVIII. yüzyıl başlarında N ev-şehir olarak da
karşımıza çıkıyor21.
10.
Şehir-Şar köklü bazı isimleri de bu aradfi sayabiliriz. Mesela ŞarŞehir köy: OsmanlIların yeni geldikleri Avrupa içlerindeki yerleşmelerin
adıdır. Belli ki bir yeni eğilimi işaret etmektedir22. Şar-dağı, Rumeli'nde,
kenarında pek çok şehrin kurulduğu bir büyük ve uzun dağ silsilesinin
adıdır23; anlaşılıyor ki şehir hayatının tercihi ve şehirleşme sebebiyle, XTV.
yüzyıl sonlarında bu türden isimler bir hayli etkili olmuştur.
Bu isimler, bize açıkça gösteriyor ki, Batı Türklüğünde XIII ve XTV.
yüzyıllarda şehirleşme ve şehir kavramı üzerinde ciddi olarak durulması
gereken bir olaydır. Aslmda, OsmanlIların veya Türklerin göçebe olmadıkları
bilinmekle birlikte, bu yaygın kanaatin hemen değişmesi beklenemez.
Bununla birlikte, Türk hayatmm mevsime bağlı olduğu açıkça anlaşılınca,
kaynaklardaki böylesine kesin ve açık bilgilerin lâyık olduğu şekilde
değerlendirileceğine şüphe yoktur.
Türkiye Selçuklularında canlı bir şehir hayatmm varlığı kesinlikle söz
konusu olmakla birlikte, XIII. yüzyıl sonlarında, özellikle ülkenin orta
kesimlerinde şehirlerin gerilediği, halkın kale veya köylere çekildiği ayrı bir
gerçektir. Bununla birlikte bu senelerde Anadolu sahasının doğu ve içbatı
kesimlerinde şehirlerin büyüdüğü veya yeni şehirlerin ortaya çıktığı (Bey­
şehir, Seydi-şehir gibi) kesin bir gerçektir24. Tarihî coğrafyanın kuralı olarak,
coğrafyanın imkan verdiği sahalardaki şehirleşmeler, sadece bazı yörelerde
artar veya geriler. Bu açıdan, insanlığın bir ihtiyacı olan şehir, Osmanlılar için
de tercih edilen bir iskân ve yaşama şekli olmuştur.
Burada hemen belirtelim ki, buradaki şehir= şar'lar, geç devirlerdeki
anlamı ile, öyle pek çok kalabalık iskân yerleri' değildir. Şehir, günümüzdeki
anlamı ile de görülebileceği üzere, sakinlerinin büyük ölçüde tüketici oldukları
bir iskân yeri olduğundan, nüfus fazla önemli değildir. Böylece nüfusu az da
olsa, büyük sayıda tüketici insanı barındıran, yani devlet görevlilerinin
bulunduğu yerler, şehir itibar edilmiş olabilir. Herhalde köy, çarşısı, pazarı ve
"Nevşehir", I.A.
Şehir-köy, Bulgaristan'da; Şar-köy, Tekirdağ güney-batısmda, deniz kenarında.
Şar-dağı, Rumelinin ortasında bir dağ silsilesi Bk. Ali Cevad, Lugat-ı..., s. 476; Şarkışla da
Sivas vilayetine bağlı bir kaza merkezidir. Yahya Kemal Beyatlı, Memleketi Üsküp'den
söz ederken bir şiirinde "Şardağı'nda devamıydı Bursa'nın” der.
Bak. T. Baykara, Anadoluııun Selçuklular ve Beylikler devrindeki sosyal ve iktisadi tarihi
üzerinde araştırmalar, İzmir 1991. Seydişehir'in kuruluşu, Menakib-ı Seyid Harun (Yay.
C.Kumaz, Ankara 1992) 'da ayrıntılı olarak anlatılmıştır
BATI TÜRKLÜĞÜNDE ŞEHİRLEŞME EĞİLİMLERİ
35
camii olmayan bir iskân yeridir. Oysa şehirlerde hem cami, hem de çarşı ve
pazar bulunmakta olup, alış-veriş imkanı bir o kadar da canlıdır.
Yukarıda Türk hayatının daha çok mevsime dayalı olduğunu belirtmiş
idim. Özellikle iki mevsimde farklı yerlerde oturulması sebebiyle, ş a r itibar
edilen yerin, daha çok kışın kalman yer olduğu açıktır. Çünkü kışın oturulan
yerde, caminin sağlam ve üzerinin yağmur ve kar geçirmeyecek şekilde
yapılması gerekmektedir. Böylesine sağlam yapılan camiler, kış mevsiminde
kalınması yanında, iskânın daha sağlam temellenmesi açısından da bir
çekirdek oluşturuyor idi. Bu sebeple, bilinen dönemlerdeki şehirlerin de
hemen hepsinin ayrıca birer yaylağı olmuştur.
Burada yeniden belirtelim ki, Türk'ün şehri, şar'ı, yaz kış oturulan bir
iskân yeri demek değildir. Bunun özellikle böyle bilinmesi gerekmektedir.
Şehir, hemen bütün kuramlarıyla yaz mevsiminde, ayrı yaylağında
olduğundan, şehri temsil eden kuramlarda herhangi bir kesilme hiçbir şekilde
söz konusu olmuyordu.
XIV. yüzyılın şehirlerinin özelliklerini, sonraki Osmanlı devrinde
(özellikle XVI-XVm. yüzyıllar) çok iyi bildiğimiz şehir hayatının Selçuklu ye
önceki devirlerinin şehir hayatıyla ilişkisini tesbit etmek açısından çok önemli
sayıyoruz. Zaten M. Bouillet de bu türden "Ieni-cheher"lerin, Antiokhia gibi
eski şehirlerin üzerine bina edildiklerini söylüyordu. Onun belirttiği
Yerıişehirler, bizim yukarıda 4 ve 8 numarada sözünü ettiklerimizdir. Eski
şehirlerin kenarlarına eklenen yeni mahallelere de Yeni-şehir adı verildiği,
Ankara örneğinde herkesçe görülmektedir.
OSMANLI DEVLET TEŞRİFÂTINDA
HIRKA-İ ŞERÎF ZİYARETİ
Zeynep Tarım Ertuğ*
Hırka-i Şerif, Hz. Muhammed'in çeşitli vesilelerle meşhur Arap şairi
Kaab ibn-i Züheyr'e, Veysel Karanî'ye ve Eyle şehri halkına hediye ettiği
hırkaları için kullanılan bir tabirdir. Kaab'a verilene "Şâmî", Veysel Karanî'ye
verilene "Yemanî" adı verilmiştir. Eyle şehrine hediye edilen hırka ise
Abbasi halifelerinin eline geçmişse de Moğol istilâsı esnasmda imha
edilmiştir. Mevcut iki hırkayı biribirinden ayırd etmek için "Şâmî" olana
Hırka-i saâdet, "Yemanî" olana da Hırka-i şerife denilmiştir1. Topkapı
Sarayında bulunan hırkanın İbn Züheyr'e hediye edilen hırka olduğu
düşünüldüğünden Hırka-i saâdet adı verilmektedir2. Bilinen diğer hırka ise
1027 tarihinde İstanbul'a Şükrullah Efendi tarafından getirilmiş olup,
kendisinden sonra çocuklarına intikal etmiştir. Uzun süre kendilerine "hırka-i
şerif şeyhleri" adı verilen bu âilenin elinde muhafaza edilmiştir3. Söz konusu
olan Hırka-i şerif bugün Fatih'de aym isimli semtde Sultan Abdülmecid
tarafından yaptırılan Hırkaişerif Camiinde muhafaza edilmektedir.
Bugün Topkapı Sarayında bulunan hırka üzerinde ilk incelemeyi yapan
ve kumaşlar üzerinde kıymetli çalışmaları ile tanınan Tahsin Öz, Hırka-i
saâdetin 124 cm boyunda geniş kollu olup, siyah yünlü kumaşdan yapıldığım,
içinin krem renkli yünlü kumaşla kaph olduğunu söyledikten sonra hırkanın,
*
2
Dr.,'İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü.
Hz. Peygamber, Kaab ibn Züheyr tarafından kendisine takdim edilen Kaside-i Banet’den
çok memnun kalarak hırkasını şaire hediye etmiştir. Hırka, şairin ölümünden sonra
Muaviye tarafından varislerinden satm alınmıştır. Kaab ibn Züheyr’in adı Zübeyr olarak
da kaydedilmiştir. İsmail H. Baykal, Enderun M ekteblT arihi, İstanbul 1953, s. 118, 119 ;
René Basset, "Bürde", M , II, (1986), 837, 838; Kasım Kuffalı, "Hırka-i Şerif', M , V /l,
(1986), 450- 452.
Topkapı Sarayında bulunan hırkadan ve ziyaretten bahseden birçok arşiv vesikası ve
teşrifat defteri "hırka-i şerif' tabirini kullanmışlardır. Diğer hırkadan da aym şekilde
bahsedilmesi bu ayrıntının fazla göz önüne alınmadığım gösteriyor.
Kasım Kufrah, a. g. m, s. 451.
38
ZEYNEP TARIM ERTUĞ
kumaşından Hz. Peygamber devrine âit olduğunu tahmin ettiğini
belirtmektedir4.
^Sultan I. Selim, Mısır'ın fethinden sonra Haremeyn emîri tarafından
kendisine takdim edilen kutsal emânetleri önce haremde muhafaza etmiş,
daha sonra "arz odası" yakınına yaptırdığı daireye nakletmiş olup5, gelen
emanetler içerisinde en fazla dikkat çekenin hırka olmasından dolayı buraya
da Hırka-i saâdet dairesi adı verilmiştir. Fatih zamanında ihdas edilen
hasodanm mensuplan ise bu dairenin hizmetine verilmiştir. XVIII. yüzyıldan
itibaren Osmanlı devlet teşrifatı içinde önemli bir yeri olan ziyaretler
muntazam olarak ramazan aymm onbeşinci günü öğle namazından sonra
gerçekleştirilmiştir.
Hırka-i saâdet, Osmanlı sarayına intikal ettikten sonra padişahlar
tarafından sık sık çeşitli vesilelerle ziyaret edilirdi. Bilhassa cuma günleri ve
mübarek gecelerde bu ziyaret ihmal edilmezdi. Seferlerde ve fevkalâde
günlerde hükümdar önce Hırka-i saâdet dairesine gider, burada kıldığı
namazdan sonra dua ederdi. Cülûslarda ise tahta çıkacak olan padişah önce
buraya girer iki rekât namaz kılıp, dua eder ve hasodahlarm biatlerini kabul
etdikden sonra cülûs töreni için dışarı çıkardı. Ramazan ayı içinde ise uygun
görülen muhtelif günlerde zaman zaman devlet erkânı ve meşâyih de davet
edilerek resmî ziyaretler yapılırdı. Fakat XVIII. yüzyıla kadar muayyen bir
vakitte resmî bir tören yapılmadığı anlaşılmaktadır. Geç devir kaynaklan
bunun eski bir âdet olduğunu belirtiyor olsalar da XVI. ve XVII. yüzyılda
yazılan eserlerde ayın onbeşinde yapılan mutad bir törenden söz
edilmemektedir. 1080 yılında yazılan Tevkiî Abdurrahman Paşa
Kanunnâmesinde çeşitli merasimler kaydedilirken ramazanın onbeşinde
yapılan Hırka-i saâdet ziyaretinden bahsedilmemektedir. XVII. yüzyılın
sonunda Sultan II. Mustafa zamanında ise Hırka-i saâdet ziyaretlerinin
yukarıda belirtildiği şekilde muhtelif zamanlarda yapıldığı tesbit edilmektedir.
Meselâ resmî törenin 1106 yılında ramazanın 21'inde; 1107 yılında ise
ramazanın 4'ünde yapıldığı görülmektedir6. Sultan 13. Mustafa zamanına âit
bilinen teşrifat defterinde ise mutad merasimler arasmda Hırka-i şerîf
4
Tahsin Öz, Hırka-i Saadet D airesi ve Emarıat-ı Mukaddese, İstanbul 1953, s. 23.
^
Tahsin Öz, Sultan I. Selim tarafından yaptırıldığı rivayet edilen bu dairenin bilhassa
kapılarının süslemesinden ve bunların arasmda yer alan "Es-sultan Mehmed bin Murad"
yazısından hareketle Fatih dönemine ait olabileceğini söylemektedir, a. g. e., s. 5. Herhalde
daha önce yaptırılmış olan daire Sultan Selini zamanında mukaddes emanetlere tahsis
edilmiş olmalıdır.
^
Silâhdar Fındıklık Mehmed Ağa, Nusretnâme, I, yay. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul 1962,
s. 29,143.
OSMANLI DEVLET TEŞRİFÂTINDA HIRKA-İ ŞERÎF ZİYARETİ
39
ziyaretleri ile ilgili bilgi yoktur7. XVII. yüzyılın sonuna kadar bu şekilde
devam ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Ziyaretlerin bir devlet töreni niteliğinde
ve muntazam olarak ramazanın onbeşinde yapılması muhtemelen XVIII.
yüzyılın ilk yansından itibarendir. Nitekim XVIII. ve XIX. yüzyıla âit teşrifat
defterleri ve arşiv vesikaları konuya bu şekilde yer verirler. Şimdilik bunların
içinde tesbit edilen en erken tarihli kaynak Nâili Abdullah Paşa'nın Defter-i
Teşrifatı'dır.
Sultan I. Seüm zamanında bugünkü Hırka-i saadet dairesindeki odada
gümüş şebeke içine yerleştirilip muhafaza edilen Hırka-i saâdet, seferde ve
göçde sancak-ı şerifle birlikte padişahın yanında her gidilen yere birlikte
götürülmüştür. Osmanlı padişahları gerek seferde gerekse göçde İstanbul
dışma çıktıklan zaman devlet teşkilâtını ilgilendiren kayıtları ve hâzineyi
yanlarında götürürlerdi. Böylece devlet işlerinin aksamasma meydan
verilmez, gidilen yerde dîvan kurulur, memleket ile ilgili meseleler görüşülür
tayin ve tevcihler yapılırdı. Topkapı Sarayında, teşrifatta ve günlük hayatta
çeşitli fonksiyonlara sahip olan mimarî birimler gerek Edirne Sarayında
gerekse otağ-ı hümâyûnda aynı şekilde mevcuttur. Nitekim hem Edime
S aray ın d a8 hem otağ-ı hümâyûnda birer Hırka-i saâdet dairesinin
mevcudiyeti bilinmektedir. Buna göre Hırka-i saâdet saray dışma çıkıldığı
zaman özel olarak tahsis edilen ve koçi arabası da denilen hırka-i şerif
arabasına yüklenir ve bu hizmetle görevli hasodalılar nezaretinde
götürülürdü. Sefer için veya şehir dışma çıkmak için tertib edilen alaylarda
padişahın biraz arkasında iki tarafında hasodalı ağalar, yanında ve önünde
solaklar ve peykler yürürlerdi. Alaya katılan şehzade var ise hükümdarın
önünde solakların arasında yer alır, bunların hemen önünde de Hırka-i saâdet
arabası giderdi9. Sultan IH. Mehmed'in Eğri seferi sırasında yanma Hırka-i
saâdet'ı aldığı bilinmektedir. Yine Sultan II. Mustafa'nın Nemçe seferine
giderken ve Edirne'de olduğu sırada ortaya çıkan I. Edime vakası sırasında
İstanbul'dan gelen kuvvetlere karşı ordunun başma geçtiği zaman Hırka-i
saâdet'ı yanma aldığı görülmektedir10.
Hırka-i saâdet saray dışına çıkarıldığı zaman üstü kubbeli,
kenarlarından tutup taşımaya elverişli kulpları olan sandıklara konulurdu.
Mehmed bin Ahmed, D efter-i Teşrifat, Üniv Ktb. TY. nr. 9810 (Eser İÜ Edb. Fak. Tarih
Bölümünde mezuniyet tezi olarak hazırlanmıştır. Burhan Aydemir 1974; Arif Başgül
1975; Mustafa Batan 1976 )
8
9
10
Rifat Osman, Edirne Sarayı, yay. Süheyl Ünver, Ankara 1989, s. 53, 72.
Mehmed Bin Ahmed, a. g. e., s. 24b (Burhan Aydemir, Mezuniyet tezi, İst 1974, s. 25)
Hafsa civarında artık ümidini kaybettiği sırada öncelikle hasodalılarla birlikte hırkayı ve
kutsal emânetleri arbaya yüklerlerken hırka-yı şerifi kasdederek "Emâneti bir an önce
sahibine teslim eylese idik" diyerek hükümdarlığının sonunun geldiğini ima etmiştir.,
Nusretnâme, II / 1, 183, 184
ZEYNEP TARIM ERTUĞ
40
Yerinde muhafaza edildiği zaman yine bu şekilde özel hazırlanmış çok
kıymetli sandıklara konulurdu. Bunlardan sarayda serzergerân Mehmed Ağa
tarafından ince bir işçilikle hazırlanan sandık en güzel örneklerden birisidir11.
Hırka-i saâdet dairesinin korunması, bakımı, temizliği ve her türlü
hizmetinden hasodalılar sorumlu olup, bunlara Hırka-i saâdet hademeleri de
denilirdi. Dülbend ağası Hırka-i saâdet hademelerinin yaptıkları hizmete
nezaret ederek gerekli malzemeyi temin ederdi12. Bu dairenin hemen altında
bulunan daire hasoda mensuplarına ayrılmıştı, boylece çok yaknunda olmakla
kolayca hizmet edip hiçbir şeyi gözden kaçırmazlardı. Hasodalılann muayyen
aralıklarla yaptıkları temizliğe "pars" adı verilirdi. Her hafta yapılan temizlik
esnasında odanın zemini ve etrafı hafifçe silinip tozu alınır, yirmi iki günde bir
ise daha ayrıntılı bir temizlik yapılırdı13. Bu temizlik esnasmda gülsuyu,
buhur suyu, misk ve anberle birlikte yeni süngerler kullanılırdı. Bunlar yere
serilen iki meşin örtü üzerine konularak işe başlanılırdı. Kullanılan temizlik
malzemesi de özel olarak hazırlanır ve buradaki dolaplarda muhafaza
edilirdi14. Temizlik sonrasında tozlar dışarı çıkarılmaz bu daire önünde
bulunan kuyuya atılır, süngerler ise saray içindeki görevlilere ikram olarak
dağıtılırdı. Bu muayyen temizliklerin dışmda ayrıca senede bir kere
merasimden bir gün önce veya gecesi aşağıda bahs edilecek olan bir temizlik
daha yapılırdı. Hırka-i saâdet dairesinde kullanılan mumlar saray
mutfağındaki helvahânede hazırlanır ve mumların temiz bir şekilde
kullanılması ise kilâr-ı hassaya bağlı mum şakirdi tarafından yapılırdı16
XVH3. yüzyılda merasimden bir gün önce ramazan ayırım ondördüncü
günü padişah yanında hasodah ağalar olduğu halde Hırka-i saâdet dairesine
gider, burada kılman sabah namazından sonra temizlik yapılır ve padişah bu
hizmete bizzat katılırdı. Hırka, gümüş şebeke içinden çıkarılır başka bir
tarafa konulurdu. Gülsuyu dolu kâseler, yeni süngerler getirilip yere serilen
iki müzeyyen meşin’ örtü üzerine yerleştirilirdi-. Hasodalılar gülsuyuna
batırılmış süngerlerle duvarları, kapı ve pencereleri silerken silâhdar ağa
gülsuyuna batırdığı süngeri hünkâra verir o dâ şebekeleri silerek bu işleme
iştirak ederdi16. Özel hizmetinde birçok insan olan padişah, ibadet addettiği
* ^ Filiz Çağman, "Serzergerân Mehmet Usta ve Eserleri", K em al Çığ'a Armağan, İstanbul
1984, s. 58- 60.
12 •
İ. Hakkı Uzunçarşılı, dülbend ağasının asıl işinin bu olmadığını sonraki asırlarda ilâveten
bu görevin de uhdesine verildiğini kaydetmektedir. Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı,
İstanbul 1984, s. 454.
^
^
Tahsin Öz, a.g.e., s. 24, not 12; İ. Hakkı Baykal, a.g.e., s. 125.
Süngerlerin etrafı kırmızı çuha kaplı olup, kullamîân faraş gümüş idi. Öz, a.g.e., s. 24, not
12.
^
İsmail H. Baykal, a.g.e., s. 118.
16
Tayyarzâde Ahmed Ata, Tarih-i Ata, I, 215.
OSMANLI DEVLET TEŞRÎFÂTINDA HIRKA-t ŞERÎF ZİYARETİ
41
bu işe çok önem verirdi. Osmanlı devletinin yıkılmak üzere olduğu günlerde
bile halkın padişaha olan bağlılığı belki de bunun gibi göz ardı edilen bazı
ayrıntılarda gizlidir.
Aym gün onbeşinde yapılması âdet olan ziyaret için önce sadrazam ve
şeyhülislâm taraflarından tertib edilen defterler gelir, davetiyeler bu
defterlere göre hazırlanırdı. Mektubî kaleminden yazılan dâvet tezkireleri
çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdasının nezaretinde çavuşlar eliyle gönderilirdi.
Başta sadrazam, vüzerâ, şeyhülislâm olmak üzere İstanbul kadısına kadar
bütün ulemâ ve selâtin camileri şeyhleri, sadereyn efendiler, sadereyn
mâzulleri ve payelileri, yeniçeri ağası ve defterdar efendi, sipah ve silâhdar
ağaları, cebeci, topçu, arabacıbaşı ağalar, şehremini davet edilirlerdi17.
Haremeyn müfettişi ve muhâsebecisi efendiler,, haremeyn mütevellileri,
kâtibleri, halife ve kesedarları ise darüssaâde ağası tarafından davet
edilirlerdi18.
Ramazanın onbeşinci günü öğleden önce vezirler, kazaskerler,
nakibüleşraf, emekli kazaskerler, İstanbul kadısı, İstanbul mâzulleri ve
pâyelileri, Mekke ve Medine mâzulleri efendiler, Ayasofya, Sultanahmed,
Süleymaniye, Sultan Bayezıd, Sultan Mehmed, Sultan Selim, Eyüp, Üsküdar
Valide Sultan, Yenicami, Şehzâde Camii, Koca Mustafap’a şa Tekkesi
şeyhleri Ayasofya Camiinde toplanıp öğle namazını kıldıktan sonra19 saraya
girip babüsaâde önünde kubbealtı tarafında, sağ tarafta vüzerâ ve ulemâ, sol
tarafda yeniçeri ağası ve ocak ağalan ile diğer davetliler beklerlerdi20. Fakat,
zaman zaman davetlilerin Ayasofya Camiine gitmeyip, sadrazam sarayında
toplanarak oradan doğrudan Topkapı Sarayına geldikleri de görülmüştür21.
Reisülküttab önceden şeyhülislâmın evine giderek Ayasofya Camiine ve
saraya gelirken kendisine refakat ederdi. Herkes toplandıktan sonra gelen
sadrazam ve şeyhülislâm ortakapı dışmda rikâb-ı hümâyun ağalan tarafından
karşılanırdı. Burada atından inen sadrazamm sağma bostancıbaşı, soluna
birinci mirâhur; şeyhülislâmın sağma kapıcılar kethüdası soluna ikinci mirâhur
geçerek alay meydanına girerlerdi. Babüssaâdeye yaklaştıkları sırada
babüssaâde ağaları tarafından karşılanıp sadrazamm sağma babüssaâde
ağası, soluna hazinedarbaşı; şeyhülislâmın sağma kilercibaşı, soluna saray-ı
âmire ağası girer; bu şekilde babüssaâde önüne geldikleri vakit silâhdar ağa
tarafından karşılanarak üçüncü kez refakatçi değiştirirlerdi. Sadrazamm
B O A , K K nr. 676 mük., s. 8 ; BOA, BEO S adaret D efterleri nr. 359 s. 2; E s‘ad Efendi,
Teşrifât-ı Kadîme, İstanbul 1979, s.14, 15.; 1167 senesinde davet olunanlar için bkz. BOA,
D.TŞF dosya nr. 3/72
^
BOA , BEO Sadaret Defterleri nr. 349-, s. 15
19 BOA, D.TŞF dosya nr. 16/50.
20
Ata, 1 ,215.
21
BEO Sadaret Defterleri, nr. 359, s. 3
ZEYNEP TARIM ERTUĞ
42
sağına silâhdar ağa, soluna hasodabaşı veya çukadar; şeyhülislâmın her iki
tarafına rikâbdar ve dülbend ağası veya iki hasodalı ağa girerek sadrazam
önde-olmak üzere yerlere serilen kırmızı çuha üzerinden geçerek içeriye
girerlerdi. Daha sonra vezirlik rütbesi varsa kaptan paşa ve diğer vezirler,
ulemâ, müderris efendiler, selâtin camiler şeyhleri ve önceden gelip
babüssaâde önünde bekleyen davetliler mertebelerine göre sırayla içeri
girerlerdi22.
Merasim esnasmda babüssaâde ağası ve hazinedar başı üstlerine
serasere ile dikilmiş dört yenli samur kürkler, başlarına selimi; saray ağası
ve kilercibaşı başlarına mücevveze, üstlerine ferace; silâhdar ve diğer
hasodalı ağalar başlarına sırma takye ve zülüfler, üstlerine kaftanlar giyinip,
bellerine ağır işlemeü kuşaklar sarınıp mücevherli hançerler kuşanırlardı23.
Hırka-i saadet dairesindeki tören padişahın nezdinde yapılırdı. Öğle
namazından iki saat kadar evvel hasodalılar tarafından Hırka-i saâdetin
gümüş sandığı çıkarılıp yastıklar üzerine yerleştirilmiş olurdu24. Sandığın üç
anahtarı olup birisi padişahta durur ve bu ziyaretler esnasmda Hırka-i saâdet
mutlaka hükümdar tarafından açılırdı. Sandık açılmadan birinci ve ikinci
imamlar karşısına geçip oturur ve aşir okumağa başlarlardı. Açılan sandık
içindeki yeşil ipek kadife örtüler teker teker açılıp üzerindeki inci işlemeli enli
şeritler yine padişah tarafından çözülürdü. Ortaya çıkan üstten iki yana doğru
açılan İkinci çekmece25 yine padişahda bulunan altın anahtar ile açılıp, hırka
çıkarılır ve padişahın izniyle ziyaret başlardı. Bu arada padişah ayakta ve
hırka-i saâdetin başında beklerdi.
'Ziyaret esnasmda devlet protokulunda olduğu gibi takib edilen sıra
Sultan I. Mahmud zamanında şu şekilde tesbit edilmiştir. Önce sadrazam
sonra şeyhülislâm, vezirler, ulemâ, yeniçeri ağası, defterdar, .reisülküttab,
çavuşbaşı, tezkireci, mektubî efendi, ser gulam, son olarak teşrifatî efendi
Hırka-i şerife, yüz sürüp öptükten sonra geri çekilerek yerlerinde dururlardı26.
Bu arada sadrazam ve silâhdar ağa yüz sürülen kısmı önceden hazırlanan
destimâl ile silerek davetlinin kendisine verirdi. Fakat XIX. yüzyılda bu âdet
biraz değişerek hırkanın belki de yıpranmaması için başka bir şekil almıştır.
BOA, K K 676; Ata, I, 217
23
24
Ata, I, 217
"Hasodalılar hırka-i saâdetin simden mamul yaldızlı, büyük sandukasını gümüş se-pa
üzerinden alarak şatrançvari biribiri üzerine mevzu1 som sırmalı vesadeler (şilte) üzerine
vaz' ile padişahdaki altın anahdar ile açarlardı". Ata, I, 215
23 Tahsin Öz, çekmeceyi incelemiş olup, 0,57 x 0,45x 0,21 ebadındaki çekmecenin Sultan
Abdülaziz zamanında yaptırılmış olduğunu, daha önce kullanılan ve Sultan III. Murad
tarafından yaptırılan mahfazanın ise daha müzeyyen ojup, zümrütlerle bezenmiş olduğunu
belirtir, a.g.e., s. 23, not 10.
26 BEO Sadaret Defterleri, nr. 359.
OSMANLI DEVLET TEŞRİFÂTINDA HIRKA-İ ŞERÎF ZİYARETİ
43
Buna göre hazırlanan üzeri yazılı destimâller padişahın önünde durur o da
ziyaret sırası gelene bu destimâlleri hırkaya sürer’ek verirdi27.Yukarıda da
bahsi geçtiği gibi zamanla âdet biraz daha değişmiş olup, Sultan Reşad
döneminde destimâller hırkaya değil de bohçaya sürülerek takdim edilir
olmuştur28. Meşâyih en sona kalır her birisi sandığın karşısına geçtikçe önce
dua eder sonra gerekli saygıyı gösterirdi. Sonra rikâb-ı hümâyun ağaları,
diğer arz ağaları, enderun-ı hümâyûn ağaları da aynı şekilde saygı
gösterirlerdi. Enderunlulann ziyareti bitince hırkanın yüz sürülen kısmı altın
bir maşraba içinde yıkanırdı. Bu şekilde sona eren merasimden sonra
davetlilere gitmeleri için izin verilirdi. Mevki olarak küçükten başlayarak
dışarı çıkılırdı. Daireyi en son kaymakam paşa, şeyhülislâm ve sadrazam
terkederlerdi.
Sadrazam ve şeyhülislâm çıkarken girdikleri şekilde merasimle ve aym
kişiler tarafından kollarına girilerek ortakapıya kadar teşyi edilirlerdi.
Ziyaret esnasmda hırkanın yüz sürülen kısmı yukarıda da belirtildiği
gibi altın bir kap içersinde hemen yıkanıp öd ve anber yakılarak kurutulduktan
sonra kabın içindeki su, destilerle getirilen iyi su ile çoğaltılırdı. Hırka-i şerîf
suyu denilen bu su, şişelere konularak bir çeşit ikram olarak saraylılara ve
saray dışındaki ekâbire dağıtılırdı29. Sultan I. Mahmud zamanına âit olan
teşrifat defteri Hırka-i şerîf suyunun bu şekilde elde edildiğini ifade
etmektedir. Daha sonra yapıldığı anlaşılan başka bir usûl ise hırkanın
üzerinde bulunan düğmenin su dolu bir kaba konulup biraz ıslatıldıktan sonra
hemen çıkarılıp ateşdâna tutularak kurutulmaya başlanmasıdır30. Düğmenin
ıslatıldığı su aym şekilde çoğaltılarak dağıtılırdı. Bu âdet Sultan II. Mahmud
tarafından kaldırılmıştır. Başbakanlık Osmanlt Arşivinde Teşrifat dosyaları
içinde bu şekilde gönderilen Hırka-i şerîf şişelerine âit pekçok kayıt vardır.
Meselâ 1196/1782 tarihinde Esma Sultan'a, Şah Sultan'a, Hibetullah
Sultan'a, Zahide Hanım Sultan'a, Fatma Hanım Sultan'a, sadrazama,
şeyhülislâma, nakibüleşrafa, Rumeli kazaskerine, Anadolu kazaskerine,
Istaabul kadısı efendiye, yeniçeri ağasına, sadrazam kethüdasına,
27
28
29
30
Bu destimâllerin dört kenanna kalıpla siyah yazılı olarak baskı yapılırdı. Destimâllerde
kıillanılan bu kalıplar bugün Topkapı Sarayında mevcuttur. Üzerindeki dörtlük şöyledir;
Hırka-i Hazret-i Fahr-i Resûle,
Atlas çarh olamaz pâyında
Yüz sürüp zeyline takbil ederek
Kıl şefi-i ümmeti arz-ı niyaz
Safiye Ünüvar, Saray Hatıralarım, İstanbul 1964, s. 74, 75; Destimâllerle ilgili ayrıntılı bilgi
için bkz. Feza Çakmut, "Topkapı Sarayı Müzesi'nde Bulunan Destimâl Kalıplan", Reyhan
Kaya,Türk Yazmacılık Sanatı İstanbul 1988, s. 100
Safiye Ünüvar, a.g.e., s. 74.
BEO Sadaret Defteri, nr. 359 , s. 3
Nurhan Atasoy, "Khırka-i Sherif", Encyclopaedia o f İslam, V, Leiden 1979, s .18, 19.
44
ZEYNEP TARIM ERTUĞ
hekimbaşıya, cerrahbaşıya, meşâyihe, defterdara, tevkiîye, reisülküttaba,
çavuşbaşı ağaya v.s gönderilen şişeler kaydedilerek bir defter tanzim
edilmiştir31.
Gönderilen Hırka-i şerîf şişeleri dışmda bu merasimle bağlantılı olarak
ikram edilen buhur suyu ise seferli koğuşu tarafından hazırlattırdı. Seferli
başkullukçusu tarafından sadrazam sarayına da götürülen32 buhur suyu aym
zamanda hırka-i saâdet dairesinin temizliğinde kullanılırdı. Fakat ikram
edilen buhur suyu temizlikte kullanılan su mudur yoksa ziyaret esnasmda
veya ziyaretle bağlantılı olarak hazırlanan bir madde midir tesbit
edilememiştir.
Bütün merasimlerde olduğu gibi Hırka-i şerîf ziyaretlerinde zamanla
âdetler değişmiştir. Önceleri Hırka-i şerîf öpülüp yüz sürülürken daha sonra
hırka- çıkarılmış ancak dokunulmayıp destimâller sürülerek davetlilere
verilmiş daha sonra ise çekmecenin içinde olduğu bohçalardan sonuncusu
dahi açılmayıp ziyaretler böyle yapılmıştır. Hırka-i şerîf sulan için de aym
şeylerin söz konusu olduğu görülmektedir.
Osmanlı padişahı Topkapı Sarayında yaşarken mutad resmî ziyaretler
saray içinde bu şekilde yapılırdı. Daha sonra Dolmabahçe ve Yıldız
Saraylarında ikamet edildiği dönemlerde de Hırka-i saâdet ziyaretleri devam
etmiştir. Padişah ramazanın onbeşinde Topkapı Sarayına gelir, hatta iftar için
de burada kalırdı. Seferde, göçde birlikte taşman, hatta Edime Sarayında ayn
bir oda yaptırılan Hırka-i saâdet, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarına
nakledilmemiştir. Sultan Selim tarafından ihdas edilen dairenin tertibinin hiç
bir şekilde bozulmamasma itina gösterilmiştir. Aslında Topkapı Sarayı her
zaman asıl devlet merkezi olarak kabul edilmiş şehzadelerden birisine taht
sırası geldiğinde de Dolmabahçe'den veya Yıldız'dan buraya gelinerek
babüssaâde önünde merasim yapılmıştır.
XVIII. yüzyıl kayıtlarında haremle ilgili olarak vâlide. sultanın
kethüdasmm törene iştirak ettiği yazılmışsa da harem halkının ziyaretine
ilişkin bir açıklık mevcut değildir. Fakat XIX. yüzyılın ikinci yansında
padişahla birlikte harem halkının yani padişahın eşleri, kızlan ve diğer âile
mensuplarının katıldığı bilinmektedir. Bu durumda devlet erkânı, ulemâ ve
diğer davetlilerden sonra baş musâhip ağa tarafından ziyaretin hareme
açıldığı haber verilirdi. Başta vâlide sultan, sultanlar, kadmefendiler olmak
üzere harem mensuplan içeri girerler, tahtın önünde ayakta duran padişah,
darüssaâde ağası tarafından kendisine verilen destimâlleri teker teker
hırkaya sürerek sırası gelene verirdi. Harem halkı bu gün için resmî günlerde
olduğu gibi uzun etekli elbiseler giyerek uçlarım yere bırakır ve başlarına
Ayrıntılı bilgi için bkz. D.TŞF dosya nr. 16/14; 16/ 38; 16/ 52.
^
BOA, BEO Sadaret Defterleri, nr. 357, s. 129
OSMANLI DEVLET TEŞRİFÂTINDA HIRKA-İ ŞERÎF ZİYARETİ
45
beyaz örtüler alırlardı. Hatıratında bu merasimden bahseden Sultan II.
Abdülhamid'in kızı Ayşe Sultan bunu her zamanki âdetlerden birisi olarak
zikretmektedir33.
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda muntazam olarak ramazanın onbeşinde
gerçekleştirilen Hırka-i saâdet ziyaretleri, padişah ve ulemânın dışında
devlet erkânının da iştirak etmesinden dolayı resmî devlet merasimlerinden
birisi olma özelliğini kazanmıştır. Osmanlı devletinin son yıllarına kadar,
hatta Sultan Vahdeddin dönemindeki iç ve dış karışıklıklara rağmen ihmal
edilmemiştir. Fakat son yıllarda padişahın Topkapı Sarayına gidilerek icra
edilen merasimi daha kısa tuttuğu gözlenmektedir. Törenler nitelik ve
biçimleri ile devletin genel yapışma işaret ettikleri gibi, toplum kültürel
dokusunu ortaya koyan temâyülleri aksettirmesi bakımından da önemlidirler.
Osmanlı devletinin kültür tarihi çerçevesinde ayrıntıları tesbit edilebilen her
merasimin devletin hiyerarşik ve sosyal yapışırımın aydınlanmasında katkısı
olacağı ümid edilmektedir.
ti
Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, 1986 İstanbul, s. 95-97.
MİNYATÜRLERDE DİYÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI*
Mübahat S. Kiitükoğlu**
Osmanlı devlet yönetiminde Dîvân-ı Hümâyûn ve arz müesseselerinin
önemi malûmdur. Bunlarla ilgili olarak kanunnâme ve teşrifat mecmualarında
hayli geniş bilgi bulunmakla beraber olayların cereyan ettikleri mekânlar
içinde şahısların pozisyonları bu ‘ tariflerle her zaman yerli yerine
oturtulamamaktadır. İşte burada minyatürler tarihçiye büyük yardımcı
olmaktadır.
Dîvân-ı
Hümâyûn
Minyatürlerde, idâri ve kazaî en yüksek organ olan Dîvân-ı Hümâyûn
toplantı halinde iken resm edilmiştir. Kubbealtının giriş kapısının karşısında
Kasr-ı adi veya Adâlet Kulesi denilen mahal görülmektedir. Kanûnnâme-i Al-i
Osman'da "cenâb-ı şerifim pes-i perdede oturup"1 denilirken padişahın, Kasr-ı
Adl'den dîvân toplantılarım takib edeceği kasd edilmiştir. Nitekim Hünernâme
ve Şahnâme-i Selim Han'daki minyatürlerde, padişahın, arkasında iki hasodalı
bulunduğu halde, kafes arkasından dîvân toplantılarını takib edişi tasvir
olunmuştur. Hatta Şahnâme-i Selim Han'da. Sultan II. Selim'in kafes
arkasından Kubbealtı'ndaki askıya ok atışı temsil edilmiştir.
Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarında Kasr-ı Adl'in hemen altında sadrazam,
sağ tarafında vezirler yer almaktaydılar. Müverrih Âlî, Kubbealtı vezirlerinin
*
**
Bu yazı, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi'nce düzenlenen "Tarihî Kaynak
Olarak Türk Minyatürleri Semineri"ne sunulan bildirinin gözden geçirilmiş şeklidir.
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü emekli öğretim üyesi.
Abdülkadir Özcan, "Fâtih'in Teşkilât Kanunnâmesi ve Nizam-ı Alem İçin Kardeş Katli
Meselesi", Tarih Dergisi, sayı XXXIII (1982), s. 42.
M.S. KÜTÜKOĞLU
48
sayısının iki ile yedi arasında değiştiğini yazar2. Minyatürlerde ise
sadrazamın sağında oturan dîvân üyeleri üç ilâ beş kişi olarak resm edilmiştir.
Hünernâme'de, Kanûnî Süleyman'ın adâleti ile ilgili bahislerdeki iki
minyatürde üç vezir görülmektedir3. Kubbealtını tasvir eden diğer
minyatürlerde ise sayı üç4, dört5 veya beştir6. Ancak, İstanbul'da oldukları
zamanlarda beğlerbeğilerin de dîvâna katıldıkları ve vezirlerin alt tarafında
oturdukları keyfiyetini de hatırdan çıkarmamak lâzımdır7.
Sadrazamın solunda ve aym hizada, fakat biraz aralıklı olmak üzere iki
kazasker otururlar. Bu sedire dik olan sağdakinde nişancı, soldakinde ise,
sedirin kapı tarafına yakın olmak üzere üç defterdar görülür. Hünernâme
minyatürlerinde nişancı, yandaki sedir üzerinde değil de kapıya yakın ayrı bir
sandalye üzerinde oturuyor gibi görülmektedir8. Ancak, dîvânhâneye nasıl
yerleştirilirse yerleştirilsin, nişancı daima elinde bir kâğıt olduğu halde resm
edilmekte; hatta bazı minyatürlerde kâğıdın üzerine bir de tuğra çizilmektedir9
ki böylece, padişah adına yazılan belgelere tuğra çekmek vazifesinin
nişancıya âid olduğu gösterilmiş olmaktadır10. Nişancı ve defterdarın "paşa"
sıfatını hâiz olması bu oturuş şekillerini bozmaz. Yani, bu iki vazifelinin
"paşalık"ları da bulunsa sadrazamın sağ tarafında ve vezirler arasında yer
almaz; daima kendilerine mahsus olan mahallerde otururlardı11.
"Bu zümre-i hamîdenin adedleri münhasır olmayup ikiden yediye varınca nasb oluna
gelmişdir. Yâni ki, gâh iki yahud üç, dört olur ki, bir vâcibü'r-reâyâıun ihtirâmı yahud
dâmad-ı pâdişâhî olmak rütbesi ile irtifâ-ı nâmî maksûd olup ..." Künhü’l-ahbâr, Üniv. Ktb.,
TY, nr. 5959, 90a. 965 (1557-58)’de sadrazam Rüstem Paşa'dan başka üç vazir varken
(İ.H.Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin M erkez ve Bahriye Teşkilâtı, Ankara* 1948, s .189)
Sokollu Mehmed Paşa (978-80/1571-72: Peçuylu İbrahim Efendi, Tarih, İstanbul 1283,
1,485) ve Sinan Paşa (992/1584: Selânikî Mustafa Efendi, Tarih, M. İpşirli neşri, İstanbul
1989, s.394)'nın sadaretlerinde bu rakamın sadrazamla birlikte yediye çıktığıgörülmektedir.
^
Seyyid Lokman, Hünernâme, II, TSMK, H. nr. 1 5 2 4 ,137b, 242a.
^
Seyyid Lokman, Süleymannâme, TSMK, H, nr. 1517, 37b.
^
Hünernâme, İ, TSMK, H. nr. 1 5 2 3 ,19a.
^
Seyyid Lokman, Şahnâme-i Selim Han, TSMK, A, nr. 3596, İ l a (Bu minyatür bugün
mevcud değildir.)
*
Kanûnnâme-i A l-i Osman’da. "Beğlerbeğiler vüzera altma... otururlar" denilmektedir. A.
Özcan nşr., s. 33.
7
8
9
II, 237b ve 242a; 1,19a.
Süleymannâme, vr. 37b.
Fatih Kanunnâme s i’nde "tuğra-yı şerifi her vezîr çeküp nişancıya yardım etmek kanûnumdur" denilerek esas tuğra çekmek vazifesinin nişancıya âid olduğu belirtilmiştir.
Özcan neşri, s. 36.
Es‘ad Efendi, Teşrîfât-ı Kadîme, Matbaa-i Âmire, İstanbul ts., s. 86.
MİNYATÜRLERDE DİVÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI
49
Dîvân toplantılarında ayakta hizmet gören bazı vazifeliler bulunurdu.
Bunlar, reisülküttab, tezkireciler, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdası, selâm
çavuşu ve diğer vazifeli çavuşlardı. XVI. yüzyıl sonlarına kadar, dîvânda
tezkire ve arzuhaller reisülküttab tarafından okunurdu12. Baştezkireci ise
ikinci vezirin karşısında durarak buyuruldulan yazardı13. Ayrıca, görülecek
dâvâların çok olması halinde sadrazamın emriyle ikinci vezir dâvâ
dinlediğinde, reisülküttabın, sadrazamın önünde vazife yapması gibi tezkirecilerden biri de ikinci vezirin önünde durup arzuhalleri okurdu14. Daha sonra
reisülküttabın vazifesini tamamen "tezkireciler" üstlenmiştir. Şu halde, XVI.
yüzyılda yapılmış minyatürlerde sadrazamın karşısında ayakta duran ve
elinde okur vaziyette bir kâğıt tutan şahıs reisülküttabdıı. Esâsen, Fatih
Kanûnnâmesi'nde reisülküttab, dîvânda hizmet edenler arasında sayılmakta
ve oturmayacağına da ayrıca işaret edilmektedir15. Karara bağlanan
meselelerle ilgili arz, arzuhal, mektub gibi belgelerin üzerine buyuruldulan
yazmaları ve arzuhallerin okunmasında yardımcı olmaları dolayısiyle ayakta
resm edilenlerden ikisinin de tezkireciler olduğu âşikârdır. Minyatürlerde
ellerinde âsâ bulunan ve hemen daima odanın orta yerinde görülen şahıslar
ise çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdasıdır. Nitekim Hünernâme'de çavuşbaşı için
"dâima kapucılar kethudâsıyla pişgâhda gümüşlü değneklere yasdanup
müşîr-i mukaddem karşusmda hidemâtma müdâvemet edeler" denilmek­
tedir16.
Görebildiğimiz minyatürlerde dîvânda ayakta görülenlerin sayısı iki ile
dokuz arasında değişmektedir. Bu da her halde dîvânın henüz toplandığı âmil
resm edilmesi veya "mesâlih-i mühimme" denilen doğrudan devlet işleriyle
ilgili olarak yapılan görüşmeler yahut dâvâ dinlenmesinin gösterilmesine göre
değişmesinden kaynaklanmaktadır. Meselâ, Süleymannâme'deki Dîvân-ı
Hümâyûn minyatüründe ayakta sadece ellerinde âsâlariyle çavuşbaşı ve
Âlî, Kiinhü'l-ahbâr, Üniv. Ktb, TY, nr. 5959, vr. 90a..
13
14
Hünernâme, 1,16b.
Künhü'l-ahbâr, vr. 90a.
"Ve çavuşbaşı ve reisülküttab ve kapucular kethudâsı hidmetkârdır. Dîvânda oturmazlar"
Fatih Kanunnâmesi, Özcan neşr., s. 35. Esin Atıl, Süleymanname. The Illustrated History o f
Süleyman the Magnificent, s. 96'da sadrazama göre sol sedirde oturan üç kişiden ikisini
defterdar, uçtakini de reisülküttab olarak göstermiştir. Halbuki, bu minyatürün delâlet ettiği
tarihte iki değil üç defterdar bulunmaktadır. Zira yakın zamanlara kadarki üçüncü
defterdarlığın 1540-60 tarihleri arasında (Uzunçarşılı, M erkez, s. 328 n) ihdas edildiği
yolundaki bilgilerimizin düzeltilmesi gerekmektedir. Gerçekten, Başbakanlık Arşivi’nde yeni
açılan fonlardan A.DVN dosyalarındaki 934 ve 935 (1523) tarihli iki belgede (dosya 1, nr.
25/1 ve 29) biri başdefterdar İskender Çelebi olmak üzere üç defterdarın im zası
bulunmaktadır. Bu iki kaynağın verdiği bilgiler muvacehesinde hazine tarafındaki sedirde
oturan şahıslardan üçüncüsünün reisülküttab olması mümkün değildir..
^
I, vr. 16b.
M.S. KÜTÜKOĞLU
50
kapıcılar kethüdası görülmektedir. Halbuki Hüner nâme'deki minyatürlerde
ayaktaki şahıs sayısı fazladır. Meselâ,, Kayseri Kadısı hakkındaki şikâyetin17
dinlenmesini tasvir eden minyatürde sayı ondur. Bunlardan, hemen
sadrazamın karşısında elinde kağıt tutan, her halde dâvâcıların iddiasını
okuyan "reisülküttab" olmalıdır. Ellerinde âsâ bulunanlar çavuşbaşı ve
kapıcılar kethüdasıdır. Diğer şahıslardan biri, belki arkası dönük olarak duran
Kayseri Kadısmm kethüdasıdır. Diğerleri, dâvâcılar, tezkireciler ve bir çavuş
olabilir. Başdefterdarm elinde bir kâğıt tuttuğuna bakılırsa, önündeki şahsın,
imzalanmak üzere ferman veya berat gibi bir belge getirmiş olan genç bir
kâtib olduğu söylenebilir18.
Kanûnî Sultan Süleyman'ın koyduğu içki yasağma rağmen bir sarhoşun
yakalanması üzerine içki getiren levendlerin Dîvânda muhakemesini19
gösteren minyatürde ise altı kişi resm edilmiştir. Burada mahkûmlar
dîvânhânenin dışmda birbirlerine zincirle bağlanmış olarak görülmektedir20.
Şahnâme-i Selim Han'daki Sultan II. Selim'in askıya ok atışmı gösteren
minyatürde ise ayakta sadece beş kişi resm olunmuştur21
Dîvân-ı Hümâyûn toplantıları sırasmda hazır bulunan ve kendi
kalemleriyle ilgili konularda not alan, veya gerektiğinde bilgilerine müracaat
edilen maliye kalemleri şefleri de vardır. Bunların yeri dîvân üyelerinin
bulunduğu kubbenin altı değil, defterdarların arkasına isabet eden ikinci
kubbenin altıdır. Eyyûbî Efendi Kanûnnâmesi, Mehmed b. Ahmed ve Mustafa
Münîfin Defter-i Teşrifat adlı eserlerinde ikinci kubbe altında oturan dîvân
hocaları, halîfe ve şâgirdleri sıralanmaktadır. En açık tarif Mehmed b. Ahmed
tarafından yapılmış olup şöyledir:
"Defterdar Efendi'nin ard câniblerinde bir mahall olup cümle hâcegân-ı
dîvân efendiler ve hulefâ efendiler müctemVolup kazasker efendilerin
sırasında başmuhasebe ve Anadolu muhasebesi, atlu mukabelesi, cizye
muhasebesi oturup anların altında haremeyn muhasebesi, büyük kal'a
tezkirecisi, Avlonya mukata'acısı, İstanbul mukata'acısı, mevkufatçı;
defterdar efendinin ensesinde maliye tezkirecisi, baş mukata'acı,
m aden, B ursa, H arem eyn m ukata' a cıla rı;
b a şm u h a seb en in
m ukabelesinde m evkufatın karşısında ruznamçe-i evvel ve sânî,
mukabele-i piyâde, anların altında teşrifat kalemi, muhasebe-i küçük ve tarihçi
17
18
19
20
Bu şikâyetle ilgili olarak Hünernâme (II, 240b-242b)’de hayli tafsilâüı bilgi verilmektedir.
Hünernâme, II, 237b.
Hünernâme (II, 235a-237a)'de bu içki yasağının konuşu ve riâyet etm eyenlerin ce ­
zalandırılması ile ilgili tafsilât verilmiştir.
Hünernâme, II, 242a.
21 T SM K .A .nr. 3595, İla.
MİNYATÜRLERDE DİVÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI
51
efendiler; ruznam çe-i evvelin sol canibinde başbakıkulıı, ahkâm-ı
enderûn emîni; mukabelelerinde tarihçi efendinin tamam olduğu
m ahalde sâliyâne mukata'acısı, haslar mukata'acısı, küçük kal'a,
mukata‘a-i ganem, şıkk-ı sânîye tabî piskopos, çeltük-i Anadolu ve Rumeli"
kalemleri şefleri oturmaktaydılar22. Ancak bu tertib, XVIII. yüzyıla âiddir ve
XVI. yüzyılda bu kalemlerin hepsi mevcud değildir. Nitekim, maliye kalemleri
hakkında bilgi verilen 974-75 (1567-68) mâlî yılma âid bütçede maliye
kalemleri ruznamçe-i evvel ve sânî, muhasebeci-i Rumeli ve Anadolu,
mukabeleci; her üç defterdara ayrı ayrı bağh olmak üzere mukata'acı-i evvel
ve sânî, mevkufatcılar ve ahkâm tezkirecileri ile sadece bir tane ve
başdefterdara bağh olmak üzere vâridatcı, üçüncü defterdar (şıkk-ı sânî)a tabî
olmak üzere kıla' tezkirecisi, mevcudatcı, teşrifatçı ve teslîmatcı
bulunmaktadır23. XVI-XVIII. yüzyıllar arasında yeni katılan kalemlerin şefleri
hariç, sıralamada pek fazla değişiklik yapılmadığını24 düşünerek bu iki
kaynaktaki bilgileri birleştirdiğimiz takdirde Hünernâme 'de kubbe altmı
gösteren minyatürdeki ikinci kubbe altında oturanları şöyle bir sıralamaya tabî
tutmak pek yanlış olmasa gerektir.
Anadolu kazaskerinin hizasmda başmuhasebeci, yanında sırasıyla
Anadolu muhasebecisi, mukabeleci, büyük kale tezkirecisi, mevkufatcı; ikinci
sırada yani defterdarın arkasında maliye tezkirecisi, başmukata'acı,
mevkufatcımn karşısında ise ruznamçecilerin bulunduğunu söyleyebiliriz25.
Ancak, o tarihteki bütün maliye kalemleri mensublarının da minyatüre
alınamadığı muhakkakdır. Süleym anııâme'deki kubbealtını gösteren
minyatürde ise maliye kalemleri mensublan Hünernâme'deki gibi muntazam
resm edilmemişlerdir.
Dîvân-ı Hümâyûn kâtiblerinin sayısının XVI. yüzyıl sonlarında otuzu
aşkın olduğunu ve bunların dîvân günlerinde nöbetleşe vazife yaptıklarını
Mühimme defterleri’ndtkı kayıtlardan biliyoruz. Birinci grup cumartesi ve
pazartesi, ikinci grup ise pazar ve salı günleri vazife görürdü. XVI. yüzyıl
22
Mehmed b. Ahmed, D efter-i Teşrifat, Üniv. Ktb., TY, nr. 9810, 46b-47a. Eyyûbî Efendi,
Kav'âninnâme-i Humâyûn-ı Â l-i Osman (Üniv. Ktb, TY. nr. 734, 4b-5a) ve Mustafa Münîf,
Defter-i Teşrifat (Üniv. Ktb. TY, nr. 8892, 78b)'da oturuş şekillerine dair tafsilât verilmediği
gibi sıralamalar da farklıdır.
23 Ömer Lütfi Barkan, "H. 974-975 (M. 1567-1568) Malî Yılına Âit Bir Osmanlı Bütçesi"
İktisat Fakültesi Mecmuası, XIX/1-4 (İstanbul 1960), 315-322.
24
3 Cemâzıyelâhır 1005 (22 Ocak 1597)'e kadar ruznamçeciler yanyana otururken bu tarihte
mukabeleci tayin olunan Mi'marzâde İbrahim Efendi, ikisinin arasına oturmuşsa (Selânikî
Tarihi, İpşirli nşr., s. 667 ve Selânikî'den naklen Uzunçarşılı, M erkez, s. 19) da daha sonra
ruznam ecilerin yine yanyana oturmağa başladıkları muahhar teşrifatnâm elerden
anlaşılmaktadır.
Hünernâme, I, 19a.
52
M.S. KÜTÜKOĞLU
sonlarında her günkü kâtib sayısı da 17-19 kadardı26. Bunların hepsinin bir
arada oturması pek mümkün değildir. Her halde bir kısmı dîvânın akd edildiği
kubbealtmda, bir kısmı ise belki ikinci mekânda, mevsimin müsaid olduğu
zamanlarda dışarda revakların altında oturuyorlardı.îşte dîvânı toplantı halinde gösteren minyatürlerde bu kâtiblerin de
resm edildiklerini görüyoruz. Ancak bunlar hakikî sayıyı göstermekten uzak
olup sembolik olarak konulmuşlardır. Hünernâme'de dîvân toplantılarını
gösteren üç ayrı minyatürde kâtib sayıları farklıdır. Kayseri kadısı davasmda
iki, içki yasağım ihlâl edenlerin davasmda üç, İkinci avluyu tasvir edende,
kubbealtuun kapısı yanında altı kâtib görülmektedir. Süleymannâme'de ise bu
mekândaki kâtib sayısı dörttür. Hünernâme'nin I. cildiyle S üleymannâme’de,
kâtiblerin, kubbealtmm kapısının yanında oturdukları mahal, kaynaklarda
"reisülküttab tahtası" olarak adlandırılan yer olmalıdır. Gerçekten gerek
Tevki’î Abdurrahman Paşa Kanunnâmesinde, gerekse Mehmed b. Ahmed ve
Es'ad Efendilerin teşrîfatnâmelerinde ikinci vezir ve sadrâzamın kubbealtma
gelişleri sırasında dîvân erkânının, onları karşılamak üzere kubbealtuun
dışmda mevki almaları anlatıhrken kazaskerlerin "reis tahtası" yanında,
defterdarların ise onların karşısında yer aldıklarından bahs edilmektedir27.
Eyyûbî Efendi Kanûnnâmesi'nde ise kubbealtı haricinde ve iki kubbe arasında
reis ve kâtiblerin mekânlarının bulunduğuna işaret edilmektedir ki, bu
Hünernâme28 ve Süleymannâme29'de\d minyatürlerle tam bir mutabakat arz
etmektedir.
Kâtiblerin bir kısmı ise kubbealtuun Bâbüsselâm tarafındaki duvarı
yanında oturuyor olmalıydılar. Bu, Hünernâme'nin I. cildindeki ikinci avluyu
gösteren minyatürde çok güzel bir biçimde tasvir edilmiştir. Süleymannâme'de
ise -muhtemelen minyatürdeki yer kifâyetsizliği sebebiyle bu tarafta oturan
kâtibler "zülüflü baltacılar koğuşu"nun yanındaki revaklar altında gibi
gösterilmiştir.
26
27
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mûh.imme Defteri, nr. LX, 3 ve LXI, 1. Ayrıca bk. Mübahat S.
Kütükoğlu, "Mühimme Defterlerindeki Muâmele Kayıdlan Üzerine" Tarih B oyunca
Paleografya ve Diplomatik Semineri 30 Nisan —2 M ayıs 1986. Bildiriler, İstanbul 1988, s.
319.
Tevki“! Abdurrahman Paşa, Kanunnâme, s. 506-507; Mehmed b. Ahmed, Defter-i
Teşrifat, 42a-b; Es‘ad Efendi, Teşrîfât-ı Kadîme, 84-85.
28 1,19a.
29
vr. 37b.
MİNYATÜRLERDE DİVÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI
53
Yine Eyyûbî Efendi Kanunnâmesi'nde kubbealtının dışında ve seki
üzerinde matbah emini, şehrem ini^, tersane emini, gümrük emini, ganem /
koyun emini ve mimarın oturdukları yazılmaktadır31 ki, Süleymannâme'de
kubbealtı kapısının solunda görülenler bunlar olmalıdır.
