17. Mahmut Alar

Transkript

17. Mahmut Alar
Iğdır Sevdası
MAHMUT ALAR
Mahmut Alar amcam,
sakin görünüşlü, yumuşak üsluplu bir insan. Çocukluk ve ilk
gençlik yılları bir yaşam sınavı
örneğiyle dopdolu geçmiş. Baba
evinin ve aşiretinin zorluklarla
dolu sürgün yılları ve üstlendiği
liderlik ve siyasal sorumluluklar sanki tortulaşmış, yumuşak
bir yüz ifadesi olarak karşımıza
çıkmış!
Mahmut Alar ve Torunu Ali Fuat
Beraberinde torunu
Ali Fuat’ı da getirmiş. “İşte ben, diyor, çocukluğumda Ali Fuat’a benzerdim.
Onun gibi girişken, onun gibi büyüklerime saygılıydım.”
Kısa zamanda bu sözlerin ne anlama geldiğini anlamıştım. Ben Video çekimi ve ses kaydı yaparken 10 yaşındaki Ali Fuat bizlere çay hazırladı,
boşalan bardakları doldurdu. Dağınık olan odama çeki düzen verdi. Sohbetin
güzelliğine kendimi kaptırmış iken, o benim farkımda olmadan, tripod üzerindeki Video makinesinin kontrolünü eline geçirip, hepimizi kayda bile almıştı!
(Tabii bunu onlar gittikten sonra kaydı yeniden izlerken fark edecektim.)
Beni asıl şaşırtan masa üzerindeki LapTop bilgisayarımı, odanın
bir köşesinde bulduğu Amerikan sistemi adaptörle, ki o olmadan çalıştırmak
mümkün değil, çalıştırması ve Windows programını kurallara uygun açmasıydı! Ne müthiş bir çocuk!
Bir ara sıkıntılı bir şekilde yanı başıma dikildi. Bir şey söylemek istiyor fakat söyleşiye de engel olmak istemiyordu. Ses kaydını kapatıp ne istediğini sordum, cevabı çok şaşırtıcıydı: “Çöp plastiği doldu, nereye koyayım?”
Ali Fuat’ı tanıdıktan sonra, aşağıda yaşamından bir kesit okuyacağınız Mahmut Alar amcamın bir şeyi başardığını anladım: Torunun yüreğine
insan sevgisi, saygısını ve sorumluluk duygusunu yerleştirmişti. Sadece bunun için bile onu kutlamak gerekir.
Hayatım
1930 yılında, Ağrı Dağı İsyanın dağılmasından az bir zaman önce
dünyaya gelmişim. O zamanlar bağlı olduğum Kızılbaşoğlu aşireti isyancıların yanında yer aldığı için aşiretimdeki her yeni doğan çocuk gibi benim de
doğum yerim Ağrı Dağı’dır.
Önce şu ‘Kızılbaşoğlu’ kelimesinin nereden geldiğini açıklayayım.
209
Mahmut Alar
“Kızılbaşoğlu”
Bizim aşiretin asıl gücü İran’dadır.
Çok eskiden beri Kürt kadınları gelenek olarak başlarına ‘Kofi’ dediğimiz fese benzer bir şapka koyarlar, etrafına da sıra sıra altın asarlardı. Bizim
aşiretin kadınlarında bu altın sayısı daha fazlaymış! Dört veya beş sıra altın!
Acemce altına ‘kızıl’ denildiği için aşiretimizin adı ‘Kızılbaşoğlu’
yani ‘Altınbaşoğlu’ olarak anılmaya başlanmış!.
Burada dikkatinizi bir noktaya çekmek isterim: Türkiye de ‘Kızılbaş’ kelimesi Alevi mezhebine bağlı olanlar için kullanılıyor. Bizim aşiret
Alevi değildir.
“Kızılbaş” gibi bazı kelimler farklı toplumlarda ve kültürlerde farklı
anlam içeriyorlar. Bu tür kelimelerden birisi de “Acem” kelimesidir.
Hatırlıyorum, önceleri Azeri dostlarımız kendilerine sorulduğu
zaman “Biz Acemiz”derlerdi. Bu yüzden Kürtler kendi aralarında Azeriler
hakkında konuşurlarken “Wan Ecemın, yani onlar Acemdirler” derler. Bir
zaman sonra bu dostlar kendilerini ‘Biz Azeri’yiz’ diye tanıttılar. Fakat Kürtler bu değişimi bir türlü kabullenemediler. Bugün Kürtler, Azeriler hakkında
konuşurlarken “Ecem yani Acem” derler, asla “Azeri”demezler.
Bu karışıklığa, “Acem” kelimesinin Türkçe sözlükteki anlamının
“Fars” olduğunu eklersem, herhalde bazı kelimelerin zaman içinde nasıl bir
değişime uğradığı konusunda fikir sahibi olacağınızı ümit ederim.
Iğdır’daki Kürt Aşiretleri
Iğdır bölgesindeki aşiretleri iki kısımda düşünmek doğru olur: Celaliler ve diğerleri. Celaliler bir aşiret konfederasyonudur. Doğu Anadolu’da ve
komşu İran topraklarında geniş bir alana yaygındırlar. Iğdır bölgesindeki Celaliler grubunu Sakanlı, Kotanlı, Xelkanlı, Kızılbaşoğlu, Gelturanlı, Geloylu,
Hesesoranlı, Keçelanlı, ve Bırxikanlı’lar oluşturur.
Tabii bu aşiretlerin her biri de kendi içinde alt bölümlere ayrılır.
Örneğin Ali Mirze Bey’in aşireti Gıskanlılar, Sakanlı aşiretinin bir alt bölümüdür. Bir zamanlar Gızê adındaki bir kadının çocukları ve nesli zamanla
‘Gıskanlı’ olarak bilinir olmuş. Sakan aşiretinin, bundan başka Mala Bozo,
Keleşkanlılar, Mametkanlılar, Mala Qado gibi alt birimleri de vardır.
Buna benzer durum her aşirette vardır. Örneğin Gelturan aşiretinin
bir zamanlar “Nadıra Hıllo” isminde tanınmış bir liderleri vardı. Şimdilerde
onun tayfası ‘Mala Nado’ olarak bilinir.
Celali konfederasyonunu meydana getiren aşiretlerin hepsi birbirlerine aynı yakınlığı göstermez. Zaman zaman onlar arasında da bölünme olur.
Tarihsel olayları ele alıp incelediğimiz zaman görürüz ki Sakan ve Kızılbaşoğlu aşiretleri en zor dönemlerde birbirlerine destek çıkmışlar.
210
Iğdır Sevdası
Celalilerin dışında Redkanlılar ve Burukanlılar, Iğdır bölgesinin iki
önemli aşiretidir. Redkanlılar, Celalilerden sonra ikinci kalabalık grubu oluşturur. Iğdır bölgesinde ki Kürtlere büyük emeği geçen Torunlar ve Güneşler
