dtv Türkçe Okuma Kitabı Erste türkische Lesestücke

Transkript

dtv Türkçe Okuma Kitabı Erste türkische Lesestücke
dtv
Türkçe Okuma
Kitabı
Erste türkische
Lesestücke
Türkçe Okuma Kitabı
Erste türkische Lesestücke
Herausgegeben von
Celal Özcan und Rita Seuß
Illustrationen von Ina Seeberg
Deutscher Taschenbuch Verlag
En doğrusu bu
Bir gün Nasrettin Hoca, yanında mollaları caminin
yolunu tutar. Ancak eşeğine ters biner. Mollaları
Hoca'ya: «Sevgili Hocamız, niçin böyle eşeğe ters
binerek rahatsız oluyorsunuz?» diye sorarlar.
Hoca onlara dönerek: « Sevgili mollalarım, eğer
eşeğe doğru binsem, siz benim arkamda kalacak­
sınız. Siz önde gitseniz, bu sefer de sizin arkanız
benim önüme düşecek. O yüzden böyle binmek en
doğrusu» demiş.
N asrettin Hoca yüzüğünü arıyor
Nasrettin Hoca sinirli sinirli evden dışarı çıkar ve
sokakta bir şeyler aramaya başlar. Bunu gören
hanımı: «Hoca, ne oldu? Ne arıyorsun öyle sokak
ortasında?» diye sorar.
Hoca: « Hanım yüzüğümü kaybettim, onu arıyo­
rum», der.
6
Hanımı çok şaşırır. « Ama sen bugün hiç evden
çıkmadın ki, yüzüğünü sokakta nasıl kaybedersin ?»
diye sorar.
Hoca: « Sana yüzüğü sokakta kaybettiğimi kim
söyledi, hanım? İçerisi karanlık, onun için dışarıda
arıyorum » cevabını verir.
Kedi nerde?
Nasrettin Hoca bir gün karısı kapama yapsın diye
iki okka et alır. Ama karısı yalnız kalınca bütün
mahalleye ziyafet çeker.
Akşam Hoca eve gelir. Karısı sofraya bir tabak
bulgur pilavı koyar ve buyur eder Hoca'yı.
Hoca sorar: «Bu ne böyle hanım? Et almıştım,
kapama yapacaktın? Hani nerde kapama?»
« Ah efendi» der karısı, « hiç sorm a! Bizim hırsız
kedi yemiş etin hepsini.»
Hoca fırlar yerinden. «Ne? Kedi mi yedi eti?
Hemen bul getir şu kediyi! »
O ara kedi içeri girer. Zavallı hayvan bir deri bir
kemik. Hoca kediyi görünce şüphelenir. H anım ına:
« Ç abuk! Koş bana teraziyi g e tir! » der.
Kediyi tartar. Kedi iki okka çeker. Bunu gören
Hoca efendi şöyle d er: « Hanım, diyelim ki et
budur, o halde kedi nerde?»
Tarife bende
Hocaya bir dostu bir ciğer tarifesi verir. « Hele
bir pişir de gör, ne kadar lezzetli olacak! » der.
Hoca da akşam eve dönerken çarşıya uğrar,
tüm kasapları dolaşır ve sonunda tarife en uygun
ciğeri bulup evin yolunu tutar. Düşüne düşüne
yürürken gökten ok gibi bir atmaca iner ve ciğeri
Hoca'nın elinden kaptığı gibi tekrar havalanır.
Hoca birden afallar. Önce ne olduğunu anlaya­
maz. Sonra hemen toparlanır, yum ruğunu göğe
uzatıp bağırmaya başlar: « Hiç yorulma, tarife
bende!»
A m an T a n rım !
Bir gün bir yolcu gemisi fırtınaya tutulur ve sal­
lanmaya başlar. Korkak bir yolcu: «Aman Tanrım,
bu fırtınadan sağ kurtulursam, fakire sadaka vere­
ceğim !»
Fırtına arttıkça: « Aman Tanrım, bir koç
keseceğim!»
Fırtına iyice şiddetlenince: « Aman Tanrım, yetiş !
Yüz altın dağıtacağım » diye yalvarır.
Durum u izleyen Bektaşi kıs kıs gülerek: « Aman
Tanrım, biraz daha sabret! Herif daha da artıra­
cak !»
Bir gün fazla
Ramazan bayramında komşular bayramlaşmaya
giderler. Kutlama esnasında birbirlerine Ramazan'ı
nasıl geçirdiklerini sorarlar. Komşulardan b iri:
« Rahatsızlığım nedeniyle ancak bir gün oruç tuta­
bildim », der. Soru sırası Bektaşi'ye gelir. Bektaşi
12
bir gün oruç tutan komşuyu eliyle göstererek: « Bu
efendi benden bir gün fazla oruç tutmuş » cevabını
verir.
Üzüm suyu
Sultan Abdülmecid bir gün Boğaziçi'nde oturan bir
Bektaşi'yi ziyaret eder. Bektaşi'nin büyük üzüm
bağı Sultan'ın dikkatini çeker ve Bektaşi'ye sorar:
« Maşallah, bağın çok büyükmüş. Üzümünü ne
yapıyorsun ?»
Bektaşi: « Komşularla, dostlarla birlikte yeriz,
sultanım» der.
M
Sultan Abdülmecid: « Ama bu kadar üzüm
yemeyle biter mi ?»
Bektaşi: « Sultanım » der, « yediğimiz kadarını
yeriz, kalanını sıkar, fıçılara basar, suyunu içe­
riz !»
« Peki ama, sıkılmış üzüm şarap olmaz mı ?»
« Vallahi sultanım » der Bektaşi omuzlarını
silkerek, « biz üzümü sıkar, fıçılara basarız. O n­
dan sonrasına hiç karışmayız. Allah ne isterse
o olur.»
Padişahın rüyası
Padişah gün doğarken uyandı. Gözlerini oğuşturarak: « Allah A llah ! » dedi ve alnındaki terleri
sildi. Heyecanla kalktı. Kapıya doğru yürüdü.
Nöbetçiye: « Çabuk, Hekimbaşı'yı çağır b a n a ! »
emrini verdi ve yatağına döndü.
Biraz sonra hekimbaşı geldi, padişahı hürmetle
selamladı: « Beni istemişsiniz sultanım .»
İs
Padişah, eliyle « o tu r ! » işareti yaptı. Dalgın
dalgın: «Demin bir rüya gördüm. Çok tuhaf bir
rüya. Onun telaşı içindeyim h a la ! »
«Nasıl bir rüya efendimiz?»
« Sana değil, bizim saray falcısı Enis'e anlat­
mak lazım. Bakalım neye yoracak! Yanıma gel,
göğsüme koy elin i! »
Padişahın arzusunu yerine getiren hekimbaşı
gülüm sedi: « M ühim bir şey yok sultanım. Kalbi­
nizin çarpıntısı da geçecek şimdi. Müsaade eder­
seniz bizim Enis'e haber salayım .»
« H em en!»
Saray falcısı Enis yaşlı adamdı. Uzun boylu,
kalın siyah kaşlıydı. Seyrek bir sakalı ve ufacık,
keskin gözleri vardı. Padişahın huzurunda el
pençe divan durmuş, buyruğunu bekliyordu.
Padişah: «Hoş geldin Enis» dedi, «otur şöyle.»
Saray falcısı, sırmalı koltuklardan birine
oturdu.
Padişah ağır ağır anlatmaya başladı.
« Rüyamda güçlü bir herif çeneme bir yum ruk
vurdu ve bütün dişlerim döküldü. Yorumla bana
b u n u !»
Enis önce biraz düşündü. Ciddi bir tavır takındı:
« Bir şey soracağım efendimiz » dedi, « ağzınızdan
kan aktı mı ?»
«Hatırlamıyorum. Ama kanın ne anlamı var?»
« Kan akarsa rüya gerçekleşmez.»
« Devam e t.»
Saray falcısı yutkundu: « Dişler, ailenin simgesi­
dir. Onların birdenbire dökülmesi ise ... »
« Evet ?»
« Bütün aile fertlerinizi kaybedeceğinizin bir
işaretidir.» Sultanın benzi sarardı. Biricik oğlu, ca18
riyeleri, en çok sevdiği Zeynep ... Bu büyük bir fela­
ketti. Kızdı: «Sabah sabah canımı sıktın. Defol! »
diye bağırdı.
Enis, saygıyla eğilerek dışarı çıktı. Doktor,
padişahla yalnız kalm ıştı:
« Efendimiz » dedi, « ben Derviş adında bilgili ve
tecrübeli bir falcı tanıyorum. İsterseniz, bir de o
yorumlasın rüyanızı. Derviş çok zeki bir falcıdır.»
« Peki öyleyse, git çağır o n u ! »
Doktor padişahın önünde saygıyla eğildi ve gitti.
