külliye 58.indd

Transkript

külliye 58.indd
ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
3
İZZETPAŞA VAKFI ADINA
SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
NİHAT ERİŞ
Genel Yayın Yönetmeni
NAZIM PAYAM
Nazım Payam
Dergi aydınlığında
6
Mahmut Bahar
Mahmutlar'da iki mümin
38
Necati Kanter
Şeyma
41
Osman Koca
Üçüncü keklik şahıs
Tashih
MAHMUT BAHAR
8
Köksal Alver
röp. Aydın Karabulut
Röportaj
TANER NAMLI
12
Cafer Gariper
Edebiyat, yenilik ve...
Dizgi-Tasarım-Kapak-Web
AYDIN KARABULUT
Hukuk Danışmanı
Av. Şuay ALPAY
Dağıtım
İzzetpaşa Vakfı
Danışma Kurulu
Yavuz Bülent BAKİLER
Prof. Dr. Ahmet BURAN
Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR
Doç. Dr. Tarık ÖZCAN
Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL
Dr. M. Naci ONUR
Uzm.Necati KANTER
Ömer KAZAZOĞLU
A. Faruk GÜLER
Abone ve Reklam
Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ
Posta Çeki Hesap No:1285029
Yönetim Yeri
İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI
EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ
Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)
Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65
Baskı
TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi
Tel. 0312 354 91 31
Yenimahalle / ANKARA
Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL
Yurt Dışı: 40 Avro
Yıllık Kurum Abone: 70 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü
değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu
yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı
anılmaksızın alıntı yapılamaz.
e-posta (e-mail)
[email protected]
www.bizimkulliye.com
ISSN:1302-3500
Yılmaz Daşçıoğlu
röp. Kemal Batmaz
15
Milay Köktürk
Estetik ve değişim
17
Vefa Taşdelen
An: Uzun bir hece
20
Taner Tatar
Edebiyatın zamanından...
25
Mehmet Aycı
Güne yorgun uyanmak
26
Seval Koçoğlu
Yarısı yenmiş ruhlar için
ağıt
27
Yahya Akengin
Gelenek yenilik arasında
29
Celal Kırca
Değişim ve din
33
45
50
A. Faruk Güler
Türk romanında
değişim izleri
52
Taner Namlı
Gerçeklik, ironi...
54
Emrah Gürsu
Değişmek dönüşmek
58
Mustafa Özçelik
Giderken
59
M Kayaha Özgül
Modern Türk şiirine
doğru
65
Süleyman Daşdağ
Masallar, robotlar...
69
Şerif Fatih Akkağıt
M İlyas Subaşı
Bu benim yalnızlığım
Değişim mi yozlaşma mı?
36
Hüsrev Hatemi
Değişim ve edebiyat
71
Nâmık Açıkgöz
Türk edebiyatının
değişim süreci
Ahmet Doğan
Hüsn ü Aşk...
Yazı İşleri
KEMAL BATMAZ
58
S AY I
Yıl : 14/2013-14
70
75
77
A. Bican Ercilasun
röp. Ö. Küçükmehmetoğlu
81
Mart Sembi
Türk dillerinde ölüler
dünyası
86
Nurettin Durman
Gam-zedeyim deva
bulmam
87
Mehmet Kurtoğlu
Edebiyatın şehirleri
91
Mahir Adıbeş
Selimiye'de yatsı
95
Erdoğan Erbay
Nefs-i şehrin tezahür
hakkı...
98
Nâzım H. Polat
Günümüzde bir alp...
101
Levent Bayraktar
Aşkla çalışan yorulmaz
104
Nazım Payam
Açlık
107
Seval Koçoğlu
Sesin sıcak mevsimine
109
Yeliz Öztürk
kitap-vitrin
111
İsmail Bingöl
Sezai Güner
Gerisini sen düşün Kemalpaşa'da şiir akşamları
Muhterem Okurlar,
Dünyada dört coğrafya, üç din, üç medeniyet dairesi
ve beş alfabe değiştiren bizden başka millet var mı
acaba? Hem değiştirdiklerimiz ile değişimi sağlamak
bir meziyet mi? Sevilenin ölümüne, evlat ölümlerine
daha mı az yakınıyoruz? Yürekler yırtılmıyor mu?
Değişimin gerçekleşmesi nasıl oluyor? Yatay mı,
dikey mi? Estetik bir kaygısı var mı? Gerçekleşen
değişimin gelenekten bağlantısı nedir? Ya dinî anlayışı
tetikleyen değişimler? Dinî anlayışı bir sorun hâline
getiren ve değişime mecbur tutan bilim, teknolojisi
ve değer yargıları mı? Yoksa yeni bir iklimde yaşama
arzusu mu?
İnsan hayatı, yeni bir yaşamayı, geçmişten ve
köklerden kopuk bambaşka bir yaşamayla nereye
kadar taşıyabilir? Değişimde güdülen ne? Değişimde
asıl amaç, kültür seviyesi yüksek, inançlı, güçlü,
dengeli, faziletli, fedakâr ve yeniye açık bireylerin
yetişmesi ise olgulara, olacaklara edebiyatın katkısı
nedir? Evvelemirde insanımızın, sonra edebiyatçıların
yaşantılarını, ruh hâllerini göz ardı etmemiz mümkün
mü?
Bütün bu soruların cevaplarını elinizdeki sayımızda
bulacağınızı umuyoruz.
Gelecek sayımızın dosya konusu : “Dergi edebiyatı”
Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet
olunuz.
Bizim Külliye
2
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Dergi aydınlığında
NAZIM PAYAM
"...bir eserin ilk
işareti yazarıdır.
Çokları bu işareti ya
‘eserden müellife’
ya da ‘müelliften
esere’ metoduyla
tartışadurur. Aslında
her iki tarafın da
anlatmak istediği;
hüsnükabul gören
bir eserin yazarına,
şairine mutlaka
ulaşmak, onun
yaşantısını, ruh
hâlini mercek altına
almaktır."
D
aha
düne
kadar Bizim
Kü l l i ye’ n i n
delisi hiç eksik olmadı.
Kimi kuruluş aşamasında kimi sonraları aramıza
katıldı. Onların aramızda
olmasını dergimizin yerliliğine, uzun ömürlü olacağına yorar, karşılıklı
söylenen manilerde, politik taraftarlıkta muhabbetimizi gürleştirirdik. Her sabah derginin kapısında bizleri karşılar, sabırsızlıkla ‘çay
içmeyi’ beklerdiler. Hele takip edildiğinden
yakınan X, önünde demlik, bütün vaktini dergide geçirirdi. Yazarlık yetisi de vardı X’in. Bir
mahallî gazetemizde belli bir süre köşe yazarlığı
yaptı. Nedense uğramıyorlar artık. Biri, bir gün
elimize “Bizim Külliye’nin Divaneleri” isimli
bir kitap tutuştursa herhâlde şaşırmaz, eksik var
mı, ona bakarız.
Doktorumuz da eksik olmadı.
Osmaniyeli hemşerimiz Dâhiliye Uzmanı
3
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Bir metni, ekonomik, ekolojik, politik ve sanat kaygıları
olmak üzere pek çok sebep ortaya çıkarabilir. Ancak
sebepleri bütünleştiren de tekleştiren de edebiyatçının
ruhi kişiliğidir. Özellikle konuyu daraltmada “yansıtma
mekanizması”nın (zaafları başkalarına yükleme) rolü
önemlidir. Kültürel manevi faktörlerin, zihne; felsefi, fikrî
unsurlarınmutluluğa olumlu tesiri çok zaman ‘yansıtma
mekanizması’ yüzünden körelir.
Dr. Ali Öztürk’ü “Ses ve Yaz” kitabımda anlatmıştım. O, dergimizin İzzetpaşa Vakfı himayelerinde çıkmasına vesile olanlardan biriydi.
Vefatına kadar birlikteliğimiz devam etti. Ali
ağabeyimiz vefat ettikten bir iki yıl sonra Nörolog Uzman Dr. İhsan Yaşa Bey, dergimizin müdavimleri arasına katıldı.
Dr. İhsan Yaşa Bey, ordudan emekli; Elazığlı.
Kendileri, tanı ve tedavisiyle hasta memnuniyeti
kazanmışlardandır.
Rahmetli Ali Ağabeyimiz dergide genellikle
şiirlerini okur ve yorumlardı. Onun en az iki saat
sürecek şiir matinesini bizler nöbetleşe dinlerdik. Okuma yetisini roman ve fikir kitaplarına
yoğunlaştıran İhsan Bey’in konuşmaları ise ruhi
kişiliğin duygu ve düşüncelere, davranışa, hayat
tarzına, yaşama enerjisine, sanata tesiri, hatta
yön vermesi üzerinedir. Konuşması kısadır. Sorulara ağırlık verir. İlgimizi, tedirgin edici sorularla artırır. Zevkle dinletir.
Mesela, ‘Temel konularda aynı fikirleri savunduğumuz hâlde neden farklı partilere meylederiz?’ Orada bulunanlar sorunun muhatabını
ararken cevap kendiliğinden gelir:
Bence bunun tek sebebi yok, birçok sebebi
var: Politik, fikrî ve ruhi kişilik çoğumuzda pek
nadir bir bütün olarak görülür. Fikrî ve ruhi kişiliğiyle beğendiğimizi, politik duruşuyla beğenmeyebiliriz. Bunun zıddı da olabilir. Keza bazılarında politik kişilik, bazılarında fikrî veya ruhi
kişilik önceliklidir. Ayrıca parti liderlerinde görülen tercih sıralaması, zihnî parçalanmalar; muhataplardaki seçenekleri çoğaltır. Tabii, fazlaca
tesir altında kalanlar, sathi düşünenler geçerli ol-
mayan sebeplerle sık sık fikirlerini değiştirebilir.
Edebî çalışmaları ile kendisini kabul ettirenler de tutarlı kişilikte olmayabilir. Kimilerinde
fikir ve kanaat istikrarsızlığı, insani ve kültürel
ihtiyaçlardan çok, ya aykırılıktan zevklenme,
hercai kişilikle ya da soğuk bakışlardan ürkmeyle
alakalıdır. Hassas kişilik, ne eski ne yeni çizgisini
enine boyuna inceleme sabrı gösterir. Oysa onların farklı sularda kulaç atmaları, kendilerince sürekli “değişen şartlara” bağlanır. Bu durum ister
istemez esere yansır. Eğer bir romanın omurgası
küçük aksiliklere üzülen, panikleyen, korkuya
kapılan ve her şeyi ile abartılı tiplerden oluşuyorsa bunlarla nasıl ve nereye kadar yürüyeceğiz?
Bir metni, ekonomik, ekolojik, politik ve sanat kaygıları olmak üzere pek çok sebep ortaya
çıkarabilir. Ancak sebepleri bütünleştiren de tekleştiren de edebiyatçının ruhi kişiliğidir. Özellikle
konuyu daraltmada “yansıtma mekanizması”nın
(zaafları başkalarına yükleme) rolü önemlidir.
Kültürel manevi faktörlerin, zihne; felsefi, fikrî
unsurlarınmutluluğa olumlu tesiri çok zaman
‘yansıtma mekanizması’ yüzünden körelir. Edebiyatçının zihin yapısını, ruhi eğilimlerini bilmemiz, bize yansıtmanın örttüğü gerçeği göstereceği gibi, okur profilini tanımlamayı ve çağımız
insanını keşfetmeyi kısmen kolaylaştıracaktır.
Bir başka husus: Kültür sanat muhitlerinde
yapılan tartışmalar, üretilen eserler genellikle
manevi-kültürel unsurlar etrafında neticelenir.
Maneviyatı kuvvetli ya da ahlaklı kişilerin her
zaman daha huzurlu oldukları, insanları mutlu
kıldıkları varsayılır. Kuşkusuz bu görüşün doğruluk derecesi yüksektir. Herkes, samimi, fedakâr,
4
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
davranışlarında tutarlı, sözüne güvenilir kişilerden hoşlanır. Romanda, hikâyede hatta şiirde
oluşturulacak böylesi tip ve karakterler ile halka
arzulanan mesajı vermek zor değildir. Fakat yazdıklarında manevi inancı güçlü, ahlaklı izlenimi
uyandıran bir edebiyatçının, gerçekleri çelişkili,
ilişkisi değişken, hükümleri abartılı olması da bir
gerçek… İfade etme sancısını öteleyerek konusunu elden geldiğince kesifleştiren bu edebiyatçılarımız, okurlarını realiteden uzaklaştırmakla
kalmaz, tedirginleştirir, hınca sevk eder, hayatın
dolambaçları içinde bunaltabilirler. Dahası içten
içe ihlas zedeleyen olurlar.
Edebî eser kümesinde bulunan bir eserin estetik donanımı, dil ve üslup ciddiyeti, onun sorunları işaret eden ve ihtiyaçları belirleyen fikrî
kurgusu kadar elzemdir. Bizde -20. yüzyıla girişte- hakikatle hissiyatın izdivacından istikbal doğuran başat sanatçılar Ömer Seyfettin, Mehmet
Akif ve Yahya Kemal’dir. Onlardaki itidal, hakikati söyleme gayretleri, “devam ederek değişme,
değişerek devam etme” temayülleri, mesafeleri
kısaltmış, yaşadıkları dönemin hâlini, kıvrımlarını anlamamızı kolaylaştırmıştır.
Yine politik, fikrî ve ruhi kişiliği ile edip kişiliği fevkalade örtüşmüşlerden biri de kendisi yazmış olmasına rağmen ötelediği eserlere takma ad
kullanan Peyami Safa’dır.
Safa’da yerine yerleşmemiş kavram, tamlama
yok gibidir. Kullandığı kelimenin anlam katmanlarını diyaloglarla çatlatarak açar, alengirli
cümleye, müphem reçeteye sığınmazdı. Konusunu karamsarlıktan alıp dayanaksız zemine boşaltmaktan, kurgusunun ilintilerini eğreti düğümlemekten çekinirdi. Çektiği ıstıraplardan olacak;
edebiyatımızda onun ruh tahlilleri hâlâ aşılmış
değildir. Peyami Safa’nın asıl başarısıysa hafızasını, zekâsını ve muhakemesini ihtiyacımızı belirleyen tavizsiz mücadelesine odaklarken üslubundan şaşmaması idi. O, her eserinde okuruna yeni
bir dost bulmuş gibi temkinli ve sakin yaklaşırdı.
Özgüveni yüksek, konusuna hâkim, kelime
hazinesi zengin, kalemi işlek, üslup sahibi ve
de yaşadığı çağa talebi olan bir yazarın, şairin
topluma tesir etmemesi mümkün mü? Sözün
gücünü kullanabilen edebiyat adamlarının, hayat rüzgârını çoğu zaman arkalarına alarak bizleri yönlendirmeleri kaçınılmaz. Onların söylediği,
süreklilik içinde veya dışında, tutarlı ya da tutarsız; en umursamazın dahi dikkatinden kaçmıyor.
Mensubiyet şuuruyla iştiyakının bütününü
toplumu ve ferdi anlamaya seferber eden Bilge
Kral Aliya İzzetbegoviç, “Doğu Batı Arasında
İslam”da; sanatçının bu tesirini Dostoyevski örneğiyle bakın nasıl teyit ediyor: “Dostoyevski’nin
romanlarında, insan ruhu, dehşetli bir büyüklükle
gözlerimizin önüne çıkmaktadır. İç problemi, yani
ruhun içinde olup bitenler o kadar büyüktür ki,
onların karşısında bütün dış dünya, zenginliği ve
yoksulluğuyla, devletleri ve mahkemeleriyle, başarıları ve başarısızlıklarıyla bize sahte ve önemsiz
görünmektedir.”
Öyleyse asıl amaç, kültür seviyesi
yüksek,inançlı, güçlü, dengeli, faziletli, fedakâr
ve yeniye açık bireylerin yetişmesi ise edebiyatçıların yaşantılarını, ruh hâllerini göz ardı edemeyiz. Çünkü bir eserin ilk işareti yazarıdır. Çokları
bu işareti ya ‘eserden müellife’ ya da ‘müelliften
esere’ metoduyla tartışadurur. Aslında her iki tarafın da anlatmak istediği; hüsnükabul gören bir
eserin yazarına, şairine mutlaka ulaşmak, onun
yaşantısını, ruh hâlini mercek altına almaktır.
Bizde bu olgu hep edebiyatçılar tarafından
gerçekleştirildi. Ne yazık ki daha tutarlı, daha net
görüntü verecek uzman psikiyatrımız, bir doktor
olarak ilgisiz kaldı. Yetersizlikten mi, yoksa yasak
meyvenin sırrını ifşa edersem sürgün kuyusuna
atılırım, ürpertisinden mi; ‘öncü’ kabul edilen
şair ve yazarlarımızın biyografisine, eserlerine
uzanmadı. Tetikleyici dürtüler perdeli bırakıldı.
Oysa belli bir disiplin ve değerler manzumesiyle
yapılmış genele teşmil psikanalisttik bir araştırma ve incelemede edebiyatçının karıp söze döktüğü konu, tema, söyleyiş biçimi elbet sebepleriyle açıklanacaktı.
Keşke topluma mal olmuş her edebiyatçının
bir psikiyatrı olsa… Belki bir gün ‘gerçeğin edebiyata, edebiyatın gerçeğe dönüşmesi’ni sağlayıcı
unsurlar bütünüyle belirginleşecek. Sanırım iş
bu kadarla kalmayacak. O zaman nice okur şiddetli sarsıntıya maruz kalmadan, hem yazarıyla
hem de kendisiyle yüzleşecektir.
Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane’sinde “Deneyimimiz deneyime dayanır, belleğimiz
anılara.” der. Hülasa, İhsan Bey’le yıllara dağılmış konuşmamızdan aklımda kalandır bunlar.■
5
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
MAHMUTLAR'DA İKİ MÜMİN
Mahmutlar’da İsa’nın mümini
Saçlarında akdeniz güneşi
Yanında işi aşı
Kuma kalıbını bırakmış
Bir heykelden koparılmış gibi başı
Kuma kalıbını bırakmış tuz kokan şimal dilberi
Bana yâr olmayan gölgemi düşürüyorum
Bir hile olmalı bunca güzellik
Diyor cama vuran aksi
Ya bir hile olmalı diyor bunca güzellik
Sırat köprüsünde pusu ya da
Elmadan artakalan bıçağı ağırlıyor etim
Bir yetim yaması basıyorum yarama
Bir yetim yaması basılmış yaramla
Barbaros caddesinde yalnızlığın koluna girdim
Sıcaktı / ay damlıyordu geceye
Başımı kaldırıp yıldızları saydım uzak yakın
Karşı yakasındaydım sanki aklın
6
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Karşı yakasındaydım sanki aklın
Ben konuştukça bir şeyler karalayan
Sustukça temize çekti kendini
Say ki günahkârım bir yasağa uzanacak gibiyim
Çoktan yitirdi masumiyetini göz bebeklerim
Sustukça temize çekerken kâğıt ve kalem
Bir can sıkıntısının orta yerinde akan zaman
Tutunur en sığ yanıma omuzlarım
Hüzün hüzne baka baka sararır
Yaz hesaptan düşer
Kaldırımda şimal dilberi
Gözlerinde deniz ayağında kum
Nefes nefese bir rüzgâr geçerken aramızdan
Kesif bir sis bırakır yüzümün atlasına
Cebimde unuttuğum ellerim
Makiler durmuş denizi seyrediyor
Deniz ki suların ve öfkenin efendisi
Çağırır sesin yettiği yerden
Tadı teni ayıklasın ister
Ruhu rengi
Elveda derken alına moruna
Ötelerden bir kuş kondu zihin pervazına
Harf kelamı karşıladı kelam manayı
Ben defterden o ezberden
Mukabele eyledik yeniden
Kanun-ı sevdayı
MAHMUT BAHAR
7
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
KÖKSAL ALVER
ile edebiyat ve değişim üzerine
"...sanat ve edebiyatta belirgin bir gelenek vardır;
bugünü ve yarını belirlemeye aday bir gelenek.
Hayatın akışında da köklü bir gelenek, geleneksel tavır,
gelenekle beslenmiş bir bakış hayli merkezdedir.
Günü ve yarını besleyen, belirleyen aynı
zamanda günün ve yarının akışından
beslenen bir gelenekli bakış."
AYDIN KARABULUT
KÖKSAL ALVER
Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü.
Erzurum/Narman’da
doğdu (1970). İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu.
Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi.
Edebiyat, kültür, mekân, kent,
toplumsal tipler, sosyolojik muhayyile başlıca ilgi alanları.
Hece ve Hece Öykü dergilerinde yazıyor. Kitapları: Saklı Yara
(Öykü, 2004); Edebiyat Sosyolojisi (Edisyon/İnceleme, 2004);
Edebiyat Sosyolojisi İncelemeleri
(Edisyon/İnceleme, 2004); Kültür
Sosyolojisi (Edisyon/İnceleme,
2007); Siteril Hayatlar: Kentte
Mekânsal Ayrışma ve Güvenlikli
Siteler (İnceleme, 2007); Çevgen (Öykü, 2011); Kent Sosyolojisi (Edisyon/İnceleme, 2012);
Sosyoloji Okumaları Kılavuzu
(İnceleme, 2012); Mahalle: Mahallenin Toplumsal ve Mekânsal
Portresi (İnceleme, 2013).
Edebiyat Sosyolojisi, Edebiyat Sosyolojisi İncelemeleri, Kent
sosyolojisi ve benzeri eserlerinizin yanı sıra öykü kitaplarınız da var.
Hem sosyolog hem edebiyatçısınız. Sizinle edebiyat ve değişim üzerine
konuşmak istiyoruz. Hayat bir yönüyle değişim. Sanat ve edebiyat
da hayatın bir alanı olduğu için değişimden uzak değiller. Her iki
alandan bakıldığında değişim ve bunun edebiyata yansımasını nasıl
değerlendirirsiniz?
İlginize teşekkür ederim. Bizim Külliye’nin gayretini, cehdini ve ısrarını takdir ettiğimi belirtmek istiyorum. Derginin bir şehrin imkânı
ve şansı olduğunu düşünüyorum. Böyle başlayalım istedim. Bir selamla,
bir sevinçle açmak istedim söyleşi kapısını. Hayata da böyle girmek iyidir aslında. Hayata selamla girmek, selamla çıkmak hayattan. Allah’ın
selamıyla başlamak, O’nun selamıyla bitirmek aslolandır. Söyleşi bunun
içindir, söyleşmek bunun içindir, dergi bunun içindir. Hepsi bir dildeş
bulmak gayretidir. Umarım birbirimizin dildeşi oluruz.
Edebiyat da böyledir. Bir başlangıç, bir niyet, bir amaçtır. İlk olana,
söze methiyedir edebiyat; sözü hayata kavuşturma işidir. Hayata başka
türlü dahil olma, hayatı başka türlü çekip çevirme ameliyesidir edebiyat. Hayattan öte bir şey değildir, hayatın üstünde, dışında, uzağında
hiç değil. Onun için hayatta olup biten edebiyatta görülür, edebiyatta
olan şey de hayatta izlenir. Hayat ve edebiyat birbirlerinden beslenirler,
birbirlerini merak ederler, birbirlerini önemserler. Bazen çatışırlar, kavgaya tutuşurlar, bazen uzlaşırlar, birlikte yeni bir inşa başlatırlar. Bütün
bunlar hayat ve edebiyatın birbirine ne kadar derinden bağlı olduklarını
gösterir. Hayatı zenginleştiren ve anlamlı bir hale getiren edebiyat, edebiyatı bir kutlu maksada dönüştüren bir hayat iklimi… İkisinin birbirine
söz taşıması, birbirini anlamlandırması. Edebiyat sosyolojisi de temelde
bunu merkeze alır ve oradan konuşmayı dener. Yani edebiyat ile hayat
arasındaki yoğun, derin, çok katmanlı, çok aktörlü ilişki nasıl başlar,
ne şekilde sürer ve sonuçta ne olur? Edebiyatın insan ve toplum için
8
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
anlamlarını merak eder edebiyat sosyolojisi. Bunu
belli yöntemlerle, kavramlarla, kuramlarla izaha
çalışır. Yazı, yazar, metin, okuma, okur, toplum,
yayın gibi edebiyatın kurucu unsurlarını ayrı ayrı,
farklı yönleriyle çözümler. Ama bütün yaptıklarında esasen hayat ile edebiyatın bir aradalığını gözler
önüne serer. Bu manada edebiyat sosyolojisini
önemsiyorum. Edebiyatın çok özel ve mahrem
ilişkilere ait kılmaz edebiyat sosyolojisi. Aksine
insani ve toplumsal olanın tüm boyutlarıyla ilgili,
o boyutlarla iç içe, yan yana olduğunu haykırır. Bu
gerçeği bize söyleyen edebiyat sosyolojisini, hem
edebiyat hem de sosyoloji çalışmaları için bir imkân
olarak görüyorum. İlgimin nedeni budur temelde.
Hayatla bu denli içli-dışlı olan edebiyat, değişimi de takip ediyor yahut yansıtıyor demektir.
Değişim ve hayatın iç içeliği düşünüldüğünde…
Elbette. Bütün bir edebiyat tarihinde yansıyan
esasen toplumsal değişimler, toplumsal dönüşümlerdir. Yani edebiyat akımlarında, sanat akımlarında bir nedensel arkaplan olarak toplumsal değişim
süreçlerini görmek mümkün. Klasizm, naturalizm,
postmodernizm, sembolizm vb. akımları salt sanat
ve edebiyat akımı olarak okuyamayız. Bu akımların
çıkışında toplumsal ve insani yapı ön ayak değil midir? Edebiyatın yeni biçimlerde kendini sunmasında dönemsel değişimlerin rolü yok mudur? Elbette
vardır. Çünkü edebiyat bütün bir hayatı, değişimi
ile var olanı ile değişmeyeni ile gözler, onu yansılar,
onu söyler. Bunu farklı zamanlarda farklı biçimlerde farklı tarzlarda söyler edebiyat. Değişim edebiyata böyle yansır. Edebiyat değişimi kendi alanında
temsil eder, gösterir. Hayatın akışına göre bir konum alır edebiyat, hayatın akışına bakarak kendini
tazeler, yeniler ve yeni zamanların diliyle konuşur.
Bu edebiyatın en mümbit yönüdür. Edebiyat durağan değildir, akışkandır. Çünkü hayat da öyledir. O
bakımdan edebiyatın anlattığı hikâye, özde insanın
hikâyesidir tabi, ama biçimi, söylemi, dili, üslubu
zaman ve şartlara göre değişebilmektedir. Hep aynı
hikâyedir bakıldığında görülen. Ama o hikâye hep
aynı şekilde anlatılmamaktadır. Değişim edebiyatın
akışında böylece kendi hükmünü tescil eder.
Edebiyat bir anlamda gücün söze dökülmüş
halidir. Başka bir ifadeyle sözün gücüdür. Sözün
hayatı değiştirmeye yönelik etkisini edebî metinler çerçevesinde nasıl yorumlayabiliriz?
İnsanlık tarihi bir anlamda sözün ve eylemin
tarihidir. Söz, insanla beraber, onun tarihi ile
beraber vardır ve bu, tarihi yapan ana unsurdur.
Sözdür aslolan ve bu özellik devam etmektedir.
Edebiyatın gücü, etkisi, yankısı, karşılığı bir söz olmasından ileri gelir. Yazıyı da bir söz olarak değerlendirebiliriz, aynı şeyler olmasalar bile. Söz söyleme
ise doğrudan belirleme demektir. Bir ortamda konuşan aktiftir, belirleyendir. Dinleyen yahut okuyan
ise muhataptır. Etkisi yoktur denemez elbette, ancak kurguyu, olayı, hadiseyi ve hayatı yönlendiren
sözün sahibidir. Edebiyat kişiye ve topluma sözün
sahipliğini verir. Edebiyat konuşur ve konuşarak
hem kendi iktidarını kurar hem de ortamı kendince
düzenler. Bu yönüyle bakarsak edebiyatın hayatı değiştirebilecek bir güce sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Edebiyat hayata müdahale eder, onu yeniden kurgular, ona yeni bir gerçeklik hediye eder. Bu kurgu
ve gerçeklik okuru ve muhatabı etkiler, dönüştürür,
bilinçlendirir, cevaplandırır. Çünkü hayata dairdir
edebiyat ve maksadı kendi dilince hayatı anlatmak,
yansıtmak ve mümkünse değiştirmektir. Hayatı değiştirme idealine sahip çıkmayan edebiyatın da başka bir açıdan bu amaca dönük olduğu söylenebilir.
Çünkü sözün (ve yazının) ulaşmak istediği bir muhatap vardır. Eğer böyle olmasaydı edebiyatın hayata dönük olmadığını söyleyebilirdik. Ne ki böyle
değil. Edebiyat bizzat insana ulaşmanın, insanla
sözü taşımanın derdinde. İnsana konuşmaktadır
sadece, insana söylemektedir. Niye insana dönük
edebiyat? Amaçsız olduğu söylenebilir mi? Böyle
bir şey düşünebilir miyiz? Hayata katılmayan bir
edebiyattan söz edebilir miyiz?
Sözün neyi taşıdığı da önem arz ediyor aslında…
Öyle tabi. Söz bir biçim ama bir de öz
barındırıyor. Bir şey taşıyor. Edebiyat sözün bir
biçimi, başka türlü söylemeler de var çünkü. Ama
her söyleme, her söz bir amaç, mesaj içerir, bir şey
içindir. Bir dilek, bir istek, bir bildiri… O bakımdan edebiyatın sözü masum değildir, edebiyat da
öyle. Yani saf bir edebiyattan, hiçbir niyet, amaç,
bildiri, renk, ton, mesaj içermeyen edebiyattan söz
edemeyiz. Daha doğrusu bu söylediklerimizi içermeyen hiçbir insan eylemi vukuu bulamaz. Her
insan eylemi bu temel hususlara göre biçimlenir,
şekillenir ve kendine bir yol tayin eder. Edebiyatla
9
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
ne söylediğimiz, mimari ile ne söylediğimiz, sinema
ile ne söylediğimiz önem arz eder. Bizler sorumlu
varlıklarız, hakkaniyeti ve hakikati söylemek gibi bir
yükümlülüğümüz var. Edebiyatımız bir gayeye yaslanır, o gayeye göre sözler üretir. Başka bir dünyanın
edebiyatı da kendi dünyasına özgü sözler devşirir ve
onları yayar. Bu böyledir, hangi edebiyata bakarsak
bu gerçeği görmez miyiz? Eğer edebiyat hayatı, değişimi, insanı, toplumu etkileyecek, dönüştürecek,
düzeltecek bir güce sahipse, bu işi yapan kişi daha
çok düşünmeli, ne yaptığını, ne söylediğini, nasıl
söylediğini enine boyuna tartmalı. Çünkü söz bir
sorumluluk, söz bir ufuk. Hangi ufka bakmasını
istiyor edebiyat, hangi dünyanın, iklimin, yaşamın
sözünü taşıyor edebiyat? Bütün bunlar son derece
hassas hususlar. Edebiyatın adeta görünmez gerçeği,
edebiyatın var olma nedeni.
Edebiyatın bir değiştirme gücü varsa bu sadece geleceğe yönelik midir? Yoksa geçmişi de değiştirmekte midir?
İlginç bir soru. Düşündürücü. Edebiyatın hep
geleceğe dönük olduğunu düşünen bir yapımız var.
Yarınları inşa eder edebiyat. Peki ya geçmiş? Bugün?
Doğrusu, edebiyatı bütün zamanlara konuşan bir
sanat olarak sunmak her halde. Bugün ve yarına dönük ilgisi aşikâr edebiyatın. Bugünün ve geleceğin
algısını değiştirmek, inşa etmek, onarmak, anlatmak edebiyatın varlık nedenleri. Sizin sorduğunuz
geçmiş üzerine düşünmek gerek. Şunu söyleyebilirim bu aralıkta sadece, geçmiş bugünün algısı ile
hep yeniden yorumlanmakta, yeni geçmişler üretilmektedir. Tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji böylesi
bir ameliyeyi gerçekleştirmektedir. Yani geçmiş geçmişte olduğu gibi değil de bizim bugünden algıladığımız şekliyle sunulmaktadır. Daha özgül bir uğraş
anlamında tarihi romanlar söz konusu edilebilir.
Yeniden kurgulanan bir tarih ve geçmiş söz konusu.
Yani edebiyat, sizin sorununuzun açtığı pencereden
söylenecek olursa, bütün zamanlara dönük sözler
demeti olmaktadır. Geçmiş bile edebiyat aynasında
yeniden var olabilmektedir. Edebiyatın gücünü gösteren önemli bir ayrıntı.
Edebiyatın özü olan hikâye örneğinde de sorunuza başka bir parantez açabiliriz. Hikâye hep olup
biteni, geçmişi anlatmaz. Hikâye bütün zamanları
anlatır. Belki daha da önemlisi bugünü ve yarını anlatır hikâye. Bugüne ve yarına yazılan hikâyeler var.
Bütün insan hayatını, insan hayatının akıp geçtiği
bütün zamanları kendi sahası olarak gören hikâye
yani edebiyat müthiş bir güç, dönüştürücü güçtür.
Sözü tüm zamanlaradır; sözünü en fazla bugüne ve
yarına söylemektedir hatta. O bakımdan edebiyatın
dönüştürme gücünü teslim etmek gerek.
Değişim içerisinde bir süreklilik de söz konusu. Değişenlerin içerisinde değişmeyenleri nasıl
keşfedebiliriz? Bu anlamda hayatta ve edebiyatta
süreklilik arz eden hususlar nelerdir?
Biraz klasik bir tartışma belki ama sorunuz, ister
istemez bana gelenek-modernizm ilişkisini hatırlattı. Hatta daha önce gelenek. Geleneğin görünümleri, edebiyattaki durumu, düşünce hayatımızdaki
karşılıkları… Ben kişisel bir yaklaşım anlamında değişim sürecinin bütün bütün bir kopuş olmadığını
düşünmekteyim. Değişim yeni bir zamanda yaşamaya başlangıçtır tabi, ancak bu yeni zaman yaşantısı, önceki yaşamlardan bütünüyle kopuk değildir.
İnsan hayatı böyle bir yaşamayı, geçmişten ve köklerden kopup bambaşka bir yaşamayı var edemez.
İnsan hayatının, toplum hayatının temel özelliği gelenekli oluşudur. Yani zamanların bir birbirine bağlı
olması, hayatların bir biriyle ilgili olması. Gelenek
insan hayatının omurgasıdır, olmazsa olmazıdır.
Yeni olanlar da bir zaman sonra gelenekleşmektedir, klasik hale gelmektedir. Değişen ve değişmeyen iç içe, yan yana. Değişim içinde bir süreklilik,
süreklilik içinde bir değişim söz konusu. Bu temel
yasayı hayat ve edebiyat görünür hale getirmektedir.
Hayat ve edebiyat bu temel yasa çerçevesinde işlemektedir. Onun için sanat ve edebiyatta belirgin bir
gelenek vardır; bugünü ve yarını belirlemeye aday
bir gelenek. Hayatın akışında da köklü bir gelenek,
geleneksel tavır, gelenekle beslenmiş bir bakış hayli
merkezdedir. Günü ve yarını besleyen, belirleyen
aynı zamanda günün ve yarının akışından beslenen
bir gelenekli bakış. Bu bakışın önemli olduğunu
düşünüyorum. Yaşamın bu bakıştan esinlendiğini
söylemek istiyorum.
Edebiyat tarihi, bütün zamanların değişim ve
dönüşümlerini sergiliyor. Akımlar, tarzlar, biçimler,
gelenekler, ekoller edebiyatın sürekliliğini ve yeniliklerini ortaya koyuyor. Edebiyat onca değişim,
dönüşüm ve başkalaşım sürecine rağmen kendi öz
hususlarını sürdürüyor. Bir hikâye anlatıyor mesela.
Hikâye dünden bugüne edebiyatın süreğen yasası
10
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
değil midir? Hangi edebiyat hikâye anlatmaktan vaz
geçmiştir? Dil, başka bir temel. Dili kullanmayan
bir edebiyat var mıdır? İnsan ve toplum gerçekliği
bir başka husus! Dolayısıyla edebiyatın asıl unsurlarını sürdürdüğünü söylemek mümkün. Edebiyat
böyle yapılaşıyor, böyle var oluyor.
Malum olduğu üzere özellikle Sanayi
Devrimi’nden sonra değişimin hızı artmış, toplumun hemen her sahası ve kurumu bundan
etkilenmiştir. Kitle üretimi çağının başlaması,
edebiyatta nasıl bir değişim ortaya çıkarmıştır?
Tüketim toplumunun edebiyattaki yansımalarını nasıl görüyorsunuz?
Sanayi Devrimi, dünya tarihin en etkili kırılma
noktalarından biri. Bir teknik devrim, teknolojik
devrim. Dünyanın akışını baştan sona değiştiren
önemli bir süreç. Bu sürecin etkilemediği bir alan
yok: insani, toplumsal, teknolojik, mimari, estetik
ve edebi gelişmelerin bundan etkilenmemesi söz
konusu olamaz. Bir kitle çağı, bir tüketim toplumu
inşa edilmiştir bu süreçle. Edebiyat hem bu süreci
anlatmış ve sorgulamış hem de süreçten yararlanmıştır. Bir kitle edebiyatı oluşmuştur örneğin; bir
popüler edebiyat, çok satanlar ortaya çıkmıştır.
Kimi zaman edebiyat metalaşmış, kimi yerde bir değer olarak kabul görmüştür. Her şey tüketildiği gibi
edebiyat da, edebiyatçı da tüketilir hale gelmiştir.
Çağın baskın kültürü böyle oluşmuştur. Bunun yanında tabii ki güçlü edebiyatlar da var olmuş, estetik
kriterler çerçevesinde seçkin edebiyatçılar ve ürünler
var olmuştur. Süreç edebiyatı olumsuzluklarla mı
yoksa olumlu niteliklerle mi donatmıştır, doğrusu
bunun cevabı çok boyutlu ve çok yönlü araştırmalarla verilmeli bence. Tekdüze ve yüzeysel açıklamalar bizi yanılgılara itebilir. Edebiyat o büyük
sorumluluğunu, yüce değerleri taşıma ve sunma
vazifesini her zaman diliminde gerçekleştirebilir. O
sözün ustasıdır çünkü; sözü nasıl söyleyecek, neler
söyleyecek ona bir bakmak lazım. Ama edebiyat
aynı zamanda büyüt tuzaklarla çevrilidir, edebiyatçı
o tuzaklara kolayca düşebilir. Çağın hastalıklı ruh
hali, edebiyatçıyı sarabilir, çağın meydana getirdiği
sorunlar edebiyatçıyı boğabilir. Teknoloji, tüketim,
hız, popüler kültür, reklam gibi modern hayatın
temelleri elbette edebiyatın ve edebiyatçının kimi
yapısal dönüşümler yaşamasına yol açabilecektir.
Bunları iyi değerlendirip, edebiyatın gerçek mahiyeti
gereği iş görmesine özen göstermek, edebiyatı ulvi
değerler alanında konuşturmak icap eder.
Şimdi postmodernizmden söz ediliyor. Hem
değişen hem de değiştiren olarak edebiyatın bu
süreçteki rolü nedir?
Postmodernizm tartışması da hemen hemen bir
önceki soru çerçevesinde alınabilir. Bir olumsuzlama
yahut olumlama handikaplarına kapılma ihtimalini
besleyen bir tartışma. İnsanlık tarihinin aşamalarını büyük zamanın med-cezirleri şeklinde görsek
ne olur acaba? Her zamanın kendi ruhunun, kendi dilinin, kendi yaşama çabasının olduğunu inkâr
etme anlamında değil. Ancak insanlık zamanlardan
zamanlara geçerek yaşamaktadır. Modernizm, postmodernizm, küreselleşme, antik çağ, yeniçağ, eski
çağlar gibi kategoriler hep bir sınıflama, hep bir
insan yürüyüşünü anlamlandırma çabaları. Her birinde farklı bir toplumsal iklim akıp gider tabi. Ancak insan gene insan, toplum gene toplum. Sanki
öz aynı gibi, ben öyle okuyorum en azından. Yani
öyle görüyorum şu an. O bakımdan postmodern
dönemecini de gerçek yapısı ile anlamak gerekir;
eleştirel veya olumlayıcı. Her dönemin eleştirilecek
ama aynı zamanda olumlanacak hususları olabilir. Edebiyat da buna dahil. Postmodern edebiyat
kendince hikâye anlatmayı sürdürmektedir. Biz bu
hikâyeyi nasıl okuyacağız? Bu hikâye neyi barındırıyor? Gerçek edebiyatı örseliyor mu yüceltiyor mu?
Toplumsal gerçekliği çarpıtıyor mu yoksa olduğu
gibi mi anlatıyor? Postmodernizmin yaptıkları ve
ufukları bağlamından tartışılması gerekir. Ama bu
aralıkta da ben edebiyatın kaybolmayacağını, gerçek edebiyatın güçlü bir akım olarak varlığını sürdüreceğini düşünüyorum. ‘Herşey gider’ sloganını
benimseyen ve her şeyin olabilirliğini söyleyen postmodernizmin de o gerçek edebiyata muhtaç olacağını düşünüyorum. O bakımdan çağları, dönemleri, akımları, kişileri, edebiyatları ortaya koydukları
gerçeklik anlamında tanımak, eleştirmek, kavramak
iyi bir yoldur. Bana göre maksat, bütün zamanların
içinde yuvalanan hakikati bulmak, o hikmeti keşfetmektir. Değişim ne kadar olağansa edebiyatın
bunun peşinde olması da o kadar olağan ve gerekliliktir.
Söyleşi için teşekkür ederim
Ben de alakanız için teşekkür ederim. Bereketli
vakitler dilerim.■
11
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
YILMAZ DAŞÇIOĞLU
ile değişim üzerine
"...roman yapısı ve doğası gereği hepsinden daha
fazla mühendislik taslıyor gibidir. Dolayısıyla roman
muhayyel bir toplum ve tarih kurgulamaya çalışıyor
ve biz bazen tarihi ve toplumu romanların belirlediği
zihinsel formasyon içerisinden okuyoruz."
KEMAL BATMAZ
YILMAZ DAŞÇIOĞLU
1963’te Isparta/Yalvaç’ta doğdu. İlk ve ortaöğrenimini doğum
yerinde yaptıktan sonra İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi (1985).
Yüksek lisansını Mehmet Cel’al’in
Romanları ve Popüler Roman Geleneği (1995), doktorasını Behçet
Necatigil’in Şiirlerinin Şekil ve
Muhteva Yönünden İncelenmesi
(2001) konularında tamamladı.
Hâlen 1993’te intisap ettiği
SAÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümünde Öğretim Üyesi ve Yeni Türk Edebiyatı
Anabilim Dalı başkanı olarak çalışmaktadır.
Evli ve iki çocuk babası olan
Daşcıoğlu’nun kitap olarak yayımlanmış on eserinin dışında çok
sayıda makale, deneme ve bildirisi
bulunmaktadır.
Günümüz Yeni Türk Edebiyatının önemli araştırmacılarından birisiniz. Yeni Türk Edebiyatıyla ilgili
kapsamlı araştırmalarınızla dikkatleri çekiyorsunuz. Elbette ki dayanağınız gelenek içerisinde kendisini var edendir. Oysa eski geride kalandır, kaybedilmiş olandır bir anlamda; geride kalan ise hep hasretle, yazıklanmayla yâd edilir. İyilik, eskinin tekelinde
midir? Edebiyat dünle bugünün neresindedir?
İlk cümlelerdeki iltifatınız için teşekkür ederim.
Çalışmalarımdaki hareket noktam; edebiyatın bir yandan insanın varlık içerisinde kendisini gerçekleştirme
alanlarından birisi olarak hem bireysel varoluşun ifadelendirilmesindeki yeteneklerini hem de toplumsal oluş
süreçlerinin yapıcısı ve göstereni olma çabalarını görme
arzusudur.
Bu bağlamda eskinin geride kaldığını söylemek doğru
olmaz. Ortega y Gasset’den yardımla şunu söyleyebiliriz; Tarih şimdinin içinde bizimle birlikte var olandır.
Olup bitmiş ve artık bugünle ilişkisi bulunmayanın bugün hatıra olarak bile var olması düşünülemez. Biz ona
hayıflandığımızda bile yanı başımızda olandır geçmiş.
Demek istediğim, eskinin iyi ya da kötü olması değil
tam da Bergson’un söylediği gibi -iyisiyle kötüsüyle- bugünü yapmaya devam etmesidir önemli olan. Edebiyat
12
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
nın değil diğer edebiyat türlerinin de kendi estetik amaç ve değerlerinin ötesinde işleve sahip
olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz bence.
Ama roman yapısı ve doğası gereği hepsinden
daha fazla mühendislik taslıyor gibidir. Dolayısıyla roman muhayyel bir toplum ve tarih kurgulamaya çalışıyor ve biz bazen tarihi ve toplumu romanların belirlediği zihinsel formasyon
içerisinden okuyoruz. Halit Ziya’nın “elbette
roman, hayatı yapıyor” gibi bir sözünü hatırlıyorum. Roman yazmayı ve okumayı çekici
kılan da belki burasıdır. Yani topluma, tarihe,
hayata bir müdahale biçimi içermesi. Bu yönüyle romanın hem alabildiğine içedönük hem
de otoriter bir alan olduğunu düşünmek yanlış
olmaz: Reel hayatın içerisine ondan bağımsız
ama yine de onu etkileme gücüne sahip bir yeni
dünya kurmak arzusu ve ihtiyacı.
da bu yönüyle dünün ve bugünün arasında bir
yerde değil bugünün içindeki dün-dünün içine
yönelen bugün olarak vardır. Bugün Yunus’tan,
Fuzuli’den Galib’ten bir dize, bir beyit okuduğumuzda onu bugüne seslendiği için okuyor;
yahut tersinden söylersek bizi 13. asra dönüp
bakmak durumunda bırakan şey içinde bulunduğumuz anın kendisini ifade etmek için
asırlar öncesinden gelen birikime dayanmak
zorunda kalışıdır. Tekil olarak insan durumunun çağlara göre değişmezliği ile toplumların
ilerleme tahayyülü arasındaki çelişmede var
oluyor edebiyat.
‘Dil ve ideoloji: Devlet Ana’da üslup sorunları’ başlıklı yazınızda “…tarih temalı
romanların, yalnızca roman sanatının gerektirdiği teknik sınırlar içerisinde kalamayacağı, sadece sanat eseri olmak gibi bir masumiyeti taşımadıkları; tam tersine, tarihin
konu edindiği dönemini hatta daha da ileri
bir amaç olarak genel bir tarih perspektifini
amaçladığı söylenebilir.” diyorsunuz. Peki,
roman yazmayı ve okumayı çekici kılan unsur nedir?
Belki yalnızca romanın ya da tarihsel roma-
Modern Türk edebiyatını günümüz hayatını anlatmakta yeterli buluyor musunuz?
Doksanların başından itibaren edebiyatta
bir değişmenin olduğu gözlenmektedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz etkileme/etkileşme olgusunun gerilediği söylenebilir. İçinde yaşadığımız
hayatın “hız”ının değişmesiyle ters orantılı olarak edebiyatla toplumsal hayat arasındaki mesafe açılıyor. Sanat ve edebiyat geniş toplumsal
ilgilerin dışında bir uzmanlar konvansiyonuna
dönüşürken yayın sayılarının niceliksel artışı
dikkati çekiyor. Bu durumda sözün gücü ve
büyüsünden mi kuşku duymalı toplumun duyarlılığından mı, emin değilim. Galiba ikisi de
değil. Belki bir örtüşme, bir zamanlama sorunu
yaşıyoruz.
‘Batı Tarzı Türk Hikâyesinin Doğuşu Ve
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ana Temalar’
başlıklı makalenizde ;“…Batılı değerlere
olan eğilim çizgisi hikâyecilerimizin toplumsal hayatın gerisinde değil önünde olduğunu da göstermektedir.” Nasıl bir öncülüktür bu? Hikâyecilerimizin bu öncülükte
değişime katkıları var mıdır?
Özellikle 19. yüzyıl yazarlarının aynı zamanda toplumsal lider gibi davrandıkları ve
eğitim konusunda epeyce istekli oldukları açıktır. Nitekim bunlardan bazıları (Namık Kemal
13
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Özellikle 19. yüzyıl yazarlarının aynı zamanda toplumsal
lider gibi davrandıkları ve eğitim konusunda epeyce
istekli oldukları açıktır. Nitekim bunlardan bazıları (Namık
Kemal gibi) edebiyatın eğitici rolüne açıkça vurgu
yaparken, bazıları (Ahmet Midhat gibi) da doğrudan
doğruya edebî metinlerini toplumu eğitmenin bir aracı
hâline getirmişlerdir.
gibi) edebiyatın eğitici rolüne açıkça vurgu yaparken, bazıları (Ahmet Midhat gibi) da doğrudan doğruya edebî metinlerini toplumu eğitmenin bir aracı hâline getirmişlerdir. Öte yandan
bunların dışında kalan ve toplumsal eğitimi
amaç edinmiyor görünen (Halid Ziya, Mehmet
Rauf gibi) yazarların eserleri de roman metinleri üzerinden bir yaşama modeli sunmuşlardır
denilebilir. Böyle bakıldığında 19. yüzyıl ve 20.
yüzyılın ilk yarısındaki edebiyatçıların doğrudan doğruya toplumu dönüştürmeyi amaçladıkları ve bunu belli ölçülerde gerçekleştirdikleri görülür.
Değişimin bu kadar hızlı olduğu bir çağda edebiyat, değişime direncin kaynağı ya
da özlemin bir ifadesi olabilir mi?
Edebiyat tarihi, edebiyatın (hem de eş zamanlı olarak); hem değişim tekliflerinin hem
bu teklifleri reddetmenin öncüsü olduğunu
göstermektedir. Direnme, itiraz ve teklif gücünü ancak edebiyatın muhatabı olan toplumda
karşılık bulmasıyla mümkündür. Bu yüzden
edebiyat direncini bazen içe kapanmak ve kırgınlık olarak da gösterebilir.
Türk edebiyatında her dönem belli temalar, belli akımlar ön planda olmuştur.
Tanzimat döneminde olsun, Servet-i Fünûn
Döneminde, Millî Edebiyat Döneminde olsun bu farklılıkları rahatlıkla görmekteyiz.
Günümüz edebiyatında postmodernizmden
söz ediliyor. Neden?
Elbette edebiyat içinden çıktığı toplumun
akışına paralel olarak dönem dönem ilgilerinde
değişmeler gösterebilmektedir. Doğrusu güncelin akışında gitmek her zaman övülecek bir
durum değildir ve hatta edebiyatın özdeğerleri, estetik kaygılar vb. bakımından zararlı bile
olabilir. Buna karşılık edebiyatında toplumsal
bir kurum olarak toplumun genel gidişine kayıtsız kalacağı düşünülemez. Postmodernizm
meselesine gelince… Hayatın ve hayata dair her
şeyin bir oyun ve kurgu olarak algılanmasının
değerler açısından bir ‘içini boşaltma’ ameliyesi olarak görülmesi kesinlikle ciddiye alınacak
önemdedir. Değersizleştirme, çağımızda yeni
ve kof bir görecelilik olarak algılanmaktaysa
üzerinde durulması gereken bir sorun var demektir. Çünkü yalnızca edebiyatta değil belki
bütün sanatlarda yeteneğin önemi değer kavramını dışlayacak bir ‘oyun’a dönüşmemeli diye
düşünüyorum. Bu konuda üçüncü cevaba yeniden bakılabilir.
Edebiyatçının değişimde yeri nerededir?
Edebiyatçı değiştiren mi değişimden etkilenen midir? Eğer değiştiren ise nasıl bir değişim gerçekleştiriyorlar?
Edebiyatçı ne değiştiren ne de değişime maruz kalandır; hem değiştiren hem de değişimden etkilenendir. Burada edebiyatın işlevi konusunda 19. yüzyılın anlayışına dönme arzusunu anakronizm olarak görürüm, ayrıca karşılık
bulacağından da emin değilim. Bununla birlikte yazar aynı zamanda topluma söyleyecek sözü
olandır ve kimseler kulak asmıyor olsa da bu
sözün söylenmesine ihtiyaç vardır. Ne bir mürebbi gibi otoriter ve didaktik ne de fildişi kule.
Teşekkür ederim.■
14
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Estetik ve değişim
MİLAY KÖKTÜRK*
D
eğişim en sık telaffuz edilen kavramlardan biri olduğu gibi, aynı zamanda durumundan memnun ve mutlu
ve tatmin olmayan insanların özlemidir de! Onu
çok kolay kullanır ve âdeta harcarız. Kavramı diline dolayanlar ona aynı derinlikte bir anlam yüklemediklerinden, uluorta kullanılan kavramlar
sığlaşır ve artık eski derinliklerini taşıyamaz olur.
Lakin doğası ve yönü tartışılsa da, varoluşun akışı “değişim”dir. O akışta bir kesitin yerini hemen
öbürü alır. Hiçbir şey aynı dilimde/anda kalmaz.
Hiçbir şey yerini diğerine bırakmasa da bilinçte,
düşüncede anların arka arkaya akışı da aynı vakıayı anlatır.
Değişim hakkında hangi açıdan bir şey söylemek lazım?
Bu, bakış ve duruş noktasının seçimine bağlıdır. Örneğin değişimin edebiyatı yapılabileceği
gibi, edebiyatın değişiminden de söz edilebilir.
Kanaatimizce, edebiyatın değişiminden söz etmek daha elzem ve doğru olacaktır. Bu bağlamda biz, ifade biçiminin değişiminden bahsetmiş
oluruz. İfade, tasarım ve duygulanım bütününün
dışa yansımasıdır. Bunlar da yaşama biçimi kökenine dayanır. Dolayısıyla sorun, aslında zihinsel
yahut bilfiil varolan temeli itibariyle estetik bir
sorun olarak kendini gösteriyor. Öyleyse sorabileceğimiz sorulardan biri, edebiyatın değişim yönünün estetik olup olmadığına ilişkindir.
Değişimin edebiyatı hiç de dile getirilebilir bir
*Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen Ed. Fak. Felsefe Böl.
şey olarak durmuyor. Bir şeyin edebiyatı olması
demek onun estetik bir bakışla kelime diline taşınması demektir. Değişimin estetiği ise olmaz.
Zira gelip geçen ve yeni gelenin, yerini hep yine
gelip geçecek olan sonrakine bırakan bir kesitin
gerçekten estetik olup olmadığına dair bir karara varılamaz. Bu minvalde bir karar verilse bile,
o şey kısa süre sonra artık ortada olmayacağından, onun güzelliğinin veya estetik öznenin onu
“güzel” diye adlandırmasının anlamı kalmaz.
Çünkü güzelin -ister öznel temelli diyelim ister
nesnel temelli- zorunlu niteliklerinden en başta geleni kalıcılıktır. Olmakta olan ve henüz sabit bir yapı kazanmayan bir şeyin hangi unsuru
güzellik yargısına konu teşkil edebilir? Evet, son
tahlilde güzel bizim belirlememizle teşekkül eder.
Ama algılayan, muhakeme edip ölçen, tartan ve
değer biçen zihin, karşıdakine, yapabileceği hâlde
nedensizce güzel payesi vermez. Nesne ise, kendine güzel payesi verilmişse, onu bir unsuruyla
taşır. Yönelimsiz veya karşılıksızca “güzel” sıfatı
dağıtılamaz. Bir şey güzeldir ve o bir şey, güzel
olmayandan, kendinde taşıdığı veya onda mevcut
olduğu düşünülen nitelikleri bakımından ayrılır.
Başka bir deyişle estetik, olup bitmiş ve tamamlanmış bir yapının bir bakış noktasından görünümüdür. Onun karşısında bireyin büründüğü
içsel durum estetik deneyimdir. Değişim içindeki
şeyin ise ne olacağı ve ne hâl alacağı bilinemez.
Gelecekte güzel olabilecek bir güzel söz konusu
olmaz. Güzelin bilfiil mevcut olduğunu veya olmadığını düşünürüz. İşte bundan dolayı da “ede-
15
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
biyatın değişimi” derken aslında “estetiğin değişimi” kastedilmiş olur.
Estetik neden değişir?
Estetik bir bakış biçimi olduğuna göre, estetiğin değişimi estetik algıyı yaşayan bakış biçiminin
değişimidir. Bunun temelinde de, yaşama biçiminin değişimi yatar. Daha önce kaleme aldığımız
bazı yazılarımızda belirttiğimiz üzere, değişimin
kalbi estetik bilinçte atar. Bize hoşnutluk veren
şeyi, güzeli kendine konu edinen ve duygusal
temele dayanan estetik genellikle sanat ve sanat
eserleri ile ilişkili olarak düşünülür. Duygusal
yapımızdan filizlenen estetik öncelikle bireysel
bir bilinç durumudur. Bu demektir ki güzeli ve
güzelliği arayan bilinç, bu arayışını pekâlâ pratik
yaşama alanına doğru da yaygınlaştırabilir. Yani
biz estetiği, hayatımızın tüm alanlarını kapsayan
bir olgu olarak da değerlendirebiliriz. Sadece sanatsal eylemlerde değil, bizzat günlük hayatımızdaki tercihlerimizde ve yaşantı tarzımızda da estetik önemli bir belirleyiciliğe sahiptir. İnsan akıl,
mantık ve duygu varlığıdır. Bu üçüyle ulaştığı
sentez veya verdiği karar, onun kendisiyle barışık
olması demektir. Çeşitli türden sentezlerimizin
-mesela değer yargıları- hem akılcı hem duygusal
temeli vardır. Diğer taraftan estetik tercihlerimiz
estetik duygularımıza dayandığı için, bizi daha
çok yönlendirir. Yani estetiğimiz yön değiştirirse
eylemlerimiz de yön değiştirebilecek; güzel ve hoş
olanı seçme yetimizin temelindeki duygularımız
yeni bir yapı kazandığında, estetiğimiz kendi varoluşumuzdaki genel farklılaşmanın başlangıcı
olabilecektir.
Yaşama dünyamıza dönelim; yaşama biçiminin de bir estetiğinden söz edebiliriz. Yaşama
estetiğinin niteliği, hayat sahnesinde bizim için
güzelin niteliğinin ve öneminin ne olduğu sorusuna verdiğimiz cevapta açığa çıkar. Yaşama dünyamızın güncel biçimini etkileyen, yaşama biçimlerimize şekil veren ve eylemlerimizle isteklerimizi
yönlendiren ilk unsur, daha iyi yaşama arzusudur.
Daha iyi yaşama denilen şeye yüklenen anlamlar
da çok farklı etkiler altında şekillenir ve bir çeşitlilik taşır. Yaşama estetiğinde, yani yaşama süreci
içinde güzel/hoş olanın ve olmayanın belirlenişinde farklılaşma başlayınca, yaşantı biçimlerinde
de farklılaşma görülür. Biz tercihlerimizi bunlara
göre yaparız.
Bu minvalde düşününce, değişim olgusunun,
tek birey açısından değil bir toplumsal durum
veya uygarlık çevresi açısından daha büyük bir
önem taşıdığı sonucuna varılır. Her ne kadar estetik, bireyde dışa yansısa da, onun birey dışındaki
kökenlerinden söz etmeden geçilemez.