de aslen Redkanlıdırlar!
Tecirli, Alut, Panik gibi köylerde oturan Burukanlılar ise bir zamanlar bölgenin en güçlü aşiretlerinden birisiydi. Bugün Iğdır Devlet Üretme
Çiftliği’nin üzerinde kurulduğu bölgede o zamanlar 14 Burukanlı köyü vardı.
Aşiretin en önde gelen lideri Kinyas Kartal ve akrabaları Torunkent’te yerleşiktiler. Ancak Birinci Dünya Savaşında ve sonraki yıllar Kızılbaşoğlu aşiretinin sürekli saldırı ve tacizleri nedeniyle bölgeyi bırakıp Van, Muradiye ve
Özalp taraflarına göç ettiler.
Ferzende Bey’in babası Ahmet Armağan Burukan aşiretinin en
önemli liderlerinden birisiydi. Ferzende Bey’in dedesi de Rus yönetimi zamanında ‘Glavalık’ yani nahiye müdürlüğü yapmış, önemli bir şahsiyetti.
Eleşref Bey
1925 yılındaki Kürt İsyanı başlamadan önce, hareketin lideri Şeyh
Sait, Doğu ve Güneydoğudaki Kürt aşiretlerinin liderlerinden isyana katılma
ve bağlılık anlamında imza toplamış. İsyan yenilgiye uğrayınca bu liderler ve
daha birçokları Batı illerine sürgün edilmişler.
Iğdır Tabur komutanı Ali Mirze Bey’e haber gönderir,
“Bir hafta on güne kadar sürgün edecekler, kaçın!”
Bunun üzerine babam Ali Mahmut’un da içinde olduğu Sakan ve
Kızıbaşoğlu liderleri İran’a kaçarlar. Babam zamansız geri döner, yakalanıp
sürgüne gönderilir. Ali Mirze Bey 3.5 İran’da kalır. Ancak orada bir aile dramı
yaşanır. Türkiye sınırına yakın Quç köyünde küçük oğlu Esed, abisi İbrahim’i vurur. Ali Mirze çılgın ve üzgün bir şekilde başına vurup,
“Ah şu kahrolası kardeş katilliği!”, diye söylenip ağlıyormuş.
Babam yakalanıp sürgüne gönderilmeden önce kendisi de sürgün
edilme korkusu yaşayan Eleşref Bey’le bir anısı olmuş.
Babamın bir ayağı topaldı, Eleşref Bey de yaşını başını almış, ihtiyarlamıştı. Eleşref Bey babama,
“Ali Bey, gel devlete bir dilekçe verelim, beni yaşlılığımdan seni de
topallığından dolayı affedip bizi sürgüne göndermesinler!”
Gerçektende Eleşref Bey yaş haddinden dolayı sürgüne gönderilmedi. Babam ise, Eleşref Bey’in kuzeni Hamit Bey’le beraber sürgün yerlerine gönderilmek üzere Erzurum’a kadar birlikte yolculuk yaparlar.
Yıl 1926’dı. Hamit Bey’i Bursa’ya babamı da Antalya’ya gönderirler. Babam 37 ay sürgünde kaldı.
211
Mahmut Alar
Kişisel olarak benim bu sürgün kanunu ile ilgili görüşlerim o kadar
menfi değil. Mustafa Kemal Bey çok zeki ve ileri görüşlüydü. Türkiye nüfusu
o zamanlar Doğuda yüksek Batıda azdı.
“Eğer aşiret liderlerini sürgün edersem akrabaları ve aşireti onları
izler, batıya göç ederler” diye düşünmüştü.
Ama birkaç yıl sonra yanıldığını anlayınca da af çıkarıp serbest
bıraktı. Çoğu geri döndü, Mehmet Beyazıt’ın babası İbrahim Bey gibileri de
sürgün oldukları illere yerleştiler.
İran’da iken Şeyh Abdülkadir’in bizzat kendisinden dinlemiştim.
Devlet, İzmir Alsancak ilçesinin tamamını, Şeyh’in aşireti gelip yerleşsin diye
ona ve kardeşi oğlu Şeyh Salih’e tahsis ediyor. Buna istekli olmayan Şeyh
Abdülkadir, Bulgaristan’a oradan da Fransa’ya gidiyor. Geri dönüp Ağrı
Dağı İsyanının liderlerinden biri oluyor.
Sürgün yerleri Bursa, Aydın, İzmir, Antalya gibi yerler bugün Türkiye’nin en nezih yerleri. Bana kalırsa Kürtler bu fırsatı değerlendiremediler!
Ağrı Dağı İsyanın Nedenleri
Ağrı Dağı İsyan yıllarını iyi anlamak için o yıllardaki aşiretleri ve
birbiriyle olan ilişkilerini iyi anlamak gerekiyor. Kabaca o zamanki aşiretleri
zenginler ve yoksullar diye ayırabiliriz. Tabii zengin dediğim zaman hali vakti biraz daha iyi olanları kastediyorum. Gerçekte o zamanlar herkes fakirdi.
Durumu iyi olan aşiretler Gelturanlılar, Redkanlılar ve Geloylular
idi. Durumu kötü olanlar Iğdır tarafında Kızılbaşoğlu ve Sakanlılar, Doğubeyazıt tarafında Kotan ve Soran aşiretleriydi.
Aşiretlerin zaten tarlası, bağı, bahçesi yoktu. Tek geçim kaynakları
hayvancılıktı. O da olmayınca geriye tek çare kalıyordu: Vurgunculuk!
Vurgunculuk gün geçtikçe artıyordu. Akşam olunca 40-50 silahlı
adam atlara atlıyor, keyifleri nasıl istiyorsa gidip zengin aşiretlerden zorla
koyun ve sığırları gasp ediyorlardı! Bu yüzden Kızılbaşoğlu ve Sakan aşiretleri, yöredeki diğer aşiretler arasında sevilmez hale geldiler. Öyle ki bu beladan nasıl kurtulacaklarını bilemez halde, çaresizliğe düşmüşler.
İhsan Nuri Paşa ve diğerleri bölgede isyanı örgütlemek için geldiklerinde bölgedeki aşiretler arasında kendiliğinden bir ayrışma oldu. Mağdur
durumunda olan aşiretler devlete, “gaspçılar” da isyanı örgütleyenlere doğru
kaymış!
İşte Ağrı Dağı Kürt isyanının silahlı belkemiğini oluşturanlar bu
yoksul aşiretlerdir. Biraz abartma gibi gelebilecek ama, o yıllar Ağrı Dağı
bölgesindeki Kürt aşiretleri arasındaki ayrılığı Amerika’daki Beyaz-Zenci
ayrılığına benzeterek durumu hayal edebilirsiniz.
Bu durum İsyancı liderlerin işini kolaylaştırıyordu. Zamanla, “biz
212
Iğdır Sevdası
yoksuluz onlar zengin” sözünün yerini, “biz Kürt vatanperveri onlar hain”
gibisinden siyasi bir söylem aldı. İki de bir “Wan ceşın, herın bıkujın!” yani