Biraz sonra doktor, Derviş ile döndü. Derviş kırk
yaşlarındaydı. Ufak tefekti. İnce çenesini sivri bir
sakal süslüyordu.
Padişah: « Doktor seni çok övdü » dedi, « kaç yıllık
falcısın ?»
« Yirmi beş yıllık efendimiz.»
« Bugüne kadar baktığın falların isabet derecesi
nedir?»
«İyinin üstünde sultanım. Ama yanılmak biz in­
sanlara aittir. Ben sadece yorum yaparım. Buyurun,
anlatın, lütfen.»
20
« Çeneme çok şiddetli bir yum ruk yedim ve bütün
dişlerim kucağıma dökülüverdi.»
«Sonra?»
«Bu kadar.»
Derviş anlamlıca gülümsedi. « Bu hayırlı bir
rüyadır efendimiz.»
Padişah hayretle sordu: «Neden?»
« Çünkü bu demektir ki, siz aile fertlerinizin hep­
sinden daha uzun yaşayacaksınız.»
Padişah: «Zekanı takdir ettim Derviş» dedi. Dok­
tora döndü. « Derviş bundan sonra sarayımda kala­
caktır. »
Resim yarışması
Padişah bir gün oturmuş kahvesini içiyor ve bakan­
ları ile ülke sorunları üzerine konuşuyordu. Kapı
çalındı ve bir nöbetçi içeri girdi: « Efendimiz » dedi,
«dışarda bir yabancı var. Usta bir ressammış. Sizinle
görüşmek istiyor.»
Padişah « Çağırın bakayım ! » dedi.
Yabancı içeri girdi, padişah ve bakanları selamladı.
«Sultanım» dedi, «ben çok uzaklardan geliyorum.
22
Nice memleketler dolaştım, çok şey görüp yaşadım.
Bir çok padişahın sarayına konuk oldum ve ressam­
lık yaptım. Bu gezip görme tutkusu beni şimdi de
sizin memleketinize sürükledi. Müsaade buyurursa­
nız sizin için de resimler yapmak isterim .»
Sultan önce biraz düşündü. Bu yabancı ilginç bir
kişiye benziyordu: « P eki! » dedi, « ama bir şartla.
Seni önce imtihan edeceğim. Bu imtihanı
kazanırsan, dilediğin kadar sarayımda kalabilirsin.
Sarayımda çok usta bir ressam var. Onunla
yarışacaksın.»
Sultan nöbetçiyi çağırdı. «Bana Nakkaş ressamı
gönderin!» dedi.
Az sonra Nakkaş geldi. Ressamlar yarışmayı
kabul ettiler. Nakkaş padişahtan yüz çeşit boya
istedi. Yabancı önce düşündü, sonra: «Ben boya
istemem » dedi. « Sadece büyük bir ^yna iste­
rim. »
Padişah ressamların isteklerinin yerine getiril­
mesini buyurdu. Sarayındaki iki kapılı büyük bir
odayı da çalışma odası olarak hazırlattı. Oda orta­
sından bir perde ile ikiye bölündü ve iki ressam
çalışmaya başladılar. Padişah: « Size bir ay müd­
det tanıyorum. Bir ay sonra gelip resimlerinizi
göreceğim. Şimdilik iyi çalışmalar ve bol şanslar
dilerim » deyip ayrıldı.
Bir ay çok kısa bir zamandı ve çabuk geçti.
Padişah bakanlarıyla birlikte çıkıp geldi. Önce
Nakkaş ressamın yanma gitti. Uzun uzun duvar­
daki resmi seyretti. Çok güzel bir bahçe manzarasıydı tasvir edilen. Renk uyum u hoşuna gitmiş
ve resimden çok etkilenmişti. Nakkaşın yüzü gü­
lüyor ve çok seviniyordu.
Sonra sıra yabancı ressamın tablosuna geldi.
24
Padişah odaya girince, ressam odanın ortasındaki
perdeyi çekip aldı. Karşı duvardaki Nakkaşın tab­
losu tüm renk ve incelikleriyle aynada yansıdı.
Resmin aynadaki aksi o kadar güzeldi ki, gözleri
alıyordu: Bin bir renkli çiçekler açmış, ağaçların
altında ise Sultan ve bakanları büyülenmişçesine
geziniyorlardı.
Yalancı dost
Bir tüccar bir gün iş gezisine çıkmış. Göz kulak
olması için bir külçe altınını bir dostuna bırakmış.
Tüccar gezisini bitirmiş dönmüş ve dostundan
altınını istemiş.
Dostu d a: « Sorma » demiş, « senin altınları
fareler yedi.»
Tüccar bıyık altından gülmüş v e : « Yer, yer,
doğal bir şey. Farelerin dişleri de çok keskindir
h a !» demiş.
Dostu bu yalanla tüccarı kandırdığına çok
sevinmiş.
Tüccar kalkıp gitmiş. Yolda dostunun oğluna
rastlamış. Çocuğu alıp evine götürmüş ve eve
kapatmış.
26
Ertesi gün iki dost yine karşılaşmışlar.
Yalancı dost: « Bizim oğlan dün eve gelmedi,
sen gördün mü?» diye sorunca.
Tüccar taşı gediğine koym uş: « Ha ... dün
senden ayrıldıktan sonra bir çaylağın bir çocuğu
kaldırdığını gördüm, yoksa o senin oğlun
muydu ?»
Yalancı dost: « Aman nasıl olur, bir çaylak
bir çocuğu kaldırabilir mi? Bu görülmüş bir şey
mi?»
Deyince tüccar cevabı yapıştırm ış: « Bunda
şaşacak ne var? Fareler keskin dişleriyle bir külçe
altını yerse, bir çaylak, değil senin oğlunu, fili bile
kapıp göğe kaldırır.»
Bunun üzerine yalancı dost: « Tamam » demiş,
« senin altınını fareler değil ben yemiştim, al
altınının parasını, ver benim oğlumu».
Kuşların dili
Dünyada ne kadar kuş varsa bir araya
toplandı. Dediler k i: « Şimdi, hiç bir ülke
padişahsız değil. Sadece bizim padişahımız
yok. Biz de kendimize bir padişah seçelim.»
28
Hüdhüd de toplantıda vardı. Dedi k i: « Ey
kuşlar, bizim bir padişahımız var, adı Simurg'dur
ve Kafdağı'nm arkasında yaşar. O bize çok yakın
ama, biz ona çok uzaktayız. Asıl padişah odur.
Ancak ona ulaşmak zor. Çünkü yol oldukça uzak.
Denizler derin ve coşkun, dağlar kar ve buzla
kaplı, vadiler ise ateşten daha sıcak. Ben yolu
tanıyorum. Eğer ona gitmek istiyorsanız size
kılavuzluk yaparım. Siz bugün düşünün. Yarın
tekrar toplanalım ve karar verelim .»
Kuşlar Hüdhüd'ün önerisini kabul ettiler ve
yuvalarına döndüler. Ertesi gün tekrar
toplandılar. Bütün kuşlar gelmişti. Toplantı
başladı. Kuşlar birer birer söz aldılar.
İlk önce bülbül konuştu. Toplantıya sarhoş
gelmişti. Dedi k i: « Kuşlar, ben güle aşığım. Ona
öyle aşığım ki, kendimi kaybettim. Her gece ona
şarkılar söylüyorum. Ben bir gece bile gülden
ayrılamam. Bu sevda bana yeter. Beni mazur
görün. Ben sizinle gelemem.»
Hüdhüd cevap verdi: « Sen gülün rengine
aşıksın. Ama bu aşk yüzeysel ve geçici, çünkü
öze aşık değilsin.»
Sonra kuğu kuşu ortaya geldi. Kanatlarını bir
iki kez havada savurdu, bütün kuşları selamladı.
Tüyleri bembeyazdı. «Kuşlar» dedi, «benim
varlığım suya bağlı. Her gün serin sularda yüzer,
30
koyu gölgelerde dinlenirim. Susuz yaşayamam
ben. Alınyazım böyle. Kızgın vadiyi susuz nasıl
aşarım ? Beni mazur görün, ben hayatımdan
m em nunum .»
Hüdhüd cevap verdi: « Sen rahatını seviyorsun.
Oysa zorluklarla olgunlaşır insan. Sen bu yol
için uygun değilsin.»
Sonra keklik yerinden kalktı, neşeli bir halde
salma salma ortaya geldi. Gagası kırmızıydı ve
siyahlar giyinmişti. Dedi ki: «Sevgili k u şlar!
Ben mücevher tutkunuyum. Bunun için yüksek
tepelerde uçar, taşlar üstünde uyur, devamlı m ü­
cevher ararım. Ben Simurg falan istemem. Çünkü
bu tutku bana yetiyor. Hem Simurg'un yolu çok
müşkül bir yol. Beni lütfen mazur g ö rü n ! »
Sonra alaüveyik kuşu geldi. « Ey deniz ve kara
kuşları» diye söze başladı, « ben kendi kendimle
meşgulum. Deniz kıyısında yaşarım. Yüzmeyi
bilmem ama, suyu o kadar çok severim ki, du­
daklarım kupkuru deniz kenarında dolaşır, yine
de bir damla su içmem. Çünkü denizi çok kıs­
kanırım, bir damla azalmasın isterim suyu. Ben
denizi terkedemem. Sizlere yolunuz açık olsun
derim .»