Her yaşama ortamı durmaksızın biyolojik
devridaimle değişir. Daha önemlisi, bu devridaimin gök kubbe altındaki taşıyıcılarının sayısız
seçenekler arasından seçtikleriyle oluşturdukları
yaşama biçimidir. Tüm toplumsal durumlar bu
yaşama biçimi etrafında âdeta kümelenirler. Bir
toplumsal çevrenin diğeriyle ilişkisi, farkı yahut
etkileşimi de öncelikle ve en temelde bu yaşama
biçimi yoluyla olur ve yaşama biçimi temellidir.
Bir yaşama dünyasının devamlılığı ve kuşatıcılığı,
onun sunduğu yaşama biçiminin estetik içeriğiyle ilişkili/doğru orantılıdır. Bunu evrensel ölçekli
düşündüğümüzde, yaşama ortamı yerine uygarlık
demeliyiz. Yani uygarlıklar da bir yaşama biçimi
üretir. Hatta onların insanlığa sundukları ve etkileyip iz bıraktıkları nokta da budur. Uygarlık
bitimsiz bir yeniden üretim sürecidir. En yaygın
biçimde yeniden üretilen ise eşya değil yaşama biçimidir. Bu da aslında eşyanın algılanışı, hayatın
içine sokulması ve kullanımıdır. İnsanlığa huzur
ve sükûnet getirecek yeni bir uygarlığın doğacağı,
ilk başta da bir uygarlık projesinin kendini takdim edeceği zemin de budur.
Nasıl bir “yeniden üretim”?
İşe bu soru, geleceğe yönelik bir taslağa işaret
eder. İnsanlığın, yaşama dünyasının ve varoluş
sürecinin anlamını yeniden tesis etmeye, yeni bir
anlam keşfine çıkmaya ihtiyacı vardır. İnsani varoluşunu tekâmül ettirmek isteyenler, uygarlığın
bugün insanlığı getirdiği noktayı kaçınılmaz bir
kötü kader olarak adlandırıp bir kenara çekilemez
ve bu uygarlığın insanlığa sunduklarına bakıp
onun eseri olan kan ve gözyaşını doğal karşılayamazlar. Onlar yeni bir arayış içine girmekle,
tekâmülün ruhu gereği, şimdikinden daha güzel
ve mükemmel bir dünya tasarımıyla yola çıkmakla yükümlüdür. İşte bu arayışın sesi edebiyatla da
dile gelebilir. Dolayısıyla edebiyatın değişimi, aslında insanlığın büyük çağlarının değişimidir. Tarihsel akışta ise sadece bu değişimin olup bitişini
ve yüzeysel koşullarını görürüz. Oysa edebiyatta
bu değişimin ruhunu temaşa ederiz.■
16
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
An: Uzun bir hece
VEFA TAŞDELEN
An demek, benim
zamanım demektir.
Böylece, zamanı
bizzat yaşayarak
onu kendime ait
kılarım, kendi
zamanım haline
getiririm. İçinde
ben varsam, benim
için zaman an
an geçmeye, an
olmaya, saatin
kalbi an an atmaya
da başlar. Zaman
içinde ben varsam
an da vardır, an
varsa zaman da. Ne
kadar insan varsa, o
kadar farklı an!...
1.
Bir zamanlar, “varoluş felsefelerinde şimdiki zaman sorunu” diye bir yazı yazmıştım. Bu soruna nereden takıldığımı tam olarak hatırlamıyorum; belki
kendi yaşama deneyimlerimden, belki bir türküden,
belki bir huzurdan, belki bir kasvetten. Hem ona takılmayan, bilerek ya da bilmeyerek soru sormayan,
onunla hesaplaşmayan kim var ki? Hatırlıyorum da,
çocukluğumuzda, büyüklerimiz, o koskoca adamlar,
“bir tek yaşadığım anı biliyorum” derlerdi de inanamazdık, bir anda derin bir boşluk açılırdı zamanda.
Nasıl olur, nasıl olur da şu kadar yaşamış, şu kadar
güngörmüş bu insanlar, sadece yaşadıkları şu anı bilebilirlerdi? Onların “varlık olmakta” yetkinleştiklerini,
yaşamaktan belli bir doygunluğa, var olmak açısından
belli bir tamlığa erdiklerini düşünürdüm. Bu nedenle yüzlerindeki nuru, biraz da bu kemalin yansıması
olarak görürdüm. “Bir tek yaşadığım anı biliyorum”
deyince işler değişiverirdi birden; “yaşamaya doymadım, doyamadan da gideceğim” demek gibi bir şeydi
bu. “Bir tek yaşadığım şu anı biliyorum” dediklerinde
tuhaf bir duygu oluşurdu içimde. O zaman sorulacak
soru belliydi: Peki ya, çocukluğunuz, ya gençliğiniz;
onlar nerede şimdi? Sevgileriniz, aşklarınız, düğünleriniz, bayramlarınız, şenlikleriniz, umutlarınız; evet,
onlardan ne haber? Geçmişte bilinecek ve yaşayacak
bir şey kalmadı mı hiç? “Geçmiş” derken, bir yangın
yerinden mi söz ediyoruz sanki? Tümüyle geçmiş olan
17
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
bir şeyden mi bahsediyoruz? Peki, ya gelecek?
“Gençliğinizin kıymetini bilin”, dediklerinde,
onun kıymetini nasıl bilebileceğimiz konusunda
bir açıklama beklerdim de, küçücük bir ipucu
bile vermezlerdi. Daha sonra “Zenginlik sahip
olmak değil, kıymetini bilmektir.” diye düşündüğümde, gençliğin kıymetini bilmenin de ne olduğunu da sezer gibi oldum. O zaman şöyle bir
durum çıktı ortaya: Yaşadığın anın kıymetini bil!
Kıymet bilmek, bir “değerlendirme” olduğu için,
insan ne zaman kıymet bilebilir gerçek anlamda?
Ancak “ardından bakarken”; evet, o zaman. Şimdi
gençliğimin ardından bakarken, onun kıymetini
daha iyi biliyorum. Bir zamanlar, “keklik bizden
uzaklaştı” türküsünü dinlerdim de, mısraların
içindeki derin melankoliyi sezer gibi olmama karşın sözün imlediği yaşantıyı tam olarak kavrayamazdım. Artık onu da anlıyorum. Zira o da, evet
o da gidenin ardından bakıyor, geçmiş zamanın
peşinde…
“Şimdiki zaman” sadece varoluş felsefelerinin
bir sorunu değildir, insanlığın sorunudur; sadece
filozofun sorunu değildir, “bir tek yaşadığım anı
biliyorum”, “gün bugün, an bu an” diyen köylünün de sorunudur. Teorik boyutu yanında, pratik
boyutlu da vardır. Bu sorunun bağlantı noktası,
“şimdi ve burada” varoluştur. Neden bir başka zaman ve bir başka mekânda değil de, şimdi ve burada? Ve neden ben, yani şu olduğum kişi? Bu sorularla baş edemeyip, Dostoyevski’den mülhem,
“Peki, şimdi ne yapacağız, nereye gideceğiz?” sorusu karşısında bir an şöyle diyesi geliverir insanın: “Ne yaparsan yap, nereye gidersen git!” Bu
meydan okuma, insanın son kalesinin de düştüğü anlamına mı gelir, bilmem, ama “Bir insanın
eğer kendi içinde yeri varsa, dünyanın her yeri
onun olmalı.” derim. Kendi içinize sığabildiğiniz
sürece dünyanın hiçbir yeri size dar gelmez. An
bize ait bir şey olmaktan çıkmışsa, an olmaktan
da çıkmıştır. Zira başkasının anı, bizim anımız
yapmaz. An demek, benim zamanım demektir.
Böylece, zamanı bizzat yaşayarak onu kendime ait
kılarım, kendi zamanım haline getiririm. İçinde
ben varsam, benim için zaman an an geçmeye, an
olmaya, saatin kalbi an an atmaya da başlar. Zaman içinde ben varsam an da vardır, an varsa zaman da. Ne kadar insan varsa, o kadar farklı an!...
İnsan yoksa an da yoktur, an yoksa zaman da.
Dün de, bugün de, yarın da. Zamanı uzun ya da
kısa, geçmiş ya da gelecek yapan insan bilincidir.
Zaman, insanın bilincinden akarak an hâline
gelir. An, insanın, hem de tek insanın zamanıdır.
Bu zaman kişinin hâlini oluşturur. Zaman insana
ait olduğu için, tarih de insana aittir. Yalnız
bilinci olanın anı, zamanı ve tarihi vardır. Ve
onunla birlikte temasta olduğu her şeyin. Zaman
an an gelir, an an geçer. An, geçmişle gelecek arasındaki sınır taşıdır. Yalnız an vardır, sadece an
gerçektir. Zamandaki süreklilik duygusunu veren
anların peş peşe gelişidir. Mevlâna bunu bir metaforla açıklar: Ucunda ateş olan bir çubuğu hızla
döndürmeye başlarsanız, onu giderek bir çember
şeklinde algılamaya da başlarsınız; oysa sadece bir
noktadan ibarettir o, der. Yaşanan andan benzer
tecrübeler elde edilse de, yaşanan zaman bir daha
asla yaşanmaz; bilgenin dediği gibi, aynı ırmakta
iki kez yıkanılmaz. An hem geçmişe karışan, hem
de giderek geçmişten uzaklaşan bir hâldir. Kierkegaard, onu, sonsuzun zamandaki parlaması olarak
görür. Zira içinde sonsuzu taşıyan insan, andadır.
An, sonsuza açılan penceredir. Her an bir tazeleniş, yeni bir ortaya çıkıştır. Anda tazelenen yaratılış, varlığı sürekli kılar. An, fiziksel değil, ruhsal
bir dokunuştur daha çok. Ne de olsa doğada an
yoktur, devamlı bir akış, kesintisiz bir sürüp gitme
vardır. Ama varoluş dünyası, anda gerçekleştiği,
sonsuz, anda parladığı için, an hiç tekrar etmez;
yaşanan an bir daha asla geri gelmez, zaman düz
bir çizgide ilerler. Bu da tinsel bir şeydir.
2.
1998 yılında Seyir yayınlarından çıkan Düşünmek Özgürlüğü adlı deneme kitabımda yer
alan “Dün, Bugün, Yarın” başlıklı yazı, “An’ı Yaşamak” (Carpe Diem) üzerinde yoğunlaşır. “An’ı
yaşa!” buyruğu, derin bir çağrışımla gelir bana.
Nermi Uygur, bir defasında, derin bilgelik ve çözümleme gücüyle, “carpe diem”den bahsederken,
Grekçe bir sözcük üzerinde de durduydu (acaba
“ora” mıydı?): “Bu söz şu anlama gelir: Her şey
kendi zamanında anlamlı. Eğer çocukken çocuk
kitapları okuyamamışsam, bugün okumamın bir
anlamı yok.” Sonra ben bunu, gençlik düşleri
içinde, hep yaptığım gibi, “Nihayet gelebildiniz/
ve ben sizi hiç sevinçsiz karşıladım/ eskiyen gözlerimle” mısralarıyla başlayan ve “bilirsin, her şeyin
18
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
bir zamanı var/ ve her şey kendi zamanında.” diye
biten bir şiir için bahane saymıştım. Daha sonra
Kütahya’daki askerlik görevim esnasında, filmini
severek izlediğim Ölü Ozanlar Derneği’nin kitabını okurken, benzeri bir duyarlılıkla karşılaştım.
“Ormana gittim…” diye başlıyordu cümle: “Ormana gittim. Çünkü bilinçli yaşamak istiyordum.
Hayatı tanımak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum. Yaşam, dolu olmayan her şeyi bozguna
uğratmak için ve ecel geldiğinde ancak fark etmemek için hiç yaşamamış olduğumu.” Dipten
gelen bir yaratıcılığın değil de süzülmüş bir profesyonelliğin ürünü gibi görünse de, etkileyiciydi
yine de. Karteksin kapısına daktilo ile özenle yazıp
yapıştırmıştım onu; gelip gidip okuyordum. Anı
yaşamak üzerine bir hassasiyet geliştirmem, o dönemde, sanırım anı fazla hissetmekten ve üstelik
buna karşın onu yaşayamamaktan kaynaklanıyordu. An’ı yaşamak, eksiksiz bir yaşama felsefesini
içeriyordu; “bilinçle yaşamayı”, “bilinçte yaşamayı” öne çıkarıyordu ve de “farkındalık”ı. Ama ne
olursa olsun, yolu yaşama duygusuna bağlıyordu;
acı bile bu yaşama bilinciyle bir tecrübe, bir dinginlik kristaline dönüşüyordu.
Anın sanatsal bir yönü olduğu da kesin. Bu
da doğal bir şey. Zira an, ne de olsa varoluşun zamanı. Varoluş, ne geçmişte ne gelecekte: geçmişin
ve geleceğin içinde, şimdi ve burada. Bu nedenle
an’ı yazmak, varoluşsal bir edimdir. Geçmişi de
anda yaşarız, geleceği de. Bu yüzden bazı romancı
ve öykücüler anın dilini kullanırlar. Bence istenildiğinde Budizm’de, Herakleitos’ta, Augustinus’ta,
tasavvufta, çağımıza yakın bir noktada, Bergson’da
kökleri bulunabilecek olan “bilinç akışı” kuramı
(stream of conscioussness) tümüyle an’ı temele alan
bir yaklaşımdır; Joyce’da, Faulkner’da ortaya çıkar.
Türkiye’de Bilge Karasu, Alaaddin Özdenören,
Ali Haydar Haksal gibi öykücülerde de yansımaları görülür. Sanat, an’a tanıklıktır, bu yaklaşımda.
An’a tanıklık ederken, zaman içinde geri dönüşler
ve ileri gidişler yaşanır. An, sadece andan ibaret
değildir. O, hatıranın (tecrübe, çağrışım) ve hayalin (beklenti ve umut) kavuşma noktasındadır.
İnsan hatıra ve hayal mekiği ile anın tezgâhında
ömür kumaşını dokur. Güzel anı, güzel hayal ve
de umut, ömür bahçesini sular, yeşertir. Mevlâna
bunu, “güzel hayallerle beslenmek” olarak ifade
eder Mesnevi’de, böyle bir insanın da şanslı bir
insan olduğu konusu üzerinde durur. Zira o, sıkıntı içinde bile olsa, gelecekteki mutlu bir anın
hayaliyle, acısını sevince, umutsuzluğunu umuda
dönüştürebilir. Evet, an, ne varsa onda var; tabii o
da ömrün hazinesinde…
“An’ı yaşa!” demek, “Hayatının öznesi ol
ve şimdiyi şimdi yaşa; hayatı erteleme, bugünü
bugün yaşa!” demektir. “Varoluşun sana, şimdi ve burada, kendi zamanın içinde verilmiştir.”
demektir. Bugün yarını düşün, ama yarını yarına bırak.” demektir. Matta İncili’nde de yazdığı
gibi, “Her günün bir kaygısı vardır. Yarının kaygısı yarına yeter.” demektir. “An’ı yaşa!” demek,
“Bugünkü hâlini yaşa”, demektir. Tabii, bu ölüm
bilincinden uzak yaşamak değildir, anı göz ardı
etmek de değildir. Anı yaşama bilincinde, fanilik
bilinci de vardır. Heidegger’in de belirttiği gibi,
bu bilinç, yaşanan her bir anı sonsuz değerde
kılar. Kişi, kimi zaman yokuş, kimi zaman iniş,
kimi zaman düz bir yolda ilerler, attığı her adımın, yaşadığı her bir an’ın biricik olduğunu bilir. Bunun gündelik dile çevirisi şu şekildedir:
Mademki ölüm vardır, öyleyse hayatımın her anı
sonsuz değerlidir. Hani buna “an’ın beyliği” denilse yeridir. Bu durumda “anı yaşamak” demek,
“Engin ol gönül engin ol” demektir. “Hüseyin’im
geçiyor gençlik çağları, ya beni de götür ya sen
de gitme” demektir, “Görelim Mevlâ’m neyler,
neylerse güzel eyler” demektir. “Zamanın akışına
riayet et” demektir. “Varoluş sorumluluğuna sahip çık” demektir. “Kendi varoluş halini tanı ve
ona bağlı kal!” demektir. “Kendini kendi gerçekliğin olmayan hallere salma!” denmektir. “İnsan
belli bir zamanda yaşar.” demektir. “Her insanın
diğerlerinden farklı bir zamanı vardır.” demektir.
“Dikkat et, kendi zamanından geçiyorsun!” demektir. “Kendini fark et.” demektir. “Zamanda ruhun
ve bedeninle yer al.” demektir. “Bu zamanı bir
daha asla yaşamayacaksın!” demektir. “Bu da gelir,
bu da geçer!” demektir. “Şükür ki her şey geçer.”
demektir. “Hiçbir şey böyle kalmaz.” demektir.
Bunları ve bunlardan daha fazlasını demektir…
Yunus, aşk için, “Dört kitabın ma’nisin okudum tahsil itdüm/ Aşka gelicek gördüm ki bir uzun
bir heceyimiş” der. Evet, “uzun bir hece.” Ne kadar
güzel, ne kadar etkileyici ve ne kadar taze bir söyleyiş! Gerçeği söylemek gerekirse, an da öyledir:
O da uzun, upuzun bir hecedir…■
19
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Edebiyatın zamanından zamanın
edebiyatına değişim
TANER TATAR
Nietzsche
gökyüzünde dönen
kartala hayranlıkla
bakarken, kendisini
kanatların açtığı
girdabın havasına
bıraktı. Soluduğu
havanın her an
farklı olduğunu
anlayamadan geçici
cezbenin rüyasında
battı. Mevlana ise
kanat açıp daireler
döndü. Lakin her
bir dönüşünü
geride bıraktı.
Dünü, dünde
bırakıp yeni sözleri
düne bıraktı.
A
nı ana ekleyip, hâlden hâle geçmek: değişmek. Ne geçmişte ne de gelecekte, değişim şimdide. İbn Sina üç şimdinin içinde
birden yaşar: Geçmişin şimdisi; şimdinin şimdisi; geleceğin şimdisi. Şimdiden yaşadığımız değişim bize,
“gelecek geldi, gidiyor bile!” ikazında bulunuyor.
Duralı’nın dediği gibi, şimdi ve gelecek kesitlerinden, gerçek olan bir tek ‘yaşanan’, şu an. Ancak,
onu anlamamızı sağlayan, yaşanmış olup da artık
yaşanmayan geçmiş zaman. Orası tecrübelerimizin,
dolayısıyla bilgilerimizin kaynağı ve haznesi. Yaşanmış olup da artık yaşanmayanlar, şu hâlde, şimdiyi
yaşatırlar. Şimdi yaşananlarsa, bizi yaşanacaklara yöneltirler. Şeridin birinci kesimi koptu mu, devamı yanar, yok olur. Geçmişi unutmak, ‘hayat körlüğü’ne,
‘bunama’ya götürür. Bunamışın ‘şimdi’si, dolayısıyla
da geleceği yoktur.
Eğer bir şeyin geçersiz olması ya da sonradan
meydana gelmesi şeklinde herhangi bir farklılaşma
ve başkalaşma olmaz ise ‘önce’ olmadığı için ‘sonra’
diye bir durum olmayacaktır ya da ‘sonra’ olmadığı
için ‘önce’ diye bir durum olmayacaktır. O hâlde zaman, yenilenen bir hâlin varlığı ile beraber var olabilir ve bu yenilenmenin sürekli olması zorunludur.
Aksi takdirde zaman da olmayacaktır. Zaman, bitişik olduğuna göre, şüphesiz onun vehmedilen bir
ayrımı olacaktır ki bu da ‘an’ diye isimlendirilir. Bu
an, zamanın kendisine kıyasla elbette bilfiil mevcut
20
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
değildir. An, geçmiş ve yeninin içinde bulunduğu gelecek arasında ortak bir sınır. Diğer taraftan
Tanpınar’ın ifadesiyle de “yekpare geniş bir an” söz
konusu. Yani zamanın tamamı bir an:
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
Varsın Herakleitos bir nehirde iki defa yıkanamasın, biz her nefeste ayrı bir hava çekeriz içimize.
Rüzgâra savurduğumuz nefesin de biri diğeriyle
aynı değil. An olur, aldığımız nefesteki huzursuzluk oflaya puflaya havaya karışır. Dert çeken çilekeş, “ah” ile döker içindekileri. Rahatlık veren
nefes, “oh”larla döner havaya. Ruhu dirilten hava
kalbe dolduğunda, “Hay” sedasıyla kavuşur aslına.
Söz ustası, kelime hamalı Nietzsche!
Dionysos’un sırtında, trajedi ile dolu bedenine
musikiyi kanat olarak takıp Apollon’a yükselmek
isteyen bir çılgın! Gece gündüz kendisini izleyen
Şeytan’ın, en gizli düşüncelerine girip söylediği
söze meftun! “Sonsuz döngü”den bahsedip, tekrara saplanmış bir bataklık dâhisi!
Nietzsche gökyüzünde dönen kartala hayranlıkla bakarken, kendisini kanatların açtığı girdabın
havasına bıraktı. Soluduğu havanın her an farklı
olduğunu anlayamadan geçici cezbenin rüyasında
battı. Mevlana ise kanat açıp daireler döndü. Lakin her bir dönüşünü geride bıraktı. Dünü, dünde
bırakıp yeni sözleri düne bıraktı.
Her gün ve her an gördüğüm her şey
eşsiz. Kim demiş güneş, dünkü güneş diye! Aynı
yönden doğup, aynı yönden batsa bile! Benim yönüm her an değişiyorsa, gördüğüm güneş, ay ve
yıldızlar hep eşsiz. Her gördüğüme eş ararım, bir
kısmını düne bağlar, tekrara katarım. Ama eşleştirdiğim her şey bir, bir, bir: eşsiz.
Aslında dünün tekrarı yoktur, hayatı her
an yeni yaşarım, ama yine de her birini eskiye katarım. Hiç aynı yere basmadım, aynı yerde yatmadım. Aynı gözlere, eski gözlerle bakmadım. Eskiden aldım ama eskide bırakmadım. Eski yolları
yeni adımlarla aştım. Yollar ayağımda aşınırken,
her bir zerresini canıma can diye kattım.
Her an biri ölür, biri dirilir. Benim içimde ölen
de dirilen de eşsiz. Acılar bir önceki acılar değil,
sevinçler keza. Hayat ardımda dürülür, önümde
serilir. Yürüyüş değişmez Hakikatedir ve deveran
hakikatledir. Hakikat, müminin kalbindedir.
Nietzsche gönlündeki güneşi kararttı, elinde tuttuğu fenerin cılız ışığını yaktı, çarşı-pazar
Tanrı’yı aradı. Zerdüşt olup, nefsinin mağarasına
girdi, insanlardan kaçtı. Yapacağı, ellerini göğe
açıp, başını kalbine yaslamaktı. Lakin o, hayvanlar âlemine kucak açtı, arıyorum vehmiyle hep
Tanrı’dan kaçtı.
“Nasıl içip bitirebildik denizi, gökyüzünü
silmemiz için elimize süngeri kim verdi?” diyen
Nietzsche’nin ıstırabı kelimelerinden belli. Ne
hazin ki denizi içenler karada boğdu Nietzsche’yi.
Ve gökyüzünü silen sünger kanını emdi. Nihayet
Tanrı buyurdu; ölümü ilan ederken niceleri gibi
Nietzsche de can verdi.
Kelimelerde var olanı, yine kelimelerle yok
etmek mümkün mü? “Tanrı öldü” derken, Onu
zikretmek suretiyle, aslında onun varlığı ifade
edilmiş olmuyor mu? O hâlde ölümsüzlük dilde
yaşamaktadır.
Gök mavi, deniz mavi! Gök ile yerin ak direği
şimşeği göremeyen, mütemadiyen kıyıları yoklayan dalgaları duyamayan ıstıraplı ölümlü, yerin
altında kim bilir ne duyar şimdi!
Bulutlar kara olsa da kaldır aradan, sen yeter
ki aczini beyan ile isteğini dile dök gönülden, sana
açar göğü Yaradan. Lakin şimdi Nietzsche’nin insanları için Dionyzik cümbüş, efsane olmaktan
çıkmış, muhayyiledeki trajedi muhal değil, hâl
olmuş.
Âlem döner durur. Durmaz elbet, ama öyle
zanneder zamanın hamalı. Âlemi sırtında taşımayan hemhâl ise kâh gökyüzüne çıkar seyreyler
âlemi, kâh iner yeryüzüne seyreyler âlem kendisini. Mevlana’nın dediği gibi “şu akıp giden kum seline bak; ne durması var, ne dinlenmesi. Bak birdenbire nasıl bozuluyor dünya. Nasıl atıyor bir başka
dünyanın temelini”Zaman, akıp giderken arkasına
katıp sürükler âlemi:
“Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.”
Birbirine karışmaz sular vardı. Görünmezlik
vehminde olan el, suları birbirine karıştırmakla
meşgul! Nurlu ve kirli sular iç içe giriyor. Hakikati
21
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
arayan edebiyat, yatakları kendi mecrasına döndürüyor ve karışmış olanı arıtıyor.
Biz de değişir dururuz. Durmayız elbet, lakin
belki duruluruz. Zamanı yakalamaya çalışırken,
yere tutunuruz. Tam yol aldık derken aklanır başımız. Maziye dudak büküp, hâli perişan eyleriz.
İstikbale gönül bağlar, âlemi değiştirmek isteriz.
Dünya değirmeninde, taşın altına gireriz de tanelenir, una döneriz.
Ömrün yarısında zaman geçirmek için çaba
sarf ederiz ve hatta canımız sıkılır, yelkovan ve
akrebe hükmetmek ister, alelacele takvimden bir
yaprak daha sökeriz. Yarısından sonra zamanın
akışına hayret eder, sonra tutmaya çalışırız zamanı,
lakin onun hışmına uğrarız. Takvimin yapraklarını
koparmak için acele etmez ve hatta ona küseriz.
Mehmet Çınarlı’nın kaleminden seslenirsek: Acıklı günlere gelip dayanınca / Kapadık usulca zaman
perdesini.
Kelebeğin kanadına yüklenmiş, kâinatı değiştirebilme gücü. Çırpmaya görsün, fırtınalar koparır
Venüs’te. En zor olan ise kendisini değiştirmek!
Kozanın içinde inzivada değiştirir kendisini. Ses
vermez, feryat etmez, göze görünmez. Ömründen
gider, lakin bir başka güzelleştirir âlemi.
Zaman, yaratılmış bir mahlûk. Mahlûkat
âleminde insan padişah. Mahlûka boyun eğip zamana uymak zübde-i âlem olan insanın kabulü
değil. Gelecek, hâlde demlenir. Ne yazık ki şimdiler hep ertelenir. Kader mi? “Sakın kader deme,
kaderin de üstünde bir kader vardır”. Gücün yeter
mi? “Ne yapsalar boş, göklerden inen bir karar vardır”. Teslim olmak mı? “Yenilgi yenilgi büyüyen
zafer vardır”. Varlık davası mı? “Vardan da yoktan
da öte bir var vardır.” Ümitsizlik mi? “Senden umut
kesmem, kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır.”
Değişim kavramının işaret ettiği istikamet belli
değil: Gelişmek, ilerlemek ya da gerilemek! Lakin
çağın hükmü sürekli “ilerlemek”. Zamanda sonralık, ileride olmak. Modernizmin raf ömrü doldu;
artık hedef gözde ürün postmoderne sahip olmak.
Modernizmin postuna nesneler konarken, yegâne
gaye onlara sahip olmak. Bizatihi kendisinin köle
olduğunu anlayamayan “sahip”, özne olma davasında!
İlerleme veya gerileme, her halükârda değişim
eskisinden daha hızlı. Geçmiş, son sürat gittiğimiz
otomobilin dikiz aynasında. İleri bakarken geçmişe
ancak göz atabiliyoruz. Geride bıraktıklarımız,
ilerleme sevdasının hışmına uğruyor. Az gittik, uz
gittik, dere tepe düz gittik ise de bir arpa boyu yol
gidip gidemediğimiz zamanın sorgu askısında.
Povers’ın belirttiği gibi “Şimdiki zaman hep
acılı bir değişim sürecinden ibaret olduğu için,
her kuşak dünyaya geçmişte bakar. Medusa’ya cilalı bir kalkanın ardından, bir dikiz aynasıyla bakılır. Romalılar, Antik Yunan dünyası konusunda
saplantılıdırlar; Yunanlılar ise (…) kendilerinden
önce gelen kabile dünyası konusunda. (…) İnsanlar yaşantılarını, bir önceki dönemde yapılmış
olanların akla uygun taklitlerini yaparak geçirirler.
Rönesans insanı, eleştirel olmayan klasikçiliğin
zorlamasıyla, akıl ve imaj olarak Orta Çağ’da yaşar.
On dokuzuncu yüzyıl insanı Rönesans’ta yaşar. Biz
on dokuzuncu yüzyılda yaşıyoruz. Batı dünyasında, kendimize ilişkin toplu imajımız, o dönemden
kalmadır. (…) Şimdiki zamanda olan odur ki, artık değişim öyle büyük bir hızla gerçekleşmektedir
ki dikiz aynaları işe yaramazlar.”
Yenilik çağında yaşıyoruz. Markanın yalvarışına ve davetine uymuş, değişimin prangasına
vurulmuşuz. Kendimizi değiştirmeye gücümüz
yetmeyince, kürke dadanmışız. Bir kürk için ne
minnetlere batmışız. Her ne kadar Nasreddin
Hoca’dan çok evvel ziyafet kürke çekilmişse de,
şimdi kürkün içi boş kalmış. Mazrufsuz zarf hayaleti, can derdinde! Aynadaki akiste aranan güzellik, minnet eylemede:
“Âyînedekî aksine nâz eyliyen âfet
Bir haftada eyler iki kez berbere minnet” (Nabi)
Her yenilenme için bir ölüm gerek. Azrail’in
gözünün içine bakıp, canından geçerken kendine
gelmek! Değişmek sancılıdır, değiştirmek de öyle.
Doğan da, doğuran da feryatta! Kaknus gibi küllerinden doğmak ya da yılan gibi deri değiştirmek:
22
İnce uzun bir hayvan
Çarpıyor
Çarpıyor
Çarpıyordu kendini taşlara.
Canı mı sıkılıyor
Can mı çekişiyordu yoksa?
Yok efendim dedi yanımdaki adam
Gömlek değiştiriyor yılan
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Bu hâllerden anlarız dedi az çok
Biz de sınıf değişmiştik bi zaman (Can Yücel)
Söz konusu insan ise yürünen öyle bir yol ki
dönüşü yok. Gidende sükût var, geride kalanda
çığlık! Gidenler yerlerinden memnun mu, değil
mi bilinmez ama gelebilen yok:
Bir candır bu bir andır bu
Giden gelmez bir handır bu
Dağ taş değil insandır bu
Gelsen de bir gelmesen de
(Osman Yüksel Serdengeçti)
Değiştik mi gerçekten? Değiştirebildik mi?
Biz mi yoksa toprak mı insan kanına doymuyor?
Kabil’den beri kardeşler kan içiyor. Silah değişse
de ölüm değişmiyor. Mahşerin kızıl atlısı dörtnala
koşuyor. Batıda kararı Ares veriyor. Batıla saplanmış doğu, “illallah” dese de “la ilahe” diyemiyor.
İlahlar Küfüristan’da kol geziyor. Edebiyat da
bunu kahramanlık destanı diye yazıyor. Küfürle
savaş mı? O, başka bir bahara!
“Neler duydu şu dünyada
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi ey nebi!
Adına alışkın dudaklarımız...
Artık yolunu bilmiyor,
Artık yolunu unuttu
Ayaklarımız
Kâbe’ne siyahlar
Yakışmamıştır ya Muhammed!
Bugünkü kadar!” (A.N. Asya)
Değişim; bir şey kaybolurken, başka bir şeyin
onun yerini alması. Devri daim odalar boşalırken,
başka bir misafirin konaklaması. Edebiyat; odanın
duvarına yazı yazması. Ölümsüzlük; zamana meydan okuyup her nesle kendini okutması... Edebiyat, değişimin içinde değişmeyeni dile getirmek.
Değişme gerçeğini, değişmez Hakikatte aramak.
Görünmeyeni latif nefesten nefyedebilmek âleme
ve kelime ile diriltebilmek. Kalemin içinde kan
hızla dolaşırken kolaydır karalamak, edebiyat ölürken de yazabilmek: “Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege
niyyet var/Yakında adem dirler bir şehre azîmet var.
Bu hâlet ile ey dil sağ olmada âlemde/ Derd ü gam-ı
dilberle ölmekte letâfet var” derken, Baki olmak var.
Lakin değişen dünyada gaye görünür olmak.
Bedenler “göster kendini” emrine itaatle, endam
sergilerken; teşhir ilerleyerek, teşhircilik edebiyatın asli konusu olmuş. İtina ile seçilmiş kelimelerin
edeple ifade ettiği en latif duygular, edebî atan
kalemlerin kara kuru kelimelerinde dile geliyor.
Yatak odası, kitap kapağının arasına konulunca
adı roman oluyor. Kelimeler manadan soyulunca,
“çıplak gerçeklik sanatı” diye kendini gösteriyor.
Her şey göze hitap ederken, sayfalarda harfler gözümüzün içine giriyor. Akıbet odur ki gözde olan
gözden düşüyor.
Kelimeler,
Görünenden önce,
Gözden önce gözde,
Hakikatler kelimelerin ötesinde,
Lakin
Bilinen sözde,
Göz perdede,
Gönül özün hasretinde.
Hayatla birlikte kelimeler de değişiyor. Edebiyatın sermayesi kelimeler. Yeni kelimeler dâhil
oluyor dünyamıza. Bazı kelimeler ise mana kaybına uğruyor ya da unutuluyor. Kimi de mana
zenginliği kazanıyor. Velhasıl kelimeler bizimle ve
bizim gibi yaşıyor. Sermaye arttıkça zenginleşiyor
edebiyat, fukaralık ise el açtırıyor ağyara. Yabancı
kelimeler istila ediyor dilimizi. Biz edebiyata, edebiyat bize yabancılaşıyor.
Hayat mı edebiyatı değiştiriyor, yoksa edebiyat mı hayatı? Okuduklarımız hayatımızın romanı
mı? Sevdalarımız, nefretlerimiz, ümitlerimiz, korkularımız ve ülkülerimiz! Satırlarda izini sürebiliyor muyuz? Dost düşman, konu komşu, arkadaş,
ülküdaş ve sevgili! Karton kapak arasında evsiz
barksız mı kalmışlar? İstila, harflerden hücrelere
kadar mı dolmuş? Bayburt’tan Zihni’mize kalem
hüzün damlatmış:
23
Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Hâli, hayal ile mürekkep eyleyip gönlünde da-
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
mıtarak çeker kalemine yazar. Sayfanın ak yüzüne
damlalar hâlinde döker içini. Okurlarını hayallerine katar, geleceği inşa etmek için nicelerini peşine
takar. Değiştirici tılsım, kelimelerin seçilmesi ve
sıralanmasında gizlidir.
Edebiyatçı ayna tutar âleme. Bilim adamı tavrıyla olanı, olduğu gibi aksettirme davasında ve
derdinde değildir. Edebiyatçının aynası düz ve
sert değil, esnektir. Bazen içe kıvrılır, küçültür gördüklerini; bazen de dışa döner, deve dönüştürür
pireleri. Dünya, kıvrak çalımlar atsa da, görünene
değil gördüğüne itibar eder sanatkâr. Değişmeden
önce değiştirir dünyayı.
Edebiyatta akseden sıra dışı hayatlar, okuyucuyu cezbedebilmekte. Aykırılıklarla dolu tavırlar,
yapraklara sürülüp, satılma derdinde. Sayfalarda
ifşa edilen fuhşiyat ayartma peşinde.
Uykudan önce başucunda takip edilen satırlar,
seyrine rüyada devam etmekte. Rüya göremeyen
millet, ağyarın rüyasını, gündüz gözü ile kâbus
olarak görmekte.
“İndi öz kökünden üzülen menem.
Özge budaglara düzülen menem.
İndi ne sen, sensen, ne de men, menem.
Biz ki, biz değildik, bize elveda.”
(Bahtiyar Vahapzade)
Kıssalar, kısaldı; hisseler ufaldı. “Ebu leheb ölmedi ya Muhammed! Ebu cehil; kıt’alar dolaşıyor...”;
çocukları şeytanla zinada; iğreti otlar çoğaldı. Saldı
veledizinasını yüreğimize, içimiz daraldı. Hasret,
ol Fatıma soyuna; kurtarış, Seyyid Battal Gazi’nin
torunlarına kaldı.
Aynı anda birkaç nesil bir arada. Nesiller arasındaki fark, evvela hızla açılıyor, sonra daralıyor.
Nine, anne ve torun; aynı dünyada, başka rüyada! Nine rüyasını torununda mı seyrediyor yoksa?
Dünün anneleri, bugünün ninesi!
“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları.”
(N.F. Kısakürek)
yıp, geleceği göremeyen Felatun Beyler; heyhat
çeken Rakım Efendiler dünün roman kahramanları değil. “Turfanda mı Turfa mı?” sorusu mazide
kalmış değil.
Müşterek hayat içerisinde herkes bir hâl içinde. Türlü türlü dertler var insan içinde. Kadim
duygular yenilenerek, yeniden karşımıza çıkarken,
edebiyat ezelin ve ebedin içinde. “Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn/ Derd çoh hem-derd
yoh düşmen kavî tâli› zebun” sözü hâlden anlayan
için Fuzuli değil.Hemhâl bulmaktaki güçlük, bugüne has bir zorluk değil:
Mürekkebim yoktur bir defter edem
Yazam da sorayım yârime bari
Hâlden bilen yok ki hâlim arz edem
Bir nüsha süreyim serime bari.
(Pir Sultan Abdal)
Okuyan ve okunan ilişkisi mahrem bir alan.
Yazar, her ne kadar kendisini kaleme alıp satırlara dökse de; okuyan kelimelerde kendisini görüp,
sözleri kendisine okur. Kendisi de yazarsa okuduğu kelimelerden yeni bir eser dokur. Edebî metnin,
ebedî döngüsü budur. Zihnimizde dans eden kelimeler bir kez söz raksına başlayınca, artık kendisine bir başka zihinde dans edecek yeni eşler bulur.
Her zihin bizim kelimelerimizi kendisinin yapar.
Hiçbir kelime seyahatinde başlangıç noktasındaki
gibi kalmaz. Kendisine yeni oynaşlar bulur.
lar,
Kelimeler,
Ölümlülerin
Dillerinden gök kubbeye gönderdikleri
Ölümsüzler
Kendilerine her daim bir ölümlü mekân bulurOnların canından can alıp
Candan cana kan olurlar.
İki kapılı handa gelen giden çoksa da, yalan
söylemeyen taşlar yerinde durur. Yalan söyleyen
insan çoksa da, doğrular göğe doğrulur. Her şeyin
hesabı, her iki âlemde de sorulur.
Ve evin katları birbirinin üstüne yığılıyor. Arabaya sevdalanan Bihruz Beyler; geçmişi anlayama24
Ben nihân oldumsa âsârım nihân olmaz durur
Şânımı ahlâfa sît-i câvidânım söylesin
(Muallim Naci) ■
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
GÜNE YORGUN UYANMAK
Ne çok şey yüklüyorum senin sessizliğine
Üzgün dizeler geçiyor gecenin içinden
Gecenin ilmiklerinden üzgün desenler
Düşünmek acı veriyor eski fotoğrafları
Yüzümü saklamak için dikenli bohçalar:
Aklım sana karışıyor, sessizliğine…
Ne çok şey yüklüyorum senin sessizliğine
Çocukken, karanlık bastığında,
Usulca ağaçlanan kaybolma korkuları
Geçse de o korkular
En çok gözyaşı dönüyor dünya yerine
Ağlayan bir küçük kız, suya dökülen bir ay
Küçük sevinçler filan
Benzemiyor ilk öpüşten duyulan ürpertiye…
Ne çok şey yüklüyorum senin sessizliğine
Tırnaklarım kanıyorsa kayaya gül ekmekten
Nergis aşılamaktan keder fidanlarına
Yaşadığını söyle: “Yarın diye bir şey yok!”
Demek var, bir rüyada eğilip gözlerine…
Ruhun yaralarını süzen gözlerin bilir
Onaran gözlerin bilir, bir yaprak
Sarmazsan, kanayan atlarımın yeleleri de soğur
Bir yaprak, o nergisten ürperen yerlerine…
MEHMET AYCI
25
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
YARISI YENMİŞ
RUHLAR İÇİN AĞIT
Buradan uzaklaşacaksın madem öyleyse yol hazırlığı
niyetine duymazdan gelme olur mu söylediklerimi/ öyle
bir an gelir bir heceye bile tutunabilir insan tüm yaşamı
boyunca/ kime ne kadarı ulaşır o da belli değil ama…
Neye inanıyorsan ona yemin edeyim
Dört yanımız heybetli bir tuz gölü
Yaralara iyi gelen mi, nerde
Kurutan, kendine katan
Acıklı bir filmken iyiydik
Yersiz bir romana düşünce kötü
Konuşmalarımızı elinde tutan yazara
Biz ne söylesek aslı astarı yok
Aslında bir de iyi yanından bakalım
(Diyelim ki faydacı bir görüşe inanıyoruz)
Hibrit yanlarımızı bıçakla kazıyıp
Gelecek nesillere aktarabiliriz
(Slogansız konuşmalara kimse inanmaz)
Yine de uzaklaşmak iç açıcıdır/ eğer dönüş yolu hiçbir
kayba yol açmıyorsa/ merkezin dışına çıkan her noktaya
saygı duymalıdır çember/ “iyi değilim” itiraf değil
de tespitse korkuya yakın durmalı/ iki göz bir kalp
hangi yarıçapa sığar ki zaten/ oldum olası seyyahlara
meyyaldir aklım/ uzak dur/ güzergâhım tuzaktır
SEVAL KOÇOĞLU
26
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Gelenekle yenilik arasında
YAHYA AKENGİN
Gelenekli
şiirimizin aruz ve
hece vezinlerini
savunmak adına
her manzumeyi
şiir sanmak
gibi yaygın bir
sorunumuz
vardır. Ölçü
yerinde ise
kafiye de
oturmuşsa buna
şiir diyebilme
tavrının
arkasında
donuklaşmış
bir edebiyat
geleneği
anlayışı vardır.
G
eleceğe yol gösteren gelenekler doğurgan olur,
donukluğu aşmak için şifreler taşır. Hayatın
diğer alanlarında olduğu gibi edebiyatta da
böyledir. Böyle olmadığı ve böyle anlaşılmadığı durumlarda isyancılarını karşısında bulur gelenekler.
“Atalarımız vakitlerini pilav yiyerek, mesnevi okuyarak
geçirirlerdi.” ifadesini ele alalım. Pilav lezzetli bir yemek,
mesneviler güzel metinlerdir. Bir durum tespiti olarak çekiciliği olduğu kadar bazı sorunları da içinde barındıran
bir ifadedir bu. Her gün pilav yemek gibi her Allah’ın
günü mesnevi okumanın da bıktırıcı bir noktaya götürmesi kaçınılmazdır. Sadece gülün ve kokusunun egemen
olduğu bahçeler çekicidir. Ancak başka çiçeklere hatta bazen çakırdikenlerine de yer ayıran bahçeler ayrıca bir ilgi
çekiciliğe sahiptir.
Divan edebiyatının gönül okşayıcı gazellerinin dünyasına kendini kaptırıp düzyazıyı küçümseyen edebiyat kuşaklarına günün birinde başkaldıranları, geleneği horluyor
diye suçlamaya kalkışmak, tekdüzeliği savunmakla eşdeğerli olabilir.
Toplumumuzun gelenekleri ağız tatları olan ayranlarımız, şerbetlerimiz elbette güzeldir. Fakat Bedri Rahmi’nin
ifadesiyle, “Bir ilimiz var adı Rize/Durup dururken bir
demli çay sundu bize.” Hiç hesapta yokken sunulan bu çayı
reddetmedik. Hayatımızın yirmi dört saatinde yer ayırdı
kendisine. Bunun böyle olması geleneksel içeceklerimizin
hayatı terk etmesi sonucuna varmıyordu.
Romanın, mahremiyeti ifşa edici olduğu, Hristiyanlığın “günah çıkarma” kültüründen kaynaklandığı, bu
27
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
yüzden Müslümanların romanının olamayacağı
görüşünü öne süren Cemil Meriç, fikir
hayatımızın köşe taşlarından birisidir. Fakat işte
“mesnevi”nin yanında romanı görmeyi de benimsedik. Hangi roman, kimin romanı gibi sorulara
cevap arama hakkımızı saklı tutarak, gümrük
kapılarımızı bu edebiyat türüne açmış olduk.
Eğer bunun yanlış olduğunda hâlâ ısrar edenler
varsa, bunlar romanın iyisini de kötüsünü de
bilmeyenler olsa gerek. Gelenekli edebiyatımızda
özenli yer tutan “mesnevi” tarzı hikâyelerimizin,
geleneksel anlatı türümüzün bazı kötü örneklerinin olabileceğini de bilmeyen ya da kabul edemeyenler bunlar arasından çıkabilir. “Gelenek”
kavramı soyut olarak bir kutsallığı ifade etmez.
Geleneğe değer kazandıran, taşıdığı muhtevadır.
Toplum olarak zaman zaman her türlü yeniliğin
önünü kesmek adına “gelenek” tabusuna sığındığımız da olmuştur. Bu anlayıştan yola çıkılarak
insanca olmayan törelerle, davranış kalıplarımızın omurgasını oluşturan töreleri aynı koruma
duygusunun zırhına büründürdüğümüz de görülmüştür.
Gelenekli şiirimizin aruz ve hece vezinlerini
savunmak adına her manzumeyi şiir sanmak gibi
yaygın bir sorunumuz vardır. Ölçü yerinde ise
kafiye de oturmuşsa buna şiir diyebilme tavrının
arkasında donuklaşmış bir edebiyat geleneği anlayışı vardır. Biz bunu söylediğimiz zaman hece
ve aruz karşıtı diye suçlamalara da tanık olmuşuzdur.
Ağaç, her zaman güzeldir. Bakımına gerekli
özen gösterildikçe yeni dallar, yapraklar, filizler
vererek zenginleşir. Gelenek de öyledir. Eğer onu
sınırlarsak kendisini tekrar edip durur ve kısır bir
döngünün kalıbı olur. Ağaca yapılan aşılar gibi
geleneğe de aşılar gerekir. Aşıların tutanı da olur
tutmayanı da. Şayet doku uyuşmazlığı varsa gelenek o aşıyı reddeder elbette.
Şu da var ki her geleneğin sosyal ya da kültürel bir karşılığı vardır. Bunlar bazen tarihî
olayların bazen iz bırakmış insan hikâyelerinin
mayaladığı geleneklerdir. İşgaller ve seferberlikler yaşamış milletlerin hayatındaki vatan kavramı
kutsallık kazanır. Bu yüzden mesela destanların,
destansı türkülerin şiirlerin, hikâyelerin gelenek
ikliminde ayrı bir yeri vardır. Bu iklimden esintilerle beslenen yeni edebiyat ve sanat ürünlerinin
toplumla bütünleşip o geleneğe yeni boyutlar kazandırması daima mümkündür.
Fakat bu etkileşim ve gelişim çizgisi bazen
ters akıntıya da kapılabilir. İdeolojik bakış açılarının edebiyat ve sanata yansıması olarak karşımıza çıkar, yer yer de isyan ve anarşi anaforuna
sürükleyebilir.
Bu isyan ve anarşinin kendisine yer edinmek
için geleneğe savaş açtığı da görülür. Sosyal yapıda yer edinemese bile reklam ve propaganda
mekanizmaları üzerinde egemenlik kurarak,
kendisinin toplumda bir karşılığı varmış gibi algılamalara yol açabilir ve geleneğin konumunu
sarsabilir.
Türkiye’de son elli yıldaki edebiyat sanat
kavgalarının asıl mahiyetini gelenekle yeniliğin
çatışması değil, yenilik adına ideolojik amaçların
meydan okuması oluşturur.
Bunun yanı sıra, dayatılan yıkıcı ve yalancı
ideolojilerin karşısında olanların, sanatı ve edebiyatı karşıtları kadar ciddiye alamayanların, gelenekli sanat ve edebiyatı kendine bir zırh yaparak
sözünü ettiğimiz kısır döngüyü aşamamaları gibi
bir sorunun varlığını ifade etmek gerekiyor. Yani
bir bakıma geleneğe yenilik halkaları eklemek
yerine sermayeden harcama yoluyla tutunmayı
tercih edenlerin yetersizliği ve bir üretim tembelliği söz konusudur.
Geçmişle gelecek arasında köprü olma niteliğini kaybeden geleneği savunmak yerine,
geçmişin birikimlerinden yaralanmayı ihmal
etmeyen yeniliklerin önünü açmaya ihtiyaç
duyulmaktadır. Estetik üretimi sürdüren aykırı edebiyat ve sanatın, estetik mirasla yetinen
geleneğe göre şansı daha fazla olabilmektedir.
Varlığını sadece geleneğe yaslanarak sürdüren sanat ve edebiyat, birbirlerinin benzeri ve
kopyası olan ürünlere bir yenisini eklemekten öteye bir işleve sahip olamıyor. Bu yüzden çoğumuz, birbirimize reddiyeler yaparak kısır döngülerimizi sürdürme rahatlığını
seçiyoruz.
Şunu da söylemekte yarar var: Geleneği
iyi bilen sanatçılar edebiyatçılar hem onun
imkânlarından daha çok yararlanma şansına sahip olabilir hem de onu taklit etmekten
uzak durma birikimi ile yol alabilir. Gelenek
yaşamalı ama zürriyetsiz olmamalıdır. ■
28
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Değişim ve din
CELAL KIRCA*
D
eğişim, “bir durumdan başka bir biçim
ve duruma girme”yi tanımlayan bir
kavramdır. Osmanlıcada bu anlam, tagayyür, tekâmül, teceddüt, ihya, ıslah, tahrif, inhiraf,
ifsat, tebeddül kelimeleri ile karşılanmaya çalışılmıştır.
Benzer anlamları ifade eden bu sözcüklerden bir kısmı olumlu anlamdaki değişimi, bir kısmı da olumsuz
anlamdaki değişimi tanımlar. Kur’an’da ise değişim
ile ilgili olarak tahvil, tebdil ve tağyir sözcüklerinin
yer aldığı görülür.
Hepimiz biliyoruz ki değişim, hayatın değişmez
bir kuralıdır. Kâinatta her şey, bir biçimde değişime
uğrar. Tabiat değişir, fertler değişir, toplumlar değişir. Ama bunlarda değişmeyen bir şeyler de daima
mevcuttur. Fertlerdeki değişim, çok farklı alanlarda
görülse de genellikle inanç, fikir, düşünce ve davranışlarda daha belirgin bir görünüm arz eder. Ateist
bir insanın Allah’ı tanıması, deist bir kişinin dini kabulü gibi…
Toplumsal değişim de çok yönlüdür ve her alanda görülür. Siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlardaki değişimler, bunun birer göstergesidir.
Din, Allah’ın peygamberleri aracılığıile insanlara
ulaştırdığı iman, ibadet, ahlak ve hukukla ilgili bilgi,
ilke ve kuralları ihtiva eden sistemin adıdır. Değişim, tabiatta, fertte ve toplumda olduğu gibi dinde
de olmuştur. Ancak “din’“deki değişim, dinin iman
ve ahlâk gibi sabitelerinde değil, daha ziyade hukuk,
kısmen de ibadet konularında görülür. Nitekim Hz.
Âdem’in çocukları birbirleriyle evlenirken, daha sonra bu tür evliliklerin yasaklanması, Yahudilere ait
* Prof. Dr., Erciyes Ü. İlahiyat F.
bazı yasakların Müslümanlara yasak kılınmaması,
bazı ibadet şekillerinin aynı olmaması gibi hususlar
ilahî dinlerdeki değişimi simgeler. İlahî dinler, olumlu değişimden yanadır ve bu tür değişimi teşvik eder.
Nitekim “dalâletten-hidayete”, “cehaletten-bilgiye”,
“kötülükten-iyiliğe” ve “vahşetten-medeniyete” doğru olan değişim, ilahî dinlerin gönderiliş amaçları
arasında yer alır. Kur’an’ın ana misyonlarından birisi de budur. Nitekim o, insanları, şirkten tevhide,
ahlâksızlıktan ahlâka, zulümden adalete, eşitsizlikten
eşitliğe, kayırmacılıktan işi ehline vermeye, hissilikten akliliğe, kabilecilikten ümmet anlayışına değiştirmeyi hedeflemiş ve onlara kuralların ve ilkelerin
egemen olduğu bir hayatı önermiştir.
Hz. Âdem’le başlayan ilahî din, bir taraftan sabitelerini korurken, diğer taraftan da gelişmesini
son din İslam’la tamamlamıştır.(Maide,5/3) Ancak
“din”deki gelişime bağlı bu değişim, Kur’an’la son
bulsa da, Din/Kur’an’ın anlaşılmasında ve yorumunda devam etmektedir. Diğer bir ifade ile “Kur’an/
Din” değişmese de ancak dinî anlayışlar ve yorumlar
değişebilmektedir.
Erol Güngör’ün“Din değişmediği hâlde insanların onunla ilgili anlayışları değişiyorsa o zaman bu
değişmenin sebeplerini dinde veya insanlarda değil,
fakat onların dışında birtakım kaynaklarda aramamız
lazım. Başka bir ifade ile söylersek insanları değiştiren,
her devrin insanına başka türlü tesir eden, dolayısıyla
insanların şahıslarına değil, onların zamanlarına bağlı bulunan birtakım sebeplerden söz etmek gerekir.”
tespiti, her çağ için geçerli olduğu kadar çağımız için
de geçerlidir. Özellikle tarım toplumundan sanayi
toplumuna geçiş sürecinde ortaya çıkan sosyal, siyasi
ve ekonomik etkenlerin dinî anlayışlarda meydana
getirdiği değişim, din-değişim ilişkisine geçmişten
farklı olarak yeni boyutlar ve sorunlar getirmiştir.
Dinî anlayıştaki bu değişimi tetikleyen sorunların
başında hiç şüphesiz Batı bilimi, teknolojisi ve değer yargıları gelmektedir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak Batılı insan, öncelikle Tanrı’nın
evrene koyduğu kanunları keşfetmeye ve anlamaya
çalışmış, elde ettiği bulgularla insanların ihtiyaçlarını
gidermiş, kilisenin çözüm bulamadığı konulara bilim
vasıtasıyla çözüm bulmaya gayret etmiş ve neticede
daha önce bir türlü sarsamadığı kilisenin otoritesini
sarsarak, kilisenin otoritesi yerine bilimin otoritesini; din adamının otoritesi yerine ise bilim adamının
otoritesini ikame etmeye çalışmıştır. Bilim adamının
evreni keşfetme ve anlama işlevinin yanında, kiliseye karşı olan bu tavrı dolayısıyla Batılı insan, giderek
Tanrı’dan uzaklaşmış ve Tanrı’dan bağımsız kendi ba-
29
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
şına kurduğu bir dünyada yaşama arzusu ile dolup
taşmıştır. Bir başka ifade ile kilisenin otoritesinden
uzak ve tamamen hür bir ortamda bilimsel faaliyette
bulunma arzusu, zamanla dine ve neticede Tanrı’ya
bağımlı olmadan yaşama isteğine dönüşmüştür. Bu
bağlamda ortaya çıkan materyalist, rasyonalist ve pozitivist anlayışlar, dine karşı olma ve dinden bağımsızlaşma temayüllerine olabildiğince destek olmuştur.
Bu dönüşüm 18. yüzyılda o kadar etkili olmuştur
ki dinsiz veya Tanrı’sız bir dünya anlayışını ortaya çıkartmıştır. Bu kutsaldan kopmuş ve Tanrı’ya yabancılaşma hareketi, bütün dikey bağlamları, yataylaştırdığı için evrendeki bütün unsurların sınırlarını çizen
bir din hâlinde algılanır olmuştur. Bu da toplumda
giderek bunalımın ve gerilimin artmasına ve yaygınlaşmasına sebep olmuş, insan hayatını kolaylaştıran
ve onu rahata kavuşturan bilim, kutsaldan kopuş ve
Tanrı’ya yabancılaşma hareketi sebebiyle bizzat insanın varlığını tehdit eden bir unsur hâline de gelmiştir. Bu anlayış Osmanlı aydınını da etkilemiştir.
Nitekim Tanzimat’la birlikte Batı’ya açılan Türk
aydının, özellikle pozitivizm, rasyonalizm ve materyalizm gibi felsefi düşüncelerden büyük oranda etkilendiği görülmektedir. Bu etki sebebiyledir ki dinî
ilimleri bilen, fakat Batı kültüründen ve biliminden
haberdar olmayan din adamlarının yanında İslamiyetten haberi olmayan, sadece Avrupa’yı gören ve
tanıyan, Batılı değerler için çaba gösteren aydın bir
zümre de oluşmuştur. Bu iki grup arasında cereyan
eden ilmî, fikrî ve felsefi mücadele neticede XIX.
yüzyıl Osmanlısının sosyal yapısını düalist bir yapıya
dönüştürmüş, eğitimde geleneksel medrese ile yeni
açılan Batı tipi okullar, orduda alaylı subaylarla mektepli subaylar, hukukta şer’i ve karma mahkemeler bu
düalist yapının ana unsurlarını oluşturmuştur.
Bu sosyal yapı, Türkiye’yi Batılılaştırmamıştır
ama etkinliği hatırı sayılır düzeyde olan bir aydın
çoğunluğu maalesef oryantalistleştirmiştir. Türk aydınının oryantalistleşmesi ise kendine özgü yeni bir
kimlik ve aidiyet aramasına; karşısındakilere olumsuz bir kimlik atfetmesine sebep olmuştur. Neticede
gelenekçi–modern veya ilerici–gerici ayırımı, bu oryantalist anlayışın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu kimlik, Batılılaşmayı değil, oryantalistleşmeyi
yani kendi toplumunun insanını “Avrupalı gözüyle”
seyredip değerlendirmeyi hedeflediği için “biz” ve
“onlar” şeklinde bir ayırımla maalesef ikiye bölmüştür. Böyle bir olgunun oluşmasında ve devamında
ise mekteplerin ve özellikle edebiyatın önemli bir
rol üstlendiği görülmektedir. Bilhassa pozitivizmin
yaygınlaşmasında ve etkisinin hâlâ devam etmesinde
edebiyatın rolü asla inkâr edilemez.
Pozitivist düşüncenin zihinlerde bıraktığı tortuları ve sosyal hayattaki izlerini görebilmek için Tanzimat sonrasında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan şiir, roman ve hikâye gibi edebî eserlere bir göz
atmak yeterli olacaktır. Çünkü edebî eserler, toplumsal olayları, düşünceleri ve olguları yansıtan bir ayna
işlevi görmüşlerdir. Bu nedenle de edebî eserlerde yer
alan fikir, düşünce ve sosyal olayların hayatta daima
bir karşılığı mevcuttur. Nitekim Tevfik Fikret ile
Mehmet Âkif arasında geçen o bildik tartışma bunun
en bariz örneğidir. Ayrıca Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece’si ile Yakup Kadri’nin Nur Baba’sını bu bağlamada zikredebiliriz.