“Onlar haindir, devletten yanadır, gidin öldürün!” desturu ortalıkta dolaşıyordu. Böylece İsyancı liderler aşiretler arasındaki bu çelişkiden en üst düzeyde
yararlanıyorlardı.
Yıl 1930’a vardığında hükümet kuvvetleri Doğubeyazıt, Orgof (Suveren köyü) ve Aralık taraflarında 60.000
kişilik büyük bir askeri yığınakla bölgeyi
ablukaya aldı. Sadece İran’a giden sınır geçitleri açık tutuldu. İsyancıların kontrolündeki bölgeler top atışına tutuldu. Bir sabah
ani bir saldırıyla isyancılar dağıtıldı.
Askeri hareket toptan yok etmeyi
hedeflemiyordu. Karşılıklı öldürmeler oldu
fakat askerlerin sistematik bir katliam yaptıklarını işitmedim. İsteselerdi İran’a giden
geçitleri de tutar ve gece hareketi yaparak
bütün isyancıları temizlerlerdi. Zaten isyancıların çoğu da eşyalarını bırakarak İran’a kaçtılar.
Genel askeri saldırı sırasında baba evim Ağrı Dağı’nda isyancıların
arasında imiş! Ben de yeni doğmuş, kundakta sarılıymışım. O gün annem, kıl
çadırın önünde ev eşyaların ı paketleyip sekiz adet öküzü yavaş yavaş yüklüyormuş. Nihayet sıra çadırı yıkmaya gelmiş. Tam o sırada babam atla dolu
dizgin uzakta görünmüş:
“Hanım her şey bitti! Savaşı kaybettik! Bırakın evi ve çadırları!
Kaybedecek zamanımız yok!”, demiş.
Çadırımızı öylece kurulu vaziyette ve eşyaları içinde bırakarak, yanlarına birkaç yorgan ve kundağa sarılı beni alıp oradan hızla uzaklaşmışlar.
İleri görüşlü bir insan: Ali Mirze Bey
İsyanın dağılmasıyla Sakanlı, Kızıbaşoğlu aşiretleri ve onların liderleri İran’a geçiyorlar. Bu liderlerin arsında Şeyh Abdülkadir, Musa Ağa ve
Lezgi Ağa da varmış. Fakat Ali Mirze Bey Türkiye’de kalıyor.
Ali Mirze Bey çok ileri görüşlü birisiymiş. İsyanın böyle sonuçlanacağını tahmin ediyormuş. Rahmetli babam Ali Mahmut Bey, yıllar sonra şu
anısını anlatmıştı:
“1930 yılının ilkbaharında Ali Mirze Bey, bölgedeki bütün Kızılbaşoğlu ve Sakan aşiretlerinin oba reislerini önemli bir durumu tartışmak için
213
Mahmut Alar
evine yemeğe davet etti. Karahacılı köyünün üst tarafında, “Gıskanburnu” denilen bir yerde kıl çadırlar kurulmuş, koyunlar kesilmiş, yemekler pişiyordu.
Biz aşağı yukarı 80 atlı oraya vardık. Yemekten önce çaylar içildi.
Bu sırada Ali Mirze bey söz aldı:
“Beyler, öyle görünüyor ki Ağrı Dağı isyanın sonu pek yakın! Oğlum İsa dün Tümenden geldi. Askerler saldırı için çok kararlı. Tüm hazırlıklarını tamamlamışlar. Saldırı başlamadan önce hep beraber buradan Sinek
yaylasına gidelim. Biraz sıkıntımız olur fakat önümüzdeki sonbaharı ve kışı
atlatırsak herkes kurtulur!”
Orada toplanmış olan cemaat Ali Mirze Bey’in bu önerisine sıcak
bakmadı. Üstelik konuşmalarıyla onu alaya aldılar. Ali Mirze Bey’in onuru
kırılmıştı. Aşireti ve sevdiği akrabaları tarafında yalnız bırakılmanın burukluğu içinde bana döndü:
“Ali, sen de benimle gelecek misin?”
“Hayır amca oralarda havalar çok sıcak. Ben gelmeyeceğim!”
Bu cevabım üzerine yüreği tamamen kararan Ali Mirze Bey’in yüz
çizgileri değişti, gözünden bir damla yaş boşluğa düştü.
“Halbuki ben kendi kendimi hep söylenirdim: ‘Oğlum İsa bile benimle gelmese, Ali Mahmut mutlaka benimle gelir!’ diye. Demek
sen de gelmiyorsun!”
Kısa bir sessizlikten sonra Ali Mirze Bey tekrar cemaate seslendi:
“Ağalar, bana öyle geliyor ki son defa olarak böyle bir sofra etrafında bir araya geliyoruz.”
Bu konuşmadan sonra Ali Mirze Bey hanımına döndü:
“Pero, keçeleri dışarı ser!Ağalar yemeklerini orada yesinler!
Bir yandan da oğlu Musa’ya seslendi:
“Git develeri getir!”
Biz yemek yerken Ali Mirze Bey ve ev halkı denkleri yüklemeye
başladılar. Atlara binip oradan uzaklaştığımız zaman Ali Mirze Bey’in köçü
(katarları) yola düşmüştü bile!”
Rahmetli babamın anlattığı bu olay gösteriyor ki Ali Mirze Bey ileri
görüşlü birisiymiş. O yazı eniştesi Ahmed Şemo’yla beraber Sinek yaylasında
geçiriyor ve aynı yılın sonbaharında yine beraberce gelip Iğdır Baharlı Mahallesine yerleşiyorlar.
İran’da sürgün yılları
İsyanın dağılmasından sonra aşiretimiz İran’a geçti. Bizi sınırda İran
güvenlik kuvvetleri karşıladı. Her aşireti belli bir bölgede mecburi iskana ta214
Iğdır Sevdası
bii tutuyorlardı. Böylece İran içindeki sürgün yaşantımız başlamış oldu.
Ben birinci yaşımı Evoğlu ilçesinde, ikinci yaşımı Tebriz bölgesinde
tamamladım. Zencan ilinin Hiceş köyünde de 11 nci yaşıma girdim.
Zencan, Azeri bölgesiydi. Biliyorsunuz, çocukluk hatıraları önemlidir. Aradan 55 yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra Hiçeş köyüne tekrar
gittim. Orada uzun yıllar yaşayıp ve ölen bir dayım vardı. Mezarını ziyaret
edip, manevi varlığını yad etmek istedim.
Köyün orta yerindeki kahvenin önünde arabadan indim. Köyde her
şey değişmişti! Oradaki yaşlılara kendimi tanıttım:
“Yoksa siz Ketxuda (Muhtar) Ali Bey’in yakını mısınız? İyi bir insandı. İbrahim ve Mahmut adında iki oğlu vardı.”
“İşte o Mahmut benim!”, dedim. Sarıldık, hasret giderdik. Azeri