Hüdhüd cevap verdi: « Sen denize aşıksın ama,
onu tanımıyorsun. Denizin suyu bir acıdır, bir
tuzlu. Bir sakin, bir dalgalı. Deniz bir kararda
32
durmaz. Bir geri çekilir, bir coşar, bir köpürür ve
kendini kıyıdan kıyıya çarpar. Çünkü gönül hu­
zurunu bulamamıştır, isteğine kavuşamamıştır.
Denize aşık olan huzura kavuşamaz. O çok kişile­
rin gemisini yuttu. Bir çok insan onun girdabına
düşüp öldüler. Dalgıçlar onun için suyun altında
nefes almazlar, nefeslerini tutarlar. Yoksa deniz
hemen boğar öldürür. Sonra çöp gibi kıyıya
atar.»
Alaüveyik gitti, puhu kuşu ortaya çıktı. « Ey
kuşlar » dedi, « ben harabelerde doğmuşum, hara­
beleri kendime köşk seçmişim. Çünkü defineler
hep böyle yerlerde saklıdırlar. Bir define bulmak
umuduyla hep yıkık yerlerde dolaşırım. Bir gün
bir define bulurum, mutlu olurum umuduyla
yaşıyorum. Siz güle güle gidin. Ben Simurg'a
aşık değilim. Beni mazur görün.»
Hüdhüd bunun üzerine ayağa kalktı ve tüm
kuşlara seslendi. Dedi ki « Ey ku şlar! Simurg'a
ulaşmak ancak sevgiyle mümkündür. Aşk ise
cesaret ve feragat ister. Aksi takirde Simurg'a
ulaşmak mümkün değildir.»
Yüzbinlerce kuş Hüdhüd'ü kendilerine yol
gösterici seçtiler ve Simurg için yola düştüler.
34
Yol çok tuhaf bir yoldu ve kimsecikler yoktu.
Kuşlar korktular. Birbirlerine yaklaştılar, başbaşa
uçmaya başladılar. Dağlar gittikçe yükseliyordu,
vadi ateşler içinde yanıyordu. Güçlü bir rüzgar
esiyordu. Yıllarca uçtu kuşlar. Bir çoğu denizde
boğulup öldü, bir çoğu dağlarda donup kaldı,
çoğunun güneşten kanatları yandı.
Sadece otuz kuş vardı hedefe. Tepede çok güzel
bir saray gördüler. H üdhüd: «İşte padişahımız
Simurg'un sarayı bu », dedi. Kuşlar çok yorgun­
dular. Sarayın kapısını vurup içeri girdiler. Otuz
kuş Simurg'a baktılar, kendilerini gördüler. Si­
murg kendileriydi, hedefe varmışlardı.
Sofu ile konuk
Kentin birinde bir sofu yaşarmış. Günlerden bir gün
sofuya bir konuk gelmiş. Birlikte yemek yemişler,
sofu konuğunu hurmayla ağırlamış. Konuk hurm a­
dan pek hoşlanm ış: « Dostum bu ne tatlı hurma
böyle ! Böylesi bizim oralarda yetişmez. Bana bu
hurmaların çekirdeğinden ver de bahçeme dikeyim »
demiş.
S ofu: « Bir yararı olmaz dostum. Bu hurma yalnız
bizim buralarda yetişir, sizin topraklarda yetişmez
sanırım. Ayrıca sizin oralarda da kimbilir ne güzel
başka meyveler vardır. Bir hurma çekirdeğini oralara
kadar götürmek gereksiz. Bence olmayacak bir şeyin
ardından koşmak doğru değil.»
Sonra dinler üzerine konuşmuşlar. Konuk bu kez
ev sahibinin dinine imrenmiş, onun dinini daha inan­
dırıcı bulmuş.
Sofu bunu üzerine: « Sevgili dostum. Senin de çok
36
değerli bir dinin var. Senin kendi dininden vazgeç­
men hiç doğru olmaz. Bu karganın serçeye özenme­
sine benzer » deyip anlatmaya başlamış:
« Karganın biri seke seke yürüyen serçeye
özenmiş ve onun gibi yürüm ek istemiş. Ama tüm
uğraşısına rağmen bir türlü yürüyüşünü serçeninkine benzetememiş. Böylece kendi yürüyüşünü de
unutmuş ve en kötü yürüyüşlü kuş olmuş. Senin
de kendi özelliğini unutacağından korkarım .»
Ördek Ali
Vaktiyle Ali adında bir çocuk varmış. Bu çocuk pay­
tak paytak yürüdüğü için arkadaşları ona « Ördek
A li» adını takmışlar.
Gel zaman git zaman, Ördek J\li büyümüş. Ama
kendisine takılan « Ördek A li» adından bir türlü
kurtulamamış. Ne var ki Ali Efendi çok alıngan ve
sinirli bir insan olduğundan hiç kimse yüzüne karşı
«Ördek Ali» demeye cesaret edemezmiş.
Bir gün Ali Efendi bir arkadaşı ile yolda
yürürken ...
« Bugün hava çok bulutlu Ali Efendi.»
«Vay sen bana <Ö rdek>diyorsun ha? Al san a! »
« Dur, Ali Efendi d u r ! Ben sana öyle bir şey de­
medim ! Sadece hava bulutlu dedim .»
«İyi ya işte, <Ördek Ali >demeye getirdin ...»
« Nasıl olur kardeşim ?»
«Bal gibi olur. <Hava bulutlu>ne demek?»
«Ne demek?»
« Yağmur yağacak demek. Yağmur yağınca ne
olur?»
«Ne olur?»
38
« Orada burada sular toplanıp gölcükler oluşur.
Bu gölcüklerde ne y üzer?»
«Ne yüzer?»
« Ördekler yüzer elbette, açıkçası sen bana <Ördek
Ali> demek istedin.»
Nenni
Bebeği deveye çattım
bebeği deveye çattım
nenni nenni nenni nenni vay.
Çılburun boynuna attım
nenni de nenni de nenni de nenni.
Köpekler dağda uluşur
köpekler dağda uluşur
nenni nenni nenni nenni vay.
Eltim çadırda gülüşür
nenni de nenni de nenni de nenni.
40
H a lk tü r k ü s ü
Dere geliyor dere
yalele yalele
kumunu sere sere
yalelellim.
Al beni götür dere
yalele yalele
yarin olduğu yere
yalelellim.
Ben armudu dişledim
yalele yalele
sapını gümüşledim
yalelellim.
Sevgilimin adını
yalele yalele
mendilime işledim
yalelellim.
H a lk t ü r k ü s ü
Hamsi koydum tavaya,
başladı oynamaya.
Açtım, baktım, hamsi yok da
başladım ağlamaya.
Gemi geliyor gemi,
bacası ben olayım.
Şu İstanbul kızının da
kocası ben olayım.
Ha buradan aşağı da,
ben inemem inemem.
Ha canım küçücüksün de,
sözüne güvenemem.
Şarkı
Of o f !
Yürü dilber yürü, ömrümün narı.
Eridi, kalmadı dağların karı, aman.
Aman, aman sürmelim aman.
Günde on beş kere gördüğüm yari,
aylar, yıllar geçti de, göremez oldum, aman.
Aman, aman sürmelim aman.
Of of!
Kaşlar kara, gözler ela,
sürmeli gözlere ben yandım, aman.
Aman, aman ben yandım aman.
Of of!
Şu dağın başında bir top kar idim.
Yağmur yağdı, güneş de vurdu da, eridim, aman.
Aman, aman sürmelim aman.
Evvel yarin sevgilisi ben idim,
şimdi uzaklardan bakan ben oldum, aman.
Aman, aman sürmelim aman.
Of of!
Kaşlar kara, gözler ela,
sürmeli gözlere ben yandım, aman.
Aman, aman sürmelim aman.
/
46
Atasözleri ve deyim ler
Dört gözle beklemek
Kusursuz dost arayan dostsuz kalır.
Gülü seven dikenine katlanır.
Kafanı k u llan!
Köpek köpeği ısırmaz.
Ayağını yorganına göre u z a t!
Gönül ne kahve ister ne kahvehane.
Gönül sohbet ister, kahve bahane.
Hariçten gazel okumak
İş yattı.
Bana göre hava hoş.
Havanın ipi sapı yok.
Havadan sudan konuşmak
48
Ya olduğun gibi görün
ya göründüğün gibi o l !
Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer.
Haydan gelen huya gider.
Tadı damağımda kaldı.