Reşat Nuri, Yeşil Gece’sinde roman kahramanı Ali
Şahin’in Darulmuallimin’e girmeden önce medrese
tahsili yaptığını ve bütün medreseciler gibi maddeciliğin etkisinde kalarak şüphe hastalığına tutulduğunu, bu nedenle “Ben Neyim?” ve “Niza-i İlim ve Din”
isimli eserleri okuduğunu hatta bu kitapların yazarı
ile görüşmeye gittiğini anlatarak maddeciliğin birey
üzerindeki etkisini dile getirirken; Yakup Kadri de
Nur Baba’sında Bektaşiliği ele alıp inceler.
Fakir Baykurt ise Hasret isimli hikâyesinde, bir
kasaba vaizinin dilinden İslamın dünya ve ahiret anlayışı şöyle karikatürize eder: “Hepimiz ölüp gömüleceğiz. O kara topraktaki oyuntuya girmekten hiçbirimiz kurtulamayacağız. İşte orada her şey tersine
olacak arkadaşlarım. Siz sadece bu dünyada sabredin.
Ama öyle gerçekten sabır! Orayı burayı kurcalamayın. Yarın orada fakirler zengin olacak, zenginler de
fakir. Bu dünyadaki zenginleri siz öbür dünyada uşak
tutacaksınız. Onlar size eşek gibi hizmet edecekler.
Bundan başka Huri kızlardan güzel karılarınız olacak. Tavus kuşunun tüylerinden döşekleriniz, tülden
çarşaflarınız olacak. Emrinize çadırlar verilecek, girdiniz mi içerlerine mis gibi güzel kokular duyacaksınız. Karılarınızın elleri pembe pembe parlayacak.
Her tarafları balıklar gibi tertemiz. Radyolarınız olacak Tıpkı burada görüp imrendiğiniz sulak çiftlikler
gibi çiftlikleriniz olacak.”
Yahya Kemal, din-toplum ilişkisi bağlamında
yaşanan bu ve benzeri sorunların ana sebebini, yeni
hayat tarzıyla cetlerimizin diyanetini meczedip, kendilerini bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten
kurtaracak mürşitler, şairler, edipler ve hatiplerin yetişmemiş veya yetiştirilmemiş olmasında arar. Benzer
anlayışı Hasan Âli Yücel’de de ve görmekteyiz. Onun,
1952 yılında Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir yazıdan, din adamlarının bilime yan bakmalarından,
dünyayı idare eden sosyal ve ekonomik kanunları
30
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
hiçe saymalarından; buna karşılık bilim adamlarının
pozitif metotlar karşısında manevi birtakım etkenlerin varlığından habersiz görünmelerinden şikâyetçi
olduğunu anlıyoruz.
Bu sebepledir ki sanayi devrimi ile başlayan kök
değerlerle güncel değerler çatışması sonucu ortaya
çıkan sorunlara çözüm bulmada geleneksel dinî anlayışları yeterli olmamış veya olamadığı görülmüş,
bunun için de yeni yorumlara ihtiyaç duyulmuştur.
Özellikle hürriyet ve eşitlik gibi değerlerle, kadın
hakları konusunun en çok yoruma ihtiyaç duyulan
konular arasında yer alması bir tesadüf değildir. Tanzimat sonrasında Osmanlı devletinin, toprak mülkiyeti hakkı konusunda kadın- erkek eşitsizliğini giderecek düzenlemeler yapmış olması böyle bir ihtiyacın
sonucudur. Bu uygulama, aynı zamanda 19. yüzyılda
Avrupa’da yaygınlaşan feminizm hareketinin Osmanlı kadın harekini ne denli etkilediğini göstermesi
açısından da önemlidir. Ancak bu hareketin sosyolojik, psikolojik, dinî ve kültürel farklılıklar nedeniyle
İslam ülkelerinde farklı şekilde algılandığını da unutmamak gerekir.
Mesela Mısırda Reşit Rıza’ın Nisa suresinin 129.
ayetinde yer alan “ Aralarında adaleti yerine getirmeye güç yetiremezsiniz.” pasajını yorumlarken, çok
evliliğin bugünkü şartlarda faydadan çok zarar getireceği yorumu, günümüz için de dikkat çekici bir nitelik arz eder. Bununla birlikte sosyal sorunların Hindistan ve Mısır’daki etkileriyle Osmanlıdaki etkisinin
aynı olmadığı da bir gerçektir. Nitekim Hindistan’da
eşitlik ilkesi ön planda yer alırken Osmanlıda hürriyet ilkesinin ön planda olduğu görülür. Bu nedenle
Hindistan Müslümanları arasında feminist Kur’an
yorumları yapıldığı hâlde, Osmanlıda Hindistan’daki
kadar feminist yorumlara rastlanmaz. Daha ziyade
geleneksel yorum tarzının günün şartları içinde savunmacı bir reflekse dönüştüğü görülür. Hindistan
benzeri feminist söylemler ve yorumlar ise ancak
20.yüzyılın ikinci yarısında etkin olmaya başlamıştır.
Musa Carullah, 1916 yılında yazdığı hâlde ancak
1933de Berlin’de bastırdığı “Hatun” isimli kitabında “Hatunlar hukuk açısından erkeklerle eşittir.” der
ve bu eşitliğin medeni hukuk, aile hukuku ve eşlik
hakları, eğitim ve öğretim hakları ve siyasi hukuk
alanlarında olduğunu vurgular. Hindistan’da ise Seyyid Ahmed Han’ın rasyonalizasyon merkezli bilimsel tefsir yorumlarına paralel olacak tarzda Mümtaz
Ali’nin de Batılı değerler üzerinden bazı Kur’an ayetlerine feminist yorumlar yaptığı görülür. Ona göre
Nisa suresinin 34. ayetini, erkeğin kadın üzerine bir
hâkimiyeti olduğu şeklinde anlamak hattadır. Zira
klasik tefsirlerdeki anti feminist açıklamalar, ilahî
metnin ruhundan ve lafzından ziyade zamanlarının
mutat hukukunu yansıtmaktadır. Ayet bütünlüğünden kadınların eşit biçimde erkeklere karşı bir
önceliğinin olduğu da anlaşılabilir. O, erkek kadın
şahitler arasındaki nispetsizliği, İslam hukukunda
gerçekte yalnızca ticari anlaşmalara ve erkek Arap tacirlerin kendi kadınlarından çok daha bilgili olduğu
teknik becerilere işaret eden Kur’an ayetinin yanlış
yorumlanmasından neşet eden bir aşırılık olarak görür. Benzer yorumları Emir Ali de yapmakta, kadınla
ilgili yetersizliği belirten ayeti, o çağdaki Arapların
problemlerine bağlı ve geçerli addederek “geçici” bir
uygulama olarak değerlendirir.
Bu görüşlere ve yorumlara karşın gelenekçi yaklaşımı tarzını temsil eden Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin ise “Beyanu’l Hak” gazetesinde yazdığı
makalelerde teaddüd-i zevcat, sigorta, faiz, heykel,
tesettür, resim, musiki ve kumar gibi konuları ele
aldığı, fakat Hindistanlı Mümtaz Ali’nin feminist
yorumları gibi yorumlar yapmadığı, Hatta “Dinî
müceddidller”inde “Avrupa medeniyetinin yanlış telakkisi” ne yönelik eleştirilerde bulunduğu bilinmektedir.
Pozitivizmin ve rasyonalizmin etkili olduğu ve
geleneksel dinî yorumların dışına çıkılarak Kur’an’ın
bu felsefi anlayışlarla yorumlandığı ve geleneksel yorumlardan farklı olarak yeni yorumların yapıldığı
alanlardan biri de din-bilim ilişkisi konusudur. Ancak bu tarz yorumların içinde doğru olarak kabul
edilebilecek yorum örnekleri bulunduğu gibi, Kur’an
lafızlarının onaylamadığı rasyonalizasyon örnekleri
de mevcuttur. Mesela Kızıldeniz’in yarılması olayını
med-cezir ile, ebabil’i çiçek mikrobu ile, sakar’ı bilgisayar şeklinde yorumlamak gibi.
Ne var ki Müslümanlar arasında bu tarz yorumlara taraftar olanlar olduğu gibi karşı çıkanlar da mevcuttur. Günümüzde bunlar, entegrist, fundamentalist, radikal ve modernist guruplar olarak adlandırılmaktadırlar. Bu guruplardan entegrist anlayışta
olanlar, geleneğin tesirini ve yorum biçimini mutlaklaştırırken, fundamentalist olanlar, geleneği ve tarihsel formları aşıp dinî metinlerin ilk okunuş ve anlayış
biçimini mutlaklaştırmaktadır. Radikal gruplar ise
bilgi-iman özdeşliğine inanmakta ve dinin yorumunu bir ideoloji olarak algılamaktadırlar. Modernist
olanlar ise dinî metinleri çağdaş anlayışlara uygun gelecek tarzda anlamamaya ve yorumlamaya çalışmaktadırlar. Oysa geleneğin tesirini ve yorum biçimini
mutlaklaştırmak da, geleneği ve tarihsel formları aşıp
dini metinlerin ilk okunuş ve anlayış biçimini mut-
31
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
laklaştırmak da; bir bilgi objesi olan dinin yorumunu, bir inanç objesi olarak kabul etmek ve din gibi
algılamak da; dinî metinleri iç ve dış bağlamlarından
kopararak çağdaş anlayışa uygun gelecek tarzda yorumlamak da yorumun değeri ve anlama yöntemleri
açısından sorunludur. Burada mutlaka bilinmesi gereken husus şudur:
Bir “din” vardır, o da Allah’a aittir. Bir de dinî
olan vardır ki, bu “ed-Din”den insanların anladıklarıdır. Müslümanlık ifadesiyle kast edilen de budur.
Mezhepler de bu kategoriye dâhildir. Bunun içindir
ki Arap İslam’ı, Türk İslam’ı ifadeleri yanlıştır. Zira
İslam tektir, Arap’ın veya Türk’ün İslam’ı olmaz. Ama
Arap Müslümanlığı, Türk Müslümanlığı veya Hanefi
ve Şafii Müslümanlığı olur. Zira bu ifadeler Arap’ın,
Türk’ün veya Ebu Hanife’nin ve İmam Şafii’nin anladığı İslam anlamına gelmektedir. Bu nedenle Müslümanlık, “din” değil, dinî bir nitelik arz eder. Dinî
olan ifadesinin ise iki anlamı vardır: Birinci anlamı
“din”den olan, ikinci anlam ise “dine” uygun olan
demektir. Namaz dinîdir dediğimizde birinci anlamı,
mevlit dinîdir dediğimiz de ikinci anlamı kast etmiş
oluruz. Çünkü namaz “din”den bir parçadır, ama
mevlit “din”den bir parça değildir. Zira ne dinin kitabında ne de Hz. Peygamber’in tebyininde (açıklama) yer alır. Bu nedenle mevlidi dine uygun görenler
olduğu gibi, dine uygun görmeyenler de mevcuttur.
Yorumlar da bunun gibidir. Bu nedenle insanların yaptıkları yorumları doğru bulanlar olduğu gibi
doğru bulmayanlar da olabilir. Mesela abdest alma
ile ilgili kadına dokunma ayetini, abdestli bir Müslümanın kadına dokunduğunda abdesti bozulmaz yorumu da, bozulur yorumu da dinîdir. Yani bu ayetin
her iki yorumu da dine uygun demektir. Şayet bu
iki yorumdan birini, birinci anlamda anlar da dinden
sayar isek, diğer yorumu din dışı saymış oluruz. Geleneğimizde mezheplerden hiçbiri kendi yorumunu
din, karşı yorumu ise din dışı saymamıştır. Bu nedenle entegrist, fundamentalist ve radikal anlayışların
ileri sürdüğü argümanların ne dinî ne de geleneksel
bir dayanağı vardır
Dinî metinleri, çağdaşanlayışlarla örtüşmüyor gerekçesiyle bu anlayışlara uygun olacak tarzda yorumlamak ise, o metinlerin iç ve dış bağlamlarının göz
ardı edilerek üretilen yeni anlamların o dinî metinlere yüklenmesi anlamına gelir. Bu da yeni bir metin
inşası demektir. İç ve dış bağlamlarına göre anlam kazanan bir sözün, bağlamlarından kopartılarak anlamlandırılması, anlama yöntemi ve dil mantığı açılarından yanlıştır. Doğru anlama, metodolojik anlamadır.
Bu da dilbilimsel anlama yöntemi ile bağlamsal anlama yönteminin birlikte kullanıldığı anlama türüdür.
Yoksa dinî metinlerin ideolojik anlamalara malzeme
yapılması değildir.
Öyleyse değişim açısından “din” ile “dinî” olan
bize ne anlam ifade etmektedir? sorusuna cevap vermek gerekirse cevap şudur:
“Din”de bir değişim söz konusu değildir. Zira
Hz. Peygamber’in vefatı ile vahiy sona erdiği için
“ilahî din” geleneği de sona ermiştir, ama “din”in dayandığı ana kaynak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumu
Hz. Peygamber’den sonra da devam etmektedir. Bu
anlama ve yorumlarda ise tek bir çizginin veya tekdüzeliğin olmadığı; kişilere, sistemlere ve çağlara göre
farklılık arz ettiği de bir gerçektir. Bu da dinin değil
ama dinî olanın değiştiğini gösterir. Ancak burada
izahı gereken bir başka husus daha vardır ki o da Hz.
Peygamber’in tebyini ile onun hâricindeki kişilerin
yaptıkları yorumların bağlayıcılık açısından bir ve
eşit olmadığıdır. Zira Hz. Peygamber’in peygamberlik görevi gereği yaptığı tebyin/açıklamalar bağlayıcı olduğu hâlde, onun dışındaki kişilerin yaptıkları
açıklamaların bağlayıcılığı yoktur.
Bununla birlikte beşerî yorumlara dayalı inanç
sistemlerini, iç mantıkları gereği izafi doğrular olarak kabul etmek ve bir başka sistemi benimseyinceye
kadar süreli bağlayıcı saymak da aklın temel ilkelerine ters düşmez. Her görüş, sahibini bağladığı gibi,
her sistem de kendisini benimseyenleri bağlar. Fakat
bu bağlayıcılık kesin bir bağlayıcılık değil, tercihe
dayalı bir bağlayıcılıktır. Tercih devam ettiği sürece
bağlayıcılık da devam eder. Ama tercih değişirse, süreli bağlayıcılık da sona erer ve böylece tercihte bağlı
yeni bir süreç başlamış olur. Bu da dinî anlayışlardaki
değişimin bir göstergesidir. Diğer bir değişim türü ise
mevcut dinî anlayışların ve yorumların, elde edilen
yeni bilgilere ve metotlara göre sorgulanarak değerlendirilmesi sonucu yeni yorumların yapılmasıdır.
Nitekim “din” ve değişim denilince akla ilk gelen de
bu değişimdir.
Değişimin karşıtı ise muhafazakârlık, koruyuculuk ve tutuculuktur. Dinî konulardaki
muhafazakârlık doğru olan yorumların; tutuculuk
ise doğru veya yanlış her türlü yorumun, geleneğin
ve kültürün korunmasını ifade eder. Bu nedenle
Kur’an, tutuculuğu tasvip etmez. Zira o doğru ve
güzel olan şeylerin korunmasını, buna karşılık doğru ve güzel olmayan şeylerin ise terk edilmesini ister.
Bunun için de zihniyet değişimi önerir ve bunu da
“Bir toplum kendi özünü değiştirmedikçe, Allah o
toplumu değiştirmez”(Rad,13/11) kuralına bağlar. ■
32
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Değişim mi yozlaşma mı?
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
Batıda Haçlıların,
doğuda Moğolların
ağır tahribatını
yaşadığımız yıllarda,
Kaşgarlı Mahmut’un
öncülüğünde dil
davasıyla ortaya
çıkıyoruz. Yunus Emre
ile Mevlana ile hem
tasavvufun hem halk
kültürünün şaheser
örneklerine ulaşıyoruz.
O dönemde, dış
baskıların doğurduğu
maddi yıkım, bizde
manevi bir dirilişin
tetikleyicisi oldu.
B
atı’da değişimin ilk hareket noktası olarak görülen reform hareketlerini kendi
edebiyatı besledi ve geliştirdi. Bizde de,
Cumhuriyet’e geçişle başlayan yenileşme hareketi
aslında bir sosyal kabuk değişimi idi.
Divan edebiyatı geleneğinin terk edilerek, Batı
tarzı edebiyat için yoğun bir şekillenmeye bu dönemde şahit oluyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar
bunu, “İmparatorluk asırlar içerisinde yaşadığı bir
medeniyet dairesinden çıkarak mücadele hâlinde
olduğu başka bir medeniyetin dairesine girdiğini ilan
ediyor ve onun değerlerini kabul ettiğini açıkça kabul
ediyordu”,[1] diye anlatır. Kemal H. Karpat da; “Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle çağdaş Türk edebiyatının tarihi birbiriyle yakından ilişkilidir. Aslına bakılırsa, Cumhuriyet, Türk kültürünü yeniden yoğurmaya giriştiğinde bireyi ve sosyal düşünceyi kendi kalıpları doğrultusunda şekillendirmenin temel aracı olarak
edebiyatı seçti.” der ve ekler: “1923-1945 yılları
arasında gerçekleştirilen reformlar için Batı örneğinde
sağlam temeller kurmaya çalıştı. İslami gelenek reddedildi. Siyasal ve teokratik mutlakıyetin temel direkleri
olan Saltanat ve Hilafet kaldırıldı ve Batı bilimi ve
Pozitivizm en yüce hedef seviyesine yükseltildi.” [2]
1. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,
Millî Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul 1969; s.95.
2. Kemal H. Karpat, Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları,
33
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Bugün dilimizi zenginleştirmekle övünüyoruz. Doğrudur;
dilimiz gerçekten çok büyük bir gelişme gösterdi, şimdi
sözlüklerimizde 150 binin üzerinde kelime var. Ancak,
dikkat edin ‘hayatta, edebiyatta’ demiyoruz, ‘sözlükte’
diyoruz. Sözlükteki kelime izaha muhtaç kelimedir.
Aslında bu değişim talepleri yeni değildir:
Edebiyat-ı Cedide ve ona tepki olarak doğan
Fecr-i Ati Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı, arkasından gelen Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler,
Garipçiler, Birinci ve İkinci Yeniciler vb. gruplaşmalar ve zorlamalar edebiyatta değişimi Batı
kanalına çekebilmek içindi. 1940’lı yıllarda, bu
yenicilerin, daha doğrusu değişimcilerin, ideolojik yaklaşımları itibariyle de yıkıcıların verdikleri
eserler ve yürüttükleri mücadeleler, eşyanın tabiatına aykırı bir tutum olduğu için bunlar pek
başarılı olamadılar.
Ancak şiirde arzu ettikleri seviyede yapılamayan bir şey, edebiyatın imkânları kullanılarak,
sosyal hayatta gerçekleştirildi ve modern hayat
dediğimiz, kendi değerlerinden uzaklaşarak bugünkü toplum yapısına doğru gidildi. Değişimin
altındaki ideolojik talep böylece gerçekleştirilmiş
oldu. Bunda romanın büyük payının olduğunu
düşünüyorum. Geleneği dışlayan, çağdaşlaşmayı,
çağın ihtiyaçlarına talep verme şeklinde değil de,
haz ahlakına dayalı seküler yaşama biçimi olarak
algılayan zihniyet hâkim kılındı.
Burada devlet ideolojisinin de bunu besleyen bir korumacı zihniyet taşıdığını görüyoruz.
Meşrutiyet ve Tanzimat hareketi Batıcı aydınlara
kendi kültürel değerlerini aşağı gören bir karakter
oluşturdu: “Avrupa dilleri ve eğitimiyle haşir neşir olan bu aydınlar Avrupa’nın üstünlüğü fikrinin
yayılmasında etkili oldular.”[3] böylece zalim düşmanına teslim olan bu kadro ile ülkenin geleceği
vesayet altına itilmiş oldu. Bugün Türkiye’nin
yaşadığı iç çatışmaya dayalı sosyal bunalımın altında bunlar vardır.
Burada esas üzerinde durulması gereken çok
önemli bir mesele de; “dil değişimi”dir. Edebiyatın ana harcı dildir. Daha doğrusu edebiyatın
omurgası dildir, beyni dildir; eli kolu, ayağı, gözü,
kulağı dildir. Edebiyat bütünüyle dilin mahsulüdür! Leibniz’in, “Bana mükemmel bir dil verin,
size büyük bir millet meydana getireyim”,[4] sözü
bunun önemini çok net bir şekilde ortaya koyar.
Diliniz, siyasi bir tasarrufla birden değişime
uğruyorsa, sizin kültürel birikiminiz ve zenginliğiniz bir kenara itilecektir elbette. Bin yıllık bir
birikimi ne için feda ettik? Bunu hâlâ anlamış değiliz. Ahmet Hamdi Tanpınar, resmî düşüncenin
sözcülüğünü de üstlenmiş bir isim olmasına rağmen, “Medeniyet değişiminin hakiki bir kriz hâlini
aldığı saha şüphesiz dil’dir”, [5]der.
Aslında, birden kestirip atmak yerine, eski alfabe ile yani yeniyi; (Latin harflerini) birlikte öğreterek bugünlere gelseydik, dehşetli bir birikime
sahip olacaktık.
Bugün dilimizi zenginleştirmekle övünüyoruz. Doğrudur; dilimiz gerçekten çok büyük bir
gelişme gösterdi, şimdi sözlüklerimizde 150 binin
üzerinde kelime var. Ancak, dikkat edin ‘hayatta,
edebiyatta’ demiyoruz, ‘sözlükte’ diyoruz. Sözlükteki kelime izaha muhtaç kelimedir. Ve itiraf edelim, bu kelimelerin önemli bir kısmı bizim toplumumuzun muhayyilesinden doğmamış, birçoğu
Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizceden geçip
Türkçeleşmiştir. Hâlbuki bizim bir de ‘Derleme
ve Tarama sözlüklerimiz’ var. Orada fosilleşmeye
terk ettiğimiz on binlerce kelime bulunmaktadır.
Bütün bu olanlara rağmen, edebiyatımızın
son dönemde yakaladığı canlılık gelecek için
umut verir mi? İtiraf edeyim, ‘umut verir’ diyebilseydim, soru ekini kullanmazdım. ‘Vermez’ de
diyemiyorum, ama bir kaygı içinde olduğumu
söylemeliyim.
Niye kaygı? Bugün insanımızı değişim adına yozlaşmanın sancılarını yaşamaktadır da on-
İstanbul 2009; s.129.
3. ---------------------, age. s. 170.
4. Fuad Köprülü; Ülkü Mecmuası, Şubat 1941, S. 96.
5. Ahmet Hamdi Tanpınar, age., s.103.
34
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
dan! Çünkü edebiyat genellikle toplumun hep
önünden gitmiştir. Bir cemiyetin sosyal hafızası
ve genel kabulleri neyse edebiyatı da o olacaktır.
Dahası, edebiyat bunları oluşturan ana hareket
noktasıdır. Batı’da, edebiyatın lokomotif olmasına uygun kendi insanının felsefi bir altyapısı vardı. Haçlı seferleriyle tanıdıkları Doğu kültürünü
çok iyi özümsediler ve oradan kendilerine has
bir edebî disiplin çıkardılar. Biz ise, başkalarına
sunduğumuz bu zenginliği geliştirmek yerine, yenileyemedik, dolayısıyla giderek kısırlaşıp hayatımızdan çekilen bir nesne hâline getirdik.
Batıda Haçlıların, doğuda Moğolların
ağır tahribatını yaşadığımız yıllarda, Kaşgarlı
Mahmut’un öncülüğünde dil davasıyla ortaya
çıkıyoruz. Yunus Emre ile Mevlana ile hem tasavvufun hem halk kültürünün şaheser örneklerine
ulaşıyoruz. O dönemde, dış baskıların doğurduğu maddi yıkım, bizde manevi bir dirilişin tetikleyicisi oldu.
Düşünebiliyor musunuz, Sosyolog Sorokin,
Batı kültürlerinin çiçeklenme tarihlerini verirken,
Roma’nın M.Ö. 86 tarihinde ortaya çıktığını söyler. Edebiyat alanında İtalya’da 1290, İngiltere’de
1573, Almanya’da 1756, Fransa’da 1779 tarihlerinde ilk eserlerin verildiği görülmektedir. [6]
Bizde ilk edebî metin, M.Ö. 119’da Uygurların yazdığı ağıtlarla varlığını gösterir. Ayrıca sistemleşmiş eserlerimizin tarihleri ise şöyledir: 970
yılında vefat eden Farabî, Aristo ve Eflatun gibi
filozofları tercüme ederek Batı’ya aktarılmasına
vesile olduğu gibi, İhsaul Ülum adıyla ilk ansiklopediyi yazdı. Onun ayrıca Siyaseti’l-Medeniye’si,
Kütübi’l-Mantık’ı, Musiki’l-Kebir’i 10. yüzyılda
insanlığın hizmetine sunduğunu görüyoruz. Kaşgarlı Mahmut, 1074’te Divanı Lügati’t-Türk’ü
yazdı. 1077’de ölen Yusuf Has Hacib, arkasında
Kutadgu Bilig adıyla muhteşem bir eser bıraktı.
1166’da vefat eden Ahmet Yesevi Divan-ı Hikmet’iyle, kendisinden sonra 13. asırda Yunus,
Mevlana, Hacı Bektaş gibi ünlü isimlerin gelmesine zemin hazırlayan çığırı açtı. Biz bu eserlerimizle yukarıda adını verdiğimiz ülkelerden üç beş
yüz yıl ilerideyiz. Buna rağmen, böyle bir birikime sahip bir toplum, bu temeller üzerine çağının
6. Sorokin; Bir Bunalım Çağında Toplum
Felsefeleri,(Çev. Mete Tuncay) Bilge Yayınevi,
İstanbul-1972. s. 27.
kültürünü inşa etme gibi bir dikkat ve gayretten
uzaklaşmak suretiyle bugünkü duruma sürüklenmiştir.
Bu sürüklenişte edebiyatın payı var mıdır?
Vardır! Çünkü edebiyatı; şiiri, romanı, hikâyesi,
denemesi, tiyatrosuyla bir bütün olarak ele alırsak, ihya edici unsur olduğu kadar, toplumdaki
çözülmeye bunlardan bazılarının öncülük ettiği
gibi bir kaygı var. Edebiyatçı Batı’nın vesayeti
altında kaldığı sürece, kendine göreliğini kaybedecek ve efendisinin sesi olmaktan kurtulamayacaktır. Bu bakımdan, bizde değişimin prensipleri
toplumun taleplerine göre şekillendirilemedikçe
yarınımızdan ümit var olmada kaygımız bitmeyecektir!
Bunda değişimi gelişme çizgisinden alıp taklit keyfiliğine götürenlerin payı büyüktür! Bugün
bu taklit, kölelik ruhunu beslemiş ve ülkemizde
yüzü Batı’ya bakan, bütün değerlerini feda aymazlığıyla Batılı gibi olmayı isteyen aydın tipini üretmiştir. Bunun yarattığı kültürel çözülüşe
tepki de yine kendi içlerinden gelmiştir. Orhan
Pamuk, bu teslimiyete tahammül gösteremez ve
gelinen sonun açmazlarını ortaya koyar:
“Onların (Seküler batıcı, pozitivistlerin) yaşamı benim de yaşamım. Aynı sınıftan, aynı sokaktanız. Alışkanlıklarımız aynı. Aynı dükkândan alış
veriş yaparız. Onlarla ilgili sevgi dolu cümleler de
yazdım, alay da ettim. Burjuvazi beni öfkelendirir. Havalı olmalarından hoşlanmam. Egoistlikleri
ve kendi vatandaşlarından nefret etmelerinden hiç
hazzetmem. Laik Türk üst sınıfını askeri müdahaleler de Kürtlere yapılan baskı da rahatsız etmez.
Türk kadınlarının birçoğuna, sadece başörtüsü taktıkları için tepeden bakarlar. Bu tutumları bana,
eskiden Güney Afrika’da beyazların siyahlara bakışlarını anımsatır.”[7]
Sonuç itibariyle biz değişimi, bizi var eden
değerleri koruyarak, hatta onların yönlendirici
mahiyetinden hareket ederek gelişme çizgisine
taşıyabilirsek, edebiyattaki bu karmaşa ortadan
kalkabilir. Başkalarının diliyle konuşan kendi
beynini, kendisi için kullanmıyor demektir. Bu
değişim değil, bana göre hezeyandır! Türk aydını
ve edebiyatçısı, ülkemizin hamleci ruhunu diri
tutmak istiyorsa, taklide değil, orijinale yönelmelidir!...■
7. Orhan Pamuk; Hürriyet gazetesi, 17 Ağustos 2012.
35
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Değişim ve edebiyat
HÜSREV HATEMİ
D
ünyanın görünümü, olayların (mesela savaşların)
vuku bulma biçimleri, ticaret, teknoloji, üretim aletleri hepsi değişiyor. Fakat tabii olaylar, mesela afetler
hep aynı korkunçlukta. Birkaç yıl önce,
dünyanın, volkan patlamalarından doğan afetleri unutmuş gibi olduğu 21’inci
yüzyıl başlarında, İzlanda’da bir volkan
harekete geçti. Teknolojiye imanları tam
olan büyük bir uçak yolcusu kitlesi, bir
veya iki gün dehşet içinde kaldılar. Volkanın sebep olduğu kül bulutları, Avrupa
kıtasında uçuş güvenliğini tehlikeye atmıştı.
İnsanın sevdiklerinin ölümü, kendi
ölümü, doğal afetler, geçim zorlukları, ailesine bakamama korkusu, Yaratıcı karşısında duyduğu iman veya inkâr
hisleri, değişmiyor. 20’nci yüzyıl başın-
Değişimi tabii
karşılayacağız.
Çünkü Rahman
suresinde, her
şeyin geçici ve
fâni olduğu, yalnız
Allah’ın baki olduğu
bildirilmiştir. Fakat
her değişimi kabul
etmekle yükümlü
de değiliz. Baki
“Hükm-i kazaya
zerre kadar yok
inadımız.” diyor.
36
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
da ölen Ayaşlı Şakir, dünya olaylarının bariz
değişimi karşısında düşünür, endişelenir ve
şunu söylerdi:
“Hülasa bence şimdi kıble-i ruhum
Muhammed’ le
Hûdâ-yi Lemyezel’ den maada her şey
değişmiştir”
(özet olarak, bence şimdi ruhumun kıblesi
olan Muhammed peygamber ve daima var
olan ve var olacak Yaratıcı’dan başka her şey
değişmiştir).
Şu hâlde, dış dünyada değişim vardır.
İnsan ruhunun ölüme, kederli olaylara, sevinçli olaylara, başkalarına duyulan sevgiye,
başkalarına duyulan nefret hislerine bir tür
tepkisi demek olan edebiyat ve diğer güzel
sanat ürünleri de, zaman içinde değişim gösterir. Diller, edebiyatın malzemesidir. Dünya dilleri de çağdan çağa önemli, yüzyıldan
yüzyıla ise biraz daha küçük ölçüde değişim
gösterdiğine göre, edebiyattaki dış değişim
sebeplerinden biri de dillerdir. Örnek: Divanü Lügati’t -Türk’te daha başka bir Türkçe
vardır. Henüz İslam ve Budizm ile karşılaşmamış Türk boylarının kelimelerinden ve
şiirlerinden derlenmiş olan (10’ uncu yüzyıl)
Divanü Lügati’t- Türk daha naif ve bütün
ülkelerin ilk edebiyat ürünleri gibi daha basit
şiirleri içerir.
Aynı yıllarda yazılmış olan Kutadgu Bilig adlı eser ise, sözlük hazırlama amacı ile
yazılmadığı için bu kitapta daha işlenmiş bir
Türkçe ve daha zengin örnekler sunulmuştur.
Ayrıca yalnız bizim iddiamız değil, Budizm
tarihi ile ilgilenenlerin bildiği bir gerçek daha
vardır. Uygur Türkleri, milattan sonra 6’ncı
yüzyılda başlayarak Budistlerin dinî edebiyatına katkılar yapmışlardır. Farsça ve Farsça edebiyat eserleri ile karşılaşan Müslüman
Türkler kendi dillerinin imkânlarını, Farsça
etkisiyle geliştirerek Şirazlı Hafız yolunda gazeller de söyleyebilmişlerdir. 19’uncu yüzyıldan başlayarak bizi, İran’ı, Mısır’ı Hindistan’ı,
Kuzey Afrika’yı etkisi altına alan Fransız ve
İngiliz kültürü de, Müslüman Orta Doğu
halklarının edebiyatına büyük etkiler yapmıştır. Daha küçük ölçüde olmak üzere Rus
ve Alman edebiyatlarının da edebiyatın konu
ve dil değişimlerine etkisi olmuştur.
Temel değişmiyor
Fakat insan ruhu değişmiyor. Yine İlk
Çağdaki kadar âşık veya zalim veya mümin
olunabiliyor. Bir sevilenin ölümünden, bir
evlât ölümünden yine yürekler yırtılabiliyor.
Bu da değişime uğramayan yön… Çünkü
yaratan, bizi en iyi takvim üzerine yarattı.
Biz kabul ettiğimiz, talip olduğumuz için
bize bilinç yükledi. Böylece canlılar içinde
sorumluluk taşıyan canlı, yani insan olarak
yaratıldık. Kur’an-ı Kerim’in buyurduğu
gibi hareketlerimiz sonucu aşağıların aşağısı
olabiliriz. Burada tekrar söyleyelim ki insan
duyguları, doğal afetler karşısında çaresizliği,
kıskançlığı, aşkları, hayal kırıklıkları değişmiyor.
“Hiç bilmeyiz kezek (nöbet) kimin, halk
içinde gezer ölüm
Halkı bostan edinmiştir dilediğin üzer
ölüm”
diyen Yunus Emre ile,
“Neylersin ölüm herkesin başında uyudun
uyanmadın olacak”
diyen Cahit Sıtkı Tarancı, çağdaş iki şair gibidir.
Değişimi tabii karşılayacağız. Çünkü
Rahman suresinde, her şeyin geçici ve fâni
olduğu, yalnız Allah’ın baki olduğu bildirilmiştir. Fakat her değişimi kabul etmekle yükümlü de değiliz. Baki “Hükm-i kazaya zerre
kadar yok inadımız.” diyor. Bunu da kabul
ediyorum. Fakat ikinci gerçeği de unutmayalım. Yani Allah’ın veçhinin baki olduğu
gerçeği. Bu bakımdan, Rabbin veçhini bir
mühür gibi taşımayan, içimin ısınmadığı değişimi, kabul etmeyebilirim. Siz de bu fikirde
iseniz “etmiyebiliriz”.
Buna da Ayaşlı Şakir isyanı diyorum.■
37
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Türk edebiyatının değişim süreci
NÂMIK AÇIKGÖZ
D
ünyada 4 coğrafya, 3 din, 3 medeniyet dairesi ve 5 alfabe değiştiren
tek millet, Türk milletidir. Orta
Asya, Yakın Doğu, Orta Doğu ve Avrupa coğrafyalarında etkin devletler kuran; Şamanizm,
Manihaizm-Budizm ve İslamiyet din ve inanç
sistemlerini yaşayan; Orta Asya, İslam ve Batı
medeniyetlerini idrak eden ve nihayet Köktürk,
Soğd, Arap, Latin ve Kril alfabelerini kullanarak
alfabe değiştirme rekoru kuran Türkler, ilk bakışta “ayran gönüllü” bir millet gibi görünürse
de, tam tersi, Türkler böyle bir değişim süreci yaşadıkları hâlde, bugün hâlâ o cevheri koruyarak
ayakta duruyorlarsa, bu değişimler, Türklerin
özümseyerek değiştirme gücünün dinamizmini
göstermesi bakımından önemlidir.
Her değişim dönemi, topyekûn sosyal değişim sürecidir. Değişen sadece coğrafya, din,
medeniyet dairesi ve alfabe değil; bir zihniyet
değişimi yaşanmıştır. Edebiyat, bu değişimin bir
parçasıdır.
Orta Asya döneminde, edebiyat daha çok
tabiat tasviri, savaşlar, kahramanlıklar ve daha
sonra Maniheist-Budist inançlar etrafında yoğunlaşmıştır. Bu dönemde daha çok nazım tekniği kullanılmış ve özellikle Maniheizm-Budizm
döneminden önce, bugünkü mani geleneğinin
atası olan nazım şekli kullanılmıştır. Son derece
ritmik bir şekil olarak mani, 7’li veya 8’li birimlerle, yüzyıllar boyu devam edegelmiş ve değişi-
me direnmiş bir şekildir. O dönemlerde “koşuk”
adını alan ve daha sonra “koşma”ya dönüşen bu
şekil, mani geleneğinin membaıdır:
Etil suvı aka turur
Kaya tübi kaka turur
Balık telim baka turur
Kölün takı küşerür
Öpkem kelip ogradım
Arslanlayu kökredim
Alplar başın togradım
Emdi meni kim tutar
Bu tür metinlerin yanı sıra, ritüel anındaki
ritmi yansıtan, “Tang Tengri” metni, (Reşit Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri, Ankara 1965, s. 8) bir
dinî metin olarak gelenekten ayrılırsa da, ritmik
olarak benzer geleneği yansıtır.
İlk değişim dönemi
Türk edebiyatının ilk köklü değişimi Uygur döneminde ortaya çıkar. Uygur dönemine
ait dinî metinlerde nazım şekli biraz değişmiştir. Beşli bentlerin hâkim olduğu bu devir metinlerinde, belirleyici şeklî özellikler, mısra başı
kafiyesi ve mısradaki hece sayısının artmasıdır.
Muhteva olarak da Maniheist-Budist öğretilerin
işlendiği, Türk edebiyatında İslami terminolojinin de ilk defa bu devirde yer aldığı görülür.
38
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Türk edebiyatında meydana gelen değişiklikler, diğer
toplumlarla ilişkide bulunmaya göre bir çizgi takip
etmiştir. Her ilişki dönemi, edebiyatın şeklî özelliklerinin
ve muhtevasının değişmesine yol açmıştır. Bu basit bir
“etkide kalma” olgusu değil; bilakis yeni karşılaşılan
toplumlardan alınan unsurlarla meydana getirilen terkip
başarısıdır.
Mesela Reşit Rahmeti Arat’ın Eski Türk Şiiri
(Ankara 1965) adlı eserinin 114. Sayfasında yer
alan bir mısrada İslam peygamberi Hz. Muhammet şöyle yer alır: “Mahamat pıgambar ar-a kirmiş (Muhammet peygamber araya girmiş.) Aynı
eserin 12. sayfasında firişta (ferişte, melek), 262.
sayfasında yer alan bir şiirde ise Rabb (Allah) kelimesi yer alır: kamug iş ırabtın erür (Bütün işler Allah’tandır.) Aynı şiirde bulfayz (Ebulfeyz)
kelimesi de geçer. 256. Sayfadaki şiirde kadir,
aziz, kurban, bahıllık, hu (huy), cuanmartlık
(civanmertlik); 259. sayfada devlet, 266. sayfadaki şiirde ayıb, akıkat (hakîkat) kelimeleri geçer. Bu kelimeler, Türklerin Arap ve Fars kültürü
ve bu arada İslamiyetle irtibata geçmelerinin ilk
izleri olma özelliği taşır.
İkinci değişim dönemi
Türk edebiyatındaki ikinci büyük değişim,
İslam medeniyeti dairesine girmesiyle gerçekleşmiştir. 11. yüzyıl metinleri olan Kutadgu Bilig
ve Divanü Lügati’t-Türk’te şeklî değişikliklerin
ilk izlerine rastlanır. Divanü Lügati’t-Türk’teki
bazı manzum metinlerin beyit esasına göre ve
aruzla yazılmaları, Arap ve Fars şiiri etkisinin
ilk izleri olarak görülmelidir. Ayrıca, Kutadgu
Bilig’de teknik olarak aruz vezninin ve mesnevi
şeklinin kullanılması, bilinçli bir tercihin sonucudur. Kutadgu Bilig’de olay her ne kadar İslami
dönem öncesinin özelliklerini taşısa da, zihniyet
ve dünya görüşü açısından bu mesnevi, ilk İslami
dönem eseri olarak önem taşır.
12. yüzyılda, Ahmed-i Yesevî’nin Divan-ı
Hikmet’i ve Edip Ahmet Yüknekî’nin Atabetü’lHakayık adlı eserleri, İslam dininin pratiği olan
vaaz u nasihat ve tasavvuf boyutu için önemlidir.
Ayrıca Atabetü’l-Hakayık, nazım şekli olarak,
dörtlüklerle beraber gazel tarzının kullanıldığı
ilk metin olmasıyla önemlidir. Divan-ı Hikmet,
hece aruz karışık dörtlüklerin çoğunlukta olması
ve bir münacatın yer almasıyla da dikkati çeker.
Manzum eserlerin yanı sıra, 14. Yüzyılın başında Rabguzî tarafından telif edilen Kısasü’lEnbiya adlı mensur eser, İslam dininin Türkler
arasındaki ilk mensur eseri olması açısından
önemlidir.
Dikkat edilirse, yukarıda verilen eserlerin
tamamı, Doğu Türkçesiyle yazılan eserlerdir.
Batı Türkçesinin ilk zirvesi, Yunus Emre (12401320)’dir. Yunus Emre, tasavvufî öğretileri
beşerîleştirerek lirik bir şekilde söylemesiyle, Batı
Türkçesinin ilk örneklerini vermiştir. Şiirlerini
“gazel-koşma-mani” birleşimiyle söyleyen Yunus
Emre, şiir ritmi ve sesi açısından Orta Asya geleneğinin takipçisi ama tematik açıdan tamamen
İslami dönem şairidir.
Yunus Emre’nin tasavvufî geleneğini klasik
Türk şiiri anlayışıyla takip eden şahsiyet Hoca
Dehhanî (14. yy)’dir. Klasik şiirin hem muhteva
hem de şekil itibariyle ilk karakteristik değişimi,
Dehhanî’nin şiirlerinde görülür. Dehhanî, yazması ele geçmeyen Farsça Selçuklu Şehnamesi
ve ele geçen 6 gazel ve 1 kasidesi ile Türk şiirinde 600 yıl sürecek bir geleneğin ilk örneklerini veren şair olarak edebiyat tarihinde yer alır.
Dehhanî, gazellerinde işlediği din dışı (lâ-dinî,
seküler, dünyevî, profan) konular ile, Türk
şiirinin beşerîleşmesinin temelini atan şairdir.
Tabiri caizse, bu tavırlarıyla Dehhanî, Türk şiirine ilk ayak değiştirten şairdir.
Dehhanî’den sonraki şairler, gerek tür ve
şekil olarak; gerekse işlenen konular itibariyle
Dehhanî’nin takipçisi olmuşlardır.
“Eski Türk Edebiyatı, Divan Edebiyatı, Kla-
39
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
sik Türk Edebiyatı” adlandırılmalarıyla anılan
dönem, başta gazel olmak üzere kaside, rubai,
murabba, muhammes, müseddes, terkib-i bend,
terci-i bend, şarkı, mesnevi gibi şekil özellikleriyle devam etmiş; tema olarak da âşıkâne-rindane,
tasavvufî ve hikemî şiirler söylenmiştir.
Klasik şiir döneminde, hikâyeler mesnevi
şekliyle anlatılmış ve bu aynı zamanda bir tür
adı olarak da kullanılmıştır. Kısa ve yoğun duygular gazellerde işlenmiş, daha sonralarda ise
gazelin sınırlarını aşan durumlarda murabbalar,
terkib ve terci-i bendler ve şarkılar kullanılmıştır. 17. ve 18. yüzyıllarda, günlük hayata daha
çok yaklaşan şiir anlayışının da yaygınlaşmasıyla
düşük yoğunluklu bir imge kurgulaması sonucu
şarkı şekli ortaya çıkmıştır. Bu nazım şeklinin en
büyük ismi olarak Nedim (1681-1730) görülür.
Bu geleneğin 19. Yüzyıldaki takipçisi Enderunlu
Vasıf (Ö. 1824)’tır.
Mesnevi geleneğindeki büyük değişim denemesi, 17. yüzyılda Nergisî (1580-1635) tarafından gerçekleştirilmiş ve mensur hikâyelerin ilk
mükemmel örneği, Nergisî tarafından verilmiştir. Nergisî, sadece mensur hikâyeler telif etmekle değil, özgün hikâyeleriyle de edebiyat tarihinde yer alır.
Üçüncü değişim dönemi
Türk edebiyatında üçüncü büyük değişim 1850’lerde başlar. Bu defa edebiyatın yönü
Batı’dır. Bu dönemde, Türk edebiyatının o zamana kadar tanımadığı roman, hikâye ve tiyatro
türü revaç bulmaya başlar. Namık Kemal, tiyatro ve roman denemeleriyle ilk örnekleri verirken,
öbür yandan Ahmed Midhat Efendi, toplum
mühendisliğine soyunarak özgün veya adaptasyon hikâye ve romanlarla tür gelişimine katkıda
bulunur. Nâbizâde nazım hikâyede türün aslına
yakın örnekler verirken, bu türün özgün ve mükemmel örnekleri Ömer Seyfeddin tarafından
yazılır.
Tanzimat döneminde benzer değişme şiirde
de görülür ancak şiirde şeklî değişiklikler olmakla beraber, şiirin tabiatındaki ritm ve ahenk unsuru, gelenek çerçevesinde devam eder. Mesela
Terza Rima veya Ottava Rima şeklinde yazılan
bir şiirde, aruz vezninin kullanıldığı görülür.
Batı tarzı edebiyat döneminde, tür ve şe-
kil değişikliklerinin yanı sıra, muhtevada da
büyük değişiklikler meydana çıkmıştır. Edebî
metinlerin konu işlemesi açısından bu dönem
geniş bir skalaya yayılmış; hayatta olan her
şeyin edebiyatın konusu olacağı düşüncesinden
hareketle, metinlerde her konu işlenir olmuştur.
Servet-i Fünûn ve takip eden dönemlerde ve
günümüzde hikâye, roman, tiyatro ve şiir, şekil
olarak Batı tarzlarının devamı şeklinde tezahür
etmiş; değişiklikler muhtevada görülür olmuştur.
Genel değerlendirme
Türk edebiyatında meydana gelen değişiklikler, diğer toplumlarla ilişkide bulunmaya göre
bir çizgi takip etmiştir. Her ilişki dönemi, edebiyatın şeklî özelliklerinin ve muhtevasının değişmesine yol açmıştır. Bu basit bir “etkide kalma”
olgusu değil; bilakis yeni karşılaşılan toplumlardan alınan unsurlarla meydana getirilen terkip
başarısıdır. Bu terkip, sadece şekil ve muhtevada
kalmamış, topyekûn zihnî değişim, edebiyata da
yansımıştır.
Orta Asya’daki koşuk’tan Orta Doğu’daki
gazel, kaside ve koşmaya ve oradan da hikâye,
roman ve tiyatroya seyreden süreç, sadece şeklî
bir değişim süreci değildir. 1500 yıllık bu süreç,
değişik kültürel olguların yeniden yoğurularak
medeniyet seviyesine çıkarılması sürecidir.
Türk edebiyatındaki üç büyük değişim süreci, dünyada başka bir millet tarafından yaşamamıştır. Bu değişim çizgisi, Türklerin başka
kültürlerle uyum ve yeni oluşan kültürü işleme
gücünün de göstergesidir.
Uzun süreli değişim sürecinde, ilk zamanlardan bu yana hiç değişmeyen tek edebî tür, mani
türüdür. Yapı, ritm ve ahenk itibariyle özgün
olan ve bütün zamanlara karşı bu özgünlüğünü
hâlâ koruyan mani, basitteki mükemmelliğini
kristalize ederek varlığını sürdürmekte; mektepmedrese görmemiş ama toplumsal hafızadaki
birikimi özümsemiş halk irfanı tarafından sürdürülen bu gelenek, âdeta Türk şiirinin hâlâ gür
bir şekilde akan ana damarı gibi mevcudiyetini
korumaktadır. Yani edebiyatta her şey değişmiş
olsa ve değişim devam edecekse de, mani özgün
yapısını korumuş ve korumaya devam edecektir.■
40
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Hüsn ü Aşk'ta yolculuk ve değişim
AHMET DOĞAN*
D
oğumuna “cezbetullâh” ve “eser-i
aşk”[1] şeklinde iki ayrı tarih düşülen
Şeyh Gâlib’in, belki de tüm ömrünü bu iki ifade içinde özetlemek mümkündür.
Hüsn-i İlâhî’nin cezbesine kapılan bu büyük şair,
aşk ile yaşamış, bir kaknüs misali âteş-i aşk içinde
yanmış, yakılmış ve geride aşk ile dolu bir defter
ü divan bırakarak, her dem yeniden doğmak üzere
hakikat âlemine kanatlanmıştır.
Şeyh Galib’in hokkaya aşk ile daldırdığı
kaleminden, hüsn ile dökülen sözcüklerle vücut
verdiği “Hüsn ü Aşk” mesnevisi, geride başka
hiçbir şey bırakmamış olsa dahi onun adını her
dem aşk ile anmamız için yeterli bir sebeptir.
Ziya Paşa’nın:
“Güyâ ki ol şâir-i yegâne
Gelmiş bu kitâb için cihâna”
dediği Hüsn ü Aşk mesnevisinin “Sebeb-i
Te’lif ” (kitabı yazmanın sebebine dair) bölümünden
öğrendiğimiz üzere Şeyh Galip, bir şiir meclisinde,
söz hazinesinin tükendiğine inanan ve Nâbî’nin
Hayrabâd’ını okuyup, bu eserin üstüne söz
söylenemeyeceğinden bahseden zamane şairlerini
eleştirir. Bu şairlerin hayalhanelerindeki fakirliğe
rağmen, süslü ve güzel bir mısra söyleyebilme
çabasını da:
Mânende-i mâkiyân-ı garrâ
*Yrd. Doç. Dr., Ahi Evran Üniversitesi, Fen- Edebiyat
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Kırşehir. e-mail:
[email protected]
1. H. 1171 / M. 1757-1758
Yek beyza hezâr fahr ü da’vâ (H.A. 783)[2]
sözleriyle, bir yumurta için binlerce kez gıdaklayan tavuğun hâline benzetir.
İçinde bulunduğu şiir meclisinde özellikle
Nâbî’nin şahsında yaptığı eleştirinin ardından sarf
ettiği;
Merd ana denir ki aça nev-râh
Erbâb-ı vukûfı ede âgâh
(H.A. 212)
gibi hayli iddialı olan sözleri dolayısıyla meclistekilerce davasını ispata zorlanan henüz yirmi altı
yaşındaki genç şair;
Aldım o hevesle kilki deste
Bu nazmı dedim şikeste beste (H.A. 236)
mısralarında ifade ettiği üzere elinde kalemi, gencînede ‘resm-i nev’ (yeni bir tarz) gözetip
şiirin ‘reh-i nâ-refte (gidilmemiş yol)’lerinde, ‘bikr-i
mana’lar, ‘bikr-i mazmun’lar peşinde koşar ve altı
ay gibi kısa bir zaman zarfında kendi ifadesiyle
‘yeni bir lügat tekellüm’ etmeye muvaffak olur.
Eserini böylesine kısa bir sürede tamamlamayı başaran ve özgünlüğü üzerine “billâh bu özge
mâceradır” diye and içen Gâlib, Hüsn ü Aşk’ın,
az zamanda söylenmiş olmasının, aceleye getirildiği anlamına gelmeyeceği noktasında okuyucuyu
uyarır:
Az vaktde söyledimse anı
2. Hüsn ü Aşk ‘tan alıntılanan beyitler için bk.
“Doğan, Muhammed Nur, Şeyh Gâlib Hüsn ü Aşk,
Yelkenli Yayınevi, İstanbul, 2011.
41
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Nâ-puhteligin degil nişânı
(H.A. 2017)
Hüsn ü Aşk’a gelinceye kadar geleneksel yapı
içerisinde şairlerin yazdıkları mesnevi tarzındaki
anlatıların umumiyetle klasikleşmiş hikâyeler olduğu düşünülünce “merd ana denir ki aça nevrâh” diyen Galib’in yolunun, ‘önünde değil, arkasında’ olduğunu söylemek mümkündür.
Galib’in bu özgün eserin ilhamını Mevlâna’nın
Mesnevisi’nden aldığına şüphe yoktur. Kendi
yazdığı elyazması Hüsn ü Aşk’ın der-kenarına
Mesnevi’yi tam dokuz kez okuduğuna dair not
düşen Gâlib, eserinin Mevlâna’ya ayırdığı övgü
bölümünde Mesnevi’den aldığı ilhamı;
Esrârını Mesnevî’den aldım
Çaldım velî mîrî malı çaldım (H.A. 2020)
mısralarıyla açıkça dile getirir.
Esrar Dede, -Gâlib’in bizzat gördüğü- tezkiresinde Hüsn ü Aşk’tan, Mesnevi’nin ilhamıyla
Mevlevî sülûkunun sırlarının anlatıldığı bir şaheser
olarak bahseder.
“Cenâb-ı Mevlevî”nin feyziyle Mesnevi’den
nice dersler alıp, başsız ayaksız aşk yollarına düşen
ve
Hiç aşktan özge şey revâ mı
Sarfetmeye gevher-i kelamı
(H.A. 225)
mısralarıyla, söz cevherini aşktan başka bir şey
için harcamanın insafa gelir bir yanının olmadığını düşünen Gâlib, Hüsn ü Aşk mesnevisini, daha
kahramanın isminden başlamak üzere tamamıyla
aşk merkezli kurgular.
Gâlib’in içinde bulunduğu geleneğe göre,
kâinat aşk ile var olmuştur; yerin altından gökyüzüne dek her şey aşk ile dolmuştur ve bütün illetlerin en uz hekimi aşktır. Aşk ile yaratılarak eşref-i
mahlûkat kılınan insanın kendi biricikliğini fark
etmesini sağlayacak olan şey de yine aşktır. Galib’in
diliyle aşk, kâinat kitabının Fatiha’sıdır. Ona göre
sırlar âleminin kapısını açan aşk, “menzil-i maksuda” giden yoldaki tüm engelleri yakarak, yıkarak
bir bir kaldırır ve nihayet kendisine uyan kişiyi,
gerçek sevgiliye ulaştırır.
Hüsn ü Aşk’ta kahramanın ismini özellikle Aşk olarak seçen Galib, onun şahsında,
varoluşuna aşkın (transandantal) bir anlam arayan
insanın “oluş” serüvenini anlatır. Bu “oluş”, bir
dönüşümün konu edildiği tüm sembolik anlatımların ruhuna uygun olarak “ayrılış-aşama-dönüş”
eksenli bir yolculuk dâhilinde idraklere sunulur.
Evrensel bir örüntü dâhilinde sürekli yinelenen
ve “kahramanın sonsuz yolculuğu” olarak isimlendirilen bu olgunlaşma sürecinde kahraman, içinde
bulunduğu ruhsal ortamdan uzaklaşarak bir yolculuğa çıkar ve yolculuk esnasında bir dizi tehlikenin içerisinden geçtikten sonra geriye ödülle
dönerek tinsel (manevi) bir doğum gerçekleştirir.
Eserde âşık (arayan, mürid, salik)
konumundaki Aşk’ın, mâşuk (aranan, sevgili,
mutlak güzel) konumundaki Hüsn’e kavuşmak
üzere çıktığı sembolik yolculuk anlatılır. Hüsn’e
sahip olabilmesi için kendisine “Hisar-ı Kalb”den
“kimya”yı getirmesi şartı koşulan Aşk, bu şartı
kabul etme noktasında hiç tereddüt göstermez ve
kendisini bekleyen, bin başlı ejder, gam harabeleri,
matem sarayı, devler, periler, vahşi hayvanlar,
cadı ve ateş denizi gibi daha pek çok tehlikenin
bulunduğu “Diyar-ı Kalb”e sefer eder.
İrfan ve idrakin mekânı olan kalp, nihaî
kurtuluşa ulaşmak için ‘kutsal mekân’ simgesiyle
insanlığın sürekli bir şekilde arayıp durduğu yerdir. Gâlib ifadesiyle ‘fezâ-yı vüs’ bir ‘neşimengah’
(engin ve geniş bir mekân) olan kalp, insanın
tekâmülünü bulacağı yegâne yerdir. Kahraman/
Aşık’ın, metafiziksel dönüşüm bağlamında kendisini ikmal etmesi için Mecnûn misali ‘sahrâ vü
deşte’ düşmesine gerek yoktur. Onun, kemalini
bulması için aşması gereken denizler, dağlar, çöller
vs. engeller dışarıda değil içeride, kalbinin derinliklerindedir.
Aşk’ın “Kalp Diyarı”ndan getirmesi gereken
‘Kimya’, dönüşümün simgesidir. İnsanlığın ezelden beri altın elde etme hayallerine aracılık eden
kimya, deneysel/maddî bir araç olarak kullanılmasının yanında evrensel şifa ve ölümsüzlük iksiri ve
dahi “kimya-yı saadet” olarak görülmüştür. Kimyanın madde dediği şey aslında ‘geleneksel benlik’
ve onun iksir sayesinde dönüştüğü altın da ideal
bir varlık olan “insan-ı kâmil”dir.
Asıl kimya kalplerin dönüşümüdür ve bu dönüşümdeki “kibrit-i ahmer” (müessir madde) de
Mevlâna’nın deyişiyle “gönülleri altına çeviren ermişlerin nazarı”dır. Sahih hiçbir yolun rehbersiz
kat edilmesi mümkün olmadığından dönüşüm
sürecindeki Aşk’a, “Sühan” rehberlik eder. Güzellik ve aşkın künhüne vakıf, gönlü genç bir ihtiyar
42
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
olan Sühan, Aşk’ın karşılaştığı engelleri saflaştırıp
ortadan kaldırarak ona devamlı yardım edebilecek
üstün yetenekli bir rehberdir. O olmadan Aşk’ın
karşılaşacağı tehlikeleri bertaraf etmesi ve kendisinde olan “gizli hazine”yi açığa çıkarması mümkün değildir.
Hazineye giden bir yolun tehlikesiz olması
mümkün değildir. Mevlâna’nın ifadesiyle tehlikenin boyutu, hazinenin değeri ile doğru orantılıdır.
Ona ulaşmak isteyenin her türlü zorluğu göğüslemesi gerektiğinden hareketle Galib, “dava-yı
mahabbet eden bi-çare[nin] imtihân[dan]” kaçmasının mümkün olamayacağını söyler. Nitekim
Hüsn ü Aşk mesnevisinin kahramanı olan ve muhabbet iddiasında bulunan Aşk, “Diyar-ı Kalb”
yolculuğunda pek çok mihnete duçar olur. Daha
ilk adımda, sonsuz derinlikte bir girdap kuyusuna
düşer ve kuyunun dibinde bir dev tarafından esir
alınır. Kuyu, dev sembolüyle nefse karşı yapılan
büyük kutsal savaşın yaşandığı bir mekân hâlini
alır.
Kuyudan Sühan’ın yardımıyla kurtulan Aşk’ın
aşması gereken engel bu kez kabile ulularının
bahsetmiş olduğu bin yıllık mesafesi olan Gam
Harabeleri’dir. Cinlerin cirit oynadığı, ümitsizlik
ve korkunun, kar ve karanlıkla beslendiği, nur ve
zulmetin bir kalıba girmiş olduğu bu yer, Mutlak
Varlık’ı örten nurdan ve karanlıktan yüz binlerce
perdeyi çağrıştıran hâliyle kesret dünyasının bir
eğretilemesi gibidir. Burada Aşk’ı esir eden “Cadı”
anlatılırken kullanılan imgeler, hep dünyayı çağrıştırır. Cadı, bir “kocakarı” olarak uzun uzun tavsif edilir ve dünya sufiler nazarında ‘nice erden arta
kalmış bir “kocakarı”dır.