Paraların sayılma ve tartılması gibi işler ise defterdarların arkasına
isabet eden yerde veznedarlarca yapılırdı32. Hünemâme'de sadece para
keseleri gösterildiği halde Süleymannâme'de paraların tartılma ve eritilme
işlerinin de minyatüre aks ettirildiğini görüyoruz.
Arza
Çıkma
Dîvân toplantılarının bitiminde yemek yenir ve daha sonra da "arza"
girilirdi. Ancak, arza girmek için her defasında padişahın izni istenir; bunun
için de reisülküttab tarafından hazırlanan telhis sadrazamın yanında yine
reisülküttab tarafından bağlanıp mühürlenerek kapıcılar kethüdası ile
padişaha gönderilirdi. Padişahdan kapıcılar kethüdası eliyle arz müsaadesi
geldiğinde ise önce yeniçeri ağası yalnız olarak Arz Odasma girer; vezareti
varsa çıktıktan sonra Bâbüssaade'de bekler; sadrazam ve vezirlerle birlikte
ikinci defa tekrar girer, vezareti yoksa giderdi. Yeniçeri Ağasının arkasından
kazaskerler girerler ve kendi kadılıklarına bağlı meseleleri arz ederlerdi.
Onların da çıkmasını müteâkıb sadrazam ile vezirler arza girerlerdi33. Nişancı
ve defterdarların, eğer pâyesi, Rumeli veya Anadolu beğlerbeğiliği yahut
vezâretleri varsa onlar da vezirlerle birlikte arza girerlerdi34. Ancak yeniçeri
ağası ve kazaskerlerin arza girişlerinin resm edildiği minyatüre
rastlamıyoruz. Böyle olunca da Arz Odasının neresinde durdukları hakkında
birşey söylemek mümkün değildir.
Kanunnâme ve teşrifatnâmelerde sadrazam ve vezirlerin arza
girişlerinde sadrazamın, bir def1a kapmm iç tarafında, bir def‘a da odanın
ortasında olmak üzere iki kere yer öptüğü; nihayet padişahın eteğini öperek
padişahın sağ tarafına geçip durduğu; vezirlerin ise iki def‘a yer öpüp
sadrazamın yanında, mertebe sırasına göre, yerlerini aldıkları kayıtlıdır35.
Fakat minyatürlerde, sadrazam ve vezirlerin, padişaha göre duruşları bazan
30
31
32
33
34
35
Bu tarihteki şehremini, XIX. yüzyıldan itibaren kurulan "§ehremâneti"nin başı ve bugünkü
"belediye reisi"nin karşılığı olan "şehremini" değüdir. Bu, sarayın "Bîrûn" teşkilâtı içinde yer
alan ve şehirdeki yapıların tamir vs. işleri yanında daha başka işleri de olan bir vazifelidir.
<
vr. 5a.
Hünernâme, 1,16b.
Teşrîfât-ı Kadîme, s. 94 vd.
Mehmed b. Ahmed, vr. 50a.
Teşrîfât-ı Kadîme, s. 95; Tevki'î Abdurrahman Paşa (K anûnnâm e, s. 512), vezirlerin yer
öpmelerinden bahs etmeyip "şâir vüzera ancak selâmlayup" demektedir.
M.S. KÜTÜKOĞLU
54
sağ, baz an solda gösterilmiştir. Esasen Arz Odası'nı gösteren minyatürler,
ya elçilerin veya serdarın sefere giderken, yahud sefer dönüşlerinde padişah
tarafından kabûllerini tasvir etmektedir. Bir de Kanûnî Süleyman'ın koyun
resminin iltizama verilmesinden dolayı sadrazam Semiz Ali Paşa (156165)'ya hesab sorduğu arzı tasvir eden minyatür bulunmaktadır. Kanûnî
tarafından gerek İran Şahı Tahmasb'm kardeşi Elkas Mirza'nm (ilticâsı:
1547), gerekse Kırım Ham Devlet Giray'm (hanlığı: 1551-77) kabûllerini
gösteren minyatürlerde sadrazam ve vezirlerin duruş yeri, gerçekten
padişahm sağıdır. Fakat Semiz Ali Paşa'dan hesab soruluşu ile İran elçisinin
huzûra kabûlünü gösteren minyatürlerde sadrazam ve vezirler sol tarafta
resm edilmişlerdir. Bunlardan sadece Semiz Ali Paşa'yı gösteren minyatürde
vezir sayısı beş, diğerlerinde üçtür.
Sultan II. Selim ve m . Murad saltanatlarındaki elçi kabûlleri dolayısiyle
Arz Odasını resm eden minyatürlerden Şahnâme-i Selim Han’daki E. .
Selim'in, Safevî elçisi Şahkulu Han'ı kabûlü36 ile Şehinşahnâme'dekı El.
Murad'ın yine Safevî elçisi Tokmak Han'ı kabûlünü37 gösterenler istisna
edilirse, huzûra girenler hep padişahm sol tarafında gösterilmişlerdir. Sayılan
ise üç vezirden başlayarak değişmektedir38.
Vezirler dışmda arza girenler içeride uzun kalmazlar, sadrazam arza
başlaymca da vezirler sol tarafa geçip biraz uzakça dururlardı39. Ancak, Arz
Odasını gösteren minyatürlerde bu husûsu tesbit edemiyoruz. Zîrâ, hepsinde
de sadrazamla vezirler aynı tarafta durmaktadır. Yalnız, bazılarında
sadrazam, âşikâr bir şekilde diğer vezirlerden ayrılmaktadır. Hem araya biraz
mesafe konularak, hem de diğerlerine nazaran daha cüsseli çizilmiştir.
Özellikle Sokollu Mehmed Paşanın sadareti sırasındaki olaylan aks ettiren
minyatürlerde -belki de Sokollu'nun boyu da dikkate alınarak çizildiğinden- bu
daha bâriz olarak görülmektedir40.
Elçilerin huzûra girmeleri normal arz merasimi yapılmasını müteâkıb
olurdu. Defterdar dışındakiler, odanın kapısı içinde yer öperek hemen,
defterdar ise ulûfe telhisini okuduktan sonra çıkardı. İçerde sadece sadrazam
ve vezirler kaldıktan sonra elçinin arza girmesine müsaade edilirdi. İkişer
TSMK, A. 3595, vr.53b.
^ Üniv. Ktb. F.Y., nr. 1404, vr. 41b-42a.
38
Meselâ, Nüzhetii'l-ahbâr der Sefer-i Sigetvâr (TSMK, H. nr._1339, vr. 178a)'daki Beç elçisi
ile; Seyyid Lokmanbn Şehinşahp.âme'sinin II. cildindeki (TSMK, B. nr. 200) Safevî elçisi
İbrahim Han'ın kabullerinde üç; (vr. 36b); yine Şehinşahnâme'dtki Fas elçisinin (vr. 141b)
kabûlünde ise dört vezir bulunmaktadır.
39
Tevki'î Abdurrahman Paşa, s. 512.
40
Beç elçisi {Nüzhetü’l-ahbâr, vr. 178a) ve Şahkulu Han (Şahnâme-i Selim Han, vr.
53b) ın
kabûllerini gösteren minyatürler.
MİNYATÜRLERDE DİVÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI
55
kapıcıbaşı, elçi ve beraberinde huzûra çıkacak olanların kollarından tutarak,
Arz Odası'na sokup yer öptürürlerdi41. Elçiyle konuşmayı temin edecek olan
dîvân- tercümânı ise yalnız girerdi42. Bu arada kapıcılar, elçinin getirdiği
pişkeşi, padişahın görmesi için Arz Odasmm penceresi önünden geçirerek
hazine hademelerine teslim ederlerdi. Elçinin getirdiği mektub ise en alt
mertebedeki vezire verilir ve elden ele geçirilerek sadrazama gelir; o da tahtın
yanma bırakırdı43. Minyatürlerde de bu hususların imkân nisbetinde aks
ettirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Süleymannâme'deki, Safevî elçisinin
Kanûnî'nin huzûruna çıkışını gösteren hariç diğer minyatürlerde, elçi ve
yanmdakilerin kollarından kapıcıbaşılar tutmuş durumdadır. Ancak İbrahim
Han'ın kabûlünü gösterende olduğu gibi bazan elçi henüz ayakta, hatta Fas
elçisinin kabûlünü gösterende olduğu gibi vezirlerin arka tarafında, odaya
henüz girmiş olarak resm edilmiştir. Beç elçisi, Şahkulu ve Tokmak Hanların
kabûlünü gösterenlerde elçi yer öpmek üzere eğilmiş durumdadır.
Süleymannâme’de ise hemen hemen yer öperken gösterilmektedir. Hemen
hepsinde de sadrazamın elinde, içinde elçinin getirdiği mektub bulunan kubur
vardır.
Elçi kabûllerini gösteren minyatürlerin karşı sayfalarında çok kere
ikinci avludan Bâbüssaade'ye doğru hediyelerin getirilişine yer verilmiştir,
ikinci avluyu gösteren bu sayfalarda dikkat çeken bir husus dâ kubbealtıdır.
Mehmed b. Ahmed'in Defter-i Teşrîfat'mda. nişancı ve defterdarlar için
"Hizmet-i arz itmam oldukdan sonra kubbealtına gelirler ve yerli yerlerinde
karar buyururlar"44 deniyor ki bu durum minyatürlere de gayet güzel bir
şekilde aks ettirilmiştir. Elçi kabûllerini tasvir eden minyatürlerden, arz
vazifesini yerine getirdikten sonra nişancı ve defterdarların kubbealtma
dönerek yarım kalmış işleri tamamladıkları anlaşılmaktadır. Gerçekten, İran
elçisi Maksud45 ile Fas elçisinin46 kabûllerini gösteren minyatürlerde kubbe
altında üç defterdarın kendilerine âid mahalde oturdukları; nişancının ise tuğra
çekmekle meşgul olduğu görülmektedir. Birincide nişancının önünde iki kişi -ki
her halde reisülküttab ile tezkireci olmalıdır-, İkincide ise bir kişi ellerinde
kâğıtlar oldukları halde durmaktadırlar. Yine birincide reis tahtasının
arkasında üç kâtibin vazife gördüğü anlaşılmaktadır. İbrahim Han'ın kabûlünü
"..elçinin arza girecek etbainın her birini ikişer nefer kapucıbaşı ağalar meyanlanndan tutup
.." Teşrîfat-ı Kadîm e, 75; ".. rikâb-ı hümâyûn ağalan elçiyi bâzûlanndan tutarak Arz
Odası'na götürüp huzûr-ı hümâyûnda yer öptürürler" Tevki'î Abdurrahman Paşa, s. 514.
Teşrîfat-ı Kadîme, s. 75.
Tevki'î Abdurrahman Paşa, s. 514; Mustafa Münif, Defter-i Teşrifat, vr. 86b.
Üniv. Ktb., TY, nr. 9810, vr. 50a.
TSMK, B. nr. 200, vr. 29a.
a.g.e., vr. 142.
M.S. KÜTÜKOĞLU
56
tasvir eden minyatürde47 ise defterdarlar yoktur. Her halde henüz arzdan •
dönmemiş olmalıdırlar. Nişancı ile önünde reisülküttab, kapının sağ tarafında
iki kâtib ile dışında iki kapıcı görülmektedir.
Sadrazamlar, serdar-ı ekrem sıfatıyla sefere gidecekleri zaman yine
padişah tarafından Arz Odası'nda huzura kabûl edilirlerdi. Bu kabûlde
sadrazama, serâsere kaplı hil‘at, murassa sorguç, mücevherli tirkeş ve kılıç
verilirdi. Sadrazam İbrahim Paşa 1599'da Macar seferine serdar tayin olunup
20 Şevvalde padişahın huzûruna kabûl edildiğinde üç murassa sorguç ve
mücevher tirkeş takınıp çıkmıştı48. Güzel bir tesadüfle, Sultan III. Murad
Şehinşahnâm e'sinde bu kabûlün minyatürle tasvirini buluyoruz49. Paşa,
sorguç, tirkeş ve kılıcı takınmış olarak tahtın sağmda padişahla konuşur
vaziyette görülmektedir. Padişahın solunda ise iki hasodalı vardır. Bunun gibi
Sinan50 ve Ferhad Paşa51'larm İran seferi serdarlıklan da çok benzer şekilde
tasvir edilmiştir. Yalnız Ferhad Paşa padişahın sol tarafında olup başmda da
iki sorguç görülmektedir. Daha sonraki devirlerde de sadrazamın serdâr-ı
ekrem tayininde padişah tarafından Arz Odası'nda kabûlü usûlü aynı şekilde
devam etmiştir52.
Son olarak dîvân üyelerinin kıyafetlerinden de bahs etmek uygun
olacaktır. Tevki'î Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi'nde53 Dîvân-ı Hümâyûn
günlerinde vezirlerin başlarına mücevveze, sırtlarına ise kumaş üst ve lokmalı
kumaş iç kaftan giydikleri kayıtlıdır. Mustafa Münîf, sadrazamın salı
dîvânında beyaz üst, pazar günü dîvân olduğu takdirde ise kırmızı üst
giymesinin "kanûn-ı kadîm" olduğunu kayd eder54. Es‘ad Efendi, yabancı
a.g.e., vr. 37a.
48
49
Selânikî, M. İpşirli nşr. s. 807.
TSMK, B. nr. 200, vr. 95b.
5 0
O U
a.g.e., vr. 9b.
51
o,
a.g.e., vr. 93a.
52
•
Köprülü Fazıl Ahmed Paşa'nm Girid seferi serdar-ı ekremliği (Silâhdar Fındıklılı Meh-med
Ağa, Tarih, I, İstanbul 1928, s. 409); ile Yeğen Mehmed Paşa'ya 1150 (1738)'de Avusturya ve
Rusya ile yapılan harbdeki serdar-ı ekremlik tevcihi (Sami-Şakir-Subhi, Tarih, İstanbul
1198, 122a) m isâl olarak verilebilir. Ayrıca bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, O sm a n lı
Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, İstanbul 1948, s. 160.
53
<1«
s. 515.
54 "Sadnâzam efendimiz salı dîvânında beyaz üst ve pazar günü dîvân-ı hümâyûn olursa
kırmızı üst giym eleri kanûn-ı kadîmdir, deyü hatt-ı şerîf ile muanven olan defterde
mukayyeddir" Defter-i Teşrifat, vr. 85a
Teşrîfût-ı Kadîm e, s. 67.
MİNYATÜRLERDE DİVÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI
57
elçilerin kabûl edildikleri gün yapılan merasimi anlatırken sadrazamın dîvâna
beyaz atlas üst ve kallâvi ile geldiğini belirtir55.
Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarıyla Arz Odasım tasvir eden minyatürlerin
bir kısırımda sadrazamın üzerinde renkli ve desenli, muhtemelen serâser üst
varsa da çoğunda beyaz üst giydiği görülmektedir56 . Böylece, kanunnâme ve
teşrifatnâmelerde verilen bilgilerle minyatürler arasında bir mutabakat
sağlanmaktadır. Hatta, eğer bu kaideye tamamen riâyet edildiği, tasvirlerin
ise sembolik olarak yapılmamış oldukları husûsunda kanaat hasıl olabilirse
minyatürlerde resm edilen olayların gününü tesbit etmek dahi mümkündür.
56 Hünernâme, I, 19a; II, 237b, 242a; Şahnâme-i Selim Han, 53b; Şehinşahnâme, I, 41b.
Resini 1: Vezir sayısının dört olarak gösterildiği bir Dîvân-ı Hümâyûn toplantısı.
Kasr-ı adlin altında sadrazam, sağında dört vezir, solunda kazaskerler, onların altında defterdarlar, solda tuğra
çekmekte olan nişancı görülmektedir. (Seyyid Lokman, Hünernâme, I, TSMK, H. 1523, 19a)
r
M.S. KÜTÜKOĞLU
Resim 2: Vezir sayısının iiç olarak gösterildiği Dîvân-ı Hümâyûn.
Sadrazamın solunda kazaskerler, alt tarafta üç defterdar ve arkalarında maliye kalemleri şefleri;
alt tarafta sağda dîvân kâtibleri görünüyor.(Seyyid Lokman, Süleymannâme, H. 1517, 37b)
59
60
MİNYATÜRLERDE DİVÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI
Resim 3: Kubbealtı'nda Dîvân-ı Hümâyûn toplantısı.
Sadrazamın sağında üç kubbe veziri görünüyor. (Seyyid Lokman, Hilnernâme,
II, TSMK, H. 1524, 237b) •
M.S. KÜTÜKOĞLU
Resim 4: Kubbealtı'nda Dîvân-ı Hümâyûn toplantısı.
Sadrazamın sağında üç kubbealtı veziri görünüyor. (Seyyid Lokman, Hünernâme,
II, TSMK, H. 1524, 242a)
62
MİNYATÜRLERDE DİVÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI
Resim 5: Sultan II. Selim'in Kasr ı adl'den Kubbealtı'ndaki topa ok attığını gösteren minyatür.
Vezir sayısı beş olarak görünüyor. (Şalmâme-i Selim Han, TSMK, A. 3595, İla)
M.S. KÜTÜKOĞLU
Resim 6: Safevî elçisi Şahkulu Han'ın kabûlü merasimi.
Vezir sayısı beş olarak görünüyor. (Şahnâme-i Selim Han, TSMK, A. 3595, 53b)
63
64
MİNYATÜRLERDE DÎVÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI
Resim 7a: İran elçisi Maksud'un kabûlü sırasında’üç defterdann Kubbealtına dönüp
oturduklan, nişancının ise tuğra çektiğini gösteren minyatür.
(Seyyid Lokman, Şehinşahnâme, II, TSMK, B. 200, 29a)
M.S. KÜTÜKOĞLU
Resim 7b: İran elçisi Maksudun Arz Odasında huzûra kabûlünü gösteren minyatür.
(Seyyid Lokman, Şehinşahnâme, II, TSMK, B. 200, 28b)
65
66
MİNYATÜRLERDE DİVÂN-I HÜMÂYÛN VE ARZ ODASI
Resim 8a: Fas elçisinin huzura kabûlü sırasında Kubbcaltında oturan defterdarlar ve tuğra çeken
nişancıyı gösteren diğer bir minyatür. (Seyyid Lokman. Şehinşahnâme, II, TSMK, B. 200, 142a)
M.S. KÜTÜKOĞLU
Resim 8b: Fas elçisinin Arz Odasında huzûra kabûlünü gösteren minyatür.
Solda sadrazam ve dört vezir, arkada elçi görülüyor. (Seyyid Lokman, Şehinşaluıâme,
II, TSMK, B. 200, 141b)
Resim 9: Avusturya elçisinin huzûra kabulü.
Vezir sayısı dört olarak görünüyor. (Nushetii'l-ahbar der Sefer-i Sigetvar, TSMK, nr. 1339, 178a)
Selânik'te Onsekizinci Yüzyılın Sonunda
MASARİF-İ VİLÂYET DEFTERLERİ
M erkezî Hükümet, Taşra İdaresi Ve Şehir Yönetimi Üçgeninde
M alî İşlem ler
Chrıstoph K. Neumann*
Giriş: bir kaynak türü olarak masarif-i vilâyet defterleri
Masarif-i vilâyet defterleri, Yavuz Cezar'm "18. ve 19. Yüzyıllarda
Osmanlı Taşrasmda Oluşan Yeni Mali Sektörün Mahiyet ve Büyüklüğü
Üzerine" adlı makalesinden1 dolayı artık iyice bilinen Osmanlı vesika
türlerindendir. Cezar, bu önemli çalışmasında özellikle Başbakanlık Osmanlı
Arşivi'nde mevcut defterleri ayrıntılı bir şekilde ele almış ve bu kaynaklar
hakkında derli toplu bilgi vermiştir. Bunun için masarif defterlerinin genel
*
Dr. phil., M .A., DFG (Alman Araştırma Birliği) araştırma bursiyeri ve Prag Karlovâ
Üniversitesi öğretim görevlisi. Her zamanki gibi Tiirkçemi düzelten Olcay Akyıldız'a
(B.Ü., Oriyent Enstitüsü) her zamanki gibi sadece yetersiz şükranlarımı sunabiliyorum.
Yavuz Cesar, "18. V e 19. Yüzyıllarda Osmanlı Taşrasmda Oluşan Yeni Mali Sektörün
Mahiyet V e Büyüklüğü Üzerine", Toplum Ve Ekonomi 9 (1996) : 89-145. Masarif-i
vilâyeti ilk inceleyen araştırmacı ise Evgenij Radusev idi. Bkz.: "Les dépenses locales dans
l'Empire Ottoman au XlIIe siècle: Selon les données des registres de cadi des Ruse, Vidin,
et Sofia", Etudes Balkaniques XVI,/3 (1980): 74-94. ¡er'iye sicillerinin ihtiva ettiği çok
zengin bilgilere dayanan bu çalışmada, Osmanlı malî sisteminin reayayı sömürmeği
neredeyse mutlak bir şekilde amaçladığı varsayılıyor (krş. s. 82, 85 v.s.). Bu hipotez, elitler
ile ahali arasında kesin bir ayrımın mevcut olduğu yönünde sun'î görüşe dayanıyor. Cezar,
bu makaleden haberdar görünmüyor. Tevzi' defterleri, daha önce Bruce McGowan gibi
avarız vergüeriyle ilgüenen araştırmacılar tarafından kullanılmakla beraber diplomatik
bakımdan etraflı bir şekilde ele alınmamıştır. Bruce McGowan, Economic Life in the
Ottoman Europe: Taxation, Trade and the Struggle fo r Land, 1600-1800, Cambridge v.s.
(1981): krş. endeks "tax", özellikle 155-61. McGowan, tevzi'lerin Belgrad'da nasıl
yapıldığım canlı bir şekilde tasvir eden bir hatirayı s. 161'de nakleder. Buna benzeyen bir
metin için bkz.: Michael O.H. Ursmus, "'hane' in Kalkandelen, Tü'us' in Selanik:
Regionalspezifische Verwaltungspraktiken und -begriffe im Osmanischen Reich bis zum
Beginn der Tanzim at", Quellen zur G eschichte des Osmanischen R eiches und ihre
Interpretation, Istanbul (1994): 25-49 [= Türkische Wirtschafts- und Sozialgeschichte von
1071 bis 1920: Akten des IV. Internationalen Kongresses, nşr. Hans Georg Majer, Raoul
Motika, W iesbaden (1995): 343-362], burada 27-28. Yerel tevzi'lerin genel bir
nitelendirmesi için bkz.: s. 26-29.
CHRISTOPH K. NEUMANN
70
içeriği üzerinde uzun uzadıya durmak, bu makalenin çerçevesinde
lüzumsuzdur; ancak burada konu edilecek hususların anlaşılması için şart
olan ba'zı muhtasar bilgiler vermekle iktifa edilecektir.
Öbür taraftan Cezar, bu defterleri makalesinde adından da belli olduğu
gibi malî ta'rihin bir sektörünün gelişmesine ışık tutacak bir kaynak türü
olarak kullanmıştır. Onu ilgilendiren, Osmanlı vergi sisteminin nasıl geliştiği,
vergi tarhının ölçülmesinin istatistik yöntemlerle ne mertebe mümkün olduğu
ve mâliyenin bir sektörünün nasıl ortaya çıktığıydı.- Burada ise, iki birbiriyle
ilintili örnek üzerine durularak ba'zı diplomatik özellikler sayesinde merkezî
devlet ile taşra toplumu arasındaki ilişkiler bu defter türünde nasıl
gözlemlenebildiği, ilginin odağı olacak. Bakış zaviyelerinin arasındaki farkın
yer yer yorum farklarına yol açması tabiîdir.
Masarif-i vilâyet defterlerinin bir başka adı tevzi' defterleridir. Tevzi'
edilen ya'ni paylaştırılan, yerel yönetim tarafından toplanacak vergilerdir.
Bunlar arasında avarız ve nüzul vergileri önemli bir yer işgal eder, ve Cezar
bu vergileri masarif defterlerinin asıl esbab-ı mucibesi olarak görmektedir.2
Bütün tevzi'lerin kaza bazmda yapılması, bir ihtimal ile avarız vergileriyle
ilişkilerine dayanır. Çünkü avarız tevzi'atı da kazalarca (hattâ 1620'lere kadar
herhangi bir mübaşir ta'yin edilmeden kadılarca) tanzim olunuyordu.3
Avarız vergileri merkezî hâzineye ait bir gelirken,4 onları toplamak için
yaratılmış hane sistemi, sonradan imdadiyeler5 gibi valilere ait olan vergiler
ile yerel masrafları karşılayacak gelirlerin toplanması için de isti'mal edilmeğe
başlanmışta. Tevzi' usulü böylece çok kullanımlı bir malî araca dönüşürken
avarız hanesi ile tevzi' hanesi arasında farklılıklar meydana gelmeğe
başlamış. Avarız hanelerinin adedi belirli bir yörenin avarız vergi yükünü
tespite yarıyordu, tevzi' haneleri ise, mahalle olsun, köy olsun o yörenin
meskûn yerlerinin malî yükün paylaşımında mahallî olarak kararlaştırılan
hisselerini belirliyordu.6
Cezar, a.g.m .: 93-95.
Linda T. Darling, Revenue-Raising and Legitimacy: Tax-Collection and Finance
Administration in the Ottoman Empire, 1560-1660, Leiden, New York, Köln (1996): 165166, ayrıca s. 174-176.
Avarız hakkında bkz.: İslâm Ansiklopedisi 2: 13-19 (mad. "Avarız", Ömer Lûtfı Barkan);
McGowan, a.g.e., 105-119, ayrıca endeks ("tax house" altında); Ahmet Tabakoğlu,
Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı M âliyesi, İstanbul (1985): 153-164; Yavuz Cezar,
Osmanlı Mâliyesinde Bunalım Ve Değişim Dönemi: XVIII. yy'dan Tanzimat'a M ali Tarih,
[İstanbul] (1986)-119-125.
İmdadiyeler hakkında bkz.: Tabakoğlu, Osmanlı M âliyesi: 266-269; Cezar, Bunalım Ve
Değişim Dönemi: 53-64; Radusev, a.g.m.: 76-81.
Detaylı bir tahlil için bkz.: Michael O.H. Ursinus, '"Yavan3 İanesi' und 'tevz_Y İanesi' in
der Lokalverwaltung des Kaza Manastır (Bitola) im 17. Jh.", Quellen zur Geschichte des
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
71
İmdadiyeler gibi düzenli bir şekilde toplanan ve bir fermanla
meşrulaştırılan vergilerden ârızî ve yasal dayanağı olmayan ödemelere kadar
farklı kalemler kapsayan bu tevzi'ler, ancak kısmen merkezî idarenin denetimi
altındaydı. Cezar, bu kontrolsüzlüğün nasıl yerel inisyatife bırakılmış yeni bir
malî sektörün ortaya çıkmasına yol açtığmı anlatıyor. Bu çekişmeli geçen
inkişaf süreci esnasında, sultanın meşruiyet tekelini elinden bırakm am akta
direnen Osmanlı bürokrasisi, kendi ideolojisinin gereği olarak uzaktan bir
denetim mekanizmasını kurmaya çalıştı. Bu mekanizma, tevzi'leri ancak belli
ta'rihlerinde (ruz-ı Hızır ile ruz-ı Kasım'da) düzenletmek, tertiplenen
defterleri „salyane defteri"7 adıyla da anarak kontrol için bab-ı defterîye
göndertmek ve defterlerde gösterilen rakamlardan indirimler („tenzilât")
yapmaktan ibaret idi.8
Filizlenen merkezîleşme ve modernleşme çabası doğrultusunda bu
uzaktan denetim teşebbüsünün tevzi'lerde belirli, bir standartlaşmaya yol
açtığı düşünülebilirdi. Oysa, Cezar böyle bir eğilimi gözlemleyemediğini
yazıyor.9 Hem 18inci yüzyılın sonlarında ve- 19uncu yüzyılın başlarında
merkezî idarenin imparatorluğun her bölgesinde aym yasaları ikame etmek
kaygısını taşımadığı bellidir, hem de uygulanabilir kaideler koymak için önşart
olan bilgilere ancak kısmen sahip idi. Bu sebeple rapor veya şikâyet şeklinde
taşradan hâzineye ulaşan bilgileri daha çok kestirme ve akıl yürütmeler ile
değerlendirmek zorunda kalmıştır.
Tevzi' edilen masrafların murakabesi uzmanlaşmış bir kadroya değil,
ancak „bir iki eski bürokratın eline" bırakılması ve altı ayda bir tevzi'den
sonra yapılması,10 baştan beri kontrolün etkisini epey azaltmıştır. Üstelik,
Osmanischen Reiches: 13-24 [= Prilozi za Orijentalnu Filologiju 30 (1980): 481-49 (= III
M ed'unarodni sim pozijum za predosm anske i osmanske studije: Sarajevo, 18-22.
septem bra 1978)]. Farklı hane kotaları hakkında ayriyeten bkz.: Marianne Kathrin
Neumann, D ie Rückwirkungen des osmanisch-russischen Krieges auf den Gerichtssprengel
Qaraferya (Veroia) im Jahre 1771: Nach dem Protokoll des Kadiam tes, neşredilmemiş
master tezi, München (1988): 96-116.
Daha çok 15inci ve 16mcı yüzyıllarda oluşan ve özellikle İstanbul'dan nispeten uzak
yerlere ta'yin edilen me'murlara mahsus olan bir maaş sistemi için kullanılan „salyane"
kelimesi, burada yıllık vergi veya yıllık vergi hesabı anlamına gelir. Bu son anlama yakın
bir tanımlama için bkz.: Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih D eyim leri Ve Terim leri
Sözlüğü, İstanbul (1946-54, 1983), 3: 111-12 (madde sonu). İki anlamın arasındaki
köprünün, salyane maaşları için yıllık olarak düzenlenen ve salyane bürosunda işlenen
iltizamlar olduğu düşünülebilir. Büro için bkz.: Yavuz Cezar,"OsmanlıDevleti'nin
Merkez Mali Bürokrasi Tarihine Giriş: XIII Yüzyılda Bâb-ı Defterî", Toplum Ve Ekonomi
4(1993): 129-160, burada 139,153.
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 104-105.
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör" : 108-110.
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 104-105.
72
CHRISTOPH K. NEUMANN
yasal olmayan ta'rihlerde yapılmış tevzi'lerin merkezî idareden gizli kalması,
eksik defterlerin gönderilmesi veya defterlerin hiç gönderilmemesi gibi
hadiselere mani' olmağa bab-ı defterinin şansı pek yoktu. Merkezî
bürokrasinin bütün bunları pekâlâ bildiği varsayılabilir. O zaman bu
uygulamalım mantığı ne idi? Doğrudan bundan bahseden kaynaklar şimdilik
bilinmiyor; bundan dolayı kesin bir şey söylemekten kaçınmalı. Fakat
uygulamamn, bir taraftan sembolik bir düzeyde padişahın hükümranlığını
yaşatmak, öbür taraftan olası şikâyetler ve aksatmalar halinde bir emre
isti'nat olabilecek bilgiler toplamayı amaçladığı akla yakındır. Bu varsayım
doğru ise, tevzi'leri kontrol hadisesi çağdaşlaşma kuramlarına destek
olmaktan çok uzaktır.
Yerel perspektiften bakılırsa bir tevzi’ kaleminin yasal olup
olmamasının ancak taü' öneme sahip olduğunu tahmin edebiliriz. Defterlerin
„masarif defterleri" olarak geçmesi, yerel bakışı iyi tanımhyor. Burada tarh
edilen, şu veya bu sebeple yapılması gereken masrafların karşılığı idi.
Masrafı icap ettiren husus, bir ferman ile emredilmiş olabiliyorken tamamıyla
yerli, İstanbul'a belki hiç aksedilmeyen fakat masraf gerektirdiğine dair
mutabakata varılan bir hadise de olabiliyordu.
Mutabık kalanlar ya'ni tevzi'in ayrıntılarına karar verenler kim idi?
Kaynaklar genellikle bu konuda pek bilgi vermezler. Kadı veya naibin vazife
gereği önemli bir rol oynadığı, defterin yazılmasına en azından nezaret ettiği,
defterlerin ,,ma'rifet-i şer'le" bir araya getirilmiş olduğunu belirten standart
formülden anlaşılır. Öbür sürece katılanlar ise genellikle "a'yan-ı belde” veya
,,vücuh-ı vilâyet" gibi pek yuvarlak ta'birler ile tanımlanıyor. Söz konusu
kazanın İdarî ve İçtimaî yapısının belirleyici olduğu düşünülebilir.
Yüksek rütbeli me'murlar, a'yanlar, voyvodalar, mültezimler, ulema',
esnaf, teşkilâtının önde gelenleri, büyük vakıfların yöneticileri muhtemel
katılımcı olarak akla gelenlerdendir. Söz sahibi olan ve belki de organize
edilmiş bir ödeme gücünü temsil eden insanlar, ancak tevzi' ile ilgili ve imza
listeh bir mahzar mevcut olduğu hallerde tam olarak belli olur.
Tevzi' süreci ba'zen çok çekişmeli geçiyordu. Buna bir misal, 18inci
yüzyılın sonlarına doğru Konya'da yıllar boyu evkaf-ı Celâliye ile şehrin öbür
ileri gelenleri arasında süregelen kavgaydı. Mevlâna sülâlesi kendilerinin ve
vakıfların muafiyetini korumak derdinde iken Konya'nın öteki söz sahipleri,
onların da menzil masraflarının ağırhğını paylaşması gerektiğini savundular
ve sonunda, merkezî idarenin de müdahalesiyle, galip geldiler.11
Ayrıntılar için bkz.: Christoph K. Neumann, "19'uncu Yüzyıla Girerken Konya M evlevi
Asitanesi İle Devlet Arasındaki İlişkiler", Türkiyat Araştırmaları D ergisi ü , 2 (1996 = II.
M illetlerarası Osmanlı Devleti'rıde Mevlevîhaneler Kongresi: Tebliğler) : 167-179, burada
175-176.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
73
Bu örnek, çatışmanın her zaman yerel toplum ile merkezî idare arasında
cereyan etmediğini de gösteriyor. Öbür tarafta tevzi'ler, şark şehri
paradigmasının öngörmediği kent özidaresi, şehir toplumunun kendi kendini
bir şekilde temsili ve hattâ (çoğu zaman çok yüksek seviyede olmaması
muhtemel olmakla beraber) şehir özyönetiminin kurumsallaşmasını
gerektiriyordu. Burada da, bir şehrin örneği ele alınarak sorunun bu veçhesi
üzerinde durulacak, ya'ni defterler taşra şehri, ile merkezî idare arasındaki
ilişkileri aydınlatmak için kullanılacak.
Selânik'in yıllık masarif-i vilâyet defterleri
Transliterasyonu ekte verilmiş iki defter, Selanik şehir ve kazasma ait
yıllık masraf-ı vilâyet defterleridir. İkisi de Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde
muhafaza edilmektedir. Birincisine, Cevdet Dahiliye 4017 numarası
verilmiştir. 3-3/4-1209 (21.6.1795) tarihini taşıyan bu liste, ruz-ı Hızır 1208
ile ruz-ı Hızır 1209 arasında sarfedilen meblâğlarla ilgilidir. İkincisi, Cevdet
Belediye 4291 numarasıyla kayıtlı12 ve 1-3/4-1212, ya'ni 17.V.1798 tarihlidir.
Defter, ruz-ı Hızır 1211 ile ruz-ı Hızır 1212 arasındaki zamanı kapsar. İki
defter, İstanbul'a gönderilen ve üzerinde bab-ı defterî'ce yapılan tenkihler
yazılan salyane defterleridir.
Defterlerin bir yıllık olmaları aslında bir kuraldışılık teşkîl ediyordu.
Çünkü ruz-ı Hızır’dan ruz-ı Kasım'a ve ruz-ı Kasım'dan ruz-ı Hızır'a kadar
yapılan masrafları kapsamak üzere her sene ikişer defter düzenlemek daha
önce ferman olunmuştur. Oysa, Cezar'ın yayımladığı 1206 (1792/93) ta'rihli
bir belge, o senede de Selanik kazası tarafından iki adet yıllık defterin bab-ı
defterîye gönderildiğini gösteriyor.13 Tevzi'in yıllık ve iki ayn defter şeklinde
hesaplanması, merkezî idare tarafından vaz'edilen kaidelere iki açık tenakuz
arzediyor. Ancak yerel düzeyde gelenek olmuş gibi görünen bu uygulamaya
karşı bab-ı defterî tahammülkâr bir tavır takınmıştır.
Defterlerin merkezî idarenin istediği gibi "her altı ayda bir değil, senede
bir tertip edilmesi, Cezar'm sıklığından bahsettiği bir kuraldışılık.14 Merkezî
idare, taşra mâliyesini mümkün olduğu kadar yakından ta'kip etmek şevkiyle
yarım senede bir tevzi'ler hakkında muhasebeler irsalini emrederken,
defterleri düzenleyenler için yılda bir bilanço çıkarmanın avantajları
meydandadır. Osmanlı merkezî devletinin günlük idareye yaptırım zaafiyeti
Mahiyeti aynı iki listenin Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nin Cevdet tasnifinin farklı iki
yerinde kayıtlı olması, özellikle XVIII inci yüzyılla Tanzimat öncesi XIX uncu yüzyıla ait
önemli evrak içeren fakat amatörce hazırlanan bu tasnifi yeniden ele alma zaruretini
belgeleyen ancak bir küçük misaldir.
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 121.
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 116-117.
74
CHRISTOPH K. NEUMANN
göz önünde bulundurulursa, neticede tevzi'lerin çoğunun senede bir
hesaplanması garipsenemez.15
Bu iki özelliğin daha ilginç olanı, iki koşut defterin hazırlanması idi.
Birden fazla tevzi' defterinin hazırlanması tevzi'i tertip edenleri çoğu zaman
etkili bir denetimden kurtaran bir usul iken, merkezî idare ile tevzi’ edilen
meblâğları ödemekle mükellef reaya zaviyesinden su'-i isti'mallara çok açık
idi: karışan hesaplar, gönderilmeyen defterler, sicil kayıtlarına uymayan
salyane defterleri veya ayrı defterlerde mükerrer kalemler, basit fakat başarılı
tahrif teknikleri idi.16 Bundan dolayı birden çok defter tertip etme usulü,
usulsüzlük ve hattâ yolsuzluk sayılırdı.17
Selânik örneğinde ise, bu kabilden baştan aldatmaca olan bir
düzenlemeden sözetmek daha zordur. Yıllar boyu muhafaza edilen iki defterli
tertipteki devamlılık ve merkezî idarenin buna tahammülü, burada mahallî
vergilendirme sisteminin inkişafına paralel teşekkül etmiş bir tevzi' usulünün
söz konusu olduğuna işarettir. İki defterin, aynı anda Selânik'ten İstanbul'a
gönderildikleri kuvvetle muhtemeldir,18 ya'ni merkezî idareye karşı şeffaf bir
tavır .takınmıştı. Üstelik, belgelerimizde bab-ı defterî'ce yapılan tenkih ve
tenzillerin hiç birisinde bir ödemenin başka bir defterde geçtiğinden bu yerde
tekerrür edemeyeceği öne sürülmüyor. Selânik'te masarifin iki ayrı tevzi'e
tabi' tutulması, tarh metodu ile mükellef grupların mahiyetinin ilgili olması, bu
ikiliğin bir aldatmaca olmasından daha akla yakındır.
Elimizdeki belgeler, aynı seneye ait değil. Buna rağmen, birbirini
bütünleyecek bir şekilde tertip edilen iki Selânik tevzi'ine ait olmasına i'timat
edilebilir. Daha önce bahsi geçen belgede Selânik'in iki tevzi'i nitelendirilir:
Birisi, bir maktu'at defteridir ve toplam 47,565 guruşa baliğ olan ödemeler
ihtiva ediyor. Bunların arasında, bir maktu'-ı ehl-i İslâm ile, iki hassm ve koni­
yi hümayunun maktu'atı var. İkinci defterin tarhı, 145,146 guruşluk bir
meblâğdır. Bu ödemelerin mahiyeti hakkında ise bilgi verilmiyor.19 Manisa,
En geç 1830'ten sonra Selânik'te de yılda iki kere tevzi'ler düzenlenirdi. O zaman galiba
iki paralel defterin tertibi sona ermiştir. Bkz. Ursinus,-"Hane - rüus": 38.
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 102-105. Bütün bu uygulamalar ve su'-i
isti'm allar II-3 /4 a -1198 (2 6 .IX .-5 .X .1784) ta'rihli bir adaletnam ede sayılıp
yasaklanmaktadır. Metni için Cezar, Bunalım Ve Değişim Dönemi: 331-332.
17
18
19
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 136-141 (ek 15 ile 16'daki belgeler).
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 121 (ek 1): "... bu d efa Selânik kazasının
iki defa [!] masârif defteri vârid oldığına binâen..."
a.g.y.; Radusev, a.g.m.: 90, ba'zen bir tek defterde farklı tarhların (çiftlikât ile avarız
haneleri) bir arada olduğuna dair bir örnek veriyor.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
75
Ankara ve Kayseri'de toplanan vilâyet masrafları ile karşılaştırılırsa
Selanik'te tarh edilen verginin değeri belli olur.20
Burada incelenen listeler bu tavsife uygundur. 1209 ta'rihli C.DAH 4017
numarak defter, kendini "bir sene zarfında cümle vücuh-ı ehalî ma'rifetleri ye
ma'rifet-i şer'le maktu'ata tarh ve tevzi1olunan mebaliğ taraf-ı vilâyet icün sarf
olunub sicill-i mahfuzdan ihraç olunan masarifatın müfredat defteri(dir)"
olarak nitelendiriyor.
Burada maktu' olan, listenin aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde
incelenecek olan muhtevası değil, masrafları karşılayacak olan paralardır.
Beklenilen, maktu'21 olarak merkezî idarece istenen bir bedel veya bir avarız
vergisi olurdu. Oysa, burada maktu' olarak ödenen vergiler ve bedellerin
ba'zılan masraflara mahsup olurdu, ba'zılan ise birer fon olarak işlev görürdü.
Birinci gruba girenler şehir kethüdasına verilen bir pişkeşle (firu-nihade) 1207
ta'rihli belgesine uyan ba'zı maktu' imdadiyeler: Bunlar, kömür-keşan reaya,
hass-ı Lunguz [!] kurası reayası ile Selânik'te oturan müslümanlar tarafından
toplanan paralar idi. Bu vergilerin nasıl tevzi' olunduğuna dair ise bilgi yok.
Bu grup ödeme, listede "ihracat" diye geçiyor.
ikinci grup ise, maktu'ata taksim edilmiş "hisse"lerdir. Ba'zı maktu'
vergi ödemelerinin mütenevvi' gaye ve ihtiyaçlara para bulunduran fonlar
olarak isti'mal edildiği anlaşılıyor.22
Burada tabiî ki sadece Selânik kazasının mahallî masraflarıyla ilgili
veçhe gözüküyor. C.DAH 4017'de verilen rakamlar -muhtemelen guruşun
küsurları çıkmayacak şekilde hesap edildiği için- guruş guruşuna uymamakla
beraber ortaya çıkan tablo şöyle: İhracattan sonra kalan 26,940 guruşluk
masraflar, yediye bölünerek, yedide bir değerinde bir kısım, Selânik
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör”: 101-102. Kayseri örneğinde 1813/14 için
155.586 guruşluk tevzi’at ilk bakışta çok farklı görünmüyor. Ancak 1798 üe 1813 arasında
guruşun gümüş değerinin %25 oranında azaltılmış olması hesaba katılırsa (ve Kayseri'de
avarız vergilerinin de meblâğa dahil olduğu düşünülürse) iki şehrin arasındaki açık fark
belli olur. Balkanlar'da masarif-i vilâyetin yükseldiği krş. Radusev, a.g.m.: 91-93.
21
22
M aktua "belli bir meblâğ karşılığı işletm eye verilen mukataadır" (Tabakoğlu, O sm anlı
hialiyesi: 121), veya "bir mukataada vergi miktar veya oranlan önemini yitirdiği ve vergi
maktu olarak tahsil olunmaya başlandığı anda mukataa"nm dönüştüğü şekildir (Cezar,
Bunalım Ve Değişim Dönemi: 23, ayriyeten endeks'e bkz.), veya "a lump sum agreed upon
for payment o f rent or taxes" (Halil İnalcık, "Glossary", An Economic and Social H istory
o f the Ottoman Empire: 1300-1914, nşr. Halü İnalcık, Donald Quataert, Cambridge, New
York, Melbourne (1994): 995-1002, burada s. 998).
Mukataa mallarım taşralarda fon olarak isti'malı genelgeçer bir uygulama gibi görü-nüyor
(bir misal için bkz. Neumann, a.g.m.: 173, n. 24). Ancak bu, mukataalann (ve özellikle
hasların) gitgide merkezî kontrol altına girmesi ile_ mütenasip bir süreçtir. Buna göre,
mukataa mallarından yapılan ödemelerin ferman veya emr-i âlîye müste'nit olm ası
gerekirken, Selânik örneğinde bunun izi bile yok.
76
CHRISTOPH K. NEUMANN
Yahudilerinin hissesi, yedide iki değerinde bir kısım ise Rumların hissesi
i'tibar olunuyordu. Geri kalan yedide dört büyüklüğünde meblâğ 19'a taksim
edilerek ortaya çıkan 19 paym biri tuzculara, ikisi îshak Paşa vakfına,
sekizeri Gazi Evrenos vakfıyla avarız hanesi sistemine dahil civar köylere
"hisse" olarak ödettiriliyordu.
Neticede, şu veya bu şekilde şehirde ve kazada yaşayan herkes, bu
defterin tevzi'ine tabi' tutulmuş oluyordu. Ancak, büyük iki vakıf, civar
köylerde yaşayan çiftçiler ve tuzcu veya kömürcü ameleler ile şehirde
yaşayan Gayri-Müslimlerin vergi yükü, Selânik Müslümanlannkine nazaran
çok büyüktü.
1212 ta'rihli C.BEL 4291 numaralı defterin yekûnu 190,463 guruştur,
ya'ni hem C.DAH 4017'e göre çok yüksek, hem 1207 ta'rihli belgede
zikredilen 145,146 guruşluk defterinkinin raddelerinde. Bu defterde ödeyenler
hakkında malûmat verilmiyor. Ancak mukaddimesinde, kadı ("ma'rifet-i şer’") ~
ile şehirde yaşayan toplulukların ileri gelenlerinin ("vücuh-ı ehalî") defterin
tahririnde ortak mesai yaptıkları tasrih ediliyor. Bu insanların kimler olduğu
tahmin edilebiliyor. C.BEL 4291 numaralı defterin düzenlediği 1212 senesine
ait, Selânik kazasının "ulema1ve suleha' ve eimme ve hutaba1ve a'yan u eşraf
ve ashab-ı alâka ve sair fukara1 kullarının" bir zahire mübayaası ile ilgili
önerileri bir mahzar olarak İstanbul hükümetine arzolunmuştur.23 Mahzarı
unvan ve isim yazarak mühürleyenlerin vilâyet masraflarının tevzi'inde söz
sahibi olanlarıyla büyük oranda aynı oldukları muhtemeldir.
imza atanlar arasında şehrin kadısı yok. Fakat listenin başında ulema'
geliyor: bu grup, üç müderris, sonra nakib ül-eşrafm kaim-makamı ile müfti,
sonra beş hatip, bir şeyh ül-kurra, aralarına bir hatip daha alan sekiz imam,
nihayet îshak Paşa vakfının mütevellisinden ibarettir. Ondan sonra 25
"ashab-ı alâka" geliyorlar; ya'ni a'yanlar, çiftlik sahipleri, mültezimler, belki de
voyvodalar. Birçoğunun elinde farklı hukukî statüye tabi' olan toprakların
olduğu, kendilerinin türlü menfaatlarmm sayesinde türlü vazife ve
unvanlarının olduğu beklenebilir. Bu kişilerin zahire mübayaası ile ilgili
hususlarda önemli bir rol oynamalarıyla bu listede aldıkları mütemayiz yer
izah edilebilir. Çünkü ancak onlardan sonra Selânik livasının mütesellimi
(ya'ni vali vekili), gümrük emini, evlâd-ı fatihan zabiti ile cizye muhassılı gibi
önemli vazifeleri haiz adamlarla, sadece ismiyle mührü basan Yusuf-Beyzade Seyyid Abd ür-Rahman24 ve silihdar-ı hassa Seyyid İbrahim gibi
C. BEL 3363: var. 3.
24
Kapıcıbaşı olarak 5-N-1247 (7.11.1832) vefat eden Küçük-Yusuf-Bey-zade Abd ur-Rahman
. Bey ve oğlu hakkında bkz.: Mehmed Süreyya, Sicili İnalcik-i O sm anî Yahud Tezkire-i
Meşuhir-i Osmaniye, c. 3, [İstanbul] (1311): 326.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
77
kişilerden ibaret bir grup geliyor. Listenin sonunda 19 askerî zabitin isim ile
mühürleri geliyor.
Şehirde nüfuzun çoğunluğu olan Rumların ve özellikle Yahudîlerin, hak
ve çıkarlarım nasıl ve ne derece muhafaza edebildiklerini tahmin bile etmek
zordur. Bu nev'-i mahzarlara mühür basmadıkları bu tür toplantılara iştirak
etmedikleri veya başka bir şekilde seslerini duyurmadıkları anlamına gelebilir
de, gelmeyebilir de. Her hal ü kârda listeyi imzalayan 71 insanla mollâ ve valî
Selânik müslümanlannın ileri gelenleri idi. Onların sözü, şehirde geçiyordu.
Üzerinde mutabakata vardıkları masrafların yekûnunun sonra şehrin
avarız hanelerine taksim edildiği kuvvetle muhtemeldir.25 Fakat salyane
defterleri, hanelere taksim hakkında bilgi ihtiva etmemekte; bu veçhe ancak
kadı sicillerinden öğrenilebilir. Salyane defterlerinin ihtiva ettiği ise, merkezî
idarenin emrettiği tenkihler. Bu hususa sonra dönülecek.
Şehir kethüdalığı
C.BEL 4291 numaralı defterin giriş kısmında başka bir husus da dikkat
çekicidir. Düzenleyenler arasında ilk olarak "hâlâ şehir kethüdası Amiş
Ağa"dan söz edilir. Bilindiği gibi Osmanlı hükümeti, a'yanlann nüfuzunu
kontrol altına almak ve a'yanhğı bir devlet kurumuna dönüştürmek amacıyla
özellikle 1774 barışından sonra birçok denemelere girişmiştir. Şehir
kethüdalığı, bu teşebbüslerin başarısızlığı üzerine a'yanlığm yerine geçmek
üzere 1786'da imparatorluk düzeyinde yaratılması istenen bir kurum idi.
Oysa, şehir kethüdaları merkezî hükümetin çıkarım etkili bir şekilde korumak
şöyle dursun, taşra elitleri ile merkezî idare arasında bir köprü bile
oluşturamamışlar. Bunun için şehir kethüdalığı 1790 yılında lağvedilmişti.26
Bundan sekiz sene sonra şehir kethüdasının Selânik masarif defterinin
girişinde mümtaz bir yere sahip olmasının nedeni için hazır bir açıklama yok
(hangi sebeple Amiş Ağa'nın ne adıyla ne şanıyla yukarıdaki mahzarın
altında gözükmediği de belli değiİ). Defter, şehir kethüdasının vazife ve
fonksiyonları hakkında bilgi ihtiva etmemekle beraber, ona yapılan ödemeleri
saymaktadır. Burada senelik ücret olarak aldığı 2,000 guruş, kurumun
nispeten prestijli ve nüfuzlu olmasına delîl sayılabilir. Defterin zikrettiği ve
kethüdalara yapılan ödemelerden hangilerinin ona, hangilerinin valî kethüdası
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": passim, verdiği bilgilerden başka bkz.
Ankara M illî Ktp., Manisa ¡er'iye Sicilleri 231: 222-220 (sayfalar arkadan doldurulmuştur.
Söz konusu belge, vilâyet masraflarının tevzi'atla ilgili ve IH-Ca-1207 ta'rihli bir fermanın
sureti), 148-145 (böyle bir defter); 229: 45-48 (1205 senesine ait başka bir örnek).
Y ücel Özkaya, O sm anlı İm paratorluğunda  yânlık, Ankara (1977): 288-98. ¡ehir
kethüdalığını lağveden ve Rumeli'nin orta ve sol kollan ile Anadolu'nun üç koluna
gönderilen III-Ra-1205 (28.XI.-7.XII. 1790) ta'rihli fermanın bir nüshası için bkz. BBAOA, C.DAH 2265.
CHRISTOPH K. NEUMANN
78
gibi bu unvana sahip olan başka me'murlara verildiği ise sarahatle bilinmez.
Ancak, listenin son kısmında müteferrik kayıt ve harçlar arasında gözüken
„kethüda efendiye ber mu'tad" 200 guruşluk masraf, şehir kethüdasına ait
olduğu kuvvetle muhtemel.27
C.DAH 4017 numaralı defterde ise, şehir kethüdası köprülerle özellikle
Kara Irmak Köprüsünün28 inşaatı ile ilgili meşgul görülüyor. Bu defterde ona
1,000 guruşluk bir ulûfe gözüküyor. Amiş Ağa'nın kethüdalıkla münasebetinin
ise o seneye dayanıp dayanmadığı ise pek belli değil. Burada „Berber" lakabı
ile tanmmiş bir Amiş Ağa, müsadere yönetmekle vazifelendirilmiş bir
kapucubaşıya şehir tarafından ta’yin edilmiş muhatap olarak geçiyor. Şehir
kethüdasının faaliyetleri ise isim vermeden zikrediliyor.
Her nasılsa, kurumun sultan tarafından kaldırılmasından yüksek ücretli
ve salâhiyettar bir şekilde devam etmesi, Selanik şehrinin ne derece kendi
kendini idare ettiğine işarettir. Selânik'te şehir kethüdalığınm Tanzimat
öncesine kadar devam ettiği de biliniyor.29
"Umur-ı vilâyet içün sarfı muktezi"
İki defterin mukaddimesinde de bu ibare yer alıyordu: Buna göre,
listeye dahil olan masraflar, lüzum ile vilâyetin işlerine mahsus olma
şartlarını yerine getiriyordu. Ne gibi ödemeler bu çatı altında bir araya
getiriliyordu? İki liste arasında mühim farklar var mı, varsa, neye isti'nat
ediyor? "Umur-ı vilâyet" ibaresi nasıl kavramlaştınlabilir? Akla gelen sorular
bunlardır.
Ekte tam metni tablo halinde verilen iki defterin kalemleri, tarafımca
birkaç gruba ayrılmıştı. Gruplar, ödemenin amacına göre tertip edilmiştir.
Böyle bir taksim, bir dereceye kadar keyfî ve sun'î olmağa mahkûmdur. Fakat
sonradan yapılmış ve modem büçe tekniklerinden mülhem bir tasnif, mümkün
olduğu kadar kaynağın sözlerine sadık bir sınıflandırma benimserse o
zamanki mantığın daha iyi idrak edilebileceğini düşünmekteyim.
BBA-OA, C. BEL 4291:2.
28
29
Kara Irmak, muhtemelen Selânik'in batısında geç Osmanlı döneminde büyük bir
mahallenin yeri olacak fayır tarafında akan bir su idi. C.BEL 4291'deki "Selânik
civarında Kara Irmak ta y ın ta'miri" buna bir delildir. Bkz. aşağıda n. ##. Belki de (daha
zaif bir olasılıkla) Y enice Gölü'nden Vardar nehrine ulaşan ve S tielers Handatlas'ta.
"Kara Azmak" olarak gösterilen su kastediliyor. Bkz. Stielers Handatlas, nşr. H. Haack,
lOGotha (1934-1936): paf. 53, D2. Bu çaya, O. Tafralı, Topographie d e Thessalonique,
Paris (1913): 22, eskiçağın Lydias nehriyle özdeşleştirerek "Mavroneri ou Karaschmac"
der. Öbür tarafta, eskiçağın Haliacmon'una "Vistritsa ou Carassou" dendiğini kaydeder
(a.g.y.).
Ursinus, "Hane - rüus": 37-38. Buna göre, şehir kethüdasının 1834 senesinde.yarım yıllık
ulûfe, 6,000 Er tutarında idi.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
79
îmdadiye grubu pek problem yaratmamaktadır. Bu kaleme giren
ödemeler, adlan üzerinde valilin kapı teşkilâtım geçindirmek üzere yaratılan
vergilerdir. Burada incelenen defterler barış yıllarına ait olduğu için
sözkonusu vergiler imdad-ı hazeriye türüne girer. Askerî olarak sınıflandırılan
ödemeler, doğrudan savunma ve savaşa hazırlıklarla ilgilidir. Çoğu zaman
ödeme yapılan birliğin ordu-yı hümayuna, valinin kapışma veya kazanın kendi
teşkilâtına tabi' olduğu müphemdir. Ancak genellikle kaza üstü bir ordu ile
ilgili olması ya kesin ya daha muhtemeldir. Asitane me'murları grubu
İstanbul'daki hükümet tarafından ta'yin edilen, dışarıdan kazaya gelen ve
Selânik'te devamlı bir görev üstlenen me'murlara yapılan masrafları
kapsamaktadır. Buna göre, Selânik mollâsı, yeniçeri ağası tarafından
gönderilen ve aylarca kazada kalan salma neferatı, azlolunan me'murlar veya
vali, bu anlamda asitane me'murları. Oysa genellikle dışarıdan gelmeyen naip
veya mahkeme kâtibi ile Selânik'e ancak uğrayan bir vezir bu gruba girmez.
Mübaşiriye, bir fermanı tebliğ veya ikame etmek üzere Selânik kazasına
uğrayan tatar, kapıcıbaşı veya kethüdalara yapılan ve çoğu zaman defterde de
"mübaşiriye" olarak geçen ödemelerdir. Ağırlama grubuna, özellikle kadı veya
vali gibi yüksek rütbeli me'murlarm "teşriflerinde" yapılan ziyafetlerde
meydana gelen masraflar girer.