O rhan P am uk: Bir başka O rhan
İstanbul'un sokakları içerisinde bir yerde, bizimkine ben- „
zeyen bir başka evde, her şeyiyle benim benzerim, ikizim,;
hatta tıpatıp aynım bir başka O rhan'ın yaşadığına ço­
cukluktan başlayarak uzun yıllar aklımın bir köşesiyle
inandım. Bu düşünceyi ilk nereden ve nasıl edindiğimi
hatırlamıyorum. Büyük ihtimal, yanlış anlamalar, rast­
lantılar, oyunlar ve korkularla örülmüş uzun bir süreç
sonunda fikir içime işlemişti. Bu hayal kafamda ışımaya ı
başlayınca neler hissettiğimi açıklayabilmek için onu en b4
lirgin şekliyle ilk hissettiğim anlardan birini anlatmalıyım!
50
Beş yaşımdayken bir ara bir başka eve yol­
lanmıştım. Annemle babam, kavgalarının ve
ayrılıklarının birinin sonunda Paris'te buluş­
muşlar, İstanbul'da kalan beni ve ağabeyimi de
birbirimizden ayırmışlardı. Ağabeyim Nişan­
taşı'nda, Pamuk Apartmam'nda, babaannem ve
aile kalabalığı ile birlikte kalıyordu. Beni ise
Cihangir'e teyzemin evine yollamışlardı. Sev­
giyle ve hep gülümseyerek karşılandığım bu
evin duvarında beyaz bir çerçeve içerisinde küçük
bir çocuk resmi asılıydı. Arada bir, teyzem ya
da eniştem duvardaki resmi gösterip, « Bak bu
sensin », diye gülümserlerdi.
Resimdeki iri gözlü bu sevimli çocuk, evet,
biraz bana benziyordu. Onun da başında benim
sokağa çıktığım zaman taktığım kasketlerden biri
vardı. Ama gene de onun tam benim resmim ol­
madığım biliyordum. (Aslında resim Avrujpa'dan
gelmiş kitsch bir sevimli çocuk reprodüksiyonuy­
du.) Hep düşündüğüm, bir başka evde yaşayan
öteki Orhan bu olabilir miydi ?
Ama şimdi ben de bir başka evde yaşamaya
başlamıştım. Sanki İstanbul'da bir başka evde
yaşayan benzerimle buluşabilmek için benim de
bir başka eve gitmem gerekmişti, ama hiç mem­
nun değildim bu buluşmadan. Asıl eve, Pamuk
Apartmam 'na geri dönmek istiyordum. Duvar­
daki resmin ben olduğunu söylediklerinde, aklım
biraz karışır, ben, benim resmim, bana benzeyen
resim, benzerim, bir başka ev hayalleri birbirinin
içine geçer, eve geri dönmek, hep orada aile kala­
balığıyla birlikte olmak isterdim.
52
Yaşar K em al: İnce M emed şehirde
Çarşının ortasına geldiler, şaşkın şaşkın durdular.
Öylece dikilmiş dört yanı seyrediyorlardı. Güneş
alabildiğine çökmüştü. Çarşının kalabalığı onlara
görülmedik bir kalabalık göründü. Memed, kendi
kendine «Karınca gibi kaynaşıyorlar» dedi. Şerbet­
çiler sarı pirinç güğümlerini yüklenmişler, ellerin­
deki sarı pirinç taslarını şakırdatarak bağırıyorlardı:
« Ş erbet! Ş erbet! Bal şerbeti! Meyan k ökü! Bir
içen pişman, bir içmeyen ! »
Sarı pirinç güğümlere gün vurup şavkıtıyordu.
Gözü sarı pirinç güğümde kalan Memed, güğümü
yakından görebilmek için:
« Şerbetçi, bana bir şerbet v e r ! » dedi.
« Arkadaşıma da v e r ! »
Şerbetçi öne doğru eğilerek, tası doldururken, o,
parlayan pirincin üzerinde korkarak elini dolaştırdı.
Şerbetçi ikisine de birer tas şerbet doldurdu uzattı.
Şerbet soğuk, buz gibi köpükleniyordu. Her ikisi de
şerbeti ancak yarısına kadar içebildiler. Hoşlarına
gitmedi.
Bir köşe başında, yüksekçe bir kütüğün üstüne
oturmuş biri nal dövüyordu. Nal şakırtısına tü r­
54
küler döktürüyordu. Bu, kasabanın meşhur kör
hacısıydı.
Burnuna hoş bir koku geldi sonra. Bu, kebap ko­
kuşuydu. Arkalarına dönünce, bir yıkık dükkanın
içinden yağlı dumanların çıktığını gördüler. Dum an­
dan keskin bir et kokusu, yağ kokusu fışkırıyordu.
Koku başlarını döndürdü. Kebabçıdan içeri,
kendiliğinden giriverdiler. Kebabı utana utana ye­
diler. Sanki dükkandaki insanların hepsi durmuş,
onlara bakıyordu. Kebapçı dükkanından çıktıkları
zaman serseme dönmüşlerdi.
Çarşıyı bir uçtan bir uca iki üç sefer katettiler.
Memed Mustafa'ya döndü:
« Buranın Ağası yoğumuş » dedi.
M ustafa:
« Sahiden.»
Memed:
« Ağasız k ö y ! »
Krepler asılı bir dükkana girdiler. Memed, bir ipek
krep seçti. Sarı ipektendi. İpeği avucunda sıktı, sonra
da açtı. Krep avucundan yere kaydı. Has ipek!
Aldılar, dışarı çıktılar. Mustafa Memed'e göz kırptı:
«Hatçeye değil m i?»
Memed :
«İyi bildin Mustafa. Akıllı oğlansın ! » diye alay
etti. Dün akşamki helva yedikleri dükkandan helva
aldılar. Sonra fırından da sıcak ekmek aldılar. Ekme­
ğin üstünden sıcak sıcak buğu çıkıyordu. Helvayla
ekmeği bir mendile koydular, bağladılar.
Pazaryerindeki beyaz taşın üstüne oturmuşlar,
manavlardaki öbek öbek sarı portakallara gözlerini
dikmişlerdi. Kalktılar, birer tane portakal aldılar,
soydular.
Köye doğru yola düştüklerinde vakit öğleye ge­
liyordu.
Ferit E d g ü :
A t uşağı Ç ak ır'ın beş fotoğrafı
Foto ı
İki yaşlarında bir çocuk. Toz toprak içinde bir yolda.
Çevrede ondan başka hiçbir canlı yok. Ne bir in­
san, ne bir hayvan.
Cansız bir nesne de yok. Yalnızca bir yol.
Çocuk, bir eli burnunda, ağlıyor. Ayakta durmakta
güçlük çekiyor gibi.
58
Yapayalnız bırakılmış bir çocuk belli. Anası bıra­
kıp gitmiş.
Belki dönüp aramayacak.
Bu tostoparlak yalnız çocuğun fotoğrafı belki bir
gazetede yayımlanacak. Büyük bir olasılıkla şu
altbaşlıkla: « Sokak ortasına terkedilmiş bir çocuk
bulundu. Kimliği meçhul sakat yavru Darülaceze'ye
teslim edildi.»
Foto 23
Çakır ve babam bir yer sofrasında. İkisi de bağdaş
kurup oturmuşlar.
Çakır'ın sağ eli havada, bir şeyler anlatıyor olmalı.
Babam kahkahalarla gülüyor.
Foto 11
Çakır bir kır yemeğinde.
Yere, çimenlerin üzerine hasırlar serilmiş.
Hasırın üzerine bir ağacın (dut olsa gerek) gölgesi
düşmüş.
Bir hayli karanlık bir fotoğraf. Çakır'ın yanında
babam.
Önde annem. Ablam ayakta. Ben yokum.
Çakır, elindeki kadehi kaldırmış. Babam Çakır'a
bakıyor ve gülüyor.
Serin bir gün.
Foto 10
Çakır, bir pazar kayığında, küreklerin başında. Yaka
bağır açık. Boynuna çarşaf gibi bir mendil dolamış.
Gözlerinin içi gülüyor.
Sanki bir müşteri bekliyor. Ya da müşteriler.
Oysa biliyorum, bu kayıkla, ben, kızkardeşim,
kızkardeşimin arkadaşı Zehra, annem, annemin
60
komşusu Kıymet Hanım, kızı Işık, oğlu dört par­
mak Aslan, Kâğıthane'ye gideceğiz.
Henüz küreklere asılmamış Çakır, henüz Sütlüce'yi bulmamışız - yorgunluğu yüzünde belir­
mediğine göre.
Foto 3
Bir karpuz sergisi. Oyulmuş karpuzlardan fener­
ler yapılıp asılmış. Karpuzların ortasında Çakır.
Bir elinde bir bıçak, öbüründe kocaman, güçlükle
tuttuğu belli bir karpuz. Sağ elindeki bıçağı
karpuza batırmış. Karpuzun kan gibi çıkacağın­
dan emin. Belki de o garip sesiyle bağırıyordu
bu fotoğraf çekilirken: Karpuzu kestim kan
çıktı ...