Aşk bu kocakarının kendisinden kam alma isteğini reddedince çarmıha gerilir. Aşk, çarmıha gerilmesiyle Hz. İsa’nın ıstırabına ortak olur. Bu yolda daha önce kuyuya düşerek Hz. Yusuf ’un acısını
idrak eden Aşk, yine bu aşamada cadının, “Nemrudluk” edip kendisini ateşin karşısına asmasıyla
“mancınık”ı tecrübe eder ve Hz. İbrahim’in kederine ortak olur.
Aşk’ın bundan sonraki durağı, yolculuktan evvel kendisine bahsedilmiş olan Ateş Denizi olur.
Ateşten yaratılmış olan pek çok dîv (dev, şeytan,
cin) hiçbir zarar görmeksizin mumdan gemileriyle
bu ateş denizinde seyretmektedir. Mumdan gemi-
leri havada tutarak erimesine engel olan devler, bu
hileyle pek çok kişiyi kandırıp avlarlar. Dîvlerin,
tanelerle kuş avlayan avcılar gibi kendisini mumdan gemilere alarak yok edeceklerini fark eden
Aşk, onlara kanmaz ancak; bu hileye aldanan pek
çok akılsız, dîvlerin ateşinde yok olmaktan kurtulamaz:
Keştîleri ber hevâ dutarlar
Çok ebleh-i bî-nevâ dutarlar (H. A. 1553)
Aşk, ateş denizini atı Aşkar sayesinde uçarak
geçer. Ateş Denizi, Aşk’ın Hüsn’e kavuşması için
bulması gereken ‘kimya’ ile de doğrudan ilgilidir.
Bu ilgi, Aşk’ın lalası Gayret’in diliyle açık bir şekilde ifade edilir:
Gayret dedi Aşk’a yakma cânın
Bu âteşidir o kîmyânın
Mânend-i ukâb eyle pervâz
Ol pûta-i imtihânda mümtâz (H. A. 1596,
1597)
Aşk’ın ateş denizini geçmesi, kimya sürecinde
değersiz ilk madde’nin bir potaya koyularak kısık
ateşte bekletilmesi ya da fırınlanması suretiyle dönüştürülmesi ve nihayetinde ‘altın’ hâline gelmesiyle ilişkilidir. Aşk, kemalini bulması noktasında
önemli bir işlevselliğe sahip olan “Ateş Denizi”ni
geçtikten sonra “Çin Sahilleri”ne ulaşır.
Aşk, dönüşüm yolculuğunun bu durağında Hüsn’e benzettiği Çin prensesi Hüşrüba(akıl
çelen)’ya âşık olur. Hakikat yolunda ilerleyen
Aşk’ın, Hüşrüba’ya aldanarak mecaz yoluna düşmesi; eşyanın hakikatini görmede aklın kifayetsizliğine işaret eder. Aklın hakikati kavrama hususundaki bu kifayetsizliği ve aldatıcı olma özelliği, sülün kılığında ortaya çıkan Sühan tarafından Aşk’a
hatırlatılır. Ancak Aşk, Sühan’ın sözlerini dikkate
almaz ve Hüşrüba tarafından Kale-i Zâtü’s-suver
(Suretler Kalesi)’e hapsedilir. İçerisindeki resimleriyle büyük bir görüntüler şehri olan ve sadece
hayalden ibaret kuleleriyle zamana yepyeni armağanlar sunan Zâtü’s-suver Kalesi, sûfilerin dilinde
“nakş ber-âb” (su üstündeki nakış) olarak bilinen
dünyayı çağrıştırır. İçerisinde hiçbir şeyin kendinde varlık olmadığı, her şeyin bir yanılsamadan
ibaret olduğu bu kale, Mevlâna’nın Mesnevi’sinde
dünyanın eğretilemesi olarak anlatılan üç şehzadenin hikâyesindeki kaleyle aynı ismi taşır.
Aşk, Suretler Kalesi’nden çıkmak için yaptığı
43
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
hamlelerden sonuç alamaz ancak Sühan’ın telkinleriyle burayı ateşe verince kurtulma imkânı
bulur. Kaleyi ateşe vererek oradaki her şeyi yakan
Aşk, “hevâ”yı ayakları altına alarak bu yangında da
arınmaya muvaffak olur.
Sürçmesine rağmen yolculuğundaki en büyük
tehlikeyi geride bırakarak sonsuzluk yolunda bir
kuşun iki kanadı gibi havf u reca arasında yol alan
Aşk, yolculuğun sonuna yaklaştığında elbisesini
taşıyamayacak kadar zayıflar. Mehtabın ipeğe benzeyen ışığı bile, vücuduna yük gelir ve harfin varlığına ihtiyaç duymayan şaşırtıcı bir manaya döner.
Geçen her anla birlikte vücudunun bütün cüzleri
dağılmakta olan Aşk, adeta varlıkla yokluğu kendinde birleştirir.
Uğruna bunca sıkıntıya katlandığı Hüsn’ü görememe endişesiyle sonsuz bir ümitsizliğe sürüklenen ve artık hiçbir şey yapacak hâli kalmayan Aşk,
yolculuğa daha fazla devam edemeyerek olduğu
yere yığılıp kalır. Her şeyi denemiş olmasına rağmen hâlâ Hüsn’den çok uzak olduğunu düşünen
Aşk’ın ruh hâli, yapacak hiçbir şeyi kalmadığında
yorgunluk ve bitkinlik duyan sonsuzluk yolcusunun durumunu yansıtır.
Bir sonsuzluk yolcusu olan Aşk, içinde bulunduğu derin ümitsizlik esnasında sürekli olarak
Hüsn’ü anar ve ona niyazda bulunur. Dilinde bir
şarkı gibi devamlı olarak sevgilisine aczini arz eden
Aşk, nihayet ‘ayağı uğurlu sabah’ın gelmesiyle yolunun aydınlandığını görür. Sabahla birlikte, nur
yüzlü, beyaz saçlı, beyaz sakallı, Cebrail’in sırdaşı,
vahiy hazinesinin bekçisi olan bir ihtiyar, Allah’ı
tesbih ederek Kur’an’ın nuru gibi yere iner. Kendisinin zamanın en büyük hekimi olduğunu belirten ihtiyar; Aşk’a, kendisine uyması hâlinde bütün
dertlerine deva olacağını ve onu Kalp Kalesine götürüp oranın padişahı olan Hüsn’e ulaştıracağını
söyler.
Hüsn’ün bizzat gönderdiği bu ihtiyar, daha
evvel de farklı kılıklara bürünerek yardıma gelen
Sühan’dır. Aşk’ın niyazları neticesinde (Mutlak)
Hüsn’ün yardım muradının bir tecellisi olarak ortaya çıkan Sühan’ın, bu aşamadaki görünümüyle,
dönüşüm sürecinde üstlendiği “rehber” rolü, oldukça netlik kazanır.
Sühan’ın verdiği müjdeli haberle, ümitleri
tazelenen ve büyük bir hayranlık hissine kapı-
lan Aşk, Gayret’i de geride bırakarak Sühan’ın
eşliğinde Kalp Kalesi’ne girer. Aşk, Gayret’i
Hayret’i, İsmet’i, Mollâ-yı Cünûn’u, Sühan’ı, Benî
Mahabbet’i ve yolculuktan evvelki her şeyi burada
hazır bulur.
Aşk, aslında yola çıktığı noktadan başka bir
yere gelmemiştir. Yolculuk boyunca bütün bu yaşananlar, bir yanlış düşünceden -Aşk’ın Hüsn’ü
kendinden ayrı sanmasından- kaynaklanmıştır.
Gerçekte Hüsn ve Aşk’ın ayrılığı yoktur. Hüsn de
Aşk da bir ve aynıdır.
Aşk’a geldiği bu noktada Hüsn’e dön(üş)müş
olduğu gerçeği Sühan tarafından bildirilir. Aslında
ta en başından beri Hüsn kendisinde olduğundan
dolayı Aşk, bir “râh-ı galat” (yanlış yol) üzere yürümüştür. Ancak yine de gerçeklerin ortaya çıkmasındaki sır, “râh-ı galat” olarak nitelendirilen
bu yolculukta saklıdır. Zira, “o, aramakla bulunmasa da onu bulanlar, her zaman arayanlar olur.”
Aşk, bu hakikati Sühan’ın dilinden öğrendiği
için henüz birlik, tam anlamıyla tahakkuk etmiş
değildir. Aşk’a rehberlik eden Sühan; Mollâ-yı
Cünûn’un, Gayret’in, İsmet’in, Benî Mahabbet’in
bu yolda hep geri kaldıklarını ve sadece “Aşk”ın,
Hüsn’e kavuştuğunu söyleyerek Aşk’ı Hayret’e teslim eder ve kendisi geride kalır. Sühan’ın bu durumu, Miraç hadisesinde Hz. Peygamber’e rehberlik
eden Cebrail’in, Mutlak’ın alanını simgeleyen Sidre Ağacının ötesine geçememesini hatırlatır.
Aşk’ın her şeyden ve kendisinden geçtiği bu
son hâli, mutlak bir sükûtu içerir ki bu da sûfilerin
dilinde “hayret” makamı olarak bilinir. Marifetin
tam olarak yaşandığı bu aşamada artık algı ve idrakin “özne”sinin, “özne” olarak kalması mümkün
değildir. İnsanî bilincin tamamen devre dışı kaldığı bu noktadaki “fenâ” tecrübesinin “özne”si insan
değil, bizzat Mutlak Hakikat’in kendisi olur. Hakikatin bütün çıplaklığıyla aydınlandığı/aydınlattığı bu noktada her şey görünmek yerine gözlerin
kamaşması sebebiyle karanlığına gömülerek aslına
rücu eder.
Vuslat(fenâ)’ta “hayret”ten başka bir şey olmaması dolayısıyla, Aşk’ın [Hüsn’e]dönüş(üm) yolculuğu Hayret’le son bulur. Bu noktadan itibaren
artık idrakin algılayabileceği/anlatabileceği bir
şey kalmadığından anlatıcı da “âlem-i sükût”a
çekilir.■
44
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Edebiyat, yenilik ve
Yedi Meşale topluluğu
CAFER GARİPER
H
Değişmenin ebedî olduğu yerde
Güzeldir hayat!
Tanpınar
ayat, bütün yönleri, bütün kurucu ve
yan ögeleriyle durmadan değişir ve
yenilenir. Hayatın değişmesi zamanın
ve evrenin değişme yasasıyla bağlantılıdır. İnsan da
durmadan değişir, yenilenir. Hayatın akışı içerisinde
pek de farkında olunmayan bu değişim, onu yeni
dünya algılarına taşır. İnsanın içinden ve dışından
durmadan değişmesi onu, kendi varlığının kendisi
için bir hapishaneye dönüşmesinden kurtarır. Değişim ve yenilik, insanla ve hayatla birlikte sanatta,
edebiyatta da yaşanır.
Herakleitos’un da ifade etiği gibi, akan bir nehirde iki kere yıkanılmaz. Çünkü nehir akmış gitmiştir.
Akmakta olan su, kısa süre önce akan su değildir.
Akıştaki süreklilik bizi yanıltmamalıdır. Hayatta da
durum bundan farklı değildir. Yunus’un, geleneğin
değiştirerek ve yenileyerek çağdaş dünyaya taşıdığı,
Her dem yeni doğarız
Bizden kim usanası
söyleyişi, Bergson felsefesiyle birleşir. Zaman
ve süre çevresinde geliştirdiği felsefede Bergson da
insanın durmadan değiştiğini, zihnin sürekli akış
hâlinde olduğunu vurgular. Ona göre zihnin hiçbir
anı bir öncekinin aynı değildir. Öyle olsaydı belki de
insanlar su tahliyesi olmadığı için kokmaya başlayan
gölcüklere dönerdi. İnsanın ve hayatın durmadan
değişmesi çevremizde, yaşama alanımızda kendini
gösterir. Bunlardan biri de edebiyattır. Somut edebiyat eserlerinin değişimini ve yenileşmesini edebiyat
eserlerini inceleyerek görmek mümkündür. Aynı şekilde insanın duygu ve düşünce dünyasının, varlığı
algılayış biçiminin değişimini de edebiyat eserlerinden takip etmek imkân dâhilindedir.
İdeal güzelliği, mükemmelliği yakalamak isteyen
klasik edebiyatların, modern edebiyat anlayışlarına
göre yenileşmeye daha az açık olduğunu söylemek
mümkündür. Fakat bu konuda klasik edebiyatlar
yanlış anlaşılmamalıdır. Onlar da sürekli değişir.
Mükemmeli, eskimeyeni, sağlam olanı arayış içindedirler. Bu sebeple değişimleri bünyelerinin içinde
yavaş yavaş gerçekleşir. Modern edebiyat daha farklı
bir görünüme sahiptir. Sosyal ilişkiler ağının hızlı
45
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
değişim yaşadığı, makineleşmenin hızla sürdüğü,
bilimin geliştiği çağdaş hayatın temposuna ayak
uydurmak, kimi zaman bütün bunların önüne geçmek duygusuyla hareket eder. Bu sebeple 19. yüzyılın başlarından itibaren çok sayıda yeni edebiyat
anlayışının ortaya çıktığı görülür. Modern edebiyat,
yenileşmeyi, mekanizmasının merkezine yerleştirmiş gibidir. Yeni olma iddiasıyla ortaya atılan çok
sayıda edebiyat akımı, sanatkâr topluluğu ve edebiyat hareketi hep yeni bir estetiğin, yeni bir algı
düzleminin kurucusu olma iddiasını taşırlar. Artık
her kuşak dünyayı yeni ve farklı bir gözle görüyor ve
yorumluyordur. Önceki kuşakları tekrarlamak istemez. Bu çerçevede T. S. Eliot’ın “Yenilik tekrardan
daima daha iyidir.”[1] sözü anlamlıdır. Çünkü hayat,
gereksiz tekrarı sevmez. Fakat her yenilik iddiası da
gerçek yeniliği ifade etmeyebilir.
Kimi kez Batı’da olduğu gibi Türk edebiyatında
da yenilik ve değişim iddiasıyla ortaya çıkan hareketler ve topluluklar görülür. Şinasi, Namık Kemal
ve Ziya Paşa’nın öncülüğünü yaptığı yenileşmenin
birinci kuşağı, Recaizâde Ekrem, Abdülhak Hamit
ve Muallim Naci’den oluşan ikinci kuşak, Servet-i
Fünûn topluluğu, Fecr-i Âtî bunlar arasındadır.
Kendisinden önceki edebiyat kuşakları ve toplulukları gibi Cumhuriyet döneminin ilk edebî topluluğu
Yedi Meşale de yenilik iddiasıyla ortaya çıkar. Fakat
söz konusu topluluğun ne kadar yenilikçi olduğu,
Türk edebiyatına yenilik bağlamında ne getirdiği
tartışma götürür.
“Cumhuriyet devri Türk edebiyatının ilk edebî
topluluğu olan Yedi Meşale, edebiyat meraklısı bir
grup genç tarafından 1928’de kurulur. Bir kısmı
lise öğrencisi, bir kısmı da üniversitenin ilk sınıflarında öğrenim gören ve dergilerde iki yıldır şiirleri
yayımlanan edebiyat meraklısı on sekiz yirmi yaşlarındaki bu gençler, ortaklaşa bir kitap çıkararak
edebiyat dünyasına kendilerini tanıtmak isterler.
Topluluk adını, yedi gencin ortaklaşa kitap çıkarma isteğinden alır. Kitaptaki sıralanışlarına göre
topluluk Sabri Esat (Siyavuşgil, 1906-1968), Yaşar
Nabi (Nayır, 1908-1981), Muammer Lütfi (Bahşi,
1903-1947), Vasfi Mahir (Kocatürk, 1907-1961),
Ziya Osman (Saba, 1910-1957), Cevdet Kudret
1. T. S. Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, (çev. Sevim
Kantarcıoğlu), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1983, s. 20.
(Solok, 1907-1992) ve Kenan Hulusi (Koray, 19061943)’den oluşmaktadır. İlk altısı şair olan grubun
tek hikâyecisi Kenan Hulusi’dir.”[2]
Gençler, ortak kitabın başına koydukları sanat görüşlerini yansıtan bildiri mahiyetindeki
“Mukaddime”de[3] Türk edebiyatının içinde bulunduğu durumu kendi bakış açılarıyla değerlendirdikten sonra sanat anlayışlarını şu üç kavram
çevresinde toplarlar: “Canlılık, samimiyet ve daima
yenilik”. Onları ortak sanat hareketinde buluşturan
da bu düsturdur. Okuyucular, “aynı his ve fikirlerin
değiştirile değiştirile kendilerine sunulmasından bıktılar, usandılar. İşte biz edebiyatta bu çürük zihniyetle
mücadele etmek istiyoruz.” diyen topluluk mensuplarının yenilik getirmek iddiası içinde oldukları
görülür. İddialarına göre Yedi Meşale, “edebiyatın
baş belası” olarak gördükleri “taklit”ten kendilerini
kurtaran gençlerin yazılarından oluşmaktadır. Mukaddime “[h]akiki bir sanat eseri vücuda getirmek
için yazılarımızı sıkı bir tasniften geçirdik ve mümkün olduğu kadar teksif edilmiş bir eser elde etmeye
çalıştık. Eline her kalemi alanın neşriyat sahasına
atılarak kari bulduğu bu zamanda sanat eserlerini
bekleyenlerin de bulunduğunu biliyor ve eserimizi
onlara ithaf etmekle büyük bir zevk duyuyoruz.”
iddialı cümleleriyle biter. Fakat edebiyatta iddia ile
yapılan uygulama, ortaya konan eser, kimi zaman
birbirini tutmayabilir.
Gençlerin ortak kitabı edebiyat dünyasına bir hareketlenme getirerek ilgi uyandırır. Yedi Meşale’nin
ayrıca yurt dışında da yankıları olur.[4] Devrin çeşitli
sanat ve kültür adamları bu hareketi takdirle karşıladıklarını bildiren yazılar kaleme alırlar. Bunlar
arasında Faruk Nafiz, Kâzım Nami, Abdullah Cevdet gibi dönemin önde gelen fikir ve sanat adamları
da bulunmaktadır.[5] Ayrıca Nurettin Artam, Yusuf
Ziya, Hakkı Süha, Ahmet Hâşim ve Yahya Kemal,
2. Cafer Gariper, “Cumhuriyet Dönemi Türk
Edebiyatının İlk Topluluğu: Yedi Meşale”, Arayışlar
-İnsan Bilimleri Araştırmaları-, S. 9-10, Isparta
2003, s. 29-30.
3. Yedi Meşale, İstanbul 1928, s. 3-4.
4. Yedi Meşale’nin İtalya’da gördüğü ilgi için bk. Gıacome
A. Caretto, “Meşale’nin İtalya’da Yankıları”, Varlık,
nr. 847, 1 Nisan 1978, s. 8-10.
5. Fahir Onger, “Ölümünün 13. Yıldönümünde Ziya Osman
Saba Kendini Anlatıyor”, Varlık, nr. 749, Şubat 1970, s.
10.
46
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Yedi Meşale mensupları hakkında görüş bildiren yazar ve şairler arasındadır. Yahya Kemal, Varşova’dan
gönderdiği 26 Nisan 1928 tarihli mektubunda genç
sanatkârlara, tenkitlerden ve karşı çıkışlardan fazla
etkilenmemelerini, genç dostlarının övgülerine de
kanmamalarını tavsiye eder.[6]
Ahmet Hâşim, Yedi Meşale’nin yayımlanmasından hemen sonra İkdam’da çıkan ‘Yedi Gencin Eseri’
başlıklı kısa yazısında Yedi Meşale şairlerinin ‘nazmın
mihaniki itibariyle hiç yeni bir şey vücuda getirmiş’ olmadıklarını; ancak, ‘nazım hünerinden daha güzel
bir yenilik’ yaptıklarını, ‘neşe ve hayat muhabbeti’ni
şiirin dünyasına soktuklarını, bu gençlerin “sanki
bir bahar kırı ortasına oturmuş, güneş altında şarkı”
söylediklerini belirtir.[7] Meşale dergisinin birinci
sayısının başına konan takdim yazısında ise o, tenkitçi dikkatiyle birlikte Yedi Meşale hareketini takdir
eder ve destekler görünür. Şair, bir yandan gençlere cesaret verip onları teşvik ederken, diğer yandan
usta bir sanatkârın bakışıyla tenkit görüşlerini ifade
eder. ‘Meşale’ başlığını taşıyan bu yazısında, gençlerin edebiyat dünyasında dikkat çekmiş olmalarını
eserlerinin taşıdığı sanat kıymetine ve ortaya çıkış
tarzlarındaki ‘garabet’e bağlayarak,
‘Yedi gencin hutûtu muayyen, rengi bâriz bir
yeni “bedi” ile ortaya çıktıklarını iddia etmek fazla
mübalağalı olur. Şair kaleminden ziyade sanki ressam fırçasıyla çalışan bu gençlerde, his ve muhayyileden ziyade gözün rü’yet kabiliyeti yeni bir hususiyet teşkil ediyor. Şairin tamamen ressam hassasiyeti
ile kelimeler kullanışı ne derece doğrudur bilmiyoruz. Şair ve ressamın hayat karşısında vazifeleri farklı
değil ise bunların ayrı ayrı mevcut olmalarına lüzum
kalır mıydı? Tabiat, hakiki san’atkâr gibi, fâidesiz
tekrarlardan hiç hoşlanmaz.’
dedikten sonra,
‘Mamafih acele etmemeli, henüz bahar manzarası içinde, taze yaprak gürültüleriyle sallanan bu
fidanları, tekemmül etmiş bir ağaç tarzında tenkit
etmek insafsızlık olur. (...)
Fakat gençliğin ekseriyetle birer meziyet tohumu olan kusurlarını sevmeyenler, onda sevecek pek
az şey bulurlar.’[8]
cümlelerini ekler. Bu cümleler onun genç topluluk
mensuplarının sanatını pek başarılı bulmadığını, şiiri diğer güzel sanatların, özellikle de resmin alanına
fazlasıyla taşıdıklarını, fakat bütün kusurlarına rağmen müsamaha ile yaklaşmak gerektiği fikrini taşıdığını gösterir. Şüphesiz Ahmet Hâşim’in topluluk
mensuplarına müsamaha ile yaklaşmaya çalışması
sadece onların gençlikleri ile izah edilemez. Ahmet
Hâşim, muhtemelen bu gençlerin sanatında kendisinin de bağlı olduğu saf şiir (poese puré) çizgisinde
sembolist-empresyonist izler bulur.”[9]
Saf şiir anlayışına bağlanmak istedikleri anlaşılan
Yedi Meşale mensupları, her ne kadar bildirilerinde
“canlılık, samimiyet ve daima yenilik” içinde olmak
istediklerini ifade etseler de bunda pek başarı sağlayamazlar. Onların kalem ürünleri üzerinde yapılacak bir araştırma bunu gösterir.
Kimi edebiyat araştırmacılarınca topluluk içerisinde en özgün söyleyişe sahip olduğu belirtilen
Sabri Esat’ın Yedi Meşale kitabında yayımlanan
Mukaddime, Akşam ve Develer, Baharı Bekliyorum,
Sonbahar ve Peygamber Olmak adlı kalem ürünleri, sembolist ve empresyonist çizgide bir duyarlılığı
taşımak ister gibidir. Fakat Fransız sembolistlerinin
uzak bir yansımasından pek de öteye geçemez. Akşam ve Develer’de,
6. Yahya Kemal, Türk Dili Mektup Özel Sayısı, C. XXX, nr.
274, Temmuz 1974, s. 257-258.
7. İkdam, nr. 11126, 13 Nisan 1928.
8. Meşale, nr. 1, 1 Temmuz 1928, s. 1.
9. Cafer Gariper, “Cumhuriyet Dönemi Türk
Edebiyatının İlk Topluluğu: Yedi Meşale”, Arayışlar
-İnsan Bilimleri Araştırmaları-, S. 9-10, Isparta 2003, s.
29-30.
Böyle yalçın dağlarda sessiz dolaşanlar kim?
Köyler, ufka dizilen tozlanmış resim;
Yollar, köyleri saran eskimiş çerçeveler…
Sesler çıkmadan söner paslı çıngıraklarda..
Yassı tabanlarını sürükler bir kenarda
Boynu kısa develer, boynu uzun develer.
Günle birlikte erir uyuklayan mor dağlar;
Ekilmemiş tarlalar, çalı bitiren bağlar
Döker her kalbe kırık bir lâmbanın isini…
Adımlar derinleşir renklerin veda’ından..
Bir dua okur gibi gezdirir dudağında
Deveci, türküsünü: yolcu sevgilisini..
(Yedi Meşale, s. 16)
47
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
diyen şair, Ahmet Hâşim’in de işaret ettiği gibi, ressam dikkatiyle manzarayı tablolaştırır. Tablolaşan
bu donuk manzara, bildirilerinde ifade ettikleri canlılık ilkesine uygun düşmez. Sonbahar ve Peygamber
Olmak’ta da buna benzer söyleyişlerle karşılaşırız:
Batan bir yelken gibi ufkun öbür ucunda
Bir garip leylek beyaz gövdesini sürükler;
Fırlattığım taşları yıkar beyaz köpükler.
(Yedi Meşale, s. 11)
dizeleri canlılıktan uzak, donuk tablo izlenimi
uyandırır. Asıl sürprizi devam eden şu dizeler yapar:
zihnî çalışmaya bağlı işçiliğin ürünü olarak beliren
metinde son iki dize, özellikle de son dize, bütünlükten kopmuş, anlam bağı gereğince kurulamamış,
yama gibi durur. Metin daha çok acemi bir şair adayının zorlamayla ortaya koyduğu dizeler şeklinde
varlık kazanır.
Cevdet Kudret’in de kalem ürünleri bundan pek
farklı değildir. Onda da özgün, canlı, içten ve yeni
söyleyişlerle pek karşılaşılmaz. Yer yer Ahmet Hâşim
şiirini hatırlatan Akşam şiiri, söylediklerimizi doğrulayacak niteliktedir:
Güneş, bir kilisenin başına düşen çandı:
Kafam, deli zangoç gibi dayandı:
Ben ateşe yanarken el âlem kandı suya..
Önümde limonatam; içimde bir kaç satır.
Deniz de bardağa konmuş limonatadır;
İri bir sinek gibi güneş yürür ucunda.
(Yedi Meşale, s. 11)
Denizin bardağa konmuş limonata olması, güneşin iri bir sineğe benzetilmesi yenilik olarak görülebilir. Fakat bu bağdaşmaz benzetmeye şiirin ihtiyaç
duyduğu yenilik olarak bakmak doğru olmasa gerektir?
Faruk Nafiz’in etkisinde ürünler ortaya koyan
Vasfi Mahir için de benzer yargılarda bulunmak
mümkündür. Yedi Meşale kitabında çıkan Deniz
İlâhesi’ndeki şu mısralar bunu gösterir:
Şen gözlerinin rengi, yazın, mavi sularda
Mehtabın açıldıkça gülen aksine benzer.
Çık sahile sakin denizin bağrını yar da
Hasret çeken âşıklara endamını göster..
Her günün gurubunda bağrıma damladı kan!
Bir fırın duvarından kazara düşüp kopan
Kızıl bir tuğla gibi içerim yandı suya..
Bu gün yere kapanıp göklere yine dünkü
Gibi “Su!” diyemedim ve çünkü, dedim, çünkü:
“Akşam, bir bakır kalkan gibi kapandı suya!..”
(Yedi Meşale, s. 99)
Yukarıdaki dizelerde yer alan tabiatın işleyişine ters bir sıralamayla beliren “düşüp kopan” dilin mantığına; “el âlem” şeklindeki halk söyleyişi,
“çünkü, dedim, çünkü” tekrarı şiirsel söyleme uymaz. Biraz da ölçü ve kafiye zoruyla kurulan metin,
kendini zihnin işleyişinin tesadüflerine bırakmış gibidir. Onun Kleopatra ve Antuan başlıklı metninde
yer alan,
Rüyada şöyle gördüm: Mısır yine, gündüzdü;
Nehir bir kahraman kılıcı gibi düzdü;
Tabii ki, zaman da çok eski olacaktı..
Tenha geceler bazı gidip çamlara sessiz
Dinlendiğin orman bize ateşgede şimdi.
Herkes sana imanını vermiş de, nefessiz,
Akşamlar inerken koşuyor mabede şimdi..
Hatırıma geldikçe bugün hâlâ gülerim:
Hakikatte “muazzam” diye düşündüklerim,
Uykumda, rüya bu ya, ufak bir oyuncaktı!
(Yedi Meşale, s. 103)
Sathında hayalin yüzen âvâre sularda
Solmuş gibi derdinle elâ gözlü çiçekler..
Çık sahile akşamları seyret: Korularda
Bir put gibi kâfirlerin endamını bekler…
(Yedi Meşale, s. 70)
Bu şairane söyleyişte hayatın canlı akışını bulmak güçtür. Belirli bir duyarlılık etrafında daha çok
dizeleri de şairanelik peşinde koşan, fakat sohbet havasından kurtulamayan genç şair adayını verir. Bu
dizelerde o, hiç de samimiyeti, canlılığı yakalamış,
taklitten kurtulmuş, yeni bir söyleyişe ulaşmış değil-
48
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
dir. Kalem ürünlerinde daha çok akşam saatlerinde
İstanbul’u, tabiat güzelliklerini, çeşitli eşyaları konu
alması,
Bir kızıl perde gibi camlara indi akşam
ve
Akşam üryan bir kadın gibi kalkıyor yerden
benzeri söyleyişlere yönelmesi; şiirlerine Son Kalan
Kuşlar, Gece Yarısı, Akşam, Bir Günün Sonunda gibi
başlıklar koyması ondaki Ahmet Hâşim etkisini
açıkça gösterir.[10] Ahmet Hâşim’in yanında Baudelaire etkisinden de söz etmek gerekir.[11] Yenilik taşımayan bu etkiyi, kimi zaman tekrar ve taklit kavramları çerçevesinde de yorumlamak mümkündür.
Yaşar Nabi için de benzer görüşler ileri sürülebilir. Onun kalem ürünlerinde de sönük ve donuk
tablolarla karşılaşılır. Kimi kez de Şairin Bahçesi’nde
gördüğümüz,
Kopmuş gibi gönlünün sönmeyen volkanından,
Karanfiller rengini almış kendi kanından
Sarhoş eden bir koku dağıtıyor gülleri.
(Yedi Meşale, s. 25-26)
gibi Ahmet Hâşim şiirini uzaktan hatırlatan söyleyişlerle karşılaşılır. Kimi kez de memleketçi şairlerin
kalem ürünlerini çağrıştıran dizeler belirir. Kağnı
Gıcırtıları buna örnek gösterilebilir:
Ayrılığın yırtıcı hislerini besteler
Sonu gelmez yollarda kağnı gıcırtıları.
Hasret çeken yolcuya kavuşmayı müjdeler
Savrulurken rüzgârda kağnı gıcırtıları.
(Yedi Meşale, s. 27)
Yedi Meşale grubunun kalem ürünleri arasında
bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Onların
yeni olabildikleri, taklitten kurtuldukları, canlılık
ve samimiyet getirdikleri söyleyişlere pek az rastlanır. Unutmamalı ki, sanat taklitle başlar, fakat
taklitte kalırsa sanat olmaz. Gençler arasından
10. Olcay Önertoy, “Cumhuriyet Döneminin İlk Edebî
Topluluğu Yedi Meşaleciler”, AÜDTCF Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü Türkoloji Dergisi, C. XI, 1. sayı,
Ankara 1993, s. 42.
11. Behçet Necatigil, “Yedi Meşalecileri Anarken”,
Varlık, nr. 847, 1 Nisan 1978, s. 7.
özentiyi ve taklidi aşarak kalıcı ürünler verenler
de çıkar. Bu konuda anılması gereken kişi, Ziya
Osman’dır. Onun Yedi Meşale’de yayımlanan Sebil ve Güvercinler şiiri belirli bir duyarlılığı yakalar. Ziya Osman, ileriki yıllarda ortaya koyduğu
şiirlerle taklitten sıyrılmış, samimiyeti kurmuş
bir şair olarak belirir. Topluluk içerisinden şiir
alanında kalıcı eser veren ve şiiri sürdüren de o
olur. Hikâyede ise Kenan Hulusi, belirli bir sanat
gücüne ulaşır.
Başa dönersek insanın, hayatın, edebiyatın
yenilenmeye ihtiyaç duyduğunu, yenilenerek
devamlılık kazandığını belirtmeliyiz. Yedi Meşale
topluluğu da hayatın bu yasasına uyarak edebiyatta taklitten kurtulmak, samimi, canlı ve yeni
olmak iddiasıyla ortaya çıkar. Fakat gençler bunu
önemli tarafıyla gerçekleştirme başarısına ulaşamaz. Nitekim edebiyat dünyasına çıktıkları sırada
gençlerin sanatını değerlendiren Ahmet Hâşim de
“[y]edi gencin hutûtu muayyen, rengi bâriz bir
yeni ‘bedi’ ile ortaya çıktıklarını iddia etmek fazla
mübalağalı olur.” derken onların yeteneklerinin
sınırlı oluşuna dikkat çeker ve yeni bir estetik getiremediklerini ifade eder. Hemen hemen 1930’ların sonuna kadar dergilerin sayfalarında adlarına
rastlanan gençlerin yavaş yavaş şiirden uzaklaşarak
başka uğraşlara girişmesi de onların yeniliği getirmekte, dikkate değer ürünler ortaya koymakta başarılı olamadıkları anlamına gelir. Ziya Osman’ın
dışında ömrünün sonuna kadar şiire bağlı kalan
bir ada rastlanmaz. Hatta sonraki dönemlerde
kendi kalem ürünlerini değerlendirirken yer yer
eleştirel bakış getirmekten çekinmezler. Çünkü
zaman değişmiştir. Değişen zamanla birlikte insan
da değişmiş, getirmek istedikleri yeniliği gerçekleştiremediklerini kendileri de görmüşlerdir.
Yedi Meşale topluluğu bugün edebiyat dünyasında önemli bir yer tutmuyor, edebiyat tarihi
dışında pek anılmıyorsa bunu, güçlü bir estetik
kuramamalarında, canlı ve içten eserler verememelerinde, taklitten pek öteye geçememelerinde,
edebiyatın ihtiyaç duyduğu yeniliği yapamamalarında; Fransız sembolistlerini, Ahmet Hâşim’i,
kimi zaman hececi şairleri, hatta yer yer kendilerini tekrarlamalarında aramak gerekir. Ahmet
Hâşim haklıdır: “Tabiat, hakiki san’atkâr gibi,
fâidesiz tekrarlardan hiç hoşlanmaz.” ■
49
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Cumhuriyet dönemi Türk romanında
değişimin izleri
A. FARUK GÜLER
C
umhuriyet, yaklaşık iki yüz yıl süren
değişimin nihai noktası. Keskin sınırların çizildiği değişimin son halkası.
Tanzimat ile başlayan Batılılaşmanın devlet politikası ekseninde görünen yüzü, resmî söylemi…
Edebiyatın, birey ve dolayısıyla toplumsal değişimler karşısında kayıtsız kalamayacağı bir gerçektir. Özellikle edebiyatın sosyolojik boyutu roman dünyası içerisinde kendisine ziyadesiyle yer
bulur. İki yüz yıllık süreç içerisinde modernleşme,
medenileşme, batılılaşma, asrileşme, garplılaşma,
Avrupalılaşma gibi farklı isimler altında zikredilmiş olsa da temelde vurgulanan Türk toplumunun değişim sürecidir. Bu süreç doğru okunur
ve değerlendirilirse bugüne, günümüz insanının
içinde bulunduğu kimlik karmaşasına doğru bir
yaklaşım gösterileceği kanaatindeyim.
1923-1940 yılları arasında yani Cumhuriyetin
ilk dönemlerinde beş yüzü aşkın roman kaleme
alınmıştır. Ancak devrin roman türünde eser kaleme almış yazarlarına baktığımızda Yakup Kadri,
Halide Edip, Reşat Nuri, Memduh Şevket, Peyami Safa, Hüseyin Rahmi, Mithat Cemal, Mehmet
Rauf gibi isimlerin öne çıktığını görmekteyiz. Bu
isimler Cumhuriyet öncesinde ve sonrasında eser
kaleme almış, Osmanlının son, Cumhuriyet’in ilk
dönemlerine tanıklık etmiş, birçoğu bürokratik
anlamda devletin üst düzey kadrolarında yer almış, böylelikle değişimi tüm boyutlarıyla birlikte
görüp yaşamış ve eserlerine yansıtmış isimlerdir.
Bu yazarların eserlerinden hareket edilecek olursa
değişimin Cumhuriyet Türkiyesi’nin toplumsal
hayatında nasıl bir süreç geçirdiğini doğru gözlemleyebilir ve Türk insanının yaşadığı ikilemi
net bir şekilde ifade edebiliriz.
Cumhuriyet dönemini öncesinden ayıran
yegâne unsur bir halk hareketine dayanmasıdır.
Halkın özgürlük mücadelesi sonucu kurulan yeni
yönetim özellikle halktan aldığı destekle radikal
kararlar almış ve sadece siyasi ve idari yapıda değil, özellikle kültürel anlamda bir değişim gerçekleştirilmek istenmiştir. Ancak bu çıkış noktasına
rağmen yapılan yeniliklerin devletin kurumsal
yapısı içerisinde sıkışıp kaldığını görmekteyiz.
Çünkü yenilikler; kılık kıyafet, müzik, takvim
gibi alanlarda görüntü boyutunda kalmış, yeniliğin özü halk boyutuna aktarılamamıştır.
Yabancı bir dilde konuşmak, Avrupai tarzda
giyinmek, modayı takip etmek, balo ve suareler
düzenlemek, az önce bahsettiğimiz görüntü bo-
50
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
yutunun eser dünyasındaki karşılığıdır. Peyami
Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda, dönem
içerisinde dilin kültür üzerindeki etkilerinden
bahsedilirken sokak tabelalarında bile Fransızca
yazıldığını ve bunun eleştirildiğini görmekteyiz.
Memduh Şevket’in Miras romanında da Canip Bey, kızıyla sokakta Fransızca konuştuğunu
ve bunun kendilerini öteki insanlardan ayıran
önemli bir “mümtaziyet” olduğunu ifade eder.
Devir içerisinde, aydın kesimin içinde doğduğu toplumu ötekileştirdiği gerçeği ön plana çıkar. Öteki ile aydın arasında uçurum böylece
artarak devam eder. Bu duruma en güzel örnek
sanırım Mithat Cemal’in Üç İstanbul romanında karşımıza çıkar: “Erkânıharp Müşiri’nin
kızı Belkıs sofradaki mürebbiyenin birine
İngilizce soru sormuş, ötekine Almanca cevap
verecekken çay masasından sıçradı; Vekilharç
Salih’in elindeki tepsiden telgrafı kaptı: Makbuzu
Fransızca imzaladı; altın kurşun kalemiyle telgrafı
parçalayarak açtı, haykırdı: -Hüsrev geliyor!” Bu
durum Mehmet Rauf ’un Karanfil ve Yasemin, Reşat Nuri’nin Gizli El, Yeşil Gece, Şükufe Nihal’in
Çöl Güneşi, Yalnız Dönüyorum, Yakup Kadri’nin
Ankara ve diğer birçok yazarın eserlerinde bariz
bir şekilde eleştirilmektedir.
Modernleşmenin bir ölçütü olarak görülen
giyim kuşamdaki değişim, dönemin şartları içerisinde önemli bir dönüşümün göstergesi olmuştur. Kıyafet devrimi ile Cumhuriyet Türkiyesi’nde
karşımıza çıkan bu süreç, Osmanlının izlerini
silmenin ve anlayış olarak moderniteyi getirme
arzusunun sonucudur. Ancak moda kavramıyla
özdeşleştirilen ve özellikle kadınların ön planda olduğu bu değişim sürecinde, yaşam felsefesi
değiştirilmek istenmişse de bu değişim sathi düzeyde kalmış, aksine daha çok Batı’nın moda zevkinin yansıtılma yarışına girildiği görülmüştür.
Toplumsal değişimin hızlı yaşandığı milletlerde
bu durum daha belirgin bir şekilde kendisini göstermektedir. Özellikle geleneksel hayatın hüküm
sürdüğü dönemlerde, insanların toplum içerisindeki statüsünün göstergesi olan kıyafet, Avrupai
yaşam tarzına paralel olarak güzelliğin öne çıkarılması şeklinde değişime uğramıştır.
Cumhuriyet döneminde kaleme alınan romanlarda moda kavramı daha çok kadın kahra-
manlar aracılığıyla okura yansıtılmaktadır. Modanın değişkenliğinin beraberinde israfı getirmesi
ve kadın giyim kuşamının dinî hassasiyetler açısından fazlasıyla sorgulanıyor olması, bu dönem
romanlarındaki işlenen konulardır. Cumhuriyet
dönemi Türkiyesi’nin değişim sürecini yanlış anlayan ve kıyafet üzerinden modernleşmeyi hedef
alan kadın karakterler eserin dünyasında eleştirilmiş; Cumhuriyet’in sosyal hayat içerisinde kadına
verdiği rol gereği olması beklenen dinamik, çalışkan ve hayatın her aşamasında yer alacak kadın
kimliği yine çeşitli karakterler üzerinden yüceltilmiştir.
Halide Edip’in Zeyno’nun Oğlu eserinde,
kadındaki değişim her iki yönüyle de ele alınarak Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki kadın için
şu değerlendirmeler yapılmaktadır: “Şimdi şehirli Türk kızı hep böyle ince yüzlü, narin yapılı, asabi idi. Ekserisinin gözleri derin ve yeşil,
tavırları atılgan, mükâlemeleri uyanık ve bazen
alaycı idi. Kıyafetleri zarif ve basit, fikirleri
azıcık mübalağaya, mizaçları heyecana, hülyaya
mütemâyil olmakla beraber zamanlarının genç
erkeğinden daha fazla müstakil, daha az ukalâ ve
cazip bir surette şımarık ve hususi idiler. Yeni ve
müteceddid Türkiye’de en müterakki açık fikirli
unsur bu genç kızlarsa, aynı kızlar memleketin
en millî, en hakiki timsalleri gibi görünüyorlardı.
Buna mukabil, yine şehirlerde asrilik cereyanında
geri kalmak kaygısıyla hareketlerini, kıyafetini yeni
zamana mübalağalı bir surette uydurmaya çalışan
hoppa, orta yaşlı sun’i bir kadın örneği, bilhassa
İstanbul’un kibar denilen içtimai hayatında göze
batacak derecede barizdi.” Bu eleştirel bakışı, dönem içerisinde yazılmış diğer eserlerde de görmek
mümkündür.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazılmış eserler,
büyük bir değişim ve dönüşümün izlerini içlerinde barındırmaları itibariyle hayli önemlidirler. Devrin sosyal ortamını ve değişimin bireyler
üzerindeki etkisini net bir şekilde romanlarda
takip edebilmekteyiz. Bugün sosyal hayatımızda
yaşadığımız ikilemlerin, buhranların temelinde
yaklaşık iki yüz yıllık değişim süreci yatmaktadır.
Günümüz Türkiyesi’ni anlamak ve doğru yorumlayabilmek için Cumhuriyet dönemi eserlerinin
titizlikle incelenmesi yol gösterici olacaktır. ■
51
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Gerçeklik, ironi ve Hristiyanlık
ikonaları üzerinden bir Oğuz Atay
değerlendirmesi
TANER NAMLI
Gerçeklikten ironiye, ironiden
gerçekliğe
Kısa sürmüş bir hayattan, Türk
edebiyatına derin izler, çarpıcı dipnotlar bırakarak gitti Oğuz Atay.
40’lardan 70’lere uzanan Cumhuriyet
Türkiyesi’nde, “yumuşakçalar krallığı”
olarak adlandırdığı bir hayatın ortasında yaşadı ve “bürokratik mekanizmanın derinlerinde duran bir aileden
gelmesine karşın, muhalif Türk aydını
figürünün”* temsilcisi oldu. Böyle bir
düzen içinde yaşarken nasıl oldu da
rahatı kaçtı ve kalemi, yaşadığı hayatı ters yüz etmeye götürdü? Rahatı kaçmıştı evet ve bu rahatsızlığı,
Türk edebiyatının en uğultulu romanlarını ve notlarını yazdırdı Oğuz Atay’a. Tutunamayanlar’da, Tehlikeli Oyunlar’da, Korkuyu Beklerken’de, Oyunlarla
Yaşayanlar’da ve Günlük’ün de hep düzenin işleyişi
karşısında rahatı kaçan, huzursuzluğa sürüklenen
insanın tedirginliklerini duyurdu. Halit Ziya’yla
yazılmaya başlayan ilk sahici kırık hayatların en
kırılganları, en derinlerde boğulanları belki de
Atay’ın kahramanları oldu. Türk aydınının içinden
çıkamadığı labirentin krokisini çizdi, “billur bir boy
aynası” tuttu. Döneminin ideolojik yollarına sapmadan, yarına kalacak olanın, Türk aydınının zihin
haritasını çizecek düşüncenin peşine
düştü. Bunu yaparken ironinin, alayın silahına sarıldı ve oldukça sağlam
bu zemine ayaklarını basarak dönem
Türkiyesi’nin camlarındaki buğuyu
sildi. Gerçekliği, harikulade alaycılığı
ile verdi. Niçin bu yolu tercih etmişti? İronisi, alaycılığı, onu bunalımın
uçlarından mı kurtarıyordu, tepkisini
en doğru bu şekilde mi verdiğini düşünüyordu? Engelleri aşamamanın çaresizliği mi, yoksa çıkmaza girmenin
şımarıklığı mı idi bu? Sonuçta “ironi,
bir üst dil oyunu dört köşeli bir açığa vurmaydı.”**
Edebiyattan, tarihe, bürokrasiden, eğitime ve siyasete kadar hemen bütün topallayan yapımızın hasar
raporunu çıkardı. Belki de bunu ancak Atay’ın mühendis kafası yapabilirdi. Özellikle Tutunamayanlar’daki orijinal kurgu tekniğini ve işleyişini biraz da
böyle açıklayabiliriz.
Atay, yeni Türkiye’nin, yeni Türk aydınının tarihini ve talihini, yeni romancılığın yeni imkânlarıyla
anlatır. Bu bakımlardan Türk romanında yenileşmenin merhalelerinden birisi olmasına rağmen, aşinası olmadığımız metin içerikleri ve biçimleri, ona
karşı bir mesafe doğurmuştur Türk okurunda. Yadsınmış, bilinmiş ama okunmamış, başlanmış belki
52
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
ama bitirilememiştir çoğunlukla. 43 yaşında hayata
gözlerini yumduğunda, ileride Tutunamayanlar’ın
nitelikli Türk okur ve yazarları üzerinde bu denli etki yapacağını tahmin eder miydi acaba? 1970
TRT Roman ödülünü kazandığı dönemde –TRT
böyle roman ve sanat ödülleri vermeye bugünde
devam etseydi keşke- eleştirmenler ve hatta ödülü
veren jüri bile, esere karşı susarak mesafe koymayı
tercih ederler. Geleneksel romana benzemediğinden
mi, karmaşık üslubundan mı bilmiyoruz? Ona da
bu burukluğu yaşamak kalır. Eser ve yazarı tutunamazlar. Ödülü kazandığı yıl tutmaya başladığı
Günlük’ünün ilk sayfasındaki bir cümle ironiden
gerçekliğe, eserinin hayatıyla nasıl bütünleştiğinin
kırık ifadeleri olarak kalır:
“Kimse dinlemiyorsa beni, ya da istediğim gibi
dinlemiyorsa, günlük tutmaktan başka çare kalmıyor.
Canım insanlar! Sonunda bana, bunu da yaptınız.”
Tutunamayanlar’da İsa’nın Işığı yahut
Hristiyanlık İkonaları
Atay’ın Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar romanlarında Hristiyanlık’a ait mitlerin açık veya örtülü olarak işlendiğini görüyoruz. Tutunamayanlar’daki Selim Işık’ın, İsa peygamberle özdeşleştirildiğini,
eserin satır aralarında fark ederiz. İsa peygamberin
tutunamayanların önemli prototiplerinden biri
olarak öne çıkarılması, roman kahramanlarının
dünyaya tutunamayışları ile bağdaştırılır. Muharrem
Kaya, Atay’ın yapıtlarındaki yaşamöyküsel izleri sürerken Cevat Çapan’dan dinlediği anektodu aktarır
ve Atay’ın bir dönem Tevrat ve İncil’i okuduğunu,
İncil üzerinde özellikle durduğunu, bunun bir nedeninin Hristiyanlık’ın estetik açıdan daha cazip
unsurlar taşıdığını düşünmesinin, diğerinin ise saf
din ihtiyacından kaynaklanmış olduğunu söyler.***
James Joyce Ulysses’i yazarken nasıl ki Odysseus mitosunu öne çıkartarak eserini yapılandırmışsa, Atay
da, İsa peygamberin tutunamayışının kendince izlerini takip etmiş, kahramanlarını bu tutunamayışın
gölgesine gizlemiştir. Tutunamayanlar’ın Selim’i,
geceleri yatmadan önce İncil okur. Ayrıca Selim’in
intiharından sonra Selim’in ikinci defa gelişinden
bahisler açar. Tutunamayanlar’ın diğer kahramanı
Turgut. Selim’in soyadı da bir simgedir: “Işık”…
İncil ve İsa ile alakalandırılmış olması yanında, akla
Yuhanna İncili’nden cümleler çağrıştırır: “Her şey
onun ile oldu ve olmuş olanlardan hiçbir şey onsuz olmadı, hayat ondaydı, hayat insanların nuru idi. Nur
karanlıkta parlar ve karanlık onu anlamadı.” Selim,
romanda yer yer İsa’ya olan sevgisini ifadelendirir:
“On beş gündür sakalımı kesemiyordum saçlarımda uzamış. İsa’ya benzeyip benzemediğimi sordum
ona.” (Tutunamayanlar, 607) yahut (…İsa Mesih’i
her zaman beğenirim; küçük çocukların futbolcuları beğenmesi gibi. Adamımdır. Ortaokulu birlikte
okusaydık, bana çok yararları dokunurdu oyunlarda.” (Tutunamayanlar, 663) Turgut da insanlara,
Tutunamayanlar’ı nasıl anlatmaları gerektiğini söylerken ikinci ben’i Olric’e şöyle seslenir: “Arıyorsan
ahlaktaki manayı muhakkak okumalısın İsa’yı.” (Tutunamayanlar, 594)
Tehlikeli Oyunlar romanının başkahramanı
Hikmet Benol da, İsa ile özdeştir. Hikmet Benol,
Hüsamettin Tambay ve Nurhayat Hanım’ın kutsallık etrafında dönen üçlemesi, Oğuz Demiralp’in
ifadesiyle; “İsacık, Meryemcik, Tanrıcık” şeklinde
kurgulanmıştır. Aynı romanın sonlarına doğru “Son
Yemek” başlığı altındaki bölümde Hikmet, arkadaşları ve çevresindekilerle birlikte evinde tertiplediği
büyük bir yemekli toplantıda buluşur. Bu bölümün
İsa peygamberin son yemeğine yapılan bir gönderme olduğu çok açıktır. Romanlardan alıntılanan bu
cümleler ve sembolik anlatımlar, Atay’ın figür, inanç
ve kültür değerleri bakımından Hristiyanlık’tan ne
denli etkilendiğini göstermesi bakımından oldukça
düşündürücüdür. Bahsi geçen romanlardaki kahramanların, kendi köklerine ve insanî duyarlılıklarına
alabildiğine yabancılaştığı/ötekileştiği bir toplumla
birlikte hedef tahtasına oturtulmuşken, yazarın da
bu yabancılaşmadan ve ötekileşmeden inanç ve değerler dünyası bakımından nasibini aldığını söylersek, yanlış bir yargıda bulunmuş olur muyuz acaba?■
__________________
*Keskin, Efkan Bahri, “Sosyalist Olamayacak Kadar Postmodern, Postmodern Olamayacak Kadar Geleneksel, İslamcı Olamayacak Kadar Dünyevi, Dünyevi Olamayacak Kadar Dürüst:
Oğuz Atay”, Doğu-Batı, S.11, Mayıs-Haziran-Temmuz 2000,
s.147
** Eco, Umberto, Gülün Adı, s. 568
***Kaya, Muharrem, “Oğuz Atay’ın Yapıtlarında Yaşamöyküsel Unsurlar”, Adam Sanat, S.183, Nisan 2001
53
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Değişmek dönüşmek başkalaşmak
EMRAH GÜRSU
B
Bir kafes kuş aramaya çıkmış.
-Franz Kafka-
ireyi kendilik hissiyle yakınlaştıran/
uzaklaştıran olgular dizgesi, toplumsal sorumluluklar ve ihtiyaçların birbiriyle olan uyumu/çatışmasıyla doğru orantılıdır. Bireyi kendisiyle ve ötekilerle bir araya
getiren unsur ‘uyum’dur. Toplumun beklentilerine cevap veremeyen ve ‘toplumsal yatkınlık’ ilkesine uymayan birey, kendini ‘toplumsal
yalıtkanlık’a uydurur. Böylece uyum bozukluğu oluşur ve kişi kendi içinde bir çatışma alanı
oluşturur. Artık topluma uyum sağlayamayınca
kendini biz olarak göremez ve ben kavramını
da eleştirmeye başlar. Topluma uyum sağlamak
için değişmek zorunda olan kişiyi doğru maskeleri kullanamadığı sürece, toplum onu dönüştürmeye başlar. Değişimden rahatsız olmayanlar kendilik hissiyle barışık yaşar. Maskelere
alışamayan yüzler ise dönüşümün radikal keskinliği altında ezilir, kendilik hissinin yitimine
uğrayarak başkalaşır ve ‘dünyanın insanı’ olamadan ‘insanın dünyası’ içinde yalnızlaşır. Bu
insanlar bir bedene iliştirilmiş duygular yumağı içinde hiçleşir, şeyleşir, metalaşır. “İnsanın
tabi ve iradi değişimi çoğunlukla kol kola
Gregor’un odası
ilk dakikadan
itibaren yatay bir
kuyu gibi insanı
içine çekmekte ve
Yusuf’un kuyusu
gibi mahkûm
etmektedir. Zira
mekân dönüşümden
sonra karanlıklaşır,
darlaşır, daraltır,
umutsuzluk
mekânına dönüşür.
Oda, onun için
daralan bir kaçış
mekânıdır.
54
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
yürür ve değişim sonuçlandığında dönüşmüş,
başkalaşmış bir insan ortaya çıkar.”1
Kafka’nın eserlerindeki başkarakter aslında
değiştirilmiş ve eklentiler yapılmış kendisinden
başkası değildir. Aynı olayı biz Dönüşüm (Eserin aslı Almanca Werwandlung olarak yayınlanmış, eser İngilizceye Metamorphosis olarak
çevrilmiş, Türkçede ise Değişim veya Dönüşüm başlığıyla yayınlanmıştır.) adlı eserin başkarakteri Gregor Samsa’nın aile yapısından ve
yaşadığı bunalımdan görebiliyoruz.
1.Gregor Samsa ve Kafka
Eserin girişinde bir Gregor Samsa yatağında kendisini bir böceğe dönüşmüş olarak
bulur. Odasının kapısı kilitlidir. Ailesi onu
çağırsa da o yanıt verecek durumda değildir.
İşe gitme kaygısı patronuna mahcup olma onu
en çok sar(s)an düşüncelerdir. Odadan çıkma
cesaretine sahip değildir. Eve firma yetkilisi
gelince odasından çıkma gereğini duyar.
Odasında çıkan Samsa’yı gören herkes korkar,
evin içinde telaş başlayınca babası onu odasına
tıkar. Daha sonra kardeşi onunla ilgilense
de başta baba olmak üzere herkes onun bu
durumundan şikâyetçi olur. Bir süre onun varlığına dayansalar da ondan kurtulmak gerektiğine karar verirler.
Fakat Gregor zaten kendisini ölüme terk etmiş ve aile eski düzenine kavuşmuştur.
Günlüklerinden Kafka’nın yalnızlığını ve
yabancılaşmasını görebildiğimiz gibi aynı duyguları ve etkileri Dönüşüm’de de görmekteyiz.
Çevresiyle iyi ilişkiler kuramayan, kendini topumdan öteleyen biri olarak tanıdığımız Kafka
sevgilisi Milena’ya yazdığı mektupta “…bilinmeyen bir şeye karşı duyulan korku ile kaplıydı yüreğim. Kesin değildi çünkü benim gücümü
aşıyordu. Mektuplarını hep bir kez okumuştum
bugüne kadar ikinciyi göze alamamıştım. Bu
olağanüstü halde yaşamanın doğru olduğunu bilmeyiz ve her zaman gevşetmeye çalışırız onu biraz daha. Düşünmeyen bir hayvan gibi can çekişerek kendimizi kurtarmaya çalışırız her zaman.
Mektuplarında susarak yalvarıyorsun sen Milena. Bana yönelmiş oldukları için yakalamak
istiyorum onları. Yanıldığımı da hiç zannetmiyorum...” der ve bastırılmış korkularından do-
layı kendisini, çevreyle olan bağlarına bir çit
çekmiş olarak sunar.
Mektupta “düşünmeyen bir hayvan gibi”
benzetmesini, Dönüşüm adlı eserinde korkuların bir böceğe dönüşmesi ve eserin sonunda
da kendini ölüme terk etmesi şeklinde
görmekteyiz.
Gregor yaşadığı bunalımlı iç dünyasını
romanın girişinde ‘huzursuz düşlerde uyandığında…’ gibi bir cümle kurması Alfred
Adler’in “düşün temelinde kişinin yaşam karşısındaki tutumu saklı yatar.” sözlerini doğrulamakta ve bize huzursuz bir hayata ilişkin
ip uçları vermektedir. Özellikle ailesi için çalışma zorunluluğu onu istemediği toplumsal
ilişkilere zorlamakta romanda bahsettiği gibi
“… asla içtenlik kazanmayan insan ilişkileri
gibi sıkıntılar da cabası. Bütün bunların canı
cehenneme!” ve “Patronun dalkavukluğuydu;
kişiliksiz ve akılsız biriydi.” cümlelerinin
yanında “Annem ve babam yüzünden kendimi
tutmasaydım şimdiye çoktan ayrılırdım;
patronum karşısına geçip kalbimden ne
geçiyorsa anlatırdım.”diyerek bir yandan
ailesinin borçları yüzünden mecburi çalışması
ve mecburiyetten doğan otomatik ilişkilere
uyma zorunluluğu bir yandan da iç dünyasında
bu ilişkilere karşı geliştirdiği savunma
mekanizmalarını genişleterek yaratmış olduğu
toplumsal sahte benliğe bile uymakta güçlük
çeker ve sürekli olarak kendi benlik sahasında
kaosa sürüklenir, yalnızlaşır, kendini dışa karşı
yalıtır ve böylece şizoid bireye dönüşür.
“Şizoid dediğimiz başkalarına karşı kendisini bizim olduğumuzdan daha açık, daha yararlanılabilir ve hem de daha yalıtılmış hisseder.