Bu ilk beş masraf türü, "ümur-ı vilâyetten" sayılmakla birlikte,
doğrudan merkezî hükümetten gönderilenlere yapılan ödemelerdir. Bu
kabilden iki grup daha var: Kira ve menzil. Şehirde kiralanan emlâklann, çoğu
zaman dışarıdan gelenlere tahsis edildiği kesindir. Öte taraftan kirayı tahsil
eden şahıs, büyük bir ihtimal ile Selânikli idi. Kira konusunda bu bakımdan
belki bir çıkar dengesi varsayılabilir. Öte yandan menzil, kazaya ancak
uğrayanlara hitap eden bir kurum idi.30 Bir kazanın normal altyapısından da
sayılan bu pahalı servis, aym zaman çok yönlü su'-i isti'mallara açık olduğu
için aym derecede normal şikâyetlere sebep olurdu.
Kazanın kendi ihtiyaçlarını karşıladıklarından dar ma'nada "ümur-ı
belde" kavramana giren masrafların başında, vilâyet me'murlan'mn ücret ve
maaşları geliyordu. Rum ve Yahudi cemaatlarının ileri gelenleri, naip, konakçı
ve tabiî ki şehir kethüdası, başka birkaç görevliyle birlikte bu sınıfa dahil
edilmiştir. Ancak yan askerî mahiyeti dolayısıyla bekçiler ayrı bir kategoriyi
teşkil eder. Paşa konağı, buz kuyuları veya köprüler gibi farklı altyapı
yatırından da kendi başına bir kategoridir. İki grup da, masrafların finansmanı
ile alâkalıdır. Birincisi rüus'tur: Bu ta'bir, burada ma'lûm "küçük vazifelilerin
30
Yücel Özkaya, "XVIII. Yüzyılda Menzilhane Sorunu", AÜDTCF D ergisi 28 (1970 [1977]):
339-368; Colin Heywood, "The Ottoman menzilhane and ulak System in Rumeli in the
Eighteenth Century", Türkiye'nin Sosyal Ve Ekonomik Tarihi: 1071-1920; B irin c i
Uluslararası Türkiye'nin Sosyal Ve Ekonomik Tarihi Kongresi, nşr. Osman Okyar, Halil
İnalcık, Ankara (1980): 179-186; Yusuf HaIaçoğlu,."Osmanlı İmparatorluğu'nda Menzil
Teşkilâtı Hakkında Bazı Mülâhazalar", Osmanlı Araştırmaları 2 (1981): 123-132.
80
CHRISTOPH K. NEUMANN
tevcih ve vazifesi"31 anlamına gelmiyor. Burada kastedilen, tevzi'deki
hisselerini ödeyemez duruma düşmüş olan veya borçlarım tesviye etmemekte
direnen yerlerin masraf hisselerinin geri kalan mükelleflere dağıtılmasıdır.32
İkincisi ise faiz'dir: Acil bir ödeme yapabilmek- için sarrafa borçlanmış kaza,
bundan kaynaklanan kredi faizini tevzi'e dahil eder. Son nev'-i masraf, defteri
tertip ederken ödenmesi gereken harçlardır. Yerel me'murlara irat olan bu
paralan da kazanın kendisi için yaptığı ödemelerden sayıyorum.
Eksik görünen, Cezar'a göre masarif-i vilâyet defterlerinin ortaya
çıkmasına sebep olan dar anlamda avarız vergileridir. Bu, asbnda defter
tertibindeki kurumsallaşmanın bir netice ve işaretidir. Çünkü merkezî
hükümete ait olan resimleri ihtiva eden avarız ve nüzul defterlerinden mahallî
ödentilerine mahsus defterlerin ayrılması masarif-i vilâyet sektörünün
gelişmesini sonuçlandırıyor.
Tablo 1
SELANİK'TE rrURLERE GORE MASAJRJF-I VİLAYET
C.BEL4291
C.DAH 4017
îmdâdiye
askerî
asitane memurları
mübaş iriye
ağırlama
kira
menzil
vilâyet memurları
bekçiler
altyapı
ruus
faiz
harç
Toplam-.
Eurus
1076
4233.95
5422625
5886.35
1010.375
1190
1189575
5884
66
4216.05
3638.5
0
400.5
34213,925
yüzde
3.14
12.38
15.85
17.20
295
3.48
3.48
17.20
0.19
12.32
10.64
0
1.17
100
Ruruş
16078
8282
30334.5
13692
1706
7348
’49823
3693
1383
13340.25
30339
7750
5710
189478,75
yüzde
8.49
4.37
16.01
723
0.9
3.88
26.29
1.95
0.73
7.04
16.01
4.09
3.01
100
Tablo 1, iki defterde masrafların gruplara göre dağılımım gösteriyor.
Toplamlar, defterlerde gösterilen meblâğlardan biraz farkhdır: C.DAH 4017'de
34,229 Er, C.BEL 4291'de ise 190,463 Er yekûn olarak hesaplanıyor, %1'den
az olan bu farklar, ehemmiyet arzetmiyor. Şekil 1, tablo l'in içerdiği guruş
^^
32
Nejat Göyünç "XVI. Yüzyılda Rüus Ve Önemi", Tarih Dergisi 1 7 ,2 2 (1968 [1969]): 17-34;
Mübahat S. Kütükoğlu, (Osmanlı Belgelerinin D ili: Diplomatik), İstanbul (1994): 255-257.
Ursinus, "hane - rüus": 39-40. 19uncu yy'a ait olan bu bilgi C. BEL 4291: l'deki anla-tım
tarafından desteklenmektedir.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
81
meblâğlan görüntüye çeviriyor. İlk bakışta bile menzil masraflarının önemi
belli oluyor. C.BEL 4291'deki bu kalem, beygir ("bargîr") kiralan gibi birçok
küçük meblâğların yanında Selânik'in civar menzillerinden Kilisalu
(Profytys)33 ile Gölge (Pyrgos)34 menzilhanelerine yapılan toplam 17,500
guruşluk yardımlar ("imdadiye"), şehirde görevlendirilen konakçı Osman Ağa
ile mekkâri-başma 5,900 guruşluk ücret ve "imdadiye"lerden ibaret idi. En
önemli yekûn ise, 20,000 guruşluk "menzil refi bedeli"dir. Bu ödemelerin
anlamı nedir? 1003 (1594/5) senesinde Selânik'in menzil olmadığı
bilinmektedir.35 Büyük bir ihtimal ile bu durum, 18inci yüzyılın başmda da
değişmemiştir.36
"Menzil refi" ta'birini harfi harfine anlamak mümkün ise, 1212'de
kaldırılmış bir ara bir Selânik menzilhanesi mevcut idi. Bir ihtimal ise, "menzil
ref i"nin 18inci yüzyılın sonunda artık teknik bir terim olarak menzil işlerini,
mevkufat kalemine karşı sorumlu bir mekkâribaşına bırakılmış olmasmı
kavramlaştırdığıdır. Her ne ise, Selânik'te yüksek rütbeli misafirler bir
konakçının hizmetinden yararlanabilirken resmî görevle geçen tatar ve
ulaklar, at ve beygir ihtiyaçlarım mekkâribaşmda giderebiliyordu.37
Langaza veya Ayvasıl Gölü (Limnÿ Korönia) ile Beşik Gölü (Limnÿ Volvÿ) arasında olan
Kilisalu, Elassonos'un doğusundaki Tsaritsani ile (Hans-Jürgen Komrumpf, Territoriale
Verwaltungseinheiten und Kadiam tsbezirke in der europäischen Türkei (ohne Bosnien
und Ungarn): Ein Versuch, Stutensee-Fr. (1995): 107) karıştırılmamalıdır. Bkz. Eberhard
Krüger, D ie Siedlungsnamen Griechisch-M akedoniens nach amtlichen Verzeichnissen
und Kartenwerken, Berlin (1994): 2 4 2 ,7 6 1 . Tam yeri için bkz.: Stielers Handatlas: paf. 53,
E2.
34
35
Türkçe Gölge veya Köleke/Kûleke olarak bilinen ve Rumca Koulâkia denilen yer hakkında
bkz. Krüger, a.g.e., 3 9,454,767.
Heywood, a.g.m.: 185, n. 7. Rumeli sol kolu, o zaman Kilisalu, 4 yol saati sonra Langaza
(Lângadâs), 6 yol saati sonra Gölge üzerinden doğudan batıya gidiyordu. Güzergâh,
Selânik'in batı kenarından geçiyordu. Heywood’un kaynağı olan KK 2555 numaralı
defterin ilg ili varağı 9b’nin tıpkıbasım ı, başka trir m akalesinin çerçevesinde
yayımlanmıştır: "The Via Egnatia in the Ottoman Period: The menzilİânes o f the Sol K ol
in the Late 17th/Early 18th Century", The Via Egnatia under Ottoman Rule: 1380-1699,
nşr. Elizabeth Zachariadou, Rethymnon (1996) [Halycon Days in Crete; II: A Symposium
Held in Rethymnon, 9-11 January 1994]: 129-144, burada s. 142. Güzergâh bu makalede
de anlatılıyor, bkz. s. 132.
1128 (1715/6) senesinde bir araya getirilen bir menzil mübayaa defterinde ancak bir
"menzil-i Arablu der kurb-ı Selânik" geçiyor. Bu menzilin mubayaası Selânik kazasında
gerçekleştiriliyor. Bkz.: BBA-OA, MM 3373:74-75.
Bu uygulamanın bir maksadı, menzil hizmetini izinsiz kullanmak isteyenlere (özellikle
yerel iktidar sahiplerinin adamlarına) kapatmak veya en azından kullanmalarından kâr
elde etmek idi. Mekkâribaşı hayvanlan isteyene kiralıyordu fakat resmî ulaklara her
zaman at bulundurmak mecburiyetindeydi. 18inci yy. boyunca bu sistem ile alışagelmiş
menzil kurumu yan yana denenmekteydi. Bkz.: Heywood, "menzilhane and ulak": 182183; Özkaya, a.g.m.: 354-357 (müellif, mekkâribaşına burada "kiracıbaşı" der). Gerçekten,
82
CHRISTOPH K. NEUMANN
^Menzili kapatmak ve işleri bir mukataa çerçevesinde kazanca dönük
çalışan mekkâribaşma devretmek,38 menzili finanse etmek zorunda olan
kazayı aslında bu yükten kurtarmak gayesini de taşıyordu. Bu gayeye Selânik
örneğinde ulaşılmadığı bellidir. Kazanın halkı, Selândk'in doğu ve batısında iki
menzile para yetiştirmek ve şehre yerleştirilen bir mekkâribaşma (nispeten
mütevazi) bir imdadiye ödemek zorunda kalmakla kalmadı; üstelik Selânik'in
menzil olmaması için 20,000 guruşluk bir bedel veriyordu.
Buna C.DAH 4017 defterinin temsil ettiği tevzi1 tipindeki ödemeyi
eklemek gerek. Bu, ilk bakışta mütevazi' bir meblâğ gibi gözüküyor. Fakat
buna vilâyet me'murlan kalemine ithal edilmiş 2,500 guruşluk bir tutan ilâve
etmek lâzım. Bu tutar, menzil hizmetinin bir kısmım üstlemiş konakçının
ücreti idi. Nihayet yüksek rütbeli misafirler ve bi'l-hassa vezirler için
kiralanan emlâk da benzer bir masraf türü idi.
Ve'l-hasıl menzili olmayan Selânik, Osmanlı kazalarmm çoğu gibi,
menzilin yarattığı yükü pekâlâ hissetmiş olacak.39
C.BEL 429rnin ikinci büyük kalemi, asitane me'murlarma yapılan
ödemeler. Sıralamada değilse de, oran olarak bu neV'-i masraf C.DAH 4017
defterinde benzeyen bir rol oynuyordu. Asitane me'murlarma verilen paralar
bütün masarif-i vilâyetin C.BEL 4291'de %16.01, C.DAH 4017'de %15.85’idir.
"mekkâri" burada hukukî bir terim olarak "mülk [kiralık] yük atı" anlamına gelmektedir.
Bkz: Heywood, menziliânes o f the Sol Kol: 136.
1108 (1696) ta'rihli menzil reformunun anahatlan için bkz: Heywood, m enziliânes o f the
Sol Kol: 134-136.
C.BEL 4291'de "menzil mirîsi tahsiline me'mur çavuş-başı çukadan V elî üd-Din Ağa’ya
hizmet-i mübaşiriye ve tekmil-i mirîycün ve ücret-i bargîr"ye verilen 1,533 guruşun bir
bölümünü de buna eklemek lâzım. Menzil masraflarının tevzi’lerdeki rolü hakkında bkz.
Radusev, a.g.m.: 87-88.
,83
alt yapı
MASARÎF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
Şekil 1
MASRAF TÜRLERİNE GÖRE C.BEL 4291 İLE C.DAH 4017
84
CHRISTOPH K. NEUMANN
Yakından bakılırsa, önemli farklar ortaya çıkıyor: C.BEL 4291'de ödemeler
büyük nispette valiye ve valinin kapışma mensup kişilere gidiyor. 28507,5 Er
vali ve kapıhalkınm ileri gelenlerine ödeniyordu. Selânik 1212 senesinde önce
Mustafa Paşa'nm,40 sonra Ebu Bekir Paşa'nm valiliğini gördü. 1250 Er
Selânik kadısma verilmişti. Geri kalan tutarlar, önemsiz idi.
C.DAH 4017 numaralı defterde ise, asitane me'murlarma yapılan
ödemeler daha çeşitlidir. Şehre gelen Mısır valisi Haccı Salih Paşa,41
müteferrik tutarların yanında muntazamen 10Q guruşluk bir mahiye verilen
Selânik kadısı ile yeniçeri ağasım salmasıyla gezen neferat belli başlı alıcılar
idi.
Kaza dışına giden başka önemli bir kalem, imdadiyeler. C.BEL 4291'de
bunlar iki grup olarak ele alınabilir: Bir tarafta, imdad-ı hazeriye nev'inden ve
valilere yapılan ödemeler ki onların meblâğı (3,898 Er) çok mühim değildi,
ikinci grup, 12,180 Er ile daha ağır bir yük oluşturuyor. Bu, padişahın
fermanıyla buyurulan 870 ağacm kesilmesi ve nakledilmesine harcanan
paralara "taraf-ı vilâyetde virilen imdadiye"ler idi. Burada "imdadiye" kavramı
"vilâyet" kavramı kadar belirsizdir. Akla yakın bir izah, kazanın kereste
te'mini ile görevlendirilen valinin imdadına yetiştiği (veya yetiştirildiği)
yönünde olabilir. Bu, ödemeye şeklen imdadiye olarak tavsife şart olan
mahallî bir nitelik verirdi. (C.DAH 4017'de hiçbir masraf kalemine "imdadiye"
denmez. Bu gruba dahil ettiğim ödemeler, benzeyen bir kereste işine
harcanan paralardır.)
Mübaşiriyeler iki defterde önemli bir yere sahiptir; hattâ C.DAH
4017'de bütün masrafların altıda bir tutarıyla (vilâyet me'murlarma çok az
farkla) en önemli masraf türüdür. Şimdiye kadar iki tip defterin içerdiği
masraflar arasında belirli farklılıklar gözlenebilirken, bu kalemde* (ve müşabih
harcamalar ihtiva eden ağırlama kaleminde) hangi ödemenin hangi sebeple
hangi tip tevzi'ine dahil edildiğini anlamak zor. Burada belli bir kaide varsa,
çok sarih değildir.
Kazanın askerî masraflarında ise, defterler arasında farklılıklar yine
gözlenebilir. Bu tür harcamalar, iki defter barış zamanında tertip edildiği için
Büyük bir ihtimal ile felik ve Perişan lakaplarıyla tanınmış ve 1213 (1798/9) vefat eden
Mustafa Paşa. Bkz. Mehmed Süreyya, S-O, c. 4, [İstanbul] ([1315]): 456. Burada Selânik
valiliği 1210-1211 senelerine ta'rihlendiriliyor. II1-C-1210 (2.-10.I.1796) ta'rihli Selânik
mutasarrıflığına ta'yin belgesi için bkz.: C.DAH 743. Selefi Vezir Ferhad Paşa'nm başı,
Vodine (Edhessa) kaza'smın mubayaası yüzünden hükümetle belâya girmişti. Vezir,
başkente verilecek buğday miktarını azaltmağa çalışan ve galiba m ubayaacıyı da
taraflarına çekmeğe başarmış olan Vodine a'yanı ile mahkeme baş kâtibine karşı mülâyim
davramakla itham ediliyordu. Bkz.: C.BEL 7245 - belge, 9-R-1210 (24.X.1795) ta'rihini
taşıyor.
Mehmed Süreyya, S-O, c. 3, [İstanbul] (1310): 209.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
85
çok büyük yekûnlara ulaşmaz. C.BEL 4291'deki ödemeler, kaza dışından
gelen birlik ve kumandanlara yapılmakla beraber, kazanın sahil güvenliğine
mahsus harcamalardan ibaret. C.DAH 4017'de ise büyüklü küçüklü birçok
ödeme mevcuttur. 3,000 Er ile nispeten önemli ve 36 cemaatının İstanbul'daki
kasasma yapılan bir kalemden sarf-ı nazar, bütün paralar yine doğrudan kaza
emniyeti ile ilgilidir: Kalyonlara konulan muhafızlar, kal'e ta'miri, eşkıya
üzerine gönderilenler ile sahil güvenliği harcamalara sebep olan konulardır.
Selanik'te "riius" olarak bilinen fakat öbür yerlerde genellikle tevzi'hane
denilen masraf kategorisi, özellikle C.BEL 4291'de mühim bir yere sahiptir.
Birçok kalemde, daha önceki tevzi'lerde hisselerini ödeyemeyen mükellef
grupların borçları ile (bir vak'ada) toptan bir şekilde bir tevzi'de
karşılanmayan bir meblâğ tasfiye olunuyordu. Bundan yararlanan mükellefler
arasında Evrenos-zade Mehmed Emin Bey,42 • Kesendire (Kassândra)
yarımadasının halkı, Aynaroz (Athos) manastırlarının rahipleri, Sidre-Kapısı
(Madenochöria) ma'den köyleri, sultam korunun orman köyleri ile aralarında
Portariye olan ba'zı köylerin reayası ¿di. Ba'zen pek belli olmayan, burada söz
konusu kazaca üstlenilen meblâğların hangi tevzi'ye veya tevzi'lere ait
olduğudur. Büyük bir ihtimal il e . ancak masraf-ı vilâyet tevzi'lerinden
kaynaklanan borçlar bu şekilde ödeniyordu. Oysa zaman zaman defterin
kaydr belirsiz veya müphem oluyor. Meselâ "ba evamir-i alîye varide olan
tekâlif-i vilâyet masrafları", birçok âdetten olan harcamaları da içeren bu tip
defterlere çok uygun bir tavsif değildir.
C.BEL 4291 numaralı listede faizlerin büyük kısmı da (7,750 guruşluk
yekûnun 7,500 guruşu) riius borçlan ile ilgilidir. Defterdeki kayıt, "rüusdan
tahsil olunacak mebaliğe sarrafa virilen nema"dan söz ediyor. Yine, hangi
tevzi'in kastedildiği belli değildir. Sarraf yasal faizle iktifa etmişse, kredi
tutan 50,000 ile 75,000 guruş arasında idi. Bu yekûn, ne C.BEL. 4291'deki
riius borçlarının tümüne, ne de tek bir kalemine uymamaktadır.
Buna karşılık, C.DAH 4017 numaralı defterde, faiz ödemeleri yok.
"Rüus" harcamaları ise, kazanın "riius tahsildarlarına" olan borçlardan
ibarettir. Burada gruplarından söz edilmiyor;, ya'ni tahsildara verilen, fon
olarak maktu'attan veya imdadiyelerden birilerinin ödemediği bir mebâğ
değiTdir. Defterin kayıtları hakikati aksederse, daha önce tevzi' edilip de
parası denkleştirilmeyen önceki tevzi’lerin bakisi bıırada bir daha tevzi' edilip
nihayet ödenmektedir.
O senelerde halâ büyük vakfını kontrol eden ve Yenice-i Vardar'm (Giânnitsa'nın) ileri
gelenleri olan bu aile hakkında bkz.: TDVİA XI 539-541 (mad. "Evrenosoğüllan",
Fahamettin BAjAR). Punda ve Galâni köylerinin vergi borçlarını tasfiye etmek için 700
Er verilen Seyyid Mehmed Emin Bey de muhtemelen aynı kişidir.
86
CHRISTOPH K. NEUMANN
Kaza içinde harcanmış önemli bir masraf kategorisi, altyapı yatırımları.
İki defterde birbirinden farklı yatırımlar sayılmaktadır. C.DAH 4017 belli bir
ağırlık Vardar Çayı ve Kara Irmak üzerinde köprü inşaatına verilmiştir. Ancak
bundan başka şehrin Rumları tarafından işletilen zindan,43 ve var olan
binaların döşeme, ta'mirat ve temizlenmesi harcamalara sebep oluyordu.
C.BEL 4291'de yine zindan için Rumlara 100 Er veriliyordu. Mefruşat ve
ta'mirat da önemli bir rol oynuyor. Farklı bir şey ise, toplam 5,639 guruşun sırf
paşa sarayına44 harcanması idi. Yukarıda değinilen kereste nakli, 4,255
guruşluk meblâğı ile pahalı görünen bir yolun küşadma sebep olmuştu. Geri
kalan ödemeler daha küçük çapta idi. Yine de buz kuyularından, su yollarına,
bir şehir kapısmda lağım tathirine ve Çayır'ın ta'mirine45 kadar değişik işler
bu tür harcamalara sebep oluyordu.
Vilâyet me'murlarma ödenen paralar, bir bakımdan bir istisna teşkil
ediyor: Bu kalem, C.DAH 4017'nin ihtiva ettiği meblâğın C.BEL
4291'dekinden yüksek olduğu tek masraf türüdür. Bu, biraz yanıltıcıdır. Çünkü
C.DAH 4017 numaralı defterin saydığı bu kategoriye ait masraflar arasında,
daha önce zikredildiği üzere, konakçıya giden 2,500 Er var. Bu kalem 5,884
guruşluk meblâğdan düşürülürse onun seviyesi (mutlak rakamlarla ifade
edilirse) C.BEL 429 Linkinden aşağıya iner. Belki de C.BEL 4291'de öbür
deftere göre çok daha yüksek harçlar, vilâyet me'murlarma “yapılan bir ödeme
olarak görülebilir; ancak bu konuda kesin malûmatımız yok.
Harcamalardan faydalanan öbür me'murlar, C.BEL 4291'de, Rum ve
Yahudi cemaatlarının vükelâsı, bir zaim, İstanbul'a gönderilen bir kurye, buz
çuvalları için çok küçük bir meblâğ alan bir mütesellim, muhtesip, naip ve
nihayet (daha önce değinildiği gibi) 200 Er alan şehir kethüdası idi. C.DAH
4017 numaralı defterde tevzi'den para alan yerel me'murlar çoğu, zaman aym
görevliler. Fakat aldıkları miktar daha azdır. Şehir kethüdası 2,000 Er yerine
1,000 Er, Rum ve Yahudi vükelâsı 300 Er ve 350 Er yerine 175'er Er alırlar.
Fazla alan mütesellim: buz çuvallarına giden çok cüz'î ödemeden başka 200
guruşluk buzla 1,440 Er değerinde saman alır. Para verilen diğer me'murlar,
Bu hapsın yeri, büyük bir ihtimalle, eski (bkz. Heath W. LOWRY, "Portrait o f a City: The
Population and Topography o f Ottoman Selanik (Thessaloniki) in the Year 1478", Studies
in D efterology: Ottoman Society in Fifteenth and Sixteenth Centuries, Istanbul (1992):
65-100, burada s. 83 [= D iptycha 2 (1981): 254-293]), küçük ve merkezî Kadı Abd-ullâh
Mahallesinde idi. Bkz. Vasflÿs Dymytriadys, Topographia tÿs Thessalonikÿs katà tÿn
epochÿ tÿs tourkokratias: 1430-1912, Thessalonflcÿ (1983): 132-133 (mahalle için), 429
(zindan için).
44
45
O ta'rihle'rde Hamza Bey Camii'nin yanında bulunması muhtemel. Bkz. Dymytriadys, a.g.e.,
410..
Herhalde şehir surlarının batısında olan ve 19uncu yüzyıldı ikinci yansından sonra önemli
bir mahallenin arazisi olacak ta y ır (Livâdhi) tarafları. M ahalle hakkında bkz.
Dymytriadys, a.g.e., 235-238. Neyin ta'mir edildiği ise-belli değil.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
87
yine bir kurye, subaşı, muhtesip ile muhzırbaşıdır. Bekçiler için harcanan
yekûn ise, iki defterde de çok küçüktür.
Sonuç olarak, burada birer defter örneğiyle, incelenen iki tevzi' tipi
arasında, harcama strüktürüne göre tespit edilir bir fark mevcuttur. Gerçi,
"ümur-ı vilâyet icün sarfı muktezi" olarak listelere geçirilen ödemelerin tam
hangi mahallî ihtiyaca cevap verdiği her zaman belli değil. Fakat C.DAH
4017'de, bir harcamanın kazanın çerçevesinde bir maksat için kullanıldığı daha
sık vaki'dir. C.BEL 4291'de ise, meselâ "paşanın" ya'ni valinin rolü çok
mühimdir. Ona verilen imdadiyeler , şahsına ve kapışma ödenen ücret ve
bedeller, sarayına harcanan paralar toplanırsa, bu defterde ümur-ı vilâyetin
hakikaten çoğu zaman valî işlerinden ibaret olduğu ortaya çıkar.
Bu intiba1, yakından incelendiğinde ispat edilebilir. Bunun için bütün
harcamalara tek tek bakılarak üç kategori teşkil edilmiştir. "M" riimuzlu ilk
kategori, doğrudan sultanın emri üzerine merkezî idarenin bir maksadına,
Selânik kadısı dahil olmak üzere merkezî idare, ordu veya bahriye
mensuplarının cebine, ya'ni bir anlamda merkez hâzinesine, yapılmış
ödemeleri şamildir. "V" riimuzlu kategori, dar anlamda vilâyet ya'ni eyalet
veya liva/sancak seviyesine yapılan harcamalardan ibarettir. "K" rümuzu,
kaza ve kazada yaşayan fert veya cemaatlar için yapılan ödemelerin
kategorisini temsil etmektedir. Nihayet "?" rümuzu, verilen bilgi üç
kategoriden birisine dahil etmeğe yeterli olmayan ödemelere aittir.
C.BEL 4291
IM 0V DK El?
İM I V DK El?
Şekil 2
ALICILARA GÖRE İKİ DEFTERDE MASARİF-I VİLÂYET
88
CHRISTOPH K. NEUMANN
Şekil 2 iki defterin arasındaki boyut farkıyla iki tevzi'de ödemelerin üç
kategoriye dağılımım göstermektedir. V ile K kategorilerinin nispî önemi, iki
defterde ikişer katlı büyük bir fark gösterir: V harcamaları, C.DAH 4017'de
%20.18, C.BEL 4291'de %42.62'dır; K harcamalarında yüzdeler 34.94 ve 17.98
oluyor. Bufla karşılık, M kategorisi, her ne kadar farklı harcamaları içerirse
de, ikisinde toplamın %40'ı civarında bir orana sahiptir (C.DAH 4017: %42.77;
C.BEL 4291: %38.82).
Cezar, defalarca değinilen çalışmasında, tevzi' kalem lerinin kime ait
olduğu ve merkezî büçeyle ilgisi soruların karışıklığına işaret .etmiştir. Ona
göre, bu karışıklık defterin tertibinde su'-i isti'malan kolaylaştıran en önemli
faktörlerden birisiydi.46 Defter düzenlemesini emreden fermanlarda,47
salyane defterleriyle beraber arzolunan mahzarlarda,48 nihayet defterlerin
mukaddimelerinde de belirsizlikler ve karışıklıklar devam ediyor. Sözgelimi
C.DAH 4017'nin giriş kısmı, listesi çıkarılan ödemeleri "taraf-ı vilâyet icün
sarf" olunan "tekâlif-i örfiye ve şakka" olarak tanımlıyor. C.BEL 4291'in
harcamaları ise "vürud iden mübaşiranm harc-ı rahına ve Selanik valîlerinin
daire-i âlîyeleri ve konak kiralan ve sair ümur-ı vilâyet icün sarfı muktezi
46
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 95-99.
4^ Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": ek 1 ,7 , 11, 17, 18 (s.T21 ile 142 arasında)
buna misaldir.
Cezar, "Osmanlı Taşrasmda Yeni Mali Sektör": ek 9 ,1 0 , 12 (s. 129 ile 133 arasında) bunu
örneklendiriyor.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
89
mebalığı imiş. Bu ta rifler ıkı defterin ne ortak ne de farklı yanlarım izah
49
etmeğe yaramaz.
Belki bu belirsizliğin nedenini, defterlerin mahiyetinde aramak lâzım.
C.DAH 4071'nin mukaddimesinde verilen tanım, hukuken bir zaman
istenilene daha yakın olsa gerek: vilâyet bazında tarhedilip vilâyet idaresine
harcanan ve prensipte olağandışı hattâ kuraldışı olarak kabul edilen vergiler.
Böyle kaba ve müphem bir tanınım, C.BEL 4291'nin saydığı kalemlerle artık
herhangi bir ta'rife haceti olmayan "sair ümur-i vilâyet icün sarfı muktezi
mebaliği" içereceği normaldir. Başka yerde karşılanmayan masrafların
tekâlife dönüştürülüp deftere dahil edilmesinin yolunu aramak hem
İstanbul'daki idare, hem a'yanlar, hem şehirde nüfuzu olan kişi ile gruplar için
cazip, ba'zen de kaçınılmaz olmalıydı.
İstanbul hükümeti için bu, nispeten kolay idi. Her zaman valî veya
mutasarrıfı ferman ile görevlendirebilen merkezî idare, böylece bir masraf
kaleminin bir şekilde masarif-i vilâyetine ithalini Sağlayabiliyordu. Örneğin,
mekkaribaşı ile menzil ile ilgili kalemlerin bu şekilde burada incelenen
defterlere girdiği tahmin edilebilir.
Kaza seviyesinde hareket eden yerel güçler ise, belirli bir harcamanın
öteden beri masarif-i vilâyetlerden olduğunu iddia edebildiler. Selânik
kadısının ağırlamasının ne derece "âdet-i belde" olduğu C.BEL 4291'de sorun
olmuştur.
Böyle her türlü menfaat ta'kibine açık bir yapının yol açtığı düzensizliği,
18inci yüzyıl Osmanlı taşra idaresinin bünyesine hakim olan zaaf
pekiştiriyordu. Timar sistemi olarak bilinen toprak idaresinin çöküşü
tarafından yaratılan boşluk ve istihaleler, uzun zamandır münakaşa
konusudur.50 Taşrada vakıflar, a'yanlar, mukataaya yatırım yapanların rolü
üzerinde duruldu,51 yüksek rütbeli idarecilerin kapılarının gelişmesi ve
"tekâlif-i örfiye ve şakka" soyut ve ta’rih dışı bir İslâm mefhumu içinde izah edilememesi
yer yer bu tür vergilerin inkâr edilmesine bile yol açmıştır: Ziya KAZICI, OsmanlIlarda
Vergi Sistemi, İstanbul (1977): 156-161, bi'l-hassa s. 157. Bu tür vergüere OsmanlIların
devlet yapısına yerleştiren bir yorum için bkz.: Halil İnalcık, "Military and Fiscal
Transformaion in the Ottoman Empire, 1600-1700", Archivum Ottomanicum 6 (1980):
283-337, burada s. 317-327.
Son önemli katkı: Karen BARKEY, B andits and Bureaucrats : The Ottoman Route to
State Centralization. Ithaca, N.Y. (1994).
x v m . yüzyıla son kuşbakışı anlatım: Bruce McGowan, "The Age o f the Ayans, 16991812", An Economic and Social H istory o f the Ottoman Empire, 1300-1914, nşr. Halil
İnalcık, Donald QUATAERT, Cambridge, New York, Melbourne (1994): 637-758, burada
s. 658-673, 710-717. Balkanlar'daki gelişmelerin özeti için; Gilles VEINSTEIN, "Les
provinces balkaniques, 1606-1774", H isto ire de ¡'Empire ottom an, neşr. Robert
MANTRAN, Liguge, Poitiers (1989): 287-340, burada s. 323-334.
90
CHRISTOPH K. NEUMANN
ehemmiyetine tetkikler hasredildi.52 Bildiğim- kadarıyla pek incelenmemiş
olan, bütün bu transformasyonların vilâyet bürokrasisine te'sirleridir. Eyalet
ve sancaklarının malîye kalemleri hakkında bilinenler,53 bunların daha çok
timar ve zeamet idaresine tahsis edilmiş olmaları yönündedir. Onsekizinci
yüzyılda ise hangi fonksiyonları yerine getirdikleri ve nasıl işledikleri pek
bilinnjiyor.
Masarif-i vilâyetin vilâyet seviyesinde değil, kaza seviyesinde tarh
edildikleri ve yine vilâyet defterdarlığı tarafından değil, İstanbul bürokrasisi
tarafından denetlendiği, vilâyetlerin müessir bir malî idareye sahip
olmadıklarına delildir. Var olan muhasebecilerin, sık sık değişen valî
kapılarına bağlı çalıştıkları muhtemeldir. Kurumsallaşma derecesinin çok
yüksek olmadığı bellidir. Taşrada murakabeyi paşalara bırakmakta çıkan
olmayan İstanbul bürokrasisiyle kaza ve şehirlerin zımnen aym istikamete
hareket ettikleri tahmin edilebilir.
Uzaktan ve sonradan denetim
Kaynaklar, bu varsayımı te'yid eder mi? Burada incelenen defterler,
salyane defterleri olduğu ve üzerlerinde Rumili defatiri naznuun54 "tenkih ve
tenzil ve muktezası ifade" lerini55 taşıdığından bab-ı defterinin görüşlerini çok
iyi aksediyor. Çünkü kontrol eden me'mur, müdahalelerine kısaca gerekçeler •
verdiği için burada bir tek kişinin gösterdiği tavrı net bir şekilde görmek
mümkün.
Nazırların yaptığı şey, defterleri kritik bir okumaya tabi' tutarak kusurlu
bulduğu kalemlerin üstüne surhla şerhler yazmak, altına kuraldışı saydıkları
masrafın tümünü veya bir kısmım tenzil etmek, ya'ni düşürmek idi. C.DAH
4017 defterinin sonunda ortaya çıkan meblâğlar da bir protokol halinde
gösterilmektedir. Bu defteri gözden geçiren me'murun şerhlerinde,' tenzil
edilen meblâğm kimden geri alınacağı da yazıyor (sadece parayı alan yeniçeri
olduğunda "her kim eki eylemiş ise" diye yazarak müphem bir formüle
başvuruyor).
Nazırların şerhleri, bir harcamayı kuraldışı saymak için esasen üç nev’-i
sebep veriyor: Bir harcama ya tamamıyla gayrı meşru’, ya da meblâğı fazla
Kapılar ve intisap, özellikle Rifa'at A li ABOU-EL-HAJ'ın dikkatini çekmiştir: The
Rebellion o f 1703 and the Structure o f Ottoman Politics, Leiden (1984).
53
54
Ismail Hakkı UZUNfARjILI, Osmanlı Devletinin Merkez Ve Bahriye Teşkilâtı, 2n d baskı,
Ankara (1984): 327-331; Cornell H. FLEISCHER, Bureaucrat and Intellectual in the
Ottoman Empire: The Historian Mustafa Âli; 1541-1600, Princeton, NJ (1986): 313-314;
Tabakoğlu, a.g.e., s. 45-59.
Vazifenin bu adı, C.BEL 4291 zeylinde bulunan buyuruldusunda kullanılmaktadır.
Bu ibareler için aynı yere bkz.!
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
91
yüksektir, ya da muhasebede şekil hatâsı vardır. Birincisi kategoriye "hilâf ve
fasid" masraflar olarak girenler arasında, ancak şeriata ve kanuna (ikisi için
"şer"' ta'biri kullanılmaktadır) aykırı görülen değil, ayrıca nazırların yerel âdet
nosyonuyla çelişen ödemeler de var. Kalemleri umumiyetle "fahiş" olarak
nitelendirilen ikinci kategoriye giren masraflar, ya önceki yıllara ait defterlere
bakılarak ya da nazum kendi sağduyusuna güvenerek herhangi bir ölçek
zikretmeden vardığı kanaata göre tespit edilmiştir. Bu muhasebede kullanılan
metotların ilkelliği sebebiyle şekil hatâsı olarak sadece ba'zı harcamaların
mükerrer listeye ithali, nazırların dikkatini çekebildi. Ba'zen onların da o
kadar dikkatli çalışmadıkları belli oluyor. Meselâ C.DAH 4017'de konakçı
Tahir Ağa'ya iki kere ödenilen ramazan "yevmiyesi" tekrar olduğu
gerekçesiyle tenzil olundu. Oysa, burada söz konusu olan bir kâtip hatâsıdu:
ramazan iki defa gözükürken, cemazi'l-ahır mahiyesi yoktu.
Bundan başka, C.BEL 4291 numaralı defterde 18,247 guruşluk bir
meblâğ, "meşkûk olmağla ... şimdilik tenzil olundı". Demek ki, burada bir
hesabm muvakkaten bloke edilmesine benzer bir muamele sözkonusudur.
Defterlere bakılırsa tenziller buna göre şöyle özetlenebilir:
Tablo 2
TENZİL SEBEPLERİNE GÖRE C.DAH 4017 İLE C.BEL.
4291'DE DÜŞÜRMELER
hilâf
fahiş
tekrar
meşkûk
Toplam
C.DAH nr4017
yüzde
Buruş
98,30
9.637,5
0
0
166,5
1,70
0 •
0
9.804
100
C.BEL nr. 4291
yüzde
euruş
38,14
20.059
.9.725,5
18,49
4.561
8,67
18.247
34,70
100
52.592,5
İki defterin tabi' olduğu muameleler arasındaki fark, ilk bakışta belli
oluyor. Merkezî bürokrasisinin müdahalesi, daha çok nazırın ilgi ve bilgisine
göre şekillendirilmişe benzer. Burada bir şeyi daha unutmamak gerekiyor:
Cezar, 105 salyane defteri incelerken, %6.86'lik bir ortalama tenzilât oranım
ortaya çıkarmıştır.56 Burada bu oran, %28.65 (C.DAH 4017) ile %27.76
(C.BEL 4291) büyüklüğündedir. Demek ki, burada tenzilât oranları epey
yüksektir, fakat onlara çok değişik yollardan varılmıştır.
Bu rakam, Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 111-114 arasında düzenlenen
tablo IV'ün yekûnlarına göre hesaplanmıştır.
92
CHRISTOPH K. NEUMANN
Bab-ı defterinin vilâyet masraflarını denetlemekle görevlendirdiği
me'murlann ortak bir amaç gütmediğine kanaat getirmeden önce, tenzillerin
öncelikle hangi tür masraflara uygulandığına bakılmak. Evvelâ, yukarıda
teşekkül olunan "M", "V" ve "K" kategorilerine göre yapılan tenzilât
incelenebilir:
Tablo 3
ÖDEME ALICISI KATEGORİLERİNE GÖRE C.DAH 4017 İLE C.BEL.
4291’DE DÜŞÜRMELER
C.DAH 4017
C.BEL 4291
guruş
tenzil
yüzdesi
masarif
yüzdesi
guruş
tenzil
yüzdesi
masarif
yüzdesi
M
3.109
31,71
21,25
10.646,5
20.24
14.48
V
3.120,5
31,83
45,20
34.074
64.79
42.19
K
2.906,5
29,65
24,32
7.872
14.97
23.10
7
668
6,81
92,33
0
0
0
Toplam
9.804
100
-
52.592,5
100
-
Guruş meblâğları ile tenzil yüzdesine bakılınca pek anlamlı
gözükmeyen rakamlar, tenzillerin düşürdükleri masarif kategorisinden ne
kadar götürdüklerini gösteren son kolona gelince yakın bir paralellik arzediyor
(değerler arızî olan "?" kategorisinden sarf-ı nazar edilebilir). İki tenzil işlemi,
öncelikle liva ve eyalet uğruna harcanan ödemeleri, bundan sçmra kaza ve
şehir için tevzi1edilen paralan hedef alıyordu. Merkez bürokrasisi temsilcisi
merkez idaresine giden paralara ise en az dokunuyordu.
Rumili defatir nazırlarının bu tutumu, akla yakın ve ikamesi kolay olanı
idi. Kendilerinin mensup olduklan merkezî idare ve ordunun çıkarma yapılan
ödemelerde daha az eleştirecek yan bulmalan beklenebilirdi. Tevzi'i fiilen
yapan kaza temsilcilerinin menfaatma çok fazla dokunmadıkları da anlaşılır.
Zaten bu tür masrafların kazanın içinde en çok desteğe sahip, geri
ödettirilmesi en zor ve böylece merkezî idarenin buyurduğu tenzillerin yerine
getirilmesi en problemli olduklan muhtemeldir.
Tenzillerin çoğu böylece liva veya eyalet tarafına yapılan harcamalara
uygulanmıştır. Bu, valî ile kapısmı dolaylı veya dolaysız bir şekilde
etkiliyordu. Yukanda ima' edildiği gibi burada, jstanbul ile Selânik'in çıkar
ortaklığından kaynaklanan -ve elbette zımnî kalan- paşaların iktidarını
sınırlandırmayı amaçlayan bir ittifaktan söz edilebilir mi? Durumun bu kadar
belli olmadığım tablo 4 gösteriyor.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
93
Tablo 4
HARCAMA TÜRLERİNE GÖRE TENZİLÂT
C.BEL 4291
C.DAH 4017
guruş
îmdâdiye
askerî
asitane memurları
yüzde
0
3.000
70,86
0
mübaşiriye
109
1,85
ağırlama
800
79,20
kira
menzil
vilâyet memurları
0
150
12,61
2.106,5
35,80
guruş
yüzde
3.480
21.64
1.750
21.13
600
1.98
6.660,5
48,65
. 245
14,36
5.089
69,26
1.391
2,79
0
bekçiler
0
900
altyapı
0
2.501
18,75
25.726
84,80
54,84
ruus
3.638,5
faiz
0
4.250
harç
0
0
9.804
52.592,5
Toplam
100,00
‘
65,08
Tablo, harcamaların türlerine göre tenzilâtın etkisini gösteriyor. Biraz
incelenirse, masraf kategorilerinin iki gruba ayrıldığı göze çarpıyor: gerçekten
ağır tenzillere uğrayanlar ile neredeyse bütünüyle olduğu gibi bırakılanlar. İlk
grupta bi'l-hassa rüus başı çekiyor. Fakat askerî harcamalarla bekçiler için
yapılan ödemeler, ağırlama ile konak kiralan ve nihayet faiz ödemelerinden
düşürülen meblâğlar da önemli. Bu, ancak birer defterde böyleyse de, öbür
defterde o masraf türüne ait önemli bir harpama yok.
Çok az tenzil gören masraflar, asitane me'murlanna, menzil sistemine
ve altyapıya yapılan harcamalardır. Harçlardan ise hiç tenzil yapılmadı.
Mübaşiriyeler ile vilâyet me’murlanna verilen paralardan düşürülen nispeten
önemli meblâğlar bab-ı defterî'ce su'-i isti'mal olarak görülen münferit hallere
aittir..
Ortaya çıkan, Rumili defatiri nazırlarının öncelikle paşaların çıkarlan ile
uğraşmadıklarıdır. Tenziller daha çok iki gaye taşımışa benziyor: Birincisi,
belli bir düzen sağlayarak an'anevî Osmanlı adalet kavramını hayata
geçirmek idi. Fukaraya "zulm" (ya'ni yanlış mükellef grubundan tarh edilen
vergiler) veya "eki" (ya'ni haksız kazanç) ile ilgili tenziller bu amacı ya
taşıyordu ya da bunu iddia ediyordu.
94
CHRISTOPH K. NEUMANN
İkincisi doğrudan siyasî bir mahiyete de sahipti: Mahallî güçlerin malî,
askerî ve ideolojik hareket alanım sınırlandırmak. Bu, tenzile uğrayan masarif
kategorilerden çok belli oluyor.
Rüus kategorisine ait olan ödemelerin mantığında, Selanik kazasının
bütün vergilerini maktu'a çevirip kazanın istediği gibi toplamak yatıyordu. Bu,
farklı vergilere ayrı defter düzenlenmesinden önemli bir adım ileri olurdu.
Faizlşrin defterlere ithali ise, uzun va'dede finansman konusunda kazaya
serbestiyet tanımağa yol açabiliyordu, ikisi de merkezî idarenin işine hiç
gelmiyordu.
Tam tersi, tevzi' mekanizmasında finansman, gerçekle ilgisi olması
imkân dışı bir faraziyeye dayanıyordu. Buna göre, herhangi bir meblâğa
ihtiyaç ortaya çıktığında gereken para tevzi'hanelerden toplanacaktı ve
harcanaktı. Bu işlem altı ay süresince defalarca tekrarlandıktan sonra defter
tertip edilecekti ve İstanbul'a gönderilecekti. Bab-ı defterî'de yapılan tenziller
parayı almış olanlardan tahsil edilecekti ve mükelleflere dağıtılacaktı.
Ne para toplayanlara pay veya ücret ödenmesi, ne de potansiyel
masraflar için önceden para toplamakla veya tahsil edilen tenzilleri geri
ödemeyerek fon teşkîli, ne de tevzi' için kazanın kredi alması öngörülmüş
değildi. Sistemin böyle çalışmadığı kesindir. Bu bakımdan, bab-ı defterî'ce
yapılan denetimin uzaktan yerine getirilmesinin beraberinde getirdiği
te'sirsizliği,57 muhasebe ve denetimin sonradan yapılması pekiştiriyordu.
Üstelik, tenzil kararlarına i'tiraz edilecek bir merci'fiı olmaması, ba'zen yersiz
ve her zaman gecikmiş olmağa mahkûm olan bu kararların ikamesine bir
engel teşkîl etmiş olmalı.
Buna rağmen, finansman konusunda bab-ı defterinin müdahaleleri, en
azından mahallî malî özerkliğin kurumsallaşmasına bir mani’ idi. Askerî
harcamalar ve bekçi istihdamına getirilen tahditler, yerel bazda emniyet
alanında filizlenebilir herhangi bir kurumun ortaya çıkmasından duyulan
endişeyi aksediyor. Nihayet ağırlama ve kira masraflarından düşürülen
meblâğların önemi, sırf bunların su'-i isti'mallara çok açık olan harcamalar
olmasında aranmamalı: Ziyafet çekmekle, misafirlere gösterişli bir mesken
sunmakla her sosyal yapı gibi bir şehir de, zenginliğini, ehemmiyetini ve
kollektif benliğini teşhir etmeğe firsat buluyor. Buna meşruiyet zemini
tanımamak, merkezî idarenin menfaatına idi. Masarif-i vilâyetten düşürülen
tenziller, kendi iktidar ve meşruiyet tekelini muhafaza etmek isteyen merkez
bürokrasisinin genel siyasetinin bir parçası olarak görülebilir.
Bu, pek tenzil yapılmayan harcamalara bakarak te'yit edilebilir. Aslında
su'-i isti'mallara çok açık olan menzil harcamaları maktu' ödemelere
Cezar, "Osmanlı Taşrasında Yeni Mali Sektör": 104-105.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
95
dönüştürülerek en azından bu aşamada murakabeden korunmuş idi. Tevzi'i
düzenleyen kişilerin menfaatlarına olan harçlar ile asitane me'murlannm
yararına yapılan ödemelere de aynı mantıkla pek dokunmuyordu.
Adaletin ikamesi ile mahallî iktidarı sınırlandırmak gayeleri bir anlamda
çakışıyordu, çünkü ikisi de bir anlamda padişahın şahsında sembolünü bulan
patrimonyal devletin murakabe ve meşruiyetini devam ettirmeği hedefliyordu.
Üstelik, Osmanlı İmparatorluğu'nda carî olan adalet anlayışı, padişahın (veya
temsilcilerinin) her zaman şikâyetler arz edilebilir ve hakkı yerine getirtecek
bir merci' olarak mevcut olmasına müstenit idi. Ona göre kadılar ve divan-ı
hümayun ancak şikâyet veya emir üzere harekete geçerdi; ihtilâflı olmayan bir
durumun yasallığını kontrol etmezlerdi. Bab-ı defterinin nezareti taşra
mâliyesinin gün-be-gün kontrolünü sağlamamış olabilir, fakat padişahın
adaletini temsil ediyordu. Üstelik herhangi bir niza'î durumda karar vermek
gerektiğinde başvurulabilir bilgileri topluyordu.
Masarif-i vilâyet konusunda merkezî idarenin hedefleri, Selânik
örneğinde kazanın çıkarlarına büyük bir tenakuz teşkil etmemişse, sebebi
şehrin imparatorluk merkezine rakip olabilecek bir konumda olmamasında
aramalı. Valiler ise, burada sözkonusu olan yıllardan önce ve sonra merkezin
denetiminden çıkma potansiyeline sahip olduklarım gösteregelmişler. Onların
aynı zaman da, taşra idaresinin ihtiyaçlarım karşılamak üzere yaratılan
tevzi'lere muhtaç olması, merkezî hükümet için tevzi'lere müdahaleyi cazip bir
denetim aracını yapıyordu. Aracın te'sirli olup olmadığı bu hakikati
değiştirmezdi.
Osmanlı şehrini kuşatırken
Son birkaç senede, ma'lûm İslâm şehri paradigması, Osmanlı ta'rihçileri
camiasında gitgide büyüyen eleştirilere ma'ruz kalmıştır.58 Osmanlı şehrini
kavramlaştırmak, onu gözlemleek kadar önemli olmuştur. Bu bakımdan konu,
şu sırada iki taraftan kuşatma altındadır. Bir yandan yeni kaynaklar ve
bilgilerin getirdikleri veriler yeni evidens yaratarak bilinen Osmanlı şehri
nosyonlarını tahrip ediyor. Öte yandan, esaslı ta'dillere ma'ruz kalan
Tartışmaya başka Yakıtı D oğu toplum lanyla ilgilenen tarihçilerle coğrafyacılar ve
sosyologlar da katılmaktadır. Literatür artık bir dipnotta zikredilecek cesamette değildir.
Bkz. Janet L. ABILLUGHOD, "The Islamic City: Historic Myth, Islamic Essence, and
Contemporary Relevance", International Journal o f M iddle Eastern Studies 19 (1987):
155-176; André RAYM OND, "Islamic City, Arab City: Oriental Myths and Recent
Views", British Journal o f M iddle Eastern Studies 21 (1994): 3-18. Türkiye'de yaşayan
tarihçilerin tartışmasını, şifahî münakaşaların metnini de veren bir cilt yansıtıyor: K ent
Tarihçiliği: K ent Tarihleri A tölyesi 5 -6 M art 1994, nşr. Ferzan B A Y R A M O İL U YTLDIRIM, İstanbul (1994). 1996/1997 akademik senesinde Tel Aviv ile Bir ¡iva Ben
Gurion üniversitelerince ortaklaşa düzenlenen "Order in Anarchy" adlı bir atölye, bu
probleme hasredilmişti.
96
CHRISTOPH K. NEUMANN
nazariyeler, karmaşık verilerin zahirde düzensizliği boğuşarak onları yeniden
mayalandırıyorlar. Selânik'in masarif-i vilâyet defterlerinden bu çerçevede bir
şeyler öğrenilebilir mi?
îlk bakışta bu muhasebe defterlerinin mevcudiyeti bile, Selânik'in belli
kendi kendini temsil etme ve kendi maslahatına karar verme kabiliyetine haiz
olduğunu ispat etmiş gibi gözüküyor. Biraz daha yakından bakıldığında böyle
bir iddianın, şehir organizasyonuna sahip olmayan İslâm şehri nosyonu gibi
hatâlı olduğu meydana çıkar. Tertip süreci, defterlerin içerdiği maddeler ile
ödemelerden yararlanan kişiler ne fazla kurumsallaşmış kurallara bağlı idi ne
de üzerlerinde şehir tarafından karar verilmiş idi. Üstelik, kazanın şehir ile
eşanlamlı olmadığı unutulmamalı. Masarif defterlerinin tertibi, tevzi'i ve
nihayet İstanbul'a tevdi'inde şehrin dışmda alâkası olan, çoğu zaman şehrin
dışmda da yaşayan toprak sahiplerinin katkısının ehemmiyeti gözardı
edilemez.
Tevzi' sürecinde kazanın dışmda emir verme salâhiyetini kendilerinde
bulan merkezî hükümet ile valinin rolü çoğu zaman belirleyici olmuştur.
İstanbul'a gönderilen salyane defterleri, kazanın nasıl kendi isteklerine sahip
çıktığının tespitine pek yaramaz. Oysa buna fırsat bulduğu akla yakandır:
parayı veren düdüğü çalar.
Neticede, mahallî harcamaların her zaman pazarlığa tabi' olmağa
mahkûm olmaları kaçınılmazdı, iktidar dengeleri dramatik bir şekilde herhangi
bir tarafın lehine değişmediği müddetçe bu durumun herkesi ta'vizkâr kıldığı
düşünülebilirse de, masarif-i vilâyetin tarh ve ödeme güvenilirliğinin pek
yüksek olamadığı da açıktır. Bu, vilâyetin veya kazanın kendi başına hareket
etme kabiliyetini azaltmış olacak da; fakat aym zaman bu vaziyetin, mahallî
vergileri fonksiyonel yatırımlara imkân tanıdığından büyük ölçüde men' ettiği
de kesin. Bab-ı defterinin bilgisizce ve bundan dolayı keyfî müdahaleleri,
masarif-i vilâyet hesabından ödenecek yatırımların riskini daha da arttırmış
olacak.
Bu tespitleri yukarıda yapılan inceleme desteklemektedir. İki farklı
tevzi' türü ihdası, buna bir cevap olarak gelişmiş bile olabilir. Daha çok
-kazaya mahsus ödemeler içeren C.DAH 4017 tevzi'i, bunalımlara daha
dayanıldı olduklarım tahmin edilebilir fonlar tarafından ödeniyordu.
Yatırım olarak tavsif edilebilecek kalemler iİd defterde de az iken (en
önemlisi, Selânik civarında bir köprü inşaatı idi), kaza veya vilâyetin bir nev’-i
özidaresine açık tek kalem olarak şehir kethüdasının mevcudiyeti
gösterilebilir. Bir tür a'yan yedeği olarak husule getirüea, şehir kethüdahğı,
Selânik'te toplumu yöneten bir merci' olarak boy göstermiyor. Kethüda, ücretli
ve ale'l-âde bir idarecidir. Demek ki Selânik, kaza tarafından ödenen mahallî
me'mur kurumuna doğru bir adım atmıştı.
MASARİF-I VİLÂYET DEFTERLERİ
97
Batı ve Orta Avrupa'da 18inci yüzyıl mutlak monarşilerinin baskısı
altına girmiş şehirlerin çoğunun, Selânik'e göre çok daha fazla özyönetim ve
özidare kabiliyetine sahip olup olmadıklarına iki muhasebe defteri ışığında
hüküm vermek fazlasıyla cür'etkâr olurdu. 17nci yüzyıldan i'tibaren Osmanlı
taşra-înerkez ilişkilerinde kurumsallaşmanm ötesinde siyasî bir kültür olarak
büyük bir rol oynayan pazarlık ile ta'viz arayışları,59 burada incelenen
muhasebelerde derin izler bırakmıştır. Ancak burada daha fazla söylemek
imkânsızdır. Çünkü bu makalede incelenen kaynaklarımız şehrin, kazanın ve
vilâyetin şahsî, İktisadî ve siyasî ilişkiler ağım tanımağa bu aşamada izin
vermez.
BARKEY, a.g.e., Osmanlı İmparatorluğu'nun kendi kendine devam etmesinde pazar-Iığın
sahip olduğu önemine dikkat çekiyor.
OSMANLI ULEMASININ EKONOMİK DURUMU*
Hans Georg Majer**
Osmanlı uleması vergi vermezdi. Diğer askerîlerden farklı olarak
onların mallarına devlet tarafından el konmazdı. Ulema genelde etkili ve
hatırlı olarak görünür. Bunların bazıları ise gerçekten zengindir. Devlet ve
toplum içinde dikkat çekici bir güce sahip olan ulema, toplumla iç içe geçmiş
ve diğer sosyal gruplarla kaynaşmıştır. Bu duruma, konuyla ilgili kitaplarda özellikle de Gibb ve Bowen tarafından - yer verilmiştir1. Bu yazarlar ulemayı
tarif ederken “aristokrasi” terimini bile kullanırlar. Böylece son zamanlarda
M. Zilfi tarafından teyid edilen2 Joseph von Hammer-PurgstalTın kanaatini
tekrarlarlar3. Burada değinmek istediğim mesele ulema hakkında sahip
olduğumuz bilgilerin, yukarıda belirtilmiş olan basmakalıplaşmış görünüme
uyup uymadığıdır.
Ulemama geliri birkaç asır boyunca ilgi çekti. Osmanlı siyasi liderleri en
azından I. Bayezid’den beri ulemanın gelirleri ile bizzat ilgileniyorlardı4.
**
*
7
a
,rOn the Economic Situation o f the Ottoman Ulema" adı altında V. M illetlera ra sı
Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi K ongresi (İstanbul 21-25 Ağustos 1989), Tebliğler,
Ankara 1990, s. 635-642'de yayınlanan bu yazı, adlı bu tebliğ, Dr. İbrahim Sezgin
tarafından tercüme edildikten sonra m üellifi tarafından kontrol edilmiş ve basılmasına
izin verilmiştir.
Münih Üniversitesi.
H.A.R. Gibb and Harold Bowen, Islamic Society and the West, vol. I, part II, London
1$57, s. 105,107-108.
Madeline Zilfi, The Politics o f Piety: The Ottoman Ulema in the Pbstclassical Age (16001800), Minneapolis, 1988.
Joseph von Hammer, Geschichte des Osmanischen Reiches, vol. 3, Pest 1828, s. 470, vol. 9,
Pest 1833, s. X U .
4
Veziriazama göre düşük maaş, kadılar arasında^ suiistimalin yayılmasına sebep idi, Bk.
Aşıkpaşazâde, Tevarih-i A l-i Osman, neşr. Â lî Bey, İstanbul 1332, s. 70-71. Vom
Hirtenzelt zur Hohen Pforte. Frühzeit und Aufstieg des Osmanenreiches nach der
Chronik “Denkwürdigkeiten und Zeitläufe des Hauses Osman von Derwish Ahmed,
genannt Aşık-Paşa-Sohn", Übersetzt, eingeleitet und erklärt von Richard F. Kreutel.
Graz 1959, s. 103-104.