dostlarla birlikte mezarlığa gidip orada yatanların ve akrabalarımın ruhuna
fatiha okuyup, ayrıldım.
1941 yılında 11 yaşımda iken Ruslar Zencan ilini ve kuzey İran’ı
işgal ettiler. İngilizler de zannedersem güneyden gelip Ruslar’la güçlerini
birleştirdiler. Bölgede yeni bir siyasi otorite oluşmuştu. Böylece İran hükümeti tarafından hakkımızda verilmiş olan mecburi iskan kararı da hükmünü
kaybetmişti.
Eşyalarımızı merkeplere yükleyip Makü bölgesine doğru yola çıktık. Tam 28 günlük bir yolculuktan sonra İran Kürdistan’ı sınırları içinde
kalan İrint kasabasına gidip yerleştik. Ağrı Dağı İsyanı liderlerinden Şeyh
Abdülkadir’da orada ikâmet ediyordu.
1945 yılında Mehabat Kürt Cumhuriyeti kuruldu, Muhammed Qazi
cumhurbaşkanı, Molla Mustafa da Genel Kurmay başkanı; Şeyh Abdülkadir
de Celali ve Milan Aşiretlerinin yönetiminden sorumlu bölge Valisi oldu.
Şeyh Abdülkadir aslen Doğubeyazıt’ın Örtülü köyündendi. Ali, Hasan ve Resul isimli üç oğlu vardı. Bir yıl sonra Şeyh Abdulkadir vefat edince
yerine oğlu Şeyh Hasan Kotan geçti.
1946 yılında Mehabad Kürt Cumhuriyetinin kuruluş yıldönümü için
İrnit kasabasında görkemli bir tören hazırlandı. Herkes gibi ben de tepeden
tırnağa silahlıydım. Omzumda mermiliğim ortalıkta dolaşıyordum. Tören
günü davul, zurna sesi ortalığı doldurmuştu. Dediler İhsan Nuri Paşa Tahran’dan gelmiş! Heyecanla karşılamaya gittik. Orta boylu, esmer ve dolgun
birisiydi. Üzerinde sivil elbiseler vardı.
İhsan Nuri Paşa törenden sonra Tahran’a döndü.
O yıllar Mehabad şehrine gitme şansım olmamıştı. Bu fırsat çok
yakınlarda elime geçti.
Uzun yıllardan beri Mehabad’ta yaşıyan bir ablam vardı. Kansere
215
Mahmut Alar
yakalanmıştı. Hanımım Latife’yi de yanıma alıp Mehabad’a gittim.
Evlerin duvarları hâlâ yıllarca önceki çatışmalardan kalan mermi
delikleriyle dopdoluydu! Hatta söylenenlere inanmak gerekirse bazıları Kürt
Cumhuriyeti zamanından kalma imiş!
İran Kürtlerinden sıkça duyduğum bir yakıştırma vardı: “Alışveriş
için dünyada Paris, İran’da Mehabad”
Mehabad’ın ipekli kumaşları hiçbir yerde bulunmaz. Hanımla beraber bütün gün alışveriş yaptık.
1947 yılında Rus kuvvetleri geri çekilince Mehabad Kürt Cumhuriyeti uzun süre ayakta kalamadı. O yılın 8 Şubat’ında Cumhuriyet dağıldı.
Kışın orta yerinde Şeyh Hasan’la beraber Helikan aşiretinin bölgesi olan
Ağugöl’e gittik. İlkbahara kadar orada kaldık.
Bu arada Iğdır MİT bölge şefi Hüsnü Bey’le (Bingöl) temas halindeydik. Tekrar Türkiye’ye geçiş için emir bekliyorduk. Bir gün istenen izin
geldi. Sakan ve Kızılbaşoğlu aşiretleri birlikte Küçük Ağrı Dağı eteğindeki
Düjüj tepesine geldik. 40 gün orada kaldık.
İzin emiri geldiği zaman hayal kırıklığına uğradık. Sadece 9 kişiye
izin verilmişti! Bunar Şeyh Hasan ve kardeşi şeyh Resul’la hanımları, Şeyh
Mahmut (Topal), Ferzende Bey’in kardeşi Kazım Bey, Fetullah Bey’in oğlu
Reşat Bey, Sevdin Bey ve komşuları Hesenen aşiretinden Cewreş Bey.
Geriye kalan bizler kör pişman tekrar İran’daki yerimize geri döndük. 4 gün sonra Hüsnü Bey (Bingöl)’den bir haber daha geldi:
“Ankara’dan 40 aile için daha izin aldım. 4-5 aile birleşerek peyderpey gelin!”
70-80 aileTürkiye’ya giriş yaptık. Ama aşiretimizin büyük çoğunluğu İran’da kaldı ve Türkiye’ye gelmekten tamamen vazgeçtiler.
Vatana dönüş
Bizleri Aralık’a yakın bir yerde 40 gün süreyle karantinada tuttular.
T.C vatandaşlık haklarımızı kaybettiğimiz için ilticacı olarak hakkımızda
yasal kağıtlar düzenlendi ve Aralık’a bağlı Hasanhan köyüne yerleştirildik.
Fakat kaderin bir cilvesi olarak bir zamanlar Kızılbaşoğlu aşiretinin saldırısına ve gaspına uğramış olan bir Kürt aşireti bize saldırmaya ve taciz etmeye
başladı. Taşburun’dan gelip mallarımızı dağıtıyorlar, tehdit ediyorlardı.
Bir gün Hüsnü Bey babamı yanına çağırarak,
“Ali Bey, devlet değil ama Kürtler sizi perişan edecek! Bu nedenle
aşiretinizin Orta Anadolu’da bir ile nakli için hükümete yazı yazdım.”
216
Iğdır Sevdası
1947 yılında Kayseri’nin Felahiye nahiyesine gönderildik. İki yıl
orada kaldıktan sonra vilayet merkezine taşındık.
Şeyh Hasan Kotan, Tunceli Milletvekili Necmettin Tunç gibi tanıdığı politikacıları devreye sokarak sorunumuzla ilgilendi. Dönemin Başbakanı
Hasan Saka’ya telefon açarak,
“Bir Devletin insanların istediği yerde yaşama ve vatandaş olma özgürlüğünü elinden almaya hakkı yoktur. 486 insanı sürgün hayatına mahkum
etmişiz. Bu hatanın düzeltilmesi için lütfen gerekeni yapın!”
1949 yılının Mayıs ayında Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlık hakkımızı tekrar kazanıp, Iğdır’a döndük. Ancak yasak bölge devam ettiği için
isyandan önceki baba köylerimize dönmemiz engellendi.
İsyan bölgesi Kürtlere yasak Azerilere serbestti.
Iğdır Kaymakamı Ertuğrul Kürkçü bizi Halfeli köyü tarafındaki
Çimen’e yerleştirmek istedi. Çimen bölgede ki aşiretlerin uğrak yeriydi. İlkbahar ve sonbahar aylarında yaylaya gidiş ve dönüşte, Çimen’i geçici konaklama yeri olarak kullanıyorlardı. Babam yapılan teklifi reddedince bu kez de