(…)Bir kez olmadığı şeymiş gibi olmayı bırakır
da olduğu kişi olarak ortaya çıkmaya kalkarsa, o
zaman bir İsa ya da bir hayalet olarak ortaya çıkar, bir insan gibi değil: Hiçbir bedene sahip olmadan var olmadan var olmakla o hiç-bedendir,
hiç-kimsedir.” 2
Gregor, bahsedildiği gibi ortaya çıkışı bir
insan gibi değil, ‘ben’i ve ‘toplum ilişkileri’ arasında kalan bir kişinin değersizleşmesi sonucu
bir böcek olarak ortaya çıkmıştır.
Kafka’nın babası çocukluk yaşlarından itibaren Kafka üzerinde baskıcı bir kimlik olarak
55
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
ortaya çıkmıştır. Nitekim babasının bu tavrını
sergilemek amacıyla “Baba’ya Mektuplar” adlı
eserini kaleme almıştır. Dönüşüm’de de babasının yansımasını görmekteyiz. “Babasının
elindeki sopanın her an için sırtına ya da kafasına ölümcül bir darbe indirmesi tehdidi altındaydı. (…) Gregor’un ödü koptuğundan olduğu
yerde durdu, koşmaya devam etmek anlamsızdı,
çünkü babası onu topa tutmaya kararlıydı. ” 3
Gregor’un babası eser boyunca otoriter, faydacı
oğlunu ezmeye, yok etmeye çalışan tiranlaşmış
bir karakter olarak dikkat çeker. Onun varoluşsal alanlarını daraltır. “Baba, Gregor’u ölüme mahkum eden, hayatını cennetten cehenneme
çeviren onulmaz yaralar açan kişi olarak gösterilmiştir. Hatta baba, Âdem ve Havva’yı yasaklı
meyveyi yemeleri hususunda ikna eden şeytanla
eşdeğerdir.” 4
Annesi ve kardeşi Grete ise onun varoluşunun devamını sağlamak için uğraşsalar da eserin sonuna doğru gitmesi gerektiğini düşünürler. Hizmetçinin onun ölüm haberini vermesi
üzerine babasının Tanrıya şükretmesi, hizmetçinin “o şeyi nasıl yok edeceğimizi merak etmeyin, onu ben hallettim.” demesi üzerine anne
ve kardeşin tepki vermemesi ve işlerine devam
etmesi aslında aile tarafından Gregor’un varlığının ölümünden önce son bulduğuna inandıklarını gösteriyor.
Ölüm burada sadece aile için değil, aynı
zamanda Gregor için özgürleşmenin kapısıdır.
2.Değişim
2.1.Bedensel Değişim
“Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerden
uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe
dönüşmüş olarak buldu. Zırhı andıran sertlikteki
sırtının üzerinde yatmaktaydı… acınacak denli
ince bir sürü bacağı, gözlerinin önünde çaresizce
parıldıyordu. (…)Ağzından kahverengi bir sıvı
anahtarın üzerine akıp yere damlıyordu.”
Zırh gibi sertleşen sırtı artık kabuk özelliğindedir. Zira kabukla önce dış dünyaya karşı
kendisini kapatmış, toplumsal özerkliğini yitirip öznelliği olmayan bir ‘şey’e dönüşmüştür.
Daha sonra kendini dış dünyadan soyutladığı
bu kabuğun üstüne bir de çarşaf alarak kardeşi
ve annesinin kendisini görmesini engellemeyi
istemiştir. O artık kendinden utanmaya
başlamış ve varlığı bu çarşaf sayesinde yok etmeye ya da en azından görünür kılmamaya
çalışmıştır. Böylece o artık toplumsal bir birey
değil ölü bir nesneye dönüşmüştür. “Bir kabuğun içinden çıkan varlıkta her şey diyalektiktir
ve dışarı bütünüyle çıkmadığı için, dışarı çıkan
içerde kalanla çelişir. Varlığın geri kalan bölümü, katı geometrik biçimler içinde kapalı kalır.”
5
Gregor’un yeni bedeni kabuklaşır ve onu tüm
varlığıyla hapseder. Artık yaptığı tüm eylemler,
kabuk içinde tüm insani değerlerinden soyutlanmış taşlaştıran bir edim halini alır. “Başkasının kişiliğinin bireye sahip olduğu ve onun sözcükleri ve eylemleri aracılığıyla ifade bulunduğu
görülürken bireyin kendi kişiliği geçici olarak
yiter veya yok olur ya da gider.” 6
2.2.Sesin değişimi
Ses, dilsel bir öge olması dolayısıyla insanları birbirine yakınlaştıran ve iletişim kurmasına yaraması yönüyle insanı biçimlendiren, yönlendiren bir unsurdur. Tabiatta ses
unsurları ne kadar çeşitli olsa da insan bu ses
çeşitliliklerine bir yön ve ahenk vererek onu
anlamlı kılar. Gregor dönüşümünde bedensel
değişimini anladıktan sonra sesindeki değişimi
fark etmiştir. Artık konuşma özelliğini yitirmiş
kendi deyimiyle ciyaklamaya başlamıştır. Artık
konuşma yetisini kaybetmesiyle de tüm iletişim
kanalları kapanmıştır. Zaten Gregor sesinin yitimiyle eserin başından sonuna içsel konuşma
yapsa da hiçbir şekilde dışarıya duygularını aktarmayı başaramamıştır.
2.3.Mekânın değişimi-kuşatıcılığı
Gregor’un odası ilk dakikadan itibaren yatay
bir kuyu gibi insanı içine çekmekte ve Yusuf ’un
kuyusu gibi mahkûm etmektedir. Zira mekân
dönüşümden sonra karanlıklaşır, darlaşır, daraltır, umutsuzluk mekânına dönüşür. Oda,
onun için daralan bir kaçış mekânıdır. Özellikle kardeşine gözükmemek için kanepenin altına kaçması bu küçük odanın labirentleştiğini
göstermektedir. Bu yönüyle zaten kabuklaşmış
olan kişi, aynı zamanda mekân tarafından da
kuşatılmıştır. Bir de buna odasındaki onu insan yapan eşyaların çıkarılması eklenince Gre-
56
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
gor, artık varolma mücadelesinde tüm umudunu yitirir. Kamuran Şipal “Gregor, ikili bir
tutukluk içinde yaşar; bir kez zırh gibi sertleşmiş
sırtı, ikincisi kendi odası, yani bekârın hücresi
tutuklar kendini.” dese de aslında Gregor’u
sosyalleşmeden uzaklaştıran üç kabuk vardır:
Böcek gövdesi, odası ve evi.
Adeta bu üç unsur onun etrafını katmanlar halinde sarmıştır. Duyguların odak merkezi olan oda, kuşatıcılığının yanında geçişken mekân olması ile dikkat çeker. Kapı diğer
odalara ve ailesine açılma noktası olmasına
rağmen, kapının sürekli kilitli olması mekânın
kuşatıcı olmasına neden olmuş ve kendi hücresini kendisi yaratmıştır. Kapı ile birlikte dış
dünyaya açılmada kullanılan metafor penceredir. Dönüşümden önce mekânın kuşatıcılığından kurtuluş yeri olan pencere, dönüşümden
sonra dışa açılan ve özgürleştirici yönünü kaybedip içe açılan hatta tüm açımlayıcı özelliklerini yitirip tüm özellikleriyle bireyin içe kapanmasına neden olmuştur. “Böylesi anlarda
gözlerini olabildiğince keskin bir halde pencereye
yöneltiyordu, ama dar sokağın karşı tarafını bile
kaplamış olan sisten umut ve canlılık çıkarmak
güçtür.” 7 Dışarıda anlatılan sis aslında fiziksel
bir olgu olmaktan öte Gregor’un benliğini saran belirsizlikten başka bir şey değildir.
2.4.Duygusal Değişim
Aile, bireyin kendilik halini en rahat paylaştığı yeri olduğu için bireyin sadece biyolojik
yakınlığını değil aynı zamanda hissi yakınlık
ve yalınlığın ifade edildiği ortamdır. Bu nedenle bireyin kendilik alanın en geniş olduğu
yerdir. Fakat Gregor ailesine duyduğu sevginin karşılığını alamaz ve adeta ortaklaşa alınan bir karar olarak kendini ölüme sürükler.
Annesinin sesini duyunca “o yumuşacık ses…”
diye betimlemesi, patronuna “Annemle babamı üzmeyeceksiniz.” demek istemesi, kendisini
anlayabilecek tek kişi olarak kardeşini görmesi, ailesine duyduğu sevgiyi gösterir ve eserin
sonuna kadar sevgisi değişmese de aile içindeki
saygınlığının değiştiğine inanır. Zira artık işe
gitmediği için babasının çalışması gerekir, aynı
zaman da kendi işlerini yapamadığı için kardeşine yük olmuştur. Duvarda asılı duran askerlik
fotoğrafında kendi deyimiyle duruşu ve üniformasıyla saygı gösterilmeyi bekleyen bir teğmen
vardır. Fakat saygınlık abidesi eserin sonunda
utanç nesnesine dönüşür. Leşinin süpürgeyle
köşeye itildiği bir çöp gibidir. Var olmak için
varoluşuna inanan başka birine ihtiyaç duyan
ve saygının cisimleştiği bir fotoğraf olarak
Gregor, eserin sonunda trajik bir şekilde bütün varoluşsal değerlerini yitirir, parazit olarak
sürdürdüğü hayatına kendi istemiyle son verir.
Kız kardeşi ve annesi önceleri Gregor için
üzülüp gözyaşı dökseler de daha sonra özellikle
kız kardeşin “Ondan kurtulmaya çalışmalıyız.”
sözü değişen duyguları gözler önüne sermiştir.
3.Varoluşçu Nihilizm
Varoluşçu nihilizm insan yaşamının anlamsız, boşuna, değersiz ve saçma olduğunu üzerine kurulu bir anlayıştır. Her türlü eylem ve
hissi içeren varoluşun kendisi boş ve anlamsız
bir şey olarak telakki edilir.
Gregor’un kişiliği, varoluşsal sorunları
“içtenlik kazanmayan insan ilişkileri” nedeniyle melankolik bir kişiliğe bürünmüştür.
Dönüşüm’den sonra ailesi karşısında köleliği ve
dışlanmışlık sorunsalı onun ontolojik yıkımına sebep olur. Kilitli olan kapıları daha sonra açık bıraksa da mecburi durumlar dışında
kimse odaya girmez. Ailesi onun varlığına ancak o olmadığı ve görünmediği sürece katlanır.
Yani onun varlığını onaylayacak biri bulunmamaktadır. Çünkü o artık hiçleşmiş bir varlıktır. Gerçeğin halatlarına tutunamayan birey
hayalin ipliklerinde düşmeyi bekleyerek yaşar.
Bir umutsuzluk yumağı olarak nihilizm hem
Kafka’yı hem de Gregor’u sarmalamıştır.■
(1)Şahmurat ARIK, Dönüşüm ve Geçmiş Zaman Elbiseleri Üzerine Mukayese Denemesi, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, Cilt 6, Sayı 27, 2013
(2) R.D. LAİNG, Bölünmüş Benlik, Pinhan
Yayınları,s35
(3) Franz Kafka, Dönüşüm, İthaki Yayınları, 2011,
s.31-s.58
(4) Z. Aslıhan TOKDEMİR- Elif DİLER, Franz Kafka
ve Die Verwandlung (Değişim) İsimli Eseri, sbe.dumlupinar.edu.tr/11/69-83.pdf
(5) Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası, Kesit Yayıncılık, 1996, s.128
(6) R.D.LAİNG, age., s.57
(7) Franz Kafka, age, s.16
57
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
GİDERKEN
Ardından sesler bırakıp gider her yolcu
Derin uçurumlar, mağara uğultusu
Karanlığın aynasında
Açık bırakılan kapılar, son kez bastığı eşik
Eski resimler, yarım kalmış hayatlar
Sesini bulamamış şiirler
Nereye dokunduysak orası gurbet
Kendimizi bulup kendimizden kaçtığımız yer
Madem yolcuyuz çantamızda neler var
Acılar mı taşırız en çok
Toza mı bulanır yoksa bütün yolar
Geç mi kaldık yoksa geç mi kaldık
Aylardan eylül, payımıza düşen solmuş bir yapraksa
Bu kapıyı çalıp içeri girme
Sarılıp yalnızlığına öyle gir geceye
Her yaradan kan çıkar, bunu böyle bil
Geride kalsın şehir, yola devam
En iyisi dağlara gitmek
Korkuyu o zaman atabiliriz üstümüzden
Çünkü her dağ muhteşem bir annedir
Ateş uyandırıldı işte, sus ve unut
Unut geride bıraktığın her ne var ise
Kuşları bilmek böyle bir anda iyi gelir
Böylece öğrenirsin seni kim koydu bu güzel bahçeye
Bahçe ki, çoğul bir şarkının adıdır, böylece
Çoğalıp geliyoruz kendimize ve birbirimize
Havalar yeniden güneşli, susmuş içimdeki şeytan
Bu sensin işte, bıraktıklarından geriye kalan
MUSTAFA ÖZÇELİK
58
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Modern Türk şiirine doğru*
M. KAYAHAN ÖZGÜL
Batı’nın meziyeti,
sorunlarını bile meziyet
olarak göstermesi;
Doğu’nun sorunu,
meziyetlerini bile sorun
olarak görmesidir.
Doğu’nun, şiirindeki
meziyetlerinden
ne zaman rahatsız
olmaya başladığı
sorusu kolayca
cevaplandırılabilecek
gibi değildir.
Osmanlıda poetik
anlayışı değiştirme
gayretlerinin
başlayışını sadece
Batılı etkilerle
açıklamak da doğru
olmaz.
“C
lassicus” kelimesinin edebî manasıyla ilk kullanılışı, II. asırda
Aulus Gellius’un Nodes Atticaesindedir. Kelime yine de Roma’nın birinci
sınıf vatandaşlarıyle ilgisini kaybetmediğinden,
“scriptor classicus”un (klasik yazar) zıddı “scriptor proletariats” (halk yazarı)dır. Daha açık söylersem, klasik’in zıddı yeni veya modern değil,
vulgar’dır. Klasik olan yeni’ye değil, basit, ilkel
ve sığ bulduğuna karşı direnir. Diğer taraftan,
Latince’nin “modo”sundan “modernus” kelimesinin türetilmesi ise, VI. asırdadır[1]. Muhtemelen
ilk defa Charlemagne’ın asrına “saeculum modernum” (modern devir) denmiştir. Böylece ‒yine
ilk defa‒ kadim olan, karşıtını yaratır. Bugün,
durduğumuz yerden bakınca Charlemagne’ın zamanı hiç de modern görünmeyebilir; çünkü, her
çağ, kendi karakteristikleriyle, kendi iç dinamikleriyle ve kendi imkânları dâhilinde modernleşir.
Başka devirlerden bakıldığında modernliğin izine
bile tesadüf edilemeyen bir değişim, zamanı için
fevkalâde radikal sonuçlar doğurmuş olabilir.
Osmanlı için de durumun farklı olmadığını düşünüyorum. Osmanlı şiirinde modern unsurların belirişinden bahsetmek, Avrupai bir “modern”
*Divan Yolu’ndan Pera’ya Selametle (Hece yay. Ankara 2006,
s.9-17) adlı eserin “Başlarken” bölümünden kısaltılarak
alınmıştır
1. J. Le Goff, Histoire et Mémoire, Paris, 1988,
Gallimard, p. 69-71.
59
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
kavramının sanayi devrimi, aydınlanmacılık gibi
kriterleri ile değerlendirilemeyecek, lâkin Avrupa
modernizminin etkileri paralelinde incelenebilecek bir değişime işaret etmek demektir. Eğer size,
Osmanlı şiirinde modern kıpırdanışların XVIII.
asır başlarından itibaren fark edilmesinin mümkün olduğunu söylesem, inanmamakta mazursunuz. Yenileşme yolundaki Türk şiirinde bulamayacağınızı ararsanız pek tabiidir ki, aradığınızı da
bulamayacaksınızdır. Onda gelenek de bulunur,
yenilik de… Yeter ki, klasik çağların Şark geleneği
ve modern çağların Garp yeniliği aranmaya…
“Ex oriente lux” (ışık Doğu’dan gelir) cümlesi
hem coğrafik anlamıyla hem de metaforik olarak
doğrudur; lakin sadece güneşin tulûu için… Ne
zaman ki, zeval vakti gelir, artık Doğu da ışığını
Batı’dan alır. Osmanlı da zeval vakti geldiğinde,
yüzünü Batı’ya dönme ihtiyacını duyar. Bu takip,
başlangıçta masum bir teknolojik üstünlük hevesinden ibaret iken, zamanla plansız bir kültür erozyonunu da beraberinde taşımaya başlar. Şark’ta
her değişim, her yapılanma plansızdır. Georges
Duhamel’in Prens Cafer romanından bir sahneyi hatırlıyorum. Romanın geçtiği Tunus’ta, fellahın biri inşaat izni için belediyeye müracaat eder.
Yapacağı evin planını göstermesini istediklerinde
adam şaşırır; “Benim bildiğim, ev bittikten sonra
planı belli olur.” der. Osmanlı da Batı’nın karşısında planlı bir değişim çizgisi takip etmektense,
“kervan yolda düzelir” anlayışıyla hareket eder. Bu
plansızlık sebebiyledir ki, batılılaşma hevesleri hedeflenmemiş alanlara, kültür hayatına ve nihayet
poetik tercihlere yansımakta gecikmez. Osmanlının klasik şiirin sınırlarını zorlamak yolundaki ilk
teşebbüslerine ‒ henüz kuvveden fiile geçilmeyen
zamanları da dâhil ederek ‒ mutlaka bir başlangıç
tarihi bulmak niyetinde isek, 1699’un anlamlı bir
yıl olacağını iddia ediyorum.
Yeni bir şiir anlayışının ilk işaretlerini aramak
için hayli erken bulunabilecek bir tarih seçtiğimi
ve bu tarihin yakınlarında ortaya konmuş şiirlerde
klasik çizginin aşıldığını gösterir hiçbir emareye
rastlanamadığını söyleyenler çıkacaktır. Onlara
cevabım, Danilevski gibi olacak. Yazın güneşin
ışınlarının en dik geldiği, günlerin en uzun olduğu ay hazirandır; lakin bunun sonuçlarını almak
ancak temmuz ve ağustos aylarında mümkün olur.
Ağustosun “temmuz” sıcağı haziranın etkisidir.
Bir gelişmenin başlangıcı, onun sonuçlarını fark
etmeye başlayışımızdan çok daha öncesine tarihlenir. Bir başka deyişle, yenileşmenin açık işaretlerini fark ettiğimizde, onu tetikleyen sebeplerin
oluşup âmillerin işlemeye başlayışının üzerinden
epeyce vakit geçmiştir bile. Eğer, Osmanlı klasik şiirinin gerileyişinden bahsediliyorsa, bunun
ilk işaretlerini yükselişinin içinde bulmak gerek.
Bana öyle geliyor ki, 1699 yılını tarihî, siyasi, kültürel ve poetik değişimin ilk kilometre taşı saymak
doğru bir seçimdir. Bu fikrime arka çıkacak hiçbir
siyaset, edebiyat veya kültür tarihçimize tesadüf
etmedim; çünkü “Türkiye’de bu memleketin tarihinin 18. yüzyılı bilinmemektedir”[2]. Hâl böyle iken,
hakikaten destek bulduğum referansları, Türkolojinin temel taşını koymuş Rus ekolünden çıkardığımı söylemek, şimdi bana biraz acı geliyor.
Smirnov’dan başlayarak Borolina, Petrosyan, Nikitina, Payevskaya gibi Türkologların Osmanlıda
edebî yenileşmeyi de XVIII. asırdan başlatma eğilimlerinden çokça haberdar olamamışsak da hepsi adına Elena Maştakova’nın söylediklerini fark
etmemizi beklerdim. Tek başına, “Bize göre, Türk
edebiyatının bu yönde değişikliklere doğru gitme nedenini, XVIII. yüzyıla bağlamak gerekir.” cümlesi[3]
dahi yalnızlığımı öylesine hafifletiyor ki…
Batı’nın meziyeti, sorunlarını bile meziyet olarak göstermesi; Doğu’nun sorunu, meziyetlerini
bile sorun olarak görmesidir. Doğu’nun, şiirindeki meziyetlerinden ne zaman rahatsız olmaya
başladığı sorusu kolayca cevaplandırılabilecek
gibi değildir. Osmanlıda poetik anlayışı değiştirme gayretlerinin başlayışını sadece Batılı etkilerle
açıklamak da doğru olmaz. A. J. Toynbee’nin, bir
medeniyetin başka bir medeniyetin tehdidi karşısındaki tutumunu adlandırmak için kullandığı iki
terim var; “zelotizm” tehdide uğrayan cemiyetin
kabuğuna çekilip gelenekçi olması, “herodianizm”
ise düşman medeniyetin maddi ve manevi silahlarını kullanmayı öğrenmesidir. Osmanlı, Batı karşısında her iki kavramın bütün içeriğini olanca ge2. İlber Ortaylı, “Osmanlı’da 18. Yüzyıl Düşünce
Dünyasına Dair Notlar”, Cumhuriyet’e Devreden
Düşünce Mirası, C. I: Tanzimat Ve Meşrutiyetin Birikimi,
2. bs., İst., 2001, İletişim y., s. 37.
3.
Elena Maştakova, “Türk Aydınlanmasının ÖnTarihi (XVIII. Yüzyıl Edebiyatı Üzerine)”, Sovyet
Türkologlarının Türk Edebiyatı İncelemeleri, İst., 1980,
Cem y., s. 39-40.
60
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
nişliğiyle dener; hem de aynı anda… Bu sebeple,
Osmanlının Batı karşısındaki duruşunun ve resmî
bir politika olarak yenileşme gayretlerinin poetika
üstündeki etkisini çok da abartmamak ‒en azından, geleneğin direncini de hesaba katmak‒ gerekir. Rusya’da batılılaşmaya muhalif bir medenileşme anlayışının savunucusu olan Danilevski’yi
burada bir kere daha hatırlamalı. Çalışmamı
yürütürken, onun bir medeniyetin temel karakteristiklerinin başka bir medeniyete aşılanamayacağı, “acculturation”un mümkün olmadığı, olsa
olsa uzak etkilerinin yaşanabileceğini fikirlerini
doğrulayacak bulgularla sık sık karşılaştım.
Oswald Spengler, dış güçlerin bir kültürün gelişimini engelleyebileceğini, saptırabileceğini; ama
dönüştüremeyeceğini söyler. Harici etkenlerin bir
kuşu öldürebileceği, sakatlayabileceği; lakin bir
ineğe çeviremeyeceği gibi… Değişimin bir cazibesi vardır; lakin bilhassa kuvvetli bir geleneği,
yerinden zor oynar normları bulunan milletler,
bu çekicilikten ne kadar etkilenirlerse etkilensinler, yine de gizli bir toprak şuuruyla davranır
ve bünyelerine uymayanı kabullenmek istemezler; tamamen otoktonik bir direnç… Herakles’le
güreşen Libyalı Antaeus sonunda yenilir; çünkü
gücünü topraktan almaktadır ve Herakles onu
havaya kaldırmıştır. Demek ki, toprağından
koparılanın, başlar üzerine kaldırılsa da yenilmesi
mukadderdir. Bu bilinç, köklü kavimlerin kolektif şuuraltında önemli bir değer olarak mevcuttur.
Osmanlının devlet’i Batılı bir değişime karar vermişse bile, bunun toplum’ca uygulanışı toprağın
kültür değerlerini reddederek yapılamazdı. İşte,
Batı’nın teknolojisini taklit ederken poetikasını da
aynı hızla kabullenmeyişlerinin, kabullendiklerinde de millî bünyeye uygunluk şartını arayışlarının
önemli sebeplerinden biri budur. Osmanlı, Antaeus olduğunu bilir ve onun kaderini paylaşmak
istemez.
Değişen zaman bize gösterecektir ki, XX. asrın
şairi yenileşmenin yerli/ millî dinamiklerle gerçekleştirilemeyeceğini ve yabancıları taklitte ne kadar
başarılı olursak, “teceddüd”ün de o kadar yoğun ve
derin yaşanacağını düşünmektedir[4]:
“Müteceddid bir insan zümresi hiçbir ictimaî yeniliği beklememeli. Irk, toprak ve iklimin muayyen
4. Ahmed Hâşim, “Taklid”, İkdam Gaz., Nu. 11240, 8
Ağustos 1928.
birer enmûzec içinde tesbit ettirdiği hayat şekillerinin çözülüp yeni modeller üzerine terekküp etmesi, ancak yabancı fikir unsurunun müdahalesi ile
mümkündür. Binaenaleyh, taklid eden edebiyatın
kabul ettiği model, ne kadar uzak ve yabancı olursa,
meyvesi o nispette feyizli ve bilâkis ne kadar yakınsa
meyve o derece kısır olur.”
Bu kapalı cümleler, yenileşmenin kendiliğinden ve yerli malzemeyle olamayacağını; yakındaki
Arap ve Fars edebî kültüründen gelen etkilerden
uzak durmanın ve Avrupa’ya açılmanın gerçek
teceddüdü getireceğini ima ediyor. “Uzak” ve “yakın” kavramları artık şairin zihninde netleşmiş; ne
yakındaki Rus edebiyatını, ne de uzaklardaki Çin
edebiyatını kastediyor. “Burada mevcut olan” ise,
zaten terkedilmesi gerekendir. XVIII. asırdan itibaren başlayan süreç ise, Antaeus olduğunu henüz
unutmamış nesillerin elinde ve taklitten ziyade,
araştırma, anlama ve değerlendirme ihtiyacıyla
yaşanmaktadır.
Gelenekli Osmanlı şiiri ilerlemez; dört boyutta genişleyerek gelişir. Dikey bir seviye hattında
yukarıda entelektüele, aşağıda halka; yatay bir
zaman düzleminde de her iki yöne doğru daha
derine… Şiir yenileşme sürecini yaşarken de
gelişmeye ilaveten değişir; fakat, dönüşmez. Bu
sebepledir ki, “Osmanlı şiiri modernleşmeye başlamışsa, niçin yeni formlar, temalar bulmakta böylesine yetersiz kalmış?” sorusu ‒XIX. asrın büyük kısmı için dahi‒ pek anlamlı değildir. Doğu şiirinin
gelenekli poetikası Batı’nınkine benzemez; yeni
olandan çok, mevcudun içinde(n) farklı olanı
aramayı hedefler. Bir başka deyişle, Osmanlının
klasik şiiri müstesna olanı geliştirir. İlk yenilikler
ise, o zamana kadar kaideyi bozmayan istisnaların
genelleştirilerek kaideyi bozacak şekilde kullanılmasından doğar. Şair, dönüşüme cesaret edemediği yerde, şiirini yenilemek için geçmiş örneklerden cevaz bekler; eski şairlerden birinin, belki de
yalnızca bir kere denediği ve muhtemelen aldığı
tepki üzerine benzerini ne kendisinin ne de çağdaşlarının tekrarlayabildiği bir farklılığı bulup, geliştirip yaygınlaştırmayı yenilik sayar. Dolayısıyla,
çalışmamda bir yenilik olarak gösterilenleri okuyan klasik şiir uzmanları, bunlardan bazıları için,
geçmişte filanca şairin bir şiirinde de rastladıklarını söyleyerek burun kıvıracaklardır. Onlara, Osmanlının deneysel edebiyattan, avangart tavırdan
61
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
ne anladığı sorusunu yöneltmekle yetineceğim.
Unutulmamalı ki, bizim “avant-garde” bir sanatımız hiç olmadı. Şiir de dâhil olmak üzere, bütün
sanatlarda “trans-avant-garde” olduk; eski ve yeni
unsurların birlikte yaşadığı bir avangart...
Hatırlatmakta yarar var: Bergson’un ileri sürdüğü geçmişin hafızada yaşamayı sürdürdüğü,
hiçbir şeyin hakikaten unutulmadığı fikri bütün
milletler ve kültürler için geçerlidir. Geçmişin tecrübelerinden izler taşımayan hiçbir yenilik yoktur.
Hikâye bu ya, Roma’da film çeviren bir Fransız
aktörü, hayli karanlık yollardan bir Rönesans tablosu satın almış; fakat tarihî değeri olan böyle bir
eseri yurt dışına çıkarması mümkün olamayacağı
için, üstüne modern bir peyzaj resmi yaptırarak
sınırdan kolayca geçirmiş. Fransa’da tabloyu bir
uzmana teslim ederek üstündeki resmi silmesini
istemiş. Birkaç gün sonra, uzmandan haber gelmiş: “Peyzajı silerken Rönesans resmi de silindi ve
altından bir Madonna tablosu çıktı; onun da altında bir Mussolini tablosu belirdi. Acaba silmeye
devam edeyim mi?” Hikâyeyi tersine çevirirseniz,
her modern eserin altını kaz(ı)dığınızda geleneğe
ait bir şeyler bulursunuz. Bir başka açıdan, her
yeninin aslında geleneğin şekil değiştirmesinden
ibaret olduğu da söylenebilir. Bu manada, yapmaya çalıştığımın ‒bir “pelimpseste”in altında kalan
metni okumaya çalışır gibi‒ modern Türk şiirinin
yazıldığı kâğıtta izi kalmış daha eski bir metni çözmek gayretinden ibaret olduğunu söyleyebilirim.
Benzer bir hikâyeyi de Orhan Seyfi “Çöpçatan
Ayşe”sinde anlatır[5]. Bir delikanlıyı evlendirmeyi
kafasına koyan Ayşe Hanım, “devr-i istibdad”da
Darülfünundan yeni mezun olan gence Hatice
adlı bir kızı metheder. Hatice, on altı yaşında,
utangaç, yemekten ve dikişten anlar, ud çalar,
okuması-yazması olan ve Kur’an okuyan, orucunda namazında bir ev kızıdır. Üstelik babası sarayda hatırı sayılır biridir; lakin delikanlı evlenmeye
taraftar değildir. Birkaç yıl sonra, II. Meşrutiyet
ilan edilir ve Çöpçatan Ayşe yine çıkagelir. Bu
kere de Gülnihâl diye bir kızı methetmeye başlar. Gülnihâl o eski pısırıklardan değildir; sokaklarda “Yaşasın hürriyet!” diye bağırmış, Hareket
Ordusu’na gönüllü yazılmağa kalkışmıştır. Piyano
çalar, yaşamasını ve eğlenmesini sever. Delikanlı
5. Orhan Seyfi Orhon, Düğün Gecesi, İst., 1957, Akbaba
y., s. 17-22.
hâlâ evlenmek niyetinde olmadığını söyleyerek
Ayşe Hanım’ı savarsa da Sevr Anlaşması sonrasında kadın bu defa da Jale adlı, Darülfünuna giden,
Fransızca konuşan bir kızı tanıtmak, buğday kralı
babasını övmek için yine ortaya çıkar. Genç adam
hâlâ evlenmek konusunda kararsızdır; fakat cumhuriyetin ilanından sonra, artık yalnızlık canına
tak eder ve Ayşe Hanım’ı kendisi bulup hazır olduğunu söyler. Çöpçatan, elinin altında tam da
ona göre bir kız olduğunu söyler. Özden, üniversiteyi bitirmiş, Türkçü bir kızdır. 29 Ekim’de
Taksim’de kürsüye çıkmış, şehir meclisine girmeye kararlı bir cumhuriyet kızı… Adam, Özden’le
evlendikten sonra, Çöpçatan Ayşe’den öğrenir ki,
aslında Hatice de Gülnihâl de Jale de Özden de
hep aynı kızdır.
Şiirde yenileşme de biraz böyle cereyan eder.
Bize “yeni” olarak takdim edilen her şiirde geçmişin binlerce yıllık poetik birikiminden gelen kadim ve köklü bir taraf vardır. Hikâyeye bağlayarak
diyebilirim ki, her Özden şiiri aslında hem Hatice
şiiridir hem Gülnihâl şiiri hem de Jale… Lakin
her Jale, Gülnihâl yahut Hatice şiirinin Özden’i
kapsaması mümkün değildir. Bernard de Chartres gibi söylersem, “yeni”, “eski” adlı devin omuzlarına oturmuş bir cücedir. Cücedir ama devin
sırtında iken dört bir yanı, özellikle de ardındaki
geçmişi ve önündeki geleceği ondan daha iyi görür. Hatice şiiri ile sonrakilerin arasında uzaktan
uzağa da olsa, bir akrabalığın bulunduğunun fark
edilmediği yerde, poetik bir gelenek kopukluğu,
bir köksüzlük var demektir. Öyleyse, size “yeni”
olarak takdim edilen metinlerin günümüz şiiri
ile olan bağlantısını sınadığınız gibi/ kadar, klasik
şiir ile olan bağını da dikkate almanız gerekecek.
“Yeni”nin, beklentilerinize cevap olacak kriterlerinden biri diye köksüzlük’ü görüyorsanız, burada
sizi tatmin eden pek az örnek bulabileceksiniz.
Yanlış anlaşılmak korkusuyla şunu da eklemeliyim; gelenek ile olan bağını tamamen koparmayı reddeden bir poetikayı izlemeleri, çalışmamda
andığım şairlerin hepten gelenekçi olduklarını
göstermez. Eğer, bitmiş bir sanat anlayışını devam
ettirmeye çalışan sanatçı “epigone” ile suçlanıyorsa,
XVIII. ve XIX. asırda hiçbir “epigone” şairine rastlanmayacağını rahatlıkla söyleyebilirim; zira yeniliğin baskın çıkarak geleneği kapsaması ve klasik
değerlerin nostaljik-tarihî bir anlam kazanmaya
62
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
başlaması için, XX. asrı beklemek gerekecektir.
Yine de Clement Greenberg’in “Her nerede bir
avant-garde varsa, orada aynı zamanda bir rareguard (artçı) da görürüz” deyişi, edebiyatın herhangi
bir döneminden çok XVIII. ve XIX. asırda doğrulanır.
Sorokin’in temel eserlerinden Dynamics’teki
önemli tespitlerinden biri tek cümleye sığar: “Her
sanat tipi, belli bir kültür, toplum ve kişilik tipinin
ortaya çıkması, büyümesi, değişmesi ve çökmesiyle
birlikte ortaya çıkar, büyür, değişir ve çöker.” Bu
formülü Osmanlı sanatına uyarlarsak, değişen
şartların kaçınılmaz bir sonucu olarak şiirin de
değişmesinin gereği ortaya çıkar. Muallim Naci
(nâm-ı dîgerle Mes’ûd-ı Harâbâtî) ve Şeyh Vasfi,
mektuplarını topladıkları Şöyle Böyle’yi neşrederken mukaddemede derler ki,
“Sözdeki güzellik, çirkinlik, hâlin, zamanın,
mevkiin ihtilâfıyle tebeddül edebilir. Meselâ bir
asır evvel herkesin sevdiği bir söz bugün herkesin
menfûru olmak derekesine tenezzül eder.
Terakkıyât-ı edebiyyede asıl dikkat olunacak
nokta da budur. Efkârın tahavvülâtına göre sözün
de değişmesi tabiî değil midir?”
Yenileşmenin tek ümit hâlini aldığı bir ülkede
şairin ve şiirin değişmeden kaldığını, klasik şiirin
belki bozulduğunu, ama asla yenilenmediğini söylemek nasıl mümkün olabilir? Modern şair asrında yaşar ama asrıyla yaşamaz; poetikasını mazi yahut hâl değil, gelecek endişesi belirler. Oysa dinamiklerini değişimin belirlediği bir devrin Osmanlı
şairini sosyal şartlar oluşturur, etkiler; bu sebeple
de dekadan bir devrin şairini dekadan olduğu için
eleştirmek mümkün değildir. Üstelik hiçbir dış
etki olmasa da sanat kendini yenileyecektir. J. L.
Lowes, 1926’da Boston’da neşrettiği Convention
and Revolt in Poetry’de, poetik değişimin ritmik
yapısını açıklarken her şiir anlayışının zamanla
katılaşarak bir konvansiyon hâline geldiğini ve
yeni bir şiir anlayışının isyan ederek onun yerini
aldığını söyler. Yeni anlayışın zamanla kemikleşmesi ve konvansiyon oluşturması da daha yeni bir
şiir anlayışının isyanını hazırlayacaktır. Bu süreç,
her şeyin alabildiğine/olabildiğine yavaş değiştiği
Osmanlıda geç ve etkileri zor hissedilir bir hafiflikte başlamış olsa da asıl problem, şiirin geçmiş
asırlarında benzeri bir değişim furyasına tesadüf
etmemiş olan klasik edebiyat uzmanlarının bu
yeni durumu kavramakta ve değerlendirmekte
karşılaştıkları güçlüktür.
Klasik şiir uzmanlarını yanıltan, genellikle yeniliğe bakışları oluyor. Gelenekli şair Yunus’tan
beri (bizden kim usanası) yenileşme’yi değil, durmadan yenilenme’yi; mevcudu tazelemeyi savunur. Yenilenme birikimini gelenekten alan şair ile
şiiri arasında, yenileşme ise şiir ile geçmişin bütün
bir poetik birikimi karşısında yaşanır. Şair, mevcut
pratiğini geçmiş tecrübelerden edinir; Nizâmî-i
Arûzî’nin Çehar Makalesinde iyi bir şair olabilmek için, erken yaşlarda iken, eski şairlerden yirmi bin beyit ezberlemek gerektiği söylenirken bu
pratiği edinmenin en bildik yolu tavsiye edilmektedir. Sabahattin Kudret’in, bir şiirinde
Ölüleri yedikçe büyüyoruz biz yedikçe yedikçe
yedikçe
deyişini de bağlamından kopararak bu manada
anlamak istiyorum. Şair, ölmüş atalarını yiyerek
onların bilgisini ve ruhunu devraldığına inanan
vahşiler gibidir; selefi şairlerle beslenir. Böylece,
bir şairin kendini ve şiirini yenilemesi de gelenek
içinde gerçekleşir. Rémy de Gourmont, benim
“yenilenme” dediğime geçmiş asırların Batı şiirinde
de sıkça rastlandığını gösterirken, ona “tazelik” namını yakıştırıyor ve “eskilerden alınan şeylere klasik
bir tazelik verdirmek ve yeni yazılmış gibi gösterebilmek de şerefli bir şeydi” yorumunu yapıyor[6].
Oysa “yenilik”, geleneğin dümen suyundan çıkıp
onu yedeğine almaktan ve nihayetinde pupa yelken aşıp geride bırakmaktan başlayıp reddetmeye
kadar varan cesur bir tavrı gerektirir.
Klasik şiir araştırmacılarının güçlük yaşadığı
yer de tam burasıdır. Onlar klasik şiirin yenilenmeci anlayışına öylesine alışmışlardır ki, ya onu
yenilik zannederler ya da XVIII. asırdan itibaren
şiirde hakikaten yenileşen tarafları görüp geleneğin bozulmasının, şiir dokusunun çözülmesinin,
klasik değerlerin çürümesinin, bir zevk anlayışının çökmesinin ve sonunda da ölümsüz sanılan
bir poetik sistemin yıkılmasının işaretleri olarak
yorumlarlar. Oysa “Çürüme bile aynı zamanda
mayalanma demektir”[7]. Arab’ın “küllü kadîmün
azze, küllü cedîdün lezze” (her eski azizdir, her yeni
6. Rémy de Gourmont , Fikir Üretimi, Ank., 1949, MEB
basımevi 1949, s. 93-94.
7. Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, (çev. S.
Özden), İst., 2006, Can y., s. 146.
63
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
tatlı) deyişindeki perspektif genişliğini edinmek
için hâlâ çok geç olmadığı kanaatindeyim. Belki
de benden çok daha inandırıcı olmasını beklediğim birine, Thomas E. Hulme tarafından kaleme
alınan şu satırlara kulak verirler[8]:
“Bir şeyi ‘taze’ olması nedeniyle överseniz, sizi
anlarım fakat bu sözcük bunun yanında kesinlikle
yanlış olan ikincil bir şeyi taşıyan gerçeği ifade
etmekte. Bir şiir veya resmin taze ve böylelikle
de güzel olduğu söylendiğinde, güzelliğin aslî
unsurunun tazelik olduğu, yani ‘iyi çünkü taze’
şeklinde bir izlenim doğuyor. Bu kesinlikle
yanlıştır, ‘tazelikte’ kendisi itibarıyla hususen arzulanabilir hiçbir şey yoktur. Sanat eserleri yumurta
değildir.”
………………
Edebiyat tarihi yazmaya soyunanlar, hakkındaki nihai yorum uzun zaman önce yapılmış olan
seçkin eserlerin bütüncül bir terkibini yaparak
edebî materyallerle kültür tarihi yazmak peşindedirler. Benim durumun ise, kimsenin sormadığı
sorulara cevap vermeğe çalışan sağır ihtiyarcıklarınkine benziyor. Günümüzde edebiyat tarihine
yardımcı olacak soruların ‒cevaplandırılmasından
geçtim‒ pek azının sorulduğu ortada... Yenileşme dönemi Türk edebiyatı hakkında çalışanlar
dahi son yarım asra sıkışıp kalmış gibiler. Ezici
bir çoğunluk ise, günübirlik edebiyat meselelerinin peşinde… Almanların türettiği “Zeitgeschichte” (şimdinin tarihi) kavramını, sanırım en kolay
onlar benimsedi. Böyle bir ortamda, böyle bir
çalışma ile ne zamanenin moda sorularına cevap
veriyorum ne de cevaplarım onların sorunlarını
çözmekte yardımcı oluyor; hizmetim sadece edebiyat tarihine… Sağır ihtiyarlara benzediğim yer
de tam burası...
Problematiği farklı olsa da sırtını edebiyat tarihinin metodolojisine dayayan her çalışma, öncelikle “zaman” kavramıyla boğuşmak zorunda kalır.
Her hâdise, tamamlandığı anda tarihin bir parçası
olmaya başlarsa da “tarih” denen disiplinin ilgisini çekebilmesi için zamana ihtiyacı vardır. Ağaç
dikili durduğu sürece, onun boyunu ölçmek güçtür; ama bir kere devrilmeyegörsün, iş artık kolaylaşır. Dolayısıyla, edebiyat tarihi ancak yıkılan
8. Thomas E. Hulme, Hümanizm, Din Ve Sanat Üzerine
Felsefî Düşünceler, (çev. A. Aydoğan), İst., 1999, İz y., s.
136-137.
ağaçları; hakkındaki tartışmalar bitmiş, etkileri ve
sonuçları artık tarafsızca değerlendirilebilen eserleri argüman sayar. Klasik edebiyat araştırmacıları
ya bir türlü XVIII. asra sıra gelmediği ya bu asrı
çöküş sayıp önemsemedikleri ya da eldeki malzemeyi gelenekli normlar dâhilinde nasıl değerlendireceklerine karar veremedikleri için, önceki üç
asırda yoğunlaşmayı tercih ettiler. Modern edebiyat araştırmacıları ise, ya “modern” kavramını bir
Batılı gibi yorumladıklarından ya şiirde yenileşmenin başlangıcını araştırmak yeteri kadar ilginç
ve popüler gelmediğinden ya da isteseler bile,
mevcut birikimleri böyle bir işe girişmeye elvermediğinden kendilerine yakın zamanlardan ilgi
alanları buldular. Fikrim odur ki, rahatça günün
edebiyatına gömülmek ve teorisyen, eleştirmen
yahut araştırmacı olarak bütün mesaisini günün
eserlerine hasretmek, geçmişi ile hesaplaşmasını
bitirmiş, sağlam değilse de sağlama yakın bir
edebiyat tarihi oluşturmuş, sıranın nihayet “şimdiki” edebiyata geldiğini huzurukalp ile söyleyebilecek milletlere has bir lükstür. Aksi hâlde, her
modern edebiyat çalışması, tarihî bir düzlemde
önceki metinlerle ilişkisi kurulamamış, kıyaslama
ve örneklemesi yapılamamış, anakara ile bağlantısız adalar gibi yapayalnız kalacaktır.
Modern olmak gayreti yahut böyle bir arkeolojik kazıya girişince yeteri kadar modern olamamak korkusu bazı heveslileri engelliyor ise, onlara verilecek iki cevabım/ tesellim var. Öncelikle,
modern bir çalışma yapmanın yegâne yolu, modern edebiyat üstünde çalışmaktan geçmez; sonra
bir de Sir Frank Kermode faktörü var. Kermode,
bir sanat eseri modern değilse, onunla zaten bağ
kurulamayacağı fikrindedir; “eğer modern değilse, modern kılınması gerekiyor; bu büyük ölçüde
yorumla sağlanıyor”[9]. Klasik edebiyat üzerinde
çalışma cesaretini kendinde bulanların ise, temel
meselelerinden biri tam burada düğümleniyor.
Onlar ya klasik metinleri yine klasik prensiplerle ve metotlarla incelemeye çalışıyorlar ya da
modern bir metodoloji oluşturmakta, oluşmuşu uygulamakta zorlanıyorlar. Her iki hâlde de
Kermode’un bahsettiği bağ bir türlü kurulamıyor.
Mütevazı çalışmanın bu yönde de bir ilk olması
dileğimdir.■
9. Michael Payne-John Schad, Teoriden Sonra Hayat,
İst., 2004, Agora Kitaplığı, s. 129.
64
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Masallar robotlar bienaller ve biz
SÜLEYMAN DAŞDAĞ*
İnsan ile bir robotu
ayıran en önemli
etkenlerden biri,
birden gelip
bedenimize
hapsolmuş “İç
dünyamızı geliştiren
dinamikler”dir. İyi
yönlendirilmesi
gereken bu
dinamiklerin karşı
karşıya olduğu
en büyük tehlike
ise amacının
neler olduğunu
kestiremediğimiz
yapay zekâlara
hükmedenlerin
istedikleridir.
İ
nsanın edebiyatla ilk tanışması
babaanne, anneanne veya ebeveynler
tarafından aktarılan masallar, hikâyeler,
öyküler ve belki de ninnilerle başlar. Bizi
edebiyatla tanıştıran büyüklerimizin şehirli
veya köylü, okumuş veya okumamış olması bir
şey değiştirmez. Çünkü geçmişte anılarımızda
önemli yerleri olan bu insanların bizlere
aktaracakları bir şeyleri hep olmuştur. Yıllar
sonra çocukluğumu gözden geçirdiğimde,
bize masal anlatanların esasında, kültür, inanç
ve dünyaya bakış açılarını aktardıklarını ve
bizleri ona göre biçimlendirmeye çalıştıklarını
anladım. Uzun kış geceleri veya uyumadan
önce anlatılanlarda yer alan kahramanlar
genelde dürüst, adaletli, haksızlığa tahammülü
olmayan cesur insanlardı. Kahramanların
ve kahramanlıkların yer aldığı rüya öncesi
sahnelerde tabi ki oyunbaz, düzenbaz,
sahtekâr, bin bir surat ve aklınıza gelebilecek
her türlü iğrençliği yapan figürler de mevcuttu.
Çocukların hemen hemen tümü kendini
kahramanın yerine koyardı sanırım. Gün
gelecek kim bilir ne kahramanlıklar yapacaktı
kendince. Kendine diğer rolleri seçenler
*D.Ü. Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi,
Diyarbakır
65
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
olduğunu düşünmüyorum ancak belki de
olmuştur. Günümüz insanları genel olarak
değerlendirildiğinde, çocukluk döneminden
itibaren zihinlerimize kazınmış olan ve örnek
almamız istenen masal vb. edebi eserlerdeki
kahramanların sayısının her geçen gün
etrafımızda azalmasının nedenlerinden biri,
birçok mesaj, şifre barındıran masal, hikâye
veya öykü anlatma geleneğimizin zayıflaması
veya kaybolması olabilir mi?
Masal vb. anlatımlar; genellikle çocukların
en huzurlu ve almaya en yatkın olduğu an veya
zaman dilimlerine, anlatanların da genelde en
deneyimli olduğu dönemlerine rastlar. Dolayısıyla dinleyiciler öğrenmeye aç, anlatanlar ise
birikimlidirler. Toplum ve gelecek masallarla
istenilen şekilde biçimlendirebilir, anlatımlarda yer alan kahramanların sayısının arttığı adaletli bir dünya inşa edilebilir. “Masal,
hikâye ve öykü anlatma geleneğini yitirmiş bir
toplum geleceğini inşa etmede zorlanır” şeklinde bir ifade çoğu kişiye komik gelebilir ancak
üzerinde düşünmeye değer bir ifadedir.
Biri verici diğeri alıcı olan iki taraf ve anlatım sırasında ses veya dokunma yoluyla bir
iletişim vardır masal vb. anlatımlarda. Çocuğunuz uyumadan yatağına uzanıp, kolunuzu
onun başına yastık ettiğiniz uyku öncesi bir anı
düşünün. En şefkatli sesiniz ve en sevgi dolu
dokunuşlarınızla saçını, başını okşadığınız
anda çocuğunuza aktaracaklarınızın, onun geleceğini nasıl biçimlendireceğini bir düşünün.
Böyle bir duyusal temas sırasında ebeveynden
çocuğa, çocuktan ebeveyne geçen duygu aktarımının bütünleştiği anların bir çocuğun iç
dünyasında nasıl bir özgüven veya huzur yaratacağı sorgulanmaya değerdir. Bu yüzden çocuklarımızla iletişim kuracağımız masalsı bir
zaman dilimi oluşturmak her ebeveynin asli
görevi olmalıdır. İşlerimizin yoğunluğu, yorgunluk gibi nedenlerin arkasına saklanarak
yanlış bir geleceğe katkı sunmaya hiçbir ebeveynin hakkı olmamalıdır.
Şimdi bazıları çıkıp “Benim vaktim yok!
Gün boyu çalışıyorum ve yoruluyorum!
Çocuklarıma ne isterlerse alıyorum. Onlar da
bir zahmet masallarını radyodan, televizyondan
vb. araç gereçten dinlesinler. Toplum da
biçimlenecekse bu şekilde biçimlensin” diyebilir. Oysa ebeveynler tarafından inanç, kültür,
gelenek gibi değerlerin masal vb. edebî eserler
yardımıyla çocuklara aktarılması ile elektronik iletişim cihazları ile aktarım arasında çok
önemli bir fark vardır. Duyusal iletişim!
Çocuk adı geçen araç ve gereçlerden
hikâyeler dinlerken yalnızdır ve bu cihazlar ile
çocuk arasında duyusal bir etkileşim yoktur.
Yani çocuk duygulandığında başını okşayacak
veya sorusu olduğunda yanıtlayacak biri ile birlikte değildir. Toplumu ve dolayısıyla aile kavramını ayakta tutan en önemli etkenin duyusal iletişimden kaynaklanan görünmez bağlar
olduğu düşünülürse, makine ve çocuk iletişiminin ideal olmadığı açıktır. Bu yüzden, sağlıklı bir toplum veya gelecek istiyorsak, büyük
ölçüde yitirdiğimiz ve zihinsel canlandırma
yoluyla hafızaları güçlendiren masal vb. edebi eserleri evlatlarımıza aktarma geleneğimiz
yeniden canlandırılmalı ve çocuklarımıza en
azından uyumadan önce de olsa duyusal iletişim şansı tanınmalıdır. Bu nedenledir ki “Bana
masal anlatma” ifadesinin bu önemli kültüre
bilmeden zarar verdiğini düşünürüm. Bu arada “Bana bir masal anlat Baba/ İçinde bütün
oyunlarım/ Kurtla kuzu olsun şekerle bal/ Baba
bir masal anlat bana/ İçinde denizle balıklar/
Yağmurla kar olsun güneşle ay/ Anlatırken tut
elimi/ Uykuya dalıp gitsem bile/ Bırakıp gitme
sakın beni (söz: Yavuz Turgul ve Cengiz Onural; Müzik: Cengiz Onural)” diye devam edip
giden şarkıyı her dinlediğimde, bana masal anlatırken dizlerinin üstündeki başımı okşayan
annemi ve masal anlatırken saçlarını okşadığım
çocuklarımı hatırlarım, gözlerim dolar.
Robotların yapay zekâları ile insanoğlunun hizmetine sunulduğu bir zaman diliminde, masalların büyüsünden söz etmek ne kadar
da garip. Yapay zekâlar aldığı eğitime ve isteğinize göre programlanabilen ve verilen emirleri
yerine getiren teknolojik araçlardır. Eğer yaradan ebeveynlere çocuklarını birer robot gibi yetiştirme yetisi verseydi, insanoğlu kapasitesini
aşamayan nesiller yetiştirip durur, yerinde sayardı.
66
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
İnsan ile bir robotu ayıran en önemli etkenlerden biri, birden gelip bedenimize hapsolmuş
“İç dünyamızı geliştiren dinamikler”dir. İyi
yönlendirilmesi gereken bu dinamiklerin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike ise amacının neler olduğunu kestiremediğimiz yapay
zekâlara hükmedenlerin istedikleridir. Gençlerin gün geçtikçe teknoloji bağımlısı haline
gelip yalnızlaşması, bu isteklerden biri olabilir
mi? Yalnızlaşma, iletişimsiz bireyselliğin hâkim
olduğu bir toplum hazırlayabilir mi? İç dünyadaki bireyci yaklaşımlar, aile kurumunun
önünde bir tehlike olabilir mi? gibi sorular üzerinde kafa yormaya değer gibi görünmektedir.
Tüm bunlara rağmen, masallar, hikâyeler ya da
öykülerimizde gizlenen toplumsal değer şifrelerinin insan ürünü yapay zekâlara üstün gelebileceğini, yani insan zekâsını ancak duyusal ve
duygusal yeteneklerini daha iyi kullanabilme
kapasitesine sahip bir başka insan zekâsının alt
edebileceği unutulmamalıdır.
Günlük yaşamın neredeyse her alanında
karşımıza çıkan yapay zekâ altyapılı araç ve gereçler, acaba bugün hiç aklımıza gelmeyen alanlara da el atabilir mi? Örneğin günün birinde
bir robotla oturup edebiyat üzerine sohbet yapılabilir mi? İnsana komik gibi gelse de, oyun
veya sanat alanındaki robotik destekleri düşündükçe robotların bizim yerimize veya bizlerle
edebiyat sohbetleri yapacağı günler yakın görünüyor. Çünkü Kasparov gibi dünyaca ünlü satranç oyuncusunun bilgisayarla çekişmesinden
esinlenen bir öngörüyle, bunun mümkün olma
ihtimali olduğu söylenebilir. Robotlarla yapılan
bir edebiyat sohbeti insanı ne kadar mutlu eder
bilinmez ancak böyle bir gelişimin, yukarıda
değinilen “iç dünyalardaki yalnızlaşmayı” daha
da tetikleyeceği kesindir. Bu durumda edebiyatçılara veya edebiyata gönül verenlere düşen,
edebiyatın robotlarla yapılamayacak kadar duygusal derinliğe sahip bir sanat olduğunu, yapay
zekâlara hükmedenlere öğretmesidir. Hangi
tarafın kazanacağını zaman gösterecek. Ancak
edebiyatçılar galip gelecek gibi görünüyor.
Geçenlerde bir edebiyatçı akademisyen arkadaşıma “Edebiyat sanat mıdır?” diye sorduğumda “Edebiyat sanatların şahıdır” yanıtıy-
la, günümüz teknolojisinin sanatı, edebiyatı,
kültürü ve duyguları nasıl etkilediğini düşünmüştüm. İlk aklıma gelen “Yârim İstanbul’u
mesken mi tuttun” türküsünün sözleri oldu.
Bir mısrasında “Yârim sen gideli yedi yıl oldu”
diye ulaşım güçlüğünün neden olduğu hasrete
vurgu yapılmaktadır. Eğer ulaşım o kadar güç
ve belki de imkânsız olmasaydı, yani hasret
“güfte yazarının iç dünyasını” törpüleyip durmasaydı, acaba bu türkü ortaya çıkar mıydı? Ya
da konuşma ve görüntülerin neredeyse saliseler
içinde aktığı veya dünyanın her yanına en fazla
bir gün içinde kolaylıkla ulaşabildiğimiz günümüz dünyasında, birileri hâlâ böyle bir güfte
yazma duygusuna kapılabilir mi? gibi sorular
düşünülmeye değer. Tekno-yaşamın hayata
bakış açımızı çaktırmadan nasıl değiştirdiğini
veya toplumları nasıl yönlendirdiği, konuya
odaklanmadan görünür değildir. Teknoloji
bir anlamda günlük yaşamımıza “reklam ve
benzeri zihin yönlendirme ürünleri yerleştiren”
araç haline gelmiştir. Neyi değiştirmek
istiyorsanız ona uygun ürünü yerleştiriyorsunuz
ve iş halloluyor. Anlayacağınız toplum allanıp
pullanan zihin oyunlarıyla, kimse farkına
varmadan tümüyle birçok değerini yitiriyor ve
dönüştürülüyor.
Örneğin, televizyon kanallarından birinde
yıllardır yayınlanan bir dizi film var. Bu dizide
muhtemelen masallar dinleyerek edebi dünya ile
ve resim, seramik vb. güzel sanatlar aracılığıyla
da sanatla tanışan erkek başrol oyuncu sürekli
olarak terbiye ediliyor. Sözüm ona adamı
yumuşatarak eğitiyorlar. Geçenlerde izlediğim
bir bölümünde, eşiyle bir sanat sergisine davet
edilen erkek kahraman, soyut resimlerden bir
şey anlamadığını söyleyince, diğer davetlilerin
hepsi sanki anlıyormuş edasıyla adamı
ayıplayınca, adam da “Ne yapayım kardeşim
ben bir şey anlamıyorum” diye tepki verince,
ülkemizde ikincisini bu yıl gezdiğim “13.
Uluslararası İstanbul Bienali”ni hatırladım.
Bienal olarak tanımlanan yeni akım hakkında ne kadar bilginiz var bilemem ama biraz
zorunluluktan, biraz da can sıkıntısından, hem
de iki kez sanatsal olduğu iddia edilen etkinliğe
katıldım. İlki 2000 yılında İstanbul’ da düzen-
67
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
lenen “Egodan Kaçış” temalı Bienaldi. İkincisi
de Eylül 2013 te yine İstanbul da “Anne ben
Barbar mıyım” ana fikri ile sergilendi. Bienalin
Türkçe anlamının ne olduğu lütfedilip topluma anlatılmadığı veya Türkçesi bulunamadığı
için bu etkinlik önce adından ötürü garip! Nedir kardeşim bu Bienal? Önce yaptığınız işin ne
olduğunu topluma bir anlatın bakalım.