100
HANS GEORG MAJER
Yüksek ulemanın geliri Jacopo di Promontorio5 ve Theodora Spandugnino6
gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret eden ilk seyyahlann dahi ilgisini
çekmişti. Çünkü bir şahsın geliri, onun politik mevkiini göstermekte ve
Avrupalı görevlilerle mukayesesi için temel teşkil etmekteydi. Ulema
hakkında hazırladığı kısım uzun zaman mevcut eri iyi kaynak kabul edilen
D’Ohsson, ne yazık ki kaynaklan vermese de bulabildiği bütün verileri birkaç
sayfada sıralamıştır7. Gibb, Bowen ve Uzunçarşıh8 ulema ücretlerine ilişkin
kopuk bilgileri az çok zikrederler. XVIII. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar değişik
yazarlar ulema terimini, dinî vazifelilerin farklı tiplerini izafe etmek için
kullanmışlardır. D’Ohsson ulema kelimesini, kadılar, müderrisler, müftiler,
şeyhler, hatibler, müezzinler vesaireyi içine alacak şekilde en geniş manada
kullanır. Gibb ve Bowen ulema terimini aynı gruplan belirtmek için
kullanırken Uzunçarşıh ve Halil İnalcık daha dar manada kullanıp9 kadılar,
müderrisler, naibler ve müftileri ele alırlar10.
İmam, hatib, müezzin vb. daha küçük dinî hizmetliler gibi
imparatorlukta camilerde çalışanları da Şeyhülislâm tarafından görev
yerlerine atandıklan, imparatorluğun her yerinde görev yaptıklan ve yerli halk
için dini temsil ettikleri için, bu bildiriye dahil etmeği gerekli görüyorum.
Franz Babinger, Die Aufzeichnungen des Genuesen Jacopo d i Promontorio - de Campis
über den Osmanenstaat um 1475, München 1957, s. 37 (Kadıaskerler hakkında).
Theodore Spandouyn Cantacasin, P etit Traicté de l’origine des Turcqs, neşr. Charles
Schefer, Paris 1896, s. 95 (Kadıaskerler hakkında).
Muradgea d’Ohsson, Tableau général de l'Empire Othoman, 3 vols. Paris 1787-1820, vol.
2, s. 291-293 Almancasi: Allgemeine Schilderung des Othomanischen Reichs. Aus dem
Franzôsischen des Herrn von Muradgea d ’Ohsson ... übersetzt von Chris tiap Daniel Beck,
vol 2, Leipzig 1793, s. 511-514.
îsmail Hakkı Uzunçarşıh, Osmanlı Devletinin İlmiye'Teşkilâtı, Ankara 1965.
Halil İnalcık, The Ottoman Empire. The Classical Age 1300-1600, London 1973, s. 171.
Krş. Halil İnalcık, “Şikâyet Hakkı: Arz-ı Hâl ve Arz-ı Mahzar’lar”, O s m a n lı
Araştırmaları 7-8 (1988), s. 42, 43.
A faf Lutfî al-Sayyid Marsot Kahire uleması hakkındaki araştırmasına dervişleri de dahil
eder (bkz. not 11 ve 22). Bununla birlikte Haim Shaked, bir "alimin eğitim görmüş ve
mevki sahibi bir kişi olduğunu" belirtir ve bu gruba daha alt düzeydeki dinî hizmetlileri de
dahü eder ("The Biographies o f ‘Ulamâ'in Mubârak’s Khitat as a Source for the History
o f the ‘Ulamâ1 in Nineteenth Century Egypt", The ‘Ulam â’ in M odern H istory, neşr.
Gabriel Baer, Jerusalem, 1971, s. 42-43). R.C. Repp ulemayı resmi ulema ve resmi
olmayan ulema olmak üzere ikiye ayırır. Bkz. "The Altered Nature and Role o f the
Ulema", Studies in Eighteenth Century Islamic H istory, neşr. Thomas N aff and Roger
Owen. Carbond.ale and Edwardsville 1977, s. 285. Madeline Züfİ'nin "ulema piramiti",
sadece en önemli şehirlerin kadılarını ve en önemli medreselerin müderrislerini içine
alıyor; bunlar "ulema" zümresini meydana getirir. Ancak "ümiye sınıfı aym zamanda
aşağı derecedeki kadıları, müftileri ve taşrada daha alt seviyedeki medreselerin
müderrislerini" ve bütün bunlara ilaveten Osmanlı dinî hayatı için çok önemli olan cami
vaizlerini de içine alıyordu (Politics and Piety, s. 24-26).
OSMANLI ULEMASININ EKONOMİK DURUMU
101
Ulemanın ekonomik durumu hakkında bilgi bulmak oldukça zordur.
Marsot’un “Wealth of the Ulema”11 adlı Mısır’dan bahsettiği ve dervişleri
dâhil ettiği makalesinden başka bu konuda hiç bir araştırmadan haberdar
değilim. Halbuki ulema hakkındaki ilk çalışmalar fazla fark gözetmeden delil
olabilecek bütün ipuçlarını meydana çıkartma eğilimindeyken, daha yeni
eserler çoğunlukla muayyen makamlara, zümrelere ve bölgelere ağırlık
vererek, ulemanın ekonomik durumuna daha müdellel ve ayrıntılı bir şekilde
yaklaşma temayülündedir. Zaman sınırlamasından dolayı bugüne kadar
yapılmış birbirinden çok farklı araştırmalar hakkında bir fikir vermek için
dikkatimi kadılar üzerinde yoğunlaştıracağım.
Uriel Heyd’in kadıların geliri hakkındaki mütalaalarından12, onların gelir
kaynaklan hakkında birşeyler öğreniyor fakat oıevcut para miktan hakkında
çok az bilgi ediniyoruz. Onların gelir kaynaklan 1. timarlar, 2. arpalıklar, 3.
harçlar, 4. para cezalan, 5. kendi bölgeleri içinde, öngörülenden fazla aldıklan
harçlar, kanunsuz olarak tahsil ettikleri para cezaları ve halktan talep
ettikleri "sözde hediyeler" 6. ve hiçbir zaman eksik olmayan rüşvet gelirleri.
Gelirlerinin miktarı yalnız harçlar için bellidir. Uriel Heyd’e göre kadılara,
yalnız Osmanlı tarihinin ilk dönemlerinde timar verilirdi. Harçlar ilk olarak
XV. ve XVI. asır kayıtlarında ortaya çıkmış ve daha sonra artmıştır. Bu
muhtevayla Heyd, Celâlzâde’nin 1524’te “valilerin ve kadıların adaletsizlik
ve baskılarından” şikayet ettiği bir raporu zikreder. Heyd veya onun
kaynaklarına göre kadılığın yozlaşmasının sebeplerinden biri, belirli bir
maaşa sahip olmamaları idi. Bu kaynakta, kadıların şahsî mülkleri ve gelirleri
hakkında bilgi verilmiyor.
Ayn-ı Ali (1609)’ye dayanan Richard Repp, kitabında ilk
şeyhülislâmlar hakkında daha fazla tafsilâtı bildiklerimize ekler13. Bu kaynak,
yüksek rütbeli ulemanın bir kısmına hâzineden verilen maaşlar ve emekli
aylıkları hakkında bilgi veriyor. İlâve olarak yazar kaynaklarda XVI. asrın
ortalarından itibaren görülen önemli bir terim olan “Mahsul-i kaza”yı açıldığa
kavuşturmağa çalışır. Bir kadının gelirini gösteren bu toplam, Uzunçarşıh’ya
göre 1000 haneye 10 akçe esasma göre hesaplanıyordu. Bu hesaplamanın
sonuçlan 70 veya 150 akçelik geliri olan kadılıklara rastladığımız defterlerde
kaydedilmiştir. Repp'in güvenilir telakki etmediği Ebussuud’un bazı
fetvalarına göre bu gelirlerin nâibler tarafından toplandığı kabul edilebilir.
Tayin edilmiş bir kadının bir günlük akçe gelirinin kesin miktarım gösteren
A faf Lutfl al-Sayyid Marsot, “The Wealth o f the Ulama in Late Eighteenth Century
Cairo”, Studies in Eighteenth Century Islamic History, s. 205-216.
^
13
Uriel Heyd, Studies in O ld Ottoman Criminal Law, ne§r. V.L. Menage, Oxford 1973, s.
212-215,295.
R.C. Repp, The Miiftii o f Istanbul. A Study in the Development o f the Ottoman Learned
Hierarchy, Oxford 1986, s. 305-306.
102
HANS GEORG MAJER
çok sayıda kayıttan Repp, kadıların derecelerine göre almış oldukları bir
miktarı belirlemiştir. Ama bu bir istihkak ve tayin edilmiş gerçek bir maaş
gibi değildir. Repp’e göre harçlardan elde edilen gelir ilâve idi. Çok daha
yüksek bir yekûn tutan yıllık 5 keselik geliri olan Kaza (Çirmen)'e 150
akçeye tekabül eden bir gelir belirten Evliya Çelebi'nin Repp'in fikrini teyit
ettiğine inanıyorum14. Diğer taraftan Halep Şer‘iyye Sicili’ndeki bir hüküm bu
hususta şüphe yaratmaktadır15.
Halil İnalcık tarafından neşredilen 1431 tarihli “Defter-i Sancak-ı
Arvanid”e16 dayanarak Repp, bu vilâyette bir kadının günlük gelirinin 9-18
akçe olduğunu hesaplamış ancak bu şekilde ödemenin yaygm olup
olmadığının ve ne kadar süre devam ettiğinin tam bilinmediğini belirtmiştir.
Buna karşın Nicoara Beldiceanu tahrir defterlerinden yola çıkarak timarlı
kadıların mevcudiyetini kanıtlamıştır17. Bu kayıtlar kadılara timar tahsisatının
bilinenden daha yaygın olduğunu gösterir. Fakat Beldiceanu detaylara
girmez. Kayıtların bazılarında muayyen bir yerin kadısının timarı olarak
açıkça belirtilmiştir. Bu yüzden memuriyet, tahsisat için esas idi. Beldiceanu
1479 tarihli bir belge ve 1512 ve 1520 araşma tarihlenen Hersekzade Ahmed
Paşa'nm bir yazısmda, Kadılık harçlarına ilişkin daha fazla veri tesbit
etmiştir.
XVII. ve XVIII. asırlarda kadıların bozulmasını ve ehliyetsizliklerini
vurgulayan Yücel Özkaya, onların gelirleri hakkında da hayli tafsilat verir18.
Madeline Zilfi XVIII. yüzyılda "en yüksek ulemanın muayyen ilmiye
hizmetlerini ve mülâzemet vermede" âdil oldukları gerçeğini vurgular19. Bu
muhtemelen bir tür gelir sayılmıştır. En azından nüfuz kullanmanın bir
vasıtası idi.
Sancak ve kaza gibi küçük idari birimler üzerine yapılmış araştırmalar,
kadıların gelirleri hakkında hemen hemen hiç bilgi ihtiva etmezler. Belki bu
mahallî araştırmaların çoğu tahrir defterlerini esas aldıklarından bu konu
Bkz Hans Joachim Kissling, B eiträge zur Kenntnis Thrakiens im 17. Jahrhundert,
Wiesbaden 1956, s. 38 Çirmen için; s. 49. 300 akçelik bir kaza olarak Filibe'nin yıllık geliri
10 kesedir.
^
İnalcık, “Şikâyet Hakkı”, s. 4 5 ,5 4 .
^
17
H icrî 835 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-ı Arvanid, Ankara 1954.
18
19
Nicoara Beldiceanu, Recherche sur la ville ottomane au XVe siècle. Etude et Actes, Paris
1973, s. 118-119; Nicoara Beldiceanu, Le Timar dans l’Etat ottoman (début XTVe - début
XVIe siècle), Wiesbaden, 1980, s. 40-41.
Yücel Özkaya, XVHi. Yüzyılda Osmanlı K urum lan ve Osmanlı Toplum Yaşantısı,
Ankara 1985, s. 207-222.
Madeline C. Zilfi, "Elite Circulation in the Ottoman Empire: Great M ollas o f the
Eighteenth Century”, Journal o fth e Economic and Social History c f the Orient 26, 1983,
s. 359.
OSMANLI ULEMASININ EKONOMİK DURUMU
103
hakkında çok az bilgi verirler. Nejat Göyünç’e göre2° Mardin kadısının almış
olduğu bir günlük gelir 50 akçe idi. 1518’de bu gelir, 18.000 akçelik bir timar
olarak verildi. Bu timar gelirini birkaç evkaftan alıyordu. Ama bu uygulama
1526'daki bir suiistimal sebebiyle kaldırıldı. Daha sonraki yıllara ait kadı
gelirlerinin hangi kaynaktan alındığı belli değildir. Bununla birlikte bu
gelirlerin vergiden muaf olduklarını öğreniyoruz. Bir Canik kadısı, vergiden
muaf olmasından başka kendine ait bir parça araziye, oğullarından biri bir
timar. ve diğeri bir mâlikâneye sahipti. Bahaeddin Y ediyıldız’m
araştırm asında21, bölgedeki kadıların ekonomik durumları hakkında
bulabildiği bilginin hepsi budur. Mısır ile ilgili bildiklerimiz biraz daha
fazladır22. XVIII. yüzyılda ulema maaş ve tahsisatlarım aynî olarak alırdı.
Sermaye, birazı ticaret olmak üzere çoğunlukla.gaynmenkule yatırılmıştı.
Hatta toprak sahibi ulema aileleri bile vardı.
Repp, “Mufti of İstanbul” adlı kitabında ilk şeyhülislâmların ekonomik
durumuna değinir23. Benzer bir yaklaşım Mehmet Ipşirli’nin yalanda çıkacak
kadıaskerler hakkmdaki kitabından beklenebilir. Şimdiki halde ne
kadıaskerlerin ve şeyhülislâmların servetlerini teferruatıyla tartışmak, ne de
maaşlarını görevli oldukları vakıflardan alan müderrislerin ve cami
personelinin24 durumlarına temas etmek mümkün değildir. Fakat yine de
onların durumlarındaki pek çok soru, daha fazla araştırma ve tartışmaya
ihtiyaç göstermektedir.
Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, İstanbul 1969, s. 47-48, 84.
^
22
^
24
Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi, Ankara 1985, s. 6 3 ,7 0 , 84, 91.
A faf Lutfi al-Sayyid Marsot, “The Political and Economic Functions o f the Ulemâ in the
Eighteenth Century”, Journal o f the Economic and Social History o f the Orient 16, 1973,
s. 135-152: kadılar bu araştırmaya dahü edilmemiştir. Galal H. El-Nahal, The Judicial
A dm inistration o f O ttom an E gypt in the Seventeenth Century, M inneapolis and
Chicago, 1979, s. 23-24; kadıların ve Mısır Kadıaskerlerinin geliri hakkında birkaç
mütalaa. Stanford J. Shaw, The F inancial and A dm inistrative O rganization and
D evelopm ent o f Ottoman Egypt, Princeton N. J., 1962, s. 59-60. İbrahim el-Mouelhy,
Etude documentaire: organisation et fonctionnement des institutions Ottomanes en Egypt
(1 5 17-1917), Ankara 1989, s. 91. Milletlerarası “XVIII ve XIX. Yüzyıllarda Suriye”
konferansı (Erlangen, Temmuz 1989) esnasında okunmuş bildiriler arasında Karl K.
Barbir ve Mozhe Ma’o z ’un bildirileri Suriye ulemasının ekonomik durumlarına temas
etmişlerdir. Bkz. K.K. Barbir, "Wealth, Privilege and Family Structure: The ‘Askar-'s o f
18th Century Damascus according to the Qass®m ‘Askar-> inheritance Records", The
Syrian Lands in the 18th and 19th Century, neşr. Thomas Philipp, Stuttgart 1992, s. 179195; M. Ma‘oz, "Changes in the Position and Role of the Syrian ‘Ulam®’ in the 18th and
19th Centuries", The Syrian Lands in the 18th and 19th Century, s. 109-122.
Bkz. Repp, The Müftü, indeks, s. 322: “pay”.
Onların ekonomik ve sosyal durumlarının aydınlatılması çalışmalarına bir örnek için
bkz. Hans Georg Majer, “Ulema und ‘kleinere Religionsdiener’ in einem Defter der Jahre
vor 1683”, Osmanistische Studien zur Wirtschafts - und Sozialgeschichte. In memoriam
Vanco Boskov, neşr. Hans Georg Majer, Wiesbaden 1986, s. 104-119.
HANS GEORG MAJER
104
Özetlersek, şimdiye kadar Osmanlı ulemasının ekonomik durumuna
dair araştırmalar, gelirin miktarı ve kaynaklarına dair bilgilerin toplanması
üzerine yoğunlaşmıştı. Arpalık25 gibi kısa makaleler ve Ahmet Mumcu'nun
kitabındaki26 rüşvet ve devre çıkmak gibi konular dışmda hemen hemen hiçbir
sistematik çalışma yapılmamıştır. Benim görebildiğim kadarıyla kadıların
masrafları hakkında hemen hemen hiçbir şey yazılmamıştır, ilmiye hakkında
yayınlanmış incelemelerde kadıların servetleri veya ekonomik faaliyetlerine
dair bilgi çok nâdirdir. Bu yüzden, ulemanın ve özellikle kadıların ekonomik
durumları hakkında bildiklerimiz oldukça eksik tavsif edilmiş olabilir.
Kanaatimce ulemanm ekonomik durumu hakkmdaki bundan sonraki
araştırmalar, hususi tahlillerden çıkmamış sınıflandırmalarla ve önceki
genellemelerle etkilenmiş olmamalıdır. Herşeyden önce araştırma başkentin
büyük ulemasına hasredilmiş olmamalıdır. Bu grup hakkmdaki araştırmalar
için gereği kadar faydalanılmamış bazı kaynaklarda ve ilmiye hakkında tek
merkezde toplanmamış araştırmalarda birkaç hareket noktası bulunabilir.
İlmiye hakkında bilgi ihtiva eden bazı kanunnâmeler araştırmacılar
tarafından sık sık kullanılmıştır. İlâve metinlerin yayını27 bize, ulemanm
gelirinin bir kısmının hukukî dayanaklarını daha sistemli olarak inceleme
imkânı verir. Ulemaya, kadı ve nâiblere, imamlardan başka hatiblere ve hatta
müezzinlere nerede ve ne zaman timarlann verildiğini ortaya çıkarmak çok
önemli bir görevdir. Gelirin kaynağı ve miktarı da aynı şekilde açıklığa
kavuşturulmak zorundadır. Bu ödev, en iyi şekilde haritacılık vasıtasiyle
çözümlenebilir. Şu ana kadar yayınlanmış malzemeler, bu konudaki
araştırmalar için yeterli değildir. Bununla birlikte Beldiceanu28 tarafından
toplanmış referanslar belki bir başlangıç noktası olabilir.
Arpalıklar, harçlar, para cezalan, devre çıkmak ve rüşvet, kaynaklarda
ve birkaç modem çalışmada -özellikle Heyd ve Mumcu’nun çalışmalanndagösterilmiş olduğu gibi açıkça belgelenmiştir. Fakat biz, değişik pâyelerdeki,
dönem ve bölgelerdeki ulemalar üzerine ayrıntılı kanılarda bulunmak
M. Tayyib Gökbilgin, “Arpalık”, İA, I, 592-595; Robert Mantran, “Arpalık”, E l2 , 1, 658;
Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyim leri ve Terimleri Sözlüğü, I, s. 84-87; Birkaç
farklı mütalaa için bakınız Hans Georg Majer, Vorstudien zur Geschichte der ilm iye im
Osmanischen Reich. I: Zu Uşakîzade, seiner Familie und seinem Zeyl-i Şakayık, München
1978, s. 249-256.
Rüşvet ve devre çıkmak metodu için bakınız Ahmet Mumcu, Osmanlı D evletinde Rüşvet
(Özellikle A dlî Rüşvet), Ankara 1969, s. 125-155, 296-304.
Selami Pulaha-Yaşar Y ücel, “Le code (Kanunnâme) de Selim 1er (1512-1520) et
certaines autres.lois.de la deuxième moitié du XVIe siècle”, Belgeler XII/16, (1987), s. 199; Musa Çadırcı, “Tanzimat'ın İlanı Sırasında Osmanlı İmparatorluğunda Kadılık
Kurumu ve 1838 Tarihli ‘Tarik-i İlm iyye’ye Dair Ceza Kanunname’si”, T a rih
Araştırmaları Dergisi 14/25,1981-1982, s. 139-161.
Bkz. yukarıda not 17.
OSMANLI ULEMASININ EKONOMİK DURUMU
105
durumunda değiliz. Sonuç olarak genellemeler yapmak vakitsiz gibi
görünmektedir.
Resmi gelirlerine dahil olarak kendilerine oturacak bir yer tahsis edilen
ulema daha ucuz yaşar. Kaynaklarda kadılar, müderrisler ve cami görevlileri
için ayrılmış vakıf hâneler buluruz29. Referanslar düzenli olarak toplanmış ve
farklı bir usulde kullanılmış olmalıdır. Suraiya Faroqhi tarafından hâneler
hakkında yapılmış araştırma30, ne yazık ki umumiyet itibariyle askerî sınıf ile
ilgili rakamlardan ulemaya dair rakamları ayırmaz. Yine de bu çalışma diğer
bir hareket noktası olabilir.
Bir kısım ulemanın her yönüyle gelirinin başlıca kaynağı olan vakıf
kuruluşları, ev ve yiyecek tayinlerinden başka özellikle ulema için mütevelli
veya nazır gibi vazifeler vererek ilave gelirler njeydana çıkarmışlardır31.
Fakat ulemanın ne kadarının bu görevlerde bulunduğu açıklığa kavuşmuş
değildir32.
Çeşitli kaynaklar konunun aydınlatılmasına yarayacak yararlı bilgileri
içermesine rağmen, ulemalara devlet kasasından yapılan ödemeler konusu
henüz araştınlmamıştn33. Sultanlar, uzun bir zaman zarfında ödenen bir gelir
veya bir ödeme, bir ihsan şeklindeki hediyeler vermek konusunda cimri
davranmıyorlardı. Bu hediyeler, birkaçı muhafaza edilmiş ve yayınlanmış
Bkz. Ömer Lütfi Barkan-Ekrem Hakkı Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir D efteri 953
(1546) Tarihli, İstanbul 1970, s. 16 (No. 113), 17 (No. (117), vd.; D a s osm anische
Registerbuch der Beschwerden (Şikâyet D efteri) vom Jahre 1675, neşr. Hans Georg
Majer, Wien 1984, s. 114b/6,175a16.
Suraiya Faroqhi, Men o f M odest Substance. House O wners and House P roperty in
Seventeenth-Century Ankara and Kayseri, Cambridge 1987.
Örnek için bkz. Ömer Lütfi Barkan, “Edim e ve Civarındaki Bazı İmâret Tesislerinin
Yıllık Muhasebe Bilançoları”, Belgeler 1/1-2 (1964), s. 235-377, özellikle s. 248-250,271274,292-294,299-300,303-307, 316-317, 322-323, 328,338-339,349-353, 369-374.
Ruth Roded, “Quantative Analysis o f W aqf Endowment Deeds: A pilot Project”,
Osmanlı A raştırm aları, 9 (1989), s. 68. Analiz edilen 104 vakıftan 76'sı idari sistem
üzerine bilgiler vermiştir. Yöneticilerin % 36'sı ulema sımfmdandı ve bunların çoğu bu
mevkiye ulema sınıfından oldukları için atanmışlardı. Yalnızca bir alim başka bir nedenle
bu göreve getirilmişti.
Bkz. Halil İnalcık, “Osmanlı İdare, Sosyal ve Ekonomik Tarihiyle İlgili Belgeler: Bursa
Kadı Sicillerinden Seçmeler”, B elgeler X /14 (1980-1981), s. 37-38, 80 (Nr. 108); Ömer
Lütfi Barkan, “H. 933-934 (M. 1527-1528) M alî Yılma Ait Bir Bütçe Örneği”, İktisat
Fakültesi Mecmuası (-İF M ) 15 (1953), s. 251-329, özellikle s. 308, 314, 320-321; Ömer
Lütfi Barkan, “954-955 (1547-1548) M alî Yılm a Ait Bir Osmanlı Bütçesi”, İFM 19
(1957), s. 219-276, özellikle s. 263, 266, 268; Ömer Lütfi Barkan,- ‘-‘974'-975 (1567-1568)
M alî Yılm a Ait Bir Osmanlı Bütçesi”, İF M 19 (1957), s. 277-332, özellikle s. 309
(Sâlyâne-i kadıaskerân-ı vilâyet-i Rumeli ve Anadolu); Shaw, The F inancial and
Adm inistrative O rganization, s. 184; L. Fekete, D ie Siydqat-Schrift in der türkischen
Finanzverwaltung, vol. I, Budapest 1955, s. 630-691,758-759,777, 783.
106
HANS GEORG MAJER
olan “Inamat Defterleri”nde kaydedilmişti34. Ulema ve aileleri, özellikle şair
oldukları takdirde hediye alan kimseler olarak görünmektedirler35. Yüksek
dereceli ulema, başkentteki nüfuzlu meslektaşları ile iyi ilişkiler kurmak
isteyen taşra ulemasından36 veya yabancı elçilerden de hediyeler
almışlardır37.
Yukarıda belirtildiği gibi kadıların ve ulemanın masrafları üzerine
şimdiye kadar çok az yazılmıştır. Timarlı kadıların bazısmm askerî
görevlerinden başka, bir memuriyeti elde etmenin maliyeti ve aym zamanda
bazı ulemanın lüks hayata dalma istidatları da bazı kaynaklarda ifade
edilmiştir. Elbette kadıların ailesi ve hizmetçilerinin refakatinde değişik görev
mahallerine yaptıkları seyahatlann masrafı mazul yaşamak zorunda kaldıkları
zaman zarfındaki masrafları kadar yüksek idi. Bundan başka sicillerin kâğıt
ve cilt masraflarım kim ödemişti? Kadıların bu masrafları kendi ceplerinden
yapmaları mı bekleniyordu? Yoksa resmî masrafların karşılanması için bir
bütçe mi tahsis edilmişti?
Masrafların belirlenmesinden artan miktar bir ailenin serveti için
esastır. Ulemanın veya ailelerinin şahsî eşyası hakkında çok az şey
yazılmıştır. Ancak vefat etmiş ulemanın mallarının listelerini ihtiva eden
kassam sicilleri gelecekte bu boşluğu tamamen doldurmuş olabilecektir. Ne
yazık ki ne Barkan38, ne Liebe-Harkort39, ne de Hüseyin Özdeğer40 çeşitli
mülk envanterlerini çıkarırken ulema ve ulema olmayanlar arasında bir ayrım
34
35
36
37
38
39
40
Ömer Lütfi Barkan, “İstanbul Saraylarına Ait Muhasebe Defterleri”, B e lg e ler IX/13
(1979), s. 296-380.
İsmail Eriinsal, “Türk Edebiyatı Tarihinin Arşiv Kaynaklan I: II. Bayezid Devrine Ait
Bir İn'âmât Defteri”, Tarih Enstitüsü D ergisi 10-11 (1979-1980), s. 303-342; II: Kanunî
Sultan Süleyman Devrine Ait Bir İn'âmât Defteri”, Osmanlı Araştırm aları 4 (1984), s.
1-17.
Butrus Abu-Manneh, “The Husaynis: The R ise o f a Notable Family in 18th Century
Palestine”, Palestine in the late Ottoman Period, neşr. D. Kushner, Jerusalem, Leiden
1986, s. 98-99,103-105.
Mary Lucille Shay, The Ottoman Empire From 1720 to 1734 as R evealed in D espatches
o f the Venetian Baili, Urbana 1944, s. 52; A.H. de Groot, The Ottoman Empire and the
D utch R epu blic. A H isto ry o f the E a rlie st D ip lo m a tic R elation s 16 1 0 -1 6 3 0 ,
Leiden/istanbul 1978, s. 27.
Ömer Lütfi Barkan, “Edim e Askerî Kassamma Ait Tereke Defterleri (1545-1659)”,
Belgeler IB/5-6 (1966), s. 1-479.
Klaus Liebe-Harkort, Beiträge zur sozialen und wirtschaftlichen Lage Bursas am Anfang
des 16. Jahrhunderts. Ergebnisse aus der Untersuchung einiger Erbschaftshefte m it einem
Überblick über die zeitgenössischen Vorschriften und Vorgänge au f dem M arkt der Stadt.
Diss. Hamburg 1970.
Hüseyin Özdeğer, 1463-1640 Yılları Bursa Şehri Tereke Defterleri, İstanbul 1988.
OSMANLI ULEMASININ EKONOMİK DURUMU
107
yapmamışlardır. Bununla birlikte ulemanın tarihi için bu kıymetli malzemeyi
kullanmak mümkün ve gereklidir41.
Kassam sicilleri kadar konuya açıklık getiren’kaynaklar mevcut değilse
de ulemanın zenginlik veya fakirliği üzerine dolaylı bilgiler bulabilmekteyiz.
Muhtelif tahrir defterlerinde, şehirlerde bulunan bahçelerin sahiplerini
gösteren listelerde ulemaya da rastlarız42. Emlâk alım satımı veya para
borçlanmalarının kayıtlarım ihtiva eden sicillerde ulema da bu işlemlerde taraf
olarak görülmektedir. Mültezimler kendi sermayelerine ihtiyaç gösterdiği
gibi, kaynakların bahsettiği ulemayı temsil eden mültezimler de bizim için
faydalıdır. Bir vakıf kuruluşu, elbette vakfedenlerin ekonomik durumunun bir
göstergesi olabilir. Sadece bir örnek verirsek: Madeline Zilfi’nin Şeyhülislâm
Dürrizade Mustafa Efendi vakfiyesini tahlilinden, Mustafa Efendi'nin İstanbul
ve civarında 17 hane, Konya’da bir değirmen ve birkaç arsaya sahip olduğu
ortaya çıkar43. Bahaeddin Yediyıldız XVIII. yüzyılda yeni kurulmuş vakıfları
tahlil etmiş ve vakıfların sadece % 15’inin ulema tarafından kurulmuş olduğu
sonucuna varmıştır44. Bu durum XVIII. yüzyıl ulemanın siyasi tesirinin
zirvesine vardığı devir olduğu için çok şaşırtıcıdır.
Şimdiye kadar yapılmış araştırmalar, Osmanlı İmparatorluğunda
ulemanın ekonomik durumunun başarılı bir tasvirinin, mahdut birkaç kaynakla
bile mümkün olduğunu gösterir. Şurası unutulmamalıdır ki ulema konusunun
incelenmesine yalnızca bir meslek grubu olarak ulemalık ya da tek tek
şahıslar değil, ulemanın ailesi de dahil edilmelidir. Ulema veya en azından
ulemanın bazıları aristokrasi gibi birşey oluşturmuş ise, bu ulema aileleri
birkaç kuşaktır zengin ve nüfuz sahibi olmalıydılar.
Özetlersek: Şimdiye değin yapılan araştırmaların ışığında ulemanın
maddi durumu hakkında en fazla şu "genellemeyi" yapabiliriz: Bunların
bazıları zengin, bazıları fakirdi; bazıları nüfuz sahibi, bazıları etkisizdi;
bazıları bir dönemde, bazıları ise bir başka dönemde...
Bir örnek için bkz. Majer, Vorstudieıı, I, 182-194.
Bruce McGowan, Sir em Sancağı Mufassal Tahrir Defteri, Ankara 1983, s. 7, 8, 11, 158,
160 vs.
ZUfı, “Elite Circulation”, s. 350.
Yediyıldız, Institution du vaqf, s. 163, 166.
XIX. YÜZYIL SONLARINDA EBNIYE-I SENIYYE İDARESİ
(GÖREVLERİ VE TEŞKİLÂTI)
Arzu T. Terzi*
G iriş
Osmanlı padişahları XIX. yüzyıla kadar Topkapı Sarayı'nda ikamet
ederler, nadiren de dinlenme ve özellikle avlanma amacıyla kasr-ı
hümâyûnlarda kalırlardı. Tanzimat'ın ilânından sonra batı etkisiyle padişahlar
ve hanedân üyeleri Topkapı Sarayı'ndaki kapalı hayatlarından tamamen
sıyrılmışlardı. Nitekim bu dönemde- padişahlar Dolmabahçe ve Yıldız
Sarayları'nda otururlar ve zaman zaman hafta sonlarını sahilsaray ve
köşklerde geçirirlerdi. Diğer yandan şehzâde ve evlenen sultanlar için ayrı
saraylar tahsis edilirdi. İstanbul'daki padişahlık makamına âit bu saray ve
kasr-ı hümâyûnların hepsi "ebniye-i seniyye" adıyla anılır Ve inşaları ve
onarımları şehremini1 ile mimarbaşılann müşterek çalışmaları neticesinde
gerçekleşirdi. Şehreminleri inşâata âit malzemelerin tedarikini, masraflar ve
yevmiyelerin verilmesini temin ederler ve bu husûslara dâir hesap defterlerini
tutarlardı2. Mimarbaşılar ise tamir veya inşa edilecek binanın keşif, plân ve
inşâ gibi teknik işleriyle meşgul olurlardı3. Ancak zaman içerisinde bu iki
birim arasında varolan anlaşmazlıkların fazlalaşması neticesinde, 28
*
2
3
Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
Burada şehreminliği ile son dönemde İstanbul'un şehir işleriyle meşgul olan ve yakın
zamana kadar Şehremâneti adı verilen İstanbul B elediye R eisliği kast edilmemiştir.
Şehreminliği, OsmanlIlarda Tanzimat'a kadar saray ve hükümete âit bina inşa ve tamirat
işleriyle meşgul olan, Galatasarayı ve İbrahimpaşa sarayının yiyecek ve giyeceklerine, eski
ve yeni sarayların, harem-i hümâyûnun maaş ve masraflarına bakan ve şâir vazifeleri
olan önemli bir memuriyettir (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı D evleti'nin Saray
Teşkilâtı, Ankara 1984, s. 375.
Şehreminliği ile ilgili tafsilât için bkz. Ahmet Işık, Osmanlı D evletinde Şehrem inliği
Müessesesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti
Tarihi Anabilim Dalı Bitirme Tezi, İstanbul.
Tuncer Uzunok, Osmanlı imparatorluğunda Mimarbaşılık M üessesesi XVI. Asır, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü M ezuniyet Tezi, İstanbul 1966, Tarih
Seminer Kütüphanesi, nr. 967, s. 27.
110
ARZU T. TERZİ
Cemaziyelevvel 1247 (5 Kasım 1831)'de her iki vazife yani şehreminliği ile
mimarbaşılık birleştirilerek Ebniye-i Hassa Müdürlüğü kurulmuştu4 .
Tanzimat'ın ilânından soma devletin her kademesinde yapılan yeni
düzenlemelere paralel olarak, padişahın gelir ve giderlerini idâre eden ve
bütün saray ve kasr-ı hümâyûnların inşa, onarım, yiyecek, içecek, mefrûşat ve
şâir masraflarıyla buralarda görev yapan personelin maaş ve tayinâtlannı
karşılayan ve bu haliyle devletin bir iç hâzinesi görünümünde olan Hazine-i
Hassa teşkil edilmişti5. Dolayısiyle bu yeni dönemde saray ve kasr-ı
hümâyûnların inşâ ve tamirleriyle vazifeli Ebniye-i Seniyye Anbarı da,
Hazine-i Hassa'nın emrinde görev yapan bir birim haline gelmişti6
1. Ebniye-i Seniyye İdâresinin
Vazifeleri
Hazine-i Hassa Nezâreti'ne bağlı bir müdürlük şeklinde idâre edilen
Ebniye-i Seniyye Anbarı İdâresi'nin XIX. yüzyıl sonlarında yükümlü olduğu
vazifelerini ve bunları ne şekilde gerçekleştirdiğini, elimizde mevcud iki
nizâmnâme sayesinde tespit edebiliyoruz7 .
Ebniyye-i Seniyye Müdürlüğü'nün vazifeleri iki ana bölüme ayrılıyordu.
Bunlardan ilki müdürlüğün sorumluluğunda bulunan binaların belirli aralıklarla
kontrollerinin yapılması; diğeri ise padişahın iradesi neticesinde yapılacak
binaların inşaları ve tamire ihtiyacı olduğu tespit edilen yapıların onanmıydı.
a. Ebniye-i Seniyyenin Kontrolü
Öncelikle Ebniye-i Seniyye îdâresi, nezâreti altında bulunan binaları
belirli aralıklarla kontrol etmek zorundaydı8 . Müdürlüğün sorumluluğunda
bulunan Yıldız, Dolmabahçe ve Topkapı Sarayları ile kasr-ı hümâyûnlar
kontrollerinin kolaylıkla yapılabilmesi için, bulunduktan mevkilere göre kendi
içlerinde üç kısma ayrılmışlardı.
Ahmed Lütfi Efendi, Lütfi Tarihi, III, (İstanbul 1292), s. 165; Osman Nuri [Ergin],
M ecelle-i Umûr-ı Belediye, I, İstanbul 1922, s. 980, 1365.ve onlardan naklen Uzunçarşılı,
a.g.e., s. 377-378; Işık, a.g.tez., s. 17.
Bu konuda teferruatlı malûmat için bkz. Arzu T. Terzi, Hazine-i Hassa Nezâreti, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü basılmamış doktora tezi, İstanbul 1997.
Terzi, a.g.tez., s. 76.
Hazine-i Hassa Nezâreti, Matbaa-i Osmaniye, Dersaâdet 1310. Bu yayının içinde ebniye-i
seniyyenin muayenesinin ve bina, inşasının ne şekilde yapılacağını ihtiva eden iki
talimatnâme yer almaktadır.
Atatürk Üniversitesi Seyfettin Ö zeğe Bağış Kitapları
içinde yer alan bu eserin, fotokopisini gönderme lütfunda bulunan Dr. Ersin GUlsoy'a
teşekkür ederim.
"Ebniye-i seniyyenin sûret-i muayenesi hakkında olup mer'iyyet-i ahkâmına fi 9 Mart sene
1308 tarihinde irâde-i seniyye-i mülûkâne şeref-müte'allik buyurulan talimatdır", a.g.e.,
s. 2-3.
XIX. YÜZYIL SONLARINDA EBNİYE-1 SENİYYE İDARESİ
111
Buna göre, Yıldız Sarayı mabeyn-i hümâyûnuyla, bendegâna mahsus
olan çeşitli dâireler, Ayazağa, Maslak ve Nüzhetiye kasr-ı hümâyunları ve
Nişantaşı'ndaki Taş Konak birinci kısımdı.
Harem ve Efendilere âit dâireler ile Hırka-i Saâdet ve Emânete mahsûs
yerlerin dışında9, Dolmabahçe ve Topkapı Sarayı; Koşu, Çağlayan ve Mîrahor
kasr-ı hümâyûnları ikinci kısmın içinde yer almışlardı.
Beylerbeyi Sahilsarayı, Kalender, Beykoz, Tokad, Küçüksu, Hekimbaşı,
Alemdağı kasr-ı hümâyûnları ise üçüncü kısımda bulunuyorlardı.
Her bir kısımda yer alan binaların tamirlerinin tespit edilmesi ve
muhafazalarının sağlanması amacıyla, denetimlerini yapmak için bir kalfa ile
bir mühendis görevlendirilmişti.
Her kalfa ve mühendis müşterek olarak kendilerine havale edilen saray
ve kasr-ı hümâyûnların halihazırdaki durumlarını yazm nisan, haziran ve
ağustos aylarında, kışın ise ekim, kasım, aralık, ocak, şubat, mart aylarında
kontrol ederlerdi.
Binalarda zamanla oluşabilecek hasarlar iki kısma ayrılmıştı. Bunlardan
ilki kurşun, kiremid ve borulardan akarak pencere, çerçeve ve pancurlardan
binaya girebilecek su yerleri; saçak ve kurşunların taş, sıva ve boyalarının
bozulması gibi az bir zaman zarfında büyük mahzurlara yol açabilecek
dolayısiyle acil olarak tamir edilmesi gereken hasarlardı. Diğeri ise bina
içinde onarımı geciktirilse dahi binayı herhangi bir tehlikeye maruz
bırakmayacak hususlardı. Buna göre sorumlu oldukları saray ve kasırların, bu
yerlerde vazifeli bekçibaşılar ile birlikte dikkatli bir şekilde muâyenelerini
yapan kalfa ve mühendisler, tamire ihtiyaç hissedilen yerler tespit edildiği
takdirde bir keşif defteri tanzim ederler; muâyenenin neticesini ihtiva eden bir
rapor düzenleyerek, bekçibaşma da mühürlettikten sonra Ebniye-i Seniyye
Anban Müdüriyeti'ne verirlerdi.
Saray ve kasr-ı hümâyûnlar padişahlık makamına âit seçkin yapılar
olduklarından, bu gibi tamire muhtaç olan yerlerin aslına uygun olarak
yapılmalarına, orijinalliklerinin bozulmamasma da özen gösterilmiştir.
Nitekim bu yerler vaktiyle ne şekilde yapılmış ve bu esnada hangi tip harç ve
İstisna olunan bu yerler ve burada adı geçmeyen ebniye-i seniyyenin tamir ve inşası ise, bu
husûsda padişahın vereceği iradeye uygun olarak hareket edilmek suretiyle yapılırdı (a.g.e
s. 3). M eselâ Mehmed Selim Efendi'nin Istabl-ı Âmire'deki ahırlarının tamiri ve bir
süthane inşası Lalası Baha Bey'in yazdığı bir müzekkire ile bildirilmiş, Ebniye-i Seniyye
Müdürlüğünce ilk keşif yapılıp bu tamir ve inşaafın ne kadara mâl olacağının tespit
edildiği bir k eşif defteri hazırlanarak Hazine-i Hassa Nâzın'nın durumu bildirilen
tezkiresi ile birlikte padişaha sunulup gerekli irade alındıktan sonra tamir ve inşa
faaliyetine girişilmiştir (Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Yıldız tasnifi-Mütenevvî
mâruzât (Y.MTV), nr. 191/65).
112
ARZU T. TERZİ
levâzım kullanılmış ise, yine aynı malzemenin kullanılmasına dikkat edilmek
sûretiyle, keşif defterleri tanzim edilmiştir.
Bir binada yukarıda zikr edilen iki tür hasarın ikisi de varsa, herbiri için
ayrı keşif defteri düzenlenir, tamiratın yapılmasında bir aciliyetin olup
olmadığı da ayrıca belirtilirdi. Yapılan kontrol neticesinde tamire muhtaç bir
yerin olmadığı tespit edildiğinde ise, yine bir rapor düzenlenerek bu husûsa
işaret edilir ve binanın bekçibaşısma da ilgili rapor mühürletilirdi.
Muâyene sırasında binalardan tamire muhtaç olanlar için harcanması
gereken akçenin hakikî ihtiyaç nisbetinde olmasına ve onarımm gereksiz bir
şekilde geniş tutulmamasma kalfa ve mühendisler dikkat ederlerdi.
Görevli oldukları binaların yukarıda belirtilen ayların başlarında
kontrollerini yaparak rapor ve keşif defterlerini hazırlayan kalfa ve
mühendisler, bunları, adı geçen ayların onbeşinci gününde Ebniye-i Seniyye
Anbarı Müdüriyeti'ne teslim ederlerdi. Denetlenen aylar dışmda ebniye-i
seniyyenin birinde herhangi bir hasar meydana geldiğinde ise, durum binanın
bekçibaşısı tarafından Ebniye-i Seniyye Müdürlüğüne haber verilir ve ilgili
binanın bulunduğu kısımda görevli mühendis ve kalfa, haber tarihinden
itibaren üç gün içinde mahalline gidip, derhal gerekli araştırmayı yaparak
raporu hazırlardı.
Muâyene ile görevli kalfa ve mühendislere, kendilerine bağlı binalara
gitmek üzere binecekleri kayık, araba gibi ulaşım araçlarının ücretleri
müdürlükçe karşılanırdı.
b. Ebniye-i Seniyyenin Tamir ve İnşasının Safhaları
Ebniye-i Seniyye Müdürlüğü tarafından bir yandan binaların sene içinde
kontrolleri bu şekilde yapılırken, diğer yandan da yeni binaların inşaları ve
tamire ihtiyaç görünenlerin ise onarım işlemleri gerçekleştirilirdi10.
Tamir ve inşa işlemlerinin yapılması için ise ebniye-i seniyye dört
dâireye ayrılmıştı:
1. Yıldız Sarayı mabeyn-i hümâyûnu ile bendegâna mahsus olan çeşitli
dâireler, Ayazağa, Maslak, Nüzhetiye kasr-ı hümâyûnları ve Nişantaşı'ndaki
Taş Konak;
2. Harem ve Efendiler ile Hırka-i Saâdet ve emânete mahsus dâirelerin
dışındaki Dolmabahçe Sarayı, Topkapı Sarayı, Koşu, Çağlayan, Mîrahor kasrı hümâyûnları;
"Ebniye-i Seniyye inşâat ve tâmiratına dâir talimatdır", 4 Mayıs 1309 (29 Şevval 1310/15
Mayıs 1893), a.g.e., s. 4- 6.
XIX. YÜZYIL SONLARINDA EBNÎYE-Î SENİYYE İDARESİ
113
3. Beylerbeyi Sahilsarayı, Kalender, Beykoz, Tokad, Küçüksu,
Hekimbaşı, Alemdağı kasr-ı hümâyûnları;
4. Emlâk-ı hümâyûn komisyonu marifetiyle yönetilen yerlerdi.
Her dâire içinde bulunan binaların tamir ve inşâ faaliyetleri için bir kalfa
tayin edilmişti. Bu kalfalar görevlerine gösterdikleri ihtimamdan dolayı
zaman zaman daha da gayretlendirilmek amacıyla taltif ediliyorlardı11.
İlk Keşif
Binaların inşa ve tâmiratına geçilmeden önce, bu işlemlerde ne tür
malzeme kullanılacağım ve ne mikdar meblağ harcanması gerektiğini tespit
amacıyla bir ilk keşif yapılırdı.
İlk keşfin yapılabilmesi için Hazine-i Hassa Nezâreti'nden gelen evrak,
Ebniye-i Seniyye Anbanndaki evrak defterine kayd edilerek keşif için
görevlendirilen bir mühendise verilirdi. Mühendis evrakı aldıktan sonra keşfi
yapılacak yer hangi dâireye âit ise, o dâireden sorumlu olan kalfa ile beraber
ilk keşif yapılırdı. Keşif esnâsmda onanmın sırasına göre hazırlanacak ve
içinde kullanılacak levâzımm cinsi, çeşidi ve ebâdınm yer alacağı bir
keşifnâme tanzim edilirdi12. Bu ilk keşif defterlerinde tamir yeya inşa için
kullanılacak malzemelerin fiyatlarının ve binanın inşa ve tamiri için ihtiyaç
olan toplam meblağm tutarının da tahminî olduğu bizzat yazıyla belirtilir, bu
yazı kalfa ve mühendis tarafından mühürlenirdi13. îlk keşifde yazılan
ölçülerden mühendis ve kalfa müşterek olarak, tespit edilen fiyatlardan ise
yalnız kalfa mes'ul tutulurdu.
Dört dâireden birine nezâret eden kalfanın meşru bir mazeretle ilk
keşifde bulunamaması halinde, müdüriyetten diğer bir kalfa seçilirdi.
Binaların muâyeneleri sırasında tespit edilen cüz'î tamirlerin dışında, ilk
keşfi yapılmadan ve Hazine-i Hassa Nezâretinden izin alınmadan inşaat ve
tamir işleminin yapılması yasaktı. Ancak Ebniye Anban Müdüriyetine veya
kalfalardan birine bir ameliyatın hemen icrâsı hakkında irade tebliğ olunduğu
takdirde iradenin tebliğ tarihinden îtibâren bir hafta içinde ilk keşif yapılarak
nezârete bildirilirdi. Eğer bu sırada keşifnâmenin tanzimi mümkün olamaz ise
yine aynı zaman içerisinde nezârete bu konuda bilgi verilirdi14.
11
12
13
14
Meselâ bu amaçla Ebniye Kalfası Mihran Efendi'ye "dördüncü rütbeden nişân-ı mecidî"
ihsan edilmişti (BOA, Îrade-Dahiliye, nr. 74793).
Hazine-i Hassa Nezâreti, s. 4.
Y.MTV., nr. 14/71; nr. 191/65. Bu numaralarda birer ilk keşif defteri de bulunmaktadır.
a.g.e., s. 4.
ARZU T. TERZİ
114
İnşa ve Onarım İşlemi
İlk keşiften sonra binaların inşa veya onarımma geçilirdi. Emâneten
veya maktûen15 yapılan inşaat ve tamirat, binanın bağlı olduğu dâirenin
kalfasının nezaretinde gerçekleşirdi.
Emânet usûlüyle tamir veya inşâ olunan her binada okur-yazar, işden
ve levazımdan anlıyan bir mutemed bulunurdu. Genel olarak işinin başmda
sürekli durmakla yükümlü olan mutemed, meşrû bir mazeretle gelemediği
takdirde bunu Ebniye-i Seniyye İdâresine bildirir ve yerine idâre tarafından
vekâleten bir mutemed tayin olunurdu. Bu gibi durumlarda işe başlamadan
önce, mevcud eşya ve levâzımlar o dâirenin kalfası tarafından vekile devr
olunur ve vekil kendi muâmelelerini ayn bir deftere kayd ederdi. Aynca vekil
vekâlet işinin sonunda, asıl mutemede devir ve teslim işlemini yapmaya ve
ilgili defteri dahi mutemede teslim etmeye mecburdu.
Mutemed binaya getirtilen eşyanın cinsi ve mikdarıyle çâlıştirılan
işçilerin isimleri ve yevmiyelerini ihtiva eden bilgileri, Ebniye Anban'ndan
verilecek tasdikli deftere günü gününe kayd eder ve her günün bitiminde kalfa
ve mutemed müşterek olarak bu kısmı mühürlerdi. Binanın tamir veya
inşâsının tamamlanmasından sonra bu defter anbara teslim edilirdi. Belirtilen
defteri tutmayan veya tutup da eşya ve yevmiyeyi günü gününe kayd
etmeyen ve kalfaya mühürletmeyen mutemedin bir aylık maaşı kesilir, hatta
icabmda görevden dahi uzaklaştınlabilirdi.
İnşaat sırasmda bina için sarfına ihtiyaç
edilebilmesi için, üç gün önceden pusulasının
tarafından tasdik edildikten sonra Ebniye-i Seniyye
verilmesi gerekirdi. Bunun üzerine idâre üçüncü
istenilen eşyayı mahalline gönderirdi.
görülen eşyanın taleb
hazırlanarak mutemed
Anban İdâresi kalemine
günün akşamına kadar
Keşfi gereğince tamir veya inşâsına başlanan binanın aslma ve
istenilene göre az veya çok değiştirilmesi, mutlaka hazine tarafından
verilecek bir resmî evrakla mümkündü. Aksi halde meydana gelecek masraf
ve zarardan ilgili kalfa sorumlu tutulurdu.
Keşfe gerek olmayan ve üç yüz kuruşa kadar levâzım ve nakdin
harcanmasıyle yapılması mümkün olan cüz'î tamirler için istenilen eşya, o
mahallin kalfası tarafından bir pusulaya yazılıp altı mühürlendikten ve eşyanın
sarfını isteyen memura da tasdik ettirildikten soma, Anbar Müdüriyeti'nden
Ebniye-i Seniyye Anban tarafından yapılan ilk keşif neticesinde tamir veya inşa için tespit
edilen masraf tutannm, ebniye-i seniyye anbarında yapılan münakaşa (açık eksiltme)
neticesinde daha az bir mıkdara yapılması mümkün olduğu takdirde o zaman inşa veya
tamirat maktuen ihale edilirdi. Maktuen yapılan inşa ve tamirlerde talibiyle Ebniye-i
Seniyye Anban arasında bir mukavele senedi düzenlenir ve o şahsa kefil olan şahıs
senedin üzerini mühürlerdi (Y.MTV., nr. 190/116).
XIX. YÜZYIL SONLARINDA EBNİYE-İ SENİYYE İDARESİ
1 15
onayı alınır ve satın alınarak yerine ulaştırılırdı. Eşya tamamen teslim
edildiğinde ise bir makbuz senedi tanzim olunur ve bu sened önce satıcı,
sonra eşya isteyen memura mühürletildikten sonra Ebniye Anbarı îdâresi
kalemine teslim olunurdu.
Satın alındıktan sonra yerine teslim olunan eşyanm numûnesine
uygunluğundan, numûnesi olmayan eşyanm ise anbardan istenilen cinsden ve
iyi olup olmamasından kalfa, satıcı ve mutemed; eşyanm adet ve mıkdanndan
ise satıcı ile mutemed sorumluydu. Gelen eşya uygun olmadığı takdirde
hemen iâde edilir ve bu durumdan Ebniye-i Seniyye Anban haberdar edilirdi.
Binalarda çalıştırılacak işçiler ve alacakları yevmiyeleri kalfa tarafından
tayin edilirdi. İşçilerin yevmiyyeleri ise kalfa tarafından değil de, her haftanın
sonunda anbardan görevlendirilecek memurlar marifetiyle bizzat ellerine
ödenirdi.
Binaların emânet veya maktû şekilde tamirine başlanmasından sonra,
ilk keşfin neticesi dışmda bir durum ortaya çıkması halinde kalfası veya
müteahhidi bu konuda hemen bir rapor hazırlayarak-müdüriyete verirdi. Rapor
müdür tarafından muâyene edilip tasdik edildikten sonra Hazine-i Hassa
Hey'et-i îdâre'sine takdim edilir ve heyet tarafından resmî izin alınmadıkça
onarım yapılamazdı.
Maktûen inşâ veya tamir olunan binanın fenne ve keşfine uygun
olmayan bir şekilde yapıldığı tespit edildiğinde, ilgili dâirenin kalfası
tarafından yazılı olarak Ebniye Anban Müdüriyeti'ne haber verilir ve inşaâtm
tatili istenirdi16
İkinci Keşif
Binaların inşaları veya tamirleri bittikten sonra da bir takım işlemler
yapılırdı. Buna göre sona eren inşaat ve tamirler maktûen icra olunmuş ise
müteahhidinin vereceği arzuhal üzerine, emâneten yapılmış ise son sarfiyat
jurnali hazırlandıktan soma, müdüriyetden seçilecek mühendis ve kalfa
tarafından ikinci keşif yapılırdı.
Maktûen yapılan inşâ ve tamirlerde bir eksiklik görüldüğü takdirde
uygun bir süre içinde müteahhidine tamamlattınlırdı. Noksanın ıslahı mümkün
olmadığı zaman binaya herhangi bir zararı dokunmayacak bir eksiklik ise o
kısma âit masraflar ödenecek mıkdardan indirilir ve bununla da yetinilmeyip
beşte birlik bir ceza indirimi de uygulanırdı.
Her ne şekilde olursa olsun müteahhidin taahhüdü altmda olan işi
noksan icra ederek ona karşılık ilk keşif haricinde bir iş yapdığı ortaya çıkar
Hazine-i Hassa Nezâreti, s. 5-6.
116
ARZU T. TERZİ
da müteahhid bu husus için resmî bir evrak da ibraz edemez ise kesinlikle
ihale iptal edilirdi.
Emâneten inşa ve tamir olunan binalarda fennen görülecek noksanlar
kalfasına tazmin ettirilerek tamamlattırıiırdı. İnşaatın sağlamlığı, isteğe ve
keşfine uygun olduğu ikinci keşif ile ortaya çıktığında, keşif haricindeki yüzde
beşe kadarlık masraflar kabul edilebilirdi17 . İlk keşifte yapılacak masrafın
tespitine karşılık ikinci keşifte bu meblağm beklenenden çok daha fazla
çıkması halinde ise, Ebniye-i Seniyye mühendis ve kalfaları tarafından,
yapılan inşa ve tamirat tahkik edilerek bir rapor düzenlenir ve Hazine-i
Hassa Nezâretine sunulurdu18. Neticede beklenenden fazla harcamalardan
kalfa sorumlu tutulurdu19.
İnşaâttan artan levâzım yeni ise satm alma fiyatı, iskele enkazı gibi
kullanılmış şeyler ise değer fiyatı üzerinden keşifde hesaplanan mikdardan
indirim yapılırdı.
Mühendis kendisine havale olunan ikinci keşfi bir ay içinde
tamamlayarak idâreye vermek zorundaydı. Bu sırada herhangi bir engelle
karşılaşırsa durumu bir yazıyla müdüriyete bildirir ve alacağı cevab
doğrultusunda hareket ederdi20.
XIX. yüzyılın sonlarında Ebniye-i Seniyye tarafından inşa ve tamir
edilen binaların masrafları çoğu zaman Hazine-i Hassa’dan bazan da, bir
kısmı, o dönemde malî yönden Hazine-i Hassa'ya bağlı olan Ceyb-i Hümâyûn
hâzinesinden karşılanırdı21. Ebniye-i Seniyye İdaresi tarafından tamir veya
inşaları tamamlanan binalar için yapılan masrafların kalem kalem gösterildiği
ve Hazine-i Hassa'dan ve Ceyb-i Hümâyûn Hazinesi'nden ne mikdar paranın
ödendiğinin bildirildiği teferruâtlı defterler hazırlanıp, Ha^ine-i Hassa
Nâzın'nın yazdığı tezkire ile birlikte padişaha sunulur ve bu şekilde padişah
sonuçtan haberdâr edilirdi22.
"2. Ebniye-i
Seniyye İdâresinin
Teşkilâtı
Buraya kadar XIX. yüzyılın sonlarında Ebniye-i Seniyye Anbarının
idâresi ve yükümlü olduğu vazifeleri ile bunları ne şekilde icra ettiği
açıklanmaya çalışıldı. Aynı dönemde Ebniyye-i Seniyye İdâresinin teşkilâtına
17
18
19
20
gös. yer.
Y.MTV., nr. 183/19.
Hazine-i Hassa Nezâreti, s. 6.
gös. yer.
21
Y.MTV., nr. 18/132; nr. 20/50; 30/22.
22
Y.MTV., nr. 20/50; nr. 30/22.