o zamanlar hâlâ metruk olan Hasanhan köyü bize tahsis edildi.
Yeni gelen Helikan ve Keleşkan aşiretiyle birlikte köyün nüfusu
yavaş yavaş arttı.
1950 yılında yasak bölge kalkınca babam kendisine verilmek istenen
tapuya heveslenmeden, baba yurdu Karabağ (Gödekli) köyüne geri döndü.
40-50 Kızılbaşoğlu ailesinden sadece bizim aile Gödekli’ye gitti.
Eski liderlerden Hesene Toz’un oğlu Yusuf Ağa’ya bağlı 40’ı aşkın ev Axura’ya (Yenidoğan) yerleşti.
Axura oldukça eski bir yerleşim yeri. Rus yönetimi zamanında Kars’taki Ani şehrinden başlayan tarihi bir yol Axur’nın alt tarafından geçerek
Korhan’a ulaşıyor, oradan da Küçük Ağrı ormanın içerisinden geçip İran’da
ki Dambat şehrine ulaşıyormuş! Bu tarihi yolun izleri hala bellidir.
Yeni bir yaşam
Gödekli köyüne geldiğimizde 19-20 yaşlarında bir delikanlıydım.
Yıllardan beri ilk kez kendimi bir yere bağlı hissediyordum. Ailece kolları
sıvayıp çalışmaya koyulduk. Sürgün ve muhacirlik yılları ailemizi tamamen
yoksullaştırmıştı.
Ata-baba mesleği hayvancılıkla işe başladık. Derken tarla işine de
gönül bağladık. Bağ, bostan, pamuk ve özellikle çeltik (pirinç ) ekimi başlıca
uğraşımızdı.
20 yıl boyunca çeltikle uğraştım. Bulunduğumuz bölge Karasu’dan
gelen bol suyla beslendiği için çeltik ekimine elverişliydi. Ama itiraf etmeli217
Mahmut Alar
yim ki en kaliteli ve iri taneli pirinçler Aras nehrinin yanı başındaki Kadıkışlak köyünde ekilirdi. Bunun nedeni Aras suyunun daha tatlı ve lilli oluşuydu.
1980’li yıllarda kazılan barajlar yüzünden çeltik ekimi tamamen terk
edildi.
Hayvancılık da yaptığımız için yazın Küçük Ağrı Dağı’na, Serdarbulak’ın karşısındaki Sarıkaya yaylasına giderdik. Ağrı İsyanı’ndan önce bu
bölge ve Küçük Ağrı Dağı İran’a aitti. İsyanı bastırmak için o zamanlar iki
devlet arasında geçici bazı düzenlemeler yapılmış, nihayet 1936 yılında Şah’ın Türkiye’yi resmi ziyareti sırasında Küçük Ağrı Türkiye’ye, buna karşılık
İran’a da Çaldıran bölgesinden 7 tane köy verilmiş.
Yaşım yirmiyi aşkın olduğu halde askere gitmemiştim. Bunun başlıca nedeni babamın elinin altında ev işlerinin evirip çevirecek benden başka
kimse yoktu. İhbar olur, beni askere alılar korkusuyla, babam nüfus dairesine
gitmiş, doğum tarihimi 1930’dan 1935’e ismimi de Mahmut’tan Mehmet’e
çevirdi
Böylece 1954 yılında “Mehmet” ismiyle askere çağrıldım. Acemi
birliğimi Malatya’da, usta birliğimi de Elazığ Topçu Tümeninde tamamladım.
Askerlik dönüşü mahkemeye başvurup “Mahmut” ismini tekrar geri aldım.
Fakat nüfustaki doğum tarihim halen 1935’tir.
Kızılbaşoğlu Aşiret Liderliği
Babam, 1963 yılında 85 yaşında vefat edince aşiretin liderliği bana
kaldı.
Zannedildiği gibi Kürtlerde aşiret liderliği babadan oğula geçmez.
Bu, en azından bizim bölgedeki aşiretler için geçerli değildir.
Lider vefat ettiği zaman halk önce liderin geride bıraktığı oğullarına
bir göz atar. Aralarında bu işi üstelenebilecek biri var mıdır? Kim yetenekli ve
aşiret içinde saygın bir yer kazanmışsa, halkın o kişiye doğru kendiliğinden
bir yönelimi olur.
Gençlik yıllarımdan beri aktif ve aşiretin sorunlarıyla ilgiliydim.Aşiret etrafımda toplandı. Beni Gödekli köyü muhtarlığına seçerek bu
teveccühlerini belli ettiler. Bu aynı zamanda benim politik kariyerimin başlangıcı demekti.
CHP’ne ilgi duyuyordum. Fakat bu partinin üyesi olmak işlerimi
zorlaştıracaktı. Bunun en önemli nedeni şuydu:
Aşiretimin bir kısmı Türkiye’de diğer kısmı İran’daydı. Doğal olarak her iki tarafta birbirine akrabaydı ve kendi yöntemleriyle haberleşiyorlardı. Bir lider olarak sınır ihlalleri ve yakalanmalar durumunda güvenlik güçlerinin nezdinde arabuluculuk yapmak gibi bir görevim vardı. Ancak CHPliler,
güvenlik kuvvetleri arasında sevilmez ve şüpheyle karşılandıkları için başka
218
Iğdır Sevdası
bir partiye yöneldim. AP Aralık İlçe Başkanı İsmail Gödekli’in teklifiyle bu
partiye üye oldum.
1973 ve 1977 seçimlerinde İl Genel Meclisi üyesi seçildim. 1980
İhtilalinden sonra da aktif politikadan çekildim. Şimdilerde bölge politikasına
genel nasihat anlamında müdahale ederim. Özellikle köy yerinde tarafsız ve
sevilen bir kişinin muhtar seçilmesine özel bir duyarlılık gösteririm.
Her aşiret gibi bizim aşiretinde içindeki dengeler de çok hassastır.
En ufak bir bölünme veya çatışma durumu, aşirete huzursuzluk getirir bundan da herkes zarar görür. Ama Allaha şükürler olsun, yeni muhtarımız Fuat
Taşkıran’ı yaptığı çalışmalardan dolayı çok beğeniyor ve kendisini yaptığı
hizmetlerden dolayı takdir ediyorum.
Hamit ve Mecit Hun kardeşler
Geloylu aşiretinin sevilen ve önde gelen lideri Ahmed Şemo, babamı
çok severdi. Karşılıklı güven duygusuyla birbirlerine bağlanmışlardı. Hatta
Geloylu-Kızılbaşoğlu barış görüşmeleri sırasında Ahmed Şemo, babamı kendi adına barış koşullarını konuşmaya vekil tayin etmişti!