Foto 25
B en: yataktayım. Gülümsüyorum, ama yüzüm solgun.
Belli ki, geçirdiğim dizanteri sırasında çekilmiş bir
fotoğraf.
Çakır, başucumda, yere oturmuş, yorganın üze­
rindeki elimi tutmuş, unutmadığım masallarından
birini anlatıyor olmalı :
« - Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,
deve tellâl, Çakır arabacı iken, Beyin biricik oğlu
hastalanmış ...»
Aziz N e sin : Damda deli var
Bütün mahalle ayağa kalktı:
« Damda deli v a r ! »
Sokak, bir baştan bir başa, deliyi seyre gelenlerle
dolmuştu.
62
Önce karakoldan, sonra emniyet müdürlüğünden
arabalarla polisler geldi. Arkadan itfaiye yetişti.
Delinin annesi:
« Yavrum, oğlum, in aşağı! Hadi çocuğum ! » diye
yalvarıyordu.
Deli de, aşağıdakilere:
« Muhtar yapmazsanız, kendimi aşağı atarım ! »
diyordu.
İtfaiye erleri, deli aşağı atlarsa tutabilmek için
branda bezini açtılar. Dokuz itfaiyeci, uçlarından
tuttukları branda bezini apartımanın çevresinde
dolaştırmaktan ter içinde kalmışlardı.
Komiser:
« Kardeşim, yahu, in be aşağı! »
« Şunlara b a k ! Beni aşağı indireceğinize siz yukarı
çıksanıza.»
Kalabalıktan biri, oradakilere:
« M uhtar yaptık diyelim » dedi.
Başka b iri:
« Olmaz yahu » dedi, « deliden m uhtar olur mu
hiç?»
«Allah Allah. Gerçekten m uhtar yapacak değiliz
y a .»
64
Bastonuna dayanmış bir ih tiy ar:
« Olmaz » dedi. « Gerçekten de, şakadan da yap­
sanız olmaz.»
« Belki iner.»
«İnmez. Ben bunları bilirim. Bir kere yukarı
çıktılar mı, artık inm ezler.»
Aşağıdan birisi.
« Seni m uhtar yaptık! » diye bağırdı, « haydi in
aşağı!»
Deli, oynamaya başladı:
« İnmem ! Şehir meclisine üye yapmazsanız,
kendimi aşağı atarım .»
İhtiyar yöresindekilere:
«Nasıl» dedi, «ben size demedim mi?»
Komiser:
«Yaptık», dedi, «seni Şehir Meclisi'ne üye
yaptık. Hadi kardeşim, in aşağı da arkadaşlarını
bekletm e!»
«İnm em ! Belediye başkanı yapın ineyim ! »
İhtiyar:
«Gördünüz mü» dedi. «Şimdi hiç inmez.»
66
İtfaiye kom utanı:
«İn kardeşim ! Seni belediye başkanı yaptık, in
de görevine başla! »
Deli göbek atarak:
«İnmem » dedi, « bir deliyi belediye başkanı
yapanların arasında benim ne işim var? İnmem ! »
« Peki ne istiyorsun ?»
Deli bar bar bağırıyordu:
«Başbakan yapmazsanız, kendimi aşağı atarım.»
« Yaptık! » diye bağırdılar, « seni başbakan
yaptık.»
İhtiyar adam :
«İnm ez! » dedi.
Damda göbek atan deli:
«İmparator yapın ineyim, yoksa kendimi aşağı
atarım .»
İh tiy ar:
«Atar» dedi.
« Yaptık! » diye bağırdılar. « Seni imparator yaptık.
Haydi gel aşağı! »
Deli:
« Sizin gibi serserilerin arasında benim gibi im ­
paratorun ne işi var?» dedi.
«Peki, ne istiyorsun? Söyle de onu yapalım. İn
be kardeşim !
Damdaki deli:
«Ben imparator muyum?» diye sordu.
Aşağıdan bağırdılar:
«İm paratorsun!»
« Madem ki imparatorum, canım isterse inerim,
istemezse inmem. İnmiyorum iş te ! »
Komiser kızdı: « Atlarsa atlasın be ! Bir deli
eksik olur dünyadan! » diye düşündü. Düşündü
ama, başına bir iş çıkabilirdi.
İtfaiye komutanı, ihtiyara:
« Şimdi ne yapacağız ?» diye sordu, « bu deli hiç
aşağı inmez mi ?»
« İner.»
«Nasıl?»
« Bırakın da ben indireyim ! »
Herkes ihtiyarın deliyi nasıl aşâğı indireceğini
merak ediyordu.
İhtiyar, damdaki deliye:
«İmparator hazretleri! » diye bağırdı, « acaba
altıncı kata çıkmak arzu buyurulur m u ?»
Deli gayet ciddi.
«Pekala» dedi.
Dama açılan delikten içeri girdi. Merdivenleri
indi. Altıncı kat penceresinden kalabalığa
bakıyordu.
İhtiyar:
« Haşmetpenah ! Beşinci kata çıkmak istemezler
m i?» diye sordu.
Deli: « Ç ıkarım ! » dedi.
Herkes şaşkınlık içindeydi. Deli beşinci kata
inmişti.
İhtiyar:
« Beyefendi hazretleri, dördüncü kata çıkmak iste­
mezler mi?» diye sordu.
70
Deli bir kat daha inmişti.
İh tiy ar:
« Saygı değer imparatorum, acaba üçüncü kata
çıkmak arzu buyururlar mı?» dedi.
Deli:
« Elbette ! » diye cevap verdi
Deli üçüncü kat penceresindeydi. Artık damdaki
gibi göbek atmıyor, oynamıyordu. Üzerine gerçek
bir kral ciddiliği gelmişti.
« Muhterem imparatorumuz, ikinci kata çıkmak
istemezler mi ?»
«İsterim .»
İkinci kata da inmişti.
«Zati haşmetpenahileri birinci kata çıkmak iste­
mezler m i?»
Deli birinci kata inmiş, ordan da sokağa gelmişti,
kalabalığın arasındaydı. Doğruca ihtiyarın yanma
gitti. Elini ihtiyarın omzuna koydu :
«Ulan» dedi, «senin de deli olduğun nasıl belli.
Deli, delinin halinden anlar.»
Deliyi götürürlerken, meraklı bir kalabalık ih­
tiyarın yöresini aldı.
«Beybaba, nasıl yaptın bu işi yahu?»
İh tiy ar:
72
« Eeee ...» dedi, « kolay değil, elli yıl politika için­
de yoğrulduk.»
Sonra bir göğüs geçirerek:
« Ah, a h ! ...» dedi, « şimdi bacaklarımda derman
olsa, ben de dama çıkardım, hem beni kimse de aşağı
indiremezdi.»
Cahit K ülebi: Hikâye
Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut b iraz!
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa b iraz!
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur b iraz!
Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı,
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!
Benim doğduğum köylerde
İnsanlar gülmesini bilmezdi,
Ben bu yüzden böyle naçar kalmışım
Gül b iraz!
74
Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Hep bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz l
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin !
Benim doğduğum köyler de güzeldi
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat b iraz!
N âzım H ik m et: D avet
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim.
7b
O rhan Veli: İstanbul'u dinliyorum
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor,
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmıyan çıngırakları.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Kuşlar geçiyor, derken,
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık;
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Serin serin Kapalı Çarşı;
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa;
Güvercin dolu avlular.
Çekiç sesleri geliyor doklardan;
Güzelim bahar rüzgârında, ter kokuları.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
78
.. f a . i l .
.
..
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı,
Başında eski âlemlerin sarhoşluğu,
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Bir yosma geçiyor kaldırımdan,
Küfürler, şarkılar, türküler, lâf atmalar;
Bir şey düşüyor elinden yere Bir gül olmalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde.
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum,
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum.
Beyaz bir ay doğuyor, fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum.
İstanbul'u dinliyorum.
80
Nâzım H ikm et: En güzel deniz
En güzel deniz
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz
henüz söylememiş olduğum sözdür.