XIX. YÜZYIL SONLARINDA EBNÎYE-İ SENİYYE İDARESİ
117
bakıldığında, Hazine-i Hassa Nâzırı'na bağlı bir müdür tarafmdan idâre
edflfdiği görülmektedir. XIX. yüzyıl sonunda Hazine-i Hassa Nezâreti'ne âit
teşkilâtm yeniden düzenlenmesi sırasında kaleme alman nizâmnâmede,
Hazine-i Hassa'ya bağlı dâirelerin idârelerine de yer verilmişti. Buna göre
Ebniye-i Seniyye anbarı müdürü dâirenin muâmelelerini, makbûzat ve
sarfiyâtının nizamlara uygun bir şekilde yapılmasmı sağlamakla mükellefti ve
aksi bir durumdan yine müdür sorumlu tutulurdu. El?niye-i Seniyye Anban'nm
hesap işlerinin usûlüne uygun bir şekilde yapılmasının kontrolünü Hazine-i
Hassa Muhasebecisi yapardı; Hazine-i Hassa'ya bağlı diğer birimlerin olduğu
gibi Ebniye-i Seniyye Anbarı Müdürlüğünün idâresinden ise Hazine-i Hassa
Nâzırı sorumluydu23.
a. Ebniye-i Seniyye Müdürü ve Vazifeleri
_Ebniye-i Seniyye Anbarı Müdürleri, binâlarm kontrollerinin neticesinde
kalfa ve mühendislerin daha önce yukarıda zikr edildiği şekilde
hazırlayacakları rapor ve keşif defterlerine kayd ettikleri âcil tamirâtı, Hazinei Hassa Hey'et-i îdâresine takdim ederlerdi. Müdür vazifeli olarak çalışan
işçilerin maaaşlannın dışmda, levâzım için veya nakid olarak üç yüz kuruşa
kadar olan harcamaları yapabilme selâhiyetine sahipti. Üç yüz kuruşdan fazla
meblağ ve levâzımâta muhtaç olan âcil tamirler ise rapor tarihinden îtibâren
üç gün içinde Hazine-i Hassa Nezâreti'ne bildirilirdi. Müdür, ebniye-i
seniyyenin muâyenelerinin yapıldığı ayların yirminci gününde bütün keşiflerin
icmalini tanzim ederdi. Bu icmalde, her saray ve kasr-ı hümâyûn için âcil
olarak yapılması gereken tamirâtı, bunlar iğin kalfa ve mühendis tarafmdan
kaç kuruş harcanması gerektiğini, bunlardan hangilerinin kaç kuruşla tamirinin
tamamlandığı, hangilerinin henüz gereğinin yapılmakta olduğunu veya izin
istendiğini, ebniye-i seniyyeden birinin ay içinde muâyenesi yapılmadıysa
sebebini ve âcil olmayan tamirat hakkında görüşlerini bildirirdi. Doğrudan
doğruya vazifeli işçiler vasıtasiyle gerçekleştirilecek küçük tamiratların ve
kalfası marifetiyle yaptırılacak mühim onarııriların, istenilen şekilde
cereyanına, harcanacak paranın israf olunmamasına yine Ebniye-i Seniyye
Müdürü nezâret ederdi24.
Ebniye-i Seniyye Anbarı Müdürü, emâneten inşâ ve tamir olunan
binaları, ve bu binalar için satm alman eşyalar ile çalıştırılan işçileri haftada
bir defa kontrol etmek ve mutemedlerin tuttukları defterleri incelemekle de
vazifeliydi25 . Ayrıca bu dönemde Ebniye-i Seniyye Anbarı müdürleri Hazine-i
Hassa'ya ve bağlı birimlere -ki buna Ebniye-i Seniyye idâresi de dahildi- açık
eksiltmeli veya eksiltmesiz olarak yapılacak her türlü alım işinin yürütülmesi
BOA., Yıldız tasnifi-Husûsî mârûzât (YA.HUS), nr. 163/9, lef 5.
Hazine-i Hassa Nezâreti, s. 3.
a.g.e., s. 5.
ARZU T. TERZİ
118
işin kunilmtiş olan Hazine-i Hassa Hey'et-i İdaresinin de üyesi olup
toplantılarına iştirak ederlerdi26.
b. Kalemi ve Hendesehânesi
Ebniye-i seniyye müdürünün emri altında bu dâireye âit hesaplan tutan
ve yazışmalan yapan bir kalem mevcut olup27 burada, başkâtip ve katipler
görev yapmaktaydı28. Ebniye-i Seniyye Anbarı kâtipleri, anbar tarafından
hergün satın alman levâzımâtm cinsi, mikdan, tutan, nereden ve kimden satın
alındığı ve nereye sarf edileceğinin belirtildiği cetvelleri hazırlayıp, Hazine-i
Hassa Nezâretine vermeğe mecburdular29.
Ebniye-i Seniyye Anban'mn yukarıda görevleri zikr edilen mimar ve
mühendislerin bulunduğu bir de hendesehânesi vardı30.
Ayrıca 1318 (1900-1901) yılında ise Ebniye-i Seniyye Anbarı
Müdürlüğü'nde anbar tarafından yapılan kontratlarla satm alınacak eşyaların
kontrolünü yapmak ve kontrat dışmda alınacak eşyanın fiyatlarım incelemek
amacıyla bir "muâyene hey'eti" teşkil edilmişti. Başkanlığını Ebniye-i Seniyye
Anbarı başkâtibinin yaptığı, mühendis ve mimarların da yer aldığı hey'etde,
aynca dâimi bir fen memurunun bulundurulması kararlaştırılmıştı31.
Sonuç
Yukarıda belirtildiği şekilde, XIX. yüzyıl sonlarında Hazine-i Hassa
Nezâreti'ne bağlı bir dâire olarak görev yapan ve genel olarak masrafları
Hazine-i Hassa'dan karşılanan Ebniye-i Seniyye Anbarı Müdürlüğü, bu
durumunu II. Meşrûtiyet'in ilânına kadar devam ettirmiştir. II. Meşrûtiyet'in
ilânından sonra Hazine-i Hassa'nın bünye itibâriyle küçülerek İdâresinin
umum müdürlüğe çevrilmesinden sonra, Ebniye-i Seniyye İdâresinin ne
şekilde yönetileceği bir mesele haline gelmiş ve bu husûsda bir türlü kesin bir
karar verilemeyerek bir dizi kanun çıkarılmıştır.
Nitekim önceleri ebniye-i seniyyenin tamir masrafları için Maliye
bütçesinin 82. faslmda yazılı meblağm maktûen Hazine-i Hassa'ya ödenmesi
şeklinde 21 Mart 1329 (3 Nisan 1913)'da bir kanun yayınlanmıştır32.
Y.A.HUS., nr. 163/9, lef 5; Aynca bkz. Devlet Salnâmesi, Sene 1309, s. 142.
27
28
29
Y.A.HUS., nr. 163/9, lef 5.
T.B.M.M., Dolmabahçe Sarayı Arşivi (D.S.A.), Defter (D), nr. 4374.
D.S.A., Evrak II, nr. 1599.
30
D.S.A., D. nr. 4374; Y.MTV., nr. 203/114.
31
32
Y.MTV.,nr. 203/114.
-Bu kanun gereğince adı geçen bütçenin ilgili maddesinde yer alan 4.600.000 kuruş
Hazine-i Hassa'ya ödenecek ve bu meblağın tesviyesi için hâzineden bir sorumlu muhasib
XIX. YÜZYIL SONLARINDA EBNİYE-İ SENİYYE İDARESİ
119
Müteâkiben bu tahsisâtı ödeyecek âmirin sadrazam olduğuna dâir ilgili
kanuna bir zeyl yapılmıştır (7 Mayıs 1329/20 Mayıs 1913)33.
7 Nisan 1330 (20 Nisan 1914)'da ise belirtilen kanun, zeyli ile birlikte
fesh edilmiş, tamir masraflarının padişah ve hanedân bütçesine dahil edilerek
maktû olarak Hazine-i Hassa idâresine verilmesi ve mabeyn-i hümâyûnda
oluşturulacak bir hey'et tarafından da yapılan masrafların denetlenmesi esası
getirilmiştir34. Yaklaşık üç ay gibi kısa bir süre sonra 20 Temmuz 1330 (2
Ağustos 1914)'da ise yeni bir kanun çıkarılarak ebniye-i seniyye tamirleri
husûsunda neşr edilmiş olan bütün kanunlar kaldırılmıştır. Alman yeni karar
gereğince, ebniyye-i seniyye masrafları 1330 senesinde sadaret bütçesine
dahil edilmiş, dolayısiyle sadrazama tahsisâtm ödenmesi husûsunda yetki
verilmiştir. Bir yıl sonra, yani 1331 senesinden îtibâren ise tahsisâtm Maliye
bütçesine dahil edilerek, Maliye Nâzın'nm her sene bütçe ile beraber o sene
içinde yapılacak tamirlerin yeri ve mıkdanm ihtiva eden bir raporu Meclis-i
Mebûsan'a sunması ve verilecek tahsisâtm Maliye Nâzın'nm sorumluluğunda
sarf edilmesi karara bağlanmıştır35 .
Ebniye-i Seniyye'nin idâresinde yapılan son değişiklik ise 1920 yılında
gerçekleşmiştir. Nitekim sarayların idâre ve muhafazalarının Hazine-i
Hassa'ya bağlı olmasından dolayı ebniye-i seniyye İdâresinin de hâzineye
bağlanıp, Maliye bütçesinde bulunan tahsisâtının, her ay Maliye
Hazinesi'nden Hazine-i Hassa'ya verilen tahsisât-ı seniyyeye ilâve edilerek,
tahsisât-ı maktûa şeklinde ödenmesi husûsunda 17 Haziran 1336 (17 Haziran
1920)'da bir karamâme çıkarılmış36 ve mesele bu şekilde çözümlenmiştir.
tayin edilerek sene sonu hesaplan muhasib vasıtasiyle Divân-ı Muhasebât'a sunulacaktı
(Düstûr, II. Tertip, V, Dersaadet 1332, s. 230).
Düstûr, n . Tertip, V, s. 433.
Düstûr, II. Tertip, VI, Dersaadet 1334, s. 540.
Düstûr, n . Tertip, VI, s. 1056.
BOA., Dosya Usûlü İradeler tasnifi, nr. 37-2/17.
MİLLİ MÜCADELE’DE İZMİT MUTASARRIFLARININ
FAALİYETLERİ
Sabahattin Özel*
Milli Mücadele döneminde müstakil mutasarrıflık statüsünde bulunan
İzmit, B.M.M.’nin kuruluşuna kadar İstanbul Hükümetlerinin atadığı
mutasarrıflar tarafından yönetilmişti. Daha sonra B.M.M. Hükümeti’nin de
mutasarrıf atamasıyla, İzmit çifte mutasarrıflar eliyle yönetilen bir sancak
hüviyetini kazanmıştı. İstanbul’un atadıkları İzmit’te görev yaparken,
Ankara'nın kiler merkez olarak kabul edilen Adapazarı’nm istikrarsız
durumundan dolayı Geyve’de faaliyet göstermişlerdi1. Bu durum İzmit’in
Yunan işgalinden kurtarılmasına kadar sürmüş (28 Haziran 1921), bu
tarihten sonra İstanbul’un İzmit üzerinde hiçbir nüfuzu kalmadığından
mutasarrıflık merkezi tekrar İzmit’e nakledilmişti. İzmit böylece Milli
Mücadele’nin bundan sonraki döneminde -sadece Ankara’nın atadığı
mutasarrıflar tarafından yönetilmişti.
Milli Mücadele döneminde İstanbul’daki yönetim İzmit Sancağı’mn
idari statüsünde değişikliğe gitmişse de, kısa sürede bundan vazgeçilerek
eski durumunun korunmasına karar verilmişti. Önce, Damat Ferit Paşa
Hükümeti 16 Ekim 1920 tarihli bir kararnameyle İzmit Sancağı’nm vilayete
dönüştürülmesini kararlaştırmıştı2. Kararnameyle İzmit Vilayeti İzmit
merkez ve Adapazarı Livâlan olmak üzere iki livâ halinde teşkilatlandırılmış,
Hüdavendigar Vilayetiyle, Bolu Sancağı’na bağlı bazı yerler de yeni vilayete
bağlanmışlardı. Kastamonu Vah Vekili Sami Bey Meclis-i Vükela kararıyla
İzmit Valiliğine atanmıştı. Ancak, Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin yerini alan
Tevfik Paşa Hükümeti (22 Ekim 1920) bu düzenlemeden vazgeçerek, İzmit
Vilayeti’nin tekrar sancağa dönüştürülmesine ve vilayete katılan yerlerin
önceki vilayet ve sancağına bağlanmalarına karar vermişti3.
*
^
2
3
Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırma Enstitüsü öğretim üyesi.
Türkiye Millet Meclisi Zâbıt Ceridesi, c. IV, 2. baskı, Ankara 1942, s. 235.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Dahiliye Nezâreti, Idare-i Umumiye (DH/IUM), dosya (d) 10-3, nu. 2-47; Akşam Gazetesi, 20 Ekim 1920, 743.
Vakit, 7 Kasım 1920,1047.
122
SABAHATTİN ÖZEL
İzmit Sancağı Genel Meclisi 11 Şubat 1922’de sancağın admm
Kocaeli’ye dönüştürülmesini kabul ederek Dahiliye Vekaleti’ne yazılmasına
karar vermişti. İzmit Sancağı 1923 yılında vilayete dönüştürülmüş ve resmî
adı Kocaeli olmuştu4 .
Biz bu makalemizde esas olarak Milli Mücadele dönemi İzmit
Mutasarrıflarının faaliyetlerini ele alacağız. B11 çerçevede özellikle Ahmet
Anzavur’un İzmit Mutasarrıflığına ilk kez ışık tutacak, Ali Suat ve İbrahim
Hakkı Bey’lerin mutasarrıflık dönemlerini ayrıntılı bir şekilde ortaya
koyacağız. Bu vesileyle Heyet-i Temsiliye’yi uzun süre meşgul eden Çerkeş
Bekir olayını, Nutuk’ta ve bu konuda yazılmış diğer basılı eserlerde
değinilmemiş yönleriyle aydınlatmaya çalışacağız. Ayrıca, Dâhiliye
Nezâretiyle mutasarrıflar arasındaki yazışmalardan İstanbul Hükümetlerinin
Milli Mücadele karşısındaki tavırlarım bir kez daha görme imkanım bulacağız.
Makalemize esas olan kaynaklar Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dâhiliye
Nezâreti İdare-i Umumiye ve Kalem-i Mahsus belgeleridir. Yine, Milli
Mücadele basmı kapsamlı bir şekilde taranmış ve elde edilen bilgi ve
belgelerle, resmi belgelerin desteklenmesine ve tamamlanmasına
çalışılmıştır. Nihayet konumuzu ilgilendiren basılı eser ve makalelerin
değerlendirilmesi yoluna gidilmiştir.
İbrahim Süreyya Bey (Yiğit)
1917 Yılında İzmit Mutasarrıflığına atandı. LDünya Savaşı döneminde
asker kaçaklarıyla, Rum ve Ermeni çetelerinin yarattığı asayişsizlikle uğraştı.
Aym yıl özellikle Geyve civarındaki amele taburlarından kaçan Ermeniler,
evvelce toprağa gömdükleri silahları alarak çeteler kurmuşlar ve eli silah
tutan erkeklerin cephede oİmalarmdan yararlanarak kadm, çocuk ve yaşlı
Müslümanları öldürmeye koyulmuşlardı. Geyve istasyon müdürü Boy acıyan
Efendi’yle, demiryolu şirketinde amelelik, duvarcılık, taşçılık gibi hizmetlerde
bulundukları için tehcir edilmeyen 100 kadar Ermeni de sözkonusu çetelere
yataklık etmekteydi5 . Sotyo adlı bir İtalyan mühendis de suç işleyen
Ermenileri himaye etmekteydi.
İbrahim Süreyya Bey gerek bu konuda, gerekse adi eşkıya çeteleriyle
olan mücadelesinde başarılı oldu. Mondros ateşkesinden sonra İzmit önüne
gelen İtilaf Donanmasının yetkilileriyle olan görüşmeleri yürüttü. Şubat
1919’da Adapazarı yöresindeki eşkıyadan Akyazı Nahiyesi’ne bağlı Bedii
Rifat Yüce, K ocaeli Tarih ve Rehberi, İzmit 1945, s. 123, 236.
^
Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı
Yayını, Ankara 1994, s. 173-174.
MİLLİ MÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
123
Kadirbey Köyü’nden Lagor Kazım6 , ünlü eşkıyadan Abaza Şahin Bey oğlu
Kazım, Uzuncaorman Köyü’nden Hüseyin oğlu Ali, Hendek Nahiyesi’nin
Soğuksu Köyu’nden Deli Ahmet teslim olmuşlardı7. 6 Mart 1919’da İzmit’te
Rum mahallesinde Yorgancı Agob’un evinde toplanan Ermeniler arasında
kavga çıkmış, kendisine silah çekilen ve ölümle tehdit edilen Agop polise
başvurmuştu8. Olay yerine gelen polisler kendilerine karşı koyan Haçik ve
Mıgranet'i yakalamışlar ve yaralı Ermeni daha sonra ölmüştü. Durumun
İstanbul’a farklı bir şekilde aksettirilmesi üzerine Ermeni Patrikhanesi
İzmit’te Baçecik’li Onnik Agustuyan’m jandarma tarafından öldürüldüğü
iddiasıyla Dahiliye Nezareti’ne şikayette bulunmuştu9 . İzmit Mutasarrıflığı
Dahiliye Nezareti’nin bu konudaki sorusuna, İzmit’te jandarma tarafından
öldürülmüş hiçbir Ermeninin bulunmadığı10 , bu iddiayla yukarıda nakledilen
olayda ölen Ermeninin kastedilmiş olabileceği cevabım vermişti11 . Bu konuda
yapılan araştırmada Onnik’in sabıkalı takımından olduğu, kısa bir süre önce
Musevi mahallesindeki bir hırsızlığa karıştığı anlaşılmıştı. İbrahim Süreyya
Bey’in mutasarrıflığı döneminde aynca iki tren soygunu cereyan etmişti12 .
İbrahim Süreyya Bey İttihatçı olarak tanındığından, Damat Ferit Paşa
Hükümeti’nin kurulmasıyla 8 Mart 1919’da görevinden azledildi. Böylece
Rauf Bey (Orbay)’le birlikte Anadolu’ya geçme, Erzurum ve Sivas
Kongrelerine katılma ve nihayet Mustafa Kemal Paşa’mn yakın çevresinde
yer alma imkanlarım bulmuştu.
M ahm ut M ahir Bey
Damat Ferit Paşa Hükümeti İbrahim Süreyya Bey’in yerine 9 Mart’ta
Mahmut Mahir Bey’i atadı. Kendisi özellikle ittihatçı olarak tanınmış kişilerin
tutuklanmaları ve İstanbul’a şevkleriyle meşgul oldu. İzmit’ten Kaymakam
Mümtaz, Rifat (Yüce), Hacı Ali, Abidin ve Eşref, Adapazan’ndan Sipahizade
Hamit Beyler İstanbul’a sevkedilmişlerdi. Mahmut Mahir Bey’in döneminde
Rumlar ve Ermeniler Müslümanlara karşı tavırlarını küstahlık boyutlarına
vardırmışlar, sancağın asayişi büsbütün bozulmuştu. 6 Nisan 1919’da ImalatHarbiye Hendek Hızar Fabrikası Müdürü Yüzbaşı Mustafa Efendi
23 Nisan 1920'de Adapazarı yakınlarında asiler tarafından öldürülen üç kişilik
Nasihat Heyetinin mensuplarından.
^
Alemdar Gazetesi, 1 Mart 1919, 71-1381.
^
BOA, Dahiliye Nezâreti, Kalem-i Mahsus (DH-KMS), d. 50-1, belge (b). 53, nu.5.
9
BOA, DH-KMS, d. 50-1, b. 53, nu. 1/1.
10
BOA, DH-KMS, b.50-1, b. 53, nu. 2.
11
BOA, DH-KMS, d.50-1, b.53, nu.3.
17
Yusuf Çam, Milli Mücadele'de İzmit Sancağı, İstnbul 1993, s. 28-29.
SABAHATTİN ÖZEL
124
Adapazarı’na gelirken soyulmuştu13 . Mahmut Mahir Bey kısa süren
mutasarrıflık görevinde başarılı olamadı. Yöre halkını temsilen Karzak
Süleyman Paşa’nın14 başkanlığındaki bir kurulun Dahiliye Nazın’na ve Zeki
Paşa’ya başvurmaları üzerine15, yerine Anzavur Ahmet Bey atandı. Mahmut
Mahir Bey 150’liklerin 53. sırasında yer almıştır.
Ahmet Anzavur Bey
Alaylı emekli jandarma binbaşısı Ahmet Anzavur Bey 23 Nisan
1919’da üçüncü sınıf maaşla İzmit Mutasarrıflığına atandı16 . Kendisini
yakından tanıyan bir kişiye göre, kısa boyu, ince vücudu ve gür sesiyle derin
çizgilerinde inat ve tahakküm dolaşan mütenâsip çehreli bir fiziğe sahipti.
Cengaver, faziletli ve diplomat görünerek sevilmek ve sayılmak isteyen, cahil
ve cesur bir adamdı17 Mutasarrıflığı sırasında resmi işlemler livâ erkanınca
yürütülmüş, önüne getirilen evraka onbeş günlük okul çocuğunun kargacık
burgacık yazısıyla imzasını atabilmişti. Diğer bir görüşe göre, okuma yazma
da bilmiyordu18. Böylesine önemli bir göreve atanması, kendisini yakından
tanıyanlar ve İstanbul basım tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştı. Sadrazam
ve Dahiliye Nazın bu şaşkınlık karşısında “İzmit eşkıyalarından malûm-ül
esami eşhasın istisal ve derdestleri hakkında, şehrimizden bugün mahal-ı
memuriyete azimet edecek olan İzmit Mutasarrıflığına evâmir-i lâzime ita
edilmiştir” beyanatıyla yetinmişlerdi19 .
.Ahmet Anzavur Bey’in İzmit Mutasarrıflığına atanmasının başlıca
sebepleri şöyle sıralanabilir. Öncelikle yöreden gelerek Dahiliye Nezareti’ne
başvuran kurulun tercihi bu doğrultuda olmuştu. Geçmişte eşkıya takibinde
başarılı olmuş, Çakırcalı Mehmet Efe’nin ortadan kaldırılmasındaki
Aynı Eser, s. 29.
14
^
İstanbul Hükümeti ve Ingilizler Arifiye civarında bir miktar arazisi olan Karzak
Süleyman Paşa’yı emrine para tahsis ederek Adapazan havalisinde-Ankara
Hükümeti’ne sadık olan Çerkesleri kışkırtmak üzere göndermişlerdi. Bkz. Anadolu'da
Yenigün Gazetesi, 12 Ekim 1920, 433-53. Adapazan Kuvayı Milliyecilerinden Kazım
Kaptan tarafından ele geçirilen Süleyman Paşa Eskişehir'de yargılanmış ve ölüm
cezasıyla cezalandırılmıştır.
Feridun Kandemir, İstiklâl Savaşı’nda Bozguncular ve Casuslar, İstanbul 1964, s. 70.
Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve M illi Mücadele, İstanbul 1983, s. 385; Özcan
Mert, Anzavur'un İlk Ayaklanması, Belleten, c. LVI, sayı: 217, Ankara 1992, s. 848.
^
18
19
Anzavur Paşa'nm Tarih-i Hayatı, İleri Gazetesi, 4 Aralık 1920, 1032.
Özcan Mert, aym makale, s. 847.
Enver Konukçu, Heyet-i Temsiliye İzmit ilişkileri (Eylül 1919-Nisan 1920), Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, c. V, sayı: 13, Ankara 1989, s. 224.
MİLLİ M ÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
125
hizmetinden dolayı V. Mehmet Reşat tarafından kılıçla taltif edilmişti20 . Bu
bakımdan İzmit Sancağı’nda bozuk olan asayişi düzeltmek için uygun bir
aday olarak görülmüştü. İttihatçılara karşı olan tavrıyla Damat Ferit’le olan
paralelliği, kızkardeşinin cariye olması sebebiyle Saray’a yakınlığı diğer
tercih unsurlarıydı. Nihayet Çerkeş kökenli olan Anzavur’un Kafkas
göçmenlerinin yoğun olduğu bir bölgede görevlendirilmesiyle İstanbul’un
İzmit Sancağı’ndaki otoritesi pekişmiş olacaktı.
Adapazarı yöresindeki halkın asayişe dâir şikayetleri Ahmet Anzavur
Bey’in göreve başlamasından sonra da dinmemişti. Adapazan’na bağlı birçok
köyün ihtiyar heyetleri Dahiliye Nezareti’ne başvurarak Soğuksu Köyü’nden
Kuru İbrahim, Bedii Köyü’nden Lagor Kazım, Kozluk Köyü’nden Besim,
Uzuncaorman Köyü’nden Tahir Efendi mahdumları, Kayalar Köyü’nden
Mehdi, Değirmendere’nin Adliye Köyü’nden Laz Memiş ve Çolak
Mustafa’nm çetelerinden korunmalarını istemişlerdi21 . Dahiliye Nazırı
Mehmet Ali Bey bunun üzerine 7 Mayıs 1919’da İzmit Mutasarrıflığından
çetelerin takip ve tenkiliyle, halkın can ve malının korunmasını istemişti.
Ancak, Dahiliye Nezareti 12 Mayıs tarihli acele telgrafında Anzavur’a daha
sonra bildirilecek tarihe kadar Adapazarı’na gitmemesini, merkezde
kalmasını bildirmişti. Anzavur 16' Haziran tarihli cevabmda Adapazarı
yöresindeki adı geçen eşkıya ve bu konudaki tutumu hakkında şu bilgileri
vermişti: Kuru İbrahim, Bedil’li Kazım ve diğerleri pişmanlık duymuş
eşkıyadan olmakla beraber, işledikleri suçlar ve cinayetler ıslah olmalarına
imkan bırakmıyordu. Memleketin esenliği için bunların ortadan kaldırılmaları
gerekmekteyse de eldeki jandarmayla buna imkan bulunmuyordu. Böyle bir
girişimin onları tekrar eşkıyalığa yönelteceğini düşündüğünden, harekete
geçmek için uygun bir zaman kolluyordu. Haklarında takibat yapmamasının
bir sebebi de adı geçen eşkıyanın kendi mutasarrıflığı döneminde halka bir
tecavüzlerinin görülmemesi, diğer eşkıyanın yakalanması için hükümetin
emrinde çalışmaya söz vermeleriydi22 .
Ahmet Anzavur Bey, Sait M olla’nm Anadoludaki belediye
başkanlanna çektiği, İngiliz mandasını ve koruyuculuğunu biricik kurtuluş
yolu olarak gösteren telgrafı İzmit’e ulaştığında, 23 Mayıs’ta Dahiliye
Nezareti’ne çektiği telgrafında Sait Molla’nm telgrafından ve mahiyetinden
söz etmiş, ne yönde hareket edeceğinin bildirilmesini istemişti23 . Bu telgraf,
Anzavur’un daha sonra Milli Mücadele karşısındaki tutumu hatırlanırsa,
henüz o safhada İngilizlerle bir bağlantısının olmadığını göstermektedir.
20
21
Uludağ iğdemir, Biga Ayaklanması ve Anzavur Olayları (Günlük Anılar), Ankara
1973, s. 91.
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 24, nu. 1/1.
22
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 42, nu.2.
23
BOA, DH-KMS, d. 52-2,1. 98, nu.2.
126
SABAHATTİN ÖZEL
Ahmet Anzavur Bey aynı günlerde Dahiliye Nezareti’nden gizli bazı
hususları acele ve sözlü olarak sunmak üzere İstanbul’a gitmek için izin
istemişti24. Dahiliye Nezareti’nin 26 Mayıs tarihli cevabmda, ertesi gün
İstanbul’dan İzmit yöresine gidecek teftiş heyetiyle dönmesi şartıyla hemen
o akşam yola çıkarak İstanbul’a gelmesi bildirilmişti25. Ancak, Dahiliye
Nezareti’nin aynı gün acele kaydıyla gönderdiği ikinci telgrafında teftiş
heyetinin İzmit’e varmasına kadar yerinden ayrılmaması istenmişti26 .
Telgrafta ayrıca heyet üyelerine 25 Mayıs’ta- görevlerinin tebliğ edildiği,
heyet üyeleri arasında bir İngiliz yarbayıyla, Mülkiye Müfettişi Halil Rifat
Bey’in bulunduğu ve teftiş heyeti ile birlikte çalışmasının gerektiği
bildirilmişti. Yine Dâhiliye Nezâreti’nin aym tarihli üçüncü telgrafında
Anzavur’dan teftiş heyetini çarşamba günü (28 Mayıs) Adapazarı hükümet
konağında beklemesi istenm işti27 . Fakat o sırada Anzavur asayiş
meselesiyle ilgili olarak Geyve Kazası’nm Doğançay İstasyonuna gitmişti.
Bu sebeple Mutasarrıf Vekili Jandarma Alay Komutam Vahit Bey 27
Mayıs’ta Dâhiliye Nezâreti’ne verdiği cevapta, istenilen hususu Anzavur’a
ilettiğini bildirmiş, ayrıca mutasarrıfın Geyve olayıyla ilgili olarak verdiği
bilgileri nakletmişti28 . Anzavur ise Dâhiliye Nezâreti’nin Adapazarı hükümet
konağmda beklemesini bildiren telgrafı kendisine ulaşmadan İzmit’e dönmüş
bulunuyordu. Bu sebele 28 Mayıs’ta Dâhiliye Nezâreti’ne bir telgraf çekerek
durumu açıklamış, Vahit Bey’i vekil bırakarak tekrar Adapazan’na hareket
ettiğini bildirm işti29 . Adapazarı’na giden Anzavur, 28 M ayıs’ta
Adapazarı’nda olacağı bildirilen heyetin gelmemesi üzerine Dâhiliye
Nezâreti’nden İzmit’e dönüp dönmeyeceğinin bildirilmesini istemişti30.
Dâhiliye Nezâreti’nin gayet acele kaydıyla verdiği cevapta, teftiş heyetinin
İstanbul’dan hareket ettiği ve Adapazan’nda beklemesi bildirilmişti31 . Diğer
taraftan Vahit Bey’in daha önce Dâhiliye Nezâreti’ne çekmiş olduğu
telgraftan anlaşıldığına göre Geyve olayının içyüzü şöyleydi: Şerefiye Köyü
civarında Lâz ve Gürcülerden oluşan 20 kişilik bir’çetenin görüldüğü haberi
üzerine Anzavur çetenin takibine çıkmışsa da, haberin asılsız olduğu
anlaşılmıştı. Mesele, 13 yaşındaki bir çoban çocuğunun üç silahlı adam
gördüğünü söylemesi, İtalyan Mühendis Moze ailesinin de telaşa kapılarak
bir marşandiz treniyle Geyve’ye kaçmasından kaynaklanmıştı. Geyve
B'ÖA, DH-KMS, d. 52-2, b. 8, nu. 2.
25
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 8, nu. 1/1.
26
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 8, nu.3/1.
27
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 8, nu. 4/1.
0
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 8, nu. 5.
29
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 8, nu. 6.
30
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 8, nu. 8.
31
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 8, nu. 7/1.
MİLLİ MÜCADELE'DE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
127
İstasyonu Müdürü Avakiyan Efendi de olayı İzmit İstasyon Müdüriyetine ve
Direktörlüğüne son derece abartarak bildirmişti. Olaym içyüzünün
anlaşılması üzerine Moze ailesi Doğançay’a dönmüşlerdi32 .
Ahmet Anzavur Bey bir taraftan bizzat eşkıya takibine çıkıyor, diğer
taraftan da İttihatçıların yöredeki faaliyetlerini de dikkatle izliyordu. Bu
konuda daha 24 Mayıs’ta Dahiliye Nezareti’ne gönderdiği raporunda şu
hususları belirtmişti: Değirmendere yöresindeki eşkıya takibatında daha önce
Hereke’yi basan çetenin ileri gelenlerinden oldukları anlaşılan iki Arnavut
eşkıya ölü olarak ele geçirilmişti. Eşkıya, çatışma yerinin sarp olmasından
yararlanıp diğer ölü ve yaralılarım kaçırmıştı. Çatışma öncesinde yakalanan
bazı hempaların üzerlerinde bombalar ele geçirilmişti33 . Raporun diğer
bölümü kanımızca Anzavur’un daha önce değindiğimiz Dâhiliye Nezâreti’ne
sözlü olarak sunmak istediği gizli bilgileri içermekteydi. Bu bölüme göre Talat
Paşa’mn akrabasından Nurettin Bey, eski mutasarrıf Süreyya Bey (Yiğit)’le
birlikte Değirmendere’deki çiftliğinde siyasi amaçlı bir çete kurmuştu. Çete
mensuplan çiftlikte saklanıyor, Nurettin Bey’in kayığıyla karşı sahile gidip
geliyorlardı. Anzavur, Nurettin Bey’in çiftliğini basmışsa da, eşkıyaya
rastlayamamıştı. Ancak, takibata büyük bir kuvvet ve şiddetle devam
etmekteydi. Dahiliye Nezareti bu konudaki cevabında,- hakkındaki
suçlamaların kesinleşmesi halinde Nurettin Bey’in Divân-ı H arb’e
gönderilmesini istemişti34.
Dahiliye Nezareti 19 Haziran 1919’da İzmit Mutasamflığına Ermeni
Patrikhanesi’nin 7 Haziran’da İzmit civarındaki Ali Kahya Çiftliğinde Samuel
adlı bir Ermeninin, Başiskele’de Döngel Muhtarının öldürüldüklerine dair
şikayetini bildirmiş, gereken soruşturmanın yapılarak gerçeğin ortaya
çıkarılmasını istemişti35 . Yapılan soruşturma sonucunda Döngel Muhtarının
öldürülmemiş olduğu anlaşılmış, Samuel oğlu Aleksan’ı kimin öldürdüğü
tespit edilememişti36.
17 Haziran’da Ahmet Anzavur Bey’in ikinci dereceden maaşla, Karesi
Sancağı Mutasarrıfı Hilmi Bey’in kendi maaşıyla becayiş ve nakilleri
kararlaştınldıysa da, 7 Temmuz’da bundan vazgeçilmişti37 .
Ahmet Aıizavur Bey’in mutasarrıflık döneminde asayişin iâdesi,
özellikle Değirmendere ve yöresinde asayişin sağlanması meselesi önemli
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 8, nu. 9.
33
BOA, DH-KMS, d. 53-1, b. 78, nu. 2.
34
BOA, DH-KMS, d. 53-1, b. 78, nu.1/1.
35
BOA, DH-KMS, d. 50-2, b.21, nu.1/1.
36
37
BOA, DH-KMS, d. 52-2, b. 21, nu.2.
Ozcan Mert, aynı makale, s. 849.
128
SABAHATTİN ÖZEL
bir yer tutmuştu. Bu yörede asayiş daha önce İzmit’ten Yalova sahiline kadar
olan alanda bahçıvanlık yapmakta olan Arnavutlarla, Lâzların Mondros
Ateşkesi sonrasında silahlanarak dağa çıkmalarıyla bozulmuştu. Anzavur
200 kişilik Çerkeş maiyyetiyle Değirmendere’ye giderek aralarında
düşmanlık oluşan Arnavutlarla, Lâzlardan birbirlerine karşı silaha
sarılmayacaklanna dair söz alarak iki tarafı banştırmışsa da, daha İzmit
yolculuğunu tamamlayamadan üç kişinin vurulduğunu haber almıştı38.
Değirmendere ve yöresinde asayişin sağlanması sadece mutasarrıflığı değil,
aym zamanda Hükümeti meşgul eden önemli bir mesele olmuştu. Dâhiliye
Nezâreti’nin Sadarete sunduğu 22 Haziran 1919 tarihli bir arizada
Değirmendere, Karamürsel ve Gebze civarlarında ötedenberi eşkıyalık
yapmakta olan Arnavutların memleketlerine iade edilmelerinden başka bir
çarenin görülmediği ifade edilmiş, onları koruyan Nurettin Bey hakkında
gereken işlemin yapılması istenmişti39 .
Damat Ferit Paşa Hükümeti Erzurum Kongresi çalışmalarının
tamamlandığı günlerde basma sansür uygulamayı kararlaştırmış, bu hususu
Dahiliye Nezareti vasıtasıyla bazı vilayet ve sancaklara duyurmuştu. Bu
konudaki 10 Ağustos 1919 tarihli genelgede gazetelerde zihinleri kurcalayan
makalelerin yayınlandığı, resmi tebliğlere aykırı yaym yapanların muhakeme
altına alınmaları istenmişti. Anzavur’un bu genelgeye verdiği cevaptan; İzmit
dahilinde yayınlanan gazete olmadığı, livânın resmi gazetesi olan Kocaeli
Gazetesi’nin makine ve hurufatının tehcirden dönen sahibine iade edilmesi
sebebiyle yayınma ara verdiği anlaşılmıştı40 .
Ahmet Aznavur Bey’in İzmit mutasarrıflığı Ağustos 1919’a kadar
devam etti. Adapazarı’ndan 11 Temmuz 1919’da padişaha çekilen bir
telgrafta mutasarrıfın değiştirilmesi ve bu göreve Ali Faik Bey’in atanması
istenmişti41. Hacı Seyitzâde İsmail, Mehmet Tevfik ve Dardağanzade Haşan
imzalarıyla çekilen bu telgrafm Anzavur’un görevinin sona ermesinde
herhangi bir etkisinin olup olmadığım bilmiyoruz. Sözkonusu telgrafm içeriği
şöyleydi: İzmit Sancağı’nda düzen resmî görevlilerin iktidarsızlığı yüzünden
bozulmuş, özellikle Türk ahali acınacak duruma düşmüştü. İnsanlar hergün
vahşice öldürülüyor, evleri basılıyordu. İttihatçı güvenlik görevlileri ve
amirleri tehcir ve diğer meselelerden dolayı firarda olduklarından, bu durumun
devamı halinde mahalli asayiş bozulacak ve yakında da siyasi bir nitelik
kazanacaktı. Bu sebeple Adapazarı ve Bolu Sancağı’nda 8 yıl jandarma
komutanlığı, kaymakamlık ve mutasarrıf vekilliği yapan, yöneticilikteki
becerisini kanıtlayıp halkın beğenisini kazanan Lazistan’lı emekli Ali Faik
-30
Anzavur Paşa*mn Tarih-i Hayatı, ile ri, 4 Aralık 1920, 1032.
39
BOA, DH-KMS, d. 53-1, b.78, nu.3/1.
40
BOA, DH-KMS, d. 54-2, b.78, nu.1/1,2.
41
BOA, DH-KMS, d. 54-1, b.38, nu.2,3,4,7/1.
MİLLÎ M ÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
129
Bey mutasarrıflığa atanmalıydı. Müslim ve gayrimüslim halk Şubat ayından
bu yana bu konuda Dâhiliye Nezâreti’ne ve Sadârete defalarca telgraflar
çekmişlerdi. Yetkililer adam kayırmaktan başka bir şey yapmadıklarından bir
sonuç alınamamıştı.
Ahmet Anzavur Bey 20 Temmuz’da Dâhiliye Nezâreti’ne çektiği
telgrafında hem bu iddiaları cevaplandırmış, hem de kendi döneminin asayiş
balonundan adeta bir bilançosunu vermişti. Bu sebeple Anzavur’un telgrafım
ana hatlanyla özetleyeceğiz.
Anzavur’a göre Ali Faik Bey meslek hayatında aldığı rüşvetlerden
övünerek söz edecek kadar utanma duygusundan yoksun emekli bir albaydı.
Padişaha çekilen telgrafı da asayişi bozuk gösterip mutasarrıf olmak
istediğinden kendisi yazdırmıştı. Dardağanzâde Haşan cahil ve muhtemelen
telgrafm içeriğinden habersiz bir adamdı. Ahlaksızlığıyla ünlü bir arzuhalci
olan Mehmet Tevfik telgrafı bizzat imzalamamış, telgrafı yazana gafletle
imzasını atma iznini vermişti. İsmail, Akyazı taraflarından bir köylüydü.
Anzavur kısa süre önce Adapazarı’na giderek eşkıyanın faaliyet alanlarını
dolaşmış, birçoğunu istiman ettirmişti. En meşhur eşkıyadan Abaza Kazım,
Kuru İbrahim, Taraklı taraflarından Lâz Memiş, Çolak Mustafa ve İsmail
bunlar arasındaydı. Değirmendere taraflarında Yetimoğulları ve Arnavut
eşkıya, Ermişe (Akmeşe) tarafından Ermeni Minas çeteleri de istimana
mecbur edilmişlerdi. Bunlardan Mushaf-ı Şerif’e el bastırılarak eşkıyalık
yapamayacaklarına dair sözler alınmıştı. Çoğunlukla eşkıyalık yapan Abaza,
Gürcü ve Lâzların ileri gelenleri bundan sonra eşkıyalığa meydan
vermeyeceklerini, hükümetin emirlerine uyacaklarını garanti etmişlerdi. Kendi
Mutasarrıflığından önce istiman ettikleri halde .yağmacılıktan geri kalmayan
bazı eşkıya da, bu tutumlarmdan vazgeçmişlerdi. Eşkıyayı istimana
zorlamaktan çok, ortadan kaldırmak daha uygun bir çözümse de hiçbir inzibatî
değeri olmayan jandarmayla buna imkân bulunmuyordu. Bu sebeple eşkıyayı
tehdit ve baskılarla istimana zorlamış, sancakta asayiş ve güvenliği
sağlamıştı. Halkın yüzü gülmüş, her taraftan yüksek makamlara teşekkür
telgrafları çekilmişti. Anzavur’un tüm çabası asayişi sağlamak ve hükümetin
politikasına aykırı hedefler güdenleri cezalandırmak yönünde olmuştu.
İstanbul’dan gelen Yüzbaşı Şevket ve Teğmen Tevfik adlı denizci subaylar
Hüseyin Pehlivan adh İzmit’li klavuzlanyla Değirmendere’de hükümete karşı
faaliyete başlamışlardı. Büyük kuvvetlere ve mühimmata sahip olduklarını
söyleyerek sayıları 100’ü geçen Arnavutları ve 150 kadar avaneleri olan
Yetimoğullarmı hükümete karşı gelmeye ve takibat halinde kendisiyle
müsademeye teşvik etmişlerdi. Anzavur bu durum üzerine Adapazarı ve
çevresinden sağladığı kuvvetlerle Değirmendere’ye giderek Arnavutları ve
130
SABAHATTİN ÖZEL
Yetimoğullarını istimana zorlamıştı. Ayrıca, kaçan teşvikçi subayların
yakalanmaları için çaba harcıyordu42.
Ahmet Anzavur Bey, mutasarrıflığı döneminde Çerkeş ve Abazalar
üzerindeki şahsi nüfuzunu kullanarak, özellikle Adapazarı yöresindeki
eşkıyanın dehaletlerini sağladı. Dini siyasete alet etmek, ittihatçılara
düşmanlık beslemek belirgin kişilik özellikleriydi. Gerek bu saplantıları,
gerekse şöhret budalası olarak nitelenebilecek kişilik yapısıyla Kuvayı
Milliye ve Müdafaa-i Hukuk düşmanlığım benimsedi. İç ayaklanm alarda
kardeş kanı dökülmesinin başlıca sorumlularından biri oldu. Birçok yiğit türk
evladmm kanma girerek ihanetin zirvesindekiler araşma katıldı. 15 Nisan
1921’de Karabiga yakınlarındaki Adliye Köyü civarında Çiftlikköylü Mehmet
Efe tarafından öldürüldü43 .
Ali Suat Bey
Damat Ferit Paşa’nın önerisiyle 9 Ağustos 1919’da İzmit
Mutasarrıflığına atandı. Bununla beraber Damat Ferit Paşa’nın icraatmı
eleştirmekten de geri kalmadı. Wilson ilkelerinden etkilendiğinden mevcut
durum ve Türklerin istekleri hakkında açık bir mektup kaleme aldı44 .
Mutasarrıflığa atanması İzmit halkı tarafından çok iyi karşılandı45 .
Ali Suat Bey görevine başlar başlamaz Dâhiliye Nezâreti'nin Tahrirat
Müdürü Ali Galip Bey hakkında başlattığı tahkikatla karşılaştı. Tahkikat
daha önce açılmış, 10 Ağustos 1919'da mutasarrıflık vekaletinden Ali Galip
Bey'in İstanbul'a gönderilmesi istenmişti46. Kendisi memleketin huzur ve
selametini ihlâl için gizli çalışmakla, başka bir deyimle Kuvayı Milliyeci
olmakla suçlanmaktaydı. Ali Galip Bey 17 Ağustos'ta Dâhiliye Nezâreti'ne
verdiği savunmasında, hakkmdaki suçlamaları reddetmiş ve hareket-i millîye
adı altında uyandırılmak istenen anarşinin milletin geriye kalanının varlığını
tehlikeye koyduğunu ifade etmişti47. Dâhiliye Nâzın Adil Bey 24 Ağustos'ta
Ali Suat Bey’ den gerekli tahkikatı yaparak sonucu bildirmesini istemişti48.
Ali Suat Bey 10 Eylül'de Ali Galip Bey'e yöneltilen suçlamaların doğru
olmadığı kanaatine vardığım bildirmişse de bundan tatmin olmayan Dâhiliye
Nezâreti hakkmdaki iddiaların çok güçlü olduğu gerekçesiyle tahkikatın
B.OA, DH-KMS, d. 54-1, b.38, nu.6.
43
44
45
46
Ozcan Mert, aynı makale, s. 849.
Enver Konukçu, aynı makale, s. 225.
Rifat Yüce, aynı eser, s. 70.
BOA, DH-KMS, d. 54-3, b.30, nu.2.
MİLLİ MÜCADELEDE İZMÎT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
131
derinleştirilerek sonucun bildirilmesinde ısrar etmişti49. Ali Suat Bey'in
atandığını50 Ali Galip Bey'in de 1922'de İzmit Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
yönetim kuruluna seçildiğini bilmekteyiz51.
Dâhiliye Nezâreti 23 Eylül'de eski mülkiye müfettişi Mihran
Boyacıyan'm bir ihbarına dayanarak İzmit ve Eskişehir Mutasarrıflıklarına,
Divan-ı Harp tarafından aranan Rüştü, Yusuf, Harun v.s. beylerin kurdukları
çetelerle Adapazarı ve Eskişehir dahilinde serbestçe dolaştıklarına, 6 mazul
mutassanıf, birkaç kaymakam ve mebusun propaganda ve teşkilatla
uğraştıklarına dair haberlerin doğruluk derecelerini sormuştu52 .
Ali Suat Bey, Sivas Kongresi'nin İstanbul'un İstanbul Hükümeti'yle
idari ilişkilerin, İstanbul'la her türlü haberleşmenin kesilmesine dair genel
tebliğine uymamış, İstanbul Hükümeti'yle ilişkisini kesmemişti53. Oysa,
İzmit'in tüm kazaları 30 Eylül 1919 tarihine kadar İstanbul Hükümeti'yle
ilişkilerini kesmişlerdi54. Hattâ, Adapazarı .ve İzmit yöresinde Kuvayı
Milliye'nin önderleri hükümetin direnmesi halinde İstanbul'a hareket etmeye
hazır olduklarım bildirmişlerdi. İstanbul'la ilişkiyi kestiklerini bildiren ilk
telgrafı Kandıra'lılar çekmişlerdi. Fakat o sırada Adapazan'nda bulunan Ali
Suat bey telgrafhaneye giderek Kandıra'lıları milli harekete katılmayıp,
hükümete bağlı kalacaklarına dair ikinci bir telgraf çekmeye ikûa etmişti, bir
görüşe göre Ali Suat Bey vatansever bir kişi olmasına rağmen, Milli
Mücadele'yi desteklemeye korkuyordu55. Mustafa Kemal Paşa 2 Ekim
1919'da Ali Suat Bey'e tebligatm gereğinin yapılıp yapılmadığını sormuş,
tatmin edici bir cevap alamayınca aym gün daha sert bir üslupta ikinci bir
telgraf çekmişti56. Ali Suat Bey'in 3 Ekim cuma namazı ictimasma kadar süre
istemesi üzerine Mustafa Kemal Paşa kendisine şu cevabı vermişti "İzmit
gibi melce-i vatanperverân olan bir şehirde ne asker, ne memur ve ne de
herhangi bir vatanseverin hariç kalmasını zaten tasavvur etmiyoruz. Bu
konuda fazla açıklama istemeye lüzum kalmadığı kanaatıyla yarınki cuma
namazı ictimaına kadar beklemeyi uygun görüyoruz..."57.
BOA, DH-KMS, d.54-3, b.30,nu.5/l
Hamdi Namık Gör, İstiklâl Mucizesi, s. 11.
Kılıçzâde Hakkı, İzmit Mektubu, İleri, 29 Temmuz 1922, 1611; Vakit, 18 Temmuz 1
1922,1653.
52
BOA, DH-KMS, d.53-3, b.38, nu.2.
^
Kemal Atatürk, Nutuk, c.I, İstanbul 1982, s. 191.
^
Rahmi Apak, İstiklâl Savaşı'nda Garp Cephesi N asıl Kuruldu, İstanbul 1942, s. 130.
^
Kemal Atatürk, Nutuk, c.I, s. 191,192.
^
Kemal Atatürk, Nutuk, c.I, s .191,192.
Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul 1953, s. 227.
132
SABAHATTİN ÖZEL
Ali Suat Bey'in İzmit Mutasarrıflığı dönemine rastlayan önemli
gelişmelerden biri de, gönüllü subaylıktan ihraç edilmiş Bekir adlı birinin58
bölgedeki faaliyetleri ve bu faaliyetlerin Sivas'ta bulunan Mustafa Kemal
Paşa'yı meşgul etmesidir. Bu konu gerek Nutuk'ta, gerekse Milli
Mücadele'yle ilgili bazı çalışmalarda ele alınmış, ancak Bekir'in sadece 1919
Ekim'ine rastlayan faaliyetlerinden söz edilmiştir. Biz, Bekir'in daha önce
değinilmemiş en geç 1919 Eylül'ü başlarında başladığını söyleyebileceğimiz
ilk faaliyetlerine de yer vermek suretiyle konuya daha bir açıklık
kazandıracağımızı umuyoruz.
Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin Bekir'in Adapazarı yöresindeki ilk
faaliyetlerinde bir rolü olmamıştı. Hattâ, hükümet Kuvayı Milliye yanlısı
olduğu endişesiyle, bu faaliyetleri kaygıyla karşılamıştı. Bu husus gerek
Dâhiliye Nezâreti'nin, gerekse mahalli idarecilerin konuyla ilgili yazılarında
açıkça görülmektedir. Dâhiliye Nezâreti'nin bu konuda İzmit mutasarrıflığına
gönderdiği 14 Eylül 1919 tarihli şifre şöyleydi: "Adapazarh59 Çerkeş Bekir
Bey'in teşkilat'ı mahsusa ile iştigal etmekte ve oralarda propaganda
yapmakta olduğu haber veriliyor. Devletin vaziyet-i hazırasım takdirden aciz
ve menfaat-i zâtiyelerini temine sâi olan bir takım eşhasm şurada burada
tahrikat ile uğraşmalarına ve biçare halkı iğfal ve ihlal etmelerine nazar-ı
kaydî ile bakılması vatana karşı ihanet olacağından, Bekir Bey'in teşkilat-ı
mahsusa ile ne dereceye kadar alakadar olduğunun ve ne yolda propaganda
yapmakta bulunduğunun serian tahkikiyle mücrimiyeti tahakkuk ettiği halde
mahfûzen Dersaadet'e izami"60.
Ali Suat Bey'in 16 Eylül tarihli cevabmda durum şöyle açıklanmıştı:
"Adapazarlı Çerkeş Bekir Bey'in Akyazı- Handık (Hendek) taraflarında
teşkilat-ı millîye için propaganda yapmakta olduğu haber alınarak 1 Eylül
1919 tarihinde Adapazarı Kaymakamı mahallinde tahkikat yapmak üzere o
havaliye azimet eylemiş ve işbu propagandanın o mıntıkaya mücavir bulunan
Düzce cihetlerine de sirayeti ihtimaline binaen hemen Bolu Mutasarrıflığına
ihbar olunmuştu. Bolu'dan alman cevapta oralarda öyle bir hareket-i mahsus
olmadığı bildirilmiş ve Adapazarı Kaymakamının netice-i tahkikatında
filhakika Bekir Bey'i nevahi-i mezkûrede propaganda yapmış ise de bilhassa
Çerkeş ihtiyarlarından hiç taraftar kazanamayarak İstanbul'a gittiği ve
mesele bu haliyle ehemmiyetten ari olduğu için nezaret-i celilerini işgale
cüret olunmamıştı. Bu defa Adapazarı'ndan bi't-tekrar tahkiki-i madde
edilerek kaza-i mezkûr ahalisi erkanınm teşkilât-ı mahsûsaya meyyal
bulunmadıkları kanaati hasıl olmakla arz olunur..."61.
58
59
Hakkında daha geniş bilgi için mkz. Enver Konukçu, aynı makale, s. 231.
Bekir, Adapazarlı olmayıp ManyaslIdır.
60
BOA, DH-KMS, d. 53-3, b.36, nu. 1/1.
61
BOA, DH-KMS, d. 53-3, b. 36, nu.2
MİLLİ M ÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
133
Dâhiliye Nezâreti bu cevaba rağmen konu üzerinde önemle
durduğundan 23 Eylül'de Yalova'da bulunan Ali Suat Bey'e hemen
Adapazan'na giderek gereken tedbirleri almasını bildirmişti62. Buna karşılık
İzmit Mutasarrıf Vekili'nin Adapazarı Kaymakamı Tahir Bey'den aldığı
telgrafta durum şöyle açıklanmıştı: Bolu Mutasarrıfı, Kastamonu Kuvayı
Milliye Kumandanı Osman Nuri imzasıyla davet edildiği telgrafhaneye
hastalığım bahane ederek gitmeyince görevinden alınmış, yerine şube reisi
vekil olarak görevlendirilmişti. Mutasarrıf Vekili halkı hemen toplayarak
merkezî hükümetle ilişkiyi kesmeye karar vermişti. Bu husus dün gece
Adapazarı telgrafhanesini Kuvayı Milliye'yle temas kurmaya davet ettikleri
sırada öğrenilmişti. Kastamonu Posta ve Telgraf Başmüdürüyle, bazı
memurları tekliflerini kabul ettirebilmek için mahfuzen Ankara'ya
sevkettikleri şâyi olmuştu. Tahir Bey bu durumun yakınlığı dolayısıyla
Adapazarı'na sirayetinden şüphe ediyor, acil tedbirlerin alınmasını zorunlu
görüyordu. Ayrıca, nasıl hareket etmesi gerektiğinin tebliğen bildirilmesini
istemişti63 . Dahiliye Nezareti Tahir Bey'in telgrafından haberdar olur olmaz,
23 Eylül'de Yalova'daki Ali Suat Bey'e hemen Adapazarı'na giderek acil
tedbirleri bizzat almasını ve durumu iletmesini bildirmişti64 . Ali Suat Bey
aym gün verdiği cevabmda vasıtasızlık- yüzünden İzmit'e dönemediğini, İzmit
ve Adapazarı'yla görüştüğünü, Adapazarı ve Düzce'de dâha bir şey
olmadığını, sadece Bolu telgraf memurlarıyla temas vaki olduğunu ve
kaymakama gereken talimatı verdiğini belirtmişti65. 25 Eylül'de İzmit'e
dönebilen Ali Suat Bey, Dahiliye Nezareti'ne 26 Eylül’de Adapazarı’na
gideceğini arz etmişti66.
Çerkeş Bekir gerek İstanbul'daki hükümeti, gerekse mahalli yöneticileri
telaşlandıran bu ilk faaliyetlerinden sonra İstanbul' a döndü. O sırada Sivas
Kongresi çalışmalarını sonuçlanmış, kongre umumi heyetinin girişimiyle
Anadolu'nun İstanbul'la bağlantısı büyük ölçüde kesilmişti. Kuvayı Milliye'nin
bütün yurt sathında olduğu gibi, İzmit Sancağı'nda da varlığım hissettirmesi
işgalcileri ve işbirlikçilerini endişelendirmiş, karşı tedbirler almaya
sevketmişti. Çerkeş Bekir işte bu tedbirler çerçevesinde Ekim aymda para ve
talimatla Adapazarı yöresine gönderildi. Anlaşılan Bekir'in, bölgenin Kafkas
kökenli sakinlerini kışkırtmakta daha etkili olabileceği düşünülmüş, böylece
kendilerini maddî ve manevî bağlarla saraya yakın gören bir zümreye
dayanılarak karşı bir hareketin yaratılması amaçlanmıştı. Bekir, Adapazarı
yöresine süvariye 30, piyadeye 15 lira maaş verme yetkisiyle gelmişti. Bunun
u
BOA, DH-KMS, d.53-3, b.36, nu. 3/1.
63
BOA, DH-KMS, d.53-3, b.36, nu.5.
64
BOA, DH-KMS, d.53-3, b.36,nu.6/1.
65
BOA, DH-KMS, d.53-3, b.36, nu.7.
66
BOA, DH-KMS, d.53-3, b.36, nu.8.
134
SABAHATTİN ÖZEL
için kendisine 25.000 liranın verildiği söyleniyordu67. Bekir'in bir taplantıdalri
"İngilizler bize bir hafta için müsaade ettiler. Beş gün geçti. Daha iki gün
kaldı. Tacil edelim"68 sözleri, İngilizlerle olan bağlantısını göstermektedir.
Ayrıca yapılan toplantılarda halka bir takım emirlerin okunması, İstanbul'daki
önemli bir İdarî birim veya kişilerden talimat alındığının göstergesiydi. Bekir
ve beraberindekilerin ifadelerine göre, padişah da bu hareketlerinden
haberdar bulunuyordu.
Bekir ve adamları 19 Ekim 1919'da Akyazı Nahiyesi dahilindeki
Talustan Bey'in evinde toplandılar. Beraberlerinde 50-60 kadar silahlı
•adamları bulunuyordu. Toplantıya Geyve VI..Dâire tahsildân Sapanca'nın
Akçay Köyü'nden Beslan, halktan bir takım kimseler ve ileri gelenler
katılmışlardı. Durumu öğrenen Adapazarı Kaymakamı Tahir Bey çoğunluğu
Çerkeş ve Abaza olan 12 süvari ve 12 piyadeden ibaret kuvvetiyle toplantı
yerine giderek amaçlarını öğrenmeye çalışmıştı. Elebaşılar Adapazarı'nı
yağmalayacakları, hükümeti işgal edip zenginlerden para isteyecekleri,
İzmit’in zuntarla köylerinden, karşı sahilden adam getirtecekleri iddiâlannı
reddetmişler, Mustafa Kemal'i padişah olarak tamyamayacaklarını ifade
etmişlerdi. Talustan Bey ısrarla Adapazarı'na giderek telgraf başmda
padişahın hangi tarafı onayladığını sormaktan başka bir amaçlarının
olmadığım belirtmişti. Tahir Bey kendileriyle ertesi gün İbrahim Bey'in Yortan
Köyü'ndeki evinde buluşmak üzere sözleşerek toplantı yerinden ayrılmıştı.