“Mecit Hun” ismine kulağımızın aşinaydı. Evimiz Hasanhan’da
iken, Iğdır’dan dönen babam:
“Bugün Ahmed Şemo’nun oğlu Mecit’i gördüm. Askerden teğmen
olarak izine gelmiş! Gelip saygıyla elimi öptü!”
Mecit Hun’nu yakından tanımam askerlik dönüşü yıllarıma rastlar.
Iğdır’a gittiğim günler, beraber olur, hal hatır sorardık.
Mecit Hun inançlı bir CHP’li idi. Farklı partilerde olduğumuz için
birbirimize takılmadan edemezdik.
Iğdır’a gitmiştim. CHP büyük oy kaybına uğradığı bir seçim dönemini geride bırakmış. Hükümet Konağı’nın karşısındaki bir kahvede Mecit
Hun, Aziz Güney, Cihangir Turan ve Ferzende Armağan oturmuş sohbet
ediyorlardı. Beni de yanlarına çağırıp çay ikram ettiler. Konuşmalar haliyle
politikaya uzandı. Mecit Hun yarı şaka yarı ciddi,
“Dayı, sen mutlaka bilirsin. Söyle, biz niçin bu kadar oy kaybettik!”
“Beni kafaya almayın. Ben sizin gibi diplomalı değilim. Bunun nedenini siz benden daha iyi bilirsiniz!”
Israrlı bir şekilde benden mutlaka bir açıklama istiyorlardı.
“Bakın, eğer siz Mercedes arabayı ehliyetsiz birisinin eline verirseniz, sağa sola vurur, kaza yapar. Ben ne yapayım, siz de partinizi ehliyetsiz
kişilerin eline teslim etmişsiniz , oy da kaybedeceksiniz, seçim de!”
Gülüştüler.
Mecit Hun toplum psikolojisini çok iyi bilen biriydi. 1978 yılında
219
Mahmut Alar
CHP’nin iktidarda olduğu günlerdi. Partizanlık ve adam kayırma her tarafı
sarmıştı. Aralık’da çok sevdiğimiz birçok devlet memuru CHP tırpanını yemişti. Belki, siyasi nüfuzunu Aralık İlçe teşkilatı üzerinde kullanıp, bu uygulamalara müdahale eder düşüncesiyle Esadullah Hoca ve Naci Başkentli’yle
birlikte Iğdır’a, Mecit Hun’a gittik. Bizi her zamanki gibi saygıyla karşıladı,
şikayetimizi dinleyince de,
“Ben sizin yerinizde olsam hemşehrilerimi (yani Aralıklı) şikayet
etmek için başkasına gitmezdim. Olabilir, farklı siyasi partinin üyesisiniz ve
hatta hizmet yarışında bazen de birbirinize karşı kırıcı olabilirsiniz. Unutmayın ki siyasi mevki geçicidir, fakat insanlık ve komşuluk kalıcıdır. Yarın da
sizin partiniz iktidara gelir, hizmetinize kaldığınız yerden devam edersiniz.
Sizden isteğim siyasi mücadelenizi Aralık İlçesi dışına taşırmayın. O zaman
aranızda ki düşmanlık genişler, onarılması zor sonuçlar doğurur.”
Arada bir aşiretler arasında istenmeyen olaylar meydana gelirdi.
Mecit Hun’la bir araya gelir, aşiretleri barıştırmak için çaba sarf ederdik.
Bir gün köy yerine çok sevdiğim Hamit Hun geldi. Geloylu aşiretinin meskun olduğu Mexsuzilo köyünden birisi, Sakan aşiretinden başka bir
şahsı bacağından kurşunla yaralamıştı. Olay kısa sürede bölgedeki tansiyonu
yükseltmişti. Mecit Hun, gelemediği için özür diliyor, bu soruna bir hal yolu
bulmak için biran önce Iğdır’a gitmem istiyordu.
Mecit Hun’na ait pastanenin arkadaki gizli bölmesinde uzun uzun
konuyu tartıştık. Her ikimiz de aşiretler arasında meydana gelen en ufak bir
olayın bile ciddiye alınması gerektiği bilincindeydik. Zamanında müdahale
edilmese aşiretlerin hafızasındaki eski kavga ve husumetler yeniden hortlar,
barış ümidi uzun bir zaman için yok olur.
Konuşmalarımız yapıcı ve uzlaşıcı bir yönde devam etti. Ama bu o
kadar da kolay olmuyordu! Mecit Hun’la bazen sinir yıpratıcı bir tartışmanın
içinde buluyordum kendimi. Bir ara yükselen tansiyonun orta yerinde kendimi tutamayıp:
“Mecit Bey o günler geride kaldı! Ağrı İsyanı zamanında siz devletin yanında yer alıp bizi hedef gösterdiniz. Sizden bir ricam var:Bundan sonra
ne zaman buna benzer olayları tartıştığımızda , eğer Geloylu haksız ise sen
Kızılbaşoğlu, eğer Kızılbaşoğlu haksız ise ben Geloylu olacağım! Ancak bu
şekilde Celaliler arasındaki barışı koruyabiliriz.”
Mecit Hun dinlemesini bilen, polemikten uzak, sabırlı bir insandı.
Ağrı Dağı İsyanı’yla ilgili yaptığım saldırıyı bir kenara bırakıp, sakin bir
şekilde:
“Dayı sen nasıl istiyorsan öyle olacak!”, diyerek üstelik gönlümü aldı.
220
Iğdır Sevdası
Mecit Hun bir liderdi. Sadece Iğdır Kürtlerinin değil Doğu Anadolu’nun önde gelen bir lideriydi. Böyle insanlar her zaman iftiralara uğrar, hedef
olurlar. Benim Mecit Hun’la dostluğum bu liderlik çerçevesi içinde genellikle
mesafeli bir çizgide devam etti. Ama Hamit Hun hepimizin canı ruhuydu.
Onun esprileri, tatlı sohbetleri gönlümüzü fethederdi.
Hamit Hun trafik kazası geçirmiş, ayağı sakatlanmıştı. Benim hanım
kırık çıkık işinden çok iyi anladığı için, Hamit Hun fikir almak için bizleri
evine davet etmişti. Konuşmanın bir yerinde,
“Hamit Bey sizin sakatlanmanıza çok sevindim!”, dedim.
Hamit Bey şaşkın bir şekilde,
“Niçin?”, dedi
“Çünkü, dedim, benim rahmetli babam Celali aşiretinin topalıydı,
fakat aynı zamanda lideriydi. Onun ölümümden sonra Topal Ömer (Hacı
Ömer Şark) Kürtlere liderlik yaptı. İnşallah şimdi de sen onlar gibi lider
olursun!”
İl Genel Meclisi üyesiydim. Bir gün Geloylu aşiretinden Mıhemmede Hesen yanıma geldi.
“Borcum var, ödeyemiyorum. Ne Mecit ne de Aziz(Güney) ilgi gösterdi. Ben de çıkıp sana geldim.”