Aşık V eysel: Yurt ürünleri
Bu dünyanın meyvesini
Yesem amma yesem amma
Arasam bulsam hasını
Yesem amma yesem amma
Amasya'nın elmasını
Zile pekmez çalmasını
Sivas'ın da kıymasını
Yesem amma yesem amma
Gezsem Tokat'ın bağını
Emlek'in taze yağını
Erzurum 'un kaymağını
Yesem amma yesem amma
Konya'nın güzel buğdası
Sivas'ta Çorum'da hası
Ayıntab'ın çiğ köftesi
Yesem amma yesem amma
82
Güzel olur Türkmen kızı
Yanakları kıpkırmızı
Diyarbakır'ın karpuzu
Yesem amma yesem amma
Mersin Dörtyol portakalı
M araş'tan da pirinç geli
Malatya'da dut zerdali
Yesem amma yesem amma
Ah İzmir'in kuş üzümü
Pek severim boğazımı
Kazova'nın yaş üzümü
Yesem amma yesem amma
Kastamonu'nun kendiri
Bursa'nın ipek mendili
Edirne'nin hoş peyniri
Yesem amma yesem amma
İstanbul Ankara ayar
Her ne dersen bunlarda var
Şarap pirzolayı sever
Yesem amma yesem amma
Melisa G ü rp ın ar: lâmia hanımefendi
İstanbul'a bir zamanlar çok kar yağardı
çok kar
paltolu ve fötr şapkalı beyefendiler
içi tavşan kürklü eldivenlerini giyer
çay içmeye çıkarlardı
beyoğlundaki pastahanelere
84
ceplerinde fransızca gazetelerle
ve şosonlu tilki kürklü hanımefendiler de
Şişhane'de fuat bey apartmanında
lâmia hanımefendinin karanlık
ve hep havagazı kokan dairesinde
kadife perdeler ardında çay içerlerdi
kristal bardaklarla
uzun bir masanın üstündeki kurabiyeler
bir ömre yeterdi belki de
M elih Cevdet A n d a y : Çürük
Akasya ağaçları akasya kokuyor
Bahçelerde güller gübreler kokuyor
Geçen otomobil benzin kokuyor
Otomobilin içindeki kadın lavanta kokuyor
Kadının lavantası dehşet kokuyor
Bu lavanta kokusunu koklayan adam ne kokuyor
Rakı kokuyor
Kızlar oğlanlar ter kokuyor
Hastaların kapanmamış yaraları kokuyor
86
Sağlamların açılacak yaraları kokuyor
İnsanların elleri, gözleri, kalpleri kokuyor
Açlıktan nefesleri kokuyor
Çürüyen dişleri, derileri, beyinleri kokuyor
Duyguları, düşünceleri, sesleri, sözleri kokuyor
Yazdıkları, okudukları kokuyor
Çürüdükçe kokuyor
Kitaplar, dergiler, afişler, mektuplar kokuyor
Dostluklar, aşklar, arkadaşlıklar kokuyor
Havalandırılmamış odalar kokuyor
Havalandırılmış odalar kokuyor
Sofalar, evler, apartm anlar kokuyor
Mahalleler, şehirler, memleketler, kıtalar kokuyor
Çürüdükçe kokuyor
Duymuyor musunuz kokuyor
Kokuyor kokuyor kokuyor kokuyor.
Serkan A car: Kâzım Dirik sokağı'nda akşam
Hüseyin amca
Elinde nargilesi,
Tütün dumanı süzer sudan.
Dalar gider çocukluğuna,
Ta Girit adasına.
Koşar uçurtmasının arkasından yalınayak.
Sütçü Nurettin
Dayanır akasyaya,
Önünde ada çayı.
Bilmem kaçıncı kez anlatır
Çanakkale Savunması'm.
\
/ ^
Ayşe teyze
Hep oya örer.
Torunu Zeynep'e çeyiz.
Arada bir de geçenlere bakar,
Gözlüğünün üstünden.
Kebapçı Nihat'in Seyhun
Amcasına küfreder.
Almanya'dan top getirmedi, diye.
Kasap Ali
Hırlaşan köpekleri kovar.
Elinde sopa, ağzında küfür.
Postacının kızı Melahat
Cam siler, türkü mırıldanarak.
Kur yapar kahvecinin oğluna.
Tahsildar Kemal'in kızı
İp atlar.
Saçları bir o yana, bir bu yana.
Birazdan sokağın ilk ışıkları yanar.
Etrafa yemek kokusu yayılır.
İlk işçiler döner, yorgun yüzleriyle.
Çatıdaki güvercin çoktan döndü yuvaya.
90
O rhan Veli: Ne kadar güzel
Çayın rengi ne kadar güzel,
Sabah sabah,
Açık havada!
Hava ne kadar gü zel!
Oğlan çocuk ne kadar g üzel!
Çay ne kadar güzel!
A hm et Kutsi Tecer:
Orda bir köy var uzakta
Orda bir köy var uzakta
O köy bizim köyümüzdür
Gezmesek de tozmasak da
o köy bizim köyümüzdür
Orda bir ev var uzakta
O ev bizim evimizdir
Yatmasak da kalkmasak da
o ev bizim evimizdir
92
Orda bir ses var uzakta
O ses bizim sesimizdir
Duymasak da tınmasak da
o ses bizim sesimizdir
Orda bir dağ var uzakta
O dağ bizim dağımızdır
İnmesek de çıkmasak da
o dağ bizim dağımızdır
Orda bir yol var uzakta
O yol bizim yolumuzdur
Dönmesek de varmasak da
o yol bizim yolumuzdur
Süleym aniye Camii ve M im ar Sinan
İstanbul'un Süleymaniye semtinde bulunan
Süleymaniye camii Mimar Sinan'ın ünlü eser­
lerinden biridir. Sinan bu camiyi Kanuni Sultan
Süleyman adına 1550-1557 yılları arasında inşa
etmiştir. Caminin ince uzun dört minaresi Kanu­
ni Sultan Süleyman'ın İstanbul'un fethinden
sonraki dördüncü padişah olduğunu anlatır. İki
minaredeki üçer, öteki ikisindeki ikişer şerefe94
den toplam on şerefe ise, yine Kanuni'nin Osmanlı padişahlarının onuncusu olduğunu sim­
geler.
Sinan minareleri caminin bulunduğu avlunun
dört köşesine yerleştirmiştir. Caminin yakının­
daki iki minare daha uzun ve üçer şerefelidir.
Diğer iki minare ise daha kısa ve ikişer şerefelidir.
Avluya üç kapıdan girilir. Ortadaki kapı en
büyüğüdür. Kapının üstü mermer işlemelidir ve
Selçuklu işlemesini andırır. Avlunun ortasında,
dikdörtgen şeklinde, tunç kafesli güzel bir şadır­
van vardır.
Sinan orta kubbeye beş metre çapında, ağız­
ları içeri dönük altmış dört küp yerleştirerek
camiye mükemmel bir ses düzeni kurmuştur.
Bu büyük kubbenin altındaki bir fısıltı caminin
her tarafında kolaylıkla duyulabilir. Cajminin
avlusu etrafındaki okul, hastane, hamam, kü­
tüphane, çeşme ve aşevi yapıları cami ile bir
bütün oluşturur.
Süleymaniye Camii'nin öyküsü şöyledir:
Bir gün sultan altmış yasındaki ünlü Sinan'ı
saraya çağırtır ve çok görkemli bir cami
96
yaptırmak isteğini Sinan'a açıklar. Sinan ca­
miyi inşa edeceği en uygun yeri bulmak için
bir hafta izin isteyip İstanbul'u dolaşır. Ayasofya gibi ilk bakışta göze çarpmalı ve memleketi
Kayseri'nin Erciyes Dağı gibi görkemli olmalı,
diye düşünür. Bu düşüncelerle şehrin üçüncü
tepesine çıkar. Tüm Haliç ve Marmara Denizi
ayaklarının altındadır. İşte Sinan en uygun
yeri bulmuştur.
Padişah düşünceyi beğenir. Sinan padişaha
sekiz yıl gibi kısa bir sürede camiyi tamamlaya­
cağına söz verip hemen işe başlar. Ülkenin her
tarafından en iyi taş ustaları, duvarcılar, en
güçlü işçiler İstanbul'a çağrılır. Tepe arı kovanı
gibidir. Gece gündüz çalışılır. Bir yılda temel
kazılır. Duvarcılar kesme taşlarla temeli örer­
ler. Temel bitince Sinan işi durdurur. Usta ve
işçilere ücretlerini ödeyip onları memleketle­
rine gönderir. Bu herkesi şaşırtır. Tepe henüz
bomboştur. Bir çoğu: « Sinan yaşlandı, bu işi
bitiremez » der. Sinan ise temelin yerleşmesi
için işi durdurmuştur. Kış bitince tüm işçiler
tekrar İstanbul'a dönerler.
98
Ortadaki büyük kubbeye destek olacak dört büyük
sütun gerekiyordur. Bunlardan ikisini Sinan İstan­
bul'da bulur. Bu sütunlar Bizanslılar'dan kalmadır.
Öteki sütunların biri İskenderiye'den, İkincisi Balbek'ten getirtilir. Ak mermerler Marmara Adası'na ıs­
marlanır, yeşil mermerler de Arabistan'dan getirtilir.
Sekiz yıl sonra caminin yapımı bitmiş, açılış tö­
reni başlamıştır. Sinan altın anahtarı padişaha uzatır.
Kanuni başını sallayıp, « Sinan » der, « bu senin ese­
rin, kapıyı açmak şerefi de sana aittir».