Ancak, Bekir ve adamları aynı gece kendilerine karşı olan beylerin
kaymakama katıldıklarım öğrendiklerinden Hendek yönüne kaçmışlardı. Tahir
Bey bir hükümet darbesi girişimi olarak değerlendirdiği bu hareketin,
gecikilmeden kuvvet kullanılarak bastırılması görüşündeydi. Bu sebeple
elindeki kuvvetiyle kaçakların takibine çıkmış, bir taraftan da başka kuvvet
gönderilmeyecekse Kandıra ve Geyve kazalarınm süvarilerini acele
göndermelerini istemişti. I. Tümen Komutam Asım Bey bu durum üzerine
kolordudan kuvvet isteğinde bulunmuştu. Ayrıca, olaym kendisini ele
geçirebilmek amacıyla Mutasarrıf Ali Suat, emekli jandarma binbaşısı Hafız,
emekli binbaşı ve çiftlik sahibi İzmit Merkez Heyeti ikinci başkam Çerkeş
Kâzım ve Sapanca'dan Sefer Beylerin olay yerine gönderilmeleri
kararlaştırılmıştı. Asım Bey IH. Kolordu Komutanlığına ve Heyet-i Temsiliye
Başkanlığına adı geçenlerin girişiminden sonuç almayı ummakla beraber,
kuvvet kullanarak boyun eğdirmeyi gerekli gördüğünü bildirmişti. Ayrıca, Ali
Fuat Paşa'nm Düzce taraflarına bir miktar kuvvet göndermesini önemli
gördüğünü belirtmiş, bu meselenin nerelere ve kimlere kök saldığının XXV.
Kolordu Komutanı Mirliva Çerkeş Ali Sait Paşa'dan sorulmasını tavsiye
Nuri (özel muhabir), Yenigiin Gazetesi, 28 Ekim 1919, 221.
Özcan Mert, aynı makale, ek.II.
MİLLİ M ÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
135
etmişti69. Diğer taraftan Hendek yönündeki takip müfrezesi yaşlı bir kişi olan
Talustan Bey'le, Beslan ve kardeşi Hüseyin Çavuş'u Beynevit Köyü'nde ele
geçirmişti70. Ali Suat ve Asım Beyler de 21 Ekim gecesi Adapazan'na
giderek Hendek'teki Tahir Bey'e telgrafla Bekir ve adamlarının yakalanmaları
için gereken direktifleri vermişlerdi. 22 Ekim'de Akyazı'yla yaptıkları telgraf
görüşmesinden de Beslan ve kardeşi Hüseyin Çavuş'un yakalandıklarını,
Bekir'in gece kaçtığmı ve diğerlerinin de büyük bir pişmanlık içinde
ayrıldıklarını öğrenmişlerdi71 . Yine, İzmit'ten getirdikleri 18 kişilik müfrezeyi
Bekir'in kaçtığı yöne şevketmişler, İstanbul'a kaçması ihtimaline karşı bazı
önemli istasyonlara özel memurlar göndermişlerdi.
Mustafa Kemal Paşa bu gelişmeler sırasında Amasya'da bulunmakta,
cereyan eden olayları en ince ayrıntılarına kadar izleyip gereken direktifleri
vermekteydi. 23 Ekim'de bir taraftan Asım Bey'e Hürriyet ve itilafçılarla, dış
düşmanlar tarafından gönderilen Bekir'in bozguncu hareketlerinin
önlenmesini, diğer taraftan da Tahir Bey'e Bekir- ve arkadaşları hakkında
şiddetli ve acele tedbirlerin uygulanmasında asla tereddüt gösterilmemesini,
zararlarına meydan verilmemesini bildirmişti72. Tahir Bey 27 Ekim'de
Mustafa Kemal Paşa'ya durumu şöyle açıklamıştı: İstanbul'dan özel olarak
gelen Bekir adlı şahsın ayartmalarıyla İzmit'in Derbent Nahiyesi'nden
Düzce'ye kadar bazı köylerden silahlı insanlar davet edilmek suretiyle bir
toplantı yapılmıştı. Bunların boguncu hareketlere giriştiklerinin öğrenilmesiyle
derhal İzmit'ten celbedilen müfrezelerle takiplerine çıkılmış, mahalli halktan
bazı vatan evlatlarının da yardımıyla toplantı dağıtılmış ve hareket sonuçsuz
bırakılmıştı73. Beslan ve Hüseyin Çavuş teşvikçi ve tertipçi olduklarından
Divan-ı Harb'e sevkedilmişler, tertipçilerden olduğu anlaşılan ve İzmit'te
İngiliz İbrahim olarak tanınan kimseyle74, Talustan Bey'in yeğeni Kamil ve
Kayalar'dan Tahir haklarında geçici tevkif müzekkereleri çıkarılmıştı.
Kaymakam Tahir Bey İbrahim'in tutuklanmasını İzmit Mutasarrıflığına
yazmış, diğerlerini yakalamak için de harekete geçmişti75.
Ali Suat Bey, Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin yerini Ali Rıza Paşa
Hükümeti'nin almasından sonra Heyet-i Temsiliye'ye daha yakın bir tavır
içinde olmuş, ancak Bekir meselesinde Mustafa Kemal Paşa'yı
bilgilendirmekten kaçınarak liva halkına bir beyanname yayınlamakla
6Q
70
71
^
Kemal Atatürk, Nutuk, c. III, ves. 162.
Rahmi Apak, aynı eser, s. 113.
Ozcan Mert, aynı makale, ek. V.
Kemal Atatürk, Nutuk, c.I, s. 256-257.
Kemal Atatürk, Nutuk, c. İÜ, ves. 166.
74
^
Sonradan İzmit Mutasarrıfı İbrahim Hakkı.
Kemal Atatürk, Nutuk, c. III, ves. 168.
SABAHATTİN ÖZEL
136
yetinmişti. Beyanname metni şöyleydi:
Size başka bir şey daha
söyleyeceğim. Ama buna da iyi dikkat ediniz. Aklınızı başınıza toplayarak iyi
kulak veriniz. Çünkü memleketimizin bu gün geçirdiği felaketlerle, bundan
sonra göreceğimiz günler bu söyleyeceğim şey üzerinedir. Bu anlatacağım iş
millet işi ve siyaset meselesidir. Görüyorum ki memlekette bilen bilmeyen
siyaset işlerine karışıyor. Birbirine ben şu fırkadanım, sen şu fırkdansm diye
ortalığa bir ayrılık koyuyor. Hemşehriler birbirinden soğuyor. İki müslüman
birbirine emniyet etmiyor. Böyle şeylerden kendine bir kâr çıkarmak, bir külah
kapmak için ahaliyi birbirine düşüren, tutuşturan hain adamlar yazık ki
içimizde vardır. Aklısıra büyük adam olmak için böyle adamları kendi
çıkarlarına kullanan, bir takım zavallı ahaliyi ve kendi işiyle gücüyle uğraşan
köylü ve çiftçiyi kandırarak, Müslümanların arasına fesat koyarak
hemşehrileri birbirine düşman eden din ve millet hainleri de vardır. Yalanla,
parayla, düzme kağıtlar ve hikâyelerle yüreği saf zavallıları doğru yoldan
çıkaran ve dünya malı için gözleri kör gibi etrafım göremeyen fena adamlara
aldanmayınız. Bunlardan işte Bekir isminde bir serseri bundan birkaç gün
evvel Adapazarı'nm Akyazı taraflarına gelerek bazı cahillere yalan uydurmuş,
hükümete, devlete emniyet etmeyiniz demiş. Şuna buna biraz da para vererek
evvelden tanıdığı bir kaç köy ahalisini ayağa kaldırmış ve bunu yapmak için
hiçbir Müslümanm, hiçbir namuslu adamın kabul edemeyeceği hilelerle,
yalanlarla, hiç aslı olmayan hikâyelerle, devlete karşı düşüncesizlerle
memleketin şerefini lekelemek istemiştir. Böyle adamların maksadı herkes
birbirini yesin, herkes birbirini isterse boğazlasm. Fakat ara yerde ben
kazanayım gibi Allah'ın lanet ettiği bir fenalığı Sana bana bulaştırmaktır..."76.
1919 Eylül'ünde îzmit ve civarında İngiliz askerî aktivitesinin bir hayli
arttığı gözlenmişti. Ali Suat Bey'le Dahiliye Nezareti arasındaki
yazışmalardan anlaşıldığına göre: İngilizler 15 Eylül'de Derine^ İstasyonuna
iki tank, bomba ve cephane sandıklan çıkarmışlar, 300 den fazla çadır
kurmüşlardı. Zaman zaman Eskişehir yönüne topçu ve piyade kuvvetleri
sevkediyorlardı. Yapılan araştırmada Tuzla'daki 1000 çadırdan fazla askerin
de sevkedilmek üzere oldukları anlaşılmıştı.77 20 Eylül gecesi bir İngiliz
generali ve maiyyeti 80 kadar İngiliz askeriyle birlikte ekspres trenle, 70
kadar Hintli İngiliz askeri de 1074 nolu trenle Eskişehir yönüne gitmişlerdi.
Yine 23 Eylül gecesi 13 vagon Hintli İngiliz askeri, 8 vagon mekkari ve 2
vagon cephane aynı yöne sevkedilmişlerdi78. 23 Eylülde ayrıca 6 vagonda
100 kadar Hintli 'İngiliz askeriyle, 4 vagon mekkari aym yönde geçmişlerdi79 .
Yenigiin, 28 Ekim 1919, 221.
77
BOA, DH-KMS, d. 53-3, b. 36, nu.4.
MİLLİ MÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
137
Dâhiliye Nezâreti mutasarrıflıktan aldığı bu bilgileri Hariciye
Nezâretine aksettirmiş, ayrıca İngilizlerin İzmit İstasyonu civarına yığdıkları
büyük çaptaki cephaneye değinerek muhtemel bir tehlikenin önlenebilmesi
için gerekli girişimin yapılmasını istemişti80. Hariciye Nezareti'nin Müzâkere
Komisyonu nezdindeki girişimine karşılık, komisyonun İngiliz üyesi konunun
yetkisi dışında olduğu gerekçesiyle durumun İngiliz komutanlığına
yazılmasını tavsiye etmişti81. Böylece sorunun Harbiye Nezâretine iletilmesi
üzerine82, Harbiye Nâzırı Cemal Paşa Dâhiliye Nezâretine cephane
meselesinin içyüzü hakkında bir açıklama göndermişti. Buna göre, Harbiye
Nezareti İngilizlerin isteği üzerine Kütahya istasyonunda toplanmış olan
piyade cephanesini kısmen İzmit'e, kısmen de Derince'ye nakletmişti.
İzmit'teki cephane önce istasyon civarındaki gazhane binasına, daha sonra
şehirden uzak bir camiye konulmuştu. Cemal Paşa bunun dışmda İngilizlere
ait cephane olup olmadığının şüpheli olduğunu, bize ait bir cephanenin
İngilizlere ait sanılması ihtimaline karşı durumun açıklığa kavuşturulmasını
istemişti83. Dahiliye Nezareti'nin bu konuda açıklama isteyen yazışma Ali
Suat Bey'in 4 Aralık 1919'da verdiği cevapta durum şöyle belirtilmişti:
İstasyon civarındaki gazhane ve böcekliğe konulan ve İngiliz komutanın
isteği üzerine camiye nakledilen 1700 sandık cephane bize âit olup,
Kütahya'dan İzmit'e nakledilmişti. Cephanenin tamamı 60.000 sandığa
ulaşıyordu. 4 Aralık'ta İngiliz generalinin daveti üzerine açıktaki cephanenin
çadırlara alınması, camidekilerin eski yerine nakledilerek tümünün aynı yerde
toplanması ve müşterek nöbetçilerin koruması altında bulundurulması
kararlaştırılmıştı. General nakliye için araba yardımında bulunmayı da
vaadetmişti84.
Ali Suat Bey döneminde İzmit Türk halkı işgal ve gayrimüslimlerin
taşkınlıklarına rağmen zaman zaman düzenlenen müsâmerelerde bir araya
gelmiş, çeşitli kültürel etkinlikler gerçekleştirmişti. Kasım 1919 başlarında
düzenlenen bir müsâmerede Emin Ali Bey "Anadolu ve Türkler" konulu bir
konferans vermiş, Yavuz Sultan Selim piyesiyle, Milli Piyesler Heyet-i
Temsiliyesi tarafından "Ey Türk Genci Ümidini Kesme" adlı üç perdelik bir
piyes oynanmıştı85.
Ali Suat Bey'in 1919 yılı sonlarında karşılaştığı önemli bir sorun da
İngiliz'lerin hükümet konağmı boşaltması yönünde yaptıkları baskıydı. 31
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b. 27, nu.1/1.
81
09
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.27, nu.3.
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.27, nu.2/1.
83
84.
ö
85
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.27, nu.5.
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.27, nu.4/1,7.
Yusuf Çam, aynı eser, s. 27.
138
SABAHATTİN ÖZEL
Ekim 1919'da İzmit'teki İngiliz Komutan Vekili Ali Suat Bey'e, İzmit'e
yakında bir İngiliz generalinin geleceğini, bunun için Kasr-ı Hümayun'un
hükümet konağı olarak kullanılan iki dairesinin boşaltılmasını bildirmişti86.
Ali Suat Bey bu durumu Dâhiliye Nezâreti'ne bildirmiş, mesken buhranı
yüzünden büyük bir güçlükle karşılaşabileceğinden boşaltma işleminin
kesinleşmesi halinde inşaasma İttihat ve Terakki Kulubü olarak başlanan
binanın tamamlanabilmesi için 3000 lira istemişti. Dâhiliye Nezâreti de bunun
üzerine durumu Hariciye ve Maliye Nezâretlerine bildirmişti87. Hariciye
Nezâreti sorunun mütareke Komisyonuna aksettirileceğim bildirerek,
mutasarrıflığa İngiliz generali için uygun bir binanın hazır hale getirilmesinin
yazılmasını tavsiye etmişti88. Dahiliye Nezareti'nin aynı tavsiyeyi İzmit
Mutasarrıflığına bildiren şifresine89, Ali Suat Bey'in verdiği cevapta İzmit'teki
son durum şöyle özetlenmişti: Ali Suat Bey 26 Kasım 1919'da döndüğü
İzmit'te bir oldu bittiyle karşılaşmış, resmi dâirelerin Sultanî Mektebi'nin üst
katma nakledildiklerini görmüştü. Sultanî öğrencileri işlerini takip eden
vatandaşlar yüzünden ders yapamaz olmuşlar, aym binadaki Darülmuallimîn
ise tatil edilmişti. Darülmuallimîn öğrencileri istasyonda karşıladıkları Ali
Suat Bey'den durumlarına bir çözüm bulmasını istemişlerdi. Ali Suat Bey son
ve acil çözümü resmî dairelerin 2-3 hafta içinde tamamlanacak İttihat ve
Terakki Kulübü binasına naklinde görmekte, bunun içinde 3000 liranın iki güne
kadar Ziraat Bankası vasıtasıyla gönderilmesini istemekteydi90 . Yaptırdığı
keşfe göre 4000 liradan fazla gerekmekteyse de, 3000 liranın gönderilmesi
halinde geriye kalan miktar teberru olarak toplanacaktı. Dâhiliye Nezâreti ise
bir taraftan Maliye Nezâreti'ne para isteğini tekrarlamış91, diğer taraftan da 8
Aralık’ta Ali Suat Bey'e soruna İngiliz generaliyle görüşerek çözüm bulmasını
bildirmişti92. Ancak, Ali Suat Bey o sırada İngiliz generali Montagu (Dah)
İstanbul'da bulunduğundan, Dâhiliye Nezâreti'nden bu fırsattan yararlanılarak
generalle görüşülmesini istemiş93, Dâhiliye Nezâreti de durumu Hariciye
Nezâreti'ne bildirmişti94.
Ali Suat Bey döneminin en önemü sorunlarından birini de asayiş
meselesi oluşturmuş, özellikle Değirmendere ve yöresindeki asayişsizliğin
giderilmesi öncelikli konu olmaya devam etmişti. Eylül 1919'da İstanbul'dan
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.29, nu.3.
87
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.29, nu. 1/1,2/1.
QO
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.29, nu.5.
89
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.29, nu. 4/1.
90
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.29, nu. 7.
91
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.29, nu.6/1.
92
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.29, nu. 8/1.
93
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.29, nu. 10.
94
BOA, DH-KMS, d. 56-2, b.29, nu.9/1.
MİLLİ MÜCADELE'DE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
139
İzmit’e gitmekte olan Seyrüsefâîn İdaresinin Kırlangıç vapuru durmaya
zorlanmış, vapurun durmaması üzerine açılan ateş sonucunda ölenler ve
yaralananlar olmuştu95. Suçluların yakalanıp cezalandırılamaması eşkıyanın
cüretini büsbütün arttırmaktaydı.
14 Kasım 1919'da İzmit'ten Dava Vekili Ali Vasfi imzasıyla Dâhiliye
Nezâreti'ne çekilen bir telgrafta, İzmit'te güç bir durumun doğmaması için acil
ve etkili tedbirlerin alınması istenmişti96. Ali Suat Bey Dâhiliye Nezâreti'nin
bu başvuruyla ilgili şifresine97 18 Kasım'da verdiği cevapta durumu şöyle
açıklamıştı: Ali Vasfi Bey, yapılan sorgulamasında amacının hükümeti
uyarmak ve jandarmanın görev yapmadığını anlatmak olduğunu,
Değirmendere taraflarında Lazlarla, Arnavutların intikam amacıyla
çatışacaklarım duyduğunu ifade etmişti. Ali Suat Bey çatışma ihtimalini
önceden gördüğünden bölgeye güvenlik kuvveti sevkederek şimdilik bu
ihtimali önlediğini, ihtiyatı elden bırakmadığım, ancak bunların olağanüstü bir
durumun doğmasma işaret etmeyeceğini belirtmişti98.
Yine Kasım aymda eşkiya Değirmendere eşrafından merhum Esat
Ağa'nın büyük oğlu Adil Efendi'yi dağa kaldırarak on okka altın fidye
istemişlerdi. Cesur ve kurnaz bir kişi olan Adil Efendi kaçmayı, Iznik-Mekece
üzerinden Değirmendere'ye dönmeyi başarmıştı. Bir jandarma müfrezesi
Bombacı Mustafa (Gürcü Mustafa) çetesiyle müsademeye ’ tutuşup çete
mensuplarından ikisini yaralamışsa da, çete efradı yaralılarla birlikte
kaçmışlardı. Ancak, jandarma İznik civarındaki Süleymaniye Köyü'nde
Bombacı Mustafa ve iki adamım ölü olarak ele geçirmiş, yaralı olarak kaçan
Hakkı Çavuş ve Rasim'in takibine başlamıştı. Ayrıca, Yalova'nın Çağşak
Köyü civarında yol keserek köylüleri soyan üç Ermeni'den Ohannesoğlu
Kabraeil ele geçirilmişti. Aynı günlerde İzmit Sancağı dahilinde cereyan eden
asayişle ilgili olayların başlıcaları şunlardı: Jandarma, Adapazan'nm Akyazı
Nahiyesi'nde Zeyur ve Çepenoğlu Ahmet çetelerinin reisi Ahmet’i ölü, Beldibi
Köyü'nden eşkiya Fethullahoğlu Ömer'i sağ ele geçirmişti. Akyazı
Nahiyesi'nde eşkiyalık yapanlar daha çok Mudurnu Kazası'na sınır olan
Keremali Dağı eteklerindeki köyler halkındandı. Henüz vergi ve tapu
kayıtlarına girmemiş olan bu köylerde her gün tarla açmak için ormanlar
yakılıyordu. Yine, Akyazı'nın Yongalık Köyü'nden Kâmil, Haşan Faik, Kozluk
Köyü'nden Râsim, Şerif, Mehdi, Bıçkıdere Köyü'nden Kâmil ve Rıza takip
müfrezelerince yakalanmışlardı. Kandıra Kazasında Goncalar ve Sepetçioğlu
köyleri arasındaki Değirmen Meşeliğinde barınan bir çetenin tüm mensuplan
ölü ele geçirilmişti. Öldürülen çete mensupları Kandıra Kazası jandarma
93
Türk Dünyası Gazetesi, 13 Aralık 1919, 88.
96
BOA, DH-KMS, d. 57-1, b. 20, nu.2.
97
BOA, DH-KMS, d .5 7 -l,b . 20, nu.1/1.
98
BOA, DH-KMS, d. 57-1, b. 20, nu.3
140
SABAHATTİN ÖZEL
bölüğünden firar eden Kaymas Nahiyesi Keremler* Köyü'nden Mustafa oğlu
Arif, Gonca'lar Köyü'nden, İbrahim oğlu İsmail, Cabbarlar Köyü'nden Abdullah
ve Armeşe Nahiyesi'nin Güvercinlik Köyü'nden Bayram'dı. Müsademe
sırasında jandarma komutanı Sâmi Efendi sağ el parmağından, Halit adlı
jandarma da ayağından yaralanmışlardı. Kandıra Kazası'nm Taşoluk
Köyü'nden Mehmet Ağa'yı dağa kaldıran Taşgeçit Köyü'nden Mustafa ile
Akkumluk Köyü'nden Yörük Demirali müsademe sonucunda yakalanmışlar,
Mehmet Ağa sağ olarak kurtarılmıştı. Sapanca Nahiyesi ile Kırkpmar
arasındaki şosede gelip geçen tüccarları, durdurduğu posta treni yolcularım
soyan Kırkpınar'm Şadiye Köyü'nden Haprak'm oğlu Ekrem ölü ele
geçirilmişti".
Ali Suat Bey 22 Kasım'da hükümete İzmit ve civarının durumu hakkında
sözlü bilgi sunmak, alınması gereken tedbirler hakkında görüşmek üzere
İstanbul'a gitmişti100. Burada Akşam Gazetesi muhabirine İzmit'in asayişine
dair verdiği beyanatında şunları söylemişti: İzmit ve yöresinin asayişi
sanıldığı kadar bozuk değildi. Belli başlı bir çete olmayıp, eşkiya dağınık
halde faaliyet gösteriyordu. Eşkiyalığa daha çok Değirmendere ve
Karamürsel taraflarında rastlanıyordu. Oralarda Lazlar, Amavutlar, Abazalar
ve Çerkezlerle uğraşmak gerekiyordu. Jandarma nitelik ve nicelik olarak
yeterli değildi. Umum Jandarma Komutanlığından gönderilen Albay Hilmi ve
Yarbay Vâsıf Beyler jandarmanın ıslahıyla meşgul bulunuyorlardı. Karakol
komutanı küçük rütbeli subayların daha iyi eğitilmesi, jandarmanın daha
güvenilir kişilerden seçilmesi gerekiyordu. Eşkiyalığı önleyebilmek için
halktan yardım istemiş, eşrafla görüşmüş ve bir bildiri yayınlamıştı. Selefi
(Ahmet Anzavur) zamanında belli başlı olarak Yetimoğullan çetesi
bulunuyordu. Bu çetenin ortadan kaldırılması yüzünden Arnavutlarla, Lazlar
arasında bitmez tükenmez bir kan davası doğmuştu. Yerli halktan Türkler
arasında eşkiyalık yapan mevcut değildi. Hükümet, isteklerini karşıladığı
takdirde Değirmendere civarında mevzii mahiyette görülen asayişsizliğin önü
almaGaktı. Ali Suat Bey, muhabirin özellikle Adapazarı'nda bazı kimselerin
çete kurarak, kışkırtmalarda bulundukları rivayetlerine dair sorusuna şu
cevabı vermişti: "Filhakika bundan evvel bazı kimseler siyasi mahiyette
tahrikatta bulunmak istediler. Adapazarı civarında Çerkeslerden bazılan iğfal
edildi. Fakat vaktiyle haber aldık ve derhal mani olduk. Şimdiki halde sükûnet
câridir. Hiçbir şey yoktur".
99
100
Sapanca Rüştiyesindeki öğrenimi sırasında zekasıyla öğretmenlerinin dikkatini çeken
Ekrem, zamanın İzmit Mutasamfı Mazhar Müfit Bey'in (Kansu) ilgisiyle İzmit
Dariilmuâllimine kaydedilmişse de daha sonra öğrenimini terketmiş, köyüne dönerek
önce baba mesleği olan arabacılığa, bir süre sonra da eşkiyalığa başlamıştı. .
Akşam, 24 Kasım 1919, 422.
MİLLİ MÜCADELE'DE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
141
Aynı günlerde İzmit'ten İstanbul'a dönen Umum Jandarma Kumandan
Muavini Albay Hilmi Bey İkdam Gazatesi muhabirine verdiği beyanâtında
özetle şöyle demişti: İzmit yöresinde asayişi sağlamak amacıyla gittiği
bölgede 15 gün kadar Değirmendere, Halıdere, Saraylı, Gorcun ve Döngel
köylerini dolaşmıştı. Değirmendere yöresinde asayişi bazı Arnavutlarla,
Lazlar bozuyorlardı. İzmit'in Mihaliç Rum köyüne nizamiye ve jandarmadan
yeterli kuvvet gönderilerek köy halkının heyecan ve endişeleri giderilmişti.
Karakolu olmayan Değirmendere'de, burasmm öneminden dolayı yeterli
kuvvet birakılmıştı. Şiddetli takibat ve alman tedbirler sonucunda çok bozuk
olan asayiş düzeltilmişti. Son zamanlarda Düzce taraflarında bazı olayların
meydanagelmesi üzerine Bolu yöresine yeterli jandarma, takip müfrezeleri ve
mitralyöz sevkedilmiş, Bolu Livası'nm her tarafında asayiş sağlanmıştı101.
İstanbul basım konuya olan ilgisini sürdürmekte, Ali Suat Bey'in
faaliyetlerine yer vermeye devam etmekteydi. Bu konudaki bir habere göre,
Ali Suat Bey Adapazarı Kazası dahilinde, özellikle Düzce ve Mudurnu
sınırlarında soygun ve cinayetlere tanık olunca İstanbul'a gitmiş, İzmit'e
düzenli kuvvet gönderilmesi için ısrarlı girişimlerde bulunmuştu. B öylece
girişilen takibat ciddi bir şekil almıştı102 . Adapazarı Kazası’nda eşkiyalığın
başlıca sebebi olarak jandarmanın yerli halktan seçilmesi gösteriliyordu.
Dâhiliye Nezâreti basında sıkça görülen haberler üzerine İzmit
Mutasarrıflığına gönderdiği bir yazıyla gösterilen çabalardan duyduğu
memnuniyeti ifade etmiş, ayrıca girişilen takibatın sonuçlarının bildirilmesini
istemişti103. Ancak, mutasarrıflıktan beklediği sürede cevap alamadığından
aym mahiyette telgraflar çekmeye devam etmişti104. Ali Suat Bey, İzmit'e
dönüşünden soma Dâhiliye Nezâreti'ne gönderdiği cevabmda durumu şöyle
özetlemişti: Jandarma takibatı başarıyla sonuçlanmıştı. Bazı yerlerde belirli
kişilerin takibi için Hilmi Bey'le birlikte hazırlanan planın zamanı geldiğinde
uygulanmasıyla önemli yararlar sağlanacaktı. Bazı jandarma subaylarının
değiştirilmesi için istekte bulunacaktı. Hüdavendigâr Vilâyeti mülhakâtıyla
yapılacak karşılıklı takibat için maruzatta bulunulmuş, bu vilayetle hemhudut
Yalova, Karam ürsel, Geyve, İznik kazaları takip m üfrezeleri
talimâtnâmesinin sunulmak üzere hazırlandığı bildirilmişti.
1919 yılı sonlarında İzmit Sancağı asayişine dair basında yer alan
haberlerin başlıcaları şöyleydi: Geyve Jandarma takip müfrezesi Koru
Divam'm basan çetenin mensuplarından Akyazı'lı Lâz Kola'yı ölü, Arslan oğlu
Ömer'i yaralı, Azız ve Hacı oğlu Rıza'yı sağ olarak ele geçirmişlerdi. Yine
takip müfrezeleri Sapanca'nm ilmiye Köyü'nden Harun ve Ömer'in evlerini
ikdam Gazetesi, 8 Aralık 1919, 8198.
102
Türk Dünyası, aynı sayı.
103 BOA, DH-KMS, d. 57-1, b. 58, nu.1/1.
104 BOA, DH-KMS, d. 57-1, b. 18, nu.1/1,2/1.
142
SABAHATTİN ÖZEL
basan Ömer oğlu İshak, Demircioğlu Şükrü ve Mahmut'u silahlı olarak
yakalamışlardı106 .
Ah Suat Bey İstanbul'un işgali üzerine (16 Mart 1920) Mustafa Kemal
Paşa'nm telgrafına verdiği cevapta Heyet-i Temsiliye'nin genelgesini aldığım,
güvenliği sağlamaıun başhca görevi olduğunu, İzmit'teki İngiliz Savaş gemisi
komutanının sözlü tebligatında ülkede alınacak kararların herhalde iyi
olacağını bildirilmesi üzerine asayişin sağlanması için bir kat daha
çalışıldığını bildirmişti107. Ali Suat Bey'in cevabı, elbette uğranılan
muamelenin mahiyetini kavramış bir bürokratın tepkisini yansıtmıyordu. Ali
Suat Bey, ayrıca İtilaf Kuvvetlerinin İstanbul'un işgalinden sonra bütün yurda
telgrafla yaptıkları resmî tebliği alan ve cevaplayan iki yöneticiden biri
olmuştu108. Bununla beraber yeniden işbaşma geçen Damat Ferit Paşa Paşa
Hükümeti'nin güvenebileceği bir mutasarrıf da olmadığından görevinden
alındı.
İbrahim Hakkı Bey
İbrahim Hakkı Bey, Ali Suat Bey'den sonra mutasarrıf vekili olarak
atanmış ve 14 Nisan 1920'de görevine başlamıştı109. Sapanca'mn Akçay
Köyifnden olup, İzmit Genel Meclisi ve Dâimi Encümeni üyeliklerinde
bulunmuştu. Damat Ferit Paşa'nm güvenini kazanmış bir mutasarrıf
olmasının yanısıra, İngilizler ve Yunanlılarla uyum içinde tam bir işbirlikçi
olarak görev yaptı.
İbrahim Hakkı Bey göreve başlamasının ardından 18 Nisan'da Dahiliye
Nezareti'ne genel durum ve Kuvayı Milliye hakkında şu bilgileri vermişti.
Adapazan'nda ve livâ'nın diğer yerlerinde Kuvayı Milliye ile halk, arasında bir
çatışma olmamış, askerlik şubesince asker yazımına teşebbüs edilmemişti.
Başlarında Eşref Bey (Eşref Kuşçubaşı) olduğu halde Adapazan'na gelen
Kuvayı Milliye bazı kişileri ücretli ve gönüllü olarak kaydedip, halktan para
toplamaya kalkmışsa da gördüğü tepki karşısında Kandıra ve Taşköprü
taraflarına çekilmişti. Kuvayı Milliye daha önce Sapanca taraflarına giderek
Adapazan'ndan İzmit'e geçişleri engellemişse de, bir süre sonra çekilmişti.
Livâ dahilinde durum henüz normal sayılmasa da, olağanüstü bir durum da
mevcut değildi. Kuvayı Milliye'nin Geyve mıntıkasında Kaymakam Mahmut
Bey komutasmda düzenli bir tümeni (24. Tümen olup), sükûneti muhafaza
Yenigün, 2 Ocak 1920, 287.
107
108
^
Kemal Atatürk, Nutuk, c.III, ves. 256.
Kemal Atatürk, Nutuk, c.I, s.414; Ali Fuat Cebesoy, aym eser, s. 308.
Vakit, 14 Nisan 1920, 872; Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, sayı: 35, Ankara 1961, b.
874.
MİLLİ MÜCADELE'DE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
143
ediyordu. Geyve Ortaköy Rumlarmdan bazı heyecan verici haberler alınmışsa
da, sonra bunların çok abartılmış oldukları anlaşılmıştı. İzmit I. Tümen
Komutam ve subaylarıyla yaptığı görüşmelerde, Geyve'deki tümen komutanı
ve erkanıyla temas sağlanarak kan dökülmeden bir anlaşmaya varılabileceği
umudu doğmuştu. Yörede normal duruma geçilmesi, trenin Adapazarı'na
kadar işlemesinin sağlanması kuvvetle ümit ediliyordu110 .
İbrahim Hakkı Bey, aynı gün Dâhiliye Nezâreti'ne çektiği diğer bir
telgrafmda, nezaretçe gönderilen Hattı Hümayun ve Fetvâ-i Şerife
suretlerinden yeteri kadanam livâ dahilinde dağıtıldığım, livâ gazetesiyle
yayınlanmak ve gerekli yerlere asılmak suretiyle duyurulduğunu, geri kalan
kısmının Anadolu içlerine gönderlimesi için gerekenin yapıldığını
bildirmişti111. Aynca, livada tüm hükümet memurlarının, askerî görevlilerin
yasal görevleriyle, halkın işleri güçleriyle meşgul olduklarım, livâ halkının
ötedenberi hilafet makamına ve padişaha sadık olduklarım, bağlılıklarını bir
kat daha arttırmak ve hükümetle aym görüşte olmalarım sağlamak için gerek
bizzat, gerekse Adapazarı yöresine özel olarak gönderdiği adamları
vasıtasıyla telkinlerde bulunduğunu belirtmiş; livâ merkezi dışma çıkarılmış
olan I. Tümen Komutam ve subaylarıyla yaptığı temaslardan, tümenin Kuvayı
Milliye'nin yöreye tecavüzle halktan para almak, asker toplamak ve
karışıklık çıkarmak gibi hareketlerine meydan vermeyerek livânın huzur ve
asayişi için çalışacağına kanaat getirdiğini ifade etmişti.
İbrahim Hakkı Bey 20 Nisan'da Dahiliye Nezâreti'ne kuryeyle
gönderdiği kapsamlı raporunda beş günlük icraatım şöyle değerlendirmişti:
Halk, memur ve subayları merkezî hükümetin görüşleri doğrultusunda
aydınlatmış, kısa sürede görüşlerini değiştirmeyi başarmıştı. Özellikle
subayların en müfritlerini bile işbiriliğine ikna etmişti. Adapazarı ve Geyve
yöresine askerî harekât düzenlemek üzereyken I. Tümen Komutam Rüştü
Bey'in İngilizlerce tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesiyle, bu tasarisı
sonuçsuz kalmıştı112. Rüştü Bey'in kendi görüşü alınmadan tutuklanması
subaylar üzerinde kötü etki yapacak, bu da milliyetçiler lehine olacaktı.
Anadolu'daki subaylar bundan soma hükümetin kesin beyanatına rağmen
kendilerine katılmakta tereddüt edeceklerdi. Tüm imkansızlıklarına rağmen
gayrimeşru bir harekâtla üzücü olaylara sebebiyet vermek istemediğinden,
gelecekte yapmayı tasarladığı tedip harekâtı için kendisine yetki verilmeliydi.
Harbokulu'nun yetiştirdiği kurmay bir subay olduğundan, askerî fikir ve
icraatında bağımsız olmalıydı113. Kuvayı Milliye muktedir subaylarla hareket
ettiğine göre, düzenli bir harekâtla karşılık verilmez ve Rüştü Bey meselesi
110 BOA, DH-KMS, d. 53-4, b. 47, nu.2.
111 BOA, DH-KMS, d-53-4, b. 47, nu.3.
112 BOA, DH-KMS, d. 53-4, b. 47, nu.5.
113 BOA, DH-KMS, d. 53-4, b.47, nu.5.
144
SABAHATTİN ÖZEL
gibi siyasi hatalar yapılacak olursa rakiplerine karşı başarılı olamayacaklarını
söylemek mecburiyetindeydi. Böyle tehlikeli bir oyunda mutasarrıflık
vekâletiyle oynayabileceği rol zayıf kalacağından,, asaletinin onaylanmasını
ve kuvva-i tedibiye komutanlığının uhdesine verilmesini gerekli görmekteydi.
Raporda kazaların durumları şöle belirtilmişti: .
1- İzmit içi, Derince demiryolu Tuzla'ya kadar İtilaf kuvvetlerinin
işgalindeydi.
2- Kandıra yöresi siyasi çetelerin (Kuvayı Milliye'nin) harekâtına sahne
olmuştu. Rüştü Bey meselesi çıkmasaydı, buna da bir çözüm bulunacaktı.
3- Adapazarı, Hendek, Akyazı, Sapanca yöresinde henüz sükûnet
devam ediyordu. Halk, hükümetin gücünü göstermesini bekliyor, Kuvayı
Milliye'yi ezebilecek çok üstün bir kuvvet hazırlanmadıkça ferdî hareketlere
izin vermiyordu.
4- Geyve yöresi fiilen kuvva-i gayri milliyecilerden bir tümenin bazı
kısımları tarafından işgal edilmişti114. Bu kuvvetin Adapazarı ve Sapanca
yönlerine sevkettiği zayıf müfrezeler etkili olmuyordu. Yakında tümen
komutanıyla temas kurup, bir anlaşmaya varmayı umuyordu. Harbokulu'ndaki
arkadaşlarından olduğundan, kendisiyle anlaşması pek doğalsa da Rüştü
Bey'in tutuklanıp İstanbul'a gönderilmesi tüm cesaretini kırmıştı. Subaylar
haklı olarak bundan böye kendilerine güvenmeyeceklerdi115.
5- Ortaköy hadisesi gerçek olmakla beraber, henüz ayrıntılarını
öğrenememişti. Etraftan alınan bilgiler ise biraz abartılı görünmekteydi.
6- Geyve Boğazı halen gayrimilliyecilerden'tümen komutam Mahmut
Bey'in işgalindeydi. Mevcut iki önemli köprü gerektiğin deuçurulmak üzere
hazırlanmış durumdaydı. Mahmut Bey'in kuvveti en çok 500-600 kişiden
ibaret olup, bir miktar süvari ve piyadeden oluşuyordu. Üç topu ve birkaç
makine litüfeği vardı. Kendilerinin ise hiçbir şeyi yoktu. Rüştü Bey hadisesi
olmasaydı, bu kuvvet ya kendilerine katılacak, ya da livâ dışma sürülecekti.
7- Karamürsel, Yalova yöresiyle haberleşme yolundaysa da maaşları
ödenemediğinden jandarma efradının çoğu firar etmişti. Bu yüzden güvenlik
tedbirleri ahnamıyordu.
8- Halk, saltanata bütün kalbiyle bağlıydı. Yalnız dışardan gelen
gayritabir kuvvetleri çıkarmak ve tedip edebilmek için en önemli ihtiyaçları
silah ve mühimmattı116 . Her şeyden önce en az 10.000 mavzer, 500.000
114
XX. Kolordunun Kaymakam Mahmut Bey komutasındaki 24. Tümeni
kastedilmektedir.
115 BOA, DH-KMS, d. 53-4, h.47, nu.6.
116 BOA, DH-KMS, d. 53-4, b.47, nu.7.
MİLLİ MÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
145
mermi, 8 mitralyöz, seri ateşli bir topçu bataryası, topçu mitralyöz ve piyade
subaylarıyla, mümkün olduğu kadar nakit paranın en kısa zamanda İzmit'e
ulaştırılması gerekiyordu. Bu hususta İngilizlere de bilgi verilmesi
zorunluydu. Fransız mümessili 19 Nisan'da gelmiş, ertesi gün görevine
başlamıştı.
9- Mühimmat meselesi halledilip, kendisine kesin yetkiler verilmedikçe
Kuvayı Milliye'nin oldukça düzenli ve donanımlı kuvvetlerine karşı saf ve
sadık halkı teşvik edip kırdırmayacaktı. Paradan vazgeçebilirdi ama yetki ve
mühimmat meselesinin halledilmesi zorunluydu.
10- Sahil halkına erzak şevkine engel, olunması üzerine İzmit'teki
İngiliz mümessiline başvurulmuş olup, olumlu cevap bekleniyordu.
İbrahim Hakkı Bey raporunun son kısmında kesin emirlerin, kuryesi
Tahsin Bey vasıtasıyla gönderilmesini beklediğini arz etmişti117 .
Dâhiliye Nezâreti 22 Nisan'da İbrahim Hakkı Bey'e isteklerinin
karşılanacağını bildirmişti. Rüştü Bey'in serbest bırakılması için Hâriciye
Nezâreti'ne yazıldığı, silah ve mühimmatın gönderilmek üzere olduğu, diğer
hususlarla ilgili sonucun yakında .biidirilecği ifade edilmişti. Dâhiliye
Nezâreti'nin cevabından, iki taraf arısnda resmi yazışmaların dışmda bir
kurye trafiğinin de mevcut olduğu, İzmit’ten Tahsin Bey’den önce Kâmil adlı
bir kuryenin sözlü bilgiler sunmak üzere nezarete gönderildiği anlaşılmıştı118.
Kâmil anlaşıldığına göre Dahiliye Nezareti üzerinde olumlu etkilerbırakmıştı.
Dâhiliye Nezâreti İbrahim Hakkı Bey'e Kâmil'i gücüyle mütenâsip bir işte
kullanarak hizmet ve gayretinden yararlanmasını tavsiye etmişti119.
İbrahim Hakkı Bey 27 Nisan 1920'de İzmit'ten hareketle ötedenberi
tasarladığı tedip harekatına başladı. İstanbul Hükümeti taraftarı âsilerin 23
Nisan'da ele geçirdikleri Adapazarı'na giderek halka padişahın selamını
duyurdu ve 150 lira maaşla gönüllü kaydma başladı120 . 28 Nisan'da girdiği
Adapazarı'nda davullar çalınarak karşılandı. İbrahim Hakkı Bey aynı gün
Dâhiliye Nezâreti'ne yolculuğunu ve Adapazarı'ndaki durumu şöyle
bildirmişti: İzmit'ten dün hareket ederek geceyi I. Fırka karargâhında geçirdik.
Bilumum zabitanla buluştuktan soma sabahleyin piyade ve süvari kuvvetleri
ve mitralyözlerle hareket ettik. Sapanca'ya muvasalatımda ahali ile temas
ettimve tedarükâtımızı tamamladıktan sonra köyü terkettik. Hükümetin
kuvvetlerini istikbale gelen binlerce ahaliyle birlikte ve başta muzika
117 BOA, DH-KMS, d.53-4, b.47, nu.8.
118 BOA, DH-KMS, d. 53-4, b.47, nu.1/1.
119
Çerkeş Bekir olayına karışanlardan Talustan Bey'in yeğeni olan Kamil, 1920 yazı
boyunca yörede başgösteren ayaklanmalarda etkin bir rol oynayacaktır.
1°0
Kemal Atatürk, Nutuk, c.II, İstanbul 1982, s. 444.
SABAHATTİN ÖZEL
146
bulunduğu halde Adapazarı'na vâsıl olduk. Müfti-i belde Zât-ı Şâhâne'nin
saadet-i hümâyûnları hakkında temenniyatta bulunduktan sonra ahaliye
nesâyih-i lâzimede bulunduk. Hâlihazırda İzmit ile Adapazarı arasında ve
civarda Kuvayı Milliye'den hiç bir eser kalmamıştır. Bunları Geyve'den
tardedeceğimizi kaviyyen ümit ediyorum. Adapazarı ahalisinin hissiyât ve
fedâkârlığı her türlü takdirin fevkindedir"121.
İbrahim Hakkı Bey'in verdiği haberlerden son derece memnun olduğu
anlaşılan Damat Ferit Paşa İzmit Mutasarrıflığına çektiği telgrafında,
Adapazarı Kazası'nm işgalinde hizmeti geçen subaylann birer derece terfi
ettirilmelerinin kararlaştırılmasından dolayı isimlerinin bildirilmesini istemiş,
kendisinin de mutasarrıflık görevine asaleten atandığım bildirmişti. 9 Mayıs
1920 tarihli İstanbul gazetelerinde de yayınlanan telgraf metni aşağıdaki
şekildeydi: "Adapazarı Kazası'nm işgal ve usatm kâmilen tenkil edilmiş
olduğu beşâretini nâtık telgrafnâmenin bilvusûl memnuniyet-i azimeyi mucip
olup gerek size ve gerek bu hizmet-i vataniyeyi İfâ ve padişahımıza karşı
fedakârlık ibraz edenlerin cümlesine mahzûziyet-i hilafetpenâhiyi tebşir
ederim. Bu hizmet-i vataniyeyi ifâ eden zabitahm birer derece terfii mukarrer
olduğundan isimlerinin telgrafla İş'ar-ı tebliğ ve zat-ı behiyyelerinin bu
vesileyle asâleten mutasarrıflığa tayin edildiğiniz tebşir olunur"122.
İbrahim Hakkı Bey 30 Nisan'da Adapazan'nda Ziraat Bankası sandığna
el koyarak, ileride gelirinden kesilmek üzere 100 lira almış, ancak daha sonra
ödem em işti123. 24 Mayıs'ta Dahiliye Nezareti'nden İzmit Livâsı'nda
sıkıyönetim ilanına dair izin almış124, 27/28 Mayıs'ta da Vilayetler
Kanunu'nun 28. maddesine dayanarak sıkıyönetim ilan etmişti125.
İbrahim Hakkı Bey 12 Ekim 1920'de beraberinde Yunanlılar olduğu
halde Sapanca'ya gitmiş, halka Kuvayı Milliye'yi kabul etmeleri halinde
kasabayı yakma tehdidinde bulunmuştu. Halkın bir kısmı gözleri bağlanmak
suretiyle düşmanın tahkimat ve nakliye işlerinde çalıştırılmışlardı126. Yine
Kasım 1920 de beraberinde bazı gayrimüslim çeteleri de olduğu halde
Adapazarı halkını Kuvayı Milliye'ye mensup oldukları gerekçesiyle
cezalandırmak üzere harekete geçmişti. Fakat bu sırada Damat Ferit Paşa
Hükümeti'nin yerini alan Tevfik Paşa Hükümeti (22 Ekim 1920) İbrahim
Hakkı Bey'i azletmiş ve Adapazarı harekatıyla ilgili olarak da kendisini
uyarmıştı. Dâhiliye Nezâreti'nin bu konudaki 20 Kasım tarihli telgrafında,
Vakit, 30 Nisan, 888.
122 İleri, 9 Mayıs 1920,834.
123 BOA, DH/İ-UM, c.I, d.3/1, nu. 1/82.
194
BOA, DH-KMS, d. 59-1, b.21, nu. 1/1.
125 BOA, DH-KMS, d.59-1, b.21, nu.3.
126
Kâzım Araş, İstiklâl Savaşında Kocaeli Bölgesindeki Harekât, İstanbul 1936, s. 48.
MİLLİ MÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
147
çetelerin devamlı saldırılarından bıkan Adapazarı halkının can ve mallarım
korumak, şehrin tahrip edilmesini önlemek için bazı tedbirler aldıklarım, halkı
hükümete bağlı olduğundan Adapazarı'na böyle düzensiz bir kuvvetle
gitmesinin hiçbir şekilde uygun olmadığı, aksi bir durumun hakkında ağır bir
sorumluluğu gerektireceği bildirilmişti. Ayrıca, İzmit Mutasarrıflık
Vekaletine, Adapazarı Kaymakamlığı Vekaleti'nde bulunan Cezmi Bey'e
İbrahim Bey'in azledildiği, hiçbir sıfat ve yetkisi kalmadığından vereceği
emirlerin yerine getirilmemesi tebliğ edilmişti127. Buna karşılık İzmit
Mutasarrıf Vekilinin 25 Kasım'da verdiği cevapta, İbrahim Bey'in bir hafta
önce teftiş için Ermişe tarafına gittiği, iki gün önce gönderdiği mektuptan
anlaşıldığına göre o yörenin inzibatını sağladıktan sonra Kandıra yönüne
hareket ettiği belirtilmişti128.
Diğer taraftan 22 Kasım 1920'de Maanzâde Mithat129 imzasıyla
Dâhiliye Nezâretine verilen bir dilekçede gerek İbrahin Hakkı Bey, gerekse
İzmit Livâsı'ndaki Çerkeslerin tutumuna dair kapsamlı değerlendirmeler
yapılmıştı. Maanzâde Mithat Bey’e göre İzmit, Adapazarı ve Kandıra
havalisindeki asayişsizliğin, meydana getirilen feci olayların sorumlusu
özellikle İbrahim Hakkı Bey'di. Kendisi eski ve yeni hükümetler tarafından
defalarca azledildiği halde, işgalcilere dayanarak Mutasarrıflığı bırakmamıştı.
İbrahim Hakkı üç yüzlü bir siyaset izlemekteydi. O’nun kandırdığı Çerkesler,
kendisinin merkezi hükümetin ve sadece halifenin emriyle hareket ettiğine
inanıyorlardı. İngilizler ise emrinde Kuvayı Milliye'ye karşı bir Çerkeş
kuvvetinin olduğuna inandıklarından İbrahim Hakkı'yı koruyorlardı. Merkezî
Hükümet de İngiliz himayesinde gördüğü İbrahim Hakkı’ya karşı bir şey
yapmamaktaydı130. İbrahim Hakkı en son olarak Adapazarı halkım, emirlerine
uymamaları halinde şehri yakmakla tehdit etmiş, bunun üzerine Adapazarı ve
yöresinden İstanbul'a bu hususu Dâhiliye Nezâreti'ne sunmakla
görevlendirilen bir heyet gönderilmişti131. İbrahim Hakkı'nm nüfuzunu kırmak,
kötülüklerine son vermek kuvvet kullanmaksızm da sağlanabilirdi. Merkezî
Hükümetin Çerkeş beylerinden dört-beşini celbederek devletin yüksek
çıkarlarına aykırı hareket ettiklerini söylemesi ve ihtar etmesi halinde İbrahim
Hakkı'nın maiyyetindeki Çerkesler silahlarını derhal bırakacaklardı. B öylece
Adapazarı, İzmit ve Kandıra yöresinde eskiden olduğu gibi hükümetin
otoritesi kurulacak, İbrahim Hakkı’nm emir ve istekleri geçerli olmayacaktı. O
BOA, DH-KMS, d.60-1, b.19, nu. 1/1.
128 BOA, DH-KMS. d. 60-1, b. 19, nu. 4.
129
Maanlar yörenin tanınmış ailelerindendi. Bazı mensuplan Kuvayı M illiye karşıtı
hareketlerde yer aldıklarından 150'likler listesine konulmuşlardı.
130 BOA, DH-KMS, d. 60-1, b.19, nu.2.
131
29 Kasım'da Adapazan'ndan gelen heyet, Dâhiliye Nâzın izzet Paşa'yla görüşerek
vukua gelen mezâlim hakkında bilgi vermişlerdi, bkz. İleri; 30 Kasım 1920,1028.
SABAHATTİN ÖZEL
148
takdirde îngilizler de İbrahim Hakkı'yı korumaktan kaçınacaklardı. Maanzâde
Mithat o memleketin efradından olarak maddi ve manevi büyük zararlara
uğradığım, bir yıldır aym soydan geldiği Çerkeslerin cahilâne hareketlerine
katılmadan üzgün bir şekilde İstanbul'da kaldığını ifade etmiş; yine ihtiras
sahiplerinin kışkırtmaları sonucunda Çerkeslerin cahil kesimiyle, dinî ve ailevî
bağlarla bağlı oldukları Türkler arasında bir soğukluğun doğduğunu, bunun
İbrahim Hakkı'nm son girişimleriyle feci bir hal alması ihtimalinden duyduğu
üzüntüyle başvurduğunu belirtmişti132 .
İzmit Livâsı'nda aynı tarihlerde para darlığı yüzünden kamu
görevlilerinin maaşları ödenememekteydi. Aşar bedellerinin Duyûn-ı
Umûmiye'ye yatırılmasından dolayı idâre-i husûsiyeler aşar yardım payından
yoksun kalmışlardı. Bu sebeple muhasebe-i umûmiye, idâre-i husûsiyenin
isteklerini karşılayamıyordu. Muhasebe-i umûmiyenin idâre-i husûsiyeye olan
sadece bir yıllık borcu 60.000 liraya ulaşmıştı. Muhasebe-i umûmiye şimdiye
kadar maaş ve masrafların tamamım ödemişti. Ancak, idâre-i husûsiye ekmek
bedellerini, iki aydır merkez memur ve öğretmenlerinin maaşlarını, kurum
masraflarını; üç aydır da mülhakat memur ve öğretmenlerinin maaş ve
masraflarını ödeyemiyordu133. Livâ muhasebesi maaşlarla, yardım
masraflarını Derince'deki 3.5 milyon kum torbasını, çelik v.s. gibi levazımât ve
eşyayı satarak karşılamıştı. Çünkü, tahsildarlar maaşlarının azlığından görev
yapmaktan kaçındıklarından tahsilat yapılamıyordu. İzmit Kadılığı 20
Kasım'da Dâhiliye Nezâreti'ne başurmak suretiyle İzmit'in mülhakatıyla
haberleşmesinin kesildiğini, memurların ve diğer maaş sahiplerinin zor
durumda kaldıklarım bildirmiş, acele çözüm bulunmasını istemişti134.
Abdülvehab Bey
Tevfik Paşa Hükümeti tarafından mutasarrıflık görevine atanan
Abdülvehab Bey 1 Aralık 1920 gecesi İzmit'e gelmiş, ancak İbrahim Hakkı
Bey'in engellemeleri sebebiyle görev yapamadan İstanbul'a dönmek zorunda
kalmıştı135.
Abdülvehab Bey maiyyetinde Kandıra Kaymakamı Ziyaeddin,
Karamürsel Kaymakam Ali, Çanakkale eski istintak memuru Saib Beyler
olduğu halde 1 Aralık'ta İzmit'e gitmiş ve belediye oteline yerleşmişti.
İstasyona indiklerinde görevli komiser ve polisler ilgisiz davranmışlar, eski
mutasarrıf ve adamlarının korkusundan halktan ve memurlardan karşılamaya
BOA, DH-KMS, d. 60-1, b.19, nu.3.
133 Yenigün, 2 Ocak 1920,287.
l j 4 BOA, DH/İ-UM.c.1, d. 3/2, nu. 1/17.
135 BOA, DH-KMS, d. 60-1,b.22, nu.3.
MİLLİ M ÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
149
gelen olmamıştı. Abdülvehab Bey'in İzmit Yunan işgal gücü komutam olan
General Gargalidis'le görüşme isteği kabul edilmemişti136. Gargalidis buna
gerekçe olarak İstanbul temsilciliğinden mutasarrıflığa atandığına dair
kendisine tebliğât yapılmamasını göstermişti. Abdülvehab Bey'in İzmit'e
gelmesi üzerine bazı Çerkeş ve Abazalar İbrahim Hakkı Bey'in başkanlığında
toplanmışlar, merkez memuru Fuat bey'i sözcü olarak kendisine
göndermişlerdi. Fuat Bey, Abdülvehab Bey'e İzmit ve havalisinin İtilaf
Devletlerinin işgalinde olduğunu, onların onayı olmadan görev yapmayacağını,
Abaza ve Çerkeslerden oluşturulan çetelerin Yunanlılarla birlikte hareket
ettiklerini, Armeşe, Kandıra, Salmanlı ve Bahçecik'in işgallerinde olduğunu,
dolayısıyla merkezî hükümetin emirlerine uymayacaklarını ve İstanbul'a
dönmesi gerektiğini bildirmişti. Abdülvehab Bey de cevaben, görevine
padişah taragfından atandığını, bu konudaki fermân-ı hümâyûnun ertesi gün
okunacağını, Yunan generalinin de kesinlikle karışamayacağını ifade etmişti.
Ancak, Abdülvehab Bey kaldığı otelde adetâ gözetim altına alınmış
bulunuyordu. Otelinm bahçesinde üniformalı polisler beklerken, sivil bir
araştırma memuru da Abdülvehab Bey'le görüşmeye gelenleri gözetliyordu.
Perşembe sabahı ileri gelen memurlar ve eşrafın bir çoğu otele gelerek
eski mutasarrıfın keyfiîve zalim yönetiminden şikayetçi olmuşlar, zahire ve
hayvanlarının çeteler tarafından gasbedilmesinden bıktıklarım, bundan böyle
padişahın sayesinde bunların tekrarlanmayacağından şüphe etmediklerini
ifade etmişlerdi. Abdülvehab Bey'in öğleden soma ziyaret ettiği İngiliz siyasî
mümessili Perting bu durumdan üzgün olduğunu, İbrahim, İzmit'ten
uzaklaştırılmadan durumun düzelmeyeceğini, bunun için İstanbul'daki İngiliz
mümessiliğine yazacağım söylemişti. Absdülvehab Bey otele döndüğü sırada
memurlar ve eşrafın bahçede, halktan birçok kimsenin de fermân-ı hümâyûnun
okunması merasiminde bulunmak üzere cami-i şerifin önünde toplandıklarım
görmüştü. Bunun üzerine Abdülvehab Bey ve kalabalık birlikte hükümet
dairesine gitmişler, burada fermân-ı hümâyûn okunmuştu. Müftünün duası
sırasında kalabalıktan ağlayanlara da rastlanmıştı. Daha soma tebrik töreni
için mutasarrıflık makamına geçecekleri sırada bir polis komiseri kendilerine,
İbrahim Bey'in izni olmadıkça binaya giremeyeceklerini bildirmişti. Bu durum
karşısında binanın bitişiğindeki muhasebecilik dairesine geçilmiş ve kutlama
töreni orada yapılmıştı. Abdülvehab Bey tören sonrasında bazı ileri gelen
memurlara emirler vermiş ve daha sonra görüşme isteğine olumlu cevap
veren Fransız mümessilini ziyarete gitmişti. Abdülvehab Bey ziyaret
somasında otele döndüğünde bir polis memurunun Ziyâeddin ve Saib
Beylerin merkez memuru tarafından karakola davet edildiklerini tebliğ ettiğini
136
Abdühvehab Bey raporunda Yunan generalini İzmit mıntıkasının güvenliğini
sağlamaya memur bir görevli olarak nitelendirmekte ziyaret sebebinin de nezaket
gereği ve ayrıca memlekette dolaşmakta olan çete efradı hakkında görüşmek olduğunu
kaydetmektedir, bkz. BOA, DH-KMS, d.60-I, b.22, nu. 4/1.
150
SABAHATTİN ÖZEL
görmüştü. Abdülvehab Bey önce maiyyetindekilerin götürülmelerine izin
vermek istememişse de, ikinci bir polis memurunun gitmemeleri halinde zorla
götürüleceklerini, dışarıda bir devriyenin beklediğini söylemesi üzerine
muvafakat etmiş ve polis memurundan sonuç hakkında kendisine bilgi
verilmesini istemişti.