Bienaller ülkemizde genellikle toplumun
ezici çoğunluğunun anlamadığı türde etkinliklerdir. Diğer ülkelerde de durumun farklı
olmadığını deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim. Ama yine de yazılı ve görsel basında,
dokumuza uymayan bu etkinlik allana pullana
yer aldı. Batının çıkmaza girmiş dar bir grubunun yeni sanat pompalaması olduğuna inandığım bu etkinliği basında okuyan, duyan veya
izleyenlerin “Vah vah neler kaçırmışız neler”
dediğini duyar gibiyim. Oysa kazın ayağı hiç
de öyle değil. İlk gittiğimde kendimi bir şeyler anlamaya zorlamıştım. Aradan on yıl geçip
ikincisine gittiğimde, gezdiğim kısımlardaki
sözüm ona sanatsal ürünleri anlamak için hâlâ
kendimi zorladığımı fark ettim. “Geri zekâlı”
olduğumu bile düşünmeye başladım. Çünkü
birçok ziyaretçi o garip anlamı sahibine ait,
sanat diye sergilenen eserlere bakıyor, oturup
“video sanat” olarak adlandırılan, anlamı yapımcısında gizli filmleri, bir şeyler anlıyormuş
edasıyla dikkatle izliyorlardı. Merakımı yenemedim ve bu etkinliği ziyaret edenlerden yerli
veya turist yaklaşık on beş kişiye ne anladıklarını sordum. Benden farklı durumda olmadıklarını anladım. Tam da bu sırada, bu sanatsal
etkinliği ziyaret eden ve yirmili yaşlarda ve
arkadaş olduklarını düşündüğüm kalabalık
gruptan biri “Valla ben bu işten bir şey anlamadım” diye haykırınca içime su serpildi. Biri
çıkıp “kral çıplak” demişti sonunda. Demek
ki bu Bienaller ziyaretçilerin büyük çoğunluğunun dokusuyla uyuşmuyordu. Ama kimse
çaktırmıyor aksine anlıyormuş sedasıyla dolaşıyordu. Bu arada başı örtülü uzun pardösülü
bir hanımın sürekli fotoğraflar çekerek sergiyi
gezmesi dikkatimi çekti. Merakımı yenemeyip
Bienalden ne anladığını sorduğumda, Kuveytli
olan bu hanımın da bir şey anlamadığını ancak
çektiği fotoğrafları bir iki ay sonra Kuveyt’te
düzenlemeyi planladığı sergiye altyapı oluşturabilme amacıyla çektiğini öğrendim. Kuveytli
hanımefendi ile İngilizce konuşurken, yüz yıl
önce karşılaşsak aynı dili konuşuyor olacağımızı düşünmekten kendimi alamadım. Aynı
dili konuşurken ne oldu da bugün ikimizin de
ortak yönü olmayan bir dil olan İngilizce ile
anlaşıyorduk. Çok garip! Konumuza dönecek
olursak, toplumun Sanat eseri olarak tanımlayabileceği az da olsa eserin sergilendiği bu tür
etkinliklerde gözlediğim en büyük eksiklik,
verilmek istenen mesajın gizlenmiş olmasıdır.
Umarım üçüncüsünü gezdiğimde ilk ikisinde
gördüklerim kadar sıkıcı veya kasvetli olmaz.
Ayrıca bu tür etkinliklerde neden bağrımızdan
kopmuş olan sanatlara yer vererek kültürümüzün tanıtımına katkı sunulmaz, onu da anlamış değilim.
Sanat, eskiden insanların duygularına hitap
ederdi ve mesaj netti. Günümüzde ise sanatçı
duygularını topluma şifreleyerek vermeyi tercih
etmektedir. İletişim kolaylığının inanılmaz
boyutlara geldiği günümüzde, dünya sanat
veya edebiyatından etkilenmemek hem mümkün değil, hem de doğru değildir. Ancak bu
etkileşimin çift yönlü olmasına gayret etmek
en doğru olanıdır. Batı hayranlığını göklere
çıkarmadan ve batı düşmanlığı da yapmadan
güzel hasletlerimize batının da ihtiyacı olduğunun en güzel göstergesi, Voltair’in “Candid” adlı eserinin sonunda vurgulanandır.
Voltair bu eserinde, roman kahramanlarını
İstanbul’da buluşturur ve mutluluğun sırrının aksakallı yan komşunun “Haydi bahçemizi yeşertelim” sözünde gizli olduğuna
işaret eder. Fransız edebiyatının önemli eserlerinden biri olan bu roman, güzel hasletlere
sahip bir toplum olduğumuzun da bir göstergesidir. Ayrıca dünyaca ünlü hattatımız Hamid Aytaç’ın öğrencisi olduğunu bildiğim Fuat
Başar’ın bir televizyon konuşmasındaki “Batıda
sanatçı kendisini sanatının tanrısı sanır, bizde
ise tanrının sanatçısı olarak görür” ifadesi, batı
ile İslam kültürü arasındaki yaklaşım farkı açısından, üzerine düşünülmesi gereken ilginç bir
tanımlamadır. ■
68
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
BU BENİM YALNIZLIĞIM
Kim gönderdi beni böyle kendimden yakına
Rüzgârlarla tırmanıp bir dağ başına
Turuncuya boyadım gökyüzünün öteki toprağını
Avuçlayıp çıplak yağmurların sesini
Eskimiş çöllerin yangınını söndürdüm.
Kim gönderdi
Güneşin dişleri yüzümde
Çingeneler gibi bazen
Bazen zaman kadar mahkûm.
Yüzümde unuttuğu gözleri bir kadının
Zaman gibidir içimdeki penguen
Yürüyüp geçer anılardan sessizce.
Yılgınım
Çünkü her heveste
Kendimle besledim kederi.
ŞERİF FATİH AKKAĞIT
69
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
GERİSİNİ SEN DÜŞÜN
Ömür geçip gidiyor hüzünbaz oyunlarla
Cesaret bulduğunda çoğaltıyor onu aşk
Yarıldığında yürek sitemler coşkularla
Derleyip toparlıyor iki damla gözyaşı
Bir uçurum başında dalmışken uzaklara
Bu maskara edilmiş yüzsüz gözsüz hayatı
Kavramak düşüncesi bindikçe sırtımıza
Darmadağın ediyor bu fâni saltanatı
Gerçeğin fırtınası sökün edip bir anda
Şaşkınlıkla yorulup korkuyla irkilmenin
Bir umut sarmalında yeniden dirilmenin
Sürüp giden ezgisi çektikçe sokaklara
Muhatap kılındığımız kader alır bizi koynuna
Vakti artık gelmiştir yeni bir canda erimenin
Sen vurdukça öfkeyle hem şiire gazele
Ne hicran geri döner ne de eski mesele
Hikmetli bir sükûtla sabretmelisin artık
Ruhunda dehlizler açan bu büyük zelzeleye
İSMAİL BİNGÖL
70
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Şeyma
NECATİ KANTER
M
alik’in adamları yorgun, üzgün, bir o kadar da perişandı. Ganimetler eşeklere,
katırlara, develere yüklenmişti. Tutsaklar, kızıl çölün tam ortasında inekler ve
koyunlarla bir arada yaya olarak yürüyorlardı. Bebeler ağlıyor, koyunlar meliyor, develer böğürüyor, atlar kişniyor, eşekler anırıyordu. Yaşlılar ve yaralı askerler yürümekte
güçlük çekiyor, kadınlar öldürülen oğulları, kocaları, babaları, ağabeyleri ve yakınları için göğüslerini dövüp ağıtlar yakıyorlar; bir yandan da kendi başlarına nelerin geleceğini düşünüp ah
vah edip kaygılanıyorlardı.
Altmış yaşlarında iri yapılı anaç bir kadın guruptan ayrıldı. Bir ok atımı ilerdeki tepeye
tırmandı, bir kaya üzerine çıkıp kollarını yukarı kaldırdı. Kızgın mı, kırılmış mı belli olmayan
bir bakışla aşağılara baktı, önündeki derin uçuruma kendini bırakacakmış gibi gerindi, doğruldu. Bir süre konuşmadı. Öylece bekledi. Sonra başındaki beyaz örtüsünü çıkarıp bayrak gibi
salladı; seslendi:
“Duruun!”
Sesi öyle gür ve etkileyiciydi ki irkildi herkes.
“…!”
“Bu mu sizin adaletiniz?”
Ölen kocaları, oğulları ve yakınları için ağıtlar yakan kadınlar bir anda sustu. Kafile durdu,
askerler durdu. Sesin geldiği yöne çevrildi kederli yüzler, hayret yüklü bakışlar.
Kalabalık buz kesmişti.
“Muhammed bu yaptıklarınızı görse size ne der bilmiyor musunuz? Tutsak da olsak insanız!
Sizler binitinizin üzerinde zafer sarhoşluğu ile rahat rahat ilerlerken bizler saatlerdir yayayız! Aç,
susuz ve perişanız! Kadın ve çocuklarımızın, yaralı erlerimizin ah vahını duymuyor mu kulaklarınız! Bu mu sizin insanlığınız?”
Elindeki beyaz örtüsünü omuzları üzerine koydu, gergin bakışlarını askerler üzerinde yoğunlaştırdı, uzun uzun baktı, yeniden seslendi.”
“Bu mu Müslümanlığınız?”
“…!”
71
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Bu kadar etkili, bu kadar güzel, fasih ve beliğ
Arapçayla konuşan bu kadın kimdi? Bu ses tonu,
bu asil ve vakur duruş…
Askerler arasında yorumlar başladı.
“Kim bu kadın?”
“Sanırım bu sesin sahibini tanıyorum.” dedi
Cüheyni.
“Şair mi?” dedi Büceyr.
“Bilmem!”
Elindeki kılıçla tepenin eteğinde kayanın üzerinde duran kadını işaret eden bir Müslüman askeri:
“Havazinliler güzel konuşur,” dedi.
Sonra devam etti sözlerine:
“Bu cesur kadın Taiflidir. Havazin kabilesinin Sa’doğuları’ndan Haris b. Abdüluzza’nın kızı.
Onunla uzaktan akraba oluruz. ”
Cüheyni, Taif ’e ticaret için gittiği günlerden
birinde Sa’doğulları’nın konuğu olduğunu, söyledi.
“Orada görmüş olmalısın” dedi Büceyr.
“Sanırım!”
Peygamberin karargâhı görününce kadın iri
adımlarla ilerleyip Müslüman askerlerin arasından geçti, kafilenin önündeki bir muhafızın yanına vardı, atının yularından tuttu:
“Dur!”
“…!”
“Beni ona götürün!”
“Git işine kadın! Öyle her isteyen istediği
yerde istediği zaman onunla görüşemez! Hele de
böyle bir günde böyle bir zamanda!”
Kadın bırakmadı atın yularını. Diklendi. Kaşlarını çattı, ciddi bir tavır takındı:
“Ona götür beni!”
Kıvılcımlar saçıyordu Havazinli kadının iri
siyah gözleri.
“Ona götür!”
Allah’ın Resulü, kadının ısrarla kendisini görmek istediğini duyunca, çadırının
kapısını araladı: “Bırakın gelsin,” buyurdular.
Peygamberin huzuruna varınca el bağlayıp
boyun burdu, kısa bir sessizliğin ardından yumuşak ve nazik bir ses tonuyla:
“Havazinliyim” dedi, sustu kadın.
Öyle bir baktı ki Allah’ın elçisi; eşleri ve kızlarının dışında hiçbir kadına bakmadığı gibi sıcak
bir ilgi, sevecen bir bakışla baktı bu tutsak kadına.
Kadın da ona!
Susuyordu kadın.
Korkuyla güven arası karmaşık bir duygu seline kapılmış, lal olmuştu. O cesur kadın gitmiş,
başka biri gelmişti sanki.
“Evet! Seni dinliyorum!”
Resulullah’ın gözlerinin ta içine baktı, sonra
sayıklar gibi mırıldandı kadın:
“Taif ’i iyi bilirsin!”
Sevgililer sevgilisinin o an yüzündeki gülüş
ağır ağır söndü, yüzü gölgelendi. Acı ve hüzünlü
kıvrımlar belirdi alnında. Taif ’e gittiği o acı dolu
günler canlandı gözlerinin önünde.
Boykotun sona ermesinden sonra Resulullah’ı
koruyan ve seven amcası Ebu Talib ve eşi
Hatice’nin ölümü onu üzmüştü. Öyle ki, bu yıla
“üzüntü yılı” adı verilmişti. Haşimiler içerisinde
en yaşlı kişi olması nedeniyle kabilenin başkanı
durumuna gelen Ebu Leheb ve yandaşları eza
ve cefalarını daha da artırmışlardı o günlerde.
Mekke’de Çağrı’sını başarıya ulaştıramayacağı düşüncesine varan Allah elçisi, bir gece Mekke’den
çıktı, yeni destek bulabilme umuduyla Taif ’e gitti. Taif ’in ve Sakif Kabilesi’nin ileri gelenlerinden
birkaç kişiyi İslama çağırınca tepkiyle karşılandı.
Kureyş’le olan akrabalıklarını, ticari ilişkilerini,
dostluk ve iyi komşuluklarını da unutarak alay
ettiler onunla. Başlarında Abdu Leyl olmak üzere
yörenin ayak takımı da taş ve sopalarla saldırdılar.
Atılan taşlar ayaklarını kanattı; onu korumaya
çalışan Zeyd başından yaralandı. Ağrıdan yürüyemez hâle geldiğinde yere oturdu. Adamlar kollarından tutup kaldırıyor, yürümeye başlayınca
da yeniden taşlıyor, ardından da gülüşüyorlardı.
Bitkin ve çaresiz bir durumda olan Allah resulü ile Zeyd bin Harise yol kenarında Kureyşli Rabia’nın oğulları Utbe ile Şeybe’nin bağına
gelinceye kadar Taif ’in çapulcuları hakaretlerine
devam ediyorlardı.
Havazin’li kadının gözlerine gözlerini dikmiş
Taif ’de yaşadığı o acı günleri ve bağın içindeki
çardağın altında ellerini kaldırıp ettiği o duayı yeniden yaşıyordu Allah’ı n elçisi.
72
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
“Allah’ım! Gücümün zayıflığını, insanlara karşı
takatimin ve gücümün azlığını sana arz ediyorum.
Ey merhametliler merhametlisi! Sen zayıfların rabbisin. Sen benim rabbimsin. Sen beni kimin eline
bırakıyorsun? Bana kötü muamele yapan yabancıya
mı? Yoksa beni eline bıraktığın düşmana mı? Bu
senin bana karşı bir öfkenden ileri gelmiyorsa ben
buna aldırış etmem. Fakat senden gelecek bir himaye ve koruyuş her zaman çok daha hoştur. Senin
öfkene uğramaktan, karanlıkları aydınlatan, dünya
ve ahret işlerini ıslah eden yüzünün nuruna sığınıyorum. Her şey senin hoşnutluğun içindir; güç ve
kuvvet ancak sendedir.”
Ashabın ileri gelenleri Havazinli bu öfkeli
kadının nereye varmak istediğini, sözü nereye
getireceğini, neler söyleyeceklerini merakla bekliyorlardı.
Kadın susuyordu, peygamber susuyordu.
Büceyr ile Cüheyni de iyice yaklaştılar.
Meraklanmışlardı.
“Taif!” dedi, önüne baktı o yüce insan.
Gözleri bulutlanmış, mahzun olduğu her
hâlinden belliydi. Uzun uzun sustu. Kadın da
konuşmuyor, durmuş öylece hayran hayran karşısındakine bakıyor.
Uzaklara dalmıştı Rahman’ın elçisi: Taif ’deki Rabiaoğulları’nın bağlarındaydı. Üzüm ikram
eden bağın koruyucusu Addas geldi gözlerinin
önüne. Efendilerinin emriyle bir tabak üzüm
sundu Addas. Dudaklarında takılı kalan kelime
yorgun argın çıktı Allah’ın elçisinin ağzından:
”Bismillah!”
Addas’ın dikkatini çekti. “Bu bölgenin halkı bu sözü kullanmaz” dedi. Peygamber de ona
nereli olduğunu sordu. O da Ninovalı olduğunu
söyledi. “Demek ki, salih bir kişi olan Yunus b.
Metta’nın şehrindesin?”
Addas Yunus b. Metta’yı nereden bildiğini
sordu. “O benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de peygamberim.” dedi.
O zaman yalnızdı. Vahyin ilk yıllarıydı. Kalbindeki imandan başka yoldaşı yoktu.
Allah Resulü, Taif ’ten mahzun olarak geri
dönmüştü. Üstelik onun Mekke’ye girebilmesi
için himayesini alabileceği nüfuzlu bir Kureyşli
bulunması gerekiyordu. Bunun için bazı kabile
başkanlarından yardım istedi. Ancak onlar olumsuz yanıt verdiler. Nihayet Nevfeloğulları reisi
Mutim b. Adiy onu himaye etmeye karar verdi.
Resul-i Ekrem bu sayede Mekke’ye güvenlik içinde girebildi.
Sevgililer sevgilisi çevresine bakındı, yüzü aydınlandı.
Havazinli kadın da gülümsüyordu.
Risalet yaşamının belki de en zor dönemi olan
bu sıkıntılı süreçte Cenab-ı Hak, kendisine İsra
ve Miraç mucizesini bahşetmişti. Kutsal çağrısının başarısı konusunda kaygı duymaya başlayan
Kutlu elçi, ilahi huzura davet edilmek suretiyle
Rabbinden aldığı ilahi destekle tebliğ faaliyetlerine yeni bir şevk ve heyecanla devam etmişti.
Soluklar tutulmuş, bu uzun suskunluğun ardından neler konuşulacağının merakıyla bekliyorlardı.
Allah resulü bu derin suskunluğun ardından
başını yerden kaldırdı:
“Bir isteğin mi vardı?” dedi.
Çöl Araplarına özgü o bildik ağırbaşlı, onur
ve metanetle tutsakların durumunu anlattı Havazinli kadın.
Gerekenin yapılacağı sözü alınsa da daha
önemli bir şey söyleyecekmiş gibi olduğu yerde
duruyor, gözlerini peygamberden ayırmıyordu
kadın.
Ağzını doldurdu, konuşacağı an yutkundu,
sonra hüzünlü bir gülümsemenin ardından:
“Ben
Havazin
kabilesinden
Sa’doğulları’ndan…”
“…!
Boğazı düğümlendi. Konuşamadı kadın.
O an, peygamberin gözleri bulutlandı, uzaklara daldı bakışları. Kendisinin anımsamadığı ancak ona anlatılanlar düştü aklına.
“Sa’doğulları” dedi, bir boşluğa dikti bakışlarını Allah’ın elçisi.
Yetim olarak doğduğundan, onunla, annesi ile
dedesi Abdulmuttalib’in ilgilendiği, Mekke’nin
sıcak havası bebeklerin sağlıklı büyümesine elverişli olmadığından, eski Arap âdetlerine göre şehirde doğan çocuklar kırlarda oturan sütannelere
73
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
verildiği, on üç gün annesi Amine’nin, sonra da
Ebu Leheb’in hizmetçisi Süveybe’nin emzirdiği…
Torununa sütannesi arayan Abdulmuttalib’in
Taif bölgesinden gelen Havazin kabilesinden
Sa’doğulları’ndan Halime adında bir kadına verdiği…
Kadın kısık bir ses tonuyla:
“Adım Huzafe!”
“…!”
Küçük Muhammed dört yıl bu ailede kaldı.
Böylece çocukluğunun ilk yıllarını bu ailede geçirdi. Onlarla birlikte kırlara çıkar, eğlenirlerdi.
Ancak Huzafe adlı bir akrabalarının olduğunu
hiç duymamıştı.
Havazinli bu kadının güzelliğine güzellik katan elmacık kemiğinin altında sağ yanağının hemen üzerindeki küçük siyah bir ben’e
odaklandı sevgililer sevgilisinin bakışları:
“Huzafe mi?”
“Evet” dedi kadın.
“…!”
“Ama kimse çağırmaz bu adla beni.”
Allah’ın elçisi, Havazin’deki sütkardeşlerinin
adlarını unutmamıştı. Abdullah, Üneys, Şeyma!
“…!”
Kadın yere düşürdü bakışlarını.
“…!”
“Yüzümdeki ‘ben’den dolayı Huzafe değil,
Şeyma olarak bilir, öyle çağırırlar!”
Bütün bulutlar dağıldı.
Hayret ifadesi, ardından tatlı, aydınlık bir gülümseme yayıldı yüzüne peygamberin. Ahenkli,
duru bir Arapça ile devam etti konuşmasına Havazinli kadın.
“En güzel de sütkardeşim Muhammed çağırırdı bu adla beni! Küçüktü o zamanlar. İki yaş
büyüktüm ondan. O, kardeşim Abdullah’la aynı
yaştaydı. Ablasıydım! Sırtıma alırdım. Omzumda
taşırdım. Elinden tutup kırlarda gezdirirdim. Kuzuların peşinde koşardık birlikte. Annemiz Halime bizi böyle mutlu görünce kendisi de mutlu olur, sevinir, diğer kardeşlerimiz Abdullah ile
Üneys de katılırdı aramıza.”
Anlatırken kirpikleri ıslanmıştı Havazinli kadının.
Rahman’ın elçisinin de…
Omzunda bulunan ve çocukken ısırdığı yerin izini gösterdi Şeyma. Olayı anımsayan peygamber duygulu bir gülümsemenin ardından
hırkasını yere sererek sütkardeşini üzerine oturttu. İkramda bulundu. Hâl hatır sordu, çocukluk
günlerini andılar.
Aradan yıllar geçse de sütannesini ve kardeşlerini hiç unutmamıştı Rahman’ın elçisi. Zaman
zaman hediye gönderirdi onlara. Sütannesine
karşı derin bir sevgi beslerdi. Onu gördükçe:
”Anneciğim, anneciğim!” der saygı gösterirdi.
Hemen üzerindeki hırkasını çıkarır, onun altına
serer, bir ihtiyacı varsa derhal yerine getirirdi.
“Mekke’den birilerinin geleceğini duyduğumuzda sütkardeşimiz Muhammed’den gelecek
olan hediye ve haberleri heyecanla beklerdik!”
Konuşurken ıslak, mutlu bir gülümseme dolaşıyor Şeyma’nın ‘benli’ yüzünde. Sütkardeşini
görmenin, onunla konuşmanın mutluluğunu
yaşıyordu. Önüne baktı Şeyma; sonra ağır ağır
kaldırdı başını. Kömür karası iri gözlerini resuller
serverinin gözlerine dikti, hüzünle sevinç arası bir
ses tonuyla devam etti konuşmasına:
“Hani bir gün yine annemle birlikte ziyaretinize gelmiştik. Sadoğulları yurdunda kıtlık olduğunu, açlıktan insanların ve hayvanların kırıldığını söylediğimizde Hatice bize kırk koyunla bir
deve verilmesini söyleyince gözlerinizin içi gülmüş, en az sen de bizim kadar mutlu olmuştun!”
Şeyma, Hatice’den söz edince Allah resulünün
gözleri mahzunlaştı, boşluğa dikti bakışlarını.
Hatice ile birlikte yirmi beş yıl geçirmişti. Peygamberliğini ilk olarak o tasdik etmiş ve davasını
o desteklemişti. Bütün malını İslam davası uğruna o harcamıştı. Herkesin ondan yüz çevirdiği
sırada yine o güç vermişti kendisine. Taif olayını
anımsayınca hüzünlü mısralar dökülürdü gözyaşlarıyla birlikte Hatice’nin dudakları arasında.
Hatice’yi ölümünden sonra da hiç unutmamış ve daima hayırla anmıştı.
Şeyma’ya; isterse yanında kalabileceğini, şayet arzu ederse kabilesine dönebileceğini bildirdi
Peygamber.
Şeyma dönmeyi isteyince ona bir köle, bir
hizmetçi ve iki deve ile yirmi koyun vererek ailesinin yanına gönderdi.
Şeyma mutlu. Şeyma huzurlu.■
74
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Üçüncü keklik şahıs
OSMAN KOCA
F
incanı masaya bıraktıktan sonra, usul adımlarla balkona yöneldi. Sütliman denizin güneş yanığı kıyısında oynaşan iki genç çekti dikkatini. Etrafta onlardan başka kimsecikler
yoktu. Gayriihtiyarî oturdu sahildeki hazır ve nâzır misafir kanepesine.
Manzaraya açılan genişçe salonun duvarları, dekoratif kâğıtlarla bezenmiş; yalnız pencerenin
aksi istikametindeki bölmeye bir bayanın dev posteri altın çengellerle gümüşi halkaya dört başı
mamur geçirilmişti...
Göğün sakin maviliğini koyu griye havale eden bulutlar, tez olmasa da yağmurun habercisi gibiydi. Denizin göz hizası açıklığında, suya dalış yapan martı sürüsünün kulakları yırtan tiz sesine
tahammül edemeyip pencerenin ahşap kafesini kapatmak zorunda kaldı. Kolu sarkan kanadın kirli
pembeye dönen pervazlarına kadar çekti şezlongu.
Ondan ayrıldıktan sonra dış dünyaya beslediği hayranlık ancak bu kerte renkli ve şevkliydi!...
Toprağın günahlarından arınmaya çalıştığı yağmurlu bir sabah üstüydü. Yaz sıcağıyla kabuğundan sıyrılan asfalt yolların kısa vadeli serinliğini fırsat bilip alelacele koşarak varmıştı otobüs durağına. İstanbul gibi kendine özgü oynak zaman anlayışına sahip metropollerde saatlere
riayet bunu gerektiriyordu zira. Kaçırılacak bir sefer, telafisi zor şartlarla muhatap edebilirdi
insanı. Aylığından kesilecek üç yevmiye, ustabaşından yenecek bir fırça, güne mesut başlama
isteğine çekilen iki büyük set...
Yeter de artardı bile!
Apar topar arka kapıdan bindi otobüse. Bedenlerin terle yoğrulmuş doğal parfümüne alışık
burnu, sabah mahmurluğuna yenik düşerek kepenklerini kapatan gözleri, hepsinden ziyade
hantallığı ve kasvetini üzerinden atamamış cüssesiyle boş bir koltuk aradı. Ama nafile. Yarım
doktor misali uykusunun diğer ucunu dikey bir duruşla eda etme hevesindeyken günün en leziz
ve bir o denli kısa çizgisini metalik bir korna sesiyle kesmek zorunda kaldı.
İşte tam bu esnada onu gördü. İçinden metalik bu sese ne dualar etmişti o dem. Kaşlardan
kalem sızan kirpikleri, ruj artığı oval objesi, rüküş aksesuarıyla acemice nakşedilmiş bir portre
duruyordu âdeta göz değiminde. İçle dış arasındaki tezat görünüşe hükmedip kendisiyle aynı
sınıftan bir işçi kızıyla göz göze geldiğini anlamıştı.
Dünya durmuş, başı dönmeye başlamıştı.
Otobüs yoktu...
Salt iki insan ve uzunca bir zaman...
Heybesini atıp sırtına, çaresiz uzak mekânlara hicret etmişti. Boğazını yakarak, kalbini gıdıklayan bir iksiri yudumlar gibi ıslattı dudaklarını. Gözlerindeki ölgün keşif yerini ateşli bir
temaşaya bırakmıştı sanki... Durağa nasıl indiğini bile fark edemeden, sihirli anın yitik hülyasıyla bakındı uzun süre otobüsün ardından.
Gidiş gelişleri rutin saatlere denk geldiği hâlde, o inci parçasını daha önce görüp görme75
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
diğini anımsamaya çalıştı. Ama aklı devasa bembeyaz boşlukta seyrüsefer ediyor gibiydi. İlk ama
geç de olsa farkına vardığı bu mutluluğu tekrar
yaşamak için dönüş saatini bekledi dört gözle.
Her zamanki çalışma, mola, yeme ve içme fasıllarından başkaydı bugün. Tekdüze yaşantısının
alışkanlıklarına en azından düşünsel bir renklilik
getirebilmenin heyecanıyla bindi otobüse.
Gözleri kalabalıklar arasında onu aradı. Mutlu ama buruk bir hüzün vardı gönlünde. Gecenin ilerleyen saatlerine değin uykuyu mahrem
saydı bedenine. Tuhaf hislerini rüyaların dingin
şifresiyle çözmek için kapakları dökük karyolaya
uzandı... Sabahleyin kahvaltı yapmadan fırladı
sokağa. Koşarak durağa geldi. Meraklı ve tutkulu
bir bekleyiş sonrası bindi otobüse. İşte karşısında
yine o vardı ve koltuğu yine saklı kalmıştı...
Aşkın çekici merkezine düştüğünü de adamakıllı ilk, işte o vakit anlamıştı...
Duvarı boydan boya süsleyen resmin karşısına
geçip, solgun gözlerle seyre daldı. Bir çocuk gibi oynamaya başladı parmaklarıyla. Düzensiz kıvrımlarla şekillenen ellerini resmin üzerinde gezdirdi.
Aslı suretinde kopyasına ilişen kısa süreli dokunuşlar sonrası çekti içini...
Böylece kaç sabahın bakış sevileriyle geçtiğini fark etmemişti bile. İstanbul’a tepeden hâkim
çay bahçesinde oturuyorlardı. Bir pandomim
sanatçısı gibi, aklından geçen sessiz düşünceleri
dillendirememenin sebep olduğu duyguları yüreğine katıp yüzündeki esrik havayı karşıt cinsine
sunmak istiyormuş gibi tuttu ellerini.
Hiç konuşmadılar kalkana kadar.
Yürüyerek indiler tepecikleri.
Cebinde iki bilet parası kalmıştı sadece...
Sözlendiklerinde dünyalar onun olmuştu. Ne
vaatler, ne taahhütlerde bulunmuştu sevgilisine.
Ev hanımı yapacaktı sözlüsünü. Gerekirse, dişini tırnağına takacak, gece gündüz çalışacak, ama
asla o naif bedeni çalışma uğruna yıpratmayacaktı. Hatta daha şimdiden kirası uygun müstakil bir
ev bakmaya başlamıştı bile.
Kıskançtı, onu aynı otobüste onlarca erkeğin
içinde görmeye tahammül edemeyecek kerte kıskançtı hem...
Kahveyi bırakalı üç ay olmuştu. Hovarda arkadaşları iyicene ayak kesmişlerdi. Kadı kızı misali bir kusuru eşekleri koşturmak kalmıştı. Nişan
için biriktirdiği paralara el sürmemek içinse çareyi kupon sayısını düşürmekte bulmuştu.
Bir pazar sabahıyla hayatı değişti. Üç banko-
nun ardına taktığı üç eşek altı milyonluk kuponuna altı milyon lira hediye etmişti. Artık kendisi
de bir milyonerdi. Evlilikse cabası. Önce dayalı
döşeli lüks bir daire tuttu. Sonra küçük bir büfe
açtı Üsküdar limanına komşu. Dürüstlüğüne
kani olduğu çalışma arkadaşını geçirdi başına...
Görkemli bir düğün yaptılar. O işçi kızı gitmiş, yerine sosyetik bir manken gelmişti. Ne istekleri ne masrafları dur durak bildi. Fiyakalı bir
araba çekildi apartmanın önüne. Kat kat giysiler
sığmaz oldu gardıroplara. Daha önce görmediği,
duymadığı, tanımadığı sözde yakınları tünedi.
Eşinin bunca müsrifliğine rağmen, o mütevazı yaşantısından kesinlikle taviz vermedi...
Ancak dayanamazdı hazıra dağ ve sıçrayamazdı çekirge üçten fazla...
Bastırılmış duygularını birdenbire günışığına
çıkaran sevgilisi, nezih briçhanelerde eşinin tüm
serveti üzerine bahse tutuşmuşken; o, arkadaşıyla
birlikte günün hesabını çıkarabilmek için yoğun
bir mesaiye girmişti...
Bir salı sabahı çalındı kapısı. Açmaz olaydı.
İki polis nezaretinde kravatlı iki bay girdi içeriye. Evde ne varsa tınılı daktilolara kaydettiler ve
hiçbir şey söylemeden çekip gittiler. Eşinin ağzını
bıçak açmıyordu. Ziyaretçiler, altı üstü birkaç kuruşluk borca karşılıktı...
Ve bir pazar öğlesi kırmak zorunda kaldı kapıyı. İçeriye girdiğinde tabandan tavana kadar ev
çırılçıplaktı. Tülsüz, perdesiz topal kapının mermeri üzerinde bir kâğıt sadece… Eşinin kendisini
terk ettiğini okurken gözyaşlarına hâkim olamadı. Yokluğuna yandığı kadar yanmadı malına. İyi
niyetli düşündü. Mal geri gelirdi elbet bir şekilde,
ya eşini? Eşini nasıl geri getirecekti?...
Allah’tan vefalı dostu, bugünleri hesap etmiş,
tedbir olsun diye, büfeyi kendi adına yazdırmış
idi. Elindeki tek sermayesine daha bir sıkı sarılmasına da gerek yoktu. Zaten becerebildiği tek iş
buydu. El ele, omuz omuza verdi iki arkadaş. Bir
yıl içinde büfecilerin iki kralı oldular.
Bir daha evlenmek mi?
Tövbe ki, ne tövbe!...
Eşinden kalan yegâne miras küçük bir resimdi. Resmi, büyütüp enden ene duvara monte
etti...
Duvardaki resmi uzun uzadıya süzdükten sonra
haftalık programını hazırlamak için çalışma odasına geçti...
Masa üstünde yığınlarca yarış gazetesi ve bülten...■
76
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
AHMET BİCAN ERCİLASUN
ile Kırgızlar'ın Latin Alfabesine geçişi üzerine
Türk dünyası aydınlarının buna, Türk
lehçelerinin, yazı dillerinin hepsinin aynı
alfabeyle -ufak tefek farklılıklar olabilirama ortak bir alfabeyle yazılması
meselesi olarak bakması lazım.
Ayrılıkların ya hiç olmaması ya da çok
az olması gerekir.
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun
1943 yılında İzmir'de doğdu. İzmir
İmam-Hatip Okulunu ve dışardan fark
derslerini vererek Ayvalık Lisesini bitirdi. 1963'te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü'ne girdi. 1967'de Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'ne asistanı
oldu. Kars'tan derlediği metinlere dayanarak hazırladığı "Kars İli Ağızları - Ses
Bilgisi" adlı teziyle 1971'de "doktor"
unvanını aldı. 1976 Haziran'ı ile 1977
Ağustos'u arasında Amerika Birleşik
Devletleri'nin Seattle şehrinde University of Washington'da misafir araştırıcı
olarak bulundu. 1979 yılında "Kutadgu
Bilig'de Fiil" adlı teziyle doçent oldu.
1986'da Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi’ne profesör olarak tayin edildi. Bu fakültenin Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü'nü kurdu. 1993 - 2000 yılları
arasında Türk Dil Kurumu başkanlığı
yapmıştı. 2001 yılında Kırgızistan'da
Manas Üniversitesi'nde misafir profesör
olarak bulundu. Gazi Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi’nden emekli oldu.
Türk dili, edebiyatı, Çağdaş Türk Lehçe
ve şiveleri konusunda pek çok eseri ve
makalesi bulunmaktadır.
Kazakistan 2050 stratejik hedefinin bir parçası da Latin alfabesine geçilmesi. 2025 yılında alfabe
değiştirme sürecinin tamamlanacağı, her şeyiyle Latin alfabesine geçilmiş olacağı Kazak devlet adamları
tarafından dile getiriliyor. Kazakistan 20. asırda iki
defa alfabe değiştirdi. Arap alfabesinden Latin’e geçildi. Daha sonra da Latin’den Kiril’e geçildi. Bu tarihî
süreçle başlayalım sohbetimize.
Kazakların 20. asrın başında Latin alfabesine geçmelerinde biraz daha serbest bir hava vardı. Tam serbest olmamakla beraber, Sovyetler Birliği’nin içindeydiler, bağımsız
değildiler. Moskova’ya bağlıydılar. Kiril alfabesine geçtikleri dönem Stalin dönemidir. Repressiya dönemidir.
Sovyetler Birliği’ne çok keskin bir şekilde bağlıydılar.
Önemli olan Kazak aydınlarının kendi iradeleriyle bu
alfabe geçişlerini yapmamalarıdır. Kazakların şimdi sadece kendi iradeleriyle herhangi bir yabancı gücün etkisi
olmadan alfabelerini değiştirecek olmaları bu son derece ehemmiyet arz etmektedir. Eski alfabe değişiklikleri
Moskova’nın iradesiyleydi, kendi iradeleriyle bu geçişi
yapmak istemeleri son derece önemlidir.
Kazakistan’da alfabe değiştirmenin sağlıklı bir şekilde cereyan etmesi için Kazak aydınları konferanslar düzenliyor, alfabe toplantıları yapıyor, bu konu
77
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
gazetelerde, televizyonlarda tartışılıyor. Ciddi
kamuoyu araştırmaları yapılıyor. Zaten halkın
ekseriyeti Latin alfabesi taraftarı. Alfabe değiştirmeden önce yapılması gerekenler hakkında
neler söylemek istersiniz?
Konu çok iyi tartışılmalı. Bilim adamlarına sorulmalı. Kendinden önce Latin alfabesine geçen
Türk Cumhuriyetleriyle Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve Türkiye Cumhuriyeti ile fikir
alışverişinde bulunmalıdırlar. Özellikle Türkiye
Cumhuriyeti ile istişare etmelidirler. Bilimsel olarak bu konuyla ilgili toplantılar yapılmalı ve çok
iyi analizler yapılmalıdır. Kazakistan’da Türk Akademisi kuruldu. Orada da bu konunun tartışılması gerekiyor. Astana’daki Türk Akademisi faal olarak bu sürecin içinde yer almalı. Tecrübelerden
istifade etmeli derken olumsuz yönler alınmamalıdır. Özbekistan’ın alfabesi çok olumsuz! Mesela
Özbek Latin alfabesinin içindeki olumsuzluklar
görülmelidir. Türkiye ve Azerbaycan’ın olumlu
taraflarını görmelidirler. Mesela Özbekistan’da tek
sese tek harf prensibine uyulmadı. Bu çok önemli
bir prensip, siz yeni bir alfabe kabul ediyorsunuz.
Şimdi Özbekistan “ç” harfi için “ch”, “ş” harfi için
“sh”yi kullanıyor. Neden böyle? İngilizcede böyle. Ama İngilizcenin tarihi alfabesi, imlası öyle…
İngilizcenin 400 sene önceki alfabesi. İngilizler
bugün alfabe kabul etse böyle yapmazlar. Bugün
yeni bir alfabe kabul ediyorsun. Birincisi ve en
önemlisi tek sese tek harf kabul edilmesidir.
Kazakistan’da ciddi bir Rus azınlık var.
Bunların yanında Almanlar, Ukraynalılar ve
diğer Sovyetlerden kalma Kazak olmayan medeniyet dili Rusça olan bir nüfus var. Kazakistan vatandaşı olan Ruslar kendi kurdukları
Slavyan sivil toplum örgütleri üzerinden teşkilatlanarak ciddi şekilde bu sürece karşı çıkmaktalar. Kazakistan’ın Rusya’dan tamamen
kopacağını öne sürüyorlar. Bu önemli bir meseledir. Bu durum süreci nasıl etkiler?
Şimdi Kazakistan’daki Rus asıllı ama Kazak
vatandaşı olanlar Kazakistan’ın vatandaşıdır.
Kazaklar onlara karşı herhangi bir şey yapmıyorlar. Kazaklar kendi dillerinde Latin alfabesine
geçme meselesini tartışıyorlar. Rus asıllı olanlar
elbette kendi okullarında Rusça okumaya, kendi
aralarında Rusça konuşmaya devam edecekler. Ve
bunu da Kiril harfleriyle yapacaklar. Bu mesele
Rusları incitecek bir mesele değildir; onları ilgilendiren bir mesele de değildir; çünkü Kazakistan’daki Ruslar Rusçayı Kiril alfabesiyle yazmaya
devam edeceklerdir. Bu, Kazakları ilgilendiren
bir meseledir. Bu mevzu üzerine çalışan Kazak
aydınların, oradaki Slavyan halklara bunu güzel
bir şekilde anlatmaları, meseleyi izah etmeleri
78
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Alfabe değişikliğiyle birlikte en kısa zamanda Kazak
edebiyatının, Kazak kültürünün klasik ve büyük eserleri
yeni alfabeyle hemen basılmalı ki bir kültür kopukluğu
yaşanmasın. Bunu kendi bilim adamları, kültür adamları
tespit edebilir. Sıraya koyabilir. Hemen bir tahsisat
ayrılmalı ve Kazak edebiyatının, kültürünün önemli eserleri
Kiril afabesiyle basılmış önemli eserleri bu yeni alfabeyle,
Latin alfabesiyle hemen basılmalıdır
gerekiyor. Yani ‘biz Rusçanın alfabesini değiştirmiyoruz, biz Kazakçanın alfabesini değiştiriyoruz’
demeleri gerekmektedir. Güzel bir şekilde bunu
anlatmak lazım. Kazaklar artık bağımsız devlet
oldular. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi Rusçayı
anaokulundan itibaren ana dili gibi öğrenemezler.
Artık Rusçayı ana dilleri gibi eğitim dilinde kullanamazlar, kendi ana dilleri var onu öğrenecekler.
Sadece Kazak aydınlar Rusçayı bilmeli, anlamalı.
Yabancı dil bir amaç değil araçtır. Rusça önemli
bir edebiyat dili kültür dilidir. Rusçanın yanında
Kazak aydınlar İngilizceyi de öğrenmelidirler.
Antepli Münif Efendi kuruculuğunu yaptığı
Cemiyet-i İlmiyye-yi Osmaniye’de 1868’de verdiği konferansta alfabe hususunda fikirlerini
dile getirmiştir. 1868 ile 1929 yılları arasında 61 sene var. Daha sonra Enver Paşa edebiyat tarihimizde Enverî alfabe olarak yerini
alan yazı sistemini önermiştir. Azerbaycan’da
Mirze Feteli Ahundov bu alandaki öncülerdendir. Yaklaşık 150 yıldır Türk dünyasında alfabeler değişmekte, değiştirilmektedir.
Zeki Velidi Togan’ın 1928 yılında yayımlanan
“Türk Dünyası’nda Elifba Meselesi” makalesi
mevcut. Meseleye biraz da Türk dünyasındaki
entelektüel kesim nasıl bakmalı?
Türk dünyası aydınları buna, Türk
lehçelerinin, yazı dillerinin hepsinin aynı alfabeyle
-ufak tefek farklılıklar olabilir- ama ortak bir
alfabeyle yazılması meselesi olarak bakması lazım.
Ayrılıkların ya hiç olmaması ya da hiç olmaması
gerekir. Yani Türk dünyasında bir ortaklık, bir
müştereklik olarak bunu görmesi gerekmektedir.
Birbirimizi okuyabilmemiz lazım. Biz Kazakları,
Kazaklar, Azerbaycan’ı okuyabilmeli. Bunun için
geçilecek alfabede ayrılıkların ya hiç olmaması ya
da çok az olması gerekir. Yani şimdi Türkiye’deki
Latin alfabesinde biz “u” sesini “u” harfiyle gösteriyoruz, Azerbaycan’da “u” harfiyle gösteriyor,
Türkmenistan da “u” harfiyle gösteriyor. Şimdi
Kazakların yeni alfabede bunu başka bir harfle göstermemesi gerekiyor. O zaman kıymeti
kalmaz. İngilizcede, Fransızcada da “u” harfiyle
gösteriliyor. İngilizcede, Fransızcada harf kombinezonları da var. İki harf, üç harf bir ses veriyor.
Buna gerek yok, bu tarihî imladır. Kazakların tek
sese tek harf prensibini kabul etmeleri lazım.
Alfabe değiştirildikten sonra da önemli bir
süreç var. Azerbaycan’da bu süreç çok olumlu
şekilde devam ettirildi. Azerbaycan edebiyat ve
klasik eserleri Latin alfabesiyle yeniden yüksek
tirajlarla İlham Aliyev’in direktifiyle basıldı.
Alfabe değiştirildikten sonraki safha da yapılacaklar? Bu hususta fikirleriniz…
Alfabe değişikliğiyle birlikte en kısa zamanda
Kazak edebiyatının Kazak kültürünün klasik ve
büyük eserleri yeni alfabeyle hemen basılmalı ki
bir kültür kopukluğu yaşanmasın. Bunu kendi
bilim adamları, kültür adamları tespit edebilir.
Sıraya koyabilir. Hemen bir tahsisat ayrılmalı ve
Kazak edebiyatının, kültürünün önemli eserleri
Kiril afabesiyle basılmış önemli eserleri bu yeni
alfabeyle, Latin alfabesiyle hemen basılmalıdır.
Basılmazsa kültür kopukluğu olur.
Kazakça yayın yapan internet sayfaları, gazetelerin e-varyantları iki alfabeyle
veriliyor Latin ve Kiril. Yani bu süreç baş-
79
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
lamış durumda. Ayrıca Kazakistan eski başbakanı Karim Masimov’un yürüttüğü projeyle
Kazak edebiyatı klasiklerinin, felsefe, tarih,
sosyal bilimler gibi birçok alandaki eserlerin
e-varyantları hazırlandı.
Klasik eserleri basmak çok da zor olmayacak o
zaman. Yani bunların Latin olarak e-varyantlarının
hazırlanması, yeni neslin kullandığı tabletlerin
içinde yer alması sadece işin ehli olan bir ekiple
bir aylık kısa bir çalışmayla tamamlanması mümkün. Bu da önemli bir avantaj. Kazakistan edebiyat sahasında, kültür sahasında çok ciddi bir modernizasyon içerisinde. Bu süreci çok olumlu etkiler.
Kazakistan’da Kazak matbuatına, edebiyatına hizmet etmiş önemli edip ve aydınlardan
bir kısmı Latin alfabesine geçilmesine karşı çıkıyor. Bu aydınlar cumhurbaşkanına açık bir
mektup da yazdılar. Mekemtas Mırzakmatov,
Muhtar Şahanov, Kabdeş Cumadilov, Nurğali
Nüsipcanov vb. elliye yakın aydın, gazeteci bu
sürece karşı menfi fikirlerini dile getirdiler ve
bu açık mektubun altına imza attılar. Kazak
dilinin zayıflayacağı görüşünü dile getiriyorlar.
Bu değişim süreci Kazak medeniyetini olumlu
ya da olumsuz nasıl etkileyecek?
Evet, o aydınların, yazarların şöyle bir endişeleri var. Latin alfabesine geçilirse kendilerinin
eserleri daha önce Kiril alfabesiyle basıldığı için
kendilerinin eserlerinin yok hükmünde olacağını zannediyorlar. Böyle bir endişeleri var. Onlar
âdeta yok olacaklar, ortadan kalkacaklar, bu endişeyi taşıyorlar. Daha önce konuştuğumuz klasiklerin hemen basılması lazım dedim ya, işte eski Kiril
harfli Kazak eserlerinin Latinle hemen basılması
lazım. O aydınlara, yazarlara, şairlere bunu iyi anlatmak lazım. Hem mevcut kalmışsa Kiril harfleriyle kütüphanelerde yerini almış olacak hem de
yeni Latin alfabesiyle yeniden piyasaya çıkacak
eserleriniz. Bunun dile getirilmesi gerekiyor. Üstelik Latin alfabesiyle basılan eserlerinizi Kazaklardan başka Türk halkları da okuma imkânına sahip olacaklar. Özbekler, Kırgızlar, Azeriler, bizler
de okuma imkânına sahip olacağız. Özbek geçti,
Türkmen geçti. Onun için onlara iyi anlatmak
lazım. Böyle düşünen aydınların niyetleri kötü
değil; ama böyle bir endişeleri var. Tabii ki bu
aynı zamanda bir medeniyet değiştirmedir. Latin
alfabesini kullananlar 16. asırdan itibaren başlayan aydınlanma dönemini temsil ediyorlar. Bu
medeniyet değişikliğidir. Bu değişimin içine ister
istemez Türk dünyası da giriyor. Türk dünyasının
birçoğu bu değişime katıldı, Türkiye, Özbekistan,
Türkmenistan, Azerbaycan girdi, Kazaklar,
Kırgızlar girmezse onlar geride kalmış olurlar. Bu
değişiklik Kazak dilini güçsüzleştirmez, kullanım
sahasını geriletmez, aksine güçlendirir.
Yani Latin alfabesine geçişle önemli bir süreç tamamlanmış olacak.
Evet. Bunun yanında her alanda birinci sınıf,
dünya çapında ilim adamı yetiştirmemiz lazım.
Dilci, sosyolog, edebiyatçı, fizikçi, kimyacı, atom
mühendisi, nükleer enerji uzmanı, bütün bu sahalarda birinci sınıf bilim adamı yetiştirmemiz lazım. Bunu yapmazsa Türk dünyası asla Amerika
ile Avrupa ile yarışamaz. Kazakistan’ın maddi
olarak çok imkânı var. En zeki, en akıllı talebelerini dünyada en ileri alan nereyse oraya tahsil için
göndermeleri gerek. Orada doktora yaptırması
lazım.
Kazak devletinin “Bolaşak” adlı bir programı var. Amerika, Kanada, Fransa, İngiltere,
Japonya dünyanın her yerinde Kazak öğrenciler eğitim görüyorlar bu programla.
Ben internete Youtube’a karajorga yazdığımda dünyanın her tarafından Kazak öğrenciler
görüyorum. Londra, Paris, Toronto, İndiana her
taraftan çıkıyor görüntüler. En az 20 tane Kazak
genç karajorga oynuyor. Oralarda öğrencilerin
olduğunun farkındayım, biliyorum. Burada şöyle bir seçme yapmak lazım. Bir en zeki en yetenekli öğrencilerini seçecek, ikincisi hangi bilim
dalında dünyanın hangi ülkesi en ileriyse oraya
gönderecek. Teorik fizikte, teorik kimyada bir
numara Amerika ise orda zeki öğrencilerine, bu
alandaki yetenekli öğrencilerine doktora yaptıracak. Bilgisayar mühendisliği ve genetik geleceğin
bilimidir. Kaliforniya’da Stanford Üniversitesi’ne
genetikçi olması için öğrenci gönderilmeli. Sosyal
bilimlerde sosyoloji, sosyo antropoloji ve dilbilimi. Bu alanda yetenekli, zeki öğrencilerini en iyi
üniversitelere göndermesi gerek. Yani Kazakların
da Özbeklerin de Türkiye’nin de bunu yapması
lazım. ■
80
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Türk dillerinde ölüler dünyası
MARAT SEMBİ*
çev.
KAYSAR JORABEKOV
KALMAN KOÇYİĞİT
İ
lyada sakinlerinin mitolojisine göre; uzak
batıda, ölülerin yer altı krallığında Styx
(Okyanusun kızı) isimli nehir varmış,
bu nehrin suyu zehirliymiş. (Mitolojik Sözlük,
1965. 232.s; Ansiklopedik Sözlük. Mitler ve Efsanelerde Kadın. 1992, s.249-250).
Yer altı krallığı “ölüler âlemi” şeklinde pek
çok halkın folklorunda bulunmakla birlikte Türk
halklarının folklorunda da rastlanır. Kazaklarda
bu evrensel temayı yazıya geçiren Ş.Valihanov’tur.
O kendisinin “Kırgızlardaki (Kazaklar) Şamanlık
İzleri” isimli eserinde iki gencin, ölü ve canlı iki
gencin, arasındaki dostluk hakkındaki efsaneyi
gösterir. İkisi, babanın küçük oğlu ile kaybolan
at sürüsünü (tabın) ararken tanışırlar. “Güneş
batarken” genç bir mezarlığa tesadüf eder, batı
tarafında toprağı henüz kurumamış taze kara
mezar dikkatini çeker. Mezardan birden ortaya
çıkan genç adam onu kendisinin yer altı sarayına çağırır, misafir eder, uzun vakit sohbet ederler,
bundan sonra ikisi çok iyi dost olurlar. Vedalaşma
anında genç adamın ölü arkadaşı şöyle tavsiyede
bulunur: “Yurduna döndüğünde, sen kendi hal-
kının savaş hazırlığı yaptığını göreceksin, onlar
senden savaşa gitmemeni isteyecekler; fakat sen
onları dinleme, muhakkak savaşa katıl. Düşmana
saldırırken, sen tek başına batı tarafından saldır,
zaferden sonra, herkes ganimete saldırırken sen
batıya doğru git, orada kaderinde ne varsa onunla
karşılaşacaksın.” Efsane yer altı krallığında dostların buluşması ile sona erer, bu yer altı krallığında
ikisi birlikte yaşayıp tüm muratlarına kavuşurlar.
(Valihanov, 1961 s.487-493)
Azerbaycan halkının “Yetim İbrahim ve Cimri Dükkâncı”, “Gargaş” isimli büyüleyici masallarında ölüler krallığına sefere çıkan kahramanlara
büyükler batı tarafındaki yolu takip etmelerini
salık verirler, çünkü bu yol hedeflenen yere hem
çabuk hem de kolay ulaştırırmış. (Azerbaycan
masalları, 1950, s.67, 145)
Hakas halkının “Altın-Arıg” kahramanlık destanında düşmanların yaşadığı taraf gösterilir:
“Kileyip çörçen mal izi
Kün kirizin köre parğan”
* Kazak Kültür ve Sanat Bilimsel Araştırma Enstitüsü
Sanat ve Mimari Bölüm Başkanı, tarihçi, etnograf,
etnolog
“Çalınan hayvanların izleri
Güneşin battığı tarafa yönelmiş”
(Altın-Arıg, 1988, s. 48, 290)
Hakas halkının kahramanlık destanında bas-
81
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
kıncıların güneşin battığı tarafta, yani batıda yaşadığı ifade edilir. İyi karakterler, kahramanlar
güneşli tarafta yaşayanlar olarak resmedilir, onlar
doğunun, yani güneşin doğduğu tarafın sakinleridir. “Alçak topraklarda yaşayan kötü kahramanlar
(bundan önceki kavram-ölülerin yer altı krallığı)
aydınlık dünya sakinlerinin ezeli düşmanlarıdır”
(Altın-Arıg, 1988. s.545)
Hakas halkının, mezarlığın batı tarafına ölüler âlemine yola çıkan kişiyi temsil eden kazık
çakması, ölüler âleminin batıda olduğunu doğrular. (Lipskiy, 1966 s. 113). Ölüyü aynı şekilde
başı batıya gidecek şekilde defnederler. (Butanayev, 1966 s.159)
Altaylılar ölen kişiyi ayağı batıya gelecek şekilde defnederler; onlar ölünün gövdesinden çıkan
canının, ruhunun o tarafa doğru uçağına inanırlar (Tursunov, 1973 s.21).
Aynı şekilde Türk halklarının folklorunda,
destanlarında batıyı yuvasına giren, “ölmekte”
olan güneş taraftaki ölüler âlemi ile birleştirilir,
onun eski Türk dilindeki yansıması kuru (kuruyok olmak, solmak, kurumak manasını ifade
eder ve ölmek kelimesinin sinonimidir. Kurujakı
(kuru+jakı)-batıdaki, batılı (Eski Türkçe Sözlük,
1969, s.468) kelime tam olarak yok olan, kuruyan, yani “ölüm” tarafı manasını verir (jag-jaktaraf ) (Eski Türkçe Sözlük, 1969, s.237). Çağdaş
Türk dilinde eski Türkçe “ölmekte olan” kavramı, batmakta olan güneş manasına gelen gurup
kelimesinde korunmuştur (Türkçe-Rusça Sözlük, 1977 s.360). Kazaklardaki “kuruv” kelimesi eski Türkçe “guru” kelimesinin tam manasını
tüm renkleriyle birlikte korumuştur, fakat bunda
“dünya tarafı, ışık tarafı” manası yoktur.
Türk-Moğol halkları yön tayin etmek için
yüzlerini doğuya dönerlerdi, bu pozisyondan onlar dünyanın dört yönünü tespit ederlerdi; güneşin doğduğu yöne döndüklerinde ön, doğu, sol
taraf, kuzey; sağ taraf, güney; sırt tarafı, batı.
Moğol istilasından sonra Türk halklarının
çoğu Moğolların etkisiyle esas yönü doğudan
güneye değiştirdi. Şimdi, tam sırttaki, arka taraf
kuzey oldu, buna göre “ölüler dünyası” soğuğun
hüküm sürdüğü kuzey tarafına geçti. Başlangıçtaki yön tayinini günümüze kadar koruyan Türk
halkları sadece Dolganlar, Sahalar (Yakutlar) ve
Tofalar’dır.
Bu değişim folkloru da etkiledi. Örneğin,
S.Abramzon kendi eserinde yer verdiği bir Kırgız
efsanesinde geyik kabilesini dünyaya getiren Müyüzdü (Boynuzlu) Hanım öldükten sonra, definden önce onun cesedi kaybolur, diğer bir versiyona göre Oluya (Evliya) Hanım öldüğünde, bu
hanımın cesedi esrarengiz bir şekilde kaybolur,
sonuncusu, Kazakların uçsuz-bucaksız bozkırı
Sarıarka’da yerleşmiş çocuklarına gitmiş, hanımın
çocukları ise evvelden öbür dünyaya gitmişler, fakat geri dönmemiştir (Abramzon, 1990 s.301).
Müyüzdü Hanım ve Oluya Hanımın cesetlerinin esrarengiz şekilde ortadan kaybolması, “Sarıarka” kelimesinin manasını bize hemen hemen
açıklıyor; çünkü bu kelime “kuzey tarafı” kavramını ifade eder. (sarı: yön, taraf; arka: kuzey)
(Sembin, 1994, s.67; Sembin, 1995, s. 195-196).
Burada kendiliğinden anlaşılır mevzu, evliya kadınlarla Oluya Hanımın oğulları Kazak bozkırı
Sarıarka’ya değil “ölüler dünyası”nın bulunduğu
kuzey yönüne, yani ebedî, dönüşü olmayan yöne
gittiler.
Arkeolojik araştırmalar batı ve kuzey Azimutlarının öbür dünyaya ait yönler olduğunu doğruluyor (Nesterov, 1990, s.72, 73, 75, 77, 79). Mesela, cenaze uzunlamasına batı - doğu veya kuzey - güney yönüne doğru defnedildiğinde, eğer
boşluk bırakılacaksa, o zaman çoğunlukla birinci
durumda ceset, kuzey ikinci durumda ise mezar
çukurunun batı tarafına yerleştirilir. Sırt yönünü
belirten genel Türk dillerine ortak kelimelerin
biri olan teris (ters) kelimesi, Kazak ve Kırgız dillerinde kuzey manasını korumuştur (Kononov,
1974, s.86-87, 1 tablo).
Dünya tarafına isim veren, ters, geri, sırt (arka)
taraf, Orta Anadolu’daki Tersakan Gölü’nün ismini de etkilemiştir, bu küçük göl Tuz Gölü’nün
batısında 10 km uzaklıkta yer alır. Kelimenin
ikinci yarısı “akan”, nehre ait bir ifade değildir.
Bu durum gölün eninin dar, boyunun uzun olması dolayısıyla nehri andıran şeklinden doğmuştur. Yani Tersakan Gölü, Tuz Gölü’nün batı
tarafında “akan” göldür. Bu tip hidronim şu şekilde tahmin yürütmeye imkân verir: Bir zamanlar
Türk dilindeki “ters” kelimesi, sırt, arka, ense taraf
manasını korumasına bakmadan, batı manasını
ifade eder. “Ters” kelimesi Avrasya’nın geniş topraklarında çok yaygındır. Onlar Tersakan Irmağı
82
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
(Sibirya); küçük bir dereye sahip Tersakan Boğazı
(Altay); Balaterisakkan, Terisakkan, Terisbutak,
Teriskenespe Irmakları (Kazakistan) ve diğerleri.
Bu bahsedilen ırmakların hepsi “ölüler dünyası”
tarafına doğru, batı veya kuzeye doğru akar.
Türkiye’nin Avrupa yakasındaki (Trakya)
Ergene Nehri’ne Poyralı Deresi dökülür, Poyra,
yuvarlak, dairesel manasına gelir (Türkçe-Rusça
Sözlük, 1977, s.726). Bunların, bizim düşüncemize göre, akarsuyun gerçek ismiyle hiç ilişkisi
yoktur. Akarsuyun akış yönüne de dikkat etmek
gerekir. Poyralı Deresi Ergene Nehrine kuzey
doğu tarafından dökülür. Türkçedeki “poyraz”
kelimesi kuzey doğudan esen rüzgârı, aynı şekilde
kuzey yönünü de ifade eder. (Türkçe-Rusça Sözlük, 1977, s.726). Demek ki akarsuyun coğrafi
yapısına uygun olarak başlangıçta Poyrazlı Deresi
olarak isimlendirildiğini cesaretle varsayabiliriz;
çünkü Poyrazlı Deresi kuzey doğu (kuzey) taraftan akar.