« Koca » Sinan 1489 yılında Kayseri'nin Ağrınaz
köyünde doğmuş ve devşirme yoluyla Osmanlı
hizmetine alınmıştır. İstanbul'daki saray okulunda
eğitilmiş ve Yeniçeri ordusunda görev yapmıştır.
Köprü yapımı ve buna benzer askeri mühendislik
işlerinde kendini göstermiş, 1539 yılında Mimarbaşı
ünvanım almıştır. Mekke ile Balkan Yarımadası
arasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun çeşitli yer­
lerinde 84 cami, 51 mescit, 57 medrese, 7 okuma
odası, 22 türbe, 17 imaret, 5 su yolu, 8 köprü, 18
kervansaray, 3 hastane, 35 saray, 8 mahzen ve 46
hamam olmak üzere toplam 361 yapıt inşa etmiştir.
Sinan 1588 yılında İstanbul'da ölmüş ve Kanuni
Sultan Süleyman gibi Süleymaniye Camii'nin
yanma gömülmüştür.
İstanbul'un ilk kahvehaneleri
1635 dolaylarında tarihçi İbrahim Peçevi şöyle an­
latıyor :
962 (1555) yılına kadar, yüce İstanbul kentinde
kahve ve kahvehane yoktu. O yıllarda, Halepli Ha­
kim adında bir adam ile, Şamlı Şems adında bir
100
şaklaban, İstanbul'a geldiler, her biri, Tahtakale de­
nen semtte geniş bir dükkan açarak kahve satmaya
başladılar. Bu dükkanlar bir takım avare ve zevk
düşkünü kişilerin ve hatta okumuş yazmış kişilerin
buluşma yeri oldu. Kimi kitap okuyor, kimi tavla,
satranç oynuyor, kimi de edebiyattan söz ediyordu.
Öylesine bir hal aldı ki, işsiz memurlar, eğlence
arayan hocalar ve işsiz güçsüzler bu dükkanları
doldurdular.
Bu kahvehaneler öylesine bir ün kazandı ki,
yüksek memurların yanında büyük adamlar bile
buralara dadandılar.
İmamlarla müezzinler ve ikiyüzlü softalar:
«İnsanlar kahvehanelere dadandı ve artık kimse
camilere gelmez o ld u ! » diye yaygarayı bastılar.
Ulema dedi k i: « Kahvehaneler kötü işlerin döndüğü
yerdir; meyhaneye gitmek, kahvehaneye gitmekten
yeğdir.» Vaızlar kahvehaneleri yasaklamak için
büyük çaba gösterdiler. Kavrulan her şeyin şeriata
aykırı olduğu konusunda müftüler fetva çıkarttılar.
Tanrı rahmet eylesin, Sultan Üçüncü Murat Han'ın
zamanında, büyük yasaklar kondu ama, kimi adam­
lar kenar sokaklarda, göze batmayan dükkanlarda
kahve satmayı sürdürdüler. Bu davranışlarına göz
yumuldu.
102
Zamanla kahve satışı öyle bir yaygınlaştı ki, yasak
kaldırıldı. Şimdi müftüler, kahvenin tümüyle kö­
mürleşmediğini ve bu yüzden içilmesinin günah
olmadığını söylüyorlar. Ulema, vezirler ve ileri
gelenler arasında kahve içmeyen kalmamıştır artık.
Hatta öylesine bir dereceye ulaştı ki, sadrazamlar
bile yatırım olarak büyük kahvehaneler açtırıp
günde bir iki altına kiraya vermeye başladılar.
Patlıcan salatası (Meze)
Malzemeler:
2 patlıcan
1 büyük domates
1 limon
tuz
maydanoz
zeytinyağı
Patlıcanları yıkayıp iğneleyiniz, ızgaraya koyup
fırına veriniz. Orta derece ateşte patlıcanlar iyice
pörsüyünceye kadar kızartınız (aşağı yukarı 30 da­
kika). Fırından çıkarınız, kabuklarını soyup patlı­
canların karınlarını uzunluğuna yarınız ve çekirdek­
lerini çıkarınız. Üzerlerine limon sıkıp on dakika
104
dinlenmeye bırakınız. Sonra bir kaseye koyup
kaşıkla iyice eziniz. İnce doğranmış domatesi kaseye
ilave ediniz. Tuz ve kıyılmış maydanozu serpip zey­
tinyağı akıtınız ve karıştırıp sofraya koyunuz.
Yayla çorbası (dört kişilik)
Malzemeler:
ı yum urta
8 yernek kaşığı yoğurt
1,5 litre su
bir avuç yıkanmış pirinç
tuz
kıyılmış taze veya kuru nane
Yoğurt ve yum urtayı çırpınız. Sonra soğuk su ile
tencerede iyice karıştırınız. Yarım çay kaşığı tuzu
ve yıkanmış pirinci ilave ediniz. Pirinç iyice pişin­
ceye kadar (20-25 dakika) hafif ateşte devamlı
karıştırınız. Üzerine ince kıyılmış naneyi serpip
servis yapınız.
Bir m ektup
Sevgili arkadaşım,
mektubumdaki bazı kelimeleri sözlükte bula­
madığını yazıyor ve nedenini soruyorsun. Bu
karışık ve uzun bir mesele. Fakat anlatmaya
çalışacağım.
Bildiğin gibi Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda
Sevr Antlaşması ile Osmanlı imparatorluğu fes­
hedildi. Ayrıca ülke îngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve sonra da Yunanlılar tarafından işgal edildi.
106
Bunun üzerine Mustafa Kemal 1919'da Anadolu­
'da Kurtuluş Savaşı'nı başlattı. Bu savaş dört yıl
sürdü. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti ku­
ruldu. Cumhuriyetle, onun ilk cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal bir çok yenilikler ilan etti. Bu
yenilikler Türkiye'de « Atatürk devrim leri» adıyla
anılır. Bunlardan en önemlisi: Saltanat ve hilafet
kaldırıldı, din dünya işlerinden ayrıldı (1928),
İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi (1926), böylece çokeşlilik yerini tekeşliliğe bıraktı. Uluslara­
rası saat ve takvim benimsendi (1926). Kadınlara
seçme ve seçilme hakkı tanındı. Dinsel giysiler ve
çarşaf yasaklandı, fes yerine şapka giyildi (1925).
Tarikatlar yasaklandı, tekke ve türbeler kapatıldı
(1925). 1934 yılında Soyadı Kanunu getirildi.
Mustafa Kemal, Atatürk soyadını aldı.
Bu çağdaşlaşma ve yenileşme sürecini tamamla­
mak için dil ve yazı da yenilendi. Türkler M üslü­
manlığı kabul ettikten sonra Arap alfabesini benim­
semişlerdi. Ancak Arap alfabesi Türkçe'ye uygun
değildi; bir kelime farklı okunup farklı yazılabiliyor­
du. 1928 yılında Arap alfabesi kaldırıldı ve Latin
harfleri benimsendi.
108
Osmanlı İmparatorluğu'nun 13. yüzyılda ku­
ruluşundan 1928 yılına kadar, devletin resmi dili
Osmanlıca idi. Osmanlıca, Türkçe, Arapça ve Fars­
ça'nın karışımından oluşan yüksek bir edebiyat ve
saray diliydi. Bizde bir deyim vardır: «Türk, ailesine
Türkçe, Allahına Arapça, sevgilisine ise Farsça ses­
lenir !»
Halk ama Türkçe konuşuyordu. İşte Atatürk bunu
dayanak aldı. Yeni ulusal bilinci kendi dil kökeni
üzerine kurdu. Böylece Türkçe yabancı kelimelerden
arındırılmak istendi. Çünkü yabancı sözcüklerin
yüzdesi, Türkçe sözcüklerden fazlaydı: Yüzde 43
Türkçe sözcüğe karşılık yüzde 57 yabancı sözcük
vardı. Bugün ise kullanılan sözcüklerin ortalama
yüzde 72'si Türkçedir. Arapça ve Farsça kelimelerin
yerine Türkçe kökenli yeni kelimeler türetmek için
1932 yılında «Türk Dil Kurumu» kuruldu.
Zaten dilde sadeleşme ve Latin harflerinin
alınması 19. yüzyıldan beri tartışma konusuydu.
Bugün Türkiye'de aydınlar arasında dil kullanımında
110
hala çok farklı görüşler var. Bir kısmı A tatürk'ün
dil devrimine sadık kalıp « öz Türkçe » konuşmayı
tercih ederken, bir kısmı Osmanlı kültür m ira­
sını devam ettirmek için Osmanlıca kelime ve
kavramlar kullanıyor.
Türk Dil Kurumu bir çok yeni kelimeler türetti.
Bunların bir çoğu tuttu. Ama bu öz Türkçe keli­
melerden bir çoğu sözlüklere girmedi. İşte sorun
buradan kaynaklanıyor. Bulamadığın kelimeleri
bana yazarsan, anlamlarını gelecek mektupta
sana açıklarım.