Cuma sabahı Abdülvehab Bey'in nezdine gelen bir polis memuru derhal
hareket etmek üzere olan bir Yunan vapuruyla İzmit'i terk etmesini tebliğ
etmişti. Abdülvehab Bey cevaben ertesi gün bazı hususları arz etmek için
terenle İstanbul'a gideceğini söylemişse de, ardından Merkez Memuru Fuat
Bey ve adamlarının gitmemekte ısrar etmesi halinde vapura Yunan askerleri
tarafından zorla bindirileceği tehdidinde bulunmaları üzerine İstanbul'a
dönmek zorunda kalmıştı137. Abdülvehab Bey İzmit'ten ayrılırken müftü
efendi de dahil olmak üzere fermân-ı hümâyûnun okunması törenine
katılanlardan bir kısmının tutuklanmalarına başlanıldığını, bazılarının
tutukevinde dövüldüklerini haber almıştı. Abdülvehab Bey İzmit'te hükümet
otoritesinin kurulabilmesi ve asayişin sağlanması için alınması gereken
tedbirleri sıralamıştı:
1- İstanbul'da bulunan İzmit Jandarma Alayı'nm gecikilmeden mahalline
sevkedilmesi.
2- İzmit polis efradının tümüyle değiştirilmesi, kadrosunun geçici oarak
genişletilerek sayısının arttırılması.
3- Hükümetin gerekli girişimde bulunarak İzmit Yunan Askeri
Komutanı General Gergalidis'in livânın mülkî yönetimine karışmasının
önlenmesi ve hiçbir resmî sıfatı olmayan eski mutasarrıf İbrahim Bey'le
ilişkisinin kesilmesinin sağlanması İngiltere siyasî mümessili vekili Perting'in
mercie yazdığı şekilde İbrahim'in İzmit'ten uzaklaştırılması.138 .
Diğer taraftan karakola götürülen Ziyâeddin ve Saib Bey'ler 2 Aralık'ta
Abdülvehab Bey'e sundukları raporda başlarından geçenleri şöyle hikaye
etmişlerdi. Karakolda nöbetçi komiser Şevki kendilerine İbrahim ve Fuat
Beylerin Gargalidis'le görüştüklerini, bu sebeple bir süre bekleyeceklerini
bilrdirmişti. Ziyâeddin ve Saib Beyler kırkbeş dakika süren bir bekleyişin
ardından, İbrahim ve Fuat Beylerin huzuruna çıkarılmışlardı. Fuat Bey,
Yunan komutanlığının beyannâmesiyle toplantı yapmanın yasaklandığım ileri
sürerek, kendilerini Yunan divan-ı harbine göndermekle tehdit etmişti. Nazım
Paşa'nın kayınbiraderi olan Fuat Bey, Abdülvehab Bey ve maiyyetinin
gelişlerini Bâbıâli Baskım'na benzetmiş, yeni hükümeti (Tevfik Paşa
Hükümeti) Ankara'dan aldıkları emirleri yerine getiren İttihat ve Terakki
BOA, DH-KMS, d. 60-1, b. 22, nu. 4/2.
138 BOA, DH-KMS, d. 60-1, b.22, nu, 4/2-b
MİLLÎ M ÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
151
çetesinin adamları olarak nitelendirmişti. Hükümetin Ankara'dakilerle
uzlaşarak kendilerini gözden çıkardığını iddia etmiş, sonuna kadar
mücadeleye yemin ettiklerini bilrdirmişti139 . İzmit'in Boğazlar Komisyonu
bölgesinde olmasından dolayı İstanbul'la hiç bir ilgilerinin bulunmadığım,
İzmit'te anarşi hüküm sürdüğünden memura ihtiyaçlarının olmadığım, mevcut
memurları da iâde edeceklerini söylemişti. Fuat Bey ayrıca ertesi gün
kesinlikle İstanbul'a gönderileceklerini, bunu Abdülvehab Bey'e de
söylemelerini bildirmişti. Ziyâeddin ve Saib Bey'ler ayrılmalarına izin
verilmesi üzerine otele dönmüşlerdi140.
Dâhiliye Nezâreti bu durum karşısında bir taraftan İbrahim Hakkı
Bey'in İstanbul'a getirilmesine çalışırken, diğer taraftan da 5 Aralık'ta
Sadâret'e ve Hariciye Nezâreti'ne cereyan eden olayları bildirerek
Abdülvehab Bey'in görev yapabilmesinin sağlanmasını istemişti141. İbrahim
Hakkı Bey de buna karşılık mevkiini güçlendirip nüfuzunu arttırmak için
adamlarım seferber etmiş, evleri Kuvayı Milliye tarafından yakılan Düzce ve
civarı Çerkeslerinden oluşturduğu bir kuvvetle İzmit mülhakatında terör
estirmeye başlamıştı. Ayrıca, 1920 yılı sonlarında İzmit ve köylerinde asayiş
büsbütün bozulmuş bulunuyordu. Eşkıya çetelerinin soygun ve mezâlimi
aralıksız sürmekteydi. İzmit'e iki saat' mesafedeki Üçgaziler Köyü halkının
zahire ve hayvanlarının tümü ellerinden alınmıştı. Adapazan'ndan gelmekte
olan iki araba patates gaspedilmiş, sahipleri de katledilmişlerdi142. Yassıbağ
Divam'ndan Yakup Ağa'nın 600 lirası, Mestçi Köyü'nden Hacı Mahmut
Ağa'nın parası işkence edilerek alınmışlardı. Çaynköy'de Hafız Abdullah
Ağa'nın evi basılmış, köylülerin 1000 lira kadar* kadar paraları alınmıştı.
İzmit'li Acem Ahmet Ağa'nın dağa kaldırılai} 5 yaşındaki çocuğu fidye
karşılığında serbest bnakılmıştı. İzmit'in Ömerağa Mahallesi'nden dağa
kaldırılan Arabacı İlyas Efendi'den 3000 lira fidye alınmıştı. 2 Ocak 1921'de
Geyve'ye sığman Taşköprü Nahiye Müdürü kendisine kuvvet verilmediği
taktirde Taşköprü'ye dönmeyeceğini ifade etmişti143 . Nahiye Müdürünün
ifadesine göre İzmit'ten yedi gün önce gelen Cafer v.s. köylerini basmışlardı.
İbrahim Hakkı Bey'in evvelce yörenin asayişini sağlamakla görevlendirdiği
Beşdivan Köyü’nden Rıza Bey ve adamları çeteyle müsademeye girmişler,
ölü ve yaralı olarak yedi kayıp veren çapulcular çekilmek zorunda
kalmışlardı144 31 Aralık 1920'de Dağıstan Bey ve süvarileri yöreye gelerek
yağma hareketlerinde bulunmuşlardı. Cereyan eden olaylardan şaşkınlık
y BOA, DH-KMS, d. 60-1, b.22, nu. 2/1.
140 BOA, DH-KMS, d.60-I, b.22, nu. 2/2.
141 BOA, DH-KMS, d.60-2, b.22, nu. 1/1
142 BOA, DH-KMS, d.60-2,b.16, nu. 2/1.
141
144
BOA, DH-KMS, d, 60-1, b.34, nu. 4-a, 4-b.
Rıfat Yüce, aynı eser, s. 83.
152
SABAHATTİN ÖZEL
içinde olan Taşköprü halkmdan bazıları av tüfekleriyle nahiye sınırında
bekliyorlardı. Taşköprü'den bir heyet hükümetin yardımını veya İtilâf
mümessil ¡erinin dikkatini çekerek gereğini yapılmasını sağlamak için
İstanbul'a gönderilmişti. Benzeri olaylar daha seyrek de olsa Adapazarı
yöresinde de yaşanıyordu. Maksudiye Köyü'nden Yaver oğlu Hacı İbrahim ile
Döltukoğlu Küçük İbrahim Yeniköy ahalisinden zorla 500 lira almışlar, Ahmet
kızı Elmas'ı zorla kaçırmışlardı. Veysel Ağa'nm kızı Emine'yi 60 lira fidye
karşılığında serbest bırakmışlardı145.
1921 yılı başlarında I.İnönü Zaferi (6-10 Ocak 1921) sonrasında İzmit,
Adapazarı ve Değirmendere civarındaki küçük çetelerin pek çoğu Yunanlılara
karşı kazanılan başarıdan etkilenmişler, Kuvayı Milliye'ye katılmışlardı146.
Dâhiliye Nezâreti ise Abdülvehab Bey’in görevine başlayabilmesi için
sürdürdüğü girişimlerinden bir sonuç alamamıştı. Hariciye Nezâreti'nin
İngiltere Fevkalâde Komiserliği nezdindeki sözlü girişimlerine verilen
cevapta, Damat Ferit Hükümeti zamanında İbrahim Hakkı Bey'in uygun
olmayan hareketleri sebebiyle İzmit'ten uzaklaştırılmasını istemeleri üzerine
görevden alındığını, yerine mutasarrıf
atanmasının sürüncemede
bırakılmasıyla mevcut durumun doğduğunu, eski mutasarrıfla, merkez
memurunun yolsuz hareketlerinden kendilerinin de memnun olmadıklarım ve
mahalline tekrar gerekli emri vereceklerini bilrdirmişlerdi147. İngiltere siyasî
mümessili müşaviri Mister Rayane'da aym görüşleri ifade etmişti148. Ancak,
resmî yetkililerin bu açık beyanlarına ramen İngiletere'nin izlediği iki yüzlü
siyaset yüzünden olumlu bir sonuç alınamadı. İbrahim Hakkı ve Fuat
Bey'lerin İstanbul'a celpleri için gerek Dâhiliye ve Hariciye Nezâretleriyle
Sadâret arasındaki yazışmalar, gerekse İngiltere Fevkalâde Komiserliği
nezdindeki sözlü ve yazıh girişimler 1921 yılının ilk yansı boyunca devam
etti149. İngiliz komiseri bu konuda olumlu bir cevap vermedi. Hariciye
Nezâreti'nin son bir girişimine gerekenin yapılacağı cevap vermedi. Hariciye
Nezâreti'nin son bir girişimine gerekenin yapılacağı cevabı verilmişse de, bu
da ingilizlerin tutmamak için verdikleri sözlerden bifi olarak kalmıştı.
Bu süre zarfında ilginç olan bir husus de İbrahim Hakkı Bey’in İzmit
Mutasarrıfı sıfatıyla Dâhiliye Nezâretiyle yazışmalarını sürdürmüş
olmasıydı150. 7 Mart 1921 tarihli raporuna göre, 200 kişilik bir Kuvayı Milliye
müfrezesi 3 Mart sabahı beraberlerinde Karamürsel, Ereğli ve Ulaşlı
14^ -•
Türkiye Bütyük M illet Meclisi Zabıt Ceridesi, c. XXVIII, Ankara 1961, s.249.
146 İleri, 25 Ocak 1921,1082.
147 BOA, DH-KMS, d.60-I, b.34, nu.2.
14R
0 Bkz. BOA, DH-KMS, d.60-2, b.34, nu. 1/1.
149
Bkz. BOA, DH-KMS, d.60-2, b.16, nu. 1 /1 ,1 /2 ,3 /1 ,4 /1 ,5 : 7 /1 /1 ,8 /9 /1 .
150 Bkz. BOA, DH-KMS, d. 60-1, b.16, nu.l, 10...17.
MİLLÎ MÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
153
köylerinden bir kaç kişi olduğu halde Karamürsel'in Gance Köyü'nü
basmışlardı. Halkın taşınabilir mallarını almışlar, kadınlı erkekli 80 kişiyi
bilinmeyen bir yere götürmüşlerdi. Kaçabilenler ise kayık ve sandallarla
Derince'ye geçmişlerdi. Bir Yunan torpidosunun durumu öğrenerek Gance
Köyü önünde top ateşi açması üzerine Kuvayı Milliye müfrezesi dağılmıştı.
Kurtarılan üç kız, bir kadın ve iki erkek, İzmit'e getirilmişlerdi. 20 Nisan 1921
tarihli raporuna göre ise, 9 Nisan'da Sapanca'da bilinmeyen bir kişinin
çıkardığı yangın sonucunda hükümet konağı, Posta ve Telgraf, Reji' idareleri
dahil 106 bina yanmış, İzmit'teki askeri hastane Amerikalılar tarafından işgal
edilmişti.
İbrahim Hakkı Bey İzmit'te Yunan işgali sona erdirilinceye kadar (28
Haziran 1921) mutasarrıflık makamından vazgeçmedi. Bu süre zarfında İzmit
eşrafından Adapazarı mültecilerine yardım adı altmda her ay onar lira aldı.
Zaman zaman Yunan cephesine otomobille ziyaretler yaptı . Bunlardan
birinde otomobili Büyük Derbend de yüksek bir yerden yuvarlanmışsa da
ölmeden kurtulmuştu. Yunanlılar da İzmit'te erkek nüfusun azalması üzerine
Müftü Arif Efendi'yi tutuklayıp sebebini sormuşlar, Türk mahallelerinde
aramalar yapmışlardı. Sonuçta İzmit'teki Kuvayı Milliyecilerin bir telefon
hattıyla en yakın Kuvayı Milliye karargahıyla haberleştikleri, kanaatine
varmışlardı. İzmit'te Kuvayı Milliyeci oldukları iddiasıyla 200 kişi
tutuklanmış, bunların 40 kadarı Atina'ya götürülmüşlerdi151.
İbrahim Hakkı Bey İzmit'in Yunan işgalinden kurtarılmasından bir gün
önce tellallara Mustafa Kemal Paşa'mn esir edildiğini, Ankara'nın düştüğünü
ilan ettirmişti152. Ertesi gün Kuvayı Milliye'nin İzmit'i işgali sırasında kaçmak
üzereyken yetişen iki polis tarafından tutuklanmıştı. Fakat duruma müdahele
eden bir Ermeni çeteci ve iki Yunan askeri süratle İbrahim Hakkı'yı kurtarıp
bir kayığa bindirmişlerdi. Polislerden biri sahilden
açılan kayığı
yakalayabilmek için denize atladığı sırada boğularak hayatını kaybetmişti.
İbrahim Hakkı Bey Patris adlı Yunan vapuruyla kaçmayı başarmış,
kaçmasına yardım eden' Ermeni çeteci ise tutuklanmıştı. İbrahim Hakkı Bey
150'liklerin 67. sırasında yer almıştır.
Sadettin Bey
Ali Fuat Paşa, B.M.M'nın kuruluşundan sonra Ankara Mebusu Ömer
Mümtaz Bey'in İzmit Mutasarrıflığına atanmasını ve mutasarrıflık
merkezinin nakledildiği Geyve'de göreve başlamasını önermişti153. Dâhiliye
Vakit, 19 Nisan 1921, 1208,25 Nisan 1921,1214.
152 İkdam, 30 Haziran 1921,8726.
153
Yûsuf Çam, aynı eser, s. 234.
154
SABAHATTİN ÖZÇL
Vekâleti 21 Haziran 1920'de bu öneriyi benimsemiş, Ömer Mümtaz Bey'in
kararnameyi beklemeden göreve başlamasmı uygun görmüştü. Mustafa
Kemal Paşa da kendisine birinci sınıf maaşla İzmit Mutasarrıflığına
atandığını, şimdilik merkez kabul edilen Geyve'ye hareket etmesini
bildirmişti. Ancak atama gerçekleşmeyince, bu göreve Sadettin Bey
atanmıştı.
Sadettin Bey İzmit'in gerek işgal altında olması, gerekse İstanbul
Hükümetlerinin atadıkları mutasarrıflar tarafından yönetilmesi sebebiyle
görevine Geyve'de başladı. Sadettin Bey'in bulunmadığı hallerde kendisine
eski Kandıra Kaymakamı Şakir Bey vekalet etmişti154. Sadettin Bey, İzmit
Livâsı Genel Meclisi’ni Geyve'de toplamış, hususî muhasebe bütçesini
kanunu dairesinde onaylatmıştı. Yine Hilaliahmer Cemiyeti’nin İzmit merkezi
9 Nisan 1921’de Geyve'de Sadettin Bey'in başkanlığında kurulmuş, görev
yaptığı 1922 yılı sonuna kadar 11787 lira yardım toplamıştı155. Sadettin Bey'in
Geyve'deki mutasarrıflık görevi Adapazarı ve İzmit'in Yunan işgalinden
kurtarılmasına kadar devam etti. Mutasarrıflık önce işgalden kurtarılan
Adapazarı'na (21 Haziran 1921), İzmit'in kurtarılmasından sonra da (28
Haziran 1921) buraya nakledilmişti. Sadettin Bey'in İzmit'te görevine
başlamasına kadar Portakal Hafız Rüştü Bey156. mutasarrıf vekili olarak
düzeni sağlamıştı. Esasen Kuvayı Milliye İzmit'i kurtardıktan hemen sonra
düzeni sağlamış, hiç kimsenin burnunun kanamasına meydan vermemişti. Bu
husus gerek İzmit'teki Fransız okulunun müdürü, gerekse İstanbul'a
nakledilen bir Ermeni ailesinin mensuplarınca da doğrulanmıştı. Okul Müdürü
B. Gajbiyand'ın İzmit'ten Ermeni Patriği Zaven Efendi'ye bir Ermeni ailesinin
İstanbul'a nakliyle ilgili olarak gönderdiği 11 Temmuz 1921 tarihli mektubun
metni şöyledi. "Monsenyör, İzmit memurîn-i askeriyesi Yunan kıtaatının
şehri tahliyesinden sonra burada kalmış olan yegâne Hıristiyan ailenin
burada çıkarılmasını münasip görmektedir. Bu güne kadar bu âileyi nezdimde
barındırdım. Fakat Yunanlıların Müslümanlar hakkında irtikap ettikleri
katliam dolayısıyla, Türklerde Hıristiyanlara karşı kin ve adâvet hisleri
mevcut olduğundan bu âilenin buradan uzaklaştırılmaları muvâfik-ı ihtiyattır.
Türk memurları Hıristiyanların emvâl ve eşyasmı muhafaza etmektedirler.
Kumandan, mezarlık ve kiliselerin taht-ı nezârette bulundurulacağını
vaadetmiştir. Şimdiye kadar hiçbir Hıristiyan evi ne yakılmış ve ne de
yıkılmıştır. Bahçecik eski hali üzere duruyor. Bedbaht kavimlerin bâdemâ hal­
1S4
Rifat Yüce, aynı eser, s.233.
^
Türkiye Hilâliahmer Cemiyeti Merkezi Umumisi tarafından 1339 senesi Hilâliahmer
Meclis-i Umumisine takdim edilen dört senelik devreye ait rapor, 1339, s. 149.
^
Kılıçzâde Hakkı Bey, Hafız Rüştü Bey'i İzmit'in en şerefli, en mübarek, hiçbir hayır
işinden kaçmayan, en çok fedakarlık gösteren şahsiyeti olarak nitelendirmekte,
Yunanlılar karşısında çok yaşlı olmasma rağmen en çok dayanıklılığı onun
gösterdiğini kaydetmektedir, bkz. İleri, 13 Şubat 1922,1449.
MİLLİ MÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
155
i sulhte yaşamasını temenni der ve hürmetlerimin kabulünü rica ederim
efendim"157. Gülnihal Vapuruyla İstanbul'a gönderilen İstepan oğlu Agop ve
üç kadından oluşan Ermeni âilesi İzmit'te hiçbir baskı görmeden Türk
idaresinde refah içinde yaşadıklarını, Yunanlılar, kaçarken kendilerine de
saldırınca Fransız okuluna sığındıklarını, Kuvayı Milliye'nin gelmesiyle
asayişin iâde edildiğini söylemişlerdi.
Saddetin Bey'in İzm it'teki m utasarrıflık döneminin önemli
gelişmelerinden biri de İstiklâl Mahkemesi'nin savaş suçlularını
yargılamasıydı. Saruhan Mebusu Necati Bey'in başkanlığında Trabzon
Mebusu Hamdi ve Kangırı Mebusu Neşet Beylerden oluşan mahkeme
beraberlerinde bir başkâtip ve iki kâtip olduğu halde 31 Ekim 1921'de
Adapazarı'ndan İzmit'e geçm işti158. İstiklâl Mahkemesi üyelerinin
ayaklarında uzun konçlu ve bağlı fotinler, üzerlerinde avcı elbiseleri Ve
başlarında siyah kalpakları bulunuyordu. Bir takım civarında yardımcı efradlan
mevcuttu. Bunlardan birinin taşıdığı üçgen şeklindeki kırmızı bayrakta celî bir
hatla -Büyük Millet Meclisi İstiklâl Mahkemesi- yazıyordu. Belediye
dairesinin büyük meclis salonu mahkeme salonu haline getirilmişti. Mahkeme
heyetinin arkasındaki duvarı sarkıtılmış durumdaki büyük bir Türk bayrağı
kaplıyordu. Üstünde yeşil zemin üzerine -Büyük Millet Meclisi İstiklâl
Mahkemesi mücadelesinde yalnız Allah'tan korkar- yazılı orta büyüklükte bir
levha vardı. Salona hakimler için üç koltuk, zabıt kâtibi için bir koltuklu
sandalya, üzeri Türk bayraklarıyla bezenmiş uzun bir masa konulmuştu.
Masanın üzerinde bir Kur'an-ı Kerim mevcuttu.
5 Kasım 1921'de yapılan duruşmada Acem Ahmet Ağazâde Mehmet
Ali adında bir genç yargılandı. Tam Iranlı tipinde olan bu gence yöneltilen
suçlama, Yunanlılarla işbirliği yaparak hemşehrilerine acı çektirmek ve
katliamı teşvik etmekıi. Ayrıca Danço adlı çete reisine kılavuzluk etmekle
suçlanıyordu. Ondan fazla tanık suçlamaları doğrulamışlar ve sanık 15 sene
küreğe mahkum edilmişti. Mahkeme başkam hükmün tebliğinden sonra
mahkuma şöyle hitap etmişti: "Heyet-i hâkimenin hakkında ne kadar şefik
davrandığım gördük. İnşallah tezkiye-i nefs, tehzib-i ahlak eder, vatana nâfi
bir uzuv olursun". İstiklâl Mahkemesi daha sonraki duruşmalarmda
Yunanlılarla işbirliği yapan polis Celâlettin adında birini 10 yıl küreğe
mahkum etmiş, ikinci derecedeki bazı davaları da sonuçlandırdıktan sonra
İzmit'ten ayrılmıştı159.
İzmit'in Yunan işgalinden kurtarılmasından sonra yeniden kurulan
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yönetim kurulunun belirlenmesi amacıyla Ekim-
J'
Vakit, 15 Temmuz 1921, 1923.
158 İleri, 8 Kasım 1921, 1355, Vakit, 12 Kasım 1921, 1410.
159 İleri, 19 Kasım 1921,1359.
156
SABAHATTİN ÖZEL
Kasım 1921'de seçimler yapılmıştı. Yönetim kuruluna seçilenler ve aldıkları
oy miktarları şöyleydi: İptidaî muallimi Orhangazi Camii İmamı Osman Nuri
Efendi 60, Hafız Rüştü Bey 51, emekli süvari kaymakamı Ömer Mümtaz Bey
38, Müftü Vekili Hoca Eyyüp Efendi 36, Yeni Belediye Reisi Hacı Salih
Efendi 36, Hafız Binbaşı lakabıyla tanınan emekli Eşref Bey 34, Hacı
Alibeyzâde Halit Bey 34, Muhbir lakabıyla tanınan Elhac Ali Bey 32, Hacı
Murtazazâde Ahmet Efendi 31, Aktar Hafız Mehmet Efendi 32, Kalemcizâde
Salih Efendi 31, Aktar Hafız Mehmet Efendi 31160 ■Cemiyetin yönetimkurulu
başkanlığına Hacı Ali Bey seçilmişti.
İzmit'in Yunar işgalinden kurtarılmasından .sonra kurulan cemiyetler
arasında Türk Varlığı ve Müslüman Esnaf cemiyetleri de bulunmaktaydı.
1921 yılını 1922 yılma bağlayan günlerde belediye seçimleri yapılmış, eski
başkan Salih Bey tekrar seçilmişti. Türk Ocağı seçimlerinde sürgün olduğu
Malta'dan dönen Hoca Rifat Efendi umumî kâtipliğe getirilmişti161. Meclis-i
Umumî seçimleri yapılmış, livâ meclisinin 1 Şubat'ta Yunanlıların ağır
tahribatına uğradığı için onarılmaya çalışılan Kasr-ı Hümâyûn'da açılması
kararlaştırılmıştı.
Diğer taraftan halkın millî orduya ve Hilâliahmer'e yardımları devam
etmekteydi. Bu konuda her zaman fedakârlık gösterenlerden Katipzâde Sabri
Bey orduya 120 kaput, 50 çift dolak bağışlamıştı. Mutasarrıf Saddetin Bey
Müdafaa-i Hukuk heyetinden bir üye, bunu kendi yardımı gibi göstermek
isteyince duruma el koyarak meselenin aydınlanmasını sağlamıştı. Yine
Çubuklulu Mehmetzâde Mehmet Rıfat Efendi Hilaliahmer'e önemli bir
yardımda bulunmuştu162.
Aralık 1921'de Sapanca Nahiyesi Müdürü Fuat Bey'in komutasındaki
küçük bir müfreze yedi kişilik Deli Murat Çetesi'ni sıkıştırmış, çete reisi
Kadem'i ölü olarak ele geçirmişti. Şükriye Köyü'nden Dağıstan oğlu Kadem
Yunanlılar Sapanca'dayken Kuvâyı Milliye'ye önemli hizmetler yapmışken,
daha sonra firar ederek eşkıyalığa başlamıştı163.
Haziran 1922 başlarında İzmit T.B.M.M. Başkanı ve Başkomutan Gazi
Mustafa Kemal Paşa'yı karşılamaya hazırlanıyordu. Paşa'nm Ankara’dan
hangi gün hareket edeceği bilinmemekle beraber, hazırlıklar büyük bir hızla
sürdürülmekteydi164. Aynı günlerde İzmit Müftüsü Haşan Fehmi Efendi
milleti, hükümete ve orduya yardıma çağıran bir beyannâme yayınlamıştı.
İstanbul basmmda İkdam Gazetesi'nde bir kısmı sansürlü olarak yayınlanan
Kıhçzâde Hakkı, "İzmit Mektubu", İleri, 5 Kasım 1921,1352.
^
Kılıçzâde Hakkı, "İzmit Mektubu", İleri, 12 Ocak 1922, 1417.
Kılıçzâde Hakkı, "İzmit Mektubu", İleri, 29 Ocak 1922,1434.
163 Yeni Sark Gazetesi, 1 Ocak 1922, 91; Vakit, 2 Ocak 1922, 1460.
164
Kılıçzâde Hakkı, ileri, 8 Haziran 1922,1560.
MİLLİ M ÜCADELEDE İZMİT MUTASARRIFLARININ FAALİYETLERİ
157
beyânname metni şöyleydi; "Müslümanların dinlerini, canlarım, mallarım,
ırzlarım muhafaza etmek için icabı halinde canlarıyla, mallarıyla düşmana
müdafaaya, mücahadeye koyulmaları ve bu hususta sebat ve metânet
göstermeleri şer'-i şerifin ve Kurân-ı mübinin emrettiği en büyük bir vazife-i
mukaddesedir. Görüyoruz ki zâlim düşmanın eline geçen memleketimizdeki
bedbaht ehl-i İslam hergün türlü türlü ezalara, cefalara duçâr oluyorlar. İşte
hükümetimiz vatanımızı düşman istilasından kurtarmak, istiklâlimizi
mevcudiyet-i milliyemizi âleme tanıttırmak ve bu sayede milletimizin,
ahalimizin selametle, saadetle yaşabilmesi ve ahkam-ı dinyyemizin
serbestçe icra olunabilmesi için muharebeye mecbur oluyor. Ordumuz
çalışıyor, askerlerimiz Allahü azimüşşân hazretlerinin nusret ve inayetine
sığınarak ve Peygamber-i zi-şân efendimizin ruhaniyet-i seniyyesinden
istimdâd ederek her gün muharebe meydanlarında da düşmanla çarpışıyorlar
ve nail-i muzafferiyet oluyorlar.
Ey Müslümanlar! Memleketlerinde oturan, işiyle, gücüyle, kazancıyla,
ziraatıyla meşgul olan ahalimize de şeriât-ı garrâmız iki vazife gösteriyor.
Birincisi, ordumuzun takviyesi için erbâb-ı isnânı davet vukuunda vakit ve
zamanıyla mahalline göndermek askerlerimizin ihtiyaçlarının tesviyesi ve
mecruhlarının, hastalarının tedavisi için elden geldiği kadar Hilâliahmer
Cemiyeti vasıtasıyla muâvenette, tebemıâtta bulunmak ve asker âilelerinin
imdatlarına koşarak işlerine, güçlerine yardım etmek. İkincisi, ordumuzun
muzafferiyeti ve galebesi için kendimiz ahkâm-ı şer'iye dairesinde hareket
ederek günahlardan, münkirattan, fuhşiyattan, ictinab eyleyerek ibadâta,
tâata muvazebet ve hukukullaha ve hukuk-ı ibade riayet ederek daima Allahü
azimüşşân hazretlerinin ordumuza fevz-i nusret ihsân etmesi hakkında beş
vakitte duâda bulunmak lâzımdır.
Bilhassa bu gibi zamanlarda ehl-i İslam'ın erkek kadın bilcümle efrâd-ı
namusunu ve şeref-i İslamiyetini muhafaza ile en küçük fenalıklardan bile
sakınarak daima adâb-ı diniyye dairesinde hareket etmesi icab eder ki Cenabı Hak'da nusret inayât-ı ilahiyesini ihsan buyursun da amâl-ı milliyemiz husul
bularak şan ve şerefle, selamet-i saaddetle yaşamaya muvaffak olalım165Mutasarrıf Saddetin Bey 14 Haziran 1922'de beraberinde müdafaa-i
hukuk heyetleri ve eşrâf olduğu halde Mustafa Kemal Paşa'yı Doğançay
istasyonunda karşıladı166. 17 Haziran’da İzmit'e gelen ve büyük bir çoşkuyla
karşılan Mustafa Kemal Paşa’ya iki gün süresizce ev sahipliği yaptı. 19
Haziran'da Adapazan'na dönen Mustafa Kemal Paşa’ya refakat etti. Burada
165 İkdam, 11 Haziran 1922, 9064.
*^
Bu gezi hakkında geniş bilgi için bkz. Sabahattin Özel, "Başkomutan Mustafa Kemal
Paşa'mn Adapazarı ve İzmit Gezisi", Türk Dünyası Araştırmaları, Haziran 1988.
158
SABAHATTİN ÖZEL
konuk ettikleri Fransız edibi Claude Farrere ile birlikte İzmit Livâsımn en
seçkin okulu olan Sabiha Hanım kız okulunu ziyaret etti.
Mustafa Kemal Paşa'nm bu ziyaretinin ardından İzmit'te Müdafaa-i
Hukuk seçimleri yenilendi. Belediye dairesindeki özel bir törenle yapılan
seçimlerde 36 delege oy kullanmıştı. Eski heyet başkanmın sadece iki oy
alabildiği seçimlerde seçilen adaylar ve oy sayıları şöyleydi:
Emekli süvari kaymakamı Mümtaz Bey 34, Hafız Rüştü Bey 31, Hoca
Rifat Efendi (Yüce) 31, Ali Galip Bey 27, Hüseyin Bedrettin Bey 26, kurmay
binbaşılığından istifa etmiş Sait Bey 18. Heyet başkanlığına Mümtaz Bey
seçilmişti167.
Saddettin Bey ve bazı arkadaşları bir ara ihbar üzerine Ankara İstiklâl
Mahkemesine sevkedilmişlerse de, bunun bir iftira olduğunun anlaşılması
üzerine kendisi tekrar görevinin başına dönmüştü. 26 Ağustos'ta Büyük
Taurruz'un başlaması üzerine bir beyannâme yayınlamış16^, görevi esnasında
eğitime, özellikle köylerde okul açılmasına ayrı bir önem vermişti.
Saddettin Bey'den Üsküdar Mutasarrıflığından gelen Halil Bey, daha
sonra Vehbi Bey (Demirel) mutasarrıf olarak göreve yapmışlardı. Vehbi Bey
aynı zamanda 1923 yılında vilayete çevrilen Kocaeli Vilayeti'nin ilk valisi
olmuştu.
1fn
168
Kılıçzâde Hakkı, "İzmit Mektubu", İleri, 29 Temmuz 1922,1611. Bu konuda Vakit
Gazetesi'ndekı listede ayrıca çiftçi kesiminden Rauf bey'in adı geçmektedir, bkz. 18
Temmuz 1922,1653.
Metni için bkz. Rifat Yüce, aynı eser, s. 142.
İNGİLİZ S. C. WYATT'IN TÜRKİYE MÂLÎ
DANIŞMANLIĞI'NA TAYİN TEŞEBBÜSÜ VE İN G İLİZLERİN
BU KONUDAKİ ÇABALARI
Ali Arşlar *
Lozan Andlaşması ile sınırlandırılarak devam eden gümrük
muafiyetlerinin 1929 yılında sona erdiği ve Türkiye'nin ekonomik alanda daha
serbest uygulamalar yapabileceği bir sırada, 1929 yılında başlayan Dünya
ekonomik buhranı Türkiye'yi de olumsuz yönde etkilemeye başlamıştı. Diğer
taraftan 1927-28 yıllarındaki doğal afetler (kuraklık vs. gibi) dolayısıyla
tarıma dayalı Türk ekonomisinin lokomotifi olan köy ekonomisinde de verim
azalmıştı1.
Dünya ekonomik buhranının başlaması ile beraber, Türkiye'de döviz
bunalımı ortaya çıkmış ve Batı sermayesinin ülkeye aktarılması lüzumu hasıl
olmuştu2.
1928 yılında Türkiye Cumhuriyeti ile Osmanlı Düyûn-ı Umûmiyesi
Ham ilerinin Mümessilleri Arasında Aktedilen Mukavelename3 ile Türkiye
hesabma düşen Osmanlı borçlarının ödeme şekli tesbit edilmişti4. Fakat, bu
sözleşmeye göre borçların ödenmesinde, özellikle 1929 buhranının da
katkısıyla güçlükler ortaya çıkm ıştı5. 1930 başlarında ödeme
yapılamıyacağının ortaya çıkması dolayısıyla Osmanlı Borçları Meclisi ve
tahvil sahiplerinin çalışmaları ve tepkileri, Türkiye'nin dışarıdaki kredisini
*
Doç.Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü öğretim üyesi.
1
A. Şükrü Esmer, "Türk Diplomasisi (1920-1950)", Yeni Türkiye, İstanbul 1959, s. 78-79.
^
Ludmila Jivkova, Türk-İngiliz İlişkileri, 1933-1939, İstanbul 1978, s. 24-27.
^
4
^
■
Bu mukavele için bakınız; T.C. D ışişleri Bakanlığı Cumhuriyetin ilk On Yılı ve Balkan
Paktı (1923-1934), Ankara 1974, s. 136-144.
İ. Hakkı Yeniay, Yeni Osmanlı Borçları Tarihi, İstanbul 1964, s. 130-137.
Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih, İstanbul 1995, s. 569.
ALİ ARSLAN
160
azaltıyor, yabancı sermaye çevrelerinin korkularını arttırıyordu6. Bu durum,
özellikle Türk-Fransız ilişkilerinin gelişimini olumsuz yönde etkiliyordu7.
Milli Mücadele döneminden itibaren dış ilişkilerde en önemli dayanak olan
SSCB'nin dışında, Mussolini'nin liderliğindeki İtalya'nın da Akdeniz
politikasına yönelmesi, Türk-İngiliz ilişkilerinin düzelmesine katkıda
bulunmuş ve 1928'den itibaren Türkiye, başta İngiltere olmak üzere batılı
devletlerle ilişkilerini sıklaştırmaya ve dolayısıyla, dış politikada meyil
Batı'ya kaymaya başlamıştı8.
Dünya ekonomik buhranının yaşandığı bir sırada, Cumhurbaşkanı ve
Türkiye'nin önderi olan Atatürk, ülke menfaatlerinin korunması şartıyla
Norveç, Avusturya, İtalya ve İngiltere gibi Batılı ülkelerle ticaret antlaşmaları
yapılarak, ticaretin canlandırılması ve Türk ekonomisinin iyileştirilmesini
istiyordu. Atatürk, ayrıca İsmet İnönü başkanlığındaki hükümeti de bu
istikamette yönlendiriyordu.
1- Osmanlı Borçları Konusunun Tekrar Alevlenmesi
Londra'daki Times gazetesi 1 Şubat 1930'da Türk hükümetinin dış
borçlarım ödemeyi erteleme niyetinde olduğuna dair bir haber neşretmişti.
Bunun üzerine, 3 Şubat’ta Türk hükümeti bir tekzib yayınlayarak, bütün
taahhütlerin "muayyen tarihlerde ifa kararında" olduğunu bildirmişti. Ancak,
bu tekzibe rağmen İstanbul’daki Times muhabiri eski istihbaratında ısrar
ederek Türk hükümetinin dış borçları için beş yıllık moratoryum taleb
edeceğini bildirmişti. Bu gelişmeler ve bazı tereddütlerin ortaya çıkması
dolayısıyla "Taksim Edilmiş Düyûn-ı Umûmiye Meclisi İdaresi Reisi" Wyatt,
Türkiye Mâlîye Vekili Saraçoğlu Şükrü Bey'den açıklama yapması için bir
telgrafla müracaatta bulunmuştu. Wyatt, birbirlerini tekzib eden haberlerin
"tefsirinden tevellüd edebilecek vahim mahzurlara" dikkati çekerek, hisse
sahiplerinin aydınlatılması için ortaya çıkan haberlerin doğruluk derecesi
hakkında Düyûn-ı Umûmiye Meclisi'ne malûmat verilmesine, Wyatt'in
ifadesiyle "ricaya mücaseret" edilmişti9.
Şükrü Saraçoğlu’nun Osmanlı Düyûn-ı Umûmiye Meclisi'ne gönderdiği
ve ortaya çıkan yeni hale göre bir düzenlemenin yapılması lüzumunu içeren
Mustafa Yılmaz, British Opinion and The Turkish Republic 1923-1938 (Manchester
Üniversitesi, Sanatlar Fakültesi'nde kabul edilen basılmamış doktora tezi, 1993), s. 192.
Uçarol, a.g.e., s. 569.
Bu hususta bakınız; Annual R eport 1928, PRO, FO 371, 13824, E. 906, s. 206-208;
Jivkova, a.g.e., s. 26-29.
Wyatt'ın Türkiye Mâlîye Vekili'ne gönderdiği telgraf için bakınız; Hakimiyet-i M illiye,
11.2.1930.
İNGİLİZ S. C. W YATTIN TÜRKİYE MÂLÎ DANIŞMANLIĞI
161
llŞubatl930 tarihli cevabî telgrafı10, aynı gün Paris'e ulaşmış ve Osmanlı
Düyûn-ı Umûmiye Meclisi'nde görüşülerek bazı kararlar alınm ıştı. Bu
kararlar, 11 Şubat 1930 tarihli telgrafla Wyatt tarafından Mâlîye Vekili
Saraçoğlu Şükrü Bey'e bildirilmişti11. Düyûn-ı Umûmiye Meclisi, 1 Haziran
1930 tarihine kadarki ödemelerin Türk Hükümeti tarafından
gerçekleştirildiğini, "mukavelede bizzat tafsilâtı ile derpiş edilmiş olan bir
ihtimal muvacehesinde husûsi bir suret-i hal telkin etmenin kendisine ait
olmadığı fikrinde" bulunduğuna karar vermişti. Ancak, buna rağmen,
hâmillerin menfaati için Türk Hükümeti ile derhal temasa geçilerek, vaziyetin
ortaklaşa olarak değerlendirilmesinin uygun olacağma oy birliği ile karar
vermişti. Ayrıca böyle bir işbirliği için Meclis, M. des Closieres ile birlikte
Wyatt'm Ankara'ya gitmeleri hususunu Türkiye Mâlîye Bakanı'na teklif
ederken, bu ziyaretin Mart 1930'un ilk yarısında yapılmasının muvafık olup
olmayacağının kendilerine bildirilmesini istemişti12.
Osmanlı Düyun-ı Umûmiye Meclisi'nin doğrudan görüşmeler yapma
teklifini uygun bulan Mâlîye Vekili Saraçoğlu Şükrü Bey, gönderdiği telgrafla,
"vaziyetin şümulüne göre vasi ve ciddi mütalaayı istilzam ettiğinden bu
maksatla Türk hükümeti ile derhal .temasa gelmek" kararının çok yerinde
olduğunu, hâmillerin menfaati ile beraber Türkiye'nin "mali ve iktisadi
kudretinin zaruri kıldığı husûsi bir sûret-i hale" varılacağını ümit ettiğini ve
Mart'ın ilk yarısında Ankara'da görüşmeler yapmak üzere Wyatt ile M. des
Closieres’i beklediğini açıklamıştı13.
1928 yılında Türkiye ile Osmanlı borçları hamilleri arasında yapılan
anlaşma ile bir takvime bağlanan dönem sona ererken, 1929 buhranının
getirdiği şartlara uygun olarak Türk hükümeti de yeni atılmalar ve ciddi
çabalar sergilemeye girişecektir.
2- Başbakan İsmet Paşa'nın Osmanlı Düyûn-ı Umûmiye
Meclis-i İdare Başkanı W yatt'a Türkiye'nin Mâlî
Danışmanlığını T eklif Etmesi
1928'de, Osmanlı borçları konusunda Türkiye ile Osmanlı Düyûn-ı
Umûmiyesi Hâmilleri Mümessilleri Arasında Aktedilen Mukavelename'ye
Mâlîye Vekili Saraçoğlu Şükrü Bey'in telgrafı için bakınız; Hakimiyet-i M illiye, 11 Şubat
1930.
Osmanlı Düyûn-ı Umûmiye M eclisi kararlarını bildiren Wyatt'ın 11.2.1930 tarihli
telgrafı için bakınız; Hakimiyet-i Milliye, 13.2.1930.
Aynı yer.
M âlîye Vekili Saraçoğlu Şükrü’nün Wyatt'a gönderdiği telgraf; H akim iyet-i M illiye,
13.2.1930.
162
ALİ ARSLAN
"İngiliz Flemenk hamilleri mümessili"14 sıfatıyla imza koyan ve 1930 yılında
Paris'teki Osmanlı Borçları Meclisi'nde başkan olarak görev yapan S.C.
Wyatt, 24 Şubat'ta İstanbul'a gelmiş ve Osmanlı Bankası direktörleri ile uzun
bir görüşmede bulunmuştu15. Daha sonra, Osmanlı borçları konusunu
görüşmek ve Türk Hükümetinin kupon ödemelerini ileri bir tarihe ertelemek
husûsundaki düşüncesine bir çözüm bulmak amacıyla Wyatt ve M. des
Closieres, daha önceden Türk hükümetinin kabul etmesi dolayısıyla,
Ankara'ya gelecektir.16
9 Mart 1930'da Osmanlı Düyûn-ı Umûmiye Meclisi Başkam ve İngiliz
Dayinler Vekili Wyatt, Fransız Alacaklılar Vekili M. des Closieres ve Türk
Alacaklılar Vekili Zekâi Bey'le trenle Ankara'ya hareket etmişlerdi17.
Ankara'da 10 Mart’ta Wyatt, des Closieres ve Zekâi Beyler, Mâlîye Vekili
Saraçoğlu Şükrü Bey'le bir buçuk saatlik bir görüşme yapmışlardı18. 15
Mart'ta da Osmanlı alacaklılarının vekilleri Mâlîye. Vekili'nin nezdinde
toplanarak problemleri müzakere etmişlerdi19.
Diğer taraftan Başbakan İsmet Paşa, 19 Mart'ta Fransız Alacaklıların
Vekili M. des Closieres'i kabul ederek üç saatlik bir görüşme yapmıştır20.
Başbakan daha sonra Wyatt ile de bir görüşme'yapacaktır. Bu arada Düyûn-ı
Umûmiye temsilcileri ile Mâlîye Vekili arasında da müteaddid görüşmeler
gerçekleştirilmiştir.
Türkiye'de yaptığı görüşmelerden edindiği intibalar neticesinde İngiliz
Dışişleri Bakanlığı'na 6 Mart 1930'da gönderdiği mektup ve 8 Mart'ta
gönderdiği not ile Türkiye'nin politikalarında değişiklik olacağım belirten
Wyatt, 17 Mart 1930'da, Ankara'da Mâlîye Bakam Şükrü Saraçoğlu ile
görüşmüş ve bu tahmininde isabetli olduğunu anlamıştı. Görüşme sonrasında,
Wyatt, Ankara'da mali ve politik durumun oldukça ilgi çekici olduğunu, yakın
zaman içerisinde Türkiye'de politika değişikliğinin görülmesinin sürpriz
olmayacağım ve buna bakanların değişmesinin21 de dahil olabileceğini şifâhi
14
15
16
17
18
19
20
21
Cumhuriyetin ilk On Yılı ve Balkan Paktı, s. 136.
Hakimiyet-i Milliye, 25.2.1930.
Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliğinden W .S. Edmonds'ın 26 Mart 1930'da İngiliz
Dışişlerine gönderilen rapor, PRO. FO. 371,14668, E. 1661, s. 165.
Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliye, 10 Mart 1930.
Hakimiyet-i M illiye, 11 Mart 1930.
Hakimiyet-i Milliye, 16 Mart 1930.
Hakimiyet-i Milliye, 20 Mart 1930.
Gerçekten de Dördüncü İnönü Hükümeti 25 Eylül 1930'da sona ermiş ve kabinede
değişiklikler yapılarak yeni bir çehre ile 27 Eylül 1930'da Beşinci İnönü Hükümeti
İNGİLİZ S. C. WYATT'IN TÜRKİYE MÂLÎ DANIŞMANLIĞI
163
ve yazılı olarak İngiliz Büyükelçiliğine de bildirmişti22. 21 Mart'ta Başbakan
İsmet Paşa ile görüşen Wyatt, uzun ve önemli bir görüşme yaptıklarını,
Türklerin borç alma meylinin daha da belirgin hale geldiğini ve fakat bu
mevzuda görüşmek için konunun yeterli olgunluğa henüz ulaşmadığını
belirtmişti23.
Görüşme yapıldığı sırada Başbakan İsmet Paşa, Türkiye'nin maliye
alanında yeniden yapılanmasının pratik ölçüleri konuşulurken Wyatt'm
üzerine ısrarla giderek, onun Türk Hükümetinin danışmanı24 olarak faaliyet
göstermesini istemişti. Başbakan İsmet Paşa, Wyatt'tan daha önceki
danışmanlardan Herr Müller'in ki gibi artık rapor istememekte, rapor yerine,
pratik ve uygulamalı rehberlik yapmasını istemekteydi. Wyatt ise bu teklife
hemen olumlu cevap vermemişti. Wyatt'a göre, Türk Hükümeti, danışmanlık
yapacak kişinin bağımsız ve yalnız Türk Hükümeti için çalışacak biri olmasını
arzu ediyordu25.
Görüşmede, dış borç alma arzusunu ortaya koyan İsmet Paşa, Wyatt'i
dışarıdan 20 milyon sterlinlik borç paranın Türk Hükümeti için temin edilmesi
ve mali yapının tekrar kurulması için Türk Hükümetinin danışmam olmasını
istemişti26.
Wyatt, bir taraftan Ankara'da görüşmelerde bulunurken, diğer taraftan
da devamlı olarak İngiliz Büyükelçisi'ni yapılan görüşmelerden
bilgilendiriyordu. Büyükelçilik de Fransa ile şıkı temasta bulunurken,
gelişmeler hakkında ABD Büyükelçiliği'ni de özel olarak bilgilendiriyordu27.
İsmet Paşa, Wyatt'la görüşmesi sonrasında, Mâlîye Bakanı Şükrü
Saraçoğlu ile görüşmesini ve iki konu üzerinde düşünerek cevap vermesini
Wyatt'tan istemişti. Bu iki konu; bir "uzman (expert)"m seçimi ve 1 Haziran
1930'da Osmanlı borçlan hisse sahipleri ile ödeme yapılamaması dolayısıyla
kurulmuştu. (Neşe Erdilek, "Hükümetler V e Programlan", Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, sayı: IV, İstanbul 1983, s. 972-975).
S. C. Wyatt'tan Sır. Frederick Butler'e 18 Mart 1930'da Ankara'dan gönderilen özel ve
gizli yazı; PRO, FO, 371,14668, E 1508, s. 116. Aynca Wyatt'm tesbitleri ile ilgili rapor
iŞin bakınız; PRO. FO, 371,14668, E 1508, s. 117-122.
Ankara'dan İngiliz Maslahatgüzan Edmonds'ın 21 Mart 1930'da İngiliz D ışişleri
Bakanlığı'na gönderdiği telgraf, PRO, FO, 371,14668, E 1488, s. 101.
V esikada,"... to act as Adviser to Türkish Government..." ifadesi kullanılmaştır.
Ankara'daki İngiliz Maslahatgüzan Edmonds'un 22 Mart 1930'da İngiliz D ışişleri
Bakanlığı'na gönderdiği telgraf; PRO, FO, 371. 14668, E 1489, s. 104. A ynca bakınız;
G.W. Rendel tarafından İngiliz Hazine Sekreterliği'ne 24 Mart 1930 tarihli yazı; PRO.
FO. 371,14668, E. 1489, s. 108-109.
PRO. FO. 371,14668, E. 1661, s. 165.
A.g.v., s. 168.
164
ALİ ARSLAN
karşılaşılacak durum idi. Başbakan İsmet Paşa'nm bu isteği doğrultusunda 24
Mart 1930'da Mâlîye Bakam Şükrü Saraçoğlu ile Wyatt arasında etraflı bir
görüşme yapılmıştı. Wyatt'in hazırladığı rapora göre bu görüşmede başlıca şu
konulara temas edilmişti:
Türk Hükümetinin borç para istediğini, fakat kendisini bu problemle
uğraşmak ve çözmek için muktedir görmediğini, ayrıca, tayin edilecek
uzmanın başlıca Avrupa ticaret gruplarma tâbi olmasından korktuğunu
düşünen Wyatt, daha önce îsmet Paşa'ya söylediği gibi, atanacak uzmanın
birinci sınıf, ticari gruplardan bağımsız, yalnız T.C. hükümeti için çalışması ve
hükümet tarafından tesbit edilmesi gerektiğini açıklamıştı. Yeni uzmamn,
daha önceki uzman Müller ve diğerlerinin bıraktığı yerden başlamasını,
Türkiye'nin son durumu hakkında mali ve ekonomik bilgilerin verilmesi
lüzumunu belirten Wyatt, uzmanın da, Hükümetin ne yapması ve
alternatiflerin neler olduğunu ortaya koyması gerektiğini ifade etmişti.
T.C. Mâlîye Bakanı Saraçoğlu Şükrü Bey, Osmanlı Borçlan Meclisinin
yabancı mali müesseseler nezdinde bir uzmandan daha etkili olarak, faaliyet
gösterme kapasitesine sahip olduğunu ve bir uzmandan daha fazla
uğraşabileceği görüşünü ortaya koymuş ve Osmanlı Borçları Meclisinin
danışmanlık ve borç bulma noktasından yardım yapabileceğini söylemişti.
Buna cevap olarak, Osmanlı Borçları Meclisinin bu yeteneğe sahip olması
halinde bile, değişik menfaat gruplarını barındırması dolayısıyla, Osmanlı
Borçları Meclisinin bu konuda başarılı olamıyacağını, Osmanlı Borçları
Meclisinin T.C. hükümeti ile hisse sahipleri arasında tarafsız konumda kalma
mecburiyetinin bulunacağım bildirmişti. Şükrü Bey, tahmini olarak, uzmanın
ne yapabileceğini, ne kadar süreli olacağım, hangi yolun T.C. Hükümeti için
daha faydalı olacağını sormuştu. Buna karşılık Wyatt, eğer borç alınacaksa
bunun ya bağlantısız ve Osmanlı borçlarından ayrı, veya Osmanlı borçları
hissedarlarının alacakları ile birleştirilmiş bir şekilde gerçekleştirilmesini ve
bunun da yeni bir şekilde garanti edilmesini teklif etmişti. Wyatt'a göre, bu
gibi çözüm yolları ile, bir uzman hükümete* tavsiyede bulunabilecek ve
hükümet de görüşmelere başlıyabilecekti.
Mâlîye Bakam ile yaptığı görüşmede Türk hükümetinin mevcut kötü
durumla başa çıkabilmesinin tek yolunu borç para bulmak olarak gördüğünü
ve borcu "kabul etmek" düşüncesinden ziyade borç para "bulma" noktasmda
gayret göstermesi gerektiğini düşünmekte idi.
Osmanlı Borçları Meclisi'nin 1930'lara kadar sadece kontratı takip
ettiğini belirten Wyatt; Türkiye'nin 1 Haziran'daki ödemelerde, Osmanlı
borçlarını sterlin olarak ödeyemiyecek konumda olduğunun ortaya çıktığını
kabul ediyordu.
Mâlîye B akanı'mn 1 Haziran'dan önce borç alma konusunda bir karara
varılabileceği düşüncesinde olduğunu belirten Wyatt, Mâlîye Bakanının borç
İNGİLİZ S. C. W YATTIN TÜRKİYE MÂLÎ DANIŞMANLIĞI
165
görüşmelerinin ilk safhasında Osmanlı Borçlan îdaresi'nin aracılık yapmasmı
arzu ettiğini söylüyordu. Ancak Wyatt, kendilerinin böyle bir rol
üstlenemeyeceklerini belirtmişti. Wyatt, Osmanlı Borçları îdaresi'nin
arabulucuğu reddetmesi halinde, Türk hükümetinin kendilerinin emniyetini
sağlamayacağını ve borçlar hususunda Osmanlı Borçları îdaresi'nin
murakabesini kabul etmeyeceği hususunda da bir kanaata varmıştı.
Türkiye'de gerekli incelemelerde ve görüşmelerde bulunan Wyatt'in bir
kaç gün sonra Paris'e döneceklerini belirtmesi üzerine, Mâlîye Bakam ne
zaman döneceklerini sormuştu. Bu soruya Wyatt’in Mâlîye Bakam'nm davet
etmesi veya bazı gelişmelerin vukuu halinde Türkiye'ye gelebileceğini
söylemesi karşısında Mâlîye Bakanı çok şaşırmıştı.
Toplantı sonunda, Mâlîye Bakanı, W yattla bir gün sonra tekrar
görüşmekten memnun olacağmı ve İsmet Paşa ile de bir görüşme yapacağını
belirtmişti28.
Türk yetkililer, Wyatt'in isteği üzerine, Herr Müller'in hazırladığı rapor
ile Dr. Schacht'm yorumları, yıllık gelir ve gümrük istatistikleri ile öteki
bilgileri Wyatt'a vermişlerdi29. Bütün bu incelemelerden sonra bir
değerlendirme yapan Wyatt, Türk hâzinesini, beklediğinden daha kötü
bulmuştu.
26 Mart 1930'da, Ankara'daki İngiliz Büyükelçiliğinden W.S. Edmonds,
Türkiye'nin durumu ve mali müşavir atanması konularında geniş bir
değerlendirme yaparak, bunu İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na bildirmişti30.
Edmonds, Türk Hükümetinin mali zorluklar karşısındaki tavanda ilgi çekici
değişiklikler ortaya çıktığını ve çare olarak iki seçenekten birine doğru artan
bir berraklığın ortaya çıktığım ifade etmişti. Bunlardan biri, Türk hükümetinin
görmek istemediği rüya olan, İsmet Paşa'nm 1930'lara kadar uyguladığı kendi
kaynaklarına dayanarak "bütçe ekonomisi"ne devam etmekti, ikinci şık ise,
diğer ülkeler gibi, ülke içini düzene sokmak için dış borç almaktı. Dış borç
almaktan kaçınmayı düstur ittihaz eden îsmet Paşa'nm tutumunda değişiklik
sinyalleri ortaya çıkmış ve dış borç alma konusunda eski sertliği ortadan
kalkmıştı. Edmonds'a göre, bu durum, îsmet Paşa ve Mâlîye Bakam'nm
Wyatt'la yaptıkları görüşmelerde dış borç konusundaki tavırlarının
24 Mart 1930'da Wyatt ile Mâlîye Bakanı Saraçoğlu Şükrü Bey arasındaki konuşmanın
Wyatt tarafından hazırlanarak İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği rapor; PRO, FO,
371,14568, E. 1659, s. 148-153.
Herr Müller ve Dr. Schacht'ın raporlan Wyatt tarafından İngüiz Dışişleri'ne verilmiş ve
bir kopyasının da Türkiye'deki İngiliz Ticari Ateşesi'ne verilmesi istenmişti. (Wyatt'tan
Butler'e 10 Nisan 1930 tarihli mektup; PRO, FO, 371,14569, E. 1922, s. 209).
W. S. Edmonds tarafından hazırlanan rapor için bakınız; PRO, FO, 371, 14668, E. 1661,
s. 163-168.
166
ALİ ARSLAN
değiştiğinin kesin bir delili idi. Türk hükümetinin, dış borç alma kararırım
önemli ve "doğru" bir karar olduğunu belirten Edmonds, tarihten ders alınarak
Türk hükümetinin her şeyden önce yabancı para konusundaki "mutad menfi"
düşüncelerini düzeltmesini ve yabancı para karşılığında külfetli şartlan kabul
etmek mecburiyetinin olduğunu kabul etmesini düşünüyordu. Ancak yine
Edmonds, Türklerin dış borç konusunda acı tecrübelerinin olduğunu da kabul
ediyordu. Edmonds, Türk Hükümetinin isteği doğrultusunda, görüşmelerin
başlaması halinde, finans gruplarının Ankara'ya gelmesinden ziyade, Türk
temsilcilerinin Londra, Paris veya başka yere gidecekleri kanaatindedir.
İngiltere’nin Ankara Maslahatgüzarı W.S. Edmonds'ın İngiliz Dışişleri
Bakanlığı'na bildirdiği değerlendirmesinde belirttiğine göre İsmet Paşa,
daimiden ziyade geçici bir dönem için yabancı mali danışman atanmasını
düşünmektedir. Atanması için uygun şahsın bulunması halinde, danışmanın
gücü zayıf ve yaptırım gücü sadece tavsiye niteliğinde olsa bile, zaman
içerisinde daha etkili konuma gelecektir. Mâlîye Bakanlığı ve Devlet Merkez
Bankası'nda görev yapacak olan danışmanın, güçlü ve başardı olması halinde
diğer kısımlar için de yabancı danışmanların atanması gündeme gelecektir.