60-70 koyun toplayıp kendisine verdim. İki gencin eşliğinde Karahaıcılı’ya doğru yola çıkardım.
Mezın ne mane! (Büyük kalmadı!)
Evet, büyük kalmadı! Nerede o dev gibi insanlar! Ben sanki bir kuştum onlarda benim kanatlarım.
Şimdilerde bir derdimiz olduğu zaman yanına gidip konuşacak insan
bile yok! . Boynuna bir kravat takan kendisini bir şeylere yakıştırıyor. O zamanlar insanların gönülleri zengin, dostlukları geniş ve güvenleri tamdı.
Redkan ve Kotan aşiretleri arasında bir öldürme olayı olmuştu.
Redkanlı tutuklanıp cezaevine konmuştu. Aşiret geleneklerine göre taraflar
arasında kan parası ödenmedikçe düşmanlık bitmiş sayılmazdı. Yapılan toplantıya ben de davet edilmiştim.
Aşiret gerçeği açısından bakıldığı zaman benim durumum sıkıntılıydı. Redkan aşiretiyle Iğdır bölgesinde komşuluk ve yıllardan beri devam eden
bir güven bağı içindeydim. Öte yandan, Doğubeyazıt’ta yerleşik olan Kotan
aşiretiyle, Celali konfederasyonu çatısı altında birleşiyordum.
Hacı Ömer Şark ve Enver Güneş bir mektupla aşiretin ileri gelenlerini
221
Mahmut Alar
kan parasını konuşmak için Karabulak köyündeki toplantıya davet etmişlerdi.
Bu toplantıya Kotan aşiretinden az katılımcı vardı. Bu durum görüşmeleri
zora sokabilirdi.
Bu gerçek toplantıyı yöneten Hacı Ömer Şark’ı da tedirgin etmişti:
“Xosrof (Hüsrev Konyar) Bey, Iğdır’ın en saygın isimlerini getirdim
ancak burada sizden başka Kotanlı yok! Bu barış görüşmesini kiminle yapacağız!”
“Merak etmeyin, dedi Xosrof Bey. Burada yeteri kadar Celali lideri
var. Bu davanın sahibi Hacı İsa’dır. Kanın diyetini o kesecek!”
Hüsrev Bey’in bu davranışı hepimizi gururla doldurmuştu.
Mıhê Kazak ve Reşo Kazak
Mihê Kazak Geloylu aşiretinin ileri gelen bir lideriydi. 1920’den
önce Iğdır bölgesi Rus yönetiminde iken Mihê Kazak Korhan bölgesinde
otururdu.
1918 yılında dedemin evi İran’da iken Mihê Kazak babamı yanında
Tiflis’e götürmüş, ayağına bir protez takılmasına yardımcı olmuş. Babam, bu
olayı anlattığı zaman, “Seyyit Mahmut adında bir adamın otelinde günlerce
kaldık”, diyerek hikayesini tamamlardı.
O zamanlar Iğdır bölgesinde üç kişi ‘Kazak’ lakabıyla anılırmış.
Mıhê Kazak’tan başka babamın amcası Keşo Kazak’la Azerilerden Kazak
Abbas bu lakapla halk arasında bilinirlermiş. Babam Keşo Kazak’la ilgili şu
olayı anlatırdı:
“Keşo Kazak, bir akşam üstü, bir Rus subayıyla birlikte ava çıkar.
Quç köyü yakınlarındaki sazlıkların arasında gözlerine kestirdikleri bir yere
tuzağı kurarlar. Yarın aynı yerde buluşmak üzere evlerine dönerler.
Reşo Kazak, gecenin bir yarısı sazlıklara geri döner, çok değer verdiği bu tuzağı yerinden çıkarıp evine götürür.
Sabah olunca, sazlığa ilk subay gelir. Tuzağın yerinde olmadığını
görür. Reşo Kazak hiçbir şeyden haberi yokmuş havasında ıslık çalar geliyormuş.
“Merhaba Tavariş (Arkadaş), ne oldu?”, diye rahat bir tavırla sorar.
Subay gördüklerini anlatır. Reşo Kazak, hiç neden yokken, yemin
billah ederek bir şeyden haberi olmadığını söyler. Subay bu zamansız yemin
etme merasiminden dolayı durumdan şüphelenmiştir:
“Yalan söyleme! Dün akşam çok geç ayrıldık, sabahleyin de çok
erken geldim. Bog (Tanrı) hırsızlık yapmayacağına göre senden başka kim
çalabilir ki!”
Reşo Kazak subayın dostluğuna çok değer verirmiş. Bakmış ki hem
222
Iğdır Sevdası
“tuzak” hem “dostluk” elden gidiyor, sırıtarak:
“Tavariş,vallahi şaka yaptım! Maşallah sizin gözünüzden de hiçbir
şey kaçmıyor!”, deyip işi tatlıya bağlamış. “
Particilik
Bana göre bir siyasetçi sırtını bir yerlere dayamalı, oradan hem yararlanmalı hem de onları yararlandırmalıdır.
Hiç kimseye yaranamayan siyasetçiler için şu fıkra anlatılır:
“Bir gün Hıristiyan’ın birisi din değiştirip Müslüman oluyor, aynı
günde aniden ölüyor. Annesi iki gözü iki çeşme acılı acılı ağlıyormuş. Teselli
etmeye çalışmışlar,
“Niçin ağlıyorsun böyle? Oğlun Müslüman oldu şimdi cennettedir...”.
“Ben oğlumun ölümüne ağlamıyorum, onun şansızlığına ağlıyorum.
Hz.İsa’yı küstürdü, Hz.Muhammedi’n de haberi olmadan zamansız öldü!”
anlatılır:
Ayrıca bir siyasetçi dilinin sahibi olmalıdır. Bunun içinde şu fıkra
“Bir gün bir atlı bir dükkanın önünde geçiyormuş. Dükkan sahibi,
yarı uyanık tipinden birisiymiş. Belki atlı dükkanından alışveriş yapar düşüncesiyle kibarca:
“Kirve buyur bir çay iç!” , diye iltifat etmiş. Alışverişi pek düşünmeyen atlı, çay davetini hoş karşılayıp, atından inmiş.
“Peki, kirve! Başım gözüm üstüme! Atı nereye bağlıyayım?”
Dilinin belasına düşmüş olan dükkancı, üzgün şekilde dilini çıkarır,
sağ eliyle de dilini göstererek:
“Aha buraya kirve aha buraya!”
NOT: Mahmut amcam soğuk bir kış günü, 15 Ocak 2002 tarihinde,
dostluğunu ve insan sıcaklığını yüreğimizde bırakarak ebediyete ayrıldı.
O; Kızılbaşoğlu aşiretinin, Kürtlerin ve Iğdır halkının gönlünde
bir çınar ağacıydı. Hatırası bize yadigâr, sözleri miras kaldı. Allah rahmet
etsin!
223