Ergene Nehri’ne güney taraftan Hayrabolu
Nehri dökülür, buradaki “hayra” ve onun Türk
dillerindeki başka yazılışları şu manaları ifade
eder: hayr, hayır, kayr, kayır, kayra Altay, Kazak
ve başka Türk dillerinde geri, sırt, taraf, yön manasındaki kelimeler (Sembin, 1995, s.191), fakat
tam olarak bu kullanımda bu kelimeler “iyilik”
veya “sağlık-esenlik” değildir. Güney yönü esas
yön olursa bu durumda geri azimutun kuzey olduğunu göz önüne alırsak, Hayrabolu (nehir) kuzeye doğru yatağı dolarak akan veya batıya doğru
akan suyu bol nehir olduğunu fark ederiz (Sembin 1994. s.194), (Türkçe-Rusça Sözlük, 1997,
s.125). Hayrabolu isminin bu şekildeki açıklanmasının doğruluğu “hayır-kayır” kökünün pek
çok toponimler aracığıyla bu akarsu isimleriyle
ispatlanır. Mesela, Kayra, Kayra-Baskan, KayırBaji, Kayır-Jarık, Kayır-Kem, Kayırlık, Kayır-Tuvu, Kayır Çoku, Kayırhan, Hayruz (Altay); Kayır
Şaktı, Kayraktı - (Kazakistan) (Sembin, 1995
s.191-194), burada kayır kelimesi geri, arka tarafı, yani zikredilen akarsuların aktığı batı veya
kuzey yönünü ifade eder.
Türkiye’nin kuzeyinde batıya doğru akışı ile
bağlantılı Devrekâni Çayı isimli akarsu var, burada “devre” yanlış, hatalı, hepsi tersine (TürkçeRusça Sözlük, 1977 s.226); “kan” ise dere (Türkçe - Rusça Sözlük, 1977,s.226, 505; Molçanova,
1979, s.50; Murzayev, 1984, s.251), “çay” akarsu,
dere kavramlarını ifade eder. (Türkçe-Rusça Sözlük, 1977, s.174). Bu kavrama göre akarsu ismi
“batıya doğru akan akarsu” olarak açıklanır, yani
“yanlış, hatalı” yön kavramı, ön taraf, doğuya
doğrunun tersi “geri, arkadaki” öbür dünyaya
götüren batı yönünü ifade etmesi mümkündür.
Devrekâni Çayı’nın bir eşi kuzey Kafkasya’da,
Dağıstan’da akıyor. Haşar Nehri, kuzeye, “ölüler
dünyasına” doğru akar, burada akarsu isminin
kökü “hata”-kate, yani hatar-hata, o-doğru, ileri, güney yönünün aksi yönüdür (Sembin, 1994,
s.199).
Devrek Çayı ismini taşıyan ikinci akarsu da
“yanlış-hatalı” yön kavramını taşıyabilir, çünkü
nehir kuzeye doğru akıyor. Eğer Poyralı Deresi
akarsuyu isminde “z” harfi söylenirken düşerse,
tersine devrek sözüne “k” harfi eklenerek, bu
“yanlış” kelime -tüm Türk halklarınca anlaşılırçömlek kelimesine dönüştü (Türkçe-Rusça Sözlük, 1977, s.226).
Orta Anadolu’daki Kelkit Nehri doğudan batıya doğru akar. Eğer eski Türk dili temelinde bu
kelimenin kökünü incelersek, o zaman şunu anlarız: Burada “kel” kelimesi, kelüv (gelmek) manasını, “kit” ise sonu, arkası (Eski Türkçe Sözlük,
1969 s.295, 303) manasını ifade eder, yani Kelkit
“geriye doğru akan nehir” demektir. (Sembin,
1995, s.19). Altay’daki Kayra Baskan Irmağı da
aynı manayı taşır. Şimdiki Türkçe, bu manayla
çelişmez, aksine destekler, çünkü “kel” kelimesi,
saçsız, dazlak, manalarını, bunun yanında çıplak
manasını, “kit” ise yan taraf, taraf, yön manalarını ifade eder (Türkçe-Rusça Sözlük, 1977, s.530,
545). Bu manayı taşıyan Kelkit Nehri çıplak,
kötü, zor tarafa, yani “ölüler dünyası”nın bulunduğu batıya doğru akan nehir manasını verir.
Aynı prensibe göre Kazakistan’daki bazı akarsularda aynı manayı karşılayan isimlere sahiptir.
Jaman Şat ve Jaman Kan, Dağıstan’da Yamansu
”kötü” tarafa doğru akan nehirler, Azerbaycan’daki Adıyamançayı da (Adı; yaman - kötü; çayakarsu, dere). Bu nehirlerin tamamı kuzeye doğru
akar.” Yaman (kötü) tarafa”, Orta Kazakistan’daki
Jaman Sarısuv Nehri de artık kuzeye doğru değil
batıya doğru akar.
Bahsedilen akarsuların isimlerini incelersek,
Atasuv nehri’nin isminin ortaya çıkışı hakkında-
83
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
ki efsanenin içeriği de açıklığa kavuşur. “Atasuvbaba suyu, babanın gözyaşı”. Bu boğaz hakkında, Kaysakların (Kazakların M.S.) eski bir efsanesi var: Bu efsaneye göre Çek (Şoki) isimli bir
genç sevdiği kızı köyünden kaçırır, kızın babası
onları tam da bu boğazda yakalar, ikisine ok fırlatır. Sevdiği gencin vücuduna kendi vücudunu
kalkan yapan kız, aşkının kurbanı olur. Çek en
yakın dağa sığınır, kızının cesedini gören baba
gözyaşı dökerek, kızına ağıt yakar. Kızın babası
o kadar ağlar ki, onun gözyaşı nehre dönüşür, bu
nehrin günümüze değin suyu çekilmemiştir; işte
bu yüzden Atasuv ismini almıştır. Nehir genç kızın cesedini sürükleyerek Çek’in sığındığı dağın
yanından akar, dağdaki Çek’e, ölen genç kız son
defa şöyle seslenir:
“Aman (sağlıcakla) kal, Çek!” (“Çek, aman”Kaysakça). Bundan ötürü dağ da Çekaman (Şokaman) ismini taşır (Valihanov,1964, s.214). Efsanede genç kızın ölü bedenini nehir suyu kuzeye, “ölüler dünyasına” götürür.
“Ölüler dünyasına” doğru akan akarsuların
kıyısında kurban merasimleri, geleneksel törenler
yapılırdı, kurban yerleri-”höyükler” inşa edilirdi.
Batıda veya kuzeyde yer alan ölüler dünyasının
anlamsal ilişkisi ve akarsuların akışı yönlerine
göre şunu belirtmek gerekir: Dinî kavramlardaki
sinkretizmin olması nehir (su) ruhuna tapınma
geleneğinde atalar ruhuna tapınmanın görüntüsünü hatırlatır.
Belirtmek gerekirse, Abakan Nehri’ne erkek
danayı kurban etmekten (Maynagaşev, 1914,
s.127) atalar ruhuna tapınma ritüelini birleştirmeyi görebiliriz (aba-baba, kan-nehir), çünkü nehir kuzeye doğru akar, nehir havzasında ölülerin
ruhu yaşar (Sembin, 1995, s.190). Kırgız geleneğindeki Cer-Suu (yer-su) tanrısına kurban vermede, ibadet edenlerin yüzlerini batıya dönerek
dua okumaları (Abramzon, 1990, s.311), yani ata
ruhlarının mekân tuttuğu tarafa yüzlerini dönmeleri Hakas halkının sadece ruhlara tapınmaları
ile değil, bununla beraber atalar ruhuna tapınma
ile paralellik arz eder. Bu özellik Azerbaycan’daki
Ataçay, Kazakistan’daki Atasu, Hakasya’daki Abakan Nehirlerinin isimlerinin kökenlerinin ortak
olduğunu doğrular.
“Ölüler dünyasına” götüren azimutlardan
başka, “sağ” ve “sol” taraflar olarak belirlenen
dünyanın başka yönlerinde kendine göre önemi
vardır; o taraflar “iyi ve “kötü” yönlere denk düşer. Sağ veya sol tarafın baskın olması esas alınan
yöne- doğuya veya güneye bağlıydı.
Doğunun esas alındığı yön belirleme sistemi
devrinde, sıcak, güney tarafı “iyi” olarak, buna
bağlı olarak sol taraf, soğuk, kuzey tarafı- “kötü”
olarak kabul edildi. Doğu esaslı yön belirleme sisteminde sağ tarafın baskın olması askerî saf düzeninde kendini gösterir, onlara yani “kanatlara”,
haneyi erkek ve kadın kısımlarına bölme, kımız
içme törenlerinde vb. rastlanır.
Mesela, Göktürk Anıtı Kültegin Kitabesi’nde
ikili sembolik sınıflandırma kaydedilmiştir:
“Beki şad ve apa, sağ tarafta (duranlar), tarkanlar ve emirciler sol tarafta (duranlar)…’’ (Stebleva, 1972, s.226), yani, sağda, güney tarafında
komutanlar saf tutarsa, solda, kuzey tarafında ise
memurlar saf tutarlar; bu, askerlerin toplumdaki
yüksek yerini yani güneyin kuzeye göre üstünlüğünü gösterir.
Evin, otağın sol tarafını kadınlar kanadı ve sağ
tarafı erkekler kanadı olarak bölme, ailede erkeklerin üstünlüğünü belirtir, burada başköşe evin
sağ tarafında bulunur.
Toplanarak araki (arhi-rakı-arak; sütten yapılan içki) içen Altaylılar ikramın eski formunu
muhafaza etmişlerdir, törene göre ev sahibinin birinci kadehinden sonra, ikinci kadeh sağ taraftaki
misafire sunulur (Potapov, 1951, s.167).
Dünyanın dört bucağını tespit etmede güneyin baskın, üstün olması durumunda iki kalıbın
(doğu ve güney) birbirine etkisi oldu; bu 17.
yüzyıl Özbek Hanlığı saraylarında içecek içme
törenlerinde ortaya çıkar, burada sol tarafa önem
verildi.
Bunun sebebi, sol tarafta güç, kuvvet veren
doğu, güneşin doğduğu taraf bulunuyordu, ki
eski Türkler bu yöne saygı gösterirlerdi. Buna
rağmen, 17. yüzyıl Özbekleri sağ tarafın önemini vurgulayan net olmayan hatıralar muhafaza
etmişlerdir: “sağ tarafın kuralları hakkında sol
tarafa göre daha önce belirtmek gerekirdi, fakat
Özbeklerin âdetleri şu deyişe uygundur: “Kalp
sol tarafta bulunur”, bu sol tarafın sağ tarafa göre
üstünlüğünü vurgulamayı esas alır, demek ki, biz
gösterilen tarafın (sol taraf ) yerini tespit ederek
başlarız…” (Barthold, 1964, s. 393). Burada
84
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
batıyı “ölüm yönü” olarak kabul etmeye ilişkin
doğuya saygı gösterirler. Yani, önceki “kötü”, sol
taraf, soğuk, kuzey yönü doğu yönü sayesinde
saygı gördü.
Eski Türklerin doğuyu kutsal kabul etmesi,
Merkez Efendi hakkındaki Türk efsanesinde resmedilir. Efsanede Merkez Efendi Sultan I. Selime, kızını istetmek için aracılar gönderir (15121520 yılları). Onlara Sultan şöyle bir şart koşar:
“Eğer Merkez Efendi otlaktaki develerine altın
dolu denk yüklerse, kızımı ona veririm” (Gordlevski, 1960, s. 327). Merkez Efendi yer altındaki
çilehanesinin “doğu tarafından” develere toprak
dolu denkler yükler ve sultana gönderir. Yolda
toprak altına dönüşür. Türklerin doğuya yönelik
saygılı tutumları, belki de Mutlu Nehri’nin adlandırılmasında ortaya çıksa gerek (Türkçe-Rusça Sözlük, 1977, s.645), bu nehir doğuya akar
ve Karadeniz’e dökülür. Bu şekilde isimlendirme
prensibine Kazakistan’da da rastlanır. Örneğin,
“mutlu” doğu yönüne akan nehir Jaksı Kon olarak adlandırılır, aksi yöne kuzey yönüne akan nehir Jaman Kon olarak adlandırılır, ilk nehir ikincisine dökülür, buradan biz Kazakların doğuya
saygı gösterme geleneğini tespit edebiliriz.
Türkiye’deki Meriç (Trakya) Nehri (“meri”,
hürmetli, mertebeli) (Türk-Rus Sözlüğü, 1977,
s.617) bereketli güneye doğru akar, bunun için
de nehir bu isme sahip olmuştur, böylece bu
nehir “yanlış-ters” yöne kuzeye doğru akan nehirlerin de var olduğunu hatırlatır, misal olarak
Hayrabolu Nehri.
Böylece, Türk halklarının, özellikle, Azeri,
Kazak, Kırgız, Türk halklarının folklorik ve etnografik malzemeleri; arkeolojij (Altay, Hakas)
derlemelerde incelenen lingüistik (eski Türk,
Azeri, Kazak, Kırgız) malzemeler akarsuların
isimlerinin manasını anlamamıza imkân sağlıyor,
günümüzdeki akış yönleri doğu-batı veya kuzeygüney yönlerinde “ölüler âleminin” bulunduğu
yerle ilişkilidir. Bu değerlendirme Azeri, Kazak,
Kırgız, Kumık, Türk, Hakas toponimleri (hidronimleri) aracılığı ile bariz şekilde ispatlanır,
toponimlerdeki akarsu isimleri günümüze kadar
isimlerinde “ölüler âlemine” doğru akış yönlerini
muhafaza etmişlerdir (ters, dönmek, geriye).■
Kaynaklar:
1. Abramzon S.M. Kirgizı i ih etnogenetiçeskiye i
istoriçeskiye svyazi. Frunze,1990.
2. Altın Arıg. Hakasskiy geroiçeskiy epos. Moskova,
1988.
3. Azerbaycanskiye skazki. Baku, 1950.
4. Bartold V.V. Tseremonial pri dvore uzbekskih hanov v XVIII veke// Soçineniya, t.II, ç.1. Moskova, 1964.
5. Butanayev V.Y. Traditsionnaya kultura i bıt hakasov. Abakan,1996.
6. Drevnetürkskiy slovar. Leningrad, 1969.
7. Ensiklopediçeskiy slovar. Jenşinı v mifah i legendah. Taşkent, 1992.
8. Gordlevskiy V.A.Skazaniya i legendı // İzbr. soç.,
t.1. Moskova,1960.
9. Kononov A.N. Sposobı i terminı opredeleniya
stran u türkskih narodov// Türkologiçeskiy sbornik. 1974.
Moskva, 1978.
10. Lipskiy A. K voprosu ob ispolzovanii etnografii
dlya interpretatsii arheologiçeskih materialov// Sovetskaya
etnografiya,1966. N1.
11. Maynagaşev S.D. Otçet po poezdke k turetskim
plemenam Minusinskogo i Açinskogo uezdov Eniseyskoy
gubernii letom 1914 g.// İzv.Rus. Komiteta dlya izuçeniya
Sredney i Vostoçnoy Azii, ser.II, N3, Peterburg, 1914.
12. Mahmudov H.Musabayev G. Kazakşa-orısşa sözdik. Almatı, 1995.
13. Mifologiçeskiy slovar. Moskova 1965.
14. Molçanova O.T. Toponimiçeskiy slovar Gornogo
Altaya. Gornogo Altaya. Gorno-Altaysk,1979.
15. Murzayev E.M. Slovar narodnıh geografiçeskih
terminov. Moskova,1984.
16. Nesterov S.P. Kön v kulturah türkoyazıçnıh plemen Tsentralnoy Azii v epohu srednevekovya. Novosibirsk,
1990.
17. Potapov L.P. Drevniy obıçay, otrajayuşiy pervobıtnoobşinnıy bıt koçevnikov// türkologiçeskiy sbornik. I.
Moskova-Leningrad,1951.
18. Russko-azerbaycanskiy slovar, t.I.Baku,1984.
19. Russko-azerbaycanskiy slovar, t.III, Baku, 1983.
20. Sembin M.K. “Sever” v kazahskoy toponimike//
izv.NAN RK, ser. Filol., N1,1994.
21. Sembin M. Zapad/Sever v altayskoy toponimike// kultura koçevnikov na rubeje vekov (XIX-XX, XX-XXI
v.v): problemı geneza i transformatsii.Almatı, 1995.
22. Stebleva İ.V. K rekonstruktsii drevnetürkskoy religiozno-mifologiçeskoy sistemı// Türkologiçeskiy sbornik.
1971, Moskva,1971.
23. Tursunov E.D. Genezis kazahskoy bıtovoy skazki
v aspekte s pervobıtnım folklorom. Alma-Ata, 1973.
24. Türkçe-Rusça sözlük. Moskova, 1977.
25. Yudahin K.K.Kirgizsko-russkiy slovar. Moskova,
1965.
26. Valihanov Ç.Ç. Sledı şamanstva u kirgizov// Sobr.
soç. v 5 tomah, t.1, Alma-Ata, 1061.
27. Valihanov Ç.Ç. Neskolko marşrutov Potanina
(Dorogi çerez Golodnuyu step)// Sobr.soç. v 5 tomah, t.III
Alma-Ata,1964.
85
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
“GAM-ZEDEYİM DEVA
BULMAM”
Seyre daldım da şehrin ağarmış yüzü
Bir inilti gibi girdi yüreğime
Öyle kasnak bir uğultu sardı etrafımı
Bana suskunluk kadar acı veren
Sol yanımda bir kıyamet peşrevi
Bir uşşak melodi tarzında
Aniden seyirdi gözüm.
İki gözüm; bir yakadan diğer yakaya
Zorlayacak hangi kuvvet kalmıştır
Zaten ışkın bir yalnızlık olarak
Göğsümüze sokulan bıçaklar
Kanırtabilir mi diyecektim
İçimizdeki merhameti.
Niye yıldız kümesi içinde
Benim yıldızım olmasın
Benim yüreğim sevdalı başım.
Bir yanlışlık var sanki
Yaşadığım bu çağda
Bilemiyorum.
NURETTİN DURMAN
86
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Edebiyatın şehirleri
MEHMET KURTOĞLU
Ş
ehirlerin bir fiziki görüntüleri, bir de
zihinlerde bıraktığı izdüşümler vardır.
Fiziki görüntülerinin güzelliği mimaride kendini gösterir. Bir şehrin mimarisi ne kadar
güçlü ise fiziki görüntüsü o denli güzeldir, etkileyicidir. Eskiler, bunu “abad olan şehirler süsünden belli olur” diye ifade etmişlerdir. Mimari güzelliğiyle öne çıkan Roma şehirlerini buna örnek
gösterebiliriz. Kadim Roma şehirleri, taşa verdiği
ruh ile âdeta görsel/fiziki anlamda insanı büyülemiştir. Mimarinin insanlar üzerinde böylesine
bir etkisi yanında edebiyatın zihinlerde oluşturduğu müstesna şehirler vardır. Daha açık ifadeyle
edebiyatın tasavvurumuzda oluşturduğu şehirler
vardır ve bu şehirler edebiyatın şehirleridir. Kitaplardaki bu şehirler ile hakikatteki şehirler birebir örtüşür mü bilinmez ama okuyucuda çoğu
zaman merak uyandırdığını söyleyebiliriz.
Şiirlere konu olmuş, şiirselleşmiş şehirleri bir
yana bırakırsak, güzelliğiyle sanatçıları büyülemiş, şiir, roman, hikâye, hatıralara konu olmuş
öylesine güzel şehirler vardır ki, fiziki olanı mı
daha güzel yoksa kitabi olanı mı diye kendi kendimize sormadan edemeyiz. Yine edebiyatın öyle
şehirler vardır ki, sinema mekânı yönüyle hafızalara kazınmıştır. Örneğin Paris, Roma, Petersburg, Prag, İstanbul, Kahire gibi şehirler, yalnızca mimari güzellikleriyle değil, edebiyata konu
olmalarıyla zihinlerdedir.
Edebiyatın şehirleri şiir ve roman başta ol-
mak üzere deneme, hatıra, öykü, oyun vs. türde daha çok kendini gösterir. Her sanatçının bir
İstanbul’u, bir Paris’i, bir Venedik’i vardır. Her
sanatçıda bir başka şekle, bir başka ruha bürünür
şehir. Şehri şekillendiren mimari aynı kalır ama
edebiyatın şehri başka başkadır. Örneğin Peyami Safa’nın İstanbul’u tıpkı onun ruhu gibi ikiye
bölünmüş bir yanı Fatih öbür yanı Harbiye olmuştur. Tanpınar’ın Beş Şehir ve romanlarındaki
İstanbul’u hiç kimsenin göremediği güzellikleri
fısıldar. Beş Şehir’in ‘baş şehri’ İstanbul’dur. Tanpınar bu kitabında İstanbul’u âdeta yeniden inşa
eder. İdrakimizde yepyeni bir İstanbul yaratır.
Paris başta olmak üzere İzmir, Ankara ve
İstanbul’da yaşamış olan Attila İlhan’ın şiirlerini bir yana bırakırsak, romanlarındaki en güçlü dekor İstanbul’dur. Sekiz yıl kaldığı Ankara
için “herhalde Ankara bir müsamere dekoruydu
ve ben bu kente yanlışlıkla gelmiştim” demiş
ve eserlerinde en çok İstanbul’u tasvir etmiştir.
Onun eserlerinde İstanbul bohem yanıyla öne çıkar. Yağmurlu havasıyla hüzünlü şiirsel bir kente
dönüşür. Tanpınar’ın eserlerindeki İstanbul kültür ve medeniyet perspektifiyle, Attila İlhan’ın
İstanbul’u ise bohemliğiyle öne çıkar. Örneğin
mekân olarak Kapalı Çarşı, Attila İlhan’da bir
imparatorluk eseri olarak değil, içki içilen bir
meyhane ve durup soluklanan bir kahvehane
olarak zikredilir. Kahve, taksim civarı, Beyoğlu
vs. en önemli mekânlardır. Ve onun eserlerin-
87
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
de bir dekor olarak öne çıkarlar. Bohemliğine
rağmen Attila İlhan’ın İstanbul’u sevilir. Zaten
onun zihinlerde yaratmak istediği İstanbul da bu
değil midir?
İsmini yine bir şehirden alan Mithat Cemal
Kuntay’ın Üç İstanbul’u insan ve şehrin/ülkenin
kader birliği yaptığı siyasal bir romandır. İstanbul, imparatorluk başkentidir, iktidardır, bu yüzden siyasal çehresi daha bir belirginleşir. Roman
kahramanıyla İstanbul’un/Osmanlının yükseliş
ve çöküşü birlikte anlatılır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarını konu edinen ve ismini bizzat bir
şehirden alan Yakup Kadri’nin Ankara romanı da
aynı şekilde siyasal bir şehir romanıdır. Mithat
Cemal’in Üç İstanbul’unda üç devrin anlatıldığı
gibi, Yakup Kadri’nin Ankara romanında da üç
dönem anlatılır. Henüz o sıralarda bir kasaba görünümünde olan Ankara, Millî Mücadele etrafında anlatılır; tekdüze, sıkıcı ve yoksuldur. Sonra başkent oluşu, iktidarın getirdiği siyasal güç ve
zenginlik etrafında değişen bir şehrin hikâyesidir
aynı zamanda. Millî mücadele sonrası doğan
yeni sınıfın Ankara’da idealizminin kaybedişinin ardından Yakup Kadri, Mustafa Kemal’in
Onuncu Yıl Nutku ile yeniden idealize olur ve
ütopik bir Ankara hayali çizer. Ve Ankara’nın
Anadolu’nun diğer şehirlerine verdiği ilham…
Ankara, romanı adıyla bir şehir ama içeriğiyle bir
ideolojik romandır. Ankara, ideolojik bağlam dışında insana ilham vermeyen sıradan bir şehirdir.
Tanpınar’ın, Beş Şehir’de çok az yer vermesi, bu
şehrin ona verebileceği bir ilhamı olmamasından dolayıdır. O da Yakup Kadri gibi Ankara’yı
ideolojik olarak anlatmış ve sırf bu yüzden “Ankara bana çoğu zaman muharip görünmüştür”
diyerek adeta Millî Mücadele olmazsa Ankara
da olmazdı demeye getirmiştir sözü. Gerçekten
de edebiyatın şehri olarak Ankara, yalnızca Millî
mücadele ile vardır…
Yakup Kadri’nin Ankara romanın başkahramanı Selma Hanım, İstanbul’dan Ankara’ya
gelmiş, Batılı bir tiptir. Aslında Selma Hanım’ın
İstanbullu oluşu bir simgedir. İmparatorluğun
başkentinden Cumhuriyetin başkentine gelen
bu kadının şahsında Yakup Kadri, başkentin
Ankara’ya taşınmasını ima eder. İstanbullu Selma aristokrattır, Ankara ise köylüdür o dönemde. Selma’nın Ankara ile karşılaşmasının anla-
tıldığı ilk satırlarda bunu daha açık bir şekilde
görmek mümkündür. “Bulaşık suları ile yağlanmış bir oluk, sokak kapısı altından dışarıya uzanıyor. Onun biraz ötesinde, tahtadan bir nöbetçi
kulübesini andıran, abdesthanenin kötü kokusu
dağılıyor ve bir ipte sıra sıra çocuk bezleri sarkıyordu. İşte, bunların altında bir adam bir kadını
dövüyordu.”[1] Ankara, konu olduğu kitapların
birçoğunda ideolojik olarak vardır. Şehir insana
ilham vermez, çünkü ruhaniyeti yoktur. Edebiyata mal olmuş Ankara’nın varlığını ancak Cumhuriyetle birlikte hissederiz. Selma Hanım’ın ev
sahibi Ömer Efendi, Cumhuriyet zengini bir
kişidir ama bu zenginlik onun sınıf atlamasına
imkân vermemektedir. Çünkü ne bu anlamda
bir bilgi birikimi ne de bir kaygıları vardır. Zira
Anadolu’nun ölçüsüne göre bir değişim yaşamaları gösteriş veya reklam olarak algılanması korkusunu taşırlar. Bu düşünce bile Ankara’nın şehir
olmaktan daha çok köylülüğüne işarettir. Ankara romanı toplum mühendisliğinin uygulandığı
bir şehrin hikâyesidir. Hakikatin Ankara’sından
cumhuriyet hayalinin gerçekleşeceği Ankara’ya
ulaşılmak istenir…
Tabi bir de kurgunun yarattığı şehirler vardır. Bunlar asla var olmamış ama sanatçının bir
tasavvuru olarak edebiyata mal olmuş şehirlerdir.
Örneğin Thomas More’un Ütopya adlı kitabı
böyle bir eserdir. Peyami Safa’nın Yalnızız romanı da aynı şekilde hayali şehirler içerir. İstanbul
Yeşilköy’de bir köşkte geçen romanda, hayalî bir
dünya /ülke/şehir kuran Peyami Safa, Simeranya ile edebiyata hayali bir şehir armağan eder.
Romanda “o bir memleket, Simeranya, dünyada olmayan bir yer. Benim icadım. Sıkıldım mı
kendimi oraya atarım. Simeranya’da yalan yoktur. İnsanlar gölgelerdir. Konuşmadan anlaşırlar.
Birbirlerinden hiçbir şey saklamazlar.” Peyami
Safa’nın Yalnızız’da yarattığı bu ülke/şehir bazılarınca mistik bir dünya olarak tanımlanmıştır. Ama roman boyunca okuyucu Simeranya’yı
merak eder. Kahramanın kendisiyle birlikte bu
ülke/şehirde yaşamak ister. Edebiyatın bu şehri
(Simeranya) insanı öylesine sarar ki, okuyucu
onun bir hayal şehri olması unutur, bir hakikat
şehriymiş hissine kapılır.
Edebiyatın Şehirleri arasında bir anı kitabı
1. Yakup Kadri, Ankara, sh.12
88
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
olarak Orhan Pamuk’un İstanbul kitabı üzerinde
durulmaya değerdir. Pamuk’un romanları dışında yaşanmışlıktan yola çıkarak İstanbul’u anlattığı bu kitabında; İstanbul, yazarın ve seyyahların
verdiği bilgiler ışığında geçmiş ile bugünü anlatır.
Yazarın yaşanmışlıklarıyla okudukları iç içe girerek bambaşka bir İstanbul yaratılır. Okuyucunun
daha önce görmüş veya yaşamış olduğu İstanbul
tasvirinin yerini yepyeni bir şehir izdüşümü
alır. Yine bir klasik seyahat kitabı olarak Evliya
Çelebi’nin Seyahatnamesi, Osmanlı dönemi İstanbul’unu günlük yaşamı, efsanelerini eğlenceli
bir şekilde tasvir eder. Evliya, seyahatinde genişçe
yer verdiği iki şehirden biri olan İstanbul çıplaklığı ve sıcaklığıyla bizi büyüler. Aynı çıplaklık ve
sıcaklığı Evliya’nın, Kahire ve Nil’i anlattığı bölümlerinde de görürüz.
Onun anlatımıyla şehrin kılcal damarlarına
kadar nüfuz ederiz. Edebiyatın şehirleri yalnızca Doğu’da İstanbul veya Mısır/Kahire değildir.
Edebiyata konu olmuş Bir Bağdat vardır Binbir
Gece Masallarıyla. Hâlen Batıyı büyüleyen bu
klasik eser, birçok Batılı sanatçıya ilham vermiş,
yeni edebiyat eserlerinin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Binbir Gece Masallarının Bağdat ile
hakikatteki Bağdat örtüşmez ama biz bu eserden
dolayı Bağdat’ı hep Binbir Gece masalları içinde düşleriz. Edebiyatın şehirleri dediğimiz olgu,
zihinlerde yarattığı işte bu tasavvurdur. Yine günümüz yazarlarından Âmin Maalof ’un romanlarında âdeta bir şehirler geçidi yaşarız. Örneğin
Afrikalı Leo romanında Hassan Vezzan ile birlikte Afrika’dan İstanbul’a maceralı bir yolculuk
yapar, birçok şehirlerden geçeriz. Leo’nun, maceralı yolculuğunda yaşadıklarına şahit oluruz.
Kurtuba’nın yıkılışına tanıklık eder, Doğu’nun
Limanları’ndan İstanbul’dan Beyrut’a, oradan
Paris’e geçeriz. Maalof ’un romanları hep seyahat
hâlinde tutar insanı.
Her sanatçının bir şehri vardır ve o şehirden yola çıkarak yazar diğer şehirleri. İnsansız
mekân, mekânsız insanın bir anlamı ve değeri yoktur. Mekânlar insanlarıyla şeref bulurlar.
Bu yüzden her şehrin bir yazarı, her yazarın bir
şehri vardır. Yazar veya sanatçılar şehirlerinden
yola çıkarak yeni şehirler inşa ederler. Örneğin
İtalo Calvino’nun Görünmez Kentler’de anlattıkları gibi, bir taştan bir şehre, bir şehirden bir
ülkeye götürür insanı. Aslında edebiyatta anlatılan şehirler bir bütünlük oluşturmazlar. Çünkü
her sanatçı belli bir perspektifle şehre bakar ve
o bakış açısıyla şehri değerlendirir. Dolayısıyla
sanatçının bize anlattığı şehir, onun gördüğü,
hissettiği, duygulandığı şehirdir. Bu yüzden edebiyatın şehriyle hakikatin şehri birebir örtüşmez.
Birebir örtüştüğü zaman, o bir sanat eseri olmaktan çok bir fotoğraf karesi yahut bir görüntüyü
yansıtma olabilir ancak. Sanatçı zihin ve duygu
dünyasındaki şehri anlatır bize. Kimi sanatçının
İstanbul’un camilerine, tarihî mekânlarına takılır, kimi de Beyoğlu’nun bohem sokaklarına,
güzel kadınlarına… Bu yüzden şehirler edebiyatla daha bir anlam kazanırlar. Mekânın ruhu
sanatçının duyarlılığıyla şekillenir. Çünkü edebiyat bizim şehre bakışımızı etkileyen bir telkindir.
Örneğin Paris denilince hafızamızda bohem bir
şehir algısı oluşması başka nasıl tanımlanabilir?
Bu bağlamda Batı edebiyatının da birçok şehirleri vardır. Özellikle Türk aydının rüyalarını
süsleyen Paris, sinemanın vazgeçilmez mekânı
Roma ve Venedik, Petersburg, Prag gibi diğer şehirler… Örneğin edebiyatın baş şehri Paris’tir ve
biz yazar ve sanatçıların gözüyle tanırız bu şehri.
Bu anlamda İtalo Calvino, “Balzac, romanı şehre
dönüştürmüştür” diye yazar. Hatta onun tanımıyla Balzac’ı heyecanlandıran, Paris’in tomografik şiiri olup, bunu öncelikle dil olarak, ideoloji olarak, her türlü düşünce, söz ve hareketin
belirleyicisi olarak -orada yollar fizyonomileriyle
karşısında savunmasız kaldığımız bazı fikirleri
yayar- şehre ilişkin kavrayışına göre yazacaktır.
Dev bir kabukluyu andıran (içinde yaşayanlar,
hareket etmesini sağlayan birer uzuvdan ibarettir) canavarımsı şehri. Balzac zaten yıllardır gazetelerde şehir yaşamına ilişkin taslaklar, tipik
kişi portreleri yayımlıyordu. Şimdi bu malzemeyi düzenlemeyi, bir Paris ansiklopedisi kurmayı
hedefler.[2] Balzac, Paris şehrini tükenmez gizler kaynağı olarak gösterir. Bizim için en çekici
yanı da merakımızı her zaman uyanık tutmasıdır.[3] Calvino’ya göre Balzac, romanlarıyla Paris’i
anlatmıştır. Bir Paris algısı yaratmıştır. Cemil
Meriç’in Balzac hayranlığı aynı zamanda Paris
2. İtalo Calvino, Klasikleri Niçin Okumalı, s. 157, YKY.
İstanbul, 2007.
3. ----------------- , age.s.159.
89
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
hayranlığıdır. Balzac’ın eserlerinden Paris’i tanıyan her kimse bu şehre karşı ilgisiz/duyarsız kalamaz. Ve biz Paris’i Balzac’ın ihtişam ve sefalet’in
tanırız. Birçok eserinde olduğu gibi Paris bu iki
kavram(ihtişam ve sefalet) arasında bir yerde durur.
Sonra Hugo’nun eserlerine bakınız. Sefiller
devrim sırasındaki Paris’in romanıdır. Ve Paris
sefil insanların mekânıdır. Paris’in en büyük katedralinin adı olan Notre Dame, şehrin sırtında
bir kambur olarak öne çıkar. Hugo, bu kilisenin
çevresinde Paris’i aşkı, dini ve kiliseyi bambaşka
boyutuyla anlatır. Hugo’nun Paris’i Baudleare’ın
frengili Paris’ine benzemez. Çünkü Hugo’nun
Paris’i savaşırken, Baudleare’in Paris’i sevişir. Bir
başka eser İki Şehrin Hikâyesi’nde Charles Dickens, Paris ve Londra’yı anlatılır. Bu iki şehrin
hikâyesi aynı zamanda Fransız Devrimi’ni yaşayan ve etkilenen iki şehrin halkların hikâyesidir.
Dickens burada bir şehirden diğerini bir yol bulur,
bir bağ kurar. Yine bir başka romanı Ortak Dostumuz’daki Londra ile ilgili satırlar, Calvino’nun
tanımıyla şehir görünümleri antolojisine girmeyi
hak eden betimlemeler içerir. “Londra şehrinde
külrengi, tozlu, kuru bir akşam, umut vaat eden
bir görünüm değildir. Kapalı dükkânlar ve iş yerleri bir tür ölüm yayar ve ulusun renk fobisinde
bir yas havası vardır. Birçok evin çevrelediği, üzerine iniyormuş gibi görünen gök gibi koyu ve donuk kiliselerin kuleleri ve çan kuleleri, her yerde
hükmeden kasveti azaltmaz; bir kilise duvarındaki bir güneş saatinin, yararsız kara gölgesi içinde,
iflas edip ödemelerini sonsuza dek durdurmuş
gibi bir havası vardır; kâhyaların ve hamalların
mahzun başıboş çocukları, ortalıktaki mahzun
kâğıt parçalarını ve iğneleri oluklara süpürürler;
daha da mahzun sokak çocukları eğilip bunları
didikler, kurcalar, satabilecekleri herhangi bir şey
bulabilmeyi umarlar.”[4] Bu satırlarda anlatılan
Londra, bizim üzerinde güneş batmamış imparatorluk olan İngiltere’nin başkenti Londra’ya
benzemez. Dickens, burada tasavvurunda yarattığı Londra’yı, daha doğrusu yaşadığı dönemdeki
Londra’nın kendisine ilham ettiği görüntüyü tasvir eder. Böylece biz, Dickens’ın yani edebiyatın
şehirlerini görmüş oluruz. Hakikatin şehirleri ile
edebiyatın şehirleri arasında ince bir çizgi vardır.
Hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğunu
ancak iyi bir okuyucu hissedebilir.
Şehirler, güzelliklerini yalnızca fiziki görünümlerinden değil, bu görünenin ötesindeki
edebiyattan alıyorlar. Paris’in mimarisi en ideal en güzel şekilde inşa edilmiştir. Ama Paris’e,
İstanbul’a, Venedik’e, Kahire’ye ruh veren daha
çok edebî eserlerdir. Bu şehirlere gidip gelmesek,
yaşamasak da edebiyat aracılığıyla gönlümüzde, zihnimizde yer edinmişlerdir. Zira herkesin
görmeden bildiği, tanıdığı, algıladığı bir Paris’i,
bir Roma’sı, bir Venedik bir İstanbul’u vardır.
Bunlar bizim içimizde yaşattığımız şehirlerdir.
Bu şehirler edebiyatın şehirleridir. Bir bakarsınız
Balzac’ın herhangi bir romanında Paris’in güzel
bir sokağında güzel bir hatunla ilerliyorsunuz,
bir bakarsınız Necip Mahfuz’un bir roman veya
hikâyesinde Kahire’nin bir izbe kahvesinde nargile içiyorsunuz.
Şehirler yazar ve sanatçılarıyla büyür ve sevilirler. Hatta şehirlerinin en kötü taraflarını dahi
kaleme alan sanatçılar, kurguladıkları eserleriyle
yeni farklı bir şehir inşa eder ve ilgi uyandırırlar. Zira edebiyat vasat olandan değil, aykırı ve
farklı olandan beslendiğinden, sanatçılar daha
çok şehrin o bu taraflarını görüp tasvir ederler.
Dostoyevski’nin şehirlerine bakınız, sefil, hasta,
sarhoş, katil, cani insanların arasında ve varoşlarda gezinir durur. Ama onun anlattığı mekânları
ve insanları severiz. Petersburg, Dostoyevski’nin
kalemiyle güzelleşmiştir, Paris Balzac’ın…
Eğer sanatçı ve yazarlarımız bir Paris rüyası
görüyorsa, bu Paris’in güzelliğinden daha çok,
edebiyatın ilham ettiği tasavvurdan dolayıdır. Bir Amerikan rüyası görenler, sinemadan
aldıkları ilhamdan dolayıdır. Aslında bütün
bunlar, şehrin kendisinde olandan daha çok,
edebiyatın size hissettirdiği duygulardır. Yukarıda belirttiğimiz gibi edebiyatın şehirleri ile
hakikatin şehirlerini karıştırmamak gerekir.
Eğer edebiyatın tanımladığı bir şehirle karşılaşırsanız hayranlıktan sarsılacağınız gibi, hayal
kırıklığı da yaşayabilirsiniz. Zira edebiyatın
şehirleri hakikatten ilham alan hayal şehirlerdir… ■
4. İtalo Calvino, age.s.166
90
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Selimiye'de yatsı
MAHİR ADIBEŞ
E
dirne’ye 21Mayıs 2013 Salı günü ikindi ile akşam arasında geldim. Baharın
bütün özellikleri çevreden şehre dalga
dalga akıyordu. Ama hava sıcaktı. Kırkikindiler
sayesinde mevsimin güzelliği yaza doğru uzamış,
otlar henüz sararıp solmamıştı. Ekinler başağa
dönüşmüş, her taraf yemyeşil ve çiçekler canlıydı.
Edirne ile birlikte akla gül ve lâle gelir; gülü bahçelerde görmek mümkün lakin lâleye (mevsimden
dolayı sanırım) rastlamadık…
Güneyden kuzeye hafif bir yel esiyordu…
İstanbul yolunda, şehir merkezine iki/iki buçuk
kilometre uzaklıktaki otelde eşyalarımı bırakıp
çıkayım derken uyumuşum, dışarı çıktığımda
akşam yaklaşmıştı. O sırada hava durgun, çevre
sessiz ve sakindi. Yol boyu şehir merkezine doğru
yürüdüm…
Gelirken arabada gördüğüm Selimiye Camisinin minareleri söylendiği gibi iki değil üç görünüyordu. Sonradan öğrendim, batı tarafındaki
minarelerden biri yıkılmış, tekrar yapılırken biraz
eğri yapılınca da tam olarak diğerinin arkasında
değil, üçüncü şerefeden sonra biraz kenara çıkıntılık yapacak şekilde duruyordu. Mevcut yolu camiye kadar yürümeye karar verdim. “Şehir böyle
tanınır.” diye düşündüm. Geniş kaldırımda çok az
gelip geçen oluyordu. Yaşlı bir adamla selamlaştık;
üniversite öğrencileri bana aldırmadan geçip gitti.
Edirne caddelerinde/sokaklarında yürürken
insan kendisini güvende hissediyor. Bende çok
mütevazı bir şehir intibaı bıraktı. Hele geleneklerin yaşatılması konusunda ummadığım görüntülerle karşılaştım. Kahvehanenin camına, “Kıraat
Hane” yazması, satış yerlerine, “bakkal, manifatura, lokanta, berber” yazılarını doğrusu unutmaya
başlamıştık. Gürültüsüz, sade, serin bir akşamüzeri kaldırımlardan merkeze doğru ilerledim. Bu
şehirde doğup-büyümüş kadar hür ve rahattım…
Yolların kesiştiği yere yaklaşıp sağa dönünce,
Selimiye Camii bütün ihtişamıyla karşıma çıktı. Tarihi fakat tarifi zor bir bakış!... Aslında, kibar estetik görüntüsüyle Edirne’nin her yerinden
görünen bu cami bütün nezaketiyle gökyüzüne
doğru yükseliyordu. O, hâkim tepeye bir kartal
gibi konmuş, bakışlarını gezdiriyor kızıl elmanın
sonsuzluğundaki ufuklarda… Kim eğilmez ki bu
haşmetli bakışın karşısında? Yaşayan tarih hükmediyor üzerimize.
Turan!... Dünyada sınırlarını çizemediğimiz
yurt, merkezi ya Selimiye olmalı ya da
Süleymaniye, diyorum, küçük dilimi yuttum bu
ihtişam karşısında. O şaheser kubbe aslında kibar
bir duruş sergiliyor, kalem gibi üç şerefeli minareler yukarı doğru uzarken, zamanı unutuyor insan.
Bunu görüp de kıskanmasın İstanbul… Mimar
Sinan atanın, “ustalık eserim” sözünü şimdi daha
iyi anlıyorum. Kaba denilecek tek bir taş, yakışmamış, gereksiz denecek tek bir nakış konulma-
91
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
mış. Edirne’deki bütün tarih ve tabiat zenginlikler
ortasında yalnız Selimiye’yi görmem herkes gibi
benim de kusurum sayılabilir. Ölçü olarak Selimiye alındığından bence diğer eserlerin hiçbir şansı
yoktur…
Türkler, beğendikleri dudaklara, gözlere “mühür gibi” derler ya, işte Selimiye burada mühür
gibi duruyor diyorum…
Bakışlarımı gördüklerimden alamıyorum, şaşkınlığım yüzümden okunuyor olmalı…
“Selimiye’yi gezmek için sahibinden izin almak
gerekir!...” diye aklımdan geçti. Öyle paldır küldür dalmamak gerek içeriye. Durdum düşündüm,
Koca Mimar karşımda dikilmiş bana bakıyordu!
“Selamünaleyküm” diyerek selamımı verdim.
Akşamın ışıkları çoktan yanmış, o mühür gözlü
Selimiye bana gülümsüyordu. Gecenin ışıkları,
her minarede her kubbede ayrı ayrı parlıyor, bu
durum bir başka güzeldi. Başka hiçbir ses duymuyorum bu manzara karşısında, bir fısıltı geliyor
kulağıma.
Ressam, kara zeminli bir tuvali siyahın tonlarıyla boyamış; bir ses, bir kıpırtı yok! Ben Selimiye’yi
dinliyorum bu yatsı vaktinde.
Beni çağırıyor…
Lozan görüşmeleri sırasında Venizelos, Lord
Curzon’dan Edirne’nin Yunanistan’a verilmesini
istemiş. “Verelim, fakat Selimiye’yi ne yapacağız?
Yıksak bize barbar derler, Selimiye ve Edirne’yi
size versek zalim derler. Söyle, zalim mi olalım,
barbar mı?” der.
Selimiye Camisi ile karşı karşıya geldiğimde
akşam ezanı okunup minarelerin ışıkları yanalı
epeyim olmuştu. Bu görüntü ona çok yakışıyordu. Onun ihtişamı karşısında her şey suskun, sessiz duruyordu. Parkta dikilip hayran hayran seyrettim…
Hava serin, ince bir yel esiyor, gece şarkılarını
mırıldanıyordu…
Giriş kapısını ararken de zaman kaybettim.
Güney tarafındaki Selimiye Arastası[1] kapalı olduğundan geçit vermedi. Caminin görünüşü ışıklar
altında bir başka güzeldi. Etrafını dolaşırken kuzey tarafına geçtim. O yanı da kale duvarı gibi
bir duvarla çevriliydi. Küçük bir giriş yeri bulup
sekiz on basamaktan bahçeye çıktım. Yalnız burasının ana giriş olamayacağını düşündüm, böyle
haşmetli bir camiye alçak, dar bir giriş yakışmazdı. Bahçe karanlık, uzaklardan bahçedeki çınarlar
arasında sızan sokak lambalarının cılız ışıklarıyla
gideceğimiz yönü, çınarlar arasında, tayin etmeye
çalışıyordum. İleride tek tük hareket eden karartıları görünce girişin orada olduğunu düşündüm.
Tabiî ki böyle bir caminin girişi de kendine lâyık
olmalıydı.
Bahçe, çınar ağaçlarının gölgesinde, karanlık
ve tenha olmasına rağmen iç avlu ışıklı ve canlıydı.
Akşam namazını geçirmemek için önce müezzin
mahfilinin önünde namazımı kıldım. Caminin
her tarafını gezmeye başladım.
Heyecanlıydım, kalbim hızlı vuruyordu, içim
sevinç doluydu…
Selimiye Camii, Sinan’ın doksan yaşında
yaptığı ve “ustalık eserim” dediği, gerek Mimar
Sinan’ın gerek Osmanlı mimarisinin en önemli
eserlerinden biridir. Selimiye, medeniyetimizin,
mimarimizin, estetiğimizin gözbebeği; daha iyisi,
daha güzeli, daha vezinlisi yok!...
Tepe üzerinde bulunan Selimiye bütün şehre
hâkim ve rahat bir yerde kurulmuş. Daha önceki
hiçbir camide ya da antik çağ mabedinde görülmemiş bir teknik kullanılmış. Öncekilerde, asıl
kubbe kademeli yarım kubbelerin üzerinde yükselmesine rağmen, Selimiye Camii kırk üç metre
yirmi beş santim (43,25 metre) yüksekliğinde,
otuz bir metre yirmi beş santim (31,25 metre)
çapında, tek bir lebi ile örtülmüştür. Kubbe sekiz
sütuna dayanan bir kasnak üzerine oturtulmuştur.
1. Arasta: Çarşılarda aynı ürünü satan dükkânların
bulunduğu bölüme verilen ad.
92
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Bu sütunların yerden tavana kadar uzantısında bir
estetik görülür. Yer pabuçlarına taşların demir bağlantılarının kurşunla sabitleştirilmiş olması dikkat
çekicidir. Kasnak, filayaklarına altı metre genişliğinde kemerlerle bağlıdır. Sinan, bu şekilde örttüğü iç mekâna verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte
mekânın bir kerede kolayca anlaşılmasını sağlar.
Kubbe aynı zamanda caminin dış görünüşünün ana hatlarını da belirlemiş. Kubbe desenleri
ve hat yazıları görüntüyü estetik ve çekici hâle getirmektedir. Cami içi pencerelerinin uyumu, süsleme ve hat işçiliğinin başarısı kubbeyi olduğundan çok daha görkemli gösterebiliyor.
Caminin mihrabının bulunduğu bölümdeki
çini seçimi ve desenleri insanı büyülüyor. Eserin içi
İznik çinileriyle süslü, diyeceğim ama bu anlatmaya yetmez. Bu çiniler dünyanın en güzel çinileriydi
demek daha doğru olur. Bir kısmı Osmanlı-Rus
savaşları sırasında sökülerek Moskova’ya götürülmüş. Hat sanatı âdeta çini desenleriyle bütünleşip
seyredeni büyüleyip içine doğru çekiyor. Mihrabı
sarıp kuşatan çiniler merkeze doğru yaklaştıkça
karşısında duranı kuşatıp bir kapıya doğru götürüyor. Mihrap sevgiliye açılan bir yol gibi uzanıyor
gül bahçesine…
Minber, sanki bütün bir mermer taştan hece
hece işlenerek yapılmış. Ustanın bütün hayali
üzerine çizilmiş. Her oymada her desende ölçü ve
mana var. Kaya ustanın ellerinde şekillenip yerine konulmuş, yüz yıllar geçmiş üzerinden, zaman
eriyip gitmiş ama taş dayanmış… Hani derler ya,
“Dili olsa da konuşsa,” Selimiye Camisi’ndeki
minberin ne çok hikâyesi vardır kim bilir?!
Büyük kubbenin tam altındaki müezzin mahfili, on iki mermer sütunlu ve iki metre yüksekliktedir. Etrafı çok ince çiçek desenleriyle süslenmiştir. Kullanılan boyalardan olsa gerek, renkler o
günden bu güne solmadan zamanı bize kadar taşımış. Altındaki küçük fıskiye yapılışından bu yana
suyu yavaş yavaş akıtmaktaymış. Caminin müezzin mahfilinin mermer ayaklarından sol köşedekinin alt kısmında ters bir lâle motifi var. Rivayete göre, caminin yapılacağı arsa üzerinde bir lâle
bahçesi bulunmaktaymış. Bu arsanın sahibi, başlarda arsasının satılmasını istememiş. En sonunda,
Mimar Sinan›dan camide bir lâle motifi olmasını isteyerek arsasını satmış. Mimar Sinan da lâle
motifini ters olarak yapmış. Lâle motifi bu arsada
bir lâle bahçesi olduğunu, ters olması ise sahibinin
tersliğini temsil etmekteymiş. Bu motif Edirne’nin
bir lâle şehri olduğunu göstermeye yeter. Lâlenin
mührümüzü taşıdığının başka bir şahidi…
Caminin dört köşesinde her biri üç şerefeli
dört minare vardır. Minarelerin alem dâhil yükseklikleri seksen beş (85) metre olduğu söylenir.
Cümle kapısının iki yakınındaki minarelerin şerefelerine üç ayrı yoldan çıkılır. Diğer iki minare tek
merdivenlidir. Öndeki iki minarenin taş oymaları
çukur, ortadaki minarelerin oymaları ise kabartmalı. Minarelerin kubbeye yakın olması, camiyi
göğe doğru uzanıyormuş gibi görülmesine sebep
olmaktadır.
Yapının, kuzeye, güneye ve avluya açılan üç kapısı vardır. İç avlu, revaklar ve kubbelerle süslüdür.
Avlunun görüntüsü bile insana hayranlık verecek
bir şaheser.
Avlunun ortasında mermerden bir şadırvan yer
alıyor. Şadırvan ince bir oyma işçiliğiyle doğrusunu söylemek gerekirse taş işçiliği, insanlığa örnek
olacak ince düşüncelerle donatılmış. Günümüzde
yapılan hiçbir şadırvanda olmayan düşüncenin
estetiğini Koca Sinan buraya yerleştirmiştir. Burada her şey, abdest almak için oturaklara kadar
mermerden... Suyun musluktan aktığı yerde,
üzerine sıçramasın diye görüntüye güzellik katan, mermerde oyma, küçük bir çukur yapılmış.
Ne kadar özene bezene kibar işlenmiş. Ayrıca bu
çukurda biriken suyu kuşlar içiyorlar. Şadırvanın
camiye bakan tarafında ayrıca kuşların içmesi için
her zaman içinde su bulunan kurun (kürün, yalak) bile yapılmış. Anlaşılan şu ki, cami yapılırken
sadece insanların abdest alması için, mermerden
oyularak, şadırvan yapılmamış. Estetik görünüm
ve kuşların su içmesi gibi diğer faydalar bile düşünülmüş.
Dış avluda ise sibyan mektebi, darül kurra,
darül hadis, medrese ve imaret bulunmaktadır.
Sibyan mektebi günümüzde çocuk kütüphanesi,
medrese ise müze olarak kullanılmaktadır.
Yatsı namazına kadar cadde kısmandan caminin dış görünüşünü görmek için çıktım. Bahçe
tarafından uzun uzun seyrettim. Cami karşımda canlı gibi duruyordu. Bu arada başka yerlerden görmek için gelenler de vardı. İlk bakışta
Anadolu’dan geldiği belli olan iki kadın aceleyle
93
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Arastanın kuzey kapısı tarafında girişi arıyorlardı.
“Gardaş, gardaş…” diye seslendi. Geriye döndüm.
“Caminin girişi nerede? Arkadaşlar gezmiş, biz
görmeden gitmeyelim.” dedi. “Acele etme teyze,
buraya gelen Selimiye Camisi’ni görmeden gitmez. Yoksa buraya neden geldiniz? Onlar da sizi
almadan gidemez. İçini ferah tut. Ben de o tarafa
gidiyorum, beraber gidelim.” dedim. Cadde ıssızdı, benden çekindiklerini fark ettim. Benim ilk girişte girdiğim, küçük kapıya gelince, “Burası mı?”
deyip oraya yöneldiler, burası benim ilk gelişte girdiğim kapıydı. “Orası da camiye gidiyor ama bahçe karanlık. Ana kapıdan girin isterseniz.” deyince
beni takip ettiler. “Siz nereden geliyorsunuz teyzeler?” diye sordum. “Ankara Haymana’dan,” dedi.
“Bende…” dedim, konuşkan olanı. “Hepimiz gardaşuk,” diye de ekledi. Caminin ana kapısından
içeri girerken, “Sakın acele etmeyin, arkadaşlarınız
da şimdi buraya gelir. Bakın bizim ecdadımızın
bize bir mektubudur bu eser, dersinizi nasıl alırsanız alın…” dedim. Kadınlar caminin karşısında
ellerini açmış, dua ediyorlardı. Benimle konuşan
kadın değil de diğeri başörtüsünün ucuyla gözlerinin yaşını siliyordu…
Kayserilinin, “Burayı yapan bizim hemşerimiz.” deyip sahiplenirken heyecanını görmek gerekirdi. Eşi ve oğlu onun kadar olmasa da onlar da
her tarafa hayran hayran bakıyorlardı.
Yatsı namazı yaklaşmıştı, her adımda yeni bir
tarihî vakaya şahitlik ediyorduk. Taşlar, ağaçtan
oymalı kapılar, kemerlerdeki süslemeler, hat yazıları, caminin girişindeki müezzin taşı bana çok şey
anlattı.
Selimiye Camisi’nin minarelerinden yatsı ezanı okunmaya başladı!
“Allahu ekber... Allahu ekber…”
Dışarıda hafif bir yel esti, ezan sesini alıp götürdü ötelere. Bütün varlıklar o an lal olmuş, bütün
varlıklar pürdikkat kesilmiş ezanı dinliyordu…
Caminin içinde oturanlar, ayakta sohbet
edenler, bir kenarda namaz kılanlar, fotoğraf çekenler, arka köşede kadınlardan dua edenler, gezinenler bir anda mihraba yöneldi. Bütün canlılar
Selimiye’nin minarelerinden yükselen sese kulak
verdi…
Müezzinin salâvata başlamasıyla herkes kıbleye yöneldi. İmam cübbesini giymiş arkadan yavaş
yavaş gelip yerini aldı. Selimiye herkese kollarını
açmıştı, herkesi bağrına basıyordu…
Üç sıra insan dizildi; yüzler Kâbe’ye döndü,
eller bağlanıp başlar yere eğildi, kıyama durdu
canlar…
Müezzin farz için kamet getirmeye başladı.
Ses dalga dalga caminin içinde yankılandı. Aman
Allah’ım!... Ne kadar duru ne kadar berrak ne kadar içten bir sedaydı… Caminin içindeki bütün
taşlar, mermerler, çiniler aynı sesi tekrarladı. Bütün ışıklar yanmış, âdeta milyonları içine sığdırmıştı.
Selimiye o yatsı namazında, Türk milletini
kubbesinin altına almış secdeye giderken gözümün önüne geldi. Kesinlikle Selimiye Camisi’nin
imamı namaz kılarken saflara bakmayıp kendisiyle
birlikte milletin kıyamda olduğunu düşünme coşkusuyla tekbirini alıp namaza duruyordu.
Bu kubbeler yerinde durdukça, mihraplarda
İslam bülbüllerinin sesi duyuldukça bu milletin
kim birliğine dirliğine halel getirebilir!...
Bir yanda Tunca, Meriç diğer yanda Tuna
Nehri türküsünü söylüyor…
Macar Ovası’ndan kükreyen Arap atların nal
sesleri geliyor. Gülbaba’nın selamını alıyoruz gelip
geçenden. Estergon Kalesi’nde akıncı beyinin yolunu bekleyen, sarı kız şarkısını söylüyor…
Ah, bizim kızıl elmamız ah…
Ey şahin bakışlı Selimiye, gözlerini dikmiş
nazlı Budin’e, Viyana’ya, Budapeşte’ye belki daha
öteye…
Bakışlarında hüzün vardı. Sedası bir hoş geliyor, kolları uzanmıştı Mevlâ’ya…
Bir yatsı vakti!...
Bir yatsı vakti, karşısına geçip, Selimiye’yi
seyrettim; gece karanlık, yıldızlar zayıf kalmıştı
yanında…■
94
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Nefs-i şehrin tezahür hakkı
Önce şehir sonra kitap: Erzurum
ERDOĞAN ERBAY*
Giriş
Kitabı takip bir
alışkanlık değil,
hayatın yegâne
gerekliliğidir.
Bu şehrin okuru
şunu iyi bilir
ki; alışkanlıklar
zamanla
değişebilir, ama
sorumluluklar
asla geciktirilmez.
Öncelikle kendisi
amel eder ki,
kendisinden
sonra gelenlerce
yalnızca bir
tavsiye sadedinde
kalmasın ister.