Ayrıca Edmonds'a göre, atanacak danışmanın bir görevi de, alman borçların
yerli yerinde harcanmasına yardımcı olmaktır31. Özellikle Wyatt'm 27 Mart'ta
Paris'e hareket etmesinden32 ve bilâhire Londra'ya gitmesinden sonra
Wyatt'ın mali danışmanlığı konusu Londra'daki yetkililerin gündemine
yerleşecektir.
3- Wyatt'ın Mâlî Danışmanlığa Atanması İçin İngilizlerin
Ç alışm aları
İsmet Paşa'mn Wyatt'a mali müşavirlik teklif etmesi üzerine, İngilizler
de bu yönde çalışmalara başlamışlardı. Wyatt'ın mali müşavirliğe tâyine pek
sıcak bakmaması dolayısıyla, bu çalışmalar, Wyatt'ı ikna etme veya
İngiltere'nin istediği bir adayın atanmasını sağlama istikametinde hız
kazanmıştı.
Ancak bu arada, bir Fransızm danışmanlığa tayin edümesine Türklerin
pek sıcak bakmaması ve Wyatt'ın da tayini kabule yanaşmaması33 yüzünden
yeni adayların tesbiti gündeme gelmişti. Türkiye'deki İngiliz Büyükelçiliği,
Fransızlarla bozuşmamak için Wyatt'ın, İngiliz, Fransız, Amerikalı ve
diğerlerinden muktedir ve Türklerin güvenine lâyık adaylar göstermesi
Edmonds'ın 1 Nisan 1930'da Dışişleri'ne gönderdiği rapor; PRO, FO, 371, 14586, E. 1790,
s. 191-192.
Hakimiyet-i M illiye; 28 Mart 1930.
PRO, FO, 371,14668, E. 1489, s. 108.
İNGİLİZ S. C. W YATTIN TÜRKİYE MÂLÎ DANIŞMANLIĞI
167
düşüncesini ortaya atmıştı. Bu yönde hareket eden Wyatt da, İngiliz
Hazinesi'nden teklif edebileceği adayların kendisine-bildirilmesini istemişti34.
İlk önceleri bu görüşe katılan İngiliz Dışişleri Bakanlığı da teklif
edilecek uygun adayların bir an önce tesbit edilmesini İngiliz Hazinesi'nden
istemişti. Edmonds'ın işaret ettiği üzere, Wyatt, Ankara'dan ayrılmasından
önce tesbit edilecek adayların isimlerinin en hızlı bir şekilde kendisine
bildirilmesini özellikle vurgulamıştı35.
'Ancak, konu üzerine daha dikkatlice eğilen İngiliz Dışişleri Bakanlığı,
Wyatt’m kendi yerine başkasının atanmasını teklif etme düşüncesini uygun
görmemişti. 25 Mart 1930'da Ankara'daki Maslahatgüzar Edmonds'a
gönderilen telgrafta, Wyatt'm Başbakan İsmet Paşa tarafından yapılan teklifi
kesinlikle reddetmemesi gerektiği, konunun enine boyuna tartılmasının şart
olduğu, Türkiye ve İngiltere için çok önemli ve ilgi çekici olan bu teklifin hatalı
davranılarak heba edilmemesi gerektiğine işaret edilmişti. Türkiye mali
danışmanlığı konusunun önemli açılımlar sağlayabileceği düşünülmüş ve
konunun etraflıca değerlendirilmesi için Wyatt'm Londra'ya gelişinin
beklenmesi gerektiği ortaya konmuştu36.
İngiliz Dışişlerine paralel olarak Hâzinede, Wyatt'm Türk, Hükümetine
mali danışman olarak atanabileceklerin listesini vermeyi uygun görmemiş ve
konunun Nisan başlarında Londra'ya gelecek olan İngiltere'nin İstanbul'da
bulunan Büyükelçisi Sir George Clerk ve S. C. Wyatt'm da katılacağı
görüşmelerde iyice tahkik edilerek, Türkiye Mâlî Müşavirliği konusunda en
iyi stratejinin belirlenmesini uygun bulmuştu37.
Hazine ve Dışişleri'nin bu tavrı doğrultusunda İngiltere'nin Türkiye
Büyükelçisi Clerk'in Londra'ya gelmesinden sonra, Büyükelçi Sir G. Clerk ve
Hazine'den F. W Leight - Ross, 1 Nisan 1930'da Hazmede bir araya gelerek,
Wyatt'm Ankara'da yaptığı görevi ve bu vesile ile başta mali danışmanlık
olmak üzere ortaya çıkan konulan görüşmüşlerdi.
Türkiye'nin mali durumunu çok ciddi bulmayan, mevcut zorlukların kötü
iki hasat mevsiminin geçirilmesinden kaynaklandığım belirten Clerk, Türklerin
heyecanlarının kendi "memleketlerini düzene koymak" tan kaynaklandığmı Ve
bunun için pratik tedbirlerin alınması gerektiğini belirtmişti. Clerk, Türkler
tarafından tamamen bir Fransız kuruluşu olarak kabul edilen Osmanlı
Bankası'nın tesbit edeceği mali danışman adaymm Türk hükümeti tarafından
PRO, FO, 371,14668, E. 1489, s. 104.
PRO, FO, 371,14668, E. 1489, s. 109.
PRO, FO, 371,14668, E. 1489, s. 113.
Hazine Sekreteri RWN'den İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na 28 Mart 1930 tarihli cevabi
yazı; PRO, FO, 371,14668, E. 1601, s. 124.
168
ALİ ARSLAN
tayin edilmeyeceğine işaret ederek, Wyatt'in danışman olarak atanması
gerektiğini vurguluyordu. Clerk, Wyatt'in "birinci sınıf kaabiliyet" olmadığım,
fakat, tecrübeli, duygulu ve kesinlikle doğru bir insan olduğunu ve Türklerin
güvenini kazanmada başarılı olacağma inandığım belirtiyordu.
F.
W. Leith-Ross da, danışmanlığa bir İngiliz'in atanmasının en fazla
arzu edilen hadise olduğunu, Türk Hükümetinin isteği doğrultusunda Wyatt'in
danışmanlığa atanması gerektiğini savunuyordu. Leith-Ross, Wyatt'in
atanmasını Osmanlı Bankası'nm da desteklemesi gerektiğine, zira, yapılacak
mali reformların hem Osmanlı borç hissedarları ve hem de Osmanlı Bankası
için temel nokta olduğuna işaret ediyordu38.
1 Nisan 1930'da, Ankara Maslahatgüzarı Edmonds'm belirttiğine göre,
mali danışmanın Fransız ve İtalyanlardan seçilmesi mümkün değildir ve
bunlar politik olarak Türkler tarafından şüpheyle karşılanmaktadır. îsmet
Paşa'hm da işaret ettiği gibi en uygun olanı bir İngiliz'in danışmanlığa
tayinidir. îngilizin olmaması halinde ikinci sıradaki en uygun adayın
Amerikalılardan olması yerinde olacaktır. Türklerin, mali danışman ile
Gümrük danışmanının aynı milletten olmasını kabullenecek durumda
olmadıklarım da belirten Edmonds, bir danışmanın İngiliz diğerinin de ABD'li
olabileceğim belirtmiştir39.
4 Nisan 1930'da Hazine'den F. Leith-Ross tarafından Wyatt'a
gönderilen mektupta, eğer Türklerden özel bir davet almış ise Wyatt'in
Türklerin mali danışmanlığım kabul etmesinin şart olduğu bildirilmişti. Yalnız
Wyatt'in Osmanlı Borçları İdaresi'nden ayrı olarak danışmanlığı kabul
etmesinin Wyatt'i büyük güçlüklere iteceğini belirten Leith-Ross, yine de
Wyatt'in Türkiye mali danışmanlığına tayin edilmesinin ilk alternatif olarak
ele alınmasını istemişti. Bu konuda benzer bir mektup Leith-Ross. tarafından
Sir George Clerk'e de gönderilmişti40.
Yine 4 Nisan 1930'da, Türkiye'nin mali durumunu daha derinlemesine
müzakere etmek üzere, F. W. Leith-Ross, Waley, Sir G. Clerk, Sir O. E.
Niemeyer ve Wyatt bir araya gelmişti.
Fransa'nın ilgisi ve ticari ilişkileri dolayısıyla, Fransa'mn rızası
olmadan mali danışman konusunda bir şey yapılamıyacağım belirten LeithRoss, Türklerin Fransız danışman istememesi dolayısıyla Fransa'nın da
1 Nisan 1930'da yapılan görüşmenin metni için balanız; PRO, FO, 371, 14568, E. 1753, s.
182.
Edmonds'tan 1 Nisan 1930'da Dışişlerine gönderilen rapor, PRO, FO, 371, 14568, E.
1790, s. 191-193.
F. Leith-Ross’un 4 Nisan 1930'da Wyatt’a gönderdiği mektup; PRO, FO, 371, 14568, E.
1780, s. 185-186.
İNGİLİZ S. C. WYATT'IN TÜRKİYE MÂLÎ DANIŞMANLIĞI
169
İngiliz danışmanın atanmasını "veto" etmeyeceği görüşünde idi. Ona göre
Fransız hisse sahipleri için de, en iyi olanın İngilizlerle işbirliği yaparak, bir
İngiliz'in danışman tayin edilmesine yardımcı olmaktı.
Türklerin ABD'ye yönelebileceğine dikkat çeken Leith-Ross,
İstanbul'daki Fransız Büyükelçisinin bir İngilizin atanmasına çok karşı
bulunmadığını, ancak Paris için bunu söylemenin mümkün olmadığını
söylemişti.
Leith-Ross'a göre Fransızlarla üç yolla yakmlaşılması gerekiyordu.
Bunlar;
a- Diplomatik yollarla,
b- İngiltere Bankası ile Fransa Bankası vasıtasıyla ve
c- Osmanlı Bankası kanalıyla idi.
Sir G. Clerk, konunun Milletlerarası Bankalar Birliği tarzında ele
alınmasını, Osmanlı Bankası'nm da burada ortak olmasını ve fakat lider
olmaması gerektiğini savunmuştu.
Bunlara karşılık, Sir O. E. Niemeyer, çeşitli banka gruplarının danışman
tekliflerinin, bankaların adayı olması dolayısıyla Türkler tarafından hoş
karşılanmıyabileceğine dikkat çekmişti. Niemeyer, en iyi yolun Türklerin
kendi danışmanlarım kendilerinin seçmesinin ve mali danışmanın da hiçbir
yabancı grupla bağlantılı olmadan yalnızca Türkiye'ye hizmet etmesinin en iyi
yol olacağmı belirtmişti. Niemeyer, ayrıca, Fransızlara yaklaşılması ve fakat
Fransızların bir Fransız danışman üzerinde ısrar etmeleri halinde,
İngiltere'nin bağımsız bir şekilde hareket etme imkânının da ortadan
kalkacağmı ve dolayısıyla durumun İngiltere açısından daha da zorlaşacağmı
ifade etmişti.
Yapılan görüşmelerde Fransa'yla işbirliği yapılması veya bağımsız
davramlması konusunda kesin bir neticeye varılamamıştı.
Mâlî danışmanlık için aday teklifi konusunda, Sir O.E. Niemeyer, bir
veya iki yıl atanmak üzere Jeremiah Smith, Wyatt ve Rist'ten birinin
seçilmesi için Türklere teklif edilebileceğini savunmuştu. Bu tekliflerden J.
Smith sağlık sebepleri ile reddedilecek ve başka bir Amerikalı ortaya
çıkmayacaktı. Niemeyer'e göre, Türkler Fransız Rist'i de reddedecekleri için
geriye sadece İngilizlerin adayı Wyatt kalacaktı. Türkiye'deki İngiliz
Büyükelçisi Clerk de, Türklerin Wyatt'i Türkiye'ye davet etmiş olmaları ve
Wyatt'a güvenmeleri dolayısıyla, Wyatt mali danışmanlığa tayin için büyük
bir avantaj kazanmış olacaktı.
170
ALİ ARSLAN
Mâlî danışman hususunda gelinen bu noktada, Wyatt, böyle bir görevi,
Osmanlı Borçlan Meclisi'ndeki meslektaşlarının kabul etmeleri halinde kabul
edebileceğini açıklamıştı.
-.Vanlan bu sonuca rağmen, İngiltere'nin Fransızların danışman adayı
Rist'e karşı olunduğunu Fransızlara hissettirilmemesine ve fakat görünüşte
Rist'in adaylığına karşı çıkılmadığının Fransızlara açıklanmasının uygun
olacağma karar verilmişti. Ayrıca, Clerk de, danışmanlık konusundaki
politikanın kesinlik kazanmasına kadar Londra'dan Türkiye'ye dönmek
istemediğini açıklamıştı41.
Daha sonra Hazmeden F.W. Leith, S.C. Wyatt ve Sir G. Clerk 4 Nisan
1930'da Hâzinede bir araya gelerek Türkiye mali danışmanlığı konusunu
etraflıca incelemişlerdi42. Bu toplantıda şu konulara temas edilmişti: Ortaya
atılan bütün teklifler olgunlaşmamış olarak kabul edilmekteydi. Türklerin mali
müşavirden Türkiye'nin mali durumunu araştırmasını, uzun raporlar ve
teklifler üretmesini istemediğini; bunların yerine Türklere birinci sınıf mali fikir
ve bilgi verecek ve kendilerine muhalif olan bankalara karşı Türkleri
koruyacak dostça bir uzman istiyorlardı. Bir danışmanın atanması ve
Türklerin güvenini kazanması halinde bu şahsın ileride Türkiye'nin düzenli
mali danışmanı olacağı ve fakat bu husustaki gelişmelerin yavaş olacağı
düşünülüyordu.
Sir G. Clerk, Türk Hükümetinin yabancı mali danışman atama ihtimali
konusunda Ankara'da meydana gelenleri açıklamasını Wyatt'tan istemişti.
Wyatt, Türklerin yabancı mali danışman arzusunu ifade etmesi üzerine,
Fransız Monsieur Rist'in aday olarak teklif edildiğini, fakat Türklerin açıkça
bu teklifi reddettiklerini ve bir Fransız danışman istemediklerini belirtmişti.
Türklerin bu tavrına rağmen Wyatt, bir İngiliz yardımcısının atanması halinde
Monsieur Rist'in halen muvakkaten danışman tayin edilebileceğini
söylemişti. Yapılan teklifin sadece deneme kabilinden olduğunu ve hiçbir
işlemin yapılmadığını belirten Wyatt, Rist'in güvenilir ve uygun bir adam
olduğunu belirttiğinde, Türkiye Mâlîye Bakanı, "neden kendisinin (Wyatt'in)
Türkiye'ye yardım etmediğini" sormuştu. Bunun üzerine Wyatt, bazı
güçlüklere dikkat çekerek Osmanlı Borçları îdaresi'nde çeşitli menfaat
gruplarının temsil edilmesi dolayısıyla bunun zor olacağma işaret ederek
danışmanlığa pek hevesli gözükmemişti43.
4 Nisan 1930'da F.W. Leith-Ross, Mr. Waley, Sir. G. Clerk, Sir. O.E. Niemeyer ve Wyatt
arasında Türkiye'nin mali durumu hakkında yapılan konuşmalar için bakınız; PRO, FO,
371,14568, E. 1810, s. 198-201.
Bu konuşmaların kayıtlan için bakınız; PRO, FO, 371, 14668, E. 1741, s. 170-178.
PRO, FO, 371,14668, E. 1741, s. 170-178.
r
İNGİLİZ S. C. WYATT'IN TÜRKİYE MÂLÎ DANIŞMANLIĞI
171
Wyatt'm mali danışmanlığı hususunun İngiliz yönetiminin büyük
arzusuna rağmen, Londra'da yapılan görüşmeler neticesinde zor
gerçekleşeceği ortaya çıkmıştı. Bu durumu değerlendiren, Hazine'den Sir R.
Hopkins, Wyatt'm Türkiye'den danışmanlık için teklif alsa bile, Osmanlı
Borçları Meclisi'nin desteği olmadan veya 'Fransızlarla görüş birliğine
varılmadan bunu kabul etmesinin çok zor olduğunu kabul ediyordu. Ayrıca, 4
Nisan'daki konuşmalardan sonra bir kaç günlüğüne Paris'e giden Wyatt'm
Londra'ya dönüşünde konunun tekrar konuşularak en iyi adımın atılabileceği,
yine Sir Hopkins tarafından ortaya konmuştu44. Bu durum, aynı zamanda
İngilizlerin Wyatt'm mali danışmanlığının tehlikeye girdiğini kabullenilmesinin
de bir ifadesi idi.
4- Türk Hükümetinin Mâlî Danışman Atama İsteği
Karşısında Fransa'nın Tutumu
Türk hükümetinin bir mali danışman atamak istemesinin ortaya çıkması
üzerine Fransızlar harekete geçmişti. Türkiye'deki Fransız Büyükelçiliği,
Monsieur Rist'i öne çıkarmaya çalışıyor ve karşısındakilerin değerini düşürme
yönünde gayret sarfediyordu. Fakat, Monsieur Rist’in, Osmanlı Bankası
tarafından teklif edilmesi dolayısıyla, Türk hükümeti tarafından kabul edilmesi
zor gözüküyordu45. Çünkü, Türkler açıkça bu teklife karşı çıkıyor ve tamamen
Fransız bir danışmanın atanmasına sıcak bakmıyorlardı. Wyatt'a göre, bir
Fransız danışmanın yani Rist'in atanması, ancak bir İngiliz yardımcının tayin
edilmesi ile mümkün olabilirdi46.
Wyatt ile beraber Ankara'ya gelen Fransız hissedarları vekili M. des
Closieres, Başbakan İsmet Paşa ile görüşmüş, Paşa'nm dış borç alma
arzusunu açıklaması üzerine, ona bir yabancı mali danışman olarak M. Rist'in
atamasmı teklif etmişti. M. des Closieres, danışmanın Osmanlı Bankası
tarafından seçilmesini zarûri buluyor ve itirazsız olarak kabul edilmesini
istiyordu.
"M. des Closieres'in M. Rist'in atanması yönündeki çabalan,
hissedarların menfaatları yerine Osmanlı Bankası menfaatlerine yarayacağı
düşüncelerinin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu yüzden Wyatt, bağımsız
bir danışmanın atanması yönünde düşüncelerini ortaya koymuştu. Fransa'nın
Türkiye'deki büyükelçisi de, Wyatt'm Rist'i desteklemesi için Wyatt'i
garantiye almaya büyük gayret sarfediyordu. İngiltere'nin Ankara
Hazine'den Sir R. Hopkins'in Dışişleri'ne gönderdiği 7 Nisan 1930 tarihli yazısı; PRO,
FO, 371,14569, E. 1811, s. 203-204.
PRO, FO, 371,14668, E. 1489, s. 104.
PRO, FO, 371,14668, E. 1741, s. 178.
172
ALİ ARSLAN
Maslahatgüzarı W.S. Edmonds da, Wyatt'ın M. des Closieres ile "vefalı"
işbirliğinin M. des Closieres tarafından da Wyatt'ın elinin güçlenmesine
yardımcı olduğunu belirtiyordu47. Ancak, İngiltere'nin Türkiye Büyükelçisi Sir
G. Clerk, Osmanlı Bankası tarafından Türkiye'ye baskı yapılarak Rist'i mali
danışman olarak atanmaya davet edilmesini yerinde bulmamaktadır. Türklerin
tamamen Fransız kuruluşu olarak kabul ettikleri Osmanlı Bankası'nm
adayının Türkiye'ye yardımcı olmayacağı, bunun Türkiye tarafından da kabul
edilmeyeceği ve Türklerin bu konudaki hissiyatlarının çok kuvvetli olduğu
Clerk tarafından ayrıca ifade edilmişti48.
5- İngilizlerin Başarısızlığı ve FraAsız Rist'in Uzman
Olarak Atanması
Mart 1930 başlarından itibaren Fransızlar Rist'in danışman olarak
atanması yolunda çalışmalarını sürdürürken, îngilizler de W yatt'm
danışmanlığını Türk Hükümetine kabul ettirmenin yollarını arıyorlardı,
îngilizler, Osmanlı Bankası ve Osmanh Borçlan konularında Fransızların
ağırbğım dikkate alarak, bir yolunu bulup Fransızlan da ikna etmek suretiyle
Wyatt'ın damşmankğım gerçekleştirmek istiyorlardı. İsmet Paşa'nm Wyatt'a
yaptığı tekliften ötürü oldukça ümitlenen îngilizler, Türk Hükümetinin
Fransızlardan hoşlanmadığı ve Fransızlardan bir danışman atamıyacağı
fikrine kapılmışlardı.
Diğer taraftan bu sırada, Paris Büyükelçiliğinde bulunan ve daha sonra
Atatürk'ün isteğiyle Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın liderliğini üstlenecek
olan Ali Fethi Okyar'ın Başbakan îsmet Paşa karşısında giderek güçlendiği
noktasında fikirler belirmeye başlamıştı49.
Türkiye'deki olayları dikkatle izleyen îngilizler, yeni gelişmelerin
Osmanlı borçları, mali danışman ve diğer konulardaki politikaların
oluşturulmasında etkili olacağı kanaatine varmışlardı. Bu doğrultuda İngiliz
Dışişleri 9 Nisan 1930'da Ankara Maslahatgüzarı Edmonds'tan İsmet
Paşa'nm gücünü, tabanım kaybedip kaybetmediğini, eğer kaybediyorsa Ali
Fethi’nin50 îsmet Paşa'nm yerine geçip geçmiyeceğini araştırmasını istemişti.
İngiltere'nin Ankara Maslahatgüzarı W.S. Edmonds'ın 26 Mart 1930 tarihinde İngiliz
Dışişlerine gönderdiği rapor; PRO, FO, 371,14668, E. 1661, s. 165-167.
PRO, FO, 371,14568, E. 1754, s. 182.
PRO, FO, 371,14569, E. 1910, s. 206.
Daha sonra SCFnin lideri olacak olan Fethi Bey de, İsmet Paşa hükümetinin iktisadi ve
mali politikasını eleştirerek, yabancı sermayenin girmesi için Türk parasının istikrar
kazanması gerektiğini belirtmiş, "yabancı sermayeyi ürküten müşkilât ve güvensizliğe"
son verilmesini istemiş ve Düyûn-ı Umûmiye'nin tasfiyesi ile ilgili fikirler ortaya atmıştı
(Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Yay. Haz. Cemal Kutay, İstanbul 1980, s. 476-478).
İNGİLİZ S. C. W YATTIN TÜRKİYE MÂLÎ DANIŞMANLIĞI
173
Ayrıca, İngiliz Dışişleri Türkiye'de güçlenen muhalefetin Fransız Rist'e karşı
takındığı tavrı da incelemesini istemişti51.
Wyatt'a danışmanlık teklif eden İsmet Paşa'nın gücü yeni parti
karşısında zayıflarken, daha sonra Paris Büyükelçiliğimden gelerek SCF
lideri olacak olan Ah Fethi'nin Fransız Rist konusunda takınacağı tavır çok
önemli hale gelmişti. Bu durum Wyatt'm atanmasını biraz daha zayıflatmıştı.
İtalyan, Fransız ve Alman banka temsilcilerinin de katıldığı Osmanlı
Borçlan Meclisi'nin toplantısı için Paris'e giden Wyatt, 13 Nisan 1930'da
yapılan toplantıda adı geçen bankaların, Türk Hükümetinin bir uzman
seçmesinden sonra Türkiye'nin borç meselesinin ele alınmasını istediklerini
bildirmişti. Osmanh Borçlan Meclisi de, Wyatt'm görüşüne uygun olarak,
hiçbir aday teklif etmeyerek, seçimi Türk Hükümetinin kendisine bırakılması
gerektiğini kabul etmişti. Fakat Fransız banka çevreleri, Fransız olmayan bir
danışmanın atanmasına karşı tavır almışlar ve Monsieur Rist'i danışmanlık
için hazırlamaya girişmişlerdi52.
Paris'te iken Türkiye'nin Paris Büyükelçisi Ali Fethi'den görüşme teklifi
alan53 Wyatt, Nisan sonlarında M. des Closieres ile birlikte Türkiye'ye
gelmişti. İngiltere'nin Türkiye Büyükelçisi George Clerk, Wyatt, des
Closieres, Chambrun ve Monsieur Mallet mali danışman konusunu
görüşmüşlerdi. Osmanlı borçlarının yabancı hissedarlarının temsilcisi olan
Wyatt ve des Closieres bir danışman atanmasını, ancak belli bir ad üzerinde
ısrar edilmemesini istemişlerdi. Fransız Mallet, Rist üzerinde ısrar
edilmesini savunurken, Wyatt, des Closieres, Chambrun ve G. Clerk
delegelerin Rist'in adaylığı üzerinde baskı yapılmaması konusunda
anlaşmışlardı54.
Daha sonra Ankara'ya geçen Wyatt ve arkadaşları, Türk yetkililerle
görüşmelere başlamışlardı. Bu arada Wyatt, görüş ve isteklerini içeren bir
notu55 Türkiye Cumhuriyeti Mâlîye Bakam'na vermişti. İstanbul'daki İngiliz
Büyükelçisi Clerk'e danışman konusunda gelişmeleri bildiren Wyatt, Türk
hükümetinin ya danışman atamasını kökten red edeceğini, ya da prensip
olarak danışman atamayı kabul edeceklerini, ancak alternatif olarak yalnız
İngiliz Dışişleri'nden Edmonds'a çekilen 9 Nisan 1930 tarihli telgraf; PRO, FO, 14568, E.
1790, s. 196.
Wyatt'm 14 Nisan 1930'da Paris'ten İngiliz Dışişleri'ne gönderdiği yazı; PRO, FO, 371,
14569, E. 1930, s. 276-279.
PRO, FO, 371,14569, E. 1930, s. 277.
George Clerk'den İngiliz Dışişleri'ne gönderilen 30 Nisan 1930 tarihli yazı; PRO, FO,
371,14569, E. 2309, s. 349.
29 Nisan 1930 tarihli bu not için bakınız; PRO, FO, 371,14569, E. 2309, s. 357-360.
174
ALİ ARSLAN
Rist'in kaldığını, Türklerin de Rist'i atayıp atamama gibi bir durumla karşı
karşıya olduklarım ifade etmişti. Rist'in "uzman" olarak atanmasının en iyi
çözüm yolu görüldüğünü belirten Wyatt, kendisinin de herhangi bir şekilde
Rist'le işbirliği yapması gerektiğine inanıyordu. Wyatt, bunun Îngiliz-Fransız
işbirliğini açıklayacağını, Türkler'in de R ist'i kabul etmelerini
kolaylaştıracağım ve bu çözümün Osmanh borçlan hissedarları için de faydalı
olacağım düşünüyordu56.
İngiltere'nin Türkiye Büyükelçisi G. Clerk de, 1 Mayıs'ta Wyatt'm
mektubunu aldıktan sonra, Wyatt'la aynı görüşte olduğunu, Rist veya
herhangi diğer bir Fransızm uzman olarak seçilebileceğini ve Wyatt'm da
seçilecek şahısla işbirliği yapmasmm en iyi çözüm olacağmı Londra'ya
bildirmişti57.
Başbakan İsmet Paşa ile yapılan görüşmeler sırasmda İsmet Paşa
Wyatt ile M. des Closieres'e danışmanlık için akıllarında herhangi bir
uzmanın admm olup-olmadığmı sorduğunda, M. des Closieres bu iş için
sadece Rist'in en iyi adam olduğu, fakat Türk hüküm etinin bazı sebeplerle
Rist'e olumlu bakmadığım söylemişti. Bundan sonra, İsmet Paşa, bu konuda
Rist'in en iyi adam olduğu hususunda prensip olarak aynı şekilde
düşündüklerini ve bundan dolayı Rist'i uzman olarak atayacaklarını
bildirmişti. Hükümetin Rist'i bu kadar istekle atamayı kabul etmesi üzerine,
Wyatt hiçbir şey söyleyememişti.
Rist'in atanmasının Türk hükümeti tarafından kabul edilmesinden sonra,
bu görüşme sırasmda Mâlîye Bakam, Wyatt ve des Closieres'e Rist’in
görevini ne kadar bir sürede yapabileceğini sormuştu. M. des Closieres, bu
süreyi iki ay olarak tahmin etmiş ve aldığı özel bir mesajdan Rist'in daveti
kabul ettiğini ve 1 Haziran 1930'da Ankara'da olacağını haber .aldığını
söylemişti58.
7 Mayıs 193Û'da Wyatt, Ankara'dan İstanbul'a gelmiş ve bir gün sonra
Paris'e gitmeyi plânlamıştı. Wyatt, Türkiye'den ayrılırken, Türk hükümeti,
Türkiye'nin mali durumu ile ilgili rapor hazırlamak üzere Monsieur Rist'i
Türkiye'ye davet edilmişti59
Wyatt'ın G. Clerk'e Ankara'dan 30 Nisan 1930'da özel/şahsi mektup; PRO, FO, 371,
14569, E. 2309, s. 350-51.
G. Clerk'in İngiliz Dışişleri'nden Loncelot Oliphant'a gönderdiği 1 Mayıs 1930 tarihli
mektubu; PRO, FO, 371,14569, E. 2309, s. 349.
30 Nisan - 6 Mayıs 1930 tarihleri arasında Osmanlı Borçlan M eclisi ile Türk hükümeti
arasında Ankara'da yapılan konuşmalann özetleri için bakınız; PRO, FO, 371, 14569, E.
2513, s. 371-378.
Wyatt'm 7 Mayıs 1930'da İstanbul'da Waley ile yaptığı müzakerenin kayıtları için
bakınız; PRO, FO, 371,14569, E. 2367, s. 363-364.
İNGİLİZ S. C. WYATT'IN TÜRKİYE MÂLÎ DANIŞMANLIĞI
175
M. Charles Rist, uzmanlığa atanmasından soma hemen çalışmalara
başlamıştı. Rist, bu faaliyetlerini ekleriyle beraber 150 sayfalık bir rapor
hazırlayarak60, 15 Eylül 1930'da Türkiye Mâlîye Bakanhğı'na sunmuştu.
Rist'in bu raporunda yer alan teklifler arasında âcilen bir "mali danışman"m
atanması hususu da mevcuttu.
SONUÇ
Osmanlı döneminden kalan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin hissesine düşen
borçların ödemesi 1928 yılında bir takvime bağlanmasına ve Türkiye'nin 1930
yılma kadar bunu düzenli olarak ödemesine rağmen, 1929 dünya ekonomik
buhranının Türkiye'yi de etkilemesi dolayısıyla, ödemelerde yeni güçlükler
ortaya çıkmıştı. 1930 başlarından itibaren, Türkiye, ödemelerde ortaya çıkan
duruma göre, yeni bir uygulamaya geçilmesi için çalışmalara başlamıştı.
Bundan haberdar olan ve Osmanlı borçlarının ödenmesinde aracı rol oynayan
Osmanlı Borçlan Meclisi, eski ödeme usûlünün devamını istemekle beraber,
safdışı bırakılmak endişesi dolayısıyla Türk hükümeti ile görüşmeler yapmaya
mecbur kalmıştı.
Türkiye'nin ekonomik zorluklan aşmak için bir mali danışman atamak
niyetinde olduğunun ortaya çıkması üzerine, Osmanlı borçlarından en fazla
alacak paya sahip olan Fransızlar, Osmanlı Bankası’m da kullanarak mutlaka
bir Fransız danışmanın atanmasını istemişlerdi. Fransız Alacaklılar Vekili
M. des Closiers, Başbakan İsmet Paşa ile görüşmesinde, mutlaka Fransız
bir danışmanın atanmasının itirazsız olarak kabul edilmesi gerektiğini ve en
uygun adamın da M. Rist olduğunu söylemişine karşılık, İsmet Paşa, İngiliz
Alacaklılar Vekili ve Osmanlı Borçları Meclisi Başkam Wyatt’la 21 Mart
1930 tarihinde yaptıkları görüşmede, Türkiye'nin mali danışmam olarak görev
yapmasmı istemişti. Ancak Wyatt, Osmanlı Borçlan Meclisindeki görevi
dolayısıyla bu danışmanlığa sıcak bakmamıştı.
İngilizler, bu teklifi ve Türk yöneticilerinin ifadelerini dikkate alarak
bunu, Türk hükümetinin bir Fransız danışman atamak istemediği şeklinde
yorumlamışlardı. Danışmanlık konusunu, Türk-îngiliz ilişkilerinin iyileşmesi
ve kendi menfaatleri açısından değerlendiren İngilizler, mutlaka bir İngiliz
mali danışmanın atanması için çalışmalara başlamışlardı.
Başlangıçta, Wyatt'm kabul etmemesi dolayısıyla, yeni bir İngiliz aday
aramaya ve bunu Wyatt tarafından Türk Hükümetine empoze etmeye
kalkışan İngilizler, bilâhire, İsmet Paşa'mn teklifini dikkate alarak hazırı, gaib
ile değişmemek için Wyatt"m Türkiye mali danışmanlığına atanması
çalışmalarına başlamışlardı. Bütün çalışmalarım Türk hükümetinin bir Fransız
Wyatt'tan F. Butler'e 18 Ekim 1930'da gönderilen mektup; PRO, FO, 371, 14571, E.
5682, s. 96.
176
ALİ ARSLAN
danışman tayin etmeyeceği esâsı üzerine kuran îngilizler, Fransızların
ağırlığım dikkate alarak, mutlak bir şekilde Fransa'nın ikna edilmesi yollarım
aramaya başlamışlardı. Temel ilkelerini bir İngiliz atanması üzerine oturtan
îngilizler, doğrudan Fransızların adayı M. Rist'e de karşı çıkmayı göze
alamamışlardı. Görünüşte Fransızların adayma karşı çıkmayan îngilizler,
Wyatt'm atanması için çalışmalarım yoğunlaştırmışlardı. Ancak, îngilizler de
Fransızlamrkabûlü olmadan bir İngiliz'in maü danışmanlığa tayin edilmesinin
oldukça güç olduğunun farkında idiler.
îngilizlerin bütün çalışmalarına rağmen, Osmanlı borçlarında Fransız
hissesinin büyüklüğü, Osmanlı Bankası'mn doğrudan Rist'i önermesi ve
Fransa'nın desteği dolayısıyla, Rist'in Türk hükümetine uzman olarak
atanması gerçekleşmişti. Fransızlar karşısında mağlup olan îngilizler, bu defa
Wyatt'm Rist ile işbirliği yapmasmı ve bunun İngiliz-Fransız ilişkilerinde
işbirliğini güçlendirici bir unsur olarak kullanılmasını istemişlerdi.
KİTÂBİYAT
Prof. Dr. Işın Demirkent, Haçlı Seferleri,
Dünya Yayıncılık - İstanbul 1997, 306 sayfa +
236 adet harita, resim, minyatür, gravür.
Birinci Haçlı Seferi ordularının Türk
dünyası ile ilk teması ve çatışmasının
gerçekleştiği 1097 senesinin 900. yılında çıkan
bu eserinde Prof. Dr. Işm Demirkent, Haçlı
Seferlerinin genel bir tasvirini ortaya
koymaktadır.
Kitap, Türk tarih literatüründe bu konudaki
boşluğu doldurmakta olup aynı zamanda ilk
olma özelliği taşımaktadır. Anlaşılabilir bir dil
ve sürükleyici bir üsluba sahip olan eser,
konularla birlikte verilmiş olan 236 adet renkli
fotoğraf, minyatür gravür ve harita ihtiva
etmektedir.
Önsözde,
Haçlı Seferleri
konusuna
ülkemizde bugüne kadar gereken önemin
verilmediğini belirten Prof.Dr.Işın Demirkent,
"Haçlı Seferleri tarihinin sadece Batı'nm değil
Doğu'nun da bilim sel çalışmalarla ortaya
koyduğu
ve
koyacağı
sonuçlarla
değerlendirilmesinin bizleri daha doğru
sonuçlara ulaştıracağı kanısında olduğunu...
Türk aydının biraz da bizim düşünüş ve değer
yargılarımızla tanışmasını istediğini kitabını da
bu
istek
doğrultusunda yayınladığını"
belirtiyor.
Önsöz'de ayrıca Haçlı Seferleri hareketinin,
nasıl başladığı ve asıl hedefinin ne olduğu da
kısaca anlatıldıktan sonra "XIV. yüzyılda
düzenlenen Haçlı Seferlerinin de hep aynı
düşüncenin eylemi olduğu, Osmanlı devletinin
yıkılışından sonra Batılılann günümüze kadar
devam eden Doğu'yu kolonize etmek gayret ve
çabalarının da bu anlamda değerlendirile­
bileceği" ifade ediliyor.
Eserde Önsöz, Haçlı Seferi Düşüncesinin
Doğuşu (s. 1-4), Haçlı Seferi İçin Çağrı (s. 510) bölümlerinden sonra şu bölümler yer alıyor.
Pierre I'Ermite İdaresindeki Haçlı Seferi
bölümünde (s. 11-20), 20 Mayıs'da Köln'den
yola çıkan Pierre I'Ermite'in, içlerinde eşkiya,
hırsız ve katillerin de bulunduğu büyük
ordusunun 1 Ağustos 1096'da İstanbul'a
ulaşması, Anadolu'ya geçtikten sonra 21 Ekim
1096'da İznik yalanındaki Drakon vadisinde
Türkler tarafından pusuya düşürülerek imha
edilmesi anlatıldıktan sonra Pierre I'Ermite'in
arkasından ayrı ayrı yola çıkan Voİkmar,
Gottschalk ve Leisingen kontu Emich'in
idaresindeki orduların Macaristan'dan öteye
geçemeyen başarısız Haçlı Seferi girişimleri
hakkında bilgi verilir ve bu seferlerin
Yahudilerin için çok felaketli olduğu belirtilir.
Birinci Haçlı Seferi (1096-1099) bölümünde
(s. 21-28), Hugue de Vermandois; Aşağı
Lofraine dükü Godefroi de Bouillon; Norman
reisi Bohemund; Trablus kontu Raymond de
Saint-Gilles; Normandia dükü Robert ile
eniştesi Blois kontu Etienne ve kuzeni Flandre
kontu n . Robert'in idaresinde Birinçi Haçlı
Seferine katlan beş ayrı ordunun İstanbul'a
gelişi, Anadolu'ya geçişi, yol boyunca
yaptıkları yağma ve taşkınlıklar, Bizans ile
Haçlılar arasındaki kötü ilişkiler hakkında bilgi
verilir.
Türklere Karşı Savaş bölümünde (s. 29-60),
Anadolu'da ilk hedef olarak seçilen İznik'in 6
Mayıs’da Haçlılar tarafından kuşatılması, altı
hafta süren kuşatma sonunda şehrin Bizans'ın
eline geçmesi, 26 Haziran'da Anadolu içine
doğru yürüyüşe geçen Haçlıların Sansu
178
EBRU ALTAN
ovasında I. Kılıç Arslan'ın baskınına uğramaları
v e D o r y la io n savaşı (1 Temmuz 1097)
anlatıldıktan sonra Haçlı ordusunun Anadolu
içindeki yürüyüşü, Antakya'nın Haçlılar
tarafından kuşatılması (21 Ekim 1097) ve
ihanetle ele geçirilmesi (2 Haziran), Kudüs'ün
Haçlılar tarafından kuşatılması ve zaptı (15
Temmuz 1099) hakkında bilgi verilir ve
Kudüs'e giren haçlıların görülmemiş bir vahşet
sergiledikleri, şehirdeki bütün müslümanlan
katlettikleri, yanlızca vali ve adamlarının
şehirden canlı çıktığı belirtilir.
1101 Yılı Haçlı Seferleri Bölümünde (s. 6172), bu yılda, birincisi Milano başpiskoposu
Anselm de Buis'nin idaresindeki Lombardlar
ile kont Etienne de Blois'mn kumandasındaki
Fransızlar ve Alman hükümdarlarının marşal'ı
Konrad'ın idaresindeki Alınanlardan; İkincisi
Nevers kontu II. Guillaume'un kumandasındaki
Fransızlardan; üçüncüsü ise Aquitania dükü IV.
Welf in idaresindeki Alınanlardan oluşan üç
ayrı ordunun arka arkaya Anadolu'ya gelişi,
Türkiye Selçuklu sultanı 1. Kılıç Arslan'ın,
Türk milletinin Anadolu'daki varlığını tehdit
eden bu ordularla mücadelesi ve onlara karşı
kazandığı zaferlerin önemi anlatılır.
Haçlı Devletlerinin Kuruluşu bölümünde (s.
73-100), Birinci Haçlı Seferi sırasında Urfa'da,
Antakya'da Kudüs'de, Trablus'da Haçlı
devletlerinin kuruluşu ve bunların İkinci Haçlı
Seferine kadar olan dönemdeki tarihleri
hakkında bilgi verilerek bu devletlerden Urfa
Haçlı Kontluğu'nun, 24 Aralık 1144'de
İmaddedin Zengi'nin Urfa'yı fethiyle gerçek
anlamda son bulduğu, fakat II. Joscelin
idaresindeki Haçlıların Tell-Bâşir'de bir süre
daha varlıklarını devam ettirdikleri belirtilir.
İkinci Haçlı Seferi (1147-1148) bölümünde
(s. 101-116), 24 Aralık 1144 tarihinde Urfa'nm
Türkler tarafından fethi üzerine yeni bir Haçlı
Seferi' düzenlenmesi 1147 Mayısında yola
çıkan Alman kralı Konrad'ın 10 Eylül 1147'de
İstanbul'a gelişi, Anadolu'ya geçişi ve 25 Ekim
1147'de Türkiye Selçuklu sultam I. Mesud
tarafından Dorylaion'da ordusunun imha
edilmesi, Fransa kralı VII. Louis'nin 4 Ekim’de
İstanbul'a gelişi ve Anadolu'ya geçişi, İznik'de
buluşan iki kralın Balıkesir-Bergama-İzmirEfes-Denizli üzerinden Türklerin taaruzuna
uğrayarak Antalya'ya oradan da gem ilerle
Antakya'ya geçişleri ve Haçlıların başarısız
Dımaşk kuşatması (24-28 Temmuz 1148) ve
İkinci Haçlı Seferinin sona ermesi hakkında
bilgi verilir.
İkinci Haçlı Seferi'nden Sonra Doğu'da
Durum bölümünde (s. 17-144), İkinci Haçlı
Seferi başarısızlığının Haleb hükümdarı
Nureddin Mahmut'un Suriye'deki nüfuz ve
hakimiyetini artırmasına yardım ettiği ifade
edilir ve bu büyük Türk hükümdarının
Haçlılara karşı kazandığı başarılar, Kudüs kralı
I. Amaury ile Mısır mücadelesi ve 4 Ağustos
1167'de Mısır'ın fethi anlatıldıktan sonra
Nureddin Mahmut'un ölümü üzerine onun
yerine geçen Salaheddin'in İslâm birliğim
yeniden kurması, Kudüs krallığına karşı
mücadelesi ve 4 Temmuz 1187'de Hıttin
savaşında Haçlılara karşı büyük bir zafer
kazandıktan sonra 2 Ekim'de Kudüs'e girmesi
anlatılır.
Üçüncü Haçlı Seferi (1189-92) bölümünde
(s. 145-162), Kudüs'ün müsiümanlar tarafından
fethinin Avrupa'daki akisleri anlatıldıktan sonra
11 Mayıs 1189'da yola çıkan, Çanakkale
boğazını geçtikten sonra Balıkesir-AlaşehirDenizli-Akşehir üzerinden Konya'ya oradan
Karaman'a gelen ve Silifke nehrinde boğulan
(10 Haziran 1190) Alman imparatoru Friedrich
Barbarossa'nm Haçlı Seferi hakkında bilgi
verilir. Sonra, 4 Temmuz 1190'da beraberce
yola çıkan ve Sicilya üzerinden Doğu'ya gelen
Fransa kralı II. Philippe ile İngiltere kralı
Arslan yürekli Richard'ın Haçlı Seferi ve 1189
Ağustosundan beri kuşatma altında bulunan
Akka'nm yeniden Haçlıların eline düşmesi ve
Richard'ın savaş esirlerini büyük bir vahşetle
katletmesi anlatılır ve Üçüncü Haçlı Seferinin
de hedefine ulaşamadan sona erdiği, fakat
Haçlıların Akka'yı ele geçirmekle bir yüzyıl
daha krallığın devamını sağladıkları, bu seferin
hristiyanlar açısından en yararlı ve en uzun
başarısının Kıbrıs adasının zaptı olduğu
belirtilir.
Üçüncü Haçlı Seferi'nden Sonra Doğu'da
KİTÂBİYAT
Durum bölümünde (s. 163-166), Salaheddin
Eyyubî'nin 3 Mart 1193’de ölümünden sonra
İslam birliğinin parçalanması ve ismen Kudüs
krallığı veya ikinci Krallık olarak bilinen Akka
krallığının durumu anlatılır.
Dördüncü
Haçlı
Seferi
(1203-04)
bölümünde (s. 167-182), Doğu kilisesine
boyun eğdirmek, hristiyanlann sadece
Papalığın bayrağı ve Papa’nın egem enliği
altında toplanmasını ve Kudüs'ün tekrar
zaptedilmesini
arzu
eden
papa
IH.
Innocentius'un çağrısı üzerine Boniface de
Montferrat, Flandre kontu Baudouin, Venedik
doge'u Enrico Dandolo, Geoffroi de
Villehardouin ve bütün asillerin katıldığı Haçlı
Seferi tasvir edilerek Enrico Dandolo'nun
teklifi üzerine Mısır yerine Bizans'ın hedef
seçilm esi ve İstanbul üzerine bir sefer
düzenlenmesi, 13 Nisan 1204'de şehrin haçlılar
tarafından zaptı, yağmalanması ve Doğu Roma
Devleti yıkıldıktan sonra 1261 yılma kadar
sürecek olan İstanbul Lâtin İmparatorluğunun
kuruluşu anlatılır ve Dördüncü Haçlı Seferinin
müslümanlara hiçbir zararı dokunmadığı, fakat
başından beri Doğu'daki din kardeşlerine
yardım sözüyle hareket eden, aslmda Bizans'ı
yok etmek ve Anadolu'yu ele geçirmek isteyen
Haçlıların asıl niyetlerini şimdi gösterdikleri
belirtilir.
Beşinci Haçlı Seferi (1218-21) bölümünde
(s. 183-194), önce Dördüncü Haçlı Seferinden
sonra Avrupa'nın durumu hakkında bilgi
verilerek papa III. Innocentius'un Güney
Fransa’daki hristiyan Albililer
üzerine
düzenlediği ve hristiyam hristiyana öldürttüğü
Haçlı Seferi anlatılır. Sonra, Avusturya dükü V.
Leopold, Macar kralı H. Andreas, papa IH.
Honorius'un hazırladığı ordunun başında
bulunan Santa Lucia kardinali Pelagius ve
Alman İmparatoru Friedrick'in büyük bir
kuvvetle gönderdiği Bavyera dükü Ludwig'in
katıldığı Haçlı seferi tasvir edilerek Haçlı
ordusunun 5 Kasım 1219'da Dimyat'ı ele
geçirmesi,
Mısır
hükümdarı
el-Kâmil
tarafından yenilgiye uğratılan Haçlıların
müslümanlarla bir mütareke imzalayarak 8
Eylül'de Mısır'dan ayrılmaları anlatılır ve bu
179
Haçlı Seferinin asıl faturasını Mısır'ın yerli
hristiyan halkının ödediği belirtilir.
Altıncı Haçlı Seferi (1228-29) bölümünde
(s. 195-204), Akka kralı Jean de Brienne'nin
kızı Jolande ile evlenen ve papa IX. Gregorius
tarafından aforoz edilen (Eylül 1227) Alman
İmparatoru ü Friedrich'in Haçlı Seferi anlatılır
ve imparatorun 18 Şubat 1229'da el-Kâmil ile
imzaladığı anlaşma sayesinde Haçlıların hiç
savaşmadan sadece diplomasi yoluyla Kudüs
bölgesini yeniden el'e geçirdikleri ve bu
anlaşmanın Haçlıların hiç savaşmadan sadece
diplomasi yoluyla Kudüs bölgesini yeniden ele
geçirdikleri ve bu anlaşmanın Haçlı Seferleri
tarihinde bir benzeri daha olmadığı ifade edilir.
Altmcı Haçlı Seferinden Sonra Doğu'da
Durum bölümünde (s. 205-210), 1229'da
Eyyubî devletinin idaresini elinde birleştiren
el-Kâmil ile Haçlılar arasındaki ilişkiler, XII.
yüzyüm sonunda Moğolların tarih sahnesine
çıkışı, sultan el-Kâmil ile İmparator Friedrich
arasında yapılan ve 10 yıl süren banş
anlaşmasının sona ermesinden sonra HaçlıEyyubî ilişkileri anlatılır.
Yedinci Haçlı Seferi (1248-52) bölümünde
(s. 211-220), 1248 Ağustosunda Doğu'ya doğrü
denize açılan Fransa kralı IX. Louis'nin Haçlı
Seferi hakkında bilgi verilerek 5 Haziran
1249'da, Dimyat'm Haçlıların eline geçmesi,
.Kral Louis'nin Memlûkler tarafından esir
alınması ve 6 mayıs 1250'de Dimyat’m teslim
edilmesiyle berabeer serbest bırakılması ve
seferin sona ermesi anlatıldıktan sonra Mısır'da
Memlûk hakimiyeti ve Haçlı-Memlûk ilişkileri
hakkında bilgi verilir.
Yedinci Haçlı Seferi'nden sonra Doğu'da
Durum ve Moğollara Karşı Memlûk Devleti
bölümünde (s. 221-234), İtalyan deniz
cumhuriyetlerinin ticarî rekabet yüzünden
ortaya çıkan korkunç mücadeleleri ile krallığın
bir iç savaşa sürüklenmesi, Moğolların
Yakındoğu'yu istilası, Memlûklerin Moğollara
karşı mücadelesi ve Ayn Câlut savaşında (3
Eylül 1260) elde edilen mutlak başarı ile
beraber Moğolların yürüyüşünün durdurulması
ve müslümanlann tekrar Yakındoğu'ya hakim
olmaları, Memlûk sultanı Baybars döneminde
180
BİRSEL KÜÇÜKSİPAHİOĞLU
Haçlılarla
mücadele
ve
Antakya'nın
Haçlılardan geri alınması (1268) anlatılır.
Sekizinci Haçlı Seferi (1270) bölümünde (s.
235-238), Antakya'nın fethinden sonra sultan
Baybars ve Haçlılar arasında yapılan ateşkes
anlaşması hakkında bilgi verildikten sonra, 1
Temmuz 1270'de ordusuyla beraber AiguesMortes limanından denize açılan Fransa kralı
IX. Louis'nin Tunus'a düzenlediği Haçlı Seferi
anlatılır ve bu seferin de aynen Dördüncü Haçlı
Seferi gibi müzlümanlara zarar veremediği,
fakat binlerce hnstiyanın canına kıydığı ifade
edilir.
Doğu'da
Haçlı
Hakimeyitinin
Son
bölümünde 1270 yılından sonra sultan
Baybars'ın Haçlılar ve Moğollara karşı
mücadelesi ve ölümü (1 Temmuz 1277)
anlatıldıktan sonra Baybars'ın, Nureddin ve
Salaheddin'den sonra, Doğu'da kurulan Haçlı
Devletine karşı mücadele eden en büyük sultan
olduğu ve Haçlı devletinin kaçınılmaz sonunu
onun hazırladığı belirtilir. Sonra 1279'da
Memlûk devletinin başına geçen sultan
Kalavun'un Haçlılar ve Moğollarla ilişkileri,
sultan Eşrefin 18 Mayıs 1291'de Akkâ'yı fethi
ve Yakındoğu'da ikiyüz yıldan beri devam eden
Lâtin hakimiyetinin sona ermesi hakkında bilgi
verilir.
Son Haçlı Seferleri bölümünde ise (s. 257276), 1291’de Akkâ'mn Memlûkler tarafından
fethinden sonra Avrupa toplumunda Haçlı
ruhunun
ölm ediği
ve
Haçlı
Seferi
propagandalarının devam ettiği belirtilir. Sonra
XIV. yüzyılda Anadolu'nun batı kıyılarına ve
Ege adalarına sahip olmak düşüncesiyle Aydın
beyi Umur'a ve yine Doğu’ya hakim olmak
düşüncesiyle doğrudan OsmanlIlara karşı
düzenlenen Haçlı Seferleri tasvir edilir ve 1444
Varna savaşı ile Avrupa'nın Türklere karşı fiilen
düzenlediği Haçlı Seferleri döneminin
kapandığı belirtilir.
Haçlı Seferlerinin sonuçlan hakkında bilgi
verilen son bölümden (s. 277-286) sonra
Seçilmiş Bibliyografya (s. 287-290) ve Genel
Dizin (s. 291-306) yer alır.
Sonuç olarak kitap, akademisyen, aydın,
öğrenci
vs.
her
kesimden
insanın
faydalanabileceği ve zevkle okuyacağı bir
çalışma olup, Doğu-Batı ilişkilerinin dünü ile
bugünü arasında bir köprü kurmaktadır.
Ebru Alton
Ahmet Ağırakça, Salâhaddin Eyyûbi ve
Kudüs'ün Yeniden Fethi, Beyan Yayınlan,
İstanbul 1997, 221 Sahife, Bibliyografya,
Dizin.
Haçlılara karşı verdiği amansız mücadele ile
ölüm süzleşen,
İslâm'ın
kutsal
saydığı
mekânlardan biri olan Kudüs'ü haçlı
zulmünden kurtararak müslümanlara hediye
eden Salâhaddin Eyyûbi hakkında ülkemizde
son derece az olan müstakil çalışmalara Prof.
Dr. Ahmet Ağırakça tarafından bir yenisi daha
eklenmiştir.
M üellif, İslâm tarihinin en önemli
şahsiyetlerinden biri olarak gördüğü ve Kudüs
fatihi olarak nitelendirdiği Salâhaddin
Eyyûbi'nin biyografisini doğumundan itibaren
ele almakta ve Mehmet Aktif Ersoy'un "Şarkın
en sevgili Sultam" dediği bu devlet adamım
bütün yönleriyle gözler önüne sermaye
çalışmaktadır.
Eser; önsöz, üç bölüm ve sonuç olarak
takdim edilmiş, her bölüm kendi içinde alt
başlıklarla anlatılmaya çalışılmıştır.
Prof.Dr. Ahmet Ağırakça önsözünde (s. 711) İslâmi cihad anlayışından bahsetmekte,
Salâhaddin Eyyûbi'de fazlasıyla var olan bu
duygunun ona Kudüs'ün kapılarını açtığını ve
Hz. Ömer'den sonra ikinci Kudüs fatihi olma
heyecanını yaşattığını ifade etmektedir. Müellif
bunu söylerken Salâhaddin'in manevi alemine,
haçlılarla savaşa girişmeden önceki ruhi
durumuna da değinmekte; Sultanın ordusu ile
bütün silah arkadaşlarım da aynı takva ve
ibadetlere sevk etmek için çok çaba sarfettiğini
dile getirmektedir.
I.
Bölümde (s. 12-46); Salâhaddin'in
doğumu, babası Eyyûb İbn Şazi ile amcası
Esedüddin Şîrkûh'un önce İmâdüddin Zengi
daha sonra Nureddin Mahmud Zengi'nin
hizmetine girmeleri, Salâhaddin'in amcası
Şîrkûh'un yanında Şarkiyya kentini zaptedip
KİTÂBİYAT
Bilbays kalesini kuşatacağı I. Mısır seferine,
ardından da yine amcasıyla birlikte Nureddin
Mahmud’un isteği üzerine Fatımî veziri Şâver
İbn Mucir'e rakibi vezir Dırgam İbn Âmir elLahmî'ye karşı yardım edeceği II. Mısır
seferine çıkması, Fatımî devletinde vezir
olması ve buradaki faaliyetleri, adı geçen
devlete son vererek 10 Eylül 1171 tarihinde
Mısır'da Abbasi halifesi adına hutbe okutması
ve İslâmi birliği gerçekleştirme gayreti
anlatılmaktadır.
II.
Bölümde (s.47-164); Salâhaddin'in
Nureddin Mahmud'un ölümünden sonra (1174)
onun devletine hâkim olarak Haçlılar üzerine
117 yılındaki ilk seferi ve bunun başarısızlıkla
neticelenmesi, durumdan güç alan haçlıların
İslâm topraklarına saldırıya geçmeleri, ancak 9
Haziran 1179 tarihinde Mercu' I-Uyûn
savaşında yenilgiye uğratılmalan; Ra'ban
kalesine hücum eden Anadolu Selçuklu Sultanı
II. Kılıçarslan'm mağlup edilm esi, Musul
Atabekleri'nin Salâhaddin'e tavır almaları,
fakat akabinde hâkimiyetini tanımaları
hakkında bilgi verilmekte; Haçlı seferlerinin
çok kısa bir tarihçesinden sonra Kerâk hâkimi
Renaud de Châtillon'un 1186 yılı Aralık ayında
Kahire'den Dımaşk'a giden bir kervana
saldırmasıyla
başlayan
Müslüman-Haçlı
181
gerginliğinin Hıttîn mevkiinde Salâhaddin'in
zaferiyle son bulması (4 Temmuz 1187) ve bu
sevincin 88 yıldır işgal altındaki Kudüs
topraklarının fethedilmesiyle güçlendirildiği
belirtilmektedir.
Kudüs
zaferinin
Avrupa'nın
güçlü
İmparatorlarının (Alman İmparatoru Friedrich
Barborassa, Fransa Kralı Philippe Auguste ve
İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard) iştirakiyle
III. Haçlı seferim başlatması fakat hedefine
varamadan bitmesi de II. bölümün önemli
konulanndandır.
İÜ. Bölümde (s. 165-207); Salâhaddin'in
ölümü (4 Mart 1193), kişiliği ve birçok
meziyetleri üzerinde durulmakta, Allah
korkusu, cihad aşkı, ibadetleri, merhameti,
adalet anlayışı, birleştirici vasfı, ilme olan
sevdası ve yaptırdığı eğitim kurumlanndan
bahsedilmektedir.
Prof.Dr. Ahmet Ağırakça sonuç bölümünde
(s.208-210) Salâhaddin'e Kudüs'ü aldıran
etkenler üzerinde durmakta ve okuyucularına
Salâhaddin'i tanımalarını tavsiye etmektedir.
Eser, Salâhaddin Eyyûbi hakkında bilgi
edinmek isteyen herkesin faydalanabileceği bir
çalışmadır.
Birsel Küçüksipahioğlu

Benzer belgeler