Benzer belgeler

43. Almas Yancar

43. Almas Yancar bütün isyancıları temizlerlerdi. Zaten isyancıların çoğu da eşyalarını bırakarak İran’a kaçtılar. Genel askeri saldırı sırasında baba evim Ağrı Dağı’nda isyancıların arasında imiş! Ben de yeni doğm...

Detaylı

34. Şeyh Hasan Barbaros

34. Şeyh Hasan Barbaros delikleriyle dopdoluydu! Hatta söylenenlere inanmak gerekirse bazıları Kürt Cumhuriyeti zamanından kalma imiş! İran Kürtlerinden sıkça duyduğum bir yakıştırma vardı: “Alışveriş için dünyada Paris, ...

Detaylı

53. Mehmet Yiğit

53. Mehmet Yiğit daha birçokları Batı illerine sürgün edilmişler. Iğdır Tabur komutanı Ali Mirze Bey’e haber gönderir, “Bir hafta on güne kadar sürgün edecekler, kaçın!” Bunun üzerine babam Ali Mahmut’un da içinde ...

Detaylı

23. Mehmet Ali Saita

23. Mehmet Ali Saita Çimen’e yerleştirmek istedi. Çimen bölgede ki aşiretlerin uğrak yeriydi. İlkbahar ve sonbahar aylarında yaylaya gidiş ve dönüşte, Çimen’i geçici konaklama yeri olarak kullanıyorlardı. Babam yapılan...

Detaylı

12. Mele Şevket Aktaş

12. Mele Şevket Aktaş 1949 yılının Mayıs ayında Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlık hakkımızı tekrar kazanıp, Iğdır’a döndük. Ancak yasak bölge devam ettiği için isyandan önceki baba köylerimize dönmemiz engellendi. İ...

Detaylı

26. Gurci Selçuk

26. Gurci Selçuk İsyan bölgesi Kürtlere yasak Azerilere serbestti. Iğdır Kaymakamı Ertuğrul Kürkçü bizi Halfeli köyü tarafındaki Çimen’e yerleştirmek istedi. Çimen bölgede ki aşiretlerin uğrak yeriydi. İlkbahar ve ...

Detaylı