Öperim.
Bir yaşam hikayesi
1941'de Anadolu'nun küçük bir köyünde
doğdum. Resmi doğum tarihim doğru değil.
Annem kiraz ayında doğduğumu hatırlardı. Bu
haziran da olabilir, temmuz da. Bizim oralarda
doğum tarihinin bir anlamı yoktu eskiden.
Tahmin edilirdi sadece. «Sen» derlerdi büyük­
lerimiz, «Erzincan depreminde doğdun»,
veya «Çanakkale Savaşı'nda». Olaysız yıllarda
doğan çocukların ise hatırlanamazdı doğum
tarihi.
Bizde isimlerin de bir anlamı vardır. Mesela
çocuk istenmiyorsa artık, bu son olsun anla­
mında Yeter adı verilir. Benim adım ise Dur­
sun. Yani annemin çocuğu durmazmış, doğan
çocuk hep ölürmüş. İşte bu çocuk bari yaşasın
anlamında Dursun adını vermiş bana. Allah da
annemin arzusunu kırmayıp beni ona
bağışlamış. Babam ben küçükken ölmüş.
112
Okul yoktu bizim köyde. Annem ise şehirde
okula göndermek istemedi; «bu çocuk evimin
orta direği» deyip reddetti. Fakat «kör, cahil
kalmasın oğlum » diye köy hocasından ders
aldırttı. İki sene eski Türkçe öğrendim, yanında
yeni Türkçe'yi de gösterdi bana.
Büyüdüm, evlendim, asker oldum. Sonra bir
toprak kayması oldu köyümüzde. Afetzedelere
işçi olarak Avrupa'ya gitmek için öncelik imkanı
tanınıyordu. Köyden bir grup genç arkadaşla
Almanya'ya gitmek için başvurduk. Çok sürmedi
istek kağıtlarımız geldi. Ama tam bu sırada an­
nem ağır hastalandı. «Sevgili oğlum» dedi, «bu
senin kısmetin. Gitmezsen hakkımı helal et­
mem. » Elini öpüp son kez vedalaştım. Hanım
ve çocuklara da en kısa zamanda yazacağıma söz
verdim. Tüm köylü: kadın, erkek, ihtiyar ve genç,
çoluk çocuk bizi yolcu etmek için toplanmıştı.
Kimi yolcuların boynuna sarılıp ağlıyor, kimi
cebimize para sokuyordu. Gurbet, ne olur, ne
olm az! Hem gidip gelmemek, gelip görmemek
de var. Arkamızdan sular serpildi. Su gibi çabuk
gidip gelsinler diye.
114
Önce okuma yazma sınavından geçtik, sonra
da İstanbul'daki Alman Konsolosluğu'nda Alman
doktorlar heyetinin tepeden tırnağa sağlık kon­
trolünden. Tansiyonu hafif yüksek olanlar bile
alınmıyordu. Bizim gruptan sadece bir kişi gele­
medi. Çünkü kaç çocuğun var sorusuna « beş »
deyince, « Sen gidemezsin » dediler. En fazla üç
çocuk olması gerekiyormuş.
Almanya'ya gidenler için çok türküler
yakılm ıştı: « Almanya acı vatan, adama hiç gül­
müyor » diye. Ya giden bir daha dönmüyordu, ya
da ailesini unutup para göndermiyordu. Ama ben
bu türkülerin kahramanı olmayacaktım. Bir kaç
kuruş para biriktirdikten sonra yine köyüme dö­
nüp düğünlerde halay çekecek, at koşturacaktım.
Yaz geceleri uçsuz bucaksız gökyüzünün altında,
yıldızların ışıltısında, ağustos böceklerinin sazı
eşliğinde tarlada uyuyacak ve sabah gün ışır
ışımaz çalışmaya başlayacaktım.
Almanya'da bir inşaat firması istek yapmıştı
beni. Orada başladım çalışmaya. Ne kadar zor
gelm işti! Hiç bir şey anlamıyordum. Usta çivi
getir diyordu, ben çekiçi götürüyordum. Ne
büyük bir cesaret, Anadolu'dan kalkıp dilini
dişini anlamadığın, töresini tanımadığın bir ele
gelmek.
Sonra bir cam fabrikasına girdim. Uç vardiyeli.
Her hafta değişiyor. Ve ben her hafta, her vardiye değişiminde, uykusuz çalar saati bekliyo­
rum. Biz de ne hafta sonu vardır ne de bayram
tatili. Çalışmayı sevmez değilim ama, para öyle
kolay kazanılmıyor Almanya'da diye anlatıyo­
rum bunları.
Dönüş tarihi uzadıkça uzuyordu. Eş ve çocuk116
lar orada bense buradaydım. Dayanamayıp ge­
tirdim onları. Çocuklar birer meslek öğrensinler
istedim. Öğreniyorlar da. İşte ben de böylece
bağlanıp kaldım buraya. Doğrusu zor gurbet elde
yaşamak, hele dilini anlamıyorsa insan. Dil kurs­
ları almadık, böyle bir şey yoktu zaten, sadece
kulaktan dolma öğrendik Almanca'yı. İş arka­
daşlarım da yabancı. Böylece yabancı kaldık top­
luma. Sadece bu topluma mı? Kendi vatanımıza
da yabancılaştık. Orası bir izin ülkesi oldu bizim
için. İzine giderken duyduğumuz aynı sevinci
izinden dönerken de yaşıyoruz. Yani benim iki
evim var, iki de vatanım. Bazen biri ağır basıyor,
bazen ötekisi.
118
Inhalt
Halk hikayeleri • Volkstümliche Erzählungen
En doğrusu bu • So ist es richtig 6 • 7
Nasrettin Hoca yüzüğünü arıyor
Nasrettin Hodscha sucht seinen Ring 6 • 7
Kedi nerde? • Wo ist die Katze? 8 • 9
Tarife bende • Das Rezept habe ich 10 • 11
Aman T anrım ! • O mein G o tt! 12 • 13
Bir gün fazla • Einen Tag länger 12- 13
Üzüm suyu • Traubensaft 14 • 15
Padişahın rüyası • Der Traum des Sultans 16 • 17
Resim yarışması • Der Wettbewerb der Bilder 22 •
Yalancı dost • Der betrügerische Freund 26 - 27
Kuşların dili • Die Sprache der Vögel 28 • 29
Sofu ile konuk • Der Sufi und der Gast 3 6 - 3 7
Ördek Ali • Der Enten-Ali 3 8 - 3 9
Halk türküleri • Volkspoesie und Volksweisheit
Nenni • Wiegenlied 40 • 41
Halk türküsü • Volkslied 42 • 43
Halk türküsü • Volkslied 44 • 45
Şarkı • Lied 46 • 47
Atasözleri ve deyimler
Sprichwörter und Redensarten 48 • 49
Çağdaş öyküler • Zeitgenössische Prosa
Orhan Pam uk: Bir başka Orhan
Ein zweiter Orhan 50 • 51
Yaşar Kemal: İnce Memed şehirde
Memed der Falke in der Stadt 54 • 55
Ferit Edgü: At uşağı Çakır'ın beş fotoğrafı • Fünf Fotos
von Çakır, dem buckligen Pferdeknecht 58 • 59
Aziz N esin: Damda deli var
Auf dem Dach ist ein Verrückter 62 • 63
Çağdaş şiirler • Moderne Lyrik
Cahit Külebi: Hikâye • Eine Geschichte 74 • 75
Nâzım Hikmet: Davet • Einladung 76 • 77
Orhan Veli: İstanbul'u dinliyorum
Ich lausche Istanbul 78 • 79
Nâzım Hikmet: En güzel deniz
Das schönste der Meere 82 • 83
Aşık Veysel: Yurt ürünleri
Die Früchte der Heimat 82 • 83
Melisa G ürpınar: lâmia hanımefendi • frau lamia 84 • 85
Melih Cevdet A nday: Çürük • Faulig 86 • 87
Serkan A car: Kâzım Dirik sokağında akşam
Abend in der Käzim-Dirik-Straße 88 • 89
Orhan Veli: Ne kadar güzel • Wie schön 92 • 93
Ahmet Kutsi Tecer: Orda bir köy var uzakta
Dort in der Ferne ist ein Dorf 92 • 93
Yurttaşlik bilgisi • Landeskundliches
Süleymaniye Camii ve Mimar Sinan • Die SüleymaniyeMoschee und der Baumeister Sinan 94 • 95
İstanbul'un ilk kahvehaneleri
Die ersten Kaffeehäuser in Istanbul 100 * 101
Patlıcan salatası • Auberginensalat 104 * 105
Yayla çorbası • Almsuppe 106 • 107
Bir mektup • Ein Brief 106 • 107
Bir yaşam hikayesi • Ein Lebenslauf 112 • 113
Anmerkungen 121
Copyright-Nachweise 125