Şehirler mi yazılır? Şehirler mi yazdırır? Yazılmadan
kalsa mı daha iyi idi, acaba. Yani bir hikâye, bir masal, bir
efsane veya bir şiir gibi mesela… Nesilden nesile vasıfları zenginleşerek, kimliği belirginleşerek, hüviyeti şahsiyet
kazanarak nakledilen bir kıssa olarak mı kalsa idi… İğdiş
edilmemiş insan muhayyilesinin bir şuur hâliyle hakikate
taşıdığı, kelâma mütenasip bir mananın karargâhı olarak,
yeryüzünde hemen her zaman uğranılacak bir abide mi olsundu, şehirler…
Ya da, nisyan ile malul insan zihnine itimadı bir yana
bırakıp, söz’ün engin ve geniş çerçevesini daraltmak adına
da olsa, yazı’nın, sadece tecessüs ehlinin merakı sayesinde
kuvveden fiile geçebilecek varlık alanına mahkûmiyet kâfi
mi gelirdi? Tahkiye edenlerin ilavelerinde saklı olan soyutluk, yazı’nın somutluğunda kaybolur. Elbette soyutluktan
kastımız, lüzumsuz yere anlatımı veya anlatılanı başka bir
zemine taşımak değildir. Somutluk, kâl ehli içindir; soyutluksa hâl ehli içindir. İşte bundan dolayıdır ki, şehirlerin
bir tarafta anlatılan, diğer tarafta yazılan şahsiyetleri vardır.
Bu durumu şu şekilde de ifade etmek mümkündür: Şehrin
kâle gelişi herkes için aynıdır, ancak şehrin hâle gelişi, hâl
ehlinin hâliyledir. Yani insan soyuttan hatta metafizik olandan somuta yani fiziki olana doğru evirildikçe, şehirler de
derin bağ ve kökenlerini geride bırakarak, tabii ki, geçmişte
gördükleri rüyaların hatırasıyla yaşamaya devam ederler.
Sözünü ettiğimiz durumlar, muhakkaktır ki, her şehir
için olması gereken ve geçerli kaideler değildirler. Bazı şehirler için, ortaya koyduğumuz ölçülerin bir tanesi, bazısı
için her ikisi, bazısı için birçok ölçü belirleyici olurken, ba-
*Prof. Dr., Atatürk Ü. Fen Ed. Fak.
95
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
zısı içinse hiçbir belirleyici ölçüden söz edilemez.
Bu bağlam çerçevesinde, yazımızın temel hedefi
de, “Erzurum ve Kitap” ilişkisini birkaç başlık altında değerlendirmek ve birtakım hükümler ortaya koymak şeklinde gerçekleşecektir.
Kitap olan şehir: Erzurum
Söz’e veya yazı’ya konu olabilmek, değer/
değerli olmakla mütenasiptir. Bir mesele teşkil
edebilmek için, erdemlerden müteşekkil bir şahsiyetin sahibi ve mümessili olmak mecburiyetine mebnidir. Değerler ve erdemler bütününden
meydana gelmiş bir şehir olarak Erzurum, bizatihi
“kitap olmayı hak eden bir şehir”dir. Hak etmek
için, öncelikle hazırlanmak şarttır. Olma’dan,
neticenin hâsıl olmasını beklememek gerekir.
Çünkü herhangi bir varlık ortaya koymadan bir
liyakat beklemek, hayal-i muhal kabilindendir
ve her zaman akamete uğramak tehlikesiyle karşı
karşıyadır. İşte Erzurum, bir şehir olarak hem bir
değer ve erdemler toplamı hem de bulunuşuyla
isbat-ı vücud etmesi bakımından kitap olmayı
yani okunmayı hak eden bir şehirdir. Netice itibariyle de, arzulanana ulaşmış bir şehirdir. Zira
sebepler hazırlandıktan sonra, tahakkuk eden şey,
hak ediş ve liyakattir. Bu, bir oluş sürecine karşılık gelir ve Erzurum için bir ilk adımın adıdır.
Erzurum’un kütüphanelik bir şehir olma serüveninin başlangıç noktasını hazırlayan üç temel dinamikten söz edilebilir. Bunlardan birincisi; insanlık tarihinin bu şehre lâyık gördüğü
geçmiş’tir. İkincisi; coğrafi yer alışın doğurduğu
neticeler. Üçüncüsü; tarihten aldıklarını coğrafyada kültürel değer malzemesi hâline getiren insan unsurudur.
Tarihi olmak, hikâyesi olmaktır. Hikâyesi
olmaksa, yaşanmışlığı ima eder. Erzurum şehri,
birçok medeniyetin insanlık tarihine kendine
ait değerleri hediye ettiği mekândır. Dolayısıyla
Erzurum’un tarihi okunurken, insanlık tarihinin
sayfaları da okunmuş olur. Yani şehrin tarihi,
insanın/insanlığın da tarihidir. Şehri bilmek,
tarihi de bilmektir. O hâlde, Erzurum’un tarihi,
medeniyet tarihinin bir tarafını teşkil eder. İşte
tarihin Erzurum’a hediyesi, büyük medeniyet
ırmağını daima besleyen bir varlık makamına
taşımış olmasıdır.
Erzurum’un kütüphanelik varlığına coğrafyanın katkısı çok büyüktür. Şehrin bulunduğu coğrafî konum, söz konusu katkının hemen
hemen yegâne nedenidir. Anadolu’ya girişin
tek kapısı, sırtını dayadığı Palandöken’in ovayı
gözetleyen kartal bakışına eş duruşu, bazen gönüllü, bazen cebren uğranılası bir şehir kılmıştır,
Erzurum’u.
Tarih ve coğrafyanın ortaklaşa şahsiyet kazandırdığı insan, Erzurum’u kütüphanelik bir şehir
kılan son ve asıl unsurdur. Yirminci yüzyılın ilk
çeyreğinde üstlendiği çok önemli tarihî görevden
başlayarak geriye doğru gidildiğinde, şehrin insanının gösterdiği kahramanlık, üstlendiği tarihî
görevler, bundan dolayı uğradığı mağduriyetler;
coğrafyanın aman vermez sertliğine benzer bir
kaş çatışla karşılık veren ve ardından coğrafyayla
anlaşan Erzurumlu, her zaman kitabı okunası bir
şehrin kimliğini de inşa etmiştir.
Kitabı okunan şehir: Erzurum
Şehrin kendi “nefsini” ikamesi ve oluş
sürecinin ardından gelen ikinci adım, “görünme”
96
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
hakkıdır. Meydana gelen bu durumu şu şekilde
ifade etmek imkân dâhilindedir: Kendi özü’nü,
nefs-i Erzurum’u inşa eden şehir, merakla öğrenilerek bilinmeyi hak ediyor demektir. Tanınmayı
demiyorum, çünkü tanınmak, dışarıdan bakanların ortaklaşa ezberlerinin toplamından meydana
gelmiş bir yabancılığa tekabül eder, sadece. İnşa
hususî, izhar ise umumi bir karakter taşır. İnşada
yegâne olan nefs-i Erzurum, izharda diğerleri tarafından okunur hâle gelir.
İnsanın, yeryüzünde hayat sürebilmek için
mekâna duyduğu ihtiyacın bir neticesi olarak,
gönderildiğinden beri birçok yerleşim alanları
kurmuştur. Bunların bir kısmı, yol üstünde
geçici duraklar şeklinde iken, bir kısmı da,
insanın tarihine ışık tutacak sürekliliği taşıyan
bâkî alanlar olarak vücut bulmuş, imar edilmiştir.
Bu durum, göçebelikten yerleşikliğe, kırsaldan
ovaya, bireysel oluştan topluma geçiş sürecinin
de bir sonucudur. Tevhidî inancın birleştirici
telkinine uygun olarak, dağınık ve kendi başına
yaşamayı terk edip, hep birlikte kaybedilmişi aramaya koyulmak için bir noktada toplanmanın,
değerleri yeryüzüne hâkim kılmanın ülküsü etrafında birleşildiği mekânın adı, şehir olmuştur.
Tarih boyunca kurulan şehirler iki şekilde insan
hafızasında yer etmiştir: Ya ilim, irfan, hikmet ve
marifet merkezi olarak ya da zulmün, fesadın ve
hayâsızlığın mekânı olarak. Erzurum, tarihî sürecin her devresinde bir cümle önce sıraladığımız
bütün güzellikleri taşıyan şehir olarak kitabı okunan belde sıfatıyla görünmüştür.
Kitabı olan şehir: Erzurum
Erzurum, hususi manada kitap ve kütüphane
sahiplerinin mekân tuttuğu bir beldenin adıdır.
Aynı zamanda umuma hitap eden, kimisi daha
küçük kimisi daha büyük, on binlerce kitaba
kucak açan birden fazla kütüphanenin varlığıyla
da bilinir, bilinmelidir de. Sanat ve edebiyatın,
dolayısıyla kültürel varlığın neşvünema bulması,
dünün bugüne, bugünün de yarına taşınması ancak, kitabı ve kütüphanesi olan şehirlerin uhdesine tevdi edilmiştir.
Bir şehrin, yukarıda sıraladığımız hususiyetlerle varlığını ispat etmesi, mazisinde oluşturduğu dinî, içtimai, tarihî ve kültürel zeminin zenginliğine bağlıdır. Sözünü ettiğimiz zenginliği
oluşturan ve bir şehrin bütünüyle güzel hasletlerle anılmasını sağlayan insanlar vardır. Abdurrahman Gazi Hazretleri, İbrahim Hakkı Hazretleri,
Alvarlı Efe Hazretleri gibi manevi erleri; Ziya
Paşa, Nurettin Topçu, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu gibi mütefekkirleri; Seyfettin Özege gibi,
hayatını kitaba adamış ve bir ömür biriktirdiği
on binlerce kitabı bu şehre “hibe” eden kitap sevdalıları vardır.
Kitap okunan şehir: Erzurum
Daha önceki başlığımızda ortaya koyduğumuz sorumluluğu uhdesine almış, taşımaya
söz vermiş bir şehrin, elbette okurları da vardır.
Tarihî ve coğrafi birçok zorluğa, tabii ki mağduriyete rağmen değer, erdem, kültür ve medeni
ölçüler üreten Erzurum okuru, kendi şehrinin kitabını okuduğu gibi, basılan kitapları takip eden,
yayınlandığı günden bile haberdar olan, kitabın
Erzurum’a gelip gelmediğini sıkı sıkıya kollayan
insanları vardır. Kitabı takip bir alışkanlık değil,
hayatın yegâne gerekliliğidir. Bu şehrin okuru
şunu iyi bilir ki; alışkanlıklar zamanla değişebilir,
ama sorumluluklar asla geciktirilmez. Öncelikle
kendisi amel eder ki, kendisinden sonra gelenlerce yalnızca bir tavsiye sadedinde kalmasın ister.
Sonuç yerine
Bir İslam şehri olarak Erzurum, dinî, tarihî ve
kültürel anlamda, bir medeniyetin taşıması gereken insani ve ahlâki bütün değerleri ruhunda
yaşatmaktadır. Bugüne kadar Erzurum’a dair
yazılan kitap, makale, roman, hikâye, şiir,
tiyatro ve destanlara bakılsın, her edebî türün
her cümlesinde özellikle vurgulanan, bu şehrin
erdem, ahlâk ve fazilet merkezi olduğudur.
İnsanın var olduğu her yerde, nahoş insan ve
hadiseler de muhakkak var olacaktır. Ancak
bunlar, teferruat kabilinden hükümlere tabi
olduğu için, konuşarak ve yazarak görünür
kılmak yerine, telafiye gayret ederek, her kesi ve
her şeyi daha güzele doğru yönlendirmek asıldır.
Bir de, modernizmin yok ettiği ve modern insanın artık bulamayacağını sandığı, dinî, sosyal ve
tarihî faziletlerin sürdürüldüğü bir şehir olarak
yazılan Erzurum, bundan sonra kurulacak şehirler hatta mekânlar için örneklik makamında bulunmaya devam edecektir.■
97
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Günümüzde bir alp : Nevzat Kösoğlu
NÂZIM H. POLAT
1
970’ler pek çok bakımdan Türkiye için
kayıp yıllardır. Fakat Erzurum bu yıllarda kültür hayatımızda derin izler bırakan insanlar yetiştirebilmiştir. Türkiye’nin pek
az sayıdaki radyoevlerinden biri Erzurum’daydı ve oradan Suat Işıklı, Raci Alkır, Mükerrem
Kemertaş gibi değerli sanatçılar yetişti. İlk yedi
üniversitemizden biri olan Atatürk Üniversitesinin Erzurum’a kattığı şeyler saymakla bitmez.
“Kayıp yıllar” nitelemesi siyasi havayı işaret ettiği hâlde Erzurum o yıllarda yetiştirdiği siyaset
adamlarıyla da o kaybı telafi edebilen şehirlerimizdendir. Bu şahsiyetlerden Rıfkı Danışman
ve Nevzat Kösoğlu ilk akla gelenlerdendir.
Rıfkı Danışman, Kültür Bakanı olarak gençliğin ihtiyaç duyduğu pek çok eserin yayımına
vesile oldu.
Nevzat Kösoğlu ise gücünü bulunduğu mevkie borçlu kimselerden değildi. Çalıştığı kadar
kazanan bir avukattı. Üniversite öğrencisiyken
siyasi-kültürel faaliyetlerde ön sırada görülenlerdendi. (Bu yıllarını Geçmiş Zaman Peşinde adlı
98
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
İnandığını dile getiren insanın rahatlığı, metaneti ile tam
bir güven telkin ediyordu. Sıradan vatandaş nezdinde,
partili idi fakat “partici” değildi. Siyasi hayatı çok uzun
sürmedi. 12 Eylül 1980 darbesi onu idamla yargıladı. Ama
yaptıklarından çok emin biri olarak metanetinden hiçbir şey
kaybetmedi. Sonunda beraat etti.
hatıralarında ayrıntısıyla anlatır.) Fakat bu gayretler ancak kendi siyasi çevresinde bilinmekteydi. Onun daha geniş kitlelere seslenişi, 1977’deki
milletvekilleri seçimleri iledir.
Kürsülerde, masalarda hitap ederken iyi bir
hatipti. Ancak konuşmaları heyecanın coşkusuyla değil bilgi ve vukufun dinginliği ile doluydu.
Alevlendirmiyor, düşündürüyordu. Bu hâliyle
seçildikten sonra, söylediklerini unutan siyasetçi tipinden uzaktı. İnandığını dile getiren insanın rahatlığı, metaneti ile tam bir güven telkin
ediyordu. Sıradan vatandaş nezdinde, partili idi
fakat “partici” değildi. Siyasi hayatı çok uzun
sürmedi. 12 Eylül 1980 darbesi onu idamla yargıladı. Ama yaptıklarından çok emin biri olarak
metanetinden hiçbir şey kaybetmedi. Sonunda
beraat etti.
Sonra Ne Oldu?
Ne mi oldu? Herkes onun önündeki siyaset
yapma engeli kalkınca “defosuz” bir isim olarak
siyasi hayata döneceğini bekliyordu. Fakat anlaşılıyor ki o, siyasette aradığını bulamamıştı.
Siyasete dönmedi. Çünkü o bir fikir adamıydı,
bir idealistti; günlük siyasetin ayak oyunlarını “olabilirlik sınırları içinde” göremezdi. Bu
tavrıyla; Ziya Gökalp’a benzetilebilir. Gökalp
İttihat ve Terakki Fırkası’nın beyni gibi görüldüğü dönemde bile Türkçeye, Türk fikir hayatına katkıda bulunacağına inandığı muhalifleri
(Refik Halit gibi) koruyordu. Kösoğlu da meselelere parti disiplini çerçevesinde bakmayı çoktan aşmıştı. Pek dar olmayan siyasi çevrelerce iyi
bilinir ki dönemin kitle partileri onun bu tavrını
Kösoğlu’nun kendi partisine küstüğü biçiminde
yorumlayarak, vaziyeti değerlendirmek istediler.
Kösoğlu gibi bir ismi partilerinin safında görmek ve göstermek istediler. Onu partilerine da-
vet ettiler fakat o, müstağni tavrını hiç bozmadı.
“Benim açımdan siyaset bir gönül işidir, benim bir
tane gönlüm var.” diyerek başkaları için çok cazip
görünen bu teklifi nazikçe reddetti.
Ama…
Ama bir aydın sorumluluğuyla fikir hayatının hiçbir meselesine bîgâne kalmadı. Fikirlerini ifade ederken karakter salâbetinden asla taviz
vermedi. Günlük hesaplara, moda görüşlere,
omurgasızlığa asla iltifat etmedi. Doğruluğuna
inandığı şeyleri “muteberler”in, “devletlû”lerin
nasıl karşılayacağını düşünmeden söyledi, yazdı.
Dikkat edelim! Onu anlatmaya çalışırken
netlik, berraklık ve kat’iyete götüren “asla”lara
müracaat ediyoruz. İşte karakter salâbeti bu!
Bu memlekete kürsüye, ekrana çıkınca “Enver ve Talat gibi İttihatçılar, ham hayalleri uğrunu bir imparatorluğu dağıttılar!” diye malumatfuruşluklar sergileyen “profesör” unvanlı sürü
işi sözüm ona “bilim adamı” vardır. Doksan
beş yıldır bu sakız çiğnemekten bıkmayan, haşerat sayısınca sözüm ona tarihçi vardır. Tarihçiliğin ilk adımı, zibil içinde debelenmek değil,
bilgi kaynaklarının sağlamlığını ve bilimden
başka bir amaca servis aracı olup olmadıklarını
sorgulamaktır. Birbirinin izinden çıkmayı
düşünmeyen tarihçi sürüsünün karşısına çıkarak
onları ürküten şeyler söyledi: Şehit Enver Paşa
(2008) kitabını yazdı.
Sait Nursi’nin Hayatı - Yolu –Eserleri (2009)
kitabı da bazı çevreler tarafından “Artık saf değiştirdi, başka bir yola girdi.”, başka bazı çevreler
tarafından ise “O artık bizim cemaatte, hidayet
buldu!” veya "Bu konu onun haddi ve işi değil."
yorumları yapılmıştı. Bunların gerçekle hiçbir ilgisi yoktu. Kösoğlu’nun Sait Nursi’de gördüğü ve
göstermek istediği; onun idealizmi, inandıkları
99
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
uğruna dünya nimetlerini hiçe sayabilmesi, sefa
yerine cefayı seçebilmesiydi.
Kösoğlu, ferdî çalışmaları yanında proje bazında ortak çalışmalar yapmak ve yaptırmakta
da pek mahir bir insandı. Büyük Türk Klasikleri
(1987-2002) adlı 14 ciltlik dev eser onun organizatörlüğü sayesinde vücut buldu. Başlangıcından
Günümüze Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı
Antolojisi (1993-2000) adlı 33 ciltlik eserin genel
yayın yönetmeliği ve koordinatörlüğünü yaptı. Bu eser, alanında tektir. Ve daha sonra Atatürk Kültür Merkezi’nin daha sonraki yıllarda
yayımladığı Türk Dünyası Edebiyat Metinleri
Antolojisi (8 C., 2007) büyük ölçüde bu çalışmaya dayanır.
Kösoğlu, son 10 yılda âdeta tek kişilik bir
enstitü gibi çalıştı.
Daima hatırlanacak eserleri arasında iki hatırat kitabı da var. Bunlardan biri (Geçmiş Zaman
Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri, 2007) daha
çok gençlik yıllarını diğeri (Hatıralar yahut Bir
Vatan kurtarma Hikâyesi, 2008) ise siyasî hayatını anlatır.
Biraz da şahsi hatıralar
Kösoğlu’nu yazılarından tanıyor, dinleyenlerin söyledikleriyle kendisine hayranlık duyuyordu.
1984’te Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki doktora hocam Prof. Dr. M. Orhan
Okay’a çalışmalarımın seyrini arz ediyordum.
Uzun boylu ve iri yarı vücuduyla, eskilerin tabiriyle “müheykel ve müşekkel” biri girdi odaya.
Hocamla selamlaştılar. İkisinin de gözlerinde
bu buluşmanın memnuniyeti okunuyordu. Misafirin ilk dikkat çeken tarafı, sarı saçlı başına
yakışan kahverengi gözlüğü idi. Gözlüğün çerçevesi değil, kalın camları dikkat çekiyordu. Hocam, beni takdim ederken “Akademisyendir ama
okuryazardır!” dedi. Kösoğlu hafif bir tebessümle “Yani az bulunanlardan!” esprisinden sonra
bana “O hâlde, hoşça bak zatına” diye Galib’in
meşhur beytini ima etti. İltifatlar çok hoşuma
gitmişti ama itiraf etmeliyim ki onların sohbetinde telmihlerin, istiareler arasından parlayıp
kaybolan esprilerin mazmunlarına çok yabancı
idim. O zamana kadar kâğıt zayi ederek bir şeyler yazdığımı sanıyordum. Arkadaş çevreme bir
şeyler söyleyebildiğimi sanıyordum. Anladım ki
Kafdağı’nın zirvesinden seslenen bu insanlar yanında benim yazdığım konuştuğum şeyler boş
teneke tıngırtısıymış!
Sonraki yıllarda Kösoğlu’nun yazdıklarını
yakından takip ettim. 2009’da Ankara’ya yerleşince, onun sadece bir okuyucu değil, sohbetlerinin ve konferanslarının da dinleyicisi oldum.
Bürosuna her uğradığımda yeni bir şeyler öğreniyordum. Onu her dinleyişimde sordum kendi
kendime: “Sosyal bilimler alanındaki akademik
hayat ufkumuzu genişleteceğine daraltıyor mu
yoksa? Nevzat Kösoğlu sosyal bilimlerin herhangi bir dalında profesör olsaydı, bu kadar farklı
konuda derinlemesine bilgi sahibi olabilir miydi?
Akademik hayat dikkati tek bir veya nadiren birkaç noktaya toplarken insanları sığlığa mı itiyordu? Akademisyenler Birliği adlı dernekte Ziya
Gökalp hakkındaki sohbeti, bu soruları daha ısrarlı sormamı gerektirdi. Çünkü konuşmalarından anlaşılıyordu ki hem Gökalp’in bütün yazdıklarının hem de Gökalp hakkında yazılanların
tamamını okumuş, özümsemişti. Zihnimdeki
sorulara hâlâ cevap bulabilmiş değilim. Çünkü
akademik hayatın dışındaki aydınlar arasında da
Kösoğlu gibilere pek seyrek rastlanıyor.
Hatıraları hakkında kaleme aldığım yazı
(Kösoğlu’nun Dâüssılası, Türk Yurdu, 263, Tm.
2009) çok hoşuna gitmişti. Hastalığından kısa
bir müddet önce kendisine takdim ettiğim Üç
Güzeller Masalı (2013) kitabımı hemen okuyup
çok takdirkâr ifadeler kullanmıştı.
Vefatından 11 gün önce Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ziyaretine gittik.
Yanımdaki Yrd. Doç. Dr. Şaban Bayrak’ı belki
benden daha önce tanıyordu. Güçlükle gözlerini
açtı. Kısa bir hâl hatır soruştan sonra “İnşallah
eski günlerdeki gibi olabiliriz.” diyebildi. Eşine
“Daha fazla yormayalım.” diyerek ayrıldık. Aslında o dağ gibi insanı yatağa yakıştıramadığımız
için oradan uzaklaşmak istemiştik. Hastaneden
epey uzaklaşıncaya kadar ikimiz de konuşamadık, birbirimize bakamadık… Gözyaşlarımızı
birbirimize göstermek istememiştik.
100
O, günümüzde bir “alp” idi. O gitti; bize,
Alp- Er Tunga öldü mü?
Issız acun kaldı mı?
sagusunu söylemek kaldı…■
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Aşkla çalışan yorulmaz!
LEVENT BAYRAKTAR*
O öyle insanlardandı
ki, onları düşünmek
ve hatırlamak içinizi
ferahlatır ve arındırır.
Bunaldığınızda,
sıkıldığınızda veya
kendinizi çaresiz
hissettiğinizde
onların varlığı ve
size daima açık,
samimi ve hazır
bulunduklarına emin
oluşunuz, bir anda
çaresiz ve yalnız
olmadığınız duygusu
verir.
B
Dr. Fatma Müjgan Cunbur’un (12 Ocak
1926- 25 Eylül 2013) Aziz Hatırasına
aşlıkta geçen aşk, çalışmak ve yorulmamak kelimeleri bir araya geldiğinde Müjgan Hocayı bir parça olsun betimlediği kanısındayım. Zira öncelikle kendisini
tanıyan herkesin teslim edebileceği gibi O, aşk’ı
hal edinmiş bir kişi idi. Yaptığı her işi ibadet aşkı
ile yapardı. Çalışmak ve çalışabilmek hem en büyük aşkı hem de şükür vesilesi idi. Çalışabildiği
için insanın şükretmesi gerektiğini ve bunun güzelliğini onda gördük, Allah cümlemize idrak etmeyi ve yaşamayı da nasip etsin. “Allah çalışanın
zamanını uzatır ve bereketlendirir” derdi. İşlerimiz sıkıştığında pes etmek veya caymak sınırına
geldiğimizde “gayret kemerini kuşanın mahcup
olmazsınız” derdi. Hiç kimseyle şahsi dava gütmemeyi, meseleyi Hakk’ın adaletine havale etmeyi öğütlerdi. Bu bilgeliği ile etrafındakilerin
pek çok badireyi atlatmalarında vesile olmuştur.
Gayret etmek ve çalışmayı, hem insanî ve
ahlaki hem de dinî bir zevk ve ödev olarak görürdü. Bu yüzden kadın-erkek veya yaşlı-genç
* Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum
Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü
101
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
ayırmadan bütün dostlarını çalışmaya, meslek
sahibi olmaya veya hiç olmazsa hayırlı bir hobi
sahibi olmaya teşvik ederdi. İnsanın bu hayatta
haysiyetli bir ömür sürebilmesi, kendi emeği ile
helal bir kazanç sahibi olmasına bağlı olduğunu
hissettirerek, hem dünya hem de ötesi için hazır
olmak mesajını verirdi. Evi, kapısı, kütüphanesi,
sofrası ve gönlü daima açıktı. Hiçbir şeye ihtiyacı
olmayacak kadar zengin, kimseyi ilmi ve serveti
ile ezmeyecek kadar da mütevazı idi. Zira ilmini
de maddi varlığını da vakfetmişti. Aşkla verebilmeyi, verebilmeyi aşk etmeyi hal edinmişti.
Müjgan Hoca olmak hiçbir şey beklemeden son
nefesine kadar çalışmak ve vermek demekti.
Rahatsızlığı son haddine vardığında ve hastaneye kaldırılarak yoğun bakıma alındığında
bile, bitirmeye çalıştığı son projesi “Anadolu’nun
Sahipleri”ni yazıyordu. Kendine geldiği, gözünü
açtığı o kısacık anlarda bile bir yudum su istemek yerine bilgisayarını istiyor ve bir harf olsun
eklemek ve çalışmayı bitirmek için gayret sarf
ediyordu. Hayatı ile olduğu gibi Dost’a yürüyüşü
ile de mürebbi oluyordu.
Bu dünyadan bir Müjgan Hoca geçti.
Anadolu’ya ve Anadolu’nun sahiplerine ömrünü
vakfetti. Yaşamaya değer olan hayatın ne olduğu sorusuna, emeği ve eseri ile bir cevap vererek
geçti. Hakk için, hakikat için, insan için tanık
olarak geçti. Yorulmamak ve sıkılmamak için
aşkla çalışmaktan öte yol olmadığını yaşayarak
geçti.
Bu âlemden bir Müjgan Hoca geçti. Ömrünü
ve ilmini bu topraklara ve medeniyetine vakfetti.
Geride kalanların vazifesi ona varis olabilmek;
aşkından, şevkinden, gayretinden ve ilminden
nasiplenebilmektir.
O öyle insanlardandı ki, onları düşünmek ve
hatırlamak içinizi ferahlatır ve arındırır. Bunaldığınızda, sıkıldığınızda veya kendinizi çaresiz
hissettiğinizde onların varlığı ve size daima açık,
samimi ve hazır bulunduklarına emin oluşunuz,
bir anda çaresiz ve yalnız olmadığınız duygusu
verir. Bu sayede, tekrar doğrularak yolunuza devam edersiniz.
Hayatta bazı insanlar vardır, onları tanımak
ve yakınlarında olmaktan daha büyük lütuf yoktur. Zira onları tanımak; bütün bir âleme tanık
olmak demektir. Hakk ve hakikat sevgisi, ilim
ve sanat zevki, dostluk, garazsız ivazsız olmak,
ihlâs, âli cenaplık, alçak gönüllülük, şefkat ve
merhamet, diğerkâmlık ve diğer hasletleri birer
kavram olmanın ötesinde, değer olarak benimsemek ve yaşayıp model oluşturmak her kişinin
harcı olmasa gerek.
Yukarıda da değinildiği gibi son eseri
“Anadolu’nun Sahipleri” idi. Kendisi de onlardandı. Zira o da Anadolu’yu ebedî vatan kılanların izinden giderek, Anadolu’ya, vatana, nasıl sahip çıkılacağını bütün bir hayatıyla göstermişti.
Vatan nedir, vatana nasıl hizmet edilir ve sahip
çıkılır diye sorulacak olursa, mümkün ve makul
cevaplardan biri Müjgan Cunbur gibi olmalıdır.
Peki, bunun yolu ve yöntemi nedir? Kendisinde
gözlemleyebildiğimiz kadar şöyle ifade edilebilir.
Öncelikle zamanı parçalamadan dün, bugün ve
gelecek demeden bütün zamanları sevmek ve barışık olmak. Zira kendisi zamandan ve devirden
ümitsiz olmaktan hiç hoşlanmazdı. Zaman bozuldu sözünü de kabul etmezdi. Bu yüzden tarih
içerisinde Türk kültür ve irfanının şekillenmeye
başladığı en eski devirlerden günümüze kadar
kesintisiz bir oluş kabul eder ve bütününü ihata
etmeye çalışırdı.
Vatanın ilim, irfan, adalet ve ahlak ile kaim
olacağı kanaatinde idi. Dolayısıyla Anadolu’nun
sahipleri sadece âlimler ve arifler değil ahiler, askerler, sultanlar, sanatkârlar ve daha niceleri idi.
Bilge Kaan’dan Atatürk’e kadar devlet fikrini ve
ideasını ayakta tutan bütün devlet adamları da
bu listede yerlerini almışlardı.
Dil olmadan, devlet ve milletin de olamayacağının şuuru içinde Türkçenin bütün zamanlarının verimlerine sahip çıkmak azminde idi. Bu
102
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
yüzden olsa gerek Karacaoğlan’dan Fuzuli’ye,
Yunus Emre’den Mevlana’ya edebî ve hikemî
eser vermiş bütün ustalara özel bir ilgi ve heyecanla yaklaşmıştır. İlgi alanına sadece edipler
ve şairler girmemiş Farabi, Uluğ Beğ, İbn Sina,
Ali Kuşçu gibi âlim, filozof ve mütefekkirler de
gündemine dâhil olmuşlardı.
Ahilere, Seğmenlere, Bacıyan-ı Rum’a karşı
da özel bir ilgisi ve muhabbeti vardı. Ahilik’te
helalinden kazanmak, üretmek, meslek sahibi
olmak, hiç kimseye yük olmamak, kardeşlik,
dayanışma ve hoşgörü gibi hasletleri tespit ederek, hayatı boyunca bu değerlerin timsali olmuştur. Seğmenlerde vatan sevgisi ve feragat hisleri
ile yiğitliğin, cömertliğin ve mertliğin müşahhaslaştığına şahit olmuş, kendisi de deyim yerindeyse bir Bacıyan-ı Rum olarak yaşamıştır.
Yılmak, yorulmak, vaziyeti idare etmek,
haksızlığa göz yummak onun kitabında yoktu.
Adalet ve edebi birlemişti. Yeri geldiğinde “haddini bilmeyene haddini bildirmek, öksüze kaftan
giydirmekle beraberdir” derdi.
Hiçbir şeyi israf veya zayi etmezdi. İnsanların üzüntü ve mutluluklarını paylaşır, özel günlerini hatırlardı. Hatta kendi elleriyle hediyeler
yapardı. Bütün bunları yapmak için nasıl zaman
bulurdu? Etrafındakiler bu soruyu sormadan
edemezlerdi. Fakat cevabı basitti. “Allah çalışanın vaktini bereketlendirirmiş” diyerek ümitsizliğe kapılmadan gayret etmeyi öğütlerdi. Her
şeyin bir kolayını bulur ve bir çıkış yolu gösterirdi. Bir gün kendisine “efendim yazmakta
çok zorlanıyorum, anlat deseniz anlatırım fakat
yazmaya gelince bir türlü yazamıyorum” denildiğinde “siz bana anlatıyormuş gibi kayıt alın,
bakın sonra ne güzel beğeneceksiniz” der ve mazeretleri ortadan kaldırırdı. Yorulup pes edecek
olurduk, dertlenirdik, üzülürdük, şikayetlenip
onu da üzerdik, fakat o, “Allah kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemez” der ya da “taşıyamadığınızı bir çıkın yapıp erenlerin kapısına bırakın”
diyerek her defasında yükümüzü hafifletir, içimizin zehrini alırdı.
Onunla temas eden hiç kimse kayıtsız kalamaz ve mutlaka müspet yönde bir dönüşüme
uğrardı. Çünkü insanları karşılıksız sever ve çalışmanın üretmenin, hiç kimseye yük olmadan
hayatını idame ettirmenin hazzını ve mutluluğunu hissettirirdi.
İlim ve irfan yolunda nasıl mütevazı ve fakat
emin adımlarla yürünebileceğinin en canlı
numunesi idi. Her insanda sevilecek ve takdir
edilecek bir haslet bulurdu. Sevinilecek her olayı
vesile bilir, sıkıntı ve dertleri paylaşarak azaltırdı.
Kişisel ve kültürel bir hafızaya sahipti. Çevresindeki herkesi ismiyle tanır ve hitap eder dahası
herkesin hal-hatırını sorar ve takip ederdi. “Evladım, o meseleniz hayırla neticelendi mi? Sıhhatiniz nasıl oldu, düzelebildiniz mi? Yeni işinizden
memnun musunuz? Düzeninizi kurabildiniz mi?
Çalışmalarınız nasıl gidiyor? Tezgâhınızda neler
var? Mutlaka yazmalısınız! Bu cümleler ve daha
niceleriyle sizi teşvik eder, çalışmanın ne büyük
saadet olduğunu fark etmeniz için elinden geleni
yapardı.
Bu âlemden bir Müjgan Hoca geçti. Yerinin
doldurulması pek mümkün olmasa da tek tesellimiz; onu tanıyan, seven ve ona layık olmaya
çalışan dostlar bırakmış olmasıdır. Gönlünüz
bulandığında, kafanız karıştığında hiç tereddüt etmeden kendinizi onun ve onların yanında bulursunuz. Bilirsiniz ki o, sizin için hep iyi
ve hayırlı olanı ister. Yol gösterir. Rehber olur
ve hem içinizi hem de yolunuzu aydınlatır. Her
yaştan ve her mevkiden insanın dostu, rehberi,
arkadaşı, sırdaşı ve hâldaşıdır. O yüzden, kendisini tanıyan herkes bir parçasını yitirmiş gibidir. Dostları arasında ona Müjgan Nine diye
hitap edenler olduğu gibi, Müjgan Abla, Müjgan
Teyze veya Hocam diyenler de vardı. Her yaştan dostları vardı, herkesin dostu idi. Kitaplarına sitemsiz dostlarım diyordu, kendisi de sitemsiz
dost olabilmenin timsali idi. Bir hadis-i şerif’de
belirtildiği üzere “insanoğlu öldüğü vakitte, artık
onun iş görme kudreti sona erer. Yalnız üç şeyde
ameli devam eder: Biri istifade edilen ilim, diğeri
kendisinden sonra ona dua eden hayırlı bir evlat ve
bir de kesilmeyen sadakadır.” Ardında dost olduğu manevî torunlar, evlatlar, talebeler ve sonsuza
kadar okunup istifade edilecek eserler bıraktı.
Maddi varlığını vakfetti. Allah kabul eylesin,
mekânınız cennet, makamınız âli olsun. Aşkla
bağlı olduğunuz Nebiler ve Veliler komşunuz olsun. Âmin.■
103
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
AÇLIK
Bütün arzumuz doymakmış İbrahim
Ama hiç dolmuyor soframız
Bölüşüyoruz
Sonsuz uzun karşı kıyı dağları
Yıldızları
Ay doğduğunda çobanın güttüğünü
Irmağın getirdiğini
Göğün sunduğunu
Her bölüştüğümüz İbrahim
Issız ocaklarda
Körüklü ateşte lime lime
Oysa durmaksızın fırın deliyor ellerimiz
Doğudan batıya
Güneyden kuzeye
Karlı gecede avımızın çığlığı
Nasıl da çıldırtıyor bizi
Güneş perdesini açtığında
Salkım bezekli bağların
Dolgun başaklar geliyor aklımıza
Güneş perdesini açtığında
Keklik sürüsünün
Bıldırcın, sülün geliyor aklımıza
Yağ parmaklarımızdan akıyor
Aldanmamak için
Bahçıvanı soruyoruz
Besleyeni ekip biçeni
Hasadı kaldıranı kileri dolduranı soruyoruz
Hesap kitap tutuyoruz İbrahim
Girilmemiş döşeğe uzandığımızda
Dinmiyor açlığımız
Kuşkuyu çağırıyoruz aramıza
Birlikte ağız dolusu öykünüyoruz
Övülen etin ve şarabın sıtması tutuyor bizi
104
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Ne zaman doymaya kalksak İbrahim
Gözlerimizde hüznün örtüsü
Yemin billâh
Doyuranı bölüşüyoruz
Çarşı pazar hep onu anlatıyor
Kulağı şişman adamlar hep onu anlatıyor
Devenin sütü kesiliyor,
Kervan yükünü yıkıyor,
Evler pencereden sarkıyor
Onu anlatmaya
Güz görmüş gibi yakınıyor ağaçlar
Nicedir biz susmuşuz İbrahim
Konuşan midemiz
Yağmur duası kadar bereketli
Sözünün heybeti
O mahir taklidiyle
Kalbimizin sesine benzetiyor sesini
Halk ilintiyi bile bile
Titreyerek dinliyor derini
Tanrı’nın rızık vaktini
Kaçırmak böyle olur
Kısmet böyle ufalanır
Ağ böyle atılır insana
İnsan bahtını beklerken İbrahim
Böyle küçülür
Sefilliğimize merhamet
Kimden gelir İbrahim
Kim iner düştüğümüz boşluğa
Nasıl kurtuluruz uğursuzluktan
Varsa hatırımız birinde söylesin
105
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
İşte!
Semiz koçları oğluna veriyoruz
Mülkümüzü uykuya
Günahlarımızı kâtibe
Kavuğumuzu sana
Sonra omuzlayarak göğsümüzü
En berbat demirciye ezdiriyoruz
Ve körlerin bir mabede sığındığı gibi İbrahim
Dökülüyoruz sokağa
Yüreğimiz ters yüz
Yüzümüz yerde
Ama kimse görmüyor
Herkes ödünç veriyor bir başkasına
Yaşatsın diye inancı
Denizlerden geçtik dipsiz çöl oyuğunu aştık
Tırmandık en yüce tepeye nişanlar aldık
Ulağımız rüzgârdı
İçimizde koşulu atlar
Kapısından girdiğimiz şehri ardımıza taktık
Kolay bir yolculuktan dönüyoruz
Kolay bir bölüşümden İbrahim
Lakin doymadı açlığımız
Ah! İbrahim
Gömütsüz ceset sanki kokuyor nefesimiz
NAZIM PAYAM
106
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Sesin sıcak mevsimine dair
SEVAL KOÇOĞLU
“Edebiyat neyi hissettirmez ki!”
Ses veYaz’dan
“S
Deneme yazarı
olmak, çok
yönlülüğe açık
olmak ya da en
azından buna talip
olmak demektir.
Kişisel duyarlıkların
yanı sıra, yaşamın
her alanında
düşünmüş olmak
gerekir. Okur
böylelikle yazarı
tanır, ciddiye alır,
takip eder.
es ve Yaz” geçtiğimiz mart ayında Ötüken yayınlarından çıktı.
Kapak düzeniyle keyif vaat eden
kitap, yazarın dünyasını az çok bilenler için ise
incelik ve hassasiyetin okuma boyunca devam
edeceğini önceden bildiriyor.
Nazım Payam kitaptaki yazıların pek çoğunda düzyazıdan çok şiire mesai harcadığını
belirtiyor. Fakat kitabın içeriğinden yazarın,
şiirin dışındaki türler üzerinde de ciddiyetle
durduğu anlaşılıyor. Nazım Payam, sanatın
–dolayısıyla edebiyatın da- merkezi, başkenti
olan İstanbul dışında kalan taşranın kültüre,
sanata olan bakışını biraz da boynu bükük,
buruk bir şekilde dile getiriyor. Taşrada kalan
ama sanatın dışarısında kal(a)mayan edebiyat
tutkunlarını bir araya getirmek kadar bir arada tutmak da oldukça zordur. Sabır, özveri, yoğun çaba gerektirir. Nazım Payam bunu gerçekten başaran biri olmasına karşın bu uğraşını ve karşılaştığı zorlukları kitabında pek dile
getirmemiş. Yazarın bu tavrı düşünce yapısı,
entelektüel derinlik olarak değil de davranış
olarak metropol insanın dışında kaldığını kanıtlıyor. Günümüzde kendi şahsi kazanımları
107
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
için bile sızlanan insanların
çokluğunu düşününce bu tavır oldukça takdire şayandır.
Düşünce yapısını, donanımını kendi başına geliştirmek zorunda kalanlar üzerinde düşünmek gerekir. Acaba
kültürel anlamda bundan
daha zorlu bir eylem var mı?
Yol gösteren biri olmadan, el
yordamıyla bozuk ve çamurlu
yollarda sadece kendi yaktığı
ışıkla ilerleyenleri, pırıl pırıl
bulvarların içine doğanlarla aynı safta değerlendirmek
haksızlık değil mi? Büyük
kentte Voltaire’ı bilmek, üzerinde konuşmak
sıradan kültürel edimlerden sayılabilir. Ama
kırk yıl öncesinin Anadolu’sunda ailesinde,
yakınında bu tür konuşmaların yapılmadığı ve
yapılmayacağı çevrede düşünürleri sohbet konusu yapabilmek zordur. Elazığ’ın sokaklarında, caddesinde de olsa Nazım Payam’ın buna
zemin hazırladığını görüyoruz: Elazığ’ın Gazi
Caddesi’nde geç vakitlere kadar o, Voltaire’ den,
Konfüçyüs’ten, J.J. Rousseau’ dan vecizeler,
Rilke’ den mısralar söyler, konumuzu belirlerdi.
s.71
Yazarın belli bir ideolojiyi sahiplenmesine rağmen diğerlerini ötekileştirmediğine de
-aslında bu durumun kendi aleyhine geliştiği
zamanlarda vakidir- tanık oluyoruz. Buradan
şunu anlıyoruz aslında yazar; “yazılan”ın değerine inanmışsa onu sahiplenmekte ve içselleştirmektedir.
Şiirlerinde oldukça kırılgan bir dünyayı
sezdiren yazarın denemelerinde de aynı lirizmi
görüyoruz. Köklerine, kökenine olan bağlılığı,
şehrine karşı geliştirdiği biriciklik duygusu,
dost sohbetlerinin elzemliğine dair inancı, şiirin büyüsü, şairin kutsiyeti Ses ve Yaz’ da sık
sık karşımıza çıkıyor.
Yazdıklarını sağlam bir temele oturmanın
verdiği güvenle Nazım Payam, kimi yerde çeşitli isimlerle okuruna referanslar vermeyi de
ihmal etmiyor. Bazen çocukluğuna, gençliği-
ne, çalıştığı yerlere bazen de
okuduğu, değer verdiği, dost
edindiği şair ve yazarlara ait
bu isimler okurun yazarın
izini sürmesini de kolaylaştırıyor.
Deneme yazarı olmak,
çok yönlülüğe açık olmak ya
da en azından buna talip olmak demektir. Kişisel duyarlıkların yanı sıra, yaşamın her
alanında düşünmüş olmak gerekir. Okur böylelikle yazarı
tanır, ciddiye alır, takip eder.
Ses ve Yaz’da bu çeşitliliğe de
tanık oluyoruz: (sokak ve insan arasındaki kişisel ilginin tarihi, şehrinin kitapevleri, yerel müzik, yörenin bilinen/ tanınan
kişileri, ev-aile-akrabalık-ahbaplık ilişkileri…)
Kitaptaki bazı yazılarda (Aşk Ateşi Mazi İster,
Bir Fotoğrafın Hatırlattıkları, Sesimiz Dağlarda Kaldı) bir hikâye çekirdeği, bazılarında ise
neredeyse bir hikâye (Bir Şiirin Hikâyesi, Bir
Süleyman Bektaş Vardı) karşımıza çıkıyor.
Nazım Payam ilk yazılı/sözlü Türkçe metinlerden bu yana her dönemdeki ürünleri
büyük bir hayranlıkla ele alıyor, kendi kültürel yapısını oluşturan unsurların tümüne
olduğu gibi Türkçeyi zengin, kurallarına
uygun kullanılmaya da titizlikle sahip çıkıyor. Sahip çıktıkları arasında yine şiiri de
ilk sıralara oturttuğunu görüyoruz. Aslında
şiir başta olmak üzere edebiyat, sanat ve sanatın içinde yaşayanlar bütünüyle Ses ve Yaz’ın
merkezindedir. Ses ve Yaz bunu bize kolaylıkla
hissettiriyor.
Yazara göre sanatçı günlük işlerin ötesinde bambaşka bir boyutta yaşayan, müthiş
bir enerjinin sahibidir: Sanatkâr, samanlıkta
mevzusuna ait iğneyi görür; yeni ufuklar açar;
geleceğe tanıklık edeceklere yelken şişirir, fakat
kendisi için adım atacağı yeri görmeyecek kadar
âmâdır. s.123
Ses ve Yaz’ daki başlıklar tıpkı şiir seansındaki gibi sırasını bekliyor, düzyazıdaki ince
şiirini okuyor, sonra sessizce yerine dönüyor. ■
108
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
YELİZ ÖZTÜRK‐kitapvitrin
YELİZ ÖZTÜRK
GÜL SEFERİ
Muhsin İlyas SUBAŞI
Geleneksel “Halk Şiiri”miz, “Tasavvuf
Şiiri”miz, “Divan Şiiri”miz ve günümüzdeki “Modern Şiiri”miz, kendi kanallarında ayrı ırmaklar gibi
akıp giderler. Aslında bunların varacağı deniz,
insanın gönlüdür. Şairlerimizin önemli bir kısmı,
bu farklı tarzları ilke edinir ve o yönde eserler
üretirler. Çok azında da, bunların topluca sesini
bulmanız mümkündür. Muhsin İlyas Subaşı, işte
farklılıkları birleştiren ve şiirlerinde hemen hepsinden ses ve öz bulunduran seçkin şairlerimizden
biridir. Şairimiz 9. Şiir kitabı “Gül Seferi” ile bunu
bir kez daha ispatlıyor.
İsteme Adresi: Şiirvakti Yayınları
HARFLERİN AŞKI
Senem GEZEROĞLU
“Adını harfler yazdı/ Küfürden ve siyahtan
sonra/Mürekkepten, hokkadan, fırçadan ve âhtan
sonra/Sayfalarda görünen beyazdı/Ayn, Şın ve
Kaf/Harfler adını yazdı/Aşk, aşk, aşk...”
Yeni nesil edebiyatçılardan Senem Gezeroğlu,
ilk kitabı Harflerin Aşkı’nda, elifbâ’dan çıkarak
bir aşk yolculuğu yapıyor, her harfin kendi ruh
dünyasındaki muhayyilesini okurlarla paylaşıyor.
İsteme Adresi: İz Yayıncılık
KALEMİN SÖYLEDİĞİ
Ayşe AKAY
Dinin esasları içerisinde, ahlaki kurallar
doğrultusunda, toplumla bir bütün olmak gerekmektedir. Toplumun genel yargılarını, dilini,
dinini, kültürünü en üst seviyeye taşımak esası
göz önünde bulundurulmalıdır. Bu hususta birey olarak her birimizin görevleri farklı farklıdır.
Kimimiz bu uğurda savaşırız, kimimiz muallimlik
yapar, kimimiz yazar, kimimiz çizeriz.
İsteme Adresi: Tebeşir Yayınları
109
YÜREĞİNDEKİ SEN
Kalbindeki Hazineyi Keşfet
Selçuk ALKAN
Bu kitapta, modern kişisel gelişim çalışmalarını
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
temel almanın yanında, salt popüler ve Batı topluluğu ulus yapan unsurlardan biri olarak
kaynaklı bir çalışmayı değil, bizim kültürümüzden görme gereği duymuştur. İşte Filozofça Dil Felsede esintiler alan, kişisel gelişim-tekâmül temelleri fesi bu tür sorunları yeni bir bakışla ele almaktadır.
üzerine bir yolculuğa çıkacaksınız.
İsteme Adresi : Belge Yayınları
İsteme Adresi: Akis Kitap
SAKLI YALNIZLIKLAR
BEŞİNCİ DÜĞME
Hasan PARLAK
Naime ERKOVAN
Modern Türk Şiirinin güzel örneklerinden bir
Naime Erkovan farklı yayınevlerine çevril- demetle okurlarına içselliğini sunan şairimiz okurer yaptı. Şule yayınları için Kafka’dan “Seçme larca Temrin, Müsvedde ve Hayal Bilgisi dergileHikâyeler hazırladı. Öykülerini Hece, Varlık, rinden bilinen bir isim. Okurların daha sağlıklı
Türk Edebiyatı ve Mühür dergilerinde yayınladı. karar vermeleri için onun “SEVMEK” şiirini
2011’de “Beşinci Düğme”yi, 2012’de “Soğuk köşemize alıyoruz.
Taht”ı Şule Öykü Dizileri arasında yerini aldı.
(SEVMEK) kendimi yaşamayı sevdim /kendi
Naime Erkovan’ın, şiir tadında, romanı çağrıştıran içimde/hüznü değişip/coşkulu sevinçlerde yoröyküleri ile modern öykü severlerin izini süreceği gun/tutkularda buldun sen’deki/uslanmaz ben’i/
bir isim olacağına inanıyoruz.
yaşamın başka rengine bezendik/iklimler alİsteme Adresi: Şûle Yayınları
datan/hayallerce birleştik hep umuda/sessiz bir
yolculuğun/ çağrısıyla esrik/ sonsuzluğa uzandık
AŞK GÜZERGÂHININ GİZEMİ
İsteme Adresi: Kanguru Yayınları
Selçuk ALKAN
O aşk değil midir li Mevlana’yı kendi etrafında
ESKİŞEHİR BENİM GÖÇ YALNIZLIĞIM
raks ettiren...
Ertuğrul ŞAKAR
O aşk değil midir ki Hallac-ı Mansur’un “Enel
Şehir Denemeleri, Şehir Monografileri
Hak!” feryadındaki sır...
ve Ertuğrul Şakar’ın “Eskişehir Benim Göç
O aşk değil midir ki Hüdayi’yi dalgalar Yalnızlığım’ı ile bir şehrin şiiri. Ancak yalnızca
arasından, sütliman bir güzergâhtan karşı sahile şehrini anlatmakla yetinmiyor şairimiz. Hemen
geçiren...
hemen her köşesine kendisini de nakşederek kuO aşk değil midir ki Leyla’dan geçip Mevla’yı ruyor mısralarını. İşte esere adını veren şiirden
bulduran?
bir bölüm: “Eskişehir benim göç yalnızlığım/
***
Bozkıra bin yıllık kar yağışıdır/ Derviş hırkasında
Evladım! Nefsi kimyâ etmeden, bu hallere bu kimsesizliğim/ Rüyayla gerçeğin hep yarışıdır/
mârifete kavuşulamaz… İşte siz okurlara bir Aşk Eskişehir benim göç yalnızlığım.”
kitabı…
İsteme Adresi: Özer İş Hanı No: 5/204 Eskişehir
İsteme Adresi: Kentkitap
DAİMA RABİA
FİLOZOFÇA DİL FELSEFESİ
Forever Rabia
Mehmet AKKAYA
Editör: Cevat Akkanat
Dil felsefesi; siyaset felsefesi ile birlikte pratik
Türkçenin dışında Arapça ve İngilizce
felsefenin bir alt dalı olarak düşünülebilir; ancak hazırlanmış ve yayımlanmış bu kitap, şiirlerden
onun siyaset felsefesinden daha siyasi bir disiplin oluşmuş bir seçkidir. Okuyacağınız şiirler ise,
olduğuna kuşku yoktur. Tarihsel süreçte 19. Ve halklarına her zaman önderlik etmiş münev20. Yüzyıllarda ön plana çıkmasının da elbette ver şairlerimizin insanlık trajedisine yürek
siyasal-toplumsal nedenleri var. İmparatorluktan çırpınışlarıdır. Evet, Mısır Direnişi İçin Şiirler,
ulus-devletlere geçildiği bir momentte gündeme birer şiir olmanın ötesinde aynı zamanda birer
gelmesi düşündürücüdür. Şu kadarı söylenebilir zikir, şükür, dua ve tövbe demektir. Tarihe not
ki, ulus-devlet teorisi yapan düşünürlerin birçoğu düşmektir.
dille ilgilenme gereğini düşünmüş ve onu, bir
İsteme Adresi: Sultanbeyli Belediyesi
110
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
Kemalpaşa'da şiir akşamları
SEZAİ GÜNER
B
ursa’nın şirin ilçelerinden birisi olan
Mustafa Kemalpaşa’da 14-15 Eylül
tarihlerinde güzel bir etkinlik gerçekleştirildi. Bu yıl üçüncüsü yapılan ‘Suuçtu Tümbüldek Şiir Akşamları’ 20 kadar şairi bir araya
getirdi. Aynı tarihlerde ilçenin kurtuluş şenlikleri
de yapılıyordu. Şiir akşamları bu kutlamalar çerçevesinde ayrı bir etkinlik olarak gerçekleştirildi.
Bu kapsamda asıl üzerinde durulması gereken, iki ayrı panelin düzenlenmesiydi. İlki
ilki; ‘Diriliş burcunda Sezai Karakoç’idi. Özcan
Ünlü’nün modaratörlük yaptığı bu panelde konuşmacılar Celal Fedai, İsmail Kılıçarslan ve Cevat Akkanat’tı.
Celal Fedai ‘Şiirin Rejenerasyonu Kürsüsünde
Sezai Karakoç’ başlıklı konuşmasında Sezai
Karakoç’un şiirinin sağlam bir zeminde boy
verdiğini belirterek, susmanın ve rejenerasyonun
burada hangi anlamda kullanıldığını izah ederek,
kültür ve sanat hayatımızda rejenerasyonun neden önemli olduğuna değindi. Modern şairlerin
şiirde yenilik uğruna bir başkalaşım yarattıklarını
ifade eden Fedai, bu yaklaşımın da ‘oluşa nazar
eden bir tavır değil, bozuluşu isteyen’ olabileceğini söyledi. Buna rağmen has şairlerin yine de
doğru yordam devşirebildiklerini belirterek Sezai
Karakoç’un da has şairlerden biri olarak bu konuda oldukça başarılı eserler ortaya koyduğunu ifade ederek ‘Karakoç, şiirimize İslam sanatı ve maneviyatının kürsüsünden bakmış ve şiirimizi bu
kürsüden bakarak rejenere etmiş, canlandırmış,
iyileştirmiş ve geliştirmiş’ olduğunu vurguladı.
İsmail Kılıçarslan ‘Sezai Karakoç Şiirinde Medeniyet Tasavvuru’ başlıklı konuşmasında Yahya Kemal, Asaf Halet Çelebi ve Sezai Karakoç
üzerinde durarak, bu şairlerin medeniyet kavra-
111
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4
mına nasıl yaklaştıkları, onu nasıl değerlendirdikleri üzerinde ayrıntılı bir sunum yaptı. Yahya
Kemal’in daha çok medeniyetin nostaljik yanıyla
ilgili olduğunu belirten Kılıçarslan, Asaf Halet
Çelebi’nin bakışını ise daha çok ansiklopedik
bir bakış olarak değerlendirdi. Kılıçarslan’a göre
Karakoç ise medeniyet olgusunu yenilemekten
ziyade onu yeniden üretmeyi savunan bir düşünürdür.
Cevat Akkanat ise konuşmasını ikinci yeni ve
Sezai Karakoç bağlamında sürdürdü. İkinci yeni
ve Diriliş Akımını kıyaslayarak, Sezai Karakoç’un
ikinci yeniye ait ya da ikinci yeni içindeki
şairlerden birisi olup olmadığını irdeledi. Akkanat, sonuçta; Sezai Karakoç’un gelecek kuşaklara
ulaşabilmesi için İkinci Yeni içinde ele almanın
daha uygun olabileceğini belirtti.
Etkinliklerin ikinci günündeki panelin konusu ise ‘Sezai Karakoç’ta Diriliş Düşüncesi ve Bazı
Temel Kavramlar’ üzerineydi. Ali Ayçil’in modaratörlüğünde gerçekleştirilen ikinci panelde konuşmacılar Metin Önal Mengüçoğlu, Nurettin
Durman ve Şaban Abak’dı. Mengüçoğlu, ‘Büyük
Doğu’dan Diriliş’e Necip Fazıl’dan Karakoç’a İslamcılık Düşüncesinin Gelişimi’ başlıklı konuşmasında üç ana kavram ve isim üzerinde durdu.
Bunlar; İslamcılık ve Mehmet Akif, Büyük Doğu
ve Necip Fazıl, Diriliş ve Sezai Karakoç. Mehmet
Akif ’le İslamcılık düşüncesinin yeniden aslına
döndüğünü belirten Mengüşoğlu, üstat Necip
Fazıl’ın Akif ’in düşüncesinden farklı olarak ‘surda bir gedik’ açtığını, Sezai Karakoç’un Diriliş
Düşüncesi ise Akif ’le yeniden aslına dönen İslamcılık anlayışının aynı doğrultuda ilerlediğini
ifade etti.
Sezai Karakoç’un işaret ettiği istikbal üzerine
konuşan Nurettin Durman; Sezai Karakoç’un
Türkiye’de şiirin odak noktasında bulunduğunu,
bundan sonra şiirimiz onun çizdiği noktada ‘bir
dava şiiri’ olarak devam edeceğini vurguladı.
Yine Şaban Abak ‘Sezai Karakoç’ta Devlet,
Millet ve Medeniyet Kavramları’ başlıklı konuşmasında Karakoç’un bu konular üzerindeki
tespitlerinin önemli olduğunu belirterek, millet,
ümmet, devlet ve medeniyet kavramları üzerinde yoğunlaşan bir konuşma yaptı. Abak, Sezai
Karakoç’un İslam ümmetinin kendi medeniyetine ait devletini kurması gerektiği’ şeklindeki
düşüncesini aktardı. Karakoç’un bu görüşünün
uluslararası platformlarda etkileri olduğunu ifade
etmiştir.
Panellerden sonra gerçekleştirilen şiir akşamına şu şairler katıldı. Adem Turan, Ali Ayçil,
Atakan Yavuz, Celal Fedai, Cevat Akkanat, Ercan Yılmaz, Furkan Çalışkan, Hüseyin Atlansoy,
İsmail Kılıçarslan, Mehmet Narlı, Metin Önal
Mengüçoğlu, Mustafa Baki Efe, Mustafa Muharrem, Müştehir Karakaya, Nazım Payam, Nurettin Durman, Özcan Ünlü, Sıddık Ertaş, Şaban
Abak, Şakir Kurtulmuş. ■
112
ar alık-oca k-şub a t
2 0 1 3 - 1 4

Benzer belgeler